DOKTORDAN GERÇEK HİKAYELER
İLK İZLENİM
Tıp
Fakültesini bitirdiğim zaman, Hipokrat yemini ettirdiler ve elime bir diploma
numarası verdiler. O güne kadar ben öğrenci bir gençtim. Şimdi doktor olmuştum
ve toplum içinde bir yer edinmem, çevremle olumlu yaklaşımlar içinde bulunmam
gerekiyordu. Yalnız mesleki bilgiler yetmeyecekti. Doğrusu şu ki, nasıl
davranacağımı bilmiyordum. Aklıma Deontoloji hocamız Prof. Dr. Süheyl Ünver’e
gitmek geldi ve yanına gittim. Elini öptüm ve derdimi anlattım.
–
Hocam ! Bu gün yemin
ettim ve diploma numaramı aldım. Toplum içinde
nasıl hareket edeceğimi bilmiyorum. Biraz endişeliyim.
–
Bu yalnız senin değil,
bütün hayata yeni atılan gençlerin problemi.
Ama
senin gibi gelen çok az.
–
Ne yapmam gerekiyor?
Diye merakla sordum. Bana bir sürü kitap verdi.
–
Bunları oku ve özetle!
Bir hafta sonra kitaplarımı isterim.
Aradıkların
bunların içinde. Senin aradığın şey, “ İlk İzlenim “ dedi.
Kitapların bir kısmı da Arap harfleriyle
yazılmıştı. O yıllarda “ Eski yazı “ dediğimiz yazılı kitaplar çoktu. Bu yüzden
Eski yazıyı öğrenmiştim. Bir hafta sonra, çıkardığım özetle birlikte kendisine
gittim ve verdim. İşte o özeti biraz güncelleştirerek size de veriyorum.
İlk izlenim nedir?. İlk izlenimi nasıl güçlendirirsiniz?.
İlk izlenim nedir?.
İlk izlenim, ilk karşılaşma sürecinde, insanlar üzerinde yarattığı-
nız
etkidir. Bu sınavı herkes başarmak
zorundadır. Otuz saniye içinde, iyi ya da kötü biçimde ilk izlenim oluşur.
Kolay değişmeyen, kalıcı düşünceler biçiminde yerleşir. Tekrarı olanaksızdır.
Kötü not almışsanız, değiştiremezsiniz ya da çok zor değiştirirsiniz. Bu
nedenle, ilk izlenim sürecini bilinçli olarak, en iyi bir biçimde, kullanmak
zorundasınız.
İlk izlenim, insanların birbirleri ile kurdukları, yüz yüze, göz göze
bir iletişim sürecidir. Sözsüz
beden dili davranışlarımız ve giyiniş biçimlerimiz başlangıçtır. “ Görünce kanım kaynadı” denir. Hemen sonra, dengeli ve güvenli
duruşumuz ile jestlerimiz, dokunma ve diğer beden dili anlatımlarımız gelir. Sözlü iletişim daha sonradır.
Davranış ve görünümlerine göre, bireylere
özellikler yüklenir. En önemli ölçek, kişinin tutarlı ve dürüst davranmasıdır.
Kabul gören, beğenilen davranışların, aynı biçimde değişmeden, tekrarlanması
gereklidir. İnsanlar sizi, kendinizi
sunuş tarzınıza göre yargılar ve değerlendirirler. İlk değerlendirmeye
göre, ilişkiyi sürdürüp sürdürmeyeceklerine,o anda karar verirler. “ Bütün insanlar görünüşlerine göre karşılanır, konuşmalarına göre uğurlanırlar “. Görünüş ve tutum, içinde
bulunulan her topluluğu etkiler. Uygun dış görünüşünüz, giysileriniz, ilk izlenim
kapısından geçmenizi sağlar. “ Ye kürküm
ye “ Nasrettin Hoca fıkrasını hatırlayınız. Yerinde kibar davranışlar,
görgü kuralları, iyi eğitim, zeka ve terbiye, değerinizi çok artırır. Dış
görünüş ve giyim, kişiliğinizin algılanmasında önemli bir etken olmayı
sürdürür. İlk izlenim olarak, giyim ve görünüşün, karar vermek için, her zaman
doğru sonuç verdiği söylenemez. Her zaman giyime göre karar vermek doğru sonuç
vermiyor. Kural dışı olarak, az da olsalar, serseri kılıklı dahiler, yoksul
görünümlü zenginler görülmektedir.
İlk
izlenimi nasıl güçlendirirsiniz?.
İlk
karşılaşan insanlar, tepeden tırnağa birbirlerini süzerler ve sonra yüzlerine
bakarlar ve sonunda gözlerde kalırlar. Çevrenize
pozitif enerji saçmak istiyorsanız, bazı kurallara uymak zorundasınız.
Geleneksel olarak selam verilmesi ve verilen selamın alınması, terbiye kuralıdır. Selam, “ Barış “
anlamında,dostluğa ve saygıya çağrıdır. Genelde
kullanılan,”Günaydın “, “ İyi günler “, “İyi akşamlar “, ”Merhaba” gibi
sözcükler, hem ciddi ve hem samimi olarak algılanırlar. Eğer girdiğiniz
topluluktaki insanların tümünün bir anda ilgisini çekmek istiyorsanız,
herkesten farklı bir selamlama tarzı kullanabilirsiniz. Örneğin günaydın yerine
“Aydınlık günler” diyebilirsiniz. Ayrılırken de aynı yöntemi uygulayabilirsiniz.
Örneğin; Allaha ısmarladık yerine,”sağlıklı günler dilerim”, ”mutluluklar
dilerim” gibi bir deyim kullanabilirsiniz. Ama
geleneksel ve normal yollar,yanlış anlaşılmaya meydan vermezler ve her
zaman kabul görürler. Toplumun içine girdiğiniz zaman ayakta
duruyorsanız , “Güvenli duruş “ biçiminde kalınız. Güvenli duruş,
ayakta duran bir kimsenin ayakları arasında beş parmak kadar açıklık olacak
biçimde, ayaklarını açarak dengeli olarak durması ve omuzlarını geriye doğru
germeden, büyüklük taslamadan, başı ve gövdesi ile dik durmasıdır.
Kollar ve
eller yandadır. Güvenli bir duruş
sergileyen insanlar, diğer insanlar ile sağlıklı ilişkiler kurma yönündü
çevrelerine güven verirler. Oturuyorsanız, sandalye ya da koltuğu tam anlamı ile doldurun ve dik durun. Yeni gelen birisi ya da takdim edilen bir kişi için hemen ve her
zaman ayağa kalkın ve ayakta karşılayın. (Kadınlar ayağa kalkmak zorunda değiller.) En büyük silahınız saygıdır. Eş duyum içinde olun ve bağdaşım
içinde kalın.
Hiçbir kimse karşısında ezilip büzülmenize
gerek yoktur. Başınız dik, vakur ve saygılı olun. Onların da size saygı
gösterdiklerini göreceksiniz. Birkaç kişilik grup oluşturuyorsanız, sizin için
önemli olanlara dönük durun. Olabildiğince çok kişiye yönünüzü açık tutun, kimseye sırtınızı dönmeyin. Sırtınızı
dönmek zorunda kalırsanız, özür dileyin. Konuştuğunuz ya da sizin ile konuşan
kişiye tam olarak dönün. Siz birisi ile konuşuyorsanız,hafifce öne eğilin ve
gözlerinin içine bakarak tam ilgi gösterin.
Girdiğiniz toplumun durumuna göre ve sizin
toplumsal rol ve statünüze göre giyinmelisiniz. Bir yemek davetine kot
pantolon ile gidemezsiniz. Giderseniz ona göre karşılanırsınız. Takım elbise ve
kravat, boyalı ayakkabılar, bayanlar için uygun bir kıyafet insanlara ciddiyet
telkin eder. Temiz, düzenli ve bakımlı
olmalısınız. Herkesin güzel görünmek hem hakkıdır, hem de çıkarı gereğidir.
Güzellik suçu bile affettirir. Ayrıca,
insanın çevresinden göreceği saygı, kendisine gösterdiği özen ve saygı
kadardır.
Yüz
ifadeniz sıcak ve dostça olmalıdır. Dostça gülümseyiniz ve güler yüzlü olunuz. Gözleriniz
parlamalıdır. Karşılıklı gülümsemeler, karşılıklı iletişim kurmak isteyenler
arasında dolaylı bir anlaşma anlamına gelir. Tüm insanlara gülümseyerek
yaklaşın. İçinizden “ Sizin ile dost
olmak istiyorum “ ya da “ Sizi
seviyorum “ deyin.
Yüzünüz
aydınlanacak ve gözleriniz parlayacaktır.
Bir
insanın duygu ve düşünceleri yüzüne yansır. Düşüncelerinizi güzelleştirirseniz, yüzünüz de
güzelleşecek ve gözleriniz de parlayacaktır. İnsanların her biri ile göz
ilişkisi kurun ve konuşurken ya da dinlerken bu ilişkiyi sürdürün. Bakışlarınız
ve baş hareketleriniz ile birlikte onunla bir ahenk içine girin. Onu
dinlediğinizi, onu onayladığınızı, ona hak verdiğinizi ve saygı duyduğunuzu gösterin.
Onu
onaylamıyorsanız, onunla aynı görüşte değilseniz bile, ilk oturumda kesinlikle
belli etmeyiniz. Belli etmek zorunda da değilsiniz. “Ben bu fikirde değilim”demenin
gereği ve anlamı yoktur. Dilinize
hakim olamazsanız, olumsuz bir hava oluşturursunuz ve sonra tamir edemezsiniz.
Çok daha sonra, ancak zorda kalırsanız, düşüncenizi açıklarsınız. Hareketlerinizi sıkı kontrol ediniz. Eller
cepte tutulmaz, kollar kavuşturulmaz ve parmaklar çıtlatılmaz.
İnsanlara,
onları rahatsız etmeyecek bir yakınlıkta durun. Bu aralık, 40-100 cm. kadar olmalıdır. Bu kişisel samimi mesafedir. Genel yerlerde,
samimi aralık sınırları içinde duran insanlar rahat konuşurlar. Bunlar
birbirlerine yakınlık duyan kimselerdir. 0-40 cm.
aralığı, mahrem aralıktır.
Çok yakın kimseler içindir. Cilt
temasıyla kırk cm. aralığı kapsar. İçli
dışlı olunan, duygusal bakımdan çok yakın olan kimselerin girmesine izin
verilebilir. Zorunlu olarak sıkışık durumda kaldığınız zamanlarda nasıl
rahatsızlık duyduğunuzu anımsayın. Grup halinde iseniz, 1-2 m. İçinde kalınız. Bu sosyal aralıktır. İşlerin rahatlıkla konuşulduğu, resmi işlerin
sürdürüldüğü bir aralıktır. İki metreden başlayarak uzanan aralık, topluma açık,
tanımadığımız kişiler içindir.
Her fırsatta insanlarla bedensel teması
kullanın. El
sıkışmak, koluna, sırtına hafifçe dokunmak biçiminde olabilir. Kendiliğindenlik
ve doğallık havası taşımalıdır. Kişi bu temastan rahatsız olursa, geri
çekilerek belli edecektir. Her zaman
ölçülü ve tutarlı olmamız gerekiyor.
Konuşmalarınız
diksiyon kuralları içinde, sözcüklerin her harfi anlaşılır biçimde, orta hızda,
az ve öz olsun. Doğal ve tatlı bir ses tonu ile konuşun. En çok dinlediğiniz kadar, hatta daha az konuşun. “ Söz
gümüşse sükut altındır”. Sizi dinlemiyorlarsa, konuşmayı sürdürmeyin, hemen
susun. Dinlenmeyen konuşmacı olmak, anlamsız bir şeydir. Sesinizi kesinlikle sertleştirmeyin ve yükseltmeyin.
Kimsenin
arkasından konuşmayın ve kimse için kötü bir şey söylemeyin. En kısa zamanda,
hem de abartarak ve bire bin katarak, o kişiye götürürler. Çok zor durumda
kalırsınız. “Ben doğrusunu ve olanları söylüyorum ” diyorsanız, bu gıybettir,
dedi kodudur. Ahlak kurallarına da dinsel kurallara da aykırıdır. Olmayan,
yapılmayan bir şey söylerseniz, bu da iftira olur. Bunları kesinlikle
yapmamalıyız.
Eğer,“
Bu kadar sıkıntıya gelemem,her zaman nasıl davranıyorsam öyle davranırım”
diyorsanız, kaybeden siz olursunuz ve kendinize ihanet edersiniz. Bu kurallar
evrenseldir ve bunlara uyum sağlamak, bizim için çok önemlidir. Eski
alışkanlıklarınızı atın, yeni ve doğru davranış biçimini benimseyin.
DOKTORLUĞA İLK HEVES
1938
yılında, Dersim isyanı nedeniyle, babamı
Tunceli’ne tayin ettiler. O zamanlar
Kalan adıyla anılan sözüm ona bir ilçe merkezi, Mamiki adlı bir köyün bulunduğu
yerde kurulmuştu. Munzur Suyu ile Pülümür Çayının birleştiği yere çok yakındı.
Memur evleriyle Munzur suyu arasında, 30-40 adım kadar olan düzlükte, her evin
bir sebze bahçesi vardı. Herkes kendi istek ve gereksinimine göre bir
şeyler eker ya da ektirirdi. Tek ve uzun bir yol bağlantısı olan
Elazığ’dan sebze ve meyve gelmesi olanaksızdı. İki şehir arasında çalışan eski,
hurda kamyon, arada bir bozulur, bazı
gün gider geri gelmezdi.
Munzur,
bütün su gereksinimlerimizi karşılardı. İçme suyumuzu ondan alırdık ve oldukça
hızlı akıyordu, suyu da oldukça soğuktu.
Yaz
tatili süresince, çocuklar için bir eğitim olanağı ya da bir eğlence yeri de
yoktu. Bir bakıma, çok değerli zamanlarımız boşuna geçiyordu. Belki de kimsenin
aklına gelmiyordu. Biz de eğlenmek için, Munzur’un durgun aktığı, durgunlaştığı
yerlerde hem balık tutuyor, hem de yüzüyorduk. Çok miktarda sazan balığı vardı
ve arada alabalık tuttuğumuz da olurdu. Bizden başka, balıkları rahatsız edecek
kimse de yoktu. Sapanla kuş da avlardık. Sapan yapmak için, otomobillerin iç
lastiklerinden, parmak kalınlığında ve bir karış uzunlukta kesilen iki lastik,
taş konacak meşinden bir kısım ve ağaçtan bir çatal yetiyordu. Top oynamak
istersek, topumuzu kendimiz yapmak zorundaydık. Bez parçalarının içine bir
şeyler doldurarak top haline dönüştürüyorduk. Çünkü dış ülkelerden ithal edilen
toplar bize ulaşamıyorlardı.
Munzur suyunun
kenarlarında ve kenarlarına yakın yerlerde, uzayıp giden çimenlikler, hafif
rüzgarda yaprakları kıpır kıpır ışıldayan yabani kavak ağaçlarının gölgeleri,
bizlerin eğlence yerleriydi.
Tepeler
bodur meşe ağaçlarıyla örtülüydü ve aralarında ki yabani otlarla çeşitli
çiçeklerle birlikte, her türlü güzellikler vardı ama, insanlar yoktu.
Askeri
harekat bölgesi olması nedeniyle, uzaklara gitmemize izin verilmezdi. Kalan’da,
bir Seyyar Jandarma Alayı vardı. Arada bir alay harekata çıkar, yaralı ya da
şehit erlerle döndüğü günler de olurdu.
Babamın
vurulduğu günü şu anda anımsamak bile istemem. Dağın yamacına kurulmuş köyün
hemen altında, alayın büyük bir kışlası ve önünde oldukça büyük bir talim alanı
vardı. Bir gün, Alay Tüfekçisinin oğlu, arkadaşım Mustafa ile balık avından
dönüyorduk. Alayın talim alanında, bir çok çadırların kurulmuş olduğunu gördük.
Dikkatimi çeken bir şey oldu. Bütün konik çadırlar tek tek ya da aralıklı
olarak kuruldukları halde, bir yerde iki konik çadır bitişik kurulmuştu. Merak
ettik ve doğru oraya gittik. Birinci çadırın kapısı kapalıydı, ikinci çadırın
önünde genç bir subay sandalyede oturuyordu. Önüne gelince biz durduk. Bizi
gülümseyerek, dikkatle süzdü ve bize söz attı.
–
Çocuklar, nereden
geliyorsunuz, sakın fazla uzaklaşmayın.
–
Balık tutmaya gittik,
siz kumandan mısınız ?, diye sordum. Önce bir durakladı, sonra gülümseyerek sordu.
–
Neden böyle düşünüyorsun delikanlı?,
– Her
subayın bir çadırı var, senin iki tane.
–
Bakın çocuklar, ben
doktorum. Çadırın birinde hastaları muayene ediyorum, diğer çadırda da
istirahat ediyorum ve yatıyorum, dedi. Bizi içeri davet etmesi çok hoşumuza
gitti. Beyaz doktor gömleğini giyince, daha gururlu ve daha da yakışıklı
göründü. Öbür çadırda bekleyen bir ere seslenerek çağırdı ve emir verdi.
–
Ahmet ! Çocuklara iki
tane meyveli gazoz getir, soğuk olsun!.
– Baş
üstüne komutanım!
Masanın
üzerinde bir sürü kalın kitap duruyordu. Merakla sordum.
– Bunların
hepsini okudunuz mu?
–
Elbette okudum, okumayı
sevmeyen ve insanları sevmeyen, iyi bir doktor olamaz, diye yanıtladı. Biz
gazozları içerken de anlatmasını sürdürdü.
–
Ben Yedek Subayım,
askerliğimi subay olarak yapıyorum. Askerlik sürem bitince gideceğim ve sivil
olarak doktorluk yapacağım.
Sonra,
doktorluğun öneminden saygın bir meslek olduğundan, insanlara yardım etmenin
erdeminden söz etti. Konuşmasından çok etkilendim, kendimi o beyaz gömleğin
içinde bir an hayal ettim, içime bir coşku ve kararlılık doldu ve birden
sordum.
– Ben
de doktor olabilir miyim?
– Elbette
olabilirsin, diyerek gülümsedi ve Mustafa ya döndü,
– Sen
de olmak ister misin?. Mustafa önüne baktı,
–
Ben general olacağım. Bu
sene askeri okula gideceğim, dedi. Sonra doktor ayağa kalktı,
–
Bir insan çok ister ve
çok çalışırsa her istediğini yapabilir. Sizleri çok sevdim, tekrar beklerim.
Sonra,
benim başımı okşadı ve gözlerimin içine bakarak sordu,
– Doktor
olacak mısın?
Ben
de söz veriyormuş gibi dikleştim,
– Evet,
doktor olacağım,
–
Aferin, artık seninle
meslektaş sayılırız, seni tekrar beklerim. Sonra bizleri, büyük adamlarmışız
gibi, çadırın önüne kadar gelerek uğurladı. Bu şekilde bize değer verilmesi,
çok hoşumuza gitti. O günden sonra, ne zaman ders çalışmaktan, okula gitmekten bıksam,
–
Sen nasıl doktor
olacaksın? diye kendimi azarlardım. Sonra, o adını bile bilmediğim doktora
verdiğim, “Doktor olacağım” sözünü anımsadım. Doktor olduğumu hayal eder, beyaz
gömlek giymiş olarak, hastaların arasında gezerken kendimi görürdüm. Bu bana
güç verir, tekrar derslerime dört elle sarılırdım.
KÖPEK SEVGİSİ
Bütün
çocuklar, hangi yaşta olurlarsa olsunlar, bütün hayvanlara karşı ilgi duyarlar.
Merakla karışık bir sevgi ile yaklaşırlar. Köpekler en çok sevilenler
arasındadır. Çocuğun bir hayvanı olması, onun bakım ve sorumluluğunu
üstlenmesi, kişiliğinin gelişmesi bakımından olumlu bir etken olduğu
bilinmektedir. Hayvan beslemek bakımından ben şanslıydım. Annem ve babam
hayvanları seviyorlardı. Her zaman da evimiz uygun olmuştu. Bir kez Saka kuşu,
bir kez kedi ve iki kez köpek besledim.
İlk
okulun ikinci sınıfından üçüncü sınıfa geçmiştim. Bulunduğumuz ilçenin Beş
kavak denilen semtinde her sene panayır kurulurdu. O yıl yine panayır
kurulmuştu. Mahallemize biraz uzaktı ama, arkadaşlarla birlikte güle oynaya
gidiyorduk. Benim en çok hoşuma giden cambazın palyaçosuydu. Cambazın gösteri
yaptığı yere gidiyor ve en ön sırada yere oturup seyrediyordum. Babamın verdiği
panayır harçlığının bir kısmını palyaço alıyordu. Acayip boyalı yüzü, kocaman
kırmızı burnu, bir sürü yamalı pantolonu, kocaman pabuçları beni güldürmeye
yetiyordu. Onun söylediği “ Oy din gala “ şarkısına da bayılıyordum. “ Oy din
gala din gala / Kömür de koydum mangala/ Ayşe de Fatma dostum var/ Çalkala
boncuk çalkala. Bir de Karagöz gösterisi vardı ki, onu seyrederken girdiğim
gülme krizlerinden, zamanın nasıl geçtiğini unutuyordum.
Kurulan
panayırın arka tarafında büyük bir bahçe içinde, kocaman bir Askerlik Şubesi
binası vardı. Askerlik Şubesi Başkanı Binbaşı, ailesi ile birlikte o binada
oturuyordu. Karagöz gösterisinden sonra eve gitmeye hazırlanıyordum ki,
Askerlik Şubesinin bahçe-
sinde, annesiyle birlikte oynayan iki kurt
köpeği yavrularını gördüm. Anneleri kadar olmasa bile oldukça büyük
görünüyorlardı. Böyle bir köpeğim olmasını çok isterdim. Daha önce de köpek
beslemiştim.
Belediye
memurları zehirledikleri zaman günlerce ağlamıştım. Birden şansımı denemeye
karar verdim. Annemin verdiği kurabiyelerden birini çıkardım ve tel örgüye
yanaştım. “ Kuçu kuçu gel” diye seslendim ve kurabiyeyi tel örgüden içeri doğru
uzattım. İki yavrudan birisi, erkek olan ilgilendi ve koşarak yanıma geldi.
Uzattığım elimdeki kurabiyeyi önce yavaş hareketlerle kokladı, küçük bir ısırık
aldı sonra hepsini yedi. Bu arada bende uzanabildiğim kadarı ile azcık başını
okşadım.
Kurabiyeyi
bitirdikten sonra, daha var mı der gibi yüzüme baktı. Anlaşılan tatlı kurabiye
çok hoşuna gitmişti. Bir tane daha vardı, onu da yedi. O sırada bir er dışarı
çıktı ve bütün köpeklerle birlikte onu da çağırdı.
–
Kurt buraya gel!
Yavru köpek şöyle bir yüzüme baktı ve
koşarak gitti. Arkasından baktım kaldım. Ama ben bu kurdu çok sevmiştim. Adını
da öğrenmiştim. Okullar henüz açılmadığı için, ertesi günü daha erken gittim.
Henüz köpekleri dışarı çıkarmamışlardı. Bahçede ağaçlardan birini budayan bir
asker ağabeye seslendim.
– Asker
abi ! köpekler ne zaman dışarı çıkacak?
–
İkindiden sonra.
–
Birisini istesem
kumandan bana verir mi?
–
Ne diyorsun sen
delikanlı, mümkün değil. Köpeklerden biri hastalandı da, ta Bolu’dan Baytar
geldi. Alim Allah bizden daha kıymetli her biri.
Anladım
ki, istemekle değil ancak kaçırmakla elde edebilecektim. Cebime doldurduğum
kurabiyeleri okşayarak beklemeye baş-
ladım. Daha önce durduğum yerde duruyordum.
Belki beni daha kolay bulur diye düşündüm. Tel örgünün altını da biraz eşeledim
ve bir büyük köpeğin geçebileceği kadar bir yer hazırladım. Köpekleri dışarı
çıkardıkları zaman, yere yattım ve onları gözlemeye başladım. Askerler içeri
gidince, ayağa kalktım ve beni görmesi için beklemeye başladım. Beni görünce
elimi uzatıp kurabiyeyi gösterdim. Koşarak geldi.
Verdiğim
kurabiyeyi iştahla yedi. Sonra eğildim ve ikinci kurabiyeyi, eşelediğim çukurun
dışından, elimi içeriye doğru sokarak gösterdim. Hemen dışarı çıktı. Kurabiyeyi
göstererekten yürüdüm. Önce şöyle bir durakladı, geriye bahçeye doğru baktı,
sonra benimle birlikte geldi.
Evimize
gelinceye kadar bütün kurabiyeleri yedi.
Evimiz
eski bir ağa eviydi. Elma armut ve şeftali ağaçları ile dolu kocaman bir
bahçesi, alt katında bir ahır ve ahırın önünde de bir köpek kulübesi vardı.
Onun önüne oturdum, köpeğin başını kucağıma aldım. Başını gıdığını okşadım,
ayakkabı fırçasıyla vücudundaki tüylerini, patilerini hafifçe fırçaladım. Çok
keyiflendi. Biz böyle sevişirken annem bizi gördü ve yanımıza geldi. Köpeğin
başını okşadıktan sonra,
–
Bunu nereden buldun? Bu
soylu bir kurt köpeği. İyi de bakmışlar.
–
Panayır yerinde buldum.
–
Ararlarsa verirsin.
Şimdilik kalabilir. Ben şimdi ona et suyuna yaptığım çorbadan vereyim. Dedi ve
benim başımı da okşadı, başka bir şey söylemedi. Kaybolmuş bir köpeği bulduğumu
sandılar. Babam da gördü ve sevdi ve annemin sözlerinden sonra bir şey demedi.
Küçük kız kardeşim ise bayıldı.
–
Ay ne kadar güzel köpek!
Benimle de oynar mı?
–
Tabi oynar.
–
Odamıza götürelim mi
abi?
– Kız sen deli misin? Annem
köpekleri sever ama evin içine sokmaz.
O gece iki defa yanına gidip oturdum. Ben
yanından ayrılınca, ağlarmış gibi sesler çıkarıyordu. Yalnızlığa alışık
değildi. İkinci gidişimde, tüylerini okşayarak yanında oturdum. Oturduğum yerde
ve onunla birlikte uyumuş kalmışım. Böylece Kurt bizim eve yerleşmiş oldu. Bir
kaç geceden sonra artık ağlamadı. Ben de bazı geceler bir kez kalkıp yanına gidiyor ve seviyordum.
Kocaman bahçede, sabahtan akşamlara kadar günlerce oynadık. İki arka ayağının
üzerine kalkıp, ön ayaklarını birer
omzuma koyunca, boyu benden uzun olmaya başlamıştı. Onu çok seviyordum ve onu
kaybetmekten korkuyordum. Onu yanımda görürlerse alırlar ya da kendisi kaçar
diye, sokağa çıkamıyordum.
Birkaç
gün sonra, bahçede oynamaktan sıkıldık, kırlara doğru gittik. Çitlembik
ağaçlarının dibindeki yeşil çimenlerin üzerinde onunla top oynadık. Bezden
yapılmış topumuzla kaleye şut çekiyordum. O da topu dişleriyle ısırıyor ve
getiriyordu. Her şeyi çabuk öğreniyordu. Babamın uyarısı üzerine, verdiğim
komutları, elimle de işaret ederek güçlendiriyordum. Başardığı zaman da severek
ödüllendiriyordum.
Aradan
bir aydan çok zaman geçmişti. Arayan ya da soran olmamıştı. Evdeki herkes de
ona alışmış ve benimsemişti.
Okul başladığı zaman, ilk gün benimle
birlikte okula kadar geldi. İçeri girerken ona git komutu verdim. Gideceğini
düşündüm ve içeri girdim. İlk dersten sonra bahçeye çıkınca beni beklemekte
olduğunu gördüm. O kadar duygulandım ki tarif edemem. Birbirimize sarıldık ve
onunla gurur duydum. Hiç kimsenin böyle candan ve güçlü bir arkadaşı yoktu.
Bütün çocuklar etrafımıza toplandılar.
Kendisine dokunana da bana dokunana da
kızıyor hırlıyordu. Zil çaldı tekrar içeri girerken ona yine git komutu verdim.
Böylece okulu da öğrendi. Bazı günler beni almaya, okula bile geliyordu. Bütün
okuldaki çocukların ve öğretmenlerin sevgilisi olmuştu. Ama bu sevgi, bize
iyilik getirmedi. Askerlik Şubesi Başkanı Binbaşıya kadar haberi gitti.
Bir akşam, Binbaşı iki er ile birlikte
evimize geldi. Annem ve babamla konuştuktan sonra,
–
Kusura bakmayın! Size
bırakmak isterdim ama, ben ve çocuklarım da bu köpekleri çok seviyoruz.
Köpeğimin gözlerin bağlayıp götürdüler. Ben
ve kız kardeşim ne kadar çok ağladıksa da para etmedi. Babam bile üzüntüyle
karışık söylendi.
–
Ağlamayın çocuklar,
onların köpeği ne yapabiliriz, dedi.
Evdeki matem ancak iki gün sürdü. Okulda
ilk ders sonu zil çalınca, öğretmenimize bir şey sormak için sınıfta kalmıştım.
Önden çıkan çocuklar koşarak geldiler,
–
Kurt gelmiş, seni
bekliyor dediler. Hemen kapıya doğru koştum. Beni kapıda görünce koşarak geldi
ve üzerime atladı. Birbirimize sarıldık, gözümden yaşlar boşandı. Öğretmenimiz
de merakla dışarı gelmiş, arkamda duruyordu. Yüzüne baktım.
–
Eve gidebilirsiniz, dedi.
–
Kurt ile birlikte babama
gittik. Babam da heyecanlandı ve sevindi ama yine de Binbaşıya telefon etti.
– Binbaşım,
Kurt bize geldi.
– Gelen
yanıt sevindiriciydi.
– Ne
yapalım, Kurt sizi seçti. Sizinle mutlu olsun.
SAHAFLAR
ÇARŞISI
Arapça
“ Sahhaf “ , eski kitap alıp satan kimse anlamında olan bu sözcükten, Türkçe’ye
“Sahaf” olarak geçmiş bir sözcük karşısındayız. Lise ikinci sınıfında olduğum
sıralarda bir gün, arkadaşım Turan’ın Arapça harflerle yazılmış bir kitap
okuduğunu görünce ben de heveslenmiştim. Çünkü o yıllarda ( 1944), Halk
Evi Kütüphanesindeki kitapların % 75
kadarı Arapça harflerle yazılmış durumdaydı. Tatile de çok az bir zaman
kalmıştı. Turan’a rica ettim,
– Bana
da öğretir misin?
–
Seninle uğraşamam, demişti.
O zamana kadar Sahaflar çarşısından
geçmiştim ama, hiç dikkat etmemiştim. Ne kadar çok eski kitap varmış meğer.
Rast gele bir dükkana girdim. Yaşlı, Sünneti Şerif üzere kesilmiş ak sakallı
bir adam, gözlüklerinin üzerinden bakarak, güler yüzle,
–
Buyur evlat, ne istiyorsun?
–
Bana eski yazı bir
Alfabe verebilir misiniz?
–
Ne demek, hem de
severek, dedi. Okumakta olduğu kitabı masasına bıraktı ve ayağa kalktı. Küçük
bir merdiveni raflardan birine dayadı. Raftan iki ayrı cins kitap aldı ve
merdivenden inerek yanıma geldi, gözlüklerinin üzerinden bakarak,
–
Bak evlat! Bu elif ba.
Yani sana göre alfabe. Bu da okuma kitabı. Bir zorlukla karşılaşırsan bana gel.
Severek sana yardım ederim.
–
Kaç para vereceğim?
–
Para istemiyorum, yeter
ki sen öğren!dedi.
Gösterilen bu yakınlığa hem şaşırmış hem de
duygulanmıştım. Elini öpmek istedim ama, elini vermedi. Her gün okuldan sonra
bu Sahaf Dedeye uğradım. Arap alfabesinde olup da Türkçe alfabede olmayan,
ayın, tı, zı gibi harflerden sıkıntılarım oldu. Birlikte çalıştık ve evde de
annem, babam yardım ederiz dediler. Böylece bir haftada okuma kitabını okumaya
başladım. Birden dünyam değişti sanki, bir dil öğrenmiş gibi, yeni bir dünya
keşfetmiş gibi oldum. Kendime güvenim arttı. Okuma hevesinden okuma
alışkanlığına geçtim. Halk Evi Kütüphanesindeki kitaplardan istediklerimi,
örneğin; Yazar Kerime Nadir Hanımefendinin bütün aşk romanlarını okudum. O günlerden hatıra, bir Fransızca lügatim
var. 1322 Hicri, 1905 Miladi tarihli, Şemsettin Sami Bey tarafından yazılmış, 2238 sayfa.
Bu
gün de, vakit buldukça Sahaflar çarşısına gidiyorum. Ama ne o eski kitaplar
kalmış ne de o sahaflar çarşısı.
OTOPSİ
ÇIRAKLIĞI
Tıp fakültesi öğrencilerinden pek çoğu,
üçüncü sınıfa geçtikleri yaz tatilinde, bazen daha önce, bulundukları yerin
Devlet Hastahanelerine devam ederek bir şeyler öğrenmeye çalışırlardı.
Gerçekten de istekli ve meraklı olanlar çok şey öğrenirlerdi. Doktor ağabeyler
de hoş karşılarlar, müşahede almak gibi benzer işler gösterirler, yatan hastaların
vizitlerinde de, önemli gördükleri hastalar hakkında bilgi verirlerdi. Bu bir
tıbbi gelenek olarak sürüp gidiyordu. Hemşire Hanımlar da bize çok iyi
davranırlardı. Öğle yemeklerinden sonra içilen kahveler, edilen sohbetler,
harikaydı. Onlardan, iğne yapmak dahil, çok şey öğrendiğimizi söyleyebilirim.
İyi bir hemşirenin, bir doktor için ve bir hastahane için ne kadar önemli
olduğunu, bu yakınlaşmalardan sonra, daha iyi anladım ve hiç unutmadım.
Devlet
Hastanesinin Baş Hekimi, Dahiliye Mütehassısı bir ağabeydi. Birlikte hasta
başında bulunduğumuz bir gün,”Hükümet Tabibi İsmet Bey sizi görmek istiyor”
dediler. “Gelsin”demesi üzerine,otuz yaşlarında, genç bir adam yanımıza geldi.
El sıkıştılar, sonra hemşire hanım ile beni takdim ettiler. Karşılıklı hatır sormalardan
sonra, Hükümet Tabibi,
-İzninizle,
hastanenizin morgunda otopsi yapacağım. Yardımcım yok, sizde de yardım edecek
uygun bir kimse bulamadılar, yardımınızı rica ediyorum, dedi.
Baş
Hekim doktor ağabey bir an düşündü ve sonra bana baktı. Anladım,
-Baş
üstüne, ben giderim, dedim. En azından bir şeyler öğreneceğimi düşündüm.
Gerçekten de çok şey öğrendim.
Doktor İsmet ağabeyle birlikte morga indik.
Morgun kapısında, başı ipek bir eşarpla yarı örtülü, bacaklarında ipek
çoraplarla şık giyimli, ama biraz fazla boyalı, genç bir kadın bekliyordu.
Ağlamaktan gözleri kızarmıştı. “Ölenin yakınlarından biri her halde”diye
düşündüm. İçeri girdik, beton masada bir ceset vardı. Sarılı olduğu çarşafı
açtık, 60 yaşlarında, çıplak bir erkekti. Saçları ve bıyığı kırlaşmış, gözleri
kapalı, derisi bal mumu gibi sararmış durumdaydı. Sarılı olduğu çarşaf, yerli
dokuma ve etrafı bir karış uzunlukta, yerli yapımı, dantel gibi bir örgüyle
çevriliydi. Doğrusu hepimiz, çarşafın danteline
hayran kaldık. Harika bir sanat eseri görünümündeydi. Cumhuriyet
savcılığı Baş Katibi ile birlikte, elinde daktilo makinesi olan bir Zabıt
Katibi de geldi. Bir kenara bir masa ile iki sandalye koydular.
Hazırlıklarını
tamamladılar. C.Baş Katibi tarafından hem ifade alınacak ve hem de doktorun otopsi
raporu yazılacakmış. Otopsi yapılırken, Savcı ve hakimlerden birinin bulunması
gerekiyorsa da, başka vazifeleri olduğu zaman, Savcılık Baş Katibini
göndermeleri olanaklıymış. Otopsi aletlerinin bulunduğu, otopsi çantasını temin
etmek de adliyenin vazifesiymiş. Otopsi çantasını açtık, bir çift ameliyat
eldivenini doktor ağabey giydi ve yedek olarak bulunan bir çiftini de bana
giydirdi. Biz otopsi hazırlığı yaparken, kadını içeri aldılar ve Baş Katibin
sorduğu sorular doğrultusunda, kadının ifadesini, Zabıt Katibi daktiloda yazdı.
Kadın şöyle anlattı.
–
Ben umumhanede sermaye
olarak çalışıyorum. Bu adam gecelik kalmak üzere geldi. Kendisi başka bir
vilayetten kendir almak için gelmiş. Dün akşam, getirdiği yiyecekleri,
çerezleri yedik, küçük bir şişe de rakı içtik. Tansiyonum yüksek ama, bu günlerde çok iyiyim dedi. Hoş sohbet
kibar bir adamdı. Sonra, soyunarak yattık. Cinsel ilişkiye girdi, biraz hareket
etti ve birden yan tarafa yıkıldı. Gözleri açık, hareketsiz kaldı. Çok korktum,
bütün gücümle haykırarak herkesi ayağa kaldırdım. Bütün ev halkı, patron dahil,
odaya doldular. Hiçbir şey-
ine el sürmeden polislere haber verdik.
Zaten ben ölüden çok korkarım, bir de adam üstümde öldü. Aklıma geldikçe
çıldıracak gibi oluyorum. Allah’ım nedir bu başıma gelenler, dedi ve ağlamaya
başladı. Baş Katip,
–
Ağlama hanım, senin bir
kabahatin yok, dışarıda bekle, şu güzel çarşafını da al kirlenmesin. Kadın,
–
Çarşafı düşünen kim
Başefendi, ben canımın derdindeyim, dedi. O zamana kadar biz de hazırlanmıştık.
Ben, doktor İsmet ağabeyin istediği, bisturi, testere, çekiç gibi aletleri
vermek üzere hazır bekliyordum. O bir
taraftan muayene ediyor, bir
taraftan kesiyor ve bir taraftan da zabıt Katibine yazdırıyordu. Ben de
dikkatle yapılanları izliyor, öğrenmeye
çalışıyordum. Yazdırma işlemi, kafa
tası, göğüs boşluğu, karın boşluğunun açılması ve görülenlerin yazdırılmasıyla
sürdü.
Sonuç
olarak, Dr. İsmet Ağabey şöyle yazdırdı; “Cumhuriyet Savcılığının
isteğiyle,otopsi yapılan kişinin, kalpten çıkan büyük atar damarında (Aort
damarı) bulunan bir anevrizmanın, fazla heyecan ve yüksek tansiyon nedeniyle
patlaması sonucunda, ani olarak vefat ettiği kanaatını, bildirir rapordur”.
Bu
rastlantı benim için tam bir Adli Otopsi dersi oldu. Tıp Fakültesindeki
hocalarımızın söylediği gibi hekimliğin bir “Usta-çırak “ işi olduğuna inandım.
Daha sonra, her ne zaman otopsi yapmak zorunda kalsam, Dr. İsmet ağabeyin yaptıkları gözümde canlandı, söyledikleri
kulaklarımda yankılandı. En kolay öğrenmenin, yaparak ve yaşayarak öğrenmek
olduğuna bir kez daha inandım. O zavallı sermaye kadının halini de hiç unutmadım.
MEZARLIK
SOYGUNU
Tıp
fakültelerinin ikinci sınıfında, Anatomi dersinin bir bölümünde, Osteoloji
(Kemik bilgisi) adıyla bir ders vardır. İnsanın vücudundaki bütün kemikler,
Latince (Ya da İngilizce)adlarıyla birlikte, bütün yüzeylerinin Latince adları,
hangi kemiklerle eklem yaptığı bir bir öğretilir. İnsan üzerinde nasıl durum aldığını, nerede ve
nasıl durduğunu da belirtmek zorundasınız. Bunu öğrenmeniz için de en kolay
yol, kemiği elinize almanız, elinizde evire çevire her yönüne bakmanız gerekir.
Resimler çok zaman yeterli olamaz. En azından bir kafa tası üzerinde çalışmanız
yararlı olacaktır. Kafa tası üzerinde, bir çok damar ve sinirin girip çıktığı,
bir çok delik vardır. Her bir deliğe tel sokarak, gittiği yeri görmenizde yarar
vardır. Daha büyük sınıflardan satın almak olanaklıydı ama, kemik piyasası
oldukça yüksekti ve bize ailemizden gönderilen bir aylık harçlığımızdan daha
çok para istiyorlardı. Çoğumuz dar gelirli ailelerin çocuklarıydık.
Bir
doktor ağabeyimizden öğrendiğimize göre, bazı toplum kesimleri ölülerini, kendi
aile mezarlıklarında tabutlar içinde bırakıyorlarmış. Bunu öğrenince, o
mezarlıklardan herhangi birinden kemik hırsızlığı yapmaya karar verdik. Üç
arkadaş, kemikleri koymak üzere, çamaşır torbalarımızı yanımıza alarak yola
koyulduk. Bir yere kadar tramvayla gittik, sonra biraz yürüdük. Gittiğimiz ve
gördüğümüz bazı mezarlıklarda, bekçiler göz açtırmıyorlardı. Sonunda Yasak
Askeri Bölge içinde bir mezarlık bulduk. Bitişiğinde bir cephanelik vardı ve
başında silahlı bir asker nöbet bekliyordu. Mezarlıkta bekçi gibi bir kimse de görünmüyordu.
Arkadaşımız Bülent, girişken, kibar bir
Erzurumluydu. Askere yaklaştı ve onunla konuştu.
–
Hemşerim, ben
Erzurumluyum, burada doktorluk mektebinde bu arkadaşlarla birlikte okuyorum.
Üçümüze de insan kemiği çok lazım. Kırığı çıkığı başka türlü öğrenemeyiz. İzin
verirsen mezarlığa girip insan kemiği
alacağız. Polisten, bekçiden korkuyor. Asker gülümseyerek karşılık verdi,
–
– Ben de Erzurumluyum hemşerim, hemen girin
ve alın. Bekçiden de korkmayın. Ben sizi beklerim, dedi.
Sevindik
silahlı bir de bekçimiz vardı ve demir parmaklıktan atlayarak içeri girdik.
Hemen oradaki bir mezarının beton kapağını açtık. İçeride tabut yoktu, birkaç
tane kafa tası, duvarlardaki raflara dizilmişti. Bizim gereksinimlerimizi
karşılamıyordu, beğenmedik. Ayrıca bize, uzun zaman önce ölmüş, yalnız
kemikleri kalmış olanlar gerekiyordu. Diğer bir mezarın beton kapağını açtık.
İçeride üst üste yığılmış tabutlar vardı. Aradığımızı bulmuş gibiydik ama,
bakalım tabutların içi ne durumdaydı. Bir insan boyundan daha yüksek olan
mezara kim inecekti. Kura olarak kırık çöp çektik, bana çıktı. O anki heyecanla duvara tutunup
sarkarak aşağıya indim. En üstteki
tabutun kapağını açtım, tek bir lastik eldivenimiz vardı, onu sağ elime giydim.
Üzerindeki kumaş parçalarına bakılırsa bir kadına aitti. Tam istediğimiz gibi,
kemikler dizilmiş duruyorlardı. Kemikleri, Bülent’in çamaşır torbasına
doldurdum ve
–Al
sana bir hanımefendi! diye yukarı verdim.
İkinci
tabutun içini de diğer arkadaşım Tacettin’in torbasına doldurup,
–
Al sana bir beyefendi!
Diye yukarı gönderdim.
Üçüncü tabut bir erkekti ve onu da kendi
torbama doldurduktan sonra yukarı çıkmam biraz zor oldu. Boş tabutları üst
üste, bin bir güçlükle koydum ve ancak arkadaşların da yardımıyla çıkabildim.
Askere teşekkür ederek ayrıldık.
Yurda geldikten sonra
akşam, Nöbetçi doktor ağabeye durumu anlattık. Bize ne yapacağımızı şöyle anlattı. – Her birinizin kemiklerini ayrı olarak,
bir teneke içinde, kireç kaymağıyla, en az yirmi dakika fokur fokur kaynatın.
Çıkardıktan sonra iyice durulayıp
kurutun. Her kafa tasının içine, ağzına kadar nohutla doldurup üstüne su dökün
ve sabaha kadar bekleyin. Nohutlar şişerken, kafa kemiklerini yavaşça
birbirinden ayırırlar. Başka türlü ayıramazsınız, kırılırlar. Mezarlık
konusunda yaptıklarınızı da kimseye söylemeyin, hem suçtur hem de adınız mezar
soyguncusuna çıkar, dedi.
Dediklerini
yaptık, üçümüz birer kemik takımı sahibi olduk. Kemiklerin gerçek sahipleri,
vefat etmiş olan o insanlara dua ediyorum.
– Allah taksiratlarını affetsin, Allah
kendilerinden razı olsun! Bize büyük bir iyilikte bulundular ve bence büyük
sevap kazandılar. Yalnız bu olayda,Tacettin’in çenesi durmamış olacak ki,
mezara inerek kemikleri alan ben olduğum halde, onun adı “ Mezarcı Tacettin ”
kaldı.
PROFESÖR
AHMET AĞA
Tıp
Fakültesinde okuduğumuz yıllarda Patoloji Profesörümüz, Schwarts adında
saygıdeğer bir hocaydı. 1933 de Adolf Hitler Almanya Başbakanı
olunca,Yahudilere ve bazı bilim adamlarına karşı olumsuz tavır takınmış ve
bunun üzerine Almanya da bulunan bir kısım bilim adamı gidecek ülke aramışlar.
1932 yılında da Türkiye’de, Medrese durumundaki yüksek öğretimden, Avrupa
düzeyinde bir Üniversite öğretimine geçiş için, çalışmalar yapılıyormuş.
Atatürk’ün önderliğinde, bütün Almanya da ki bilim adamları, İstanbul
Üniversitesi için davet edilmişler.
Üniversitenin
bütün Ana Bilim dalları,Yahudi kökenli ya da göç eden, Alman profesörlerle
doldurulmuş. Bunlar harika hocalar ve değerli insanlardı. Aklımda kalanlardan
Dahiliye Profesörü Frank, müthiş bir klinisyendi. Hastalıkları örneklerle
anlatırdı. Fen Fakültesine gelenlerden, Botanikçi Heilbron, Fizikçi Zuber,
Biyokimyacı Hawrovich ve en enteresanı da Curt Kosswig idi.
Kosswig
1937 de Zooloji kürsüsü başkanlığına geldikten sonra, Kuş cenneti ve Milli
Parklar kurulmasında büyük hizmetler etmiş ve Türkiye’ye yerleşmişti. Bir
seyahati sırasında, Hamburg’da vefat etmiş olmasına karşın, vasiyeti üzerine
Türkiye’ye getirilmiş ve Aşiyan mezarlığına gömülmüştür. Allah ondan razı
olsun.
Schwarts,
Alman terbiyesinde yetişmiş, disiplinli, çalışkan bir hocaydı. Karşısında,
“Hazır ol” vaziyetinde duran, çalışkan, saygılı öğrenciler isterdi. Askeri
Tıbbiyeli öğrencilere karşı ayrı bir ilgisi ve sevgisi vardı. Onların az da
olsa dalga geçmelerine göz yummaz
hemen, ”Sayın general bu konuda ki fikriniz
nedir”diye uyarırdı. Dalga geçen diğer öğrencileri de uyarırdı. Kendisi en çok
sevilen hocalardan biriydi. Patoloji dersi de en ağır derslerden biriydi. Ne
yazık ki bir kitabı yoktu. Derme çatma notlarla bu işi yürütmek ve derslere
giderek not tutmak zorunda kalıyorduk. Önce yazılı sınav oluyordu.
Ayrıca,Patoloji laboratuarında kavanozlar içindeki organları ve onların
mikroskobik preparatlarını, sınavlarda tanımak
zorundaydınız.
Patoloji
Laboratuarının patronu, Ahmet Ağa adında bir hademe idi. Köyden gelmiş ve patolojiye hademe
olmuş, okula gitmemiş ve ancak biraz
okur yazardı. Kavanozlar içindeki bütün
preparatları tanıdığı gibi, mikroskobik preparatları da tanırdı. O
konuda hangi profesör, ne zaman ve ne demişse, hepsini bilir ve söylerdi.
Olağan üstü bir belleği olduğu söylenebilirdi. Preparatları öğrenmek için,
akşamları patoloji laboratuarına gider, Ahmet Ağadan ders alırdık. Geç
vakitlere kadar bizi bekler ve bilemediğimiz, tanıyamadığımız şeyleri
anlatırdı. Giriş bir liraydı ve o bir lirayı da veremeyen arkadaşlarımız
olurdu. Durumunu anlatanlara bir defa için, sesini çıkarmazdı. Onun
belleğindeki inanılmaz güç hepimizi şaşırtırdı. Bir keresinde, arkadaşımız
Tacettin sordu,
–
Bu kadar şeyi yazmadan,
nasıl aklında tutuyorsun. Ahmet Ağa bir an duraladı ve sonra,
–
Siz galiba öğrenmesini
bilmiyorsunuz. Önce öğrenmek isteğiyle yanıp tutuşacaksınız. Aklınız baktığınız
preparatta ya da okuduğunuz kitapta olacak. Kızları düşünmeyi başka zamana
bıraka -
caksınız, buraya iş olsun diye
gelmeyeceksiniz. Eğer Mekke’ye her giden hacı olsaydı, develer de hacı olurdu.
Dikkat edeceksiniz, baktığınız her şeyin, gözünüzle resmini çekeceksiniz ve o
resim kafanızın içinde kalacak. Gördüğünüz ya da okuduğunuz şeyleri birkaç kez,
kafanızda canlandıracaksınız, evirip çevireceksiniz.
Ben
bir şey dinlerken, kendi kendime şöyle derim,”Oğlum Ahmet, kulağını aç, iyi
dinle, bir daha unutma”. Sonra, o dinlediğim ve söylenen sözler kafamın içinde,
bozuk bir gramofon plağı gibi tekrar tekrar dönerek çalar ve sonra plak rafa
kaldırılır. Siz ya da hoca o konuyu sorunca, plak raftan iner, gramofona konur
ve sahibinin sesiyle dönmeye başlar, dedi.
Böylece
öğrenmenin püf noktasını da bellemiştik ama, bilmek başka, öğrenmek başka.
Bir gün Ahmet Ağa, bir kalp krizi sonu
vefat etti. Merasim için cenazesi, Patoloji Enstitüsüne getirildi.
Dershanelerden, kütüphanelerden duyarak gelenler o kadar çok oldu ki, yarısı
salonun dışında kaldılar. Çoğumuzda adamın hakkı vardı. Hepimiz çok üzülmüştük
ve hocamız Schwarts da çok üzülmüştü. Tabutun baş tarafına geçerek yaptığı
konuşma çok hüzünlüydü ve ağlamaklı bir
sesle şunları söyledi,
–
Ahmet Ağa, çalışkan
efendi bir adamdı. Kendisine ben bir şey anlatmadım
ve öğretmedim. Derslerimizi ve o konuda söylenenleri çok dikkatle dinler ve
hemen öğrenirdi. Eğer okuyabilseydi, büyük bir ilim adamı, Profesör Ahmet Ağa
olurdu. Bu konuda
şansı olmamıştı. Biz kendisini çok seviyor
ve takdir ediyorduk. Siz de seviyor muydunuz?. Hep birden bağırdık,
–
Seviyorduk!.
– Ne
mutlu ona,dedi ve ekledi,
– Allah
günahlarını affetsin.
Sonra bu hocamız Türkiye’den ayrıldı. ABD
de, bir eyalet üniversitesine,Patolog olarak gittiğini duyduk. “Niçin
gitti?”diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Çünkü Türkiye’yi o zaman idare edenler,
on beş sene kadar çalışmış olmasına karşın, emeklilik hakkı tanımadılar. ABD
yöneticileri bütün dünyadaki ilim adamlarına üst düzey hayat sağladıkları gibi,
ona da açık çek verdiler. Üst düzey emeklilik, hayat sigortası ve dolgun bir
maaş önerdiler. Amerika bu gün ki dünya liderliğini, işte o zamanki
idarecilerinin bu davranışlarına borçludur. Hocamız veda konuşmasında,
–
Ben Türkiye’de sizlerle
mutluydum. Çok bir şey istememiştim ama vermediler. İlmin vatanı yoktur ve ilim
bütün insanlık içindir. Kader böyleymiş, sizleri çok özleyeceğim, diyerek gitti.
Gerçekten
de bizden kopmadı. Mektup yazanlara cevap verdi, birkaç doktor arkadaşımıza
orada iş buldu, uzmanlık olanağı sağladı. Allah ondan razı olsun.
ÖLÜDEN
KORKMADIM DA
Tıp Fakültesinde yapılan eğitimde, kadavra
üzerinde çalışmak kadar, otopsi
yapmasını öğrenmek de çok önemlidir. Hangi
nedenle olursa olsun, ölüm nedenini büyük bir olasılıkla saptamak, otopsi
yapılarak anlaşılabilir. Adli Tabip olmayan
yerlerde Hükümet Tabipleri, şüpheli
ölümlerde, otopsi yaparak ölüm nedenini savcıya ya da yargıca bildirmek zorundadır. Savcılık isterse, serbest
çalışan bir doktordan da bunu isteyebilir. Doktor
olarak, “Bilmiyorum” diyemezsiniz. Hele bir deyin, bakın başınıza neler
geliyor?. Önce, “Adli vazifeyi ihmalden” sizi mahkemeye verirler ve mahkum
olursunuz. Sonra da, Sağlık Bakanlığı ile Tabip Odaları başınıza üşüşecektirler. Yalnız operatörlere bu görev verilemez.
Kanun, onları bilmediğimiz bir nedenle korumuştur.
İstanbul
Üniversitesi Tıp Fakültesinde ki Otopsi salonu, o zamanlar, Patoloji
Enstitüsünün alt katındaydı. Bilimsel otopsi yapılması öğretiliyordu ama, Adli
otopsi de buna benzer yapılıyordu. Bilimsel otopsi için kullanılan cesetler,
formol solüsyonları içinde saklanıyordu. Formol kokusu alışık olmayan insanın
genzini yakardı. Otopsiye başlamadan önce, görevli kişiye, beyaz gömleğinin
üstüne, bir de muşamba önlük takılırdı. Masa üzerinde çıplak yatan cesede
saygılı davranılması da kesinlikle uygulanırdı. Görevli asistan ağabey, bazı yerleri kendisi keserek gösterir, bazı yerleri de bizim keserek
anlatmamızı isterdi. Gerçekten çok şey öğrenirdik. Ders bittikten sonra,
tuvalete gitmek isterseniz, uzun karanlık bir yolu geçmek zorunda kalırdanız.
Formollü büyük bir havuzun ke-
narlarında, üstü örtülü, sedyeler üzerine
yatırılmış cesetler arasından ve on mumluk bir ampulün sözde aydınlattığı, yarı
karanlık, uzun bir yoldan geçerek, tuvalete ulaşırdınız.
O
gün otopsi dersinden sonra, tuvalete gitmek gereksinimi duydum. Cesetlerin arasından
geçerken korkmak aklımın ucundan bile geçmedi. Mantıksal olarak ölüden korkmak
saçma bir şeydir ama, korkmayan da yok gibidir. Bana sorarsanız, en emin en
tehlikesiz yer mezarlıktır. Saklanmak zorunda kalırsanız oraya gidin. Onların
size hiçbir zararı olmaz ve sizi ihbar da etmezler. Tuvalete yaklaştığım zaman,
tuvaletin ışığı yanmıyordu. “Her halde, ışığını söndürmüşler” diye düşündüm.
Tam kapıdan girerken, benden daha uzun, beyaz bir örtüye sarınmış bir hortlak
ile burun buruna geldim. Korkmak ne demek,”Ödüm patladı” desem daha uygun olur.
“Aman Allah” deyebildim. Gözlerim karardı, dizlerimin bağı çözüldü. Karşımdaki
beyaz hortlak da “Aman” diye inledi ve kapının birer tarafına yaslandık. Düşüp
bayılmadığımıza hala şaşarım. Birbirimizin sesinden arkadaş olduğumuzu tanıdık
ve anladık ama, olan olmuştu. Meğer tuvaletin elektriği bozulmuş, yanmıyormuş.
İkimiz de cesetlerin arasından geçerek tuvalete kadar korkmadan gelmiştik.
Ölülerden
korkmamıştık ama canlı olarak birbirimizden korkmuştuk. “Hortlak Hikayeleri”nin
bilinçaltımıza ne kadar yerleştiğini, o zaman daha iyi anladım.
RÖNTGEN
VE CERRAHİ
Bizim
zamanımızda Röntgen Dersleri, Tıp Fakültesinin 3’üncü sınıfından sonra
başlardı. Derslere devam zorunluluğu vardı ve her ders yoklama yapılırdı ama,
sınavları yoktu. Üç kez “ Yok “ yazılan vize alamazdı. Bu nedenle ders
başlamadan önce, bütün amfi dolardı. Uzun zamandır görmediğiniz arkadaşlarınızı
görebilirdiniz. Asistan ağabeylerden biri gelir, yoklama defterinden 3 kişinin
ismini okurdu.
Bulunanlar
yanıt verir, bulunmayanlar yok yazılır ve sonra Hoca gelirdi. Hoca geldikten sonra konu ne ise,
sözlü anlatımlarla ders başlar, filmler anlatılmaya başlayınca da elektrikler
söndürülürdü. Hafif de olsa bir gürültü olur, amfinin yarısı boşalırdı.
Öğrencilerin çoğu, röntgen dersinin önemini
kavramamışlardı.
Bir
gün röntgen dersi başlamak üzereyken, yeni doktor olan ve aynı zamanda
hemşerim, bir ağabey, amfide yanıma oturdu ve sordum,
–
Hayırdır inşallah
ağabey, dersleri mi özledin?
– Hayır!
Bu dersin önemini anladım, dedi.
Benim
hayretle açık kalmış ağzıma bakarak anlattı.
–
Bu dersi bir daha hiçbir
zaman bulmak olanaklı değil. Özenle devam etmediğim için çok pişman oldum.
Bunun doğru dürüst kitabı da yok. Sağlık Bakanlığı tarafından tayin edilinceye
kadar derslere devam edeceğim. Aklın varsa sen de devam edeceksin! Tamam mı? dedi.
Böylece röntgen derslerine devam etmek
benim için önemli oldu ve bana pek çok kolaylıklar sağladı. Öncelikle Cerrahi
sınavından, röntgen filmini doğru okumanın sayesinde geçtim.
İki
aylık klinik stajlarının sonunda sınav yapılırdı. Cerrahi sınavları da genelde,
hasta başında yapılır ve çok kez orada başlar ve orada biterdi. Sınav günü, iki
arkadaşla birlikte beni, bir hasta kar-
yolasının başına götürdüler. Prof. Dr.
Şinasi hocamız da bizi bekliyordu.
Hocamız, çok yakışıklı güzel bir adamdı. Karşısına numara sırasıyla dizildik.
Önümdeki arkadaşa, kemik iltihaplarını sordu. Benim de en zayıf tarafımdı.
Arkadaş çok güzel anlatmaya başladı ve o anlattıkça ben seviniyordum. Hoca da
durumdan memnun görünüyordu. Bu arada hoca, hastanın dosyasından bir film
çıkardı ve arkadaşa sordu,
– Bu
filmde ne görüyor sun?
Arkadaş filmi önce ters tuttu. Evindi
çevirdi, baktı kaldı. Bir şey söyleyemedi. Hoca sinirlendi ama belli etmemeye
çalışarak, onun elinden filmi çekerek aldı ve bana uzattı. Sertçe bir ses tonu
ile,
– Sen
bak bakalım! Dedi.
Ben, arkadaş filmi evirip çevirirken hemen
yanındaydım ve olayı görmüştüm. Röntgen derslerine devam etmenin yararını
göreceğimi, ilk olumlu puanı alacağımı da anlamıştım. Birden moralim yükseldi
ve kendime güvenim geldi. Hocanın elinden filmi alınca, hafif ışığa doğru
tuttum ve normal durumuna getirmek için çevirdim. Yan gözle de hocaya
bakıyordum. Hocanın yüzünün aydınlandığını fark ettim. Film bacak
kemiklerinden, kaval ( Tibia) ve kamış ( Fibula) kemiklerini gösteriyordu.
Kaval kemiğinin alt ucunda, bir apse görüntüsü vardı.
Parmağım
ile göstererek, Röntgen hocasının derste anlatırken dediği gibi,
–
Abces de Brodie (Brodi
apsesi), dedim. Hoca çok keyiflendi,
– Aferin
sana! Sonra, asistan ağabeye döndü,
–
Bu çocuğa bir pekiyi yaz
gitsin, başka soru sormaya gerek yok, diye emir verdi.
Ben
de Cerrahi sınavımı, röntgen dersinin bilgisi ile kazanmış oldum.
YÜZ FİŞEK
1950
yıllarına kadar Sağlık Bakanlığı, 4 sene zorunlu hizmet karşılığında, Tıp
Fakültesinde öğrenci okuturdu. O zaman ki adıyla, Leyli Tıp Talebe Yurdu
denirdi. Her sene, 100 tane öğrenci, fakülte imtihanını kazanma sırasına göre,
seçilerek alınırdı. Sonra, bu Leyli Tıp Talebe Yurtları kapatıldı. Her ay 100
lira burs verildi.
Yurda girmeyi
başarmak, hem öğrenci için, hem de bir aile için, mutluluk kaynağı bir
olanaktı.Taşrada olan bir aile için, İstanbul’da bir çocuk okutmak o kadar
kolay değildi. Bakanlığın yurtları gayet bakımlı ve disiplinliydi. Yurtlar Müdürü Dr. Enver Bey, arkadaşları
arasında, “Sağır Enver” diye anılırdı. Kurtuluş Savaşını doktor olarak yaşamış,
yararlıklar göstermiş, muhterem bir zattı. Öğrenciler için her şeyin en iyisini
düşünürdü. Yurtlarda sıkı bir
disiplin uygulanırdı.
Akşam
yemekten sonra, ”Mütalaa” adıyla, nöbetçi bir hekim, bir doktor ağabeyin
gözetimi altında ders çalışılırdı ve
sabah 6.30 da kalk zili ile kalkılırdı. Eğer, saat 19 dan sonra, izinsiz olarak yurda gelirseniz,
sokakta kalırdınız. O gece için alsalar bile bir hafta yurttan atılırdınız. Bir
gece olsa bile sokakta kalmak, felaket bir şeydi. Otele gitseniz, dünyanın
parasını isterler. Parkta yatsanız,
bekçiler polis karakoluna götürürler ve nezarete atarlar. Ya bir hafta
yurttan atılırsanız, halinizi bir düşünün.
Öğrenciler çok kez, birlikte derse ya da
staja giderlerdi. O zamanlar İstanbul da bir tek Üniversite ve Türkiye’de bir
tek Tıp Fakültesi vardı. Bevliye Kliniği (Üroloji Kliniği), Cerrahpaşa
Hastanesindeydi. Aksaray’a kadar tramvayla, sonra tabanvayla gidilirdi.
Üroloji Kliniğinde öğrencilerle
meşgul olan, Baş asistan Dr. Necati ağabey, (Sonra aynı kliniğe Profesör oldu)
hem bilgili, hem de esprili ve gerçekten bir ağabeydi. Bir şeyler öğretmek
için, elinden geleni yapardı. O staj dönemindeki Bevliye stajında, üç tanesi
yurtlu olmak üzere, yedi öğrenci vardı. O gün anlatılan konu, erkeklerde
empotans idi. (Cinsel yetersizlik/Ademi iktidar). Rastlantı olarak da o gün
polikliniğe, bir empotanslı hasta gelmişti. Gelen hastalara önce, bir idrar ve
kan muayenesi yaptırılır, sonra gerçek muayene için sıraya girerdi. Derse
çıkacak hastalar için, biraz hazırlıklı davranılır, önce bir asistan ağabey
tarafından, ürolojik muayenesi yapılır ve ayrıntılı müşahedesi alınırdı. Öz
geçmişi ve soy geçmişi incelenerek hazırlanırdı. Seçilen hastanın başında,
müşahedesi okunarak bilgi verilirdi. Dr.Necati ağabey, bu bilgilerin sonunda
sordu,
–İçinizden
kim dahiliye stajı yaptı. Bir arkadaş öne çıktı ve ona,
–Dahili muayenesini yap ve anlat! Dedi.
Muayenesi yapıldı ve normal olduğu anlaşıldı.. Sonra Necati ağabey, bir
taraftan ürolojik muayenesini yaparken, bir taraftan da hastanın hastalığını,
hastanın durumunu ve tedavisini anlatmaya başladı.
–Ürolojik
muayeneden önce kesinlikle bir idrar tetkiki yapılmalıdır. İdrarda şeker
bulunması, Şeker hastalığının başlıca belirtisidir ve bu hastalık başlıca
cinsel yetmezlik nedenlerinden biridir. Prostat muayenesini de ihmal etmeyin,
diye tembih ettikten sonra,
–Albümin
bulunması(Protein), böbrek hastalıklarının ve diğer albümin çıkartan
hastalıkların varlığını gösterir. Kan hücrelerinin
çokluğu (Kırmızı ve beyaz kan kürecikleri),
böbrek ve idrar yolları hastalıklarının belirtisidir. Sonra devam etti,
–
Şimdi hastamıza gelelim.
Ürolojik muayenesi normal, idrar ve prostat normal, psikolojik muayene için,
asabiye kliniğine göndermek olanaklı ama, hastanın müşahedesinde kaydedilen
böyle bir sorun yok. Yine müşahedesine
göre,“Cinsel yorgunluk” diyebileceğimiz bir durum, hastamız için daha geçerli görünüyor. Çünkü, hastamız 50 yaşında,
uzun süre gurbette çalışmış, normalin üstünde “Elle oynama”olgusu var. Sonra memleketine dönmüş ve evlenmiş.
Birkaç sene çocuğu olmayınca, ailesi tarafından ikinci bir kadınla daha
evlendirilmiş. Çocuk olacak diye de biraz hesapsız gittiğini düşünüyorum.
Sonunda, gördüğünüz gibi iflas etmiş. Buna benzer tarihten bir örnek
verebilirim, belki daha iyi aklınızda kalır.
–Osmanlı
Padişahlarından,”Deli” lakaplı, Padişah Sultan İbrahim, bir harem dolusu
cariyelerle uğraşırken, buna benzer bir duruma düşmüş. Yalnız o hastalandığı
zaman, yirmi beş yaşlarında kadarmış, bizimki 50 yaşında. Padişah ve saray
halkı paniklemiş, hemen Saray Baş Hekimini çağırmışlar ve durumu anlatmışlar.
Bir söylentiye göre, Saray Baş Hekimi “Cinci Hoca”namıyla anılan, cin gibi zeki
birisiymiş. Padişahı muayene etmek, hele orasına burasına bakmak mümkün değil.
Ancak ilaç tavsiye edilebilir. Bir de kızgın zamanına rastlarsan, Allah
korusun, kellen de gider. Cinci hocanın saray erkanına tavsiyesi şu;
–
Bir hafta süreyle
haremden ve cariyelerden uzak kalacak: İs-
tirahat edecek ve gezecek, günde 3 kez
Padişah macunu verilecek, günde 3 kez bir çorba kasesi sütle kaynatılmış kuru
incir ve her öğün iki kaşık havyar yiyecek. Eğlencelik olarak da, kuru üzüm +
ceviz ve fındık karışımı alacak.
Padişah macununun psikolojik etkisinin,
daha baskın olacağını düşünebiliriz ve içindeki baharatın, genital sistemde
kanlanma yaptığı da düşünülmelidir. Öbür yiyecekler de kesinlikle yararlı
olmuştur.
Padişah
bu tedavi ile bir hafta dolmadan iyileşerek hareme dalmış. Bizim hastamızın
daha yaşlı olması nedeniyle, daha uzun süre, örneğin en az 3-4 hafta evden uzak
tutulması gerekir. Benzer
yiyeceklerle birlikte, vitaminler ve toniklerle desteklenmelidir. Bunun
psikolojik yanı da unutulmamalıdır. dedi. O
sıralarda, bütün Yatılı Tıp öğrenci
yurtlarında, dış ülkelere satış amacıyla hazırlanmış ama, herhangi bir nedenle
ihraç edilememiş olan, kuru üzümle fındık, karıştırılarak ve her gün tatlı
olarak bize veriliyordu. Yatılı arkadaşlardan biri,
–Demek
ki azmamızın nedeni, kuru üzüm ve fındık yemekmiş, diye fısıldadı ama, Necati
ağabey duydu ve arkadaşa dönerek,
–Bak
delikanlı, azmasan iyi edersin. Şöyle düşün, annen sen doğarken 100 tane fişek
verdi. Sen bunları iyi kullanmadın, gereksiz şeylere, kargaya, serçeye attın.
Bir gün, güzel bir tavşanla karşılaştığın zaman, fişeğinin bitmiş olduğunu
görürsün. Bu olasılığı sakın unutma! dedi.
NEREDE
O BIYIKLI
Tıp
Fakültesinde yapılan öğrencilik, diğer fakülteler de yapılan öğrenciliğe göre,
değişik özellikler taşır. Değişik laboratuar ve klinik çalışmalarında oluşan
birliktelikler, yakın arkadaşlıklara neden olurlar. Çok sevdiğim
arkadaşlarımdan biri, sınıfımızdan bir kız arkadaşımızla birlikte gezmeye
başlamıştı. Her yere birlikte gidiyorlardı. Sonradan da evlendiler. O güne
kadar kızcağız hep yalnız gezerdi. Hiç kimseye sempatik gelmemişti. Bir gün
sabredemedim, nedenini sordum.
–Aşk
olsun nereden buldun bu yaban gülünü?. Güldü,
–Nereden olacak, Kadın-Doğum nöbetinden.
Ama çok iyi çıktı ve çok mutluyum, demişti.
Stajların
ayrı bir tadı olurdu. Kulak Boğaz Burun Hocamız, uzun boylu, yakışıklı, açık ve acı sözlü bir
hocaydı. Staja başladığımız günlerde ekseriya Asistan Doktor Ağabeyler gelerek
bir şeyler öğretirler, ödev verirler ve bir şeyler gösterirlerdi. O zamanlar
Kulak Boğaz Burun muayenelerinde alın aynası kullanılıyordu. Onu ışığa göre ayarlayıp, kulağın ya da burunun içini
görmek, oldukça önemli bir sorun oluyordu. Şimdi pilli aletlerle çok kalayca
görmek olanağı var.
Bir
gün Polikliniğe Hocamız geldi. Hem sevindik ve hem de korktuk. Çünkü sağı solu
belli olmaz. İnsanı rezil ediverirdi. Nitekim öyle de yaptı. On kişi kadardık.
Önce hepimizi dizdi,
–Bakalım
neler öğrenmişsiniz, şimdi göreceğiz, diyerek üzerimizde bir göz gezdirdi.
Hepimiz titreyerek bekledik. Bir arkadaşa parmağını dikti,
–Sen
! Eşkıya bıyıklı, gel bakalım!.
Arkadaşımızı,
bir hastanın başına götürdü. Önce hastayı kendi-
si
muayene etti. Sonra arkadaşa muayene aleti olan alın aynasını uzattı,
–Bak bakalım bu hastanın kulağına, içeride
ne görüyorsun, bize anlat!. Arkadaşımızın önce eli ayağı birbirine dolaştı ve
sonra, aldığı aleti acemice hareketlerle alnına taktı. Hastaya ve hastanın
arkasındaki ışığa göre kendisini ve aleti ayarlamaya çalıştı. Bir türlü ışığı
hastanın kulağına denk getiremedi. Arkadaşların bir kısmı gülmeye başladılar.
Sonunda ışığı kulak deliğine denk getirerek bakmayı başardı. Ama korkudan
yüzünde renk kalmamıştı.
–Bir
şey göremedim efendim, dedi.
Hocamız
tekrar hastanın kulağına baktı ve bize döndü.
–Kulak
zarı ne diyor biliyor musunuz?
Hepimiz
hayretle ve korkuyla, kulak zarının ne dediğini öğrenmek üzere hocanın yüzüne
ve ağzına baktık.
–Bu
doktor olmaya niyetlenen adam, söylediği sözden utanıp kızarmıyor, bari ben
kızarayım dedim ve kızardım, diyor.
Meğer
hastanın kulak zarı, kulak iltihabı nedeniyle kızarmış. Sonra asistan ağabeye döndü,
–Bu öğrencinin numarasını al, şu eşkıya
bıyıklarını kesmezse, yarın staja alma!.
Derin
bir sessizlik oluştu. Bu sessizlik içinde hocamız da çıkıp gitmeye niyet etti.
Biz de arkadaşa kısık sesle takıldık,
–Hadi
hocanın sayesinde bu eşkıya bıyıklarından kurtulacaksın.
O sırada koridorun sonunda bir kadın
göründü. Orta yaşlı modern giyimli, güzel bir kadın. Bizim ödümüzü koparan
hocamız, yanına gitti. Başını önüne eğdi. Kuzu gibi olmuştu. Güzel kadın ne
dediyse, ” Olur “ anlamında başını öne
doğru salladı. Kadın giderken bü-
yük bir saygıyla yanında yürüyerek
uğurladı. Biz de, ”Senin de hakkından gelen varmış” dercesine, büyük bir
keyifle gülümsedik. Bize doğru geldi ve önümüzde durdu. Yüzünde hafif bir
gülümseme vardı.
–Ne
gülüyorsunuz, siz benden korkuyorsunuz, ben de ondan korkuyorum, ne var bunda?.
deyince bir kahkaha patlaması oldu. Hep birden keyifle güldük. Sonra da ders
bir eğlenceye dönüştü. Hepimiz rahatladık.
Ertesi
gün, asistan ağabeylerden biri ders anlatırken, hocamız tekrar geldi. Oldukça neşeli
görünüyordu. Şöyle bir etrafına baktı ve gülerek,
–Nerede
o bıyıklı, dedi.
Arkadaşımız
bıyıklarını kestiği için, en önde olmasına rağmen tanıyamamıştı. Arkadaşımız
bir adım öne çıktı,
–Buradayım
Efendim!.
Hocamız, arkadaşımızın yanına gidip elini
omzuna koydu. Yüzünü dikkatlice inceledi. Sonra şöyle yukarıdan aşağı ve
aşağıdan yukarı hayretle süzdü. Yüzüne ciddiyet ile alaycılık arası bir şekil
verdi.
Pencereden
uzaklara doğru bakarak konuştu.
–
Bak oğlum, sen yine
bıyık bırak. Böyle, hiç bir şeye benzememişsin! Artık kimse kendini tutamadı.
Gülmek ne kelime, hepimizin gözlerimizden yaşlar geldi.
Şimdi
sınıf günlerinde onu rahmetle ve sevgiyle anıyoruz.
ADLİ
TIP HOCASI
Adli
Tıp Hocası, o zamanlar, Prof. Dr. Hikmet Bey idi. Kendisi, ince narin yapılı, beli tabancalı, bu günkü
söylemle "Delikanlı "tipi emelinde bir kişiliğe sahip,
yakışıklı,saygı değer bir insandı. Alçak gönüllü ve hoş görülüydü ve bazen,
terbiye kurallarını zorlayan esprileri vardı. Hepimiz onu çok severdik. Öğrencilerin çoğu, ona
yakın olmak, onunla sohbet etmek için can atarlardı. Allah ondan razı olsun. O
zamanlar, Sultan Ahmet Camiinin karşı tarafında, Dikili Taş'a bakan, salaş
denilebilecek bir kahve vardı. "Asım'ın Kahvesi" dendi mi meşhurdu.
Akşam saat sekizden sonra, Dama, Satranç ve Prafa oyuncuları gelirdi. Alimlik
Baş Çavuş'u damada ye- nemezseniz, sonunda işiteceğiniz söz,"Seni de
karşıma kim sı.dı" olurdu ve buna katlanmak zorunda kalırdınız.
Hikmet Hoca da bazı akşamlar gelir
oda dama oynar, karışsına kim çıkarsa yenerdi. Arkadaşımız Fahrettin bir
keresinde, nasıl olduysa, hocayı yenmiş ve "Aferin oğlum" demek kibarlığını göstermişti ama, çok bozulmuş ve
mosmor olmuştu. Çünkü yenilmeye alışık değildi.
Adli Tıp kitabı, incecik
küçük bir kitaptı. Sıkı çalışılırsa üç ya da beş günde öğrenilirdi.
İmtihanlarsa hiç de sıkı olmaz, herkes çaktırmadan, birbirine bakabilirdi.
Geçemeyen çok nadir olurdu. Ama asıl
öğrenilmesi gereken şeyler ve eğlenceli bilgiler, derslerde ve Adli Tıp
laboratuarında vardı.
Bir gün Hikmet Hoca, fı’l-i
livata'yı anlatıyordu. (Homoseksüellik, erkekler arasında cinsel sapıklık,
kadınlara uygulanan ters iliş-
ki,
lutilik, kulamparalık). Osmanlıca bir deyimdi ama Türk Ceza Kanununda bu
biçimde söz ediliyordu ve böyle öğrenilmesi gerekiyordu. Anlatmasına şöyle
başlayıp sürdürdü.
"Homoseksüellik, doğal
yaşama aylmı, toplumumuzda hoş kar- şılanmayan, çok yadırganan ve ayıplanan bir
durumdur. Avrupa'nın bazı ülkelerinde, aktif de pasif de aynı sayılırsa da,
doğu ülkelerinde ve bizim memleketimizde aynı sayılmazlar. Hele pasif
homoseksüeller, toplum tarafından aşağılanan, erkek sayılmayan, sözüne
güvenilmeyen kişiler olarak bilinirler. Buna isteyerek alışan bir kimse olması
kuşkuludur.
Anadolu'da çok kez, biraz
Çıt kırıldım, af edersiniz tabir böyle "Karı kılıklı" erkekler,
Birkaç haylaz tarafından zorla götürülüp ırzına geçilir. O da utancından
şikâyet edemez ve kimseye söyleyemez. "Nasıl olduysa bir kez oldu,
şikayette etmiyor" düşüncesiyle,birkaç kez götürüp yaparlar ve o da
müsaitse alışır. Ondan sonra aranmaya başlar" deyince, öğrencilerden
bazıları."Senin başından mı geçti de biliyorsun" der gibi güldüler.
Hemen anladı. Önce bir durdu, kızardı, sonra da biraz öfkeli bir
sesle,"Bunu ben söylemiyorum lan, kitap söylüyor" deyince, bütün sınıf
kahkahayı bastı. Sonra kendisi de epey gülmüştü.
Bir başka gün, Adli Tıp
laboratuarındayız, grubumuz on beş kişi kadardı. Derslerde yoklama olmazdı ama
laboratuara üç kez gelmezsen, imtihana giremezdin. O nedenle bütün öğrenciler
buna dikkat ederlerdi. O gün, ölü spermlerin çamaşır üzerindeki gö-
rüntüsünden
bahsediliyor ve her mikroskopta, çamaşır parçası üzerinde spermler görünüyordu.
Bir kız arkadaşımız, geç kaldığı ve yok sayılacağı endişesiyle, telaşla içeri
girdi ve ilk mikroskobun başına geçip gözünü
dayadı ama daha ne olduğunu anlamamıştı. Hoca bir asistan ağabeyle
konuştuğu için biraz geç farkına vardı ve kız arkadaşımıza sordu
"Mikroskopta ne var kızım". Arka taraftan muzip bir arkadaşımız, güya
kopya veriyormuş gibi fısıldadı ''Tükürük efendim". Kızcağız da aynen tekrarladı
'Tükürük efendim". Hoca hayret etti ve belki yanlışlık olmuştur
endişesiyle,"Senin tükürüğün mü" diye sordu. Arkada ki muzip hemen
kopyayı verdi" Evet efendim". Kız arkadaş da "Evet efendim"
diye tekrarlayınca,hoca gelip mikroskoba baktı. Spermleri gördü ve birazda
kızarak "Hanım kızım, buraya tükürmeden önce, ağsını çalkalamalıydın"
deyince, bütün sınıf kahkahayı bastı. Acı bir şakaydı ama, öğrencilikte oluyor işte.
SARHOŞ MUAYENESİ
Doktorları
en çok uğraştıran ve sıkıntıya sokan uğraşlardan biri de “Sarhoş muayeneleri”
dir. Küçük yerlerde ya da ilçelerde çalışan bir Hükümet tabibi iseniz, gecenin
geç bir vaktinde evinizin kapısına, polisler tarafından bir sarhoş getirilerek
muayenesi istenir. Adam kör kütük sarhoş olduğu her halinden belli olduğu halde,
sizin rapor yazmanız kanun gereğidir. Konuşması peltekleşen, ayakta durmakta
güçlük çeken birine “Sarhoş”demek kolaydır. Ama
kendine hakim olabilecek derecede alkollü birine rapor yazmak o kadar
kolay değildir. Yapacağınız muayene için elinizde olan muayene yöntemleri,
ağzını koklamak, bir düz çizgi üzerinde yürütmek, konuşturmak, davranış
bozukluğu aramak, saldırganlık aramak gibi yöntemler olacaktır. Bunlardan
birkaçını bulduğunuz zaman “Sarhoş” olduğunu düşünebilirsiniz. Ayrıca
sarhoşluğun dereceleri de vardır. Eğer,”Rezalet çıkaracak derecede sarhoş” diye
yazarsanız, onu savcının elinden kimse kurtaramaz.
Tıp
Fakültesinde öğrenciliğim sırasında okuduğumuz bir Deontoloji ( Hekim ahlakı)dersimiz vardı. Deontoloji
derslerinden birinde, Dr. Tevfik Sağlam Paşa bir dersimize gelmişti. O derste
şöyle bir öneride bulunmuştu. “ Çevrenize ve insanlara karşı saygılı olun.
Haksızlık yapmayın. Karar verirken ve rapor verirken dikkatli olmalısınız.
Kibarlık en büyük silahtır. Toplumun kurallarına ve ahlaki kurallara kesinlikle
uyun. Neleri yapmanız gerektiğini ve neleri yapmamanız gerektiğini bilerek
hareket edin”. Bu önerileri hiç
unutmadım ve her zaman o
doğrultuda davrandım. Ama deneyim eksikliğim yine de başıma işler açtı. Her şey
kitaptan ya da öğretmenden öğrenilmiyor.
Askerliğimi
Dr. Yedek Subay olarak yaptığım dönemde,
askerliğin bütün kurallarına uyarak çalışmam bana büyük kolaylık ve rahatlık
sağladı. Ama bu arada çok enteresan bir olay da başıma geldi.
Dr.
Üsteğmen doktor ağabeyle birlikte çalıştığımız sıralarda, yeni gelen erlerden
birinin, sarhoş olarak doktor ağabeye saldırdığını ve hakaret ettiğini üzülerek
öğrendim. Hemen sonra da kumandan tarafından yazılı bir emirle, erin muayene
edilerek rapor tanzim edilmesi ile görevlendirildim. Saldırgan er, Askeri
Birliğin hapishanesinde daha doğrusu, Göz altı odasındaydı. Doktor ağabeyle
yakınlığımız nedeniyle etki altında kalarak, haksızlık yapmamak istiyordum.
Yanıma destek olarak nöbetçi subayını da alarak hapishaneye gittim. Hapishane
gibi kullanılan yer, içinde lavabosu tuvaleti olan temiz bir oda idi. Kapısının
üzerinde, mahkumları gözetlemek için, kitap büyüklüğünde bir delik de vardı ama delik
içeriden kapatılmıştı. Müthiş bir rakı kokusu ortalığa yayılmış durumdaydı.
Muayene etmek için kapıyı açmak istedim ama açamadım.
–
Asker kapıyı aç, ben
doktorum seni muayene edeceğim”diye içeriye seslendim. Ama içeriden,
-Senin gibi doktorun.................... diye başlayan bir
küfür salvosu ile karşı-
laştım. Bağırarak geldi ve kapıya bir tekme
de attı. Hiç böyle bir şey beklemiyordum ve başıma da gelmemişti. Nöbetçi
subaya soru dolu gözlerle baktım. Omuzlarını silkerek,
– Ne
bekliyordun doktor bey ?, gibi bir yanıt aldım.
Nöbetçi subayın da ısrarına rağmen kapıyı
açtıramayınca, rakı kokusunu, bağırıp küfür etmesini ve kapıyı tekmelemesini
göz önüne alarak bir “Sarhoş Raporu”düzenledim.
Eri
Tugay Mahkemesine gönderdiler ve biz de olayı unuttuk.
Bir ay sonra Tugay mahkemesinden
kumandanlığımıza bir yazı geldi. “ Görmeden ve muayene etmeden sarhoş raporu
tanzim eden,sahte rapor tanziminden sanık Dr. Asteğmen filancanın şu tarihte
mahkememizde bulundurulması..” diye gelen yazıyı okuyunca hem şaşırdım hem de
korkudan paniğe kapıldım. “Sahte rapor tanziminden sanık” yazısını bir türlü
içime sindiremedim.
İlk
aklıma gelen ilçenin Cumhuriyet Savcısına gitmek oldu. Bu nedenle tanışmış
olacağımızı da düşündüm.
–
Şu yazıyı lütfen
okuyunuz! Gördünüz mü başıma geleni, diye dert yandım ve derdimi anlattım.
–
Sahte rapor tanziminden
sanık olarak Tugay Mahkemelerinde rezil olacağım.
C.
Savcısı da bizim yaşımızda efendi bir adamdı.
– Sakin olun! Her şeyin bir kolayı vardır.
Önce Tugay Mahkemesine bir dilekçe yazınız. “ Askeri birliğimizde ki ödevim
nedeniyle mahkemenize gelmem sakıncalı olabileceğinden, ifademin C.
Savcılığınca alınmasına emirlerinizi arz ederim” diye yazın ve
gönderin.
Sonra yine görüşürüz.
Hemen dilekçeyi yazıp gönderdim. On beş gün
kadar sonra,C. Savcılığına ifademin alınması yönünde talimat ile birlikte
yazdığım raporun bir kopyası geldi. Er mahkemede,
–
Doktor beni görmedi ve
muayene etmedi, diye iddia etmiş ve iddiası da doğruydu. İkimiz de birbirimizi
görmemiştik. Sarhoş muayenesi yalnız görülerek ve dokunularak olmuyordu.
Raporda da ayrıntılı olarak niçin görülemediği yazılmamış olduğu için Askeri
Hakim haklı olarak beni suçlamaktaydı. Savcı bey,
olayı bütün ayrıntılarıyla yazarak Tugay
Mahkemesine gönderdi ve problem hal oldu.
–
Bu olayda kabahatin
tamamen kendimde olduğunu, “Raporların ayrıntılı bir biçimde yazılması
gerektiğini” öğrendim ve bir daha aynı hataya düşmedim.
DİFTERİ VE TAVUK
“ Hekimlik,
meleklerin sanatıdır. Meleklerin nasıl erkeği dişisi olmazsa, hekimlerin de
dişisi erkeği olmaz”.
Prof.
Dr. Akil Muhtar.
Güler yüzlü ve merhametli olmak, herkesten
çok hekimlere yakışır. Kadın ya da erkek olması ne akla gelmeli, ne de olayı değiştirmeli.
Doktorun saygınlığı, dürüstlüğü ile birlikte, bilgili olması ile de artar.
İnsanlar hekimlerin çok şey bildiklerine, hatta her şeyi bildiklerine inanmak
isterler. Bir hekimin, mesleğinin gereği, bilimsel ilerlemelere ayak uydurması
ve her yenilikten haberi olması gerekiyor. Ancak o zaman, gerektiği gibi
çevresine yararlı olur. Genel kültüre de gereksinimi olduğunu bilmelidir. Bazen
basit bir genel kültür bilgisi, büyük bir saygınlığa neden olabilir. Dünya ve
ülke olaylarından, politikadan da haberi olmalıdır. Yalnız bir partiyi tutarsa,
diğer tarafı kaybeder. Bana sorarsanız, tuttuğu futbol kulübünü bile
açıklamamalıdır.
Seneler
önce, eşimin öğretmen olması nedeniyle, bir Yatılı Kız Öğretmen Okulunda
bulunuyordum. Tıp Fakültesinden yeni mezun olmuştum ve askere gidinceye kadar
orada kalmam gerekiyordu. Bu okul ilk önce, Köy Enstitüsü olarak kurulmuş,
senelerce o görevi yaptıktan sonra Yatılı Kız Öğretmen Okuluna çevrilmişti. Bir
kasabanın yan tarafında ve deniz kenarına kurulmuştu. Lojmanları modern,
yolları çiçek bahçesi gibi harika bir yerdi. Okula bağlı bir İşletme memuru,
Okul Doktoru, Sağlık Memuru, veterinerlik görevini de üstlenmiş bir Ziraat
Teknisyeni gibi yardımcı persone
li de vardı. Eskiden Balıkçılık İşletmesi
de varmış. Okul müdürü, efendi ve cana yakın bir insandı. Eşi de kendisi gibi
saygıdeğer bir hanımdı. İlk geldiğimiz günlerde bizlere çok yakınlık
gösterdiler, yardım ettiler ve evlerinde misafir dahi ettiler. Okul Doktoru Dr.
Mehmet
Bey, romatizma sonucu oluşan kalp
kapağı hastalığına yakalanmış durumdaydı. Sürekli çalışmakta güçlük çektiğini
söylüyordu. Öğretmenler de candan insanlardı. Eşime ayrılan lojman temizlenip
hazırlanınca, oraya geçtik. Müdür beyleri ve Doktor ağabeyleri, bir akşam
yemeğine davet etmeyi çok istiyorduk. Müdür beyin, tavuklu yemekleri sevdiğini
öğrendiğimiz için, besili bir tavuk ya da hindi bulmaya çalışıyorduk. O zamanlar, besili tavuk ya da hindi bulmak
pek kolay bir şey değildi. Şimdiki gibi tavuk ve hindi çiftlikleri yoktu.
Bir
gün, nahiyede alış veriş yaptıktan sonra lojmanlardaki evimize doğru giderken,
Ziraat Teknisyeni beye rastladım. Kucağında, kocaman, kınalı-kırmızı bir tavuk
vardı.
– Hayırdır
inşallah, bu tavuk nereye gidiyor?
–Tavuk difterisine
tutulmuş, dedi ve ekledi. Çok tehlikeli bir hastalıkmış, keseceğiz ve iki metre
derinlikte toprağı kazarak gömeceğiz. Üzerine de kireç dökmemiz gerekiyormuş.
Tavuk
gerçekten hırıltılı bir biçimde nefes alıyordu. Boğazına bakmak üzere
davrandım. İkimiz bir olup, tavuğun gagasını güçlükle açtık ve boğazına baktım.
Boğazı kıpkırmızı renkte ve neredeyse kapanacak durumda şişmişti. Nefes alacak
küçük bir delik kalmıştı. Ama tavuk besili, neredeyse küçük bir hindi kadar
görü-
nüyordu.
Kafamın içinde, insan difterisi ile tavuk
difterisi konularındaki bilgiler ve aralarındaki farklar şöyle bir dolaştı.
–
Bunu bana satın, kaç
paraysa vereyim, dedim.
Şöyle
bir yüzüme baktı, şaka mı ciddi mi anlamaya çalıştı, sonra, ciddi bir yüz
görüntüsü ile,
–
İşletmenin fiyatları
bellidir, yüz elli kuruş. O zamanlar yüz elli kuruş epey paraydı ve
pazarda da o fiyatta tavuk satılıyordu. Blöfle karışık bir yanıt verdim.
–
Yetmiş
beş
kuruş veririm, hem sizi mezar kazmaktan kurtaracağım, hem de yüz elli kuruş
vereceğim, olmaz öyle şey. İşinize gelirse?
Gerçekte
yüz elli kuruş vermeye de razıydım. Ziraat teknisyeni bir an düşündü,
–Tamam,
dedi.
Birlikte büroya gittik. Yetmiş beş kuruştan
makbuz yazdı ve işçilere tavuğu da kestirdi. Tüylerini yoldurarak gömülmek
üzere bir torbaya doldurttu ve bana yolunmuş olarak tavuğu teslim etti. Çok
memnun oldum ve teşekkür ederek ayrıldım.
Eve
geldiğim zaman, eşim tavuğu görünce çok sevindi.
–Tam istediğim gibi, diyerek gösteri yaptı.
Ama , hikayesini duyunca neşesi balon gibi sönüverdi. Difteri deyince, herkes
gibi bizim hanımın da aklı çıktı. Gözlerinde öfkeli bir ışık yandı. Ağzını açıp
öfkesini saçmadan,
–Kızma!
Önce bir dinle! dedim ve durumu anlattım.
Tavuk difterisi, Difteri bakterileri ile
değil, başka nedenlerle oluştuğu sanılan, tavuklara özel bir hastalıktı.
Kesinlikle insanlara geçmesi ve insanlarda hastalık yapması söz konusu değildi
ve yenmesinde bir sakınca yoktu.
Müdür bey ve doktor ağabeyi davet etmeye
karar verdik. Zaten biraz ilerimizde, bitişik iki lojmanda oturuyorlardı.
Kendim giderek, ertesi akşam bize yemeğe buyurmalarını rica ettim. Müdür bey, tavuk kızartma, iç pilav,
un helvası ve limonatadan oluşan mönüyü duyunca çok beğendi. Doktor
ağabey ise hastalanmış yorgan döşek yatıyordu, özür diledi. Biraz konuştuktan
sonra ayrıldım. Gerçekte tavuğun durumunu anlatmalıydım ve bunu benden duymaları
kuşkusuz daha iyi olurdu. Küçük yerlerde, dedi-kodunun en güncel olay olduğunu,
her şeyin çabuk duyulup yayıldığını unutmam hata idi.
Benden
sonra Ziraat Teknisyeni uğramış ve o
sırada her iki hanım da bir arada bulunuyormuş. Tavuğun difterili olduğunu, iki metre derinlikte toprağa gömmek
zorunda olduklarını, ama doktora sattığını, biraz da öğünerek anlatmış. Doktor
Mehmet beyin eşi,
–Bizimki
hasta, biz kurtulduk, diye sevinç gösterisinde bulunmuş. Müdür Beyin eşi de
davete karşı çıkmış.
–Hastalıklı
tavuğu bize yedirecekler, gitmeyelim. Müdür kararlılık göstermiş ve son sözü
söylemiş.
–Doktor
benim arkadaşım, doktorun yediği her şeyi ben de yerim, demiş.
Geldikleri zaman hanımefendi biraz
sıkıntılı ve keyifsiz duruyordu. Müdürün de belki endişeleri vardı ama o belli
etmiyordu. Birilerinin tavuğun başına gelenleri anlattığı, hem de abartarak
anlattığı anlaşılıyordu. Kendilerine durumu hemen anlatmam gerekiyordu.
Cecil adlı Fransızca’dan tercüme edilmiş
tıp kitabını getirdim ve açarak okudum. Rahatladılar ve çok keyifli bir hava
oluştu. Müdür, espri bile yaptı.
–
Ziraat Teknisyeni durumu öğrenince hasta olacak.
Yemek boyunca bilgi ve bilginin yararları
üzerine ve diğer güncel konularda konuştuk ve gülüştük. Çok iyi vakit geçirdik.
Ertesi günü Ziraat Teknisyeni olanları öğrenmiş, beni özel olarak görmeye
geldi. Şakayla karışık sitemde bulundu ve kahırlandı.
–Tavuk
difterisinin insana geçmediğini bilmiyordum, beni aldattın! Ben de, kendisini
teselli ettim.
–
Üzülme ! Herkes her şeyi
bilemiyor. Tavuğu kestirip yoldurman büyük incelikti. Bir dahaki sefere de sen yersin, dedim.
ZORUNLU
HİZMETLİYİ TAYİN
Sağlık
Bakanlığına bağlı Zorunlu Hizmet ile yükümlü olanları, bakanlık yetkililerinin,
istedikleri gibi tayin ettikleri konusunda, gerçek deliller vardı. Kura nasıl
ve ne zaman çekiliyor, bilen yoktu.
Eşimin
ortaokul öğretmeni olması nedeniyle, askerlik görevinden dönünce,”Ortaokulu
olan bir yere” tayinimin yapılmasını istedim ve bu konuda bir dilekçe
vermiştim. Onlar yine de kafalarına göre bir yere tayin etmişler. İç İşleri
Bakanlığına gidip araştırdım, orada ortaokul yoktu. Sağlık Bakanlığı Personel
şubesi Genel Müdürlüğüne gittim ve Müdür Yardımcısı iki doktor ağabeye durumu
anlattım.
Kendilerinde
olan listeye de baktılar, ”Gerçekten yokmuş”dediler ve beni oturttular. Benim
yanımda,Türkiye haritasının karşısına geçtiler, bana yer aramaya başladılar.
Doktor olmayan yerleri arıyorlar, sözde. Birisi, haritada Rusya sınırına
parmağını basarak,
–Posof
dedi, öbürü,.
–Ortaokul
yok.
–Of
İlçesi ? ,
–
Oraya zorunlu hizmeti
olmayan birini tayin ederiz. Başka bir yer bul!.
Ben
sanki bu beylerin can düşmanıydım.
–Kara
köse ?.
– Orada
iki doktor daha var.
–Ahlat
?,
–Tamam,
oraya tayin edelim. Bana da döndüler,
–Van gölünün kenarında
şahane manzaralı, harika bir yer. Talihin varmış, dediler.
Gittim,
gördüm ve gerçekten şahane manzaralı bir yerdi. Sözde,
“ Doktor olmayan bir yere” tayin
edeceklerdi, benden başka iki doktor daha vardı. Şahane manzarasına karşılık
olarak; elektrik yok, su yok, manav yok, kiralık ev yok, yok, yok. Üstelik günde
üç beş hastadan başka hasta da yok.
O
zamanlar işte böyle bir Sağlık Bakanlığı vardı. Düşünmesi bile korkunç. Bir
bakanlık ki; nerede ne kadar memuru var onu bilmiyor, gerisini siz hesap edin.
KASAP
OYUNU
Sağlık Bakanlığına karşı mecburi hizmetim
nedeniyle, tayin edilerek geldiğim ilçe, Türkiye’nin en büyük bir gölünün, Van
gölünün kenarında kurulmuş küçük bir kasabaydı. Sene 1954. Kağıt üzerinde
nüfusu o zamanlar 5.000 kadardı ama, her mahallesi birer kilometre arayla 5
kilometrelik bir alana yayılmış durumdaydı. İlçe merkezinde Belediye
Başkanlığı, Sağlık merkezi, Jandarma Kumandanlığı,ilk ve orta okul gibi
kuruluşlarla on kadar dükkan vardı. Hükümet binası en az bir kilometre kadar
uzaktaydı.
Türkiye’nin
bir çok ilçesinde doktor bulunmamasına karşın, buraya üçüncü doktor olarak
tayin edilmiştim. Günde 3-5 hastaya sıra ile bakıyorduk. Hastaların çoğunluğu
da,Trahom denen kör edici bir göz hastalığıydı. Anlattıklarına göre, nadiren
görülen trafik kazası dışında, günde on hasta geldiği hiç olmamış. Bakanlık
tarafından yapılan bir tutarsızlık olduğu kesindi ama bizim yapacağımız bir şey
yoktu.
İlçedeki bütün memurların, benim gibi, ilk
memuriyet yerleriydi. Pek çok konuda
hepimiz birer acemi çaylaktık. Benden önce gelmiş olan iki doktor ağabeyden
biri Baş Hekimlik, diğeri de Sağlık Merkezi Tabipliği üstlenmişlerdi. Bana da
Belediye Tabipliğini üstlenmek düştü.
Birkaç gün Sağlık Merkezinin bir odasında ailece misafir kaldık. Lojmanlar
vardı ama hepsi doluydu. Sonra 35 liraya “ İyi” dedikleri bir ev bularak kiraladık.
Evin iyi sayılmasının nedeni, evin içinde tuvalet olmasıydı. Yoksa evin damı
toprak, zemini toprak, iki oda ile bir antreden oluşuyordu. Gece olunca
ortalıkta gezen akrepler de ev sahibinden bahşiş.
O
zamanlar 35 lira çok paraydı. Zaten 235 lira maaş alıyordum. Elektrik olmadığı
için, gaz yağı ile çalışan, lüks lambası
denen bir lambayla aydınlanıyorduk.Yemekler de gaz ocağında, antrede pişiyordu.
Her iki alet de tam anlamıyla birer işkence aleti ve birer baş belasıydı.
Örneğin lüks lambası, okuduğunuz kitabın en önemli yerinde, “ Puf..”diye söner.
“ Eyvah ne yapacağız şimdi? ” diye düşünmeye
başlarsınız.
Sonra,
bir de bakarsınız ki lüks lambasının ya gömleği düşmüştür ya memesi tıkanmıştır
ya da gazı bitmiştir. Radyo ise, her kes de bulunmayan lüks bir aletti. Henüz
transistor icat edilmemiş olduğundan,
bir Anot ve bir Katot denen iki pil ile çalışıyordu. İkisi bir ev kirası kadar
35 lira, hem de döviz sıkıntısı nedeniyle, devlet tahsisi olarak ilçeye ikişer
tane ancak geliyordu. Bakkal efendi de onları istediklerine veriyormuş. Bakalım
bize düşecek mi?. Kasap daha ayrı bir havada. Sen gidip istediğin yerden
istediğin kadar et alamıyorsun. O
istediği yerden, istediği kadar ve istediği fiyata eve gönderiyor. “ Bu gün
kilosu 2.5 Lira değil, 3 Liradır” diyebiliyor ve kimse de bir şey söyleyemiyor.
Sebze satan bir manav dükkanı da yok. Sebzeler ancak İl merkezinden temin
edilebiliyormuş. Konserveler buralara kadar gelemiyormuş. Kışlık sebze
gereksinimi için, her evin hanımları, yaz günlerinde kurutabildikleri sebzeleri
saklıyorlarmış.
Belediye
Tabibi olmam nedeniyle önce, ” Belediye Tabipliği Ödevleri ” ni yeniden okudum
ve sonra Belediye Başkanını ziyarete gittim.
Başkan benim yaşımda, genç, yakışıklı ve
hoş sohbet bir adamdı. Hal hatır sorup çay kahve faslını bitirdikten sonra,
belediye hizmetlerinden olup da yapılması gereken ama yapılamayan şeyleri
konuştuk. Örneğin, ölenler muayene edilmeden gömülüyor ve sonra “Defin Ruhsatı”
düzenle-
niyordu. Belediye Başkanlığının bir
vasıtası yoktu. Doktorun her gün, bazen günde iki kez, beş kilometre yürüyerek
ölü evlerine giderek muayene yapmasına olanak yoktu. Esnaf kontrolleri
yapılamıyordu.
Mezbaha
vardı ama suyu yoktu. Veteriner Sağlık Memuru da yoktu. Etleri de ben muayene
edecektim. Evlenme defterinde pek az çift vardı. Öğrendiğime göre, dini nikah
yeterli görülüyormuş ve resmi “ Belediye Nikahına” gerek duyulmuyormuş.
Belediye başkanının resmi nikahlı karısı olduğunu ve altı senedir evli olduğunu
defterden öğrendikten sonra,
–Kaç
çocuğunuz var Sayın Başkan? Yanıt,
–On
bir tane, altısı erkek, oldu.
Kız
çocukları zaten sayılmıyordu ama, altı senelik evliliğe on bir çocuğun sığması
da kafamı karıştırdı.
–Af
edersiniz Başkan, altı senedir evlisiniz, eşiniz her sene ikiz mi doğurdu?
deyince güldü.
– Yok
canım, bir de İmam nikahlı karım var dedi.
Ben
hayretle yüzüne bakarken, bir kahkaha atarak ekledi,
–Her
sene birer doğuruyorlar.
Belediye Başkanı böyle yapınca halkın ne
yapacağını tahmin etmek zor olmasa gerek. Başkana veda ederek Zabıta
Memurlarından birini yanıma aldım ve birlikte esnafı kontrole çıktık. Hem de
her bir esnafla tanışmış olacaktım.
İlçede,
aşağı yukarı, her esnaftan bir tane vardı. Bir bakkal, bir kahve, bir otel ve
bir kasap gibi. Önce bakkala uğradık. Bütün yiyecekler çuvallar içinde ve
çuvalların ağızları açık. Çuvallar arasında ve her tarafta fare pislikleri
açıkça görülüyordu. Neler
yapması gerektiğini anlatarak oradan ayrıldık. Kahvede her yer toz içinde, iki
masa dört sandalye ve bir çok alçak iskemle vardı. Fincanların yarısı çatlak,
bir kısmının kenarları kırık. Kirli çay bardakları bir kova içine daldırılıp
çıkarılarak yıkanıyordu. Gereken uyarıları yaptım. Otelde, karyolaların çoğu
tahtadan, çarşaflar çok kirli. Belki birkaç müşteri yattıktan sonra yıkanıyor.
Duvarlarda ezilmiş “Tahta Kurusu” denen bitlerin öldürülmüş kan izleri
görülüyordu. Kasap dükkanı hepsinden daha berbat durumdaydı. Önce bir kara
sinek ordusu bizi karşıladı. Mağara gibi karanlık bir dükkandı. Etler
çengellere asılmış olarak ve açıkta duruyorlardı. Üzerleri kara sinekler ve
sarı yaban arılarıyla kaplıydı.
Hiç
olmazsa bir tel dolaba etler konabilirdi. Buz dolabı denen alet ancak ve yalnız
Sağlık Merkezinde aşıları korumak için bulunuyordu. Elektrik olmadığı için de
gaz yağı ile çalışıyordu. Kesilecek hayvan kasap dükkanında ya da mahalle
arasında kesiliyor ve hayvanın derisi, kellesi ve işkembesi dükkanın bir
köşesinde duruyordu. Artık dayanamadım,
–Efendi
bu ne hal, derhal bir tel dolap alacaksın, etler onun içinde duracak, hayvanı
mezbahada keseceksin. Satılmadan önce etleri ben görüp muayene edeceğim.
Hayvanın iç organlarını ve derisini böyle ortalıkta bırakmayacaksın. Dükkanın
zeminini de beton yaptıracaksın, her gün yıkayacaksın. dedim.
Önce
adam yüzüme hiçbir şey anlamamış gibi baktı ve sonra diklendi,
–
Doktor bey, doktor bey,
sen yeni geldin de bir şeyden haberin yok.
Ben
Belediye Başkanının kayın biraderiyim. Burada baş-
ka
kasap ve kasaplık yapacak kimse de yoktur. Böyle yaparsan dükkanı kapatırım ve
bir daha et yiyemezsin!.
Tepemden aşağı kaynar sular döküldü, sinir
küpü oldum, elim ayağım titredi. Hemen zabıta memuruna bir tutanak yazdırdım ve
kasaptan yana dönerek,
–Şu
andan başlayarak dükkanını kapatıyorum. Ne zaman dediklerimi yaparsan gel,
dükkanını o zaman açarız.
Zabıt
tutturarak, zabıta memuruna dükkanı mühürlettim. Mezbaha dahil diğer yerleri de
gezdikten sonra sağlık merkezine geldim.
Haberler benden önce gittiği için, Kaymakam
ve doktor ağabeyler bir araya gelmişler, beni bekliyorlarmış ve beni bir söz
bombardımanına tuttular ki o kadar olur. Sonunda Kaymakam,
–
Doktor sen ne yaptın?. Bizi etsiz bıraktın! Şimdi ne yapacağız? Zaten
sinirlerim tepemdeydi ama kendimi topladım,
–Merak
etmeyin ve lütfen birkaç gün izin verin. Sizlere temiz ve ucuz et yediremezsem
o zaman tenkitlerinizi edersiniz. Dedim.
Aklıma gelen planım şu idi. Jandarma
kumandanı Yüzbaşıdan yardım istemek. Çünkü tahminime göre onun en az 10-15 eri
vardı ve onlara da et yedirmesi
gerekirdi. Yeni terhis olduğum için bazı askeri kuralları iyi biliyordum. Eğer
onu inandırabilirsem hayvan aldırır, bir jandarma erine ya da bizim
hademelerden birine, mezbahada kestirerek, etleri taksim ettirir hazırlatırdık.
Hemen doğru jandarma kumandanına gittim.
Yüzbaşı da bizim yaşımızda, enerjik, kibar bir subaydı. Durumu anlattım. Meğer
o da şikayetçiymiş de bir fırsatını bekliyormuş. Kasap, istedikleri zaman et
ver-
mediği için, mecburen kavurma yaptırıp,
tenekelere doldurtarak erlere yediriyormuş. Hatta kendi evine kasabın
gönderdiği etlerden eksik tartıda olanlarda olmuş. Yirmi beş tane jandarma eri
varmış. Yedi tanesini polis görevi görmek üzere ayırmış. Çünkü o zamanlar
ilçelerde polis teşkilat kurulmamıştı.
–Ben
bunu severek hallederim, benim bölgemde, çok iyi tanıdığım hayvan sahipleri
var. Bize kredili olarak hayvan da verirler. Memur arkadaşların ve bizim
ihtiyacımıza göre, aralıklı olarak hayvan aldırırım. Bizim erlerin içinde bir
kasap var. Ona kestirir taksim ettiririm. Terazi dahil her türlü donanımımız
var.
Bunları
duyunca iyice rahatladım. Gerçekten yüzbaşının dediği gibi, et yemeğe başladık.
Hem de kasaptan daha ucuz, kilosu 2 Liradan. İki hafta sonra kasap efendi
karşıma geldi. Elleri göbeğinin üzerinde bağlı, başı öne eğik,
–
Doktor bey, dükkanı
istediğiniz gibi yaptırdım. Belediye başkanı dükkanın açılması için sizin izin
vereceğinizi söyledi. İzin verirseniz bütün et isteyenlere, istedikleri yerden
ve istedikleri kadar et vereceğim. Yalnız izin verin de 2.5 Liradan satayım.
Benim de çoluk çocuğum var, bahtınıza düştüm.
Dedi.
Kasabın
oyunu da böylece bozulmuş oldu.
DAMDA
YATMAK
Doktorların
bir görevi de Adli Tabip olmayan yerlerde, Adli Tabip görevini yerine
getirmektir. Sarhoşluk, kavga ve yaralama olayları ve onların muayeneleri en
çok yapılan işlemlerdir. Irza geçme, bekaret bozulması muayeneleri ve cinayet
sonucu yapılması gereken otopsiler ve onlar için düzenlenen raporları yazmak
hiç de hoş şeyler değildirler. Savcılık, operatörler dışında, bütün hekimleri
gerekli gördüğü zaman otopsi için çağırabilir. Askeri doktorları da
çağırabilir. Askerliğim sırasında, Cumhuriyet Savcısı kumandandan izin alarak
beni bir otopsiye götürmüştü.
İlçelerde
bu iş hükümet tabiplerinin üzerinde kalır. İlçede Hükümet Tabibi, Belediye
Tabibi,serbest ya da asker herhangi bir tabip yoksa, savcılık İl merkezinden
bir doktor gönderilmesini ister.
Kanunlarımıza
göre otopsi, bir savcı ya da bir hakim gözetiminde, bir doktor tarafından
yapılır. Ölüm nedeni doktor tarafından zabıt katibine yazdırılır. Hakim ve
savcılar gerek görürlerse, Baş Katiplerini kendi yerlerine gönderebilirler.
Doktorun göndereceği kimsesi yoktur. Çünkü o işi doktordan başkası yapamaz. Dağ
tepe demeden mecburen kendisi gidecektir.
Bir yaz günü, bir ilçemizin uzak bir
beldesinde, işlenen cinayet nedeniyle, otopsi yapmak üzere görevlendirildim. İl
Baş Savcılığı ilçeye gidecek araç bulamıyordu ve üstelik gideceğimiz ilçeden
sonra gideceğimiz yere, araba yolu bile yoktu. Gideceğimiz beldeye yapacağımız
seyahatimiz, zorunlu olarak at sırtında olacaktı. Vakit geç olması nedeniyle,
ertesi günü erkenden yola çıkmak üzere karar verildi. Başka araç bulunmadığına
göre çaresiz, Sağlık Müdürlüğünün cipini hazırlattım ve yola koyulduk. O zamanlar
bütün yollar toprak ya da
stabilize denilen bir biçimde yapılmıştı. Cipin içinde hoplayıp zıplayarak
ilçeye vardık. Savcı ile İlçe Jandarma Kumandanı Yüzbaşı beni bekliyorlardı. Üç
at hazırlamışlardı. Birisi benimdi, diğerleri Baş Katip ya da Savcı için ve
üçüncüsü Zabıt Katibi içindi. İkram edilen çayı içerken Savcı Beyin ilk
savcılık görevi ve ilk otopsi olayı olduğunu öğrenince, birlikte gitmeyi teklif
ettim. Hemen kabul etti. Gideceğimiz yerin, at ile 4 saat kadar olduğunu
öğrenince, hemen yola çıkmayı önerdim. Bir an önce beldeye varmayı ve gündüz
gözü ile otopsi yapmayı düşünüyordum. Üç atlı
ve iki tane silahlı yayan Jandarma Eri,
önümüzde olmak üzere yola çıktık. Zabıt katibinin kucağında savcılık tarafından
bulundurulması gereken otopsi çantası ve daktilo makinesi, benim kucağımda
kendime ait “Muayene ve acil ilaç çantası” vardı. Zabıt katibinin söylediğine
göre, 2 saat sonra bir köye, Dutlu köyüne varacakmışız. Biraz sonra Ağustos
sıcağı kendini gösterdi.
Öğleye doğru güneş bütün gücüyle tepemize
dikilince, yalnız ceketlerimiz değil, pantolonlarımız bile çok gelmeye başladı.
Ter damlalarının ensemden kuyruk sokumuma doğru akarak indiğini hissediyordum.
Jandarmalar da yaka paça fora edip, mendilleriyle terlerini silmeye başladılar.
Savcı Beyle at sırtında tatlı sohbetlerimiz oldu. Bir ara, yola çıktığına
pişman olmuş gibi, terini silerken kendi kendine konuştuğu anlar da olmuştu.
Sohbet sırasında, nasıl geçtiğini anlamadığımız iki saate yakın bir süre sonra,
bir tepenin üstüne vardık. Yukarıdan bakılınca aşağıda şirin bir köy
görünüyordu. Zabıt katibi,
–
İşte Dutluca köyü dedi.
Köyün etrafı,” Gilgil” diye adlandırdıkları
Ak darı tarlaları ve dut ağaçlarıyla çevriliydi. Sanki, yeşil bir halı üzerine
serpilmiş oyun-
cak evcikler vardı. Evlerin hepsinin
üzerleri toprak damdı. Ağaçlar arasında görünen küçük minare nedeniyle, toprak
damlı evin cami olduğunu anladık. Köyün içine varınca doğru caminin avlusuna
sığındık. Küçük şadırvanda elimizi yüzümüzü yıkayarak serinlemeye çalıştık.
Hava sıcak ve sakindi. Avlunun gölgeliklerine sığınan serçeler ağızlarını
açmışlar, gırtlaklarını oynatarak nefes almaya çalışıyorlardı. Dutların
meyveleri ve yaprakları kımıldamadan sessiz ve sakin, öylece duruyorlardı.
Olgunlaşarak dökülen dutlar yerlere serilmişlerdi. Küçük şadırvanda akan suyun
şırıltısı dışında, derin bir sessizlik vardı. Bizler bile sessizliği bozmamak
için, korkarak ve özenle yürüyorduk. Fısıltı ile konuşmaya başlamıştık. Sanki sessizlik
dünyamızı zapt etmişti.
Zabıt
katibi ilçenin yerli halkından olduğu için bütün köyleri ve köylüleri
tanıyordu. O muhtarı bulmaya giderken ben de ceketimi çıkarıp kollarımı sıvadım
ve köy içinde dolaşmaya çıktım. Bütün köy de derin bir sessizliğe bürünmüştü ve
yollar bomboştu. Ortalıkta kimseler görünmüyordu. Bir kapı aralığında,
kucağındaki çocuğu sallayarak uyutmaya çalışan bir kadın gördüm. Yanına
yaklaştım ve biraz öğrenmiş olduğum onun diliyle,
–
Çocuk hasta mı?
– Hasta,
çok ishali var. Dün geceden beri de hiç uyumadı.
Hemen ilaç çantamı alıp geldim. İçeri
girdik ve çocuğu muayene ettim. Henüz vücudu su kaybetmediği için çabuk iyi
olabilirdi. Çantamda getirdiğim, Sağlık müdürlüğüne ait ücretsiz ilaçlardan iki
günlük verdim. İlk içirilmesi gereken ilacını, kaşıkla ve yudum yudum içirerek
gösterdim. Benim gibi yapmalarını söyledim.
İçebildiği kadar bol su ve yağsız ayran ile anne sütü içirmelerini
tavsiye ettim. Ne kadar su içireceklerini de gösterdim. Sonraki gün-
ler için de mecburen reçete yazdım. O sırada
çocuğun uyuduğunu gören kadıncağız çok sevindi. Meğer onlar su içirmekten
korkuyorlarmış. Su içirirlerse, ishalinin de su gibi olacağını sanıyorlarmış.
Hemen evin kapısına çıktı. Karşı evde oturan komşusu bir kadına, kendi diliyle
seslendi.
–
Doktor geldi. Çabuk gelin!
Bir anda evin içi, hasta büyük insanlar ve
çocuklarla doldu. Bir saat kadar onlarla tercüman aracılığıyla, bazen de
tercümansız konuşarak meşgul oldum. Çok sevindikleri her hallerinden belli
oluyordu.
Dönüşte
uğrayacağımı söyleyince daha çok sevindiler. Kaderlerine terkedilmişlikten bir
kez için de olsa, kurtulmuş olduklarını sandılar.
–
Bu köyün insanı olsanız
ve bir hastanız olsa ne yaparsınız ?. bir düşünün. Köyden ilçeye ancak yaya ya
da at sırtında iki saatte gideceksiniz. İlçede doktor olmadığına göre, oradan
da günde bir kez giden ve bazen de hiç gitmeyen bir araçla, ildeki doktora
gideceksiniz. En az bir gece otelde ya da handa yatacaksınız. Sonra aynı
eziyetleri çekerek döneceksiniz. Ya hastanız iyi olmaz da tekrar doktoru
görmeniz gerekirse?. Çok zor koşullar içinde oldukları açıktı. Devletin elinin
buraya uzanması için zaman ve para gerekiyordu.
Köyün muhtarı, aydın fikirli genç bir
adamdı. Orta okulu Diyarbakır’da bir akrabasının yanında okumuş
ve oradan hafızlık beratı aldığı için buradaki camiye imam olarak tayin
etmişler. Şimdi hem muhtarlık yapıyormuş hem de imamlık. Biraz da merak ettiğim
için sordum.
–
Hastanız olunca ne yapıyorsunuz?. – Geçen sene terhis olmuş bir Sıhhiye
Çavuşu var. Köyler arasında gezer. Çağırırız o yardım eder. İlaç verir iğne
yapar. Gerisi
“Koca karı” ilaçları ile
tedavi. Üfürükçülük eskisi kadar değil, çok azaldı.
Jandarma erlerinden biri beni çağırmaya
gelince birlikte camiye gittik. Avluda, şadırvanın yanında sofra kurulmuş,
yemekler hazırlanmış ve atlarımız yemlenmişti. Tandır ekmeği, kavurma, yoğurt,
baldan oluşan yemek hazırlamışlardı. Gördüğüm kadarı ile onların
çaresizlikleri, aç olmama rağmen boğazımı düğümledi. Herkesi sıkıntıya sokmamak
için neşeli görünmeye bir şeyler yemeye çalıştım. Muhtarlık yapan İmamın
refakatinde köyün dışına kadar uğurlandık.
Savcı
Bey, Ege’nin şirin bir ilçesinde doğup büyümüş ve iyi terbiye görmüş, idealist
fikirli, bekar bir genç adamdı. At sırtında kavrularak birlikte giderken bir
taraftan da konuşuyor, dertleşiyorduk. Zihinsel elektrik dalgalarımız uyuşunca,
birbirimize çok yakınlık duyduk.
Daldığımız
sohbet, bütün şikayetlerimizi unutturdu. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamadık.
İki saat kadar sonra da, otopsi yapacağımız beldeye vardık ve doğru Jandarma
karakoluna gittik. Telefonla haber verdikleri için bizi bekliyorlardı.
Karakolun askerleriyle bizimle gelen erler sarmaş dolaş oldular. Jandarma Baş
çavuşu genç ve yakışıklı bir askerdi.
Birer
çay içtikten sonra, cinayet işlenen ve ölünün yatmakta olduğu yere gittik. Ölen
genç bir delikanlıydı. Atılan kurşun, sol meme üzerinden girmiş, kalbinden
çıkan büyük atar damarı ( Aort ) parçalayarak derhal ölümüne neden olmuştu.
Vurulduktan sonra konuşması da olanaksızdı. Konuşma konusu bazı durumlarda çok
önemli olabiliyordu. Örneğin; orada bulunanlardan biri, kasıtlı olarak derse
ki, “ Kişi ölmeden önce, beni filanca vurdu dedi ”, diye yalan ifade verdiği
zaman, o kişinin başı derde girerdi. Raporumu yazdırdıktan sonra Savcı Beyin
sorduğu diğer soruların da yanıtlarını yazdırdım.
İzin alarak belde içinde dolaşmaya çıktım.
Akşam olmak üzereydi. Güneş dağların ardına sarkmış, karşı tepelerde
aydınlattığı yerler görünüyordu. Karşıda minareyi görünce camiye doğru yürüdüm.
Ezanın
okunmasına biraz daha zaman vardı. Caminin avlusunda karşılıklı yerleştirilmiş
iki bankta, dört kişi oturmuşlar konuşuyorlardı. İlk önce sarıklı ve hafif
sakallı olan genç bir adam beni gördü ve ayağa kalktı. Caminin hocası olduğu
belliydi.
– Selamı aleyküm efendiler, ben doktorum,
diyerek onları selamladım. Oturmam için yer gösterdiler. Önce cinayetten ve
daha sonra da hastalıklardan konuştuk. Burada da aynı sorunlar vardı. Hatta
burası Dutlu köyünden ilçeye iki saat daha uzaktı.
Hoca ezan okumaya gidince oradan ayrıldım,
Baş Çavuşun evine gittim. Kapı açıktı ve kapının üzerinde bir gece feneri
vardı. Sofada da bir beş numara gaz lambası etrafı aydınlatıyordu. Hanım genç
ve güzel bir kadındı. Üç tane kadın hasta ve iki tane yaşlı erkek hasta beni
bekliyorlardı. Köy odasına koyduğum çantamı da getirmişlerdi. Önce erkek
hastaları muayene ederek gönderdim. Kadınları muayene ederken Baş Çavuşun hanımı Aliye Hanım,
hemşirelik görevi üstlenerek bana yardım etti. Kadınlar çıkarken ben de kapıya
yöneldim. Kapı önünde biraz konuştuk. Üç sene önce evlenmişler, istedikleri
halde henüz çocukları olmamış. Biraz endişeli görünüyordu. Tatile gittikleri
zaman, bir Kadın Doğum Uzmanına muayene olmasını, onun yardımıyla sorunun
çözüleceğini anlattım ve ayrıldım. Köy odasına gidince herkesin toplanmış
olduğunu gördüm. Sofra da kurulmuştu.
Yemek
yenip ayranlar içildikten sonra, biraz sohbet edildi. Muhtarın derdi o kadar
çoktu ki, anlatmakla bitiremiyordu. Ben ve Savcı Bey esnemeye başlayınca, Baş
Çavuş bize dönerek,
–Yataklarınızı dama serdirdim. Geceleri
hava çok sıcak oluyor. Bu gece ben de sizinle birlikte damda yatacağım, dedi.
Bu söz üzerine ben gülümseyerek Savcı beye döndüm,
–
Ben daha önce hiç damda
yatmadım. Ya Savcı Bey siz?
– Ben
de yatmadım, dedi.
Bir
bahçe merdiveni ile dama çıktık. Baş çavuş el feneri ile yataklarımızı ve kendi
yatağını gösterdi,
–Yatakları
ve çarşafları Aliye Hanım gönderdi, dedi.
Elbiselerimizi çıkarıp kilimin üzerine
koyduktan sonra yataklarımıza girdik. Yataklar bir adım aralıkla yapılmışlardı.
Savcı Bey ile biraz politikadan, biraz da hakimlik ve hekimlikten konuştuktan
sonra, yorgunluk ağır bastı. Araya bir sessizlik girdi. Yan yatmaktan vazgeçip
sırt üstü döndüm. Çarşaflar mis gibi sabun kokuyordu. Annemin sabun kokan oyalı
yazması aklıma geldi. Evim,eşim ve çocuklarım bir an gözümün önünden geçtiler.
“ Acaba onlar şimdi ne yapıyorlardı? “.
Yastığımı
boynumun altına yerleştirdim, yatağa da sırt üstü sürtünerek yerleştim. Kendi
içime ve kendi bedenime zihinsel olarak döndüm.
Bacaklarım, kalçalarım hatta bütün vücudum
rahat bir nefes aldılar. Gökyüzünde bir tek bulut kırıntısı bile yoktu. Mavi
atlastan bir kubbede yıldızlar, serpilmiş pırlantalar gibi her biri, bir yanıp
bir sönüyordu. “Bize öğretilen Büyük ayı ve Küçük Ayı yıldız toplulukları
hangileriydi acaba
?”
diye düşünürken, sanki uzaklardan birilerinin “Allah rahatlık versin “ dediğini
duyar gibi oldum. İçim huzurla doldu. Gözlerim kendiliğinden kapandı. Hava
sıcaktı ama, yine de yüzüme serin bir esintinin dokunarak geçmesi hoşuma gitti.
Damda yatmak ne kadar rahat, ne kadar huzurluymuş ya rabbi !. Sonra derin bir
sessizlik benimle birlikte kaybolup gitti.
DOKTORLUK
VE KÖPEK
Askerlik, “Vatan hizmetidir” dediler. Bu
hizmeti hepimiz yapıyoruz. Bir bakış açısına göre, bir haksızlığa neden olduğu
söylenebilirse de diğer bir bakış açısına göre de yararları olduğu da
söylenebilir. Bir erkek olarak bir işe girmek isterseniz, karşılaşacağınız ilk
soru, ”Askerliğini yaptın mı?”olur. Kadınlara elbette böyle bir soru sorulmaz.
Siz askerlikten sonra ihtisasa başladığınız zaman, beraber mezun olduğunuz kız
arkadaşınız sizin kıdemliniz, sonrada sizin Başasistanınız olur. Onun emrine
girersiniz. Askere gitmeden uzmanlık sınavını kazanır ve asistanlığına
başlarsanız, paçayı biraz kurtardınız demektir. Diğer bir bakış açısından,
asker ocağının çok yararlı tarafları da vardır. Eğer onu benimserseniz, onun
kurallarıyla yaşarsanız, görürsünüz ki,Türk Silahlı Kuvvetleri bir okuldur. Hem
de bulunmaz bir okul. Hiçbir yerde öğrenemeyeceğiniz, hiçbir kitapta
okuyamayacağınız, çok önemli, yaşamsal bilgiler ve meslek deneyimleri
kazanırsınız. Ben şahsen, çok önemli deneyimler ve bilgiler kazandım.
Yedek
Subaylık dönemimde, bir Veteriner yedek subay arkadaşla, Veteriner Hasan Beyle
birlikte, benim muayenehanemde kalıyorduk. Asteğmen olmamıza rağmen, kumandanın
hoşgörüsüyle, birer emir eri de verdiler. Birliğimiz Koşulu Top Taburu olması
nedeniyle atlara binerek tabura gider ya da evlerimize gelirdik. O zamanlar
şimdilerde olduğu gibi, bol vasıta yoktu. Koca taburda bir jip ve birde
külüstür kamyonet vardı.
Her
bir subaya bir seyis, bir seyis hayvanı ve bir de binek hayvanı verilirdi.
Geceleri çok kez, taburda hastalanan erler için, beni almaya gelirlerdi.
Hayvanlardan gece hastalananlar çok az olurdu.
Binek hayvanı ile seyis
hayvanı, kaldırımlarda yankılanan nal sesleriyle kapının önüne gelirlerdi.
Veteriner Hasan bey,
–Nasıl
olsa senin için gelmişlerdir, iyi ki doktor değilim, diye poz yapardı. Akşam
yemeğimizi Askeri Gazinoda yedikten sonra
muayene haneye gelir kitaplarımızı okurduk. Okuduğumuz meslek kitapları,
bazı konularda, biri birlerine yakınlık gösterirdi. Memeli hayvanların pek çoğu
ile insan yapısı biri birine çok yakındı. Örneğin, çoban köpekleri iriliğindeki
köpeklerin tedavi ilaçlarıyla tedavi dozları, insan tedavi dozlarıyla biri
birlerine oldukça benziyorlardı.
Bu
bilginin bir gün bana gerekeceğini o zamanlar hiç düşünmemiştim.
Terhis
olduktan sonra bir daha Hasan Bey ile görüşmek kısmet olmadı. Aradan seneler
geçti. Hükümet tabibi olarak çalıştığım yerlerde, veteriner arkadaşlara,
–Ne olmuş yani, zaten siz, hep sığır ve
davarlarla, atlarla uğraşıyorsunuz, ben de köpekleri tedavi ederim, diye poz
yapar, takılırdım. Gerçekte veterinerlik kolay değil ve zevkli tarafları da
olan çok geniş bir konu.
Seneler
sonra bir gün, Hükümet Tabipliğinde günlük işlerle uğraşırken telefon çaldı,
ahizeyi elime aldım, kulağıma götürdüm, ”Alo” dediğim anda, telefondaki ses, –. – Ben Veteriner Müdürü Nahit. Doktor çabuk
gel! Önemli bir problemimiz var.
Bir
şey söylememe fırsat vermeden “Çat”diye telefonu yüzüme kapattı. Her gün
görüştüğümüz, şakalaştığımız bir arkadaşımız, bu kadar acele ne olabilirdi?.
Hademe Esat efendiye,
–
Ben Veteriner
Müdürlüğüne gidiyorum, soran olursa beni oradan arasınlar.
Acele
ile paltomu giydim ve yola çıktım. Hem yürüyor hem
de düşünüyordum. “Önemli problem neydi
acaba?”. Daha çok günlük problemler aklıma geliyordu. Veteriner Müdürlüğü,
eczanenin üstünde, iki buçuk odadan ibaret, üstü dam altı toprak bir yerdi. O
zamanlar doğu illerinin bir çoğunda durum böyleydi. Veteriner Müdürü Nahit
beyin odasına girdiğim zaman, önce Nahit beyle el sıkıştım, sonra Veteriner
Sağlık Memuru ile ve daha sonra orada bulunan Vali Beyin koruma polisi ile el
sıkıştım. Polis memurunun yanında ve yerde oturmuş, temiz ve güzel bir av
köpeği duruyordu.
Kahverengi
üzerine beyaz alacalı derisi, parlak bir kadifeyi andırıyordu. Kocaman sarkık
kulaklarıyla ve pırıldayan kara
gözleriyle çok sevimli görünüyordu. Şaka olarak ona da elimi uzattım,
–Nasılsın
bakalım, dedim. O da sağ ön ayağını bana doğru uzatınca, biraz şaşırdım ama
onunla da tokalaştım. Sonra hep beraber güldük. Veteriner Nahit Bey;
–İşte
problem bu Leydi, diyerek dişi köpeği gösterdi.
Polis
memurunun valinin koruma polisi olduğunu bildiğim için, vali ile ilişkisini
tahmin ettim. Valimiz, alçak gönüllü, çalışkan ve sportmen bir insandı.
Kurtuluş Savaşı kahramanlarından meşhur bir paşanın da yeğeniydi. Spor olarak
ava çok meraklıydı. Bölgemizde genellikle keklik, ördek ve tavşan avı
yapılıyordu. O sıralar keklik avı zamanıydı. Bütün avlarda olduğu gibi, keklik
avı için de köpek, vaz geçilmez büyük bir yardımcı idi. Polis memurunun
anlattığına göre Leydi, çok iyi terbiye edilmiş, en az otuz kadar komutu yerine
getiren bir av köpeğiymiş. Yalnız şimdi, cinsel kızgınlık dönemine girmiş,
şehrin bütün erkek köpekleri de Vali Konağının etrafına doluşmuş. Anlatılanlara
göre; Leydi içeriden uluyor, erkek köpekler dışarıda hırlaşıyorlar, biri
birleriyle dalaşıyorlar, velhasıl bir gürültü ve bir rezalet ki çekilecek gibi
değilmiş. Bütün mahallenin uyku-
su kaçmış, Vali Bey ile eşi hanımefendi de
ziyadesiyle rahatsız olmuşlar. Nahit Bey, nezaket gereği hal hatır sorduktan ve
çayları ısmarladıktan sonra, kurnazca güldü ve bombasını patlattı.
–Köpekleri
ben de muayene ve tedavi ederim diyordun, işte sana bir köpek.
Söyleminde
ve duruşunda kinayeli bir intikam karışımı vardı. “Bülbülün çektiği dili
belasıdır” derler ya,”Bende kendi dilimin belasını çekeceğim” diye panikledim.
“Bu beladan nasıl kurtulurum” düşüncesiyle bir an durakladım. Köpek dahil hepsi
gözlerini dikmişler bana bakıyorlardı. Nahit Beyin yüzünde alaycı bir
gülümseme, gözlerinde pırıldayan bir intikam ateşi vardı sanki. “Hadi
oğlum kafanı çalıştır” diye kendi
kendime söylenirken, birden Yedek Subay arkadaşım, Veteriner Hasan Beyin
sözleri aklıma geldi. Kafam çalışmaya başladı ve problemi çözdüm. “Aferin sana”diyerek kendimi ödüllendirdim. Veterinerler için
biraz ayıp olacaktı, hatta biraz utanacaklardı ama, bunu biraz da kendileri istemişlerdi.
Fizyoloji
kitaplarında bu konuda bilgiler vardı ve onların da bu konuyu bilmeleri
gerekirdi. Bence biliyorlardı da o sırada akıllarına gelmedi her halde diye
düşündüm.
Köpekler kızgınlık döneminde, dış üreme
yollarından bir salgı salıyorlardı ve bu salgının kokusunu abartısız, bir
kilometre çapındaki uzaklıkta olan bütün erkek köpekler duyuyorlardı. Sonra da,
hepsi birden dişi köpeği aramaya
başlıyorlardı. Köpek hamile
kalınca da bu salgı duruyordu. Şimdi, dalga geçmek sırası bana gelmişti.
–Evet
Nahit Bey, bu köpek hamile kalırsa, bu rezalet biter mi? diye horozlandım.
Biraz endişeli ve biraz da şaşkın bir durumda yanıtladı.
–Evet
!
– Öyleyse bu iş tamamdır, bir
ampul gebelik hormonu yapa-
lım,
her şey hal olur. Bana bir reçete kağıdı verin,lütfen!
“
Ampul Progesterone 25 mg iki adet” yazdım ve imzaladım. Nahit Bey,
–Tüh,
ben bunu nasıl akıl edemedim! Dedi.
Ama, artık iş işten geçmişti. Derin bir
sessizlik oldu. Hani derler ya,”Sinek uçsa sesi duyulurdu” diye bir söz vardır,
işte öyle bir durum ortaya çıktı. Şaka ile karışık intikam alacağını
düşünürken,”Kendi kazdığı kuyuya” düşmüştü. Gelen çayları içinceye kadar,
alttaki eczaneden ilaçları hemen getirdiler. Bir tanesini de hemen Leydi’nin
kalçasından yaptılar. Terbiyeli hayvan, küçük bir inilti dışında hiçbir zorluk
çıkarmadı.
–Rezalet
bitmezse, öbürünü de yarın yaparsınız,dedim.
Biraz da horozlanarak ayrıldım ve işimin
başına döndüm. Doğrusu keyiften de tam anlamıyla, “Dört köşe” olmuştum. Kimseye
bu konuda bir şey söylemedim ve de sormadım ama, sonucu da merak ediyordum.
Ertesi günü akşam vaktine kadar hiç bir ses
çıkmadı. Her an bir haber bekliyordum. Akşam karanlık basmak üzere iken,
muayenehanede hasta muayene ediyordum, bir telefon geldi. Yardımcım Reşat
efendi bana seslendi.
–Vali
Bey seni arıyor.
“Beklediğim
haber bu olsa gerek” diye hemen koştum,
–Buyurun
Beyefendi, dedim. Vali Bey neşeli bir sesle,
– Çok teşekkür ederim doktor, rezalet sona
erdi, mahalle de mahallenin namusu da kurtuldu, dedi ve kahkahayla güldü.
Çok
keyiflendiğimi söyleyebilirim, kendimle gurur duydum. Ama, sanki kabahat
bendeymiş gibi Veteriner Müdürü Nahit Bey, bir aya kadar benimle konuşmadı.
EVLAT
VE DEVLET
Doktor, oturduğu sandalyenin üzerinde
sıkıntıyla kımıldadı. Tam karşısındaki duvar saatine baktı. Sonra, masanın
üzerinde dizili, yarı boşalmış içki şişelerini, yarı boş tabakları gözden
geçirdi. Herkes kendi alemine dalmış gibiydi. İkili ya da üçlü gruplar
oluşturmuşlar, yüksek sesle konuşup gülüşüyorlardı. Konuşulacak ciddi konular
bitmiş, sıra açık-saçık fıkralara gelmişti. Doktor, sandalyesini yavaşça geri
çekerek, yüksek sesle,
– Bana
izin verin, dün akşamdan da uykusuzum.
Çeşitli itiraz seslerine, sandalyelerin
gürültüleri karıştı. “Bu saatte de gidilir mi” gibi bir takım söylenmelerden
sonra, istemeyerek ayağa kalktılar. Doktor bir an, masanın başında dikildi. Her
zamanki gibi, herkesin yüzlerine ve gözlerine bir bir baktı. Onlar da dikkatle
ona bakıyorlardı ve ne diyeceğini merak ediyorlardı.
–
On
beş
sene sonra, geçici görevle de olsa, aranızda bulunmaktan mutluyum. Eski
günleri, tatlı ve acı anıları, gençliğimizi yeniden yaşadık. Hepinize teşekkür
ederim, dedi.
Hepsiyle bir bir vedalaştı. Bir garson,
paltosunu giydirdi ve eline verilen fötr şapkasını giyerek, kapıdan çıktı. Kar,
daha da yağarak yolları ve izleri kapatmış, her tarafı dümdüz etmişti. İnce
pirinç taneleri halinde, yağmaya devam ediyordu. Yüzüne vuran kar
taneciklerinin sızısı yetmiyormuş gibi, rüzgarla savrulan kar bulutu, şapkasını
da alıp götürmek istiyordu. Bir eliyle şapkasını tuttu, diğer eliyle paltosunun
yakalarını kaldırarak, paltosunun içinde büzüldü. Her adım atışında, kara
gömülen ayaklarının çıkardığı gıcırtılı sesi dinledi. Sonra , o gıcırtıyı tempo
edinerek, olabildiğince hızlı adımlarla yürümeye koyuldu. Şehir Kulübü ile
Hastanenin arası uzak değildi ama, ona bir hayli uzak geldi.
Hastanenin kapısından içeri girince, sıcak
bir hava yüzüne vurdu. Üstündeki ve ayaklarındaki karlardan kurtulmak için,
tepinerek silkelendi. “Bu havada yolda, dağda kalanlara Allah yardım etsin”
diye içinden geçirdi. Başını kaldırınca, nöbetçi hemşireyi karşısında buldu.
Hemşire hanım,
– Ağır
bir hastamız var, dedi.
Şapkasını, paltosunu çıkarıp hemşire hanıma
verdi, muayene odasına yöneldi. Kendisini suçlayan bir sesle, hemşire hanıma
sordu.
– Çok
beklediler mi?.
–On
dakika kadar ancak oldu. Çok üşümüşler, ancak ısındılar.
Bu
yanıtı alınca, içi biraz rahatladı.
Muayene odasında bir adam, sırtını
kalorifere dayamış, hemşire hanımın her zaman oturduğu sandalyesinde
oturuyordu. Kucağında, iki eliyle sımsıkı sarıldığı, bir çocuk vardı. Çocuk
yerli dokuma bir kilime sarılmıştı. Adam sallanarak ayağa kalktı, asker gibi esas
duruşa geçti.
Sonra,
endişeli yavaş bir sesle sordu,
– Doktor
bey acaba kurtulur mu?
Bir an önce, iyi bir haber almak isteyen,
ümitsiz bir kişi görüntüsü veriyordu. Sakalları uzamış, gözleri içeri çökmüş,
yorgun ve bitkin bir hali vardı. Başlığı yünden örülmüş, hırkası keçi kılından
dokunmuştu. Ayaklarında lastik ayakkabılar ve kalın yün çoraplar vardı. Doktor
gülümseyerek, ümit ve güven dolu bir sesle sordu,
– Babası
mısın?
Adam,
“Evet” anlamında başını sallayınca, doktor konuşmasını sürdürdü.
–
Merak etme, önce bir
bakalım, gereken her şeyimiz var ve iyi
olması
için her şeyi yaparız. Ama, önce bir muayene etmeliyim.
İnşallah
iyi olacak.
Adam,
ellerini göğe doğru açtı ve dua etti,
– Allah’ım
sen bize yardım et!
Doktor, Hemşire hanımın poliklinik
defterine yazdıklarına baktı. “İzzet oğlu İsa, 5 yaşında, ağırlığı 16 kilo,
boyu 103 cm., Ateş 39.1, nabız 140, Solunum 35/dak., ayaklarda ödem. Masanın
başından kalktı, babanın önünden geçerken yüzüne baktı ve teselli dolu bir
sesle konuştu,
–
Gayret bizden, yardım
Allah’tandır, boyuna ve kilosuna bakılırsa, çok bakımlı bir çocuk!
Çocuğu muayene masasına yatırdılar. Babası
ile hemşire hanım birlik olup, çocuğun üzerinde ne varsa çıkardılar. Sıra
külotuna gelince, iş biraz değişti. Çocuk önce babasına, sonra hemşire hanıma baktı
ve kaşlarını çatarak bağırdı,
– Hayır!
Doktor
gülümsedi ve hemşire hanıma döndü,
– Kalsın
hemşire hanım, dedi.
Yumuşak ve yavaş hareketlerle, çocuğa
yaklaştı. Başını okşayıp yanağını hafifçe sıktı. Çocuk endişeyle gerildi. Önce
doktora, sonra babasına baktı ve gevşeyerek gözlerini kapattı. “Şu çocuklar ne
kadar tatlı oluyorlar ve sevildiklerini de nasıl biliyorlar”diye içinden
geçirdi. Muayene bitince, masanın başına geçip, sandalyeye oturdu. Hasta Yatış
Kağıdını imzaladı ve hemen yapılması gereken ilaçları yazdı. Yanında bekleyen
hemşire hanıma,
–
İlaçlar yapıldıktan
sonra, tetkiklerini de yaptırın ve bana lütfen haber verin, tekrar birlikte
görelim, dedi.
Çocuk, lober pnömoni olmuş
ve ona bağlı olarak kalp yetmezliği gelişmişti. Kesinlikle hastane tedavisi gerektiriyordu.
Kendiliğinden iyi olması, olanaksız gibiydi.
Bir saat kadar sonra, hemşire hanım ile
birlikte, hastanın odasına gittiler. Çocuk, karyolada sırt üstü yatıyor ve
serum takılı kolunu, bir sandalyeye oturmuş olan babası tutuyordu. Babasının
başı, çocuğun yastığına düşmüş, yorgunluktan sızmış kalmıştı. Doktor, babasını
uyandırmadan, çocuğu tekrar muayene etmeye çalıştı. Hafifçe terlemiş olan
alnını, saçlarıyla birlikte okşayarak sildi. Kalbini dinledi , nabzını saydı.
Ateşi de biraz düşmüştü. Doktor ve hemşire hanım, sevinerek birbirlerine
baktılar.
Sabaha karşı ikinci kez, antibiyotik
yapılma zamanında, tekrar birlikte gittiler. Hemşire hanımın yüzüne baktı.
Bütün uykusuzluğuna, yorgunluğuna rağmen, temiz ve bakımlı görünüyordu. Ödevini
yapmış bir kız çocuğu gibi canlı ve hareketliydi. Hemşire hanımlara eskiden
beri çok değer verir ve saygı duyardı. Öz verileri akıl alacak gibi değildi.
Bunu
herkesten çok hekimler bilirdi. Bu kızlara
atılan iftiralar hep “Hasta Bakıcı kadınlar”yüzündendi. Onlara nerede sorulursa
sorulsun, ”Hemşireyim” diye yanıt verirlerdi. Hasta
odasına girdikleri anda, çocuğun babası İzzet efendi, sıçrayarak uyandı. İsa da
uyanmış onlara bakıyordu. Doktor tekrar muayene etti ve İzzet efendinin omzuna
dostça vurarak, müjde dolu bir sesle konuştu,
– İsa
iyi olacak, getirdiğiniz çok iyi oldu.
İzzet
efendi, önce bir şey anlamamış gibi durdu. Sonra, yerinden fırlayarak doktorun
elini öptü,
– Sağ
olun! Allah devlete zeval vermesin! Dedi.
Ellerini göbeğinin üzerinde, saygıyla
bağladı. Başı önünde, mutlu ve minnet dar, öylece kaldı.
Doktor, ertesi sabah uyandığı zaman, hemen
saatına baktı ve karyoladan inerek, perdeyi kaldırdı. Kar, olanca hızıyla
yağıyor, yaprak gibi kar taneleri, havada dans ederek uçuşuyorlardı. O kadar
ki, ortalık alaca karanlık olmuştu. Uzun seneler var ki, böyle bir manzara görmemişti.
Önce,”Ne güzel”dedi. Hemen sonra, dağda ve
tipide kalanlar aklına geldi. Bu kez,”Ne
fena”dedi ve kendi kendine güldü. Sonra,”Gülecek halin mi var efendi”diye
kendini azarladı. “Evinden uzak, hastane köşelerinde” diye söylendi. Sonra,”Ne
yapsın yani devlet, buraları büsbütün doktorsuz mu bıraksın?” dedi. Kendisiyle daha çok konuşup kavga edemedi.
İçinde sevinen, uçan bir yer, bir mutluluk dalgası vardı. Lavaboya doğru gitti.
Aynaya bakarak, saçını başını düzeltti. Gözleriyle kendi hayalini okşadı. Akan
sıcak suyun keyfini çıkararak, şarkılı-türkülü sakal tıraşı oldu ve hazırlandı.
Kendi kendine “Keyfe bak”dedi. Birden aklına geldi, ”İsa” dedi. “Evet İsa”. Bu
mutluluk, bu neşe, biraz da onun iyi olmasından kaynaklanıyordu. Doktorluğun en
büyük keyfi buydu.
Hemşire hanımla birlikte sabah vizitine
çıktılar. İsa’nın odasına girdikleri anda, İzzet efendiyi, elektrik düğmesini
çevirirken yakaladılar. İzzet efendi utanarak, önüne baktı ve doğulu şivesiyle,
– Bağışla
doktor bey, İsa’ya elektriği gösteriyordum, dedi.
İsa’nın sevinci de yüzünde dondu ve
üzüntüye dönüştü. Babasının halinden, kötü bir şey yaptıkları kanısına vararak
korktu ve telaşlandı. Elini babasına doğru uzatarak doktorun duyamadığı bir şeyler
söyledi. Babası da yanına giderek elini tuttu. İzzet efendi, suçlu gibi önüne
baktı,
–
Türkçe’yi okulda
öğreniyorlar, dedi.
Doktorun içinden utanmayla karışık bir
sıkıntı dalgası geçti. Herkesin kendi ana diliyle konuşmasına bir şey
denemezdi. Zaten
kimsenin de bir şey dediği
yoktu. Devlet olarak bu köylere doktoru, elektriği, yolu, telefonu ve diğer
gereksinimleri götüremediğimiz için kendimize kızmalıydık. Kuşkusuz, devletin
olanaklarının kısıtlı olduğunu da düşünmemiz gerekiyordu. Gülümseyerek İzzet
efendiye döndü.
–
İsa artık iyi oluyor,
nasıl hastalandı, köyden nasıl geldiniz, bu kışta kıyamette, onu anlat bakalım,dedi.
İzzet efendi yutkundu, sanki olanları
anımsamak istemiyormuş gibi irkildi ve zorlandı. Sonra, gözlerini pencerelerden
uzaklara dikerek anlatmaya başladı.
–
Biz Pürüzdük köyünde
oturuyoruz. Yirmi beş otuz kadar evi olan küçük bir köy. Buraya yirmi kilometre
kadar uzaklıkta. Kar yağınca, yakınlar da uzak oluyor. Beş gün önce, İsa’yı
sıtma tuttu. Belki bir saat aralıklı olarak titredi. Sıtma ortadan kalktı
demişlerdi. Hiç kimsede de sıtma görülmediğine göre, “Soğuk algınlığıdır”
dedik. Sıhhiye Rıza Çavuşu çağırdım. Bir iğne yaptı, birkaç tane aspirin bıraktı,
–
Günde üç kez yarımşar
adet, sütle içirin, ben tekrar uğrarım! dedi ve gitti. Ertesi günü, ateşi
azaldı ve iyileşir gibi olunca, sevindik. İki gün sonra, tekrar sıtma tuttu ve
öksürmeye başladı, yediğini kusuyordu. Ayakları da şişince çok telaşlandık.
Hemen sıhhiye Rıza Çavuşa koştum. Başka köye götürmüşler, kar ve tipi yüzünden
geri dönememiş. Dönmemekte de gerçekten haklıydı. Bu seneki gibi, böyle kar
yağdığını hiç görmemiştik. Bizim oralarda tipiye yakalanan insan, donarak
ölmese bile, kurtlar tarafından yenip yutulur. Hatta öyle olur ki; bir küçük
kemiğinin parçası bile bulunamaz. Namı, nişanesi bu dünyadan silinir, kaybolur gider.
Köyde
herkes bilir ki tipide yola çıkmak, ölüme gitmek demektir. O gün kar göbeğimi
ze kadar yükseldi ve gece kurtlar köye
indiler. Karşı çıkan bütün köpekleri yiyip gittiler. İsa’nın hastalığı da
gittikçe artıyordu.
Sabahlara
kadar başını bekliyorduk. Kadınlar ağlaşıyorlar, bizler de dua edip duruyorduk. Her inleyişinde
yüreğimiz parçalanıyor, bir şeyler
yapmak için çırpınıyorduk, çaresiz kalmıştık. Götürmeye kalksak, tipi devam
ediyordu, beraberce ölebilirdik. Kalsak, bu kez çocuk ölecekti. Ama, yine de
yapacak bir şeyler olmalıydı. Evlat bu, gözümüzün önünde tükenmesini
bekleyemezdik. Sabah namazına kalktığım zaman, büyük karım da benimle beraber
kalktı. Büyük karım, ufak tefek, hem
güzel hem de çok akıllı bir kadındır. Uzun siyah saçlarını topuz yaptığı için
ve çok da kibar tavırları olduğu için, ”Saraylı” diye çağırırlar. Asıl adını,
benden başka bilen yoktur. Çocuğu olmadığı için, küçük karımı o buldu ve bana
getirdi. Hatırını çok sayarım ve kendisini de çok severim. Muhabbetimiz de
iyidir. O da beni çok sever. Onların
köyünde onu ilk gördüğüm zaman, cin çarpmış gibi olmuştum. Ama o beni
görmemişti. Onunla konuşmak ve derdimi anlatmak için, iki gün iki gece çeşmenin
karşısındaki ağaçta kalmıştım. İlk konuşmamızda beni çok fena azarladı,
elindeki su testisini kafama geçirecekti. Peşini bırakmadım. Sonra anlaştık, o
da beni sevdi, birkaç kez gizlice gilgil (Darı)tarlalarında buluşarak konuştuk.
Babası, başka köyden olduğum için vermek istemedi. Benim ailem de karşı çıktı.
Ama
onun sevgi dolu bakışlarını, sıcacık candan sarılmalarını hiç unutamadım.
Birlikte kaçmaya karar vermiştik ki, razı oldular. “Başlık Parası” da dert
olmadı. Birikmiş paramız vardı, hemen verdim. Onu hala çok seviyorum. Ne yazık
ki çocuğumuz olmadı. İsa’yı da öz annesi kadar çok sever. O bizim tek erkek
evladımızdır. Adımızı, ocağımızı o sürdürecek. Ben de ailenin tek erkek evladıydım.
Sabah namazından sonra, büyük karım
Saraylı, yanıma geldi. Gözlerimin içine bakarak konuşmaya başladı.
–
Dağdan meşe yaprağı
çektiğiniz kızağı hazırlattım. Misafir olarak bizde kalan, asker kardeşim
Haydar da seninle gelecek. Erkek olsaydım ben de gelirdim. Bilirsin seni çok
severim, senden vaz geçemem, deyip ağladı. Sonra
kendini topladı
ve
heyecanla konuşmasını sürdürdü.
–
Şehir’e gideceksiniz,
gerekirse Diyarbekir’e gideceksiniz.
Devletimiz
var, devletimizin doktoru var, hastanesi var, o bize gelmezse biz ona gideriz,
eli boş dönmeyin!
Birden kafamın içindeki karışıklık sona
erdi. Yapılması gereken buydu. Hemen giyindim, İsa’yı kaptığım gibi kapıya
indim. Gök simsiyah bir tavan gibi, başımın üzerine inmişti. Rüzgar dinmiş ama
kar yağıyordu. Şimdiden, kızağın üzeri bembeyaz olmuştu. Kilimi açtım, iki av
tüfeği, bir torba fişek, bir torba yiyecek ve iki şişe süt duruyordu. İsa’yı
öperek yatırdım. Gözlerini açtı, zoraki bir gülümsemeyle baktı. Kayın biraderim
Haydar ile göz göze geldik.
Haydarın
gözlerinde sevgi dolu bir ışık yanıyordu. Ben de onu çok severdim. Askerden
izinli olarak gelince, kendi köylerinden sonra, ablasını ve beni görmek için
bize uğramıştı. Geleli bir hafta kadar olmuştu. Üzerinde asker kaputu, başında
asker şapkası ve yün atkısıyla, kızağın arkasında durmuş işaret bekliyordu.
Bütün ev halkı gibi köy halkı ve akrabalar da kapının önünde toplanmışlardı.
Hava soğuktu ve herkesin ağzından dumanlar çıkıyordu. Dört kız kardeşim vardı
ve en büyük tek erkek kardeş bendim. Hepsi de gelmiş, sessizce ağlıyorlardı.
Eniştelerimin hepsi hazırlanmış, silahlanmış olarak geldiler ve her biri
gözümün içine bakıyordu. “Haydi” desem hepsi gelirdi, biliyorum ama,
diyemezdim. Bunu iste-
mek o kadar kolay değil. Bir an, kız
kardeşlerimin erkek olduklarını düşündüm. Beş erkek kardeş olarak o zaman,
“Haydi gidiyoruz” demek, ne kadar kolay olurdu ve bizi kim durdurabilirdi.
Bizim öğretmene sorarsanız, kızla erkek çocuk arasında fark yoktur. Belki
şehirde öyledir ama köyde öyle değil.
Bu duruma da şükür diyerek içimi çektim. Hazır bulunanların hepsiyle
helalleşmek istedim ama, bir çocuk gibi ağlayıp rezil olmaktan korktum. Birden
kızağın ipini kaptım ve tam fırlayacağım sırada, büyük karım Saraylı önüme
geçti. Elleriyle iki pazılarımdan tutarak biraz geri durdu ve gözlerimin içine baktı.
Gözleri
sevgi doluydu ve o güzel gözleri korkuyla da bulutlanmıştı. Ağlamamak için büyük
bir çaba harcadığını görüyordum. Boynundaki altınların zincirini kopardı,
hepsini avucuma koydu,
– Parasız
kalmayasın, dedi.
Sonra, utanmayı töreyi bir yana bırakıp,
boynuma sarıldı ve ağlamaya başladı. Titreyen bir sesle,
-Allah selamet versin! diye ekledi. Kolay değil, kocası, kardeşi ve oğlu,
ölüme karşı gidiyorlardı. Ölüm, herkesin içinde, herkesin yüreğinde, sanki
çöreklenmişti. Son anda bile, her
taraf karla örtülmüş ve beyaz bir kefen hazırlanmış olarak, bizleri bekliyordu.
Tek çaremiz vardı. O çare, bu kefeni yırtarak, İsa’yı doktora ulaştırmak. Bu
düşünceden geri dönüş yoktu. Tehlike büyüktü ama, yine de bir ümit vardı. Eğer,
tipi olmazsa kurtlardan kurtulabilirdik. İkisini birden yenmemiz ise olanaksız
görünüyordu ama Allah’tan ümit kesilmezdi.
Bunu
hiç kimse cesaret edip söylemese dahi, herkes yürekten biliyordu. Haydara
baktım, göz göze geldik ve ölüm yolculuğundaki bera-
berliğimizde kenetlendik. Haydar, göz
yaşları akmasın diye, başını ve gözlerini havaya dikti. Bu sırada küçük karım,
gelip elimi öptü, sonra İsa’yı öptü ve koşarak eve kaçtı. Ana yüreği daha fazla
sabredemedi. Daha dursak ben de ağlayacaktım.
Haydarla birlikte, kurulmuş yay gibi, aynı
anda fırladık. Göbeğimize kadar kar içinde, batıp çıkarak, gitmeye başladık.
Haydarı bilmem ama ben, geriye dönüp bakamadım. Köyün tarlalarını geçip,
yaylanın düzüne varınca, kurtlar da birden ortaya çıktılar. Halbuki biz onları,
daha sonra, yaylanın düzlüğünde bekliyorduk. Demek ki açlıktan sabırları
tükenmişti. Uluyarak haberleştiler ve gittikçe çoğaldılar. Başlangıçta oldukça
uzak duruyorlardı. Sonra, yanımızda ve ardımızda, bizimle birlikte koşmaya
başladılar. Biz durup soluklandıkça, onlar da biraz uzakta duruyorlardı.
Bir
zaman sonra, daha da yaklaşmaya başladılar. Arada bir, kendi aralarında hırlaşarak,
sabırsızlık işaretleri gösteriyorlardı. Artık, soluk sesleri duyuluyor,
ağızlarından çıkan dumanlar görülüyordu. Kar ve rüzgar, bütün çukurları
doldurarak her yanı dümdüz etmişti. Kızağın ipini çekerek, önden gittiğim için,
yolumuzun üzerindeki, kar ile doldurulmuş görünmeyen çukurlara önce ben
batıyordum. Bir ara battığım çukurda, yorgunluktan yıkıldım, soluk soluğa
kalıp, tükendim. Ölüme razı oldum. “Eniştelerimi niye getirmedim sanki” diye
aklımdan geçti. Haydar, kızaktan tüfeği çekip, iki el ard arda ateş etti.
Canlanır gibi oldum. Büyük karım, küçük karım, eniştelerim ve bütün ev halkı,
gözümün önüne geldi. Hepsi bir ağızdan, ”Kalk” diye bağırdılar sanki. Haydar,
kızağın önüne gelerek ipinden tuttu ve beni kaldırdı. Bu kez kızağın arkasına ben
geçtim ve ye-
niden yola koyulduk. Tekrar tipi ve rüzgar
karşımızdan esmeye başladı. Etrafı göremediğim için, nerede olduğumuzu da
kestiremiyordum.
Halbuki
buraları, avucumun içi gibi bilirdim. “Can kurtaran evine” varabilirsek, belki
kurtulabilirdik. Bu bölgede, tipi ve kardan donma olaylarının çok olması
nedeniyle “İl Özel İdaresi” tarafından “Can Kurtaran evi” yaptırılmıştı. Bir
süre sonra kurtlar, tekrar yaklaştılar. Bu kez, daha azimli ve daha yürekli
görünüyorlardı. Arkamdakinin soluğunu duyuyordum. Yanımda gidenin dili bir
karış dışarıda, başını bana çevirmiş, sanki iştahla bakıyormuş gibi geldi bana.
Bir ara Haydar da kara battı ve kar içinde kayboldu. Olanca gücümle
“Haydar”diye bağırdım. Haydar, can telaşıyla fırladı. Tekrar yola koyulduk ama,
ne kurtların sabrı kalmıştı, ne de bizim daha uzağa gidecek gücümüz kalmıştı.
Kollarım ve bacaklarım, birer sopaydılar sanki. Ölüm korkusunun verdiği güçle
koşup duruyorduk. Ümitsizlik içinde, başımı göğe kaldırıp Allah’a sığındım.
Birden, tipinin oluşturduğu duman arasında,”Can kurtaran evi” ni görür gibi
oldum. Önce inanamadım.
Ölümden
hayata dönmenin sevinciyle, ”Geldik” diye bağırdım. Haydar da gördü. Son bir
çabayla canlandık ve hızlandık. Son gücümüzle, Can kurtaran evine vardık.
Kapıyı açarak içeri girdik ve hemen kapıyı kapattık. Haydar, sırt üstü yattı,
kollarını ve bacaklarını açıp, soluk soluğa yere serildi kaldı. Ben ondan daha
kötü durumdaydım. Soluğum yetmiyor, ciğerlerim göğüs kafesime sığmıyordu. Daha
çok genişlemek isteyerek, parçalanacakmış gibi acı veriyordu ama, vazifem
bitmemişti. İsa’nın kızağını ocağın yanına çektim. Ocakta odunlar çatılmış
durumda, gazyağı şişesi, kibrit yanda duruyordu.
Yakmak için yekindim, diz üstü düştüm.
Yeniden bir çabayla, odunların üzerine gaz döküp , ocağı yaktım. Yanan ateşin
çıtırtısı, bir mutluluk gibi içime doldu ve ben de serildim kaldım.
Ne kadar yattığımızı bilmiyorum. İsa’nın
sesi ile uyandım su istiyordu. Nefesim oldukça düzelmiş ve oldukça
toparlanmıştım. Haydar sakin uyuyordu, ocaktaki odunlar yanıp tükenmiş, ateş
sönmek üzereydi.
Tekrar
odun attım ve İsa’ya kızaktaki şişeden süt içirdim. İki yudum da ben içtim.
Sonra, süt şişelerini ocağın yanına koydum. Dışarıda rüzgar, arada bir
uğulduyordu. Kapıyı aralayarak dışarıya baktım. Kapının gıcırtısıyla kurtlar,
oturdukları yerde kıpırdandılar. Üzerlerine yağan kardan hepsi bembeyaz
olmuştu. Beyaz köpek heykelleri gibi dizilmişler, tipiye rağmen bizi
bekliyorlardı. Sevinçle ulumaya başladılar. Haydar da yattığı yerden doğrulup
oturdu ve soran gözlerle bana baktı. Konuşacak halim yoktu. Omzumu silkelemekle
yetindim ve yeniden sırt üstü yattım. Şimdi yorgunluğa bir de ümitsizlik
eklenmişti. Bizler Can kurtaran evine sığınınca, kurtların bırakıp
gideceklerini ümit etmiştim. Onların ise, avlarını bırakıp gitmeye hiç de
niyetleri yokmuş. Dışarı çıkarsak, kurtlar yiyecek, içeride kalsak İsa ölecek.
Son bir gayretle Allah’a yalvardım.
–
Allah’ım sen bize yardım et!
İşimiz gerçekten Allah’a kalmıştı. Bir
beklenti sürecine girmiştik ama, neyi ve kimi beklediğimiz belli değildi. İçim
geçmiş, yeniden uyumuşum. Birden kapının önünde kıpırtıya benzer, insan sesiyle
köpek homurtusu arasında sesler işittim.
–
Yine kurtlar, Allah’ım
sen yardım et! diye bu kez daha yük-
sek sesle dua ettim. Sonra, kurtların uluma
sesleri artarak göklere doğru yükseldi ve kaybolup gitti. Bir sessizlik oldu.
“Allah’ım rüya mı görüyorum, yoksa donuyor muyum?”diye düşündüm. “Bu havada
kimse yola çıkmaz, çıksa da buraya gelemez”. İçimden “Kelime-i şahadet”
getirdim. Ocakta yanan odunlardan ses gelmiyordu, yoksa ben mi duymuyordum.
“Biz ölürsek, İsa da ölür“. İçime bir ateş düştü. Bu sırada Haydar, hırıltıya
benzer bir ses çıkardı, yan üstü döndü. Ben doğrulup oturdum ve dışarıya kulak
kabarttım. Sessizlik sürüyordu. Dışarıyı görmüyordum ama, kurtların gittiğini
söyleyebilirdim. İçime bir ümit ve tarifsiz bir sevinç doldu. Sonra birden kapı
açıldı. Bembeyaz iri bir adam, kapıda göründü. Tüfeğini çaprazlama asmış,
elinde kar sopaları, karşıma dikildi.
– Geçmiş
olsu gardaş!
Önce, gözlerime inanamadım, sonra fırlayıp
boynuna sarıldım. O da bana sarıldı.
– Asker,
seni Allah gönderdi, dedim.
Haydar da gelip bize sarıldı, bir süre öyle
kaldık. Hayata yeniden dönmüş gibiydik. İsa, üstündeki kilimi açarak başını
kaldırdı.
– Baba
kim o?.
– Asker
oğlum, devletimizin askeri, dedim, tekrar yattı.
Asker, odanın içine şöyle bir göz gezdirdi.
Önce İsa’nın yattığı kızağa, sonra Haydara ve sırtındaki asker kaputuna baktı.
– Asker
misin?. Haydar esas duruşa geçti,
– İzinliyim,
yanıtını verdi. Sonra asker,bana dönerek,
–
Çok kötü bir günde yola
çıkmışsınız, biz kayaklı devriyeyiz.
- Ben Piyade Taburundan, Çavuş Ramazan.
Bacadan duman çıktığını görünce uğradık.
Anladığım
kadarıyla ve Allah’ın izniyle, bacadan çıkan duman bizi kurtarmıştı. Ramazan
Çavuş bana döndü,
–
Haydi sizi de götürelim
ama,çabuk olalım. Bizim için çok değil ama sizin
için, hele bu karda kışta, çok yolumuz var.
Dört kişiydiler. Hepsi tüfeklerini
çaprazlama asmışlar, ellerinde kar sopaları ve beyaz elbiseleriyle, kayakların
üzerinde heykel gibi dikilmiş duruyorlardı. Ramazan Çavuş, belli bilirsiz bir
işaret yaptı. Posta çantası taşıyan ile yanında duran diğeri, askerce selam
verdiler ve kayakların üzerinde yay gibi gerildiler, sonra uçup kayboldular.
Ramazan Çavuş ile arkasında duran asker, İsa’nın kızağına iki taraftan ip taktılar
ve sonra çekmeye başladılar. Biraz sonra, öyle hızlandılar ki, yetişemiyor ve
çok zaman gözden kaybediyorduk. Kaç kez böyle oldu. Hep onları bizi beklerken
buluyorduk. Biz kar içinde düşe kalka yol almaya çalışırken onlar, uçan halıya
binmişler gibi, kar üzerinde sanki uçup gidiyorlardı.
Bizi
beklerken bulduğumuz zamanlardan birinde,
–
Çavuşum, siz İsa’yı
hastaneye götürün, biz geliriz, dedim. Soluk soluğa, ter içinde kalmıştık.
Yorgunluktan sesim titriyor, ağzımdan sözcükler kesik kesik ve dumanla birlikte çıkıyordu.
– Oturun,
dedi ve sonra ekledi,
–
O nasıl söz, sizi hiç
bırakır mıyız. Arkadaşlar postayı götürdüler, görev tamamlanıyor. Seni
anlıyorum. Benim de köyde bir Salih’im var, dört yaşında, deyip içini çekti ve
uzaklara bakıp daldı. Salih’i kucaklamış gibi gülümsedi ve öyle bir süre kaldı. Sonra,
uzaklara
dalan gözlerini, yavaşça üzerimize doğru getirdi ve ciddileşti.
– Evlat
işte, evlat, diye iç geçirdi.
Salih’in hayalinden kurtulmak istercesine,
eliyle bir hareket yaptı, sonra ekledi,
– Hepimizin
önce Allah’a sonra devlete bir can borcumuz var!
Sözü
uzatmasından, bizi dinlendirmek istediğini anladım. Sonra şakacı bir tavır
takınarak güldü,
– İsa
senin gibi oluncaya kadar, senden on tane İsa
çıkar.
Hiç
böyle düşünmemiştim. Şaşkınlıkla yüzüne baktım, o da kolundaki saatine baktı.
Ayaklarındaki şeylerle birlikte sıçrayarak döndü.
– Mola
tamam, gidiyoruz, dedi ve yürüdü.
Şehirdeki hana geldiğimiz zaman, epey geç
olmuştu. Haydar ile kızağı handa bıraktım. İsa’yı kucaklayıp hastaneye geldim.
Sonrasını biliyorsunuz. Gözlerini İsa’ya çevirdi, dudakları titredi. Şöyle bir
tereddüt anı geçirerek ekledi.
–
Bizi köyde merak
etmişlerdir diye üzülüyordum. Sabahleyin, kayaklı devriyeler, Haydara
uğramışlar. Kumandanın emriyle, bizim köye uğrayacaklarmış. Çok sevinecekler.
Allah devletimizi var etsin! Tam o sırada İsa, eliyle doktoru göstererek bir
şeyler söyledi. Doktor bir İsa’ya bir de İzzet efendiye baktı. İzzet efendi
gülerek,
–
İsa, ben devlet dedikçe,
devlet sözünü, bir ağanın adı sanmış. Bu, Devlet Ağa, ne zengin ağaymış. Askeri
var, hanları var, elektriği var. Doktor da devlet ağanın mı? diye soruyor.
HAMAMCININ
AZİZLİĞİ
Sağlık Bakanlığına karşı zorunlu hizmet
yükümlülüğüm nedeniyle,bir Doğu Anadolu ilinde, İl Merkezi Hükümet Tabibi
olarak çalışıyordum. Yalnız Hükümet
Tabipliği olsa neyse, Belediye Tabipliği, Sıtma Savaş Tabipliği ve daha ne
kadar tabiplik varsa, hepsinden sorumlu olarak çalışıyordum. Koca il merkezinde
yalnız iki doktor vardı. En çok da Belediye Tabipliği ek görevi beni sıkıntıya
sokuyordu. En çok “Defin ruhsatı” denilen ölüm raporları ve esnaf kontrolleri,
hem yorucu hem de sıkıntılı işlerdi. Türkçe’nin yanında bilmediğim diğer bir
dille de konuşuyorlardı. Onları sevdim ve onlar gibi konuşmak için, bilmediğim
o dili de hasta muayene edecek kadar, konuşulanları
az da olsa anlayacak kadar öğrendim.
Gelenek ve görenek olarak, Batı Anadolu’da
alışık olduklarımızdan bazı farklılıklar vardı. En önemlisi, batıda ki Çekirdek
Aile yerine, Ataerkil Aile (Peder-Şahi Aile), babanın kayıtsız şartsız hakim
olduğu bir aile tipi geçerliydi. Babanın birkaç karısı da olabiliyordu. Bir çok
aile, toprak damlı büyük evlerde, oğullar, gelinler ve torunlarla babanın
emrinde, birlikte yaşıyor ve birlikte çalışıyorlardı. Birlikte çalışıp
kazanıyorlar ve kazanılan paralar babada toplanıyordu. Her gün bir hanım mutfak
nöbetçisi oluyor, hepsi bir kazandan
yemek yiyorlardı. Para biriktirme konusunda bankaya gitmek kadar,altın almaya
da önem veriyorlardı. Zaten bir Ziraat Bankası vardı. Üstelik faizler de çok
düşüktü. Hanımların boynuna takılan Osmanlı liraları, Beşibirlikler, kollarına
takılan altın bilezikler hem
hanımları memnun ediyor hem de yedek akçe
oluşturuyordu. Ayrıca gösteriş aracı olarak da kullanıyorlardı.
Kadınlar
için en büyük eğlence, günlere gitmek ve hamama gitmekle sınırlıydı. Tiyatro yoktu, çarşı içindeki bir tek
sinema vardı ama ona da herkes gidemiyordu. Hamama gitmek en büyük eğlenceydi.
Eski Osmanlı geleneklerinde olduğu gibi, bir gün önceden yalancı dolmalar yapılır, köfteler kızartılır, turşular
hazırlanır, giyilecek ipek çarşaflar, kadife elbiseler ütülenir ve askılara
asılırdı. Ne kadar altın, Beşibirlik, bilezik, gerdanlık varsa takılır ve
öylece hamama gidilirdi.
Bizim
hanım, bütün bunlardan habersiz, bir eline çocuğunu, bir eline de küçük
valizini alarak hamama gider. Hamam
kalabalık ve tam anlamıyla Kadınlar Hamamı görüntüsünde ve gürültüsünde,
felaket bir durumdadır. Herkes aynı zamanda, hep birden konuştuğundan ve hiç
kimse diğerini dinlemediğinden ve hamamdaki ses yansımasının da yardımıyla,
muazzam bir gürültü oluşmaktadır. Kasada oturan hamamcı kadına giderek yer
göstermesini ister. Hamamcı kadın
önce onu yukarıdan aşağı ve aşağıdan yukarı bir süzer ve Natır denen yıkayıcı
hizmetlilere gönderir. Natırlar
bakarlar ki, kolunda kulağında altını yok hiç
aldırmazlar.
–
Bana bir yer bulun,
lütfen. dedikçe,
–Olur efendim, şimdi geliyorum efendim”
deyip dolaşıverirler. Güçlükle kendisine bir yer bularak soyunur, kendisini ve
çocuğunu yıkayarak sinir içinde hamamdan çıkar ve eve gelir. Ama bu
arada, kimin altını, ziyneti çoksa ona
hizmet edildiğini anlamıştır. Kendisinin ise yalnız bir nişan-nikah yüzüğü
vardır.
Akşam
eve geldiğim zaman, hanımı bir hayli sinirli gördüm. Olanları anlattı ve o
kadar kızmıştı ki, ona kalsa, Belediye Tabibi olarak hemen hamamı
kapatmalıydım. Biraz sinirleri yatıştıktan sonra,
–
Bak hanım! Paramız var, yarın kuyumcuya gider,seni hanım
sultan gibi donatırız. Sonra hamama giderim, hepsini bir güzel haşlarım, sen de
hamama gider hepsini salta durdurursun, tamam
mı?
Böylece
şaka ile karışık hanımın gönlünü aldım. Gerçekten de ertesi günü doğru
kuyumcuya gittik. Gerdanlık, bilezik, küpe her ne beğendiyse hepsini alarak
hanımı bir güzel donattık. Sonra hamama uğradım. Ben hamama varmadan önce,
hamamcıya kuyumcu haber göndermiş. Kapılardan karşıladılar, yalvarma
derecesinde özür dilediler. Ben de biraz kızmış gibi yaptım ve anlaştık. Daha
sonraları hamama gitmek bizim hanım için de bir keyif bir eğlence oldu. Ama,
ziynet olarak altın kullanmak da alışkanlık oldu.
HAMAMCI
SÜLO’NUN SÜRÜVENİ
Genelde insanlar arasında zihinsel yapı
bakımından,önemli bir farka yoktur. İki kardeş arasındaki fark kadar
düşünebiliriz. Herkes doğarken,belirli yetenekler ve belirli Gizilgüçlerle
donatılmış olarak doğar. Önemli olan o yetenekleri kullanmak için,onları
harekete geçirmek gerekir. İnsanlar,çocukluktan başlanarak
ailesi,yakınları,çevresi tarafından güdülenir ya da kendi kendini, iç diyalog
ile (kendisiyle zihinsel olarak konuşarak) güdülerler. Ne yapacağına ve ne
olacağına karar vererek,caymadan ve sapmadan sürdürürler. Başarının temel
koşulu budur. Eğitimsiz insanların bile,bazı yerlere yükselmeleri,bu yüzdendir
ama, ne yazık ki cahillikleri baki kalır.
Hamamcı
Sülo (Süleyman) ile ilk tanıştığımız zaman,çok etkilenmiştim. Kısa boylu, ufak
tefek, otuz- otuz beş yaşlarında kadar görünen bir adamdı. İnsanın yüzüne
gülerek bakıyor, kahve rengi gözleri sanki ışık saçıyordu. Bir yürüyüşü ve bir
çalışması vardı ki, hızlandırılmış sinema filmi gibiydi. Şehrin bir tanecik
olan Vakıf Hamamı’nı çalıştırıyordu. Hamama gidip yıkandığım zamanlar ve
Belediye Tabibi olarak yaptığım habersiz kontrollerde, hamamı ve havluları her
zaman temiz buluyordum. Yıkanmak için hamama gittiğim bir gün,
–Bu
duruma nasıl geldin Sülo,şunu bir anlat”dedim. Karşılıklı oturduk, çaylarımızı
içerken anlatmaya başladı.
–Ben,
araba yolu bile olmayan bir dağ köyünde doğdum. Okul olarak kullanılan Köyün
misafir odasında iki sene okuduktan ve biraz Türkçe öğrendikten sonra, yaz
tatili geldi. Tatil sona erdikten sonra öğretmen gelmedi ve okul kapandı.
Askere gidinceye ka-
dar, uzun seneler ailemize yardım ile, çok
zaman da haylazlıkla, boşuna geçti.
Askerlik çağımız gelince, muhtar bizi önüne kattı, diğer arkadaşlarla birlikte
getirip Askerlik Şubesine teslim etti. Hepimizi piyade eri yaptılar ve her
birimizi başka bir tarafa gönderdiler. Beni de, İstanbul Ramide bir Piyade
Alayı’na verdiler. İstanbul büyük bir şehirdi, sokağa çıkmaktan bile
korkuyordum. Aylarca kışladan dışarı çıkmadım. Annemin bana tembih ettiği gibi,
doğruluktan ayrılmadım, verilen her vazifeyi canla başla, beğendirecek biçimde
yaptım. Yazı yazmayı,Türkçe konuşmayı ilerlettim. Altı ay kadar sonra bir gün,
Bölük Komutanım,
–Süleyman,
seni paşaya emir eri versem gider misin? deyince,bir fırsat çıktığını düşündüm,
–Emredersiniz
komutanım, sizi mahcup etmem, dedim ve
gittim. Paşa çok sert ama baba adamdı. Hanımı Paşa anne, çok merhametli, melek
gibi bir kadındı. Çocukları olmamıştı. Evin gerçek bir oğlu gibi her tarafa
koşar, her işi en iyi biçimde yapardım. Paşa vazifeli olarak gittiği zamanlar
evin kapısının içinde yatardım. O zaman Paşa
Anne
bölüğe
göndermezdi, üç öğün yemeği de evde yerdim. Diğer zamanlar da Paşa Anne, öğle
ve akşam yemeklerini yediriyordu. Bölükte verilen tayınlarımı da arkadaşlara
satıyordum. Paşa babaya hizmet ederken karşılaştığım insanlardan ve Paşa
Annenin nasihatlerinden çok şeyler öğrendim. Paşa Anne her zaman,
–Bak
oğlum Süleyman, sen akıllı ve çalışkan bir çocuksun, şehirde çok
şey
yaparsın, köyde kalıp kendine yazık etme, derdi.
Teskere
alıp köye gelince, köyde bir şey sahibi olamayacağımı kısa zamanda anladım.
Buraya gelerek iş aradım. O sırada, bu ha-
mamı işleten Tahir Bey, bir “Külhancı”
arıyormuş, hemen anlaştık. Yemek ve yatmak hamama ait olmak üzere, haftada on
lira da ücret alacaktım. Bir sene külhanda yattım, bazı günler tellaklık
yaptım, aldığım haftalıkları ve bahşişleri biriktirdim. Gerektiğinde hamamın
her türlü işini yaptım ve hamamcılığı öğrendim. İkinci sene Tahir Bey birden
hastalandı, “Felç oldu”dediler. Gittim elini öptüm. Biraz iyileşince, Noter
Katibi Mehmet efendiyi çağırıp beni ortak etti. Tahir beyin hanımı, hamamın
kadınlar gününde müşterilere bakıyordu. Tahir Bey vefat edince,Vakıflar
İdaresi, yeniden hamamın kirasını açık artırmaya çıkardı ve ben aldım. Şimdi
yine kadınlar gününde eskisi gibi, onun hanımı bakıyor, onlara yardım ediyorum” dedi.
Sülo’nun
yaptıklarını ve düşüncelerini çok beğenmiştim. Onun da bana bir yakınlık
duyduğunun farkındaydım.
Bir gün, o ateş gibi olan, benim beğendiğim
bu adam, süklüm püklüm, süngüsü düşmüş durumda, muayenehaneye geldi.
Şaşkınlığımı belli etmemeye çalışarak,
–Hayırdır
inşallah Sülo,sana ne oldu?,
–Dün
akşam, ilk kez başıma bir iş geldi. Hanımla yattık ama bir iş beceremedim, ben
bittim galiba doktor bey!
Başını öne eğdi, ağlayacak gibi oldu ve
sonra somurttu kaldı. Yaptığım organsal muayenede ve ruhsal soruşturmada,
önemli bir şey olmadığını anladım. Daha çok bedensel bir yorgunluk ya da ruhsal
kökenli bir olay vardı. Onun kendine güvenini kazanması için, ona
göstererek bir ampul erkeklik hormonunu kalçasından yaptım
ve o zamanki tedavi olanaklarına göre, bazı toniklerle birlikte, striknin
içeren bir ilaç yazdım.
–Yazdığım
ilaçtan günde üç tane içeceksin. Sakın fazla içme!
Sonra,
bir hafta da hanımdan ayrı yatacaksın!. Ertesi günü sabahın erken bir saatında
kapı çalındı. Karşımda ilkokul öğrencisi bir oğlan,
-Hamamcı
Sülo çok hasta, acele sizi istedi, ben size evi göstereyim,
-Oğlum
ben evi biliyorum, dedim.
Çantamı alarak yola koyuldum. Altı toprak
üstü dam bir evdi ve basit döşenmişti. Sülo yatakta yatıyordu, bilinci
yerindeydi ama çok korkmuş olduğunu anladım. Anlattığına göre, arada bir, bütün
kasları ve eklemleri kazık gibi oluyormuş ve çenesi kilitleniyormuş. Anladım
ki, çabuk iyi olayım, hanımla yatayım düşüncesiyle, strikninli ilacı çok
içmişti. Gerçekte basit bir striknin zehirlenmesi olarak görünüyordu.
Muayene
sırasında, kasılma nöbeti de gelmediğine göre, olay gerilemişti. Çabuk etkili,
hafif bir uyku iğnesi yaptım ve akşam ben tekrar gelinceye kadar, beş su
bardağı açık çay ve üç su bardağı şerbet içmesini tembih ettim. Zehirli
maddelerin bir an önce vücudundan çıkmasını hızlandırmak istiyordum. İkram
edilen kahveyi bir kız çocuğu getirdi. On dört ya da on beş yaşlarında, tarifi
imkansız derecede güzel, gerçek bir esmer güzeli, harika bir kızdı. Evde başka
kimse de, başka bir kadın da yoktu. Sülo ya döndüm ve sordum.
–Bu
kimin kızı Sülo?
–Sonra
anlatırım doktor bey, dedi.
Akşam üzeri uğradığım zaman, korkusu geçmiş
keyfi yerine gelmişti. Yer yatağında oturuyordu. Ben de yanındaki mindere
oturdum.
–Şimdi
anlat bakalım!
–Bu benim karım, yaşı küçük olduğu için
nikah yapamadık, kimsenin duymasını da istemiyoruz.
O
zaman Sülo’nun, neden bu duruma düştüğünü anladım.
Aradan
epey bir zaman geçti. Bir gün öğleden sonra, hükümet tabipliğinde günlük
işlerle uğraşırken Adliyeden bir Mübaşir geldi ve kapımın aralığından başını
uzattı ve gözümün içine bakarak,
–Mahkemeden
sizi hakim bey istiyor, dedi.
Çok kez “Bilirkişi”olarak çağırırlardı.
Tabii olarak, “Bilir kişi ücreti” veremezlerdi. Ne hikmetse, para toplayan
maliye ile, adalet dağıtan adliye, hep para sıkıntısı çekerdi. Yine benzer bir
durum olduğunu düşündüm. Üst katta Adliye, alt katta da Hükümet Tabipliği ve
Sağlık Müdürlüğü olarak aynı binada çalışıyorduk. Hemen koşarak gittim ve
salona girince beni beklemekte olduklarını gördüm. “Şahitlik” yerine aldılar.
“Suçlu” yerinde de Hamamcı Sülo’yu görünce şaşırdım.
Sıkıntılı
bir görüntüsü vardı. Sanki yardım ister gibi yüzüme baktı. Ortada dönen önemli
bir olay olduğunu sezdim ama, ne olduğunu henüz anlamış değildim. Hakim bey,
ananın adı-babanın adı diye başlayarak, kişilik saptaması yaptıktan sonra,
şahit olarak doğru söyleyeceğime yemin ettirdi ve sordu.
–Hamamcı
Süleyman’ın sana borcu var mı?
–Evet
efendim, dedim.
Ama,Sülo’nun bana olan borcunun kiminle,
ayrıca adliye ile ne ilgisi olabilirdi?. Kesin bir sayı bilmiyordum ama epey
vardı. Köyden gelen akrabalarına bakar, daha sonra parasını Sülo’dan alırdım.
Hakim bey,
–Ne
kadar alacağınız var, üç yüz lira kadar var mı?
Bu
sözleri duyunca, Sülo’nun başının belada olduğunu hissettim.
–Belki
de daha fazla, diye abarttım ve ekledim,
–Köyden
gelen bütün akrabalarına ben bakarım, ama defterim yanımda olmadığı için kesin
bir şey söyleyemem, dedim. Hakim Bey,
–Peki, bu kadar yeter, buyurun doktor bey
gidebilirsiniz, dedi ve mahkeme salonundan çıktım. Yarım saat sonra Sülo
Hükümet Tabipliğine geldi ve elime sarıldı,
–Allah
razı olsun doktor bey, beni kurtardın, dedi.
Ben
de farkındaydım ama nasıl kurtarmıştım onu bilmiyordum.
–Anlat
öyleyse, dedim ve derin bir nefes alarak anlatmaya başladı.
–Bir
hafta önce hamama Belediye Çavuşları geldi. Üç kişiydiler,yıkandılar ve
yıkayıcılara kendilerini yıkattılar, keselenip temizlendiler ve para vermeden
gitmeye niyetlendiler. Ben de onları uyardım.
–Hamam
parası benden olsun ama, yıkayıcıların parasını verin! Dedim. Bana döndüler, ağızlarına geleni
söylediler ve öyle hakaret ettiler ki dayanamadım. Sopayı kaptığım gibi bunları
kovaladım. Arkalarına bakmadan kaçtılar ama, sanki ben onlara hakaret etmişim
gibi beni dava etmişler. Memura vazife başında hakaret etmişim. Ben de korktum,
düşünüp duruyordum ki, esnaftan birisi, sözde bana akıl verdi, ben de kanmış
bulundum, cahillik işte.
–Bir
tepsi baklava yaptır, ortasına üç tane Reşat Altını yerleştirsinler, hakim
beyin evine gönder, hamamcı Sülo gönderdi, diye söylesin.
Dediği
gibi yaptırdım, bir hamalın eline vererek hakim beyin evine gönderdim. Aksilik
bu ya, o gün de hakim beyin
hanımının kabul günüymüş.
Kadınlar baklavayı görünce birden dalmışlar, birisinin dişine Reşat altını
gelince ortalık karışmış. Hemen hanım, hakim beye telefon etmiş, o da Emniyet
Müdürüne, derken kıyamet kopmuş ve hamalı yakalamışlar. Bana haber gelince,
Dava Vekili Kör Niyazi’ye gittim ve anlattım.
–Hemen
ortadan kaybol, yarın gel. Bu gün seni bulurlarsa “Cürmü meşhut” yaparlar ve
belki hapse atarlar, dedi.
Hapse
girmekten çok korkuyordum. Bütün işlerim de alt üst olacak, hatta ortada
kalacaktı. Ertesi günü, Kör Niyazinin yazı hanesine korkarak gittim.
–Senin
doktorla aran nasıl, doktora borcun var mı?,
–Epey
var, dedim.
–Öyleyse önce doktora git, durumu anlat,
sana yardım eder, sonra doğru karakola git,”Benim doktora borcum vardı, ona
şaka yapmak istedim, hamala da hekimin evine götür dedim ama o yanlış anlamış,
hakim beyin evine götürmüş,hekim ile hakimi karıştırmış” dersin, bir şey
yapamazlar, korkma”dedi. Ama,sana nasıl diyeceğimi bilemiyordum. O sırada
polisler gelip beni yakaladılar, sana haber verecek vaktim olmadı. Kör
Niyazi’nin dediklerini aynen Hakim Beye söyledim. Hepsi birden güldüler ve seni
dinledikten sonra beni bıraktılar, dedi.
Sülo’ya
“Aptal”denemez ama, cahilliğin, eğitimsizliğin aptallık yaptırdığı da kesin.
Akıllı geçinen Sülo bile, hiç bir hakimin üç tane- beş tane Reşat altınına
tenezzül etmesinin mümkün olmadığını düşünemedi işte.
HATIR
İÇİN
Başkanı,
daha önce Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)Başkanıymış. Hoş sohbet, zeki bir
politikacıydı. DP nin güçlü olduğunu ve seçimi kazandığını görünce, bir gecede,
İl İdare Kurulu üyeleriyle birlikte, DP ye geçmişler. Orada da İl İdare Kurulu
oluşturmuşlar. Ben iki taraf ile de iyi geçiniyor ve renk vermiyordum.
Zaten
belli bir rengim de yoktu. Politikaya ilgi duymuyor ve ilgi duymak da
istemiyordum. Ailemde de çeşitlilik vardı. Babam CHP yi savunur, annem ise
arada bir karşı çıkar, bazı konularda DP yi haklı bulurdu.
İlk
kez 1950 yılında, fakültede öğrenci iken oy kullanmıştım. O zaman daha
demokratik bir seçim sistemi vardı. Şimdiki gibi parti listelerine oy
vermiyorduk. Millet vekillerini seçme hakkımız vardı. Her iki partiden
beğendiğiniz adayları bir kağıda yazarak sandığa atabilirdiniz. Şimdi biz,
parti genel başkanlarının seçtiği adaylara oy veriyoruz. Millet vekillerini biz
seçmiyoruz, onlar seçiyorlar. Öğrenci
yurdunda altmış öğrenciydik ve bunlardan ancak iki tanesi CHP yi savunuyordu. O
da, İsmet Paşanın hatırı için. Ama gerçekte
İsmet Paşayı sevmeyen bir kişi bile yoktu. Seçimden önce bir akşam nöbetçi
doktor ağabeyimiz okuma salonuna geldi,
–Doktorun
partisi olmaz. Oy vermek için sandık başına gittiğiniz zaman parti
düşünürsünüz. Bir tarafı tutarsanız, öbür tarafı kaybedersiniz. Bu sözü hiç
unutmadım. Ben bunun gerçek olduğunu sonradan da gördüm.
Muayenehaneye
sabah erken geliyordum. Yöresel koşullar öy-
le
gerektiriyordu. Mesai saatinde vazifeye gider, sonra tekrar saat 17 de
gelirdim. DP başkanı çok kez takılırdı,
–Doktor, senin rengini bir türlü
öğrenemedik. Yardımcım ve sekreterim Reşat efendi,
–Aman
doktor bey, sakın bunların hiç birine uyma, derdi.
DP
ye komşu olmak, benim de işime geliyordu. Köyden kentten çokça gelen giden
oluyor ve bu arada bize de müşteri çıkıyordu.
Bir kış günü, sabahleyin erken Başkan geldi
ve karşımdaki koltuğa oturdu ama, her zamanki gibi değildi. Halinden, önemli
bir şey olduğu ya da önemli bir şey isteyeceği anlaşılıyordu. Reşat efendi,
acele bir Türk kahvesi yaparak ikram etti. Başkan, bana birkaç iltifat
sözcüğünden sonra, isteğini açıkladı. Norşin köyüne yakın bir yayla köyünde,
hastalanmış olan bir ağayı, giderek muayene etmemi istiyordu. Ağa uzaktan
akrabası oluyormuş. Habere göre ateşi varmış, sayıklıyormuş ve kan tükürüyormuş.
–Ne
istersen veririm, bana büyük bir iyilik yaparsın, dedi.
Kışın ortası, her yerde kar var, gidilmesi gereken köy, Norşin denilen köyden iki saat
yukarıda, Allahın dağında, tipiye tutulursam, kesinlikle doğru cennete giderim.
Can pazarında, paranın değeri mi olur. Bir
hafta kadar önce de, o civarda, iki jandarma eri, donarak şehit olmuşlardı.
Düşünürken Reşat efendiye baktım, kaşlarını kaldırarak “Gitme” işareti yaptı.
Ben de,
–Sayın
Başkan, bu havada benim oraya gitmem çok tehlikeli olur. Onlar alışkınlar,
buraya kızakla getirsinler. Ben gidinceye kadar onlar buraya çoktan gelirler.
Gerekiyorsa hastahaneye yatırırız, dedim.
Çok
bozuldu, buruk olarak ayrıldı. On dakika geçmemişti ki Vali telefon etti.
–Doktor Bey! Benim hatırım için, başkanın
hastasına gitmeni rica ediyorum. Seni köyün yakınına kadar benim makam arabamla
götürecekler, oradan da atla gideceksin ve akşam da sen dönünceye kadar arabam
bekleyecek, dedi.
Artık
benim için yapacak bir şey kalmamıştı. Bu üstü kapalı bir emirdi. Hemen hazırlandım.
Evime ve dairedeki memurlara haber verdim.
Muayenehanenin önüne makam arabası gelince,
komşu DP başkanlığına uğradım. Köye gönderecekleri bir şey olup olmadığını sordum. Başkan çok keyiflendi ve tekrar
tekrar teşekkür etti. Makam arabasına binerek Norşin köyüne vardık ve hemen bir
at getirdiler. Gerçekten
hazırlanmışlardı, binerek yola koyulduk. Uzun bir düzlükten sonra, dağın
eteğine vardık. Her yer bembeyaz, diz boyu karla kaplı, buz gibi bir hava, rüzgar insanın
yüzünü ısırıyor, arada bir kar atıştırıyor.
Gelen
gidenin oluşturduğu, kar içindeki daracık patikadan, bindiğim at ilerlemeye çalışıyor. Kucağımda bavul kadar şişkin
bir çanta, önümde ise elinde bir değnek ile bir köy korucusu vardı. Yarım saatte ancak dağın eteğine
varabildik. Uzun bir dağa tırmanıştan sonra da, uzun bir inişe geçtik. Bana
sorarsanız, at üzerinde iniş daha zordu.
Öğle
vaktinden biraz önce, hastanın evine vardık. Hastanın yakınları ve oğulları çok
sıcak, hatta sevinçle karşıladılar. Anlaşılan bütün ümitlerini bana bağlamışlardı.
Bu da doktor olarak her zaman beni korkutmuştur. Onların sandığının tersine
ben, her derde çare bulamıyor, her hastaya şifa veremiyordum. Hasta orta yaşlı,
atletik sağlam yapılı, yakışıklı bir adamdı ve köyün de ağasıydı. Ateşi 39
derecenin üze-
rindeydi ve bize “Hoş geldiniz” dedikten
sonra dalıp gitmişti. Sağ akciğerde zatürree vardı ve henüz kalbi sağlamdı.
Durumu iyi görünüyordu. Çabuk etkilemesi için, hemen bir kalçasına 800 bin
ünite prokain penisilin ile bir 500 bin ünitelik kristal penisilin karıştırarak
yaptım. Öbür kalçasına da, bir ateş düşürücü ve ağrı kesici iğne yaptım. Odadan
herkesi çıkardım ve odayı havalandırdım.
Alnına
ıslak ve soğuk bez koydurdum, ellerini kollarını ıslak bezle sildim. Onların
önerdikleri sirkeyle vücudunu silmeyi kullanmak istemedim.
Gülümseyerek
baktı,
–İyi
olacaksın Abdülhamit ağa, şimdilik tehlikeyi atlattın, korkulacak durumun
kalmadı.
–Allah
razı olsun, diyerek yüzü aydınlandı.
Sevindiği ve iyi olacağına inandığı, her
haliyle belliydi. Bence, doktorluğun en güzel ve en mutluluk verici anı, işti o
andır. Bu keyif hiçbir olanakla
ölçülemez. Bitişik odaya geçerek yemeğe oturduk. Bir taraftan da düşünüyordum.
Hastanın tedavisini nasıl sürdürecektim, iğne yapılması kesinlikle gerekliydi,
iğnelerini kim yapacaktı, aklı başında
birisine iğne yapmasını öğretsem nasıl olurdu?. Aksi halde, en azından birkaç
gece burada kalmak zorundaydım. Devamlı bana yardım eden, benimle birlikte olan
bir genç adam vardı. Konuşması, giyinmesi değişikti, ona kim olduğunu sordum,
–Ben
köyün vekil öğretmeniyim, ortaokul mezunuyum, askerliğimi Sıhhiye Çavuşu olarak
yaptım, dedi.
Konuşmalarından
boş olmadığını, bir sağlık memuru kadar olma-
sa bile, bir hasta bakıcıdan daha çok
bilgiye sahip olduğunu anladım ve çok rahatladım. Tedaviye devam edecek bir
kişi bulmuştum. Yemeğe ağanın oğullarıyla birlikte oturduk. Onlara babalarının
durumunu anlattım ve bir hafta içinde tamamen iyi olacağını söyledim.
Yemekten sonra, ağanın iki hanımını, küçük
çocuklarını muayene ettim ve öğretmenin isteği üzerine okula gittik. Milli
Eğitim Bakanlığı tarafından verilen plan üzerine yapılmış, şirin bir okuldu.
Yirmi kadar öğrencinin hepsi bir sınıfta oturuyorlardı. İçlerinden sağlıksız
görünen birkaç öğrenciyi muayene ettikten sonra, hepsini uzağı görme muayenesine
tabi tuttum. Miyop olduklarından kuşkulandığım iki tanesini en ön sıraya
oturttum ve durumu öğretmene anlattım. Bizi bekleyen birkaç tane erkek ve iki
kadın hastaya baktıktan sonra, çay içtik, okulun ve köyün acil gereksinimleri
üzerine konuştuk. Tekrar hastamızın yanına gelerek muayene ettim. Aradan geçen
2 saat içinde, ateşi düşmüş , iyi olacağına kendisi de kanaat getirmiş ve
oldukça rahatlamıştı. Yanımda olan ilaçları bıraktım. İğnelerini öğretmenin
yapacağını, beraber yaptığımız tedavi planını uygulayacağını söyledim. Eksik
olanları tamamlamak üzere ve DP başkanına vermek üzere bir reçete de yazdım.
Kış
günü olduğu için hava erkenden kararmaya başladı. Herkesle vedalaşarak, çantam
kucağımda ata bindim. Köy kahyası elinde bir sopa ile önüme düştü. Geldiğimiz
yoldan dönüşe başladık. Norşin düzüne inen yokuşu inerken, hava iyice karardı.
Kar bütün hızıyla yağmaya başladı, sonra sisli ve dumanlı gibi yarı karanlık
bir hava oluştu. Düzlüğe inince, uzaktan parıldayan ışıklar gördüm. Önce köyün
ışıkları sandım. Işıklar hem pek çoktu ve hem de
çift çift ve birbirlerine yakındılar. Köyde
bu kadar ışık olur mu diye düşündüm. Sonra o ışıklar çok yakınımıza kadar
geldiler. İçime bir korku düştü.
–Kahya
efendi, bu ışıklar nedir? diye seslerdim. Yanıt benim için çok ürkütücüydü.
–Onlar
kurt efendim, bir şey etmezler.
“Hey Allah’ım şu yanıta bak!.Kurt olur da
bir şey etmez mi?. Kahya silahsız, ben silahsız, ne yapacağız şimdi?. Vali
beyin ve Başkanın hatırı için, kurtlara yem olacağız”. O anda bir tabanca
edinmeye kesinlikle karar verdim. Can korkusu içinde, dokuz doğuraraktan, beni
bekleyen Valilik makam arabasına ulaştım.
Gecenin
bir hayli geç vaktinde eve gelince,Vali beye ve DP başkanına telefon ederek
durumu anlattım, teşekkür ettiler, işte o kadar. Benim çektiğim eziyeti, benim
çektiğim korkuyu, akıllarına bile getirmediklerinden eminim. “ Ne olacak,bir
hasta muayene etti geldi ”,demişlerdir.
Hatır için çektiğim sıkıntılar ve korkular
ise bana kar kaldı. “Teselli mükafatı olarak kaç para aldın” diye mi
soruyorsunuz?. “Estağfurullah, öyle bir şey söz konusu olmadı. Başkan, nasıl
olsa ağa verir diye düşünmüş, ağa da başkan verir diye düşünmüş herhalde. Ben,
her iki tarafa da bir şey söyleyemedim. Zaten söylemek de bana yakışmazdı.
Hatır için, bütün çektiklerim yanıma kar kaldığı gibi, eczaneden paramla
aldığım ve hastaya bıraktığım ilaçlar da cabadan gitti. Hizmetim, kul indinde
makbule geçti, Allah indinde de makbule geçmiştir inşallah.
HAYVANLARLA
BİRLİKTE
Açık, güneşli bir Pazar günü. Tam çoluk
çocuk hazırlanıp, kırlara çıkılacak, piknik yapılacak bir ilkbahar günü. “Bu
gün inşallah hasta gelmez” diye hep birlikte, dua ederek kahvaltı yaptık. Pek
fazla gidilecek yer yok ama, en azından “Bir parka ya da hastanenin bahçesine
gidebiliriz” diye düşünüyordum. Çocuklarda bir heves, ”Pikniğe gidiyoruz”
sevinci. “Nereye gidelim, yiyecek ne götürelim” diye düşünürken, kapı çaldı.
Kapıda iki adam, kalın yün hırkalar giymişler, birinin omzunda bir av tüfeği,
yüzüme bakıyorlardı.
–
Hayırdır inşallah, dedim.
–
Efendim, çok ağır bir
hastamız var, Dühan’ın hemen
üstündeki yaylada, jip tuttuk, at hazırladık ve size geldik, dediler.
Belli
ki çok önemli bir durum var, her şeyi hazırlamışlar.
– Ne
gibi rahatsızlığı var, diye sordum.
Ona göre ilaç ve alet hazırlayıp götürmek
istedim. Birbirlerinin yüzüne baktılar. Birisi,
–Bilmiyorum,
karnı şişmiş galiba, diye yanıtladı.
Artık yapacak bir şey yoktu. Tahminime göre
bir şeyler hazırlamam gerekiyordu. “Bekleyin” dedim ve içeri girdim.
O
anda düşünebildiğim olasılıklara karşı çantamı hazırladım. İçine bir sürü
ilaç,alet edavat doldurup, adamlardan birinin eline tutuşturdum. Daha çok
enfeksiyon, kalp yetmezliği gibi çok rastlanılan durumları ve karında sıvı
toplanmasına neden olan diğer hastalıkları düşünüyordum. Evdeki herkes durumu
anlamış, üzün-
tüyle
ve merakla yüzüme bakıyordu. Küçük kızım ağlamaklı bir sesle,
–
Ne olur gitme baba, diye
ayaklarıma sarıldı. Ne kadar üzüldüğü her haliyle belliydi. Ben de üzülmüştüm
ama, tek hekim bendim. O hastaya gitmemek, büyük haksızlık olurdu. Ayrıca, insanlık bakımından, hekimlik
vicdanı bakımından gitmek zorunda olduğumu onun anlaması, olanaksızdı.
Saçlarını okşadım, yanaklarından öptüm,
–
Nasıl gitmem canım, bunu
büyüyünce anlayacaksın, dedim ve giyinmeye başladım. Hanıma da,
– Çocukları
sen götür, dedim.
O da bozulmuştu, aylar var ki, ailesiyle
topluca bir yere gitmemişti. Ama, yapacak bir şey olmadığını biliyordu. Doktor
eşi olmak da kolay değildi.Tam kapıdan çıkarken, adamlardan biri,
–
Sıkı giyin doktor bey, yayla soğuk olur, deyiverdi.
İçeri girip, içime kazak, üstüme de palto
giyerek yola koyulduk. Yün eldivenlerimi almadığıma sonradan pişman oldum.
Jipte giderken, benimle konuşan adama, hastanın hastalığını tekrar sordum. Hiç
olmazsa meraktan kurtulmak istiyordum.
–
Ben Dühan’da oturuyorum,
hasta olan ağabeyimdir. Yaylada hayvanların başında kalıyorlar. Ben onların çarşı Pazar
işlerini, bazen alım satım işlerini görürüm. Kendisini görüp konuşmadım. Yengem, “Acele doktor getirsin, ağabeyinin
karnı şişti” diye haber göndermiş, ben de acele size geldim, başka bir şey bilmiyorum,
dedi. “Allah’ım sen yardım et”diye içimden geçirdim. Çok zaman
olduğu gibi, yine bir belirsizlik
içindeydim. “Buyurun ağalar, ab destsiz cenaze namazına”derler ya, tam öyle bir
durum. Ne yapalım, gidince göreceğiz.
Dühanda,
jipten inip ata bindim. Burası yüksek dağlarla çevrili bir yer. Yayla,
bu yüksek dağın arkasında olsa gerektir.
Akşam üzeri, güneş batarken, yaylaya vardık. Oldukça geniş bir otlak
içinde, tek katlı, üstü toprak damlı,
geniş bir ev vardı. Başka bir ev ya da başka bir ahır görünmüyordu. İçeri
girince gördüğüm, kocaman bir ahırdı.
Ortasından,
bir metre kadar yükseklikte, bir tahta bölme ile ikiye ayırmışlar, bir tarafta
insanlar, diğer tarafta hayvanlar yatıyordu. Küçük bir kapalı oda gibi bir
bölme de kadınlar için ayrılmıştı. Biz hayvanlarla birlikte kalacak ve
yatacaktık. “Ya rabbi ! bu da mı başıma gelecekti ?” diye hayıflandım.
Hastayı görünce de her şeyi unuttum. Adamcağız yer yatağında, şişerek kocaman
olmuş karnı nedeniyle sırt üstü yatıyordu. Altmış yaşlarında kadar görünüyordu,
üstünde ne varsa hepsini çıkarmışlar, üzerinde bir paçalı donla kalmış,onun da
uçkurunu çözmüşler sıkmasın diye. Zorlukla ve inleyerek nefes alıyordu ve
konuşamıyordu. Çok acıklı ve çok zavallı bir görüntüsü vardı. Gözlerindeki ölüm
korkusuyla ve yalvaran gözlerle bana bakıyordu. Büyük bir üzüntü ve korku içimi
doldurdu. “Acaba bu adamcağıza yardım edebilecek miydim, ya edemezsem?” diye
korkuya kapıldım. Başı örtülü, ağzı burnu kapalı, yalnız gözleri görünen bir
hanım yanıma geldi. Hastanın eşi olduğunu anladım ve ona sorularımı sordum. İki
günden beri idrara çıkamıyormuş, büyük ab deste de beş günden beri çıkmamış.
Problemi kısmen de olsa anlamıştım. Elimi karnına doğru uzattım, inleyerek
karşı çıktı ama hafif bir perküsyon
yaparak, idrar tıkanıklığı olduğunu
anladım. Tıp da “Globe vesicale” dedikleri, çok kez, idrar yolunu sıkarak
tıkayan, büyük bir prostat nedeniyle, idrar torbasının tamamen dolarak tehlike
yarattığı bir durumdu. İdrar torbasının her an patlama tehlikesi vardı.
Öncelikle, idrar torbasını biraz boşaltmak gerekiyordu. Bunlar için kullanılan
özel sondalar var ama, onlardan birini getirmek hiç aklıma gelmemişti. Eğer
bana geldikleri zaman, iki günden beri idrarını yapamadığını ve karnının
şiştiğini söyleselerdi, özel sondasını getirirdim ve işimiz çok kolay olurdu.
“Şimdi ne yapmak gerekiyor sen ona bak!” diye, içimden gelen bir ses beni
azarladı. Acil olan, bu gibi durumlarda kullanılan bir yöntem vardı. Onu
uygulamam gerekiyordu. Hemen çantamdan,bir numara kalın bir iğne çıkardım, leğen
kemiğinin üst kenarından ve tam göbek çizgisinin oluşturduğu orta yerden içeri
soktum. Hastanın önündeki kovaya idrar, fışkırarak
akmaya başladı. Hasta, idrarın aktığını görür görmez derin bir “Oohhh” çekti ve
rahatladı. Yüzü aydınlandı ve ölüm korkusu gitti. Çevrede bir rahatlama sevinci
dalgalandı. Onunla birlikte biz de rahatladık ve bizim de korkumuz gitti.
İdrarın hepsini boşaltmanın sakıncalı olacağını düşünerek, bir litreye yakın
boşalınca, iğneyi çıkardım. Kabızlığı için de hastaya, o zamanlar mevcut müshil
ilacı olan, “Alin” adındaki ilaçtan, çabuk etkilemesi için, bir tane suda
ezerek içirdim. Oldukça rahatlamıştı ve onunla birlikte herkesin yüzü de
gülmüştü. Yarın hastahaneye gitmesi
gerektiğini, prostatının, idrar yollarının muayene edilmesi ve bir çok
tetkikler yapılması gerektiğini anlattım, kabul etti. Bizimle birlikte sofraya
oturttuk. Önce bir tas yayık ayranı içti. İdrar olur korkusuy-
la, hiç su içememiş, onun acısını
çıkarıyordu. Kavurma, bulgur pilavı, tandır ekmeği ve “Çorti” denen lahana
turşusundan oluşan yemeğimizi yedik. Biz yemek yerken hayvanları getirdiler. Bir sürü keçi ve birkaç inek,
büyük bir gürültü ve böğürtüyle içeri girdiler,
bölmenin öbür tarafına yerleştiler. Tavan basık, iki metre kadar yüksekliği
ancak var. Tepede bir uydurma aydınlık yeri gibi bir delik ve yan tarafta
küçük bir pencere var. Hayvanların
gelmesiyle hava iyice ağırlaştı. Onların homurtuları ve gürültülü nefes
sesleri, bağırmaları sinirimi bozdu.
Hayvanlar
sağılmaya başlayınca, kendimi kapıdan dışarı attım. Dışarı çıkınca temiz
havayla, ciğerlerim bayram etti. Hava açık, yıldızlarla dolu bir gök vardı.
Yıldızlar, sanki bir minare boyu kadar yakındaymış gibi görünüyorlardı ama,
şiir yazacak durumda değildim. Binanın yan tarafında, küçük bir baraka gibi duran
tuvalete baktım. Gece kalkmamak için tuvaleti kullandıktan sonra, başıma
gelenleri düşündüm. Hayvanlarla bir yerde yatmak düşünemediğim bir şeydi.
Ama
şu anda ne geriye dönecek olanağım, ne de kaçacak bir yerim vardı. Tam
anlamıyla tutsak düşmüş durumdaydım. Birden üşüdüğümü hissettim, hava oldukça
serinlemiş durumdaydı. Kadere razı olarak içeri girdim. Hayvanlar içeriyi
oldukça ısıtmışlardı.
Dışarıdaki
soğuğu görünce, bu duruma da razı oldum. Hastanın yanında bana da bir yer
yatağı yapmışlardı. Hasta, iki gündür çektiği çilenin yorgunluğuyla uyumuştu.
Ben de ceketimi çıkararak yatağa uzandım. Her tarafım yorgunluktan dökülüyordu
sanki. Ağır gübre ve hayvan kokusu da genzimi yakıyordu. Hayvanların çıngırak
ve nefes seslerini, hastanın horultusunu dinlerken uyumuş kalmışım.
Sabaha karşı, hastanın seslenmesiyle
uyandım. Oldukça dinlenmiştim. Hastamız, Alin ilacının etkisiyle, büyük ab
deste çıkmış ve bu arada idrarını da yaparak rahatlamıştı. İçime büyük bir
sevinç ve mutluluk doldu. “İşte,doktorları bir çok kötü koşullara katlandıran
etken” diye içimden geçti. Böylece benim görevim de bitmişti. Yeniden uyumaya
çalışmak anlamsız geldi. Gerinip esneyerek, ceketimi paltomu giydim ve dışarı
çıktım. Hava oldukça serindi. Ufukta, batmak üzere, küçük bir ay vardı ve az da
olsa bir aydınlık veriyordu. Derin derin nefesler alarak, binanın çevresinde,
epey bir zaman dolaştım. İçeri girdiğim zaman, sabah namazı kılıyorlardı.
Kahvaltıda, başı ile ağzı burnu örtülü
hanım, çorba ve yufka ekmeği getirdi. Sonra, tere yağı, kaymak ve bal getirdiler. Karnımızı
doyurduktan sonra, hastaya döndüm,
–
Bu gün Pazartesi, vazife
var, erken hareket edip, öğleden önce işimize yetişmeliyiz. Hasta,
–
Allah senden razı olsun
doktor bey, ben iyi oldum, hastaneye gitmeyeceğim, deyiverdi. Ne kadar
anlattımsa da dinletemedim.
– Belki
sonra, dedi.
Böylece
benim için dönüş başladı. Hayvanlarla birlikte yatarak, bir hastaya acil tedavi
uygulama ödülü, 150 Liraydı. Yalnız para için yapılsa, bu sıkıntıya değer mi,
değmez mi, bir insaf sahibi çıkıp söylesin. Varsa böyle bir hizmete, bu parayla
talip olan, buyursun, gelsin.
KASIM
PAŞA CAMİ VAKFI
Hükümet
tabipliğinin sakin ve tenha olduğu bir zamanda, bir posta dağıtıcısı içeri
girdi. Elinde iki tane zarf tutuyordu. Karşıma geldi, gözlerimin içine bakarak,
–
Doktor bey, sizinle
konuşmak istiyordum, bu gün nasip oldu. Sait efendiye pek çok mektup geliyor.
Hepsinin içi de para dolu. Kendisi bu gün izinliymiş. Biliyorsunuz mektup ile
para göndermek yasak ve idare mektubun kaybından sorumlu değil. Biz bu güne
kadar, “ Vakıf parası Allah’ın parasıdır” diye, bir tanesine bile ziyan getirmedik.
Müdürümüzden
de sakladık.
Bu
sözleri duyunca şaşkına döndüm. İşin aslını muhakkak öğrenmeliydim. Ter içinde,
karşımda bekleyen adama baktım.
– Efendi
ter içinde kalmışsın biraz otur da nefeslen dedim.
Yanıt
vermesine fırsat vermeden hadememiz lütfü efendiye seslendim.
–
Lütfü efendi! Bize iki
şekerli kahve, bir de kendine söyle!
Adamcağız karşımdaki
sandalyenin ucuna mecburen ilişti. Getirdiği zarfların bir tanesini onun
yanında açtım. Bozuk paralar dahil kağıt paralarla birlikte, 45 lira 50 kuruş
çıktı. Bir de kısa bir mektup vardı.
Mektupta, “Daha çok para gönderemediğimiz “ sözleriyle özür diliyorlardı. Diğer
zarf, Sait efendinin gönderdiği bir memleketten, “ Sahibi bulunamadığı için iade” edilen bir
mektup idi. Açtım ve okudum. Gayet etkili ve acındırıcı bir biçimde yazılmış,
ileri derecede dini duygu sömürüsü içeriyordu. İçinden çıkan makbuzlarda ne
sayı, ne mühür ne imza, hiçbir inandırıcı bir şey yoktu. Bana kalırsa tam
dolandırıcılık örneğiydi. Hemen Vali Muavini Mazhar beye telefon ederek
anlattım ve sordum.
–
Sizden izin alındı mı?
Bizim
haberimiz olmadı. Bir de Emniyet Müdürüne sor! Dedi.
Emniyetin de, Maliyenin de hiçbir resmi
dairenin haberi yoktu. Bu arada kahvelerimizi içmiştik. Posta dağıtıcısı ayağa
kalktı,
–
Doktor bey rica ederim,
beni bu işlere karıştırmayın. Zaten vicdan azabı çekiyorum. Sait efendi camiyi
yaptırmadan ev yaptırmaya başladı. Bu arada ben de ekmeğimden olmayayım. Dedi.
Onu rahatlandırmak için,
–
Merak etme! Seni hiç
karıştırmam. Benim işim Sait efendi ile olacak. Sen rahat ol! Biraz
sonra
Emniyet Müdürlüğünden bir memur geldi. Sait efendinin masası kilitli olduğu
için açamadılar ve açmadılar. İzinden geldikten sonra da masasında bir şey
bulamadılar. Karar defterinde gösterilen para kadar, masraf yapıldığı ortaya
çıkınca, adam “ Sütten çıkmış ak kaşık “ olmak üzere idi. Nerede ise ben suçlu
olacaktım. Esas vakfın başkanı olduğu iddia edilen partili zengin iş adamının
da hiçbir şeyden haberi olmadığı anlaşılınca, onu kurtarmak için, Sait efendiyi
başka bir yere tayin ettiler. O adamcağız kurtuldu, biz de kurtulduk.
Ya
gittiği yerdeki insanların hali ne olacak? Allah yardımcıları olsun!
Sait
efendinin bütün aldığı ceza bu oldu. Şimdi düşünüyorum da kim bilir Sağlık
Müdürlüğüne, ne kadar zararlar vermiştir.
KİTAPLA
KÜRTAJ
Doğu Anadolu illerinden birinde Hükümet
Tabibi olarak çalışıyordum. Sağlık Müdürü Vekili olan sınıf arkadaşım askere
gittiği için Sağlık Müdürü Vekili olarak da görevli idim. Ayrıca Devlet Hastanesi
baş Tabibi olarak da çalışıyordum. Dahiliye Mütehassısı bir Doktor Yüz başı
ağabeyimiz, ek görev olarak sabah saatlerinde hastaneye geliyordu. Öğleye kadar
gelen hastalara bakıyor ve yatan hastalara da baktıktan sonra temel görevi olan
Askeri hastaneye gidiyordu. Diğer zamanlarda yapılacak bütün işler bana
kalıyordu. Acil hastalara ben bakıyordum.
Baş
Hemşire Hanımın çok deneyimli olması zor işimi oldukça kolaylaştırıyordu.
Hastane
olarak kullandığımız bina eski bir Ağa eviydi. Üstü toprak dam, odaların içi
toprak zeminliydi. Sonradan bazı yerleri betonla, bazı odaların zeminini
muşamba ile kaplatarak düzeltmeye, toz ve topraktan korunmaya çalıştık.
Tavanlara da çadır bezi kaplatarak, toprak dökülmesini az da olsa önledik.
Bir akşam geç bir vakitte ve uykunun en
derin ve tatlı yerinde telefon çaldı. Bu duruma çoktan alışmıştık. “En kolay
çalınan kapı doktorun kapısıdır” diye kendimizi teselli ediyorduk. Yarı uykulu,
telefonu kulağıma götürdüm. Hemşire hanım, çok acele olarak hastaneye ulaşmamı
istiyordu. Yarı giyinik durumda ve koşarak hastaneye vardığım zaman, durumun
gerçekten çok önemli olduğunu anladım. 18- 20 yaşlarında bir genç kadın, düşük
yapmış ama kanaması devam ediyordu. Rengi çok soluk, nabız alınamayacak kadar
zayıf, tansiyonu çok düşüktü. Çok kan kaybetmiş olduğundan, başını
kaldırdığımız zaman, gözleri kayarak baygınlık geçiriyordu. Hemşire hanım bir
serum takmış ve o zamanlar kul-
lanılan ilaçlardan birkaç iğneyi de
yapmıştı. Ama gerçek çare olarak kürtaj yapılması gerekiyordu. Rahim içinde kalan,
çocuk eşi denilen Plasenta parçası çıkarılmadıktan sonra kanama durmazdı. Ben
Pratisyen Hekimdim ve bunu yapmaya yetkim yoktu. Daha önce birkaç kez görmüştüm
ama, hiç elimle yapmamıştım. Asıl yetkili olan Kadın- Doğum mütehassısımız
yoktu. 80 Km kadar uzaklıkta olan, en yakın ilimizdeki hekimin izinli olduğunu
da telefon ederek öğrendik. 150 Km uzaklıkta olan diğer ilimize ise, iki
saatten önce ulaşması da olanaksızdı. Ambulans olmadığı için bir vasıta
bulmalarını söyledikten sonra, düşünmeye başladım. “Kanama bu biçimde sürerse,
kadıncağız ölecekti. Zaten yaşam çizgisinin sonunda duruyor gibiydi. Kürtaj
yaparken ya da kürtajdan sonra ölürse, beni kimse hapisten kurtaramazdı. Çok
zor bir durumda kalmıştım. Kürtaj yapılmazsa, kadın ölecekti ve kötü bir sonuç
çıkarsa, ben okkanın altına gidecektim”. Olay kanunların ötesine geçmiş, insan hayatı gibi, vicdan muhasebesi
gibi kutsal sorunlara gidip dayanmıştı. Hastaya baktım, içim sızladı. Bir
insanın göz göre göre ölmesine razı olamazdım. Ne olursa olsun deyip kürtaj
yapmaya karar verdim. Hemşire hanıma,
–
Ameliyat odasına
götürün, kürtaj aletlerini hazırlayın, dedim.Hemen kütüphaneye geçerek
kitapları karıştırdım. Ne kadar tehlikeli olduğunu da tekrar öğrendim. Çamur
kıvamını almış olan bir rahim her an delinebilirdi. Hastayı Özel doğum masasına
yatırdıktan sonra kanamanın sızıntı halinde devam etmekte olduğunu görüyordum.
Rahimin
ağzı oldukça açık durumdaydı. Elimle muayene etmek için hastanın karnından
bastırınca, büyük bir çocuk eşi parçası, rahmin ağzından çıkarak geldi ve
kanama kesildi. Hemşire Hanım da ben de derin birer oh çektik. Büyük bir üzüntü
ve
sıkıntıdan kurtulmuştuk. Biraz daha
bekledikten sonra gerçekten kanın kesildiğini görerek iyice rahatladık. Kan
Bankamız olmadığına göre, serumlara devam etmekle yetinmek durumundaydık. Kan
yapıcı iğne ve ilaçlarla ve iyi besleyerek sonuç almaya çalışacaktık. Gerisi
Allah’a kalmıştı.
O
günler çok kötü günlerdi. Çaresizlik içinde kalmanın ne kadar acı verici
olduğunu en iyi hekimler bilir. Sabaha karşı ancak eve dönebilmiştim. Ertesi
günü, yarı uykulu sersem bir kafayla doğru hastaneye gittim. Genç kadın kefeni
yırtmış görünüyordu. Tansiyonu düşük ama normale
yakındı ve oldukça canlanmış görünüyordu. Hemşire Hanımın gayretiyle, bir de
güzel kahvaltı yapmıştı. Beni görünce kalkmaya çalıştı. Gözlerinin içi
gülüyordu ve her haliyle teşekkür ettiği gibi diliyle de teşekkür etti.
–
Doktor bey ellerinden
öperem! O
an
duyduğum mutluluk her şeye değerdi. Kendimi kuş gibi hafif ve dünyayı
kaldıracak kadar güçlü hissediyordum.
Hükümet Tabipliğine gelerek işe başladım.
Sanki her iş bana kolay geliyordu. Bir süre sonra telefon çaldı. Vali Bey’in
sesini duyarak şaşırdım.
–
Doktor, çok teşekkür
ederim, Parti Başkanının gelini çocuk düşürmüş, onu kürtaj yaparak kurtarmışsın. Gerçekte
hasta ölümden kurtulmuştu, bende azaptan. Teşekküre gelince, beni mutlu eden
gerçek teşekkürü, Vali Beyden önce, gerçek sahibinden almıştım.
KERHANECİ BELEDİYE BAŞKANI
Her
ilde, kanun ve talimatname gereği, bir ”Fuhuşla Mücadele Komisyonu” vardır. Bu
komisyon,Vali ya da Vali Muavini başkanlığında, Belediye Başkanı, Emniyet
Müdürü, Sağlık Müdürü, Hükümet Tabibi ve Belediye Tabibinden oluşur. Özel Kalem
Müdürü de komisyon katipliğini üstlenir. Genelde, özellikle küçük yerlerde, pek
yapılacak bir şey yoktur ama, bazen özel bir gündemle toplandıkları olur.
Günlerden
bir gün, vilayet merkezinde çıkarılan, yerel gazetelerden birinde çıkan bir
haberle birlikte, büyük bir dedi-kodu ve rezalet yaşandı. Gazetenin haberine
göre, bir delikanlı bir dişi keçi ile, uygunsuz bir vaziyette yakalanmıştı.
Türk Ceza Kanununun, ”Hayvanlara kötü muamelede bulunmak” maddesi gereğince,
adliyeye sevk edilmiş ve mahkum olmuş. Bu haber sonunda, “Keçi ile aran nasıl?
” gibi söylemlerle, birbirine takılan şakacılar bile türedi.
Konunun
nedenleri üzerine bir çok fikirler ortaya atıldı. Bir çok önlemler sayıldı,
söylendi ama, konunun üzerine gitmesi gereken makamlar sessiz kaldı. Bu
olaylardan bir süre sonra bir gün, valilik makamının isteği üzerine, Fuhuşla
Mücadele Komisyonu, özel bir gündemle toplandı. Toplantı, valinin başkanlığında
oldu. Ben Hükümet tabibiydim ama,Belediye tabibi olarak da görev yapmaktaydım.
Vali ve Belediye başkanı konuyu biliyorlarmış ama, ben dahil diğer üyelerin,
hiçbir şeyden haberleri yoktu.
Vali
toplantıyı açtı.
–Arkadaşlar!. Komşu
vilayetten gelen bir Umumhane Patronu hanım,Vilayet Makamına bir dilekçe
vererek, vilayet merkezimizde, umumhane açmak istemektedir. Uygun görürsek,
Belediye ve
emniyet yetkililerinden uygun bir yer
göstermelerini de istiyor. Kanunun yakından görevlendirmesi nedeniyle önce
Emniyet Müdürüne soracağım.
–Zeki
bey, bu konuda ne dersiniz?.
Zeki
bey, gerçekten zeki bir gençti. O zaman henüz bekardı. İlk görevi olması
nedeniyle çok dikkatli ve özenli çalışıyordu.
– Bize göre bir sakıncası yoktur,
gereken önlemleri alırız ve belediyenin göstereceği yer konusunda da
yardımcı oluruz. Vali, Hükümet ve
Belediye tabibi olmam nedeniyle bana dönüp,
–
Doktor sen ne dersin?. Her hafta sermayeleri muayene edecek olan sensin.
–
Efendim, bence
gereklidir. Keçi hikayelerini herkes biliyor. Yükümüz artacak biliyorum ama,
üstesinden geliriz.
Yanlış bir şey söylemişim gibi, herkesin
yüzünde bir gülümseme belirdi. Belediye Başkanı Abdullah Bey, kulağıma eğildi
gülerek takıldı,
–Zeki
Bey bekar anladık, ama sana ne oluyor?.
Sonra Sağlık Müdür Vekili Dr. Halil Beye
söz verdi. Halil bey, beş vakit namaz kılan, dürüst, gerçek inançlı ama biraz
tutucu bir kişiydi. Henüz yeni evlenmişti. Eşi hanım efendi de beş vakit
namazında bir hanımdı.
–Efendim
ben karşıyım, bu dinimizce zinadır. İslam’da harama uçkur çözmek yoktur.
Sıra
Belediye başkanı Abdullah beye geldi.
–Vali Bey!. Ben şahsen buna izin veremem.
Beni seçmiş olan halkıma bunu anlatamam. Siz emrederseniz, bir şey de diyemem.
Biliyorsunuz, bir vilayette buna benzer bir olay olmuş ve gazeteler
yazmıştı. Kerhaneci Belediye Başkanı diye
alay konusu edilmişti, bunu kendime dedirtemem dedi.
Hepimiz
güldük. O sırada kahveler geldi. Bir taraftan kahvelerimizi içiyor, bir
taraftan da vali beyin ne söyleyeceğini merak ediyorduk. Vali Bey,
–Ben de
kendime, Kerhaneci Vali dedirtmem dedi.
Sonra
zil çalarak, kapının dışında bekleyen koruma polisini çağırdı.
–Patron
hanımı çağır! diye emir verdi.
Patron hanım içeri girdi ve bize yaklaştı.
40-45 yaşlarında, güzel yüzlü ve güzel endamlı, kibar ve şık giyimli bir
kadındı. Mini etekli dö piyesi içinde daha da güzel görünüyordu. Kuyumcu
dükkanı kadar üzerinde malzeme taşıyordu. Boynunda geniş bir altın kolye,
kulaklarında elmas küpeler, bileklerinde altın bilezikler ve parmaklarında elmas
yüzükler vardı. Kolunda ki kürk mantonun da bir hayli pahalı olduğunu
söyleyebilirim. Cesur ve güvenli adımlarla önümüze kadar geldi ve durdu. Vali
Bey, biraz da üzüntülü bir sesle.
–Hanım,
biz şimdilik, ilimiz merkezinde umumhane açılmasını uygun görmüyoruz, ama belki
daha sonra olabilir,dedi.
Patron
kadın hiç şaşırmadan ve acele etmeden, hepimizin yüzüne ve gözlerimizin içine
ayrı ayrı baktı. Başını dikleştirdi ve bizleri alaya alan bir tavır takınarak,
–Keçilerle
karı-koca hayatı yaşayanlara da bu yakışır,dedi. Arkasını döndü, çizmelerini
gıcırdatarak çıkıp gitti. Hepimiz bu cesur ve haklı davranış karşısında şok
olduk. Bilinen bir söylem vardır, ”Namuslu kadınların namusunu, hayat kadınları
korur” derler. Bu bağlamda kadın haklıydı ama ne denir.
Akşam eve gelince, ikinci bir şok daha
yaşadım. Kapıyı açtım, beni karşılamaya gelen filan yoktu. Evde, fırtına
öncesinde görülen bir sessizlik hüküm sürüyordu. Çantamı holdeki masanın üstüne
bırakıp, şapkamı paltomu çıkardım ve oturma odasına girdim. Hanım, başını
çatkılamış, köşede oturmuş pencereden bakıyordu. Dönüp bakmadı bile.
“Allahallah, ne oldu acaba bu kadına, hiç böyle bir şey yapmazdı” diye
düşündüm. Sonra, olayın ağırlık derecesini anlamak için, ortaya bir laf attım.
–
Hanım çok karnım acıktı,
bu akşam ne yiyeceğiz?. Sert bir yanıt geldi.
–Ne
bulursan onu yersin, seninle uğraşamam!.
Anladım
ki ortada, olağan üstü bir durum vardı ama, nedenini anlamış değildim. Yanına
gittim, sarılarak öptüm,
–Allah
aşkına, seni üzen nedir, lütfen söyler misin?. Biraz yumuşadı, ”Lütfen”diye
yineledim ve anlattı.
.
– Bu gün, Sağlık Müdürü Dr. Halil beyin hanımı Zeynep hanımın kabul günüydü.
Ben de gittim. Memur hanımlarının çoğu oradaydı, yerlilerden de bir çok hanım
gelmişti. Çaylar, kahveler içildi,
sohbetler edildi. Posta müdürünün hanımına,”Altıncı çocuğu ne zaman doğuracaksın”diye takıldılar. Toplantı
gayet neşeli ve eğlenceli bir biçimde sürüyordu. Cinsel konular üzerine
konuşmalar ve gülüşmeler oldu. Sonra Zeynep
hanım,
–Hanımlar,
biliyor musunuz?. Burada umumhane açmak için bir patron kadın gelmiş, Halil
öğle yemeğine gelince söyledi.
Bütün
kadınlar şaşkınlık ve ilgiyle karışık olarak,
– Yaa,öyle
mi?”dediler ve sonra Zeynep Hanım devam etti.
–Vali beyimiz ile Belediye başkanımız
olmaz, kendimize kerhaneci dedirtmeyiz demişler ama, hükümet tabibi doktor bey,
deyip sustu. Vali beyin hanımı ile belediye başkanının hanımı gayet memnun bir
tavırla, birbirlerine baktılar. Sonra bütün kadınlar bana döndü ve soran
gözlerle baktılar. Benim ise hiçbir şeyden haberim yoktu, şaşırıp kaldım. Sonra
Zeynep hanım, biraz da alaycı bir sesle bana baktı,
–Doktor
bey, neden bilmiyorum ama Umumhane açılmasını çok istemiş. Bir gülüşme ve bir
fısıldaşma oldu. Utandım, kadınlık gururum kırıldı, yerin dibine girdim, hemen
oradan kaçmak istedim. Düşündüm ki, hemen gidersem, daha kötü olacak, arkamdan
bir sürü laf üretecekler. Şakacı bir tavır takındım,
–Anlaşılan
benim doktoruma bir kadın az geliyor, diyerek konuyu alaya aldım. Hep birden
gülüştüler. Sonra, birden aklıma geldi ve ekledim,
–Keçi
meselesini de unutmayalım!.
Bir
sessizlik oldu. Kimse daha fazla üzerime gelemedi. Herkes bir söz ortaya attı
ve başka konulara geçildi. Bense orada ağlamamak için kendimi zor tuttum ama
eve gelince bütün sinirlerim boşandı. Söyle bakalım, sen benim yerimde olsaydın
ne yapardın?.
Yeniden
ağlamaya başladı. Yerden göğe kadar haklıydı.
–Evet,
ben olsaydım acaba ne yapardım?.
SEÇİM
KOMEDİSİ
Seçim
zamanı gelince vatandaşın değerinin arttığını, özellikle partilerin gözünde
arttığını hepimiz biliriz. Doğu illerinde daha çok olmakla birlikte, bir çok
ilimizde, ağa ve şeyhlerin emirleri doğrultusunda oy kullanıldığını da hepiniz
duymuşsunuzdur.
Benim bulunduğum ilde de bu durum çok
belirgin olarak vardı. Çok partili döneme geçmeden önce, hiçbir zorluk yoktu.
Zaten bir liste vardı, herkes onu zarfa koyup sandığa atıyordu. 1950
seçimlerinden önce yapılan kanunu göre, “Karma Liste” yapmak isteyenler,
istedikleri kişileri, hangi partiden olurlarsa olsunlar bir kağıda yazabiliyor
ve sandığa atabiliyorlardı. Bunu da ancak yazmasını bilen, eğitimli kimseler
yapabiliyordu.
Çok partili
dönemin daha sonraki yıllarında, seçim kanunlarını değiştirdiler. Biz artık
kişileri seçemiyorduk. Parti başkanlarının seçtikleri adamları seçiyorduk. Hem
İsmet İnönü’nü, hem de Celal Bayar’ı seçemezdiniz. Ancak bir partiye oy
verebilirdiniz. Bu hala böylece devam ediyor. Özellikle okuması yazması olmayan
vatandaşların bir yanlışlık yapmamaları için, oy verecekleri partiyi belletmek
gerekiyordu. Halk Partisinin adamları, altı oku anlatmak için, Altı parmak
anlamında, “Şeş Tili’ye atacaksınız” diye kişilere sıkıca tembih ediyorlardı.
1950 yılında, Demokrat Parti iktidara gelince, o eski Halk Partililerin bir
kısmı, bazı yerlerde, bir gecede, Demokrat partiye geçtiler ve Demokrat
partili oldular. 1954 seçimlerinde, Halk Partisinden dönme bu yeni Demokrat
Partililer, mecburen, “Şeş Tili’ye atmayacaksınız” demeye başlamışlardı.
1954 seçimleri yapıldı, şeyhin emrettiği,
“Şeş Tili’ye atmayacaksınız “ sözü çok etkili oldu. Öyle etkili oldu ki,
sandıkların çoğundan, birkaç tane Halk Partisine oy çıktığı nadiren görüldü.
Şeyhin köyünde de bir tane Halk Partisine oy çıkmıştı. Bu şeyhin adamları için
namus meselesi oldu. Çünkü, sandık memurları bile şeyhin adamlarıydı. Aradılar
taradılar ama, bu bir tane oyu kimin attığını bulamadılar. Şeyh ve adamları
kendilerini, ihanet içinde hissettiler ve aramaktan da vaz geçmediler.
Aradan
on beş gün kadar bir zaman geçmişti. Çeşme başında dinlenen müritlerden biri,
yaşlı bir kadının, küçük bir boş kova taşıdığını, zorlanarak çeşmeye doğru
geldiğini görmüş. Laf olsun diye de sormuş.
–
Hanım yenge, sen oyunu
nereye verdin?
–
Elbette şeş tili’ye
verdim, deyince, ortalık karışmış ve kızılca kıyamet kopmuş. Bir sürü adam
kadıncağızın başına yığılmış. Kadına demedik laf bırakmamışlar ve kollarından
tuttukları gibi şeyhin huzuruna götürüp, ayaklarının dibine atmışlar. Bereket
versin Şeyh Efendi, benim gördüğüm ve bildiğim kadarı ile çok zeki ve hoşgörülü
bir adamdı.
–
Bırakın kadını, üzerine
varmayın, demiş ve kadıncağız kurtulmuş. Ama, demokrasi davamız hala sürüyor ve
bir türlü kurtulamadı.
KONSÜLTASYON
Konsültasyon
sözcüğü, Fransızca ( Consultation ) sözcüğünden gelen ve danışma ya da fikir
sorma anlamında bir sözcüktür. Doktorların bir hastaya bakmak ve danışmak için
bir araya gelmeleri anlamına da gelmektedir.
Doktorlar
genellikle, bir meslektaşını konsultasyan’a çağırmakta zorlanırlar. Belki de
bir bilgisizlik ya da bir onur meselesi kabul ederler. Ben okuldan çıktığım ilk
zamanlarda, her hastalığı iyi edeceğimi sanarak, böyle bir şeyi düşünmemiş,
hatta lüzumsuz görmüştüm.
Hastayı
hastalığın uzmanına gönderdiğim oluyordu ama, konsültasyon düşünmüyordum. Ne
kadar gerekli olduğunu sonradan anladım ve uyguladım.
Bir
il merkezinde Hükümet Tabibi olarak çalıştığım sıralarda, bir de yüzbaşı
rütbesinde, Dahiliye Uzmanı ağabeyimiz vardı. Başka doktor yoktu. Bir gece
yarısı kapımız çalındı. Kapıya gelen kişi şehrin tanınmış kişilerinden biriydi.
Kendisiyle daha önce tanışmış ve görüşmüştük.
–Hoş
geldiniz, buyurun içeri gelin!
–Yok içeri gelmeyeyim. Bir hastamız var.
Dahiliye Uzmanı Yüzbaşı Doktor bey de şimdi bizim evimizde. Hastamızı bir kez
de sizin görmenizi ve muayene etmenizi istiyor.
Birlikte
hemen gitmek durumunda olduğumuzu anlamıştım.
– Buyurun
içeride biraz oturun, giyinip geleyim, dedim.
Adamcağızın çok üzgün bir görüntüsü vardı.
Çekinerek içeri girdi ve misafir odasına götürüp oturttum. Sonra giyindim
çantamı hazırladım, birlikte yola koyulduk. Gideceğimiz yer uzak değildi.
Yürürken bir taraftan da düşünüyordum. “Acaba doktor ağabey beni niye çağırdı.
Hükümet
Tabibi ve hastane Baş Tabibi de ben olduğuma göre, onlarla ilgili bir şey mi
vardı?. Nihayet eve vardık. Be-
ni bir büyük odaya aldılar. Bir genç kız,
paltomu ve şapkamı alıp götürdü. Başı örtülü bir genç kadın hastanın başında
ağlıyordu. Bir genç adam da ellerini göbeğinin üzerinde bağlamış, boynunu
bükmüş, bekliyordu. Yer yatağında da yatan bir hasta vardı ve hastanın başında
Doktor Ağabey ayakta duruyordu. Beni gülümseyerek karşıladı.
–Seni
bu saatte konsültasyon için rahatsız ettim, kusura bakma! Bir de senin muayene
etmeni istedim dedi.
Çantamı
açtım ve dinleme aletimi aldım. Hastayı dikkatlice muayene ettim. Annesine bazı
sorularım oldu. Yedi yaşında esmer güzeli bir kız çocuğuydu. Omuzlarına dökülen
siyah saçları, uzun kıvrık kirpikleriyle harika bir şeydi. Ama Ezrail başına
dikilmiş duruyordu. O zamanlar tüberküloz menenjitin iyi olma şansı yok gibi
bir şeydi. Hasta komaya girmek üzereydi ve komaya girmek üzere olan bu hastanın
teşhisinde bilinmeyecek ya da kuşku duyulacak bir taraf yoktu. Kendimi imtihana
çekilmiş gibi hissediyordum. Biraz da şaşkınlıkla doktor Ağabeyin yüzüne
baktım. O ciddi bir yüz görüntüsüyle gözlerimin içine baktı,
–
Şu odaya gidelim de
ikimiz yalnız konuşalım, dedi. Gösterilen odaya gittik. Ben hala kuşkulu bir durumdaydım.
–
Ağabey beni niye
çağırdın. Bu açıkça belli bir
tüberküloz menenjit. Hem de komaya girmek üzere.
–
Ben de onun için seni
konsültasyona çağırdım. Çocuğun durumunu birlikte anlatalım. Fazla ümide
kapılmasınlar. Bu sorumluluğu birlikte paylaşalım. Oraya buraya götürmeye
kalkarak sıkıntıya girmesinler istedim.
Bu
olaydan sonra, ben de doktor arkadaşlarımı konsültasyona çağırmaktan çekinmedim
ve gerektiğinde onlardan güç aldım. Ama her defasında o küçük kızı içim yanarak
anımsadım.
BABADAN
EBE
Türkiye
Cumhuriyeti, büyük potansiyeli olan bir ülke olmasına karşın, bunu yeterince
kullanmak şansına hiçbir zaman ulaşamamıştı. Kısır parti çekişmeleri, sağ-sol
kavgaları, gerekli gereksiz askeri darbeler, hiç başımızdan eksik olmadı. Arada
bir ortaya çıkan ekonomik bunalımlar da türlü sıkıntılara neden oldu. Biz
savaşa girmediğimiz halde, girenlerden daha geride kaldık. İkinci Dünya Savaşı
ile yanan yıkılan ülkelerin yaptıkları atılımları imrenerek seyrettik. Bütün bunlara rağmen
gelinen bu günkü duruma yine de şükretmek gerekir.
Doktor
olarak hayata atıldığım 1952 yılından başlayarak, Türkiye’mizin içinde
bulunduğu “Yokluk” yıllarını, çocuklarımıza ve torunlarımıza anlatmakta zorluk
çekmekteyiz. Hükümet Tabibi olarak tayin edildiğim il merkezinde, bir Devlet
hastanesi vardı. Öyle bir hastane ki, çatısı toprak dam, odalarının zemini
topraktı. Bir tane bile Mütehassıs hekimi yoktu. İki tane pratisyen doktor
olarak, ben ve Sağlık Müdürlüğü yapan sınıf arkadaşım, her işe yetişmeye
çalışıyorduk. Genel Cerrah bir mütehassıs hekimin bulunmaması bizi en çok
sıkıntıya sokan durumlardan biriydi. Ameliyatlık hastalara yardım edemiyorduk.
Onların
acıklı hallerini bilerek ve çaresizlik içinde hiçbir şey yapamamak, bizi
kahrediyordu. Günün birinde, tayin edilen bir operatörün ilimize gelmesi bizi
sevindirmişti. Bakanlık onayı ile Hastane Baş Tabipliği vazifesini ben
yapıyordum. Bir Hastane Müdürü, bir Hemşire, iki gece bekçisi ve dört Hasta
Bakıcı ile, çalışmamızı sürdürüyorduk. Yeni gelen Operatör ailesini getirmediği
için, hastanede yatmasını özellikle istedim ve kendisine güzel bir oda hazırlattım.
Rahat
etmesini ve verimli çalışmasını istiyordum. Zaten gelmesine en çok sevinen de
ben olmuştum. Çünkü eşim
hamileydi ve doğum da
yıkındı. Cerrahi bir girişim gerektiği takdirde yardım göreceğimizi de
umuyordum. Çünkü o yıllarda, Cerrahi İhtisası yapan asistanlara, Kadın Doğum
ameliyatları da gösteriliyor ve öğretiliyordu.
Doğumlar genellikle ve % 90 oranında normal
olurdu. Fakat, öncelikle ilk doğumlarda bazen problemler çıkabiliyor ve cerrahi
girişime gereksinim duyuluyordu. İkinci ve daha sonraki doğumlar genellikle
daha kolay olurlardı. Hastanede o gün için kullanılması gereken her türlü araç
ve gereç vardı. Bizimki ikinci doğumdu ve birinci doğumda hiçbir problem yaşanmamış
olması bize cesaret veriyordu. Dört ilçeli kocaman il merkezinde bir Kadın
doğum Mütehassısının bulunmaması ve Devlet Hastanesinde bir ebenin bile
bulunmaması çok üzücüydü ama gerçekti. Hastanede olsun, evlerde olsun doğumlara
bizi çağırırlardı. Bir de ebe olarak, Diyarbakır devlet hastanesinin kadın
doğum bölümünde hademelik yapmış ve emekli olmuş bir kadıncağız vardı. Oldukça
temiz ve duyarlı çalışıyordu. Evlerde yapılan doğumlarda ya tek başına ya da
bize yardımcı olarak geliyor,”Ebelik” yapıyordu. Bir gecenin geç vaktinde,
bizim hanımın doğum ağrıları başlayınca, yardım edecek kimsemiz olmadığı için,
devlet hastanesine gittik. Doğum ağrıları normal olarak sürüyordu. Birinci
doğumda problem yaşanmadığı için, herhangi bir kuşku ve telaşımız yoktu. Ben
muayene ederken eşim çok sıkılıyor ve utanıyordu ama başka çaremiz de yoktu. Bir süre sonra cerrah arkadaş davetli
olduğu yerden geldi. Kendisine durumu anlattım.
–
Doğum normal olarak
devam ediyor. Rahim ağzı açık, çocuk başı ile geliyor,dedim.
İlgilenir
gibi yaptı ve eşimin yüzüne karşı, şaka ile karışık konuştu,
–
İnşallah normal olur,
zira ben doğumdan hiç anlamam, isterseniz Sezaryen ameliyatı yaparım.
Bu
söz üzerine eşimin morali çok bozuldu. Ter içinde kalan saçlarını okşarken,
gözlerindeki korku ve kuşkuyu gördüm. Korku ve kuşku dalgası benim de içimi
sardı. İlk kez onu kaybetmek korkusu ile karşı karşıya gelmiştim. Koşarak Baş
Tabiplik odasına gittim ve başımı ellerimin arasına aldım. İçimdeki kaybetmek
korkusunu, çaresizliğe karşı isyanımı yenmeye çalıştım. En yakın il
merkezlerinden biri 80 kilometre. Diğeri il ise 150 kilometre ve yollar toprak,
ambulans yok. Ancak ciple gitmek zorundayız. O kötü yollarda ciple götürülen
hastaların çektikleri azabı düşündüm. Bizimki doğum vakasıydı ve doğumla ilgili
bazı olaylar aklıma geliyorlardı. Bir kez, kağnı ile bir doğum getirmişlerdi.
Kadının yanında kocası ile köyde ebe geçinen
yaşlı bir kadın vardı. Hastaneye gelirken yolda, nur topu gibi sevimli
bir kız bebek dünyaya gelmişti. Yaşlı kadın,
–
Bizim köyde bir kadının
başlayan doğumu zorlaştı mı, hamile kadını kağnıya bindirip dere tepe
dolaştırırlar ve hemencecik çocuk dünyaya gelir, demişti.
Belki
de doğrudur. Çünkü, kağnı içinde hoplayıp zıpladıkça, hamilenin karın kaslarını
sıkması ve ıkınması çoğalacaktır.
Biraz
sakinleştikten sonra yeniden düşünmeye başladım. Telefonlar manyetolu, şehir
içinde konuşmak bile bir problem. Uzun mesafelerle konuşmak ise imkansıza yakın
zorluk gösteriyordu. Bir süre önce, acil bir genel sağlık sorunu gelişmişti.
Sağlık Bakanlığından talimat almamız gerekiyordu. O zaman, valilik telsizi
yoluyla ancak iletişim kurabilmiştik. Ama şimdi her yolu denemem gerekiyordu.
Hemen postaneyi ardım ve tanıdığım
memurları seferber ettim.
Bir saat içinde bütün uğraşmamıza karşın ancak bir il ile görüşebildik. Oradaki
Kadın doğum Mütehassısının izinli olduğunu söylediler. Diğer illerle
görüşemedik ve Kadın Doğum mütehassısı olup olmadığını öğrenemedik. Hayatımın
en sıkıntılı ve zor anlarını yaşıyordum. Operatör olduğunu bildiğim,
çevremizdeki illerden birine gitmeye karar verdim. Sağlık Müdürlüğünün cipini
hazırlattım.
Çaresizliğin
azabı içinde ter içinde kalmıştım. Tam hareket edeceğimiz zamanda eşim yüzüme
baktı. Göz göze geldik. Gözlerinde beni korumak isteyen ve bana yardım etmek
isteyen bir anlam vardı.
–
Ben oldukça iyiyim,
çocuk normal olarak geliyor sanıyorum. Sen de Operatör beye, “ Çocuk normal
geliyor” dedin. Önce evimize gidelim, bakalım Allah ne gösterir.
Bir
şaşkınlık anı geçirdim ama çabuk toparlandım. Belki de yapılması gereken en doğru
şey, bu davranıştı. Cipe bindik evimize vardık.
Hanımın ağrıları da sıklaştı ve güçlendi.
Hemen gerekli hazırlığa başladım. Gaz ocağının üstüne, ısınmak üzere su koydum,
bebek için hazırlanan eşyaları açtım, ilaç çantamı açtım ve enjektörleri
hazırladım. Sonra ebelik yapan hanımı evinden almak üzere şoförü gönderdim.
Eşimi
tekrar muayene ettim. Doğum normal olarak sürüyor, çocuğun başı çıkışa doğru
ilerliyordu. Sonunda çocuk, küçük bir girişimle elime geldi. Hemen bebeği
bacaklarından tutup sallandırdım ve poposuna küçük bir şaplak indirdim. Olanca
gücüyle bağırmaya başladı. Sevinçle, hanıma müjde verdim.
– Hanım
! tatlı bir kızımız oldu.
Bir oğlumuz vardı, bir de kızımız olmuştu.
Tam bu sırada cipin şoförü, Ebe Hanımı getirdi. Çocuğun temizliğini bakımını o
yaptı. Böylece ben de, çocuğumun hem babası ve hem de ebesi oldum.
TAYİNLER
Bir yerden diğer bir yere tayin olmak bazen
benimki gibi maceralı olabiliyordu.
Sağlık
Bakanlığına olan Zorunlu Hizmetim bitmişti. Bulunduğum doğu ilinde, her sene
altı ay kar çiğnemekten de bıkmıştım. Batıda bir yere tayin edilmek istiyordum.
Eşim ise istemiyordu.
Eşim
Lisede öğretmen olarak çalışıyordu ve lisenin karşısında, yeni kiraladığımız
evimiz oldukça iyiydi. Öğretmenliği yanında anneliği nedeniyle, ders aralarında
eve uğrayarak, çocukları ve bakıcı kadını kontrol edebiliyordu. Boş zamanları
için de çok samimi bir konken gurupları vardı. Bu koşullarda hayatından çok
memnundu ve kendine göre haklıydı. Ama ben de batı Anadolu’da, iyi bir yere
tayin edilmeyi hak ettiğimi düşünüyordum. Hanımı inandırmak kolay olmadı ama,
sonunda başardım. Şunu çok iyi öğrenmiştim. Bulunduğunuz yerden dilekçe
vererek, iyi bir yere tayin edilmeyi umuyorsanız, yandınız demektir. Bir kazaya
uğramamak için, Ankara’ya kendim giderek, gerekeni yapmaya karar verdim.
Sene
1959, Aralık ayının soğuk ve buzlu günleri. Kurtalan’dan trene bindim ve iki
günlük bir yolculuktan sonra Ankara’ya gelebildim.
Ertesi günü kendime ve kılık kıyafetime
çeki düzen verip, fötr şapkamı kafama takarak Sağlık Bakanlığına gittim. O
zamanlar, şimdi ki gibi sıkı koruma sistemi yoktu. Her doktor, isterse Bakan
Bey ile dahi, kolayca görüşebiliyordu. Zat İşleri Umum Müdürü Hicran Beyin
odasına gittim. İlk tayinimde olduğu gibi, kaderine razı, çaylak bir doktor
değildim. Hükümet tabipliği, Sağlık Müdürlüğü, Devlet Hastanesi Baş Tabipliği
dahil olmak üzere, her türlü sağlık hizmetinde bulunmuştum. Bu süre içinde,
Millet Vekilleriyle Briç oynadım, Valilerle sohbet ettim. Yurt gezisine çıkan
Sağlık Bakanı Sayın Dr.
Lütfü
Kırdar ile Tatvan’ın İşletme otelinde bir
gece birlikte kaldık ve memleket
sorunlarını konuştum. Meslekte oldukça pişmiştim.
Hicran
Bey beni çok samimi karşıladı. İstediğim koşulları göz önüne alarak, iki aydan
beri boş olan, bir ilçeye gitmemi tavsiye etti. O ilçenin doktorluğundan
ayrılan arkadaşımı da bir rastlantı sonucu Dr. Refik Saydam Enstitüsünde buldum
ve konuştum. Sonra da, tayinimi yaptırdım.
Sıra
hanımı tayin ettirmeye gelmişti. Eş durumundan, tayin yapılabilmesi için, kendi
tayin emrimin bir suretini aldım. Hanımın nüfus kağıdı suretini, evlilik
cüzdanı suretini de alarak, Milli Eğitim Bakanlığına gittim. Bakanlığın içi
dışarıdan daha soğuktu. Meğer kalorifer arızası varmış. Zat İşleri ( Personel )
bürosuna çıktım.
Hanımın
adına yazdığım ve imzaladığım dilekçeyi vermek için Müsteşar Beyle görüşmek
istedim. Yoksa hanımın tayinini aylarca beklemek zorunda kalırdık. Bir sekreter
hanım beni karşıladı. Güler yüzlü güzel bir hanımdı. Derdimi anlattım.
–
Mümkün değil,
görüşemezsiniz, Bakanlığımızda böyle bir usul yoktur. Dilekçenizi bana verin,
ben gerekeni yaptırırım, dedi.
Durumum,
hanımın tayininin acilen yapılmasını gerektiriyordu. Onu çocuklarla birlikte
oralarda, yalnız başına ve aylarca bırakamazdım. Meşru ya da Gayrı meşru bir
çare bulmam gerekti. Sakin düşünmek, kafamı toplamak için bakanlığın alt
katındaki çay ocağına indim.
Birkaç
kişi toplanmış çay içip sohbet ediyorlardı. Bir ayakkabı boyacısı da ayakkabı
sandığının başında oturmuş onları seyrediyordu.
Ayakkabılarımın
boyalı olmasına rağmen, ayağımı boyacı sandığının üzerine koydum.
–
Cilala !. Kaç para
vereceğim?. Boyacı şöyle bir yüzüme baktı. Elli kuruş, dedi.
Maksadım, bir konuşma ortamı yaratmaktı.
Cila işi bitince, sandığın üstüne bir lira koydum. Üstünü vermek için davrandı.
Üstü
kalsın, dedim. Sonra sordum,
Efendi,
acaba müsteşar beyle konuşmanın bir yolunu biliyor musun?.
Çaycı
Rıza ile konuş, o halleder sanırım, dedi.
Çaycıya dönüp baktım. Beni gördü ve yanıma
geldi. Cebimden bir lira çıkarıp verdim. Daha çok isteseydi yine de verecektim.
–
Müsteşar Beyle acele
görüşmem lazım. Nasıl yapabilirim?. Üçüncü katta, Çorumlu bizim Kel Memet
odacıdır. Onu bul, ne gönlünden koparsa ver, o hal eder, dedi.
Üçüncü
kata çıktım. Bir yığın insan, geliyor gidiyor. Ayakta durmuş, dikkatle gelen
geçenlere bakıyorum ve “ Bizim Çorumlu kel Memet “ nerede onu arıyorum.
Birisinin bana doğru geldiğini gördüm. Kafasının saçları dökülmüş, ayna gibi
parlıyordu. İçimden, aradığım Çorumlu Kel Memet bu olsa gerek diye düşündüm.
Gerçekten de o imiş. Adam gelip önümde durdu ve yüzüme baktı.
–
Çorumlu Mehmet Efendi sen misin?. Beni çaycı Rıza gönderdi. Evet
Beyim. Bir emrin mi var?
Cebimden
bir lira çıkarıp uzattım ve eline verdim. Müsteşar beyle acele konuşmam lazım.
Çok mühim. Saat 5 de gel, seni görüştürürüm, dedi.
Kış
günü, hava çok soğuk, paltomun içinde büzülerek titriyorum. Bulutlar evlerin
üzerine kadar inmiş, şehir yarı karanlık olmuş.
Sokaklar
boşalmış, her taraf buz pateni gibi kaygan. Dolaşan tek tük insanlar da
düşmemek için kollarını açmışlar, kendilerini terazileyerek yürüyorlar. Bir
polis memurunun yardımıyla, bir lökale girerek ısındım. Zamanın geçmesini
bekledim.
Saat tam 5 de, Bakanlığa giderek üçüncü
kata çıktım. Loş ve soğuk koridorun başında bekledim. Biraz sonra, Çorumlu
Mehmet efendi yanıma geldi, önüme düştü. Birlikte hem yürüdük ve hem de durumu
anlattı.
–
Sekreter hanım gitti.
Gördüğünüz gibi bakanlığın kaloriferleri arızalandı, yanmıyor. Bazı odalarda
soba yakıyoruz. Müsteşar beyin işi başından aşkın. Ziyaretçilerden çalışmaya
fırsat bulamıyor.
Götürebildiği
kadar dosyaları eve götürür ve ertesi günü saat 5 de, herkes gittikten sonra
gelir. En az iki üç saat kadar da burada çalışır, yine de işini bitiremiyor,
dedi.
Sekreter
hanımın odasının içinden geçerek Müsteşar beyin odasına girdik. İlk gördüğüm,
büyükçe ve yarı karanlık bir oda. Geniş bir masa ve üzeri tepeleme dosyalarla
dolu. Odanın tam ortasında, kocaman bir demir soba, homurdanarak yanıyor ve
alevlerinin ışığı ön tarafını aydınlatıyordu. Müsteşar bey, yeni gelmiş,
sobanın başına geçmiş, ellerini ısıtmakla meşguldü. Beni görünce hayretle
yüzüme baktı.
Anlaşılan,
kimseyi beklemiyordu. Gülümseyerek kendimi takdim ettim. Birden değişti ve
yakınlık gösterdi.
–
Hoş geldiniz doktor bey,
nasıl yardım edebilirim?, dedi. Elimdeki evrakları kendisine verip durumumuzu
anlattım. İlgiyle dinledi ve evrakları inceledi. Sonra, hanımın dilekçesinin
üstüne, “ Derhal tayini yapılsın “ diye yazdı. Bana döndü elimi sıktı.
–
Sekreter hanımın
masasının üstüne koyun. Ben de takip edeceğim, merak etmeyin. Ama, yirmi günden
önce çıkacağını sanmıyorum.
Eşinizi
birlikte götürmenin başka bir yolunu bulun, dedi.
Hanıma
rapor alarak, yeni tayin olduğum yere gidebildik. Gerçekten de 20 gün sonra
hanımın tayin emri geldi. İşte bazı tayinler böyle oluyordu.
DOKTORUN İMTİHANI
Hükümet
Tabibi olarak ilçeye tayinim çıkınca, kendimden önce ilçede doktorluk
yapanlardan bilgi almak istedim. Bir bakıma ev ödevimi yapmış olarak gitmek
istiyordum.
İlçenin
benden önceki doktoru Dr. Hikmet Bey, yumuşak huylu temiz karakterli,
oldukça yakışıklı ve candan bir arkadaştı. Ankara’da, Hıfz- ı Sıhha
Enstitüsünde, eşi doktor hanımla birlikte çalıştıklarını öğrendim ve ev
adreslerini bularak gittim. Yatılı Tıp
Talebe Yurdunda senelerce birlikte kalmıştık. Arkadaş gruplarımız
ayrıydı ama, senelerce bir çatı altında ve birlikte öğrencilik yapmıştık. Tıp
fakültesinden mezun olunca, dört senelik mecburi hizmet nedeniyle, her birimiz,
Anadolu’nun bir yerine dağılmıştık. Doğal olarak, işini bilenlerle torpili olanlar, Fırat nehrinden beriye,
garibanlar ise,Van Gölünden öteye
tayin edilmişlerdi. İşini bilenlerin bir kısmı, hemen uzman olma yoluna
girmişler, garibanlar ise, ancak dört sene sonra bu düzeye erişmişlerdi. Ben de
bu garibanlardan biriydim. Dr. Hikmet
bey ve eşi, gideceğim ilçe ve ilçedeki kişiler konusunda, çok geniş bilgiler verdiler. Bu gerçekten benim için büyük
bir avantajdı. Kimin güvenilir, kimin güvenilmez olduğunu bilerek gidecektim.
Sağlık Merkezi memur ve hizmetlilerinin karakterlerini bilmek çok daha
önemliydi. İlçedeki memurların durumlarını, amirim olan Kaymakamın karakterini,
Adli Hekim olarak emrinde çalışacağım Savcı ve Hakim Beylerin özelliklerini
bilerek gidiyordum. Kiminle dans edeceğini bilmek, her zaman önemlidir. Nüfus Memuru Bitlisli Mustafa
beyden,Tuzaklı Muhtarı Mustafa efendiye kadar,
esnaftan ise Kasap Abdullah efendiden, memurların tıraş oldukları Berber
Dayıya kadar herkesi öğrenmiştim. En sağlam,güvenilir adam da İmam Nazmi Hocaydı.
Yılbaşından iki gün sonra, kara kışın
ortasında, çoluk çocuk ilçeye geldik. Kar altında eşyaları Sağlık Merkezinin
ambarına yerleştirdik ve kendimiz de hemşire hanımın odasına “Şimdilik”kaydıyla
sığındık. Sağlık merkezi boştu ve bir nöbetçi hastabakıcıdan başka kimse
görünmüyordu. Ertesi sabah, bütün Sağlık Merkezi personeli ile bir toplantı
yaptım. Kadro oldukça yeterliydi. Hepsiyle tanıştım ve hepsiyle ayrı ayrı
ilgilendim. Kendilerine bir ağabey gibi davranacağımı, maddi ve manevi her
türlü yardımı yapacağını vaat ettim. Çünkü onlarında beni merak ettiklerini,
sıkıntı ve merak içinde olduklarını biliyordum. Yalnız, vazifelerinde dürüst olmalarını ve hastalara karşı da
sevecen davranmalarını istedim. Ambar memuru ve hemşire hanımla, her tarafı
gezdik. “Nelerimiz var,nelerimiz yok, neler yapabiliriz?. Bunu bilmemiz
gerekiyor” dedim. Alt kattaki Sağlık Merkezinin Eczahanesine indik. Raflar ilaç
kavanozlarıyla, şişelerle doluydu. Hepsi, toz biçiminde ya da bitkisel yaprak
halinde ya da sıvı halde ilaçlardı. Bir zamanlar,
uyku ilacı olarak kullanılan eroinden 50 gram bile vardı ama, bir şişe
serum yoktu. Sonra ambara girdik, bütün eksik olan ilaçları, malzemeleri ve
erzakları ısmarlanmak üzere saptadık.
Günlük çalışma planı, nöbet cetveli düzenledik ve Sağlık Merkezi çalışmaya başladı.
Her konuda olduğu gibi, asıl önemli olan,
bilgili insan gücüdür. Personelin çoğunun bilgili ve oldukça deneyimli olmaları
benim için büyük şanstı. Hemşire hanım ve hasta bakıcılar, İl Devlet
Hastanesinde senelerce çalışmışlar, kendi memleketleri olması nedeniyle ilçeye
gelmişlerdi. Sağlık Memuru Necmi Bey, emekliliği yaklaşmış deneyimli ve terbiyeli
bir memurdu. Hükümet Tabibinin yetki ve görevlerini benden daha iyi biliyordu.
Tüm gerekli defterleri muntazam tutmuş ve hazırlamıştı.
Bir doktorun, yeni geldiği yerdeki ilk
günlerinin ve ilk izlenimlerinin çok önemli olduğunu biliyordum. Eğer geldiğim
ilk günlerde, kendimi kanıtlayamazsam, ne sağlık merkezini, ne de muayenehanemi
çalıştırabilirdim. Ayrıca, ilçe iki üç aydan beri hekimsiz olduğundan, ilçe ve
köylerdeki bütün hastalar dağılmışlar, komşu il ve ilçelere gitmeye
alışmışlardı. Yapılması gereken çok iş vardı. Öğleden sonra, başta Kaymakam
olmak üzere, Savcılık ve Hakimler, Belediye Başkanlığı ve Askerlik Şube
Başkanlığı,Tapu Dairesine kadar hepsini ziyaret ettim ve tanıştım. Onların beni
ziyaretlerini beklemedim. Sonra çarşıya çıkıp alış veriş yaptım ve bir kısım
esnafla tanıştım. Akşam yemekten sonra da, memurların tıraş oldukları Berber
Dayıya, tıraş olmaya gittim. En yeni haberlerin berberlerde olduğunu
düşünüyordum ve umduğum gibi de oldu. Çok şeyler öğrendim.
Ertesi
gün, saat 8.30 da polikliniğe başladım. Bir gün önce tekrar yağan kar, her
tarafı beyaz bir örtüye bürümüş, ilçenin üzerine kalın bir sessizlik olarak
çökmüştü. Hava soğuk, kar inceden tek tük atıştırıyordu ve henüz gelen kimse de
yoktu. Birinin çıkıp gelmesi de kuşkuluydu. Kömür sobasından çıkan ve
çıtırtılarla yayılan ılık hava hepimizi keyiflendirmişti. İki erkek hasta
bakıcı ve hemşire hanımla oturup konuştuk. Gelen hastaların poliklinik
defterine kayıtları sırasında, şikayetlerini yazdıkları gibi, eğer
biliyorlarsa, eski durumları konusunda da, bana bilgi vermelerini istedim.
Akciğer tüberkülozu, en büyük dert olmakta devam ediyordu. Hükümet tabipliğinin
defterinde kayıtlı bir çok Frengi hastası ve üç tane de Cüzzamlı vardı ve
onların tekrar muayene edilerek, takip ve tedavi edilmeleri gerekiyordu. Bütün
bunları konuşarak, durum değerlendirmesi yaptığımız sırada, Sağlık merkezinin
önünden bir
nal sesi duyduk. Hepimiz
merakla pencereye koştuk. Başı ve yüzü sarılı bir adam attan indi, atı kendi
haline başı boş bıraktı. Yorgun ve
halsiz bir halde, sallanarak merdivenlere doğru yürüdü, ilk basamakta
tökezleyip iki elinin üstüne indi, yuvarlanmaktan zor kurtuldu. Hasta bakıcılar
koşuştular, hastanın koltuklarına girerek, adeta uçurdular ve hemen polikliniğe
aldılar. Olayda bir tuhaflık vardı,
hasta atla gelmişti. Sandalyeye oturttular, sandalyede de zor duruyor gibiydi.
Yüzü
solgun, sakalı uzamış, çenesinde ve ağzının çevresinde kan vardı. Hemşire
hanım, “Adın ne?”diyecek yerde, merak ve telaş nedeniyle,
–Hastalığın
ne?, deyince, adam ağzını açtı. Adam ağzını açınca, dilinin ortaya yakın
kısmından, yarıya yakın, enine olarak kesilmiş olduğunu ve ağzının dışına
sarktığını hep birlikte gördük. Hastanın konuşmasının zor ve ağrılı olacağı
belliydi ve hem de dilin daha çok ayrılmasına neden olabilirdi. Ben, hemen
sordum,
–Sana
ne oldu? Konuşma, tarifle anlat!
Tarifle anlattığına
göre, iki saatlik yoldan geliyordu, odun keserken fırlayan odun çenesine
vurmuş, ağzı açık ve dili dışarıda olduğu için, dişleri dilini kesmiş.
Gerçekten de, çenesinin alt tarafı yaralıydı.
Benim
ve diğerlerinin bu işe pek aklımız yatmamıştı ama, önemli olan, bu sorunun
nasıl çözüleceği idi. Yaraları dikerken,
acıyı azaltmak için kullanacağımız uyuşturucu bir ilacımız yoktu. Hava soğuktu,
akşam yağan kar yolları kapatmıştı. Devlet hastanesine göndermek olanaksızdı.
Hastaya döndüm ve anlatmaya çalıştım.
–Yorgun
ve perişansın, sana yardım etmek istiyoruz. Bunu güzelce dikeriz ve iyi olur
İnşallah. Ama uyuşturucumuz yok, acısına dayanacaksın, sabredeceksin, razı mısın?
dedim.
Adam
başını sallayarak razı olduğunu anlattı. Zaten yorgun ve
bitkin bir haldeydi, üstü
başı perişan, yalvaran gözlerle bana ve etrafına bakınıyordu. Dili dikmek için
gereken malzemeyi hazırladık. Dikerken, iğnenin acısıyla ağzını kapatmaması için,
ağzına bir alet taktık ve iki hasta bakıcı kollarını, hemşire hanım başını
sıkıca tuttular.
İlkel bir yöntemdi ama, başka çare yoktu. Hasta, diline her bir iğne
girip çıktıkça inliyor ve gözlerinden yaşlar geliyordu. Doktor olarak ben ve
diğer yardım edenlerden de hiç birimiz rahat
değildik.
Hepimiz,
üzüntü ve sıkıntıdan, kendimizi sıkmaktan ter içinde kalmıştık. İşlem bitince,
derin bir nefes aldık. Nasıl olduğuna baktık ve aynada hastaya da gösterdik.
–Şimdi
konuşma, sonra çok konuşacaksın, diyerek şakalaştım. Hastanın yüzü aydınlandı,
sevindiği her halinden belliydi. Ben ise, o kadar rahat değildim, hatta
endişeliydim ama belli etmiyordum.
İltihap
olur ya da diğer nedenlerle, dikişler tutmayabilirdi. Sonra, hemşire hanıma
döndüm,
–Bir 800 bin penisilin ile bir ampul
Novaljin yapın, tek odaya yatırın. Atını da garajın bir kenarına koysunlar,
hava soğuk, atın üzerine de bir battaniye örtsünler, dedim.
Hastaya
bir bardak süt tozundan yapılmış soğuk süt, bir de sakinleştirici ilaç içirdik
ve rivanol solüsyonu ile ağzını çalkalatarak temizlettik. Hastayı odasına
götürdükleri sırada, iğne yaptırmak için, sağlık merkezine dışarıdan gelen
birkaç kişi, adamcağızı ter içinde, bitkin ve perişan halde gördüler. Durumu
hemşire hanımdan öğrenince, hastaya hayret ve dehşetle baktıklarını gördüm.
Ertesi
sabah, hemşire hanımla birlikte hastaya tekrar baktığımızda, dikilen parçanın
canlandığını görerek sevindik. Birkaç gün içinde tamamen iyi olacağı kanısına
vardık. Atına bakmayı da ihmal etmedik. Sonradan öğrendiğime göre; bu olay
ilçede, büyük bir heyecan yaratmış. Dedi kodu makinesi olabildiğince hızlı
olarak, benden yana işlemiş. Kahvelerde ve evlerde abartılarak anlatılmaya
başlamış. Güya, bir adamın dili ortasından
kesilmiş, kesilen dilinin parçasını eline alarak, sağlık merkezine gelmiş ve
yeni gelen doktor tarafından dikilerek iyileşmiş. Doktorun bilgisi ve
yetenekleri konusunda, bahse girenler bile olmuş. Öğretmenler lokalinde bunları
öğrenince, ilk imtihanı geçtiğimi anladım. Poliklinik de, muayenehane de, işlemeye
başlamıştı.
Sağlık
merkezi personeli yeni durumdan memnundu. Nöbet tutuyorlardı ama, yemek de
yiyebiliyorlardı. Çünkü yatan hasta olmayınca -Talimatname gereği- mutfak
çalışmıyordu. Evlere gidip iğne de yapabiliyorlardı. Bu arada , bir çok kronik
hastalar da geliyorlar yardım istiyorlardı. Onlara, elimden geldiği kadar
yardım etmeye çalışıyor, hastalıklarını anlatıyordum ve nereye gitmeleri
gerektiğini söylüyordum. Bazı hastalara, gidecekleri hastaneye resmi yazı bile
yazıyorduk.
Bir
gün, poliklinik çalışmaları sırasında, 60 yaşlarında sevimli, güler yüzlü ve
şakacı tavırlı bir adam önüme geldi. Poliklinik defterinde adı Yusuf olarak
yazılmış, şikayeti bölümünde hemşire hanım,”Siz bilecekmişsiniz”diye yazmıştı.
Biraz şaşırdım,”Galiba yeni bir imtihana gireceğim”diye düşündüm. Sonra ,
hastaya dönerek sordum,
–Şikayetiniz
nedir Yusuf efendi? Hasta gülerek,
–Te be, doktor değil misin, onu sen
bileceksin be yahu, dedi ve gözlerini bana dikti. Ne diyebilirdim?. Hasta
bakıcılara ve hemşire hanıma baktım. Onların yaptıkları işaretlerden, bir şey
bilmediklerini anladım. Demek ki, hiçbir ip ucuna sahip değildim. “Çattık
belaya ” diye içimden geçirdim. Sonra hastaya dönerek,
–Peki
Yusuf efendi, elbisenin üst tarafını
çıkart,dedim. Muayene masasına yatırdım. Bütün doktorluk bilgilerimi seferber
ederek, muayene etmeye başladım. Kalbini, tansiyonunu, akciğerlerini, karnını
dikkatle inceledim. Burnunun içine, kulaklarına kadar her yerine baktım. İyi
görüp görmediğini de kontrol ettim, göz dibine bile baktım ama, hiçbir şey bulamadım. Bunları yaparken bir taraf-
tan da düşünüyordum. “Yoksa bu adam, hasta
değil miydi?, hiçbir şikayeti yok da beni sınamak için mi gelmişti?. Zaten
yüzünde şakacı bir gülümseme vardı. Cinsel gücünde bir sorun varsa ya da idrar
yollarında bir sorun varsa, nasıl bilebilirdim”. Kan sayımı ile idrar
muayenelerini yapmaya karar verdim. Laboratuarımız ve laborantımız olmadığı
için, başkaca labaratuvar muayeneleri yapamıyorduk.
Muhakkak
başarılı olmalıydım. Tutunacak bir dal, bir ipucu arıyordum. Sonra birden
aklıma geldi, yaşlı olması nedeniyle ”Prostat şikayetleri olmasın?” diye
içimden geçirdim.
–Efendi
! idrarına bakmamız ve prostat muayenesi de yapmamız gerekiyor, dedim.
İdrar
muayenesi yapılmak üzere kavanoz hazırladılar. Ben de bir ameliyat eldiveni
giydim, işaret parmağımı vazelin ile yağladım. Hastanın poposundan prostat
muayenesi yapmak üzere hazırlandım. Hastanın pantolon ve külotunu hemşire hanım
sıyırdı. Hasta eğilince, hastalık da göründü. Meğer hastalığı ve şikayeti
hemoroit iltihabındanmış. Biri iltihaplı, üç meme görünüyordu. Hiç renk
vermeden, sanki olağan bir muayene imiş gibi, iltihaplı olanı boşalttım,
diğerleriyle birlikte merhemleyip kısmen içeri soktum. Bu arada, prostatını da
muayene etmeyi ihmal etmedim.
–Geçmiş
olsun Yusuf Efendi,dedim.
Sanki hiçbir şey olmamış gibi yerime
oturdum. Reçete yazmaya koyuldum. Bu küçük başarımdan dolayı o kadar çok
keyiflenmiştim ki anlatamam. Yusuf efendi,
özenle giyindi, tam karşıma geçti, şakacı bir tavırla ve gülerek,
–Doktor,
imtihanı sen kazandın ama, kahvede tutuştuğumuz bahsi de ben kazandım.
Dedikleri kadar varmışsın, be yahu, dedi.
AĞAÇTA DELİ VAR
Hükümet
doktorluğu yapıyorsanız yalnızca akıllı hastalarla uğraşacağınızı sanmayın. Zır
delilerle uğraştığınız gibi, akıllı delilerle de uğraşmak zorunda kalırsınız.
Belki Yedi Kocalı Hürmüz sayılmazsınız ama, gene de üç belalı kocanız var
demektir. Sağlık Bakanlığı, maaşınızı veren, ekmeğini yediğiniz kocanızdır.
Kaşıkla yedirir, bazen sapıyla gözünüzü çıkarır. Adalet Bakanlığı, köle gibi
kullanan, arada bir tehdit eden, ”döverim ha!“ der gibi, ”Mahkemeye veririm
ha!“ diyen bir kocadır. Dağa taşa götürüp otopsi yaptırırlar, gece yarıları
yatağınızdan kaldırıp sarhoşluk muayenesi, yaralama, ırza geçme ve daha
aklınıza ne gibi suçlar, rezillikler gelirse, onlara baktırıp rapor
yazdırırlar. Yaptırdıkları işin yanında, nadiren verdikleri paradan dolayı
kendileri de sıkıntı duyarlar. Diğer koca da halktır. Halk, hem doktorları
sever, saygı gösterir, hem de en olumsuz güldürü fıkralarıyla hiciv eder. Ama,
en iyi koca da yine halktır. Hiç olmazsa yapılan iyiliği bilir.
İlçeye
ilk geldiğim günlerde, sürekli övüldüğünü işittiğim bir köyümüz olan Akköyü
görmek, köylülerle tanışmak istedim. İlçenin tek nahiyesine bağlı olmasına
rağmen köylüler, ancak devlet dairesine işleri düştüğü zaman ilçeye
uğruyorlardı. Diğer zamanlar, ürünlerini köyün otobüsüne yüklerler, ilçenin çok
yakınından geçen stabilize yol ile, büyük illere, büyük pazarlara giderlerdi.
Ürünleri çeşitli, gelirleri çok iyiydi. Bu kötü alışkanlıkları yüzünden, hem
kendileri, hem de ilçe halkı zarar görüyordu. Oysa ben onların hem ilçeye, hem
de sağlık merkezine alışmalarını çok istiyordum.
Köylülerle
tanışıklığı olan Sağlık memuru Necmi beyi ve hasta bakıcı Ahmet efendiyi de
yanıma alarak, sağlık merkezimizin jipi ile yola koyulduk. Akköy’de görevli Ebe
Hanımın istediği mal-
zemeyi de yanımızda götürüyorduk. Nahiyeyi
geçtikten sonra, nehir kenarını takip eden, sağa sola keskin dönemeçlerle
kıvrılan, stabilize yolda ilerleyerek, bir köprü başına gelince, köy göründü.
Köy, bir dağın güney-doğu yönündeki bir yamaçta kurulmuştu. Güneşin, doğuşundan
batışına kadar, köyün üzerinden gitmemesi ve eksilmemesi istenmişti. Çok eski
çağlarda, Bizans döneminde kurulan köylerden biriydi . Nehir ile yamaç
arasında, çeşitli ürünlerin ekildiği tarlalar ve meyve bahçeleri vardı.
Bahçeler su arklarıyla bölünmüş gibiydi. Yolun iki yanındaki hendeklerden sular
gürül gürül akıyordu. Köyün alt başında, büyük bir çamlık vardı. Uzaktan
bakılınca köy evleri, sanki Noel çamlarının üstüne konmuş oyuncak evcikler gibi
görünüyordu. Evlerin çoğu beyaz badanalı ve hepsi kiremitliydi.
Düzlüğün
sonunda, gene beyaz badanalı bir ev, ahır ve samanlığıyla birlikte karşımıza
çıktı. Şoför,
–Satı
kadının evi, dedi ve sonra ekledi,
–Kocası geçimsiz bir adamdı. Kimseyle
geçinemediği için evini köyün içinde değil, kendi tarlası üzerine burada
yaptırdı. Vefat edince Satı kadın, buradan ayrılmadı. Evlenmek isteyenleri
kabul etmedi. Şimdi tek başına korkmadan, burada yaşıyor, dedi. Çamlıktan
geçerken dikkatle baktım, “Acaba türbe mi var, ya da mezarlık mı?” diye
düşündüm. Çünkü Anadolu’nun çok yerinde ormanlar kaybolduğundan, böyle
çamlıklar ancak türbeler etrafında kalmıştı.
Oysa
burada, ne mezarlık vardı ne de türbe. Demek ki köyde, ormanı koruma bilinci
vardı.
Köyün
hemen alt başındaki büyük bina, köyün çamaşırhanesiydi. İçeride kol
kalınlığında bir su fışkırarak akıyordu. Köylü kadınlar, yanan ocaklar
üzerindeki kazanlarda, çamaşır kaynatıyorlardı.
Arabadan
indik. Çamaşır yıkayan kadınlar bizi görünce toparlandı-
lar, kendilerine çeki düzen verdiler.
Kadınlardan başı örtülü, şişmanca bir hanım bize doğru geldi. Ben ileri
çıkarak, konuştum.
–
Ben doktorum, Ebe
Münevver hanımı ziyarete geldik,
–
Ebe Münevver hanım dün
akşam doğumdaydı, evinde istirahat ediyor sanırım, diye yanıtladı.
Tekrar
arabaya binerek köy meydanına geldik. Meydanın tam karşısında, önündeki masa ve
sandalyelerden, köy kahvesi olduğu anlaşılan, bir yapı vardı. Yapının üst
katında, ”Ak köy Muhtarlığı” levhası asılıydı. Bitişiğindeki iki katlı ve
önünde büyük bir dut ağacı olan ev için, “Ebe hanımın evi burası“ dediler.
Jip’in
gelişiyle sanki köy uykudan uyanarak canlandı. Her taraftan insanlar gelmeye
başladılar. İlk olarak Muhtar Yusuf Çavuş gelerek elimizi sıktı. Daha önce
ziyaretime geldiği için kendisini tanıyordum. Yusuf Çavuş, orta boylu, kırmızı
yüzlü, şişman, kocaman göbekli, şen şakrak bir adamdı. Köyün değişmeyen muhtarı
olmakla övünüyordu. Bize köy ve köyün geçim durumu konusunda açıklamalarda
bulundu. Ben de ona ve orada bulunanlara, Sağlık Merkezimizin yeni durumunu ve
çalışmalarımızı anlattım. Köy otobüsünün önce ilçeye uğramasının ve özellikle
hastaların önce sağlık merkezine gelmelerinin yararlarını açıkladım. Hastaların
bazılarına yardımcı olamazsak, resmi kanallarla, daha ileri hastanelere
göndereceğimizi, kendileri için çok daha yararlı olacağını, anlattım. İkram
edilen ikinci çaylarımızı içiyorduk ki, Ebe Münevver Hanım da geldi. Şık, mavi
bir tayyör etek giymişti. Başının yarısını örten beyaz ipek eşarbı ile gerçek
bir devlet memuru ciddiyeti ve güzel bir kadın görüntüsü veriyordu. Bekardı ve
tek başına yaşıyordu. Giyinişine bakılırsa, maddi durumu iyi görünüyordu. Bütün
köylüler ayağa kalktılar. Kahvecinin hali görülmeye değerdi. He-
men benim yanıma bir sandalye getirerek ikram
etti ve “el pençe divan durdu” derler ya, o biçimde kaldı. Biz de herkes gibi
ayakta karşıladık ebe hanımı. Çok sevildiği ve sayıldığı açıkça görülüyordu.
Sonra Öğretmen Tuğrul beyle, İmam Mehmet Efendi ile tanıştık. Tuğrul bey, bize
çok yakınlık gösterdi. İmam efendi, bize, kiliseden bozma, tarihi çok eskilere
dayanan, Osmanlının kuruluş döneminde, Osman Gazinin arkadaşı, Harmanlaya
Tekfuru Köse Mihal’in yaptırdığı camiyi göstermek istedi. Ama biz uygun bir
zamanda tekrar geleceğimizi söyleyerek, ayrıldık. Ebe hanımın evinin alt
katındaki muayene odasına geçtik. Kendisi için getirdiğimiz tıbbi malzemeleri
teslim ederken, biraz da ağız aramak amacıyla,
sordum,
–
Ebe hanım, öğretmen
Tuğrul bey de bekar mı?.
Ne
demek istediğimi anlamıştı. Gülümseyerek, yanıtladı.
– Evet,
– Sen
de bekarsın?,
– Kısmet,
diye gülümsedi.
Bana sorarsanız, işler yolundaydı.
Birbirlerine bakışlarından hissetmiştim. Ben sevgi ile destekli mantık
evliliğine taraftarım. Aynı yerde vazifeli Ebe hanımlar ile Öğretmenlerin
evlenmeleri çok kez, hem mantığa uygun, hem de sevgi ile oluyordu.
Aradan bir hayli zaman geçti. Sonra bir
sabah Ebe Münevver hanım, erkenden ve telaşla muayenehaneye geldi. Gözleri
ağlamaktan kızarmış, perişan bir durumdaydı. Yer gösterdim ve biraz da hayretle
sordu.
– Hayırdır
inşallah, Ebe hanım? Ağlamaklı bir sesle,
–
Başıma gelenleri bir
bilseniz, inanılacak gibi değil. Birden hıç-
kırıklara boğuldu. Biraz bekledim, azcık
boşalmasını ve rahatlamasını istedim. Sonra,
–
Anlat bakalım ebe hanım,
neler oluyor?.
–Bizim köyde, biraz akıldan noksan, Halil
isminde kimsesiz bir adam var. Çevrede
Deli Halil diye herkes tanır. Günlerdir
peşimde dolaştı, önce aldırmadım. Önüme geçip “Sen benim nişanlımsın” deyince
korkmaya başladım. Doğuma gittiğim her evin önünde saklanıyor, işimi bitirip çıkıncaya
kadar beni bekliyordu. Ben eve geldikten sonra da, evin önündeki dut ağacına
çıkarak beni gözetlediğini yeni öğrendim. Yemeden
içmeden orada durup beni bekliyormuş. İyice kafayı bana taktı. Biz
öğretmen Tuğrul beyle aramızda söz
kestik. İzin verirseniz tatil aylarında evlenmek istiyoruz. Dün sabah Tuğrul bey, kahvaltı etmek için bizim eve geldi.
Dut ağacında beni gözetleyen Deli Halil başladı bağırmaya,
–Yetişin
komşular, nişanlım eve zampara alıyor. Orospu karı, Allah belanı versin! Diye
bağırmaya başladı. Bütün köyü ayağa kalktı. Ben köyde saygınlığı olan bir
kızım. Herkesten utanır oldum. Bir gece evime de girer diye de çok korkuyorum.
Güçlü kuvvetli bir adam.
Onunla
hiçbir kadın baş edemez. Birkaç gün önce Satı Kadının evine gitmiş ve zorla
kadının evinde bir gece kalmış. Satı kadın bana geldi ve konuştuk,
–
Acaba hamile kaldım mı
Ebe Hanım? Bir bakar mısın, aman kimseler duymasın! Yoksa rezil olurum, diye sızlandı.
–Hemen
belli olmaz, daha sonra bakalım,dedim.
Sonra
merak ederek evine nasıl girdiğini sordum, şöyle anlattı.
Satı
kadın, Deli Halil’i evinin yakınlarında gördüğü zamanlar çağırır, ”Kimsesizdir,
yardımım olsun” diyerek yemek verirmiş. Bu
kez bir akşam üzeri, özel olarak gelmiş,
karşısına dikilmiş ve emir çakmış,
–
Bana yemek pişir!.
Satı kadın durumdan kuşkulanmış, eve sokmak
istememiş, başından savmayı denemiş,
–
Bu gün yemeğim yok Halil
efendi, ekmekle yoğurt vereyim. Halil birden diklenmiş, kadını iterek içeri girmiş.
–Sen
benim karımsın, hemen şimdi yemek pişireceksin! Demiş. Satı kadının pişirdiği
yumurtayı, çıkardığı yoğurdu ve ekmeği yedikten sonra,
–Haydi
yatalım, demiş ve kadını kucağına aldığı gibi doğru yatağa götürmüş. Satı
kadın,
–
Sabaha kadar beni
uyutmadı, tepemden inmedi, ama şikayetçi de değilim. Kimsenin duymasını da
istemiyorum. Bana çok iyi davrandı ve canımı da acıtmadı. Sanki evin erkeğiymiş
gibi hareket ediyordu. Sabahleyin yıkandı ve ab dest aldı, hayvanları yemledi,
odunlarımı kırdı. Daha sonra ne yapacağını anlamak için sordum,
–
Halil efendi, öğleyin
sana ne pişireyim?
–
Köye gitmem gerek, köyde
iki yüz karım daha var. Yanıtını vermiş
ve gitmiş.
Ebe
hanım yeniden konuya döndü,
–
Ben şimdi Deli Halil’i
kandırarak getirdim. Sana maaş bağlayacaklar, dedim. Beni nişanlısı olarak
bildiği için, sözümü dinliyor. Çınarın
altındaki kahvede oturttum, çay ısmarladım, orada beni bekliyor. Artık gerisini siz bilirsiniz.
Sonra,
soran gözlerle yüzüme baktı. Ben de, o anada düşündüklerimi söyledim.
–
Anladığıma göre, tam
Akıl Hastanesine gidecek hasta gibi görünüyor.
Önce muayene edip rapor düzenleyelim. Gerekiyorsa iki jandarma
gözetiminde, Bakırköy Akıl Hastanesine gönderebiliriz. Sen merak etme, yol
parasını da belediyeden alabiliriz.
–
Aman, yol parasını ben
veririm. Yeter ki başımdan gitsin. Yerinden kalktı, biraz rahatlamış olarak
Halil efendiyi almaya gitti.
Biraz sonra, Halil efendi önde, Ebe hanım
arkada geldiler. Ayakta karşılayarak saygı gösterdim ve elini sıktım. Güler
yüzle oturacak yer gösterdim.
–Hoş
geldin Halil efendi!
Koltuğa kasılarak ve biraz da kibirlenerek
oturdu. Küçük dağları ben yarattım der gibi bir hali vardı. Güzel yüzlü
yakışıklı bir adamdı.
Sakal
bile yakışmıştı. Bir seksen kadar boyu vardı. Ebe hanımın dediği gibi, adaleli
vücutlu, gerçekten pehlivan tipli bir adamdı. İçimden,”Satı kadının neden
şikayet etmediği belli” diye düşündüm. Karşımda bekleyen ebe hanıma,
–Münevver
hanım, lütfen git Ahmet efendiye söyle, Halil efendiye okkalı bir şekerli kahve
getirsinler. Sonra Halil Efendiye döndüm,,
– Halil
efendi, köyde neler yapıyorsun, sıkılıyor musun?.
Şöyle
bir kuruldu ve anlattı.
–Köyde benim bir sıkıntım olamaz, çok
rahatım. İki yüz tane karım var, bana
çok iyi bakarlar. Günde iki yüz
ekmek pişirirler yerim. Allah bana “Halil’im” demiş. Kur’an da, Halil ür rahman
olarak adım geçiyor. Bir sıkıntım
olduğu zaman, köyün alt başındaki çamlığa
gider, Allah ile konuşurum.
O
bunları anlatırken, İstanbul Bakırköy Akıl Hastanesi Başhekimliğine bir yazı
örneği hazırladım. Sonra,
–
Halil efendi, yine de
Akköy’de sana yazık oluyor. Seni
İstanbul’a müftü tayin ettirelim, herkes senin bilginden yararlansın. Hem de
maaşını alırsın.
Ben
bunları söylediğim anda, Cumhuriyet Savcısı Hikmet bey içeriye girdi. Şöyle bir
bana ve bir de Halil efendiye baktı,
–İstanbul’a
müftü tayin ettirmek o kadar kolay mı doktor, dedi. Ben hemen toparlandım,
–Halil
efendinin Kuran’da adı geçiyor. Cenabı Hak ona, “Halil ür rahman” diyor. Lütfen
emir verin şu kağıdı yazsınlar, iki de jandarma muhafız versinler. Halil efendi
çok kıymetli bir adamdır, onu korusunlar.
Yazdığım
kağıdı uzatınca, Savcı durumu anladı. Kağıdı aldı ve gitti. Bütün resmi
işlemler hızla yapıldı, kısa sürede bitti. Bir ara dışarı çıkıp jandarmalarla
konuştum.
–Aman
oğlum, bu deli kendisini peygamber sanıyor, çok hürmet edin. Sakın kendisini
kızdırmayın, çok güçlü kuvvetlidir, sonra ikinizi de haklar, haberiniz olsun.
Bir
miktar yol parası da ben verdim. Sağlık Merkezinin jip’ini, tren istasyonuna
kadar götürmek üzere hazırlattım. Halil efendiyi büyük bir saygı gösterisiyle
ön tarafa, jandarmaları arka tarafta oturtarak yolcu ettik. Böylece, ağaçtaki
deliyi gönderdik. Ebe hanım, elime sarılarak teşekkür etti ve yanımıza gelen
öğretmen Tuğrul beyle birlikte yürüyüp gittiler. Allah mutlu etsin.
AŞK VE PATLICA
Küçük
bir ilçede herkesin birbirini tanıması normaldir. Yerli halk çok zaman ya
akrabadır ya da komşuluk ilişkileriyle biri birlerine yakınlık duyarlar.
Fabrika ya da atölye gibi iş yerleri yoksa, halkın bir kısmı esnaf, bir kısmı
da çiftçidir. Yabancılar ve memurlarla birlikte, geniş bir aile görüntüsü
verirler. Çok zaman da doktorlar, bu ailenin bir üyesidirler. Doktor kişilik
olarak, ne kadar dürüst ve ne kadar güvenilir ise, o kadar değerli ve o kadar
yararlı olacaktır.
Bir
gün, Cumhuriyet Savcılığı tarafından kolu mühürlenmiş, Vesile adında bir genç kızı polikliniğe getirdiler. Mahkemeden
yaşının tayini istenmekte idi. Nüfus kağıdında on dört yaşında görünmesi
nedeniyle, kanunlarımıza göre, evlenmesi olanaksız olduğundan, gerçek yaşının
tayini ya da tahmini isteniyordu. Babasının iddiasına göre, kendisinden büyük
kardeşiyle aralarında iki yaş fark vardı ama, nüfus kağıdında dört yaş fark
görünüyordu. Gerçekten de genç kız, on dört yaşından daha büyük görünmekte idi.
Doktor olarak ben, 18 yaşından erken bir yaşta evlenmelere karşıydım. Ama, bir
insanın daha erken bir yaşta, evlenmesini gerektirecek bir durum varsa, yardım
etmek de isterdim. Karşımda ayakta duran bu kızcağız, biraz sıkıntılı ve içine
kapanık görünüyordu.
–
Hemşire hanım yanımda
kalsın, diğerleri lütfen dışarı çıksınlar, dedim.
Karşımdaki sandalyeye oturttum ve sordum.
–
Kızım Vesile, evlenmek istiyor musun, yoksa seni
zorla evlendirmek mi istiyorlar?.
Gerçeği söyle biz kimseye söylemeyiz ve sana yardım ederiz.
Vesile,
şöyle bir sandalyede kımıldadı, bana baktı göz göze geldik ve bir an düşündü,
– Hayır, ben
kendim istedim,
–
Ama
kızım
daha küçüksün, yoksa nişanlını çok mu seviyorsun?. Bu şaka ile karışık güler
yüzle söylediğim sözlerime karşılık, birden diklendi. Önce kapıya döndü, başka
birisi olup olmadığına baktı.
Sonra
bana ve hemşire hanıma dönerek, biraz da öfkeli bir biçimde,
–
– Siz neler
söylüyorsunuz, diye bağırdı. Sonra ekledi,
–
Sevmek filan yok. Bizim
evden ne kadar çabuk kurtulursam, benim için o kadar iyi olacak. Benim
çektiğimi bir Allah bilir, dedi.
Bizim
şaşkınlığımıza aldırmadan, kendi kendine konuşur gibi alçak sesle, konuşmasını
sürdürdü.
–
Evin bütün hizmeti
bende. Annem, sabahtan akşama kadar, o
sokak senin bu sakak benim geziyor, küçük
kardeşlerim sabaha kadar yataklarına işiyorlar, babam ise neden yemek
pişirmedin diye dövüyor, bıktım
artık! diyerek birden ağlamaya başladı.
Şimdi,
hem üzülmüş hem de mahcup olmuştuk.
– Peki
kızım Vesile, sana nasıl yardım edebilirim?
–
Bana yardım etmek
istiyorsanız, yaşımı büyütün, artık dayanamıyorum. Benim neler çektiğimi kimse
anlamıyor. Kendimi köle gibi hissediyorum. Ortaokula gitmeyi o kadar çok
istedim, göndermediler ve işten kaçıyorsun dediler.
Şimdi bu evlilik, benim için bir
fırsat oldu. Kaynana yok, bir tek kayın baba var,
kocam olacak Zühdü, halim selim bir adam, daha ne isterim?.
Sözünü
bağlayıp önüne baktı. Bizler ise hayretle ve biraz da üzülerek genç kıza
bakıyorduk.
Bu
sözlerinin üzerine, önümdeki kağıda yazdım.
“Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından, yaş
tashihi için gönderilen Vesile Temiz’in yapılan muayenesinde, teşekkül atı
bedeniye sine, nasiyei haline göre, 16 ya da 17 yaşlarında olduğu kanaatını
bildirir rapordur.
Aradan günler geçti. Bir kış günü Vesileyi
kayın babası sağlık merkezine getirdi. Ateşler içinde, dalgın bir durumdaydı ve
kayın babası ağzından kanlı balgam geldiğini söylüyordu. Sağ akciğerde oluşan
zatürree nedeniyle yatırdık. Genç vücut kendisini çabuk topladı ve iki gün
içinde ayağa kalktı. Henüz iyi olmadığını söylememize karşın, herkese yardım
etmeye çalışıyordu. Yatan hastalara, sağlık merkezi personeline yardım için
koşturuyordu.
Çalışkanlığı
ve dürüstlüğüyle, herkese kendisini sevdirdi. O kadar sevdik ki, boş kadromuz
olunca, hasta bakıcı olarak almayı bile düşündük. Bu arada, kocasının asker
olarak Kore’ye gittiğini ve bir sene kadar orada kalacağını, kayın babasıyla
birlikte oturduklarını da öğrendik.
Aradan
bir ay kadar bir zaman geçti. Bir gün hemşire hanım,
–
Doktor bey,
anımsarsınız, bir Vesile vardı, zatürreeden bizde yatmıştı?. Anımsadınız mı?. O
bu gün geldi. Çok kötü bir durumda, karnı ağrıyormuş, rahminden kan geliyormuş,
ama bana göstermedi, 38 derece de
ateşi var.
Hemşire hanımla birlikte doğum odasına
götürüp, kadın muayene masasına yatırdık ve kadınların muayeneleri için gerekli
olan, özel bir duruma getirdik. Her ne kadar “Çok utanıyorum” diye yalvardı,
çırpındı ise de aldırmadık. Muayene sırasında, doğum yolundan kanlı ve pis
kokulu iltihap aktığını gördüm. İçeride bir yabancı cisim vardı, pens ile tutup
çıkardım. Sapı içeriye, döl yatağının ağzına dönük küçük bir patlıcan, uç
kısmından kırılıp
kopmuş bir durumda. Öyle anlaşılıyordu ki,
patlıcanı soktuktan sonra çıkarmak istemiş, kopunca da içerde kalmış ve
çıkaramamış. Rahim ağzı da yaralanmıştı. Temizleyip ilaçladım ve bu arada her
ihtimale karşı, hamile olup olmadığını da muayene ettim. Sonra, Baş Tabip
odasına giderek üçümüz oturduk.
–
Kızım bunu neden yaptın,
bize anlatırsan sana yardım ederiz, dedim. Önce sevinir gibi oldu ve sonra,
–
Çok utanıyorum,
memlekete rezil olacağım, gebe kalacağım hiç aklıma gelmedi, ölsem daha iyi.
Dedi
ve ağlamaya başladı. Sakinleşmesini bekledik. Biraz daha ağladı ve sonra
üzüntülü bir sesle, burnunu çekerek anlatmaya başladı.
–
Ben talihsiz bir
kadınım. Yağmurdan kaçarken doluya tutuldum. Yaşımı siz büyütünce nikah
yapıldı, hemen düğün dernek kuruldu ve Perşembe gecesi gerdeğe girdik. Zühdü
benden büyüktü ama hem mahalleden, hem de ilkokuldan arkadaşımdı. Okula beraber
gittiğimiz günler olurdu, yanan top oynarken beni hep kendi takımına alırdı.
Karyolanın
kenarına yan yana, iki suçlu gibi oturduk. O da ben de biri birimizden
utanıyorduk. Onun konuşmasını, bir şeyler söylemesini bekledim ama öyle olmadı.
Kalktı elektriği söndürdü. Kapının aralığından gelen ışıkla ve sokak
lambalarının etkisiyle loş bir aydınlık oluştu. Sonra Zühdü, bir telaşla
soyundu ve beni de çırılçıplak soydu. Bir alt üst olduk, hafif bir yanma gibi bir
acı duydum, neler olduğunu anlamadım. Kendi kendime,
–
Bu işler böyle oluyor
herhalde dedim.
Sonra
Zühdü kalktı, kanlı çarşafı odanın kapısından dışarı attı, ben geceliğimi
giydim o da pijamalarını giydi ve hiç konuşmadan
yattık. O bir güzel uyudu
ama ben uyuyamadım. Evden kaçarak gelin olduğuma pişman olmadım ama, memnun da
kalmadım. Bir tatlı söz bile işitememiştim. Okula birlikte gittiğimiz zamanlar,
çok konuşur ve gülerdik. Şimdi evlendiğimize göre, çok daha yakın olmamız
gerekmez miydi. Asıl sıkıntılar ondan sonra ki günlerde ve gecelerde ortaya
çıktı. Zühdü, kayın babamla birlikte sabah kalkıp işe gidiyorlar, akşam yorgun
olarak geliyorlardı. Hazırladığım yemeği yiyip, birer bardak çay içinceye kadar
oturuyorlardı. Bazı akşamlar da, çay içmeden kahveye giderlerdi. Kayın babam
bazı akşam eve gelince,
–
– Nasılsın kızım, iyi mi
sin?.diye hatır sorar biraz konuşurdu. Ama Zühdü,
kayın babamın yanında hiç ağzını açmazdı. Yatakta da ya sırtını döner uyur ya
da üstüme çıkar ve ben ne olduğunu anlamadan işini bitirir uyurdu. Beni
sevmediğini ve istemediğini de düşünmeye başlamıştım. Yalnızlıktan bunalıyordum
ve evliliğin ne olduğunu da anlamış değildim.
Zühdü’yü
askere aldıklarında hiç üzülmedim. Zaten benim için değişecek bir şeyler yoktu.
Sonra Kore’ye gittiğini öğrendim. Kore’den gönderdiği mektuplar kayın babama
gelirdi. Harp yoktu ama, yine de kayın babam sürekli günleri sayardı. Bazen
bana da mektuptan bir selam çıkardı.
Kayın
babamla ben her akşam, akşam ezanından hemen sonra yemeğimizi yerdik. Her akşam
yemekten sonra kahveye gider ve yatsı ezanıyla eve gelir, ertesi günü yemek
olarak, her ne pişecekse onu kararlaştırırdık. Sonra da her kes odasına çekilir
yatardı. Yalnız Perşembe günün akşamları kahveye gitmezdi.
Birlikte
oturur, çay içerdik. Eski ya da yeni günlerden konuşurduk. Her hafta Cuma günü,
sabah ezanıyla kalkar, namazını kılar, kahvaltı yapmadan-
hamama
giderdi. Günler hep böyle geçip gidiyordu.
Bir
Perşembe akşamı, yemekten sonra çaylarımızı içtik, bulaşıkları yıkadım. Bulaşık
suyunu büyük tencerede ısıttığım için, çok miktarda sıcak su artmıştı. Sıcak
suyu bulunca dayanamadım.
Ziyan
olmasın diye yıkandım, giyinmeden havlu üzerimde misafir odasına geçtim. Aynalı
komedinin karşısında kendimi seyrettim. Havluyla saçlarımı kurularken yüzümü
inceledim.
–
Oldukça güzel bir
kadınım, mahallede benden güzel bir kadın yok, diye gülümsedim. Göğüslerimi
avuçlayarak biraz dikleştirdim, vücudumu, kalçalarımı okşadım. Sonra birden
kayın babamla karşılaştım, çıplak olarak yakalanmıştım. Meğer o da beni seyrediyormuş.
–
Kız sen beni delirtmek
mi istiyorsun, ben evdeyken beni delirtmek için mi yıkandın, diyerek, bana sarılıp kucakladı ve boynumdan öptü.
–
Aman baba ne yapıyorsun,
öyle şey olur mu? dedimse de inanmadı. Kucağına aldığı gibi yürüdü.
– Anlaşılan
sen erkek özlemişsin, bu akşam
benimle yatacaksın!.
– Yapma
baba!.Sonra sana nasıl baba derim? diye karşı çıkınca da,
–Yarın
babanın evine gönderirim, babana baba, anana ana dersin, dedi.
Korkudan taş kesildim. Eve gitmek, benim
için felaketti. Zaten oradan kaçıp gelmiştim. Beni kucağında odasına götürdü.
Ben zaten çırılçıplaktım, kendisi de soyundu, yattık. Babası oğlundan daha iyi
çıktı diyebilirim. Ben pek az bir şey anladım ama, o çok mut-
lu oldu. Bana güzel sözler söyledi, övgüler
yağdırdı. En azından oğlu gibi sırtını dönüp uyumadı. Ertesi sabah hamama
giderken,
–Akşama
ne istersin güzel kızım?, diye ilk kez böyle bir soru sordu ve bu beni çok
sevindirdi. Akşam kahveye giderken de, ne istediğimi sordu. Sonra da kimseye bu
durumu belli etmemeye karar verdik ve öyle de sürdürdük. Komşu kadınlardan yarı
şaka takılanlar oluyordu.
–Kız,
kayın baban nasıl, kocanın yerini tutuyor mu? Hamile kalırsan hapı yutarsın ha
! gibi sözlere, çok sert yanıt veriyordum
–
Aşk olsun, o nasıl söz,
sen olsan yapar mıydın? diyordum. Ama
yine de onlar, ev gezmesine geldikleri vakit, havluların ıslaklık ve kuruluğuna
kadar pek çok şeyi kontrol ediyorlar, türlü bahanelerle evin her tarafını
gezip, bir delil arıyorlardı. Bir şey bulamayınca kendi aralarında,
–
Galiba doğru söylüyor,
gibi sözlerle fısıldaşıyorlardı. Hamile kalmaksa, aklımın ucundan bile
geçmiyordu. Aylarca bu düzen devam etti. Her Perşembe gecesi ben yıkanıyordum
ve kayın babamla yatıyordum. O her seferinde çok memnun kaldığını belirtip,
bana iltifat ediyor ve sabahleyin erkenden de hamama
gidiyordu. Başka kimselerin yanında, baba-kız gibi oluyorduk ama, yalnız
olduğumuz zamanlarda, iki sevgili gibi oluyorduk. İlk kez evlilikten memnun
olmaya başlamıştım. Bana bol para bırakıyordu. Yeni elbiseler diktirmemi,
gündüzleri istediğim gibi gezmemi, komşu kadınların hiç birinden geri kalmamamı
istiyordu. Hayatımdan son derecede memnundum. Zühdü’yü de çoktan unutmuştum.
Bir akşam kahveden biraz keyifsiz geldi.
–
Hasta mısın baba?
–
Yok kızım, Zühdülerin
devresini bir ay erken terhis edecek-
lermiş, benim hesabıma göre, sekiz aya
kalmaz gelir, dedi. Belli ki üzülmüştü, ben de bayağı çok üzüldüm. Bir düzendir
tutturmuştuk, mutluluk içinde düzenimizi sürdürüyorduk. Zühdü’nün gelmesiyle
işler karışacaktı. Sanki pek lazımmış gibi, bir ay da evvel terhis olup
geliyordu.
Bu
son gelen mektuptan birkaç gün sonra, kayın babam telaşla eve geldi ve bana
sordu.
–
Evin üst katını kiraya vereceğim, ne dersin?.
–Sen
bilirsin, dedim.
Bana sorması bile gereksizdi ama, sanırım
gönlümü almak istemişti. Zaten orayı kullanmıyorduk. Ustalar geldi, üst katın
kapı ve merdiveninde bazı değişiklikler yapıp gittiler. Birkaç gün sonra, bir kiracı geldi. Hesap Uzmanıymış,
adı Süreyya imiş, evliymiş ve bir kız çocuğu varmış. Gerekirse onları da
getirecekmiş. Kayın babam, gözünü kırparak,
–Bekar
olsaydı vermezdim, dedi.
Kiracımız Süreyya bey, Zühdünden daha uzun
boylu, ince bıyıklı ve güler yüzlü genç bir adamdı. Her gün tıraş oluyor ve her
gün yıkanıyordu. Öğle tatilinde, her zaman değil ama bazen eve gelirdi.
Karşılaştığımız zamanlar, güler yüzle hatırımı sorar ve birkaç güzel söz
söylerdi.
–
Güzel bir hanıma rastlamak ne kadar hoş.
Bu gibi sözleri beni sevindiriyordu. Bazı
günler uğrar, badem şekeri, sakız gibi benim sevdiğim şeyler getirirdi. Ben de
ona karşılık, kahve pişirir ya da tarhana çorbası götürürdüm. Onunla
konuşmaktan çok hoşlanıyordum ama belli etmek de istemiyordum.
Bir
perşembe günü akşamı, kayın babamı bir iş için acele kahve-
ye çağırdılar. O gidince, her Perşembe
akşamı yaptığım gibi yıkandım, havluya sarındım ve pencerenin önünde ayakta
durdum, sokağı seyrederek düşünüyordum. Koca dediğin, Süreyya bey gibi güler
yüzlü, tatlı dilli olmalıydı. Kayın babam da iyiydi, keşke onunla evli
olsaydım. Ama yaşlarımız arasında
çok fark vardı. Böyle düşünceler içinde ayakta dururken, arkamda bir kıpırtı
oldu. Çok sevdiğim kedimiz Sarı kızdır dedim ve dönüp bakmadım. Birden arkamdan
kuvvetli iki el, göğüslerimi
avuçlarının içine alarak sımsıkı sarıldı.
Önce
şaşırdım ama, Süreyya bey olduğunu da anladım. Dudaklarını ensemde hissettim.
Direnmeme fırsat kalmadan, üstümden havlumu aldı. Çırılçıplak kaldığım anda,
ağzı ile ağzımı kapatarak öptü ve yere yuvarlandık. O güne kadar duymadığım
duygular içine girdim, direnmek de içimden gelmedi. O gittikten sonra düşündüm.
–
Şu işe bak, hep yıkandığım
akşamlar bu işler başıma geliyor, diye kendi kendime konuşarak güldüm.
Ertesi akşam, kayın babam kahveye gidince
Süreyya bey yine geldi. Güzel sözler söyleyip saçlarımı, vücudumu okşadı.
Gözlerimin içine bakarak,
– Seni
çok seviyorum ve senden çok hoşlanıyorum, dedi.
İlk kez böyle güzel sözler duyuyordum.
Seviştikten sonra, tekrar güzel sözler söyleyip gitti.
O
geceden sonra, benim için günler hep Süreyya beyi beklemekle geçiyordu. Başka
bir şey düşünemiyordum. İçimden hep şarkı türkü söylemek geliyordu. Mutluluktan
uçuyordum. Komşu kadınlar da,
–Kocanı
çok mu özledin kız, eteklerin zil çalıyor, diyorlardı.
Ben
ise Perşembe akşamları kayın babamla, diğer akşamlar Süreyya beyle sevişiyor,
çok iyi vakit geçiriyordum. Kendi kendime,
– Oh be
dünya varmış, diyordum.
Hayatımın hep böyle geçmesini isterdim. Bu
sırada, çok kötü bir şey oldu. Adet görmem gereken zamanda adet görmedim. Bir
hafta kadar bekledim ve yine adet görmeyince, hamile olduğumu anladım.
Kimseye
belli etmemeye çalışıyordum, hatta belli de etmiyordum. Ama, o güzel dünyam
yıkılmıştı ve olanca keyfim de kaçmıştı.
Herkesin
içinde gülüyordum ama, yalnız kaldığım zamanlar da ağlıyordum. Kendi kendime,
–
Şimdi ne yapacaksın
Vesile? Diye söyleniyordum. Süreyya beye söylesem ne faydası vardı ve ne değişirdi?.
Zaten adam evliydi. Kayın babama söylesem, acaba ne derdi ve ne yapabilirdi?.
Daha kötüsü, komşular duyarsa, rezillik diz boyu olurdu. O zaman kesinlikle
ölmeliydim. Üstelik herkes hamileliğimi kayın babamdan bilecekti.
Yalnız
onunla yatıyormuşum gibi, tek başına adamcağızı suçlamak da haksızlık olurdu.
Zaten kimden olduğunu ben de bilmiyordum. Ona bu kötülüğü yapamazdım. Belli
etmemeye ve yaşadığım güzel günlerin tadını çıkarmaya çalışıyordum.
Bir
akşam Süreyya bey, sevişmemizden hemen sonra, yüzümü iki eliyle, avuçlarının
içine aldı. Gözlerimin içine bakarak,
–
Vesile, sevgilim, çok
üzgünüm, ama sana bir şey söylemek
zorundayım, dedi. Endişe ile ve biraz da korkuyla yüzüne baktım. Biraz da üzgün
bir şekilde konuşmasını sürdürdü,
– Vergi
kontrol işimiz bitti. Yarın gitmek zorundayım.
Çok üzülmüştüm ama ne diyebilirdim. Son
gecemiz olduğunu bilerek, tekrar seviştik ve sonra biraz da ağladım. Süreyya
bey, beni teselli etmeye çalışıyordu. Belki de yalnız kendisiyle yattığımı ve
seviştiğimi düşünüyordu. Hayatımın en güzel günlerini birlikte ge-
çirmiştik. Onu boş yere üzmek istemedim ve
bir şey söylemeden yolcu ettim. Birkaç gün düşündükten sonra kararımı verdim.
Komşu kadınlardan biri, patlıcanla nasıl çocuk düşürdüğünü ballandırarak
anlatmıştı. Ben de onun dediği gibi, sapı içeriye dönük olmak üzere, küçük bir
patlıcanı içeriye soktum. Canım yanınca çıkarmak istedim.
Üst
kısmı kopuverdi. Çıkarmak istedikçe de daha derine kaçtı. Birkaç gün bekledim.
Sonra ağrılardan ve kandan korktum size geldim, dedi.
Hamileliğinden
dolayı oldukça sıkıntılı ve endişeli görünüyordu. Hemşire hanım da çok
üzülmüştü.
– Ne
olacak bu kızın hali? Diyerek üzüntüyle yüzüme
baktı.
Onları
daha uzun süre üzüntü içinde bırakmak istemedim. Gülerek her ikisinin yüzüne
baktım ve sonra tekrar Vesilenin yüzüne bakarak,
–
Üzülme! Hamile değilsin.
Gençlerde böyle adet gecikmeleri olabilir. Ama, Zühdü askerden gelince, evde
çıkacak karışıklığın içinden nasıl çıkacaksın onu bilemiyorum, dedim.
Vesile
sevinç göz yaşları içinde, ellerime sarıldı,
–
Allah’ım sana bin kere
şükürler olsun! Diye yüksek sesle söylendi. Dua eder gibi, kollarını yukarıya
doğru kaldırdı. Avuç içlerini de göğe doğru çevirdi ve öylece kaldı. Biz
kendimize
düşen görevi yapmıştık. Bundan sonrası için, “ Allah Vesileye kolaylık versin “
diyebilirim.
BABAYA
ÖFKE
Küçük
yerlerde çalışan doktorlar bir bakıma aile doktoru olurlar. Kadın-erkek ve
çocukların her türlü sıkıntılarıyla karşılaşır ve onlara çare aramak zorunda
kalırlar. Bence bu, bir doktor için ruhsal doyum sağlayan bir uğraştır. Kocalarına
söyleyemedikleri dertlerini gelir anlatırlar ve yardım isterler. Bizden sır
çıkmayacağına emin oldukları zaman, bazı mahrem konuları da anlatırlar. Doğum
yaptıkları zaman utanmalarına rağmen, ebe hanımla birlikte bizim de bulunmamızı
ister ve rica ederler. Anadolu’da ebelik, doktorluk kadar saygı değer ve
kutsaldır. Ebe hanımlar doktorlar kadar da saygı görürler ve saygıyla elleri
öpülür.
Bulunduğum
ilçenin sağlık merkezinde senelerdir, tek doktor olarak çalışıyordum. Ebe
hanım, hastabakıcılar ve diğer sağlık personeli ile birlikte, huzur içindeydik.
Ebe hanım aynı zamanda hemşirelik görevini de yapıyordu. İlçeye ilk geldiğim
zamanlarda, daha çok memur hanımları sağlık merkezinde doğum yapıyorlardı.
Ücretsiz olmasına ve gayet iyi bakılmalarına rağmen, yerli halk pek itibar
etmiyordu. Gerçekte kadınların çoğu, bana gebelik muayenesi olmaktan
utanıyorlardı. Gördüler ki; sağlık merkezinde doğum yapanlar hasta olmuyorlar,
bebekleri kucaklarında, tertemiz ve sağlıklı olarak evlerine dönüyorlar, onlar
da alıştılar.
Bir
23 Nisan Çocuk Bayramı günüydü. O sıralarda Kaymakam Vekiliydim. Kaymakam
olarak törende, Belediye Başkanı, Garnizon Kumandanı olarak Jandarma yüzbaşısı
ile birlikte, her okulun önündü durup, ”Nasılsınız çocuklar” diye onları
selamlıyordum. Onlar da hep bir ağızdan, ”Sağ ol” diye yanıtlıyorlardı. Tam
törene çıkmak üzereyken, bir çocuk gelip elimi öptü. Buna alışık olmama rağmen,
yine de şaşırarak,
–Adın
ne güzel çocuk, diye sordum.
Yere bakan yüzünü yukarıya doğru kaldırdı
ve pırıl pırıl parlayan kara gözleriyle bana baktı,
–Yaşar
dedi.
Kulaklarını örten kıvırcık siyah saçlarıyla
harika bir şeydi. Allah biliyor ya çocuğu hiç anımsamadım. “İhtiyarlıyorum
galiba” diye bir düşünce aklımdan geçti. Sonra kendi kendime, ”Ya bu çocuk bu
ilçeye yeni geldi, ya da birkaç senedir hastalanmadı” dedim ve sordum,
–Annen
baban nerede ?.
Eliyle gösterdiği yerde, Nüfus Memurluğunda
Katip Eftal efendi ile hanımını gördüm. İkisi de gülerek bana bakıyorlardı.
Hanımın adını anımsamadım ama tanıdım. Seneler önce, ilk hamileliği nedeniyle
doğumdan çok korkuyordu. Gebelik muayenesinden çok utanmasına karşın,
korkusunun etkisiyle birkaç kez muayene olmak üzere geldiğini anımsadım.
–Yaşar
kaç yaşındasın? Yanıt,
–Beş,
–Sen
beni tanıyor musun?,
–Evet,
siz benim doktor ebemsiniz, diyerek dönüp gitti.
Ben, ”Doktor ebelik”olarak, yeni bir unvan
kazandığımı düşünmeye başlamıştım ki, Belediye Başkanı,
–Bak doktor bey, hala tanımadığın
vatandaşlar var, diye yarı şaka takıldı. Daha sonraları küçük Yaşarla birkaç
kez karşılaştım. Her karşılaşmamızda, ”Doktor amca” diyerek koşar gelir elimi
öperdi. Ben de onunla aynı hizaya gelinceye kadar eğilir, iki elimle başını
kavrar, gözlerinin içine bakarak, alnından öperdim.
Yaramazlık yaptığı zaman
annesi azarlayınca, aramızdaki bu yakınlığa güvenerek,
–Ben
doktor amcaya gidiyorum, o beni seviyor” demeye başlamış. Bir akşam üzeri,
muayene haneden çıkmaya hazırlanıyordum, bir hasta bakıcı koşarak geldi,
–Nüfusçunun
küçük oğlu Yaşar havale geçirmiş getirdiler, çok ateşi var, dedi ve gitti.
Hemen koşarak sağlık merkezine gittim. Muayene masasına yatırmışlar, hemşire
hanım soymuş, başına buz torbası koymuş, vücudunu ıslak havlu ile siliyordu.
Annesi buz torbasını tutuyor hem de burnunu çekerek ağlıyordu. Babası, ellerini
birbirine birleştirmiş endişeyle bana bakıyordu. Önce ortalığı yatıştırmam
gerekiyordu,
–Merak
etmeyin, şimdi çaresine bakarız, diyerek annesine döndüm ve sordum.
–
Neler oldu, anlat bakalım!.
–Yemek yemedi, üşüyorum diyerek büzüldü,
sonra yüzü kızardı, ateşi olduğunu fark ettik, birden gözleri kaydı bayılır
gibi oldu, babası kucakladı ve buraya getirdik.
Muayene
etmeye başladım. Kıpırdanıyordu ama gözlerini
tam açmıyordu. Nabız hızlıydı, sağ akciğer alt lobunda zatürree bulguları
vardı. Penisilin yapmamız gerekiyordu. O zamanlar şimdi olduğu gibi, hazır steril enjektörler
yoktu. Cam enjektörleri ve iğneleri kaynatarak mikroplardan arındırmaya
çalışıyorduk. Tabi, kaynatma ile
ölmeyen virius’ları biliyorduk ama, AİDS gibi,
Deli
Dana
gibi hastalıklardan bütün dünya gibi bizim de haberimiz yoktu.
–Dört yüz binlik prokain ve beş yüz binlik
kristal penisilin hazırlayın, diye hasta bakıcılara söyledim. Beklerken bir
şangırtıdır koptu ve temiz enjektör kırıldı ve iğneler, kutusuyla birlikte
yerlere saçıldılar.
–Yedek
enjektörü kaynatın,
–Bu
yedekti efendim, dediler. Annesi,
–Eyvah ne olacak şimdi ? diye bağırdı.
Herkes paniğe kapıldı,babası telaşla irkilip dikildi. Hasta bakıcılar ve
hemşire hanım endişeyle yüzüme baktılar, donup kaldılar.
Böyle
durumlarda bağırıp çağırarak ortalığı karıştırmak hiçbir işe yaramaz, daha kötü
olur. Herkesin eli ayağı biri birine dolaşır ve daha akla gelmedik sakarlıklar
ortaya çıkar. Ben hemen soğuk kanlılıkla konuştum,
–Telaş
etmeyin, on dakika sonra olmasında bir sakınca yok, Ahmet efendi git ambardan
iki tane al da gel!.
Herkes derin bir nefes aldı ve rahatladı.
Sonra, çocuğun bakımlı bir çocuk olduğunu, ilaçlarla çabuk iyi olacağını
söyleyerek onları teselli etmeye ve zaman kazanmaya çalıştım. Vücudu oldukça
soğuduğu için havluyla kurulayıp, elbiselerinin üst tarafını giydirmelerini
söyledim. Biraz rahatlayan Yaşar da gözlerini açarak bana baktı ve gülümser
gibi yaptı. Saçlarını okşayarak yanağından bir makas aldım. Başını kaldırarak
annesine ve babasına baktı. Etrafında hemşire hanımı ve hasta bakıcıları görünce
telaşlanır gibi oldu.
–Nasılsın
Yaşar, diye sorunca, bana yanıt vermedi. Annesine döndü,
–Su
ver, dedi.
Ben bir taraftan da nasıl iğne yapacağımızı
düşünüyordum. Gönlünü kırmadan onu nasıl razı edebilirdim?. Beni kırmayacağını
az da olsa umuyordum. Her zaman karşılaştığımız zaman yaptığım gibi alnından
öptüm,
–Bak
Yaşar çok hasta olmuşsun, lütfen izin ver, hemşire hanım acıtmadan küçük bir
iğne yapsın. Şöyle ters ters yüzüme baktı,
–Olmaz,
dedi.
Çabuk karar vermem gerekiyordu. “Ne
yapabilirim ?” diye kendi kendime düşündükten sonra, duygu sömürüsü yapmaya
karar verdim.
–Öyleyse
ben de annene iğne yaparım, dedim. Kaşlarını çatarak hemen yanıtladı.
–Olmaz,
anneme yapma babama yap!.
Hepimiz, böyle bir yanıt beklemediğimiz
için şaşırdık ve herkes birbirinin yüzüne baktı. Ben biraz da ciddileşerek,
sertçe sordum. Gelen yanıt daha da şaşırtıcıydı.
–Niye
babana yapacakmışım?:
–Dün
akşam yatakta annemin üstüne çıktı.
BEDAVA
ÇOCUK
Bakkal
Ahmet efendi, kendi halinde, sakin, ufak tefek bir adamdı. Yaşantısı, babadan kalma
evi ile dükkanı arasında geçiyordu. Genelde akşamları sokağa çıkmazdı. Nadiren
öğretmenler lökaline gelir tavla oynardı. Benden ve diğer sağlık personelinden
de uzak durduğunu hissediyor ve görüyordum. Evi, Sağlık Merkezinin bahçe
duvarına bitişik olması nedeniyle sıklıkla karşılaşıyorduk. Karşılaştığımız
zaman,”Merhaba Ahmet efendi” diye, yaklaşmak istediğim anlarda,”Merhaba, iyi
günler doktor bey” diyerek yürümesini sürdürür, durmaz ya da dursa bile, bir yolunu bulur hemen
uzaklaşırdı.
Bir
akşam vakti, muayene haneye, ilkokul çağlarında bir çocuk koşarak geldi.
–
Bakkal Ahmet efendi çok
hasta olmuş, hanımı sizi çağırıyor dedi. Çantamı aldım, koşarak evlerine
gittim. Uzun zamandır komşu olmamıza karşın, ilk kez hanımla tanışıyordum.
Nazife hanım, Ahmet efendinin aksine uzun boylu, sarışın, mavi gözlü ve oldukça
güzel bir kadındı. Sırp kökenli ya da İskandinav kökenli insanların havasını
taşıyordu. Evin içi basit ama zevkle döşenmişti. Oturma odası olduğunu tahmin
ettiğim bir odaya birlikte gittik. Ahmet efendi, halının üstünde ve yerde, sırt
üstü, elbiseleriyle birlikte yatıyordu.
Ağzından
küçük kabarcıklar biçiminde tükürükler çıkarırken, aralıklı olarak da hırıltılı
bir sesle ve derin nefesler alıyordu. Hemen yüzü koyun çevirdim ve sağ kolunu
başının altına yastık yaparak, yüzü koyun çevirdim. Böylece, tükürüklerinin
dışarıya, yere doğru akmasını sağladım. Ceketini çıkarıp, pantolon kemerini
gevşettim. Ahmet efendinin bu durumu,
geçirmekte olduğu bir sara nöbetinin son anlarıydı. Hanıma daha önce böyle nöbetler
gelip gelmediğini, her gün ilaç alıp almadığını sordum. Hem korkmuştu, hem de
çaresizlik içinde görünüyordu.
–
Korkmayın, şimdi ilaç
gerekmez. Benim yaptığım gibi, yatış durumunu düzeltmek, elbiselerini gevşetmek
yeterli olur, dedim. Yüzünün o korkulu ve endişeli durumu kayboldu. Oldukça rahatladı.
–
Size bir sütlü kahve
yapayım, dedi ve mutfağa doğru yürüdü. Sanki sorularımdan kaçmak istiyormuş
gibi bir tavrı vardı. Ben de arkasından giderek, mutfaktaki yemek masasının baş
tarafına oturdum. Kafamın içinde pek çok soru vardı. Önce şu gördüğüm duruma
göre, Ahmet efendi bu kadını hak etmiyordu ve bu durumda çözemediğim bir
gariplik vardı. Gerçekleri öğrenmem, onların
mutluluğuna
yardım etmemi kolaylaştıracaktı ve nitekim de öyle oldu. Kahvemi içerken, olaylara
açıklık getirmek istedim.
–
Ahmet efendinin uyanıp
kendine gelmesi bir saat kadar sürer. Uyandığı zaman, benim geldiğimi ve kendi gördüklerinizi söylemeyin.
Sorarsa,uyuduğunu söyleyin. Kendisinin bize açılmasını bekleyelim. Kullandığı
ilaçları görmek isterim. Nazif’e hanım,
–
Olur!. dedi ve sonra,
Ahmet efendinin kullandığı ilaçları getirip masanın üzerine koydu. Hepsini bir
bir ve dikkatle gözden geçirdim. Karşıma oturdu ve merakla beni izlediğini
hissediyordum. Sara hastalığı için kullandığı ilaçların çoğu, cinsel gücü
olumsuz etkileyen ilaçlardı. Sonra başımı kaldırarak gözlerinin içine baktım ve,
– Lütfen
her şeyi, evlendiğiniz günden başlayarak anlatın. Size yardımcı olabilmem için
bu gerekli.
Şaşırarak
yüzüme baktı, ”Bu da neden icabetti acaba?” der gibi durakladı ve sonra derin
bir nefes alarak anlatmaya başladı.
–
Biz Yugoslavya’dan
göçmen olarak beş sene önce geldik. Üniversiteye gitmek için hazırlandığım
sırada annem ile babam, bir trafik kazasında vefat ettiler. Benimle
ilgilenecek, beni okutacak hiçbir yakınım yoktu. Ortada kalmış bir genç kızdım.
Ailemin eski tanıdıkları aracılığıyla, Ahmet efendi ile evlendim. Evlendiğimiz
günden beri sürekli ilaç kullanırdı. Niçin kullandığını sorduğum zaman da, ”Boş
ver şekerim” der geçiştirir ve söylemezdi. Bir gece oturma odasında, buna
benzer bir durumda, bayılmış olarak onu bulmuştum ama, o zaman sanki uyuyor
gibiydi. Şimdi gözümün önünde, korkunç titremelerle ve kasılmalarla bayılınca,
çok korktum ve sizi çağırttım.
–
Cinsel ilişkiniz nasıl ?
diye sordum ve dikkatle yüzüne baktım. Evli oldukları halde, dört seneye yakın
bir zaman içinde, çocukları olmamıştı. Bazı gerçekleri öğrenmek istiyordum.
Önce gözlerini benden kaçırarak yere indirdi, oturduğu sandalyede sıkıntıyla
kıvrandı,
–
Çok seyrek, yok gibi bir
şey. Ama, benim için bu bir sorun değil. Kendisinden ben çok memnunum, bana çok
iyi davranır, yalnız biraz kıskançtır.
Yanlış
bir şey söylemiş gibi başını yere eğdi ve öylece kaldı. Kıskanç olduğuna
gelince, bunu herkes biliyor, biz de görüyorduk. Neden kıskanç olduğunu da
şimdi daha iyi anlıyordum . Olayı oldukça çözmüştüm. Teselli niteliğinde birkaç
sözcük söyledikten sonra vedalaşarak ayrıldım.
Bir
ay kadar sonra, Ahmet efendilerin evinin bitişiğindeki iki katlı eve, iki
ilkokul öğretmeni taşındı. İkisi de gençti ve bekardı. Alt katta oturan
öğretmen Şakir bey, dikkatleri çekecek derecede, değişik bir görünüşe sahipti.
Kınalı kızıl saçlı, uzun boylu, atletik yapıda
ve
oldukça da yakışıklıydı. Daha çok kızıl
saçlı olması dikkati çekiyordu. Diğer öğretmen arkadaşı ile birlikte, okul
sonrası, öğretmenler lökaline gelirler
oyun oynarlardı.
Bir
akşam onları, Bakkal Ahmet efendi ile tavla oynarken görmüştüm. Kütahya
kaplıcalarının şifalı olduğunu, çocuğu olmayanlara bile iyi geldiğini, onlardan
duyan Ahmet efendi, karısı ile birlikte bir haftalığına kaplıcaya gittiler. Çok
memnun kalarak geldiklerini ve kısa bir süre sonra da Nazife hanımın hamile
olduğunu, hemşire hanımdan öğrendim. İlk kez olarak da Bakkal Ahmet efendi bana
geldi ve hanımına nasıl davranması gerektiğini, neler yedirmesi ve ne gibi
ilaçlar içirmesinin yararlı olacağını sordu. Çok sevinçli ve mutlu görünüyordu.
Bu hamilelik bana biraz tuhaf geldi ama, üzerinde durmadım. Kendi
kendime,”Acaba bu hamilelik kaplıcaya gitmeden önce mi, yoksa sonra mı?” diye düşündüğüm
de oldu. Baba adayı hayatından çok memnun görünüyordu ve önemli olan da buydu.
Aylar sonra bir gece beni, sağlık merkezine doğuma çağırdılar. Doğum masasında
Nazife hanım yatıyordu. İlk doğum olmasına karşın, kolay bir doğum oldu ama,
doğan bebek, kınalı- kızıl saçlı, sağlıklı bir oğlandı. O güne kadar ilçede hiç
kimse, kızıl saçlı bir bebek görmemişti. Hemşire hanım soran gözlerle yüzüme
baktı. Ben Nazife hanımın da duyacağı bir sesle,
– Nazife
hanımın ailesinde çok kızıl saçlı kişiler var, soya çeker, dedim. Kendisiyle
böyle bir şey daha önce konuşmamıştık. Bu söylemim Nazife hanıma bir mesajdı.
Düzeltilmesi gereken bir durum varsa, hem söyleyerek kendisini kurtarırdı, hem
de kocası Ahmet efendiyi kuşkudan kurtaracaktı. Nazife hanımın mesajı aldığını
kısa bir süre sonra öğrendim. Bütün konuştuğu kimselere, bebek görmeye
gelenlere, annesinin babası olan dedesinin ve
amca
sının kızıl saçlı olduğunu söylemeye
başlamıştı. Bu suretle ben, işin iç yüzünü, kesin olarak anlamıştım ama, benim
asıl görevim insanların mutluluğuydu. Doktor olarak “Üç maymun ” örneğini
oynamak zorundaydım. İlçe halkı da dedi kodu yapmakta haklıydı. Dört seneden
beri çocukları olmayan evli bir çiftin bitişikteki evlerine, komşu olarak,
kızıl saçlı yakışıklı bir adam geliyor ve sonra o evli çiftin, kızıl saçlı bir
çocukları oluyor. Bu nedenle, suçlayıcı biçimde, kızıl saçlı çocukların nasıl
olduğunu soranlara da, soya çekimin önemli olduğunu söyleyerek,Nazife hanımı
destekleyici yanıtlar veriyordum. Ama, bu kadar rastlantıyı kimsenin kafası
kabul etmiyordu. Küçük yerlerde insanlar daha çok birbirleriyle ilgilenip, daha
çok dedi kodu yaparlar.
Bu
kaçınılmaz bir sonuçtur. Bazı insanlar da akıllarına geleni söylerler. Bir
akşam, tavla oyununda Ahmet efendiye yenilen birisi, şaka ile karışık
kızgınlıkla,
–
Sen çok şanslısın,
zahmetsizce, bedava çocuk sahibi bile oldun, deyivermiş. Sinirlenen Ahmet
efendiye de sara nöbeti gelmiş. Hemen bir arabaya atarak sağlık merkezine
getirmişler ve bana haber verdiler. Gittiğim zaman karısı başında ağlıyordu.
Gözlerimin içine bakarak,
– Size
nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum, dedi.
Bu
olay sonunda herkes, Ahmet efendinin bir sır olarak saklamasına karşın, Sara
hastası olduğunu öğrendi. Ama, benim söylemlerim nedeniyle de kızıl saçlı çocuk
için yapılan dedi kodu azaldı. En azından kuşkular törpülendi. Ahmet efendiye
gelince, çocuğun kendinden olduğuna ikna oldu ya da ikna olmuş gibi görünmek
işine geldi, orasını bilemeyiz. Ama, kızıl saçlı oğlunu gururla büyütüyordu.
BİR AŞK DENEMESİ
Muzaffer
Bey, Günabat köyünde bekâr bir öğretmendi. Aile mutluluğundan uzak, tek başına
okulun lojmanında kalıyordu. Lojman iki kişilik bir aileye yetecek büyüklükte
ve kullanışlıydı ama yalnızlık zordu. Bir öğretmenin sahip olması gereken bütün
erdemlere sahipti. Dürüsttü, çalışkandı, insanlara ve çocuklara karşı sevgi
doluydu.
Oldukça
da yakışıklıydı. Ama kendi
erdemlerinden habersiz, tevazu içinde, içine kapanık yaşayıp gidiyordu. Köyün
bütün kızlarının kendisine aşık olduğundan da haberi yoktu. Bir gün, Mahmut
Ağanın biricik kızı Aylanın da aşık
olduğunu anlayan köyün diğer kızları, onunla yarışamayacaklarını anlayarak,
böğürlerine taş bastılar ve geri çekildiler. Dedi kodu ile kendilerini avutmaya,
kıskançlıklarını tatmine yöneldiler.
Mahmut
Ağa, köyün en zengin kişisi ve ayrıca da köyün muhtarıydı. Yalnız başına
yaşayan öğretmenle yakından ilgilenmesi gerekiyordu. Arada bir yemeğe davet
ettiği zaman, evdeki telaşı hissediyordu ama pek anlam veremiyordu. “Konuk
ağırlama telaşıdır” deyip geçiyordu. Kadınların bu konuda daha duyarlı
oldukları kuşkusuz söylenebilir.
Aylanın
annesi Hafize Hanım da kızının durumunu çoktan hissetmişti ama, tutkunun
derecesini kavrayamamıştı. “Bunların sevdası sağanak yağmuru gibidir, hızla
gelir hızla gider” diye düşünüyor ve kendi kendine söyleniyordu. Aylanın
evlenme çağı gelmişti. Bunu kocasıyla birkaç kez konuşmuşlardı. Başka çocukları
olmadığına göre, onlara öyle bir damat gerekiyordu ki, köyde kalacak, mala
mülke sahip çıkacak ve bir erkek evlat gibi olacak. Öğretmen Muzaffer Beyi o da
beğeniyordu. Gerçekten onlara göre bir oğul, bir damat adayı idi.
Yalnız,
bir tehlike vardı. Evlendikleri günden kısa bir süre sonra, başka bir yere
tayininin çıkarak gitme-
si ve Aylayı
da birlikte götürmesi olasılığı, onu düşündürüyordu. Aylanın ise, bu gibi şeyler umurunda
değildi. Aklı fikri Muzaffer Beydeydi. Onu görmek, ona yakın olmak ve hatta
hayatının her anını onunla birlikte yaşamak istiyordu. Eskiden evden çıkmaz,
yaşıtı olan kız arkadaşlarını toplar, eğlenceler
düzenlerdi. Ağanın evi bu, davetli kızlar koşarak gelirler, bazen davetsizler de bir yolunu bularak gelirlerdi. Yemek içmek bol, eğlence istediğin kadar, böyle bir yere gidilmez mi?. Bütün
bunlar birden kesildi. Ayla evde
duramaz oldu. Türlü bahanelerle dışarı çıkıyor,
çok kez tek başına,başı önde
düşünceli dolaşıyor, bazen de kendi tarlalarında ki işçilerin yanına gidiyordu.
Muzaffer Öğretmene rastlamak ümidiyle, evden gidiş yolu ya da eve dönüş yolu,
hep okulun önünden geçiyordu. Süslenmeyi de ihmal etmiyordu. Önceleri babası,
”Ben şehre gidiyorum kızım,bir istediğin var mı?” diye sorduğu zaman,en çok şeker, çikolata ya da oje isterken şimdi,
kendisi de şehre gitmek, şehirdeki kızlar gibi giyinip süslenmek istiyordu ve
de süsleniyordu. Köyde ise, önce kızlar arasında başlayan dedi kodu, bütün köye
yayıldı ve aldı yürüdü.
Kıskançlık
da üstüne eklenince, dedi kodular, abartılarak
üst düzeye çıkarıldı. Muzaffer öğretmenin gece yarısı muhtarın samanlığında, Aylayla buluştuğunu söyleyenler olduğu
gibi, sarılıp öpüştüklerini görenler olduğu bile söyleniyordu. Bütün bunlardan
Mahmut Ağa dışında herkesin haberi oldu. Muzaffer Beyin de geç bile olsa
durumdan haberi olmuştu. Aylanın kendisine
aşık olduğunu duyunca, hem gururlandı hem de ilgilenmeye başladı. O güne kadar
köydeki hiçbir kadınla ve kızla ilgilenmeyi öğretmenlik ve dürüstlükle
bağdaştıramamış ve köyden bir kızla evlenmeyi de düşünmemişti. O daha çok, bir
öğretmen arkadaşıyla evlenmeyi aklına koymuştu.
Bir
gün, okulun önünden Aylayı geçerken gördü ve seslendi,
– Ayla Hanım,
buyurun size bir çay ikram edeyim.
Bu Aylanın günlerdir beklediği davetti. El
sıkışırken oluşan elektriklenme, her ikisini de heyecanlandırdı. Aylanın
gözlerinde kıvılcımlanan ateş, Muzafferin kalbini de ateşledi ve o ateş
düşündürmeye başladı. Düşünce hızıyla aklından şunlar geçti.
–
Ayla
ilk
okulu bitirmiş güzel bir köylü kızıydı. Ailesi de iyi insanlardı. Aralarında az
bir yaş farkı vardı. Boyu da boyuna uygundu. Omuzlarına dökülen siyah saçları,
ince vücut çizgileri onu daha da güzelleştiriyordu. Güldüğü vakit yüzünde
çiçekler açıyordu ve yüzünden tatlı bir gülümseme hiç eksik olmazdı. Onu
somurturken hiç görmemişti. Şimdi de evine bir neşe, bir sıcaklık getirmişti.
Bir öğretmenle evlenmesi şart değildi ya. Hep askerlikten sonra evlenmeyi
planlamıştı. Ayla ile evlenirse,
rahatça bırakıp askere de gidebilirdi. Bekarlıktan da, yalnızlıktan da bıkmış usanmıştı.
Gaz
ocağında kaynayan su ve demlenen çay, sohbetlerini hızlandırdı. Birbirlerinin
göz bebeklerinde kendi resimlerini görerek, dünyanın dışında, başka alemlerde
yaşadılar. Sohbet o kadar uzadı ki, zamanın nasıl geçtiğini anlayamadılar.
Akşam ezanını okuyan müezzinin sesiyle irkildiler. Neredeyse karanlık
basıyordu, istemeyerek ayağa kalktılar. El sıkışma bahanesiyle birbirlerinin
elini tuttular ama bir türlü bırakamadılar. Kapıya doğru giderken, Muzafferin
eli Aylanın sırtına dokununca, Aylanın bütün vücudu titredi ve birden dönerek
Muzafferin gözlerine baktı. Bir sevgiyi paylaştıklarına o anda inandı ve içi
mutlulukla doldu. Eve doğru hızla yürüdü. Eve geldiği zaman annesi dikkatle
kızına baktı,
– Kız
nerede kaldın, beni merakta bıraktın! Düğünden mi geliyorsun eteklerin zil çalıyor.
Ayla
en keyifli zamanlarında yaptığı gibi,annesine sıkıca sarıldı ve öptü,
–
Gelirken okulun önünden
geçiyordum, Muzaffer Bey çağırdı, birlikte çay
içtik.
Coşku
doluydu, olanları herkese anlatmak istiyordu. Hafize hanım zaten bu neşenin bir
nedeni olduğunu anlamıştı ama, kızının okula uğrayacağı aklına gelmemişti.
Demek ki bu neşenin ve bu coşkunun nedeni öğretmendi. Anlaşılan işler bayağı
ciddi duruma doğru gelişiyordu.
–
Kızım dikkatli ol!. Köy
yerinde böyle şeyler iyi karşılanmaz, sonra hem kendini hem de bizi üzersin. Annenin bu sözlerine gelen yanıt,
–
Boş ver anne, bir şey
olmaz, kendini üzme. Ben ne yaptığımı bilirim.
Bir türkü mırıldanarak odasına gitti.
Hafize Hanım kızının arkasından bakarak gülümsedi ve kafasını iki tarafa
sallayarak, kendi gençlik günlerini anımsadı.
– Hey
gidi gençlik hey! Dedi.
Akşam
yemeğini hazırlamaya koyuldu.
Ertesi
günün akşamı Mahmut Ağa, tam akşam ezanı okunurken kapıdan içeri girdi.
Ayakkabılarını çıkarıp terliklerini giydi ve oturma odasına doğru yürüdü.
Kendisini karşılamaya gelen karısına da şöyle bir baktı ve hiç bir şey
söylemedi. Biraz düşünceli ve hatta biraz kaygılı görünüyordu. Hafize Hanım,
kısık bir sesle söylendi.
–
Hayırdır inşallah, bu
adama ne oldu böyle! Kocasının arkasından giderek karşısına oturdu.
–
Ağam, bir kusurumuz mu oldu?. Göz göze geldiler, Ağanın yanıtı,
– Sen
değil, bizim kız., deyip sustu.
Bu
söz üzerine Hafize Hanım, ne olduğunu hemen anlamıştı ama anlamazdan geldi,
– Merakta
koyma beni, ne olduysa anlat.
Ağa oturduğu sedirde şöyle bir toplandı,
bir ayağını altına aldı,elindeki kehribar tespihe bakarak anlattı.
–
Biraz önce bizim Deli
Galip muhtarlığa geldi. Bilirsin senelerdir bizim işlerimizi görür, hem çok dürüsttür ve hem de en iyi
dostumuzdur. Karısı da senin en iyi arkadaşındır.
Anlattığına göre, bütün köyün kızları Öğretmen Muzaffere sevdalanmışlar,
en hızlısı da bizim kızmış. Dün akşam üzeri, okul dağıldıktan sonra, Aylayı okuldan
çıkarken görmüşler. Bütün köy
aylardır çalkalanıyormuş da benim haberim olmamış. Üstelik sen de bir şey
söylemedin. Ben bu rezilliği kaldıramam, bunu bilesin. Şimdi ne yapacağız söyle
bakalım. Karanlık sokağa doğru başını çevirdi, derin bir nefes aldı ve
burnundan soludu. Çok kızdığı zamanlar hep böyle yapardı. Hafize Hanım, şöyle
bir yerinden kımıldadı, söyleyeceklerini kafasının içinde sıraya dizdi ve en
tatlı sesiyle,
–
İlahi Ağam, üzüldüğün
şeye bak, ne var bunda?. Her şeyin bir çaresi vardır.
Zamanında ben de sana sevdalanmıştım, fena mı oldu. Bizim kızımız dürüsttür ve sağlam terbiye almıştır. Bir konuşmada kendini teslim
edecek kızlardan değildir. Kıza da
söyleyip yüz göz olma.
Yarın
akşam Muzaffer Beyi yemeğe davet et,ben her şeyi hal ederim.
Sonra, hiçbir şey olmamış gibi, umursamaz
bir tutum içinde, Aylaya seslendi ve akşam yemeğine oturdular.
Ağa
her zaman takındığı neşeli tutumun aksine hiç konuşmuyor, kimsenin yüzüne
bakmıyor, hep önüne bakarak yemeğini yiyordu. Ayla, annesine kaşları ve
gözleriyle işaret ederek, neler olduğunu sordu. Annesi de kaşlarını çattı,
gözlerini belertti ve kafasını iki yana hafifçe sallayarak babasını işaret etti
ve çok kızgın olduğunu belirtti. Sofradan kalkmak üzereyken, Ayla hemen mutfağa
gitti ve sabunlu el bezi getirerek babasına verdi. Ağa ellerini ve ağzını
sildikten sonra,
–
Sağ ol kızım, dedi ve Ayla da,
–
Canım babacığım sen bir
tanesin, diye sımsıkı sarıldı ve öptü. Ağanın öfkesi sabun köpüğü gibi söndü,
uçup gitti ve yüzü bir gülümseme ile aydınlandı. Zaten kızını çok severdi, bir
de böyle bir iltifat gelince rahatladı. Bol şekerli kahvesi de kızı tarafından
eline verilince keyfi iyice yerine geldi. Sanki her şeyi unutuverdi. Ertesi
sabah kahvaltı her zamanki gibi geçti ve Ağa da tarlaya işçilerin başına gitti.
Akşam,
Muzaffer Beyle Mahmut Ağa birlikte geldiler. Yemekler Muzaffer Beyin en çok
sevdiklerinden oluşuyordu. Kavurma, karışık turşu, şehriyeli pirinç pilavı,
kuru fasulye ve gazi helvası. Yemekten sonra kahveler içildi, köy ve okulla
ilgili sohbetler edildi. Bir ara, Hafize Hanım, Mahmut Ağaya ve Ayla ya göz ve
kaşlarıyla gitmelerini işaret etti. Muzaffer Beyle yalnız kalmak istiyordu.
İkisi de birer bahane bularak çıktıktan sonra, bir sessizlik oldu. Muzaffer
önemli bir şey olduğunu hatta ne ile ilgili olduğunu da tahmin ederek endişeli
bir bekleyişe girdi. İkisi yalnız kalınca Hafize Hanım,
–
Bak, Muzaffer Bey oğlum, burası köy yeri. Bütün
köy seni sever biz de severiz. Şimdi beni iyi dinle, bütün köy seni ve Aylayı konuşuyor.
Bunu temizlemek erkek olarak sana düşüyor.
Ya dünür gönder Aylayı istet, ya da köyden tayinini başka
yere çıkarttır. Kızı muhakkak sana
vereceğimizi de sanma. Kendi aramızda, aile içinde düşünerek bir karar veririz.
Bu konuştuğumuzu da kimse bilmesin,dedi.
Muzaffer
çok sıkıntılı ve ezik durumda hissetti kendini. Ayla ile evlenmeye kesin olarak
karar vermişti ve bunu çok istiyordu. Hatta onu sevdiğini anladı. Hafize
hanım,”Kızı muhakkak sana vereceğimizi de sanma” demişti. “Ya vermezlerse,
olmaz derlerse ne yaparım?” diye düşündü ve içi yandı. Bir kötü davranışta
bulunmamıştı ama, bu durumun oluşmasından yine de kendini suçlu hissediyordu.
Başını kaldırdı, bütün içtenliğiyle Hafize Hanıma bakarak,
–
Biliyorsunuz benim ailem
uzakta ve gelmeleri olanaksız. Yarın ilçeye
gider çok sevdiğim Doktor Ağabeye ve babamın asker arkadaşı Kasap Abdullah
Efendiye söylerim. Bir uygun günde gelirler ve isterler. İzin verirseniz elinizi öpeyim.
Gerçekte
onlar da doktoru çok iyi tanıyorlardı. Ayla ilk okuldayken, kısa aralıklarla
bademcikleri şişer hastalanırdı. Ayrıca kendisinin ve Mahmut Ağanın
hastalıklarında da yardım etmiş, aile hekimi gibi olmuştu. Kasap Abdullah
Efendi, Muzafferin babasının asker arkadaşıydı ve Mahmut Ağanın da çok samimi
dostuydu. Daha sonra Muzaffer Bey herkesle vedalaşarak ayrıldı. Ayla bir şeyler
döndüğünü hissetti ve “Acaba olumlu mu,olumsuz mu” diye aklından geçti ama bir
şey de sorup öğrenemedi. Mahmut Ağa yatak odasında, konuşulan her şeyi
karısından öğrenerek biraz rahatladı. “Öğretmen Muzaffer, Ayla ile evlenmeden
köyden gider-
se, kız biraz üzülür ama sonra unutur. Ya
evlendikten sonra kızı alır giderse”diye düşünüyor ve işte bunu içine
sindiremiyordu. Bir de Doktor Beyle Abdullah Efendiye “Hayır” diyemezdi, o da
ayrı bir sıkıntıydı. Bütün geceyi kabuslar içinde, bölük pörçük rüyalarla
geçirdi. Hafize Hanım da aynı durumdaydı. Sabaha kadar ikisi de yatağın içinde
dönüp durdular. Sabahleyin Mahmut Ağa, işe gitmeden önce, Hafize Hanımın önüne
dikildi,
–
Kızı verirsek, öğretmen
de köyden uzaklara giderse ne yaparız? Hafize
Hanım,
–
Sen üzülme Ağam, ilçeye
tayini çıkarsa önemli değil. Uzağa tayini çıkarsa, öğretmenlikten ayrılmasını
şart koşarız, gerisini kendisi düşünsün. Şimdi ikisi de rahatlamış eski
neşelerine kavuşmuşlardı.
Aylayı
da çağırdılar ve neşe içinde kahvaltılarını yaptılar. Kahvaltıda Ağanın sevdiği
kıymalı tarhana çorbası vardı ve sonra içilen tavşan kanı çay da keyifleri
yerine getirdi.
O
gün öğleden sonra Muzaffer Bey, Mahmut
Ağanın evine uğradı. Kapıyı açan Ayla hem
şaşırdı hem de içi coşkuyla doldu. El sıkışırken, gözleriyle birbirlerine sarıldılar
sanki. Bir an öyle ayakta karşılıklı kaldılar.
Kapının çalındığını ve açıldığını içeriden duyan Hafize Hanım, elini
havluya kurulayaraktan geldi. O zaman aşıklar toparlandılar. Muzaffer Bey, Hafize Hanımın elini öptü,
–
Pazar günü öğleyin
Doktor Ağabeyle Abdullah Efendi gelecekler, dedi ve ayrıldı.
Ayla
da durumun kesinleştiğini böylece öğrenmiş oldu.
Pazar
günü öğleden önce, Doktor Beyle Kasap Abdullah Efendi, bir jip ile geldiler ve doğru Mahmut Ağanın evine
indiler. Doktor Bey bir tepsi
baklava ve bir kutu çikolata, Abdullah Efendi yüzüp hazırlanmış bir kuzu hediye
getirmişlerdi. Mahmut Ağa, gülerek şaka yollu
takıldı,
– Bizde
kuzu yok mu yani, bu ne demek oluyor?. Abdullah Efendi,
–
Baklavayı yiyelim tatlı
tatlı konuşalım, kuzuyu da sen ye, kuzu gibi ol, anladın mı?
Sözünün
arkasından bir kahkaha attı ve ekledi,
–
Çikolata Hafize
hanımındır, böyle güzel bir kız doğurduğu için. Neşe içinde oturup sohbet ettiler. Köyden ilçeden, politikadan uzun
süre konuştular. Bir ara Abdullah
Efendi doktora baktı, onun da bir baş göz işareti ile onayını aldıktan sonra
Mahmut Ağaya döndü ve söze başladı.
–
Allah’ın emri,
peygamberin kavli ile kızınız Ayla Hanımı
oğlumuz Muzaffer Beye eş olarak istiyoruz. Mahmut Ağa,
–
Şimdi bu yaptığınız iş
mi yani? Ne güzel oturmuş konuşuyorduk, pişmiş aşa su kattınız, deyip güldü.
Doktor Bey de,
–
Biz senin endişeni
öğrendik. Sen istemedikten sonra Muzafferi başka yere tayin ettirmem, o kadar
hatırımız var. Yeter ki sen bir He de. Mahmut Ağa,
–
Yalnız
benim
He dememle olmaz. Annesiyle ve kızımızla da konuşmam gerek, diye nazlandı.
Kapının
arkasından konuşmaları dinleyen Hafize Hanım keyiflenmişti ve gülerek içeri
girdi,
– Kalkın
bakalım! Doğru sofraya, çok konuştunuz, kuzu kızardı siz hala konuşuyorsunuz.
Gülerek şakalaşarak yemek masasına oturdular.
Doktor, Hafize Hanıma gözleriyle ve kaşlarıyla işaret ederek Aylayı sordu.
–
Ayla biraz sonra gelecek, yanıtını aldı.
Yemek neşe içinde geçti. Oturma odasına
geçtikten biraz sonra, Ayla güleç bir yüzle kahveleri getirdi. Daha önceden
bildiği için, Abdullah Efendinin kahvesini sade, doktorun kahvesini şekerli
yapmıştı.
Doktor,
–
Ooo, maşallah Mahmut
Ağa, bu kız ben görmeyeli ne kadar güzelleşmiş. Sonra, doktor Aylaya
döndü,
– Kızım
nasılsın?. Bak büyüyünce bademciklerin artık şişmiyor değil mi?
Bu
sözlerinden sonra, etrafına bakındı, herkesin odada bulunduğunu görerek,
–
Kararınızı çabuk
bildirin! Bizi sevindirirseniz haftaya nişan takmaya geliriz, dedi.
Bir
süre daha kendi aralarında, çeşitli konularda konuştuktan sonra
kalktılar.Vedalaşırken Abdullah Efendi, Mahmut ağanın kulağına eğildi,
–
Bana kalırsa, nişanı ve
nikahı aynı zamanda yapalım, sonra düğünü yaparsınız, nasıl?.
– İyi
olur, ben sana haber uçururum,
yanıtını aldı.
Üç gün sonra olumlu yanıt geldi. Erkek
tarafı olarak nişan yüzüklerini hazırladılar. İlk Öğretim Müdürü Mehmet
öğretmeni de davet ederek, Pazar günü
köye vardılar. Nişan ve nikah töreni
için okulun en büyük sınıfı, tören salonu olarak hazırlandı. Bütün köy davet
edilmişti. Köyün ileri gelenleri ve Aylanın
arkadaşları genç kızlar salonu doldurdular. Köyün delikanlıları, Aylayı kaçırdıkları için, içleri yanarak dizildiler. Bir kısım davetliler dışarıda
kaldılarsa da, kapılar ve pencereler açılarak, törenden haber almaları
sağlanmaya çalışıldı. Önce doktor tarafından, Ayla
Hanıma ve öğretmen Muzaffer Beye, kısa bir nutuktan sonra, nişan
yüzükleri takıldı. Nişan ikramı
olarak meyveli gazoz ikram
edildi. Sonra, Köy İhtiyar Heyetinden, Ağanın yakın arkadaşı Deli Garip
tarafından nikah defterine yazıldılar. Üç
gün sonra Çarşamba günü akşamı kına gecesi, Perşembe günü sabah gelin hamamı,
akşam ziyafet ve eğlence ve gerdek olarak, düğün
programı duyuruldu ve herkes düğüne davet edildi.
Nikahtan sonra davetlilere, nikah şekeri de ikram edildi.
Pazartesi
günü, yeni nikahlılar ve kayınpeder Mahmut Ağa ile kayınvalide Hafize Hanım
alış veriş için ilçeye indiler. Alınacak
pek bir şey yoktu. Muzaffer, gerekli
olan pek çok şeyi satın alıp okulun lojmanına koymuştu. Düğün hediyesi olarak
Abdullah Efendi merdaneli bir çamaşır makinesi, Doktor da, altı kişilik bir porselen
yemek takımı almışlardı. Kayınpedere yatak takımı ile birkaç sandalye masa
almak kalmıştı. Muzaffer Beyin öğretmen arkadaşları ve esnaftan yakın arkadaşı
Kunduracı Rıfat, o gece şehirde kalmasını ve bir “Bekarlığa veda partisi”
yapmayı çok istediler. Ayla ile Hafize Hanım karşı çıktılarsa
da,Mahmut Ağa olumlu karşıladı ve izin verdi. Muzaffer onları köye uğurladıktan
sonra, kendisi gibi bekar olan Kunduracı Rıfat’ın evinde, öğretmen arkadaşları
ile birlikte toplandılar. Masalar
kuruldu, rakı şişeleri birbiri ardınca boşaldı.
Cümbüşçü
Adilin çaldığı kıvrak oyun havaları eşliğinde oyunlar oynandı, kadehler hep
“Muzafferin şerefine” diye kaldırıldı ve içildi. Herkes kafayı buldu ve gece
yarısına doğru evlerine dağıldılar.
Rıfat
ortalığı biraz topladıktan sonra,
– Bu
akşam sen benim odamda ve karyolamda yatacaksın, sana bir de sürprizim var, dedi.
Muzaffer,”İnşallah
iyi bir sürprizdir”diye düşünerek soyundu
tam
yatacağı sırada, kapı açıldı ve bir kadın içeri girdi. Muzaffer
şaşırarak,
–
Sen de kimsin, ne işin
var burada? deyince, kadın hemen soyunmaya başladı.
– Rıfat
Beyin söylediği sürpriz benim, dedi. Muzaffer
,
–
Lütfen dışarı çık, üç
gün sonra evleneceğim, şimdiye kadar hiçbir kadınla ilişkim olmadı, böyle
kalsın istiyorum. Kadın,
–
Daha iyi ya işte, deneme
yapmış olursun.
Üstündeki çamaşırları çıkarıp muzaffere
sarıldı. Ondan sonra olanlar oldu. Sabah Muzaffer uyandığı zaman kadın çoktan
gitmişti. Sabah kahvaltıda Rıfat,
–
Sürprizi beğendin mi?
diyerek gözünü kırptı. Muzaffer, gülerek yanıtladı,
–
Teşekkür
ederim,
sürpriz çok iyiydi de Ayla duyarsa
mahv olurum. Akşam köye vararak doğru lojmana gidip yattı. Sabah köy kahyası
gelerek, Mahmut Ağanın kahvaltıya beklediğini söyledi. Kahvaltı masasında Aylanın yanına oturttular. Ayla, yaramaz
bir çocuk gibi hiç rahat durmuyor, dizleri ve ayaklarıyla sürekli kendine
dokunuyordu. Birkaç kez yüzüne bakarak, yapmamasını kaşlarıyla anlatmak istedi
ama, hiç etkisi olmadı. Gerçekte bundan şikayetçi değildi ama, anne ve
babasının yanında olmasından sıkılıyordu. Neşe içinde gülüşerek kahvaltıdan kalktılar. Mahmut Ağa,
– Oğlum
senin yapacağın bir iş yok, adamlarımız var,
biz her şeyi hazırlarız, sen işine bak, diyerek izin verdi.
Ayla da Muzaffer ile birlikte gitmek istedi
ise de, annesi engel oldu ve yarın sabah da yine kahvaltıya gelmesini istedi.
İki
gün sonra Muzaffer idrarını yaparken, bir yanma hissetti. Daha sonra da,
külotuna doğru bir akıntı olduğunu görerek paniğe kapıldı. Köye gelen Ziraat
Teknisyeninin jipine binerek, Doktor Ağabey dediği İlçe Hükümet Tabibine gitti.
Doktor, olanları dinleyince, önce basit bir şey olduğunu düşündü. Düğün öncesi
bir halt karıştıracağını aklına getirmek istemedi. Önce, akıntıyı lam üzerinde
boyadı ve mikroskopta muayene etti. Sonra, biraz da öfkeli bir sesle,
–
Aşk olsun Muzaffer, tam evlenecek sırada bu
Belsoğukluğunu da nereden buldun? Olacak şey değil, ne halt ettinse anlat bakalım.
Muzafferin
dili tutuldu, ”Şey..şey” demeye başladı ve Rıfat’ın sürprizini anlattı. İkisini
de bir düşüncedir aldı. Düğünü ertelemek olanaksızdı, hangi bahaneyi bulacaklardı.
Muzaffer,
– Doktor
Ağabey, bulursan sen bir çare bulursun.!
Ağlamaklı
bir sesle, pencereye doğru gitti, neredeyse ağlayacaktı. Rıfat’a da sürprizine
de içinden sövüp sayıyordu. Doktor onun daha çok üzülmesine dayanamadı, bulduğu
çareyi anlattı.
– Bir
halt ettin, şimdi beni iyi dinle! Bunun tedavisi en az bir hafta kadar sürer, şimdi sana ilk iğneyi yapalım. Yarın akşam gerdeğe gireceğine göre, bunu
erteleyemezsin. Bir “Balayı yapma” hikayesi uyduralım, köyde kalırsan her gün
iğne olmaya gelemezsin. Balayı yapma fikrini Ayla
da çok beğenecektir.
Turistik
otelde
güzel bir oda ayırt. Malak
Muzafferin özel arabasını da tutarız. Yatsı namazından sonra, gerdeğe
gireceğiniz zaman özel arabaya biner otele gelirsiniz. Muzaffer endişeyle
sordu.
–Sonra
ne yapacağım?
Doktor onun ne demek istediğini
anladı. – Otelde gerdeğe girince, prezervatif
takarsın. Bir hafta kullanacağını da unutma. Ayla
sorarsa, ” İlk günden hamile kalmanı istemedim” dersin, gönlünü alırsın.
Ertesi
günü doktor, Kunduracı Rıfat’ı çağırttı ve durumu anlattı. Ağzını sıkı
tutmasını da söyledi. Kadını da buldurup, Sağlık Merkezinde tedaviye aldırdı.
Olaylar
doktorun planladığı biçimde gelişti. Balayı hikayesine, en çok sevinen de
gerçekten Ayla oldu. Daha sonra bir gün, Mahmut Ağa muayenehaneye geldi. Olan
bitenden haberi olmadığı için gayet keyifliydi. Şaka ile karışık,
–
Aşk olsun doktor, bu balayı lafını da nereden
çıkardın, eski köye yeni adet getirdin, diye sitem etti.
Doktor
ise, eski köye yeni adetin “Muzafferin aşk denemesi” yüzünden geldiğini elbette
söyleyemedi.
BİR
AŞK HİKAYESİ
Çay köylü Abdullah
efendinin iki oğlu da, kendi anlatımına göre, “ Haylaz “ çıkmışlardı. Köydeki malın
mülkün başında durmamışlar, ”Her biri bir cehenneme gitti” diye babalarının
dert yanmasına neden olmuşlardı. Küçük oğlu Ahmet, Belçika’dan izinli olarak
köye geldikten birkaç gün sonra, bir yaşındaki oğlu Kaan hastalanınca,
Belçikalı hanımıyla birlikte bana geldiler.
Belçikalı hanım, sarışın, ince uzun boylu, cana yakın, kibar davranışlı
güzelce bir kızdı.
Öğrendiği
birkaç kelime Türkçe ile herkesin kalbini kazandığı gibi benim de kalbimi
kazandı. Bir teşekkür ediş hali vardı ki, insanı mest ediyordu. Onların
ülkesinde doktora verilen değerin ve saygının yüceliğini her haliyle
anlatıyordu. Çocuğun muayenesinde, önemli bir şey yoktu, basit bir ishal gibi
görünüyordu. Bizim memleketin mikroplarına alışıncaya kadar bu olacaktı.
Reçetesini yazdıktan sonra, çocuğa içirmeleri gereken sıvıları ve miktarlarını
ve yemesi gereken yiyecekleri Fransızca olarak yazdım. Dinlenmeleri için,
hastanedeki benim odama, yardımcım hanımla birlikte gönderdim.
Ahmet’e
de sordum,
– Bu
güzel kızı nereden buldun?
–
Sorma doktor bey, alıncaya kadar neler çektim, anamdan
emdiğim süt burnumdan geldi, diyerek güldü.
Ben
ise, bu kadar varlığı ve zenginliği bırakarak neden yaban ellere, çalışmaya
gittiğini merak ediyordum.
–
Bu kadar malı mülkü
bırakıp neden oralara gittiniz, şunları baştan anlat bakalım, dedim.
–Babam,
sizin de bildiğiniz gibi, işine ve eşine bağlı, güzel ah-
laka meraklı bir adamdır. Beş vakit namazını kılar, Kur’an ile ve Peygamberin sünneti
ile yaşar. Küçük bir yalanımıza bile,
büyük cezalar verirdi. Bizleri de, kendi düşünceleri ve inançları doğrultusunda
büyüttü. Kendisi okuyamadığı için, bizleri okutmaya çok çalıştı. Ortaokula
ağabeyimle birlikte başladığımız zaman, okul dönemi annemle birlikte bizi
ilçeye gönderir, kendisi köyde zor
koşullar içinde yalnız kalırdı. Ortaokuldan sonra ağabeyim okumak istemedi ve
okumadı. Ben de aynı şeyi yaptım. Köyde kalıp, kayısı bahçelerinde çalışacağımıza
göre, daha çok okumanın bence de bir anlamı yoktu. O civarın en iyi
kayısılarını, biz üretirdik, hala da bir sürü işçi ile birlikte yine babam üretiyor. Kayısı bahçeleri bakım ister, emek ister ama, çok da para getirir. Konserve fabrikaları mahsulün tamamını,
her sene satın alırlar. Bizim
öğretmenin on senelik maaşı kadar parayı bir kerede avans olarak öderler. Babam, Mehmet ağabeyimle ikimize
her ay dolgun bir ücret verirdi. –
Ne isterseniz yapın derdi.
Bir
kısmını harcar bir kısmını da biriktirirdik. Çok iyi çalışıyorduk, çok iyi de
para kazanıyorduk ama, mutlu değildik. Babamın yerli yersiz emirlerinden, bize
baskı uygulamasından, kişiliğimize saygısız davranmasından bunalmıştık. Bize,
insanca davranmasını, değer vermesini istiyorduk. Annem aracılığıyla kaç kez
söyledik olmadı, Mehmet ağabeyim yalvararak yüzüne karşı söyledi,
– Baba
ne olur, bize insanca davran!
Bu yalvarışa karşı davranışı, birkaç günden
uzun sürmedi. Bizi çok sevdiğini biliyorduk ama, bu bize yetmedi. Bize göre her
şeyimiz vardı ama, sanki onurumuz yoktu. Kendimizi kafeste bir kuş gibi tutsak
hissediyorduk. İkimiz de köyden ayrılmaya karar ver-
dik. Uzaklara, hem de çok uzaklara gitmek
istiyorduk. Önce Almanya’ya gitmeyi düşündük. Askerliğimizi tamamlamadan
gitmemizin, olanaksız olduğunu öğrendik. Askere gitmeden önce, ağabeyimi
evlendirmek için çok uğraştılar ama razı edemediler. Hele bir öğretmen hanım
vardı ki, Allah özenerek yaratmıştı sanki. Çeşitli bahanelerle evimize gelir,
anneme yardım eder, babama kahve pişirirdi. Annemi ve babamı içten fethetmişti
ama, ne yaptıysa yaranamadı, ağabeyimi kandıramadı. Sonra küstü, köyden
tayinini çıkartarak gitti. Ağabeyim bana da akıl verdi.
–
Bak Ahmet! Gözünü aç!
Evlenirsen köyde kalırsın!. Annem bu
konuşmamızı duymuş ve çok üzülmüştü. Hem bizi azarladı, hem de söylenerek ağladı.
–
Bizden sonra, bütün bu
mal mülk sizin, anlamıyor musunuz? Ağabeyim askerden gelince, annemin
ağlamalarını, babamın tehditlerini dinlemedi. Yarı
dargın bir durumda, tatsız bir biçimde köyden ayrıldı. Kanada’ya işçi
olarak gitti. Bana da giderken,
–
Sen askerliğini
bitirinceye kadar, ben de iş bulur
yerleşirim ve seni de yanıma alırım, demişti.
Ben
de askere gidinceye kadar hiç renk vermeden, çok sıkı çalıştım. Benim
kalacağımı sandılar, çok ümitlendiler. Onları üzmemek için bir şey söylemedim.
Onları çok seviyordum, annemin ağlamasına dayanamıyordum ve babamın yalnız
kalmasına içim el vermiyordu.
Ama,
gitmem gerektiğine de inanmıştım.
Askerden gelince, onlara belli etmeden
bütün hazırlıklarımı yaptım, birikmiş param da vardı. Turgut adında bir okul
arkadaşım Belçika’ya işçi olarak gitmişti ve orada çalışıyordu. Onunla mek-
tuplaşarak bu konularda bilgi alıyordum.
Belçika da birkaç gün beraber kalmak üzere beni davet te etmişti. Vatan
hasretinden başka şikayeti olmadığını yazıyordu. Onun tavsiyelerine göre
hazırlık yaptım. Her şey hazır olunca, önce anneme ve sonra babama söyledim.
Sanki kıyamet koptu. Annemin ağlamalarına, babamın bağırmalarına dayanamadım ve
onlara,
-Üzülmeyin,
belki kısa zamanda döner gelirim, dedim. Biraz rahatladılar.
THY
ile Brüksel’e kadar rahatça gittim. Kaptan Pilotun ve bir hostes hanımın
yardımıyla, otobüse bindim. Turgut’un çalıştığı Mons şehrine vardım ve Turgut’u
buldum. Bir konfeksiyon atölyesinde çalışıyordu. Ben de askerliğim sırasında,
Dikim Evinde çalıştığım için çok hoşuma gitti. Evi de güzeldi, kazandığı para
da bana göre çok iyiydi. İki gün sonra Turgut bana iş teklif etti.
–
Ahmet sana iyi bir iş
buldum, bizim atölyede. Parası da başlangıç olarak çok iyi. Bana kalırsa bir ay
kadar çalış. Kanada kaçmıyor ya, beğenmezsen
gidersin.
Turgut ile birlikte, onun evinde kalıyordum
ve ikimiz birlikte çok eğleniyorduk. Birlikte olmak, memleket hasretini
unutturuyordu. Kendimize hür ve mutlu bir dünya yaratmıştık. Tek derdim, iyi
dil bilmemekti. Bir ay sonra işime de alışınca Kanada’ya gitmekten vaz geçtim.
Bildiğim Fransızca yetersiz olduğu için bir dil kursuna yazıldım. Her akşam
işten çıkınca, bir saat dil kursuna gidiyordum. Akşamları kursta öğrendiklerimi
tekrarlıyor ve çok kez de Turgut ile birlikte sinemaya ya da bir eğlence yerine
gidiyorduk. Hayatımdan çok memnundum. Bazen kendi kendime,”İşte hayat bu, iyi
ki gelmişim” diyordum.
Fransızca kursu gayet iyi giderken,
öğretmenimiz hastalandı. Onun yerine, Matmazel Mari Debel adında, sarışın bir
hanım kız gelmeye başladı. Hepimiz ona hayrandık, hatta aşık olduk. Ben, eski
öğretmenimize alıştığım için, önce yadırgadım ama
sonra, kızın güzelliği, dürüstlüğü ve ciddiyeti beni çok etkiledi. Allah
sanki özenmiş de yaratmış. Omuzlarına dökülen altın rengi saçları, tatlı mavi
gözleri, bembeyaz teni, şiir gibi ahenkli sesi ve hareketleri, o güne kadar hiç
görmediğim şeylerdendi. Ben de onu etkilemek için ve ona yaklaşmak için çok
uğraşıyordum. Süper bir öğrenci olmuştum.
Her
sorusuna, herkesten önce ben cevap veriyordum. Her gün muntazam tıraş oluyor,
yeni elbiseler içinde, erkek modasına uygun olarak, bir “Beyefendi” gibi
giyiniyordum. O da benim ne yapmak istediğimi hissediyor ve anlıyordu ama,
ciddiyetini bozmuyor, hiç birimize yüz vermiyordu. Birkaç kez evine kadar
izleyerek, peşinden gittim. Özel hayatını anlamak için, bir sevgilisi olup
olmadığını anlamak için, uğraştım. Babası Mösyö Debel’in bir konfeksiyon
dükkanı vardı, her Pazar hep beraber, Katolik Kilisesine gidiyorlardı. Kızın
bir sevgilisi yoktu. Bu beni hem sevindirdi ve hem de cesaretlendirdi.
Sabahleyin erkenden, hevesle ve keyifle kalkıp işime gidiyor, dikkatle ve
özenle çalışıyordum. Bir an önce akşamın olmasını, kurs Saati’ni gelmesini,
iple çekiyordum. Usta başı da benden çok memnundu. Onların istediği miktarın
üzerinde, hem de üst düzeyde iş çıkarıyordum. Sonra da kurs saatinin gelmesini
sabırsızlıkla bekliyordum.
Bir gün
derste, dünyadaki çeşitli dinlerden konu açıldı. Herkesin, diğer dinler
konusunda, bilgisi olmasının yararlı olduğunu,
kendisinin de merak ettiğini söyledi.
Bundan cesaret alarak, dersten sonra yanına gittim ve bir öneride bulundum.
–
İsterseniz, sizi bizim
camiye götürebilirim, dedim. Kabul etti. Ben pek sofu sayılmam ama,Cuma günleri
muhakkak, Cuma Namazına giderim. Bana göre namaz, Allah’a karşı, onun emirleri
doğrultusunda hesap verme, kendi vicdanınla Allah huzurunda bir çeşit
yüzleşmedir. Babamın bizlere öğütlediği İslam ahlakını yaşamaya çalışıyordum ve
yaşıyordum. Bir apartmanın altındaki küçük camimizin imamı Hoca Eşref Efendi,
bizim yaşımızda bir gençti ve çok iyi Fransızca biliyordu. Hoca Eşref efendiye durumu
anlattım.
Sonra, Mari ile anlaştığımız gibi, Cuma Namazı sonunda , caminin önünde
buluştuk ve birlikte camiye girdik. Başını örttü, ayakkabılarını çıkardı,
hayret ve merakla etrafına bakınıyordu. Sonra bizi bekleyen hoca ile
tanıştırdım, gösterdiği saygı görülmeye değerdi. Hoca Eşref efendi, cami içindeki
Arap harfleriyle yazılmış tabloları, Hazreti Muhammed’in kısaca hayatını, tablolarda yazılı Dört
Halife’yi ve müslümanlığın içindeki yasakları ve yasak olmayanları, özetledi.
Camiden çıkınca, bir kafede oturmayı teklif ettim. Birlikte gittik, kahvelerimizi
içerken biraz sohbet ettik. Bu arada ben Türkiye’yi ve Türkiyede ki evimizi,
annemi ve babamı anlattım. Mari de kendinden ve ailesinden biraz bahis etti.
Hatta, din konusunda espri de yaptı,
– Hıristiyanlık
ile Müslümanlık arasındaki fark, şarap içmek ile domuz eti yemek kadar, sanırım? dedi ve güldük.
Daha
sonraki günlerde, birlikte kahveye, sinemaya gitmeye başladık. Ona tam bir
arkadaş gibi davranıyordum ve elini bile tutmuyordum. Gerçekte, yüzüne bakarken
içim eriyor, tatlı gök ma-
visi gözlerine bakmaya da doyamıyordum. O
da benim her şeyimle ilgileniyor, bana baktığı zaman, gözlerindeki ışıltıyı görüyordum.
Konuşmalarımız
arasında, Fransızca da yaptığım yanlışları da düzeltiyor, gülüşüyorduk. Turgut ta bana takılmadan edemiyordu.
–
Bu sarı kız çıkalı benim
pabucum dama atıldı. Bir sarı kız da ben bulmalıyım, gibi laflar ediyordu.
Bir ay kadar bu şekilde buluştuktan sonra,
bir gün, birlikte yemeğe çıkmamızı rica ettim. Yaşlı bir müzisyenin Çigan
müziği çaldığı, küçük bir Macar lokanta vardı, oraya gittik. Garsonun
yardımıyla ona en güzel Fransız şarabı, kendime de bir meyve suyu ısmarladım.
Müslüman
kimliğimin dışına çıkmamaya her zaman olduğu gibi, onunla birlikte iken de özen
gösteriyordum. Onun ısmarladığı yemeklerden sonra kendime, domuz eti olmasın
diye, tavuk şiş ısmarladım.
–
Domuz meselesi galiba,
diye gülümsedi.
Yemek boyunca, sevgi ve aşk dahil,
evliliklerden ve her şeyden konuştuk. Türkiye’deki köyümüzü, annemi babamı,
bazı önemli adetlerimizi olduğu gibi anlattım. Aramızda, söze dökülmemiş bir
sevgi, her konuda meydana çıkan bir anlayış birliği vardı. Müziğin yarattığı
romantik havanın coşkusu ve yardımıyla, ikimiz de tam kıvama gelmiştik ki,
düşündüğümü söyledim.
–
Benimle evlenir misin?
Önce
şaşırır gibi yaptı, gözlerimin içine baktı,
– Babama
ve anneme de sormam gerekir.
Bu sözleri söyleyince, kendisi tarafından
evlenmeyi kabul ettiğini anladım. Artık sırası gelmişti, ellerini tutarak
gözlerinin içine baktım,
–
Çok mutlu olacağız,
pişman olmayacaksın, dedim.
Pazar günü, kilise çıkışında buluştuğumuzda
sessiz ve biraz da düşünceli görünüyordu. Bir terslik olduğu kesindi ve kötü
bir olasılığı aklıma getirmek istemiyordum ama, biraz da bekliyordum. Babasının
koyu Katolik olması beni çok düşündürüyor hatta korkutuyordu.
Kahvelerimizi
içerken anlattı. Babası,
–
Ben müslümana kız
veremem, Katolik olursa, düşünürüm. O Türkle bir daha görüşmeyeceksin, demiş.
Mari,
ağlamaklı bir sesle kendi fikrini anlattı.
–
Çok üzüldüm ama ne yapabilirim, bir ay görüşmeyelim,
bakalım ne olacak?
Dünya sanki başıma yıkıldı. Ne yapacağımı
bilemiyordum, çaresizdim. Fransızca kursunda görmekle yetinecektim. Kısa bir
süre sonra, oda bitti. Bir akşam eski kurs öğretmenimiz “Sürpriz” diyerek
geliverdi. Sanki sürprizin tam sırasıydı. Sürprizden iki gün geçince, tam
anlamıyla aşk sarhoşu oldum. Gece gündüz Mari’yi düşünmeden yapamıyordum. Bir
hafta kadar sonra, bir gece rüyamda, onu başkasıyla evlenirken gördüm. Deli
gibi oldum, evlerine gitmeye karar verdim. Arkadaşım Turgut uyardı,
– Sen
iyice sapıttın, önce bir telefon et, olmazsa sonra yine gidersin!
Doğru söze ne denir?. Telefona, Madam Debel
çıktı. Kendimi tanıttım ve Mari ile görüşmek istediğimi söyledim. Mari de
yanındaymış hemen verdi.
Mari
sevgilim, sensiz yapamıyorum, babana söyle, kendimi
öldüreceğim, bütün günahlarım babanın üstüne
olsun, dedim. Gerçekten de sözlerimde samimiydim. Mari’yi görmeden yaşamak bana
anlamsız gelmeye başlamıştı. Mari benim ne kadar dürüst olduğumu bildiği için
telaşlandı, yanındaki annesine fısıldadı,
– Kendisini
öldürecekmiş?. Annesi,
–
Duydum, söyle bir delilik
yapmasın, ben babanla konuşurum, dedi. Bu konuşmaları ben de duydum. Mari,
hüzünlü bir sesle konuştu.
–
Sen deli misin Ahmet,
birkaç gün sabret, lütfen!
Anlaşılan
o da benim gibi çaresizdi. Akşam eve gelince, Mösyö Debel’e anlatmışlar ve
Mösyö Debel,
–Böyle saçma şey olmaz, ne
kadar büyük aşk olursa olsun, gerçek bir erkek, bir kadın için kendini
öldürmez. Bana kalırsa, o, benimle evlenmezsen seni öldürürüm demiştir. Zaten
Fransızca’yı da iyi bilmiyor, demiş. Annesiyle Mari ısrar etmişler ve “Bütün günahım
babanın üstüne olsun” sözünü tekrarlamışlar. Dinsel inancı sonucu, “Bütün
günahım babanın üstüne olsun” sözüne fena takılmış ve biraz da telaşlanmış.
–
Blöf değilse büyük bir
aşk, diye söylenmiş. Bir hayli düşündükten sonra,
–
Çağırın şu deli Türkü,
bir de ben göreyim, demiş. Mari eve telefon
etti,
–
Pazar günü akşamı, saat
7.30 da yemeğe bekliyoruz.
Sanki dünyalar benim oldu. Sesi de çok
tatlı ve neşeliydi. Arkadaşım Turgut da beni yüreklendirdi.
– Bu
iyi işaret, Allah sonunu hayırlı etsin!
Sevinçten uçuyordum. Bir gün önceden
onların beğeneceklerini umduğum en güzel ve en pahalı hediyeleri hazırladım.
Vaktinden beş dakika önce eve gittim. Mösyö Debel’e, çok güzel, orijinal yağlı
boya bir Meryem Ana tablosu, Madam Debel’e, üç metre ipekli kumaş, Mari’ye de orkidelerden
kocaman bir buket çiçek verdim. Çok memnun oldular, hatta bu kadarını
beklemiyorlardı herhalde, şok oldular diyebilirim. Yemekte bütün gözler
üzerimdeydi, bunu hissediyordum. Hepsi bardaklarına şarap koydular, ben özür
diledim ve bardağıma su koymalarını rica ettim. Onun üzerine Madam Debel, espri
yaptı,
–
Yahni
koyun
etidir, korkmadan yiyebilirsin.
Yemekten
sonra, kahvelerimizi içerken mösyö Debel bana döndü,
–
Mösyö Ahmet, kaç gündür
seninle uğraşıyorum. Patronun Mösyö İzak’a sordum, usta başına sordum. Hepsi
senin için çok iyi şeyler söylediler. Dinine bağlı ve temiz ahlaklı olman da
ayrıca hoşuma gitti. Biricik kızımı aşk uğruna tehlikeye atamazdım. Evlenmenizi
kabul ediyorum yalnız nikah, kilisede kıyılacak ve kızımın dinine
karışmayacaksın, anlaştık mı?
–
Anlaştık efendim! İzin
verirseniz, Müslüman nikahını da evimizde yaptırırız, dedim. Ona da güldü.
– Dinine
bağlı olman beni yüreklendiriyor, dedi.
Konuşulduğu gibi nikahlandık. Düğün
hediyesi olarak, düğün masraflarını üstlendiler ve oturmamız için bana, bir
daire hediye ettiler. Babama bütün bu olanları, mektuplar yazarak anlattım.
–
Türkiye’de kız kalmadı
mı, elin gavurunu başımıza getiriyor, demiş. Ama, Mari’yi görünce bayıldı,
annem de mutluluktan uçtu. Bütün köy kadınları, geldiler gittiler, en az bir hafta evi doldurdular.
Mari, köy evlerinin Belçika’da ki evlere göre ilkel olmasına ve çok değişik
adetlerimiz olmasına rağmen, hiç yadırgamadı. Annemle birlikte şalvar giydi,
sofra kurdu, bize kahve pişirdi. Kadınlar ile işaretlerle konuştu, evlere gitti,
bizim kayısı bahçelerimizi ve diğer bahçeleri gezdi. Yalnız, çocuğumuz Kaan’ı yanından ayırmadı ve kimsenin kucağına
vermedi. Çocuğa hastalık bulaşmasından korkuyordu.
Bana,“Daha
önce niye gelmediniz ?” diyorlar. Daha önce gelmek istiyorduk ama, Mari hamile
iken doktorlar izin vermediler ve patronum Mösyö İzak da,
–
Uygun bir zamanda git,
şimdi işlerimiz çok yoğun, herkese ihtiyacım var,
demişti. Babam da mektubunda,
–
Çocuk doğduktan sonra
gelin, bekliyoruz, diye yazdı ve bu güne kaldık.
Bu
aşk hikayesi bana çok güzel şeyler anlattı ve öğretti. İnsan, babasından da
gelse, özgürlüğünün kısıtlanmasına, onurunun kırılmasına katlanamıyor ve
dayanamıyordu. İkincisi, uygar bir insan, büyük bir aşk için de olsa, kendini
öldürmeyi anlayamıyor ve kabul edemiyordu. Üçüncüsü, iyi eğitim gören bir
insan, hele bir de aşık olursa, daha kolay uyum sağlıyordu.
CİCİ DAMAT
Muayene
hanenin önünde bir jip durdu ve kısılmış sesiyle ağlayan bir çocuk sesi duydum.
Akşamın bu saatinde doğrusu, güç bir hastayla karşılaşmak istemiyordum. Üstelik
yardımcımı da yeni göndermiştim. Tabi her şey sizin istediğiniz gibi olmuyor.
Elimdeki yeni gelen Tıp Mecmuasını masanın üzerine bıraktığım anda genç bir
adam, kucağında 4–5 yaşlarında bir oğlan çocuğu ile içeri girdi. Telaş içinde
ve nefes nefese karşımda durdu. Üzüntü ve korkuyla karışık yüzüme baktı.
Arkasında 40–45 yaşlarında güzel bir kadın ve onun da arkasında genç bir kadın
olmak üzere içeri doldular. Hepsi yorgun, üzgün ve bitkin görünüyordu. Hepsi
birden yüzüme baktılar ve çocuk bir an ağlamayı kesti, gözleri kapalı uykuya
dalar gibi oldu.
–
Hoş geldiniz, oturun
bakalım! Telaşlanmayın, her şeyin bir çaresi vardır, dedim.
Onları
sakinleştirmeye ve rahatlandırmaya çalışıyordum. Diken üstünde oturur gibi, bir
beklenti içinde, sandalye ve koltukların kenarına iliştiler. Önce genç adama
döndüm,
–
Anlat bakalım efendi,
nedir bu telaşınız? Birden boşalırcasına konuştu.
– Ben
NATO petrol boru döşeme yapımında çalışan bir teknisyenim, adım Mazlum. Bu
hanım kayınvalidem Akile Hanım, bu da eşim Nazik hanım.
Sonra
çocuğu muayene masasına götürdü, yavaşça bıraktı, çocuk gözlerini açarak tekrar
ağlamaya başladı ve bir yandan da iki eliyle pipisini tutuyordu. Bir anlamda
çocuk derdinin ne olduğunu
ve nerede olduğunu bana
gösteriyordu. Üzerinde bir gecelik entari vardı ve külotu yoktu, altına bez
koymuşlardı. Mazlum efendi bana döndü,
–
Bu oğlum Mustafa, üç
günden beri karnını göstererek ağlıyordu. Dün akşamdan beri de pipisini
göstererek ağlıyor ve pipisinden sürekli idrar akıyor. Ne kendi uyudu ne de
bizi uyuttu.
Sonra,
“Kayınvalidem” dediği Akile hanım kalktı, çocuğun yanına geldi ve başını
okşayarak,
–
Canım Mustafa’m, ağlama
doktor amca seni iyi edecek, dedi. Çocuğun annesi olduğunu düşündüğüm Nazik
hanım yerinden kımıldamadı, sessiz ve dalgın bakışlarla etrafına bakıyordu.
Sanki olanlarla ilgilenmiyor gibiydi. “Acaba akıl hastası mı ?”diye aklımdan geçti. Yerimden kalktım,
çocuğa gülümseyerek yaklaştım, saçlarını okşadım,
–
Mustafa korkma, ben seni
şimdi iyi ederim. Ama önce pipine bakmam lazım.
Bir
an ağlamayı kesti, korkuyla karışık yüzüme baktı, pipisini iki elimle tutunca
irkilir gibi oldu, sünnet derisini sıyırarak baktım. Pipisinin ağzı
olabildiğince açılmış durumdaydı ve idrar damlıyordu. İdrar yolunun ağzına
yakın kısmında, idrar yolunu tıkayan bir sertlik vardı. Anladığım kadarıyla,
idrar yollarından bir yerde oluşan bir taşı vücut atmak istemiş, tam orada
takılıp kalmıştı. Geriye döndüm, hepsi merak ve kaygı ile ağzıma baktılar,
–
Merak etmeyin, idrar
yolu taşla tıkanmış, çıkarınca iyi olur. Şimdi hemen hastaneye götürün ben de geliyorum.
Mazlum
efendi çocuğu öperek kucakladı ve sevinerek yürüdü.
Anneannesi Akile hanım da hemen onu takip
etti. Yürürken arkasından şöyle bir baktım. Başında oyalı bir yazma,
omuzlarında atkı ve ayaklarında mor kadifeden şalvarla yorgun ama güvenli,
hatta edalı bir yürüyüşü vardı. Sağ ayakkabısının topuğu üzerinde, taze bir kan
lekesi gibi bir leke parıldayarak duruyordu. ” Kan lekesi mi, yoksa
herhangi bir şeyin lekesi mi?” diye bir an düşündüm. Ama ne olursa olsun güzel
kadındı. Çocuğun annesi, sanki onunla ilgili bir şey yokmuş gibi ilgisiz,
oturduğu yerden istemeyerek kalktı ve önüne bakarak, onların arkasından yürüyüp gitti.
Sağlık
Merkezine varınca, doğru odama gittim. Giyinirken bir taraftan da düşünüyordum.
“Çocuğu iyi etmek için ne yapacağımı biliyordum, ama büyüklerin durumlarını
anlamış değildim. Baba normal olarak telaşlı, anneanne olağan üstü ilgili, anne
ilgisiz uyur gezer gibi, belki de akıl hastası”.
Poliklinik
odasına gittiğim zaman, çocuk muayene masasında uykuya dalmıştı. Babası dahil
hepsinin gözleri mahmur, hemen uyuyacak gibiydiler. Çocuğu sıkıca tutmasını
babasına tembih ettikten sonra, girişime başladım. Taş, çocuğun pipisinin
ağzına yakın kısmında enlemesine takılıp kalmıştı. Çocuğun uyanıp bağırarak ağlamasına
aldırmadan, önce taşı çevirmeye çalıştım, olmadı. Sonra özel bir pensle girerek
taşı kırdım ve çıkardım. Biraz kan geldi ama, önemli değildi. Gereken ilaçları
ve önlemleri hemşire hanıma söyledikten sonra, bir gece hastanede kalmasını,
yanında birisinin de refakatçi kalmasını istedim. Anneannesi Akile hanım hemen,
– Ben
kalırım, dedi.
Anneden yine bir ses çıkmadı ve sonra
babayla birlikte gittiler. Ben de odama gittim ve koltuğa oturarak bacaklarımı
uzattım, gözlerimi kapattım, dinlenmeye çalışıyordum. Biraz sonra hemşire
hanım, telaşla odama geldi.
– Anneanne
çocuk düşürüyor galiba, kanaması var, bir baksanız?
– Hoppala
! Bu da nereden çıktı şimdi, diye söylendim.
Demek ki, topuğunun üstünde parlayan kan
lekesinin ta kendisiymiş. Kadının genel durumundan benimle açık konuşamayacağı
kuşkusuna kapıldım. Belki hemşire hanımla, kadın kadına daha rahat
konuşabilirler diye düşündüm. Ayrıca hemşire hanım, benim dinlediğimi bilmediği
ve yalnız olduklarını düşündüğü zaman, daha serbest konuşabilirdi.
–
Hemşire hanım, kadını
buraya getir ve olup biteni iyice öğren, sonra bana anlatırsın, muayene
aletlerini de hazırlat, dedim ve odadan çıktım. Onlar benim odama girince,
buzlu camlı olan pencerenin arkasından, onları dinlemeye başladım. Hemşire hanım,
–
Kız söyle bakalım, kocan
nerede?.
–
Kocam on altı yıl önce
kamyon altında kaldı, öldü. Çok iyi bir adamcağızdı. Allah rahmet eylesin,
dedi. Hemşire hanım,
–
Kız karnındaki yoksa
damattan mı?. Kısa bir sessizlikten sonra ekledi,
–
Allah canını almasın,
Mustafa da senin inşallah. Kadın,
–
Mustafa da benim
çocuğum, diyerek ağlamaya başladı. Hemşire hanım,
–
Ta başından olanı biteni
bana anlat! Doktor beye rica ederim, karnındakinden seni kurtarırım, tamam mı? Dedi.
Kadın
derin bir nefes alarak anlatmaya başladı.
–
Damadım Mazlum, çok iyi
huylu, terbiyeli bir adamdır. Altı sene önce, kızım Nazik’i görünce beğenmiş.
Kimsesi olmadığı için, iş yerindeki mühendis beyle birlikte gelerek istediler.
Altı ay kadar nişanlı kaldıktan sonra evlendiler. Gerdeğe girdikleri ilk gece,
komşu hanımla kapılarında kanlı çarşaf bekliyoruz. Biraz sonra, gelin güveyi
içeride kavga etmeye başladılar. Benim kız,
–
Ay çok büyükmüş, çok da
acıttı, karnım bile acıdı, bir daha yaptırmam,
diyordu.
Sonra
damat kanlı çarşafı kapı aralığından dışarı attı ve gidip uyuduk. Ertesi akşam
daha büyük bir kavga çıkardılar ve benim kız odadan dışarı kaçarak, benim odama
geldi.
– Kız
ne oluyor?. Burada ne işin var?.
–
Anne çok büyük, acısı
karnıma vuruyor, dayanamıyorum, yapmasını da istemiyorum, diye ağladı. Ben de söylendim,
–
Kız aklını başına topla,
bu adam senin kocan. İkiniz bir olun ve bir çare bulun. Onu da ben mi öğreteceğim?.
Birkaç gün sesleri çıkmadı ve ben de
anlaştıklarını düşünerek sevinmiştim. Bir hafta kadar sonra, karanlık bir
geceydi. Yine bunların bağrışmaları üzerine, yatağımdan kalktım. Odamın
kapısından çıkıyordum. Damat da benim odama geliyormuş, karanlıkta çarpıştık,
kucak kucağa geldik. Damadın şeyi elime dokundu ve aramızda bir elektriklenme
oldu. Birden bana sarılarak öptü. Sonra benim yatağa girerek seviştik. Aralıklı
birkaç kez geceleri yanı-
ma geldi. Her gelişinin arkasından onu daha
çok özlemeye başladım. Her gece yollarını bekliyordum. Aşık olmuştum. Ne dünya,
ne kızım, hatta hiç kimse umurumda değildi. “Kırmızı gömlek ya yeninden çıkar,
ya yakasından çıkar” derler ya, aynen öyle oldu. Benim kıza bir şey olmadı da
ben hamile kaldım. Kız zaten bizim seviştiğimizi biliyordu, damadı da gözden
çıkarmıştı. Beni teselli etti,
– Anne
üzülme, istersen biz boşanalım sen evlen.
O sırada damadın tayini başka yere çıktı,
çocuğu da doğurmamı çok istedi. Bende zaten çocuğu aldırmaktan korkuyordum. El
aleme rezil olmadan, yeni gittiğimiz yerde Mustafa’yı doğurdum. Mustafa
doğduktan sonra damat bana daha da çok alıştı. Sanki gerçek karısı benmişim
gibi, artık her gece geliyordu. Hem çocuğunu seviyor hem de sevişiyorduk. Ben
halimden çok memnundum ama Nazik gittikçe bozuldu. Olanları içine sindiremedi,
içine kapandı. Dünyadan zevk almaz oldu. İşte gördüğünüz gibi ayakta uyur hale
geldi. Bunu biz de görüyor ve üzülüyorduk ama, ikimiz de bir türlü vaz
geçemedik. Üç gün damat gelmese özlüyordum. Sonra yine hamile kaldım. Onu
doğurmam olanaksızdı. Daha önce bir kadından duyduğum gibi, tavuğun kanat
teleklerinden birini sokarak çocuğu düşürdüm. Bu kez de öyle olacak sandım.
Kanla karışık bir şeyler geldi ama üç gündür kanama kesilmedi.
–
Allah beni
cezalandırıyor galiba, dedi ve tekrar ağlamaya başladı ve yüksek sesle bağırdı,
–
Hey Allah’ım !. Günahkar
biziz, Mustafa’nın ne suçu var?, Hemşire hanım,
–
Ben doktor beye
anlatırım, inşallah kurtulursun. Şimdi doğru çocuğun yanına git, dedi.
Hemen
oradan ayrılarak poliklinik odasına gittim. Biraz sonra Hemşire hanım yanıma
geldi. Kadının bütün söylediklerini olduğu gibi anlattı ve kadını doğum odasına
götürüp hazırladığını da haber verdi. Birlikte doğum odasına giderek muayene
ettik. Rahim ağzı oldukça açıktı ve hafif bir kan sızıntısı vardı. İçeri küret
denen aletten sokarak rahmin iç yüzünü kazımak gerekiyordu ama tehlikeliydi.
Buna
ancak bir Kadın-Doğum uzmanı salahiyetliydi. Rahmi iki elimin arasına alarak
sıkıştırmayı düşündüm. Bir elimle karnının üzerinden bastırdım ve diğer elimle
içeriden sıkıştırıp bıraktım. Birkaç kez yaptıktan sonra, içeride kalan eşin
parçası gelmeyince, küret ile rahim ön yüzün hafifçe, bastırmadan taradım. Bir
küçük, avuç içi kadar bir parça geldi ve kan da kesildi. Çok sevinmiştim. Bu
kez Allah, Akile hanıma yardım etti, o da kurtuldu ben de. Bizim görevimiz
burada bitiyordu ve biz yapmamız gerekenleri fazlasıyla yapmıştık. Ama, onların
yapması gereken çok zor işleri vardı.
DEVLETİN ELİ
İlçe
kaymakamı izinli gideceği zaman, kaymakamın teklifiyle, ilçe içindeki yüksek
tahsilli memurlardan biri, kaymakam vekili olarak, Valilik Makamı tarafından
görevlendirilirdi. Kısa süreli, bir iki günlük ayrılmalarda, kaymakamlık özel
kalem memuru bu görevi yerine getirebilir. Kaymakam Vekilliği görevi de çok
zaman bana veriliyordu. Bu onurlu bir görevdi. O koltukta devletin gücü vardı.
Kaymakam vekili olarak görev yaptığım
günlerden biri, Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına rastlamıştı. Merasimler
yapıldıktan sonra, kaymakamlık makamında, halkın ve memurların kutlamalarını,
Cumhur Başkanı adına kabul etmek gerekiyordu. Özel kalem memuru Mehmet Bey,
gerekli hazırlıkları yapardı. Memurlar, İlçe Müftüsü Mehmet Esat Efendi önde
olmak üzere geldiler. Müftü Efendi, o sene Haç görevini de yapmış ve Yaş
Sınırlaması kanunu gereği emekli olmak üzere idi. Beyaz sakallı, nur yüzlü,
aydın fikirli bir din adamıydı. Konusu
ile ilgili kitapları vardı. Bütün ilçe halkının sevdiği ve hürmet ettiği bir
kişiydi. Benim kendisini makamında ziyaretlerim ve onun da beni ziyarete
geldikleri olurdu. Kurtuluş savaşı anıları, beni çok ilgilendirir ve
duygulandırırdı. Ziyaretlerimde, elini öper, hayır duasını alırdım. Bu duygular
içinde, memurların önünde onu görünce, yine elini öptüm ve diğer memurlarla
tokalaştım. Yer gösterip oturttum ve Müftü efendiden başlayarak hal-hatır
sordum, çay, kahve, gazoz ikram ettim. O zamanlarda, henüz kolalar yoktu.
İlçenin o günkü önemli konuların-
dan yarım saat kadar konuştuk. Belediye Başkanı
ile belediye memurları ve esnaftan bazı kişilerin gelmesi üzerine, memurlar
vedalaşıp gittiler. Yalnız Müftü efendi yerinden kalkmamıştı. Benimle özel
olarak konuşmak istediğini düşündüm. Aynı biçimde onlarla da meşgul olduktan
sonra, onlar da vedalaşarak gittiler. Sonra, Müftü Efendi, Özel kalem memuru
Mehmet Beye,
–
Oğlum, bizi biraz yalnız
bırakabilir misin?. Doktor beye söyleyecek bir maruzatım var, dedi. Mehmet Bey
çıktıktan sonra,
–
Doktor bey, seninle çok
özel bir ilişkimiz olduğunu biliyorum. Bu nedenle, seninle konuşmak istedim.
Beni çok sevdiğini ve hürmet ettiğini biliyor ve görüyorum. Buraya biz
Cumhuriyeti ve devletimizi kutlamaya geldik. Sen burada devleti temsil
ediyorsun. Sen burada devletsin. Sen benim elimi öptün, teşekkür ederim. Ama gerçekte
benim senin elini öpmem gerekirdi. Her zaman devletin eli öpülür.
Allah
devletimize zeval vermesin, diyerek dua etti ve gitti.
DİLİNİN
BELASI
Yaşar Çavuş,Belediye Zabıta Memuruydu.
Esnafa ve herkese eşit ve adaletli davranırdı. Bu nedenle saygınlık kazanmıştı
ve sevilen bir kimseydi. Onun yazdığı ceza bile kimseyi incitmezdi. Karısı
Mecbure hanım, ufak tefek, etine dolgun, güzel bin kadındı. Manken gibi yürür,
geçtiği yollarda güzel kokular bırakırdı. Ama, öyle kötü bir huyu da vardı ki,
onu gören yolunu değiştirirdi. En son söyleyeceğini en önce söyler, herkese bir
kusur, bir ayıp bulurdu. Üstelik laf taşır, insanları birbirine düşürürdü.
Haklı olarak “Dedi-kodu’cu” diye adı çıkmıştı.
Evlerin
kapılarını bile dinlediği söyleniyordu. Herkes,Yaşar Çavuşun hatırı için sesini
çıkarmıyor, sineye çekiyordu. Yaşar Çavuş bir trafik kazasında ölünce Mecbure
hanım yalnız kaldı ve bunalıma girdi. Kızı da evlenip büyük şehre gidince, daha
da beter oldu.
Bir gün Mecbure hanım,polikliniğe muayene
olmak için geldi ama ne gelişti?. Bir görmeliydiniz. Önce, kapıda bir gürültü
bir carıltı koptu. Hasta bakıcı Ahmet efendi çıktı, ama o da bağırmaya başladı.
Sonra hemşire hanım çıktı, o da alı al, moru mor geri döndü. İşimizi bıraktık
merakla bekliyoruz,“Ne oluyor acaba”diye.
–Neler
oluyor hemşire hanım?
–Mecbure hanım gelmiş,herkesin önüne geçip
sizi görmek istedi, biz de izin vermedik,
–
Aman hemen içeri alın,
bu kadar işimizin arasında bir de kavga gürültüyle uğraşmayalım.
Mecbure
hanım pancar gibi bir yüzle ve öfkeli bir tavırla içeri girdi,
–Doktor bey, bunlar dışarı çıksın, sizinle
konuşacağım, dedi. Ben de elimle çıkmalarını işaret ettim ve onlar da çıktılar.
Sonra gülümsedim ve oturması için yer gösterdim.
–Hayırdır
inşallah Mecbure hanım, biraz merasim ile geldin?
Benim sakin halim onu da etkiledi. Derin
bir nefes aldı ve o da gülümseyerek oturdu. Biraz rahatlayarak yüzüme baktı.
Sonra kaşlarını çatarak konuşmaya başladı.
–Şu
Ahmet de kim olduğunu sanıyor, bir de benim akrabam olacak, bücür herif diye
soludu ve sonra ekledi.
–Hemşire olacak hizmetçi kılıklı karı da
kendini bir şey sanıyor, deyince araya girdim ve gülerek,
–Bana
da bir kulp takacak mısın?, O da gülerek
–Şimdilik
sana bir şey yok, doktor bey, dedi ve ikimiz birden güldük. Sonra ben işi
şakaya getirerek,
–Kız, dilini eşek arısı soksun, herkesi
kırıp geçiriyorsun. Biraz yumuşak ol, sen saygıdeğer güzel bir kadınsın. Bu
iltifata çok keyiflendi,
–Ama
onlar da hak ediyorlar. Ben bir şey soracağım, muayene olmayacağım dedim beni
dinlemediler. Ben yine gülümseyerek,
–Sor
bakalım, dedim.
Anlattığına göre, vücudunu bir sıcak
basıyor ve biraz sonra da bir üşüme geliyormuş, her şeye kızıyormuş,
sinirleniyormuş. Birkaç gecedir uyku da uyuyamaz olmuş, iki aydır adet de
görmüyormuş. Her olasılığa karşın, basit bir muayeneden geçirdim, tansiyonunu
ölçtüm, biraz yüksekti ama, diğer her şey normal görünüyor-
du. Bunların adetten kesilme
rahatsızlıkları olduğunu, yazacağım ilaçlarla birkaç gün sonra rahatlayacağını,
ama tamamen geçmeyeceğini, rahim durumunun da muayene edilmesi gerektiğini, bir
gün öğleden sonra gelmesini söyledim ve reçetesini verdim. Reçeteyi de
çantasına koymasını ve dışarıda bekleyenlerin görmemesinin iyi olacağını da
ekledim. Teşekkür etti ve gitti. Ona sorarsanız muayene olmamış, bir şey
sormaya gelmişti.
Bir
akşam, yatsı ezanı okunurken, acele Sağlık Merkezine çağırdılar ve gittim.
Mecbure hanım, muayene masasında yatıyordu ve iki gözü iki çeşme ağlıyordu ama
konuşamıyordu. Dili ağzına sığmayacak kadar şişmiş durumdaydı. Tarifle
anlattığına göre, dut yerken dilini arı sokmuş. Muayene ettikten sonra, acil
bir alerjik reaksiyon olarak damardan ve kalçadan iğnelerini yaptık, serum
taktık.
–Yatıralım,
bu akşam burada kalsın, kontrol edelim, eğer burnu da tıkanırsa felaket olur.
Önemli bir durum olursa hemen bana haber
verin, burnuna da burun açıcı bir burun damlası damlatın ve ilaçlarını
sabah altıda tekrarlayın, yanında da bir hastabakıcı hanım yatsın, dedim.
Boynunda, kollarında ve baldırlarında çürükler vardı ama sormadım. Gece bir aralık aklıma geldi. Kalktım giyinerek
Sağlık Merkezine gittim. Hemşire hanımla birlikte uyuyorlardı. Hastamız ağzı
açık olarak uyuyordu. Hafiften horladığına göre, dili de küçülmüş demektir.
Ertesi günü sabah vizitinde, konuşmaya başladığını gördüm. Benimle yalnız
konuşmak istediğini söyledi,ben de,
–
Olur vizitten sonra
odama gel dedim.
Odama
hemşire hanımla birlikte geldiler. Tam karşımdaki kol-
tuğa oturttum ve hemşire hanıma çıkmasını
gözlerimle işaret ettim. Ama, böyle durumlar için, daha önceden kararlaştığımız
gibi, hemşire hanımın, kapının önünde bekleyeceğini de biliyordum. Doktorun
hasta ile yakın ilişkisi nedeniyle, her zaman iftiraya uğrama olasılığı vardır.
–Anlat
bakalım, diyerek gözlerine baktım.
–Ah benim başıma gelenler, diyerek iki
eliyle dizlerine vurmaya başladı. Bir taraftan da gözlerinden yaşlar
boşanıyordu. Sonra birden ciddileşti.
–Doktor
bey, bu benim başıma gelenler hep sizin yüzünüzden. Ben
şaşkın
ve biraz da öfkeli olarak yüzüne bakınca, konuşmasını sürdürdü.
–Bana
dilini eşek arısı soksun diye bet dua ettiniz, işte soktu.
–Mecbure
hanım, onu şaka olsun diye söylemiştim. Ben hiçbir kimsenin kötülüğünü istemem
ve de isteyemem.
–Şaka söyledim. Neyse, olanlar oldu. Ah bu
benim başıma gelenler, diyerek tekrar ellerini dizlerine vurmaya ve bir
taraftan da ağlamaya başladı. Biraz ağladıktan sonra sakinleşir gibi oldu ve
anlatmaya devam etti.
–Dün
akşam üzeri komşularla, bizim evin bahçesinde oturduk. Dut ağacının dutları tam
olgunlaşmıştı. Bir dalını çarşaflara silkeledik. Topladığımız dutları bir
taraftan yiyor, bir taraftan da konuşuyorduk. Konuşmaya dalmışım ve ağzıma
attığım dutun üzerinde olan arıyı görmedim. Birden dilimde bir acı duydum ve
tükürdüm. Dutla birlikte yere sarı bir yaban arısı düştü. Önce pek aldırmadım.
Komşular gittikten sonra
dilim şişmeye ve zonklamaya başladı. Korktum ve hasta haneye gitmek üzere
kapıdan çıkarken, evimizin karşısındaki inşaatta çalışan iki delikanlı
geldiler,
–Mecbure
abla, ayıp değil mi, sen bizim için ırz düşmanları, evimi bahçemi gözetliyorlar demişsin, diye karşıma dikildiler. O
anda, dilimin tamamen şiştiğini ve
konuşamaz durumda olduğumu anladım. Ancak homurtuya benzer sesler çıkarıyordum.
İşaretle konuşamadığımı anlatmaya çalıştım. Uzun boylu olan delikanlı,
–Ula
gardaş, bu nasıl olsa bize ırz düşmanı dedi, bağıramıyor da, hem dersini
verelim hem de eğlenelim, diyerek beni içeri ittiler. Alt kattaki oturma
odasına götürdüler. Çok karşı koymaya çalıştım ama dinlemediler. Kolumu
bacağımı sıkıp, birkaç tokatta attılar. Sonra beni çırıl çıplak soydular. İki
saat tepemden inmediler, evire çevire beni oyuncak ettiler ve gittiler. Sonra
da ben hasta haneye geldim. Tekrar ağlamaya başladı.
–Mecbure
hanım, dedim, yüzüme baktı,
–Şikayetçi olursanız Savcı bey onları hapse
attırır. Elini kaldırarak itiraz etti.
–Aman
istemem, çektiğim üzüntü ve acı bana yeter, bir de memlekete rezil olmak
istemem. Sonra biraz düşündü,
–İdrar
yaparken ve otururken canım yanıyor, bir de oramı muayene etseniz, dedi.
Gerçekte
bütün çektiği dilinin belası idi.
DİLSİZİN
ÇİLESİ
Dilsiz
olarak nitelenen kimselerin bizim kadar zeki olduklarını ve hatta bizden daha
anlayışlı olduklarını bilmezden geliriz. Kulakları işitmediği için, diğer duyu
organlarını, özellikle gözlerini daha çok ve daha dikkatli kullanmak zorunda
kalırlar. Sürekli etraflarını gözlerler. İşitmedikleri için de dil öğrenemez ve
bu yüzden konuşamazlar.
Anadolu’nun
bazı yörelerinde bunlara “ Ahras “ derler ki büyük haksızlıktır. Ahras, Arapça
bir sözcük olup, hayvan gibi dilsiz, ağızsız anlamındadır. Elleriyle ve
mimikleriyle, beden dilleriyle anlatmaya çalışırlar. Böylece, ”Konuşma
özürlüler” için kurulmuş olan, özel okullarda öğretilen, ayrı bir dil ortaya
çıkmıştır. Siz ona bir şey söylemek isterseniz, dilsiz sinema oyunu gibi, olayı
tarif ederseniz, anlaşırsınız. Bu dili herkesin öğrenmesi olanaklı değildir
ama, bir dilsizin bazı yaşamsal ve günlük gereksinimlerini, herkesin anlaması
gerektiği inancındayım. Özellikle doktorların daha duyarlı ve daha anlayışlı
olmaları gerekir.
Asıl adı Fatma olduğu halde, onun adını
kimse bilmez, kendisinden hep “Dilsiz”diye söz edilirdi. Esmer siyah saçlı,
güzel değil ama sevimli, ince narin yapılı, çalışkan bir kadındı. Çalıştığı
fabrikanın patronu ve ustabaşı’sı kendisinden çok memnundular. “Önüne bakar,
işini yapar” diyorlardı. Evlenme zamanı geldiğinde, Askerlik Şubesinde askerlik
yapan çelimsiz Çingene Abdi ile evlendirmişler. Dilsiz ne kadar sevimli güler
yüzlüyse, kocası Abdi de o kadar kara suratlı, karanlık ve asık yüzlü, düşman
bakışlı bir adamdı. Abdi’nin ağabeyi Zekeriya, Abdi’nin çelimsizliğine karşın,
daha başka yapıda iri yarı, aptal suratlı, tam çingene tipi esmerdi. İlin sebze
halinde hamallık yapıyordu. O sıralar bekardı ve Almanya ya işçi olarak gitmek
üzere sırasının gelmesini bekliyordu. Dil-
siz Fatma’nın biricik kızı Canan, çok kez
annesiyle birlikte gezer, ona tercümanlık yapardı. Çünkü, dilsizin söylemek
istediklerini, çok kimseler anlamıyordu. Bir kış günü, annesinin hastalanması
nedeniyle birlikte hastaneye geldiler. Ben, ilk kez bir dilsiz ile konuşmak
durumunda kaldığım için oldukça tedirgindim. Onun söylemek istediklerini,
dikkatle ve eş duyum içinde, kendimi onun yerine koyarak izledim. Cananın da
yardımıyla anlamakta ve anlatmakta pek güçlük çekmedim. Benim onu anlamam ve
anlamaya çalışmam çok hoşuna gitmişti. Daha sonraları hep yalnız geldi ve her
zaman anlaştık. Bana duyduğu yakınlığı
her haliyle anlatıyordu. Elimi öpüyor, gözlerimin içine bakıyordu. O zamanlar
Canan, ilkokulun beşinci sınıfında küçük bir
kızdı.
Aradan bir sene kadar bir zaman geçti. Bir
gün Canan, dilsiz annesiyle birlikte polikliniğe geldiler. “Acaba, hangisi
hasta” diye düşünürken, dilsiz kızını muayene masasına oturttu. Saçlarını
okşayıp öptü. Sonra da telaş içinde, kızının sabahleyin fenalaşıp düştüğünü ve
iki kez de kustuğunu, tarif ederek anlattı. Canan hiç konuşmuyordu. Daha
önceleri annesine tercümanlık yapan, güler yüzlü Canan sanki gitmiş, onun
yerine, somurtan, dilini yutmuş bir kız gelmişti. Önce apandisitten kuşkulandım
ama değildi. Biraz tansiyonu düşüktü. Mide rahatsızlığı düşünerek ilaç yazdım
ve gittiler. Bir gün sonra tekrar geldiler. Dilsiz daha da telaş içindeydi. Bir
şeylerden korkuyor gibiydi. Hemşire hanım, ”Gebe olmasın” diye bir söz ortaya attı. Göğüsleri yeni
çıkmaya başlamış bir kızın gebe olacağı kimin aklına gelirdi ki?. Annesini
bekleme odasında bırakarak kızı muayene etmek için, doğum odasına götürdük.
Biraz utandı ve muayene olmak istemedi, direndi ve ağladı ama dinlemedik.
Muayene sonunda hayretler içinde kaldım.
Kızlık
zarı di-
ye bir şey kalmamış çok yerden silinmişti .
Bu, pek çok kez cinsel ilişkide bulunduğunu gösteriyordu. Ayrıca, iki aylık
belki de daha fazla, belki de üç aylık
gebe idi. Göğüsleri bile yeni çıkmaya başlayan küçük bir kızın bu durumda
olması beni şaşkına çevirdi. Biraz da
kızgın bir sesle,”Bunu kim yaptı, anlat bakalım” dedim. Korkarak yüzüme
baktı ve ağlamaya başladı. Giyinmesini sabırsızlık içinde bekledim. Tekrar,
”Anlat” diye otoriter bir sesle üsteleyince, anlatmaya başladı.
–
Kışın amcam, Almanya ya
gitmek için ve gerekli kağıtları
hazırlamak için geldi. O akşam babamla birlikte içki içtiler, sarhoş
oldular ve şarkılar söylediler. Evimizde iki oda var. Birinde ben yatıyorum,
diğerinde annemle babam yatıyorlar. Benim odama, amcam için de bir yatak
yaptılar ve yattık. Daha sonra amcam, ”Çok üşüdüm Canan” diye yatağıma geldi ve
bana sarıldı. Bende ona sarıldım ama o,
külotumu çıkardı. Şeyini benimkine sürtmeye başladı. Biraz korktum ama hoşuma
da gitti, karşı koymadım. Ertesi akşam, yine sürtmeye başladı ve sonra, azıcık
biraz ucundan koydu. Yanar gibi bir acı duydum ama çok değildi. Gidinceye kadar birkaç gün daha yaptık, sonra da
gitti. Kimseye bir şey söylemedim, diyerek sustu.
Bir
amcanın böyle bir şey yapması akıl alacak gibi bir şey değildi. Çingenelikle
ilgisinin ne derece olduğunu bilmiyorum ama, insanlıkla hiç ilgisi yoktu.
Hemşire hanımla ikimiz birbirimizin yüzüne, ”Ne olacak şimdi” der gibi baktık.
–Daha
sonra kiminle yaptın diye çıkıştım. Önce “Şey “ diyerek şaşırır gibi oldu ve
“Nereden biliyorsun”der gibi yüzüme baktı. Bu kadarla geçiştirmek istediğini ya
da birisini korumaya çalıştığını düşündüm.
Sonra,
yüzümdeki ciddi durumu görünce, anlatmaya başladı.
– Yaz
tatili başlayınca evde hep yalnız kalıyordum. Annem babam işe gidiyorlardı.
Komşumuz bakkalın oğlu Ziya bir gün beni, kapının arkasında sıkıştırdı,
sarılarak dudaklarımdan öptü. Önce
karşı koymak istedim ama sonra vaz geçtim.
Bizim eve çıktık, benim odama geçerek, birlikte soyunarak yattık. Daha sonra,
bazen her gün, bazen aralıklı olarak geliyor ve birlikte yatıyorduk. Bana her
gelişinde kendi dükkanlarından çikolata ve akide şekeri getirmesi de çok hoşuma
gidiyordu. Yapmadan önce her defasında, kendisininkine bir kılıf takıyor ve
“Gebe kalmanı önler”diyordu. Bu uğraşlar sırasında birkaç kez, taktığı o
kılıfın yırtıldığı da oldu. En son, askere gitmeden önce de yaptığımızda,
yırtıldığını gördük. Her halde o zaman gebe kaldım, dedi ve somurtarak önüne
baktı.
Hemşire
hanımla ikimiz, birbirimize bakarak dikildik kaldık. Kız en az iki aylık gebe
ve daha okul çocuğu. Suçluların birisi Almanya’da, diğeri askerde. Savcılığa
haber vermemin gerekli olup olmadığını, o zamanlar bilmiyordum. En iyisi önce
ailesine haber vereyim ve bir Kadın-Doğum Mütehassısına mektup yazayım,
gerisini onlar hal etsinler diye düşündüm. O zamanlar Türkiye’de kürtaj
yasaktı. Baş Tabip odasına birlikte geçtik ve annesi dilsizi çağırttım. Telaşla
geldi, hepimizin yüzüne merakla bir bir baktı. Ben elimle kızını gösterdim ve
elimle karnının büyümüş olduğunu, parmaklarımla üç ay işareti göstererek, iki
elimle de cinsel ilişki işareti yaptım. Şaşırır gibi bir an duraladı, önce
gözleri kaydı, sonra sırt üstü düşüp bayıldı. Daha fazla dayanamayıp, onları
hemşire hanıma bırakarak kaçtım.
DOKTORDAN
KORKU
İnsanlar,
doktora gitmekten niçin korkarlar?. Bunun mantıklı bir açıklaması yoktur. Ama, her kişinin kendine göre ayrı
bir bahanesi, bir çekincesi vardır. Bahane
araştırması yaparsak çok çeşitli bahaneler ortaya çıkar. En çok rastlanılan bahane,”Bir hastalık bulurlar, işin
yoksa uğraş dur” türündendir. Buna verilecek çok mantıklı ve yararlı bir yanıt vardır. “İyi ya işte,bir şey bulurlarsa
ona göre gereken önlemleri alırsın. Gerekiyorsa ilaç alırsın, perhiz yaparsın
ya da ameliyat olursun ve böylece sağlıklı yaşarsın”. Fakat genelde, kişinin
henüz bilmediği, düşünmediği, bir hastalığını bulursanız,”Kötü kişi” olmak
olasılığınız da vardır. Ben buna,
bilinçdışı bir “Hastalık korkusu” diyorum.
Seneler
önce bir ilçede, Sağlık Merkezi Baş Tabibi olarak
görev yapıyordum. Sağlık merkezinin içindeki bazı tamir ve değişiklikler için
İl Sağlık Müdürlüğüne, bir yazı yazmıştık. O nedenle,Vali
Paşanın ilçeyi ziyareti sırasında, İl Bayındırlık Müdürü ile birlikte
Sağlık Merkezine gelmişlerdi. Bir yaz günüydü ve hava oldukça sıcaktı. Onları
Sağlık Merkezinin bahçesinde küçük ama sevimli bir kameriyede misafir ettik.
Çamların altında, küçük bir havuzun çevresinde oturmak çok hoşlarına gitti.
Havuzda yüzen birkaç balıkla da ilgilendiler. Bayındırlık Müdürü Oktay Bey ile
aynı yaşlarda idik ve daha önceden tanışıyorduk. Bir doğu ilinde, benim zorunlu
hizmet yaptığım yerde, o da Bayındırlık Müdürü olarak görev yapıyordu.
Eski
bir dostu görmenin mutluluğu ile kucaklaştık. Vali Paşamız, bir emekli
Tümgeneral idi. Bize göre epey yaşlıydı ama, oldukça dinçti. Çalışkandı,
yurtseverdi. Atatürk ve İnkılaplarına gönülden
bağlıydı. Vatan için her şeyin en iyisini
ve en doğrusunu düşünür ve hiçbir şey gözünden kaçmazdı. Kendisini içtenlikle
seviyorduk.
Her ilçede olduğu gibi, ilçemizin çeşitli
problemleri vardı. Bunların arasından, köylerin yol derdi, içme suyu derdi
yanında bir de köylerin “Elektrik dağılımına katılma payı” çıkmıştı. Köylerine
elektrik gelmesi için para vermek, köylülere zor geliyordu. Halk ve memurlarla
yakın ilişkide bulunmam nedeniyle, ilçenin tüm problemlerini, köylerin ve
kentin bütün sıkıntılarını çok iyi biliyordum. O sırada kaymakamımız ”İl Genel
İdareler” konusunda araştırma yapmak üzere, iki sene için İngiltere’ye
gitmişti. Vali Paşa birden bana döndü,
–Doktor
seni kaymakam yapalım, ister misin?.
–Emredersiniz
Paşam, dedim. Bunun üzerine,
–Öyleyse
kahveler çaylar senden!.
Daha
sonradan, paşanın geliş nedenlerinden birinin de bu konu olduğunu öğrendim.
Oktay Bey, bu konuşmaların sürdüğü
sıralarda, sürekli bir şeyler içiyordu. Hastabakıcılar, bizim Sağlık
Merkezimizin, gaz yağı ile çalışan, külüstür buz dolabından, su ve gazoz
taşıyorlardı. Bir ara yanına oturdum, aç olup olmadığını sordum. Bir saat kadar
önce,Vali Paşa ile birlikte, kebap ve baklava yediklerini söyledi. O sırada
ağzından aseton kokusu geldiğini fark ettim ve Şeker hastası olmasından kuşkulandım.
Bu durum genelde, aç kalan küçük çocuklarda ve şeker hastalarında çok
görülürdü. Hiçbir şey belli etmedim. Vali Paşaya kahvesini getirdiklerini
görünce harekete geç-
tim. Sağlık Merkezini gezmek ve yapacağımız
tamir ve değişiklikleri göstermek bahanesiyle, içeri götürdüm. Oktay bey,
birlikte getirdiği teknisyene gereken yerleri ölçtürdü, bazı notlar aldı ve
hesaplar yaptı. Poliklinikte biraz oturduk ve yapacağımız değişiklikleri
konuşurken tuvalete gitmek istedi. Ben de,
–Sana
bir idrar muayenesi yapalım, ikramımız olsun, diyerek şaka yollu dolduruşa
getirdim ve karşı çıkmasına zaman bırakmadan, idrar kavanozunu eline verdim.
Amacım idrarda “Şeker” aramaktı.
Tuvaletten
çıktığı zaman ki durumu, elinde idrar kavanozu ile ürkek ve şaşkın
bakışlarıyla, oldukça komik görünüyordu. Deney tüpüne idrarı koyduk ve üzerine
ayraç koyarak ispirto ocağında kaynattık. O da merakla bakıyor, ne yapmak
istediğimi anlamaya çalışıyordu.
Doğrusu
ben de merak içindeydim. Ne yazık ki deney, idrarda çok miktarda şeker olduğunu
gösteriyordu. Şimdi bunu uygun bir söylemle anlatmak sorumluluğu da bana
düşmüştü. Sıkıntılı bir durumda olduğumu anladı, merak ve biraz da korkuyla
karışık, bana yöneldi,
– Arkadaş,
neler oluyor bana da söyler misiniz? dedi.
Önce bir yutkundum, boğazımdan ”Gurk” diye
bir ses çıktı. Benim için söylemesi zor olduğu kadar, onun içinde kabullenmesi
zor bir durumdu.
– Arkadaş,
ağzından aseton kokusu geliyordu, onun için
idrar muayenesi yapmak
gereğini duydum. Senden izin almadığım için özür dilerim. Üzgünüm ama, yaptığımız
idrar muayenesi sonucu, büyük bir olasılıkla, senin bir şeker hastası olduğunu
gösteriyor. Yarın Devlet Hastanesine giderek tetkikler yaptırman gerekiyor,
dedim.
Çok bozuldu, oturduğu sandalyeden
sallanarak ayağa kalktı, ne yapacağını şaşırmış bir durumda gezindi. Belli ki,
hiç beklemediği bir durumla karşılaşmıştı. Sonra hiçbir şey söylemeden hızla
odadan çıkıp Vali Paşanın yanına gitti. Ben de arkası sıra koştum, yetişerek
birkaç söz söylemek istiyordum ama, yetişemedim. Vali Paşa,
–Müdür
Bey, işiniz bittiyse, artık gidelim, diyerek ayağa kalktı. Dikkatle Oktay beye
bakmayı sürdürdü ve ekledi,
–Ama
sen çok tuhaf ve solgun görünüyorsun Oktay, Oktay’ın yanıtı benim için çok
acıydı.
–
Gidelim paşam, sağlam
geldik, arkadaşımız doktorun sayesinde hasta olarak gidiyoruz.
Yüzüme
bile bakmadan, paşanın ardı sıra yürüyüp gitti. Bana darıldığı belliydi ama
gerçekte, bana teşekkür borçlu olduğunu bir gün öğrenecekti. Oktay’ı bir daha
hiç görmedim. Kendini ailesinin yanına tayin ettirmiş ve gitmiş. Kaymakam vekili
olmam nedeniyle Vali Paşa ile çok sık karşılaşıyorduk. Paşa her
karşılaşmamızda,
–Aman
doktor biraz uzak dur, yeterince işim var, başıma bir de hastalık çıkarma, diye
takılıyordu.
Ne
yapalım, doktorun kaderi bu. Yaptığımız iyilikler, nadiren de olsa, kötü
algılanabiliyor. Amma atalarımız, “ Balık bilmezse halik bilir “ demişler.
DOKTORUN
EV HALİ
Çocuğu
olan doktorların, evde muayenehane açmalarını ve evde hayvan beslemelerini
sakıncalı görmüşümdür. Bu ikisini de yapmadığım halde, yine başıma işler açılmıştı.
Çalıştığım
ilçe ve il merkezlerinde, pratisyen ya da uzman olarak, daima hastalarımı
hastanede ya da muayenehanede kabul etmişimdir. Çocuklara bulaşan çocuk
hastalıkları, yine çoğu zaman çocuklardan geçmektedir. Sizin ya da eşinizin
bulunmadığı bir zamanda gelen bulaşıcı hastalıklı bir çocuk, bir çocuğunuza
hastalığını bulaştırırsa, sonra hepsi de o hastalığa yakalanacaktır. Evdeki bir
çocuğu diğer çocuklardan tecrit etmek olanaksızdır. Ayrıca, büyüklerin
yakalanması, çocukların yakalanmasından daha tehlikeli olan hastalıklar da vardır.
Kabakulak
ve Suçiçeği gibi. Eşinin ya da büyük çocuğunun bu hastalıklara yakalanmasını
kimse istemez sanırım.
Benim Hükümet Tabipliği yaptığım
zamanlarda, şimdiki kadar çeşitli aşılar yoktu. O zamanlar, Boğmaca-Difteri-
Tetanos, Kuduz ve Çiçek hastalığı aşıları vardı. Sağlık Bakanlığının yaptığı
BCG kampanyası da ilçeye uğramış, verem aşısı yapmıştı. Çiçek hastalığı
dünyadan kalktığı kanaati belirdiği için artık çiçek aşısı uygulanmıyordu.
Kuduz aşısı, ısırılma olayından hemen sonra yapılıyor. Önemli bir nokta ise, o
zamanlar sağlam ve etkili bir aşı, her zaman ele geçmiyordu. Bunun acısını da
tüm aile olarak çektik.
Hükümet Tabibi olarak çalıştığım günlerde
bir akşam üzeri, bir hasta ziyaretinden geliyordum. Evimizin önünden geçerken,
misafir odasının ışıklarının yanmakta olduğunu gördüm. Merak ederek eve
uğradım. İlk önce karşıma büyük kızım çıktı.
– Kızım
annen evde mi?
– Hayır!
Bu gün öğretmenler toplantısı varmış, geç gelecek.
– Fatma
hanım nerede? Misafir odasının ışıkları niçin
yanıyor?
–
Biz gelince Fatma
teyzeyi evine gönderdik. Misafir odasında bir teyze var, çocuğu hastaymış, seni
görmek istiyor.
Hemen elimdeki çantayı attım, deli gibi
odaya daldım. Gördüğüm manzara, hiçbir zaman istemediğim, olacağından her zaman
korktuğum bir manzaraydı. Başı yazmalı ve atkılı bir kadın, köy giysileri
içinde ve önünde 5-6 yaşlarında bir oğlan çocuğu, benim aynı yaştaki küçük
kızımla oturmuş oynuyorlardı. Oğlan da bizim ufaklığın suratına doğru öksürüp
duruyordu. Hem de boğmaca öksürüğüyle. Şaşkınlığımı çabucak üzerimden attım,
bizim ufaklığı kaparak kucağıma aldım.
Sonra
düşündüm ki, kadıncağızın bir kabahati olamazdı. O kendi çocuğuna bir çare
arıyordu. Kadına döndüm,
–
Hanım, sen doğru Sağlık
Merkezine git. Şimdi ben de oraya gidiyorum, dedim. Çocuklara da,
–
Evde hasta bakmadığımı
bilmiyor musunuz? Diye söylendim ama, olan olmuştu. Nihayet onlar da birer
çocuktu. Bütün köylerdeki ve ilçedeki çocuklara boğmaca aşısı yapmıştık ama,
aşının da bir dereceye kadar önleme gücü vardı. Aşı sağlam olsa bile, çocuklar
hafif bir biçimde tutulabiliyorlardı. O zamanlar tedavi için yalnız iki
antibiyotik vardı. Chloramphenicol ve Tetracyclin. İkisinin de etkisi kuşkulu idi.
Bir
ay bazen iki ay çocuklar öksürüğe mahkum oluyorlardı.
Çocuğu sağlık merkezinde muayene ettim. Tam
anlamıyla tipik bir boğmaca vakasıydı. Başka bir ilçeden gelmişlerdi. O zaman
bulunan ve bilinen ilaçlarını yazdım, gerekenleri söyledim ve gönderdim.
Bir hafta sonra bizim ufaklık öksürmeye
başladı. Bazen öyle öksürüyordu ki, kustuğu gibi küçük çişini bile kaçırıyordu.
Sonra öbür çocuklar ve nihayet bizim hanım, sırayla boğmacaya tutuldular.
Aylarca sıkıntılarını çektik. Bana gelince, ben hastalanmadım. Çünkü, Tıp
Fakültesinde, Çocuk dersinden sınava girdiğim sırada, bana verilen hasta çocuk
Boğmacalı idi. Beni imtihan eden, Dr. Cihat Gürson hocamız, o zamanlar
doçentti. Sınavdan sonra ben de boğmacaya tutularak hastalanmıştım. O nedenle
bağışıklığım varmış ki, tekrar hastalığa yakalanmadım. Bir ben sağlam kaldım.
Çocuk
olan evde hayvan beslenmesi de ayrı bir tehlikedir. Ben küçüklüğümde, orta okul
çağıma kadar olan dönemde, kuş da besledim kedi ve köpek de. Ama daha sonra
gördüklerim beni çok kuşkucu ve korumacı yaptı. Kuş beslemek deyince aklıma,
kuş zatürree sine tutulan Kanaryacı Hasan efendi gelir. İyi oluncaya kadar
günlerce sürünmüştü. Kuş alerjisi sonucu, astım krizleri yüzünden ölmekten zor
kurtulan, Öğretmen Halim beyi de anımsıyorum. Köpekleri çok seven Tıp
Öğrencisinin kara ciğerinden, ameliyatla 4 adet kist hidatik çıkarmışlardı.
Evlenip
çoluk çocuğa karıştıktan sonra, evimizde hiçbir evcil hayvan beslenmediği için,
bu konuda bir derdimiz olmadı. Evcil hayvanları besleyip bakmanın, çocuk
psikolojisi üzerinde yaptığı olumlu etkileri herkes kabul ediyor. Yararını ben
de kabul ediyorum. Ama, sakıncasını da unutmamak gerektiği kanısındayım.
ERKEĞİN ERKEKLİĞİ
Cinsellik konularında olan tabular ve
bilgisizlikler nedeniyle, halk arasında pek çok yanlış anlamalar ve
mutsuzluklar yaşanmakta olduğu bilinmektedir. Çocuklar ve gençler arasındaki
bilgisizlikler, gereksiz korkulara ve hatta psikolojik bozukluklara neden
olmaktadır. Terbiye sınırları içinde, onların anlayacakları biçimde
bilgilendirmenin, olanaklı olduğu kuşkusuzdur. Erişkinler arasında oluşan bazı
durumların, boşanmalara kadar giden mutsuzluklara yol açtığı da görülmüştür.
Doktor olarak ya da aile doktoru olarak bize ulaşıldığı zaman olay kolayca
çözülmekte ama, aksi durumlarda bilgisizliğin cezası ne yazık ki çekilmektedir.
Annesinin karnının büyüdüğünü gören bir çocuğa, leylekler tarafından bir
kardeşinin getirileceğini söylemek, elbette inandırıcı olamaz. Gelecek
kardeşinin, annesinin karnında büyümekte olduğunu, sonra çıkıp geleceğini
söylemek, elbette daha makul ve daha inandırıcı olacaktır.
Hükümet
Tabipliği yaptığım yerlerde, tek doktor olarak bulunduğum zamanlar çok oldu.
Kadın erkek ilişkilerinde birçok sorunlara da tanık oldum. İleri labaratuvar
olanaklarından yoksun olduğumuz yıllarda, sistemli ve dikkatli bir muayene ile
hastanın anlattıkları ve sezgilerimizden başka dayanağımız yoktu.
Bulunduğum
ilçenin ileri gelenlerinden Kahveci Tahsin Efendinin eşi Hayriye Hanım, arada
bir hastaneye ya da muayenehaneye gelirdi.
Mide şikayetleri daha çok olmakla birlikte
adetten kesilme şikayetleri de vardı. Gerekli gördüğümüz ilaçlarını yazar
gönderirdik. Şişmanca, 55 yaşlarında kibar
bir hanımdı. Bir gece şiddetli bir karın ağrısı nedeniyle evlerine çağırdılar.
Şikayet ettiği ağrıları mide bölgesinde idi ama, safra kesesi bölgesinde aşırı
duyarlılık vardı ve ağrılar sağ sırt bölgesine ve sağ omzuna doğru yansıyordu.
Bu tipik bir safra kesesi ağrısı idi. Ağrılarını dindirmek ve rahatlatmak için
gereken iğnesini yapıp ilaçlarını verdim. Safra kesesi filminin çekilmesi
gerektiğini anlattım. İlimiz hastanesinde görevli, bir doktor ağabeyimize de
mektup yazarak durumu bildirdim.
Aradan
epey bir zaman geçti ve Hayriye hanım bir gün muayene haneye geldi. Safra
kesesinden ameliyat olduğunu, bir sürü taş çıkardıklarını ve artık o konuda
hiçbir şikayetinin kalmadığını anlattı ve teşekkür etti. Sonra düşünceli bir
tavırla önüne baktı kaldı. Bir şey söylemek istediği ama sıkıldığı
anlaşılıyordu.
–
Hayriye Hanım! Her ne
konuşursak aramızda kalacağını biliyorsunuz. Konu ne ise rahatça
anlatabilirsiniz. Yüzüme baktı, biraz tedirgin bir biçimde,
–Tahsin
artık beni sevmiyor galiba. Eskiden yattığımız zaman konuşurduk, bana sarılır
öperdi. Şimdi arkasını dönüp yatıyor, acaba başka bir kadın mı var?. Çok
üzülüyorum, bize yardım edin, dedi.
Düşündüm;
Tahsin efendi ikinci baharını dahi çoktan geçirmiş, bir adamdı. Başka bir
kadınla ilişki kuracak yaşını geçirmişti. Erkekler biraz ilgisiz olunca, bütün
kadınlar ne hikmetse, başka bir kadın düşünüyorlar. Olay birden kafamda
aydınlandı. Gözlerimin içine
bakarak
benden yanıt beklemekte olan Hayriye hanıma gülümseyerek,
–İlahi
Hayriye hanım, düşündüğün şeye bak. Sen adetten kesileli kaç sene oldu?.
–Dört
beş sene oldu.
–Peki,Tahsin
efendi kaç yaşında,
–Altmış
beşten fazla.
–Bak
Hayriye Hanım ! Nasıl kadın kadınlığından kesiliyorsa, erkek de erkekliğinden
kesilir. Bunu bir düşün!. Hayretle yüzüme baktı,
–Erkekler
erkeklikten kesilir mi? Bunu bilmiyordum. Hiç kesilmezler sanıyordum.
–Şimdi beni dinle ! Bu akşam, yattığınız
zaman, ona de ki; artık ben eskisi gibi sevişmek istemiyorum. Konuşalım ve
sarılıp yatalım.
Göreceksin
her şey düzelecek. Olmazsa yine görüşürüz. Dedim ve basit bir sakinleştirici
reçete yazdım. Sevinerek yerinden kalktı ve sonra güleç bir yüzle teşekkür etti
ve gitti.
Ertesi
gün sabahleyin, tam muayene haneden çıkıp hastaneye gideceğim sırada, Kahveci
Tahsin efendi, elinde kocaman bir fincan sıcak kahve ile ıslık çalarak geldi.
Yüzünde güller açıyordu.
–Doktor
Bey! Verdiğin ilaç bizim hanıma çok iyi geldi. Hiç siniri filan kalmadı. Dün
akşam sarılıp yattık,dedi.
EVCİLİK OYUNU
Çocukların
ne kadar meraklı olduklarını ve bizleri taklit ederek hayatı öğrendiklerini,
herkes bilir. Buna karşın, bazı hareketlerimizin onlar tarafından görülmemesi,
bilinmemesi gerektiğini de biliriz. Her an, bizleri gözetleyip dinlediklerini
unuturuz. Bazı gizli kalması gereken davranışlarımızı, cinsel yaşamla ilgili
hareketlerimizi, dalgınlık ve umursamazlığa düşmeden, onlardan saklamasını da
bilmeliyiz.
Hükümet Tabibi olarak çalıştığım senelerde
bir gün muayene haneye, iki genç kadın geldi. İkisini de ilk kez görüyordum.
Belki de ilçeye konuk olarak gelmişlerdi. Giyimleri ve kuşamları da oldukça
tahsil ve terbiye gördüklerini gösteriyordu. İkisi de esmer, siyah kısa saçlı,
yalnız birinin sağ yanağında siyah bir ben vardı. Karşıma geldikleri zaman,
biraz tedirginlik içindeydiler, mini eteklerini çekiştirip düzelterek
oturdular. Ben gülümseyerek hal hatır sordum.
–
Hanginiz hasta, dedim.
Benli hanım arkadaşına,
–
Azcık dışarı çıkar
mısın, doktor beyle yalnız konuşmak istiyorum. O dışarı çıktıktan sonra,
–Ben komşu illerden birinde, lise edebiyat
öğretmeniyim. Bir toplantıda, sınıf arkadaşınız bir doktor, sizi çok övdü, çok
etkilendim. Buraya çıkan bir daveti fırsat bilerek, sizin için geldim, dedi ve
sustu. Benim için onur verici bir durumdu. Ben keyiflenip rahatladım ama o, hiç
de rahat görünmüyordu. İki dizi arasına koyduğu çantasıyla oynamaya başladı.
Parmak hareketleri kararsız ve sinirliydi.
Yerinde kımıldadı, yüzü kızardı ve
yutkundu, mini eteğini çekiştirdi. Söylemekte güçlük çektiği belliydi. Cesaret
vermek için,
–Bak
hoca hanım, benimle her şeyi konuşabilirsiniz. Konuştuğumuz her şey burada
kalır ve yapabileceğim her yardımı da yaparım. Şimdi çekinmeden söyle bakalım.
Sıkıntılı
bir durumda yüzüme baktı ve bir çırpıda söyledi.
–Kızlık
muayenesi yapmanızı istiyorum.
Sonra derin bir nefes aldı. Muayenehanede
bu tür bir muayeneyi yapmam olanaksızdı. Onunla ilgili muayene masası, ışık
düzeni, alet ve edevat yoktu. Ayrıca bu muayeneyi yaparken, yanımda bir kişi
daha olmalıydı. Ortamı biraz yatıştırmak için, muayenehane poliklinik defterimi açtım,
–Adınızı
ve adresinizi alabilir miyim?.
Yine
sıkıntılı bir duruma girdi, söylemek istemediğini anladım.
–
Benli hanım, 22 yaşında,
diye yazıyorum, tamam mı?. O da başıyla onaylayınca, konuşmamı sürdürdüm.
–Bak
hoca hanım, burası o muayene için uygun değil. Sonra, yanımızda bir kişinin
daha bulunması hem senin ve hem de benim emniyetim bakımından gerekiyor. Yarın
öğleden sonra saat dörtte sağlık merkezine gel, hemşire hanımla birlikte
muayene ederiz ve istersen rapor da yazarım.
Birden
değişti, rahatladı ve gülümseyerek ayağa kalktı.
–Çok teşekkür ederim, yarın muhakkak
geleceğim, bu son fırsatım. diyerek gitti. Niçin son fırsatı idi, bilemezdim
ama, kararlı tavrı kesinlikle geleceğini gösteriyordu. Ertesi günü, dediğim sa-
atte geldi ve doğum odasına götürdük.
Hemşire hanım yatırıp hazırlarken, ben de eldivenleri taktım ve muayene ettim.
Kızlık zarı tamamen sağlam ve içine bir parmak girmesine bile izin vermeyecek
nitelikteydi.
–Tamam giyinebilirsin!
Niçin muayene olmak istediğinizi öğrenmek isterim, çok merak ettim.
“Olur”yanıtını verdi ve sustu. Eldivenlerimi çıkarıp, elimi yıkayıncaya kadar
çabucak giyindi, baş tabip odasına geçtik ve oturduk. Ölesiye merak ettiğinden
emindim ama, çevresine karşı o kadar kuşkulu davranıyordu ki, hemşire hanım yanımızdan
ayrıldıktan sonra ancak, sorabildi.
–
Nasıl ?
–Hiç
merak etme,sapasağlam, şimdi anlat bakalım.
–Çok
şükür ! dedi.
Sonra,
derin bir nefes aldı, yüzü sevinçle aydınlandı. Artık yüz-göz olmuştuk
sıkılmıyordu. Mini eteğini filan da çekiştirmiyordu.
Oturduğu
koltukta öne doğru hafifçe eğildi ve anlatmaya başladı.
–Genç
bir doktorla tanıştım ve birlikte çıkmaya başladık. Benimle evlenmek istiyor.
Ben de istiyorum ama, özürlü olduğumu sandığım için, ne yapacağımı bilmez
haldeydim ve bir türlü yanıt veremedim. En sonunda siz aklıma geldiniz, şimdi
rahatlıkla “Evet” diyebilirim” diyerek gülümsedi. Sonra tekrar kendini
toplayarak derin bir nefes aldı ve anlatmayı sürdürdü.
–Annem
ve babam öğretmendi. Seneler önce, ben ilkokul dördüncü sınıfında iken, aile
dostumuz bir karı koca öğretmenler vardı.
Oturduğumuz
kiralık daireler bitişikti. Onların da ortaokul üçüncü sı-
nıfında bir oğulları vardı. Ben ona;”Hayri
ağabey” diyordum. Cumartesi ya da Pazar akşamları çok kez, ailelerimiz bir
araya gelirler, içki içip yemek yerler
ve kafaları tamam olunca, salonda oturup kağıt oyunları oynarlardı. Hele bir
“Papaz kaçtı” oyunları vardı ki, dünyayı unuturlar, gülmeleri ve haykırmaları
sokaktan duyulurdu. Biz de bitişik oturma odasında ödevlerimizi yapar ders çalışırdık.
Hayri
ağabey benim bütün derslerime ve ödevlerime yardımcı olurdu. Onların evinde
olduğumuz bir akşam, ödev defterimi unuttuğumu gördüm. Giderek anneme söyledim.
Annem de anahtarları verdi ve “Gidin alın”dedi. Birlikte bizim eve gittik ve
defteri aldık. Tam döneceğimiz sırada Hayri ağabey,”Gel evcilik oynayalım”
dedi. Zaten sıkılmıştım,”Olur”diye yanıtladım. Tam oyuncaklarımı çıkaracağım
sırada bana sarıldı ve dudaklarımdan öptü ve “Külotunu çıkar” dedi.
Ben,
“Olmaz!” dedimse de “Evliler yatarken çıkarırlar, hiç korkma çok eğleneceğiz”
deyince, ”Doğru”diye düşündüm. Gerçekten annemin yatarken çıkardığını birkaç
kez görmüştüm. Onun üzerine biraz çekinerek külotumu çıkardım. Bu sürtünmeli ve öpüşmeli evlilik oyunu çok
hoşuma gitti ve çok eğlendim. Sonra hemen onların evine, ailelerimizin yanına
döndük. “Acaba geç kaldığımızı anladılar mı?” diye biraz endişe ettik ama,
oyuna öyle dalmışlardı ki, dünyadan haberleri yoktu. Yaptığımızın yanlış ve çok
da ayıp olduğunu, ailelerimizin kızacaklarını biliyorduk. Ama bu evcilik oyunu da ikimizin çok
hoşuna gitmişti, vaz geçemiyorduk. Her fırsatta bu oyunu tekrarlamaya başladık.
Bu eğlenceler bizi birbirimize de çok bağladı. Birlikte geziyor, birlikte ders
çalışıyor, hatta her an birlikte olmak istiyorduk. Birlikte ders çalışmamızdan,
Hayri ağabeyin beni koruyup kollamasından ai-
lelerimiz hiç kuşkulanmıyor, hatta memnun
görünüyorlardı. Bazen bizi teşvik bile ediyorlardı. Halk arasında, bizi kardeş
sananlar da oluyordu. Yine bir gün evcilik oynuyorduk, tam heyecanlandığımız bir
anda, benim şeyimde bir acı duydum ve “Ay, çok acıdı”diye bağırdım. İkimiz de
korktuk ve hemen oyunu bıraktık. Birkaç gün sonra dayanamayıp, önümüze çıkan
ilk fırsatta, evcilik oyunumuzu sürdürdük. Yaz tatilinden sonra, onların başka
bir ilçeye tayinleri çıktı ve en çok üzülen de Hayri ağabey ile ben oldum. Hem
eğlencem hem de koruyucum gidiyordu. Ben daha sonra yatılı liseye ve daha sonra
fakülteye gittim. Evcilik oyununun eğlencesini her zaman anımsadım ama, neden
acı duyduğumu da uzun zaman düşünmedim. Şimdi evlenmem söz konusu olunca,
üzüntülü günler yaşadım. Üzüntüden uykularım kaçtı. Derdimi hiç kimseyle
paylaşamadım. Kızlık zarım sağlamsa, o acıyı niye duydum, bana söyler misiniz?
–
Tabi anlatırım Hoca
Hanım. Kızlık zarı bölgesi çok duyarlı bir bölgedir. Oraya yapılan sert bir
dürtü acı oluşturur. Kızlık zarı yırtılsaydı az da olsa kan gelmesi çok kez
görülürdü. Tamam mı? Kuşkulu ve sıkıntılı durumu tamamen kayboldu, gözleri parladı.
–Bu
kadar zamandır boş yere üzülmüşüm. Keşke size daha önce gelebilseydim. Bu
iyiliğinizi hiç unutmayacağım.
Elimi
sıktı ve ayrıldı. Ben de arkasından yüksek sesle,
–Mutluluklar
dilerim, diye yanıtladım.
Neyse
ki bu evcilik oyunu, kötü bir biçimde sonuçlanmamıştı.
EVLİ BİR BAKİRE VE ADAŞ
Sağlık
memuru Hüsnü bey, askerliğini yaptıktan sonra, ilk devlet hizmeti olarak,
Sağlık Merkezimize gelmişti. Kendisi yerli halktandı ve ailesi ile birlikte
ilçeye çok yakın Kepen köyünde kalıyordu. Her sabah yürüyerek köyden gelir ve
mesai saatinde işinin başında olurdu. Akşam da yürüyerek köye dönerdi. Zayıf ve
çelimsiz olması bizi endişelendiriyordu ama yapılacak
bir şey yoktu. Bilmediklerini
içtenlikle soruyor, işlerine çok dikkat ediyordu. Beş vakit namazını kılması
yanında, islami kurallara da tam anlamıyla inanarak uyması, bize güven veriyordu.
Kendisinden hepimiz çok memnunduk. Bekardı ve hiç arkadaşı yoktu. Sakin, içine
kapanık, kendine güvensiz ve tek düze bir yaşam içinde olması, beni
düşündürüyordu. Bir gün, kendisine takıldım.
–Hüsnü
bey, askerliğini yaptın, işin de var, artık seni evlendirelim.
–Haklısınız
efendim, sözlüm bir kız var, uygun bir zaman bekliyoruz.
–Ya!
Öyle mi?. Ben tanıyor muyum?,
–Elbette
tanırsınız. Ziraat bankasında memure Ayten hanım.
Ayten hanımın kendisini ve ailesini çok iyi
tanıyordum. Esmer kara kuru, ama sevimli bir kızcağızdı. Canlı, hareketli,
neşeli tavırlarıyla kendini sevdirmeye çalışıyordu. Bazen bana uğrar,
zayıflığından şikayet eder ve iştah açıcı ilaçlar isterdi. Ben de her şikayet
edişinde,
–Durumun
çok iyi Ayten Hanım, manken gibi esmer güzeli bir kızsın, diye iltifat ederdim.
Babası Muhlis efendi, Devlet Demir
Yollarından emekliydi ve felçli olması nedeniyle yatalak durumdaydı. Karısı
Dürüye hanım güçlü kuvvetli, melek gibi sakin bir kadındı. Kocasına olağan üstü
iyi bakıyordu ve doktorların söyledikleri her şeyi tam anlamı ile uyguluyordu.
Bir gün onların evinin yakınındaki evde olan bir hastaya bakmak için gitmiştim.
Aklıma esti, evlerine uğradım. Hastanın eli yüzü, çamaşırları ve çarşaflar
tertemizdi.
–Aferin
Düriye hanım, Muhlis efendiye çok iyi bakıyorsunuz?.
–Nasıl
bakmam, doktor bey? O benim efendim. Hala onun ekmeğini yiyorum, demişti.
Bir
gün, Sağlık Memuru Hüsnü bey, evlenmek
için izin istedi. Davullu zurnalı bir düğünle ve Ayten Hanım ile evlendirdik.
Muhlis efendinin iki katlı, kocaman bahçeli, iki katlı evine iç güveyisi gibi
yerleşti. Mutlu ve düzenli bir hayatları vardı. Kısa bir süre sonra Muhlis
efendi vefat edince üzüntülü günler yaşadılar. Ayten hanım, babasını çok
severdi. Babası vefat ettikten sonra, evi de ilçeyi de içine sindiremedi. “Bir
an önce buralardan gitmek istiyorum” dediğini söylediler. Belki de hem büyük
şehir hayatı yaşamak, hem de kocasının, kalabalık köylü ailesinden kurtulmak
istiyordu. Hüsnü bey ise, yaşadığı hayattan çok memnundu. Bana sorarsanız,
ömrünün sonuna kadar burada yaşamayı, çocuklarını burada büyütmeyi ve burada
emekli olmayı düşlüyordu, sanırım. Karısının ısrar ve yalvarmalarına dayanamadı
ve bir gün bana gelip sordu,
–Ankara’ya
tayinimi nasıl yaptırabilirim?
Sevdiğim
bir insan ve çalışmasından memnun olduğum bir memurdu.
–Biraz zor! Sağlık Bakanlığının Gevher
Nesibe Yüksek Okuluna girebilirsen, hemen tayinini yaparlar, bize göre bir
sakıncası yok. Diğer sağlık memurumuz işleri yürütür, dedim.
Sonunda
her ikisinin de tayinleri Ankara’ya çıktı. Evlerini kiraya verdiler, Dürüye
hanımı da yanlarına alıp gittiler. İki sene sonra yaz tatili için ilçeye
geldiklerinde bana uğradılar. Şöyle bir baktım,”Eski hamam, eski tas”.
Kara-kuru bir Ayten hanım, süklüm-püklüm bir Hüsnü bey. Hal hatır sorduktan
sonra, doktorluk damarım kabardı,
–Çocuğa
bakacak annen de var, niçin çocuk yapmıyorsunuz?.
Bu
soru üzerine ortalık karıştı. İkisi de kararıp kaldılar. Hüsnü bey,
–İzninizle, deyip yerinden fırladı ve
dışarı çıktı. Ayten hanım ağlamaya başladı.
–Neler
oluyor kızım size?
Bu
sorum üzerine de anlatmaya başladı.
–Ben
Hüsnümü seviyorum, o da beni seviyor. Birlikte çok mutluyuz ve çok iyi
anlaşıyoruz ve eğleniyoruz. Ama aramızda cinsel ilişki yok, ben hala bakireyim, dedi.
Şaşırmadım
desem yalan olur. Çünkü Hüsnü beyin süklüm-püklüm, kendine güvensiz hali,
eskisine göre daha da kötü durumdaydı. Sonra anlatmayı sürdürdü,
–Cinsel ilişkiye hazırlandığımız anda,
Hüsnü normal duruma geliyor, tam başlarken gevşiyor ve sonra her şey bitiyor. O
nedenle ben bir eksikliği olduğunu sanmıyorum. Önce geçer diye bir süre
bekledim ama, değişen bir şey yoktu. Beklemenin yararsız olduğu kanısına
vardım. Çünkü bir süre sonra, artık bana yaklaşmak-
tan, bana dokunmaktan da korkmaya başladı.
Bir çare aramak zamanının geldiğini düşünerek, onu ikna etmeye çalıştım. Her
defasında, “Ben iyiyim niye doktora gidecekmişim“, diye söyleniyor ve bana
küsüyordu. Yaz gelince, buralara gelmeyi ve ailesini görmeyi çok istiyordu.
Size durumu anlatmak ve muayene olmak koşuluyla, kendisinden söz alarak birlikte
geldim, dedi.
Doğrusu
iki sene bu duruma bir kadının sabretmesi, bence büyük bir sevgi göstergesidir.
–Sen üzülme kızım, durum pek kötü
görünmüyor. Büyük bir olasılıkla psikolojik kaynaklı, sanıyorum. Çağır gelsin,
ikinizle birlikte konuşalım,diyerek ümit verdim.
Dışarı
çıktı ve bir çocuk getirir gibi, Hüsnü’yü elinden tutarak getirdi. Gülerek
karşıladım.
–Hüsnü bey çocuk gibisin vallahi, Allah
aşkına şu hal sana yakışıyor mu?. Her şeyin bir çaresi var. Senin durumun
psikolojik. Bu utanılacak bir şey de değil. Yalnız kimseye bir şey söylemeyin,
ben bunun çaresini biliyorum, dedim.
İkisinin
de gözleri parladı, yüzleri aydınlandı. Sanki bir ilaç verip hemen her şeyin
düzeleceğini sanmış gibiydiler. Birbirlerinin ellerini tuttular, birbirlerine
sevinerek baktılar ve sonra bana döndüler.
Bildiğimi
söylediğim çareyi, gözlerimin içine bakarak, gözleriyle sordular.
–Bakın, önce benim söyleyeceklerimi
yapacağınıza söz verin, her ikisi birden,”Söz”dediler. Şimdi beni dinleyin, tatilinizi mutluca
geçirin, her günün tadını çıkarın. Gideceğiniz günden bir gün
önce bana gelin. Benim Ankara da bu
hastalıklarla uğraşan çok yakın bir arkadaşım var. Size bir mektup vereceğim ve
doğru ona gideceksiniz. Hiç merak etmeyin, gerekirse bir “Mutluluk Çubuğu”
takar, durum düzelir. Seneye doğacak çocuğunuzla birlikte bekliyorum, dedim.
Sözlerimin
bazı yerinde hayal kırıklığına uğradılar yüzleri asıldı, bazı yerinde
sevindiler ve sonunda el ele tutuşarak sevinç içinde gittiler.
Durumları
açıkça belli ediyordu ki bunlar, gerçekten birbirlerini seviyorlardı. Zamanı
gelince mektuplarını verdim, teşekkür ederek ayrıldılar.
Bir
sene sonra, kucaklarında bir erkek bebek ile geldiler ve bebeklerini gururla kucağıma verdiler. Her
ikisinin de gözleri parlıyordu. Sihirli bir değnek dokunmuş gibi, sevgileri
güçlenmiş, eksik olan sevdaları ve aşkları tamamlanmıştı. Ayten hanımın kara
kuru durumu, akça pakça bir hanıma dönüşmüş, şık giyimi ve makyajı ile güzel
bir kadın olmuştu. Hüsnü beyin o sünepe ve içine kapalı hali kaybolmuş, ense
kulak yerinde, etrafına güvenle bakan bir erkek, gururlu bir baba durumuna
dönüşmüştü. Bu duruma gelmelerinde benim de payım olması nedeniyle çok
sevindim. Sonra gülerek, laf olsun gibisinden,
–Bebeğin
adını ne koydunuz?” diye sordum. Verilen yanıt benim için harikaydı.
–Sizin
adınızı koyduk, adaşınız oldu doktor bey! Dediler.
GÜVEN
DUYGUSU
Güven
duygusu için, “ Bin günde kurulur, bir anda yıkılır “ derler. Bu duyguyu
çevrenizde yaratabilmeniz ve kazanabilmeniz için, günlerce ya da aylarca, bu
duyguyu insanlara vermeniz ve onları inandırmanız gerekir.
Kaymakam
Vekili olarak da çalıştığım bir yaz günüydü. Özel kalem Memuru, yanıma geldi,
–
Akça su köprüsü, yol
yapım çalışmalarından bir mühendis geldi, sizinle acele görüşmek istiyor
efendim, dedi.
– Gelsin
bakalım. Ne istiyormuş anlayalım.
İçeriye spor kıyafetli, ceketsiz, üstü başı
toz toprak içinde genç bir adam girdi. Telaş ve heyecan içinde olduğu
görünüyordu. Önce sakinleşmesi gerektiğini düşündüm.
–
Hoş geldin mühendis bey!
Önce şöyle bir otur, nefeslen. Masamın önündeki koltukta yer gösterdim.
Koltuğun kenarına ilişerek oturdu.
Sonra
heyecanla yüzüme baktı,
–
Kaymakam Bey! Oturacak
kadar bile vaktimiz yok. Bütün iş makinaları, işçiler ve teknisyenler köprünün
başında bekliyorlar. Adamın biri eline bir tüfek almış, önümüze geçti. “Kim bu
tarlaya girerse vururum” diye bizi tehdit ediyor. Bu yolun yapımında iş
makinaları için, ancak üç gün ayırabildik. Program bozulursa, bir seneden önce
tekrar gelemeyiz.
Canım
sıkılmıştı. Gerçekte bu konunun, daha önceden düzenlenmesi gerekirdi. Ama bizim
hiçbir şeyden haberimiz olmamıştı. Şimdi ise çare bulmak bize düşüyordu.
Senelerdir çalıştığım bu ilçede herkes beni tanırdı. Eğer beceremezsem Vali
Paşaya da dert anlatamazdım. Gergin havayı yumuşatmak için, güven dolu sakin
bir sesle, genç mühendisin gözünün içine bakarak,
– Merak
etme ben seninle gider hal ederim, dedim.
Mühendis
bey bu sözlerime karşı,”Amma da kendine güveniyor” der gibi yüzüme baktı.
Özel
kalem memuru Mehmet Beye döndüm,
– Haber
ver, hemen jip’i hazırlasınlar.
Biraz sonra, mühendis ile birlikte jip’e
bindik ve yola çıktık. Önce, Akça su
Muhtarına uğradık, silahlı adam konusunda bilgi almam gerekiyordu. Muhtarın
anlattığına göre, tarla sahibi Harbi Ahmet adında fakir bir adammış. Kendisine
Harbi denmesinden de çok hoşlanırmış.
Tarlanın
da 9 ya da 10 bin lira kadar edebileceğini de öğrendim. Yapılacak yol, tarlayı
tam ortadan böldüğü için, kalan her iki tarafın da ekilmesi zor olacakmış.
Tarladaki ceviz ağacı zarar görmeden kalıyormuş. Bunları öğrendikten sonra
doğru köprünün başına gittim. Manzara oldukça ilginçti. Bütün iş makinaları,
damperli kamyonlar, tek sıra saf tutup dizilmişler, işçiler ve şoförler,
gruplar halinde arabaların gölgelerine oturmuşlar, muhabbet ediyorlardı.
Karşılarındaki tarlanın ortasında büyük bir ceviz ağacı vardı. Ceviz ağacının
gölgesine, elinde bir tüfek ile bir adam oturmuş, gözlerini iş makinalarına
dikmiş bakıyordu. Tek başıma adama doğru yürüdüm. Beni görünce hemen ayağa
kalktı. Yaklaşınca yüzüne baktım, yüzü yabancı gelmedi ama anımsayamadım. Adam kaşlarını
çatmış oldukça kızgın ve kaygılı görünüyordu. Yumuşak ve ahbapça seslendim,
–
Beni tanıdın mı Harbi
Ahmet Efendi!
– Tanımaz
olur muyum Doktor bey! Buyur, hoş geldin.
–
Pek hoş geldik sayılmaz.
Adamların karşısına silahla çıkmış, ödlerini patlatmışsın. Bu yaptığın kırk gün
köylerde söylenir artık. Şan oldun memlekete, dedim.
Önce başını yere doğru eğdi, sonra tekrar
kaldırdı ve yüzüme bakarak keyifle güldü. Kollarını iki yana doğru açarak
efelendi.
–
Amma da ödlek
heriflermiş. Halbuki ben onlara tarlanın parasını vermezseniz adım attırmam dedim.
– Söyle
öyleyse, bu tarlaya kaç para istiyorsun?
– Geçen
sene 9 bin lira verdiler vermedim.
–
Peki öyleyse. Sana 10
bin lira vereceğim. Ceviz senin, yolun iki yanındaki kalan kısmı da ekersin.
Yalnız paranı bir ay sonra devletten alıp vereceğim. Eğer devlet vermezse, ben
vereceğim. Bir ay sonra gel, paranı al. Tamam
mı?
–
Verdim gitti. Sen kefil
olduktan sonra hiçbir derdim olmaz,dedi. Problemi çözmüştüm. Mühendis bey,
makinaların önünde dikilmiş bizi izliyordu. Kolumu havaya doğru kaldırarak “
Yürüyün “ işareti yaptım. Bir gürültüdür koptu. Bütün motorlar birden çalışmaya
başladılar ve çalışma başladı. Üç gün içinde yol yapıldı. Giderken de Mühendis
Bey uğradı ve teşekkür etti. Bir ay
sonra,
Harbi Ahmet Efendi, Poliklinikte çalışırken karşıma geldi.
– Doktor
Bey, ben geldim, dedi.
Meşhur Ata sözü vardır,” Devlet alacağına
şahin, vereceğine kargadır “ derler. Tapu muamelesi dahil, bütün hazırlıkları
tamamlattığım halde, devletten tarlanın parasını bir ayda çıkaramamıştık. Ama
verdiğim sözü unutmamıştım. Harbi Ahmet’in gün saydığını biliyordum. Zamanında
geleceğini kesinlikle bildiğim için, parayı bankadaki hesabımdan alarak kasaya
koymuştum. Hazırlattığım vekaletnameye imzasını attırdım ve parasını verdim.
Elimi sıkarken gözlerimin içine baktı,
–
Sana güvendim Doktor
Bey! Sen arada olmasaydın, katiyen razı olmazdım, dedi.
HALKACI
KADIN
Doktor, önündeki
kitabın sayfalarını karıştırıp duruyordu. Kapı açıldı ve yavaşça kapandı.
Gözlüklerinin üzerinden hastabakıcıya, endişeli ve soran gözlerle baktı. Göz
göze geldiler. Hasta bakıcı
yanıtladı ve olduğu yerde kaldı.
– Hastalarımız
bitti.
Sanki yorgunluktan sırtını kapıya dayamak
istiyormuş gibi bir hali vardı. Çehresi solgun ama sevinçli görünüyordu. Doktor
derin bir nefes aldı. Bir rahatlık dalgası vücudundan geçti. Bir hasta daha
olsa sanki, bakamayacakmış gibi bir duygu, bir bıkkınlık, içinden gelip geçti.
İçi şükür doldu. İki elini beline bastırarak ve yüzünü biraz ekşiterek
doğruldu.
–
Bu gün de geçti Zemine hanım! dedi.
Zemine kadın bu “Hanım” hitabına, her
zamanki gibi yine şaşırdı. Nedense buna bir türlü alışamamıştı. Halbuki, bu
hitap şekli, doktorun eskiden beri adetiydi. Hiç kimseye yalın adıyla hitap
etmezdi. İnsanlara değer verdiğinin bir belirtisi ve karşısındaki kişiye bunu
hissettirmenin en güzel yolunun, bu olduğunu söylerdi.
Doktor, gri renkli
fötr şapkasını giyerek kapıdan çıktı. Uzaklardan gelen uğultuya benzer gürültüyü duyunca
irkildi. Caddelerin olağan üstü kalabalığını fark edince, birden anımsadı.
Kasabada panayır başlamıştı. Kendisi için bir değişiklik olacağını düşünerek,
panayırın kurulduğu tarafa doğru yöneldi. Panayır günlerinde sağlık merkezi ve
muayenehane o kadar yoğun oluyordu ki, yorgunluktan çıkıp gezmek bile kısmet
olmuyordu. Bu panayırı ilk ziyareti olacaktı. Nedense tenha yollardan gitmek
istiyordu. Tanıdığı fakat, adını
anımsamadığı birkaç kişi ile selamlaşarak yürüdü. Köşe-
yi dönünce, yoğun bir uğultu ile anlamsız
bir gürültünün içine düştü. Anlamsız bağırmalar ve müşteri çağıran sesler, bir
uğultu halinde göğe yükseliyordu. Köşede bir dörtgen çadır ile ona bitişik bir
konik çadır gördü. Merak etti ve o tarafa yöneldi. “Halkacılar” diye birden
tanıdı. Tezgahın önünde üç kişi yan yana duruyordu. Dördüncü olarak da kendisi
sıraya girdi. Dörtgen çadırın içinde, yan yana birleştirilmiş masalar ve
masaların üzerlerinde, belirli aralıklarla dizilmiş sigara paketleri vardı.
Birinci müşterinin karşısında, genç sarışın bir kadın duruyordu ve elinde tahta
halkalardan birkaç tanesini tutuyordu.
Kadının
göğsünden aşağısı tezgahın arkasında kalıyor ve görünmüyordu. Bir gariplik,
olağan dışı bir başkalık vardı bu kadında. Yaptığı
işle, makyajının ustalığını da bağdaştıramadı. Sarı saçları, özenilerek
taranmış ve omuzlarına doğru dökülmüştü. Mavi gözleri masum bir ışıltıyla
parlıyordu. İyi bir eğitim gördüğünü ya da iyi bir terbiye gördüğünü düşündü.
Yüzü hafif çilli, omuzları ve kolları oldukça yuvarlak, balık etinde ve yirmi
yaşlarında kadar görünüyordu. Karşısındaki müşterilerin gözlerinin içine
bakarak, en içten ve ümit veren, gülücüklerle konuşuyordu. Sonra tekrar
oynamasını rica ediyor, ikna edemezse bir an somurtuyor ve bir sonraki
müşteriye dönerek aynı pozları tekrarlıyordu. Son müşterinin attığı iki halka,
sigaralardan hiç birinin üzerine oturmadı. Üçüncü halka ise, çember gibi
yuvarlanarak yere düştü. Kadın onu almak için yürüdü ve o zaman kadındaki
garipliliğin ne olduğunu anladı. Kadın hamile idi. Hem de doğum yakın
görünüyordu. Birden karşı karşıya geldiler ve yapayalnız kalıverdiler.
Doktor
bir şey yapmış olmak için, şapkasını alnından geriye doğru itti. Kadın,
elindeki halkaları birbirine vurarak gülümsedi. Göz göze geldiler. Doktor,
gözlerinin içi gülerek, sevgi ve şefkatle, bi-
raz
da acıyarak baktı. Kadın hep şehvet ve arzu dolu bakışlara alışıktı.
Şaşırdı,
gözlerini indirdi, halkaları uzattı,
-Oynamak
ister misiniz? Doktor, birden soruverdi,
-Bebek
kaç aylık?
Kadın büsbütün şaşırdı. Önce “Sana ne?” ya
da “ Seni neden ilgilendiriyor?“ der gibilerden, soran gözlerle baktı. Sonra,
yüzündeki tebessüm yavaş yavaş kayboldu ve nihayet kızararak somurttu. O zaman
doktorun aklı başına geldi. Öyle ya, bu kadıncağız, bu Allah’ın garibi, onun
doktor olduğunu nereden bilecekti.
–
Ben doktorum, deyiverdi
ve ekledi.
– Burada
sağlık merkezimiz var, ebemiz de var.
O sırada bir erkek, kadının yanına
geliverdi. Uzunca boylu, sarışın, mavi gözlü, ince bıyıklı ve oldukça yakışıklı
görünüyordu. Yüzünde sevimli bir aydınlık vardı. Soran gözlerle kadına baktı.
Kadın sıcak bir sesle,
–
Doktor bey bebeği sordu, dedi.
Sonra doktora döndü ve sanki bir ayıptan
bir günahtan kurtulmak istermiş gibi,
–Yusuf’la
yeni evlendik, dedi.
Doktorla Yusuf,
hafifçe başlarını eğerek birbirlerini selamladılar. Doktor, ”Yeni
evlendik” sözüyle bebeğin büyüklüğünü aklında ölçtü. Kafasına bir sürü
sorular yığıldı. Fakat, yeni bir soru sormanın anlamsız olacağını düşünerek,
onlara iyi şanslar diledi ve ayrıldı.
Gece yarısı kapının ziliyle uyandı. Zil üç
kez ardı ardına çalmıştı. Demek ki, hastahaneden onu çağırmaya, en azından bir
şey sormaya gelmişlerdi. “Belki bir şey sorarlar da kurtulurum” ümidiyle
balkona yöneldi ve aşağıya baktı. Ev iki katlı, tümü kendisine ait,
tipik Anadolu evlerinden
biriydi. Bahçesi ,bahçesindeki meyve ağaçlarıyla, ahırıyla tam anlamıyla bir
ağa eviydi.
– Ne
o Ahmet efendi?
Yarı
uykulu bir sesten, tek kelimelik bir yanıt geldi.,
– Doğum.
Demek ki ümidi boşuna çıkmıştı, gitmesi
gerekiyordu. Zaten buna alışıktı. Her gece bir ya da birkaç kez gittiği olurdu.
“Doktorluk özveri mesleği” sözünü anımsadı ve gülümsedi. Sonra birden aklına
geldi.
Panayırlarda,
her türlü olayla birlikte daha çok, kavga-dövüş-sarhoşluk- yaralama gibi
olaylar olurdu. “Bu doğum da nereden çıktı” diye aklından geçirdi. Sağlık
merkezine geldiği zaman, zile üç kez bastı. Bu geldiğini personele bildiren bir
“Parola” idi. Kapı açılınca, Ahmet efendi ile selamlaştı, odasına giderek
soyundu. Beyaz gömlek ve pantolonunu giydi ve doğum odasına doğru yürüdü. Her
zaman ki gibi Ebe hanım hazır onu bekliyordu. Gülümseyerek selamlaştılar. Hemen
ellerini sabunlayıp ve fırçalayarak yıkadı ve eldivenleri giydi. Bu arada ebe
hanım durumu anlatmıştı. Doğum normaldi, ateş yok, tansiyon- nabız normal, ilk
doğum, yalnız ağrılar güçsüzdü. Doktor muayenesini yaptı,
– Vakit tamam,
dedi. Gerekli ilaçları söyledi ve ilaçlar derhal yapıldı.
Biraz sonra, ağrılar sıklaşmaya başladı ve
bir süre sonra da, bir bebek doktorun avuçlarında idi. Ebe hanımla ikisi
şaşkınlıkla birbirlerine bakıp kaldılar. Ummadıkları bir olayla
karşılaşmışlardı. Şaşkınlık ve panik içinde birbirlerine bakıyor, bir türlü
inanmak istemiyorlardı. Ebe hanım kendisini çabuk toparladı, sondayla çocuğun
ağzını burnunu temizlemeye başladı ve ayaklarından tutup sallandırarak,
poposuna küçük bir şaplak indirdi. Nihayet “Ufaklık” olanca gücü ile bağırmaya
başladı. Sonra nefesleri sıklaşarak sus-
tu. Bu bir zenci erkek bebekti, koyu
morumtırak bir görünüşü vardı. O güne kadar hiç, zenci bir bebek dünyaya
getirmemişlerdi. Kadına baktı, ikinci bir şaşkınlığa uğradı. Evet bu kadın,
panayırda gördüğü “Halkacı kadın”dı. Gözleri kapalı, alnında ter damlaları
birikmiş olarak yatıyordu. Rahatlamış ve gevşemiş bir hali vardı. Yüzünde
aydınlık, mutluluk ve tebessüm, hepsi bir arada, sanki biri birine karışmıştı.
Fısıltılı
bir sesle,
– Bebeğimi
görebilir miyim? dedi.
Doktorla ebe hanım tekrar
birbirlerine endişeyle baktılar. Bebek
hazırlanmış, beyaz temiz bir havluya sarılmış durumda idi. Ebe hanım, alışık
haliyle, iki elinin avuçları içinde tuttuğu bebeği, kutsal bir emanet gibi, anneye uzatırken, –
Buyurun,
oğlunuzu güle güle büyütün, dedi.
Odanın havasında bir sessizlik, bir gerilim
oluştu. Hep birlikte, kopacak kıyameti bekliyor gibiydiler. Anne gözlerini
yavaşça açtı ve bebeğe baktı. Önce şaşırır gibi oldu. Sonra, yüzü aydınlandı ve
sevinç doldu.
–
Ah canım, dedi. Sonra doktora dönerek,
– Babalık,
o kör olası zenciye nasip olmuş, diye ekledi.
Kutsal bir şey tutarcasına, elleriyle
bebeğine sarıldı ve göğsüne bastırdı. Yıllarca beklediği sevgilisine kavuşmuş
gibi mutlu, gözlerini sımsıkı kapatarak sarılıp kaldı.
Demek ki annelik böyle oluyordu. Bebeğin
meşruluğu ya da gayri meşruluğu, beyazlığı ya da siyahlığı onu etkilemiyordu.
Bebek onun bebeğiydi ya işte o kadar.
Kopması
beklenen kıyametin “Mutlu son” ile noktalanması bizlere derin bir nefes
aldırdı. Aldırdı ama, zihinlerimizi de karma karışık etti. Sarışın anne, sarışın
baba, zenci bebek ve “O kör olası zenci baba ”.
İĞNECİ‘ NİN SIRRI
Bütün köylerimizde bir sağlık kuruluşu
olmasını hepimiz isteriz ama, bu gün için olanaksız olduğunu da hepimiz
biliyoruz. O zamanlar, bulunduğum
ilçenin yirmi beş köyüne karşın, yalnız iki ebe bir sağlık memuru ve iki
Eğitmen vardı. Gerçekte her köyde, iğne yapacak bir kişiye ihtiyacımız da
oluyordu. İlkokul öğretmenleri yardım etmeye çalışıyorlardı ama, biz onların
amiri değildik ve sağlık bilgileri de, deneyimleri de yetersizdi. Her köyde,
hastalara iğne yapan bir kişi, bir iğneci olduğunu öğrendim. Kanuna göre,
Sağlık Memurları, hemşireler bile, ancak doktor nezaretinde iğne
yapabilirlerdi. Ama yaşantımızın gerçeği öyle değildi. Onları biraz eğiterek,
daha yararlı duruma getirmeyi düşündüm. Sağlık merkezindeki hasta bakıcılar,
bütün köylerdeki iğnecileri tanıyorlardı. Onların yardımıyla birer ikişer
çağırttım. Biraz kuşkulu olarak da olsa geldiler.
Yadırgamakta haklıydılar
çünkü, kanunu biliyorlardı. Ayrıca benden
önceki hiçbir hükümet tabibi arkadaşlar böyle bir şey yapmamıştı. Onlara “Eski köye yeni adet” gibi geldi. Onların
nerede ne öğrendiklerini, ne kadar ve ne bildiklerini, her biriyle tek tek
konuşarak öğrendim ve unutmamak için de defterime yazdım. İki tane öğretmen
dışında diğerleri, askerliklerini sıhhiye eri ya da sıhhiye çavuşu olarak
yapmışlardı. Her birine yapması ve dikkat etmesi gerekenleri, bize haber
vermesi gerekenleri, sağlık konusundaki kanun ve kuralları anlattım. İçlerinde
o güne kadar sağlık merkezine hiç gelmemiş olanlar bile vardı. Onlarla yakından
ilgilenmiş olmam ve tanışmam, aramızda bir dostluk bağı kurulmasına ve bir
güven ortamı oluşmasına neden oldu. Yalnız hastalarıyla değil, özel durumlarıyla
ve
özel sıkıntılarıyla da ilgileniyordum.
Bir gün
Çaltı köyünden iğneci Hamdi, eşi Zeynep hanımı getir-
di. Zeynep hanım güzel bir kadındı. Hafif
makyajı, beyaz ipekli baş örtüsü, kırmızı mantosu, ipek çorapları ve kırmızı
yüksek topuklu ayakkabılarıyla şık bir şehirli hanımını andırıyordu. Ben Hamdi
efendiye,
–Hanımın
şikayeti nedir Hamdi efendi, deyince, Zeynep hanım,
–Hamdi
bey, diye düzeltti.
Şaşırmadım
desem yalan olur ama hiç renk vermeden sorumu düzelttim.
–Şikayeti
nedir Hamdi bey?.
Önce bir bocaladı, karısından böyle bir
düzeltme beklemiyordu her halde. Ama ben çok şey sezinledim. Öncelikle bu
hanımın iddialı bir tutumu vardı. Belki de, bulunduğu yeri ve sosyal katmanını
beğenmiyordu. Belki de psikolojik bir sorunu vardı. Gösterişe de oldukça
meraklı olduğu kanısına vardım. Hamdi bey bir an duraladı ve sonra,
–Bizim
hanım, sürekli kabızlık çekiyor, karnında ağrılar oluyor, bazen büyük tuvaleti öncesinde ağrılar geliyor. Adetleri şaşırıyor, çocuğumuz
olacak diye seviniyoruz ve sonra çok ağrılı olarak adet görünce üzülüyoruz.
Yaptığım uzun
muayeneler sonunda,”Spastik kolon” olma olasılığına karar verdim. Anladığıma
göre Zeynep hanım, üç senedir evli olmalarına karşın, çocuğunun olmamasından
kendini suçlu hissediyor ve o da büyük bir stres oluşturuyordu. Gerekirse daha
sonra, bir uzman doktora göndermeyi düşündüm. Gereken ilaçları yazdım,
perhizleri anlattım. Bu hastalığın üzüntüyle ve ruhsal gerginlikle çok ilgisi
olduğunu, çocukları olması için daha vakit olduğu gibi sözler söyledikten sonra,
–Hamdi bey, bana bir ara uğra, sana bir
işim düştü, dedim ve onları gönderdim.
Bir
hafta kadar sonra Hamdi bey geldi.
–Buyur
doktor bey, elimden ne gelirse yaparım.
Oturttum ve şöyle bir baktım, gerçekten
bana yardıma gelmişti. Gözleri parlıyor ve emir bekler gibi bir durumu vardı.
Memnun oldum ve gülümseyerek yüzüne baktım.
–Bak
Hamdi bey! O gün Zeynep hanımın yanında söylemedim. Çocuğunuzun neden
olmadığını öğrenmemiz için, önce senin muayene olman gerekir. Bu sözümü onun duyması hiç de iyi olmazdı. Bu söz onu
çok şaşırttı ve yüzü karıştı,
–Ama
benim bir kusurum yok, dedi. Onun üzerine ben,
–Bana
güven, size yardım etmek istiyorum. Tarlaya çürük tohum ekersen, ekin olur mu?.
Yüzüme
şaşırarak baktı ve ben gülümseyerek devam ettim,
–Bir tekerleme, bir bilmece vardır bilir
misin? Erkek işi kadın işi / Bunu yapan iki kişi / Biri erkek bir dişi. Bu
bilmenin cevabı, çocuktur. Birisinde
küçük bir kusur olması işi bozar. Şimdi
sana bir mektup yazıp vereceğim. Bu gibi hastalarla uğraşan bir doktor
arkadaşım var ona götüreceksin. O seni muayene edip raporunu yazıp bana
gönderecek. O zaman görüşürüz. Sakın ha ! hiç kimsenin, senin doktora
gittiğinden haberi olmasın, Zeynep hanıma da sakın söyleme.
Gitti
ve üç gün sonra geldi. Kapalı zarf içindeki raporu bana verdi. Kendisine bir
şey söylemedikleri için merak içindeydi. Zarfı açtım ve okudum. Özet olarak
raporda, döl hücrelerinin (Spermlerin)
yüzde doksan kadarının
hareketsiz olduğunu , bu durumda yapılacak bir tedaviden yararlanamayacağı ve
çocuğunun olma olasılığı düşünülmediği, yazılıydı. Benim için bunları söylemek
çok zordu ama söylemek zorundaydım.
–Hamdi
bey, üzülerek söylemeliyim ki, senin çocuğun olmaz. Çünkü, döl hücrelerinin yüz
de doksanı ölüymüş.
Büyük
bir şok geçirdi. Ayağa kalktı, pencereye doğru gitti gözlerinden yaşlar
dökülüyor ve aynı şeyleri tekrarlayıp duruyordu.
–Ben
şimdi ne yapacağım, ben şimdi ne yapacağım?
Bir süre sonra yerine oturdu ve yüzüme
baktı. Omuzları çökmüş, gözlerinin ışığı bulanmıştı. Ben, tatlı sert bir çıkış
yaptım.
–Hamdi
bey, kendine gel, her şeyin bir çaresi vardır. Şimdi ne yapacağımızı konuşalım.
Biraz
ümitlenir gibi oldu ve biraz da rahatladı. Ben konuşmamı sürdürdü.
–Bunlar, ikimizin arasında bir sır olarak
kalsın, sakın ha hiç kimseye bir şey söyleme. Zeynep hanım duyarsa büyük bir
ihtimal, başını örter, “Ben dölsüz adamla oturmam” diyerek çeker gider. Ama
kusurun kendisinde olduğunu sanırsa, evliliğiniz bozulmaz. Zeynep hanıma çok
yakın ol, el ele tutuşarak gezin. Kendisini çok sevdiğini, çocuk filan
düşünmediğini, olursa olur, olmazsa önemli saymadığını söyle. Öylece mutlu
olarak yaşayın, herkes sizi kıskansın, dedim.
Hamdi bey, göz yaşlarını sildi, kendisini
toparlayarak gitti. O günden sonra, ne zaman onları görsem, el ele liseli
aşıklar gibiydiler. Bütün köyün kadınını, erkeğini çatlattılar. Zeynep hanımın
hastalığı da hemen geçip gitti.
İHANET
Hakim
Hamdi Bey, bir tıkırtı sesiyle uyandı. Tıkırtının nereden geldiğini anlamak
için dikkatle dinledi ama tıkırtı kayboldu. Düşündü, ”Bu gün Pazar, tatil günü,
kapıcı olamaz, komşunun yaramaz oğlu da olamaz, bu gün okul yok, gazeteci
çocuktur herhalde” diye içinden geçirdi. Yatakta sırt üstü döndü, tam
karşısındaki duvarda asılı saat
7.25
‘i gösteriyordu. “Her zaman ki kalkma saati” dedi. Bu duvar saatini
düğünlerinde, Savcı Kamil Bey hediye etmişti. “Şu Kamil Bey de ne tatlı adamdır. Gerçekte savcılık değil hakimlik
ona daha çok yakışır. Onu tanıdıktan
sonra hayran olmamak mümkün değildir. Yaptığı şakalar mı?. Bazen biraz ağır
kaçıyor ya, neyse” diyerek gülümsedi. “Sana bir şakam var Hakim bey” dediği
zamanlar aklına geldi. O nedenle, bu saati hediye ettiği zaman,”Sakın içinde
bomba olmasın” diye takılmıştı. Zaman denilen şey,
ne kadar hızlı geçip gidiyordu?. Evleneli daha iki sene kadar bir şey
olmuştu, sanki daha dün gibi. Yanında yatan
karısına baktı. Kumral saçları yüzüne dökülmüş, düzenli nefes alarak uyuyordu.
“Ne tatlı candan bir kadın” diye içini çekti. Ne kadar da çok seviyordu. Onu
görünceye kadar, bir insanın bu
kadar hızla ve bu kadar güçlü bir biçimde aşık olacağını hiç düşünmemişti. O
güne kadar aşık olmayı da düşünmemişti. Onu görünce sanki aklı başından
gitmişti. Ne yapacağını şaşırmış, saçma sapan oluvermişti. Şimdi olduğu gibi,
her zaman yüzünde tatlı bir gülümseme bir ışık vardı. İlk karşılaştıkları günü
anımsadı ve gözleri daldı. Gerçekte her zamanki gibi bir gündü. Adliye koridorları,
her günkü gibi sigara ve nefes kokuyordu. Anlamsız bir uğultu, koşuşturan bir ka-
labalık, daktiloların muntazam çıtırtılarla
süren seslerinin yanında, arada bir duraklayan ve bazen susan, başka daktilo
sesleri. Sonra, duruşma sırasında olanları anımsadı. Mübaşir İbrahim Efendi,
”Başlayalım mı Hakim Bey?” dediği
zaman, sağ tarafta oturan Savcı Kamil Beye bakmıştı. O da, kır düşmüş saçlarını sol eliyle düzelterek, başını “Evet” anlamında öne
eğmişti. Katibe Hanım, kürsünün önündü bekliyordu. Sonra “Tamam” demiş ve önündeki dosyayı
incelemeye koyulmuştu. Dosyalar dosyaları,
insanlar insanları izledi, kaç davaya baktığını anımsamıyordu.
Dosyanın birinin duruşmasında, şahit
makamına bir kadın gelmişti. Her zamanki gibi kimlik tespiti başladı.
– Adınız
ve Soy adınız?
– Perran
Nardan efendim.
Bu titreyen heyecanlı seste, kendisini
çeken bir giz hissetti. Dikkatini toplayarak bakmıştı. Ne olduysa o anda oldu,
şaşkın ve kararsız öylece kalakalmıştı. Sonra, tuhaf bir sessizlik oldu ve
sanki zaman durdu. Katibe Hanımın sesiyle derin bir uykudan uyanır gibi uyandı,
–
Hakim Bey, çok yoruldunuz herhalde, isterseniz
ara verelim?
– Olur. Dedi.
Onaylamıştı ama neler olduğunu pek
anlayamamıştı. Kahve molasında da dalgın durumu devam etmiş olacak ki, Savcı
Kamil Bey, o şakacı tebessümüyle, dalga geçmeye başlamıştı.
– Hakim
Bey, senin evlenme zamanın çoktan
gelmiş de haberimiz olmamış. Güzel bir kız görünce tebdilin şaşıyor, dut yemiş
bülbüle dönüyorsun.
İstersen seni Perran Hanımla tanıştıralım, bizim oğlanın İngilizce hocasıdır. Şaşkınlıkla,
– Allah
razı olsun, deyivermişti.
Tekrar uyuyan eşine baktı. İçi sevgi ve
mutlulukla doldu. Onu uyandırmamak için yavaşça ve özenle yataktan kalktı,
ocağa çay suyunu koydu ve balkona çıktı. Hava güneşliydi, tatlı bir serinlik
içine doldu. Birkaç kez derin derin nefes aldı. Evin önündeki geniş parka
baktı,”Bu evi iyi ki almışım” diye düşündü. “Bu sene bahar erken geliverdi”
diyenler haklı galiba. Sonra başını dikleştirerek gökyüzüne baktı ve derin bir
nefes aldı. Kendini çok güçlü ve mutlu hissediyordu. “Güzel bir ev, harika bir
eş, Allah’a bin kere şükürler olsun, çocuklara da sıra gelecek elbette” dedi ve
sonra dönerek çayı demledi. Bu ilkbahar sabahında, balkonda çay içmenin keyfini
hayal ederken, kapıdan gazeteyi almak aklına geldi. “Hem çayın demlenmesini
beklerim hem de okurum” diye düşündü. Kapıyı açtı, paspasın üzerinde gazete ve
onun üzerinde pullu bir mektup duruyordu.
–
Hayırdır inşallah”dedi.
Çünkü, hiç kimseden mektup beklemiyordu. Mektup yazacak kimsesi de yoktu. İster
misin, mahkum etmiş olduğu mahpuslardan biri, bir küfür name döşemiş olsun.
Meraklandı, keyfinin kaçma olasılığını göze alarak mektubu açtı. Mektup düz
beyaz kağıt üzerine daktilo ile yazılmıştı. Kağıdın üst köşesinde, ”Özel
Dedektiflik Bürosu” başlığı vardı. Tarih, şehir
ve imla, tam kurallara uygundu. “Sayın Hakim Hamdi Bey” diye başlıyordu. “Biz
sizin iyiliklerinizi görmüş bir kuruluşuz, değerli kişiliğinizi yakından
tanıyoruz”. “Şükür, kötü bir şey
değilmiş” diye için-
den geçirdi ve okumayı sürdürdü. “Üzülerek
söylemek durumundayız ki, eşiniz size ihanet ediyor”. Birden başı döndü, dünya
karardı, sanki gök kubbe üzerine yıkıldı.
– Olamaz
! diye gırtlağından boğuk bir ses çıktı, her tarafı titriyordu.
Mektubu masanın üzerine koydu, elleriyle
düzeltti ve tekrar okumaya başladı. “Eşiniz, bazen her gün, bazen bir iki gün
arayla,Yıldız Süper Markete uğramakta ve market sahibinin özel odasında bir ila
bir buçuk saat kadar kalmaktadır. Her zaman hizmetinizdeyiz, saygılarımızla”.
İmza, Özel Dedektifler.
Müracaat;
her gün saat 08-21, adres ve telefon . Hemen içeri giderek karısını uyandırmayı
ve mektubu göstermeyi düşündü, sonra bu fikirden vazgeçti. Tahkik etmeliydi. İftira ise, mahcup olmak
istemiyordu. Ama, iftira olmasını da bütün kalbiyle diliyordu. Kalktı giyindi. Şimdi daha iyi düşünüyordu.
Kendine bir bardak çay koydu, ”Belki
beni rahatlatır” diye içinden geçirdi. Ama, yudumlar boğazından aşağı giderken,
her boğumda takılıyordu. Yatak odasına
gitti, karısı hala uyuyordu. “Ne kadar da masum görünüyor, tıpkı bir melek
gibi”. Sonra mektup aklına geldi,“Zebaniler de bir melektir” diye aklından
geçirdi. Tekrar eli ayağı titremeye
başladı. Neredeyse bayılacaktı, sonra kendisini topladı ve hızla kapıdan
çıkarak kendini, evin önündeki parka attı. Bir kanepeye oturdu ve tekrar
düşünmeye başladı. Vergi iadesi
listelerini yazarken, bir sürü Yıldız Süper Market fişi yazdığını anımsadı.
Evdeki tüm poşetler, Yıldız Süper
Market adı taşıyordu. Sonra bu market, caddenin karşı tarafında ve okulun yolu
üzerindeydi. “Oh ne ala”dedi. Karısından hiç şüphe etmediği için kendisine
kızdı. “Ama şüphe etmesi için, şimdiye kadar bir neden yoktu ki”. İçi ezilir
gibi, midesi bulanır gibi oldu. Geçen simitçi çocuk-
tan bir simit aldı. Sonra, oturduğu banktan
kalktı, hem yürüyor hem de simidi ağzında çiğniyordu. Bir ezan sesiyle irkildi,
demek ki öğle olmuştu. Tekrar yürümeye
başladı ve birden kendisini Yıldız Süper Marketin önünde buldu. İçeri girdi,
tatil günü olmasına karşın açık olmasına hem memnun oldu hem de şaşırdı. Kasada
bir genç kız oturuyordu ve bir işçi de rafları düzeltiyordu. Birkaç da müşteri
vardı. Kasiyer kızın yanına gitti ve sordu,
–
Hanım Kız!. Patron
burada mı?
–
Hayır efendim, tatil
günleri açık oluruz ama kendisi
gelmez. ”Niye gelsin ki, nasıl olsa tatil günü sevgilisi gelemez” diye öfkeyle
aklından geçti. Sonra özel odaya doğru baktı, içeride ışık yoktu.
Tekrar
sordu,
– Patron
bekar mı ?
–
Hayır efendim, biri askerde, diğeri lisede iki oğlu var. Kafasını
kaşıdı, kapıya doğru yürüdü ve “Adam sonradan azmış anlaşıldı, iyi de, bizim
hanıma ne oldu?”. Bu sırada telefon çaldı.
“Belki
patronla konuşur” düşüncesiyle yavaşladı ve geriye dönerek dinledi. Kasiyer kız
telefonun ahizesini aldı, konuşurken birden ciddileşti,
– Beni
üzmeye ne hakkınız var! Dedi.
Sonra öfkeyle telefonun ahizesini vurarak
kapattı. Patronla değil arkadaşlarıyla konuşmuştu. Demek ki istediği olmamıştı.
Sonra küskün, şaşkın bir halde, ayaklarını sürüyerek caddeye çıktı. Doktor
arkadaşının muayene hanesine gitmeyi düşündü. En yakın arkadaşı ve en yakın
dostuydu. Maddi ve manevi her türlü sıkıntı-
sını onunla paylaşırdı. Uzakta da değil,
hemen yolunun üzerindeydi. Sonra, “Pazar günü muayenehanede ne işi var” diye
düşündü.
Sıkıntıyla
başını iki tarafa salladı ve eve gitmeye karar verdi. Eve gidecek, mektubu
karısının suratına atacaktı. İçinden karısını bir güzel pataklamak da
geçiyordu. Yumruklarını sıkarak, “Ben
bunu hazmedemem, tezden boşanmam gerekir, hatta bu memleketten de gitmeliyim”
diyordu. Hayatı, mutluluğu bir anda yıkılmıştı. Ayrıca bütün memlekete rezil olmakta cabası. Ayakları bir türlü eve gitmek
istemiyorlardı. Apartmanın kapısına gelince, şöyle bir durakladı ve sonra
merdivenleri ağır ağır çıktı. Kapıyı açınca, karısıyla holde karşılaştı.
Hanımefendi giyinmiş, kuşanmış, makyajını yapmış, dışarı çıkmaya hazırlanmış
durumdaydı. Birden bütün sinirleri tepesine
çıktı. Bu kadarı da fazlaydı artık. Şimdiye kadar tatil günleri dışarı
çıkmayan kadın, tatil günü de sevgilisine gitmeye hazırlanmıştı. “Bunlar,
meydanı boş bulmuşlar, iyice kudurmuşlar. Ey Allah’ım ! benim ne
taksiratım var ki bu kötü günleri bana gösterdin. Ben ne yapayım şimdi, acaba
takip edip yakalasam nasıl olur?” diye düşünürken, birden öfkeyle gözlerini
karısına dikti ve sert bir biçimde bağırdı.
–
Nereye gidiyorsun?
Karısı
önce şaşırdı, gözlerini kocaman kocaman açarak baktı kaldı. Sonra ciddi ama
kandırıcı bir sesle,
– Bak
şekerim, fazla vaktim yok, zaten geç kaldım, ben Yıldız Markete gidiyorum.
Hakim
Hamdi Bey “ Yıldız Market” sözünü duyunca büsbütün çıldıracak gibi oldu.
–
Allah’ım sen bana sabır ver, elimden bir kaza çıkmasın! Karısı
yumuşak bir sesle,
–
Kızma şekerim, çocuk
yarın İngilizce sınavına girecek.
Hakim Bey, ”Şu işe bak! buluşmalarına kılıf
da bulmuşlar” diye aklından geçirdi. Bütün öfkesiyle karısına döndü, fırlamış
gözleriyle karısına baktı. Kadıncağız kocasını hiç böyle bir durumda
görmemişti. Neden bu kadar kızgın olduğunu bir türlü anlamadı ama, konuşmasını
da sürdürdü,
–
Unutmadan söylemeliyim,
Savcı Kamil Bey telefon etti, sana mektupla, 1 Nisan şakası yapmış, ”Beni bağışlasın”dedi.
Hamdi Bey şaşırıp kaldı. Sabahtan beri
çektiğini bir Allah biliyordu. Sonra “Buyurun bakalım şimdi, güler misin ağlar
mısın, yoksa ağzına geleni söyler misin?” diye içinden geçirdi. Birden öfkeyle
başını tavana dikti,
–
Ey Kamil Bey alacağın
olsun! Bu kadarı da çok fazla geldi! diye bağırdı.
Sonra
her şey değişti. İçine bir rahatlık, bir ferahlık doldu. Sanki bütün dünyalar
onun olmuştu. Gülümseyerek karısına baktı ve ona doğru yürüdü. Sevinçle
karısına sarıldı ve Allah’a şükr etti.
– Allah’ım
sana bin kere şükürler olsun! Kulunu mahrum etmedin!
İNSAN VE ÖLÜM
Her ilçede, bir Devlet Hastahanesi
bulunmasının, hem yararlı hem de gerekli olduğunu, herkes kabul eder. Bundan kırk sene önce, en azından bir
Sağlık Merkezi bulunmasını istiyor ve buna razı oluyorduk. Benim bulunduğu
ilçenin Sağlık Merkezi, 15 yataklı ve oldukça iyi durumdaydı. Senelerdir bu
ilçede huzur içinde çalışıyordum ve herkesi tanıyordum. Hatta herkesin
ailesini, geçirdikleri hastalıkları bilirdim. İlçe ve köylerde, hastalık
geçirenleri ve veremlileri kaydettiğim bir defterim bile vardı. İlçe insanı,
hastalandığı zaman, önce Sağlık Merkezine uğramaya alışmıştı.
Yapılan
doğum izleme ve yaptırılan doğum oranı da oldukça yüksekti. Sağlık Bakanlığı da
senelik raporlarımıza bakarak, gereksinimlerimizi eksiksiz gideriyordu.
Askerlik Şubesi Başkanı Albay, briç
meraklısı değerli bir asker, harika bir insandı. Kaymakam, Savcı, Belediye
Başkanı ve beni, bir araya getirmek için, bütün askerlerini seferber ettiği
günler olurdu.
Jandarma
Komutanı Yüzbaşı da bazen gelirdi. İlçede bu sayılanlardan başka briç bilen
yoktu. Yine albayın mutlu
günlerinden biriydi. Şehir kulübünde briç grubunu bir araya getirmişti. Tam oyunun en heyecanlı yerinde, hasta bakıcı Salahattin
efendi, karşıma dikildi.
– Hayırdır
inşallah, Selahattin efendi?
–Pek hayır değil efendim. Hancı Ertuğrul’u
hastaneye getirdiler, baygın bir durumda, hemşire hanım serum taktı, ateşi
yokmuş ama nabız alınmıyormuş ve nefesi de iyi değilmiş,efendim.
Özür
dileyerek kalktım, Albay fena halde bozuldu ama yapacak bir
şey
yoktu.
–
Bir insanın canı, en
değerli varlığıdır. Özür dilerim
albayım! Dedim. Sağlık merkezine doğru hızla yürüdüm. Hastayı tanıyordum,
hipertansiyon nedeniyle sürekli ilaç alıyor ve perhiz yapıyordu ama, sigaradan
bir türlü vaz geçememişti.
Poliklinikte
bekleme salonu, bir ana baba gününe dönmüştü. Ağlayan, bağıran tüm yakınları,
gelinleri, damatları ve akrabaları toplanmıştı.
Ben
gelince sustular ve bana baktılar.
–Lütfen susun, gürültü yapmayın, içeride
hastalar yatıyor, önce hastaya bir bakayım. Size de durumu anlatırım, dedim.
Hasta tipik bir Enfarktüs Şoku idi. Kalp
zedelenmiş, tansiyon birden düşmüş ve hasta bilincini kaybetmişti. Bir bakıma
hasta, ölümün eşiğindeydi. “ Bir Elektro cihazımız, bir de oksijen verme
olanağımız olsaydı” diye içimden söylendim. Sonra,
–Şoföre
haber verin, arabayı hazırlasın, diye emir verdim.
İlk tedavisi yapıldıktan sonra, hastanın
büyük bir hastahaneye gitmesi gerekiyordu. Hemşire hanım, durumu
değerlendirerek, onu düşünmüştü.
–
Şoför,
arabayı
tamir için uğraşıyor, her tarafını sökmüş. Ziraat Memurluğunun arabası da
köylere gitmiş efendim, dedi.
İlçede
başka araba yoktu ama, yine de bir vasıta bulmaya çalışmaları gerekiyordu.
Hemşire hanıma dönerek,
–Hastayı tecrit odasına yatıralım, yanına
kimseyi sokmayalım, kimseye de vasıta bulamadık demeyin, panik olmasın, dedim
ve salona çıktım. Toplanmış olan
hasta yakınlarına baktım hepsi sustular.
–Merak
etmeyin, Ertuğrul efendiyi yatıracağız, ben başında bekleyeceğim, ne gerekirse
yaparım. İnşallah iyi olacak. Şimdi evlerinize gidin, dedim.
Enfarktüs hastalarına kullanılan ilaçların
tümü yaptık. “Bir de oksijen verebilseydik” diye düşündüm. Bu düşünceyle,
hastanın odasının pencerelerini açtırıp havalandırdım ve üzerini de sıkıca
örttürdüm.
Hemşire
hanımı hastanın başında bırakarak, sağlık merkezinin eczahanesine indim. Kitapları karıştırdım, ilaçlara baktım ve bir
tedavi programı hazırladım. Bir saat kadar sonra, tekrar hastaya baktım. Nabız
da, nefes de oldukça normale dönmüştü. Ertuğrul efendi, gözlerini açmak için
zorladı. Gözlerini göz kapaklarının içinde oynattı ama açamadı. Hastanın elini
okşayarak tuttum,
–
Ertuğrul efendi,
tehlikeyi atlattın, yarına kadar demir gibi olursun, şimdi uyumaya çalış ve
uyu. Dinlen ki, vücudun kendini tamir etsin. Hasta gülümser gibi oldu, elimin
içinde parmakları oynadı. Demek ki mesajı almıştı. Gerçekte, tehlikeyi atlatmış
sayılmazdı. Ölüm Meleği Ezrail başında dikiliyordu ama, benim sözlerimin ona
güç vereceği kesindi. İnsanın iç güçlerini canlandırmak ve inandırmak,
ilaçlar kadar etkili olabiliyordu. Her
türlü hastanın buna ihtiyacı vardır. İçim
biraz rahatlamıştı ama, yine de arabalardan haber bekliyordum. Üzücü bir sonuç
çıkarsa, çok üzüleceğim muhakkaktı. Bütün sorumluluk benimdi ve onun için her
türlü önlemi almak zorundaydım. Bu acil sağlık merkezine gelişten yararlanarak,
yatmakta olan diğer hastaları da kontrol ettim. Her birine hatır sorarak,
kendilerine verilen ilaçları gözden geçirdim. Tekrar
Ertuğrul efendiye uğradıktan sonra evime gittim. Gece de uyku tutmadı,
ayakta kaldım. İki kez kontrol için Sağlık Merkezine geldim ve her gelişimde
daha iyi görerek rahatladım.
Ertesi sabah hastanın durumu oldukça
düzelmiş, bilinci yerine gelmişti.
–Konuşturmayın
ve kaldırmayın! Yanına da kimseyi sokmayın! Diye kesin emir verdim.
Vilayet Devlet Hastanesi Dahiliye mütehassısı
ile yaptığım telefon görüşmesi sonunda, hastaneye gönderilmesi işlemi, kısa bir
süre, ertelendi. İki gün sonra, oldukça gücünü toplayan hastaya, takılmadan
edemedim.
–Anlat
bakalım Ertuğrul efendi! Tahtalı Köyde ne var, ne yok ?. Ertuğrul efendi, derin
bir nefes aldı ve sonra, anlattı.
–Nasıl olduğunu pek anlayamadım. Siz dahil,
hangi doktora gitsem, tansiyonun yüksek, sigarayı da bırak deyip, bir sürü ilaç
veriyorsunuz ve bir sürü de perhiz tavsiye ediyordunuz. Bunu ben de
hissediyordum. Arada bir, kafamın
içine bir uğultu geliyor, başım
çatlayacak gibi ağrıyordu. Aspirin tiryakisi olmuştum. Son hastalandığım gün
bir sürü olay oldu. Aile olarak, hepimizin sinirleri iyice gerilmişti.
Sıkıntıdan, sigara üstünü sigara içiyordum. Oğullarım ve damatlarım da çok kötü
bir gün geçirmişlerdi. Atımız çok zor bir doğum yapmış, gelinler kavga etmişler
ve daha bir sürü tatsız olay olmuştu. Han katibi olacak serseri, biraz tutarsız
bir adamdı. Ne halt ettiyse polisler onu alıp götürdüler. Çok canım sıkılmıştı.
Katibin yerine oturdum ve gerekli işlere bakmaya çalışıyordum. O günün
hesaplarını yaparken, başıma bir ağrı saplandı. Sanki bir el, kaburgalarımı
kırarak göğsümün içine girdi. Bir ter dalgası sırtımdan aşağı indi ve
elektrikler sönmüş gibi dünya karardı. Bir teleferiğe binmiş gibiydim.
Görünmeyen bir tel üzerinde,
karanlık ağızlı bir kuyuya doğru, hızla
ilerliyordum. Kuyuya girdiğim anda, önümdeki telin üzerinde bir ışık yandı ve
söndü. Ölüyorum galiba dedim. Sonra, karanlıklar içinde kaybolup gittim.
Ne
kadar zaman geçtiğini bilmiyorum. Uzaklardan hızla yaklaşan, bir takım sesler
duymaya başladım. Sesler uçarak hızla yanıma geldiler.
Tanıdık sesler vardı ama
kimler?. O kadar yorgundum ki, gözümü açmaya çalıştım ama başaramadım. Pili
tükenmek diye buna diyorlar herhalde. Yoksa
ölüyor muydum?. Yok canım,
niye öleyim ki? dedim. Sonra, sizin sesinizi tanıdım ve “Tehlikeyi atlattın” dediğinizi
duyunca rahatladım. Yoksa doktor
beni teselli mi etti, diye aklımdan geçti. Sonra, karanlık kuyuya inen
teleferik aklıma geldi. Demek ki kuyudan çıkmıştım. İçime yaşam sevinci doldu.
Gözlerimi açmak için zorladım ama açamadım.
Sonra , tekrar uyumuşum”.
“Şimdilik
tehlikeyi atlattın ama, büyük bir hastaneye gidip bazı tetkikler yaptırmak
gerekiyor”dedim ve sonra ekledim,”Peki, ilk hastalandığında, öleceğin aklına
gelmedi mi?” diye sordum. “Gelmez olur mu?, her aklıma gelişte, kafamdan
silmeye çalıştım. Nasıl olsa beni hastahaneye götürürler, iyi olurum diye
düşündüm” dedi.
Hastanın
bu güveni, hoşuma gitti ama “Hayret edilecek bir şey” diye düşündüm. “İnsan,
öleceğini bilse bile, yine de ölmeyi aklına getirmek istemiyor”.
JET
BAKAN
Sağlık
Bakanımız o zaman Dr. Vedat Ali adında muhterem bir doktordu. Doktor olması
nedeniyle olayları doğru düşünebiliyor ve sağlık kuruluşlarının sıkıntılarını
anlayabiliyordu. Ömrü vefa etseydi, belki bir çok sorunları çözmesi mümkün
olacaktı. Çevresindeki yağcıları dinlemiyor, Cumartesi-Pazar demiyor geziyordu.
O yüzden adı “ Jet Bakan”a çıkmıştı. Gittiği yerlerde hastanelerin durumlarını
ve doktorların durumlarını inceliyor, buz dolaplarına kadar her köşeyi
araştırıyordu. İyi çalışanlara dokunmuyor ama, yanlış yolda olanların canına
okuyordu. Benim bu konuda endişelenecek bir durumum da zaten yoktu.
Bizim
ilçemizde yöresel Pazar, Cumartesi günü kuruluyordu ve o nedenle yoğun bir gün
yaşıyorduk. Sabahleyin saat yedide muayenehaneye ve saat sekizde sağlık
merkezine giderek, saat dörde kadar yemeden ve içmeden, hatta nefes almadan,
bütün personelle birlikte çalışıyorduk. Sonra saat dört buçukta da kalkan son
otobüs, bizi eşimle birlikte alıyor, eğlenmek ve dinlenmek olanağı bulacağımız
en yakın il merkezine götürüyordu. Zaten bu tempodaki çalışma başka türlü
çekilmezdi. O gün Jet Bakanın Bursa’da olduğunu, ertesi günü Ankara’ya doğru
sola çıkacağını radyodan öğrendiğim zaman,”Yol üzerinde olduğumuza göre, bize
de uğrar mı acaba ?“ diye bir düşünce
aklımdan geçmişti. Ama sonra,” Pazar
günü işi yokta bize mi uğrayacak” dedim. İl merkezindeki Ordu Evi’nde, misafir
üye olarak, o gece yemek yedik, dans ettik, eğlendik. Ordu Evine misafir
kaydımızı rahmetlik Şehit Pilot Çengiz Topel yapmıştı. Ertesi günü İl Devlet
Hastanesinin önünden geçerken, Sağlık Bakanlığının kırmızı plakalı, resmi
arabasını gördüm. Arabanın başında duran şoföre sormadan edemedim. Şoförden
öğrendiğime göre, bizin ilçeye de uğrayıp bir saat kadar kalmışlar. Önce bir
panikledim. Sonra, eşimle birlikte güzel bir
kahvaltı yaparak durum değerlendirmesi
yaptım. Kaplıca da güzel bir banyo ve Kılıçoğlu Sinemasında, eşimle baş başa
güzel bir film seyrettikten sonra, daha mantıklı düşünmeye başladım. Kendimi
topladıktan sonra da etraflıca düşündüm. Korkacak hiçbir şeyim olmadığına karar
verdim ve biraz rahatladım. Akşam üzeri ilçeye dönünce doğru sağlık merkezine
gittim. Kapının ziline üç kez bastım. Zilin üç kez çalınması, bizim aramızdaki
bir parola idi ve benim geldiğimi belirtiyordu. Kapıyı Hasta Bakıcı Ahmet
Efendi açtı ve heyecanla sordum.
–
Bakan uğradı mı Ahmet Efendi?.
–
Sormayın doktor bey,
korkudan ömrümün yarısı gitti. Ama iyi
adammış Allah için.
Bu
sözleri işitince oldukça rahatlamıştım. Poliklinik odasına giderek karşıma
oturttum ve olanları anlatmasını istedim.
–
Anlat bakalım Ahmet
efendi, neler oldu?
–
Bu sabah Sağlık
merkezinin önünde araba gürültüleri duyarak pencereye koştum. Bir polis arabası
ve arkasında kırmızı plakalı resmi bir araba ve onun da arkasında içinde
gazetecilerin bulunduğu arabalar duruyordu. Önemli bir kişinin gelmiş olduğunu
anladım, hemen koşarak gittim ve kapıyı açtım. Polisler kapıya kadar geldiler ama içeri girmediler. Bakan yanındakilerle
birlikte geldi, içeri girdi ve gazetecileri de içeriye almadı. Bana dönerek
sordu,
–
Doktorunuz nerede?.
Ben
sizin gittiğinizi bildiğim için, biraz da korkunun verdiği şaşkınlık ile,
– Hamama
gitti, eğer isterseniz çağırayım, dedim.
– Yok
rahatsız etmeyelim, biz işimize bakalım, dedi.
Önce Baş Tabiplik odasına baktı, sonra
birinci hasta koğuşuna girdi. Bir hastanın tabelasına baktı ve hastayı muayene
etti ve bir şey demeden ikinci koğuşa girdi. Orada da hasta tabelalarına baktı,
hastalara hastalıklarını sordu.
Karyolaların boyalarının dökük, kapkara demiri çıkmış yerlerine ve tavanların
kirli kararmış yerlerine bakarak bana döndü, kaşlarını çatarak söylendi.
–
Bu karyolaların boyaları
dökülmüş, tavanlar kararmış, doktor bey bunları görmüyor mu, hastanenin bu
perişan hali ne?
Yanındaki
adamlardan biri, benim bir şey söylememe fırsat bırakmadı, söze karıştı.
–
Efendim, burası kadar
bakımsız bir hastane zor bulunur. Bakan bey bana dönerek baktı. Ben de,
–
Efendim, karyolaları
boyatmak için tahsisat olmadığından doktor bey kendi parasıyla boya aldırdı,
önümüzdeki günlerde doktor bey kendisi boyayacaktı, baş tabip odasında boyalar
duruyorlar. Zaten siz de geçerken gördünüz. Badana yaptırmak için de bakanlığa
yazı yazdılar, henüz para gelmedi.
Bakan hiçbir şey söylemeden, poliklinik
odasına doğru yürüdü. Diğer odalara da şöyle bir baktıktan sonra poliklinik
odasına girdi. Sizin her zaman oturduğunuz yere oturdu ve poliklinik defterini
açtı. Cumartesi günü baktığınız hastaları saydı. Deftere bir şeyler yazdı.
Yanında gezen sizi ve hastaneyi kötüleyen adama döndü,
– Derhal
buraya badana ve boya parası gönderin. Bu doktora bir teşekkür borcumuz var.
Ortalama olarak günde otuz üç hastaya bakmış, içeride yatan on beş hastası da
gayet muntazam tedavi edilmiş. Bu adama daha ne demeye hakkımız var. Haydi
gidiyoruz! Sonra ayağa kalktı ve bana döndü, gülümsedi,
–
Efendi, doktor beye
selam söyle! dedi ve gittiler.
Ahmet
efendiye, gösterdiği cesaret ve uyanıklıktan dolayı, teşekkür ettim. Sonra,
derin bir nefes aldım. Allah biliyor ya, ben bu bakanı çok sevdim.
KANSIZ
ÇARŞAF
Biz
doktorlar, devlet memuru olarak çalışsak bile, bir tarafımız özel sektör olarak
kalabiliyor. Anadolu’nun bir çok ilçelerinde köylüler, erkenden ilçeye
geldikleri için, biz de erkenden, hatta karga kahvaltı etmeden, dükkanda
bulunmak zorunda kalmaktaydık. Toplumun ve kişilerin sağlığı kadar
mutluluklarını da düşünmek zorunda kalıyorduk. Bazen toplumun ve kişilerin
mutluluğunu sağlamaya çalışırken, kanunlara karşı gelmek durumunda kaldığımız
da oluyordu. Bu konularda yaptığımız iyi niyetli suçları, Sağlık Bakanlığı
Yüksek Sağlık Şurası yardımıyla ya da savcı arkadaşların yardımıyla
atlatıyorduk.
Bir
sabah erkenden, muayenehaneyi açarak içeri girdim. Henüz beyaz gömleğimi
giymiştim ki, kapının önüne bir sürü ayak sesleriyle birlikte öfkeli konuşmalar
yığılıp geldi. Oda kapısını açtım, karşımda Sandıklı köyü eğitmeni (Köy
Enstitüsü mezunu öğretmen) Hamdi bey, arkasında iki kadın ve iki erkek, hepsi
birden sustular ve bana baktılar.
–Ne o
Hamdi hoca, hayırdır inşallah?,
–Hayır diyelim de hayır olsun. Himmet
ağanın oğlu Salih ile Şükriye hanım kızımızı dün akşam evlendirdik, kız çıkmadı
diye iddia ediyorlar.
Arkadan
başı örtülü şişman bir kadın,
–Ne
iddiası hoca, gerçekten de kız çıkmadı, kanlı çarşaf görmedik. Zaten ben
istemedim ama, bu salak oğlumu da vaz geçiremedim.
Himmet
ağa biraz öfkeli bir sesle,
–Sen
sus Memnune, doktora geldik, ortalığı karıştırma! .
Arka tarafta bir kızcağız, beyaz bir mendil
ile burnunu silerek ağlıyor, yanında bir delikanlı şaşkın, mahzun ve sıkıntılı
bir durumda, bir bana bir yere bakarak öylece duruyordu. Mesele ortadaydı,
kanlı çarşaf görmemişlerdi. Onların inancına göre, gelin hanımın bakire
olmadığı anlaşıldığından, oğlan tarafı sıkıntıya girmişti. Anlaşılan olayı
temize çıkarmak ya da berbat etmek bana kalıyordu. Hepsine birden dönerek
konuştum,
–Hamdi
hoca ve gelin hanım kalsınlar, Himmet efendi sen hanımını ve oğlunu sağlık
merkezine götür. Biraz sonra biz de geliyoruz.
Onları
gönderdikten sonra, üçümüz odaya girip oturduk. Gelin hanım Şükriye, sürekli
yere bakıyor ve sürekli ağlıyordu. Hamdi hoca, bir hayli sıkıntılı olarak
yüzüme baktı,
–Doktor
bey, çok kötü bir durumdayız. Şükriye’nin ağabeyleri çok belalı kişilerdir.
Küçüğü yeni hapisten çıktı, büyüğü ise köyü haraca kesmiş durumda. Kan davası
çıkacak diye korkuyorum.
Ben,
gergin olan ortamı sakinleştirmek için,
–Önce
bir muayene edelim, durumu anlayalım, boşuna meraklanma, belki de boşuna
üzülüyorlar, sen muhtarlığa devam ediyorsun değil mi?
–Evet
diye yanıtladı.
Gelin kıza döndüm ve yüzüne dikkatlice
baktım. Esmer, siyah uzun saçlı, kara gözlü güzelce bir köylü kızı. Gözleri ve
göz çevresi ile burnu, ağlamaktan kıpkırmızı olmuş durumdaydı. Laf olsun diye
sordum,
–
Şükriye kızım, seni
dövdüler mi?.
Başka
ne diyebilirdim, olayın iç yüzünü öğrenmeye çalışıyor-
dum. Şükriye, yalvaran gözlerle, ” Beni kurtar ” der gibi
yüzüme baktı ve yüksek sesle hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. “Beni
kurtar”açıkça söylenmiş kadar açıktı. Anladım ama, dayaktan mı kurtaracağım
yoksa kızlık muayenesi sırasında mı kurtaracağım,
orası karışıktı. Hamdi hoca,
–Dövmek
ne kelime, meydan dayağı atmışlar. Önce damat iki tokat atmış, sonra kapının
önünde çarşaf bekleyen yengeler tokatlamışlar. Görümcesi olacak kadın,
saçlarından tutup sürüklemiş. Gürültüye gelen kayınvalide Memnune hanım tekme
tokat girişmiş, bir taraftan da “Orospu, başımıza bunu da mı getirecektin” diye
kıyameti koparmış. Himmet ağa yetişip kurtarmasaymış daha da döveceklermiş.
Sonra Himmet ağa bizim eve geldi, nikahı hemen sileceksin diyerek beni tehdit
bile etti. Ben de,
–
Her şeyin bir yolu
yordamı var, yarın doktora gidelim, sonra ne gerekiyorsa yaparız dedim. Bizim
hanımı gönderip kızı bizim eve getirttim. Sabahleyin de işte size geldik, dedi.
Sağlık merkezine geldiğimiz zaman, hemşire hanımı
bizi bekler durumda buldum.
–Hemşire
hanım, bu hanım kızı götür, birlikte muayene edelim. Sonra, odama geçerek ceketimi çıkardım, beyaz
gömleğimi giydim ve doğum odasına gittim. Kızcağızın her tarafı yara bere içindeydi.
Külotunu
giymesine bile izin vermeden dayak atmaya başlamışlar, Hamdi hocalara gidince
de “Külotum yok”diyememiş. Gerçekten çok şaşkın, kimsesiz ve zavallı bir
durumdaydı. Kendi anne babası da bu duruma karışmak istememişler, kızcağız
büsbütün ortada kalmış.
Kızlık
muayenesi için doğum masasına yatırdık, ışığı ayarlayarak baktım, saat beş
hizasında, eski ve derin, tek bir tane yırtık olduğunu gördüm. Kızlık zarı
yırtılmıştı ama, belki bir
defalık bir olay geçirmişti. Bütün
dinlediklerimi, gördüklerimi kafamın içinde canlandırdım. Bir an için
gördüklerimi oğlan tarafına doğru olarak söylediğimi düşündüm. Her iki aile
birbirine girecek, belki de, öyle kan akacak ki, çarşafa akması istenen kan
devede kulak kalacak. Ya bu kızcağızın durumu?. O da ayrı bir felaket. Belki de
bir defalık, çocukluk ya da gençlik hatası yüzünden bütün hayatı mahıv olacak.
–Kalk
otur kızım!.
Kalktı oturdu ve tekrar yalvaran gözlerle
yüzüme baktı. İçimin yandığını hissettim. Bütün olanaklarımı kullanarak bu kıza
yardım etmeye karar verdim ve gülümseyerek yüzüne baktım. Hemşire hanımın bile
öğrenmesini istemediğim için, bir gözümü kırparak anladığımı belirttim,
–Kızım
sen sağlamsın, boşuna seni dövmüş rezil etmişler. Bu büyük haksızlık. Şimdi ben
ne söylersem onu yapacaksın tamam mı?.
Birden
canlandı ve ne yapmak istediğimi anladı, sevinç ve teşekkürle yüzüme baktı,
–Tamam!
dedi.
Sonra
kolundaki bir bileziği çıkararak, bileziği elime tutuşturdu.
–Lütfen
bunu alın, ne olur!.
Minnettar
kaldığını ve bana bir şeyler vermek istediğini anlatmaya çalışıyordu.
–Bu bileziği bana verdin değil mi? diye
sorunca, evet anlamında başını eğdi, gözlerinde kararlılık ve içtenlik vardı.
Bileziği onun çıkardığı koluna taktım.
–Düğün
armağanı olarak sana veriyorum, dedim ve hep birlikte güldük.
Kızın
bakire çıktığını söylemiş olmama hemşire hanım da sevindi,
–Çok
şükür,diye fısıldadı.
Birlikte bekleme odasına gittik, hepsi
birden ayağa kalktılar ve meraklı gözlerle bana baktılar. Ben hepsine birden
göz gezdirdikten sonra, Himmet ağaya yöneldim,
–Bak
efendi bu kız, kızoğlan kız, yani bakire. Bazı kızların kızlık zarları şerit
biçiminde olur ve ancak doğumda yırtılır, kanar. Boşuna telaşlanıp kızcağızı
dövmüşsünüz. Dövdüğünüz için savcılığa haber vermeyeceğim. Bu bir aile meselesi
olarak aranızda kalsın. Eğer rapor yazmamı isterseniz, rapor da yazarım.
“Savcılığa
haber vermeyeceğim” sözü hepsini korkuttu. “Bir de mahkemelerde mi
sürüneceğiz”,diye düşünerek önlerine baktılar. Sonra, aralarında bir fısıldaşma
oldu, ben tekrar Hamdi hocaya döndüm. Rapor yazma konusunu biraz zora koşmak
istedim.
–Rapor
yazmamı isterlerse, savcılıktan bir kağıt al gel. İçlerinde bir şüphe kalırsa,
vilayetteki devlet hastanesinin Kadın-Doğum Mütehassısı Dr.Yasef beye götür.
Hamdi hoca,
–Öyle
şey mi olur doktor bey, bu çocuk oyuncağı mı, böyle işlerde sahtecilik ve şüphe
olmaz. Biz sana inanıyoruz.
–İsterlerse
götür, bence sakıncası yok ve darılmam, dedim.
Kesin
bir tavırla, blöf yaptım. Sonra gelin kıza dönerek konuştum,
–Önce Himmet Efendiden başlayarak, kocan
dahil herkesin, ellerini öp, olanları unutun!. Birbirinizi severek ve sayarak
mutluca yaşayın. Soranlara da, bir yanlış anlama olmuş diye anlatırsınız, hadi
kızım başla! dedim.
Kız
sevinçle kayınpederinin eline sarıldı ve sırayla hepsinin el-
lerini öptü. Kayınvalide Memnune hanım tam
anlamıyla şaşkınlık içindeydi. Bir türlü inanamıyor, ağzı açık etrafına
bakınıyordu. Belki de söylediklerini, yaptıklarını düşünerek nasıl
düzelteceğini düşünüyordu. Diğerleri neşelendiler, hepsinin yüzü güldü.
Özellikle damat Salih, herkesten çok sevindi ve elini öpen karısına sarıldı.
Sonra
bana teşekkür ederek ayrıldılar ve ben de doğru telefon başına koştum. Dr.Yasef
beyi arayıp buldum ve durumu anlattım.
–Yardım
etmeye çalışırım ama rapor isterlerse sana gönderirim, dedi. Bu kadarı benim
için yeterliydi. Sonra Cumhuriyet Savcısı arkadaşıma gittim ve durumu anlattım.
O da, bana arka çıktı.
–Bana
gelirlerse ben onları ikna ederim, üzülme. Çok iyi yapmışsın. dedi.
Olay
böylece kapandı ve günlük yaşantı içinde unutuldu.
Günün
birinde muayenehaneye genç bir kadın geldi ve ben ne olduğunu anlamaya vakit
bulamadan, elimi öptü, babasının yeri gibi rahatça karşıma geçip oturdu. Güler
bir yüzle gözlerimin içine baktı.
–Ben
Himmet ağanın geliniyim, Şükriye, beni tanıdınız mı?. Beni muayene ederek
hayatımı kurtarmıştınız. Size nasıl teşekkür
edeceğimi bilemiyorum? Siz yardım etmeseydiniz, bir çocukluk hatası
yüzünden hayatım mahıv olacaktı. Kendimi asacaktım, başka şansım yoktu. Düğün
hediyesi olarak verdiğiniz bileziği kolumdan hiç çıkartmıyorum. Her zaman sizin
için dua ediyorum. Yalnız hayatımı değil şerefimi, mutluluğumu her şeyimi size
borçluyum, dedi.
Bunları
duymak olağan üstü sevindirici şeylerdi. Ben, merakla sordum,
Benden
sonra vilayete gittiniz mi?.
–Hayır, hepsi size inandılar. Hamdi hoca
bizi doğru pastaneye götürdü.
– Kahvaltımızı
yapalım, olanları unutalım, dedi.
Lavaboya giderek yüzümü yıkadım ve saçımı
başımı düzelterek kendime çeki düzen verdim. Tehlikeyi atlatmıştım ama, ciddi
görünmem, haksızlığa uğramış rolünü oynamam gerektiğini düşündüm. Beni
gördükleri anda konuşmalarını kestiler. Oturdukları masaya gelince, bana
Salih’in yanında yer ayırdıklarını gördüm.
Hiçbir
şey olmamış gibi davrandılar. Himmet ağa sırtımı okşadı, – Benim güzel gelinim, dedi. Salih elimi
tutup özür dilercesine gözlerime baktı. Kayınvalidem, yüzümü silerek,
– Artık
ağlama! Hanım kızım. dedi.
O günden sonra bana hep iyi davrandılar,
sayenizde çok mutluyum. Size bizim koyunların yününden bir yelek ördüm, lütfen
kabul edin.
Ben,
bir süre ne yapacağımı bilemeden öylece kaldım. O günü ve olanları düşündüm.
Gerçekten tehlikeli bir iş yapmıştım ama, sonuç mükemmeldi. Doktor arkadaşım
da, Savcı arkadaşım da benim gibi düşünmüşlerdi. İyi bir şey yaptığıma hala
inanıyorum. Sanırım pek çok kişi de bana katılacaktır.
KEKLİK KAVURMASI
Okullar
tatile gireli epey oldu. Neredeyse yazın ortasına geldik. Çocuklar sabırsızlık
göstermeye başladılar ve her gün bana soruyorlar,
–Ne
zaman tatile gideceğiz?.
Ben de istiyordum ama, Askerlik
muayenelerinde, Hükümet tabibi olarak bulunmak zorundaydım. Sağlık Merkezindeki
hastaları taburcu etmeden de gidemezdim. Çünkü benden başka doktor
yoktu. En az bir hafta ya da on gün daha kalmam gerekecekti. Onların da
kalmalarına gönlüm razı olmadı. Hanımı ve çocukları göndermeye karar verdim.
Ankara’ya, Kayınbiraderimin yanına gönderdim. Hanım ve çocuklar olmayınca ev ne
kadar sessiz ve sevimsiz oluyor.
Senelerdir
onlardan hiç ayrı kalmamıştım. Eve gitmek bir türlü içimden gelmiyordu. Eve
gitmektense, muayenehanede oturup kitap okumak daha iyi geliyordu.
Bir
gün, Çerkezköy okulu öğretmeniyle, köyün muhtarı geldiler. Öğretmen, okulun
çatısının çürüdüğünden ve damının aktığından şikayet etti. Yakın köylerden
birinde çıkan bir difteri hastası nedeniyle, köydeki çocuklara Difteri aşısı
yapılmasını istedi. Gerçekte bu ciddi bir durumdu ve kesinlikle köye gitmemizi gerektiriyordu.
Muhtar
ise, karısının bir haftadır hasta yattığından ve çaresiz kaldığından söz etti.
Köy, bizim ilçemize bağlıydı ama, oldukça uzak ve yolu da çok kötüydü. Köy
halkının çoğu Kafkas kökenli çok iyi temiz insanlardı. Düşündüm ve bir çare
aklıma geldi.
–Muhtar!
dedim, yüzüme baktı.
–Köye
gelir hanımına ve diğer hastalara bakarım, çocuklara aşılarını da yaparım ama
bir şartım var. Siz de, okulun çatısını tamir edip, damını aktaracaksınız.
Sonra şakacı bir tavır takınarak ve onların
meşhur tatlısını anımsatmak için,
–
Peynir tatlısı da isterim.
–Kabul,
dedi.
Ancak Pazar günü gelebileceğimi söyledim.
Zaten canım sıkılıyordu. Hem bir görevimi yerine getirecek hem de eğlenecektim.
Hatta bir taşla iki kuş vurmuş gibi olacaktım. Pazar günü Sağlık Merkezinin
jipini ve Difteri aşılarını hazırlattım. Hasta Bakıcı Selahattin efendiyi
Sağlık Merkezinde nöbetçi bırakarak, Hasta bakıcı Ahmet efendiyi de yanıma
alarak Çerkezköy’e vardık. Okulun bir dersliğini aşı odası, öğretmen odasını da
muayene odası yaptık. Köylüye, Köy Kahyası ile haber salarken, muhtarın
hanımını da muayene ettik. Frontal sinüzit olmuş, gerçekten acı çekiyordu. İlk
tedavisini yaptık ve hastayı rahatlandırdıktan sonra okula gittik ve gelen
birkaç hastaya da baktım. Öğle yemeğini okulun bahçesinde, açık havada yemeyi
uygun gördüm. Yemek yerken gökten bir kuş kakası pat diye masamıza düştü. O ana
kadar farkına varmadığımız bir şeyi gördük. Çatıya güvercinler yuva yapmışlar,
sürüyle giriyorlar ve sürüyle çıkıyorlardı. Öğretmen,
– Bu
sene de yavruları yeni uçurdular, iyice de çoğaldılar”dedi.
Ahmet efendiyle şoför Ağabey efendiye
baktım. (Asıl adı Ağabeydi). İkisi de iştahla ve ağızları sulanarak önce
güvercinlere ve sonra da bana baktılar. Ne yapmak istediklerini hemen anladım.
Muhtara ve öğretmene sordum,
–
Siz, güvercin eti yer
misiniz?. Öğretmen, “Hayır” dercesine başını salladı, muhtar da,
–
Bizim köyde hiç kimse
yemez, günahtır derler, hem de lezzetsiz olurmuş, dedi.
Lezzetini
biliyordum, daha önce de yemiştim. Günah olmasına da aklım ermedi. Bu da
nihayet bir av hayvanı, yenilebilir bir kuştu.
– Bize
izin verir misiniz, birkaç tane tutalım?
– Ne
kadar isterseniz, yanıtını verdiler.
Bizimkilere
baktım, ikisinin de gözleri parladı. Onlara teklifimi söyledim.
– Tuttuğunuzun
yarısı benim, yarısı sizin,
– Akşam
karanlığını bekleyelim, içeri girip tünesinler,dediler.
Muayene
olmak için gelen birkaç kadın ve erkek hastaya baktım. İşlerimizi bitirdikten
sonra, onlar tavana çıkmaya hazırlandılar, ben de öğretmen ve muhtarla birlikte
köyün kahvesine gittim. Bütün köy erkekleri toplanmış bizi bekliyorlardı.
Çaylarımızı içerken tere yağında kızartılmış gözlemeleri de yedik. Köyün
problemlerinden, hastalıklardan konuştuk. Bazı konuları Kaymakam beye
anlatmak için, defterimi çıkarıp not
aldım. Yaşlılardan, Birinci İnönü muharebelerinde ve kurtuluş Savaşında çekilen
acıların anılarını dinledik. Çünkü köy Birinci İnönü Muharebesinin tam
ortasında kalmıştı. Çoluk çocuk yakın köylere kaçışmışlar, eli silah tutanlar
ise silaha sarılmışlardı. Anıların bazılarına çok üzüldük ama, yaşlı İmam
efendinin anlattıkları da bir hayli ilginçti. İmam efendi,
–
Ben o zamanlar gençtim
ve henüz askere gitmemiştim, dedi ve sanki o günleri yeniden yaşıyormuş gibi
diklenerek anlattı.
– Senede
bir iki kez, tarla ve bahçeleri talan eden domuzları avlamak için “ Domuz
avı”na giderdik. Vurduğumuz domuzları köye
getirir Rum komşulara ikram ederdik. Biz
yemezdik ama onlar çok sevinirlerdi.
Babamın 93 muharebesinden kalma bir mavzeri vardı. Aklıma geldikçe onu yerinden
çıkarır temizlerdim ve kendi kendime nişan talimleri yapardım. Sonradan iyi
atıcı oldum. Komşular beni almadan domuz avlamaya gitmezlerdi. Bir gün “Yunan
bizim İzmir’e çıkmış” diye bir söz ortaya çıktı. İzmir neresidir bilmiyordum
ama, herkes “Bizim” dediğine göre, herkes ile birlikte ben de üzüldüm. Bir ara,
köyün Rum gençlerinden bir çoğunun kaybolduğunun farkına vardık ama, önce pek
aldırmadık. “ Yunan Ordusuna rehberlik yapıyorlarmış” lafı ortaya çıkınca,
hepimiz sinirlendik. Bir gün,Yunana karşı, ”Söğüt Taburu kuruluyor” haberini
duyunca, arkadaşlarla birlikte Söğüt’e giderek yazıldık. Herkes kendi
silahını ve mermisini kendisi
getirmişti. Pek çok çeşitli silahlar vardı. Bir silahın mermisi bir diğerine
uymuyordu. Çanakkale Muharebelerinde, Galiçyada, Osmanlı Ordusunda savaşmış iki
eski asker, bir süre bize ders verip talim ettirdi. Yatırıp kaldırdı ve nişan
aldırdı. Kimsenin gözünün yaşına da bakmıyorlardı. Yanlış yapana tokadı
patlatıyorlardı. Nihayet çatışma günü geldi. Benim gibi askerlik yapmamış ama
talim görmüş acemileri, Gündüzbey tepelerinin aşağısında bir geçitte, beşer
adım aralıkla siperlere yerleştirdiler. Pala bıyıklı, tanımadığım iri yapılı
bir Çavuş geldi. Gözlerini üzerimize dikip kalın sesiyle,
– Göreyim
sizi yiğitlerim ! Geleni vuracaksınız, öleceksiniz ama bir adım bile geri gitmeyeceksiniz! Tamam mı?.Görsünler
bakalım Türk mü yaman, Rum mu yaman? dedi.
Biz de “Tamam”dedik. Bu Yunana da ne oldu
anlamadım. Köydeki Rum komşuların halleri, son zamanlarda biraz değişmişti ama,
yine de tatlıca geçinip gidiyorduk. Aç değillerdi açık değillerdi. Doktor,
Eczacı onlardandı, esnafın çoğu onlardandı ve çoğu da zengindi. Bağ bahçe ile
uğraşanları azdı. Kızları kadınları açık saçık gezerlerdi ve hiç birine gözümüzü kaldırıp bakmazdık.
Kızlardan birine aşık olup istesek de bize vermezlerdi ama, kavga da çıkmazdı.
Onların çocuklarıyla birlikte topaç çevirir, çelik çomak oynardık. Kahvede
birlikte oturup dama oynardık. Ramazan ayında biz oruç tutarken, onlar da sanki
oruç tutuyormuş gibi yaparlar, bize görünmeden gizlice yerler ve içerlerdi.
Bizim bayramımızı onlar kutlular, biz de onların yortularında bayram ederdik.
İkram edilen kırmızı yumurtaları, mis kokulu çörekleri severek yerdik. Ne
anamdan ve ne babamdan ve de ne Hoca Efendiden, onlar hakkında en küçük bir
kötü söz işitmemiştim. Şu yaptıklarını bir türlü anlamıyordum. Yattığım siperin önü açıktı. Gözlerimi
ovuşturup açarak beklemeye başladım.
Sabahın
alaca karanlığında, top sesleri ve mitralyöz sesleriyle bir kıyamet koptu.
Benim de ödüm koptu. Yukarı taraftan, çavuşlardan birisi bağırarak, bize
seslendi,
– Geliyorlar,
göreyim sizi aslanlarım!
Elim
ayağım titremeye başladı. O güne kadar av hayvanlarına, domuza ateş etmiştim
ama, insana hiç ateş etmemiştim. Tam karşımdan eli silahlı ve silahını bana
doğrultmuş, eteklik giymiş bir kadının koşarak bana doğru geldiğini gördüm.
Kendi kendime, “Vay kafir, kadınlarını bile askere almış üzerimize geliyor”,
diye şaş-
kınlık ve korku içinde düşünürken, on adım
kadar önüme geldi. Hızla koşarak bana doğru geliyordu, göğsüne nişan aldım ve
”Bismillah” deyip tetiğe dokundum. Haykırarak bir adım önüme, yüzükoyun düştü.
Kaytan bıyıklı, genç bir erkekti. Meğer bunlar kadın değilmiş, yunanın Efsun
askeriymiş. Benim yaşımda genç bir adamdı, üzülmedim desem yalan olur, diyerek
hüzünlendi ve eski günlere daldı.
Biraz
sonra jip kahvenin önüne geldi ve orada bulunanların hepsi ile bir bir
vedalaşarak ayrıldık. İlçeye gelince Ahmet efendiye,
–
Aşçı Nazmiye hanıma
söyle, güvercinleri yolsunlar ve kavursunlar, bir tenekeye bassınlar. Ne kadar
yağ gerekiyorsa sen al, ben sana sonra veririm, dedim. Birkaç gün
sonra,
Ankara’ya gitmek üzere, otobüse binerken, benim bavulla birlikte, kocaman bir
gaz tenekesini de birlikte getirdiler ve “ Kavurmanız efendim” dediler.
Gerçekten ben onu çoktan unutmuştum ve unuttuğum için de beklemiyordum. Ama,
şöyle bir an düşününce de memnun oldum,
eli boş gitmemiş olacaktım.
Akşam
hava kararmadan Ankara’ya vardık ve doğru Kayınbiraderin evine gittim. “Hoş
geldin” merasiminden sonra, çocuklar tenekede ne olduğunu merakla sordular.
Düşündüm, muhtarla öğretmenin söyledikleri aklıma geldi. ”Güvercin
kavurması”desem belki beğenmezler,
-Keklik
kavurması, dedim.
Sevinç
çığlıkları arasında, merak ve sabırsızlık içinde teneke
açıldı. Akşam yemeğinde ısıtıp önümüze
getirdiler. Keklik kavurması diyerek kapıştılar. Gayette lezzetliydi. Herkes
çok beğenmişti.
Yemekten
önce, iştahları açılsın diye, çocuklara içirdiğimiz, kırmızı pancar turşusunun
sarımsaklı suyuna da lüzum kalmamıştı.
–Aferin
Aşçı Nazmiye hanıma, gerçekten çok güzel yapmış. Birkaç gün sonra, Kayınbiraderim sordu,
–Kavurma
bitti mi?
-İki
keklik kaldı, dediler. Ben de dalgınlıkla,
-Getirin
o iki güvercini, demiş bulundum. Ne halt ettim de ağzımdan kaçırdım. Kayın
valideden bir feryat koptu,
– Neee
, güvercin miii ?
Gelin hanım ağzını eliyle kapatarak
lavobaya koştu. Bizim hanımın rengi attı, sıkıntılı bir yüz ve beden ifadesiyle
ayağa kalktı. Ortalık tam anlamıyla karıştı. O güne kadar, iştahla yediklerini
unuttular.
Bağıran
mı istersin, öğüren mi istersin, herkes ayrı bir havaya girdi. Kayınbiraderle
ikimiz şaşırıp kaldık. Şu işe bak, keklik kavurması diyerek iştahla, severek
yedikleri şey, bir anda, sanki iğrenç bir şey olmuştu. Dalgınlığım bütün o
güzellikleri alıp götürmüştü. “Bülbülün çektiği dili belasıdır” diye boş yere dememişler.
MÜZEKKER
Yapısı
gereği Medya, haber verme bakımından, çok güzel işler yaptığı gibi, zararlı
olaylara da neden olmaktadır. Bunu kabul etmek olanaklıdır ama, medyadan vaz
geçmek olanaksızdır. Bir zamanlar, “ Kolera “ diye manşet attılar, Avrupa’dan
sebze ve meyve almak için gelen tırlar, yüklerini boşaltıp kaçtılar. Gerçekte o
vakalar kolera değil, “ Para kolera “ adı verilen daha hafif bir hastalıktı.
Araştırsalar o kadar insan zarar görmeyecekti.
Poliklinikte
bir gün, bir hastayı karşımdaki sandalyeye getirip oturttular. Uzun boylu,
temiz giyimli, yakışıklı ve melankolik görünümde bir adam. Arkasında ayakta
duran ve bir elini adamın sol omzuna koyarak sahiplenmiş güzel bir kadın.
Poliklinik defterine bakıyorum, adı Müzekker. Müzekkerin Arapça erkek anlamına
geldiğini, gramer çalışmalarında masculin= müzekker, feminen= müennes olarak
kullanıldığını görmüştüm. O güne kadar insana böyle bir isim verildiğini
duymamıştım. Defterin düşünceler sütununda hemşire hanımın bir notu var.
“Bunalım geçiriyormuş” .
Bunalım
tedavisi beni aşıyor ama, tek doktor olarak elimden geldiği kadar yardım etmek
de benim görevim. Önce iletişim kurmak istedim.
– Adın
ne Efendi!
Adam
yüzüme anlamsız bir biçimde boş gözlerle baktı. Arkasında duran güzel kadından,
güzel bir İstanbul şivesiyle yanıt geldi.
– Adı
Müzekker efendim, ben onun eşiyim.
Müzekker efendi ne
zamandan beri böyle durgun, nasıl başladı, anlatır mısınız?
–
Başımıza gelen bir olay
nedeniyle, kendisini teskin ve teselli edemedik. Önce çıldırdı sandık. Bağırdı
çağırdı, kendini oradan oraya attı. Sonra da böyle suskunlaştı, konuşmaz oldu.
– Olayı
bize anlatır mısınız?.
–
Efendim, biz ilçeye
bağlı Küre köyünde oturuyoruz, iki tane üzüm bağımız var. Bu iki bağın üzümü
bizi bir sene idare ediyor. Başka bir gelirimiz yok. Bağın birinden siyah,
diğerinden beyaz olmak üzere toplanan üzümleri Almanya’da bir Türk kabzımala
satarız. Her sene olduğu gibi bu sene de bir Tır kamyonu ile evvelki gün geldiler.
Tuttuğumuz
işçilerle birlikte 102 kasa üzümü yükledik. Akşam da ilçede Müftü olan babamın
yanına gittik. Sabah köye geldiğimiz zaman gördük ki, tır gitmiş ve
üzümleri de boşaltmışlar,dağ gibi
kapının önüne yığmışlar. Bir de mektup
bırakmışlar. “Kusura bakmayın gazetelerde Türkiye’de Kolera çıktı, diye yazılar
gördük. Almanya’ya telefon ettik. Yükü boşaltarak hemen Almanya’ya dönmemiz
emredildi. Selamlar”. Bu yazıyı Müzekker okuyunca, “Ben bu kadar üzümü ne
yapacağım. Mahvoldum “ diye çıldırdı. Sonunda işte böyle oldu. Dedi ve sustu.
Şimdi
bunalım sırası bana gelmişti. Müzekker efendinin sorunu, ticari sorundan sonra
oluşan tıbbi bir sorundu. Ben ne yapabilirdim.
Düşündüm, eğer çözüme bir yol bulabilirsem
ya da adamın moralini yükseltebilirsem, bunalım çözebilirim. Bir yol da bulmuştum.
Müzekker
efendiye döndüm.
–
Sözüme dikkat et efendi!
Ben bir çare buldum. Hem de çok kolay. Müzekker efendinin gözleri parladı.
Birden canlandı ve ayağa kalktı.
– Otur!
Bak beni dinle. Dedim ve ekledim,
– Dediklerimi
yapacak mısın?
Yine
ayağa kalktı ama ilk kez konuşarak yanıtladı.
– Emrin
olur doktor bey! Ne dersen yapacağım.
– Şimdi
senin üzümleri satmaya başlıyoruz.
Ağzı açık kuşkuyla yüzüme bakmaya başladı.
Ben sözümü sürdürdüm, Şimdi, iki kasa üzüm ben alıyorum. Hemen parasını
vereceğim. Bir kasası siyah bir kasası da beyaz olsun. Bizim eve bırakın. Dört
kasa da hastaneye alıyorum. Katip Mehmet efendi üzümleri getirince hemen
parasını versin. Tamam mı?
–
Tamam dedi.
Hemen Şoför Deli Yaşarı bulacaksın. Onun
küçük bir kamyonu var. Satabileceğin kadar kasa üzümü onun kamyonuna yükleyip
pazarlara gideceksiniz. Satamadıklarınız bütün üzümleri de ilçedeki buzhaneye
koyacak ve istediğin gibi ve istediğin zamanda,hem de daha pahalı satacaksın.
Tamam mı?
Sağ
ol doktor bey beni ihya ettin, deyerek ellerime sarıldı ve karısının elinden
tutarak gittiler. Hepimiz derin bir nefes aldık. Şimdilik problem çözülmüş
gibiydi. Zaten yapılması gereken de buydu.
Akşam eve geldiğim zaman üzümleri gördüm. O
kadar güzel ve lezzetliydiler ki, Almanya’ya neden götürüldüklerini o zaman
anladım. Üzümler geldiğine göre, Müzekkerin işlerinin yolunda gittiğine
inanarak rahatladım. Yatma zamanına yakın kapı çalındı. Balkondan seslendim.
Kim
o?. Yanıt geldi.
Müzekker
çok içmiş, hastaneye getirdiler.
Hemşire hanım serum
glikoze taksın. Alkol komasında kullandığımız ilaçları yapsın. Ben de giyinip
geliyorum, dedim. “Anlaşılan Müzekker efendi, efkar dağıtırken birazda kendini
dağıtmış” diye düşünerek güldüm. Yarım saat kadar sonra hastaneye gidebildim.
Merdivenlere vardığım zaman baktım poliklinik tarafının bütün ışıkları yanıyor
ve gece kulübü gibi içeriden gülüşmeler ve kahkaha sesleri geliyor, yavaşça
merdivenleri çıktım. Neler olduğunu anlamak için, polikliniğin aralık
kapısından içeri baktım. Müzekker efendi muayene masasının üzerinde oturmuş,
kolunda serum, sarhoş ağzı ile dili dolaşıyor ve gülüyordu.
Allah’tan korkun! Bu yaptığınız
insafsızlık. Ben o kadar para verdim de sarhoş oldum. Beni ayıltmaya ne
hakkınız var?
Diyordu.
ÖNCE
ALLAH’TAN KORKARIM
Küçük
ilçelerde yaşayan insanlar, istemeseler de, biri birlerinin aile sırlarına
tanık olabiliyorlar. İlçede tek doktor olmam nedeniyle, bütün gözler bizim
üzerimizdeydi. Eşime ve çocuklarıma karşı gösterdiğim yakın ilgi nedeniyle de
bana takılıyorlardı. Örneğin; Savcı Hikmet Bey, Hakim arkadaşa takılıyordu,
–
Doktor kadar kılıbık olma, kaldıramazsın.
Ben bunlara aldırmıyor, gülüp geçiyordum.
Akşam, mesai saatından sonra, genel olarak, Öğretmenler Lokalinde buluşup, Briç
oynardık. Kareyi kuramazsak, Maça Kızı bilen biri bulunurdu. Çok kez de Yüzbaşı
Aslan Beyi çağırırdık. Bir gün, Maça kızı oynarken, bir Jandarma eri gelerek
Yüzbaşı Aslan beyin önünde selam durdu. Aslan bey,
– Ne
var ?.
–Ablam
telefon etti sizi istiyor. Sobayı da yakamamış.
– Tamam,
şimdi geliyorum, dedi.
Ama,
herkes de bıyık altından güldü. Yüzbaşı Aslan Bey, ayağa kalkınca oyun da
bozuldu. Sonra bize dönerek,
– Kusura
bakmayın arkadaşlar, gitmem gerekiyor, dedi ve
gitti.
Aradan
aylar geçti. Yıl Başı gecesi bütün memurlar Askeri Gazinoda toplandık. Herkesin
yeri, askeri bir intizamla, ayrılmış ve hazırlanmıştı. Küçük bir Caz ekibi bile
kurulmuştu. Yemekler yen-
di, içkiler içildi. Herkes kafayı buldu.
Danslar edildi, şarkılar söylendi. Horon, Kazaska gibi oyunlarda marifeti
olanlar, marifetlerini gösterdiler. Ben tek doktor olduğum için, içki
içemiyordum. Her an Sağlık Merkezine çağrılabilirdim. O zamanlar şimdilerde
olduğu gibi çeşitli kolalar yoktu. Abdullah Efendinin meyveli gazozu ile
yetinmek zorundaydık. Yeni yılda çekilmek üzere, özel hazırlanmış piyango
biletleri de satılmıştı. Saat 24 olunca, bir an elektrikleri söndürdüler ve
sonra açtılar. Kumandan, iyi dileklerini bildirmek üzere mikrofon başına geçti.
–
Yeni yıla hoş geldiniz.
Yeni yılda hepinize iyi şanslar dilerim, dedi ve masasına giderek oturdu.
Piyango çekilişini de Yüzbaşı Aslan beye bıraktı. Aslan beyin elinde iki torba
vardı. Birinden bilet numarası çekiliyor, diğerinden de ikramiyesi çekiliyor ve
herkese gösterilerek kazanan kişiye veriliyordu. Birkaç çekilişten sonra benim
numaram torbadan çıktı. Nasıl becerdiler de o ikramiyeyi bana çıkardılar, orasını bilemiyorum. Bana
çıkan ikramiye, emziği üzerinde bir biberondu. Aslan bey bunu gülerek ve
göstererek ilan etti.
–
Doktora çıkan ikramiye,
tam isabetle, emzikli bir biberondur. Biz ona bir de “Kılıbıklık Diploması”
ekledik, deyince salon gülmekten çınladı. Artık buna yanıt vermek, benim için
“Farz” olmuştu. Ayağa kalktım ve mikrofonun önüne gittim. Mikrofonu boyuma göre
düzenledim.
–
Sevgili dostlar !.
Hepinizin yeni yılını kutlarım. Yüzbaşı Aslan
bey teveccüh göstermişler. İkramiyeme bir
de “ Kılıbıklık Diploması” eklemişler, kendisine teşekkürler ediyorum. Benim
bildiğim odur ki herkes, az da olsa hanımdan korkar. En azından darılacak,
incinecek diye korkar. Aslan bey de benim gibi, hanımı incinecek, darılacak
diye korkuyor. Bana göre bu normal bir davranış. Yalnız aramızda bir fark var,
deyince salonda derin bir sessizlik oldu. Sanki herkes göz ve kulak kesildi.
Dikkatlerini bana verdiler, gözlerini bana diktiler. Merakla söyleyeceğim
sözleri bekliyorlardı. Bütün salonu ve tek tek masaları izleyerek, her biriyle
göz teması kurarak, taradıktan sonra,
– Ben önce Allah’tan, sonra hanımdan
korkarım, diyerek bir an durakladım. Herkes yeniden dikkat kesilmişti, ağzımın
içine bakıyorlardı. Salonda dikkat ve sessizlikten oluşan gerilim sürüyor, en
son ne söyleyeceğimi merak ediyorlardı. Sözlerimi şöyle sürdürdüm,
–
Aslan bey ise, önce
hanımdan sonra Allah’tan korkar, deyince öyle bir kahkaha tufanı koptu ki
görülmeye değerdi.
ÖRDEK
1960’lı seneler de, bu günlere göre, pek
çok şey bulunmuyordu. Bu gün, kırmızı etten bile ucuz olan tavuk etini o günlerde
çarşıdan ya da pazardan satın alabilmek çok zordu. Bu gün bütün marketlerde ve
hatta bakkallarda bulmak mümkün. Yıl başında hindi yemek adetini de henüz
bilmiyorduk. Kaz ve ördek eti ancak köylerden temin edilebiliyordu.
Nadiren,
pazardan bulabildiğimiz canlı tavukları kestirmek, yolmak gibi zorunluluklar da
ev hanımlarına sıkıntı oluyordu. Elinde canlı tavuk ile köşe başlarında
bekleyen, geçen erkeklerden tavuğun kesilmesini rica eden kadınları çok
görüyorduk.
Bulunduğum ilçenin bir mahallesinin ortasından
küçük bir dere geçiyordu. Dere boyunda olan evlerin her birinin bir sürü ördeği
vardı. Küçük tahta köprünün üzerinden geçerken bir an durur, onların
birbirlerini kovalamalarını, vakvaklı çığlıklar atarak uçuşmalarını zevkle
seyrederdim.
Bir
gün durup dururken aklıma geldi. Besili bir ördek kızartması, hem hanımı ve hem
de çocukları çok sevindirecekti. Hasta bakıcı Ahmet efendiye,
–
Ahmet Efendi !. Karşı
mahalledeki ördeklerden bir tane satın alabilir misin?.
–Elbette
efendim.
–Kestir,
tüylerini yoldur ve bizim eve gönder. Çocuklar canlıy-
ken
görmesinler. Sonra kestiremezsiniz. Ben de kesilirken görmek istemem.
Ahmet efendinin eline 5 Lira verdim. O
zamanlar bir tavuğun fiyatı 150- 250 kuruş kadardı. Ördek biraz daha büyük
olduğu için, daha çok eder diye düşündüm.
Akşam yemeğinde ördeğimiz, kızarmış olarak,
masaya geldi. Hem de suyuna pişirilmiş bir tencere pilav ile birlikte ve
çocukların alkışları eşliğinde. İştahla ve neşeyle yemeklerimizi yedik. Bu
manzara karşısında, olayı tekrarlamayı düşündüm. Birkaç gün sonra, aynı
biçimde, Ahmet efendiyi tekrar ördek almaya gönderdim. Ama Ahmet efendi boş geldi.
–Ne
oldu?
–Adam,
satmak istemedi efendim. “ Doktor yediyse ben de yerim” dedi.
Bu olay nedeniyle öğrenmiş olduk ki, bu
yörede ördek etini yemezlermiş. Ördeği yalnız yumurtası için beslerlermiş.
ŞEHİT
CENGİZ TOPEL
Bir
cumartesi gününün akşamı olmak üzeriydi. Hanımla el ele tutuşarak Ordu Evinin
kapısına geldik. İçimiz coşku doluydu. Misafir olarak bizi kabul edeceklerini
ümit ediyorduk. Kapıda ki nöbetçi asker,
–
Yasak efendim! Üye
olmayan giremez.
–
Asker oğlum! Ben Hükümet
tabibiyim. Eşim de öğretmendir. Dedim.
Tam o sırada, merdivenlerden aşağıya doğru
genç bir subayın indiğini gördüm ve sordum.
Bu subay bize yardım edebilir mi?. Askerin
yanıt vermesine gerek kalmadan, subay bizi gördü ve yanımıza geldi. Bize şöyle
bir göz attıktan sonra askere sordu,
–
Sorun nedir?
Asker
esas duruşa geçerek selam verdi ve sonra,
–
İçeri girmek istiyorlar komutanım.
Dedi. Subay bana doğru dönünce, fötr
şapkamı çıkarıp selamladım. Kendimi ve de hanımı mı takdim ettim. Subay da
kendini tanıttı ve elini uzatarak hanımla ikimizin ellerini sıktı.
–
Ben Pilot Yüzbaşı Cengiz
Topel. Ordu Evine konuk olarak girebilmeniz için, İdare heyetinden bir
tanıdığınızın tavsiyesi gereklidir. Dedi. Ben de hemen cevap verdim,
–
Sizinle tanıştığımıza
göre, bize yardım edebilirsiniz. Güldü ve
– Tamam,
buyurun beraber yukarı çıkalım.
Birlikte salona çıktık. Bizi kayıt etti ve
misafir kartı verdi. O günden sonra bütün subaylar ve personel bizi, Yüzbaşı
Cengiz Top-
el’in arkadaşı olarak kabul ettiler. Biz de
aşağı yukarı her Cumartesi akşamı, ordu evine gittik ve her seferinde masamızı
hazır bulduk. Nezih bir ortamda, kaliteli insanlar arasında bulunmak bizi mutlu
ediyordu.
Her
defasında da Cengiz Beyle sohbet ettik. Kendisini çok seviyorduk. Ender bulunan
bir insan, yüksek vasıflı bir Türk subayıydı.
Sene
1963 yılı. Kıbrısda, Makariyos ve adamlarının Türklere saldırdıkları bir dönem.
Gelen haberler, insanı dehşete düşüren cinsten. Subaylar gergin, halk endişeli.
O kötü günlerin birinde, hanımla birlikte, Ordu evinde akşam yemeğindeyiz.
Yüzbaşı Cengiz Bey kapıdan girince bizi gördü ve yanımıza geldi. Önce eşimin
elini sıktı ve sonra benim elimi sıktıktan sonra, eşime hatır sordu.
–
Hoş geldiniz, nasılsınız
Hoca Hanım? Eşim ciddi ve üzgün bir sesle yanıtladı.
–
Hoş bulduk ama, iyi
değiliz. Kıbrısda Türkleri öldürürlerken nasıl iyi olabiliriz ve siz nasıl iyi
olabiliyorsunuz? O da ciddi bir tavır takınarak yanıtladı.
–
Biz de sizler gibi
üzüntü içindeyiz. Ama, biz her an emre hazır bekliyoruz. Şu an emir gelsin, on
dakika sonra oradayız. Dedi.
Aradan
çok zaman geçmedi. Bir gün öğlen haberlerinde, radyodan duyduğumuz anons ile
yıkıldık.
–
Bu gün, Türk Hava
kuvvetlerinden Pilot Yüzbaşı Cengiz Topel, Kıbrıs üzerinde uçarken, isabet alan
uçağından paraşüt ile atlamış ve aşağı inerken ateş altında kalarak şehit olmuştur.
Kıbrıs
konusunda, ilk Hava kuvvetleri şehidimiz olması nedeniyle, bütün Türkiye’de
büyük bir heyecan yarattı. Yollara, okullara adı verildi. Bir çok şehrimizde,
Cengiz Topel İlk okulu ya da Cengiz Topel Caddesi levhalarını görebilirsiniz.
Biz ise hala onun anısıyla birlikte yaşıyoruz ve bir daha da Ordu Evine
gidemedik.
TEMELİN DERDİ
Doğu
Karadeniz’den göçmen olarak bu köye geldikten sonra, Emin Ağanın babası ve
amcası denizde kayboldular. O zaman, daha küçük bir çocuktu. Denizden hem
yıldı, hem de korktu. Bu korkuyla kısmetini toprakta aramaya başladı. Karısı
Azime hanımla birlikte, gece gündüz demeden çok çalıştılar ve paralarını
değerlendirdiler.
Talih de yardım
edince, seneler sonunda, köyün ağası, köyün en zengin kişisi ve muhtarı oldu.
Emin Ağa dedin mi, akan sular dururdu. Herkesin yardımına içtenlikle koşar ve
herkesin derdine çare bulurdu. Geçtiği yollarda bütün çocuklar selama durur, girdiği kahvede herkes ayağa kalkar
el bağlardı. Çocukları çok sever ve çok çocuğu olmasını istiyordu ama, oğlu Temel dünyaya geldiği zaman, Azime hanım
hastalanmış ve bir daha da çocukları olmamıştı. Oğlu Temel, ufak tefek, zayıf yapılı bir çocuktu. Kavga dövüş
bilmezdi. Büyüdü, delikanlı oldu, askere gitti geldi, hep aynı kaldı. Emin Ağa onun
güçlü kuvvetli ve hatta kabadayı olmasını isterdi.
–
Ha bu uşaktan ne köy olur, ne kasaba” diye karısına dert
yanıyordu ama, evlendirme zamanı da gelmişti. Sonunda evlendirmeye de karar
verdi. Bir gün,
–
Kiz Azime, ha bu uşağın
evlenme vakti gelmiş dur, bir
münasip kiz var mi dur?
–
Olmaz olur mi, Takacı
Recebin bir kizi vardır ki, bütün köyün uşaklarının akılları ondadır, hepisinin gözleri üzerindedir. Bizim uşak da ona yanmiştur
ama sesi çıkmayi. Kemençeci Tursunun da o kiza olan sevdasını yedi düvel duymiştur.
Takacı
Recep, çalışkan, dürüst, terbiyeli bir adamdı ve uzaktan
da akrabaları olurdu.
Balığa çıktıkları gece çıkan fırtınada takası batmış, canını zor kurtarmıştı.
Şimdi küçük kayığı ile yine balıkçılık yapıyor ama, ancak idare ediyorlardı.
Kızı Fadime, köyün en güzel ve gösterişli kızıydı. Boylu boslu, güçlü kuvvetli,
hem akıllı hem de marifetliydi. Uzun sarı saçları, koyu mavi gözleri vardı ve
yürüdüğü zaman kıvrılan, kımıldayan vücut hatları ile, kemençelerde çalınır
söylenir olmuştu. “Oy Fadime Fadime/Çıktın yola ne diye/ Kemençemi kırmışım/
Dönmüşüm bir deliye”. Takacı Recebe de taş atıyorlardı. “Takacının takası/Var
bir ciğer paresi/Ona yandım tutuştum/Var mı bunun çaresi”.
Birkaç
gün sonra, Takacı Recep efendiye haber saldılar,
– Akşam
oturmaya gelmek istiyoruz, diye. Recep efendi
karısına,
–Hayırdır
inşallah, ha bu da nereden çıkmiş dur? Karısı, kadınlık sezgileriyle anlamıştı.
–
Elbette hayırdır, kizunu
istemeye gelirler, dedi. Recep efendinin içi yandı. Kızını çok severdi.
– Bu
da mı başıma gelecekti? diye sızlanınca, karısı yanıtladı.
–
Hamsi değildir ki
tuzlama yapasın oni. Emin ağadan daha iyi, daha zengin kapıyı nereden
bulacaksun?.
Bu konuşmaları, kapı arkasından dinleyen
Fadime de duymuştu. Gerçekte Temele değil ama, Emin Ağanın zengin evine gelin
gitmeyi o da istiyordu. Gerçek istediğini sorarsanız, iri yarı, gösterişli ve
tatlı dilli Kemençeci Dursun’u isterdi.
Nihayet,
Emin Ağa ile Azime hanım geldiler. “Hoş
geldiniz” merasiminden sonra, Azime hanım, Recep efendiye bir kehribar tespih,
Nazmiye hanıma bir elbiselik kumaş verdi ve Fadime’ye de bir beşi birlik
çıkarıp zinciriyle boynuna taktı. Onlar bu evlenmenin
kesinlikle olacağını düşündükleri için,
hiçbir masraftan kaçmamışlardı. Fadime bu kadarını beklemediği için,
ziyadesiyle sevindi. Koşarak kahve pişirmeye gitti. Bu sırada, Emin Ağa, önce
bir yutkundu, sonra,
–
Allah’ın emri
peygamberin kavliyle, Fadime kizımızı, uşağumuz Temele eş olarak isteyruz, dedi.
Nazmiye
hanım kocası Recep efendiye baktı. Onun sıkıntı içinde ve
şaşkınlık
içinde olduğunu anlayarak,
–
Kısmetse olur, sizinle hısım olmak bizi sevindirir, dedi. Azime hanım üsteledi,
–
Fazla uzatmayalım,
düğünü çabuk yapalım.
Sonra başka konulara geçtiler. Kahveler içildi, eski günlerden
ve yeni günlerden konuşarak ayrıldılar. Nazmiye
hanım laf olsun diye Fadime’ ye sordu.
– Seni
Temele istemeye geldiler,ne
diyeceksin?, Fadime de,
– Siz
bilirsiniz diyerek gülümseyince, kızın da gönlü olduğu anlaşıldı.
On
beş gün içinde, hazırlık yapıldı, nikah kıyıldı, düğün dernek kuruldu. Ağanın
şerefine layık, koyunlar kesildi, masalar kuruldu, etler, pilavlar ve tatlılar yendi, rakılar ve şaraplar su gibi
aktı. Sarhoş olmayan bir imam efendi kaldı. Atılan silahlardan çok şükür ki
kimse ölmedi. Kına gecesi yakılan kınalardan bütün kızların elleri kıpkırmızı
oldu. Gelinden başka hepsi, Temel ile
evlenmeyi kaçırdıkları için ağladılar. Adet
olduğu üzere Perşembe günü akşamı da gerdek tamamlandı. Ertesi gün, sabah
çorbasında Emin Ağa,
–
Kizum yeni evine hoş
geldin, sizden güzel torunlar bekleyrum. Her bir torun için sana bir Beşibirlik
vereceğum. Ha bunu bile sun! dedi. Fadime bu “Beşibirlik” sözünü, kafasına
iyice yerleştir-
di. Onu kazanmak için neler yapacağını çok
iyi biliyordu ve yaptı da. Bir hafta geçmeden, Temelde bir halsizlik, bir
tuhaflık hissettiler.
Köyün
en güzel kızını almıştı, daha ne istiyordu. Her gün daha keyifli daha diri
olacağına, daha halsiz ve daha keyifsiz duruyordu. Ağa karısına seslendi,
–
Beni duyay mi sun, ha bu
kiz, bizim uşağa ağır gelmiştir sanayrum, dedi. Karısı da ona,
– Sen
de bana ağır gelmiş idun, dedi ve gülüştüler.
Fakat,
şurası açıkça görünüyordu ki, gelin ne kadar hareketli canlı ise,Temel de o
kadar yavaş ve halsizdi. Azime hanım,
– Ha
bu kız bizim uşağa hiç rahat vermeyi her hal, diye, bir laf da etti.
Bir
sabah Emin Ağa heyecanla uykudan kalktı, geç kalmıştı. Değirmene gidecek iki
çuval mısır vardı. Evin içinde dolaştı, hizmetçi kadınlardan kimseyi bulamadı.
Hayvanlara bakan uşaklardan da bir kişi göremedi.
–
Ha bu uşaklar nereye
gitmiş dur? diye söylenerek Temelin odasına
gitti. Temel tek başına, yer
yatağında serilmiş yatıyordu. Sinekler her tarafına üşüşmüşler, sanki onları
kovacak hali yokmuş gibi, hareketsiz duruyordu. “Ha bu uşağa ne olmişdur” diye
söylenerekten yanına gitti ve eliyle omzuna dokundu. Temel şöyle bir kımıldadı, yüzünü ekşitti,
-Uy
gene mi yapacağuk?, diye sızlandı.
O zaman Temelin hastalığının nedenini
anladı. Demek ki gelin, çocuk dünyaya getirmek, her seferinde bir beşi birlik
kazanmanın telaşı içinde, geceleri Temele rahatlık vermiyordu. Sonra Temele
döndü,
– Değirmene gidecek tun ama, vaz geçtum.
Doğri doktora gidecek sun, dedi.
TERE
YATIRMAK
Yağmur
sonu karanlık bir gün ve ardından, karanlık ve serin bir akşam. Yağmurun
getirdiği rutubet ve serinlik, insanın içini titretiyor. Caddelerde ve
sokaklarda bütün insanlar koşuşarak, bir an önce evlerine ulaşmaya
çalışıyorlar. Ara sokaklar, çamur deryası. Ancak, potin ya da çizme ile
paçanızı kurtarabilirsiniz. Ben de hızlanıyorum, soyunup, pijamalarımı giymenin
ve ayaklarımı uzatarak divana uzanmanın hayali içindeyim. Bir bardak da çay
verirlerse,”Gel keyfim gel”. Eve varıp, kapıdan içeri girince, sıcak bir hava
yüzüme vurdu ve içime sanki mutluluk doldu. Hanımla ve çocuklarla kucaklaşmak
ise, ayrı bir mutluluktu. Hayal ettiğim gibi, soyunup divana uzandım.
Çocukların
her biriyle ayrı muhabbetimiz oldu. Hanımla mahallenin dedi kodusunu yaptık.
Şikayetler, gülüşmeler arasında hoşça bir vakit geçirdik.
Yemek
masasına oturduğum zaman gördüm ki hanım yine harikalar yaratmış, ama keyfimiz
uzun sürmedi. Çorbamı yeni bitirmiş, diğer yemeğe hazırlanıyordum ki kapı
çaldı. Zaten en rahat çalınan kapı doktorun kapısıdır, bunu herkes bilir.
Kapıyı açtım, elinde bir fenerle, bir delikanlı,
–
Doktor bey, dedem çok
hasta, babam hemen gelmenizi rica etti, dedi. Siz doktor olsanız, bu delikanlıya,
–
Hemen gelemem, hanımın özenle yaptığı etli yaprak sarması ile şehriyeli pirinç
pilavını yemeden bir yere gidemem. Diyebilir misiniz?. Elbette diyemezsiniz.
Delikanlıyı içeri alıp kapıyı kapattım.
Hevesle giydiğim pijamalarımı, hüzünle çıkardım. Bir şey daha söyleyeyim. Yavaş
giyinirseniz, büyük bir kabahat işlemiş olursunuz, onu da bilmeniz gerek.
Bekleyene dakikalar, saat gibi gelir. Bazen kendi kendime, ”Acaba,
elbiselerimle oturup, elbiselerimle mi yatsam” diyorum. Hemen, hızla giyindim,
paltomu şapkamı giyip, çizmelerimi çektim ve çantamı alarak yola koyulduk.
Çamur ve su birikintileri arasından, bata çıka, hoplaya zıplaya, epey
yürüdükten sonra, bir taş binanın önüne geldik. Beş altı basamak taş
merdivenden sonra, binaya girdik. İçerde, ayakkabılarla dolu bir kapının
önünde, çizmelerimi bir kenarda çıkardım ve içeri girdim. Kocaman bir oda,
salon desem daha doğru olur. Normal iki oda, hatta üç oda büyüklüğünde var. Ortada bir soba,
yanmakta devam ediyor, sobanın yanında
bir yer yatağı, içinde birisi yatıyor
ama, üstü ve yüzü örtülü. Baş ucundaki mindere oturdum. Beni getiren delikanlıya, fısıltılı bir sesle,
–
Üstünü niye örttünüz?.
–
Bir bardak ıhlamurla bir
aspirin içirdik ve tere yatırdık, dedi. Etrafıma baktım, odanın karşı tarafında
bir sürü kadın. Bazılarının apış aralarında çocukları. Yan tarafta birkaç
erkek, hepsi gözlerini dikmiş bana bakıyorlardı. Oturduğum yerden, elimi
yavaşça yorganın altından uzatarak hastanın elini tuttum. Yün yorgan da oldukça
ağırdı. Hastanın eli buz gibiydi ve nabız da alınmıyordu. Her ihtimale karşı
usulca dizlerimin üstünde doğruldum, hastanın yüzünü yavaşça açtım. 65-70
yaşlarında bir adam. Sünneti Şerif
gereğince
tıraşlı, kırçıl sakallı ve bıyıklı. Bıyıkları sigaradan sararmış, ağzı açık,
çenesi sarkmış durumdaydı. Küçük el fenerimle gözlerine baktım. Pupilla
refleksi kaybolmuş, gözün saydam kısmı hafifçe bulanmaya başlamıştı. Adamcağız
çoktan cennetin yolunu tutmuş ama kimsenin haberi yoktu. Usulca yerimden
kalktım, çantamı aldım, kapıya yöneldim. “Hastanız ölmüş”desem, kıyamet
kopacak, belki de kapıyı bulamayacağım. Parmağımı dudaklarıma götürerek ”Sus”işareti yaptım. Neler
olduğunu, ne yapmak istediğimi pek anlayamadılar. Belki de tuvalete gideceğimi
sandılar. Kapıya çıkıp, çizmelerimi ve şapkamı giydim. Beni getiren delikanlı
ile birlikte birkaç kişi daha dışarı geldiler. Bana ve birbirlerine merakla
bakıyorlardı. Hazırlanınca, onlara doğru döndüm, –
Başınız sağ olsun! dedim ve kapıya yürüdüm. Önce bir, ”Ne ?,ne
dedi ?” gibi sözler işittim. Sonra beklediğim kıyamet koptu. Ben de
kendimi dışarı attım. Allah aşkına, birisi çıkıp söylesin, bu eziyetli vazife,
hangi meslekte var?.
ZİNA
Hükümet
Tabipleri, Adli Tabip görevi de üstlendikleri için,Cumhuriyet Savcılığı lüzum
gördüğü her anda çağırarak hizmet isteyebilmektedir. Bir gün, C.Savcılığından
kolu mühürlü bir kadın göndermişlerdi.
Kadının
zina suçu işlediği ve muayenesinin yapılması, acilen raporunun gönderilmesi
isteniyordu. Nasıl bir muayene istedikleri açıkça belirtilmemişti. Savcılığa
telefon edip sormakta yarar vardı.
–
Savcı Bey! Göndermiş
olduğunuz kadının nesini muayene edeceğim, nasıl bir rapor istiyorsunuz?
–Bak doktor! Bu kadın, iki
çocuğunu evde bırakıp köye gelen seyyar satıcı ile kaçmış. Bir hafta dağlarda,
köylerde gezmişler. Şimdi Jandarmalar yakalamış, getirdiler. Kocasının
şikayetleri var. Büyük bir olasılıkla, kaçtığı adamla birlikte zina suçundan
tutuklanacaklar. Altını üstünü muayene et! Raporunu yaz. Sonra görüşürüz. Dedi
ve telefonu kapattı.
Hemşire
Hanıma, kadını muayene odasına götürmesini, birlikte muayene etmemiz
gerektiğini söyledim. Muayene odasına gittiğim zaman, önce kadına sordum,
–Hanım,
bir yerinde rahatsızlığın var mı?
– Hayır
efendim! Hiçbir rahatsızlığım ya da hastalığım yok.
Rapor yazacağım için, tam bir dahili
muayeneden geçirdim. Oldukça şişman, hemşire hanımın tanımlamasıyla,” Göbekli,
kursaklı bir kadındı “ , ama sağlıklı bir kadındı. Herhalde Savcının istediği
“üstünün” muayenesi buydu. Sonra Hemşire hanıma döndüm,
–
Elbiselerini ve külotunu
çıkarın, doğum masasına yatırın! dedim ve dediklerimi yaptılar. Sıra, savcının
dediği “ alt tarafının “ muayenesine gelmişti.
Gördüğüm
manzara gerçekten hayret vericiydi. Vücudunun pek çok yanı, çürüklerle doluydu.
Boynunun sağ tarafında, sol boyun bölgesinde, her iki memeler üzerinde
ekimozlar görmüştüm.
Her iki uyluk bölgelerinde, el ile
sıkılmasından, oluşması olası, parmak izleri gibi, çok sayıda, çeşitli
ekimozlar vardı.Yaptığım cinsel bölge muayenesinde, cinsel organ yolunda
yabancı cisim ya da meni yoktu.
Cinsel
organın ağız kısmında hafif ekimozlar vardı. Rahim küçüktü. Hamilelik olmadığı
kanaatına da varmıştım. Ayrıca kadının sanki bir cinsel saldırıya ya da
tecavüze uğramış gibi hırpalandığını düşünmüştüm. Ama kadının hiç de üzüntülü bir hali yoktu. Bana kalırsa
hayatından gayet de memnun görünüyordu. Hepsini ayrıntılı olarak yazıp gönderdim.
Akşam
üzeri gittiğim Öğretmenler lokalinde, Savcı ile karşılaştım ve sormadan
edemedim.
–Ne
idi senin telefondaki telaşın arkadaş?
–Ne telaşı doktor! Çıldırmak üzereydim.
Zina suçu nedeniyle muayene ettiğin kadını biliyorsun. Kocası olacak pis herif
önce şikayet etti.
Jandarmalarla dağ taş karısını arattı ve
yakalattı. Kadını ve Seyyar satıcıyı hakim tutuklamak üzere idi ki, adam
davasından vaz geçti. Zina suçunda, taraflardan biri şikayetçi olmayınca dava
kendiliğinden ortadan kalkıyor. Senin raporunu kocasına okudum.
–
Bak efendi! Senin karın
ile adam günlerce, hayvanlar gibi sevişmişler. Sana bu kadından fayda yok! Adam
derhal yanıtladı,
–
Bir cahillik etmiş, ben
karımı af ediyorum, dedi ve karısını aldı gitti. Biraz sonra da köyün muhtarı
geldi. Karısını alıp giden adam için,
–Ben
bu namussuz heriften davacıyım, savcı bey! Dedi.
–
Neden davacısın muhtar?
Adam boynuzları kabul etti, karısını afetti ve aldı gitti.
–
Bildiğiniz gibi değil
savcı bey! Adam, önce karısını kaçıran seyyar satıcıdan, kendi karısını af
etmesi için para aldı ve sonra da karısını af etti. Böylece kadın kurtulunca,
seyyar satıcı da kurtuldu. Sonra tekrar para aldı, çocuklarıyla birlikte
karısını seyyar satıcıya sattı. Bu akıl almaz ahlaksızlıktan kahrolduk. Bütün
köy halkı çıldırmak üzereyiz, dedi.
MEMURİYETİN DEVAMI
Tıp Fakültesinden çıkan her doktorun
idealinde, uzmanlık yapmak vardır. Bu uzmanlık dalı, sevdiği ya da heves ettiği
bir dal olabilir. Ben daha çok Çocuk Hastalıkları dalında uzmanlık istiyordum.
Uzmanlık tüzüğüne göre, baş vurma süresi, 35 yaş sonuna kadardı. Sonra bu
süreyi kaldırdılar. Bundan yararlanarak, geç başlamak olanağı buldum.
Bulunduğum ilçede mutlu olarak yaşıyorduk. Çocuklarım, tam anlamıyla
çocukluklarını yaşıyorlardı. Herkes onları tanıdığı için, yanlış bir şey
yapmaları olanaksızdı. Bu da bizi sevindiriyordu. Ben ve eşim, iş yerlerimizde
rahattık. Çocuklarımızın kendilerini kurtaracak yaşlara gelmeleri, bizim için
çok önemliydi. Lise ve Üniversite düzeyine gelen çocuklarımız olunca, büyük
yerlere gitmek zorunluluğu duyduk. Ankara Eğitim Hastanesinde, Çocuk
kliniğinde, bir sınıf arkadaşım Şef Yardımcısı olarak bulunuyordu. Onun yanında
olmak benim için yararlı olacaktı. Sınavları kazandıktan sonra, tayinimi
yaptılar. Gerçekten de o arkadaşımdan çok şey
öğrendim.
İlk gün sabahleyin saat 8 de, o arkadaşım
ile ikimiz birlikte, Hastane Baş Tabibinin yanına gittik. Kapısında duran
Hademe Kamil Efendi içeri girerek geldiğimizi haber verdi ve içeri girdik. Baş
Tabiplik odası, normal büyüklükten biraz daha büyük bir odaydı. Tek ve geniş
penceresine rağmen elektrikleri yanıyordu. Oldukça geniş ve üzeri camlı bir
masası vardı. Masanın bir tarafında kitaplar, diğer tarafında üst üste yığılmış
evrak dosyaları, lacivert deri kaplı sümenin üstünde, okunmakta olduğu
anlaşılan kağıtlar duruyordu. Baş tabip, ciddi yüzlü, oldukça yakışıklı bir
adamdı. Ayağa kalkarak bizi karşıladı. Doktor arkadaşım beni takdim etti.
Yüzüme ve gözlerimin içine bakarak “Memnun oldum” dedi. Sonra önün-
deki dosyadan bir evrak çıkararak önüne
koydu. Sanırım bu benim tayin kararnamemdi. Masanın üzerinde duran gözlüklerini
alarak taktı. Gözden geçirdikten sonra, bana döndü,
–
Ne içersiniz, kahvemiz
de var, çayımız da var dedi. Ben arkadaşımın yüzüne baktım,o da Baş Tabibe döndü,
–
Siz bilirsiniz efendim
dedi. Baş tabip,
–
Ben biliyorsam, Kamil
Efendi güzel Türk Kahvesi yapar. Kamil efendi, arkası kapıya dönük, elleri
önünde bağlı emir bekliyordu. Baş Tabip, başını Kamil efendiye çevirerek,
– Bize
üç tane şekerli kahve yap dedi. Kamil efendi,
–
Baş üstüne efendim,
diyerek kapıya yöneldi. Arkadaşım yerinde kıpırdadı ve sonra,
– Efendim,diyerek
bir giriş yaptı.
Baş tabip ona döndü, gözlüklerinin üzerinden
baktı ve sonra, gözlüklerini çıkararak evrakların üzerine koydu ve dinleme
durumuna geçti. Arkadaşım,
–
Doktor bey benim sınıf
arkadaşımdır. Leyli Tıp Talebe Yurdunda, senelerce birlikte kaldık. Mecburi
hizmet nedeniyle her birimiz bir tarafa savrulduk. Bu hizmetin bitiminde,
kimimiz Sağlık bakanlığı uzmanlık sınavlarına girerek ya da üniversitelerde
uzmanlık için yer aradık. Kimimiz evlendik ilçelerde çocuk büyüttük, dedi.
Baş
tabip bu çocuk sözünden etkilenmiş olmalı ki, bana döndü. Biraz da merak ediyormuş
gibi, gözlerini bana dikerek, hafifçe kaşlarını çattı,
–
Doktor bey, kaç
çocuğunuz var, dedi. Ben de,
–
Dört tane efendim, bir
oğlan üç kız. Ellerinizden öperler. De-
dim.
Benden yana hafifçe başını eğerek, fısıltıya yakın bir sesle sordu,
– Dört
çocuk çok değil mi?. Arkadaşım araya girerek,
–
İlçe gibi küçük yerlerde
başka eğlenceleri yokmuş efendim, dedi ve gülümsedi. Baş Hekimle birlikte
güldüler. Belki daha da güleceklerdi. Tam bu sırada Kamil efendi kahveleri
getirdi. Önce baş tabibin masasının üzerine koydu. Sonra ikimizin oturduğumuz
koltukların arasında duran sehpanın üzerine kahvelerimizi koydu. Baş tabip
gülümsemesini sürdürerek, kahvesinden bir yudum içti ve
–
Çocuklar için mi geç
kaldın, dedi. Sonra , biraz endişeli bir sesle ekledi,
–
Bu yüzden klinikte
ilerlemen biraz zor olacak. Şef yardımcısı olman değil ama şef olman
zorlaşacak, dedi. Benim yanıtım hazırdı.
–
Efendim, bendeniz
memuriyetimi devam ettirmek için asistanlığa geldim. Çocuklar için geç kaldım
ve klinikte ilerlemeyi düşünmüyorum. Ama iyi bir doktor olmaya gayret
edeceğimden kuşkunuz olmasın. Oğlum bu
sene üniversiteye gidecek. Kızlarımın biri lisede, diğeri orta okulda. En küçük
kızım da ilk okula başlıyor. – Eşin çalışıyor mu?.
–
Evet efendim. Eşim de
çalışıyor. İlahiyat Fakültesi mezunudur ve ortaokul Din Bilgisi Öğretmenliği
yapmaktadır. Burada ev hizmetleri için bir yardımcı bulmanın güçlüğünü
düşündük.çocuklar biraz büyüsünler istedik.
Sözümü
bitirince, hayretle yüzüme baktı,
–
Memuriyete devam etmek
için, asistanlığa başlayan birisini ilk kez duyuyorum. Bunu hiç unutmayacağım.
Peki, burada gece nöbetleri sana zor gelmeyecek mi?.
–
Hayır efendim, zor
gelmez. Ben ilçenin tek doktoruydum. Her gece Sağlık merkezine 1-2 kez gittiğim
olurdu. Haftada 1-2 nöbetle burada daha rahat edeceğimi sanıyorum.
–
Öyleyse başarılar
dilerim, diyerek ayağa kalktı ve elini uzattı. Elimi sıkarken,
– Demek,
memuriyetin devamı için geldin?
Bu sözden çok etkilendiği anlaşılıyordu.
Arkadaşımla birlikte odadan çıktık. Kamil efendiye, kahve için teşekkür ederek
ayrıldık.
Aradan yıllar geçti. Ben Baş asistan oldum,
şef yardımcısı oldum. Oğlum doktor oldu. O Baş tabip ağabeyimiz de yaş
sınırlamasından emekli oldu. O yıllarda dünyada ve Türkiye’de bazı konularda
bir bilgi eksikliği vardı. Klinik çalışmalardan ve deneyimlerden yararlanarak,
doktor oğlumun da katkılarıyla, “ Çocuk ve Tedavi” adıyla bir kitap yazdık.
Emekli olan eski Baş tabip ağabeyi evinde ziyaret ederek bir kitabımızı armağan
ettim. Kitabı şöyle bir karıştırdı ve gülümseyerek,
–
Hani sen “Memuriyetinin devamı için” asistanlığa gelmiştin, dedi.
ÇÖPE GİTMİŞ
Tıp
Fakültesine giren her öğrenci, doktor olduktan sonra, uzman doktor olmak da
isteyecektir. Hangi uzmanlık dalını seçeceğini başlangıçta düşünse bile,
fakülte hayatı içinde ya da pratisyen doktorluk yaptığı sıralarda, bu düşüncesi
değişebilir. Ben çocukları çok sevdiğim için, öncelikle Çocuk Doktoru olmak
istiyordum. İkincil olarak istediğim ise Genel Cerrah olmaktı.
Stajlarda
gördüğüm kadarı ile genel cerrahların yaptıkları işlemleri, örneğin
ameliyatları, diğer doktorlar yapamıyorlardı. Bu nedenle cerrahi stajına çok
önem vermiştim. Asistan ağabeyler ile birlikte hastalara bakıyor ve ağabeylere
yardım ediyordum. Elime bıçak vermiyorlardı ama, her şeyi görerek öğrenmeye
çalışıyordum. Bu kadarcık çabamın bile sonradan çok yararını gördüm.
Pratisyen
doktorluk, daha çok, “Koruyucu Hekimlik” ve “Tedavi edici Hekimlik” ile ilgili
çalışmalar yapıyordu. Hastalığın, patolojisini ve fizyo-patolojisini
araştırmadan, teşhis ve tedavisine yönelmekte idi. Bilimsel çalışmalar, neden
ve niçinleri de yanıtlamayı gerektiriyordu. Bu nedenlerle klinik çalışmalarda,
fizik muayene ile birlikte, tahlil ve tetkiklerin yapılması gerekiyordu. Ben
ise, yirmi seneye yakın bir zaman, pratisyen doktorluk yapmıştım. Bu zaman
süresi içinde birçok hastalığın neden ve niçinleri değişmiş bulunuyordu.
Bilimsel çalışmalar her gün biraz daha ileri gidiyordu. Birçok şeyleri yeniden
okuyup öğrenmem gerekmekteydi. Uzmanlık sınavını kazanarak, uzmanlık için
asistanlığa başladığım sıralarda durum böyleydi.
İhtisasa
başladığım Çocuk Kliniğinde, dört erkek ve dört hanım asistan olarak
çalışıyorduk. İki şef yardımcısından biri, benim sınıf
arkadaşım, Dr. Abdulkadir idi. Gerçekten
eşi bulunmaz bir insan bir dost idi. Gerektiği zaman ondan yardım alacağımı
umuyordum ve gerçekten de gereken yardımı da aldım.
Kliniğe
ilk gelen asistana, kural olarak, bir ay süre ile hasta vermiyorlardı. Bu süre
içinde, bir program yapmalıydım ve neler yapabileceğim konusunda kararlar
almalıydım. Asistanların en yaşlısı bendim. Önce, klinikteki arkadaşlarla
ilişkilerimi düzeltmem ve kliniğin işleyiş düzenini öğrenmeliydim. Bir haftada
bu konuyu hal ettim. Sonra, mahcup bir duruma düşmemek ve yararlı olmak için,
bilgilerimi yenilemem ve artırmam gerekiyordu. Bu ise, Tıp Fakültesini yeniden
okumak gibi bir şeydi. Aynı zamanda bu işi hastanede yapmak zorundaydım. Evde
çalışmak istediğim zaman, çocuklar ve özellikle de hanım çok bozuluyordu. Buna
da bir çare bulmalıydım. Bir aylık serbest kaldığım zaman sonunda, asistan
arkadaşlardan, Dr. Selahattin Bey’in koşulları doğrultusunda anlaştık. Koşullar
ikimizi de memnun edecek nitelikteydi.
Ben
her gün sabahleyin, hep birlikte yapılan hasta vizitinden önce bir saat, hasta
vizitinden sonra iki saat, kütüphaneye giderek kitap okuyacaktım. Okuduğum ve
öğrendiğim bilgileri, öğle yemeğinden sonra ya da mesai saati sonunda ona
anlatacaktım.
Okuduklarımdan not alıyor ve ona
anlatıyordum. Bu benim öğrendiklerimi pekiştirmeme de yardımcı oluyordu. O da
benim yokluğum sırasında, bana kaydedilen hastalarıma bakıyor ve gereğini
yapıyordu.
Genellikle
kütüphaneye kendi kitaplarımı götürüyordum. Bende olmayan kitapları da oradan
alıp okuyordum. Sabahtan öğleye kadar olan dönemde, klinik çalışmaları çok
yoğun olduğu için, kütüphanede az insan oluyordu. Genelde her sabah
kütüphanede, üç kişi oluyorduk. İki doktor hanım ve birde ben. Üçümüz de çok
sıkı çalışıyorduk. Bazı günler, Baş Tabip
Dr. Abidin Beyin gelip bizlere baktığını görüyordum. Bir gün kitabıma dalmış
okurken, Baş Tabibi karşımda buldum. Biraz şaşkınlık ve biraz da telaşla ayağa
kalktım. Doktor hanımlar da ayağa kalkmışlar, biraz tedirgin ve biraz da şaşkın
bakışlarla bize bakıyorlardı.
–Buyurun
efendim, bir emriniz mi var?.
Önce
benim yüzüme, sonra da doktor hanımlara baktıktan sonra, gözlerimin içine
bakarak sordu,
–Doktor
Bey!. Sen geleli ne kadar oldu?.
Bu
soru karşısında, biraz da şaşırarak yanıt verdim.
–Bir
aydan biraz fazla efendim.
Baş
Tabip, eliyle doktor hanımları göstererek,
–Şu köşede oturan Doktor Sunay hanım,
Uzmanlık Bitirme sınavına hazırlanıyor. Bu Doktor Nevin hanım da Doçentlik
sınavına hazırlanıyor. Peki, sana ne oluyor?. Bunlardan bile erken geliyorsun?.
–Efendim!.
Tıp Fakültesini yeniden okuyorum. Benim yirmi beş sene önce okuduğum teorik
bilgiler çöpe gitmiş.
Baş
Tabip gözlerini açarak hayretle tekrarladı,
–Çöpe
gitmiş ha! Dedi ve hep birlikte güldüler.
YILBAŞI
NÖBETİ
Sağlık
Bakanlığının, sağlıkla ilgili bir çok konuların yönetiminde kullanılan bir
kanunu vardır. “ Tababet ve şuabatının tarzı icrasına dair kanun”. Tamamı
Arapça kelimelerden oluşmuş bu cümleyi anlamak kolay değildir. (Doktorluk ve
onunla ilgili meslek bölümlerinin yürürlük biçimi ile ilgili kanun). Bu kanun
1930 yıllarında, Atatürk zamanında çıkarıldıktan sonra olduğu gibi bırakılmış.
Ne dilinin güncelleştirilmesi yönünde, ne de geçerliliği kalmamış yönlerinin
düzeltilmesi yönünde, bir çaba harcanmamıştı. Bu kanuna dayanılarak çıkarılan
İhtisas Talimatnamesi’ne (Uzmanlık Yönergesi) göre, uzman olmak için
asistanlığa başlama süresi, 35 yaş ile sınırlandırılmıştı.
Sonradan
bu yaş sınırı kaldırılınca, ben de bundan yararlanarak, çocukların biraz
büyümelerini bekledim. İlçelerde herkes birbirini ve birbirinin çocuğunu tanır
ve onlara sahip çıkardı. Çocuklar, istedikleri gibi oynamak ve çocukluklarını
yaşamak olanağı buluyorlardı. Yanlış bir şey yapmaları da olanaksızdı. İlk
rastlayan kişi,
–
Sen doktorun çocuğu
değil misin?. Bu yaptığın sana yakışıyor mu, gidip babana söyleyeyim mi? diye uyarırdı.
Bir
defasında oğlum, arkadaşlarıyla birlikte karpuz çalmaya gitmiş, kendisi gelmeden
haberi gelmişti.
Asistanlık
süresinde herkesin yakındığı konulardan biri, nöbetlerdir. Benim böyle bir
sıkıntım olmadı. Geldiğim yerde tek doktor olarak çalışıyordum ve bir bakıma
her gece nöbetçiydim. Her gece, bir ya da iki kez ya hastaneye ya da özel
hastaya gittiğim olurdu. Asistanlığa başladığım gün, önce Baş Hekime uğradım.
Kendisi çok Muhterem Üstat bir ağabeyimizdi. Benim yaşıma, ağarmaya başlayan
saçlarıma bakarak ilk önce,
– Nöbetler
sana ağır gelmeyecek mi? diye sormuştu. Ben de,
– Ağır
geleceğini sanmıyorum. Gelmez inşallah, demiştim.
Şu anda gerçek durumu söylemek gerekirse
ben rahat bile etmiştim. Çünkü haftada bir ya da iki nöbet bana hiç
dokunmamıştı. Cumartesi, Pazar nöbetlerini yadırgamamıştım. Ama Yılbaşı nöbeti
biraz ayrı bir konu gibi görünüyordu ve hiç kimse bunu istemiyordu. Kura
çekilmesine ve kura çekilişinde herkesin hazır bulunmasına karar verdik. Kura
çekileceği gün rastlantı sonucu poliklinikte hasta bakıyordum. Telefonla,
–
Senin yerine biz kura
çeksek olur mu? dediler. Ben de hiçbir
kuşku duymadan“Olur” dedim. Birbirleriyle anlaştıklarını ve “Yılbaşı nöbetini”
bana çıkardıklarını sonradan öğrendim. Hepsi de suçlu olduğu için, devlet sırrı
gibi sıkıca sakladılarsa da, sonunda çok mahcup oldular ve üzüldüler.
O
yılbaşı nöbeti bizim için en güzel ve en unutulmaz Yılbaşı Gecelerinden biri
oldu. Eşim ve çocuklar, bir kızarmış hindi, bir tencere pilav, iki kocaman kola
şişesi ve bir file dolusu meyve ile geldiler. Nöbetçi doktor odasına sofrayı
kurduk, güle oynaya yemeklerimizi yedik. Radyomuzu dinledik. Hemşire Hanım
hasta geldikçe beni çağırdı ve hastalara da baktım. Çocukların uykusu gelince
de bir taksiye binerek gittiler. Olağan üstü bir hatıra olarak her yılbaşı
gecesi o geceyi anıyoruz.
ESKORTLU
GÜZEL
Hastane
çalışmalarında insanın sabrını zorlayanlardan en önemlisi, hastane acilinde
beklenen “Acil Gece Nöbetleri ” dir. Asistanlık döneminde, klinikte tutulan
gece nöbetleri çok kez öğretici olmasına karşın, hastane acilinde tutulan gece
nöbetleri hem çok yoğun ve hem de çok ömür törpüleyici olurlar. Her türlü
hastalık ve her türlü işlenmiş suçla karşılaşmak olanaklıdır. Yatırılması
gerekenler ya da önemli görülenler, kliniklere gönderilerek gereği yapılır.
Yalnız hastaların değil, terbiyeli, terbiyesiz her türlü insanın gelebileceğini düşünürseniz, başınıza çok şey geleceğini de
düşünmelisiniz. Polis karakolundan görevlendirilen bir Bekçinin her gece
gelmesine rağmen, bu önlem yeterli olmamış, doktor hanımlardan birinin dayak
yemesine ramak kalmıştı.
Bir
gece asistan olarak, acilde nöbetçiydim. Birlikte çalışacağım Nöbetçi Hemşire
hanım, hepimizin sevdiği, deneyimli ve marifetli bir kızdı. Böyle bir hemşire
ile çalışacağım için sevinmiştim. Genelde saat 10’a kadar, basit hastalıklarla
gelenler olur. Daha sonra, sarhoşlar, alkolden komaya girenler, yaralanmalar ve
akla gelebilecek her türlü rezillik gelebilir. O gece de, saat on ikiye doğru
hasta arabasında bir kadını içeri getirdiler. Arabayı bizim hadememiz Kamil
efendi sürüyordu ama, arabanın başında iki tane de pala bıyıklı adam duruyordu.
İçeri girince fötr şapkaları önce başlarındaydı, sonra çıkarıp ellerine
aldılar. Adamların her ikisi de koyu renk takım elbise giymişlerdi. Temiz beyaz
gömlekli, kravatlı ve ayaklarında “Çakal ayakkabısı” denen tipte, yüksek
topuklu ayakkabılar vardı. Birinin parmağında altın “Şövalye yüzük” parlıyordu.
Öbürünün bileğinde kalın bir altın künye vardı. Bu adamların durumu, gördüğüm
kadarıyla, gelen hastaya çok önem verildiğinin göstergesiydi. Önce hasta
arabası üzerinde hareketsiz yatan kadını muayene etmem gerekiyordu. Yoğun bir
rakı kokusu gelen arabanın yanına gittim. Kadın yirmi yaşlarında, oldukça
güzel, bakımlı bir kadındı. Sarı çiçekli, açık mavi bluzunun yakası olağan üstü
açıklıktaydı. Neredeyse göğüslerinin uçları görünecekti. Boynunda kalın bir
zincir ucuna takılmış, kalp şeklinde pırlantalı bir kolye, bir kolunda kalın
bir telkari bilezik, diğer kolunda pırlantalı bir kadın kol saati vardı.
Lacivert renkli pilili etekliği temiz ve
yeniydi. Yüksek topuklu lacivert ayakka-
bılarını çıkarmışlar, çorapsız ayaklarının
yanına koymuşlardı. Ayak parmakları pedikürlü ve elleri manikürlüydü. Beyaz el
ve ayaklarına kırmızı oje çok yakışmıştı. Sorularımıza yanıt veremeyecek kadar
dalgın ve refleksleri de zayıflamıştı. Hiçbir uyarımıza yanıt vermiyordu.
Hemşire hanıma döndüm,
–Laboratuara
alalım ve midesini yıkayalım.
Hemşire hanım arabayı laboratuara doğru
sürerken, her iki adam da onunla birlikte laboratuara gitmek istediler. Kadını
bırakmak istemedikleri anlaşılıyordu.
–Kamil
efendi, kadını deftere kaydet ve sonra bu beyleri dışarı götür, dışarıda
beklesinler, dedim.
Adamlar
bir an tereddüt ettiler ve yüzüme baktılar. Sonra birbirleriyle işaretleştiler,
poliklinik defteri bulunan masanın başına gittiler.
Laboratuarda
kadını muayene masasına aldık. Serum tak-
tık, gerekli ilaçlarını yaptık, oksijen
tüpünü hazırladık. Midesini yıkamak için kadını uygun bir duruma getirdikten
sonra, ağzını açtım ve hortumu boğazına soktum. Hortumun ucunun midesinde
olduğunu kontrol ettikten sonra su gönderdim. Biraz sonra, Hemşire hanımın
tuttuğu küvete kusmaya başladı. Rakı kokusu bütün odayı doldurdu diyebilirim.
Yeterince kustuktan sonra, bir an gözlerini açtı. Ter içinde kalmıştı.
Peltekleşen diliyle ve zor anlaşılır bir sarhoş konuşmasıyla,
–Ben
neredeyim, siz neler yapıyorsunuz?. Diye mırıldandı ve tekrar daldı. Genel
sağlık durumu çok iyi görünüyordu. Alkol komasına girmekten kurtulmuştu.
Hemşire hanım gazlı bezlerle, kadının ağzını burnunu ve üstünü silerken bir
taraftan da, mırıldanıyordu,
–Canım,
pek de güzelsin, hiç mi kendine acımıyor sun?, Ben arkamı döndüm, tam çıkarken
hemşire hanım,
–Doktor
bey, Aaa bunun külotu yok, diye hayretle seslendi. Ben hiç
şaşırmadım,
gülerek,
–Hemşire hanım, boş ver! Onun külota
ihtiyacı yok. Başında dur, oksijen vermeye devam edelim. Nabzına ve solunumuna
dikkat et. Gözünü açınca ve biraz aklı başına gelince içeri getir, ben gelen
hastalarla ilgilenirim.
İçeri giderek masama oturdum. Yeni gelen
hastaları hem deftere yazıyor hem de muayene edip ilaç yazıyordum. Arada bir
gidip bakıyor ve muayene ediyordum. Göründüğü kadarıyla komaya girmemişti ve
iyileşiyordu. Bir ya da bir buçuk saat kadar son-
ra, hemşire hanım kadını içeri getirdi.
Masamın ön tarafındaki sandalyeye oturttu. Kadının şöyle bir yüzüne baktım.
Yüzü yıkanınca boyaları gitmiş olmasına rağmen yine de güzel bir kadındı. Bir
an için kızım olduğunu düşündüm. İçim yandı. Ama yapacağım hiçbir şey yoktu.
Yüzüne baktım, göz göze geldik. Sonra gözlerini yere indirdi. Düştüğü bu
durumdan utandığını ya da sıkıldığını düşünmüştüm.
–Bak
hanım !. diye ben söze başlarken, birden hırçınlaştı ve dikleşti. Yarı peltek
sarhoş diliyle ve güzel bir İstanbul şivesiyle,
–Asıl siz bana bakın doktor bey!. Bu
saatten sonra vaaz dinlemeye hiç niyetim yok. Sekreterlik yaparken aldığım
maaşı şimdi bir gecede kazanıyorum, dedi.
Hemşire
hanım da ve ben de şaşırıp kaldık. Belki de kendini savunma gereğini duymuştu.
Gerçekte benim ona nasihat etmeye hiç niyetim yoktu. Zaten nasihat etsem de bir
yararı olmayacağını biliyordum.
Teşekkür
de beklemiyorduk. İçkiyi fazla kaçırmamasını, kendisine dikkat etmesini tavsiye
edecektim. Sinirlenmedim desem yalan söylemiş olurum. Ama renk vermemeye
çalışarak hemşire hanıma döndüm,
–Hemşire
hanım, çağır bu hanımın eskort magandalarını, sermayelerini alıp götürsünler,
dedim.
ŞEF İNCİ HANIM
Bir
akşam asistan olarak, klinik nöbeti tutmaktaydım. Nöbetçi şefimiz ise Patoloji
servisi şefi Dr. İnci Hanımdı. Tıp Fakültesinden çıkar çıkmaz ihtisas yapmak
üzere asistanlığa girmiş ve ihtisas yaptıktan sonra da ilk kez, hastanede Şef Nöbeti
tutuyordu. Büyük şehrin ortasında, bir öğretim hastanesinde nöbet tutarken,
birçok şeyleri bilmek gerekir. Tıp bilgisine bir şey denemezdi ama, Memuriyet
deneyimi gerektiği kadar yoktu. Ben ise, yirmi sene memur olarak çalıştıktan
sonra, asistanlığa gelmiştim. Sağlık Bakanlığının, bakanlık dışındaki alt
kademe hizmetlerinin hepsinde bulunmuştum. Hükümet Tabipliği ve bütün tabiplik
kademeleri dahil, Hastane Baş Tabipliği, Sağlık Müdürlüğü yaptıktan sonra
ihtisasa gelmiştim.
Nöbetçi
Şefi odasında Dr. İnci Hanımı ziyaret ettim. Kendisini asistanlık döneminden
beri tanıyordum. Hocası Dr. Fahrettin benim sınıf arkadaşımdı. Pek çok konuda
konuştuktan sonra, yapması gereken şeyleri birlikte gözden geçirdik. İlk nöbeti
olması nedeniyle biraz heyecanlı ve endişeliydi. Yanından ayrılırken,
–
Bir problem çıkarsa bana
haber verin, size yardım edebilirim, dedim. O
da,
– İnşallah
olmaz! Olursa sizi rahatsız ederim, gibi sözler söyledi.
Çocuk Kliniğine dönerek olağan işlerimize
başladım. Nöbetçi Hemşire Hanım ile birlikte hastaları dolaştık. Saat 23
civarında bir hademe koşarak geldi ve nefes nefese konuştu,
–
Dr. İnci Hanım Acil Poliklinikte, sizi çağırıyor efendim!
Koşarak
gittim. Bir erkek, avazı çıktığı kadar yüksek sesle bağırıyordu.
–
Bu ne biçim hastane, bu
ne biçim hizmet! Siz benim kim olduğumu biliyor mu su nuz?. Hepinizi sürdüreceğim!
Adamın sesi hastanenin
içinde çınlıyordu. Beni görür görmez duraladı. Gözlerimizle birbirimizi
tarttık. Benim gelişimden memnun kalmadığını hatta rahatsız olduğunu
söyleyebilirim. Orta yaşlarda, iyi giyimli, kravatlı, fötr şapkalı bir adam.
Her iki elini de arkasına bağlamış, ayaklarını da açmış, dünyaya meydan okuyor
gibiydi. Bizimkileri karşısında sıraya dizmiş, başta Dr. İnci Hanım,onun
yanında Nöbetçi Asistan Doktor Bey, onunda yanında Nöbetçi Hemşire hanım olmak
üzere, dikilmiş duruyorlardı. Doğruca Dr. İnci Hanıma gidip sordum,
–
Problem nedir, Dr. İnci
Hanım? Bu zat niye bağırıp çağırıyor?. İnci Hanımın rengi atmış, eli ayağı
birbirine dolaşmış bir durumdaydı.
Sinirden
titreyen bir sesle konuştu.
–Bu beyin başı ağrıyormuş ve hastaneye
yatmak istiyormuş. Doktor Bey muayene edelim, tetkiklerinizi yapalım, gerekirse
yatırırız, demiş. Ama, bu Bey öncelikle yatmak, sonra tetkiklerinin yapılmasını
istiyormuş.
Derhal adama doğru döndüm. Aramızda bir
metre aralık kalıncaya kadar yaklaştım. Tam karşısında durdum. Onun gibi
ayaklarımı açarak, ellerimi arkamda birleştirdim. Yüzüme ciddi bir görüntü
vererek, tam iki kaşının arasından, gözlerinin derinliklerine baktım. Biraz
şaşırır gibi oldu.
Kararlılığımı
sürdürerek sordum,
–Beyefendi,
Kimlik Belgenizi görebilir miyim?
Bu
soru üzerine şaşkınlığı büsbütün arttı.
– Ne
münasebet efendim! dedi.
–
Beyefendi, siz yatmak
istemiyor musunuz? Adını sanını bilmediğimiz bir adamı nasıl yatıracağız?
Sonra, böyle bağırıp çağıran bir beyin kim olduğunu bilmek hakkımız değil mi?.
Benim bu sözlerim karşısında fiyakası biraz
bozuldu. Arkasına bağlanmış olan elleri çözüldü, yanına geldi. “Hazır ol”
vaziyetine yakın bir duruma geçti. Ama, kimliğini göstermekte tereddüt ediyordu.
Biraz sertçe sordum.
–
Kimliğinizi gösterecek
misiniz, yoksa polis çağırayım mı? İşlerin sarpa sardığına aklı kesti.
Elini iç cebine soktu. Bir Kimlik Belgesini çıkardı, verdi. Belgeyi okuyunca
hayretler içinde kaldım. Adam, Veteriner Müdürlüğünde bir Hayvan Sağlık Memuruydu.
Bizimkileri
biraz yumuşak bulunca, hastaneyi keyfince kullanmak istemiş sanırım. Bağırmak
sırası bana gelmişti ama, ciddiyetimi bozmadan normal bir ses tonu ile
konuştum.
–
Bak Efendi! Bir de
devlet memuru olacaksın. Şimdi polis çağırıp, Memura Vazife Başında Hakaretten
zabıt tutturup, karakola mı gidersin?
Yoksa kuyruğunu toplayıp edebinle mi gidersin? Dedim.
Adam
birden toparlandı.
– Müsaadenizle
efendim! Dedi .
Biz daha ne yapacağını anlamadan, son
süratle kapıdan çıkıp kayıplara karıştı. Üstelik Kimlik Belgesi bile bende
kalmıştı.
DOKTOR
HANIM VE ŞAKASI
Diş Tabibi arkadaşlar, kendi aralarında bir
Antalya gezisi düzenlemişler. Daha doğrusu bir Alanya gezisi düzenlemişler.
Gezi programlarının temelinde, Side ve Alanya kalesi varmış. Side’de, güzel bir
turistik otelde, iki gece için yer ayarlamışlar. Büyük bir kısmı sınıf
arkadaşları ve diğer kısmı da tanıdık arkadaşlar olmak üzere bir otobüs
doldurmuşlar. Çok yakın Diş Tabibi arkadaşım Varol Bey bizi de davet etti. Çok
memnun olduk ve çok sevindik ama, hazırlanmak için zaman kalmamıştı. Cuma
akşamı haber verdi, hemen ertesi günü, cumartesi sabahı Serçe sokakta
buluşarak, saat 7.30 da hareket etmek koşuluyla olunca, gerekli yerlere haber
vermek bir hayli zor oldu. En önemlisi, hanımın ziynetlerini bankadaki kasaya
koyamayacaktık. Evde bırakmak tehlikeliydi. Bir ay kadar önce karşımızdaki
daireye hırsız girmiş, yükte hafif pahada ağır ne varsa hepsini alıp
götürmüştü. Hem de hiç birimizin haberi olmadan. Daire sahibi Sedat Bey, bizim evde
yapılan apartman toplantısında, sitem dolu ve biraz da azarlayıcı bir sesle,
hepimize çıkıştı.
–Ey
komşular, bizim seyahate gittiğimizi hepiniz biliyordunuz, hiç mi gürültü
olmadı, hiç mi bir şey duymadınız, Allah aşkına?, demişti.
–
Gerçekten hiçbir şey
duymadık, adam çok usta hırsızmış. Bunları söylediğimiz zaman da daha çok sinirlenmişti.
–Nasıl duymazsınız, adam evin içinde
istediği gibi gezmiş, ne kadar elektronik alet varsa toplamış, hanımın bütün
ziynetlerini,
güya sakladığı dolap altlarından ve deep
freeze’den çıkarmış. Mutfakta sucuklu yumurta pişirmiş, yarım şişe Kulüp rakısı
ile kendisine bir güzel ziyafet çekmiş ve sizler duymamışsınız, diyerek
burnundan solumuştu. Bunları düşündük ve bizim evde de hiç kimse olmayacağına
göre, bütün ziynetleri yanımıza almaya karar verdik. Hanım takabildiği kadarını
taktı, kuyumcu dükkanı gibi donandı. Takamadıklarını da çantasına koydu.
Kollarına
taktığı on iki adet ray bileziğin görüntüsü ve şangırtısı hoş değildi ama başka
çaremiz de yoktu.
Sabah
erkenden buluşarak otobüsümüze bindik. Herkes biri birini tanıyordu, yalnız biz
yabancıydık. Şakalaşmalar,gülüşmeler, fakültede takılan isimlerle konuşmalar
eşliğinde yolculuğu sürdürüyorduk. Sesi güzel olanlara şarkı söylettiler, fıkra
anlatmasına meraklı olanlara fıkra anlattırdılar. İlk şarkıyı söyleyen Diş
Tabibi Nalan hanım, güzel ve havalı bir kadındı. Herkesle ilgileniyor, her
olayda öne çıkıyordu. Sanki bir şeyleri
unutmak istiyormuş gibi, sağa sola koşuyordu. Grubun içinden birisi,
–
Kız kocanı nasıl
boşadın, şunu bir anlat, Allah aşkına, dedi.
Bence bu iyi bir fikir değildi. Böyle özel
bir konunun, böyle kalabalık bir toplulukta ortaya dökülmesi hiç de uygun
olmazdı. Birkaç karşı çıkma mırıltısı oldu ama, çoğunlukta olan meraklılara
karşı yapacak bir şey yoktu. O da mikrofona geçerek anlatmaya başladı.
–
Kocam Kemali hepiniz
tanırsınız. Çok zeki ve yetenekliydi. Biri birimizi severek evlenmiştik ama,
biraz çapkınlık huyu olduğu-
nu söylemişlerdi. Kendime güvendiğim için
hiç üzerinde durmadım. Birlikte Almanya’ya gittik. Bir Türk Diş Tabibinin
yanında ben sekreter olarak, Kemal de teknisyen gibi bir süre çalıştık.
Akşamları dil kurslarına gittik, sonra çalışma izni almak için Bilim Sınavına
girdik. Muayenehane açmak için, hiç olmazsa birimizin kazanması yeterli olacaktı.
Sınavı yalnız Kemal kazandı ve muayenehane açarak çalışmaya başladık. Çok
mutluyduk, ileriye dönük programlar yapıyor, hayaller kuruyorduk.
Önceleri
ben, hem sekreterlik yapıyor hem de hanım hastalarla ilgileniyordum. Sonra
işlerimiz çok ilerleyince bir Alman sekreter tuttuk. Sarışın mavi gözlü oldukça
yetenekli, kocaman burunlu bir şeydi.
Kıskanmak
aklımdan bile geçmedi. Günlerden bir gün, şeytan dürttü, aniden muayenehaneye
gittim. Gördüğüm manzara beni çıldırttı. Bizim sekreter hanım, yarı çıplak durumda,
Kemalin kucağında, dudak dudağa ve nefes nefese, ileri geri sallanıp
duruyorlar. Avazım çıktığı kadar bağırarak fırlayıp çıktım. Almanya gözümden
silinmiş, bütün hayallerim yıkılmıştı. “Bende olmayıp da bu sekreterde olan ne
var acaba ?”, diye düşündükçe, çıldıracak gibi oluyordum. Kemalin bütün
yalvarmalarına aldırmadım, gururum kırılmıştı, hiçbir şeyi düşünecek halde
değildim. Belki zamana ihtiyacım vardı. Büyük bir şok, kontrolsüz bir panik
yaşıyordum. Beni teskin edecek, bana yardım edecek soğuk kanlı bir dostumuz da
yoktu.
Türkiye’ye
döndüm ve boşandım. Birisi,
– Ee
sonra, diye oradan birisi bir laf attı,
–
Sonrası o sekreter ile
evlendi, şimdi onu her gün kucağına alıyor. Bazen kendime, bu kadar kızacak ne
vardı diyorum.
–Aferin
sana iyi yapmışsın, diye şamata ettiler ama, Nalan hanımın pişman olduğu her
haliyle belliydi. Derin bir sessizlik içine girdik ve meraklılar da dahil
herkes üzülmüştü. Bu havayı bozmak gerekiyordu. O arada, hanımlar arasında, kaş
göz işaretleri ile bizim hanımı göstererek fısıldaşmaların farkına vardım.
Görgüsüzlüğümüze hüküm vermelerini istemiyordum.
Ayrıca,
herkesin üstüne çöken üzüntülü olumsuz havayı da dağıtmak istedim. Yerimden
kalktım, koltukların arasından, sağa sola yalpalayarak ve tutunarak, şoför mahallindeki mikrofona
ulaştım. Herkes gözlerini bana dikmiş merakla bakıyorlardı. Kendimi ve hanımı
tanıttım, Varol Beyle olan arkadaşlığımızın başlangıcını ve devamını
anlattım. Sonra da, neden hanımı kuyumcu
dükkanına çevirdiğimizin hikayesini anlattım. Nalan hanımın onurlu davranışını
hepimizin takdir ettiğini, kendisine büyük saygı duyduğumuzu, bundan sonraki
yaşantısında iyi şanslar ve mutluluklar dilediğimizi de ekledim. Özellikle
hanımlardan büyük alkış aldım ve “Yaşa,
varol”sesleri arasında yerime oturdum. Bu konuşma, Nalan hanımı bize çok
yaklaştırdı. Her fırsatta bizim yanımıza geldi, hanımla ve benimle sohbet etti.
Öğle yemeği için, Antalya’yı tepeden gören
bir dağ lokantasında durduk. Harika bir manzara vardı. Deniz, uçsuz bucaksız
mavi bir çarşaf gibiydi. Antalya’nın çok az bir kısmı, sisler arkasında bir
hayal şehir gibi görünüyordu. Çamların altında, çamların ve kırların kokusunu
içimize sindirerek yemeklerimizi yedik. Piknik
havasında, şakalaşmalar ve gülüşmeler
arasında, harika bir ortama girmiştik. Herkes, fakültedeki gençlik günlerine
dönmüş gibiydi. Şoför uyarmasa, kimsenin kalkmaya niyeti yoktu. Sonra,
Antalya’da bir şehir içi turu yaptık ve otobüsten inmeden Side’de kalacağımız
otele vardık.
Dinlenmek için, her bir aileye ayrılan
odalarımıza yerleştik. Otelin önü kumsaldı, şemsiyeler ve plastik şezlonglar
müşterileri bekliyordu. Deniz küçük kıpırtılarla karayı öpüyormuş gibiydi.
Mevsimin ilk bahar olmasına ve havanın da oldukça serin olmasına rağmen, birkaç
ateşli delikanlı dayanamayıp denize atladı. Yan tarafta ise, Side
harabelerinden bazı kısımlar görünüyordu. Harabeler beni her zaman çok
etkilemiştir. Şu küçücük evlerde, kim bilir ne aşklar, ne mutluluklar ve ne
sıkıntılar yaşanmıştır. Şu görkemli konak ve saray yıkıntılarında, kim bilir
daha neler yaşanmıştır. “Yalan dünya”
diye iç geçirip düşüncelere daldım. Sonra akşam yemeği için, yemek salonunda
toplandık. Yemek, büyük bir samimiyet ve neşe içinde, kahkahalar arasında
geçti. Teypte çalınan yemek müziği ve ardından çalınan dans müziği ve oyun havaları,
herkesi ayağa kaldırdı. İçilen içkilerin verdiği coşku ile danslar edildi.
Meşhur oyun havamız “Çifte telli” ile bazı hanımlar marifetlerini sergilediler.
Sonunda, dilimiz ağzımızın içinde dönemez oldu, peltekleşti ve ayaklarımız biri
birlerine dolanarak, güç bela odalarımıza çekildik. Güzel bir uykudan sonra
sabah kahvaltısı ilaç gibi geldi. Saat 10 da yola çıktık. Önce Alanya kalesine
uğradık. Kalenin tarihini ve efsanelerini Varol Beyden, o günleri yaşarcasına
dinledik. Manzara ise eşsiz güzellikteydi. Ne tarafa dönseniz, ayrı güzellikte
bir kartpostal görüntüsü vardı. “Damla Taş
Mağarası” ziyareti, gayet ilgi çekiciydi.
Mağara havasının, astım ve benzeri
hastalıklara iyi geldiği söyleniyordu. 250 milyon yıl önce oluşan sarkıt ve
dikitlerin görüntüleri, 40-50 metre kadar uzunlukta ki bu gizemli ve temiz
havalı yer altı salonu hepimizi etkiledi. Nereye gitsek, turistik turların ya
önünde ya arkasında oluyorduk. Almanlar çoğunluktaydılar ve bizleri meraklı
bakışlarla süzüyorlardı. Nalan Hanım da Almanca bildiği için, arada bir onların
yanına gidip onlarla sohbet ediyordu. Oradan çıkınca hepimiz acıkmış olduğumuzu
hissettik. Sonra, öğle yemeğini, yine bir kır lokantasında yedik ve hanımların
isteği üzerine, Alanya çarşısında alış verişe çıktık. Herkes gruplara ayrıldı,
Diş Tabibi Nalan Hanımla bizim hanım birlikte gezmeye karar verdiler. Ben
hanımlarla alış verişe çıkmayı kesinlikle sevmem ve istemem. Eşimin ricası ve
ısrarlı davranışı sonunda birlikte bir konfeksiyon mağazasına girdik. İçeride
bir Alman karı koca vardı ve mağaza sahibiyle bir türlü anlaşamıyorlardı. Nalan
Hanımın tercümanlığı sayesinde işler düzeldi ama, Almanlar sürekli bizim
hanımın takılarına ve bilhassa şangırdayan bileziklerine bakıyorlardı. Alman
hanım, beğendiği ve almak niyetinde olduğu giysileri kabinde prova ederken,
kocasıyla da Nalan Hanım sohbet ettiler. Ne
olduysa bundan sonra oldu ve Alman efendi bana musallat oldu. Ben nereye
gidersem adam ardım sıra gelip bir şeyler söylüyor. Adama soruyorum, ”Fransızca
biliyor musun” yok,”İngilizce biliyor musun” yok, ben de Almanca bilmediğime
göre, halimiz ne olacak düşüncesiyle sıkıldım. Tam isyan etmek durumuna
gelmiştim ki, geriye döndüm ve bu işi Nalan Hanım çözer diye düşündüm. Bizim
hanımla ikisi, bıyık altın-
dan gülüp duruyorlar. Meğer konuyu bizim
hanım da biliyormuş. Yanlarına gittim ve Nalan Hanımın önünde dikildim.
–
Allah aşkına Nalan
Hanım, bu adam benden ne istiyor,lütfen aramızı bul, dedim.
Tekrar
gülmeye başladılar ama, bizim hanım benim sıkıntılı halime dayanamadı,
– Nalan
Hanım lütfen, bu kadar şaka yeter, dedi.
Nalan Hanım, Alman’a bir şeyler söyledi,
adamcağız kafasını sallayarak ve gülerek karısının yanına gitti. Ben ise
sabırsızlıkla bekliyordum. Sonunda bana dönerek anlattı.
–
Bu Alman karı koca,
senin hanımın kolundaki bileziklere ve diğer takılarına kafayı taktılar. Ben de
şaka olsun diye, adamcağızı gaza getirdim. Bu doktor zengin bir adamdır, dört
tane karısı var, bu gördüğünüz ilk eşidir. Yeni bir kadın aldığı zaman bu
eşine, 4 tane bilezik hediye ederek gönlünü alır, dedim. Onun üzerine Alman,
–
Bu adam, dört tane
kadını nasıl idare ediyor? Ne yer, ne içer, hayret doğrusu? deyince, ben de,
–
Kendisine sor, demiş
bulundum. Onun üzerine adam sizin peşinizde dolaşmaya başladı, diye sözünü bitirdi.
Doktor
Hanımın bu şakasına ben pek gülemedim ama, bir otobüs dolusu insan kahkahalarla
güldü.
NİCE’DE
MEVLANA
Sene 1973, bizim hanımın öğretmen
arkadaşları, bir Avrupa gezisi düzenlemişler. Geziyi düzenleyenler ve geziye
gidenlerin tümü öğretmen ve eşleriydi. Oldukça samimi bir topluluk
oluşturuyorduk. Çoğumuzun ilk Avrupa’ya çıkış gezisi olacaktı. Her birimizin
merak ettiği yerler ve merak ettiği şeyler vardı. Bu arada alış veriş meraklısı
olan hanımlar da vardı. Ben en çok hastaneleri merak ediyordum. Bizden ne gibi
üstünlükleri olduğunu görmek istiyordum. İngilizce ve Fransızca tıp kitapları
da almak istiyordum. O zamanlar Türkiye’de bazı şeyler bulunmuyordu. Elektronik
aletler, kürkler, en çok özlenen ve istenen şeylerdi. Bu nedenlerle, bir çok
şey ısmarlayanlar oluyordu. Dışarıya çıkarken, yüz dolardan fazla çıkarmak
yasaktı. Ama, bütün hanımların Pamuk Bankı ( Südyen içi ) dolar doluydu. Benim
için en önemli siparişlerden biri, kayın biraderin küçük kızının istediği, bir
“ Ağlayan bebek “ idi.
Gezi
programı düzenlenirken, sıra ile geçeceğimiz devletler ve kalacağımız şehirler
saptanmıştı. Bulgaristan ( Sofya ) – Yogoslavya ( Zagrep ) - İtalya ( Venedik -
Roma ) – Fransa ( Nice ) – İspanya
(
Barselona ) – Fransa ( Paris ) – İngiltere ( Londra ) – Belçika ( Amsterdam ) –
Almanya ( Münih ) – Avusturya ( Viyana ) –
Macaristan
( Buda Peşte ) – Yogaslavya ( Niş ) – Bulgaristan - Türkiye olarak
düzenlenmişti. Gittiğimiz yerlerden bazılarında bir gece, bazılarında üç gün
kaldığımız oluyordu. Bir gece ya da iki gece otelde, bir gece otobüste
geçirmek üzere paradan ekonomi yapılıyordu.
O zaman demir perde ülkelerinden olan, Bulgaristan ve Yogoslavya
izlenimlerimiz, halimize şükretmemize vesile oldu.
Venedik
enteresan bir şehir. Denizin üzerine kurulmuş adacıklardan oluşmuş, evler
arasında kanallar ve o kanallarda lağım kokusu ile gezilen bir şehirdi. Ama,
tarihsel ve sanatsal açıdan önem taşıyan yüzlerce saray ve ev bulunan bir
şehir. Yüzlerce kanaldan en büyüğü Canale Grande, gondollarla gezen turistlerin
gözdesiydi. San Marko Meydanı, dünyanın en ünlü meydanlarındandı. Doğu
tarafında, San Marko bazilikası ve 67 m. Yüksekliğinde bir çan kulesi vardı ki
görülmeye değerdi. Roma ve Papalık, insanı şaşkınlıklar içinde bırakan muazzam
şehirler.
Bir gecelik yolculuktan sonra Fransa’ya
girdik ve sabahın kör vaktinde Nice şehrine vardık. Otele yerleştikten sonra,
hanımla birlikte el ele tutuşarak gezmeye çıktık. Yanımdan geçen genç bir
adama, oyuncakçı dükkanı sordum. Benim kırık dökük Fransızcam işe yaramaya
başlamıştı. Adamcağızın gösterdiği yerde geniş vitrinli bir oyuncakçı dükkanı
vardı. Vitrinler her türlü oyuncaklarla doluydu. İçeri girdik. Bir bankın
arkasında iki hanım tezgahtar bizi karşıladılar. Her ikisi de kırk yaşından
fazla görünüyorlardı. Birisi yanımıza geldi ve sordu,
–
Nasıl yardım edebilirim?
– Bir
ağlayan bebek istiyoruz.
Kadın
benim Fransızca kelimeleri çiğnememden, yabancı oldu-
ğumuzu anladı. Kadınlar birbirlerine
baktılar ve sonra bizleri tepeden tırnağa gözden geçirdiler. Önümüzde duran
kadın, önce eşime dikkatlice baktı ve tezgahtaki kadına dönerek, fısıltılı bir
sesle,
–
Güzel kadın değil mi?
Dedi ve sonra benim fötr şapkama ve bıyıklarıma baktı ve sordu.
–
Hangi millettensiniz,
Bulgar mısınız?
Eşimle
ikimiz birbirimize hayretle baktık. Neden Bulgar gibi göründüğümüzü de
anlayamadık. Ben hemen düzelttim,
– Hayır
! biz Türk’üz.
Her
iki kadının yüzlerinde hayretle karışık bir sevinç aydınlığı belirdi.
– Türkiye’nin
hangi şehrinden geliyorsunuz?
– Ankara’dan.
Kadın o kadar sevindi ki tarif edemem. Önce
hanımın elini sıktı sonra benimkini ve ne kadar ağlayan bebek varsa hepsini
önümüze yığdılar. Sonra anlatmaya başladılar.
–
Biz ikimiz geçen sene
tatilimiz sırasında, Türkiye’ye gittik. Konya’da Mevlana’yı ziyaret ettik ve
çok etkilendik. Dönüşte Ankara yakınındaki Gordiyon’u da gördük. Gerçekten
harika yerlerdi. Bu sene tekrar gitmek istiyoruz.
–
Birden başını kaldırarak
bana sordu.
–
Siz de Mevlana’ya
gittiniz mi, Gordiyon’u gördünüz mü? Kendimizden utanmadık desem yalan olur.
Biz ne Mevlana’yı gör-
müştük ne de Gordiyon’u. İkisini de
görmemiştik. Adamlar ta Fransa’dan kalkıp gelmişler, Mevlana’yı ziyaret edip,
Gordiyon’u gezmişler, biz Ankara’dan kalkıp yanımızdaki bu yerleri görmemiştik.
Artık yalan söylemek farz olmuştu.
–
Tabi gördük. Mevlana
harika bir insan. Peygamber gibi. Gordiyon da görülmeye değer.
Sonra beğendiğimiz bebeğin fiyatını sordum.
Elini dudaklarına götürerek “ Sus” işareti yaptı ve telefona gitti. Bir numara
çevirdikten sonra konuştu. “ Ne kadar ıskonto yapalım” dediğini anladım. Bize
gereken indirimi de yaptılar. Parasını ödedik, kapıya kadar bizi uğurladılar.
Bizim hanım çok duygulandı. Bana döndü.
–
Söyle şu hanımlara,
Türkiye’ye gelirlerse, onları Ankara’da misafir edelim.
Hemen
tercüme ettim. Buna da çok sevindiler ve teşekkür ettiler. Ben nihayet kapıdan
çıkarken,
– Adieu
! ( Elveda ) deyince, ikisi de itiraz ettiler.
–
Hayır, hayır Mösyö!
Aurevoir ! (Tekrar görüşelim) dediler. Ama bir daha görüşemedik.
FAHRİYE ABLA
Fahriye
Abla adını verdiğimiz Hemşire Hanımın, önemli bir korkusu vardı. Bana
sorarsanız, herkesin bir korkusu vardır. Abartılmadığı sürece çok kez yararlı
da olabilir. Abartılan ve bilinçaltına taşınan korkuların pek çoğu, genelde
eski bir kötü deneyime dayanmaktadır. Bazılarının kaynağı da çocukluk günlerine
kadar uzanmaktadır.
Karanlıktan
korkmak, kapalı yerden, asansörden, yükseklikten, denizden, soğukta, Pislikten,
mikroptan, köpekten korkmak gibi ve daha pek çok şeyden kaynaklanan korkular sayılabilir.
Hastanemizin Asabiye kliniği ile aynı katta
çalışıyorduk. Hemşirelerimiz, gündüz çalışmalarında ve gece nöbetlerinde,
birbirlerine yardım ederler, iki kliniğin doktorları da aynı dinlenme odasını
paylaşırlardı. Bir gün, Asabiye kliniğine bir hemşire tayin edilerek geldi, adı
Fahriye idi. Fahriye Hemşire hanım, ufak tefek, güler yüzlü ve hareketli bir
hanımdı. Yaptığı işi hem çabuk, hem
de en iyi biçimde yapıyordu. Bence bu, taktir edilecek en önemli bir
özelliktir. Arkadaşlarına ve doktorlara karşı çok samimi, candan ama, oldukça
mesafeli idi. Kocasının çok kıskanç olduğunu öğrendiğimiz zaman, durumu
anladık. Candan ve içten davranışları nedeniyle, meşhur “Fahriye Abla” şiirini
anımsattığı için,”Fahriye Abla” diye takılmaya başladık. Önce, şaşırıp
yadırgamasına karşın, zamanla o da alıştı ve benimsedi. Böylece adı “Fahriye
Abla” kaldı.
Bir
sabah, hastanenin en alt katında ve hastane eczanesinin yanındaki hasta
asansörünün önünde, Fahriye Abla ile karşılaştım. Ben de hastanede yaptığımız,
gece nöbetinden yenice çıkmıştım ve oldukça yorgundum. Asansörün gelmesini
yalnız ikimiz bekli-
yorduk. Başka kimse yoktu. Elindeki ilaç sepeti,
ağzına kadar ilaçlarla doluydu. Ben gülümseyerek sordum,
–Yardım
ister misin, Fahriye Abla?
–Rica
ederim, gereği yok efendim, diye yanıtladı.
Asansör geldiği zaman, biraz çekingen bir
tavırla, kendisini zorlayarak içeri
girdiğini sezdim. Ben kocasının kıskançlığını anımsadığı için bu tavrı
takındığını düşünmüştüm. İkimiz de içeri girdik. Asansörü yukarı doğru hareket
ettirdim ve sırtımı dayayarak gözlerimi kapadım. Bir gece önceki nöbetin
uykusuzluğunu ve yorgunluğunu atmaya çalışıyordum. Nöbet çok yoğun ve hareketli
geçmişti. Akşama kadar da çalışmak zorundaydım. Asansörün hareketinin verdiği
duygu ve çıkardığı sesle birlikte, katlar arasından geçerken, işitilen insan
sesleri ve sabah koşuşturmalarını dinliyordum. Birden asansör zınk diye durdu. Gözlerimi
açtım, ortalık zifiri karanlıktı. ”Ah !” diye bir feryatla, hemşire hanımın
yere düşerken çıkardığı sesle irkildim. İlaç sepetinin yere düşerken çıkardığı
sesi ve ilaç kutularının yere dağılmasıyla çıkan sesleri duydum. Asansörün
tabanından, hemşire hanımın iniltisi geliyordu. Önce ne olduğunu anlayamadım.
Gözlerim karanlığa alışmaya başlayınca, asansörün kapısını açtım, üst taraftan
hafif bir ışık geliyordu. Elektriklerin kesildiğini ve ikinci kat ile üçüncü
kat arasında kaldığımızı anladım.
Yere
baktığım zaman, hemşire hanımın yerde yattığını alaca karanlıkta, hayal meyal
gördüm. Bir iki ilaç kutusuna basarak yaklaştım ve seslendim.
–Hemşire
hanım!
Elime
rastlayan kolundan tuttum. İnleyen bir sesle konuştu.
–Allah’ım
sen yardım et !
–Hemşire
hanım nasılsınız, bir yeriniz acıyor mu?
–Bilmiyorum, bacaklarıma bakın, lütfen
Doktor bey, kırık var mı?. İki elimle dizlerini ve ayaklarını, ayak bileklerine
kadar, kabaca muayene ettim, kırık yoktu.
–Kırık
yok hemşire hanım.
–Çok
şükür, diye yanıtladı.
Hemşire hanımın bu durumunu bir türlü
anlayamıyordum. “Acaba küçük bir sara nöbeti mi geçirdi” diye düşünürken
sordum,
–Bir
şeyiniz yok, size ne oldu, Hemşire hanım?,
–Şimdi
biraz daha iyiyim, yanıtını verdi.
Doğrultup oturttum ve bu kez ağlamaya
başladı. “İşte bir bu eksikti” diye içimden hayıflandım. Biraz gayret etmesini
söyleyerek, hastaların oturması için konulmuş olan bankın üzerine oturmasına
yardım ettim. Asansörün kapısına gittim ve yukarı katı dinledim, ses yoktu.
Aşağı katta, Kadın-Doğum kliniğinin ameliyat hanesi önünden sesler geliyordu.
Kapıya hızlıca ve üst üste vurarak, aşağı kata doğru bağırdım.
–İmdat
! asansörde kaldık!.
Aşağıdan bir kadın sesiyle, yanıt geldi.
Sanırım hemşire hanımlardan biri seslendi.
–Genel
elektrik arızası.
Hastanenin acil durum jeneratörü vardı ama,
ancak ameliyat haneleri aydınlatabilecek güçteydi. Beklemekten başka çaremiz
yoktu. Sonra, hemşire hanımın neden bu duruma düştüğünü tekrar düşünmeye ve
merak etmeye başladım. Asansörün birden durması, insanı yere düşürecek kadar,
denge bozukluğu yaratacak güçte değildi. Bir süre sonra elektrikler yandı ve
asansör hareket edip üçüncü katta durdu.
Yeniden
hareket etmemesi için, asansörün kapısını hemen açtım. Servise doğru seslendim.
–Hemşire
Hanımlar!
Hemşire hanımlardan iki tanesi koşarak
geldiler ve ilaç kutularını sepete koydular. Birisi Fahriye hemşire hanımın
koluna girdi. Ama o, bir taraftan burnunu çekerek ve bir taraftan da içini
çekerek ağlamasını sürdürüyor, diğer taraftan da kendine çeki düzen vermeye
çalışıyordu. Saçları dağılmış, üst baş toz içinde, sanki bir mücadeleden, bir
boğuşma ve bir karşı koymadan çıkmış gibiydi.
Hemşire
hanımlar beni suçlayan bakışlarla, sanki “Bunu sizden ummazdık” der gibi
kuşkuyla bana baktılar. Bu hiç aklıma gelmemişti ve şimdi ağlamak sırası bana
gelmişti. Kendi kendime,”Şimdi de sen ağla oğlum !”diye aklımdan geçti. Hemşire
hanımlardan biri,
–Kız
sana ne oldu Fahriye, bu ne perişanlık?,
–Sorma
kardeş, ben asansörden çok korkarım. Hemşire
okulundayken, bindiğimiz asansör yere çakıldı, üç arkadaşın bacakları
kırıldı, bana bir şey olmadı ama,
korkusu kaldı, dedi. Sonra, sinirle karışık gülümsedi ve burnunu çekerek ekledi,
–Doktor
bey sağ olsun, yardım etti. Yalnız olsaydım daha çok korkardım.
Hemşire
hanımların bakışları derhal değişti. Çatık kaşlar düzeldi, bakışlar değişti ve
bana gülümseyerek baktılar. Berat etmiştim, derin bir nefes aldım ve doktor
odasına girdim. “Ne oldu” diye sordular, ne diyebilirdim.
–Fahriye
ablayla birlikte bir sıkıntıdır atlattık, verilmiş sadakamız varmış, dedim.
Gerçekten
de verilmiş sadakam varmış diyebilirim. Fahriye hemşire hanım eğer, ters bir
şey söyleseydi, çam çırası gibi yanmıştım. Bizim hanıma bir türlü gerçeği
anlatamazdım.
ŞEF YARDIMCISI SINAVI
Başasistanlık
süresi olan üç sene bitince, Ankara’ya çok uzak olmayan bir ilin Devlet
Hastanesine, Çocuk Sağlığı ve Çocuk Hastalıkları Uzmanı olarak, beni tayin
ettiler. Evde herkes, eşim, ciddi ve kararlı bir tavırla karşıma dikildi.
–
Senin Ankara’da kalman
gerekiyor. Senin tek başına oraya gitmene
de razı değilim. Çocukları da burada tek başlarına bırakamayız. Sağ-sol
davasından ortalık karışık, her gün insanlar ölüyor. Bunları sen de biliyorsun.
Ankara’da kalmaya öyle koşullanmış ki, bir felaketle karşılaşmışlar gibi, eve
bir matem havası çöktü. Belki biraz da haklılar. Çocukların üç tanesi
Üniversitede, bir tanesi de lisede öğrenci. Eşim de, öğretmenlik yaptığı
okuldan memnundu. O akşam
Beni de
bir düşüncedir aldı. Eşim, bir anne ve bir eş olarak, doğru düşünüyor ve doğru
söylüyordu.
–Ankara’da kalmak için ya istifa etmeliyim
ya da Şef Yardımcısı olmak için sınava girip kazanmalıyım. Bu iki biçim de
kolay değil.
–Ne yaparsan yap! Burada kalmamız
gerektiğini sen de görüyorsun herhalde.
Önce,Sağlık
Bakanlığına gittim. Geçici olarak bir süre, Ankara’da kalmak için bir formül
bulduk. Birkaç gün sonra da, bizim için
iyi bir rastlantı olarak,
Şef Yardımcılığı sınavı açıldığını öğrendim. Mecburen sınava girecektim. Sınavı
kazanmak için üç koşulda kazanmak gerekiyordu.
1- Bilimsel
bir yayın yapmış olmak,
2-
Tercüme edebilecek kadar
bilim dillerinden birini bilmek ( İngilizce, Fransızca,İtalyanca,Almanca,Rusça
gibi),
3- Bilimsel
sınavı kazanmak.
Bilimsel bir yayın olarak, ”Çocuk ve Tedavi
“ diye yazdığım ve yayınlanmış bir kitabım vardı. Bilim dili olarak da Fransız
Kültürden aldığım sertifikam da hazırdı. Geriye bilimsel sınavı kazanmak ve
onun için çalışmak kalıyordu. Bu durumda benim sınavı kazanmak olasılığım
oldukça yüksekti.
Sınava
girince, Jüri üyeleri önce, yabancı dil sınavı yapıyorlardı. Ama, İngilizce Tıp
kitaplarının çokluğu nedeniyle, ben de zorunlu olarak, biraz İngilizce
öğrenmiştim. Tıp kitaplarını okuyup tercüme edebiliyordum ama, telaffuzum
felaketti.
Bilimsel
Sınava hazırlanmak için, çocukları kayın biradere teslim ederek, Gönen
Kaplıcalarına gittik. Yirmi günlük çalışma kampı çok iyi geçti ve çok iyi
hazırlandım. Rakibim olan doktoru da çok iyi tanıyordum. Sınav günü önce
rakibim olan doktoru sınava aldılar. O çıktıktan sonra ben girdim. Sınavı yapan
Jüri üyelerinin hepsi benim yaşımda doktorlardı. İçlerinden biri de benim sınıf
arkadaşımdı. Önce kişisel ve ailem konusunda sorular sordular. Son-
ra, yazdığım kitap konusunda sorular geldi.
Bana sorarsanız çok olumlu bir hava esiyordu. Sonra, İngilizce bir tıp kitabını
önüme koydular,
– Oku
ve tercüme et,dediler.
İki
satır okumuştum ki, jüri üyelerinden biri isyan etti.
–Böyle
İngilizce mi olur, Allah aşkına! Diye yüksek sesle bağırdı. O zamana kadar hiç
sesi çıkmayan arkadaşım ayağa kalktı,
–
Beyler, Doktor Bey benim
sınıf arkadaşımdır. Leyli Tıp Talebe Yurdunda
altı sene beraber okuduk. Ben kendisini çok iyi tanırım. Onun
Fransızca’sı daha iyidir. Dosyasında Fransız Kültürün sertifikası da var. Biraz
Kürtçe ve biraz Farsça da bilir. O İngilizce’yi Fransızca gibi okur, İngilizce
olarak anlar ve Türkçe olarak tercüme eder, deyince bir kahkaha koptu. Sorulan
çeşitli sorularla sınav, bir sohbete dönüştü. Böylece Şef Yardımcısı oldum.
AKILLI
DOKTOR
Pek
çok doktor, muayenehane açmayı hayal eder. Muayenehanenin kendisine özgü çok
keyifli tarafları vardır ama, sorumlulukları da vardır. Örneğin; bir sene, yaz
tatilinden mecburen bir gün geç gelmiştim. Kapıya astığım kağıdın üzerine bir
hastamın sahibi, şöyle yazmıştı. “ Doktor bey, sözünde durmadın “.
Çocuk doktorları, çocuğun hem
hastalıklarından, hem de sağlıklı yaşamasından ve beslenmesinden sorumlu
oldukları için, değişik bir çalışma tarzı uygularlar. Çocukları yeterince
sevmeyen, başarılı bir çocuk doktoru olamaz.. Titiz bir anneye düşerseniz, vay
halinize! Saatte bir telefon başındasınız. Annelik duygusu nedeniyle, ilaç
çocuğun boğazından geçer geçmez, neden hemen iyi olmadığını sorar. Size gelen
her hasta, sizi geceleyin evine de çağırma hakkına sahip demektir. Bunu da
unutmayalım.
Hastaların kayıtlarını gerektiği kadar iyi
tutmazsanız çok sıkıntı çekersiniz. Onları izlemekte zorlanırsınız. Eskiden
çekilen kayıt sıkıntıları şimdi, bilgisayar sayesinde, kolayca hal edildi. Her
çocuk için, soy adı yerine, kendi küçük adına bilgisayarda bir sayfa açarak,
kayıt yapmak bana daha kolay geldi. Bu arada ilginç olaylar da başıma geldi.
Bir
gün enteresan bir telefon aldım.
–
Doktor bey! Ben
Haymanadan telefon ediyorum. Bundan iki ay önce benim torunum Ahmet’i muayene
etmiştiniz. Dediğiniz gibi ilaçlarını iki tertip kullandık. Şimdilik çok iyi.
Yine kullanacak mıyız? Bana söyler misiniz.
Hemen bilgisayarı açtım ve Ahmet adındaki
haymanalı çocuğu buldum. Dedesi Halim efendi getirmiş. Çocuk 7 yaşında tipik
bir asthım bronchiale hastası. İlaçlarını sürekli kullanmak ve tavsiyelere
uymak zorunda. Beden Eğitimi dersine girmesinde sakınca olabileceğini düşünerek
rapor da yazmışım.
–Tamam Halim efendi! Ahmet’in ilaçlarını
sürekli kullanacaksınız. Bunu sana söyledim ama
unutmuşsun. Bu hastalık “ Nefes darlığı” adı ile de anılır. Çok kez
tamamen geçmez. Bazılarında akıl baliğ olunca geçtiği oluyor. Okulda
öğretmenine söyle. Beden Eğitimi dersinde çocuğu sıkmasınlar. Rapor yazdım ya!
Ona göre hareket etsinler. Ahmet’in babası nasıl? Nefes darlığı devam ediyor mu?
–
Şimdilik iyi. Dedi ama,
sesinde bir tedirginlik bir şaşkınlık belirtisi vardı. Konuşmayı bitirmek için sordum.
–Başka
soracağın bir şey daha var mı, Halim efendi?
–
Valla ne diyeyim doktor
bey! Şaşırdım kaldım. Sen ne kadar akıllı bir doktorsun. Bu kadar şeyi nasıl
aklında tutuyor sun? Bir türlü anlayamadım. Dedi.
AŞK
VE ÖZEL SEKTÖR
Sağlık
Bakanlığının emri üzerine, bir aylık geçici görevle, doğu illerinden birinin
Devlet Hastanesinde görevlendirilmiştim. On beş sene önce orada senelerce
çalışmıştım. Benim için hiç de yabancı bir yer değildi. Gerçekte o hastanenin
yapımında ben, Sağlık Müdür Vekili olarak büyük sıkıntılar çekmiştim. Tayinim
çıkıp ayrılacağım zaman, yarı şaka yarı ciddi, ” Şu hastanenin o kadar kahrını
çektim de bir gece yatmak nasip olmadı” diye hayıflanmıştım. Allah’ın hikmeti,
keşke başka bir dua da bulunsaydım. “Sen misin ya kulum bunu isteyen, al şimdi
bir ay yat bakalım” diyen bir ses duyar gibiyim. Yaz olsaydı kuşkusuz daha iyi
olacaktı. Çevreyi gezer eski günleri anar, eski dostları tekrar görürdüm. Kışın
ortasında şimdi, hapis hayatı yaşayacaktım. Benim gibi geçici görevle İzmir’den
gelen operatör arkadaşla pencereden bakıyor, manzarayı seyrediyorduk.
–
Ne kar yahu! diye söyleniyordu.
Gerçekten de görülmeye değer bir
manzaraydı. Ortalık yoğun yağan kar yüzünden, hafifçe kararmış, alaca karanlık
olmuştu. Her bir kar tanesi, ağaçtan düşen bir yaprak gibi, sağ sola
sallanarak, adeta dans eder gibi yere doğru düşüyordu. Ben de ona takılıyordum.
–Ne
olacak İzmirli muhallebi çocuğu. İzmir de ne kadar kar görülür ki. Dua et
Sağlık Bakanlığına, sana bu manzarayı gösterdi.
Biraz
ekşimiş bir yüzle ve kinayeli bir şekilde,
–Allah
razı olsun, demekle yetindi.
Akşam yemeğinde kuru fasulye, pilav ve üzüm
hoşafı vardı. Kışın ortası. Nasıl bir yemek listesi yapılabilir ki.
Yemeklerimizi iştahla yerken, fasulyenin fazilet ve kabahatlerinden bahsederek
gülüştük. Yemekten sonra hasta bakıcı hanımın getirdiği demli çayları içtik.
Ama, çaylar pek fayda etmedi, yine de bizim Operatör uyuklamaya, şekerleme
yapmaya başladı. Ben, onu biraz da üzerek uyarmak istedim.
–Şimdi
bir mide perforasyonu (Mide delinmesi) gelirse görürsün gününü. Hemen
kızgınlıkla karşılık verdi.
–Sana da inşallah bir menenjitli gelir de
sabaha kadar uğraşırsın. Aradan çok zaman geçmeden Hemşire Hanım içeri girdi ve
doğru bana geldi.
–
Uzak bir ilçeden bir
Şeker Koması getirdiler. Doktor Zeki Bey ile birlikte Hemşire Leyla Hanım da gelmiş.
Ne hikmetse, bütün belalı hastalar gece
gelir, doğacak çocuklar sabaha kadar annenin karnında beklerler, sonra sabah
ezanı okunurken doğarlar. Operatör arkadaşa döndüm ve acı bir gülümseme ile,
–Bet
duan tuttu, artık kınaları yakarsın, ha menenjit, ha şeker koması ne fark
eder?.
O
da, iki elini yumruk yapıp üst üste vurarak, bütün içtenliğiyle birkaç “ Oh
“çekti.
Hastanın
bulunduğu acil hasta kabul odasına girdiğim zaman,
şeker hastalarına özel,
koyu bir Aseton kokusuyla karşılaştım. Doktor Zeki Bey ve Hemşire Leyla Hanımla
ve de Ambulans Şoförü ile selamlaştım
ve hal hatır sordum. Sonra, getirdikleri
hasta konusunda bilgiler aldım ve onları gönderdim. Hemşire Hanımla birlikte
muayene ettik. Hastanın koluna Zeki Beyin taktırmış olduğu serumu tazeledik.
Parmak
ucundan ve kolundan tetkikler için kan aldık ve kilosuna göre Ensülin
hesaplayıp yaptık. Diğer hastaları rahatsız etmemek için tek kişilik bir odaya
yatırdık. Hemşire Hanımı hastanın başında bıraktım,
–Serum
bitince lütfen beni çağır, diyerek doktor odasına döndüm. Doktor Zeki Bey ve
Hemşire Leyla Hanım yemeklerini yemişler ve masanın etrafına oturmuşlar
çaylarını içiyorlardı. Operatör arkadaşla koyu bir sohbete dalmışlardı. Masanın
bir kenarına da ben oturarak dinlemeye başladım. Doktor Zeki Bey, Rusya’daki
Sosyalizmden, Marksizm’in öneminden, Stalin’in idare ve dehasından ağzı
sulanarak söz ediyor, Leyla Hanım da aynı hararetle arada bir söze karışıyordu.
Rusya da ki devletçiliğin, halkçılığın ve demokrasinin (Nasıl demokrasi ise?)
faydalarını sıralarken, halkın yararına çalışmalardan söz ediyor ve Türkiye de
ki Özel Sektör girişimlerini yerden yere vuruyordu. Bütün özel çalışanları halk
düşmanı, hırsız sayıyordu.
Düşündüm
ki bunlar, bütün komünistler gibi, Komünizmin adını Sosyalizm olarak
yumuşatmaya çalışıyorlardı. Anladığıma göre de, yedi aydır birlikte ve aynı
yerde çalışmal-
arına karşın, hastaları tercüman aracılığı
ile muayene ediyorlardı. İkisinin arada bir göz göze gelerek aşkla
bakıştıklarının da farkına vardım. Onların sözlerinin bittiği yerde bir
sessizlik oldu ve ben de tam o sırada araya girdim. İşin tatlı tarafından
başlamak için, pattadanak sordum.
–Görüyorum
ki birbirinizi seviyorsunuz, aşk beklemeye gelmez, ne zaman evleniyorsunuz?.
Önce,
şaşırmış gibi durakladılar. Birbirlerine dönüp gülümseyerek baktılar ve iki si
aynı anda,
–Biz
evlenmek gibi bir formaliteye önem vermiyoruz, dediler. “Bu da Sosyalizmin bir
gereği her halde” dedim, kendi kendime. Ayrıca, memuriyetle bağdaşmayacağını bilmeleri
gerektiğini de anlattım. Sonra Zeki Beye döndüm,
–
Bak Doktor Bey!. Ben bu
ilde, on beş sene önce, dört buçuk yıl Hükümet tabipliği ve Sağlık Müdürlüğü
yaptım, muayenehanem de vardı. Bir bakıma özel sektörlük yaptım. Halkla yüz
yüze anlaşmak, hem onlara hem de kendime yararlı olabilmek için, bir ay içinde,
hasta muayene edecek ve anlaşacak kadar Kürtçe öğrendim. Hem onlara yararlı
oldum, hem de kendime. Sen ise yedi aydır tercümanla konuşuyorsun. Acaba
hangimiz daha halkçıyız?. İşte Özel Sektörün bir farkı da bu ! dedim.
ATATÜRK'Ü
ÇALDILAR
Türkiye,
1970 senesinden başlayarak, git gide artan bir kargaşanın içine düşmüştü. 1980
Askeri Hareketi oluncaya kadar politik kavgalar yanında, sokak kavgaları da
sürdü. Politikacıların, " Bir damla kan, bir damla göz yaşı dökülmedi
"dediği günlerde, her gün insanlar
birbirlerini öldürüyordu. Bazı günlerde 15-20 kişinin öldüğü oluyor ve
ölenler de kim vurdu ya gidiyordu. Herkes uyanık olmak zorundaydı.
Nöbetçi
Şefi olarak, nöbette kaldığım o günlerde, hastanenin selameti için bazı
önlemleri öncelikle alırdım. Akşam yemeği verildikten sonra bütün hastaneyi
dolaşır, bütün nöbetçi doktor ve hemşirelerle konuşurdum. Bir sıkıntıları
olursa, bana rahatça gelmelerini söyler, güvence verirdim. Alt kat Pencereleri
kapattırırdım. Hastanenin iki kapısı vardı. Erzak gelen kapıyı kilitletirdim.
Ön giriş kapısını da emniyete alırdım.
Baş
tabibimiz, Atatürk'ün Koca Tepe de çekilmiş meşhur fotoğrafını, bir reklam
panosu biçiminde yaptırmıştı. Etrafını elektrik ampulleri ile süsleyip ışıklandırınca,
gayet güzel bir heykel gibi olmuştu. Kurtuluş Savaşında ve son taarruz
öncesinde çekilmiş resim olması, olumlu çağrışımlara neden oluyordu. Hastanenin
kapısından giren herkes önce Atatürk ile karşılaşıyordu.
Atatürk'ün
panosunun yeni geldiği günlerden birinde, ben Nöbetçi Şefi olmuştum. Nöbetçi
olduğum zamanlar yaptığım her şeyi o akşam da yaptım. Hastanenin güvenliği için
bütün önlemleri
aldırdım. Gece yarısına yakın bir zamanda,
hastane nöbetçi memuru Hilmi efendi, koşarak ve telaşla odama geldi. Bir feryat
ile koltuğa yığıldı.
– Atatürk’ü
çaldılar doktor bey, Mahvolduk!
Çok korktuğu belliydi. Anlaşılan kendisini
sorumlu tutuyor ve korkuyordu. Ben de şaşırmıştım ama, bir problemi çözmek için
önce sakin olarak düşünmek gerektiğini de öğrenmiştim. Paniğe kapılmamak
gerekti. Yanına gittim.
–
– Sakin ol Hilmi efendi!
Beraberce gidip bakalım. Bir çare düşünürüz elbette. Dedim.
Yüzüme baktı. Benim sakin
halimi görünce o da rahatladı. Birlikte olay yerine vardık. Atatürk panosu
fişinden çıkarılmış ve götürülmüştü. Kapıda duran bekçiye sordum,
– Atatürk
panosunu götürmüşler, haberin var mı?
– Hayır
efendim! Ama buradan geçmedi.
Düşünüyordum; pano, adam boyuna yakın
büyüklükte. Pencereden çıkaramazlar. Kliniklere de götüremezler. Bir tane kapı
olduğuna göre, hastanenin içinde bir yerlerde olması gerekir. Hemen ikinci kapı
olan erzak kapısına yürüdüm. Kilitli olduğuna göre, oradan da çıkamazlardı.
Gerçekten de pano erzak kapısının iç tarafında duruyordu. Çıkarıp götürmenin
olanaksız olduğunu anlayınca, oraya bırakıp
gitmişlerdi.
Bunu
rapor defterine yazmadan önce Baş Tabibe haber vermeliydim. Belki yazılmasını
istemezdi. Hemen telefona sarılarak haber verdim.
– Alo,
iyi akşamlar efendim.
Yarı
uykulu, endişeli bir sesle yanıt geldi.
–
İyi akşamlar! Hayırdır inşallah!
–
Efendim, densizin biri,
Atatürk panosunu sökmüş, götürmek istemiş. Erzak kapısının orada bırakmak
zorunda kalmış.
–
Polise haber verdiniz
mi? Diye heyecanla sordu.
– Hayır
efendim. Önce sizi haber veriyorum.
– Çok
iyi! Şimdi geliyorum. Beni bekleyin.
Çok kısa bir süre sonra da telaşla geldi.
Durumu yerinde gördükten sonra rahatladı ve oturup konuştuk. Durum
değerlendirmesi yaptık. “Götürülen basit bir pano değildi. Bir Atatürk
panosuydu. Panoyu götürmek isteyenin bir amacı olmalıydı. Belki Baş Tabibi kötü
duruma düşürmek isteyenlerden biriydi. Belki de kargaşa çıkarmak isteyenlerden
biriydi. Medyanın da diline düştük mü, yandık demekti”. Baş Tabibi teselli
etmek istedim,
–
Üzülmeyin efendim,
Atatürk sağ salim elimizde.
–
Ucuz kurtulduk! Yoksa, “
Atatürk’ün bir panosuna bile sahip çıkamadılar” diye etmediklerini
bırakmazlardı. Dedi.
BAŞ MÜFETTİŞ
Sağlık Bakanlığının yapısında, “Teftiş
Kurulu Başkanlığı “ adı ile bir kuruluş vardır. Doktorlardan isteyen ve durumu
uygun olan kişileri, bir süre eğittikten sonra, teşkilatı denetlemek ve
şikayetleri tetkik etmek gibi görevlerde kullanırlardı. Doktorlardan bu görevi
isteyenler azalınca, zorunlu olarak, başka fakülte mezunlarından, sınavla,
müfettiş adayı almaya başladılar. Gerçekte her mesleğin kendine mahsus
özellikleri ve uygulamaları olduğunu hepimiz biliriz. Doktorluğun ise, diğer
mesleklere, diğer memuriyetlere hiç benzemediğini, çok daha değişik özellikleri
olduğunu, bu tür müfettişlere anlatmak mümkün olmadı. İktisadi ve Ticari
İlimler akademisi, İktisat Fakültesi ya da Hukuk Fakültesi gibi fakültelerden
mezun olanları, doktoru teftişe göndermek, tavuk altına ördek yumurtasını
kuluçkaya yatırmak gibi bir şey oldu. Ne ördek yavruları memnun kaldı ne de
kuluçka tavuk.
Bu
müfettişlerden biri, beni teftişe geldi. Benim yaşımda, uyumlu görünüşte, kibar
bir zattı. Gelişinden hiç tedirgin olmadım. Çünkü çok deneyimli bir sağlık
memurum vardı. Ben de oldukça deneyimli bir doktor olmuştum. Baş Tabiplik
odasını ona hazırladık. İstediği evrakları getiriyorlar ve istediği açıklamayı
kendisine yapıyorlardı. Müfettiş beyin
geldiği ilk gece, beni iki kez acil vaka için, Sağlık Merkezine çağırdılar.
Zaten her gece bir-iki kez çağırırlardı. Çağırmadıkları gece çok azdır. Sabahın
erken bir saatında da, tekrar geldim. İçeride yatan hastalara da baktım. Sonra
muayenehaneye bir hastam için gittim ve ancak saat 9.30 da me-
saiye gelebildim. Henüz bir hastayı muayene
etmiştim ve reçete yazıyordum ki, hasta bakıcılardan biri yanıma geldi,
– Müfettiş
bey sizi çağırıyor, dedi.
Hasta ile biraz meşgul olduktan sonra
yanına gittim. Biraz sinirli bir sesle,
–Nerede
kaldınız, sizi bekliyordum.
–Bir hastayı muayene ediyordum, ancak gelebildim. Bu sözüm üzerine daha da
sinirlendi ve sesini yükseltti.
–Mesaiye
her gün, saat 9.30 da mı geliyorsunuz? dedi.
Bu
sorunun bence yanıtı kolaydı. Tek doktor için her an mesai vardı.
–Gece iki kez ve sabahleyin de bir kez,
hastalara bakmak için sağlık merkezine geldim. Ama siz o saatlerde uyuyordunuz,
haberiniz olmadı, dedim. O daha çok sinirlendi.
–Bundan
sonra saat 8.30 da mesaiye başlayacaksınız!.
Bu emir bana fazla geldi. Zaten uykusuz ve
yorgundum. Daha önce hiç yapmadığım şeyi yaptım. Açtım ağzımı yumdum gözümü.
–Kabahat
sizde değil, sizi müfettiş yapanlarda. İktisadi İlimler Mektebinden mezun olan,
doktorun halinden mesaisinden ne anlar. Bence sizin gibiler ancak “ Ayniyat
müfettişi” olabilirsiniz, dedim ve odadan çıktım, işimin başına döndüm. Biraz
sonra hademelerden biri yanıma geldi,
–
Müfettiş bey gidiyormuş,
istasyona kadar gidebilmesi için sağlık merkezinin jip’ini vermenizi rica ediyor.
Bu
sözler beni hem şaşırttı, hem de söylediklerime pişman ettirdi. Daha sonra, bu
sözlerim yüzünden bana disiplin cezası olarak bir “
İhtar” cezası verdiler.
Aradan seneler geçti. Sağlık Bakanlığının
bir öğretim hastanesinde, Öğretim Üyesi Uzman doktor ve Şef Yardımcısı olarak
görev yapıyordum. Bir gün bir problemimizin çözümü için, Teftiş Kurulu
Başkanlığına şefimiz ile birlikte gitmemiz gerekti. Şefimiz muhterem bir hanım
efendi idi. Ben kendisine, “Profesör Hoca Hanım” diye seslenirdim. Bilgisi,
dostluğu ve arkadaşlığıyla hepimizin gönlünü fethetmişti. Teftiş Kurulu
Başkanlığına telefon ederek randevu aldık ve gittik. Sekreter hanım, önce
telefonla içeriye haber verdi. Sonra ayağa kalkarak önümüze düştü ve Başkanın
kapısını açtı, bizleri içeri aldı.
Başkanla
karşılaştığım zaman, “Ben bu adamı bir yerden tanıyorum ama nereden?” diye
aklımdan geçti. Onun da saçları, şakaklarından başlayarak ağarmaya başlamıştı.
O da bana dikkatle bakıyor, sanırım aynı soruyu o da kendine soruyordu. Sonra
biz problemimizi anlattık. Biraz dalgın ve düşünceli olarak bizi dinledi.
Birden uykudan uyanır gibi hafifçe başını silkeledi,
– Bir
haftada hallederim, merak etmeyin, dedi.
Sanırım aynı zamanda jetonlarımız düştü.
Hemen ayağa kalktı, başının üzerindeki raftan bir dosya çıkardı ve yüzüme
bakarak masanın üzerine koydu. Dosyanın üzerinde benim adım yazılıydı. O
anda düşündüm ki, benim “Ayniyat Müfettişi
olabilirsiniz” sözlerim onu çok etkilemiş ve incitmişti. İçime tarif edilmez
bir sıkıntı, bir üzüntü çöktü. Bir insanı üzmüş olmayı kendime yakıştıramadım.
Yoksa bana kimse bir şey yapamazdı. Ayağa kalktım ve saygı ifadesi olarak önümü
ilikledim, gözlerinin içine baktım ve gülümsedim. Sonra elimi uzattım ve en
hazin sesimle konuştum,
–Özür
dilerim, o zamanlar ikimiz de çok gençtik.
O da gülümseyerek elimi sıktı ve yüzü
aydınlandı. Bir sıkıntıdan kurtulmuş gibiydi.
–Evet
haklısın! İkimiz de çok gençtik. Şimdi kahvelerimizi içelim. Dedi. Şefimiz
Profesör Hoca Hanım şaşırmış bir durumda bizlere bakıp kalmıştı. Sonra
dayanamadı, ortaya bir soru attı.
–Siz birbirinizi tanıyorsunuz her halde,
Baş Müfettiş Bey hemen yanıtladı,
–
Hem de nasıl.
İNTİKAM
Hemşire Yıldız hanım, kliniğin en çalışkan
ve en dürüst hemşirelerinden biriydi. Mesul hemşire olarak görevlendirdikten
sonra, bir çok konuda rahat etmiştik. “Laborant Salih beyle birlikte çıkmaya
başladılar”diye bir dedi kodu çıkınca, ben memnun oldum. Sonra evlenmeleri de
hepimizi çok sevindirdi. Salih bey, Sağlık
Koleji mezunu, işinde dikkatli ve özenliydi. Acil serviste çalışıyordu ve bazen
bizim işimiz çok olduğu zamanlar yardıma da gelirdi. Ben her gördüğümde,
–Salih
bey, tohuma kaçacaksın, bu kadar
güzel kız içinden bir tanesini beğenemedin mi? O da yanıt olarak,
–Kısmetimi
bekliyorum, der gülerdi.
Evlenmelerinin
ikinci haftasında aralarının bozulduğunu söylediler. Sekreter Nuri efendi,
üzüntülü bir biçimde,
–Biliyor
musunuz hocam,Yıldız hemşire hanım, kocasından ayrılıp hemşire lojmanına
taşınmış.
–Hoppala,
bu da nereden çıktı şimdi. Bana Salih beyi bul ve hemen gönder dedim.
O gün Yıldız hemşire hanım izinliydi ve
ondan bir şey öğrenemezdim. Öğle yemeğinden sonra, Salih bey odama geldi. Pek
süklüm püklüm bir hali vardı. Suçluluk duygusu içinde ezilmiş gibiydi ve bu da
yüzünden okunuyordu. Onu ve kendimi rahatlandırmak için,
–Otur,
hoş geldin, birer Neskafe içelim,dedim.
Kahveleri
hazırlamaya başladım. Sonra karşılıklı oturduk, bir ta-
raftan
kahvelerimizi içiyor bir taraftan da düşünüyorduk. Başımı kaldırdım, Salih
Beyin gözlerinin içine baktım,
–Anlat bakalım, on beş günde Yıldız gibi
bir kızı evden nasıl kaçırdın?
Huzursuzlaşıp
yerinde kıpırdadı, yüzüme “Sen de mi?” der gibi baktı,
–Hiçbir kabahatim yok hocam, beni
dinlemedi, benimle konuşmadı. Şöyle bir yüzüme baktı ve koşarak gitti. Ben de
size gelip yardım isteyecektim.
Bir
an düşündüm. Olayı etraflıca bilirsem ancak yardım edebilirdim.
–Madem kabahatim yok diyorsun, olayı baştan
sona bir anlat ki kabahatin kimde olduğunu bileyim ve sana yardım edeyim,
dedim. Yutkundu, kafasını kaldırıp önce yüzüme baktı, sonra pencereden uzaklara
doğru baktı anlatmaya başladı.
–Memlekette
evimize bitişik komşumuzun Sabahat isminde bir kızı vardı. O ortaokulun üçüncü
sınıfındayken ben Sağlık Kolejinin son sınıfındaydım. Önce bana kendi
derslerinden bir şeyler sormak bahanesiyle geldi. Geldi ama aklı hep başka
yerdeydi. Benim de aklım başka yerlere gitti ama, çekindim ve uslu durdum.
İkinci gelişinde, bana iyice sokuldu, dizlerini dizlerime dayadı, başını omzuma
dayar gibi yaptı. Terinin kokusu başımı döndürdü ve dayanamadım sarılıp öptüm.
O da bana istekle sarıldı ve böylece sevişmeyi başladık. Bizim evde kimse
olmazsa, o bize geliyordu. Onların evinde kimse olmazsa ben onlara gidiyordum.
Gözlerin-
deki pırıltı ruhumu aydınlatıyordu, nefesi
içimi ısıtıyordu. Öyle candan sarılmaları ve öyle bir kendini sunuş tarzı vardı
ki, hala unutamıyorum. Kısa bir süre sonra, okul bitince evlenmeye karar
verdik. Bir gün anneme sordum,
–Sabahati
nasıl buluyorsun anne ?
Sert
bir tepki gösterdi. Kararlı bir biçimde kestirip attı.
–Mektup
yazmadık oğlan bırakmadı, böyle şıllık gelin istemem!.
Ben ise ondan vaz
geçemeyecek durumda, derin duygular içindeydim. Biraz nazlanarak ısrar ettim. –Ne
olursun anneciğim, bir kez daha düşün!.
–Madem
çok istiyorsun, annesiyle bir konuşayım, dedi. Birkaç gün sonra yanıt geldi.
Annesi,
–Kız
isterse, ben memnun olurum,demiş ama babası,
–Ben memura kız vermem, iki gün sonra çekip
gidecek, üç kuruş maaşa da kızımı talim ettirecek, demiş.
–Sonra,
kızı dayısının yanına göndererek buluşmamızı engellediler. Daha sonra okul zamanı
geldi ve iletişimimiz koptu. Bir süre Sabahat’in etkisinden kurtulamadım ve o
yüzden başkasıyla evlenmeyi düşünmedim. Yıldız hemşireyi çok beğeniyordum. Bazı
halleri bana Sabahati hatırlatıyordu. Geçen ay annemden mektup geldi. Sabahati
babası, zengin bir tüccarla evlendirmiş. Sabahatten on beş yaş büyükmüş ve
ikinci evliliğiymiş. Onun üzerine ben de hemen Yıldız hemşireyi takibe aldım.
Özel hayatını inceledim ve bir gün, “Çıkma” teklif ettim ve daha sonra da
evlenme teklif ettim.
O da bunu bekliyormuş, kabul etti ve
bildiğiniz gibi evlendik. Birlikte hayatımızın en mutlu günlerini yaşıyorduk.
dedi.
Sonra,
derin bir nefes aldı, ”Nasıl söylesem” der gibi yüzüme baktı ve tekrar
anlatmayı sürdürdü.
–Evvelki gün Yıldız ile hastanenin
karşısındaki pasta hanede buluşarak, alış verişe çıkacaktık. Ben pasta haneye
gidince, birden Sabahati karşı masalardan birinde tek başına otururken gördüm,
yüreğim hopladı ve yanına gittim. Beni görünce çok şaşırdı. Gezmek için gelmiş
ve bir arkadaşı ile buluşacakmış. Karşılıklı oturarak eski günlerden konuştuk
ve eski günlerin hayaline daldık. Bir süre sonra birden değişti,
–Beni bir dul herifle evlenmeye mecbur
ettin, hem de benden on beş yaş büyük, diyerek sitem etti. Ben olanları,
annesinin ve babasının söylediklerini anlattımsa da tatmin olmadı. Biraz
ağladıktan sonra,
–Ben
gidiyorum, son bir kez sana sarılabilir miyim?dedi. Birbirimize sarıldık ve o
yanaklarımdan öptü ve gitti. Beş dakika sonra Yıldız gülerek geldi. “İyi ki
biraz önce gelmedi”diye içimden geçirmiştim ki,Yıldız önce yüzüme baktı ve
birden gülen yüzü öfkeye dönüştü.
Rengi
değişti ve öfkeyle yüzüme bağırdı.
–Yeni
sevgilin mübarek olsun, Allah senin cezanı versin! Dedi ve gitti.
Ben
şaşkınlıkla dikilip kaldım. Ne olup bittiğini anlamış değildim. Sonra garson,
elinde bir ayna ile bana doğru geldi ve aynayı elime verdi. Alay eden bir sesle
ve biraz da acıyarak fısıldadı,
–Yüzüne bak, başına geleni
anlarsın, iki kadını birden idare etmek o kadar kolay değil.
Aynaya
bakınca büsbütün şaşırdım. Yüzümün sağ yanağında, dudakla mühürlenmiş bir ruj
izi vardı. Hemen eve gittim ama Yıldız evden ayrılmıştı. Haber gönderdim,
–
Gözüme görünmesin, demiş.
–Yemin
ederim ki böyle oldu, dedi.
Gerçekten ilginç bir intikam alma
biçimiydi. Eski sevgili Sabahat hanım, çok etkili bir biçimde intikamını
almıştı.
–Bak
Salih bey! Görünüşte Yıldız haklı ama, gerçekte de sen haklısın. Ben Yıldız
hemşire hanımı, seninle konuşmaya ikna ederim. Sen de olayı olduğu gibi anlat.
Ama sakın ha, seviştiklerinizi filan anlatma ! dedim.
Karşılıklı olarak gülüştük.
Birden canlandı ve keyiflendi. Elime sarılıp teşekkür etti ve gitti. Ertesi
günü sabahleyin Yıldız hemşire hanım odama geldi, neşeliydi ve elinde bir
fincan Türk kahvesi vardı ve gülerek, –
Hocam!
Kadın intikamını nasıl aldı ama? dedi.
DENEYİMİN DEĞERİ
Tıp Fakültesinde kliniğe başladığımız ilk
gün, hocamızın söylediği şu sözü hiçbir zaman unutmadım. “Hekimlik bir usta
çırak meselesidir” demişti. Bu sözler deneyimin değerini anlatıyordu. Kitaplar
her şeyi söyleyemiyor ve anlatamıyorlardı. Nasıl yapıldığını kesinlikle
görmeniz ve dahası, sizin de yapmanız gerekiyordu. Yalnız kitapları okumak ve
onları öğrenmekle doktor olamayacağımızı vurgulamak istemişti.
Aradan
seneler geçti. Fakülte bitti, pratisyenlik dönemi bitti, asistanlık dönemi de
bitti ve “Hocalık Dönemi” başladı. Ben yeni gelen asistanlara öncelikle şunu
söylerdim.
–Siz
yeni sınavlardan çıkarak geldiniz. Teorik olarak çok şeyler biliyorsunuz. Eğer
bunları bilmek yeterli olsaydı, burada dört sene çalışmanıza, tez hazırlayıp
sınava girmenize gerek yoktu. Hekimlikte bilgi kadar deneyim de önemlidir. İşte
siz bunu öğrenmek için buraya geldiniz. Benden bunu öğreneceksiniz.
Bir
gün Çocuk Kliniği asistanlarımızdan Dr. Gülçin hanım odama geldi ve kendisine
verilen yeni hastayı muayene edemediğini söyledi. Daha önce böyle bir şey hiç
olmamıştı. Başasistanımız da izinli olduğu için,
–
Kıdemli asistanla
birlikte muayene edin, diyerek kitabımı okumaya devam ettim. Biraz sonra
kıdemli asistanla birlikte geldiler ve hasta çocuğu muayene edemediklerini
söylediler. Hayretle sordum.
–
Bu çocuk kaç yaşında?.
Birbirlerinin yüzüne baktıktan sonra,
– Altı
yaşında efendim.
Yerimden kalktım, biraz da sinirlenmiştim.
“ Olacak şey değil “ diye düşünüyordum.
– Bu
nasıl şey ?. Allah Allah !. Gidelim de görelim.
Birlikte yürüdük. Anlattıklarına göre,
yanına yaklaşanı tekmeliyor ve ısırmak istiyormuş. Nihayet hastanın yatırıldığı
lüks odaya vardık.
Odaya
girince gördüğüm manzara oldukça ilginçti. Altı yaşlarında kadar güzel bir
erkek çocuk, karyolanın üzerinde ayakta durmuş, elleri kalçalarında, iki kulplu
bir testisi gibi duruyor, etrafa meydan okuyan bir yüz ifadesiyle, gözlerini
kızgınlıkla açmış bakıyordu. Avukat olduğunu öğrendiğimiz anne ve babası ile
birlikte, anneannesi ve büyük babası da yanındaydı. Bizim bütün asistanlarımız
da durmuşlar hayretle çocuğa bakıyorlardı. Önce hasta yakınlarına güler yüzle
yaklaştım,
–
Hoş geldiniz, siz hiç
merak etmeyin, ben bu işi tatlılıkla hal ederim. Yalnız sizlerin dışarı
çıkmanız gerekiyor,dedim.
Asistanlar dışında herkesi
dışarı çıkardım. Ufaklık bu işe biraz şaşırdı ama fiyakasını da bozmadı.
Karyolanın ayak ucuna yaklaştım,
–
Senin adın ne arkadaş?.
Öfkeyle
bakmakta devam ederek hiçbir yanıt vermedi. Bizim asistanlara doğru döndüm, bir
gözümü kırparak,
–
Görüyorsunuz bu çocuğun
dili yok, konuşamıyor, çok yazık. Çocuk şöyle bir etrafına baktı, biraz
tereddüt ettikten sonra bana bakarak dilini çıkardı. Ben sanki çok şaşırmışım
gibi bir tavır takınarak,
–
Aaa! Dili varmış, ama demek ki adını bilmiyor, diyerek alay
eder gibi güldüm.
Kaşlarını çatarak kızgınlık belirtileri
gösterdi. Önüne baktı, sonra etrafına baktı ve gözlerini bana dikerek,
–
Muzaffer, dedi.
İletişim
kurduğumuza göre işin zor kısmını başarmıştım. Gülümsedim,
–
Aferin sana! Hem güzel
hem de çok akıllı bir çocukmuş. Asistanlara dönerek,
–
Muzaffer adı hem kızlara
hem de oğlanlara veriliyor, öyle değil mi?. Sonra çocuğa dönerek,
–
Söyle bakalım, sen kız mısın, oğlan mısın ? Bu kez hiç
nazlanmadı diklenerek hemen yanıtladı,
–
Oğlanım.
–
İnanmam, kıza
benziyorsun, bakabilir miyim?, dedim. Gözlerimle külotunu işaret ettim.
Kalçasını ve pipisini ileri çıkardı, başını biraz eğdi ve külotuna doğru baktı,
–
Bak ! dedi.
Ben de hiç vakit kaybetmeden hemen yanına
gittim, külotunu indirerek pipisini elimle tuttum, şaşırmış gibi yaparak,
–
Gerçekten oğlanmış, deyince
hep birlikte güldük.
Artık yüz göz olmuştuk. Bir de koltuk
altını gıdıkladım. Keyifle kıvranarak güldü ve ondan sonra ne sorduysam
yanıtladı. Muayene olmayı ikili bir oyuna çevirdikten sonra muayene etmek çok
kolay oldu. Sonra da asistanlara doğru döndüm.
–
Gördüğünüz gibi, çocuğa
çocuk gibi yaklaşmak gerekir. Hekimlik bir usta-çırak işidir. Kitapların
yazamadığı çok şeyler vardır. İşte benden bunları öğreneceksiniz, dedim.
İÇKİNİN ADABI
Alkolün
zararlı olduğunu savunanlarla yararlı olduğunu savununlar arasında, orta bir
yol bulmak gerektiği kanısındayım. Çok içildiği zaman kişinin hem bedenine, hem
de saygınlığına zarar verdiğini hepimiz biliriz. “ İçki, kişinin, kişilik
göstergesinin mihenk taşıdır” diyenlere de hak vermek gerekir. Az ve kararında
içildiği zaman da sofraya muhabbet ve kişilere kaynaşma sağladığı da bir gerçektir.
Ankara da yaşayanların çoğu eski “Körfez “
lokantasını bilirler. Genellikle entel takımının takıldığı bir yerdi. Devamlı
müşterisi çoktu. Fiyatlar uygun, yemekler nefisti. Garsonlar halden anlar,
hizmette kusur etmezlerdi. İşleticisi, hem iş bilir ve hem de hatırşinas bir
kimseydi.
Baş
Asistanlık dönemimde bir gün, servisteki erkek asistanlar, birlikte bir akşam
yemeği yemek konusunda çok ısrar ettiler. Hatta onlar gidilecek yeri bile
ayarlamışlar.
–
Körfez lokantasına
gidelim, sekiz kişilik yer ayırttık, dediler. Onların birbirleriyle ve benimle
kaynaşmalarına yardımcı olacağını düşündüm. Bu lokantanın adını duymuştum ama o
zamana tadar hiç gitmemiştim.
–
Bir şartım var. Hesabı
ben vereceğim. Herkes istediğini yiyip içecek. İçkileri ben ayarlayacağım.
Kimse benim önerdiğimden çok içmeyecek. Tamam mı?
–
Efendim, hesabı siz
verdikten sonra, bu koşullara nasıl hayır diyebiliriz ki, diyerek gülüştüler.
Cumartesi günü akşamı saat 7.30 da lokantada
buluşmak üzere anlaştık. Lokantaya gittiğim zaman, hepsi gelmişti ve masada
beni bekliyorlardı.Bana ayrılan masanın başındaki yere oturdum. Bize hizmet
edecek garsonu çağırdım.
–
Bak efendi, patron
benim. Şu parayı al, iyi hizmet görürsem, bu kadar daha bahşiş vereceğim. ( Bu
çok etkili bir yöntemdir,her-
kese tavsiye ederim.) Hesabı da ben
vereceğim. Herkese istediği yiyecekleri getireceksin. Yalnız, rakı içenlere
yarım şişe küçük rakı, şarap isteyenlere bir şişe Buzbağ şarabı, bira
isteyenlere ikişer şişe Tekel birası vereceksin. Daha fazla yok. Sonra
asistanlara döndüm,
–
Bakın çocuklar! İçki
içmenin bir yöntemi, bir adabı olduğunu hepiniz bilirsiniz. Bunun azı karar,
çoğu zarardır. Yararlıdır demiyorum. Bir topluma ya da bir toplantıya
gittiğiniz zaman, bir kadeh içki ya da meyve suyu elinize alarak dolaşın.
Sarhoş olursanız, eski saygınlığınıza dönemezsiniz. Yanınızda kız arkadaşınız
varken sakın sarhoş olmayın. Konferans verecekseniz, biliniz ki alkol, hafızayı
bloke eder. Alkol utanma duygularınızı kaldırır. İstediğinizi söyleyemezsiniz.
Bazen de söylemek istemediğiniz şeyleri söylersiniz. Söz ağızdan çıktıktan
sonra da onu geri alamazsınız.
Yemekler
ve içkiler gelince, kadehler “Şerefe” temennisiyle kalktı. Bir muhabbet meclisi
oluştu. İçten konuşmalar yapıldı. Hastane çalışmalarından kişisel çatışmalara
kadar her konuda konuşuldu ve fikir alış verişinde bulunuldu. Herkes çakır
keyif oldu ve birbirine sarıldı.
İstediğim kaynaşma olmuştu. Ben de onların
hocası olmak değil, ağabeyi olmak istiyordum. Zaten onların her birinden 5-10
yaş büyüktüm. Hiçbir aşırılık olmadan masadan birlikte kalktık. Yalnız Dr.
Mehmet Bey çok sarhoş oldu. Herkes aynı miktar içtiğine göre, nasıl olduğunu
hiç birimiz anlamadık.
Ertesi
günü, öğleye doğru Dr. Mehmet Bey oğlumuz odama geldi ve izin istedi.
–
Çok başım ağrıyor, midem
bulanıyor hocam, ayakta duracak halim yok, izninizi rica edeceğim.
–
Mehmet bey oğlum, herkes
aynı miktar içki içti. Sen niye çok sarhoş olup rahatsızlandın? Alkole allerjin
mi var?
–
Efendim bütün kabahat
bende. Tuvalete gittiğim zaman, mutfakta iki kadeh fazladan içtim. O bana çok
geldi sanırım. Büyük sözü tutmamanın cezasını çekiyorum. Ama bundan sonra, içki içmenin yöntemine
ve adabına dikkat edeceğim, dedi.
MANDA
SÜTÜ
Hastane
poliklinikleri, sabahtan öğleye kadar olan saatlerde, her zaman kalabalık olur.
Öğleden sonra azalır, bazen sabah gelenlerin tetkiklerini incelemek, öğleden
sonraya kalır. Bir gün, öğleden sonra, asistanlardan biri odama bir hasta
getirdi.
– Efendim,
biz bu kişiyle anlaşamıyoruz.
– Peki,
ben bakarım, dedim.
Uzun boylu iri bir adam, kucağında iskelet
haline dönüşmüş, ağlarken bile sesi çıkmayan, ağlarken yalnız ağzını açıp
kapatan, bir bebek.
Bebeği
muayene masasına yatırdık ve sordum,
– Bunun
annesi nerede, annesi yok mu?.
Çünkü,
annesi olmayan bir çocuk ancak bu duruma düşebilirdi. Adam yüzüme şaşırmış gibi
baktı, yüzünü ekşitti. Sonra kendisini toparladı,
–
Annesi dışarıdadır.
Gençtir, onun aklı bir şeye ermez, ben dedesiyim, bana söyleyin.
–
Olmaz, annesiyle
konuşmak isterim, dedim.
Kapıyı açtı, birisine eli ile “Gel” işareti
yaptı ve içeriye genç bir kadın girdi. On sekiz yaşında ancak vardı. Siyah
saçları, oyalı yazmasının dışına taşmıştı. Osmanlı lirasından yapılmış küpeleri
açıkta sallanıyordu. Önümde durdu ve yan gözle, muayene masasında yatmakta olan
bebeğini üzüntüyle süzdü. Sonra bana soran ve yalvaran gözlerle baktı.
–
Hanım kızım, bu bebek
kaç aylık?. Senin sütün olmadı mı?,
–
Efendim, bebeğim bir
buçuk aylık. Bebek dünyaya gelince hastalandım, sütüm birkaç gün kadar ancak
oldu. Sonra kesildi. Biraz sulandırıp hayvan sütü verelim dedim. Köydeki yaşlı kadınlar,
–
Hayvan sütleri bebeğe
dokunur, ishal yapar, dediler. Hayvan sütü verdirmediler. Nişasta ve pirinç unu
ile mama yapıp yedirdik. Birkaç kez, çocuğuna meme veren kadınlara yalvardım ve
birkaç kez onlardan süt emdirttim. Daha sonra
onlar,
–
Süt kardeşi olurlar,
meme veremem. Dediler ve meme vermek istemediler ve de vermediler. Doktora
götürmek istedim ama, evdeki büyükler,
–Kırk
günün dolmadan hastaneye gidemezsin, dediler. Ancak gelebildik. Şimdi de
doktorlar hastaneye yatıralım diyorlar, Ağa Babam da olmaz diyor. Artık siz
bilirsiniz, diyerek sustu.
Ağlamamak
için kendini zor tutuyordu.
Gördüğüm kadarıyla, çok kez
karşılaştığımız, bilinçsiz bir beslenme sorunu önüme gelmişti. Çocuğu dikkatle
muayene ettim. Henüz beslenme sorunundan başka bir hastalığı olmayan bir erkek
bebekti. Düşüncemi şöyle söyledim.
–
Eğer, benim dediklerimi
yaparsanız ve tekrar kontrole getirirseniz, yatırmadan da iyi olabilir.
Yan tarafımda ayakta duran
ve beni dikkatle izleyen, dedeye baktım. Dede, biraz da öfkeli bir sesle
konuştu.
–Öbür
doktorlar gibi “İnek sütü vereceksiniz” dersen, olmaz!!. Benim ahırımda iki
tane sağılır camız ( Manda) varken, komşulardan inek sütü isteyemem. İnek
sütüne benzer mamaları ise hiç alamam. Ancak manda sütü içirebilirim, dedi.
Anneyi
ve dedeyi birer koltuğa oturttum ve düşünmeye başladım. Bizim, “Anne sütüne
benzetme” programımız, inek sütü esas alınarak yapılıyordu. Keçi sütü için de
bir program yapabilirdim ama, manda sütünün yağ-protein-karbonhidrat yapısını
bilmiyordum. Böyle bir şey de başıma gelmemişti. Hastane kitaplığında
bulacağımı ümit ederek,
hemşire hanımı çağırdım. Bebeğe, yapay anne sütü mamalarından hazırlayıp
yeterli miktarda, biberonla vermesini ve yazdığım vitamin ve diğer iğneleri
yapmasını rica ettim ve kitaplığa koştum. Yarım saate yakın bir araştırma
sonunda, ABD de yayınlanan “ The Pediatric Clinics of North America” dergisi
April 1985 Nutrition yayınında buldum. Manda sütü dahil, at, eşek, inek ve
bütün evcil hayvanların anne sütü yapıları vardı. Ortalama manda sütü, % 4 protein, % 5.3 yağ içeriyordu. Bir buçuk
aylık bir süt çocuğu için gerekli ve manda sütü ile yapılması zorunlu bir
program hazırlayıp yazdım. Bu programa göre, 30-90 gün arasında ki süt
çocuklarında, 2/3 manda sütü, 3-4 saat aralıklı olarak, günde 5 kez, verilebiliyordu.
Anneye
dönerek,
– Kızım
sen okula gittin mi?.
– İlkokulu
bitirdim doktor bey.
–
Tamam öyleyse. Burada
yazdıklarımı dikkatlice okuyup aynen yapacaksın. İshal ve kusma olursa hemen
bana getireceksiniz. Her şey normal olsa bile, bir hafta ya da on gün sonra
kontrol için tekrar getireceksiniz. Başka ilaçlar yazacağım. İnşallah bebeğin
iyi olacak, dedim.
On
beş gün sonra getirdiler. Hayret edilecek bir şey. Çocuk ümidimin üstünde
kendini toplamıştı. Bu durum bana hem mutluluk ve hem cesaret verdi. Benzer
koşullar içinde çaresiz kalan anneleri düşündüm. Ertesi günden başlayarak
çalışmaya başladım. Doktor oğlumun da yardımıyla “ Çocuk ve Beslenme “ diye bir
kitap yazdık. Kısa sürede satıldı. Bütün annelere saygılar sunarım.
MESAİ SAATİ BİTMİŞ
1970’
li yılların sonlarına doğru Türkiye düzensiz ve belirsiz bir ortamın içine
girmişti. Sanki herkes ne yaptığını bilmez bir durumda, bir düşünce karmaşası
içine itilmişti. Bir ortanın solu ve solculuk sözü ortalıkta dolaşıyordu ama,
gerçek anlamıyla bilgilenen ve ilgilenen yoktu. Herkes işine geldiği gibi
kullanmak istiyordu. Onların karşısına da sağcı denenler çıktı ve iş çığırından
çıktı. Türkiye’nin iç dengeleri yerlerinden çıkmış, politikacılar her ne bahasına
olursa olsun, iktidarı kazanma derdine düşmüşlerdi. Parti ve dernek
yararları,vatan ve millet yararlarının önüne geçmişti. Bütün kurumlar iki
cepheye bölünmüşler, gizlice çatışıyorlarsa da, açıkça ve silahla çatışmaları
an meselesiydi. 1960 Ana Yasasından yararlanan bozguncular ve bazı sendikalar
öyle bir işçi- memur ayrımı oluşturdular ki, işçinin Belediye Başkanından ve şoförün müdüründen daha çok maaş aldığı
yerler yarattılar. İş ahlakı askıya alınmış, bütün kuruluşlarda olduğu gibi,
hastanede çalışan işçi statüsündeki hademelere söz geçiremez olmuştuk. Memurlar
işçi olmaya özenmeye başlamışlardı.Kimsenin de bu durumu düzeltmeye gücü yetmiyordu.
Baş
asistan olarak çalıştığım günlerden biriydi. Akşam vizitinde hastaları
dolaştıktan sonra, hastaneden çıkmaya hazırlanıyordum. Kararlaştığımız gibi
kızlarımdan biri beni almaya gelmişti. Birlikte gidip alış veriş yapacaktık. O
sırada bir hasta çocuk getirdiler. Annesi başında ağlıyordu. Hemşire hanımla
birlikte muaye-
ne masasına götürdük. Çocukta bütün menenjit
bulguları açıkça görülmekteydi.
–
Hemşire hanım, ponksiyon
yapalım, dedim. (Omur ilikten sıvı alma). Annesini dışarı çıkardık. Hemşire
hanım ponksiyon takımını ve steril tüpleri getirdi, çocuğu uygun duruma getirdi
ve sıkıca tuttu. Ponksiyon iğnesini gerekli omur kemikleri arasından soktum,
akan sıvıdan 3 cm kadar bir tüpe aldım. Bu Bakteri laboratuarına ve
biyokimya laboratuarına gidecekti. 1cm
kadar da diğer bir tüpe aldım. Bunun ile de mikroskop altında, iltihap
hücrelerini arayacaktım. İçinde 3 cm sıvı olan tüp, vücut sıcaklığında kalarak
ve soğumadan bakteriyoloji laboratuarına gitmesi gerekiyordu. Soğursa, içinde
bulunması olası mikroplar ölebilirler ve
onlar üreyemedikleri için de ne olduklarını bilemezdik. Tam o sırada
hademelerden biri, tesadüf olarak odaya girince, sevindim.
–
Salih Efendi, seni Allah
gönderdi. Şu tüpü soğumadan Bakteri laboratuarına hemen götür, dedim. Yanıt,
–
Götüremem efendim. Benim
mesaim bitti.
–
Salih Efendi, bu önemli
bir durum, bunda mesai düşünülmez. Yani ben mi
götüreyim?
– Kim
götürürse götürsün,
Odadan çıkıp gitti. Tepemden kaynar sular
indi ama o anda yapacak başka bir şey yoktu. Hemşire hanımın çocukla
ilgilenmesi gerekiyordu ve yapacağı başka önemli işleri vardı, onu
gönderemezdim. Elimde tüple odadan dışarı çıktım. Dışarıda da kimsecik-
ler yoktu. Biz hastayla uğraşırken,
gerçekten mesai bitmiş, herkes gitmiş ve yalnız bizler kalmıştık. Elimdeki tüpü
koşarak laboratuara götürdüm. Tekrar yukarı çıktım. Çocuğun gereken ilk
tedavilerini yaptırıp, tedavi programını yazdım. Sonra kızımla birlikte alış
veriş yapmak üzere yola koyulduk.
Ertesi
gün hasta açılmıştı ve annesi sevinerek gülümsüyordu. Bir gün önce olanları,
şefimize söyledim. Baş Tabip Ağabeyimiz lütfettiler de işçinin ancak yerini
değiştirdiler. Belki onun da yapacak başka bir şeyi yoktu. Hâlbuki biz, gece
yarıları, bir telefonla yataklarımızdan kalkıp hastaneye kadar geliyor ve
saatlerce hastaların başında kalıyorduk. Bir gün de hiçbir Doktor, “ Benim
mesaim bitti” demiyordu. Onlar biliyorlardı ki, insan hayatı söz konusu olunca,
hiçbir mazeret, hele mesai süresi gibi bir konu düşünülemezdi. Ne acıdır ki, o
günlerde, emrimizde çalışan işçiler memurlardan ve hademeler doktorlardan daha
değerli duruma gelmişlerdi. Allah o günleri bir daha göstermesin.
TOKAT
ROTASYONU
Birçok
hastalıklar için, uzman bir doktora gereksim duyulmayabilir. Ama bazı
konularda, uzman bir doktorun kesinlikle gerekli olduğunu bu seyahatimde tekrar
gördüm.
Sağlık
Bakanlığının emriyle bir ay süreli olarak, Tokat Devlet Hastanesinde çalışmak
kaydıyla görevlendirildim. Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı olarak
çalışacaktım. Önceki rotasyonda olduğu gibi yalnız değil, eşimle birlikte
gitmek ve oraları birlikte görmek istiyordum. Çocuklar kendi başlarına
kalabilecek durumdaydılar.
Ayrıca,
aynı apartmanda oturan kayın biraderim de yardımcı olacaktı. Hanımı ikna etmek
o kadar zor olmadı. Bir bavul bir çanta ile otobüse bindik. El ele tutuşarak
birbirimize yaslandık ve 400 km. gitmek üzere yola çıktık. Amasya’yı tarihten,
Tokat’ı Turhal Şeker Fabrikası’ndan tanıyorduk. Başka bir bilgimiz yoktu.
Görülmeye değer yerler olduklarını, içinde yaşayarak öğrendik.
Hastaneye
varınca doğru Baş Tabibin yanına gittik. Görevli olduğumu bildiren Sağlık
Bakanlığının yazısı benden önce gelmiş olduğu için, hastanede kalacağım yerim
hazırlanmıştı. Bizim planımız, eşimle birlikte iyi bir otele yerleşmekti. Bu
konuyu dile getirdim.
–Bize
iyi bir otel tavsiye etseniz daha çok memnun olurum. Bu kez Baş Tabip karşı
çıktı.
–Öyle
şey mi olur? Siz bizim konuğumuz oluyorsunuz. Hastaneler Talimatnamesi
müsaittir, birlikte kalabilirsiniz. Sizin için Yazlık Nöbetçi Doktor odasını
ayırmıştık.
Bize ayrılan oda, kaloriferli ve banyolu
lüks odalardan biriydi. Kış mevsiminde bu bölümün kullanılmasına gerek
duyulmuyordu.
Bavulumuzu
açıp yerleştik. Hanım dinlenmeye soyundu, bende çalışmak üzere kliniğe çıktım.
Bir il merkezinde, serbest çalışan ya da hastanede çalışan bir çocuk doktorunun
bulunmaması gerçekten üzücü bir durumdu. Beni gören doktor arkadaşlar çok
sevindiler. Gerçekten hastanenin bana ihtiyacı vardı. Çeşitli kliniklerde
yatmakta olan çocuk hastaların sorumluluğundan kurtulacaklardı.
İlk
gün Hemşire Hanım, bir banka müdürünün benimle görüşmek istediğini söyledi.
Hemşire Hanımın söylediğine göre, 6 yaşındaki kızına Lösemi teşhisi konulmuş,
Ankara’ya götürmek için genel merkezinden izin almaya çalışıyormuş. “Ankara’dan
bir çocuk doktoru hoca geldi “ demişler. Çocuğu benim de muayene etmemi
istemiş.
Yanımıza
geldiği zaman oldukça üzgün ve telaşlı görünüyordu. Ayağa kalkarak karşıladım.
Yer gösterdim,
–Hoş
geldiniz! Size nasıl yardım edebilirim?
–Hemşire Hanım anlatmıştır, acaba kızımı
bir de siz muayene eder misiniz?
–Çocuğu
annesiyle ve yapılmış olan bütün tetkikleriyle birlikte getirin hemen muayene
edelim.
–Annesi
de çocuk da dışarıdalar. Hemen getiriyorum, dedi ve içeri getirdi.
Anlattığına göre, Çocuk Hastalıkları Uzmanı
olmadığı için, Dahiliye Uzmanı bir doktor arkadaş muayene etmiş ve tetkiklerini
yaptırmış. Lösemi olabileceği endişesi ile bir de Ankara’ya götür-
mesini önermiş. Annesinin elinden tutarak,
biraz da bana korkuyla bakan çocuğun yanına gittim. Saçlarını okşayarak
yanaklarından öptüm. Sonra koltuklarından tutarak muayene masasına oturttum.
–Aman
ne güzel kız bu böyle. Ne kadar da tatlıymış. Ben ona şimdi bir
şurup
yazarım, hemen iyi olur, dedim.
Çocuk bu sözlerimden sonra oldukça
rahatladı. Annesine ve babasına doğru gülümseyerek baktı. Önce tetkiklerini
gözden geçirdim, sonra çocuğu dikkatle muayene ettim. Dahiliye Uzmanı Doktor
korkmakta haklıydı. Büyük insanlara göre, çocuklarda daha sık görülen bir
hastalıktı. Hayati tehlikesi, çocuklar için yok denecek kadar azdı. Anne ve
babasına doğru döndüm,
–Korkmayın,
tehlikeli bir durum yok. Dahiliyeci arkadaş çok güzel düşünmüş ve gerekli tetkikleri yaptırmış. Bu hastalık bizim,
Enfeksiyöz Mononükleoz dediğimiz bir hastalıktır. Acele etmeye gerek yok. Bir
hafta daha kalmanızda bir sakınca da görmüyorum. Zaten hastalığın sonuna
gelmişsiniz. Bir ilaç yazacağım ve bir hafta sonra tekrar muayene edeceğim.
Göreceksiniz hiçbir şeyi kalmayacak.
O
kadar çok sevindiler ki, annesinin gözlerinden sevinç göz yaşları geldi.
Çocuklarını kucakladılar ve gittiler.
Bu
olaydan sonra, hastaneye bir çocuk doktorunun gelmiş olduğu hızla yayılıp
duyuldu.
İkinci gün ve ondan sonra ki günler,
polikliniğin hasta sayısı altmışa kadar yükseldi. Yatan hasta çocuk sayısı da
çoğaldı. Sabah saat 8.30 da, yatan hastalara baktıktan sonra, polikliniğe
geçiyor ve saat 16.00 ya kadar çalışıyordum. Bu arada hanım kitap okuyor
ya da Göz Hastalıkları
Uzmanı arkadaşın hanımının yanına gidiyordu. Her akşamki programımız belliydi.
Hava soğuk olmasına rağmen, yemek vaktine kadar şehirde geziyorduk. Harika
tarihi eserler vardı.
Sultan
ikinci Abdulhamid’in yaptırmış olduğu saat kulesi, ilk göze çarpanlardandı. O
kadar çok cami, medrese, hamam vardı ki gezmekle bitecek gibi değildi. Gök
Medresede açılmış olan müze de görülmeye değerdi. Yemek vakti gelince, şehrin
meşhur lokantası Cimcim Lokantasına gidiyorduk.
Cimcim
lokantası içkili ve bir geniş salondan ibaretti. Aileler için ayrılmış bir
balkonu da vardı. Ama gelen hiçbir aile yoktu. Yemekler ve mezeler hem çok
çeşitli hem de çok lezzetliydiler. Her akşam yemeklerimizi orada yiyorduk. İlk
üç günde, bizim hanımdan başka kadın görmemiştik. Dördüncü günü, iki hanımlı
bir topluluğun gelmiş olduğunu gördük. Bizi de selamladılar. Ertesi akşam daha
çok kadınlı erkekli gruplar görmeye başladık. Beşinci akşam, ısmarladığımız
yemekleri yerken, lokantanın patronu, elinde bir tabak yemekle yanımıza geldi.
Karşımızda durdu. Benim yüzüme bakarak,
–
Doktor Bey! Müsaade
ederseniz, Hanımefendiye teşekkürlerimi sunmak istiyorum. Onun sayesinde
lokantamıza hanım müşteriler de gelmeye başladılar. Özel yemeğimiz olan bu
Pastırmalı Kuru Fasulyeyi, ikramımızdır, lütfen kabul edin. Dedi. Biz de kendisine
teşekkür ettik ve yararlı olduğumuzdan
dolayı memnun da olduk. İnsanlarımızın içtenliğiyle, memleketimizin
güzellikleriyle, ata yadigarı geleneklerimizle, ne kadar onur duysak azdır.
ÜÇ
EKMEK PARASI
Sara,oturduğu
arkalıksız iskemlede, şöyle bir geriye kaykılarak belini düzeltti. Oldum olası,
iskemlede oturmaktan hoşlanmazdı ama, ne çare. Yün eğirirken, ayakta olmak ya
da şimdi olduğu gibi, en azından iskemlede oturmak, işini kolaylaştırıyordu.
Tam önünde, eğirilen yünün ucundaki kirmana baktı. Bu kirman onun sihirli
aynasıydı. Hani büyücülerin “Kristal küre”si var ya, olayları ya da geleceği
gösteren.
İşte
onun gibi bir şeydi. Yalnız Sara’nın
kirmanı geleceği değil, geçmişi gösteriyordu. Gözlerini dönen kirmana diker, yemek bile yemeden, kendi aleminde yaşar, sanki geçmiş günlerin filmini
seyrederdi. Bu arada kirmanlar dolar,
boşalır. Yünler biter, yeni
yünler gelir ama, o kesintisiz olarak hülyasını ve rüyasını sürdürürdü.
Bir
gün kocası için,“Rüstemi vurdular”diye haber verdiler.
O zaman sanki, Rüstem’in sırtına bir sumsuk vurmuşlar da, biraz sonra
kalkıp gelecekmiş gibi geldi ona. Neredeyse aldırmayacaktı. Ama küçük kızı
Hacer gelipte “Babamı öldürdüler” deyince, kafası karmakarışık oldu. Eli
böğründe şaşkınlıktan dikilip kalmıştı. Nice sonra felaketi anlar gibi olmuştu.
“Şom ağızlı sıska köpek, ağzından hayırlı bir laf çıkmaz ki” diye Hacer’e kızdı
ve sıralayıp söylendi. Oldum olası bu kıza sinir oluyordu. “Baş belası” diye
söylendi. Bu Hacer’e hamile kaldığı duyulunca, herkes “Bu kez oğlan” demişlerdi.
Divitli Hoca da “Bu kez oğlan”demişti. Ama, her ihtimale karşı yine de, muska
yazdırıp türbeleri dolaşmıştı. Nedense büyük kızı Gülsüm doğduğu zaman, kız
olması bu kadar sıkıntı yaratmamıştı. Rüstem, oğlan olmasını istemişti ama,
üzerine varmamıştı. Hatta, teselli bile etmişti.
– Üzülme gülüm, senin elinde değil,demişti.
Şimdi anlıyordu, neden erkek evlat
istediğini. Eğer Gülsüm erkek olsaydı, çifte çubuğa yapışır, en azından askere
gidinceye kadar, babasının yokluğunu
aratmazdı. Tarlaları sürer, hayvanlara
bakardı. Bunlar erkek işiydi. Her ne kadar kayın pederi ve kayın biraderleri,
tarlaları ekip biçiyorlarsa da, hayvanlara yetişemediler. Hayvanlar da satıla
satıla tükendiler. Yalnız elinde iki dişi keçi kaldı.
Onun biri de bu sene doğurmadı.
“Erkeksiz ev” diye iç geçirdi. “Yaşam güvensiz,
evler neşesiz, yataklar soğuk, Allah kahretsin bu kan davasını. Rüstem’imden
başka sülalede erkek yok mu? Geldiler de onu öldürdüler.
Onun kimseyle kavgası da, davası da yoktu ki, kan davası da nereden
çıktı?” diye öfkelendi ve gözlerinden yaşlar boşandı. Bir an, acı içinde o
günleri yaşadı. Sonra ,öfkeyle gözlerini
etrafa gezdirdi. Şimdi herkese kızıyordu. Bütün akrabalara, kocası olan bütün
kadınlara, yetişkin oğlu olan tüm insanlara kızıyordu işte. “Şu büyük kız Gülsüm,
keşke erkek olsaydı” diye söylendi. “Ama değil işte “, diye kaşlarını çattı.
“Pişirdiği tarhana çorbası bile tatsız tuzsuz. Varsa yavuklusu, yoksa yavuklusu. Evin içinde geziniyor ama, gel
de bana sor. Uyuyor mu, uyanık mı
belli değil. Kafası hep başka yerlerde. Mektup bekliyor, yavuklusunun askerden
dönmesini bekliyor, velhasıl bir
beklenti içinde. Kocaya varınca sanki, başı göğe erecek. Ne olacak kız kısmı baba ocağında misafir oluyor”,diye
içinden söylendi. “Keşke misafir olsalardı ?”diye ekledi. “Hiçbir misafir, konuk olduğu evden bir şeyler götürmez. Hal bu ki Gülsüm,
daha şimdiden götüreceği yatak ve yorganları, kilimleri, hatta bakır kapları
sayıp döküyordu. Hacer de öyle olacaktı, belki de daha beter”. Sonra yeniden
Hacer’e hamile olduğu günlere döndü. Kocası Rüstem’in, usulca karnını ok-
şayarak, ”Oğlan” deyişini, sevgiyle
parlayan gözlerini, sıcacık sarılmalarını unutamıyordu. “Sonra ne oldu?, ne
olacak, bu Hacer olacak sıska köpek herkesi yalancı çıkardı. Bütün düşleri
kırdı attı. Oğlan olsaydı ne olurdu sanki” diye aklından geçirdi. Büyük oğlanı
doğuruncaya kadar, seneler boyu ne
üzüntüler, ne sıkıntılar çekmişti. Hatta Rüstem’in kardeşleri, oğlan
doğuramıyor diye, üstüne kuma getirmeyi bile düşünmüşlerdi. Neyse ki, büyük
oğlan doğdu da ortalık duruldu. “Bu sene okula bile gidecek” diye içini çekti.
“Karda kışta nasıl gidecek?” diye bir soru geçti aklından, içi sızladı. Okul
epey uzaktı.“Hasta olmaz inşallah” dedi. Sonra,”Neden olacakmış?” diye kendi
kendine yanıtladı. “Şu eğirdiğim yünden kalın çoraplar örerim, bir de yün
şalvar ördüm mü tamamdır. Ya küçük oğlan?, ona da örerim” derken
birden aklına geldi. “Ya Hacer” diye
sordu kendi kendine. “İnsaf artık, hepsine birden öremem ya. Hem o büyüdü, bu
sene okulu da bitirdi” dedi. Ona kalırsa, zaten Hacer’in bir işe yaradığı
yoktu. Halbuki bu oğlanlar, evinin direğiydiler. Babalarının kanını
arayacaklar, intikamını alacaklardı. Onlar nasıl Rüstem’i öldürmüşlerse,
onlardan biri de ölmeliydi. İçinde bir yangın, bir intikam ateşi, her an bütün
hızıyla, hiç sönmeden yanıyordu. “Kan davasından vaz geç” deyenleri de şiddetle
azarlıyordu. “Ben yandım onlarda yansın” diyordu.
Hacer’e
kızmakta kendini haklı görüyordu. Kendisini de Rüstem’i de yalancı çıkarmıştı,
erkek değildi. Sanki bir marifetmiş gibi, bir okul bellemiş, sürdürüyordu.
Allah biliyor ya, okumasına da yazmasına da kızıyordu. Okumasın evde otursun,
kendisine yardım etsin istiyordu. Ama, öyle olmadı. Öğretmen-imam-muhtar bir
olup, kızı okula götürdüler. İnat etti, kalem defter almadı, onlar aldılar.
Önlük çanta almadı, onlar buldular, buluşturdular aldı-
lar. Sonunda, “Gaz alamam, lamba yakamam “
dedi. Bir teneke gaz yağı gönderdiler. “Ne yapayım bütün köy bu kızdan yana”
dedi.
Köylülere
de içerliyordu ya neyse. Okumasını nasıl beceriyor bilmiyordu ama, evde hizmet
etmesini kesinlikle bilmiyordu. O
mutfağa girdi mi, bir tangırtıdır kopardı ve bütün kap kacak birbirine
girerdi. Sonra öfkeyle, ”Ben ona bir hizmet etmesini öğretirim ki, görür
gününü” dedi. Birden aklına parlak bir fikir geldi, “Hacer’i hizmetçiliğe
vermek”. “Hem üç beş kuruş alırım, hem de boğazından kurtulurum” diye düşündü
ve kararını da verdi. “İlkokulu bitirdi, okutmadın diyemezler. Eğer öğretmen okulunun sınavını kazanamazsa
tamamdır” dedi.“Ya kazanırsa ?, aman
o zaman da def olur gider. Sonra, o
kadar çocuğun içinden bu sümsük mü kazanacak?” diye kendini teselli etti.
Yaz günleri
oldukça sıkıntısız ve hızlı geçiyordu. Büyük kaynının oğlu Cafer’in izinli
geldiğini duymuştu. “Acaba Hacer’i hizmetçiliğe vermekte yardım edebilir miydi”.
En iyisi bir kez görüşmekte yarar vardı. Cafer’i çok iyi tanırdı. Sınıf
arkadaşıydı. Bir gün birbirlerini görmeseler duramazlardı. Birden eski anılar
gözlerinde canlandı. El ele tutuşarak okula gittikleri günleri, saklandıkları
samanlıklarda birbirlerine sarıldıkları o tatlı anları, ev ödevlerini Cafer’in
nasıl severek yaptığını anımsadı. Öğretmen olduktan sonra Cafer köye gelince,
babası onu evlendirmişti. Hatta Cafer’ in kına gecesine giderken, büyük kızı
Gülsüm kucağındaydı. Birkaç sene sonra boşandıklarını duymuştu ama, o da bir
kaç sene köye gelmedi ve evlendiği de duyulmadı. “Acaba evlenmek için mi köye
geldi?” diye düşündü. İçinden ümitle karışık bir tedirginlik geçti. “Evlense de
artık köyden almaz” diye karar verdi.
Hacer’i
hizmetçiliğe vermek kararını verince, içi rahatlar gibi
oldu. Büyük oğlanla Cafer’e haber vermeyi
düşündü. Sonra”Acelesi ne?.Hacer gelsin, kendisi çağırsın, onun işi” dedi.
Hazırlık yapmaya koyuldu. Evin önünü özenle süpürdü. Kilimleri silkeledi,
minderleri hazırladı, kapının sağ yanına serdi. Aynı, kocası rahmetlik Rüstem’in istediği gibi. “Rahmetli burada
oturmasını çok severdi” diyerek iç geçirdi. Gerçekten de, buradan görünen
manzara harikaydı. Bu sırada iki serçe, cilveleşerek ve havada alt-üst olarak
geldiler ve üst perdeden tatlı cıvıltılar çıkararak hızla, başının üstünden geçtiler. Havada zikzaklar çizerek
uzaklaştılar. Arkalarından şöyle bir baktı. “Dünya,sevda üzerine kurulmuş”
diyerek içini çekti. Yeniden başka
biri ile evlenmesi olanaksızdı. Ne o Rüstem’i unutabilir, ne de kayınları razı
olurlardı. Tam o sırada Hacer çıkıp
geldi. Sırtındaki odunları gürültüyle yere bıraktı. Omuzlarını ovaladı, belini
düzeltti.
– Anacığım
çok acıktım, dedi.
Sara,
olanca öfkesiyle,
–Zıkkımın
kökü, diye söylendi ve ekledi.
–
Fazla laf etme!. Çabuk git Cafer ağabeyini çağır,gelsin!.
Hacer önce, ne yapacağını şaşırdı.
Direnmeyi düşündü, hiç olmazsa bir lokma ekmek yeseydi. Annesinin öfkeli haline
barktı, hiçbir ümit yoktu. Ekmek derken dayak da yiyebilirdi. Başını öne eğdi,
yorgun ve kırgın adımlarla, ayaklarını sürüyerek yola koyuldu.
Cafer
ağabeyi ilk kez görecekti. Bir merak dalgası sardı içini, yanıtını arayan bir
çok sorular yığıldı kaldı. En çok öğrenmek istediği soru, acaba annesinin
söylediği gibi, gerçekten babasına beziyor muydu. Birden içi yandı, bir eziklik
düştü yüreğine.
İçinden
ağlamak gibi bir duygu geçti. Babasının hayalini anımsamaya çalıştı. Kendisine
sarılıp öptüğü anlar, gözünün önünde canlandı. “Ah ! şimdi
sağ olsaydı Allahım ne
olurdu, annem bu kadar sinirli olmazdı belki?”diye düşünürken birden, bir grup
erkek çıktı karşısına. Şöyle bir göz
gezdirdi, yalnız birisi dışında hepsini tanıyordu. Tanımadığı kişiye bir göz attı. Beyaz gömlek üzerine kravat
takmıştı. Kaşları ve bıyıklarıyla tıpkı babasının hayaline benziyordu. Babası
önüne inivermiş gibi bir duyguya kapıldı, şaşırdı ve yolun ortasında dikildi
kaldı. Hepsi soran gözlerle kendisine bakıyorlardı. Şaşkın ve titrek bir sesle, – Cafer ağabeyi anam çağırdı. Sonra yere
baktı ve kendini toparlamaya çalıştı. Tekrar
başını kaldırıp, Cafer ağabeyin yüzüne baktı. Onun da tatlı bir
gülümsemeyle kendisine baktığını gördü. Cafer arkadaşlarına döndü,
–
Sara yengeyi
bekletmeyelim,biliyorsunuz çok yamandır,sonra görüşürüz. Hacer’e dönerek,
–
Haydi gidelim! dedi.
Toprak yolda yan yana yürümeye başladılar.
İkisinin de bozmaktan korktukları bir sessizlik içine girdiler. Sessizliği
ikindi ezanını okuyan müezzinin sesi bozdu. Cır cır böceklerinin fon müziğinde,
uzaktan gelen köpek havlamaları, keçilerin boynundaki çanların pes perdeden sesleri
gibi köy sesleri içinde yürüdüler. Aralarındaki suskunluğu bozmadan, evin önüne
vardılar. Sara ayakta onları bekliyordu. “Hey Rabbim, şu Cafer ne kadar da
Rüstem’e benziyor”diye içinden geçirdi. “Acaba,Cafer’e benzediği için mi Rüstem
ile evlenmeye razı olmuştu?”. Hafifçe silkinerek, “ Saçmalama Sara, şimdi
bunları düşünmenin sırası değil?” diyerek kendini azarladı. Ciddi bir tavır
takınarak,
–
Hoş geldin Cafer!
deyiverdi. Cafer bir adım öne çıkarak,
– Hoş
bulduk”dedi ve dikildi kaldı.
Sara, oturması için eliyle yer minderini
gösterdi. Cafer, ayakkabılarını kilimin önünde çıkardıktan sonra, pantolonunu
dizlerinin üzerinden yukarı çekerek, bağdaş kurup oturdu ve bekledi. Sara,
olduğu yerden Hacer’e döndü,biraz sert bir sesle,
–
Git, ağabeyine ayran getir, kendi karnını da doyur. Yeniden
Cafer’e dönerek,
–
Bizim halimiz herkesçe
malum, sen neler yaptın ve neler yapıyorsun, anlat bakalım, deyip gözlerini
Cafer’e dikti. Cafer şöyle bir
kımıldandı. Çocukluk günlerinin kara sevdası olan bu kadının karşısında
duyduğu ezikliği üzerinden atmak istiyordu. Onunla karşılaşmaktan, onunla göz
göze gelmekten çekiniyordu ve hatta korkuyordu. Onunla karşılaşmamak için,
köyden usulca kaçmayı bile planlamıştı. Evet aradan çok uzun zaman geçmişti.
İkisi de evlenmişler sonra ikisi de dul
kalmışlardı. Hiçbir şey eskisi gibi olamazdı. Bunu, onun da bilmesi gerekirdi. Ama niçin kendisini çağırtarak şu
sıkıntılı durumu yaratmıştı?. Sonra her şeyi oluruna bırakmaya karar verdi ve
anlatmaya başladı.
–
Karım bir türlü şehir
hayatına uyum sağlayamadı. Köylerde öğretmenlik yaptığım sürece, pek sorun
çıkmadı. Ama, şehre tayin edilince, karım kabuğuna çekildi. Aşağılık duygusu
içinde, bütün hanım öğretmenleri, hatta kız öğrencileri bile kıskanmaya başladı. Her
gün yeni bir kıskançlık kavgası icat etti. Biraz da bu yüzden, Lise bitirme
sınavını verdim ve öğretmenlikten ayrılarak bankaya memur oldum.
Daha
az yoruluyor, daha çok kazanıyordum. Bu kez bankadaki kadınları kıskanmaya
başladı. Gezmekten eğlenmekten zevk almaz oldu. Her akşam evde kavga hazırdı.
Son zamanlarda , dargınlık ve sinirlilik bahanesiyle, yemek bile pişirmi-
yordu. Doktora götürmek istedim, karşı
çıktı ve “Ben deli miyim” diye başlayan hakaret dolu sözler söyledikten sonra,
her zamanki ağlama nöbetlerinden birinin sonunda da,
–
Ben senin gibi bir
adamla edemeyeceğim, beni babama götür. dedi.
Boşanalı seneler geçti. Ama şimdilik
evlenmeyi düşünmüyorum. diyerek yaşantısını özetledi.
Sara,üzülmüş
gibi başını salladı. Gerçekte, üzüldüğü falan yoktu. Hatta, nedenini bilmiyordu
ama, yürek dolusu kızgınlığı vardı. –
Senden bir dileğim var, diyerek
Cafer’in şaşkınlık dolu yüzüne baktı ve onun bir şey söylemesine vakit
bırakmadan konuştu.,
–
Hacer’i hizmetçiliğe
vermek istiyorum, bana yardım et!
Cafer
derin bir nefes alarak biraz rahatladı. Sonra Sara konuşmasını sürdürdü,
–Rüstem’in öldüğünden beri, çok acılar
çektim, çok sıkıntılar çektim. Hayvanları sattık yedik. Tarlaları baban ve kardeşlerin ekiveriyordu ama yetmiyordu. Bir
dilim ekmeğe muhtaç olduğum günler oldu. Belki bu kızın kazanacağı ekmek
parasıyla yetimleri büyütürüm. Günde üç ekmek parasına razıyım, diye sözünü bağladı.
Cafer büyük bir yükten kurtulmuş kadar
rahatlamıştı. Gözlerini oturduğu kilimin geometrik şekillerinde gezdirerek, ne
diyeceğini ve ne yapacağını şaşırmış bir halde, düşünceye daldı. “Sözde köye
dinlenmeye geldim, başıma gelen şu işe bak” diye dertlendi. Karısı gidince,
koskoca evde yapayalnız kalıvermişti. Gündüzler çabuk geçiyordu ama ya
geceler?. Kahveye gitmeye alışmamıştı. İçki, sigara sevmezdi. Aldığı gazeteler çabuk
bitiveriyordu. Sonra yine yalnızlık.
Evlenmeyi
düşünmüyordu çünkü, ağzı fena halde yanmıştı. Yanına bir pansiyoner ya da bir
ortak almayı da içine sin-
dirememişti. İki sene İngilizce kurs
çalışmaları onu epey oyalamıştı. Sonra, devam zorunluluğu olmadığı için
Akademiye kaydolmuştu. Şimdi o da bitmiş ve yine yalnızlık günleri başlamıştı.
Evi vardı, parası vardı ama, yalnızdı ve mutsuzdu. O sırada Hacer, elinde ayran kupasıyla kapıda
göründü. Kendisi için verilecek karardan habersiz, ürkek adımlarla Cafer’in
önüne geldi, eğilerek kupayı sundu. Göz göze geldiler.
Bu masum yüz, bu sevgi dolu siyah gözler,
bütün öğretmenlik duygularını, tüm kavuşamadığı babalık duygularını ve
yalnızlığını, bir araya getirerek düğümleyiverdi. “Aradığımı buldum galiba”diye
bir düşünce içinden geçti. Sonra Hacer’e döndü,
–
Benimle gelir misin?
Okullar açılıncaya kadar tatil yapmış olursun. Hacer önce bir şaşırdı. Bu bir
şakamıydı?, yoksa söz gelişi mi söylenmişti?. Annesine baktı, annesinin
gülümseyerek “Olur” dercesine başını salladığını görünce, sevinç içinde koşarak
annesine sarıldı. Sara, hemen kaşlarını çatarak ciddileşti. İki eliyle kızını
hoyratçasına iterek,
–
Şımarma! dedi. Hacer
sendeledi ve sonra dengesini buldu. Yüzündeki sevinç, hüzün ve kırgınlığa
dönüverdi. Mahcup bir halde, boynu bükük öylece kaldı. Cafer gördüklerini ve
işittiklerini bir anda zihninde yargıladı. Öyle anlaşılıyordu ki, Hacer bu evde
fazlalık görülüyordu.
Belki
de bütün kabahati erkek olmamasından ileri geliyordu. Annesinin onu gözden
çıkardığına karar verdi. Kim bilir, belki de oğlanları kurtarmak için bir
kızını feda ediyordu. “Yazık” diye içinden geçirdi. “Dünyaya gelirken yanlış
adrese gelmiş Hacer, bizim eve gelseydi ya”, diye düşündü. Sonra kalkarak
Hacer’e doğru yürüdü. Ayakta duran Hacer’le bir hizaya gelinceye kadar çömeldi
ve alnından öperek biraz geri durdu. Göz göze gel-
diler ve çok şeyi birbirlerine sanki
söylediler. Hacer çocuksu bir içgüdüyle Cafer’in boynuna sarıldı. Cafer de onu
sıkıca kucakladı ve birlikte ayağa kalktılar. Hacer,Cafer’in kucağında, başı
başına dayalı, sırtı annesine dönük olarak duruyordu. Cafer kulağına eğildi ve
ikisinin ancak duyabileceği bir sesle,
–
Artık benim
kızımsın,tamam mı?”diye fısıldadı. Hacer,
– Tamam, diye yanıtladı.
Bu
konuşmayla anlaşmış oldular. Hacer’i yere bırakırken,
–
Yarın
sabah
erkenden gideceğim, hazır ol !”dedi ve Sara’yı başıyla selamlayarak ayrıldı.
Gerçekte, birkaç gün daha izini vardı,
kalabilirdi ama, bu olaydan sonra artık kalmak istemiyordu. Köşeyi dönünceye kadar, ana-
kız, arkasından baktılar. Sonra,
kilimleri ve minderleri içeri aldılar. Hacer
sofrada çok az bir şeyler yiyebildi. Lokmalar boğazında dizilip kalıyordu.
Fakat kimse ona,”Neden yemiyorsun ? “diye sormadı. Her zamanki gibi küçük
kardeşiyle birlikte yattılar. Bir
türlü uyuyamıyordu. İçinde mutluluk ile mutsuzluk kavga edip duruyordu.
Mutluydu, yeni yerler görecek, belki yeni arkadaşlar edinecekti. Mutsuzdu,
annesinden, kardeşlerinden, evinden ayrılmak ona korku veriyordu. “Korkacak ne
var,Cafer ağabeyle gidiyorum”,diye kendini teselli etti. Annesinin kendisini
sevdiğini pek sanmıyordu ama, sürekli kötü davranmasını da bir türlü
anlayamıyordu. Ne söylerse yapıyor, hiç karşı gelmiyor hatta evin erkeği gibi
her yere koşuyordu. Öbür kardeşlerinin hiç birine, hele oğlan kardeşlerine, hiç
de kendisine davrandığı gibi kötü, davranmıyordu. “Belki ayrı kalınca beni
özler”,diye ümitlendi. Ne olurdu, erkek kardeşleri kadar onu da sevse.
Sonra,”Keşke ben de erkek olsaydım”dedi. Uyumak istiyordu ama,bir türlü gözüne
uyku girmiyordu. Dizleri
ve ayakları ne kadar da ağrıyordu. Küçük
kardeşinin uykusu oldukça ağırdı. Arada bir tekme attığı oluyordu. Düzenli
soluk alıp verişini dinledi. Kardeşlerini de annesini de çok seviyordu ve
onlardan ayrılmak istemiyordu. Uzaktan bir baykuşun sesini işitti, ”Uyumalıyım”,
diye düşünürken uykuya daldı.
Sabah ezanıyla uyandı ve hemen kalktı.
Cafer ağabeyi bekletmek istemiyordu. Küçük bohçasını akşamdan hazırlamıştı.
Cafer’in tembihi nedeniyle nüfus kağıdı ile ilkokul diplomasını da
hazırlamıştı. Elini yüzünü yıkadı ve tam o sırada kapı çaldı. Koşarak gelip
kapıyı açtığı sırada, annesi de peşinden geldi. Cafer bir elinde bavul ile
kapıda duruyordu. Gülümseyerek,
–
Günaydın Hacer, dedi.
Doğrusunu söylemek gerekirse, Sara ile
konuşmak ve hatta yüzüne bakmak bile içinden gelmiyordu. Bavulu açtı, Hacer’in
küçük bohçasını bavulun bir kenarına zorla sıkıştırdı. Hacer annesinin elini
öptü ve annesinin de kendisini öpmesini bekledi. Annesi,
– Cafer
ağabeyinin sözünden çıkma! demekle yetindi.
Bir an bir sessizlik oldu. Herkesin kafasından
değişik yorumlar, değişik beklentiler
gelip geçti. Cafer el yordamıyla, yanında dikilen Hacer’in elini ararken,
avucunun içinde buluverdi. Hafifçe sıkarak tuttu. Bu tutuşta, teselli vardı,
güven vardı, sevgi vardı. Bir kucaklaşma, bir sıcacık sarılma vardı. Sara’nın
yüzüne bakmadan, adet yerini bulsun kabilinden, boğuk bir sesle,
–
Allah’a ısmarladık”dedi.
Sonra geriye dönerek, otobüs yoluna doğru
yürüdüler ve yol kenarında otobüs beklemeye başladılar. Hiç konuşmuyorlardı.
Bir süre bekledikten sonra, ilk gelen otobüs durmadan geçti, ikinci gelen
otobüs durdu ve onları aldı. En arkada boş olan iki koltuğa,
yan yana oturdular. Otobüs sallanarak ve
sarsılarak gidiyordu. İçeride de bir hayli sigara dumanı vardı ama ,hiç olmazsa
beklemekten kurtulmuşlardı. Görünüşte ikisi de pencereden dışarıya bakıyorlardı
ama, gerçekte hiçbir şey görmüyorlardı. Kendi iç dünyalarına çekilmişlerdi ve
orada kendi dünyalarında yaşıyorlardı. Arada bir uyanır gibi oluyorlar ve
tekrar dalıyorlardı. Hacer bir ara içinin ezildiğini hissetti ve acıktığı
aklına geldi. Cafer’in yüzüne baktı,Cafer güleç bir yüzle,
–
Acıktın mı?, diye sordu.
O da evet dercesine, başını öne eğip kaldırdı. Evde olsa, kimsenin böyle bir
şey sormak aklına bile gelmezdi. “Cafer ağabey nasıl da bildi”diye içinden
geçerken, içine bir sevinç, bir mutluluk gibi bir şeylerin dolduğunu hissetti.
Bir süre sonra otobüs sarsılarak bir yerde durdu. Şoförün yanında ayakta duran birisi,
–
Yarım saat ihtiyaç
molası! diye seslendi. Hacer, düşündü,
– İhtiyaç
da ne ki?
Cafer kalktı Hacer’in elinden tuttu,
beraberce otobüsten indiler. Başka otobüsler de vardı. Geldikleri yerin önündü,
sıra sıra dizilmiş masalardan birine, karşılıklı olarak oturdular. Garsonlardan
biri hemen, birer bardak çay getirerek önlerine koydu. Cafer de iki simit
alarak geldi. Hacer, simidin birini iki eliyle birer tarafından tuttu.
Parmaklarının
ucunda, ılık bir sevinç duydu ve simidi sıktı. Simidin susamları, tatlı bir
çıtırtıyla, masanın üzerine kaçıştılar. Hafif bir sesle ve çocukça kıkırdadı ve
Cafer’e baktı, o da gülüyordu. Sanki tılsım bozulmuştu, bu kez daha yüksek
sesle gülüştüler. Şimdi ikisi de konuşmak bir şeyler söylemek istiyorlardı.
Neşeyle çaylarını
içip, simitlerini yediler. Başka otobüsler
de gelmişti. İçlerinden Hacer ile yaşıt kızlar indiler. Hiç birisinde o biçimde
şalvar yoktu. Başını eğerek şalvarına baktı. Cafer,
–
Şehirde bu biçimde
şalvar giymezler, dedi ve gülüştüler. Tekrar otobüse bindiler. Epey bir süre
yine kendi iç dünyalarına çekildiler. Daha sonra, gelen giden otobüsler ve
taksiler çoğaldı. Otobüs, beş altı katlı evlerin önünden geçerek bir çok
otobüslerin arasına girdi ve sarsılarak durdu. İndiler ve biraz yürüdükten
sonra, bir dükkana girdiler. Dükkan sahibi,
–
Hoş geldin Cafer Bey,
emret! dedi ve Hacer’e baktı. Cafer,
–
Küçük kız kardeşim
Hacer, burada ortaokula gidecek, elbise ve çamaşır alacağız” diye yanıtladı.
“Küçük
kız kardeşim” sözüne Hacer, hem çok şaşırdı hem de çok sevindi. Çamaşırlar ve
çoraplar, çabuk seçilip paket yapıldılar. Sıra ile askılara dizilmiş elbiseler
önünde Hacer, baktı kaldı. Ne kadar da çok elbise vardı. Önce, elbiselerden
bazılarını giydirdiler, üzerine uyup uymadığına baktılar ve üzerine uyanları
ayırdılar. Sonunda,kırmızı renkli ve beyaz kemerli bir elbise giydirdiler.
Aynada kendisine baktı. Sanki onun için dikilmiş gibiydi. Kolları kısa ve beyaz
fırfırlı,etekleri de beyaz fırfırlıydı. Şöyle bir kendi etrafında hızla döndü.
Savrularak açılan eteklerine baktı. Kollarını kavuşturdu, üstündeki elbiseyi
kucaklıyor gibi durdu ve Cafer’e baktı. Çok sevdiğini ve çok beğendiğini her
haliyle anlatıyordu. Cafer,
–
Bunu da sarın” dedi.
Elbise ve çamaşır paketleri Hacer’in
elinde, bavul da Cafer’in elinde olarak dükkandan çıktılar. İki sokak sonra,
yüksek bir evin
önünde durdular ve içeri girdiler. Bir kat
merdiven çıktılar ve Cafer bir kapının önünde durdu. Anahtarla kapıyı açtı ve
içeri girdiler. Cafer, ayakkabılarını çıkardı, terliklerini giydi, Hacer’e de,
boşandığı hanımından kalan, bir çift topuklu terlik verdi. Sonra ,bütün odaları
birlikte dolaştılar. Ev, bir bekar için oldukça büyük sayılırdı. Kapıdan
girince küçük bir hol, tam kapının karşısında bir mutfak, sol kolda iki oda
büyüklüğünde bir salon, mutfağın yanında oturma odası, sonra bir yatak odası ve
bir çalışma odası vardı. Yatak odasına bitişik çalışma odasında, bir masa,
üzerinde bir masa lambası, kalemlik ve kitaplarla, raflara dizilmiş bir yığın
kitap görülüyordu. Cafer, her şeyin yerli yerinde olup olmadığına baktı. Evdeki
rutubet kokusunu gidermek için, bazı
pencereleri açtı ve salona gelerek bir koltuğa çöktü. Derin ve dolu- dolu bir
“Oh” çekti. Hacer, eski hanımın topuklu terlikleri üzerinde, ayakta duruyordu.
Yarı şaşkın, yarı endişeli, bu evdeki yerini anlamaya çalışıyordu. Bu evde
misafir mi olacaktı, hizmetçilik mi yapacaktı, yoksa gerçekten evin kızı
gibi ortaokula mı gidecekti?.
Tedirginliğini
üzerinden atmak istiyordu ama bir türlü kurtulamıyordu. Cafer, eliyle bir
koltuğu göstererek,
– Otur,
evimize hoş geldin” dedi.
Hacer,
önce anlayamadı. Sonra, dalgınlığından silkinerek, sevinçle koltuğa ilişti.
Başını kaldırdı, gözlerini Cafer’in gülümseyen yüzünde gezdirdi ve gözleri
onunkilerle birleşince, bütün kalbiyle,
– Evimiz”
dedi ve gülüştüler. Sonra Cafer, ciddi ve inandırıcı bir sesle
–
Bak Hacer!, sen bu evin
kızısın, yalnız birkaç gün için, konuk gibi davranmanı istiyorum. Evin içinde
benim yaptıklarımı görecek ve öğreneceksin. Şu oturma odası, bundan sonra senin
odan ola-
cak. Bir masa koyarız, ders çalışırsın,
divanda da yatarsın. Televizyonu salona alırız. Şimdi önce yıkanmalısın ve yeni
bir hayata başlayacaksın, dedi. Şofbeni yaktılar. Hacer,
–
Saçlarımı tarayıp
örebilirim ama iyice yıkayamıyorum,
dedi. Banyoya girdiler. Hacer, entarisini ve bir hayli kirlenmiş gömleğini
çıkardı. Sonra, sıkıntılı bir yüz ifadesiyle ve yanakları kızararak, şalvarını
iki eliyle uçkurundan tuttu. Yüzünü Cafer’e doğru kaldırdı ve soran gözlerle
baktı. Cafer gülümseyerek,
–
O kalsın, çıkarken yeni
çamaşır ve elbiselerini giyersin, dedi. Hacer’in başını sabunlamaya başladı.
Bir yandan da düşünüyordu. “Zavallı, ne kadar zayıf ve bakımsız, kolları ve
bacakları çöp gibi, bütün kemikleri sayılıyor, bir deri bir kemik kalmış, bu
kıza on iki yaşanda demek, hiç de inandırıcı değil. Bir de banka müdürünün kızı
Nesrin’e bak, o da on iki yaşında ve o da ilkokulu bu sene bitirdi. En kısa zamanda
Doktor İsmail ağabeye gidip muayene ettirmeliyim.
İki
gün sonra doktora gittiler. Cafer
tedirgindi. Ağabeyim dediği doktora söyleyeceklerini, kafasında sıralamaya
uğraşıyordu. Hacer ise, korkuyordu. Bu korkunun nedenini bilmiyordu ama,
korkuyordu işte.
Doktor,
–Aman kimler
gelmiş,Cafer’im gelmiş, diyerek iki kolunu açtı ve candan bir davranışla, bütün
içtenliğiyle kucaklayıp öptü. Sonra, arkasında duran Hacer’e baktı ve aynı anda
gözlerini Cafer’in gözlerine dikti. Gözleri sorularla doluydu. Cafer, önüne
bakarak;
–
Amcamın kızı ama, biz
Hacer’le karar verdik, biz herkese kardeşiz diyoruz, soy adlarımızda aynı,
dedi.
Aralarında
böyle bir konuşma geçmemişti. Hacer hemen bu
tatlı yalanı benimsedi,
sevinç ve mutlulukla dolu olarak dikleşti. Gözleri ışıldayarak doktora baktı.
Bu saçları kırlaşmış adama kanı kaynadı, içinden boynuna sarılmak geldi.
Muayene sonunda ilaçlar yazıldı, çaylar içildi. Ayrılırken Doktor,
–
Cafer’im, kız kardeşinin
sağlığı yerinde, derken gözünü de kırptı, hepsi birden güldüler ve sonra ekledi,
–
Yalnız,
biraz
beslenme bozukluğu var, konuştuğumuz
gibi yedirip içireceksin.
Seneler boyunca Cafer, her ay başı
geldiğinde, maaşını alır almaz, üç ekmek parasının bir aylık tutarı kadar
parayı, Sara’ya göndermeyi sürdürdü. Allah biliyor ya, iki satırlık mektup
yazmak içinden gelmiyordu. Kendi öz kızı Hacer’e karşı tutumunu
bağışlayamıyordu. Eskisi kadar saygı da duymuyordu. Hele kendi erkek
çocuklarını, kan davasında kullanmak istemesine de karşı çıkmış ve çok
kızmıştı. Bir kin uğruna çocukları da mahv edecekti.
Günlük
yaşantılar içinde, aradan on sene kadar bir zaman geçmişti. Cafer, büyük kente
banka müdürü oldu ve kente taşındılar. Hacer, büyüdü gelişti, harika bir esmer
güzeli ve akıllı bir genç kız oldu. Ekonomi Fakültesini bitirdi, Cafer’in bankasında
“Stajyer memur” olarak çalışmaya başladı. Gerçek iki kardeş gibi mutlu olarak
yaşıyorlardı. Birlikte geziyor, birlikte arkadaş grupları içinde
eğleniyorlardı. Sanki köy, anımsanmayacak kadar çok uzaklarda kalmıştı.
Bir
gün, hademelerden biri Cafer’in odasına gelerek,
– Yaşlı bir
kadın sizi görmek istiyor, dedi.
Buna benzer olaylar
her
zaman olurdu.
–
Gelsin”demesi üzerine,
kadını getirdiler. Bu Sara idi. Gerçekten yaşlı bir kadına benziyordu. Saçları
ağarmış, göz çukurları derinleşmiş, adeta göçmüş bir durumdaydı. O otoriter,
her kese kafa tutan kadın gitmiş, yerine süklüm püklüm, yaşlı bir kadın
gelmişti. Cafer yerinden isteksizce doğruldu, Hoş geldin
Sara
yenge, buyur, şöyle otur” diye yer gösterdi. Hademeye döndü,
–
Konuğumuza bir şekerli
kahve getir! emrini verdi. O sırada, Hacer de annesini tanımış ve koşarak
gelmişti. Kapıdan girince, annesi şöyle bir baktı ama tanımamıştı. Ne zaman ki Hacer elini öptü, ”Ah kuzum” diyerek
sarılmak istedi ama, Hacer izin vermedi, geri çekildi, karşısındaki bir sandalyeye
oturdu. O anda Cafer’in hayalinde, Hacer
ile ilgili, eski günlerden bazı sahneler canlandı. Hacer’i tanıdığı
günü, annesinin ona karşı nasıl kötü davrandığını, küçük kızın o andaki zavallı durumunu, bir bir anımsadı. Sonra,
bütün ciddiyetini takınarak,
–
Hayırdır inşallah Sara
yenge, bu kadar sene sonra seni buraya getiren nedir? diyerek gözlerini
dikti.
Pek hayır sayılmaz Cafer!. Küçük oğlan
için, yaşı küçük olması nedeniyle, az ceza göreceğini söylediler. O da
babasının kanını aldı,onlardan birini öldürdü. Onlar da gelip büyük oğlumu
öldürdüler. Şimdi, çocuklarımdan biri damda, diğeri mezarda, ben ne yapacağım,
bana yardım edin, diyerek ağladı.
Belki
de onların yanında kalmak istiyordu ya da maddi destek
bekliyordu. Cafer, Hacer’e baktı, göz göze geldiler. Hacer ne derse onu yapacaktı.
Onun için her türlü fedakarlığa hazırdı. Çünkü onu öz kardeşi kadar çok
seviyordu. Sara’nın yanlarında kalması, olanaksız bir şeydi. Bu kadına bir an
bile katlanamazdı. İçinden gelmiyordu ama, maddi destek olabilirdi. Hacer, annesini dinledikten sonra,
yerinden kalktı, biraz da sinirli bir
tavırla, –
Ben karışmam”, diyerek hızla çıkıp gitti. Demek ki o da içine sindiremiyordu. Cafer, aradığı yanıtı bulmuş, istediği
onayı almıştı.
Ceketinin
cebinden cüzdanını çıkardı, içinden bir miktar parayı bir zarfa koydu.
–
Bak Sara yenge, şimdi şu
parayı al!. Yol parası yaparsın.
Doğru köyüne git. Her ay, üç ekmek
parasının bir aylık tutarını, bu kızın hatırı için, yine göndereceğim. Sen hiç
kimseyi dinlemedin. Kendi kafana gittin. Hem çocukları yaktın, hem de kendini
yıktın. Bizi de bir daha rahatsız etme, Keskin sirke küpüne zarar derler ya,
işte bu odur. diyerek sözünü bitirdi. Sara,
–
Haklısın Cafer!. Kendi
kafama gittim ve bütün çocuklarımı, her
şeyimi
kaybettim.
Yavaşça
yerinden kalktı, isteksiz ve yorgun adımlarla kapıya yöneldi ve gitti.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar