Print Friendly and PDF

Sefîne-i Evliyâ Evliyâ-yı Ebrâr Şerh-i Esmâr-ı Esrâr 1

Bunlarada Bakarsınız



 (1872-1930)

Sefîne-i Evliyâ Evliyâ-yı Ebrâr

Şerh-i Esmâr-ı Esrâr

Osmânzâde Hüseyin VASSÂF

CİLT : 1

Hazırlayanlar:

Prof. Dr. Mehmet AKKUŞ  ;  Prof. Dr. Ali YILMAZ

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ;   Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi

Öğretim Üyesi ;  Öğretim Üyesi

İstanbul - 2005

Tasavvuf ve Eser Hakkında Birkaç Söz...

DÜNYÂ hayâtı hiç şüphesiz, zamânı çok hızlı geçen, ciddî ve çetin bir İMTİHANDIR. Burada bizim, herşeyden önde ve en yüce GAYEMİZ, O bizi yaratan, yaşatan ve âhirette hesâba çekecek, sonuçta mükâfatlandıracak veya cezâlandıracak olan ulu RABB’imizin sevgi ve RIZÂSINI KAZANMAK olmalıdır.

Allâhu teâlânın rızâsını kazanmanın TEK ÇIKAR YOLU ise, en sonuncu, en doğru ve en hakikî din olan İSLÂM’dır. Dîger yollar ve dinler, ya yanlış, bâtıl ve bozuk; ya da devri geçmiş, mer’iyyetten kalkmış ve geçersiz olduğundan; dünyâ ve âhiret saâdeti isteyen herkesin, hayâtını mutlaka ve mutlaka İslâm’ın emirlerini uygulayıp, yasaklarından kaçınarak geçirmesi gerekiyor. Kâfirlerin iki cihânda hâlleri perîşân, akıbetleri hüsrândır; ancak ve sadece mü’minler felah bulacak, Allâh’a en mutî insân ve dînin ahkâmını en iyi uygulayan müslümân, kıyâmet günü en sevgili ve en makbûl kul olacaktır.

İSLÂM DİNİ’nin çok güzel ve çok faydalı bir yapısı, çok engin ve çok derin anlamlı prensipleri vardır. O, insânın hem bedenini sağlıklı tutar, hem rûhunu besler, hem gönlüne nur ve huzûr doldurur; hem dünyâ işlerini düzenler, hem âhiret saâdetini sağlar; hem ferdi korur, hem âileyi kurtarır, hem de cem'iyyete, devlete dirlik ve kuvvet kazandırır; güçsüzü korur, zorbayı durdurur; herkese hakkını verir, görevini de düşündürür; kadını himâye eder, insanı yüceltir; fakîri güldürür, zengini hayra yönlendirir; işçiyi sevindirir, ağayı, patronu duygulandırır...

Ne kadar kusûrsuz, ne kadar tam, ne derece hârika, ne derece şahâne bir nizâmdır, İslâm! İslâm, her çağın ve özellikle şu hasta asrın şîfâsı; tüm maddî ve ma’nevî, ferdî ve ictimâî dertlerin devâsı; akılların gıdâsı, gönüllerin safâsı; karanlık gecelerin nûrlu sabâhı, ölümlü dünyânın âb-ı hayâtıdır.

Fakat, bir de, TASAVVUF denilen çok sevimli ve çok önemli bir ŞER’Î İLİM vardır ki, o olmadan îmânın tadını duyarak yaşamak; İslâm’ın özünü, iç yapısını, rûhunu, mâhiyetini, inceliklerini, esrârını kavramak, bugünün ve belki her devrin insânı için, hemen hemen imkânsız gibidir.

Çünkü tasavvuf Kur’ân ahlâkıdır, Resulullâh’ın derûnî ahvâl ve hâlatı, ŞERÎATİN İNCE ÂDÂBIDIR. Tasavvuf bencillik değil, dîgerbînliktir, merhamettir, muhabbettir, hizmettir; laf ebeliği ve söz kalabalığı değil, samimiyet, ihlâs ve hikmettir; kalp temizliği, irfân yüceliği ve amel-i sâlih üreticiliğidir; kîl ü kâl değil, güzel hâldir; taşa karşı gül, zehire karşı panzehirdir; gözlere nûr, gönüllere sürûrdur.

Tasavvuf deliyi velî yapar; taşkını uslu kılar; taş bağrı ısıtır, yumuşatır; merhametsizi rikkatli, katı kalpliyi gözü yaşlı eder; şaşkını, gâfili zulümattan nûra çıkarır; deryâda çırpınanı sâhil-i selâmete ulaştırır; câhili eğitir, ma’rifet hazînesi eder; çölü, çorağı irfân pınarlarıyla sular, yeşertir; çobanı sultânlaştırır; sığ bilgiliyi ummanlaştırır; kişiyi halka makbûl ve mergûp, Hakk’a mahbûbeder; topraktan yaratılan insanı nûrlandırır, melekleştirir, Rahmân’ın huzûruna lâyık eyler, iltifâtına ulaştırır.

Tasavvufla samanlık seyran, daracık yerler adetâ meydân olur; tasavvufla gaflet ve körlük izâle edilir, mü’minin basîret gözü açılır; dünyâ sevgisiyle harâbe hâline gelen kalpler, Allâh aşkıyla ma’mûr olur; ma’nevî zulmetler dağılır, insânın içi dışı pürnûr olur; mü’mine bir zindân olan şu köhne cihân, gerçek bir gülistân hâline gelir.

Tasavvuf, dinimizin özü ve gerçek anlamı; asıl gâye olan İNSÂN-I KÂMİL olmanın yolu ve yöntemidir.

Özetle tasavvuf, tüm devirlerde olduğu gibi, hattâ onlardan da fazla, 20. yüzyılın şu stresli, sinirli, gerilimli, bunalımlı, şüpheci, aceleci, dertli, hasta ve bedbaht insânının da; nerede diye gece gündüz aradığı, yalan-yanlış yerlerden sağlamaya çalıştığı GERÇEK MUTLULUĞUN İLÂHİ YOLU ve ANAHTARIdır.

Ama insân, tasavvufun hakîkisini sahtesinden nasıl ayıracak, kimden öğrenecek, mürşid-i kâmili nasıl bulacak, ma’nevîyat yolunun sahtekâr ve harâmîlerinden nasıl korunacak, hangi kitapları okuyacak, eğrisini, hurâfesini, hastasını, safsatasını, doğrusundan, sahîhinden, ilmîsinden nasıl ayıracak, işin aslını, faslını neyle fark edecek?

İşte gerçek tasavvuf erbâbının, kaynakların, bilgi ve görgülerin, -günümüzdekinden çok daha fazla olduğu- daha mutlu ve kutlu bir dönemde yetişen, bi'z-zât kendini de değerli bir âlim ve ârif ve mutasavvıf olan Hüseyin Vassâf Efendi (kaddesa’llâhu sırrahû ve nevvere darîhahû ve rahîmehû rahmeten vâsiaten), tasavvuf konusunda çok değerli bir irfân hazînesi ve ma'lûmat külliyesi teşkil eden şu SEFÎNE-İ EVLİYÂ adlı muazzam eseri cem’ ve te’lîf eyledi. Sa’yi meşkûr, ameli makbûl, rûhu şâd, derecâtı müzdâd olsun!

Bu kitap genel olarak tasavvuf târîhi, özellikle de Türkiye’mizin dinî ve millî kültürü bakımından çok önemli bir kaynak ve emsâlsiz bir âbide mâhiyetindedir. Kendisi tasavvuf konusunda yapılan ilmî araştırmalardan dâimâ zikredilmekte ve kullanılmakta; fakat el yazması tek nüsha hâlinde bulunması, istifâdenin yaygın olmasını engellemekte bulunuyordu. Neşri, çok faydalı bir hizmet olacaktır.

Eserin her müslümân münevver tarafından mutlaka dikkatle okunması, her kütüphânenin en mûtenâ köşesinde lâyık olduğu yerini alması dileğimiz ve temennîmizdir.

Allâhu teâlâ neşrinin itmâm ve ikmâlini sağlayanları, hâzırlanmasında emeği geçenleri en büyük lûtuflarla taltîf buyursun, okuyanların ecri, sevâbı, feyzi, mezîd; dünyâ ve âhiretleri ma’mûr ve saîd olsun, âmin bi-hürmeti seyyid’l-mürselîn Muhammedini’l-emîn salla’llâhu teâlâ aleyhî ve âlihî ve men tebiahû bi-ıhsânin ecmaîn ve selleme teslîmen kesîren ilâ yevmi’d-dîn.

Prof. Dr. M. Esad COŞAN


 

OSMÂN-ZÂDE HÜSEYİN VASSÂF

Hayâtı:

Hüseyin Vassâf, 8 Mart 1872 (8 Mart 1288/10 Muharrem 1289) Çarşamba günü dünyâya gelmiştir. Babası Osmân Efendi, annesi ise Fatma Emsâl Hanım’dır.[1] Doğum günü 10 Muharrem’e tesâdüf ettiğinden, babasının şeyhi olan Sâlih Efendi’nin oğlu Ahmed Zarîfî tarafından kendisine Hüseyin ismi ve Vassâf-ı Muhammedî olması temennîsiyle de Vassâf mahlası münâsip görülmüştür.

Hüseyin Vassâf’ın babası Sinâniyye Tarîkatı’na mensûb idi. Annesi de Ziyâeddîn-i Gümüşhânevî hazretlerinden feyz almıştır. Böylece daha çocukluktan i'tibâren, müellifimiz, 19. asrın en büyük mürşid ve mürebbilerinin bereketlendirdiği bir ortamda neşv ü nemâ bulmuştur. Kendisinin daha küçük yaşlarda çok titiz bir terbiye ile yetiştiğini ifâde sadedinde şöyle demektedir:

Vâlidem, Tarîkat-ı Aliyye-i Nakşıbendiyye’den Gümüşhâneli Ahmed Ziyâeddîn Efendi merhûma müntesibe, fâzılât-ı nisvândan idi. Pederim nakl ederdi: Vâlidem, fakîre, “Abdestsiz meme vermedim.” dermiş.”

Müellif, ilk tahsîline, doğup büyüdüğü mahallesinde bulunan Kara Mehmet câmiindeki ibtidâî mektebinde başlamış ve Ağayokuşu İbtidâî Mektebi’nde tamâmlamıştır. Bu sıradaki hocaları Mehmet ve Şükrü Efendi’lerdir. Daha sonra ise, Medrese-i Hayriyye, Mekteb-i Osmânî ve Aksaray Rüşdiyelerinde okumuştur. Nihâyet Mekteb-i Mülkiye’nin Îdâdîsinden mezûn olmuştur.

Hüseyin Vassâf, bu resmi tedrîsatı dışında, değişik hocalardan, müsâit bulduğu her ortamda dersler almaya devâm etmiştir. Bu hocalarından ve okuduğu derslerden ba'zıları şunlardır:

Kerbelâ’da imâm iken, bir ara İstanbul’a gelerek Süleymâniye Câmii’nde Hadîs dersleri okutan Nâsır Efendi ile, Beyâzıd Câmii İmâmı Hüsnü Efendi’den birkaç yıl Buharî-i şerîf; Necip Efendiden Kasîde-i Bürde; Küçük Ayasofya Câmii’nde Bayramiyye şeyhlerinden olan Hacı Kâmil Efendi ve Ahmet Nazmi Efendi’den Rûhu’l-Beyân Tefsîri; Uşşâkî Şeyhi Hâfız Mustafa Hilmi’den Mesnevî; Mevlevî Mehmet Es’ad Dede’den Mesnevî, Bostan ve Gülşenı Râz dersleri.

Babasının vefâtından sonra âilenin geçimini üstlenmek durumunda kalan Hüseyin Vassâf, Rüsûmat Emâneti’ne girerek ilk resmi görevine başlamış oluyordu.[2] Daha sonraları sırasıyla, Şirket-i Hayriyye Tahrîrat Kalemi; Galata Emtia-ı Dâhiliyye Gümrüğü Kontrol Me’mûrluğu, İhracat Gümrükleri Müdürlüğü ve son olarak da İstanbul Rüsûmat Başmüdürü olarak görev yapmıştır. 19 Kânûn-ı Evvel 1338/1922 senesinde, yetkililerin görevde kalmaları yolundaki ısrârlarına rağmen “Lehu’l-hamdu ve’l-minnetu dağdağa-ı me'mûriyyetten kurtuldum.” diyerek emekliye ayrıldığını ifâde etmektedir.

Hüseyin Vassâf, daha küçük yaşlardan i'tibâren maddî ve ma’nevî ilimlere karşı büyük ilgi duymuş olduğundan, câmi'lerde okutulan özel derslerin yanında, İstanbul’un muhtelif semtlerinde bulunan tekkelere ve buralarda haftanın belli günlerinde yapılan zikirlere de zevkle iştirâk etmiştir.

Daha küçük yaşlarında iken Hüseyin Vassâf, babasıyla birlikte, Sinâniyye Tarîkatı’nın Topkapı’daki Pazar Tekkesi’nde bulunan Şeyh Sâlih Efendi’nin Çayırlı Medresesi’nde Mevlevî Mehmed Es’ad Dede’nin sohbetlerinde iştirâk etmiştir. Kendi ifâdesine göre, “Kalbime genç yaşımda tohm-ı tasavvuf ve aşkı eken” Mehmet Es’ad Dede olmuştur. Bunların yanı sıra Aksaray Uşşâkî Dergâhı’ndaki Nakşî şeyhi Hayalî Hâfız Efendi ve Sünbülî Hangâhı Şeyhi Rızâeddîn Efendilerin de sohbetlerine devâm ediyordu.

Hüseyin Vassâf’ın böylece tasavvuf erbâbıyla sürdürmüş olduğu sohbetlerden sonra, ilk intisâb ettiği Şeyh Mehmet Sultân Efendi’dir. Bu zât, Şa’bâniyye Tarîkatı’nın Bekriyye kolu şeyhi olup, 1896 yılında Şam’dan İstanbul’a geldiğinde Hüseyin Vassâf tarafından evinde misâfir edilmiştir. İntisâb da bu sırada gerçekleşmiştir. Bu durumu Vassâf, şöyle ifâde etmektedir:

Halvetîlerle koyuldum reh-i tahkîka hemân

Lutf idüp eyle meded Hazret-i Pîrim Şa’bân

Mehmet Sultân Efendi’nin irtihâlinden sonra, Hüseyin Vassâf’ın Beyâzıd Câmii’ndeki derslere devâm ettiğini görüyoruz. Bu esnâda da Edirneli Sezâî Efendi’nin torunlarından ve Gülşenî Dergâhı şeyhi olan Şuayb Şerafeddîn Efendi’ye gıyâben intisâb ettiğini söylemektedir. Aşağıdaki beyitten onun henüz Mehmed Sultân Efendi’den seyr ü sülûkunu tamâmlamadığını anlıyoruz:

Sâkiyâ başın içün sun bir kadeh Vassâf’a kim

Verdiğin şol bâde-i lezzet-nisâr elvermedi

Bundan sonra Hüseyin Vassâf’ın Kasımpaşa’daki Uşşâkî Dergâhı şeyhi Hâfız Mustafa Hilmi Efendi’den sülûkunu tamâmlayarak icâzet aldığını öğreniyoruz.

Hüseyin Vassâf, tasavvuf büyüklerinin tercüme-i hâllerini yazmaya büyük alâka duyduğundan, önceleri, müstakil biyografi eserleri ortaya koymuştur. Bu meyânda Kadirî şeyhlerinden Müştâk Baba ile oğlu Edhem Baba hakkında da bir eser yazınca, Kadirî şeyhinin, kendisini mânâ âleminde bu tarîkattan da icâzetli saydığını ve kendisine Sümûhî mahlasını verdiğini belirtmiştir.

Müellifimiz, sohbet ve zikir münâsebetiyle devâm etmiş olduğu tekke ve hangâhlarda bulunan şeyhlerin tercüme-i hâllerine dâir bilgi toplamayı da ihmâl etmemiştir. Hattâ bu mekânların çevrelerinde medfûn bulunan şeyhlerin hayâtlarını da kaleme alarak, onlardan ma’nen istifâde ettiğini belirtir. Nitekim bunlar arasında Tâhir Ağa Tekkesi önemli bir yer işgâl etmektedir. Bu tekkenin şeyhi Ali Behcet Efendi, Hüseyin Vassâf’ın arkadaşıdır. Bundan dolayı onun en çok müdâvimi olduğu yerdir. Ayrıca bu tekkenin avlusunda medfûn bulunan Abdullâh Salâhî Efendi’ye büyük bir alaka duyduğunu, ma’nen ondan feyz aldığını ifâde etmektedir.

Açılsın bendeki esrâr-ı ma’nâ

Be-hakk-ı Sûre-i ‘İnnâ Fetahnâ

Meded kıl şeyh-i dest-gîrim Salâhî

Garîbin kemterin Vassâf’a cânâ

Onda Salâhî’ye olan muhabbet o derece büyüktür ki, terceme-i hâline dâir yazdığı Risâle-i Salâhiyye adlı eserinde, kendisinin Halvetîliğin bir kolu olan Salâhîyye Tarîkatı’nın da müntesibi olduğunu belirtir:

Salâhî’yem Salâhî’yem  Salâhî

Salâhîlikde buldum ben felâhı

Böylece Hüseyin Vassâf’ı, câmiu’t-turuk bir zât olarak görmekteyiz. Nitekim o, Sefîne-i Evliyâ’nın kendi hayat hikâyesini anlattığı 5. cildinin sonunda, kendisini şöyle tanıtmaktadır:

Ene’l-fakîru’l-hakîr el-Hac Hüseyin Vassâf-ı Gülşenî-i Uşşâkî-ı Müştâkî el-muhtâc ilâ rahmeti’llâhi teâlâ..”

Hüseyin Vassâf, 10 Şubat 1309/22 Şubat 1893 târîhinde, Sekbanbaşı Câmii İmâmı Hâfız Mehmed Emîn Efendi’nin kızıyla evlenmiştir. Bu evlilikten üç oğlu, bir kızı dünyâya gelmiştir. Büyük oğlu Osmân Tal’at, Almanya ve İsviçre’deki tahsîlini bitirdikten sonra elektrik mühendisi olmuştur. Dîger oğlu Ahmet Cevdet on sekiz aylık iken vefât etmiş, üçüncü oğlu Mehmet Suat (ERLER), kızı ise Ayşe Muallâ’dır.

Hüseyin Vassâf, ömrünün son senelerinin kış aylarını İstanbul Vezneciler’deki Tekke Sokağı’ndaki evinde; yazlarını ise, Suadiye’deki sayfiyesinde geçirmiştir. Bu sıralarda şeyh Mustafa Sâfî Efendi’nin vefâtı üzerine, bunun halîfelerinden İnegöl Müftüsü Mehmed İzzeddîn Efendi, İstanbul’a gelerek Hüseyin Vassâf’ı, Uşşâkî Tarîkatı’nın Kasımpaşa’daki tekkesinin postnişîni olarak görevlendirmiştir. Müellifin bu konudaki ifâdeleri aynen şöyledir:

Mehmed İzzeddîn Efendi, İstanbul’u teşrîf buyurub, bu abd-i ahkarı, Tarîk-ı Uşşâkîye’de me'zûn edip, bir kıt’a icâzet-nâme ile dil-şâd etmişler ve azîzimin tâc ve hırka ve kemerini fakîre ilbâs eylemişlerdir. 30 Hazîrân 1342/1925 (19 Zi'l-hicce 1344) yevm-i Çarşamba.”

Bundan sonra Hüseyin Vassâf, şeyhlik makâmına geçmiştir. Bu husûsta, “...azîzime intisâb edip sülûkları noksân kalan ihvânım ve yarânımdan a’zamı fakîre mürâcaatla te'yîd-i münâsebet eylediler..” dedikten sonra, kendisinden ikmâl-i sülûk edip icâzet alanları belirtmektedir:

1. eş-Şeyh el-Hâc Ali Rızâ Efendi (Pötürgeli)

2. eş-Şeyh Muhammed Ömer Rüşdî Efendi (Sivaslı)

3. eş-Şeyh Ali Osmân Sıdkı Efendi (Göreleli)

4. eş-Şeyh Muhammed Mecdî Efendi (Ankaralı)

Hüseyin Vassâf, gerek vazîfeli olduğu yıllarda, gerekse emekli olduktan sonra, birçok yer gezmiş ve buralarda bulunan meşâyihin sağ olanlarıyla bi'z-zât görüşmüş, vefât etmiş olanların ise hayâtları ve halîfeleri hakkında bilgi toplamış, tekke ve türbelerinde incelemelerde bulunmuştur.

Bu seyâhatlerinden ba'zıları şöyledir : 1896’da Bursa’ya, 1907’de Gelibolu’ya, oradan da hac maksadıyla Hicâz (Mekke ve Medîne)’ye gitti. 1911’de Ankara ve Konya’yı ziyâret etti. 1914’te Sûriye’ye yaptığı bir gezide, Beyrut, Şam, Ba’lebek, Humus, Hama, Haleb, Yafa, Kudüs’te ziyâret ve incelemelerde bulundu. 1925’te Tekirdağ, Muratlı, Uzunköprü ve Edirne’yi gezdi.

Bunların dışında Hüseyin Vassâf, Bandırma, Gönen, Manyas, Gemlik, İzmit, Yalova, Eskişehir, Afyonkarahisâr, Uşak, Manisa, Menemen, İzmir, Siroz, Dırama, Selânik, Manastır ve Üsküp’e gitmiştir. Bir ara Limni’ye gitmek istemişse de 1. Dünyâ Harbi sebebiyle bunu gerçekleştirememiştir.

Hüseyin Vassâf’ın elli yedi sene süren kısa, fakat bereketli ömrü, 21 Teşrîn-i sânî 1929/(19 Cumâdelâhire 1348)’de sona ermiştir. Vasiyeti üzerine Rumelihisârı Kabristânı’na defn edilmiştir. Onun vefâtı üzerine Tâhiru’l-Mevlevî (Olgun) şu târîh manzûmesini yazmıştır:

Ber-muktezâ-yı hikmet-i takdîr-i kibriyâ

Bir ârifin hayât-ı demi buldu intihâ

Mîr-i Hüseyn meşreb-i Vassâf-ı ehl-i Hak

Kıldı cihân-ı kurb-ı ilâhîye i’tilâ

Olmuş idi hayâtı onun halka nef’-i mahz

Hulk-ı Hudâ olurdu cemâlinde rûşenâ

Yapmış idi Sefîne velîler rukûbuna

Kendi idi o keşti-i Hak üzre rû-nümâ

Girdâba hiç düşürmedi fülk-ı hayâtını

Daldı muhît-ı zâta olup vahdet âşinâ

Her ân u lahza şaşaa-ı mihr-i vasl ile

Bulsun revânı pâk u musaffâsı incilâ

Çıkdı semâ-yı sâbia gül-bang-ı makdemi

Vardı Cenâb-ı Hazret’e Vassâf-ı evliyâ

İbnü’1-emin Mahmûd Kemâl İnal da, Hüseyin Vassâf’ın ilim, irfân, fazîlet ve seciyyesi hakkında şu tesbiti yapmaktadır:

Hüseyin Vassâf merhûm, çocukluğundan beri kemâl-i salâh ve takvâ ile mevsûf, emsâli nâdir bir merd-i kâmil ve ehl-i hakîkat ve tarîkat, bir âşık-ı sâdık idi. Mehâsin-i ahlâkın mücessem numûnesi idi. Fart-ı tevâzu’, sehâ ve mürüvvet, hayra delâlet, muhtâcîne muâvenet, sıdk u istikâmet, nâmus ve iffet, bilmediğini öğrenmeye gayret, ilme ve ehline hürmet, ve hüsn-i hâl ashâbına fedâkârâne hizmet, ibâdullâh’a şefkat onun şiâr-ı mahsûsu idi.” (Bkz. İbnü’l-Emin Mahmûd Kemâl İnal, Son Asır Türk Şâirleri, Devlet Kitapları İst. 1970, c. III, s. 1915).[3]

Eserleri :

Hüseyin Vassâf, daha küçük yaştan i'tibâren ilme merâkı olduğundan, birçok hocânın ve şeyhin rahle-i tedrîsinden geçmiş, birçok seyâhatlarda bulunmuş, bundan dolayı geniş bir kütüphâneye sâhib olmuştur. Ancak Aksaray’da oturduğu evi yandığı için kitaplarının büyük ekseriyeti de yok olup gitmiştir. Buna rağmen bir vesîleyle, o zamanki adıyla Beyazıt’taki Umûmî Kütübhâne’ye beşyüz cilt kitap bağışında bulunduğunu kendisi ifâde etmektedir.

İlim tahsîli, devlet hizmeti ve seyâhatlarla dolu olan Hüseyin Vassâf’ın elliyedi senelik ömrü oldukça bereketli geçmiş, bunun netîcesi olarak geride birçok eser bırakmıştır. Sayıları otuza varan bu eserlerin hepsi ayrı bir değerdir. Eserlerinden bir kısmı basılmış, ancak büyük çoğunluğu müellifin kendi el yazısıyla olup, basılmayı beklemektedir. Bir önemli husûs ise, onun basılan değil, bi'l-hâssa basılmayan eserleri önemlidir. Eserlerinin yazma nüshaları, oğlu, Mehmet Suat Erler tarafından Süleymâniye Kütüphânesi’ne bağışlanmış bulunmaktadır. Bir kısmı da, İstanbul/Çemberlitaş’taki Dönem Sokak’ta bulunan Karababa Tekkesi’ndedir. Buradaki kitaplar, Ahmet Yivlik tarafından, Hüseyin Vassâf’ın sağlığında çokça uğradığı Fâtih’teki Tâhir Ağa Dergâhı’ndan getirilmiştir. Hüseyin Vassâf’ın arkadaşı olan, Tâhir Ağa Dergâhı’nın son şeyhi Ali Behcet Efendi’nin kızı Ayşe Hikmet Hanım, elinde kalmış olan bu yazmaları, sonraları muhâfaza etmesi şartıyla Ahmet Yivlik’e verdiğini kendisi söylemiştir. Bu visîleyle Ayşe Hikmet Hanım’ı da rahmetle anıyoruz:

Hüseyin Vassâf, eserlerini Sefîne-i Evliyâ’nın son cildinde şu sırayla vermektedir:

1. Sefîne-i Evliyâ-yı Ebrâr Şerh-i Esmâr-ı Esrâr [4],

2. Rûhu’l-Beyân’dan Yâsîn-i Şerîf Tercümesi. Bu eseri, arkadaşı Ahmed Nazmi Efendi ile birlikte tercüme etmiştir.

3. Güldeste-i Hakîkat, Rûhu’l-Beyân’dan iki cüz' tercümesi,

4. Kitâbu’l-Külliyât Fezâil ve erbâb-ı İslâmiyye’ye dâir olup, Fütûhât-ı Kenzi’l-Kur’ân’dan birçok mebâhisi’l-hasen yazılmıştır. (Sül. Kütp. Yazma Bağışlar No: 2318)

5. Hâtıra-ı Hicâziyye. Hac hâtıraları, zeylinde de Şam seyâhati vardır.

6. Ravza-i Sâdâttan Bir Şemme. Ahmed er-Rufâî’nin terceme-i hâli ve menâkıbı. Müellif, bu eseri kaybettiğini söylüyor. Süleymaniye Kütüphânesi ve adı geçen şahısta nüshası yoktur.

7. Bursa Hâtırası.

8. Tertîb-i Cedîd Coğrafyâ-yı Umûmî. Üç cild olan bu eserin I. cildinin basımı için, Maârif Nezâreti’nden izin alındığını müellif bahs etmektedir. Basılmıştır.

9. Hulâsa-ı Coğrafya. Basılmıştır.

10. Müntehabat-ı Ezhâr-ı İrfân. Eserlerden seçme bâhisler, bir cilt olan bu eserin, beş defter hâlinde zeyli vardır. (Sül. Kütp. Yaz ma Bağışlar No: 2314)

11. Dîvân-ı Vassâf. (Sül. Kütp. Yazma Bağışlar No: 2311)

12. Gülzâr-ı Aşk. Süleymân Çelebi Mevlidi'nin şerhi (Sül. Kütp. Yazma Bağışlar No: 2315)

13. Vesîletü’n-Necât. Süleymân Çelebi Mevlidi hakkında bir araştırma dır. Necm-i İstikbâl Matbaası’nda 1329’da basılmıştır.

14. Murâselât. Şeyh Şuayb Şerefeddîn Efendi’nin tercüme-i hâli ve Hüseyin Vassâf'la karşılıklı olarak birbirine yazdıkları mektûbları ihtivâ etmektedir. (Sül. Kütp. Yazma Bağışlar No: 2310)

15. Bursalı Mehmed Tâhir Bey.

16. Mevlevî Muhammed Es’ad Dede. (Karababa Tekkesi’nde)

17. Risâle-i Hayriyye. Yahyâ Efendi Dergâhı şeyhi Hasan Hayri Efendi’nin hayâtı anlatılmaktadır.

18. Risâle-i Şevkiyye. Mustafa Şevki Efendi’nin hayâtı anlatılmaktadır.

19. Risâle-i Müştâkiyye. Kadirî şeyhi Müştâk Baba ile oğlu Edhem Baba’nın tercüme-i hâli. (Sül. Kütp. Yazma Bağışlar No: 2320)

20. Risâle-i Salâhiyye. Abdullâh Salâhaddîn-i Uşşâkî’nin tercüme-i hâli. (Sül. Kütp. Yazma Bağışlar No: 2320, Karababa Tekkesi’nde bir nüshası var.)

21. Vâkıât. Müşâhedât-ı ma’nevîyyeyi ihtivâ etmektedir.

22. Tevfîk-nâme. Seyyid Ahmet Tevfîk Bey’in hayâtı hakkında manzûm-mensûr eser.

23. Kemâlü’l-Kemâl. İbnü’1-Emin Mahmûd Kemâl İnal’ın husûsî, dînî, edebî, ictimâî ve siyasî hayâtıyla ilgili eserdir.

24. Remzî-nâme. Üsküdar Mevlevîhânesi şeyhi Ahmed Remzi Dede’nin hayâtı hakkında bir eser.

25. Mir’âtü’l-Kemâl. İbnü’l-Emin Mahmûd Kemâl’in, “Ey rûh-ı şahsî ki bütün cânlara cânsın.” diye başlayan na’tının şerhi.

26. Feyzu’l-Kemâl. Yine İbnü’l-Emin’in bir kıtasının şerhi

27. Sûriyede Bir Cevelan. Hüseyin Vassâfın 1913’te, Haleb, Humus, Hama, Trablusşam, Beyrut, Şam, Yafa ve Kudüs’e yaptığı gezinin notları.

28. Kemâl-nâme-i Şeyh Hakkı. Bursalı İsmâîl Hakkı Hazretlerin’nin hayâtı. (Karababa Tekkesi’ndedir.)

29. Lücec-ı Asrî Şerh-i Kelâm-ı Mısrî. Niyâzî-ı Mısrî’nin, “İlm-i bahrî vücûd-ı asdıkânın dürdânesiyem ben” nutkunun şerhi.

30. Gülzâr-ı Şâdî Der Beyân-ı Menâkıb-ı Emin-ı Tokadî. Mehmed Emin-ı Tokâdî’nin hayâtı.


TERÂCİM KİTAPLARI VE SEFÎNE-İ EVLİYÂ

Dinî-tasavvufî edebiyyâtın manzûm türlerini ilâhîler, nefesler, nutuklar, devriyeler ve şathiyeler ile, tasavvufî duygu ve heyecân içinde söylenmiş dîger şiirler teşkil eder. Bu edebiyyât eserlerinin mensûr olanları ise, başlıca iki grup hâlinde ele alınabilir. Bunlardan birinci gruptakiler, tasavvufu, genel olarak tarîkatları, tarîkatların esâslarını, âdabını ve erkânını anlatan, tasavvufî terimleri açıklayan öğretici eserlerdir. İkinci grupta da, topluca “terâcim kitapları” diyebileceğimiz evliyâ tezkireleri ile, tabakât ve menâkıb kitapları yer alır.

Esâs i’tibâriyle İslâmiyet’teki zühd ve takvâ anlayışına dayanan ve h.II. yüzyıldan i'tibâren İslâm âleminde ortaya çıkmaya başlayan tasavvuf, târîhi boyunca, müslümân toplumlar içinde çeşitli fonksiyonlar icrâ etmiştir. Bu tasavvuf cereyânı, çeşitli tarîkatlara ayrılarak gelişmiştir. Her tarîkat, genel prensipler yanında, bi'l-hâssa kurucusunun vaz’ ettiği esâslar çerçevesinde ve sayesinde birbirinden farklı özellikler kazanmış; dâimâ bir şeyhin liderliğinde varlığını sürdürmüştür. Şeyhlik görevinin birinden dîgerine geçmesi de bütün tarîkatlarda ortak bir özelliktir. Bu özelliğini koruyarak devâm eden herhangi bir tarîkatın başındaki şeyhe bağlı ve tarîkatın müntesibi bir mürîdler topluluğu da dâimâ bulunmuştur. Bazan bir tarîkat, kendisini yetiştirmiş ba'zı müntesiblerin önderliğinde çeşitli kollara ve şu'belere ayrılmış, zamânla bu kol ve şu'belerde de, şeyhlerin isimlerini havi Hz. Ebûbekir (radıya'llâhu anh) veya Hz. Ali (Radıya'llâhu anh) vâsıtasıyla Hz. Peygamber’e kadar ulaştırılan uzun silsileler meydâna gelmiştir.

Herhangi bir tarîkata müntesib bulunmayan, hattâ tasavvufun özüne karşı olanların bile inkâr edemeyecekleri bir gerçek vardır ki, kalabalık müntesibleri bulunan tarîkatlar, İslâm târîhinin her devrinde ve yöresinde zamân zamân ictimâî ve siyasî bakımından etkili hâle gelmişlerdir. Zaferlerin kazanılmasında ve kazanılan toprakların elde tutulmasında, İslâm dininin yeni fethedilen yerlerdeki halka teblîğinde büyük hizmetleri olmuştur.

Bütün bunların olmasındaki en önemli unsur insândır. Tasavvufu geliştiren, tarîkatları kuran, yayan, şeyh olarak liderliğini yapan, bu liderlerin etrâfında toplanan, zikreden, tasavvuftan elde ettiği duygu ve heyecânı çeşitli vâsıtalarla ifâde eden, hep insândır.

Bu insânlardan bir kısmı, özellikle şeyhlik yapanlar, bazan onlara vekâlet eden halîfeler, herhangi bir kolun kurucusu bulunanlar, çeşitli şekillerde temayüz ettiklerinden, dîger insânlar, kendilerine oldukça yüksek değer vermişlerdir. Onların hayâtları birçok insânın merakını celbetmiş; sözleri birer vecîze telakkî edilmiş, istekleri Emîr kabûl edilmiş, bulunduğu yerde bulunmak, konuşmasını dinlemek, onun yediğinden yemek ve buna benzer davranışlar birer mutluluk vesîlesi sayılmış; kendilerinden kerâmetler ve hikmetli sözler nakledilmiş hattâ bazan onlara hârikulâde husûslar izâfe etmekten çekinilmemiştir. Söz konusu ettiğimiz bu insânların büyük çoğunluğu, sadece bu tasavvufî kişilikleriyle kalmamışlar, ilimde, kültürde, edebiyyâtta, sanatta veya çeşitli mesleklerden birinde söz sâhibi olmuşlardır.

Dîger taraftan, kendisinin asıl mesleği ilim adamlığı, kültür, edebiyyât, sanat, askerlik, devlet adamlığı veya başka herhangi bir meslek olduğu hâlde, tasavvuf ve tarîkat çevrelerinin içinde bulunmuş, bir tarîkata intisâb etmiş, bir şeyhe mürîd olmuş, hattâ o yönde de önemli bir mevki elde edip, şeyh olmuş bir çok târîhî şahsiyet vardır. Târîh boyunca, İslâm âleminin birçok yerinde insânlar, aynı zamânda bir şeyhe bağlanmayı dinî bir vecibe addetmişlerdir.

İşte bütün bu saydıklarımıza konu olan ve toplu bir ifâde ile “mutasavvıf” diye isimlendirdiğimiz insânların hayadan, her türlü hareketi, sözleri, şiirleri, kendilerinden nakl edilen kerâmetler, hikmetli menkabeler, kendilerine isnâd edilen çeşitli hâller, zamânla yazıya da geçmiş, çeşitli kitap ve risâleler içinde yer almıştır. Hattâ sırf bunları ihtivâ eden bir çok müstakil eser meydâna getirilmiştir. Evliyâ tezkireleri ile menâkıp ve tabakât kitaptan bunların başlıca örnekleridir.

Dinî - Tasavvufî edebiyyât içerisinde, mutasavvıflardan bahseden bu eserler ayrı bir yer işgâl ederler. Bunlar her zamân ilgi ile okunmuş ve bulundurulmasına gayret gösterilmiştir. Bunlarda anlatılan husûslar, kültür târîhi bakımından oldukça kıymetli olduğundan, bu tür eserler, araştırma yapacaklar için günümüzde de önemli birer kaynak durumundadırlar.

Söz konusu eserler, muhtevaları bakımından çeşitlilik arzederler. Bunların başlıcaları, çeşitli tarîkatlara mensûb birçok mutasavvıfın hayâtından bahs eden evliyâ tezkireleridir. Bu tezkireler dışında, belirli bir tarîkatın kurucularını, onların halîfelerini ve meşhûr şeyhlerini anlatarak daha sınırlı kalanları olduğu gibi, sadece bir tek kişinin hayâtını ve menkabelerini anlatanlar da vardır.

Mutasavvıflardan bahseden ilk müstakil eserler Arapçadır. Bunlar da, Abdurrahmân Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî (ö.412/1021)’nin Tabakâtu’s-Sûfiyye’si, Ebû Nuaym Ahmed b. Abdullâh el-ısfahânî (ö.430/1038)’nin Hilyetü’l-Evliyâ’sı, İbnu Hamîsi’l-Ka’bî (ö.552/1157)’nin Mehâsinu’l-Ahyâr’ı ve Cemâleddîn Ebu’l-Ferec el-Bağdâdî (ö.597/1200)’nin Safvetu’s-Safve’sidir.

Mutasavvıflardan bahseden müstakil eserlerin Farsça olarak da yazılmış olduğunu görüyoruz. Bu türde ilk Farsça eser Ebu’l-Hasan Ali b. Osmân el-Cüllâbî (ö. 465/1072)’nin Keşfu’l-Mahcûb li-Erbâbi’l-Kulûb’udur. Daha sonra bu gelenek müstakil eserler hâlinde veya başka tasavvufî konuları da ihtivâ eden eserler içinde bölümler hâlinde devâm etmiştir. Farsça olarak yazılmış müstakil eserlerinin en meşhûrları Ferîdüddîn-i Attâr (ö.672/1273)’ın Tezkiretü’l-Evliyâ’sı ve Mevlâna Nûreddîn Abdurrahmân b. Ahmed el-Câmî (ö.898/1492)’nin Nefehâtü’l-Üns’üdür. Çeşitli tasavvufî konularla birlikte, mutasavvıflar hakkındaki bilgileri de bir bölüm hâlinde ihtivâ eden en meşhûr eser de Abdulkerîm el-Kuşeyrî (ö.465/1072)’nin er-Risâlesidir. Hüseyin b. Ali el-Vaîz el-Kâşifî (ö.940/1533)’nin Reşahâtu Ayni’l-Hayât isimli eserini de burada zikretmek yerinde olur.

Ferîdüddîn-i Attâr’ın Tezkiretü’l-Evliyâ’sı, evliyâ tezkirelerinin en meşhûrlarının başında gelir. Bu eserde yetmiş şeyhin hayâtı ve menkabeleri yer almaktadır. Aslı Farsça olarak yazılmış, fakat birçok Türkçe tercümesi yapılmıştır. Son zamânlarda yapılan tercümelerinden biri de merhûm Mehmed Zâhid Kotku Hazretlerinin yaptığı tercümedir. Ba'zı ilâvelerin de yapıldığı bu tercüme, Sehâ Neşriyat tarafından basılmıştır. (İst. 1983)

Molla Câmî’nin Nefehâtu’l-Üns min Hazarâti’l-Kuds isimli eserinin başında kısaca, ba'zı tasavvufî konular anlatıldıktan sonra, meşhûr tasavvuf büyüklerinin hayât ve menkabeleri yer almaktadır. Aslı Farsça olan bu eserin de çeşitli Türkçe tercümeleri yapılmıştır. En meşhûr tercümesi de Futûhu’l-Mücâhidîn li-Tervîhi Kulûbi’l-Müşâhidîn ismiyle Lâmiî Çelebi (Ö.938/1531) tarafından yapılan tercümedir.

“Safî” ismiyle şöhret bulmuş olan Hüseyin b. Ali el-Vâiz’in eseri Reşahâtu Ayni’l-Hayât’ta, Nakşıbendiyye tarîkatının büyüklerinden Hâce Ubeydullâh-ı Ahrâr et-Taşkendî (ö.895/1490)’nin ve “Hâcegân” denilen, ondan önceki Nakşıbendiyye şeyhlerinin menkabeleri yer almaktadır. Aslı Farsça olan bu eserin de çeşitli Türkçe tercümeleri vardır. Bu tercümelerden biri Necip Fazıl Kısakürek tarafından sadeleştirilerek yeni harflerle basılmıştır (İst.1975).

Türk Edebiyyâtında evliyâ tezkiresi türündeki ilk eserler, bu Uç eserin tercümeleridir. Edebiyyâtımızda evliyâ tezkireciliği, bir bakıma bu eserlerin, özellikle Tezkiretü’l-Evliyâ’nın tercümeleri şeklinde gelişmiştir. Bu geleneğin dışına çıkarak çeşitli kaynaklardan istifâde etmek sûretiyle ilk def'a Türkçe bir evliyâ tezkiresi yazan, bizim tespitlerimize göre, Köstendilli Mollazâde Süleymân Şeyhî (Ö.1232/1816 veya 1235/1820)’dir.

Süleymân Şeyhî’nin eserinin adı Bahrü’l-Velâye’dir. Bu eser, yazarının da belirttiği gibi, çeşitli kaynaklarda hakkında bilgi bulunan tasavvuf büyüklerine âit bilgileri kısa kısa bir araya getirmek maksadıyla yazılmıştır. Yazar, kendisiyle birlikte 1001 kişi hakkında bilgi vermek istemiş, ancak bu sayı 1014’e çıkmıştır. Bazan çok kısa olmakla berâber, mutasavvıfların hayâtları ve menkabeleri anlatılmakta, sözlerinden nakiller yapılmaktadır. (Geniş bilgi için bkz. Dr. Ali Yılmaz, Köstendilli Süleymân Şeyhî, Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara 1989).

Bahrü’l-Velâye’den sonra, Habîbî’nin Vuslat-nâme’si, Kemâl İsmâîl Sâdık Paşa (Ö.1310/1892)’nin Âsâr-ı Kemâl’i, Hoca-zâde Ahmed Hilmi (Ö.1913)’nin Ziyâret-i Evliyâ’sı gibi, evliyâ tezkiresi türünde eserler yazılmışsa da, bunların hiç birinin hacmi ve muhtevası Bahrü’l-Velâye kadar geniş değildir.

Bizim kanâatimize göre, kendi sahası içinde, XX. yüzyıla kadar Türkçe te’lîf edilmiş en mühim evliyâ tezkiresi Bahrü’l-Velâye ise de, bu sahanın en mükemmel ve en geniş eseri, yüzyılın başlarında Hüseyin Vassâf Bey tarafından yazılmış ve I. cildini takdîm etmiş bulunduğumuz Sefîne-i Evliyâ-yı, Ebrâr Şerh-i Esmâr-ı Esrâr’dır.

İsminden de anlaşılacağı gibi Sefîne-i Evliyâ, Esmâr-ı Esrâr isimli kitâbın şerhidir.

Esmâr-ı Esrâr, Sultân II. Abdulhamîd Han zamânında Dîvân-ı Hümâyun Kalemi, Mühimme Odası görevlilerinden Mehmed Sami’ es-Sünbülî tarafından kaleme alınmış, küçük hacimli bir kitapçıktır. 1316/1900 yılında basılmış olan orta boy 54 sahîfelık bu eserde, belli başlı bütün tarîkatların silsileleri yer almaktadır. Her tarîkatın ve o tarîkattan doğan bütün kolların silsileleri, Hz. Ebûbekir (Radıya'llâhu anh) veya Hz. Ali (Radıya'llâhu anh)’dan başlanarak, kurucusu olan zâta kadar sıralanmaktadır. Kurucusu olan zâtın da ismi verildikten sonra, doğum târîhi, kaç sene yaşadığı ve ölüm târîhi yazılmış, hakkında biriki cümlelik bilgi de ilâve edilmiştir. Silsileyi teşkil eden, kurucudan önceki zevâtın sadece isimleri yer almaktadır. Sonrakilere ise hiç yer verilmemiştir. Ancak varsa, o tarîkatın dîger küçük şu'belerinin isimleri belirtilmiştir.

Esmâr-ı Esrâr’ın müellifi eserine yazdığı dîbâcede, tarîkatların silsilelerinin matbû' ve elyazması çeşitli kaynaklarda yer aldığını, fakat bu kaynakların hepsini te’mîn etmenin her zamân ve herkes için mümkün olmadığını belirttikten sonra; bu kaynaklarda yer alan isimleri tek tek tesbit ederek, hepsini bir araya getirmeyi böylece isteyen herkesin bu zevâtın isimlerini kolayca bulabilmesini sağlamayı gaye edindiğini belirtmektedir.

Sefîne-i Evliyâ, müellifin kendisinin de belirttiği gibi, Esmârı Esrâr’ı şerhetmek maksadıyla yazılmaya başlanmışsa da, sadece onun şerhi olmaktan çıkmış, gerek Esmâr-ı Esrâr’da ismi geçen şahıslar, gerekse tarîkatın kurucusundan sonraki şeyhleri ve bu tarîkata mensûb meşhûr şahsiyetler hakkında verdiği geniş bilgiler ile, beş büyük ciltlik bir eser hâline gelerek, terâcim kitaplarının en mükemmeli olmuştur.

Sefîne-i Evliyâ’da 2000 dolayındaki şahsiyetin hayâtı yer almaktadır. Bunların çoğu Anadolu’da yetişmiş kişiler olup, hayâtları hakkında başka bir kaynakta bilgi elde etmek zordur. Bu bakımdan, geniş çaplı bir sûfîler ansiklopedisi olan eserin bir dîger özelliği de tercüme-i hâlleri zikredilen şahsiyetlerin eserlerinin belirtilmiş, şâyet şâir iseler şiirlerinden örnekler verilmiş olmasıdır. Ayrıca ba'zı tekkelerin, türbelerin ve mezârıların, bi'z-zât Hüseyin Vassâf tarafından çekilmiş fotoğraflarının yer alması da bir başka özelliğidir. Böylece bugün tekkeleri ve türbeleri yıkılmış, kabir taşları yerlerinden kaldırılmış büyük zâtlar hakkında önemli bilgiler ihtivâ eden pek mühim bir eser hâline gelmiştir.

Hüseyin Vassâf bu önemli eserini 15 Şubat 1318/1902’de Sahhaflar’da eline gecen Esmâr-ı Esrâr’ı şerhetmek maksadıyla yazmaya başlamış, 25 Safer 1342/1923 târîhinde müsveddesini tamâmlamıştır. Eserin tebyîz (temize çekme) târîhi ise, bir beyitte, ebced hesâbıyla şöyle belirtilmiştir:

Çıkup isnâ aşar târîhini şöyle ettiler tebyîn

Sana ikrâm-ı Hak’dır (himmet-i şeyh) bilmiş ol Vassâf

Bu târîh beyitinden anlaşıldığına göre, eserin tebyîzi 12 Cumâdelûlâ 1343/1925’de tamâmlanmıştır.

I. cildin başında görüldüğü gibi, eserin te’lîfi tamâmlandıktan sonra, zamânının ilim ve fikir adamları tarafından son derece takdîrle karşılanmıştır. Esere takriz yazanların arasında İbnülemin Mahmûd Kemâl İnal, Muhammed Sâdık Vicdânî, Şeyh Vasfî, Abdürrezzak Âlimî, Bağdâdlı Muhammed Saîd Efendi, Muhammed Hazmî, Muhammed Besîm ve Ahmed Remzi Dede vardır.

Eser, daha müellif hayâtta iken basılması için matbaaya teslîm edilmiş, ancak harf inkılabı sebebiyle, basılması gerçekleşememiştir. Bugün müellifin kendi hattı ile yazılmış, bilinen tek elyazma nüshası İstanbul Süleymâniye Kütüphânesi Yazma Bağışlar 2305-2309 no’da, 5 büyük cilt hâlindedir. Müellifin ifâdesine göre bir başka nüshası daha olmalıdır. Nitekim bu konuda şöyle demektedir:

“İhvân-ı kirâmımdan Rızâ Bey Efendi, işbu Sefîne-i Evliyâ’ istinsâha azm edip inâyet-i Hak ile bir nüsha-ı dîgerini yazmaya başlamıştır. Uluv-vi himmetini burada tekrâr etmemek kadir-nâ-şinâslık olacağından, bu keyfiyyeti lisân-ı şükrân ile yazmak mecbûriyetinde kaldım. “Hak Teâlâ râzı olsun senden ey nurum Rızâ” diye duâ ederim.” (Sefîne, c.V, s.315).

Bu ifâdelere göre bir nüshasının daha olabileceğini düşünmek gerekir ise de, tamâmlanıp tamâmlanmadığı veya tamâmlandıysa nerede olduğu belli değildir.

Sefîne-i Evliyâ’nın I. ciltten sonraki dîger ciltlerinin muhtevası kısaca şöyledir:

II. cilt: Nakşıbendîler, Çeştiyye, Bayramiyye ve Celvetiyye tarîkatları ile şeyhleri hakkında.

III. cilt: Celvetiyye, Halvetiyye, Rüşeniyye, Gülşeniyye, Sezâiyye, Karamâniyye, Cemâliyye, Sünbüliyye, Sivâsiyye ve Şa’bâniyye tarîkatları ile, şeyhleri hakkında.

IV. cilt: Şa’bâniyye kollarından Çerkeşiyye, Ibrâhîmiyye, Bekriyye, Sinâniyye ve Uşşâkiyye tarîkatları ile şeyhleri hakkında.

V. cilt: Ramazâniyye, Cerrâhiyye, Rufâiyye, Cihângiriyye, Mısriyye, ve Mevleviyye tarîkattan ile şeyhleri hakkında. Ayrıca bu cildin sonunda, İstanbulda bulunan, çeşitli tarîkatlara âit tekkeler hakkında bilgi verilmektedir.

Sefîne-i Evliyânın Kaynakları :

Yukarıda ifade ettiğimiz gibi Hüseyin Vassâf, bu eseri yıllar süren yorucu bir çalışmanın sonunda meydana getirmiştir. 2000 dolayındaki zevâtın kısa da olsa hayat hikâyeleri ve eserleri hakkında bilgi vermek birçok kaynağa mürâcaat etmeyi gerektirir. Hüseyin Vassâf, ele aldığı şahıslar hakkındaki bilgileri muhtelif kaynaklara dayandırmaktadır. Bu ansiklopedik eserini hazırlarken başvurduğu yerleri genel olarak şöyle sıralayabiliriz :

1. Hayatta olan şahıslarla bizzat görüşerek.

Onun bu şekildeki ziyâretleri yukarıda hayatı anlatılırken belirtildiği gibi, geniş bir coğrafyayı kapsamaktadır. Bu eser vesîlesiyle ziyaretine gittiği kişilerin ya doğrudan kendileriyle, ya da evlatları, yakın akrabâları veya dost ve tanıdıklarıyla görüşmüş; onların kütüphânelerinden, bilgilerinden ve hâtıralarından istifâde etmiştir. Şâyet ziyâretine gidememişse mektuplar yazmış ve kendilerinden bilgiler istemiştir.

2. Çeşitli şehirlerde bulunan muhtelif tarîkatların hânkâh, tekke ve zâviyelerini ve buralarda bulunan kabir ve türbeleri ziyâret edip mevcut kitâbeler ile tomarları inceleyerek.

3. Kendi döneminden önceki tarihlerde yaşamış zevâtın bilgilerini ise, tasavvuf ve edebiyat tarihi kaynaklarına ve bu mutasvvıfların eserlerine başvurarak temin etmiştir.

4. Sefîne’ye aldığı şahıslara ait kitapların nüshalarını bulmak maksadıyla özel ve genel kütüphâneler ile sahaflardan yararlanmıştır.

5. Kendi dönemindeki zevâtın tekke ve zâviyelerinde yapılan âyin ve zikirlere iştirâk ederek, buralara dâir gazete ve mecmûalarda çıkan yazıları takib ederek.

6. Hüseyin Vassâf’ın kendisinin de şâir olması hasebiyle zamânındaki mutasavvıf şâirlerin dîvânlarını da incelemiş, onların bazı gazellerini tahmîs etmiş bazılarına da nazîreler yazmıştır. Birçok mutasavvıfın vefâtına tarihler düşmüş, tekke ve zâviyelerin yapım ve onarım tarihlerini tesbit etmiştir. Bunun yanı sıra kendisine gönderilen veya tesbit ettiği çeşitli târih manzûmeleriyle, kendisinin ve başkalarının şiirlerine yapılan tahmîs ve nazîreleri de eserine derc etmiştir.

 Hüseyin Vassâf, elde edip kitabına aldığı bilgilerin kaynaklarını zaman eserlerin isimlerini de vererek belirtmektedir. Meselâ Şems-i Tebrîzî’den bahsederken, “Terceme-i hâllerine dâir otuz-kırk eser mütâlaa ettim.” (c. I, s. 294) demektedir. Buradaki eserleri tek tek zikretmemekle berâber, konu hakkındaki araştırmasını ne kadar geniş zeminlerde yaptığını göstermesi bakımından önemlidir. Bazan da mürâcaat ettiği eserleri ismen vermektedir : “Kıble-nümâ-yı Ka’betü’l-Uşşâak’ta okumuştum.” (c. I, s. 296); “Menâkıb-ı Mevlânâ’da mütâlaa-güzâr-ı fakîrânem oldu.” (c. I, s. 307); “Sipeh-sâlâr’da okuduğuma göre…” (c. I, s. 313); “Menâkıbu’l-Ârifîn nâm eserden menkûldür…” (c. I, s. 314).

Hüseyin Vassâf’ın bunlara benzer ifadelerini çoğaltmak mümkündür. Bu takdirde söz oldukça uzayacaktır. Bunun için biz müellifin sâdece görüp mürâcaat ederek iktibaslarda bulunduğu kaynakları Sefîne’nin tamamını tarayarak tesbit etmeye çalıştık.   

Hüseyin Vassâf eserinde anlatmak istediği şahsı kaynak göstermeden anlatmayı esas metod olarak seçmiştir. Önce doğrudan kişiyi anlatmaya başlamakta, anlatmaya devam ederken, eğer başka bir kaynakta o anda verdiği bilgiden farklı bir bilgi varsa o eseri zikrederek oradaki farklı bilgiyi aktarmaktadır; ya da biraz önceki örneklerde olduğu gibi, bir kaynak ismi vererek anlattığı bilgileri orada o şekilde gördüğünü belirtmektedir. Böylece yararlandığı kaynağın ismini zikretmektedir. Bazan da faydalandığı kaynağın ismini vererek doğrudan iktibasta bulunmakta ve orada yine kaynak ismi vermektedir. Böylece Hüseyin Vassaf’ın bu eserini hazırlarken kullandığı kaynakların büyük bir kısmını tesbît etme imkânı ortaya çıkmaktadır. Buradan anlaşılıyor ki, Hüseyin Vassâf bu eserini vücûda getirebilmek için ulaşılması gereken hemen hemen bütün kaynaklara ulaşmış ve oradaki bilgileri alarak eserinde gerekli yerlere yerleştirmiştir.

Hüseyin Vassaf’ın eserinin taranması sonucunda, kullandığı ve ismini verdiği kitaplar tesbit edilmiş ve aşağıdaki uzun liste ortaya çıkmıştır. Eserinin incelenmesinden anlaşıldığına göre onun kullandığı kaynaklar bunlarla sınırlı değildir. Ancak ismini verdikleri bunlar olduğu için bu 200 adet kaynağı yazabildik.[5]    

1.     Ahid-nâme, İsmâîl Hakkî-i Bursevî,

2.     Ahsenü’l-Hadîs, Okçu-zâde Muhammed Efendi,

3.     Afrika Delîli, Mehmed Muhsin,

4.     el-Âsâru’l-Mecdiyye fi’l-Menâkıbı’l-Hâlidiyye,

5.     Atâiyye, İsmâîl Hakkî-i Bursevî,

6.     Avârifü’l-Maârif, Şihâbeddîn Ömer es-Sühreverdî,

7.     Âyât-ı Erbaîn, Okçu-zâde Muhammed Efendi,

8.     Bahdrü’l-Velâye, Köstendilli Süleyman Şeyhî,

9.     Baldır-zâde Târîhi, Baldır-zâde Şeyh Muhammed Selîsî,

10.  Bey’at-nâme, Sun’ullâh-ı Gaybî,

11.  Câmiu’l-Avârif, Seyyid Seyfullâh Efendi,

12.  Cevâhirü’l-Ebrâr, Ahmed b. Mahmûd el-Hazînî,

13.  Cevâhirü’l-Kalâid,

14.  Cevâhirü’l-Meânî ve Bulûğu’l-Emânî fî Seyyidi Ebi’l-Abbâs et-Ticânî, Ali Harazim İbn-i Arabî,

15.  Cevâhir-i Tâc-ı Hilâfet, Abdullâh Salâhaddîn-i Uşşâkî,

16.  Dârü’l-Fünûn Târîhi, Mehmed Ali Aynî,

17.  Defter-i Hâtırât, Ali Behcet Efendi,

18.  Delâilü’l-Hayrât, Süleyman el-Cezûlî,

19.  Delîlü Vâdi’n-Nîl, İbrâhîm Abdülmesîh,

20.  Devhatü’l-Meşâyıh, Müstakîm-zâde Süleymân Sa’deddîn,

21.  Dîvân-ı Ahmed, Sultân III. Ahmed,

22.  Dîvân, İsmâîl Hakkî-i Bursevî,

23.  Edirne Sâl-nâmesi,

24.  Envâru’l-Kudsiyye, Muhammed Zâfir Efendi,

25.  Esâmî, Muallim Nâcî,

26.  Esmâr-ı Esrâr, Mehmed Sâmî es-Sünbülî,

27.  Esrâr-ı Aliye-i Melâmiyye Risâlesi, Müstakîm-zâde Süleymân Sa’deddîn,

28.  Esrârü’t-Tâlibîn, Ömer-i Rûşenî,

29.  Evrâk-ı Kâdiriyye, Şeyh Nâcî Efendi,

30.  Ferahu’l-Kalb, Tal’at Efendi,

31.  Fezleke, Kâtib Çelebi,

32.  Füsûsu’l-Hikem, Muhyiddîn-i Arabî,

33.  Fütûhât-ı Kenzi’l-Kur’ân,

34.  Fütûhât-ı Mekkiyye, Muhyiddîn-i Arabî,

35.  Güldeste-i Riyâz-ı İrfân, İsmâîl Belîğ-ı Bursevî,

36.  Gülşen-i Meşâyıh-ı Selâtîn,

37.  Gülzâr-ı Sulehâ ve Vefeyât-ı Urefâ, Şeyh Ahmed Ziyâeddîn,

38.  Hacı Bayram-ı Velî, Mehmed Ali Aynî,

39.  Hacı Bektaş-ı Velî Velâyet-nâmesi,

40.  Hacim Sultân Velâyet-nâmesi,

41.  Hadârâtü’l-Kuds,

42.  Hadâiku’l-Envâr fî Kelâmi’l-Kibâr, Kaygusuz Şeyh İbrâhîm Efendi,

43.  Hadâiku’l-Hakâik fî Tekmileti’ş-Şakâik, Nev’î-zâde Atâî,

44.  Hadîkatü’l-Cevâmi’, Hâfız Hüseyn-i Ayvansarâyî,

45.  Hadîkatü’l-Evliyâ,

46.  Hadîs-i Erbaîn Şerhi, İsmâîl Hakkı Bursevî,

47.  Hak gazetesi,

48.  Hat ve Hattâtân, Habîb,

49.  Hazîne-i Fünûn (mevkûte),

50.  Hazînetü’l-Asfiyâ,

51.  Hazînetü’l-Ebrâr, Mevlânâ Gulâm Server-i Lahorî,

52.  Hulâsatü’l-Eser, Muhammed Muhibbî,

53.  Hulâsatü’l-Hediyye, Müstakîm-zâde Süleymân Sa’deddîn,

54.  İkdâm Gazetesi,

55.  Kâmûsu’l-A’lâm, Şemseddîn Sâmî,

56.  Kenz-i Mahfî, İsmâîl Hakkî-i Bursevî

57.  Kıble-nümâ-yı Ka’betü’l-Uşşâk,

58.  Kısas-ı Enbiyâ, Ahmed Cevdet Paşa,

59.  Kitâbu Cevâhiri’s-Seniyye fi’n-Nisbeti’l-Kerâmâti’l-Ahmediyye,

60.  Kitâbü’l-Hitâb, İsmâîl Hakkî-i Bursevî,

61.  Kitâbü’n-Netîce, İsmâîl Hakkî-i Bursevî,

62.  Kitâbü’ş-Şecere,

63.  Kitâbü’l-Vâkıât, Şeyh Abdüllatîf-i Bursevî,

64.  Kitâbü’z-Zikr ve’ş-Şeref,

65.  Külliyât-ı Hüdâyî,

66.  Künhü’l-Ahbâr, Mustafâ Âlî,

67.  La’lî-zâde Risâlesi,

68.  el-Lemezât, Hulvî Muhammed Efendi,

69.  Levâyıhu’l-Envâr Şerhi, Şeyh Ömerü’l-Fuâdî,

70.  Lugât-ı Târîhiye ve Coğrâfiye, Ahmed Rif’at,

71.  Mâ-hazar (Pend-i Attâr Şerhi),

72.  Mahfil Mecmuası,

73.  Mahzenü’l-Ulûm, Nergis Orpilyan ve Seyyid Abdül-zâde Mehmed Tâhir,

74.  Makâmât-ı Nakşıbendiyye,

75.  Ma’rifet-nâme, Erzurumlu İbrâhim Hakkı,

76.  Mecâlis-i İmâm Rufâî,

77.  Mecelletü’n-Nisâb fi’n-Niseb ve’l_Künâ ve’l-Elkâb, Müstakîm-zâde Süleymân Sa’deddîn,

78.  Mecmau’l-Ahyâr fî Menâkıbi’l-Ahbâr,

79.  Mecmûa-i Muallim, Muallim Nâcî,

80.  Menâkıb-ı Hz. Şa’bân-ı Velî, Ömer el-Fuâdî,

81.  Menâkıb-ı Şeyh İbrâhîm-i Gülşenî, Muhammed Muhyiddîn,

82.  Menâkıb-ı Mevlânâ, Lokmânî Dede (?),

83.  Menâkıbü’l-Ârifîn ve Mesâlikü’s-Sâlikîn,

84.  Menâkıb-nâme-i Eşrefî, Tennûrî-zâde,

85.  Menâkıb-nâme-i İbrâhîm-i Hâs,

86.  Menâkıb-nâme-i Şeyh Muhammed-i Nasûhî-i Üsküdârî, Senâî Efendi,

87.  el-Menhelü’r-Râik, Şeyh Muhammed es-Senûsî,

88.  Mesnevî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî,

89.  Mevâhibü’r-Rahmân,  

90.  Mevzûâtü’l-Ulûm, Taşköprülü-zâde Ahmed İsâmeddîn,

91.  Minhâcü’l-Fukarâ, İsmâîl-i Ankaravî er-Rusûhî,

92.  Mir’ât-ı Bâyezîd,

93.  Mir’âtü’l-Haremeyn, Eyüp Sabri Paşa,

94.  Mîzânü’l-Hak fî İhtiyâri’l-Ehak, Kâtib Çelebi,

95.  Muhâdaratü’l-Ebrâr,

96.  Muhammediyye Şerhi, İsmâîl Hakkî-i Bursevî,

97.  Müntehabât-ı Ezhâr-ı İrfân, Hüseyin Vassâf,

98.  Mürşidü’z-Züvvâr fî Ziyâreti’l-Karâfeti’l-Ebrâr,

99.  Nakdü’l-Hâl, İsmâîl Hakkî-i Bursevî,

100.        Nazmü’l-Kılâde fî Ma’rifeti Keyfiyeti İclâsi’l-Mürîd ale’s-Seccâde,

101.        Nefehâtü’l-Kuds,

102.        Nefehâtü’r-Riyâzi’l-Aliyye fî Beyânı Tarîkati’l-Kâdiriyye, Hâfız Ahmed Rif’at Efendi,

103.        Nefehâtü’l-Üns min Hadarâti’l-Kuds, Molla Câmî,

104.        Nefha, Şeyh İzzeddîn Ahmed el-Fârûsî,

105.        Nesebü’l-Harf,

106.        Nev-sâl-i Osmânî, Raûf Yektâ Bey,

107.        Nüzhetü’l-Muvahhidîn, Şeyh Ahmed Efendi,

108.        Osmanlı Müellifleri, Bursalı Mehmed Tâhir,

109.        Osmanlı Şâirler, Muallim Nâcî,

110.        Paşaeli gazetesi,

111.        Peyâm gazetesi,

112.        Peyâm-ı Sabâh gazetesi,

113.        Rahîku’l-Kevser,

114.        Ravzatü’l-Behiyye fî-mâ-yetallaku bi’t-tarîkati’s-Sa’diyye,

115.        Ravzatü’s-Safâ,

116.        Ravza-i Edirne, Bâdî Efendi,

117.        Ravzatü’l-Müflihûn, Gazî-zâde Şeyh Abdüllatîf,

118.        Ravzatü’s-Safâ, Muhammed Hâvendşâh,

119.        Risâle fî-Tahkîki’t-Tasavvuf, Çerkeşî Mustafa Efendi,

120.        Risâle-i Gavsiyye,

121.        Risâle-i Kudsiyye, Muhammed Parsâ,

122.        Risâle-i Kudsiyye Tercümesi, Abdullâh Salâhaddîn-i Uşşâkî,

123.        Risâle-i Kuşeyriyye, Abdülkerîm el-Kuşeyrî,

124.        Risâle-i Melâmiyye-i Bayramiyye-i Şettâriyye, Müstakîm-zâde Süleymân Sa’deddîn,

125.        Risâle-i Muslihu’n-Nefs, Ömer-i Fuâdî,

126.        Risâletü’l-Hırka, Muhyiddîn-i Arabî,

127.        Riyâzü’l-Ârifîn, Abdurrahmân Hibrî veya Rızâ Kulu Han Hidâyet,

128.        Rûhu’l-Beyân, İsmâîl Hakkî-i Bursevî,

129.        Rûhu’l-Mesnevî, İsmâîl Hakkî-i Bursevî,

130.        Sahîh-i Buhârî,

131.        Salâhu’l-Ahbâr fî Nesebi’s-Sâdâti’l-Fâtımiyyeti’l-Ahrâr¸ Şeyh Sirâceddîn el-Mahzûmî,

132.        Sebîlü’r-Reşâd,

133.        Sefînetü’ş-Şuarâ, Edirneli Nazmî,

134.        Semâ’-hâne-i Edeb, Ali Enver,

135.        Semerâtü’l-Fuâd, Sarı Abdullâh Efendi,

136.        Serâmedân-ı Suhen, Hüseyn-i Dâniş,

137.        Seyâhat-nâme, Evliyâ Çelebi,

138.        Sohbet-nâme-i Gaybî, Sun’ullâh-ı Gaybî,

139.        Sohbet-nâme-i İbrâhîm Efendi (Olanlar Şeyhi İbrâhîm Efendi),

140.        Sicill-i Osmânî, Mehmed Süreyyâ,

141.        Silkü’d-Dürer, Seyyid Muhammed Halîl el-Murâdî (Şam Müftüsü),

142.        Silsile-nâme-i Celvetî, İsmâîl Hakkî-i Bursevî,

143.        Silsile-nâme-i Cerrâhî,

144.        Sipehsâlâr,

145.        eş-Şekâiku’n-Nu’mâniyye, Taşköprülü-zâde Ahmed İsâmeddîn,

146.        Şemsü’s-Sabûhî fî Menâkıb-ı Pîr Nasûhî, Ahmed Muhammed Kerâmeddîn Efendi,

147.        Şerh-i Dîvân-ı Ali, Müstakîm-zâde Süleymân Sa’deddîn,

148.        Şerh-i Dîvân-ı Hâfız, Konyalı Mehmed Vehbî,

149.        Şerh-i Ebyât-ı Sandûka,

150.        Şerh-i Mesnevî, Âbidîn Paşa,

151.        Şeyh Bedreddîn, Muhammed Şerefeddîn Efendi,

152.        Şeyh Hasan-ı Şa’bânî Risâlesi,

153.        Şeyhu’l-Hakâyık, İbrâhîm ed-Dessûkî,

154.        Şîve-i Tarîkat, Şemleli Ahmed-i Gülşenî,

155.        Tabakâtü’l-Evliyâ, İmâm Şernûbî,

156.        et-Tabakâtü’l-Kübrâ, İmâm Şârânî,

157.        Tâcü’t-Tevârîh, Hoca Sa’deddîn Efendi,

158.        Tamâmü’l-Feyz, İsmâîl Hakkî-i Bursevî,

159.        Târîh-i Cebertî,

160.        Târîh-i Cevdet, Ahmed Cevdet Paşa,

161.        Târîh-i Ebu’l-Fârûk, Murâd Bey,

162.        Târîh-i Naîmâ, Mustafa Naîmâ,

163.        Târîh-i Râşid, Râşid Muhammed,

164.        Târîhce-i Aktâb, Ahmed Remzî Dede,

165.        Tarsus gazetesi,

166.        Tasavvuf Cerîdesi,

167.        Tefrîhu’l-Havâtır,

168.        Tenşîtu’l-Muhibbîn, Elîf Efendi,

169.        Tercümân-ı Hakîkat gazetesi,

170.        Tercüme-i Mesnevî, Kadı Sıdkî Abüllatî Efendi,

171.        Tevârîh-i Âl-i Osmân, Âşıkpaşa-zâde,

172.        Tezkire-i Abdülkâdir,

173.        Tezkire-i Fatîn, Fatîn Dâvûd,

174.        Tezkire-i Latîfî, Hatîb-zâde Abdüllatîf,

175.        Tezkire-i Makâmât, Çorumlu Ali İzzeddîn,

176.        Tezkire-i Safâî, Safâî Mustafa,

177.        Tezkire-i Sâlim, Mirzâ-zâde Sâlim Muhammed Emîn,

178.        Tezkire-i Şuarâ-yı Mevleviyye, Esrâr Dede,

179.        Tezkiretü’l-Âşıkîn,

180.        Tezkiretü’l-Evliyâ, Ferîdüddîn-i Attâr,

181.        Tibyânu Vesâili’l-Hakâyık fî Silsileti’t-Tarâik, Harîrî-zâde M. Kemâleddîn,

182.        Tiryâku’l-Muhibbîn fî Tabakâti’l-Hırkati’l-Meşâyıhi’l-Ârifîn, Takıyyüddîn el-Vâsıtî

183.        Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye, M. Sâdık Vicdânî,

184.        Tuhfe-i Hattâtîn, Müstakîm-zâde Süleymân Sa’deddîn,

185.        Tuhfetü’l-Mürsele Şerh-i Risâle-i Şeyh Elîf Efendi,

186.        Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, M. Fuad Köprülü,

187.        Türkistan Seyâhat-nâmesi,

188.        Umdetü’t-Tevârîh,

189.        Ümmü’l-Berâhîn,

190.        Üsküdar Mevlevîhânesi, Ahmed Remzî Dede,

191.        Vâkıât-ı Azîz Mahmûd-ı Hüdâî,

192.        Vâkıât-ı Üftâde,

193.        Vâridât-ı Kübrâ, İsmâîl Hakkî-i Bursevî,

194.        Vâridât-ı Mensûre, Mustafa Hâşim Baba,

195.        Vâridât-ı Ömer-i Gürânî,

196.        Vefeyât, Hâfız Hüseyn-i Ayvansarâyî,

197.        Vefeyât-ı Ekâbir-i İslâmiyye, Seyyid Hasîb-i Üsküdârî,

198.        Vekâlet-nâme, Seyyid Vehbî,

199.        Yâdigâr-ı Şemsî, Mehmed Şemseddîn-i Mısrî,

200.        Yeni Edirne Gazetesi.


 

NASIL BİR ÇALIŞMA YAPTIK?

Sefîne-i Evliyâ’yı yayıma hazırlarken birinci hedef kitlemiz; edebiyat, tarih, kültür tarihi ve özellikle tasavvuf alanında ilmî çalışma yapan araşıtrmacılar olarak belirlenmiştir.

Esâsen bu araştırmacılar için kaynak niteliğindeki bu eserin onların yararlanabilmesi açısından günümüz alfabesine çevrilmesi gerekmez. Ancak eserin elyazması halinde tek nüsha olmasından dolayı, ulaşmadaki zorluklar yüzünden araştırmacılar bu kaynaktan yeteri kadar yararlanamamaktadırlar. Bu bakımdan bu kaynak eserin yayımlanarak herkesin kolayca ulaşabileceği bir hâle getirilmesi gerekiyordu; biz de ilk hedef olarak bu gereği yerine getirmeyi amaçladık.

Ayrıca bu esere ilgi duyanlar sadece araştırmacılar değildir. Edebiyat, tarih, kültür tarihi ve özellikle tasavvuf konularına ilgi duyan, sırf bilgi edinmek ve merakını gidermek isteyen, aynı zamanda belli bir kültür ve bilgi seviyesine sâhip bulunan kişiler de ikinci hedef kitlemizdir. Bu insanların birçokları Osmanlı döneminde yazılmış metinleri okuyamamaktadırlar. Bu sebepten dolayı bunların ve bu eserin konularına ilgi duyup da okumak isteyenlerin istifâdesine sunulması gereken ve zaten bir tek elyazması nüshası bulunan bu kaynağın mutlaka günümüz alfabesiyle yayımlanmasının zorunlu olduğu kanaatine vardık.

Bunu gerçekleştirmek için şöyle bir çalışma yolu izledik :

1. Osmanlı dönemi alfabesiyle yazılmış olan metnin sadece okunuşu günümüz alfabesiyle yazılmıştır. Metnin orijinalliğinin bozulmaması için kelimelerin anlamları açıklanmamış, sadeleştirilmemiş ve eşanlamlı başka kelimelerle değiştirilmemiştir.

2. “Kitap” örneği gibi dilimizde çokça kullanılan pek az sayıdaki bazı kelimeler dışında, metinde yer alan Arapça ve Farsça kelimeler aslî okunuş şekilleriyle yazılmış;

-                 Uzun heceler (^) işâretiyle mutlakâ gösterilmiş,

-                 Ünlü sesler, bizim teleffuzumuzda farklı olsa da, genellikle aslî harekesine göre yazılmış,

-                 (ء) ve (ع) cezmli ise (’) ile gösterilmiş, harekeli ise gösterilmemiş, sadece ünlü ses olarak yazılmıştır.

3. Arapça tamlamalardaki (ال) ön eki “el-” veya “et-”, “eş-” gibi şemsî harfle birlikte yazılmış, önceki kelime ile birleşmişse baştaki “e”, (’)  şeklinde gösterilmiştir. “el-Hurûf”, “et-ta’rîf”, “ayne’l-yakîn”, “bi’z-zât”, “Şeyhu’l-Ekber” gibi.

4. Farsça tamlamalar “-ı” ve “-i” şeklinde yazılmıştır. “Ehl-i tasavvuf”, “hüsn-i huluk”, “nazar-ı iltifât” gibi.

5. Farsça mürekkeb kelimeler, genellikle iki unsur arasına (-) koymak suretiyle gösterilmiştir. “Kuds-âşiyân”, “bî-pâyân”, “âsûde-nişîn” gibi.

6. Uzatma işaretleri dışında, harfler için herhangi bir transkripsiyon işâreti kullanılmamıştır.

7. Türkçe ekler, şiirler dışında, dilimizdeki teleffuz şekliyle yazılmıştır.

8. Arapça ve Farsça metinler orijinal hâliyle verilmiş, tarafımızdan tercüme edilerek, bu tercümeler dipnota yazılmıştır. Tercümede yorum ve izaha gidilmemiş, metnin aslına sâdık kalınarak, sırf tercüme ile yetinilmiştir. Silsile veya icâzet-nâme şeklinde uzun Arapça metinlerin bazan tamamen tercüme yerine içinde geçen isimleri sıralamakla yetinilmiştir.

 

9. Türkçe şiirler vezinlerine göre okunup kontrol edilmiş, ancak vezninde eksik, hatâ ve kusur bulunan mısralar, (*) işaretiyle belirtilmiştir. Bazı yerlerde, eğer bir kelime veya zamir ilavesi anlamı bozmuyor ve vezne uygun düşüyorsa, o ilave yapılarak ( ) içine alınmıştır.

10. Yazarın dipnotta verdiği veya sonradan sayfa kenarına veya ek sayfalara ilave ettiği bilgiler, eğer asıl metni tamamlıyor ve uygun düşüyorsa, metin içine ilgili yere konulmuş; o nitelikte değilse dipnot olarak yazılmıştır. Bizim koyduğumuz dipnotlar, yazarınkinden ayırt edilebilmesi için, “Hazırlayanlar” kelimesinin kısaltılmışı olarak sonuna (H) konularak belirtilmiştir.

11. Metin içinde geçen âyetler harekeli olarak asıl metniyle verilmiş, dipnotta meali ile, ait olduğu sure ve âyet numarası yazılmıştır. Bazan kısa bir parçası verilen ayetlerin, konuyu tam olarak açıklaması için tam olarak yazılmıştır.

12. Hadislerin kaynakları bulunmaya çalışılmış, bulabildiklerimiz yazılmıştır.

13. Şehir ve yer isimleri, eğer belli ise bugünkü kullanıldıkları şekliyle yazılmış, bazan kitapta geçen şekil parantez içinde ayrıca verilmiştir.

14. Metin içinde veya dipnotlarda atıfta bulunulan sayfa numaraları Sefîne’nin kendi sayfa numaralarıdır.

15. Târih ibâreleri asıl haliyle yazılmış, ebced hesâbları yapılmış, kasdedilen tarih çıkmıyorsa, bu durum dipnotta belirtilmiştir.

16. Eserde verilen tarihlerde Rûmî olduğu belirtilmemişse hicrî kabul edilmiş ve Mîlâdî karşılıkları verilmiş ve bunlar ( ) içinde gösterilmiştir.

17. Sefîne-i Evliyâ’nın muhtevâsı ile ilgili olarak herhangi bir tasarrufta bulunmadık. Biz kaynak niteliğindeki bu eseri araştırmacıların ve meraklıların istifâdesine sunmayı esas hedef olarak aldık. Eser içindeki bilgilerin, görüşlerin ve yorumların diğer kaynaklardaki bilgilerle karşılaştırılmasını, doğrulğunun veya yanlışlığının teyidi, anlatılan yerlerin, kitapların veya başka unsurların şu andaki durumlarının belirlenmesi ve belirtilmesi gibi ilâve çalışmalara yönelmedik. Çünkü, belirttiğimiz öncelikli hedefimizin dışında, 5 ciltlik hacimli bir kaynağın bütün bilgileri için böyle bir çalışma yapmamızı hem imkansız gördük; hem de zâten hacimli olan kaynağı daha hacimli hâle getireceğini düşündük. Bundaki bilgi, görüş ve yorumların başka kaynaklardaki bilgilerle ve mevcut durumla karşılaştırılması ve değerlendirilmesi işini, bu kaynaktan istifâde edecek araştırmacılara bıraktık.

18. Sefîne elyazması olmakla beraber, yazar varak numarası yerine sayfa numarası koymuştur. Her sayfanın başlangıcında, metin arasında bu sayfa numarası iki yan çizgi arasında, /1/,  /2/, /3/…. şeklinde gösterilmiştir.

Bu esaslara göre metni doğru bir şekilde aktarmaya çalıştık. Buna rağmen hatalı okumalarımızın, eksiklerimizin ve kusurlarımızı olmadığını iddia edemeyiz. Özellikle Arapça ve Farsça metinlerin tercümesinde, anlamı tam yansıtamamış olabliriz. O eksiklerimizin okuyucularımız tarafından asıl metin ile karışlaşıtırılarak tamamlanacağını umuyoruz. Çıkarsa diğer hatalarımızın da hoş görülmesini ve bize ulaştırılmasını bekliyoruz.

Ayrıca daha önce yayımlanmış olan 1. ve 2. cilt için okuyucularımızdan açıkça özür diliyoruz. Onlarda birçok hatamızın olduğunu kabul ediloruz. Bunun birinci sebebi onları hazırladığımızda, şimdiki duruma göre, bu kitabın kelimelerine ve yazısına yeteri kadar âşinâ olamamızdır. Birzden bir an önce hazırlanıp gönderilmesi istendiği için kısa zamanda hazırlayıp yayınevine teslim ettikten sonra, yayınevi tarafından konunun uzmanı olmayan başka kimselere verilmiş ve onlara tashih ettirilmiştir. Bize tashih için gönderilmemiştir. 1. cilt bize basılmış olarak gelmiştir. Gelince gördük ki, bizim acemilğimizle olan hataların yanına yeni bazı hatalar ilave olmuştur. 2. cilt de aynı şekilde teslim edilmiş, fakat uzun süre basılmamış, basılacağına dair herhangi bir bilgi de verilmemiştir. Yıllar sonra o da basılmış olarak ortaya çıkmıştır. Teslim ettiğimiz 3. cilt ise kaybolmuştur.

Bu sebeplerden dolayı basılmış olan 1. ve 2. ciltler için özür diliyoruz, onlardaki hataların bir kısmı bizim ise de, bir kısım bize ait değildir. Ayrıca her ikisi için tekrar bir tashih fırsatımız da olmamıştır.    


 

RESİM VAR !!!!!

“Günâh-kâr kara yüzlü câhil bir adamın resmi nasıl olur?” diye merâk edenler bu resme baktıklarında ref’-i müşkile eylerler. Numâne olarak takdîm kılındı. 21 Zi’l-Ka’de 1345.

                                                                                                                      el-Fakîr

                                                                                   Hüseyin Vassâf-ı Uşşâkî

                                                                                   


               Enes (radıya'llâhu anh)'den Nebî (salla’llâhu aleyhi ve sellem) efendimizin şöyle buyurduğu rivâyet edildi:

روى عن أنس رضى الله عنه قال النبي صلى الله تعالى عليه وسلم: "اذا مات المؤمن وترك ورقة واحدة عليها العلم تكون الورقة يوم القيامة سترا بينه وبين النار وأعطاه الله مدينة أوسع من الدنيا سبع مرات".  صدق رسول الله تعالى عليه وسلم.[6]

Cenâb-ı Hak lütfen ve inâyeten bu abd-i kemteri işbu hadîs-i şerîfteki beşâretin mazharı ve eser-i fakîrânemi mütâlaaya rağbet-kâr olan ihvân-ı dînim hakkında da kerem ve âtıfet-i Rabbâniyyenin masdarı buyursun. Âmîn, bi-hürmeti Nebîyyi'l-emîn.

Şeyhü'l-İslâm Yahyâ Efendi’nin:

Bir dil-rubâya düşdü gönül  mübtelâsı çok

Aşkın safâsı yok değil ammâ cefâsı çok

Taşlıcalı Yahyâ’ Bey:

Reh-güzâr-ı yârdan cem’eylesinler lutf idüp

Kabrime Yahyâ kaçan kim toprağım yârân âsâr

Kezâ:

Dâr-ı dünyâ deli gönlüm gibi vîrân olsa

Ne cihân olsa ne cân olsa  ne hicrân olsa

Kâşkî sevdiğimi sevse  bütün halk-ı cihân

Sönemez cümle hemân kıssa-ı cânan olsa

Mesnevî şerîfin II. cildinden :

                                                                          جون شوى دور از حضور اوليا

                                                           در حقيقت كشتهء دور از خدا 

Türkçesi:

Bezm-i ehlu’llâha kim olsa müdâvim nûr olur

Dûr olan o bezm-i âlîden Hudâ’dan dûr olur

"Tarîk nedir?" diye seyyidünâ kutb-ı kebîr Ebu'l-Mecd'den sordular; cevâben, (هو إنسان كامل بحيث يكون وسيلة بين الطالب و بين مطلوبه.)[7] buyurmuşlardır.

(Medîne nâibi Râşid Efendi)

                                                           -    -    -

 Âlem-i taayyüne göre sûret-i tevhîd    (لا إله إلا الله) ve âlem-i lâ taayyüne göre hakîkat-ı tevhîd  (لا موجود الا الله)dır.

Bir âh itdim derinden

Yer oynadı yerinden

Müstakîmzâde’nin Tahkîku’s-salât’ından:

“Hazret-i Nebîyy-i Kerîm (salla’llâhu aleyhi ve sellem) şühedâ-yı gazâ-yı Uhud’u ve ehl-i Bakî’i ziyâret buyurup Ashâb-ı Kirâm'a dahi ziyâretle fermân-ı şerîfleri sâdır olmuştur. Bu sebepten ziyâret-i kubûr mesnûn ilhâ-yı derd-i tekâsür için devâ ve şifâ-yı illet-i derûn edilmiş; lâkin İbn-i Teymiye kabr-i şerîf-i Peygamberî ziyâretine azm-i seferi tahrîm eylediği ve ba'zıların dahi ziyâretine - ki zarûret-i diniyedendir, "İnkârı küfürdür." - dediği ve İmâm-ı Şâ’bî ve İmâm Nehaî dahi "Ziyâret-i kubûr mekrûhtur." dedikleri kelâm-ı vâhî olup, "Şâyân-ı iltifât olmamakla, ifrât ve tefrîttir." dediler.

Ziyâret-i kubûrun mesnûn olması, icmâ ile sâbittir. Ve istishâb-ı hâl dahi munzamdır. Zîrâ "Zâirin kabre verdiği selâm reddolunur; âşinâ ve bîgâne yeksândır." diye İbn-i Teymiye’den Aliyy-i Kârî nakleder. "Şâyân-ı ziyâret olan eslâf kabirleri üzerinde, türbe binâ olunmak bid’at-ı haseneden ve Ravza-i Seniyye’ye irdâf için oldu. Ve şumû' ve kanâdil ve sâire âvîze ve levhâlar ve sandûka ve tefârîc (ya’nî parmaklık) ve pûşîdeler ile tezyîn ve teclîl eylemek  revnak-ı dîn-i İslâm ve zînet-i millet olmakla, kefere-i a’dâya mehâbet-i âmm îrâsiyle a’dâya dahi mahall-i ibret olması mâ-lâ-kelâmdır." diye fudalâ-yı müteahhirînden Şeyh Abdülganî en-Nablusî ba'zı âsârında işâret eylediğini Şeyh İsmâîl Hakkı Rûhu’l-Beyân’da nâ-hak yere yazmadığı ayândır.”


MUKADDİME

Eûzü bi’llâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm

Bi’smi’llâlli’r-Rahmâni’r-Rahîm

Mahv olup gitmez murûr-ı dehr ile bâkî kalır

Hâme ile safha-i evrâkda mestûr olan

Ba’de edâ-yi mâ-vecebe aleynâ :

Küçük yaşımdan beri ehlu’llâha muhabbetim vardır. Tabiî bu muhabbet ezelî bir âşinâlığın mahsûl-ı feyzidir. Gönlüm menâkıb-ı ehlu’llâhdan lezzet-yâb olur; onların pek hikmet-âmîz olan sergüzeştlerinden ferah bulur.

Bir gün Sahhâflar Çarşısı'ndan geçerken Esmâr-ı Esrâr nâmında bir risâle gözüme ilişti. Aldım; mütâlâa ettim; bi’l-umûm turuk-ı aliyye pîrân-ı kirâmının silsile-i tarîkatını gösterir bir hazîne-i irfân idi. O dakîkada kalbimde bu zümerât-ı kirâmın terâcim-i ahvâliyle meşgûl olmak emeli husûle geldi. Cenâb-ı Hakk’ın inâyetine, Hz. Fahr-ı âlem (Salla’llâhu aleyhi ve sellem) efendimizin keremine, çehâr-yâr-ı güzîn hazerâtının himâyetine, ehlu’llâh-ı kirâmın sahâbetine makrûn olarak tarîk-ı tedkîke koyuldum. Yirmi seneyi mütecâviz tetebbuâtta bulundum. Birçok şehirler gezdim; tahkîkâtta, tedkîkâtta niceler elde ettim. Bu eser vücûde geldi. Hüsn-i niyetle çalıştım. Noksânıı çoktur, ihtimâl ki, hatîâtı da o nisbettedir. Mütâlâasına tenezzül buyuran ihvân-ı dinim nazar-ı afv ile baksınlar; noksânını ikmâl, hatâlarını tashîh buyursunlar.

Eserin nâmını, Sefîne-i Evliyâ-yı Ebrâr Şerh-i Esmâr-ı Esrâr tesmiye ettim. Şimdiki hâlde beş ciltten ibârettir. Nısfı tamâmen Halvetîlere, nısf-ı dîgeri tarîk-ı sâireye tahsîs olunmuştur.

Tesvîde 15 Şa'bân 1318/(9 Aralık 1900) târîhinde başlamıştım. Tevfîk-ı ilâhî’ye istinâden tebyîzine de 25 Safer 1342 ve 6 Teşrînsâni 1339 (1923) târîhine müsâdif Cumartesi günü teyemmünen bed’ olundu. Cenâb-ı Hak ikmâline mazhar buyursun, âmin.

El-Bâkî huve’llâhü’l-Kerîm ve mine’llâhi’t-tevfîk.

El-fakîr Hüseyin Vassâf


TARÎKAT-I ALİYYE

/2/ Eser-i âcizânemin esâsen mevzû’unu teşkil eden tarîkat-ı aliyyedir. Bunun mebnâ ve gâyesi ise tezkiye-i nefs ve tasfiye-i kalbdir. Bu bâbda, evvel emirde bir kaç söz söylemek isterim:

Ma’lûm-ı erbâb-ı irfân olduğu üzre tarîk birdir, o da Tarîk-ı Tevhîd’tir. Usûl-i terbiye ve esrâr-ı telkînin eşkâline ve eâzım-ı evliyâullâhdan ba'zı zevât-ı ilmiyyenin min-kıbeli’r-Rahmân me’mûren ictihâd ederek açtıkları şehrâh-ı hakîkatin kendi nâmlarına izâfesine mebni, muhtelif nâmlarda şüyûu hasebiyle isimleri çoğalmıştır. Yoksa tarîk birdir.

Umûr-ı diyâniyyeyi, ulemâ-yı İslâmiyye, i'tikâdât ve ibâdât nâmıyle iki kısma ayırdılar. İbâdetler her mahalde edâ edilmekle berâber cemâatle icrâsı iktizâ edenler, bi'l-hâssa câmi'lerde edâ edilir. İtikâdların rûhlarda teessüsü ve şerâit-ı ibâdâtın taallümü, ya ilim tarîkiyle, yahut hâl yoluyladır. İlmin merkez-i ta’lîmi medreseler, hilmin mekteb-i terbiyesi tekkelerdir. İslâmiyyet ilm ve irfâna müstenid bir din olduğu için umûr-ı diyâniyyede kabûl ettiği rehberler, ancak urefâ ve ulemâdır. İslâmiyyetce din; aklın bir nevi ilminden, kalbin bir nevi irfânından ibârettir.

Mürşid, vicdâniyyâtta zâik bir ârifden, rehber-i ma’rifetten başka bir şey değildir. Tarîkatlar, bütün hâdisât-ı ictimâiyye ve târîhiyye üzerine vücûd-pezîr olmuşlardır. Târîh-i İslâmiyye mütâlaa ve tedkîk olunursa görülür ki, turuk-ı aliyye, dinî, ahlakî, ictimâî vezâife müsteniden teşekkül etmişlerdir. Hakâyık-ı İslâmiyye’nin intişârına yegâne sebep olmuşlardır. Evvelleri teveccüh-i âmmeye mazhar oldular; çünkü, cümlece hiss olunan bir ihtiyâcdan doğdular. Vazîfelerini bi-hakkın îfâ ettiler. Husûle getirdikleri te’sîrâta burhân, işbu eser-i fakîrânemde terâcim-i ahvâl-i aliyyesi mezkûr zevâtın herbiridir. Bu zevât-ı âliye, vahdet-i İslâmiyye esâsını fiilen yegâne taşıyan birer âmil olmuşlardır.

/3/ Âlem-i İslâm’ın muhtelif aksâmı arasında vahdet râbıtasını muhâfaza ettiler. Fakat sonraları bu râbıta-i vahdet maa’t-teessüf dûçâr-ı tezelzül oldu.

Ehlu’llâhın her biri, birer nûr-ı hakîkattır. İsti’dâdı olanlar, onlara pervâne-misâl alâka-dâr oldular. Terbiye-i ma’neviyye için, birer ictimâ’-gâh olan tekkeler, bu alâka te’sîriyle vücûda geldi. Tekkeler, ictimâiyyât ve ahlâkiyyât üzerinde ne büyük te’sîrler gösterdi. Bunlar vahdet-i İslâmiyye’nin birer merhâlesi mesâbesinde oldular. Fukarâ vü zuafâ ve urefâ vü uşşâkın karar-gâhıdır. Sunûf-ı ahâli içinde sâir kimseler bile, tekkelerin meclûbu oldu ki, bu yüzden edebiyyât, sanâyi' ve hikmet-i İslâmiyye üzerinde azîm te’sîrler rû-nümâ oldu.

Nazar-ı teessüfle görülmektedir ki, sonra erbâb-ı tarîkattan kısm-ı ekseri, râh-ı hakîkatten inhirâf eylediler. Evvelki vazîfe-i ictimâiyyelerini îfâ edemez bir hâle geldiler. Ne ahlâkın yükselmesine, ne hakâyık-ı dîniyyenin intişârına ve ne de o mühim vahdet-i İslâmiyye’nin vazîfe-i ictimâiyyesine hizmet edemez oldular. El-yevm bir takım usûllerin icrâ-yı sûrîsinden başka bir şey kalmadı.

Turuk-ı aliyyenin gâye-i asliyyeleri dâhilinde birer âmil-i ictimâî hâline konulduğunu ve tekkelerin hakîkaten birer müessese-i terbiyeviyye hâline getirildiğini gönlüm görmek ister. Tekkelerde erbâb-ı irfânın nedret peydâ etmesi, oraların eski neş'esini gâib eylemesini intâc etmesiyle, halk tekkelerden yüz çevirdi. O tekkelerin meydân-ı aşkında yetişen uşşâk bugün kitâb-ı ihtirâma yazıldı. Ne çâre ki, onları zamânen istihlâf edecek erbâb-ı irfân kibrit-i ahmer gibi nâdirleşdi.

 

إن أهل العشق قد ساروا بنور الكبريا                                 

ضل عن هذا الطريق الحق أصحاب الريا[8]

FÂİDE : 1

/4/     Yâ gönül ol hazrete irmiş ola

Yâ irenlere gönül vermiş ola

Terâcim-i ahvâl ve menâkib-ı âli'l-âl ehlu’llâhın mütâlâasından fevâid-i kesîre tahassul eder.

Şârih-i Mesnevî, Sarı Abdullâh Efendi hazretlerinin bu bâbda nakl ettiği fâidelerinden birini teberrüken nakl ediyorum:

(قال رسول الله صلى الله عليه وسلم: "عند ذكر الصالحين تنزل الرحمة)[9]

Ey tâlib-i sâdık ve müstemi-i âşık! Cenâb-ı Hak zikr ü beyâna tahrîs ve teşvîk için habîbi Seyyidü’l-Mürselîn efendimize hadîs-i kudsî ile: (أنا جليس من ذكرني)[10] buyurdu. Güftâr-ı dürer-bâr-ı nebiyy-i muhtârdan : (من أراد أن يجلس مع الله، فليجلس مع أهل التصوف)[11] şeref-vârid oldu.

Taht-nişîn-i âzâdî, Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerine, “Tâlibân-ı Hakk’a, kelimât-ı evliyâ ve hikayât-ı asfiyâdan menfaat varmıdır? diye sordular: Evet mücâhedede sebât-ı kadem ve müşâhede de takviyet-i kalb husûle gelir cevâbını verdiler. “Buna Kur’ân-ı Kerîm’de delîl var mıdır?” dediler. [ وَكُلًّا نَقُصُّ عَلَيْكَ مِنْ أَنْبَاءِ الرُّسُلِ ][12] âyet-i kerîmesini delîl-i vâzıh olarak tilâvet eylediler.

Kümmel-i ârifînin makâmât ve hâlâtını nakl u rivâyette olan fevâid-i celîlenin biri budur ki:

Müddeiyân-ı bî-hâlet, hısâl-i hamîdeleri zikr olunan ashâb-ı makâmâtın ahvâline muttali' olur ve kendi mertebelerini görür. Kalbinde incizâb-ı küllî husûl bulur. Tasarruf ve vesavîs-i şeytâniyyeden halâs olurlar. Mirsâd-ı tarîk-ı ümemden inhirâf etmezler! Ehlu’llâha muhabbeti artar; onların feyzi ile perveriş-yâb-ı kemâl olur. Cenâb-ı Hak ona bir sâhib-i irşâd ihsân eder; devlet-i sermediyyeye vâsıl olur.

Bir kâmilin ol bendesi tâ kâmil olunca

Seyr eyle tarîkatda kemâl üzre bulunca

Kıl hizmetini cân u gönülden yorulunca

Pâk eyle gönül çeşmesini tâ durulunca

Dik tut gözünü gönlüne gönlün göz olunca

FÂİDE : 2

/5/ Seyyid Kutbeddîn hazretlerinden, “Tarîk nedir?” diye sordular. Cevâbında, (هو إنسان كامل بحيث يكون وسيلة بين الطالب والمطلوب) buyurdular ki, “Tarîk, insân-ı kâmilden ibârettir. O tâlible matlûb arasında bir vesîledir” demektir.

Mısrî-i Niyâzî hazretleri buyurur ki:

"Sûfîlerin gerek mübtedî, gerek müntehîsi, mezheben ehl-i sünnet ve’l-cemâattendir, gayri değildir. Bir kimse ehlu'llâh olsa bile eimme-i erbaanın mertebesini bulamaz. Nerede kaldı ki, ashâb-ı güzîn mertebesini ve peygamberlik derecesini bula. Evliyâu’llâh, dâimâ bu imâmların mezhebine sâlik olmağa muhtâctır; bundan vâreste kalamaz."

Medhiyye-i Ehlu’llâh :

Agâh Paşa Merhûmundur:

Almak istersen eğer himmet-i ehlu’llâhı

Bî-edeb olma gözet hürmet-i ehlu'llâhı

Nâm-ı âlîlerini yâd ile kıl istimdâd

Göresin tâ ki nedir kudret-i ehlu'llâhı

Hâsıl itmek dileyen ayn-ı yakîn kuhl eyler

Hâk-i pâk-i kadem-i izzet-i ehlu'llâhı

Saykal-ı nûr ile itmiş kalem-i sun'-ı ezel

Müncelî âyîne-i sîret-i ehlu'llâhı

Ebedî hay olarak terk-i fenâ eylerler

Sanma herkes gibidir rihlet-i ehlu'llâhı

İnerek cünd-i melâik mele-i a’lâdan

Devr ider subh u mesâ türbet-i ehlu'llâhı

Resm-i âyînini seyr it felek-i devvârın

O da icrâ idiyor âdet-i ehlu'llâhı

Kâtib-i kilk-i kazâ yazdı hatâdan ârî

Nüsha-ı zât-ı melek-tînet-i ehlu’llâhı

Mazhar-ı sırr-ı ulûm-ı ezelî eyledi Hak

Dil-i pâkîze-ter-i hazret-i ehlu'llâhı

Kişi mümkin mi ola ârif-i esrâr-ı ma’âd

Okumazdan nüsah-ı âyet-i ehlu'llâhı

Kurb-ı Hakk’a varamaz dağdağa-ı kesretden

Bulmayan şâh-reh-i vahdet-i ehlu'llâhı

Mey-i aşkıyla meğer tâlib ola mest-i müdâm

Yoksa bilmez nicedir hâlet-i ehlu'llâhı

İtmeyen zirve-i aşk-ı hikem-i Hakk’a urûc

Ne bilir mertebe-i rif’at-ı ehlu'llâhı

Hâkim-i mülk-i şuhûd olmayıcak bir dervîş

Giyemez tâc-ı ser-i devlet-i ehlu'llâhı

Hân-ı elvân-ı hakîkatdan olur bî-behre

Bulmayan vâsıta-i ni’met-i ehlu'llâhı

/6/         Anlamaz medrese-i kâfile rûşen ma'nâsın

Okusun tut kütüb-i hikmet-i ehlu'llâhı

Mâ-sivâ câmelerinden soyunup uryân ol

Giymek istersen eger kisvet-i ehlu'llâhı

Ger olursa sana iklîm-i velâyet mekşûf

O zamân gör şeref ü şevket-i ehlu'llâhı

Zîver-i gûş-ı kabûl eylemeyen nâdâna

Açma bahs-i dürer-i sohbet-i ehlu'llâhı

Ekserîsi görünür halka abâ-pûş olarak

Zâhirinde arama zînet-i ehlu'llâhı

Hûr-ı cennetden ider kat'-ı nigâh-ı hâhiş

Görse zâhid harem-i vuslat-ı ehlu'llâhı

Sanma muhtâc-ı tenâvül ola yâ vuslat-ı hûr

Böyle bilmek ne galat cennet-i ehlu'llâhı

Kapusunda kul ider şâh-ı cihân-ârâyı

Virse bir abdine Hak rütbet-i ehlu'llâhı

Zîr u bâlâyı ider emrine munkâd u mutî'

Dûş-ı ihlâsa alan râyet-i ehlu'llâhı

Âdet-i Hakk’a muhâlif bir iş itmez yoksa

İtse seyr it o zamân kudret-i ehlu'llâhı

Der-pey-i silsile-i dûzah olur her nefesin

Sedd idersen nefesi râhat-ı ehlu'llâhı

Sebeb-i devlet olur her dü-serâ ey Ârif

İltizâm eyle hemân hıdmet-i ehlu'llâhı

Urefâ-yı asırdan Mehmed Alî Aynî Bey efendinin makâlelerinden:

"Müslümânlık hadd-i zâtında Allâh’ı ve Rasûlü’nü tasdîkten ibâret olmakla berâber, bu tasdîk keyfiyyeti, bi'l-âhare bir muâhede ile te'yîd edilmiştir. Şöyle ki : Bu mukâvele pek muhâtaralı ve tehlikeli bir günde müslümânlar ile nebîleri arasında akd olunmuş idi. Müslümânlar o gün Rasûlu’llâh’ın elini tutarak kendilerinden ayrılmayacaklarına söz vermişlerdi. İşte onların bu ittihâd-ı samîmîsi, kendilerini o tehlikeden kurtarmıştı. Binâenaleyh bir müslümânın bugün, özü, sözü, fi’li birbirine uygun ve düzgün; fazîlet ve istikâmetle muttasıf ve muhabbet ve i'timâda lâyık bir zâtı bulup, onun huzûrunda o güne kadar işlemiş olduğu günâhlardan sahîhan tevbe ve nedâmet ettiğini ve ondan i'tibâren kimseye fenâlık etmeyeceğine, yalan söylemeyeceğine, kimsenin mâlını çalmayacağına, kimseyi öldürmeyeceğine, el-hâsıl her türlü menâhîden sakınacağına dâir söz vermesi ve bu taahhüdüne Allâh’ı ve Rasûlu’llâh’ı ve pîrân-ı izâmdan birini şâhid tutması, o birinci muâhedeyi tecdîd ve te’kîd etmekten ibârettir.

/7/ İşte, bâtın-ı şerîat olan tarîkata girmek, bu demektir. Sonra o adamın cemî'-i ef’âl ü harekâtı, o intisâb ettiği zâtın nezâret ve murâkabesine tâbi' olur. Ben dünyâda bundan müessir ve bundan nâfiz ve feyyâz bir zâbıta-i ahlâkiyyenin mevcûd olacağını zannetmiyorum. Sözümüzle, tabîî rûh-ı tarîkatın îcâbından olduğu vechile, irşâda, tehzîb-i ahlâka, mütekâbilî muâvenete, ebnâ-yı âdeme şefkate ve beyne’l-efrâd te’mîn-î vidâd u muhabbete ve te’lîf-i mâ-beyne âit vazîfelerini ifâ eden meşâyih-ı kirâm maksûddur."

FÂİDE : 3

Ravzâtü’l-Behiyye nâm eserden:

روى الإمام أحمد والطبراني وغيرهما أن رسول الله لقن أصحابه جماعة وفرادى فأما تلقينهم جماعة فقد قال شداد بن أوس: كنا عند رسول r فقال: هل فيكم غريب يعني من أهل الكتاب قلنا لا يا رسول فأمر بغلق الباب وقال ارفعوا ايديكم وقولوا لا إله إلا الله فرفعنا أيدينا ساعة وقلنا لا إله إلا الله ثم قال الحمد لله اللهم إنك بعثتني بهذه الكلمة وأمرتني بها ووعدتني عليها الجنة وإنك لا تخلف الميعاد. ثم قال ألا أبشروا فإن الله قد غفر لكم.

وأما تلقينه لأصحابه فرادى:

فروى سيدي الشيخ يوسف الكرواني t بسنده الصحيح أنا عليا t سأل النبي فقال: يا رسول الله دلني على أقرب الطريق إلى الله تعالى فقال r أفضل ما قلت وأنا والنبيون من قبلي لا إله إلا الله ولو أن السموات السبع والأرضين السبع في كفة  ولا إله إلا الله في كفة لرجحت بهن لا إله إلا الله ثم قال يا علي لا تقوم الساعة وعلى وجه الأرض من يقول الله الله. فقال  tكيف أذكر يا رسول الله فقال غمض عينيك واسمع مني ثلاث مرات ثم قل أنت ثلاث مرات مغمضاً عينيه رافعاً صوته وعلي يسمع ثم قال علي t لا إله إلا الله ثلاث مرات مغمضاً عينيه ورافعاً صوته والنبي يسمع. هذا أصل سند القوم. انتهي[13]

Kenzü’l-Esrâr’da, mütâlaa-güzâr-ı fakîrânem olduğuna gore, Hz. Fahr-i Kâinât (aleyhi ekmelü’t-tahiyyât) efendimiz, zikr-i cehrîyi, Mi’râc’dan sonra Hz. Ali (kerrema’llâhu vecheh ve Radıya'llâhu anh) efendimize telkîn buyurmuşlardır.

FÂİDE : 4

Muallim Vahyî Efendi birâderimiz buyurmuşlardır ki:

"Son bir istitrâd-ı ahlâkî olmak üzere arz etmekden kendimi alamam ki, şark ve bi'l-hâssa İslâm ahlâkının, peygamberler mekâriminin yüksekliğini açık ve etrâflı görmek için her hâlde tarîkî, tasavvufî bir terbiye ile tezkiye-i nefse muvaffak olmuş süedâ ve müflihûn ile düşüp kalkmak lâzımdır; çünkü her hangi bir ahlâkiyyetin kıymet ve bereketi onu ameliyyât ve tatbîkât, netâyic ve semerât sâyesinde tedkîk ve tahkîk ile mümkündür. Böyle bir muvâneset-i nezîhe harîmine dâhil olan erbâb-ı fikret ü nısfet müttefikan büyük bir gıbta ile ikrâr etmişlerdir ki, bu yoldaki kemâlât-ı ma’neviyye ve meâlî-i ahlâkiyye hâlen Avrupa’da, Garbda, tomruk bile gösterememiştir. el-Hamdü li’llâhi alâ Tevfîki’l-îmân ve alâ hidâyeti’r-Rahmân.

            FÂİDE : 5

TASAVVUF:

Tasavvufun ma’nâsında erbâb-ı lugat:

Şer’iyyât ve i’tikâdâtı îhâmlı, rumûzlu bir sûretde beyân eden ilim ve meslek ki, bunun erbâbı, zâhiri ve bâtını, âdâb-ı nebevîyye ile tahliye-i zât ve iktisâb-ı fuyûzât etmiş bulunanlardır. Onlara, “ehl-i tasavvuf, mutasavvife, sûfiyyûn” denilir.

Istılâh-ı avâmma göre muğlak, güç anlaşılan söze (tasavvefe) itlâk olunur.

Okusan ilm-i tasavvuf ne zarar

Pâk bil tasfiye-i bâtın ider

/9/ Tasavvuf başlı başına bir hikmet-i şâmiledir. Vücûd-ı mutlak, kâinat-ı âfâkıyye vü enfüsiyye, hakîkat ve haysiyyet-i insâniyye gibi, mesâil-i gâmıza hakkında ayrıca mebâhisi câmi'dir ki, her biri kendince bir mecmûa-i akâiddir. Tasavvuf için gerek mütekaddimîn, gerek müteahhîrin pek çok kîl u kâl eylemişlerdir; cildlerle eserler yazmışlardır.

Hulâsatü’l-hulâsa olarak tedkîkât-ı fakîrânemi arz edeyim:

Ma'lûm-ı erbâb-ı irfân olduğu üzre insânların mertebe-i kusvâya vusûlü için, muhtâc oldukları terakkî ikiye ayrılır: Biri terakkî-i maddî, dîgeri terakkî-i ma’nevîdir. Âmâl-i insâniyye bir kuşa teşbîh olunursa, bir kanadı terakkî-i maddî dîger kanadı terâkki-i ma’nevîdir. Terakkî-i mâddînin esbâbını istihzâr edecek şeyler ne gibi mevâddır? Şimdiye kadar yazılmış ve yazılmakta bulunmuş olan âsârda tafsîli vardır. Terakkî-i ma’nevînin esbâbını istihzâr edecek âsârı da urefâ-yı İslâmiyye vücûda getirmişlerdir ki, bu mesleğin etıbbâ-yı hâzıkası onlar olduğundan nev'-i benî beşerin bu bâbda vâsıl-ı aksâ-yı âmâl olmasına haylûlet ve hizmet edecek ne gibi şeylerdir, o âsârda beyân buyurulmuştur. İşte bu terakkî-i ma’nevî mesleğine tasavvuf, saliklerine mutasavvıf veya sûfî, âsârına da, âsâr-ı tasavvufiyye; meslek-i tasavvufînin ahvâlini bildiren ilme de ilm-i tasavvuf denilmiştir.

İlm-i tasavvuf, bir ilm-i zevkî-i ma’nevîdir. İnsân yalnız ilm ile sûfî olamaz; bir de hâl lâzımdır. Bu hâl, rûhun menşe-i aslîsine alâka-i muhabbetle incizâbından husûle gelir. Hârikulâde bir keyfiyyet-i zevkıyye olduğundan kâle gelmez bir neş’e-i lâhûtiyyedir.

İlm-i Tasavvuf umûmiyyeti i’tibâriyle hakîkaten pek mühim ve pek elzem bir ilm-i enfa’ olup, insâna insânlığının hakîkatini ve beyne'l-mevcûdât mertebesini ve muâmelât-ı insâniyyenin mâhiyyetini bildirir.

/10/ Mutasavvıf olmak, münzevî olmak değildir. Zâhiri halkla, bâtını Hak’la olmak demektir. "Dest be-kâr dil be-yâr"dır ki: "El, kârda; gönül, yârda." ma’nâsınadır. Dünyâ muâmelâtında inzivâyı ihtiyâr ile terakkiyyât-ı medeniyyeden müctenib olmak, cem'iyyet-i beşeriyyeye hiyânettir. Kur’ân-ı Kerîm’e karşı hilâf-ı hakîkattir. (لارهبانية فى الدين)[14]

Ehlu’llâh-ı kirâmın her biri birer işle meşgûl oldular. Meşhûrdur: Bâyezîd-i Bistâmî’nin mülâkî olduğu kutb-ı zamân, demirci idi. Mutasavvıfîn, muâmelât-ı beşeriyyede iltizâm-ı adâlet ettiler. Selâmet-i umûmiyye için, vakf-ı vücûd eylediler. Onlar âlem-i fenânın âlâyişine kapılıp da ukbâyı unutmayan, daha doğrusu kesretde vahdeti bulan zümre-i mes’ûdedir.

Mahzenü’l-Ulûmda okudum ki:

"İlm-i tasavvuf, ehl-i kemâlin medâric-i saâdete keyfiyyet-i terakkîsinden ve derecâtta ehl-i kemâle ârız olan umûrdan bâhistir. Ama şu derecât ve makâmâttan hakkıyle ta’bîr bulunmak, lisân-ı kaleme göre gayri mümkündür. Çünkü ibarât-ı ehl-i lügatin Fehmi, vâsıl olduğu maâni için vaz’ olunmuştur. Ol maâni ki, kuvâ-yı bedeniyyeden tecerrüd ve gaybûbet hâlinde idrâk olunur. Ona âhar sûretle vusûl müyesser olmaz. O sûretle hâsıl olan maânîye mümkinü’t-tağyîr olan elfâzdan fazla, elfâzın vaz’ı dahi mümkün değildir. Nitekim ma’kûlât, evhâm ile idrâk olunmadığı gibi, mevhûmat, hayâlât ile; ve tahayyulât dahi havâs ile idrâk olunmaz. Kezâlik ayne’l-yakîn ile muâyenesi hâl ü şânı iktizâsından olan şeyin ilme’l-yakîn ile idrâki mümkün değildir. Bu hâlde ilm-i mezkûru bilmek murâd iden kimse üzerine vâcib olan şey, o ‘ilme’ ilme'l-yakîn ile vusûle sa’y ü ictihâd etmekten ibârettir. Zîrâ ilm-i tasavvuf, tavr-ı aklın hâricinde olduğundan beyân ile ârzû-yı vusûl hâsıl olamayacağını ulemâ-yı kirâm beyân buyurmuşlardır."

 /11/علم التصوف علم ليس يعرفه                            

إلا أخو فـطـنة بالـحق معروف

وليس يعرفه من ليس يشهده                             

وكيف يشهد ضوء الشمس مكفوف[15]

Dîger bir eserden:

"İnsânın nereden ve niçin geldiği ve nereye gideceği ile uğraşan mesâlik-i fikretin kâffesi akla, yahut hisse hitâb ettiklerine göre, her hâlde iki şu’be-i tefekkürden birinin havzasına düşerler ki, bunlardan aklı muhâtab edene felsefe; ve herşeyden evvel hissi tatmîn etmek isteyene edyân denir. Hakîkat-cû bir insânda isti'dâd-ı aklînin, yahut isti'dâd-ı hissînin gâlib olduğuna nazaran, biz ona feylesof yahut müteşerri’ deriz. Bir adamda bu iki isti’dâdın ikisi de aynı derecede ve yüksek bir mertebe-i şiddette ise, o zamân, onda tasavvuf denilen hâl meşhûd olur.

Tasavvuf en yüksek ma’nâsıyle öyle bir hâldir ki, onda akıl kendi hudûdunu aşarak sücûd oluyor. Yahud murâkabe-i diniyye tedrîcen mükâşefeye munkaleb olarak gerek edyânın, gerek felsefenin aradığı ba'zı hakâyık-ı ilâhiyyeyi bir takım hucb ve serâdıkât arasından müşâhede ediyor.

Sûfî ve mutasavvıf kelimeleri için gösterilen menşe'ler muhteliftir. Avrupalı ulemâ, “Sûfi kelimesi Yunanca’dan muktebes ve hakîkat-ı İslâmiyyeyi taharrî eden ulemâ ma’nâsınadır.” demişlerdir. Mutasavvıfîn-i İslâmiyye ise, bu kelimenin arabça sâfî ve sâf ve safvet kelimelerinden me'hûz olduğunu söylemişlerdir. Bir kısım ulemâ da sûfi kelimesinin cevâmi’ ve mesâcidin peykeleri üzerinde dîn-i İslâm’ın teessüsünden beri ferâğatle imrâr-ı hayât eden fukarâya verilen ehlu’s-suffe ta’bîrinden ileri geldiğini beyân etmişlerdir. Bu kelimenin zehârif ü tezyînât-ı dünyeviyyeden tecerrüd ve huzûzât-ı nefsâniyyeden tecennüb edildiğine alâmet olarak, dervîşlerce telebbüs olunan yünlü elbise /12/ ma’nâsına olan sûf kelimesinden me’hûz olduğunu da söyleyenler bulunmuştur."

Dîger bir eserden:

"Tasavvuf ismi, hicret-i nebevîyyenin ikiyüz târîhinden evvel iştihâr edip, ism-i mezkûrla tesmiye olunan zevât-ı kirâmın evveli, hicretin yüzelli târîhinde irtihâl eden Ebû Hâşim es-Sûfî hazretleridir."

                                                  -    -    -

Şu hâlde, memâlik-i İslâmiyyede ma’rûf ve ma'mûlün bih olan tasavvufun menşei İran’dır” diyenler de var. Ba'zı zevâtın rivâyetine göre, sûfi lafzının aslı safvî’dir. Ya'ni salâtda Hak subhânehu ve te’âlâ huzûrunda vâkıf olan saff-ı evvele nisbetten ibâretdir. Bunun telaffuzunda sıklet olmağla, (vav) harfini, (fa) harfi üzerine takdîm ile sûfi denilmiştir. Zamân-ı saâdetdeki Ashâb-ı Suffe'ye de nisbet edilmiştir. Şu vech-i iştikâk lugaten doğru değilse de ma’nen müstakîmdir. Çünkü tâife-yi sûfiyyenin ahvâli, Ashâb-ı Suffe’nin ahvâline müşâbihdir.

Bir arap şâir-i ârifi pek güzel söylüyor:

تنازع الناس في الصوف واختلفوا

قدما وظنوه مشـتقا من الصوف

ولسـت أنحل هذا الاسم غير فتي

صافي فصوفي إلى أن لقب الصوفي[16]

1325/(1907) senesinde Bağdâd’dan misâfireten İstanbul’a gelen müderrisîn-i kirâmdan Şeyh Saîd Efendi hazretleri, açılan bir mübâhase-i tasavvufiyye sırasında buyurdular ki:

لقد تكلم العلماء في حقيقة التصوف من أين اشتقاقه. والذي ذهب إليه جل معاشر المحققين، أنه مأخوذ من الصفاء. ولذا قال جنيد حين ما سئل عن الصوفي فقال: الصوفي من لبس الصوف على الصفا، وترك الدنيا إلى قفا، واتبع شريعة المصطفى.

وقال النصر آبادي: الصوفي، من صفت سريرته وحسنت سيرته.

وقال الشيخ محي الدين العربي: الصوفي، من صاف الحق بقلبه والخلق بلبه. فإذا تكلك بالله، وإن قام فلله، وإن نظر فإلى الله.

وقال أرباب القلوب: الصوفي، هو الكبريت الأحمر، والمسك الأذفر. كلامه إكسير، لو ذر على القسطير، لَعاد ذهبا ابريز وما ذلك على الله بعزيز.[17]

/13/ İmâm Kuşeyrî hazretleri, "Meslek-i sûfîye sâlik olan tâifeye, sûfî ta’bîri galebe ederek; “filan kimse sûfîdir, mutasavvıftır ve bu cemâat sûfiyye ve mutasavvıfadır.” denilir." buyurup, sûfî ta’bîrinin, sûf giyilmesinden kinâye olduğunu reddediyorlar.

Hz. Cüneyd, tasavvufu, “Hak sübhânehû ve teâlâ’nın, seni senden imâte ve kendiyle ihyâ eylemesidir ma’nâsınadır.” buyurmuşlardır.

Seriyyü’s-Sakatî hazretleri, “Rü’yâda, Hz. Fahr-ı âlem’den, tasavvufun ne olduğunu sordum: Terk-i da’vâ, ketm-i ma'nâdır, latîf cevâbında bulundular.” diyor.

Mutasavvıfîn, bu esâstan iktibâs-ı feyz ederek, tasavvufu, fi'l-hakîka, terk-i da’vâ, kitmân-ı ma'nâ, sûretinde kabûl edip, “sudûrü’l-ahrâr, kubûrü’l-esrârdır” diyerek, ağyârdan esrâr-ı Hakk’ı istâr eylemişlerdir ve tecâhül ü tegâfül semtine zâhib olmuşlardır. Ağyâr, tamâmen umûr-ı dünyâya dalarak, terbiye-i ma’nevîyyeden nasîbi olmayanlardır. Erbâb-ı tasavvuf, fevka’l-beşeriyye zevk bulanlardır. Öyle bir zevk ki, onda maâlim-i insâniyye muzmahil ve alâim-i nefsâniyye mütelâşîdir. Bu mertebeye varan kimse, Hak’dan gayri görmez; onun için onda, alâim-i nefsâniyye ve maâlim-i insâniyye olmaz.

Muhakkikîn-i kirâm efendilerimizin meslek-i mahsûslarına göre tasavvuf, bi'l-külliyye Cenâb-ı Hakk’a irtibât ve ru’yet-i halkı zâhiren, bâtınen iskâttır.

Hz. Şiblî, bu hakîkate istinâden, ( التصوف، إسقاط رؤية الخلق ظاهراً وباطناً.)[18] buyurdu. Vâkıâ, bir âşık ki, halkı zâhiren, bâtınen iskât eyleye, onun sırrı Hakk’a lâhık olur. Kendisi de, satvet-i nûr-ı ilâhîde fenâ bulur.

Ebû Muhammed el-Harîrî, bu mes'eleyi daha hülâsa ederek, “Tasavvuf dedikleri, /14/ hemen hulk-ı basenden ibârettir.” buyurdu.

Hz. Üftâde, “Kendisinde şâibe-i harâm olan şeyleri yemeden sakınma, lisânını lağv-ı kelâmdan muhâfaza tasavvuftur.” buyurdu. Yine cümle-i ifâde-i aliyyelerindendir ki:

“Tasavvuf bahs-i vücûddur. Bu da, tezkiye ve tasfiye vâsıtasıyle latîfe-i sadr ki, nûr-ı vücûdun pertevine mahal olarak hakîkat-ı vücûdun yüz göstermesiyledir.”

Hz. Şeyhül-Ekber efendimizin, Muhâdaratü’l-Ebrâr’ında gördüm:

eş-Şiblî’ye, tasavvufun ne olduğunu suâl ettiler; dedi ki:

سئل الشبلي عن التصوف. قال: التصوف: عند ترويح القلوب بمراوح الصفا وتجليل الخواطر بأردية الوفاء والتخلق بالسخاء والبشر في اللقاء. [19]

وأنشد ابن الثابت قال: أنشدني الحسن بن محمد البلخي قال: أنشدني طاهر بن الحسين وهو أبو الحسن المخزومي لنفسه:

ليس التصوف أن يلاقيك الفتى

وعليه من نسيج المسيح مرتع

بطرائق بيض وسود لفقت،

فكأنه فيها غراب أيقع.

إن التصوف ملبس متعارف،

فيه لموجده المهيمن يخشع. [20]

İbnü’s-Sâbit, şu şiiri inşâ etti, (okudu) ve dedi ki: Bunu bana el-Hasan b. Muhammed el-Belhî okudu; o da dedi ki: Bunu bana Tâhir b. Hüseyin (kendisini kasdederek) okudu ki, o Ebu’l-Hasan el-Mahzûmî’dir:

Hz. Dede Ömer-i Rûşenî,“Esâs-ı tasavvuf, safvet-i kalb, muhabbet-i ilâhîyye ve muhabbet-i Muhammediyyeyi her şeye takdîm, sivâ kurbundan tahaffuz, Hakk’a teveccühdür” buyurdu.

Meslek-i tasavvuf, evliyâ-yı izâm efendilerimizin beyânât-ı aliyyelerine göre dîn-i İslâm’ın hakîkat-ı bâtıniyyesi, Kur’ân’ın sırr-ı muzmarı, Şâri'-i Mukaddes’in ta’lîm ettiği i’tikâdın lübb ü hülâsasıdır. Menşei, mefhûmu, temâyülâtı, hâşâ dîn-i İslâm’dan hâric değildir. Tasavvuf, tarîkatdır. Şerîat ilim, tarîkat ameldir. İlimsiz amel, amelsiz ilim olmaz.

Hazret-i Mısrî’nin, “Şerîatsız tarîkat oldu ilhâd” buyurması bunların birbirine derece-i râbıtasını beyândır.

Edebiyyât-ı sûfiyye, bu meslek netîcesi olarak meydâna gelmiştir. /15/ İlm-i tasavvufta en mühim eser yazan ve serd eylediği delâil ve berâhîni her bir ehl-i velâyete tasdîk ettiren kutbu’l-vücûd Hazret-i Şeyhu’l-Ekber (kuddise sırrûhu’l-athar) efendimizdir. Merâtib-i beşeriyyenin derecâtını âsâr-ı celîlelerinde teşrîh ve tafsîl buyurdular. Mutâlaasıyla şeref-yâb olan uşşâk; iklîm-i vücûd-ı insânînin merâtib-i ma’nevîyyesini ta’yînde, o gencîne-i ilm-i tevhîdin gösterdiği hârika-i ilmiyyenin hayrânıı oldular.

Hülâsa-i kelâm, feyz-i ilm-i tevhîd, bir insân-ı kâmilin zîr-i cenâhına girmek, seyr-i sülûka çalışmakla bi-hasebi’l-isti'dâd ele gelir. Neş’e-i tasavvufiyye o zamân rû-nümâ olur. Âsâr-ı tasavvufiyyeyi mütâlâa ile hakîkat ele gelmez. Tasavvufun mebdei kîl u kâl, sonu ise vecd ü hâldir. Feyz-i pâk-ı mürşid, kalb-i mürîde sârî olmayınca, maksûda vusûl mümkün olamaz. Nûr-ı âf-tâb-ı muhabbet-i Muhammediyye, ancak meşrik-ı mürşidden tecellî-nümâ olur.

Nâilî-i Kadîm bu hakîkata ne güzel tercümân oluyor:

İtdik mukârenet  nice sâhib-i tarîkata

Olduk karîn meclis-i ehl-i şerîata

Dest-i taleb irişmedi dâmân-ı vahdete

Düşdük bu ızdırâb ile vâdi-i hayrete

Bildik ki himmet olmayıcak ehl-i hâlden

Esrâr-ı Hak bilinmez imiş kîl u kâlden

Yok bizde feyz âlem-i ma’nâyı bilmeye

Bir himmet olsa hâlet-i ukbâyı bilmeye

Cehd eylesek ne fâide mevlâyı bilmeye

Âdem gerek hakîkat-ı eşyâyı bilmeye

Her şahsa âşikâr değil âlem-i şuhûd

Ey âşinâ-yı mes’ele-i vahdet-i vücûd

Evliyâ-yı izâmdan tasavvufu nazmen beyân buyuranların birer beyti:

ما التصوف؟ قال: وجدان الفرح   في الفوائد عند إتيان الترح.[21]

/16/ Hz. Mevlânâ:

Evhadüddîn-i Kirmânî:

Tasavvuf küllî geçmekdür özünden

Dahi incinmemekdür el sözünden

Sadreddîn:

Tasavvuf terk-i dünyâ ile ukbâ

Kala arada mahzâ zât-ı Mevlâ

Şeyh Vefâ:

Tasavvuf itmemekdir güç usûle

Kadîmî mazhar olmadır Kadîm’e

Şeyh Ramazân :

Tasavvuf kimse gönlün yıkmamakdır

Harâm u nehy olana bakmamakdır

Hazret-i Sünbül:

Tasavvuf aramakdır Hak rızâsın

Dahi itmek durur hergiz sezâsın

Müstakîm-zâde:

Tasavvuf zikr ü fikr-i Hak’durur bil

Bunu terk eyleyen ahmakdurur bil

Hazret-i Hüdâyî:

Tasavvuf nefsini pâk eylemekdir

Fenâ ile anı hâk eylemekdir

Şeyh İbrâhîm-i Hakkı:

Tasavvuf yâr olup bâr olmamakdır

Gül-i gülzâr olup hâr olmamakdır

Şeyh Rûşenî:

Tasavvuf terk-i kîl u kâle dirler

Hemân vecd ü semâ vü hâle dirler

Şeyh İbrâhîm:

Tasavvuf câmi'-i ahkâm-ı Kur’ân olmağa dirler

Tasavvuf cân ilinde sırr-ı Sübhân olmağa dirler

Merhûm Muhtâr Efendi'nin:

Tasavvuf kenz-i feyzi’l-gayb-ı esrâr-ı tecellâdır

Tasavvuf âşinâyân-ı hâzin-i envâr-ı ma’nâdır

Tasavvuf nüsha-i kâmûs-ı elfâz-ı hakîkatdır

Lugat-fehmân-ı irfân perverân-ı lâ vü illâdır

Tasavvufdur lisânu’l-kuds-ı tahkîkât-ı lahûtî

Anınla nutka kâdir hikmet âgâhân-ı esmâdır

Tasavvufdur kemâl ü naks-ı nefsi eylemek îkân

Tasavvuf derk-i ahkâm-ı tecelliyât-ı Mevlâ’dır

Tasavvuf vahdet-âmûzende-i şerh u hakîkatdır

Kıyâs itme hakîkat şer’-i enverden müberrâdır

Tasavvuf ketm-i esrâr-ı maânî terk-i da’vâdır

Fesâhat-perverâne tercümân-ı nükte-pîrâdır


TAKRÎZLER

İşbu eser-i fakîrânemi mütâlaaya tenezzül buyurmuş olan ba'zı zevât-ı kirâm, bu abd-i kemteri taltif tarîkiyle takriz sûretinde nazmen, neşren, izhâr-ı âsâr-ı hissiyyât buyurmuşlardır ki, onları sırasıyla yazmak mecbûriyetinde kaldım:

/17/ 1. Üdebâ-yı Kirâmdan İbnü’l-Emin Mahmûd Kemâl Beyefendi tarafından yazılmıştır :

Ey âşık-ı sâdık-ı ilâhî

Göster bize aşkını ke-mâhî

Aşk oldu sebeb vücûd-ı vecde

Âdem o sebeble itdi secde

 

Gülşende güler mi verd-i ahmer

İtmezse tulû' mihr-i Enver

عشقست دليل آشنائي                                        

مرغيست ز آشيان لاهوت

دل ياقت ز عشق روشنايى                                     

جزدانه دل نباشدش قوت[22]

Hubb-ı ezelî cihâna sâri

Bir zerre değil o sırdan âri

Ezhâr-ı bahâr sûr âmiz

Evrâk-ı hazân-ı hüzn-engiz

Feryâd-ı hezâr hande-i gül

Dâğ-ı dil-i lâle eşk-i sünbül

Âvâz-ı kemân nâle-i ûd

Her savt-ı hazîn girye efzûd

Âşıkda niyâz u âh-ı şikve

Ma’şûkda hezâr nâz u işve

Hüsnün leme’ât-ı aşk-ı Bâri

Aşkın feyezân-ı nûr u nâri

Hubb-ı ezelîye tercümândır

Hubb-ı ezelî ki câna cândır

Mektûm değil serâir-ı aşk

Her yerde ayân me’ser-i aşk

Tevfîkı refîk idince Allâh

Uşşâkı ider o sırdan âgâh

Lutf u kerem-i Cenâb-ı Hâlık

İtmiş seni de o aşka âşık

Hubb-ı ezelî enîs-i rûhun

Uşşâk-ı ezel celîs-i rûhûn

عشاق خلاصهء ألستند                                        

جانبخش بود كلام ايشنان،

أز جام بلى مدام مستند                                       

محمود بود مقام ايشان. [23]

Sen mazhar-ı feyz-i evliyâsın

Vassâf-ı safiyy-i asfiyâsın

Merdân-ı Hudâ’ya mahrem oldun

Âdemler içinde âdem oldun

İrfân iledir kemâl-i insân

İrfân ise aşk ile nümâyân

Aşkın seni eylemez mi ârif

İtmez mi gumûz-ı aşka vâkıf

Açdın bize bir sebîl-i irfân

İşte eserin delîl-i irfân

Deryâ-yı vefâ olunca sînen

Allâh yoluna gider Sefîne'n

Ebrâr o Sefîne’ye girerler

Mersâ-yı selâma sevk ederler

Emvâc-ı hatar olursa peydâ

Kâbil anı bir nefesle imhâ

Virsün sana ömr-i Nûh Yezdân

İrfânını eylesün firâvân

Her dem sana arz-ı hürmet eyler

Mahmûd Kemâl o abd-i ahkar

/18/ Harrarahû’l-fakîr ileyhi azze şânuhû

                             Seyyid Mahmûd Kemâl el-Hâlidî (gufire lehû)

                                                                         9 Zi'l-kâde 1324 (25 Aralık 1906)

“Eslâfın ahvâl ve âsârını tedkîk edenler onların hayâtını ma’nen temdîd ve âhlâfın efkârını da tenvîr etmiş olurlar ki, bu hıdmet-i mebrûre, âlem-i insâniyyeti sitâyiş-hân eder. Ecdâd-ı ma’nevîyye makâmında bulunan eslâf-ı kirâma karşı hiss-i hürmet ve muhabbet ile muhât olmayan kalbler, ihâta-i meâlîye müsteid olmayan kulûb-ı kâsiyedir ki, ashâbı, aşk-ı vatanla münevverü’l-cenân olan hamiyyet-mendân, ümmet nezdinde her zamân merdûd ve mat’ûndur. (من ورَّخ مؤمنا فقد أحياه.) [24] hadîs-i şerîfi de menkûldür.”

                                                                       İbnü’l Emin Mahmûd Kemâl Beyefendi

2. Merhûm şeyh Vasfi Efendi’nindir:

Ey olan silk-i râh-ı irfân

Maksadın bulmak ise bir rehber

Eser-i hame-i Vassâf’ı hemân

Durmayub eyle ser-â-ser ezber

Ne eserdir bu kitâb-ı âlî

Okudukça veriyor kalbe safâ

Bildirir zümre-i ehl-i hâli

Pek edîbâne bize ser-tâ-pâ

Kim ki alsa nazara bu eseri

Keşf olur zâtına sırr-ı tevhîd

Fehm ider bî-haberi bâ-haberi

Bunu tasdîk eder ehl-i tefrîd

24 Kanûn-ı sâni 1322(1906)

3. Urefâ-yı Meşâyıhtan Erzurumî merhûm Abdurrezzâk-ı İlmî Efendi’nindir:

Nâmı Sefîne-i Evliyâ-yı Ebrâr

Ya'nî Şerh-i Esmâr-ı Esrâr

Gir bu sefîneye selâmeti bul

Girdâb-ı belâ sıvâdan ey yâr

/19/           Deryâsı bunun vahdeti beyândır

Sâhili olur likâ-yı dil-dâr

Ey âşık-ı cemâl-i cânân

Aç cân gözünü görüne dîdâr

Hak var gayri yok dil-ârâ

Emvâc bu kesret içre Deyyâr

Vassâf Hüseyn Efendi o zât

Derc itdi ma’ârif-i derk-i güher-vâr

Cem itdi kelâm-ı evliyâyı

O mellâh-ı bahr-ı dürer-bâr

Bi-gânelere gösterilmez aslâ

Gencîne-i esrâr-ı kulûb-ı ahrâr

Târîh ile İlmî cevherin al

Keştî-i havâssı böyle dürdâr   

) = 1322              كشتيء هواسي بويله دردار(              

3. Bağdâd ulemâ-yı kirâmından ve Meşâyih-ı fihâmından merhûm Muhammed Sa’îd Efendi tarafından yazılan takrizdir:

بسم الله الرحمن الرحيم

حمدا لمن لم يقم لحمده غير ذاته وجعل حروف الكائنات مظهر صفاته عجز الوصاف عن إظهار شئون الذات. فتدارك كمال نقصه بذكر سلسلة الكلمات كيف ترك حقيقته من أحديته عين الكثرة المتنوعة وبطون وترتبه عين الازدواجات المتشفعة. اعترف العالم بالعجز عن إدراكه ورجع العقل خائبا عن فتقه وفكاكه.

وصلاة وسلاما على محمد سلسلة الوجود ومظهر كمالات شئون الوجود العالم العلوي بنور ضيائه قائم والملك في بحر صفاته هائم وعلى آله أهل الوجود المطلق وأصحابه أصحاب الكمال المحقق. أما بعد:

فقد اكتحلت عيني بأشد هذا السفر الجليل والبدر الذي يقر أن يكون له مثيل جمع سلسلة الأولياء وعبق العالم بعنبر مسك الأصفياء أبرز جمال كمالهم بعد أن كان في بطن الخفاء وأظهر بكلماته رموز أهل الصفاء ريح صفائح السطور.

بلوائح أهل القلوب وزين الطروس بسوائخ أهل الغيوب. كيف لا وهو لمن هو الجوهر الفرد. كيف يصفه الواصف وهو الوصاف أم كيف يجري القلم بذكره وهو الكشاف حديث العلم والأدب وريحانته قلوب أهل الأدب سليل الروح.

ومن أرجو له كمال الفتوح ذو الخلق الرشدي حسين وصاف أقندي. زالت شمس كماله لا يقربها كسوف وبدر جماله لا يشوبه خسوف ولا برح مظهر البطون الكمال مبرزا حقائق الرجال.

وفقه الله تعالى لإظهار ما خفي. الحمد لله وسلامه على عباده الذين اصطفى.

كتبه بقلمه الفقير لمولاه العلي 

                                                             مدرس حضرت الإمام الأعظم محمد سعيد بن عبد القادر البغدادي

النقشبندي، عفى عنه. [25]

/20/ Beyyine-i âtiyeye bi't-tahsîs Sefîne-i Evliyâ’ya mukaddime olarak teberrüken tahrîr buyurmuşlardır:

بسم الله الرحمن الرحيم

روى الإمام أحمد بن حنبل في مسنده والبزار والطبراني وغيرهم بإسناد حسن: أن رسول الله e كان يوما بمجمع من أصحابه فقال: "هل فيكم غريب يعني أهل كتاب؟" قالوا :  لا، يا رسول الله. فأمر بغلق الباب فقال : "ارفعوا أيديكم وقولوا لا إله إلا الله" ثم قال رسول الله e: "اللهم بعثتني بهذه الكلمة وأمرتني بها ووعدتني عليها الجنة وإنك لا تخلف الميعاد". ثم قال رسول الله : " ألا أبشروا. فإن الله تعالى قد غفر لكم."

وأخرج ابن حنبل والحاكم مرفوعا، أن موسى عليه السلام قال: يا رب! علمني شيئا أذكرك به وأدعوك به. قال: يا موسى! قل لا إله إلا الله. قال: يا رب! قل لعبادك يقولون هذا. قال: قل لا إله إلا الله. قال: لا إله إلا أنت. يا رب! إنما أريد شيئا تخصني به. قال: يا موسى! لو أن السموات السبع والأرضين السبع في كفة ولا إله إلا الله في كفة مالت بهم، لا إله إلا الله. انتهى

وثبت عند أرباب الطريقة وملوك هذه الحقيقة أن علي بن أبي طالب كرم الله وجهه قال: يا رسول الله! دلني على أقرب الطريق إلى الله وأسهلها على عباده وأفضلها عند الله سبحانه وتعالى. فقال رسول الله : "يا علي! عليك بمداومة ذكر الله تعالى في الخلوة". فقال علي كرم الله وجهه: كل الناس ذاكرون؟ فقال رسول الله  يا علي! لا تقوم الساعة وعلى وجه الأرض من يقول، لا إله إلا الله فقال علي: كيف أذكر يا رسول الله؟ فقال: غمض غينيك واسمع مني ما أقول ثلاث مرات. ثم قلها أنت ثلاث مرات وأنا أسمع.

فقال ثلاث مرات وعلي يسمع، لا إله إلا الله. ثم قال علي ثلاث مرات لا إله إلا الله والنبي  يسمع". ثم لقّن علي كرم الله وجهه الحسن البصريّ، وهو لقن حبيب العحمي وهو لقن داود الطائي وهو لقن معروف الكرخي وهو لقن سري السقطي وهو لقن أبا القاسم الجنيد بن محمد البغدادي (رحمهم الله تعالى أجمعين).

واعلم أن علم الباطن الذي تكلم به العارفون وباح به الواصلون، فهو من الشريعة المطهرة والسنن المنورة.

أخرج ابن أبي حاتم من طريق الضحاك عن أبي عباس رضي الله تعالى عنهما قال: إن القرآن ذو شجون وفنون وظهور وبطون. لا يسنقضي عجائبه لا تبلغ غايته. وفي الإتقان للإمام السيوطي (رحمه الله تعالى) عن الفريابي مسندا عن الحسن قال: قال رسول الله e : لكل أية ظهر وبطن ولكل حرف حد ومطلع.

وأخرج الديلمي في مسند الفردوس عن الحسن عن حذيقة اليماني مرفوعا: سالت جبريل عن علم الباطن ما هو؟ فقال: قال الله تعالى: هو سر بيني وبين أحبابي أودعه في قلوبهم.

وقال مالك بن انس : ليس العلم بكثرة الرواية وإنما العلم، نور يقذفه الله تعالى في القلوب وأن منفعته أن يقرب العبد من ربه ويبعده من رؤية نفسه وذلك غاية سعادته ومنتهى طلبته وإرادته وأنت تعلم أيها الولي الحميم. إن ما تكلم به أباب الحقيقة هو لباب الشريعة ومنتهى الطريقة وغاية بطون الكتاب ونهاية إشارات الناطق بالصواب ولا تظن الطريقة برثائذ اللباس و الاستيناس بالناس بل هو طرح اللباس البشرية والتقمص بإزار الملكية.                                       

الفقير إلى مولاه

محمد سعيد النقشبندي عفي عنه[26]

/22/ 4. Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye müellif-i muhteremi Sâdık Vicdânî Bey Efendi’nin mektûblarıdır:

Kitâb-ı Sefîne-i Vassâf her derc-i sadef-ma'nâsında bir dürr-i şehsuvâr-ı evliyâ mündemic, her satr-ı sahîfe-i meâlî ihtivâsında bir güher-i kıymetdâr-ı asfiyâ münderic bir hazîne-i asdâf olmağla, müellif-i fâzıl u muhteremi, el-hak tebrîk ve tebcîle elyakdır.

Böyle giran-bahâ bir mecelle-i leâlî-ihtivânın Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye nâmındaki te’lîf-i âcizânemin tevsî'k-ı meâl ve tahkîk-ı terâcim-i ahvâlinde müellif-i kemterine hakâyık-nümâ bir rehber, rast-gû bir menba-ı sahîhi-l-haber ittihâzına müsâade buyurulması da her ma’nâsıyla ilhâm-ı Hak’tır. Binâenaleyh, Hz. Hüseyin Vassâf’a, dürc-i dil ü cânda beslediğim teşekkürât-ı samimiyyeyi, tebrîkât-ı mahsûsama terdîfen arz ve iblâğ vesîlesiyle de takdîm-i ta’zimât eylerim. 29 Rebiu’l-evvel 1341/(1922)

                                                     A’cez-i ibâd-ı Sübhânî Ebû Rıdvân M. Sâdık Vicdânî”

                   *  *  * 

Bir zamân bulmaz fenâ dünyâda erbâb-ı himem

Sâhibi mahvolsa da âsâr kendin gösterir           

                                                -  -  -

            5. Müderrisîn-i Kirâmdan urefâ-yı Kâdiriye ve Uşşâkiye’den Hazmî Efendi birâderimiz tarafından:

“İrfan-penâh efendim hazretleri!

Sefîne’yi tebyîz ile meşgûl olduğunuz tebşirâtı, âcizlerini çok memnûn etti. İnşâa'llâh tab’ına da muvaffakiyyet elverir de bütün uşşâk müstefîd ve müstefiz olurlar.

“Cenâb-ı Hak sevdiklerini iyi işlerde istihdâm ider.”  meâlinde eser vârid olmuştur. (نزل الرحمة عند ذكر الصالحين )[27] mantûk-ı âlisi ma’lûm-ı fazîletleridir. Hz. Cüneyd (Kuddise sırruhû)'dan, meşâyih hikâye ve menkabelerinin mürîdâna ne fâidesi olduğu, suâl buyurulmuş; Cenâb-ı Cüneyd de (وَكُلًّا نَقُصُّ عَلَيْكَ مِنْ أَنْبَاءِ الرُّسُلِ مَا نُثَبِّتُ بِهِ فُؤَادَك )[28] nazm-i celîlini okumuşlar.

/23/ Bu bâbdaki tafsîlât Câmî'nin Nefehâtü’l-Üns dibâcesindedir. Hz. Câmî’ de bu sözü Şeyh Attâr-ı Velî’nin Tezkiretü’l-Evliyâ’sından almışlar ki eser-i mezkûrda daha ziyâde tafsîlât vardır. Bir Attâr-ı Velî Tezkiretü’l-Evliyâ; bir Câmî' Nefahâtü’l-Üns yazmışsa, bir Vassâf da Sefînetü’l-Evliyâ’sıyla hepsini câmi' olarak bu deryâ-yı aşka kendisini itivermiş. Ya Rab! Ne büyük muvaffakiyyet. Hâzâ min fazlı Rabbî.. (هَذَا مِن فَضْلِ رَبِّي...)[29]

Mahmûd Kemâl Bey Efendi’nin:

Deryâ-yı vefâ olunca sînen

Allâh yoluna gider Sefîne’n

demesi ne kadar yerindedir. Bu sözün neşesi her aklıma düştükçe beni neş'e-yâb eder. Ve kendi kendime bir kaç kere tekrâr eder okurum.

Aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm efendimiz bir gün Hz. Ebû Zer (radıya'llâhu anh)’a (يا أبا ذر جدد السفينة فإن البحر عميق.)[30] buyurdular. Ya Hz. Vassâf! Sefîne’ni tecdîde şurûundan gûş-ı cânın böyle bir emr-i Muhammedîyi der-hûş etmiş olduğuna şüphe bırakmıyor. Ne saâdet, ne mutlu! Fakîrinizi de o Sefîne'nin bir zevreka-i inâyetinde, o deryâ-yı hakîkate berâber sürükleyerek, bu çöllerde âvâre bırakmayınız. Cânım ne olur? Hemîşe ehl-i aşkın şânı budur.

Sizi bu gün, “Yürü kim meydân senindir bu gece” sadâ-yı lâhûtisine mâ-sadak görmekte, bu meydân-ı hakîkatte mütemâdiyen cevelân etmekte görmekledir ki, münşerihü'l-bâl oluyorum. Cenâb-ı Hak muîn ü dest-gîriniz olsun. Bu emr-i azîmi ikmâle muvaffak buyursun. Âmîn.

Mübârek ellerinizden öper, aşk niyâz ederim, sultânım.14 Teşrin-i Evvel 1339/(1923)

Muhibb-i muhlis-i kadîminiz M. Hazmî

                                                  -  -  -

6. Urefâ-yı üdebâdan Muhammed Besîm Bey Efendi’nindir :

Bu bâbdaki medih, fakîre âit olmayıp, müşârünileyhin mir’ât-ı hakîkatte rû-numâ olan hâline müteallıktır.

Eyâ mîr-i Vassâf-ı âlî-nazar

Hitâbınla buldu gönül tâb u fer

Sen ol vâkıf-ı nâr-ı cân-gâh-ı dil

Münevvir-ı çerağ-ı nihan-gâh-ı dil

Dü-çeşminde parlatır lem’atu’llâh

Dil-i kâmilinde yatır haşyetu’llâh

Ne feyz-i Hudâ-dâddır vecd ü hâlin

Teressüm ider nâsiyende meâlin

Dilinde teheyyüc kılar sırr-ı tevhîd

Dilinde temevvüc ider feyz-i tahmîd

Sana server-i enbiyâ iltifâtı

Tecellî nümûn eylemiş beyyinâtı

Eyâ merd-i ferhunde buht-ı safâ

Seni kıldı Hak vâsıf-ı asfiyâ

Mevâkid-i envâr kalbin senin

Merâkid-i ebrâr kalbin senin

O kalb-i münevverde mazmûndur

Nice ehl-i Hak onda meknûndur

Olur zikr u tesbihiniz Rabb-ı a’lâ

Ne dem olsa mescûdunuz zât-ı Mevlâ

Lisânında başlar salât u selâm

Anıldıkça sâlar-ı Beyti’l-Harâm

Makâm-ı muallâ-yı Mahmûd’a şâh

Muhammed’dir ancak ayândır güvâh

Olur Kerbelâ-yı muhabbetde peydâ

Dil-i âteşînindeki şevk-i şeydâ

Ezelden seni eylemiş zât-ı Yezdân

Cenâb-ı Hüseyn’e müheyyâ-yı kurbân

Muharremde aşkın bulur başka tâbiş

Sûz-ı nâya kalbin ider âh u nâleş

Senin vasfını şöyle icmâl için

Geçen bunca taksîrim ikmâl için

Yazıp böyle nazm-ı perîşân-makâl

Edildi senânızda icmâl-i hâl

Aceb var mı tavsîfe yâr ey dil

Edâ-yı senâ âh mümkün değil

Gam-ı dehr-i dûn etmeseydi zebûn

Yazardım senânızda nazmen mütûn

Beni âteşe atdı rayb-ı menûn

Bütün aksine döndü devr-i şüûn

Neler yapdı baht-ı siyâhım bana

Vefâsız hayât-ı tebâhım bana

Olup rûz u şeb bî-tenâhî gamım

Gam oldu dem-â-dem benim hem-demim

Eğer bir nefes almış olsam ferîh(?)

Olurdum sana misli nâdir  medîh

Felek çok görüp bir nefes almağı

Şu yek-rûze dünyâda hoş kalmağı

Bunu tuhfe kıldım Hüseyn’im sana

Bağışla kusûrum yine sen bana

Bu tuhfem sana yadigâr-ı fenâlık

Bulur nâm-ı pâkinle belki bakâ

Besîm’in sana durmaz eyler duâ

Mücîbü’d-du’â’dır Cenâb-ı Hudâ

21 Eylül 1341 / (1925), Mudanya

Bir iltifât-nâmelerinde de ziyâde ızhâr-ı teveccühle buyururlar ki:

Ey selsebil-i aşk ile ser-şâr-ı feyz

Nesîm-i aşkını bana sun mest kıl müdâm

Var sende vâridat-ı guyûbun hazânesî

Îsar kıl cevâhir-i feyzi ale’d-devâm

Sirâcü’s-sâirîn-i aşksın şeffâfsın nûrum

Hüseyn-i bâ-safâ-yı feyzsin Vassâf’sın nûrum[31]

                                                  -  -  -

/24/ 7. Üsküdar Mevlevîhânesi şeyhi, urefâ-yı asrdan Ahmed Remzi Dede Efendi Hazretlerinin, muharrir-i âcizi taltîfen irsâl buyurdukları mektûb ve takrîz olup, ma’a’ş-şükrân derc olundu :

“Kemâlat-ittisâf el-Hâc Hüseyin Vassâf Bey Efendi Hazretlerine:

Azîzim, beş cilt olarak te’lîfine hâme-rân-ı himmet olduğunuz sefîne-i nefise-i evliyâ, elbette cevâhir-i hakâyıkla meşhûn bir deryâdır. Takdîm edilen, târîhi müştemil şu takrîz o bahra nisbet bir katre-i nâçiz ise de, öyle bir ummâna vâsıl ve orada müstağrak olacağından feyz-i meserretle leb-rîzdir.

Es’adenâ’llâhu fı’d-dâreyn 22 Kanûn-ı Evvel 1340 / (1924)

                                                                         el-Fakîr Ahmed Remzi el-Mevlevî”

Süren keştî-i aklı bahr-ı fikre derk ider elbette

Telâtum-ı hîz-i dünyâda eser merdin bakâsıdır

Cenâb-ı Hacı Vassâf hakâyıkdan ve deryâ-dil

Ricâl-i Halvetînin mefharı şîrin likâsıdır

Olup gavvâs-ı ma’na  yirmi üç yıl sarf-ı himmetle

Getirdi bir eser gevherlerin en müntekâsıdır

Seni irşâd için kâfi oku ahvâl-i ebrârı

Gerek aşk u kemâlatı gerek zühd ü tukâsıdır

Çıkardı bahr-ı dilden Mevlevîler Remzi de bir târîh

Efendi al Sefîne evliyânın Mültekâ’sıdır

 (افندي آل سفينة اوليانك ملتقى سيدر) = 1343

                                          Çârub-keş-i Mevlevîhâne-i Üsküdar

                                                      Ahmed Remzi el-Mevlevî


 

SİLSİLE-İ TARÎKAT-I ALİYYE-İ KÂDİRİYYE

/25/ - Muktedâ-yı zümre-i etkıyâ müntehâ-yı silsile-i evliyâ Hz. Ali (Kerrema’llâhu vechehû ve Radıya'llâhu anh),

- Hz. Ebû Saîd Hasan b. Yesâr el-Basrî (Radıya'llâhu anh),

- Hz. Habîb el-A’cemî (Kaddesa'llâhu sırrahû),       

- Hz. Dâvûd et-Tâ’i (Kaddesa'llâhu sırrahû),

- Hz. Ebû Mahfûz Ma’rûf Ali el-Kerhî (Kaddesa'llâhu sırrahû),

- Hz. Ebû’l-Hasen Seriyyi’s-Sakatî (Kaddesa'llâhu sırrahû),

- Seyyidi’t-tâife Hz. Şeyh Cüneyd el-Bağdâdî (Kaddesa'llâhu sırrahû),

- Şeyh Ebu Bekir Dülef b. Ca'fer-i Şiblî (Kaddesa'llâhu sırrahû),

- Şeyh Ebu’l-Ferec Yûsuf et-Tarsûsî (Kaddesa'llâhu sırrahû),

- Şeyh Ebu’l-Hasen Ali b. Muhammed b. Yûsuf el-Kureşî el-Hakkârî (Kaddesa'llâhu sırrahû),

- Şeyh Kâdi’l-Kudât Ebî Saîd el-Mubârek Aliyyi’l-Mahzûmî el-Bağdâdî (Kaddesa'llâhu sırrahû),

- Kutbu’l-aktâb gavsu’l-a'zam Hz. Pîr Sultân Seyyid Abdulkâdir-i Hasenî el-Hüseynî (Kuddise sırruhu'l-âlî).

Bir kol da İmâm Hz. Hüseyin (Radıya'llâhu anh) efendimizden, İmâm Zeynelâbidîn (Radıya'llâhu anh)’a, ondan İmâm Muhammed Bâkır’a, ondan İmâm Ca'fer es-Sâdık’a, ondan İmâm Mûsâ el-Kâzım’a, ondan İmâm Ali er-Rızâ’ya, ondan Ma’rûf-ı Kerhî’ye teselsül etmektedir.

İşbu ehl-i silsileden, Hasan-ı Basrî’den i'tibâren her birinin tercüme-i hâlinden alâ-tarîkı’l-hülâsa bahs olunacaktır.

HASAN-I BASRÎ [32] HAZRETLERİ

Ka'be-i dâniş-i ilm, hulâsa-ı vera' ü hilm, Hz. Hasan-ı Basrî, kibâr-ı tabiînden ve meşâhîr-i etkıyâdandır. Lakabı Ebû Saîd b. Câfer’dir.

/26/ Hz. Osmân ve Hz. Ali (radıya'llâhu anh) efendilerimizle, Cenâb-ı Abdullâh b. Abbâs ve sâir ashâb-ı kirâm ile görüşmüş ve pek çok ahâdîs-i şerîfe nakleylemiştir. Pederleri sahâbeden Zeyd b. Sâbit (radıya'llâhu anh) hazretlerinin; kölesi, vâlidesi, ezvâc-ı mutahhere-i Hz. Rasûlu'llâh (salla’llâhu aleyhi ve sellem)’den Ümmü Seleme hazretlerinin cârîyesi idi. Hattâ müşârünileyhâ hazretleri, Hasan-ı Basrî’yi tufûliyyetinde def'aâtle kucağına almış ve bir rivâyette meme dahi vermiş idi.

Ahkâm-ı şer’iyye ve fıkıh u hadîste zamânın ferîdi olup, Basra’da halaka-i tedrîs ü va’zına pek çok halk toplanırdı.

Mezheb-i İ'tizâlin mûcidi olan Vâsıl b. Atâ, Hasan-ı Basrî hazretlerinin cümle-i şâkirdânından olduğu hâlde üstâdının meslek ve tarîkına muhâlif bir yol ittihâz etmekle, Hasan-ı Basrî hazretleri o vakit, hakkında (قد اعتزل واصل عنا)[33] buyurmuş ve bu münâsebetle mezheb-i mezkûra İ’tizâl veya Mu’tezile nâmı verilmiştir.

Ehl-i tarîkın silsile-i ezkârı müşârünileyh hazretlerine müntehî olur.

İsmâîl Hakkı el-Celvetî, Hadîs-i Erbaîn Şerhi’nde diyor ki:

"Fahr-ı âlem (Salla’llâhu aleyhi ve sellem), İmâm Ali’ye hırka-i siyâhı ilbâs eyledi. Tâ ki nûr-ı zâtda, zulmet-i kevni müşâhede ede ve belki zıll-ı hakîkiyi mütâlâa kıla. Hz. Ali dahi gerçi Kümeyl b. Ziyâd’ı mahrem-i râz edindi. Velâkin fi’l-hakîka hırkayı Hasan-ı Basrî’ye ilbâs etti, gerek zâhirde gerek bâtında telakkî ile. Zîrâ muhaddisler Hasan-ı Basrî’nin, İmâm Alî’den semâını ve onunla sohbetini inkâr etmişlerdir. Fakat sûfiyyenin nazarı, âlem-i ma’nâda olan muâmelâta dahi şâmildir"

Vahdete müteallik ba'zı âsâr ile eş’ârı varmış. Hz. Ali (Radıya'llâhu anh) ile Muâviye arasındaki ihtilâfâtta bî-taraflığı iltizâm edip, halka dahi bî-taraflık tavsiye edermiş.

21 târîh-i hicrîsinde (642) doğup, 110/(728) târîhinde seksen dokuz yaşında iken irtihâl-i dâr-ı bakâ eylemiştir. Cenâzesine halk o derece tehâlük göstermişler ki, o gün Basra’da kimse ikindi namâzını kılmaya vakit bulamamışlar idi. (Radıya'llâhu anh)

HABÎB el-A’CEMÎ HAZRETLERİ

Ârif-i meârif-i ilahî Habîb el-A’cemî hazretleri, meşâhîr-i etkıyâdan ve Hasan-ı Basrî’nin şâkirdânındandır. Esrâr-ı tarîkata müteallik, müşârünileyh vâsıtasıyla Hz. Ali efendimizden ba'zı hakâyık nakl ve rivâyet eylemişlerdir. Kendisine "A'cemî" denilmesi, lisânlarında lüknet olmasından mütevellid imiş. Basralıdır. Mukaddemleri fâiz ile geçinirlerdi. Bir gün mescidde Hasan-ı Basrî hazretlerinin meclis-i va’zına dâhil olup, hikmet-i Bârî ile esnâ-yı va’zında bahs fâize intikâl etmiş.

/27/ Habîb-i A'cemî fevka'l-âde müteessir olup, derhâl tevbe ederek Hasan-ı Basrî hazretlerinden nefes-i nefîs aldı. İhtisâs-ı ilâhî ile şeyhu’s-silsile oldular. Âfâkda şöhret kazandı. Muşârünileyhin iki vâsıta ile Enes b. Mâlik (Radıya'llâhu anh) hazretlerine dahi intisâbı varmış. 120 târîh-i hicrîsinde (739) irtihâl-i  dâr-ı bakâ eylemişlerdir.

DÂVÛD-I TÂÎ HAZRETLERİ

Ârif-i esrâr-ı kitâb-ı mübîn Dâvûd-ı Tâî hazretleri meşâhîr-i zühhâddan olup, künyeleri Ebû Süleymân b. Nasîr el-Kûfî’dir. İbtidâ ilm-i fıkh ile ve tedrîs-i ulûm ile meşgûl olmuş ve İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleriyle mubâhesâtta bulunmuşdur. Ba’dehû inkıtâ' ve infirâd edip, ibâdetle meşgûl olarak, kanâatle şöhret bulmuşlardır. İmâm-ı A’zam efendimizin şâkirdlerindendir. Hârûn er-Reşîd’in ve sâir ekâbîr-i zamânın kendisine takdîm ettikleri hedâyâ ve mebâlığı red ile, dünyâda hiçbir şeye nazar-ı iltifât ile bakmamıştır. Zühd ü takvâ ve kanâati hakkında pek çok nevâdir menkûldür.

Müşârünileyh Tay kabîlesine mensûbdur ki, meşhûr Hâtem-i sahî-i meşhûrun kabîlesidir. Bâtınında dâiye-i cezbesi kuvvet bulmakla, meclis-i Habîb-i A’cemî’ye dâhil olup, inâbe eylemiş ve nefes-i nefis almıştır. Tarîk-ı Ricâlu'llâhda, azîzinin vâris-i kemâlâtı oldu. Zâhiren bâtınen sâdâttan pek mübârek bir zât-ı âlî-kadr idi. Vefât-ı rahmet-gâyâtları hicret-i nebevîyyenin 165. senesinde (781-82) vâki olmuştur. 185 sene-i hicriyesinde (801) irtihâl eylediği de menkûldür.

Merkad-i şerîfleri Bağdâd’dadır.

Mevâhibü’r-Rahmân nâm eserde okumuştum: Müşârünileyh, âbid ve fakîh bir veliyy-i kâmil olup, kelimât-ı hikmet-âyâtı sûfiyye beyninde müştehirdir.

من ذلك أنه قال: إنما الليل والنهار مراحل. ينزلها الناس مرحلة مرحلة، حتى ينتهي بهم ذلك إلى آخر سفرهم فعليك أن تقدم زادا لكل مرحلة.[34]

/28/ Müşârünileyh hakkında denilmiştir ki:

“Eğer Dâvûd-ı Tâî, ümem-i sâlifede mevcûd olsaydı, şâyân-ı i’tibâr olan ahvâl-i aliyyeleri, Kur’ân-ı Kerîm'de hikâye buyurularak, şânında âyât-ı celîle nâzil olurdu. Müşârünileyh ömrünün bir dakîkasını bile fevt etmeyerek, gece gündüz ibâdete muvâzıb ve tecemmülât-ı sûriyyeden gâyet müctenib idi. Kırk sene ale'd-devâm, sâhib-i sıyâm olduğu menkûldür. Bu hâlinden âilesini haber-dâr etmemiş imiş. Zîrâ hergün sabâhları hânesinden çıkarken öğle yemeğini berâber alıp, götürür, yolda tasadduk eder imiş.”

Ziyâretine varanlardan biri hikâye eder ki, bir gün su destisinin güneş isâbet eden bir mahalde ısındığını gören biri, “Efendim destiyi gölgeye koymuş olsaydınız.” dedikte: “Hîn-i vaz’ında burada güneş yok idi, ben ise hazz-ı nefsim için bir adım atmak husûsunda, rabbımdan hayâ ederim. Bunun için, destimin yerini değiştiremedim.” cevâbını vermişler.

Yine bir gün, “Efendim sakalınızı tarasanız.” diyen kimseye: “Oğlum sakalımla iştigâl edecek zamânı nerede bulayım?” demişlerdir.

Tarîk-ı tasavvufa sâlik olmalarına bâis-i kavî olmak üzere mahkîdir ki:

Bir gün Hz. İmâm-ı A'zam efendimiz müşârünileyhe hitâben: “Ya Ebâ Süleymân, hele şükürler olsun bunca zamân içinde âlât u edât kabilinden olan esâs-ı maksadı tehiyye ve ihkâm edebildin.” buyurmuşlardır. Bu kelâmdan ise, henüz maksad-ı aslî cilve-ger husûl olmadığı nümâyân olmakla, Dâvûd hazretlerinin, “Bundan başka bezl-i makderet olunacak ne vardır?” diye suâle mubâderet etmesine binâen, Cenâb-ı İmâm'ın: “En ziyâde mühim ve saâdet-i dâreyni mûcib ilmimizle âmil olmaklığımızdır.” buyurmaları kendisine be-gâyet te’sîr etmiş, bi'l-âhare Habîb-i A’cemî hazretlerinin mazhar-ı feyz-i mahsûsları olup, itmâm-ı sülûk eylemiştir.

Risâle-i Kuşeyriyye’de menâkıbı uzun uzadıya mestûrdur. (Radıya'llâhu anh)

MÂ’RÛF-I KERHÎ HAZRETLERİ

/29/ Kıdvetü’l-muhakkıkîn, eş-Şeyhu’l-efham Ebû Mahfûz Ma’rûf Ali el-Kerhî (kaddesa'llâhu sırrahû) hazretleri, meşâhîr-i evliyâu’llâhtandır. İmâm Ali Rızâ b. Mûsâ el-Kâzım (radıya'llâhu anh) hazretlerinin azâdlısı idi. Pederlerinin ismi Fîrûz’dur. Ebeveyni aslen Nasrânî idi. Sâhib-i tercümeyi, sabâvetinde dînini taallüm için bir muallime teslîm etmiş oldukları hâlde muallim, teslîsten bahs ettikçe, “Hak birdir.” der imiş. Muallim döğermiş; Ma’rûf ısrâr edermiş.

Nihâyet ebeveyninin hânesini terkle, Cenâb-ı İmâm'ın hânesine ilticâ ile müslümân olmuş: ba’dehû ebeveynini dîn-i İslâm’a da’vet etmiştir; onları da şeref-i İslâm ile müşerref kılmıştır. Tahsîl-i ilm ü ma’rifetle tezyîn-i zât u sıfât edip, bir gün Kûfe’de İbn-i Semmâk’ın va’zından âgâh olarak, âlâyîş-i dünyâyı terk edip, zümre-i nâciye-i sûfiyyûna iltihâk etmiş idi. Şeyh Dâvûd-ı Tâî’nin mazhar-ı feyzi oldular.

İmâm Kuşeyrî ve sâir zevât, Hz. Şeyh’in ulüvv-i kadrini beyân ediyorlar. İsnâd-ı hadîste, yed-i tûlası varmış.

Bir gün şâkirdi Seriyy-i Sakatî hazretlerine, Allâh teâlâ hazretlerinden bir hâcet talep edeceği vakit, “Yâ Rab! Marûf-ı Kerhî hürmetine hâcetimi kazâ ve murâdımı hâsıl eyle.” diye vesâyada bulunmuş ve Seriy dahi tavsiyesi mûcibince duâ edince, eser-i icâbet zuhûr edivermiş.

Akvâl ve ahvâl-i ârifânesi meşhûr olup, hakkında pek çok nevâdir menkûldür. Hicret-i nebevîyenin 200 veya 201 senesinde (815 - 816) âlem-i bakâya intikâl edip, Bağdâd’da kabr-i müteberrikleri ziyâret-gâhtır.

Kerhî denilmesi, Bağdâd civârında Kerh beldesine nisbetinden kinâyedir.

ŞEYH ABDULLÂH et-TÜSTERÎ HAZRETLERİ

Müşârünileyh, kümmelîn-i ehlu’llâhtan ve Hz. Marûf-ı Kerhî’nin ekâmil-i mürîdânındandır. Künyeleri Ebû Mubammed, ism-i şerîfleri Sehl, vâlidleri Abdullâh’tır.

Maskat-ı re’sleri, Horasan’da Tüster beldesidir.

/30/ Küçük yaşından beri savmla dem-güzâr olurlarmış. Dayılarının irtihâli üzerine Bağdâd’a gelip, Ma’rûf-ı Kerhî’nin füyûzât-ı ârifânesinden müstefîd oldular.

Âlem-i bakâya intikâlleri 283 sene-i hicriyyesine (896) müsâdiftir.

SERİYY-İ SAKATÎ HAZRETLERİ

Sâlik-i râh-ı hakîkat, Hz. Şeyh Ebu’l-Hüseyn Seriyyi’s-Sakatî, yetmiş sene muammer olup, 253 senesi Ramazânının birinci (4 Eylül 867) günü, ale's-seher imsâk-ı hayât eylemiştir.

Hz. Cüneyd, Hakk-ı âlilerinde demiştir ki:

Ben Seriy’den ziyâde ibâdet ehli görmedim. Yetmiş sene hiç bir kimse onu yan üstüne yatarken görmedi. Ancak hâl-i mevtinde uzanmış gördüler.”

Yine Cenâb-ı Cüneyd buyurur ki:

"Bir gün Seriyy-i Sakatî’nin hânesine gittim. Gördüm ki hânesini süpürüyor ve bu beyitleri okuyup ağlıyordu:

لا في النهار ولا في الليل لي فرح                          

نه شب تهم نه روز أز ناله و آه

فلا أبالي أطال الليل أم قصر.                             

خواهي شب من دراز وخواهي كوتاه

Tercümesi :

Çü rûz u şeb işim oldu cihânda nâle vü âh

Bana ne geceler olsa dırâz yâ kûtah"

Hz. Ma’rûf-ı Kerhî’nin mazhar-ı feyz-i tâmmı olan ve birinci tabakadan bir veliyy-i kâmildir.

Ma’rifet, Cenâb-ı Hakk’a ibâdet ve nefsi mâ-sivâdan pâk eylemek demektir.” buyururlarmış. Hz. Cüneyd ecell-i mürîdânındandır. (Kaddesa’llâhu sırrahu)

ŞEYH CÜNEYD-İ BAĞDÂDÎ HAZRETLERİ

Burhân-ı erbâb-ı tarîkat seyyidü’t-tâifeti’s-sûfiyye Şeyh Cüneyd hazretleri, kibâr-ı meşâyih-ı sûfiyyedendir. “Ebu’l-Kâsım Cüneyd el-Bağdâdî b. Muhammed ez-Zeccâc el-Kavârîrî” diye meşhûrdur. Aslen Nihâvendli olup, Bağdâd’da yetişmiştir. Pederi cama müteallik şeyler satarmış.

Hz. Cüneyd, İmâm Şafiî’nin talebesinden Ebû Sevr’in ve bir rivâyette /31/ Süfyân-ı Sevrî hazretlerinin meclisine müdâvemetle, tahsîl-i ulûm ettikten sonra, dayısı bulunan Seriyy-i Sakatî hazretlerine intisâb ile, tarîk-ı sûfiyyûna girmiş ve takvâ ve riyâzetle tasfiye-i derûn ederek, a’mâl-i sâliha ve akvâl-i hekimânesiyle büyük bir sît ü şöhrete nâil olmuş idi. Her taraftan mürîdân, halaka-ı irşâdına cem' olarak, asrının kutb-ı a’zamı mertebesini ihrâz etmişti. Müddet-i ömründe otuz def'a yaya olarak hac etmiştir.

297/(909) veya 298/(910) senesinde irtihâl-i dâr-ı bakâ eylediler. Bağdâd’da Marûf-ı Kerhî ve Seriyyi’s-Sakatî hazarâtının yanında medfûndur. Müddet-i ömr-i şerîfleri doksanbirdir.

Bursalı İsmâîl Hakkı hazretleri buyururlar ki:

"Müşârünileyhin, "Şeyh Cüneyd-i Bağdâdî" nâmıyla vasf olunması, Erdebilî’den ihtirâz içindir. Çünkü, şâhân-ı Acem, Erdebilî’nin neslindendir. Erdebilî’nin o tarafta bî-had etbâı vardı. Sultânü’l-vakt olayım diye kırk sene ictihâd etti. Nihâyet muvaffak olamayıp Şirvân vâlisi olan Sultân Halîl elinde katl olundu. Etbâı perîşân oldu. Şeyh Cüneyd-i Bağdâdî’nin aslı, bilâd-ı cebelden, Nihavend şehrindendir.”

Cüneyd, mezheb-i Sevrî’yi ihtiyâr eylemiş ve bu mezhep üzerine fetvâlar vermiştir. Sevrî mezhebi, Şafiî mezhebinden başka bir şey değildir. Hz. Cüneyd, İmâm Şâfiî talebesinden Sevrî’den ders okumuş ve bu meslekte devâm eylemiştir.

Şeyh Nûri ve Şeyh Şiblî ve Şeyh Ebu’l-Abbâs, Cüneyd hakkında, “İlm-i tasavvufta imâmımız ve merci' ve muktedâmız, seyyidü’t-tâife Cüneyd hazretleridir.” buyurmuşlardı.

Ehl-i zâhir, ehl-i bâtının muktedâsı olduklarından, “seyyidü’t-tâife” denildi. Âlem-i ma’nâda dîdâr-ı bâhiri’l-envâr-ı nebevîyi müşâhede şerefine mazhar olup, Yâ Cüneyd! Ümmetime vâiz olup sebîl-i müstakîmi göster.” emr-i âlî-i risâlet-penâhîsini şeref telâkkî edince, ale’s-sabâh umûm-ı meşâyıh u ulemâyı toplayıp keyfiyyeti tefhîm edince herkes arz-ı /32/ inkıyâd etmiş, va’z u nasîhattan müstefîd olmuştur.

Bir gün va’z esnâsında bir tersâ müslümân kıyâfetine girip, Hz. Cüneyd’e, (اتقوا فراسة   المؤمن، فإنه ينظر بنور الله)[35] hadîs-i şerîfinin ma’nâsı nedir?” diye suâl sorunca, bir müddet sükûttan sonra, “Şehâdet getir, âvân-ı İslâm’ın erişti” diye keşf-i hâl etmekle, o racül hakîkaten müslümân olunca, Oğlum hadîs-i şerîfin ma’nâsı budur.” demiştir.[36]

Mertebe-i ilmiyye vü irfâniyyesi pek yüksek eâzım-ı İslâmiyyedendir. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

  

ŞEYH EBÛBEKİR eş-ŞİBLÎ HAZRETLERİ

Sâhibü’l-kerâmâti’l-hârika Şeyh Şiblî hazretleri, kibâr-ı evliyâu’llâhtandır. Pederi Mâverâünnehr’in bir cihetindeki Şibliyye’den olduğu hâlde kendileri 247/(861) senesinde Sâmerrâ’da dünyâya revnak virüp 87 sene muammer olarak 334/(945) senesinde şehr-i Zi'l-hiccece bülbül-i cânı ravza-i rıdvâna uçmuştur. Merkad-i şerîfleri Bağdâd’da İmâm-ı A'zam efendimiz hazretlerinin civâr-ı rahmet-medârlarında kâindir. Hz. Cüneyd’in eâzım-ı hülefâsından olup Mâlikiyyü’l-mezhep idi. İlm-i tasavvufda ferîd-i zamân idi. Zühd ü takvâsı, ahvâl ü akvâl-i ârîfânesi meşhûrdur.

Hz. Cüneyd, hakk-ı âlilerinde buyurmuşlardır :

لا تمظروا إلى أبي بكر الشبلي بالعين التي تنظر بعضكم إلى بعض. فإنه عين من عيون الله ولكل قوم تاج وتاج هذا القوم الشبلي.[37]

Müşârünileyhden kıllet-i nevmin fâidesini suâl etmişler, cevâbında, Her kim ki, uykuya ziyâde râğıb ola, o kimse elbette gâfildir. Gâfil olan ise envâr-ı hakâyıktan bî-haberdir. Nevm, sebeb-i gaflettir. Eûzu billâhi mine’l-gafle.buyurmuşlardır.

Mürîdânından Şeyh Ebu’l-Fazl Abdullâh el-Yemenî hazretlerinden silsile-i Kâdiriyye; Hz. Ebû Ömer Muhammed-i Zeccâc’dan silsile-i Mevleviyye; şeyh Ali el-A'cemî’den silsile-i Rufâiyye zuhûr etmiştir.

Fahreddîni Râzi hazretleri, Fâtiha tefsîrinde nakl eder ki:

Cenâb-ı /33/ Şiblî’nin vefâtı yaklaştığı zamân yanında bulunanlardan ba'zıları kendilerine "Lâ-ilâhe illa'llâh" demeyi ihtâr etmişler; müşârünileyh hazretleri dahi cevâben :

كل بيت أنت حاضره                      

وجهك المأمول حجتنا

غير محتاج إلى السراد                        

يوم تأتي الناس بالحج

kıt'asını inşâd eylemişdir ki, meâli, “İlahî! İzz-i huzûrunla şeref-yâb olan hâne kanâdîl-i fürûzâna ihtiyâcdan müstağnîdir. Vahdâniyyetini isbât için, halk-ı âlem hucec ü berâhîn ile huzûr-ı izzetine gelecekleri gün bizim de hüccetimiz, ru’yet ü müşâhedesiyle şeref-yâb olmamız me'mûl olan dîdâr-ı pür- envârın olsun.” merkezindedir. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

GAVS-I A’ZAM SULTÂN SEYYİD ABDU’L-KÂDİR-İ GEYLÂNİ HAZRETLERİ

Âlimu’r-rabbânî ve’l-heykelü’n-nûrânî, gavs-ı a’zam, Muhyiddîn Ebû Muhammed b. Ebî Sâlih b. Cengî-dost eâzim-i evliyâu’llâhtan pîr-i tarîkattır.

Tarîkat-ı aliyye-i Kâdiriyye zât-ı âlî-i gavsiyyet-penâhîlerine mensûbdur.

Neseb-i şerîfleri, peder-i mükerremleri cihetinden Hz. Hasan ve vâlide-i mukerremeleri cihetinden Hz. Hüseyin (Radıya'llâhu anhumâ) efendilerimize müntehî olur ki, teberrüken ve teyemmünen ber-vechi’s-sıhhat derc-i sahîfe-i iftihâr kılındı.

Peder-i mükerremleri Ebû Sâlih Mûsa Ceng-dost (kaddesa'llâhu sırrahû) b. es-Seyyid Ebû Abdullâh b. es-Seyyid Yahyâ ez-zâhid b. es-Seyyid Muhammed el-Mûris b. es-Seyyid Dâvûd b. es-Seyyid Mûsâ es-sânî b. es-Seyyid Abdullâh el-Mûris b. es-Seyyid Mûsâ El-Cûn b. es-Seyyid Abdullâh el-Mahz b. es-Seyyid Hasan el-Müsennâ b. İmâm Hz. Hasan-ı Müctebâ b. Emîri’l-mü’minîn Hz. Ali Esedu’llâhi’l-Gâlib. (Kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anhum)

Mâder-i muhteremeleri Ümmü-l-Hayr Emetu’llâh Fâtıma bt. Abdullâh es-Savmaî b. es-Seyyid Ebû Cemâl b. es-Seyyid Ebû Muhammed (Mahmûd) b. Seyyid Tâhir b. Seyyid Ebû Atâ b. Seyyid Abdullâh b. Seyyid Kemâl b. Seyyid  Îsâ /34/ b. Seyyid Alâeddîn b. Seyyid Muhammed b. Seyyid Ali el-Karz b. İmâm Ca'fer es-Sâdık b. İmâm Muhammed el-Bâkır b. İmâm Zeynelâbidîn b. İmâm Hz. Hüseyin b. Emîri’l-Mü’minîn Hz. Ali b. Ebi Tâlib. (Kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anhum)

Bu silsile-i nesebde Hz. Cemâleddîn’den peder cihetiyle Mahmûd b. Abdullâh b. Kemâleddîn-i Îsâ b. İmâm Muhammed El-Cevâd b. İmâm Ali er-Rızâ b. İmâm Mûsâ el-Kâzım b. İmâm Ca'fer es-Sâdık’a müntehî olan bir kolu, Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye müellifi yazmaktadır.

Hz. Pîr efendimiz hicret-i nebevîyyenin 470 senesi şehr-i Ramazânının (Mart 1078) ilk gecesi, İran’ın Geylân Kasabası’nda mehd-ârâ-yı âlem-vucûd olmuşlardır. Cîlân, Geylân’ın muarrebidir.

"Aşk" (عشق) ebced hesâbiyle târîh-i velâdetleridir,

"Kemâl" (كمال) ebced hesâbiyle müddet-i ömr-i şerîfleridir. (91 sene).

"Kemâl-i aşk" (كمال عشق) ebced hesâbiyle târîh-i intikâlleridir 561/(1166).

إن باز الله سلطان الرجال،

 جاء في العشق ومات في الكمال[38]

Bu hakîkati beyândır.

Hakk-ı âlilerinde pek ehemmiyyetli eser yazılmış, cihânın her tarafında şöhretleri artmış bir pîr-i muazzamdır.

Henüz hâl-i sabâvetlerinde harikulâde hâlleri görüldüğü gibi, daha doğmazdan evvel dahi kendilerinin kutb-ı a'zam olacağına emmâreler müşâhede ve kayd edilmiştir. Velâdetleri gecesi Hz. Risâlet-penâh (salla’llâhu aleyhi ve sellem) efendimiz, cemî'-i sahâbe-i kirâm ve eimme-i hüdâ ve evliyâ-yı izâm ile vâkıa-ı Hz. Ebû Sâlih Mûsâ Cengî-dost’ta şeref-zuhûr edip, kadem-i mevlûd-i mes’ûdu tebrîk ile,

يا ولدي! يا أبا صالح! أعطاك الله إبقاء وهو ولدي ومحبوبي ومحبوب الله سبحانه. وسيكون له شأن في الأولياء والأقطاب، كشأني بين الأنبياء والمرسلين. [39]

buyurmuşlardır. (Kaddesallâhu sırrahu)

Hz. Abdulkâdir efendimiz henüz pek küçük yaşta iken /35/ peder-i ekremleri irtihâl-i dâr-ı nâîm eylemekle vâlide-i muhteremelerinin taht-ı terbiyesinde kalmışlardı.

Fütûhât-ı Kenzi’l-Kur’ân’da okumuş idim:

Sînn-i âlîleri yediye bâliğ oldukda vâlidesi çift sürmek, te’mîn-i maîşet etmek maksadıyla, oğluna bir çift öküz alıp, bunun üzerine, Hz. Abdulkâdir çift sürmeye başlar. Öküzlerden biri birgün başını çevirip Cenâb-ı Abdulkâdir’e bakarak lisân-ı hâl ile, Yâ Abdelkâdir! Allâh teâlâ seni, çift sürmek için halk eylemedi. Seni ancak esrâr-ı ma’rifetu’llâh için halk buyurdu.” demesiyle, hemen hâne-i saâdetlerine gelip, vâlidelerine keyfiyyeti tefhîm ile, kıbleye müteveccihen murâkabe buyurmuşlardır.

Burada istidrâd kabîlinden arz edeyim:

Hayvân nasıl olur da böyle ifhâm-ı maksad eder?” diye vâkıf-ı hakâyık-ı ahvâl olmayanların dûçâr-ı hayret olması vârid-i hâtırdır. Hâlbuki Buharî-i şerîfin 4. cildinde mütâlaa-güzâr-ı fakîrânem oldu ki: Bir gün Hz. Fahr-ı kâinât aleyhi ekmelü’t-tahiyyât efendimiz, salât-ı subhun edâsından sonra ashâb-ı kirâma teveccüh buyurup otururlar iken, biri öküzün üstüne binmiş, döverek sevk ediyordu. Manzûr-ı âlî-i peygamberî oldu. O sırada öküz lisân-ı hâl ile, (إنا لم نخلق لهذا. إنما خلقنا للحرث),  ya'nî: "Biz böyle üstüne binilip sevk olunmak için değil, zîrâat için halk olunduk.” dedi. Ashâb-ı kirâm, “Fe-subhâna’llâh, öküz söz söylüyor.” diye dûçâr-ı hayret ve mazhar-ı sırr-ı hikmet oldular.

Daha emsâli şeyler Buhârî-i şerîfte mezkûrdur ki, erbâb-ı hakîkate mekşûf olan şu ahvâle teslîmiyyet göstermek cümle-i âdâb-ı irfândandır.

Hz. Abdulkâdir, o hâlden müteessir olarak derûnuna aşk âteşi düşmekle vâlidesine ricâ ederek, “Kerem eyle vâlideciğim, beni hak yoluna gönder.” buyurur. Vâlidesi bu ricâsını bi’l-kabûl, /36/Oğlum sende bu hâlin zâhir olacağı velâdetinde ma’lûm olmuştu.” diyerek li-ecli’t-tahsîl Bağdâd’a göndermiştir.

Civân iken pîr, pîr iken civân olan, o nûr-ı dîde-i ehli yakîn yola çıkacağı sırada vâlide-i mükerremesi pederinden kalan kırk altını oğlunun hırkasının koltuğuna dikip, hîn-i vedâ'da, “Oğlum, sana bir nasîhatim olsun; asla yalan söyleme, doğrulukdan ayrılma!” diye vasiyette bulunmuştur. Hz Abdulkâdir, esnâ-yı râhda kârbân halkıyla birlikte harâmîlere müsâdif olup, harâmîler cümle kârbân halkını soydular. Ehl-i kârbân hâib ü hâsir dururken, harâmînin biri Hz. Abdulkâdir’i görüp yanına gelerek, “Sende mal var mı?” diye sordukda, koca sultân, “Evet, hırkamın koltuğu altında kırk altın var.”, buyurmuşlardır. Harâmîler bu hâli sergerdelerine haber verdiler ve dediler ki, “Bir zaîf çocuk vardır, bende kırk altın var, diye ikrâr ediyor.” Bunun üzerine, baş harâmî, “Çocuğu huzûruma getirin.” demesiyle Hz Abdulkâdir’i ihzâr eylediler. Sergerde-i harâmiyân, “Oğlum, sende kimse altın me’mûl eylemez. Niçin söyledin?” deyince, Hazret, “Bu adam, bana, “Sende birşey var mı?” diye sordu. Ciylân’dan çıkarken, vâlidem, bana, “Yalan söyleme.” diye nasîhat itmiş idi. Yokdur desem, yalanı irtikâb etmiş ve vâlideme hıyânet eylemiş olurdum. Bunun için doğruyu iltizâm ettim.” cevâbını verdi. Bu söz o sergerdenin ciğerine te'sîr eyledi:

Eyvâh bir bî-günâh sabî vâlidesinin ahdine hıyânet etmekden çekiniyor; ben ise, bunca senedir Allâh-ı azîmü’ş-şânın emrine muhâlefetle hırsızlığı irtikâb ederek fenâlıklıkta bulundum.” diyerek izhâr-ı nedâmet ü peşîmânî ile bâ-kemâl-i hüzn, der-akab kârbân halkının mâllarını iâde ederek, bir dahi bu meslekde bulunmamağa tevbe-kâr oldu. Bunun hâli dîger harâmîlere de sirâyet ederek cümlesi tâib ve müstağfir /37/ oldular.

Hz. Abdülkadir, henüz hâl-i tufûliyyette iken bir kârbân halkının mâlını kurtardı; harâmîlerin tevbe-kâr olmasına sebeb oldu; tarîk-ı Bağdâd’ı bâğîlerin şerrinden emîn etti.

Nâzım Paşa ve Hersekli Ârif Hikmet Beğ’in methiyyeleri:

Aşkdır ser-nâme-i unvânı Gavs-ı A’zam’ın

Ol kemâlin sırrıdır burhânı Gavs-ı A’zam’ın

Lafza sığmaz ma’ni-i rüchânı Gavs-ı A’zam’ın

Kâbil-i ihsâ değil irfânı Gavs-ı A’zam’ın

Berter-i idrâk izz ü şânı Gavs-ı A’zam’ın

Cezbe-i feyzinle âlî cânlar olmuş bî-karâr

Havl-ı mihr-i intisâbında döner seyyâre-vâr

Ber-tarafdır bunda hep endîşe-i dâr u diyâr

Sırr-ı devr-i âlem-i lâhûtu eyler âşikâr

Ma’nevî seyrândır devrânı Gavs-ı A’zam’ın

Düş tarîk-ı aşka ömrüm nâle-i cân-gâh ile

Mâ-sivâ efkârın imhâ eyle âh u vâh ile

Bul fenâ içre safâyı bir dil-i âgâh ile

Her giren ser-mest olur feyz-i ricâlu’llâh ile

Bezm-i gaybu’l-gaybdır meydânı Gavs-ı A’zam’ın

Nûr-ı vahdet seyr ider dilden dile sârî olur

Ol cemâlin cân-güdâzân âşık-ı zârî olur

Vâkıf-ı sırr-ı şumûl-ı kudret-i Bârî olur

Hân-kâh-ı âlem-i ulyâda da cârî olur

Dem-be-dem âdâb ile erkânı Gavs-ı A’zam’ın

Kadirîyiz bizdedir her iktidâr-ı mümkinât

Bâzü’l-Eşheb pây-mâlıdır sevâd-ı şeş-cihât

Durma Hikmet sen de söyle böyle mâ-dâme’l-hayât

El çekerdim kabza-ı hükmümde olsa kâinat

Geçse Nâzım  destime dâmânı Gavs-ı A’zam’ın

Bursa’da Mısrî Hânkâhı şeyhi Şemseddîn efendi tarafından ihdâ olunmuştur:

Medhi mümkin olmadı Sultân Abdülkâdir’in

Gün gibi bak âşikâr burhânı Abdülkâdir’in

Her kim itse arz-ı hâcât matlabın elbet bulur

Herkese şâmil olur ihsânı Abdülkâdir’in

Bâzü’l-Eşheb Gavsü’l-A’zam Şeyhü’l-Ekber kendidir

Mazhar-ı sırr-ı Alî’dir cânı Abdülkâdir’in

Şeyhü’l-Ekber misk-i ezfer ana olmuşdur mürîd

Ser-te-ser tutdu cihânı sânı Abdülkâdir’in

Evliyâu’llâh ana ta’zîm idüp eydi boyun

İns ü cinne irişür harmânı Abdülkâdir’in

Ol erenler şâhıdır pîrân iderler ahz-ı feyz

Şarkı garbı tutdu çün irfânı Abdülkâdir’in

Âşıkân feryâd iderler zikr-i “Yâ Hayyü” diyüb

Feyz-yâbdır silk-i meydânı Abdülkâdir’in

Cân u başla zikr idüp eyler semâ’ başın urur

Mûcib-i hayret olur seyrânı Abdülkâdir’in

Mebde-i sırr-ı meâdı sâlike tefhîm ider

Gösterir seyr-i sülûk devrânı Abdülkâdir’in

Nefsini tezkiyye kalbi tasfiye içün müdâm

Sürülür leyl ü nehâr erkânı Abdülkâdir’in

Pîrime olmuş hediyye başımızda taşırız

Verd-i vird-i Hazret-i Geylânî Abdülkâdir’in

Şemsi-i Mısrî ana bir bende-i dîrînedir

Dâhil-i bezm-i harîm dîvânı Abdülkâdir’in

39. sahîfede ismi geçen Besîm Bey Efendi’nin medhiyye-i mergûbesidir:

Genc-i esrâr-ı hafâ Hazret-i Abdülkâdir

Gül-i tâc-ı urefâ Hazret-i Abdülkâdir

Bilemez kadrini usfûr-ı zemîn

Bâz-ı şeh-nâz-ı semâ Hazret-i Abdülkâdir

Hasta-i mihnete rûh-âversin

Ey mesîhâ-yı rehâ Hazret-i Abdülkâdi

Sırr-ı mi’râca dırahşende sirâc

Nûr-ı Vehhâc-ı ulâ Hazret-i Abdülkâdir[40]

Ârif-i nükte-i İsrâ sensin

Bârık-ı berk-ı sinâ Hazret-i Abdülkâdir

Ey kerâmâtı ki mısdâk-ı cihân,

Keremi cilve-nümâ Hazret-i Abdülkâdir

Ey necîbü’n-neseb-i Âl-i Nebî

Mazhar-ı feyz-i velâ Hazret-i Abdülkâdir

Medd-i yed ile Besîm efkarına

Hazret-imdâd-resâ Hazret-i Abdülkâdir

Medhiyye:

Oldu dil hayrân-ı şânı zât-ı Abdülkâdir’in

Tutdu nûru âsumânı zât-ı Abdülkâdir’in

Beyt-i Ma’mûr-ı safâ eyler dil-i vîrâneyi

Medd-i dest-i iktirânı zât-ı Abdülkâdir’in

Çeşm-i hasretle bakarlar türbe-i nevvârına

Âsumânın iktirânı zât-ı Abdülkâdir’in

Feyz-i müstesnâsı kim şâyân-ı im’ân-ı nazar

Tutmuş aktâr-ı cihânı zât-ı Abdülkâdir’in

Ma’nevî râyâtının tahtındadır Afgân u Hind

İşte bak burhânı şânı zât-ı Abdülkâdir’in

İ’tirâf-ı acz ider vasfında ol Vassâf kim

Hâk-sâr-ı âsitânı zât-ı Abdülkâdir’in

Hz. Abdulkâdir, Bağdâd’da mebâdî-i ulûmu tahsîlden sonra, Kadı Ebû Saîd-i Mahzûmî’den ilm-i fıkh teallüm ettiği gibi Ebûbekir b. el-Muzaffer ile sâir muhaddisînden ehâdîs-i nebevîyye istimâ' eyledikten sonra va’z u tedrîse mübâşeretle sît ü şöhreti âlem-gîr olup zamânının imâmı olmuşlardı.

Mezheb-i Hanbelî’ye tâbi' olup Hanâbilenin şeyhi idi. Ulûm-ı edebiyyeyi, Ebû Zekeriyyâ et-Tebrîzî'den ahz etmiş idi. Müddet-i tahsîl ü tedrîste kendi kedd-i yemîniyle taayyüş ederdi. Kendilerinden Ebû Sa’d-ı Sümmânî gibi meşâhîr-i ulemâ ahz u istimâ’ ve rivâyet etmişlerdir.

/38/ Bir hayli vakit Bağdâd’da va’z ile meşgûl olup, meclis-i enverleri merci'-i hâss u âm olduktan sonra halvete çekilip riyâzetle yaşamağa başlamış ve ba’dehû seyâhate çıkıp mücâhede-i nefse ve sahrâlarda ikâmetle, zühd ü ibâdete koyulmuş ve bâlâda ismi geçen Ebû Saîd Ali b. el-Mübârek el-Mahzûmî’den ahz-ı tarîkat eylediği gibi, Şeyh Ahmed-i Debbâs’la dahi hem-sohbet olmuştu.

Bağdâd ve Kerh civârındaki mücâhedâtı yirmibeş sene sürmüştür. Tomâr’da yazıldığına göre esnâ-yı mücâhedede eâzım-ı meşâyihden Eş-Şeyh Hammâd b. Müslim ed-Debbâs ile sohbet ederek ilk inâbet-i tarîkatı müşârünileyhten almış Tâcu’l-ârifîn, Ebu’l-Vefâ-ı Kâkî’nin ve sâir eâzim-i sûfiyyenin sohbetlerinden de müstefîd olarak şeyh Hammâd’ın nezdinde mücâhedâtla sülûk çıkarmış ve müşârünileyhe dâmâd olmuştur.

Sâdık Vicdâni Bey’in Tomâr’da yazdıkları gibi mücâhid-i â’zamın, bu mücâhedât-ı medîde ile vâsıl olduğu mertebe-i â’lâyı, bizim gibi erbâb-ı kâl u makâlin lisân-ı ebkemi takrîr, rekîkü’l-ifâde kalemi tasvîr edemez. Onu ehl-i hâl anlar.

520/(1126) senesinde kırk dokuz yaşında iken tekrâr akd-ı meclis-i va’z edip, lisân-ı irfân- beyânından nice hikem-i ilâhîyye sâdır olmakla şöhretleri âfâkı tutmuş, bilâd-ı baîdeden bezm-i irfânlarına gelenler günden güne çoğalmıştır.

528/(1134) senesinde Ebû Saîd medresesinde tedrîs ve iftâya; ve erbâb-ı aşk u irfâna, ta’lîm-i hakîkat ü ma’rifete başlamış, fürû' ve usûl-i fıkıhda ve tasavvufda bir kaç kitap te’lîf buyurmuşlardır. İşte tarîkat-ı aliyye-i Kâdiriyye bu mücâhedât ile teessüs edip ondan sonra Hindistân’a kadar intişâr eylemiştir.

Takvâ ve tasavvufa müteallik ârifâne sözleri pek çoktur. Melfûzât-ı Geylânî unvânıyla elsine-i İslâmiyye'de cem’ u tedvîn olunmuştur.

/39/ Sirâcü’l-Vehhâc fî Leyleti’l-Mi’râc, Fütûhu’l-Gayb, Gunyetü’t-Tâlibîn Umdetü’s-Sâlihîn, Behcetü’l-Esrâr, Vasiyet-nâme ve Gavsiyye nâmlarında âsâr-ı aliyye-i mu'teberesi zînet-bahş-ı eyâdî-i ashâb-ı irfândır.

Bunlardan başka, Dîvân-ı Gavsi’l-A’zam unvânıyla tasavvuf üzerinden hakîkat ve ma’rifete müteallik, Farisiyyü’l-ibâre mecmua-ı eş’ârı mütedâvildir.

Hz. Gavs’ın âşıklarından Besîm Efendi muharrir-i fakîre yazdığı bir mektûbunda der ki: “Hakâyık-ı mütecelliyye-i ilâhiyyenin ümmet-i Muhammediyye üzerinde en âlî-nümûd, en gumûz-efrûz meâlim-i kudsiyyesinden olan sırr-ı akdes-i isrâyı, o mahremiyyet-i aksa’d-derecâta şâyân bir îkân-ı lâhûtî fütûh ile lisân-ı sünûha naklen teblîğ-i belîğ ile beyân edebilen âsâr-ı beşerin ekmel ve ecmeli, ulviyyet, ercahiyyet, ahseniyyet i'tibârât-ı âliyesiyle bi-hakkın Gavs-ı A’zam (Kuddise sırruhu'l-ekrem) efendimizin Sirâcü’l-Vehhâc unvân-ı münîriyle pertev-efşân te'lîf-i celîl-i kudsiyyet-nişânlarıdır. Metn-i muallâ-yı Arabiyyesiyle berâber merhûm ve mağfûr Muhtâr Efendinin tercüme-i belîgasını şâmil olarak vaktiyle hüsn-i sûretle tab’edilmiş olan bu kitâb-ı müstetâb-ı celîlin tilâveti semâvât-ı âliyâtın tabakât-ı hakâyıkını sutûr-ı nûr ile şerh ve inâre etmiştir. Emânu'llâh âşık ile ma'şûk-ı Vedûd'un bir olduğu nûr ve zulmet-i sûriyyenin verâ-yı perde-i istitâra çekildiği o leyle-i pür-esrâr-ı bî-renk ü bî-misâldir ki, hâlât u makâmât ve tecelliyyâtı Hz. Gavs-ı a’zam derecesinde izâkaya kim muvaffak olabilmiştir? O tahte'r-rumûz ne kadar muşa’şa’ bir neşr-i künûzdur! (Radıyallâhu anh ve kaddesa'llâhu sırrahû) Hayret-kârâne tâ’zîm, ta’zîm-kârâne hayret!...

Medhiyye-i fakîrânem:

Mest itdi beni midhat-ı Abdülkâdir

Cezb itdi beni Hazret-i Abdülkâdir

Hubb u şerefi kalbime zînet virdi

Hayretde kodu rütbet-i Abdülkâdir

Uşşâkı için bâis-i şândır nisbet

Hasretde komaz re’fet-i Abdülkâdir

Feyz-âver olur âşıkına bi'llâh

Mürde-dîl için kudret-i Abdülkâdir

Zâhirde vü bâtında şefâat eyler

Tâlipler için âdet-i Abdülkâdir

Rûmâlî-i dergâhı olan süllâke

Dest-res olur himmet-i Abdülkâdir

Vasfında düşer acze nice Vassâf’ı

Gâyetle büyük şevket-i Abdülkâdir

Şiirde Muhyî tahâllus buyurmuşlardır.

Âtîdeki nutuklar, enfâs-ı kudsiyyelerindendir:

نيست بيرون ودرونم ذرهء خالي زدوست،                               

صورتم آينهء معنا بمعنى عين اوست.

كر بيايى بسر تربت ويرانهء ما،                                         

بينى از خون جكر آب زده ختنهء ما.

شكر لله كه نمريم رسيديم بدوست،                         

آفرين باد برين همت مرادنهء ما.

با أحد در لحد تنك بكويم أي دوست،                                

آشناييم بتوغير تو بيكانهء ما.

محي از شمع تجلى جمالش ميشوخت،                        

دوست ميكفت زهي همت مردانهء ما. [41]

Zât-ı gavsiyyet-penâhîlerinin bilâd-ı İslâmiyyede pek büyük şöhretleri vardır. Kerâmât ve menâkıb-ı şerîfelerini hâvî, elsine-i muhtelifede müstakillen âsâr-ı adîde vücûda getirilmiştir.

Harâmeyn-i Muhteremeyn’i ziyâret eyledikleri zamân zuhûra gelen hârikulâde ahvâlini, uşşâk-ı irfânları pek ehemmiyyetle kayd etmişlerdir. Mekke-i Mükerreme’de, Harem-i Şerîf’te dâimâ oturdukları makâmı, el-an ma'lûm olup, çâr-aktâr-ı âlemden gelen âşıklar burada teberrüken namâz kılar, duâ ederler. Medîne-i Münevvere’de, Ravza-i Seniyye’de dahi vardır. Bu abd-i kemter her iki makâmda da dergâh-ı azamet-i ilâhîyyeden niyâzda bulunmak şerefine mazhar oldum. Hindlilerin, müşârünileyhe meyl ü muhabbetleri çok ziyâdedir. O makâmât-ı mübârekede onları rû-mâl olurken gördüm. Döktükleri göz yaşlarına ve kalblerinden cûşa gelen aşk u muhabbet ve hürmete şâhit oldum.

Hz. Gavs, aktâb-ı erba’adandır. Nâm-ı âlîleri zikr olundu mu, kalb-i hazînim ihtizâza gelir. Tefrîhu’l-Havâtır /40/ nâm eserde dördüncü menkabede [42] في هلاك من ذكر اسمه بغير طهارة diye gül-zâr-ı maânîden uzun uzadıya mertebe-i bülendinden bahs ve nakl-i hakîkat olunmuştur.

Medîne-i Münevvere’de bulundukları zamân kırk gün huzûr-ı saâdette ellerini göğsüne koyarak kâimen bulunmuşlar ve kıt’a-ı âtiyeyi tilâvet eylemişlerdir ki, Tefrîhul-Havâtır’da okudum:

          ذنوب كموج البحر هي أكثر،                

ولكنها عند الكريم إذا عفا.

كمثل الجبال الشم بل هي أكبر،             

جناح من البعوض بل هي أصغر. [43]

Eser-i mezkûrde menkabe-i ûlâda menkûldür:

- ذكر جواهر القلائد آخذ عمن مجمع الفضائل قال:

 سمعت عن المشايخ الصوفية رضي الله عنهم أجمعين، أن سيدنا الشيخ اليد عبد القادر الكيلاني هو الغوث الأعظم. لأنه كلما الغوث، قالمراد به هو رضي الله عنه. لأنه مخاطب من الحق به. كذا ذكر في الغوثية:

رأينا نبينا ليلة المعراج وشرف بتشريف الولاية المطلقة المحمدية وخلقة الوراثة المحبوبية في تلك الليلة المباركة كما نقل عنه رضي الله تعالى عنه أنه قال: لما عرج بجدي ليلة المرصاد وبلغ سدرة المنتهى، بقي جبريل الأمين متخلفا وقال: يا محمد! لو دنوت أنملة لاحترقت.

فأرسل الله تعالى روحي إليه في ذلك المقام لاستفادتي من سيد الأنام عليه وعلى آله الصلاة والسلام فاشرفت به واستحصلت على النعمة العظمى والوراثة والخلافة الكبرى. وحضرت وأوجدت بمنزلة البراق حتى ركب على جدي رسول وعناني بيده حتى وصل (فكان قاب قوسين أو أدنى). وقال لي: يا ولدي وحدقة عيني قدمي، هذه على رثبتك وقدماك على رقاب كل أولياء الله تعالى.

وقال رضي الله تعالى عنه في بعض أشعاره:

         وصلت إلى العرش المجيد بحضرت،            

فلاحت لي الأنوار والحق أعطاني.

نظرت لعرش الله قبل تخلقي،                             

فلاحت لي الأكلاك والله سماني.

وتوجني بتاج الوصال لنظرة،                             

ومن خلقه التشريف والقرب أكساني. [44]

/41/ Hz. Şeyhü’l-ekber (Kuddise sırruhu'l-athar) efendimiz Fütûhât’ında 73. bâbda Hz. Gavs-ı A’zam Efendimiz için böyle buyuruyor:

رجل واحدوقد نكون امرأة في زمان آتية. وهو القاهر فوق عباده. له الاستطالة على كل شيء سوى الله، شهم، شجاع، مقدام كثير الدعوى بحق، يقول حقا، ويكم عدلا. وكان صاحب هذا المقام شيخنا عبد القادر الجيلي ببغداد. كانت له الصولة والاستطالة بحق على الخلق. كان كبير الشأن. أخباره مشهورة. لم ألقه، ولكن لقيت زماننا في هذا المقام. ولكن كان عبد القادر أتم في أمور آخره من هذا الشخص الذي لقيته. وقد درج الأخر ولا علم لي بمن بعده هذا المقام إلى الآن رضي الله عنهما. [45]

Şân-ı âlîlerinde hayret-zede olarak âstân-ı irfânlarına rû-mâl olurum.

Pîşvâ-yı mürşid ü pîr-i muazzamsın meded

Hem şeh-i sâhib-tarîkat hem mükerremsin meded

Ser-firâz-ı mukbil ü hem nev'-i âdemsin meded

Nesl-i pâk bâis-i mevcûd-ı âlemsin meded

Cümlenin indinde makbûl ü müsellemsin meded

Kutb-ı âlem Gavs-ı A’zam zât-ı ekremsin meded

Oldu Abdülkâdir-i Geylânî nâm u şöhretin

Hep bilir bây u gedâ kadrini hem mâhiyyetin

Dâimâ pervâz iderken şâh-bâz-ı himmetin

Sâlike câ-yı emândır âstân-ı devletin

Cümlenin indinde makbûl ü müsellemsin meded

Kutb-ı âlem Gavs-ı A’zam zât-ı ekremsin meded

Cânib-i dilden nesîm-i himmetin itse güzer

Bû-yı feyzinden sana âşık olan cândan geçer

Âcizin Vassâf-ı pûr-ekdârın istimdâd eder

Lutf idüp ihsân-ı feyzinden ana göster eser

Cümlenin indinde makbûl ü müsellemsin meded

Kutb-ı âlem Gavs-ı A’zam zât-ı ekremsin meded

Üsküdarlı Şeyh Hayrullâh Taceddîn-i Rufâî, Hz. Gavs medhiyyesinde der ki:

Gavs-ı A’zam Hazret-i Sultân Abdülkâdir’in

Zâhir ü bâtın tasarruf rûh-ı vâlâsındadır

Bendesi ol dergeh-i  aşkında dâim Tâciyâ

Cümle uşşâk-ı ilâhî feyz-i ulyâsındadır

/42/ Hz. Gavs, 561 sene-yi hicriyesi şehr-i Rebiu’l-âhirinde (Şubat 1166)  hastalandı. Rıhletleri takarrüb edince cânib-i gaybdan bir mektûb zuhûr etmekle mahdûmlarına göstermişler,(المكتوب من المحب إلى المحبوب)[46] buyurmuşlardır.

Yedi gün tamâm olunca, hâl-i ihtizâr rû-nümâ oldu. Mürîdan-ı hâlısü’l-cenânları nezd-i âlîlerinde pervâne gibi sûzân oluyorlardı. Hz. Pîr, bir müddet ağladılar, sonra tebessüm buyurdular. Bu hâli merak eden bende-gânına,

“Kendimin gaybûbiyyeti hâlinde mürîdânımın ve tarîkat-ı aliyyeme mütemessik olacak ümmetin hâlini düşündüm de ağladım. Sonra tebşirât-ı ilâhîyye ile mübeşşer oldum ki, gerek sizin, gerek tarîkıma mütemessik olanlar için bana imdâd kuvveti ihsân buyurulunca mesrûr oldum, tebessüm ettim.” buyurup, makâm-ı fahrda:

أنا قطب الأقطاب الوجود حقيقة،            

توسل بنا في كل هول وشدة،

على سائر الأقطاب قولي وحرمتي،            

أعيشك في الأشياء طراب همتي.

وكن قادري الوقت للهمخلصا،                           

فجدي رسول الله أعني محمدا،

لعيش سعيدا صادقا لمحبتي،                               

أنا عبد القادر، دام عزي ورفعتي.[47]

buyurdular

Bu kıt’a da enfâs-ı kudsiyelerindendir ve türbe-i şerîfelerinin kapısı bâlâsında yazılı imiş:

على بابنا قف عند ضيق المناهج،

تعز بعلي القدر من ذي المعارج.

ألم ترى أن الله أسبغ نعمة،

علينا وولينا قضاء الحوائج. [48]

Hayât-ı sûriyyelerinin son dakîkalarında, seslerini yükselterek üç def'a, “Allâh, Allâh, Allâh” diye zikr edip, ba’dehû zikr-i hafî ile meşgûl iken, cânını Hazret-i Cânân’a teslîm eylemiştir. (Radıya'llâhu anhu)

Mahdûm-ı mükerremleri Seyyid Abdürrezzâk Hazretlerine son vasiyetleridir:

يا ولدي! وفقنا الله تعالى وإياك المسلمون. آمين.

أوصيك بتقوى الله وطاعته ولزوم الشرع وحفظ حدوده. إن طريقتنا هذه مبنية على الكتاب والسنة وسلامة الصدر وسخاء اليد وبذل الندى وكف الجفا وحمل الأذى والصفح عن عثرات الإخوان. [49]

/43/ Zamân-ı intikâlleri, şehr-i Rebîu’l-âhir’in onbirinci Pazartesi gecesi, salât-ı ışânın  akabindedir. Na’ş-ı gufrân-nakşları yüzbinlerce ehl-i İslâm’ın dûş-ı ihtirâmında olarak, Bağdad’da, Bâbü’l-Ezc’de kâin merkad-i münîflerine nakl olundu. Bâlâda yazdığım vechile doksanbir sene muaammer olmuştur. Evlâd-ı kirâmları on yediye bâliğ olmuştur. Merkad-i münîfleri üzerine bir türbe-i şerîfe inşâ olunup, zamânımıza kadar ağniyâ-yı İslâmiyye tarafından i'mâr ve tezyînine sarf-ı nakdiyye-i himmet olunmuştur. Altın ve gümüşten ve mücevherden eşyâ-yı zî-kıyem vakf edilmiş ve Hind mihrâcelerinden arz-ı hizmet edenler görülmüştür.

Bağdâd’da vaktiyle, İdâdî-i Askerî Mektebi’nde muallimlikte bulunmuş, taallukâtımdan İbrâhîm Bey merhûm, müşâhedâtına istinâden nakl etti :

Hind mihrâcelerinden biri, Hz. Pîr’in sandûkaları üzerine örtülmek üzere, kâmilen inci ve mücevherle tersî’ olunmuş pûşîde ihdâ eylemiştir. Her Cuma günü örtülür ve hânkâh-ı şerîfte, icrâ-yı âyîn-i tarîkat olunurmuş. Tarîkat-ı aliyyeleri Hindistân’da daha ziyâde münteşir imiş. Fi'l-hakîka, Hindistân’dan her dâim külliyyetli züvvâr gelir, âsitâne-i aliyyede misâfir kalırlarmış. Onların gösterdikleri âsâr-ı ta’zîmiyeyi görenlerden işittim. Yüzlerini sürerek türbe-i şerîfelerine öyle dâhil olurlarmış.

Gavs-ı aktâb-ı dilâ Hazret-î Abdülkâdir

Şâh-ı iklîm-i bakâ Hazret-i Abdülkâdir

Şems ider cezbe ile nisbet iden bendesini

Mazhar-ı nûr-ı Hudâ Hazret-i Abdülkâdir

Müstakîm-zâde Süleymân Sa'deddîn Hazretleri, Cenâb-ı Abdülkâdir’in sandûka-i kabrinde muharrer olan:

إذا ضاقت حالي اشتكيت لخالقي،

ثديرا على تيسير كل عسير. [50]

beytiyle ibtidâ eden beş beytin Türkçe olarak şerhini, Şerh-i Ebyât-ı Sandûka nâmıyla yazmıştır ki, Pertev Paşa Kütüphânesi’nde, 614 numaralı mecmûada görülür. Bu hakîkati, urefâ-yı asırdan İbnü’l-Emin Mahmûd Kemâl Bey meydâna çıkarmıştır. Cenâb-ı Hak ondan da râzı olsun.

/44/ İmdâd u tasarrufta meşhûr-ı âlemdir. İsmâîl Hakkî-i Celvetî hazretleri Ahid-nâme’sinde yazıyor:

“Ali Sahâvî, Tercüme-i Hazret-i Abdülkâdir-i Geylânî’de tasrîh ve Ebu’l-Meâlî’den nakl ettiği gibi Fevâid-i Hümmâniyye’de münderic olduğu üzere Hz. Abdülkâdir, “Her kim, bir şiddetinde nidâ ve istiğâse ve benden istimdâd eylese, ol şiddeti ferece ve kürbeti ferah ve sürûra mübeddel olur ve ismimle bana nidâ eylese ve beni vesîle edip, Hak teâla’dan istiânet eylese, elbette hâceti revâ olur.” buyurmuşlardır. Eğer bir kimse iki rek'at namâz kılıp, her rek'atta ba’de’l-Fâtiha, onbir İhlâs okur ve ba’de’s-selâm tekrâr onbir ihlâs ve selât u selâm kırâat ederek, sağ ayağıyla şark ve garb tarafına onbirer hatve yürüdükten sonra, ayaklarını birleştirip tevakkuf ve nidâ eyleye ki, (يا سيدي، يا عبد القادر! إني جعلتك الوسيلة إلى الله في قضاء حاجتي.), ya'ni "Ben seni Hak teâlâya vesîle edip hâcetimin husûle gelmesi emrinde senden ricâ ederim." dese, bi-izni’llâhi teâlâ nâil-i merâm olması mukarrerdir. Bu husûsta ulemâ-yı kirâm bâ-husûs meşâyih-ı izâm ta’lîm-i vasiyet ettiler.”

Tefrîhu’l-Havâtır’da, Behcetü’l-Esrâr’dan da aynı sûretle nakl olunuyor. Ancak tevessülde daha tafsîlat münderictir. Mes'ele ihlâs ile tevessüldedir. Bu abd-i fakîr, mükerreren bu fi'l-i memdûhu ihtiyâr ettim ve âsâr-ı bâhiresini derhâl gördüm, el-hamdü lillâh.

Server-i ehl-i velâyet pîrim Abdülkâdir’in

Bende-i dîrînesi Vassâf-ı bî-evsâfdır

Âsitân-ı pâkine nisbetle fahr itmekdeyim

Pîr-i âlî-himmetim gencîne-i eltâfdır

                   *   *   *

Hamdü li’llâh geşt idüp âlemleri ser-tâ be-pâ

Düşdü râhım câyına Sultân Abdülkâdir’in

Evliyâ taksîm idince bende-gânın tâ-ezel

Düşmüşüm ben pâyına Sultân Abdülkâdir’in

Lâ edrî nâzımehû

Bir mühimme:

Hz. Şeyhu’l-Ekber Efendimiz, Fütûhât’ın cild-i sânîsinde, Kitâb-ı Zekât’ta Şuhhu’n-nefs ve buhlu’n-nefs bahsinde buyurur ki:

“İddihâr-ı emvâl edenler, ya budur ki: Kendilerine ârız olan bir vakt-i hâcet için alâ-basîretin iddihâr ederler; yahut lâ-an-basîratin iddihâr eylerler. Lâ-an-basîretin, iddihâr-ı emvâl edenler bizce müsellem değildir. Onlar ehlu’llâhtan olamazlar. Zîrâ ashâb-ı basîret değildirler. Basîret üzere iddihâr-ı emvâl edenler ikiden hâli değildir: Biri budur ki; kendilerinin vâkıf olduğu bir emr-i ilâhî ile iddihâr ederler ve böyle olduğuna da hükm ederler. Dîgeri emr-i ilâhî ile olmayarak iddihâr-ı emvâl eylerler. Eğer emr-i ilâhî ile iddihâr etmişler ise, o kimse abd-i mahzdır. Onunla bizim sözümüz yoktur; çünkü me’mûrdur. Abdülkâdir-i Cîlî hazretleri hakkında da böyle zan ederiz. Çünkü o Hazret'in makâmı bu idi, Allâhu a’lem. Zîrâ o Hazret’te âlem-i tasarruf neşesi var idi.”

Nakşibendî faslında da zikr olunacağı üzere, Hz. Muhammed Bahâeddîn Şâh-ı Nakşıbend efendimiz, Hz. Gavs’ın ravza-i mübârekelerini ziyâret kasdıyla, Buhârâ’dan teşrîf buyurmuşlardır. Hz. Gavs’a bi’t-tevessül selâm vermiş ve selâm almıştır. Neş’e-i mahsûsa te’sîriyle:

بادشاه هر دو عالم شاه عبد القادر ست،

سرور أورد آدم شاه عبد القادر ست.

آفتاب ماهتاب عرش وكرسي وقلم،

نور قلب أز نور أعظم شاه عبد القادر ست. [51]

Ve

سك دركاه بيران شوي،

چو خواهي قرب رباني.

كه بر شيران شرف داردر،

سك دركاه كيلاني. [52]

buyurmuşlardır.

Hz. Gavs-ı A’zam efendimiz, Tefrîhu’l-Havâtır’da yazıldığı üzere ziyy-i ulemâda telebbüs ederlermiş, zî-kıymet kumaşlardan ma’mûl elbise giydikleri vâki’ imiş. Esnâ-yı va’zda dâimâ kürsüye çıkarlar, sözleri sür’atle ve savt-ı bülend ile söylerlermiş; söze başladıkları zamân, kulûb-ı kâsiye ashâbı bile dûçar-ı ra’şe olur; ve te’sîrât-ı hasenesini görürlermiş. Ale’l-ekser Cuma günleri va’z u nasîhat buyururlarmış.

Şahsen gâyet heybetli imiş. Mekârim-i ahlâk sâhibi olduklarından, her gören meclûb ve meftûn olurmuş. Bedenen zaîf, murabbau’l-kâme, arîzu’s-sadr, arîzu’l-lıhye, esmerü’l-levn, melîhu’l-vech ve mahbûbu’l-kulûb imiş.

Şemâil-i aliyyeleri: Nahîfü’l-beden, orta boylu, göğsü geniş, alnı açık, buğday benizli, saçları omuzlarına kadar uzun idi.

Olmuşum meftûn-ı irfân kerâmet-güsteri

Kutb-ı aktâb-ı cihân Sultân Abdülkâdir’in

Pîşvâ-yı ehl-i Hak hem ser-firâz-ı evliyâ

Rehnümâ-yı âşıkân Sultân Abdülkâdir’in

/46/       Fehmile anın uluvv u kadrini hayrân olup

Virmişim yoluna cân Sultân Abdülkâdir’in

Bende-i nâçîzi oldum iftihâr itmekteyim

Dest-gîr-i bende-gân Sultân Abdülkâdir’in

Himmeti irdi Sümûhî kem-tere buldu şeref[53]

Gavs-ı yek-tâyı zamân Sultân Abdülkâdir’in

Hz. Gavs-ı A’zam, “Bâzu’l Eşheb” diye tavsîf olunur. Bâz, doğan denilen şikârî bir kuş: Eşheb, beyâz ma’nâsına olup, Bâzu’l-Eşheb hakkında, azîzim Şeyh Mustafa Sâfî Efendi hazretlerine sordum; Oğlum, bu bir nevî’ kuştur ki, bulunduğu yerden ufukta bir av görse, derhâl yetişir, onu avlar, onun elinden kurtulmak imkânı yoktur. Cenâb-ı Gavs-ı A’zam efendimiz de, manzûr-ı âlîleri olanları kendilerine teshîr eylediklerinden, bundan kinâye olarak o ta’bîr kullanılmıştır.buyurdular.

Bâzu’l-Eşheb pây-mâlıdır sevâd-ı şeş-cihât

Cenâb-ı Gavs’ın te'sîr-i hâl ü kâliyle ihtidâ eden Mûsevî ve Îsevînin beş yüzden ve kesb-i salâh eyleyen süfehânın da binden fazla olduğunu, Sâdık Vicdânî Bey, Tomâr’da yazmıştır.

Uluvv-ı kadr-i Abdulkâdir’i evc-i ulâdan sor

Gubâr-ı hâk-i na’leynin rikâb-ı evliyâdan sor

O bâz-ı ser-firâzın âşiyânı nerdedir bilmem

Anı bâlâ-nişîn-i bâr-gâh-ı Kibriyâ'dan sor


 

ŞUABÂT-I KÂDİRİYYE

Esediyye, Îseviyye, Ganiyye-i Kâdiriyye, Yâfiiyye, Eşrefiyye, Hilâliyye-i İsmâîliyye, Garîbiyye, Hâlisiyye, Hindiyye, Hammâdiyye, Makdisiyye, Enveriyye.

Hülâsa-i kelâm, tarîkat-ı aliyye-i Kâdiriye, kesîrü’ş-şuabât bir menhec-i hak-nümâ-yı sedâddır.

ŞUABÂT-ı Kâdiriyye hakkında Sâdık Vicdânî Bey, tedkîkât-ı mühimmede bulunup, Tomâr’ın ikinci cüz'ü olarak tab’ ve neşr eylediği eserde tafsîlatta bulunmuştur. Onun mütâlaasını tavsiye ederim.

/47/ Esediyye Şu'besi : Hulefâ-yı Hz. Pîr’den Şeyh Seyyid Abdullâh el-Esedî’ye mensûbdur. Hicâz’da münteşirdir.

Îseviyye Şu'besi : Hulefâ-yı Hz. Pîr’den, Şeyh  Îsâ Hazretlerine mensûbdur.

Ekberiyye Şu'besi : Hz. Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruhu'l-celî)’ye mensûbdur.

Ganiyye-i Kâdiriyye : Abdulganî-i Nablusî’ye mensûb olup, o da Cenâb-ı Şeyh-i Ekber’e merbûttur.

Yâfiiyye Şu'besi: İmâm Yâfiî hazretlerine mensûbdur.

Eşrefiyye Şu'besi : Eşref-zâde Abdullâh-ı Rûmî hazretlerine mensûbdur.

Hilâliyye Şu'besi : eş-Şeyh Muhammed Hilâl er-Râm el-Hemedânî eş-Şâfiî’ye mensûbdur.

Rûmiyye Şu'besi: eş-Şeyh İsmâîl-ı Rûmî hazretlerine mensûbdur.

Garîbiyye Şu'besi : eş-Şeyh Muhammed Garîbullâh el-Hindî’ye mensûbdur.

Hâlisiyye Şu'besi : eş-Şeyh Ziyâeddîn Abdurrahmân Hâlis et-Talabânî el-Kerkûkî’ye mensûbdur.

Hammâdiyye Şu'besi : eş-Şeyh Müslim el-Hammâdî veya eş-Şeyh Abdülkâdir el-Hammâdî’ye mensûbdur.

Makdısiyye Şu'besi : Alâ-rivâyetin İmâm Muvaffakuddîn el-Makdisî’ye mensûbdur.

Enveriyye Şu'besi : eş-Şeyh Osmân Şems Nûreddîn Efendi hazretlerine mensûbdur.

Müştâkıyye Şu'besi : eş-Şeyh Muhammed Müştâk Efendi hazretlerine mensûbdur.

HZ. ŞEYH-İ EKBER MUHYİDDÎN-İ ARABÎ (Kuddise sırruhu'l-celî)

/48/ İmâmu’l-muhakkîkîn, burhânu’l-mudakkıkîn, ufku’llâh ve a’lemu’l-ulemâ Muhyiddîn-i Arabî (Kuddise sırruhu'l-alî) hazretleri, nûr-ı dîde-i ehl-i ma’rifettir. Hicret-i Nebevîyyenin 560 senesinde, şehr-i Ramazânın on yedinci (28 Temmuz 1165) Pazartesi günü veya gecesi, âlem-i dünyâyı vücûd-ı bihbûd-ı âlîleriyle tezyîn buyurmuşlardır. Mahall-i tevellüdleri Endülüs bilâdından Mürsiye kasabasıdır ki, Endülüs bilâdı el-yevm İspanya denilen mahaldir.

İsm-i şerîfleri Ebûbekir Muhyiddîn Muhammed b. Ali b. Muhammed b. Abdullâh el-Arabî el-Garbî et-Tâî el-Hâtemî el-Endülüsî’dir. Meşhûr âlim Hâtem-i Tâî neslindendir. ”Şeyh-i Ekber”,  “Muhyiddîn-i Arabî”,  “İbn-i Arabî” nâmlarıyla yâd olunurlar.

هو الشيخ محي الدين أعرف وقته،            

لقد صح إيماني بكل كلامه.

بفتح فتوحات عوارفه تنشر،                              

فمن شاء فليؤمن ومن شاء فليكفر. [54]

Bilmiş ol Hazret-i Şeyhim sana imânım var

Ne şerefdir seni sevmek sana burhânım var

Der-i irfânına nisbet idiyor Vassâf’ın

Bilmiş ol hazret-i şeyhim sana imânım var

Hz. Şeyh-i Ekber, Fütûhat’ta nakl eder ki, peder-i mükerremleri, bir erkek evlâdı olmamasından nâşî pek me'yûs idi. Endülüs’den te’sîr-i ilhâm ile Bağdâd’a gelmiş ve Hz. Abdülkâdir efendimize mülâkî olarak, kendisine bir evlâd ihsân buyurmasını Cenâb-ı Hak’dan temennî eylemesi ricâsında bulunmuştur. Hz. Gavs, bir teveccüh buyurarak, “Levha nazar ettim, kısmetinde evlâd görünmüyor.” demesiyle melûl olmuş ve ağlamıştır. Her hâlde temennîde bulunmasını istirhâm edince, Hz. Abdülkâdir, Şeyh-i Ekber’in pederini kendisine takrîb ile, bir müddet arka arkaya vererek oturmuşlardır. Temenniyyât-ı hâlisa-i ubûdiyyet-kârânemiz üzerine bizim sulbümüzden gelecek bir evlâdı, Cenâb-ı Vâhibü’l-âmâl size bahş eylemiştir. Hemen zevcenize mukârenet ediniz, bi-iznillâhi teâla bir evlâdın olacaktır.” diye beşârette bulunmuşlardır.

Himmet ve kudret-i evliyâ büyüktür, inkâr olunmaz. Bir sene sonra /49/ Hz. Şeyh-i Ekber dünyâyı teşrîf buyurmuştur. İşte Hz. Şeyh’in, Cenâb-ı Abdülkâdir’den feyz aldığı bu nokta-i nazardandır. Bir de, İsmâîl Hakkı hazretleri, Kitâbü’l-Hitâb’ında yazarlar ki:

“Cenâb-ı Abdülkâdir’e Cennet’ten ihrâc ve ihsân ve ilbâs olunan hırkayı, zamân-ı intikâllerinde ashâbına vasiyet edip, “Mağrib’den azîzü’l-vücûd bir zât zuhûr edecektir. Bu hırkayı ona teslîm ediniz.” diye emir buyurmuşlardır. Şu emrleri üzerine ashâbı, Mağrib’den zuhûr edip, şöhret-i fazılâneleri cihâna şâyî olan Hz. Şeyh-i Ekber’in, Cenâb-ı Abdülkâdir’in buyurduğu zât olacağını ta’yîn ile, hırkayı Hz. Şeyh-i Ekber’e teslîm eylemeleriyle, Hz. Şeyh-i Ekber, “Bu hırkada cennet kokusu vardır.” diye almış, kabûl etmiş, o da intikâlinde oğlu Sadreddîn-i Konevî hazretlerine ihdâ eylemiştir. Tafsîli âtîde gelecektir.”

Hz. Muhyiddîn, İspanya’nın Sevil Şehri’nde, - o zamân İşbiliye nâmıyla meşhûrdur - burada İbnu Beşkevâl, Muhammed, Ebû Muhammed, Ebûbekir b. Hâlef, Şeyh İbn-i Zerfûn ve Şeyh Ebû Muhammed Abdulhak el-İşbilî el-Ezdî gibi mütebahhirîn-i ulemâdan ahz-ı ulûm eylemişlerdir.

İşbiliye’de tahsîlden sonra 598/(1202) senesinde Mekke-i Mükerreme’ye azîmetle bir müddet ikâmet ve ba’dehû Mısır, Şam, Irak, Sivas taraflarına azîmet ve oradan Konya’ya muvâsalet buyurmuşlardır. Burada meşâhîr-i ulemâdan, Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin vâlidesini tezevvüc buyurmuşlar ve Cenâb-ı Sadreddîn’e hilâfet vermişlerdir.

Şeyh-i Ekber, Konya’dan Şam’a hicret ile ibâdât u tâat ve te’lîfât ile meşgûl olmuşlardır.

Şeyh-i Ekber, bir misli daha gelmemiş eâzım-ı İslâmiyye'dendir. Menâkıb-ı celîle ve mehâsin-i celîlesini hâvî eserler yazılmıştır.

İrtihâli :

/50/ Şam’da irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. "Mâte kutbu hümâm" (مات قطب همام) 638/(1240) vefât târîhidir.

Sâlihiye’de türbesi hâlen ziyâret-gâh-ı ins ü cândır.

Avrupalılar bile irfân ve kemâlinin hayrânı olduklarından, hakk-ı âlîlerinde, elsine-i ecnebîyyede de eserler te’lîf olunmuştur. Tarîkaten nisbetleri, Şeyh Cemâleddîn Yûnus b. Yahyâ el-Abbâs hazretleri vâsıtasıyle Hz. Abdülkâdir’e ve Şeyh Takiyyüddîn-i Câmî vâsıtasıyle Hızır (aleyhi’s-selâm)’a peyveste olduğu gibi, Şeyh Ebû Medyen-i Mağribî hazretlerinin de füyûzât-ı tâmmesine mazhar olmuşlardır.

Ba'zı âsârda Hz. Şeyh-i Ekber’in zâhiren Cenâb-ı Abdülkâdir’den feyz aldığı ve müşârünileyh ile mülâkâtı yazılmış ise de, yanlıştır. Zîrâ Hz. Abdulkâdir 561/(1166)’de terk-i âlem-i fenâ eylemiş, Hz. Şeyh ise 560/(1165)’da zînet-sâz-ı âlem-i şuhûd olmuştur ki, o zamân İspanya’da bir yaşında idi.

Hz. Şeyh, üçyüzden mütecâviz evliyâu’llâh ile görüşüp istifâza buyurduklarını Fütûhât-ı Mekkiyye’de ve Rîsâletü’l-Hırka’da yazıyorlar. Tarîkı, cemî'-i turukun mecmûasıdır.

Hakk-ı âlîlerinde yazılan bir eserde, “Müellefât-ı kudsiyyeleri uluvv-ı ka'blarına burhân-ı âdildir. Hızır (aleyhi’s-selâm ) ile musâhabede ve telebbüs-i hırka-i husûsî-i ma’nevîleri dahi erbâb-ı irfâna ma’lûm bir keyfiyyettir.” denilmiştir.

Şeyh-i Ekber, sâhili bulunmaz bir bahr-ı ma’rifettir. Şâm-ı şerîfde bulundukları zamân, ağniyâ-yı memleketin pek çok in’âm ve iltifâtlarına nâil oldular ise de, hiç birine rağbet göstermeyip, kifâf-ı nefslerinden fazlasını tasadduk eylemişlerdir.

Ağniyâdan biri, bin altın değerinde bir konak ihdâ eylemişti. Şeyh-i Ekber hazretleri içinde otururlar iken, bir sâil gelip, Allâh rızâsı için bir şey ister. Cenâb-ı Şeyh ise, “Burada bu evden gayri bir şeyim yoktur, al bunu.” deyip konağı fakîre teslîm etmişlerdir.

Müellefât-ı celîlerinden tahkîk olunabilmiş olan âsârı beşyüzü mütecâvizdir. Kâtip Çelebi’nin rivâyetine göre altıyüze bâliğ olur.

/51/ Kısm-ı a'zamı ilm-i tasavvufdan olup muhteviyyât-ı ma’nâsını ihâta etmek her yiğidin kârı değildir. Her biri, bir deryâyı bî-pâyândır.

Ba'zı kimseler, âsâr-ı aliyyelerinden hakâyık-ı ma'nâ istihrâc edemediklerinden, şân-ı âlîlerinde, hâşâ sümme hâşâ, “Şeyh-i ekfer” demişler, küfrüne kâil olmuşlar ise de, Hz. Şeyh-i Ekber efendimizin, o gibi şâibeden vâreste olduğuna ve kendilerinin bi-hakkın irfân-ı celîl-i Muhammedî’ye vâkıf; hakâyık-ı ilm-i tevhîdi ârif bulunduğuna îmân eden erbâb-ı irfân dahi bî-nihâyedir.

Zamânımız efâhım-ı ulemâsından bir zât ile hem-sohbet oluyordum. Muharrir-i fakîrin, tarîkat-ı aliyyeye müntesib olduğumu bildiğinden, bahsi Hz. Muhyiddîn’in Futuhât’ına nakl ile, "Efendim medresede müretteb ulûmu tahsîlden sonra Hz. Şeyh’in âsârını tetebbu’ etmeğe azm eyledim. Fütûhât’ı okumağa başladım. Fukahânın, muhaddisînin, müfessirînin fikirlerine muhâlif bir çığırda mübâhase yürütüldüğünü görünce, mütâlaasına devâmdan tehâşî ettim. Fakat bu ilmin, herhâlde daha yüksek bir mertebe-i zevkde anlaşılacağına îmân ile, Fütûhât’ı öptüm rafa koydum." demiş idi.

Zevk-i tevhîde âşinâ olmak için isti'dâd lâzım ve Hz. Şeyh’in âsârı batnu’l-butûna âit olmakla, “İlm-i zâhirin fevkinde herhâlde ilm-i bâtın vardır.” diye îmân eylemek muktazî olup ulemâ-ı zâhirenin beyânâtının fevkinde nice hakâyık u dakâyıktan bahseden o sultân-ı ma’rifetin şân-ı pâkinde zebân-dırâzlık etmek muvâfık-ı insâf değildir.

Kâtip Çelebi merhûm, Mizânü'l-Hak fî İhtiyâri'l-Ehak nâm kitâbında, “Ekser âsârında cemâl, semt-i celâl üzre râcih ve gâlib olmakla, sonra gelenlerin kîl ü kâline müeddî olup şânında halk ihtilâfa düşmüşlerdir.” diyor.

Hz. Şeyh, vahdet-i vücûda kâil olanların kıdvesidir.

/52/ Muhakkıklar cemî’-i ulûmda celâdet-i kadrini tasdîk eylemişlerdir. Tasavvufta tutmuş oldukları meslek pek âlî olup, onun mertebe-i refîasına kimse erememiştir. Şiir ve edebdeki kudreti ise hâiz olduğu makâm-ı âlî ile mütenâsibtir. Aleyhlerinde bulunanlar hakkında kendilerinden olunan suâle cevâblarında, “Bize i’tikâdı ve tarîkımıza sülûku olanlar, şefâatımıza muhtâc değillerdir. Bizim şefâatimiz belki bize ezâ ve cefâ ve bizi inkâr edenleredir.” diye büyüklüklerini göstermişlerdir.

Musannefât-ı celîlelerinin ekseri mükâşefât ve vukû’ bulan ilhâmât eseridir. Henüz ma'nâsı keşf olunamamış pek çok hakâyık-ı beyâniyyeleri vardır.

Müstakîm-zâde, Ahid-nâmesinin 113. bahsinde der ki:

Hâl olmadıkça, Şeyh-i Ekber hazretlerinin kitaplarını mütâlâa eylemeye. Zîrâ âdâb-ı şer’a muhil olan mâddeye îkâ edip, zâhir-i şer’a muhâlif zannolunan umûra müsâdefe edip ve hakîkate âgâh dahi olmayıp mazhar-ı hüsrân olur. Nesebü’l-Harf nâmında bir te'lîfin üzerinde Hz. Şeyh-i Ekber’in kendi hatt-ı latîfleriyle gördüm, buyurmuşlar ki: “Bizim bâliğ olduğumuz dereceye vâsıl olmayanlara bizim kitaplarımıza nazar harâmdır.” diye Şeyh Şârânî nakl eder.”

لقد صح إيماني بكل كلامه. فمن شاء فليؤمن ومن شاء فليكفر.[55]

Medhiyye:

Nâşir-i sırr-ı maârif rehber-i ehl-i yakîn

Vâris-i râz-ı Ali’dir reh-nümâ-yı ârifîn

Sür yüzün dâim hulûsla hâk-pâ-yı Hazret’e

Şeyhü’l-Ekber Tâciyâ eyledi ihyâ-yı dîn

                     *   *   *

Ricâlu’llâh sultânı Cenâb-ı Şeyh-i Ekber’dir

Bütün âriflerin cânı Cenâb-ı Şeyh-i Ekber’dir

Uluvv-ı ka’bını takdîr içün akl-ı beşer yetmez

Ledünnî ilminin kânı Cenâb-ı Şeyh-i Ekber’dir

Kulûb-ı âşıkânı nûr-ı feyz pür-ziyâ eyler

İnâyet şems-i rahşânı Cenâb-ı Şeyh-i Ekber’dir

Gubâr-ı âsitânı çeşm-i uşşâka devâ bahşâ

Velîler cân-ı cânânı Cenâb-ı Şeyh-i Ekber’dir

Velâyet mülkünün sultân-ı zî-şân-ı lutuf-kârı

Maârif mihr-i tâbânı Cenâb-ı Şeyh-i Ekber’dir

Hakâyık bahrının gencîne-i zî-kıymeti el-hak

Mürîdânın kerem-kânı Cenâb-ı Şeyh-i Ekber’dir

Tecellî-gâh-ı feyz-i akdes olmuşdu dil-i pâki

Görünmez misl-i irfânı Cenâb-ı Şeyh-i Ekber’dir

Yüzün sür pâyine Vassâf hem ondan eyle istimdâd

O sultânın ki unvânı Cenâb-ı Şeyh Ekber’dir

Şâir Nâbî merhûmundur:

Sürmedir hâk-i deri Hazret-i Muhyiddîn’in

Kîmyâdır nazarı Hazret-i Muhyiddîn’in

Bin cihân mes’ele-i râza virüp reng-i edâ

Müfti-i muhtasarı Hazret-i Muhyiddîn’in

Sâf-ı envâr-ı hakâyıkdan olan âsârı

Zerre yokdur kederi Hazret-i Muhyiddîn’iin

Cân u dildir ten-i tahkîka Fütûhât u Füsûs

Eser-i mu’teberi Hazret-i Muhyiddîn’in

Ne Fütûhât ki ana derc-i hakâyık itmiş

Hâme-i feyz-eseri Hazret-i Muhyiddîn’in

Ne Fütûhât ki efvâha halâvet virmiş

.................  şekeri Hazret-i Muhyiddîn’in

/53/        Ne Füsûs eyledi bi'z-zât Rasûl-i Ekrem

Anı hâss-ı güheri Hazret-i Muhyiddîn’in

Ne Füsûs eyledi ta’mîm sılâ-yı rahmet

Ni’met-i mâ-hazarı Hazret-i Muhyiddîn’in

Âşıkı nuhbe-i esrârdan âgâh eyler

Nass-ı sırrı’l-kaderi Hazret-i Muhyiddîn’in

Sırrr-ı hestî gibi her bir eseri câmi'dir

Ma’ni-i hoşk-teri Hazret-i Muhyiddîn’in

Rusülün nükte-i nası hikmeti ol şâmildir

Cevher-i ser-be-seri Hazret-i Muhyiddîn’in

Hazret-i Hakk’a ya Peygamber’e yâ Hızr’a çıkar

Bî-vesâit haberi Hazret-i Muhyiddîn’in

Eyledi mezraa-i âlemi sîr-râb-ı güher

Âsumân-ı hüneri Hazret-i Muhyiddîn’in

Mazhar-ı kâmil-i ilm-i ezelî olmuşdur

Kalb-i pâkîze-teri Hazret-i Muhyiddîn’in

Hâtem-i hâssı velâyetdir olursa ne aceb

Ehl-i irfân neferi Hazret-i Muhyiddîn’in

Pertev-i şârika-i âyet-i Kur’ânîdir

Müş’il-i reh-güzeri Hazret-i Muhyiddîn’in

Sad-hezârânın ider vâsıl-ı ser-menzil-i kâm

Sâlik-i bî-siperi Hazret-i Muhyiddîn’in

Öyle ankâdır o kim çerhda olmaz sâkin

Cünbüş-i bâl ü peri Hazret-i Muhyiddîn’in

İstese nûr-ı nigâhından olur çâbuk-ter

Lâ-mekâna seferi Hazret-i Muhyiddîn’in

Ehl-i îmânın olur çeşmine âsârı ayân

Nûr-ı hayrü’l-beşeri Hazret-i Muhyiddîn’in

Ehl-i derdin dilini meşrık-ı envâr eyler

Dem-i feyz-i seheri Hazret-i Muhyiddîn’in

Anı müstağrak-ı tevhîd olan idrâk eyler

Var lisân-ı dîgeri Hazret-i Muhyiddîn’in

Ka’be-dâr olmada pervâne-i ervâh u melek

Tâif-i gürd-seri (?) Hazret-i Muhyiddîn’in

Girse Nâbî ele müjgânımı çârûb iderim

Hıdmet-i hâk-i deri Hazret-i Muhyiddîn’in

Hz. Şeyh’in âsâr-ı aliyyelerinden Fütûhât- ı Mekkiyye ve Füsûsu’l-Hikem nâm eserleri hakkında söylenmiştir:

Bâtın-ı âyât-ı Kur’ân’dır Fütûhât u Füsûs

Gevher-i deryâ-yı irfândır Fütûhât u Füsûs

Hâne-i târîk-i kalb-i gâfili tenvîr ider

Şu’le-i misbâh-ı îmândır Fütûhât u Füsûs

Sırr-ı vahdetden haber-dâr eyler ehl-i hâhişi

Ma’ni-i tevhîd-i Yezdân’dır Fütûhât u Füsûs

Kem gubâr-ı kuhl idenler kesb ider ayn-ı yakîn

Kârvân-ı âlem-i cândır Fütûhât u Füsûs

Sâhibi hatmi’l-velâye olduğunda  Nâbiyâ

İki şâhid iki burhândır Fütûhât u Füsûs

Bu abd-i ahkar, kemâl-i muhabbetimden nâşî, hâssaten ziyâret maksadıyla Şâm-ı şerîfe azîmet ettim. Hz. Şeyh’in âsitân-ı kuds-âşiyân-ı /54/ ârifânelerine rûy-ı siyâhımı sürmek şerefine mazhar oldum. Türbe-i şerîfeleri müşârünileyhin azamet-i hâliyle mütenâsip bulmamış idim. Ahlâf ve eslâf kadr-i âlîlerini bi-hakkın takdîr edememişler. Gerçi türbe-i münîfelerini harâb değilse de, ma’mûr da bulmamıştım. Türbe-i münevverelerini esâsen inşâ eden, kıymet-i ehlu’llâhı takdîrde hârikalar gösteren Yavuz Sultân Selîm Hân merhûmdur. Hz. Şeyh’in irtihâllerinde üzerine türbe yapılmamıştı. Hattâ, merkad-i münîfleri halkın ma’lûmu bile değildi. Perde-i meçhuliyyet arkasında kalmış idi. Lâkin,(إذا دخل السين فى الشين يظهر قبر محى الدين)[56] kelâm-ı kerâmet-encâmıyla, âsâr-ı aliyyelerinin birindeki beyânât-ı ârifâneleri, Sultân Selîm merhûmun, nazar-ı dikkatini celb eylemişti. Mısır Fethine giderken, Şam’ı taht-ı idâre-i Osmâniyye’ye aldıkları zamân, ma’nen vâki' olan keşf netîcesi olmak üzere, kabr-i enverlerini buldular. Derhâl üzerine şimdiki mevcûd kubbeyi ve ittisâlindeki  câmi'-i şerîfi inşâya muvaffak oldular.

Mezkûr kelâm-ı âlîde, “sîn”den maksad Sultân Selîm; “şın” dan murâd Şam olup, Selîm, Şam’a girdiği zamân, Muhyiddîn’in kabri zâhir olur. demelerinin sırrı nümâyân olmuştu ki, Hz. Şeyh’in uluvv-ı ka’bına burhândır. Bi'l-âhare, Ziyâ Paşa merhûm tarafından ta’mîr edilmişti. Sultân Selîm, Hz. Şeyh’in kabirlerinin üzerine, mükellef bir sandûka ve üzerine sırma işlemeli bir pûşîde ve etrâfına pek musanna' olarak, gümüşten bir şebeke yaptırmışlar; şebeke el-ân mevcûddur.

Pûşîde, Sultân Abdulhamîd-i sânî zamânında tecdîd edilmiştir. Pek nefis ve mu'tenâ bir sûrette yaptırılmış; üzerine âyât-ı kerîme işlettirilmiştir. Baş tarafında, ( هذا قبر قطب الوجود حضرة محي الدين عربي قدس سره الجلي)[57] işlenmiştir.

Türbede, Hz. Şeyh’in ayak ucunda, Cezâyir emîri, meşhûr âlim Emîr Abdülkâdir ve Hz. Şeyh’in kerîmeleri /55/ ve bir de Sûriye Vâlisi Nazif Paşa merhûm medfûndur.

Gönlüm, türbede tecemmülât-ı sûriyyeyi dahi aradı. Sultân Mehmed Hân-ı hâmis zamânında , ikinci seccâdeci Zekeriyyâ Bey vâsıtasıyla, pâdişâh-ı müşârünileyhe bir arîza takdîm eyledim. Türbeye şal, halı, seccâde, âvîze, mushaf-ı şerîf, rahle, büyük şam'dan gibi eşyâ ihdâ eylemesini temennî ettim. Pâdişâh, yalnız bir âvîze ihdâ eylemiş, fakat. Şam’da, vâli, o âvîzeyi halkın ârzûsuyla câmi'-i şerîfe ta'lîk eylemiştir.

Zamânımızda, sâha-i zuhûra gelen cihân harbinde Mısır’ı istîlâ ve memleket-i Osmâniyye’ye tecâvüz eden İngilizlere karşı, Şam ve Sûriye havâlisi kumandanlığına ta’yîn olunan Cemâl Paşa’ya, sûreti âtîde aynen münderic mektûbumla, türbenin ta’mîr ve tezyînini ricâ etmiştim. Cenâb-ı Hak, ilhâm buyurmuş, müşârünileyh türbeyi mükemmelen ta’mîr ve tezyîn eylemiş; türbede sâir zevâtın sandûkalarını kaldırtmış; Hz. Şeyh’i müstakil bırakmıştır. Bu abd-i ahkar Cenâb-ı Şeyh-i Ekber efendimize, bu yolda, bir hıdmet-i mûrânede bulunmakla mübâhî oldum.

Mektûbumun Sûreti:

Efendimizle vicâhen şeref-yâb olamamış isem de, zât-ı sâmîlerine karşı kalbimde, büyük bir hürmet ve muhabbet ve bu mülk ü devletin te'mîn-i saâdeti için efendimizden beklediğim büyük hizmet vardır. Bu ahvâlin te’sîriyle şahsıma âit olmayarak, ma'rûzât-ı âtiyede bulunmağa cür’et-yâb oluyorum.

Ma'lûm-ı ârifâneleri olduğu üzere, Şam’da defîn-i hâk-i ıtır-nâk olan, Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, eâzım-ı evliyâu’llâhtan bir kutbu’l-vücûddur. Sultân Selîm-i evvel hazretleri, Mısır seferine âzim iken, Şam’da, o menba-ı irfânın kabrini keşfetmiş, Hz. Şeyh’in, (إذا دخل السين في الشين يظهر قبر  محي الدين) remz-i âlîsi, bir eserinde Hz. Pâdişahın mütâlaa-güzârı olunca, “Sin”den /56/ murâd Selîm; “Şın”dan murâd Şam olduğunu irfânen ve ilhâmen bilip, Şam’da ehlu’llâhın muâvenetiyle bu kabr-i enveri meydâna çıkarmış ve üzerini kubbe ile örterek tezyîn eylemiş ve Mısır seferinde, Hz. Şeyh’in rûhâniyyeti, Cenâb-ı Pâdişâh’â yâr-ı deyyâr olmuştur. Hâlen türbesi, Hazret’in uluvv-ı şân-ı irfânıyla mütenâsip bir râddede değildir. Üç sene evvel, ziyâretimde sanâyi'-i nefîse-i Osmâniyye’den olan gümüş şebekesinin bir tarafı koparılmış, çalınmış olduğunu gördüm. Türbeye, zât-ı şahâne tarafından bir âvîze ibdâ ve irsâl buyurulmuş ise de, ittisâlindeki câmi'-i şerîfe konulmuştur.

Türbeye âit levâzım için vârid-i hâtır-ı kem-terânem olan husûsât:

1. Türbenin ta’mîri,

2. Âvîze, halı seccâdeleriyle sandûka etrâfına büyük şam'danlar ve mumlar tedâriki,

3. Rahle ve büyük kıt’ada mushaf-ı şerîf,

4. Şebekenin ta’mîri ve gümüş olmasına göre temizlettirilmesi,

5. Pûşîde üzerine şal vaz’ı.

Hılâfet-penâh efendimize, arz-ı delâlet buyurulursa, sarâ-yı hümâyunda fazla olan âvîzelerden ve Hereke ma'mûlü hâlı ve seccâdelerden ihdâ buyuracaklarına îmânım vardır.

Pek mühim meşâğıl-ı devletleri arasında efendimizi tasdî’ ettim, afvınıza dehâlet ederim. İnşâallâh, zât-ı kahramânâneleri dahi Selîm-i evvele peyrev ve fâtih-i sâni-i Mısır olacaksınız. Cenâb-ı Hakk’ın ve hazret-i risâlet-penâhın inâyeti ve Şeyh-i Ekber’in feyz ü rûhaniyyeti, nâm-ı güzîninizi bu milletin mukadderât-ı târîhiyyesinde pür-şân u şeref buyursun. Amin.

Hz. Muhyiddîn’in meftûn-ı kemâlâtı, Hüseyin Vassâf.”

Cemâl Paşa, türbe için bu ihtârımı, nazar-ı iltifâta almış, faâliyet göstermiş olması i’tibârıyla, hiç şüphe etmem, Hz. Şeyh’in feyzine mazhardır. Cenâb-ı Hak, mazhar-ı rahmet buyursun.

/57/ “Türbe-i mübârekede nürâniyyet, rûhâniyyet vardır. Oraya dâhil olanlar, hiç şüphe etmem ki, (وَمَن دَخَلَهُ كَانَ آمِنًا)[58] sırrına mazhardır ve Hz. Şeyh’in, müstağrak-ı envâr-ı iltifât ve feyz-i eltâfı olur. Orayı ziyâret şerefine mazhar olan, her hâlde iltifât-ı Hz. Şeyh’ten mahrûm olmaz. O makâm-ı muallâya ilticâ edenler,”(.لاخوف عليهم ولا هم يحزنون)[59] sırrına mazhar olurlar. Orayı ziyâretteki zevki, ne kalem, ne lisân, vasfa kâdir değildir.

Ey velâyet burcunun mihr ü meh-i tâbânı Şeyh

Âsumân-ı ma’nevînin necm-i feyz-efşânı Şeyh

Ey tasavvuf ilminin bir bahr-ı bî-pâyânı Şeyh

Zâirin ma'şûk-ı rûhu sevgili cânânı Şeyh

Bu dörtlük, Adliye Nâzırı Memdûh Bey merhûmundur. Surre Emîni olup, Haremeyn’e giderken Şam’da Kabr-i Muhyiddîn’i hîn-i ziyârette söylemiştir.

Şeyh el-Hac Ali Behcet Efendi Tekkesi'nde şu levhayı görmüştüm. Müşârünileyhe dedim ki: “Mukaddeme-i Fütûhât’ın orta yerinde Es’ad Dede merhûm tarafından görülmüş, yazdırılmış idi :

 أمولاي محي الدين، أنت الذي بدت،

علومك في الآفاق كالغيث إذا همى.

كشفت معاني كل علم مكتم،

وأوضحت بالتحقيق ما كان مبهما.[60]

Suadâ-yı kirâmın, muhtârı ve Muhâcirîn ü Ensârın büzürg-vârı Mevlânâ ve seyyidinâ ve şeyhinâ ve mürşidinâ Hz. Muhyiddîn el-Arabî hakkında ve müellefâtı bâbında vâki' olan fetvâlardır:

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله لمن جعل عباده من العلماء والمحسنين وورثة الأنبياء والمرسلين. والصلاة والسلام على محمد المبعوث لإصلاح الضالين والمضلين، وعلى آله وأصحابه المجدين لإجراء الشرع المبين وبعد:

أيها الناس. اعلموا أنه الشيخ الأعظم والمقتدي الأكرم، قطب العارفين وإمام الموحدين محمد بن العربي الطائي الخاتمي الأندلسي مجتهد كامل ومرشد فاضل. له مناقب عجيبة وخوارق عادية وتلاميذ كثيرة، مقبولة الفضلاء والعلماءومن أنكره فقد أخطأ، وإن أصر في الإنكار فقد ضل. يجب على السلطان تأديبه وعن هذا الاعتقاد تحويله إذ السلطان مأمور بالأمر بالمعروف والنهي عن المنكر

وله مصنفات كثيرة: منها فصوص حكمية وفتوحات مكية. بعض مسائلها معلوم اللفظ والمعنى وموافق للأمر الإلهي والشرع النبوي، وبعضها خفي عن إدراك أهل الظاهر دون أهل الكشف والباطن. فمن لم يطلع على المعنى المرام، يجب عليه السكوت في هذا المقام كقوله تعالى: ]وَلَا تَقْفُ مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ إِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤَادَ كُلُّ أُوْلَئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْئُولًا[(17 الإسراء36).

والله الهادي إلى سبيل الصواب وإليه المرجع والمآب. المحرر في هذه الصفحة اللطيفة مقرر على وفق الشريعة الشريفة.

                                                           حرره الفقير أحمد بن سليمان بن كمال عفى عنهم الملك المتعال.[61]

                                                -   -   -

صورة جوابي كه شيخ الإسلام ملك المحدثين شهاب الملة والدين أحمد بن حجر العسقلاني ثم المصري رحمه الله، درين معنى نوشته وكويى سبق راز سابقان ربوده وشيخ الإسلام شيخ شمس الدين أبو الخير محمد بن الساوي المصري رحمه الله كه از أكبر تلاميذه شيخ ابن حجر است سؤال في قضية فرعون وإيمانه الذي أشار في الفصوص وغيره فأجاب الشيخ جواباشافيا في ما سئل عنه قال:

بسم الله الرحمن الرحيم

اللهم احفظ لساني عن الافتراء والذلل، وجناني من الخطأ والخلل، بحرمة نبيك عليه السلام. فإذا كان ذلك من المقدر عند الله وقوعه في هذا المحل. سلب الله عن هذا العبد عقله. ولم يعطه الاعتبار حتى يظهر ذلك الفصل في محله. فإذا ظهر بحكم هذه الخير الباطن، رد الله عقله عند موته واعتبر واستغفر ربه وخر راكعا وأناب.

وهذا معتى قوله : إن الله تعالى إذا أراد إنفاذ قضائه وقدره سلب عن ذوي العقول عقولهم حتى إذا مضى قدره فيهم ردها عليهم ليعتبروا.

أما في حضرة الشيخ، نقول هو البحر المواج الذي لا ساحل له ولا يسمع لموجه عطيطه بل كلامه بكرمها في لجة عمياء الخاتمي الذي لا لغة بضبطه ولا مقام ولا يقيمه من قال أنه له نعتا. فليس له علم به عنده يبدو مكونه وعلمنا أنه يشين به.

وحسبنا الله ونعم الوكيل. وصلى الله على سيدنا محمد وآله وصحبه أجمعين.

                                                                                   كتبه صاحب القاموس رحمة الله عليه[62]

                                                  -   -   -

أما كتبه ومصنفاته فالبحار الزواخر التي بجوهرها لكثرتها لا يعرف لها أول ولا آخر ما وضع الواصعون مثلها. وإنما خص الله بمعرفته قدرها أهلها.

من خواص كتبه أنه من واظب على مطالعنها والنظر فيها، انشرح صدره على حل المشكلات وفك المعضلات وصلى الله على سيدنا محمد وصحبه تسليما كثيرا. والحمد لله رب العالمين.[63]

                                                          

Güfte-i Muhammed b. Sa’d el-Gülşenî Fütûhat I. cild, 9. sahîfe.

صورت جوابي كه قاضي القضاة، حضرت بيضاوي أفضل فضلاء العلم، نوشته أند بر سخنان حضرت شيخ أكبر محمد محي الدين العربي رحمة الله عليه.

بسم الله الرحمن الرحيم

سئل الشيخ الإمام الأعظم، أفضل فضلاء العالم، أبو القاسم بن حسن البضاوي –رحمة الله عليه- بما صورته ما تقول سادة العلماء، شيد الله بهم أرز الدين ولَمَّ شعث المسلمينفي محي الدين العربي وفي الكتب المنسوبة إليه كالفتوحات المكية وفصوث الحكمية. حل تحل قراءتها وإقرائها وهل هي من كتب المسموعة المقررة أم لا؟

أفتونا مأجورين جوابا شافيا لتجوزوا جزيل الثواب من الله الكريم الوهاب. فأجاب بما صوره. اللهم احفظنا بما فيه رضاك الذي أعتقده في المال المسئول عنه وأرين الله به أنه كان شيخ الطريقة حالا وعلما وإمام التحقيق حقيقة ورسما ومحي رسوم المعارف فعلا واسما.[64]

Nazm :

واتغلفل فكر المراء في طرف،

من مجده غرقت فيه خواطره.

وسحاب يتقاطر عنه الأنوار،

عباب لا يُكدِّره الدلاء.

كانت دعواته تخرق سبع الطباق،

ويفرقه بر كاته في ملاء الأفاق.

فإني أصفه وهو يقينا فوق ما أصفه،

وناطق بما كتبه وغالب ظني ما أنصفته.[65]

Şiir :

 وما علي إذا ما قلت معتقدي،

دع الجهود بطي الجهد عدوانا.

والله والله والله العظيم،

ومن أقامه حجة الله برهانا.

إنه الذي قلت بعضا من مناقبه،

زدت إلا يعليّ زدت نقصانا.[66]

İsmâîl Hakkı hazretleri, Muhammediyye Şerhi’nde, bi'l-münâsebe diyorlar ki:

قال الشيخ في الفتوحات: إنما فرقنا بين الإشارة والتحقيق لئلا يتخيل من لا معرفة له بما أخذه أهل الله. إنهم يرمون بالظواهر وحاشاهم من ذلك. بل هم القائلون بالطرفين.

وكان شيخنا أبو مدين بقول: الجامع بين الطرفين، هو الكامل في السنة والمعرفة.

يقول الفقير – نبهه الله القدير- رأين حضرت الشيخ الأكبر – قدس سره الأطهر- في بعض المنامات الصادقة، قد أقبل علي وهو رجل معتدل القامة، أسمر اللون وقد أهزم الشيب خده، فقبل فمي وقبلت قدمه المباركة. والحمد لله على نفخ الروح وفتح باب الفتوح وكم ترى وتسمع في حقه إنكارا، بل إكفارا حيث يقولون الأكفر يدل الأكبر. ومعناه عندنا معاشر الصوفية أشد كفرا بالطاغوت وهو محض الإيمان. قال تعالى: ]... فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِنْ بِاللَّهِ فَقَدْ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَى لَا انفِصَامَ لَهَا...[ (2 سورة البقرة 256).

ومن هذا المسلك قول الشيخ في بعض رباعياته (وجنة الفردوس للكافر) وقوله (من لم يتم كفره لم تكمل حقيقته). وقد استوفينا الكلام في حقه بما لا مزيد عليه في كتابنا الموسوم بتمام الفيض.

وعند مجتاز إلى بلدة بعد الإياب من جزيرة قبرس، زرت مرقد حضرت الشيخ صدر الدين محمد بن إسحاق بن محمد – قدس سره- ودخلت حجرته المتصلة بالجامع المنسوب إليه قرأت على ظهر الفصوص الذي كتبه بخط يده إمضاء وإشارة بقلم الشيخ الأكبر وصورته هكذا:

قراء هذا الكتاب من أوله إلى آخره، الولد العارف المحقق المشروح الصدر المنور الذات محمد بن إسحاق بم محمد القنوي، مالك هذا الكتاب وأذنت له في الحديث به عني وكتب منشيه محمد بن العربي في غرة جمادى الآخرة، سنة، ثلاثين وستمائة.[67]

Hulefâ-yı Mevleviyye’den Mehmet Tâhir Beyefendi kardeşimin Hz. Şeyhül Ekber Efendi’ye medhiyesidir. Ricâ-yı âcizânem üzerine yazmış, göndermiş idi. Fakîr de teberrüken buraya telsîk eyledim:

Nûr-âver-i dîdegân hayret

Oldu yine bir cihân hayret

Lâkin ne cihân cihân-ı ebrâr

Çarh-ı felek  âsumân hayret

Evcinde hezâr mihr-i iclâl

Bir zerre-i bî-nişân hayret

Bir katre yanında cümle ebhât

Bir kulzüm-i bî-girân hayret

Ser-defter-i ma’rifet Fütûhât

Ol mû’cize-i nişân hayret

Bir nüsha-i ma’rifet imiş kim

Her harfi birer zebân hayret

 

Zertâr-ı nikât-ı âli-sutûr

Pâ-bend-i sübük-revân hayret

Envâr-ı sevâd pür-nikâtı

Enzâra ziyâ-feşân hayret

Her safhası tâlibîn-i feyze

Destâr-ı basît hân hayret

Bir bezm-i ferah-fezâ-yı irfân

Bir gülşen-i bî-hazân hayret

Şehbâz-ı semâ-yı akla ancak

Pür-tehlike âşiyân hayret

 

Câhil nazarında Allah Allâh

Mecmûa-i iftinân hayret

Her noktası dâğ-ı redd ü inkâr

Her elfi birer Sinân hayret

Dendâne-i sîni münkirîne

Bir erre-i cân-sitân hayret

Yâ Rab bu nedir nasıl cehâlet

Yâ Rab bu nasıl beyân-ı hayret

Bilmem ki nasıl fezâhat eyler

Şeyh Ekber için zihân hayret

Ol mihr-i sipihr-i ârifân kim

Bir zerresi neyyirân hayret

Ol şâh-ı gürûh-ı evliyâ kim

Ensâb ona bendegân hayret

İbn-i Arabî vü Şeyh-i Ekber

Kim âleme tercemân hayret

Ey kıble-i reh-revân-ı tahkîk

Lutfet ki bu nâtüvân hayret

Yazdıysa şikeste beste vasfın

Afveyle ki nev-zebân hayret

Bir nazra-i lutf u âtıfet’çün

İtmekde sana figân hayret

Tâhir gibi bir hakîr ü nâçîz

Ol cebhe-i bûsitân hayret

Va’dî-i hevâda kaldı eyvâh

Güm-geşte-reh-i şebân hayret

Li'llâh kerem it ki mihr-i feyzin

Olsun ona şem’dân hayret

                                      *   *   *

/58/    Dilâ  bil Şeyh-i Ekber nâfe-i âhü-yı âlemde

Meşâmm-ı cân-güşâd olan katında misk-i ezferdir

Gören sâhib-basîret anı yahûd bî-tevakkuf dir

Bu hâk-i tîreyi zer kılmağa kîbrît-i ahmerdir

Ve yâhûd perveriş-yâb-ı nem-i feyz-i Hudâ olmuş

Ney-istân-ı hakâyıkda ne-yi pür-zevk-i sükkerdir

Veyâ bezm-i maânîde sunulmuş dest-i hikmetden

Sâfâ erbâbına hakkâ ki bir lebrîz-i sâğardır

O bir serv-i sehiydir bûstân-ı feyz-i Mevlâ’da

Ser-i devlet nişânı arş-ı a’lâya berâberdir

O bir gül-gonce-i terdir inâyet gül-sitânında

Hezârân andelîb-i dil anın bûyiyle hoş-terdir

O bir şâh-ı cihân-gîr-i maânîdir ki âlemde

Ne denlü var ise dil ehli hükmüne musahhardır

Anın her feyzi âb-ı câvidân-ı Hızra gâlibdir

Lebinden dâimâ cârî olan mânâ-yı kevserdir

N’ola bu devr-i irfân içre hatm-i evliyâ olsa

O merkezde velâyet sanma kim gayra müyesserdir

Cüneyd anın tufeyli Bâyezîd anın emek-dârı

Şihâb u Necm ana kanber o âlî zât-ı haydardır

O bir müftî-i ma’na kâdî-i şehr-i velâyetdir

Anın imzâ vü hükmün tutmayan mâ’nâda kâfirdir

Hele ben bildiğim Hakkı bugün aklile keşfile

Velâyet ehli hep tıfl-ı sağîr-i Şeyh-i Ekber’dir

/59/ Kerâmât-ı ilmiyye ve kemâlât-ı aliyyelerine, âsâr-ı ber-güzîde-i mu’tebereleri şâhid ü burhân olduğu gibi, kerâmât-ı kevniyye ve havârık-ı âdât-ı kudsiyyeleri hakkında te’lîf olunmuş eserler vardır.

İsmâîl Hakkı hazretleri, Kitâbü’l-Hitâb’ında şöyle yazıyor:

“Ol şeyh-i hakîkat-şinâs ve ma’rifet-esâs hakkında şeref-vârid olmuştur. (أنت مسكني، وخزانة غيبي، ومستقر علمي.) Ya'nî, "Ya Muhyiddîn, sen, benim meskenim, gayb hazînem ve ilmimin kaynağısın." Sırru’l-enbiyâ ve hatmü’l-evliyâ, eş-şeyh Muhyi’l-milleti ve’l-hakkı ve’d-din, eş-şehîr bi’ş-Şeyhi’l-Ekber  ve’l-miski’l-ezfer kuddise sırrûhu’l-azhar, kelimâtında gelir:

(لكل عصر واحد يسمون وأنا الباقي العصر ذاك الواحد.)[68] Onun için, merci'-i dâstân ve dillerde destân olmuştur. Sâlikân-ı turuk-ı Hak’tan bir ehl-i tarîk yokdur ki, onun ilminden ahz etmeye ve gittiği yola gitmeye. Meğer ki, zevkinde nâkıs ve sülûkunda kâsır ola. Hattâ ilâ yevmi’l-kıyâm, dâire-i velâyet-i hâssaya duhûle müteehil olanların ervâhı huzûruna ihzâr olunub, cümlesine, nefh-ı rûh ve ifâza-ı nefes-i nefis etmişdir. Bu fakîr dahi orada hâzır bulunup, takbîl-i fem ve tesbîl-i feyz-i kerem ile, beyne’l-akrân, muhtass-ı nefes-i Rahmânî kılınmışdır.”

Ol zübde-i hakâyık, nihâyet, ulûm-ı şer’iyyeyi ve maârif-i yakîniyyeyi tekmîl ve kütüb-i celîle-i kesîre tasnif ve eczâ-yı âlemin esrârını birbiriyle te’lîf buyurdukdan sonra, 638 sene-i hicriyesi şehr-i Rebîu'l-âhir’inin yirmiikinci (10 Kasım 1240) Cum’a günü , âzim-i dâr-ı cinân ve meftûn-ı kemâlat-ı ârifâneleri olanlar, hazret-i şeyhin iftirâkından müstağrak-ı deryâ-yı âh u figân oldular. (Rahmetu’llâhi aleyh, kuddise sırrûhu ve nefe’anâ’llâhu bi-berekâtihî ve füyûzâtihî ve şefâatihî. Âmin, bi-hurmet-i Tâhâ vü Yâsîn.)

Müddet-i ömr-i şerîfleri, yetmişsekizdir.

Esbak Şeyhülislâm Mekkî Efendi merhûmun, Hz. Şeyh-i Ekber efendimizin türbe-i şerîfelerine ihdâ buyurdukları levhadaki manzûmeleri:

/60/        Gir huzûr-ı pâk-ı Şeyh-i Ekber’e vakt-i seher

Evliyâ ervâhı bir bir andan eylerler güzer

Asfiyâlar eşrefi fazl u inâyet ma’deni

İlm ile takvâyı cem’ itmiş idi ni’me’l-beşer

Hikmet ü irfânının eltâfının pâyânı yok

Yazdı esrâr-ı hakâyıkdan kitâb-ı mu’teber

Kim anın evsâfını hakkıyla takdîr eylemiş

Mağz-ı Kur’ân’dır nazar eyle Fusûs’ı ser-te-ser

Öyle bir gavs-ı muazzam kim vücûd-ı nâdiri

Olmuş envâr-ı ilâhîyle müzeyyen bir güher

Eyledi Cibrîl istikbâl rûh-ı pâkini

Emr-i Hak’la eyledikde semt-i lâhûta sefer

Hâcetin var ise Mekkî ilticâ kıl Hazret’e

Bir nigâh-ı re’feti dünyâ vü mâ-fîhâ değer

Şeyh Kabûlî Mustafa er-Rufâî Hazretlerinindir:

Hakîkat ilminin ümmü’l-kitâbı Şeyhü’l-Ekber’dir

Kamu âfâka neşr olmuş ulûm-ı Hakk’a mazhardır

Senâ-verdir lisânı bahr-ı esrâr-ı Hudâ kalbi

Sadef-i akl meâdıdır kelâmı dürr ü gevherdir

Ulûm-ı evvelîn ü âhirîn olmuş ayân andan

Muhassal bî-gümân ol vâris-i ilm-i peyâmberdir

Kamu erbâb-ı isti’dâd anın kavline baş eğmiş

Velâyet âleminde pâdişah-ı sâhib-efserdir

Şular kim zevk-yâb olmaz anın ilm-i lezîzinden

Nedir hakkile bâtıl fark idemez akl-ı kemlerdir

Nice ikrâr u îmân eylesün halk itmeyüp inkâr

Anın nutkı gıdâ-yı zâğ değil kût-ı gazenferdir

 

Dem-i hoş-bûsı a’lâdır makâli müşgden uşşâk

Ki aşkı ur ve nefs hor(?) cûdu sanki micmerdir

Cihânı idüp istîâb kamu mest eylemiş halkı

Dimâğ-ı âşıkân Yâ Hû vü bûy ile muattardır

O bir şâh-ı ulâdır kim sürer dîvân-ı lâhûti

Kamu ervâh-ı ehlu’llâh huzûruna heves-kerdir

O bir sâhib-sicildir bâtın-ı şer’-ı velâyetde

Bütün esmâ-ı ehlu’llâh o defterde muharrerdir

O bir iksîr-i a’zamdır veyâhud milh-i âlemdir

Veya âhen-dili zer kılmağa kibrît-i ahmerdir

Celâleddîn ü Şemseddîn ü Sadreddîn ana bende

Umûmun ol velîsidir umûmen tâc-ı berserdir

Revâdır nâmına hâtem dimek mülk-i velâyetde

Atâ-yı sırr-ı Hak’da Hâtem-i Tây’dan büzürg-terdir

Sorarsan hâl-i tahkîkin eğer ol zâtın ey âşık

Muhakkak sûret ü cismi misâl-i ayn-ı haydardır

Kabûlî şöyle bildim ki velâyet ehline Hak'dan

Hakîkat ilmini muhbir o bir nâmûsu’l-ekberdir

Bu da Abdullâh Salâhaddîn-i Uşşâkî hazretlerinindir :

Velâyet burcunun şems-i münîri Şeyh-i Ekberdir

Ki envâr-ı fuyûzâtı ile âlem münevverdir

O nûr-ı zâhiri inkâr iderse dîde-i ahfeş

Aceb mi şeb-pereh lâbüd adû-yı mihr-i enverdir

Hufâşın zemmi kadr-i şems’e îrâs-ı keder itmez

Şeb-i zulmetde inkârıyla hızlânı mukarrerdir

/61/       Hülâsa gün gibi zâhir olanı eyleyen inkâr

Velâyetden nasîbi olmayan a’mâ vü ebterdir

Basîret ehline nûr-ı bâsârdır ehl-i hikmetden

İfâza itmede ehl-i kulûba feyz-i yekserdir

Anı çün hâtem-i kenz-i velâyet eyledi Mevlâ

Cemî'-i evliyâya feyz-i Hak andan müyesserdir

Debistân-ı maârifde odur çün hâce-i kâmil

Gürûh-ı evliyâ çün tıfl-ı ebced-hân-ı ezberdir

Sebak-âmûz-ı hikmetdir merâyâ-yı mazâhirden

Leb-ı tûtî-i câna nutku bir kand-ı mükerrerdir

Nice şîrîn-mezâk itmez kelâm-ı hikmet-âmîzi

Ki sırr-ı vahdet ile her işârâtı müfesserdir

Husûsan ki Fütûhat u Fusûs içre maârifden

Ne dürler saçdı hakkâ her biri şâhâne cevherdir

Şeh-i kişver-küşâyı mülk-i ma’nâ-yı hakîkatdır

Ser-i ehl-i safâya başmağı şâhâne efserdir

Ne efser belki muştâk-ı cemâli olan uşşâkâ

Gubâr-ı hâk-pâ-yı tûtiyâ-yı dîde-i terdir

Eyâ nûr-ı basâr hayli zamândır iltifâtın yok

Anın çün dîde-i gam-dîdeye bî-nûr u bî-ferdir

Hicâb oldu zuhûra vaz-ı küstâhânemiz dirsem

Hicâbım şemse nisbet zerreden ednâ vü kemterdir

Hicâb olmaz ziyâ-yı mihre elbet zerre-i nâ-çîz

Şu’â-ı şemsile lâbüd vücûd-ı zerre azhardır

N'ola feyzinle tathîr it bulanmaz cîfe-i dünyâ

Boyandıysa sivâ rengine katre yemde muzmardır

Görünse zerreden şems-i münîr ü katreden deryâ

Aceb olmaz hakîkat ehline ta’bîr-i hoş-terdir

Nigâh-ı iltifâtınla harâb-âbâdı ma’mûr it

Yıkıldı kasr-ı zillet şimdi hâk ile berâberdir

Eyâ kân-ı kerem bahr-ı himem lutfunla evvelden

Müşerref eyledin bir hadde ki takdîrden evferdir

Senin nîsân-ı feyz-i himmetin bu ravza-i câna

Meded-res oldu her dem bahârı tâze vü terdir

Azîz-i hâtırım feyzin ile Leb-rîz olup hâlâ

Zebânımda nisâr olan hemen ol dürr-i gevherdir

Bu denlü lutfuna dûçâr iken şimdi tagâfülde

Gönül jenkâr-ı hicrânın kedûratıyla ağberdir

Kudûm-ı rahş-ı ikbâline ferş-dîde âmâde*

İnân-ı himmetin atf it dile hicrinle muzdardır

Nazar kıl kûşe-i çeşminle baksan çeşm-i hûn-bâra

Ciğer kânım nisâr eyler ne mercân ü ne ahkerdir

Bu akvâl-i benehrec(?) kâline iksîr-i hikmetdir

Senin bir kûşe-i çeşmin bana kibrît-i ahmerdir

Sen ol gavvâs-ı ummân-ı hakîkatsin maârifle

Dilin pür-dürr-i gevher bî-gerân bir bahr-ı ahdardır

Sen ol âb-ı hayâtın Hızr’ısın ki câm-ı feyzinle

Hayâta irişenler belki mevc-i yemden ekserdir

Seni vasf eylemek haddim değildir arz-ı hâlimden

Garaz bir iktisâb-ı feyz-i ma’nâ rûh-ı perverdir

Mufîz-ı hâkda âlûde-i çirk-âb-ı isyânım

İrişdir ol reh-i tahkîka ki semt-i peyemberdir

Di bu abd-i hakîri hasta buldum yâ Rasûla’llâh

Getürdim dergehine cürmile hâli mükedderdir

Ne denlü mücrim ise nazra-i lutfunla timâr it

Cemâlin ile tedbîr-i devâ ister bir ahkardır

Celâle tâkati yok âciz ü hâkile yeksândır

Cemâlinde velî mihr-i münîr ile berâberdir

/62/             Egerçi câma bisyârı hatâ ile füzûndur lîk

Yem-i ihsânına nisbet ile çün katre asgardır

Sen ol şems-i hakîkatsin ki eşyâ cümle zerrâtın

Hatâ-yı zerre afv-ı şemse nisbetle muhakkardır

Seninçün abd-i hâlis çâkerindir ayn-ı Muhyiddîn

Salâhî’nin şefâat emrine lutfun musavverdir

Hz. Salâhî ve İsmâîl Hakkı gibi eâzımın, Hz. Muhyiddîn’in şu ta’zîmâtına bakıp, Cenâb-ı Şeyh’e nazar-ı inkâr ile bakanların hâline acımamak elden gelmez. Hulâsa-i kelâm:

 ما عاشق سر كشته سوداى دمشقيم،

جان داده دلبستهء سوداى دمشقيم.

اندر جبل صالحة كانيست زجوهر،

كاندر طلبش غرقة دراى دمشقيم.[69]

Müstakîm-zâde Hazretleri, Ahid-nâme’lerinin 113. bâbında beyân buyururlar ki:

“Hâl olmadıkça, Şeyh-i Ekber hazretlerinin kitaplarını mütâlâa etmek muvâfık değildir. Zîrâ, zâhir-i hâlde, âdâb-ı şer’iyyeye muhâlif olan mevâda müsâdif olup, tabii hakîkatına vakıf bulunmadığından müstelzim-i hüsrân olur. Nesebü’l-Harf nâmında bir te’lîfin üzerinde Hz. Şeyh-i Ekber’in, kendi hatt-ı latîfleriyle, “Bizim bâliğ olduğumuz dereceye vâsıl olmayanların, kitaplarımıza nazar etmesi harâmdır.” diye muharrer olduğunu gördüğünü, İmâm Şarânî nakl etmiştir. Hakîkat-ı hâl onu gösterir. Vâkıf-ı esrâr-ı Hz. Şeyh olmayanlar, “Şeyh-i Ekfer demek küstahlığında bulunmuşlardır. Cenâb-ı Şeyh’in öyle buyurmasında, pek haklı oldukları âşikardır.”

Hz. Şeyh-i Ekber’in Evlâd-ı Kirâmı :

Kendilerinden sonra iki ferzend-i emcedleri kalıp, birisi Muhammed Sa'deddîn hazretleridir ki 618 Ramazân’ında (Ekim 1222)  Malatya’da kadem-nihâde-i âlem-i şuhûd olmuş ve ba’de’t-tahsîl ehâdîs-i şerîfe nakl ve tedrîs eylediği gibi, tabîat-ı fevka’l-âde-i şi’riyyesi hasebiyle mükemmel bir dîvân vücûda getirip, 656/(1258)senesinde Şam’da irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Pederleri yanında medfûn imiş

Dîger mahdûmları, Ebû Abdullâh Muhammed hazretleridir. 667/(1269) (senesinde) Sâlihiyye’de şîrîn-mezâk-ı niam-ı câvidân olup, kitâb-ı vücûdlârı mahfaza-i kabre /63/  konuldu.

Bir de kerîme-i ismet-vesîmeleri olduğunu İsmâîl Hakkı Hazretleri Kitâbü’l-Hitâb’ında yazdıkları sırada “Radâa hâlinde pederi muhteremleriyle mükâleme eylediği ve hattâ Hz. Şeyh’in hacdan Şam’a avdetinde, (هذا أبي)[70]” dediğini ilâveten beyân eder.

Hz. Şeyh-i Ekber Efendimizin şu kıt’a-i mergûbesi hepimiz hakkında ne büyük beşâreti hâvîdir:

لنا دولة في آخر الدهر تظهر                             

فمن كان منا أو يقول بقولنا

فتظهر مثل الشمس لا تتستر                             

فبشره بالدنيا والأخرى يبشر. [71]

(Kaddesa’llâhu esrârahum ve rahîmehum ve nefaanâ bi-ulûmihim ve şeffi’hüm fînâ. Âmin. Allâhümma’hşürnâ bihim ve bi-âlihim. Âmin.)

Âsâr-ı Aliyyelerinden Başlıcaları :

  1. Fusûsu’l-Hikem,

  2. Fütûhât-ı Mekkiyye,

  3. Muhâdarâtü’l-Ebrâr,

  4. Emrü’l-Muhkem,

  5. Rühu’l-Kuds,

  6. Şeceretü’l-Kevn,

  7. Salavât-ı Suğrâ,

  8. Salât-ı Vüstâ, Salât-ı Kübra,

  9. Evrâd-ı Usbûiyye,

10. Devr-i A’lâ,

11. Tedbîrât-ı İlâhîyye Tenezzülât-ı Mevsıliyye,

12. Tâcü’r-Resâil ve Minhâcü’r-resâil

13. Kitâbü’l-Azama,

14. Kitâbü’n-Nisbe,

15. Tecelliyât,

16. Mefâtîbü’l-Gayb,

17. Kitâbü’l-Hak,

18. Merâtib-i Ulûm,

19. Ulûmü’l-Vehb ve İ’lâm bi-İşârâtı Ehli’l-İlhâm,

20. el-İbâde,

21. el-Medhâl fî Ma’rifeti’l-Esmâ,

22. Hilyetü’l-Ebdâl,

23. eş-Şurût fî-mâ yeltezimü Ehlü Tarîkı’llâh,

24. Esrârü’l-Haylûle,

25. Akîdetü Ehli’s-sünne,

26. İşârâtü’l-Kavleyn,

27. Kitâbü’l-Hüviyye ve’l-Ehadiyye,

28. el-Celâletü’l-Ezel,

29. el-Muksim,

30. Ankâü Mağrib,

31. Hatmü’l-Evliyâ,

32. Şemsü’l-Mağrib,

33. Şevâhidü Tâci’l-Ârifîn,

34. el-Kutbu Risâletü’l-Ensâriyye,

35. el-Enfâsü’l-Ulviyye,

36. Tercümanü'l-Eşvâk,

37. el-Celâl ve’l-Cemâl,

38. Mişkâtü’l-Envâr,

39. Şerhu Istılâhâti’s-Sûfiyye,

40. Kitâbü Resâil,

41. Kitâbu’n-Nikâhi’l-Mutlak,

42. Kitâbü’ş-Şerîa ve’l-Hakîka,

43. el-Hucub,

44. el-Mevâızü’l-Hasene.

Sultân Bâyezîd Kütübhânesinde, Risâletün fî Esâmi-i Kütüb-i Şeyh-i Ekber nâmında 1794 numaralı mecmûada umûm âsârının esâmîsî mazbûttur.

Fütûhât Fihristi

Diyârbakırlı bir zât, merak etmiş, Fütûhât’a  bir fihrist yazmıştır. Bu fihrist el-yevm Fâtih’de Murâd Molla Kütüphanesi’ne nakl olunan Düğümlü Baba Kütüphânesi kitapları meyânındadır, 329 numaralıdır. Pek kıymet-dâr bir eserdir.

ŞEYH ÖMER EFENDİ (MOLLA GÜRÂNÎLİ)

/64/ 1094/(1683) senesinde tevellüd, 1157/(1744)’de irtihâl etmiştir.

Hz. Şeyhü’l-Ekber efendimize âşıklardan ve âsâr-ı Hz. Şeyh’i hırz-ı cân edenler arasında emsâline fâiklerden olan bu zât-ı muhteremden burada bahsetmemek kadr-nâ-şinâslık olur. İhvânımdan Hulûsî-zâde Osmân Nûru’llâh Bey kitapları meyânında yazma bir mecmûa müsâdif-i nazar-ı âcizânem olmuş ve mütâlaasından fevka’lâde zevk-i rûhanî bulmuş idim. Bundaki makâlât hep, Fütûhât-ı Hz. Şeyh’den tercüme olup, o mertebe yüksek bir emel ile yazılmış idi ki, dâimâ okur, istinsâh eder, müstağrak olurdum. Müntehabât-ı Ezhâr-ı İrfân nâm eser-i fakîrânemin üçüncü cildinde bu tercümeler ve makâleler aynen münderictir. Mütâlâasını, hâlisâne tavsiye ederim.

Bu zâtın Mollagürânî civârındaki mezârlıklarda kabrini aradım. Maa't-teessüf bulamadım. Birgün Fâtih’de Millet Kütüphânesi’nde merhûm Ali Emîrî Efendi’nin kitapları meyânında, Tasavvuf kısmında, Vâridât-ı Ömer-i Gürânî diye bir eser gözüme ilişti, hemen çıkarttım. Baş tarafında şu yazıları gördüm:

Tercümân-ı müdekkik Hz. Şeyh Ömer-i Gürânî (kuddise sırruhu) 1257 senesi cemâziye'l-âhirinin ikinci (23 Temmuz 184ı) pazar günü ezân-ı şerîf ile emâneti Vâcibü’l-Vücûd’a teslîm eyledi. Velâdeti 1196/(1782) senesindedir. Müddet-i ömrü 61 senedir. Kadı Sıdkı Abdullâh Efendi, Tercüme-i Mesnevî’den, merhûm Ömer Efendi için tefe’’ül eyledikte,

Penc vakt oldu namâz subh u şâm*

(پنچ وقت اولدى نماز صبح و مسا)

Lîk uşşâkın namâzı ber-devâm

beyt-i evvelin, evvelki mısraı hesap olundukta târîh olmuştur.

Sipâhiyândan, Ârzûhâlî-zâde İbrâhîm Efendi’nin târîhidir:

İlm-i ledünne ârif sırr-ı künûza vâkıf

Esrâr-ı Hakk’ı câmi' nutk-ı rumûz pendi

Ayn-ı hayâta irdi dâr-ı bakâya şimdi

Kurb-ı ilâha lâhık Şiblî-i Cüneyd kendi

Vahdet meyin idüp nûş zevk ile oldu medhûş

İdince "İrcıî" gûş cennetle müjdelendi

Bir geldi dehre zâtı târîh-i fevti râzı

Sırr-ı Füsûs’a vâsıl göçdü Ömer Efendi

(سر فصوصه واصل كوچدى عمر افندى)

                  

                   *   *   *

Rıhleti sâline dâl olsa bu târîh olur

Nâkil-i râz-ı Füsûs göçdü Ömer Efendi

(ناقل راز فصوص كوچدى عمر افندى)

Murâd Çavuş-zâde’nin :

Sâhib-i kemâl-i irfân ya’ni Ömer Efendi

İtdi güzer fenâdan ihvânı oldu tekdîr

Âsâr-ı Şeyh-i Ekber düşmezdi hiç elinden

Ba’z-ı mahalle merhûm itmişdi hall ü tahrîr

Cây itdi Adn’i oldu bir hikemî tâm târîh

Göçdü Ömer Efendi Mollagürânîli pîr

(کوچدى عمر افندى منلا كورانيلى پير  ) =1157/(1744)

Müstakîm-zâde’nin târîhi:

Refik ider anı Fârûk didiler târîh

Ömer Efendi’yi devrân kıldı Gürânî

(عمر افندييى دوران قيلدى كورانى) =1157/(1744)

Tarîkaten kime müntesibtir, maîşeten ne mesleğe sâliktir, tahkîki mümkün olamadı. Şiddetle mestûrînden olup, doğrudan doğruya, Hz. Şeyh’in feyzine mazhar olduğunda şüphe yoktur. Medfeni mechûldür. Vâridât’ını mütâlâa ettim, Fütûhat’tan kısmen tercümelerdir. Hz. Mısrî-i Niyâzî’nin nutkundan bir beyti şerh buyuruyor ki, teberrüken ve aynen yazıyorum:

Salât-ı ehl-i kurbun kıblesidirsemme vechullâh[72]

O veche kul olanlar tâat-ı noksânı neylerler

“Ma’lûmdur ki, kurba vâsıl olan ârif-i bi’llâh, her neye teveccüh eylese kıblesi oldur ve onun salâtı ol kurba vuslatıdır. O hâl-i maslahatın sıhhati mukarrer olduğu takdîrde, ona infisâl ve inkıtâ' yoktur. O kimse, kıble-i hakîkîde dâimâ ve ebeden müteveccih olup, salât-ı dâime müdâvim ve o salât-ı dâimeyi muhâfazaya kâdir ve o salât ile kâim-i makâm olur. Zîrâ Hak subhânehû ve teâlâ, mine’l-ezel ile’l-ebed, kevn ile hâl-i vaslda kâim ve kayyûmiyyet-i zâtiyesiyyle kâimdir. Bu sebebden ulûhiyyeti sâbittir. (وهو معكم أينما كنتم)[73] Vechu’llâh ile işâret olunan vecih, kul olanlar, ya’ni o vechi taleb ile kulluk edenler, tâat ve ibâdetlerinde kusûr ve noksân etmezler. Ancak onların sa’yi kıble-i hakîkatte ol veche müteveccih olup, salât-ı dâimeye müdâvim olmağla ol kurba vâsıl olmaktır.”

Bir mektûbundan:

“Şerîat ile hakîkat beyninde olan nisbet, nübüvvet ile velâyet beyninde olan nisbet gibidir. Abd için iki cihet vardır: Velâyet, nübüvvet. Nübüvvet vâsıtasıyla âmme-i nâsa teblîğ olunan, ahkâm-ı şerîattır. Şerîat, âmme-i enâmın hakîkatlerinin netîcesidir. Şerîat bir kapıdır ki, bu kapıdan niceler sarây-ı hakîkate girip mesned-i ma’rifete cülûs eylediler. Yine bir kısım insânlar, şerîat kapısından sarây-ı hakîkate girdikleri hâlde, bî-haber kaldılar; ma’rifet mesnedine cülûs edemediler ve niceler hakîkat sarâyına dahi giremeyip şerîat kapısında kaldılar. Netîce-i merâm oldur ki, nübüvvetin bidâyet ve nihâyeti kurb-ı velâyet olduğu gibi, şerîatın dahi bidâyet ve nihâyeti, hakîkat ve ma’rifet olur.”

Tâhkîk-ı Men Arafe Nefsehû

(من عرف نفسه فقد عرف ربه) [74] "Kelâmını ehl-i tahkîk mezâk-ı meşrebi üzere, iki ma'nâ ile takrîr ettiler: Ma'nâ-yı meşhûru budur ki: Eğer bir kimse, kendi nefsini ârif olursa, o kimse, min vechin, Allâh’ını ârif olur. İmdi, ma’rifet-i nefs, ma’rifet-i Rabb’e sebeb ü vesîle olur. Câizdir ki, bir kimse kendi nefsine ma’rifet hâsıl etmekle, min-vechin, rabbinin zevki hâsıl ola. Ma'nâ-yı sânîsi budur ki, gayr-i meşhûrdur. İbtidâ-yı kelâmda olan (من)-i istifhâmiyye olmak vechi üzere, hangi kimsedir ki nefsini ârif ola, o kimse irfân ile rabbini âriftir. İmdi, bir kimse künhü ve hakîkati üzere nefsini ârif olmak mümkün ve caiz değildir. Nerede kaldı ki, Allâh’ını künhü ve hakîkati üzere bile.

Netîce-i kelâm, ma'nâ-yı evvel, ma’rifet-i nefs ile ma’rifet-i Rabb’in cevâzına delâlet eder. Ma'nâ-yı sânî, ma’rifet-i nefs ile ma’rifet-i Rabb’in adem-i cevâzına delâlet eder. Beynehümâdaki tevcîh oldur ki, min-vechin, cevazı sâbit; min-vechin, künhüyle adem-i cevâzı sâbittir.”

Şerh-i Müntehabât-ı Fütûhat:

Şeyh Ömer-i Gürânî hazretleri, Şeyh-i Ekber efendimizin Fütûhât-ı Mekkiyye’sinden intihâb ve şerh etmiştir. Kısm-ı a'zamı Türkçe ve ba'zı kısımları Arapça’dır. Müstakîm-zâde, istinsâh etmiştir. Risâlenin üstüne, “Şerh-i Müntehabât-ı Fütühât-ı Mekkî ve ilk sahîfesine “Vâridât-ı Ömer-i Gürânîyazılmıştır. Kenârlarına, Müstakîm-zâde, ba'zı fevâid tahrîr eylemiştir.

Müstakîm-zâde’nin Tuhfetü’l-Hattâtîn nâmındaki eserine, târîh encümeni a'zâsından urefâ-yı asırdan, üdebâ-yı dehrden İbnü’l-Emin Mahmûd Kemâl Bey Efendi yazdığı izah-nâmede buyururlar ki:

“Müntehabât risâlesinin hitâmından sonra üzerlerine “Vârid” işâret edilmiş, Türkçe fıkarât-ı sûfiyye vardır ki Vâridât-ı Ömer-i Gürânî budur. Risâlenin nihâyetlerinde, İmâm Şârânî’nin Yevâkît, Abdülganî-i Nablusî’nin Şerh-i Tuhfetü’l-Mürsele ve Sadreddîn-i Konevî’nin Nefha-i Rabbâniyye ve Hoca Ahrâr-ı Ubeydullâh-ı Semerkandî’nin Fıkarât nâmlarındaki eserlerinden müntehabât ve mektûbçu kaleminde kâtip Taşodalı Muhammed Efendi’nin bir kasîdesinin matlaındaki mazhar-ı nukatına dâir makâle, Ömer-i Gürânî’nin hastalığında bir zâta yazdığı latîf bir mektûb, Şemseddîn-i Sıvâsî’nin İhtiyâr-ı Cüz'î hakkındaki kelâmının şerhi Sırr-ı Vahdetü’l-Vücûd’a dâir bahs vardır. Nihâyetinde bir kenârda Müstakîm-zâde’nin imzâsı vardır. Darü’l-Fünûn Kütüphânesinde 7469/640 numarada mevcûddur.”

Vâridât-ı Ömer-i Gürânî hakkındaki bu izâhât, hakîkati göstermektedir.

EŞREF-ZÂDE ABDULLÂH-I RUMÎ HAZRETLERİ

(İbn es-Seyyid Ahmet el-Mısrî b. es-Seyyid Muhammed Suyûtî)

/65/ Eşrefiyye şu'besinin müessisi olup, pîr-i sânî addolunmuştur. Neseb-i âlîleri, İmâm Ali efendimize müntehî olup, pederi mükerremleri Eşref, onun pederi Muhammed el-Mısrî’dir. "Eşrefeğlu", "Eşref-zâde", "Eşref-i Rûmî" diye meşhûrdur. 754/(1353) târîhinde İznik’te tevellüd buyurmuşlardır.

Tahsîl-i ibtidâîden sonra Bursa’ya azîmetle Çelebi Sultân Muhammed Medresesi'nde, el-yevm mevcûd bulunan hücrede tahsîl-i kemâlâta başlayıp, kırk sene burada bulundukları mervîdir.

Tarîkat-ı sûfiyyeye intisâb sevdâsına düşüp, evvelemirde Bursa’da Abdal Muhammed nâmiyle meşhûr olan ve el-yevm türbeleri ma’mûr ve ziyâret-gâh bulunan zât-ı âlîkadrin, nazar-ı feyzine uğrayıp emr ü işâretiyle Emîr Sultân hazretlerine, onlar da Hacı Bayram-ı Velî hazretlerine sevk ederler. Derhâl müşârünileyhe intisâb ile onbir sene imâmet hizmetiyle şeref-yâb olmuş ve seyr ü sülûkta bulunmuştur. İkmâl-i sülûktan sonra istihlâf buyurulup, İznik beldesine i’zâm ve kerîmeleri Hayrunnîsa hazretlerini tezvîc eylemişlerdir.

Eşref-zâde hazretleri, ma’nevî bir cilveye mazhar olup, merâtib-i ma’nevîyede daha ziyâde i’tilâ sevdâsıyla niyâzda bulunduklarında, işâret-i mahsûsa üzerine, Hama’da sülâle-i tâhire-i Kâdiriyye’den Şeyh Hüseyn-i Hamavî hazretlerine sevk ederler. Haremiyle berâber Hama’ya gitmiştir ve derhâl erbaîne konulup, otuzbirinci günü akşam, hizmetine me’mûr dervîş yedinde bulamaç olduğu hâlde hücreye varınca, Eşref-zâde’yi hücrenin bir cidârına istinâd ve tecemmüd etmiş görür. Tahrîk etmek ister, hareket etmediğini görünce, huzûr-ı şeyhe gelip, “Efendim, Rûmî vefât etmiş, siz sağ olunuz.” der. Hz. Şeyh, hücrenin kilitlenip, miftâhının kendisine teslîmini emir buyururlar.

Bu hâl, ale’s-sabâh şâyi' olur. Ba'zı cahiller, “Meyyitin hücre içinde habsine ne lüzûm var, defn olunsun, varıp şeyhe arz edelim.”, derler. /66/ Bir kısmı ise, "Şeyhin işine müdahâle etmek caiz değildir.” demişlerse de, nihâyet keyfiyyet şeyhe arz olununca, “Kırk gün olmayınca hücreyi açmayacağım.” buyururlar.

Vaktâ ki kırk gün tamâm olur, cenâb-ı şeyh maa ihvân hücre kapısına gelirler, “Ya Rûmî!”, diye hitâb ederse de ses gelmez. İkinci bir hitâb daha, yine cevâb yok. Üçüncüde sahva gelirler, “Ah azîzim! Bize kıydınız.” derler ki, makâm-ı istiğrâk, dünyâyı unutmaktan, lezâiz-i ma’neviyyeden âlem-i hisse getirdiniz, demektir.

Eşref-zâde o gün icâzet almıştır. Yine me'mûren İznik’e avdet buyurdular. Hz. Gavs-ı A’zam efendimize, silsile-i tarîkatları bu sûretle muttasıl olmaktadır:

Hz. Pîr, Sultân Seyyid Abdülkâdir (Kuddise sırruhu'z-zâhir ),

Hz. Seyyid Şemseddîn b. Hz. Abdülkâdir (Kuddise sırruhû ),

Şeyh Seyyid Hüsâmüddîn Şefik b. Şemseddîn (Kaddesa'llâhu sırrahû),

Şeyh Seyyid Ahmed Şihabeddîn b. Hüsâmeddîn (Kaddesa'llâhu sırrahû),

Şeyh Seyyid Alâeddîn b. Şihabeddîn (Kaddesa'llâhu sırrahû),

Şeyh Seyyid Hüseyin el-Hamavî b. Şihabeddîn (Kaddesa'llâhu sırrahû)[75],

Pîr-i Sâni, Şeyh Eşref-zâde Seyyid Abdullâh er-Rûmî (Kuddise sırruhu'l-âlî).

Velâdetleri : 754/(1353)

Müddet-i ömürleri : 120.

İrtihâlleri : 876/(1471)

İznik’te mükellef bir türbe-i şerîfe ve bir câmi'-i münîf ve hucurât inşâ olunmuş ve son zamâna kadar ümrânını muhâfaza etmiş iken, Yunanlıların İznik’i istîlâlarında cümlesini topla hedm ve hâk ile yeksân  edip; hattâ, Hz. Pîr’in kabr-i enverlerini kazıp, içinde cephâne aramış olduklarını; müteessirâne bir lisân ile, Bursa’da Seyyid Usûl Dergâhı şeyhi Abdî Efendi meşhûdâtına istinâden söylemiştir.

Makâm-ı enverleri büyük ziyâret-gâhlardandır. Çünkü şöhret-i ârifâneleri, velvele-endâz-ı âlem olup, umûm-ı ehl-i tarîkat nezdinde pek büyük bir mevki'-i hürmet ü i’tibârları vardır. Entâk-ı aliyyeleri esnâ-yı zikirde okunduğu gibi birçoğu gerek /67/ durak, gerek ilâhî tarzında bestelenmiştir. En ziyâde mütedâvil olan nutklarından:

Tecellî şevk-i dîdarın beni mest eyledi hayrân

Ene’l-Hak sırrını cândan anınçün kılmazam pinhân

Aceb hayrân u mestim ki bilişde bilmezem yârı

Gözüm her kande kim baksa görünür sûret-i Rahmân

Cihân tılsımının bendi benim elimdedir şimdi

Benim bugün bu meydânda benimdir top ile çevgân

Yüzün görmeden ol yârın kamu mahv oldu hep varım

Bakâ buldum fenâ buldum bakâda olmuşum sultân

Benim ol derdlü dermânı benim ol ma’denin kânı

Benim ol dürr-i bî-hemtâ benim ol bahr-ı bî-pâyân

Semâda seyr ider sırrım cihâna doldu envârım

Mukaddesler cemîisi benim sırrımda ser-gerdân

Benim ilm-i ledünnümde hezâr Hızr olur âciz

Benim her bir tecellimden nice bin Mûsalar hayrân

Görürsün sûretâ Âdem benim emrimde dû-âlem

Felekler de melekler heb bana mahkûmdur ins ü cân

Remîm olmuş izâma hem eğer dirsem “bi-ıznî kum”

Yalın ayak u baş açık kamusu duralar uryân

Bu ay u yıl bu yıldız bu geceler bu gündüzler

Bu yaz u kış ve bu güzler benim emrimdedir yeksân

Benim şâhı bu meydânın benim devri bu devrânın

Benim cânı bu cânların benimle dirilür her cân

Benim Mansûr’u var iden benim ağyârı yâr iden

Benim her varı var iden benim her giden ü duran

Değildir od u sudan ne toprakdan yahûd yelden

Ben irden var idim irden henüz yoğidi bu ezmân

/68/        Zamânsız bî-zamânım ben mekânsız bî-mekânım ben

Dü-âlemde hümâyım ben benim her görünen gören

Sorarsan Eşref-oğlu’yum ne Rûmî’yim ne İznikî

Benim ol dâimü’l-bâkî göründüm sûretâ insân

Tamâmen tevhîd-i zât neş’esiyle söylenmiştir. İlm-i zâhir neş’esiyle tevfîk-ı ma’nâda zorluk çekilir. Hz. Şeyh’in kemâlât-ı ârifânelerinin mertebe-i bülendine delâlet eder. Bu nutk-ı münîflerini tahmîs edenler ve şerh eyleyenler olmuştur. Abdullâh Salâhaddîn-i Uşşâkî hazretleri pek ârifâne şerh ve hakîkat-ı ma’nâsını beyân buyurmuşlardır.

Ben dost hevâsına düşdüm gayri hevâ neme gerek

Başımda dost sevdâsı var gayri sevdâ neme gerek

Ben Eşref-oğlu Rûmî’yim ben bâkîyim kadîmîyim

Ben ol mürg-i lâhûtîyim arz u semâ neme gerek

Âsâr-ı Aliyyeleri :

 

1.  Divân-ı Şerîfleri : İlm-i lisân ve târîh-i edebiyyât nokta-i nazarından da pek mühimdir; matbû'dur.

 2. Müzekki’n-Nüfûs. Matbû'dur.

 3. Tarîkat-nâme,

 4. Fütüvvet-nâme,

 5. Delâilü’n-Nübüvve,

 6. İbret-nâme,

 7. Ma’zeret-nâme ki, Hediyyetü’l-Fukarâ diye ma'lûm,

 8. Elest-nâme,

 9. Nasîhat-nâme,

10. Hayret-nâme,

11. Münâcât-nâme,

12. Esrârü’t-tâlibîn.

Sultân Bâyezîd’de Kütübhâne-i umûmîde, Risâle fî Sırrı’d-Deverân nâmında gördüğüm bir eser dahi müşârünileyhe isnâd olunmaktadır.

El-yevm, Kâdirî tekkelerinde okunmakta olan evrâd-ı Kâdiriyye’nin, (اللهم أجل...)’den yukarısı Pîr-i sânî Eşref-zâde’nin olduğundan bu evrâda, “Evrâd-ı Kâdiriyye-i Eşrefiyye” derler. Evrâk-ı Kâdiriyye mütercimi Şeyh Nâci Efendi böyle yazıyor. Tahkîk ve tasavvufta ve felsefe-i İslâmiyye'de cidden ve hakîkaten uluvv-ı kemâl sâhibi bir pîr-i rûşen-zamîrdir. Cenâb-ı Hak, şefâatına mazhar buyursun. Âmin.

Yâdigâr-ı Şemsî nâm eserde, târîh-i irtihâllerini tedkîk sırasında, bunun 899 mu, yoksa 874 mü olduğu hakkında bast-ı beyân olunarak 874/(1469) târîhinin sıhhatine hükm olunduğu görülmüştür. İznik’deki türbe-i şerîfeyi ve câmi'-i münîfi Sultân Bâyezîd-i Velî’nin vâlideleri Mükerreme Hâtûn inşâ ettirmiş ve vakfiyeler yapmıştır. (Radıya’llâhü anhâ)

Hz. Şeyh, şöhretten müctenib, hâlîm, selîm, halûk olup tasarrufât ve kerâmâtıyla mahbûbu’l-kulûbtur. (Kaddesa’llâhü sırrahû)

/69/ Eşref-zâde hazretlerinden sonra post-nişîn olan zevât-ı kirâm:

- Şeyh Abdurrahîm Tirsî (Kaddesa’llâhu sırrahu),

- Şeyh Muslihuddîn Efendi (Kaddesa’llâhu sırrahu),

- Şeyh Hamdi Efendi (Kaddesa’llâhu sırrahu),

- Şeyh Sırrı Ali Efendi (Kaddesa’llâhu sırrahu),

- Şeyh Hamdî-i Sanî Efendi (Kaddesa’llâhu sırrahu),

- Şeyh Lütfullâh Efendi (Kaddesa’llâhu sırrahu),

- Şeyh Ahmed Efendi (Kaddesa’llâhu sırrahu),

- Şeyh Eşref-i sânî Efendi (Kaddesa’llâhu sırrahu),

- Şeyh Abdullâh Efendi (Kaddesa’llâhu sırrahu),

- Şeyh Sâlih Efendi (Kaddesa’llâhu sırrahu),

- Şeyh Abdülkâdir Efendi (Kaddesa’llâhu sırrahu),

- Şeyh Muhyiddîn Efendi (Kaddesa’llâhu sırrahu),

- Şeyh Şerefeddîn Efendi (Kaddesa’llâhu sırrahu),

- Şeyh İzzeddîn Efendi (Kaddesa’llâhu sırrahu),

- Şeyh Abdullâh Efendi (Kaddesa’llâhu sırrahu )

- Şeyh Avnullâh Efendi (Kaddesa’llâhu sırrahu),

- Şeyh Fahreddîn Efendi (Kaddesa’llâhu sırrahu),

- Şeyh Ahmed Ziyâeddîn Efendi (Kaddesa’llâhu sırrahu),

- Şeyh Muhammed Fahreddîn Efendi (Kaddesa’llâhu sırrahu),

- Şeyh Nâfiz Efendi (Kaddesa’llâhu sırrahu),

- Şeyh Ahmed Ziyâeddîn Efendi (Kaddesa’llâhu sırrahu).

ŞEYH ABDURRAHÎM-İ TİRSÎ

Müşârünileyhimden Şeyh Abdurrahîm-i Tirsî hazretleri, cenâb-ı Eşrezâde’nin kerîme-i muhteremesi Züleyhâ Hanım’ı tezevvüc etmiş, Hz. Pîr-i Sânî’ye dâmâd olmuştur. Kayın pederlerinin vasiyeti üzerine câ-nişîni oldular. İznik’e sekiz sâat mesafesi olan Tirse karyesinde Bolulu İsfendiyâr-zâde akrabâlarından Bâyezîd-i Fakîh nâm zâtın mahdûmudur. Henüz çocuk iken pederleriyle maan Eşref-zâde hazretlerinin, hüsn-i nazarına mazhar /70/ olmuşlar, hattâ çocuk iken Hz. Şeyh’e fevka'l-âde meclûb olduğundan taht-ı terbiyelerine almışlar; tahsîline i'tinâ buyurmuşlar; en sonra hilâfetle bekâm ederek, şeref-i sıhriyyetlerine mazhar kılmışlardır.

Tabîat-ı şi’riyyeleri olup, Dîvân'ları vardır. Kerâmât-ı aliyyeleri menkûldür. 926 Saferinde (Ocak 1520) dâr-ı cemâle intikâl eylediler. Azîzinin yanında defîn-i hâk-i mağfiret kılınmıştır. (Kaddasa’llâhu sırrahu)

Kırk sekiz sene, seccâde-nişîn-i tarîkat oldukları lede’l-hesâb nümâyân olmaktadır.

ŞEYH MUSLİHUDDİN EFENDi HAZRETLERİ

Abdurrahîm-i Tirsî’den iktibâs-ı envâr-ı tarîkat ve iktisâb-ı esrâr-ı hakîkat eylemiştir. Mudurnuludur. Abdurrahîm Efendi’nin, Hamdi Efendi nâmındaki mahdûmu pek küçük olduğundan ber-mûcib-i vasiyet seccâde-i hilâfete oturmuşlardır.

ŞEYH HAMDİ EFENDİ HAZRETLERİ

Eşref-zâde hafîdidir. Feyz-i tarîkını Muslihuddîn Efendi’den almıştır. 1012/(1603)’de âzim-i dâr-ı karâr olmuştur. Ceddinin yanında medfûndur. Bir Dîvân'ı vardır.

ŞEYH SIRRI ALİ EFENDİ HAZRETLERİ

Hamdi Efendi-zâdedir. Feyz-i tarîkını pederlerinden almıştır. 1046/(1636) senesinde terk-i dağdağa-i hayât eylemiştir. Abdurrahîm-i Tirsî yanında defn olunmuştur. Yâdıgâr-ı Şems’de tafsîl-i ahvâli vardır.

ŞEYH HAMDİ-İ SÂNÎ HAZRETLERİ

Sırrı Ali Efendi’nin mahdûmudur. Pederinden hilâfet alıp ve nice cânlar uyandırıp 1069/ (1658) senesinde terk-i âlem-i nâsût eylemiştir. İznik’de medfûndur.

ŞEYH LUTFULLÂH EFENDİ HAZRETLERİ

Sırrı Ali Efendi-zâde’dir. Birâderinin irtihâli ile seccâde-i irşâda oturmuş ve tevhîd ü ezkâr ile meşgûl iken, 1104 Ramazân’ının üçüncü (8 Mayıs 1693) günü âlem-i dünyâya vedâ' eylemiştir. Âsitâne hazîresinde medfûndur.

ŞEYH AHMED EFENDİ HAZRETLERİ

Hamdî-i sânî mahdûmudur. 1106/(1695)’da dünyâyı terk etti. Âsitane hazîresinde, mevdû'-ı rahmet-i Rahmân’dır.

ŞEYH EŞREF-İ SÂNÎ HAZRETLERİ

Şeyh Lutfullâh Efendi-zâde’dir. Pederlerinden ahz-ı feyzedip seccâde-nişîn-i irşâd olmuş ve nice âşıklara, şarâb-ı hâli içirmiştir. /71/ 1109/(1697) senesinde âhiret diyârına gitmekle, Abdurrahîm-i Tirsî hazretlerinin türbesi yanında rahmet-i Hakk’a tevdî' kılınmıştır. Zâhir ve bâtını ma’mûr idi.

Tabîat-ı şâirânesi de varmış, bu ilâhî müşârünileyhindir:

Gönülde âteş-i aşk ile yanmış tâze dâğım var

Benim bu tekye-gâh içre söyünmez bir çerâğım var

Bana olmaz mukâbil kimse meydân-ı muhabbetde

Elimde tîğ-ı himmet gibi bir yalın bıçağım var

Aceb mi gûşe-i uzletde dâim i’tikâf itsem

Benim bu kâinâtın iltifâtından ferâğım var

Bu sânî Eşref’in hiç bâb-ı arza ihtiyâcı yok

Muhammed Mustafâ gibi benim bir sığnacağım var

ŞEYH ABDULLÂH EFENDİ HAZRETLERİ

Eşref-i sânînin oğludur. Pederinden ahz-ı tarîkat edip, seccâde-i irşâda oturmuş idi. Zâhir ve bâtınını ma’mûr etmiş erlerdendir. 1147/(1734)’de şehîden vefât etmekle, pederinin yanında defn olunmuştur.

ŞEYH SÂLİH EFENDİ HAZRETLERİ

Lutfullâh Efendi-zâde’dir. Kendisinden ahvâl-i garîbe zuhûr etmiştir. Pederinin yanında âsûde-nişîn-i hâk-i rahmettir.

ŞEYH ABDULKÂDİR EFENDİ HAZRETLERİ

Şeyh Abdullâh Efendi-zâdedir. Pederinden feyz almış, mertebe-i irşâdı ihrâz eylemiştir. Ömrünü mücahâde ve riyâzetle geçirmiş erlerdendir. Sırrî mahlasıyla ilâhîyyatı olup, 1176/ (1762)’da âzim-i huld-ı berrîn olup, cedd-i pâkinin yanında vedîa-i rahmet-i Rahmân kılınmıştır. Sırr-ı devrâna dâir, Devrân-nâme unvânıyla bir eseri ve bir Dîvân'ı vardır. Eşref-zâde hazretlerinin âsârı meyânında yazdığım, Sırr-ı Devrân risâlesi belki bu zâtın olsa gerektir. Lisân-ı Fârisî üzere söylenmiş eş’ârından.

ما صاف دلانيم بكس كين نداريم،

خلق است بما دشمن وما باهمه ياريم.

ماشاخ درختيم ﭙر از ميوهء توحيد،

كر رهكذ رى سنك زند عار نداريم.[76]

ŞEYH MUHAMMED EFENDİ HAZRETLERİ

Yâdigâr-ı Şems nâm eserde okunduğuna göre, makâm-ı Eşrefî’de onbirinci Şeyh Abdulkâdir Efendi-zâde Şeyh Muhammed Efendi’dir. Sâhib-i cezbe bir âşık-ı sâdık imiş. 1201/ (1786)’de irtihâl edip, yerine mahdûmları Abdulkâdir Efendi geçmiş idi. 1214/(1799)’te bu dahi âzim-i gülşen-sarây-ı cennet olunca, oğlu Hüseyin Hamdi /72/ kâim olmuştur.

Mûmâileyh İznik meşîhatında bulunanların onüçüncü ve sonuncusudur. Bundan sonra Bursa’da bulunan zâdegân-ı Eşrefî'nin ekberi İznik meşîhatına ta’yîn olunurlar.

ŞEYH ŞEREFEDDÎN EFENDİ HAZRETLERİ

Eşref-i sânînin oğludur. Zâhir ve bâtın ilimlerinde mâhir idi. Pederinden hihâfet alarak, Bursa’da Setbaşı’nda Eşrefiyye Tekke’sini ihyâ ile, hacc-ı şerîfi de îfâya muvaffak oldu. Esnâ-yı va’zda hâl gelirmiş; pek âşık bir zât imiş.

Şeyh Ahmed-i Gazzî Hazretlerinden de feyz alanlardandır. 1146 sene-i hicriyyesinde (1733)  elli yaşında iken maraz-ı tâûndan azm-i bakâ eyledi. Zâviye-i mezkûrede medfûn ve rahmet-i Mevlâya makrûndur. Mahdûmları Şeyh Abdusselâm hazretleri yanındadır.

ŞEYH İZZEDDÎN AHMED EFENDİ HAZRETLERİ

Eşref-i sânînin oğludur. Meşahîr-i urefâ vü ulemâ ve meşâyıh-ı kirâm-ı Kâdiriyye’dendir. 1083/(1672) senesinde Bursa civârında Barak Fakîh karyesinde âlem-i şuhûdâ rev-nak-fezâ oldular. İbtidâî tahsîlden sonra Molla Ahmedzâde Muhammed Efendi’den ulûm-ı Arâbiyyeyi tahsîle şitâbân oldular. Feyz-i tarîkatleri, peder-i muhteremlerinden olup, pederleri hayâtında, Bursa’da Âsitane-i Eşrefiyye’de bulunmuşlardır.

Ayn-ı Ekber Muhammed Efendi gibi bir fâzılın da mazhar-ı ilmi oldular. Bursa’da İncirlice Mahallesi’ndeki mezkûr Âsitane-i Eşrefiyye’de seccâde-nişîn bulundukları sırada İstanbul’a gelip 1153 senesi Şa’ban’ında on birinci (2 Ekim 1740) Salı gecesi yetmiş yaşında iken:

Bakâ iklîmine azmim var el’ân

Fenâ gülzârı kalsun şöyle virân

Hayât-ı dil yeter sana çü İzzî

Fenâ gülzârı kalsun şöyle virân

nağmesiyle demsâz olarak azm-i gülşen-serây-ı cinân eylemişdir. İstanbul’da Tophâne’de, Kadirî-hâne Hânkâh-ı şerîfinde defîn-i hâk-i gufrândır. Zâhir ü bâtını ma’mûr evliyâullâhdan idi. “Râhat-ı mürşid” (راحت مرشد) târîh-i rihletleridir. Yetmiş sene muammer olmuşlardır. Tennûrî-zâde, Menâkıbnâme-i Eşrefî nâm eserinde müşârünileyh hazretleri hakkında uzun uzadıya bahsetmektedir.

/73/   Âsitân-ı Kâdirîye sür yüzün anlardan ol

İzziyâ sâhib-i selâmetdir gürüh-ı Kâdirî

diye nisbetini fahr ile i'lân eden bu şeyh-i zîşân, iki ay kadar İstanbul’da kalmışlardır. Zeyrek’de Pîri Paşa Câmi'-i Şerîfi mütevellisi, akrabâsından olmakla onların hânesinde ikâmet eylemişlerdir. Cum’a günleri asdıkânın ricâsiyle mezkûr câmi'de va’z u nasîhat ve icrâ-yı âyîn-i tarîkat buyurmuşlardır. Huzzâr, günden güne çoğalmış, ulemâ-yı zamân dahi meclis-i enverlerine şitâbân olmuş. Nice münkirleri yola getirmiş ve huzzârın kalbinde aşkullâh zuhûruna sebeb olmuşlardır.

Hz. Şeyh’in mürîdlerinden Zuhûrî Efendi şu medhiye ile tercümân-ı hâl olmuştur:

Ehl-i ilmin zübdesi zühd ile misl-i nâdiri

Nûr-ı şer’ ile münevver bâtını vü zâhiri

An samîmi’l-kalb idüp habl-i metîne iktidâ

Rûz u şeb ihyâ iderdi sünnet-i Peygamber’i

Habbezâ meydân-ı aşkın Şeyh-i İzze’d-dîn’idir

Ebter ü nâkıs kalur inkâr iden bu serveri

Enîsü’l-Cinân nâmıyla Arabîyyü’l-ibâre on cüz', dört cild üzerine bir tefsîr-i şerîfi ve Müşevviku’l-Uşşâk nâmıyla mev’ızası ve İzzî mahlaslı bir Divân’ı vardır.

İrtihâllerine şuarâdan Rahmi Efendi,

“Göçdi Eşref-zâde İzzeddîn Efendi kutb iken”

(كوچدى اشرف زاده عز الدين افندى قطب ايكن)

manzûme-i târîhiyyesini söylemiştir.

Kerâmâtı ve ba'zı hâlâtı menkûldür. Mürîdânından Mustafa Efendi, azîzinin hakkında, Hediyyetü’l-Fukarâ  nâmıyla bir menkabe-nâme yazmıştır.

1137/(1724) târîhinde, mahdûmları Abdülkâdir Efendi ile, Haremeyn-i Muhteremeyn’i ziyâret eyledikleri gibi, Sultân Ahmed Hân-ı sâlis ve Sultân Mahmûd Hân-ı evvel taraflarından da’vet buyurulup, enfâs-ı kudsiyyelerinden istifâde olunmuştur. (Kaddesa’llâhu sırrahû.)

/74/ İrtihâlleri hakkında söylenilmiş dîger bir târîh:

Gûş idüp ahbâb fevtin eylediler âh u vâh

Göçdü İzzeddîn Efendi tayyeba'llâhu serâh

(کوچدى عز الدين افندى طيب الله سراه) = (1153)

Nutuklarından:

Bâş u cândan geçmedikçe vasl-ı cânân isteme

Cevre mahrem olmadıkça neyl-i ihsân isteme

Sînene sûrah açub ney gibi nâlân olmadan

Hâlet-i aşk ile her dem zâr u efgân isteme

Olmadıkca teşne-dil sen tâb-ı aşk-ı Hakk’ıla

Gerd-i havz-ı Kevser-i vaslında cevlân isteme

İzziyâ sen geç kamudan aşkıla dil-dâde ol

Yâr-ı bâkîye anın gayrına irfân isteme

 

                   *   *   *

Zikr ile âşık gül-i zâr oldu

Tâze-ter gönlü nev-bahâr oldu

Şevk ile dâim nâleler eyler

Şerbet-i aşkdan çün humâr oldu

Her seher inler nâleler eyler       

Gülşen-i aşkda ol hezâr oldu

Genc-i fırkatde bir fakîr iken

Vuslata irdi şeh-suvâr oldu

Kodu ağyârı buldu dil-dârı         

Gördü ol yârı bî-karar oldu

Allâh’ın adın âşık andıkca

 Zikrine zâhid şerm-sâr oldu

Hakk'a uyanlar sırrı duyanlar

İzziyâ onlar yâra yâr oldu

ŞEYH ABDULLÂH EFENDİ HAZRETLERİ

Şeyh Ahmed Efendi-zâde’dir. Pazarköy’ündeki Zâviye-i Eşrefîye’yi ihyâ edip, meşgûl-i zikrullâh iken 1143/(1730)’de âzim-i cilve-gâh-ı cinân olmuştur. Orada medfûndur.

ŞEYH ABDULKÂDİR NECÎB EFENDİ

İzzeddîn Efendi-zâde’dir. 1115/(1703)’de doğmuştur. Lisân-ı Arabî’yi pederlerinden; lisân-ı Fârisî’yi Muhammed Emin Efendi’den tahsîl edip, peder-i ekreminden müstahlef olmuştur. Bâlâda yazdığım vechile, pederiyle ziyâret-i Harâmeyn’e muvaffak olmuştur. Hz. Emîr’de ve câmi'-i kebîrde tefsîr okuturlarmış. Pederinin Enîsü’l-Cinân nâm tefsîrini, Zübdetü’l-Beyân nâmıyla telhîsan üç cilt eser meydâna getirmiştir. Nice münkirler huzûr-ı ârifânelerinde arz-ı teslîmiyyet eylemiştir.

Kırkdokuz sene, mertebe-i irşâdda, neşr-i /75/ feyz-i ma’rifet, 1202  şehr-i Rebîu’l-âhir’inin yirmi birinci günü (30 Ocak 1788) dağdağa-i hayât-ı fâniyeden halâs olmuştur. Dergâh-ı şerîf-i mezkûrda, âsûde-nişîn-i feyz-i Hak’tır.

Târîh-i irtihâllerine Sâdık Efendi nâm zâtın söylediği manzûme, ba'zı hakâyık-ı hayâtiyesini musavverdir:

Şeyh Eşref-zâde Abdülkâdir-i âlî-cenâb

Cennetü’l-Firdevs’e rıhlet itdi bâ-emri’llâh

Geçdi ömrü va’z u tefsîr ile zikru’llâh ile

Kürsi-i Adn oldu câyı umarım bî-iştibâh

Nâdiru’l-akrân bir zât-ı celîlü’l-kadr idi

Rıhlet-i kurbiyyetine ilm ü irfânı güvâh

İki def'a hatm-i Kur’ân eyledi tefsîr ile

İftihâr-ı beldemizdi tayyeba’llâhu serâh

Irk-ı tâhir zât-ı memdûhu’ş-şiyemdir ced-be-ced

Her biri asrında olmuş mürşid-i pür-intibâh

Tûl-ı ömr ihsân ide Bârî Hudâ a’kâbına

Rûşen olsun dilerim tâ haşre dek bu hân-kâh

Sâdıkâ bir âh ile târîhin itmâm eyledim

Oldu Eşref-zâde’ye Firdevs-i a’lâ cilve-gâh

(اولدى اشرف زاده يه فردوس اعلا جلوه كاه ) + (آه) = 1202[77]

Manzûmât-ı aliyyelerinden: Yâdigâr-ı Şemsde görülmüştür.

Cemâlin ey nebî mir’ât-ı envâr-ı sa’âdetdir

Nigâhın mahz-ı feyz rahmet-i esrâr-ı ru'yetdir

Semâya nerdübânın cezbe-i Mevlâ olupdur çün

Kamu mi’râcda mazhar olduğun âsâr-ı kudretdir

Yoğiken Refref’e bir dürlü hâcet var iken himmet

Senin şânında Hakk’ın maksadı ızhâr-ı ni'metdir

Gelüpdür çeşm-i Hak beyninde “Mâ zâğa’l-basar” medhi

Olur mu gayra masrûf matlabı dîdâr-ı hazretdir

Olupsun istinâd-ı âcizân-ı ümmetin ancak

Cenâbın bu Necîb-i zâra dîdâr-ı şefâatdır

Hz. Mısrî fendimizin nutkuna nazîre:

Âşinâ-yı bezm-i aşk ol pür-figân itsün seni

Hizmet it pîrân-ı aşka feyze kân itsün seni

Andelîb-âsâ sadâ-yı nâle-i şevk-âmizin

Hem civâr-ı gül-sitân idüp beyân itsün seni

Cebhe-i nâmûs-ı zühdü soy bırak bütün hemân

Hırka-i levm ü melâmet giy nihân itsün seni

Leşker-i nefs ile dâim it cidâl eyle cihâd

Râhatın kes nefsinin tâ ki emân itsün seni

Sâğar-ı sehbâ-yı aşkıyla Necîbâ neş’e-yâb

Ol tamâm fâriğ âzâd-ı cihân itsün seni

Müşârünileyh uzun boylu, nurâniyyü’l-vech, câmi'u’l-kemâlât bir zât-ı âli-kadr imiş. (Kaddesa’llâhu sırrahu)

ŞEYH AVNULLÂH EFENDİ HAZRETLERİ

Müstakîmzâde, "Hilâfeti, İzzeddîn efendidendir." diyor.

/76/ Şerefeddîn Efendi-zâdedir. Bir rivâyette, amcası İzzeddîn Efendi hazretlerinden, dîger rivâyette, pederlerinden müstahleftir. Zâhir ve bâtını ma’mûr erlerden idi. Setbaşı’nda Salı Tekkesi’nde neşr-i feyz etmişlerdir. Kendisine hâl galebe ettiği zamân görenler, vefât etti zan ederlermiş.

1155 târîhinde şehr-i Şevvâl’in üçüncü (1 Aralık 1742)  Cum’a günü bezm-i lâhûta revân olup, pederleri yanında defn olunmuştur.

Hüsn-i hatt ile şöhret bulmuş idi. Müstakîm-zâde, Tuhfe-i Hattâtîn’de 352. sahîfede yazar ki, kendileri hüsn-i hatta temeşşuk edip, izn ü icâzet almıştır. Tuzpazarı İmâmı Mustafa Efendi’den temeşşuk ile icâzet almıştır.

Nutk-ı âlîlerinden:

Derd-i Hakk’a düşmeyen dermâna olmaz âşinâ

Cevrine sabr itmeyen ihsâna olmaz âşinâ

Dökmeyen Ya’kûb-veş hasret yaşın gözden müdâm

Mısr-ı dilde Yûsuf-ı Ken’ân’a olmaz âşinâ

Yâr ile vuslat dilersen gir belâ meydânına

Başını top itmeyen çevgâna olmaz âşinâ

Avniyâ mir’ât-ı kalbi zikr ile sâf itmeyen

Cânib-i Hak’dan gelen Kur’ân’a olmaz âşinâ

ŞEYH FAHREDDÎN EFENDİ HAZRETLERİ

Şerefeddîn Efendi-zâde’dir. Amcası İzzeddîn Efendi’den feyz alanlardandır. İrşâd-ı tâlibîn ile meşgûl iken 1170 senesi Safer’inde (Ekim 1756)  terk-i hayât-ı müsteâr eylemiştir. Pederleri yanında medfûndur.

ŞEYH AHMED ZİYÂEDDÎN EFENDİ

Fahreddîn Efendi-zâde’dir. Bursa’da 1161 senesi Receb’inde (Temmuz 1748) doğmuştur. İzzeddîn Efendi’nin meşâhîr-i hulefâsından Ya’kub Dede Zâviyesi’ne şeyh olup, 1198/(1784)’de azm-râh-ı cinân eyledi. Gülzâr-ı Sulehâ ve Vefeyât-ı Urefâ nâmıyla bir eserini gördüm. Bursa meşâyıh u ulemâ vü urefâsından zamânına kadar olanların tercüme-i hâllerini yazmıştır. Kendisi Bursa’da Setbaşı’nda Eyüp Efendi Dergâhı mihrâbı önünde medfûndur. (Kuddise sırruhû)

ŞEYH FAHREDDİN EFENDİ

Ziyâeddîn Efendi-zâde’dir. Pederinin irtihâlinde on yaşında imiş. Vâlidelerinin, pederi Habîb Efendi’nin taht-ı terbiyesinde tahsîl-i kemâlât edip, 1225/(1810) senesindeki Rus muhârebesinde onbeş dervîşiyle gazâya gitmişlerdir. 1227 senesi Zi'l-ka’de’nin ondördüncü Çarşamba gecesi (19 Kasım 1812), rûh-ı pâki âlem-i illiyyîne pervâz eylemiştir. Eyüp Efendi Zâviyesi’nde medfûndur.

/77/ Kısa boylu zaîf, sarı sakallı mübârek bir zât imiş. Râşid Efendi tarafından söylenilen târîh:

Söyledim târîh-i tâm Râşid vidâd-ı sîneden

Göçdü Fahreddîn Efendi dâd-ı Hû'ya “Hû” diyüp

(كوچدى فخر الدين افندى داد هويه هو ديوب) = (1227)/(1812)

ŞEYH NÂFİZ EFENDİ HAZRETLERİ

Fahreddîn Efendi-zâde’dir. Beyne’l-meşâyih, mümtâz bir mevki'e sâhib imiş. Eşrefî âsitânesinde neşr-i feyz ettiler. Kibâr-ı meşâyihden Şeyh Abdüllatîf Efendi hazretlerinin kerîmeleri Zehrâ Hanım’ı tezevvüc edip bir hayli zamân muammer olduktan sonra 1282/(1865) senesi âzim-i dâr-ı bakâ oldular. Mezâr taşında menkûş târîhleri:

Her gelen gitmekdedir bî-iştibâh

Kimseye bâkî değil bu cây-gâh

Câm-ı mevti sunmada sâki-i dehr

Ger gedâ olsun gerekse pâdişâh

Nesl-i  pâkindendi Eşref-zâde’nin          

Zühd ü aşkıyla geçürdi sâl ü mâh

"İrcıî" emri erişdi gûşuna

Oldu bâ-şevk âzim-i kurb-ı ilâh

Fevti târîhin didi nâsa Bahâ

Pîrimiz Nâfız Efendi göçdü âh

(پيرمز نافذ افندى كوچدى آه)[78]

Şu nutk müşârünileyhindir:

Anın hüsn-i tecellîsine cân u dil nisâr itdim

Döküp göz yaşını aşkıyla ben bir hoşça kâr itdim

Bakam hüznile ol şâha görem anın cemâlini

Takam zülfünü boynuma anı kendime dâr itdim

Dü-âlem lezzetin virdim şarâb-ı aşkına cânâ

Reh-i aşkında âhir ben vücûdum târ ü mâr itdim

Gönül zahmına tiryâk bulmadım geşt ü güzâr itdim

Görünmez gözüme bir dil ki anı ihtiyâr itdim

Zücâc-ı ârı çarpup taşlara itdim iki pâre

Bu ad u sânı hem Nâfiz koyub bu gün güzâr itdim

ŞEYH AHMED ZİYÂEDDÎN EFENDİ

Nâfiz Efendi-zâde’dir. Pederlerinin makâmına câlis olup 21 Zi'l-ka'de 1324/(11 Ocak 1907) târîhinde Pazar günü terk-i âlem-i nâsût eyledi. Pederlerinin yanında medfûndur. Halîm selîm bir şeyh-i kâmil idi.


 

RÛMİYYE-İ İSMÂİLİYYE

/79/ Kibâr-ı meşâyıh-ı Kâdiriyye’dendir. Silsile-i tarîkatları, ber-vech-i atî, iki koldan Hz. Gavs-ı A’zam’a müntehî olmaktadır:

- Hz. Pîr Sultân Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî (Kaddesa'llâhu sırrahû),

- Cemâl el-Irâkî eş-Şeyh Abdürrazzâk (Kaddesa'llâhu sırrahû),

- eş-Şeyh Şihâbeddîn-i Ahmed (Kaddesa'llâhu sırrahû),

- eş-Şeyh Şerefeddîn-i Yahyâ (Kaddesa'llâhu sırrahû),

- eş-Şeyh Şemseddîn-i Muhsin (Kaddesa'llâhu sırrahû),

- eş-Şeyh Alâeddîn-i Ali (Kaddesa'llâhu sırrahû),

- eş-Şeyh Bedreddîn-i Hüseyn (Kaddesa'llâhu sırrahû) ,

-eş-Şeyh Ebû’l-Abbâs Şihâbeddîn-i Muhammed (Kaddesa'llâhu sırrahû),

- eş-Şeyh Zeyneddîn-i Abdülbâsıt (Kaddesa'llâhu sırrahû),

- eş-Şeyh Ebu Mekârim Şerefeddîn-i Kâsım (Kaddesa'llâhu sırrahû),

- eş-Şeyh Şemseddîn-i Muhammed (Kaddesa'llâhu sırrahû),

- eş-Şeyh Zeynü’l-Eşrâf Afîfeddîn el-Hüseyn (Kaddesa'llâhu sırrahû),

- eş-Şeyh Ahmed b. Süleymân (Kaddesa'llâhu sırrahû),

- eş-Şeyh Burhâneddîn İbrâhîm b. Ali (Kaddesa'llâhu sırrahû),

- eş-Şeyh Ahmed b. Mustafa el-Mısrî (Kaddesa'llâhu sırrahû),

- eş-Şeyh Ahmed b. Süleymân er-Rûmî (Kaddesa'llâhu sırrahû),

- Sâhibü’t-tarîkat eş-Şeyh İsmâîl-i  Rûmi (Kaddesa'llâhu sırrahû).

Dîgeri:

Bâlâdaki silsilede Şeyh Semseddîn-i Muhammed hazretlerinden bir kol teşa’’ub ederek  ber vech-i âtî teselsül etmektedir:

- eş-Şeyh Hüseyn-i Şâfia (Kaddesa'llâhu sırrahû),

- eş-Şeyh Muhammed-i Tâhir (Kaddesa'llâhu sırrahû),

- eş-Şeyh Ferecu’llâh-ı Yahyâ (Kaddesa'llâhu sırrahû),

- eş-Şeyh Muhammed-i Hanbelî (Kaddesa'llâhu sırrahû),

- eş-Şeyh Abdürrezzâk (Kaddesa'llâhu sırrahû),

- eş-Şeyh Abdülkâdir Çelebi (Kaddesa'llâhu sırrahû),

- eş-Şeyh Ferecu’llâh-ı Hâdî (Kaddesa'llâhu sırrahû),

/80/       - eş-Şeyh Abdülkerîm-i Şâfia (Kaddesa'llâhu sırrahû),

- eş-Şeyh Abdurrahmân-ı Hanbelî (Kaddesa'llâhu sırrahû),

- eş-Şeyh Ferecu’llâh Şâh (Kaddesa'llâhu sırrahû),

- Hâdimü’l-fukarâ ve seccâde-nişîn-i âsitâne-i Hz. Gavs-ı A’zam eş-Şeyh Seyyid Feyzu’llâh (Kaddesa'llâhu sırrahû).

Sâhibü’t-tarîkat eş-Şeyh İsmâîl-i Rûmî Hazretleri

Müşârünileyh hazretleri, İstanbul’da, Tophâne’de, Boğazkesen mahallesinde Kâdirî-hânenin müessis-i zî-şânıdır. Aslen Tosya civârında Babsa karyesinde, Çoban Ali ismind (bir zâtın) sulbünden mehd-ârâ-yı âlemi şuhûd olup, Tosya’da tahsîl-i ulûm ile Şeyhu'l-Halvetî Ahmed Efendi’den feyz-i tarîkat aldıktan sonra, kutb-ı a’zam, gavs-ı mufahham Hz. Abdülkâdir efendimizin da’vet-i ma’neviyyesiyle Bağdâd’a bi’l-azîme, o zamân makâm-ı Hz. Gavs’da sâhib-i irşâd bulunan Şeyh Feyzu’llâh Efendi hazretlerine mülâkî olmuş ve bâtınını dahi zâhiri gibi kemâlât ile tezyîn eylemiştir. Hz. Gavs-ı A’zam’ın, “Yâ Rûmî, Rum’a git, tarîkımı neşr et.” emr u işâret-i ma’neviyyesiyle ve “Pîr-i Sânî” künyesiyle, Anadolu ve Rumeli taraflarını gezerek, Tosya, Kastamonu, Edirne, Tekirdağ, Bursa, Mısır, Siroz ve sâir şehirlerden cem’an kırk mahalde nâmlarına mensûb tekkeleri ihyâ ve inşâ ettikten sonra, 1020/(1611) târîhlerinde Der-saâdet’i teşrîf ve hâlen defîn-i hâk-i ıtr-nâk oldukları mezkûr makâm-ı âlîyi binâ ve ihyâ edip, bu belde-i tayyibede erkân-ı tarîkat-ı aliyye-i Kâdiriyye’yi neşre muvaffak olmuşlardır. Onun için, zât-ı âlîlerine “Rûmî” denilmiştir. Sultânahmed Câmi'-i Şerîfi’nin, resm-i güşâdında, Hz. Hüdâyî hıdmet-i hitâbeti, Hz. Abdülehad en-Nûrî hıdmet-i nasîhati îfâ eyledikleri gibi, İsmâîl-i Rûmî hazretleri de, âyîn-i celîl-i Kâdirî üzere zikr ü tevhîdde bulunmuşlardı.

1041/(1631) târîhinde âlem-i bakâya rıhlet eylemeleriyle, türbe-i mahsûsalarının /81/ bulunduğu mahalde defin-i hâk-i irfân oldular. Kemâlât-ı zâhiriyye vü bâtiniyyesi müsellem ve makâmât u kerâmâtı meşhûr bir zât-ı âlî-kadrdir.

Hâfız Ahmed Rif’at Efendi nâm zât tarafından, Nefhatü’r-Riyâzı’l-Âliye fî Beyânı Tarîkati’l-Kâdiriyye nâmıyla yazılan bir eserde hakk-ı âlîlerinde tafsîlât verilmektedir.

“Kıldı İsmâîl Efendi nakl-ı gül-zâr-ı cinân”

  (قيلدى اسماعيل افندى نقل كلزار جنان)[79]

Dediler târîh-i nakli pür-sâhib-i izzete

Bu ân İsmâîl-i Rûmî göçdi bezm-i vahdete

(بو آن اسماعيل رومى كوچدى بزم وحدنه)[80] 1041/ (16 31)

târîh-i irtihâllerini müş’irdir.

Türbe-i mahsûsalarının üzeri açıktır. Hânkâh-ı şerîfin ittisâlinde ve güzer-gâhdadır. Şebekenin bâlâsında:

Bilürsin rûh-ı ehlu'llâhı kim sâhib-tasarrufdur

Bu İsmâîl-i Rûmî meşhedidir eyle istimdâd

Mezâr taşında:

“Kutbu’l-ârifîn Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin vâsıl-ı kerâmât-ı ulûmu ve nâil-i füyûzât-ı kayyûmu, ârif-i bi’llâh, vâsıl-ı ila’llâh, pîr-i sânî Hz. İsmâîl-i Rûmî (Kuddise  sırruhû   ve nefeana’llâhu teâlâ bihim) hazretlerinin rûh-ı aliyye-i nûrâniyyelerine, bi-sırrı’l-Fâtiha, 1041/(1631).”

Duvar taşında:

Müdâvâdır be-her bir zerresi bin derde bî-şübhe

Ziyâret kıl gel İsmâîl-i Rûmî merkadin âşık

muharrerdir.

İsmâîl-i Rûmî hazretlerinin meslek-i kudsîleri, şiddet-i riyâzet ve mücâdeheye nâzır olup, ondan sonra, o meslek-i âlîde sâbit-kadem zevât az yetişmiştir. Hattâ, Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye müellifi yazıyorlar ki:

"Kendisinden sonra teselsül eden silsileden birçok meşâyıh-ı muhtereme yetişmiş, /82/ bir müddetten beri o makâma hâdim ve kâim olan meşâyıh-ı Kâdiriyye (Eşrefiyye) şu'besi icâzesini de hâiz olduklarından ve Şeyh İsmâîl-i Rûmî’nin sülûküne zamânın her mürîdi mütehammil olmadığından hânkâh-ı mezkûr post-nişînleri, mürîdânın meyl ü muhabbetini veya tahammül ve kabiliyyetini hangi şu'beye mâil ve kâbil görürlerse ona göre inâbe vermeğe ve her Salı günleri öğleden sonra ezânî sâat sekizde, usûl-i İsmâîliyye vü Eşrefiyye üzere icrâ-yı âyîn-i tarîkat olunmaktadır. Tarîkattan nasîbe-dâr-ı feyz olan erbâb-ı irfân hânkâh-ı mezkûra girerek medfen-i Hz. Şeyh karşısında tevekkufla, kemâl-i ihlâs ile Fâtiha-hân ve devrâna da iştirâk ile rûhâniyyet-i Hz. Gavs’dan meded-hâh olursa şübhe yok ki, gânimen avdet eder."

Şeyh İsmâîl-i Rûmî’nin erkek evlâdı olmamıştır. Kerîmesini, İstanbul’a gelip hânkâh-ı mezkûra nâzil ve misâfir olan, şeyhi Bağdâd’daki âsitâne-i Hz. Gavs’ın seccâde-nişîni Seyyid Feyzullâh Efendi’nin mahdûmu Şerîf Şeyh Halîl Efendi’ye tezvîc etmiş, Şerîf-i müşârünileyh İstanbul’da kalarak kayınpederinin hâl-i şeyhûhatteki inzivâsı esnâsında vekâlet ve irtihâlinden sonra seccâde-i Hazret’e kuûd ile irşâd-ı ümmete ve şu’be-i İsmâîliyye’nin tevsî'-i dâire-i feyzine himmet eylemiştir.

Kâdirî-hâne hânkâhında İsmâîl-i Rûmî hazretlerinden sonra zamânımıza kadar seccâde-nişîn olan meşâyıh-ı kirâm:

- Şeyh Arab-zâde Halîl Efendi (Kuddise sırruhu'l-âlî),

- Şeyh Seyyid Fâzıl Muhammed Efendi (Kuddise sırruhu'l-âlî),

- Şeyh Şerîf Abdurrahmân Efendi (Kuddise sırruhu'l-âlî),

- Şeyh Hüseyin Efendi (Kuddise sırruhu'l-âlî),

- Şeyh Halîl Efendi (Kuddise sırruhu'l-âlî),

- Şeyh Ali el-Vâhidî Efendi (Kuddise sırruhu'l-âlî),

- Şeyh Muhammed Efendi (Kuddise sırruhu'l-âlî),

/83/ -Şeyh Şerîf Ahmed Efendi (Kuddise sırruhu'l-âlî)

- Şeyh Muhammed Sırrî Efendi (Kuddise sırruhu'l-âlî)

- Şeyh Emin Efendi (Kuddise sırruhu'l-âlî)

- Şeyh Abdüşşekûr Efendi (Kuddise sırruhu'l-âlî)

- Şeyh Muhammed Şerefeddîn Efendi (Kuddise sırruhu'l-âlî)

- Şeyh Şerîf Ahmed Muhyiddîn Efendi (Kuddise sırruhu'l-âlî)

- Şeyh Abdüşşekûr Efendi (Kuddise sırruhu'l-âlî)

- Şeyh İsmâîl-i Gavsî Efendi. Seccâde-nişîn hâlen.

ŞEYH ŞERÎF HÂLÎL EFENDİ

Alâ-rivâyetin, Medîne-i Münevverelidir. Seyyid Feyzullâh-zâde olmasına ve Bağdâd’dan gelmesine bakılırsa, Bağdâdî olması daha kuvvetlidir. İsmâîl-i Rûmî’nin hem dâmâdı, hem halîfesidir. Târîh-i vefâtına, Cûdî Efendi târîh-i atîyi söylemiştir:

Zamân-ı fevtine târîh içün didi Cûdî

Şerîf Efendi göçüp cennet-i Hak’da kıldı mahal

(شريف أفندى كچوب جنت حقده قيلدى محل)[81] 1069/(1658)

Yirmisekiz sene kadar seccâde-nişîn-i irşâd oldukları anlaşılıyor.

SEYYİD ŞEYH FAZLULLÂH EFENDİ

Müşârünileyhin mahdûmudur. Otuz sene kadar irşâd ile meşgûl olup 1099/(1688)’da irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir.

ŞEYH ŞERİF ABDURRAHMÂN EFENDİ

Hz. Pîr Ümmî Sinân-zâde Hasan Efendi merhûmun dâmâdıdır. Hânkâh-ı Kâdirî’de yirmidört sene icrâ-yı meşîhat eylemiş, 1123/(1711)’de terk-i hayât-ı müsteâr eylemiştir. İrtihâline Nâhîfî merhûm târîh-i âtîyi söylemiştir:

İntikâlin nakl idüp hâtif didi târîhini

Eyledi azm-i bakâ yâ Hû diyüp rûh ı Şerîf

(ايلدى عزم بقا يا ديو روح شريف)

Müşârünileyhim hazarâtı hânkâh-ı şerîf nazîresinde medfûndur.

ŞEYH HÜSEYİN EFENDİ

Şerîf Abdurrahmân Efendi-zâde’dir. Üç sene kadar post-nişîn-i hilâfet olup, 1126/(1714)’da terk-i câme-i hayât eyledi. Pederinin yanında müstağrak-ı rahmettir.

          /84/ Nâvek-i âh ile târîhin duâ idüp didim

Cennetü’l-me’vâ ola yâ Rab Hüseyn’in meskeni

(جنة المأوى اوله يارب حسينك مسكنى) = 1126

târîh-i vefâtını müş’irdir.

ŞEYH HÂLİL EFENDİ

Hüseyin Efendi’nin birâderidir. Ondokuz sene kadar irşâd-ı ibâd ile meşgûl olup, 1145/(1732)’de meşâyıh-ı Kâdiriyye’den Şeyh Ali el-Vâhidî Efendi’yi tevkîl ederek Hicâz’a gidip, Medîne-i Münevvere’de rahmet-i ilâhîyyeye müstağrak olmuştur. Târîhi:

Olup mısrâ-ı evvel sâde âhir cevherî Hâfız

İki mısra’larını eyledim târîh-i nev-inşâ

Göçüp rûh-ı şerîf bâ-serverî şehr-i Bathâ’da

Hâlîl ibn-i Şerîfe hücre-i Firdevs ola me’vâ

(خليل ابن شريفة حجرهء فردوس اوله مأوى) 1145

ŞEYH MUHAMMED EFENDİ

Halîl Efendi-zâde’dir. Hac niyyetiyle ve pederini ziyâret maksadıyla cânib-i hacca revân ve ba’de’l-hac avdetinde Şâm-ı şerîfde âzim-i dâr-ı cinân oldu. Müstakîm-zâde şu târîhi söylemiştir:

Kıldı çün şâm-ı behişti cesedi cây-ı mezârı

Radıya'llâhu anh okuna târîh-i vefât

(رضي الله عنه اوقنه تاريخ وفات) =1201/(1787)

Pederinin târîh-i irtihâliyle bu târîh arasında ellialtı sene kadar bir fark vardır. Demek ki, Hz. Şeyh bu kadar müddet burada icrâ-yı meşîhat eylemiştir.

ŞEYH ŞERÎF AHMED EFENDİ

Muhammed Efendi’nin birâderidir. Mutasavvıfâne söylenmiş entâk-ı ilâhiyyâtı hâvî bir dîvânı varmış. Ba'zıları bestelenmiş imiş.

Seccâde-i irşâda oturdukları zamân, Arap Câmi'-i şerîfi imâm-ı evveli, Seyyid İhyâ Efendi bir manzûme-i medhiyye yazmışlar ki, kısm-ı a’zamı İsmâîl-i Rûmî hazretlerine âit olup, teberrüken ve aynen nakli münâsip görülmüş, son beyti dahi târîhtir:

/85/   Cihânın gavsı İsmâîl-i Rûmî Hazreti ol kim

Gül-i destâr-ı pîrâ-yı şerefdir ehl-i irfâna

Tarîk-ı Kâdirî’de reh-nümâ-yı âlem-i lâhût

Fezâ-yı ilm-i rabbânîde hâdî kûy-ı îkâna

Dili gencîne-i pür-gevher-i esrâr-ı sübhânî

Ki olur andan gına-yı tab’ hâsıl müsteiddâna

Şifâ-hâne olaldan görmedi anın gibi âlim

Tabîb-i çâre-sâz-ı illet-i kalb-i mürîdâne

Çıkup şevkile burc-ı evliyâdan ol veliyyu’llâh

Cihânı devr idüp döndü felekde mihr-i rahşâna

Teveccüh eyledi bâ-emr-i Hak geşt itdi âfâkı

Kudûmuyla şeref-bahşâ olup emsâr u buldâna

Anadolu Rum-ili her sûya ol dem revân oldu

Misâl-i ebr-i rahmet  feyz-i bârân oldu yârâna

İdüp icrâ tarîk-ı Kâdirî’yi cûy-bâr-âsâ

Akıtdı çün Sikender Rûm’a nehr-i feyz-i merdâne

Derûna keşf olundukça mahallinde binâ kıldı

Birer dergâh-ı âlî bakmadı yabana ümrâna

Tamâmen kırksekiz nev-hânkâhı yapdı himmetle

Ki anın her biri ser-mâye-i fahr oldu devrâna

Münevver her biri envâr-ı zikru’llâh ile hakkâ

Metâf-ı kudsiyân olmakda döndi Arş-ı Rahmân’a

Ana virmiş şeref bünyâdı ol sultân-ı ehlu’llâh

O yüzden çün ki ihyâ buldu rif’at semt-i Tophâne

İkâmet eyler iken anda emr-i “İrcıî” geldi

Hemân, Allâhu ekber secde-i fikr itdi Yezdân’a

Kemend-i cezbe-i aşkıyla ol kutb-ı cihân âhir

Çekildi sû-yı Hakk’a sırrı bâkî kaldı ihvâna

/86/   Mübârek merkadi hâlâ ziyâret-gâh-ı âlemdir

İrer dermân-ı feyz anda dem-â-dem müstemendâna

Ulü’l-ebsâra  rûhâniyyeti her dem müşâheddir

Değil mahfî basîret ehline erbâb-ı im’âna

Zamânından gelince tâ bu âna câ-nişîn oldu

Makâm-ı Hazret-i Şeyh’e meşâyıhdan sekiz dâne

Ki anın her biri irşâd ile rükn-i rekîn oldu

Sarây-ı dîne devlet-hâne-i irfân u îmâna

Şerîf Ahmed Efendi mazhar-ı eltâf-ı Yezdânî

Ki oldur pîşimîn şeyh-i tarîkat şimdi el’âne

Meşâmm-ı câna ser-mest-i "aref"den bûy-ı bahşâdır

Lebi çün gonca-i reşk-âver-i ezkâr-ı Gülistâna

Şeref-bahş-ı makâm-ı Hazret-i Şeyh olduğun hâlâ

Muhibb-i kemter İhyâ gûş idince geldi meydâna

Hemân-dem oldu nâmı hoş-nevâ-yı hâmesin deste

Biraz taksîm idüp erkâm-ı târîhin levendâne

Döne geldi ki birden bir mücevher mısra-ı târîh

Şerîf Ahmed Efendi mürşid oldu şimdi devrâna

(شريف أحمد أفندى مرشد اولدى شمدى دورانه) = 1201/(1787)

Müşârünileyh hazretleri 1216/(1801)’da irtihâl-i dâr-ı cemâl eyledi. Demek ki, onbeş sene kadar neşr-i feyz-i tarîkat buyurdular. Civâr-ı Hazret’de medfûn ve rahmet-i Rahmân’a makrûndur.

ŞEYH SIRRÎ EFENDİ

Mahdûmlarıdır. Altı sene kadar seccâde-nişîn olup, 1222/(1807)’de cânını Cânân’a teslîm eylemiştir. Pederinin yanında âsûde-nişîn-i rahmettir.

ŞEYH EMÎN EFENDİ

Sırrî Efendi’nin dâmâdıdır. Otuzdokuz sene post-ı pîrâ-yı meşîhat oldular. Mübârek bir zât imiş. Cenâb-ı Hak rahmet eylesin. 1261/(1845)’de rahmet-i Rahmân’a kavuşup, cesed-i lâtîfi civâr-ı Hazret’de hıfz edilmiştir.

/87/ Emîn Efendi’nin zamân-ı meşîhatinde, 1238/(1823) senesi, Tophâne harîk-ı kebîrinde, hânkâh muhterik oldu. Sultân Mahmûd-ı sânî, yeniden inşâsına âsâr-ı himmet gösterip, şâir Safvet Efendi merhûmun söylediği târîh ber-vech-i âtîdir:

Mazhar-ı adl ü muîn-i zuafâ  Hân Mahmûd

Dâimâ itmekdedir celb-i kulûb-ı agâh

Keşf idüp kıldı nice câmi'vü tekye ma’mûr

Milket-i zâhir ü bâtında odur şâhen-şâh

Kâdirî-hâne’yi de gül gibi itdi bünyâd

Dil-i bülbül gibi itmiş idi ihrâk-ı tebâh

Şeyh u dervîşine “devrân sizin” dinse sezâ

Çarh-ı vâlâya nazîr oldu bu âlî dergâh

Yazdı Safvet biri mu’cem iki târîh-i güher

Hazret-i mürşid-i Rûmî’den olup himmet-hâh

Yapdı bu hânkahı kutb-ı cihân Şeh Mahmûd

Kâdirî-hâne yapıldı ne güzel eyva’llâh  

(ياپدى بو خانقهى قطب جهان شه محمود.

قادريخانه ياپلدى نه كوزل ايو الله)  =1239/ (l824)

ŞEYH ABDÜŞŞEKÛR EFENDİ

Şerîf Ahmed Efendi-zâde’dir. Onaltı sene kadar seccâde-nişîn-i tarîkat olup, 1277/ (1860)’de dâr-ı bakâya rıhlet eylediler.

ŞEYH SEYYİD MUHAMMED ŞEREFEDDÎN EFENDİ

Müşârünileyhin mahdûm-ı mükerremleridir. Seccâde-nişîn-i tarîkat oldular. Ayazma Câmi'-i şerîfî’nde hitâbeti ve Kasımpaşa Câmi'-i Şerîfı’nde Cuma vâizliği de uhdesinde idi. Kendileri ulemâdan ve musikî-şinâsândan olup, hüsn-i savtı te’sîriyle mevlid-hân-ı şehr-i yârî hizmetiyle de mübeccel oldular. 1291/(l874) senesinde pâye-i mevleviyyetle Sultân Abdülazîz merhûma imâm oldular. Bi’l-âhare Mekke kadılığı ile tağrîb olunarak, 1302 senesi 12 Muharreminde (1 Kasım 1884) orada irtihâl-i dâr-ı naîm edip, Cennetü’l-Muallâ gibi bir makbere-i münevverede defîn-i hâk-i rahmet oldu.

Kâdirî-hâne’de nâmına bir mezâr taşı rekz olunmuştur :

“La mevcûde illâ Hû. Bu makâm-ı âlîde seccâde-nişîn iken, imâm-ı sânî-i hazret-i şehr-i yâri hizmetiyle bekâm olup, ba’dehû bi’l-fi'l Mekke-i Mükerreme kadısı olduğu hâlde, irtihâl-i dâr-ı cinân eyleyen kıdvetü’l-ulemâi’l-muhakkikîn, umdetü’l-meşâyıhı’l-kâmilîn es-Seyyid eş-Şeyh Muhammed Şerefeddîn b. eş-Şeyh Abdüşşekûr Efendi hazretlerinin nazar-gâh-ı âlîleridir. 12 Muharrem 1302/(1885)"

Müşârünileyh, mahâsin-ı ahlâk ile şöhret bulmuş, edîb, halûk, mütevâzi’, mahbûbu’l-kulûb bir zât-ı âlî-kadr imiş. Mekke kadılığı pâyesi tevcîh olunduğu zamân, Hz. Sünbül Hânkâhı’nda ber-mu'tâd mersiyye okumuşlar. Ve neş’e-i sûfiyânelerine zerre kadar halel getirmemişler. Cidden, meslek-i metîn-î Muhammedîye sâlik bir mürşid-i âlî-nisâb olduklarını âleme göstermişlerdir. Peder-i muhteremlerinin, tarîk-ı Nakşî'ye de intisâbları olmak hasebiyle, silsile-i tarîkatları, ber vech-i atî, Neccarzâde Şeyh Rızâeddîn Efendi Hazretlerine müntehî olmaktadır.

- Şeyh Seyyid Muhammed Şerefeddîn Efendi (Kaddesa'llâhu sırrahû),

- Şeyh Seyyid Abdullâh eş-Şekûr Efendi (Kaddesa'llâhu sırrahû),

- Şeyh Muhammed Tâhir Efendi (Kaddesa'llâhu sırrahû),

- Şeyh Hâfız Mustafa Efendi (Kaddesa'llâhu sırrahû),

- Neccâr-zâde kutb-ı âlem Şeyh Rızâeddîn Efendi hazretleri.

ŞEYH AHMED MUHYÎDDİN EFENDİ

Şerefeddîn Efendi-zâde’dir. Pederinden müstahlef olup, câ-nişîni olmuştur. Edîp, yakışıklı, mesleğinin hâdimi bir zât idi. Merkez Efendi şeyhi Ahmed Mes’ud Efendi merhûma dâmâd olmuş idi. Devr-i Hamîdî’de, sarâya intisâb dâiyesiyle, mesleğinin îcâb etmeyeceği bir hâli ihtiyâr ederek; hattâ bu kuvvet ile Meclis-i Meşâyıh Riyâseti’ne bile ta’yîn olmuş; senelerce makâm-ı riyâseti işgâl eylemişti. Umûm-ı meşâyıhın kalbi bu hâllerinden müteessir olduğundan bi'l-âhare Rodos’a nefy ü tağrîb olunup, 22 Şa'bân 1328/(29 Ağustos 1910) târîhinde orada irtihâl eylemiş ve na'şı buraya getirilerek Kadirî-hâne’de, pencere önüne defn olunmuştur.

ŞEYH ABDÜŞŞEKÛR EFENDİ

Mûmâileyhin mahdûmlarıdır. Kısaca boylu, ufak yapılı, sarı sakallı, nâzik bir zât idi. Onbir seneden ziyâde icrâ-yı meşîhat eylediler. 30 Cemâziye'l-evvel 1339/ (9 Şubat 1921) târîhine müsâdif bir pazartesi günü, henüz genç yaşında iken, irtihâl-i dâr-ı naîm eyledi. Namâzı, Tophâne’de Kılınç Ali Paşa Câmi'-i şerîfinde edâ olunup, hânkâhda, pederleri yanında defn olundu.

ŞEYH İSMÂÎL-İ GAVSÎ EFENDİ

Abdüşşekur Efendi-zâde’dir. 1310 (1892) senesinde, İstanbul’da, âlem-i şuhûda kadem-zen olmuşlardır. Bir taraftan tahsîl ile meşgûl oldukları gibi, harb-i umûmî münâsebetiyle ihtiyât zâbiti olarak hıdmet-i askeriyyelerini îfâ eylemiş; lisâna âşinâ, münevver, edîp gençlerdendir. Pederlerinin irtihâliyle câ-nişîni oldular. Hâlen, hânkâhı hüsn-i idâre eylemektedirler. (Tavvela’llâhu ömrehû)

/89/ Şeyh Abdüşşekûr Efendi, Giritli Şeyh Hüseyin Efendi’den müstahlef idi. Pederinin irtihâlinde gayr-i müstahlef idi. İrtihâlinde seccâde-i irşâda iclâs için, bi’t-tab’ hilâfet lâzım gelince, Girit’te büyük pederinin hulefâsından, mûmâileyh Şeyh Hüseyin Efendi da’vet olundu. Mahdûmu İsmâîl-i Gavsî Efendi ibtidâî tahsîlden sonra, For nâm Fransız mektebine girip, buradan neş’etle, 1327/(1909) senesinde Mâliye Mektebi’ne dâhil olup, burada da ikmâl-i tahsîl ile berâber, bir taraftan 1327(1909) senesinde, İmâlât-ı Harbiye Dâiresi’ne devâma başlayıp, Mekteb-i Hukuk’a da devâm eylemiştir. 1330/(1914) senesinde sefer-berlik zuhûr edince, bâlâda yazdığım vechile ihtiyât zâbitliğinde ve yâverlikte bulunmuştur. Terhîs olundukta, Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi’nde iki sene bulunup, 1337/(1921)’de pederinin irtihâlinde, onun makâmına geçmiş ve Düyûn-ı Umûmiyye’deki hizmeti terk eylemiştir. Hilâfeti pederindendir. 1336/ (1920) senesinde tâc-ı tarîkatı giymiştir. Bâyezîd Câmi'-i şerîfi müderrislerinden Elmalılı Ahmed Efendi’nin, 1327/(1909) senesinde dersine de devâm etmiş idi. İlm-i mûsıkîye de nisbeti olup, bir müddet Kasımpaşa’da, Yâhû Baba şeyhi Sâmi Efendi’den, bir müddet sonra Hırka-i Şerîf hatibi Hâfız Ömer Efendi’den, Karabaş şeyhi Rızâ Efendi’den temeşşuk etmiştir. Tophâne’de Gülşenî şeyhi Ahmed Efendi merhûm, Merkez şeyhi Nûreddîn Efendi’den müstahlef olmakla, Gavsî Efendi’nin pederi Abdüşşekûr Efendi’ye teberrüken tarîk-ı Sünbülî vü Nakşibendî’den hilâfet vermekle, o da mahdûmu Gavsî Efendi’yi bu iki tarîkdan da teberrüken müstahlef eylemiş idi.

Gavsî Efendi’nin, Remlî Dergâhı şeyhi Hâfız İlhâmı Efendi nâmında bir halîfesi vardır.

Gavsî Efendi, pek genç iken kâid-i seccâde-i meşîhat olunca, ba'zı gûnâ lâubâliliklerde bulunmuş ve feyz-i enzârı gâib eylemiş idi. Ahîren, tekkeler kapanmış, tarîkatlar ilgâ olunmuş olduğundan, meşîhatten mahz-ı isâbet olarak tecerrüd edince, te’mîn-i maîşet derdiyle Kadıköy Gaz Şirketi’nde bir hizmete girmiştir.

/90/ Kâdirî-hâne, Sultân Abdülhamîd-i sânî zamânında tecdîden ta’mîr ve ihyâ ve tezyîn olunmuştur. Çünkü, hareket-i arz esnâsında müşrif-i harâb olmuş idi. Şeyh Vasfî ve şâir Bahâî Efendilerin söyledikleri târîhler:

Hazret-i Abdü’l-Hamîd Hân-ı kerâmet-pîşe’nin

Sâyesinde olmada ma’mûr pek çok hânkâh

Dergeh-ı vâlâsını ez-cümle tecdîd eyledi

Şeyh İsmâîl-i Rûmî’nin o şâh-ı dîn-penâh

Sâlikânı eyleyüp dil-sîr-i envâ-ı niam

Eyledi hoş-nûd Gavs-ı A’zam’ı bî-iştibâh

Feyz-bahş-ı saltanat olsun vücûd-ı akdesi

Halka-i tevhîde fer virdikce ezkâr-ı ilâh

Şeyh Ahmed-i Kâdirî’yi eyle yâ Rab kâmrân

Celb-i da’vât eyliyor ol şâhen-şehe ol merd-i ilâh

Cevherin târîh yazdım Vasfiyâ itmâmına

Âsitân-ı Kâdirî’yi itdi ihyâ pâdişâh

(آستان قادرى بى ايتدى احيا پادشاه)  = 1312/ (1894)

                     *   *   *

Sâye-i feyz-i Hudâ Hazret-i Kutb-ı âlem

Ser-firâz-ı hulefâ şah-ı diyânet-pîrâ

Ya’ni hâkân-ı cihân Hazret-i Sultân Hamîd

İtdi eltâf u inâyât ile mülki ihyâ

Bâ-husûs işte bu dergâh-ı celîlü’l-kadri

Pek harâb olmuşiken kıldı mücedded inşâ

Mahrem-i sırr-ı Hudâ Hazret-i İsmâîl’in

Ravza-i pâkini de yapdı aliyyü’l-a’lâ

Pîr-i sânî-i tarîkatdı  o zât-ı akdes

“Kutb-ı Rûmî” diye yâd eyler anı hep urefâ

Hazret'in rûhunu şâd eyledi sultân-ı zamân

Ömr ü ikbâlini tezyîd ide Rabb-i yektâ

/91/    Tâ ki zâkirler ide Hazret-i Hakk’ı tevhîd

Pâyidâr eyleye tahtında cenâb-ı Mevlâ

Pîr-i Rûşen-dil ide bâis-i inşâsı olan

Şeyh-i dergâh-ı şerîf Ahmed Efendi’yi Hudâ

Şevk ile yazdı Bahâî kulu târîh-i güher

Kâdirî-hâne’yi Sultân Hamîd itdi binâ 

(قادريخانه بى سلطان حميد ايتدى بنا) = 1312/ (1894)

EDİRNE’DEKİ ÂSİTÂNE-İ KÂDİRİYYE ve ŞEYH MUHAMMED RÛHÎ EFENDi HAZRETLERİ

İsmâîl-i Rûmî hazretleri, Edirne’yi teşrîf buyurdukları zamân, a’lemü'l-ulemâ ve efkahu’l-fukahâdan Edirne Nakîbü’l-Eşrâfı Mûsâ Efendi merhûmun mahdûmu eş-Şeyh el-Hac Muhammed Rûhî Efendi’ye misâfir olup, kendini irşâda ve konağın vakf ve dergâh edilmesine ma’nevî me’mûr bulunduğunu ifâde eylemiş ve müşârünileyh dahi kemâl-i itâatle derhâl konağını dergâha tebdîl ile, kâffe-i mâl ü menâlini meşîhat ve tevliyeti evlâdına munhasır olmak şartıyla vakf ve kendisi dahi mâ-sivâyı terk ve İsmâîl-i Rûmî hazretlerine intisâb eylemiştir. Tekmîl-i sülûk ve ahz-ı füyûzât-ı mukaddese buyurup, zamîr-i ilhâm-ı semîri, hakâyık-ı ulûm ve dakâyık-ı fünûnu ârif olarak hulefâ-yı Kâdiriyye yetiştirmeğe başlamıştır.

Edirne’deki dergâha da “Kâdirî-hâne” derler idi. Yolağzı civârındadır. Rûmî hazretleri burada, îfâ-yı meşîhatla Rumeli’nin dîger beldelerini teşrîf ve dergâh-ı şerîfin meşîhatını bâni-i müşârünileyhe tefvîz ve ihâle eyleyerek; onlar dahi otuz sene müddetle post-nişîn olup, 952/ (1545) târîhinde vedâ'-ı âlem-i fanî eyleyerek, müceddeden inşâ eyledikleri hânkâhda defn olunmuştur ve ahîren üzerine türbe-i mahsûsa binâ edilmiştir. Yakın vakte kadar onüçüncü evlâd-ı mükerremleri Ahmed Niyâzî Efendi seccâde-nişîn idi.

1115/(1703) târîhinde Edirne harîk-ı kebîrinde hânkâh-ı mezkûr muhterik olup, Sultân Ahmed Hân-ı sâlis tarafından müceddeden inşâ ve Sultân Mahmûd-ı sânî ve Abdülhamîd Hân-ı sânî zamânlarında da, üç dört def'a ta’mîr ve ihyâ olunmuştur.

/92/ O zamân Vâli İzzet Paşa merhûmun söylediği târîh:

Kıldı inşâ hânkâh-ı Seyyid Abdü’l-Kâdir’i

Hazret-i Abdü’l-Hamîd Hân ibn-i Hân Abdü’l-Mecîd

Rûh-ı pâkin eyledi hoş-nûd o Gavs-ı A’zam’ın

Ol vekîl-i fahr-ı âlem sâye-i Rabb-i Vahîd

Pîr ü bernâ ezber itsün bu duâyı İzzetâ

Hak teâlâ eyleye ömr-i hümâyûnun mezîd

Tâ ki feyz-efzâ ola gülbâng-ı tevhîd-i Hudâ

Zîb-evreng-i hilâfet olsun ol şâh-ı ferîd

Sâlikâna müjde bu cevher-i cevher-vârda

Yapdı dergâhı cedîden Hazret-i Sultân Hamîd

ŞEYH AHMED EFENDİ

İsmâîl-i Rûmî hazretleri hulefâsından olup, Bursa’da neşr-i feyz etmiştir. Rumeli’nin Usturumca kasabasından neş’etle, tahsîl-i ulûmdan sonra İstanbul’a gelmiş, Kâdirî-hâne’de İsmâîl-i Rûmî hazretlerine mülâkî olmuştur. İntisâb ve ikmâl-i sülûk ile Bursa’ya i’zâm kılınmıştı. Harâb ve mezbele-gâh olmuş Ali Paşa Hamamı’nı tathîr ve ta’mîr ve dergâh hâline kalb ile, 1037 senesi Zi’l-ka’desinin evâilinde (Temmuz 1628), cânib-i vakfdan iştirâ edip, 1038 senesi Saferi nihâyetinde (Ekim 1628) bir Perşembe günü, İznik’de kâin Asitâne-i Eşrefiyye seccâde-nişîni Sırrı Ali Efendi hazretleri ve Bursa kadısı Ahî-zâde Hüseyin Efendi ve sâir ulemâ ve meşâyıh-ı urefâ huzûruyla resm-i güşâdını icrâ eylemiştir.

Yâdigâr-ı Şemsde şu ibâreyi gördüm:

“Himmet-i erenlerle, böyle bir mezbele, zâviye-i dil-güşâya kalb olunup, şeyh-i mûmaileyh âyîn-i tarîkat-ı aliyyeyi icrâ ve âlûde-i çirk-i isyân olan ebdân-ı sâlikânı, sâbûn-ı himmet ve âb-ı istiğfâr ile vesah-ı mâ-sivâdan pâk etmeğe i'tinâ eylemiş, 1051/ (1641) târîhinde ta’na-i tâûn ile târik-i âlem-i fenâ ve âzim-i semt-i bakâ ve zâviye-i mezbûre mihrâbı önünde vedîa-i rahmet-i Hudâ olmuştur.”

/93/ Mûmâileyh, zühd ü salâh ile meşhûr, sâfî-i’tikâd bir zât imiş. “Hamam”, nâm-ı dîger, “İsmâîl-i Rûmî Dergâhı” nâmını alan bu dergâh-ı şerîf, zamânımıza kadar ma’mûrluğunu muhâfaza edegelmiştir. Gelen giden meşâyıhın tercüme-i hâli, Yâdigâr-ı Şems’de muharrerdir.


 

GANİYYE-İ KÂDİRİYYE

/94/ ŞEYH ABDÜLGANÎYY-İ NABLUSÎ HAZRETLERİ

Müşârünileyh, onikinci asır eâzım-ı ulemâ vü meşâyıhındandır. İlm ü irfânıyla ve musannefât-ı kesîresiyle ve zühd ü takvâ vü salâhıyla meşhûrdur. Pederlerinin ismi İsmâîl, büyük pederlerinin ismi de Abdülganî’dir. 1050 sene-i hicriyyesinde (1640) Nablus’ta dünyâya zînet verip, oniki yaşında iken pederleri irtihâl eylemekle öksüz olarak büyümüştür. Maskat-ı re’sleri Şam diye de gösterilmiş ise de, “Nablusî” diye şöhretleri, Nablus’da doğduklarını işhâd etmektedir.

Zamân-ı âlîlerinde, ulemâdan, ulûm-ı edebiyye ile fıkıh ve tefsîr ve hadîs ilimlerini ve ulûm-ı sâireyi tahsîl ve tarîk-ı Kâdirî’ye intisâb ile sülûklarını tekmîl eylemişlerdir. Şam’da tavattun buyurdular; tarîk-ı Nakşibendî vü Sühreverdî’den dahi feyz alıp, henüz yirmi yaşında iken tedrîs ve ifâdeye başlayarak, Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruhu'l-celî) hazretlerinin âsârını tetebbu’la, zamânı meşâhîr-i sûfiyyûnuyla muhâbere ve mübâhaseye girişerek tenvîr-i zâhir ü bâtın etmiş idi.

İsmâîl Hakkı el-Celvetî, Şam’da iken tütün mübâhaseleri meşhûrdur. İsmâîl Hakkı hazretleri tütünün hurmetine kâildi; men’ederdi. Tütüne münhemik olan meşâyıh-ı tarîk, te’vîl bularak muârız olurlardı. Gürültü büyümüş, uygunsuzluk baş göstermiş iken, es-Sulhu beyne’l-İhvân fî Hükmi İbâhati’d-Duhân nâmıyla te’lîf buyurdukları eser-i latîfleriyle her iki tarafın münâkaşasını ber-taraf eylemişlerdir.

Yedi sene, Şam’da, Câmi'-i Emeviyye kurbundaki hânelerinden çıkmayıp; saç, sakal ve tırnakları uzamış olduğu hâlde müstağrak-ı deryâ-yı ubûdiyyet olmuş idi. Ehl-i Şam bu hâline i’tirâz ile ba'zı iftirâlara cür’et-yâb olmalarıyla, kapısını erbâb-ı mürâcaata açıp, yeniden tedrîs-i ulûm ve irşâd-ı ibâd ile meşgûl olup, şöhretleri şâyi’ olmuş; aktâr-ı baîdeden tâlibîn ve ehl-i sülûk, meclisine şitâbân olmuş idi.

/95/ 1075/(1664) senesinde Der-saâdet’i teşrîf ve az müddet ikâmetten sonra avdet buyurup, 1105/(1694) senesinde Mısır tarîkıyla, cânib-i Hicâz’a azîmet ettiler. Bu seyâhatlerini ve Şam ve Kudüs havâlisindeki müşâhedâtını müstakillen bir eserlerinde yazmışlardır. 1119/(1707)’da Dımeşk’daki ecdâdının hânesini terkle, Sâlihiyye’yi mesken ittihâz etmiş ve mâddeten Hz. Şeyhu’l-Ekber efendimize kurbiyyet şerefini bulmuştur. Şam’da, Selîmiye Câmi'-i Şerîfi’nde ve Hz. Şeyhu’l-Ekber’in câmi'-i şerîflerinde, Tefsîr-i Beyzâvî tedrîs eylemiştir.

Zamân-ı âlîlerinde, sûfiyyeye ta’n edenler tekessür edince Cem’u’l-Esrâr ve Men‘u‘l-Eşrâr mine‘t-Ta'n fi’s-Sûfiyyeti‘l-Ahyâr ve Ehli‘t-Tevâcîdi ve‘l-Ezkâr nâmında bir kitâb-ı mu’teber yazmışlar ve tâinlerin hepsi mat’ûn olmuşlardır.

Rûh-ı pür-fütûh-ı âlîleri, 1143/(1730) senesinde ravza-i cinâna uçmuştur. Sinn-i âlîleri doksanüçe resîde olmuş idi.

Şam’a azîmet-i fakîrânemde dergâh-ı münîflerini ve kabr-i enverlerini ziyâret şerefine mazhar olmuş idim. Binâ-kerdeleri olan câmi'-i şerîf ittisâlinde türbeleri ma’mûr ve müzeyyendir. Türbeleri sath-ı zemînden yüksekçe olup, sandûkalarının pûşîdesi sırma ile işlenmiştir. Sandûka baş tarafında, sırma ile (عالم الشريعة والحقيقة قد ثوى في ذا الظريح السامح القدر السني مذ حله الحبر المحقق فيهما قطب الولاية سيدي عبد الغني رضي الله عنه.)[82] yazılıdır. Bir levhada ise,

Aşk ile gel meşhed-i pâke kabûl itsün seni

 Tercümân-ı Şeyh-i Ekber Hazret-i Abdülganî

muharrerdir.

Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye’de yazılıyor:

“Şeyh-i müşârünileyh hakkında, Kâmûsu’l-A’lâm, Lugât-ı Târîhiyye vü Coğrâfiyyenin rivâyetlerine göre Kâdirî, Suhreverdî, Nakşibendî tarîklarına mensûb olup, nisbet-i Kâdiriyye’since, ictihâdına binâen, /96/ bir şu’be-i Kâdiriyye te’sîs etmiş ve kendisini nisbet-i Gavsiyye’ye îsâl eden silsiledeki ricâl meyânında Cenâb-ı Gavs-ı A’zam’dan sonra eâzım-ı meşâyıhdan Şeyhu’l-Ekber ve onun te’sîs-kerdesi olmakla meşhûr, tarîkat da Ekberiyye olduğundan Abdülganiyy-i müşârünileyhin şu’be-i Kâdiriyye’sine, “Ekberiyye-i Ganiyye-i Nablusî” denilmiş ve bu isim bi'l-âhare tahfîf edilerek, “Ekberiyye” kalmış olduğundan, bu münâsebet ve iltibâs ile, asl-ı tarîkat, müstakilleten Ekberiyye, şu’beten Kâdiriyye zann edilerek tomârlara geçmiş, müellefât-ı ahîreye girmiştir.

Şu izâhâta nazaran ve bu iltibâsı ref’an, şu’be-i Nâblusiyye’ye, “Ganiyye-i Kâdiriyye” denilmek daha doğru ve vâzıh olur.”

Abdülganiyy-i Nablusî hazretleri, ahlâk-ı hamîde ve evsâf-ı ber-güzîde ile mütahâllık olup, herkese iyilik etmek için elinden geleni dirîğ etmez idi. Ahfâdından Kemâleddîn Muhammed el-İzzî tercüme-i hâllerini hâvî müstakillen bir kitâb yazmıştır.

Fakîr, kabr-i enverlerini esnâ-yı ziyârette fevka'l-âde neş’e-yâb olmuş idim. Aradan seneler geçti, hâlâ esnâ-yı ziyâret ve teveccühteki zevki unutamıyorum. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Te’lîfât-ı Ma’lûmesi :

1. et-Tahrîrü’l-Hâvî bi-Şerh-i Tefsîri’l-Beyzâvî, 3 cilt.

2. Bevâtınu’l-Kur'ân ve Mevâtınü’l- İrfân, manzûm.

3. Kenzü’l-Hakkı’l-Mübîn fî Ehâdîsi Seyyidi’l-Mürselîn.

4. el-Hadîkatü’n-Nediyye.

5. Şerhu Tarîkati’l-Muhammediyye li’l-Birgivî.

6. Zehâyirü’l-Mevârîs fî’d-Dilâleti âlâ Mevâzıı’l-Ehâdîs.

7. Cevâhirü’n-Nusûs fî Hâlli Kelimâti’l-Fusûs.

8. Keşfü’s-Sırrı’l-Gâmız fî Şerhi Dîvâni’bni’l-Fârız.

9. Zehrü’l-Hadîka fi Tercemeti Rıcâli’t-Tarîka.

10. Humratü’l-Hussâ ve Renneti'l-Elhân.

/97/    11. Risâletü’l-Ubûdiyye âlâ Mütâbeatı’s-Sünne.

12. Şerhu Risâleti’ş-Şeyhi’l-Arslan.

13. Tahrîkü’l-Iklîd fi Fethi Bâbi’t-Tevhîd.

14. Lemeâtü’l-Berkı’n-Necdî fî Şerhi Tecelliyyâtı Azîz Mahmûd Efendi.

15. el-Maârifü’l-Gaybiyye fî Şerhi Ayniyyeti’l-Cîliyye.

16. İtlâku’l-Kuyûd fî Şerhi Mir’âti’l-Vücûd.

17. ez-Zıllü’l-Memdûd fî Ma’nâ Vahdeti’l-Vücûd.

18. Râyihatü’l-Cenne fî Şerhi İzâeti’d-Dücne.

19. Fethu’l-Muîni’l-Mübdî fî Şerhi Manzûme-i Sa’dî.

20. Def’u’l-İhtilâf min Kelâmi’l-Kâdî ve’l-Keşşâf.

21. İzâhu’l-Maksûd min Ma’nâ Vahdeti’l-Vücûd.

22. Kitâbü’l-Vücûdi’l-Hak ve’l-Hitâbi’s-Sıdk.

23. Nihâyetü‘s-Sûl fî Hilyeti‘r-Resûl.

24. Miftâhu’l-Maıyye fî Şerhi Risâleti’n-Nakşıhendiyye.

25. Bakıyyetu’llâh Hıyer Ba’de’l-Fenâi fi’s-Siyer.

26. el-Mecâlisü’ş-Şâmiyye fî Mevâızı Ehli’l-Bilâdi’r-Rûmıyye.

27. Tevfîku’r-Rütbe fî Tahkîki’l-Hutbe.

28. Tulûu’s-Sabâh âlâ Hutbeti’l-Misbâh.

29. el-Cevâbü’t-Tâm an Hakîkati’l-Kelâm.

30. Tahkîku’l-İntisâr fî İttifâkı’l-Eş’arî ve’l-Mâturîdî ala’l-İhtiyâr.

31. Kitâbü’l-Cevâb ani’l-Es’ileti’l-Mie ve’l-İhdâ ve’s-Sittîn.

32. Burhânü’s-Sübût fî Türbeti Hârût ve Mârût.

33. Lemeâtü’l-Envâr fi’l-Maktûı Lehüm bi’l-Cenneti ve’l-Maktûı lehüm bi’n-Nâr.

34. Tahkîku’z-Zevk ve’r-Reşf fî Ma’nâ’l-Muhâlefetı Ehli’l-Keşf.

35. Ravzu‘l-Enâm fî Beyânı’l-İcâneti fî’l-Menâm.

36. Safvetü’l-Asfıyâ fî Beyâni’l-Fazîleti Beyne’l-Enbiyâ.

37. el-Kevkebu’s-Sârî fî Hakîkati’l-Cüz'i’l-İhtiyârî.

38. Envârü‘s-Sülûk fî Esrârı ‘l-Mülük.

39. Ref’u’r-Rayb an Hazreti’l-Gayb.

/98/   40. Tahrîkü Silsileti’l-Vidâd fî Mes’eleti Halkı Ef’âli’l-İbâd.

41. Zübdetü’l-Fâide fi’l-Cevâb ani’l-Ebyâtı’l-Vâride.

42. en-Nazarü’l Müşrif fî Ma’nâ Kavli İbni’l-Fârız “Arafte Em-lem-Ta’rif.

43. el-Sırru’l-Muhtebî fî Darîci İbni’l-Arabî.

44. el-Makâmü’l-Esmâ fi İmtizâci’l-Esmâ’.

45. Katratü’s-Semâ ve Nazratü’l-Ulemâ.

46. el-Fütûhâtü’l-Medeniyye fî ‘l-Hazarâti ‘l-Muhammediyye.

47. el-Fethu’l-Mekkî ve’l-Lemhu’l-Melekî.

48. el-Cevâbü’l-Mu’temed an-Suâlâti Ehli Safed.

49. Lem’atü’n-Nûri’l-Mudîe fi Şerhi’l-Ebyâti’s-Seb’ati’z-Zâide mine’l-Hamriyyeti'l-Fâriziyye.

50. el-Hâmilü fi’l-Melek ve’l-Mahmûlü fi’l-Felek fî Ahlâkı’n-Nübüvveti ve’r-Risâleti ve’l-Hilâfeti fi’l-Mülk.

51. en-Nefehâtü’l-Münteşire fi’l-Cevâbi ani’l-Es’ileti’l-Aşere.

52. el-Kavlü’l-Ebyen fi Şerhi Akideti İbni Medyen.

53. Keşfü’n-Nûr an Ashâbi’l-Kubûr.

54. Bezlü’l-İhsân fî Tahkîki Ma’na’l-İnsân.

55. el-Kavlü‘l-Âsım fî Kırâeti Hafs an Âsım.

56. Sarfü’l-ınân ilâ Kırâeti Hafs b. Süleymân.

57. el-Cevâbü’l-Mensûr ve’l-Manzûm an Suâli’l-Mefhûm.

58. Kitâbü İlmi’l-Melâme fî İlmi’l-Felâhe.

59. Ta’tîrü’l-Enâm fi Ta’bîri’l-Menâm.

60. el-Kavlü’s-Sedîd fî Cevâzı Hılfi’l-Vaîd ve Red ani’r-Raculi’l-Anîd.

61. Redfü’t-Ta’nîf ale’l-Müannif ve İsbâtü Cehli Hâza’l-Musannif.

62. Hediyyetü’l-Fakîr ve Tahiyyetü’l-Vezîr.

63. el-Kalâidü’l-Ferâid fî Mevâidi’l-Fevâid.

64. Rub'u’l-İfâdât fi Rub'ı’l-İbâdât.

65. el-Metâlibü‘l-Vefiyye fî Şerhi‘l-Ferâidi‘s-Seniyye.

66. Dîvânü’l-Hakâyık ve Meydânü’r-Rakâik.

/99/   67. Nefhatü’l-Kabûl fi Midhati’r-Rasûl.

68. Sahratü Bâbil Gınâü’l-Belâbil.

69. Dîvânü Gazeliyyât.

70. Ref’u’l-Kisâ an İbâreti’l-Beyzâvî fi Sûreti’n-Nisâ.

71. Nef’u’l-Eşkâl.

72. Ref’u’l-Mestûr an Müteallakı’l-Cârr ve’l-Mecrûr.

73. eş-Şemsü âlâ Cenâhı Tâir fî Makâmi’l-Vâkıfi’s-Sâir.

74. el-Ikdü’n-Nazîm fi’l-Kadri’l-Azîm.

75. Özrü’l-Eimme fi Nushi’l-Ümme.

76. Cem’u’l-Esrâr fî Men’i’l-Eş’râr mine’t-Ta’ni fi’s-Sûfıyyeti’l-Ahyâr.

77. Cevâb ve suâl an Tarafı Batrîkı’n-Nasârâ fi’t-Tevhîd.

78. Keşfü’s-Setr an Farîzati’l-Vitr.

79. Bastü’z-Zirâayn bi’l-Vahîd fi Beyâni’l-Hakîkati ve’l-Mecâzi fi’t-Tevhîd.

80. Ref’u'l-İştibâh an Alemiyyeti İsmi’llâh.

81. Hakku’l-Yakîn ve Hidâyetü’l-Müttakîn.

82. İrşâdü’l-Mütemellî fî Teblîği Gayri’l-Musallî.

83. Kıfâyetü’l-Müstefîd fî İlmi’t-Tecvîd.

84. Sadhu Hamâme fî Şurûti’l-İmâme.

85. Tuhfetü’n-Nâsik fî Beyâni’l-Menâsik.

86. Bakıyyetü‘l-Müktefî fî Cevâzı‘l-Huffi’l-Hânefî.

87. er-Raddü’l-Vefî âlâ Cevâbi’l-Haskefî fî Risâleti’l-Huffi’l-Hanefî.

88. Hılyetü’z-Zehebi’l-İbrîz fî Rıhleti Ba’lebek ve’l-Bukâi’l-Azîz.

89. Rannetü’n-Nesîm ve Gunnetü’r-Rahîm.

90. Fethu’l-İnfilâk fî Mes’eleti ala’l-Itlâk.

91. el-Hazratü’l-Ünsiyye fi’r-Rıhleti’l-Kudsiyye.

92. Reddü’l-Metîn alâ Müntakısı’l-Ârif Muhyi’d-Dîn.

93. el-Hakîkatü ve’l-Mecâz fî Rıhleti Bilâdi’ş-Şâm ve Mısrı’l-Hicâz.

94. Vesâilü’t-Tahkîk fî Risâleti’t-Tedkîk.

95. İzâhu’d-Delâlât fî Semâi’l-Âlât.

/100/ 96. Temyîzü’l-İbâd fî Sükni’l-Bilâd.

97. Ref'u’z-Zarûre an Hacci’z-Zarûre.

98. Rısâle fi’l-Bahs ala’l-Cihâd ve’l-İştibâk.

99. el-İbtihâc fî Menâsiki’l-Hâc.

100. el-Ecvibetü’l-Ünsiyye ani’l-Es’ileti’l-Kudsiyye.

101. Tatyîbü’n-Nüfûs fî Hukmi’l-Makâdimi ve’r-Ruûs.

102. el-Aysü‘l-Münbecis fî Hükmi’l-Masbû‘ bi’n-Necis.

103. İşrâku’l-Meâlim fî Ahkâmi’l-Mezâlim.

104. Risâle fî İhtirâmi’l-Hubz.

105. İthâfu Men Bâderû ilâ Hukmi’n-Nûşâder.

lO6. el-Keşfü ve’t-Tıbyân ammâ Yeteallaku bi’n-Nisyân.

107. en-Nıamu’s-Sevâbiğ fî İhrâmi’l-Medeniyyi min Râbiğ.

108 Sür’atü’l-İntibâh li-Mes’eleti’l-İştibâh.

109. Tuhfetü’r-Râkihı’l-Mesâcid fî Cevâzi’l-İ’tikâfi fî Finâi’l-Mesâcid.

110. Hulâsatü’t-Tahkîk fî Hükmi’t-Taklîdi ve’t-Telfîk.

111. İbânetü’n-Nass fî Mes’eleti’l-Kass.

112. el-Ecvibetü’s-Sebte ani‘l-Es’ileti’s-Sitte.

113. Ref‘u’l-İnâd an Hukmi’t-Tefvîz ve’l-İsnâd.

114. Teşhîzü’l-Ezhân fî Tathîri’l-Edhân.

115. Tahkîku’l-Kazıyye fi’l-Farkı Beyne’r-Rüşveti ve’l-Hediyye.

116. Tefevvühü’s-Suver fî Şerh-i Ukûdı’d-Dürer fî-mâ-Yüftâ bih.

117. el-Keşfu ale’l-Ağlâti’t-Tis‘a min Beyti’s-Sâtiha âlâ Kavli Züfer.

118. Risâletün fî Hükmi’t-Tes’îr mine’l-Hukkâm ve Takrîbi’l-Kelâm ale’l-İfhâm.

119. en-Nesîmü‘r-Rabîî fi‘t-Tecâzübi‘l-Bedîî.

120. Tenbîhu Men Yelhû an sıhhati’z-Zikr bi’l-İsmi Hû.

121. el-Kevâkibü’l-Müşrika fî Hükmi İsti‘mâli’l-Muntafa mine’l-Fizza.

122. Netîcetü’l-Ulûm ve Nasîhatü Ulemâi’r-Rüsûm fî Şerhi Makâlâtı Serhendî el-Ma‘lûm.

123. Tekmîlü’n-Nuût fî Lüzûmi’l-Büyût.

124. el-Cevâbu’ş-Şerîf li’l-Hazreti’ş-Şerîfeti fî enne Mezhebe Ebî Yûsuf.

/101/ 125. Tenbîhü’l-Efhâm âlâ İddeti’l-Hukkâm.

126. Envâru’ş-Şumûs fî Hutabi’d-Durûs.

127. Mecmuu Hutabi’t-Tefsîr.

128. el-Ecvibetü’l-Manzûme ani’l-Es’ileti’l-Ma’lûme.

129. et-Tuhfetü’n-Nablusiyye fi’r-Rıhleti’t- Trablusiyye.

130. el-Abîr fi’t-Ta’bîr, manzûm.

131. Tahsîlü’l-Ecr fî Hukmi Ezâni’l-Fecr.

132. Kalâidü’l-Mercân fî Akâidi’l-Îmân.

133. el-Envâru’l-İlâhîyye fi Şerhi’l-Mukaddimeti’s-Senûsiyye.

134. Gâyetü’l-Vicâze fi Tekrâri’s-Salâti ala’l-Cenâze.

135. Şerhu Evrâdi’ş-Şeyh Abdi’l-Kâdir el-Geylânî.

136. Kifâyetü’l-Allâm fî Erkâni’l-İslâm.

137. Reşehâtü’l-îkdâm fî Şerhi Kifâyeti’l-Gulâm.

138. el-Fethu’r-Rabbânî ve’l-Feyzu’r-Rahmânî

139. Bezlü’s-Salât fî Beyâni’s-Salât.

140. Nûrü’l-Ef'ide fî Şerhi’l-Mürşide.

141. İsbâğu’l-Minne fi Enhâri’l-Cenne.

142. Nihâyetü’l-Murâd fi Şerhi Hediyyeti İbni’l-Ammâd.

143. İzâletü’l-Hafâ an Hılyeti’l-Mustafâ (salla’llâhu aleyhi ve sellem).

144. Nüzhetü’l- Vâcid fi’s-Salâti alâ’l-Cenâizi fi’l-Mesâcid.

145. Sarfu’l-Eınne ilâ Akâidi Ehli’s-Sünne.

146. Selva’n-Nedîm ve Tezkiretü’l-Adîm.

147. en-Nevâfihu’l-Fâiha bi-Revâyıhı’r-Ru’yâ es-Sâliha.

148. el-Cevherü‘l-Küllî fi Şerhi Umdeti’l-Musallî.

149. Hılyetü’l-Ârî fi Sıfâti’l-Bârî.

150. el-Kevkebü’l-Vikâd fî Hüsni’l-İ’tikâd.

151. Kevkebü’s-Subh fî İzâleti Leyli’s-Subh.

152. el-Ukûdü’l-Lü'lüiyye fî Tarîkı’l-Mevleviyye.

153. es-Sırâtu’s-Sevî fî Şerhi Dîbâcâti’l-Mesnevî.

/102/ 154. Bidâyetü’l-Mürîd ve Nihâyetü’s-Saîd.

155. Nesemâtü’l-Esmâr fi Medhı’n-Nebîyyi’l-Muhtâr.

156. Nağamâtü’l-Ezhâr âlâ Nesemâti’l-Ezhâr.

157. el-Kavlü’l-Mu’teber fi Beyâni’l-Nazar.

158. Risâletün fi’l-Akâid.

159. Halâvetü’l-Âlâ fi’t-Ta’bîri İcmâlâ.

160. el-Makâsıdü’l-Mahmasa fi Beyâni Keyyi’l-Hamsa.

161. Risâle fî Keyyi’l-Hamsa.

162. Ziyâdetü’l-Basta fî Beyâni’l-İlmi Nokta.

163. el-Lü'lüü’l-Meknûn fî Hukmi’l-Ahbâr Ammâ-Seyekûn.

164. Reddü’l-Câhil ila’s-Savâb fî Cevâzi İzâfeti’t-Te’sîr ilâ Esbâb.

165. el-Kavlü’l-Muhtâr fi’r-Reddi ale’l-Câhili’l-Muhtâr.

166. el-Kevkebü’l-Mütelâlî fî Şerhi Kasîdetü’l-Gazâlî.

167. Reddü’l-Müfterî ani’t-Ta’ni fi’ş-Şüsterî.

168. et-Tenbîhü mine’n-Nevm fî Hukmi Mevâcîdü’l-Kavm.

169. İthâfü’s-Sârî fî Ziyâreti’ş-Şeyh Müdriki’l-Fezârî.

170. Bevâniu’r-Rutab fî Bedâyii’l-Hutab.

171. el-Havzu’l-Mevrûd fî Ziyâreti’ş-Şeyh Yûsuf ve’ş-Şeyh Mahmûd.

172. es-Sulhu Beyne’l-İhvân fî Hükmi İbâhati'd-Duhân.

173. Mahrecü’l-Mültekâ.

174. Manzûme fî Mülûki Benî Osmân.

175. Sevâbü’l-Müdrik li-Ziyâreti sitti Zeyneb ve’ş-Şeyh Müdrik.

176. Uyûnü’l-Emsâl el-Adîmetü’l-Misâl.

177. Gâyetü‘l-Matlûb fî Muhabbeti‘l-Mahbûb.

178. Münâğâtü’l-Kadîm ve Münâcâtü’l-Hakîm.

179. et-Tal’atü’l-Bedriyye fî Şerhi’l-Kasîdeti’l-Mudariyye.

180. el-Kitâbetü’l-Aliyye ala’r-Risâleti’l-Canbolâtıyye.

181. Rukûbü’t-Takyîdi bi’l-İz’ân fî Vücûbi’t-Taklîdi fi’l-Îmân.

182. Reddü’l-Huceci’d-Dâhıza âlâ Asâbeti’l-Feyyi’r-Râfiza.

/103/ 183. Nefhatü’s-Sûr ve Nefcetü’z-Zühûr fî Şerhi Kabzâtı’n-Nûr.

184. Miftâhu’l-Fütûh fî Mışkâti’l-Cism ve Züccâceti’n-Nefs.

185. Safvetü’z-Zamîr fî Nusrati’l-Vezîr.

186. el-Letâifü’l-Ünsiyye âlâ Nazmı Kasîdeti’s-Senûsiyye.

187. Tahkîku Ma’ne’l-Ma'bûd fî Sûreti Külli Ma’bûd.

188. Risâle fî Kavli Aleyhi’s-Selâm : (من صلى علَيّ واحدة صلى الله عليه عشرا.)[83]

189. er-Ravzu’l-Mu’târ bi-Revâikı’l-Eş’âr.

190. Ünsü’l-Hâfir fî Ma'nâ men Kâle (أنا مؤمن وهو كافر.)[84]

191. Tahrîru Ayni’l-İsbât fî Takrîri Ayni’l-Esbât.

192. Teşrîfü’t-Teğrîb fî Tenzîhi’l-Kur’ân ani’t-Ta’rîb.

193. el-Cevâbü’l-Alî âlâ Hâli’l-Velî.

194. Fethu’l-Ayn ani’l-Fark Beyne’t-Tesmiyeteyn.

Esâmî-i âsâr-ı aliyyelerine atf-ı nazar buyuran erbâb-ı irfân, Cenâb-ı Abdülganî’nin, ne büyük bir deryâ-yı irfân olduğunu teslîmde tereddüd etmezler. Cenâb-ı Hak sırrını takdîs buyursun.


 

HÂLİSİYYE ŞU’BE-İ KÂDİRİYYE’Sİ

ŞEYH ZİYÂEDDÎN ABURRÂHMAN HÂLİS et-TÂLEBÂNÎ el-KERKÜKÎ HAZRETLERİ

Silsile-i tarîkatları Hz. Gavs-ı A’zam’a ber-vech-i atî muttasıldır:

- Cenâb-ı Pîr Sultân Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Cemâlü’l-Irâk eş-Şeyh Seyyid Abdürrezzâk (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- eş-Şeyh Osmân el-Cîlî, ya’ni Geylânî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- eş-Şeyh Yahyâ el-Basrî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- eş-Şeyh Nûreddîn-i Şâmî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- eş-Şeyh Abdurrahmân el-Hüseynî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- eş-Şeyh Burhâneddîn ez-Zencirî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- eş-Şeyh Seyyid Muhammed-i Ma’sûm el-Medenî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- eş-Şeyh Seyyid Abdürrezzâk el-Hamavî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- eş-Şeyh Seyyid Muhammed Hüseyn el-İzmîrânî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- eş-Şeyh Ahmed el-Hindî el-Lâhorî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

/104/ - eş-Şeyh Mahmûd ez-Zengenî et-Tâlebânî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- eş-Şeyh Ahmed et-Tâlebânî el-Kerkükî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Sâhibü’t-Tarîka Ziyâeddîn Abdurrahmân et-Tâlebânî (Kuddise sırruhû)

Şeyh Ahmed-i Tâlebânî’nin mahdûmudur. Tâlebân, Kerkük’e mülhak bir karyedir. Müşârünileyhin orada ikâmeti hasebiyle, “Tâlebânî” şöhretiyle tanınmasına sebeb olmuştur. 1212/(1797) târîhinde Kerkük kasabasında şeref-bahş-ı makâm-ı şuhûd olup, altmışüç sene muammer olarak 1275/ (1859) târîhinde terk-i âlem-i nâsût eylemiştir.

Şeyhu’l-İslâm-ı esbak Hayderî-zâde İbrâhîm Efendi, Tasavvuf Cerîde-i Usbûıyyesinde, müşârünileyhin mükemmelen tercüme-i hâlini yazmıştır. Fazla tafsîlât ârzû buyuranlar, mezkûr cerîdenin dört ve beş numaralarına mürâcaat buyurmalıdır.

Cedd-i emcedleri, Şeyh Mahmûd-ı Tâlebânî hazretleridir ki, asrının aktâbından Şeyh Ahmed-i Hindî’den iktibâs-ı feyz eylemiştir. Müşârünileyh Şeyh Abdurrahmân, kümmelîn-i urefâdandır.

Lisân-ı hakîkatlarıyla:

 من آن مرغم كه هر شام وسحر كاه

زبان عرش مى آيد صفيرم[85]

fahriyyesiyle dem-sâz olmuşlardır.

Tomâr’da yazılıyor ki:

“Usûl-i Kâdiriyye’de seyr ü sülûku kelime-i mübâreke-i tevhîd ile ism-i Celâl’e kasr etmek sûretiyle bir teceddüd-i ictihâd vaz’ etmesinden dolayı, tarîkat-ı Kâdiriyye’de, “Hâlisiyye” nâmıyla bir şu'be teessüs etmiştir. Her sene behemehâl Bağdâd’a gider; Hânkâh-ı Gavs-ı Efham’da âyîn-i devrâna riyâset eder, dîger tekâyâda yapıldığı hâlde, Hânkâh-ı Gavs’da icrâsı mesbûk ve müteâmil olmayan kudûm ve mazhar darb ettirirlerdi. Bundan, mutaasıbîn müş’emiz olarak, nakîbü’l-eşrâfa müştekî olduklarında, “Ben sultân ile vezîri arasına giremem.” diye, güzel bir cevâb-ı müskit vermişlerdir.”

/105/ Yârânıyla hem-bezm-i sohbet oldukları zamânlar gâyet rind-meşreb ve hoş-beyân olurlarmış. Her sabâh ve akşam, hânkâhında birkaç yüz fukarâ bulunurmuş. Kendileri, mihr-i münîr-i âlem-gîr, evsâf-ı Muhammedîden tamâmen behre-mend olan eâzım-ı sûfiyyeden bulundukları cihetle maâliyyât-ı sûfiyye ile meşgûl oldukları zamân uluvv-ı himmet ve şân-ı rûhâniyyetleri pek teâlî eylermiş. Fenn-i şiirde, fevka'l-âde bir kudrete mâlik idi. Hâlis Divânı unvânıyla meşhûr olan mecmûa-i eş’ârı pek zengindir. Lisân-ı Fürs üzerine söylenmiş gazelleri, erbâb-ı kemâl nezdinde gâyet mu'teberdir.

بهر جانبكرم روى تو باشد عين مقصودم

نيابد جز خيالت در دوجيم كريه ألودم

بهر حاكى كه از بهر عبادت من جبين سودم

توبى معبود مقصودم توبى موجود و مسجود

اكر در مسجد الأقصى وكر در دير رهبانم [86]

Zevk-i hakîkate nâzırdır. Türkçe gazellerinden numûne:

Nigârâ mülk-i cismim kenz-i aşkınçün harâb itdim

Anı cânım yerine kalbden nâib-menâb itdim

Derûn-ı sînemi pâk eyledim ağyâr nakşından

Gönül kâşânesin aşk-ı ruhunçün müstetâb itdim

Beyâbân-ı talebde pertev-i hüsnün şuâından

Tenim başdan başa cevvâle-i mevc-i serâb itdim

Beni ol zümre-i mestânede mecbûr tut zâhid

Ki ben meyhânede pîr-i mügâna intisâb itdim

Cihânın gül-şenine gelmemiş hüsnün gibi bir gül

Anınçün âlem içre aşk-ı hüsnün intihâb itdim

Kıbâb-ı sakf-ı gerdûna irişse himmetim n’ola

Ki ömrüm sarf-ı râh-ı ber-şeh-i âlî cenâb itdim

/106/ Medâris içre Hâlis görmedim ben aşk-ı sevdâsın

Anınçün ilmimi meyhânede rehn-i şarâb itdim

Hülâsa-i kelâm, Cenâb-ı Abdurrahmân, gülistân-ı Kâdirî’de yetişmiş bir gül-i sad-berg idi. Onu koklayan uşşâk-ı ilâhî, ondan bûy-ı tevhîd-i zâtî aldılar. Neş’e-i kâmile-i muhammediyyede müstağrak oldular. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Kerkük’de, hânkâh-ı feyz-i penâhlarında kabr-i enverleri, ziyâretgâh-ı erbâb-ı aşk u muhabbettir. (Nevvera’llâhu merkadehû)

EBU’L-MUHSİN ŞEYH ALİ TÂLEBÂNÎ

Müşârünileyhin büyük mahdûmları ve vâris-i kemâlâtıdır.

ŞEYH SAFVET EFENDİ

Urfa meb’ûsu olup, bir zamân Meclis-i Meşâyıh Riyâseti’nde bulunmuş idi. Hâlen, Tedkîk-ı Mesâhif ve Müellefât-ı Şer’iyye Meclisi reîsidir. Müşârünileyh, Şeyh Ali Efendi’nin halîfesidir.

Safvet Efendi, bir zamânlar, Tasavvuf Risâle-i Usbûiyyyesi’ni çıkarmış, kadr-i ilmiyye vü irfâniyyesini kalemen göstermiş idi. Aksaray’da, Olanlar Dergâhı meşîhatı vekâletini, bir aralık der-uhde eylemiş iken, bi'l-âhare ferâğat eylemiştir. Urefâ-yı meşâyıhdandır.

Meclis-i Meşâyıh a'zâsı, bana bir tekke meşîhati verdirmediler." diye, a'zâ-yı müşârünileyhime ızhâr-ı buğz ederek; hatta Ankara’ya gidip, tarîkatların ilgâsı ve tekkelerin seddi yolunda teşvîkâtta ve tergîbâtta bulunduğu rivâyet olunuyor. Hattâ, şuarâ-yı sûfiyyeden iki zât bu hâline işâreten şu rubâîyi yazmışlardır:

Anı yâ Rabbî âteşinde kavur

Külünü âsmân-ı kahra savur

Uyarak en şenîine küfrün

Şeyh Safvet Efendi oldu gavur

Âlâ-rivâyetin, işrete de mübtelâ imiş. “Yazdığı eserlerinden, irfânı nümâyândır. Hâl sâhibi değil, ehl-i kâldir.” diyen de vardır

Sefîne’nin III. cildinde, 340. sahîfede de bahsi vardır, oraya mürâcaat buyurula.

ŞEYH ABDÜLKÂDİR-İ TÂLEBÂNÎ

Abdurrahmân hazretlerinin ikinci mahdûmlarıdır. Rikkat-ı âşıkâne ve belâgat-ı rindânesiyle müntesibîn-i edebi, cidden kendisine meftûn etmiş bir şâir-i muhteremdir.

ŞEYH ABDÜLKÂDİR-İ SIDDÎKÎ

Abdurrahmân hazretlerihnin halîfesidir. Urfa’da neşr-i feyze me’mûrdur. Şeyh Safvet Efendi’nin kayınpederidir. 1315/(1897) senesinde, doksanbir yaşında irtihâl-i dâr-ı bakâ eylemiştir. Müşârünileyhin, Türkî ve Fârisî lisânları üzere eş’ârını hâvî Dîvân'ı vardır. Ulemâ ve urefâdandır. Mesnevî-i şerîfin onsekiz beytine, lisân-ı Fârisî ile nazmen şerh yazmış ve Behcetü’l-Esrâr nâm eseri tercüme eylemiştir.


 

YÂFİİYYE ŞU’BE-İ KÂDİRİYYE’Sİ

/107/ İMÂM YÂFİÎ HAZRETLERİ

Ebû’s-Saâdât, Afîfüddîn İmâm Abdullâh el-Yâfiî b. Ali el-Kâdirî eş-Şâfiî el-Yemenî hazretleri müessistir. Silsile-i tarîkatları ber-vech-i âtidir:

- Pîr-i dest-gîr Hz. Sultân Seyyid Abdülkâdir (Kuddise sırruhû)

- eş-Şeyh Cemâleddîn Ebû Muhammed Yûnus-ı Kassâr (Kuddise sırruhû)

- eş-Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretleri (Kuddise sırruhû )

- eş-Şeyh İzzeddîn Ahmed b. İbrâhîm el-Fârûsî el-Vâsıtî (Kuddise sırruhû )

- eş-Şeyh Necmeddîn Abdullâh b. Muhammed el-Isfahânî (Kuddise sırruhû )

- eş-Şeyh Radıyyüddîn İbrâhîm el-Mekkî (Kuddise sırruhû )

- Sâhibü’t-tarîka eş-Şeyh el-İmâm Abdullâh el-Yâfiî hazretleri (Kuddise sırruhû )

Tomâr sâhibi Sâdık Vicdânî Bey diyor ki:

“Âfâk-ı İslâm’da, “İmâm Yâfiî” nâmıyla benâm olan Abdullâh el-Yâfiî, Rufâî, Şâzelî, Sühreverdî, Medyenî, Ekberî tarîkatlarından da hâiz-i hilâfettir”.

Hz. Şeyhü’l-Ekber’in meşâyıhından Şeyh Cemâleddîn, hulefâ-yı Gavsiyye’den olmak hasebiyle, İmâm-ı müşârünileyhin tarîkatı bu sûretle bir şu'be-i Kâdiriyye addolunmuş ve Cenâb-ı İmâm’ın nisbeti bulunan beş tarîkata izâfetle, şu'be müessisi tanıyanlar da vardır. Müşârünileyh, meşâhîr-i ulemâyı Şâfiiyye’den idi. Tûl müddet Mekke’de ikâmetle “Kutb-ı Mekke” ve “Nezîlü’l-Haremeyn” denmekle ve bir çok tasnîfât-ı celîlesiyle meşhûrdur.

Hulâsatü’l-Mefâhir fî Menâkibı’ş-Şeyh Abdülkâdir nâmındaki te’lîfi şu’be-i Kâdiriyye müessisliğinin vesîkası ittihâz olunabilir.


 

GARÎBİYYE ŞU’BESİ

/108/ ŞEYH GARÎBULLÂH EL-HİNDÎ

Muhammed Garîbullâh el-Hindî nâmıyla meşhûr olan bu zât-ı muhterem, istidlâl kılındığına göre, Hindistân’da neşr-i feyz eden eâzım-ı meşâyıh-ı Kâdiriyye’dendir. Silsile-i tarîkatları, Tibyân-ı Vesâili’l-Hakâyık’ta ve Tomâr-ı Kâdirî’de mezkûr olup, ber-vech-i âtî yirmi sekiz zâtta Hz. Gavs’a müntehî olur:

- Cenâb-ı Pîr Sultân Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Şeyh Cemâlu’l-Irâk Seyyid Abdurrezzâk (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Şeyh Seyyid Abdullâh el-Hüseynî el-Cürcânî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Şeyh Seyyid İbrâhîm el-Hüseynî (Kaddesa'llâhu sırrahû )

- Şeyh Seyyid Ca’fer el-Hüseynî (Kaddesa'llâhu sırrahû )

- Şeyh Seyyid Ali el-Hüseynî (Kaddesa'llâhu sırrahû )

- Şeyh Ebu’s-Su’ûd el-İsferânî (Kaddesa'llâhu sırrahû )

- Şeyh Abdüşşekûr Dâimü’l-Huzûr (Kaddesa'llâhu sırrahû )

- Şeyh Seyyid Abdüsselâm Sa’deddîn (Kaddesa'llâhu sırrahû )

- Şeyh Şerefeddîn el-Fettâl (Kaddesa'llâhu sırrahû )

- Şeyh Abdulvahhâb (Kaddesa'llâhu sırrahû )

- Şeyh Seyyid Bahâeddîn (Kaddesa'llâhu sırrahû )

- Şeyh Seyyid Ukeyle (Kaddesa'llâhu sırrahû )

- Şeyh Şemseddîn-i Hanhara (Kaddesa'llâhu sırrahû )

- Şeyh Seyyid Hüseyin (Kaddesa'llâhu sırrahû )

- Şeyh Şemseddîn-i Ârif (Kaddesa'llâhu sırrahû )

- Şeyh Şâh Hudâ er-Rahmân (Kaddesa'llâhu sırrahû )

- Şeyh Şâh Fazl-ı Hindî (Kaddesa'llâhu sırrahû )

- Şeyh Şâh Kemâlü’l-Ârif el-Hindî (Kaddesa'llâhu sırrahû )

- Şeyh Şâh Abdülehad el-Kâbilî (Kaddesa'llâhu sırrahû )

- Şeyh Şâh Ma’sûm-ı Hindî (Kaddesa'llâhu sırrahû )

- Şeyh Şâh Sıddîk es-Serhendî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Şeyh Ali b. Hüseyin es-Saffâf (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Şeyh Seyyid Ahmed b. Muhammed Ukeyl el-Mekkî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

/109/ - Şeyh Ebû Muhammed Abdurrahmân (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Şeyh Abdurrahmân Ebû Muhammed (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Şeyh el-Allâme Abdurrahmân b. Muhammed b. Abdurrahmân (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Şeyh Seyyid Muhammed Enîs b. Seyyid Muhammed Selîm el-Hüseynî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Sâhibü’t-tarîka eş-Şeyh Muhammed Garîbu’llâh el-Hindî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Hindistân’da Kâdiriyye-i Rezzâkiyye-i Kuddûsiyye, Kâdiriyye-i Aliyye-i Kuddûsiyye, Kâdiriyye-i Sâbiriyye-i Kuddûsiyye, Kâdiriyye-i Kamîsiyye, Kâdiriyye-i Kuddûsiyye, Kâdiriyye-i Hüseyniyye şu'beleri de münteşirdir ki, cümlesinin esâmî-i silsilelerini muntazam sûrette gösterir şecere-nâmeyi, Şeyh İmdâdu’llâh Efendi hazretleri, Hindistân’da tab’ettirmişlerdir.

Fâtih’de, Tâhir Ağa Dergâhı şeyhi, ricâl-i Nakşiyye’den el-Hâc Ali Behcet Efendi hazretleri bir nüshasını teberrüken ihdâ buyurdular. Bu silsilelerin cümlesi Şeyh İmdâdu’llâh hazretlerine kadar ittisâl peydâ etmektedir. Müşârünileyhin tercüme-i hâli meşâyıh-ı Nakşiyye faslında zikr olunacaktır.

Görülüyor ki, Hindistân’da tarîkat-ı aliyye-i Kâdiriyye, vâsi’ mikyâsda münteşirdir. Orada bulunan müştâkân-ı cemâl-i enver-i ilâhî ve risâlet-penâhî Hz. Gavs-ı A’zam efendimizin, feyz-i celîl-i mürşidânelerinden istifâza etmektedirler.

Yâ Rab! Biz kemter-i ma’siyet-kâr kullarına hüsn-i hâl ihsân buyur da, o niam-ı azîme-i Sübhâniyye’den nevâle-çîn-i irfân olalım. Tevhîd-i zâtından haber-dâr olup, neş’e-i kâmile-i ma’neviyyeye eren kulların sırasında bulunalım. Be-câh-ı Nebîyyike Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve selem).

ÂŞIK YÛNUS - YÛNUS EMRE HAZRETLERİ

/110/ Gülistân-ı irfân-ı Kâdirî’de bir bülbül-i hakâyık-gû, bir mürşid-i hoş-hû olan âşık Yûnus hazretlerinin vasfı hakkında ne kadar söz söylense, derece-i kemâlâtını ta’rîf mümkün olamaz;

Nâil-i rütbe-i velâyet olan evliyâu’llâh hazretleri, Hz. Yûnus’un sözlerini çok ilerideki merâtibe âit görmüşler ve bir insân, ne kadar sâhib-i kemâl olsa, Âşık Yûnus’u, onların daha fevkinde makâm sâhibi bilmişlerdir.

İsmâîl Hakkı hazretleri, Kitâbu’n-Netîce’de diyor ki:

“Ümmî, âlim-i bi’llâh ile sohbetten nasîb-i vâfir ve hikmetten hazz-ı kesîr alır. Bilâd-ı Rûmiyye’de meşhûr olan Şeyh Yûnus Emre gibi ki, Antalya tarafında bir karyede hâsıl olmuş, ümmî-mahz iken kelimât-ı ârifânesiyle âlemlere velvele salmış ve fevka'l-âde şöhret-i tâmme bulmuştur. Onu kabûl etmedik bir velî gelmemiştir. Onun a’lâ tabakadan sözleri vardır ki, ehl-i ma’rifet lisânından şerhe muhtâcdır. Bir kaç kasîdesi bu fakîrin kalemiyle şerh olunmuş ve müdevven bir kitap hâline gelmiştir. Onun şeyhi, yine karyesi ahâlisinden Tapduk Emre dedikleri zâttır. Onun da şeyhi şeyh Sinân-ı Buhârî’dir ki, istîlâ-yı Tatar’da, evliyâ-yı Acem, yerlerinden perîşân olduklarında, o dahi gelip, Keçiborlu’da Gadîr’in fevkinde bir karyede kalıp, Tapduk Emre’yi irşâd eylemiştir. Her üçü mezkûr karyede bir kubbe altındadır. (Kaddesa’llâhu Esrârahum.)”

Silsile-i tarîkatlarını elde edemedim. Cenâb-ı Gavs’a nisbetini atîdeki medhiyyesinde beyân ediyor:

Seyyâh olup şol âlemi ararsan

Abdülkâdir gibi bir er bulunmaz

Ceddi Muhammed’dir eğer sorarsan

Abdülkâdir gibi bir er bulunmaz

Çün gelür dervîşleri derilür

Âyeti ile ihyâları sorulur

Kudretinden kısmetleri verilür

Abdülkâdir gibi bir er bulunmaz

Hak teâlâ yeri göğü güzeli

Hoş nazar eyleyen ana ezelî

/111/ Evliyâlar ser-çeşmesi güzeli

Abdülkâdir gibi bir er bulunmaz

Benim şeyhim beni Hakk’a götürür

Nice müşkillerim anda bitürür

Muhammed’in sancağını götürür

Abdülkâdir gibi bir er bulunmaz

Giderler gazâya çalarlar satır

Dâimâ yaparlar hoş gönül hâtır

Bağdâd’da türbesi nûr olmuş yatır

Abdülkâdir gibi bir er bulunmaz

 

Cümle evlâdına yeşil yaraşur

Aşkı gelir bu cânıma dolaşur

Ana dervîş olan Hakk’a ulaşur

Abdülkâdir gibi bir er bulunmaz

Dervîş Yûnus biz çekelüm zahmeti

Üstümüzde hâzır ola himmeti

Oğlum demiş ana Rasûl Hazreti

Abdülkâdir gibi bir er bulunmaz

Âşık Yûnus, bir rivâyete göre Bolu’da; rivâyet-i uhrâya göre Bursa; Seferîhisâr muzâfâtından Sarıköy’de; İsmâîl Hakkı hazretlerinin beyânlarına nazaran, Antalya’da zînet-sâz-ı âlem-i dünyâ olmuşlardır. Târîh-i velâdetleri mechûldür.

Sinn-i âlîleri kemâle erince, kalb-i pâk-ı ârifânelerinde mütecellî olan şevk u zevk îcâbâtından olarak, tarîkat-ı aliyye-i Kâdiriyye ekâbîr-i ricâlinden Hz. Şeyh Tapduk Emre (kuddise sırruhû)’nun gülzâr-ı irfânına dâhil oldular. Bu zât, zâhirde a’mâ, fakat bâtında bînâ idi. Ol, meczûb-ı mahbûb-ı Rabb-ı enâmın, âsâr-ı terbiyet-i mahsûsası berekâtıyla, kerâmât-ı kesîre sâhibi olup, mevki’-i bülend-i hakîkatta safâ sürdüler. Rûhu’l-Beyân’da İsmâîl Hakkı merhûm nakl eder ki:

“Yûnus Emre hazretleri, şeyhi Taptuk (Tapduk diye de yazanlar var) Emre hazretlerine tam otuz sene sıdkla hizmet etti. O derece ki, odun taşımadan arkası şişdiği hâlde, hâlini kimseye fâş eylemezdi. Kendi hakkında şeyhinin hüsn-i nazarını gören sâir tarîkdaşları, Yûnus’u istirkâba başlayıp, gûya, “Hz. Şeyh’in kızına alakası olduğu için bunca meşakkati ihtiyâr ediyor.” derler idi.

Yine bir gün, Yûnus odun yüküyle dergâha girerken Hz. Şeyh, /112/Ey Yûnus! Ne güzel, düzgün odunlar getiriyorsun.” deyince, “Efendim! Eğrisi bu kapıdan girmez, bu kapıya lâyık olmaz.”, cevâb-ı hakâyık-nisâbıyla, müsterkıblarını mebhût eylemiştir.

Tarîkdaşlarının Yûnus Emre hakkındaki bu iftirâları, âlâ vechi’n-nifâk olmayıp, belki kendilerinin Yûnus gibi sabr u tahammül edememelerinden ve evâmir-i şeyhin kendilerine ağır gelmesinden münbaistir. İşte bunun için, dervîş Yûnus’un bu meşakkata tahammülünü, şeyhin kızına olan muhabbetinden mütevellid zannettiler. Hz. Şeyh, dervîşlerinin şu zehâbından dolayı mahcûb olmamaları için kerîmesini Yûnus’a tezvîc etmiştir. Kız ise, öyle muhaddere-i tarîkat imiş ki, ne zamân Kur’ân okursa, akan suların durduğunu erbâb-ı kemâl görmüşler.”

Rûhu’l-Beyân’da böyle muharrerdir.

Hz. Yûnus, bu doğruluğu sayesinde, merâtib-i ulyâ-yı ma’nevîyyeye de nâil oldu. Kemâlâtı, el-hâletü hâzihî, erbâb-ı irfânı mütehayyir kılar. Okuyup yazması yok, ümmî-yi kâmil idi. İlm-i ledün, ona ma’lûm olmuş, ser-â-pâ hakâyıktan sarf-ı kelâm eylemiştir. Dîvân-ı âlîleri kısmen mesnevî tarzındadır. Ser-a-pâ hakâyıka nâzırdır, maâni-i Kur’ân’dır, envâ’-ı mevâızla mâlîdir. Terâcim-i ahvâl kitaplarında yediyüz ricâlinden olmak üzere gösteriliyor. Ba'zılarında, târîh-i intikâlleri, “Gülşen-i Tevhîd” (كلشن توحيد) terkîbinin delâlet ettiği üzere 843/(1439) diye kayd olunmuştur. Tedkîkât-ı âcizâneme göre, (bu) târîh-i intikâlleri pek yanlıştır. Dîvân-ı şerîflerinde:

Târîh dahi yedi yüz yedi idi

Yûnus cânı bu yolda kodu idi

buyuruyorlar ki, evâhir-i ömürlerinin 710/(1310)’a doğru olduğu anlaşılır. Bir de Vâkıât nâm eserde gördüm ki; Hz. Mevlânâ Celaleddîn-i Rûmî efendimiz, “Merâtib-i âliye-yi ma’neviyyeden her hangisine terakkî eyledim ise, şu Türkmen kocası Yûnus önüme çıktı.” buyurmuşlardır.

Bu beyân-ı âlîden /113/ Cenâb-ı Mevlânâ’nın nâil oldukları mertebe-i refîanın küçüklüğü anlaşılmaması lâzımdır. İhtimâl ki, Hz. Celâleddîn’in bidâyet-i sülûklarındaki hâllerinden beyân buyurduklarını ve Hz. Yûnus’u taltîf maksadına da müstenid bulunduğunu istidlâl ederim.

İsmâîl Hakkı merhûmun Rûhu’l-Mesnevî nâm şerhinde, I. ciltte 69. sahîfede okumuştum:

“Mahkîdir ki, Yûnus Emre, yirmi sene kadar şeyhi Tapduk Emre (kuddise sırruhumâ) kapısında hîzem-keşlik eyleyip, celb ettiği hatabı tab’-ı müstakîmi gibi rast getirmiş; şeyh bir gün istikâmet-i hatabın vechinden suâl ettikte, ol dahi, “Bu kapıya eğrilik sığmaz.” demiş. Şeyh bu sözü istihsân edip, mukâbelesinde bi-tarîkı’l-mükâfât, “Var imdi, Yûnus’um söyle.” diye nutk etmiş. Ve bu nefes sebebiyle Yûnus Emre’den bu kadar makâlât-ı tevhîd ve kelimât-ı irfân sâdır olmuşdur ki, kimseye makdûr değildir. Onun için, bu bâbta hâtimetü’l-müteahhirîndir. Zîrâ, söylemediği mazmûn kalmamış ve Türkî sözlerde onun kelimâtına muâdil gelmemiştir. Kendi tercümân-ı lisâni’l-gayb ve lisâni’l-feyz ve kâlıb-ı nazmı, rûhu’l-maânîye mehd ve hân-ı ma’rifetine erbâb-ı feyz tufeylîdir.

Görmedi kâlıb-ı hâki hergiz

Böyle bir rûh-ı musavver âdem

Zâhiren ümmî-i ebced ammâ

Dili ilm-i ledünnîden urur dem"

Hz. Mevlânâ’nın âlem-i cemâle intikâlleri 672/(1273) olduğuna nazaran, Hz. Yûnus’un, 600/(1204)’le 700/(1301) arasında yetişen ricâlden olduğuna delâlet vardır. Ba'zı âsârda, Hz. Yûnus’un, Cenâb-ı Mevlânâ’ya ve Hz. Şems-i Tebrîzî’ye mülâkî olduğu ve hattâ, beynlerinde cereyân etmiş ba'zı mülâtefât menkûldür. Hattâ, huzûr-ı Mevlânâ’da, “Evet, ben de Fârisî bilirim.” diye latîfe buyurduklarında,”Söyle bakalım, yâ Yûnus!” emrine karşı, "Reftem be-câyî serviler gördüm!" diye başlayan meşhûr beyitleri okur. Bu beyitler, ba'zı câhiller tarafından, makâm-ı istihzâda, Hoca Nasreddîn merhûma isnâd olunmuş ise de, Âşık Yûnus’undur. Kibâr-ı meşâyıh-ı Uşşâkiyye’den Abdullâh-ı Salâhî hazretleri şerh etmişlerdir. Müdevven bir risâledir. Ser-â-pâ hakâyıkı câmi'dir.

Âşık Yûnus beyitleri okumaya başlayınca, Hz. Mevlânâ, maksûd olan gâyeyi idrâk buyurduklarından, neş’e-mend olmuşlardır. Fi'l-hakîka, şeyh-i müşârünileyhin şerhini mütâlâa edenler, zâhirde saçma sapan addolunan o beyitlerdeki nikât ve rumûzât-ı mahsûsaya ıttıla’ husûle gelince, irfân-ı Hz. Yûnus’a hayrân kalırlar.

Zamânımız urefâ-yı Mevleviyye’sinden Veled Çelebi hazretleri bir makâle-i edebiyyesinde, “Âşık Yûnus, her hâlde okumağa dili varmayıp, ümmî idi. Ammâ ilm-i ledünde mâhir idi. Lisân-ı Türkî’de nikât ve rumûz u mezâyâyı şâmil olan Dîvân'ından, esrâr-ı Esmâ-yı İlâhîyye’de ma’rifet-i tâmmesi olup, ilm-i tevhîdde makâmı âlî idiği aşikâr olur.” diyorlar.

/114/ Yine zamânımız urefâ-yı muharrirînden Bursalı Mehmed Tâhîr Bey, bir eserlerinde, Yûnus hakkındaki tahkîkatlarını ber-vech-i atî beyân ediyorlar:

Matbû'” divân-ı ilâhiyâtı, ilâhiyyât-ı ârifânelerinin kâffesini hâvî değildir. Maahâzâ, tab’ına himmet olunan bu nüsha, taalluk-ı küllîsi dolayısıyla, ilm-i tasavvuf noktasından bi’l-vücûh hâiz-i ehemmiyyet olduğu gibi, eş’âr-ı Osmâniyye’nin târîh-i edvârı noktasından dahi kıymet-dârdır. İlâhiyyât-ı ârifâneleri sâde ve ümmiyâne olmakla berâber, gavâmız-ı ilm-i tasavvuf cihetiyle pek çok mezâmîn-i dakîkayı câmi' olduğu kendisinden sonra gelen bi’l-cümle urefânın ve kümmelînin teslîm-kerdesidir. Ba'zı meşâhîrin medâfıni hakkında olduğu gibi, bu zât-ı muhteremin hakkında da bir çok nakliyyât vardır. Bursalı Lâmiî Çelebi’nin matbû' Nefehâtü’l-Üns Tercümesi’nde, Porsuk suyunun Sakarya nehrine karıştığı mahalde olmak üzere mezkûrdur. İsmâîl Hakkı hazretlerinin beyânına göre, Anadolu’da, İsparta civârında, Keçiborlu nâm kasaba kurbunda olan Gadîr-i azîmin cânib-i şarkîsinde olan peşt tarafında bir karyede medfûndur. Bursa’da Çelebi Sultân Mehmet ile Emîr Sultân arasındaki Şible mahallesindeki tarîkat-ı Sa’diyye’den Abdürrezzâk Dergâhı’nda her ikisi nâmına birer mezârı mevcûd olduğu gibi, Erzurum’a bir sâat mesafede Tuzcu karyesinde de, kezâlik ikisi nâmına birer kabir ziyâret olunmaktadır. Bunlardan başka, Sarûhan Sancağı’nın Kula ve Sâlihli kazaları arasında, “Emre’’ nâmındaki yetmiş hâneli bir karyede, ahîran ziyâret ettiğim kârgîr bir türbede, Tabduk Emre’nin evlâd ve ahfâdıyla, türbe derûnunda Âşık Yûnus’un türbe kapısının eşiğinde medfûn oldukları manzûr-ı âcizî oldu. Mezâr taşlarının hiç birinde yazı yoktur. Lâkin Âşık Yûnus’un seng-i mezârında  ufak bir balta resmi mahkûktur.”

Dîvân'ından

İlim ilim bilmektir

İlim Hakk’ı bilmektir

Hakk’ı bilmedikten geri sûfî

Ha bir kuru emekdir

Erzurumlu Muhammed Nûreddîn Efendi, şîve-i lisânımıza göre şu sûretle tercümân-ı Yûnus olmuştur:

İlim bilmek demekdir

Biliş Hakk’ı bilmekdir

Hakk’ı bilmeyenlerin

İlmi bom-boş emekdir

/115/ “Emre” Ne Demektir Tedkîki :

Bu bâbda, mûmâileyh Tâhir Bey’in tedkîkâtı pek muvâfık görüldüğünden aynen derc ediyorum:

“Sâhib-i tercümenin, muammâ-yı mutasavvıfâne kabîlinden olan, meşhûr,

Çıkdım erik dalına anda yedim üzümü

Bostan ıssı kakuyup  dir ne yersin kozumu

beyitiyle musaddar olan manzûmesinin, Şeyh Mısrî-i Niyâzî tarafından olunan şerh-i matbûuna, Bursalı Şeyh İsmâîl Hakkı tarafından yazılan hâşiye-i gayr-i matbûada: “Emre” zâhir budur, Türkî elkâb-ı memdûhadandır. Etrâk arasında, “Atabek” ve rûmiyân meyânında, “Lala” ve emsâli gibi.

Mir’âtü’l-Kâinât ismindeki matbû' târîhte dahi, “Türkçe’de büyük birâdere, ‘Emre’ derler.” ibâresi münderictir. Ba'zılarının kavline göre, “Emrullâh”dan muhaffeftir. “Tapduk” kelimesi de, Erzurum ve havâlisinde, elifle, ya'nî “Tapdak” sûretinde, ‘düz ve ârızasız’ makâmında müsta'meldir. “Tapdak yol”, ya'nî “düz ve ârızasız yol” demektir ki, bu ma’nâya göre, Tapduk Emre’ye pâkî vicdânlarından nâşî telkîp olunmak istenilen bir sıfattır. Fakat, ‘tapmak’ manâsına, ‘ibâdet etmek’ masdarından, ‘tapdık’, ya'nî ‘âbid’ manâsına haml edilmek daha münâsib gibidir ki, Emre karyesindeki yaptığım tahkîkat da bunu müeyyiddir.”

Hz. Mısrî’nin Menâkıb-nâme’sinde okumuştum: “Cenâb-ı Mısrî, Limni’de, (هذا قبر يونس)[87] buyurarak bir kabir keşfeylemişlerdir. Ziyâret-gâh-ı enâmdır.”

Hulâsa-i kelâm, Hz. Yûnus, emsâli gelmeyen eâzım-ı sûfiyyedendir. Uluvv-i ka’b u kemâlâtı, millet-i İslâmiyyenin kalbinde yer tutmuştur. Kabr-i âlîleri hakkında zaîf bir rivâyet bile, kuvvetle mevki’-i kabûl bularak türbeler yapmışlar. Enfâs-ı kudsiyyelerinden istifâzaya vesîle-cû olmuşlardır. Dîvânlarında bazan, “Âşık Yûnus”, “Yûnus Emre”, “Dervîş Yûnus “ diye nâmlarını zikr ederler.

Dîvân’ından:

Aşkın ile âşıklar yansın yâ Rasûla’llâh

İçüp aşkın şarâbın kansın yâ Rasûla’llâh

Şol seni sevenlere kıl şefâat anlara

Mü’min olan tenlere cânsın yâ Rasûla’llâh

Şol seni seven kişi virir yoluna başı

İki cihân güneşi  sensin yâ Rasûla’llâh

Âşıkım ol dîdâra bülbülüm sol gülzâra

Seni sevmeyen nâra yansın yâ Rasûla’llâh

Âşık Yûnus’un cânı  ilm u şefâat kânı

Âlemlerin sultânı sensin yâ Rasûla’llâh

                   *   *   *

Gelin ey âşıklar gelin

Bu menzil uzağa benzer   

Nazar kıldım şu dünyâya

Kurulmuş tuzağa benzer

Bir pîrin dâmenin tutdum

Nice yüzbin günâh itdim

Ana “belî” diyüp gitdim              

Her biri bir dağa benzer

Günâhım çok başım kaygu

Terk idemedim fenâ huyu 

Cümle âlem benden eyu   

Benden kemter yoğa benzer

Ağla Âşık Yûnus ağla

Sen özünü Hakk’a bağla

Ağlarsan kendine ağla     

Elden vefâ yoğa benzer

                   *   *   *

Hakîkat her vücûdun cân aşkdır

Ne cân kim cân içinde cân aşkdır

Bu cân cismi kâim tutar ancak

O cân kim zâhir ü pinhân aşkdır

Bu aşkın nidüğin bilmez kimesne

Belî bî-hadd ü bî-pâyân aşkdır

Bu aşkın dürlü dürlü rengi çokdur

Gehî giryân gehî handân aşkdır

Gehî Ya’kûb gözünden kan yaş ağlar

Gehî olan Yûsuf-ı Ken’ân aşkdır

Gehî Leylâ olur Mecnûn gözünden

Gehî olur Leyli’nin hayrân aşkdır

 

Âşıklar dirler ki aşkın rengi yok*

Acebdir reng alan merdân aşkdır

“Ene’l-Hak” çağırır Mansûr dilinden

Cüneyd’e cübbe vü irfân aşkdır

Dirildir ölüyü Îsâ deminden

Geh olur Mûsi-i İmrân aşkdır

/117/      Bu aşk elinde âciz cümle eşyâ

Ne sırdır kamu ser-gerdân aşkdır

Fedâ bu aşka cânım dînim olsun

Bana hem din ü hem îmân aşkdır

Ne Yûnus anda yüz bin cân yûnus

Kabûl itsün deniz kurbânı aşkdır

Köprülü-zâde Fuad Bey’in, İlk Mutasavvıflar  nâm eserinden intibâât:

Aşık Yûnus’u Bektaşîler an’ane-i rivâyât(ın)a göre, Hacı Bektâş-ı Velî ile alâkadâr iderlerse de, Yûnus hazretleri gibi birinci sınıf bir velînin Hacı Bektâş’la münâsebeti olmadığı ayândır (İlk Mutasavvıflar 288. sahîfe). Tarîk-ı Kâdirî’ye nisbeti hakkında menkabevî rivâyetler de hiç bir târîhî delîle istinâd etmemektedir. (298. sahîfe)

Yûnus’un, irtihâlinden sonra şöhreti günden güne yayıldı, asırlarca yaşadı, hâlen yaşıyor. Elde bulunan matbû' ve gayr-i matbû' Dîvânlar, birbirine uymaz. Mestûrînden birçok zevât, sünûhât-ı ârifânelerine Yûnus’u siper ederek Yûnus nâmıyla nutuklar söylemişlerdir. Yûnus zamânındaki Türkçe’nin şekliyle, sonradan söylenen sözler arasındaki fark dikkat olunursa derhâl meydâna çıkar.

Köprülü-zâde Fuad Bey o eserinde, 324. sahîfeden i'tibâren buna dâir tafsîlât veriyor. Fi'l-hakîka okunan şeyler umûmiyyetle Yûnus’un değildir.


 

MÜŞTÂKİYYE ŞU'BESİ

/118/ Şeyh Muhammed Mustafa Müştâk-ı Kâdirî’ye mensûb olup, silsile-i tarîkatları ber-vech-i atî Hz. Gavs-ı A’zam efendimize ittisâl peydâ eder:

- Hz. Pîr Sultân Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî (Kuddise sırruhû )

- Şeyh Seyyid Abdülvahhâb (Kuddise sırruhû)

- Şeyh Seyyid Gavs Muhammed (Kuddise sırruhû)

- Şeyh Şâh Muhyiddîn (Kuddise sırruhû)

- Şeyh Seyyid Hasan (Kuddise sırruhû)

- Şeyh Seyyid Sâlih (Kuddise sırruhû)

- Şeyh Seyyid Bâkır (Kuddise sırruhû)

- Şeyh Mûsâ (Kuddise sırruhû)

- Şeyh Muhammed (Kuddise sırruhû)

- Şeyh Tâhir (Kuddise sırruhû)

- Şeyh Hüseyin (Kuddise sırruhû)

- Şeyh Ahmed (Kuddise sırruhû)

- Şeyh Muhammed (Kuddise sırruhû)

- Şeyh Yahyâ (Kuddise sırruhû)

- Şeyh Zâhid (Kuddise sırruhû)

- Şeyh Bakâeddîn (Kuddise sırruhû)

- Şeyh Muhyiddîn (Kuddise sırruhû)

- Şeyh Abdülvahhâb (Kuddise sırruhû)

- Şeyh Hâmid (Kuddise sırruhû)

- Şeyh Hasan (Kuddise sırruhû)

- Şeyh Ali (Kuddise sırruhû )

- Şeyh Abdurrahmân el-Mevsılî (Kuddise sırruhû)

- Şeyh Seyyid el-Hâc Ahmed-i Şerîf (Kuddise sırruhû)

- Şeyh Abdülvahhâb-ı Suûdî (Kuddise sırruhû)

- Şeyh Abdülcelîl-i Bitlisî (Kuddise sırruhû)

- Şeyh el-Hâc Hasan-ı Şirvânî (Kuddise sırruhû)

/119/ - eş-Şeyh es-Seyyid el-Hâc Muhammed Mustafa Müştâk-ı Bitlisî (Kaddesa’llâhu sırrahû )

ŞEYH ABDÜLCELÎL-İ BİTLÎSÎ

Hz. Müştâk’ın şeyhinin şeyhi olup, Bitlis’ten İstanbul’a gelip irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiş ve Eyüp’de Hâtûniye Dergâh-ı münîfinin hazîresinde defn olunmuştur. Hâlen ma’mûr (bir) türbesi olup, kitâbe-i seng-i mezârı ber-vech-i atîdir:

Kutb-ı a’zam seyyid-i vâlâ-neseb

Gavs-ı ekrem Hazret-i Abdülcelîl

Terk-i nâsût eyleyüp kıldı sefer

Âlem-i lâhûta ol merd-i cemîl

Matla'-ı bedr-i Münîr-i şems-i zât

Menba'-ı ayn-ı zuhûr-ı selsebîl

Hazret-i Sultân Abdülkâdir’in

Nice sâl olmuşdı silkinde delîl

Râi nâsa nakli târîhin didim

Gitdi kutbu’l-ârifîn Abdülcelîl

(كتدى قطب العارفين عبد الجليل) = 1160/(1747)

ŞEYH HACI HASAN-I ŞİRVÂNÎ

Hakkâri mülhakâtından Şirvelidir. Kafkas’daki Şirvanlı değildir. Kibâr-ı meşâyıh-ı Kâdiriyye’dendir. İstanbul’u teşrîflerinde, Üsküdar’da sâkin olmuşlar; bu sırada meşâyıh-ı izâm-ı Kâdiriyye’den Osmân Nûreddîn-i Şems Efendi hazretlerinin mürşidleri Abdurrahîm-i Ünyevî’ye hilâfet vermişlerdir ki, bahsi âtîde gelecektir.

Hoca Neş’et Efendi hazretleri Dîvân'larında medh ederler.

İstanbul’dan Hicâz’a gidip, Haremeyn-i muhteremeyni ziyâretten sonra Bitlis’e avdet etti. Bir müddet sonra terk-i câme-i hayât ederek hânkâh-ı şerîflerinde rahmet-i Rahmân’a tevdî' kılındı.

ŞEYH MÜŞTÂK-I KÂDİRÎ

Müteahhirîn-i meşâyıh-ı ızâm-ı Kâdiriyye’dendir. Tercüme-i hâllerini müstakillen yazdım. Risâle-i Müştâkiyye nâmıyla, cümle-i âsâr-ı fakîrânem meyânına kattım. O risâlede tafsîl-i hâl olundu, kerâmât-ı aliyyelerinden bahs edildi. Burada, hülâsatü’l-hülâsa olarak yazacağım.

1172 sene-i hicriyyesinde (1759) Bitlis’te dünyâya zînet vermiştir. Pederleri Şeyh Seyyid Süleymân Efendi olup, o da Bitlislidir. Vâlideleri cihetinden, neseben Hz. Gavs-ı A’zam efendimize muttasıldır. Tahsîlleri Bitlis’de, amcaları Hacı Mahmûd Hoca’dandır. /120/ Hem hâfız-ı Kur’ân’dır. Hem kurrâ-i kirâmdandır. Hem de, hüsn-i hatta mâlik olup hattâttır.

Şeyhi, amcaları müşârünileyh Hacı Hasan-ı Şirvânî’dir. Hz. Müştâk, Hakkâri beylerinden iken, taht-ı idâresindeki yirmi iki köyün hâsılatından ferâgatla tarîk-ı aşka atılmış ve

“Pîrimiz sultânımız Hacı Hasan Şirvâni’dir

  Ahsen-i takvîme hayrân olmuşuz hayrâniyiz”

zemzemesiyle gûyâ olmuştur.

Sülûkunu ba’de’l-ikmâl, nâil-i hilâfet olarak, usûlen Bağdâd’a azîmetle âsitân-ı bülend-eyvân-ı Cenâb-ı Gavs-ı A’zam’a rû-mâl olmuştur.

Dîvân’larında:

از شه بغداد شنيدم ندا

شاه علا يادشه اوليا [88]

nidâsıyla da’vet-i ma’neviyye ile mazhar-ı eltâf-ı bî-pâyân olmuşlardır. İsm-i şerîfleri, Muhammed Mustafa Müştâk’dır. Mühürlerinde, "Muhammed Mustafa Müştâk-ı Dîdâr" mısraı mahkûk imiş. Bağdâd’da, nakîbü’l-eşrâfdan icâze alarak kendisine bir alem ve kırk dervîş verilmiş ve Hz. Müştâk, Bağdâd’dan Hindistân’a, Serendib’e kadar gidip, makâm-ı Hz. Âdem (aleyhi’s-selâm)’ı ziyâretle Hicâz’a gelerek, ba’de’l-hac, Ravza-i Seniyye-i Muhammediyye’ye rû-mâl olmuştur.

Dîvân’ında bu zamânın neş’elerinden bâhisle:

"Ser-livâ-yı enbiyâsın hiç sana olmaz misâl

 Şevkle Müştâk’ınım itmekdeyim azm-i Hicâz"

ve

Sarây-ı devletin dârü'l-emândır yâ Rasûla’llâh"

diyerek sırran ve hâlen ittisâl peydâ eylemiştir.

Hicâz’dan İstanbul tarîkiyla avdet edip, Trabzon’a /121/ çıktığında, halkın pek ziyâde mazhar-ı hürmeti olup, Hz. Şeyh’i yere bastırmayarak, omuzlarının üstünde götürmüşler. Bu hâli Dîvân’larında:

Kâdirî’yiz Kâdirî gül gibi başda gezeriz

Zerre-i hâk-i der-i pâdişâh-ı Geylân’ız

diyerek, pek zârifâne bir sûretle nakl ederler.

Devletçe, Mısır üzerine yürümeye me’mûr olan Sadrazam Yûsuf Ziyâ Paşa’nın ordusuna katılarak gazâya gittikleri ve bu münâsebetle Kuds-i şerîf ve Şam’da da bulundukları anlaşıldı. Kuds-i şerîfte, Sahratu’llâh’ı ziyâretten mütevellid hat üzerine:

Sahratu’llâh’a be-ayn-ı ibret

Kim bakarsa olur ehl-i rikkat

Kara taş olsa çü kâlb-i Müştâk

Nerm olur bu ne acâib hikmet

buyuruyorlar. Bu sırada Ziyâ Paşa, bu gazelini tesdîs etmişlerdir:

Teşekkî itmezem bir kimseden ey tâli’-i nâ-şâd

Visâl-i yâr mümkin lîk sende yokdur isti’dâd

Aceb kimden şikâyet ideyim ey baht-ı nâ-imdâd

Hele Müştâk-veş  şem’-i ümîdim eyledin berbâd

Ziyâ gavgâ-yı dil-berden nevâ-yı nâydan feryâd

Bizi bir kerre ey çerh-ı sitem-ker kılmadın mesrûr

İstanbul’a,1203/(1789) ve 1225/(1810) ve 1229/(1814) senelerinde geldikleri tahkîk kılındı. İstanbul’da iken, Eyüp’de, Şeyh Selâmî Efendi Dergâhı meşîhati vekâletinde bulunmuşlar ve Selâmî Efendi merhûmun zevce-i metrûkelerini tezevvüc buyurmuşlardır. Bu hanımdan bir kızı dünyâya gelmiş, küçük yaşında vefât eylemekle dergâh-ı şerîfde defn edilmiştir.

İstanbul’da iken, meşhûr âlim, Hoca Neş’et Efendi ile hem-sohbet olup, Mesnevî-i şerîf ve hadîs-i şerîf dersleri teâtî eylemişlerdir.

Dîvân’larında: Hazret-i Neş’et gibi üstâda, hem-dem olmuşum.” diye müteaddid yerlerde işâretleri vardır.

/122/ Hz. Müştâk’ın Konya’ya Hz. Mevlânâ’yı ziyâreti vardır. Orada teberrüken Mesnevî-i şerîf tedrîs eylemişler ve Çelebi Efendi tarafından sikke-i şerîfe iksâsıyla taltîf olunmuşlardır.

Hz. Müştâk, İstanbul’dan Muş’a azîmet ve orada irşâd-ı ibâda muvâzabet eyledi. Erzurum’da Ca’feriye Câmi'-i şerîfi ittisâlinde bir çile-hâneleri ve yine Erzurum’da bir konakları varmış. Erzurum’da da bulunmuştur. Bitlis’te de bir dergâhları ve bir konakları olup, fukarâ-yı tarîkatın melce-i yegânesi olmuşlardır.

1247/(1831) senesinde Muş’ta iken, Yezîdîler, Hz. Şeyh’i boğmuşlardır. Boğdukları zamân seccâde üzerinde ibâdette imişler. Bi'l-âhare seccâdelerinin altından:

Yâ Rasûla’llâh Uluvv-ı şân senin

Server-i kevneynsin fermân senin

Dest-i hükmünde şehâ çevgân senin

Top senin cevlân senin  meydân senin

Söz senin sohbet senin devrân senin

na’t-ı şerîfi çıkmıştır.

Şehâdetlerini daha evvelden haber vermişler, takdîr-i ezelîye karşı eser-i itâat gösterilmesi lâ-büd olduğunu mürîdlerine söylemişlerdir. Hattâ, bir manzûmelerinde işâretleri vardır. Hîn-i şehâdetlerinde yetmişbeş yaşında idiler.

Menâkıb-nâme’sinde muharrer olduğu üzere, bir gün, kırk kurbân kestirmiş, fukarâya dağıtmış, bi’l-vesîle, dergâh-ı azamete el açıp, “Yâ Rab! Bu abd-i kem-tere rütbe-i şehâdeti ihsân eyle. Tâ ki, Hz. Haseneyn’e iltihâk edeyim.” diye duâ eylemiş, müstecâb olmuş, âsârı bu sûretle zuhûra gelmiştir.

Cânânı buldu hasta gönül cânı istemez

Bir hastadır ki çâre-i Lokmân’ı istemez

/123/ Devrinde buldu derdine dârû-yı sıhhati

Oldur sebeb ki bir dahi dermânı istemez

Zencîr-i zülf ile pâ-bend olan gönül*

Bâğ-ı cinânda sünbül ü reyhânı istemez

 

Rûh-sâr-ı dil-şikârına her kim nazar kılur

Mâh-ı münîr ü mihr-i dırahşânı istemez

Ehl-i kemâle nazm (ile) bildirdi kendini

Müştâk eğerçi şöhret ile şânı istemez

Medfen-i mübârekleri, Muş’da, mezâristânın orta yerinde ziyâretgâh-ı enâmdır. Orta boylu, arîzü’s-sadr, beyâzı gâlib uzunca sakallı, ela gözlü, çekme burunlu, gür kaşlı, sert sesli olup, mâ lâ-ya’nîyi sevmez, dâimâ hakîkattan sohbeti sever, fukarâya hayrân ve hasenâta meyli gâlib bir zât-ı reşâdet-simât idi.

Rütbe-i kemâli yüksek olup, Fârisî lisânındaki eş’ârı da pek rengîndir:

Ben mazhar-ı cemâl-i hüsn-i yârım

Mir’ât-ı cemâl-i Kird-gâr’ım

Mânend-i tahayyülât-ı Şîrîn

Ferhâd-nizâr-ı bî-karârım

Evsâfını dinleyüp bir kulağım

Göz görmeden evvel intizârım

Dîdem dahi şimdi oldu rûşen

Dîdem zi-hayâ hicâb-dârım

Ey münkir-i aşk itme inkâr

Bî-cism ü haber bî-ihtiyârım

Ger aşk-ı hakîkîyi kılsam inkâr

Ol dem bilürem günâh-kârım

Dil-beste-i dâm-ı zülf-i yârım

Müştâk ne çâre dil-fikârım*

Nâil-i rütbe-i vuslat olduklarına şu sözler şâhiddir:

Allâh bilür ne âlem oldu

Cânân ile cân hem-dem oldu

Ref’ oldu sır akan eşbâh

Müştâk cemâle mahrem oldu

اى يار كرم كستر مستور مشو از من،                      

مشتاق مي لعلست دلخون شده ازفرقت،

وى دلبر دل بر ور رنجو مشو از من.            

دمبسته شو دلبر منفور مشو از من [89]

/124/ Şiirde kudret-i edebiyyesine misâl:

Biz mâh-ı nev-i zîver-i arş-ı şuarâyız

Engüşt-nümâyız

Biz nûr-ı fer-i bâsıra-ı ehl-i safâyız

Her kalbde cilâyız

Meşhûr-ı cihânız bî-nâm u nişânız*

Nâdâna nihânız

Hâk-i kadem-i muhteşem fakr u fenâyız

Sûretde gedâyız

                   *  *  *

Sırr-ı Ümmü’l-kitâbdır nazmım

Ma’nî-i müstetâbdır nazmım

Söylerim bî-tevekkuf ey Müştâk

Lebde hâzır cevâbdır nazmım

Âsâr-ı Aliyyeleri :

1. Âsâr-ı Müştâk Esrâr-ı Uşşâk. Gayr-i matbû'dur.

2. Dîvân münîfleri. Matbû'dur.

3. Bahâr-nâme.Lisân-ı Farisî üzere yazılmış, gayr-i matbû'dur.

4. Mektûbât-ı Müştâk.Gayr-i matbû'dur.

Mahdûmu ve Kerîmeleri :

Bir mahdûmu, Şeyh Hacı Edhem Baba Efendi. İki kerîmesinden birini, Tafta hânedânından Ahmed Bey’e; dîgerini, Ahmed Muhlis Paşa’ya tezvîc eylemişlerdir.

Hulefâ-yı Kirâmı :

1. Mahdûmları eş-Şeyh es-Seyyid el-Hâc İbrâhîm Edhem Baba Efendi.

2. İstanbul’da Etyemez’de Gümüş Baba Dergâhı şeyhi, es-Seyyid Sa'dullâh Efendi.

3. Erzurum’da İbrâhîm Edhem Efendi.

4. İstanbul’da Haseki’de Paşmak-ı Şerîf Dergâhı şeyhi Musûllu Baba Efendi.

Mezârtaşından:

“Ârif-i bi’llâh vâsıl-ı ila’llâh es-Seyyid eş-Şeyh Muhammed Ahmed el-Müştâk el-Kâdirî el-Âlûsî eş-şehîr bi-Baba Efendi kaddesa’llâbu sırrahu’l-âlî, sene 1298 fî 10 Şevvâl (5 Ekim 1881).”

Mahdûmu:

“Dâhil-i bezm-i harem-sarây-ı irfân, gül-i bâğ-ı cinân, el-ârif bi-rabbihi’l-Alî, tarîkat-ı aliyye-i Kâdiriyye meşâyıh-ı kirâmından, Bayram Paşa Dergâh-ı şerîfi post-nişîni el-Alûsî el-Mevsılî merhûm Baba Efendi-zâde es-Seyyid eş-Şeyh Muhammed Ali Müştâk Efendi’nin merkad-i şerîfleridir. 1309, 6 Rebîu’l-evvel (11 Ekim 1891) .”

Her ikisinin de mükellef kabirleri vardır.

Haseki’de Taştekkeler Kâdirî şeyhi, Muhammed Kemâleddîn Efendi, Baba Efendi’nin, Müştâkîlerden olmadığını ve kendisinin de ‘Müştâk’ mahlasıyla tahâllus etmiş olması, Şeyh Müştâk ile münâsebeti olduğu zannını verdiği, hâlbuki, böyle olmadığını kat’iyyen söylemişlerdir.

5. Muhammed Celâl Paşa.

6. Ahmed Cemâl Paşa.

Hz. Şeyh’in, Dîvân’larında:

 “Hudâ’nın ferd-i  şâhbâz sırr-ı cânda iki balım var

   Yemînimde yesârımda Cemâl’im var Celâl’im var”

buyurmaları, müşârünileyhimâya işârettir.

/125/ Tarîkat-ı aliyyeleri, Erzurum’da, Muş’ta, Bitlis’te ve Kürdistân havâlisinde ve mahdûmları Edhem Baba vâsıtasıyla İstanbul’da münteşirdir. Kâdirîler arasında, Müştâkîler diye şöhret-dârdırlar. Gâyet vecd ü hâlat ile cidden âşıkâne zikrederler. Ala’l-ekser, semâ’ ederler. Semâları Mevlevîler gibi olmayıp, cehren darb-ı zikr ile, hoplaya hoplaya pek vecd-âverânedir.

Cenâb-ı Şeyh Müştâk bülbül-i bâğ-ı hakîkatdir

Kerâmâtıyla mümtâz reh-nümâ-yı zevk-i vuslatdır

Tarîk-ı Kâdirî’ye revnak-efzâ rehber-i hak-bîn

Füyûzâtıyla şöhret-gîr olan şeyh-i tarîkatdır

Mübârek kalbi mehbıt oldu envâr-ı tecellâya

Sünûhât-ı celîle sâhibi pür-feyz ü himmetdir

Cenâb-ı Gavs-ı A’zam’dan bulur eltâf-ı bî-pâyan

Kulûb-ı ehl-i aşka bâis-i zevk u saâdetdir

Muhibb-i kemteri Vassâf'ı olmuşdur ana müştâk

Taleb-kâr olmağa lutfu vesîle-cû-yı fırsatdır

Bu satırları yazarken, Hz. Şeyh’in sûret-i şehâdeti gözümün önünde tecellî eyledi. Sırrıma, “Bu hâl, zevk-i tâmdır.” dediler. “Zevk-i tâm”, acaba, târîh-i rıhletleri olmasın diye merak ettim. Hemen hesâba başladım. Fi’l-hakîka, 1247/(1831) târîhini iş’âr eyledi. Dûçâr-ı vecd olarak bu satırları yazdım ki, “Hz. Şeyh’in bir cilve-i iltifâtıdır.” diye, telakkîye sezâdır. (Kaddesa’llâhu sırrahû ve nefeana’llâhu bi-berekâtihi ve fuyûzâtihî. Âmîn.)

Bu beyt sünûh etti:

 “Zevk-i tâm” târîh-i rıhlet-dârıdır Müştâk’ımın

  Ahkarı Vassâf-ı nisbet-dârıdır Müştâk'ımın

 (ذوق تام)

EDHEM BABA HAZRETLERİ

/126/ Müşârünileyh Şeyh Müştâk’ın necl-i necîbidir. İbrâhîm, isimleridir. Pederleri gibi, sülâle-i tâhire-i Kâdiriyye’dendir.

Bitlis’de mehd-ârâ-yı âlem-i şuhûd oldular. Târîh-i velâdetleri, 1219/(1804) senesi olmak üzere tahmîn olunur. Vâlidelerinin ismi Güneş Hanım’dır. Tahsîlleri, büyük amcaları Hacı Mahmûd Efendi’dendir. Tarîkatte pederlerine intisâb ile kesb-i füyûzât eylemiş ve ikmâl-i âdâb-ı tarîkatla nâil-i hilâfet olmuştur.

Ba’dehû, usûlen, Bağdâd’a azîmetle, âsitân-ı muallâ-yı Sultân Abdülkâdir’e rû-mâl olmuş ve nakîbü’l-eşrâfdan da feyz-i hilâfete mazhar olarak, Basra, Hind, Horasan’a seyâhatle Erzurum’a avdet ederek hemşîrelerinin nezdinde mukîm olmuştur. Bitlis’de teehhül ile, iki oğlu bir kızı dünyâya geldiği gibi, Erzurum’da, Murâd Paşa mahallesinde dahi teehhül ettiler. Burada da, bir oğlu dünyâya gelmiştir. İsmi Tâhir idi; vefât etmiştir. Bitlis’teki mahdûmlarının isimleri Seyyid Necîb ve Seyyid Ahmed’dir. Her ikisi, nâil-i rütbe-i meşîhat olup, Bitlis’de irtihâl eylemişlerdir.

Edhem Baba, Erzurum’dan Bitlis’e gider gelir idi. Mahdûmu Tâhir vefât edince, hânesini ve eşyâsını haremine terk ile, onbeş sene kadar aradan sonra, Hicâz’a azîmet emeliyle, İstanbul’a gelip, zuhûr eden ba'zı esbâb-ı zarûriyyeye mebnî gidemeyip, burada kalmışlardır ki, 1297/(1880) senesine müsâdiftir. O zamân yetmiş yedi yaşında idiler. Bi'l-âhare bedel-i hac olarak, âhar birini Hicâz’a yollamışlardır. Eğrikapı civârında ikâmet etmişler. Emr-i dünyâya taallukları yok idi. Sultân Abdülmecîd merhûmun zamânında, kendilerine, “yurdluk, ocaklık” nâmıyla maaş tahsîsiyle kadrine hürmet edilmiş idi. Hz. Şeyh bununla geçinirdi. Peder-i mükerremleri Hz. Müştâk’dan kalan malı, fî sebili’llâh, fukarâya infâk edip, eline para geçdikçe fukarâya ibzâlden geri durmazdı. Gâyet hayır-hâh idi.

/127/ Müstakillen bir dergâhı olmayıp, sevdiği meşâyıhın tekkelerine gider, zikr ederdi. Semâ’dan zevk almış erbâb-ı vecd ü hâlden olup, sekseni mütecâviz bir sinde iken, pervâne gibi, sâatlerce döner, yorulmaz idi. Eğer kendilerini tutan olmazsa, sâatlerce, hattâ günlerce semâ’ eylerdi. Esnâ-yı semâ’da kendinden geçer, hâzırûnu vecde dûçâr ederdi. Semâdan fariğ olunca, büyük bir maşraba dolusu su getirirler, onu içerdi. Muharrem'e tesâdüf ederse, “İçmemişler ki, içeyim.” diye reddederdi. O mertebe terlediği hâlde, suyu içince herkes, Hz. Şeyh, zâtülcenb, zâtürrie olacak, ölecek zann ederdi. O hıfz-ı ilâhîde müstesnâ bir şahs-ı kıymet-dâr idi.

7 Rebîu’l-âhir 1304/(3 Ocak 1887) târîhine müsâdif bir cuma günü, seksenbeş yaşında oldukları hâlde, irtihâl-i dâr-ı cemâl eyledi. Cenâzeleri, Fâtih Câmi'-i Şerîfi’ne getirilip, namâzı cemâat-ı kübrâ ile ba’de’l-edâ, Edirne Kapısı mezâristânına götürülürken, li-hikmetin, Kabakkulak Dergâhı’nın[90] olduğu sokağa dönmekle, dergâh-ı şerîf hazîresinde defn olunmağa Hz. Şeyh’in işâret-i ma’neviyyesidir, diye burada, vedîa-i hâk-i gufrân oldular. Evvelce şeyhi olan zâta, “Bize bu dergâhda bir post ihsân buyurunuz.” diye latîfe etmelerindeki hikmet, o zamân aşikâr olmuştur.

Edhem Baba hazretleri, Aksaray’da, Şekerci Sokağı’nda, Abalı Hâfız /128/ Efendi’nin dergâhına gelir, orada semâ’ ederdi. Muharrir-i fakîr, hâtırlıyorum. Uzun saçlı, tâcı kırmızı ve siyâh müjgânlı idi. Tâcın üstüne yeşil sarık sarar ve taylasanlı gezerdi. Bazan yeşil, bazan kırmızı biniş giyerlerdi. Seksenbeş yaşında olduğu hâlde, beyâzı pek az olmak üzere kara, kıvırcık sakallı idi. Çekme burunlu, kara kaşlı, orta boylu, hakîkat bakışlı, değirmi çehreli, halîm selîm bir zât-ı âlî-kadr idi. Keşf-i kulûba mâlik, râh-ı hakîkate sâlik idi. İnkisâr-ı kalbine uğrayanlar, perîşân olmuşlardır. Erbâb-ı hâlden ba'zı zevât, Hz. Şeyh’i hîn-i semâ’da, yerden bir arşın irtifâ’da, muallakda döner görenler olmuş; nakl ederler.

Kabirlerinin üstü açıktır. Etrâfı ve üstü demir parmaklıklı olup, mezâr taşında manzûme-i âtiye yazılıdır:

Nesl-i pâk-i Kâdirî Cîlî’den işbu pâk zât

Oldu Müştâk-zâdelikle şöhre-i bây u gedâ

Kâdirî-meslek idi müstağrak-ı fi’llâh idi

Çıkmaz idi aşkdan gayri lisânından sadâ

Nûr-ı zât-ı Hakk’a bir pervâne-i sâdık olup

Bezm-i meydân-ı erenlerde dönerdi dâimâ

Nûş-ı câm-ı kevser-i vuslat ile mest ü müdâm

Devrini görsünler âhir Mustafâ vü Murtazâ

Geldi bir sît-ı esef-engîz ile târîh Nebîl

Döne döne erdi şem’-ı izzete Edhem Baba

(دونه دونه ايردى شمع عزته ادهم بابا) = 1304/(1886)

Hulefâsı:

1. Saçlı İbrâhîm Efendi,

2. Hoca Rahîm Efendi,

3. Gümüş Baba Dergâhı şeyhi İbrâhîm Efendi: Haseki’deki, Bayram Paşa Dergâhı’nda medfûndur. Kitâbe-i seng-i mezârı:

“Gümüş Baba Dergâhı post-nişîni, ârif-i bi’llâh, müştâk-ı cemâlu’llâh es-Seyyid eş-Şeyh el-Hâc Bitlîsî İbrâhîm Hurrem Efendi’nin rûhiçün, el-Fâtiha. 1315, 15 Cemâziye'l-evvel (12 Ekim 1897), yevm-i sebt )”.

4. Keşfî Osmân Efendi Dergâhı şeyhi Muhammmed Müştâk-ı Kemterî Efendi.

5. Cebbâr-zâde Süleymân Neyyir Bey.

ŞEYH MUHAMMED MÜŞTÂK-I KEMTERÎ

/129/ 1281/(1864) senesi(nde) Erzurum’da tevellüd etmiştir. Pederi, Ahıskalı Hacı Seyyid İbrâhîm Efendi’dir. Ecdâdı, Ahıska hânedanından imiş. Bi'l-âhare Erzurum’a, pederi hicret etmiştir.

Erzurum’da, Dervîş Ahmed Receb Efendi’den tahsîl-i ilm eyleyip, müşârünileyh Edhem Baba hazretlerinin Erzurum’da bulundukları zamân, dâire-i feyzine girmiştir. İkmâl-i sülûkdan sonra, nâil-i hilâfet olup, şeyhinin emriyle, İstanbul’da neşr-i tarîkata me’mûren gelmiştir. Bir müddet Fâtih civârında sâkin olup, Edhem Baba merhûmun mahdûmu Şeyh Necîb Efendi’nin, “Pederimin vâris-i esrârı budur.” diye kendilerini teşhîr etmesi, halkın teveccühüne sebeb olmuş ve Sultân Bâyezîd’de Vezneciler’de, Tekke Sokağı’nda, Derûnî Muhammed Efendi Zâviyesi karşısında, Celvetiyye’den, Keşfî Osmân Efendi merhûmun muhterık  tekke mahalline yeniden bir dergâh inşâsına muvaffak olmuştur. Dergâh, 1314/(1896) senesinde erbâb-ı aşk u muhabbete güşâd olunarak, el-hâletü hâzihî, her Cuma günü vakt-i asrda icrâyı âyîn-i tarîkat olunmaktadır.

Orta boylu, beyâzlaşmış uzunca ve müdevver sakallı, yakışıklı, uzun saçlı, halûk, fukarâ-perver bir zât-ı âlî-kadrdir.

Edhem Baba merhûm gibi, semâ’ eder ve cezbelenirse, esnâ-yı zikirde başını, taş, duvar, demir,direk gibi yerlere çarpar, huzzârı dûçar-ı haşyet eyler. Hz. Gavs’dan nasîbe-dâr-ı feyz olmayanların yapacağı iş değildir. Akıl, fen, tıp bu hâlin karşısında i’lân-ı iflâs eyler.

Hâfızalarında, hakâyıka dâir, Fârisî, Türkî pek çok ebyât vardır; okurlar. Meclisinde hep hakîkattan, ma’rifetten bahs ederler; mâ-lâ-ya'nîyi sevmezler, son zamânlarda inzivâyı ihtiyâr edip, ala’l-ekser, sâim bulunurlar. Gınâ-yı kalbe mâlik bir rehber-i tarîkattır.

Hz. Müştâk’ın Dîvân’ı hâfiza-pîrâ-yı ihtirâmıdır:

Şeyh Muhammed Kemterî Müştâk-ı envâr-ı cemâl

Zümre-i uşşâka rehber mazhar-ı feyz ü kemâl

/130/        Nâil-i zevk-i hakîkat reh-nümâ-yı ehl-i zevk

Nûr-ı kalb-i âşıkân hem peyrev-i ehl-i visâl

Neş’e-i câm-ı muhabbetle safâ-yâb olmada

Hâmil-i esrâr-ı Gavs olmuş yegâne ehl-i hâl

Reşha-i feyzinden  her dem mürde-diller cân bulur

Vâkıf-ı esrâr-ı irfân çeşme-i âb-ı zülâl

Bâis-i aşk u muhabbetdir Sumûhî kemtere[91]

Gül-şen-i irfâna bülbüldür o memdûhu’l-hısâl

Edhem Baba gibi, dâimâ Kadiri tâcıyla gezer ve meclis-i zikirde kırmızı cübbe giyer ve müjgânlı tâc-ı Kâdirî giyer. Âşık Yûnus neş’esinde nutukları vardır. Bu manzûme onundur:

Kelâmın lâubâlî olmasun dergâh-ı Mevlâ’da

Lisânın zikr-i Hak kılsun gönül şehrini tûr ile

Dört mahdûmu vardır. Büyüğü Hâfız Câvid Efendi’dir. Mahdûmlarının, esnâ-yı zikirde yeşil tennûrelerle semâ’ları enzâr-ı hâzırûnda pek hoş te’sîr-i ma’nevî husûle getirir.

Birâderleri Hacı Hâlid Ulvî Efendi, Şehremini’nde, Tekke-i Geylânî denilen dergâhın post-nişîni olup, Muhammed Müştâk Efendi’den müstahleftir. Gâyet güzel semâ’ ederler. Cezbelenirse, taşa baş ururlar. Hâmil-i sırr-ı tarîkat bir zâttır.

25 Şa'bân 1343/(21 Mart 1925)’te mahdûmu Hâfız Câvid Efendi’ye de ilbâs-ı tâc u hırka eylemiştir.

/131/ Muharrir-i fakîre, Sefîne-i Evliyâ münâsebetiyle, yirmidört beyitli bir kasîde yazmış, göndermişler. Mukâbeleten şu manzûmeyi yazdım:

Ey bülbül-i gülistân-ı Kâdirî şeyhim

Ey peyrev-i Müştâk-ı Kâdirî şeyhim

Sen andelîb-i aşk u muhabbetsin ey azîz

Sen bir edîb-i hoş-nevâ-yı tarîkatsın ey azîz

Sîmâ-yı dilfirîbine dil-bend olan mürîd

Hiç şübhe eylemem elbette olur ferîd

Nutkundan istifâde ider bendeyiz

Feyzinden istifâza ider bendeyiz

Müştâk-ı Kâdirî’ye olan nisbetin büyük

Temsîl eylediğin devletin büyük

Zevkında mündemic olmuş muhabbeti

Kalbinde âşikârdır anın nûr-ı şevketi

Bizler de Hazret-i Müştâk’a âşıkız

Aşkıyla zevk-yâb oluruz sâdıkız

Nisbetle iftihâr ideriz feyz ü şevkına

El bağlayup da ser-fürû ideriz aşkına

Necl-i necîbi Edhem aşk u muhabbete

Dil-dâdeyiz o hezâr hakîkate

Pervâne-i cemâl olup Gavs-ı A’zam’a

Yandık kemâl-i şevkle ol nûr-ı ekreme

Bâb-ı saâdetinde birer bende-i fakîr

İzzet-serây-ı şevketine abd-i müstenîr

Her ân geliyor feyz-i hubbi kalbime

Vecd ü semâ’ ile envârı kalbime

Sultân-ı lutf u keremden şefâat isteriz

Dünyâ vü âhiret andan himâyet isteriz

Meydân-ı aşk u muhabbetde eyleriz semâ’

Gül-zâr-ı âlem-i lâhûtda eyleriz semâ’

Hâlât-ı vecd ile feryâd ider gönül

Aşk-ı cemâl-i yâr ile feryâd ider gönül

Gül-şen-sarây-ı Hazret-i Gâvs’ın nedîmisin

Sen sırr-ı hazret-i aşkın harîmisin

Sen câ-nişîn-i feyz-i maârifsin ey kerîm

Ruşen-dilâna server-i mümtâzsın ey kerîm

Senden gelir  meşâmm-ı cânıma bûy-ı safâ

Ey rehber-i şefik mürşid-i sâhib-i vefâ

İbzâl-i himmet idersin bu abd-i ahkara

Memnûn-ı lutfun olan bu mürîd-i kemtere

Söyletdi nazm-ı şerîfin bu âcizi

Titretdi cezbe-i şevkin bu nâ-çîzi

Başla duâya Sümûhî-i aşk-feşân

İrsün sana da debdebe-i ârifân[92]

İrtihâli:

Bir müddet hastalanarak cümle eşyâsını tevzî’ edip, visâl-i intizârına kadar nevâfiliyle maan namâzını edâ eyleyip, 6 Zi’l-hicce 1343 ve 28 Hazîrân 1341/(1925) Pazar gecesi, sâat birde irtihâl-i dâr-ı naîm etmiştir. Ertesi günü, na’ş-ı mübâreki Fâtih’e nakl ile, namâzı ba’de’l-edâ, Topkapı hâricinde, meşhûr Hoca Neş’et Efendi hazretlerinin yanındaki lahde vedîa-i hâk-i gufrân kılındı. Son zamânlarda ziyâdesiyle riyâzât-kâr olmuş idi. (Kaddesa’llâhu sırrahû.)



[1] Hüseyin Vassâf’ın babası Ürgüplü Osman Efendi, Mısır’da vâli Mehmet Ali Paşa (1805-1848) ve İbrahîm Paşa’nın hizmetlerinde bulunduktan sonra, Mehmet Ali Paşa’nın damadı, Sadrazam Yusuf Kâmil Paşa’nın berâberinde İstanbul’a gelmiştir. Annesi Fatma Emsâl Hanım da, Mehmet Ali Paşa’nın eşi Şem-i Nur Kadın’ın hizmetinde iken onun ölümü üzerine kızı ve Yusuf Kâmil Paşa’nın eşi Zeynep Hanım’ın hizmetkârı olarak İstanbul’a gelmiştir. Böylece Hüseyin Vassâf’ın ebeveyni olan Osman Efendi ile Fatma Emsâl Hanım, kaderin cilvesiyle Yusuf Kâmil Paşa’nın İstanbul’daki konağında hizmetçi olarak bulunuyorlardı. Daha sonra Zeynep Hanım bu iki genç için, Aksaray’daki Vâlide Câmii karşısında Kovacı Dede Mahallesi, Kara Mehmet Paşa Sokağında bulunan 35 nolu binâyı satın alır ve onları burada 1281/1864 târîhinde evlendirir.

Fatma Emsâl Hanım 1880, Osman Bey ise 1890 senelerinde vefât etmiş olup her ikisi de Merkez Efendi Kabristanı’ndaki âile mezârılığında medfûndurlar.

[2] Müellifın Ali Nuri, Refia ve Mehmed Salâhaddin adlarında üç kardeşi vardır. Bunlardan Refia ve Mehmet Salâhaddin küçük yaşta vefat etmiş ve Merkez Efendi Kabristanı’na defn edilmişlerdir.

[3] Hüseyin Vassâf’ın hayâtı ile ilgili bilgiler, Sefîne-i Evliyâ’nın V. cildi sonuna müellif tarafından ilâve edilen “Tercüme-i Hâl-i Âcizî” adlı bölümden özetlenerek elde edilmiştir. Ayrıca İbnülemin M. Kemâl’in yukarıda adı geçen kitâbında da kısa bilgi bulunmaktadır. Kitaplarının büyük ekseriyeti de bu esnâda yok olup gitmiştir. Buna rağmen bir vesîleyle, o zamânki adıyla Bayezit’teki Umûmi Kütüphâne’ye beşyüz cilt kitap bağışında bulunduğunu kendisi ifâde etmektedir.

[4] Sefîne-i Evliyâ hakkında geniş bilgi ileride verilecektir.

[5] Müellif, kullandığı kaynaklıran bir kısmının yazarını belirtmiş olmakla beraber, bir kısmının sâdece ismini vermiştir. Bu durumdaki kaynakların yazarları tarafımızdan araştırılmış ve bulunanlar yazılmıştır. Buna rağmen yazarını bulamadığımız eserlerin yalnız isimlerini yazmakla yetindik. Bu yüzden sıralamayı kitap isimlerine göre yapmayı uygun gördük. (H)

[6] "Mü’min ölür de üzerinde ilim bulunan bir yaprak (kağıt) bırakırsa, bu yaprak kıyâmet gününde onunla nâr arasında perde hâline gelir ve Allâh ona, dünyânın yedi kat genişliğinde bir belde ihsân eder. (Sadaka Resûlu'llâhi teâlâ salla’llâhu aleyhi ve sellem)" (H = Hazırlayanlar)

[7] "Tarîk, tâlib ve matlûb arasında vesîle olması itibârıyla insân-ı kâmil demektir." (H)

[8] "Aşk ehli Cenâb-ı Kibriyânın nûruyla yükseldiler. Sonra bu hak tarîk, riyâ sâhipleri yüzünden yoldan çıktı." (H)

[9] "Rasûlullâh (salla’llâhu aleyhi ve sellem) buyurdu ki: Sâlihlerin anıldığı zamânda Allâh’ın rahmeti iner." (H)

[10] "Ben, beni zikredenin meclisinde bulunurum." (H)

[11] "Allâhla berâber bir mecliste bulunmak isteyen, tasavvuf ehlinin meclisinde bulunsun." (H)

[12]  "Peygamberlerin haberlerinden, onunla senin kalbini tatmîn ve tesbit edeceğimiz her çeşidini, sana kıssa olarak anlatıyoruz."  11. Hûd sûresi, 120. (H)

[13]   "İmâm Ahmed (rahmetu’llâhi aleyh) ve Tabarânî (rahmetu’llâhi aleyh) ve başkaları rivâyet etmişlerdir ki:

Resûlullâh (salla’llâhu aleyhi ve sellem) ashâbına toplu vaziyette ve teker teker telkinde bulunmuşlardır. Toplu hâldeki telkini (şöyle idi):

Şeddâd İbn-i Evs (radıya'llâhu anh) demiştir ki; Biz Peygamber Efendimiz (salla’llâhu aleyhi ve sellem)'in yanında idik. Buyurdular ki: İçinizde yabancı var mıdır? (Yani Ehl-i Kitap = Hıristiyan ve yahudî var mıdır?)

- “Hayır, yâ Resûlullâh” dedik. Derhâl kapının kapatılmasını emrettiler ve buyurdular ki: Ellerinizi kaldırınız ve “Lâ ilâhe illa’llâh” deyiniz.

Bir müddet ellerimizi kaldırıp “la ilahe illa’llâh” dedik.

Bundan sonra (Peygamberimiz): “-Ey Rabbım! el-Hamdü li’llâh. Sen beni bu cümle ile gönderdin, bu söz (cümle) ile emrettin ve bunun üzerine bana cenneti va’dettin. Elbette Sen va’dinden dönmezsin” dedi. Daha sonra (salla’llâhu aleyhi ve sellem) efendimiz bizlere: "Dikkat edin! Müjdeler olsun. Elbette Allâhü taâlâ sizi mağfiret etmiştir” buyurdular.

Peygamber Efendimiz (salla’llâhu aleyhi ve sellem)'in ashâbına teker teker telkin etmesine gelince:

Seyyidim Şeyh Yûsuf el-Gûrânî al-Acemî (radıya’llâhu anh) sahih senedi ile rivâyet etti ki:

Ali (radıya’llâhu anh), Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem)'e hitâben: "Yâ Resûla’llâh! Bana Allâhü taâlâya giden en kısa ve kulları için en kolay, Allâhü taâlâ yanında en fazîletli yolu göster.” diye bir istekte bulundular.

Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem) de şöyle buyurdular:

- Benim ve benden evvelki Peygamberlerin söylediklerinin en fazîletlisi “Lâ ilâhe illa’llâh”dır. Yedi kat gök ve yedi kat yer terâzinin bir kefesine, “Lâ ilâhe illa’llâh”da diğer kefesine konsa, “Lâ ilâhe illa’llâh”, elbette onlardan daha ağır gelir.

Bundan sonra Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem):

-Ya Alî! Yer yüzünde "Allâh Allâh" diyen bulundukça kıyâmet kopmayacaktır, buyurdular.

Bunun üzerine Ali (radıya’llâhu anh) efendimize): (Allâh teâlâyı) nasıl zikredeyiim? diye sordular.

Rasûlullâh (salla’llâhu aleyhi ve sellem) efendimiz de: “-Gözlerini kapat ve benden üç kere duyup işit, sonra sen de üç kere aynı şeyleri söyle buyurdular.

Gözlerini kapatarak ve seslerini yükselterek (üç kere söylediler). Hz. Ali (radıya’llâhu anh) de dinliyordu. Bundan sonra Ali (radıya’llâhu anh) gözlerini kapatarak ve sesini yükselterek üç kere “Lâ ilâhe illa’llâh” dediler. Resûlullâh (salla’llâhu aleyhi ve sellem) de (bunları) duyuyordu. Bu, tasavvuf ehlinin senedinin aslıdır." (H)

[14] "Dinde rûhbanlık yoktur." (H)

[15]     "Tasavvuf ilmi öyle, bir ilimdir ki, onu ancak “Hak” diye ma’rûf ehl-i fıtnat ve zekâ bilebilir, Şâhid olmayan nasıl bilebilir? Güneşin ışığına gözlerini kapatan nasıl şahitlik edebilir?" (H)

[16]  “İnsanlar, “Sûfî” kelimesinin anlamı üzerinde çekiştiler ve eskiden beri ihtilâf eylediler ve onu “sûf” kelimesinden çıkmış sandılar.

Ben bu ismi, “sâf” yiğitten gayriye haml etmiyorum. Ma’nâsı böylece, “saf" kelimesinden çıkarılarak o kişiye “sûfî” adı verilmesi uygun görüldü.” (H)

[17]     “Âlimler tasavvufun mâhiyeti ve hakîkati; tasavvuf kelimesinin hangi kökten türediği konusunda pek çok sözler söylemişlerdir. Muhakkikler topluluğunun büyük ekseriyeti “safâ” kökünden alındığına kâil olmuşlardır. Bu sebepten Cüneyd’e, sûfi’nin kim olduğu sorulduğu zamân şöyle cevap vermişti:

“Sûfî” yün giyen, safâ yani taş üzerinde bulunan ve dünyâyı ardına atan ve şerîatı-ı Mustafâ’ya tâbi olan kimsedir.

Nasrâbâdî de şöyle dedi:

“Sûfî”, gizli iç dünyâsı saf, dış hâl ve gidişi (sîreti) güzel olan kimsedir.

Şeyh Muhyiddîn-i Arabî de şöyle dedi:

Sûfî, kalbiyle Cenâb-ı Hakk’a lübbüyle de mahlûkâta karşı safî olan ve konuştuğu zamân Allâh’la  konuşan, ayağa kalkarsa Allâh için kalkan, bakarsa Allâh için bakan kimsedir:

Erbâb-ı kulûb da dediler ki: Sûfî, kibrît-ı ahmer, misk-ı ezfer  gibidir. Kıstîr’in  üzerinde saçılsa, som altın olur ve bu da Allâh’a hiç güç gelmez.” (H)

[18] "Tasavvuf, zâhir ve bâtınca mahlûkâtı görmeyi bırakmaktır, terketmektir." (H)

[19] “Tasavvuf, gönüllerin safâ yelpâzeleriyle râhatlandırılması, hâtırların vefâ örtüleriyle örtülmesi, sehâ ile ahlâklanmak ve karşılaşılan kimselere karşı güler yüzlü olmaktır.” (H)

[20]     “Tasavvuf, delikanlının üzerinde, mesihin (Hz.  Îsânın) sert bir kumaş dokumasından yapıldığı hırka olduğu hâlde, seninle karşılaşması gibi değildir.

O hırka, beyaz ve siyâh parça parça kumaşların bir araya getirilmesinden yapılmıştır. O delikanlı, hırkanın içinde, alaca karga gibidir.

Bilakis tasavvuf, ma’rûf giyimde olmaktır, ama, o giyimin içindeki kişinin her şeyi gören yaratanına huşû besleyici olmasıdır.” (H)

[21] "Mevlânâ, tasavvuf nedir, sorusuna dedi ki: Gam ve kederin gelmesinde, gönülde ferahlık hissetmektir." (H)

[22] "Âşinâlığın (tanışıklık ve dostluğun) kılavuzu aşktır. Gönül, aşktan aydınlık buldu. O (aşk), lâhut âlemi yuvasından gelme bir kuştur. Onun gıdası, gönül dânesinden başka bir şey değildir." (H)

[23] “Âşıklar, elest bezminin hulâsası (seçkinleridirler) ve dâima (Kâlû belâ) kadehinden mest durumdadırlar. Onların sözleri, câna cân kalıcıdır; makâmları da, makâm-ı Mahmûd’dur.” (H)

[24] "Kim bir müslümânın hayâtını yazarsa, sanki onu diriltmiş gibi olur." (H)

[25]  “Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın adıyla...

O zâta (Allâh’a) hamd ederek ki, onun hamdini kendi zâtından gayrisi, hakkıyla îfâ edememiştir ve kâinatın harflerini, kendi sıfatlarının mazharı kılmıştır. Zâtın şuûnunu izhârden, vasf edici âciz kalmış ve kemâl derecede noksânılığını, kelimeler silsilesini zikr etmek sûretiyle telâfi etmiştir. Şu yüce zâtın hakîkati nasıl idrâk olunabilir ki, O’nun ehadiyeti (tek oluşu) mütenevvi çokluğun kaynağıdır ve yegâneliğinin (tek oluşunun) bâtını, çift çift izdivâclarının aynıdır.

Âlim, acz ile O’nun idrâkinden bir içim su avuçlamıştır. Akıl, O’nun (mahlukâtından) tefrik edilip, ayrılmasından hüsrânla geri dönmüştür.

(Salât ve selâm), varlığın silsilesi ve cömertlik işlerinin kemâlâtının mazharı olan Hz. Muhammed’e olsun ki, yüce âlem onun parlaklığı nuruyla kâimdir ve melek (veya mülk) onun safveti denizinde susuz ve şaşkındır. Ve yine, salât ve selâm, onun mutlak cömertlik olan âline ve muhakkak kemâl sâhibi ashâbına olsun.

Bundan sonra:

Gözlerim bu sefer-i celîl ve ancak misâl olarak gösterilebilecek ay parlaklığı sebebi ile sürûrlandı.

Velîler silsilesini cem etmiş; âleme, asfiyânın misk-i anberi ile koku sürmüş; gizlilikler içinde iken kemâllerinin cemâlini ortaya koymuş; ve ehl-i safânın işâretlerini, sözleriyle açıklamış, ehl-i kulûb’un aşikâre husûsları ile, satırlar dolusu sayfaları hükümsüz bırakmış; ehl-i gaybın sünûhâtı ile sahîfeleri süslemiştir. Nasıl böyle olmasın ki, bu yapılanlar eşsiz bir cevherin eseridir. Onu vasfeden nasıl vasf edebilir ki; O Vassâf’ın tâ kendisidir yahut, kâlem onun zikrini nasıl yapsın ki; ilim ve edeb’in kıymetinden bahseden hadîsi şerîfin kâşifi odur; akıl sâhiblerinin kalblerinin reyhanıdır; rûha teselli vericidir, fütûhâtın kemâlini dilediğim kimsedir; olgun ahlâk sâhibi, Hüseyin Vassâf Efendidir. Onun kemâl güneşi kaybolmayacak; küsûfa uğramayacak; onun (parlak aya benzeyen) cemâline tutulma ârız olmayacak; (ehl-i tasavvuf) ricâlinin hakîkatlerini açıklarken, olgunluk âleminin mazharı olmaktan geri kalmayacaktır. Gizliliklerin açıklanmasında Allâh’ü taâlâ onu başarılı kılsın. Hamd Allâha mahsûstur. O’nun selâmı bütün seçkin kullarına olsun.

Bunu, kendi hattı ile yüce Mevlâsına muhtâc, İmâm-ı Âzam Medresesi müderrisi Muhammed Saîd İbn’ü Abdülkâdir el-Bâğdâdî en-Nakşibendî yazmıştır. Allâh’ü taâlâ onu affına mazhar kılsın.

12 Rebîul’evvel 1328” (H)

[26] “İmâm Ahmed b. Hanbel Müsned’inde, Bezzâz, Taberânî ve diğer bazı âlimler, hasen bir isnâd ile şöyle rivâyet ettiler:

“Rasûlullâh (Salla’llâhu aleyhi ve sellem), bir gün, ashâbından bir grup ile berâber idi. Onlara şöyle dedi: İçinizde garîb, yani ehl-i kitap olan var mı? Ashâb-ı kirâm, “Hayır, ya rasûlullâh!” diye cevap verince, kapının kapatılmasını emretti ve şöyle buyurdu: “Ellerinizi kaldırın ve (Lâ ilâhe illa’llâh) deyiniz’

Bundan sonra, Rasûlullâh şöyle buyurdu:

“Allâh’ım! Beni bu kelime ile gönderdin, onunla emrettin ve onun üzerine, bana cenneti vad ettin. Şübhesiz sen vadinden dönmezsin” Bunun arkasından Rasûlullâh (Salla’llâhu aleyhi ve sellem), “Dikkat edin, Allâh teâlâ’nın size mağfiret ettiğini müjdeliyorum .” diye ilâve etti.

İbn-i Hibbân ve el-Hakîm, merfu bir rivâyet ile, Mûsâ (aleyhi’s-selâm)’ın şöyle dediğini tahric etmişlerdir: Ey rabbim! Bana öyle bir şey öğret ki, onunla seni zikr edeyim ve sana duâ edeyim. “Bunun üzerine Cenâb-ı Hak buyurdu: “Ey Mûsâ! (Lâ ilâhe illa’llâh) de” Mûsâ (aleyhi’s-selâm): “Ey rabbim! Bunu bütün kulların söylüyor” dedi. Cenâb-ı Hak yine, “Lâ ilâhe illa’llâh” de buyurdu. Mûsâ (aleyhi’s-selâm ) da şöyle dedi. Şübhesiz senden başka ilah yoktur. Ey Rabbim! Ben, ancak bana tahsîs ettiğin bir şey murâd ediyorum.

Bunun üzerine de Allâh teâlâ şöyle buyurdu: “Ey Mûsâ! Yedi kat gök ve yedi kat yer terazinin bir kefesinde, (Lâ ilâhe illa’llâh) da bir kefesinde olsa, (Lâ ilâhe illa’llâh) onlardan ağır bâsârdı.

Tarîkat erbâbı ve bu hakîkatin sâhibleri indinde, Ali b. Ebî Tâlib’in (Kerrema’llâhu vechehû) şöyle dediği tesbit edilmiştir:

“Ey Allâh’ın rasûlu!: Bana, Allâh’a en yakın, kullarına en kolay ve Allâh Sübhânehû ve teâlâ indinde en fazîletli yolu göster”

Bunun üzerine Rasûlullâh şöyle buyurdu:

“Ey Ali! (Bunun için) hâlvet hâlinde Allâh’ı zikre devâm etmen gerekir” Ali (Kerrema’llâhu vechehû.), “Bütün kullar zikr ediyorlar” deyince, Rasûlullâh (salla’llâhu aleyhi ve sellem), “Ey Ali, Yer yüzünde, Lâ ilâhe illa’llâh diyen kimse bulunduğu müddetçe kıyâmet kopmaz” diye cevap verdi. Onun üzerine, Hz. Ali, “Ey Allâh’ın Rasûlü! Nasıl zikr edeyim?” diye sordu ve o da şöyle dedi: Gözlerini yum ve benim üç kerre söyleyeceğimi dinle. Sonra da onu üç kerre tekrâr et, ben dinleyeyim.

Rasûlullâh, üç kerre (Lâ ilâhe illa’llâh) dedi ve Hz. Ali de onu dinledi. Sonra da, Hz. Ali üç kerre (Lâ ilâhe illa’llâh) dedi. Rasûlullâh da dinledi. Hz. Ali (Kerrema’llâhu vechehû), Hasan-ı Basrî’ye telkin etti; O, Habîb-ı A’cemî’ye; o, Dâvud-ı Tâî’ye; o, Ma’rûf-ı Kerhî’ye; o, Seriyy-i Sakatî’ye; o da, Ebu’l -Kâsım Cüneyd b. Muhammed-i Bağdâdî’ye telkin etti. Allâh cümlesine rahmet etsin.

Şunu bil ki, âriflerin söyledikleri ve hakîkate vâsıl olanların ortaya koydukları ilm-i bâtın, tertemiz şerîat ve aydınlık sünnetlerdir. İbn-i Ebî Hatim, Dahhâk tarîkıyla, İbn-i Abbas (radıya’llâhu anh)’dan şunu tahric etti. İbn-i Abbas (radıya’llâhu anh) şöyle demiştir: Kur’ân bir çok ilim ve fenne, zâhir ve bâtına sâhibtir. Onun, insânı hayrete düşüren yönleri, nakz edilmemiş ve hedefine hiç bir şey ulaşamamıştır.

İmâm Suyûtî’nin el-İtkân adlı eserinde, Faryâbî’den naklen Hasan-ı Basrî’nin şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullâh şöyle buyurmuştur: Her âyetin zâhiri ve bâtını, her harfin de başı ve sonu vardır.

ed-Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs’înde, Hasan-ı Basrî’nin, Huzeyfetü’l-Yemânî (radıya’llâhu anh)’den rivâyetini merfû olarak tahric etmiştir: Rasûlullâh (Salla’llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: Cibril’e ilm-i bâtının ne olduğu sordum. O da şöyle cevap verdi: Allâh teâlâ, “O, benimle sevdiğim kullarım arasında, onların kalblerine yerleştirdiğim bir sırdır” buyurdu.

Mâlik b. Enes (radıya’llâhu anh) şöyle dedi: İlim rivâyetin çokluğu değildir. O, Allâhın kalblere yerleştirdiği nurdan başka bir şey değildir. Ondan menfaat elde etmek, kulun, nefsinin görüşünden uzaklaşıp, Allâh’a yaklaşması iledir. Bu, onun saâdetinin en uç noktası, taleb ve murâdının nihâyetidir. Ey samimi dost! Hakîkat ehlininin söyledikleri, şerîatın sözleri, tarîkatın nihâyeti, kitâbdaki bâtınî hakîkatlerin gayesi ve hakkı söyleyenlere işâret edilenlerin son noktasıdır. Tarîkatı eskimiş elbise ve insânların bir takım alışkanlıkları zannetme. Bilakis o, beşeriyet elbisesini atıp, melekiyyet örtüsüne bürünmektir.                                             

Mevlâsına muhtâc Muhammed Saîd-i Nakşibendî” (H)

[27] "Sâlihlerin zikri sırasında rahmet iner." (H)

[28] "Peygamberlerin haberlerinden sana anlattığımız bütün bu kıssalarla senin kalbini pekiştiriyoruz." 11 Hûd Sûresi,120 (H)

[29] “Bu, Rabbimin bana bir lutfudur…” 27. Neml sûresi, 40. (H)  

[30] “Ya Ebâ Zer! Sefîneni tecdîd et, yenile! Çünkü bu deryâ derin deryâdır.” (H)

[31] Hüseyin Vassâf, bu iltifâta karşılık şöyle demektedir:

Mir’ât-ı kemâl-i zâtiyelerindeki tecelliyi görmüş ve söylemişlerdir. Yoksa, bu nâkısu’l-kemâl ve kâmilü’l-vebâlde söyledikleri şeyler yoktur. İnşâllâh lutf-ı Hak’la vücut bulur, temennî ederim.

[32] Şehir isimlerinin başına harf-i târif konularak isti’mâl olunagelmiş ve galat olduğu hâlde bize kadar intikâl eylemiştir. Ba'zan Fârisî kelimeler dahi Arabîleştirilerek, mesela: Pîrü’l-gülşenî, Tarîkatü’n-Nakşıbendiyye gibi şeylerin de isti’mâl edilegeldiği görülür. Esâs i’tibâriyle doğru değil ise de, zarurî olarak nakl edilmektedir. Erbâb-ı kavâid bunu hoş görsünler.

[33] "Vâsıl bizden ayrıldı." (H)

[34]     “Gece ve gündüz, insânların birinden kalkıp, öbüründe konakladıkları merhâlelerden başka bir şey değildir. Bu gidiş, o insânları nihâyet yolculuklarının sonuna ulaştırır. O hâlde, senin üzerine her merhâle için, önceden bir azık hâzır etmen bir boyun borcudur. ” (H)

[35]    “Yâ Şeyh! Mü’minin firâsetinden korkunuz. Çünkü o, Allâh’ın nuruyla bakar." (H)

[36]     İstanbul’da Şehîd Ali Paşa Kütüphânesi’nde 1374 numaralı bir eser vardır ki, Hz. Cüneyd’in meşâyıh ile teâtî eylediği mektupları câmi’dir. Yazmadır. Pek nefis ve nâdirü’n-nüshadır. Kıymetli bir eserdir. Lehü’l-hamd mütâla’a ile karîrü’l-ayn oldum.

[37]     "Ebû Bekr-ı Şiblî’ye, birbirinize baktığınız gözle bakmayın; o öyle bir gözdür ki, baktığında Allaha’ın gözüyle bakan gözlerdendir. Her kavmin baş tâcı edilen bir şahsı vardır. Bu kavmin baş tâcı da Şiblî’dir." (H)

[38] "Allâh’ın arslanı, insânların sultânı olan Abdülkâdir-i Geylânî, 'aşk'ta (470) doğdu, 'kemâl'de (561) öldü." (H)

[39] "Ey oğul! Ey Sâlih’in babası! Allâh, senin adının baki kalmasını nasib etti. O, benim oğlum, benim ve şanı yüce olan Allâh’ın sevgilisidir. Onun, Allâh’ın veli kulları ve kutuplar yanındaki durumu, benim nebîler ve rasuller arasındaki durumûm gibidir." (H)

[40]  Hazret-i Pîr-i a’zamın esrâr-ı mi’râc hakkındaki kitâb-ı âlîleri Sirâcü’l-Vehhâc unvanlı te’lîf-i âlilerine telmihtir.

[41]  "İçim ve dışım dosttan zerrece hâli değildir. Dışım mânânın aynası, mânâ ise onun aynıdır.

Eğer bizim viran olmuş türbemize gelirsen, ciğer kanından sel basmış evimizi görürsün.

Allâh’a şükür ölmedik ama dosta ulaştık. Bizim bu mertçe himmetimize helâl olsun.

Daracık bir yer olan mezârda Allâh’a, “Ey dost! Sana âşinâyız. Senden başkası bize yabancıdır.” diyeyim

Ey Muhyî! Tecellî mumundan onun cemâli yanıyordu. Dost ise bizim mertçe himmetimize, “Aman ne güzel!” diyordu." (H)

[42] "Temiz olmadan isimleri anıldığı zamân, helâke sebep olacak zâtlar hakkında...." (H)

[43] "Günâhlarım, denizin dalgası gibi, hattâ daha fazladır. Ya da, yüksek dağ gibi, hattâ daha da büyüktür. Lâkin onlar, affettiği takdîrde, Kerîm olan Allâh indinde, sivrisineğin kanadı gibidir, hattâ ondan da küçüktür." (H)

[44] "Cevâhirü’l-Kalâid sâhibi, Mecmûtaü’l-Fezâil’den naklen şöyle zikreder:

Sûfiyyenin ileri gelen şeyhlerinden (Allâh onların cümlesinden razı olsun) şöyle işittim: Efendimiz Şeyh Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî, gavs-ı a’zamdır. Çünkü gavs zikredildiği zamân kasdedilen odur. Zîrâ o, Allâh tarafından bununla hitâb edilmiştin.

Kezâ, Risâle-i Gavsıyye’de zikredildiğine göre, kendisinden nakl edildiği gibi o, miraç gecesinde Hz. Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem)’i gördü. Bu mübârek gecede. Muhammedî mutlak velâyet ve mahbûbiyyet varisliği halkası şerefiyle şereflendi. O şöyle demiştir: Efendim (salla’llâhu aleyhi ve sellem) miraç gecesinde, miraca çıktığı ve Sidre-i Müntehâ’ya ulaştığında Cibrîl-i Emîn (kuddise sırruhû ) geride kaldı ve şöyle dedi: Yâ Muhammedi Bir parmak ucu kadar daha yaklaşsam yanarım.

Allâh teâlâ, âlemlerin efendisi olan Rasûlullâh (salla’llâhu aleyhi ve sellem)’tan istifâde etmesi için bu makâma benim rûhumu ona gönderdi. Rûhum onunla şereflendi, ondan en büyük nimeti, verâseti ve en büyük hilâfeti elde etti. Burak’ın yerine ben geçtim. Rasûlullâh üzerime binip, yularımı eline aldı. Böylece (فكان قاب قوسين أو أدنى) makâmına ulaştı ve bana şöyle dedi : Ey oğul, ey benim göz bebeğim! Benim şu ayağım, senin boynunda, senin ayakların da, Allâh teâlânın bütün evliyâlarının boynuna basmış vaziyettedir.

Abdülkâdir-i Geylânî (radıya'llâhu anh) ba'zı şiirlerinde şöyle demiştir:

Efendimle Arş-ı Mecid’e ulaştım,nurlar bana göründü ve Hak teâlâ bana ihsânda bulundu.

Yaratılmadan önce, Arşu’llâh’a nazar etti,mülkler bana göründü, beni Allâh isimlendirdi.

Bir bakışla, bana, visâl tâcı giydirildi, Arkasından da, bana şeref ve yakınlık hâsıl oldu." (H)

[45] "Gavs, bir şahıstır. Bazan kadın olması da mümkündür. Allâh teâlâ, kulları üzerine gâliptir. Gavs ise, Allâh’tan başka her şey üzerinde tasarruf sâhibidir; O cesur ve kahramandır, gayret sâhibidir; hakkı müdâfaada azimlidir; Hakk’ı söyler, adaletle hükm eder. Bu makâmın sâhibi, şeyhimiz, Bağdâdlı Abdülkâdir-i Geylânî idi. O, diğer mahluklar üzerinde gerçekten güç ve kuvvet sâhibi idi. Onun şanı yüce menkabeleri meşhûrdur. Ben onu görmedim. Zamânımızda, bu makâmda birisiyle karşılaştım. Fakat Abdülkâdir-i Geylânî, diğer işlerinde gördüğüm bu şahıstan daha mükemmel idi. Diğerlerine üstün idi. Abdülkâdir-i Geylânî’den sonra, bugüne kadar, bu makâma kimin geçtiği husûsunda bilgim yoktur. Allâh onlardan razı olsun." (H)

[46] "Mektup, sevenden sevgiliyedir." (H)

[47] "Ben gerçekten mevcûd kutupların kutbuyum. Sözüm ve hürmetim diğer kutupların üstündedir.

Her musibette ve sıkıntıda vesîle kılın bizi, himmetimle bütün her şeyden kurtarırım sizi.

Muhabbetimle, mutlu ve doğru olarak için vaktinizi, Allâh için ve ihlasla harcayanlardan olun.

Rasûlullâh, Muhammed (salla’llâhu aleyhi ve sellem.) benim ceddimdir. Ben ise Abdülkâdir’im, izzetim ve rîf’atim devâm etmektedir." (H)

[48] "Yolların daraldığı anda kapımızda dur da sen, Mirac sâhibinin ulaştığı yüceliğe eriş.

Allâh’ın bize ne kadar bol nimet verdiğini görmüyor musun? O, bizim ihtiyaçlarımızı karşılayan yegâne dosttur." (H)

[49] "Ey oğul! Allâh, bize ve sana müslümânlara yardım etmeyi nasib etsin. Âmîn."

Sana Allâh’tan korkmayı, O’na ibâdet etmeyi, şerîatına bağlanmayı, Allâh’ın hudûdunu muhâfaza etmeyi tavsiye ederim. Çünkü bizim bu yolumuz, kitap ve sünnete, gönlün selâmetine, elin cömertliğine, hayrı yaymağa, cefayı defetmeye, eziyete katlanmağa ve ihvânın hatâlarını görmemeğe dayanmaktadır." (H)

[50] "Sıkıştığım zamân hâlimi, her zorluğu kolaylığa çevirmeye kâdir olan Allâh’a havâle ederim." (H)

[51] "Her iki âlemin şahı, Şâh Abdülkâdir’dir. İnsanoğlunun baştâcı  şah Abdülkâdir’dir.

Güneş, ay, arş, kürsî ve kalem ve kalbin nûru heb Şâh Abdülkâdir’dir" (H)

[52] " Dâimâ Allâh’a yakın olmak istersen, gece pîrler dergâhının köpeği (gibi) ol.

Çünkü Geylânî dergâhının kapısında köpek olmak, arslanlar için büyük şereftir " (H)

[53] Şeyh Müştâk, kemterî-i Kâdirî bu abd-i ahkara (Sümûhî) lâkabını vermişti.

[54] "O, Şeyh Muhyiddîn b. Arabî ki, zamânında kalbleri fethetmekte en çok bilinen bir velîdir. Nitekim, onu anlayanlar, gün geçtikçe daha da çoğalmaktadır. Onun her söylediği söze îmânım tamdır. Bunun için isteyen îmân etsin, isteyen inkâr " (H)

[55] “Onun sözlerinin tamâmına olan îmânım sıhhat buldu. İstelen inansın, isteyen inkâr etsin.”

[56] "Sîn, Şın’a girince, Muhyiddîn b. Arabî’nin kabri ortaya çıkacaktır." (H)

[57] “Bu, mevcûdâtın kutbu Hz. Muhyiddîn Arabî (kuddise sırruhû’l-celî)’nin kabridir.” (H)

[58] “Ka'be hakkında nâzil olan, “Oraya giren, emîn olur.” meâlindeki 3. Âl-i İmrân sûresi, 97. âyetinin bir kısmı kasdedilmektedir. (H)

[59] Kur’ân-ı Kerîm’de, bir çok âyetin sonunda geçen ve iyi kulların vasıflarını anlattıktan sonra gelen, “Onlar için korku yoktur, mahzûn da olmayacaklardır.” ma’nâsındaki kısımdır. (H)

[60] "Ey efendim Muhyiddîn! Senin ilmin ufuklarda gökten inen yağmur gibidir. Her gizli ilmin ma'nâsı seninle keşfolunmuş, mübhem olan şeyler de gerçekten seninle açıklanmıştır." (H)

[61] "Hamd, kulunu ihlâslı âlimlerden ve nebîlerle rasûllerin vârislerinden eyleyen Allâh’a mahsûstur. Salât, doğru yoldan sapanları ve saptıranları, islâh için gönderilmiş olan Muhammed (Salla’llâhu aleyhi ve sellem)’e, onun âline, sapasağlam ve apaçık şerîatı tatbîk etmek husûsunda ciddiyet gösteren ashâbınadır.

Ey insânlar! Biliniz ki, Şeyh-i Ekber, kendisine tâbi olunan en kerîm kişi, âriflerin kutbu ve tevhîd ehlinin imâmı olan, Hatem-i Tâî kabîlesinden, Endülüslü Muhammed b. Ali el-Arabî, kâmil bir müctehid ve fazîletli bir mürşittir. Onun, insânı hayrette bırakan menkabeleri, hârikulâde hâlleri, fâzıllar ve âlimler katında makbûl bir çok talebesi vardır. Kim onu inkâr ederse, şüphesiz hatâ etmiştir ve o kişi, bu inkârında ısrâr ederse dalâlete düşmüş olur. Dalâlete düşen bu kişiyi terbiye etmek ve bu inancından döndürmek, Sultân’a vâcip olur. Çünkü Sultân, iyilikle emr etmek ve kötülükten nehyetmekle emredilmiştir.

İbn-i Arabî’nin birçok eseri vardır. Fusûsu’l-Hikem ve Fütûhât-ı Mekkiye, onun eserlerindendir.

Onun eserlerinde ba'zı meseleler vardır ki, lafzı ve ma’nâsı belli, ilâhî emre ve peygamberlerin şerîatına uygundur. Ba'zı meseleler de vardır ki, keşif ve bâtın ehli olmayan, zâhir ehlinin idrâk edemeyeceği gizliliktedir. Kim, anlatılmak istenen ma'nâyı kavrayamazsa, Allâh teâlâ’nın şu emrine göre ona, bu konuda sükut etmek düşer. “Hakkında bilgi olmayan şeyin ardına düşme. Zîrâ kulak, göz ve kalb, bütün hepsi ondan sorumlu olurlar.” (17. İsrâ sûresi, 36)

Allâh doğru yola eriştirendir. Dönüş ve varış O’nadır.

Bu yazıyı yazan, şerîata uygun karar vermiştir. Bunu, Ahmed b. Süleymân b; Kemâl yazmıştır. Her şeyin sâhibi olan yüce Allâh, onu da affetsin.(H)

[62] "Bir cevâb sûreti ki,

Şeyhu'l-islâm, melikü’l-muhaddisîn, şihâbü’l-milleti ve’d-dîn Ahmed b. Haceri’l-Askalânî el-Mısrî (rahîmehullâh) da bu ma'nâda yazmıştır. Zannedersinki daha evvelkilerin sırlarına herkesten önce vâkıf olmuştur. Şeyhülislâm Şemsüddîn Ebul Hayr Muhammed ibni Sâvî el-Mısrî ki, Şeyh ibni Haceri’l-Askalânî’nin en büyük talebesidir, (rahimehu'llâh) Fir'avun ve îmânı hakkında Fusûs’ta ve başkasında işâret edilen meseleyi kendisinden sormuş, Şeyh de şifâ verici bir cevap vermiş ve şöyle demiştir:

Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın adıyla...

Dilimi, iftirâ ve zelleden, kalbimi hatâ ve fitneden, Nebî’n Hz. Muhammed (Salla’llâhu aleyhi ve sellem.) hürmetine korurum. Onun vukû bulması, Allâh indinde mukadder olunca, Allâh bu kulundan aklını çekip alır. Bu durum düzelene kadar ona değer vermez. Bu hikmetlerle ilgili gizli bu hayır ortaya çıkınca, ölümü esnâsında, Allâh ona aklını geri verir. O da ondan ibret alır. Rabbine istiğfar eder, başım yukarı kaldırarak ölür, Hakk’a döner. Rasûlullâh (Salla’llâhu aleyhi ve sellem)’ın şu sözünün ma’nâsı budur: “Allâh teâlâ, hükmünün ve takdîrinin yerine gelmesini murâd ederse, ibret almaları için, akıl sâhiblerinin akıllarını, takdîri yerine gelinceye kadar alıp götürür, sonra da iâde eder.”

Hz. Şeyh hakkındaki kanâatimize gelince, biz deriz ki: O, sâhili olmayan, dalgalı bir denize benzer. Onun dalgalarının sesi duyulmaz. Bilakis, onun hikmetli sözleri, kalb gözü kör olanlar nezdinde, hiç bir lugatın yazmadığı, apaçık bir makâm ve hâli olmayan bir mühür gibidir. Kim onu medh ederse; onun hakkında bir bilgisi yok demektir.

Kimsenin yanında, yaratanın zâhir olduğu bir ilim yoktur. Bildiğimizi ifâde ettiğimiz ilim, Allâha yaraşmaz.

Allâh bize yeter ve o, ne güzel vekildir.

Bunu Kâmûs sâhibi yazmıştır, Allah ona rahmet etsin." (H)

[63] "Onun kitapları ve yazdıkları; cevheri bol, başı ve sonu belli olmayan coşkun denizlere benzer. Hiç kimse onun eserlerinin benzerini ortaya koyamadı. Allâh teâlâ ma’rifetiyle, onların değerinin bilinmesini, onlara tabi olanlara mahsûs kıldı. Bu eserler üzerinde göz gezdirip, mütâlâalarına devâm edenlerin, kalbleri genişleyerek müşkillerinin hâlli ve sıkıntılarının ortadan kalkması, onun kitaplarının özelliklerindendir.

Allâh, Efendimiz Muhammed’e, âline ve ashâbına salât u selâm etsin. Hamd, âlemlerin rabbı olan Allâh’a mahsûstur." (H)

[64] "Kâdi'l-kudât Beyzâvî'nin (Tefsir sahibi Kadı Beyzâvî değildir, başka bir zattır.) Muhyiddîn-i Arabî ile ilgili sözler hakkındaki cevâbı :

Bismillâhirrahmânirrahîm. Âlimlerin en fazîletlisi Ebu'l-Kâsım b. Hasan el-Beyzâvî'ye, Muhyiddîn-i Arabî'nin, Fusûs ve Fütûhât-ı Mekkiyye  gibi kitaplarındaki görüşleri hakkında soruldu : "Bu eserlerin okunması ve okutulması doğru mudur, değil midir? Bu konuda bize kâfî ve vâfî fetvâ ver." Bunun üzerine aşağıdaki  cevâbı verdi : "Muhyiddîn-i Arabî, hâlen ve ilmen tarîkat şeyhi, zâhiren ve bâtınen imâm ve fiilen ve ismen marifeti ihyâ eden bir âlimdir." (H)

[65] "Gösterişçinin bakışındaki fikre değer vermiyorum. Onun azametinden dolayı, hâtıraları altüst olmuş.

Hâlbuki öyle bir buluttur ki, ondan nûrlar damlar. Öyle yudumlar ki, onları kovalar bulandıramaz.

Onun duâları yedi kat göğü yırtar geçer. Ufuklar dolusu insânlar içinde, onun bereketi kensidini farkettirir.

Ben onu anlatıyorum; hâlbuki o benim anlattığımdan çok üstündür. Benim yazdığımı cânlandırıyor.Kuvvetle zannediyorum ki, tam hakîkati belirtemedim." (H)

[66] "İnandığımı söylediğim zamân bana bir vebâl yoktur. Düşmanlıkla haddi tecâvüz ettiğin inkârı bırak.

Vallâhi, vallâhi, vallâhil’azîm. Kim Allâh’ın delîllerini burhân olarak getirirse, menâkıbından bir kısmını zikrettiğim kişi öyle bir kimsedir ki, ne artırdımsa o onun üstüne çıkmıştır; (bu yaptığımla) noksânımı artırmış oldum." (H)

[67] Şeyh Muhyiddîn-i Arabî, Fütûhât’ta şöyle demektedir:

Kendisinde ehlu’llâhın ma’rifetinden eser bulunmayan kişiyi tahayyül etmemek için, bâtın ile zâhir arasını ayırdık. Onlar, zâhir ehli olmakla ithâm edilirler. Hâlbuki onlar, böyle değildir. Bi'l-akis onlar, her ikisini kabûl ederler.

Şeyhimiz Ebû Medyen de şöyle derdi : Zâhir ile bâtını birleştiren, amel ve i'tikâdda kâmil kişidir.

Fakîr de derim ki (Allâh beni gafletten uyandırsın): Ba'zı rü’yâ-yı sâdıkalarda Şeyh-i Ekber (kuddise sırruhû)’i gördüm. Bana doğru geliyordu. O, orta boylu, esmer tenli bir kişiydi. İhtiyârlık avurtlarını çökertmişti. O, ağzımı öptü, ben de onun ayağını öptüm. Rûh veren ve fetih kapılarını açan Allâh’a hamd olsun. İbn-i Arabî hakkında ona haksızlık eden, hattâ onu küfürle ithâm eden nice kişiler görür, nice sözler duyarsın. Öyle ki, ona küfür ithâm etmeleri, onun büyüklüğünü gösterir. Biz sûfilere göre bunun ma’nâsı, onun, putları, şiddetle inkâr etmiş olmasıdır. Bu da, îmânın ta kendisidir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de: Allâh teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Putları inkâr edip Allâh’a inanan kimse, kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa sarılmıştır.” (2. Bakara sûresi, 256)

Şeyhin ba'zı rubâîlerindeki, “Firdevs cenneti kâfirler içindir.” ve “Küfrü tamâm olmayan kişinin, hakîkati de kemâle ermemiştir.” şeklindeki sözleri bu kabildendir. Tamâmü’l-Feyz isimli eserimizde, Şeyh İbn-i Arabî hakkındaki sözümüzü daha fazla uzatmadan burada kesiyoruz.

Kıbrıs’tan dönüp, başka bir beldeye giderken, Şeyh Sadreddîn Muhammed b. İshâk b. Muhammed (kuddise sırruhû)’in kabrini ziyâret ettim. Kendi adıyla anılan câminin bitişiğindeki hücresine girdim. Burada bulunan İbn-i Arabî’nin kendi el yazısıyla yazdığı Fusûsu’l-Hikem nüshasının sırtında, kendisinin imzâsını ve yazı numûnelerini gördüm. Orada şöyle yazılıydı:

Bu kitâbı, baştan sona, onun sâhibi olan, ârif-i muhakkik, gönlü açık ve nûrlu, Muhammed b. İshâk b. Muhammed-i Konevî okudu ve konuşmak için tarafımdan ona izin verildi. Bunu Muhammed b. Arabî, 630 senesinin ilk günü (18 Ekim 1232)  yazdı. (H)

[68] "Her asırda belli bir kişi vardır. Bu asırda hayâtta olan bu kişi ise, işte benim." (H)

[69]  Biz Şam sevdâsının başı dönmüş âşığıyız.Şâm sevdâsına gönül bağlamış cân vermişiz.

Sâliha dağında mücevher hazînesi vardır.Onu elde etmek için Şam denizine dalmışız. (H)

[70] Bu babamdır. (H)

[71] Zamânı yakalamakta bizim bir devletimizin bulunduğu zâhir oluyor, güneş gibi ortaya çıkıyor ki, örtülemez.

Kim bizden ise veya bizim dediğimizi söylüyorsa, Onu müjdele! O, dünyâ ile de Ahiret ile de müjdelenir. (H)

[72] (ثم وجه الله) “… Allâh’ın vechi (zâtı, rahmeti, rızası ve nimeti) oradadır. 2. Bakara sûresi, 115.

[73] "Nerede olursanız olun, O, sizinle berâberdir." 57. Hadîd sûresi, 4. (H)

[74] "Kendini bilen, Rabbini de bilir."  (el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.262) (H)

[75] Tennûrî-zâde Menâkıbnâme'sindc Seyyid Sa’düddîn-zâde olduğunu yazmıştır.

[76]   Biz saf gönüllüleriz, kimseye kin tutmayız (kinimiz yoktur).  Halk bize düşman, ama biz herkesle dostuz.

Biz tevhîd meyvesiyle dolu ağacın dallarıyız. Eğer yoldan geçen biri bize taşlarsa utanmayız. (H)

[77] Bu ibârenin hesaplanmasından 1182 çıkmaktadır. (H)

[78] Bu ibârenin hesaplanmasından 1284 çıkmaktadır. (H)

[79] Bu ibârenin hesaplanmasından 1053 çıkmaktadır. (H)

[80] Bu ibârenin hesaplanmasından 1042 çıkmaktadır. (H)

[81] Bu ibârenin noktalı harflerinin hesaplanmasından 1208 çıkmaktadır. (H)

[82] "Şerîat ve haîkîkatın âlimi, her iki ilimde de muhakkık; velâyetin Kutbu Seyyidim Abdü'l-Ganî (Mevlâ'sı ondan râzı olsun), bu kadri yüce, hürmete lâyık sandûkada, oraya konduğundan beri kalmaktadır." (H)

[83] “Kim bana bir kere salavât getirirse, Allah da ona on katı karşılık verir.” (H)

[84] “Ben mü’minim, o ise kâfirdir.” (H)

[85] Ben öyle bir kuşum ki, her akşam ve sabâh, benim ıslığımla (ötüşüme karşı) arş dile gelir. (H)

[86] "Her nereye baksam gerçek maksadım senin yüzündür. Fakat göz yaşı ile dolu iki gözümde hayâlinden başka birşey bulamam. Hangi toprağa ibâdet kasdı ile alnımı koysam, ister Mescid-i Aksâ’da, ister râhiblerin kilisesinde olayım, taptığım ve maksadım Sen, varlığım ve secde ettiğim Sensin! " (H)

[87] "Bu Yûnus’un kabridir." (H)

[88] "Hazret-i Şeyh bana dedi ki: Bağdâd şeyhinden bir nidâ işitdim. O yüksek Şah evliyâlar pâdişâhından" (H)

[89] Ey kerem saçan sevgili benden gizlenme. Ey gönül besleyen sevgili benden incinme.

Ayrılıktan gönlü yaralanmış ve kırmızı şarabı özleyen sevgili, nefesini tut ve bizden nefret etme. (H)

[90]  Bu dergâhın bâniyesi, Hâlime Hâtun’dur. Veliyyetu’llâh’dır. Dergâh hazîresinde medfûnedir. Şeyh Mustafa Âhî Hazretlerinin zevce-i muhteremeleridir. Mustafa Âhî Efendi, Edirne Kâdirî-hânesi post-nişîni Şeyh Şâkir Efendi merhûmdan kesb-i feyz etmiştir. Meşâyıh-ı zevi’l-ihtirâmdandır. Kıbrıs’ta (?) medfûndur. Hâlîfesi bu dergâhdadır. Âhî hazretlerinin ateşde kızdırıp, başına giydiği demir tas, dergâhda mahfûzdur. Halîfesi Şeyh Muhammed Şemseddîn Efendi’nin Hırka-ı Şerîf de, el’ân ma’mûr dergâhı vardır.

Hazırlayanların notu :

Hüseyin Vassâf tarafından yazılmış olan bu dipnotta, Mustafa Âhî Efendi’nin medfûn olduğu yer sonradan yazılmış, fakat net olarak okunamamaktadır. Bu dipnot metni Hüseyin Vassâf’ın dâmâdı tarafından bir kağıda yazılarak Hıfzı (?) Bey isimli birisine gönderilmiş ve ondan bu konuda bilgi istenmiştir. Bunu beyan eden not şöyledir :

“Hıfzı (?) Bey’den bir ricâm :

 Kayınpederim Hacı Hüseyin Vassâf Bey’in Sefîne-i Evliyâ nâmındaki gayr-i matbû’ eserinde Mustafa Âhî Efendi hazretleri hakkında tesâdüf ettiğim ma’lûmâtı yukarıya derc ettim.

Yalnız medfûn olduğu yer hakkında bir ma’lûmât olmadığı gibi, burası açık bırakılmıştır. Eğer bu hususta bir ma’lûmât lutfederlerse esere bir hizmetiniz olur.”

[91] Mûmâileyh Şeyh Muhammed Müştâk-ı Kemterî Efendi, bu abd-i ahkara, ızhâr-ı âsâr-ı muhabbet edip, silsile-i Müştâkiyye delâletiyle, Cenâb-ı Gavs-ı A’zam’a nisbet-dâr etmiş ve tarîkaten, “Sumûhî” diye telkîb eylemiştir. Tafsîli, atîde, cild-i sânîde gelecektir.

Himmeti irdi Sumuhî kemtere buldu şeref

Kutb-ı aktâb-ı cihân Sultân Abdülkâdir’in

Lehu’l-hamdü ve’l-minne. Neş’e-i semâ’ ile mütezevvik olmakta ve o burhâni’l-muhakkıkînin sâye-i gavsiyyetinde semâ’ etmekteyim. Feyz ü himmetleri müzdâd olsun.

[92] Bu manzûmenin vezninde problemler vardır. (H)

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar