Sefîne-i Evliyâ Evliyâ-yı Ebrâr Şerh-i Esmâr-ı Esrâr 1
(1872-1930)
Sefîne-i Evliyâ Evliyâ-yı
Ebrâr
Şerh-i Esmâr-ı Esrâr
Osmânzâde Hüseyin VASSÂF
CİLT : 1
Hazırlayanlar:
Prof. Dr. Mehmet AKKUŞ ; Prof. Dr.
Ali YILMAZ
Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi ; Ankara
Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi
Öğretim Üyesi ;
Öğretim Üyesi
İstanbul
- 2005
Tasavvuf ve Eser Hakkında
Birkaç Söz...
DÜNYÂ hayâtı hiç şüphesiz,
zamânı çok hızlı geçen, ciddî ve çetin bir İMTİHANDIR. Burada bizim, herşeyden
önde ve en yüce GAYEMİZ, O bizi yaratan, yaşatan ve âhirette hesâba çekecek,
sonuçta mükâfatlandıracak veya cezâlandıracak olan ulu RABB’imizin sevgi ve
RIZÂSINI KAZANMAK olmalıdır.
Allâhu teâlânın
rızâsını kazanmanın TEK ÇIKAR YOLU ise, en sonuncu, en doğru ve en hakikî din
olan İSLÂM’dır. Dîger yollar ve dinler, ya yanlış, bâtıl ve bozuk; ya da devri
geçmiş, mer’iyyetten kalkmış ve geçersiz olduğundan; dünyâ ve âhiret saâdeti
isteyen herkesin, hayâtını mutlaka ve mutlaka İslâm’ın emirlerini uygulayıp,
yasaklarından kaçınarak geçirmesi gerekiyor. Kâfirlerin iki cihânda hâlleri
perîşân, akıbetleri hüsrândır; ancak ve sadece mü’minler felah bulacak, Allâh’a
en mutî insân ve dînin ahkâmını en iyi uygulayan müslümân, kıyâmet günü en
sevgili ve en makbûl kul olacaktır.
İSLÂM
DİNİ’nin çok güzel ve çok faydalı bir yapısı, çok engin ve çok derin anlamlı
prensipleri vardır. O, insânın hem bedenini sağlıklı tutar, hem rûhunu besler,
hem gönlüne nur ve huzûr doldurur; hem dünyâ işlerini düzenler, hem âhiret
saâdetini sağlar; hem ferdi korur, hem âileyi kurtarır, hem de cem'iyyete,
devlete dirlik ve kuvvet kazandırır; güçsüzü korur, zorbayı durdurur; herkese
hakkını verir, görevini de düşündürür; kadını himâye eder, insanı yüceltir;
fakîri güldürür, zengini hayra yönlendirir; işçiyi sevindirir, ağayı, patronu
duygulandırır...
Ne kadar
kusûrsuz, ne kadar tam, ne derece hârika, ne derece şahâne bir nizâmdır, İslâm!
İslâm, her çağın ve özellikle şu hasta asrın şîfâsı; tüm maddî ve ma’nevî,
ferdî ve ictimâî dertlerin devâsı; akılların gıdâsı, gönüllerin safâsı;
karanlık gecelerin nûrlu sabâhı, ölümlü dünyânın âb-ı hayâtıdır.
Fakat, bir
de, TASAVVUF denilen çok sevimli ve çok önemli bir ŞER’Î İLİM vardır ki, o
olmadan îmânın tadını duyarak yaşamak; İslâm’ın özünü, iç yapısını, rûhunu,
mâhiyetini, inceliklerini, esrârını kavramak, bugünün ve belki her devrin
insânı için, hemen hemen imkânsız gibidir.
Çünkü
tasavvuf Kur’ân ahlâkıdır, Resulullâh’ın derûnî ahvâl ve hâlatı, ŞERÎATİN İNCE ÂDÂBIDIR.
Tasavvuf bencillik değil, dîgerbînliktir, merhamettir, muhabbettir, hizmettir;
laf ebeliği ve söz kalabalığı değil, samimiyet, ihlâs ve hikmettir; kalp
temizliği, irfân yüceliği ve amel-i sâlih üreticiliğidir; kîl ü kâl değil,
güzel hâldir; taşa karşı gül, zehire karşı panzehirdir; gözlere nûr, gönüllere
sürûrdur.
Tasavvuf
deliyi velî yapar; taşkını uslu kılar; taş bağrı ısıtır, yumuşatır;
merhametsizi rikkatli, katı kalpliyi gözü yaşlı eder; şaşkını, gâfili
zulümattan nûra çıkarır; deryâda çırpınanı sâhil-i selâmete ulaştırır; câhili
eğitir, ma’rifet hazînesi eder; çölü, çorağı irfân pınarlarıyla sular,
yeşertir; çobanı sultânlaştırır; sığ bilgiliyi ummanlaştırır; kişiyi halka
makbûl ve mergûp, Hakk’a mahbûbeder; topraktan yaratılan insanı nûrlandırır,
melekleştirir, Rahmân’ın huzûruna lâyık eyler, iltifâtına ulaştırır.
Tasavvufla
samanlık seyran, daracık yerler adetâ meydân olur; tasavvufla gaflet ve körlük
izâle edilir, mü’minin basîret gözü açılır; dünyâ sevgisiyle harâbe hâline
gelen kalpler, Allâh aşkıyla ma’mûr olur; ma’nevî zulmetler dağılır, insânın
içi dışı pürnûr olur; mü’mine bir zindân olan şu köhne cihân, gerçek bir
gülistân hâline gelir.
Tasavvuf,
dinimizin özü ve gerçek anlamı; asıl gâye olan İNSÂN-I KÂMİL olmanın yolu ve
yöntemidir.
Özetle
tasavvuf, tüm devirlerde olduğu gibi, hattâ onlardan da fazla, 20. yüzyılın şu
stresli, sinirli, gerilimli, bunalımlı, şüpheci, aceleci, dertli, hasta ve
bedbaht insânının da; “nerede” diye gece gündüz aradığı, yalan-yanlış yerlerden sağlamaya
çalıştığı GERÇEK MUTLULUĞUN İLÂHİ YOLU ve ANAHTARIdır.
Ama insân,
tasavvufun hakîkisini sahtesinden nasıl ayıracak, kimden öğrenecek, mürşid-i
kâmili nasıl bulacak, ma’nevîyat yolunun sahtekâr ve harâmîlerinden nasıl
korunacak, hangi kitapları okuyacak, eğrisini, hurâfesini, hastasını,
safsatasını, doğrusundan, sahîhinden, ilmîsinden nasıl ayıracak, işin aslını,
faslını neyle fark edecek?
İşte gerçek
tasavvuf erbâbının, kaynakların, bilgi ve görgülerin, -günümüzdekinden çok daha
fazla olduğu- daha mutlu ve kutlu bir dönemde yetişen, bi'z-zât kendini de
değerli bir âlim ve ârif ve mutasavvıf olan Hüseyin Vassâf Efendi (kaddesa’llâhu sırrahû ve
nevvere darîhahû ve rahîmehû rahmeten vâsiaten), tasavvuf konusunda çok değerli bir irfân hazînesi ve
ma'lûmat külliyesi teşkil eden şu SEFÎNE-İ EVLİYÂ adlı muazzam eseri cem’ ve
te’lîf eyledi. Sa’yi meşkûr, ameli makbûl, rûhu şâd, derecâtı müzdâd olsun!
Bu
kitap genel olarak tasavvuf târîhi, özellikle de Türkiye’mizin dinî ve millî
kültürü bakımından çok önemli bir kaynak ve emsâlsiz bir âbide mâhiyetindedir.
Kendisi tasavvuf konusunda yapılan ilmî araştırmalardan dâimâ zikredilmekte ve
kullanılmakta; fakat el yazması tek nüsha hâlinde bulunması, istifâdenin yaygın
olmasını engellemekte bulunuyordu. Neşri, çok faydalı bir hizmet olacaktır.
Eserin her
müslümân münevver tarafından mutlaka dikkatle okunması, her kütüphânenin en
mûtenâ köşesinde lâyık olduğu yerini alması dileğimiz ve temennîmizdir.
Allâhu teâlâ
neşrinin itmâm ve ikmâlini sağlayanları, hâzırlanmasında emeği geçenleri en
büyük lûtuflarla taltîf buyursun, okuyanların ecri, sevâbı, feyzi, mezîd; dünyâ
ve âhiretleri ma’mûr ve saîd olsun, âmin bi-hürmeti seyyid’l-mürselîn
Muhammedini’l-emîn salla’llâhu teâlâ aleyhî ve âlihî ve men tebiahû bi-ıhsânin
ecmaîn ve selleme teslîmen kesîren ilâ yevmi’d-dîn.
Prof. Dr. M. Esad COŞAN
OSMÂN-ZÂDE HÜSEYİN VASSÂF
Hayâtı:
Hüseyin
Vassâf, 8 Mart 1872 (8 Mart 1288/10 Muharrem 1289) Çarşamba günü dünyâya
gelmiştir. Babası Osmân Efendi, annesi ise Fatma Emsâl Hanım’dır.[1] Doğum günü 10 Muharrem’e tesâdüf ettiğinden, babasının
şeyhi olan Sâlih Efendi’nin oğlu Ahmed Zarîfî tarafından kendisine Hüseyin
ismi ve Vassâf-ı Muhammedî olması
temennîsiyle de Vassâf mahlası münâsip görülmüştür.
Hüseyin
Vassâf’ın babası Sinâniyye Tarîkatı’na mensûb idi. Annesi de Ziyâeddîn-i
Gümüşhânevî hazretlerinden feyz almıştır. Böylece daha çocukluktan i'tibâren,
müellifimiz, 19. asrın en büyük mürşid ve mürebbilerinin bereketlendirdiği bir
ortamda neşv ü nemâ bulmuştur. Kendisinin daha küçük yaşlarda çok titiz bir
terbiye ile yetiştiğini ifâde sadedinde şöyle demektedir:
“Vâlidem,
Tarîkat-ı Aliyye-i Nakşıbendiyye’den Gümüşhâneli Ahmed Ziyâeddîn Efendi merhûma
müntesibe, fâzılât-ı nisvândan idi. Pederim nakl ederdi: Vâlidem, fakîre, “Abdestsiz
meme vermedim.” dermiş.”
Müellif, ilk
tahsîline, doğup büyüdüğü mahallesinde bulunan Kara Mehmet câmiindeki ibtidâî
mektebinde başlamış ve Ağayokuşu İbtidâî Mektebi’nde tamâmlamıştır. Bu sıradaki
hocaları Mehmet ve Şükrü Efendi’lerdir. Daha sonra ise, Medrese-i Hayriyye,
Mekteb-i Osmânî ve Aksaray Rüşdiyelerinde okumuştur. Nihâyet Mekteb-i
Mülkiye’nin Îdâdîsinden mezûn olmuştur.
Hüseyin
Vassâf, bu resmi tedrîsatı dışında, değişik hocalardan, müsâit bulduğu her
ortamda dersler almaya devâm etmiştir. Bu hocalarından ve okuduğu derslerden
ba'zıları şunlardır:
Kerbelâ’da
imâm iken, bir ara İstanbul’a gelerek Süleymâniye Câmii’nde Hadîs dersleri
okutan Nâsır Efendi ile, Beyâzıd Câmii İmâmı Hüsnü Efendi’den birkaç yıl Buharî-i şerîf; Necip Efendiden Kasîde-i
Bürde; Küçük Ayasofya Câmii’nde Bayramiyye şeyhlerinden olan
Hacı Kâmil Efendi ve Ahmet Nazmi Efendi’den Rûhu’l-Beyân Tefsîri; Uşşâkî Şeyhi Hâfız Mustafa Hilmi’den Mesnevî; Mevlevî
Mehmet Es’ad Dede’den Mesnevî, Bostan ve Gülşenı
Râz dersleri.
Babasının
vefâtından sonra âilenin geçimini üstlenmek durumunda kalan Hüseyin Vassâf,
Rüsûmat Emâneti’ne girerek ilk resmi görevine başlamış oluyordu.[2] Daha sonraları sırasıyla, Şirket-i Hayriyye Tahrîrat
Kalemi; Galata Emtia-ı Dâhiliyye Gümrüğü Kontrol Me’mûrluğu, İhracat Gümrükleri
Müdürlüğü ve son olarak da İstanbul Rüsûmat Başmüdürü olarak görev yapmıştır.
19 Kânûn-ı Evvel 1338/1922 senesinde, yetkililerin görevde kalmaları yolundaki
ısrârlarına rağmen “Lehu’l-hamdu ve’l-minnetu dağdağa-ı me'mûriyyetten
kurtuldum.” diyerek emekliye ayrıldığını ifâde etmektedir.
Hüseyin
Vassâf, daha küçük yaşlardan i'tibâren maddî ve ma’nevî ilimlere karşı büyük
ilgi duymuş olduğundan, câmi'lerde okutulan özel derslerin yanında, İstanbul’un
muhtelif semtlerinde bulunan tekkelere ve buralarda haftanın belli günlerinde
yapılan zikirlere de zevkle iştirâk etmiştir.
Daha küçük
yaşlarında iken Hüseyin Vassâf, babasıyla birlikte, Sinâniyye Tarîkatı’nın
Topkapı’daki Pazar Tekkesi’nde bulunan Şeyh Sâlih Efendi’nin Çayırlı
Medresesi’nde Mevlevî Mehmed Es’ad Dede’nin sohbetlerinde iştirâk etmiştir.
Kendi ifâdesine göre, “Kalbime genç yaşımda tohm-ı tasavvuf ve aşkı eken”
Mehmet Es’ad Dede olmuştur. Bunların yanı sıra Aksaray Uşşâkî Dergâhı’ndaki
Nakşî şeyhi Hayalî Hâfız Efendi ve Sünbülî Hangâhı Şeyhi Rızâeddîn Efendilerin
de sohbetlerine devâm ediyordu.
Hüseyin Vassâf’ın böylece
tasavvuf erbâbıyla sürdürmüş olduğu sohbetlerden sonra, ilk intisâb ettiği Şeyh
Mehmet Sultân Efendi’dir. Bu zât, Şa’bâniyye Tarîkatı’nın Bekriyye kolu şeyhi
olup, 1896 yılında Şam’dan İstanbul’a geldiğinde Hüseyin Vassâf tarafından
evinde misâfir edilmiştir. İntisâb da bu sırada gerçekleşmiştir. Bu durumu
Vassâf, şöyle ifâde etmektedir:
Halvetîlerle
koyuldum reh-i tahkîka hemân
Lutf idüp
eyle meded Hazret-i Pîrim Şa’bân
Mehmet Sultân Efendi’nin irtihâlinden
sonra, Hüseyin Vassâf’ın Beyâzıd Câmii’ndeki derslere devâm ettiğini görüyoruz.
Bu esnâda da Edirneli Sezâî Efendi’nin torunlarından ve Gülşenî Dergâhı şeyhi
olan Şuayb Şerafeddîn Efendi’ye gıyâben intisâb ettiğini söylemektedir.
Aşağıdaki beyitten onun henüz Mehmed Sultân Efendi’den seyr ü sülûkunu
tamâmlamadığını anlıyoruz:
Sâkiyâ başın
içün sun bir kadeh Vassâf’a kim
Verdiğin şol
bâde-i lezzet-nisâr elvermedi
Bundan sonra
Hüseyin Vassâf’ın Kasımpaşa’daki Uşşâkî Dergâhı şeyhi Hâfız Mustafa Hilmi
Efendi’den sülûkunu tamâmlayarak icâzet aldığını öğreniyoruz.
Hüseyin
Vassâf, tasavvuf büyüklerinin tercüme-i hâllerini yazmaya büyük alâka
duyduğundan, önceleri, müstakil biyografi eserleri ortaya koymuştur. Bu meyânda
Kadirî şeyhlerinden Müştâk Baba ile oğlu Edhem Baba hakkında da bir eser
yazınca, Kadirî şeyhinin, kendisini mânâ âleminde bu tarîkattan da icâzetli
saydığını ve kendisine Sümûhî mahlasını
verdiğini belirtmiştir.
Müellifimiz, sohbet ve zikir münâsebetiyle devâm
etmiş olduğu tekke ve hangâhlarda bulunan şeyhlerin tercüme-i hâllerine dâir
bilgi toplamayı da ihmâl etmemiştir. Hattâ bu mekânların çevrelerinde medfûn
bulunan şeyhlerin hayâtlarını da kaleme alarak, onlardan ma’nen istifâde
ettiğini belirtir. Nitekim bunlar arasında Tâhir Ağa Tekkesi önemli bir yer
işgâl etmektedir. Bu tekkenin şeyhi Ali Behcet Efendi, Hüseyin Vassâf’ın
arkadaşıdır. Bundan dolayı onun en çok müdâvimi olduğu yerdir. Ayrıca bu
tekkenin avlusunda medfûn bulunan Abdullâh Salâhî Efendi’ye büyük bir alaka
duyduğunu, ma’nen ondan feyz aldığını ifâde etmektedir.
Açılsın
bendeki esrâr-ı ma’nâ
Be-hakk-ı
Sûre-i ‘İnnâ Fetahnâ’
Meded kıl
şeyh-i dest-gîrim Salâhî
Garîbin
kemterin Vassâf’a cânâ
Onda
Salâhî’ye olan muhabbet o derece büyüktür ki, terceme-i hâline dâir yazdığı Risâle-i
Salâhiyye adlı eserinde, kendisinin Halvetîliğin
bir kolu olan Salâhîyye Tarîkatı’nın da müntesibi olduğunu belirtir:
Salâhî’yem
Salâhî’yem Salâhî
Salâhîlikde
buldum ben felâhı
Böylece
Hüseyin Vassâf’ı, câmiu’t-turuk bir zât olarak görmekteyiz. Nitekim o, Sefîne-i
Evliyâ’nın kendi hayat hikâyesini anlattığı 5.
cildinin sonunda, kendisini şöyle tanıtmaktadır:
“Ene’l-fakîru’l-hakîr
el-Hac Hüseyin Vassâf-ı Gülşenî-i Uşşâkî-ı Müştâkî el-muhtâc ilâ rahmeti’llâhi teâlâ..”
Hüseyin
Vassâf, 10 Şubat 1309/22 Şubat 1893 târîhinde, Sekbanbaşı Câmii İmâmı Hâfız
Mehmed Emîn Efendi’nin kızıyla evlenmiştir. Bu evlilikten üç oğlu, bir kızı
dünyâya gelmiştir. Büyük oğlu Osmân Tal’at, Almanya ve İsviçre’deki tahsîlini
bitirdikten sonra elektrik mühendisi olmuştur. Dîger oğlu Ahmet Cevdet on sekiz
aylık iken vefât etmiş, üçüncü oğlu Mehmet Suat (ERLER), kızı ise Ayşe
Muallâ’dır.
Hüseyin
Vassâf, ömrünün son senelerinin kış aylarını İstanbul Vezneciler’deki Tekke
Sokağı’ndaki evinde; yazlarını ise, Suadiye’deki sayfiyesinde geçirmiştir. Bu
sıralarda şeyh Mustafa Sâfî Efendi’nin vefâtı üzerine, bunun halîfelerinden
İnegöl Müftüsü Mehmed İzzeddîn Efendi, İstanbul’a gelerek Hüseyin Vassâf’ı,
Uşşâkî Tarîkatı’nın Kasımpaşa’daki tekkesinin postnişîni olarak
görevlendirmiştir. Müellifin bu konudaki ifâdeleri aynen şöyledir:
“Mehmed
İzzeddîn Efendi, İstanbul’u teşrîf buyurub, bu abd-i ahkarı, Tarîk-ı
Uşşâkîye’de me'zûn edip, bir kıt’a icâzet-nâme ile dil-şâd etmişler ve azîzimin
tâc ve hırka ve kemerini fakîre ilbâs eylemişlerdir. 30 Hazîrân 1342/1925 (19
Zi'l-hicce 1344) yevm-i Çarşamba.”
Bundan sonra
Hüseyin Vassâf, şeyhlik makâmına geçmiştir. Bu husûsta, “...azîzime intisâb
edip sülûkları noksân kalan ihvânım ve yarânımdan a’zamı fakîre mürâcaatla
te'yîd-i münâsebet eylediler..” dedikten sonra, kendisinden ikmâl-i sülûk
edip icâzet alanları belirtmektedir:
1. eş-Şeyh el-Hâc Ali Rızâ Efendi (Pötürgeli)
2. eş-Şeyh
Muhammed Ömer Rüşdî Efendi (Sivaslı)
3. eş-Şeyh
Ali Osmân Sıdkı Efendi (Göreleli)
4. eş-Şeyh
Muhammed Mecdî Efendi (Ankaralı)
Hüseyin
Vassâf, gerek vazîfeli olduğu yıllarda, gerekse emekli olduktan sonra, birçok
yer gezmiş ve buralarda bulunan meşâyihin sağ olanlarıyla bi'z-zât görüşmüş,
vefât etmiş olanların ise hayâtları ve halîfeleri hakkında bilgi toplamış,
tekke ve türbelerinde incelemelerde bulunmuştur.
Bu
seyâhatlerinden ba'zıları şöyledir : 1896’da Bursa’ya, 1907’de Gelibolu’ya,
oradan da hac maksadıyla Hicâz (Mekke ve Medîne)’ye gitti. 1911’de Ankara ve
Konya’yı ziyâret etti. 1914’te Sûriye’ye yaptığı bir gezide, Beyrut, Şam,
Ba’lebek, Humus, Hama, Haleb, Yafa, Kudüs’te ziyâret ve incelemelerde bulundu.
1925’te Tekirdağ, Muratlı, Uzunköprü ve Edirne’yi gezdi.
Bunların
dışında Hüseyin Vassâf, Bandırma, Gönen, Manyas, Gemlik, İzmit, Yalova,
Eskişehir, Afyonkarahisâr, Uşak, Manisa, Menemen, İzmir, Siroz, Dırama,
Selânik, Manastır ve Üsküp’e gitmiştir. Bir ara Limni’ye gitmek istemişse de 1.
Dünyâ Harbi sebebiyle bunu gerçekleştirememiştir.
Hüseyin
Vassâf’ın elli yedi sene süren kısa, fakat bereketli ömrü, 21 Teşrîn-i sânî
1929/(19 Cumâdelâhire 1348)’de sona ermiştir. Vasiyeti üzerine Rumelihisârı Kabristânı’na
defn edilmiştir. Onun vefâtı üzerine Tâhiru’l-Mevlevî (Olgun) şu târîh
manzûmesini yazmıştır:
Ber-muktezâ-yı hikmet-i
takdîr-i kibriyâ
Bir
ârifin hayât-ı demi buldu intihâ
Mîr-i
Hüseyn meşreb-i Vassâf-ı ehl-i Hak
Kıldı
cihân-ı kurb-ı ilâhîye i’tilâ
Olmuş
idi hayâtı onun halka nef’-i mahz
Hulk-ı
Hudâ olurdu cemâlinde rûşenâ
Yapmış
idi Sefîne velîler rukûbuna
Kendi
idi o keşti-i Hak üzre rû-nümâ
Girdâba
hiç düşürmedi fülk-ı hayâtını
Daldı
muhît-ı zâta olup vahdet âşinâ
Her ân
u lahza şaşaa-ı mihr-i vasl ile
Bulsun
revânı pâk u musaffâsı incilâ
Çıkdı
semâ-yı sâbia gül-bang-ı makdemi
Vardı
Cenâb-ı Hazret’e Vassâf-ı evliyâ
İbnü’1-emin
Mahmûd Kemâl İnal da, Hüseyin Vassâf’ın ilim, irfân, fazîlet ve seciyyesi
hakkında şu tesbiti yapmaktadır:
“Hüseyin
Vassâf merhûm, çocukluğundan beri kemâl-i salâh ve takvâ ile mevsûf, emsâli
nâdir bir merd-i kâmil ve ehl-i hakîkat ve tarîkat, bir âşık-ı sâdık idi.
Mehâsin-i ahlâkın mücessem numûnesi idi. Fart-ı tevâzu’, sehâ ve mürüvvet,
hayra delâlet, muhtâcîne muâvenet, sıdk u istikâmet, nâmus ve iffet,
bilmediğini öğrenmeye gayret, ilme ve ehline hürmet, ve hüsn-i hâl ashâbına
fedâkârâne hizmet, ibâdullâh’a şefkat onun şiâr-ı mahsûsu idi.” (Bkz.
İbnü’l-Emin Mahmûd Kemâl İnal, Son Asır Türk Şâirleri, Devlet Kitapları İst. 1970, c. III, s. 1915).[3]
Eserleri :
Hüseyin
Vassâf, daha küçük yaştan i'tibâren ilme merâkı olduğundan, birçok hocânın ve
şeyhin rahle-i tedrîsinden geçmiş, birçok seyâhatlarda bulunmuş, bundan dolayı
geniş bir kütüphâneye sâhib olmuştur. Ancak Aksaray’da oturduğu evi yandığı
için kitaplarının büyük ekseriyeti de yok olup gitmiştir. Buna rağmen bir
vesîleyle, o zamanki adıyla Beyazıt’taki Umûmî Kütübhâne’ye beşyüz cilt kitap
bağışında bulunduğunu kendisi ifâde etmektedir.
İlim
tahsîli, devlet hizmeti ve seyâhatlarla dolu olan Hüseyin Vassâf’ın elliyedi
senelik ömrü oldukça bereketli geçmiş, bunun netîcesi olarak geride birçok eser
bırakmıştır. Sayıları otuza varan bu eserlerin hepsi ayrı bir değerdir.
Eserlerinden bir kısmı basılmış, ancak büyük çoğunluğu müellifin kendi el
yazısıyla olup, basılmayı beklemektedir. Bir önemli husûs ise, onun basılan
değil, bi'l-hâssa basılmayan eserleri önemlidir. Eserlerinin yazma nüshaları,
oğlu, Mehmet Suat Erler tarafından Süleymâniye Kütüphânesi’ne bağışlanmış
bulunmaktadır. Bir kısmı da, İstanbul/Çemberlitaş’taki Dönem Sokak’ta bulunan
Karababa Tekkesi’ndedir. Buradaki kitaplar, Ahmet Yivlik tarafından, Hüseyin
Vassâf’ın sağlığında çokça uğradığı Fâtih’teki Tâhir Ağa Dergâhı’ndan
getirilmiştir. Hüseyin Vassâf’ın arkadaşı olan, Tâhir Ağa Dergâhı’nın son şeyhi
Ali Behcet Efendi’nin kızı Ayşe Hikmet Hanım, elinde kalmış olan bu yazmaları,
sonraları muhâfaza etmesi şartıyla Ahmet Yivlik’e verdiğini kendisi
söylemiştir. Bu visîleyle Ayşe Hikmet Hanım’ı da rahmetle anıyoruz:
Hüseyin
Vassâf, eserlerini Sefîne-i Evliyâ’nın son
cildinde şu sırayla vermektedir:
1.
Sefîne-i Evliyâ-yı Ebrâr Şerh-i Esmâr-ı Esrâr [4],
2. Rûhu’l-Beyân’dan Yâsîn-i Şerîf Tercümesi. Bu eseri, arkadaşı Ahmed Nazmi Efendi ile birlikte tercüme etmiştir.
3. Güldeste-i Hakîkat, Rûhu’l-Beyân’dan iki cüz' tercümesi,
4. Kitâbu’l-Külliyât Fezâil ve erbâb-ı İslâmiyye’ye dâir olup, Fütûhât-ı Kenzi’l-Kur’ân’dan
birçok mebâhisi’l-hasen yazılmıştır. (Sül. Kütp. Yazma Bağışlar No: 2318)
5. Hâtıra-ı Hicâziyye. Hac
hâtıraları, zeylinde de Şam seyâhati vardır.
6. Ravza-i Sâdâttan Bir Şemme. Ahmed er-Rufâî’nin terceme-i hâli ve menâkıbı. Müellif, bu eseri
kaybettiğini söylüyor. Süleymaniye Kütüphânesi ve adı geçen şahısta nüshası
yoktur.
7. Bursa Hâtırası.
8. Tertîb-i Cedîd Coğrafyâ-yı Umûmî. Üç cild olan bu eserin I. cildinin basımı için, Maârif Nezâreti’nden
izin alındığını müellif bahs etmektedir. Basılmıştır.
9. Hulâsa-ı Coğrafya.
Basılmıştır.
10. Müntehabat-ı Ezhâr-ı İrfân. Eserlerden seçme bâhisler, bir cilt olan bu eserin, beş defter hâlinde
zeyli vardır. (Sül. Kütp. Yaz ma Bağışlar No: 2314)
11. Dîvân-ı Vassâf. (Sül. Kütp. Yazma Bağışlar No: 2311)
12. Gülzâr-ı Aşk. Süleymân Çelebi Mevlidi'nin şerhi (Sül. Kütp. Yazma Bağışlar No: 2315)
13. Vesîletü’n-Necât. Süleymân Çelebi Mevlidi hakkında bir araştırma dır. Necm-i İstikbâl
Matbaası’nda 1329’da basılmıştır.
14. Murâselât. Şeyh Şuayb Şerefeddîn Efendi’nin tercüme-i hâli ve Hüseyin Vassâf'la
karşılıklı olarak birbirine yazdıkları mektûbları ihtivâ etmektedir. (Sül.
Kütp. Yazma Bağışlar No: 2310)
15. Bursalı Mehmed Tâhir Bey.
16. Mevlevî Muhammed Es’ad Dede. (Karababa Tekkesi’nde)
17. Risâle-i Hayriyye. Yahyâ Efendi Dergâhı şeyhi Hasan Hayri Efendi’nin hayâtı
anlatılmaktadır.
18. Risâle-i Şevkiyye. Mustafa Şevki Efendi’nin hayâtı anlatılmaktadır.
19. Risâle-i Müştâkiyye. Kadirî şeyhi Müştâk Baba ile oğlu Edhem Baba’nın tercüme-i hâli. (Sül.
Kütp. Yazma Bağışlar No: 2320)
20. Risâle-i Salâhiyye. Abdullâh Salâhaddîn-i Uşşâkî’nin tercüme-i hâli. (Sül. Kütp. Yazma
Bağışlar No: 2320, Karababa Tekkesi’nde bir nüshası var.)
21. Vâkıât. Müşâhedât-ı ma’nevîyyeyi ihtivâ etmektedir.
22. Tevfîk-nâme. Seyyid Ahmet Tevfîk Bey’in hayâtı hakkında manzûm-mensûr eser.
23. Kemâlü’l-Kemâl. İbnü’1-Emin Mahmûd Kemâl İnal’ın husûsî, dînî, edebî, ictimâî ve siyasî
hayâtıyla ilgili eserdir.
24. Remzî-nâme. Üsküdar Mevlevîhânesi şeyhi Ahmed Remzi Dede’nin hayâtı hakkında bir
eser.
25. Mir’âtü’l-Kemâl. İbnü’l-Emin Mahmûd Kemâl’in, “Ey rûh-ı şahsî ki bütün cânlara cânsın.”
diye başlayan na’tının şerhi.
26. Feyzu’l-Kemâl. Yine İbnü’l-Emin’in bir kıtasının şerhi
27. Sûriyede Bir Cevelan. Hüseyin Vassâfın 1913’te, Haleb, Humus, Hama, Trablusşam, Beyrut, Şam,
Yafa ve Kudüs’e yaptığı gezinin notları.
28. Kemâl-nâme-i Şeyh Hakkı. Bursalı İsmâîl Hakkı Hazretlerin’nin hayâtı. (Karababa Tekkesi’ndedir.)
29. Lücec-ı Asrî Şerh-i Kelâm-ı Mısrî. Niyâzî-ı Mısrî’nin, “İlm-i bahrî vücûd-ı asdıkânın dürdânesiyem ben”
nutkunun şerhi.
30. Gülzâr-ı Şâdî Der Beyân-ı Menâkıb-ı
Emin-ı Tokadî. Mehmed Emin-ı Tokâdî’nin
hayâtı.
TERÂCİM KİTAPLARI VE SEFÎNE-İ EVLİYÂ
Dinî-tasavvufî
edebiyyâtın manzûm türlerini ilâhîler, nefesler, nutuklar, devriyeler ve
şathiyeler ile, tasavvufî duygu ve heyecân içinde söylenmiş dîger şiirler
teşkil eder. Bu edebiyyât eserlerinin mensûr olanları ise, başlıca iki grup
hâlinde ele alınabilir. Bunlardan birinci gruptakiler, tasavvufu, genel olarak
tarîkatları, tarîkatların esâslarını, âdabını ve erkânını anlatan, tasavvufî terimleri
açıklayan öğretici eserlerdir. İkinci grupta da, topluca “terâcim kitapları”
diyebileceğimiz evliyâ tezkireleri ile, tabakât ve menâkıb kitapları yer alır.
Esâs
i’tibâriyle İslâmiyet’teki zühd ve takvâ anlayışına dayanan ve h.II. yüzyıldan
i'tibâren İslâm âleminde ortaya çıkmaya başlayan tasavvuf, târîhi boyunca,
müslümân toplumlar içinde çeşitli fonksiyonlar icrâ etmiştir. Bu tasavvuf
cereyânı, çeşitli tarîkatlara ayrılarak gelişmiştir. Her tarîkat, genel
prensipler yanında, bi'l-hâssa kurucusunun vaz’ ettiği esâslar çerçevesinde ve
sayesinde birbirinden farklı özellikler kazanmış; dâimâ bir şeyhin liderliğinde
varlığını sürdürmüştür. Şeyhlik görevinin birinden dîgerine geçmesi de bütün
tarîkatlarda ortak bir özelliktir. Bu özelliğini koruyarak devâm eden herhangi
bir tarîkatın başındaki şeyhe bağlı ve tarîkatın müntesibi bir mürîdler
topluluğu da dâimâ bulunmuştur. Bazan bir tarîkat, kendisini yetiştirmiş ba'zı
müntesiblerin önderliğinde çeşitli kollara ve şu'belere ayrılmış, zamânla bu
kol ve şu'belerde de, şeyhlerin isimlerini havi Hz. Ebûbekir (radıya'llâhu anh)
veya Hz. Ali (Radıya'llâhu anh) vâsıtasıyla Hz. Peygamber’e kadar ulaştırılan
uzun silsileler meydâna gelmiştir.
Herhangi bir
tarîkata müntesib bulunmayan, hattâ tasavvufun özüne karşı olanların bile inkâr
edemeyecekleri bir gerçek vardır ki, kalabalık müntesibleri bulunan tarîkatlar,
İslâm târîhinin her devrinde ve yöresinde zamân zamân ictimâî ve siyasî
bakımından etkili hâle gelmişlerdir. Zaferlerin kazanılmasında ve kazanılan
toprakların elde tutulmasında, İslâm dininin yeni fethedilen yerlerdeki halka
teblîğinde büyük hizmetleri olmuştur.
Bütün
bunların olmasındaki en önemli unsur insândır. Tasavvufu geliştiren,
tarîkatları kuran, yayan, şeyh olarak liderliğini yapan, bu liderlerin etrâfında
toplanan, zikreden, tasavvuftan elde ettiği duygu ve heyecânı çeşitli
vâsıtalarla ifâde eden, hep insândır.
Bu
insânlardan bir kısmı, özellikle şeyhlik yapanlar, bazan onlara vekâlet eden halîfeler,
herhangi bir kolun kurucusu bulunanlar, çeşitli şekillerde temayüz
ettiklerinden, dîger insânlar, kendilerine oldukça yüksek değer vermişlerdir.
Onların hayâtları birçok insânın merakını celbetmiş; sözleri birer vecîze
telakkî edilmiş, istekleri Emîr kabûl edilmiş, bulunduğu yerde bulunmak,
konuşmasını dinlemek, onun yediğinden yemek ve buna benzer davranışlar birer
mutluluk vesîlesi sayılmış; kendilerinden kerâmetler ve hikmetli sözler
nakledilmiş hattâ bazan onlara hârikulâde husûslar izâfe etmekten
çekinilmemiştir. Söz konusu ettiğimiz bu insânların büyük çoğunluğu, sadece bu
tasavvufî kişilikleriyle kalmamışlar, ilimde, kültürde, edebiyyâtta, sanatta
veya çeşitli mesleklerden birinde söz sâhibi olmuşlardır.
Dîger
taraftan, kendisinin asıl mesleği ilim adamlığı, kültür, edebiyyât, sanat,
askerlik, devlet adamlığı veya başka herhangi bir meslek olduğu hâlde, tasavvuf
ve tarîkat çevrelerinin içinde bulunmuş, bir tarîkata intisâb etmiş, bir şeyhe
mürîd olmuş, hattâ o yönde de önemli bir mevki elde edip, şeyh olmuş bir çok
târîhî şahsiyet vardır. Târîh boyunca, İslâm âleminin birçok yerinde insânlar,
aynı zamânda bir şeyhe bağlanmayı dinî bir vecibe addetmişlerdir.
İşte bütün
bu saydıklarımıza konu olan ve toplu bir ifâde ile “mutasavvıf” diye
isimlendirdiğimiz insânların hayadan, her türlü hareketi, sözleri, şiirleri,
kendilerinden nakl edilen kerâmetler, hikmetli menkabeler, kendilerine isnâd
edilen çeşitli hâller, zamânla yazıya da geçmiş, çeşitli kitap ve risâleler
içinde yer almıştır. Hattâ sırf bunları ihtivâ eden bir çok müstakil eser
meydâna getirilmiştir. Evliyâ tezkireleri ile menâkıp ve tabakât kitaptan
bunların başlıca örnekleridir.
Dinî -
Tasavvufî edebiyyât içerisinde, mutasavvıflardan bahseden bu eserler ayrı bir
yer işgâl ederler. Bunlar her zamân ilgi ile okunmuş ve bulundurulmasına gayret
gösterilmiştir. Bunlarda anlatılan husûslar, kültür târîhi bakımından oldukça
kıymetli olduğundan, bu tür eserler, araştırma yapacaklar için günümüzde de
önemli birer kaynak durumundadırlar.
Söz konusu
eserler, muhtevaları bakımından çeşitlilik arzederler. Bunların başlıcaları,
çeşitli tarîkatlara mensûb birçok mutasavvıfın hayâtından bahs eden evliyâ
tezkireleridir. Bu tezkireler dışında, belirli bir tarîkatın kurucularını,
onların halîfelerini ve meşhûr şeyhlerini anlatarak daha sınırlı kalanları
olduğu gibi, sadece bir tek kişinin hayâtını ve menkabelerini anlatanlar da
vardır.
Mutasavvıflardan
bahseden ilk müstakil eserler Arapçadır. Bunlar da, Abdurrahmân Muhammed b.
Hüseyin es-Sülemî (ö.412/1021)’nin Tabakâtu’s-Sûfiyye’si, Ebû Nuaym Ahmed b. Abdullâh el-ısfahânî
(ö.430/1038)’nin Hilyetü’l-Evliyâ’sı, İbnu
Hamîsi’l-Ka’bî (ö.552/1157)’nin Mehâsinu’l-Ahyâr’ı ve Cemâleddîn Ebu’l-Ferec el-Bağdâdî (ö.597/1200)’nin Safvetu’s-Safve’sidir.
Mutasavvıflardan
bahseden müstakil eserlerin Farsça olarak da yazılmış olduğunu görüyoruz. Bu
türde ilk Farsça eser Ebu’l-Hasan Ali b. Osmân el-Cüllâbî (ö. 465/1072)’nin Keşfu’l-Mahcûb
li-Erbâbi’l-Kulûb’udur. Daha sonra bu gelenek müstakil
eserler hâlinde veya başka tasavvufî konuları da ihtivâ eden eserler içinde
bölümler hâlinde devâm etmiştir. Farsça olarak yazılmış müstakil eserlerinin en
meşhûrları Ferîdüddîn-i Attâr (ö.672/1273)’ın Tezkiretü’l-Evliyâ’sı ve Mevlâna Nûreddîn Abdurrahmân b. Ahmed el-Câmî
(ö.898/1492)’nin Nefehâtü’l-Üns’üdür.
Çeşitli tasavvufî konularla birlikte, mutasavvıflar hakkındaki bilgileri de bir
bölüm hâlinde ihtivâ eden en meşhûr eser de Abdulkerîm el-Kuşeyrî
(ö.465/1072)’nin er-Risâlesidir. Hüseyin b. Ali el-Vaîz
el-Kâşifî (ö.940/1533)’nin Reşahâtu Ayni’l-Hayât isimli eserini de burada zikretmek yerinde olur.
Ferîdüddîn-i
Attâr’ın Tezkiretü’l-Evliyâ’sı, evliyâ
tezkirelerinin en meşhûrlarının başında gelir. Bu eserde yetmiş şeyhin hayâtı
ve menkabeleri yer almaktadır. Aslı Farsça olarak yazılmış, fakat birçok Türkçe
tercümesi yapılmıştır. Son zamânlarda yapılan tercümelerinden biri de merhûm
Mehmed Zâhid Kotku Hazretlerinin yaptığı tercümedir. Ba'zı ilâvelerin de
yapıldığı bu tercüme, Sehâ Neşriyat tarafından basılmıştır. (İst. 1983)
Molla
Câmî’nin Nefehâtu’l-Üns min Hazarâti’l-Kuds isimli eserinin başında kısaca, ba'zı tasavvufî konular
anlatıldıktan sonra, meşhûr tasavvuf büyüklerinin hayât ve menkabeleri yer
almaktadır. Aslı Farsça olan bu eserin de çeşitli Türkçe tercümeleri
yapılmıştır. En meşhûr tercümesi de Futûhu’l-Mücâhidîn li-Tervîhi
Kulûbi’l-Müşâhidîn ismiyle Lâmiî Çelebi (Ö.938/1531)
tarafından yapılan tercümedir.
“Safî”
ismiyle şöhret bulmuş olan Hüseyin b. Ali el-Vâiz’in eseri Reşahâtu
Ayni’l-Hayât’ta, Nakşıbendiyye tarîkatının
büyüklerinden Hâce Ubeydullâh-ı Ahrâr et-Taşkendî (ö.895/1490)’nin ve “Hâcegân”
denilen, ondan önceki Nakşıbendiyye şeyhlerinin menkabeleri yer almaktadır.
Aslı Farsça olan bu eserin de çeşitli Türkçe tercümeleri vardır. Bu
tercümelerden biri Necip Fazıl Kısakürek tarafından sadeleştirilerek yeni
harflerle basılmıştır (İst.1975).
Türk Edebiyyâtında
evliyâ tezkiresi türündeki ilk eserler, bu Uç eserin tercümeleridir. Edebiyyâtımızda
evliyâ tezkireciliği, bir bakıma bu eserlerin, özellikle Tezkiretü’l-Evliyâ’nın tercümeleri şeklinde gelişmiştir. Bu geleneğin dışına
çıkarak çeşitli kaynaklardan istifâde etmek sûretiyle ilk def'a Türkçe bir
evliyâ tezkiresi yazan, bizim tespitlerimize göre, Köstendilli Mollazâde
Süleymân Şeyhî (Ö.1232/1816 veya 1235/1820)’dir.
Süleymân
Şeyhî’nin eserinin adı Bahrü’l-Velâye’dir. Bu
eser, yazarının da belirttiği gibi, çeşitli kaynaklarda hakkında bilgi bulunan
tasavvuf büyüklerine âit bilgileri kısa kısa bir araya getirmek maksadıyla
yazılmıştır. Yazar, kendisiyle birlikte 1001 kişi hakkında bilgi vermek
istemiş, ancak bu sayı 1014’e çıkmıştır. Bazan çok kısa olmakla berâber,
mutasavvıfların hayâtları ve menkabeleri anlatılmakta, sözlerinden nakiller
yapılmaktadır. (Geniş bilgi için bkz. Dr. Ali Yılmaz, Köstendilli
Süleymân Şeyhî, Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara
1989).
Bahrü’l-Velâye’den sonra, Habîbî’nin Vuslat-nâme’si, Kemâl İsmâîl Sâdık Paşa (Ö.1310/1892)’nin Âsâr-ı
Kemâl’i, Hoca-zâde Ahmed Hilmi (Ö.1913)’nin Ziyâret-i
Evliyâ’sı gibi, evliyâ tezkiresi türünde
eserler yazılmışsa da, bunların hiç birinin hacmi ve muhtevası Bahrü’l-Velâye kadar geniş değildir.
Bizim
kanâatimize göre, kendi sahası içinde, XX. yüzyıla kadar Türkçe te’lîf edilmiş
en mühim evliyâ tezkiresi Bahrü’l-Velâye ise de, bu
sahanın en mükemmel ve en geniş eseri, yüzyılın başlarında Hüseyin Vassâf Bey
tarafından yazılmış ve I. cildini takdîm etmiş bulunduğumuz Sefîne-i
Evliyâ-yı, Ebrâr Şerh-i Esmâr-ı Esrâr’dır.
İsminden de
anlaşılacağı gibi Sefîne-i Evliyâ, Esmâr-ı Esrâr isimli kitâbın şerhidir.
Esmâr-ı Esrâr, Sultân II. Abdulhamîd Han zamânında Dîvân-ı Hümâyun
Kalemi, Mühimme Odası görevlilerinden Mehmed Sami’ es-Sünbülî tarafından kaleme
alınmış, küçük hacimli bir kitapçıktır. 1316/1900 yılında basılmış olan orta
boy 54 sahîfelık bu eserde, belli başlı bütün tarîkatların silsileleri yer
almaktadır. Her tarîkatın ve o tarîkattan doğan bütün kolların silsileleri, Hz.
Ebûbekir (Radıya'llâhu anh) veya Hz. Ali (Radıya'llâhu anh)’dan başlanarak,
kurucusu olan zâta kadar sıralanmaktadır. Kurucusu olan zâtın da ismi
verildikten sonra, doğum târîhi, kaç sene yaşadığı ve ölüm târîhi yazılmış, hakkında
biriki cümlelik bilgi de ilâve edilmiştir. Silsileyi teşkil eden, kurucudan
önceki zevâtın sadece isimleri yer almaktadır. Sonrakilere ise hiç yer
verilmemiştir. Ancak varsa, o tarîkatın dîger küçük şu'belerinin isimleri
belirtilmiştir.
Esmâr-ı Esrâr’ın müellifi eserine yazdığı dîbâcede, tarîkatların
silsilelerinin matbû' ve elyazması çeşitli kaynaklarda yer aldığını, fakat bu
kaynakların hepsini te’mîn etmenin her zamân ve herkes için mümkün olmadığını
belirttikten sonra; bu kaynaklarda yer alan isimleri tek tek tesbit ederek,
hepsini bir araya getirmeyi böylece isteyen herkesin bu zevâtın isimlerini
kolayca bulabilmesini sağlamayı gaye edindiğini belirtmektedir.
Sefîne-i Evliyâ, müellifin kendisinin de belirttiği gibi, Esmârı
Esrâr’ı şerhetmek maksadıyla yazılmaya
başlanmışsa da, sadece onun şerhi olmaktan çıkmış, gerek Esmâr-ı
Esrâr’da ismi geçen şahıslar, gerekse tarîkatın kurucusundan
sonraki şeyhleri ve bu tarîkata mensûb meşhûr şahsiyetler hakkında verdiği
geniş bilgiler ile, beş büyük ciltlik bir eser hâline gelerek, terâcim
kitaplarının en mükemmeli olmuştur.
Sefîne-i Evliyâ’da 2000 dolayındaki şahsiyetin hayâtı yer almaktadır.
Bunların çoğu Anadolu’da yetişmiş kişiler olup, hayâtları hakkında başka bir
kaynakta bilgi elde etmek zordur. Bu bakımdan, geniş çaplı bir sûfîler
ansiklopedisi olan eserin bir dîger özelliği de tercüme-i hâlleri zikredilen
şahsiyetlerin eserlerinin belirtilmiş, şâyet şâir iseler şiirlerinden örnekler
verilmiş olmasıdır. Ayrıca ba'zı tekkelerin, türbelerin ve mezârıların,
bi'z-zât Hüseyin Vassâf tarafından çekilmiş fotoğraflarının yer alması da bir
başka özelliğidir. Böylece bugün tekkeleri ve türbeleri yıkılmış, kabir taşları
yerlerinden kaldırılmış büyük zâtlar hakkında önemli bilgiler ihtivâ eden pek
mühim bir eser hâline gelmiştir.
Hüseyin
Vassâf bu önemli eserini 15 Şubat 1318/1902’de Sahhaflar’da eline gecen Esmâr-ı
Esrâr’ı şerhetmek maksadıyla yazmaya
başlamış, 25 Safer 1342/1923 târîhinde müsveddesini tamâmlamıştır. Eserin
tebyîz (temize çekme) târîhi ise, bir beyitte, ebced hesâbıyla şöyle
belirtilmiştir:
Çıkup isnâ
aşar târîhini şöyle ettiler tebyîn
Sana ikrâm-ı
Hak’dır (himmet-i şeyh) bilmiş ol Vassâf
Bu târîh
beyitinden anlaşıldığına göre, eserin tebyîzi 12 Cumâdelûlâ 1343/1925’de
tamâmlanmıştır.
I. cildin
başında görüldüğü gibi, eserin te’lîfi tamâmlandıktan sonra, zamânının ilim ve
fikir adamları tarafından son derece takdîrle karşılanmıştır. Esere takriz
yazanların arasında İbnülemin Mahmûd Kemâl İnal, Muhammed Sâdık Vicdânî, Şeyh
Vasfî, Abdürrezzak Âlimî, Bağdâdlı Muhammed Saîd Efendi, Muhammed Hazmî,
Muhammed Besîm ve Ahmed Remzi Dede vardır.
Eser, daha
müellif hayâtta iken basılması için matbaaya teslîm edilmiş, ancak harf
inkılabı sebebiyle, basılması gerçekleşememiştir. Bugün müellifin kendi hattı
ile yazılmış, bilinen tek elyazma nüshası İstanbul Süleymâniye Kütüphânesi
Yazma Bağışlar 2305-2309 no’da, 5 büyük cilt hâlindedir. Müellifin ifâdesine
göre bir başka nüshası daha olmalıdır. Nitekim bu konuda
şöyle demektedir:
“İhvân-ı
kirâmımdan Rızâ Bey Efendi, işbu Sefîne-i Evliyâ’yı istinsâha azm edip inâyet-i Hak ile bir nüsha-ı dîgerini
yazmaya başlamıştır. Uluv-vi himmetini burada tekrâr etmemek kadir-nâ-şinâslık
olacağından, bu keyfiyyeti lisân-ı şükrân ile yazmak mecbûriyetinde kaldım.
“Hak Teâlâ râzı olsun senden ey nurum Rızâ” diye duâ ederim.” (Sefîne, c.V,
s.315).
Bu ifâdelere
göre bir nüshasının daha olabileceğini düşünmek gerekir ise de, tamâmlanıp
tamâmlanmadığı veya tamâmlandıysa nerede olduğu belli değildir.
Sefîne-i Evliyâ’nın I. ciltten sonraki dîger ciltlerinin muhtevası kısaca
şöyledir:
II. cilt: Nakşıbendîler, Çeştiyye, Bayramiyye ve Celvetiyye
tarîkatları ile şeyhleri hakkında.
III. cilt:
Celvetiyye, Halvetiyye, Rüşeniyye, Gülşeniyye, Sezâiyye, Karamâniyye,
Cemâliyye, Sünbüliyye, Sivâsiyye ve Şa’bâniyye tarîkatları ile, şeyhleri
hakkında.
IV. cilt: Şa’bâniyye kollarından Çerkeşiyye, Ibrâhîmiyye, Bekriyye,
Sinâniyye ve Uşşâkiyye tarîkatları ile şeyhleri hakkında.
V. cilt: Ramazâniyye, Cerrâhiyye, Rufâiyye, Cihângiriyye, Mısriyye,
ve Mevleviyye tarîkattan ile şeyhleri hakkında. Ayrıca bu cildin sonunda,
İstanbulda bulunan, çeşitli tarîkatlara âit tekkeler hakkında bilgi
verilmektedir.
Sefîne-i
Evliyânın Kaynakları :
Yukarıda ifade ettiğimiz gibi Hüseyin Vassâf, bu eseri
yıllar süren yorucu bir çalışmanın sonunda meydana getirmiştir. 2000
dolayındaki zevâtın kısa da olsa hayat hikâyeleri ve eserleri hakkında bilgi
vermek birçok kaynağa mürâcaat etmeyi gerektirir. Hüseyin Vassâf, ele aldığı
şahıslar hakkındaki bilgileri muhtelif kaynaklara dayandırmaktadır. Bu
ansiklopedik eserini hazırlarken başvurduğu yerleri genel olarak şöyle
sıralayabiliriz :
1. Hayatta olan şahıslarla bizzat görüşerek.
Onun bu şekildeki ziyâretleri yukarıda hayatı anlatılırken
belirtildiği gibi, geniş bir coğrafyayı kapsamaktadır. Bu eser vesîlesiyle
ziyaretine gittiği kişilerin ya doğrudan kendileriyle, ya da evlatları, yakın
akrabâları veya dost ve tanıdıklarıyla görüşmüş; onların kütüphânelerinden,
bilgilerinden ve hâtıralarından istifâde etmiştir. Şâyet ziyâretine gidememişse
mektuplar yazmış ve kendilerinden bilgiler istemiştir.
2. Çeşitli şehirlerde bulunan muhtelif tarîkatların hânkâh,
tekke ve zâviyelerini ve buralarda bulunan kabir ve türbeleri ziyâret edip
mevcut kitâbeler ile tomarları inceleyerek.
3. Kendi döneminden önceki tarihlerde yaşamış zevâtın bilgilerini
ise, tasavvuf ve edebiyat tarihi kaynaklarına ve bu mutasvvıfların eserlerine başvurarak
temin etmiştir.
4. Sefîne’ye aldığı şahıslara ait kitapların nüshalarını bulmak
maksadıyla özel ve genel kütüphâneler ile sahaflardan yararlanmıştır.
5. Kendi dönemindeki zevâtın tekke ve zâviyelerinde yapılan
âyin ve zikirlere iştirâk ederek, buralara dâir gazete ve mecmûalarda çıkan
yazıları takib ederek.
6. Hüseyin Vassâf’ın kendisinin de şâir olması hasebiyle
zamânındaki mutasavvıf şâirlerin dîvânlarını da incelemiş, onların bazı
gazellerini tahmîs etmiş bazılarına da nazîreler yazmıştır. Birçok mutasavvıfın
vefâtına tarihler düşmüş, tekke ve zâviyelerin yapım ve onarım tarihlerini
tesbit etmiştir. Bunun yanı sıra kendisine gönderilen veya tesbit ettiği
çeşitli târih manzûmeleriyle, kendisinin ve başkalarının şiirlerine yapılan
tahmîs ve nazîreleri de eserine derc etmiştir.
Hüseyin Vassâf, elde
edip kitabına aldığı bilgilerin kaynaklarını zaman eserlerin isimlerini de
vererek belirtmektedir. Meselâ Şems-i Tebrîzî’den bahsederken, “Terceme-i
hâllerine dâir otuz-kırk eser mütâlaa ettim.” (c. I, s. 294) demektedir.
Buradaki eserleri tek tek zikretmemekle berâber, konu hakkındaki araştırmasını
ne kadar geniş zeminlerde yaptığını göstermesi bakımından önemlidir. Bazan da
mürâcaat ettiği eserleri ismen vermektedir : “Kıble-nümâ-yı Ka’betü’l-Uşşâak’ta
okumuştum.” (c. I, s. 296); “Menâkıb-ı Mevlânâ’da mütâlaa-güzâr-ı fakîrânem oldu.” (c. I, s. 307); “Sipeh-sâlâr’da okuduğuma göre…” (c. I, s.
313); “Menâkıbu’l-Ârifîn nâm eserden menkûldür…” (c.
I, s. 314).
Hüseyin Vassâf’ın bunlara benzer ifadelerini çoğaltmak
mümkündür. Bu takdirde söz oldukça uzayacaktır. Bunun için biz müellifin sâdece
görüp mürâcaat ederek iktibaslarda bulunduğu kaynakları Sefîne’nin
tamamını tarayarak tesbit etmeye çalıştık.
Hüseyin Vassâf eserinde anlatmak istediği şahsı kaynak
göstermeden anlatmayı esas metod olarak seçmiştir. Önce doğrudan kişiyi
anlatmaya başlamakta, anlatmaya devam ederken, eğer başka bir kaynakta o anda
verdiği bilgiden farklı bir bilgi varsa o eseri zikrederek oradaki farklı
bilgiyi aktarmaktadır; ya da biraz önceki örneklerde olduğu gibi, bir kaynak
ismi vererek anlattığı bilgileri orada o şekilde gördüğünü belirtmektedir.
Böylece yararlandığı kaynağın ismini zikretmektedir. Bazan da faydalandığı
kaynağın ismini vererek doğrudan iktibasta bulunmakta ve orada yine kaynak ismi
vermektedir. Böylece Hüseyin Vassaf’ın bu eserini hazırlarken kullandığı
kaynakların büyük bir kısmını tesbît etme imkânı ortaya çıkmaktadır. Buradan
anlaşılıyor ki, Hüseyin Vassâf bu eserini vücûda getirebilmek için ulaşılması
gereken hemen hemen bütün kaynaklara ulaşmış ve oradaki bilgileri alarak
eserinde gerekli yerlere yerleştirmiştir.
Hüseyin Vassaf’ın eserinin taranması sonucunda, kullandığı
ve ismini verdiği kitaplar tesbit edilmiş ve aşağıdaki uzun liste ortaya
çıkmıştır. Eserinin incelenmesinden anlaşıldığına göre onun kullandığı
kaynaklar bunlarla sınırlı değildir. Ancak ismini verdikleri bunlar olduğu için
bu 200 adet kaynağı yazabildik.[5]
1.
Ahid-nâme, İsmâîl
Hakkî-i Bursevî,
2.
Ahsenü’l-Hadîs, Okçu-zâde
Muhammed Efendi,
3.
Afrika Delîli, Mehmed
Muhsin,
4.
el-Âsâru’l-Mecdiyye fi’l-Menâkıbı’l-Hâlidiyye,
5.
Atâiyye, İsmâîl
Hakkî-i Bursevî,
6.
Avârifü’l-Maârif,
Şihâbeddîn Ömer es-Sühreverdî,
7.
Âyât-ı Erbaîn, Okçu-zâde
Muhammed Efendi,
8.
Bahdrü’l-Velâye,
Köstendilli Süleyman Şeyhî,
9.
Baldır-zâde Târîhi,
Baldır-zâde Şeyh Muhammed Selîsî,
10. Bey’at-nâme, Sun’ullâh-ı Gaybî,
11. Câmiu’l-Avârif, Seyyid Seyfullâh Efendi,
12. Cevâhirü’l-Ebrâr, Ahmed b. Mahmûd el-Hazînî,
13. Cevâhirü’l-Kalâid,
14. Cevâhirü’l-Meânî
ve Bulûğu’l-Emânî fî Seyyidi Ebi’l-Abbâs et-Ticânî, Ali Harazim İbn-i Arabî,
15. Cevâhir-i
Tâc-ı Hilâfet, Abdullâh Salâhaddîn-i Uşşâkî,
16. Dârü’l-Fünûn
Târîhi, Mehmed Ali Aynî,
17. Defter-i
Hâtırât, Ali Behcet Efendi,
18. Delâilü’l-Hayrât, Süleyman el-Cezûlî,
19. Delîlü
Vâdi’n-Nîl, İbrâhîm Abdülmesîh,
20. Devhatü’l-Meşâyıh, Müstakîm-zâde Süleymân Sa’deddîn,
21. Dîvân-ı
Ahmed, Sultân III. Ahmed,
22. Dîvân, İsmâîl Hakkî-i Bursevî,
23. Edirne
Sâl-nâmesi,
24. Envâru’l-Kudsiyye, Muhammed Zâfir Efendi,
25. Esâmî, Muallim Nâcî,
26. Esmâr-ı
Esrâr, Mehmed Sâmî es-Sünbülî,
27. Esrâr-ı
Aliye-i Melâmiyye Risâlesi, Müstakîm-zâde Süleymân
Sa’deddîn,
28. Esrârü’t-Tâlibîn, Ömer-i Rûşenî,
29. Evrâk-ı
Kâdiriyye, Şeyh Nâcî Efendi,
30. Ferahu’l-Kalb, Tal’at Efendi,
31. Fezleke, Kâtib Çelebi,
32. Füsûsu’l-Hikem, Muhyiddîn-i Arabî,
33. Fütûhât-ı
Kenzi’l-Kur’ân,
34. Fütûhât-ı
Mekkiyye, Muhyiddîn-i Arabî,
35. Güldeste-i
Riyâz-ı İrfân, İsmâîl Belîğ-ı Bursevî,
36. Gülşen-i
Meşâyıh-ı Selâtîn,
37. Gülzâr-ı
Sulehâ ve Vefeyât-ı Urefâ, Şeyh Ahmed Ziyâeddîn,
38. Hacı Bayram-ı
Velî, Mehmed Ali Aynî,
39. Hacı
Bektaş-ı Velî Velâyet-nâmesi,
40.
Hacim Sultân Velâyet-nâmesi,
41.
Hadârâtü’l-Kuds,
42.
Hadâiku’l-Envâr fî Kelâmi’l-Kibâr, Kaygusuz Şeyh İbrâhîm Efendi,
43.
Hadâiku’l-Hakâik fî Tekmileti’ş-Şakâik, Nev’î-zâde Atâî,
44.
Hadîkatü’l-Cevâmi’,
Hâfız Hüseyn-i Ayvansarâyî,
45.
Hadîkatü’l-Evliyâ,
46.
Hadîs-i Erbaîn Şerhi,
İsmâîl Hakkı Bursevî,
47.
Hak gazetesi,
48.
Hat ve Hattâtân, Habîb,
49. Hazîne-i Fünûn (mevkûte),
50.
Hazînetü’l-Asfiyâ,
51.
Hazînetü’l-Ebrâr,
Mevlânâ Gulâm Server-i Lahorî,
52.
Hulâsatü’l-Eser, Muhammed
Muhibbî,
53.
Hulâsatü’l-Hediyye,
Müstakîm-zâde Süleymân Sa’deddîn,
54.
İkdâm Gazetesi,
55.
Kâmûsu’l-A’lâm, Şemseddîn
Sâmî,
56.
Kenz-i Mahfî, İsmâîl
Hakkî-i Bursevî
57.
Kıble-nümâ-yı Ka’betü’l-Uşşâk,
58.
Kısas-ı Enbiyâ, Ahmed
Cevdet Paşa,
59.
Kitâbu Cevâhiri’s-Seniyye fi’n-Nisbeti’l-Kerâmâti’l-Ahmediyye,
60.
Kitâbü’l-Hitâb, İsmâîl
Hakkî-i Bursevî,
61.
Kitâbü’n-Netîce, İsmâîl
Hakkî-i Bursevî,
62.
Kitâbü’ş-Şecere,
63.
Kitâbü’l-Vâkıât, Şeyh
Abdüllatîf-i Bursevî,
64.
Kitâbü’z-Zikr ve’ş-Şeref,
65.
Külliyât-ı Hüdâyî,
66.
Künhü’l-Ahbâr, Mustafâ
Âlî,
67.
La’lî-zâde Risâlesi,
68.
el-Lemezât, Hulvî
Muhammed Efendi,
69.
Levâyıhu’l-Envâr Şerhi, Şeyh Ömerü’l-Fuâdî,
70.
Lugât-ı Târîhiye ve Coğrâfiye, Ahmed Rif’at,
71.
Mâ-hazar (Pend-i Attâr Şerhi),
72.
Mahfil Mecmuası,
73.
Mahzenü’l-Ulûm, Nergis
Orpilyan ve Seyyid Abdül-zâde Mehmed Tâhir,
74.
Makâmât-ı Nakşıbendiyye,
75.
Ma’rifet-nâme, Erzurumlu
İbrâhim Hakkı,
76.
Mecâlis-i İmâm Rufâî,
77.
Mecelletü’n-Nisâb fi’n-Niseb ve’l_Künâ ve’l-Elkâb, Müstakîm-zâde Süleymân Sa’deddîn,
78.
Mecmau’l-Ahyâr fî Menâkıbi’l-Ahbâr,
79.
Mecmûa-i Muallim,
Muallim Nâcî,
80.
Menâkıb-ı Hz. Şa’bân-ı Velî, Ömer el-Fuâdî,
81.
Menâkıb-ı Şeyh İbrâhîm-i Gülşenî, Muhammed Muhyiddîn,
82.
Menâkıb-ı Mevlânâ,
Lokmânî Dede (?),
83.
Menâkıbü’l-Ârifîn ve Mesâlikü’s-Sâlikîn,
84.
Menâkıb-nâme-i Eşrefî, Tennûrî-zâde,
85.
Menâkıb-nâme-i İbrâhîm-i Hâs,
86.
Menâkıb-nâme-i Şeyh Muhammed-i Nasûhî-i Üsküdârî, Senâî Efendi,
87.
el-Menhelü’r-Râik,
Şeyh Muhammed es-Senûsî,
88.
Mesnevî, Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî,
89.
Mevâhibü’r-Rahmân,
90.
Mevzûâtü’l-Ulûm,
Taşköprülü-zâde Ahmed İsâmeddîn,
91.
Minhâcü’l-Fukarâ,
İsmâîl-i Ankaravî er-Rusûhî,
92.
Mir’ât-ı Bâyezîd,
93.
Mir’âtü’l-Haremeyn,
Eyüp Sabri Paşa,
94.
Mîzânü’l-Hak fî İhtiyâri’l-Ehak, Kâtib Çelebi,
95.
Muhâdaratü’l-Ebrâr,
96.
Muhammediyye Şerhi, İsmâîl
Hakkî-i Bursevî,
97.
Müntehabât-ı Ezhâr-ı İrfân, Hüseyin Vassâf,
98.
Mürşidü’z-Züvvâr fî Ziyâreti’l-Karâfeti’l-Ebrâr,
99.
Nakdü’l-Hâl, İsmâîl
Hakkî-i Bursevî,
100.
Nazmü’l-Kılâde fî Ma’rifeti Keyfiyeti
İclâsi’l-Mürîd ale’s-Seccâde,
101.
Nefehâtü’l-Kuds,
102.
Nefehâtü’r-Riyâzi’l-Aliyye fî Beyânı
Tarîkati’l-Kâdiriyye, Hâfız Ahmed Rif’at Efendi,
103.
Nefehâtü’l-Üns min Hadarâti’l-Kuds, Molla Câmî,
104.
Nefha, Şeyh
İzzeddîn Ahmed el-Fârûsî,
105.
Nesebü’l-Harf,
106.
Nev-sâl-i Osmânî,
Raûf Yektâ Bey,
107.
Nüzhetü’l-Muvahhidîn,
Şeyh Ahmed Efendi,
108.
Osmanlı Müellifleri,
Bursalı Mehmed Tâhir,
109.
Osmanlı Şâirler, Muallim
Nâcî,
110.
Paşaeli gazetesi,
111.
Peyâm gazetesi,
112.
Peyâm-ı Sabâh gazetesi,
113.
Rahîku’l-Kevser,
114.
Ravzatü’l-Behiyye fî-mâ-yetallaku
bi’t-tarîkati’s-Sa’diyye,
115.
Ravzatü’s-Safâ,
116.
Ravza-i Edirne, Bâdî
Efendi,
117.
Ravzatü’l-Müflihûn,
Gazî-zâde Şeyh Abdüllatîf,
118.
Ravzatü’s-Safâ, Muhammed
Hâvendşâh,
119.
Risâle fî-Tahkîki’t-Tasavvuf, Çerkeşî Mustafa Efendi,
120.
Risâle-i Gavsiyye,
121.
Risâle-i Kudsiyye,
Muhammed Parsâ,
122.
Risâle-i Kudsiyye Tercümesi, Abdullâh Salâhaddîn-i Uşşâkî,
123.
Risâle-i Kuşeyriyye,
Abdülkerîm el-Kuşeyrî,
124.
Risâle-i Melâmiyye-i Bayramiyye-i Şettâriyye, Müstakîm-zâde Süleymân Sa’deddîn,
125.
Risâle-i Muslihu’n-Nefs, Ömer-i Fuâdî,
126.
Risâletü’l-Hırka,
Muhyiddîn-i Arabî,
127.
Riyâzü’l-Ârifîn,
Abdurrahmân Hibrî veya Rızâ Kulu Han Hidâyet,
128.
Rûhu’l-Beyân, İsmâîl
Hakkî-i Bursevî,
129.
Rûhu’l-Mesnevî, İsmâîl
Hakkî-i Bursevî,
130.
Sahîh-i Buhârî,
131.
Salâhu’l-Ahbâr fî
Nesebi’s-Sâdâti’l-Fâtımiyyeti’l-Ahrâr¸ Şeyh
Sirâceddîn el-Mahzûmî,
132.
Sebîlü’r-Reşâd,
133.
Sefînetü’ş-Şuarâ,
Edirneli Nazmî,
134.
Semâ’-hâne-i Edeb, Ali
Enver,
135.
Semerâtü’l-Fuâd, Sarı
Abdullâh Efendi,
136.
Serâmedân-ı Suhen, Hüseyn-i
Dâniş,
137.
Seyâhat-nâme, Evliyâ
Çelebi,
138.
Sohbet-nâme-i Gaybî,
Sun’ullâh-ı Gaybî,
139.
Sohbet-nâme-i İbrâhîm Efendi (Olanlar Şeyhi İbrâhîm Efendi),
140.
Sicill-i Osmânî, Mehmed
Süreyyâ,
141.
Silkü’d-Dürer, Seyyid
Muhammed Halîl el-Murâdî (Şam Müftüsü),
142.
Silsile-nâme-i Celvetî, İsmâîl Hakkî-i Bursevî,
143.
Silsile-nâme-i
Cerrâhî,
144.
Sipehsâlâr,
145.
eş-Şekâiku’n-Nu’mâniyye, Taşköprülü-zâde Ahmed İsâmeddîn,
146.
Şemsü’s-Sabûhî fî Menâkıb-ı Pîr Nasûhî, Ahmed Muhammed Kerâmeddîn Efendi,
147.
Şerh-i Dîvân-ı Ali,
Müstakîm-zâde Süleymân Sa’deddîn,
148.
Şerh-i Dîvân-ı Hâfız,
Konyalı Mehmed Vehbî,
149.
Şerh-i Ebyât-ı Sandûka,
150.
Şerh-i Mesnevî, Âbidîn
Paşa,
151.
Şeyh Bedreddîn, Muhammed
Şerefeddîn Efendi,
152.
Şeyh Hasan-ı Şa’bânî Risâlesi,
153.
Şeyhu’l-Hakâyık, İbrâhîm
ed-Dessûkî,
154.
Şîve-i Tarîkat, Şemleli Ahmed-i
Gülşenî,
155.
Tabakâtü’l-Evliyâ, İmâm Şernûbî,
156.
et-Tabakâtü’l-Kübrâ,
İmâm Şârânî,
157.
Tâcü’t-Tevârîh, Hoca
Sa’deddîn Efendi,
158.
Tamâmü’l-Feyz, İsmâîl
Hakkî-i Bursevî,
159.
Târîh-i Cebertî,
160.
Târîh-i Cevdet, Ahmed
Cevdet Paşa,
161.
Târîh-i Ebu’l-Fârûk, Murâd
Bey,
162.
Târîh-i Naîmâ, Mustafa
Naîmâ,
163.
Târîh-i Râşid, Râşid
Muhammed,
164.
Târîhce-i Aktâb, Ahmed
Remzî Dede,
165.
Tarsus gazetesi,
166.
Tasavvuf Cerîdesi,
167.
Tefrîhu’l-Havâtır,
168.
Tenşîtu’l-Muhibbîn,
Elîf Efendi,
169.
Tercümân-ı Hakîkat gazetesi,
170.
Tercüme-i Mesnevî,
Kadı Sıdkî Abüllatî Efendi,
171.
Tevârîh-i Âl-i Osmân, Âşıkpaşa-zâde,
172.
Tezkire-i Abdülkâdir,
173.
Tezkire-i Fatîn, Fatîn
Dâvûd,
174.
Tezkire-i Latîfî,
Hatîb-zâde Abdüllatîf,
175.
Tezkire-i Makâmât,
Çorumlu Ali İzzeddîn,
176.
Tezkire-i Safâî, Safâî
Mustafa,
177.
Tezkire-i Sâlim, Mirzâ-zâde
Sâlim Muhammed Emîn,
178.
Tezkire-i Şuarâ-yı Mevleviyye, Esrâr Dede,
179.
Tezkiretü’l-Âşıkîn,
180.
Tezkiretü’l-Evliyâ,
Ferîdüddîn-i Attâr,
181.
Tibyânu Vesâili’l-Hakâyık fî Silsileti’t-Tarâik, Harîrî-zâde M. Kemâleddîn,
182.
Tiryâku’l-Muhibbîn fî Tabakâti’l-Hırkati’l-Meşâyıhi’l-Ârifîn, Takıyyüddîn el-Vâsıtî
183.
Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye, M. Sâdık Vicdânî,
184.
Tuhfe-i Hattâtîn,
Müstakîm-zâde Süleymân Sa’deddîn,
185.
Tuhfetü’l-Mürsele Şerh-i Risâle-i Şeyh Elîf Efendi,
186.
Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, M. Fuad Köprülü,
187.
Türkistan Seyâhat-nâmesi,
188.
Umdetü’t-Tevârîh,
189.
Ümmü’l-Berâhîn,
190.
Üsküdar Mevlevîhânesi, Ahmed Remzî Dede,
191.
Vâkıât-ı Azîz Mahmûd-ı Hüdâî,
192.
Vâkıât-ı Üftâde,
193.
Vâridât-ı Kübrâ, İsmâîl
Hakkî-i Bursevî,
194.
Vâridât-ı Mensûre,
Mustafa Hâşim Baba,
195.
Vâridât-ı Ömer-i Gürânî,
196.
Vefeyât, Hâfız
Hüseyn-i Ayvansarâyî,
197.
Vefeyât-ı Ekâbir-i İslâmiyye, Seyyid Hasîb-i Üsküdârî,
198.
Vekâlet-nâme, Seyyid
Vehbî,
199.
Yâdigâr-ı Şemsî, Mehmed
Şemseddîn-i Mısrî,
200.
Yeni Edirne Gazetesi.
NASIL BİR ÇALIŞMA YAPTIK?
Sefîne-i Evliyâ’yı yayıma hazırlarken birinci hedef kitlemiz; edebiyat, tarih, kültür
tarihi ve özellikle tasavvuf alanında ilmî çalışma yapan araşıtrmacılar olarak
belirlenmiştir.
Esâsen bu araştırmacılar için kaynak niteliğindeki bu eserin onların
yararlanabilmesi açısından günümüz alfabesine çevrilmesi gerekmez. Ancak eserin
elyazması halinde tek nüsha olmasından dolayı, ulaşmadaki zorluklar yüzünden
araştırmacılar bu kaynaktan yeteri kadar yararlanamamaktadırlar. Bu bakımdan bu
kaynak eserin yayımlanarak herkesin kolayca ulaşabileceği bir hâle getirilmesi
gerekiyordu; biz de ilk hedef olarak bu gereği yerine getirmeyi amaçladık.
Ayrıca bu esere ilgi duyanlar sadece araştırmacılar değildir. Edebiyat,
tarih, kültür tarihi ve özellikle tasavvuf konularına ilgi duyan, sırf bilgi
edinmek ve merakını gidermek isteyen, aynı zamanda belli bir kültür ve bilgi
seviyesine sâhip bulunan kişiler de ikinci hedef kitlemizdir. Bu insanların
birçokları Osmanlı döneminde yazılmış metinleri okuyamamaktadırlar. Bu sebepten
dolayı bunların ve bu eserin konularına ilgi duyup da okumak isteyenlerin
istifâdesine sunulması gereken ve zaten bir tek elyazması nüshası bulunan bu
kaynağın mutlaka günümüz alfabesiyle yayımlanmasının zorunlu olduğu kanaatine vardık.
Bunu gerçekleştirmek için şöyle bir çalışma yolu izledik :
1. Osmanlı dönemi alfabesiyle yazılmış olan metnin sadece okunuşu günümüz
alfabesiyle yazılmıştır. Metnin orijinalliğinin bozulmaması için kelimelerin
anlamları açıklanmamış, sadeleştirilmemiş ve eşanlamlı başka kelimelerle
değiştirilmemiştir.
2. “Kitap” örneği gibi dilimizde çokça kullanılan pek az sayıdaki bazı
kelimeler dışında, metinde yer alan Arapça ve Farsça kelimeler aslî okunuş
şekilleriyle yazılmış;
-
Uzun
heceler (^) işâretiyle mutlakâ gösterilmiş,
-
Ünlü
sesler, bizim teleffuzumuzda farklı olsa da, genellikle aslî harekesine göre
yazılmış,
-
(ء) ve (ع) cezmli ise (’) ile gösterilmiş, harekeli
ise gösterilmemiş, sadece ünlü ses olarak yazılmıştır.
3. Arapça tamlamalardaki (ال) ön eki “el-” veya “et-”, “eş-” gibi şemsî
harfle birlikte yazılmış, önceki kelime ile birleşmişse baştaki “e”, (’) şeklinde gösterilmiştir. “el-Hurûf”,
“et-ta’rîf”, “ayne’l-yakîn”, “bi’z-zât”, “Şeyhu’l-Ekber” gibi.
4. Farsça tamlamalar “-ı” ve “-i” şeklinde
yazılmıştır. “Ehl-i tasavvuf”, “hüsn-i huluk”, “nazar-ı iltifât” gibi.
5. Farsça mürekkeb kelimeler, genellikle iki
unsur arasına (-) koymak suretiyle gösterilmiştir. “Kuds-âşiyân”, “bî-pâyân”,
“âsûde-nişîn” gibi.
6. Uzatma işaretleri dışında, harfler için herhangi
bir transkripsiyon işâreti kullanılmamıştır.
7. Türkçe ekler, şiirler dışında, dilimizdeki
teleffuz şekliyle yazılmıştır.
8. Arapça ve Farsça metinler orijinal hâliyle
verilmiş, tarafımızdan tercüme edilerek, bu tercümeler dipnota yazılmıştır. Tercümede
yorum ve izaha gidilmemiş, metnin aslına sâdık kalınarak, sırf tercüme ile
yetinilmiştir. Silsile veya icâzet-nâme şeklinde uzun Arapça metinlerin bazan
tamamen tercüme yerine içinde geçen isimleri sıralamakla yetinilmiştir.
9. Türkçe şiirler vezinlerine göre okunup
kontrol edilmiş, ancak vezninde eksik, hatâ ve kusur bulunan mısralar, (*)
işaretiyle belirtilmiştir. Bazı yerlerde, eğer bir kelime veya zamir ilavesi
anlamı bozmuyor ve vezne uygun düşüyorsa, o ilave yapılarak ( ) içine
alınmıştır.
10. Yazarın dipnotta verdiği veya sonradan sayfa
kenarına veya ek sayfalara ilave ettiği bilgiler, eğer asıl metni tamamlıyor ve
uygun düşüyorsa, metin içine ilgili yere konulmuş; o nitelikte değilse dipnot
olarak yazılmıştır. Bizim koyduğumuz dipnotlar, yazarınkinden ayırt
edilebilmesi için, “Hazırlayanlar” kelimesinin kısaltılmışı olarak sonuna (H)
konularak belirtilmiştir.
11. Metin içinde geçen âyetler harekeli
olarak asıl metniyle verilmiş, dipnotta meali ile, ait olduğu sure ve âyet
numarası yazılmıştır. Bazan kısa bir parçası verilen ayetlerin, konuyu tam
olarak açıklaması için tam olarak yazılmıştır.
12. Hadislerin kaynakları bulunmaya
çalışılmış, bulabildiklerimiz yazılmıştır.
13. Şehir ve yer isimleri, eğer belli ise
bugünkü kullanıldıkları şekliyle yazılmış, bazan kitapta geçen şekil parantez
içinde ayrıca verilmiştir.
14. Metin içinde veya dipnotlarda atıfta
bulunulan sayfa numaraları Sefîne’nin
kendi sayfa numaralarıdır.
15. Târih ibâreleri asıl haliyle yazılmış,
ebced hesâbları yapılmış, kasdedilen tarih çıkmıyorsa, bu durum dipnotta
belirtilmiştir.
16. Eserde verilen tarihlerde Rûmî olduğu
belirtilmemişse hicrî kabul edilmiş ve Mîlâdî karşılıkları verilmiş ve bunlar (
) içinde gösterilmiştir.
17. Sefîne-i Evliyâ’nın muhtevâsı ile ilgili olarak herhangi bir
tasarrufta bulunmadık. Biz kaynak niteliğindeki bu eseri araştırmacıların ve
meraklıların istifâdesine sunmayı esas hedef olarak aldık. Eser içindeki
bilgilerin, görüşlerin ve yorumların diğer kaynaklardaki bilgilerle karşılaştırılmasını,
doğrulğunun veya yanlışlığının teyidi, anlatılan yerlerin, kitapların veya
başka unsurların şu andaki durumlarının belirlenmesi ve belirtilmesi gibi ilâve
çalışmalara yönelmedik. Çünkü, belirttiğimiz öncelikli hedefimizin dışında, 5
ciltlik hacimli bir kaynağın bütün bilgileri için böyle bir çalışma yapmamızı
hem imkansız gördük; hem de zâten hacimli olan kaynağı daha hacimli hâle
getireceğini düşündük. Bundaki bilgi, görüş ve yorumların başka kaynaklardaki
bilgilerle ve mevcut durumla karşılaştırılması ve değerlendirilmesi işini, bu
kaynaktan istifâde edecek araştırmacılara bıraktık.
18. Sefîne elyazması olmakla beraber, yazar varak numarası yerine sayfa numarası
koymuştur. Her sayfanın başlangıcında, metin arasında bu sayfa numarası iki yan
çizgi arasında, /1/, /2/, /3/…. şeklinde gösterilmiştir.
Bu esaslara göre metni doğru bir şekilde
aktarmaya çalıştık. Buna rağmen hatalı okumalarımızın, eksiklerimizin ve
kusurlarımızı olmadığını iddia edemeyiz. Özellikle Arapça ve Farsça metinlerin
tercümesinde, anlamı tam yansıtamamış olabliriz. O eksiklerimizin
okuyucularımız tarafından asıl metin ile karışlaşıtırılarak tamamlanacağını
umuyoruz. Çıkarsa diğer hatalarımızın da hoş görülmesini ve bize ulaştırılmasını
bekliyoruz.
Ayrıca daha önce yayımlanmış olan 1. ve 2.
cilt için okuyucularımızdan açıkça özür diliyoruz. Onlarda birçok hatamızın
olduğunu kabul ediloruz. Bunun birinci sebebi onları hazırladığımızda, şimdiki
duruma göre, bu kitabın kelimelerine ve yazısına yeteri kadar âşinâ
olamamızdır. Birzden bir an önce hazırlanıp gönderilmesi istendiği için kısa
zamanda hazırlayıp yayınevine teslim ettikten sonra, yayınevi tarafından
konunun uzmanı olmayan başka kimselere verilmiş ve onlara tashih ettirilmiştir.
Bize tashih için gönderilmemiştir. 1. cilt bize basılmış olarak gelmiştir.
Gelince gördük ki, bizim acemilğimizle olan hataların yanına yeni bazı hatalar
ilave olmuştur. 2. cilt de aynı şekilde teslim edilmiş, fakat uzun süre
basılmamış, basılacağına dair herhangi bir bilgi de verilmemiştir. Yıllar sonra
o da basılmış olarak ortaya çıkmıştır. Teslim ettiğimiz 3. cilt ise
kaybolmuştur.
Bu sebeplerden dolayı basılmış olan 1. ve 2.
ciltler için özür diliyoruz, onlardaki hataların bir kısmı bizim ise de, bir
kısım bize ait değildir. Ayrıca her ikisi için tekrar bir tashih fırsatımız da
olmamıştır.
RESİM VAR !!!!!
“Günâh-kâr kara yüzlü
câhil bir adamın resmi nasıl olur?” diye merâk edenler bu resme baktıklarında
ref’-i müşkile eylerler. Numâne olarak takdîm kılındı. 21 Zi’l-Ka’de 1345.
el-Fakîr
Hüseyin
Vassâf-ı Uşşâkî
Enes
(radıya'llâhu anh)'den Nebî (salla’llâhu aleyhi ve sellem)
efendimizin şöyle buyurduğu rivâyet edildi:
روى عن أنس رضى الله عنه قال النبي صلى الله تعالى
عليه وسلم: "اذا مات المؤمن وترك ورقة واحدة عليها العلم تكون الورقة يوم
القيامة سترا بينه وبين النار وأعطاه الله مدينة أوسع من الدنيا سبع
مرات". صدق رسول الله تعالى عليه
وسلم.[6]
Cenâb-ı Hak
lütfen ve inâyeten bu abd-i kemteri işbu hadîs-i şerîfteki beşâretin mazharı ve
eser-i fakîrânemi mütâlaaya rağbet-kâr olan ihvân-ı dînim hakkında da kerem ve
âtıfet-i Rabbâniyyenin masdarı buyursun. Âmîn, bi-hürmeti Nebîyyi'l-emîn.
Şeyhü'l-İslâm Yahyâ Efendi’nin:
Bir dil-rubâya düşdü gönül mübtelâsı çok
Aşkın safâsı
yok değil ammâ cefâsı çok
Taşlıcalı
Yahyâ’ Bey:
Reh-güzâr-ı yârdan cem’eylesinler
lutf idüp
Kabrime
Yahyâ kaçan kim toprağım yârân âsâr
Kezâ:
Dâr-ı dünyâ
deli gönlüm gibi vîrân olsa
Ne cihân olsa ne
cân olsa ne hicrân olsa
Kâşkî
sevdiğimi sevse bütün halk-ı cihân
Sönemez
cümle hemân kıssa-ı cânan olsa
Mesnevî
şerîfin II. cildinden :
جون شوى دور
از حضور اوليا
در
حقيقت كشتهء دور از خدا
Türkçesi:
Bezm-i ehlu’llâha kim olsa müdâvim nûr olur
Dûr olan o
bezm-i âlîden Hudâ’dan dûr olur
"Tarîk
nedir?" diye seyyidünâ kutb-ı kebîr Ebu'l-Mecd'den sordular; cevâben, (هو إنسان كامل بحيث يكون وسيلة بين
الطالب و بين مطلوبه.)[7] buyurmuşlardır.
(Medîne nâibi
Râşid Efendi)
-
- -
Âlem-i taayyüne göre sûret-i tevhîd (لا
إله إلا الله) ve âlem-i
lâ taayyüne göre hakîkat-ı tevhîd (لا موجود الا الله)dır.
Bir âh itdim
derinden
Yer oynadı yerinden
Lâ
Müstakîmzâde’nin
Tahkîku’s-salât’ından:
“Hazret-i Nebîyy-i Kerîm (salla’llâhu aleyhi ve sellem)
şühedâ-yı gazâ-yı Uhud’u ve ehl-i Bakî’i ziyâret buyurup Ashâb-ı Kirâm'a dahi
ziyâretle fermân-ı şerîfleri sâdır olmuştur. Bu sebepten ziyâret-i kubûr mesnûn
ilhâ-yı derd-i tekâsür için devâ ve şifâ-yı illet-i derûn edilmiş; lâkin İbn-i
Teymiye kabr-i şerîf-i Peygamberî ziyâretine azm-i seferi tahrîm eylediği ve ba'zıların
dahi ziyâretine - ki zarûret-i diniyedendir, "İnkârı küfürdür."
- dediği ve İmâm-ı Şâ’bî ve İmâm Nehaî dahi "Ziyâret-i kubûr mekrûhtur."
dedikleri kelâm-ı vâhî olup, "Şâyân-ı iltifât olmamakla, ifrât ve
tefrîttir." dediler.
Ziyâret-i kubûrun mesnûn olması, icmâ ile sâbittir. Ve
istishâb-ı hâl dahi munzamdır. Zîrâ "Zâirin kabre verdiği selâm
reddolunur; âşinâ ve bîgâne yeksândır." diye İbn-i Teymiye’den Aliyy-i
Kârî nakleder. "Şâyân-ı ziyâret olan eslâf kabirleri üzerinde, türbe
binâ olunmak bid’at-ı haseneden ve Ravza-i Seniyye’ye irdâf için oldu. Ve şumû'
ve kanâdil ve sâire âvîze ve levhâlar ve sandûka ve tefârîc (ya’nî parmaklık)
ve pûşîdeler ile tezyîn ve teclîl eylemek
revnak-ı dîn-i İslâm ve zînet-i millet olmakla, kefere-i a’dâya
mehâbet-i âmm îrâsiyle a’dâya dahi mahall-i ibret olması mâ-lâ-kelâmdır."
diye fudalâ-yı müteahhirînden Şeyh Abdülganî en-Nablusî ba'zı âsârında işâret
eylediğini Şeyh İsmâîl Hakkı Rûhu’l-Beyân’da nâ-hak yere yazmadığı ayândır.”
MUKADDİME
Eûzü bi’llâhi
mine’ş-şeytâni’r-racîm
Bi’smi’llâlli’r-Rahmâni’r-Rahîm
Mahv olup gitmez murûr-ı dehr ile bâkî kalır
Hâme ile safha-i evrâkda mestûr
olan
Ba’de edâ-yi mâ-vecebe aleynâ :
Küçük
yaşımdan beri ehlu’llâha muhabbetim vardır. Tabiî bu muhabbet ezelî bir
âşinâlığın mahsûl-ı feyzidir. Gönlüm menâkıb-ı ehlu’llâhdan lezzet-yâb olur;
onların pek hikmet-âmîz olan sergüzeştlerinden ferah bulur.
Bir gün
Sahhâflar Çarşısı'ndan geçerken Esmâr-ı Esrâr nâmında bir risâle gözüme
ilişti. Aldım; mütâlâa ettim; bi’l-umûm turuk-ı aliyye pîrân-ı kirâmının
silsile-i tarîkatını gösterir bir hazîne-i irfân idi. O dakîkada kalbimde bu
zümerât-ı kirâmın terâcim-i ahvâliyle meşgûl olmak emeli husûle geldi. Cenâb-ı
Hakk’ın inâyetine, Hz. Fahr-ı âlem (Salla’llâhu aleyhi ve sellem)
efendimizin keremine, çehâr-yâr-ı güzîn hazerâtının himâyetine, ehlu’llâh-ı
kirâmın sahâbetine makrûn olarak tarîk-ı tedkîke koyuldum. Yirmi seneyi
mütecâviz tetebbuâtta bulundum. Birçok şehirler gezdim; tahkîkâtta, tedkîkâtta
niceler elde ettim. Bu eser vücûde geldi. Hüsn-i niyetle çalıştım. Noksânıı
çoktur, ihtimâl ki, hatîâtı da o nisbettedir. Mütâlâasına tenezzül buyuran
ihvân-ı dinim nazar-ı afv ile baksınlar; noksânını ikmâl, hatâlarını tashîh
buyursunlar.
Eserin
nâmını, Sefîne-i
Evliyâ-yı Ebrâr Şerh-i Esmâr-ı Esrâr tesmiye ettim. Şimdiki hâlde
beş ciltten ibârettir. Nısfı tamâmen Halvetîlere, nısf-ı dîgeri tarîk-ı sâireye
tahsîs olunmuştur.
Tesvîde 15 Şa'bân 1318/(9
Aralık 1900) târîhinde başlamıştım. Tevfîk-ı ilâhî’ye istinâden tebyîzine de 25
Safer 1342 ve 6 Teşrînsâni 1339 (1923) târîhine müsâdif Cumartesi günü teyemmünen
bed’ olundu. Cenâb-ı Hak ikmâline mazhar buyursun, âmin.
El-Bâkî
huve’llâhü’l-Kerîm ve mine’llâhi’t-tevfîk.
El-fakîr Hüseyin Vassâf
TARÎKAT-I ALİYYE
/2/ Eser-i
âcizânemin esâsen mevzû’unu teşkil eden tarîkat-ı aliyyedir. Bunun mebnâ ve gâyesi ise tezkiye-i nefs
ve tasfiye-i kalbdir. Bu bâbda, evvel emirde bir kaç söz söylemek isterim:
Ma’lûm-ı
erbâb-ı irfân olduğu üzre tarîk birdir, o da Tarîk-ı Tevhîd’tir. Usûl-i terbiye ve esrâr-ı telkînin
eşkâline ve eâzım-ı evliyâullâhdan ba'zı zevât-ı ilmiyyenin min-kıbeli’r-Rahmân
me’mûren ictihâd ederek açtıkları şehrâh-ı hakîkatin kendi nâmlarına izâfesine
mebni, muhtelif nâmlarda şüyûu hasebiyle isimleri çoğalmıştır. Yoksa tarîk
birdir.
Umûr-ı
diyâniyyeyi, ulemâ-yı İslâmiyye, i'tikâdât ve ibâdât nâmıyle iki kısma
ayırdılar. İbâdetler her mahalde edâ edilmekle berâber cemâatle icrâsı iktizâ
edenler, bi'l-hâssa câmi'lerde edâ edilir. İtikâdların rûhlarda teessüsü ve
şerâit-ı ibâdâtın taallümü, ya ilim tarîkiyle, yahut hâl yoluyladır. İlmin
merkez-i ta’lîmi medreseler, hilmin mekteb-i terbiyesi tekkelerdir. İslâmiyyet
ilm ve irfâna müstenid bir din olduğu için umûr-ı diyâniyyede kabûl ettiği
rehberler, ancak urefâ ve ulemâdır. İslâmiyyetce din; aklın bir nevi ilminden,
kalbin bir nevi irfânından ibârettir.
Mürşid,
vicdâniyyâtta zâik bir ârifden, rehber-i ma’rifetten başka bir şey değildir.
Tarîkatlar, bütün hâdisât-ı ictimâiyye ve târîhiyye üzerine vücûd-pezîr
olmuşlardır. Târîh-i İslâmiyye mütâlaa ve tedkîk olunursa görülür ki, turuk-ı
aliyye, dinî, ahlakî, ictimâî vezâife müsteniden teşekkül etmişlerdir. Hakâyık-ı
İslâmiyye’nin intişârına yegâne sebep olmuşlardır. Evvelleri teveccüh-i âmmeye
mazhar oldular; çünkü, cümlece hiss olunan bir ihtiyâcdan doğdular.
Vazîfelerini bi-hakkın îfâ ettiler. Husûle getirdikleri te’sîrâta burhân, işbu
eser-i fakîrânemde terâcim-i ahvâl-i aliyyesi mezkûr zevâtın herbiridir. Bu
zevât-ı âliye, vahdet-i İslâmiyye esâsını fiilen yegâne taşıyan birer âmil
olmuşlardır.
/3/ Âlem-i İslâm’ın muhtelif aksâmı arasında vahdet râbıtasını
muhâfaza ettiler. Fakat sonraları bu râbıta-i vahdet maa’t-teessüf dûçâr-ı
tezelzül oldu.
Ehlu’llâhın
her biri, birer nûr-ı hakîkattır. İsti’dâdı olanlar, onlara pervâne-misâl
alâka-dâr oldular. Terbiye-i ma’neviyye için, birer ictimâ’-gâh olan tekkeler,
bu alâka te’sîriyle vücûda geldi. Tekkeler, ictimâiyyât ve ahlâkiyyât üzerinde
ne büyük te’sîrler gösterdi. Bunlar vahdet-i İslâmiyye’nin birer merhâlesi
mesâbesinde oldular. Fukarâ vü zuafâ ve urefâ vü uşşâkın karar-gâhıdır. Sunûf-ı
ahâli içinde sâir kimseler bile, tekkelerin meclûbu oldu ki, bu yüzden
edebiyyât, sanâyi' ve hikmet-i İslâmiyye üzerinde azîm te’sîrler rû-nümâ oldu.
Nazar-ı
teessüfle görülmektedir ki, sonra erbâb-ı tarîkattan kısm-ı ekseri, râh-ı
hakîkatten inhirâf eylediler. Evvelki vazîfe-i ictimâiyyelerini îfâ edemez bir
hâle geldiler. Ne ahlâkın yükselmesine, ne hakâyık-ı dîniyyenin intişârına ve
ne de o mühim vahdet-i İslâmiyye’nin vazîfe-i ictimâiyyesine hizmet edemez
oldular. El-yevm bir takım usûllerin icrâ-yı sûrîsinden başka bir şey kalmadı.
Turuk-ı
aliyyenin gâye-i asliyyeleri dâhilinde birer âmil-i ictimâî hâline konulduğunu
ve tekkelerin hakîkaten birer müessese-i terbiyeviyye hâline getirildiğini
gönlüm görmek ister. Tekkelerde erbâb-ı irfânın nedret peydâ etmesi, oraların
eski neş'esini gâib eylemesini intâc etmesiyle, halk tekkelerden yüz çevirdi. O
tekkelerin meydân-ı aşkında yetişen uşşâk bugün kitâb-ı ihtirâma yazıldı. Ne
çâre ki, onları zamânen istihlâf edecek erbâb-ı irfân kibrit-i ahmer gibi
nâdirleşdi.
إن أهل العشق قد ساروا بنور الكبريا
ضل عن هذا الطريق الحق أصحاب الريا[8]
FÂİDE : 1
/4/ Yâ gönül ol
hazrete irmiş ola
Yâ irenlere gönül vermiş ola
Terâcim-i ahvâl ve
menâkib-ı âli'l-âl ehlu’llâhın mütâlâasından fevâid-i kesîre tahassul eder.
Şârih-i Mesnevî, Sarı
Abdullâh Efendi hazretlerinin bu bâbda nakl ettiği fâidelerinden birini
teberrüken nakl ediyorum:
(قال رسول الله
صلى الله عليه وسلم: "عند ذكر الصالحين تنزل الرحمة)[9]
Ey tâlib-i
sâdık ve müstemi-i âşık! Cenâb-ı Hak zikr ü beyâna tahrîs ve teşvîk için habîbi
Seyyidü’l-Mürselîn efendimize hadîs-i kudsî ile: (أنا جليس من ذكرني)[10] buyurdu. Güftâr-ı dürer-bâr-ı nebiyy-i muhtârdan : (من أراد
أن يجلس مع الله، فليجلس مع أهل التصوف)[11] şeref-vârid oldu.
Taht-nişîn-i
âzâdî, Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerine, “Tâlibân-ı Hakk’a, kelimât-ı evliyâ ve
hikayât-ı asfiyâdan menfaat varmıdır?” diye sordular: “Evet mücâhedede sebât-ı kadem ve müşâhede de
takviyet-i kalb husûle gelir” cevâbını verdiler. “Buna
Kur’ân-ı Kerîm’de delîl var mıdır?”
dediler. [ وَكُلًّا نَقُصُّ عَلَيْكَ مِنْ أَنْبَاءِ الرُّسُلِ ][12] âyet-i kerîmesini delîl-i vâzıh olarak tilâvet eylediler.
Kümmel-i
ârifînin makâmât ve hâlâtını nakl u rivâyette olan fevâid-i celîlenin biri
budur ki:
Müddeiyân-ı
bî-hâlet, hısâl-i hamîdeleri zikr olunan ashâb-ı makâmâtın ahvâline muttali' olur
ve kendi mertebelerini görür. Kalbinde incizâb-ı küllî husûl bulur. Tasarruf ve
vesavîs-i şeytâniyyeden halâs olurlar. Mirsâd-ı tarîk-ı ümemden inhirâf
etmezler! Ehlu’llâha muhabbeti artar; onların feyzi ile perveriş-yâb-ı kemâl
olur. Cenâb-ı Hak ona bir sâhib-i irşâd ihsân eder; devlet-i sermediyyeye vâsıl
olur.
Bir kâmilin ol bendesi tâ kâmil
olunca
Seyr eyle tarîkatda kemâl üzre
bulunca
Kıl hizmetini cân u
gönülden yorulunca
Pâk eyle gönül çeşmesini tâ
durulunca
Dik tut gözünü gönlüne gönlün göz
olunca
FÂİDE
: 2
/5/ Seyyid Kutbeddîn
hazretlerinden, “Tarîk nedir?” diye
sordular. Cevâbında, (هو إنسان كامل بحيث يكون وسيلة بين
الطالب والمطلوب) buyurdular
ki, “Tarîk, insân-ı kâmilden ibârettir. O tâlible matlûb arasında bir
vesîledir” demektir.
Mısrî-i
Niyâzî hazretleri buyurur ki:
"Sûfîlerin gerek mübtedî, gerek müntehîsi, mezheben ehl-i sünnet
ve’l-cemâattendir, gayri değildir. Bir kimse ehlu'llâh olsa bile eimme-i
erbaanın mertebesini bulamaz. Nerede kaldı ki, ashâb-ı güzîn mertebesini ve
peygamberlik derecesini bula. Evliyâu’llâh, dâimâ bu imâmların mezhebine sâlik
olmağa muhtâctır; bundan vâreste kalamaz."
Medhiyye-i Ehlu’llâh :
Agâh Paşa
Merhûmundur:
Almak istersen eğer himmet-i ehlu’llâhı
Bî-edeb olma gözet hürmet-i
ehlu'llâhı
Nâm-ı âlîlerini yâd ile kıl
istimdâd
Göresin tâ ki nedir kudret-i
ehlu'llâhı
Hâsıl itmek dileyen ayn-ı yakîn
kuhl eyler
Hâk-i pâk-i kadem-i izzet-i
ehlu'llâhı
Saykal-ı nûr ile itmiş kalem-i
sun'-ı ezel
Müncelî âyîne-i sîret-i
ehlu'llâhı
Ebedî hay olarak terk-i fenâ
eylerler
Sanma herkes gibidir rihlet-i
ehlu'llâhı
İnerek cünd-i melâik mele-i
a’lâdan
Devr ider subh u mesâ türbet-i
ehlu'llâhı
Resm-i âyînini seyr it felek-i
devvârın
O da icrâ idiyor âdet-i
ehlu'llâhı
Kâtib-i kilk-i kazâ yazdı hatâdan
ârî
Nüsha-ı zât-ı melek-tînet-i
ehlu’llâhı
Mazhar-ı sırr-ı ulûm-ı ezelî
eyledi Hak
Dil-i pâkîze-ter-i hazret-i
ehlu'llâhı
Kişi mümkin mi ola ârif-i esrâr-ı
ma’âd
Okumazdan nüsah-ı âyet-i
ehlu'llâhı
Kurb-ı Hakk’a varamaz dağdağa-ı
kesretden
Bulmayan şâh-reh-i vahdet-i
ehlu'llâhı
Mey-i aşkıyla meğer tâlib ola
mest-i müdâm
Yoksa bilmez nicedir hâlet-i
ehlu'llâhı
İtmeyen zirve-i aşk-ı hikem-i
Hakk’a urûc
Ne bilir mertebe-i rif’at-ı
ehlu'llâhı
Hâkim-i mülk-i şuhûd olmayıcak
bir dervîş
Giyemez tâc-ı ser-i devlet-i
ehlu'llâhı
Hân-ı elvân-ı hakîkatdan olur
bî-behre
Bulmayan vâsıta-i ni’met-i
ehlu'llâhı
/6/ Anlamaz medrese-i kâfile rûşen ma'nâsın
Okusun tut kütüb-i hikmet-i
ehlu'llâhı
Mâ-sivâ câmelerinden soyunup
uryân ol
Giymek istersen eger kisvet-i
ehlu'llâhı
Ger olursa sana iklîm-i velâyet
mekşûf
O zamân gör şeref ü şevket-i
ehlu'llâhı
Zîver-i gûş-ı kabûl eylemeyen
nâdâna
Açma bahs-i dürer-i sohbet-i
ehlu'llâhı
Ekserîsi görünür halka abâ-pûş
olarak
Zâhirinde arama zînet-i
ehlu'llâhı
Hûr-ı cennetden ider kat'-ı
nigâh-ı hâhiş
Görse zâhid harem-i vuslat-ı
ehlu'llâhı
Sanma muhtâc-ı tenâvül ola yâ
vuslat-ı hûr
Böyle bilmek ne galat cennet-i
ehlu'llâhı
Kapusunda kul ider şâh-ı
cihân-ârâyı
Virse bir abdine Hak rütbet-i
ehlu'llâhı
Zîr u bâlâyı ider emrine munkâd u
mutî'
Dûş-ı ihlâsa alan râyet-i
ehlu'llâhı
Âdet-i Hakk’a muhâlif bir iş
itmez yoksa
İtse seyr it o zamân kudret-i
ehlu'llâhı
Der-pey-i silsile-i dûzah olur
her nefesin
Sedd idersen nefesi râhat-ı
ehlu'llâhı
Sebeb-i devlet olur her dü-serâ
ey Ârif
İltizâm eyle hemân hıdmet-i
ehlu'llâhı
Urefâ-yı
asırdan Mehmed Alî Aynî Bey efendinin makâlelerinden:
"Müslümânlık hadd-i zâtında Allâh’ı ve Rasûlü’nü
tasdîkten ibâret olmakla berâber, bu tasdîk keyfiyyeti, bi'l-âhare bir muâhede
ile te'yîd edilmiştir. Şöyle ki : Bu mukâvele pek muhâtaralı ve tehlikeli bir
günde müslümânlar ile nebîleri arasında akd olunmuş idi. Müslümânlar o gün
Rasûlu’llâh’ın elini tutarak kendilerinden ayrılmayacaklarına söz vermişlerdi.
İşte onların bu ittihâd-ı samîmîsi, kendilerini o tehlikeden kurtarmıştı.
Binâenaleyh bir müslümânın bugün, özü, sözü, fi’li birbirine uygun ve düzgün;
fazîlet ve istikâmetle muttasıf ve muhabbet ve i'timâda lâyık bir zâtı bulup,
onun huzûrunda o güne kadar işlemiş olduğu günâhlardan sahîhan tevbe ve nedâmet
ettiğini ve ondan i'tibâren kimseye fenâlık etmeyeceğine, yalan
söylemeyeceğine, kimsenin mâlını çalmayacağına, kimseyi öldürmeyeceğine,
el-hâsıl her türlü menâhîden sakınacağına dâir söz vermesi ve bu taahhüdüne
Allâh’ı ve Rasûlu’llâh’ı ve pîrân-ı izâmdan birini şâhid tutması, o birinci
muâhedeyi tecdîd ve te’kîd etmekten ibârettir.
/7/ İşte,
bâtın-ı şerîat olan tarîkata girmek, bu demektir. Sonra o adamın cemî'-i ef’âl
ü harekâtı, o intisâb ettiği zâtın nezâret ve murâkabesine tâbi' olur. Ben dünyâda
bundan müessir ve bundan nâfiz ve feyyâz bir zâbıta-i ahlâkiyyenin mevcûd
olacağını zannetmiyorum. Sözümüzle, tabîî rûh-ı tarîkatın îcâbından olduğu
vechile, irşâda, tehzîb-i ahlâka, mütekâbilî muâvenete, ebnâ-yı âdeme şefkate
ve beyne’l-efrâd te’mîn-î vidâd u muhabbete ve te’lîf-i mâ-beyne âit vazîfelerini ifâ eden meşâyih-ı kirâm
maksûddur."
FÂİDE
: 3
Ravzâtü’l-Behiyye nâm eserden:
روى الإمام
أحمد والطبراني وغيرهما أن رسول الله لقن أصحابه جماعة وفرادى فأما تلقينهم جماعة
فقد قال شداد بن أوس: كنا عند رسول r فقال: هل
فيكم غريب يعني من أهل الكتاب قلنا لا يا رسول فأمر بغلق الباب وقال ارفعوا ايديكم
وقولوا لا إله إلا الله فرفعنا أيدينا ساعة وقلنا لا إله إلا الله ثم قال الحمد
لله اللهم إنك بعثتني بهذه الكلمة وأمرتني بها ووعدتني عليها الجنة وإنك لا تخلف
الميعاد. ثم قال ألا أبشروا فإن الله قد غفر لكم.
وأما تلقينه
لأصحابه فرادى:
فروى سيدي
الشيخ يوسف الكرواني t بسنده
الصحيح أنا عليا t سأل النبي
فقال: يا رسول الله دلني على أقرب الطريق إلى الله تعالى فقال r أفضل ما
قلت وأنا والنبيون من قبلي لا إله إلا الله ولو أن السموات السبع والأرضين السبع
في كفة ولا إله إلا الله في كفة لرجحت بهن
لا إله إلا الله ثم قال يا علي لا تقوم الساعة وعلى وجه الأرض من يقول الله الله.
فقال tكيف أذكر يا رسول الله فقال غمض
عينيك واسمع مني ثلاث مرات ثم قل أنت ثلاث مرات مغمضاً عينيه رافعاً صوته وعلي
يسمع ثم قال علي t لا إله
إلا الله ثلاث مرات مغمضاً عينيه ورافعاً صوته والنبي يسمع. هذا أصل سند القوم.
انتهي[13]
Kenzü’l-Esrâr’da,
mütâlaa-güzâr-ı fakîrânem olduğuna gore, Hz. Fahr-i Kâinât (aleyhi
ekmelü’t-tahiyyât) efendimiz, zikr-i cehrîyi, Mi’râc’dan sonra Hz. Ali (kerrema’llâhu
vecheh ve Radıya'llâhu anh) efendimize telkîn buyurmuşlardır.
FÂİDE
: 4
Muallim
Vahyî Efendi birâderimiz buyurmuşlardır ki:
"Son bir istitrâd-ı
ahlâkî olmak üzere arz etmekden kendimi alamam ki, şark ve bi'l-hâssa İslâm
ahlâkının, peygamberler mekâriminin yüksekliğini açık ve etrâflı görmek için
her hâlde tarîkî, tasavvufî bir terbiye ile tezkiye-i nefse muvaffak olmuş
süedâ ve müflihûn ile düşüp kalkmak lâzımdır; çünkü her hangi bir ahlâkiyyetin
kıymet ve bereketi onu ameliyyât ve tatbîkât, netâyic ve semerât sâyesinde
tedkîk ve tahkîk ile mümkündür. Böyle bir muvâneset-i nezîhe harîmine dâhil
olan erbâb-ı fikret ü nısfet müttefikan büyük bir gıbta ile ikrâr etmişlerdir
ki, bu yoldaki kemâlât-ı ma’neviyye ve meâlî-i ahlâkiyye hâlen Avrupa’da,
Garbda, tomruk bile gösterememiştir. el-Hamdü li’llâhi alâ Tevfîki’l-îmân ve
alâ hidâyeti’r-Rahmân.
FÂİDE : 5
TASAVVUF:
Tasavvufun
ma’nâsında erbâb-ı lugat:
Şer’iyyât ve
i’tikâdâtı îhâmlı, rumûzlu bir sûretde beyân eden ilim ve meslek ki, bunun
erbâbı, zâhiri ve bâtını, âdâb-ı nebevîyye ile tahliye-i zât ve iktisâb-ı
fuyûzât etmiş bulunanlardır. Onlara, “ehl-i tasavvuf, mutasavvife, sûfiyyûn”
denilir.
Istılâh-ı
avâmma göre muğlak, güç anlaşılan söze (tasavvefe) itlâk olunur.
Okusan ilm-i tasavvuf ne zarar
Pâk bil tasfiye-i bâtın ider
/9/ Tasavvuf başlı başına bir hikmet-i şâmiledir. Vücûd-ı
mutlak, kâinat-ı âfâkıyye vü enfüsiyye, hakîkat ve haysiyyet-i insâniyye gibi,
mesâil-i gâmıza hakkında ayrıca mebâhisi câmi'dir ki, her biri kendince bir
mecmûa-i akâiddir. Tasavvuf için gerek mütekaddimîn, gerek müteahhîrin pek çok
kîl u kâl eylemişlerdir; cildlerle eserler yazmışlardır.
Hulâsatü’l-hulâsa
olarak tedkîkât-ı fakîrânemi arz edeyim:
Ma'lûm-ı
erbâb-ı irfân olduğu üzre insânların mertebe-i kusvâya vusûlü için, muhtâc
oldukları terakkî ikiye ayrılır: Biri terakkî-i maddî, dîgeri terakkî-i
ma’nevîdir. Âmâl-i insâniyye bir kuşa teşbîh olunursa, bir kanadı terakkî-i
maddî dîger kanadı terâkki-i ma’nevîdir. Terakkî-i mâddînin esbâbını istihzâr edecek
şeyler ne gibi mevâddır? Şimdiye kadar yazılmış ve yazılmakta bulunmuş olan
âsârda tafsîli vardır. Terakkî-i ma’nevînin esbâbını istihzâr edecek âsârı da
urefâ-yı İslâmiyye vücûda getirmişlerdir ki, bu mesleğin etıbbâ-yı hâzıkası
onlar olduğundan nev'-i benî beşerin bu bâbda vâsıl-ı aksâ-yı âmâl olmasına
haylûlet ve hizmet edecek ne gibi şeylerdir, o âsârda beyân buyurulmuştur. İşte
bu terakkî-i ma’nevî mesleğine tasavvuf, saliklerine
mutasavvıf veya sûfî, âsârına da,
âsâr-ı tasavvufiyye; meslek-i tasavvufînin
ahvâlini bildiren ilme de ilm-i tasavvuf denilmiştir.
İlm-i
tasavvuf, bir ilm-i zevkî-i ma’nevîdir. İnsân yalnız ilm ile sûfî olamaz; bir
de hâl lâzımdır. Bu hâl, rûhun menşe-i aslîsine alâka-i muhabbetle incizâbından
husûle gelir. Hârikulâde bir keyfiyyet-i zevkıyye olduğundan kâle gelmez bir
neş’e-i lâhûtiyyedir.
İlm-i
Tasavvuf umûmiyyeti i’tibâriyle hakîkaten pek mühim ve pek elzem bir ilm-i
enfa’ olup, insâna insânlığının hakîkatini ve beyne'l-mevcûdât mertebesini ve muâmelât-ı
insâniyyenin mâhiyyetini bildirir.
/10/ Mutasavvıf olmak, münzevî olmak değildir. Zâhiri halkla,
bâtını Hak’la olmak demektir. "Dest
be-kâr dil be-yâr"dır
ki: "El, kârda; gönül, yârda." ma’nâsınadır. Dünyâ
muâmelâtında inzivâyı ihtiyâr ile terakkiyyât-ı medeniyyeden müctenib olmak,
cem'iyyet-i beşeriyyeye hiyânettir. Kur’ân-ı Kerîm’e karşı hilâf-ı hakîkattir. (لارهبانية فى الدين)[14]
Ehlu’llâh-ı
kirâmın her biri birer işle meşgûl oldular. Meşhûrdur: Bâyezîd-i Bistâmî’nin
mülâkî olduğu kutb-ı zamân, demirci idi. Mutasavvıfîn, muâmelât-ı beşeriyyede
iltizâm-ı adâlet ettiler. Selâmet-i umûmiyye için, vakf-ı vücûd eylediler.
Onlar âlem-i fenânın âlâyişine kapılıp da ukbâyı unutmayan, daha doğrusu
kesretde vahdeti bulan zümre-i mes’ûdedir.
Mahzenü’l-Ulûm’da okudum ki:
"İlm-i tasavvuf, ehl-i kemâlin medâric-i saâdete
keyfiyyet-i terakkîsinden ve derecâtta ehl-i kemâle ârız olan umûrdan bâhistir.
Ama şu derecât ve makâmâttan hakkıyle ta’bîr bulunmak, lisân-ı kaleme göre
gayri mümkündür. Çünkü ibarât-ı ehl-i lügatin Fehmi, vâsıl olduğu maâni için
vaz’ olunmuştur. Ol maâni ki, kuvâ-yı bedeniyyeden tecerrüd ve gaybûbet hâlinde
idrâk olunur. Ona âhar sûretle vusûl müyesser olmaz. O sûretle hâsıl olan
maânîye mümkinü’t-tağyîr olan elfâzdan fazla, elfâzın vaz’ı dahi mümkün
değildir. Nitekim ma’kûlât, evhâm ile idrâk olunmadığı gibi, mevhûmat, hayâlât
ile; ve tahayyulât dahi havâs ile idrâk olunmaz. Kezâlik ayne’l-yakîn ile
muâyenesi hâl ü şânı iktizâsından olan şeyin ilme’l-yakîn ile idrâki mümkün
değildir. Bu hâlde ilm-i mezkûru bilmek murâd iden kimse üzerine vâcib olan
şey, o ‘ilme’ ilme'l-yakîn ile vusûle sa’y ü ictihâd etmekten ibârettir. Zîrâ
ilm-i tasavvuf, tavr-ı aklın hâricinde olduğundan beyân ile ârzû-yı vusûl hâsıl
olamayacağını ulemâ-yı kirâm beyân buyurmuşlardır."
/11/علم التصوف علم ليس يعرفه
إلا أخو فـطـنة بالـحق معروف
وليس يعرفه من ليس يشهده
وكيف يشهد ضوء الشمس مكفوف[15]
Dîger bir
eserden:
"İnsânın nereden ve niçin geldiği ve nereye gideceği
ile uğraşan mesâlik-i fikretin kâffesi akla, yahut hisse hitâb ettiklerine göre,
her hâlde iki şu’be-i tefekkürden birinin havzasına düşerler ki, bunlardan aklı
muhâtab edene felsefe; ve herşeyden
evvel hissi tatmîn etmek isteyene edyân denir.
Hakîkat-cû bir insânda isti'dâd-ı aklînin, yahut isti'dâd-ı hissînin gâlib
olduğuna nazaran, biz ona feylesof yahut müteşerri’ deriz. Bir adamda bu
iki isti’dâdın ikisi de aynı derecede ve yüksek bir mertebe-i şiddette ise, o
zamân, onda tasavvuf denilen hâl meşhûd olur.
Tasavvuf
en yüksek ma’nâsıyle öyle bir hâldir ki, onda akıl kendi hudûdunu aşarak sücûd
oluyor. Yahud murâkabe-i diniyye tedrîcen mükâşefeye munkaleb olarak gerek
edyânın, gerek felsefenin aradığı ba'zı hakâyık-ı ilâhiyyeyi bir takım hucb ve
serâdıkât arasından müşâhede ediyor.
Sûfî ve mutasavvıf kelimeleri için gösterilen menşe'ler muhteliftir.
Avrupalı ulemâ, “Sûfi kelimesi Yunanca’dan muktebes ve hakîkat-ı İslâmiyyeyi
taharrî eden ulemâ ma’nâsınadır.” demişlerdir. Mutasavvıfîn-i İslâmiyye
ise, bu kelimenin arabça sâfî ve sâf ve safvet kelimelerinden me'hûz olduğunu söylemişlerdir. Bir kısım
ulemâ da sûfi kelimesinin cevâmi’ ve
mesâcidin peykeleri üzerinde dîn-i İslâm’ın teessüsünden beri ferâğatle imrâr-ı
hayât eden fukarâya verilen ehlu’s-suffe ta’bîrinden
ileri geldiğini beyân etmişlerdir. Bu kelimenin zehârif ü tezyînât-ı dünyeviyyeden
tecerrüd ve huzûzât-ı nefsâniyyeden tecennüb edildiğine alâmet olarak,
dervîşlerce telebbüs olunan yünlü elbise /12/ ma’nâsına olan sûf
kelimesinden me’hûz olduğunu da söyleyenler bulunmuştur."
Dîger bir
eserden:
"Tasavvuf ismi, hicret-i
nebevîyyenin ikiyüz târîhinden evvel iştihâr edip, ism-i mezkûrla tesmiye
olunan zevât-ı kirâmın evveli, hicretin yüzelli târîhinde irtihâl eden Ebû
Hâşim es-Sûfî hazretleridir."
- - -
Şu hâlde, “memâlik-i İslâmiyyede ma’rûf ve
ma'mûlün bih olan tasavvufun menşei İran’dır”
diyenler de var. Ba'zı zevâtın rivâyetine göre, sûfi lafzının aslı safvî’dir. Ya'ni salâtda Hak subhânehu ve te’âlâ
huzûrunda vâkıf olan saff-ı evvele nisbetten ibâretdir. Bunun telaffuzunda
sıklet olmağla, (vav) harfini, (fa) harfi üzerine takdîm ile sûfi denilmiştir. Zamân-ı saâdetdeki
Ashâb-ı Suffe'ye de nisbet edilmiştir. Şu vech-i iştikâk lugaten doğru değilse
de ma’nen müstakîmdir. Çünkü tâife-yi sûfiyyenin ahvâli, Ashâb-ı Suffe’nin
ahvâline müşâbihdir.
Bir arap
şâir-i ârifi pek güzel söylüyor:
تنازع الناس في الصوف واختلفوا
قدما وظنوه مشـتقا من الصوف
ولسـت أنحل هذا الاسم غير فتي
صافي فصوفي إلى أن لقب الصوفي[16]
1325/(1907)
senesinde Bağdâd’dan misâfireten İstanbul’a gelen müderrisîn-i kirâmdan Şeyh
Saîd Efendi hazretleri, açılan bir mübâhase-i tasavvufiyye sırasında buyurdular
ki:
لقد تكلم العلماء في حقيقة التصوف
من أين اشتقاقه. والذي ذهب إليه جل معاشر المحققين، أنه مأخوذ من الصفاء. ولذا قال
جنيد حين ما سئل عن الصوفي فقال: الصوفي من لبس الصوف على الصفا، وترك الدنيا إلى
قفا، واتبع شريعة المصطفى.
وقال النصر آبادي: الصوفي، من صفت
سريرته وحسنت سيرته.
وقال الشيخ محي الدين العربي:
الصوفي، من صاف الحق بقلبه والخلق بلبه. فإذا تكلك بالله، وإن قام فلله، وإن نظر
فإلى الله.
وقال أرباب القلوب: الصوفي، هو
الكبريت الأحمر، والمسك الأذفر. كلامه إكسير، لو ذر على القسطير، لَعاد ذهبا ابريز
وما ذلك على الله بعزيز.[17]
/13/ İmâm Kuşeyrî hazretleri, "Meslek-i sûfîye sâlik olan
tâifeye, sûfî ta’bîri galebe ederek; “filan kimse sûfîdir, mutasavvıftır ve
bu cemâat sûfiyye ve mutasavvıfadır.” denilir." buyurup,
sûfî ta’bîrinin, sûf giyilmesinden kinâye olduğunu reddediyorlar.
Hz. Cüneyd,
tasavvufu, “Hak
sübhânehû ve teâlâ’nın, seni senden imâte ve kendiyle ihyâ eylemesidir
ma’nâsınadır.” buyurmuşlardır.
Seriyyü’s-Sakatî
hazretleri, “Rü’yâda,
Hz. Fahr-ı âlem’den, tasavvufun ne olduğunu sordum: Terk-i da’vâ, ketm-i
ma'nâdır, latîf cevâbında bulundular.” diyor.
Mutasavvıfîn,
bu esâstan iktibâs-ı feyz ederek, tasavvufu, fi'l-hakîka, terk-i da’vâ,
kitmân-ı ma'nâ, sûretinde kabûl edip, “sudûrü’l-ahrâr, kubûrü’l-esrârdır” diyerek, ağyârdan esrâr-ı Hakk’ı istâr eylemişlerdir ve
tecâhül ü tegâfül semtine zâhib olmuşlardır. Ağyâr, tamâmen umûr-ı dünyâya
dalarak, terbiye-i ma’nevîyyeden nasîbi olmayanlardır. Erbâb-ı tasavvuf,
fevka’l-beşeriyye zevk bulanlardır. Öyle bir zevk ki, onda maâlim-i insâniyye
muzmahil ve alâim-i nefsâniyye mütelâşîdir. Bu mertebeye varan kimse, Hak’dan
gayri görmez; onun için onda, alâim-i nefsâniyye ve maâlim-i insâniyye olmaz.
Muhakkikîn-i
kirâm efendilerimizin meslek-i mahsûslarına göre tasavvuf, bi'l-külliyye
Cenâb-ı Hakk’a irtibât ve ru’yet-i halkı zâhiren, bâtınen iskâttır.
Hz. Şiblî,
bu hakîkate istinâden, ( التصوف، إسقاط رؤية الخلق ظاهراً وباطناً.)[18] buyurdu. Vâkıâ, bir âşık ki, halkı zâhiren, bâtınen iskât
eyleye, onun sırrı Hakk’a lâhık olur. Kendisi de, satvet-i nûr-ı ilâhîde fenâ
bulur.
Ebû Muhammed
el-Harîrî, bu mes'eleyi daha hülâsa ederek, “Tasavvuf dedikleri, /14/ hemen hulk-ı basenden ibârettir.” buyurdu.
Hz. Üftâde, “Kendisinde şâibe-i harâm olan
şeyleri yemeden sakınma, lisânını lağv-ı kelâmdan muhâfaza tasavvuftur.” buyurdu. Yine cümle-i ifâde-i aliyyelerindendir ki:
“Tasavvuf bahs-i vücûddur. Bu da, tezkiye ve tasfiye
vâsıtasıyle latîfe-i sadr ki, nûr-ı vücûdun pertevine mahal olarak hakîkat-ı
vücûdun yüz göstermesiyledir.”
Hz.
Şeyhül-Ekber efendimizin, Muhâdaratü’l-Ebrâr’ında gördüm:
eş-Şiblî’ye, tasavvufun ne
olduğunu suâl ettiler; dedi ki:
سئل
الشبلي عن التصوف. قال: التصوف: عند ترويح القلوب بمراوح الصفا وتجليل الخواطر
بأردية الوفاء والتخلق بالسخاء والبشر في اللقاء. [19]
وأنشد ابن الثابت قال: أنشدني الحسن بن محمد البلخي
قال: أنشدني طاهر بن الحسين وهو أبو الحسن المخزومي لنفسه:
ليس التصوف أن يلاقيك الفتى
وعليه من نسيج المسيح مرتع
بطرائق بيض وسود لفقت،
فكأنه فيها غراب أيقع.
إن التصوف ملبس متعارف،
فيه لموجده المهيمن يخشع. [20]
İbnü’s-Sâbit,
şu şiiri inşâ etti, (okudu) ve dedi ki: Bunu bana el-Hasan b. Muhammed el-Belhî
okudu; o da dedi ki: Bunu bana Tâhir b. Hüseyin (kendisini kasdederek) okudu
ki, o Ebu’l-Hasan el-Mahzûmî’dir:
Hz. Dede
Ömer-i Rûşenî,“Esâs-ı
tasavvuf, safvet-i kalb, muhabbet-i ilâhîyye ve muhabbet-i Muhammediyyeyi her
şeye takdîm, sivâ kurbundan tahaffuz, Hakk’a teveccühdür” buyurdu.
Meslek-i tasavvuf,
evliyâ-yı izâm efendilerimizin beyânât-ı aliyyelerine göre dîn-i İslâm’ın
hakîkat-ı bâtıniyyesi, Kur’ân’ın sırr-ı muzmarı, Şâri'-i Mukaddes’in ta’lîm
ettiği i’tikâdın lübb ü hülâsasıdır. Menşei, mefhûmu, temâyülâtı, hâşâ dîn-i
İslâm’dan hâric değildir. Tasavvuf, tarîkatdır. Şerîat ilim, tarîkat ameldir.
İlimsiz amel, amelsiz ilim olmaz.
Hazret-i
Mısrî’nin, “Şerîatsız
tarîkat oldu ilhâd” buyurması bunların birbirine
derece-i râbıtasını beyândır.
Edebiyyât-ı
sûfiyye, bu meslek netîcesi olarak meydâna gelmiştir. /15/ İlm-i tasavvufta en mühim eser
yazan ve serd eylediği delâil ve berâhîni her bir ehl-i velâyete tasdîk ettiren
kutbu’l-vücûd Hazret-i Şeyhu’l-Ekber (kuddise sırrûhu’l-athar)
efendimizdir. Merâtib-i beşeriyyenin derecâtını âsâr-ı celîlelerinde teşrîh ve
tafsîl buyurdular. Mutâlaasıyla şeref-yâb olan uşşâk; iklîm-i vücûd-ı insânînin
merâtib-i ma’nevîyyesini ta’yînde, o gencîne-i ilm-i tevhîdin gösterdiği
hârika-i ilmiyyenin hayrânıı oldular.
Hülâsa-i
kelâm, feyz-i ilm-i tevhîd, bir insân-ı kâmilin zîr-i cenâhına girmek, seyr-i
sülûka çalışmakla bi-hasebi’l-isti'dâd ele gelir. Neş’e-i tasavvufiyye o zamân
rû-nümâ olur. Âsâr-ı tasavvufiyyeyi mütâlâa ile hakîkat ele gelmez. Tasavvufun
mebdei kîl u kâl, sonu ise vecd ü hâldir. Feyz-i pâk-ı mürşid, kalb-i mürîde
sârî olmayınca, maksûda vusûl mümkün olamaz. Nûr-ı âf-tâb-ı muhabbet-i
Muhammediyye, ancak meşrik-ı mürşidden tecellî-nümâ olur.
Nâilî-i Kadîm bu hakîkata
ne güzel tercümân oluyor:
İtdik mukârenet nice sâhib-i tarîkata
Olduk karîn meclis-i ehl-i
şerîata
Dest-i taleb irişmedi dâmân-ı
vahdete
Düşdük bu ızdırâb ile vâdi-i
hayrete
Bildik ki himmet olmayıcak ehl-i
hâlden
Esrâr-ı Hak bilinmez imiş kîl u
kâlden
Yok bizde feyz âlem-i ma’nâyı
bilmeye
Bir himmet olsa hâlet-i ukbâyı
bilmeye
Cehd eylesek ne fâide mevlâyı
bilmeye
Âdem gerek hakîkat-ı eşyâyı
bilmeye
Her şahsa âşikâr değil âlem-i
şuhûd
Ey âşinâ-yı mes’ele-i vahdet-i
vücûd
Evliyâ-yı
izâmdan tasavvufu nazmen beyân buyuranların birer beyti:
ما التصوف؟ قال: وجدان الفرح في
الفوائد عند إتيان الترح.[21]
/16/ Hz. Mevlânâ:
Evhadüddîn-i
Kirmânî:
Tasavvuf küllî geçmekdür özünden
Dahi incinmemekdür el sözünden
Sadreddîn:
Tasavvuf terk-i dünyâ ile ukbâ
Kala arada mahzâ zât-ı Mevlâ
Şeyh Vefâ:
Tasavvuf itmemekdir güç usûle
Kadîmî mazhar olmadır Kadîm’e
Şeyh Ramazân :
Tasavvuf kimse gönlün yıkmamakdır
Harâm u nehy olana bakmamakdır
Hazret-i
Sünbül:
Tasavvuf aramakdır Hak rızâsın
Dahi itmek durur hergiz sezâsın
Müstakîm-zâde:
Tasavvuf zikr ü fikr-i Hak’durur
bil
Bunu terk eyleyen ahmakdurur bil
Hazret-i
Hüdâyî:
Tasavvuf nefsini pâk eylemekdir
Fenâ ile anı hâk eylemekdir
Şeyh
İbrâhîm-i Hakkı:
Tasavvuf yâr olup bâr olmamakdır
Gül-i gülzâr olup hâr olmamakdır
Şeyh Rûşenî:
Tasavvuf terk-i kîl u kâle dirler
Hemân vecd ü semâ vü hâle dirler
Şeyh
İbrâhîm:
Tasavvuf câmi'-i ahkâm-ı Kur’ân
olmağa dirler
Tasavvuf cân ilinde sırr-ı Sübhân
olmağa dirler
Merhûm
Muhtâr Efendi'nin:
Tasavvuf kenz-i feyzi’l-gayb-ı
esrâr-ı tecellâdır
Tasavvuf âşinâyân-ı hâzin-i
envâr-ı ma’nâdır
Tasavvuf nüsha-i kâmûs-ı elfâz-ı
hakîkatdır
Lugat-fehmân-ı irfân perverân-ı
lâ vü illâdır
Tasavvufdur lisânu’l-kuds-ı
tahkîkât-ı lahûtî
Anınla nutka kâdir hikmet âgâhân-ı
esmâdır
Tasavvufdur kemâl ü naks-ı nefsi
eylemek îkân
Tasavvuf derk-i ahkâm-ı
tecelliyât-ı Mevlâ’dır
Tasavvuf vahdet-âmûzende-i şerh u
hakîkatdır
Kıyâs itme hakîkat şer’-i
enverden müberrâdır
Tasavvuf ketm-i esrâr-ı maânî
terk-i da’vâdır
Fesâhat-perverâne tercümân-ı
nükte-pîrâdır
TAKRÎZLER
İşbu eser-i
fakîrânemi mütâlaaya tenezzül buyurmuş olan ba'zı zevât-ı kirâm, bu abd-i
kemteri taltif tarîkiyle takriz sûretinde nazmen, neşren, izhâr-ı âsâr-ı
hissiyyât buyurmuşlardır ki, onları sırasıyla yazmak mecbûriyetinde kaldım:
/17/ 1. Üdebâ-yı Kirâmdan İbnü’l-Emin Mahmûd Kemâl
Beyefendi tarafından yazılmıştır :
Ey âşık-ı sâdık-ı ilâhî
Göster bize aşkını ke-mâhî
Aşk oldu sebeb vücûd-ı vecde
Âdem o sebeble itdi secde
Gülşende güler mi verd-i ahmer
İtmezse tulû' mihr-i Enver
عشقست دليل آشنائي
مرغيست ز آشيان لاهوت
دل ياقت ز عشق روشنايى
جزدانه دل نباشدش قوت[22]
Hubb-ı ezelî cihâna sâri
Bir zerre değil o sırdan âri
Ezhâr-ı bahâr sûr âmiz
Evrâk-ı hazân-ı hüzn-engiz
Feryâd-ı hezâr hande-i gül
Dâğ-ı dil-i lâle eşk-i sünbül
Âvâz-ı kemân nâle-i ûd
Her savt-ı hazîn girye efzûd
Âşıkda niyâz u âh-ı şikve
Ma’şûkda hezâr nâz u işve
Hüsnün leme’ât-ı aşk-ı Bâri
Aşkın feyezân-ı nûr u nâri
Hubb-ı ezelîye tercümândır
Hubb-ı ezelî ki câna cândır
Mektûm değil serâir-ı aşk
Her yerde ayân me’ser-i aşk
Tevfîkı refîk idince Allâh
Uşşâkı ider o sırdan âgâh
Lutf u kerem-i Cenâb-ı Hâlık
İtmiş seni de o aşka âşık
Hubb-ı ezelî enîs-i
rûhun
Uşşâk-ı ezel celîs-i rûhûn
عشاق خلاصهء ألستند
جانبخش بود كلام ايشنان،
أز جام بلى مدام مستند
محمود بود مقام ايشان. [23]
Sen mazhar-ı feyz-i evliyâsın
Vassâf-ı safiyy-i asfiyâsın
Merdân-ı Hudâ’ya mahrem oldun
Âdemler içinde âdem oldun
İrfân iledir kemâl-i insân
İrfân ise aşk ile nümâyân
Aşkın seni eylemez mi ârif
İtmez mi gumûz-ı aşka vâkıf
Açdın bize bir sebîl-i irfân
İşte eserin delîl-i irfân
Deryâ-yı vefâ olunca sînen
Allâh yoluna gider Sefîne'n
Ebrâr o Sefîne’ye girerler
Mersâ-yı selâma sevk ederler
Emvâc-ı hatar olursa peydâ
Kâbil anı bir nefesle
imhâ
Virsün sana ömr-i Nûh Yezdân
İrfânını eylesün firâvân
Her dem sana arz-ı hürmet eyler
Mahmûd
Kemâl o abd-i ahkar
/18/ Harrarahû’l-fakîr ileyhi azze
şânuhû
Seyyid Mahmûd Kemâl el-Hâlidî (gufire
lehû)
9 Zi'l-kâde
1324 (25 Aralık 1906)
“Eslâfın
ahvâl ve âsârını tedkîk edenler onların hayâtını ma’nen temdîd ve âhlâfın
efkârını da tenvîr etmiş olurlar ki, bu hıdmet-i mebrûre, âlem-i insâniyyeti
sitâyiş-hân eder. Ecdâd-ı ma’nevîyye makâmında bulunan eslâf-ı kirâma karşı
hiss-i hürmet ve muhabbet ile muhât olmayan kalbler, ihâta-i meâlîye müsteid
olmayan kulûb-ı kâsiyedir ki, ashâbı, aşk-ı vatanla münevverü’l-cenân olan
hamiyyet-mendân, ümmet nezdinde her zamân merdûd ve mat’ûndur. (من ورَّخ مؤمنا فقد أحياه.) [24] hadîs-i şerîfi de menkûldür.”
İbnü’l Emin Mahmûd Kemâl Beyefendi
2. Merhûm şeyh Vasfi
Efendi’nindir:
Ey olan silk-i râh-ı irfân
Maksadın bulmak ise bir rehber
Eser-i hame-i Vassâf’ı hemân
Durmayub eyle ser-â-ser ezber
Ne eserdir bu kitâb-ı âlî
Okudukça veriyor kalbe safâ
Bildirir zümre-i ehl-i hâli
Pek edîbâne bize ser-tâ-pâ
Kim ki alsa nazara bu eseri
Keşf olur zâtına sırr-ı tevhîd
Fehm ider bî-haberi bâ-haberi
Bunu tasdîk eder ehl-i tefrîd
24 Kanûn-ı
sâni 1322(1906)
3. Urefâ-yı Meşâyıhtan
Erzurumî merhûm Abdurrezzâk-ı İlmî Efendi’nindir:
Nâmı Sefîne-i Evliyâ-yı Ebrâr
Ya'nî Şerh-i Esmâr-ı
Esrâr
Gir bu sefîneye selâmeti bul
Girdâb-ı belâ sıvâdan ey yâr
/19/ Deryâsı bunun vahdeti beyândır
Sâhili olur likâ-yı dil-dâr
Ey âşık-ı cemâl-i cânân
Aç cân gözünü görüne dîdâr
Hak var gayri yok dil-ârâ
Emvâc bu kesret içre Deyyâr
Vassâf Hüseyn Efendi o zât
Derc itdi ma’ârif-i derk-i güher-vâr
Cem itdi kelâm-ı evliyâyı
O mellâh-ı bahr-ı dürer-bâr
Bi-gânelere gösterilmez aslâ
Gencîne-i esrâr-ı
kulûb-ı ahrâr
Târîh ile İlmî cevherin al
Keştî-i havâssı böyle dürdâr
) = 1322 كشتيء هواسي بويله دردار(
3. Bağdâd ulemâ-yı
kirâmından ve Meşâyih-ı fihâmından merhûm Muhammed Sa’îd Efendi tarafından
yazılan takrizdir:
بسم الله الرحمن الرحيم
حمدا لمن لم يقم لحمده غير ذاته
وجعل حروف الكائنات مظهر صفاته عجز الوصاف عن إظهار شئون الذات. فتدارك كمال نقصه
بذكر سلسلة الكلمات كيف ترك حقيقته من أحديته عين الكثرة المتنوعة وبطون وترتبه
عين الازدواجات المتشفعة. اعترف العالم بالعجز عن إدراكه ورجع العقل خائبا عن فتقه
وفكاكه.
وصلاة وسلاما على محمد سلسلة
الوجود ومظهر كمالات شئون الوجود العالم العلوي بنور ضيائه قائم والملك في بحر
صفاته هائم وعلى آله أهل الوجود المطلق وأصحابه أصحاب الكمال المحقق. أما بعد:
فقد اكتحلت عيني بأشد هذا السفر
الجليل والبدر الذي يقر أن يكون له مثيل جمع سلسلة الأولياء وعبق العالم بعنبر مسك
الأصفياء أبرز جمال كمالهم بعد أن كان في بطن الخفاء وأظهر بكلماته رموز أهل
الصفاء ريح صفائح السطور.
بلوائح أهل القلوب وزين الطروس
بسوائخ أهل الغيوب. كيف لا وهو لمن هو الجوهر الفرد. كيف يصفه الواصف وهو الوصاف
أم كيف يجري القلم بذكره وهو الكشاف حديث العلم والأدب وريحانته قلوب أهل الأدب
سليل الروح.
ومن أرجو له كمال الفتوح ذو الخلق
الرشدي حسين وصاف أقندي. زالت شمس كماله لا يقربها كسوف وبدر جماله لا يشوبه خسوف
ولا برح مظهر البطون الكمال مبرزا حقائق الرجال.
وفقه الله تعالى لإظهار ما خفي.
الحمد لله وسلامه على عباده الذين اصطفى.
كتبه بقلمه الفقير لمولاه
العلي
مدرس حضرت الإمام الأعظم محمد سعيد بن عبد القادر البغدادي
النقشبندي، عفى عنه. [25]
/20/ Beyyine-i âtiyeye bi't-tahsîs Sefîne-i Evliyâ’ya mukaddime olarak teberrüken
tahrîr buyurmuşlardır:
بسم الله الرحمن الرحيم
روى الإمام أحمد بن حنبل في مسنده
والبزار والطبراني وغيرهم بإسناد حسن: أن رسول الله e كان يوما بمجمع من أصحابه فقال:
"هل فيكم غريب يعني أهل كتاب؟" قالوا : لا، يا رسول الله. فأمر بغلق الباب فقال : "ارفعوا أيديكم وقولوا لا إله إلا الله" ثم قال رسول
الله e: "اللهم بعثتني بهذه
الكلمة وأمرتني بها ووعدتني عليها الجنة وإنك لا تخلف الميعاد". ثم قال رسول
الله : " ألا أبشروا. فإن الله تعالى قد غفر لكم."
وأخرج ابن حنبل والحاكم مرفوعا، أن
موسى عليه السلام قال: يا رب! علمني شيئا أذكرك به وأدعوك به. قال: يا موسى! قل لا
إله إلا الله. قال: يا رب! قل لعبادك يقولون هذا. قال: قل لا إله إلا الله. قال:
لا إله إلا أنت. يا رب! إنما أريد شيئا تخصني به. قال: يا موسى! لو أن السموات
السبع والأرضين السبع في كفة ولا إله إلا الله في كفة مالت بهم، لا إله إلا الله.
انتهى
وثبت عند أرباب الطريقة وملوك هذه
الحقيقة أن علي بن أبي طالب كرم الله وجهه قال: يا رسول الله! دلني على أقرب
الطريق إلى الله وأسهلها على عباده وأفضلها عند الله سبحانه وتعالى. فقال رسول
الله : "يا علي! عليك بمداومة ذكر الله تعالى في الخلوة".
فقال علي كرم الله وجهه: كل الناس ذاكرون؟ فقال رسول الله يا علي! لا تقوم الساعة وعلى وجه الأرض من
يقول، لا إله إلا الله فقال علي: كيف أذكر يا رسول الله؟ فقال: غمض غينيك واسمع
مني ما أقول ثلاث مرات. ثم قلها أنت ثلاث مرات وأنا أسمع.
فقال ثلاث مرات وعلي يسمع، لا إله
إلا الله. ثم قال علي ثلاث مرات لا إله إلا الله والنبي يسمع". ثم لقّن علي كرم الله وجهه الحسن
البصريّ، وهو لقن حبيب العحمي وهو لقن داود الطائي وهو لقن معروف الكرخي وهو لقن
سري السقطي وهو لقن أبا القاسم الجنيد بن محمد البغدادي (رحمهم الله تعالى
أجمعين).
واعلم أن علم الباطن الذي تكلم به
العارفون وباح به الواصلون، فهو من الشريعة المطهرة والسنن المنورة.
أخرج ابن أبي حاتم من طريق الضحاك
عن أبي عباس رضي الله تعالى عنهما قال: إن القرآن ذو شجون وفنون وظهور وبطون. لا
يسنقضي عجائبه لا تبلغ غايته. وفي الإتقان للإمام السيوطي (رحمه الله تعالى) عن
الفريابي مسندا عن الحسن قال: قال رسول الله e : لكل أية ظهر وبطن ولكل حرف حد
ومطلع.
وأخرج الديلمي في مسند الفردوس عن
الحسن عن حذيقة اليماني مرفوعا: سالت جبريل عن علم الباطن ما هو؟ فقال: قال الله
تعالى: هو سر بيني وبين أحبابي أودعه في قلوبهم.
وقال مالك بن انس : ليس العلم بكثرة الرواية وإنما العلم، نور يقذفه الله تعالى في
القلوب وأن منفعته أن يقرب العبد من ربه ويبعده من رؤية نفسه وذلك غاية سعادته
ومنتهى طلبته وإرادته وأنت تعلم أيها الولي الحميم. إن ما تكلم به أباب الحقيقة هو
لباب الشريعة ومنتهى الطريقة وغاية بطون الكتاب ونهاية إشارات الناطق بالصواب ولا
تظن الطريقة برثائذ اللباس و الاستيناس بالناس بل هو طرح اللباس البشرية والتقمص
بإزار الملكية.
الفقير إلى مولاه
محمد سعيد النقشبندي عفي عنه[26]
/22/ 4. “Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye müellif-i muhteremi Sâdık Vicdânî Bey Efendi’nin mektûblarıdır:
“Kitâb-ı Sefîne-i Vassâf her derc-i sadef-ma'nâsında bir dürr-i şehsuvâr-ı
evliyâ mündemic, her satr-ı sahîfe-i meâlî ihtivâsında bir güher-i kıymetdâr-ı
asfiyâ münderic bir hazîne-i asdâf olmağla, müellif-i fâzıl u muhteremi, el-hak
tebrîk ve tebcîle elyakdır.
Böyle
giran-bahâ bir mecelle-i leâlî-ihtivânın Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye nâmındaki
te’lîf-i âcizânemin tevsî'k-ı meâl ve tahkîk-ı terâcim-i ahvâlinde müellif-i
kemterine hakâyık-nümâ bir rehber, rast-gû bir menba-ı sahîhi-l-haber
ittihâzına müsâade buyurulması da her ma’nâsıyla ilhâm-ı Hak’tır. Binâenaleyh,
Hz. Hüseyin Vassâf’a, dürc-i dil ü cânda beslediğim teşekkürât-ı samimiyyeyi,
tebrîkât-ı mahsûsama terdîfen arz ve iblâğ vesîlesiyle de takdîm-i ta’zimât
eylerim. 29 Rebiu’l-evvel 1341/(1922)
A’cez-i ibâd-ı Sübhânî Ebû Rıdvân M. Sâdık Vicdânî”
* * *
Bir zamân bulmaz fenâ dünyâda
erbâb-ı himem
Sâhibi mahvolsa da âsâr kendin
gösterir
- - -
5. Müderrisîn-i Kirâmdan
urefâ-yı Kâdiriye ve Uşşâkiye’den Hazmî Efendi birâderimiz tarafından:
“İrfan-penâh efendim hazretleri!
Sefîne’yi tebyîz ile
meşgûl olduğunuz tebşirâtı, âcizlerini çok memnûn etti. İnşâa'llâh tab’ına da muvaffakiyyet
elverir de bütün uşşâk müstefîd ve müstefiz olurlar.
“Cenâb-ı Hak sevdiklerini iyi işlerde
istihdâm ider.” meâlinde eser vârid
olmuştur. (نزل الرحمة عند ذكر الصالحين
)[27] mantûk-ı
âlisi ma’lûm-ı fazîletleridir. Hz. Cüneyd (Kuddise sırruhû)'dan, meşâyih hikâye
ve menkabelerinin mürîdâna ne fâidesi olduğu, suâl buyurulmuş; Cenâb-ı Cüneyd
de (وَكُلًّا نَقُصُّ عَلَيْكَ مِنْ أَنْبَاءِ الرُّسُلِ مَا نُثَبِّتُ بِهِ
فُؤَادَك )[28] nazm-i
celîlini okumuşlar.
/23/ Bu bâbdaki
tafsîlât Câmî'nin Nefehâtü’l-Üns
dibâcesindedir. Hz. Câmî’ de bu sözü Şeyh Attâr-ı Velî’nin Tezkiretü’l-Evliyâ’sından
almışlar ki eser-i mezkûrda daha ziyâde tafsîlât vardır. Bir Attâr-ı Velî Tezkiretü’l-Evliyâ; bir Câmî' Nefahâtü’l-Üns yazmışsa, bir
Vassâf da Sefînetü’l-Evliyâ’sıyla hepsini
câmi' olarak bu deryâ-yı aşka kendisini itivermiş. Ya Rab! Ne büyük muvaffakiyyet.
Hâzâ min fazlı Rabbî.. (هَذَا مِن فَضْلِ رَبِّي...)[29]
Mahmûd Kemâl Bey Efendi’nin:
Deryâ-yı vefâ olunca sînen
Allâh yoluna gider Sefîne’n
demesi
ne kadar yerindedir. Bu sözün neşesi her aklıma düştükçe beni neş'e-yâb eder.
Ve kendi kendime bir kaç kere tekrâr eder okurum.
Aleyhi’s-salâtü
ve’s-selâm efendimiz bir gün Hz. Ebû Zer (radıya'llâhu anh)’a (يا أبا ذر جدد السفينة فإن البحر
عميق.)[30] buyurdular. Ya Hz.
Vassâf! Sefîne’ni tecdîde
şurûundan gûş-ı cânın böyle bir emr-i Muhammedîyi der-hûş etmiş olduğuna şüphe
bırakmıyor. Ne saâdet, ne mutlu! Fakîrinizi de o Sefîne'nin bir zevreka-i
inâyetinde, o deryâ-yı hakîkate berâber sürükleyerek, bu çöllerde âvâre
bırakmayınız. Cânım ne olur? Hemîşe ehl-i aşkın şânı budur.
Sizi bu gün, “Yürü kim meydân senindir
bu gece” sadâ-yı lâhûtisine mâ-sadak görmekte, bu meydân-ı hakîkatte
mütemâdiyen cevelân etmekte görmekledir ki, münşerihü'l-bâl oluyorum. Cenâb-ı
Hak muîn ü dest-gîriniz olsun. Bu emr-i azîmi ikmâle muvaffak buyursun. Âmîn.
Mübârek ellerinizden öper, aşk niyâz
ederim, sultânım.14 Teşrin-i Evvel 1339/(1923)
Muhibb-i muhlis-i kadîminiz M. Hazmî
- - -
6. Urefâ-yı üdebâdan Muhammed Besîm Bey Efendi’nindir :
Bu bâbdaki
medih, fakîre âit olmayıp, müşârünileyhin mir’ât-ı hakîkatte rû-numâ olan
hâline müteallıktır.
Eyâ mîr-i Vassâf-ı âlî-nazar
Hitâbınla buldu gönül tâb u fer
Sen ol vâkıf-ı nâr-ı cân-gâh-ı
dil
Münevvir-ı çerağ-ı nihan-gâh-ı
dil
Dü-çeşminde parlatır lem’atu’llâh
Dil-i kâmilinde yatır
haşyetu’llâh
Ne feyz-i Hudâ-dâddır vecd ü
hâlin
Teressüm ider nâsiyende meâlin
Dilinde teheyyüc kılar sırr-ı
tevhîd
Dilinde temevvüc ider feyz-i tahmîd
Sana server-i enbiyâ iltifâtı
Tecellî nümûn eylemiş beyyinâtı
Eyâ merd-i ferhunde buht-ı safâ
Seni kıldı Hak vâsıf-ı asfiyâ
Mevâkid-i envâr kalbin senin
Merâkid-i ebrâr kalbin senin
O kalb-i münevverde mazmûndur
Nice ehl-i Hak onda meknûndur
Olur zikr u tesbihiniz Rabb-ı
a’lâ
Ne dem olsa mescûdunuz zât-ı
Mevlâ
Lisânında başlar salât u selâm
Anıldıkça sâlar-ı Beyti’l-Harâm
Makâm-ı muallâ-yı Mahmûd’a şâh
Muhammed’dir ancak ayândır güvâh
Olur Kerbelâ-yı muhabbetde peydâ
Dil-i âteşînindeki şevk-i şeydâ
Ezelden seni eylemiş zât-ı Yezdân
Cenâb-ı Hüseyn’e müheyyâ-yı kurbân
Muharremde aşkın bulur başka
tâbiş
Sûz-ı nâya kalbin ider âh u nâleş
Senin vasfını şöyle icmâl için
Geçen bunca taksîrim ikmâl için
Yazıp böyle nazm-ı perîşân-makâl
Edildi senânızda icmâl-i hâl
Aceb var mı tavsîfe yâr ey dil
Edâ-yı senâ âh mümkün değil
Gam-ı dehr-i dûn etmeseydi zebûn
Yazardım senânızda nazmen mütûn
Beni âteşe atdı rayb-ı menûn
Bütün aksine döndü devr-i şüûn
Neler yapdı baht-ı siyâhım bana
Vefâsız hayât-ı tebâhım bana
Olup rûz u şeb bî-tenâhî gamım
Gam oldu dem-â-dem benim
hem-demim
Eğer bir nefes almış olsam ferîh(?)
Olurdum sana misli nâdir medîh
Felek çok görüp bir nefes almağı
Şu yek-rûze dünyâda hoş kalmağı
Bunu tuhfe kıldım Hüseyn’im sana
Bağışla kusûrum yine sen bana
Bu tuhfem sana yadigâr-ı fenâlık
Bulur nâm-ı pâkinle belki bakâ
Besîm’in sana durmaz eyler duâ
Mücîbü’d-du’â’dır Cenâb-ı Hudâ
21 Eylül
1341 / (1925), Mudanya
Bir iltifât-nâmelerinde de
ziyâde ızhâr-ı teveccühle buyururlar ki:
Ey selsebil-i aşk ile ser-şâr-ı
feyz
Nesîm-i aşkını bana sun mest kıl
müdâm
Var sende vâridat-ı guyûbun
hazânesî
Îsar kıl cevâhir-i feyzi
ale’d-devâm
Sirâcü’s-sâirîn-i aşksın
şeffâfsın nûrum
Hüseyn-i bâ-safâ-yı feyzsin Vassâf’sın nûrum[31]
- - -
/24/ 7. Üsküdar Mevlevîhânesi
şeyhi, urefâ-yı asrdan Ahmed Remzi Dede Efendi Hazretlerinin, muharrir-i âcizi
taltîfen irsâl buyurdukları mektûb ve takrîz olup, ma’a’ş-şükrân derc olundu :
“Kemâlat-ittisâf el-Hâc Hüseyin Vassâf Bey Efendi Hazretlerine:
Azîzim, beş cilt olarak te’lîfine hâme-rân-ı himmet olduğunuz sefîne-i
nefise-i evliyâ, elbette cevâhir-i hakâyıkla meşhûn bir deryâdır. Takdîm
edilen, târîhi müştemil şu takrîz o bahra nisbet bir katre-i nâçiz ise de, öyle
bir ummâna vâsıl ve orada müstağrak olacağından feyz-i meserretle leb-rîzdir.
Es’adenâ’llâhu fı’d-dâreyn 22 Kanûn-ı Evvel 1340 / (1924)
el-Fakîr
Ahmed Remzi el-Mevlevî”
HÛ
Süren keştî-i aklı bahr-ı fikre derk ider elbette
Telâtum-ı hîz-i dünyâda eser merdin bakâsıdır
Cenâb-ı Hacı Vassâf hakâyıkdan ve deryâ-dil
Ricâl-i Halvetînin mefharı şîrin likâsıdır
Olup gavvâs-ı ma’na
yirmi üç yıl sarf-ı himmetle
Getirdi bir eser gevherlerin en müntekâsıdır
Seni irşâd için kâfi oku ahvâl-i ebrârı
Gerek aşk u kemâlatı gerek zühd ü tukâsıdır
Çıkardı bahr-ı dilden Mevlevîler Remzi de bir târîh
Efendi al Sefîne evliyânın Mültekâ’sıdır
(افندي آل سفينة اوليانك ملتقى سيدر) = 1343
Çârub-keş-i
Mevlevîhâne-i Üsküdar
Ahmed
Remzi el-Mevlevî
SİLSİLE-İ TARÎKAT-I ALİYYE-İ
KÂDİRİYYE
/25/ - Muktedâ-yı zümre-i etkıyâ müntehâ-yı silsile-i evliyâ
Hz. Ali (Kerrema’llâhu vechehû ve Radıya'llâhu anh),
- Hz. Ebû Saîd Hasan b. Yesâr el-Basrî
(Radıya'llâhu anh),
- Hz. Habîb
el-A’cemî (Kaddesa'llâhu sırrahû),
- Hz. Dâvûd et-Tâ’i (Kaddesa'llâhu
sırrahû),
- Hz. Ebû Mahfûz Ma’rûf Ali el-Kerhî (Kaddesa'llâhu
sırrahû),
- Hz. Ebû’l-Hasen Seriyyi’s-Sakatî (Kaddesa'llâhu
sırrahû),
- Seyyidi’t-tâife Hz. Şeyh Cüneyd
el-Bağdâdî (Kaddesa'llâhu sırrahû),
- Şeyh Ebu Bekir Dülef b. Ca'fer-i
Şiblî (Kaddesa'llâhu sırrahû),
- Şeyh Ebu’l-Ferec Yûsuf et-Tarsûsî (Kaddesa'llâhu
sırrahû),
- Şeyh Ebu’l-Hasen Ali b. Muhammed b.
Yûsuf el-Kureşî el-Hakkârî (Kaddesa'llâhu sırrahû),
- Şeyh Kâdi’l-Kudât Ebî Saîd
el-Mubârek Aliyyi’l-Mahzûmî el-Bağdâdî (Kaddesa'llâhu sırrahû),
- Kutbu’l-aktâb gavsu’l-a'zam Hz. Pîr
Sultân Seyyid Abdulkâdir-i Hasenî el-Hüseynî (Kuddise sırruhu'l-âlî).
Bir kol da
İmâm Hz. Hüseyin (Radıya'llâhu anh) efendimizden, İmâm Zeynelâbidîn (Radıya'llâhu
anh)’a, ondan İmâm Muhammed Bâkır’a, ondan İmâm Ca'fer es-Sâdık’a, ondan
İmâm Mûsâ el-Kâzım’a, ondan İmâm Ali er-Rızâ’ya, ondan Ma’rûf-ı Kerhî’ye
teselsül etmektedir.
İşbu ehl-i
silsileden, Hasan-ı Basrî’den i'tibâren her birinin tercüme-i hâlinden
alâ-tarîkı’l-hülâsa bahs olunacaktır.
HASAN-I
BASRÎ [32] HAZRETLERİ
Ka'be-i
dâniş-i ilm, hulâsa-ı vera' ü hilm, Hz. Hasan-ı Basrî, kibâr-ı tabiînden ve
meşâhîr-i etkıyâdandır. Lakabı Ebû Saîd b. Câfer’dir.
/26/ Hz. Osmân ve Hz. Ali (radıya'llâhu anh)
efendilerimizle, Cenâb-ı Abdullâh b. Abbâs ve sâir ashâb-ı kirâm ile görüşmüş
ve pek çok ahâdîs-i şerîfe nakleylemiştir. Pederleri sahâbeden Zeyd b. Sâbit (radıya'llâhu
anh) hazretlerinin; kölesi, vâlidesi, ezvâc-ı mutahhere-i Hz. Rasûlu'llâh (salla’llâhu
aleyhi ve sellem)’den Ümmü Seleme hazretlerinin cârîyesi idi. Hattâ
müşârünileyhâ hazretleri, Hasan-ı Basrî’yi tufûliyyetinde def'aâtle kucağına
almış ve bir rivâyette meme dahi vermiş idi.
Ahkâm-ı
şer’iyye ve fıkıh u hadîste zamânın ferîdi olup, Basra’da halaka-i tedrîs ü
va’zına pek çok halk toplanırdı.
Mezheb-i
İ'tizâlin mûcidi olan Vâsıl b. Atâ, Hasan-ı Basrî hazretlerinin cümle-i
şâkirdânından olduğu hâlde üstâdının meslek ve tarîkına muhâlif bir yol ittihâz
etmekle, Hasan-ı Basrî hazretleri o vakit, hakkında (قد اعتزل واصل عنا)[33] buyurmuş ve bu münâsebetle mezheb-i mezkûra İ’tizâl veya Mu’tezile nâmı verilmiştir.
Ehl-i
tarîkın silsile-i ezkârı müşârünileyh hazretlerine müntehî olur.
İsmâîl Hakkı
el-Celvetî, Hadîs-i
Erbaîn Şerhi’nde diyor ki:
"Fahr-ı âlem (Salla’llâhu aleyhi ve sellem),
İmâm Ali’ye hırka-i siyâhı ilbâs eyledi. Tâ ki nûr-ı zâtda, zulmet-i kevni
müşâhede ede ve belki zıll-ı hakîkiyi mütâlâa kıla. Hz. Ali dahi gerçi Kümeyl
b. Ziyâd’ı mahrem-i râz edindi. Velâkin fi’l-hakîka hırkayı Hasan-ı Basrî’ye
ilbâs etti, gerek zâhirde gerek bâtında telakkî ile. Zîrâ muhaddisler Hasan-ı
Basrî’nin, İmâm Alî’den semâını ve onunla sohbetini inkâr etmişlerdir. Fakat
sûfiyyenin nazarı, âlem-i ma’nâda olan muâmelâta dahi şâmildir"
Vahdete
müteallik ba'zı âsâr ile eş’ârı varmış. Hz. Ali (Radıya'llâhu anh) ile
Muâviye arasındaki ihtilâfâtta bî-taraflığı iltizâm edip, halka dahi
bî-taraflık tavsiye edermiş.
21 târîh-i hicrîsinde (642)
doğup, 110/(728) târîhinde seksen dokuz yaşında iken irtihâl-i dâr-ı bakâ
eylemiştir. Cenâzesine halk o derece tehâlük göstermişler ki, o gün Basra’da
kimse ikindi namâzını kılmaya vakit bulamamışlar idi. (Radıya'llâhu anh)
HABÎB
el-A’CEMÎ HAZRETLERİ
Ârif-i
meârif-i ilahî Habîb el-A’cemî hazretleri, meşâhîr-i etkıyâdan ve Hasan-ı
Basrî’nin şâkirdânındandır. Esrâr-ı tarîkata müteallik, müşârünileyh
vâsıtasıyla Hz. Ali efendimizden ba'zı hakâyık nakl ve rivâyet eylemişlerdir.
Kendisine "A'cemî" denilmesi, lisânlarında lüknet olmasından
mütevellid imiş. Basralıdır. Mukaddemleri fâiz ile geçinirlerdi. Bir gün
mescidde Hasan-ı Basrî hazretlerinin meclis-i va’zına dâhil olup, hikmet-i Bârî
ile esnâ-yı va’zında bahs fâize intikâl etmiş.
/27/ Habîb-i A'cemî fevka'l-âde müteessir olup, derhâl tevbe
ederek Hasan-ı Basrî hazretlerinden nefes-i nefîs aldı. İhtisâs-ı ilâhî ile
şeyhu’s-silsile oldular. Âfâkda şöhret kazandı. Muşârünileyhin iki vâsıta ile
Enes b. Mâlik (Radıya'llâhu anh) hazretlerine dahi intisâbı varmış. 120
târîh-i hicrîsinde (739) irtihâl-i dâr-ı
bakâ eylemişlerdir.
DÂVÛD-I
TÂÎ HAZRETLERİ
Ârif-i
esrâr-ı kitâb-ı mübîn Dâvûd-ı Tâî hazretleri meşâhîr-i zühhâddan olup,
künyeleri Ebû Süleymân b. Nasîr el-Kûfî’dir. İbtidâ ilm-i fıkh ile ve tedrîs-i
ulûm ile meşgûl olmuş ve İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleriyle mubâhesâtta
bulunmuşdur. Ba’dehû inkıtâ' ve infirâd edip, ibâdetle meşgûl olarak, kanâatle
şöhret bulmuşlardır. İmâm-ı A’zam efendimizin şâkirdlerindendir. Hârûn
er-Reşîd’in ve sâir ekâbîr-i zamânın kendisine takdîm ettikleri hedâyâ ve
mebâlığı red ile, dünyâda hiçbir şeye nazar-ı iltifât ile bakmamıştır. Zühd ü
takvâ ve kanâati hakkında pek çok nevâdir menkûldür.
Müşârünileyh
Tay kabîlesine mensûbdur ki, meşhûr
Hâtem-i sahî-i meşhûrun kabîlesidir. Bâtınında dâiye-i cezbesi kuvvet bulmakla,
meclis-i Habîb-i A’cemî’ye dâhil olup, inâbe eylemiş ve nefes-i nefis almıştır.
Tarîk-ı Ricâlu'llâhda, azîzinin vâris-i kemâlâtı oldu. Zâhiren bâtınen sâdâttan
pek mübârek bir zât-ı âlî-kadr idi. Vefât-ı rahmet-gâyâtları hicret-i nebevîyyenin
165. senesinde (781-82) vâki olmuştur. 185 sene-i hicriyesinde (801) irtihâl
eylediği de menkûldür.
Merkad-i
şerîfleri Bağdâd’dadır.
Mevâhibü’r-Rahmân nâm eserde okumuştum: Müşârünileyh, âbid ve
fakîh bir veliyy-i kâmil olup, kelimât-ı hikmet-âyâtı sûfiyye beyninde
müştehirdir.
من ذلك أنه قال: إنما الليل
والنهار مراحل. ينزلها الناس مرحلة مرحلة، حتى ينتهي بهم ذلك إلى آخر سفرهم فعليك
أن تقدم زادا لكل مرحلة.[34]
/28/ Müşârünileyh hakkında denilmiştir ki:
“Eğer Dâvûd-ı Tâî, ümem-i sâlifede mevcûd olsaydı,
şâyân-ı i’tibâr olan ahvâl-i aliyyeleri, Kur’ân-ı Kerîm'de hikâye buyurularak,
şânında âyât-ı celîle nâzil olurdu. Müşârünileyh ömrünün bir dakîkasını bile
fevt etmeyerek, gece gündüz ibâdete muvâzıb ve tecemmülât-ı sûriyyeden gâyet
müctenib idi. Kırk sene ale'd-devâm, sâhib-i sıyâm olduğu menkûldür. Bu
hâlinden âilesini haber-dâr etmemiş imiş. Zîrâ hergün sabâhları hânesinden
çıkarken öğle yemeğini berâber alıp, götürür, yolda tasadduk eder imiş.”
Ziyâretine
varanlardan biri hikâye eder ki, bir gün su destisinin güneş isâbet eden bir
mahalde ısındığını gören biri, “Efendim destiyi gölgeye koymuş olsaydınız.”
dedikte: “Hîn-i vaz’ında burada güneş yok idi, ben ise hazz-ı nefsim için
bir adım atmak husûsunda, rabbımdan hayâ ederim. Bunun için, destimin yerini değiştiremedim.” cevâbını vermişler.
Yine bir
gün, “Efendim sakalınızı tarasanız.” diyen kimseye: “Oğlum sakalımla
iştigâl edecek zamânı nerede bulayım?” demişlerdir.
Tarîk-ı tasavvufa sâlik
olmalarına bâis-i kavî olmak üzere mahkîdir ki:
Bir gün Hz.
İmâm-ı A'zam efendimiz müşârünileyhe hitâben: “Ya Ebâ Süleymân, hele
şükürler olsun bunca zamân içinde âlât u edât kabilinden olan esâs-ı maksadı
tehiyye ve ihkâm edebildin.” buyurmuşlardır. Bu kelâmdan ise, henüz
maksad-ı aslî cilve-ger husûl olmadığı nümâyân olmakla, Dâvûd hazretlerinin, “Bundan
başka bezl-i makderet olunacak ne vardır?” diye suâle mubâderet etmesine
binâen, Cenâb-ı İmâm'ın: “En ziyâde mühim ve saâdet-i dâreyni mûcib
ilmimizle âmil olmaklığımızdır.” buyurmaları kendisine be-gâyet te’sîr
etmiş, bi'l-âhare Habîb-i A’cemî hazretlerinin mazhar-ı feyz-i mahsûsları olup,
itmâm-ı sülûk eylemiştir.
Risâle-i Kuşeyriyye’de menâkıbı uzun uzadıya
mestûrdur. (Radıya'llâhu anh)
MÂ’RÛF-I
KERHÎ HAZRETLERİ
/29/ Kıdvetü’l-muhakkıkîn, eş-Şeyhu’l-efham Ebû Mahfûz Ma’rûf
Ali el-Kerhî (kaddesa'llâhu sırrahû) hazretleri, meşâhîr-i
evliyâu’llâhtandır. İmâm Ali Rızâ b. Mûsâ el-Kâzım (radıya'llâhu anh)
hazretlerinin azâdlısı idi. Pederlerinin ismi Fîrûz’dur. Ebeveyni aslen Nasrânî
idi. Sâhib-i tercümeyi, sabâvetinde dînini taallüm için bir muallime teslîm
etmiş oldukları hâlde muallim, teslîsten bahs ettikçe, “Hak birdir.” der
imiş. Muallim döğermiş; Ma’rûf ısrâr edermiş.
Nihâyet
ebeveyninin hânesini terkle, Cenâb-ı İmâm'ın hânesine ilticâ ile müslümân
olmuş: ba’dehû ebeveynini dîn-i İslâm’a da’vet etmiştir; onları da şeref-i
İslâm ile müşerref kılmıştır. Tahsîl-i ilm ü ma’rifetle tezyîn-i zât u sıfât
edip, bir gün Kûfe’de İbn-i Semmâk’ın va’zından âgâh olarak, âlâyîş-i dünyâyı
terk edip, zümre-i nâciye-i sûfiyyûna iltihâk etmiş idi. Şeyh Dâvûd-ı Tâî’nin
mazhar-ı feyzi oldular.
İmâm Kuşeyrî
ve sâir zevât, Hz. Şeyh’in ulüvv-i kadrini beyân ediyorlar. İsnâd-ı hadîste,
yed-i tûlası varmış.
Bir gün
şâkirdi Seriyy-i Sakatî hazretlerine, Allâh teâlâ hazretlerinden bir hâcet
talep edeceği vakit, “Yâ Rab! Marûf-ı Kerhî hürmetine hâcetimi kazâ ve
murâdımı hâsıl eyle.” diye vesâyada bulunmuş ve Seriy dahi tavsiyesi
mûcibince duâ edince, eser-i icâbet zuhûr edivermiş.
Akvâl ve
ahvâl-i ârifânesi meşhûr olup, hakkında pek çok nevâdir menkûldür. Hicret-i
nebevîyenin 200 veya 201 senesinde (815 - 816) âlem-i bakâya intikâl edip,
Bağdâd’da kabr-i müteberrikleri ziyâret-gâhtır.
Kerhî denilmesi, Bağdâd civârında Kerh
beldesine nisbetinden kinâyedir.
ŞEYH ABDULLÂH et-TÜSTERÎ
HAZRETLERİ
Müşârünileyh,
kümmelîn-i ehlu’llâhtan ve Hz. Marûf-ı Kerhî’nin ekâmil-i mürîdânındandır.
Künyeleri Ebû Mubammed, ism-i
şerîfleri Sehl, vâlidleri
Abdullâh’tır.
Maskat-ı
re’sleri, Horasan’da Tüster beldesidir.
/30/ Küçük yaşından beri savmla dem-güzâr olurlarmış. Dayılarının
irtihâli üzerine Bağdâd’a gelip, Ma’rûf-ı Kerhî’nin füyûzât-ı ârifânesinden
müstefîd oldular.
Âlem-i
bakâya intikâlleri 283 sene-i hicriyyesine (896) müsâdiftir.
SERİYY-İ SAKATÎ HAZRETLERİ
Sâlik-i
râh-ı hakîkat, Hz. Şeyh Ebu’l-Hüseyn Seriyyi’s-Sakatî, yetmiş sene muammer
olup, 253 senesi Ramazânının birinci (4 Eylül 867) günü, ale's-seher imsâk-ı
hayât eylemiştir.
Hz. Cüneyd,
Hakk-ı âlilerinde demiştir ki:
“Ben Seriy’den ziyâde ibâdet ehli görmedim.
Yetmiş sene hiç bir kimse onu yan üstüne yatarken görmedi. Ancak hâl-i mevtinde
uzanmış gördüler.”
Yine Cenâb-ı
Cüneyd buyurur ki:
"Bir gün Seriyy-i Sakatî’nin hânesine gittim. Gördüm
ki hânesini süpürüyor ve bu beyitleri okuyup ağlıyordu:
لا في النهار ولا في الليل لي فرح
نه شب تهم نه روز أز ناله و آه
فلا أبالي أطال الليل أم قصر.
خواهي شب من دراز وخواهي كوتاه
Tercümesi :
Çü rûz u şeb
işim oldu cihânda nâle vü âh
Bana ne
geceler olsa dırâz yâ kûtah"
Hz. Ma’rûf-ı
Kerhî’nin mazhar-ı feyz-i tâmmı olan ve birinci tabakadan bir veliyy-i
kâmildir.
“Ma’rifet,
Cenâb-ı Hakk’a ibâdet ve nefsi mâ-sivâdan pâk eylemek demektir.”
buyururlarmış. Hz. Cüneyd ecell-i mürîdânındandır. (Kaddesa’llâhu sırrahu)
ŞEYH CÜNEYD-İ BAĞDÂDÎ
HAZRETLERİ
Burhân-ı
erbâb-ı tarîkat seyyidü’t-tâifeti’s-sûfiyye Şeyh Cüneyd hazretleri, kibâr-ı
meşâyih-ı sûfiyyedendir. “Ebu’l-Kâsım Cüneyd el-Bağdâdî b. Muhammed
ez-Zeccâc el-Kavârîrî” diye meşhûrdur. Aslen Nihâvendli olup, Bağdâd’da
yetişmiştir. Pederi cama müteallik şeyler satarmış.
Hz. Cüneyd,
İmâm Şafiî’nin talebesinden Ebû Sevr’in ve bir rivâyette /31/ Süfyân-ı Sevrî hazretlerinin
meclisine müdâvemetle, tahsîl-i ulûm ettikten sonra, dayısı bulunan Seriyy-i
Sakatî hazretlerine intisâb ile, tarîk-ı sûfiyyûna girmiş ve takvâ ve riyâzetle
tasfiye-i derûn ederek, a’mâl-i sâliha ve akvâl-i hekimânesiyle büyük bir sît ü
şöhrete nâil olmuş idi. Her taraftan mürîdân, halaka-ı irşâdına cem' olarak,
asrının kutb-ı a’zamı mertebesini ihrâz etmişti. Müddet-i ömründe otuz def'a
yaya olarak hac etmiştir.
297/(909) veya 298/(910)
senesinde irtihâl-i dâr-ı bakâ eylediler. Bağdâd’da Marûf-ı Kerhî ve
Seriyyi’s-Sakatî hazarâtının yanında medfûndur. Müddet-i ömr-i şerîfleri
doksanbirdir.
Bursalı
İsmâîl Hakkı hazretleri buyururlar ki:
"Müşârünileyhin, "Şeyh
Cüneyd-i Bağdâdî" nâmıyla
vasf olunması, Erdebilî’den ihtirâz içindir. Çünkü, şâhân-ı Acem, Erdebilî’nin
neslindendir. Erdebilî’nin o tarafta bî-had etbâı vardı. Sultânü’l-vakt olayım
diye kırk sene ictihâd etti. Nihâyet muvaffak olamayıp Şirvân vâlisi olan
Sultân Halîl elinde katl olundu. Etbâı perîşân oldu. Şeyh Cüneyd-i Bağdâdî’nin
aslı, bilâd-ı cebelden, Nihavend şehrindendir.”
Cüneyd, mezheb-i Sevrî’yi ihtiyâr eylemiş ve bu mezhep üzerine fetvâlar
vermiştir. Sevrî mezhebi, Şafiî mezhebinden başka bir şey değildir. Hz. Cüneyd,
İmâm Şâfiî talebesinden Sevrî’den ders okumuş ve bu meslekte devâm eylemiştir.
Şeyh Nûri ve Şeyh Şiblî ve Şeyh Ebu’l-Abbâs, Cüneyd hakkında, “İlm-i
tasavvufta imâmımız ve merci' ve muktedâmız, seyyidü’t-tâife Cüneyd
hazretleridir.” buyurmuşlardı.
Ehl-i zâhir,
ehl-i bâtının muktedâsı olduklarından, “seyyidü’t-tâife”
denildi. Âlem-i ma’nâda dîdâr-ı bâhiri’l-envâr-ı nebevîyi müşâhede şerefine
mazhar olup, “Yâ
Cüneyd! Ümmetime vâiz olup sebîl-i müstakîmi göster.” emr-i
âlî-i risâlet-penâhîsini şeref telâkkî edince, ale’s-sabâh umûm-ı meşâyıh u
ulemâyı toplayıp keyfiyyeti tefhîm edince herkes arz-ı /32/ inkıyâd etmiş, va’z u
nasîhattan müstefîd olmuştur.
Bir gün va’z esnâsında bir tersâ müslümân kıyâfetine girip,
Hz. Cüneyd’e, (اتقوا
فراسة المؤمن، فإنه ينظر بنور الله)[35] hadîs-i şerîfinin ma’nâsı nedir?” diye suâl sorunca, bir müddet sükûttan sonra, “Şehâdet getir, âvân-ı İslâm’ın
erişti” diye keşf-i hâl etmekle, o racül
hakîkaten müslümân olunca, “Oğlum
hadîs-i şerîfin ma’nâsı budur.” demiştir.[36]
Mertebe-i
ilmiyye vü irfâniyyesi pek yüksek eâzım-ı İslâmiyyedendir. (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
ŞEYH EBÛBEKİR eş-ŞİBLÎ
HAZRETLERİ
Sâhibü’l-kerâmâti’l-hârika
Şeyh Şiblî hazretleri, kibâr-ı evliyâu’llâhtandır. Pederi Mâverâünnehr’in bir
cihetindeki Şibliyye’den olduğu hâlde kendileri 247/(861) senesinde Sâmerrâ’da dünyâya revnak virüp 87 sene muammer olarak 334/(945)
senesinde şehr-i Zi'l-hiccece bülbül-i cânı ravza-i rıdvâna uçmuştur. Merkad-i
şerîfleri Bağdâd’da İmâm-ı A'zam efendimiz hazretlerinin civâr-ı
rahmet-medârlarında kâindir. Hz. Cüneyd’in eâzım-ı hülefâsından olup
Mâlikiyyü’l-mezhep idi. İlm-i tasavvufda ferîd-i zamân idi. Zühd ü takvâsı,
ahvâl ü akvâl-i ârîfânesi meşhûrdur.
Hz. Cüneyd, hakk-ı âlilerinde buyurmuşlardır :
لا تمظروا إلى أبي بكر الشبلي بالعين التي تنظر بعضكم
إلى بعض. فإنه عين من عيون الله ولكل قوم تاج وتاج هذا القوم الشبلي.[37]
Müşârünileyhden
kıllet-i nevmin fâidesini suâl etmişler, cevâbında, “Her kim ki, uykuya ziyâde râğıb
ola, o kimse elbette gâfildir. Gâfil olan ise envâr-ı hakâyıktan bî-haberdir.
Nevm, sebeb-i gaflettir. Eûzu billâhi mine’l-gafle.” buyurmuşlardır.
Mürîdânından
Şeyh Ebu’l-Fazl Abdullâh el-Yemenî hazretlerinden silsile-i Kâdiriyye; Hz. Ebû
Ömer Muhammed-i Zeccâc’dan silsile-i Mevleviyye; şeyh Ali el-A'cemî’den
silsile-i Rufâiyye zuhûr etmiştir.
Fahreddîni Râzi
hazretleri, Fâtiha tefsîrinde nakl eder ki:
Cenâb-ı /33/ Şiblî’nin vefâtı yaklaştığı
zamân yanında bulunanlardan ba'zıları kendilerine "Lâ-ilâhe illa'llâh"
demeyi ihtâr etmişler; müşârünileyh hazretleri dahi cevâben :
كل بيت أنت
حاضره
وجهك المأمول
حجتنا
غير محتاج
إلى السراد
يوم تأتي
الناس بالحج
kıt'asını inşâd eylemişdir ki, meâli, “İlahî! İzz-i huzûrunla şeref-yâb
olan hâne kanâdîl-i fürûzâna ihtiyâcdan müstağnîdir. Vahdâniyyetini isbât için,
halk-ı âlem hucec ü berâhîn ile huzûr-ı izzetine gelecekleri gün bizim de
hüccetimiz, ru’yet ü müşâhedesiyle şeref-yâb olmamız me'mûl olan dîdâr-ı pür-
envârın olsun.” merkezindedir. (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
GAVS-I A’ZAM SULTÂN SEYYİD ABDU’L-KÂDİR-İ GEYLÂNİ
HAZRETLERİ
Âlimu’r-rabbânî
ve’l-heykelü’n-nûrânî, gavs-ı a’zam, Muhyiddîn Ebû Muhammed b. Ebî Sâlih b.
Cengî-dost eâzim-i evliyâu’llâhtan pîr-i tarîkattır.
Tarîkat-ı
aliyye-i Kâdiriyye zât-ı âlî-i gavsiyyet-penâhîlerine mensûbdur.
Neseb-i
şerîfleri, peder-i mükerremleri cihetinden Hz. Hasan ve vâlide-i mukerremeleri
cihetinden Hz. Hüseyin (Radıya'llâhu anhumâ) efendilerimize müntehî olur
ki, teberrüken ve teyemmünen ber-vechi’s-sıhhat derc-i sahîfe-i iftihâr
kılındı.
Peder-i mükerremleri Ebû Sâlih Mûsa Ceng-dost (kaddesa'llâhu
sırrahû) b. es-Seyyid Ebû Abdullâh b. es-Seyyid Yahyâ ez-zâhid b. es-Seyyid
Muhammed el-Mûris b. es-Seyyid Dâvûd b. es-Seyyid Mûsâ es-sânî b. es-Seyyid
Abdullâh el-Mûris b. es-Seyyid Mûsâ El-Cûn b. es-Seyyid Abdullâh el-Mahz b.
es-Seyyid Hasan el-Müsennâ b. İmâm Hz. Hasan-ı Müctebâ b. Emîri’l-mü’minîn Hz.
Ali Esedu’llâhi’l-Gâlib. (Kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anhum)
Mâder-i muhteremeleri
Ümmü-l-Hayr Emetu’llâh Fâtıma bt. Abdullâh es-Savmaî b. es-Seyyid Ebû Cemâl b.
es-Seyyid Ebû Muhammed (Mahmûd) b. Seyyid Tâhir b. Seyyid Ebû Atâ b. Seyyid
Abdullâh b. Seyyid Kemâl b. Seyyid Îsâ /34/
b. Seyyid Alâeddîn b. Seyyid Muhammed b. Seyyid Ali el-Karz b. İmâm Ca'fer
es-Sâdık b. İmâm Muhammed el-Bâkır b. İmâm Zeynelâbidîn b. İmâm Hz. Hüseyin b.
Emîri’l-Mü’minîn Hz. Ali b. Ebi Tâlib. (Kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anhum)
Bu silsile-i
nesebde Hz. Cemâleddîn’den peder cihetiyle Mahmûd b. Abdullâh b. Kemâleddîn-i
Îsâ b. İmâm Muhammed El-Cevâd b. İmâm Ali er-Rızâ b. İmâm Mûsâ el-Kâzım b. İmâm
Ca'fer es-Sâdık’a müntehî olan bir kolu, Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye müellifi yazmaktadır.
Hz. Pîr
efendimiz hicret-i nebevîyyenin 470 senesi şehr-i Ramazânının (Mart 1078) ilk
gecesi, İran’ın Geylân Kasabası’nda mehd-ârâ-yı âlem-vucûd olmuşlardır. Cîlân,
Geylân’ın muarrebidir.
"Aşk" (عشق) ebced hesâbiyle târîh-i
velâdetleridir,
"Kemâl" (كمال) ebced hesâbiyle müddet-i ömr-i
şerîfleridir. (91 sene).
"Kemâl-i aşk" (كمال
عشق) ebced hesâbiyle târîh-i intikâlleridir 561/(1166).
إن باز الله سلطان الرجال،
جاء في العشق ومات في الكمال[38]
Bu hakîkati
beyândır.
Hakk-ı âlilerinde
pek ehemmiyyetli eser yazılmış, cihânın her tarafında şöhretleri artmış bir
pîr-i muazzamdır.
Henüz hâl-i
sabâvetlerinde harikulâde hâlleri görüldüğü gibi, daha doğmazdan evvel dahi
kendilerinin kutb-ı a'zam olacağına emmâreler müşâhede ve kayd edilmiştir.
Velâdetleri gecesi Hz. Risâlet-penâh (salla’llâhu aleyhi ve sellem)
efendimiz, cemî'-i sahâbe-i kirâm ve eimme-i hüdâ ve evliyâ-yı izâm ile vâkıa-ı
Hz. Ebû Sâlih Mûsâ Cengî-dost’ta şeref-zuhûr edip, kadem-i mevlûd-i mes’ûdu
tebrîk ile,
يا ولدي! يا
أبا صالح! أعطاك الله إبقاء وهو ولدي ومحبوبي ومحبوب الله سبحانه. وسيكون له شأن
في الأولياء والأقطاب، كشأني بين الأنبياء والمرسلين. [39]
buyurmuşlardır. (Kaddesallâhu
sırrahu)
Hz.
Abdulkâdir efendimiz henüz pek küçük yaşta iken /35/ peder-i ekremleri irtihâl-i dâr-ı nâîm eylemekle vâlide-i muhteremelerinin
taht-ı terbiyesinde kalmışlardı.
Fütûhât-ı Kenzi’l-Kur’ân’da okumuş idim:
Sînn-i
âlîleri yediye bâliğ oldukda vâlidesi çift sürmek, te’mîn-i maîşet etmek
maksadıyla, oğluna bir çift öküz alıp, bunun üzerine, Hz. Abdulkâdir çift
sürmeye başlar. Öküzlerden biri birgün başını çevirip Cenâb-ı Abdulkâdir’e
bakarak lisân-ı hâl ile, “Yâ Abdelkâdir! Allâh teâlâ seni, çift sürmek için halk eylemedi. Seni
ancak esrâr-ı ma’rifetu’llâh için halk buyurdu.” demesiyle, hemen hâne-i saâdetlerine gelip, vâlidelerine
keyfiyyeti tefhîm ile, kıbleye müteveccihen murâkabe buyurmuşlardır.
Burada istidrâd kabîlinden arz edeyim:
“Hayvân nasıl olur da böyle ifhâm-ı maksad eder?”
diye vâkıf-ı hakâyık-ı ahvâl olmayanların dûçâr-ı hayret olması vârid-i
hâtırdır. Hâlbuki Buharî-i şerîfin 4. cildinde mütâlaa-güzâr-ı fakîrânem
oldu ki: Bir gün Hz. Fahr-ı kâinât aleyhi ekmelü’t-tahiyyât efendimiz, salât-ı
subhun edâsından sonra ashâb-ı kirâma teveccüh buyurup otururlar iken, biri
öküzün üstüne binmiş, döverek sevk ediyordu. Manzûr-ı âlî-i peygamberî oldu. O
sırada öküz lisân-ı hâl ile, (إنا لم نخلق لهذا. إنما خلقنا للحرث), ya'nî:
"Biz böyle üstüne binilip sevk olunmak için değil, zîrâat için halk
olunduk.” dedi. Ashâb-ı kirâm, “Fe-subhâna’llâh, öküz söz söylüyor.”
diye dûçâr-ı hayret ve mazhar-ı sırr-ı hikmet oldular.
Daha emsâli
şeyler Buhârî-i şerîfte mezkûrdur ki, erbâb-ı hakîkate mekşûf olan şu ahvâle
teslîmiyyet göstermek cümle-i âdâb-ı irfândandır.
Hz. Abdulkâdir, o hâlden
müteessir olarak derûnuna aşk âteşi düşmekle vâlidesine ricâ ederek, “Kerem
eyle vâlideciğim, beni hak yoluna gönder.” buyurur. Vâlidesi bu ricâsını
bi’l-kabûl, /36/ “Oğlum sende bu hâlin zâhir olacağı velâdetinde
ma’lûm olmuştu.” diyerek li-ecli’t-tahsîl Bağdâd’a göndermiştir.
Civân iken
pîr, pîr iken civân olan, o nûr-ı dîde-i ehli yakîn yola çıkacağı sırada
vâlide-i mükerremesi pederinden kalan kırk altını oğlunun hırkasının koltuğuna
dikip, hîn-i vedâ'da, “Oğlum, sana bir nasîhatim olsun; asla yalan söyleme,
doğrulukdan ayrılma!” diye vasiyette bulunmuştur. Hz Abdulkâdir, esnâ-yı
râhda kârbân halkıyla birlikte harâmîlere müsâdif olup, harâmîler cümle kârbân
halkını soydular. Ehl-i kârbân hâib ü hâsir dururken, harâmînin biri Hz.
Abdulkâdir’i görüp yanına gelerek, “Sende mal var mı?” diye sordukda,
koca sultân, “Evet, hırkamın koltuğu altında kırk altın var.”,
buyurmuşlardır. Harâmîler bu hâli sergerdelerine haber verdiler ve dediler ki,
“Bir zaîf çocuk vardır, bende kırk altın var, diye ikrâr ediyor.” Bunun
üzerine, baş harâmî, “Çocuğu huzûruma getirin.” demesiyle Hz
Abdulkâdir’i ihzâr eylediler. Sergerde-i
harâmiyân, “Oğlum, sende kimse altın me’mûl eylemez. Niçin söyledin?”
deyince, Hazret, “Bu adam, bana, “Sende birşey var mı?” diye sordu.
Ciylân’dan çıkarken, vâlidem, bana, “Yalan söyleme.” diye nasîhat itmiş
idi. Yokdur desem, yalanı irtikâb etmiş ve vâlideme hıyânet eylemiş olurdum.
Bunun için doğruyu iltizâm ettim.” cevâbını verdi. Bu söz o sergerdenin
ciğerine te'sîr eyledi:
“Eyvâh
bir bî-günâh sabî vâlidesinin ahdine hıyânet etmekden çekiniyor; ben ise, bunca
senedir Allâh-ı azîmü’ş-şânın emrine muhâlefetle hırsızlığı irtikâb ederek
fenâlıklıkta bulundum.” diyerek izhâr-ı nedâmet ü peşîmânî ile bâ-kemâl-i
hüzn, der-akab kârbân halkının mâllarını iâde ederek, bir dahi bu meslekde
bulunmamağa tevbe-kâr oldu. Bunun hâli dîger harâmîlere de sirâyet ederek
cümlesi tâib ve müstağfir /37/ oldular.
Hz. Abdülkadir, henüz hâl-i
tufûliyyette iken bir kârbân halkının mâlını kurtardı; harâmîlerin tevbe-kâr
olmasına sebeb oldu; tarîk-ı Bağdâd’ı bâğîlerin şerrinden emîn etti.
Nâzım Paşa
ve Hersekli Ârif Hikmet Beğ’in methiyyeleri:
Aşkdır
ser-nâme-i unvânı Gavs-ı A’zam’ın
Ol kemâlin
sırrıdır burhânı Gavs-ı A’zam’ın
Lafza sığmaz
ma’ni-i rüchânı Gavs-ı A’zam’ın
Kâbil-i ihsâ
değil irfânı Gavs-ı A’zam’ın
Berter-i
idrâk izz ü şânı Gavs-ı A’zam’ın
Cezbe-i
feyzinle âlî cânlar olmuş bî-karâr
Havl-ı
mihr-i intisâbında döner seyyâre-vâr
Ber-tarafdır
bunda hep endîşe-i dâr u diyâr
Sırr-ı
devr-i âlem-i lâhûtu eyler âşikâr
Ma’nevî
seyrândır devrânı Gavs-ı A’zam’ın
Düş tarîk-ı
aşka ömrüm nâle-i cân-gâh ile
Mâ-sivâ
efkârın imhâ eyle âh u vâh ile
Bul fenâ
içre safâyı bir dil-i âgâh ile
Her giren
ser-mest olur feyz-i ricâlu’llâh ile
Bezm-i
gaybu’l-gaybdır meydânı Gavs-ı A’zam’ın
Nûr-ı vahdet
seyr ider dilden dile sârî olur
Ol cemâlin
cân-güdâzân âşık-ı zârî olur
Vâkıf-ı
sırr-ı şumûl-ı kudret-i Bârî olur
Hân-kâh-ı
âlem-i ulyâda da cârî olur
Dem-be-dem
âdâb ile erkânı Gavs-ı A’zam’ın
Kadirîyiz
bizdedir her iktidâr-ı mümkinât
Bâzü’l-Eşheb
pây-mâlıdır sevâd-ı şeş-cihât
Durma Hikmet sen de söyle böyle
mâ-dâme’l-hayât
El çekerdim
kabza-ı hükmümde olsa kâinat
Geçse Nâzım
destime dâmânı Gavs-ı A’zam’ın
Bursa’da
Mısrî Hânkâhı şeyhi Şemseddîn efendi tarafından ihdâ olunmuştur:
Medhi mümkin
olmadı Sultân Abdülkâdir’in
Gün gibi bak
âşikâr burhânı Abdülkâdir’in
Her kim itse
arz-ı hâcât matlabın elbet bulur
Herkese
şâmil olur ihsânı Abdülkâdir’in
Bâzü’l-Eşheb
Gavsü’l-A’zam Şeyhü’l-Ekber kendidir
Mazhar-ı
sırr-ı Alî’dir cânı Abdülkâdir’in
Şeyhü’l-Ekber
misk-i ezfer ana olmuşdur mürîd
Ser-te-ser
tutdu cihânı sânı Abdülkâdir’in
Evliyâu’llâh
ana ta’zîm idüp eydi boyun
İns ü cinne
irişür harmânı Abdülkâdir’in
Ol erenler
şâhıdır pîrân iderler ahz-ı feyz
Şarkı garbı
tutdu çün irfânı Abdülkâdir’in
Âşıkân
feryâd iderler zikr-i “Yâ Hayyü” diyüb
Feyz-yâbdır
silk-i meydânı Abdülkâdir’in
Cân u başla
zikr idüp eyler semâ’ başın urur
Mûcib-i
hayret olur seyrânı Abdülkâdir’in
Mebde-i
sırr-ı meâdı sâlike tefhîm ider
Gösterir
seyr-i sülûk devrânı Abdülkâdir’in
Nefsini
tezkiyye kalbi tasfiye içün müdâm
Sürülür leyl
ü nehâr erkânı Abdülkâdir’in
Pîrime olmuş
hediyye başımızda taşırız
Verd-i
vird-i Hazret-i Geylânî Abdülkâdir’in
Şemsi-i Mısrî ana bir bende-i dîrînedir
Dâhil-i
bezm-i harîm dîvânı Abdülkâdir’in
39. sahîfede ismi geçen Besîm Bey Efendi’nin medhiyye-i
mergûbesidir:
Genc-i
esrâr-ı hafâ Hazret-i Abdülkâdir
Gül-i tâc-ı
urefâ Hazret-i Abdülkâdir
Bilemez
kadrini usfûr-ı zemîn
Bâz-ı
şeh-nâz-ı semâ Hazret-i Abdülkâdir
Hasta-i
mihnete rûh-âversin
Ey mesîhâ-yı
rehâ Hazret-i Abdülkâdi
Sırr-ı
mi’râca dırahşende sirâc
Nûr-ı Vehhâc-ı ulâ Hazret-i Abdülkâdir[40]
Ârif-i
nükte-i İsrâ sensin
Bârık-ı
berk-ı sinâ Hazret-i Abdülkâdir
Ey kerâmâtı
ki mısdâk-ı cihân,
Keremi
cilve-nümâ Hazret-i Abdülkâdir
Ey necîbü’n-neseb-i
Âl-i Nebî
Mazhar-ı
feyz-i velâ Hazret-i Abdülkâdir
Medd-i yed
ile Besîm efkarına
Hazret-imdâd-resâ
Hazret-i Abdülkâdir
Medhiyye:
Oldu dil
hayrân-ı şânı zât-ı Abdülkâdir’in
Tutdu nûru
âsumânı zât-ı Abdülkâdir’in
Beyt-i
Ma’mûr-ı safâ eyler dil-i vîrâneyi
Medd-i
dest-i iktirânı zât-ı Abdülkâdir’in
Çeşm-i
hasretle bakarlar türbe-i nevvârına
Âsumânın
iktirânı zât-ı Abdülkâdir’in
Feyz-i
müstesnâsı kim şâyân-ı im’ân-ı nazar
Tutmuş
aktâr-ı cihânı zât-ı Abdülkâdir’in
Ma’nevî
râyâtının tahtındadır Afgân u Hind
İşte bak
burhânı şânı zât-ı Abdülkâdir’in
İ’tirâf-ı
acz ider vasfında ol Vassâf kim
Hâk-sâr-ı
âsitânı zât-ı Abdülkâdir’in
Hz.
Abdulkâdir, Bağdâd’da mebâdî-i ulûmu tahsîlden sonra, Kadı Ebû Saîd-i
Mahzûmî’den ilm-i fıkh teallüm ettiği gibi Ebûbekir b. el-Muzaffer ile sâir
muhaddisînden ehâdîs-i nebevîyye istimâ' eyledikten sonra va’z u tedrîse
mübâşeretle sît ü şöhreti âlem-gîr olup zamânının imâmı olmuşlardı.
Mezheb-i Hanbelî’ye tâbi' olup Hanâbilenin şeyhi idi. Ulûm-ı
edebiyyeyi, Ebû Zekeriyyâ et-Tebrîzî'den ahz etmiş idi. Müddet-i tahsîl ü
tedrîste kendi kedd-i yemîniyle taayyüş ederdi. Kendilerinden Ebû Sa’d-ı
Sümmânî gibi meşâhîr-i ulemâ ahz u istimâ’ ve rivâyet etmişlerdir.
/38/
Bir hayli vakit Bağdâd’da va’z ile meşgûl olup, meclis-i enverleri merci'-i
hâss u âm olduktan sonra halvete çekilip riyâzetle yaşamağa başlamış ve ba’dehû
seyâhate çıkıp mücâhede-i nefse ve sahrâlarda ikâmetle, zühd ü ibâdete koyulmuş
ve bâlâda ismi geçen Ebû Saîd Ali b. el-Mübârek el-Mahzûmî’den ahz-ı tarîkat
eylediği gibi, Şeyh Ahmed-i Debbâs’la dahi hem-sohbet olmuştu.
Bağdâd ve Kerh civârındaki mücâhedâtı yirmibeş sene sürmüştür. Tomâr’da yazıldığına göre esnâ-yı
mücâhedede eâzım-ı meşâyihden Eş-Şeyh Hammâd b. Müslim ed-Debbâs ile sohbet
ederek ilk inâbet-i tarîkatı müşârünileyhten almış Tâcu’l-ârifîn, Ebu’l-Vefâ-ı
Kâkî’nin ve sâir eâzim-i sûfiyyenin sohbetlerinden de müstefîd olarak şeyh
Hammâd’ın nezdinde mücâhedâtla sülûk çıkarmış ve müşârünileyhe dâmâd olmuştur.
Sâdık
Vicdâni Bey’in Tomâr’da yazdıkları gibi mücâhid-i â’zamın, bu mücâhedât-ı
medîde ile vâsıl olduğu mertebe-i â’lâyı, bizim gibi erbâb-ı kâl u makâlin
lisân-ı ebkemi takrîr, rekîkü’l-ifâde kalemi tasvîr edemez. Onu ehl-i hâl
anlar.
520/(1126)
senesinde kırk dokuz yaşında iken tekrâr akd-ı meclis-i va’z edip, lisân-ı
irfân- beyânından nice hikem-i ilâhîyye sâdır olmakla şöhretleri âfâkı tutmuş,
bilâd-ı baîdeden bezm-i irfânlarına gelenler günden güne çoğalmıştır.
528/(1134)
senesinde Ebû Saîd medresesinde tedrîs ve iftâya; ve erbâb-ı aşk u irfâna, ta’lîm-i
hakîkat ü ma’rifete başlamış, fürû' ve usûl-i fıkıhda ve tasavvufda bir kaç
kitap te’lîf buyurmuşlardır. İşte tarîkat-ı aliyye-i Kâdiriyye bu mücâhedât ile
teessüs edip ondan sonra Hindistân’a kadar intişâr eylemiştir.
Takvâ ve
tasavvufa müteallik ârifâne sözleri pek çoktur. Melfûzât-ı Geylânî unvânıyla elsine-i İslâmiyye'de
cem’ u tedvîn olunmuştur.
/39/ Sirâcü’l-Vehhâc fî Leyleti’l-Mi’râc, Fütûhu’l-Gayb, Gunyetü’t-Tâlibîn
Umdetü’s-Sâlihîn, Behcetü’l-Esrâr, Vasiyet-nâme ve Gavsiyye nâmlarında âsâr-ı aliyye-i mu'teberesi zînet-bahş-ı eyâdî-i
ashâb-ı irfândır.
Bunlardan
başka, Dîvân-ı
Gavsi’l-A’zam unvânıyla tasavvuf üzerinden
hakîkat ve ma’rifete müteallik, Farisiyyü’l-ibâre mecmua-ı eş’ârı mütedâvildir.
Hz. Gavs’ın
âşıklarından Besîm Efendi muharrir-i fakîre yazdığı bir mektûbunda der ki:
“Hakâyık-ı mütecelliyye-i ilâhiyyenin ümmet-i Muhammediyye üzerinde en
âlî-nümûd, en gumûz-efrûz meâlim-i kudsiyyesinden olan sırr-ı akdes-i isrâyı, o
mahremiyyet-i aksa’d-derecâta şâyân bir îkân-ı lâhûtî fütûh ile lisân-ı sünûha
naklen teblîğ-i belîğ ile beyân edebilen âsâr-ı beşerin ekmel ve ecmeli,
ulviyyet, ercahiyyet, ahseniyyet i'tibârât-ı âliyesiyle bi-hakkın Gavs-ı A’zam
(Kuddise sırruhu'l-ekrem) efendimizin Sirâcü’l-Vehhâc unvân-ı münîriyle pertev-efşân
te'lîf-i celîl-i kudsiyyet-nişânlarıdır. Metn-i muallâ-yı Arabiyyesiyle berâber
merhûm ve mağfûr Muhtâr Efendinin tercüme-i belîgasını şâmil olarak vaktiyle
hüsn-i sûretle tab’edilmiş olan bu kitâb-ı müstetâb-ı celîlin tilâveti
semâvât-ı âliyâtın tabakât-ı hakâyıkını sutûr-ı nûr ile şerh ve inâre etmiştir.
Emânu'llâh âşık ile ma'şûk-ı Vedûd'un bir olduğu nûr ve zulmet-i sûriyyenin
verâ-yı perde-i istitâra çekildiği o leyle-i pür-esrâr-ı bî-renk ü bî-misâldir
ki, hâlât u makâmât ve tecelliyyâtı Hz. Gavs-ı a’zam derecesinde izâkaya kim
muvaffak olabilmiştir? O tahte'r-rumûz ne kadar muşa’şa’ bir neşr-i künûzdur! (Radıyallâhu
anh ve kaddesa'llâhu sırrahû) Hayret-kârâne tâ’zîm,
ta’zîm-kârâne hayret!...
Medhiyye-i fakîrânem:
Mest itdi
beni midhat-ı Abdülkâdir
Cezb itdi
beni Hazret-i Abdülkâdir
Hubb u
şerefi kalbime zînet virdi
Hayretde
kodu rütbet-i Abdülkâdir
Uşşâkı için
bâis-i şândır nisbet
Hasretde
komaz re’fet-i Abdülkâdir
Feyz-âver
olur âşıkına bi'llâh
Mürde-dîl
için kudret-i Abdülkâdir
Zâhirde vü
bâtında şefâat eyler
Tâlipler
için âdet-i Abdülkâdir
Rûmâlî-i dergâhı olan süllâke
Dest-res
olur himmet-i Abdülkâdir
Vasfında
düşer acze nice Vassâf’ı
Gâyetle
büyük şevket-i Abdülkâdir
Şiirde Muhyî tahâllus buyurmuşlardır.
Âtîdeki
nutuklar, enfâs-ı kudsiyyelerindendir:
نيست بيرون ودرونم ذرهء خالي زدوست،
صورتم آينهء معنا بمعنى عين اوست.
كر بيايى بسر تربت ويرانهء ما،
بينى از خون جكر آب زده ختنهء ما.
شكر لله كه نمريم رسيديم بدوست،
آفرين باد برين همت مرادنهء ما.
با أحد در لحد تنك بكويم أي دوست،
آشناييم بتوغير تو بيكانهء ما.
محي از شمع تجلى جمالش ميشوخت،
دوست ميكفت زهي همت مردانهء ما. [41]
Zât-ı
gavsiyyet-penâhîlerinin bilâd-ı İslâmiyyede pek büyük şöhretleri vardır.
Kerâmât ve menâkıb-ı şerîfelerini hâvî, elsine-i muhtelifede müstakillen âsâr-ı
adîde vücûda getirilmiştir.
Harâmeyn-i
Muhteremeyn’i ziyâret eyledikleri zamân zuhûra gelen hârikulâde ahvâlini,
uşşâk-ı irfânları pek ehemmiyyetle kayd etmişlerdir. Mekke-i Mükerreme’de,
Harem-i Şerîf’te dâimâ oturdukları makâmı, el-an ma'lûm olup, çâr-aktâr-ı âlemden
gelen âşıklar burada teberrüken namâz kılar, duâ ederler. Medîne-i
Münevvere’de, Ravza-i Seniyye’de dahi vardır. Bu abd-i kemter her iki makâmda
da dergâh-ı azamet-i ilâhîyyeden niyâzda bulunmak şerefine mazhar oldum.
Hindlilerin, müşârünileyhe meyl ü muhabbetleri çok ziyâdedir. O makâmât-ı
mübârekede onları rû-mâl olurken gördüm. Döktükleri göz yaşlarına ve
kalblerinden cûşa gelen aşk u muhabbet ve hürmete şâhit oldum.
Hz. Gavs, aktâb-ı erba’adandır. Nâm-ı âlîleri zikr olundu
mu, kalb-i hazînim ihtizâza gelir. Tefrîhu’l-Havâtır /40/ nâm eserde dördüncü menkabede [42] في هلاك من ذكر اسمه
بغير طهارة diye gül-zâr-ı maânîden uzun uzadıya mertebe-i bülendinden bahs ve nakl-i hakîkat
olunmuştur.
Medîne-i
Münevvere’de bulundukları zamân kırk gün huzûr-ı saâdette ellerini göğsüne
koyarak kâimen bulunmuşlar ve kıt’a-ı âtiyeyi tilâvet eylemişlerdir ki, Tefrîhul-Havâtır’da okudum:
ذنوب كموج البحر هي أكثر،
ولكنها عند
الكريم إذا عفا.
كمثل الجبال
الشم بل هي أكبر،
جناح من
البعوض بل هي أصغر. [43]
Eser-i
mezkûrde menkabe-i ûlâda menkûldür:
- ذكر
جواهر القلائد آخذ عمن مجمع الفضائل قال:
سمعت عن المشايخ الصوفية رضي الله عنهم أجمعين،
أن سيدنا الشيخ اليد عبد القادر الكيلاني هو الغوث الأعظم. لأنه كلما الغوث،
قالمراد به هو رضي الله عنه. لأنه مخاطب من الحق به. كذا ذكر في الغوثية:
رأينا نبينا
ليلة المعراج وشرف بتشريف الولاية المطلقة المحمدية وخلقة الوراثة المحبوبية في
تلك الليلة المباركة كما نقل عنه رضي الله تعالى عنه أنه قال: لما عرج بجدي ليلة
المرصاد وبلغ سدرة المنتهى، بقي جبريل الأمين متخلفا وقال: يا محمد! لو دنوت أنملة
لاحترقت.
فأرسل الله
تعالى روحي إليه في ذلك المقام لاستفادتي من سيد الأنام عليه وعلى آله الصلاة
والسلام فاشرفت به واستحصلت على النعمة العظمى والوراثة والخلافة الكبرى. وحضرت
وأوجدت بمنزلة البراق حتى ركب على جدي رسول وعناني بيده حتى وصل (فكان قاب قوسين
أو أدنى). وقال لي: يا ولدي وحدقة عيني قدمي، هذه على رثبتك وقدماك على رقاب كل
أولياء الله تعالى.
وقال رضي
الله تعالى عنه في بعض أشعاره:
وصلت إلى العرش المجيد بحضرت،
فلاحت لي
الأنوار والحق أعطاني.
نظرت لعرش
الله قبل تخلقي،
فلاحت لي
الأكلاك والله سماني.
وتوجني بتاج
الوصال لنظرة،
ومن خلقه
التشريف والقرب أكساني. [44]
/41/ Hz. Şeyhü’l-ekber (Kuddise sırruhu'l-athar)
efendimiz Fütûhât’ında 73. bâbda Hz. Gavs-ı A’zam Efendimiz için böyle
buyuruyor:
رجل واحدوقد
نكون امرأة في زمان آتية. وهو القاهر فوق عباده. له الاستطالة على كل شيء سوى
الله، شهم، شجاع، مقدام كثير الدعوى بحق، يقول حقا، ويكم عدلا. وكان صاحب هذا
المقام شيخنا عبد القادر الجيلي ببغداد. كانت له الصولة والاستطالة بحق على الخلق.
كان كبير الشأن. أخباره مشهورة. لم ألقه، ولكن لقيت زماننا في هذا المقام. ولكن
كان عبد القادر أتم في أمور آخره من هذا الشخص الذي لقيته. وقد درج الأخر ولا علم
لي بمن بعده هذا المقام إلى الآن رضي الله عنهما. [45]
Şân-ı
âlîlerinde hayret-zede olarak âstân-ı irfânlarına rû-mâl olurum.
Pîşvâ-yı
mürşid ü pîr-i muazzamsın meded
Hem şeh-i
sâhib-tarîkat hem mükerremsin meded
Ser-firâz-ı
mukbil ü hem nev'-i âdemsin meded
Nesl-i pâk
bâis-i mevcûd-ı âlemsin meded
Cümlenin
indinde makbûl ü müsellemsin meded
Kutb-ı âlem
Gavs-ı A’zam zât-ı ekremsin meded
Oldu
Abdülkâdir-i Geylânî nâm u şöhretin
Hep bilir
bây u gedâ kadrini hem mâhiyyetin
Dâimâ pervâz
iderken şâh-bâz-ı himmetin
Sâlike câ-yı
emândır âstân-ı devletin
Cümlenin
indinde makbûl ü müsellemsin meded
Kutb-ı âlem
Gavs-ı A’zam zât-ı ekremsin meded
Cânib-i
dilden nesîm-i himmetin itse güzer
Bû-yı feyzinden
sana âşık olan cândan geçer
Âcizin Vassâf-ı pûr-ekdârın istimdâd eder
Lutf idüp
ihsân-ı feyzinden ana göster eser
Cümlenin
indinde makbûl ü müsellemsin meded
Kutb-ı âlem
Gavs-ı A’zam zât-ı ekremsin meded
Üsküdarlı
Şeyh Hayrullâh Taceddîn-i Rufâî, Hz.
Gavs medhiyyesinde der ki:
Gavs-ı A’zam
Hazret-i Sultân Abdülkâdir’in
Zâhir ü
bâtın tasarruf rûh-ı vâlâsındadır
Bendesi ol
dergeh-i aşkında dâim Tâciyâ
Cümle
uşşâk-ı ilâhî feyz-i ulyâsındadır
/42/ Hz. Gavs, 561 sene-yi hicriyesi şehr-i Rebiu’l-âhirinde
(Şubat 1166) hastalandı. Rıhletleri
takarrüb edince cânib-i gaybdan bir mektûb zuhûr etmekle mahdûmlarına
göstermişler,(المكتوب
من المحب إلى المحبوب)[46] buyurmuşlardır.
Yedi gün
tamâm olunca, hâl-i ihtizâr rû-nümâ oldu. Mürîdan-ı hâlısü’l-cenânları nezd-i
âlîlerinde pervâne gibi sûzân oluyorlardı. Hz. Pîr, bir müddet ağladılar, sonra
tebessüm buyurdular. Bu hâli merak eden bende-gânına,
“Kendimin gaybûbiyyeti hâlinde mürîdânımın ve tarîkat-ı aliyyeme
mütemessik olacak ümmetin hâlini düşündüm de ağladım. Sonra tebşirât-ı ilâhîyye
ile mübeşşer oldum ki, gerek sizin, gerek tarîkıma mütemessik olanlar için bana
imdâd kuvveti ihsân buyurulunca mesrûr oldum, tebessüm ettim.” buyurup, makâm-ı fahrda:
أنا قطب
الأقطاب الوجود حقيقة،
توسل بنا في
كل هول وشدة،
على سائر
الأقطاب قولي وحرمتي،
أعيشك في
الأشياء طراب همتي.
وكن قادري
الوقت للهمخلصا،
فجدي رسول
الله أعني محمدا،
لعيش سعيدا
صادقا لمحبتي،
أنا عبد
القادر، دام عزي ورفعتي.[47]
buyurdular
Bu kıt’a da
enfâs-ı kudsiyelerindendir ve türbe-i şerîfelerinin kapısı bâlâsında yazılı
imiş:
على بابنا قف
عند ضيق المناهج،
تعز بعلي
القدر من ذي المعارج.
ألم ترى أن
الله أسبغ نعمة،
علينا وولينا
قضاء الحوائج. [48]
Hayât-ı sûriyyelerinin son
dakîkalarında, seslerini yükselterek üç def'a, “Allâh, Allâh, Allâh” diye zikr
edip, ba’dehû zikr-i hafî ile meşgûl iken, cânını Hazret-i Cânân’a teslîm
eylemiştir. (Radıya'llâhu anhu)
Mahdûm-ı
mükerremleri Seyyid Abdürrezzâk Hazretlerine son vasiyetleridir:
يا ولدي! وفقنا الله تعالى
وإياك المسلمون. آمين.
أوصيك بتقوى
الله وطاعته ولزوم الشرع وحفظ حدوده. إن طريقتنا هذه مبنية على الكتاب والسنة
وسلامة الصدر وسخاء اليد وبذل الندى وكف الجفا وحمل الأذى والصفح عن عثرات
الإخوان. [49]
/43/ Zamân-ı intikâlleri, şehr-i Rebîu’l-âhir’in onbirinci
Pazartesi gecesi, salât-ı ışânın
akabindedir. Na’ş-ı gufrân-nakşları yüzbinlerce ehl-i İslâm’ın dûş-ı
ihtirâmında olarak, Bağdad’da, Bâbü’l-Ezc’de kâin merkad-i münîflerine nakl
olundu. Bâlâda yazdığım vechile doksanbir sene muaammer olmuştur. Evlâd-ı
kirâmları on yediye bâliğ olmuştur. Merkad-i münîfleri üzerine bir türbe-i
şerîfe inşâ olunup, zamânımıza kadar ağniyâ-yı İslâmiyye tarafından i'mâr ve
tezyînine sarf-ı nakdiyye-i himmet olunmuştur. Altın ve gümüşten ve mücevherden
eşyâ-yı zî-kıyem vakf edilmiş ve Hind mihrâcelerinden arz-ı hizmet edenler
görülmüştür.
Bağdâd’da
vaktiyle, İdâdî-i Askerî Mektebi’nde muallimlikte bulunmuş, taallukâtımdan
İbrâhîm Bey merhûm, müşâhedâtına istinâden nakl etti :
Hind mihrâcelerinden biri,
Hz. Pîr’in sandûkaları üzerine örtülmek üzere, kâmilen inci ve mücevherle
tersî’ olunmuş pûşîde ihdâ eylemiştir. Her Cuma günü örtülür ve hânkâh-ı
şerîfte, icrâ-yı âyîn-i tarîkat olunurmuş. Tarîkat-ı aliyyeleri Hindistân’da
daha ziyâde münteşir imiş. Fi'l-hakîka, Hindistân’dan her dâim külliyyetli
züvvâr gelir, âsitâne-i aliyyede misâfir kalırlarmış. Onların gösterdikleri
âsâr-ı ta’zîmiyeyi görenlerden işittim. Yüzlerini sürerek türbe-i şerîfelerine
öyle dâhil olurlarmış.
Gavs-ı
aktâb-ı dilâ Hazret-î Abdülkâdir
Şâh-ı
iklîm-i bakâ Hazret-i Abdülkâdir
Şems ider
cezbe ile nisbet iden bendesini
Mazhar-ı
nûr-ı Hudâ Hazret-i Abdülkâdir
Müstakîm-zâde
Süleymân Sa'deddîn Hazretleri, Cenâb-ı Abdülkâdir’in sandûka-i kabrinde
muharrer olan:
إذا ضاقت
حالي اشتكيت لخالقي،
ثديرا على
تيسير كل عسير. [50]
beytiyle ibtidâ eden beş beytin Türkçe
olarak şerhini, Şerh-i
Ebyât-ı Sandûka nâmıyla yazmıştır ki, Pertev
Paşa Kütüphânesi’nde, 614 numaralı mecmûada görülür. Bu hakîkati, urefâ-yı
asırdan İbnü’l-Emin Mahmûd Kemâl Bey meydâna çıkarmıştır. Cenâb-ı Hak ondan da
râzı olsun.
/44/ İmdâd u tasarrufta meşhûr-ı âlemdir. İsmâîl Hakkî-i
Celvetî hazretleri Ahid-nâme’sinde yazıyor:
“Ali Sahâvî, Tercüme-i Hazret-i
Abdülkâdir-i Geylânî’de tasrîh ve Ebu’l-Meâlî’den nakl ettiği gibi Fevâid-i
Hümmâniyye’de münderic olduğu üzere Hz. Abdülkâdir, “Her kim, bir şiddetinde nidâ ve istiğâse ve benden istimdâd eylese, ol
şiddeti ferece ve kürbeti ferah ve sürûra mübeddel olur ve ismimle bana nidâ
eylese ve beni vesîle edip, Hak teâla’dan istiânet eylese, elbette hâceti revâ
olur.” buyurmuşlardır. Eğer bir kimse iki rek'at namâz kılıp, her rek'atta
ba’de’l-Fâtiha, onbir İhlâs okur ve ba’de’s-selâm tekrâr onbir ihlâs ve selât u
selâm kırâat ederek, sağ ayağıyla şark ve garb tarafına onbirer hatve
yürüdükten sonra, ayaklarını birleştirip tevakkuf ve nidâ eyleye ki, (يا سيدي، يا عبد القادر! إني جعلتك
الوسيلة إلى الله في قضاء حاجتي.), ya'ni "Ben seni Hak teâlâya vesîle edip hâcetimin
husûle gelmesi emrinde senden ricâ ederim." dese, bi-izni’llâhi teâlâ
nâil-i merâm olması mukarrerdir. Bu husûsta ulemâ-yı kirâm bâ-husûs meşâyih-ı
izâm ta’lîm-i vasiyet ettiler.”
Tefrîhu’l-Havâtır’da, Behcetü’l-Esrâr’dan da aynı
sûretle nakl olunuyor. Ancak tevessülde daha tafsîlat münderictir. Mes'ele
ihlâs ile tevessüldedir. Bu abd-i fakîr, mükerreren bu fi'l-i memdûhu ihtiyâr
ettim ve âsâr-ı bâhiresini derhâl gördüm, el-hamdü lillâh.
Server-i
ehl-i velâyet pîrim Abdülkâdir’in
Bende-i
dîrînesi Vassâf-ı bî-evsâfdır
Âsitân-ı
pâkine nisbetle fahr itmekdeyim
Pîr-i âlî-himmetim
gencîne-i eltâfdır
* * *
Hamdü
li’llâh geşt idüp âlemleri ser-tâ be-pâ
Düşdü râhım
câyına Sultân Abdülkâdir’in
Evliyâ
taksîm idince bende-gânın tâ-ezel
Düşmüşüm ben
pâyına Sultân Abdülkâdir’in
Lâ edrî
nâzımehû
Bir mühimme:
Hz.
Şeyhu’l-Ekber Efendimiz, Fütûhât’ın cild-i sânîsinde, Kitâb-ı Zekât’ta Şuhhu’n-nefs ve buhlu’n-nefs bahsinde buyurur ki:
“İddihâr-ı emvâl edenler,
ya budur ki: Kendilerine ârız olan bir vakt-i hâcet için alâ-basîretin iddihâr
ederler; yahut lâ-an-basîratin iddihâr eylerler. Lâ-an-basîretin, iddihâr-ı
emvâl edenler bizce müsellem değildir. Onlar ehlu’llâhtan olamazlar. Zîrâ
ashâb-ı basîret değildirler. Basîret üzere iddihâr-ı emvâl edenler ikiden hâli
değildir: Biri budur ki; kendilerinin vâkıf olduğu bir emr-i ilâhî ile iddihâr
ederler ve böyle olduğuna da hükm ederler. Dîgeri emr-i ilâhî ile olmayarak
iddihâr-ı emvâl eylerler. Eğer emr-i ilâhî ile iddihâr etmişler ise, o kimse
abd-i mahzdır. Onunla bizim sözümüz yoktur; çünkü me’mûrdur. Abdülkâdir-i Cîlî
hazretleri hakkında da böyle zan ederiz. Çünkü o Hazret'in makâmı bu idi,
Allâhu a’lem. Zîrâ o Hazret’te âlem-i tasarruf neşesi var idi.”
Nakşibendî faslında da zikr
olunacağı üzere, Hz. Muhammed Bahâeddîn Şâh-ı Nakşıbend efendimiz, Hz. Gavs’ın
ravza-i mübârekelerini ziyâret kasdıyla, Buhârâ’dan teşrîf buyurmuşlardır. Hz.
Gavs’a bi’t-tevessül selâm vermiş ve selâm almıştır. Neş’e-i mahsûsa
te’sîriyle:
بادشاه هر دو عالم
شاه عبد القادر ست،
سرور أورد آدم شاه
عبد القادر ست.
آفتاب ماهتاب عرش
وكرسي وقلم،
نور قلب أز نور
أعظم شاه عبد القادر ست. [51]
Ve
سك دركاه
بيران شوي،
چو خواهي قرب
رباني.
كه بر شيران
شرف داردر،
سك دركاه
كيلاني. [52]
buyurmuşlardır.
Hz. Gavs-ı
A’zam efendimiz, Tefrîhu’l-Havâtır’da yazıldığı üzere ziyy-i ulemâda telebbüs ederlermiş,
zî-kıymet kumaşlardan ma’mûl elbise giydikleri vâki’ imiş. Esnâ-yı va’zda dâimâ
kürsüye çıkarlar, sözleri sür’atle ve savt-ı bülend ile söylerlermiş; söze
başladıkları zamân, kulûb-ı kâsiye ashâbı bile dûçar-ı ra’şe olur; ve
te’sîrât-ı hasenesini görürlermiş. Ale’l-ekser Cuma günleri va’z u nasîhat
buyururlarmış.
Şahsen gâyet
heybetli imiş. Mekârim-i ahlâk sâhibi olduklarından, her gören meclûb ve meftûn
olurmuş. Bedenen zaîf, murabbau’l-kâme,
arîzu’s-sadr, arîzu’l-lıhye, esmerü’l-levn, melîhu’l-vech ve mahbûbu’l-kulûb
imiş.
Şemâil-i aliyyeleri:
Nahîfü’l-beden, orta boylu, göğsü geniş, alnı açık, buğday benizli, saçları
omuzlarına kadar uzun idi.
Olmuşum
meftûn-ı irfân kerâmet-güsteri
Kutb-ı
aktâb-ı cihân Sultân Abdülkâdir’in
Pîşvâ-yı
ehl-i Hak hem ser-firâz-ı evliyâ
Rehnümâ-yı
âşıkân Sultân Abdülkâdir’in
/46/ Fehmile anın uluvv u kadrini hayrân olup
Virmişim
yoluna cân Sultân Abdülkâdir’in
Bende-i
nâçîzi oldum iftihâr itmekteyim
Dest-gîr-i
bende-gân Sultân Abdülkâdir’in
Himmeti irdi
Sümûhî kem-tere buldu şeref[53]
Gavs-ı
yek-tâyı zamân Sultân Abdülkâdir’in
Hz. Gavs-ı
A’zam, “Bâzu’l Eşheb” diye tavsîf olunur. Bâz, doğan denilen şikârî bir kuş: Eşheb, beyâz ma’nâsına olup,
Bâzu’l-Eşheb hakkında, azîzim Şeyh Mustafa Sâfî Efendi hazretlerine sordum; “Oğlum, bu bir nevî’ kuştur ki,
bulunduğu yerden ufukta bir av görse, derhâl yetişir, onu avlar, onun elinden
kurtulmak imkânı yoktur. Cenâb-ı Gavs-ı A’zam efendimiz de, manzûr-ı âlîleri
olanları kendilerine teshîr eylediklerinden, bundan kinâye olarak o ta’bîr
kullanılmıştır.” buyurdular.
Bâzu’l-Eşheb pây-mâlıdır sevâd-ı şeş-cihât
Cenâb-ı Gavs’ın te'sîr-i
hâl ü kâliyle ihtidâ eden Mûsevî ve Îsevînin beş yüzden ve kesb-i salâh eyleyen
süfehânın da binden fazla olduğunu, Sâdık Vicdânî Bey, Tomâr’da
yazmıştır.
Uluvv-ı
kadr-i Abdulkâdir’i evc-i ulâdan sor
Gubâr-ı
hâk-i na’leynin rikâb-ı evliyâdan sor
O bâz-ı
ser-firâzın âşiyânı nerdedir bilmem
Anı bâlâ-nişîn-i
bâr-gâh-ı Kibriyâ'dan sor
Lâ
ŞUABÂT-I
KÂDİRİYYE
Esediyye,
Îseviyye, Ganiyye-i Kâdiriyye, Yâfiiyye, Eşrefiyye, Hilâliyye-i İsmâîliyye,
Garîbiyye, Hâlisiyye, Hindiyye, Hammâdiyye, Makdisiyye, Enveriyye.
Hülâsa-i
kelâm, tarîkat-ı aliyye-i Kâdiriye, kesîrü’ş-şuabât bir menhec-i hak-nümâ-yı
sedâddır.
ŞUABÂT-ı
Kâdiriyye hakkında Sâdık Vicdânî Bey, tedkîkât-ı mühimmede bulunup, Tomâr’ın ikinci cüz'ü olarak tab’ ve neşr eylediği eserde
tafsîlatta bulunmuştur. Onun mütâlaasını tavsiye ederim.
/47/ Esediyye Şu'besi : Hulefâ-yı Hz. Pîr’den Şeyh Seyyid Abdullâh el-Esedî’ye
mensûbdur. Hicâz’da münteşirdir.
Îseviyye
Şu'besi : Hulefâ-yı Hz. Pîr’den, Şeyh Îsâ Hazretlerine mensûbdur.
Ekberiyye
Şu'besi : Hz. Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî
(kuddise sırruhu'l-celî)’ye mensûbdur.
Ganiyye-i
Kâdiriyye : Abdulganî-i Nablusî’ye mensûb olup,
o da Cenâb-ı Şeyh-i Ekber’e merbûttur.
Yâfiiyye
Şu'besi: İmâm Yâfiî hazretlerine mensûbdur.
Eşrefiyye
Şu'besi : Eşref-zâde Abdullâh-ı Rûmî
hazretlerine mensûbdur.
Hilâliyye
Şu'besi : eş-Şeyh Muhammed Hilâl er-Râm
el-Hemedânî eş-Şâfiî’ye mensûbdur.
Rûmiyye
Şu'besi: eş-Şeyh İsmâîl-ı Rûmî hazretlerine mensûbdur.
Garîbiyye
Şu'besi : eş-Şeyh Muhammed Garîbullâh
el-Hindî’ye mensûbdur.
Hâlisiyye
Şu'besi : eş-Şeyh Ziyâeddîn Abdurrahmân Hâlis
et-Talabânî el-Kerkûkî’ye mensûbdur.
Hammâdiyye
Şu'besi : eş-Şeyh Müslim el-Hammâdî veya
eş-Şeyh Abdülkâdir el-Hammâdî’ye mensûbdur.
Makdısiyye
Şu'besi : Alâ-rivâyetin İmâm Muvaffakuddîn
el-Makdisî’ye mensûbdur.
Enveriyye
Şu'besi : eş-Şeyh Osmân Şems Nûreddîn Efendi
hazretlerine mensûbdur.
Müştâkıyye
Şu'besi : eş-Şeyh Muhammed Müştâk Efendi
hazretlerine mensûbdur.
HZ. ŞEYH-İ EKBER MUHYİDDÎN-İ
ARABÎ (Kuddise
sırruhu'l-celî)
/48/ İmâmu’l-muhakkîkîn, burhânu’l-mudakkıkîn, ufku’llâh ve
a’lemu’l-ulemâ Muhyiddîn-i Arabî (Kuddise sırruhu'l-alî) hazretleri,
nûr-ı dîde-i ehl-i ma’rifettir. Hicret-i Nebevîyyenin 560 senesinde, şehr-i
Ramazânın on yedinci (28 Temmuz 1165) Pazartesi günü veya gecesi, âlem-i
dünyâyı vücûd-ı bihbûd-ı âlîleriyle tezyîn buyurmuşlardır. Mahall-i
tevellüdleri Endülüs bilâdından Mürsiye kasabasıdır ki, Endülüs bilâdı el-yevm
İspanya denilen mahaldir.
İsm-i
şerîfleri Ebûbekir Muhyiddîn Muhammed b. Ali b. Muhammed b. Abdullâh el-Arabî
el-Garbî et-Tâî el-Hâtemî el-Endülüsî’dir. Meşhûr âlim Hâtem-i Tâî
neslindendir. ”Şeyh-i Ekber”,
“Muhyiddîn-i Arabî”, “İbn-i
Arabî” nâmlarıyla yâd olunurlar.
هو الشيخ محي الدين أعرف وقته،
لقد صح
إيماني بكل كلامه.
بفتح فتوحات
عوارفه تنشر،
فمن شاء
فليؤمن ومن شاء فليكفر. [54]
Bilmiş ol
Hazret-i Şeyhim sana imânım var
Ne şerefdir
seni sevmek sana burhânım var
Der-i
irfânına nisbet idiyor Vassâf’ın
Bilmiş ol
hazret-i şeyhim sana imânım var
Hz. Şeyh-i
Ekber, Fütûhat’ta nakl eder ki, peder-i mükerremleri, bir erkek evlâdı
olmamasından nâşî pek me'yûs idi. Endülüs’den te’sîr-i ilhâm ile Bağdâd’a
gelmiş ve Hz. Abdülkâdir efendimize mülâkî olarak, kendisine bir evlâd ihsân
buyurmasını Cenâb-ı Hak’dan temennî eylemesi ricâsında bulunmuştur. Hz. Gavs,
bir teveccüh buyurarak, “Levha nazar ettim, kısmetinde evlâd görünmüyor.”
demesiyle melûl olmuş ve ağlamıştır. Her hâlde temennîde bulunmasını istirhâm
edince, Hz. Abdülkâdir, Şeyh-i Ekber’in pederini kendisine takrîb ile, bir
müddet arka arkaya vererek oturmuşlardır. “Temenniyyât-ı
hâlisa-i ubûdiyyet-kârânemiz üzerine bizim sulbümüzden gelecek bir evlâdı,
Cenâb-ı Vâhibü’l-âmâl size bahş eylemiştir. Hemen zevcenize mukârenet ediniz,
bi-iznillâhi teâla bir evlâdın olacaktır.” diye beşârette bulunmuşlardır.
Himmet ve
kudret-i evliyâ büyüktür, inkâr olunmaz. Bir sene sonra /49/ Hz. Şeyh-i Ekber dünyâyı
teşrîf buyurmuştur. İşte Hz. Şeyh’in, Cenâb-ı Abdülkâdir’den feyz aldığı bu
nokta-i nazardandır. Bir de, İsmâîl Hakkı hazretleri, Kitâbü’l-Hitâb’ında
yazarlar ki:
“Cenâb-ı Abdülkâdir’e Cennet’ten ihrâc ve ihsân ve ilbâs
olunan hırkayı, zamân-ı intikâllerinde ashâbına vasiyet edip, “Mağrib’den
azîzü’l-vücûd bir zât zuhûr edecektir. Bu hırkayı ona teslîm ediniz.”
diye emir buyurmuşlardır. Şu emrleri üzerine ashâbı, Mağrib’den zuhûr edip,
şöhret-i fazılâneleri cihâna şâyî olan Hz. Şeyh-i Ekber’in, Cenâb-ı
Abdülkâdir’in buyurduğu zât olacağını ta’yîn ile, hırkayı Hz. Şeyh-i Ekber’e
teslîm eylemeleriyle, Hz. Şeyh-i Ekber, “Bu hırkada cennet kokusu vardır.”
diye almış, kabûl etmiş, o da intikâlinde oğlu Sadreddîn-i Konevî hazretlerine
ihdâ eylemiştir. Tafsîli âtîde gelecektir.”
Hz.
Muhyiddîn, İspanya’nın Sevil Şehri’nde, - o zamân İşbiliye nâmıyla meşhûrdur -
burada İbnu Beşkevâl, Muhammed, Ebû Muhammed, Ebûbekir b. Hâlef, Şeyh İbn-i
Zerfûn ve Şeyh Ebû Muhammed Abdulhak el-İşbilî el-Ezdî gibi mütebahhirîn-i
ulemâdan ahz-ı ulûm eylemişlerdir.
İşbiliye’de
tahsîlden sonra 598/(1202) senesinde Mekke-i Mükerreme’ye azîmetle bir müddet
ikâmet ve ba’dehû Mısır, Şam, Irak, Sivas taraflarına azîmet ve oradan Konya’ya
muvâsalet buyurmuşlardır. Burada meşâhîr-i ulemâdan, Sadreddîn-i Konevî
hazretlerinin vâlidesini tezevvüc buyurmuşlar ve Cenâb-ı Sadreddîn’e hilâfet
vermişlerdir.
Şeyh-i
Ekber, Konya’dan Şam’a hicret ile ibâdât u tâat ve te’lîfât ile meşgûl
olmuşlardır.
Şeyh-i
Ekber, bir misli daha gelmemiş eâzım-ı İslâmiyye'dendir. Menâkıb-ı celîle ve
mehâsin-i celîlesini hâvî eserler yazılmıştır.
İrtihâli :
/50/ Şam’da irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. "Mâte kutbu
hümâm" (مات
قطب همام) 638/(1240) vefât
târîhidir.
Sâlihiye’de
türbesi hâlen ziyâret-gâh-ı ins ü cândır.
Avrupalılar
bile irfân ve kemâlinin hayrânı olduklarından, hakk-ı âlîlerinde, elsine-i
ecnebîyyede de eserler te’lîf olunmuştur. Tarîkaten nisbetleri, Şeyh Cemâleddîn
Yûnus b. Yahyâ el-Abbâs hazretleri vâsıtasıyle Hz. Abdülkâdir’e ve Şeyh Takiyyüddîn-i
Câmî vâsıtasıyle Hızır (aleyhi’s-selâm)’a peyveste olduğu gibi, Şeyh Ebû
Medyen-i Mağribî hazretlerinin de füyûzât-ı tâmmesine mazhar olmuşlardır.
Ba'zı âsârda
Hz. Şeyh-i Ekber’in zâhiren Cenâb-ı Abdülkâdir’den feyz aldığı ve müşârünileyh
ile mülâkâtı yazılmış ise de, yanlıştır. Zîrâ Hz. Abdulkâdir 561/(1166)’de terk-i âlem-i fenâ eylemiş, Hz. Şeyh ise
560/(1165)’da zînet-sâz-ı âlem-i şuhûd olmuştur ki, o zamân İspanya’da bir
yaşında idi.
Hz. Şeyh,
üçyüzden mütecâviz evliyâu’llâh ile görüşüp istifâza buyurduklarını Fütûhât-ı Mekkiyye’de ve Rîsâletü’l-Hırka’da yazıyorlar. Tarîkı, cemî'-i turukun mecmûasıdır.
Hakk-ı
âlîlerinde yazılan bir eserde, “Müellefât-ı kudsiyyeleri uluvv-ı ka'blarına
burhân-ı âdildir. Hızır (aleyhi’s-selâm ) ile musâhabede ve telebbüs-i hırka-i
husûsî-i ma’nevîleri dahi erbâb-ı irfâna ma’lûm bir keyfiyyettir.”
denilmiştir.
Şeyh-i
Ekber, sâhili bulunmaz bir bahr-ı ma’rifettir. Şâm-ı şerîfde bulundukları zamân, ağniyâ-yı memleketin pek
çok in’âm ve iltifâtlarına nâil oldular ise de, hiç birine rağbet göstermeyip,
kifâf-ı nefslerinden fazlasını tasadduk eylemişlerdir.
Ağniyâdan
biri, bin altın değerinde bir konak ihdâ eylemişti. Şeyh-i Ekber hazretleri
içinde otururlar iken, bir sâil gelip, Allâh rızâsı için bir şey ister. Cenâb-ı
Şeyh ise, “Burada bu evden gayri bir şeyim yoktur, al bunu.” deyip
konağı fakîre teslîm etmişlerdir.
Müellefât-ı
celîlerinden tahkîk olunabilmiş olan âsârı beşyüzü mütecâvizdir. Kâtip
Çelebi’nin rivâyetine göre altıyüze bâliğ olur.
/51/ Kısm-ı a'zamı ilm-i tasavvufdan olup muhteviyyât-ı
ma’nâsını ihâta etmek her yiğidin kârı değildir. Her biri, bir deryâyı
bî-pâyândır.
Ba'zı
kimseler, âsâr-ı aliyyelerinden hakâyık-ı ma'nâ istihrâc edemediklerinden,
şân-ı âlîlerinde, hâşâ sümme hâşâ, “Şeyh-i ekfer” demişler, küfrüne kâil
olmuşlar ise de, Hz. Şeyh-i Ekber efendimizin, o gibi şâibeden vâreste olduğuna
ve kendilerinin bi-hakkın irfân-ı celîl-i Muhammedî’ye vâkıf; hakâyık-ı ilm-i
tevhîdi ârif bulunduğuna îmân eden erbâb-ı irfân dahi bî-nihâyedir.
Zamânımız
efâhım-ı ulemâsından bir zât ile hem-sohbet oluyordum. Muharrir-i fakîrin,
tarîkat-ı aliyyeye müntesib olduğumu bildiğinden, bahsi Hz. Muhyiddîn’in Futuhât’ına nakl ile, "Efendim medresede müretteb ulûmu
tahsîlden sonra Hz. Şeyh’in âsârını tetebbu’ etmeğe azm eyledim. Fütûhât’ı okumağa
başladım. Fukahânın, muhaddisînin, müfessirînin fikirlerine muhâlif bir çığırda
mübâhase yürütüldüğünü görünce, mütâlaasına devâmdan tehâşî ettim. Fakat bu
ilmin, herhâlde daha yüksek bir mertebe-i zevkde anlaşılacağına îmân ile, Fütûhât’ı öptüm
rafa koydum." demiş idi.
Zevk-i
tevhîde âşinâ olmak için isti'dâd lâzım ve Hz. Şeyh’in âsârı batnu’l-butûna âit
olmakla, “İlm-i zâhirin fevkinde herhâlde ilm-i bâtın vardır.” diye îmân
eylemek muktazî olup ulemâ-ı zâhirenin beyânâtının fevkinde nice hakâyık u dakâyıktan
bahseden o sultân-ı ma’rifetin şân-ı pâkinde zebân-dırâzlık etmek muvâfık-ı
insâf değildir.
Kâtip Çelebi
merhûm, Mizânü'l-Hak
fî İhtiyâri'l-Ehak nâm kitâbında, “Ekser
âsârında cemâl, semt-i celâl üzre râcih ve gâlib olmakla, sonra gelenlerin kîl
ü kâline müeddî olup şânında halk ihtilâfa düşmüşlerdir.” diyor.
Hz. Şeyh, vahdet-i vücûda
kâil olanların kıdvesidir.
/52/ Muhakkıklar cemî’-i ulûmda celâdet-i kadrini tasdîk
eylemişlerdir. Tasavvufta tutmuş oldukları meslek pek âlî olup, onun mertebe-i
refîasına kimse erememiştir. Şiir ve edebdeki kudreti ise hâiz olduğu makâm-ı
âlî ile mütenâsibtir. Aleyhlerinde bulunanlar hakkında kendilerinden olunan
suâle cevâblarında, “Bize i’tikâdı ve tarîkımıza sülûku olanlar, şefâatımıza
muhtâc değillerdir. Bizim şefâatimiz belki bize ezâ ve cefâ ve bizi inkâr
edenleredir.” diye büyüklüklerini göstermişlerdir.
Musannefât-ı
celîlelerinin ekseri mükâşefât ve vukû’ bulan ilhâmât eseridir. Henüz ma'nâsı
keşf olunamamış pek çok hakâyık-ı beyâniyyeleri vardır.
Müstakîm-zâde,
Ahid-nâme’sinin 113. bahsinde der ki:
“Hâl olmadıkça, Şeyh-i Ekber
hazretlerinin kitaplarını mütâlâa eylemeye. Zîrâ âdâb-ı şer’a muhil olan
mâddeye îkâ edip, zâhir-i şer’a muhâlif zannolunan umûra müsâdefe edip ve
hakîkate âgâh dahi olmayıp mazhar-ı hüsrân olur. Nesebü’l-Harf nâmında bir te'lîfin üzerinde Hz. Şeyh-i Ekber’in kendi hatt-ı
latîfleriyle gördüm, buyurmuşlar ki: “Bizim bâliğ olduğumuz dereceye vâsıl
olmayanlara bizim kitaplarımıza nazar harâmdır.” diye Şeyh Şârânî nakl
eder.”
لقد صح
إيماني بكل كلامه. فمن شاء
فليؤمن ومن شاء فليكفر.[55]
Medhiyye:
Nâşir-i
sırr-ı maârif rehber-i ehl-i yakîn
Vâris-i
râz-ı Ali’dir reh-nümâ-yı ârifîn
Sür yüzün
dâim hulûsla hâk-pâ-yı Hazret’e
Şeyhü’l-Ekber
Tâciyâ eyledi ihyâ-yı dîn
*
* *
Ricâlu’llâh
sultânı Cenâb-ı Şeyh-i Ekber’dir
Bütün
âriflerin cânı Cenâb-ı Şeyh-i Ekber’dir
Uluvv-ı
ka’bını takdîr içün akl-ı beşer yetmez
Ledünnî
ilminin kânı Cenâb-ı Şeyh-i Ekber’dir
Kulûb-ı
âşıkânı nûr-ı feyz pür-ziyâ eyler
İnâyet
şems-i rahşânı Cenâb-ı Şeyh-i Ekber’dir
Gubâr-ı
âsitânı çeşm-i uşşâka devâ bahşâ
Velîler
cân-ı cânânı Cenâb-ı Şeyh-i Ekber’dir
Velâyet
mülkünün sultân-ı zî-şân-ı lutuf-kârı
Maârif
mihr-i tâbânı Cenâb-ı Şeyh-i Ekber’dir
Hakâyık
bahrının gencîne-i zî-kıymeti el-hak
Mürîdânın
kerem-kânı Cenâb-ı Şeyh-i Ekber’dir
Tecellî-gâh-ı
feyz-i akdes olmuşdu dil-i pâki
Görünmez
misl-i irfânı Cenâb-ı Şeyh-i Ekber’dir
Yüzün sür
pâyine Vassâf hem ondan eyle istimdâd
O sultânın
ki unvânı Cenâb-ı Şeyh Ekber’dir
Şâir Nâbî merhûmundur:
Sürmedir
hâk-i deri Hazret-i Muhyiddîn’in
Kîmyâdır
nazarı Hazret-i Muhyiddîn’in
Bin cihân
mes’ele-i râza virüp reng-i edâ
Müfti-i
muhtasarı Hazret-i Muhyiddîn’in
Sâf-ı
envâr-ı hakâyıkdan olan âsârı
Zerre yokdur
kederi Hazret-i Muhyiddîn’iin
Cân u dildir
ten-i tahkîka Fütûhât u Füsûs
Eser-i
mu’teberi Hazret-i Muhyiddîn’in
Ne Fütûhât ki ana derc-i hakâyık itmiş
Hâme-i
feyz-eseri Hazret-i Muhyiddîn’in
Ne Fütûhât ki efvâha halâvet virmiş
................. şekeri Hazret-i
Muhyiddîn’in
/53/ Ne Füsûs eyledi bi'z-zât Rasûl-i Ekrem
Anı hâss-ı
güheri Hazret-i Muhyiddîn’in
Ne Füsûs eyledi ta’mîm sılâ-yı rahmet
Ni’met-i
mâ-hazarı Hazret-i Muhyiddîn’in
Âşıkı
nuhbe-i esrârdan âgâh eyler
Nass-ı
sırrı’l-kaderi Hazret-i Muhyiddîn’in
Sırrr-ı
hestî gibi her bir eseri câmi'dir
Ma’ni-i
hoşk-teri Hazret-i Muhyiddîn’in
Rusülün
nükte-i nası hikmeti ol şâmildir
Cevher-i
ser-be-seri Hazret-i Muhyiddîn’in
Hazret-i
Hakk’a ya Peygamber’e yâ Hızr’a çıkar
Bî-vesâit
haberi Hazret-i Muhyiddîn’in
Eyledi
mezraa-i âlemi sîr-râb-ı güher
Âsumân-ı
hüneri Hazret-i Muhyiddîn’in
Mazhar-ı
kâmil-i ilm-i ezelî olmuşdur
Kalb-i
pâkîze-teri Hazret-i Muhyiddîn’in
Hâtem-i
hâssı velâyetdir olursa ne aceb
Ehl-i irfân
neferi Hazret-i Muhyiddîn’in
Pertev-i
şârika-i âyet-i Kur’ânîdir
Müş’il-i reh-güzeri
Hazret-i Muhyiddîn’in
Sad-hezârânın
ider vâsıl-ı ser-menzil-i kâm
Sâlik-i
bî-siperi Hazret-i Muhyiddîn’in
Öyle ankâdır
o kim çerhda olmaz sâkin
Cünbüş-i bâl
ü peri Hazret-i Muhyiddîn’in
İstese nûr-ı
nigâhından olur çâbuk-ter
Lâ-mekâna
seferi Hazret-i Muhyiddîn’in
Ehl-i îmânın
olur çeşmine âsârı ayân
Nûr-ı
hayrü’l-beşeri Hazret-i Muhyiddîn’in
Ehl-i derdin
dilini meşrık-ı envâr eyler
Dem-i feyz-i
seheri Hazret-i Muhyiddîn’in
Anı
müstağrak-ı tevhîd olan idrâk eyler
Var lisân-ı dîgeri
Hazret-i Muhyiddîn’in
Ka’be-dâr
olmada pervâne-i ervâh u melek
Tâif-i
gürd-seri (?) Hazret-i Muhyiddîn’in
Girse Nâbî ele müjgânımı çârûb iderim
Hıdmet-i
hâk-i deri Hazret-i Muhyiddîn’in
Hz. Şeyh’in
âsâr-ı aliyyelerinden Fütûhât-
ı Mekkiyye ve Füsûsu’l-Hikem nâm eserleri hakkında söylenmiştir:
Bâtın-ı âyât-ı Kur’ân’dır Fütûhât u Füsûs
Gevher-i
deryâ-yı irfândır Fütûhât u Füsûs
Hâne-i
târîk-i kalb-i gâfili tenvîr ider
Şu’le-i
misbâh-ı îmândır Fütûhât u Füsûs
Sırr-ı
vahdetden haber-dâr eyler ehl-i hâhişi
Ma’ni-i
tevhîd-i Yezdân’dır Fütûhât u Füsûs
Kem gubâr-ı kuhl idenler kesb ider ayn-ı yakîn
Kârvân-ı
âlem-i cândır Fütûhât u Füsûs
Sâhibi
hatmi’l-velâye olduğunda Nâbiyâ
İki
şâhid iki burhândır Fütûhât u Füsûs
Bu abd-i
ahkar, kemâl-i muhabbetimden nâşî, hâssaten ziyâret maksadıyla Şâm-ı şerîfe
azîmet ettim. Hz. Şeyh’in âsitân-ı kuds-âşiyân-ı /54/ ârifânelerine rûy-ı siyâhımı sürmek
şerefine mazhar oldum. Türbe-i şerîfeleri müşârünileyhin azamet-i hâliyle
mütenâsip bulmamış idim. Ahlâf ve eslâf kadr-i âlîlerini bi-hakkın takdîr
edememişler. Gerçi türbe-i münîfelerini harâb değilse de, ma’mûr da
bulmamıştım. Türbe-i münevverelerini esâsen inşâ eden, kıymet-i ehlu’llâhı
takdîrde hârikalar gösteren Yavuz Sultân Selîm Hân merhûmdur. Hz. Şeyh’in
irtihâllerinde üzerine türbe yapılmamıştı. Hattâ, merkad-i münîfleri halkın
ma’lûmu bile değildi. Perde-i meçhuliyyet arkasında kalmış idi. Lâkin,(إذا دخل السين فى الشين يظهر قبر محى
الدين)[56] kelâm-ı kerâmet-encâmıyla, âsâr-ı
aliyyelerinin birindeki beyânât-ı ârifâneleri, Sultân Selîm merhûmun, nazar-ı
dikkatini celb eylemişti. Mısır Fethine giderken, Şam’ı taht-ı idâre-i
Osmâniyye’ye aldıkları zamân, ma’nen vâki' olan keşf netîcesi olmak üzere,
kabr-i enverlerini buldular. Derhâl üzerine şimdiki mevcûd kubbeyi ve
ittisâlindeki câmi'-i şerîfi inşâya
muvaffak oldular.
Mezkûr
kelâm-ı âlîde, “sîn”den maksad Sultân Selîm; “şın” dan murâd Şam olup, “Selîm, Şam’a girdiği zamân, Muhyiddîn’in kabri zâhir olur.” demelerinin sırrı nümâyân olmuştu ki, Hz. Şeyh’in uluvv-ı
ka’bına burhândır. Bi'l-âhare, Ziyâ Paşa merhûm tarafından ta’mîr edilmişti.
Sultân Selîm, Hz. Şeyh’in kabirlerinin üzerine, mükellef bir sandûka ve üzerine
sırma işlemeli bir pûşîde ve etrâfına pek musanna' olarak, gümüşten bir şebeke
yaptırmışlar; şebeke el-ân mevcûddur.
Pûşîde, Sultân Abdulhamîd-i sânî zamânında tecdîd
edilmiştir. Pek nefis ve mu'tenâ bir sûrette yaptırılmış; üzerine âyât-ı kerîme
işlettirilmiştir. Baş tarafında, ( هذا قبر قطب الوجود حضرة محي
الدين عربي قدس سره الجلي)[57] işlenmiştir.
Türbede, Hz.
Şeyh’in ayak ucunda, Cezâyir emîri, meşhûr âlim Emîr Abdülkâdir ve Hz. Şeyh’in
kerîmeleri /55/ ve bir de Sûriye Vâlisi Nazif Paşa merhûm medfûndur.
Gönlüm, türbede
tecemmülât-ı sûriyyeyi dahi aradı. Sultân Mehmed Hân-ı hâmis zamânında , ikinci
seccâdeci Zekeriyyâ Bey vâsıtasıyla, pâdişâh-ı müşârünileyhe bir arîza takdîm
eyledim. Türbeye şal, halı, seccâde, âvîze, mushaf-ı şerîf, rahle, büyük
şam'dan gibi eşyâ ihdâ eylemesini temennî ettim. Pâdişâh, yalnız bir âvîze ihdâ
eylemiş, fakat. Şam’da, vâli, o âvîzeyi halkın ârzûsuyla câmi'-i şerîfe ta'lîk
eylemiştir.
Zamânımızda,
sâha-i zuhûra gelen cihân harbinde Mısır’ı istîlâ ve memleket-i Osmâniyye’ye
tecâvüz eden İngilizlere karşı, Şam ve Sûriye havâlisi kumandanlığına ta’yîn
olunan Cemâl Paşa’ya, sûreti âtîde aynen münderic mektûbumla, türbenin ta’mîr
ve tezyînini ricâ etmiştim. Cenâb-ı Hak, ilhâm buyurmuş, müşârünileyh türbeyi
mükemmelen ta’mîr ve tezyîn eylemiş; türbede sâir zevâtın sandûkalarını
kaldırtmış; Hz. Şeyh’i müstakil bırakmıştır. Bu abd-i ahkar Cenâb-ı Şeyh-i Ekber
efendimize, bu yolda, bir hıdmet-i mûrânede bulunmakla mübâhî oldum.
Mektûbumun
Sûreti:
“Efendimizle
vicâhen şeref-yâb olamamış isem de, zât-ı sâmîlerine karşı kalbimde, büyük bir
hürmet ve muhabbet ve bu mülk ü devletin te'mîn-i saâdeti için efendimizden
beklediğim büyük hizmet vardır. Bu ahvâlin te’sîriyle şahsıma âit olmayarak,
ma'rûzât-ı âtiyede bulunmağa cür’et-yâb oluyorum.
Ma'lûm-ı ârifâneleri olduğu üzere, Şam’da defîn-i hâk-i
ıtır-nâk olan, Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, eâzım-ı evliyâu’llâhtan
bir kutbu’l-vücûddur. Sultân Selîm-i evvel hazretleri, Mısır seferine âzim
iken, Şam’da, o menba-ı irfânın kabrini keşfetmiş, Hz. Şeyh’in, (إذا دخل السين في الشين يظهر قبر محي الدين) remz-i âlîsi, bir eserinde Hz. Pâdişahın mütâlaa-güzârı
olunca, “Sin”den /56/ murâd Selîm; “Şın”dan murâd Şam olduğunu irfânen
ve ilhâmen bilip, Şam’da ehlu’llâhın muâvenetiyle bu kabr-i enveri meydâna
çıkarmış ve üzerini kubbe ile örterek tezyîn eylemiş ve Mısır seferinde, Hz.
Şeyh’in rûhâniyyeti, Cenâb-ı Pâdişâh’â yâr-ı deyyâr olmuştur. Hâlen türbesi,
Hazret’in uluvv-ı şân-ı irfânıyla mütenâsip bir râddede değildir. Üç sene
evvel, ziyâretimde sanâyi'-i nefîse-i Osmâniyye’den olan gümüş şebekesinin bir
tarafı koparılmış, çalınmış olduğunu gördüm. Türbeye, zât-ı şahâne tarafından
bir âvîze ibdâ ve irsâl buyurulmuş ise de, ittisâlindeki câmi'-i şerîfe
konulmuştur.
Türbeye âit levâzım için vârid-i hâtır-ı kem-terânem olan husûsât:
1. Türbenin ta’mîri,
2. Âvîze,
halı seccâdeleriyle sandûka etrâfına büyük şam'danlar ve mumlar tedâriki,
3. Rahle ve
büyük kıt’ada mushaf-ı şerîf,
4. Şebekenin
ta’mîri ve gümüş olmasına göre temizlettirilmesi,
5. Pûşîde
üzerine şal vaz’ı.
Hılâfet-penâh efendimize, arz-ı delâlet buyurulursa,
sarâ-yı hümâyunda fazla olan âvîzelerden ve Hereke ma'mûlü hâlı ve
seccâdelerden ihdâ buyuracaklarına îmânım vardır.
Pek mühim meşâğıl-ı devletleri arasında efendimizi tasdî’
ettim, afvınıza dehâlet ederim. İnşâallâh, zât-ı kahramânâneleri dahi Selîm-i
evvele peyrev ve fâtih-i sâni-i Mısır olacaksınız. Cenâb-ı Hakk’ın ve hazret-i
risâlet-penâhın inâyeti ve Şeyh-i Ekber’in feyz ü rûhaniyyeti, nâm-ı güzîninizi
bu milletin mukadderât-ı târîhiyyesinde pür-şân u şeref buyursun. Amin.
Hz. Muhyiddîn’in meftûn-ı kemâlâtı, Hüseyin Vassâf.”
Cemâl Paşa,
türbe için bu ihtârımı, nazar-ı iltifâta almış, faâliyet göstermiş olması
i’tibârıyla, hiç şüphe etmem, Hz. Şeyh’in feyzine mazhardır. Cenâb-ı Hak,
mazhar-ı rahmet buyursun.
/57/ “Türbe-i mübârekede nürâniyyet, rûhâniyyet vardır. Oraya
dâhil olanlar, hiç şüphe etmem ki, (وَمَن دَخَلَهُ كَانَ آمِنًا)[58] sırrına
mazhardır ve Hz. Şeyh’in, müstağrak-ı envâr-ı iltifât ve feyz-i eltâfı olur.
Orayı ziyâret şerefine mazhar olan, her hâlde iltifât-ı Hz. Şeyh’ten mahrûm
olmaz. O makâm-ı muallâya ilticâ edenler,”(.لاخوف عليهم ولا هم يحزنون)[59] sırrına mazhar olurlar. Orayı ziyâretteki zevki, ne kalem,
ne lisân, vasfa kâdir değildir.
Ey velâyet
burcunun mihr ü meh-i tâbânı Şeyh
Âsumân-ı
ma’nevînin necm-i feyz-efşânı Şeyh
Ey tasavvuf
ilminin bir bahr-ı bî-pâyânı Şeyh
Zâirin
ma'şûk-ı rûhu sevgili cânânı Şeyh
Bu dörtlük,
Adliye Nâzırı Memdûh Bey merhûmundur. Surre Emîni olup, Haremeyn’e giderken
Şam’da Kabr-i Muhyiddîn’i hîn-i ziyârette söylemiştir.
Şeyh el-Hac Ali Behcet Efendi
Tekkesi'nde şu levhayı görmüştüm. Müşârünileyhe dedim ki: “Mukaddeme-i Fütûhât’ın orta
yerinde Es’ad Dede merhûm tarafından görülmüş, yazdırılmış idi :
أمولاي محي الدين، أنت الذي بدت،
علومك في الآفاق كالغيث إذا همى.
كشفت معاني كل علم مكتم،
وأوضحت بالتحقيق ما كان مبهما.[60]
Suadâ-yı
kirâmın, muhtârı ve Muhâcirîn ü Ensârın büzürg-vârı Mevlânâ ve seyyidinâ ve
şeyhinâ ve mürşidinâ Hz. Muhyiddîn el-Arabî hakkında ve müellefâtı bâbında
vâki' olan fetvâlardır:
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله لمن جعل عباده من العلماء والمحسنين وورثة
الأنبياء والمرسلين. والصلاة والسلام على محمد المبعوث لإصلاح الضالين والمضلين،
وعلى آله وأصحابه المجدين لإجراء الشرع المبين وبعد:
أيها الناس. اعلموا أنه الشيخ الأعظم والمقتدي الأكرم،
قطب العارفين وإمام الموحدين محمد بن العربي الطائي الخاتمي الأندلسي مجتهد كامل
ومرشد فاضل. له مناقب عجيبة وخوارق عادية وتلاميذ كثيرة، مقبولة الفضلاء
والعلماءومن أنكره فقد أخطأ، وإن أصر في الإنكار فقد ضل. يجب على السلطان تأديبه
وعن هذا الاعتقاد تحويله إذ السلطان مأمور بالأمر بالمعروف والنهي عن المنكر
وله مصنفات كثيرة: منها فصوص حكمية وفتوحات مكية. بعض
مسائلها معلوم اللفظ والمعنى وموافق للأمر الإلهي والشرع النبوي، وبعضها خفي عن
إدراك أهل الظاهر دون أهل الكشف والباطن. فمن لم يطلع على المعنى المرام، يجب عليه
السكوت في هذا المقام كقوله تعالى: ]وَلَا
تَقْفُ مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ إِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤَادَ كُلُّ
أُوْلَئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْئُولًا[(17
الإسراء36).
والله الهادي إلى سبيل الصواب وإليه المرجع والمآب.
المحرر في هذه الصفحة اللطيفة مقرر على وفق الشريعة الشريفة.
حرره
الفقير أحمد بن سليمان بن كمال عفى عنهم الملك المتعال.[61]
- - -
صورة جوابي كه شيخ الإسلام ملك المحدثين شهاب الملة
والدين أحمد بن حجر العسقلاني ثم المصري رحمه الله، درين معنى نوشته وكويى سبق راز
سابقان ربوده وشيخ الإسلام شيخ شمس الدين أبو الخير محمد بن الساوي المصري رحمه
الله كه از أكبر تلاميذه شيخ ابن حجر است سؤال في قضية فرعون وإيمانه الذي أشار في
الفصوص وغيره فأجاب الشيخ جواباشافيا في ما سئل عنه قال:
بسم الله الرحمن الرحيم
اللهم احفظ لساني عن الافتراء والذلل، وجناني من الخطأ
والخلل، بحرمة نبيك عليه السلام. فإذا كان ذلك من المقدر عند الله وقوعه في هذا
المحل. سلب الله عن هذا العبد عقله. ولم يعطه الاعتبار حتى يظهر ذلك الفصل في
محله. فإذا ظهر بحكم هذه الخير الباطن، رد الله عقله عند موته واعتبر واستغفر ربه
وخر راكعا وأناب.
وهذا معتى قوله : إن الله تعالى إذا أراد إنفاذ قضائه
وقدره سلب عن ذوي العقول عقولهم حتى إذا مضى قدره فيهم ردها عليهم ليعتبروا.
أما في حضرة الشيخ، نقول هو البحر المواج الذي لا ساحل
له ولا يسمع لموجه عطيطه بل كلامه بكرمها في لجة عمياء الخاتمي الذي لا لغة بضبطه
ولا مقام ولا يقيمه من قال أنه له نعتا. فليس له علم به عنده يبدو مكونه وعلمنا
أنه يشين به.
وحسبنا الله ونعم الوكيل. وصلى الله على سيدنا محمد
وآله وصحبه أجمعين.
كتبه صاحب
القاموس رحمة الله عليه[62]
- - -
أما كتبه ومصنفاته فالبحار الزواخر التي بجوهرها
لكثرتها لا يعرف لها أول ولا آخر ما وضع الواصعون مثلها. وإنما خص الله بمعرفته
قدرها أهلها.
من خواص كتبه
أنه من واظب على مطالعنها والنظر فيها، انشرح صدره على حل المشكلات وفك المعضلات
وصلى الله على سيدنا محمد وصحبه تسليما كثيرا. والحمد لله رب العالمين.[63]
Güfte-i Muhammed b. Sa’d
el-Gülşenî Fütûhat I. cild, 9. sahîfe.
صورت جوابي كه قاضي القضاة، حضرت بيضاوي أفضل فضلاء العلم،
نوشته أند بر سخنان حضرت شيخ أكبر محمد محي الدين العربي رحمة الله عليه.
بسم الله الرحمن الرحيم
سئل الشيخ الإمام الأعظم، أفضل فضلاء العالم، أبو القاسم بن
حسن البضاوي –رحمة الله عليه- بما صورته ما تقول سادة العلماء، شيد الله بهم أرز
الدين ولَمَّ شعث المسلمينفي محي الدين العربي وفي الكتب المنسوبة إليه كالفتوحات
المكية وفصوث الحكمية. حل تحل قراءتها وإقرائها وهل هي من كتب المسموعة المقررة أم
لا؟
أفتونا
مأجورين جوابا شافيا لتجوزوا جزيل الثواب من الله الكريم الوهاب. فأجاب بما صوره.
اللهم احفظنا بما فيه رضاك الذي أعتقده في المال المسئول عنه وأرين الله به أنه
كان شيخ الطريقة حالا وعلما وإمام التحقيق حقيقة ورسما ومحي رسوم المعارف فعلا
واسما.[64]
Nazm :
واتغلفل فكر المراء في طرف،
من مجده غرقت فيه خواطره.
وسحاب يتقاطر عنه الأنوار،
عباب لا يُكدِّره الدلاء.
كانت دعواته تخرق سبع الطباق،
ويفرقه بر كاته في ملاء الأفاق.
فإني أصفه وهو يقينا فوق ما أصفه،
وناطق بما
كتبه وغالب ظني ما أنصفته.[65]
Şiir :
وما علي إذا ما قلت معتقدي،
دع الجهود بطي الجهد عدوانا.
والله والله والله العظيم،
ومن أقامه حجة الله برهانا.
إنه الذي قلت بعضا من مناقبه،
زدت إلا يعليّ زدت نقصانا.[66]
İsmâîl Hakkı
hazretleri, Muhammediyye
Şerhi’nde, bi'l-münâsebe diyorlar ki:
قال الشيخ في الفتوحات: إنما فرقنا بين الإشارة
والتحقيق لئلا يتخيل من لا معرفة له بما أخذه أهل الله. إنهم يرمون بالظواهر
وحاشاهم من ذلك. بل هم القائلون بالطرفين.
وكان شيخنا أبو مدين بقول: الجامع بين الطرفين، هو الكامل في السنة
والمعرفة.
يقول الفقير – نبهه الله القدير- رأين حضرت الشيخ الأكبر – قدس سره الأطهر-
في بعض المنامات الصادقة، قد أقبل علي وهو رجل معتدل القامة، أسمر اللون وقد أهزم
الشيب خده، فقبل فمي وقبلت قدمه المباركة. والحمد لله على نفخ الروح وفتح باب
الفتوح وكم ترى وتسمع في حقه إنكارا، بل إكفارا حيث يقولون الأكفر يدل الأكبر.
ومعناه عندنا معاشر الصوفية أشد كفرا بالطاغوت وهو محض الإيمان. قال تعالى: ]... فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِنْ بِاللَّهِ فَقَدْ اسْتَمْسَكَ
بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَى لَا انفِصَامَ لَهَا...[ (2 سورة البقرة 256).
ومن هذا المسلك قول الشيخ في بعض رباعياته (وجنة الفردوس للكافر) وقوله (من
لم يتم كفره لم تكمل حقيقته). وقد استوفينا الكلام في حقه بما لا مزيد عليه في
كتابنا الموسوم بتمام الفيض.
وعند مجتاز إلى بلدة بعد الإياب من جزيرة قبرس، زرت مرقد حضرت الشيخ صدر
الدين محمد بن إسحاق بن محمد – قدس سره- ودخلت حجرته المتصلة بالجامع المنسوب إليه
قرأت على ظهر الفصوص الذي كتبه بخط يده إمضاء وإشارة بقلم الشيخ الأكبر وصورته
هكذا:
قراء هذا الكتاب من أوله إلى آخره،
الولد العارف المحقق المشروح الصدر المنور الذات محمد بن إسحاق بم محمد القنوي،
مالك هذا الكتاب وأذنت له في الحديث به عني وكتب منشيه محمد بن العربي في غرة
جمادى الآخرة، سنة، ثلاثين وستمائة.[67]
Hulefâ-yı
Mevleviyye’den Mehmet Tâhir Beyefendi kardeşimin Hz. Şeyhül Ekber Efendi’ye
medhiyesidir. Ricâ-yı âcizânem üzerine yazmış, göndermiş idi. Fakîr de
teberrüken buraya telsîk eyledim:
Nûr-âver-i dîdegân hayret
Oldu yine bir cihân hayret
Lâkin ne
cihân cihân-ı ebrâr
Çarh-ı
felek âsumân hayret
Evcinde
hezâr mihr-i iclâl
Bir zerre-i
bî-nişân hayret
Bir katre
yanında cümle ebhât
Bir kulzüm-i
bî-girân hayret
Ser-defter-i
ma’rifet Fütûhât
Ol mû’cize-i
nişân hayret
Bir nüsha-i
ma’rifet imiş kim
Her harfi
birer zebân hayret
Zertâr-ı
nikât-ı âli-sutûr
Pâ-bend-i
sübük-revân hayret
Envâr-ı
sevâd pür-nikâtı
Enzâra
ziyâ-feşân hayret
Her safhası
tâlibîn-i feyze
Destâr-ı
basît hân hayret
Bir bezm-i
ferah-fezâ-yı irfân
Bir gülşen-i
bî-hazân hayret
Şehbâz-ı
semâ-yı akla ancak
Pür-tehlike
âşiyân hayret
Câhil
nazarında Allah Allâh
Mecmûa-i
iftinân hayret
Her noktası
dâğ-ı redd ü inkâr
Her elfi
birer Sinân hayret
Dendâne-i
sîni münkirîne
Bir erre-i
cân-sitân hayret
Yâ Rab bu
nedir nasıl cehâlet
Yâ Rab bu
nasıl beyân-ı hayret
Bilmem ki
nasıl fezâhat eyler
Şeyh Ekber
için zihân hayret
Ol mihr-i
sipihr-i ârifân kim
Bir zerresi
neyyirân hayret
Ol şâh-ı
gürûh-ı evliyâ kim
Ensâb ona
bendegân hayret
İbn-i Arabî
vü Şeyh-i Ekber
Kim âleme
tercemân hayret
Ey kıble-i
reh-revân-ı tahkîk
Lutfet ki bu
nâtüvân hayret
Yazdıysa
şikeste beste vasfın
Afveyle ki
nev-zebân hayret
Bir nazra-i
lutf u âtıfet’çün
İtmekde sana
figân hayret
Tâhir gibi bir hakîr ü nâçîz
Ol cebhe-i
bûsitân hayret
Va’dî-i
hevâda kaldı eyvâh
Güm-geşte-reh-i
şebân hayret
Li'llâh
kerem it ki mihr-i feyzin
Olsun ona
şem’dân hayret
* * *
/58/ Dilâ
bil Şeyh-i Ekber nâfe-i âhü-yı âlemde
Meşâmm-ı
cân-güşâd olan katında misk-i ezferdir
Gören
sâhib-basîret anı yahûd bî-tevakkuf dir
Bu hâk-i
tîreyi zer kılmağa kîbrît-i ahmerdir
Ve yâhûd
perveriş-yâb-ı nem-i feyz-i Hudâ olmuş
Ney-istân-ı
hakâyıkda ne-yi pür-zevk-i sükkerdir
Veyâ bezm-i
maânîde sunulmuş dest-i hikmetden
Sâfâ
erbâbına hakkâ ki bir lebrîz-i sâğardır
O bir serv-i
sehiydir bûstân-ı feyz-i Mevlâ’da
Ser-i devlet
nişânı arş-ı a’lâya berâberdir
O bir
gül-gonce-i terdir inâyet gül-sitânında
Hezârân
andelîb-i dil anın bûyiyle hoş-terdir
O bir şâh-ı
cihân-gîr-i maânîdir ki âlemde
Ne denlü var
ise dil ehli hükmüne musahhardır
Anın her
feyzi âb-ı câvidân-ı Hızra gâlibdir
Lebinden
dâimâ cârî olan mânâ-yı kevserdir
N’ola bu
devr-i irfân içre hatm-i evliyâ olsa
O merkezde
velâyet sanma kim gayra müyesserdir
Cüneyd anın
tufeyli Bâyezîd anın emek-dârı
Şihâb u Necm
ana kanber o âlî zât-ı haydardır
O bir müftî-i
ma’na kâdî-i şehr-i velâyetdir
Anın imzâ vü
hükmün tutmayan mâ’nâda kâfirdir
Hele ben
bildiğim Hakkı bugün aklile keşfile
Velâyet ehli
hep tıfl-ı sağîr-i Şeyh-i Ekber’dir
/59/ Kerâmât-ı ilmiyye ve kemâlât-ı
aliyyelerine, âsâr-ı ber-güzîde-i mu’tebereleri şâhid ü burhân olduğu gibi,
kerâmât-ı kevniyye ve havârık-ı âdât-ı kudsiyyeleri hakkında te’lîf olunmuş
eserler vardır.
İsmâîl Hakkı
hazretleri, Kitâbü’l-Hitâb’ında şöyle yazıyor:
“Ol şeyh-i hakîkat-şinâs ve ma’rifet-esâs hakkında şeref-vârid olmuştur.
(أنت مسكني، وخزانة غيبي، ومستقر
علمي.) Ya'nî,
"Ya Muhyiddîn, sen, benim meskenim, gayb hazînem ve ilmimin
kaynağısın." Sırru’l-enbiyâ ve hatmü’l-evliyâ, eş-şeyh Muhyi’l-milleti
ve’l-hakkı ve’d-din, eş-şehîr bi’ş-Şeyhi’l-Ekber ve’l-miski’l-ezfer kuddise sırrûhu’l-azhar,
kelimâtında gelir:
(لكل عصر واحد يسمون وأنا الباقي العصر ذاك الواحد.)[68] Onun için,
merci'-i dâstân ve dillerde destân olmuştur. Sâlikân-ı turuk-ı Hak’tan bir
ehl-i tarîk yokdur ki, onun ilminden ahz etmeye ve gittiği yola gitmeye. Meğer
ki, zevkinde nâkıs ve sülûkunda kâsır ola. Hattâ ilâ yevmi’l-kıyâm, dâire-i
velâyet-i hâssaya duhûle müteehil olanların ervâhı huzûruna ihzâr olunub,
cümlesine, nefh-ı rûh ve ifâza-ı nefes-i nefis etmişdir. Bu fakîr dahi orada
hâzır bulunup, takbîl-i fem ve tesbîl-i feyz-i kerem ile, beyne’l-akrân,
muhtass-ı nefes-i Rahmânî kılınmışdır.”
Ol zübde-i
hakâyık, nihâyet, ulûm-ı şer’iyyeyi ve maârif-i yakîniyyeyi tekmîl ve kütüb-i
celîle-i kesîre tasnif ve eczâ-yı âlemin esrârını birbiriyle te’lîf buyurdukdan
sonra, 638 sene-i hicriyesi şehr-i Rebîu'l-âhir’inin yirmiikinci (10 Kasım
1240) Cum’a günü , âzim-i dâr-ı cinân ve meftûn-ı kemâlat-ı ârifâneleri
olanlar, hazret-i şeyhin iftirâkından müstağrak-ı deryâ-yı âh u figân oldular.
(Rahmetu’llâhi aleyh, kuddise sırrûhu ve nefe’anâ’llâhu bi-berekâtihî ve
füyûzâtihî ve şefâatihî. Âmin, bi-hurmet-i Tâhâ vü Yâsîn.)
Müddet-i
ömr-i şerîfleri, yetmişsekizdir.
Esbak
Şeyhülislâm Mekkî Efendi merhûmun, Hz. Şeyh-i Ekber efendimizin türbe-i
şerîfelerine ihdâ buyurdukları levhadaki manzûmeleri:
/60/ Gir huzûr-ı pâk-ı Şeyh-i Ekber’e vakt-i
seher
Evliyâ
ervâhı bir bir andan eylerler güzer
Asfiyâlar
eşrefi fazl u inâyet ma’deni
İlm ile
takvâyı cem’ itmiş idi ni’me’l-beşer
Hikmet ü
irfânının eltâfının pâyânı yok
Yazdı
esrâr-ı hakâyıkdan kitâb-ı mu’teber
Kim anın
evsâfını hakkıyla takdîr eylemiş
Mağz-ı
Kur’ân’dır nazar eyle Fusûs’ı ser-te-ser
Öyle bir
gavs-ı muazzam kim vücûd-ı nâdiri
Olmuş
envâr-ı ilâhîyle müzeyyen bir güher
Eyledi
Cibrîl istikbâl rûh-ı pâkini
Emr-i Hak’la
eyledikde semt-i lâhûta sefer
Hâcetin var
ise Mekkî ilticâ kıl Hazret’e
Bir nigâh-ı
re’feti dünyâ vü mâ-fîhâ değer
Şeyh Kabûlî
Mustafa er-Rufâî Hazretlerinindir:
Hakîkat
ilminin ümmü’l-kitâbı Şeyhü’l-Ekber’dir
Kamu âfâka
neşr olmuş ulûm-ı Hakk’a mazhardır
Senâ-verdir
lisânı bahr-ı esrâr-ı Hudâ kalbi
Sadef-i akl
meâdıdır kelâmı dürr ü gevherdir
Ulûm-ı
evvelîn ü âhirîn olmuş ayân andan
Muhassal
bî-gümân ol vâris-i ilm-i peyâmberdir
Kamu erbâb-ı
isti’dâd anın kavline baş eğmiş
Velâyet
âleminde pâdişah-ı sâhib-efserdir
Şular kim
zevk-yâb olmaz anın ilm-i lezîzinden
Nedir
hakkile bâtıl fark idemez akl-ı kemlerdir
Nice ikrâr u
îmân eylesün halk itmeyüp inkâr
Anın nutkı
gıdâ-yı zâğ değil kût-ı gazenferdir
Dem-i
hoş-bûsı a’lâdır makâli müşgden uşşâk
Ki aşkı ur
ve nefs hor(?) cûdu sanki micmerdir
Cihânı idüp
istîâb kamu mest eylemiş halkı
Dimâğ-ı
âşıkân Yâ Hû vü bûy ile muattardır
O bir şâh-ı
ulâdır kim sürer dîvân-ı lâhûti
Kamu ervâh-ı
ehlu’llâh huzûruna heves-kerdir
O bir
sâhib-sicildir bâtın-ı şer’-ı velâyetde
Bütün esmâ-ı
ehlu’llâh o defterde muharrerdir
O bir
iksîr-i a’zamdır veyâhud milh-i âlemdir
Veya
âhen-dili zer kılmağa kibrît-i ahmerdir
Celâleddîn ü
Şemseddîn ü Sadreddîn ana bende
Umûmun ol
velîsidir umûmen tâc-ı berserdir
Revâdır
nâmına hâtem dimek mülk-i velâyetde
Atâ-yı
sırr-ı Hak’da Hâtem-i Tây’dan büzürg-terdir
Sorarsan
hâl-i tahkîkin eğer ol zâtın ey âşık
Muhakkak
sûret ü cismi misâl-i ayn-ı haydardır
Kabûlî şöyle bildim ki velâyet ehline Hak'dan
Hakîkat
ilmini muhbir o bir nâmûsu’l-ekberdir
Bu da
Abdullâh Salâhaddîn-i Uşşâkî hazretlerinindir :
Velâyet
burcunun şems-i münîri Şeyh-i Ekberdir
Ki envâr-ı
fuyûzâtı ile âlem münevverdir
O nûr-ı
zâhiri inkâr iderse dîde-i ahfeş
Aceb mi
şeb-pereh lâbüd adû-yı mihr-i enverdir
Hufâşın
zemmi kadr-i şems’e îrâs-ı keder itmez
Şeb-i
zulmetde inkârıyla hızlânı mukarrerdir
/61/ Hülâsa gün gibi zâhir olanı eyleyen
inkâr
Velâyetden
nasîbi olmayan a’mâ vü ebterdir
Basîret
ehline nûr-ı bâsârdır ehl-i hikmetden
İfâza itmede
ehl-i kulûba feyz-i yekserdir
Anı çün
hâtem-i kenz-i velâyet eyledi Mevlâ
Cemî'-i
evliyâya feyz-i Hak andan müyesserdir
Debistân-ı
maârifde odur çün hâce-i kâmil
Gürûh-ı
evliyâ çün tıfl-ı ebced-hân-ı ezberdir
Sebak-âmûz-ı
hikmetdir merâyâ-yı mazâhirden
Leb-ı tûtî-i
câna nutku bir kand-ı mükerrerdir
Nice şîrîn-mezâk
itmez kelâm-ı hikmet-âmîzi
Ki sırr-ı
vahdet ile her işârâtı müfesserdir
Husûsan ki Fütûhat u Fusûs içre maârifden
Ne dürler saçdı
hakkâ her biri şâhâne cevherdir
Şeh-i kişver-küşâyı mülk-i ma’nâ-yı hakîkatdır
Ser-i ehl-i
safâya başmağı şâhâne efserdir
Ne efser
belki muştâk-ı cemâli olan uşşâkâ
Gubâr-ı
hâk-pâ-yı tûtiyâ-yı dîde-i terdir
Eyâ nûr-ı basâr
hayli zamândır iltifâtın yok
Anın çün
dîde-i gam-dîdeye bî-nûr u bî-ferdir
Hicâb oldu
zuhûra vaz-ı küstâhânemiz dirsem
Hicâbım
şemse nisbet zerreden ednâ vü kemterdir
Hicâb olmaz
ziyâ-yı mihre elbet zerre-i nâ-çîz
Şu’â-ı
şemsile lâbüd vücûd-ı zerre azhardır
N'ola
feyzinle tathîr it bulanmaz cîfe-i dünyâ
Boyandıysa
sivâ rengine katre yemde muzmardır
Görünse
zerreden şems-i münîr ü katreden deryâ
Aceb olmaz
hakîkat ehline ta’bîr-i hoş-terdir
Nigâh-ı
iltifâtınla harâb-âbâdı ma’mûr it
Yıkıldı
kasr-ı zillet şimdi hâk ile berâberdir
Eyâ kân-ı
kerem bahr-ı himem lutfunla evvelden
Müşerref
eyledin bir hadde ki takdîrden evferdir
Senin
nîsân-ı feyz-i himmetin bu ravza-i câna
Meded-res
oldu her dem bahârı tâze vü terdir
Azîz-i
hâtırım feyzin ile Leb-rîz olup hâlâ
Zebânımda
nisâr olan hemen ol dürr-i gevherdir
Bu denlü
lutfuna dûçâr iken şimdi tagâfülde
Gönül
jenkâr-ı hicrânın kedûratıyla ağberdir
Kudûm-ı
rahş-ı ikbâline ferş-dîde âmâde*
İnân-ı
himmetin atf it dile hicrinle muzdardır
Nazar kıl
kûşe-i çeşminle baksan çeşm-i hûn-bâra
Ciğer kânım
nisâr eyler ne mercân ü ne ahkerdir
Bu akvâl-i
benehrec(?) kâline iksîr-i hikmetdir
Senin bir
kûşe-i çeşmin bana kibrît-i ahmerdir
Sen ol
gavvâs-ı ummân-ı hakîkatsin maârifle
Dilin
pür-dürr-i gevher bî-gerân bir bahr-ı ahdardır
Sen ol âb-ı
hayâtın Hızr’ısın ki câm-ı feyzinle
Hayâta
irişenler belki mevc-i yemden ekserdir
Seni vasf
eylemek haddim değildir arz-ı hâlimden
Garaz bir
iktisâb-ı feyz-i ma’nâ rûh-ı perverdir
Mufîz-ı
hâkda âlûde-i çirk-âb-ı isyânım
İrişdir ol
reh-i tahkîka ki semt-i peyemberdir
Di bu abd-i
hakîri hasta buldum yâ Rasûla’llâh
Getürdim
dergehine cürmile hâli mükedderdir
Ne denlü
mücrim ise nazra-i lutfunla timâr it
Cemâlin ile
tedbîr-i devâ ister bir ahkardır
Celâle
tâkati yok âciz ü hâkile yeksândır
Cemâlinde
velî mihr-i münîr ile berâberdir
/62/ Egerçi câma bisyârı hatâ ile
füzûndur lîk
Yem-i
ihsânına nisbet ile çün katre asgardır
Sen ol
şems-i hakîkatsin ki eşyâ cümle zerrâtın
Hatâ-yı
zerre afv-ı şemse nisbetle muhakkardır
Seninçün
abd-i hâlis çâkerindir ayn-ı Muhyiddîn
Salâhî’nin şefâat emrine lutfun musavverdir
Hz. Salâhî ve İsmâîl Hakkı
gibi eâzımın, Hz. Muhyiddîn’in şu ta’zîmâtına bakıp, Cenâb-ı Şeyh’e nazar-ı
inkâr ile bakanların hâline acımamak elden gelmez. Hulâsa-i kelâm:
ما عاشق سر كشته سوداى دمشقيم،
جان داده دلبستهء سوداى دمشقيم.
اندر جبل صالحة كانيست زجوهر،
كاندر طلبش غرقة دراى دمشقيم.[69]
Müstakîm-zâde
Hazretleri, Ahid-nâme’lerinin 113. bâbında beyân buyururlar ki:
“Hâl olmadıkça, Şeyh-i Ekber
hazretlerinin kitaplarını mütâlâa etmek muvâfık değildir. Zîrâ, zâhir-i hâlde,
âdâb-ı şer’iyyeye muhâlif olan mevâda müsâdif olup, tabii hakîkatına vakıf
bulunmadığından müstelzim-i hüsrân olur. Nesebü’l-Harf nâmında bir te’lîfin üzerinde Hz. Şeyh-i Ekber’in,
kendi hatt-ı latîfleriyle, “Bizim bâliğ
olduğumuz dereceye vâsıl olmayanların, kitaplarımıza nazar etmesi harâmdır.” diye
muharrer olduğunu gördüğünü, İmâm Şarânî nakl etmiştir. Hakîkat-ı hâl onu
gösterir. Vâkıf-ı esrâr-ı Hz. Şeyh olmayanlar, “Şeyh-i Ekfer” demek
küstahlığında bulunmuşlardır. Cenâb-ı Şeyh’in öyle buyurmasında, pek haklı
oldukları âşikardır.”
Hz. Şeyh-i Ekber’in Evlâd-ı Kirâmı
:
Kendilerinden
sonra iki ferzend-i emcedleri kalıp, birisi Muhammed Sa'deddîn hazretleridir ki
618 Ramazân’ında (Ekim 1222) Malatya’da
kadem-nihâde-i âlem-i şuhûd olmuş ve ba’de’t-tahsîl ehâdîs-i şerîfe nakl ve
tedrîs eylediği gibi, tabîat-ı fevka’l-âde-i şi’riyyesi hasebiyle mükemmel bir
dîvân vücûda getirip, 656/(1258)senesinde Şam’da irtihâl-i dâr-ı naîm
eylemiştir. Pederleri yanında medfûn imiş
Dîger
mahdûmları, Ebû Abdullâh Muhammed hazretleridir. 667/(1269) (senesinde)
Sâlihiyye’de şîrîn-mezâk-ı niam-ı câvidân olup, kitâb-ı vücûdlârı mahfaza-i
kabre /63/ konuldu.
Bir de kerîme-i ismet-vesîmeleri olduğunu İsmâîl Hakkı
Hazretleri Kitâbü’l-Hitâb’ında yazdıkları sırada “Radâa hâlinde pederi
muhteremleriyle mükâleme eylediği ve hattâ Hz. Şeyh’in hacdan Şam’a avdetinde, (هذا أبي)[70]” dediğini ilâveten beyân eder.
Hz. Şeyh-i
Ekber Efendimizin şu kıt’a-i mergûbesi hepimiz hakkında ne büyük beşâreti
hâvîdir:
لنا دولة في آخر الدهر تظهر
فمن كان منا أو يقول بقولنا
فتظهر مثل الشمس لا تتستر
فبشره بالدنيا والأخرى يبشر. [71]
(Kaddesa’llâhu
esrârahum ve rahîmehum ve nefaanâ bi-ulûmihim ve şeffi’hüm fînâ. Âmin.
Allâhümma’hşürnâ bihim ve bi-âlihim. Âmin.)
Âsâr-ı Aliyyelerinden Başlıcaları
:
1. Fusûsu’l-Hikem,
2. Fütûhât-ı Mekkiyye,
3. Muhâdarâtü’l-Ebrâr,
4. Emrü’l-Muhkem,
5. Rühu’l-Kuds,
6. Şeceretü’l-Kevn,
7. Salavât-ı Suğrâ,
8. Salât-ı Vüstâ, Salât-ı Kübra,
9. Evrâd-ı Usbûiyye,
10. Devr-i
A’lâ,
11. Tedbîrât-ı
İlâhîyye Tenezzülât-ı Mevsıliyye,
12. Tâcü’r-Resâil
ve Minhâcü’r-resâil
13. Kitâbü’l-Azama,
14. Kitâbü’n-Nisbe,
15. Tecelliyât,
16. Mefâtîbü’l-Gayb,
17. Kitâbü’l-Hak,
18. Merâtib-i
Ulûm,
19. Ulûmü’l-Vehb
ve İ’lâm bi-İşârâtı Ehli’l-İlhâm,
20. el-İbâde,
21. el-Medhâl
fî Ma’rifeti’l-Esmâ,
22. Hilyetü’l-Ebdâl,
23. eş-Şurût
fî-mâ yeltezimü Ehlü Tarîkı’llâh,
24. Esrârü’l-Haylûle,
25. Akîdetü
Ehli’s-sünne,
26. İşârâtü’l-Kavleyn,
27. Kitâbü’l-Hüviyye
ve’l-Ehadiyye,
28. el-Celâletü’l-Ezel,
29. el-Muksim,
30. Ankâü
Mağrib,
31.
Hatmü’l-Evliyâ,
32. Şemsü’l-Mağrib,
33. Şevâhidü
Tâci’l-Ârifîn,
34. el-Kutbu
Risâletü’l-Ensâriyye,
35.
el-Enfâsü’l-Ulviyye,
36. Tercümanü'l-Eşvâk,
37. el-Celâl
ve’l-Cemâl,
38. Mişkâtü’l-Envâr,
39. Şerhu
Istılâhâti’s-Sûfiyye,
40. Kitâbü
Resâil,
41. Kitâbu’n-Nikâhi’l-Mutlak,
42. Kitâbü’ş-Şerîa
ve’l-Hakîka,
43. el-Hucub,
44. el-Mevâızü’l-Hasene.
Sultân
Bâyezîd Kütübhânesinde, Risâletün
fî Esâmi-i Kütüb-i Şeyh-i Ekber nâmında 1794 numaralı mecmûada
umûm âsârının esâmîsî mazbûttur.
Fütûhât Fihristi
Diyârbakırlı
bir zât, merak etmiş, Fütûhât’a bir fihrist yazmıştır. Bu fihrist el-yevm Fâtih’de Murâd
Molla Kütüphanesi’ne nakl olunan Düğümlü Baba Kütüphânesi kitapları
meyânındadır, 329 numaralıdır. Pek kıymet-dâr bir eserdir.
ŞEYH ÖMER EFENDİ (MOLLA
GÜRÂNÎLİ)
/64/ 1094/(1683) senesinde tevellüd, 1157/(1744)’de irtihâl
etmiştir.
Hz. Şeyhü’l-Ekber
efendimize âşıklardan ve âsâr-ı Hz. Şeyh’i hırz-ı cân edenler arasında emsâline
fâiklerden olan bu zât-ı muhteremden burada bahsetmemek kadr-nâ-şinâslık olur.
İhvânımdan Hulûsî-zâde Osmân Nûru’llâh Bey kitapları meyânında yazma bir mecmûa
müsâdif-i nazar-ı âcizânem olmuş ve mütâlaasından fevka’lâde zevk-i rûhanî
bulmuş idim. Bundaki makâlât hep, Fütûhât-ı Hz. Şeyh’den tercüme olup, o mertebe yüksek bir emel ile
yazılmış idi ki, dâimâ okur, istinsâh eder, müstağrak olurdum. Müntehabât-ı Ezhâr-ı
İrfân nâm eser-i fakîrânemin üçüncü cildinde bu tercümeler ve
makâleler aynen münderictir. Mütâlâasını, hâlisâne tavsiye ederim.
Bu zâtın Mollagürânî
civârındaki mezârlıklarda kabrini aradım. Maa't-teessüf bulamadım. Birgün Fâtih’de
Millet Kütüphânesi’nde merhûm Ali Emîrî Efendi’nin kitapları meyânında, Tasavvuf
kısmında, Vâridât-ı
Ömer-i Gürânî diye bir eser gözüme ilişti,
hemen çıkarttım. Baş tarafında şu yazıları gördüm:
Tercümân-ı
müdekkik Hz. Şeyh Ömer-i Gürânî (kuddise sırruhu) 1257 senesi
cemâziye'l-âhirinin ikinci (23 Temmuz 184ı) pazar günü ezân-ı şerîf ile emâneti
Vâcibü’l-Vücûd’a teslîm eyledi. Velâdeti 1196/(1782) senesindedir. Müddet-i
ömrü 61 senedir. Kadı Sıdkı Abdullâh Efendi, Tercüme-i Mesnevî’den, merhûm Ömer Efendi için
tefe’’ül eyledikte,
Penc vakt
oldu namâz subh u şâm*
(پنچ وقت اولدى
نماز صبح و مسا)
Lîk uşşâkın
namâzı ber-devâm
beyt-i evvelin, evvelki mısraı hesap
olundukta târîh olmuştur.
Sipâhiyândan, Ârzûhâlî-zâde
İbrâhîm Efendi’nin târîhidir:
İlm-i ledünne
ârif sırr-ı künûza vâkıf
Esrâr-ı
Hakk’ı câmi' nutk-ı rumûz pendi
Ayn-ı hayâta
irdi dâr-ı bakâya şimdi
Kurb-ı ilâha
lâhık Şiblî-i Cüneyd kendi
Vahdet meyin
idüp nûş zevk ile oldu medhûş
İdince
"İrcıî" gûş cennetle müjdelendi
Bir geldi
dehre zâtı târîh-i fevti râzı
Sırr-ı Füsûs’a vâsıl göçdü Ömer Efendi
(سر فصوصه واصل كوچدى عمر افندى)
* * *
Rıhleti
sâline dâl olsa bu târîh olur
Nâkil-i
râz-ı Füsûs göçdü Ömer Efendi
(ناقل راز
فصوص كوچدى عمر افندى)
Murâd
Çavuş-zâde’nin :
Sâhib-i
kemâl-i irfân ya’ni Ömer Efendi
İtdi güzer
fenâdan ihvânı oldu tekdîr
Âsâr-ı
Şeyh-i Ekber düşmezdi hiç elinden
Ba’z-ı
mahalle merhûm itmişdi hall ü tahrîr
Cây itdi
Adn’i oldu bir hikemî tâm târîh
Göçdü Ömer
Efendi Mollagürânîli pîr
(کوچدى عمر افندى
منلا كورانيلى پير ) =1157/(1744)
Müstakîm-zâde’nin târîhi:
Refik ider
anı Fârûk didiler târîh
Ömer Efendi’yi
devrân kıldı Gürânî
(عمر افندييى
دوران قيلدى كورانى) =1157/(1744)
Tarîkaten
kime müntesibtir, maîşeten ne mesleğe sâliktir, tahkîki mümkün olamadı.
Şiddetle mestûrînden olup, doğrudan doğruya, Hz. Şeyh’in feyzine mazhar
olduğunda şüphe yoktur. Medfeni mechûldür. Vâridât’ını mütâlâa
ettim, Fütûhat’tan kısmen tercümelerdir. Hz. Mısrî-i Niyâzî’nin nutkundan
bir beyti şerh buyuruyor ki, teberrüken ve aynen yazıyorum:
Salât-ı ehl-i kurbun kıblesidir “semme vechullâh”[72]
O veche kul
olanlar tâat-ı noksânı neylerler
“Ma’lûmdur ki, kurba vâsıl olan ârif-i bi’llâh, her neye
teveccüh eylese kıblesi oldur ve onun salâtı ol kurba vuslatıdır. O hâl-i
maslahatın sıhhati mukarrer olduğu takdîrde, ona infisâl ve inkıtâ' yoktur. O
kimse, kıble-i hakîkîde dâimâ ve ebeden müteveccih olup, salât-ı dâime müdâvim
ve o salât-ı dâimeyi muhâfazaya kâdir ve o salât ile kâim-i makâm olur. Zîrâ
Hak subhânehû ve teâlâ, mine’l-ezel ile’l-ebed, kevn ile hâl-i vaslda kâim ve
kayyûmiyyet-i zâtiyesiyyle kâimdir. Bu sebebden ulûhiyyeti sâbittir. (وهو معكم أينما كنتم)[73] Vechu’llâh ile işâret olunan vecih, kul olanlar, ya’ni o
vechi taleb ile kulluk edenler, tâat ve ibâdetlerinde kusûr ve noksân etmezler.
Ancak onların sa’yi kıble-i hakîkatte ol veche müteveccih olup, salât-ı dâimeye
müdâvim olmağla ol kurba vâsıl olmaktır.”
Bir
mektûbundan:
“Şerîat ile hakîkat beyninde olan nisbet, nübüvvet ile
velâyet beyninde olan nisbet gibidir. Abd için iki cihet vardır: Velâyet,
nübüvvet. Nübüvvet vâsıtasıyla âmme-i nâsa teblîğ olunan, ahkâm-ı şerîattır.
Şerîat, âmme-i enâmın hakîkatlerinin netîcesidir. Şerîat bir kapıdır ki, bu
kapıdan niceler sarây-ı hakîkate girip mesned-i ma’rifete cülûs eylediler. Yine
bir kısım insânlar, şerîat kapısından sarây-ı hakîkate girdikleri hâlde,
bî-haber kaldılar; ma’rifet mesnedine cülûs edemediler ve niceler hakîkat
sarâyına dahi giremeyip şerîat kapısında kaldılar. Netîce-i merâm oldur ki,
nübüvvetin bidâyet ve nihâyeti kurb-ı velâyet olduğu gibi, şerîatın dahi
bidâyet ve nihâyeti, hakîkat ve ma’rifet olur.”
Tâhkîk-ı “Men
Arafe Nefsehû”
(من عرف نفسه فقد عرف ربه) [74] "Kelâmını ehl-i tahkîk
mezâk-ı meşrebi üzere, iki ma'nâ ile takrîr ettiler: Ma'nâ-yı meşhûru budur ki:
Eğer bir kimse, kendi nefsini ârif olursa, o kimse, min vechin, Allâh’ını ârif
olur. İmdi, ma’rifet-i nefs, ma’rifet-i Rabb’e sebeb ü vesîle olur. Câizdir ki,
bir kimse kendi nefsine ma’rifet hâsıl etmekle, min-vechin, rabbinin zevki
hâsıl ola. Ma'nâ-yı sânîsi budur ki, gayr-i meşhûrdur. İbtidâ-yı kelâmda olan (من)-i istifhâmiyye olmak vechi üzere, hangi kimsedir ki
nefsini ârif ola, o kimse irfân ile rabbini âriftir. İmdi, bir kimse künhü ve
hakîkati üzere nefsini ârif olmak mümkün ve caiz değildir. Nerede kaldı ki,
Allâh’ını künhü ve hakîkati üzere bile.
Netîce-i kelâm, ma'nâ-yı evvel, ma’rifet-i nefs ile
ma’rifet-i Rabb’in cevâzına delâlet eder. Ma'nâ-yı sânî, ma’rifet-i nefs ile
ma’rifet-i Rabb’in adem-i cevâzına delâlet eder. Beynehümâdaki tevcîh oldur ki,
min-vechin, cevazı sâbit; min-vechin, künhüyle adem-i cevâzı sâbittir.”
Şerh-i Müntehabât-ı Fütûhat:
Şeyh Ömer-i Gürânî hazretleri, Şeyh-i
Ekber efendimizin Fütûhât-ı Mekkiyye’sinden
intihâb ve şerh etmiştir. Kısm-ı a'zamı Türkçe ve ba'zı kısımları Arapça’dır. Müstakîm-zâde,
istinsâh etmiştir. Risâlenin üstüne, “Şerh-i
Müntehabât-ı Fütühât-ı Mekkî” ve ilk sahîfesine “Vâridât-ı
Ömer-i Gürânî” yazılmıştır. Kenârlarına, Müstakîm-zâde,
ba'zı fevâid tahrîr eylemiştir.
Müstakîm-zâde’nin
Tuhfetü’l-Hattâtîn nâmındaki eserine, târîh encümeni a'zâsından urefâ-yı
asırdan, üdebâ-yı dehrden İbnü’l-Emin Mahmûd Kemâl Bey Efendi yazdığı
izah-nâmede buyururlar ki:
“Müntehabât risâlesinin
hitâmından sonra üzerlerine “Vârid” işâret edilmiş, Türkçe fıkarât-ı sûfiyye vardır ki
Vâridât-ı Ömer-i Gürânî budur. Risâlenin nihâyetlerinde,
İmâm Şârânî’nin Yevâkît, Abdülganî-i Nablusî’nin Şerh-i Tuhfetü’l-Mürsele ve Sadreddîn-i Konevî’nin Nefha-i Rabbâniyye ve Hoca Ahrâr-ı Ubeydullâh-ı
Semerkandî’nin Fıkarât nâmlarındaki
eserlerinden müntehabât ve mektûbçu kaleminde kâtip Taşodalı Muhammed Efendi’nin
bir kasîdesinin
matlaındaki mazhar-ı nukatına dâir makâle, Ömer-i Gürânî’nin hastalığında bir
zâta yazdığı latîf bir mektûb, Şemseddîn-i Sıvâsî’nin İhtiyâr-ı Cüz'î
hakkındaki kelâmının şerhi Sırr-ı Vahdetü’l-Vücûd’a dâir bahs vardır. Nihâyetinde bir kenârda
Müstakîm-zâde’nin imzâsı vardır. Darü’l-Fünûn Kütüphânesinde 7469/640 numarada mevcûddur.”
Vâridât-ı Ömer-i Gürânî hakkındaki bu izâhât, hakîkati
göstermektedir.
EŞREF-ZÂDE ABDULLÂH-I RUMÎ
HAZRETLERİ
(İbn
es-Seyyid Ahmet el-Mısrî b. es-Seyyid Muhammed Suyûtî)
/65/ Eşrefiyye şu'besinin müessisi olup, pîr-i sânî addolunmuştur. Neseb-i
âlîleri, İmâm Ali efendimize müntehî olup, pederi mükerremleri Eşref, onun
pederi Muhammed el-Mısrî’dir. "Eşrefeğlu", "Eşref-zâde", "Eşref-i
Rûmî" diye meşhûrdur. 754/(1353) târîhinde İznik’te tevellüd
buyurmuşlardır.
Tahsîl-i
ibtidâîden sonra Bursa’ya azîmetle Çelebi Sultân Muhammed Medresesi'nde,
el-yevm mevcûd bulunan hücrede tahsîl-i kemâlâta başlayıp, kırk sene burada
bulundukları mervîdir.
Tarîkat-ı
sûfiyyeye intisâb sevdâsına düşüp, evvelemirde Bursa’da Abdal Muhammed nâmiyle
meşhûr olan ve el-yevm türbeleri ma’mûr ve ziyâret-gâh bulunan zât-ı âlîkadrin,
nazar-ı feyzine uğrayıp emr ü işâretiyle Emîr Sultân hazretlerine, onlar da Hacı
Bayram-ı Velî hazretlerine sevk ederler. Derhâl müşârünileyhe intisâb ile onbir
sene imâmet hizmetiyle şeref-yâb olmuş ve seyr ü sülûkta bulunmuştur. İkmâl-i
sülûktan sonra istihlâf buyurulup, İznik beldesine i’zâm ve kerîmeleri
Hayrunnîsa hazretlerini tezvîc eylemişlerdir.
Eşref-zâde
hazretleri, ma’nevî bir cilveye mazhar olup, merâtib-i ma’nevîyede daha ziyâde
i’tilâ sevdâsıyla niyâzda bulunduklarında, işâret-i mahsûsa üzerine, Hama’da
sülâle-i tâhire-i Kâdiriyye’den Şeyh Hüseyn-i Hamavî hazretlerine sevk ederler.
Haremiyle berâber Hama’ya gitmiştir ve derhâl erbaîne konulup, otuzbirinci günü
akşam, hizmetine me’mûr dervîş yedinde bulamaç olduğu hâlde hücreye varınca, Eşref-zâde’yi
hücrenin bir cidârına istinâd ve tecemmüd etmiş görür. Tahrîk etmek ister,
hareket etmediğini görünce, huzûr-ı şeyhe gelip, “Efendim, Rûmî vefât etmiş,
siz sağ olunuz.” der. Hz. Şeyh, hücrenin kilitlenip, miftâhının kendisine
teslîmini emir buyururlar.
Bu hâl,
ale’s-sabâh şâyi' olur. Ba'zı cahiller, “Meyyitin hücre içinde habsine ne
lüzûm var, defn olunsun, varıp şeyhe arz edelim.”, derler. /66/ Bir kısmı ise, "Şeyhin
işine müdahâle etmek caiz değildir.” demişlerse de, nihâyet keyfiyyet şeyhe
arz olununca, “Kırk gün olmayınca hücreyi açmayacağım.” buyururlar.
Vaktâ ki
kırk gün tamâm olur, cenâb-ı şeyh maa ihvân hücre kapısına gelirler, “Ya Rûmî!”,
diye hitâb ederse de ses gelmez. İkinci bir hitâb daha, yine cevâb yok.
Üçüncüde sahva gelirler, “Ah azîzim! Bize kıydınız.” derler ki, makâm-ı
istiğrâk, dünyâyı unutmaktan, lezâiz-i ma’neviyyeden âlem-i hisse getirdiniz,
demektir.
Eşref-zâde o
gün icâzet almıştır. Yine me'mûren İznik’e avdet buyurdular. Hz. Gavs-ı A’zam
efendimize, silsile-i tarîkatları bu sûretle muttasıl olmaktadır:
Hz. Pîr, Sultân
Seyyid Abdülkâdir (Kuddise sırruhu'z-zâhir ),
Hz. Seyyid Şemseddîn b. Hz. Abdülkâdir (Kuddise sırruhû ),
Şeyh Seyyid
Hüsâmüddîn Şefik b. Şemseddîn (Kaddesa'llâhu sırrahû),
Şeyh Seyyid
Ahmed Şihabeddîn b. Hüsâmeddîn (Kaddesa'llâhu sırrahû),
Şeyh Seyyid
Alâeddîn b. Şihabeddîn (Kaddesa'llâhu sırrahû),
Şeyh Seyyid
Hüseyin el-Hamavî b. Şihabeddîn (Kaddesa'llâhu sırrahû)[75],
Pîr-i Sâni,
Şeyh Eşref-zâde Seyyid Abdullâh er-Rûmî (Kuddise sırruhu'l-âlî).
Velâdetleri
: 754/(1353)
Müddet-i ömürleri
: 120.
İrtihâlleri
: 876/(1471)
İznik’te mükellef bir
türbe-i şerîfe ve bir câmi'-i münîf ve hucurât inşâ olunmuş ve son zamâna kadar
ümrânını muhâfaza etmiş iken, Yunanlıların İznik’i istîlâlarında cümlesini
topla hedm ve hâk ile yeksân edip;
hattâ, Hz. Pîr’in kabr-i enverlerini kazıp, içinde cephâne aramış olduklarını;
müteessirâne bir lisân ile, Bursa’da Seyyid Usûl Dergâhı şeyhi Abdî Efendi
meşhûdâtına istinâden söylemiştir.
Makâm-ı
enverleri büyük ziyâret-gâhlardandır. Çünkü şöhret-i ârifâneleri,
velvele-endâz-ı âlem olup, umûm-ı ehl-i tarîkat nezdinde pek büyük bir mevki'-i
hürmet ü i’tibârları vardır. Entâk-ı aliyyeleri esnâ-yı zikirde okunduğu gibi
birçoğu gerek /67/ durak, gerek ilâhî tarzında bestelenmiştir. En ziyâde
mütedâvil olan nutklarından:
Tecellî
şevk-i dîdarın beni mest eyledi hayrân
Ene’l-Hak
sırrını cândan anınçün kılmazam pinhân
Aceb hayrân
u mestim ki bilişde bilmezem yârı
Gözüm her
kande kim baksa görünür sûret-i Rahmân
Cihân
tılsımının bendi benim elimdedir şimdi
Benim bugün
bu meydânda benimdir top ile çevgân
Yüzün görmeden
ol yârın kamu mahv oldu hep varım
Bakâ buldum
fenâ buldum bakâda olmuşum sultân
Benim ol
derdlü dermânı benim ol ma’denin kânı
Benim ol
dürr-i bî-hemtâ benim ol bahr-ı bî-pâyân
Semâda seyr
ider sırrım cihâna doldu envârım
Mukaddesler
cemîisi benim sırrımda ser-gerdân
Benim ilm-i
ledünnümde hezâr Hızr olur âciz
Benim her
bir tecellimden nice bin Mûsalar hayrân
Görürsün
sûretâ Âdem benim emrimde dû-âlem
Felekler de
melekler heb bana mahkûmdur ins ü cân
Remîm olmuş
izâma hem eğer dirsem “bi-ıznî kum”
Yalın ayak u
baş açık kamusu duralar uryân
Bu ay u yıl
bu yıldız bu geceler bu gündüzler
Bu yaz u kış
ve bu güzler benim emrimdedir yeksân
Benim şâhı
bu meydânın benim devri bu devrânın
Benim cânı
bu cânların benimle dirilür her cân
Benim Mansûr’u
var iden benim ağyârı yâr iden
Benim her
varı var iden benim her giden ü duran
Değildir od
u sudan ne toprakdan yahûd yelden
Ben irden
var idim irden henüz yoğidi bu ezmân
/68/ Zamânsız bî-zamânım ben mekânsız
bî-mekânım ben
Dü-âlemde
hümâyım ben benim her görünen gören
Sorarsan Eşref-oğlu’yum ne Rûmî’yim ne İznikî
Benim ol
dâimü’l-bâkî göründüm sûretâ insân
Tamâmen tevhîd-i zât
neş’esiyle söylenmiştir. İlm-i zâhir neş’esiyle tevfîk-ı ma’nâda zorluk
çekilir. Hz. Şeyh’in kemâlât-ı ârifânelerinin mertebe-i bülendine delâlet eder.
Bu nutk-ı münîflerini tahmîs edenler ve şerh eyleyenler olmuştur. Abdullâh
Salâhaddîn-i Uşşâkî hazretleri pek ârifâne şerh ve hakîkat-ı ma’nâsını beyân
buyurmuşlardır.
Ben dost
hevâsına düşdüm gayri hevâ neme gerek
Başımda dost
sevdâsı var gayri sevdâ neme gerek
Ben Eşref-oğlu
Rûmî’yim ben bâkîyim kadîmîyim
Ben ol
mürg-i lâhûtîyim arz u semâ neme gerek
Âsâr-ı Aliyyeleri :
1. Divân-ı
Şerîfleri : İlm-i lisân
ve târîh-i edebiyyât nokta-i nazarından da pek mühimdir; matbû'dur.
2. Müzekki’n-Nüfûs. Matbû'dur.
3. Tarîkat-nâme,
4. Fütüvvet-nâme,
5. Delâilü’n-Nübüvve,
6. İbret-nâme,
7. Ma’zeret-nâme
ki, Hediyyetü’l-Fukarâ
diye ma'lûm,
8. Elest-nâme,
9. Nasîhat-nâme,
10. Hayret-nâme,
11. Münâcât-nâme,
12. Esrârü’t-tâlibîn.
Sultân Bâyezîd’de
Kütübhâne-i umûmîde, Risâle
fî Sırrı’d-Deverân nâmında gördüğüm bir eser dahi
müşârünileyhe isnâd olunmaktadır.
El-yevm, Kâdirî
tekkelerinde okunmakta olan evrâd-ı Kâdiriyye’nin, (اللهم أجل...)’den
yukarısı Pîr-i sânî Eşref-zâde’nin olduğundan bu evrâda, “Evrâd-ı Kâdiriyye-i Eşrefiyye” derler. Evrâk-ı Kâdiriyye mütercimi Şeyh Nâci Efendi böyle yazıyor. Tahkîk ve tasavvufta ve
felsefe-i İslâmiyye'de cidden ve hakîkaten uluvv-ı kemâl sâhibi bir pîr-i
rûşen-zamîrdir. Cenâb-ı Hak, şefâatına mazhar buyursun. Âmin.
Yâdigâr-ı Şemsî nâm eserde, târîh-i
irtihâllerini tedkîk sırasında, bunun 899 mu, yoksa 874 mü olduğu hakkında
bast-ı beyân olunarak 874/(1469) târîhinin sıhhatine hükm olunduğu görülmüştür.
İznik’deki türbe-i şerîfeyi ve câmi'-i münîfi Sultân Bâyezîd-i Velî’nin
vâlideleri Mükerreme Hâtûn inşâ ettirmiş ve vakfiyeler yapmıştır. (Radıya’llâhü
anhâ)
Hz. Şeyh,
şöhretten müctenib, hâlîm, selîm, halûk olup tasarrufât ve kerâmâtıyla
mahbûbu’l-kulûbtur. (Kaddesa’llâhü sırrahû)
/69/
Eşref-zâde hazretlerinden sonra post-nişîn olan zevât-ı kirâm:
- Şeyh
Abdurrahîm Tirsî (Kaddesa’llâhu sırrahu),
- Şeyh Muslihuddîn Efendi (Kaddesa’llâhu sırrahu),
- Şeyh Hamdi Efendi (Kaddesa’llâhu sırrahu),
- Şeyh Sırrı Ali Efendi (Kaddesa’llâhu sırrahu),
- Şeyh Hamdî-i Sanî Efendi (Kaddesa’llâhu sırrahu),
- Şeyh Lütfullâh Efendi (Kaddesa’llâhu sırrahu),
- Şeyh Ahmed Efendi (Kaddesa’llâhu sırrahu),
- Şeyh Eşref-i sânî Efendi (Kaddesa’llâhu sırrahu),
- Şeyh Abdullâh Efendi (Kaddesa’llâhu sırrahu),
- Şeyh Sâlih Efendi (Kaddesa’llâhu sırrahu),
- Şeyh Abdülkâdir Efendi (Kaddesa’llâhu sırrahu),
- Şeyh Muhyiddîn Efendi (Kaddesa’llâhu sırrahu),
- Şeyh Şerefeddîn Efendi (Kaddesa’llâhu sırrahu),
- Şeyh İzzeddîn Efendi (Kaddesa’llâhu sırrahu),
- Şeyh Abdullâh Efendi (Kaddesa’llâhu sırrahu )
- Şeyh Avnullâh Efendi (Kaddesa’llâhu sırrahu),
- Şeyh Fahreddîn Efendi (Kaddesa’llâhu sırrahu),
- Şeyh Ahmed Ziyâeddîn Efendi (Kaddesa’llâhu sırrahu),
- Şeyh Muhammed Fahreddîn Efendi (Kaddesa’llâhu sırrahu),
- Şeyh Nâfiz Efendi (Kaddesa’llâhu sırrahu),
- Şeyh Ahmed Ziyâeddîn Efendi (Kaddesa’llâhu sırrahu).
ŞEYH ABDURRAHÎM-İ TİRSÎ
Müşârünileyhimden
Şeyh Abdurrahîm-i Tirsî hazretleri, cenâb-ı Eşrezâde’nin kerîme-i muhteremesi Züleyhâ
Hanım’ı tezevvüc etmiş, Hz. Pîr-i Sânî’ye dâmâd olmuştur. Kayın pederlerinin
vasiyeti üzerine câ-nişîni oldular. İznik’e sekiz sâat mesafesi olan Tirse
karyesinde Bolulu İsfendiyâr-zâde akrabâlarından Bâyezîd-i Fakîh nâm zâtın
mahdûmudur. Henüz çocuk iken pederleriyle maan Eşref-zâde hazretlerinin, hüsn-i
nazarına mazhar /70/ olmuşlar, hattâ çocuk iken Hz. Şeyh’e fevka'l-âde meclûb
olduğundan taht-ı terbiyelerine almışlar; tahsîline i'tinâ buyurmuşlar; en
sonra hilâfetle bekâm ederek, şeref-i sıhriyyetlerine mazhar kılmışlardır.
Tabîat-ı
şi’riyyeleri olup, Dîvân'ları vardır. Kerâmât-ı aliyyeleri menkûldür. 926 Saferinde
(Ocak 1520) dâr-ı cemâle intikâl eylediler. Azîzinin yanında defîn-i hâk-i
mağfiret kılınmıştır. (Kaddasa’llâhu sırrahu)
Kırk sekiz sene,
seccâde-nişîn-i tarîkat oldukları lede’l-hesâb nümâyân olmaktadır.
ŞEYH MUSLİHUDDİN EFENDi
HAZRETLERİ
Abdurrahîm-i
Tirsî’den iktibâs-ı envâr-ı tarîkat ve iktisâb-ı esrâr-ı hakîkat eylemiştir. Mudurnuludur.
Abdurrahîm Efendi’nin, Hamdi Efendi nâmındaki mahdûmu pek küçük olduğundan
ber-mûcib-i vasiyet seccâde-i hilâfete oturmuşlardır.
ŞEYH HAMDİ EFENDİ HAZRETLERİ
Eşref-zâde
hafîdidir. Feyz-i tarîkını Muslihuddîn Efendi’den almıştır. 1012/(1603)’de
âzim-i dâr-ı karâr olmuştur. Ceddinin yanında medfûndur. Bir Dîvân'ı vardır.
ŞEYH SIRRI ALİ EFENDİ
HAZRETLERİ
Hamdi Efendi-zâdedir.
Feyz-i tarîkını pederlerinden almıştır. 1046/(1636) senesinde terk-i dağdağa-i
hayât eylemiştir. Abdurrahîm-i Tirsî yanında defn olunmuştur. Yâdıgâr-ı Şems’de tafsîl-i ahvâli vardır.
ŞEYH HAMDİ-İ SÂNÎ HAZRETLERİ
Sırrı Ali
Efendi’nin mahdûmudur. Pederinden hilâfet alıp ve nice cânlar uyandırıp 1069/
(1658) senesinde terk-i âlem-i nâsût eylemiştir. İznik’de medfûndur.
ŞEYH LUTFULLÂH EFENDİ
HAZRETLERİ
Sırrı Ali Efendi-zâde’dir.
Birâderinin irtihâli ile seccâde-i irşâda oturmuş ve tevhîd ü ezkâr ile meşgûl
iken, 1104 Ramazân’ının üçüncü (8 Mayıs 1693) günü âlem-i dünyâya vedâ'
eylemiştir. Âsitâne hazîresinde medfûndur.
ŞEYH AHMED EFENDİ HAZRETLERİ
Hamdî-i sânî
mahdûmudur. 1106/(1695)’da dünyâyı terk etti. Âsitane hazîresinde, mevdû'-ı
rahmet-i Rahmân’dır.
ŞEYH EŞREF-İ SÂNÎ HAZRETLERİ
Şeyh
Lutfullâh Efendi-zâde’dir. Pederlerinden ahz-ı feyzedip seccâde-nişîn-i irşâd
olmuş ve nice âşıklara, şarâb-ı hâli içirmiştir. /71/ 1109/(1697) senesinde âhiret diyârına
gitmekle, Abdurrahîm-i Tirsî hazretlerinin türbesi yanında rahmet-i Hakk’a
tevdî' kılınmıştır. Zâhir ve bâtını ma’mûr idi.
Tabîat-ı şâirânesi de
varmış, bu ilâhî müşârünileyhindir:
Gönülde
âteş-i aşk ile yanmış tâze dâğım var
Benim bu
tekye-gâh içre söyünmez bir çerâğım var
Bana olmaz
mukâbil kimse meydân-ı muhabbetde
Elimde tîğ-ı
himmet gibi bir yalın bıçağım var
Aceb mi
gûşe-i uzletde dâim i’tikâf itsem
Benim bu
kâinâtın iltifâtından ferâğım var
Bu sânî
Eşref’in hiç bâb-ı arza ihtiyâcı yok
Muhammed
Mustafâ gibi benim bir sığnacağım var
ŞEYH ABDULLÂH EFENDİ HAZRETLERİ
Eşref-i sânînin
oğludur. Pederinden ahz-ı tarîkat edip, seccâde-i irşâda oturmuş idi. Zâhir ve
bâtınını ma’mûr etmiş erlerdendir. 1147/(1734)’de şehîden vefât etmekle,
pederinin yanında defn olunmuştur.
ŞEYH SÂLİH EFENDİ HAZRETLERİ
Lutfullâh
Efendi-zâde’dir. Kendisinden ahvâl-i garîbe zuhûr etmiştir. Pederinin yanında
âsûde-nişîn-i hâk-i rahmettir.
ŞEYH
ABDULKÂDİR EFENDİ HAZRETLERİ
Şeyh
Abdullâh Efendi-zâdedir. Pederinden feyz almış, mertebe-i irşâdı ihrâz
eylemiştir. Ömrünü mücahâde ve riyâzetle geçirmiş erlerdendir. Sırrî mahlasıyla ilâhîyyatı olup, 1176/
(1762)’da âzim-i huld-ı berrîn olup, cedd-i pâkinin yanında vedîa-i rahmet-i
Rahmân kılınmıştır. Sırr-ı devrâna dâir, Devrân-nâme unvânıyla bir eseri ve bir Dîvân'ı vardır. Eşref-zâde
hazretlerinin âsârı meyânında yazdığım, Sırr-ı Devrân risâlesi belki bu zâtın olsa
gerektir. Lisân-ı Fârisî üzere söylenmiş eş’ârından.
ما صاف دلانيم بكس كين نداريم،
خلق است بما دشمن وما باهمه ياريم.
ماشاخ درختيم ﭙر از ميوهء توحيد،
كر رهكذ رى سنك زند عار نداريم.[76]
ŞEYH
MUHAMMED EFENDİ HAZRETLERİ
Yâdigâr-ı Şems nâm eserde okunduğuna göre,
makâm-ı Eşrefî’de onbirinci Şeyh Abdulkâdir Efendi-zâde Şeyh Muhammed Efendi’dir.
Sâhib-i cezbe bir âşık-ı sâdık imiş. 1201/ (1786)’de irtihâl edip, yerine mahdûmları
Abdulkâdir Efendi geçmiş idi. 1214/(1799)’te bu dahi âzim-i gülşen-sarây-ı
cennet olunca, oğlu Hüseyin Hamdi /72/ kâim olmuştur.
Mûmâileyh İznik
meşîhatında bulunanların onüçüncü ve sonuncusudur. Bundan sonra Bursa’da
bulunan zâdegân-ı Eşrefî'nin ekberi İznik meşîhatına ta’yîn olunurlar.
ŞEYH
ŞEREFEDDÎN EFENDİ HAZRETLERİ
Eşref-i sânînin oğludur.
Zâhir ve bâtın ilimlerinde mâhir idi. Pederinden hihâfet alarak, Bursa’da Setbaşı’nda
Eşrefiyye Tekke’sini ihyâ ile, hacc-ı şerîfi de îfâya muvaffak oldu. Esnâ-yı
va’zda hâl gelirmiş; pek âşık bir zât imiş.
Şeyh Ahmed-i
Gazzî Hazretlerinden de feyz alanlardandır. 1146 sene-i hicriyyesinde (1733) elli yaşında iken
maraz-ı tâûndan azm-i bakâ eyledi. Zâviye-i mezkûrede medfûn ve rahmet-i
Mevlâya makrûndur. Mahdûmları Şeyh Abdusselâm hazretleri yanındadır.
ŞEYH
İZZEDDÎN AHMED EFENDİ HAZRETLERİ
Eşref-i sânînin
oğludur. Meşahîr-i urefâ vü ulemâ ve meşâyıh-ı kirâm-ı Kâdiriyye’dendir.
1083/(1672) senesinde Bursa civârında Barak Fakîh karyesinde âlem-i şuhûdâ
rev-nak-fezâ oldular. İbtidâî tahsîlden sonra Molla Ahmedzâde Muhammed Efendi’den
ulûm-ı Arâbiyyeyi tahsîle şitâbân oldular. Feyz-i tarîkatleri, peder-i
muhteremlerinden olup, pederleri hayâtında, Bursa’da Âsitane-i Eşrefiyye’de
bulunmuşlardır.
Ayn-ı Ekber Muhammed Efendi
gibi bir fâzılın da mazhar-ı ilmi oldular. Bursa’da İncirlice Mahallesi’ndeki
mezkûr Âsitane-i Eşrefiyye’de seccâde-nişîn bulundukları sırada İstanbul’a
gelip 1153 senesi Şa’ban’ında on birinci (2 Ekim 1740) Salı gecesi yetmiş
yaşında iken:
Bakâ iklîmine azmim var el’ân
Fenâ gülzârı kalsun şöyle virân
Hayât-ı dil yeter sana çü İzzî
Fenâ gülzârı kalsun şöyle virân
nağmesiyle
demsâz olarak azm-i gülşen-serây-ı cinân eylemişdir. İstanbul’da Tophâne’de, Kadirî-hâne
Hânkâh-ı şerîfinde defîn-i hâk-i gufrândır. Zâhir ü bâtını ma’mûr evliyâullâhdan
idi. “Râhat-ı mürşid” (راحت
مرشد) târîh-i
rihletleridir. Yetmiş sene muammer olmuşlardır. Tennûrî-zâde, Menâkıbnâme-i Eşrefî nâm eserinde müşârünileyh hazretleri hakkında uzun uzadıya
bahsetmektedir.
/73/ Âsitân-ı Kâdirîye sür yüzün
anlardan ol
İzziyâ sâhib-i selâmetdir gürüh-ı Kâdirî
diye nisbetini fahr ile i'lân eden bu şeyh-i zîşân, iki ay kadar İstanbul’da
kalmışlardır. Zeyrek’de Pîri Paşa Câmi'-i Şerîfi mütevellisi, akrabâsından
olmakla onların hânesinde ikâmet eylemişlerdir. Cum’a günleri asdıkânın
ricâsiyle mezkûr câmi'de va’z u nasîhat ve icrâ-yı âyîn-i tarîkat
buyurmuşlardır. Huzzâr, günden güne çoğalmış, ulemâ-yı zamân dahi meclis-i
enverlerine şitâbân olmuş. Nice münkirleri yola getirmiş ve huzzârın kalbinde
aşkullâh zuhûruna sebeb olmuşlardır.
Hz. Şeyh’in mürîdlerinden Zuhûrî
Efendi şu medhiye ile tercümân-ı hâl olmuştur:
Ehl-i ilmin
zübdesi zühd ile misl-i nâdiri
Nûr-ı şer’
ile münevver bâtını vü zâhiri
An
samîmi’l-kalb idüp habl-i metîne iktidâ
Rûz u şeb
ihyâ iderdi sünnet-i Peygamber’i
Habbezâ
meydân-ı aşkın Şeyh-i İzze’d-dîn’idir
Ebter ü
nâkıs kalur inkâr iden bu serveri
Enîsü’l-Cinân nâmıyla Arabîyyü’l-ibâre on
cüz', dört cild üzerine bir tefsîr-i şerîfi ve Müşevviku’l-Uşşâk nâmıyla mev’ızası ve İzzî mahlaslı bir Divân’ı vardır.
İrtihâllerine
şuarâdan Rahmi Efendi,
“Göçdi Eşref-zâde İzzeddîn Efendi kutb iken”
(كوچدى اشرف زاده
عز الدين افندى قطب ايكن)
manzûme-i târîhiyyesini söylemiştir.
Kerâmâtı ve
ba'zı hâlâtı menkûldür. Mürîdânından Mustafa Efendi, azîzinin hakkında, Hediyyetü’l-Fukarâ nâmıyla bir
menkabe-nâme yazmıştır.
1137/(1724)
târîhinde, mahdûmları Abdülkâdir Efendi ile, Haremeyn-i Muhteremeyn’i ziyâret
eyledikleri gibi, Sultân Ahmed Hân-ı sâlis ve Sultân Mahmûd Hân-ı evvel
taraflarından da’vet buyurulup, enfâs-ı kudsiyyelerinden istifâde olunmuştur. (Kaddesa’llâhu
sırrahû.)
/74/ İrtihâlleri hakkında söylenilmiş dîger bir târîh:
Gûş idüp
ahbâb fevtin eylediler âh u vâh
Göçdü İzzeddîn
Efendi tayyeba'llâhu serâh
(کوچدى عز الدين افندى طيب الله سراه) = (1153)
Nutuklarından:
Bâş u cândan
geçmedikçe vasl-ı cânân isteme
Cevre mahrem
olmadıkça neyl-i ihsân isteme
Sînene sûrah
açub ney gibi nâlân olmadan
Hâlet-i aşk
ile her dem zâr u efgân isteme
Olmadıkca
teşne-dil sen tâb-ı aşk-ı Hakk’ıla
Gerd-i
havz-ı Kevser-i vaslında cevlân isteme
İzziyâ sen geç kamudan aşkıla dil-dâde ol
Yâr-ı bâkîye
anın gayrına irfân isteme
* * *
Zikr ile
âşık gül-i zâr oldu
Tâze-ter
gönlü nev-bahâr oldu
Şevk ile
dâim nâleler eyler
Şerbet-i
aşkdan çün humâr oldu
Her seher
inler nâleler eyler
Gülşen-i
aşkda ol hezâr oldu
Genc-i
fırkatde bir fakîr iken
Vuslata irdi
şeh-suvâr oldu
Kodu ağyârı
buldu dil-dârı
Gördü ol
yârı bî-karar oldu
Allâh’ın
adın âşık andıkca
Zikrine zâhid şerm-sâr oldu
Hakk'a
uyanlar sırrı duyanlar
İzziyâ onlar yâra yâr oldu
ŞEYH
ABDULLÂH EFENDİ HAZRETLERİ
Şeyh Ahmed
Efendi-zâde’dir. Pazarköy’ündeki Zâviye-i Eşrefîye’yi ihyâ edip, meşgûl-i
zikrullâh iken 1143/(1730)’de âzim-i cilve-gâh-ı cinân olmuştur. Orada
medfûndur.
ŞEYH
ABDULKÂDİR NECÎB EFENDİ
İzzeddîn
Efendi-zâde’dir. 1115/(1703)’de doğmuştur. Lisân-ı Arabî’yi pederlerinden;
lisân-ı Fârisî’yi Muhammed Emin Efendi’den tahsîl edip, peder-i ekreminden
müstahlef olmuştur. Bâlâda yazdığım vechile, pederiyle ziyâret-i Harâmeyn’e muvaffak
olmuştur. Hz. Emîr’de ve câmi'-i kebîrde tefsîr okuturlarmış. Pederinin Enîsü’l-Cinân nâm tefsîrini, Zübdetü’l-Beyân nâmıyla telhîsan üç cilt eser
meydâna getirmiştir. Nice münkirler huzûr-ı ârifânelerinde arz-ı teslîmiyyet
eylemiştir.
Kırkdokuz sene,
mertebe-i irşâdda, neşr-i /75/ feyz-i ma’rifet, 1202
şehr-i Rebîu’l-âhir’inin yirmi birinci günü (30 Ocak 1788) dağdağa-i
hayât-ı fâniyeden halâs olmuştur. Dergâh-ı şerîf-i mezkûrda, âsûde-nişîn-i
feyz-i Hak’tır.
Târîh-i
irtihâllerine Sâdık Efendi nâm zâtın söylediği manzûme, ba'zı hakâyık-ı
hayâtiyesini musavverdir:
Şeyh Eşref-zâde
Abdülkâdir-i âlî-cenâb
Cennetü’l-Firdevs’e
rıhlet itdi bâ-emri’llâh
Geçdi ömrü
va’z u tefsîr ile zikru’llâh ile
Kürsi-i Adn
oldu câyı umarım bî-iştibâh
Nâdiru’l-akrân
bir zât-ı celîlü’l-kadr idi
Rıhlet-i
kurbiyyetine ilm ü irfânı güvâh
İki def'a
hatm-i Kur’ân eyledi tefsîr ile
İftihâr-ı
beldemizdi tayyeba’llâhu serâh
Irk-ı tâhir
zât-ı memdûhu’ş-şiyemdir ced-be-ced
Her biri
asrında olmuş mürşid-i pür-intibâh
Tûl-ı ömr ihsân
ide Bârî Hudâ a’kâbına
Rûşen olsun
dilerim tâ haşre dek bu hân-kâh
Sâdıkâ bir âh ile târîhin itmâm eyledim
Oldu Eşref-zâde’ye Firdevs-i a’lâ cilve-gâh
(اولدى اشرف
زاده يه فردوس اعلا جلوه كاه ) + (آه) = 1202[77]
Manzûmât-ı
aliyyelerinden: Yâdigâr-ı
Şems’de görülmüştür.
Cemâlin ey
nebî mir’ât-ı envâr-ı sa’âdetdir
Nigâhın
mahz-ı feyz rahmet-i esrâr-ı ru'yetdir
Semâya
nerdübânın cezbe-i Mevlâ olupdur çün
Kamu
mi’râcda mazhar olduğun âsâr-ı kudretdir
Yoğiken
Refref’e bir dürlü hâcet var iken himmet
Senin şânında
Hakk’ın maksadı ızhâr-ı ni'metdir
Gelüpdür
çeşm-i Hak beyninde “Mâ zâğa’l-basar” medhi
Olur mu
gayra masrûf matlabı dîdâr-ı hazretdir
Olupsun istinâd-ı âcizân-ı ümmetin
ancak
Cenâbın bu Necîb-i zâra dîdâr-ı şefâatdır
Hz. Mısrî fendimizin
nutkuna nazîre:
Âşinâ-yı
bezm-i aşk ol pür-figân itsün seni
Hizmet it
pîrân-ı aşka feyze kân itsün seni
Andelîb-âsâ
sadâ-yı nâle-i şevk-âmizin
Hem civâr-ı
gül-sitân idüp beyân itsün seni
Cebhe-i
nâmûs-ı zühdü soy bırak bütün hemân
Hırka-i levm
ü melâmet giy nihân itsün seni
Leşker-i
nefs ile dâim it cidâl eyle cihâd
Râhatın kes
nefsinin tâ ki emân itsün seni
Sâğar-ı
sehbâ-yı aşkıyla Necîbâ neş’e-yâb
Ol tamâm
fâriğ âzâd-ı cihân itsün seni
Müşârünileyh
uzun boylu, nurâniyyü’l-vech, câmi'u’l-kemâlât bir zât-ı âli-kadr imiş. (Kaddesa’llâhu
sırrahu)
ŞEYH
AVNULLÂH EFENDİ HAZRETLERİ
Müstakîmzâde,
"Hilâfeti, İzzeddîn efendidendir." diyor.
/76/ Şerefeddîn Efendi-zâdedir. Bir rivâyette, amcası İzzeddîn
Efendi hazretlerinden, dîger rivâyette, pederlerinden müstahleftir. Zâhir ve
bâtını ma’mûr erlerden idi. Setbaşı’nda Salı Tekkesi’nde neşr-i feyz
etmişlerdir. Kendisine hâl galebe ettiği zamân görenler, vefât etti zan
ederlermiş.
1155
târîhinde şehr-i Şevvâl’in üçüncü (1 Aralık 1742) Cum’a günü bezm-i lâhûta revân olup, pederleri
yanında defn olunmuştur.
Hüsn-i hatt
ile şöhret bulmuş idi. Müstakîm-zâde, Tuhfe-i Hattâtîn’de 352. sahîfede
yazar ki, kendileri hüsn-i hatta temeşşuk edip, izn ü icâzet almıştır. Tuzpazarı
İmâmı Mustafa Efendi’den temeşşuk ile icâzet almıştır.
Nutk-ı âlîlerinden:
Derd-i Hakk’a
düşmeyen dermâna olmaz âşinâ
Cevrine sabr
itmeyen ihsâna olmaz âşinâ
Dökmeyen Ya’kûb-veş
hasret yaşın gözden müdâm
Mısr-ı dilde
Yûsuf-ı Ken’ân’a olmaz âşinâ
Yâr ile
vuslat dilersen gir belâ meydânına
Başını top
itmeyen çevgâna olmaz âşinâ
Avniyâ mir’ât-ı kalbi zikr ile sâf itmeyen
Cânib-i
Hak’dan gelen Kur’ân’a olmaz âşinâ
ŞEYH
FAHREDDÎN EFENDİ HAZRETLERİ
Şerefeddîn
Efendi-zâde’dir. Amcası İzzeddîn Efendi’den feyz alanlardandır. İrşâd-ı tâlibîn
ile meşgûl iken 1170 senesi Safer’inde (Ekim 1756) terk-i hayât-ı müsteâr eylemiştir. Pederleri
yanında medfûndur.
ŞEYH
AHMED ZİYÂEDDÎN EFENDİ
Fahreddîn
Efendi-zâde’dir. Bursa’da 1161 senesi Receb’inde (Temmuz 1748) doğmuştur. İzzeddîn
Efendi’nin meşâhîr-i hulefâsından Ya’kub Dede Zâviyesi’ne şeyh olup,
1198/(1784)’de azm-râh-ı cinân eyledi. Gülzâr-ı Sulehâ ve Vefeyât-ı Urefâ nâmıyla bir eserini gördüm. Bursa meşâyıh u ulemâ vü urefâsından zamânına kadar
olanların tercüme-i hâllerini yazmıştır. Kendisi Bursa’da Setbaşı’nda Eyüp Efendi
Dergâhı mihrâbı önünde medfûndur. (Kuddise sırruhû)
ŞEYH
FAHREDDİN EFENDİ
Ziyâeddîn
Efendi-zâde’dir. Pederinin irtihâlinde on yaşında imiş. Vâlidelerinin, pederi Habîb
Efendi’nin taht-ı terbiyesinde tahsîl-i kemâlât edip, 1225/(1810) senesindeki Rus
muhârebesinde onbeş dervîşiyle gazâya gitmişlerdir. 1227 senesi Zi'l-ka’de’nin
ondördüncü Çarşamba gecesi (19 Kasım 1812), rûh-ı pâki âlem-i illiyyîne pervâz
eylemiştir. Eyüp Efendi Zâviyesi’nde medfûndur.
/77/ Kısa boylu zaîf, sarı sakallı mübârek bir zât
imiş. Râşid Efendi tarafından söylenilen târîh:
Söyledim
târîh-i tâm Râşid vidâd-ı sîneden
Göçdü Fahreddîn
Efendi dâd-ı Hû'ya “Hû” diyüp
(كوچدى فخر الدين افندى داد هويه هو ديوب) = (1227)/(1812)
ŞEYH
NÂFİZ EFENDİ HAZRETLERİ
Fahreddîn
Efendi-zâde’dir. Beyne’l-meşâyih, mümtâz bir mevki'e sâhib imiş. Eşrefî
âsitânesinde neşr-i feyz ettiler. Kibâr-ı meşâyihden Şeyh Abdüllatîf Efendi
hazretlerinin kerîmeleri Zehrâ Hanım’ı tezevvüc edip bir hayli zamân muammer
olduktan sonra 1282/(1865) senesi âzim-i dâr-ı bakâ oldular. Mezâr taşında
menkûş târîhleri:
Her gelen
gitmekdedir bî-iştibâh
Kimseye bâkî
değil bu cây-gâh
Câm-ı mevti
sunmada sâki-i dehr
Ger gedâ
olsun gerekse pâdişâh
Nesl-i pâkindendi Eşref-zâde’nin
Zühd ü
aşkıyla geçürdi sâl ü mâh
"İrcıî" emri erişdi gûşuna
Oldu bâ-şevk
âzim-i kurb-ı ilâh
Fevti
târîhin didi nâsa Bahâ
Pîrimiz Nâfız
Efendi göçdü âh
(پيرمز نافذ افندى كوچدى آه)[78]
Şu nutk müşârünileyhindir:
Anın hüsn-i
tecellîsine cân u dil nisâr itdim
Döküp göz
yaşını aşkıyla ben bir hoşça kâr itdim
Bakam
hüznile ol şâha görem anın cemâlini
Takam
zülfünü boynuma anı kendime dâr itdim
Dü-âlem
lezzetin virdim şarâb-ı aşkına cânâ
Reh-i
aşkında âhir ben vücûdum târ ü mâr itdim
Gönül
zahmına tiryâk bulmadım geşt ü güzâr itdim
Görünmez
gözüme bir dil ki anı ihtiyâr itdim
Zücâc-ı ârı
çarpup taşlara itdim iki pâre
Bu ad u sânı
hem Nâfiz koyub bu gün güzâr itdim
ŞEYH
AHMED ZİYÂEDDÎN EFENDİ
Nâfiz Efendi-zâde’dir.
Pederlerinin makâmına câlis olup 21 Zi'l-ka'de 1324/(11 Ocak 1907) târîhinde
Pazar günü terk-i âlem-i nâsût eyledi. Pederlerinin yanında medfûndur. Halîm
selîm bir şeyh-i kâmil idi.
RÛMİYYE-İ İSMÂİLİYYE
/79/ Kibâr-ı meşâyıh-ı Kâdiriyye’dendir. Silsile-i
tarîkatları, ber-vech-i atî, iki koldan Hz. Gavs-ı A’zam’a müntehî olmaktadır:
- Hz. Pîr Sultân
Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî (Kaddesa'llâhu sırrahû),
- Cemâl
el-Irâkî eş-Şeyh Abdürrazzâk (Kaddesa'llâhu sırrahû),
- eş-Şeyh
Şihâbeddîn-i Ahmed (Kaddesa'llâhu sırrahû),
- eş-Şeyh
Şerefeddîn-i Yahyâ (Kaddesa'llâhu sırrahû),
- eş-Şeyh
Şemseddîn-i Muhsin (Kaddesa'llâhu sırrahû),
- eş-Şeyh
Alâeddîn-i Ali (Kaddesa'llâhu sırrahû),
- eş-Şeyh
Bedreddîn-i Hüseyn (Kaddesa'llâhu sırrahû) ,
-eş-Şeyh
Ebû’l-Abbâs Şihâbeddîn-i Muhammed (Kaddesa'llâhu sırrahû),
- eş-Şeyh
Zeyneddîn-i Abdülbâsıt (Kaddesa'llâhu sırrahû),
- eş-Şeyh
Ebu Mekârim Şerefeddîn-i Kâsım (Kaddesa'llâhu sırrahû),
- eş-Şeyh
Şemseddîn-i Muhammed (Kaddesa'llâhu sırrahû),
- eş-Şeyh
Zeynü’l-Eşrâf Afîfeddîn el-Hüseyn (Kaddesa'llâhu sırrahû),
- eş-Şeyh
Ahmed b. Süleymân (Kaddesa'llâhu sırrahû),
- eş-Şeyh
Burhâneddîn İbrâhîm b. Ali (Kaddesa'llâhu sırrahû),
- eş-Şeyh
Ahmed b. Mustafa el-Mısrî (Kaddesa'llâhu sırrahû),
- eş-Şeyh
Ahmed b. Süleymân er-Rûmî (Kaddesa'llâhu sırrahû),
- Sâhibü’t-tarîkat
eş-Şeyh İsmâîl-i Rûmi (Kaddesa'llâhu
sırrahû).
Dîgeri:
Bâlâdaki
silsilede Şeyh Semseddîn-i Muhammed hazretlerinden bir kol teşa’’ub ederek ber vech-i âtî teselsül etmektedir:
- eş-Şeyh
Hüseyn-i Şâfia (Kaddesa'llâhu sırrahû),
- eş-Şeyh
Muhammed-i Tâhir (Kaddesa'llâhu sırrahû),
- eş-Şeyh
Ferecu’llâh-ı Yahyâ (Kaddesa'llâhu sırrahû),
- eş-Şeyh
Muhammed-i Hanbelî (Kaddesa'llâhu sırrahû),
- eş-Şeyh
Abdürrezzâk (Kaddesa'llâhu sırrahû),
- eş-Şeyh
Abdülkâdir Çelebi (Kaddesa'llâhu sırrahû),
- eş-Şeyh
Ferecu’llâh-ı Hâdî (Kaddesa'llâhu sırrahû),
/80/ - eş-Şeyh
Abdülkerîm-i Şâfia (Kaddesa'llâhu sırrahû),
- eş-Şeyh
Abdurrahmân-ı Hanbelî (Kaddesa'llâhu sırrahû),
- eş-Şeyh
Ferecu’llâh Şâh (Kaddesa'llâhu sırrahû),
-
Hâdimü’l-fukarâ ve seccâde-nişîn-i âsitâne-i Hz. Gavs-ı A’zam eş-Şeyh Seyyid
Feyzu’llâh (Kaddesa'llâhu sırrahû).
Sâhibü’t-tarîkat eş-Şeyh İsmâîl-i Rûmî Hazretleri
Müşârünileyh hazretleri, İstanbul’da,
Tophâne’de, Boğazkesen mahallesinde Kâdirî-hânenin müessis-i zî-şânıdır. Aslen Tosya
civârında Babsa karyesinde, Çoban Ali ismind (bir zâtın) sulbünden mehd-ârâ-yı
âlemi şuhûd olup, Tosya’da tahsîl-i ulûm ile Şeyhu'l-Halvetî Ahmed Efendi’den
feyz-i tarîkat aldıktan sonra, kutb-ı a’zam, gavs-ı mufahham Hz. Abdülkâdir
efendimizin da’vet-i ma’neviyyesiyle Bağdâd’a bi’l-azîme, o zamân makâm-ı Hz.
Gavs’da sâhib-i irşâd bulunan Şeyh Feyzu’llâh Efendi hazretlerine mülâkî olmuş
ve bâtınını dahi zâhiri gibi kemâlât ile tezyîn eylemiştir. Hz. Gavs-ı A’zam’ın,
“Yâ Rûmî, Rum’a git, tarîkımı neşr et.” emr u işâret-i ma’neviyyesiyle
ve “Pîr-i Sânî” künyesiyle, Anadolu ve Rumeli taraflarını gezerek, Tosya, Kastamonu,
Edirne, Tekirdağ, Bursa, Mısır, Siroz ve sâir şehirlerden cem’an kırk mahalde
nâmlarına mensûb tekkeleri ihyâ ve inşâ ettikten sonra, 1020/(1611)
târîhlerinde Der-saâdet’i teşrîf ve hâlen defîn-i hâk-i ıtr-nâk oldukları
mezkûr makâm-ı âlîyi binâ ve ihyâ edip, bu belde-i tayyibede erkân-ı tarîkat-ı
aliyye-i Kâdiriyye’yi neşre muvaffak olmuşlardır. Onun için, zât-ı âlîlerine “Rûmî”
denilmiştir. Sultânahmed Câmi'-i Şerîfi’nin, resm-i güşâdında, Hz. Hüdâyî hıdmet-i
hitâbeti, Hz. Abdülehad en-Nûrî hıdmet-i nasîhati îfâ eyledikleri gibi, İsmâîl-i
Rûmî hazretleri de, âyîn-i celîl-i Kâdirî üzere zikr ü tevhîdde bulunmuşlardı.
1041/(1631) târîhinde
âlem-i bakâya rıhlet eylemeleriyle, türbe-i mahsûsalarının /81/
bulunduğu mahalde defin-i hâk-i irfân oldular. Kemâlât-ı zâhiriyye vü
bâtiniyyesi müsellem ve makâmât u kerâmâtı meşhûr bir zât-ı âlî-kadrdir.
Hâfız Ahmed
Rif’at Efendi nâm zât tarafından, Nefhatü’r-Riyâzı’l-Âliye fî Beyânı
Tarîkati’l-Kâdiriyye nâmıyla yazılan bir eserde hakk-ı
âlîlerinde tafsîlât verilmektedir.
“Kıldı İsmâîl Efendi nakl-ı gül-zâr-ı cinân”
(قيلدى اسماعيل افندى نقل كلزار جنان)[79]
Dediler
târîh-i nakli pür-sâhib-i izzete
Bu ân İsmâîl-i
Rûmî göçdi bezm-i vahdete
(بو آن اسماعيل رومى كوچدى بزم وحدنه)[80] 1041/ (16 31)
târîh-i irtihâllerini müş’irdir.
Türbe-i mahsûsalarının
üzeri açıktır. Hânkâh-ı şerîfin ittisâlinde ve güzer-gâhdadır. Şebekenin
bâlâsında:
Bilürsin
rûh-ı ehlu'llâhı kim sâhib-tasarrufdur
Bu İsmâîl-i
Rûmî meşhedidir eyle istimdâd
Mezâr
taşında:
“Kutbu’l-ârifîn
Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin vâsıl-ı kerâmât-ı ulûmu ve nâil-i füyûzât-ı
kayyûmu, ârif-i bi’llâh, vâsıl-ı ila’llâh, pîr-i sânî Hz. İsmâîl-i Rûmî (Kuddise sırruhû
ve nefeana’llâhu teâlâ bihim)
hazretlerinin rûh-ı aliyye-i nûrâniyyelerine, bi-sırrı’l-Fâtiha, 1041/(1631).”
Duvar taşında:
Müdâvâdır
be-her bir zerresi bin derde bî-şübhe
Ziyâret kıl
gel İsmâîl-i Rûmî merkadin âşık
muharrerdir.
İsmâîl-i
Rûmî hazretlerinin meslek-i kudsîleri, şiddet-i riyâzet ve mücâdeheye nâzır
olup, ondan sonra, o meslek-i âlîde sâbit-kadem zevât az yetişmiştir. Hattâ, Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye müellifi yazıyorlar ki:
"Kendisinden sonra teselsül eden silsileden birçok
meşâyıh-ı muhtereme yetişmiş, /82/ bir müddetten beri o makâma hâdim ve kâim olan meşâyıh-ı Kâdiriyye
(Eşrefiyye) şu'besi icâzesini de hâiz olduklarından ve Şeyh İsmâîl-i Rûmî’nin
sülûküne zamânın her mürîdi mütehammil olmadığından hânkâh-ı mezkûr
post-nişînleri, mürîdânın meyl ü muhabbetini veya tahammül ve kabiliyyetini
hangi şu'beye mâil ve kâbil görürlerse ona göre inâbe vermeğe ve her Salı
günleri öğleden sonra ezânî sâat sekizde, usûl-i İsmâîliyye vü Eşrefiyye üzere
icrâ-yı âyîn-i tarîkat olunmaktadır. Tarîkattan nasîbe-dâr-ı feyz olan erbâb-ı
irfân hânkâh-ı mezkûra girerek medfen-i Hz. Şeyh karşısında tevekkufla, kemâl-i
ihlâs ile Fâtiha-hân ve devrâna da iştirâk ile rûhâniyyet-i Hz. Gavs’dan
meded-hâh olursa şübhe yok ki, gânimen avdet eder."
Şeyh İsmâîl-i Rûmî’nin
erkek evlâdı olmamıştır. Kerîmesini, İstanbul’a gelip hânkâh-ı mezkûra nâzil ve
misâfir olan, şeyhi Bağdâd’daki âsitâne-i Hz. Gavs’ın seccâde-nişîni Seyyid
Feyzullâh Efendi’nin mahdûmu Şerîf Şeyh Halîl Efendi’ye tezvîc etmiş, Şerîf-i
müşârünileyh İstanbul’da kalarak kayınpederinin hâl-i şeyhûhatteki inzivâsı
esnâsında vekâlet ve irtihâlinden sonra seccâde-i Hazret’e kuûd ile irşâd-ı
ümmete ve şu’be-i İsmâîliyye’nin tevsî'-i dâire-i feyzine himmet eylemiştir.
Kâdirî-hâne
hânkâhında İsmâîl-i Rûmî hazretlerinden sonra zamânımıza kadar seccâde-nişîn
olan meşâyıh-ı kirâm:
- Şeyh
Arab-zâde Halîl Efendi (Kuddise sırruhu'l-âlî),
- Şeyh Seyyid
Fâzıl Muhammed Efendi (Kuddise sırruhu'l-âlî),
- Şeyh Şerîf
Abdurrahmân Efendi (Kuddise sırruhu'l-âlî),
- Şeyh Hüseyin
Efendi (Kuddise sırruhu'l-âlî),
- Şeyh Halîl
Efendi (Kuddise sırruhu'l-âlî),
- Şeyh Ali
el-Vâhidî Efendi (Kuddise sırruhu'l-âlî),
- Şeyh
Muhammed Efendi (Kuddise sırruhu'l-âlî),
/83/ -Şeyh Şerîf Ahmed Efendi (Kuddise sırruhu'l-âlî)
- Şeyh
Muhammed Sırrî Efendi (Kuddise sırruhu'l-âlî)
- Şeyh Emin
Efendi (Kuddise sırruhu'l-âlî)
- Şeyh Abdüşşekûr
Efendi (Kuddise sırruhu'l-âlî)
- Şeyh
Muhammed Şerefeddîn Efendi (Kuddise sırruhu'l-âlî)
- Şeyh Şerîf
Ahmed Muhyiddîn Efendi (Kuddise sırruhu'l-âlî)
- Şeyh
Abdüşşekûr Efendi (Kuddise sırruhu'l-âlî)
- Şeyh
İsmâîl-i Gavsî Efendi. Seccâde-nişîn hâlen.
ŞEYH
ŞERÎF HÂLÎL EFENDİ
Alâ-rivâyetin, Medîne-i
Münevverelidir. Seyyid Feyzullâh-zâde olmasına ve Bağdâd’dan gelmesine
bakılırsa, Bağdâdî olması daha kuvvetlidir. İsmâîl-i Rûmî’nin hem dâmâdı, hem
halîfesidir. Târîh-i vefâtına, Cûdî Efendi târîh-i atîyi söylemiştir:
Zamân-ı
fevtine târîh içün didi Cûdî
Şerîf Efendi
göçüp cennet-i Hak’da kıldı mahal
(شريف أفندى كچوب جنت حقده قيلدى محل)[81] 1069/(1658)
Yirmisekiz
sene kadar seccâde-nişîn-i irşâd oldukları anlaşılıyor.
SEYYİD
ŞEYH FAZLULLÂH EFENDİ
Müşârünileyhin
mahdûmudur. Otuz sene kadar irşâd ile meşgûl olup 1099/(1688)’da irtihâl-i
dâr-ı naîm eylemiştir.
ŞEYH
ŞERİF ABDURRAHMÂN EFENDİ
Hz. Pîr Ümmî Sinân-zâde
Hasan Efendi merhûmun dâmâdıdır. Hânkâh-ı Kâdirî’de yirmidört sene icrâ-yı
meşîhat eylemiş, 1123/(1711)’de terk-i hayât-ı müsteâr eylemiştir. İrtihâline Nâhîfî
merhûm târîh-i âtîyi söylemiştir:
İntikâlin
nakl idüp hâtif didi târîhini
Eyledi azm-i
bakâ yâ Hû diyüp rûh ı Şerîf
(ايلدى عزم بقا يا ديو روح شريف)
Müşârünileyhim
hazarâtı hânkâh-ı şerîf nazîresinde medfûndur.
ŞEYH
HÜSEYİN EFENDİ
Şerîf Abdurrahmân Efendi-zâde’dir.
Üç sene kadar post-nişîn-i hilâfet olup, 1126/(1714)’da terk-i câme-i hayât
eyledi. Pederinin yanında müstağrak-ı rahmettir.
/84/ Nâvek-i âh ile târîhin duâ idüp
didim
Cennetü’l-me’vâ
ola yâ Rab Hüseyn’in meskeni
(جنة المأوى اوله يارب حسينك مسكنى) =
1126
târîh-i vefâtını müş’irdir.
ŞEYH
HÂLİL EFENDİ
Hüseyin Efendi’nin
birâderidir. Ondokuz sene kadar irşâd-ı ibâd ile meşgûl olup, 1145/(1732)’de
meşâyıh-ı Kâdiriyye’den Şeyh Ali el-Vâhidî Efendi’yi tevkîl ederek Hicâz’a
gidip, Medîne-i Münevvere’de rahmet-i ilâhîyyeye müstağrak olmuştur. Târîhi:
Olup mısrâ-ı
evvel sâde âhir cevherî Hâfız
İki
mısra’larını eyledim târîh-i nev-inşâ
Göçüp rûh-ı
şerîf bâ-serverî şehr-i Bathâ’da
Hâlîl ibn-i
Şerîfe hücre-i Firdevs ola me’vâ
(خليل ابن شريفة حجرهء فردوس اوله
مأوى) 1145
ŞEYH
MUHAMMED EFENDİ
Halîl Efendi-zâde’dir. Hac
niyyetiyle ve pederini ziyâret maksadıyla cânib-i hacca revân ve ba’de’l-hac
avdetinde Şâm-ı şerîfde âzim-i dâr-ı cinân oldu. Müstakîm-zâde şu târîhi
söylemiştir:
Kıldı çün
şâm-ı behişti cesedi cây-ı mezârı
Radıya'llâhu
anh okuna târîh-i vefât
(رضي الله عنه اوقنه تاريخ وفات)
=1201/(1787)
Pederinin
târîh-i irtihâliyle bu târîh arasında ellialtı sene kadar bir fark vardır. Demek
ki, Hz. Şeyh bu kadar müddet burada icrâ-yı meşîhat eylemiştir.
ŞEYH
ŞERÎF AHMED EFENDİ
Muhammed
Efendi’nin birâderidir. Mutasavvıfâne söylenmiş entâk-ı ilâhiyyâtı hâvî bir
dîvânı varmış. Ba'zıları bestelenmiş imiş.
Seccâde-i irşâda
oturdukları zamân, Arap Câmi'-i şerîfi imâm-ı evveli, Seyyid İhyâ Efendi bir
manzûme-i medhiyye yazmışlar ki, kısm-ı a’zamı İsmâîl-i Rûmî hazretlerine âit
olup, teberrüken ve aynen nakli münâsip görülmüş, son beyti dahi târîhtir:
/85/ Cihânın gavsı İsmâîl-i Rûmî Hazreti ol kim
Gül-i
destâr-ı pîrâ-yı şerefdir ehl-i irfâna
Tarîk-ı Kâdirî’de
reh-nümâ-yı âlem-i lâhût
Fezâ-yı
ilm-i rabbânîde hâdî kûy-ı îkâna
Dili gencîne-i pür-gevher-i esrâr-ı sübhânî
Ki olur
andan gına-yı tab’ hâsıl müsteiddâna
Şifâ-hâne
olaldan görmedi anın gibi âlim
Tabîb-i
çâre-sâz-ı illet-i kalb-i mürîdâne
Çıkup
şevkile burc-ı evliyâdan ol veliyyu’llâh
Cihânı devr
idüp döndü felekde mihr-i rahşâna
Teveccüh
eyledi bâ-emr-i Hak geşt itdi âfâkı
Kudûmuyla
şeref-bahşâ olup emsâr u buldâna
Anadolu Rum-ili
her sûya ol dem revân oldu
Misâl-i
ebr-i rahmet feyz-i bârân oldu yârâna
İdüp icrâ tarîk-ı Kâdirî’yi cûy-bâr-âsâ
Akıtdı çün Sikender
Rûm’a nehr-i feyz-i merdâne
Derûna keşf
olundukça mahallinde binâ kıldı
Birer
dergâh-ı âlî bakmadı yabana ümrâna
Tamâmen
kırksekiz nev-hânkâhı yapdı himmetle
Ki anın her
biri ser-mâye-i fahr oldu devrâna
Münevver her
biri envâr-ı zikru’llâh ile hakkâ
Metâf-ı
kudsiyân olmakda döndi Arş-ı Rahmân’a
Ana virmiş
şeref bünyâdı ol sultân-ı ehlu’llâh
O yüzden çün
ki ihyâ buldu rif’at semt-i Tophâne
İkâmet eyler
iken anda emr-i “İrcıî” geldi
Hemân,
Allâhu ekber secde-i fikr itdi Yezdân’a
Kemend-i
cezbe-i aşkıyla ol kutb-ı cihân âhir
Çekildi
sû-yı Hakk’a sırrı bâkî kaldı ihvâna
/86/ Mübârek merkadi hâlâ ziyâret-gâh-ı âlemdir
İrer
dermân-ı feyz anda dem-â-dem müstemendâna
Ulü’l-ebsâra rûhâniyyeti her dem müşâheddir
Değil mahfî
basîret ehline erbâb-ı im’âna
Zamânından
gelince tâ bu âna câ-nişîn oldu
Makâm-ı Hazret-i
Şeyh’e meşâyıhdan sekiz dâne
Ki anın her
biri irşâd ile rükn-i rekîn oldu
Sarây-ı dîne
devlet-hâne-i irfân u îmâna
Şerîf Ahmed
Efendi mazhar-ı eltâf-ı Yezdânî
Ki oldur
pîşimîn şeyh-i tarîkat şimdi el’âne
Meşâmm-ı
câna ser-mest-i "aref"den bûy-ı bahşâdır
Lebi çün
gonca-i reşk-âver-i ezkâr-ı Gülistâna
Şeref-bahş-ı
makâm-ı Hazret-i Şeyh olduğun hâlâ
Muhibb-i
kemter İhyâ gûş idince geldi meydâna
Hemân-dem
oldu nâmı hoş-nevâ-yı hâmesin deste
Biraz taksîm
idüp erkâm-ı târîhin levendâne
Döne geldi
ki birden bir mücevher mısra-ı târîh
Şerîf Ahmed
Efendi mürşid oldu şimdi devrâna
(شريف أحمد أفندى مرشد اولدى شمدى دورانه) = 1201/(1787)
Müşârünileyh
hazretleri 1216/(1801)’da irtihâl-i dâr-ı cemâl eyledi. Demek ki, onbeş sene
kadar neşr-i feyz-i tarîkat buyurdular. Civâr-ı Hazret’de medfûn ve rahmet-i
Rahmân’a makrûndur.
ŞEYH
SIRRÎ EFENDİ
Mahdûmlarıdır. Altı sene kadar seccâde-nişîn olup, 1222/(1807)’de cânını
Cânân’a teslîm eylemiştir. Pederinin yanında âsûde-nişîn-i rahmettir.
ŞEYH
EMÎN EFENDİ
Sırrî Efendi’nin
dâmâdıdır. Otuzdokuz sene post-ı pîrâ-yı meşîhat oldular. Mübârek bir zât imiş.
Cenâb-ı Hak rahmet eylesin. 1261/(1845)’de rahmet-i Rahmân’a kavuşup, cesed-i
lâtîfi civâr-ı Hazret’de hıfz edilmiştir.
/87/ Emîn Efendi’nin zamân-ı meşîhatinde, 1238/(1823)
senesi, Tophâne harîk-ı kebîrinde, hânkâh muhterik oldu. Sultân Mahmûd-ı sânî,
yeniden inşâsına âsâr-ı himmet gösterip, şâir Safvet Efendi merhûmun söylediği
târîh ber-vech-i âtîdir:
Mazhar-ı adl
ü muîn-i zuafâ Hân Mahmûd
Dâimâ
itmekdedir celb-i kulûb-ı agâh
Keşf idüp
kıldı nice câmi'vü tekye ma’mûr
Milket-i
zâhir ü bâtında odur şâhen-şâh
Kâdirî-hâne’yi
de gül gibi itdi bünyâd
Dil-i bülbül
gibi itmiş idi ihrâk-ı tebâh
Şeyh u
dervîşine “devrân sizin” dinse sezâ
Çarh-ı
vâlâya nazîr oldu bu âlî dergâh
Yazdı Safvet biri mu’cem iki târîh-i güher
Hazret-i
mürşid-i Rûmî’den olup himmet-hâh
Yapdı bu
hânkahı kutb-ı cihân Şeh Mahmûd
Kâdirî-hâne
yapıldı ne güzel eyva’llâh
(ياپدى بو خانقهى قطب جهان شه محمود.
قادريخانه ياپلدى نه كوزل ايو الله) =1239/ (l824)
ŞEYH
ABDÜŞŞEKÛR EFENDİ
Şerîf Ahmed
Efendi-zâde’dir. Onaltı sene kadar seccâde-nişîn-i tarîkat olup, 1277/
(1860)’de dâr-ı bakâya rıhlet eylediler.
ŞEYH
SEYYİD MUHAMMED ŞEREFEDDÎN EFENDİ
Müşârünileyhin
mahdûm-ı mükerremleridir. Seccâde-nişîn-i tarîkat oldular. Ayazma Câmi'-i
şerîfî’nde hitâbeti ve Kasımpaşa Câmi'-i Şerîfı’nde Cuma vâizliği de uhdesinde
idi. Kendileri ulemâdan ve musikî-şinâsândan olup, hüsn-i savtı te’sîriyle
mevlid-hân-ı şehr-i yârî hizmetiyle de mübeccel oldular. 1291/(l874) senesinde
pâye-i mevleviyyetle Sultân Abdülazîz merhûma imâm oldular. Bi’l-âhare Mekke
kadılığı ile tağrîb olunarak, 1302 senesi 12 Muharreminde (1 Kasım 1884) orada
irtihâl-i dâr-ı naîm edip, Cennetü’l-Muallâ gibi bir makbere-i münevverede
defîn-i hâk-i rahmet oldu.
Kâdirî-hâne’de
nâmına bir mezâr taşı rekz olunmuştur :
“La mevcûde illâ Hû. Bu makâm-ı âlîde seccâde-nişîn iken, imâm-ı sânî-i
hazret-i şehr-i yâri hizmetiyle bekâm olup, ba’dehû bi’l-fi'l Mekke-i Mükerreme
kadısı olduğu hâlde, irtihâl-i dâr-ı cinân eyleyen
kıdvetü’l-ulemâi’l-muhakkikîn, umdetü’l-meşâyıhı’l-kâmilîn es-Seyyid eş-Şeyh
Muhammed Şerefeddîn b. eş-Şeyh Abdüşşekûr Efendi hazretlerinin nazar-gâh-ı
âlîleridir. 12 Muharrem 1302/(1885)"
Müşârünileyh,
mahâsin-ı ahlâk ile şöhret bulmuş, edîb, halûk, mütevâzi’, mahbûbu’l-kulûb bir
zât-ı âlî-kadr imiş. Mekke kadılığı pâyesi tevcîh
olunduğu zamân, Hz. Sünbül Hânkâhı’nda ber-mu'tâd mersiyye okumuşlar. Ve
neş’e-i sûfiyânelerine zerre kadar halel getirmemişler. Cidden, meslek-i
metîn-î Muhammedîye sâlik bir mürşid-i âlî-nisâb olduklarını âleme
göstermişlerdir. Peder-i muhteremlerinin, tarîk-ı Nakşî'ye de intisâbları olmak
hasebiyle, silsile-i tarîkatları, ber vech-i atî, Neccarzâde Şeyh Rızâeddîn
Efendi Hazretlerine müntehî olmaktadır.
- Şeyh
Seyyid Muhammed Şerefeddîn Efendi (Kaddesa'llâhu sırrahû),
- Şeyh Seyyid Abdullâh eş-Şekûr
Efendi (Kaddesa'llâhu sırrahû),
- Şeyh Muhammed Tâhir Efendi (Kaddesa'llâhu
sırrahû),
- Şeyh Hâfız Mustafa Efendi (Kaddesa'llâhu
sırrahû),
- Neccâr-zâde kutb-ı âlem Şeyh
Rızâeddîn Efendi hazretleri.
ŞEYH
AHMED MUHYÎDDİN EFENDİ
Şerefeddîn
Efendi-zâde’dir. Pederinden müstahlef olup, câ-nişîni olmuştur. Edîp,
yakışıklı, mesleğinin hâdimi bir zât idi. Merkez Efendi şeyhi Ahmed Mes’ud
Efendi merhûma dâmâd olmuş idi. Devr-i Hamîdî’de, sarâya intisâb dâiyesiyle,
mesleğinin îcâb etmeyeceği bir hâli ihtiyâr ederek; hattâ bu kuvvet ile Meclis-i Meşâyıh Riyâseti’ne bile ta’yîn
olmuş; senelerce makâm-ı riyâseti işgâl eylemişti. Umûm-ı meşâyıhın kalbi bu
hâllerinden müteessir olduğundan bi'l-âhare Rodos’a nefy ü tağrîb olunup, 22
Şa'bân 1328/(29 Ağustos 1910) târîhinde orada irtihâl eylemiş ve na'şı buraya
getirilerek Kadirî-hâne’de, pencere önüne defn olunmuştur.
ŞEYH
ABDÜŞŞEKÛR EFENDİ
Mûmâileyhin
mahdûmlarıdır. Kısaca boylu, ufak yapılı, sarı sakallı, nâzik bir zât idi.
Onbir seneden ziyâde icrâ-yı meşîhat eylediler. 30 Cemâziye'l-evvel 1339/ (9
Şubat 1921) târîhine müsâdif bir pazartesi günü, henüz genç yaşında iken,
irtihâl-i dâr-ı naîm eyledi. Namâzı, Tophâne’de Kılınç Ali Paşa Câmi'-i
şerîfinde edâ olunup, hânkâhda, pederleri yanında defn olundu.
ŞEYH
İSMÂÎL-İ GAVSÎ EFENDİ
Abdüşşekur
Efendi-zâde’dir. 1310 (1892) senesinde, İstanbul’da, âlem-i şuhûda kadem-zen
olmuşlardır. Bir taraftan tahsîl ile meşgûl oldukları gibi, harb-i umûmî
münâsebetiyle ihtiyât zâbiti olarak hıdmet-i askeriyyelerini îfâ eylemiş; lisâna
âşinâ, münevver, edîp gençlerdendir. Pederlerinin irtihâliyle câ-nişîni
oldular. Hâlen, hânkâhı hüsn-i idâre eylemektedirler. (Tavvela’llâhu ömrehû)
/89/ Şeyh Abdüşşekûr Efendi, Giritli Şeyh Hüseyin Efendi’den
müstahlef idi. Pederinin irtihâlinde gayr-i müstahlef idi. İrtihâlinde
seccâde-i irşâda iclâs için, bi’t-tab’ hilâfet lâzım gelince, Girit’te büyük
pederinin hulefâsından, mûmâileyh Şeyh Hüseyin Efendi da’vet olundu. Mahdûmu İsmâîl-i
Gavsî Efendi ibtidâî tahsîlden sonra, For nâm Fransız mektebine girip, buradan
neş’etle, 1327/(1909) senesinde Mâliye Mektebi’ne dâhil olup, burada da ikmâl-i
tahsîl ile berâber, bir taraftan 1327(1909) senesinde, İmâlât-ı Harbiye Dâiresi’ne
devâma başlayıp, Mekteb-i Hukuk’a da devâm eylemiştir. 1330/(1914) senesinde
sefer-berlik zuhûr edince, bâlâda yazdığım vechile ihtiyât zâbitliğinde ve
yâverlikte bulunmuştur. Terhîs olundukta, Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi’nde iki sene
bulunup, 1337/(1921)’de pederinin irtihâlinde, onun makâmına geçmiş ve Düyûn-ı
Umûmiyye’deki hizmeti terk eylemiştir. Hilâfeti pederindendir. 1336/ (1920)
senesinde tâc-ı tarîkatı giymiştir. Bâyezîd Câmi'-i şerîfi müderrislerinden Elmalılı
Ahmed Efendi’nin, 1327/(1909) senesinde dersine de devâm etmiş idi. İlm-i
mûsıkîye de nisbeti olup, bir müddet Kasımpaşa’da, Yâhû Baba şeyhi Sâmi Efendi’den,
bir müddet sonra Hırka-i Şerîf hatibi Hâfız Ömer Efendi’den, Karabaş şeyhi Rızâ
Efendi’den temeşşuk etmiştir. Tophâne’de Gülşenî şeyhi Ahmed Efendi merhûm, Merkez
şeyhi Nûreddîn Efendi’den müstahlef olmakla, Gavsî Efendi’nin pederi Abdüşşekûr
Efendi’ye teberrüken tarîk-ı Sünbülî vü Nakşibendî’den hilâfet vermekle, o da mahdûmu Gavsî Efendi’yi bu iki tarîkdan da
teberrüken müstahlef eylemiş idi.
Gavsî Efendi’nin,
Remlî Dergâhı şeyhi Hâfız İlhâmı Efendi nâmında bir halîfesi vardır.
Gavsî Efendi,
pek genç iken kâid-i seccâde-i meşîhat olunca, ba'zı gûnâ lâubâliliklerde
bulunmuş ve feyz-i enzârı gâib eylemiş idi. Ahîren, tekkeler kapanmış,
tarîkatlar ilgâ olunmuş olduğundan, meşîhatten mahz-ı isâbet olarak tecerrüd
edince, te’mîn-i maîşet derdiyle Kadıköy Gaz Şirketi’nde bir hizmete girmiştir.
/90/ Kâdirî-hâne, Sultân Abdülhamîd-i sânî zamânında
tecdîden ta’mîr ve ihyâ ve tezyîn olunmuştur. Çünkü, hareket-i arz esnâsında
müşrif-i harâb olmuş idi. Şeyh Vasfî ve şâir Bahâî Efendilerin söyledikleri
târîhler:
Hazret-i Abdü’l-Hamîd Hân-ı
kerâmet-pîşe’nin
Sâyesinde olmada ma’mûr pek çok
hânkâh
Dergeh-ı vâlâsını ez-cümle tecdîd
eyledi
Şeyh İsmâîl-i Rûmî’nin o şâh-ı
dîn-penâh
Sâlikânı eyleyüp dil-sîr-i envâ-ı
niam
Eyledi hoş-nûd Gavs-ı A’zam’ı bî-iştibâh
Feyz-bahş-ı saltanat olsun
vücûd-ı akdesi
Halka-i tevhîde fer virdikce
ezkâr-ı ilâh
Şeyh Ahmed-i Kâdirî’yi eyle yâ
Rab kâmrân
Celb-i da’vât eyliyor ol
şâhen-şehe ol merd-i ilâh
Cevherin târîh yazdım Vasfiyâ itmâmına
Âsitân-ı Kâdirî’yi itdi ihyâ
pâdişâh
(آستان قادرى بى ايتدى احيا پادشاه) = 1312/ (1894)
* * *
Sâye-i feyz-i Hudâ Hazret-i
Kutb-ı âlem
Ser-firâz-ı hulefâ şah-ı diyânet-pîrâ
Ya’ni hâkân-ı cihân Hazret-i Sultân
Hamîd
İtdi eltâf u inâyât ile mülki
ihyâ
Bâ-husûs işte bu dergâh-ı celîlü’l-kadri
Pek harâb olmuşiken kıldı
mücedded inşâ
Mahrem-i sırr-ı Hudâ Hazret-i
İsmâîl’in
Ravza-i pâkini de yapdı
aliyyü’l-a’lâ
Pîr-i sânî-i tarîkatdı o zât-ı akdes
“Kutb-ı Rûmî” diye yâd eyler anı
hep urefâ
Hazret'in rûhunu şâd eyledi
sultân-ı zamân
Ömr ü ikbâlini tezyîd ide Rabb-i yektâ
/91/ Tâ ki zâkirler ide Hazret-i
Hakk’ı tevhîd
Pâyidâr eyleye tahtında cenâb-ı Mevlâ
Pîr-i Rûşen-dil ide bâis-i inşâsı
olan
Şeyh-i dergâh-ı şerîf Ahmed
Efendi’yi Hudâ
Şevk ile yazdı Bahâî kulu târîh-i güher
Kâdirî-hâne’yi Sultân Hamîd itdi
binâ
(قادريخانه بى سلطان حميد ايتدى بنا) = 1312/ (1894)
EDİRNE’DEKİ
ÂSİTÂNE-İ KÂDİRİYYE ve ŞEYH MUHAMMED RÛHÎ EFENDi HAZRETLERİ
İsmâîl-i
Rûmî hazretleri, Edirne’yi teşrîf buyurdukları zamân, a’lemü'l-ulemâ ve
efkahu’l-fukahâdan Edirne Nakîbü’l-Eşrâfı Mûsâ Efendi merhûmun mahdûmu eş-Şeyh
el-Hac Muhammed Rûhî Efendi’ye misâfir olup, kendini irşâda ve konağın vakf ve
dergâh edilmesine ma’nevî me’mûr bulunduğunu ifâde eylemiş ve müşârünileyh dahi
kemâl-i itâatle derhâl konağını dergâha tebdîl ile, kâffe-i mâl ü menâlini
meşîhat ve tevliyeti evlâdına munhasır olmak şartıyla vakf ve kendisi dahi
mâ-sivâyı terk ve İsmâîl-i Rûmî hazretlerine intisâb eylemiştir. Tekmîl-i sülûk
ve ahz-ı füyûzât-ı mukaddese buyurup, zamîr-i ilhâm-ı semîri, hakâyık-ı ulûm ve
dakâyık-ı fünûnu ârif olarak hulefâ-yı Kâdiriyye yetiştirmeğe başlamıştır.
Edirne’deki
dergâha da “Kâdirî-hâne” derler idi. Yolağzı civârındadır. Rûmî hazretleri
burada, îfâ-yı meşîhatla Rumeli’nin dîger beldelerini teşrîf ve dergâh-ı
şerîfin meşîhatını bâni-i müşârünileyhe tefvîz ve ihâle eyleyerek; onlar dahi
otuz sene müddetle post-nişîn olup, 952/ (1545) târîhinde vedâ'-ı âlem-i fanî
eyleyerek, müceddeden inşâ eyledikleri hânkâhda defn olunmuştur ve ahîren üzerine
türbe-i mahsûsa binâ edilmiştir. Yakın vakte kadar onüçüncü evlâd-ı
mükerremleri Ahmed Niyâzî Efendi seccâde-nişîn idi.
1115/(1703)
târîhinde Edirne harîk-ı kebîrinde hânkâh-ı mezkûr muhterik olup, Sultân Ahmed
Hân-ı sâlis tarafından müceddeden inşâ ve Sultân Mahmûd-ı sânî ve Abdülhamîd
Hân-ı sânî zamânlarında da, üç dört def'a ta’mîr ve ihyâ olunmuştur.
/92/ O zamân Vâli İzzet Paşa merhûmun söylediği târîh:
Kıldı inşâ
hânkâh-ı Seyyid Abdü’l-Kâdir’i
Hazret-i Abdü’l-Hamîd
Hân ibn-i Hân Abdü’l-Mecîd
Rûh-ı pâkin
eyledi hoş-nûd o Gavs-ı A’zam’ın
Ol vekîl-i
fahr-ı âlem sâye-i Rabb-i Vahîd
Pîr ü bernâ
ezber itsün bu duâyı İzzetâ
Hak teâlâ
eyleye ömr-i hümâyûnun mezîd
Tâ ki
feyz-efzâ ola gülbâng-ı tevhîd-i Hudâ
Zîb-evreng-i
hilâfet olsun ol şâh-ı ferîd
Sâlikâna
müjde bu cevher-i cevher-vârda
Yapdı
dergâhı cedîden Hazret-i Sultân Hamîd
ŞEYH
AHMED EFENDİ
İsmâîl-i
Rûmî hazretleri hulefâsından olup, Bursa’da neşr-i feyz etmiştir. Rumeli’nin Usturumca
kasabasından neş’etle, tahsîl-i ulûmdan sonra İstanbul’a gelmiş, Kâdirî-hâne’de
İsmâîl-i Rûmî hazretlerine mülâkî olmuştur. İntisâb ve ikmâl-i sülûk ile Bursa’ya
i’zâm kılınmıştı. Harâb ve mezbele-gâh olmuş Ali Paşa Hamamı’nı tathîr ve
ta’mîr ve dergâh hâline kalb ile, 1037 senesi Zi’l-ka’desinin evâilinde (Temmuz
1628), cânib-i vakfdan iştirâ edip, 1038 senesi Saferi nihâyetinde (Ekim 1628)
bir Perşembe günü, İznik’de kâin Asitâne-i Eşrefiyye seccâde-nişîni Sırrı Ali
Efendi hazretleri ve Bursa kadısı Ahî-zâde Hüseyin Efendi ve sâir ulemâ ve
meşâyıh-ı urefâ huzûruyla resm-i güşâdını icrâ eylemiştir.
Yâdigâr-ı Şems’de şu ibâreyi gördüm:
“Himmet-i erenlerle, böyle bir mezbele, zâviye-i dil-güşâya
kalb olunup, şeyh-i mûmaileyh âyîn-i tarîkat-ı aliyyeyi icrâ ve âlûde-i çirk-i
isyân olan ebdân-ı sâlikânı, sâbûn-ı himmet ve âb-ı istiğfâr ile vesah-ı
mâ-sivâdan pâk etmeğe i'tinâ eylemiş, 1051/ (1641) târîhinde ta’na-i tâûn ile
târik-i âlem-i fenâ ve âzim-i semt-i bakâ ve zâviye-i mezbûre mihrâbı önünde
vedîa-i rahmet-i Hudâ olmuştur.”
/93/ Mûmâileyh, zühd ü salâh ile meşhûr, sâfî-i’tikâd bir zât
imiş. “Hamam”, nâm-ı dîger, “İsmâîl-i Rûmî Dergâhı” nâmını alan bu dergâh-ı
şerîf, zamânımıza kadar ma’mûrluğunu muhâfaza edegelmiştir. Gelen giden
meşâyıhın tercüme-i hâli, Yâdigâr-ı
Şems’de muharrerdir.
GANİYYE-İ
KÂDİRİYYE
/94/ ŞEYH
ABDÜLGANÎYY-İ NABLUSÎ HAZRETLERİ
Müşârünileyh, onikinci asır
eâzım-ı ulemâ vü meşâyıhındandır. İlm ü irfânıyla ve musannefât-ı kesîresiyle
ve zühd ü takvâ vü salâhıyla meşhûrdur. Pederlerinin ismi İsmâîl, büyük
pederlerinin ismi de Abdülganî’dir. 1050 sene-i hicriyyesinde (1640) Nablus’ta
dünyâya zînet verip, oniki yaşında iken pederleri irtihâl eylemekle öksüz
olarak büyümüştür. Maskat-ı re’sleri Şam diye de gösterilmiş ise de, “Nablusî”
diye şöhretleri, Nablus’da doğduklarını işhâd etmektedir.
Zamân-ı
âlîlerinde, ulemâdan, ulûm-ı edebiyye ile fıkıh ve tefsîr ve hadîs ilimlerini
ve ulûm-ı sâireyi tahsîl ve tarîk-ı Kâdirî’ye intisâb ile sülûklarını tekmîl
eylemişlerdir. Şam’da tavattun buyurdular; tarîk-ı Nakşibendî vü Sühreverdî’den
dahi feyz alıp, henüz yirmi yaşında iken tedrîs ve ifâdeye başlayarak, Muhyiddîn-i
Arabî (kuddise sırruhu'l-celî) hazretlerinin âsârını tetebbu’la, zamânı
meşâhîr-i sûfiyyûnuyla muhâbere ve mübâhaseye girişerek tenvîr-i zâhir ü bâtın
etmiş idi.
İsmâîl Hakkı
el-Celvetî, Şam’da iken tütün mübâhaseleri meşhûrdur. İsmâîl Hakkı hazretleri
tütünün hurmetine kâildi; men’ederdi. Tütüne münhemik olan meşâyıh-ı tarîk,
te’vîl bularak muârız olurlardı. Gürültü büyümüş, uygunsuzluk baş göstermiş
iken, es-Sulhu
beyne’l-İhvân fî Hükmi İbâhati’d-Duhân nâmıyla te’lîf buyurdukları
eser-i latîfleriyle her iki tarafın münâkaşasını ber-taraf eylemişlerdir.
Yedi sene, Şam’da,
Câmi'-i Emeviyye kurbundaki hânelerinden çıkmayıp; saç, sakal ve tırnakları
uzamış olduğu hâlde müstağrak-ı deryâ-yı ubûdiyyet olmuş idi. Ehl-i Şam bu
hâline i’tirâz ile ba'zı iftirâlara cür’et-yâb olmalarıyla, kapısını erbâb-ı
mürâcaata açıp, yeniden tedrîs-i ulûm ve irşâd-ı ibâd ile meşgûl olup,
şöhretleri şâyi’ olmuş; aktâr-ı baîdeden tâlibîn ve ehl-i sülûk, meclisine
şitâbân olmuş idi.
/95/ 1075/(1664) senesinde Der-saâdet’i teşrîf ve az müddet
ikâmetten sonra avdet buyurup, 1105/(1694) senesinde Mısır tarîkıyla, cânib-i Hicâz’a
azîmet ettiler. Bu seyâhatlerini ve Şam ve Kudüs havâlisindeki müşâhedâtını
müstakillen bir eserlerinde yazmışlardır. 1119/(1707)’da Dımeşk’daki ecdâdının
hânesini terkle, Sâlihiyye’yi mesken ittihâz etmiş ve mâddeten Hz. Şeyhu’l-Ekber
efendimize kurbiyyet şerefini bulmuştur. Şam’da, Selîmiye Câmi'-i Şerîfi’nde ve
Hz. Şeyhu’l-Ekber’in câmi'-i şerîflerinde, Tefsîr-i Beyzâvî tedrîs eylemiştir.
Zamân-ı
âlîlerinde, sûfiyyeye ta’n edenler tekessür edince Cem’u’l-Esrâr ve
Men‘u‘l-Eşrâr mine‘t-Ta'n fi’s-Sûfiyyeti‘l-Ahyâr ve Ehli‘t-Tevâcîdi ve‘l-Ezkâr nâmında bir kitâb-ı mu’teber yazmışlar ve tâinlerin hepsi
mat’ûn olmuşlardır.
Rûh-ı
pür-fütûh-ı âlîleri, 1143/(1730) senesinde ravza-i cinâna uçmuştur. Sinn-i
âlîleri doksanüçe resîde olmuş idi.
Şam’a
azîmet-i fakîrânemde dergâh-ı münîflerini ve kabr-i enverlerini ziyâret şerefine mazhar olmuş idim. Binâ-kerdeleri olan
câmi'-i şerîf ittisâlinde türbeleri ma’mûr ve müzeyyendir. Türbeleri sath-ı
zemînden yüksekçe olup, sandûkalarının pûşîdesi sırma
ile işlenmiştir. Sandûka baş tarafında, sırma ile (عالم الشريعة والحقيقة قد ثوى في
ذا الظريح السامح القدر السني مذ حله الحبر المحقق فيهما قطب الولاية سيدي عبد
الغني رضي الله عنه.)[82] yazılıdır.
Bir levhada ise,
“Aşk ile
gel meşhed-i pâke kabûl itsün seni
Tercümân-ı Şeyh-i Ekber Hazret-i Abdülganî”
muharrerdir.
Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye’de yazılıyor:
“Şeyh-i müşârünileyh hakkında, Kâmûsu’l-A’lâm, Lugât-ı Târîhiyye vü Coğrâfiyye’nin rivâyetlerine göre Kâdirî, Suhreverdî,
Nakşibendî tarîklarına mensûb olup, nisbet-i Kâdiriyye’since, ictihâdına
binâen, /96/ bir
şu’be-i Kâdiriyye te’sîs etmiş ve kendisini nisbet-i Gavsiyye’ye îsâl eden
silsiledeki ricâl meyânında Cenâb-ı Gavs-ı A’zam’dan sonra eâzım-ı meşâyıhdan Şeyhu’l-Ekber
ve onun te’sîs-kerdesi olmakla meşhûr, tarîkat da Ekberiyye olduğundan Abdülganiyy-i
müşârünileyhin şu’be-i Kâdiriyye’sine, “Ekberiyye-i Ganiyye-i Nablusî” denilmiş
ve bu isim bi'l-âhare tahfîf edilerek, “Ekberiyye” kalmış olduğundan, bu
münâsebet ve iltibâs ile, asl-ı tarîkat, müstakilleten Ekberiyye, şu’beten Kâdiriyye
zann edilerek tomârlara geçmiş, müellefât-ı ahîreye girmiştir.
Şu izâhâta nazaran ve bu iltibâsı ref’an, şu’be-i Nâblusiyye’ye,
“Ganiyye-i Kâdiriyye” denilmek daha doğru ve vâzıh olur.”
Abdülganiyy-i
Nablusî hazretleri, ahlâk-ı hamîde ve evsâf-ı ber-güzîde ile mütahâllık olup,
herkese iyilik etmek için elinden geleni dirîğ etmez idi. Ahfâdından Kemâleddîn
Muhammed el-İzzî tercüme-i hâllerini hâvî müstakillen bir kitâb yazmıştır.
Fakîr,
kabr-i enverlerini esnâ-yı ziyârette fevka'l-âde neş’e-yâb olmuş idim. Aradan
seneler geçti, hâlâ esnâ-yı ziyâret ve teveccühteki zevki unutamıyorum. (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
Te’lîfât-ı
Ma’lûmesi :
1. et-Tahrîrü’l-Hâvî bi-Şerh-i
Tefsîri’l-Beyzâvî, 3 cilt.
2. Bevâtınu’l-Kur'ân
ve Mevâtınü’l- İrfân, manzûm.
3. Kenzü’l-Hakkı’l-Mübîn
fî Ehâdîsi Seyyidi’l-Mürselîn.
4. el-Hadîkatü’n-Nediyye.
5. Şerhu
Tarîkati’l-Muhammediyye li’l-Birgivî.
6. Zehâyirü’l-Mevârîs
fî’d-Dilâleti âlâ Mevâzıı’l-Ehâdîs.
7. Cevâhirü’n-Nusûs
fî Hâlli Kelimâti’l-Fusûs.
8. Keşfü’s-Sırrı’l-Gâmız
fî Şerhi Dîvâni’bni’l-Fârız.
9. Zehrü’l-Hadîka
fi Tercemeti Rıcâli’t-Tarîka.
10. Humratü’l-Hussâ
ve Renneti'l-Elhân.
/97/ 11. Risâletü’l-Ubûdiyye
âlâ Mütâbeatı’s-Sünne.
12. Şerhu
Risâleti’ş-Şeyhi’l-Arslan.
13. Tahrîkü’l-Iklîd
fi Fethi Bâbi’t-Tevhîd.
14. Lemeâtü’l-Berkı’n-Necdî
fî Şerhi Tecelliyyâtı Azîz Mahmûd Efendi.
15. el-Maârifü’l-Gaybiyye
fî Şerhi Ayniyyeti’l-Cîliyye.
16. İtlâku’l-Kuyûd
fî Şerhi Mir’âti’l-Vücûd.
17. ez-Zıllü’l-Memdûd
fî Ma’nâ Vahdeti’l-Vücûd.
18. Râyihatü’l-Cenne
fî Şerhi İzâeti’d-Dücne.
19. Fethu’l-Muîni’l-Mübdî
fî Şerhi Manzûme-i Sa’dî.
20. Def’u’l-İhtilâf
min Kelâmi’l-Kâdî ve’l-Keşşâf.
21. İzâhu’l-Maksûd
min Ma’nâ Vahdeti’l-Vücûd.
22. Kitâbü’l-Vücûdi’l-Hak
ve’l-Hitâbi’s-Sıdk.
23. Nihâyetü‘s-Sûl
fî Hilyeti‘r-Resûl.
24. Miftâhu’l-Maıyye
fî Şerhi Risâleti’n-Nakşıhendiyye.
25. Bakıyyetu’llâh
Hıyer Ba’de’l-Fenâi fi’s-Siyer.
26. el-Mecâlisü’ş-Şâmiyye
fî Mevâızı Ehli’l-Bilâdi’r-Rûmıyye.
27. Tevfîku’r-Rütbe
fî Tahkîki’l-Hutbe.
28. Tulûu’s-Sabâh
âlâ Hutbeti’l-Misbâh.
29. el-Cevâbü’t-Tâm
an Hakîkati’l-Kelâm.
30. Tahkîku’l-İntisâr
fî İttifâkı’l-Eş’arî ve’l-Mâturîdî ala’l-İhtiyâr.
31. Kitâbü’l-Cevâb
ani’l-Es’ileti’l-Mie ve’l-İhdâ ve’s-Sittîn.
32. Burhânü’s-Sübût
fî Türbeti Hârût ve Mârût.
33. Lemeâtü’l-Envâr fi’l-Maktûı Lehüm
bi’l-Cenneti ve’l-Maktûı lehüm bi’n-Nâr.
34. Tahkîku’z-Zevk
ve’r-Reşf fî Ma’nâ’l-Muhâlefetı Ehli’l-Keşf.
35. Ravzu‘l-Enâm
fî Beyânı’l-İcâneti fî’l-Menâm.
36. Safvetü’l-Asfıyâ
fî Beyâni’l-Fazîleti Beyne’l-Enbiyâ.
37. el-Kevkebu’s-Sârî
fî Hakîkati’l-Cüz'i’l-İhtiyârî.
38. Envârü‘s-Sülûk
fî Esrârı ‘l-Mülük.
39. Ref’u’r-Rayb
an Hazreti’l-Gayb.
/98/ 40. Tahrîkü Silsileti’l-Vidâd fî Mes’eleti Halkı Ef’âli’l-İbâd.
41. Zübdetü’l-Fâide
fi’l-Cevâb ani’l-Ebyâtı’l-Vâride.
42. en-Nazarü’l
Müşrif fî Ma’nâ Kavli İbni’l-Fârız “Arafte Em-lem-Ta’rif.
43. el-Sırru’l-Muhtebî
fî Darîci İbni’l-Arabî.
44. el-Makâmü’l-Esmâ
fi İmtizâci’l-Esmâ’.
45. Katratü’s-Semâ
ve Nazratü’l-Ulemâ.
46. el-Fütûhâtü’l-Medeniyye
fî ‘l-Hazarâti ‘l-Muhammediyye.
47. el-Fethu’l-Mekkî
ve’l-Lemhu’l-Melekî.
48. el-Cevâbü’l-Mu’temed
an-Suâlâti Ehli Safed.
49. Lem’atü’n-Nûri’l-Mudîe fi
Şerhi’l-Ebyâti’s-Seb’ati’z-Zâide mine’l-Hamriyyeti'l-Fâriziyye.
50. el-Hâmilü
fi’l-Melek ve’l-Mahmûlü fi’l-Felek fî Ahlâkı’n-Nübüvveti ve’r-Risâleti
ve’l-Hilâfeti fi’l-Mülk.
51. en-Nefehâtü’l-Münteşire
fi’l-Cevâbi ani’l-Es’ileti’l-Aşere.
52. el-Kavlü’l-Ebyen
fi Şerhi Akideti İbni Medyen.
53. Keşfü’n-Nûr
an Ashâbi’l-Kubûr.
54. Bezlü’l-İhsân
fî Tahkîki Ma’na’l-İnsân.
55. el-Kavlü‘l-Âsım
fî Kırâeti Hafs an Âsım.
56. Sarfü’l-ınân
ilâ Kırâeti Hafs b. Süleymân.
57. el-Cevâbü’l-Mensûr
ve’l-Manzûm an Suâli’l-Mefhûm.
58. Kitâbü
İlmi’l-Melâme fî İlmi’l-Felâhe.
59. Ta’tîrü’l-Enâm
fi Ta’bîri’l-Menâm.
60. el-Kavlü’s-Sedîd
fî Cevâzı Hılfi’l-Vaîd ve Red ani’r-Raculi’l-Anîd.
61. Redfü’t-Ta’nîf
ale’l-Müannif ve İsbâtü Cehli Hâza’l-Musannif.
62. Hediyyetü’l-Fakîr
ve Tahiyyetü’l-Vezîr.
63. el-Kalâidü’l-Ferâid
fî Mevâidi’l-Fevâid.
64. Rub'u’l-İfâdât
fi Rub'ı’l-İbâdât.
65. el-Metâlibü‘l-Vefiyye
fî Şerhi‘l-Ferâidi‘s-Seniyye.
66. Dîvânü’l-Hakâyık
ve Meydânü’r-Rakâik.
/99/ 67. Nefhatü’l-Kabûl fi Midhati’r-Rasûl.
68. Sahratü
Bâbil Gınâü’l-Belâbil.
69. Dîvânü
Gazeliyyât.
70. Ref’u’l-Kisâ
an İbâreti’l-Beyzâvî fi Sûreti’n-Nisâ.
71. Nef’u’l-Eşkâl.
72. Ref’u’l-Mestûr
an Müteallakı’l-Cârr ve’l-Mecrûr.
73. eş-Şemsü
âlâ Cenâhı Tâir fî Makâmi’l-Vâkıfi’s-Sâir.
74. el-Ikdü’n-Nazîm
fi’l-Kadri’l-Azîm.
75. Özrü’l-Eimme
fi Nushi’l-Ümme.
76. Cem’u’l-Esrâr
fî Men’i’l-Eş’râr mine’t-Ta’ni fi’s-Sûfıyyeti’l-Ahyâr.
77. Cevâb
ve suâl an Tarafı Batrîkı’n-Nasârâ fi’t-Tevhîd.
78. Keşfü’s-Setr
an Farîzati’l-Vitr.
79. Bastü’z-Zirâayn
bi’l-Vahîd fi Beyâni’l-Hakîkati ve’l-Mecâzi fi’t-Tevhîd.
80. Ref’u'l-İştibâh
an Alemiyyeti İsmi’llâh.
81. Hakku’l-Yakîn
ve Hidâyetü’l-Müttakîn.
82. İrşâdü’l-Mütemellî
fî Teblîği Gayri’l-Musallî.
83. Kıfâyetü’l-Müstefîd
fî İlmi’t-Tecvîd.
84. Sadhu
Hamâme fî Şurûti’l-İmâme.
85. Tuhfetü’n-Nâsik
fî Beyâni’l-Menâsik.
86. Bakıyyetü‘l-Müktefî
fî Cevâzı‘l-Huffi’l-Hânefî.
87. er-Raddü’l-Vefî
âlâ Cevâbi’l-Haskefî fî Risâleti’l-Huffi’l-Hanefî.
88. Hılyetü’z-Zehebi’l-İbrîz
fî Rıhleti Ba’lebek ve’l-Bukâi’l-Azîz.
89. Rannetü’n-Nesîm
ve Gunnetü’r-Rahîm.
90. Fethu’l-İnfilâk
fî Mes’eleti ala’l-Itlâk.
91. el-Hazratü’l-Ünsiyye
fi’r-Rıhleti’l-Kudsiyye.
92. Reddü’l-Metîn
alâ Müntakısı’l-Ârif Muhyi’d-Dîn.
93. el-Hakîkatü
ve’l-Mecâz fî Rıhleti Bilâdi’ş-Şâm ve Mısrı’l-Hicâz.
94. Vesâilü’t-Tahkîk
fî Risâleti’t-Tedkîk.
95. İzâhu’d-Delâlât
fî Semâi’l-Âlât.
/100/ 96. Temyîzü’l-İbâd
fî Sükni’l-Bilâd.
97. Ref'u’z-Zarûre
an Hacci’z-Zarûre.
98. Rısâle
fi’l-Bahs ala’l-Cihâd ve’l-İştibâk.
99. el-İbtihâc
fî Menâsiki’l-Hâc.
100. el-Ecvibetü’l-Ünsiyye
ani’l-Es’ileti’l-Kudsiyye.
101. Tatyîbü’n-Nüfûs
fî Hukmi’l-Makâdimi ve’r-Ruûs.
102. el-Aysü‘l-Münbecis
fî Hükmi’l-Masbû‘ bi’n-Necis.
103. İşrâku’l-Meâlim
fî Ahkâmi’l-Mezâlim.
104. Risâle
fî İhtirâmi’l-Hubz.
105. İthâfu
Men Bâderû ilâ Hukmi’n-Nûşâder.
lO6. el-Keşfü
ve’t-Tıbyân ammâ Yeteallaku bi’n-Nisyân.
107. en-Nıamu’s-Sevâbiğ
fî İhrâmi’l-Medeniyyi min Râbiğ.
108 Sür’atü’l-İntibâh
li-Mes’eleti’l-İştibâh.
109. Tuhfetü’r-Râkihı’l-Mesâcid
fî Cevâzi’l-İ’tikâfi fî Finâi’l-Mesâcid.
110. Hulâsatü’t-Tahkîk
fî Hükmi’t-Taklîdi ve’t-Telfîk.
111. İbânetü’n-Nass
fî Mes’eleti’l-Kass.
112. el-Ecvibetü’s-Sebte
ani‘l-Es’ileti’s-Sitte.
113. Ref‘u’l-İnâd
an Hukmi’t-Tefvîz ve’l-İsnâd.
114. Teşhîzü’l-Ezhân
fî Tathîri’l-Edhân.
115. Tahkîku’l-Kazıyye
fi’l-Farkı Beyne’r-Rüşveti ve’l-Hediyye.
116. Tefevvühü’s-Suver
fî Şerh-i Ukûdı’d-Dürer fî-mâ-Yüftâ bih.
117. el-Keşfu
ale’l-Ağlâti’t-Tis‘a min Beyti’s-Sâtiha âlâ Kavli Züfer.
118. Risâletün
fî Hükmi’t-Tes’îr mine’l-Hukkâm ve Takrîbi’l-Kelâm ale’l-İfhâm.
119. en-Nesîmü‘r-Rabîî
fi‘t-Tecâzübi‘l-Bedîî.
120. Tenbîhu
Men Yelhû an sıhhati’z-Zikr bi’l-İsmi Hû.
121. el-Kevâkibü’l-Müşrika
fî Hükmi İsti‘mâli’l-Muntafa mine’l-Fizza.
122. Netîcetü’l-Ulûm
ve Nasîhatü Ulemâi’r-Rüsûm fî Şerhi Makâlâtı Serhendî el-Ma‘lûm.
123. Tekmîlü’n-Nuût
fî Lüzûmi’l-Büyût.
124. el-Cevâbu’ş-Şerîf
li’l-Hazreti’ş-Şerîfeti fî enne Mezhebe Ebî Yûsuf.
/101/ 125. Tenbîhü’l-Efhâm
âlâ İddeti’l-Hukkâm.
126. Envâru’ş-Şumûs
fî Hutabi’d-Durûs.
127. Mecmuu
Hutabi’t-Tefsîr.
128. el-Ecvibetü’l-Manzûme
ani’l-Es’ileti’l-Ma’lûme.
129. et-Tuhfetü’n-Nablusiyye
fi’r-Rıhleti’t- Trablusiyye.
130. el-Abîr
fi’t-Ta’bîr, manzûm.
131. Tahsîlü’l-Ecr
fî Hukmi Ezâni’l-Fecr.
132. Kalâidü’l-Mercân
fî Akâidi’l-Îmân.
133. el-Envâru’l-İlâhîyye
fi Şerhi’l-Mukaddimeti’s-Senûsiyye.
134. Gâyetü’l-Vicâze
fi Tekrâri’s-Salâti ala’l-Cenâze.
135. Şerhu
Evrâdi’ş-Şeyh Abdi’l-Kâdir el-Geylânî.
136. Kifâyetü’l-Allâm
fî Erkâni’l-İslâm.
137. Reşehâtü’l-îkdâm
fî Şerhi Kifâyeti’l-Gulâm.
138. el-Fethu’r-Rabbânî
ve’l-Feyzu’r-Rahmânî
139. Bezlü’s-Salât
fî Beyâni’s-Salât.
140. Nûrü’l-Ef'ide
fî Şerhi’l-Mürşide.
141. İsbâğu’l-Minne
fi Enhâri’l-Cenne.
142. Nihâyetü’l-Murâd
fi Şerhi Hediyyeti İbni’l-Ammâd.
143. İzâletü’l-Hafâ
an Hılyeti’l-Mustafâ (salla’llâhu
aleyhi ve sellem).
144. Nüzhetü’l-
Vâcid fi’s-Salâti alâ’l-Cenâizi fi’l-Mesâcid.
145. Sarfu’l-Eınne
ilâ Akâidi Ehli’s-Sünne.
146. Selva’n-Nedîm
ve Tezkiretü’l-Adîm.
147. en-Nevâfihu’l-Fâiha
bi-Revâyıhı’r-Ru’yâ es-Sâliha.
148. el-Cevherü‘l-Küllî
fi Şerhi Umdeti’l-Musallî.
149. Hılyetü’l-Ârî
fi Sıfâti’l-Bârî.
150. el-Kevkebü’l-Vikâd
fî Hüsni’l-İ’tikâd.
151. Kevkebü’s-Subh
fî İzâleti Leyli’s-Subh.
152. el-Ukûdü’l-Lü'lüiyye
fî Tarîkı’l-Mevleviyye.
153. es-Sırâtu’s-Sevî
fî Şerhi Dîbâcâti’l-Mesnevî.
/102/ 154. Bidâyetü’l-Mürîd
ve Nihâyetü’s-Saîd.
155. Nesemâtü’l-Esmâr
fi Medhı’n-Nebîyyi’l-Muhtâr.
156. Nağamâtü’l-Ezhâr
âlâ Nesemâti’l-Ezhâr.
157. el-Kavlü’l-Mu’teber
fi Beyâni’l-Nazar.
158. Risâletün
fi’l-Akâid.
159. Halâvetü’l-Âlâ
fi’t-Ta’bîri İcmâlâ.
160. el-Makâsıdü’l-Mahmasa
fi Beyâni Keyyi’l-Hamsa.
161. Risâle
fî Keyyi’l-Hamsa.
162. Ziyâdetü’l-Basta
fî Beyâni’l-İlmi Nokta.
163. el-Lü'lüü’l-Meknûn
fî Hukmi’l-Ahbâr Ammâ-Seyekûn.
164. Reddü’l-Câhil
ila’s-Savâb fî Cevâzi İzâfeti’t-Te’sîr ilâ Esbâb.
165. el-Kavlü’l-Muhtâr
fi’r-Reddi ale’l-Câhili’l-Muhtâr.
166. el-Kevkebü’l-Mütelâlî
fî Şerhi Kasîdetü’l-Gazâlî.
167. Reddü’l-Müfterî
ani’t-Ta’ni fi’ş-Şüsterî.
168. et-Tenbîhü
mine’n-Nevm fî Hukmi Mevâcîdü’l-Kavm.
169. İthâfü’s-Sârî
fî Ziyâreti’ş-Şeyh Müdriki’l-Fezârî.
170. Bevâniu’r-Rutab
fî Bedâyii’l-Hutab.
171. el-Havzu’l-Mevrûd
fî Ziyâreti’ş-Şeyh Yûsuf ve’ş-Şeyh Mahmûd.
172. es-Sulhu
Beyne’l-İhvân fî Hükmi İbâhati'd-Duhân.
173. Mahrecü’l-Mültekâ.
174. Manzûme
fî Mülûki Benî Osmân.
175. Sevâbü’l-Müdrik
li-Ziyâreti sitti Zeyneb ve’ş-Şeyh Müdrik.
176. Uyûnü’l-Emsâl
el-Adîmetü’l-Misâl.
177. Gâyetü‘l-Matlûb
fî Muhabbeti‘l-Mahbûb.
178. Münâğâtü’l-Kadîm
ve Münâcâtü’l-Hakîm.
179. et-Tal’atü’l-Bedriyye
fî Şerhi’l-Kasîdeti’l-Mudariyye.
180. el-Kitâbetü’l-Aliyye
ala’r-Risâleti’l-Canbolâtıyye.
181. Rukûbü’t-Takyîdi
bi’l-İz’ân fî Vücûbi’t-Taklîdi fi’l-Îmân.
182. Reddü’l-Huceci’d-Dâhıza
âlâ Asâbeti’l-Feyyi’r-Râfiza.
/103/ 183. Nefhatü’s-Sûr
ve Nefcetü’z-Zühûr fî Şerhi Kabzâtı’n-Nûr.
184. Miftâhu’l-Fütûh
fî Mışkâti’l-Cism ve Züccâceti’n-Nefs.
185. Safvetü’z-Zamîr
fî Nusrati’l-Vezîr.
186. el-Letâifü’l-Ünsiyye
âlâ Nazmı Kasîdeti’s-Senûsiyye.
187. Tahkîku
Ma’ne’l-Ma'bûd fî Sûreti Külli Ma’bûd.
188. Risâle
fî Kavli Aleyhi’s-Selâm : (من صلى علَيّ واحدة صلى الله عليه
عشرا.)[83]
189. er-Ravzu’l-Mu’târ
bi-Revâikı’l-Eş’âr.
190. Ünsü’l-Hâfir
fî Ma'nâ men Kâle (أنا مؤمن وهو كافر.)[84]
191. Tahrîru
Ayni’l-İsbât fî Takrîri Ayni’l-Esbât.
192. Teşrîfü’t-Teğrîb
fî Tenzîhi’l-Kur’ân ani’t-Ta’rîb.
193. el-Cevâbü’l-Alî
âlâ Hâli’l-Velî.
194. Fethu’l-Ayn
ani’l-Fark Beyne’t-Tesmiyeteyn.
Esâmî-i
âsâr-ı aliyyelerine atf-ı nazar buyuran erbâb-ı irfân, Cenâb-ı Abdülganî’nin,
ne büyük bir deryâ-yı irfân olduğunu teslîmde tereddüd etmezler. Cenâb-ı Hak
sırrını takdîs buyursun.
HÂLİSİYYE ŞU’BE-İ KÂDİRİYYE’Sİ
ŞEYH ZİYÂEDDÎN ABURRÂHMAN HÂLİS et-TÂLEBÂNÎ
el-KERKÜKÎ HAZRETLERİ
Silsile-i tarîkatları Hz. Gavs-ı
A’zam’a ber-vech-i atî muttasıldır:
- Cenâb-ı
Pîr Sultân Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
-
Cemâlü’l-Irâk eş-Şeyh Seyyid Abdürrezzâk (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- eş-Şeyh
Osmân el-Cîlî, ya’ni Geylânî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- eş-Şeyh
Yahyâ el-Basrî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- eş-Şeyh
Nûreddîn-i Şâmî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- eş-Şeyh
Abdurrahmân el-Hüseynî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- eş-Şeyh
Burhâneddîn ez-Zencirî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- eş-Şeyh
Seyyid Muhammed-i Ma’sûm el-Medenî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- eş-Şeyh
Seyyid Abdürrezzâk el-Hamavî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- eş-Şeyh
Seyyid Muhammed Hüseyn el-İzmîrânî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- eş-Şeyh
Ahmed el-Hindî el-Lâhorî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
/104/ - eş-Şeyh
Mahmûd ez-Zengenî et-Tâlebânî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- eş-Şeyh
Ahmed et-Tâlebânî el-Kerkükî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
-
Sâhibü’t-Tarîka Ziyâeddîn Abdurrahmân et-Tâlebânî (Kuddise sırruhû)
Şeyh Ahmed-i
Tâlebânî’nin mahdûmudur. Tâlebân, Kerkük’e mülhak bir karyedir. Müşârünileyhin
orada ikâmeti hasebiyle, “Tâlebânî” şöhretiyle tanınmasına sebeb olmuştur.
1212/(1797) târîhinde Kerkük kasabasında şeref-bahş-ı makâm-ı şuhûd olup,
altmışüç sene muammer olarak 1275/ (1859) târîhinde terk-i âlem-i nâsût
eylemiştir.
Şeyhu’l-İslâm-ı
esbak Hayderî-zâde İbrâhîm Efendi, Tasavvuf Cerîde-i Usbûıyyesi’nde, müşârünileyhin mükemmelen tercüme-i hâlini yazmıştır.
Fazla tafsîlât ârzû buyuranlar, mezkûr cerîdenin dört ve beş numaralarına
mürâcaat buyurmalıdır.
Cedd-i
emcedleri, Şeyh Mahmûd-ı Tâlebânî hazretleridir ki, asrının aktâbından Şeyh
Ahmed-i Hindî’den iktibâs-ı feyz eylemiştir. Müşârünileyh Şeyh Abdurrahmân,
kümmelîn-i urefâdandır.
Lisân-ı hakîkatlarıyla:
من آن مرغم كه هر شام وسحر كاه
زبان عرش مى آيد صفيرم[85]
fahriyyesiyle dem-sâz olmuşlardır.
Tomâr’da yazılıyor ki:
“Usûl-i Kâdiriyye’de
seyr ü sülûku kelime-i mübâreke-i tevhîd ile ism-i Celâl’e kasr etmek sûretiyle
bir teceddüd-i ictihâd vaz’ etmesinden dolayı, tarîkat-ı Kâdiriyye’de, “Hâlisiyye”
nâmıyla bir şu'be teessüs etmiştir. Her sene behemehâl Bağdâd’a gider; Hânkâh-ı
Gavs-ı Efham’da âyîn-i devrâna riyâset eder, dîger tekâyâda yapıldığı hâlde, Hânkâh-ı
Gavs’da icrâsı mesbûk ve müteâmil olmayan kudûm ve mazhar darb ettirirlerdi.
Bundan, mutaasıbîn müş’emiz olarak, nakîbü’l-eşrâfa müştekî olduklarında, “Ben
sultân ile vezîri arasına giremem.” diye, güzel bir cevâb-ı müskit
vermişlerdir.”
/105/ Yârânıyla hem-bezm-i sohbet oldukları zamânlar gâyet
rind-meşreb ve hoş-beyân olurlarmış. Her sabâh ve akşam, hânkâhında birkaç yüz
fukarâ bulunurmuş. Kendileri, mihr-i münîr-i âlem-gîr, evsâf-ı Muhammedîden
tamâmen behre-mend olan eâzım-ı sûfiyyeden bulundukları cihetle maâliyyât-ı
sûfiyye ile meşgûl oldukları zamân uluvv-ı himmet ve şân-ı rûhâniyyetleri pek
teâlî eylermiş. Fenn-i şiirde, fevka'l-âde bir kudrete mâlik idi. Hâlis Divânı unvânıyla meşhûr olan mecmûa-i eş’ârı pek zengindir.
Lisân-ı Fürs üzerine söylenmiş gazelleri, erbâb-ı kemâl nezdinde gâyet
mu'teberdir.
بهر جانبكرم روى تو باشد عين مقصودم
نيابد جز خيالت در دوجيم كريه ألودم
بهر حاكى كه از بهر عبادت من جبين سودم
توبى معبود مقصودم توبى موجود و
مسجود
اكر در مسجد الأقصى وكر در دير
رهبانم [86]
Zevk-i hakîkate nâzırdır. Türkçe gazellerinden numûne:
Nigârâ
mülk-i cismim kenz-i aşkınçün harâb itdim
Anı cânım
yerine kalbden nâib-menâb itdim
Derûn-ı
sînemi pâk eyledim ağyâr nakşından
Gönül
kâşânesin aşk-ı ruhunçün müstetâb itdim
Beyâbân-ı
talebde pertev-i hüsnün şuâından
Tenim başdan
başa cevvâle-i mevc-i serâb itdim
Beni ol
zümre-i mestânede mecbûr tut zâhid
Ki ben
meyhânede pîr-i mügâna intisâb itdim
Cihânın
gül-şenine gelmemiş hüsnün gibi bir gül
Anınçün âlem
içre aşk-ı hüsnün intihâb itdim
Kıbâb-ı
sakf-ı gerdûna irişse himmetim n’ola
Ki ömrüm
sarf-ı râh-ı ber-şeh-i âlî cenâb itdim
/106/
Medâris içre Hâlis görmedim ben aşk-ı sevdâsın
Anınçün
ilmimi meyhânede rehn-i şarâb itdim
Hülâsa-i
kelâm, Cenâb-ı Abdurrahmân, gülistân-ı Kâdirî’de yetişmiş bir gül-i sad-berg
idi. Onu koklayan uşşâk-ı ilâhî, ondan bûy-ı tevhîd-i zâtî aldılar. Neş’e-i
kâmile-i muhammediyyede müstağrak oldular. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
Kerkük’de,
hânkâh-ı feyz-i penâhlarında kabr-i enverleri, ziyâretgâh-ı erbâb-ı aşk u
muhabbettir. (Nevvera’llâhu merkadehû)
EBU’L-MUHSİN ŞEYH ALİ TÂLEBÂNÎ
Müşârünileyhin
büyük mahdûmları ve vâris-i kemâlâtıdır.
ŞEYH
SAFVET EFENDİ
Urfa meb’ûsu
olup, bir zamân Meclis-i Meşâyıh Riyâseti’nde bulunmuş idi. Hâlen, Tedkîk-ı
Mesâhif ve Müellefât-ı Şer’iyye Meclisi reîsidir. Müşârünileyh, Şeyh Ali Efendi’nin
halîfesidir.
Safvet
Efendi, bir zamânlar, Tasavvuf
Risâle-i Usbûiyyyesi’ni çıkarmış, kadr-i ilmiyye vü irfâniyyesini kalemen göstermiş
idi. Aksaray’da, Olanlar Dergâhı meşîhatı vekâletini, bir aralık der-uhde
eylemiş iken, bi'l-âhare ferâğat eylemiştir. Urefâ-yı meşâyıhdandır.
“Meclis-i Meşâyıh
a'zâsı, bana bir tekke meşîhati verdirmediler." diye, a'zâ-yı
müşârünileyhime ızhâr-ı buğz ederek; hatta Ankara’ya gidip, tarîkatların ilgâsı
ve tekkelerin seddi yolunda teşvîkâtta ve tergîbâtta bulunduğu rivâyet
olunuyor. Hattâ, şuarâ-yı sûfiyyeden iki zât bu hâline işâreten şu rubâîyi
yazmışlardır:
Anı yâ Rabbî
âteşinde kavur
Külünü
âsmân-ı kahra savur
Uyarak en
şenîine küfrün
Şeyh Safvet
Efendi oldu gavur
Âlâ-rivâyetin,
işrete de mübtelâ imiş. “Yazdığı eserlerinden, irfânı nümâyândır. Hâl sâhibi
değil, ehl-i kâldir.” diyen de vardır
Sefîne’nin III. cildinde, 340. sahîfede de
bahsi vardır, oraya mürâcaat buyurula.
ŞEYH
ABDÜLKÂDİR-İ TÂLEBÂNÎ
Abdurrahmân
hazretlerinin ikinci mahdûmlarıdır. Rikkat-ı âşıkâne ve belâgat-ı rindânesiyle
müntesibîn-i edebi, cidden kendisine meftûn etmiş bir şâir-i muhteremdir.
ŞEYH
ABDÜLKÂDİR-İ SIDDÎKÎ
Abdurrahmân
hazretlerihnin halîfesidir. Urfa’da neşr-i feyze me’mûrdur. Şeyh Safvet Efendi’nin
kayınpederidir. 1315/(1897) senesinde, doksanbir yaşında irtihâl-i dâr-ı bakâ
eylemiştir. Müşârünileyhin, Türkî ve Fârisî lisânları üzere eş’ârını hâvî Dîvân'ı vardır.
Ulemâ ve urefâdandır. Mesnevî-i şerîfin onsekiz beytine, lisân-ı Fârisî ile nazmen şerh yazmış ve Behcetü’l-Esrâr nâm eseri tercüme eylemiştir.
YÂFİİYYE ŞU’BE-İ KÂDİRİYYE’Sİ
/107/
İMÂM YÂFİÎ HAZRETLERİ
Ebû’s-Saâdât,
Afîfüddîn İmâm Abdullâh el-Yâfiî b. Ali el-Kâdirî eş-Şâfiî el-Yemenî hazretleri
müessistir. Silsile-i tarîkatları ber-vech-i âtidir:
- Pîr-i
dest-gîr Hz. Sultân Seyyid Abdülkâdir (Kuddise
sırruhû)
- eş-Şeyh Cemâleddîn Ebû Muhammed Yûnus-ı Kassâr (Kuddise sırruhû)
- eş-Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretleri (Kuddise sırruhû )
- eş-Şeyh İzzeddîn Ahmed b. İbrâhîm el-Fârûsî el-Vâsıtî (Kuddise sırruhû
)
- eş-Şeyh Necmeddîn Abdullâh b. Muhammed el-Isfahânî (Kuddise sırruhû )
- eş-Şeyh Radıyyüddîn İbrâhîm el-Mekkî (Kuddise sırruhû )
- Sâhibü’t-tarîka eş-Şeyh el-İmâm Abdullâh el-Yâfiî hazretleri (Kuddise
sırruhû )
Tomâr sâhibi Sâdık Vicdânî Bey diyor
ki:
“Âfâk-ı İslâm’da, “İmâm Yâfiî” nâmıyla benâm olan Abdullâh
el-Yâfiî, Rufâî, Şâzelî, Sühreverdî, Medyenî, Ekberî tarîkatlarından da hâiz-i
hilâfettir”.
Hz. Şeyhü’l-Ekber’in
meşâyıhından Şeyh Cemâleddîn, hulefâ-yı Gavsiyye’den olmak hasebiyle, İmâm-ı
müşârünileyhin tarîkatı bu sûretle bir şu'be-i Kâdiriyye addolunmuş ve Cenâb-ı
İmâm’ın nisbeti bulunan beş tarîkata izâfetle, şu'be müessisi tanıyanlar da
vardır. Müşârünileyh, meşâhîr-i ulemâyı Şâfiiyye’den idi. Tûl müddet Mekke’de
ikâmetle “Kutb-ı Mekke” ve “Nezîlü’l-Haremeyn” denmekle ve bir çok tasnîfât-ı
celîlesiyle meşhûrdur.
Hulâsatü’l-Mefâhir fî Menâkibı’ş-Şeyh Abdülkâdir nâmındaki te’lîfi şu’be-i Kâdiriyye müessisliğinin vesîkası
ittihâz olunabilir.
GARÎBİYYE
ŞU’BESİ
/108/
ŞEYH GARÎBULLÂH EL-HİNDÎ
Muhammed
Garîbullâh el-Hindî nâmıyla meşhûr olan bu zât-ı muhterem, istidlâl kılındığına
göre, Hindistân’da neşr-i feyz eden eâzım-ı meşâyıh-ı Kâdiriyye’dendir.
Silsile-i tarîkatları, Tibyân-ı
Vesâili’l-Hakâyık’ta ve Tomâr-ı
Kâdirî’de mezkûr olup, ber-vech-i âtî yirmi sekiz zâtta Hz. Gavs’a
müntehî olur:
- Cenâb-ı Pîr
Sultân Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- Şeyh
Cemâlu’l-Irâk Seyyid Abdurrezzâk (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- Şeyh Seyyid
Abdullâh el-Hüseynî el-Cürcânî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- Şeyh Seyyid
İbrâhîm el-Hüseynî (Kaddesa'llâhu sırrahû )
- Şeyh Seyyid
Ca’fer el-Hüseynî (Kaddesa'llâhu sırrahû )
- Şeyh Seyyid
Ali el-Hüseynî (Kaddesa'llâhu sırrahû )
- Şeyh
Ebu’s-Su’ûd el-İsferânî (Kaddesa'llâhu sırrahû )
- Şeyh
Abdüşşekûr Dâimü’l-Huzûr (Kaddesa'llâhu sırrahû )
- Şeyh Seyyid
Abdüsselâm Sa’deddîn (Kaddesa'llâhu sırrahû )
- Şeyh
Şerefeddîn el-Fettâl (Kaddesa'llâhu sırrahû )
- Şeyh
Abdulvahhâb (Kaddesa'llâhu sırrahû )
- Şeyh Seyyid
Bahâeddîn (Kaddesa'llâhu sırrahû )
- Şeyh Seyyid Ukeyle
(Kaddesa'llâhu sırrahû )
- Şeyh
Şemseddîn-i Hanhara (Kaddesa'llâhu sırrahû )
- Şeyh Seyyid
Hüseyin (Kaddesa'llâhu sırrahû )
- Şeyh
Şemseddîn-i Ârif (Kaddesa'llâhu sırrahû )
- Şeyh Şâh
Hudâ er-Rahmân (Kaddesa'llâhu sırrahû )
- Şeyh Şâh
Fazl-ı Hindî (Kaddesa'llâhu sırrahû )
- Şeyh Şâh
Kemâlü’l-Ârif el-Hindî (Kaddesa'llâhu sırrahû )
- Şeyh Şâh
Abdülehad el-Kâbilî (Kaddesa'llâhu sırrahû )
- Şeyh Şâh
Ma’sûm-ı Hindî (Kaddesa'llâhu sırrahû )
- Şeyh Şâh
Sıddîk es-Serhendî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- Şeyh Ali b.
Hüseyin es-Saffâf (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- Şeyh Seyyid
Ahmed b. Muhammed Ukeyl el-Mekkî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
/109/ - Şeyh Ebû Muhammed Abdurrahmân (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- Şeyh
Abdurrahmân Ebû Muhammed (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- Şeyh
el-Allâme Abdurrahmân b. Muhammed b. Abdurrahmân (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- Şeyh Seyyid
Muhammed Enîs b. Seyyid Muhammed Selîm el-Hüseynî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- Sâhibü’t-tarîka
eş-Şeyh Muhammed Garîbu’llâh el-Hindî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Hindistân’da Kâdiriyye-i Rezzâkiyye-i
Kuddûsiyye, Kâdiriyye-i Aliyye-i Kuddûsiyye, Kâdiriyye-i Sâbiriyye-i Kuddûsiyye,
Kâdiriyye-i Kamîsiyye, Kâdiriyye-i Kuddûsiyye, Kâdiriyye-i Hüseyniyye şu'beleri
de münteşirdir ki, cümlesinin esâmî-i silsilelerini muntazam sûrette gösterir
şecere-nâmeyi, Şeyh İmdâdu’llâh Efendi hazretleri, Hindistân’da
tab’ettirmişlerdir.
Fâtih’de, Tâhir
Ağa Dergâhı şeyhi, ricâl-i Nakşiyye’den el-Hâc Ali Behcet Efendi hazretleri bir
nüshasını teberrüken ihdâ buyurdular. Bu silsilelerin cümlesi Şeyh İmdâdu’llâh hazretlerine
kadar ittisâl peydâ etmektedir. Müşârünileyhin tercüme-i hâli meşâyıh-ı Nakşiyye
faslında zikr olunacaktır.
Görülüyor
ki, Hindistân’da tarîkat-ı aliyye-i Kâdiriyye, vâsi’ mikyâsda münteşirdir.
Orada bulunan müştâkân-ı cemâl-i enver-i ilâhî ve risâlet-penâhî Hz. Gavs-ı
A’zam efendimizin, feyz-i celîl-i mürşidânelerinden istifâza etmektedirler.
Yâ Rab! Biz
kemter-i ma’siyet-kâr kullarına hüsn-i hâl ihsân buyur da, o niam-ı azîme-i
Sübhâniyye’den nevâle-çîn-i irfân olalım. Tevhîd-i zâtından haber-dâr olup,
neş’e-i kâmile-i ma’neviyyeye eren kulların sırasında bulunalım. Be-câh-ı
Nebîyyike Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve selem).
ÂŞIK YÛNUS - YÛNUS EMRE
HAZRETLERİ
/110/ Gülistân-ı irfân-ı Kâdirî’de bir bülbül-i hakâyık-gû, bir
mürşid-i hoş-hû olan âşık Yûnus hazretlerinin vasfı hakkında ne kadar söz
söylense, derece-i kemâlâtını ta’rîf mümkün olamaz;
Nâil-i
rütbe-i velâyet olan evliyâu’llâh hazretleri, Hz. Yûnus’un sözlerini çok
ilerideki merâtibe âit görmüşler ve bir insân, ne kadar sâhib-i kemâl olsa, Âşık Yûnus’u, onların daha fevkinde
makâm sâhibi bilmişlerdir.
İsmâîl Hakkı
hazretleri, Kitâbu’n-Netîce’de diyor ki:
“Ümmî, âlim-i bi’llâh ile
sohbetten nasîb-i vâfir ve hikmetten hazz-ı kesîr alır. Bilâd-ı Rûmiyye’de
meşhûr olan Şeyh Yûnus Emre gibi ki, Antalya tarafında bir karyede hâsıl olmuş,
ümmî-mahz iken kelimât-ı ârifânesiyle âlemlere velvele salmış ve fevka'l-âde
şöhret-i tâmme bulmuştur. Onu kabûl etmedik bir velî gelmemiştir. Onun a’lâ
tabakadan sözleri vardır ki, ehl-i ma’rifet lisânından şerhe muhtâcdır. Bir kaç
kasîdesi bu fakîrin kalemiyle şerh olunmuş ve müdevven bir kitap hâline
gelmiştir. Onun şeyhi, yine karyesi ahâlisinden Tapduk Emre dedikleri zâttır.
Onun da şeyhi şeyh Sinân-ı Buhârî’dir ki, istîlâ-yı Tatar’da, evliyâ-yı Acem,
yerlerinden perîşân olduklarında, o dahi gelip, Keçiborlu’da Gadîr’in fevkinde
bir karyede kalıp, Tapduk Emre’yi irşâd eylemiştir. Her üçü mezkûr karyede bir
kubbe altındadır. (Kaddesa’llâhu Esrârahum.)”
Silsile-i tarîkatlarını
elde edemedim. Cenâb-ı Gavs’a nisbetini atîdeki medhiyyesinde beyân ediyor:
Seyyâh olup şol
âlemi ararsan
Abdülkâdir
gibi bir er bulunmaz
Ceddi
Muhammed’dir eğer sorarsan
Abdülkâdir
gibi bir er bulunmaz
Çün gelür
dervîşleri derilür
Âyeti ile
ihyâları sorulur
Kudretinden
kısmetleri verilür
Abdülkâdir
gibi bir er bulunmaz
Hak teâlâ
yeri göğü güzeli
Hoş nazar
eyleyen ana ezelî
/111/ Evliyâlar
ser-çeşmesi güzeli
Abdülkâdir
gibi bir er bulunmaz
Benim şeyhim
beni Hakk’a götürür
Nice müşkillerim
anda bitürür
Muhammed’in
sancağını götürür
Abdülkâdir
gibi bir er bulunmaz
Giderler
gazâya çalarlar satır
Dâimâ
yaparlar hoş gönül hâtır
Bağdâd’da
türbesi nûr olmuş yatır
Abdülkâdir
gibi bir er bulunmaz
Cümle
evlâdına yeşil yaraşur
Aşkı gelir
bu cânıma dolaşur
Ana dervîş
olan Hakk’a ulaşur
Abdülkâdir
gibi bir er bulunmaz
Dervîş Yûnus biz çekelüm zahmeti
Üstümüzde
hâzır ola himmeti
Oğlum demiş
ana Rasûl Hazreti
Abdülkâdir
gibi bir er bulunmaz
Âşık Yûnus,
bir rivâyete göre Bolu’da; rivâyet-i uhrâya göre Bursa; Seferîhisâr
muzâfâtından Sarıköy’de; İsmâîl Hakkı hazretlerinin beyânlarına nazaran, Antalya’da
zînet-sâz-ı âlem-i dünyâ olmuşlardır. Târîh-i velâdetleri mechûldür.
Sinn-i
âlîleri kemâle erince, kalb-i pâk-ı ârifânelerinde mütecellî olan şevk u zevk
îcâbâtından olarak, tarîkat-ı aliyye-i Kâdiriyye ekâbîr-i ricâlinden Hz. Şeyh Tapduk
Emre (kuddise sırruhû)’nun gülzâr-ı irfânına dâhil oldular. Bu zât,
zâhirde a’mâ, fakat bâtında bînâ idi. Ol, meczûb-ı mahbûb-ı Rabb-ı enâmın,
âsâr-ı terbiyet-i mahsûsası berekâtıyla, kerâmât-ı kesîre sâhibi olup, mevki’-i
bülend-i hakîkatta safâ sürdüler. Rûhu’l-Beyân’da İsmâîl Hakkı merhûm nakl eder ki:
“Yûnus
Emre hazretleri, şeyhi Taptuk (Tapduk diye de yazanlar var) Emre hazretlerine
tam otuz sene sıdkla hizmet etti. O derece ki, odun taşımadan arkası şişdiği
hâlde, hâlini kimseye fâş eylemezdi. Kendi hakkında şeyhinin hüsn-i nazarını
gören sâir tarîkdaşları, Yûnus’u istirkâba başlayıp, gûya, “Hz. Şeyh’in kızına
alakası olduğu için bunca meşakkati ihtiyâr ediyor.” derler idi.
Yine bir gün, Yûnus odun yüküyle dergâha girerken Hz. Şeyh,
/112/
“Ey Yûnus! Ne
güzel, düzgün odunlar getiriyorsun.” deyince, “Efendim! Eğrisi bu
kapıdan girmez, bu kapıya lâyık olmaz.”, cevâb-ı hakâyık-nisâbıyla,
müsterkıblarını mebhût eylemiştir.
Tarîkdaşlarının Yûnus Emre hakkındaki bu iftirâları, âlâ
vechi’n-nifâk olmayıp, belki kendilerinin Yûnus gibi sabr u tahammül
edememelerinden ve evâmir-i şeyhin kendilerine ağır gelmesinden münbaistir.
İşte bunun için, dervîş Yûnus’un bu meşakkata
tahammülünü, şeyhin kızına olan muhabbetinden mütevellid zannettiler. Hz. Şeyh,
dervîşlerinin şu zehâbından dolayı mahcûb olmamaları için kerîmesini Yûnus’a
tezvîc etmiştir. Kız ise, öyle muhaddere-i tarîkat imiş ki, ne zamân Kur’ân
okursa, akan suların durduğunu erbâb-ı kemâl görmüşler.”
Rûhu’l-Beyân’da böyle muharrerdir.
Hz. Yûnus, bu doğruluğu
sayesinde, merâtib-i ulyâ-yı ma’nevîyyeye de nâil oldu. Kemâlâtı, el-hâletü
hâzihî, erbâb-ı irfânı mütehayyir kılar. Okuyup yazması yok, ümmî-yi kâmil idi.
İlm-i ledün, ona ma’lûm olmuş, ser-â-pâ hakâyıktan sarf-ı kelâm eylemiştir. Dîvân-ı
âlîleri kısmen mesnevî tarzındadır. Ser-a-pâ hakâyıka nâzırdır, maâni-i Kur’ân’dır,
envâ’-ı mevâızla mâlîdir. Terâcim-i ahvâl kitaplarında yediyüz ricâlinden olmak
üzere gösteriliyor. Ba'zılarında, târîh-i intikâlleri, “Gülşen-i Tevhîd” (كلشن توحيد) terkîbinin delâlet ettiği üzere
843/(1439) diye kayd olunmuştur. Tedkîkât-ı âcizâneme göre, (bu) târîh-i
intikâlleri pek yanlıştır. Dîvân-ı şerîflerinde:
Târîh dahi
yedi yüz yedi idi
Yûnus cânı
bu yolda kodu idi
buyuruyorlar ki, evâhir-i ömürlerinin
710/(1310)’a doğru olduğu anlaşılır. Bir de Vâkıât nâm eserde gördüm ki; Hz. Mevlânâ
Celaleddîn-i Rûmî efendimiz, “Merâtib-i âliye-yi ma’neviyyeden her hangisine
terakkî eyledim ise, şu Türkmen kocası Yûnus önüme çıktı.” buyurmuşlardır.
Bu beyân-ı âlîden /113/
Cenâb-ı Mevlânâ’nın nâil oldukları mertebe-i refîanın küçüklüğü anlaşılmaması
lâzımdır. İhtimâl ki, Hz. Celâleddîn’in bidâyet-i sülûklarındaki hâllerinden
beyân buyurduklarını ve Hz. Yûnus’u taltîf maksadına da müstenid bulunduğunu
istidlâl ederim.
İsmâîl Hakkı
merhûmun Rûhu’l-Mesnevî nâm şerhinde, I. ciltte 69. sahîfede okumuştum:
“Mahkîdir
ki, Yûnus Emre, yirmi sene kadar şeyhi Tapduk Emre (kuddise sırruhumâ)
kapısında hîzem-keşlik eyleyip, celb ettiği hatabı tab’-ı müstakîmi gibi rast
getirmiş; şeyh bir gün istikâmet-i hatabın vechinden suâl ettikte, ol dahi, “Bu
kapıya eğrilik sığmaz.” demiş. Şeyh bu sözü istihsân edip, mukâbelesinde
bi-tarîkı’l-mükâfât, “Var imdi, Yûnus’um söyle.” diye nutk etmiş. Ve bu
nefes sebebiyle Yûnus Emre’den bu kadar makâlât-ı tevhîd ve kelimât-ı irfân
sâdır olmuşdur ki, kimseye makdûr değildir. Onun için, bu bâbta
hâtimetü’l-müteahhirîndir. Zîrâ, söylemediği mazmûn kalmamış ve Türkî sözlerde
onun kelimâtına muâdil gelmemiştir. Kendi tercümân-ı lisâni’l-gayb ve
lisâni’l-feyz ve kâlıb-ı nazmı, rûhu’l-maânîye mehd ve hân-ı ma’rifetine
erbâb-ı feyz tufeylîdir.
Görmedi kâlıb-ı hâki hergiz
Böyle bir rûh-ı musavver âdem
Zâhiren ümmî-i ebced ammâ
Dili ilm-i ledünnîden urur dem"
Hz. Mevlânâ’nın
âlem-i cemâle intikâlleri 672/(1273) olduğuna nazaran, Hz. Yûnus’un,
600/(1204)’le 700/(1301) arasında yetişen ricâlden olduğuna delâlet vardır.
Ba'zı âsârda, Hz. Yûnus’un, Cenâb-ı Mevlânâ’ya ve Hz. Şems-i Tebrîzî’ye mülâkî
olduğu ve hattâ, beynlerinde cereyân etmiş ba'zı mülâtefât menkûldür. Hattâ,
huzûr-ı Mevlânâ’da, “Evet, ben de Fârisî bilirim.” diye latîfe
buyurduklarında,”Söyle bakalım, yâ Yûnus!” emrine karşı, "Reftem be-câyî serviler
gördüm!" diye başlayan meşhûr beyitleri
okur. Bu beyitler, ba'zı câhiller tarafından, makâm-ı istihzâda, Hoca Nasreddîn
merhûma isnâd olunmuş ise de, Âşık Yûnus’undur. Kibâr-ı meşâyıh-ı Uşşâkiyye’den
Abdullâh-ı Salâhî hazretleri şerh etmişlerdir. Müdevven bir risâledir. Ser-â-pâ
hakâyıkı câmi'dir.
Âşık Yûnus
beyitleri okumaya başlayınca, Hz. Mevlânâ, maksûd olan gâyeyi idrâk
buyurduklarından, neş’e-mend olmuşlardır. Fi'l-hakîka, şeyh-i müşârünileyhin
şerhini mütâlâa edenler, zâhirde saçma sapan addolunan o beyitlerdeki nikât ve
rumûzât-ı mahsûsaya ıttıla’ husûle gelince, irfân-ı Hz. Yûnus’a hayrân
kalırlar.
Zamânımız
urefâ-yı Mevleviyye’sinden Veled Çelebi hazretleri bir makâle-i edebiyyesinde,
“Âşık Yûnus, her hâlde okumağa dili varmayıp, ümmî idi. Ammâ ilm-i ledünde
mâhir idi. Lisân-ı Türkî’de nikât ve rumûz u mezâyâyı şâmil olan Dîvân'ından,
esrâr-ı Esmâ-yı İlâhîyye’de ma’rifet-i tâmmesi olup, ilm-i tevhîdde makâmı âlî
idiği aşikâr olur.” diyorlar.
/114/ Yine zamânımız urefâ-yı muharrirînden Bursalı Mehmed Tâhîr
Bey, bir eserlerinde, Yûnus hakkındaki tahkîkatlarını ber-vech-i atî beyân
ediyorlar:
“Matbû'” divân-ı ilâhiyâtı,
ilâhiyyât-ı ârifânelerinin kâffesini hâvî değildir. Maahâzâ, tab’ına himmet
olunan bu nüsha, taalluk-ı küllîsi dolayısıyla, ilm-i tasavvuf noktasından
bi’l-vücûh hâiz-i ehemmiyyet olduğu gibi, eş’âr-ı Osmâniyye’nin târîh-i edvârı
noktasından dahi kıymet-dârdır. İlâhiyyât-ı ârifâneleri sâde ve ümmiyâne
olmakla berâber, gavâmız-ı ilm-i tasavvuf cihetiyle pek çok mezâmîn-i dakîkayı
câmi' olduğu kendisinden sonra gelen bi’l-cümle urefânın ve kümmelînin
teslîm-kerdesidir. Ba'zı meşâhîrin medâfıni hakkında olduğu gibi, bu zât-ı
muhteremin hakkında da bir çok nakliyyât vardır. Bursalı Lâmiî Çelebi’nin matbû'
Nefehâtü’l-Üns
Tercümesi’nde, Porsuk
suyunun Sakarya nehrine karıştığı mahalde olmak üzere mezkûrdur. İsmâîl Hakkı hazretlerinin
beyânına göre, Anadolu’da, İsparta civârında, Keçiborlu nâm kasaba kurbunda
olan Gadîr-i azîmin cânib-i şarkîsinde olan peşt tarafında bir karyede
medfûndur. Bursa’da Çelebi Sultân Mehmet ile Emîr Sultân arasındaki Şible
mahallesindeki tarîkat-ı Sa’diyye’den Abdürrezzâk Dergâhı’nda her ikisi nâmına
birer mezârı mevcûd olduğu gibi, Erzurum’a bir sâat mesafede Tuzcu karyesinde
de, kezâlik ikisi nâmına birer kabir ziyâret olunmaktadır. Bunlardan başka, Sarûhan
Sancağı’nın Kula ve Sâlihli kazaları arasında, “Emre’’ nâmındaki yetmiş hâneli
bir karyede, ahîran ziyâret ettiğim kârgîr bir türbede, Tabduk Emre’nin evlâd
ve ahfâdıyla, türbe derûnunda Âşık Yûnus’un türbe kapısının eşiğinde medfûn
oldukları manzûr-ı âcizî oldu. Mezâr taşlarının hiç birinde yazı yoktur. Lâkin
Âşık Yûnus’un seng-i mezârında ufak bir balta resmi mahkûktur.”
Dîvân'ından
İlim ilim
bilmektir
İlim Hakk’ı
bilmektir
Hakk’ı
bilmedikten geri sûfî
Ha bir kuru
emekdir
Erzurumlu Muhammed Nûreddîn
Efendi, şîve-i lisânımıza göre şu sûretle tercümân-ı Yûnus olmuştur:
İlim bilmek
demekdir
Biliş Hakk’ı
bilmekdir
Hakk’ı
bilmeyenlerin
İlmi bom-boş
emekdir
/115/
“Emre” Ne Demektir Tedkîki :
Bu bâbda,
mûmâileyh Tâhir Bey’in tedkîkâtı pek muvâfık görüldüğünden aynen derc ediyorum:
“Sâhib-i tercümenin, muammâ-yı mutasavvıfâne kabîlinden
olan, meşhûr,
Çıkdım erik dalına anda yedim üzümü
Bostan ıssı kakuyup
dir ne yersin kozumu
beyitiyle musaddar olan manzûmesinin, Şeyh Mısrî-i
Niyâzî tarafından olunan şerh-i matbûuna, Bursalı Şeyh İsmâîl Hakkı tarafından
yazılan hâşiye-i gayr-i matbûada: “Emre” zâhir budur, Türkî elkâb-ı
memdûhadandır. Etrâk arasında, “Atabek” ve rûmiyân meyânında, “Lala” ve emsâli
gibi.
Mir’âtü’l-Kâinât ismindeki matbû' târîhte dahi, “Türkçe’de büyük birâdere, ‘Emre’
derler.” ibâresi münderictir. Ba'zılarının kavline göre, “Emrullâh”dan
muhaffeftir. “Tapduk” kelimesi de, Erzurum ve havâlisinde, elifle, ya'nî
“Tapdak” sûretinde, ‘düz ve ârızasız’ makâmında müsta'meldir. “Tapdak yol”,
ya'nî “düz ve ârızasız yol” demektir ki, bu ma’nâya göre, Tapduk Emre’ye pâkî
vicdânlarından nâşî telkîp olunmak istenilen bir sıfattır. Fakat, ‘tapmak’
manâsına, ‘ibâdet etmek’ masdarından, ‘tapdık’, ya'nî ‘âbid’ manâsına haml
edilmek daha münâsib gibidir ki, Emre karyesindeki yaptığım tahkîkat da bunu
müeyyiddir.”
Hz. Mısrî’nin Menâkıb-nâme’sinde
okumuştum: “Cenâb-ı Mısrî, Limni’de, (هذا قبر يونس)[87]
buyurarak bir kabir keşfeylemişlerdir. Ziyâret-gâh-ı enâmdır.”
Hulâsa-i
kelâm, Hz. Yûnus, emsâli gelmeyen eâzım-ı sûfiyyedendir. Uluvv-i ka’b u
kemâlâtı, millet-i İslâmiyyenin kalbinde yer tutmuştur. Kabr-i âlîleri hakkında
zaîf bir rivâyet bile, kuvvetle mevki’-i kabûl bularak türbeler yapmışlar.
Enfâs-ı kudsiyyelerinden istifâzaya vesîle-cû olmuşlardır. Dîvânlarında bazan,
“Âşık Yûnus”, “Yûnus Emre”, “Dervîş Yûnus “ diye nâmlarını zikr ederler.
Dîvân’ından:
Aşkın ile
âşıklar yansın yâ Rasûla’llâh
İçüp aşkın
şarâbın kansın yâ Rasûla’llâh
Şol seni
sevenlere kıl şefâat anlara
Mü’min olan
tenlere cânsın yâ Rasûla’llâh
Şol seni
seven kişi virir yoluna başı
İki cihân
güneşi sensin yâ Rasûla’llâh
Âşıkım ol
dîdâra bülbülüm sol gülzâra
Seni
sevmeyen nâra yansın yâ Rasûla’llâh
Âşık Yûnus’un
cânı ilm u şefâat kânı
Âlemlerin
sultânı sensin yâ Rasûla’llâh
* * *
Gelin ey
âşıklar gelin
Bu menzil
uzağa benzer
Nazar kıldım
şu dünyâya
Kurulmuş
tuzağa benzer
Bir pîrin
dâmenin tutdum
Nice yüzbin
günâh itdim
Ana “belî”
diyüp gitdim
Her biri bir
dağa benzer
Günâhım çok
başım kaygu
Terk
idemedim fenâ huyu
Cümle âlem
benden eyu
Benden
kemter yoğa benzer
Ağla Âşık Yûnus
ağla
Sen özünü
Hakk’a bağla
Ağlarsan
kendine ağla
Elden vefâ
yoğa benzer
* * *
Hakîkat her
vücûdun cân aşkdır
Ne cân kim
cân içinde cân aşkdır
Bu cân cismi
kâim tutar ancak
O cân kim
zâhir ü pinhân aşkdır
Bu aşkın
nidüğin bilmez kimesne
Belî bî-hadd
ü bî-pâyân aşkdır
Bu aşkın
dürlü dürlü rengi çokdur
Gehî giryân
gehî handân aşkdır
Gehî Ya’kûb
gözünden kan yaş ağlar
Gehî olan Yûsuf-ı
Ken’ân aşkdır
Gehî Leylâ
olur Mecnûn gözünden
Gehî olur Leyli’nin
hayrân aşkdır
Âşıklar
dirler ki aşkın rengi yok*
Acebdir reng
alan merdân aşkdır
“Ene’l-Hak”
çağırır Mansûr dilinden
Cüneyd’e
cübbe vü irfân aşkdır
Dirildir
ölüyü Îsâ deminden
Geh olur Mûsi-i
İmrân aşkdır
/117/ Bu aşk elinde âciz cümle eşyâ
Ne sırdır
kamu ser-gerdân aşkdır
Fedâ bu aşka
cânım dînim olsun
Bana hem din
ü hem îmân aşkdır
Ne Yûnus anda yüz bin cân yûnus
Kabûl itsün
deniz kurbânı aşkdır
Köprülü-zâde
Fuad Bey’in, İlk
Mutasavvıflar nâm eserinden intibâât:
Aşık Yûnus’u
Bektaşîler an’ane-i rivâyât(ın)a göre, Hacı Bektâş-ı Velî ile alâkadâr
iderlerse de, Yûnus hazretleri gibi birinci sınıf bir velînin Hacı Bektâş’la
münâsebeti olmadığı ayândır (İlk Mutasavvıflar 288. sahîfe). Tarîk-ı Kâdirî’ye nisbeti hakkında menkabevî
rivâyetler de hiç bir târîhî delîle istinâd etmemektedir. (298. sahîfe)
Yûnus’un, irtihâlinden
sonra şöhreti günden güne yayıldı, asırlarca yaşadı, hâlen yaşıyor. Elde
bulunan matbû' ve gayr-i matbû' Dîvânlar, birbirine uymaz. Mestûrînden birçok zevât,
sünûhât-ı ârifânelerine Yûnus’u siper ederek Yûnus nâmıyla nutuklar
söylemişlerdir. Yûnus zamânındaki Türkçe’nin şekliyle, sonradan söylenen sözler
arasındaki fark dikkat olunursa derhâl meydâna çıkar.
Köprülü-zâde
Fuad Bey o eserinde, 324. sahîfeden i'tibâren buna dâir tafsîlât veriyor.
Fi'l-hakîka okunan şeyler umûmiyyetle Yûnus’un değildir.
MÜŞTÂKİYYE
ŞU'BESİ
/118/ Şeyh Muhammed Mustafa Müştâk-ı Kâdirî’ye mensûb olup,
silsile-i tarîkatları ber-vech-i atî Hz. Gavs-ı A’zam efendimize ittisâl peydâ
eder:
- Hz. Pîr
Sultân Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî (Kuddise sırruhû )
- Şeyh
Seyyid Abdülvahhâb (Kuddise sırruhû)
- Şeyh
Seyyid Gavs Muhammed (Kuddise sırruhû)
- Şeyh Şâh
Muhyiddîn (Kuddise sırruhû)
- Şeyh
Seyyid Hasan (Kuddise sırruhû)
- Şeyh
Seyyid Sâlih (Kuddise sırruhû)
- Şeyh
Seyyid Bâkır (Kuddise sırruhû)
- Şeyh Mûsâ (Kuddise
sırruhû)
- Şeyh
Muhammed (Kuddise sırruhû)
- Şeyh Tâhir
(Kuddise sırruhû)
- Şeyh
Hüseyin (Kuddise sırruhû)
- Şeyh Ahmed
(Kuddise sırruhû)
- Şeyh
Muhammed (Kuddise sırruhû)
- Şeyh Yahyâ
(Kuddise sırruhû)
- Şeyh Zâhid
(Kuddise sırruhû)
- Şeyh
Bakâeddîn (Kuddise sırruhû)
- Şeyh
Muhyiddîn (Kuddise sırruhû)
- Şeyh
Abdülvahhâb (Kuddise sırruhû)
- Şeyh Hâmid
(Kuddise sırruhû)
- Şeyh Hasan
(Kuddise sırruhû)
- Şeyh Ali (Kuddise
sırruhû )
- Şeyh
Abdurrahmân el-Mevsılî (Kuddise sırruhû)
- Şeyh
Seyyid el-Hâc Ahmed-i Şerîf (Kuddise sırruhû)
- Şeyh
Abdülvahhâb-ı Suûdî (Kuddise sırruhû)
- Şeyh
Abdülcelîl-i Bitlisî (Kuddise sırruhû)
- Şeyh
el-Hâc Hasan-ı Şirvânî (Kuddise sırruhû)
/119/ - eş-Şeyh es-Seyyid el-Hâc Muhammed Mustafa Müştâk-ı Bitlisî (Kaddesa’llâhu
sırrahû )
ŞEYH ABDÜLCELÎL-İ BİTLÎSÎ
Hz. Müştâk’ın şeyhinin
şeyhi olup, Bitlis’ten İstanbul’a gelip irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiş ve Eyüp’de
Hâtûniye Dergâh-ı münîfinin hazîresinde defn olunmuştur. Hâlen ma’mûr (bir)
türbesi olup, kitâbe-i seng-i mezârı ber-vech-i atîdir:
Kutb-ı a’zam
seyyid-i vâlâ-neseb
Gavs-ı ekrem
Hazret-i Abdülcelîl
Terk-i nâsût
eyleyüp kıldı sefer
Âlem-i
lâhûta ol merd-i cemîl
Matla'-ı
bedr-i Münîr-i şems-i zât
Menba'-ı
ayn-ı zuhûr-ı selsebîl
Hazret-i
Sultân Abdülkâdir’in
Nice sâl
olmuşdı silkinde delîl
Râi nâsa
nakli târîhin didim
Gitdi
kutbu’l-ârifîn Abdülcelîl
(كتدى قطب العارفين عبد الجليل)
= 1160/(1747)
ŞEYH
HACI HASAN-I ŞİRVÂNÎ
Hakkâri
mülhakâtından Şirvelidir. Kafkas’daki Şirvanlı değildir. Kibâr-ı meşâyıh-ı Kâdiriyye’dendir.
İstanbul’u teşrîflerinde, Üsküdar’da sâkin olmuşlar; bu sırada meşâyıh-ı izâm-ı
Kâdiriyye’den Osmân Nûreddîn-i Şems Efendi hazretlerinin mürşidleri Abdurrahîm-i
Ünyevî’ye hilâfet vermişlerdir ki, bahsi âtîde gelecektir.
Hoca Neş’et
Efendi hazretleri Dîvân'larında medh ederler.
İstanbul’dan
Hicâz’a gidip, Haremeyn-i muhteremeyni ziyâretten sonra Bitlis’e avdet etti.
Bir müddet sonra terk-i câme-i hayât ederek hânkâh-ı şerîflerinde rahmet-i
Rahmân’a tevdî' kılındı.
ŞEYH
MÜŞTÂK-I KÂDİRÎ
Müteahhirîn-i
meşâyıh-ı ızâm-ı Kâdiriyye’dendir. Tercüme-i hâllerini müstakillen yazdım. Risâle-i Müştâkiyye nâmıyla, cümle-i âsâr-ı fakîrânem meyânına kattım. O
risâlede tafsîl-i hâl olundu, kerâmât-ı aliyyelerinden bahs edildi. Burada,
hülâsatü’l-hülâsa olarak yazacağım.
1172 sene-i
hicriyyesinde (1759) Bitlis’te dünyâya zînet vermiştir. Pederleri Şeyh Seyyid
Süleymân Efendi olup, o da Bitlislidir. Vâlideleri cihetinden, neseben Hz. Gavs-ı
A’zam efendimize muttasıldır. Tahsîlleri Bitlis’de, amcaları Hacı Mahmûd Hoca’dandır.
/120/ Hem hâfız-ı
Kur’ân’dır. Hem kurrâ-i kirâmdandır. Hem de, hüsn-i hatta mâlik olup hattâttır.
Şeyhi, amcaları
müşârünileyh Hacı Hasan-ı Şirvânî’dir. Hz. Müştâk, Hakkâri beylerinden iken,
taht-ı idâresindeki yirmi iki köyün hâsılatından ferâgatla tarîk-ı aşka atılmış
ve
“Pîrimiz
sultânımız Hacı Hasan Şirvâni’dir
Ahsen-i takvîme hayrân olmuşuz hayrâniyiz”
zemzemesiyle gûyâ olmuştur.
Sülûkunu
ba’de’l-ikmâl, nâil-i hilâfet olarak, usûlen Bağdâd’a azîmetle âsitân-ı bülend-eyvân-ı
Cenâb-ı Gavs-ı A’zam’a rû-mâl olmuştur.
Dîvân’larında:
از شه بغداد شنيدم ندا
شاه علا يادشه اوليا [88]
nidâsıyla da’vet-i ma’neviyye ile
mazhar-ı eltâf-ı bî-pâyân olmuşlardır. İsm-i şerîfleri, Muhammed Mustafa Müştâk’dır.
Mühürlerinde, "Muhammed Mustafa Müştâk-ı Dîdâr" mısraı mahkûk
imiş. Bağdâd’da, nakîbü’l-eşrâfdan icâze alarak kendisine bir alem ve kırk
dervîş verilmiş ve Hz. Müştâk, Bağdâd’dan Hindistân’a, Serendib’e kadar gidip,
makâm-ı Hz. Âdem (aleyhi’s-selâm)’ı ziyâretle Hicâz’a gelerek,
ba’de’l-hac, Ravza-i Seniyye-i Muhammediyye’ye rû-mâl olmuştur.
Dîvân’ında bu zamânın neş’elerinden bâhisle:
"Ser-livâ-yı
enbiyâsın hiç sana olmaz misâl
Şevkle Müştâk’ınım itmekdeyim azm-i Hicâz"
ve
“Sarây-ı devletin dârü'l-emândır yâ Rasûla’llâh"
diyerek sırran ve hâlen ittisâl peydâ eylemiştir.
Hicâz’dan İstanbul
tarîkiyla avdet edip, Trabzon’a /121/ çıktığında, halkın pek ziyâde
mazhar-ı hürmeti olup, Hz. Şeyh’i yere bastırmayarak, omuzlarının üstünde
götürmüşler. Bu hâli Dîvân’larında:
Kâdirî’yiz Kâdirî
gül gibi başda gezeriz
Zerre-i hâk-i
der-i pâdişâh-ı Geylân’ız
diyerek, pek zârifâne bir sûretle nakl ederler.
Devletçe, Mısır üzerine
yürümeye me’mûr olan Sadrazam Yûsuf Ziyâ Paşa’nın ordusuna katılarak gazâya
gittikleri ve bu münâsebetle Kuds-i şerîf ve Şam’da da bulundukları anlaşıldı.
Kuds-i şerîfte, Sahratu’llâh’ı ziyâretten mütevellid hat üzerine:
Sahratu’llâh’a
be-ayn-ı ibret
Kim bakarsa
olur ehl-i rikkat
Kara taş
olsa çü kâlb-i Müştâk
Nerm olur bu
ne acâib hikmet
buyuruyorlar. Bu sırada Ziyâ Paşa, bu gazelini tesdîs etmişlerdir:
Teşekkî
itmezem bir kimseden ey tâli’-i nâ-şâd
Visâl-i yâr
mümkin lîk sende yokdur isti’dâd
Aceb kimden
şikâyet ideyim ey baht-ı nâ-imdâd
Hele Müştâk-veş şem’-i ümîdim eyledin berbâd
Ziyâ
gavgâ-yı dil-berden nevâ-yı nâydan feryâd
Bizi bir
kerre ey çerh-ı sitem-ker kılmadın mesrûr
İstanbul’a,1203/(1789)
ve 1225/(1810) ve 1229/(1814) senelerinde geldikleri tahkîk kılındı. İstanbul’da
iken, Eyüp’de, Şeyh Selâmî Efendi Dergâhı meşîhati vekâletinde bulunmuşlar ve Selâmî
Efendi merhûmun zevce-i metrûkelerini tezevvüc buyurmuşlardır. Bu hanımdan bir
kızı dünyâya gelmiş, küçük yaşında vefât eylemekle dergâh-ı şerîfde defn
edilmiştir.
İstanbul’da
iken, meşhûr âlim, Hoca Neş’et Efendi ile hem-sohbet olup, Mesnevî-i şerîf ve hadîs-i şerîf dersleri
teâtî eylemişlerdir.
Dîvân’larında: “Hazret-i Neş’et gibi üstâda,
hem-dem olmuşum.” diye müteaddid yerlerde
işâretleri vardır.
/122/ Hz. Müştâk’ın Konya’ya Hz. Mevlânâ’yı ziyâreti
vardır. Orada teberrüken Mesnevî-i şerîf tedrîs eylemişler ve Çelebi
Efendi tarafından sikke-i şerîfe iksâsıyla taltîf olunmuşlardır.
Hz. Müştâk, İstanbul’dan Muş’a
azîmet ve orada irşâd-ı ibâda muvâzabet eyledi. Erzurum’da Ca’feriye Câmi'-i
şerîfi ittisâlinde bir çile-hâneleri ve yine Erzurum’da bir konakları varmış. Erzurum’da
da bulunmuştur. Bitlis’te de bir dergâhları ve bir konakları olup, fukarâ-yı
tarîkatın melce-i yegânesi olmuşlardır.
1247/(1831) senesinde Muş’ta
iken, Yezîdîler, Hz. Şeyh’i boğmuşlardır. Boğdukları zamân seccâde üzerinde
ibâdette imişler. Bi'l-âhare seccâdelerinin altından:
Yâ
Rasûla’llâh Uluvv-ı şân senin
Server-i
kevneynsin fermân senin
Dest-i
hükmünde şehâ çevgân senin
Top senin
cevlân senin meydân senin
Söz senin
sohbet senin devrân senin
na’t-ı şerîfi çıkmıştır.
Şehâdetlerini
daha evvelden haber vermişler, takdîr-i ezelîye karşı eser-i itâat gösterilmesi
lâ-büd olduğunu mürîdlerine söylemişlerdir. Hattâ, bir manzûmelerinde
işâretleri vardır. Hîn-i şehâdetlerinde yetmişbeş yaşında idiler.
Menâkıb-nâme’sinde muharrer olduğu üzere, bir gün,
kırk kurbân kestirmiş, fukarâya dağıtmış, bi’l-vesîle, dergâh-ı azamete el
açıp, “Yâ Rab! Bu abd-i kem-tere rütbe-i şehâdeti ihsân eyle. Tâ ki, Hz. Haseneyn’e
iltihâk edeyim.” diye duâ eylemiş, müstecâb olmuş, âsârı bu sûretle zuhûra
gelmiştir.
Cânânı buldu
hasta gönül cânı istemez
Bir hastadır
ki çâre-i Lokmân’ı istemez
/123/
Devrinde buldu derdine dârû-yı sıhhati
Oldur sebeb
ki bir dahi dermânı istemez
Zencîr-i
zülf ile pâ-bend olan gönül*
Bâğ-ı
cinânda sünbül ü reyhânı istemez
Rûh-sâr-ı
dil-şikârına her kim nazar kılur
Mâh-ı münîr
ü mihr-i dırahşânı istemez
Ehl-i kemâle
nazm (ile) bildirdi kendini
Müştâk
eğerçi şöhret ile şânı istemez
Medfen-i
mübârekleri, Muş’da, mezâristânın orta yerinde ziyâretgâh-ı enâmdır. Orta
boylu, arîzü’s-sadr, beyâzı gâlib uzunca sakallı, ela gözlü, çekme burunlu, gür
kaşlı, sert sesli olup, mâ lâ-ya’nîyi sevmez, dâimâ hakîkattan sohbeti sever,
fukarâya hayrân ve hasenâta meyli gâlib bir zât-ı reşâdet-simât idi.
Rütbe-i kemâli yüksek olup,
Fârisî lisânındaki eş’ârı da pek rengîndir:
Ben mazhar-ı
cemâl-i hüsn-i yârım
Mir’ât-ı
cemâl-i Kird-gâr’ım
Mânend-i
tahayyülât-ı Şîrîn
Ferhâd-nizâr-ı
bî-karârım
Evsâfını
dinleyüp bir kulağım
Göz görmeden
evvel intizârım
Dîdem dahi
şimdi oldu rûşen
Dîdem
zi-hayâ hicâb-dârım
Ey münkir-i
aşk itme inkâr
Bî-cism ü
haber bî-ihtiyârım
Ger aşk-ı
hakîkîyi kılsam inkâr
Ol dem
bilürem günâh-kârım
Dil-beste-i
dâm-ı zülf-i yârım
Müştâk ne çâre dil-fikârım*
Nâil-i rütbe-i vuslat
olduklarına şu sözler şâhiddir:
Allâh bilür
ne âlem oldu
Cânân ile
cân hem-dem oldu
Ref’ oldu
sır akan eşbâh
Müştâk cemâle mahrem oldu
اى يار كرم كستر مستور مشو از من،
مشتاق مي لعلست دلخون شده ازفرقت،
وى دلبر دل بر ور رنجو مشو از من.
دمبسته شو دلبر منفور مشو از من [89]
/124/ Şiirde kudret-i edebiyyesine misâl:
Biz mâh-ı
nev-i zîver-i arş-ı şuarâyız
Engüşt-nümâyız
Biz nûr-ı
fer-i bâsıra-ı ehl-i safâyız
Her kalbde
cilâyız
Meşhûr-ı
cihânız bî-nâm u nişânız*
Nâdâna
nihânız
Hâk-i kadem-i
muhteşem fakr u fenâyız
Sûretde
gedâyız
* * *
Sırr-ı
Ümmü’l-kitâbdır nazmım
Ma’nî-i
müstetâbdır nazmım
Söylerim
bî-tevekkuf ey Müştâk
Lebde hâzır
cevâbdır nazmım
Âsâr-ı
Aliyyeleri :
1. Âsâr-ı Müştâk Esrâr-ı Uşşâk. Gayr-i matbû'dur.
2. Dîvân-ı münîfleri. Matbû'dur.
3. Bahâr-nâme.Lisân-ı Farisî üzere yazılmış, gayr-i matbû'dur.
4. Mektûbât-ı
Müştâk.Gayr-i matbû'dur.
Mahdûmu ve Kerîmeleri :
Bir mahdûmu,
Şeyh Hacı Edhem Baba Efendi. İki kerîmesinden birini, Tafta hânedânından Ahmed
Bey’e; dîgerini, Ahmed Muhlis Paşa’ya tezvîc eylemişlerdir.
Hulefâ-yı
Kirâmı :
1.
Mahdûmları eş-Şeyh es-Seyyid el-Hâc İbrâhîm Edhem Baba Efendi.
2. İstanbul’da
Etyemez’de Gümüş Baba Dergâhı şeyhi, es-Seyyid Sa'dullâh Efendi.
3. Erzurum’da
İbrâhîm Edhem Efendi.
4. İstanbul’da
Haseki’de Paşmak-ı Şerîf Dergâhı şeyhi Musûllu Baba Efendi.
Mezârtaşından:
“Ârif-i bi’llâh vâsıl-ı ila’llâh es-Seyyid eş-Şeyh Muhammed
Ahmed el-Müştâk el-Kâdirî el-Âlûsî eş-şehîr bi-Baba Efendi kaddesa’llâbu
sırrahu’l-âlî, sene 1298 fî 10 Şevvâl (5 Ekim 1881).”
Mahdûmu:
“Dâhil-i bezm-i harem-sarây-ı irfân, gül-i bâğ-ı cinân,
el-ârif bi-rabbihi’l-Alî, tarîkat-ı aliyye-i Kâdiriyye meşâyıh-ı kirâmından, Bayram
Paşa Dergâh-ı şerîfi post-nişîni el-Alûsî el-Mevsılî merhûm Baba Efendi-zâde es-Seyyid
eş-Şeyh Muhammed Ali Müştâk Efendi’nin merkad-i şerîfleridir. 1309, 6
Rebîu’l-evvel (11 Ekim 1891) .”
Her ikisinin
de mükellef kabirleri vardır.
Haseki’de Taştekkeler
Kâdirî şeyhi, Muhammed Kemâleddîn Efendi, Baba Efendi’nin, Müştâkîlerden
olmadığını ve kendisinin de ‘Müştâk’ mahlasıyla tahâllus etmiş olması, Şeyh
Müştâk ile münâsebeti olduğu zannını verdiği, hâlbuki, böyle olmadığını
kat’iyyen söylemişlerdir.
5. Muhammed
Celâl Paşa.
6. Ahmed
Cemâl Paşa.
Hz. Şeyh’in, Dîvân’larında:
“Hudâ’nın ferd-i şâhbâz sırr-ı cânda iki balım var
Yemînimde yesârımda Cemâl’im var Celâl’im
var”
buyurmaları, müşârünileyhimâya işârettir.
/125/ Tarîkat-ı aliyyeleri, Erzurum’da, Muş’ta, Bitlis’te
ve Kürdistân havâlisinde ve mahdûmları Edhem Baba vâsıtasıyla İstanbul’da
münteşirdir. Kâdirîler arasında, Müştâkîler diye şöhret-dârdırlar. Gâyet vecd ü
hâlat ile cidden âşıkâne zikrederler. Ala’l-ekser, semâ’ ederler. Semâları Mevlevîler
gibi olmayıp, cehren darb-ı zikr ile, hoplaya hoplaya pek vecd-âverânedir.
Cenâb-ı Şeyh
Müştâk bülbül-i bâğ-ı hakîkatdir
Kerâmâtıyla
mümtâz reh-nümâ-yı zevk-i vuslatdır
Tarîk-ı Kâdirî’ye
revnak-efzâ rehber-i hak-bîn
Füyûzâtıyla
şöhret-gîr olan şeyh-i tarîkatdır
Mübârek
kalbi mehbıt oldu envâr-ı tecellâya
Sünûhât-ı
celîle sâhibi pür-feyz ü himmetdir
Cenâb-ı Gavs-ı
A’zam’dan bulur eltâf-ı bî-pâyan
Kulûb-ı
ehl-i aşka bâis-i zevk u saâdetdir
Muhibb-i
kemteri Vassâf'ı olmuşdur ana müştâk
Taleb-kâr
olmağa lutfu vesîle-cû-yı fırsatdır
Bu satırları
yazarken, Hz. Şeyh’in sûret-i şehâdeti gözümün önünde tecellî eyledi. Sırrıma, “Bu hâl, zevk-i tâmdır.” dediler. “Zevk-i tâm”, acaba, târîh-i rıhletleri olmasın diye merak ettim.
Hemen hesâba başladım. Fi’l-hakîka, 1247/(1831) târîhini iş’âr eyledi. Dûçâr-ı
vecd olarak bu satırları yazdım ki, “Hz. Şeyh’in bir cilve-i iltifâtıdır.”
diye, telakkîye sezâdır. (Kaddesa’llâhu sırrahû ve nefeana’llâhu bi-berekâtihi
ve fuyûzâtihî. Âmîn.)
Bu beyt sünûh etti:
“Zevk-i tâm” târîh-i rıhlet-dârıdır Müştâk’ımın
Ahkarı Vassâf-ı nisbet-dârıdır Müştâk'ımın
(ذوق تام)
EDHEM BABA HAZRETLERİ
/126/ Müşârünileyh Şeyh Müştâk’ın necl-i necîbidir. İbrâhîm,
isimleridir. Pederleri gibi, sülâle-i tâhire-i Kâdiriyye’dendir.
Bitlis’de
mehd-ârâ-yı âlem-i şuhûd oldular. Târîh-i velâdetleri, 1219/(1804) senesi olmak
üzere tahmîn olunur. Vâlidelerinin ismi Güneş Hanım’dır. Tahsîlleri, büyük
amcaları Hacı Mahmûd Efendi’dendir. Tarîkatte pederlerine intisâb ile kesb-i
füyûzât eylemiş ve ikmâl-i âdâb-ı tarîkatla nâil-i hilâfet olmuştur.
Ba’dehû, usûlen, Bağdâd’a
azîmetle, âsitân-ı muallâ-yı Sultân Abdülkâdir’e rû-mâl olmuş ve
nakîbü’l-eşrâfdan da feyz-i hilâfete mazhar olarak, Basra, Hind, Horasan’a
seyâhatle Erzurum’a avdet ederek hemşîrelerinin nezdinde mukîm olmuştur.
Bitlis’de teehhül ile, iki oğlu bir kızı dünyâya geldiği gibi, Erzurum’da, Murâd
Paşa mahallesinde dahi teehhül ettiler. Burada da, bir oğlu dünyâya gelmiştir.
İsmi Tâhir idi; vefât etmiştir. Bitlis’teki mahdûmlarının isimleri Seyyid Necîb
ve Seyyid Ahmed’dir. Her ikisi, nâil-i rütbe-i meşîhat olup, Bitlis’de irtihâl
eylemişlerdir.
Edhem Baba, Erzurum’dan
Bitlis’e gider gelir idi. Mahdûmu Tâhir vefât edince, hânesini ve eşyâsını
haremine terk ile, onbeş sene kadar aradan sonra, Hicâz’a azîmet emeliyle, İstanbul’a
gelip, zuhûr eden ba'zı esbâb-ı zarûriyyeye mebnî gidemeyip, burada
kalmışlardır ki, 1297/(1880) senesine müsâdiftir. O zamân yetmiş yedi yaşında
idiler. Bi'l-âhare bedel-i hac olarak, âhar birini Hicâz’a yollamışlardır. Eğrikapı
civârında ikâmet etmişler. Emr-i dünyâya taallukları yok idi. Sultân Abdülmecîd
merhûmun zamânında, kendilerine, “yurdluk, ocaklık” nâmıyla maaş tahsîsiyle
kadrine hürmet edilmiş idi. Hz. Şeyh bununla geçinirdi. Peder-i mükerremleri
Hz. Müştâk’dan kalan malı, fî sebili’llâh, fukarâya infâk edip, eline para
geçdikçe fukarâya ibzâlden geri durmazdı. Gâyet hayır-hâh idi.
/127/ Müstakillen bir dergâhı olmayıp, sevdiği meşâyıhın
tekkelerine gider, zikr ederdi. Semâ’dan zevk almış erbâb-ı vecd ü hâlden olup,
sekseni mütecâviz bir sinde iken, pervâne gibi, sâatlerce döner, yorulmaz idi.
Eğer kendilerini tutan olmazsa, sâatlerce, hattâ günlerce semâ’ eylerdi.
Esnâ-yı semâ’da kendinden geçer, hâzırûnu vecde dûçâr ederdi. Semâdan fariğ
olunca, büyük bir maşraba dolusu su getirirler, onu içerdi. Muharrem'e tesâdüf
ederse, “İçmemişler ki, içeyim.” diye reddederdi. O mertebe terlediği hâlde,
suyu içince herkes, Hz. Şeyh, zâtülcenb, zâtürrie olacak, ölecek zann ederdi. O
hıfz-ı ilâhîde müstesnâ bir şahs-ı kıymet-dâr idi.
7
Rebîu’l-âhir 1304/(3 Ocak 1887) târîhine müsâdif bir cuma günü, seksenbeş
yaşında oldukları hâlde, irtihâl-i dâr-ı cemâl eyledi. Cenâzeleri, Fâtih Câmi'-i
Şerîfi’ne getirilip, namâzı cemâat-ı kübrâ ile ba’de’l-edâ, Edirne Kapısı
mezâristânına götürülürken, li-hikmetin, Kabakkulak Dergâhı’nın[90] olduğu sokağa dönmekle, dergâh-ı şerîf hazîresinde defn
olunmağa Hz. Şeyh’in işâret-i ma’neviyyesidir, diye burada, vedîa-i hâk-i
gufrân oldular. Evvelce şeyhi olan zâta, “Bize bu dergâhda bir post ihsân
buyurunuz.” diye latîfe etmelerindeki hikmet, o zamân aşikâr olmuştur.
Edhem Baba hazretleri,
Aksaray’da, Şekerci Sokağı’nda, Abalı Hâfız /128/ Efendi’nin dergâhına gelir, orada semâ’ ederdi. Muharrir-i
fakîr, hâtırlıyorum. Uzun saçlı, tâcı kırmızı ve siyâh müjgânlı idi. Tâcın
üstüne yeşil sarık sarar ve taylasanlı gezerdi. Bazan yeşil, bazan kırmızı
biniş giyerlerdi. Seksenbeş yaşında olduğu hâlde, beyâzı pek az olmak üzere
kara, kıvırcık sakallı idi. Çekme burunlu, kara kaşlı, orta boylu, hakîkat
bakışlı, değirmi çehreli, halîm selîm bir zât-ı âlî-kadr idi. Keşf-i kulûba
mâlik, râh-ı hakîkate sâlik idi. İnkisâr-ı kalbine uğrayanlar, perîşân
olmuşlardır. Erbâb-ı hâlden ba'zı zevât, Hz. Şeyh’i hîn-i semâ’da, yerden bir
arşın irtifâ’da, muallakda döner görenler olmuş; nakl ederler.
Kabirlerinin üstü açıktır.
Etrâfı ve üstü demir parmaklıklı olup, mezâr taşında manzûme-i âtiye yazılıdır:
Nesl-i pâk-i
Kâdirî Cîlî’den işbu pâk zât
Oldu Müştâk-zâdelikle
şöhre-i bây u gedâ
Kâdirî-meslek
idi müstağrak-ı fi’llâh idi
Çıkmaz idi
aşkdan gayri lisânından sadâ
Nûr-ı zât-ı
Hakk’a bir pervâne-i sâdık olup
Bezm-i
meydân-ı erenlerde dönerdi dâimâ
Nûş-ı câm-ı
kevser-i vuslat ile mest ü müdâm
Devrini
görsünler âhir Mustafâ vü Murtazâ
Geldi bir
sît-ı esef-engîz ile târîh Nebîl
Döne döne
erdi şem’-ı izzete Edhem Baba
(دونه دونه ايردى شمع عزته ادهم بابا) = 1304/(1886)
Hulefâsı:
1. Saçlı İbrâhîm Efendi,
2. Hoca Rahîm Efendi,
3. Gümüş Baba Dergâhı şeyhi İbrâhîm
Efendi: Haseki’deki, Bayram Paşa Dergâhı’nda medfûndur. Kitâbe-i seng-i mezârı:
“Gümüş Baba Dergâhı post-nişîni, ârif-i bi’llâh, müştâk-ı cemâlu’llâh
es-Seyyid eş-Şeyh el-Hâc Bitlîsî İbrâhîm Hurrem Efendi’nin rûhiçün, el-Fâtiha.
1315, 15 Cemâziye'l-evvel (12 Ekim 1897), yevm-i sebt )”.
4. Keşfî Osmân Efendi Dergâhı
şeyhi Muhammmed Müştâk-ı Kemterî Efendi.
5. Cebbâr-zâde Süleymân Neyyir
Bey.
ŞEYH
MUHAMMED MÜŞTÂK-I KEMTERÎ
/129/ 1281/(1864) senesi(nde) Erzurum’da tevellüd etmiştir.
Pederi, Ahıskalı Hacı Seyyid İbrâhîm Efendi’dir. Ecdâdı, Ahıska hânedanından
imiş. Bi'l-âhare Erzurum’a, pederi hicret etmiştir.
Erzurum’da, Dervîş
Ahmed Receb Efendi’den tahsîl-i ilm eyleyip, müşârünileyh Edhem Baba hazretlerinin
Erzurum’da bulundukları zamân, dâire-i feyzine girmiştir. İkmâl-i sülûkdan
sonra, nâil-i hilâfet olup, şeyhinin emriyle, İstanbul’da neşr-i tarîkata
me’mûren gelmiştir. Bir müddet Fâtih civârında sâkin olup, Edhem Baba merhûmun
mahdûmu Şeyh Necîb Efendi’nin, “Pederimin vâris-i esrârı budur.” diye
kendilerini teşhîr etmesi, halkın teveccühüne sebeb olmuş ve Sultân Bâyezîd’de Vezneciler’de,
Tekke Sokağı’nda, Derûnî Muhammed Efendi Zâviyesi karşısında, Celvetiyye’den, Keşfî
Osmân Efendi merhûmun muhterık tekke
mahalline yeniden bir dergâh inşâsına muvaffak olmuştur. Dergâh, 1314/(1896)
senesinde erbâb-ı aşk u muhabbete güşâd olunarak, el-hâletü hâzihî, her Cuma
günü vakt-i asrda icrâyı âyîn-i tarîkat olunmaktadır.
Orta boylu, beyâzlaşmış
uzunca ve müdevver sakallı, yakışıklı, uzun saçlı, halûk, fukarâ-perver bir
zât-ı âlî-kadrdir.
Edhem Baba
merhûm gibi, semâ’ eder ve cezbelenirse, esnâ-yı zikirde başını, taş, duvar,
demir,direk gibi yerlere çarpar, huzzârı dûçar-ı haşyet eyler. Hz. Gavs’dan
nasîbe-dâr-ı feyz olmayanların yapacağı iş değildir. Akıl, fen, tıp bu hâlin karşısında
i’lân-ı iflâs eyler.
Hâfızalarında, hakâyıka
dâir, Fârisî, Türkî pek çok ebyât vardır; okurlar. Meclisinde hep hakîkattan,
ma’rifetten bahs ederler; mâ-lâ-ya'nîyi sevmezler, son zamânlarda inzivâyı
ihtiyâr edip, ala’l-ekser, sâim bulunurlar. Gınâ-yı kalbe mâlik bir rehber-i
tarîkattır.
Hz. Müştâk’ın
Dîvân’ı
hâfiza-pîrâ-yı ihtirâmıdır:
Şeyh
Muhammed Kemterî Müştâk-ı envâr-ı cemâl
Zümre-i
uşşâka rehber mazhar-ı feyz ü kemâl
/130/ Nâil-i zevk-i hakîkat reh-nümâ-yı ehl-i
zevk
Nûr-ı kalb-i
âşıkân hem peyrev-i ehl-i visâl
Neş’e-i
câm-ı muhabbetle safâ-yâb olmada
Hâmil-i
esrâr-ı Gavs olmuş yegâne ehl-i hâl
Reşha-i
feyzinden her dem mürde-diller cân bulur
Vâkıf-ı
esrâr-ı irfân çeşme-i âb-ı zülâl
Bâis-i aşk u
muhabbetdir Sumûhî kemtere[91]
Gül-şen-i
irfâna bülbüldür o memdûhu’l-hısâl
Edhem Baba
gibi, dâimâ Kadiri tâcıyla gezer ve meclis-i zikirde kırmızı cübbe giyer ve
müjgânlı tâc-ı Kâdirî giyer. Âşık Yûnus neş’esinde nutukları vardır. Bu manzûme
onundur:
Kelâmın
lâubâlî olmasun dergâh-ı Mevlâ’da
Lisânın
zikr-i Hak kılsun gönül şehrini tûr ile
Dört mahdûmu
vardır. Büyüğü Hâfız Câvid Efendi’dir. Mahdûmlarının, esnâ-yı zikirde yeşil
tennûrelerle semâ’ları enzâr-ı hâzırûnda pek hoş te’sîr-i ma’nevî husûle
getirir.
Birâderleri Hacı
Hâlid Ulvî Efendi, Şehremini’nde, Tekke-i Geylânî denilen dergâhın post-nişîni
olup, Muhammed Müştâk Efendi’den müstahleftir. Gâyet güzel semâ’ ederler.
Cezbelenirse, taşa baş ururlar. Hâmil-i sırr-ı tarîkat bir zâttır.
25 Şa'bân
1343/(21 Mart 1925)’te mahdûmu Hâfız Câvid Efendi’ye de ilbâs-ı tâc u hırka
eylemiştir.
/131/ Muharrir-i fakîre, Sefîne-i Evliyâ münâsebetiyle, yirmidört
beyitli bir kasîde yazmış, göndermişler. Mukâbeleten şu manzûmeyi yazdım:
Ey bülbül-i
gülistân-ı Kâdirî şeyhim
Ey peyrev-i Müştâk-ı
Kâdirî şeyhim
Sen
andelîb-i aşk u muhabbetsin ey azîz
Sen bir
edîb-i hoş-nevâ-yı tarîkatsın ey azîz
Sîmâ-yı
dilfirîbine dil-bend olan mürîd
Hiç şübhe
eylemem elbette olur ferîd
Nutkundan
istifâde ider bendeyiz
Feyzinden
istifâza ider bendeyiz
Müştâk-ı
Kâdirî’ye olan nisbetin büyük
Temsîl
eylediğin devletin büyük
Zevkında
mündemic olmuş muhabbeti
Kalbinde
âşikârdır anın nûr-ı şevketi
Bizler de
Hazret-i Müştâk’a âşıkız
Aşkıyla
zevk-yâb oluruz sâdıkız
Nisbetle
iftihâr ideriz feyz ü şevkına
El bağlayup
da ser-fürû ideriz aşkına
Necl-i
necîbi Edhem aşk u muhabbete
Dil-dâdeyiz
o hezâr hakîkate
Pervâne-i
cemâl olup Gavs-ı A’zam’a
Yandık
kemâl-i şevkle ol nûr-ı ekreme
Bâb-ı
saâdetinde birer bende-i fakîr
İzzet-serây-ı
şevketine abd-i müstenîr
Her ân
geliyor feyz-i hubbi kalbime
Vecd ü semâ’
ile envârı kalbime
Sultân-ı
lutf u keremden şefâat isteriz
Dünyâ vü
âhiret andan himâyet isteriz
Meydân-ı aşk
u muhabbetde eyleriz semâ’
Gül-zâr-ı
âlem-i lâhûtda eyleriz semâ’
Hâlât-ı vecd
ile feryâd ider gönül
Aşk-ı
cemâl-i yâr ile feryâd ider gönül
Gül-şen-sarây-ı
Hazret-i Gâvs’ın nedîmisin
Sen sırr-ı
hazret-i aşkın harîmisin
Sen
câ-nişîn-i feyz-i maârifsin ey kerîm
Ruşen-dilâna
server-i mümtâzsın ey kerîm
Senden
gelir meşâmm-ı cânıma bûy-ı safâ
Ey rehber-i
şefik mürşid-i sâhib-i vefâ
İbzâl-i
himmet idersin bu abd-i ahkara
Memnûn-ı
lutfun olan bu mürîd-i kemtere
Söyletdi
nazm-ı şerîfin bu âcizi
Titretdi
cezbe-i şevkin bu nâ-çîzi
Başla duâya Sümûhî-i aşk-feşân
İrsün sana
da debdebe-i ârifân[92]
İrtihâli:
Bir müddet
hastalanarak cümle eşyâsını tevzî’ edip, visâl-i intizârına kadar nevâfiliyle
maan namâzını edâ eyleyip, 6 Zi’l-hicce 1343 ve 28 Hazîrân 1341/(1925) Pazar
gecesi, sâat birde irtihâl-i dâr-ı naîm etmiştir. Ertesi günü, na’ş-ı mübâreki Fâtih’e
nakl ile, namâzı ba’de’l-edâ, Topkapı hâricinde, meşhûr Hoca Neş’et Efendi hazretlerinin
yanındaki lahde vedîa-i hâk-i gufrân kılındı. Son zamânlarda ziyâdesiyle
riyâzât-kâr olmuş idi. (Kaddesa’llâhu sırrahû.)
[1] Hüseyin
Vassâf’ın babası Ürgüplü Osman Efendi, Mısır’da vâli Mehmet Ali Paşa
(1805-1848) ve İbrahîm Paşa’nın hizmetlerinde bulunduktan sonra, Mehmet Ali
Paşa’nın damadı, Sadrazam Yusuf Kâmil Paşa’nın berâberinde İstanbul’a
gelmiştir. Annesi Fatma Emsâl Hanım da, Mehmet Ali Paşa’nın eşi Şem-i Nur
Kadın’ın hizmetinde iken onun ölümü üzerine kızı ve Yusuf Kâmil Paşa’nın eşi
Zeynep Hanım’ın hizmetkârı olarak İstanbul’a gelmiştir. Böylece Hüseyin
Vassâf’ın ebeveyni olan Osman Efendi ile Fatma Emsâl Hanım, kaderin cilvesiyle
Yusuf Kâmil Paşa’nın İstanbul’daki konağında hizmetçi olarak bulunuyorlardı.
Daha sonra Zeynep Hanım bu iki genç için, Aksaray’daki Vâlide Câmii karşısında
Kovacı Dede Mahallesi, Kara Mehmet Paşa Sokağında bulunan 35 nolu binâyı satın
alır ve onları burada 1281/1864 târîhinde evlendirir.
Fatma Emsâl Hanım 1880, Osman
Bey ise 1890 senelerinde vefât etmiş olup her ikisi de Merkez Efendi
Kabristanı’ndaki âile mezârılığında medfûndurlar.
[2] Müellifın Ali Nuri, Refia ve Mehmed Salâhaddin adlarında
üç kardeşi vardır. Bunlardan Refia ve Mehmet Salâhaddin küçük yaşta vefat etmiş
ve Merkez Efendi Kabristanı’na defn edilmişlerdir.
[3] Hüseyin Vassâf’ın hayâtı ile ilgili bilgiler, Sefîne-i Evliyâ’nın V. cildi sonuna müellif tarafından ilâve edilen
“Tercüme-i Hâl-i Âcizî” adlı bölümden özetlenerek elde edilmiştir. Ayrıca
İbnülemin M. Kemâl’in yukarıda adı geçen kitâbında da kısa bilgi bulunmaktadır.
Kitaplarının büyük ekseriyeti de bu esnâda yok olup gitmiştir. Buna rağmen bir
vesîleyle, o zamânki adıyla Bayezit’teki Umûmi Kütüphâne’ye beşyüz cilt kitap
bağışında bulunduğunu kendisi ifâde etmektedir.
[4] Sefîne-i Evliyâ
hakkında geniş bilgi ileride verilecektir.
[5] Müellif, kullandığı
kaynaklıran bir kısmının yazarını belirtmiş olmakla beraber, bir kısmının
sâdece ismini vermiştir. Bu durumdaki kaynakların yazarları tarafımızdan
araştırılmış ve bulunanlar yazılmıştır. Buna rağmen yazarını bulamadığımız
eserlerin yalnız isimlerini yazmakla yetindik. Bu yüzden sıralamayı kitap isimlerine göre yapmayı uygun
gördük. (H)
[6]
"Mü’min ölür de üzerinde ilim bulunan bir yaprak (kağıt) bırakırsa, bu
yaprak kıyâmet gününde onunla nâr arasında perde hâline gelir ve Allâh ona,
dünyânın yedi kat genişliğinde
bir belde ihsân eder. (Sadaka Resûlu'llâhi teâlâ salla’llâhu aleyhi ve
sellem)" (H = Hazırlayanlar)
[7]
"Tarîk, tâlib ve matlûb arasında vesîle olması itibârıyla insân-ı kâmil
demektir." (H)
[8]
"Aşk ehli Cenâb-ı Kibriyânın nûruyla yükseldiler. Sonra bu hak tarîk, riyâ
sâhipleri yüzünden yoldan çıktı." (H)
[9] "Rasûlullâh (salla’llâhu
aleyhi ve sellem) buyurdu ki: Sâlihlerin anıldığı zamânda Allâh’ın rahmeti
iner." (H)
[10] "Ben, beni zikredenin meclisinde
bulunurum." (H)
[11] "Allâhla berâber bir mecliste
bulunmak isteyen, tasavvuf ehlinin meclisinde bulunsun." (H)
[12] "Peygamberlerin
haberlerinden, onunla senin kalbini tatmîn ve tesbit edeceğimiz her çeşidini,
sana kıssa olarak anlatıyoruz." 11.
Hûd sûresi, 120. (H)
[13] "İmâm Ahmed (rahmetu’llâhi
aleyh) ve Tabarânî (rahmetu’llâhi aleyh) ve başkaları rivâyet
etmişlerdir ki:
Resûlullâh
(salla’llâhu aleyhi ve sellem) ashâbına toplu vaziyette ve teker teker
telkinde bulunmuşlardır. Toplu hâldeki telkini (şöyle idi):
Şeddâd
İbn-i Evs (radıya'llâhu anh) demiştir ki; Biz Peygamber Efendimiz (salla’llâhu
aleyhi ve sellem)'in yanında idik. Buyurdular ki: İçinizde yabancı var
mıdır? (Yani Ehl-i Kitap = Hıristiyan ve yahudî var mıdır?)
-
“Hayır, yâ Resûlullâh” dedik. Derhâl kapının kapatılmasını emrettiler ve
buyurdular ki: Ellerinizi kaldırınız ve “Lâ ilâhe illa’llâh” deyiniz.
Bir
müddet ellerimizi kaldırıp “la ilahe illa’llâh” dedik.
Bundan
sonra (Peygamberimiz): “-Ey Rabbım! el-Hamdü li’llâh. Sen beni bu cümle ile
gönderdin, bu söz (cümle) ile emrettin ve bunun üzerine bana cenneti va’dettin.
Elbette Sen va’dinden dönmezsin” dedi. Daha sonra (salla’llâhu aleyhi ve
sellem) efendimiz bizlere: "Dikkat edin! Müjdeler olsun. Elbette
Allâhü taâlâ sizi mağfiret etmiştir” buyurdular.
Peygamber
Efendimiz (salla’llâhu aleyhi ve sellem)'in ashâbına teker teker telkin
etmesine gelince:
Seyyidim
Şeyh Yûsuf el-Gûrânî al-Acemî (radıya’llâhu anh) sahih senedi ile
rivâyet etti ki:
Ali (radıya’llâhu
anh), Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem)'e hitâben: "Yâ
Resûla’llâh! Bana Allâhü taâlâya giden en kısa ve kulları için en kolay, Allâhü
taâlâ yanında en fazîletli yolu göster.” diye bir istekte bulundular.
Peygamber
(salla’llâhu aleyhi ve sellem) de şöyle buyurdular:
-
Benim ve benden evvelki Peygamberlerin söylediklerinin en fazîletlisi “Lâ ilâhe
illa’llâh”dır. Yedi kat gök ve yedi kat yer terâzinin bir kefesine, “Lâ ilâhe
illa’llâh”da diğer kefesine konsa, “Lâ ilâhe illa’llâh”, elbette onlardan daha
ağır gelir.
Bundan
sonra Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem):
-Ya Alî!
Yer yüzünde "Allâh Allâh" diyen bulundukça kıyâmet kopmayacaktır,
buyurdular.
Bunun
üzerine Ali (radıya’llâhu anh) efendimize): (Allâh teâlâyı) nasıl
zikredeyiim? diye sordular.
Rasûlullâh
(salla’llâhu aleyhi ve sellem) efendimiz de: “-Gözlerini kapat ve benden
üç kere duyup işit, sonra sen de üç kere aynı şeyleri söyle buyurdular.
Gözlerini
kapatarak ve seslerini yükselterek (üç kere söylediler). Hz. Ali (radıya’llâhu
anh) de dinliyordu. Bundan sonra Ali (radıya’llâhu anh) gözlerini
kapatarak ve sesini yükselterek üç kere “Lâ ilâhe illa’llâh” dediler.
Resûlullâh (salla’llâhu aleyhi ve sellem) de (bunları) duyuyordu. Bu,
tasavvuf ehlinin senedinin aslıdır." (H)
[14] "Dinde
rûhbanlık yoktur." (H)
[15] "Tasavvuf ilmi öyle, bir ilimdir ki,
onu ancak “Hak” diye ma’rûf ehl-i fıtnat ve zekâ bilebilir, Şâhid olmayan nasıl
bilebilir? Güneşin ışığına gözlerini kapatan nasıl şahitlik edebilir?" (H)
[16] “İnsanlar, “Sûfî” kelimesinin anlamı üzerinde
çekiştiler ve eskiden beri ihtilâf eylediler ve onu “sûf” kelimesinden çıkmış
sandılar.
Ben bu ismi, “sâf” yiğitten
gayriye haml etmiyorum. Ma’nâsı böylece, “saf" kelimesinden çıkarılarak o
kişiye “sûfî” adı verilmesi uygun görüldü.” (H)
[17] “Âlimler tasavvufun mâhiyeti ve hakîkati;
tasavvuf kelimesinin hangi kökten türediği konusunda pek çok sözler
söylemişlerdir. Muhakkikler topluluğunun büyük ekseriyeti “safâ”
kökünden alındığına kâil olmuşlardır. Bu sebepten Cüneyd’e, sûfi’nin kim olduğu
sorulduğu zamân şöyle cevap vermişti:
“Sûfî” yün
giyen, safâ yani taş üzerinde bulunan
ve dünyâyı ardına atan ve şerîatı-ı Mustafâ’ya tâbi olan kimsedir.
Nasrâbâdî
de şöyle dedi:
“Sûfî”, gizli
iç dünyâsı saf, dış hâl ve gidişi (sîreti) güzel olan kimsedir.
Şeyh
Muhyiddîn-i Arabî de şöyle dedi:
Sûfî,
kalbiyle Cenâb-ı Hakk’a lübbüyle de mahlûkâta karşı safî olan ve konuştuğu
zamân Allâh’la konuşan, ayağa kalkarsa
Allâh için kalkan, bakarsa Allâh için bakan kimsedir:
Erbâb-ı
kulûb da dediler ki: Sûfî, kibrît-ı ahmer, misk-ı ezfer gibidir. Kıstîr’in üzerinde saçılsa, som altın olur ve bu da
Allâh’a hiç güç gelmez.” (H)
[18] "Tasavvuf, zâhir ve
bâtınca mahlûkâtı görmeyi bırakmaktır, terketmektir." (H)
[19]
“Tasavvuf, gönüllerin safâ yelpâzeleriyle râhatlandırılması, hâtırların vefâ
örtüleriyle örtülmesi, sehâ ile ahlâklanmak ve karşılaşılan kimselere karşı
güler yüzlü olmaktır.” (H)
[20] “Tasavvuf, delikanlının üzerinde, mesihin
(Hz. Îsânın) sert bir kumaş dokumasından
yapıldığı hırka olduğu hâlde, seninle karşılaşması gibi değildir.
O
hırka, beyaz ve siyâh parça parça kumaşların bir araya getirilmesinden yapılmıştır.
O delikanlı, hırkanın içinde, alaca karga gibidir.
Bilakis
tasavvuf, ma’rûf giyimde olmaktır, ama, o giyimin içindeki kişinin her şeyi
gören yaratanına huşû besleyici olmasıdır.” (H)
[21]
"Mevlânâ, tasavvuf nedir, sorusuna dedi ki: Gam ve kederin gelmesinde,
gönülde ferahlık hissetmektir." (H)
[22]
"Âşinâlığın (tanışıklık ve dostluğun) kılavuzu aşktır. Gönül, aşktan
aydınlık buldu. O (aşk), lâhut âlemi yuvasından gelme bir kuştur. Onun gıdası,
gönül dânesinden başka bir şey değildir." (H)
[23]
“Âşıklar, elest bezminin hulâsası (seçkinleridirler) ve dâima (Kâlû belâ)
kadehinden mest durumdadırlar. Onların sözleri, câna cân kalıcıdır; makâmları
da, makâm-ı Mahmûd’dur.” (H)
[24]
"Kim bir müslümânın hayâtını yazarsa, sanki onu diriltmiş gibi olur."
(H)
[25] “Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın adıyla...
O
zâta (Allâh’a) hamd ederek ki, onun hamdini kendi zâtından gayrisi, hakkıyla
îfâ edememiştir ve kâinatın harflerini, kendi sıfatlarının mazharı kılmıştır.
Zâtın şuûnunu izhârden, vasf edici âciz kalmış ve kemâl derecede noksânılığını,
kelimeler silsilesini zikr etmek sûretiyle telâfi etmiştir. Şu yüce zâtın
hakîkati nasıl idrâk olunabilir ki, O’nun ehadiyeti (tek oluşu) mütenevvi
çokluğun kaynağıdır ve yegâneliğinin (tek oluşunun) bâtını, çift çift
izdivâclarının aynıdır.
Âlim,
acz ile O’nun idrâkinden bir içim su avuçlamıştır. Akıl, O’nun (mahlukâtından)
tefrik edilip, ayrılmasından hüsrânla geri dönmüştür.
(Salât
ve selâm), varlığın silsilesi ve cömertlik işlerinin kemâlâtının mazharı olan
Hz. Muhammed’e olsun ki, yüce âlem onun parlaklığı nuruyla kâimdir ve melek
(veya mülk) onun safveti denizinde susuz ve şaşkındır. Ve yine, salât ve selâm,
onun mutlak cömertlik olan âline ve muhakkak kemâl sâhibi ashâbına olsun.
Bundan
sonra:
Gözlerim
bu sefer-i celîl ve ancak misâl olarak gösterilebilecek ay parlaklığı sebebi
ile sürûrlandı.
Velîler
silsilesini cem etmiş; âleme, asfiyânın misk-i anberi ile koku sürmüş;
gizlilikler içinde iken kemâllerinin cemâlini ortaya koymuş; ve ehl-i safânın
işâretlerini, sözleriyle açıklamış, ehl-i kulûb’un aşikâre husûsları ile,
satırlar dolusu sayfaları hükümsüz bırakmış; ehl-i gaybın sünûhâtı ile
sahîfeleri süslemiştir. Nasıl böyle olmasın ki, bu yapılanlar eşsiz bir
cevherin eseridir. Onu vasfeden nasıl vasf edebilir ki; O Vassâf’ın tâ kendisidir
yahut, kâlem onun zikrini nasıl yapsın ki; ilim ve edeb’in kıymetinden bahseden
hadîsi şerîfin kâşifi odur; akıl sâhiblerinin kalblerinin reyhanıdır; rûha
teselli vericidir, fütûhâtın kemâlini dilediğim kimsedir; olgun ahlâk sâhibi,
Hüseyin Vassâf Efendidir. Onun kemâl güneşi kaybolmayacak; küsûfa uğramayacak;
onun (parlak aya benzeyen) cemâline tutulma ârız olmayacak; (ehl-i tasavvuf)
ricâlinin hakîkatlerini açıklarken, olgunluk âleminin mazharı olmaktan geri
kalmayacaktır. Gizliliklerin açıklanmasında Allâh’ü taâlâ onu başarılı kılsın.
Hamd Allâha mahsûstur. O’nun selâmı bütün seçkin kullarına olsun.
Bunu,
kendi hattı ile yüce Mevlâsına muhtâc, İmâm-ı Âzam Medresesi müderrisi Muhammed
Saîd İbn’ü Abdülkâdir el-Bâğdâdî en-Nakşibendî yazmıştır. Allâh’ü taâlâ onu
affına mazhar kılsın.
12
Rebîul’evvel 1328” (H)
[26]
“İmâm Ahmed b. Hanbel Müsned’inde, Bezzâz, Taberânî ve diğer bazı âlimler,
hasen bir isnâd ile şöyle rivâyet ettiler:
“Rasûlullâh
(Salla’llâhu aleyhi ve sellem), bir gün, ashâbından bir grup ile berâber
idi. Onlara şöyle dedi: İçinizde garîb, yani ehl-i kitap olan var mı? Ashâb-ı
kirâm, “Hayır, ya rasûlullâh!” diye cevap verince, kapının kapatılmasını
emretti ve şöyle buyurdu: “Ellerinizi kaldırın ve (Lâ ilâhe illa’llâh)
deyiniz’
Bundan
sonra, Rasûlullâh şöyle buyurdu:
“Allâh’ım!
Beni bu kelime ile gönderdin, onunla emrettin ve onun üzerine, bana cenneti vad
ettin. Şübhesiz sen vadinden dönmezsin” Bunun arkasından Rasûlullâh (Salla’llâhu
aleyhi ve sellem), “Dikkat edin, Allâh teâlâ’nın size mağfiret ettiğini
müjdeliyorum .” diye ilâve etti.
İbn-i
Hibbân ve el-Hakîm, merfu bir rivâyet ile, Mûsâ (aleyhi’s-selâm)’ın
şöyle dediğini tahric etmişlerdir: Ey rabbim! Bana öyle bir şey öğret ki,
onunla seni zikr edeyim ve sana duâ edeyim. “Bunun üzerine Cenâb-ı Hak buyurdu:
“Ey Mûsâ! (Lâ ilâhe illa’llâh) de” Mûsâ (aleyhi’s-selâm): “Ey
rabbim! Bunu bütün kulların söylüyor” dedi. Cenâb-ı Hak yine, “Lâ ilâhe
illa’llâh” de buyurdu. Mûsâ (aleyhi’s-selâm ) da şöyle dedi.
Şübhesiz senden başka ilah yoktur. Ey Rabbim! Ben, ancak bana tahsîs ettiğin
bir şey murâd ediyorum.
Bunun
üzerine de Allâh teâlâ şöyle buyurdu: “Ey Mûsâ! Yedi kat gök ve yedi kat yer
terazinin bir kefesinde, (Lâ ilâhe illa’llâh) da bir kefesinde olsa, (Lâ
ilâhe illa’llâh) onlardan ağır bâsârdı.
Tarîkat
erbâbı ve bu hakîkatin sâhibleri indinde, Ali b. Ebî Tâlib’in (Kerrema’llâhu
vechehû) şöyle dediği tesbit edilmiştir:
“Ey
Allâh’ın rasûlu!: Bana, Allâh’a en yakın, kullarına en kolay ve Allâh Sübhânehû
ve teâlâ indinde en fazîletli yolu göster”
Bunun
üzerine Rasûlullâh şöyle buyurdu:
“Ey
Ali! (Bunun için) hâlvet hâlinde Allâh’ı zikre devâm etmen gerekir” Ali (Kerrema’llâhu
vechehû.), “Bütün kullar zikr ediyorlar” deyince, Rasûlullâh (salla’llâhu
aleyhi ve sellem), “Ey Ali, Yer yüzünde, Lâ ilâhe illa’llâh diyen
kimse bulunduğu müddetçe kıyâmet kopmaz” diye cevap verdi. Onun üzerine, Hz.
Ali, “Ey Allâh’ın Rasûlü! Nasıl zikr edeyim?” diye sordu ve o da şöyle dedi:
Gözlerini yum ve benim üç kerre söyleyeceğimi dinle. Sonra da onu üç kerre
tekrâr et, ben dinleyeyim.
Rasûlullâh,
üç kerre (Lâ ilâhe illa’llâh) dedi ve Hz. Ali de onu dinledi. Sonra da,
Hz. Ali üç kerre (Lâ ilâhe illa’llâh) dedi. Rasûlullâh da dinledi. Hz.
Ali (Kerrema’llâhu vechehû), Hasan-ı Basrî’ye telkin etti; O, Habîb-ı
A’cemî’ye; o, Dâvud-ı Tâî’ye; o, Ma’rûf-ı Kerhî’ye; o, Seriyy-i Sakatî’ye; o
da, Ebu’l -Kâsım Cüneyd b. Muhammed-i Bağdâdî’ye telkin etti. Allâh cümlesine
rahmet etsin.
Şunu
bil ki, âriflerin söyledikleri ve hakîkate vâsıl olanların ortaya koydukları
ilm-i bâtın, tertemiz şerîat ve aydınlık sünnetlerdir. İbn-i Ebî Hatim, Dahhâk
tarîkıyla, İbn-i Abbas (radıya’llâhu anh)’dan şunu tahric etti. İbn-i Abbas (radıya’llâhu
anh) şöyle demiştir: Kur’ân bir çok ilim ve fenne, zâhir ve bâtına
sâhibtir. Onun, insânı hayrete düşüren yönleri, nakz edilmemiş ve hedefine hiç
bir şey ulaşamamıştır.
İmâm
Suyûtî’nin el-İtkân adlı eserinde, Faryâbî’den naklen
Hasan-ı Basrî’nin şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullâh şöyle buyurmuştur:
Her âyetin zâhiri ve bâtını, her harfin de başı ve sonu vardır.
ed-Deylemî,
Müsnedü’l-Firdevs’înde, Hasan-ı Basrî’nin, Huzeyfetü’l-Yemânî
(radıya’llâhu anh)’den rivâyetini merfû olarak tahric etmiştir:
Rasûlullâh (Salla’llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: Cibril’e ilm-i
bâtının ne olduğu sordum. O da şöyle cevap verdi: Allâh teâlâ, “O, benimle
sevdiğim kullarım arasında, onların kalblerine yerleştirdiğim bir sırdır”
buyurdu.
Mâlik
b. Enes (radıya’llâhu anh) şöyle dedi: İlim rivâyetin çokluğu değildir.
O, Allâhın kalblere yerleştirdiği nurdan başka bir şey değildir. Ondan menfaat
elde etmek, kulun, nefsinin görüşünden uzaklaşıp, Allâh’a yaklaşması iledir.
Bu, onun saâdetinin en uç noktası, taleb ve murâdının nihâyetidir. Ey samimi
dost! Hakîkat ehlininin söyledikleri, şerîatın sözleri, tarîkatın nihâyeti,
kitâbdaki bâtınî hakîkatlerin gayesi ve hakkı söyleyenlere işâret edilenlerin
son noktasıdır. Tarîkatı eskimiş elbise ve insânların bir takım alışkanlıkları
zannetme. Bilakis o, beşeriyet elbisesini atıp, melekiyyet örtüsüne
bürünmektir.
Mevlâsına muhtâc Muhammed Saîd-i Nakşibendî” (H)
[27] "Sâlihlerin zikri sırasında rahmet iner." (H)
[28] "Peygamberlerin haberlerinden
sana anlattığımız bütün bu kıssalarla senin kalbini pekiştiriyoruz." 11
Hûd Sûresi,120 (H)
[29] “Bu, Rabbimin bana bir
lutfudur…” 27. Neml sûresi, 40. (H)
[30] “Ya
Ebâ Zer! Sefîneni tecdîd et, yenile! Çünkü bu deryâ derin deryâdır.” (H)
[31]
Hüseyin Vassâf, bu iltifâta karşılık şöyle demektedir:
Mir’ât-ı kemâl-i
zâtiyelerindeki tecelliyi görmüş ve söylemişlerdir. Yoksa, bu nâkısu’l-kemâl ve
kâmilü’l-vebâlde söyledikleri şeyler yoktur. İnşâllâh lutf-ı Hak’la vücut
bulur, temennî ederim.
[32]
Şehir isimlerinin başına harf-i târif konularak isti’mâl olunagelmiş ve galat
olduğu hâlde bize kadar intikâl eylemiştir. Ba'zan Fârisî kelimeler dahi
Arabîleştirilerek, mesela: Pîrü’l-gülşenî,
Tarîkatü’n-Nakşıbendiyye gibi şeylerin de isti’mâl edilegeldiği görülür. Esâs
i’tibâriyle doğru değil ise de, zarurî olarak nakl edilmektedir. Erbâb-ı kavâid
bunu hoş görsünler.
[33] "Vâsıl bizden ayrıldı." (H)
[34] “Gece ve gündüz, insânların birinden kalkıp,
öbüründe konakladıkları merhâlelerden başka bir şey değildir. Bu gidiş, o
insânları nihâyet yolculuklarının sonuna ulaştırır. O hâlde, senin üzerine her
merhâle için, önceden bir azık hâzır etmen bir boyun borcudur. ” (H)
[35] “Yâ
Şeyh! Mü’minin
firâsetinden korkunuz. Çünkü o, Allâh’ın nuruyla bakar." (H)
[36] İstanbul’da
Şehîd Ali Paşa Kütüphânesi’nde 1374 numaralı bir eser vardır ki, Hz. Cüneyd’in
meşâyıh ile teâtî eylediği mektupları câmi’dir. Yazmadır. Pek nefis ve
nâdirü’n-nüshadır. Kıymetli bir eserdir. Lehü’l-hamd mütâla’a ile karîrü’l-ayn
oldum.
[37] "Ebû Bekr-ı Şiblî’ye, birbirinize
baktığınız gözle bakmayın; o öyle bir gözdür ki, baktığında Allaha’ın gözüyle
bakan gözlerdendir. Her kavmin baş tâcı edilen bir şahsı vardır. Bu kavmin baş
tâcı da Şiblî’dir." (H)
[38] "Allâh’ın arslanı, insânların sultânı olan
Abdülkâdir-i Geylânî, 'aşk'ta (470) doğdu, 'kemâl'de (561) öldü." (H)
[39] "Ey oğul! Ey Sâlih’in
babası! Allâh, senin adının baki kalmasını nasib etti. O, benim oğlum, benim ve
şanı yüce olan Allâh’ın sevgilisidir. Onun, Allâh’ın veli kulları ve kutuplar
yanındaki durumu, benim nebîler ve rasuller arasındaki durumûm gibidir."
(H)
[40] Hazret-i
Pîr-i a’zamın esrâr-ı mi’râc hakkındaki kitâb-ı âlîleri Sirâcü’l-Vehhâc unvanlı
te’lîf-i âlilerine telmihtir.
[41] "İçim ve dışım dosttan zerrece hâli
değildir. Dışım mânânın aynası, mânâ ise onun aynıdır.
Eğer bizim viran olmuş türbemize gelirsen, ciğer kanından sel basmış
evimizi görürsün.
Allâh’a şükür ölmedik ama dosta ulaştık. Bizim bu mertçe himmetimize
helâl olsun.
Daracık bir yer olan mezârda Allâh’a, “Ey dost! Sana âşinâyız. Senden
başkası bize yabancıdır.” diyeyim
Ey Muhyî! Tecellî mumundan onun cemâli yanıyordu. Dost ise bizim mertçe
himmetimize, “Aman ne güzel!” diyordu." (H)
[42]
"Temiz olmadan isimleri anıldığı zamân, helâke sebep olacak zâtlar
hakkında...." (H)
[43] "Günâhlarım, denizin
dalgası gibi, hattâ daha fazladır. Ya da, yüksek dağ gibi, hattâ daha da
büyüktür. Lâkin onlar, affettiği takdîrde, Kerîm olan Allâh indinde,
sivrisineğin kanadı gibidir, hattâ ondan da küçüktür." (H)
[44] "Cevâhirü’l-Kalâid sâhibi, Mecmûtaü’l-Fezâil’den
naklen şöyle zikreder:
Sûfiyyenin
ileri gelen şeyhlerinden (Allâh onların cümlesinden razı olsun) şöyle işittim:
Efendimiz Şeyh Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî, gavs-ı a’zamdır. Çünkü gavs
zikredildiği zamân kasdedilen odur. Zîrâ o, Allâh tarafından bununla hitâb
edilmiştin.
Kezâ,
Risâle-i
Gavsıyye’de zikredildiğine
göre, kendisinden nakl edildiği gibi o, miraç gecesinde Hz. Peygamber (salla’llâhu
aleyhi ve sellem)’i gördü. Bu mübârek gecede. Muhammedî mutlak velâyet ve
mahbûbiyyet varisliği halkası şerefiyle şereflendi. O şöyle demiştir: Efendim (salla’llâhu
aleyhi ve sellem) miraç gecesinde, miraca çıktığı ve Sidre-i Müntehâ’ya
ulaştığında Cibrîl-i Emîn (kuddise sırruhû ) geride kaldı ve şöyle dedi:
Yâ Muhammedi Bir parmak ucu kadar daha yaklaşsam yanarım.
Allâh
teâlâ, âlemlerin efendisi olan Rasûlullâh (salla’llâhu aleyhi ve sellem)’tan
istifâde etmesi için bu makâma benim rûhumu ona gönderdi. Rûhum onunla
şereflendi, ondan en büyük nimeti, verâseti ve en büyük hilâfeti elde etti.
Burak’ın yerine ben geçtim. Rasûlullâh üzerime binip, yularımı eline aldı.
Böylece (فكان قاب قوسين أو أدنى) makâmına ulaştı ve bana şöyle dedi : Ey
oğul, ey benim göz bebeğim! Benim şu ayağım, senin boynunda, senin ayakların
da, Allâh teâlânın bütün evliyâlarının boynuna basmış vaziyettedir.
Abdülkâdir-i
Geylânî (radıya'llâhu anh) ba'zı şiirlerinde şöyle demiştir:
Efendimle
Arş-ı Mecid’e ulaştım,nurlar bana göründü ve Hak teâlâ bana ihsânda bulundu.
Yaratılmadan
önce, Arşu’llâh’a nazar etti,mülkler bana göründü, beni Allâh isimlendirdi.
Bir bakışla, bana, visâl tâcı
giydirildi, Arkasından da, bana şeref ve yakınlık hâsıl oldu." (H)
[45]
"Gavs, bir şahıstır. Bazan kadın olması da mümkündür. Allâh teâlâ, kulları
üzerine gâliptir. Gavs ise, Allâh’tan başka her şey üzerinde tasarruf
sâhibidir; O cesur ve kahramandır, gayret sâhibidir; hakkı müdâfaada azimlidir;
Hakk’ı söyler, adaletle hükm eder. Bu makâmın sâhibi, şeyhimiz, Bağdâdlı
Abdülkâdir-i Geylânî idi. O, diğer mahluklar üzerinde gerçekten güç ve kuvvet
sâhibi idi. Onun şanı yüce menkabeleri meşhûrdur. Ben onu görmedim.
Zamânımızda, bu makâmda birisiyle karşılaştım. Fakat Abdülkâdir-i Geylânî,
diğer işlerinde gördüğüm bu şahıstan daha mükemmel idi. Diğerlerine üstün idi. Abdülkâdir-i Geylânî’den sonra,
bugüne kadar, bu makâma kimin geçtiği husûsunda bilgim yoktur. Allâh onlardan
razı olsun." (H)
[46] "Mektup, sevenden sevgiliyedir." (H)
[47]
"Ben gerçekten mevcûd kutupların kutbuyum. Sözüm ve hürmetim diğer
kutupların üstündedir.
Her
musibette ve sıkıntıda vesîle kılın bizi, himmetimle bütün her şeyden
kurtarırım sizi.
Muhabbetimle,
mutlu ve doğru olarak için vaktinizi, Allâh için ve ihlasla harcayanlardan
olun.
Rasûlullâh,
Muhammed (salla’llâhu aleyhi ve sellem.) benim ceddimdir. Ben ise
Abdülkâdir’im, izzetim ve rîf’atim devâm etmektedir." (H)
[48] "Yolların daraldığı anda
kapımızda dur da sen, Mirac sâhibinin ulaştığı yüceliğe eriş.
Allâh’ın bize ne kadar bol nimet
verdiğini görmüyor musun? O, bizim ihtiyaçlarımızı karşılayan yegâne dosttur." (H)
[49]
"Ey oğul! Allâh, bize ve sana müslümânlara yardım etmeyi nasib etsin.
Âmîn."
Sana Allâh’tan korkmayı, O’na
ibâdet etmeyi, şerîatına bağlanmayı, Allâh’ın hudûdunu muhâfaza etmeyi tavsiye
ederim. Çünkü bizim bu yolumuz, kitap ve sünnete, gönlün selâmetine, elin
cömertliğine, hayrı yaymağa, cefayı defetmeye, eziyete katlanmağa ve ihvânın
hatâlarını görmemeğe dayanmaktadır." (H)
[50]
"Sıkıştığım zamân hâlimi, her zorluğu kolaylığa çevirmeye kâdir olan
Allâh’a havâle ederim." (H)
[51]
"Her iki âlemin şahı, Şâh Abdülkâdir’dir. İnsanoğlunun baştâcı şah Abdülkâdir’dir.
Güneş,
ay, arş, kürsî ve kalem ve kalbin nûru heb Şâh Abdülkâdir’dir" (H)
[52]
" Dâimâ Allâh’a yakın olmak istersen, gece pîrler dergâhının köpeği (gibi)
ol.
Çünkü
Geylânî dergâhının kapısında köpek olmak, arslanlar için büyük şereftir "
(H)
[53] Şeyh Müştâk, kemterî-i Kâdirî bu abd-i ahkara (Sümûhî)
lâkabını vermişti.
[54] "O, Şeyh Muhyiddîn b. Arabî ki, zamânında
kalbleri fethetmekte en çok bilinen bir velîdir. Nitekim, onu anlayanlar, gün
geçtikçe daha da çoğalmaktadır. Onun her söylediği söze îmânım
tamdır. Bunun için isteyen îmân etsin,
isteyen inkâr " (H)
[55]
“Onun sözlerinin tamâmına olan îmânım sıhhat buldu. İstelen inansın, isteyen
inkâr etsin.”
[56] "Sîn, Şın’a girince, Muhyiddîn b.
Arabî’nin kabri ortaya çıkacaktır." (H)
[57] “Bu, mevcûdâtın kutbu Hz.
Muhyiddîn Arabî (kuddise sırruhû’l-celî)’nin kabridir.” (H)
[58] “Ka'be hakkında nâzil olan,
“Oraya giren, emîn olur.” meâlindeki 3. Âl-i İmrân sûresi, 97. âyetinin bir
kısmı kasdedilmektedir. (H)
[59] Kur’ân-ı Kerîm’de, bir çok âyetin sonunda geçen ve iyi
kulların vasıflarını anlattıktan sonra gelen, “Onlar için korku yoktur, mahzûn
da olmayacaklardır.” ma’nâsındaki kısımdır. (H)
[60] "Ey efendim Muhyiddîn!
Senin ilmin ufuklarda gökten inen yağmur gibidir. Her gizli ilmin ma'nâsı
seninle keşfolunmuş, mübhem olan şeyler de gerçekten seninle
açıklanmıştır." (H)
[61] "Hamd, kulunu ihlâslı
âlimlerden ve nebîlerle rasûllerin vârislerinden eyleyen Allâh’a mahsûstur.
Salât, doğru yoldan sapanları ve saptıranları, islâh için gönderilmiş olan
Muhammed (Salla’llâhu aleyhi ve sellem)’e, onun âline, sapasağlam ve
apaçık şerîatı tatbîk etmek husûsunda ciddiyet gösteren ashâbınadır.
Ey insânlar! Biliniz ki, Şeyh-i Ekber, kendisine tâbi olunan en kerîm
kişi, âriflerin kutbu ve tevhîd ehlinin imâmı olan, Hatem-i Tâî kabîlesinden,
Endülüslü Muhammed b. Ali el-Arabî, kâmil bir müctehid ve fazîletli bir
mürşittir. Onun, insânı hayrette bırakan menkabeleri, hârikulâde hâlleri, fâzıllar
ve âlimler katında makbûl bir çok talebesi vardır. Kim onu inkâr ederse,
şüphesiz hatâ etmiştir ve o kişi, bu inkârında ısrâr ederse dalâlete düşmüş
olur. Dalâlete düşen bu kişiyi terbiye etmek ve bu inancından döndürmek,
Sultân’a vâcip olur. Çünkü Sultân, iyilikle emr etmek ve kötülükten nehyetmekle
emredilmiştir.
İbn-i Arabî’nin birçok eseri vardır. Fusûsu’l-Hikem ve Fütûhât-ı Mekkiye, onun eserlerindendir.
Onun eserlerinde ba'zı meseleler vardır ki, lafzı ve ma’nâsı belli, ilâhî
emre ve peygamberlerin şerîatına uygundur. Ba'zı meseleler de vardır ki, keşif
ve bâtın ehli olmayan, zâhir ehlinin idrâk edemeyeceği gizliliktedir. Kim,
anlatılmak istenen ma'nâyı kavrayamazsa, Allâh teâlâ’nın şu emrine göre ona, bu
konuda sükut etmek düşer. “Hakkında bilgi olmayan şeyin ardına düşme. Zîrâ
kulak, göz ve kalb, bütün hepsi ondan sorumlu olurlar.” (17. İsrâ sûresi, 36)
Allâh doğru yola eriştirendir. Dönüş ve varış O’nadır.
Bu yazıyı yazan, şerîata uygun karar vermiştir.
Bunu, Ahmed b. Süleymân b; Kemâl yazmıştır. Her şeyin sâhibi olan yüce Allâh,
onu da affetsin." (H)
[62] "Bir cevâb sûreti ki,
Şeyhu'l-islâm, melikü’l-muhaddisîn, şihâbü’l-milleti ve’d-dîn Ahmed b.
Haceri’l-Askalânî el-Mısrî (rahîmehullâh) da bu ma'nâda yazmıştır.
Zannedersinki daha evvelkilerin sırlarına herkesten önce vâkıf olmuştur.
Şeyhülislâm Şemsüddîn Ebul Hayr Muhammed ibni Sâvî el-Mısrî ki, Şeyh ibni
Haceri’l-Askalânî’nin en büyük talebesidir, (rahimehu'llâh) Fir'avun ve
îmânı hakkında Fusûs’ta
ve başkasında işâret edilen meseleyi kendisinden sormuş, Şeyh de şifâ verici
bir cevap vermiş ve şöyle demiştir:
Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın adıyla...
Dilimi, iftirâ ve zelleden, kalbimi hatâ ve fitneden, Nebî’n Hz. Muhammed
(Salla’llâhu aleyhi ve sellem.) hürmetine korurum. Onun vukû bulması, Allâh
indinde mukadder olunca, Allâh bu kulundan aklını çekip alır. Bu durum düzelene
kadar ona değer vermez. Bu hikmetlerle ilgili gizli bu hayır ortaya çıkınca,
ölümü esnâsında, Allâh ona aklını geri verir. O da ondan ibret alır. Rabbine
istiğfar eder, başım yukarı kaldırarak ölür, Hakk’a döner. Rasûlullâh (Salla’llâhu
aleyhi ve sellem)’ın şu sözünün ma’nâsı budur: “Allâh teâlâ, hükmünün ve
takdîrinin yerine gelmesini murâd ederse, ibret almaları için, akıl
sâhiblerinin akıllarını, takdîri yerine gelinceye kadar alıp götürür, sonra da
iâde eder.”
Hz. Şeyh hakkındaki kanâatimize gelince, biz deriz ki: O, sâhili olmayan,
dalgalı bir denize benzer. Onun dalgalarının sesi duyulmaz. Bilakis, onun
hikmetli sözleri, kalb gözü kör olanlar nezdinde, hiç bir lugatın yazmadığı,
apaçık bir makâm ve hâli olmayan bir mühür gibidir. Kim onu medh ederse; onun
hakkında bir bilgisi yok demektir.
Kimsenin yanında, yaratanın zâhir olduğu bir ilim yoktur. Bildiğimizi
ifâde ettiğimiz ilim, Allâha yaraşmaz.
Allâh bize yeter ve o, ne güzel vekildir.
Bunu Kâmûs sâhibi yazmıştır, Allah ona rahmet etsin." (H)
[63] "Onun kitapları ve
yazdıkları; cevheri bol, başı ve sonu belli olmayan coşkun denizlere benzer.
Hiç kimse onun eserlerinin benzerini ortaya koyamadı. Allâh teâlâ ma’rifetiyle,
onların değerinin bilinmesini, onlara tabi olanlara mahsûs kıldı. Bu eserler
üzerinde göz gezdirip, mütâlâalarına devâm edenlerin, kalbleri genişleyerek
müşkillerinin hâlli ve sıkıntılarının ortadan kalkması, onun kitaplarının
özelliklerindendir.
Allâh,
Efendimiz Muhammed’e, âline ve ashâbına salât u selâm etsin. Hamd, âlemlerin
rabbı olan Allâh’a mahsûstur." (H)
[64]
"Kâdi'l-kudât Beyzâvî'nin (Tefsir sahibi Kadı Beyzâvî değildir, başka bir
zattır.) Muhyiddîn-i Arabî ile ilgili sözler hakkındaki cevâbı :
Bismillâhirrahmânirrahîm. Âlimlerin en fazîletlisi
Ebu'l-Kâsım b. Hasan el-Beyzâvî'ye, Muhyiddîn-i Arabî'nin, Fusûs ve Fütûhât-ı Mekkiyye gibi kitaplarındaki görüşleri hakkında soruldu
: "Bu eserlerin okunması ve okutulması doğru mudur, değil midir? Bu konuda
bize kâfî ve vâfî fetvâ ver." Bunun üzerine aşağıdaki cevâbı verdi : "Muhyiddîn-i Arabî, hâlen
ve ilmen tarîkat şeyhi, zâhiren ve bâtınen imâm ve fiilen ve ismen marifeti
ihyâ eden bir âlimdir." (H)
[65]
"Gösterişçinin bakışındaki fikre değer vermiyorum. Onun azametinden
dolayı, hâtıraları altüst olmuş.
Hâlbuki
öyle bir buluttur ki, ondan nûrlar damlar. Öyle yudumlar ki, onları kovalar
bulandıramaz.
Onun
duâları yedi kat göğü yırtar geçer. Ufuklar dolusu insânlar içinde, onun
bereketi kensidini farkettirir.
Ben
onu anlatıyorum; hâlbuki o benim anlattığımdan çok üstündür. Benim yazdığımı
cânlandırıyor.Kuvvetle zannediyorum ki, tam hakîkati belirtemedim." (H)
[66]
"İnandığımı söylediğim zamân bana bir vebâl yoktur. Düşmanlıkla haddi
tecâvüz ettiğin inkârı bırak.
Vallâhi,
vallâhi, vallâhil’azîm. Kim Allâh’ın delîllerini burhân olarak getirirse,
menâkıbından bir kısmını zikrettiğim kişi öyle bir kimsedir ki, ne artırdımsa o
onun üstüne çıkmıştır; (bu yaptığımla) noksânımı artırmış oldum." (H)
[67] Şeyh
Muhyiddîn-i Arabî, Fütûhât’ta
şöyle demektedir:
Kendisinde ehlu’llâhın ma’rifetinden eser bulunmayan kişiyi tahayyül
etmemek için, bâtın ile zâhir arasını ayırdık. Onlar, zâhir ehli olmakla ithâm
edilirler. Hâlbuki onlar, böyle değildir. Bi'l-akis onlar, her ikisini kabûl ederler.
Şeyhimiz Ebû Medyen de şöyle derdi : Zâhir ile bâtını birleştiren, amel
ve i'tikâdda kâmil kişidir.
Fakîr de derim ki (Allâh beni gafletten uyandırsın): Ba'zı rü’yâ-yı
sâdıkalarda Şeyh-i Ekber (kuddise sırruhû)’i gördüm. Bana doğru
geliyordu. O, orta boylu, esmer tenli bir kişiydi. İhtiyârlık avurtlarını
çökertmişti. O, ağzımı öptü, ben de onun ayağını öptüm. Rûh veren ve fetih
kapılarını açan Allâh’a hamd olsun. İbn-i Arabî hakkında ona haksızlık eden,
hattâ onu küfürle ithâm eden nice kişiler görür, nice sözler
duyarsın. Öyle ki, ona küfür ithâm etmeleri, onun büyüklüğünü gösterir. Biz
sûfilere göre bunun ma’nâsı, onun, putları, şiddetle inkâr etmiş olmasıdır. Bu
da, îmânın ta kendisidir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de: Allâh teâlâ şöyle
buyurmaktadır: “Putları inkâr edip Allâh’a inanan kimse, kopmak bilmeyen sağlam
bir kulpa sarılmıştır.” (2. Bakara sûresi, 256)
Şeyhin ba'zı
rubâîlerindeki, “Firdevs cenneti kâfirler içindir.” ve “Küfrü tamâm
olmayan kişinin, hakîkati de kemâle ermemiştir.” şeklindeki sözleri bu
kabildendir. Tamâmü’l-Feyz isimli eserimizde, Şeyh İbn-i
Arabî hakkındaki sözümüzü daha fazla uzatmadan burada kesiyoruz.
Kıbrıs’tan dönüp, başka bir beldeye giderken, Şeyh Sadreddîn Muhammed b.
İshâk b. Muhammed (kuddise sırruhû)’in kabrini ziyâret ettim. Kendi
adıyla anılan câminin bitişiğindeki hücresine girdim. Burada bulunan İbn-i
Arabî’nin kendi el yazısıyla yazdığı Fusûsu’l-Hikem nüshasının sırtında, kendisinin
imzâsını ve yazı numûnelerini gördüm. Orada şöyle yazılıydı:
Bu kitâbı, baştan sona, onun sâhibi olan, ârif-i muhakkik, gönlü açık ve
nûrlu, Muhammed b. İshâk b. Muhammed-i Konevî okudu ve konuşmak için tarafımdan
ona izin verildi. Bunu Muhammed b. Arabî, 630 senesinin ilk günü (18 Ekim
1232) yazdı. (H)
[68] "Her asırda belli bir kişi vardır. Bu asırda
hayâtta olan bu kişi ise, işte benim." (H)
[69] Biz Şam sevdâsının başı dönmüş
âşığıyız.Şâm sevdâsına gönül bağlamış cân vermişiz.
Sâliha dağında mücevher hazînesi vardır.Onu elde etmek için Şam denizine
dalmışız. (H)
[70] Bu
babamdır. (H)
[71] Zamânı yakalamakta bizim bir
devletimizin bulunduğu zâhir oluyor, güneş gibi ortaya çıkıyor ki, örtülemez.
Kim
bizden ise veya bizim dediğimizi söylüyorsa, Onu müjdele! O, dünyâ ile de
Ahiret ile de müjdelenir. (H)
[72] (ثم وجه الله) “… Allâh’ın vechi (zâtı, rahmeti,
rızası ve nimeti) oradadır. 2. Bakara sûresi, 115.
[73] "Nerede olursanız olun, O,
sizinle berâberdir." 57. Hadîd sûresi, 4. (H)
[74]
"Kendini bilen, Rabbini de bilir."
(el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ,
c.II, s.262) (H)
[75] Tennûrî-zâde Menâkıbnâme'sindc Seyyid Sa’düddîn-zâde
olduğunu yazmıştır.
[76] Biz saf gönüllüleriz, kimseye kin tutmayız
(kinimiz yoktur). Halk bize düşman, ama
biz herkesle dostuz.
Biz
tevhîd meyvesiyle dolu ağacın dallarıyız. Eğer yoldan geçen biri bize taşlarsa
utanmayız. (H)
[77] Bu
ibârenin hesaplanmasından 1182 çıkmaktadır. (H)
[78] Bu
ibârenin hesaplanmasından 1284 çıkmaktadır. (H)
[79] Bu
ibârenin hesaplanmasından 1053 çıkmaktadır. (H)
[80] Bu ibârenin hesaplanmasından
1042 çıkmaktadır. (H)
[81] Bu
ibârenin noktalı harflerinin hesaplanmasından 1208 çıkmaktadır. (H)
[82] "Şerîat
ve haîkîkatın âlimi, her iki ilimde de muhakkık; velâyetin Kutbu Seyyidim
Abdü'l-Ganî (Mevlâ'sı ondan râzı olsun), bu kadri yüce, hürmete lâyık
sandûkada, oraya konduğundan beri kalmaktadır." (H)
[83] “Kim
bana bir kere salavât getirirse, Allah da ona on katı karşılık verir.” (H)
[84] “Ben mü’minim, o ise kâfirdir.”
(H)
[85] Ben öyle bir kuşum ki, her
akşam ve sabâh, benim ıslığımla (ötüşüme karşı) arş dile gelir. (H)
[86] "Her nereye baksam gerçek
maksadım senin yüzündür. Fakat göz yaşı ile dolu iki gözümde hayâlinden başka
birşey bulamam. Hangi toprağa ibâdet kasdı ile alnımı koysam, ister Mescid-i
Aksâ’da, ister râhiblerin kilisesinde olayım, taptığım ve maksadım Sen,
varlığım ve secde ettiğim Sensin! " (H)
[87]
"Bu Yûnus’un kabridir." (H)
[88]
"Hazret-i Şeyh bana dedi ki: Bağdâd şeyhinden bir nidâ işitdim. O yüksek Şah evliyâlar
pâdişâhından" (H)
[89] Ey
kerem saçan sevgili benden gizlenme. Ey gönül besleyen sevgili benden incinme.
Ayrılıktan gönlü yaralanmış ve
kırmızı şarabı özleyen sevgili, nefesini tut ve bizden nefret etme. (H)
[90] Bu dergâhın bâniyesi, Hâlime Hâtun’dur.
Veliyyetu’llâh’dır. Dergâh hazîresinde medfûnedir. Şeyh Mustafa Âhî
Hazretlerinin zevce-i muhteremeleridir. Mustafa Âhî Efendi, Edirne
Kâdirî-hânesi post-nişîni Şeyh Şâkir Efendi merhûmdan kesb-i feyz etmiştir.
Meşâyıh-ı zevi’l-ihtirâmdandır. Kıbrıs’ta (?) medfûndur. Hâlîfesi bu
dergâhdadır. Âhî hazretlerinin ateşde kızdırıp, başına giydiği demir tas,
dergâhda mahfûzdur. Halîfesi Şeyh Muhammed Şemseddîn Efendi’nin Hırka-ı Şerîf
de, el’ân ma’mûr dergâhı vardır.
Hazırlayanların
notu :
Hüseyin
Vassâf tarafından yazılmış olan bu dipnotta, Mustafa Âhî Efendi’nin medfûn
olduğu yer sonradan yazılmış, fakat net olarak okunamamaktadır. Bu dipnot metni
Hüseyin Vassâf’ın dâmâdı tarafından bir kağıda yazılarak Hıfzı (?) Bey isimli
birisine gönderilmiş ve ondan bu konuda bilgi istenmiştir. Bunu beyan eden not
şöyledir :
“Hıfzı (?) Bey’den bir ricâm :
Kayınpederim Hacı Hüseyin Vassâf Bey’in Sefîne-i Evliyâ nâmındaki gayr-i matbû’
eserinde Mustafa Âhî Efendi hazretleri hakkında tesâdüf ettiğim ma’lûmâtı
yukarıya derc ettim.
Yalnız medfûn olduğu yer
hakkında bir ma’lûmât olmadığı gibi, burası açık bırakılmıştır. Eğer bu hususta
bir ma’lûmât lutfederlerse esere bir hizmetiniz olur.”
[91]
Mûmâileyh Şeyh Muhammed Müştâk-ı Kemterî Efendi, bu abd-i ahkara, ızhâr-ı
âsâr-ı muhabbet edip, silsile-i Müştâkiyye delâletiyle, Cenâb-ı Gavs-ı A’zam’a
nisbet-dâr etmiş ve
tarîkaten, “Sumûhî” diye telkîb
eylemiştir. Tafsîli, atîde, cild-i sânîde gelecektir.
Himmeti
irdi Sumuhî kemtere buldu şeref
Kutb-ı aktâb-ı cihân Sultân
Abdülkâdir’in
Lehu’l-hamdü
ve’l-minne. Neş’e-i semâ’ ile mütezevvik olmakta ve o burhâni’l-muhakkıkînin
sâye-i gavsiyyetinde semâ’ etmekteyim. Feyz ü himmetleri müzdâd olsun.
[92] Bu
manzûmenin vezninde problemler vardır. (H)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar