Print Friendly and PDF

DOKTORDAN GERÇEK HİKAYELER

 

Dr. İsmail Tunçdoğan  

İLK İZLENİM

Tıp Fakültesini bitirdiğim zaman, Hipokrat yemini ettirdiler ve elime bir diploma numarası verdiler. O güne kadar ben öğrenci bir gençtim. Şimdi doktor olmuştum ve toplum içinde bir yer edinmem, çevremle olumlu yaklaşımlar içinde bulunmam gerekiyordu. Yalnız mesleki bilgiler yetmeyecekti. Doğrusu şu ki, nasıl davranacağımı bilmiyordum. Aklıma Deontoloji hocamız Prof. Dr. Süheyl Ünver’e gitmek geldi ve yanına gittim. Elini öptüm ve derdimi anlattım.

      Hocam ! Bu gün yemin ettim ve diploma numaramı aldım. Toplum içinde nasıl hareket edeceğimi bilmiyorum. Biraz endişeliyim.

      Bu yalnız senin değil, bütün hayata yeni atılan gençlerin problemi.

Ama senin gibi gelen çok az.

      Ne yapmam gerekiyor? Diye merakla sordum. Bana bir sürü kitap verdi.

        Bunları oku ve özetle! Bir hafta sonra kitaplarımı isterim.

Aradıkların bunların içinde. Senin aradığın şey, “ İlk İzlenim “ dedi.

Kitapların bir kısmı da Arap harfleriyle yazılmıştı. O yıllarda “ Eski yazı “ dediğimiz yazılı kitaplar çoktu. Bu yüzden Eski yazıyı öğrenmiştim. Bir hafta sonra, çıkardığım özetle birlikte kendisine gittim ve verdim. İşte o özeti biraz güncelleştirerek size de veriyorum.

İlk izlenim nedir?. İlk izlenimi nasıl güçlendirirsiniz?.

İlk izlenim nedir?.

İlk izlenim, ilk karşılaşma sürecinde, insanlar üzerinde yarattığı-

nız etkidir. Bu sınavı herkes başarmak zorundadır. Otuz saniye içinde, iyi ya da kötü biçimde ilk izlenim oluşur. Kolay değişmeyen, kalıcı düşünceler biçiminde yerleşir. Tekrarı olanaksızdır. Kötü not almışsanız, değiştiremezsiniz ya da çok zor değiştirirsiniz. Bu nedenle, ilk izlenim sürecini bilinçli olarak, en iyi bir biçimde, kullanmak zorundasınız.

İlk izlenim, insanların birbirleri ile kurdukları, yüz yüze, göz göze bir iletişim sürecidir. Sözsüz beden dili davranışlarımız ve giyiniş biçimlerimiz başlangıçtır. “ Görünce kanım kaynadı” denir. Hemen sonra, dengeli ve güvenli duruşumuz ile jestlerimiz, dokunma ve diğer beden dili anlatımlarımız gelir. Sözlü iletişim daha sonradır.

Davranış ve görünümlerine göre, bireylere özellikler yüklenir. En önemli ölçek, kişinin tutarlı ve dürüst davranmasıdır. Kabul gören, beğenilen davranışların, aynı biçimde değişmeden, tekrarlanması gereklidir. İnsanlar sizi, kendinizi sunuş tarzınıza göre yargılar ve değerlendirirler. İlk değerlendirmeye göre, ilişkiyi sürdürüp sürdürmeyeceklerine,o anda karar verirler. “ Bütün insanlar görünüşlerine göre karşılanır, konuşmalarına göre uğurlanırlar “. Görünüş ve tutum, içinde bulunulan her topluluğu etkiler. Uygun dış görünüşünüz, giysileriniz, ilk izlenim kapısından geçmenizi sağlar. “ Ye kürküm ye “ Nasrettin Hoca fıkrasını hatırlayınız. Yerinde kibar davranışlar, görgü kuralları, iyi eğitim, zeka ve terbiye, değerinizi çok artırır. Dış görünüş ve giyim, kişiliğinizin algılanmasında önemli bir etken olmayı sürdürür. İlk izlenim olarak, giyim ve görünüşün, karar vermek için, her zaman doğru sonuç verdiği söylenemez. Her zaman giyime göre karar vermek doğru sonuç vermiyor. Kural dışı olarak, az da olsalar, serseri kılıklı dahiler, yoksul görünümlü zenginler görülmektedir.

İlk izlenimi nasıl güçlendirirsiniz?.

İlk karşılaşan insanlar, tepeden tırnağa birbirlerini süzerler ve sonra yüzlerine bakarlar ve sonunda gözlerde kalırlar. Çevrenize pozitif enerji saçmak istiyorsanız, bazı kurallara uymak zorundasınız. Geleneksel olarak selam verilmesi ve verilen selamın  alınması, terbiye kuralıdır. Selam, “ Barış “ anlamında,dostluğa ve saygıya çağrıdır. Genelde kullanılan,”Günaydın “, “ İyi günler “, “İyi akşamlar “, ”Merhaba” gibi sözcükler, hem ciddi ve hem samimi olarak algılanırlar. Eğer girdiğiniz topluluktaki insanların tümünün bir anda ilgisini çekmek istiyorsanız, herkesten farklı bir selamlama tarzı kullanabilirsiniz. Örneğin günaydın yerine “Aydınlık günler” diyebilirsiniz. Ayrılırken de aynı yöntemi uygulayabilirsiniz. Örneğin; Allaha ısmarladık yerine,”sağlıklı günler dilerim”, ”mutluluklar dilerim” gibi bir deyim kullanabilirsiniz. Ama geleneksel ve normal yollar,yanlış anlaşılmaya meydan vermezler ve her zaman kabul görürler. Toplumun içine girdiğiniz zaman ayakta duruyorsanız , “Güvenli duruş “ biçiminde kalınız. Güvenli duruş, ayakta duran bir kimsenin ayakları arasında beş parmak kadar açıklık olacak biçimde, ayaklarını açarak dengeli olarak durması ve omuzlarını geriye doğru germeden, büyüklük taslamadan, başı ve gövdesi ile dik durmasıdır.

Kollar ve eller yandadır. Güvenli bir duruş sergileyen insanlar, diğer insanlar ile sağlıklı ilişkiler kurma yönündü çevrelerine güven  verirler. Oturuyorsanız, sandalye ya da koltuğu tam anlamı ile doldurun ve dik durun. Yeni gelen birisi ya da takdim edilen bir kişi için hemen ve her zaman ayağa kalkın ve ayakta karşılayın. (Kadınlar ayağa kalkmak zorunda değiller.) En büyük silahınız saygıdır. Eş duyum içinde olun ve bağdaşım içinde kalın.

Hiçbir kimse karşısında ezilip büzülmenize gerek yoktur. Başınız dik, vakur ve saygılı olun. Onların da size saygı gösterdiklerini göreceksiniz. Birkaç kişilik grup oluşturuyorsanız, sizin için önemli olanlara dönük durun. Olabildiğince çok kişiye yönünüzü açık tutun, kimseye sırtınızı dönmeyin. Sırtınızı dönmek zorunda kalırsanız, özür dileyin. Konuştuğunuz ya da sizin ile konuşan kişiye tam olarak dönün. Siz birisi ile konuşuyorsanız,hafifce öne eğilin ve gözlerinin içine bakarak tam ilgi gösterin.

Girdiğiniz toplumun durumuna göre ve sizin toplumsal rol ve statünüze göre giyinmelisiniz. Bir yemek davetine kot pantolon ile gidemezsiniz. Giderseniz ona göre karşılanırsınız. Takım elbise ve kravat, boyalı ayakkabılar, bayanlar için uygun bir kıyafet insanlara ciddiyet telkin eder. Temiz, düzenli ve bakımlı olmalısınız. Herkesin güzel görünmek hem hakkıdır, hem de çıkarı gereğidir. Güzellik suçu bile affettirir. Ayrıca, insanın çevresinden göreceği saygı, kendisine gösterdiği özen ve saygı kadardır.

Yüz ifadeniz sıcak ve dostça olmalıdır. Dostça gülümseyiniz ve güler yüzlü olunuz. Gözleriniz parlamalıdır. Karşılıklı gülümsemeler, karşılıklı iletişim kurmak isteyenler arasında dolaylı bir anlaşma anlamına gelir. Tüm insanlara gülümseyerek yaklaşın. İçinizden “ Sizin ile dost olmak istiyorum “ ya da “ Sizi seviyorum “ deyin.

Yüzünüz aydınlanacak ve gözleriniz parlayacaktır.

Bir insanın duygu ve düşünceleri yüzüne yansır. Düşüncelerinizi güzelleştirirseniz, yüzünüz de güzelleşecek ve gözleriniz de parlayacaktır. İnsanların her biri ile göz ilişkisi kurun ve konuşurken ya da dinlerken bu ilişkiyi sürdürün. Bakışlarınız ve baş hareketleriniz ile birlikte onunla bir ahenk içine girin. Onu dinlediğinizi, onu onayladığınızı, ona hak verdiğinizi ve saygı duyduğunuzu gösterin.

Onu onaylamıyorsanız, onunla aynı görüşte değilseniz bile, ilk oturumda kesinlikle belli etmeyiniz. Belli etmek zorunda da değilsiniz. “Ben bu fikirde değilim”demenin gereği ve anlamı yoktur. Dilinize hakim olamazsanız, olumsuz bir hava oluşturursunuz ve sonra tamir edemezsiniz. Çok daha sonra, ancak zorda kalırsanız, düşüncenizi açıklarsınız. Hareketlerinizi sıkı kontrol ediniz. Eller cepte tutulmaz, kollar kavuşturulmaz ve parmaklar çıtlatılmaz.

İnsanlara, onları rahatsız etmeyecek bir yakınlıkta durun. Bu aralık, 40-100 cm. kadar olmalıdır. Bu kişisel samimi mesafedir. Genel yerlerde, samimi aralık sınırları içinde duran insanlar rahat konuşurlar. Bunlar birbirlerine yakınlık duyan kimselerdir. 0-40 cm. aralığı, mahrem aralıktır. Çok yakın kimseler içindir. Cilt temasıyla kırk cm. aralığı kapsar. İçli dışlı olunan, duygusal bakımdan çok yakın olan kimselerin girmesine izin verilebilir. Zorunlu olarak sıkışık durumda kaldığınız zamanlarda nasıl rahatsızlık duyduğunuzu anımsayın. Grup halinde iseniz, 1-2 m. İçinde kalınız. Bu sosyal aralıktır. İşlerin rahatlıkla konuşulduğu, resmi işlerin sürdürüldüğü  bir aralıktır. İki metreden başlayarak uzanan aralık, topluma açık, tanımadığımız kişiler içindir.

Her fırsatta insanlarla bedensel teması kullanın. El sıkışmak, koluna, sırtına hafifçe dokunmak biçiminde olabilir. Kendiliğindenlik ve doğallık havası taşımalıdır. Kişi bu temastan rahatsız olursa, geri çekilerek belli edecektir. Her zaman ölçülü ve tutarlı olmamız gerekiyor.

Konuşmalarınız diksiyon kuralları içinde, sözcüklerin her harfi anlaşılır biçimde, orta hızda, az ve öz olsun. Doğal ve tatlı bir ses tonu ile konuşun. En çok dinlediğiniz kadar, hatta daha az konuşun. “ Söz gümüşse sükut altındır”. Sizi dinlemiyorlarsa, konuşmayı sürdürmeyin, hemen susun. Dinlenmeyen konuşmacı olmak, anlamsız bir şeydir. Sesinizi kesinlikle sertleştirmeyin ve yükseltmeyin.

Kimsenin arkasından konuşmayın ve kimse için kötü bir şey söylemeyin. En kısa zamanda, hem de abartarak ve bire bin katarak, o kişiye götürürler. Çok zor durumda kalırsınız. “Ben doğrusunu ve olanları söylüyorum ” diyorsanız, bu gıybettir, dedi kodudur. Ahlak kurallarına da dinsel kurallara da aykırıdır. Olmayan, yapılmayan bir şey söylerseniz, bu da iftira olur. Bunları kesinlikle yapmamalıyız.

Eğer,“ Bu kadar sıkıntıya gelemem,her zaman nasıl davranıyorsam öyle davranırım” diyorsanız, kaybeden siz olursunuz ve kendinize ihanet edersiniz. Bu kurallar evrenseldir ve bunlara uyum sağlamak, bizim için çok önemlidir. Eski alışkanlıklarınızı atın, yeni ve doğru davranış biçimini benimseyin.

DOKTORLUĞA İLK HEVES

1938 yılında, Dersim isyanı  nedeniyle, babamı Tunceli’ne tayin ettiler. O zamanlar Kalan adıyla anılan sözüm ona bir ilçe merkezi, Mamiki adlı bir köyün bulunduğu yerde kurulmuştu. Munzur Suyu ile Pülümür Çayının birleştiği yere çok yakındı. Memur evleriyle Munzur suyu arasında, 30-40 adım kadar olan düzlükte, her evin bir sebze bahçesi vardı. Herkes kendi istek ve gereksinimine göre bir şeyler  eker ya da ektirirdi. Tek ve uzun bir yol bağlantısı olan Elazığ’dan sebze ve meyve gelmesi olanaksızdı. İki şehir arasında çalışan eski, hurda kamyon, arada bir bozulur, bazı gün gider geri gelmezdi.

Munzur, bütün su gereksinimlerimizi karşılardı. İçme suyumuzu ondan alırdık ve oldukça hızlı akıyordu, suyu da oldukça soğuktu.

Yaz tatili süresince, çocuklar için bir eğitim olanağı ya da bir eğlence yeri de yoktu. Bir bakıma, çok değerli zamanlarımız boşuna geçiyordu. Belki de kimsenin aklına gelmiyordu. Biz de eğlenmek için, Munzur’un durgun aktığı, durgunlaştığı yerlerde hem balık tutuyor, hem de yüzüyorduk. Çok miktarda sazan balığı vardı ve arada alabalık tuttuğumuz da olurdu. Bizden başka, balıkları rahatsız edecek kimse de yoktu. Sapanla kuş da avlardık. Sapan yapmak için, otomobillerin iç lastiklerinden, parmak kalınlığında ve bir karış uzunlukta kesilen iki lastik, taş konacak meşinden bir kısım ve ağaçtan bir çatal yetiyordu. Top oynamak istersek, topumuzu kendimiz yapmak zorundaydık. Bez parçalarının içine bir şeyler doldurarak top haline dönüştürüyorduk. Çünkü dış ülkelerden ithal edilen toplar bize ulaşamıyorlardı.

Munzur suyunun kenarlarında ve kenarlarına yakın yerlerde, uzayıp giden çimenlikler, hafif rüzgarda yaprakları kıpır kıpır ışıldayan yabani kavak ağaçlarının gölgeleri, bizlerin eğlence yerleriydi.

Tepeler bodur meşe ağaçlarıyla örtülüydü ve aralarında ki yabani otlarla çeşitli çiçeklerle birlikte, her türlü güzellikler vardı ama, insanlar yoktu.

Askeri harekat bölgesi olması nedeniyle, uzaklara gitmemize izin verilmezdi. Kalan’da, bir Seyyar Jandarma Alayı vardı. Arada bir alay harekata çıkar, yaralı ya da şehit erlerle döndüğü günler de olurdu.

Babamın vurulduğu günü şu anda anımsamak bile istemem. Dağın yamacına kurulmuş köyün hemen altında, alayın büyük bir kışlası ve önünde oldukça büyük bir talim alanı vardı. Bir gün, Alay Tüfekçisinin oğlu, arkadaşım Mustafa ile balık avından dönüyorduk. Alayın talim alanında, bir çok çadırların kurulmuş olduğunu gördük. Dikkatimi çeken bir şey oldu. Bütün konik çadırlar tek tek ya da aralıklı olarak kuruldukları halde, bir yerde iki konik çadır bitişik kurulmuştu. Merak ettik ve doğru oraya gittik. Birinci çadırın kapısı kapalıydı, ikinci çadırın önünde genç bir subay sandalyede oturuyordu. Önüne gelince biz durduk. Bizi gülümseyerek, dikkatle süzdü ve bize söz attı.

  Çocuklar, nereden geliyorsunuz, sakın fazla uzaklaşmayın.

                                  Balık tutmaya gittik, siz kumandan mısınız ?, diye sordum. Önce bir durakladı, sonra gülümseyerek sordu.

  Neden böyle düşünüyorsun delikanlı?,

  Her subayın bir çadırı var, senin iki tane.

                                   Bakın çocuklar, ben doktorum. Çadırın birinde hastaları muayene ediyorum, diğer çadırda da istirahat ediyorum ve yatıyorum, dedi. Bizi içeri davet etmesi çok hoşumuza gitti. Beyaz doktor gömleğini giyince, daha gururlu ve daha da yakışıklı göründü. Öbür çadırda bekleyen bir ere seslenerek çağırdı ve emir verdi.

  Ahmet ! Çocuklara iki tane meyveli gazoz getir, soğuk olsun!.

  Baş üstüne komutanım!

Masanın üzerinde bir sürü kalın kitap duruyordu. Merakla sordum.

  Bunların hepsini okudunuz mu?

                                   Elbette okudum, okumayı sevmeyen ve insanları sevmeyen, iyi bir doktor olamaz, diye yanıtladı. Biz gazozları içerken de anlatmasını sürdürdü.

                                   Ben Yedek Subayım, askerliğimi subay olarak yapıyorum. Askerlik sürem bitince gideceğim ve sivil olarak doktorluk yapacağım.

Sonra, doktorluğun öneminden saygın bir meslek olduğundan, insanlara yardım etmenin erdeminden söz etti. Konuşmasından çok etkilendim, kendimi o beyaz gömleğin içinde bir an hayal ettim, içime bir coşku ve kararlılık doldu ve birden sordum.

  Ben de doktor olabilir miyim?

  Elbette olabilirsin, diyerek gülümsedi ve Mustafa ya döndü,

  Sen de olmak ister misin?. Mustafa önüne baktı,

                                   Ben general olacağım. Bu sene askeri okula gideceğim, dedi. Sonra doktor ayağa kalktı,

                                   Bir insan çok ister ve çok çalışırsa her istediğini yapabilir. Sizleri çok sevdim, tekrar beklerim.

Sonra, benim başımı okşadı ve gözlerimin içine bakarak sordu,

  Doktor olacak mısın?

Ben de söz veriyormuş gibi dikleştim,

  Evet, doktor olacağım,

                                   Aferin, artık seninle meslektaş sayılırız, seni tekrar beklerim. Sonra bizleri, büyük adamlarmışız gibi, çadırın önüne kadar gelerek uğurladı. Bu şekilde bize değer verilmesi, çok hoşumuza gitti. O günden sonra, ne zaman ders çalışmaktan, okula gitmekten bıksam,

                                   Sen nasıl doktor olacaksın? diye kendimi azarlardım. Sonra, o adını bile bilmediğim doktora verdiğim, “Doktor olacağım” sözünü anımsadım. Doktor olduğumu hayal eder, beyaz gömlek giymiş olarak, hastaların arasında gezerken kendimi görürdüm. Bu bana güç verir, tekrar derslerime dört elle sarılırdım.

 

KÖPEK SEVGİSİ

Bütün çocuklar, hangi yaşta olurlarsa olsunlar, bütün hayvanlara karşı ilgi duyarlar. Merakla karışık bir sevgi ile yaklaşırlar. Köpekler en çok sevilenler arasındadır. Çocuğun bir hayvanı olması, onun bakım ve sorumluluğunu üstlenmesi, kişiliğinin gelişmesi bakımından olumlu bir etken olduğu bilinmektedir. Hayvan beslemek bakımından ben şanslıydım. Annem ve babam hayvanları seviyorlardı. Her zaman da evimiz uygun olmuştu. Bir kez Saka kuşu, bir kez kedi ve iki kez köpek besledim.

İlk okulun ikinci sınıfından üçüncü sınıfa geçmiştim. Bulunduğumuz ilçenin Beş kavak denilen semtinde her sene panayır kurulurdu. O yıl yine panayır kurulmuştu. Mahallemize biraz uzaktı ama, arkadaşlarla birlikte güle oynaya gidiyorduk. Benim en çok hoşuma giden cambazın palyaçosuydu. Cambazın gösteri yaptığı yere gidiyor ve en ön sırada yere oturup seyrediyordum. Babamın verdiği panayır harçlığının bir kısmını palyaço alıyordu. Acayip boyalı yüzü, kocaman kırmızı burnu, bir sürü yamalı pantolonu, kocaman pabuçları beni güldürmeye yetiyordu. Onun söylediği “ Oy din gala “ şarkısına da bayılıyordum. “ Oy din gala din gala / Kömür de koydum mangala/ Ayşe de Fatma dostum var/ Çalkala boncuk çalkala. Bir de Karagöz gösterisi vardı ki, onu seyrederken girdiğim gülme krizlerinden, zamanın nasıl geçtiğini unutuyordum.

Kurulan panayırın arka tarafında büyük bir bahçe içinde, kocaman bir Askerlik Şubesi binası vardı. Askerlik Şubesi Başkanı Binbaşı, ailesi ile birlikte o binada oturuyordu. Karagöz gösterisinden sonra eve gitmeye hazırlanıyordum ki, Askerlik Şubesinin bahçe-

sinde, annesiyle birlikte oynayan iki kurt köpeği yavrularını gördüm. Anneleri kadar olmasa bile oldukça büyük görünüyorlardı. Böyle bir köpeğim olmasını çok isterdim. Daha önce de köpek beslemiştim.

Belediye memurları zehirledikleri zaman günlerce ağlamıştım. Birden şansımı denemeye karar verdim. Annemin verdiği kurabiyelerden birini çıkardım ve tel örgüye yanaştım. “ Kuçu kuçu gel” diye seslendim ve kurabiyeyi tel örgüden içeri doğru uzattım. İki yavrudan birisi, erkek olan ilgilendi ve koşarak yanıma geldi. Uzattığım elimdeki kurabiyeyi önce yavaş hareketlerle kokladı, küçük bir ısırık aldı sonra hepsini yedi. Bu arada bende uzanabildiğim kadarı ile azcık başını okşadım.

Kurabiyeyi bitirdikten sonra, daha var mı der gibi yüzüme baktı. Anlaşılan tatlı kurabiye çok hoşuna gitmişti. Bir tane daha vardı, onu da yedi. O sırada bir er dışarı çıktı ve bütün köpeklerle birlikte onu da çağırdı.

  Kurt buraya gel!

Yavru köpek şöyle bir yüzüme baktı ve koşarak gitti. Arkasından baktım kaldım. Ama ben bu kurdu çok sevmiştim. Adını da öğrenmiştim. Okullar henüz açılmadığı için, ertesi günü daha erken gittim. Henüz köpekleri dışarı çıkarmamışlardı. Bahçede ağaçlardan birini budayan bir asker ağabeye seslendim.

      Asker abi ! köpekler ne zaman dışarı çıkacak?

      İkindiden sonra.

      Birisini istesem kumandan bana verir mi?

                                    Ne diyorsun sen delikanlı, mümkün değil. Köpeklerden biri hastalandı da, ta Bolu’dan Baytar geldi. Alim Allah bizden daha kıymetli her biri.

Anladım ki, istemekle değil ancak kaçırmakla elde edebilecektim. Cebime doldurduğum kurabiyeleri okşayarak beklemeye baş-

ladım. Daha önce durduğum yerde duruyordum. Belki beni daha kolay bulur diye düşündüm. Tel örgünün altını da biraz eşeledim ve bir büyük köpeğin geçebileceği kadar bir yer hazırladım. Köpekleri dışarı çıkardıkları zaman, yere yattım ve onları gözlemeye başladım. Askerler içeri gidince, ayağa kalktım ve beni görmesi için beklemeye başladım. Beni görünce elimi uzatıp kurabiyeyi gösterdim. Koşarak geldi.

Verdiğim kurabiyeyi iştahla yedi. Sonra eğildim ve ikinci kurabiyeyi, eşelediğim çukurun dışından, elimi içeriye doğru sokarak gösterdim. Hemen dışarı çıktı. Kurabiyeyi göstererekten yürüdüm. Önce şöyle bir durakladı, geriye bahçeye doğru baktı, sonra benimle birlikte geldi.

Evimize gelinceye kadar bütün kurabiyeleri yedi.

Evimiz eski bir ağa eviydi. Elma armut ve şeftali ağaçları ile dolu kocaman bir bahçesi, alt katında bir ahır ve ahırın önünde de bir köpek kulübesi vardı. Onun önüne oturdum, köpeğin başını kucağıma aldım. Başını gıdığını okşadım, ayakkabı fırçasıyla vücudundaki tüylerini, patilerini hafifçe fırçaladım. Çok keyiflendi. Biz böyle sevişirken annem bizi gördü ve yanımıza geldi. Köpeğin başını okşadıktan sonra,

      Bunu nereden buldun? Bu soylu bir kurt köpeği. İyi de bakmışlar.

      Panayır yerinde buldum.

                             Ararlarsa verirsin. Şimdilik kalabilir. Ben şimdi ona et suyuna yaptığım çorbadan vereyim. Dedi ve benim başımı da okşadı, başka bir şey söylemedi. Kaybolmuş bir köpeği bulduğumu sandılar. Babam da gördü ve sevdi ve annemin sözlerinden sonra bir şey demedi. Küçük kız kardeşim ise bayıldı.

      Ay ne kadar güzel köpek! Benimle de oynar mı?

      Tabi oynar.

      Odamıza götürelim mi abi?

                     Kız sen deli misin? Annem köpekleri sever ama evin içine sokmaz.

O gece iki defa yanına gidip oturdum. Ben yanından ayrılınca, ağlarmış gibi sesler çıkarıyordu. Yalnızlığa alışık değildi. İkinci gidişimde, tüylerini okşayarak yanında oturdum. Oturduğum yerde ve onunla birlikte uyumuş kalmışım. Böylece Kurt bizim eve yerleşmiş oldu. Bir kaç geceden sonra artık ağlamadı. Ben de bazı geceler  bir kez kalkıp yanına gidiyor ve seviyordum. Kocaman bahçede, sabahtan akşamlara kadar günlerce oynadık. İki arka ayağının üzerine kalkıp,  ön ayaklarını birer omzuma koyunca, boyu benden uzun olmaya başlamıştı. Onu çok seviyordum ve onu kaybetmekten korkuyordum. Onu yanımda görürlerse alırlar ya da kendisi kaçar diye, sokağa çıkamıyordum.

Birkaç gün sonra, bahçede oynamaktan sıkıldık, kırlara doğru gittik. Çitlembik ağaçlarının dibindeki yeşil çimenlerin üzerinde onunla top oynadık. Bezden yapılmış topumuzla kaleye şut çekiyordum. O da topu dişleriyle ısırıyor ve getiriyordu. Her şeyi çabuk öğreniyordu. Babamın uyarısı üzerine, verdiğim komutları, elimle de işaret ederek güçlendiriyordum. Başardığı zaman da severek ödüllendiriyordum.

Aradan bir aydan çok zaman geçmişti. Arayan ya da soran olmamıştı. Evdeki herkes de ona alışmış ve benimsemişti.

Okul başladığı zaman, ilk gün benimle birlikte okula kadar geldi. İçeri girerken ona git komutu verdim. Gideceğini düşündüm ve içeri girdim. İlk dersten sonra bahçeye çıkınca beni beklemekte olduğunu gördüm. O kadar duygulandım ki tarif edemem. Birbirimize sarıldık ve onunla gurur duydum. Hiç kimsenin böyle candan ve güçlü bir arkadaşı yoktu. Bütün çocuklar etrafımıza toplandılar.

Kendisine dokunana da bana dokunana da kızıyor hırlıyordu. Zil çaldı tekrar içeri girerken ona yine git komutu verdim. Böylece okulu da öğrendi. Bazı günler beni almaya, okula bile geliyordu. Bütün okuldaki çocukların ve öğretmenlerin sevgilisi olmuştu. Ama bu sevgi, bize iyilik getirmedi. Askerlik Şubesi Başkanı Binbaşıya kadar haberi gitti.

Bir akşam, Binbaşı iki er ile birlikte evimize geldi. Annem ve babamla konuştuktan sonra,

                             Kusura bakmayın! Size bırakmak isterdim ama, ben ve çocuklarım da bu köpekleri çok seviyoruz.

Köpeğimin gözlerin bağlayıp götürdüler. Ben ve kız kardeşim ne kadar çok ağladıksa da para etmedi. Babam bile üzüntüyle karışık söylendi.

                                 Ağlamayın çocuklar, onların köpeği ne yapabiliriz, dedi.

Evdeki matem ancak iki gün sürdü. Okulda ilk ders sonu zil çalınca, öğretmenimize bir şey sormak için sınıfta kalmıştım. Önden çıkan çocuklar koşarak geldiler,

                                 Kurt gelmiş, seni bekliyor dediler. Hemen kapıya doğru koştum. Beni kapıda görünce koşarak geldi ve üzerime atladı. Birbirimize sarıldık, gözümden yaşlar boşandı. Öğretmenimiz de merakla dışarı gelmiş, arkamda duruyordu. Yüzüne baktım.

Eve gidebilirsiniz, dedi.

                                 Kurt ile birlikte babama gittik. Babam da heyecanlandı ve sevindi ama yine de Binbaşıya telefon etti.

Binbaşım, Kurt bize geldi.

Gelen yanıt sevindiriciydi.

Ne yapalım, Kurt sizi seçti. Sizinle mutlu olsun.

 

 

SAHAFLAR ÇARŞISI

Arapça “ Sahhaf “ , eski kitap alıp satan kimse anlamında olan bu sözcükten, Türkçe’ye “Sahaf” olarak geçmiş bir sözcük karşısındayız. Lise ikinci sınıfında olduğum sıralarda bir gün, arkadaşım Turan’ın Arapça harflerle yazılmış bir kitap okuduğunu görünce ben de heveslenmiştim. Çünkü o yıllarda ( 1944), Halk Evi  Kütüphanesindeki kitapların % 75 kadarı Arapça harflerle yazılmış durumdaydı. Tatile de çok az bir zaman kalmıştı. Turan’a rica ettim,

    Bana da öğretir misin?

                                        Seninle uğraşamam, demişti.

O zamana kadar Sahaflar çarşısından geçmiştim ama, hiç dikkat etmemiştim. Ne kadar çok eski kitap varmış meğer. Rast gele bir dükkana girdim. Yaşlı, Sünneti Şerif üzere kesilmiş ak sakallı bir adam, gözlüklerinin üzerinden bakarak, güler yüzle,

      Buyur evlat, ne istiyorsun?

      Bana eski yazı bir Alfabe verebilir misiniz?

                                     Ne demek, hem de severek, dedi. Okumakta olduğu kitabı masasına bıraktı ve ayağa kalktı. Küçük bir merdiveni raflardan birine dayadı. Raftan iki ayrı cins kitap aldı ve merdivenden inerek yanıma geldi, gözlüklerinin üzerinden bakarak,

      Bak evlat! Bu elif ba. Yani sana göre alfabe. Bu da okuma kitabı. Bir zorlukla karşılaşırsan bana gel. Severek sana yardım ederim.

      Kaç para vereceğim?

       Para istemiyorum, yeter ki sen öğren!dedi.

Gösterilen bu yakınlığa hem şaşırmış hem de duygulanmıştım. Elini öpmek istedim ama, elini vermedi. Her gün okuldan sonra bu Sahaf Dedeye uğradım. Arap alfabesinde olup da Türkçe alfabede olmayan, ayın, tı, zı gibi harflerden sıkıntılarım oldu. Birlikte çalıştık ve evde de annem, babam yardım ederiz dediler. Böylece bir haftada okuma kitabını okumaya başladım. Birden dünyam değişti sanki, bir dil öğrenmiş gibi, yeni bir dünya keşfetmiş gibi oldum. Kendime güvenim arttı. Okuma hevesinden okuma alışkanlığına geçtim. Halk Evi Kütüphanesindeki kitaplardan istediklerimi, örneğin; Yazar Kerime Nadir Hanımefendinin bütün aşk romanlarını okudum. O günlerden hatıra, bir Fransızca lügatim var. 1322 Hicri, 1905 Miladi tarihli, Şemsettin Sami Bey tarafından yazılmış, 2238 sayfa.

Bu gün de, vakit buldukça Sahaflar çarşısına gidiyorum. Ama ne o eski kitaplar kalmış ne de o sahaflar çarşısı.

OTOPSİ ÇIRAKLIĞI

Tıp fakültesi öğrencilerinden pek çoğu, üçüncü sınıfa geçtikleri yaz tatilinde, bazen daha önce, bulundukları yerin Devlet Hastahanelerine devam ederek bir şeyler öğrenmeye çalışırlardı. Gerçekten de istekli ve meraklı olanlar çok şey öğrenirlerdi. Doktor ağabeyler de hoş karşılarlar, müşahede almak gibi benzer işler gösterirler, yatan hastaların vizitlerinde de, önemli gördükleri hastalar hakkında bilgi verirlerdi. Bu bir tıbbi gelenek olarak sürüp gidiyordu. Hemşire Hanımlar da bize çok iyi davranırlardı. Öğle yemeklerinden sonra içilen kahveler, edilen sohbetler, harikaydı. Onlardan, iğne yapmak dahil, çok şey öğrendiğimizi söyleyebilirim. İyi bir hemşirenin, bir doktor için ve bir hastahane için ne kadar önemli olduğunu, bu yakınlaşmalardan sonra, daha iyi anladım ve hiç unutmadım.

Devlet Hastanesinin Baş Hekimi, Dahiliye Mütehassısı bir ağabeydi. Birlikte hasta başında bulunduğumuz bir gün,”Hükümet Tabibi İsmet Bey sizi görmek istiyor” dediler. “Gelsin”demesi üzerine,otuz yaşlarında, genç bir adam yanımıza geldi. El sıkıştılar, sonra hemşire hanım ile beni takdim ettiler. Karşılıklı hatır sormalardan sonra, Hükümet Tabibi,

-İzninizle, hastanenizin morgunda otopsi yapacağım. Yardımcım yok, sizde de yardım edecek uygun bir kimse bulamadılar, yardımınızı rica ediyorum, dedi.

Baş Hekim doktor ağabey bir an düşündü ve sonra bana baktı. Anladım,

-Baş üstüne, ben giderim, dedim. En azından bir şeyler öğreneceğimi düşündüm. Gerçekten de çok şey öğrendim.

 

Doktor İsmet ağabeyle birlikte morga indik. Morgun kapısında, başı ipek bir eşarpla yarı örtülü, bacaklarında ipek çoraplarla şık giyimli, ama biraz fazla boyalı, genç bir kadın bekliyordu. Ağlamaktan gözleri kızarmıştı. “Ölenin yakınlarından biri her halde”diye düşündüm. İçeri girdik, beton masada bir ceset vardı. Sarılı olduğu çarşafı açtık, 60 yaşlarında, çıplak bir erkekti. Saçları ve bıyığı kırlaşmış, gözleri kapalı, derisi bal mumu gibi sararmış durumdaydı. Sarılı olduğu çarşaf, yerli dokuma ve etrafı bir karış uzunlukta, yerli yapımı, dantel gibi bir örgüyle çevriliydi. Doğrusu hepimiz, çarşafın danteline  hayran kaldık. Harika bir sanat eseri görünümündeydi. Cumhuriyet savcılığı Baş Katibi ile birlikte, elinde daktilo makinesi olan bir Zabıt Katibi de geldi. Bir kenara bir masa ile iki sandalye koydular.

Hazırlıklarını tamamladılar. C.Baş Katibi tarafından hem ifade alınacak ve hem de doktorun otopsi raporu yazılacakmış. Otopsi yapılırken, Savcı ve hakimlerden birinin bulunması gerekiyorsa da, başka vazifeleri olduğu zaman, Savcılık Baş Katibini göndermeleri olanaklıymış. Otopsi aletlerinin bulunduğu, otopsi çantasını temin etmek de adliyenin vazifesiymiş. Otopsi çantasını açtık, bir çift ameliyat eldivenini doktor ağabey giydi ve yedek olarak bulunan bir çiftini de bana giydirdi. Biz otopsi hazırlığı yaparken, kadını içeri aldılar ve Baş Katibin sorduğu sorular doğrultusunda, kadının ifadesini, Zabıt Katibi daktiloda yazdı. Kadın şöyle anlattı.

      Ben umumhanede sermaye olarak çalışıyorum. Bu adam gecelik kalmak üzere geldi. Kendisi başka bir vilayetten kendir almak için gelmiş. Dün akşam, getirdiği yiyecekleri, çerezleri yedik, küçük bir şişe de rakı içtik. Tansiyonum yüksek ama, bu günlerde çok iyiyim dedi. Hoş sohbet kibar bir adamdı. Sonra, soyunarak yattık. Cinsel ilişkiye girdi, biraz hareket etti ve birden yan tarafa yıkıldı. Gözleri açık, hareketsiz kaldı. Çok korktum, bütün gücümle haykırarak herkesi ayağa kaldırdım. Bütün ev halkı, patron dahil, odaya doldular. Hiçbir şey-

ine el sürmeden polislere haber verdik. Zaten ben ölüden çok korkarım, bir de adam üstümde öldü. Aklıma geldikçe çıldıracak gibi oluyorum. Allah’ım nedir bu başıma gelenler, dedi ve ağlamaya başladı. Baş Katip,

                                   Ağlama hanım, senin bir kabahatin yok, dışarıda bekle, şu güzel çarşafını da al kirlenmesin. Kadın,

                                   Çarşafı düşünen kim Başefendi, ben canımın derdindeyim, dedi. O zamana kadar biz de hazırlanmıştık. Ben, doktor İsmet ağabeyin istediği, bisturi, testere, çekiç gibi aletleri vermek üzere hazır bekliyordum.  O bir taraftan muayene ediyor, bir taraftan kesiyor ve bir taraftan da zabıt Katibine yazdırıyordu. Ben de dikkatle yapılanları izliyor, öğrenmeye çalışıyordum. Yazdırma işlemi, kafa tası, göğüs boşluğu, karın boşluğunun açılması ve görülenlerin yazdırılmasıyla sürdü.

Sonuç olarak, Dr. İsmet Ağabey şöyle yazdırdı; “Cumhuriyet Savcılığının isteğiyle,otopsi yapılan kişinin, kalpten çıkan büyük atar damarında (Aort damarı) bulunan bir anevrizmanın, fazla heyecan ve yüksek tansiyon nedeniyle patlaması sonucunda, ani olarak vefat ettiği kanaatını, bildirir rapordur”.

Bu rastlantı benim için tam bir Adli Otopsi dersi oldu. Tıp Fakültesindeki hocalarımızın söylediği gibi hekimliğin bir “Usta-çırak “ işi olduğuna inandım. Daha sonra, her ne zaman otopsi yapmak zorunda kalsam, Dr. İsmet ağabeyin yaptıkları gözümde canlandı, söyledikleri kulaklarımda yankılandı. En kolay öğrenmenin, yaparak ve yaşayarak öğrenmek olduğuna bir kez daha inandım. O zavallı sermaye kadının halini de hiç unutmadım.

MEZARLIK SOYGUNU

Tıp fakültelerinin ikinci sınıfında, Anatomi dersinin bir bölümünde, Osteoloji (Kemik bilgisi) adıyla bir ders vardır. İnsanın vücudundaki bütün kemikler, Latince (Ya da İngilizce)adlarıyla birlikte, bütün yüzeylerinin Latince adları, hangi kemiklerle eklem yaptığı bir bir öğretilir. İnsan  üzerinde nasıl durum aldığını, nerede ve nasıl durduğunu da belirtmek zorundasınız. Bunu öğrenmeniz için de en kolay yol, kemiği elinize almanız, elinizde evire çevire her yönüne bakmanız gerekir. Resimler çok zaman yeterli olamaz. En azından bir kafa tası üzerinde çalışmanız yararlı olacaktır. Kafa tası üzerinde, bir çok damar ve sinirin girip çıktığı, bir çok delik vardır. Her bir deliğe tel sokarak, gittiği yeri görmenizde yarar vardır. Daha büyük sınıflardan satın almak olanaklıydı ama, kemik piyasası oldukça yüksekti ve bize ailemizden gönderilen bir aylık harçlığımızdan daha çok para istiyorlardı. Çoğumuz dar gelirli ailelerin çocuklarıydık.

Bir doktor ağabeyimizden öğrendiğimize göre, bazı toplum kesimleri ölülerini, kendi aile mezarlıklarında tabutlar içinde bırakıyorlarmış. Bunu öğrenince, o mezarlıklardan herhangi birinden kemik hırsızlığı yapmaya karar verdik. Üç arkadaş, kemikleri koymak üzere, çamaşır torbalarımızı yanımıza alarak yola koyulduk. Bir yere kadar tramvayla gittik, sonra biraz yürüdük. Gittiğimiz ve gördüğümüz bazı mezarlıklarda, bekçiler göz açtırmıyorlardı. Sonunda Yasak Askeri Bölge içinde bir mezarlık bulduk. Bitişiğinde bir cephanelik vardı ve başında silahlı bir asker nöbet bekliyordu. Mezarlıkta bekçi gibi bir kimse de görünmüyordu.

Arkadaşımız Bülent, girişken, kibar bir Erzurumluydu. Askere yaklaştı ve onunla konuştu.

      Hemşerim, ben Erzurumluyum, burada doktorluk mektebinde bu arkadaşlarla birlikte okuyorum. Üçümüze de insan kemiği çok lazım. Kırığı çıkığı başka türlü öğrenemeyiz. İzin verirsen  mezarlığa girip insan kemiği alacağız. Polisten, bekçiden korkuyor. Asker gülümseyerek karşılık verdi,

                              – Ben de Erzurumluyum hemşerim, hemen girin ve alın. Bekçiden de korkmayın. Ben sizi beklerim, dedi.

Sevindik silahlı bir de bekçimiz vardı ve demir parmaklıktan atlayarak içeri girdik. Hemen oradaki bir mezarının beton kapağını açtık. İçeride tabut yoktu, birkaç tane kafa tası, duvarlardaki raflara dizilmişti. Bizim gereksinimlerimizi karşılamıyordu, beğenmedik. Ayrıca bize, uzun zaman önce ölmüş, yalnız kemikleri kalmış olanlar gerekiyordu. Diğer bir mezarın beton kapağını açtık. İçeride üst üste yığılmış tabutlar vardı. Aradığımızı bulmuş gibiydik ama, bakalım tabutların içi ne durumdaydı. Bir insan boyundan daha yüksek olan mezara kim inecekti. Kura olarak kırık çöp çektik,  bana çıktı. O anki heyecanla duvara tutunup sarkarak aşağıya  indim. En üstteki tabutun kapağını açtım, tek bir lastik eldivenimiz vardı, onu sağ elime giydim. Üzerindeki kumaş parçalarına bakılırsa bir kadına aitti. Tam istediğimiz gibi, kemikler dizilmiş duruyorlardı. Kemikleri, Bülent’in çamaşır torbasına doldurdum ve

–Al sana bir hanımefendi! diye yukarı verdim.

İkinci tabutun içini de diğer arkadaşım Tacettin’in torbasına doldurup,

      Al sana bir beyefendi! Diye yukarı gönderdim.

Üçüncü tabut bir erkekti ve onu da kendi torbama doldurduktan sonra yukarı çıkmam biraz zor oldu. Boş tabutları üst üste, bin bir güçlükle koydum ve ancak arkadaşların da yardımıyla çıkabildim. Askere teşekkür ederek ayrıldık.

Yurda geldikten sonra akşam, Nöbetçi doktor ağabeye durumu anlattık. Bize ne yapacağımızı şöyle anlattı.                                                                                     Her birinizin kemiklerini ayrı olarak, bir teneke içinde, kireç kaymağıyla, en az yirmi dakika fokur fokur kaynatın. Çıkardıktan  sonra iyice durulayıp kurutun. Her kafa tasının içine, ağzına kadar nohutla doldurup üstüne su dökün ve sabaha kadar bekleyin. Nohutlar şişerken, kafa kemiklerini yavaşça birbirinden ayırırlar. Başka türlü ayıramazsınız, kırılırlar. Mezarlık konusunda yaptıklarınızı da kimseye söylemeyin, hem suçtur hem de adınız mezar soyguncusuna çıkar,  dedi.

Dediklerini yaptık, üçümüz birer kemik takımı sahibi olduk. Kemiklerin gerçek sahipleri, vefat etmiş olan o insanlara dua ediyorum.

– Allah taksiratlarını affetsin, Allah kendilerinden razı olsun! Bize büyük bir iyilikte bulundular ve bence büyük sevap kazandılar. Yalnız bu olayda,Tacettin’in çenesi durmamış olacak ki, mezara inerek kemikleri alan ben olduğum halde, onun adı “ Mezarcı Tacettin ” kaldı.

PROFESÖR AHMET AĞA

Tıp Fakültesinde okuduğumuz yıllarda Patoloji Profesörümüz, Schwarts adında saygıdeğer bir hocaydı. 1933 de Adolf Hitler Almanya Başbakanı olunca,Yahudilere ve bazı bilim adamlarına karşı olumsuz tavır takınmış ve bunun üzerine Almanya da bulunan bir kısım bilim adamı gidecek ülke aramışlar. 1932 yılında da Türkiye’de, Medrese durumundaki yüksek öğretimden, Avrupa düzeyinde bir Üniversite öğretimine geçiş için, çalışmalar yapılıyormuş. Atatürk’ün önderliğinde, bütün Almanya da ki bilim adamları, İstanbul Üniversitesi için davet edilmişler.

Üniversitenin bütün Ana Bilim dalları,Yahudi kökenli ya da göç eden, Alman profesörlerle doldurulmuş. Bunlar harika hocalar ve değerli insanlardı. Aklımda kalanlardan Dahiliye Profesörü Frank, müthiş bir klinisyendi. Hastalıkları örneklerle anlatırdı. Fen Fakültesine gelenlerden, Botanikçi Heilbron, Fizikçi Zuber, Biyokimyacı Hawrovich ve en enteresanı da Curt Kosswig idi.

Kosswig 1937 de Zooloji kürsüsü başkanlığına geldikten sonra, Kuş cenneti ve Milli Parklar kurulmasında büyük hizmetler etmiş ve Türkiye’ye yerleşmişti. Bir seyahati sırasında, Hamburg’da vefat etmiş olmasına karşın, vasiyeti üzerine Türkiye’ye getirilmiş ve Aşiyan mezarlığına gömülmüştür. Allah ondan razı olsun.

Schwarts, Alman terbiyesinde yetişmiş, disiplinli, çalışkan bir hocaydı. Karşısında, “Hazır ol” vaziyetinde duran, çalışkan, saygılı öğrenciler isterdi. Askeri Tıbbiyeli öğrencilere karşı ayrı bir ilgisi ve sevgisi vardı. Onların az da olsa dalga geçmelerine göz yummaz

 

hemen, ”Sayın general bu konuda ki fikriniz nedir”diye uyarırdı. Dalga geçen diğer öğrencileri de uyarırdı. Kendisi en çok sevilen hocalardan biriydi. Patoloji dersi de en ağır derslerden biriydi. Ne yazık ki bir kitabı yoktu. Derme çatma notlarla bu işi yürütmek ve derslere giderek not tutmak zorunda kalıyorduk. Önce yazılı sınav oluyordu. Ayrıca,Patoloji laboratuarında kavanozlar içindeki organları ve onların mikroskobik preparatlarını, sınavlarda tanımak zorundaydınız.

Patoloji Laboratuarının patronu, Ahmet Ağa adında bir hademe  idi. Köyden gelmiş ve patolojiye hademe olmuş, okula gitmemiş  ve ancak biraz okur yazardı. Kavanozlar içindeki bütün  preparatları tanıdığı gibi, mikroskobik preparatları da tanırdı. O konuda hangi profesör, ne zaman ve ne demişse, hepsini bilir ve söylerdi. Olağan üstü bir belleği olduğu söylenebilirdi. Preparatları öğrenmek için, akşamları patoloji laboratuarına gider, Ahmet Ağadan ders alırdık. Geç vakitlere kadar bizi bekler ve bilemediğimiz, tanıyamadığımız şeyleri anlatırdı. Giriş bir liraydı ve o bir lirayı da veremeyen arkadaşlarımız olurdu. Durumunu anlatanlara bir defa için, sesini çıkarmazdı. Onun belleğindeki inanılmaz güç hepimizi şaşırtırdı. Bir keresinde, arkadaşımız Tacettin sordu,

                                       Bu kadar şeyi yazmadan, nasıl aklında tutuyorsun. Ahmet Ağa bir an duraladı ve sonra,

                                 Siz galiba öğrenmesini bilmiyorsunuz. Önce öğrenmek isteğiyle yanıp tutuşacaksınız. Aklınız baktığınız preparatta ya da okuduğunuz kitapta olacak. Kızları düşünmeyi başka zamana bıraka -

caksınız, buraya iş olsun diye gelmeyeceksiniz. Eğer Mekke’ye her giden hacı olsaydı, develer de hacı olurdu. Dikkat edeceksiniz, baktığınız her şeyin, gözünüzle resmini çekeceksiniz ve o resim kafanızın içinde kalacak. Gördüğünüz ya da okuduğunuz şeyleri birkaç kez, kafanızda canlandıracaksınız, evirip çevireceksiniz.

Ben bir şey dinlerken, kendi kendime şöyle derim,”Oğlum Ahmet, kulağını aç, iyi dinle, bir daha unutma”. Sonra, o dinlediğim ve söylenen sözler kafamın içinde, bozuk bir gramofon plağı gibi tekrar tekrar dönerek çalar ve sonra plak rafa kaldırılır. Siz ya da hoca o konuyu sorunca, plak raftan iner, gramofona konur ve sahibinin sesiyle dönmeye başlar, dedi.

Böylece öğrenmenin püf noktasını da bellemiştik ama, bilmek başka, öğrenmek başka.

Bir gün Ahmet Ağa, bir kalp krizi sonu vefat etti. Merasim için cenazesi, Patoloji Enstitüsüne getirildi. Dershanelerden, kütüphanelerden duyarak gelenler o kadar çok oldu ki, yarısı salonun dışında kaldılar. Çoğumuzda adamın hakkı vardı. Hepimiz çok üzülmüştük ve hocamız Schwarts da çok üzülmüştü. Tabutun baş tarafına geçerek yaptığı konuşma çok hüzünlüydü ve  ağlamaklı bir sesle şunları söyledi,

                                 Ahmet Ağa, çalışkan efendi bir adamdı. Kendisine ben bir şey anlatmadım ve öğretmedim. Derslerimizi ve o konuda söylenenleri çok dikkatle dinler ve hemen öğrenirdi. Eğer okuyabilseydi, büyük bir ilim adamı, Profesör Ahmet Ağa olurdu. Bu konuda

şansı olmamıştı. Biz kendisini çok seviyor ve takdir ediyorduk. Siz de seviyor muydunuz?. Hep birden bağırdık,

Seviyorduk!.

Ne mutlu ona,dedi ve ekledi,

Allah günahlarını affetsin.

Sonra bu hocamız Türkiye’den ayrıldı. ABD de, bir eyalet üniversitesine,Patolog olarak gittiğini duyduk. “Niçin gitti?”diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Çünkü Türkiye’yi o zaman idare edenler, on beş sene kadar çalışmış olmasına karşın, emeklilik hakkı tanımadılar. ABD yöneticileri bütün dünyadaki ilim adamlarına üst düzey hayat sağladıkları gibi, ona da açık çek verdiler. Üst düzey emeklilik, hayat sigortası ve dolgun bir maaş önerdiler. Amerika bu gün ki dünya liderliğini, işte o zamanki idarecilerinin bu davranışlarına borçludur. Hocamız veda konuşmasında,

                                 Ben Türkiye’de sizlerle mutluydum. Çok bir şey istememiştim ama vermediler. İlmin vatanı yoktur ve ilim bütün insanlık içindir. Kader böyleymiş, sizleri çok özleyeceğim, diyerek gitti.

Gerçekten de bizden kopmadı. Mektup yazanlara cevap verdi, birkaç doktor arkadaşımıza orada iş buldu, uzmanlık olanağı sağladı. Allah ondan razı olsun.

ÖLÜDEN KORKMADIM DA

Tıp Fakültesinde yapılan eğitimde, kadavra üzerinde çalışmak kadar, otopsi yapmasını öğrenmek de çok önemlidir. Hangi nedenle olursa olsun, ölüm nedenini büyük bir olasılıkla saptamak, otopsi yapılarak anlaşılabilir. Adli Tabip olmayan yerlerde Hükümet Tabipleri, şüpheli ölümlerde, otopsi yaparak ölüm nedenini savcıya ya da yargıca bildirmek zorundadır. Savcılık isterse, serbest çalışan bir doktordan da bunu isteyebilir. Doktor olarak, “Bilmiyorum” diyemezsiniz. Hele bir deyin, bakın başınıza neler geliyor?. Önce, “Adli vazifeyi ihmalden” sizi mahkemeye verirler ve mahkum olursunuz. Sonra da, Sağlık Bakanlığı ile Tabip  Odaları başınıza üşüşecektirler. Yalnız operatörlere bu görev verilemez. Kanun, onları bilmediğimiz bir nedenle korumuştur.

İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinde ki Otopsi salonu, o zamanlar, Patoloji Enstitüsünün alt katındaydı. Bilimsel otopsi yapılması öğretiliyordu ama, Adli otopsi de buna benzer yapılıyordu. Bilimsel otopsi için kullanılan cesetler, formol solüsyonları içinde saklanıyordu. Formol kokusu alışık olmayan insanın genzini yakardı. Otopsiye başlamadan önce, görevli kişiye, beyaz gömleğinin üstüne, bir de muşamba önlük takılırdı. Masa üzerinde çıplak yatan cesede saygılı davranılması da kesinlikle uygulanırdı. Görevli asistan ağabey, bazı yerleri kendisi keserek gösterir, bazı yerleri de bizim keserek anlatmamızı isterdi. Gerçekten çok şey öğrenirdik. Ders bittikten sonra, tuvalete gitmek isterseniz, uzun karanlık bir yolu geçmek zorunda kalırdanız. Formollü büyük bir havuzun ke-

narlarında, üstü örtülü, sedyeler üzerine yatırılmış cesetler arasından ve on mumluk bir ampulün sözde aydınlattığı, yarı karanlık, uzun bir yoldan geçerek, tuvalete ulaşırdınız.

O gün otopsi dersinden sonra, tuvalete gitmek gereksinimi duydum. Cesetlerin arasından geçerken korkmak aklımın ucundan bile geçmedi. Mantıksal olarak ölüden korkmak saçma bir şeydir ama, korkmayan da yok gibidir. Bana sorarsanız, en emin en tehlikesiz yer mezarlıktır. Saklanmak zorunda kalırsanız oraya gidin. Onların size hiçbir zararı olmaz ve sizi ihbar da etmezler. Tuvalete yaklaştığım zaman, tuvaletin ışığı yanmıyordu. “Her halde, ışığını söndürmüşler” diye düşündüm. Tam kapıdan girerken, benden daha uzun, beyaz bir örtüye sarınmış bir hortlak ile burun buruna geldim. Korkmak ne demek,”Ödüm patladı” desem daha uygun olur. “Aman Allah” deyebildim. Gözlerim karardı, dizlerimin bağı çözüldü. Karşımdaki beyaz hortlak da “Aman” diye inledi ve kapının birer tarafına yaslandık. Düşüp bayılmadığımıza hala şaşarım. Birbirimizin sesinden arkadaş olduğumuzu tanıdık ve anladık ama, olan olmuştu. Meğer tuvaletin elektriği bozulmuş, yanmıyormuş. İkimiz de cesetlerin arasından geçerek tuvalete kadar korkmadan gelmiştik.

Ölülerden korkmamıştık ama canlı olarak birbirimizden korkmuştuk. “Hortlak Hikayeleri”nin bilinçaltımıza ne kadar yerleştiğini, o zaman daha iyi anladım.

RÖNTGEN VE CERRAHİ

Bizim zamanımızda Röntgen Dersleri, Tıp Fakültesinin 3’üncü sınıfından sonra başlardı. Derslere devam zorunluluğu vardı ve her ders yoklama yapılırdı ama, sınavları yoktu. Üç kez “ Yok “ yazılan vize alamazdı. Bu nedenle ders başlamadan önce, bütün amfi dolardı. Uzun zamandır görmediğiniz arkadaşlarınızı görebilirdiniz. Asistan ağabeylerden biri gelir, yoklama defterinden 3 kişinin ismini okurdu.

Bulunanlar yanıt verir, bulunmayanlar yok yazılır ve sonra Hoca  gelirdi. Hoca geldikten sonra konu ne ise, sözlü anlatımlarla ders başlar, filmler anlatılmaya başlayınca da elektrikler söndürülürdü. Hafif de olsa bir gürültü olur, amfinin yarısı boşalırdı. Öğrencilerin çoğu, röntgen dersinin önemini kavramamışlardı.

Bir gün röntgen dersi başlamak üzereyken, yeni doktor olan ve aynı zamanda hemşerim, bir ağabey, amfide yanıma oturdu ve sordum,

  Hayırdır inşallah ağabey, dersleri mi özledin?

  Hayır! Bu dersin önemini anladım, dedi.

Benim hayretle açık kalmış ağzıma bakarak anlattı.

                                  Bu dersi bir daha hiçbir zaman bulmak olanaklı değil. Özenle devam etmediğim için çok pişman oldum. Bunun doğru dürüst kitabı da yok. Sağlık Bakanlığı tarafından tayin edilinceye kadar derslere devam edeceğim. Aklın varsa sen de devam edeceksin! Tamam mı? dedi.

Böylece röntgen derslerine devam etmek benim için önemli oldu ve bana pek çok kolaylıklar sağladı. Öncelikle Cerrahi sınavından, röntgen filmini doğru okumanın sayesinde geçtim.

İki aylık klinik stajlarının sonunda sınav yapılırdı. Cerrahi sınavları da genelde, hasta başında yapılır ve çok kez orada başlar ve orada biterdi. Sınav günü, iki arkadaşla birlikte beni, bir hasta kar-

yolasının başına götürdüler. Prof. Dr. Şinasi hocamız da bizi  bekliyordu. Hocamız, çok yakışıklı güzel bir adamdı. Karşısına numara sırasıyla dizildik. Önümdeki arkadaşa, kemik iltihaplarını sordu. Benim de en zayıf tarafımdı. Arkadaş çok güzel anlatmaya başladı ve o anlattıkça ben seviniyordum. Hoca da durumdan memnun görünüyordu. Bu arada hoca, hastanın dosyasından bir film çıkardı ve arkadaşa sordu,

  Bu filmde ne görüyor sun?

Arkadaş filmi önce ters tuttu. Evindi çevirdi, baktı kaldı. Bir şey söyleyemedi. Hoca sinirlendi ama belli etmemeye çalışarak, onun elinden filmi çekerek aldı ve bana uzattı. Sertçe bir ses tonu ile,

  Sen bak bakalım! Dedi.

Ben, arkadaş filmi evirip çevirirken hemen yanındaydım ve olayı görmüştüm. Röntgen derslerine devam etmenin yararını göreceğimi, ilk olumlu puanı alacağımı da anlamıştım. Birden moralim yükseldi ve kendime güvenim geldi. Hocanın elinden filmi alınca, hafif ışığa doğru tuttum ve normal durumuna getirmek için çevirdim. Yan gözle de hocaya bakıyordum. Hocanın yüzünün aydınlandığını fark ettim. Film bacak kemiklerinden, kaval ( Tibia) ve kamış ( Fibula) kemiklerini gösteriyordu. Kaval kemiğinin alt ucunda, bir apse görüntüsü vardı.

Parmağım ile göstererek, Röntgen hocasının derste anlatırken dediği gibi,

  Abces de Brodie (Brodi apsesi), dedim. Hoca çok keyiflendi,

  Aferin sana! Sonra, asistan ağabeye döndü,

                                  Bu çocuğa bir pekiyi yaz gitsin, başka soru sormaya gerek yok, diye emir verdi.

Ben de Cerrahi sınavımı, röntgen dersinin bilgisi ile kazanmış oldum.

YÜZ FİŞEK

1950 yıllarına kadar Sağlık Bakanlığı, 4 sene zorunlu hizmet karşılığında, Tıp Fakültesinde öğrenci okuturdu. O zaman ki adıyla, Leyli Tıp Talebe Yurdu denirdi. Her sene, 100 tane öğrenci, fakülte imtihanını kazanma sırasına göre, seçilerek alınırdı. Sonra, bu Leyli Tıp Talebe Yurtları kapatıldı. Her ay 100 lira burs verildi.

Yurda girmeyi başarmak, hem öğrenci için, hem de bir aile için, mutluluk kaynağı bir olanaktı.Taşrada olan bir aile için, İstanbul’da bir çocuk okutmak o kadar kolay değildi. Bakanlığın yurtları gayet bakımlı ve disiplinliydi. Yurtlar Müdürü Dr. Enver Bey, arkadaşları arasında, “Sağır Enver” diye anılırdı. Kurtuluş Savaşını doktor olarak yaşamış, yararlıklar göstermiş, muhterem bir zattı. Öğrenciler için her şeyin en iyisini düşünürdü. Yurtlarda sıkı bir disiplin uygulanırdı.

Akşam yemekten sonra, ”Mütalaa” adıyla, nöbetçi bir hekim, bir doktor ağabeyin gözetimi altında ders çalışılırdı ve  sabah 6.30 da kalk zili ile kalkılırdı. Eğer, saat 19 dan sonra, izinsiz olarak yurda gelirseniz, sokakta kalırdınız. O gece için alsalar bile bir hafta yurttan atılırdınız. Bir gece olsa bile sokakta kalmak, felaket bir şeydi. Otele gitseniz, dünyanın parasını isterler. Parkta yatsanız, bekçiler polis karakoluna götürürler ve nezarete atarlar. Ya bir hafta yurttan atılırsanız, halinizi bir düşünün.

Öğrenciler çok kez, birlikte derse ya da staja giderlerdi. O zamanlar İstanbul da bir tek Üniversite ve Türkiye’de bir tek Tıp Fakültesi vardı. Bevliye Kliniği (Üroloji Kliniği), Cerrahpaşa Hastanesindeydi. Aksaray’a kadar tramvayla, sonra tabanvayla gidilirdi.

Üroloji Kliniğinde öğrencilerle meşgul olan, Baş asistan Dr. Necati ağabey, (Sonra aynı kliniğe Profesör oldu) hem bilgili, hem de esprili ve gerçekten bir ağabeydi. Bir şeyler öğretmek için, elinden geleni yapardı. O staj dönemindeki Bevliye stajında, üç tanesi yurtlu olmak üzere, yedi öğrenci vardı. O gün anlatılan konu, erkeklerde empotans idi. (Cinsel yetersizlik/Ademi iktidar). Rastlantı olarak da o gün polikliniğe, bir empotanslı hasta gelmişti. Gelen hastalara önce, bir idrar ve kan muayenesi yaptırılır, sonra gerçek muayene için sıraya girerdi. Derse çıkacak hastalar için, biraz hazırlıklı davranılır, önce bir asistan ağabey tarafından, ürolojik muayenesi yapılır ve ayrıntılı müşahedesi alınırdı. Öz geçmişi ve soy geçmişi incelenerek hazırlanırdı. Seçilen hastanın başında, müşahedesi okunarak bilgi verilirdi. Dr.Necati ağabey, bu bilgilerin sonunda sordu,

–İçinizden kim dahiliye stajı yaptı. Bir arkadaş öne çıktı ve ona,

–Dahili muayenesini yap ve anlat! Dedi. Muayenesi yapıldı ve normal olduğu anlaşıldı.. Sonra Necati ağabey, bir taraftan ürolojik muayenesini yaparken, bir taraftan da hastanın hastalığını, hastanın durumunu ve tedavisini anlatmaya başladı.

–Ürolojik muayeneden önce kesinlikle bir idrar tetkiki yapılmalıdır. İdrarda şeker bulunması, Şeker hastalığının başlıca belirtisidir ve bu hastalık başlıca cinsel yetmezlik nedenlerinden biridir. Prostat muayenesini de ihmal etmeyin, diye tembih ettikten sonra,

–Albümin bulunması(Protein), böbrek hastalıklarının ve diğer albümin çıkartan hastalıkların varlığını gösterir. Kan hücrelerinin

çokluğu (Kırmızı ve beyaz kan kürecikleri), böbrek ve idrar yolları hastalıklarının belirtisidir. Sonra devam etti,

                                   Şimdi hastamıza gelelim. Ürolojik muayenesi normal, idrar ve prostat normal, psikolojik muayene için, asabiye kliniğine göndermek olanaklı ama, hastanın müşahedesinde kaydedilen böyle bir sorun yok. Yine müşahedesine göre,“Cinsel yorgunluk” diyebileceğimiz bir durum, hastamız için daha geçerli görünüyor. Çünkü, hastamız 50 yaşında, uzun süre gurbette çalışmış, normalin üstünde “Elle oynama”olgusu var. Sonra memleketine dönmüş ve evlenmiş. Birkaç sene çocuğu olmayınca, ailesi tarafından ikinci bir kadınla daha evlendirilmiş. Çocuk olacak diye de biraz hesapsız gittiğini düşünüyorum. Sonunda, gördüğünüz gibi iflas etmiş. Buna benzer tarihten bir örnek verebilirim, belki daha iyi aklınızda kalır.

–Osmanlı Padişahlarından,”Deli” lakaplı, Padişah Sultan İbrahim, bir harem dolusu cariyelerle uğraşırken, buna benzer bir duruma düşmüş. Yalnız o hastalandığı zaman, yirmi beş yaşlarında kadarmış, bizimki 50 yaşında. Padişah ve saray halkı paniklemiş, hemen Saray Baş Hekimini çağırmışlar ve durumu anlatmışlar. Bir söylentiye göre, Saray Baş Hekimi “Cinci Hoca”namıyla anılan, cin gibi zeki birisiymiş. Padişahı muayene etmek, hele orasına burasına bakmak mümkün değil. Ancak ilaç tavsiye edilebilir. Bir de kızgın zamanına rastlarsan, Allah korusun, kellen de gider. Cinci hocanın saray erkanına tavsiyesi şu;

  Bir hafta süreyle haremden ve cariyelerden uzak kalacak: İs-

tirahat edecek ve gezecek, günde 3 kez Padişah macunu verilecek, günde 3 kez bir çorba kasesi sütle kaynatılmış kuru incir ve her öğün iki kaşık havyar yiyecek. Eğlencelik olarak da, kuru üzüm + ceviz ve fındık karışımı alacak.

Padişah macununun psikolojik etkisinin, daha baskın olacağını düşünebiliriz ve içindeki baharatın, genital sistemde kanlanma yaptığı da düşünülmelidir. Öbür yiyecekler de kesinlikle yararlı olmuştur.

Padişah bu tedavi ile bir hafta dolmadan iyileşerek hareme dalmış. Bizim hastamızın daha yaşlı olması nedeniyle, daha uzun süre, örneğin en az 3-4 hafta evden uzak tutulması gerekir. Benzer yiyeceklerle birlikte, vitaminler ve toniklerle desteklenmelidir. Bunun psikolojik yanı da unutulmamalıdır. dedi.                  O sıralarda, bütün Yatılı Tıp öğrenci yurtlarında, dış ülkelere satış amacıyla hazırlanmış ama, herhangi bir nedenle ihraç edilememiş olan, kuru üzümle fındık, karıştırılarak ve her gün tatlı olarak bize veriliyordu. Yatılı arkadaşlardan biri,

–Demek ki azmamızın nedeni, kuru üzüm ve fındık yemekmiş, diye fısıldadı ama, Necati ağabey duydu ve arkadaşa dönerek,

–Bak delikanlı, azmasan iyi edersin. Şöyle düşün, annen sen doğarken 100 tane fişek verdi. Sen bunları iyi kullanmadın, gereksiz şeylere, kargaya, serçeye attın. Bir gün, güzel bir tavşanla karşılaştığın zaman, fişeğinin bitmiş olduğunu görürsün. Bu olasılığı sakın unutma! dedi.

NEREDE O BIYIKLI

Tıp Fakültesinde yapılan öğrencilik, diğer fakülteler de yapılan öğrenciliğe göre, değişik özellikler taşır. Değişik laboratuar ve klinik çalışmalarında oluşan birliktelikler, yakın arkadaşlıklara neden olurlar. Çok sevdiğim arkadaşlarımdan biri, sınıfımızdan bir kız arkadaşımızla birlikte gezmeye başlamıştı. Her yere birlikte gidiyorlardı. Sonradan da evlendiler. O güne kadar kızcağız hep yalnız gezerdi. Hiç kimseye sempatik gelmemişti. Bir gün sabredemedim, nedenini sordum.

–Aşk olsun nereden buldun bu yaban gülünü?. Güldü,

–Nereden olacak, Kadın-Doğum nöbetinden. Ama çok iyi çıktı ve çok mutluyum, demişti.

Stajların ayrı bir tadı olurdu. Kulak Boğaz Burun Hocamız, uzun  boylu, yakışıklı, açık ve acı sözlü bir hocaydı. Staja başladığımız günlerde ekseriya Asistan Doktor Ağabeyler gelerek bir şeyler öğretirler, ödev verirler ve bir şeyler gösterirlerdi. O zamanlar Kulak Boğaz Burun muayenelerinde alın aynası kullanılıyordu. Onu ışığa  göre ayarlayıp, kulağın ya da burunun içini görmek, oldukça önemli bir sorun oluyordu. Şimdi pilli aletlerle çok kalayca görmek olanağı var.

Bir gün Polikliniğe Hocamız geldi. Hem sevindik ve hem de korktuk. Çünkü sağı solu belli olmaz. İnsanı rezil ediverirdi. Nitekim öyle de yaptı. On kişi kadardık. Önce hepimizi dizdi,

–Bakalım neler öğrenmişsiniz, şimdi göreceğiz, diyerek üzerimizde bir göz gezdirdi. Hepimiz titreyerek bekledik. Bir arkadaşa parmağını dikti,

–Sen ! Eşkıya bıyıklı, gel bakalım!.

Arkadaşımızı, bir hastanın başına götürdü. Önce hastayı kendi-

si muayene etti. Sonra arkadaşa muayene aleti olan alın aynasını uzattı,

–Bak bakalım bu hastanın kulağına, içeride ne görüyorsun, bize anlat!. Arkadaşımızın önce eli ayağı birbirine dolaştı ve sonra, aldığı aleti acemice hareketlerle alnına taktı. Hastaya ve hastanın arkasındaki ışığa göre kendisini ve aleti ayarlamaya çalıştı. Bir türlü ışığı hastanın kulağına denk getiremedi. Arkadaşların bir kısmı gülmeye başladılar. Sonunda ışığı kulak deliğine denk getirerek bakmayı başardı. Ama korkudan yüzünde renk kalmamıştı.

–Bir şey göremedim efendim, dedi.

Hocamız tekrar hastanın kulağına baktı ve bize döndü.

–Kulak zarı ne diyor biliyor musunuz?

Hepimiz hayretle ve korkuyla, kulak zarının ne dediğini öğrenmek üzere hocanın yüzüne ve ağzına baktık.

–Bu doktor olmaya niyetlenen adam, söylediği sözden utanıp kızarmıyor, bari ben kızarayım dedim ve kızardım, diyor.

Meğer hastanın kulak zarı, kulak iltihabı nedeniyle kızarmış. Sonra asistan ağabeye döndü,

–Bu öğrencinin numarasını al, şu eşkıya bıyıklarını kesmezse, yarın staja alma!.

Derin bir sessizlik oluştu. Bu sessizlik içinde hocamız da çıkıp gitmeye niyet etti. Biz de arkadaşa kısık sesle takıldık,

–Hadi hocanın sayesinde bu eşkıya bıyıklarından kurtulacaksın.

O sırada koridorun sonunda bir kadın göründü. Orta yaşlı modern giyimli, güzel bir kadın. Bizim ödümüzü koparan hocamız, yanına gitti. Başını önüne eğdi. Kuzu gibi olmuştu. Güzel kadın ne dediyse, ” Olur  “ anlamında başını öne doğru salladı. Kadın giderken bü-

yük bir saygıyla yanında yürüyerek uğurladı. Biz de, ”Senin de hakkından gelen varmış” dercesine, büyük bir keyifle gülümsedik. Bize doğru geldi ve önümüzde durdu. Yüzünde hafif bir gülümseme vardı.

–Ne gülüyorsunuz, siz benden korkuyorsunuz, ben de ondan korkuyorum, ne var bunda?. deyince bir kahkaha patlaması oldu. Hep birden keyifle güldük. Sonra da ders bir eğlenceye dönüştü. Hepimiz rahatladık.

Ertesi gün, asistan ağabeylerden biri ders anlatırken, hocamız tekrar geldi. Oldukça neşeli görünüyordu. Şöyle bir etrafına baktı ve gülerek,

–Nerede o bıyıklı, dedi.

Arkadaşımız bıyıklarını kestiği için, en önde olmasına rağmen tanıyamamıştı. Arkadaşımız bir adım öne çıktı,

–Buradayım Efendim!.

Hocamız, arkadaşımızın yanına gidip elini omzuna koydu. Yüzünü dikkatlice inceledi. Sonra şöyle yukarıdan aşağı ve aşağıdan yukarı hayretle süzdü. Yüzüne ciddiyet ile alaycılık arası bir şekil verdi.

Pencereden uzaklara doğru bakarak konuştu.

                                    Bak oğlum, sen yine bıyık bırak. Böyle, hiç bir şeye benzememişsin! Artık kimse kendini tutamadı. Gülmek ne kelime, hepimizin gözlerimizden yaşlar geldi.

Şimdi sınıf günlerinde onu rahmetle ve sevgiyle anıyoruz.

ADLİ TIP HOCASI

Adli Tıp Hocası, o zamanlar, Prof. Dr. Hikmet Bey idi. Kendisi, ince  narin yapılı, beli tabancalı, bu günkü söylemle "Delikanlı "tipi emelinde bir kişiliğe sahip, yakışıklı,saygı değer bir insandı. Alçak gönüllü ve hoş görülüydü ve bazen, terbiye kurallarını zorlayan esprileri vardı. Hepimiz  onu çok severdik. Öğrencilerin çoğu, ona yakın olmak, onunla sohbet etmek için can atarlardı. Allah ondan razı olsun. O zamanlar, Sultan Ahmet Camiinin karşı tarafında, Dikili Taş'a bakan, salaş denilebilecek bir kahve vardı. "Asım'ın Kahvesi" dendi mi meşhurdu. Akşam saat sekizden sonra, Dama, Satranç ve Prafa oyuncuları gelirdi. Alimlik Baş Çavuş'u damada ye- nemezseniz, sonunda işiteceğiniz söz,"Seni de karşıma kim sı.dı" olurdu ve buna katlanmak zorunda kalırdınız. Hikmet  Hoca da bazı akşamlar  gelir  oda dama oynar, karışsına kim çıkarsa yenerdi. Arkadaşımız Fahrettin bir keresinde, nasıl olduysa, hocayı yenmiş ve "Aferin oğlum" demek  kibarlığını göstermişti ama, çok bozulmuş ve mosmor olmuştu. Çünkü yenilmeye alışık değildi.

Adli Tıp kitabı, incecik küçük bir kitaptı. Sıkı çalışılırsa üç ya da beş günde öğrenilirdi. İmtihanlarsa hiç de sıkı olmaz, herkes çaktırmadan, birbirine bakabilirdi. Geçemeyen çok nadir olurdu. Ama asıl öğrenilmesi gereken şeyler ve eğlenceli bilgiler, derslerde ve Adli Tıp laboratuarında vardı.

Bir gün Hikmet Hoca, fı’l-i livata'yı anlatıyordu. (Homoseksüellik, erkekler arasında cinsel sapıklık, kadınlara uygulanan ters iliş-

ki, lutilik, kulamparalık). Osmanlıca bir deyimdi ama Türk Ceza Kanununda bu biçimde söz ediliyordu ve böyle öğrenilmesi gerekiyordu. Anlatmasına şöyle başlayıp sürdürdü.

"Homoseksüellik, doğal yaşama aylmı, toplumumuzda hoş kar- şılanmayan, çok yadırganan ve ayıplanan bir durumdur. Avrupa'nın bazı ülkelerinde, aktif de pasif de aynı sayılırsa da, doğu ülkelerinde ve bizim memleketimizde aynı sayılmazlar. Hele pasif homoseksüeller, toplum tarafından aşağılanan, erkek sayılmayan, sözüne güvenilmeyen kişiler olarak bilinirler. Buna isteyerek alışan bir kimse olması kuşkuludur.

Anadolu'da çok kez, biraz Çıt kırıldım, af edersiniz tabir böyle "Karı kılıklı" erkekler, Birkaç haylaz tarafından zorla götürülüp ırzına geçilir. O da utancından şikâyet edemez ve kimseye söyleyemez. "Nasıl olduysa bir kez oldu, şikayette etmiyor" düşüncesiyle,birkaç kez götürüp yaparlar ve o da müsaitse alışır. Ondan sonra aranmaya başlar" deyince, öğrencilerden bazıları."Senin başından mı geçti de biliyorsun" der gibi güldüler. Hemen anladı. Önce bir durdu, kızardı, sonra da biraz öfkeli bir sesle,"Bunu ben söylemiyorum lan, kitap söylüyor" deyince, bütün sınıf kahkahayı bastı. Sonra kendisi de epey gülmüştü.

Bir başka gün, Adli Tıp laboratuarındayız, grubumuz on beş kişi kadardı. Derslerde yoklama olmazdı ama laboratuara üç kez gelmezsen, imtihana giremezdin. O nedenle bütün öğrenciler buna dikkat ederlerdi. O gün, ölü spermlerin çamaşır üzerindeki gö-

rüntüsünden bahsediliyor ve her mikroskopta, çamaşır parçası üzerinde spermler görünüyordu. Bir kız arkadaşımız, geç kaldığı ve yok sayılacağı endişesiyle, telaşla içeri girdi ve ilk mikroskobun başına geçip gözünü  dayadı ama daha ne olduğunu anlamamıştı. Hoca bir asistan ağabeyle konuştuğu için biraz geç farkına vardı ve kız arkadaşımıza sordu "Mikroskopta ne var kızım". Arka taraftan muzip bir arkadaşımız, güya kopya veriyormuş gibi fısıldadı ''Tükürük efendim". Kızcağız da aynen tekrarladı 'Tükürük efendim". Hoca hayret etti ve belki yanlışlık olmuştur endişesiyle,"Senin tükürüğün mü" diye sordu. Arkada ki muzip hemen kopyayı verdi" Evet efendim". Kız arkadaş da "Evet efendim" diye tekrarlayınca,hoca gelip mikroskoba baktı. Spermleri gördü ve birazda kızarak "Hanım kızım, buraya tükürmeden önce, ağsını çalkalamalıydın" deyince, bütün sınıf kahkahayı bastı. Acı bir şakaydı ama, öğrencilikte  oluyor işte.

SARHOŞ MUAYENESİ

Doktorları en çok uğraştıran ve sıkıntıya sokan uğraşlardan biri de “Sarhoş muayeneleri” dir. Küçük yerlerde ya da ilçelerde çalışan bir Hükümet tabibi iseniz, gecenin geç bir vaktinde evinizin kapısına, polisler tarafından bir sarhoş getirilerek muayenesi istenir. Adam kör kütük sarhoş olduğu her halinden belli olduğu halde, sizin rapor yazmanız kanun gereğidir. Konuşması peltekleşen, ayakta durmakta güçlük çeken birine “Sarhoş”demek kolaydır. Ama kendine hakim olabilecek derecede alkollü birine rapor yazmak o kadar kolay değildir. Yapacağınız muayene için elinizde olan muayene yöntemleri, ağzını koklamak, bir düz çizgi üzerinde yürütmek, konuşturmak, davranış bozukluğu aramak, saldırganlık aramak gibi yöntemler olacaktır. Bunlardan birkaçını bulduğunuz zaman “Sarhoş” olduğunu düşünebilirsiniz. Ayrıca sarhoşluğun dereceleri de vardır. Eğer,”Rezalet çıkaracak derecede sarhoş” diye yazarsanız, onu savcının elinden kimse kurtaramaz.

Tıp Fakültesinde öğrenciliğim sırasında okuduğumuz bir Deontoloji ( Hekim ahlakı)dersimiz vardı. Deontoloji derslerinden birinde, Dr. Tevfik Sağlam Paşa bir dersimize gelmişti. O derste şöyle bir öneride bulunmuştu. “ Çevrenize ve insanlara karşı saygılı olun. Haksızlık yapmayın. Karar verirken ve rapor verirken dikkatli olmalısınız. Kibarlık en büyük silahtır. Toplumun kurallarına ve ahlaki kurallara kesinlikle uyun. Neleri yapmanız gerektiğini ve neleri yapmamanız gerektiğini bilerek hareket edin”. Bu önerileri hiç

unutmadım ve her zaman o doğrultuda davrandım. Ama deneyim eksikliğim yine de başıma işler açtı. Her şey kitaptan ya da öğretmenden öğrenilmiyor.

Askerliğimi Dr. Yedek Subay  olarak yaptığım dönemde, askerliğin bütün kurallarına uyarak çalışmam bana büyük kolaylık ve rahatlık sağladı. Ama bu arada çok enteresan bir olay da başıma geldi.

Dr. Üsteğmen doktor ağabeyle birlikte çalıştığımız sıralarda, yeni gelen erlerden birinin, sarhoş olarak doktor ağabeye saldırdığını ve hakaret ettiğini üzülerek öğrendim. Hemen sonra da kumandan tarafından yazılı bir emirle, erin muayene edilerek rapor tanzim edilmesi ile görevlendirildim. Saldırgan er, Askeri Birliğin hapishanesinde daha doğrusu, Göz altı odasındaydı. Doktor ağabeyle yakınlığımız nedeniyle etki altında kalarak, haksızlık yapmamak istiyordum. Yanıma destek olarak nöbetçi subayını da alarak hapishaneye gittim. Hapishane gibi kullanılan yer, içinde lavabosu tuvaleti olan temiz bir oda idi. Kapısının üzerinde, mahkumları gözetlemek için, kitap büyüklüğünde bir delik de  vardı ama delik içeriden kapatılmıştı. Müthiş bir rakı kokusu ortalığa yayılmış durumdaydı. Muayene etmek için kapıyı açmak istedim ama açamadım.

                                   Asker kapıyı aç, ben doktorum seni muayene edeceğim”diye içeriye seslendim. Ama içeriden,

-Senin gibi doktorun.................... diye başlayan bir küfür salvosu ile karşı-

laştım. Bağırarak geldi ve kapıya bir tekme de attı. Hiç böyle bir şey beklemiyordum ve başıma da gelmemişti. Nöbetçi subaya soru dolu gözlerle baktım. Omuzlarını silkerek,

  Ne bekliyordun doktor bey ?, gibi bir yanıt aldım.

Nöbetçi subayın da ısrarına rağmen kapıyı açtıramayınca, rakı kokusunu, bağırıp küfür etmesini ve kapıyı tekmelemesini göz önüne alarak bir “Sarhoş Raporu”düzenledim.

Eri Tugay Mahkemesine gönderdiler ve biz de olayı unuttuk.

Bir ay sonra Tugay mahkemesinden kumandanlığımıza bir yazı geldi. “ Görmeden ve muayene etmeden sarhoş raporu tanzim eden,sahte rapor tanziminden sanık Dr. Asteğmen filancanın şu tarihte mahkememizde bulundurulması..” diye gelen yazıyı okuyunca hem şaşırdım hem de korkudan paniğe kapıldım. “Sahte rapor tanziminden sanık” yazısını bir türlü içime sindiremedim.

İlk aklıma gelen ilçenin Cumhuriyet Savcısına gitmek oldu. Bu nedenle tanışmış olacağımızı da düşündüm.

                                   Şu yazıyı lütfen okuyunuz! Gördünüz mü başıma geleni, diye dert yandım ve derdimi anlattım.

      Sahte rapor tanziminden sanık olarak Tugay Mahkemelerinde rezil olacağım.

C. Savcısı da bizim yaşımızda efendi bir adamdı.

– Sakin olun! Her şeyin bir kolayı vardır. Önce Tugay Mahkemesine bir dilekçe yazınız. “ Askeri birliğimizde ki ödevim nedeniyle mahkemenize gelmem sakıncalı olabileceğinden, ifademin C. Savcılığınca alınmasına emirlerinizi arz ederim” diye yazın ve

gönderin. Sonra yine görüşürüz.

Hemen dilekçeyi yazıp gönderdim. On beş gün kadar sonra,C. Savcılığına ifademin alınması yönünde talimat ile birlikte yazdığım raporun bir kopyası geldi. Er mahkemede,

                                   Doktor beni görmedi ve muayene etmedi, diye iddia etmiş ve iddiası da doğruydu. İkimiz de birbirimizi görmemiştik. Sarhoş muayenesi yalnız görülerek ve dokunularak olmuyordu. Raporda da ayrıntılı olarak niçin görülemediği yazılmamış olduğu için Askeri Hakim haklı olarak beni suçlamaktaydı. Savcı bey, olayı bütün ayrıntılarıyla yazarak Tugay Mahkemesine gönderdi ve problem hal oldu.

                                   Bu olayda kabahatin tamamen kendimde olduğunu, “Raporların ayrıntılı bir biçimde yazılması gerektiğini” öğrendim ve bir daha aynı hataya düşmedim.

DİFTERİ VE TAVUK

Hekimlik, meleklerin sanatıdır. Meleklerin nasıl erkeği dişisi olmazsa, hekimlerin de dişisi erkeği olmaz”.

Prof. Dr. Akil Muhtar.

Güler yüzlü ve merhametli olmak, herkesten çok hekimlere yakışır. Kadın ya da erkek olması ne akla gelmeli, ne de olayı değiştirmeli. Doktorun saygınlığı, dürüstlüğü ile birlikte, bilgili olması ile de artar. İnsanlar hekimlerin çok şey bildiklerine, hatta her şeyi bildiklerine inanmak isterler. Bir hekimin, mesleğinin gereği, bilimsel ilerlemelere ayak uydurması ve her yenilikten haberi olması gerekiyor. Ancak o zaman, gerektiği gibi çevresine yararlı olur. Genel kültüre de gereksinimi olduğunu bilmelidir. Bazen basit bir genel kültür bilgisi, büyük bir saygınlığa neden olabilir. Dünya ve ülke olaylarından, politikadan da haberi olmalıdır. Yalnız bir partiyi tutarsa, diğer tarafı kaybeder. Bana sorarsanız, tuttuğu futbol kulübünü bile açıklamamalıdır.

Seneler önce, eşimin öğretmen olması nedeniyle, bir Yatılı Kız Öğretmen Okulunda bulunuyordum. Tıp Fakültesinden yeni mezun olmuştum ve askere gidinceye kadar orada kalmam gerekiyordu. Bu okul ilk önce, Köy Enstitüsü olarak kurulmuş, senelerce o görevi yaptıktan sonra Yatılı Kız Öğretmen Okuluna çevrilmişti. Bir kasabanın yan tarafında ve deniz kenarına kurulmuştu. Lojmanları modern, yolları çiçek bahçesi gibi harika bir yerdi. Okula bağlı bir İşletme memuru, Okul Doktoru, Sağlık Memuru, veterinerlik görevini de üstlenmiş bir Ziraat Teknisyeni gibi yardımcı persone

li de vardı. Eskiden Balıkçılık İşletmesi de varmış. Okul müdürü, efendi ve cana yakın bir insandı. Eşi de kendisi gibi saygıdeğer bir hanımdı. İlk geldiğimiz günlerde bizlere çok yakınlık gösterdiler, yardım ettiler ve evlerinde misafir dahi ettiler. Okul Doktoru Dr.

Mehmet Bey, romatizma sonucu oluşan kalp kapağı hastalığına yakalanmış durumdaydı. Sürekli çalışmakta güçlük çektiğini söylüyordu. Öğretmenler de candan insanlardı. Eşime ayrılan lojman temizlenip hazırlanınca, oraya geçtik. Müdür beyleri ve Doktor ağabeyleri, bir akşam yemeğine davet etmeyi çok istiyorduk. Müdür beyin, tavuklu yemekleri sevdiğini öğrendiğimiz için, besili bir tavuk ya da hindi bulmaya çalışıyorduk. O zamanlar, besili tavuk ya da hindi bulmak pek kolay bir şey değildi. Şimdiki gibi tavuk ve hindi çiftlikleri yoktu.

Bir gün, nahiyede alış veriş yaptıktan sonra lojmanlardaki evimize doğru giderken, Ziraat Teknisyeni beye rastladım. Kucağında, kocaman, kınalı-kırmızı bir tavuk vardı.

  Hayırdır inşallah, bu tavuk nereye gidiyor?

–Tavuk difterisine tutulmuş, dedi ve ekledi. Çok tehlikeli bir hastalıkmış, keseceğiz ve iki metre derinlikte toprağı kazarak gömeceğiz. Üzerine de kireç dökmemiz gerekiyormuş.

Tavuk gerçekten hırıltılı bir biçimde nefes alıyordu. Boğazına bakmak üzere davrandım. İkimiz bir olup, tavuğun gagasını güçlükle açtık ve boğazına baktım. Boğazı kıpkırmızı renkte ve neredeyse kapanacak durumda şişmişti. Nefes alacak küçük bir delik kalmıştı. Ama tavuk besili, neredeyse küçük bir hindi kadar görü-

nüyordu.

Kafamın içinde, insan difterisi ile tavuk difterisi konularındaki bilgiler ve aralarındaki farklar şöyle bir dolaştı.

  Bunu bana satın, kaç paraysa vereyim, dedim.

Şöyle bir yüzüme baktı, şaka mı ciddi mi anlamaya çalıştı, sonra, ciddi bir yüz görüntüsü ile,

                                   İşletmenin fiyatları bellidir, yüz elli kuruş.                                        O zamanlar yüz elli kuruş epey paraydı ve pazarda da o fiyatta tavuk satılıyordu. Blöfle karışık bir yanıt verdim.

                                   Yetmiş beş kuruş veririm, hem sizi mezar kazmaktan kurtaracağım, hem de yüz elli kuruş vereceğim, olmaz öyle şey. İşinize gelirse?

Gerçekte yüz elli kuruş vermeye de razıydım. Ziraat teknisyeni bir an düşündü,

–Tamam, dedi.

Birlikte büroya gittik. Yetmiş beş kuruştan makbuz yazdı ve işçilere tavuğu da kestirdi. Tüylerini yoldurarak gömülmek üzere bir torbaya doldurttu ve bana yolunmuş olarak tavuğu teslim etti. Çok memnun oldum ve teşekkür ederek ayrıldım.

Eve geldiğim zaman, eşim tavuğu görünce çok sevindi.

–Tam istediğim gibi, diyerek gösteri yaptı. Ama , hikayesini duyunca neşesi balon gibi sönüverdi. Difteri deyince, herkes gibi bizim hanımın da aklı çıktı. Gözlerinde öfkeli bir ışık yandı. Ağzını açıp öfkesini saçmadan,

–Kızma! Önce bir dinle! dedim ve durumu anlattım.

Tavuk difterisi, Difteri bakterileri ile değil, başka nedenlerle oluştuğu sanılan, tavuklara özel bir hastalıktı. Kesinlikle insanlara geçmesi ve insanlarda hastalık yapması söz konusu değildi ve yenmesinde bir sakınca yoktu.

Müdür bey ve doktor ağabeyi davet etmeye karar verdik. Zaten biraz ilerimizde, bitişik iki lojmanda oturuyorlardı. Kendim giderek, ertesi akşam bize yemeğe buyurmalarını rica ettim. Müdür bey, tavuk kızartma, iç pilav, un helvası ve limonatadan oluşan mönüyü duyunca çok beğendi. Doktor ağabey ise hastalanmış yorgan döşek yatıyordu, özür diledi. Biraz konuştuktan sonra ayrıldım. Gerçekte tavuğun durumunu anlatmalıydım ve bunu benden duymaları kuşkusuz daha iyi olurdu. Küçük yerlerde, dedi-kodunun en güncel olay olduğunu, her şeyin çabuk duyulup yayıldığını unutmam hata idi.

Benden sonra Ziraat Teknisyeni uğramış ve o sırada her iki hanım da bir arada bulunuyormuş. Tavuğun difterili olduğunu, iki metre derinlikte toprağa gömmek zorunda olduklarını, ama doktora sattığını, biraz da öğünerek anlatmış. Doktor Mehmet beyin eşi,

–Bizimki hasta, biz kurtulduk, diye sevinç gösterisinde bulunmuş. Müdür Beyin eşi de davete karşı çıkmış.

–Hastalıklı tavuğu bize yedirecekler, gitmeyelim. Müdür kararlılık göstermiş ve son sözü söylemiş.

–Doktor benim arkadaşım, doktorun yediği her şeyi ben de yerim, demiş.

Geldikleri zaman hanımefendi biraz sıkıntılı ve keyifsiz duruyordu. Müdürün de belki endişeleri vardı ama o belli etmiyordu. Birilerinin tavuğun başına gelenleri anlattığı, hem de abartarak anlattığı anlaşılıyordu. Kendilerine durumu hemen anlatmam gerekiyordu.

Cecil adlı Fransızca’dan tercüme edilmiş tıp kitabını getirdim ve açarak okudum. Rahatladılar ve çok keyifli bir hava oluştu. Müdür, espri bile yaptı.

  Ziraat Teknisyeni durumu öğrenince hasta olacak.

Yemek boyunca bilgi ve bilginin yararları üzerine ve diğer güncel konularda konuştuk ve gülüştük. Çok iyi vakit geçirdik. Ertesi günü Ziraat Teknisyeni olanları öğrenmiş, beni özel olarak görmeye geldi. Şakayla karışık sitemde bulundu ve kahırlandı.

–Tavuk difterisinin insana geçmediğini bilmiyordum, beni aldattın! Ben de, kendisini teselli ettim.

                                   Üzülme ! Herkes her şeyi bilemiyor. Tavuğu kestirip yoldurman büyük incelikti. Bir dahaki sefere de sen yersin, dedim.

ZORUNLU HİZMETLİYİ TAYİN

Sağlık Bakanlığına bağlı Zorunlu Hizmet ile yükümlü olanları, bakanlık yetkililerinin, istedikleri gibi tayin ettikleri konusunda, gerçek deliller vardı. Kura nasıl ve ne zaman çekiliyor, bilen yoktu.

Eşimin ortaokul öğretmeni olması nedeniyle, askerlik görevinden dönünce,”Ortaokulu olan bir yere” tayinimin yapılmasını istedim ve bu konuda bir dilekçe vermiştim. Onlar yine de kafalarına göre bir yere tayin etmişler. İç İşleri Bakanlığına gidip araştırdım, orada ortaokul yoktu. Sağlık Bakanlığı Personel şubesi Genel Müdürlüğüne gittim ve Müdür Yardımcısı iki doktor ağabeye durumu anlattım.

Kendilerinde olan listeye de baktılar, ”Gerçekten yokmuş”dediler ve beni oturttular. Benim yanımda,Türkiye haritasının karşısına geçtiler, bana yer aramaya başladılar. Doktor olmayan yerleri arıyorlar, sözde. Birisi, haritada Rusya sınırına parmağını basarak,

–Posof dedi, öbürü,.

–Ortaokul yok.

–Of İlçesi ? ,

                                   Oraya zorunlu hizmeti olmayan birini tayin ederiz. Başka bir yer bul!.

Ben sanki bu beylerin can düşmanıydım.

–Kara köse ?.

  Orada iki doktor daha var.

–Ahlat ?,

–Tamam, oraya tayin edelim. Bana da döndüler,

–Van gölünün kenarında şahane manzaralı, harika bir yer. Talihin varmış, dediler.

Gittim, gördüm ve gerçekten şahane manzaralı bir yerdi. Sözde,

“ Doktor olmayan bir yere” tayin edeceklerdi, benden başka iki doktor daha vardı. Şahane manzarasına karşılık olarak; elektrik yok, su yok, manav yok, kiralık ev yok, yok, yok. Üstelik günde üç beş hastadan başka hasta da yok.

O zamanlar işte böyle bir Sağlık Bakanlığı vardı. Düşünmesi bile korkunç. Bir bakanlık ki; nerede ne kadar memuru var onu bilmiyor, gerisini siz hesap edin.

KASAP OYUNU

Sağlık Bakanlığına karşı mecburi hizmetim nedeniyle, tayin edilerek geldiğim ilçe, Türkiye’nin en büyük bir gölünün, Van gölünün kenarında kurulmuş küçük bir kasabaydı. Sene 1954. Kağıt üzerinde nüfusu o zamanlar 5.000 kadardı ama, her mahallesi birer kilometre arayla 5 kilometrelik bir alana yayılmış durumdaydı. İlçe merkezinde Belediye Başkanlığı, Sağlık merkezi, Jandarma Kumandanlığı,ilk ve orta okul gibi kuruluşlarla on kadar dükkan vardı. Hükümet binası en az bir kilometre kadar uzaktaydı.

Türkiye’nin bir çok ilçesinde doktor bulunmamasına karşın, buraya üçüncü doktor olarak tayin edilmiştim. Günde 3-5 hastaya sıra ile bakıyorduk. Hastaların çoğunluğu da,Trahom denen kör edici bir göz hastalığıydı. Anlattıklarına göre, nadiren görülen trafik kazası dışında, günde on hasta geldiği hiç olmamış. Bakanlık tarafından yapılan bir tutarsızlık olduğu kesindi ama bizim yapacağımız bir şey yoktu.

İlçedeki bütün memurların, benim gibi, ilk memuriyet yerleriydi. Pek çok  konuda hepimiz birer acemi çaylaktık. Benden önce gelmiş olan iki doktor ağabeyden biri Baş Hekimlik, diğeri de Sağlık Merkezi Tabipliği üstlenmişlerdi. Bana da Belediye Tabipliğini üstlenmek  düştü. Birkaç gün Sağlık Merkezinin bir odasında ailece misafir kaldık. Lojmanlar vardı ama hepsi doluydu. Sonra 35 liraya “ İyi” dedikleri bir ev bularak kiraladık. Evin iyi sayılmasının nedeni, evin içinde tuvalet olmasıydı. Yoksa evin damı toprak, zemini toprak, iki oda ile bir antreden oluşuyordu. Gece olunca ortalıkta gezen akrepler de ev sahibinden bahşiş.

O zamanlar 35 lira çok paraydı. Zaten 235 lira maaş alıyordum. Elektrik olmadığı

için, gaz yağı ile çalışan, lüks lambası denen bir lambayla aydınlanıyorduk.Yemekler de gaz ocağında, antrede pişiyordu. Her iki alet de tam anlamıyla birer işkence aleti ve birer baş belasıydı. Örneğin lüks lambası, okuduğunuz kitabın en önemli yerinde, “ Puf..”diye söner. “ Eyvah ne yapacağız şimdi? ” diye düşünmeye başlarsınız.

Sonra, bir de bakarsınız ki lüks lambasının ya gömleği düşmüştür ya memesi tıkanmıştır ya da gazı bitmiştir. Radyo ise, her kes de bulunmayan lüks bir aletti. Henüz transistor icat edilmemiş  olduğundan, bir Anot ve bir Katot denen iki pil ile çalışıyordu. İkisi bir ev kirası kadar 35 lira, hem de döviz sıkıntısı nedeniyle, devlet tahsisi olarak ilçeye ikişer tane ancak geliyordu. Bakkal efendi de onları istediklerine veriyormuş. Bakalım bize düşecek mi?. Kasap daha ayrı bir havada. Sen gidip istediğin yerden istediğin kadar et alamıyorsun.   O istediği yerden, istediği kadar ve istediği fiyata eve gönderiyor. “ Bu gün kilosu 2.5 Lira değil, 3 Liradır” diyebiliyor ve kimse de bir şey söyleyemiyor. Sebze satan bir manav dükkanı da yok. Sebzeler ancak İl merkezinden temin edilebiliyormuş. Konserveler buralara kadar gelemiyormuş. Kışlık sebze gereksinimi için, her evin hanımları, yaz günlerinde kurutabildikleri sebzeleri saklıyorlarmış.

Belediye Tabibi olmam nedeniyle önce, ” Belediye Tabipliği Ödevleri ” ni yeniden okudum ve sonra Belediye Başkanını ziyarete gittim.

Başkan benim yaşımda, genç, yakışıklı ve hoş sohbet bir adamdı. Hal hatır sorup çay kahve faslını bitirdikten sonra, belediye hizmetlerinden olup da yapılması gereken ama yapılamayan şeyleri konuştuk. Örneğin, ölenler muayene edilmeden gömülüyor ve sonra “Defin Ruhsatı” düzenle-

niyordu. Belediye Başkanlığının bir vasıtası yoktu. Doktorun her gün, bazen günde iki kez, beş kilometre yürüyerek ölü evlerine giderek muayene yapmasına olanak yoktu. Esnaf kontrolleri yapılamıyordu.

Mezbaha vardı ama suyu yoktu. Veteriner Sağlık Memuru da yoktu. Etleri de ben muayene edecektim. Evlenme defterinde pek az çift vardı. Öğrendiğime göre, dini nikah yeterli görülüyormuş ve resmi “ Belediye Nikahına” gerek duyulmuyormuş. Belediye başkanının resmi nikahlı karısı olduğunu ve altı senedir evli olduğunu defterden öğrendikten sonra,

–Kaç çocuğunuz var Sayın Başkan? Yanıt,

–On bir tane, altısı erkek, oldu.

Kız çocukları zaten sayılmıyordu ama, altı senelik evliliğe on bir çocuğun sığması da kafamı karıştırdı.

–Af edersiniz Başkan, altı senedir evlisiniz, eşiniz her sene ikiz mi doğurdu? deyince güldü.

  Yok canım, bir de İmam nikahlı karım var dedi.

Ben hayretle yüzüne bakarken, bir kahkaha atarak ekledi,

–Her sene birer doğuruyorlar.

Belediye Başkanı böyle yapınca halkın ne yapacağını tahmin etmek zor olmasa gerek. Başkana veda ederek Zabıta Memurlarından birini yanıma aldım ve birlikte esnafı kontrole çıktık. Hem de her bir esnafla tanışmış olacaktım.

İlçede, aşağı yukarı, her esnaftan bir tane vardı. Bir bakkal, bir kahve, bir otel ve bir kasap gibi. Önce bakkala uğradık. Bütün yiyecekler çuvallar içinde ve çuvalların ağızları açık. Çuvallar arasında ve her tarafta fare pislikleri

açıkça görülüyordu. Neler yapması gerektiğini anlatarak oradan ayrıldık. Kahvede her yer toz içinde, iki masa dört sandalye ve bir çok alçak iskemle vardı. Fincanların yarısı çatlak, bir kısmının kenarları kırık. Kirli çay bardakları bir kova içine daldırılıp çıkarılarak yıkanıyordu. Gereken uyarıları yaptım. Otelde, karyolaların çoğu tahtadan, çarşaflar çok kirli. Belki birkaç müşteri yattıktan sonra yıkanıyor. Duvarlarda ezilmiş “Tahta Kurusu” denen bitlerin öldürülmüş kan izleri görülüyordu. Kasap dükkanı hepsinden daha berbat durumdaydı. Önce bir kara sinek ordusu bizi karşıladı. Mağara gibi karanlık bir dükkandı. Etler çengellere asılmış olarak ve açıkta duruyorlardı. Üzerleri kara sinekler ve sarı yaban arılarıyla kaplıydı.

Hiç olmazsa bir tel dolaba etler konabilirdi. Buz dolabı denen alet ancak ve yalnız Sağlık Merkezinde aşıları korumak için bulunuyordu. Elektrik olmadığı için de gaz yağı ile çalışıyordu. Kesilecek hayvan kasap dükkanında ya da mahalle arasında kesiliyor ve hayvanın derisi, kellesi ve işkembesi dükkanın bir köşesinde duruyordu. Artık dayanamadım,

–Efendi bu ne hal, derhal bir tel dolap alacaksın, etler onun içinde duracak, hayvanı mezbahada keseceksin. Satılmadan önce etleri ben görüp muayene edeceğim. Hayvanın iç organlarını ve derisini böyle ortalıkta bırakmayacaksın. Dükkanın zeminini de beton yaptıracaksın, her gün yıkayacaksın. dedim.

Önce adam yüzüme hiçbir şey anlamamış gibi baktı ve sonra diklendi,

      Doktor bey, doktor bey, sen yeni geldin de bir şeyden haberin yok.

Ben Belediye Başkanının kayın biraderiyim. Burada baş-

ka kasap ve kasaplık yapacak kimse de yoktur. Böyle yaparsan dükkanı kapatırım ve bir daha et yiyemezsin!.

Tepemden aşağı kaynar sular döküldü, sinir küpü oldum, elim ayağım titredi. Hemen zabıta memuruna bir tutanak yazdırdım ve kasaptan yana dönerek,

–Şu andan başlayarak dükkanını kapatıyorum. Ne zaman dediklerimi yaparsan gel, dükkanını o zaman açarız.

Zabıt tutturarak, zabıta memuruna dükkanı mühürlettim. Mezbaha dahil diğer yerleri de gezdikten sonra sağlık merkezine geldim.

Haberler benden önce gittiği için, Kaymakam ve doktor ağabeyler bir araya gelmişler, beni bekliyorlarmış ve beni bir söz bombardımanına tuttular ki o kadar olur. Sonunda Kaymakam,

– Doktor sen ne yaptın?. Bizi etsiz bıraktın! Şimdi ne yapacağız? Zaten sinirlerim tepemdeydi ama kendimi topladım,

–Merak etmeyin ve lütfen birkaç gün izin verin. Sizlere temiz ve ucuz et yediremezsem o zaman tenkitlerinizi edersiniz. Dedim.

Aklıma gelen planım şu idi. Jandarma kumandanı Yüzbaşıdan yardım istemek. Çünkü tahminime göre onun en az 10-15 eri vardı ve onlara  da et yedirmesi gerekirdi. Yeni terhis olduğum için bazı askeri kuralları iyi biliyordum. Eğer onu inandırabilirsem hayvan aldırır, bir jandarma erine ya da bizim hademelerden birine, mezbahada kestirerek, etleri taksim ettirir hazırlatırdık. Hemen doğru jandarma  kumandanına gittim. Yüzbaşı da bizim yaşımızda, enerjik, kibar bir subaydı. Durumu anlattım. Meğer o da şikayetçiymiş de bir fırsatını bekliyormuş. Kasap, istedikleri zaman et ver-

mediği için, mecburen kavurma yaptırıp, tenekelere doldurtarak erlere yediriyormuş. Hatta kendi evine kasabın gönderdiği etlerden eksik tartıda olanlarda olmuş. Yirmi beş tane jandarma eri varmış. Yedi tanesini polis görevi görmek üzere ayırmış. Çünkü o zamanlar ilçelerde polis teşkilat kurulmamıştı.

–Ben bunu severek hallederim, benim bölgemde, çok iyi tanıdığım hayvan sahipleri var. Bize kredili olarak hayvan da verirler. Memur arkadaşların ve bizim ihtiyacımıza göre, aralıklı olarak hayvan aldırırım. Bizim erlerin içinde bir kasap var. Ona kestirir taksim ettiririm. Terazi dahil her türlü donanımımız var.

Bunları duyunca iyice rahatladım. Gerçekten yüzbaşının dediği gibi, et yemeğe başladık. Hem de kasaptan daha ucuz, kilosu 2 Liradan. İki hafta sonra kasap efendi karşıma geldi. Elleri göbeğinin üzerinde bağlı, başı öne eğik,

                                    Doktor bey, dükkanı istediğiniz gibi yaptırdım. Belediye başkanı dükkanın açılması için sizin izin vereceğinizi söyledi. İzin verirseniz bütün et isteyenlere, istedikleri yerden ve istedikleri kadar et vereceğim. Yalnız izin verin de 2.5 Liradan satayım. Benim de çoluk çocuğum var, bahtınıza düştüm. Dedi.

Kasabın oyunu da böylece bozulmuş oldu.

DAMDA YATMAK

Doktorların bir görevi de Adli Tabip olmayan yerlerde, Adli Tabip görevini yerine getirmektir. Sarhoşluk, kavga ve yaralama olayları ve onların muayeneleri en çok yapılan işlemlerdir. Irza geçme, bekaret bozulması muayeneleri ve cinayet sonucu yapılması gereken otopsiler ve onlar için düzenlenen raporları yazmak hiç de hoş şeyler değildirler. Savcılık, operatörler dışında, bütün hekimleri gerekli gördüğü zaman otopsi için çağırabilir. Askeri doktorları da çağırabilir. Askerliğim sırasında, Cumhuriyet Savcısı kumandandan izin alarak beni bir otopsiye götürmüştü.

İlçelerde bu iş hükümet tabiplerinin üzerinde kalır. İlçede Hükümet Tabibi, Belediye Tabibi,serbest ya da asker herhangi bir tabip yoksa, savcılık İl merkezinden bir doktor gönderilmesini ister.

Kanunlarımıza göre otopsi, bir savcı ya da bir hakim gözetiminde, bir doktor tarafından yapılır. Ölüm nedeni doktor tarafından zabıt katibine yazdırılır. Hakim ve savcılar gerek görürlerse, Baş Katiplerini kendi yerlerine gönderebilirler. Doktorun göndereceği kimsesi yoktur. Çünkü o işi doktordan başkası yapamaz. Dağ tepe demeden mecburen kendisi gidecektir.

Bir yaz günü, bir ilçemizin uzak bir beldesinde, işlenen cinayet nedeniyle, otopsi yapmak üzere görevlendirildim. İl Baş Savcılığı ilçeye gidecek araç bulamıyordu ve üstelik gideceğimiz ilçeden sonra gideceğimiz yere, araba yolu bile yoktu. Gideceğimiz beldeye yapacağımız seyahatimiz, zorunlu olarak at sırtında olacaktı. Vakit geç olması nedeniyle, ertesi günü erkenden yola çıkmak üzere karar verildi. Başka araç bulunmadığına göre çaresiz, Sağlık Müdürlüğünün cipini hazırlattım ve yola koyulduk. O zamanlar

bütün yollar toprak ya da stabilize denilen bir biçimde yapılmıştı. Cipin içinde hoplayıp zıplayarak ilçeye vardık. Savcı ile İlçe Jandarma Kumandanı Yüzbaşı beni bekliyorlardı. Üç at hazırlamışlardı. Birisi benimdi, diğerleri Baş Katip ya da Savcı için ve üçüncüsü Zabıt Katibi içindi. İkram edilen çayı içerken Savcı Beyin ilk savcılık görevi ve ilk otopsi olayı olduğunu öğrenince, birlikte gitmeyi teklif ettim. Hemen kabul etti. Gideceğimiz yerin, at ile 4 saat kadar olduğunu öğrenince, hemen yola çıkmayı önerdim. Bir an önce beldeye varmayı ve gündüz gözü ile otopsi yapmayı düşünüyordum. Üç atlı ve iki tane silahlı  yayan Jandarma Eri, önümüzde olmak üzere yola çıktık. Zabıt katibinin kucağında savcılık tarafından bulundurulması gereken otopsi çantası ve daktilo makinesi, benim kucağımda kendime ait “Muayene ve acil ilaç çantası” vardı. Zabıt katibinin söylediğine göre, 2 saat sonra bir köye, Dutlu köyüne varacakmışız. Biraz sonra Ağustos sıcağı kendini gösterdi.

Öğleye doğru güneş bütün gücüyle tepemize dikilince, yalnız ceketlerimiz değil, pantolonlarımız bile çok gelmeye başladı. Ter damlalarının ensemden kuyruk sokumuma doğru akarak indiğini hissediyordum. Jandarmalar da yaka paça fora edip, mendilleriyle terlerini silmeye başladılar. Savcı Beyle at sırtında tatlı sohbetlerimiz oldu. Bir ara, yola çıktığına pişman olmuş gibi, terini silerken kendi kendine konuştuğu anlar da olmuştu. Sohbet sırasında, nasıl geçtiğini anlamadığımız iki saate yakın bir süre sonra, bir tepenin üstüne vardık. Yukarıdan bakılınca aşağıda şirin bir köy görünüyordu. Zabıt katibi,

      İşte Dutluca köyü dedi.

Köyün etrafı,” Gilgil” diye adlandırdıkları Ak darı tarlaları ve dut ağaçlarıyla çevriliydi. Sanki, yeşil bir halı üzerine serpilmiş oyun-

cak evcikler vardı. Evlerin hepsinin üzerleri toprak damdı. Ağaçlar arasında görünen küçük minare nedeniyle, toprak damlı evin cami olduğunu anladık. Köyün içine varınca doğru caminin avlusuna sığındık. Küçük şadırvanda elimizi yüzümüzü yıkayarak serinlemeye çalıştık. Hava sıcak ve sakindi. Avlunun gölgeliklerine sığınan serçeler ağızlarını açmışlar, gırtlaklarını oynatarak nefes almaya çalışıyorlardı. Dutların meyveleri ve yaprakları kımıldamadan sessiz ve sakin, öylece duruyorlardı. Olgunlaşarak dökülen dutlar yerlere serilmişlerdi. Küçük şadırvanda akan suyun şırıltısı dışında, derin bir sessizlik vardı. Bizler bile sessizliği bozmamak için, korkarak ve özenle yürüyorduk. Fısıltı ile konuşmaya başlamıştık. Sanki sessizlik dünyamızı zapt etmişti.

Zabıt katibi ilçenin yerli halkından olduğu için bütün köyleri ve köylüleri tanıyordu. O muhtarı bulmaya giderken ben de ceketimi çıkarıp kollarımı sıvadım ve köy içinde dolaşmaya çıktım. Bütün köy de derin bir sessizliğe bürünmüştü ve yollar bomboştu. Ortalıkta kimseler görünmüyordu. Bir kapı aralığında, kucağındaki çocuğu sallayarak uyutmaya çalışan bir kadın gördüm. Yanına yaklaştım ve biraz öğrenmiş olduğum onun diliyle,

   Çocuk hasta mı?

  Hasta, çok ishali var. Dün geceden beri de hiç uyumadı.

Hemen ilaç çantamı alıp geldim. İçeri girdik ve çocuğu muayene ettim. Henüz vücudu su kaybetmediği için çabuk iyi olabilirdi. Çantamda getirdiğim, Sağlık müdürlüğüne ait ücretsiz ilaçlardan iki günlük verdim. İlk içirilmesi gereken ilacını, kaşıkla ve yudum yudum içirerek gösterdim. Benim gibi yapmalarını söyledim.  İçebildiği kadar bol su ve yağsız ayran ile anne sütü içirmelerini tavsiye ettim. Ne kadar su içireceklerini de gösterdim. Sonraki gün-

ler için de mecburen reçete yazdım. O sırada çocuğun uyuduğunu gören kadıncağız çok sevindi. Meğer onlar su içirmekten korkuyorlarmış. Su içirirlerse, ishalinin de su gibi olacağını sanıyorlarmış. Hemen evin kapısına çıktı. Karşı evde oturan komşusu bir kadına, kendi diliyle seslendi.

    Doktor geldi. Çabuk gelin!

Bir anda evin içi, hasta büyük insanlar ve çocuklarla doldu. Bir saat kadar onlarla tercüman aracılığıyla, bazen de tercümansız konuşarak meşgul oldum. Çok sevindikleri her hallerinden belli oluyordu.

Dönüşte uğrayacağımı söyleyince daha çok sevindiler. Kaderlerine terkedilmişlikten bir kez için de olsa, kurtulmuş olduklarını sandılar.

                                    Bu köyün insanı olsanız ve bir hastanız olsa ne yaparsınız ?. bir düşünün. Köyden ilçeye ancak yaya ya da at sırtında iki saatte gideceksiniz. İlçede doktor olmadığına göre, oradan da günde bir kez giden ve bazen de hiç gitmeyen bir araçla, ildeki doktora gideceksiniz. En az bir gece otelde ya da handa yatacaksınız. Sonra aynı eziyetleri çekerek döneceksiniz. Ya hastanız iyi olmaz da tekrar doktoru görmeniz gerekirse?. Çok zor koşullar içinde oldukları açıktı. Devletin elinin buraya uzanması için zaman ve para gerekiyordu.

Köyün muhtarı, aydın fikirli genç bir adamdı.  Orta okulu  Diyarbakır’da bir akrabasının yanında okumuş ve oradan hafızlık beratı aldığı için buradaki camiye imam olarak tayin etmişler. Şimdi hem muhtarlık yapıyormuş hem de imamlık. Biraz da merak ettiğim için sordum.

– Hastanız olunca ne yapıyorsunuz?.                                                                    Geçen sene terhis olmuş bir Sıhhiye Çavuşu var. Köyler arasında gezer. Çağırırız o yardım eder. İlaç verir iğne yapar. Gerisi

“Koca karı” ilaçları ile tedavi. Üfürükçülük eskisi kadar değil, çok azaldı.

Jandarma erlerinden biri beni çağırmaya gelince birlikte camiye gittik. Avluda, şadırvanın yanında sofra kurulmuş, yemekler hazırlanmış ve atlarımız yemlenmişti. Tandır ekmeği, kavurma, yoğurt, baldan oluşan yemek hazırlamışlardı. Gördüğüm kadarı ile onların çaresizlikleri, aç olmama rağmen boğazımı düğümledi. Herkesi sıkıntıya sokmamak için neşeli görünmeye bir şeyler yemeye çalıştım. Muhtarlık yapan İmamın refakatinde köyün dışına kadar uğurlandık.

Savcı Bey, Ege’nin şirin bir ilçesinde doğup büyümüş ve iyi terbiye görmüş, idealist fikirli, bekar bir genç adamdı. At sırtında kavrularak birlikte giderken bir taraftan da konuşuyor, dertleşiyorduk. Zihinsel elektrik dalgalarımız uyuşunca, birbirimize çok yakınlık duyduk.

Daldığımız sohbet, bütün şikayetlerimizi unutturdu. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamadık. İki saat kadar sonra da, otopsi yapacağımız beldeye vardık ve doğru Jandarma karakoluna gittik. Telefonla haber verdikleri için bizi bekliyorlardı. Karakolun askerleriyle bizimle gelen erler sarmaş dolaş oldular. Jandarma Baş çavuşu genç ve yakışıklı bir askerdi.

Birer çay içtikten sonra, cinayet işlenen ve ölünün yatmakta olduğu yere gittik. Ölen genç bir delikanlıydı. Atılan kurşun, sol meme üzerinden girmiş, kalbinden çıkan büyük atar damarı ( Aort ) parçalayarak derhal ölümüne neden olmuştu. Vurulduktan sonra konuşması da olanaksızdı. Konuşma konusu bazı durumlarda çok önemli olabiliyordu. Örneğin; orada bulunanlardan biri, kasıtlı olarak derse ki, “ Kişi ölmeden önce, beni filanca vurdu dedi ”, diye yalan ifade verdiği zaman, o kişinin başı derde girerdi. Raporumu yazdırdıktan sonra Savcı Beyin sorduğu diğer soruların da yanıtlarını yazdırdım.

İzin alarak belde içinde dolaşmaya çıktım. Akşam olmak üzereydi. Güneş dağların ardına sarkmış, karşı tepelerde aydınlattığı yerler görünüyordu. Karşıda minareyi görünce camiye doğru yürüdüm.

Ezanın okunmasına biraz daha zaman vardı. Caminin avlusunda karşılıklı yerleştirilmiş iki bankta, dört kişi oturmuşlar konuşuyorlardı. İlk önce sarıklı ve hafif sakallı olan genç bir adam beni gördü ve ayağa kalktı. Caminin hocası olduğu belliydi.

– Selamı aleyküm efendiler, ben doktorum, diyerek onları selamladım. Oturmam için yer gösterdiler. Önce cinayetten ve daha sonra da hastalıklardan konuştuk. Burada da aynı sorunlar vardı. Hatta burası Dutlu köyünden ilçeye iki saat daha uzaktı.

Hoca ezan okumaya gidince oradan ayrıldım, Baş Çavuşun evine gittim. Kapı açıktı ve kapının üzerinde bir gece feneri vardı. Sofada da bir beş numara gaz lambası etrafı aydınlatıyordu. Hanım genç ve güzel bir kadındı. Üç tane kadın hasta ve iki tane yaşlı erkek hasta beni bekliyorlardı. Köy odasına koyduğum çantamı da getirmişlerdi. Önce erkek hastaları muayene ederek gönderdim. Kadınları muayene  ederken Baş Çavuşun hanımı Aliye Hanım, hemşirelik görevi üstlenerek bana yardım etti. Kadınlar çıkarken ben de kapıya yöneldim. Kapı önünde biraz konuştuk. Üç sene önce evlenmişler, istedikleri halde henüz çocukları olmamış. Biraz endişeli görünüyordu. Tatile gittikleri zaman, bir Kadın Doğum Uzmanına muayene olmasını, onun yardımıyla sorunun çözüleceğini anlattım ve ayrıldım. Köy odasına gidince herkesin toplanmış olduğunu gördüm. Sofra da kurulmuştu.

Yemek yenip ayranlar içildikten sonra, biraz sohbet edildi. Muhtarın derdi o kadar çoktu ki, anlatmakla bitiremiyordu. Ben ve Savcı Bey esnemeye başlayınca, Baş Çavuş bize dönerek,

–Yataklarınızı dama serdirdim. Geceleri hava çok sıcak oluyor. Bu gece ben de sizinle birlikte damda yatacağım, dedi. Bu söz üzerine ben gülümseyerek Savcı beye döndüm,

                      Ben daha önce hiç damda yatmadım. Ya Savcı Bey siz?

  Ben de yatmadım, dedi.

Bir bahçe merdiveni ile dama çıktık. Baş çavuş el feneri ile yataklarımızı ve kendi yatağını gösterdi,

–Yatakları ve çarşafları Aliye Hanım gönderdi, dedi.

Elbiselerimizi çıkarıp kilimin üzerine koyduktan sonra yataklarımıza girdik. Yataklar bir adım aralıkla yapılmışlardı. Savcı Bey ile biraz politikadan, biraz da hakimlik ve hekimlikten konuştuktan sonra, yorgunluk ağır bastı. Araya bir sessizlik girdi. Yan yatmaktan vazgeçip sırt üstü döndüm. Çarşaflar mis gibi sabun kokuyordu. Annemin sabun kokan oyalı yazması aklıma geldi. Evim,eşim ve çocuklarım bir an gözümün önünden geçtiler. “ Acaba onlar şimdi ne yapıyorlardı? “.

Yastığımı boynumun altına yerleştirdim, yatağa da sırt üstü sürtünerek yerleştim. Kendi içime ve kendi bedenime zihinsel olarak döndüm.

Bacaklarım, kalçalarım hatta bütün vücudum rahat bir nefes aldılar. Gökyüzünde bir tek bulut kırıntısı bile yoktu. Mavi atlastan bir kubbede yıldızlar, serpilmiş pırlantalar gibi her biri, bir yanıp bir sönüyordu. “Bize öğretilen Büyük ayı ve Küçük Ayı yıldız toplulukları hangileriydi acaba

?” diye düşünürken, sanki uzaklardan birilerinin “Allah rahatlık versin “ dediğini duyar gibi oldum. İçim huzurla doldu. Gözlerim kendiliğinden kapandı. Hava sıcaktı ama, yine de yüzüme serin bir esintinin dokunarak geçmesi hoşuma gitti. Damda yatmak ne kadar rahat, ne kadar huzurluymuş ya rabbi !. Sonra derin bir sessizlik benimle birlikte kaybolup gitti.

 

DOKTORLUK VE KÖPEK

Askerlik, “Vatan hizmetidir” dediler. Bu hizmeti hepimiz yapıyoruz. Bir bakış açısına göre, bir haksızlığa neden olduğu söylenebilirse de diğer bir bakış açısına göre de yararları olduğu da söylenebilir. Bir erkek olarak bir işe girmek isterseniz, karşılaşacağınız ilk soru, ”Askerliğini yaptın mı?”olur. Kadınlara elbette böyle bir soru sorulmaz. Siz askerlikten sonra ihtisasa başladığınız zaman, beraber mezun olduğunuz kız arkadaşınız sizin kıdemliniz, sonrada sizin Başasistanınız olur. Onun emrine girersiniz. Askere gitmeden uzmanlık sınavını kazanır ve asistanlığına başlarsanız, paçayı biraz kurtardınız demektir. Diğer bir bakış açısından, asker ocağının çok yararlı tarafları da vardır. Eğer onu benimserseniz, onun kurallarıyla yaşarsanız, görürsünüz ki,Türk Silahlı Kuvvetleri bir okuldur. Hem de bulunmaz bir okul. Hiçbir yerde öğrenemeyeceğiniz, hiçbir kitapta okuyamayacağınız, çok önemli, yaşamsal bilgiler ve meslek deneyimleri kazanırsınız. Ben şahsen, çok önemli deneyimler ve bilgiler kazandım.

Yedek Subaylık dönemimde, bir Veteriner yedek subay arkadaşla, Veteriner Hasan Beyle birlikte, benim muayenehanemde kalıyorduk. Asteğmen olmamıza rağmen, kumandanın hoşgörüsüyle, birer emir eri de verdiler. Birliğimiz Koşulu Top Taburu olması nedeniyle atlara binerek tabura gider ya da evlerimize gelirdik. O zamanlar şimdilerde olduğu gibi, bol vasıta yoktu. Koca taburda bir jip ve birde külüstür kamyonet vardı.

Her bir subaya bir seyis, bir seyis hayvanı ve bir de binek hayvanı verilirdi. Geceleri çok kez, taburda hastalanan erler için, beni almaya gelirlerdi. Hayvanlardan gece hastalananlar çok az olurdu.

Binek hayvanı ile seyis hayvanı, kaldırımlarda yankılanan nal sesleriyle kapının önüne gelirlerdi. Veteriner Hasan bey,

–Nasıl olsa senin için gelmişlerdir, iyi ki doktor değilim, diye poz yapardı. Akşam yemeğimizi Askeri Gazinoda yedikten sonra  muayene haneye gelir kitaplarımızı okurduk. Okuduğumuz meslek kitapları, bazı konularda, biri birlerine yakınlık gösterirdi. Memeli hayvanların pek çoğu ile insan yapısı biri birine çok yakındı. Örneğin, çoban köpekleri iriliğindeki köpeklerin tedavi ilaçlarıyla tedavi dozları, insan tedavi dozlarıyla biri birlerine oldukça benziyorlardı.

Bu bilginin bir gün bana gerekeceğini o zamanlar hiç düşünmemiştim.

Terhis olduktan sonra bir daha Hasan Bey ile görüşmek kısmet olmadı. Aradan seneler geçti. Hükümet tabibi olarak çalıştığım yerlerde, veteriner arkadaşlara,

–Ne olmuş yani, zaten siz, hep sığır ve davarlarla, atlarla uğraşıyorsunuz, ben de köpekleri tedavi ederim, diye poz yapar, takılırdım. Gerçekte veterinerlik kolay değil ve zevkli tarafları da olan çok geniş bir konu.

Seneler sonra bir gün, Hükümet Tabipliğinde günlük işlerle uğraşırken telefon çaldı, ahizeyi elime aldım, kulağıma götürdüm, ”Alo” dediğim anda, telefondaki ses,    –. Ben Veteriner Müdürü Nahit. Doktor çabuk gel! Önemli bir problemimiz var.

Bir şey söylememe fırsat vermeden “Çat”diye telefonu yüzüme kapattı. Her gün görüştüğümüz, şakalaştığımız bir arkadaşımız, bu kadar acele ne olabilirdi?. Hademe Esat efendiye,

                                   Ben Veteriner Müdürlüğüne gidiyorum, soran olursa beni oradan arasınlar.

Acele ile paltomu giydim ve yola çıktım. Hem yürüyor hem

de düşünüyordum. “Önemli problem neydi acaba?”. Daha çok günlük problemler aklıma geliyordu. Veteriner Müdürlüğü, eczanenin üstünde, iki buçuk odadan ibaret, üstü dam altı toprak bir yerdi. O zamanlar doğu illerinin bir çoğunda durum böyleydi. Veteriner Müdürü Nahit beyin odasına girdiğim zaman, önce Nahit beyle el sıkıştım, sonra Veteriner Sağlık Memuru ile ve daha sonra orada bulunan Vali Beyin koruma polisi ile el sıkıştım. Polis memurunun yanında ve yerde oturmuş, temiz ve güzel bir av köpeği duruyordu.

Kahverengi üzerine beyaz alacalı derisi, parlak bir kadifeyi andırıyordu. Kocaman sarkık kulaklarıyla ve pırıldayan  kara gözleriyle çok sevimli görünüyordu. Şaka olarak ona da elimi uzattım,

–Nasılsın bakalım, dedim. O da sağ ön ayağını bana doğru uzatınca, biraz şaşırdım ama onunla da tokalaştım. Sonra hep beraber güldük. Veteriner Nahit Bey;

–İşte problem bu Leydi, diyerek dişi köpeği gösterdi.

Polis memurunun valinin koruma polisi olduğunu bildiğim için, vali ile ilişkisini tahmin ettim. Valimiz, alçak gönüllü, çalışkan ve sportmen bir insandı. Kurtuluş Savaşı kahramanlarından meşhur bir paşanın da yeğeniydi. Spor olarak ava çok meraklıydı. Bölgemizde genellikle keklik, ördek ve tavşan avı yapılıyordu. O sıralar keklik avı zamanıydı. Bütün avlarda olduğu gibi, keklik avı için de köpek, vaz geçilmez büyük bir yardımcı idi. Polis memurunun anlattığına göre Leydi, çok iyi terbiye edilmiş, en az otuz kadar komutu yerine getiren bir av köpeğiymiş. Yalnız şimdi, cinsel kızgınlık dönemine girmiş, şehrin bütün erkek köpekleri de Vali Konağının etrafına doluşmuş. Anlatılanlara göre; Leydi içeriden uluyor, erkek köpekler dışarıda hırlaşıyorlar, biri birleriyle dalaşıyorlar, velhasıl bir gürültü ve bir rezalet ki çekilecek gibi değilmiş. Bütün mahallenin uyku-

su kaçmış, Vali Bey ile eşi hanımefendi de ziyadesiyle rahatsız olmuşlar. Nahit Bey, nezaket gereği hal hatır sorduktan ve çayları ısmarladıktan sonra, kurnazca güldü ve bombasını patlattı.

–Köpekleri ben de muayene ve tedavi ederim diyordun, işte sana bir köpek.

Söyleminde ve duruşunda kinayeli bir intikam karışımı vardı. “Bülbülün çektiği dili belasıdır” derler ya,”Bende kendi dilimin belasını çekeceğim” diye panikledim. “Bu beladan nasıl kurtulurum” düşüncesiyle bir an durakladım. Köpek dahil hepsi gözlerini dikmişler bana bakıyorlardı. Nahit Beyin yüzünde alaycı bir gülümseme, gözlerinde pırıldayan bir intikam ateşi vardı sanki. “Hadi oğlum  kafanı çalıştır” diye kendi kendime söylenirken, birden Yedek Subay arkadaşım, Veteriner Hasan Beyin sözleri aklıma geldi. Kafam çalışmaya başladı ve problemi  çözdüm. “Aferin sana”diyerek  kendimi ödüllendirdim. Veterinerler için biraz ayıp olacaktı, hatta biraz utanacaklardı ama, bunu biraz da kendileri istemişlerdi.

Fizyoloji kitaplarında bu konuda bilgiler vardı ve onların da bu konuyu bilmeleri gerekirdi. Bence biliyorlardı da o sırada akıllarına gelmedi her halde diye düşündüm.

Köpekler kızgınlık döneminde, dış üreme yollarından bir salgı salıyorlardı ve bu salgının kokusunu abartısız, bir kilometre çapındaki uzaklıkta olan bütün erkek köpekler duyuyorlardı. Sonra da, hepsi birden dişi köpeği aramaya  başlıyorlardı.  Köpek hamile kalınca da bu salgı duruyordu. Şimdi, dalga geçmek sırası bana gelmişti.

–Evet Nahit Bey, bu köpek hamile kalırsa, bu rezalet biter mi? diye horozlandım. Biraz endişeli ve biraz da şaşkın bir durumda yanıtladı.

–Evet !

                    Öyleyse bu iş tamamdır, bir ampul gebelik hormonu yapa-

lım, her şey hal olur. Bana bir reçete kağıdı verin,lütfen!

“ Ampul Progesterone 25 mg iki adet” yazdım ve imzaladım. Nahit Bey,

–Tüh, ben bunu nasıl akıl edemedim! Dedi.

Ama, artık iş işten geçmişti. Derin bir sessizlik oldu. Hani derler ya,”Sinek uçsa sesi duyulurdu” diye bir söz vardır, işte öyle bir durum ortaya çıktı. Şaka ile karışık intikam alacağını düşünürken,”Kendi kazdığı kuyuya” düşmüştü. Gelen çayları içinceye kadar, alttaki eczaneden ilaçları hemen getirdiler. Bir tanesini de hemen Leydi’nin kalçasından yaptılar. Terbiyeli hayvan, küçük bir inilti dışında hiçbir zorluk çıkarmadı.

–Rezalet bitmezse, öbürünü de yarın yaparsınız,dedim.

Biraz da horozlanarak ayrıldım ve işimin başına döndüm. Doğrusu keyiften de tam anlamıyla, “Dört köşe” olmuştum. Kimseye bu konuda bir şey söylemedim ve de sormadım ama, sonucu da merak ediyordum.

Ertesi günü akşam vaktine kadar hiç bir ses çıkmadı. Her an bir haber bekliyordum. Akşam karanlık basmak üzere iken, muayenehanede hasta muayene ediyordum, bir telefon geldi. Yardımcım Reşat efendi bana seslendi.

–Vali Bey seni arıyor.

“Beklediğim haber bu olsa gerek” diye hemen koştum,

–Buyurun Beyefendi, dedim. Vali Bey neşeli bir sesle,

– Çok teşekkür ederim doktor, rezalet sona erdi, mahalle de mahallenin namusu da kurtuldu, dedi ve kahkahayla güldü.

Çok keyiflendiğimi söyleyebilirim, kendimle gurur duydum. Ama, sanki kabahat bendeymiş gibi Veteriner Müdürü Nahit Bey, bir aya kadar benimle konuşmadı.

EVLAT VE DEVLET

Doktor, oturduğu sandalyenin üzerinde sıkıntıyla kımıldadı. Tam karşısındaki duvar saatine baktı. Sonra, masanın üzerinde dizili, yarı boşalmış içki şişelerini, yarı boş tabakları gözden geçirdi. Herkes kendi alemine dalmış gibiydi. İkili ya da üçlü gruplar oluşturmuşlar, yüksek sesle konuşup gülüşüyorlardı. Konuşulacak ciddi konular bitmiş, sıra açık-saçık fıkralara gelmişti. Doktor, sandalyesini yavaşça geri çekerek, yüksek sesle,

  Bana izin verin, dün akşamdan da uykusuzum.

Çeşitli itiraz seslerine, sandalyelerin gürültüleri karıştı. “Bu saatte de gidilir mi” gibi bir takım söylenmelerden sonra, istemeyerek ayağa kalktılar. Doktor bir an, masanın başında dikildi. Her zamanki gibi, herkesin yüzlerine ve gözlerine bir bir baktı. Onlar da dikkatle ona bakıyorlardı ve ne diyeceğini merak ediyorlardı.

                       On beş sene sonra, geçici görevle de olsa, aranızda bulunmaktan mutluyum. Eski günleri, tatlı ve acı anıları, gençliğimizi yeniden yaşadık. Hepinize teşekkür ederim, dedi.

Hepsiyle bir bir vedalaştı. Bir garson, paltosunu giydirdi ve eline verilen fötr şapkasını giyerek, kapıdan çıktı. Kar, daha da yağarak yolları ve izleri kapatmış, her tarafı dümdüz etmişti. İnce pirinç taneleri halinde, yağmaya devam ediyordu. Yüzüne vuran kar taneciklerinin sızısı yetmiyormuş gibi, rüzgarla savrulan kar bulutu, şapkasını da alıp götürmek istiyordu. Bir eliyle şapkasını tuttu, diğer eliyle paltosunun yakalarını kaldırarak, paltosunun içinde büzüldü. Her adım atışında, kara gömülen ayaklarının çıkardığı gıcırtılı sesi dinledi. Sonra , o gıcırtıyı tempo edinerek, olabildiğince hızlı adımlarla yürümeye koyuldu. Şehir Kulübü ile Hastanenin arası uzak değildi ama, ona bir hayli uzak geldi.

Hastanenin kapısından içeri girince, sıcak bir hava yüzüne vurdu. Üstündeki ve ayaklarındaki karlardan kurtulmak için, tepinerek silkelendi. “Bu havada yolda, dağda kalanlara Allah yardım etsin” diye içinden geçirdi. Başını kaldırınca, nöbetçi hemşireyi karşısında buldu. Hemşire hanım,

  Ağır bir hastamız var, dedi.

Şapkasını, paltosunu çıkarıp hemşire hanıma verdi, muayene odasına yöneldi. Kendisini suçlayan bir sesle, hemşire hanıma sordu.

  Çok beklediler mi?.

–On dakika kadar ancak oldu. Çok üşümüşler, ancak ısındılar.

Bu yanıtı alınca, içi biraz rahatladı.

Muayene odasında bir adam, sırtını kalorifere dayamış, hemşire hanımın her zaman oturduğu sandalyesinde oturuyordu. Kucağında, iki eliyle sımsıkı sarıldığı, bir çocuk vardı. Çocuk yerli dokuma bir kilime sarılmıştı. Adam sallanarak ayağa kalktı, asker gibi esas duruşa geçti.

Sonra, endişeli yavaş bir sesle sordu,

  Doktor bey acaba kurtulur mu?

Bir an önce, iyi bir haber almak isteyen, ümitsiz bir kişi görüntüsü veriyordu. Sakalları uzamış, gözleri içeri çökmüş, yorgun ve bitkin bir hali vardı. Başlığı yünden örülmüş, hırkası keçi kılından dokunmuştu. Ayaklarında lastik ayakkabılar ve kalın yün çoraplar vardı. Doktor gülümseyerek, ümit ve güven dolu bir sesle sordu,

  Babası mısın?

Adam, “Evet” anlamında başını sallayınca, doktor konuşmasını sürdürdü.

      Merak etme, önce bir bakalım, gereken her şeyimiz var ve iyi

olması için her şeyi yaparız. Ama, önce bir muayene etmeliyim.

İnşallah iyi olacak.

Adam, ellerini göğe doğru açtı ve dua etti,

  Allah’ım sen bize yardım et!

Doktor, Hemşire hanımın poliklinik defterine yazdıklarına baktı. “İzzet oğlu İsa, 5 yaşında, ağırlığı 16 kilo, boyu 103 cm., Ateş 39.1, nabız 140, Solunum 35/dak., ayaklarda ödem. Masanın başından kalktı, babanın önünden geçerken yüzüne baktı ve teselli dolu bir sesle konuştu,

                       Gayret bizden, yardım Allah’tandır, boyuna ve kilosuna bakılırsa, çok bakımlı bir çocuk!

Çocuğu muayene masasına yatırdılar. Babası ile hemşire hanım birlik olup, çocuğun üzerinde ne varsa çıkardılar. Sıra külotuna gelince, iş biraz değişti. Çocuk önce babasına, sonra hemşire hanıma baktı ve kaşlarını çatarak bağırdı,

  Hayır!

Doktor gülümsedi ve hemşire hanıma döndü,

  Kalsın hemşire hanım, dedi.

Yumuşak ve yavaş hareketlerle, çocuğa yaklaştı. Başını okşayıp yanağını hafifçe sıktı. Çocuk endişeyle gerildi. Önce doktora, sonra babasına baktı ve gevşeyerek gözlerini kapattı. “Şu çocuklar ne kadar tatlı oluyorlar ve sevildiklerini de nasıl biliyorlar”diye içinden geçirdi. Muayene bitince, masanın başına geçip, sandalyeye oturdu. Hasta Yatış Kağıdını imzaladı ve hemen yapılması gereken ilaçları yazdı. Yanında bekleyen hemşire hanıma,

      İlaçlar yapıldıktan sonra, tetkiklerini de yaptırın ve bana lütfen haber verin, tekrar birlikte görelim, dedi.

Çocuk, lober pnömoni olmuş ve ona bağlı olarak kalp yetmezliği gelişmişti. Kesinlikle hastane tedavisi gerektiriyordu. Kendiliğinden iyi olması, olanaksız gibiydi.

Bir saat kadar sonra, hemşire hanım ile birlikte, hastanın odasına gittiler. Çocuk, karyolada sırt üstü yatıyor ve serum takılı kolunu, bir sandalyeye oturmuş olan babası tutuyordu. Babasının başı, çocuğun yastığına düşmüş, yorgunluktan sızmış kalmıştı. Doktor, babasını uyandırmadan, çocuğu tekrar muayene etmeye çalıştı. Hafifçe terlemiş olan alnını, saçlarıyla birlikte okşayarak sildi. Kalbini dinledi , nabzını saydı. Ateşi de biraz düşmüştü. Doktor ve hemşire hanım, sevinerek birbirlerine baktılar.

Sabaha karşı ikinci kez, antibiyotik yapılma zamanında, tekrar birlikte gittiler. Hemşire hanımın yüzüne baktı. Bütün uykusuzluğuna, yorgunluğuna rağmen, temiz ve bakımlı görünüyordu. Ödevini yapmış bir kız çocuğu gibi canlı ve hareketliydi. Hemşire hanımlara eskiden beri çok değer verir ve saygı duyardı. Öz verileri akıl alacak gibi değildi.

Bunu herkesten çok hekimler bilirdi. Bu kızlara atılan iftiralar hep “Hasta Bakıcı kadınlar”yüzündendi. Onlara nerede sorulursa sorulsun, ”Hemşireyim” diye yanıt verirlerdi.                                                                               Hasta odasına girdikleri anda, çocuğun babası İzzet efendi, sıçrayarak uyandı. İsa da uyanmış onlara bakıyordu. Doktor tekrar muayene etti ve İzzet efendinin omzuna dostça vurarak, müjde dolu bir sesle konuştu,

  İsa iyi olacak, getirdiğiniz çok iyi oldu.

İzzet efendi, önce bir şey anlamamış gibi durdu. Sonra, yerinden fırlayarak doktorun elini öptü,

  Sağ olun! Allah devlete zeval vermesin! Dedi.

Ellerini göbeğinin üzerinde, saygıyla bağladı. Başı önünde, mutlu ve minnet dar, öylece kaldı.

Doktor, ertesi sabah uyandığı zaman, hemen saatına baktı ve karyoladan inerek, perdeyi kaldırdı. Kar, olanca hızıyla yağıyor, yaprak gibi kar taneleri, havada dans ederek uçuşuyorlardı. O kadar ki, ortalık alaca karanlık olmuştu. Uzun seneler var ki, böyle bir manzara görmemişti.

Önce,”Ne güzel”dedi. Hemen sonra, dağda ve tipide kalanlar aklına  geldi. Bu kez,”Ne fena”dedi ve kendi kendine güldü. Sonra,”Gülecek halin mi var efendi”diye kendini azarladı. “Evinden uzak, hastane köşelerinde” diye söylendi. Sonra,”Ne yapsın yani devlet, buraları büsbütün doktorsuz mu bıraksın?” dedi. Kendisiyle daha çok konuşup kavga edemedi. İçinde sevinen, uçan bir yer, bir mutluluk dalgası vardı. Lavaboya doğru gitti. Aynaya bakarak, saçını başını düzeltti. Gözleriyle kendi hayalini okşadı. Akan sıcak suyun keyfini çıkararak, şarkılı-türkülü sakal tıraşı oldu ve hazırlandı. Kendi kendine “Keyfe bak”dedi. Birden aklına geldi, ”İsa” dedi. “Evet İsa”. Bu mutluluk, bu neşe, biraz da onun iyi olmasından kaynaklanıyordu. Doktorluğun en büyük keyfi buydu.

Hemşire hanımla birlikte sabah vizitine çıktılar. İsa’nın odasına girdikleri anda, İzzet efendiyi, elektrik düğmesini çevirirken yakaladılar. İzzet efendi utanarak, önüne baktı ve doğulu şivesiyle,

  Bağışla doktor bey, İsa’ya elektriği gösteriyordum, dedi.

İsa’nın sevinci de yüzünde dondu ve üzüntüye dönüştü. Babasının halinden, kötü bir şey yaptıkları kanısına vararak korktu ve telaşlandı. Elini babasına doğru uzatarak doktorun duyamadığı bir şeyler söyledi. Babası da yanına giderek elini tuttu. İzzet efendi, suçlu gibi önüne baktı,

      Türkçe’yi okulda öğreniyorlar, dedi.

Doktorun içinden utanmayla karışık bir sıkıntı dalgası geçti. Herkesin kendi ana diliyle konuşmasına bir şey denemezdi. Zaten

kimsenin de bir şey dediği yoktu. Devlet olarak bu köylere doktoru, elektriği, yolu, telefonu ve diğer gereksinimleri götüremediğimiz için kendimize kızmalıydık. Kuşkusuz, devletin olanaklarının kısıtlı olduğunu da düşünmemiz gerekiyordu. Gülümseyerek İzzet efendiye döndü.

                       İsa artık iyi oluyor, nasıl hastalandı, köyden nasıl geldiniz, bu kışta kıyamette, onu anlat bakalım,dedi.

İzzet efendi yutkundu, sanki olanları anımsamak istemiyormuş gibi irkildi ve zorlandı. Sonra, gözlerini pencerelerden uzaklara dikerek anlatmaya başladı.

                       Biz Pürüzdük köyünde oturuyoruz. Yirmi beş otuz kadar evi olan küçük bir köy. Buraya yirmi kilometre kadar uzaklıkta. Kar yağınca, yakınlar da uzak oluyor. Beş gün önce, İsa’yı sıtma tuttu. Belki bir saat aralıklı olarak titredi. Sıtma ortadan kalktı demişlerdi. Hiç kimsede de sıtma görülmediğine göre, “Soğuk algınlığıdır” dedik. Sıhhiye Rıza Çavuşu çağırdım. Bir iğne yaptı, birkaç tane aspirin bıraktı,

      Günde üç kez yarımşar adet, sütle içirin, ben tekrar uğrarım! dedi ve gitti. Ertesi günü, ateşi azaldı ve iyileşir gibi olunca, sevindik. İki gün sonra, tekrar sıtma tuttu ve öksürmeye başladı, yediğini kusuyordu. Ayakları da şişince çok telaşlandık. Hemen sıhhiye Rıza Çavuşa koştum. Başka köye götürmüşler, kar ve tipi yüzünden geri dönememiş. Dönmemekte de gerçekten haklıydı. Bu seneki gibi, böyle kar yağdığını hiç görmemiştik. Bizim oralarda tipiye yakalanan insan, donarak ölmese bile, kurtlar tarafından yenip yutulur. Hatta öyle olur ki; bir küçük kemiğinin parçası bile bulunamaz. Namı, nişanesi bu dünyadan silinir, kaybolur gider.

Köyde herkes bilir ki tipide yola çıkmak, ölüme gitmek demektir. O gün kar göbeğimi

ze kadar yükseldi ve gece kurtlar köye indiler. Karşı çıkan bütün köpekleri yiyip gittiler. İsa’nın hastalığı da gittikçe artıyordu.

Sabahlara kadar başını bekliyorduk. Kadınlar ağlaşıyorlar, bizler de  dua edip duruyorduk. Her inleyişinde yüreğimiz parçalanıyor, bir  şeyler yapmak için çırpınıyorduk, çaresiz kalmıştık. Götürmeye kalksak, tipi devam ediyordu, beraberce ölebilirdik. Kalsak, bu kez çocuk ölecekti. Ama, yine de yapacak bir şeyler olmalıydı. Evlat bu, gözümüzün önünde tükenmesini bekleyemezdik. Sabah namazına kalktığım zaman, büyük karım da benimle beraber kalktı. Büyük  karım, ufak tefek, hem güzel hem de çok akıllı bir kadındır. Uzun siyah saçlarını topuz yaptığı için ve çok da kibar tavırları olduğu için, ”Saraylı” diye çağırırlar. Asıl adını, benden başka bilen yoktur. Çocuğu olmadığı için, küçük karımı o buldu ve bana getirdi. Hatırını çok sayarım ve kendisini de çok severim. Muhabbetimiz de iyidir. O da  beni çok sever. Onların köyünde onu ilk gördüğüm zaman, cin çarpmış gibi olmuştum. Ama o beni görmemişti. Onunla konuşmak ve derdimi anlatmak için, iki gün iki gece çeşmenin karşısındaki ağaçta kalmıştım. İlk konuşmamızda beni çok fena azarladı, elindeki su testisini kafama geçirecekti. Peşini bırakmadım. Sonra anlaştık, o da beni sevdi, birkaç kez gizlice gilgil (Darı)tarlalarında buluşarak konuştuk. Babası, başka köyden olduğum için vermek istemedi. Benim ailem de karşı çıktı.

Ama onun sevgi dolu bakışlarını, sıcacık candan sarılmalarını hiç unutamadım. Birlikte kaçmaya karar vermiştik ki, razı oldular. “Başlık Parası” da dert olmadı. Birikmiş paramız vardı, hemen verdim. Onu hala çok seviyorum. Ne yazık ki çocuğumuz olmadı. İsa’yı da öz annesi kadar çok sever. O bizim tek erkek evladımızdır. Adımızı, ocağımızı o sürdürecek. Ben de ailenin tek erkek evladıydım.

Sabah namazından sonra, büyük karım Saraylı, yanıma geldi. Gözlerimin içine bakarak konuşmaya başladı.

                       Dağdan meşe yaprağı çektiğiniz kızağı hazırlattım. Misafir olarak bizde kalan, asker kardeşim Haydar da seninle gelecek. Erkek olsaydım ben de gelirdim. Bilirsin seni çok severim, senden vaz geçemem, deyip ağladı.  Sonra kendini topladı

ve heyecanla konuşmasını sürdürdü.

      Şehir’e gideceksiniz, gerekirse Diyarbekir’e gideceksiniz.

Devletimiz var, devletimizin doktoru var, hastanesi var, o bize gelmezse biz ona gideriz, eli boş dönmeyin!

Birden kafamın içindeki karışıklık sona erdi. Yapılması gereken buydu. Hemen giyindim, İsa’yı kaptığım gibi kapıya indim. Gök simsiyah bir tavan gibi, başımın üzerine inmişti. Rüzgar dinmiş ama kar yağıyordu. Şimdiden, kızağın üzeri bembeyaz olmuştu. Kilimi açtım, iki av tüfeği, bir torba fişek, bir torba yiyecek ve iki şişe süt duruyordu. İsa’yı öperek yatırdım. Gözlerini açtı, zoraki bir gülümsemeyle baktı. Kayın biraderim Haydar ile göz göze geldik.

Haydarın gözlerinde sevgi dolu bir ışık yanıyordu. Ben de onu çok severdim. Askerden izinli olarak gelince, kendi köylerinden sonra, ablasını ve beni görmek için bize uğramıştı. Geleli bir hafta kadar olmuştu. Üzerinde asker kaputu, başında asker şapkası ve yün atkısıyla, kızağın arkasında durmuş işaret bekliyordu. Bütün ev halkı gibi köy halkı ve akrabalar da kapının önünde toplanmışlardı. Hava soğuktu ve herkesin ağzından dumanlar çıkıyordu. Dört kız kardeşim vardı ve en büyük tek erkek kardeş bendim. Hepsi de gelmiş, sessizce ağlıyorlardı. Eniştelerimin hepsi hazırlanmış, silahlanmış olarak geldiler ve her biri gözümün içine bakıyordu. “Haydi” desem hepsi gelirdi, biliyorum ama, diyemezdim. Bunu iste-

mek o kadar kolay değil. Bir an, kız kardeşlerimin erkek olduklarını düşündüm. Beş erkek kardeş olarak o zaman, “Haydi gidiyoruz” demek, ne kadar kolay olurdu ve bizi kim durdurabilirdi. Bizim öğretmene sorarsanız, kızla erkek çocuk arasında fark yoktur. Belki şehirde öyledir ama köyde öyle değil. Bu duruma da şükür diyerek içimi çektim. Hazır bulunanların hepsiyle helalleşmek istedim ama, bir çocuk gibi ağlayıp rezil olmaktan korktum. Birden kızağın ipini kaptım ve tam fırlayacağım sırada, büyük karım Saraylı önüme geçti. Elleriyle iki pazılarımdan tutarak biraz geri durdu ve gözlerimin içine baktı.

Gözleri sevgi doluydu ve o güzel gözleri korkuyla da bulutlanmıştı. Ağlamamak için büyük bir çaba harcadığını görüyordum. Boynundaki altınların zincirini kopardı, hepsini avucuma koydu,

  Parasız kalmayasın, dedi.

Sonra, utanmayı töreyi bir yana bırakıp, boynuma sarıldı ve ağlamaya başladı. Titreyen bir sesle,

-Allah selamet versin!  diye ekledi.                                                                 Kolay değil, kocası, kardeşi ve oğlu, ölüme karşı gidiyorlardı. Ölüm, herkesin içinde, herkesin yüreğinde, sanki çöreklenmişti. Son anda bile, her taraf karla örtülmüş ve beyaz bir kefen hazırlanmış olarak, bizleri bekliyordu. Tek çaremiz vardı. O çare, bu kefeni yırtarak, İsa’yı doktora ulaştırmak. Bu düşünceden geri dönüş yoktu. Tehlike büyüktü ama, yine de bir ümit vardı. Eğer, tipi olmazsa kurtlardan kurtulabilirdik. İkisini birden yenmemiz ise olanaksız görünüyordu ama Allah’tan ümit kesilmezdi.

Bunu hiç kimse cesaret edip söylemese dahi, herkes yürekten biliyordu. Haydara baktım, göz göze geldik ve ölüm yolculuğundaki bera-

berliğimizde kenetlendik. Haydar, göz yaşları akmasın diye, başını ve gözlerini havaya dikti. Bu sırada küçük karım, gelip elimi öptü, sonra İsa’yı öptü ve koşarak eve kaçtı. Ana yüreği daha fazla sabredemedi. Daha dursak ben de ağlayacaktım.

Haydarla birlikte, kurulmuş yay gibi, aynı anda fırladık. Göbeğimize kadar kar içinde, batıp çıkarak, gitmeye başladık. Haydarı bilmem ama ben, geriye dönüp bakamadım. Köyün tarlalarını geçip, yaylanın düzüne varınca, kurtlar da birden ortaya çıktılar. Halbuki biz onları, daha sonra, yaylanın düzlüğünde bekliyorduk. Demek ki açlıktan sabırları tükenmişti. Uluyarak haberleştiler ve gittikçe çoğaldılar. Başlangıçta oldukça uzak duruyorlardı. Sonra, yanımızda ve ardımızda, bizimle birlikte koşmaya başladılar. Biz durup soluklandıkça, onlar da biraz uzakta duruyorlardı.

Bir zaman sonra, daha da yaklaşmaya başladılar. Arada bir, kendi aralarında hırlaşarak, sabırsızlık işaretleri gösteriyorlardı. Artık, soluk sesleri duyuluyor, ağızlarından çıkan dumanlar görülüyordu. Kar ve rüzgar, bütün çukurları doldurarak her yanı dümdüz etmişti. Kızağın ipini çekerek, önden gittiğim için, yolumuzun üzerindeki, kar ile doldurulmuş görünmeyen çukurlara önce ben batıyordum. Bir ara battığım çukurda, yorgunluktan yıkıldım, soluk soluğa kalıp, tükendim. Ölüme razı oldum. “Eniştelerimi niye getirmedim sanki” diye aklımdan geçti. Haydar, kızaktan tüfeği çekip, iki el ard arda ateş etti. Canlanır gibi oldum. Büyük karım, küçük karım, eniştelerim ve bütün ev halkı, gözümün önüne geldi. Hepsi bir ağızdan, ”Kalk” diye bağırdılar sanki. Haydar, kızağın önüne gelerek ipinden tuttu ve beni kaldırdı. Bu kez kızağın arkasına ben geçtim ve ye-

niden yola koyulduk. Tekrar tipi ve rüzgar karşımızdan esmeye başladı. Etrafı göremediğim için, nerede olduğumuzu da kestiremiyordum.

Halbuki buraları, avucumun içi gibi bilirdim. “Can kurtaran evine” varabilirsek, belki kurtulabilirdik. Bu bölgede, tipi ve kardan donma olaylarının çok olması nedeniyle “İl Özel İdaresi” tarafından “Can Kurtaran evi” yaptırılmıştı. Bir süre sonra kurtlar, tekrar yaklaştılar. Bu kez, daha azimli ve daha yürekli görünüyorlardı. Arkamdakinin soluğunu duyuyordum. Yanımda gidenin dili bir karış dışarıda, başını bana çevirmiş, sanki iştahla bakıyormuş gibi geldi bana. Bir ara Haydar da kara battı ve kar içinde kayboldu. Olanca gücümle “Haydar”diye bağırdım. Haydar, can telaşıyla fırladı. Tekrar yola koyulduk ama, ne kurtların sabrı kalmıştı, ne de bizim daha uzağa gidecek gücümüz kalmıştı. Kollarım ve bacaklarım, birer sopaydılar sanki. Ölüm korkusunun verdiği güçle koşup duruyorduk. Ümitsizlik içinde, başımı göğe kaldırıp Allah’a sığındım. Birden, tipinin oluşturduğu duman arasında,”Can kurtaran evi” ni görür gibi oldum. Önce inanamadım.

Ölümden hayata dönmenin sevinciyle, ”Geldik” diye bağırdım. Haydar da gördü. Son bir çabayla canlandık ve hızlandık. Son gücümüzle, Can kurtaran evine vardık. Kapıyı açarak içeri girdik ve hemen kapıyı kapattık. Haydar, sırt üstü yattı, kollarını ve bacaklarını açıp, soluk soluğa yere serildi kaldı. Ben ondan daha kötü durumdaydım. Soluğum yetmiyor, ciğerlerim göğüs kafesime sığmıyordu. Daha çok genişlemek isteyerek, parçalanacakmış gibi acı veriyordu ama, vazifem bitmemişti. İsa’nın kızağını ocağın yanına çektim. Ocakta odunlar çatılmış durumda, gazyağı şişesi, kibrit yanda duruyordu.

Yakmak için yekindim, diz üstü düştüm. Yeniden bir çabayla, odunların üzerine gaz döküp , ocağı yaktım. Yanan ateşin çıtırtısı, bir mutluluk gibi içime doldu ve ben de serildim kaldım.

Ne kadar yattığımızı bilmiyorum. İsa’nın sesi ile uyandım su istiyordu. Nefesim oldukça düzelmiş ve oldukça toparlanmıştım. Haydar sakin uyuyordu, ocaktaki odunlar yanıp tükenmiş, ateş sönmek üzereydi.

Tekrar odun attım ve İsa’ya kızaktaki şişeden süt içirdim. İki yudum da ben içtim. Sonra, süt şişelerini ocağın yanına koydum. Dışarıda rüzgar, arada bir uğulduyordu. Kapıyı aralayarak dışarıya baktım. Kapının gıcırtısıyla kurtlar, oturdukları yerde kıpırdandılar. Üzerlerine yağan kardan hepsi bembeyaz olmuştu. Beyaz köpek heykelleri gibi dizilmişler, tipiye rağmen bizi bekliyorlardı. Sevinçle ulumaya başladılar. Haydar da yattığı yerden doğrulup oturdu ve soran gözlerle bana baktı. Konuşacak halim yoktu. Omzumu silkelemekle yetindim ve yeniden sırt üstü yattım. Şimdi yorgunluğa bir de ümitsizlik eklenmişti. Bizler Can kurtaran evine sığınınca, kurtların bırakıp gideceklerini ümit etmiştim. Onların ise, avlarını bırakıp gitmeye hiç de niyetleri yokmuş. Dışarı çıkarsak, kurtlar yiyecek, içeride kalsak İsa ölecek. Son bir gayretle Allah’a yalvardım.

  Allah’ım sen bize yardım et!

İşimiz gerçekten Allah’a kalmıştı. Bir beklenti sürecine girmiştik ama, neyi ve kimi beklediğimiz belli değildi. İçim geçmiş, yeniden uyumuşum. Birden kapının önünde kıpırtıya benzer, insan sesiyle köpek homurtusu arasında sesler işittim.

      Yine kurtlar, Allah’ım sen yardım et! diye bu kez daha yük-

sek sesle dua ettim. Sonra, kurtların uluma sesleri artarak göklere doğru yükseldi ve kaybolup gitti. Bir sessizlik oldu. “Allah’ım rüya mı görüyorum, yoksa donuyor muyum?”diye düşündüm. “Bu havada kimse yola çıkmaz, çıksa da buraya gelemez”. İçimden “Kelime-i şahadet” getirdim. Ocakta yanan odunlardan ses gelmiyordu, yoksa ben mi duymuyordum. “Biz ölürsek, İsa da ölür“. İçime bir ateş düştü. Bu sırada Haydar, hırıltıya benzer bir ses çıkardı, yan üstü döndü. Ben doğrulup oturdum ve dışarıya kulak kabarttım. Sessizlik sürüyordu. Dışarıyı görmüyordum ama, kurtların gittiğini söyleyebilirdim. İçime bir ümit ve tarifsiz bir sevinç doldu. Sonra birden kapı açıldı. Bembeyaz iri bir adam, kapıda göründü. Tüfeğini çaprazlama asmış, elinde kar sopaları, karşıma dikildi.

  Geçmiş olsu gardaş!

Önce, gözlerime inanamadım, sonra fırlayıp boynuna sarıldım. O da bana sarıldı.

  Asker, seni Allah gönderdi, dedim.

Haydar da gelip bize sarıldı, bir süre öyle kaldık. Hayata yeniden dönmüş gibiydik. İsa, üstündeki kilimi açarak başını kaldırdı.

  Baba kim o?.

  Asker oğlum, devletimizin askeri, dedim, tekrar yattı.

Asker, odanın içine şöyle bir göz gezdirdi. Önce İsa’nın yattığı kızağa, sonra Haydara ve sırtındaki asker kaputuna baktı.

  Asker misin?. Haydar esas duruşa geçti,

  İzinliyim, yanıtını verdi. Sonra asker,bana dönerek,

      Çok kötü bir günde yola çıkmışsınız, biz kayaklı devriyeyiz.

- Ben Piyade Taburundan, Çavuş Ramazan. Bacadan duman çıktığını görünce uğradık.

Anladığım kadarıyla ve Allah’ın izniyle, bacadan çıkan duman bizi kurtarmıştı. Ramazan Çavuş bana döndü,

                       Haydi sizi de götürelim ama,çabuk olalım. Bizim için çok değil ama sizin için, hele bu karda kışta, çok yolumuz var.

Dört kişiydiler. Hepsi tüfeklerini çaprazlama asmışlar, ellerinde kar sopaları ve beyaz elbiseleriyle, kayakların üzerinde heykel gibi dikilmiş duruyorlardı. Ramazan Çavuş, belli bilirsiz bir işaret yaptı. Posta çantası taşıyan ile yanında duran diğeri, askerce selam verdiler ve kayakların üzerinde yay gibi gerildiler, sonra uçup kayboldular. Ramazan Çavuş ile arkasında duran asker, İsa’nın kızağına iki taraftan ip taktılar ve sonra çekmeye başladılar. Biraz sonra, öyle hızlandılar ki, yetişemiyor ve çok zaman gözden kaybediyorduk. Kaç kez böyle oldu. Hep onları bizi beklerken buluyorduk. Biz kar içinde düşe kalka yol almaya çalışırken onlar, uçan halıya binmişler gibi, kar üzerinde sanki uçup gidiyorlardı.

Bizi beklerken bulduğumuz zamanlardan birinde,

                       Çavuşum, siz İsa’yı hastaneye götürün, biz geliriz, dedim. Soluk soluğa, ter içinde kalmıştık. Yorgunluktan sesim titriyor, ağzımdan sözcükler kesik kesik ve dumanla birlikte çıkıyordu.

  Oturun, dedi ve sonra ekledi,

      O nasıl söz, sizi hiç bırakır mıyız. Arkadaşlar postayı götürdüler, görev tamamlanıyor. Seni anlıyorum. Benim de köyde bir Salih’im var, dört yaşında, deyip içini çekti ve uzaklara bakıp daldı. Salih’i kucaklamış gibi gülümsedi ve öyle bir süre kaldı. Sonra,

uzaklara dalan gözlerini, yavaşça üzerimize doğru getirdi ve ciddileşti.

    Evlat işte, evlat, diye iç geçirdi.

Salih’in hayalinden kurtulmak istercesine, eliyle bir hareket yaptı, sonra ekledi,

  Hepimizin önce Allah’a sonra devlete bir can borcumuz var!

Sözü uzatmasından, bizi dinlendirmek istediğini anladım. Sonra şakacı bir tavır takınarak güldü,

  İsa senin gibi oluncaya kadar, senden on tane İsa çıkar.

Hiç böyle düşünmemiştim. Şaşkınlıkla yüzüne baktım, o da kolundaki saatine baktı. Ayaklarındaki şeylerle birlikte sıçrayarak döndü.

  Mola tamam, gidiyoruz, dedi ve yürüdü.

Şehirdeki hana geldiğimiz zaman, epey geç olmuştu. Haydar ile kızağı handa bıraktım. İsa’yı kucaklayıp hastaneye geldim. Sonrasını biliyorsunuz. Gözlerini İsa’ya çevirdi, dudakları titredi. Şöyle bir tereddüt anı geçirerek ekledi.

                       Bizi köyde merak etmişlerdir diye üzülüyordum. Sabahleyin, kayaklı devriyeler, Haydara uğramışlar. Kumandanın emriyle, bizim köye uğrayacaklarmış. Çok sevinecekler. Allah devletimizi var etsin! Tam o sırada İsa, eliyle doktoru göstererek bir şeyler söyledi. Doktor bir İsa’ya bir de İzzet efendiye baktı. İzzet efendi gülerek,

                       İsa, ben devlet dedikçe, devlet sözünü, bir ağanın adı sanmış. Bu, Devlet Ağa, ne zengin ağaymış. Askeri var, hanları var, elektriği var. Doktor da devlet ağanın mı? diye soruyor.

HAMAMCININ AZİZLİĞİ

Sağlık Bakanlığına karşı zorunlu hizmet yükümlülüğüm nedeniyle,bir Doğu Anadolu ilinde, İl Merkezi Hükümet Tabibi olarak  çalışıyordum. Yalnız Hükümet Tabipliği olsa neyse, Belediye Tabipliği, Sıtma Savaş Tabipliği ve daha ne kadar tabiplik varsa, hepsinden sorumlu olarak çalışıyordum. Koca il merkezinde yalnız iki doktor vardı. En çok da Belediye Tabipliği ek görevi beni sıkıntıya sokuyordu. En çok “Defin ruhsatı” denilen ölüm raporları ve esnaf kontrolleri, hem yorucu hem de sıkıntılı işlerdi. Türkçe’nin yanında bilmediğim diğer bir dille de konuşuyorlardı. Onları sevdim ve onlar gibi konuşmak için, bilmediğim o dili de hasta muayene edecek kadar, konuşulanları az da olsa anlayacak kadar öğrendim.

Gelenek ve görenek olarak, Batı Anadolu’da alışık olduklarımızdan bazı farklılıklar vardı. En önemlisi, batıda ki Çekirdek Aile yerine, Ataerkil Aile (Peder-Şahi Aile), babanın kayıtsız şartsız hakim olduğu bir aile tipi geçerliydi. Babanın birkaç karısı da olabiliyordu. Bir çok aile, toprak damlı büyük evlerde, oğullar, gelinler ve torunlarla babanın emrinde, birlikte yaşıyor ve birlikte çalışıyorlardı. Birlikte çalışıp kazanıyorlar ve kazanılan paralar babada toplanıyordu. Her gün bir hanım mutfak nöbetçisi oluyor, hepsi bir kazandan yemek yiyorlardı. Para biriktirme konusunda bankaya gitmek kadar,altın almaya da önem veriyorlardı. Zaten bir Ziraat Bankası vardı. Üstelik faizler de çok düşüktü. Hanımların boynuna takılan Osmanlı liraları, Beşibirlikler, kollarına takılan altın bilezikler hem

hanımları memnun ediyor hem de yedek akçe oluşturuyordu. Ayrıca gösteriş aracı olarak da kullanıyorlardı.

Kadınlar için en büyük eğlence, günlere gitmek ve hamama gitmekle sınırlıydı. Tiyatro yoktu, çarşı içindeki bir tek sinema vardı ama ona da herkes gidemiyordu. Hamama gitmek en büyük eğlenceydi. Eski Osmanlı geleneklerinde olduğu gibi, bir gün önceden yalancı dolmalar yapılır, köfteler kızartılır, turşular hazırlanır, giyilecek ipek çarşaflar, kadife elbiseler ütülenir ve askılara asılırdı. Ne kadar altın, Beşibirlik, bilezik, gerdanlık varsa takılır ve öylece hamama gidilirdi.

Bizim hanım, bütün bunlardan habersiz, bir eline çocuğunu, bir eline de küçük valizini alarak hamama gider. Hamam kalabalık ve tam anlamıyla Kadınlar Hamamı görüntüsünde ve gürültüsünde, felaket bir durumdadır. Herkes aynı zamanda, hep birden konuştuğundan ve hiç kimse diğerini dinlemediğinden ve hamamdaki ses yansımasının da yardımıyla, muazzam bir gürültü oluşmaktadır. Kasada oturan hamamcı kadına giderek yer göstermesini ister. Hamamcı kadın önce onu yukarıdan aşağı ve aşağıdan yukarı bir süzer ve Natır denen yıkayıcı hizmetlilere gönderir. Natırlar bakarlar ki, kolunda kulağında altını yok hiç aldırmazlar.

                                       Bana bir yer bulun, lütfen. dedikçe,

–Olur efendim, şimdi geliyorum efendim” deyip dolaşıverirler. Güçlükle kendisine bir yer bularak soyunur, kendisini ve çocuğunu yıkayarak sinir içinde hamamdan çıkar ve eve gelir. Ama bu

arada, kimin altını, ziyneti çoksa ona hizmet edildiğini anlamıştır. Kendisinin ise yalnız bir nişan-nikah yüzüğü vardır.

Akşam eve geldiğim zaman, hanımı bir hayli sinirli gördüm. Olanları anlattı ve o kadar kızmıştı ki, ona kalsa, Belediye Tabibi olarak hemen hamamı kapatmalıydım. Biraz sinirleri yatıştıktan sonra,

                                   Bak hanım! Paramız var, yarın kuyumcuya gider,seni hanım sultan gibi donatırız. Sonra hamama giderim, hepsini bir güzel haşlarım, sen de hamama gider hepsini salta durdurursun, tamam mı?

Böylece şaka ile karışık hanımın gönlünü aldım. Gerçekten de ertesi günü doğru kuyumcuya gittik. Gerdanlık, bilezik, küpe her ne beğendiyse hepsini alarak hanımı bir güzel donattık. Sonra hamama uğradım. Ben hamama varmadan önce, hamamcıya kuyumcu haber göndermiş. Kapılardan karşıladılar, yalvarma derecesinde özür dilediler. Ben de biraz kızmış gibi yaptım ve anlaştık. Daha sonraları hamama gitmek bizim hanım için de bir keyif bir eğlence oldu. Ama, ziynet olarak altın kullanmak da alışkanlık oldu.

HAMAMCI SÜLO’NUN SÜRÜVENİ

Genelde insanlar arasında zihinsel yapı bakımından,önemli bir farka yoktur. İki kardeş arasındaki fark kadar düşünebiliriz. Herkes doğarken,belirli yetenekler ve belirli Gizilgüçlerle donatılmış olarak doğar. Önemli olan o yetenekleri kullanmak için,onları harekete geçirmek gerekir. İnsanlar,çocukluktan başlanarak ailesi,yakınları,çevresi tarafından güdülenir ya da kendi kendini, iç diyalog ile (kendisiyle zihinsel olarak konuşarak) güdülerler. Ne yapacağına ve ne olacağına karar vererek,caymadan ve sapmadan sürdürürler. Başarının temel koşulu budur. Eğitimsiz insanların bile,bazı yerlere yükselmeleri,bu yüzdendir ama, ne yazık ki cahillikleri baki kalır.

Hamamcı Sülo (Süleyman) ile ilk tanıştığımız zaman,çok etkilenmiştim. Kısa boylu, ufak tefek, otuz- otuz beş yaşlarında kadar görünen bir adamdı. İnsanın yüzüne gülerek bakıyor, kahve rengi gözleri sanki ışık saçıyordu. Bir yürüyüşü ve bir çalışması vardı ki, hızlandırılmış sinema filmi gibiydi. Şehrin bir tanecik olan Vakıf Hamamı’nı çalıştırıyordu. Hamama gidip yıkandığım zamanlar ve Belediye Tabibi olarak yaptığım habersiz kontrollerde, hamamı ve havluları her zaman temiz buluyordum. Yıkanmak için hamama gittiğim bir gün,

–Bu duruma nasıl geldin Sülo,şunu bir anlat”dedim. Karşılıklı oturduk, çaylarımızı içerken anlatmaya başladı.

–Ben, araba yolu bile olmayan bir dağ köyünde doğdum. Okul olarak kullanılan Köyün misafir odasında iki sene okuduktan ve biraz Türkçe öğrendikten sonra, yaz tatili geldi. Tatil sona erdikten sonra öğretmen gelmedi ve okul kapandı. Askere gidinceye ka-

dar, uzun seneler ailemize yardım ile, çok zaman da haylazlıkla,  boşuna geçti. Askerlik çağımız gelince, muhtar bizi önüne kattı, diğer arkadaşlarla birlikte getirip Askerlik Şubesine teslim etti. Hepimizi piyade eri yaptılar ve her birimizi başka bir tarafa gönderdiler. Beni de, İstanbul Ramide bir Piyade Alayı’na verdiler. İstanbul büyük bir şehirdi, sokağa çıkmaktan bile korkuyordum. Aylarca kışladan dışarı çıkmadım. Annemin bana tembih ettiği gibi, doğruluktan ayrılmadım, verilen her vazifeyi canla başla, beğendirecek biçimde yaptım. Yazı yazmayı,Türkçe konuşmayı ilerlettim. Altı ay kadar sonra bir gün, Bölük Komutanım,

–Süleyman, seni paşaya emir eri versem gider misin? deyince,bir fırsat çıktığını düşündüm,

–Emredersiniz komutanım, sizi mahcup etmem,  dedim ve gittim. Paşa çok sert ama baba adamdı. Hanımı Paşa anne, çok merhametli, melek gibi bir kadındı. Çocukları olmamıştı. Evin gerçek bir oğlu gibi her tarafa koşar, her işi en iyi biçimde yapardım. Paşa vazifeli olarak gittiği zamanlar evin kapısının içinde yatardım. O zaman Paşa Anne

bölüğe göndermezdi, üç öğün yemeği de evde yerdim. Diğer zamanlar da Paşa Anne, öğle ve akşam yemeklerini yediriyordu. Bölükte verilen tayınlarımı da arkadaşlara satıyordum. Paşa babaya hizmet ederken karşılaştığım insanlardan ve Paşa Annenin nasihatlerinden çok şeyler öğrendim. Paşa Anne her zaman,

–Bak oğlum Süleyman, sen akıllı ve çalışkan bir çocuksun, şehirde çok

şey yaparsın, köyde kalıp kendine yazık etme, derdi.

Teskere alıp köye gelince, köyde bir şey sahibi olamayacağımı kısa zamanda anladım. Buraya gelerek iş aradım. O sırada, bu ha-

mamı işleten Tahir Bey, bir “Külhancı” arıyormuş, hemen anlaştık. Yemek ve yatmak hamama ait olmak üzere, haftada on lira da ücret alacaktım. Bir sene külhanda yattım, bazı günler tellaklık yaptım, aldığım haftalıkları ve bahşişleri biriktirdim. Gerektiğinde hamamın her türlü işini yaptım ve hamamcılığı öğrendim. İkinci sene Tahir Bey birden hastalandı, “Felç oldu”dediler. Gittim elini öptüm. Biraz iyileşince, Noter Katibi Mehmet efendiyi çağırıp beni ortak etti. Tahir beyin hanımı, hamamın kadınlar gününde müşterilere bakıyordu. Tahir Bey vefat edince,Vakıflar İdaresi, yeniden hamamın kirasını açık artırmaya çıkardı ve ben aldım. Şimdi yine kadınlar gününde eskisi gibi, onun hanımı bakıyor, onlara yardım ediyorum” dedi.

Sülo’nun yaptıklarını ve düşüncelerini çok beğenmiştim. Onun da bana bir yakınlık duyduğunun farkındaydım.

Bir gün, o ateş gibi olan, benim beğendiğim bu adam, süklüm püklüm, süngüsü düşmüş durumda, muayenehaneye geldi. Şaşkınlığımı belli etmemeye çalışarak,

–Hayırdır inşallah Sülo,sana ne oldu?,

–Dün akşam, ilk kez başıma bir iş geldi. Hanımla yattık ama bir iş beceremedim, ben bittim galiba doktor bey!

Başını öne eğdi, ağlayacak gibi oldu ve sonra somurttu kaldı. Yaptığım organsal muayenede ve ruhsal soruşturmada, önemli bir şey olmadığını anladım. Daha çok bedensel bir yorgunluk ya da ruhsal kökenli bir olay vardı. Onun kendine güvenini kazanması için, ona göstererek  bir  ampul erkeklik hormonunu kalçasından yaptım ve o zamanki tedavi olanaklarına göre, bazı toniklerle birlikte, striknin içeren bir ilaç yazdım.

–Yazdığım ilaçtan günde üç tane içeceksin. Sakın fazla içme!

Sonra, bir hafta da hanımdan ayrı yatacaksın!. Ertesi günü sabahın erken bir saatında kapı çalındı. Karşımda ilkokul öğrencisi bir oğlan,

-Hamamcı Sülo çok hasta, acele sizi istedi, ben size evi göstereyim,

-Oğlum ben evi biliyorum, dedim.

Çantamı alarak yola koyuldum. Altı toprak üstü dam bir evdi ve basit döşenmişti. Sülo yatakta yatıyordu, bilinci yerindeydi ama çok korkmuş olduğunu anladım. Anlattığına göre, arada bir, bütün kasları ve eklemleri kazık gibi oluyormuş ve çenesi kilitleniyormuş. Anladım ki, çabuk iyi olayım, hanımla yatayım düşüncesiyle, strikninli ilacı çok içmişti. Gerçekte basit bir striknin zehirlenmesi olarak görünüyordu.

Muayene sırasında, kasılma nöbeti de gelmediğine göre, olay gerilemişti. Çabuk etkili, hafif bir uyku iğnesi yaptım ve akşam ben tekrar gelinceye kadar, beş su bardağı açık çay ve üç su bardağı şerbet içmesini tembih ettim. Zehirli maddelerin bir an önce vücudundan çıkmasını hızlandırmak istiyordum. İkram edilen kahveyi bir kız çocuğu getirdi. On dört ya da on beş yaşlarında, tarifi imkansız derecede güzel, gerçek bir esmer güzeli, harika bir kızdı. Evde başka kimse de, başka bir kadın da yoktu. Sülo ya döndüm ve sordum.

–Bu kimin kızı Sülo?

–Sonra anlatırım doktor bey, dedi.

Akşam üzeri uğradığım zaman, korkusu geçmiş keyfi yerine gelmişti. Yer yatağında oturuyordu. Ben de yanındaki mindere oturdum.

–Şimdi anlat bakalım!

–Bu benim karım, yaşı küçük olduğu için nikah yapamadık, kimsenin duymasını da istemiyoruz.

O zaman Sülo’nun, neden bu duruma düştüğünü anladım.

Aradan epey bir zaman geçti. Bir gün öğleden sonra, hükümet tabipliğinde günlük işlerle uğraşırken Adliyeden bir Mübaşir geldi ve kapımın aralığından başını uzattı ve gözümün içine bakarak,

–Mahkemeden sizi hakim bey istiyor, dedi.

Çok kez “Bilirkişi”olarak çağırırlardı. Tabii olarak, “Bilir kişi ücreti” veremezlerdi. Ne hikmetse, para toplayan maliye ile, adalet dağıtan adliye, hep para sıkıntısı çekerdi. Yine benzer bir durum olduğunu düşündüm. Üst katta Adliye, alt katta da Hükümet Tabipliği ve Sağlık Müdürlüğü olarak aynı binada çalışıyorduk. Hemen koşarak gittim ve salona girince beni beklemekte olduklarını gördüm. “Şahitlik” yerine aldılar. “Suçlu” yerinde de Hamamcı Sülo’yu görünce şaşırdım.

Sıkıntılı bir görüntüsü vardı. Sanki yardım ister gibi yüzüme baktı. Ortada dönen önemli bir olay olduğunu sezdim ama, ne olduğunu henüz anlamış değildim. Hakim bey, ananın adı-babanın adı diye başlayarak, kişilik saptaması yaptıktan sonra, şahit olarak doğru söyleyeceğime yemin ettirdi ve sordu.

–Hamamcı Süleyman’ın sana borcu var mı?

–Evet efendim, dedim.

Ama,Sülo’nun bana olan borcunun kiminle, ayrıca adliye ile ne ilgisi olabilirdi?. Kesin bir sayı bilmiyordum ama epey vardı. Köyden gelen akrabalarına bakar, daha sonra parasını Sülo’dan alırdım. Hakim bey,

–Ne kadar alacağınız var, üç yüz lira kadar var mı?

Bu sözleri duyunca, Sülo’nun başının belada olduğunu hissettim.

–Belki de daha fazla, diye abarttım ve ekledim,

–Köyden gelen bütün akrabalarına ben bakarım, ama defterim yanımda olmadığı için kesin bir şey söyleyemem, dedim. Hakim Bey,

–Peki, bu kadar yeter, buyurun doktor bey gidebilirsiniz, dedi ve mahkeme salonundan çıktım. Yarım saat sonra Sülo Hükümet Tabipliğine geldi ve elime sarıldı,

–Allah razı olsun doktor bey, beni kurtardın, dedi.

Ben de farkındaydım ama nasıl kurtarmıştım onu bilmiyordum.

–Anlat öyleyse, dedim ve derin bir nefes alarak anlatmaya başladı.

–Bir hafta önce hamama Belediye Çavuşları geldi. Üç kişiydiler,yıkandılar ve yıkayıcılara kendilerini yıkattılar, keselenip temizlendiler ve para vermeden gitmeye niyetlendiler. Ben de onları uyardım.

–Hamam parası benden olsun ama, yıkayıcıların parasını verin! Dedim.       Bana döndüler, ağızlarına geleni söylediler ve öyle hakaret ettiler ki dayanamadım. Sopayı kaptığım gibi bunları kovaladım. Arkalarına bakmadan kaçtılar ama, sanki ben onlara hakaret etmişim gibi beni dava etmişler. Memura vazife başında hakaret etmişim. Ben de korktum, düşünüp duruyordum ki, esnaftan birisi, sözde bana akıl verdi, ben de kanmış bulundum, cahillik işte.

–Bir tepsi baklava yaptır, ortasına üç tane Reşat Altını yerleştirsinler, hakim beyin evine gönder, hamamcı Sülo gönderdi, diye söylesin.

Dediği gibi yaptırdım, bir hamalın eline vererek hakim beyin evine gönderdim. Aksilik bu ya, o gün de hakim beyin

hanımının kabul günüymüş. Kadınlar baklavayı görünce birden dalmışlar, birisinin dişine Reşat altını gelince ortalık karışmış. Hemen hanım, hakim beye telefon etmiş, o da Emniyet Müdürüne, derken kıyamet kopmuş ve hamalı yakalamışlar. Bana haber gelince, Dava Vekili Kör Niyazi’ye gittim ve anlattım.

–Hemen ortadan kaybol, yarın gel. Bu gün seni bulurlarsa “Cürmü meşhut” yaparlar ve belki hapse atarlar, dedi.

Hapse girmekten çok korkuyordum. Bütün işlerim de alt üst olacak, hatta ortada kalacaktı. Ertesi günü, Kör Niyazinin yazı hanesine korkarak gittim.

–Senin doktorla aran nasıl, doktora borcun var mı?,

–Epey var, dedim.

–Öyleyse önce doktora git, durumu anlat, sana yardım eder, sonra doğru karakola git,”Benim doktora borcum vardı, ona şaka yapmak istedim, hamala da hekimin evine götür dedim ama o yanlış anlamış, hakim beyin evine götürmüş,hekim ile hakimi karıştırmış” dersin, bir şey yapamazlar, korkma”dedi. Ama,sana nasıl diyeceğimi bilemiyordum. O sırada polisler gelip beni yakaladılar, sana haber verecek vaktim olmadı. Kör Niyazi’nin dediklerini aynen Hakim Beye söyledim. Hepsi birden güldüler ve seni dinledikten sonra beni bıraktılar, dedi.

Sülo’ya “Aptal”denemez ama, cahilliğin, eğitimsizliğin aptallık yaptırdığı da kesin. Akıllı geçinen Sülo bile, hiç bir hakimin üç tane- beş tane Reşat altınına tenezzül etmesinin mümkün olmadığını düşünemedi işte.

HATIR İÇİN

Başkanı, daha önce Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)Başkanıymış. Hoş sohbet, zeki bir politikacıydı. DP nin güçlü olduğunu ve seçimi kazandığını görünce, bir gecede, İl İdare Kurulu üyeleriyle birlikte, DP ye geçmişler. Orada da İl İdare Kurulu oluşturmuşlar. Ben iki taraf ile de iyi geçiniyor ve renk vermiyordum.

Zaten belli bir rengim de yoktu. Politikaya ilgi duymuyor ve ilgi duymak da istemiyordum. Ailemde de çeşitlilik vardı. Babam CHP yi savunur, annem ise arada bir karşı çıkar, bazı konularda DP yi haklı bulurdu.

İlk kez 1950 yılında, fakültede öğrenci iken oy kullanmıştım. O zaman daha demokratik bir seçim sistemi vardı. Şimdiki gibi parti listelerine oy vermiyorduk. Millet vekillerini seçme hakkımız vardı. Her iki partiden beğendiğiniz adayları bir kağıda yazarak sandığa atabilirdiniz. Şimdi biz, parti genel başkanlarının seçtiği adaylara oy veriyoruz. Millet vekillerini biz seçmiyoruz, onlar seçiyorlar. Öğrenci yurdunda altmış öğrenciydik ve bunlardan ancak iki tanesi CHP yi savunuyordu. O da, İsmet Paşanın hatırı için. Ama gerçekte İsmet Paşayı sevmeyen bir kişi bile yoktu. Seçimden önce bir akşam nöbetçi doktor ağabeyimiz okuma salonuna geldi,

–Doktorun partisi olmaz. Oy vermek için sandık başına gittiğiniz zaman parti düşünürsünüz. Bir tarafı tutarsanız, öbür tarafı kaybedersiniz. Bu sözü hiç unutmadım. Ben bunun gerçek olduğunu sonradan da gördüm.

Muayenehaneye sabah erken geliyordum. Yöresel koşullar öy-

le gerektiriyordu. Mesai saatinde vazifeye gider, sonra tekrar saat 17 de gelirdim. DP başkanı çok kez takılırdı,

–Doktor, senin rengini bir türlü öğrenemedik. Yardımcım ve sekreterim Reşat efendi,

–Aman doktor bey, sakın bunların hiç birine uyma, derdi.

DP ye komşu olmak, benim de işime geliyordu. Köyden kentten çokça gelen giden oluyor ve bu arada bize de müşteri çıkıyordu.

Bir kış günü, sabahleyin erken Başkan geldi ve karşımdaki koltuğa oturdu ama, her zamanki gibi değildi. Halinden, önemli bir şey olduğu ya da önemli bir şey isteyeceği anlaşılıyordu. Reşat efendi, acele bir Türk kahvesi yaparak ikram etti. Başkan, bana birkaç iltifat sözcüğünden sonra, isteğini açıkladı. Norşin köyüne yakın bir yayla köyünde, hastalanmış olan bir ağayı, giderek muayene etmemi istiyordu. Ağa uzaktan akrabası oluyormuş. Habere göre ateşi varmış, sayıklıyormuş ve kan tükürüyormuş.

–Ne istersen veririm, bana büyük bir iyilik yaparsın, dedi.

Kışın ortası, her yerde kar var, gidilmesi gereken köy, Norşin denilen köyden iki saat yukarıda, Allahın dağında, tipiye tutulursam, kesinlikle doğru cennete giderim. Can pazarında, paranın değeri mi olur. Bir hafta kadar önce de, o civarda, iki jandarma eri, donarak şehit olmuşlardı. Düşünürken Reşat efendiye baktım, kaşlarını kaldırarak “Gitme” işareti yaptı. Ben de,

–Sayın Başkan, bu havada benim oraya gitmem çok tehlikeli olur. Onlar alışkınlar, buraya kızakla getirsinler. Ben gidinceye kadar onlar buraya çoktan gelirler. Gerekiyorsa hastahaneye yatırırız, dedim.

Çok bozuldu, buruk olarak ayrıldı. On dakika geçmemişti ki Vali telefon etti.

–Doktor Bey! Benim hatırım için, başkanın hastasına gitmeni rica ediyorum. Seni köyün yakınına kadar benim makam arabamla götürecekler, oradan da atla gideceksin ve akşam da sen dönünceye kadar arabam bekleyecek, dedi.

Artık benim için yapacak bir şey kalmamıştı. Bu üstü kapalı bir emirdi. Hemen hazırlandım. Evime ve dairedeki memurlara haber verdim.

Muayenehanenin önüne makam arabası gelince, komşu DP başkanlığına uğradım. Köye gönderecekleri bir şey olup olmadığını sordum. Başkan çok keyiflendi ve tekrar tekrar teşekkür etti. Makam arabasına binerek Norşin köyüne vardık ve hemen bir at getirdiler. Gerçekten hazırlanmışlardı, binerek yola koyulduk. Uzun bir düzlükten sonra, dağın eteğine vardık. Her yer bembeyaz, diz boyu karla  kaplı, buz gibi bir hava, rüzgar insanın yüzünü ısırıyor, arada bir kar atıştırıyor.

Gelen gidenin oluşturduğu, kar içindeki daracık patikadan, bindiğim at ilerlemeye çalışıyor. Kucağımda bavul kadar şişkin bir çanta, önümde ise elinde bir değnek ile bir köy korucusu vardı. Yarım saatte ancak dağın eteğine varabildik. Uzun bir dağa tırmanıştan sonra da, uzun bir inişe geçtik. Bana sorarsanız, at üzerinde iniş daha zordu.

Öğle vaktinden biraz önce, hastanın evine vardık. Hastanın yakınları ve oğulları çok sıcak, hatta sevinçle karşıladılar. Anlaşılan bütün ümitlerini bana bağlamışlardı. Bu da doktor olarak her zaman beni korkutmuştur. Onların sandığının tersine ben, her derde çare bulamıyor, her hastaya şifa veremiyordum. Hasta orta yaşlı, atletik sağlam yapılı, yakışıklı bir adamdı ve köyün de ağasıydı. Ateşi 39 derecenin üze-

rindeydi ve bize “Hoş geldiniz” dedikten sonra dalıp gitmişti. Sağ akciğerde zatürree vardı ve henüz kalbi sağlamdı. Durumu iyi görünüyordu. Çabuk etkilemesi için, hemen bir kalçasına 800 bin ünite prokain penisilin ile bir 500 bin ünitelik kristal penisilin karıştırarak yaptım. Öbür kalçasına da, bir ateş düşürücü ve ağrı kesici iğne yaptım. Odadan herkesi çıkardım ve odayı havalandırdım.

Alnına ıslak ve soğuk bez koydurdum, ellerini kollarını ıslak bezle sildim. Onların önerdikleri sirkeyle vücudunu silmeyi kullanmak istemedim.

Gülümseyerek baktı,

–İyi olacaksın Abdülhamit ağa, şimdilik tehlikeyi atlattın, korkulacak durumun kalmadı.

–Allah razı olsun, diyerek yüzü aydınlandı.

Sevindiği ve iyi olacağına inandığı, her haliyle belliydi. Bence, doktorluğun en güzel ve en mutluluk verici anı, işti o andır. Bu keyif hiçbir olanakla ölçülemez. Bitişik odaya geçerek yemeğe oturduk. Bir taraftan da düşünüyordum. Hastanın tedavisini nasıl sürdürecektim, iğne yapılması kesinlikle gerekliydi, iğnelerini  kim yapacaktı, aklı başında birisine iğne yapmasını öğretsem nasıl olurdu?. Aksi halde, en azından birkaç gece burada kalmak zorundaydım. Devamlı bana yardım eden, benimle birlikte olan bir genç adam vardı. Konuşması, giyinmesi değişikti, ona kim olduğunu sordum,

–Ben köyün vekil öğretmeniyim, ortaokul mezunuyum, askerliğimi Sıhhiye Çavuşu olarak yaptım, dedi.

Konuşmalarından boş olmadığını, bir sağlık memuru kadar olma-

sa bile, bir hasta bakıcıdan daha çok bilgiye sahip olduğunu anladım ve çok rahatladım. Tedaviye devam edecek bir kişi bulmuştum. Yemeğe ağanın oğullarıyla birlikte oturduk. Onlara babalarının durumunu anlattım ve bir hafta içinde tamamen iyi olacağını söyledim.

Yemekten sonra, ağanın iki hanımını, küçük çocuklarını muayene ettim ve öğretmenin isteği üzerine okula gittik. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından verilen plan üzerine yapılmış, şirin bir okuldu. Yirmi kadar öğrencinin hepsi bir sınıfta oturuyorlardı. İçlerinden sağlıksız görünen birkaç öğrenciyi muayene ettikten sonra, hepsini uzağı görme muayenesine tabi tuttum. Miyop olduklarından kuşkulandığım iki tanesini en ön sıraya oturttum ve durumu öğretmene anlattım. Bizi bekleyen birkaç tane erkek ve iki kadın hastaya baktıktan sonra, çay içtik, okulun ve köyün acil gereksinimleri üzerine konuştuk. Tekrar hastamızın yanına gelerek muayene ettim. Aradan geçen 2 saat içinde, ateşi düşmüş , iyi olacağına kendisi de kanaat getirmiş ve oldukça rahatlamıştı. Yanımda olan ilaçları bıraktım. İğnelerini öğretmenin yapacağını, beraber yaptığımız tedavi planını uygulayacağını söyledim. Eksik olanları tamamlamak üzere ve DP başkanına vermek üzere bir reçete de yazdım.

Kış günü olduğu için hava erkenden kararmaya başladı. Herkesle vedalaşarak, çantam kucağımda ata bindim. Köy kahyası elinde bir sopa ile önüme düştü. Geldiğimiz yoldan dönüşe başladık. Norşin düzüne inen yokuşu inerken, hava iyice karardı. Kar bütün hızıyla yağmaya başladı, sonra sisli ve dumanlı gibi yarı karanlık bir hava oluştu. Düzlüğe inince, uzaktan parıldayan ışıklar gördüm. Önce köyün ışıkları sandım. Işıklar hem pek çoktu ve hem de

çift çift ve birbirlerine yakındılar. Köyde bu kadar ışık olur mu diye düşündüm. Sonra o ışıklar çok yakınımıza kadar geldiler. İçime bir korku düştü.

–Kahya efendi, bu ışıklar nedir? diye seslerdim. Yanıt benim için çok ürkütücüydü.

–Onlar kurt efendim, bir şey etmezler.

“Hey Allah’ım şu yanıta bak!.Kurt olur da bir şey etmez mi?. Kahya silahsız, ben silahsız, ne yapacağız şimdi?. Vali beyin ve Başkanın hatırı için, kurtlara yem olacağız”. O anda bir tabanca edinmeye kesinlikle karar verdim. Can korkusu içinde, dokuz doğuraraktan, beni bekleyen Valilik makam arabasına ulaştım.

Gecenin bir hayli geç vaktinde eve gelince,Vali beye ve DP başkanına telefon ederek durumu anlattım, teşekkür ettiler, işte o kadar. Benim çektiğim eziyeti, benim çektiğim korkuyu, akıllarına bile getirmediklerinden eminim. “ Ne olacak,bir hasta muayene etti geldi ”,demişlerdir.

Hatır için çektiğim sıkıntılar ve korkular ise bana kar kaldı. “Teselli mükafatı olarak kaç para aldın” diye mi soruyorsunuz?. “Estağfurullah, öyle bir şey söz konusu olmadı. Başkan, nasıl olsa ağa verir diye düşünmüş, ağa da başkan verir diye düşünmüş herhalde. Ben, her iki tarafa da bir şey söyleyemedim. Zaten söylemek de bana yakışmazdı. Hatır için, bütün çektiklerim yanıma kar kaldığı gibi, eczaneden paramla aldığım ve hastaya bıraktığım ilaçlar da cabadan gitti. Hizmetim, kul indinde makbule geçti, Allah indinde de makbule geçmiştir inşallah.

HAYVANLARLA BİRLİKTE

Açık, güneşli bir Pazar günü. Tam çoluk çocuk hazırlanıp, kırlara çıkılacak, piknik yapılacak bir ilkbahar günü. “Bu gün inşallah hasta gelmez” diye hep birlikte, dua ederek kahvaltı yaptık. Pek fazla gidilecek yer yok ama, en azından “Bir parka ya da hastanenin bahçesine gidebiliriz” diye düşünüyordum. Çocuklarda bir heves, ”Pikniğe gidiyoruz” sevinci. “Nereye gidelim, yiyecek ne götürelim” diye düşünürken, kapı çaldı. Kapıda iki adam, kalın yün hırkalar giymişler, birinin omzunda bir av tüfeği, yüzüme bakıyorlardı.

  Hayırdır inşallah, dedim.

                                   Efendim, çok ağır bir hastamız var, Dühan’ın hemen üstündeki yaylada, jip tuttuk, at hazırladık ve size geldik, dediler.

Belli ki çok önemli bir durum var, her şeyi hazırlamışlar.

  Ne gibi rahatsızlığı var, diye sordum.

Ona göre ilaç ve alet hazırlayıp götürmek istedim. Birbirlerinin yüzüne baktılar. Birisi,

–Bilmiyorum, karnı şişmiş galiba, diye yanıtladı.

Artık yapacak bir şey yoktu. Tahminime göre bir şeyler hazırlamam gerekiyordu. “Bekleyin” dedim ve içeri girdim.

O anda düşünebildiğim olasılıklara karşı çantamı hazırladım. İçine bir sürü ilaç,alet edavat doldurup, adamlardan birinin eline tutuşturdum. Daha çok enfeksiyon, kalp yetmezliği gibi çok rastlanılan durumları ve karında sıvı toplanmasına neden olan diğer hastalıkları düşünüyordum. Evdeki herkes durumu anlamış, üzün-

tüyle ve merakla yüzüme bakıyordu. Küçük kızım ağlamaklı bir sesle,

                                   Ne olur gitme baba, diye ayaklarıma sarıldı. Ne kadar üzüldüğü her haliyle belliydi. Ben de üzülmüştüm ama, tek hekim bendim. O hastaya gitmemek, büyük haksızlık olurdu. Ayrıca, insanlık bakımından, hekimlik vicdanı bakımından gitmek zorunda olduğumu onun anlaması, olanaksızdı. Saçlarını okşadım, yanaklarından öptüm,

                                   Nasıl gitmem canım, bunu büyüyünce anlayacaksın, dedim ve giyinmeye başladım. Hanıma da,

  Çocukları sen götür, dedim.

O da bozulmuştu, aylar var ki, ailesiyle topluca bir yere gitmemişti. Ama, yapacak bir şey olmadığını biliyordu. Doktor eşi olmak da kolay değildi.Tam kapıdan çıkarken, adamlardan biri,

                                 Sıkı giyin doktor bey, yayla soğuk olur, deyiverdi.

İçeri girip, içime kazak, üstüme de palto giyerek yola koyulduk. Yün eldivenlerimi almadığıma sonradan pişman oldum. Jipte giderken, benimle konuşan adama, hastanın hastalığını tekrar sordum. Hiç olmazsa meraktan kurtulmak istiyordum.

                                  Ben Dühan’da oturuyorum, hasta olan ağabeyimdir. Yaylada hayvanların başında kalıyorlar. Ben onların çarşı Pazar işlerini, bazen alım satım işlerini görürüm. Kendisini görüp konuşmadım. Yengem, “Acele doktor getirsin, ağabeyinin karnı şişti” diye haber göndermiş, ben de acele size geldim, başka bir şey bilmiyorum, dedi. “Allah’ım sen yardım et”diye içimden geçirdim. Çok zaman

olduğu gibi, yine bir belirsizlik içindeydim. “Buyurun ağalar, ab destsiz cenaze namazına”derler ya, tam öyle bir durum. Ne yapalım, gidince göreceğiz.

Dühanda, jipten inip ata bindim. Burası yüksek dağlarla çevrili bir yer. Yayla, bu yüksek dağın arkasında olsa gerektir. Akşam üzeri, güneş batarken, yaylaya vardık. Oldukça geniş bir otlak içinde, tek katlı,  üstü toprak damlı, geniş bir ev vardı. Başka bir ev ya da başka bir ahır görünmüyordu. İçeri girince gördüğüm, kocaman bir ahırdı.

Ortasından, bir metre kadar yükseklikte, bir tahta bölme ile ikiye ayırmışlar, bir tarafta insanlar, diğer tarafta hayvanlar yatıyordu. Küçük bir kapalı oda gibi bir bölme de kadınlar için ayrılmıştı. Biz hayvanlarla birlikte kalacak ve yatacaktık. “Ya rabbi ! bu da başıma gelecekti ?” diye hayıflandım. Hastayı görünce de her şeyi unuttum. Adamcağız yer yatağında, şişerek kocaman olmuş karnı nedeniyle sırt üstü yatıyordu. Altmış yaşlarında kadar görünüyordu, üstünde ne varsa hepsini çıkarmışlar, üzerinde bir paçalı donla kalmış,onun da uçkurunu çözmüşler sıkmasın diye. Zorlukla ve inleyerek nefes alıyordu ve konuşamıyordu. Çok acıklı ve çok zavallı bir görüntüsü vardı. Gözlerindeki ölüm korkusuyla ve yalvaran gözlerle bana bakıyordu. Büyük bir üzüntü ve korku içimi doldurdu. “Acaba bu adamcağıza yardım edebilecek miydim, ya edemezsem?” diye korkuya kapıldım. Başı örtülü, ağzı burnu kapalı, yalnız gözleri görünen bir hanım yanıma geldi. Hastanın eşi olduğunu anladım ve ona sorularımı sordum. İki günden beri idrara çıkamıyormuş, büyük ab deste de beş günden beri çıkmamış. Problemi kısmen de olsa anlamıştım. Elimi karnına doğru uzattım, inleyerek karşı çıktı ama hafif bir perküsyon

yaparak, idrar tıkanıklığı olduğunu anladım. Tıp da “Globe vesicale” dedikleri, çok kez, idrar yolunu sıkarak tıkayan, büyük bir prostat nedeniyle, idrar torbasının tamamen dolarak tehlike yarattığı bir durumdu. İdrar torbasının her an patlama tehlikesi vardı. Öncelikle, idrar torbasını biraz boşaltmak gerekiyordu. Bunlar için kullanılan özel sondalar var ama, onlardan birini getirmek hiç aklıma gelmemişti. Eğer bana geldikleri zaman, iki günden beri idrarını yapamadığını ve karnının şiştiğini söyleselerdi, özel sondasını getirirdim ve işimiz çok kolay olurdu. “Şimdi ne yapmak gerekiyor sen ona bak!” diye, içimden gelen bir ses beni azarladı. Acil olan, bu gibi durumlarda kullanılan bir yöntem vardı. Onu uygulamam gerekiyordu. Hemen çantamdan,bir numara kalın bir iğne çıkardım, leğen kemiğinin üst kenarından ve tam göbek çizgisinin oluşturduğu orta yerden içeri soktum. Hastanın önündeki kovaya idrar, fışkırarak akmaya başladı. Hasta, idrarın aktığını görür görmez derin bir “Oohhh” çekti ve rahatladı. Yüzü aydınlandı ve ölüm korkusu gitti. Çevrede bir rahatlama sevinci dalgalandı. Onunla birlikte biz de rahatladık ve bizim de korkumuz gitti. İdrarın hepsini boşaltmanın sakıncalı olacağını düşünerek, bir litreye yakın boşalınca, iğneyi çıkardım. Kabızlığı için de hastaya, o zamanlar mevcut müshil ilacı olan, “Alin” adındaki ilaçtan, çabuk etkilemesi için, bir tane suda ezerek içirdim. Oldukça rahatlamıştı ve onunla birlikte herkesin yüzü de gülmüştü. Yarın hastahaneye gitmesi gerektiğini, prostatının, idrar yollarının muayene edilmesi ve bir çok tetkikler yapılması gerektiğini anlattım, kabul etti. Bizimle birlikte sofraya oturttuk. Önce bir tas yayık ayranı içti. İdrar olur korkusuy-

la, hiç su içememiş, onun acısını çıkarıyordu. Kavurma, bulgur pilavı, tandır ekmeği ve “Çorti” denen lahana turşusundan oluşan yemeğimizi yedik. Biz yemek yerken hayvanları getirdiler. Bir sürü keçi ve birkaç inek, büyük bir gürültü ve böğürtüyle içeri girdiler, bölmenin öbür tarafına yerleştiler. Tavan basık, iki metre kadar yüksekliği ancak var. Tepede bir uydurma aydınlık yeri gibi bir delik ve yan tarafta küçük bir pencere var. Hayvanların gelmesiyle hava iyice ağırlaştı. Onların homurtuları ve gürültülü nefes sesleri, bağırmaları sinirimi bozdu.

Hayvanlar sağılmaya başlayınca, kendimi kapıdan dışarı attım. Dışarı çıkınca temiz havayla, ciğerlerim bayram etti. Hava açık, yıldızlarla dolu bir gök vardı. Yıldızlar, sanki bir minare boyu kadar yakındaymış gibi görünüyorlardı ama, şiir yazacak durumda değildim. Binanın yan tarafında, küçük bir baraka gibi duran tuvalete baktım. Gece kalkmamak için tuvaleti kullandıktan sonra, başıma gelenleri düşündüm. Hayvanlarla bir yerde yatmak düşünemediğim bir şeydi.

Ama şu anda ne geriye dönecek olanağım, ne de kaçacak bir yerim vardı. Tam anlamıyla tutsak düşmüş durumdaydım. Birden üşüdüğümü hissettim, hava oldukça serinlemiş durumdaydı. Kadere razı olarak içeri girdim. Hayvanlar içeriyi oldukça ısıtmışlardı.

Dışarıdaki soğuğu görünce, bu duruma da razı oldum. Hastanın yanında bana da bir yer yatağı yapmışlardı. Hasta, iki gündür çektiği çilenin yorgunluğuyla uyumuştu. Ben de ceketimi çıkararak yatağa uzandım. Her tarafım yorgunluktan dökülüyordu sanki. Ağır gübre ve hayvan kokusu da genzimi yakıyordu. Hayvanların çıngırak ve nefes seslerini, hastanın horultusunu dinlerken uyumuş kalmışım.

Sabaha karşı, hastanın seslenmesiyle uyandım. Oldukça dinlenmiştim. Hastamız, Alin ilacının etkisiyle, büyük ab deste çıkmış ve bu arada idrarını da yaparak rahatlamıştı. İçime büyük bir sevinç ve mutluluk doldu. “İşte,doktorları bir çok kötü koşullara katlandıran etken” diye içimden geçti. Böylece benim görevim de bitmişti. Yeniden uyumaya çalışmak anlamsız geldi. Gerinip esneyerek, ceketimi paltomu giydim ve dışarı çıktım. Hava oldukça serindi. Ufukta, batmak üzere, küçük bir ay vardı ve az da olsa bir aydınlık veriyordu. Derin derin nefesler alarak, binanın çevresinde, epey bir zaman dolaştım. İçeri girdiğim zaman, sabah namazı kılıyorlardı. Kahvaltıda, başı ile ağzı burnu örtülü  hanım, çorba ve yufka ekmeği getirdi. Sonra, tere yağı,  kaymak ve bal getirdiler. Karnımızı doyurduktan sonra, hastaya döndüm,

                                   Bu gün Pazartesi, vazife var, erken hareket edip, öğleden önce işimize yetişmeliyiz. Hasta,

                                   Allah senden razı olsun doktor bey, ben iyi oldum, hastaneye gitmeyeceğim, deyiverdi. Ne kadar anlattımsa da dinletemedim.

  Belki sonra, dedi.

Böylece benim için dönüş başladı. Hayvanlarla birlikte yatarak, bir hastaya acil tedavi uygulama ödülü, 150 Liraydı. Yalnız para için yapılsa, bu sıkıntıya değer mi, değmez mi, bir insaf sahibi çıkıp söylesin. Varsa böyle bir hizmete, bu parayla talip olan, buyursun, gelsin.

KASIM PAŞA CAMİ VAKFI

Hükümet tabipliğinin sakin ve tenha olduğu bir zamanda, bir posta dağıtıcısı içeri girdi. Elinde iki tane zarf tutuyordu. Karşıma geldi, gözlerimin içine bakarak,

                       Doktor bey, sizinle konuşmak istiyordum, bu gün nasip oldu. Sait efendiye pek çok mektup geliyor. Hepsinin içi de para dolu. Kendisi bu gün izinliymiş. Biliyorsunuz mektup ile para göndermek yasak ve idare mektubun kaybından sorumlu değil. Biz bu güne kadar, “ Vakıf parası Allah’ın parasıdır” diye, bir tanesine bile ziyan getirmedik.

Müdürümüzden de sakladık.

Bu sözleri duyunca şaşkına döndüm. İşin aslını muhakkak öğrenmeliydim. Ter içinde, karşımda bekleyen adama baktım.

  Efendi ter içinde kalmışsın biraz otur da nefeslen dedim.

Yanıt vermesine fırsat vermeden hadememiz lütfü efendiye seslendim.

      Lütfü efendi! Bize iki şekerli kahve, bir de kendine söyle!

Adamcağız karşımdaki sandalyenin ucuna mecburen ilişti. Getirdiği zarfların bir tanesini onun yanında açtım. Bozuk paralar dahil kağıt paralarla birlikte, 45 lira 50 kuruş çıktı. Bir de kısa bir mektup  vardı. Mektupta, “Daha çok para gönderemediğimiz “ sözleriyle özür diliyorlardı. Diğer zarf, Sait efendinin gönderdiği bir memleketten,                          “ Sahibi bulunamadığı için iade” edilen bir mektup idi. Açtım ve okudum. Gayet etkili ve acındırıcı bir biçimde yazılmış, ileri derecede dini duygu sömürüsü içeriyordu. İçinden çıkan makbuzlarda ne sayı, ne mühür ne imza, hiçbir inandırıcı bir şey yoktu. Bana kalırsa tam dolandırıcılık örneğiydi. Hemen Vali Muavini Mazhar beye telefon ederek anlattım ve sordum.

– Sizden izin alındı mı?

Bizim haberimiz olmadı. Bir de Emniyet Müdürüne sor! Dedi.

Emniyetin de, Maliyenin de hiçbir resmi dairenin haberi yoktu. Bu arada kahvelerimizi içmiştik. Posta dağıtıcısı ayağa kalktı,

                       Doktor bey rica ederim, beni bu işlere karıştırmayın. Zaten vicdan azabı çekiyorum. Sait efendi camiyi yaptırmadan ev yaptırmaya başladı. Bu arada ben de ekmeğimden olmayayım. Dedi. Onu rahatlandırmak için,

                                 Merak etme! Seni hiç karıştırmam. Benim işim Sait efendi ile olacak. Sen rahat ol!      Biraz

sonra Emniyet Müdürlüğünden bir memur geldi. Sait efendinin masası kilitli olduğu için açamadılar ve açmadılar. İzinden geldikten sonra da masasında bir şey bulamadılar. Karar defterinde gösterilen para kadar, masraf yapıldığı ortaya çıkınca, adam “ Sütten çıkmış ak kaşık “ olmak üzere idi. Nerede ise ben suçlu olacaktım. Esas vakfın başkanı olduğu iddia edilen partili zengin iş adamının da hiçbir şeyden haberi olmadığı anlaşılınca, onu kurtarmak için, Sait efendiyi başka bir yere tayin ettiler. O adamcağız kurtuldu, biz de kurtulduk.

Ya gittiği yerdeki insanların hali ne olacak? Allah yardımcıları olsun!

Sait efendinin bütün aldığı ceza bu oldu. Şimdi düşünüyorum da kim bilir Sağlık Müdürlüğüne, ne kadar zararlar vermiştir.

KİTAPLA KÜRTAJ

Doğu Anadolu illerinden birinde Hükümet Tabibi olarak çalışıyordum. Sağlık Müdürü Vekili olan sınıf arkadaşım askere gittiği için Sağlık Müdürü Vekili olarak da görevli idim. Ayrıca Devlet Hastanesi baş Tabibi olarak da çalışıyordum. Dahiliye Mütehassısı bir Doktor Yüz başı ağabeyimiz, ek görev olarak sabah saatlerinde hastaneye geliyordu. Öğleye kadar gelen hastalara bakıyor ve yatan hastalara da baktıktan sonra temel görevi olan Askeri hastaneye gidiyordu. Diğer zamanlarda yapılacak bütün işler bana kalıyordu. Acil hastalara ben bakıyordum.

Baş Hemşire Hanımın çok deneyimli olması zor işimi oldukça kolaylaştırıyordu.

Hastane olarak kullandığımız bina eski bir Ağa eviydi. Üstü toprak dam, odaların içi toprak zeminliydi. Sonradan bazı yerleri betonla, bazı odaların zeminini muşamba ile kaplatarak düzeltmeye, toz ve topraktan korunmaya çalıştık. Tavanlara da çadır bezi kaplatarak, toprak dökülmesini az da olsa önledik.

Bir akşam geç bir vakitte ve uykunun en derin ve tatlı yerinde telefon çaldı. Bu duruma çoktan alışmıştık. “En kolay çalınan kapı doktorun kapısıdır” diye kendimizi teselli ediyorduk. Yarı uykulu, telefonu kulağıma götürdüm. Hemşire hanım, çok acele olarak hastaneye ulaşmamı istiyordu. Yarı giyinik durumda ve koşarak hastaneye vardığım zaman, durumun gerçekten çok önemli olduğunu anladım. 18- 20 yaşlarında bir genç kadın, düşük yapmış ama kanaması devam ediyordu. Rengi çok soluk, nabız alınamayacak kadar zayıf, tansiyonu çok düşüktü. Çok kan kaybetmiş olduğundan, başını kaldırdığımız zaman, gözleri kayarak baygınlık geçiriyordu. Hemşire hanım bir serum takmış ve o zamanlar kul-

lanılan ilaçlardan birkaç iğneyi de yapmıştı. Ama gerçek çare olarak kürtaj yapılması gerekiyordu. Rahim içinde kalan, çocuk eşi denilen Plasenta parçası çıkarılmadıktan sonra kanama durmazdı. Ben Pratisyen Hekimdim ve bunu yapmaya yetkim yoktu. Daha önce birkaç kez görmüştüm ama, hiç elimle yapmamıştım. Asıl yetkili olan Kadın- Doğum mütehassısımız yoktu. 80 Km kadar uzaklıkta olan, en yakın ilimizdeki hekimin izinli olduğunu da telefon ederek öğrendik. 150 Km uzaklıkta olan diğer ilimize ise, iki saatten önce ulaşması da olanaksızdı. Ambulans olmadığı için bir vasıta bulmalarını söyledikten sonra, düşünmeye başladım. “Kanama bu biçimde sürerse, kadıncağız ölecekti. Zaten yaşam çizgisinin sonunda duruyor gibiydi. Kürtaj yaparken ya da kürtajdan sonra ölürse, beni kimse hapisten kurtaramazdı. Çok zor bir durumda kalmıştım. Kürtaj yapılmazsa, kadın ölecekti ve kötü bir sonuç çıkarsa, ben okkanın altına gidecektim”. Olay kanunların ötesine  geçmiş, insan hayatı gibi, vicdan muhasebesi gibi kutsal sorunlara gidip dayanmıştı. Hastaya baktım, içim sızladı. Bir insanın göz göre göre ölmesine razı olamazdım. Ne olursa olsun deyip kürtaj yapmaya karar verdim. Hemşire hanıma,

                                     Ameliyat odasına götürün, kürtaj aletlerini hazırlayın, dedim.Hemen kütüphaneye geçerek kitapları karıştırdım. Ne kadar tehlikeli olduğunu da tekrar öğrendim. Çamur kıvamını almış olan bir rahim her an delinebilirdi. Hastayı Özel doğum masasına yatırdıktan sonra kanamanın sızıntı halinde devam etmekte olduğunu görüyordum.

Rahimin ağzı oldukça açık durumdaydı. Elimle muayene etmek için hastanın karnından bastırınca, büyük bir çocuk eşi parçası, rahmin ağzından çıkarak geldi ve kanama kesildi. Hemşire Hanım da ben de derin birer oh çektik. Büyük bir üzüntü ve

sıkıntıdan kurtulmuştuk. Biraz daha bekledikten sonra gerçekten kanın kesildiğini görerek iyice rahatladık. Kan Bankamız olmadığına göre, serumlara devam etmekle yetinmek durumundaydık. Kan yapıcı iğne ve ilaçlarla ve iyi besleyerek sonuç almaya çalışacaktık. Gerisi Allah’a kalmıştı.

O günler çok kötü günlerdi. Çaresizlik içinde kalmanın ne kadar acı verici olduğunu en iyi hekimler bilir. Sabaha karşı ancak eve dönebilmiştim. Ertesi günü, yarı uykulu sersem bir kafayla doğru hastaneye gittim. Genç kadın kefeni yırtmış görünüyordu. Tansiyonu düşük ama normale yakındı ve oldukça canlanmış görünüyordu. Hemşire Hanımın gayretiyle, bir de güzel kahvaltı yapmıştı. Beni görünce kalkmaya çalıştı. Gözlerinin içi gülüyordu ve her haliyle teşekkür ettiği gibi diliyle de teşekkür etti.

                                 Doktor bey ellerinden öperem!                                                           O

an duyduğum mutluluk her şeye değerdi. Kendimi kuş gibi hafif ve dünyayı kaldıracak kadar güçlü hissediyordum.

Hükümet Tabipliğine gelerek işe başladım. Sanki her iş bana kolay geliyordu. Bir süre sonra telefon çaldı. Vali Bey’in sesini duyarak şaşırdım.

                                 Doktor, çok teşekkür ederim, Parti Başkanının gelini çocuk düşürmüş, onu kürtaj yaparak kurtarmışsın.                                                        Gerçekte hasta ölümden kurtulmuştu, bende azaptan. Teşekküre gelince, beni mutlu eden gerçek teşekkürü, Vali Beyden önce, gerçek sahibinden almıştım.

KERHANECİ BELEDİYE BAŞKANI

Her ilde, kanun ve talimatname gereği, bir ”Fuhuşla Mücadele Komisyonu” vardır. Bu komisyon,Vali ya da Vali Muavini başkanlığında, Belediye Başkanı, Emniyet Müdürü, Sağlık Müdürü, Hükümet Tabibi ve Belediye Tabibinden oluşur. Özel Kalem Müdürü de komisyon katipliğini üstlenir. Genelde, özellikle küçük yerlerde, pek yapılacak bir şey yoktur ama, bazen özel bir gündemle toplandıkları olur.

Günlerden bir gün, vilayet merkezinde çıkarılan, yerel gazetelerden birinde çıkan bir haberle birlikte, büyük bir dedi-kodu ve rezalet yaşandı. Gazetenin haberine göre, bir delikanlı bir dişi keçi ile, uygunsuz bir vaziyette yakalanmıştı. Türk Ceza Kanununun, ”Hayvanlara kötü muamelede bulunmak” maddesi gereğince, adliyeye sevk edilmiş ve mahkum olmuş. Bu haber sonunda, “Keçi ile aran nasıl? ” gibi söylemlerle, birbirine takılan şakacılar bile türedi.

Konunun nedenleri üzerine bir çok fikirler ortaya atıldı. Bir çok önlemler sayıldı, söylendi ama, konunun üzerine gitmesi gereken makamlar sessiz kaldı. Bu olaylardan bir süre sonra bir gün, valilik makamının isteği üzerine, Fuhuşla Mücadele Komisyonu, özel bir gündemle toplandı. Toplantı, valinin başkanlığında oldu. Ben Hükümet tabibiydim ama,Belediye tabibi olarak da görev yapmaktaydım. Vali ve Belediye başkanı konuyu biliyorlarmış ama, ben dahil diğer üyelerin, hiçbir şeyden haberleri yoktu.

Vali toplantıyı açtı.

–Arkadaşlar!. Komşu vilayetten gelen bir Umumhane Patronu hanım,Vilayet Makamına bir dilekçe vererek, vilayet merkezimizde, umumhane açmak istemektedir. Uygun görürsek, Belediye ve

emniyet yetkililerinden uygun bir yer göstermelerini de istiyor. Kanunun yakından görevlendirmesi nedeniyle önce Emniyet Müdürüne soracağım.

–Zeki bey, bu konuda ne dersiniz?.

Zeki bey, gerçekten zeki bir gençti. O zaman henüz bekardı. İlk görevi olması nedeniyle çok dikkatli ve özenli çalışıyordu.

– Bize göre bir sakıncası yoktur, gereken önlemleri alırız ve belediyenin göstereceği yer konusunda da yardımcı  oluruz. Vali, Hükümet ve Belediye tabibi olmam nedeniyle bana dönüp,

– Doktor sen ne dersin?. Her hafta sermayeleri muayene edecek olan sensin.

                                 Efendim, bence gereklidir. Keçi hikayelerini herkes biliyor. Yükümüz artacak biliyorum ama, üstesinden geliriz.

Yanlış bir şey söylemişim gibi, herkesin yüzünde bir gülümseme belirdi. Belediye Başkanı Abdullah Bey, kulağıma eğildi gülerek takıldı,

–Zeki Bey bekar anladık, ama sana ne oluyor?.

Sonra Sağlık Müdür Vekili Dr. Halil Beye söz verdi. Halil bey, beş vakit namaz kılan, dürüst, gerçek inançlı ama biraz tutucu bir kişiydi. Henüz yeni evlenmişti. Eşi hanım efendi de beş vakit namazında bir hanımdı.

–Efendim ben karşıyım, bu dinimizce zinadır. İslam’da harama uçkur çözmek yoktur.

Sıra Belediye başkanı Abdullah beye geldi.

–Vali Bey!. Ben şahsen buna izin veremem. Beni seçmiş olan halkıma bunu anlatamam. Siz emrederseniz, bir şey de diyemem. Biliyorsunuz, bir vilayette buna benzer bir olay olmuş ve gazeteler

yazmıştı. Kerhaneci Belediye Başkanı diye alay konusu edilmişti, bunu kendime dedirtemem dedi.

Hepimiz güldük. O sırada kahveler geldi. Bir taraftan kahvelerimizi içiyor, bir taraftan da vali beyin ne söyleyeceğini merak ediyorduk. Vali Bey,

–Ben de kendime, Kerhaneci Vali dedirtmem dedi.

Sonra zil çalarak, kapının dışında bekleyen koruma polisini çağırdı.

–Patron hanımı çağır! diye emir verdi.

Patron hanım içeri girdi ve bize yaklaştı. 40-45 yaşlarında, güzel yüzlü ve güzel endamlı, kibar ve şık giyimli bir kadındı. Mini etekli dö piyesi içinde daha da güzel görünüyordu. Kuyumcu dükkanı kadar üzerinde malzeme taşıyordu. Boynunda geniş bir altın kolye, kulaklarında elmas küpeler, bileklerinde altın bilezikler ve parmaklarında elmas yüzükler vardı. Kolunda ki kürk mantonun da bir hayli pahalı olduğunu söyleyebilirim. Cesur ve güvenli adımlarla önümüze kadar geldi ve durdu. Vali Bey, biraz da üzüntülü bir sesle.

–Hanım, biz şimdilik, ilimiz merkezinde umumhane açılmasını uygun görmüyoruz, ama belki daha sonra olabilir,dedi.

Patron kadın hiç şaşırmadan ve acele etmeden, hepimizin yüzüne ve gözlerimizin içine ayrı ayrı baktı. Başını dikleştirdi ve bizleri alaya alan bir tavır takınarak,

–Keçilerle karı-koca hayatı yaşayanlara da bu yakışır,dedi. Arkasını döndü, çizmelerini gıcırdatarak çıkıp gitti. Hepimiz bu cesur ve haklı davranış karşısında şok olduk. Bilinen bir söylem vardır, ”Namuslu kadınların namusunu, hayat kadınları korur” derler. Bu bağlamda kadın haklıydı ama ne denir.

Akşam eve gelince, ikinci bir şok daha yaşadım. Kapıyı açtım, beni karşılamaya gelen filan yoktu. Evde, fırtına öncesinde görülen bir sessizlik hüküm sürüyordu. Çantamı holdeki masanın üstüne bırakıp, şapkamı paltomu çıkardım ve oturma odasına girdim. Hanım, başını çatkılamış, köşede oturmuş pencereden bakıyordu. Dönüp bakmadı bile. “Allahallah, ne oldu acaba bu kadına, hiç böyle bir şey yapmazdı” diye düşündüm. Sonra, olayın ağırlık derecesini anlamak için, ortaya bir laf attım.

                                   Hanım çok karnım acıktı, bu akşam ne yiyeceğiz?. Sert bir yanıt geldi.

–Ne bulursan onu yersin, seninle uğraşamam!.

Anladım ki ortada, olağan üstü bir durum vardı ama, nedenini anlamış değildim. Yanına gittim, sarılarak öptüm,

–Allah aşkına, seni üzen nedir, lütfen söyler misin?. Biraz yumuşadı, ”Lütfen”diye yineledim ve anlattı.

. – Bu gün, Sağlık Müdürü Dr. Halil beyin hanımı Zeynep hanımın kabul günüydü. Ben de gittim. Memur hanımlarının çoğu oradaydı, yerlilerden de bir çok hanım gelmişti. Çaylar, kahveler içildi,  sohbetler edildi. Posta müdürünün hanımına,”Altıncı çocuğu ne  zaman doğuracaksın”diye takıldılar. Toplantı gayet neşeli ve eğlenceli bir biçimde sürüyordu. Cinsel konular üzerine konuşmalar ve gülüşmeler oldu. Sonra Zeynep hanım,

–Hanımlar, biliyor musunuz?. Burada umumhane açmak için bir patron kadın gelmiş, Halil öğle yemeğine gelince söyledi.

Bütün kadınlar şaşkınlık ve ilgiyle karışık olarak,

  Yaa,öyle mi?”dediler ve sonra Zeynep Hanım devam etti.

–Vali beyimiz ile Belediye başkanımız olmaz, kendimize kerhaneci dedirtmeyiz demişler ama, hükümet tabibi doktor bey, deyip sustu. Vali beyin hanımı ile belediye başkanının hanımı gayet memnun bir tavırla, birbirlerine baktılar. Sonra bütün kadınlar bana döndü ve soran gözlerle baktılar. Benim ise hiçbir şeyden haberim yoktu, şaşırıp kaldım. Sonra Zeynep hanım, biraz da alaycı bir sesle bana baktı,

–Doktor bey, neden bilmiyorum ama Umumhane açılmasını çok istemiş. Bir gülüşme ve bir fısıldaşma oldu. Utandım, kadınlık gururum kırıldı, yerin dibine girdim, hemen oradan kaçmak istedim. Düşündüm ki, hemen gidersem, daha kötü olacak, arkamdan bir sürü laf üretecekler. Şakacı bir tavır takındım,

–Anlaşılan benim doktoruma bir kadın az geliyor, diyerek konuyu alaya aldım. Hep birden gülüştüler. Sonra, birden aklıma geldi ve ekledim,

–Keçi meselesini de unutmayalım!.

Bir sessizlik oldu. Kimse daha fazla üzerime gelemedi. Herkes bir söz ortaya attı ve başka konulara geçildi. Bense orada ağlamamak için kendimi zor tuttum ama eve gelince bütün sinirlerim boşandı. Söyle bakalım, sen benim yerimde olsaydın ne yapardın?.

Yeniden ağlamaya başladı. Yerden göğe kadar haklıydı.

–Evet, ben olsaydım acaba ne yapardım?.

SEÇİM KOMEDİSİ

Seçim zamanı gelince vatandaşın değerinin arttığını, özellikle partilerin gözünde arttığını hepimiz biliriz. Doğu illerinde daha çok olmakla birlikte, bir çok ilimizde, ağa ve şeyhlerin emirleri doğrultusunda oy kullanıldığını da hepiniz duymuşsunuzdur.

Benim bulunduğum ilde de bu durum çok belirgin olarak vardı. Çok partili döneme geçmeden önce, hiçbir zorluk yoktu. Zaten bir liste vardı, herkes onu zarfa koyup sandığa atıyordu. 1950 seçimlerinden önce yapılan kanunu göre, “Karma Liste” yapmak isteyenler, istedikleri kişileri, hangi partiden olurlarsa olsunlar bir kağıda yazabiliyor ve sandığa atabiliyorlardı. Bunu da ancak yazmasını bilen, eğitimli kimseler yapabiliyordu.

Çok partili dönemin daha sonraki yıllarında, seçim kanunlarını değiştirdiler. Biz artık kişileri seçemiyorduk. Parti başkanlarının seçtikleri adamları seçiyorduk. Hem İsmet İnönü’nü, hem de Celal Bayar’ı seçemezdiniz. Ancak bir partiye oy verebilirdiniz. Bu hala böylece devam ediyor. Özellikle okuması yazması olmayan vatandaşların bir yanlışlık yapmamaları için, oy verecekleri partiyi belletmek gerekiyordu. Halk Partisinin adamları, altı oku anlatmak için, Altı parmak anlamında, “Şeş Tili’ye atacaksınız” diye kişilere sıkıca tembih ediyorlardı. 1950 yılında, Demokrat Parti iktidara gelince, o eski Halk Partililerin bir kısmı, bazı yerlerde,  bir gecede,   Demokrat partiye geçtiler ve Demokrat partili oldular. 1954 seçimlerinde, Halk Partisinden dönme bu yeni Demokrat Partililer, mecburen, “Şeş Tili’ye atmayacaksınız” demeye başlamışlardı.

1954 seçimleri yapıldı, şeyhin emrettiği, “Şeş Tili’ye atmayacaksınız “ sözü çok etkili oldu. Öyle etkili oldu ki, sandıkların çoğundan, birkaç tane Halk Partisine oy çıktığı nadiren görüldü. Şeyhin köyünde de bir tane Halk Partisine oy çıkmıştı. Bu şeyhin adamları için namus meselesi oldu. Çünkü, sandık memurları bile şeyhin adamlarıydı. Aradılar taradılar ama, bu bir tane oyu kimin attığını bulamadılar. Şeyh ve adamları kendilerini, ihanet içinde hissettiler ve aramaktan da vaz geçmediler.

Aradan on beş gün kadar bir zaman geçmişti. Çeşme başında dinlenen müritlerden biri, yaşlı bir kadının, küçük bir boş kova taşıdığını, zorlanarak çeşmeye doğru geldiğini görmüş. Laf olsun diye de sormuş.

                                            Hanım yenge, sen oyunu nereye verdin?

                                            Elbette şeş tili’ye verdim, deyince, ortalık karışmış ve kızılca kıyamet kopmuş. Bir sürü adam kadıncağızın başına yığılmış. Kadına demedik laf bırakmamışlar ve kollarından tuttukları gibi şeyhin huzuruna götürüp, ayaklarının dibine atmışlar. Bereket versin Şeyh Efendi, benim gördüğüm ve bildiğim kadarı ile çok zeki ve hoşgörülü bir adamdı.

                                            Bırakın kadını, üzerine varmayın, demiş ve kadıncağız kurtulmuş. Ama, demokrasi davamız hala sürüyor ve bir türlü kurtulamadı.

KONSÜLTASYON

Konsültasyon sözcüğü, Fransızca ( Consultation ) sözcüğünden gelen ve danışma ya da fikir sorma anlamında bir sözcüktür. Doktorların bir hastaya bakmak ve danışmak için bir araya gelmeleri anlamına da gelmektedir.

Doktorlar genellikle, bir meslektaşını konsultasyan’a çağırmakta zorlanırlar. Belki de bir bilgisizlik ya da bir onur meselesi kabul ederler. Ben okuldan çıktığım ilk zamanlarda, her hastalığı iyi edeceğimi sanarak, böyle bir şeyi düşünmemiş, hatta lüzumsuz görmüştüm.

Hastayı hastalığın uzmanına gönderdiğim oluyordu ama, konsültasyon düşünmüyordum. Ne kadar gerekli olduğunu sonradan anladım ve uyguladım.

Bir il merkezinde Hükümet Tabibi olarak çalıştığım sıralarda, bir de yüzbaşı rütbesinde, Dahiliye Uzmanı ağabeyimiz vardı. Başka doktor yoktu. Bir gece yarısı kapımız çalındı. Kapıya gelen kişi şehrin tanınmış kişilerinden biriydi. Kendisiyle daha önce tanışmış ve görüşmüştük.

–Hoş geldiniz, buyurun içeri gelin!

–Yok içeri gelmeyeyim. Bir hastamız var. Dahiliye Uzmanı Yüzbaşı Doktor bey de şimdi bizim evimizde. Hastamızı bir kez de sizin görmenizi ve muayene etmenizi istiyor.

Birlikte hemen gitmek durumunda olduğumuzu anlamıştım.

Buyurun içeride biraz oturun, giyinip geleyim, dedim.

Adamcağızın çok üzgün bir görüntüsü vardı. Çekinerek içeri girdi ve misafir odasına götürüp oturttum. Sonra giyindim çantamı hazırladım, birlikte yola koyulduk. Gideceğimiz yer uzak değildi. Yürürken bir taraftan da düşünüyordum. “Acaba doktor ağabey beni niye çağırdı.

Hükümet Tabibi ve hastane Baş Tabibi de ben olduğuma göre, onlarla ilgili bir şey mi vardı?. Nihayet eve vardık. Be-

ni bir büyük odaya aldılar. Bir genç kız, paltomu ve şapkamı alıp götürdü. Başı örtülü bir genç kadın hastanın başında ağlıyordu. Bir genç adam da ellerini göbeğinin üzerinde bağlamış, boynunu bükmüş, bekliyordu. Yer yatağında da yatan bir hasta vardı ve hastanın başında Doktor Ağabey ayakta duruyordu. Beni gülümseyerek karşıladı.

–Seni bu saatte konsültasyon için rahatsız ettim, kusura bakma! Bir de senin muayene etmeni istedim dedi.

Çantamı açtım ve dinleme aletimi aldım. Hastayı dikkatlice muayene ettim. Annesine bazı sorularım oldu. Yedi yaşında esmer güzeli bir kız çocuğuydu. Omuzlarına dökülen siyah saçları, uzun kıvrık kirpikleriyle harika bir şeydi. Ama Ezrail başına dikilmiş duruyordu. O zamanlar tüberküloz menenjitin iyi olma şansı yok gibi bir şeydi. Hasta komaya girmek üzereydi ve komaya girmek üzere olan bu hastanın teşhisinde bilinmeyecek ya da kuşku duyulacak bir taraf yoktu. Kendimi imtihana çekilmiş gibi hissediyordum. Biraz da şaşkınlıkla doktor Ağabeyin yüzüne baktım. O ciddi bir yüz görüntüsüyle gözlerimin içine baktı,

                                 Şu odaya gidelim de ikimiz yalnız konuşalım, dedi. Gösterilen odaya gittik. Ben hala kuşkulu bir durumdaydım.

                                 Ağabey beni niye çağırdın. Bu açıkça belli bir tüberküloz menenjit. Hem de komaya girmek üzere.

                                 Ben de onun için seni konsültasyona çağırdım. Çocuğun durumunu birlikte anlatalım. Fazla ümide kapılmasınlar. Bu sorumluluğu birlikte paylaşalım. Oraya buraya götürmeye kalkarak sıkıntıya girmesinler istedim.

Bu olaydan sonra, ben de doktor arkadaşlarımı konsültasyona çağırmaktan çekinmedim ve gerektiğinde onlardan güç aldım. Ama her defasında o küçük kızı içim yanarak anımsadım.

BABADAN EBE

Türkiye Cumhuriyeti, büyük potansiyeli olan bir ülke olmasına karşın, bunu yeterince kullanmak şansına hiçbir zaman ulaşamamıştı. Kısır parti çekişmeleri, sağ-sol kavgaları, gerekli gereksiz askeri darbeler, hiç başımızdan eksik olmadı. Arada bir ortaya çıkan ekonomik bunalımlar da türlü sıkıntılara neden oldu. Biz savaşa girmediğimiz halde, girenlerden daha geride kaldık. İkinci Dünya Savaşı ile yanan yıkılan ülkelerin yaptıkları atılımları  imrenerek seyrettik. Bütün bunlara rağmen gelinen bu günkü duruma yine de şükretmek gerekir.

Doktor olarak hayata atıldığım 1952 yılından başlayarak, Türkiye’mizin içinde bulunduğu “Yokluk” yıllarını, çocuklarımıza ve torunlarımıza anlatmakta zorluk çekmekteyiz. Hükümet Tabibi olarak tayin edildiğim il merkezinde, bir Devlet hastanesi vardı. Öyle bir hastane ki, çatısı toprak dam, odalarının zemini topraktı. Bir tane bile Mütehassıs hekimi yoktu. İki tane pratisyen doktor olarak, ben ve Sağlık Müdürlüğü yapan sınıf arkadaşım, her işe yetişmeye çalışıyorduk. Genel Cerrah bir mütehassıs hekimin bulunmaması bizi en çok sıkıntıya sokan durumlardan biriydi. Ameliyatlık hastalara yardım edemiyorduk.

Onların acıklı hallerini bilerek ve çaresizlik içinde hiçbir şey yapamamak, bizi kahrediyordu. Günün birinde, tayin edilen bir operatörün ilimize gelmesi bizi sevindirmişti. Bakanlık onayı ile Hastane Baş Tabipliği vazifesini ben yapıyordum. Bir Hastane Müdürü, bir Hemşire, iki gece bekçisi ve dört Hasta Bakıcı ile, çalışmamızı sürdürüyorduk. Yeni gelen Operatör ailesini getirmediği için, hastanede yatmasını özellikle istedim ve kendisine güzel bir oda hazırlattım.

Rahat etmesini ve verimli çalışmasını istiyordum. Zaten gelmesine en çok sevinen de ben olmuştum. Çünkü eşim

hamileydi ve doğum da yıkındı. Cerrahi bir girişim gerektiği takdirde yardım göreceğimizi de umuyordum. Çünkü o yıllarda, Cerrahi İhtisası yapan asistanlara, Kadın Doğum ameliyatları da gösteriliyor ve öğretiliyordu.

Doğumlar genellikle ve % 90 oranında normal olurdu. Fakat, öncelikle ilk doğumlarda bazen problemler çıkabiliyor ve cerrahi girişime gereksinim duyuluyordu. İkinci ve daha sonraki doğumlar genellikle daha kolay olurlardı. Hastanede o gün için kullanılması gereken her türlü araç ve gereç vardı. Bizimki ikinci doğumdu ve birinci doğumda hiçbir problem yaşanmamış olması bize cesaret veriyordu. Dört ilçeli kocaman il merkezinde bir Kadın doğum Mütehassısının bulunmaması ve Devlet Hastanesinde bir ebenin bile bulunmaması çok üzücüydü ama gerçekti. Hastanede olsun, evlerde olsun doğumlara bizi çağırırlardı. Bir de ebe olarak, Diyarbakır devlet hastanesinin kadın doğum bölümünde hademelik yapmış ve emekli olmuş bir kadıncağız vardı. Oldukça temiz ve duyarlı çalışıyordu. Evlerde yapılan doğumlarda ya tek başına ya da bize yardımcı olarak geliyor,”Ebelik” yapıyordu. Bir gecenin geç vaktinde, bizim hanımın doğum ağrıları başlayınca, yardım edecek kimsemiz olmadığı için, devlet hastanesine gittik. Doğum ağrıları normal olarak sürüyordu. Birinci doğumda problem yaşanmadığı için, herhangi bir kuşku ve telaşımız yoktu. Ben muayene ederken eşim çok sıkılıyor ve utanıyordu ama başka çaremiz de yoktu. Bir süre sonra cerrah arkadaş davetli olduğu yerden geldi. Kendisine durumu anlattım.

                                 Doğum normal olarak devam ediyor. Rahim ağzı açık, çocuk başı        ile geliyor,dedim.

İlgilenir gibi yaptı ve eşimin yüzüne karşı, şaka ile karışık konuştu,

                                 İnşallah normal olur, zira ben doğumdan hiç anlamam, isterseniz Sezaryen ameliyatı yaparım.

Bu söz üzerine eşimin morali çok bozuldu. Ter içinde kalan saçlarını okşarken, gözlerindeki korku ve kuşkuyu gördüm. Korku ve kuşku dalgası benim de içimi sardı. İlk kez onu kaybetmek korkusu ile karşı karşıya gelmiştim. Koşarak Baş Tabiplik odasına gittim ve başımı ellerimin arasına aldım. İçimdeki kaybetmek korkusunu, çaresizliğe karşı isyanımı yenmeye çalıştım. En yakın il merkezlerinden biri 80 kilometre. Diğeri il ise 150 kilometre ve yollar toprak, ambulans yok. Ancak ciple gitmek zorundayız. O kötü yollarda ciple götürülen hastaların çektikleri azabı düşündüm. Bizimki doğum vakasıydı ve doğumla ilgili bazı olaylar aklıma geliyorlardı. Bir kez, kağnı ile bir doğum getirmişlerdi. Kadının yanında kocası ile köyde ebe geçinen  yaşlı bir kadın vardı. Hastaneye gelirken yolda, nur topu gibi sevimli bir kız bebek dünyaya gelmişti. Yaşlı kadın,

                                  Bizim köyde bir kadının başlayan doğumu zorlaştı mı, hamile kadını kağnıya bindirip dere tepe dolaştırırlar ve hemencecik çocuk dünyaya gelir, demişti.

Belki de doğrudur. Çünkü, kağnı içinde hoplayıp zıpladıkça, hamilenin karın kaslarını sıkması ve ıkınması çoğalacaktır.

Biraz sakinleştikten sonra yeniden düşünmeye başladım. Telefonlar manyetolu, şehir içinde konuşmak bile bir problem. Uzun mesafelerle konuşmak ise imkansıza yakın zorluk gösteriyordu. Bir süre önce, acil bir genel sağlık sorunu gelişmişti. Sağlık Bakanlığından talimat almamız gerekiyordu. O zaman, valilik telsizi yoluyla ancak iletişim kurabilmiştik. Ama şimdi her yolu denemem gerekiyordu. Hemen postaneyi ardım ve tanıdığım

memurları seferber ettim. Bir saat içinde bütün uğraşmamıza karşın ancak bir il ile görüşebildik. Oradaki Kadın doğum Mütehassısının izinli olduğunu söylediler. Diğer illerle görüşemedik ve Kadın Doğum mütehassısı olup olmadığını öğrenemedik. Hayatımın en sıkıntılı ve zor anlarını yaşıyordum. Operatör olduğunu bildiğim, çevremizdeki illerden birine gitmeye karar verdim. Sağlık Müdürlüğünün cipini hazırlattım.

Çaresizliğin azabı içinde ter içinde kalmıştım. Tam hareket edeceğimiz zamanda eşim yüzüme baktı. Göz göze geldik. Gözlerinde beni korumak isteyen ve bana yardım etmek isteyen bir anlam vardı.

                                  Ben oldukça iyiyim, çocuk normal olarak geliyor sanıyorum. Sen de Operatör beye, “ Çocuk normal geliyor” dedin. Önce evimize gidelim, bakalım Allah ne gösterir.

Bir şaşkınlık anı geçirdim ama çabuk toparlandım. Belki de yapılması gereken en doğru şey, bu davranıştı. Cipe bindik evimize vardık.

Hanımın ağrıları da sıklaştı ve güçlendi. Hemen gerekli hazırlığa başladım. Gaz ocağının üstüne, ısınmak üzere su koydum, bebek için hazırlanan eşyaları açtım, ilaç çantamı açtım ve enjektörleri hazırladım. Sonra ebelik yapan hanımı evinden almak üzere şoförü gönderdim.

Eşimi tekrar muayene ettim. Doğum normal olarak sürüyor, çocuğun başı çıkışa doğru ilerliyordu. Sonunda çocuk, küçük bir girişimle elime geldi. Hemen bebeği bacaklarından tutup sallandırdım ve poposuna küçük bir şaplak indirdim. Olanca gücüyle bağırmaya başladı. Sevinçle, hanıma müjde verdim.

  Hanım ! tatlı bir kızımız oldu.

Bir oğlumuz vardı, bir de kızımız olmuştu. Tam bu sırada cipin şoförü, Ebe Hanımı getirdi. Çocuğun temizliğini bakımını o yaptı. Böylece ben de, çocuğumun hem babası ve hem de ebesi oldum.

TAYİNLER

Bir yerden diğer bir yere tayin olmak bazen benimki gibi maceralı olabiliyordu.

Sağlık Bakanlığına olan Zorunlu Hizmetim bitmişti. Bulunduğum doğu ilinde, her sene altı ay kar çiğnemekten de bıkmıştım. Batıda bir yere tayin edilmek istiyordum. Eşim ise istemiyordu.

Eşim Lisede öğretmen olarak çalışıyordu ve lisenin karşısında, yeni kiraladığımız evimiz oldukça iyiydi. Öğretmenliği yanında anneliği nedeniyle, ders aralarında eve uğrayarak, çocukları ve bakıcı kadını kontrol edebiliyordu. Boş zamanları için de çok samimi bir konken gurupları vardı. Bu koşullarda hayatından çok memnundu ve kendine göre haklıydı. Ama ben de batı Anadolu’da, iyi bir yere tayin edilmeyi hak ettiğimi düşünüyordum. Hanımı inandırmak kolay olmadı ama, sonunda başardım. Şunu çok iyi öğrenmiştim. Bulunduğunuz yerden dilekçe vererek, iyi bir yere tayin edilmeyi umuyorsanız, yandınız demektir. Bir kazaya uğramamak için, Ankara’ya kendim giderek, gerekeni yapmaya karar verdim.

Sene 1959, Aralık ayının soğuk ve buzlu günleri. Kurtalan’dan trene bindim ve iki günlük bir yolculuktan sonra Ankara’ya gelebildim.

Ertesi günü kendime ve kılık kıyafetime çeki düzen verip, fötr şapkamı kafama takarak Sağlık Bakanlığına gittim. O zamanlar, şimdi ki gibi sıkı koruma sistemi yoktu. Her doktor, isterse Bakan Bey ile dahi, kolayca görüşebiliyordu. Zat İşleri Umum Müdürü Hicran Beyin odasına gittim. İlk tayinimde olduğu gibi, kaderine razı, çaylak bir doktor değildim. Hükümet tabipliği, Sağlık Müdürlüğü, Devlet Hastanesi Baş Tabipliği dahil olmak üzere, her türlü sağlık hizmetinde bulunmuştum. Bu süre içinde, Millet Vekilleriyle Briç oynadım, Valilerle sohbet ettim. Yurt gezisine çıkan Sağlık Bakanı Sayın Dr.

Lütfü Kırdar ile Tatvan’ın İşletme otelinde bir

gece birlikte kaldık ve memleket sorunlarını konuştum. Meslekte oldukça pişmiştim.

Hicran Bey beni çok samimi karşıladı. İstediğim koşulları göz önüne alarak, iki aydan beri boş olan, bir ilçeye gitmemi tavsiye etti. O ilçenin doktorluğundan ayrılan arkadaşımı da bir rastlantı sonucu Dr. Refik Saydam Enstitüsünde buldum ve konuştum. Sonra da, tayinimi yaptırdım.

Sıra hanımı tayin ettirmeye gelmişti. Eş durumundan, tayin yapılabilmesi için, kendi tayin emrimin bir suretini aldım. Hanımın nüfus kağıdı suretini, evlilik cüzdanı suretini de alarak, Milli Eğitim Bakanlığına gittim. Bakanlığın içi dışarıdan daha soğuktu. Meğer kalorifer arızası varmış. Zat İşleri ( Personel ) bürosuna çıktım.

Hanımın adına yazdığım ve imzaladığım dilekçeyi vermek için Müsteşar Beyle görüşmek istedim. Yoksa hanımın tayinini aylarca beklemek zorunda kalırdık. Bir sekreter hanım beni karşıladı. Güler yüzlü güzel bir hanımdı. Derdimi anlattım.

                                  Mümkün değil, görüşemezsiniz, Bakanlığımızda böyle bir usul yoktur. Dilekçenizi bana verin, ben gerekeni yaptırırım, dedi.

Durumum, hanımın tayininin acilen yapılmasını gerektiriyordu. Onu çocuklarla birlikte oralarda, yalnız başına ve aylarca bırakamazdım. Meşru ya da Gayrı meşru bir çare bulmam gerekti. Sakin düşünmek, kafamı toplamak için bakanlığın alt katındaki çay ocağına indim.

Birkaç kişi toplanmış çay içip sohbet ediyorlardı. Bir ayakkabı boyacısı da ayakkabı sandığının başında oturmuş onları seyrediyordu.

Ayakkabılarımın boyalı olmasına rağmen, ayağımı boyacı sandığının üzerine koydum.

                                  Cilala !. Kaç para vereceğim?. Boyacı şöyle bir yüzüme baktı. Elli kuruş, dedi.

Maksadım, bir konuşma ortamı yaratmaktı. Cila işi bitince, sandığın üstüne bir lira koydum. Üstünü vermek için davrandı.

Üstü kalsın, dedim. Sonra sordum,

Efendi, acaba müsteşar beyle konuşmanın bir yolunu biliyor musun?.

Çaycı Rıza ile konuş, o halleder sanırım, dedi.

Çaycıya dönüp baktım. Beni gördü ve yanıma geldi. Cebimden bir lira çıkarıp verdim. Daha çok isteseydi yine de verecektim.

                                  Müsteşar Beyle acele görüşmem lazım. Nasıl yapabilirim?. Üçüncü katta, Çorumlu bizim Kel Memet odacıdır. Onu bul, ne gönlünden koparsa ver, o hal eder, dedi.

Üçüncü kata çıktım. Bir yığın insan, geliyor gidiyor. Ayakta durmuş, dikkatle gelen geçenlere bakıyorum ve “ Bizim Çorumlu kel Memet “ nerede onu arıyorum. Birisinin bana doğru geldiğini gördüm. Kafasının saçları dökülmüş, ayna gibi parlıyordu. İçimden, aradığım Çorumlu Kel Memet bu olsa gerek diye düşündüm. Gerçekten de o imiş. Adam gelip önümde durdu ve yüzüme baktı.

                                    Çorumlu Mehmet Efendi sen misin?. Beni çaycı Rıza gönderdi. Evet Beyim. Bir emrin mi var?

Cebimden bir lira çıkarıp uzattım ve eline verdim. Müsteşar beyle acele konuşmam lazım. Çok mühim. Saat 5 de gel, seni görüştürürüm, dedi.

Kış günü, hava çok soğuk, paltomun içinde büzülerek titriyorum. Bulutlar evlerin üzerine kadar inmiş, şehir yarı karanlık olmuş.

Sokaklar boşalmış, her taraf buz pateni gibi kaygan. Dolaşan tek tük insanlar da düşmemek için kollarını açmışlar, kendilerini terazileyerek yürüyorlar. Bir polis memurunun yardımıyla, bir lökale girerek ısındım. Zamanın geçmesini bekledim.

Saat tam 5 de, Bakanlığa giderek üçüncü kata çıktım. Loş ve soğuk koridorun başında bekledim. Biraz sonra, Çorumlu Mehmet efendi yanıma geldi, önüme düştü. Birlikte hem yürüdük ve hem de durumu anlattı.

                                  Sekreter hanım gitti. Gördüğünüz gibi bakanlığın kaloriferleri arızalandı, yanmıyor. Bazı odalarda soba yakıyoruz. Müsteşar beyin işi başından aşkın. Ziyaretçilerden çalışmaya fırsat bulamıyor.

Götürebildiği kadar dosyaları eve götürür ve ertesi günü saat 5 de, herkes gittikten sonra gelir. En az iki üç saat kadar da burada çalışır, yine de işini bitiremiyor, dedi.

Sekreter hanımın odasının içinden geçerek Müsteşar beyin odasına girdik. İlk gördüğüm, büyükçe ve yarı karanlık bir oda. Geniş bir masa ve üzeri tepeleme dosyalarla dolu. Odanın tam ortasında, kocaman bir demir soba, homurdanarak yanıyor ve alevlerinin ışığı ön tarafını aydınlatıyordu. Müsteşar bey, yeni gelmiş, sobanın başına geçmiş, ellerini ısıtmakla meşguldü. Beni görünce hayretle yüzüme baktı.

Anlaşılan, kimseyi beklemiyordu. Gülümseyerek kendimi takdim ettim. Birden değişti ve yakınlık gösterdi.

                                 Hoş geldiniz doktor bey, nasıl yardım edebilirim?, dedi. Elimdeki evrakları kendisine verip durumumuzu anlattım. İlgiyle dinledi ve evrakları inceledi. Sonra, hanımın dilekçesinin üstüne, “ Derhal tayini yapılsın “ diye yazdı. Bana döndü elimi sıktı.

                                   Sekreter hanımın masasının üstüne koyun. Ben de takip edeceğim, merak etmeyin. Ama, yirmi günden önce çıkacağını sanmıyorum.

Eşinizi birlikte götürmenin başka bir yolunu bulun, dedi.

Hanıma rapor alarak, yeni tayin olduğum yere gidebildik. Gerçekten de 20 gün sonra hanımın tayin emri geldi. İşte bazı tayinler böyle oluyordu.

DOKTORUN İMTİHANI

Hükümet Tabibi olarak ilçeye tayinim çıkınca, kendimden önce ilçede doktorluk yapanlardan bilgi almak istedim. Bir bakıma ev ödevimi yapmış olarak gitmek istiyordum.

İlçenin benden önceki doktoru Dr. Hikmet Bey, yumuşak huylu temiz karakterli, oldukça yakışıklı ve candan bir arkadaştı. Ankara’da, Hıfz- ı Sıhha Enstitüsünde, eşi doktor hanımla birlikte çalıştıklarını öğrendim ve ev adreslerini bularak gittim. Yatılı Tıp Talebe Yurdunda senelerce birlikte kalmıştık. Arkadaş gruplarımız ayrıydı ama, senelerce bir çatı altında ve birlikte öğrencilik yapmıştık. Tıp fakültesinden mezun olunca, dört senelik mecburi hizmet nedeniyle, her birimiz, Anadolu’nun bir yerine dağılmıştık. Doğal olarak, işini bilenlerle torpili olanlar, Fırat nehrinden beriye, garibanlar ise,Van Gölünden öteye tayin edilmişlerdi. İşini bilenlerin bir kısmı, hemen uzman olma yoluna girmişler, garibanlar ise, ancak dört sene sonra bu düzeye erişmişlerdi. Ben de bu garibanlardan biriydim. Dr. Hikmet bey ve eşi, gideceğim ilçe ve ilçedeki kişiler konusunda, çok geniş bilgiler verdiler. Bu gerçekten benim için büyük bir avantajdı. Kimin güvenilir, kimin güvenilmez olduğunu bilerek gidecektim. Sağlık Merkezi memur ve hizmetlilerinin karakterlerini bilmek çok daha önemliydi. İlçedeki memurların durumlarını, amirim olan Kaymakamın karakterini, Adli Hekim olarak emrinde çalışacağım Savcı ve Hakim Beylerin özelliklerini bilerek gidiyordum. Kiminle dans edeceğini bilmek, her zaman önemlidir. Nüfus Memuru Bitlisli Mustafa beyden,Tuzaklı Muhtarı Mustafa efendiye kadar, esnaftan ise Kasap Abdullah efendiden, memurların tıraş oldukları Berber Dayıya kadar herkesi öğrenmiştim. En sağlam,güvenilir adam da İmam Nazmi Hocaydı.

Yılbaşından iki gün sonra, kara kışın ortasında, çoluk çocuk ilçeye geldik. Kar altında eşyaları Sağlık Merkezinin ambarına yerleştirdik ve kendimiz de hemşire hanımın odasına “Şimdilik”kaydıyla sığındık. Sağlık merkezi boştu ve bir nöbetçi hastabakıcıdan başka kimse görünmüyordu. Ertesi sabah, bütün Sağlık Merkezi personeli ile bir toplantı yaptım. Kadro oldukça yeterliydi. Hepsiyle tanıştım ve hepsiyle ayrı ayrı ilgilendim. Kendilerine bir ağabey gibi davranacağımı, maddi ve manevi her türlü yardımı yapacağını vaat ettim. Çünkü onlarında beni merak ettiklerini, sıkıntı ve merak içinde olduklarını biliyordum. Yalnız, vazifelerinde dürüst olmalarını ve hastalara karşı da sevecen davranmalarını istedim. Ambar memuru ve hemşire hanımla, her tarafı gezdik. “Nelerimiz var,nelerimiz yok, neler yapabiliriz?. Bunu bilmemiz gerekiyor” dedim. Alt kattaki Sağlık Merkezinin Eczahanesine indik. Raflar ilaç kavanozlarıyla, şişelerle doluydu. Hepsi, toz biçiminde ya da bitkisel yaprak halinde ya da sıvı halde ilaçlardı. Bir zamanlar, uyku ilacı olarak kullanılan eroinden 50 gram bile vardı ama, bir şişe serum yoktu. Sonra ambara girdik, bütün eksik olan ilaçları, malzemeleri ve erzakları  ısmarlanmak üzere saptadık. Günlük çalışma planı, nöbet cetveli düzenledik ve Sağlık Merkezi çalışmaya başladı.

Her konuda olduğu gibi, asıl önemli olan, bilgili insan gücüdür. Personelin çoğunun bilgili ve oldukça deneyimli olmaları benim için büyük şanstı. Hemşire hanım ve hasta bakıcılar, İl Devlet Hastanesinde senelerce çalışmışlar, kendi memleketleri olması nedeniyle ilçeye gelmişlerdi. Sağlık Memuru Necmi Bey, emekliliği yaklaşmış deneyimli ve terbiyeli bir memurdu. Hükümet Tabibinin yetki ve görevlerini benden daha iyi biliyordu. Tüm gerekli defterleri muntazam tutmuş ve hazırlamıştı.

Bir doktorun, yeni geldiği yerdeki ilk günlerinin ve ilk izlenimlerinin çok önemli olduğunu biliyordum. Eğer geldiğim ilk günlerde, kendimi kanıtlayamazsam, ne sağlık merkezini, ne de muayenehanemi çalıştırabilirdim. Ayrıca, ilçe iki üç aydan beri hekimsiz olduğundan, ilçe ve köylerdeki bütün hastalar dağılmışlar, komşu il ve ilçelere gitmeye alışmışlardı. Yapılması gereken çok iş vardı. Öğleden sonra, başta Kaymakam olmak üzere, Savcılık ve Hakimler, Belediye Başkanlığı ve Askerlik Şube Başkanlığı,Tapu Dairesine kadar hepsini ziyaret ettim ve tanıştım. Onların beni ziyaretlerini beklemedim. Sonra çarşıya çıkıp alış veriş yaptım ve bir kısım esnafla tanıştım. Akşam yemekten sonra da, memurların tıraş oldukları Berber Dayıya, tıraş olmaya gittim. En yeni haberlerin berberlerde olduğunu düşünüyordum ve umduğum gibi de oldu. Çok şeyler öğrendim.

Ertesi gün, saat 8.30 da polikliniğe başladım. Bir gün önce tekrar yağan kar, her tarafı beyaz bir örtüye bürümüş, ilçenin üzerine kalın bir sessizlik olarak çökmüştü. Hava soğuk, kar inceden tek tük atıştırıyordu ve henüz gelen kimse de yoktu. Birinin çıkıp gelmesi de kuşkuluydu. Kömür sobasından çıkan ve çıtırtılarla yayılan ılık hava hepimizi keyiflendirmişti. İki erkek hasta bakıcı ve hemşire hanımla oturup konuştuk. Gelen hastaların poliklinik defterine kayıtları sırasında, şikayetlerini yazdıkları gibi, eğer biliyorlarsa, eski durumları konusunda da, bana bilgi vermelerini istedim. Akciğer tüberkülozu, en büyük dert olmakta devam ediyordu. Hükümet tabipliğinin defterinde kayıtlı bir çok Frengi hastası ve üç tane de Cüzzamlı vardı ve onların tekrar muayene edilerek, takip ve tedavi edilmeleri gerekiyordu. Bütün bunları konuşarak, durum değerlendirmesi yaptığımız sırada, Sağlık merkezinin önünden bir

nal sesi duyduk. Hepimiz merakla pencereye koştuk. Başı ve yüzü sarılı bir adam attan indi, atı kendi haline başı boş bıraktı. Yorgun ve halsiz bir halde, sallanarak merdivenlere doğru yürüdü, ilk basamakta tökezleyip iki elinin üstüne indi, yuvarlanmaktan zor kurtuldu. Hasta bakıcılar koşuştular, hastanın koltuklarına girerek, adeta uçurdular ve hemen polikliniğe aldılar. Olayda bir tuhaflık vardı, hasta atla gelmişti. Sandalyeye oturttular, sandalyede de zor duruyor gibiydi.

Yüzü solgun, sakalı uzamış, çenesinde ve ağzının çevresinde kan vardı. Hemşire hanım, “Adın ne?”diyecek yerde, merak ve telaş nedeniyle,

–Hastalığın ne?, deyince, adam ağzını açtı. Adam ağzını açınca, dilinin ortaya yakın kısmından, yarıya yakın, enine olarak kesilmiş olduğunu ve ağzının dışına sarktığını hep birlikte gördük. Hastanın konuşmasının zor ve ağrılı olacağı belliydi ve hem de dilin daha çok ayrılmasına neden olabilirdi. Ben, hemen sordum,

–Sana ne oldu? Konuşma, tarifle anlat!

Tarifle anlattığına göre, iki saatlik yoldan geliyordu, odun keserken fırlayan odun çenesine vurmuş, ağzı açık ve dili dışarıda olduğu için, dişleri dilini kesmiş. Gerçekten de, çenesinin alt tarafı yaralıydı.

Benim ve diğerlerinin bu işe pek aklımız yatmamıştı ama, önemli olan, bu sorunun nasıl çözüleceği idi. Yaraları dikerken, acıyı azaltmak için kullanacağımız uyuşturucu bir ilacımız yoktu. Hava soğuktu, akşam yağan kar yolları kapatmıştı. Devlet hastanesine göndermek olanaksızdı. Hastaya döndüm ve anlatmaya çalıştım.

–Yorgun ve perişansın, sana yardım etmek istiyoruz. Bunu güzelce dikeriz ve iyi olur İnşallah. Ama uyuşturucumuz yok, acısına dayanacaksın, sabredeceksin, razı mısın? dedim.

Adam başını sallayarak razı olduğunu anlattı. Zaten yorgun ve

bitkin bir haldeydi, üstü başı perişan, yalvaran gözlerle bana ve etrafına bakınıyordu. Dili dikmek için gereken malzemeyi hazırladık. Dikerken, iğnenin acısıyla ağzını kapatmaması için, ağzına bir alet taktık ve iki hasta bakıcı kollarını, hemşire hanım başını sıkıca  tuttular. İlkel bir yöntemdi ama, başka çare yoktu. Hasta, diline her bir iğne girip çıktıkça inliyor ve gözlerinden yaşlar geliyordu. Doktor olarak ben ve diğer yardım edenlerden de hiç birimiz rahat değildik.

Hepimiz, üzüntü ve sıkıntıdan, kendimizi sıkmaktan ter içinde kalmıştık. İşlem bitince, derin bir nefes aldık. Nasıl olduğuna baktık ve aynada hastaya da gösterdik.

–Şimdi konuşma, sonra çok konuşacaksın, diyerek şakalaştım. Hastanın yüzü aydınlandı, sevindiği her halinden belliydi. Ben ise, o kadar rahat değildim, hatta endişeliydim ama belli etmiyordum.

İltihap olur ya da diğer nedenlerle, dikişler tutmayabilirdi. Sonra, hemşire hanıma döndüm,

–Bir 800 bin penisilin ile bir ampul Novaljin yapın, tek odaya yatırın. Atını da garajın bir kenarına koysunlar, hava soğuk, atın üzerine de bir battaniye örtsünler, dedim.

Hastaya bir bardak süt tozundan yapılmış soğuk süt, bir de sakinleştirici ilaç içirdik ve rivanol solüsyonu ile ağzını çalkalatarak temizlettik. Hastayı odasına götürdükleri sırada, iğne yaptırmak için, sağlık merkezine dışarıdan gelen birkaç kişi, adamcağızı ter içinde, bitkin ve perişan halde gördüler. Durumu hemşire hanımdan öğrenince, hastaya hayret ve dehşetle baktıklarını gördüm.

Ertesi sabah, hemşire hanımla birlikte hastaya tekrar baktığımızda, dikilen parçanın canlandığını görerek sevindik. Birkaç gün içinde tamamen iyi olacağı kanısına vardık. Atına bakmayı da ihmal etmedik. Sonradan öğrendiğime göre; bu olay ilçede, büyük bir heyecan yaratmış. Dedi kodu makinesi olabildiğince hızlı olarak, benden yana işlemiş. Kahvelerde ve evlerde abartılarak anlatılmaya

başlamış. Güya, bir adamın dili ortasından kesilmiş, kesilen dilinin parçasını eline alarak, sağlık merkezine gelmiş ve yeni gelen doktor tarafından dikilerek iyileşmiş. Doktorun bilgisi ve yetenekleri konusunda, bahse girenler bile olmuş. Öğretmenler lokalinde bunları öğrenince, ilk imtihanı geçtiğimi anladım. Poliklinik de, muayenehane de, işlemeye başlamıştı.

Sağlık merkezi personeli yeni durumdan memnundu. Nöbet tutuyorlardı ama, yemek de yiyebiliyorlardı. Çünkü yatan hasta olmayınca -Talimatname gereği- mutfak çalışmıyordu. Evlere gidip iğne de yapabiliyorlardı. Bu arada , bir çok kronik hastalar da geliyorlar yardım istiyorlardı. Onlara, elimden geldiği kadar yardım etmeye çalışıyor, hastalıklarını anlatıyordum ve nereye gitmeleri gerektiğini söylüyordum. Bazı hastalara, gidecekleri hastaneye resmi yazı bile yazıyorduk.

Bir gün, poliklinik çalışmaları sırasında, 60 yaşlarında sevimli, güler yüzlü ve şakacı tavırlı bir adam önüme geldi. Poliklinik defterinde adı Yusuf olarak yazılmış, şikayeti bölümünde hemşire hanım,”Siz bilecekmişsiniz”diye yazmıştı. Biraz şaşırdım,”Galiba yeni bir imtihana gireceğim”diye düşündüm. Sonra , hastaya dönerek sordum,

–Şikayetiniz nedir Yusuf efendi? Hasta gülerek,

–Te be, doktor değil misin, onu sen bileceksin be yahu, dedi ve gözlerini bana dikti. Ne diyebilirdim?. Hasta bakıcılara ve hemşire hanıma baktım. Onların yaptıkları işaretlerden, bir şey bilmediklerini anladım. Demek ki, hiçbir ip ucuna sahip değildim. “Çattık belaya ” diye içimden geçirdim. Sonra hastaya dönerek,

–Peki Yusuf efendi, elbisenin üst tarafını çıkart,dedim. Muayene masasına yatırdım. Bütün doktorluk bilgilerimi seferber ederek, muayene etmeye başladım. Kalbini, tansiyonunu, akciğerlerini, karnını dikkatle inceledim. Burnunun içine, kulaklarına kadar her yerine baktım. İyi görüp görmediğini de kontrol ettim, göz dibine bile baktım ama, hiçbir şey bulamadım. Bunları yaparken bir taraf-

tan da düşünüyordum. “Yoksa bu adam, hasta değil miydi?, hiçbir şikayeti yok da beni sınamak için mi gelmişti?. Zaten yüzünde şakacı bir gülümseme vardı. Cinsel gücünde bir sorun varsa ya da idrar yollarında bir sorun varsa, nasıl bilebilirdim”. Kan sayımı ile idrar muayenelerini yapmaya karar verdim. Laboratuarımız ve laborantımız olmadığı için, başkaca labaratuvar muayeneleri yapamıyorduk.

Muhakkak başarılı olmalıydım. Tutunacak bir dal, bir ipucu arıyordum. Sonra birden aklıma geldi, yaşlı olması nedeniyle ”Prostat şikayetleri olmasın?” diye içimden geçirdim.

–Efendi ! idrarına bakmamız ve prostat muayenesi de yapmamız gerekiyor, dedim.

İdrar muayenesi yapılmak üzere kavanoz hazırladılar. Ben de bir ameliyat eldiveni giydim, işaret parmağımı vazelin ile yağladım. Hastanın poposundan prostat muayenesi yapmak üzere hazırlandım. Hastanın pantolon ve külotunu hemşire hanım sıyırdı. Hasta eğilince, hastalık da göründü. Meğer hastalığı ve şikayeti hemoroit iltihabındanmış. Biri iltihaplı, üç meme görünüyordu. Hiç renk vermeden, sanki olağan bir muayene imiş gibi, iltihaplı olanı boşalttım, diğerleriyle birlikte merhemleyip kısmen içeri soktum. Bu arada, prostatını da muayene etmeyi ihmal etmedim.

–Geçmiş olsun Yusuf Efendi,dedim.

Sanki hiçbir şey olmamış gibi yerime oturdum. Reçete yazmaya koyuldum. Bu küçük başarımdan dolayı o kadar çok keyiflenmiştim ki anlatamam. Yusuf efendi, özenle giyindi, tam karşıma geçti, şakacı bir tavırla ve gülerek,

–Doktor, imtihanı sen kazandın ama, kahvede tutuştuğumuz bahsi de ben kazandım. Dedikleri kadar varmışsın, be yahu, dedi.

AĞAÇTA DELİ VAR

Hükümet doktorluğu yapıyorsanız yalnızca akıllı hastalarla uğraşacağınızı sanmayın. Zır delilerle uğraştığınız gibi, akıllı delilerle de uğraşmak zorunda kalırsınız. Belki Yedi Kocalı Hürmüz sayılmazsınız ama, gene de üç belalı kocanız var demektir. Sağlık Bakanlığı, maaşınızı veren, ekmeğini yediğiniz kocanızdır. Kaşıkla yedirir, bazen sapıyla gözünüzü çıkarır. Adalet Bakanlığı, köle gibi kullanan, arada bir tehdit eden, ”döverim ha!“ der gibi, ”Mahkemeye veririm ha!“ diyen bir kocadır. Dağa taşa götürüp otopsi yaptırırlar, gece yarıları yatağınızdan kaldırıp sarhoşluk muayenesi, yaralama, ırza geçme ve daha aklınıza ne gibi suçlar, rezillikler gelirse, onlara baktırıp rapor yazdırırlar. Yaptırdıkları işin yanında, nadiren verdikleri paradan dolayı kendileri de sıkıntı duyarlar. Diğer koca da halktır. Halk, hem doktorları sever, saygı gösterir, hem de en olumsuz güldürü fıkralarıyla hiciv eder. Ama, en iyi koca da yine halktır. Hiç olmazsa yapılan iyiliği bilir.

İlçeye ilk geldiğim günlerde, sürekli övüldüğünü işittiğim bir köyümüz olan Akköyü görmek, köylülerle tanışmak istedim. İlçenin tek nahiyesine bağlı olmasına rağmen köylüler, ancak devlet dairesine işleri düştüğü zaman ilçeye uğruyorlardı. Diğer zamanlar, ürünlerini köyün otobüsüne yüklerler, ilçenin çok yakınından geçen stabilize yol ile, büyük illere, büyük pazarlara giderlerdi. Ürünleri çeşitli, gelirleri çok iyiydi. Bu kötü alışkanlıkları yüzünden, hem kendileri, hem de ilçe halkı zarar görüyordu. Oysa ben onların hem ilçeye, hem de sağlık merkezine alışmalarını çok istiyordum.

Köylülerle tanışıklığı olan Sağlık memuru Necmi beyi ve hasta bakıcı Ahmet efendiyi de yanıma alarak, sağlık merkezimizin jipi ile yola koyulduk. Akköy’de görevli Ebe Hanımın istediği mal-

zemeyi de yanımızda götürüyorduk. Nahiyeyi geçtikten sonra, nehir kenarını takip eden, sağa sola keskin dönemeçlerle kıvrılan, stabilize yolda ilerleyerek, bir köprü başına gelince, köy göründü. Köy, bir dağın güney-doğu yönündeki bir yamaçta kurulmuştu. Güneşin, doğuşundan batışına kadar, köyün üzerinden gitmemesi ve eksilmemesi istenmişti. Çok eski çağlarda, Bizans döneminde kurulan köylerden biriydi . Nehir ile yamaç arasında, çeşitli ürünlerin ekildiği tarlalar ve meyve bahçeleri vardı. Bahçeler su arklarıyla bölünmüş gibiydi. Yolun iki yanındaki hendeklerden sular gürül gürül akıyordu. Köyün alt başında, büyük bir çamlık vardı. Uzaktan bakılınca köy evleri, sanki Noel çamlarının üstüne konmuş oyuncak evcikler gibi görünüyordu. Evlerin çoğu beyaz badanalı ve hepsi kiremitliydi.

Düzlüğün sonunda, gene beyaz badanalı bir ev, ahır ve samanlığıyla birlikte karşımıza çıktı. Şoför,

–Satı kadının evi, dedi ve sonra ekledi,

–Kocası geçimsiz bir adamdı. Kimseyle geçinemediği için evini köyün içinde değil, kendi tarlası üzerine burada yaptırdı. Vefat edince Satı kadın, buradan ayrılmadı. Evlenmek isteyenleri kabul etmedi. Şimdi tek başına korkmadan, burada yaşıyor, dedi. Çamlıktan geçerken dikkatle baktım, “Acaba türbe mi var, ya da mezarlık mı?” diye düşündüm. Çünkü Anadolu’nun çok yerinde ormanlar kaybolduğundan, böyle çamlıklar ancak türbeler etrafında kalmıştı.

Oysa burada, ne mezarlık vardı ne de türbe. Demek ki köyde, ormanı koruma bilinci vardı.

Köyün hemen alt başındaki büyük bina, köyün çamaşırhanesiydi. İçeride kol kalınlığında bir su fışkırarak akıyordu. Köylü kadınlar, yanan ocaklar üzerindeki kazanlarda, çamaşır kaynatıyorlardı.

Arabadan indik. Çamaşır yıkayan kadınlar bizi görünce toparlandı-

lar, kendilerine çeki düzen verdiler. Kadınlardan başı örtülü, şişmanca bir hanım bize doğru geldi. Ben ileri çıkarak, konuştum.

  Ben doktorum, Ebe Münevver hanımı ziyarete geldik,

                                   Ebe Münevver hanım dün akşam doğumdaydı, evinde istirahat ediyor sanırım, diye yanıtladı.

Tekrar arabaya binerek köy meydanına geldik. Meydanın tam karşısında, önündeki masa ve sandalyelerden, köy kahvesi olduğu anlaşılan, bir yapı vardı. Yapının üst katında, ”Ak köy Muhtarlığı” levhası asılıydı. Bitişiğindeki iki katlı ve önünde büyük bir dut ağacı olan ev için, “Ebe hanımın evi burası“ dediler.

Jip’in gelişiyle sanki köy uykudan uyanarak canlandı. Her taraftan insanlar gelmeye başladılar. İlk olarak Muhtar Yusuf Çavuş gelerek elimizi sıktı. Daha önce ziyaretime geldiği için kendisini tanıyordum. Yusuf Çavuş, orta boylu, kırmızı yüzlü, şişman, kocaman göbekli, şen şakrak bir adamdı. Köyün değişmeyen muhtarı olmakla övünüyordu. Bize köy ve köyün geçim durumu konusunda açıklamalarda bulundu. Ben de ona ve orada bulunanlara, Sağlık Merkezimizin yeni durumunu ve çalışmalarımızı anlattım. Köy otobüsünün önce ilçeye uğramasının ve özellikle hastaların önce sağlık merkezine gelmelerinin yararlarını açıkladım. Hastaların bazılarına yardımcı olamazsak, resmi kanallarla, daha ileri hastanelere göndereceğimizi, kendileri için çok daha yararlı olacağını, anlattım. İkram edilen ikinci çaylarımızı içiyorduk ki, Ebe Münevver Hanım da geldi. Şık, mavi bir tayyör etek giymişti. Başının yarısını örten beyaz ipek eşarbı ile gerçek bir devlet memuru ciddiyeti ve güzel bir kadın görüntüsü veriyordu. Bekardı ve tek başına yaşıyordu. Giyinişine bakılırsa, maddi durumu iyi görünüyordu. Bütün köylüler ayağa kalktılar. Kahvecinin hali görülmeye değerdi. He-

men benim yanıma bir sandalye getirerek ikram etti ve “el pençe divan durdu” derler ya, o biçimde kaldı. Biz de herkes gibi ayakta karşıladık ebe hanımı. Çok sevildiği ve sayıldığı açıkça görülüyordu. Sonra Öğretmen Tuğrul beyle, İmam Mehmet Efendi ile tanıştık. Tuğrul bey, bize çok yakınlık gösterdi. İmam efendi, bize, kiliseden bozma, tarihi çok eskilere dayanan, Osmanlının kuruluş döneminde, Osman Gazinin arkadaşı, Harmanlaya Tekfuru Köse Mihal’in yaptırdığı camiyi göstermek istedi. Ama biz uygun bir zamanda tekrar geleceğimizi söyleyerek, ayrıldık. Ebe hanımın evinin alt katındaki muayene odasına geçtik. Kendisi için getirdiğimiz tıbbi malzemeleri teslim ederken, biraz da ağız aramak amacıyla, sordum,

  Ebe hanım, öğretmen Tuğrul bey de bekar mı?.

Ne demek istediğimi anlamıştı. Gülümseyerek, yanıtladı.

  Evet,

  Sen de bekarsın?,

  Kısmet, diye gülümsedi.

Bana sorarsanız, işler yolundaydı. Birbirlerine bakışlarından hissetmiştim. Ben sevgi ile destekli mantık evliliğine taraftarım. Aynı yerde vazifeli Ebe hanımlar ile Öğretmenlerin evlenmeleri çok kez, hem mantığa uygun, hem de sevgi ile oluyordu.

Aradan bir hayli zaman geçti. Sonra bir sabah Ebe Münevver hanım, erkenden ve telaşla muayenehaneye geldi. Gözleri ağlamaktan kızarmış, perişan bir durumdaydı. Yer gösterdim ve biraz da hayretle sordu.

  Hayırdır inşallah, Ebe hanım? Ağlamaklı bir sesle,

      Başıma gelenleri bir bilseniz, inanılacak gibi değil. Birden hıç-

kırıklara boğuldu. Biraz bekledim, azcık boşalmasını ve rahatlamasını istedim. Sonra,

  Anlat bakalım ebe hanım, neler oluyor?.

–Bizim köyde, biraz akıldan noksan, Halil isminde kimsesiz bir adam var. Çevrede Deli Halil diye herkes tanır. Günlerdir peşimde dolaştı, önce aldırmadım. Önüme geçip “Sen benim nişanlımsın” deyince korkmaya başladım. Doğuma gittiğim her evin önünde saklanıyor, işimi bitirip çıkıncaya kadar beni bekliyordu. Ben eve geldikten sonra da, evin önündeki dut ağacına çıkarak beni gözetlediğini yeni öğrendim. Yemeden içmeden orada durup beni bekliyormuş. İyice kafayı bana taktı. Biz öğretmen Tuğrul beyle aramızda söz kestik. İzin verirseniz tatil aylarında evlenmek istiyoruz. Dün sabah Tuğrul bey, kahvaltı etmek için bizim eve geldi. Dut ağacında beni gözetleyen Deli Halil başladı bağırmaya,

–Yetişin komşular, nişanlım eve zampara alıyor. Orospu karı, Allah belanı versin! Diye bağırmaya başladı. Bütün köyü ayağa kalktı. Ben köyde saygınlığı olan bir kızım. Herkesten utanır oldum. Bir gece evime de girer diye de çok korkuyorum. Güçlü kuvvetli bir adam.

Onunla hiçbir kadın baş edemez. Birkaç gün önce Satı Kadının evine gitmiş ve zorla kadının evinde bir gece kalmış. Satı kadın bana geldi ve konuştuk,

                                   Acaba hamile kaldım mı Ebe Hanım? Bir bakar mısın, aman kimseler duymasın! Yoksa rezil olurum, diye sızlandı.

–Hemen belli olmaz, daha sonra bakalım,dedim.

Sonra merak ederek evine nasıl girdiğini sordum, şöyle anlattı.

Satı kadın, Deli Halil’i evinin yakınlarında gördüğü zamanlar çağırır, ”Kimsesizdir, yardımım olsun” diyerek yemek verirmiş. Bu

kez bir akşam üzeri, özel olarak gelmiş, karşısına dikilmiş ve emir çakmış,

  Bana yemek pişir!.

Satı kadın durumdan kuşkulanmış, eve sokmak istememiş, başından savmayı denemiş,

                                   Bu gün yemeğim yok Halil efendi, ekmekle yoğurt vereyim. Halil birden diklenmiş, kadını iterek içeri girmiş.

–Sen benim karımsın, hemen şimdi yemek pişireceksin! Demiş. Satı kadının pişirdiği yumurtayı, çıkardığı yoğurdu ve ekmeği yedikten sonra,

–Haydi yatalım, demiş ve kadını kucağına aldığı gibi doğru yatağa götürmüş. Satı kadın,

                                   Sabaha kadar beni uyutmadı, tepemden inmedi, ama şikayetçi de değilim. Kimsenin duymasını da istemiyorum. Bana çok iyi davrandı ve canımı da acıtmadı. Sanki evin erkeğiymiş gibi hareket ediyordu. Sabahleyin yıkandı ve ab dest aldı, hayvanları yemledi, odunlarımı kırdı. Daha sonra ne yapacağını anlamak için sordum,

  Halil efendi, öğleyin sana ne pişireyim?

                                   Köye gitmem gerek, köyde iki yüz karım daha var. Yanıtını vermiş ve gitmiş.

Ebe hanım yeniden konuya döndü,

      Ben şimdi Deli Halil’i kandırarak getirdim. Sana maaş bağlayacaklar, dedim. Beni nişanlısı olarak bildiği için, sözümü dinliyor. Çınarın altındaki kahvede oturttum, çay ısmarladım, orada beni bekliyor. Artık gerisini siz bilirsiniz.

Sonra, soran gözlerle yüzüme baktı. Ben de, o anada düşündüklerimi söyledim.

                                   Anladığıma göre, tam Akıl Hastanesine gidecek hasta gibi görünüyor. Önce muayene edip rapor düzenleyelim. Gerekiyorsa iki jandarma gözetiminde, Bakırköy Akıl Hastanesine gönderebiliriz. Sen merak etme, yol parasını da belediyeden alabiliriz.

                                   Aman, yol parasını ben veririm. Yeter ki başımdan gitsin. Yerinden kalktı, biraz rahatlamış olarak Halil efendiyi almaya gitti.

Biraz sonra, Halil efendi önde, Ebe hanım arkada geldiler. Ayakta karşılayarak saygı gösterdim ve elini sıktım. Güler yüzle oturacak yer gösterdim.

–Hoş geldin Halil efendi!

Koltuğa kasılarak ve biraz da kibirlenerek oturdu. Küçük dağları ben yarattım der gibi bir hali vardı. Güzel yüzlü yakışıklı bir adamdı.

Sakal bile yakışmıştı. Bir seksen kadar boyu vardı. Ebe hanımın dediği gibi, adaleli vücutlu, gerçekten pehlivan tipli bir adamdı. İçimden,”Satı kadının neden şikayet etmediği belli” diye düşündüm. Karşımda bekleyen ebe hanıma,

–Münevver hanım, lütfen git Ahmet efendiye söyle, Halil efendiye okkalı bir şekerli kahve getirsinler. Sonra Halil Efendiye döndüm,,

  Halil efendi, köyde neler yapıyorsun, sıkılıyor musun?.

Şöyle bir kuruldu ve anlattı.

–Köyde benim bir sıkıntım olamaz, çok rahatım. İki yüz tane karım var, bana çok iyi bakarlar. Günde iki yüz ekmek pişirirler yerim. Allah bana “Halil’im” demiş. Kur’an da, Halil ür rahman olarak adım geçiyor. Bir sıkıntım olduğu zaman, köyün alt başındaki çamlığa  gider, Allah ile konuşurum.

O bunları anlatırken, İstanbul Bakırköy Akıl Hastanesi Başhekimliğine bir yazı örneği hazırladım. Sonra,

                                   Halil efendi, yine de Akköy’de sana yazık oluyor. Seni İstanbul’a müftü tayin ettirelim, herkes senin bilginden yararlansın. Hem de maaşını alırsın.

Ben bunları söylediğim anda, Cumhuriyet Savcısı Hikmet bey içeriye girdi. Şöyle bir bana ve bir de Halil efendiye baktı,

–İstanbul’a müftü tayin ettirmek o kadar kolay mı doktor, dedi. Ben hemen toparlandım,

–Halil efendinin Kuran’da adı geçiyor. Cenabı Hak ona, “Halil ür rahman” diyor. Lütfen emir verin şu kağıdı yazsınlar, iki de jandarma muhafız versinler. Halil efendi çok kıymetli bir adamdır, onu korusunlar.

Yazdığım kağıdı uzatınca, Savcı durumu anladı. Kağıdı aldı ve gitti. Bütün resmi işlemler hızla yapıldı, kısa sürede bitti. Bir ara dışarı çıkıp jandarmalarla konuştum.

–Aman oğlum, bu deli kendisini peygamber sanıyor, çok hürmet edin. Sakın kendisini kızdırmayın, çok güçlü kuvvetlidir, sonra ikinizi de haklar, haberiniz olsun.

Bir miktar yol parası da ben verdim. Sağlık Merkezinin jip’ini, tren istasyonuna kadar götürmek üzere hazırlattım. Halil efendiyi büyük bir saygı gösterisiyle ön tarafa, jandarmaları arka tarafta oturtarak yolcu ettik. Böylece, ağaçtaki deliyi gönderdik. Ebe hanım, elime sarılarak teşekkür etti ve yanımıza gelen öğretmen Tuğrul beyle birlikte yürüyüp gittiler. Allah mutlu etsin.

 

AŞK VE PATLICA

Küçük bir ilçede herkesin birbirini tanıması normaldir. Yerli halk çok zaman ya akrabadır ya da komşuluk ilişkileriyle biri birlerine yakınlık duyarlar. Fabrika ya da atölye gibi iş yerleri yoksa, halkın bir kısmı esnaf, bir kısmı da çiftçidir. Yabancılar ve memurlarla birlikte, geniş bir aile görüntüsü verirler. Çok zaman da doktorlar, bu ailenin bir üyesidirler. Doktor kişilik olarak, ne kadar dürüst ve ne kadar güvenilir ise, o kadar değerli ve o kadar yararlı olacaktır.

Bir gün, Cumhuriyet Savcılığı tarafından kolu mühürlenmiş, Vesile adında bir genç kızı polikliniğe getirdiler. Mahkemeden yaşının tayini istenmekte idi. Nüfus kağıdında on dört yaşında görünmesi nedeniyle, kanunlarımıza göre, evlenmesi olanaksız olduğundan, gerçek yaşının tayini ya da tahmini isteniyordu. Babasının iddiasına göre, kendisinden büyük kardeşiyle aralarında iki yaş fark vardı ama, nüfus kağıdında dört yaş fark görünüyordu. Gerçekten de genç kız, on dört yaşından daha büyük görünmekte idi. Doktor olarak ben, 18 yaşından erken bir yaşta evlenmelere karşıydım. Ama, bir insanın daha erken bir yaşta, evlenmesini gerektirecek bir durum varsa, yardım etmek de isterdim. Karşımda ayakta duran bu kızcağız, biraz sıkıntılı ve içine kapanık görünüyordu.

                                   Hemşire hanım yanımda kalsın, diğerleri lütfen dışarı çıksınlar, dedim. Karşımdaki sandalyeye oturttum ve sordum.

      Kızım Vesile, evlenmek istiyor musun, yoksa seni zorla evlendirmek mi istiyorlar?. Gerçeği söyle biz kimseye söylemeyiz ve sana yardım ederiz.

Vesile, şöyle bir sandalyede kımıldadı, bana baktı göz göze geldik ve bir an düşündü,

  Hayır, ben kendim istedim,

                                   Ama kızım daha küçüksün, yoksa nişanlını çok mu seviyorsun?. Bu şaka ile karışık güler yüzle söylediğim sözlerime karşılık, birden diklendi. Önce kapıya döndü, başka birisi olup olmadığına baktı.

Sonra bana ve hemşire hanıma dönerek, biraz da öfkeli bir biçimde,

                       – Siz neler söylüyorsunuz, diye bağırdı. Sonra ekledi,

                                    Sevmek filan yok. Bizim evden ne kadar çabuk kurtulursam, benim için o kadar iyi olacak. Benim çektiğimi bir Allah bilir, dedi.

Bizim şaşkınlığımıza aldırmadan, kendi kendine konuşur gibi alçak sesle, konuşmasını sürdürdü.

                                   Evin bütün hizmeti bende. Annem, sabahtan akşama kadar, o sokak senin bu sakak benim geziyor, küçük kardeşlerim sabaha kadar yataklarına işiyorlar, babam ise neden yemek pişirmedin diye dövüyor, bıktım artık! diyerek birden ağlamaya başladı.

Şimdi, hem üzülmüş hem de mahcup olmuştuk.

  Peki kızım Vesile, sana nasıl yardım edebilirim?

                                  Bana yardım etmek istiyorsanız, yaşımı büyütün, artık dayanamıyorum. Benim neler çektiğimi kimse anlamıyor. Kendimi köle gibi hissediyorum. Ortaokula gitmeyi o kadar çok istedim, göndermediler ve işten kaçıyorsun dediler. Şimdi bu evlilik, benim  için bir fırsat oldu. Kaynana yok, bir tek kayın baba var, kocam olacak Zühdü, halim selim bir adam, daha ne isterim?.

Sözünü bağlayıp önüne baktı. Bizler ise hayretle ve biraz da üzülerek genç kıza bakıyorduk.

Bu sözlerinin üzerine, önümdeki kağıda yazdım.

“Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından, yaş tashihi için gönderilen Vesile Temiz’in yapılan muayenesinde, teşekkül atı bedeniye sine, nasiyei haline göre, 16 ya da 17 yaşlarında olduğu kanaatını bildirir rapordur.

Aradan günler geçti. Bir kış günü Vesileyi kayın babası sağlık merkezine getirdi. Ateşler içinde, dalgın bir durumdaydı ve kayın babası ağzından kanlı balgam geldiğini söylüyordu. Sağ akciğerde oluşan zatürree nedeniyle yatırdık. Genç vücut kendisini çabuk topladı ve iki gün içinde ayağa kalktı. Henüz iyi olmadığını söylememize karşın, herkese yardım etmeye çalışıyordu. Yatan hastalara, sağlık merkezi personeline yardım için koşturuyordu.

Çalışkanlığı ve dürüstlüğüyle, herkese kendisini sevdirdi. O kadar sevdik ki, boş kadromuz olunca, hasta bakıcı olarak almayı bile düşündük. Bu arada, kocasının asker olarak Kore’ye gittiğini ve bir sene kadar orada kalacağını, kayın babasıyla birlikte oturduklarını da öğrendik.

Aradan bir ay kadar bir zaman geçti. Bir gün hemşire hanım,

                                   Doktor bey, anımsarsınız, bir Vesile vardı, zatürreeden bizde yatmıştı?. Anımsadınız mı?. O bu gün geldi. Çok kötü bir durumda, karnı ağrıyormuş, rahminden kan geliyormuş, ama bana göstermedi, 38 derece de ateşi var.

Hemşire hanımla birlikte doğum odasına götürüp, kadın muayene masasına yatırdık ve kadınların muayeneleri için gerekli olan, özel bir duruma getirdik. Her ne kadar “Çok utanıyorum” diye yalvardı, çırpındı ise de aldırmadık. Muayene sırasında, doğum yolundan kanlı ve pis kokulu iltihap aktığını gördüm. İçeride bir yabancı cisim vardı, pens ile tutup çıkardım. Sapı içeriye, döl yatağının ağzına dönük küçük bir patlıcan, uç kısmından kırılıp

kopmuş bir durumda. Öyle anlaşılıyordu ki, patlıcanı soktuktan sonra çıkarmak istemiş, kopunca da içerde kalmış ve çıkaramamış. Rahim ağzı da yaralanmıştı. Temizleyip ilaçladım ve bu arada her ihtimale karşı, hamile olup olmadığını da muayene ettim. Sonra, Baş Tabip odasına giderek üçümüz oturduk.

                                   Kızım bunu neden yaptın, bize anlatırsan sana yardım ederiz, dedim. Önce sevinir gibi oldu ve sonra,

                                   Çok utanıyorum, memlekete rezil olacağım, gebe kalacağım hiç aklıma gelmedi, ölsem daha iyi.

Dedi ve ağlamaya başladı. Sakinleşmesini bekledik. Biraz daha ağladı ve sonra üzüntülü bir sesle, burnunu çekerek anlatmaya başladı.

                                 Ben talihsiz bir kadınım. Yağmurdan kaçarken doluya tutuldum. Yaşımı siz büyütünce nikah yapıldı, hemen düğün dernek kuruldu ve Perşembe gecesi gerdeğe girdik. Zühdü benden büyüktü ama hem mahalleden, hem de ilkokuldan arkadaşımdı. Okula beraber gittiğimiz günler olurdu, yanan top oynarken beni hep kendi takımına alırdı.

Karyolanın kenarına yan yana, iki suçlu gibi oturduk. O da ben de biri birimizden utanıyorduk. Onun konuşmasını, bir şeyler söylemesini bekledim ama öyle olmadı. Kalktı elektriği söndürdü. Kapının aralığından gelen ışıkla ve sokak lambalarının etkisiyle loş bir aydınlık oluştu. Sonra Zühdü, bir telaşla soyundu ve beni de çırılçıplak soydu. Bir alt üst olduk, hafif bir yanma gibi bir acı duydum, neler olduğunu anlamadım. Kendi kendime,

Bu işler böyle oluyor herhalde dedim.

Sonra Zühdü kalktı, kanlı çarşafı odanın kapısından dışarı attı, ben geceliğimi giydim o da pijamalarını giydi ve hiç konuşmadan

yattık. O bir güzel uyudu ama ben uyuyamadım. Evden kaçarak gelin olduğuma pişman olmadım ama, memnun da kalmadım. Bir tatlı söz bile işitememiştim. Okula birlikte gittiğimiz zamanlar, çok konuşur ve gülerdik. Şimdi evlendiğimize göre, çok daha yakın olmamız gerekmez miydi. Asıl sıkıntılar ondan sonra ki günlerde ve gecelerde ortaya çıktı. Zühdü, kayın babamla birlikte sabah kalkıp işe gidiyorlar, akşam yorgun olarak geliyorlardı. Hazırladığım yemeği yiyip, birer bardak çay içinceye kadar oturuyorlardı. Bazı akşamlar da, çay içmeden kahveye giderlerdi. Kayın babam bazı akşam eve gelince,

                                 – Nasılsın kızım, iyi mi sin?.diye hatır sorar biraz konuşurdu. Ama Zühdü, kayın babamın yanında hiç ağzını açmazdı. Yatakta da ya sırtını döner uyur ya da üstüme çıkar ve ben ne olduğunu anlamadan işini bitirir uyurdu. Beni sevmediğini ve istemediğini de düşünmeye başlamıştım. Yalnızlıktan bunalıyordum ve evliliğin ne olduğunu da anlamış değildim.

Zühdü’yü askere aldıklarında hiç üzülmedim. Zaten benim için değişecek bir şeyler yoktu. Sonra Kore’ye gittiğini öğrendim. Kore’den gönderdiği mektuplar kayın babama gelirdi. Harp yoktu ama, yine de kayın babam sürekli günleri sayardı. Bazen bana da mektuptan bir selam çıkardı.

Kayın babamla ben her akşam, akşam ezanından hemen sonra yemeğimizi yerdik. Her akşam yemekten sonra kahveye gider ve yatsı ezanıyla eve gelir, ertesi günü yemek olarak, her ne pişecekse onu kararlaştırırdık. Sonra da her kes odasına çekilir yatardı. Yalnız Perşembe günün akşamları kahveye gitmezdi.

Birlikte oturur, çay içerdik. Eski ya da yeni günlerden konuşurduk. Her hafta Cuma günü, sabah ezanıyla kalkar, namazını kılar, kahvaltı yapmadan-

hamama giderdi. Günler hep böyle geçip gidiyordu.

Bir Perşembe akşamı, yemekten sonra çaylarımızı içtik, bulaşıkları yıkadım. Bulaşık suyunu büyük tencerede ısıttığım için, çok miktarda sıcak su artmıştı. Sıcak suyu bulunca dayanamadım.

Ziyan olmasın diye yıkandım, giyinmeden havlu üzerimde misafir odasına geçtim. Aynalı komedinin karşısında kendimi seyrettim. Havluyla saçlarımı kurularken yüzümü inceledim.

                                   Oldukça güzel bir kadınım, mahallede benden güzel bir kadın yok, diye gülümsedim. Göğüslerimi avuçlayarak biraz dikleştirdim, vücudumu, kalçalarımı okşadım. Sonra birden kayın babamla karşılaştım, çıplak olarak yakalanmıştım. Meğer o da beni seyrediyormuş.

                                   Kız sen beni delirtmek mi istiyorsun, ben evdeyken beni delirtmek için mi yıkandın, diyerek, bana sarılıp kucakladı ve boynumdan öptü.

                                   Aman baba ne yapıyorsun, öyle şey olur mu? dedimse de inanmadı. Kucağına aldığı gibi yürüdü.

  Anlaşılan sen erkek özlemişsin, bu akşam benimle yatacaksın!.

  Yapma baba!.Sonra sana nasıl baba derim? diye karşı çıkınca da,

–Yarın babanın evine gönderirim, babana baba, anana ana dersin, dedi.

Korkudan taş kesildim. Eve gitmek, benim için felaketti. Zaten oradan kaçıp gelmiştim. Beni kucağında odasına götürdü. Ben zaten çırılçıplaktım, kendisi de soyundu, yattık. Babası oğlundan daha iyi çıktı diyebilirim. Ben pek az bir şey anladım ama, o çok mut-

lu oldu. Bana güzel sözler söyledi, övgüler yağdırdı. En azından oğlu gibi sırtını dönüp uyumadı. Ertesi sabah hamama giderken,

–Akşama ne istersin güzel kızım?, diye ilk kez böyle bir soru sordu ve bu beni çok sevindirdi. Akşam kahveye giderken de, ne istediğimi sordu. Sonra da kimseye bu durumu belli etmemeye karar verdik ve öyle de sürdürdük. Komşu kadınlardan yarı şaka takılanlar oluyordu.

–Kız, kayın baban nasıl, kocanın yerini tutuyor mu? Hamile kalırsan hapı yutarsın ha ! gibi sözlere, çok sert yanıt veriyordum

                                   Aşk olsun, o nasıl söz, sen olsan yapar mıydın? diyordum.  Ama yine de onlar, ev gezmesine geldikleri vakit, havluların ıslaklık ve kuruluğuna kadar pek çok şeyi kontrol ediyorlar, türlü bahanelerle evin her tarafını gezip, bir delil arıyorlardı. Bir şey bulamayınca kendi aralarında,

                                   Galiba doğru söylüyor, gibi sözlerle fısıldaşıyorlardı. Hamile kalmaksa, aklımın ucundan bile geçmiyordu. Aylarca bu düzen devam etti. Her Perşembe gecesi ben yıkanıyordum ve kayın babamla yatıyordum. O her seferinde çok memnun kaldığını belirtip, bana iltifat ediyor ve sabahleyin erkenden de hamama gidiyordu. Başka kimselerin yanında, baba-kız gibi oluyorduk ama, yalnız olduğumuz zamanlarda, iki sevgili gibi oluyorduk. İlk kez evlilikten memnun olmaya başlamıştım. Bana bol para bırakıyordu. Yeni elbiseler diktirmemi, gündüzleri istediğim gibi gezmemi, komşu kadınların hiç birinden geri kalmamamı istiyordu. Hayatımdan son derecede memnundum. Zühdü’yü de çoktan unutmuştum. Bir akşam kahveden biraz keyifsiz geldi.

  Hasta mısın baba?

                        Yok kızım, Zühdülerin devresini bir ay erken terhis edecek-

lermiş, benim hesabıma göre, sekiz aya kalmaz gelir, dedi. Belli ki üzülmüştü, ben de bayağı çok üzüldüm. Bir düzendir tutturmuştuk, mutluluk içinde düzenimizi sürdürüyorduk. Zühdü’nün gelmesiyle işler karışacaktı. Sanki pek lazımmış gibi, bir ay da evvel terhis olup geliyordu.

Bu son gelen mektuptan birkaç gün sonra, kayın babam telaşla eve geldi ve bana sordu.

– Evin üst katını kiraya vereceğim, ne dersin?.

–Sen bilirsin, dedim.

Bana sorması bile gereksizdi ama, sanırım gönlümü almak istemişti. Zaten orayı kullanmıyorduk. Ustalar geldi, üst katın kapı ve merdiveninde bazı değişiklikler yapıp gittiler. Birkaç gün  sonra, bir kiracı geldi. Hesap Uzmanıymış, adı Süreyya imiş, evliymiş ve bir kız çocuğu varmış. Gerekirse onları da getirecekmiş. Kayın babam, gözünü kırparak,

–Bekar olsaydı vermezdim, dedi.

Kiracımız Süreyya bey, Zühdünden daha uzun boylu, ince bıyıklı ve güler yüzlü genç bir adamdı. Her gün tıraş oluyor ve her gün yıkanıyordu. Öğle tatilinde, her zaman değil ama bazen eve gelirdi. Karşılaştığımız zamanlar, güler yüzle hatırımı sorar ve birkaç güzel söz söylerdi.

– Güzel bir hanıma rastlamak ne kadar hoş.

Bu gibi sözleri beni sevindiriyordu. Bazı günler uğrar, badem şekeri, sakız gibi benim sevdiğim şeyler getirirdi. Ben de ona karşılık, kahve pişirir ya da tarhana çorbası götürürdüm. Onunla konuşmaktan çok hoşlanıyordum ama belli etmek de istemiyordum.

Bir perşembe günü akşamı, kayın babamı bir iş için acele kahve-

ye çağırdılar. O gidince, her Perşembe akşamı yaptığım gibi yıkandım, havluya sarındım ve pencerenin önünde ayakta durdum, sokağı seyrederek düşünüyordum. Koca dediğin, Süreyya bey gibi güler yüzlü, tatlı dilli olmalıydı. Kayın babam da iyiydi, keşke onunla evli olsaydım. Ama yaşlarımız arasında çok fark vardı. Böyle düşünceler içinde ayakta dururken, arkamda bir kıpırtı oldu. Çok sevdiğim kedimiz Sarı kızdır dedim ve dönüp bakmadım. Birden arkamdan kuvvetli iki el, göğüslerimi avuçlarının içine alarak sımsıkı sarıldı.

Önce şaşırdım ama, Süreyya bey olduğunu da anladım. Dudaklarını ensemde hissettim. Direnmeme fırsat kalmadan, üstümden havlumu aldı. Çırılçıplak kaldığım anda, ağzı ile ağzımı kapatarak öptü ve yere yuvarlandık. O güne kadar duymadığım duygular içine girdim, direnmek de içimden gelmedi. O gittikten sonra düşündüm.

                           Şu işe bak, hep yıkandığım akşamlar bu işler başıma geliyor, diye kendi kendime konuşarak güldüm.

Ertesi akşam, kayın babam kahveye gidince Süreyya bey yine geldi. Güzel sözler söyleyip saçlarımı, vücudumu okşadı. Gözlerimin içine bakarak,

  Seni çok seviyorum ve senden çok hoşlanıyorum, dedi.

İlk kez böyle güzel sözler duyuyordum. Seviştikten sonra, tekrar güzel sözler söyleyip gitti.

O geceden sonra, benim için günler hep Süreyya beyi beklemekle geçiyordu. Başka bir şey düşünemiyordum. İçimden hep şarkı türkü söylemek geliyordu. Mutluluktan uçuyordum. Komşu kadınlar da,

–Kocanı çok mu özledin kız, eteklerin zil çalıyor, diyorlardı.

Ben ise Perşembe akşamları kayın babamla, diğer akşamlar Süreyya beyle sevişiyor, çok iyi vakit geçiriyordum. Kendi kendime,

  Oh be dünya varmış, diyordum.

Hayatımın hep böyle geçmesini isterdim. Bu sırada, çok kötü bir şey oldu. Adet görmem gereken zamanda adet görmedim. Bir hafta kadar bekledim ve yine adet görmeyince, hamile olduğumu anladım.

Kimseye belli etmemeye çalışıyordum, hatta belli de etmiyordum. Ama, o güzel dünyam yıkılmıştı ve olanca keyfim de kaçmıştı.

Herkesin içinde gülüyordum ama, yalnız kaldığım zamanlar da ağlıyordum. Kendi kendime,

                           Şimdi ne yapacaksın Vesile? Diye söyleniyordum. Süreyya beye söylesem ne faydası vardı ve ne değişirdi?. Zaten adam evliydi. Kayın babama söylesem, acaba ne derdi ve ne yapabilirdi?. Daha kötüsü, komşular duyarsa, rezillik diz boyu olurdu. O zaman kesinlikle ölmeliydim. Üstelik herkes hamileliğimi kayın babamdan bilecekti.

Yalnız onunla yatıyormuşum gibi, tek başına adamcağızı suçlamak da haksızlık olurdu. Zaten kimden olduğunu ben de bilmiyordum. Ona bu kötülüğü yapamazdım. Belli etmemeye ve yaşadığım güzel günlerin tadını çıkarmaya çalışıyordum.

Bir akşam Süreyya bey, sevişmemizden hemen sonra, yüzümü iki eliyle, avuçlarının içine aldı. Gözlerimin içine bakarak,

                           Vesile, sevgilim, çok üzgünüm, ama sana bir şey söylemek zorundayım, dedi. Endişe ile ve biraz da korkuyla yüzüne baktım. Biraz da üzgün bir şekilde konuşmasını sürdürdü,

  Vergi kontrol işimiz bitti. Yarın gitmek zorundayım.

Çok üzülmüştüm ama ne diyebilirdim. Son gecemiz olduğunu bilerek, tekrar seviştik ve sonra biraz da ağladım. Süreyya bey, beni teselli etmeye çalışıyordu. Belki de yalnız kendisiyle yattığımı ve seviştiğimi düşünüyordu. Hayatımın en güzel günlerini birlikte ge-

çirmiştik. Onu boş yere üzmek istemedim ve bir şey söylemeden yolcu ettim. Birkaç gün düşündükten sonra kararımı verdim. Komşu kadınlardan biri, patlıcanla nasıl çocuk düşürdüğünü ballandırarak anlatmıştı. Ben de onun dediği gibi, sapı içeriye dönük olmak üzere, küçük bir patlıcanı içeriye soktum. Canım yanınca çıkarmak istedim.

Üst kısmı kopuverdi. Çıkarmak istedikçe de daha derine kaçtı. Birkaç gün bekledim. Sonra ağrılardan ve kandan korktum size geldim, dedi.

Hamileliğinden dolayı oldukça sıkıntılı ve endişeli görünüyordu. Hemşire hanım da çok üzülmüştü.

  Ne olacak bu kızın hali? Diyerek üzüntüyle yüzüme baktı.

Onları daha uzun süre üzüntü içinde bırakmak istemedim. Gülerek her ikisinin yüzüne baktım ve sonra tekrar Vesilenin yüzüne bakarak,

                           Üzülme! Hamile değilsin. Gençlerde böyle adet gecikmeleri olabilir. Ama, Zühdü askerden gelince, evde çıkacak karışıklığın içinden nasıl çıkacaksın onu bilemiyorum, dedim.

Vesile sevinç göz yaşları içinde, ellerime sarıldı,

                           Allah’ım sana bin kere şükürler olsun! Diye yüksek sesle söylendi. Dua eder gibi, kollarını yukarıya doğru kaldırdı. Avuç içlerini de göğe doğru çevirdi ve öylece kaldı.  Biz

kendimize düşen görevi yapmıştık. Bundan sonrası için, “ Allah Vesileye kolaylık versin “ diyebilirim.

BABAYA ÖFKE

Küçük yerlerde çalışan doktorlar bir bakıma aile doktoru olurlar. Kadın-erkek ve çocukların her türlü sıkıntılarıyla karşılaşır ve onlara çare aramak zorunda kalırlar. Bence bu, bir doktor için ruhsal doyum sağlayan bir uğraştır. Kocalarına söyleyemedikleri dertlerini gelir anlatırlar ve yardım isterler. Bizden sır çıkmayacağına emin oldukları zaman, bazı mahrem konuları da anlatırlar. Doğum yaptıkları zaman utanmalarına rağmen, ebe hanımla birlikte bizim de bulunmamızı ister ve rica ederler. Anadolu’da ebelik, doktorluk kadar saygı değer ve kutsaldır. Ebe hanımlar doktorlar kadar da saygı görürler ve saygıyla elleri öpülür.

Bulunduğum ilçenin sağlık merkezinde senelerdir, tek doktor olarak çalışıyordum. Ebe hanım, hastabakıcılar ve diğer sağlık personeli ile birlikte, huzur içindeydik. Ebe hanım aynı zamanda hemşirelik görevini de yapıyordu. İlçeye ilk geldiğim zamanlarda, daha çok memur hanımları sağlık merkezinde doğum yapıyorlardı. Ücretsiz olmasına ve gayet iyi bakılmalarına rağmen, yerli halk pek itibar etmiyordu. Gerçekte kadınların çoğu, bana gebelik muayenesi olmaktan utanıyorlardı. Gördüler ki; sağlık merkezinde doğum yapanlar hasta olmuyorlar, bebekleri kucaklarında, tertemiz ve sağlıklı olarak evlerine dönüyorlar, onlar da alıştılar.

Bir 23 Nisan Çocuk Bayramı günüydü. O sıralarda Kaymakam Vekiliydim. Kaymakam olarak törende, Belediye Başkanı, Garnizon Kumandanı olarak Jandarma yüzbaşısı ile birlikte, her okulun önündü durup, ”Nasılsınız çocuklar” diye onları selamlıyordum. Onlar da hep bir ağızdan, ”Sağ ol” diye yanıtlıyorlardı. Tam törene çıkmak üzereyken, bir çocuk gelip elimi öptü. Buna alışık olmama rağmen, yine de şaşırarak,

–Adın ne güzel çocuk, diye sordum.

Yere bakan yüzünü yukarıya doğru kaldırdı ve pırıl pırıl parlayan kara gözleriyle bana baktı,

–Yaşar dedi.

Kulaklarını örten kıvırcık siyah saçlarıyla harika bir şeydi. Allah biliyor ya çocuğu hiç anımsamadım. “İhtiyarlıyorum galiba” diye bir düşünce aklımdan geçti. Sonra kendi kendime, ”Ya bu çocuk bu ilçeye yeni geldi, ya da birkaç senedir hastalanmadı” dedim ve sordum,

–Annen baban nerede ?.

Eliyle gösterdiği yerde, Nüfus Memurluğunda Katip Eftal efendi ile hanımını gördüm. İkisi de gülerek bana bakıyorlardı. Hanımın adını anımsamadım ama tanıdım. Seneler önce, ilk hamileliği nedeniyle doğumdan çok korkuyordu. Gebelik muayenesinden çok utanmasına karşın, korkusunun etkisiyle birkaç kez muayene olmak üzere geldiğini anımsadım.

–Yaşar kaç yaşındasın? Yanıt,

–Beş,

–Sen beni tanıyor musun?,

–Evet, siz benim doktor ebemsiniz, diyerek dönüp gitti.

Ben, ”Doktor ebelik”olarak, yeni bir unvan kazandığımı düşünmeye başlamıştım ki, Belediye Başkanı,

–Bak doktor bey, hala tanımadığın vatandaşlar var, diye yarı şaka takıldı. Daha sonraları küçük Yaşarla birkaç kez karşılaştım. Her karşılaşmamızda, ”Doktor amca” diyerek koşar gelir elimi öperdi. Ben de onunla aynı hizaya gelinceye kadar eğilir, iki elimle başını kavrar, gözlerinin içine bakarak, alnından öperdim.

Yaramazlık yaptığı zaman annesi azarlayınca, aramızdaki bu yakınlığa güvenerek,

–Ben doktor amcaya gidiyorum, o beni seviyor” demeye başlamış. Bir akşam üzeri, muayene haneden çıkmaya hazırlanıyordum, bir hasta bakıcı koşarak geldi,

–Nüfusçunun küçük oğlu Yaşar havale geçirmiş getirdiler, çok ateşi var, dedi ve gitti. Hemen koşarak sağlık merkezine gittim. Muayene masasına yatırmışlar, hemşire hanım soymuş, başına buz torbası koymuş, vücudunu ıslak havlu ile siliyordu. Annesi buz torbasını tutuyor hem de burnunu çekerek ağlıyordu. Babası, ellerini birbirine birleştirmiş endişeyle bana bakıyordu. Önce ortalığı yatıştırmam gerekiyordu,

–Merak etmeyin, şimdi çaresine bakarız, diyerek annesine döndüm ve sordum.

  Neler oldu, anlat bakalım!.

–Yemek yemedi, üşüyorum diyerek büzüldü, sonra yüzü kızardı, ateşi olduğunu fark ettik, birden gözleri kaydı bayılır gibi oldu, babası kucakladı ve buraya getirdik.

Muayene etmeye başladım. Kıpırdanıyordu ama gözlerini tam açmıyordu. Nabız hızlıydı, sağ akciğer alt lobunda zatürree bulguları vardı. Penisilin yapmamız gerekiyordu. O zamanlar  şimdi olduğu gibi, hazır steril enjektörler yoktu. Cam enjektörleri ve iğneleri kaynatarak mikroplardan arındırmaya çalışıyorduk. Tabi, kaynatma ile ölmeyen virius’ları biliyorduk ama, AİDS gibi, Deli

Dana gibi hastalıklardan bütün dünya gibi bizim de haberimiz yoktu.

–Dört yüz binlik prokain ve beş yüz binlik kristal penisilin hazırlayın, diye hasta bakıcılara söyledim. Beklerken bir şangırtıdır koptu ve temiz enjektör kırıldı ve iğneler, kutusuyla birlikte yerlere saçıldılar.

–Yedek enjektörü kaynatın,

–Bu yedekti efendim, dediler. Annesi,

–Eyvah ne olacak şimdi ? diye bağırdı. Herkes paniğe kapıldı,babası telaşla irkilip dikildi. Hasta bakıcılar ve hemşire hanım endişeyle yüzüme baktılar, donup kaldılar.

Böyle durumlarda bağırıp çağırarak ortalığı karıştırmak hiçbir işe yaramaz, daha kötü olur. Herkesin eli ayağı biri birine dolaşır ve daha akla gelmedik sakarlıklar ortaya çıkar. Ben hemen soğuk kanlılıkla konuştum,

–Telaş etmeyin, on dakika sonra olmasında bir sakınca yok, Ahmet efendi git ambardan iki tane al da gel!.

Herkes derin bir nefes aldı ve rahatladı. Sonra, çocuğun bakımlı bir çocuk olduğunu, ilaçlarla çabuk iyi olacağını söyleyerek onları teselli etmeye ve zaman kazanmaya çalıştım. Vücudu oldukça soğuduğu için havluyla kurulayıp, elbiselerinin üst tarafını giydirmelerini söyledim. Biraz rahatlayan Yaşar da gözlerini açarak bana baktı ve gülümser gibi yaptı. Saçlarını okşayarak yanağından bir makas aldım. Başını kaldırarak annesine ve babasına baktı. Etrafında hemşire hanımı ve hasta bakıcıları görünce telaşlanır gibi oldu.

–Nasılsın Yaşar, diye sorunca, bana yanıt vermedi. Annesine döndü,

–Su ver, dedi.

Ben bir taraftan da nasıl iğne yapacağımızı düşünüyordum. Gönlünü kırmadan onu nasıl razı edebilirdim?. Beni kırmayacağını az da olsa umuyordum. Her zaman karşılaştığımız zaman yaptığım gibi alnından öptüm,

–Bak Yaşar çok hasta olmuşsun, lütfen izin ver, hemşire hanım acıtmadan küçük bir iğne yapsın. Şöyle ters ters yüzüme baktı,

–Olmaz, dedi.

Çabuk karar vermem gerekiyordu. “Ne yapabilirim ?” diye kendi kendime düşündükten sonra, duygu sömürüsü yapmaya karar verdim.

–Öyleyse ben de annene iğne yaparım, dedim. Kaşlarını çatarak hemen yanıtladı.

–Olmaz, anneme yapma babama yap!.

Hepimiz, böyle bir yanıt beklemediğimiz için şaşırdık ve herkes birbirinin yüzüne baktı. Ben biraz da ciddileşerek, sertçe sordum. Gelen yanıt daha da şaşırtıcıydı.

–Niye babana yapacakmışım?:

–Dün akşam yatakta annemin üstüne çıktı.

BEDAVA ÇOCUK

Bakkal Ahmet efendi, kendi halinde, sakin, ufak tefek bir adamdı. Yaşantısı, babadan kalma evi ile dükkanı arasında geçiyordu. Genelde akşamları sokağa çıkmazdı. Nadiren öğretmenler lökaline gelir tavla oynardı. Benden ve diğer sağlık personelinden de uzak durduğunu hissediyor ve görüyordum. Evi, Sağlık Merkezinin bahçe duvarına bitişik olması nedeniyle sıklıkla karşılaşıyorduk. Karşılaştığımız zaman,”Merhaba Ahmet efendi” diye, yaklaşmak istediğim anlarda,”Merhaba, iyi günler doktor bey” diyerek yürümesini sürdürür, durmaz  ya da dursa bile, bir yolunu bulur hemen uzaklaşırdı.

Bir akşam vakti, muayene haneye, ilkokul çağlarında bir çocuk koşarak geldi.

                              Bakkal Ahmet efendi çok hasta olmuş, hanımı sizi çağırıyor dedi. Çantamı aldım, koşarak evlerine gittim. Uzun zamandır komşu olmamıza karşın, ilk kez hanımla tanışıyordum. Nazife hanım, Ahmet efendinin aksine uzun boylu, sarışın, mavi gözlü ve oldukça güzel bir kadındı. Sırp kökenli ya da İskandinav kökenli insanların havasını taşıyordu. Evin içi basit ama zevkle döşenmişti. Oturma odası olduğunu tahmin ettiğim bir odaya birlikte gittik. Ahmet efendi, halının üstünde ve yerde, sırt üstü, elbiseleriyle birlikte yatıyordu.

Ağzından küçük kabarcıklar biçiminde tükürükler çıkarırken, aralıklı olarak da hırıltılı bir sesle ve derin nefesler alıyordu. Hemen yüzü koyun çevirdim ve sağ kolunu başının altına yastık yaparak, yüzü koyun çevirdim. Böylece, tükürüklerinin dışarıya, yere doğru akmasını sağladım. Ceketini çıkarıp, pantolon kemerini

gevşettim. Ahmet efendinin bu durumu, geçirmekte olduğu bir sara nöbetinin son anlarıydı. Hanıma daha önce böyle nöbetler gelip gelmediğini, her gün ilaç alıp almadığını sordum. Hem korkmuştu, hem de çaresizlik içinde görünüyordu.

                           Korkmayın, şimdi ilaç gerekmez. Benim yaptığım gibi, yatış durumunu düzeltmek, elbiselerini gevşetmek yeterli olur, dedim. Yüzünün o korkulu ve endişeli durumu kayboldu. Oldukça rahatladı.

                           Size bir sütlü kahve yapayım, dedi ve mutfağa doğru yürüdü. Sanki sorularımdan kaçmak istiyormuş gibi bir tavrı vardı. Ben de arkasından giderek, mutfaktaki yemek masasının baş tarafına oturdum. Kafamın içinde pek çok soru vardı. Önce şu gördüğüm duruma göre, Ahmet efendi bu kadını hak etmiyordu ve bu durumda çözemediğim bir gariplik vardı. Gerçekleri öğrenmem, onların

mutluluğuna yardım etmemi kolaylaştıracaktı ve nitekim de öyle oldu. Kahvemi içerken, olaylara açıklık getirmek istedim.

                           Ahmet efendinin uyanıp kendine gelmesi bir saat kadar sürer. Uyandığı zaman, benim geldiğimi  ve kendi gördüklerinizi söylemeyin. Sorarsa,uyuduğunu söyleyin. Kendisinin bize açılmasını bekleyelim. Kullandığı ilaçları görmek isterim.                   Nazif’e hanım,

                           Olur!. dedi ve sonra, Ahmet efendinin kullandığı ilaçları getirip masanın üzerine koydu. Hepsini bir bir ve dikkatle gözden geçirdim. Karşıma oturdu ve merakla beni izlediğini hissediyordum. Sara hastalığı için kullandığı ilaçların çoğu, cinsel gücü olumsuz etkileyen ilaçlardı. Sonra başımı kaldırarak gözlerinin içine baktım ve,

     Lütfen her şeyi, evlendiğiniz günden başlayarak anlatın. Size yardımcı olabilmem için bu gerekli.

Şaşırarak yüzüme baktı, ”Bu da neden icabetti acaba?” der gibi durakladı ve sonra derin bir nefes alarak anlatmaya başladı.

                           Biz Yugoslavya’dan göçmen olarak beş sene önce geldik. Üniversiteye gitmek için hazırlandığım sırada annem ile babam, bir trafik kazasında vefat ettiler. Benimle ilgilenecek, beni okutacak hiçbir yakınım yoktu. Ortada kalmış bir genç kızdım. Ailemin eski tanıdıkları aracılığıyla, Ahmet efendi ile evlendim. Evlendiğimiz günden beri sürekli ilaç kullanırdı. Niçin kullandığını sorduğum zaman da, ”Boş ver şekerim” der geçiştirir ve söylemezdi. Bir gece oturma odasında, buna benzer bir durumda, bayılmış olarak onu bulmuştum ama, o zaman sanki uyuyor gibiydi. Şimdi gözümün önünde, korkunç titremelerle ve kasılmalarla bayılınca, çok korktum ve sizi çağırttım.

                              Cinsel ilişkiniz nasıl ? diye sordum ve dikkatle yüzüne baktım. Evli oldukları halde, dört seneye yakın bir zaman içinde, çocukları olmamıştı. Bazı gerçekleri öğrenmek istiyordum. Önce gözlerini benden kaçırarak yere indirdi, oturduğu sandalyede sıkıntıyla kıvrandı,

                           Çok seyrek, yok gibi bir şey. Ama, benim için bu bir sorun değil. Kendisinden ben çok memnunum, bana çok iyi davranır, yalnız biraz kıskançtır.

Yanlış bir şey söylemiş gibi başını yere eğdi ve öylece kaldı. Kıskanç olduğuna gelince, bunu herkes biliyor, biz de görüyorduk. Neden kıskanç olduğunu da şimdi daha iyi anlıyordum . Olayı oldukça çözmüştüm. Teselli niteliğinde birkaç sözcük söyledikten sonra vedalaşarak ayrıldım.

Bir ay kadar sonra, Ahmet efendilerin evinin bitişiğindeki iki katlı eve, iki ilkokul öğretmeni taşındı. İkisi de gençti ve bekardı. Alt katta oturan öğretmen Şakir bey, dikkatleri çekecek derecede, değişik bir görünüşe sahipti. Kınalı kızıl saçlı, uzun boylu, atletik yapıda ve

oldukça da yakışıklıydı. Daha çok kızıl saçlı olması dikkati çekiyordu. Diğer öğretmen arkadaşı ile birlikte, okul sonrası,  öğretmenler lökaline gelirler oyun oynarlardı.

Bir akşam onları, Bakkal Ahmet efendi ile tavla oynarken görmüştüm. Kütahya kaplıcalarının şifalı olduğunu, çocuğu olmayanlara bile iyi geldiğini, onlardan duyan Ahmet efendi, karısı ile birlikte bir haftalığına kaplıcaya gittiler. Çok memnun kalarak geldiklerini ve kısa bir süre sonra da Nazife hanımın hamile olduğunu, hemşire hanımdan öğrendim. İlk kez olarak da Bakkal Ahmet efendi bana geldi ve hanımına nasıl davranması gerektiğini, neler yedirmesi ve ne gibi ilaçlar içirmesinin yararlı olacağını sordu. Çok sevinçli ve mutlu görünüyordu. Bu hamilelik bana biraz tuhaf geldi ama, üzerinde durmadım. Kendi kendime,”Acaba bu hamilelik kaplıcaya gitmeden önce mi, yoksa sonra mı?” diye düşündüğüm de oldu. Baba adayı hayatından çok memnun görünüyordu ve önemli olan da buydu. Aylar sonra bir gece beni, sağlık merkezine doğuma çağırdılar. Doğum masasında Nazife hanım yatıyordu. İlk doğum olmasına karşın, kolay bir doğum oldu ama, doğan bebek, kınalı- kızıl saçlı, sağlıklı bir oğlandı. O güne kadar ilçede hiç kimse, kızıl saçlı bir bebek görmemişti. Hemşire hanım soran gözlerle yüzüme baktı. Ben Nazife hanımın da duyacağı bir sesle,

     Nazife hanımın ailesinde çok kızıl saçlı kişiler var, soya çeker, dedim. Kendisiyle böyle bir şey daha önce konuşmamıştık. Bu söylemim Nazife hanıma bir mesajdı. Düzeltilmesi gereken bir durum varsa, hem söyleyerek kendisini kurtarırdı, hem de kocası Ahmet efendiyi kuşkudan kurtaracaktı. Nazife hanımın mesajı aldığını kısa bir süre sonra öğrendim. Bütün konuştuğu kimselere, bebek görmeye gelenlere, annesinin babası olan dedesinin ve amca

sının kızıl saçlı olduğunu söylemeye başlamıştı. Bu suretle ben, işin iç yüzünü, kesin olarak anlamıştım ama, benim asıl görevim insanların mutluluğuydu. Doktor olarak “Üç maymun ” örneğini oynamak zorundaydım. İlçe halkı da dedi kodu yapmakta haklıydı. Dört seneden beri çocukları olmayan evli bir çiftin bitişikteki evlerine, komşu olarak, kızıl saçlı yakışıklı bir adam geliyor ve sonra o evli çiftin, kızıl saçlı bir çocukları oluyor. Bu nedenle, suçlayıcı biçimde, kızıl saçlı çocukların nasıl olduğunu soranlara da, soya çekimin önemli olduğunu söyleyerek,Nazife hanımı destekleyici yanıtlar veriyordum. Ama, bu kadar rastlantıyı kimsenin kafası kabul etmiyordu. Küçük yerlerde insanlar daha çok birbirleriyle ilgilenip, daha çok dedi kodu yaparlar.

Bu kaçınılmaz bir sonuçtur. Bazı insanlar da akıllarına geleni söylerler. Bir akşam, tavla oyununda Ahmet efendiye yenilen birisi, şaka ile karışık kızgınlıkla,

                           Sen çok şanslısın, zahmetsizce, bedava çocuk sahibi bile oldun, deyivermiş. Sinirlenen Ahmet efendiye de sara nöbeti gelmiş. Hemen bir arabaya atarak sağlık merkezine getirmişler ve bana haber verdiler. Gittiğim zaman karısı başında ağlıyordu. Gözlerimin içine bakarak,

  Size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum, dedi.

Bu olay sonunda herkes, Ahmet efendinin bir sır olarak saklamasına karşın, Sara hastası olduğunu öğrendi. Ama, benim söylemlerim nedeniyle de kızıl saçlı çocuk için yapılan dedi kodu azaldı. En azından kuşkular törpülendi. Ahmet efendiye gelince, çocuğun kendinden olduğuna ikna oldu ya da ikna olmuş gibi görünmek işine geldi, orasını bilemeyiz. Ama, kızıl saçlı oğlunu gururla büyütüyordu.

BİR AŞK DENEMESİ

Muzaffer Bey, Günabat köyünde bekâr bir öğretmendi. Aile mutluluğundan uzak, tek başına okulun lojmanında kalıyordu. Lojman iki kişilik bir aileye yetecek büyüklükte ve kullanışlıydı ama yalnızlık zordu. Bir öğretmenin sahip olması gereken bütün erdemlere sahipti. Dürüsttü, çalışkandı, insanlara ve çocuklara karşı sevgi doluydu.

Oldukça da yakışıklıydı. Ama kendi erdemlerinden habersiz, tevazu içinde, içine kapanık yaşayıp gidiyordu. Köyün bütün kızlarının kendisine aşık olduğundan da haberi yoktu. Bir gün, Mahmut Ağanın biricik kızı Aylanın da aşık olduğunu anlayan köyün diğer kızları, onunla yarışamayacaklarını anlayarak, böğürlerine taş bastılar ve geri çekildiler.  Dedi kodu ile kendilerini avutmaya, kıskançlıklarını tatmine yöneldiler.

Mahmut Ağa, köyün en zengin kişisi ve ayrıca da köyün muhtarıydı. Yalnız başına yaşayan öğretmenle yakından ilgilenmesi gerekiyordu. Arada bir yemeğe davet ettiği zaman, evdeki telaşı hissediyordu ama pek anlam veremiyordu. “Konuk ağırlama telaşıdır” deyip geçiyordu. Kadınların bu konuda daha duyarlı oldukları kuşkusuz söylenebilir.

Aylanın annesi Hafize Hanım da kızının durumunu çoktan hissetmişti ama, tutkunun derecesini kavrayamamıştı. “Bunların sevdası sağanak yağmuru gibidir, hızla gelir hızla gider” diye düşünüyor ve kendi kendine söyleniyordu. Aylanın evlenme çağı gelmişti. Bunu kocasıyla birkaç kez konuşmuşlardı. Başka çocukları olmadığına göre, onlara öyle bir damat gerekiyordu ki, köyde kalacak, mala mülke sahip çıkacak ve bir erkek evlat gibi olacak. Öğretmen Muzaffer Beyi o da beğeniyordu. Gerçekten onlara göre bir oğul, bir damat adayı idi.

Yalnız, bir tehlike vardı. Evlendikleri günden kısa bir süre sonra, başka bir yere tayininin çıkarak gitme-

si ve Aylayı da birlikte götürmesi olasılığı, onu düşündürüyordu. Aylanın ise, bu gibi şeyler umurunda değildi. Aklı fikri Muzaffer Beydeydi. Onu görmek, ona yakın olmak ve hatta hayatının her anını onunla birlikte yaşamak istiyordu. Eskiden evden çıkmaz, yaşıtı olan kız arkadaşlarını toplar, eğlenceler düzenlerdi. Ağanın evi bu, davetli kızlar koşarak gelirler, bazen davetsizler de bir yolunu bularak gelirlerdi. Yemek içmek bol, eğlence istediğin kadar, böyle bir yere gidilmez mi?. Bütün bunlar birden kesildi. Ayla evde duramaz oldu. Türlü bahanelerle dışarı çıkıyor, çok kez tek başına,başı önde düşünceli dolaşıyor, bazen de kendi tarlalarında ki işçilerin yanına gidiyordu. Muzaffer Öğretmene rastlamak ümidiyle, evden gidiş yolu ya da eve dönüş yolu, hep okulun önünden geçiyordu. Süslenmeyi de ihmal etmiyordu. Önceleri babası, ”Ben şehre gidiyorum kızım,bir istediğin var mı?” diye sorduğu zaman,en çok şeker, çikolata ya da oje isterken şimdi, kendisi de şehre gitmek, şehirdeki kızlar gibi giyinip süslenmek istiyordu ve de süsleniyordu. Köyde ise, önce kızlar arasında başlayan dedi kodu, bütün köye yayıldı ve aldı yürüdü.

Kıskançlık da üstüne eklenince, dedi kodular, abartılarak üst düzeye çıkarıldı. Muzaffer öğretmenin gece yarısı muhtarın samanlığında, Aylayla buluştuğunu söyleyenler olduğu gibi, sarılıp öpüştüklerini görenler olduğu bile söyleniyordu. Bütün bunlardan Mahmut Ağa dışında herkesin haberi oldu. Muzaffer Beyin de geç bile olsa durumdan haberi olmuştu. Aylanın kendisine aşık olduğunu duyunca, hem gururlandı hem de ilgilenmeye başladı. O güne kadar köydeki hiçbir kadınla ve kızla ilgilenmeyi öğretmenlik ve dürüstlükle bağdaştıramamış ve köyden bir kızla evlenmeyi de düşünmemişti. O daha çok, bir öğretmen arkadaşıyla evlenmeyi aklına koymuştu.

Bir gün, okulun önünden Aylayı geçerken gördü ve seslendi,

  Ayla Hanım, buyurun size bir çay ikram edeyim.

Bu Aylanın günlerdir beklediği davetti. El sıkışırken oluşan elektriklenme, her ikisini de heyecanlandırdı. Aylanın gözlerinde kıvılcımlanan ateş, Muzafferin kalbini de ateşledi ve o ateş düşündürmeye başladı. Düşünce hızıyla aklından şunlar geçti.

                           Ayla ilk okulu bitirmiş güzel bir köylü kızıydı. Ailesi de iyi insanlardı. Aralarında az bir yaş farkı vardı. Boyu da boyuna uygundu. Omuzlarına dökülen siyah saçları, ince vücut çizgileri onu daha da güzelleştiriyordu. Güldüğü vakit yüzünde çiçekler açıyordu ve yüzünden tatlı bir gülümseme hiç eksik olmazdı. Onu somurturken hiç görmemişti. Şimdi de evine bir neşe, bir sıcaklık getirmişti. Bir öğretmenle evlenmesi şart değildi ya. Hep askerlikten sonra evlenmeyi planlamıştı. Ayla ile evlenirse, rahatça bırakıp askere de gidebilirdi. Bekarlıktan da, yalnızlıktan da bıkmış usanmıştı.

Gaz ocağında kaynayan su ve demlenen çay, sohbetlerini hızlandırdı. Birbirlerinin göz bebeklerinde kendi resimlerini görerek, dünyanın dışında, başka alemlerde yaşadılar. Sohbet o kadar uzadı ki, zamanın nasıl geçtiğini anlayamadılar. Akşam ezanını okuyan müezzinin sesiyle irkildiler. Neredeyse karanlık basıyordu, istemeyerek ayağa kalktılar. El sıkışma bahanesiyle birbirlerinin elini tuttular ama bir türlü bırakamadılar. Kapıya doğru giderken, Muzafferin eli Aylanın sırtına dokununca, Aylanın bütün vücudu titredi ve birden dönerek Muzafferin gözlerine baktı. Bir sevgiyi paylaştıklarına o anda inandı ve içi mutlulukla doldu. Eve doğru hızla yürüdü. Eve geldiği zaman annesi dikkatle kızına baktı,

     Kız nerede kaldın, beni merakta bıraktın! Düğünden mi geliyorsun eteklerin zil çalıyor.

Ayla en keyifli zamanlarında yaptığı gibi,annesine sıkıca sarıldı ve öptü,

                           Gelirken okulun önünden geçiyordum, Muzaffer Bey çağırdı, birlikte çay içtik.

Coşku doluydu, olanları herkese anlatmak istiyordu. Hafize hanım zaten bu neşenin bir nedeni olduğunu anlamıştı ama, kızının okula uğrayacağı aklına gelmemişti. Demek ki bu neşenin ve bu coşkunun nedeni öğretmendi. Anlaşılan işler bayağı ciddi duruma doğru gelişiyordu.

                           Kızım dikkatli ol!. Köy yerinde böyle şeyler iyi karşılanmaz, sonra hem kendini hem de bizi üzersin.                                                                    Annenin bu sözlerine gelen yanıt,

                           Boş ver anne, bir şey olmaz, kendini üzme. Ben ne yaptığımı bilirim.

Bir türkü mırıldanarak odasına gitti. Hafize Hanım kızının arkasından bakarak gülümsedi ve kafasını iki tarafa sallayarak, kendi gençlik günlerini anımsadı.

  Hey gidi gençlik hey! Dedi.

Akşam yemeğini hazırlamaya koyuldu.

Ertesi günün akşamı Mahmut Ağa, tam akşam ezanı okunurken kapıdan içeri girdi. Ayakkabılarını çıkarıp terliklerini giydi ve oturma odasına doğru yürüdü. Kendisini karşılamaya gelen karısına da şöyle bir baktı ve hiç bir şey söylemedi. Biraz düşünceli ve hatta biraz kaygılı görünüyordu. Hafize Hanım, kısık bir sesle söylendi.

                           Hayırdır inşallah, bu adama ne oldu böyle! Kocasının arkasından giderek karşısına oturdu.

                           Ağam, bir kusurumuz mu oldu?. Göz göze geldiler, Ağanın yanıtı,

     Sen değil, bizim kız., deyip sustu.

Bu söz üzerine Hafize Hanım, ne olduğunu hemen anlamıştı ama anlamazdan geldi,

  Merakta koyma beni, ne olduysa anlat.

Ağa oturduğu sedirde şöyle bir toplandı, bir ayağını altına aldı,elindeki kehribar tespihe bakarak anlattı.

                           Biraz önce bizim Deli Galip muhtarlığa geldi. Bilirsin senelerdir bizim işlerimizi görür, hem çok dürüsttür ve hem de en iyi dostumuzdur. Karısı da senin en iyi arkadaşındır. Anlattığına göre, bütün köyün kızları Öğretmen Muzaffere sevdalanmışlar, en hızlısı da bizim kızmış. Dün akşam üzeri, okul dağıldıktan sonra, Aylayı  okuldan çıkarken görmüşler. Bütün köy aylardır çalkalanıyormuş da benim haberim olmamış. Üstelik sen de bir şey söylemedin. Ben bu rezilliği kaldıramam, bunu bilesin. Şimdi ne yapacağız söyle bakalım. Karanlık sokağa doğru başını çevirdi, derin bir nefes aldı ve burnundan soludu. Çok kızdığı zamanlar hep böyle yapardı. Hafize Hanım, şöyle bir yerinden kımıldadı, söyleyeceklerini kafasının içinde sıraya dizdi ve en tatlı sesiyle,

                           İlahi Ağam, üzüldüğün şeye bak, ne var bunda?. Her şeyin bir çaresi vardır. Zamanında ben de sana sevdalanmıştım, fena oldu. Bizim kızımız dürüsttür ve sağlam terbiye almıştır. Bir konuşmada kendini teslim edecek kızlardan değildir. Kıza da söyleyip yüz göz olma.

Yarın akşam Muzaffer Beyi yemeğe davet et,ben her şeyi hal ederim.

Sonra, hiçbir şey olmamış gibi, umursamaz bir tutum içinde, Aylaya seslendi ve akşam yemeğine oturdular.

Ağa her zaman takındığı neşeli tutumun aksine hiç konuşmuyor, kimsenin yüzüne bakmıyor, hep önüne bakarak yemeğini yiyordu. Ayla, annesine kaşları ve gözleriyle işaret ederek, neler olduğunu sordu. Annesi de kaşlarını çattı, gözlerini belertti ve kafasını iki yana hafifçe sallayarak babasını işaret etti ve çok kızgın olduğunu belirtti. Sofradan kalkmak üzereyken, Ayla hemen mutfağa gitti ve sabunlu el bezi getirerek babasına verdi. Ağa ellerini ve ağzını sildikten sonra,

  Sağ ol kızım, dedi ve Ayla da,

                           Canım babacığım sen bir tanesin, diye sımsıkı sarıldı ve öptü. Ağanın öfkesi sabun köpüğü gibi söndü, uçup gitti ve yüzü bir gülümseme ile aydınlandı. Zaten kızını çok severdi, bir de böyle bir iltifat gelince rahatladı. Bol şekerli kahvesi de kızı tarafından eline verilince keyfi iyice yerine geldi. Sanki her şeyi unutuverdi. Ertesi sabah kahvaltı her zamanki gibi geçti ve Ağa da tarlaya işçilerin başına gitti.

Akşam, Muzaffer Beyle Mahmut Ağa birlikte geldiler. Yemekler Muzaffer Beyin en çok sevdiklerinden oluşuyordu. Kavurma, karışık turşu, şehriyeli pirinç pilavı, kuru fasulye ve gazi helvası. Yemekten sonra kahveler içildi, köy ve okulla ilgili sohbetler edildi. Bir ara, Hafize Hanım, Mahmut Ağaya ve Ayla ya göz ve kaşlarıyla gitmelerini işaret etti. Muzaffer Beyle yalnız kalmak istiyordu. İkisi de birer bahane bularak çıktıktan sonra, bir sessizlik oldu. Muzaffer önemli bir şey olduğunu hatta ne ile ilgili olduğunu da tahmin ederek endişeli bir bekleyişe girdi. İkisi yalnız kalınca Hafize Hanım,

                           Bak, Muzaffer Bey oğlum, burası köy yeri. Bütün köy seni sever biz de severiz. Şimdi beni iyi dinle, bütün köy seni ve Aylayı konuşuyor. Bunu temizlemek erkek olarak sana düşüyor. Ya dünür gönder Aylayı istet, ya da köyden tayinini başka yere çıkarttır. Kızı muhakkak sana vereceğimizi de sanma. Kendi aramızda, aile içinde düşünerek bir karar veririz. Bu konuştuğumuzu da kimse bilmesin,dedi.

Muzaffer çok sıkıntılı ve ezik durumda hissetti kendini. Ayla ile evlenmeye kesin olarak karar vermişti ve bunu çok istiyordu. Hatta onu sevdiğini anladı. Hafize hanım,”Kızı muhakkak sana vereceğimizi de sanma” demişti. “Ya vermezlerse, olmaz derlerse ne yaparım?” diye düşündü ve içi yandı. Bir kötü davranışta bulunmamıştı ama, bu durumun oluşmasından yine de kendini suçlu hissediyordu. Başını kaldırdı, bütün içtenliğiyle Hafize Hanıma bakarak,

                           Biliyorsunuz benim ailem uzakta ve gelmeleri olanaksız. Yarın ilçeye gider çok sevdiğim Doktor Ağabeye ve babamın asker arkadaşı Kasap Abdullah Efendiye söylerim. Bir uygun günde gelirler ve isterler. İzin verirseniz elinizi öpeyim.

Gerçekte onlar da doktoru çok iyi tanıyorlardı. Ayla ilk okuldayken, kısa aralıklarla bademcikleri şişer hastalanırdı. Ayrıca kendisinin ve Mahmut Ağanın hastalıklarında da yardım etmiş, aile hekimi gibi olmuştu. Kasap Abdullah Efendi, Muzafferin babasının asker arkadaşıydı ve Mahmut Ağanın da çok samimi dostuydu. Daha sonra Muzaffer Bey herkesle vedalaşarak ayrıldı. Ayla bir şeyler döndüğünü hissetti ve “Acaba olumlu mu,olumsuz mu” diye aklından geçti ama bir şey de sorup öğrenemedi. Mahmut Ağa yatak odasında, konuşulan her şeyi karısından öğrenerek biraz rahatladı. “Öğretmen Muzaffer, Ayla ile evlenmeden köyden gider-

se, kız biraz üzülür ama sonra unutur. Ya evlendikten sonra kızı alır giderse”diye düşünüyor ve işte bunu içine sindiremiyordu. Bir de Doktor Beyle Abdullah Efendiye “Hayır” diyemezdi, o da ayrı bir sıkıntıydı. Bütün geceyi kabuslar içinde, bölük pörçük rüyalarla geçirdi. Hafize Hanım da aynı durumdaydı. Sabaha kadar ikisi de yatağın içinde dönüp durdular. Sabahleyin Mahmut Ağa, işe gitmeden önce, Hafize Hanımın önüne dikildi,

                           Kızı verirsek, öğretmen de köyden uzaklara giderse ne yaparız? Hafize Hanım,

                           Sen üzülme Ağam, ilçeye tayini çıkarsa önemli değil. Uzağa tayini çıkarsa, öğretmenlikten ayrılmasını şart koşarız, gerisini kendisi düşünsün. Şimdi ikisi de rahatlamış eski neşelerine kavuşmuşlardı.

Aylayı da çağırdılar ve neşe içinde kahvaltılarını yaptılar. Kahvaltıda Ağanın sevdiği kıymalı tarhana çorbası vardı ve sonra içilen tavşan kanı çay da keyifleri yerine getirdi.

O gün öğleden sonra Muzaffer Bey, Mahmut Ağanın evine uğradı. Kapıyı açan Ayla hem şaşırdı hem de içi coşkuyla doldu. El sıkışırken, gözleriyle birbirlerine sarıldılar sanki. Bir an öyle ayakta karşılıklı kaldılar. Kapının çalındığını ve açıldığını içeriden duyan Hafize Hanım, elini havluya kurulayaraktan geldi. O zaman aşıklar toparlandılar. Muzaffer Bey, Hafize Hanımın elini öptü,

                           Pazar günü öğleyin Doktor Ağabeyle Abdullah Efendi gelecekler, dedi ve ayrıldı.

Ayla da durumun kesinleştiğini böylece öğrenmiş oldu.

Pazar günü öğleden önce, Doktor Beyle Kasap Abdullah Efendi, bir  jip ile geldiler ve doğru Mahmut Ağanın evine indiler. Doktor Bey bir tepsi baklava ve bir kutu çikolata, Abdullah Efendi yüzüp hazırlanmış bir kuzu hediye getirmişlerdi. Mahmut Ağa, gülerek şaka yollu takıldı,

  Bizde kuzu yok mu yani, bu ne demek oluyor?. Abdullah Efendi,

                           Baklavayı yiyelim tatlı tatlı konuşalım, kuzuyu da sen ye, kuzu gibi ol, anladın mı?

Sözünün arkasından bir kahkaha attı ve ekledi,

                           Çikolata Hafize hanımındır, böyle güzel bir kız doğurduğu için. Neşe içinde oturup sohbet ettiler. Köyden ilçeden, politikadan uzun süre konuştular. Bir ara Abdullah Efendi doktora baktı, onun da bir baş göz işareti ile onayını aldıktan sonra Mahmut Ağaya döndü ve söze başladı.

                           Allah’ın emri, peygamberin kavli ile kızınız Ayla Hanımı oğlumuz Muzaffer Beye eş olarak istiyoruz. Mahmut Ağa,

                           Şimdi bu yaptığınız iş mi yani? Ne güzel oturmuş konuşuyorduk, pişmiş aşa su kattınız, deyip güldü. Doktor Bey de,

                           Biz senin endişeni öğrendik. Sen istemedikten sonra Muzafferi başka yere tayin ettirmem, o kadar hatırımız var. Yeter ki sen bir He de. Mahmut Ağa,

                           Yalnız benim He dememle olmaz. Annesiyle ve kızımızla da konuşmam gerek, diye nazlandı.

Kapının arkasından konuşmaları dinleyen Hafize Hanım keyiflenmişti ve gülerek içeri girdi,

     Kalkın bakalım! Doğru sofraya, çok konuştunuz, kuzu kızardı siz hala konuşuyorsunuz.

Gülerek şakalaşarak yemek masasına oturdular. Doktor, Hafize Hanıma gözleriyle ve kaşlarıyla işaret ederek Aylayı sordu.

– Ayla biraz sonra gelecek, yanıtını aldı.

Yemek neşe içinde geçti. Oturma odasına geçtikten biraz sonra, Ayla güleç bir yüzle kahveleri getirdi. Daha önceden bildiği için, Abdullah Efendinin kahvesini sade, doktorun kahvesini şekerli yapmıştı.

Doktor,

                           Ooo, maşallah Mahmut Ağa, bu kız ben görmeyeli ne kadar güzelleşmiş. Sonra, doktor Aylaya döndü,

     Kızım nasılsın?. Bak büyüyünce bademciklerin artık şişmiyor değil mi?

Bu sözlerinden sonra, etrafına bakındı, herkesin odada bulunduğunu görerek,

                           Kararınızı çabuk bildirin! Bizi sevindirirseniz haftaya nişan takmaya geliriz, dedi.

Bir süre daha kendi aralarında, çeşitli konularda konuştuktan sonra kalktılar.Vedalaşırken Abdullah Efendi, Mahmut ağanın kulağına eğildi,

                           Bana kalırsa, nişanı ve nikahı aynı zamanda yapalım, sonra düğünü yaparsınız, nasıl?.

     İyi olur, ben sana haber uçururum, yanıtını aldı.

Üç gün sonra olumlu yanıt geldi. Erkek tarafı olarak nişan yüzüklerini hazırladılar. İlk Öğretim Müdürü Mehmet öğretmeni  de davet ederek, Pazar günü köye vardılar. Nişan ve nikah töreni için okulun en büyük sınıfı, tören salonu olarak hazırlandı. Bütün köy davet edilmişti. Köyün ileri gelenleri ve Aylanın arkadaşları genç kızlar salonu doldurdular. Köyün delikanlıları, Aylayı kaçırdıkları için, içleri yanarak dizildiler. Bir kısım davetliler dışarıda kaldılarsa da, kapılar ve pencereler açılarak, törenden haber almaları sağlanmaya çalışıldı. Önce doktor tarafından, Ayla Hanıma ve öğretmen Muzaffer Beye, kısa bir nutuktan sonra, nişan yüzükleri takıldı. Nişan ikramı

olarak meyveli gazoz ikram edildi. Sonra, Köy İhtiyar Heyetinden, Ağanın yakın arkadaşı Deli Garip tarafından nikah defterine yazıldılar. Üç gün sonra Çarşamba günü akşamı kına gecesi, Perşembe günü sabah gelin hamamı, akşam ziyafet ve eğlence ve gerdek olarak, düğün  programı     duyuruldu ve herkes düğüne davet edildi. Nikahtan sonra davetlilere, nikah şekeri de ikram edildi.

Pazartesi günü, yeni nikahlılar ve kayınpeder Mahmut Ağa ile kayınvalide Hafize Hanım alış veriş için ilçeye indiler. Alınacak pek bir şey yoktu. Muzaffer, gerekli olan pek çok şeyi satın alıp okulun lojmanına koymuştu. Düğün hediyesi olarak Abdullah Efendi merdaneli bir çamaşır makinesi, Doktor da, altı kişilik bir porselen yemek takımı almışlardı. Kayınpedere yatak takımı ile birkaç sandalye masa almak kalmıştı. Muzaffer Beyin öğretmen arkadaşları ve esnaftan yakın arkadaşı Kunduracı Rıfat, o gece şehirde kalmasını ve bir “Bekarlığa veda partisi” yapmayı çok istediler. Ayla ile Hafize Hanım karşı çıktılarsa da,Mahmut Ağa olumlu karşıladı ve izin verdi. Muzaffer onları köye uğurladıktan sonra, kendisi gibi bekar olan Kunduracı Rıfat’ın evinde, öğretmen arkadaşları ile birlikte toplandılar. Masalar kuruldu, rakı şişeleri birbiri ardınca boşaldı.

Cümbüşçü Adilin çaldığı kıvrak oyun havaları eşliğinde oyunlar oynandı, kadehler hep “Muzafferin şerefine” diye kaldırıldı ve içildi. Herkes kafayı buldu ve gece yarısına doğru evlerine dağıldılar.

Rıfat ortalığı biraz topladıktan sonra,

     Bu akşam sen benim odamda ve karyolamda yatacaksın, sana bir de sürprizim var, dedi.

Muzaffer,”İnşallah iyi bir sürprizdir”diye düşünerek soyundu

tam yatacağı sırada, kapı açıldı ve bir kadın içeri girdi. Muzaffer

şaşırarak,

                           Sen de kimsin, ne işin var burada? deyince, kadın hemen soyunmaya başladı.

  Rıfat Beyin söylediği sürpriz benim, dedi. Muzaffer ,

                           Lütfen dışarı çık, üç gün sonra evleneceğim, şimdiye kadar hiçbir kadınla ilişkim olmadı, böyle kalsın istiyorum. Kadın,

  Daha iyi ya işte, deneme yapmış olursun.

Üstündeki çamaşırları çıkarıp muzaffere sarıldı. Ondan sonra olanlar oldu. Sabah Muzaffer uyandığı zaman kadın çoktan gitmişti. Sabah kahvaltıda Rıfat,

                           Sürprizi beğendin mi? diyerek gözünü kırptı. Muzaffer, gülerek yanıtladı,

                           Teşekkür ederim, sürpriz çok iyiydi de Ayla duyarsa mahv olurum. Akşam köye vararak doğru lojmana gidip yattı. Sabah köy kahyası gelerek, Mahmut Ağanın kahvaltıya beklediğini söyledi. Kahvaltı masasında Aylanın yanına oturttular. Ayla, yaramaz bir çocuk gibi hiç rahat durmuyor, dizleri ve ayaklarıyla sürekli kendine dokunuyordu. Birkaç kez yüzüne bakarak, yapmamasını kaşlarıyla anlatmak istedi ama, hiç etkisi olmadı. Gerçekte bundan şikayetçi değildi ama, anne ve babasının yanında olmasından sıkılıyordu. Neşe içinde gülüşerek kahvaltıdan kalktılar. Mahmut Ağa,

     Oğlum senin yapacağın bir iş yok, adamlarımız var, biz her şeyi hazırlarız, sen işine bak, diyerek izin verdi.

Ayla da Muzaffer ile birlikte gitmek istedi ise de, annesi engel oldu ve yarın sabah da yine kahvaltıya gelmesini istedi.

İki gün sonra Muzaffer idrarını yaparken, bir yanma hissetti. Daha sonra da, külotuna doğru bir akıntı olduğunu görerek paniğe kapıldı. Köye gelen Ziraat Teknisyeninin jipine binerek, Doktor Ağabey dediği İlçe Hükümet Tabibine gitti. Doktor, olanları dinleyince, önce basit bir şey olduğunu düşündü. Düğün öncesi bir halt karıştıracağını aklına getirmek istemedi. Önce, akıntıyı lam üzerinde boyadı ve mikroskopta muayene etti. Sonra, biraz da öfkeli bir sesle,

                           Aşk olsun Muzaffer, tam evlenecek sırada bu Belsoğukluğunu da nereden buldun? Olacak şey değil, ne halt ettinse anlat bakalım.

Muzafferin dili tutuldu, ”Şey..şey” demeye başladı ve Rıfat’ın sürprizini anlattı. İkisini de bir düşüncedir aldı. Düğünü ertelemek olanaksızdı, hangi bahaneyi bulacaklardı. Muzaffer,

  Doktor Ağabey, bulursan sen bir çare bulursun.!

Ağlamaklı bir sesle, pencereye doğru gitti, neredeyse ağlayacaktı. Rıfat’a da sürprizine de içinden sövüp sayıyordu. Doktor onun daha çok üzülmesine dayanamadı, bulduğu çareyi anlattı.

     Bir halt ettin, şimdi beni iyi dinle! Bunun tedavisi en az bir hafta kadar sürer, şimdi sana ilk iğneyi yapalım. Yarın akşam gerdeğe gireceğine göre, bunu erteleyemezsin. Bir “Balayı yapma” hikayesi uyduralım, köyde kalırsan her gün iğne olmaya gelemezsin. Balayı yapma fikrini Ayla da çok beğenecektir.

Turistik otelde

güzel bir oda ayırt. Malak Muzafferin özel arabasını da tutarız. Yatsı namazından sonra, gerdeğe gireceğiniz zaman özel arabaya biner otele gelirsiniz. Muzaffer endişeyle sordu.

–Sonra ne yapacağım?

Doktor onun ne demek istediğini anladı.                                                            Otelde gerdeğe girince, prezervatif takarsın. Bir hafta kullanacağını da unutma. Ayla sorarsa, ” İlk günden hamile kalmanı istemedim” dersin, gönlünü alırsın.

Ertesi günü doktor, Kunduracı Rıfat’ı çağırttı ve durumu anlattı. Ağzını sıkı tutmasını da söyledi. Kadını da buldurup, Sağlık Merkezinde tedaviye aldırdı.

Olaylar doktorun planladığı biçimde gelişti. Balayı hikayesine, en çok sevinen de gerçekten Ayla oldu. Daha sonra bir gün, Mahmut Ağa muayenehaneye geldi. Olan bitenden haberi olmadığı için gayet keyifliydi. Şaka ile karışık,

                           Aşk olsun doktor, bu balayı lafını da nereden çıkardın, eski köye yeni adet getirdin, diye sitem etti.

Doktor ise, eski köye yeni adetin “Muzafferin aşk denemesi” yüzünden geldiğini elbette söyleyemedi.

BİR AŞK HİKAYESİ

Çay köylü Abdullah efendinin iki oğlu da, kendi anlatımına göre,                            Haylaz “ çıkmışlardı. Köydeki malın mülkün başında durmamışlar, ”Her biri bir cehenneme gitti” diye babalarının dert yanmasına neden olmuşlardı. Küçük oğlu Ahmet, Belçika’dan izinli olarak köye geldikten birkaç gün sonra, bir yaşındaki oğlu Kaan hastalanınca, Belçikalı hanımıyla birlikte bana geldiler. Belçikalı hanım, sarışın, ince uzun boylu, cana yakın, kibar davranışlı güzelce bir kızdı.

Öğrendiği birkaç kelime Türkçe ile herkesin kalbini kazandığı gibi benim de kalbimi kazandı. Bir teşekkür ediş hali vardı ki, insanı mest ediyordu. Onların ülkesinde doktora verilen değerin ve saygının yüceliğini her haliyle anlatıyordu. Çocuğun muayenesinde, önemli bir şey yoktu, basit bir ishal gibi görünüyordu. Bizim memleketin mikroplarına alışıncaya kadar bu olacaktı. Reçetesini  yazdıktan  sonra, çocuğa içirmeleri gereken sıvıları ve miktarlarını ve yemesi gereken yiyecekleri Fransızca olarak yazdım. Dinlenmeleri için, hastanedeki benim odama, yardımcım hanımla birlikte gönderdim.

Ahmet’e de sordum,

  Bu güzel kızı nereden buldun?

                           Sorma doktor bey, alıncaya kadar neler çektim, anamdan emdiğim süt burnumdan geldi, diyerek güldü.

Ben ise, bu kadar varlığı ve zenginliği bırakarak neden yaban ellere, çalışmaya gittiğini merak ediyordum.

                           Bu kadar malı mülkü bırakıp neden oralara gittiniz, şunları baştan anlat bakalım, dedim.

–Babam, sizin de bildiğiniz gibi, işine ve eşine bağlı, güzel ah-

laka meraklı bir adamdır. Beş vakit namazını kılar, Kur’an ile ve Peygamberin sünneti ile yaşar. Küçük bir yalanımıza bile, büyük cezalar verirdi. Bizleri de, kendi düşünceleri ve inançları doğrultusunda büyüttü. Kendisi okuyamadığı için, bizleri okutmaya çok çalıştı. Ortaokula ağabeyimle birlikte başladığımız zaman, okul dönemi annemle birlikte bizi ilçeye gönderir, kendisi köyde zor koşullar içinde yalnız kalırdı. Ortaokuldan sonra ağabeyim okumak istemedi ve okumadı. Ben de aynı şeyi yaptım. Köyde kalıp, kayısı bahçelerinde çalışacağımıza göre, daha çok okumanın bence de bir anlamı yoktu. O civarın en iyi kayısılarını, biz üretirdik, hala da bir sürü işçi ile birlikte yine babam üretiyor. Kayısı bahçeleri bakım ister, emek ister ama, çok da para getirir. Konserve fabrikaları mahsulün tamamını, her sene satın alırlar. Bizim öğretmenin on senelik maaşı kadar parayı bir kerede avans olarak öderler. Babam, Mehmet ağabeyimle ikimize her ay dolgun bir ücret verirdi.                     – Ne isterseniz yapın derdi.

Bir kısmını harcar bir kısmını da biriktirirdik. Çok iyi çalışıyorduk, çok iyi de para kazanıyorduk ama, mutlu değildik. Babamın yerli yersiz emirlerinden, bize baskı uygulamasından, kişiliğimize saygısız davranmasından bunalmıştık. Bize, insanca davranmasını, değer vermesini istiyorduk. Annem aracılığıyla kaç kez söyledik olmadı, Mehmet ağabeyim yalvararak yüzüne karşı söyledi,

  Baba ne olur, bize insanca davran!

Bu yalvarışa karşı davranışı, birkaç günden uzun sürmedi. Bizi çok sevdiğini biliyorduk ama, bu bize yetmedi. Bize göre her şeyimiz vardı ama, sanki onurumuz yoktu. Kendimizi kafeste bir kuş gibi tutsak hissediyorduk. İkimiz de köyden ayrılmaya karar ver-

dik. Uzaklara, hem de çok uzaklara gitmek istiyorduk. Önce Almanya’ya gitmeyi düşündük. Askerliğimizi tamamlamadan gitmemizin, olanaksız olduğunu öğrendik. Askere gitmeden önce, ağabeyimi evlendirmek için çok uğraştılar ama razı edemediler. Hele bir öğretmen hanım vardı ki, Allah özenerek yaratmıştı sanki. Çeşitli bahanelerle evimize gelir, anneme yardım eder, babama kahve pişirirdi. Annemi ve babamı içten fethetmişti ama, ne yaptıysa yaranamadı, ağabeyimi kandıramadı. Sonra küstü, köyden tayinini çıkartarak gitti. Ağabeyim bana da akıl verdi.

                           Bak Ahmet! Gözünü aç! Evlenirsen köyde  kalırsın!. Annem bu konuşmamızı duymuş ve çok üzülmüştü. Hem bizi azarladı, hem de söylenerek ağladı.

                           Bizden sonra, bütün bu mal mülk sizin, anlamıyor musunuz? Ağabeyim askerden gelince, annemin ağlamalarını, babamın tehditlerini dinlemedi. Yarı dargın bir durumda, tatsız bir biçimde köyden ayrıldı. Kanada’ya işçi olarak gitti. Bana da giderken,

                           Sen askerliğini bitirinceye kadar, ben de iş bulur yerleşirim ve seni de yanıma alırım, demişti.

Ben de askere gidinceye kadar hiç renk vermeden, çok sıkı çalıştım. Benim kalacağımı sandılar, çok ümitlendiler. Onları üzmemek için bir şey söylemedim. Onları çok seviyordum, annemin ağlamasına dayanamıyordum ve babamın yalnız kalmasına içim el vermiyordu.

Ama, gitmem gerektiğine de inanmıştım.

Askerden gelince, onlara belli etmeden bütün hazırlıklarımı yaptım, birikmiş param da vardı. Turgut adında bir okul arkadaşım Belçika’ya işçi olarak gitmişti ve orada çalışıyordu. Onunla mek-

tuplaşarak bu konularda bilgi alıyordum. Belçika da birkaç gün beraber kalmak üzere beni davet te etmişti. Vatan hasretinden başka şikayeti olmadığını yazıyordu. Onun tavsiyelerine göre hazırlık yaptım. Her şey hazır olunca, önce anneme ve sonra babama söyledim. Sanki kıyamet koptu. Annemin ağlamalarına, babamın bağırmalarına dayanamadım ve onlara,

-Üzülmeyin, belki kısa zamanda döner gelirim, dedim. Biraz rahatladılar.

THY ile Brüksel’e kadar rahatça gittim. Kaptan Pilotun ve bir hostes hanımın yardımıyla, otobüse bindim. Turgut’un çalıştığı Mons şehrine vardım ve Turgut’u buldum. Bir konfeksiyon atölyesinde çalışıyordu. Ben de askerliğim sırasında, Dikim Evinde çalıştığım için çok hoşuma gitti. Evi de güzeldi, kazandığı para da bana göre çok iyiydi. İki gün sonra Turgut bana iş teklif etti.

                          Ahmet sana iyi bir iş buldum, bizim atölyede. Parası da başlangıç olarak çok iyi. Bana kalırsa bir ay kadar çalış. Kanada kaçmıyor ya, beğenmezsen gidersin.

Turgut ile birlikte, onun evinde kalıyordum ve ikimiz birlikte çok eğleniyorduk. Birlikte olmak, memleket hasretini unutturuyordu. Kendimize hür ve mutlu bir dünya yaratmıştık. Tek derdim, iyi dil bilmemekti. Bir ay sonra işime de alışınca Kanada’ya gitmekten vaz geçtim. Bildiğim Fransızca yetersiz olduğu için bir dil kursuna yazıldım. Her akşam işten çıkınca, bir saat dil kursuna gidiyordum. Akşamları kursta öğrendiklerimi tekrarlıyor ve çok kez de Turgut ile birlikte sinemaya ya da bir eğlence yerine gidiyorduk. Hayatımdan çok memnundum. Bazen kendi kendime,”İşte hayat bu, iyi ki gelmişim” diyordum.

Fransızca kursu gayet iyi giderken, öğretmenimiz hastalandı. Onun yerine, Matmazel Mari Debel adında, sarışın bir hanım kız gelmeye başladı. Hepimiz ona hayrandık, hatta aşık olduk. Ben, eski öğretmenimize alıştığım için, önce yadırgadım ama sonra, kızın güzelliği, dürüstlüğü ve ciddiyeti beni çok etkiledi. Allah sanki özenmiş de yaratmış. Omuzlarına dökülen altın rengi saçları, tatlı mavi gözleri, bembeyaz teni, şiir gibi ahenkli sesi ve hareketleri, o güne kadar hiç görmediğim şeylerdendi. Ben de onu etkilemek için ve ona yaklaşmak için çok uğraşıyordum. Süper bir öğrenci olmuştum.

Her sorusuna, herkesten önce ben cevap veriyordum. Her gün muntazam tıraş oluyor, yeni elbiseler içinde, erkek modasına uygun olarak, bir “Beyefendi” gibi giyiniyordum. O da benim ne yapmak istediğimi hissediyor ve anlıyordu ama, ciddiyetini bozmuyor, hiç birimize yüz vermiyordu. Birkaç kez evine kadar izleyerek, peşinden gittim. Özel hayatını anlamak için, bir sevgilisi olup olmadığını anlamak için, uğraştım. Babası Mösyö Debel’in bir konfeksiyon dükkanı vardı, her Pazar hep beraber, Katolik Kilisesine gidiyorlardı. Kızın bir sevgilisi yoktu. Bu beni hem sevindirdi ve hem de cesaretlendirdi. Sabahleyin erkenden, hevesle ve keyifle kalkıp işime gidiyor, dikkatle ve özenle çalışıyordum. Bir an önce akşamın olmasını, kurs Saati’ni gelmesini, iple çekiyordum. Usta başı da benden çok memnundu. Onların istediği miktarın üzerinde, hem de üst düzeyde iş çıkarıyordum. Sonra da kurs saatinin gelmesini sabırsızlıkla bekliyordum.

Bir gün derste, dünyadaki çeşitli dinlerden konu açıldı. Herkesin, diğer dinler konusunda, bilgisi olmasının yararlı olduğunu,

kendisinin de merak ettiğini söyledi. Bundan cesaret alarak, dersten sonra yanına gittim ve bir öneride bulundum.

                           İsterseniz, sizi bizim camiye götürebilirim, dedim. Kabul etti. Ben pek sofu sayılmam ama,Cuma günleri muhakkak, Cuma Namazına giderim. Bana göre namaz, Allah’a karşı, onun emirleri doğrultusunda hesap verme, kendi vicdanınla Allah huzurunda bir çeşit yüzleşmedir. Babamın bizlere öğütlediği İslam ahlakını yaşamaya çalışıyordum ve yaşıyordum. Bir apartmanın altındaki küçük camimizin imamı Hoca Eşref Efendi, bizim yaşımızda bir gençti ve çok iyi Fransızca biliyordu. Hoca Eşref efendiye durumu

anlattım. Sonra, Mari ile anlaştığımız gibi, Cuma Namazı sonunda , caminin önünde buluştuk ve birlikte camiye girdik. Başını örttü, ayakkabılarını çıkardı, hayret ve merakla etrafına bakınıyordu. Sonra bizi bekleyen hoca ile tanıştırdım, gösterdiği saygı görülmeye değerdi. Hoca Eşref efendi, cami içindeki Arap harfleriyle yazılmış tabloları, Hazreti Muhammed’in  kısaca hayatını, tablolarda yazılı Dört Halife’yi ve müslümanlığın içindeki yasakları ve yasak olmayanları, özetledi. Camiden çıkınca, bir kafede oturmayı teklif ettim. Birlikte gittik, kahvelerimizi içerken biraz sohbet ettik. Bu arada ben Türkiye’yi ve Türkiyede ki evimizi, annemi ve babamı anlattım. Mari de kendinden ve ailesinden biraz bahis etti. Hatta, din konusunda espri de yaptı,

     Hıristiyanlık ile Müslümanlık arasındaki fark, şarap içmek ile domuz eti yemek kadar, sanırım? dedi ve güldük.

Daha sonraki günlerde, birlikte kahveye, sinemaya gitmeye başladık. Ona tam bir arkadaş gibi davranıyordum ve elini bile tutmuyordum. Gerçekte, yüzüne bakarken içim eriyor, tatlı gök ma-

visi gözlerine bakmaya da doyamıyordum. O da benim her şeyimle ilgileniyor, bana baktığı zaman, gözlerindeki ışıltıyı görüyordum.

Konuşmalarımız arasında, Fransızca da yaptığım yanlışları da düzeltiyor, gülüşüyorduk. Turgut ta bana takılmadan edemiyordu.

                           Bu sarı kız çıkalı benim pabucum dama atıldı. Bir sarı kız da ben bulmalıyım, gibi laflar ediyordu.

Bir ay kadar bu şekilde buluştuktan sonra, bir gün, birlikte yemeğe çıkmamızı rica ettim. Yaşlı bir müzisyenin Çigan müziği çaldığı, küçük bir Macar lokanta vardı, oraya gittik. Garsonun yardımıyla ona en güzel Fransız şarabı, kendime de bir meyve suyu ısmarladım.

Müslüman kimliğimin dışına çıkmamaya her zaman olduğu gibi, onunla birlikte iken de özen gösteriyordum. Onun ısmarladığı yemeklerden sonra kendime, domuz eti olmasın diye, tavuk şiş ısmarladım.

  Domuz meselesi galiba, diye gülümsedi.

Yemek boyunca, sevgi ve aşk dahil, evliliklerden ve her şeyden konuştuk. Türkiye’deki köyümüzü, annemi babamı, bazı önemli adetlerimizi olduğu gibi anlattım. Aramızda, söze dökülmemiş bir sevgi, her konuda meydana çıkan bir anlayış birliği vardı. Müziğin yarattığı romantik havanın coşkusu ve yardımıyla, ikimiz de tam kıvama gelmiştik ki, düşündüğümü söyledim.

  Benimle evlenir misin?

Önce şaşırır gibi yaptı, gözlerimin içine baktı,

     Babama ve anneme de sormam gerekir.

Bu sözleri söyleyince, kendisi tarafından evlenmeyi kabul ettiğini anladım. Artık sırası gelmişti, ellerini tutarak gözlerinin içine baktım,

  Çok mutlu olacağız, pişman olmayacaksın, dedim.

Pazar günü, kilise çıkışında buluştuğumuzda sessiz ve biraz da düşünceli görünüyordu. Bir terslik olduğu kesindi ve kötü bir olasılığı aklıma getirmek istemiyordum ama, biraz da bekliyordum. Babasının koyu Katolik olması beni çok düşündürüyor hatta korkutuyordu.

Kahvelerimizi içerken anlattı. Babası,

                           Ben müslümana kız veremem, Katolik olursa, düşünürüm. O Türkle bir daha görüşmeyeceksin, demiş.

Mari, ağlamaklı bir sesle kendi fikrini anlattı.

                           Çok üzüldüm ama ne yapabilirim, bir ay görüşmeyelim, bakalım ne olacak?

Dünya sanki başıma yıkıldı. Ne yapacağımı bilemiyordum, çaresizdim. Fransızca kursunda görmekle yetinecektim. Kısa bir süre sonra, oda bitti. Bir akşam eski kurs öğretmenimiz “Sürpriz” diyerek geliverdi. Sanki sürprizin tam sırasıydı. Sürprizden iki gün geçince, tam anlamıyla aşk sarhoşu oldum. Gece gündüz Mari’yi düşünmeden yapamıyordum. Bir hafta kadar sonra, bir gece rüyamda, onu başkasıyla evlenirken gördüm. Deli gibi oldum, evlerine gitmeye karar verdim. Arkadaşım Turgut uyardı,

     Sen iyice sapıttın, önce bir telefon et, olmazsa sonra yine gidersin!

Doğru söze ne denir?. Telefona, Madam Debel çıktı. Kendimi tanıttım ve Mari ile görüşmek istediğimi söyledim. Mari de yanındaymış hemen verdi.

Mari sevgilim, sensiz yapamıyorum, babana söyle, kendimi

öldüreceğim, bütün günahlarım babanın üstüne olsun, dedim. Gerçekten de sözlerimde samimiydim. Mari’yi görmeden yaşamak bana anlamsız gelmeye başlamıştı. Mari benim ne kadar dürüst olduğumu bildiği için telaşlandı, yanındaki annesine fısıldadı,

  Kendisini öldürecekmiş?. Annesi,

                           Duydum, söyle bir delilik yapmasın, ben babanla konuşurum, dedi. Bu konuşmaları ben de duydum. Mari, hüzünlü bir sesle konuştu.

  Sen deli misin Ahmet, birkaç gün sabret, lütfen!

Anlaşılan o da benim gibi çaresizdi. Akşam eve gelince, Mösyö Debel’e anlatmışlar ve Mösyö Debel,

–Böyle saçma şey olmaz, ne kadar büyük aşk olursa olsun, gerçek bir erkek, bir kadın için kendini öldürmez. Bana kalırsa, o, benimle evlenmezsen seni öldürürüm demiştir. Zaten Fransızca’yı da iyi bilmiyor, demiş. Annesiyle Mari ısrar etmişler ve “Bütün günahım babanın üstüne olsun” sözünü tekrarlamışlar. Dinsel inancı sonucu, “Bütün günahım babanın üstüne olsun” sözüne fena takılmış ve biraz da telaşlanmış.

                           Blöf değilse büyük bir aşk, diye söylenmiş. Bir hayli düşündükten sonra,

                           Çağırın şu deli Türkü, bir de ben göreyim, demiş. Mari eve telefon etti,

  Pazar günü akşamı, saat 7.30 da yemeğe bekliyoruz.

Sanki dünyalar benim oldu. Sesi de çok tatlı ve neşeliydi. Arkadaşım Turgut da beni yüreklendirdi.

     Bu iyi işaret, Allah sonunu hayırlı etsin!

Sevinçten uçuyordum. Bir gün önceden onların beğeneceklerini umduğum en güzel ve en pahalı hediyeleri hazırladım. Vaktinden beş dakika önce eve gittim. Mösyö Debel’e, çok güzel, orijinal yağlı boya bir Meryem Ana tablosu, Madam Debel’e, üç metre ipekli kumaş, Mari’ye de orkidelerden kocaman bir buket çiçek verdim. Çok memnun oldular, hatta bu kadarını beklemiyorlardı herhalde, şok oldular diyebilirim. Yemekte bütün gözler üzerimdeydi, bunu hissediyordum. Hepsi bardaklarına şarap koydular, ben özür diledim ve bardağıma su koymalarını rica ettim. Onun üzerine Madam Debel, espri yaptı,

  Yahni koyun etidir, korkmadan yiyebilirsin.

Yemekten sonra, kahvelerimizi içerken mösyö Debel bana döndü,

                           Mösyö Ahmet, kaç gündür seninle uğraşıyorum. Patronun Mösyö İzak’a sordum, usta başına sordum. Hepsi senin için çok iyi şeyler söylediler. Dinine bağlı ve temiz ahlaklı olman da ayrıca hoşuma gitti. Biricik kızımı aşk uğruna tehlikeye atamazdım. Evlenmenizi kabul ediyorum yalnız nikah, kilisede kıyılacak ve kızımın dinine karışmayacaksın, anlaştık mı?

                           Anlaştık efendim! İzin verirseniz, Müslüman nikahını da evimizde yaptırırız, dedim. Ona da güldü.

     Dinine bağlı olman beni yüreklendiriyor, dedi.

Konuşulduğu gibi nikahlandık. Düğün hediyesi olarak, düğün masraflarını üstlendiler ve oturmamız için bana, bir daire hediye ettiler. Babama bütün bu olanları, mektuplar yazarak anlattım.

                           Türkiye’de kız kalmadı mı, elin gavurunu başımıza getiriyor, demiş. Ama, Mari’yi görünce bayıldı, annem de mutluluktan uçtu. Bütün köy kadınları, geldiler gittiler, en az bir hafta evi doldurdular. Mari, köy evlerinin Belçika’da ki evlere göre ilkel olmasına ve çok değişik adetlerimiz olmasına rağmen, hiç yadırgamadı. Annemle birlikte şalvar giydi, sofra kurdu, bize kahve pişirdi. Kadınlar ile işaretlerle konuştu, evlere gitti, bizim kayısı bahçelerimizi ve diğer bahçeleri gezdi. Yalnız, çocuğumuz Kaan’ı yanından ayırmadı ve kimsenin kucağına vermedi. Çocuğa hastalık bulaşmasından korkuyordu.

Bana,“Daha önce niye gelmediniz ?” diyorlar. Daha önce gelmek istiyorduk ama, Mari hamile iken doktorlar izin vermediler ve patronum Mösyö İzak da,

                           Uygun bir zamanda git, şimdi işlerimiz çok yoğun, herkese ihtiyacım var, demişti. Babam da mektubunda,

                           Çocuk doğduktan sonra gelin, bekliyoruz, diye yazdı ve bu güne kaldık.

Bu aşk hikayesi bana çok güzel şeyler anlattı ve öğretti. İnsan, babasından da gelse, özgürlüğünün kısıtlanmasına, onurunun kırılmasına katlanamıyor ve dayanamıyordu. İkincisi, uygar bir insan, büyük bir aşk için de olsa, kendini öldürmeyi anlayamıyor ve kabul edemiyordu. Üçüncüsü, iyi eğitim gören bir insan, hele bir de aşık olursa, daha kolay uyum sağlıyordu.

CİCİ DAMAT

Muayene hanenin önünde bir jip durdu ve kısılmış sesiyle ağlayan bir çocuk sesi duydum. Akşamın bu saatinde doğrusu, güç bir hastayla karşılaşmak istemiyordum. Üstelik yardımcımı da yeni göndermiştim. Tabi her şey sizin istediğiniz gibi olmuyor. Elimdeki yeni gelen Tıp Mecmuasını masanın üzerine bıraktığım anda genç bir adam, kucağında 4–5 yaşlarında bir oğlan çocuğu ile içeri girdi. Telaş içinde ve nefes nefese karşımda durdu. Üzüntü ve korkuyla karışık yüzüme baktı. Arkasında 40–45 yaşlarında güzel bir kadın ve onun da arkasında genç bir kadın olmak üzere içeri doldular. Hepsi yorgun, üzgün ve bitkin görünüyordu. Hepsi birden yüzüme baktılar ve çocuk bir an ağlamayı kesti, gözleri kapalı uykuya dalar gibi oldu.

                           Hoş geldiniz, oturun bakalım! Telaşlanmayın, her şeyin bir çaresi vardır, dedim.

Onları sakinleştirmeye ve rahatlandırmaya çalışıyordum. Diken üstünde oturur gibi, bir beklenti içinde, sandalye ve koltukların kenarına iliştiler. Önce genç adama döndüm,

                           Anlat bakalım efendi, nedir bu telaşınız? Birden boşalırcasına konuştu.

     Ben NATO petrol boru döşeme yapımında çalışan bir teknisyenim, adım Mazlum. Bu hanım kayınvalidem Akile Hanım, bu da eşim Nazik hanım.

Sonra çocuğu muayene masasına götürdü, yavaşça bıraktı, çocuk gözlerini açarak tekrar ağlamaya başladı ve bir yandan da iki eliyle pipisini tutuyordu. Bir anlamda çocuk derdinin ne olduğunu

ve nerede olduğunu bana gösteriyordu. Üzerinde bir gecelik entari vardı ve külotu yoktu, altına bez koymuşlardı. Mazlum efendi bana döndü,

                           Bu oğlum Mustafa, üç günden beri karnını göstererek ağlıyordu. Dün akşamdan beri de pipisini göstererek ağlıyor ve pipisinden sürekli idrar akıyor. Ne kendi uyudu ne de bizi uyuttu.

Sonra, “Kayınvalidem” dediği Akile hanım kalktı, çocuğun yanına geldi ve başını okşayarak,

                           Canım Mustafa’m, ağlama doktor amca seni iyi edecek, dedi. Çocuğun annesi olduğunu düşündüğüm Nazik hanım yerinden kımıldamadı, sessiz ve dalgın bakışlarla etrafına bakıyordu. Sanki olanlarla ilgilenmiyor gibiydi. “Acaba akıl hastası ?”diye aklımdan geçti. Yerimden kalktım, çocuğa gülümseyerek yaklaştım, saçlarını okşadım,

                           Mustafa korkma, ben seni şimdi iyi ederim. Ama önce pipine bakmam lazım.

Bir an ağlamayı kesti, korkuyla karışık yüzüme baktı, pipisini iki elimle tutunca irkilir gibi oldu, sünnet derisini sıyırarak baktım. Pipisinin ağzı olabildiğince açılmış durumdaydı ve idrar damlıyordu. İdrar yolunun ağzına yakın kısmında, idrar yolunu tıkayan bir sertlik vardı. Anladığım kadarıyla, idrar yollarından bir yerde oluşan bir taşı vücut atmak istemiş, tam orada takılıp kalmıştı. Geriye döndüm, hepsi merak ve kaygı ile ağzıma baktılar,

                           Merak etmeyin, idrar yolu taşla tıkanmış, çıkarınca iyi olur. Şimdi hemen hastaneye götürün ben de geliyorum.

Mazlum efendi çocuğu öperek kucakladı ve sevinerek yürüdü.

Anneannesi Akile hanım da hemen onu takip etti. Yürürken arkasından şöyle bir baktım. Başında oyalı bir yazma, omuzlarında atkı ve ayaklarında mor kadifeden şalvarla yorgun ama güvenli, hatta edalı bir yürüyüşü vardı. Sağ ayakkabısının topuğu üzerinde, taze bir kan lekesi gibi bir leke parıldayarak duruyordu. ” Kan lekesi mi,  yoksa herhangi bir şeyin lekesi mi?” diye bir an düşündüm. Ama ne olursa olsun güzel kadındı. Çocuğun annesi, sanki onunla ilgili bir şey yokmuş gibi ilgisiz, oturduğu yerden istemeyerek kalktı ve önüne bakarak, onların arkasından yürüyüp gitti.

Sağlık Merkezine varınca, doğru odama gittim. Giyinirken bir taraftan da düşünüyordum. “Çocuğu iyi etmek için ne yapacağımı biliyordum, ama büyüklerin durumlarını anlamış değildim. Baba normal olarak telaşlı, anneanne olağan üstü ilgili, anne ilgisiz uyur gezer gibi, belki de akıl hastası”.

Poliklinik odasına gittiğim zaman, çocuk muayene masasında uykuya dalmıştı. Babası dahil hepsinin gözleri mahmur, hemen uyuyacak gibiydiler. Çocuğu sıkıca tutmasını babasına tembih ettikten sonra, girişime başladım. Taş, çocuğun pipisinin ağzına yakın kısmında enlemesine takılıp kalmıştı. Çocuğun uyanıp bağırarak ağlamasına aldırmadan, önce taşı çevirmeye çalıştım, olmadı. Sonra özel bir pensle girerek taşı kırdım ve çıkardım. Biraz kan geldi ama, önemli değildi. Gereken ilaçları ve önlemleri hemşire hanıma söyledikten sonra, bir gece hastanede kalmasını, yanında birisinin de refakatçi kalmasını istedim. Anneannesi Akile hanım hemen,

     Ben kalırım, dedi.

Anneden yine bir ses çıkmadı ve sonra babayla birlikte gittiler. Ben de odama gittim ve koltuğa oturarak bacaklarımı uzattım, gözlerimi kapattım, dinlenmeye çalışıyordum. Biraz sonra hemşire hanım,  telaşla odama geldi.

  Anneanne çocuk düşürüyor galiba, kanaması var, bir baksanız?

  Hoppala ! Bu da nereden çıktı şimdi, diye söylendim.

Demek ki, topuğunun üstünde parlayan kan lekesinin ta kendisiymiş. Kadının genel durumundan benimle açık konuşamayacağı kuşkusuna kapıldım. Belki hemşire hanımla, kadın kadına daha rahat konuşabilirler diye düşündüm. Ayrıca hemşire hanım, benim dinlediğimi bilmediği ve yalnız olduklarını düşündüğü zaman, daha serbest konuşabilirdi.

                           Hemşire hanım, kadını buraya getir ve olup biteni iyice öğren, sonra bana anlatırsın, muayene aletlerini de hazırlat, dedim ve odadan çıktım. Onlar benim odama girince, buzlu camlı olan pencerenin arkasından, onları dinlemeye başladım. Hemşire hanım,

  Kız söyle bakalım, kocan nerede?.

                           Kocam on altı yıl önce kamyon altında kaldı, öldü. Çok iyi bir adamcağızdı. Allah rahmet eylesin, dedi. Hemşire hanım,

                           Kız karnındaki yoksa damattan mı?. Kısa bir sessizlikten sonra ekledi,

  Allah canını almasın, Mustafa da senin inşallah. Kadın,

                           Mustafa da benim çocuğum, diyerek ağlamaya başladı. Hemşire hanım,

                           Ta başından olanı biteni bana anlat! Doktor beye rica ederim, karnındakinden seni kurtarırım, tamam mı? Dedi.

Kadın derin bir nefes alarak anlatmaya başladı.

                           Damadım Mazlum, çok iyi huylu, terbiyeli bir adamdır. Altı sene önce, kızım Nazik’i görünce beğenmiş. Kimsesi olmadığı için, iş yerindeki mühendis beyle birlikte gelerek istediler. Altı ay kadar nişanlı kaldıktan sonra evlendiler. Gerdeğe girdikleri ilk gece, komşu hanımla kapılarında kanlı çarşaf bekliyoruz. Biraz sonra, gelin güveyi içeride kavga etmeye başladılar. Benim kız,

                           Ay çok büyükmüş, çok da acıttı, karnım bile acıdı, bir daha yaptırmam, diyordu.

Sonra damat kanlı çarşafı kapı aralığından dışarı attı ve gidip uyuduk. Ertesi akşam daha büyük bir kavga çıkardılar ve benim kız odadan dışarı kaçarak, benim odama geldi.

  Kız ne oluyor?. Burada ne işin var?.

                           Anne çok büyük, acısı karnıma vuruyor, dayanamıyorum, yapmasını da istemiyorum, diye ağladı. Ben de söylendim,

                           Kız aklını başına topla, bu adam senin kocan. İkiniz bir olun ve bir çare bulun. Onu da ben mi öğreteceğim?.

Birkaç gün sesleri çıkmadı ve ben de anlaştıklarını düşünerek sevinmiştim. Bir hafta kadar sonra, karanlık bir geceydi. Yine bunların bağrışmaları üzerine, yatağımdan kalktım. Odamın kapısından çıkıyordum. Damat da benim odama geliyormuş, karanlıkta çarpıştık, kucak kucağa geldik. Damadın şeyi elime dokundu ve aramızda bir elektriklenme oldu. Birden bana sarılarak öptü. Sonra benim yatağa girerek seviştik. Aralıklı birkaç kez geceleri yanı-

ma geldi. Her gelişinin arkasından onu daha çok özlemeye başladım. Her gece yollarını bekliyordum. Aşık olmuştum. Ne dünya, ne kızım, hatta hiç kimse umurumda değildi. “Kırmızı gömlek ya yeninden çıkar, ya yakasından çıkar” derler ya, aynen öyle oldu. Benim kıza bir şey olmadı da ben hamile kaldım. Kız zaten bizim seviştiğimizi biliyordu, damadı da gözden çıkarmıştı. Beni teselli etti,

  Anne üzülme, istersen biz boşanalım sen evlen.

O sırada damadın tayini başka yere çıktı, çocuğu da doğurmamı çok istedi. Bende zaten çocuğu aldırmaktan korkuyordum. El aleme rezil olmadan, yeni gittiğimiz yerde Mustafa’yı doğurdum. Mustafa doğduktan sonra damat bana daha da çok alıştı. Sanki gerçek karısı benmişim gibi, artık her gece geliyordu. Hem çocuğunu seviyor hem de sevişiyorduk. Ben halimden çok memnundum ama Nazik gittikçe bozuldu. Olanları içine sindiremedi, içine kapandı. Dünyadan zevk almaz oldu. İşte gördüğünüz gibi ayakta uyur hale geldi. Bunu biz de görüyor ve üzülüyorduk ama, ikimiz de bir türlü vaz geçemedik. Üç gün damat gelmese özlüyordum. Sonra yine hamile kaldım. Onu doğurmam olanaksızdı. Daha önce bir kadından duyduğum gibi, tavuğun kanat teleklerinden birini sokarak çocuğu düşürdüm. Bu kez de öyle olacak sandım. Kanla karışık bir şeyler geldi ama üç gündür kanama kesilmedi.

                           Allah beni cezalandırıyor galiba, dedi ve tekrar ağlamaya başladı ve yüksek sesle bağırdı,

                           Hey Allah’ım !. Günahkar biziz, Mustafa’nın ne suçu var?, Hemşire hanım,

                           Ben doktor beye anlatırım, inşallah kurtulursun. Şimdi doğru çocuğun yanına git, dedi.

Hemen oradan ayrılarak poliklinik odasına gittim. Biraz sonra Hemşire hanım yanıma geldi. Kadının bütün söylediklerini olduğu gibi anlattı ve kadını doğum odasına götürüp hazırladığını da haber verdi. Birlikte doğum odasına giderek muayene ettik. Rahim ağzı oldukça açıktı ve hafif bir kan sızıntısı vardı. İçeri küret denen aletten sokarak rahmin iç yüzünü kazımak gerekiyordu ama tehlikeliydi.

Buna ancak bir Kadın-Doğum uzmanı salahiyetliydi. Rahmi iki elimin arasına alarak sıkıştırmayı düşündüm. Bir elimle karnının üzerinden bastırdım ve diğer elimle içeriden sıkıştırıp bıraktım. Birkaç kez yaptıktan sonra, içeride kalan eşin parçası gelmeyince, küret ile rahim ön yüzün hafifçe, bastırmadan taradım. Bir küçük, avuç içi kadar bir parça geldi ve kan da kesildi. Çok sevinmiştim. Bu kez Allah, Akile hanıma yardım etti, o da kurtuldu ben de. Bizim görevimiz burada bitiyordu ve biz yapmamız gerekenleri fazlasıyla yapmıştık. Ama, onların yapması gereken çok zor işleri vardı.

DEVLETİN ELİ

İlçe kaymakamı izinli gideceği zaman, kaymakamın teklifiyle, ilçe içindeki yüksek tahsilli memurlardan biri, kaymakam vekili olarak, Valilik Makamı tarafından görevlendirilirdi. Kısa süreli, bir iki günlük ayrılmalarda, kaymakamlık özel kalem memuru bu görevi yerine getirebilir. Kaymakam Vekilliği görevi de çok zaman bana veriliyordu. Bu onurlu bir görevdi. O koltukta devletin gücü vardı.

Kaymakam vekili olarak görev yaptığım günlerden biri, Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına rastlamıştı. Merasimler yapıldıktan sonra, kaymakamlık makamında, halkın ve memurların kutlamalarını, Cumhur Başkanı adına kabul etmek gerekiyordu. Özel kalem memuru Mehmet Bey, gerekli hazırlıkları yapardı. Memurlar, İlçe Müftüsü Mehmet Esat Efendi önde olmak üzere geldiler. Müftü Efendi, o sene Haç görevini de yapmış ve Yaş Sınırlaması kanunu gereği emekli olmak üzere idi. Beyaz sakallı, nur yüzlü, aydın fikirli bir din  adamıydı. Konusu ile ilgili kitapları vardı. Bütün ilçe halkının sevdiği ve hürmet ettiği bir kişiydi. Benim kendisini makamında ziyaretlerim ve onun da beni ziyarete geldikleri olurdu. Kurtuluş savaşı anıları, beni çok ilgilendirir ve duygulandırırdı. Ziyaretlerimde, elini öper, hayır duasını alırdım. Bu duygular içinde, memurların önünde onu görünce, yine elini öptüm ve diğer memurlarla tokalaştım. Yer gösterip oturttum ve Müftü efendiden başlayarak hal-hatır sordum, çay, kahve, gazoz ikram ettim. O zamanlarda, henüz kolalar yoktu. İlçenin o günkü önemli konuların-

dan yarım saat kadar konuştuk. Belediye Başkanı ile belediye memurları ve esnaftan bazı kişilerin gelmesi üzerine, memurlar vedalaşıp gittiler. Yalnız Müftü efendi yerinden kalkmamıştı. Benimle özel olarak konuşmak istediğini düşündüm. Aynı biçimde onlarla da meşgul olduktan sonra, onlar da vedalaşarak gittiler. Sonra, Müftü Efendi, Özel kalem memuru Mehmet Beye,

                            Oğlum, bizi biraz yalnız bırakabilir misin?. Doktor beye söyleyecek bir maruzatım var, dedi. Mehmet Bey çıktıktan sonra,

                            Doktor bey, seninle çok özel bir ilişkimiz olduğunu biliyorum. Bu nedenle, seninle konuşmak istedim. Beni çok sevdiğini ve hürmet ettiğini biliyor ve görüyorum. Buraya biz Cumhuriyeti ve devletimizi kutlamaya geldik. Sen burada devleti temsil ediyorsun. Sen burada devletsin. Sen benim elimi öptün, teşekkür ederim. Ama gerçekte benim senin elini öpmem gerekirdi. Her zaman devletin eli öpülür.

Allah devletimize zeval vermesin, diyerek dua etti ve gitti.

DİLİNİN BELASI

Yaşar Çavuş,Belediye Zabıta Memuruydu. Esnafa ve herkese eşit ve adaletli davranırdı. Bu nedenle saygınlık kazanmıştı ve sevilen bir kimseydi. Onun yazdığı ceza bile kimseyi incitmezdi. Karısı Mecbure hanım, ufak tefek, etine dolgun, güzel bin kadındı. Manken gibi yürür, geçtiği yollarda güzel kokular bırakırdı. Ama, öyle kötü bir huyu da vardı ki, onu gören yolunu değiştirirdi. En son söyleyeceğini en önce söyler, herkese bir kusur, bir ayıp bulurdu. Üstelik laf taşır, insanları birbirine düşürürdü. Haklı olarak “Dedi-kodu’cu” diye adı çıkmıştı.

Evlerin kapılarını bile dinlediği söyleniyordu. Herkes,Yaşar Çavuşun hatırı için sesini çıkarmıyor, sineye çekiyordu. Yaşar Çavuş bir trafik kazasında ölünce Mecbure hanım yalnız kaldı ve bunalıma girdi. Kızı da evlenip büyük şehre gidince, daha da beter oldu.

Bir gün Mecbure hanım,polikliniğe muayene olmak için geldi ama ne gelişti?. Bir görmeliydiniz. Önce, kapıda bir gürültü bir carıltı koptu. Hasta bakıcı Ahmet efendi çıktı, ama o da bağırmaya başladı. Sonra hemşire hanım çıktı, o da alı al, moru mor geri döndü. İşimizi bıraktık merakla bekliyoruz,“Ne oluyor acaba”diye.

–Neler oluyor hemşire hanım?

–Mecbure hanım gelmiş,herkesin önüne geçip sizi görmek istedi, biz de izin vermedik,

                            Aman hemen içeri alın, bu kadar işimizin arasında bir de kavga gürültüyle uğraşmayalım.

Mecbure hanım pancar gibi bir yüzle ve öfkeli bir tavırla içeri girdi,

–Doktor bey, bunlar dışarı çıksın, sizinle konuşacağım, dedi. Ben de elimle çıkmalarını işaret ettim ve onlar da çıktılar. Sonra gülümsedim ve oturması için yer gösterdim.

–Hayırdır inşallah Mecbure hanım, biraz merasim ile geldin?

Benim sakin halim onu da etkiledi. Derin bir nefes aldı ve o da gülümseyerek oturdu. Biraz rahatlayarak yüzüme baktı. Sonra kaşlarını çatarak konuşmaya başladı.

–Şu Ahmet de kim olduğunu sanıyor, bir de benim akrabam olacak, bücür herif diye soludu ve sonra ekledi.

–Hemşire olacak hizmetçi kılıklı karı da kendini bir şey sanıyor, deyince araya girdim ve gülerek,

–Bana da bir kulp takacak mısın?, O da gülerek

–Şimdilik sana bir şey yok, doktor bey, dedi ve ikimiz birden güldük. Sonra ben işi şakaya getirerek,

–Kız, dilini eşek arısı soksun, herkesi kırıp geçiriyorsun. Biraz yumuşak ol, sen saygıdeğer güzel bir kadınsın. Bu iltifata çok keyiflendi,

–Ama onlar da hak ediyorlar. Ben bir şey soracağım, muayene olmayacağım dedim beni dinlemediler. Ben yine gülümseyerek,

–Sor bakalım, dedim.

Anlattığına göre, vücudunu bir sıcak basıyor ve biraz sonra da bir üşüme geliyormuş, her şeye kızıyormuş, sinirleniyormuş. Birkaç gecedir uyku da uyuyamaz olmuş, iki aydır adet de görmüyormuş. Her olasılığa karşın, basit bir muayeneden geçirdim, tansiyonunu ölçtüm, biraz yüksekti ama, diğer her şey normal görünüyor-

du. Bunların adetten kesilme rahatsızlıkları olduğunu, yazacağım ilaçlarla birkaç gün sonra rahatlayacağını, ama tamamen geçmeyeceğini, rahim durumunun da muayene edilmesi gerektiğini, bir gün öğleden sonra gelmesini söyledim ve reçetesini verdim. Reçeteyi de çantasına koymasını ve dışarıda bekleyenlerin görmemesinin iyi olacağını da ekledim. Teşekkür etti ve gitti. Ona sorarsanız muayene olmamış, bir şey sormaya gelmişti.

Bir akşam, yatsı ezanı okunurken, acele Sağlık Merkezine çağırdılar ve gittim. Mecbure hanım, muayene masasında yatıyordu ve iki gözü iki çeşme ağlıyordu ama konuşamıyordu. Dili ağzına sığmayacak kadar şişmiş durumdaydı. Tarifle anlattığına göre, dut yerken dilini arı sokmuş. Muayene ettikten sonra, acil bir alerjik reaksiyon olarak damardan ve kalçadan iğnelerini yaptık, serum taktık.

–Yatıralım, bu akşam burada kalsın, kontrol edelim, eğer burnu da tıkanırsa felaket olur. Önemli bir durum olursa hemen bana haber  verin, burnuna da burun açıcı bir burun damlası damlatın ve ilaçlarını sabah altıda tekrarlayın, yanında da bir hastabakıcı hanım yatsın, dedim. Boynunda, kollarında ve baldırlarında çürükler vardı ama sormadım. Gece bir aralık aklıma geldi. Kalktım giyinerek Sağlık Merkezine gittim. Hemşire hanımla birlikte uyuyorlardı. Hastamız ağzı açık olarak uyuyordu. Hafiften horladığına göre, dili de küçülmüş demektir. Ertesi günü sabah vizitinde, konuşmaya başladığını gördüm. Benimle yalnız konuşmak istediğini söyledi,ben de,

  Olur vizitten sonra odama gel dedim.

Odama hemşire hanımla birlikte geldiler. Tam karşımdaki kol-

tuğa oturttum ve hemşire hanıma çıkmasını gözlerimle işaret ettim. Ama, böyle durumlar için, daha önceden kararlaştığımız gibi, hemşire hanımın, kapının önünde bekleyeceğini de biliyordum. Doktorun hasta ile yakın ilişkisi nedeniyle, her zaman iftiraya uğrama olasılığı vardır.

–Anlat bakalım, diyerek gözlerine baktım.

–Ah benim başıma gelenler, diyerek iki eliyle dizlerine vurmaya başladı. Bir taraftan da gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Sonra birden ciddileşti.

–Doktor bey, bu benim başıma gelenler hep sizin yüzünüzden. Ben

şaşkın ve biraz da öfkeli olarak yüzüne bakınca, konuşmasını sürdürdü.

–Bana dilini eşek arısı soksun diye bet dua ettiniz, işte soktu.

–Mecbure hanım, onu şaka olsun diye söylemiştim. Ben hiçbir kimsenin kötülüğünü istemem ve de isteyemem.

–Şaka söyledim. Neyse, olanlar oldu. Ah bu benim başıma gelenler, diyerek tekrar ellerini dizlerine vurmaya ve bir taraftan da ağlamaya başladı. Biraz ağladıktan sonra sakinleşir gibi oldu ve anlatmaya devam etti.

–Dün akşam üzeri komşularla, bizim evin bahçesinde oturduk. Dut ağacının dutları tam olgunlaşmıştı. Bir dalını çarşaflara silkeledik. Topladığımız dutları bir taraftan yiyor, bir taraftan da konuşuyorduk. Konuşmaya dalmışım ve ağzıma attığım dutun üzerinde olan arıyı görmedim. Birden dilimde bir acı duydum ve tükürdüm. Dutla birlikte yere sarı bir yaban arısı düştü. Önce pek aldırmadım.

Komşular gittikten sonra dilim şişmeye ve zonklamaya başladı. Korktum ve hasta haneye gitmek üzere kapıdan çıkarken, evimizin karşısındaki inşaatta çalışan iki delikanlı geldiler,

–Mecbure abla, ayıp değil mi, sen bizim için ırz düşmanları, evimi bahçemi gözetliyorlar demişsin, diye karşıma dikildiler. O anda,  dilimin tamamen şiştiğini ve konuşamaz durumda olduğumu anladım. Ancak homurtuya benzer sesler çıkarıyordum. İşaretle konuşamadığımı anlatmaya çalıştım. Uzun boylu olan delikanlı,

–Ula gardaş, bu nasıl olsa bize ırz düşmanı dedi, bağıramıyor da, hem dersini verelim hem de eğlenelim, diyerek beni içeri ittiler. Alt kattaki oturma odasına götürdüler. Çok karşı koymaya çalıştım ama dinlemediler. Kolumu bacağımı sıkıp, birkaç tokatta attılar. Sonra beni çırıl çıplak soydular. İki saat tepemden inmediler, evire çevire beni oyuncak ettiler ve gittiler. Sonra da ben hasta haneye geldim. Tekrar ağlamaya başladı.

–Mecbure hanım, dedim, yüzüme baktı,

–Şikayetçi olursanız Savcı bey onları hapse attırır. Elini kaldırarak itiraz etti.

–Aman istemem, çektiğim üzüntü ve acı bana yeter, bir de memlekete rezil olmak istemem. Sonra biraz düşündü,

–İdrar yaparken ve otururken canım yanıyor, bir de oramı muayene etseniz, dedi.

Gerçekte bütün çektiği dilinin belası idi.

DİLSİZİN ÇİLESİ

Dilsiz olarak nitelenen kimselerin bizim kadar zeki olduklarını ve hatta bizden daha anlayışlı olduklarını bilmezden geliriz. Kulakları işitmediği için, diğer duyu organlarını, özellikle gözlerini daha çok ve daha dikkatli kullanmak zorunda kalırlar. Sürekli etraflarını gözlerler. İşitmedikleri için de dil öğrenemez ve bu yüzden konuşamazlar.

Anadolu’nun bazı yörelerinde bunlara “ Ahras “ derler ki büyük haksızlıktır. Ahras, Arapça bir sözcük olup, hayvan gibi dilsiz, ağızsız anlamındadır. Elleriyle ve mimikleriyle, beden dilleriyle anlatmaya çalışırlar. Böylece, ”Konuşma özürlüler” için kurulmuş olan, özel okullarda öğretilen, ayrı bir dil ortaya çıkmıştır. Siz ona bir şey söylemek isterseniz, dilsiz sinema oyunu gibi, olayı tarif ederseniz, anlaşırsınız. Bu dili herkesin öğrenmesi olanaklı değildir ama, bir dilsizin bazı yaşamsal ve günlük gereksinimlerini, herkesin anlaması gerektiği inancındayım. Özellikle doktorların daha duyarlı ve daha anlayışlı olmaları gerekir.

Asıl adı Fatma olduğu halde, onun adını kimse bilmez, kendisinden hep “Dilsiz”diye söz edilirdi. Esmer siyah saçlı, güzel değil ama sevimli, ince narin yapılı, çalışkan bir kadındı. Çalıştığı fabrikanın patronu ve ustabaşı’sı kendisinden çok memnundular. “Önüne bakar, işini yapar” diyorlardı. Evlenme zamanı geldiğinde, Askerlik Şubesinde askerlik yapan çelimsiz Çingene Abdi ile evlendirmişler. Dilsiz ne kadar sevimli güler yüzlüyse, kocası Abdi de o kadar kara suratlı, karanlık ve asık yüzlü, düşman bakışlı bir adamdı. Abdi’nin ağabeyi Zekeriya, Abdi’nin çelimsizliğine karşın, daha başka yapıda iri yarı, aptal suratlı, tam çingene tipi esmerdi. İlin sebze halinde hamallık yapıyordu. O sıralar bekardı ve Almanya ya işçi olarak gitmek üzere sırasının gelmesini bekliyordu. Dil-

siz Fatma’nın biricik kızı Canan, çok kez annesiyle birlikte gezer, ona tercümanlık yapardı. Çünkü, dilsizin söylemek istediklerini, çok kimseler anlamıyordu. Bir kış günü, annesinin hastalanması nedeniyle birlikte hastaneye geldiler. Ben, ilk kez bir dilsiz ile konuşmak durumunda kaldığım için oldukça tedirgindim. Onun söylemek istediklerini, dikkatle ve eş duyum içinde, kendimi onun yerine koyarak izledim. Cananın da yardımıyla anlamakta ve anlatmakta pek güçlük çekmedim. Benim onu anlamam ve anlamaya çalışmam çok hoşuna gitmişti. Daha sonraları hep yalnız geldi ve her zaman  anlaştık. Bana duyduğu yakınlığı her haliyle anlatıyordu. Elimi öpüyor, gözlerimin içine bakıyordu. O zamanlar Canan, ilkokulun beşinci sınıfında küçük bir kızdı.

Aradan bir sene kadar bir zaman geçti. Bir gün Canan, dilsiz annesiyle birlikte polikliniğe geldiler. “Acaba, hangisi hasta” diye düşünürken, dilsiz kızını muayene masasına oturttu. Saçlarını okşayıp öptü. Sonra da telaş içinde, kızının sabahleyin fenalaşıp düştüğünü ve iki kez de kustuğunu, tarif ederek anlattı. Canan hiç konuşmuyordu. Daha önceleri annesine tercümanlık yapan, güler yüzlü Canan sanki gitmiş, onun yerine, somurtan, dilini yutmuş bir kız gelmişti. Önce apandisitten kuşkulandım ama değildi. Biraz tansiyonu düşüktü. Mide rahatsızlığı düşünerek ilaç yazdım ve gittiler. Bir gün sonra tekrar geldiler. Dilsiz daha da telaş içindeydi. Bir şeylerden korkuyor gibiydi. Hemşire hanım, ”Gebe olmasın”  diye bir söz ortaya attı. Göğüsleri yeni çıkmaya başlamış bir kızın gebe olacağı kimin aklına gelirdi ki?. Annesini bekleme odasında bırakarak kızı muayene etmek için, doğum odasına götürdük. Biraz utandı ve muayene olmak istemedi, direndi ve ağladı ama dinlemedik. Muayene sonunda hayretler içinde kaldım.

Kızlık zarı di-

ye bir şey kalmamış çok yerden silinmişti . Bu, pek çok kez cinsel ilişkide bulunduğunu gösteriyordu. Ayrıca, iki aylık belki de daha  fazla, belki de üç aylık gebe idi. Göğüsleri bile yeni çıkmaya başlayan küçük bir kızın bu durumda olması beni şaşkına çevirdi. Biraz da  kızgın bir sesle,”Bunu kim yaptı, anlat bakalım” dedim. Korkarak yüzüme baktı ve ağlamaya başladı. Giyinmesini sabırsızlık içinde bekledim. Tekrar, ”Anlat” diye otoriter bir sesle üsteleyince, anlatmaya başladı.

                           Kışın amcam, Almanya ya gitmek için ve gerekli kağıtları  hazırlamak için geldi. O akşam babamla birlikte içki içtiler, sarhoş oldular ve şarkılar söylediler. Evimizde iki oda var. Birinde ben yatıyorum, diğerinde annemle babam yatıyorlar. Benim odama, amcam için de bir yatak yaptılar ve yattık. Daha sonra amcam, ”Çok üşüdüm Canan” diye yatağıma geldi ve bana sarıldı. Bende ona sarıldım ama o, külotumu çıkardı. Şeyini benimkine sürtmeye başladı. Biraz korktum ama hoşuma da gitti, karşı koymadım. Ertesi akşam, yine sürtmeye başladı ve sonra, azıcık biraz ucundan koydu. Yanar gibi bir acı duydum ama çok değildi. Gidinceye kadar birkaç gün daha yaptık, sonra da gitti. Kimseye bir şey söylemedim, diyerek sustu.

Bir amcanın böyle bir şey yapması akıl alacak gibi bir şey değildi. Çingenelikle ilgisinin ne derece olduğunu bilmiyorum ama, insanlıkla hiç ilgisi yoktu. Hemşire hanımla ikimiz birbirimizin yüzüne, ”Ne olacak şimdi” der gibi baktık.

–Daha sonra kiminle yaptın diye çıkıştım. Önce “Şey “ diyerek şaşırır gibi oldu ve “Nereden biliyorsun”der gibi yüzüme baktı. Bu kadarla geçiştirmek istediğini ya da birisini korumaya çalıştığını düşündüm.

Sonra, yüzümdeki ciddi durumu görünce, anlatmaya başladı.

     Yaz tatili başlayınca evde hep yalnız kalıyordum. Annem babam işe gidiyorlardı. Komşumuz bakkalın oğlu Ziya bir gün beni, kapının arkasında sıkıştırdı, sarılarak dudaklarımdan öptü. Önce

karşı koymak istedim ama sonra vaz geçtim. Bizim eve çıktık, benim odama geçerek, birlikte soyunarak yattık. Daha sonra, bazen her gün, bazen aralıklı olarak geliyor ve birlikte yatıyorduk. Bana her gelişinde kendi dükkanlarından çikolata ve akide şekeri getirmesi de çok hoşuma gidiyordu. Yapmadan önce her defasında, kendisininkine bir kılıf takıyor ve “Gebe kalmanı önler”diyordu. Bu uğraşlar sırasında birkaç kez, taktığı o kılıfın yırtıldığı da oldu. En son, askere gitmeden önce de yaptığımızda, yırtıldığını gördük. Her halde o zaman gebe kaldım, dedi ve somurtarak önüne baktı.

Hemşire hanımla ikimiz, birbirimize bakarak dikildik kaldık. Kız en az iki aylık gebe ve daha okul çocuğu. Suçluların birisi Almanya’da, diğeri askerde. Savcılığa haber vermemin gerekli olup olmadığını, o zamanlar bilmiyordum. En iyisi önce ailesine haber vereyim ve bir Kadın-Doğum Mütehassısına mektup yazayım, gerisini onlar hal etsinler diye düşündüm. O zamanlar Türkiye’de kürtaj yasaktı. Baş Tabip odasına birlikte geçtik ve annesi dilsizi çağırttım. Telaşla geldi, hepimizin yüzüne merakla bir bir baktı. Ben elimle kızını gösterdim ve elimle karnının büyümüş olduğunu, parmaklarımla üç ay işareti göstererek, iki elimle de cinsel ilişki işareti yaptım. Şaşırır gibi bir an duraladı, önce gözleri kaydı, sonra sırt üstü düşüp bayıldı. Daha fazla dayanamayıp, onları hemşire hanıma bırakarak kaçtım.

DOKTORDAN KORKU

İnsanlar, doktora gitmekten niçin korkarlar?. Bunun mantıklı bir açıklaması yoktur. Ama, her kişinin kendine göre ayrı bir bahanesi, bir çekincesi vardır. Bahane araştırması yaparsak çok çeşitli bahaneler ortaya çıkar. En çok rastlanılan bahane,”Bir hastalık bulurlar, işin yoksa uğraş dur” türündendir. Buna verilecek çok mantıklı ve yararlı bir yanıt vardır. “İyi ya işte,bir şey bulurlarsa ona göre gereken önlemleri alırsın. Gerekiyorsa ilaç alırsın, perhiz yaparsın ya da ameliyat olursun ve böylece sağlıklı yaşarsın”. Fakat genelde, kişinin henüz bilmediği, düşünmediği, bir hastalığını bulursanız,”Kötü kişi” olmak olasılığınız da vardır. Ben buna, bilinçdışı bir “Hastalık korkusu” diyorum.

Seneler önce bir ilçede, Sağlık Merkezi Baş Tabibi olarak görev yapıyordum. Sağlık merkezinin içindeki bazı tamir ve değişiklikler için İl Sağlık Müdürlüğüne, bir yazı yazmıştık. O nedenle,Vali Paşanın ilçeyi ziyareti sırasında, İl Bayındırlık Müdürü ile birlikte Sağlık Merkezine gelmişlerdi. Bir yaz günüydü ve hava oldukça sıcaktı. Onları Sağlık Merkezinin bahçesinde küçük ama sevimli bir kameriyede misafir ettik. Çamların altında, küçük bir havuzun çevresinde oturmak çok hoşlarına gitti. Havuzda yüzen birkaç balıkla da ilgilendiler. Bayındırlık Müdürü Oktay Bey ile aynı yaşlarda idik ve daha önceden tanışıyorduk. Bir doğu ilinde, benim zorunlu hizmet yaptığım yerde, o da Bayındırlık Müdürü olarak görev yapıyordu.

Eski bir dostu görmenin mutluluğu ile kucaklaştık. Vali Paşamız, bir emekli Tümgeneral idi. Bize göre epey yaşlıydı ama, oldukça dinçti. Çalışkandı, yurtseverdi. Atatürk ve İnkılaplarına gönülden

bağlıydı. Vatan için her şeyin en iyisini ve en doğrusunu düşünür ve hiçbir şey gözünden kaçmazdı. Kendisini içtenlikle seviyorduk.

Her ilçede olduğu gibi, ilçemizin çeşitli problemleri vardı. Bunların arasından, köylerin yol derdi, içme suyu derdi yanında bir de köylerin “Elektrik dağılımına katılma payı” çıkmıştı. Köylerine elektrik gelmesi için para vermek, köylülere zor geliyordu. Halk ve memurlarla yakın ilişkide bulunmam nedeniyle, ilçenin tüm problemlerini, köylerin ve kentin bütün sıkıntılarını çok iyi biliyordum. O sırada kaymakamımız ”İl Genel İdareler” konusunda araştırma yapmak üzere, iki sene için İngiltere’ye gitmişti. Vali Paşa birden bana döndü,

–Doktor seni kaymakam yapalım, ister misin?.

–Emredersiniz Paşam, dedim. Bunun üzerine,

–Öyleyse kahveler çaylar senden!.

Daha sonradan, paşanın geliş nedenlerinden birinin de bu konu olduğunu öğrendim.

Oktay Bey, bu konuşmaların sürdüğü sıralarda, sürekli bir şeyler içiyordu. Hastabakıcılar, bizim Sağlık Merkezimizin, gaz yağı ile çalışan, külüstür buz dolabından, su ve gazoz taşıyorlardı. Bir ara yanına oturdum, aç olup olmadığını sordum. Bir saat kadar önce,Vali Paşa ile birlikte, kebap ve baklava yediklerini söyledi. O sırada ağzından aseton kokusu geldiğini fark ettim ve Şeker hastası olmasından kuşkulandım. Bu durum genelde, aç kalan küçük çocuklarda ve şeker hastalarında çok görülürdü. Hiçbir şey belli etmedim. Vali Paşaya kahvesini getirdiklerini görünce harekete geç-

tim. Sağlık Merkezini gezmek ve yapacağımız tamir ve değişiklikleri göstermek bahanesiyle, içeri götürdüm. Oktay bey, birlikte getirdiği teknisyene gereken yerleri ölçtürdü, bazı notlar aldı ve hesaplar yaptı. Poliklinikte biraz oturduk ve yapacağımız değişiklikleri konuşurken tuvalete gitmek istedi. Ben de,

–Sana bir idrar muayenesi yapalım, ikramımız olsun, diyerek şaka yollu dolduruşa getirdim ve karşı çıkmasına zaman bırakmadan, idrar kavanozunu eline verdim. Amacım idrarda “Şeker” aramaktı.

Tuvaletten çıktığı zaman ki durumu, elinde idrar kavanozu ile ürkek ve şaşkın bakışlarıyla, oldukça komik görünüyordu. Deney tüpüne idrarı koyduk ve üzerine ayraç koyarak ispirto ocağında kaynattık. O da merakla bakıyor, ne yapmak istediğimi anlamaya çalışıyordu.

Doğrusu ben de merak içindeydim. Ne yazık ki deney, idrarda çok miktarda şeker olduğunu gösteriyordu. Şimdi bunu uygun bir söylemle anlatmak sorumluluğu da bana düşmüştü. Sıkıntılı bir durumda olduğumu anladı, merak ve biraz da korkuyla karışık, bana yöneldi,

     Arkadaş, neler oluyor bana da söyler misiniz? dedi.

Önce bir yutkundum, boğazımdan ”Gurk” diye bir ses çıktı. Benim için söylemesi zor olduğu kadar, onun içinde kabullenmesi zor bir durumdu.

     Arkadaş, ağzından aseton kokusu geliyordu, onun için

idrar muayenesi yapmak gereğini duydum. Senden izin almadığım için özür dilerim. Üzgünüm ama, yaptığımız idrar muayenesi sonucu, büyük bir olasılıkla, senin bir şeker hastası olduğunu gösteriyor. Yarın Devlet Hastanesine giderek tetkikler yaptırman gerekiyor, dedim.

Çok bozuldu, oturduğu sandalyeden sallanarak ayağa kalktı, ne yapacağını şaşırmış bir durumda gezindi. Belli ki, hiç beklemediği bir durumla karşılaşmıştı. Sonra hiçbir şey söylemeden hızla odadan  çıkıp Vali Paşanın yanına gitti. Ben de arkası sıra koştum, yetişerek birkaç söz söylemek istiyordum ama, yetişemedim. Vali Paşa,

–Müdür Bey, işiniz bittiyse, artık gidelim, diyerek ayağa kalktı. Dikkatle Oktay beye bakmayı sürdürdü ve ekledi,

–Ama sen çok tuhaf ve solgun görünüyorsun Oktay, Oktay’ın yanıtı benim için çok acıydı.

                           Gidelim paşam, sağlam geldik, arkadaşımız doktorun sayesinde hasta olarak gidiyoruz.

Yüzüme bile bakmadan, paşanın ardı sıra yürüyüp gitti. Bana darıldığı belliydi ama gerçekte, bana teşekkür borçlu olduğunu bir gün öğrenecekti. Oktay’ı bir daha hiç görmedim. Kendini ailesinin yanına tayin ettirmiş ve gitmiş. Kaymakam vekili olmam nedeniyle Vali Paşa ile çok sık karşılaşıyorduk. Paşa her karşılaşmamızda,

–Aman doktor biraz uzak dur, yeterince işim var, başıma bir de hastalık çıkarma, diye takılıyordu.

Ne yapalım, doktorun kaderi bu. Yaptığımız iyilikler, nadiren de olsa, kötü algılanabiliyor. Amma atalarımız, “ Balık bilmezse halik bilir “ demişler.

DOKTORUN EV HALİ

Çocuğu olan doktorların, evde muayenehane açmalarını ve evde hayvan beslemelerini sakıncalı görmüşümdür. Bu ikisini de yapmadığım halde, yine başıma işler açılmıştı.

Çalıştığım ilçe ve il merkezlerinde, pratisyen ya da uzman olarak, daima hastalarımı hastanede ya da muayenehanede kabul etmişimdir. Çocuklara bulaşan çocuk hastalıkları, yine çoğu zaman çocuklardan geçmektedir. Sizin ya da eşinizin bulunmadığı bir zamanda gelen bulaşıcı hastalıklı bir çocuk, bir çocuğunuza hastalığını bulaştırırsa, sonra hepsi de o hastalığa yakalanacaktır. Evdeki bir çocuğu diğer çocuklardan tecrit etmek olanaksızdır. Ayrıca, büyüklerin yakalanması, çocukların yakalanmasından daha tehlikeli olan hastalıklar da vardır.

Kabakulak ve Suçiçeği gibi. Eşinin ya da büyük çocuğunun bu hastalıklara yakalanmasını kimse istemez sanırım.

Benim Hükümet Tabipliği yaptığım zamanlarda, şimdiki kadar çeşitli aşılar yoktu. O zamanlar, Boğmaca-Difteri- Tetanos, Kuduz ve Çiçek hastalığı aşıları vardı. Sağlık Bakanlığının yaptığı BCG kampanyası da ilçeye uğramış, verem aşısı yapmıştı. Çiçek hastalığı dünyadan kalktığı kanaati belirdiği için artık çiçek aşısı uygulanmıyordu. Kuduz aşısı, ısırılma olayından hemen sonra yapılıyor. Önemli bir nokta ise, o zamanlar sağlam ve etkili bir aşı, her zaman ele geçmiyordu. Bunun acısını da tüm aile olarak çektik.

Hükümet Tabibi olarak çalıştığım günlerde bir akşam üzeri, bir hasta ziyaretinden geliyordum. Evimizin önünden geçerken, misafir odasının ışıklarının yanmakta olduğunu gördüm. Merak ederek eve uğradım. İlk önce karşıma büyük kızım çıktı.

     Kızım annen evde mi?

     Hayır! Bu gün öğretmenler toplantısı varmış, geç gelecek.

     Fatma hanım nerede? Misafir odasının ışıkları niçin yanıyor?

                                Biz gelince Fatma teyzeyi evine gönderdik. Misafir odasında bir teyze var, çocuğu hastaymış, seni görmek istiyor.

Hemen elimdeki çantayı attım, deli gibi odaya daldım. Gördüğüm manzara, hiçbir zaman istemediğim, olacağından her zaman korktuğum bir manzaraydı. Başı yazmalı ve atkılı bir kadın, köy giysileri içinde ve önünde 5-6 yaşlarında bir oğlan çocuğu, benim aynı yaştaki küçük kızımla oturmuş oynuyorlardı. Oğlan da bizim ufaklığın suratına doğru öksürüp duruyordu. Hem de boğmaca öksürüğüyle. Şaşkınlığımı çabucak üzerimden attım, bizim ufaklığı kaparak kucağıma aldım.

Sonra düşündüm ki, kadıncağızın bir kabahati olamazdı. O kendi çocuğuna bir çare arıyordu. Kadına döndüm,

                           Hanım, sen doğru Sağlık Merkezine git. Şimdi ben de oraya gidiyorum, dedim. Çocuklara da,

                          Evde hasta bakmadığımı bilmiyor musunuz? Diye söylendim ama, olan olmuştu. Nihayet onlar da birer çocuktu. Bütün köylerdeki ve ilçedeki çocuklara boğmaca aşısı yapmıştık ama, aşının da bir dereceye kadar önleme gücü vardı. Aşı sağlam olsa bile, çocuklar hafif bir biçimde tutulabiliyorlardı. O zamanlar tedavi için yalnız iki antibiyotik vardı. Chloramphenicol ve Tetracyclin. İkisinin de etkisi kuşkulu idi.

Bir ay bazen iki ay çocuklar öksürüğe mahkum oluyorlardı.

Çocuğu sağlık merkezinde muayene ettim. Tam anlamıyla tipik bir boğmaca vakasıydı. Başka bir ilçeden gelmişlerdi. O zaman bulunan ve bilinen ilaçlarını yazdım, gerekenleri söyledim ve gönderdim.

Bir hafta sonra bizim ufaklık öksürmeye başladı. Bazen öyle öksürüyordu ki, kustuğu gibi küçük çişini bile kaçırıyordu. Sonra öbür çocuklar ve nihayet bizim hanım, sırayla boğmacaya tutuldular. Aylarca sıkıntılarını çektik. Bana gelince, ben hastalanmadım. Çünkü, Tıp Fakültesinde, Çocuk dersinden sınava girdiğim sırada, bana verilen hasta çocuk Boğmacalı idi. Beni imtihan eden, Dr. Cihat Gürson hocamız, o zamanlar doçentti. Sınavdan sonra ben de boğmacaya tutularak hastalanmıştım. O nedenle bağışıklığım varmış ki, tekrar hastalığa yakalanmadım. Bir ben sağlam kaldım.

Çocuk olan evde hayvan beslenmesi de ayrı bir tehlikedir. Ben küçüklüğümde, orta okul çağıma kadar olan dönemde, kuş da besledim kedi ve köpek de. Ama daha sonra gördüklerim beni çok kuşkucu ve korumacı yaptı. Kuş beslemek deyince aklıma, kuş zatürree sine tutulan Kanaryacı Hasan efendi gelir. İyi oluncaya kadar günlerce sürünmüştü. Kuş alerjisi sonucu, astım krizleri yüzünden ölmekten zor kurtulan, Öğretmen Halim beyi de anımsıyorum. Köpekleri çok seven Tıp Öğrencisinin kara ciğerinden, ameliyatla 4 adet kist hidatik çıkarmışlardı.

Evlenip çoluk çocuğa karıştıktan sonra, evimizde hiçbir evcil hayvan beslenmediği için, bu konuda bir derdimiz olmadı. Evcil hayvanları besleyip bakmanın, çocuk psikolojisi üzerinde yaptığı olumlu etkileri herkes kabul ediyor. Yararını ben de kabul ediyorum. Ama, sakıncasını da unutmamak gerektiği kanısındayım.

ERKEĞİN ERKEKLİĞİ

Cinsellik konularında olan tabular ve bilgisizlikler nedeniyle, halk arasında pek çok yanlış anlamalar ve mutsuzluklar yaşanmakta olduğu bilinmektedir. Çocuklar ve gençler arasındaki bilgisizlikler, gereksiz korkulara ve hatta psikolojik bozukluklara neden olmaktadır. Terbiye sınırları içinde, onların anlayacakları biçimde bilgilendirmenin, olanaklı olduğu kuşkusuzdur. Erişkinler arasında oluşan bazı durumların, boşanmalara kadar giden mutsuzluklara yol açtığı da görülmüştür. Doktor olarak ya da aile doktoru olarak bize ulaşıldığı zaman olay kolayca çözülmekte ama, aksi durumlarda bilgisizliğin cezası ne yazık ki çekilmektedir. Annesinin karnının büyüdüğünü gören bir çocuğa, leylekler tarafından bir kardeşinin getirileceğini söylemek, elbette inandırıcı olamaz. Gelecek kardeşinin, annesinin karnında büyümekte olduğunu, sonra çıkıp geleceğini söylemek, elbette daha makul ve daha inandırıcı olacaktır.

Hükümet Tabipliği yaptığım yerlerde, tek doktor olarak bulunduğum zamanlar çok oldu. Kadın erkek ilişkilerinde birçok sorunlara da tanık oldum. İleri labaratuvar olanaklarından yoksun olduğumuz yıllarda, sistemli ve dikkatli bir muayene ile hastanın anlattıkları ve sezgilerimizden başka dayanağımız yoktu.

Bulunduğum ilçenin ileri gelenlerinden Kahveci Tahsin Efendinin eşi Hayriye Hanım, arada bir hastaneye ya da muayenehaneye gelirdi.

Mide şikayetleri daha çok olmakla birlikte adetten kesilme şikayetleri de vardı. Gerekli gördüğümüz ilaçlarını yazar

gönderirdik. Şişmanca, 55 yaşlarında kibar bir hanımdı. Bir gece şiddetli bir karın ağrısı nedeniyle evlerine çağırdılar. Şikayet ettiği ağrıları mide bölgesinde idi ama, safra kesesi bölgesinde aşırı duyarlılık vardı ve ağrılar sağ sırt bölgesine ve sağ omzuna doğru yansıyordu. Bu tipik bir safra kesesi ağrısı idi. Ağrılarını dindirmek ve rahatlatmak için gereken iğnesini yapıp ilaçlarını verdim. Safra kesesi filminin çekilmesi gerektiğini anlattım. İlimiz hastanesinde görevli, bir doktor ağabeyimize de mektup yazarak durumu bildirdim.

Aradan epey bir zaman geçti ve Hayriye hanım bir gün muayene haneye geldi. Safra kesesinden ameliyat olduğunu, bir sürü taş çıkardıklarını ve artık o konuda hiçbir şikayetinin kalmadığını anlattı ve teşekkür etti. Sonra düşünceli bir tavırla önüne baktı kaldı. Bir şey söylemek istediği ama sıkıldığı anlaşılıyordu.

                            Hayriye Hanım! Her ne konuşursak aramızda kalacağını biliyorsunuz. Konu ne ise rahatça anlatabilirsiniz. Yüzüme baktı, biraz tedirgin bir biçimde,

–Tahsin artık beni sevmiyor galiba. Eskiden yattığımız zaman konuşurduk, bana sarılır öperdi. Şimdi arkasını dönüp yatıyor, acaba başka bir kadın mı var?. Çok üzülüyorum, bize yardım edin, dedi.

Düşündüm; Tahsin efendi ikinci baharını dahi çoktan geçirmiş, bir adamdı. Başka bir kadınla ilişki kuracak yaşını geçirmişti. Erkekler biraz ilgisiz olunca, bütün kadınlar ne hikmetse, başka bir kadın düşünüyorlar. Olay birden kafamda aydınlandı. Gözlerimin içine

bakarak benden yanıt beklemekte olan Hayriye hanıma gülümseyerek,

–İlahi Hayriye hanım, düşündüğün şeye bak. Sen adetten kesileli kaç sene oldu?.

–Dört beş sene oldu.

–Peki,Tahsin efendi kaç yaşında,

–Altmış beşten fazla.

–Bak Hayriye Hanım ! Nasıl kadın kadınlığından kesiliyorsa, erkek de erkekliğinden kesilir. Bunu bir düşün!. Hayretle yüzüme baktı,

–Erkekler erkeklikten kesilir mi? Bunu bilmiyordum. Hiç kesilmezler sanıyordum.

–Şimdi beni dinle ! Bu akşam, yattığınız zaman, ona de ki; artık ben eskisi gibi sevişmek istemiyorum. Konuşalım ve sarılıp yatalım.

Göreceksin her şey düzelecek. Olmazsa yine görüşürüz. Dedim ve basit bir sakinleştirici reçete yazdım. Sevinerek yerinden kalktı ve sonra güleç bir yüzle teşekkür etti ve gitti.

Ertesi gün sabahleyin, tam muayene haneden çıkıp hastaneye gideceğim sırada, Kahveci Tahsin efendi, elinde kocaman bir fincan sıcak kahve ile ıslık çalarak geldi. Yüzünde güller açıyordu.

–Doktor Bey! Verdiğin ilaç bizim hanıma çok iyi geldi. Hiç siniri filan kalmadı. Dün akşam sarılıp yattık,dedi.

EVCİLİK OYUNU

Çocukların ne kadar meraklı olduklarını ve bizleri taklit ederek hayatı öğrendiklerini, herkes bilir. Buna karşın, bazı hareketlerimizin onlar tarafından görülmemesi, bilinmemesi gerektiğini de biliriz. Her an, bizleri gözetleyip dinlediklerini unuturuz. Bazı gizli kalması gereken davranışlarımızı, cinsel yaşamla ilgili hareketlerimizi, dalgınlık ve umursamazlığa düşmeden, onlardan saklamasını da bilmeliyiz.

Hükümet Tabibi olarak çalıştığım senelerde bir gün muayene haneye, iki genç kadın geldi. İkisini de ilk kez görüyordum. Belki de ilçeye konuk olarak gelmişlerdi. Giyimleri ve kuşamları da oldukça tahsil ve terbiye gördüklerini gösteriyordu. İkisi de esmer, siyah kısa saçlı, yalnız birinin sağ yanağında siyah bir ben vardı. Karşıma geldikleri zaman, biraz tedirginlik içindeydiler, mini eteklerini çekiştirip düzelterek oturdular. Ben gülümseyerek hal hatır sordum.

  Hanginiz hasta, dedim. Benli hanım arkadaşına,

                           Azcık dışarı çıkar mısın, doktor beyle yalnız konuşmak istiyorum. O dışarı çıktıktan sonra,

–Ben komşu illerden birinde, lise edebiyat öğretmeniyim. Bir toplantıda, sınıf arkadaşınız bir doktor, sizi çok övdü, çok etkilendim. Buraya çıkan bir daveti fırsat bilerek, sizin için geldim, dedi ve sustu. Benim için onur verici bir durumdu. Ben keyiflenip rahatladım ama o, hiç de rahat görünmüyordu. İki dizi arasına koyduğu çantasıyla oynamaya başladı. Parmak hareketleri kararsız ve sinirliydi.

Yerinde kımıldadı, yüzü kızardı ve yutkundu, mini eteğini çekiştirdi. Söylemekte güçlük çektiği belliydi. Cesaret vermek için,

–Bak hoca hanım, benimle her şeyi konuşabilirsiniz. Konuştuğumuz her şey burada kalır ve yapabileceğim her yardımı da yaparım. Şimdi çekinmeden söyle bakalım.

Sıkıntılı bir durumda yüzüme baktı ve bir çırpıda söyledi.

–Kızlık muayenesi yapmanızı istiyorum.

Sonra derin bir nefes aldı. Muayenehanede bu tür bir muayeneyi yapmam olanaksızdı. Onunla ilgili muayene masası, ışık düzeni, alet ve edevat yoktu. Ayrıca bu muayeneyi yaparken, yanımda bir kişi daha olmalıydı. Ortamı biraz yatıştırmak için, muayenehane poliklinik defterimi açtım,

–Adınızı ve adresinizi alabilir miyim?.

Yine sıkıntılı bir duruma girdi, söylemek istemediğini anladım.

                           Benli hanım, 22 yaşında, diye yazıyorum, tamam mı?. O da başıyla onaylayınca, konuşmamı sürdürdüm.

–Bak hoca hanım, burası o muayene için uygun değil. Sonra, yanımızda bir kişinin daha bulunması hem senin ve hem de benim emniyetim bakımından gerekiyor. Yarın öğleden sonra saat dörtte sağlık merkezine gel, hemşire hanımla birlikte muayene ederiz ve istersen rapor da yazarım.

Birden değişti, rahatladı ve gülümseyerek ayağa kalktı.

–Çok teşekkür ederim, yarın muhakkak geleceğim, bu son fırsatım. diyerek gitti. Niçin son fırsatı idi, bilemezdim ama, kararlı tavrı kesinlikle geleceğini gösteriyordu. Ertesi günü, dediğim sa-

atte geldi ve doğum odasına götürdük. Hemşire hanım yatırıp hazırlarken, ben de eldivenleri taktım ve muayene ettim. Kızlık zarı tamamen sağlam ve içine bir parmak girmesine bile izin vermeyecek nitelikteydi.

–Tamam giyinebilirsin! Niçin muayene olmak istediğinizi öğrenmek isterim, çok merak ettim. “Olur”yanıtını verdi ve sustu. Eldivenlerimi çıkarıp, elimi yıkayıncaya kadar çabucak giyindi, baş tabip odasına geçtik ve oturduk. Ölesiye merak ettiğinden emindim ama, çevresine karşı o kadar kuşkulu davranıyordu ki, hemşire hanım yanımızdan ayrıldıktan sonra ancak, sorabildi.

  Nasıl ?

–Hiç merak etme,sapasağlam, şimdi anlat bakalım.

–Çok şükür ! dedi.

Sonra, derin bir nefes aldı, yüzü sevinçle aydınlandı. Artık yüz-göz olmuştuk sıkılmıyordu. Mini eteğini filan da çekiştirmiyordu.

Oturduğu koltukta öne doğru hafifçe eğildi ve anlatmaya başladı.

–Genç bir doktorla tanıştım ve birlikte çıkmaya başladık. Benimle evlenmek istiyor. Ben de istiyorum ama, özürlü olduğumu sandığım için, ne yapacağımı bilmez haldeydim ve bir türlü yanıt veremedim. En sonunda siz aklıma geldiniz, şimdi rahatlıkla “Evet” diyebilirim” diyerek gülümsedi. Sonra tekrar kendini toplayarak derin bir nefes aldı ve anlatmayı sürdürdü.

–Annem ve babam öğretmendi. Seneler önce, ben ilkokul dördüncü sınıfında iken, aile dostumuz bir karı koca öğretmenler vardı.

Oturduğumuz kiralık daireler bitişikti. Onların da ortaokul üçüncü sı-

nıfında bir oğulları vardı. Ben ona;”Hayri ağabey” diyordum. Cumartesi ya da Pazar akşamları çok kez, ailelerimiz bir araya  gelirler, içki içip yemek yerler ve kafaları tamam olunca, salonda oturup kağıt oyunları oynarlardı. Hele bir “Papaz kaçtı” oyunları vardı ki, dünyayı unuturlar, gülmeleri ve haykırmaları sokaktan duyulurdu. Biz de bitişik oturma odasında ödevlerimizi yapar ders çalışırdık.

Hayri ağabey benim bütün derslerime ve ödevlerime yardımcı olurdu. Onların evinde olduğumuz bir akşam, ödev defterimi unuttuğumu gördüm. Giderek anneme söyledim. Annem de anahtarları verdi ve “Gidin alın”dedi. Birlikte bizim eve gittik ve defteri aldık. Tam döneceğimiz sırada Hayri ağabey,”Gel evcilik oynayalım” dedi. Zaten sıkılmıştım,”Olur”diye yanıtladım. Tam oyuncaklarımı çıkaracağım sırada bana sarıldı ve dudaklarımdan öptü ve “Külotunu çıkar” dedi.

Ben, “Olmaz!” dedimse de “Evliler yatarken çıkarırlar, hiç korkma çok eğleneceğiz” deyince, ”Doğru”diye düşündüm. Gerçekten annemin yatarken çıkardığını birkaç kez görmüştüm. Onun üzerine biraz çekinerek külotumu çıkardım. Bu  sürtünmeli ve öpüşmeli evlilik oyunu çok hoşuma gitti ve çok eğlendim. Sonra hemen onların evine, ailelerimizin yanına döndük. “Acaba geç kaldığımızı anladılar mı?” diye biraz endişe ettik ama, oyuna öyle dalmışlardı ki, dünyadan haberleri yoktu. Yaptığımızın yanlış ve çok da ayıp olduğunu, ailelerimizin kızacaklarını biliyorduk. Ama bu evcilik oyunu da ikimizin çok hoşuna gitmişti, vaz geçemiyorduk. Her fırsatta bu oyunu tekrarlamaya başladık. Bu eğlenceler bizi birbirimize de çok bağladı. Birlikte geziyor, birlikte ders çalışıyor, hatta her an birlikte olmak istiyorduk. Birlikte ders çalışmamızdan, Hayri ağabeyin beni koruyup kollamasından ai-

lelerimiz hiç kuşkulanmıyor, hatta memnun görünüyorlardı. Bazen bizi teşvik bile ediyorlardı. Halk arasında, bizi kardeş sananlar da oluyordu. Yine bir gün evcilik oynuyorduk, tam heyecanlandığımız bir anda, benim şeyimde bir acı duydum ve “Ay, çok acıdı”diye bağırdım. İkimiz de korktuk ve hemen oyunu bıraktık. Birkaç gün sonra dayanamayıp, önümüze çıkan ilk fırsatta, evcilik oyunumuzu sürdürdük. Yaz tatilinden sonra, onların başka bir ilçeye tayinleri çıktı ve en çok üzülen de Hayri ağabey ile ben oldum. Hem eğlencem hem de koruyucum gidiyordu. Ben daha sonra yatılı liseye ve daha sonra fakülteye gittim. Evcilik oyununun eğlencesini her zaman anımsadım ama, neden acı duyduğumu da uzun zaman düşünmedim. Şimdi evlenmem söz konusu olunca, üzüntülü günler yaşadım. Üzüntüden uykularım kaçtı. Derdimi hiç kimseyle paylaşamadım. Kızlık zarım sağlamsa, o acıyı niye duydum, bana söyler misiniz?

                           Tabi anlatırım Hoca Hanım. Kızlık zarı bölgesi çok duyarlı bir bölgedir. Oraya yapılan sert bir dürtü acı oluşturur. Kızlık zarı yırtılsaydı az da olsa kan gelmesi çok kez görülürdü. Tamam mı? Kuşkulu ve sıkıntılı durumu tamamen kayboldu, gözleri parladı.

–Bu kadar zamandır boş yere üzülmüşüm. Keşke size daha önce gelebilseydim. Bu iyiliğinizi hiç unutmayacağım.

Elimi sıktı ve ayrıldı. Ben de arkasından yüksek sesle,

–Mutluluklar dilerim, diye yanıtladım.

Neyse ki bu evcilik oyunu, kötü bir biçimde sonuçlanmamıştı.

EVLİ BİR BAKİRE VE ADAŞ

Sağlık memuru Hüsnü bey, askerliğini yaptıktan sonra, ilk devlet hizmeti olarak, Sağlık Merkezimize gelmişti. Kendisi yerli halktandı ve ailesi ile birlikte ilçeye çok yakın Kepen köyünde kalıyordu. Her sabah yürüyerek köyden gelir ve mesai saatinde işinin başında olurdu. Akşam da yürüyerek köye dönerdi. Zayıf ve çelimsiz olması bizi endişelendiriyordu ama yapılacak bir şey yoktu. Bilmediklerini içtenlikle soruyor, işlerine çok dikkat ediyordu. Beş vakit namazını kılması yanında, islami kurallara da tam anlamıyla inanarak uyması, bize güven veriyordu. Kendisinden hepimiz çok memnunduk. Bekardı ve hiç arkadaşı yoktu. Sakin, içine kapanık, kendine güvensiz ve tek düze bir yaşam içinde olması, beni düşündürüyordu. Bir gün, kendisine takıldım.

–Hüsnü bey, askerliğini yaptın, işin de var, artık seni evlendirelim.

–Haklısınız efendim, sözlüm bir kız var, uygun bir zaman bekliyoruz.

–Ya! Öyle mi?. Ben tanıyor muyum?,

–Elbette tanırsınız. Ziraat bankasında memure Ayten hanım.

Ayten hanımın kendisini ve ailesini çok iyi tanıyordum. Esmer kara kuru, ama sevimli bir kızcağızdı. Canlı, hareketli, neşeli tavırlarıyla kendini sevdirmeye çalışıyordu. Bazen bana uğrar, zayıflığından şikayet eder ve iştah açıcı ilaçlar isterdi. Ben de her şikayet edişinde,

–Durumun çok iyi Ayten Hanım, manken gibi esmer güzeli bir kızsın, diye iltifat ederdim.

Babası Muhlis efendi, Devlet Demir Yollarından emekliydi ve felçli olması nedeniyle yatalak durumdaydı. Karısı Dürüye hanım güçlü kuvvetli, melek gibi sakin bir kadındı. Kocasına olağan üstü iyi bakıyordu ve doktorların söyledikleri her şeyi tam anlamı ile uyguluyordu. Bir gün onların evinin yakınındaki evde olan bir hastaya bakmak için gitmiştim. Aklıma esti, evlerine uğradım. Hastanın eli yüzü, çamaşırları ve çarşaflar tertemizdi.

–Aferin Düriye hanım, Muhlis efendiye çok iyi bakıyorsunuz?.

–Nasıl bakmam, doktor bey? O benim efendim. Hala onun ekmeğini yiyorum, demişti.

Bir gün,  Sağlık Memuru Hüsnü bey, evlenmek için izin istedi. Davullu zurnalı bir düğünle ve Ayten Hanım ile evlendirdik. Muhlis efendinin iki katlı, kocaman bahçeli, iki katlı evine iç güveyisi gibi yerleşti. Mutlu ve düzenli bir hayatları vardı. Kısa bir süre sonra Muhlis efendi vefat edince üzüntülü günler yaşadılar. Ayten hanım, babasını çok severdi. Babası vefat ettikten sonra, evi de ilçeyi de içine sindiremedi. “Bir an önce buralardan gitmek istiyorum” dediğini söylediler. Belki de hem büyük şehir hayatı yaşamak, hem de kocasının, kalabalık köylü ailesinden kurtulmak istiyordu. Hüsnü bey ise, yaşadığı hayattan çok memnundu. Bana sorarsanız, ömrünün sonuna kadar burada yaşamayı, çocuklarını burada büyütmeyi ve burada emekli olmayı düşlüyordu, sanırım. Karısının ısrar ve yalvarmalarına dayanamadı ve bir gün bana gelip sordu,

–Ankara’ya tayinimi nasıl yaptırabilirim?

Sevdiğim bir insan ve çalışmasından memnun olduğum bir memurdu.

–Biraz zor! Sağlık Bakanlığının Gevher Nesibe Yüksek Okuluna girebilirsen, hemen tayinini yaparlar, bize göre bir sakıncası yok. Diğer sağlık memurumuz işleri yürütür, dedim.

Sonunda her ikisinin de tayinleri Ankara’ya çıktı. Evlerini kiraya verdiler, Dürüye hanımı da yanlarına alıp gittiler. İki sene sonra yaz tatili için ilçeye geldiklerinde bana uğradılar. Şöyle bir baktım,”Eski hamam, eski tas”. Kara-kuru bir Ayten hanım, süklüm-püklüm bir Hüsnü bey. Hal hatır sorduktan sonra, doktorluk damarım kabardı,

–Çocuğa bakacak annen de var, niçin çocuk yapmıyorsunuz?.

Bu soru üzerine ortalık karıştı. İkisi de kararıp kaldılar. Hüsnü bey,

–İzninizle, deyip yerinden fırladı ve dışarı çıktı. Ayten hanım ağlamaya başladı.

–Neler oluyor kızım size?

Bu sorum üzerine de anlatmaya başladı.

–Ben Hüsnümü seviyorum, o da beni seviyor. Birlikte çok mutluyuz ve çok iyi anlaşıyoruz ve eğleniyoruz. Ama aramızda cinsel ilişki yok, ben hala bakireyim, dedi.

Şaşırmadım desem yalan olur. Çünkü Hüsnü beyin süklüm-püklüm, kendine güvensiz hali, eskisine göre daha da kötü durumdaydı. Sonra anlatmayı sürdürdü,

–Cinsel ilişkiye hazırlandığımız anda, Hüsnü normal duruma geliyor, tam başlarken gevşiyor ve sonra her şey bitiyor. O nedenle ben bir eksikliği olduğunu sanmıyorum. Önce geçer diye bir süre bekledim ama, değişen bir şey yoktu. Beklemenin yararsız olduğu kanısına vardım. Çünkü bir süre sonra, artık bana yaklaşmak-

tan, bana dokunmaktan da korkmaya başladı. Bir çare aramak zamanının geldiğini düşünerek, onu ikna etmeye çalıştım. Her defasında, “Ben iyiyim niye doktora gidecekmişim“, diye söyleniyor ve bana küsüyordu. Yaz gelince, buralara gelmeyi ve ailesini görmeyi çok istiyordu. Size durumu anlatmak ve muayene olmak koşuluyla, kendisinden söz alarak birlikte geldim, dedi.

Doğrusu iki sene bu duruma bir kadının sabretmesi, bence büyük bir sevgi göstergesidir.

–Sen üzülme kızım, durum pek kötü görünmüyor. Büyük bir olasılıkla psikolojik kaynaklı, sanıyorum. Çağır gelsin, ikinizle birlikte konuşalım,diyerek ümit verdim.

Dışarı çıktı ve bir çocuk getirir gibi, Hüsnü’yü elinden tutarak getirdi. Gülerek karşıladım.

–Hüsnü bey çocuk gibisin vallahi, Allah aşkına şu hal sana yakışıyor mu?. Her şeyin bir çaresi var. Senin durumun psikolojik. Bu utanılacak bir şey de değil. Yalnız kimseye bir şey söylemeyin, ben bunun çaresini biliyorum, dedim.

İkisinin de gözleri parladı, yüzleri aydınlandı. Sanki bir ilaç verip hemen her şeyin düzeleceğini sanmış gibiydiler. Birbirlerinin ellerini tuttular, birbirlerine sevinerek baktılar ve sonra bana döndüler.

Bildiğimi söylediğim çareyi, gözlerimin içine bakarak, gözleriyle sordular.

–Bakın, önce benim söyleyeceklerimi yapacağınıza söz verin, her ikisi birden,”Söz”dediler.  Şimdi beni dinleyin, tatilinizi mutluca geçirin, her günün tadını çıkarın. Gideceğiniz günden bir gün

önce bana gelin. Benim Ankara da bu hastalıklarla uğraşan çok yakın bir arkadaşım var. Size bir mektup vereceğim ve doğru ona gideceksiniz. Hiç merak etmeyin, gerekirse bir “Mutluluk Çubuğu” takar, durum düzelir. Seneye doğacak çocuğunuzla birlikte bekliyorum, dedim.

Sözlerimin bazı yerinde hayal kırıklığına uğradılar yüzleri asıldı, bazı yerinde sevindiler ve sonunda el ele tutuşarak sevinç içinde gittiler.

Durumları açıkça belli ediyordu ki bunlar, gerçekten birbirlerini seviyorlardı. Zamanı gelince mektuplarını verdim, teşekkür ederek ayrıldılar.

Bir sene sonra, kucaklarında bir erkek bebek ile geldiler ve  bebeklerini gururla kucağıma verdiler. Her ikisinin de gözleri parlıyordu. Sihirli bir değnek dokunmuş gibi, sevgileri güçlenmiş, eksik olan sevdaları ve aşkları tamamlanmıştı. Ayten hanımın kara kuru durumu, akça pakça bir hanıma dönüşmüş, şık giyimi ve makyajı ile güzel bir kadın olmuştu. Hüsnü beyin o sünepe ve içine kapalı hali kaybolmuş, ense kulak yerinde, etrafına güvenle bakan bir erkek, gururlu bir baba durumuna dönüşmüştü. Bu duruma gelmelerinde benim de payım olması nedeniyle çok sevindim. Sonra gülerek, laf olsun gibisinden,

–Bebeğin adını ne koydunuz?” diye sordum. Verilen yanıt benim için harikaydı.

–Sizin adınızı koyduk, adaşınız oldu doktor bey! Dediler.

GÜVEN DUYGUSU

Güven duygusu için, “ Bin günde kurulur, bir anda yıkılır “ derler. Bu duyguyu çevrenizde yaratabilmeniz ve kazanabilmeniz için, günlerce ya da aylarca, bu duyguyu insanlara vermeniz ve onları inandırmanız gerekir.

Kaymakam Vekili olarak da çalıştığım bir yaz günüydü. Özel kalem Memuru, yanıma geldi,

                              Akça su köprüsü, yol yapım çalışmalarından bir mühendis geldi, sizinle acele görüşmek istiyor efendim, dedi.

  Gelsin bakalım. Ne istiyormuş anlayalım.

İçeriye spor kıyafetli, ceketsiz, üstü başı toz toprak içinde genç bir adam girdi. Telaş ve heyecan içinde olduğu görünüyordu. Önce sakinleşmesi gerektiğini düşündüm.

                          Hoş geldin mühendis bey! Önce şöyle bir otur, nefeslen.           Masamın önündeki koltukta yer gösterdim. Koltuğun kenarına ilişerek oturdu.

Sonra heyecanla yüzüme baktı,

                          Kaymakam Bey! Oturacak kadar bile vaktimiz yok. Bütün iş makinaları, işçiler ve teknisyenler köprünün başında bekliyorlar. Adamın biri eline bir tüfek almış, önümüze geçti. “Kim bu tarlaya girerse vururum” diye bizi tehdit ediyor. Bu yolun yapımında iş makinaları için, ancak üç gün ayırabildik. Program bozulursa, bir seneden önce tekrar gelemeyiz.

Canım sıkılmıştı. Gerçekte bu konunun, daha önceden düzenlenmesi gerekirdi. Ama bizim hiçbir şeyden haberimiz olmamıştı. Şimdi ise çare bulmak bize düşüyordu. Senelerdir çalıştığım bu ilçede herkes beni tanırdı. Eğer beceremezsem Vali Paşaya da dert anlatamazdım. Gergin havayı yumuşatmak için, güven dolu sakin bir sesle, genç mühendisin gözünün içine bakarak,

  Merak etme ben seninle gider hal ederim, dedim.

Mühendis bey bu sözlerime karşı,”Amma da kendine güveniyor” der gibi yüzüme baktı.

Özel kalem memuru Mehmet Beye döndüm,

  Haber ver, hemen jip’i hazırlasınlar.

Biraz sonra, mühendis ile birlikte jip’e bindik ve yola çıktık. Önce,  Akça su Muhtarına uğradık, silahlı adam konusunda bilgi almam gerekiyordu. Muhtarın anlattığına göre, tarla sahibi Harbi Ahmet adında fakir bir adammış. Kendisine Harbi denmesinden de çok hoşlanırmış.

Tarlanın da 9 ya da 10 bin lira kadar edebileceğini de öğrendim. Yapılacak yol, tarlayı tam ortadan böldüğü için, kalan her iki tarafın da ekilmesi zor olacakmış. Tarladaki ceviz ağacı zarar görmeden kalıyormuş. Bunları öğrendikten sonra doğru köprünün başına gittim. Manzara oldukça ilginçti. Bütün iş makinaları, damperli kamyonlar, tek sıra saf tutup dizilmişler, işçiler ve şoförler, gruplar halinde arabaların gölgelerine oturmuşlar, muhabbet ediyorlardı. Karşılarındaki tarlanın ortasında büyük bir ceviz ağacı vardı. Ceviz ağacının gölgesine, elinde bir tüfek ile bir adam oturmuş, gözlerini iş makinalarına dikmiş bakıyordu. Tek başıma adama doğru yürüdüm. Beni görünce hemen ayağa kalktı. Yaklaşınca yüzüne baktım, yüzü yabancı gelmedi ama anımsayamadım. Adam kaşlarını çatmış oldukça kızgın ve kaygılı görünüyordu. Yumuşak ve ahbapça seslendim,

  Beni tanıdın mı Harbi Ahmet Efendi!

  Tanımaz olur muyum Doktor bey! Buyur, hoş geldin.

                          Pek hoş geldik sayılmaz. Adamların karşısına silahla çıkmış, ödlerini patlatmışsın. Bu yaptığın kırk gün köylerde söylenir artık. Şan oldun memlekete, dedim.

Önce başını yere doğru eğdi, sonra tekrar kaldırdı ve yüzüme bakarak keyifle güldü. Kollarını iki yana doğru açarak efelendi.

                          Amma da ödlek heriflermiş. Halbuki ben onlara tarlanın parasını vermezseniz adım attırmam dedim.

  Söyle öyleyse, bu tarlaya kaç para istiyorsun?

  Geçen sene 9 bin lira verdiler vermedim.

                          Peki öyleyse. Sana 10 bin lira vereceğim. Ceviz senin, yolun iki yanındaki kalan kısmı da ekersin. Yalnız paranı bir ay sonra devletten alıp vereceğim. Eğer devlet vermezse, ben vereceğim. Bir ay sonra gel, paranı al. Tamam mı?

                          Verdim gitti. Sen kefil olduktan sonra hiçbir derdim olmaz,dedi. Problemi çözmüştüm. Mühendis bey, makinaların önünde dikilmiş bizi izliyordu. Kolumu havaya doğru kaldırarak “ Yürüyün “ işareti yaptım. Bir gürültüdür koptu. Bütün motorlar birden çalışmaya başladılar ve çalışma başladı. Üç gün içinde yol yapıldı. Giderken de Mühendis Bey uğradı ve teşekkür etti.                               Bir ay

sonra, Harbi Ahmet Efendi, Poliklinikte çalışırken karşıma geldi.

  Doktor Bey, ben geldim, dedi.

Meşhur Ata sözü vardır,” Devlet alacağına şahin, vereceğine kargadır “ derler. Tapu muamelesi dahil, bütün hazırlıkları tamamlattığım halde, devletten tarlanın parasını bir ayda çıkaramamıştık. Ama verdiğim sözü unutmamıştım. Harbi Ahmet’in gün saydığını biliyordum. Zamanında geleceğini kesinlikle bildiğim için, parayı bankadaki hesabımdan alarak kasaya koymuştum. Hazırlattığım vekaletnameye imzasını attırdım ve parasını verdim. Elimi sıkarken gözlerimin içine baktı,

                          Sana güvendim Doktor Bey! Sen arada olmasaydın, katiyen razı olmazdım, dedi.

HALKACI KADIN

Doktor, önündeki kitabın sayfalarını karıştırıp duruyordu. Kapı açıldı ve yavaşça kapandı. Gözlüklerinin üzerinden hastabakıcıya, endişeli ve soran gözlerle baktı. Göz göze geldiler. Hasta bakıcı yanıtladı ve olduğu yerde kaldı.

  Hastalarımız bitti.

Sanki yorgunluktan sırtını kapıya dayamak istiyormuş gibi bir hali vardı. Çehresi solgun ama sevinçli görünüyordu. Doktor derin bir nefes aldı. Bir rahatlık dalgası vücudundan geçti. Bir hasta daha olsa sanki, bakamayacakmış gibi bir duygu, bir bıkkınlık, içinden gelip geçti. İçi şükür doldu. İki elini beline bastırarak ve yüzünü biraz ekşiterek doğruldu.

– Bu gün de geçti Zemine hanım! dedi.

Zemine kadın bu “Hanım” hitabına, her zamanki gibi yine şaşırdı. Nedense buna bir türlü alışamamıştı. Halbuki, bu hitap şekli, doktorun eskiden beri adetiydi. Hiç kimseye yalın adıyla hitap etmezdi. İnsanlara değer verdiğinin bir belirtisi ve karşısındaki kişiye bunu hissettirmenin en güzel yolunun, bu olduğunu söylerdi.

Doktor, gri renkli fötr şapkasını giyerek kapıdan çıktı. Uzaklardan  gelen uğultuya benzer gürültüyü duyunca irkildi. Caddelerin olağan üstü kalabalığını fark edince, birden anımsadı. Kasabada panayır başlamıştı. Kendisi için bir değişiklik olacağını düşünerek, panayırın kurulduğu tarafa doğru yöneldi. Panayır günlerinde sağlık merkezi ve muayenehane o kadar yoğun oluyordu ki, yorgunluktan çıkıp gezmek bile kısmet olmuyordu. Bu panayırı ilk ziyareti olacaktı. Nedense tenha yollardan gitmek istiyordu. Tanıdığı fakat, adını anımsamadığı birkaç kişi ile selamlaşarak yürüdü. Köşe-

yi dönünce, yoğun bir uğultu ile anlamsız bir gürültünün içine düştü. Anlamsız bağırmalar ve müşteri çağıran sesler, bir uğultu halinde göğe yükseliyordu. Köşede bir dörtgen çadır ile ona bitişik bir konik çadır gördü. Merak etti ve o tarafa yöneldi. “Halkacılar” diye birden tanıdı. Tezgahın önünde üç kişi yan yana duruyordu. Dördüncü olarak da kendisi sıraya girdi. Dörtgen çadırın içinde, yan yana birleştirilmiş masalar ve masaların üzerlerinde, belirli aralıklarla dizilmiş sigara paketleri vardı. Birinci müşterinin karşısında, genç sarışın bir kadın duruyordu ve elinde tahta halkalardan birkaç tanesini tutuyordu.

Kadının göğsünden aşağısı tezgahın arkasında kalıyor ve görünmüyordu. Bir gariplik, olağan dışı bir başkalık vardı bu kadında. Yaptığı işle, makyajının ustalığını da bağdaştıramadı. Sarı saçları, özenilerek taranmış ve omuzlarına doğru dökülmüştü. Mavi gözleri masum bir ışıltıyla parlıyordu. İyi bir eğitim gördüğünü ya da iyi bir terbiye gördüğünü düşündü. Yüzü hafif çilli, omuzları ve kolları oldukça yuvarlak, balık etinde ve yirmi yaşlarında kadar görünüyordu. Karşısındaki müşterilerin gözlerinin içine bakarak, en içten ve ümit veren, gülücüklerle konuşuyordu. Sonra tekrar oynamasını rica ediyor, ikna edemezse bir an somurtuyor ve bir sonraki müşteriye dönerek aynı pozları tekrarlıyordu. Son müşterinin attığı iki halka, sigaralardan hiç birinin üzerine oturmadı. Üçüncü halka ise, çember gibi yuvarlanarak yere düştü. Kadın onu almak için yürüdü ve o zaman kadındaki garipliliğin ne olduğunu anladı. Kadın hamile idi. Hem de doğum yakın görünüyordu. Birden karşı karşıya geldiler ve yapayalnız kalıverdiler.

Doktor bir şey yapmış olmak için, şapkasını alnından geriye doğru itti. Kadın, elindeki halkaları birbirine vurarak gülümsedi. Göz göze geldiler. Doktor, gözlerinin içi gülerek, sevgi ve şefkatle, bi-

raz da acıyarak baktı. Kadın hep şehvet ve arzu dolu bakışlara alışıktı.

Şaşırdı, gözlerini indirdi, halkaları uzattı,

-Oynamak ister misiniz? Doktor, birden soruverdi,

-Bebek kaç aylık?

Kadın büsbütün şaşırdı. Önce “Sana ne?” ya da “ Seni neden ilgilendiriyor?“ der gibilerden, soran gözlerle baktı. Sonra, yüzündeki tebessüm yavaş yavaş kayboldu ve nihayet kızararak somurttu. O zaman doktorun aklı başına geldi. Öyle ya, bu kadıncağız, bu Allah’ın garibi, onun doktor olduğunu nereden bilecekti.

  Ben doktorum, deyiverdi ve ekledi.

  Burada sağlık merkezimiz var, ebemiz de var.

O sırada bir erkek, kadının yanına geliverdi. Uzunca boylu, sarışın, mavi gözlü, ince bıyıklı ve oldukça yakışıklı görünüyordu. Yüzünde sevimli bir aydınlık vardı. Soran gözlerle kadına baktı. Kadın sıcak bir sesle,

  Doktor bey bebeği sordu, dedi.

Sonra doktora döndü ve sanki bir ayıptan bir günahtan kurtulmak istermiş gibi,

–Yusuf’la yeni evlendik, dedi.

Doktorla Yusuf, hafifçe başlarını eğerek birbirlerini selamladılar. Doktor, ”Yeni evlendik” sözüyle bebeğin büyüklüğünü aklında ölçtü. Kafasına bir sürü sorular yığıldı. Fakat, yeni bir soru sormanın anlamsız olacağını düşünerek, onlara iyi şanslar diledi ve ayrıldı.

Gece yarısı kapının ziliyle uyandı. Zil üç kez ardı ardına çalmıştı. Demek ki, hastahaneden onu çağırmaya, en azından bir şey sormaya gelmişlerdi. “Belki bir şey sorarlar da kurtulurum” ümidiyle balkona yöneldi ve aşağıya baktı. Ev iki katlı, tümü kendisine ait,

tipik Anadolu evlerinden biriydi. Bahçesi ,bahçesindeki meyve ağaçlarıyla, ahırıyla tam anlamıyla bir ağa eviydi.

     Ne o Ahmet efendi?

Yarı uykulu bir sesten, tek kelimelik bir yanıt geldi.,

  Doğum.

Demek ki ümidi boşuna çıkmıştı, gitmesi gerekiyordu. Zaten buna alışıktı. Her gece bir ya da birkaç kez gittiği olurdu. “Doktorluk özveri mesleği” sözünü anımsadı ve gülümsedi. Sonra birden aklına geldi.

Panayırlarda, her türlü olayla birlikte daha çok, kavga-dövüş-sarhoşluk- yaralama gibi olaylar olurdu. “Bu doğum da nereden çıktı” diye aklından geçirdi. Sağlık merkezine geldiği zaman, zile üç kez bastı. Bu geldiğini personele bildiren bir “Parola” idi. Kapı açılınca, Ahmet efendi ile selamlaştı, odasına giderek soyundu. Beyaz gömlek ve pantolonunu giydi ve doğum odasına doğru yürüdü. Her zaman ki gibi Ebe hanım hazır onu bekliyordu. Gülümseyerek selamlaştılar. Hemen ellerini sabunlayıp ve fırçalayarak yıkadı ve eldivenleri giydi. Bu arada ebe hanım durumu anlatmıştı. Doğum normaldi, ateş yok, tansiyon- nabız normal, ilk doğum, yalnız ağrılar güçsüzdü. Doktor muayenesini yaptı,

     Vakit tamam, dedi. Gerekli ilaçları söyledi ve ilaçlar derhal yapıldı.

Biraz sonra, ağrılar sıklaşmaya başladı ve bir süre sonra da, bir bebek doktorun avuçlarında idi. Ebe hanımla ikisi şaşkınlıkla birbirlerine bakıp kaldılar. Ummadıkları bir olayla karşılaşmışlardı. Şaşkınlık ve panik içinde birbirlerine bakıyor, bir türlü inanmak istemiyorlardı. Ebe hanım kendisini çabuk toparladı, sondayla çocuğun ağzını burnunu temizlemeye başladı ve ayaklarından tutup sallandırarak, poposuna küçük bir şaplak indirdi. Nihayet “Ufaklık” olanca gücü ile bağırmaya başladı. Sonra nefesleri sıklaşarak sus-

tu. Bu bir zenci erkek bebekti, koyu morumtırak bir görünüşü vardı. O güne kadar hiç, zenci bir bebek dünyaya getirmemişlerdi. Kadına baktı, ikinci bir şaşkınlığa uğradı. Evet bu kadın, panayırda gördüğü “Halkacı kadın”dı. Gözleri kapalı, alnında ter damlaları birikmiş olarak yatıyordu. Rahatlamış ve gevşemiş bir hali vardı. Yüzünde aydınlık, mutluluk ve tebessüm, hepsi bir arada, sanki biri birine karışmıştı.

Fısıltılı bir sesle,

  Bebeğimi görebilir miyim? dedi.

Doktorla ebe hanım tekrar birbirlerine endişeyle baktılar. Bebek hazırlanmış, beyaz temiz bir havluya sarılmış durumda idi. Ebe hanım, alışık haliyle, iki elinin avuçları içinde tuttuğu bebeği, kutsal bir emanet gibi, anneye uzatırken,                      

Buyurun, oğlunuzu güle güle büyütün, dedi.

Odanın havasında bir sessizlik, bir gerilim oluştu. Hep birlikte, kopacak kıyameti bekliyor gibiydiler. Anne gözlerini yavaşça açtı ve bebeğe baktı. Önce şaşırır gibi oldu. Sonra, yüzü aydınlandı ve sevinç doldu.

– Ah canım, dedi. Sonra doktora dönerek,

     Babalık, o kör olası zenciye nasip olmuş, diye ekledi.

Kutsal bir şey tutarcasına, elleriyle bebeğine sarıldı ve göğsüne bastırdı. Yıllarca beklediği sevgilisine kavuşmuş gibi mutlu, gözlerini sımsıkı kapatarak sarılıp kaldı.

Demek ki annelik böyle oluyordu. Bebeğin meşruluğu ya da gayri meşruluğu, beyazlığı ya da siyahlığı onu etkilemiyordu. Bebek onun bebeğiydi ya işte o kadar.

Kopması beklenen kıyametin “Mutlu son” ile noktalanması bizlere derin bir nefes aldırdı. Aldırdı ama, zihinlerimizi de karma karışık etti. Sarışın anne, sarışın baba, zenci bebek ve “O kör olası zenci baba ”.

İĞNECİ‘ NİN SIRRI

Bütün köylerimizde bir sağlık kuruluşu olmasını hepimiz isteriz ama, bu gün için olanaksız olduğunu da hepimiz biliyoruz. O zamanlar, bulunduğum ilçenin yirmi beş köyüne karşın, yalnız iki ebe bir sağlık memuru ve iki Eğitmen vardı. Gerçekte her köyde, iğne yapacak bir kişiye ihtiyacımız da oluyordu. İlkokul öğretmenleri yardım etmeye çalışıyorlardı ama, biz onların amiri değildik ve sağlık bilgileri de, deneyimleri de yetersizdi. Her köyde, hastalara iğne yapan bir kişi, bir iğneci olduğunu öğrendim. Kanuna göre, Sağlık Memurları, hemşireler bile, ancak doktor nezaretinde iğne yapabilirlerdi. Ama yaşantımızın gerçeği öyle değildi. Onları biraz eğiterek, daha yararlı duruma getirmeyi düşündüm. Sağlık merkezindeki hasta bakıcılar, bütün köylerdeki iğnecileri tanıyorlardı. Onların yardımıyla birer ikişer çağırttım. Biraz kuşkulu olarak da olsa geldiler. Yadırgamakta haklıydılar çünkü, kanunu biliyorlardı. Ayrıca benden önceki hiçbir hükümet tabibi arkadaşlar böyle bir şey yapmamıştı. Onlara “Eski köye yeni adet” gibi geldi. Onların nerede ne öğrendiklerini, ne kadar ve ne bildiklerini, her biriyle tek tek konuşarak öğrendim ve unutmamak için de defterime yazdım. İki tane öğretmen dışında diğerleri, askerliklerini sıhhiye eri ya da sıhhiye çavuşu olarak yapmışlardı. Her birine yapması ve dikkat etmesi gerekenleri, bize haber vermesi gerekenleri, sağlık konusundaki kanun ve kuralları anlattım. İçlerinde o güne kadar sağlık merkezine hiç gelmemiş olanlar bile vardı. Onlarla yakından ilgilenmiş olmam ve tanışmam, aramızda bir dostluk bağı kurulmasına ve bir güven ortamı  oluşmasına neden oldu. Yalnız hastalarıyla değil, özel durumlarıyla

ve özel sıkıntılarıyla da ilgileniyordum.

Bir gün Çaltı köyünden iğneci Hamdi, eşi Zeynep hanımı getir-

di. Zeynep hanım güzel bir kadındı. Hafif makyajı, beyaz ipekli baş örtüsü, kırmızı mantosu, ipek çorapları ve kırmızı yüksek topuklu ayakkabılarıyla şık bir şehirli hanımını andırıyordu. Ben Hamdi efendiye,

–Hanımın şikayeti nedir Hamdi efendi, deyince, Zeynep hanım,

–Hamdi bey, diye düzeltti.

Şaşırmadım desem yalan olur ama hiç renk vermeden sorumu düzelttim.

–Şikayeti nedir Hamdi bey?.

Önce bir bocaladı, karısından böyle bir düzeltme beklemiyordu her halde. Ama ben çok şey sezinledim. Öncelikle bu hanımın iddialı bir tutumu vardı. Belki de, bulunduğu yeri ve sosyal katmanını beğenmiyordu. Belki de psikolojik bir sorunu vardı. Gösterişe de oldukça meraklı olduğu kanısına vardım. Hamdi bey bir an duraladı ve sonra,

–Bizim hanım, sürekli kabızlık çekiyor, karnında ağrılar oluyor, bazen büyük tuvaleti öncesinde ağrılar geliyor. Adetleri şaşırıyor,  çocuğumuz olacak diye seviniyoruz ve sonra çok ağrılı olarak adet görünce üzülüyoruz.

Yaptığım uzun muayeneler sonunda,”Spastik kolon” olma olasılığına karar verdim. Anladığıma göre Zeynep hanım, üç senedir evli olmalarına karşın, çocuğunun olmamasından kendini suçlu hissediyor ve o da büyük bir stres oluşturuyordu. Gerekirse daha sonra, bir uzman doktora göndermeyi düşündüm. Gereken ilaçları yazdım, perhizleri anlattım. Bu hastalığın üzüntüyle ve ruhsal gerginlikle çok ilgisi olduğunu, çocukları olması için daha vakit olduğu gibi sözler söyledikten sonra,

–Hamdi bey, bana bir ara uğra, sana bir işim düştü, dedim ve onları gönderdim.

Bir hafta kadar sonra Hamdi bey geldi.

–Buyur doktor bey, elimden ne gelirse yaparım.

Oturttum ve şöyle bir baktım, gerçekten bana yardıma gelmişti. Gözleri parlıyor ve emir bekler gibi bir durumu vardı. Memnun oldum ve gülümseyerek yüzüne baktım.

–Bak Hamdi bey! O gün Zeynep hanımın yanında söylemedim. Çocuğunuzun neden olmadığını öğrenmemiz için, önce senin muayene olman gerekir. Bu sözümü onun duyması hiç de iyi olmazdı. Bu söz onu çok şaşırttı ve yüzü karıştı,

–Ama benim bir kusurum yok, dedi. Onun üzerine ben,

–Bana güven, size yardım etmek istiyorum. Tarlaya çürük tohum ekersen, ekin olur mu?.

Yüzüme şaşırarak baktı ve ben gülümseyerek devam ettim,

–Bir tekerleme, bir bilmece vardır bilir misin? Erkek işi kadın işi / Bunu yapan iki kişi / Biri erkek bir dişi. Bu bilmenin cevabı, çocuktur. Birisinde küçük bir kusur olması işi bozar. Şimdi sana bir mektup yazıp vereceğim. Bu gibi hastalarla uğraşan bir doktor arkadaşım var ona götüreceksin. O seni muayene edip raporunu yazıp bana gönderecek. O zaman görüşürüz. Sakın ha ! hiç kimsenin, senin doktora gittiğinden haberi olmasın, Zeynep hanıma da sakın söyleme.

Gitti ve üç gün sonra geldi. Kapalı zarf içindeki raporu bana verdi. Kendisine bir şey söylemedikleri için merak içindeydi. Zarfı açtım ve okudum. Özet olarak raporda, döl hücrelerinin (Spermlerin)

yüzde doksan kadarının hareketsiz olduğunu , bu durumda yapılacak bir tedaviden yararlanamayacağı ve çocuğunun olma olasılığı düşünülmediği, yazılıydı. Benim için bunları söylemek çok zordu ama söylemek zorundaydım.

–Hamdi bey, üzülerek söylemeliyim ki, senin çocuğun olmaz. Çünkü, döl hücrelerinin yüz de doksanı ölüymüş.

Büyük bir şok geçirdi. Ayağa kalktı, pencereye doğru gitti gözlerinden yaşlar dökülüyor ve aynı şeyleri tekrarlayıp duruyordu.

–Ben şimdi ne yapacağım, ben şimdi ne yapacağım?

Bir süre sonra yerine oturdu ve yüzüme baktı. Omuzları çökmüş, gözlerinin ışığı bulanmıştı. Ben, tatlı sert bir çıkış yaptım.

–Hamdi bey, kendine gel, her şeyin bir çaresi vardır. Şimdi ne yapacağımızı konuşalım.

Biraz ümitlenir gibi oldu ve biraz da rahatladı. Ben konuşmamı sürdürdü.

–Bunlar, ikimizin arasında bir sır olarak kalsın, sakın ha hiç kimseye bir şey söyleme. Zeynep hanım duyarsa büyük bir ihtimal, başını örter, “Ben dölsüz adamla oturmam” diyerek çeker gider. Ama kusurun kendisinde olduğunu sanırsa, evliliğiniz bozulmaz. Zeynep hanıma çok yakın ol, el ele tutuşarak gezin. Kendisini çok sevdiğini, çocuk filan düşünmediğini, olursa olur, olmazsa önemli saymadığını söyle. Öylece mutlu olarak yaşayın, herkes sizi kıskansın, dedim.

Hamdi bey, göz yaşlarını sildi, kendisini toparlayarak gitti. O günden sonra, ne zaman onları görsem, el ele liseli aşıklar gibiydiler. Bütün köyün kadınını, erkeğini çatlattılar. Zeynep hanımın hastalığı da hemen geçip gitti.

İHANET

Hakim Hamdi Bey, bir tıkırtı sesiyle uyandı. Tıkırtının nereden geldiğini anlamak için dikkatle dinledi ama tıkırtı kayboldu. Düşündü, ”Bu gün Pazar, tatil günü, kapıcı olamaz, komşunun yaramaz oğlu da olamaz, bu gün okul yok, gazeteci çocuktur herhalde” diye içinden geçirdi. Yatakta sırt üstü döndü, tam karşısındaki duvarda asılı saat

7.25 ‘i gösteriyordu. “Her zaman ki kalkma saati” dedi. Bu duvar saatini düğünlerinde, Savcı Kamil Bey hediye etmişti. “Şu Kamil Bey de ne tatlı adamdır. Gerçekte savcılık değil hakimlik ona daha çok yakışır. Onu tanıdıktan sonra hayran olmamak mümkün değildir. Yaptığı şakalar mı?. Bazen biraz ağır kaçıyor ya, neyse” diyerek gülümsedi. “Sana bir şakam var Hakim bey” dediği zamanlar aklına geldi. O nedenle, bu saati hediye ettiği zaman,”Sakın içinde bomba olmasın” diye takılmıştı. Zaman denilen şey, ne kadar hızlı geçip gidiyordu?. Evleneli daha iki sene kadar bir şey olmuştu, sanki daha dün gibi. Yanında yatan karısına baktı. Kumral saçları yüzüne dökülmüş, düzenli nefes alarak uyuyordu. “Ne tatlı candan bir kadın” diye içini çekti. Ne kadar da çok seviyordu. Onu görünceye kadar, bir insanın bu kadar hızla ve bu kadar güçlü bir biçimde aşık olacağını hiç düşünmemişti. O güne kadar aşık olmayı da düşünmemişti. Onu görünce sanki aklı başından gitmişti. Ne yapacağını şaşırmış, saçma sapan oluvermişti. Şimdi olduğu gibi, her zaman yüzünde tatlı bir gülümseme bir ışık vardı. İlk karşılaştıkları günü anımsadı ve gözleri daldı. Gerçekte her zamanki gibi bir gündü. Adliye koridorları, her günkü gibi sigara ve nefes kokuyordu. Anlamsız bir uğultu, koşuşturan bir ka-

labalık, daktiloların muntazam çıtırtılarla süren seslerinin yanında, arada bir duraklayan ve bazen susan, başka daktilo sesleri. Sonra, duruşma sırasında olanları anımsadı. Mübaşir İbrahim Efendi, ”Başlayalım Hakim Bey?” dediği zaman, sağ tarafta oturan Savcı Kamil Beye bakmıştı.  O da, kır düşmüş saçlarını sol eliyle  düzelterek, başını “Evet” anlamında öne eğmişti. Katibe Hanım, kürsünün önündü bekliyordu. Sonra “Tamam” demiş ve önündeki dosyayı incelemeye koyulmuştu. Dosyalar dosyaları,  insanlar insanları izledi, kaç davaya baktığını anımsamıyordu. Dosyanın  birinin duruşmasında, şahit makamına bir kadın gelmişti. Her zamanki gibi kimlik tespiti başladı.

     Adınız ve Soy adınız?

     Perran Nardan efendim.

Bu titreyen heyecanlı seste, kendisini çeken bir giz hissetti. Dikkatini toplayarak bakmıştı. Ne olduysa o anda oldu, şaşkın ve kararsız öylece kalakalmıştı. Sonra, tuhaf bir sessizlik oldu ve sanki zaman durdu. Katibe Hanımın sesiyle derin bir uykudan uyanır gibi uyandı,

  Hakim Bey, çok yoruldunuz herhalde, isterseniz ara verelim?

     Olur. Dedi.

Onaylamıştı ama neler olduğunu pek anlayamamıştı. Kahve molasında da dalgın durumu devam etmiş olacak ki, Savcı Kamil Bey, o şakacı tebessümüyle, dalga geçmeye başlamıştı.

     Hakim Bey, senin evlenme zamanın çoktan gelmiş de haberimiz olmamış. Güzel bir kız görünce tebdilin şaşıyor, dut yemiş

bülbüle dönüyorsun. İstersen seni Perran Hanımla tanıştıralım, bizim oğlanın İngilizce hocasıdır. Şaşkınlıkla,

     Allah razı olsun, deyivermişti.

Tekrar uyuyan eşine baktı. İçi sevgi ve mutlulukla doldu. Onu uyandırmamak için yavaşça ve özenle yataktan kalktı, ocağa çay suyunu koydu ve balkona çıktı. Hava güneşliydi, tatlı bir serinlik içine doldu. Birkaç kez derin derin nefes aldı. Evin önündeki geniş parka baktı,”Bu evi iyi ki almışım” diye düşündü. “Bu sene bahar erken geliverdi” diyenler haklı galiba. Sonra başını dikleştirerek gökyüzüne baktı ve derin bir nefes aldı. Kendini çok güçlü ve mutlu hissediyordu. “Güzel bir ev, harika bir eş, Allah’a bin kere şükürler olsun, çocuklara da sıra gelecek elbette” dedi ve sonra dönerek çayı demledi. Bu ilkbahar sabahında, balkonda çay içmenin keyfini hayal ederken, kapıdan gazeteyi almak aklına geldi. “Hem çayın demlenmesini beklerim hem de okurum” diye düşündü. Kapıyı açtı, paspasın üzerinde gazete ve onun üzerinde pullu bir mektup duruyordu.

                                             Hayırdır inşallah”dedi. Çünkü, hiç kimseden mektup beklemiyordu. Mektup yazacak kimsesi de yoktu. İster misin, mahkum etmiş olduğu mahpuslardan biri, bir küfür name döşemiş olsun. Meraklandı, keyfinin kaçma olasılığını göze alarak mektubu açtı. Mektup düz beyaz kağıt üzerine daktilo ile yazılmıştı. Kağıdın üst köşesinde, ”Özel Dedektiflik Bürosu” başlığı vardı. Tarih, şehir ve imla, tam kurallara uygundu. “Sayın Hakim Hamdi Bey” diye başlıyordu. “Biz sizin iyiliklerinizi görmüş bir kuruluşuz, değerli kişiliğinizi yakından tanıyoruz”. “Şükür, kötü bir şey değilmiş” diye için-

den geçirdi ve okumayı sürdürdü. “Üzülerek söylemek durumundayız ki, eşiniz size ihanet ediyor”. Birden başı döndü, dünya karardı, sanki gök kubbe üzerine yıkıldı.

     Olamaz ! diye gırtlağından boğuk bir ses çıktı, her tarafı titriyordu.

Mektubu masanın üzerine koydu, elleriyle düzeltti ve tekrar okumaya başladı. “Eşiniz, bazen her gün, bazen bir iki gün arayla,Yıldız Süper Markete uğramakta ve market sahibinin özel odasında bir ila bir buçuk saat kadar kalmaktadır. Her zaman hizmetinizdeyiz, saygılarımızla”. İmza, Özel Dedektifler.

Müracaat; her gün saat 08-21, adres ve telefon . Hemen içeri giderek karısını uyandırmayı ve mektubu göstermeyi düşündü, sonra bu fikirden vazgeçti. Tahkik etmeliydi. İftira ise, mahcup olmak istemiyordu. Ama, iftira olmasını da bütün kalbiyle diliyordu.  Kalktı giyindi. Şimdi daha iyi düşünüyordu. Kendine  bir bardak çay koydu, ”Belki beni rahatlatır” diye içinden geçirdi. Ama, yudumlar boğazından aşağı giderken, her boğumda takılıyordu. Yatak odasına gitti, karısı hala uyuyordu. “Ne kadar da masum görünüyor, tıpkı bir melek gibi”. Sonra mektup aklına geldi,“Zebaniler de bir melektir” diye aklından geçirdi. Tekrar eli ayağı titremeye başladı. Neredeyse bayılacaktı, sonra kendisini topladı ve hızla kapıdan çıkarak kendini, evin önündeki parka attı. Bir kanepeye oturdu ve tekrar düşünmeye başladı. Vergi iadesi listelerini yazarken, bir sürü Yıldız Süper Market fişi yazdığını anımsadı. Evdeki tüm poşetler, Yıldız Süper Market adı taşıyordu. Sonra bu market, caddenin karşı tarafında ve okulun yolu üzerindeydi. “Oh ne ala”dedi. Karısından hiç şüphe etmediği için kendisine kızdı. “Ama şüphe etmesi için, şimdiye kadar bir neden yoktu ki”. İçi ezilir gibi, midesi bulanır gibi oldu. Geçen simitçi çocuk-

tan bir simit aldı. Sonra, oturduğu banktan kalktı, hem yürüyor hem de simidi ağzında çiğniyordu. Bir ezan sesiyle irkildi, demek ki öğle olmuştu. Tekrar yürümeye başladı ve birden kendisini Yıldız Süper Marketin önünde buldu. İçeri girdi, tatil günü olmasına karşın açık olmasına hem memnun oldu hem de şaşırdı. Kasada bir genç kız oturuyordu ve bir işçi de rafları düzeltiyordu. Birkaç da müşteri vardı. Kasiyer kızın yanına gitti ve sordu,

  Hanım Kız!. Patron burada mı?

                           Hayır efendim, tatil günleri açık oluruz ama kendisi gelmez. ”Niye gelsin ki, nasıl olsa tatil günü sevgilisi gelemez” diye öfkeyle aklından geçti. Sonra özel odaya doğru baktı, içeride ışık yoktu.

Tekrar sordu,

  Patron bekar ?

                           Hayır efendim,  biri askerde, diğeri lisede iki oğlu var.  Kafasını kaşıdı, kapıya doğru yürüdü ve “Adam sonradan azmış anlaşıldı, iyi de, bizim hanıma ne oldu?”. Bu sırada telefon çaldı.

“Belki patronla konuşur” düşüncesiyle yavaşladı ve geriye dönerek dinledi. Kasiyer kız telefonun ahizesini aldı, konuşurken birden ciddileşti,

  Beni üzmeye ne hakkınız var! Dedi.

Sonra öfkeyle telefonun ahizesini vurarak kapattı. Patronla değil arkadaşlarıyla konuşmuştu. Demek ki istediği olmamıştı. Sonra küskün, şaşkın bir halde, ayaklarını sürüyerek caddeye çıktı. Doktor arkadaşının muayene hanesine gitmeyi düşündü. En yakın arkadaşı ve en yakın dostuydu. Maddi ve manevi her türlü sıkıntı-

sını onunla paylaşırdı. Uzakta da değil, hemen yolunun üzerindeydi. Sonra, “Pazar günü muayenehanede ne işi var” diye düşündü.

Sıkıntıyla başını iki tarafa salladı ve eve gitmeye karar verdi. Eve gidecek, mektubu karısının suratına atacaktı. İçinden karısını bir güzel pataklamak da geçiyordu. Yumruklarını sıkarak, “Ben bunu hazmedemem, tezden boşanmam gerekir, hatta bu memleketten de gitmeliyim” diyordu. Hayatı, mutluluğu bir anda yıkılmıştı. Ayrıca bütün memlekete rezil olmakta cabası. Ayakları bir türlü eve gitmek istemiyorlardı. Apartmanın kapısına gelince, şöyle bir durakladı ve sonra merdivenleri ağır ağır çıktı. Kapıyı açınca, karısıyla holde karşılaştı. Hanımefendi giyinmiş, kuşanmış, makyajını yapmış, dışarı çıkmaya hazırlanmış durumdaydı. Birden bütün sinirleri tepesine  çıktı. Bu kadarı da fazlaydı artık. Şimdiye kadar tatil günleri dışarı çıkmayan kadın, tatil günü de sevgilisine gitmeye hazırlanmıştı. “Bunlar, meydanı boş bulmuşlar, iyice kudurmuşlar. Ey Allah’ım ! benim ne taksiratım var ki bu kötü günleri bana gösterdin. Ben ne yapayım şimdi, acaba takip edip yakalasam nasıl olur?” diye düşünürken, birden öfkeyle gözlerini karısına dikti ve sert bir biçimde bağırdı.

  Nereye gidiyorsun?

Karısı önce şaşırdı, gözlerini kocaman kocaman açarak baktı kaldı. Sonra ciddi ama kandırıcı bir sesle,

     Bak şekerim, fazla vaktim yok, zaten geç kaldım, ben Yıldız Markete gidiyorum.

Hakim Hamdi Bey “ Yıldız Market” sözünü duyunca büsbütün çıldıracak gibi oldu.

                           Allah’ım sen bana sabır ver, elimden bir kaza çıkmasın! Karısı yumuşak bir sesle,

  Kızma şekerim, çocuk yarın İngilizce sınavına girecek.

Hakim Bey, ”Şu işe bak! buluşmalarına kılıf da bulmuşlar” diye aklından geçirdi. Bütün öfkesiyle karısına döndü, fırlamış gözleriyle karısına baktı. Kadıncağız kocasını hiç böyle bir durumda görmemişti. Neden bu kadar kızgın olduğunu bir türlü anlamadı ama, konuşmasını da sürdürdü,

                           Unutmadan söylemeliyim, Savcı Kamil Bey telefon etti, sana mektupla, 1 Nisan şakası yapmış, ”Beni bağışlasın”dedi.

Hamdi Bey şaşırıp kaldı. Sabahtan beri çektiğini bir Allah biliyordu. Sonra “Buyurun bakalım şimdi, güler misin ağlar mısın, yoksa ağzına geleni söyler misin?” diye içinden geçirdi. Birden öfkeyle başını tavana dikti,

                           Ey Kamil Bey alacağın olsun! Bu kadarı da çok fazla geldi! diye bağırdı.

Sonra her şey değişti. İçine bir rahatlık, bir ferahlık doldu. Sanki bütün dünyalar onun olmuştu. Gülümseyerek karısına baktı ve ona doğru yürüdü. Sevinçle karısına sarıldı ve Allah’a şükr etti.

  Allah’ım sana bin kere şükürler olsun! Kulunu mahrum etmedin!

İNSAN VE ÖLÜM

Her ilçede, bir Devlet Hastahanesi bulunmasının, hem yararlı hem de gerekli olduğunu, herkes kabul eder. Bundan kırk sene önce, en azından bir Sağlık Merkezi bulunmasını istiyor ve buna razı oluyorduk. Benim bulunduğu ilçenin Sağlık Merkezi, 15 yataklı ve oldukça iyi durumdaydı. Senelerdir bu ilçede huzur içinde çalışıyordum ve herkesi tanıyordum. Hatta herkesin ailesini, geçirdikleri hastalıkları bilirdim. İlçe ve köylerde, hastalık geçirenleri ve veremlileri kaydettiğim bir defterim bile vardı. İlçe insanı, hastalandığı zaman, önce Sağlık Merkezine uğramaya alışmıştı.

Yapılan doğum izleme ve yaptırılan doğum oranı da oldukça yüksekti. Sağlık Bakanlığı da senelik raporlarımıza bakarak, gereksinimlerimizi eksiksiz gideriyordu.

Askerlik Şubesi Başkanı Albay, briç meraklısı değerli bir asker, harika bir insandı. Kaymakam, Savcı, Belediye Başkanı ve beni, bir araya getirmek için, bütün askerlerini seferber ettiği günler olurdu.

Jandarma Komutanı Yüzbaşı da bazen gelirdi. İlçede bu sayılanlardan başka briç bilen yoktu. Yine albayın mutlu günlerinden biriydi. Şehir kulübünde briç grubunu bir araya getirmişti. Tam oyunun en  heyecanlı yerinde, hasta bakıcı Salahattin efendi, karşıma dikildi.

  Hayırdır inşallah, Selahattin efendi?

–Pek hayır değil efendim. Hancı Ertuğrul’u hastaneye getirdiler, baygın bir durumda, hemşire hanım serum taktı, ateşi yokmuş ama nabız alınmıyormuş ve nefesi de iyi değilmiş,efendim.

Özür dileyerek kalktım, Albay fena halde bozuldu ama yapacak bir

şey yoktu.

                           Bir insanın canı, en değerli varlığıdır. Özür dilerim albayım! Dedim. Sağlık merkezine doğru hızla yürüdüm. Hastayı tanıyordum, hipertansiyon nedeniyle sürekli ilaç alıyor ve perhiz yapıyordu ama, sigaradan bir türlü vaz geçememişti.

Poliklinikte bekleme salonu, bir ana baba gününe dönmüştü. Ağlayan, bağıran tüm yakınları, gelinleri, damatları ve akrabaları toplanmıştı.

Ben gelince sustular ve bana baktılar.

–Lütfen susun, gürültü yapmayın, içeride hastalar yatıyor, önce hastaya bir bakayım. Size de durumu anlatırım, dedim.

Hasta tipik bir Enfarktüs Şoku idi. Kalp zedelenmiş, tansiyon birden düşmüş ve hasta bilincini kaybetmişti. Bir bakıma hasta, ölümün eşiğindeydi. “ Bir Elektro cihazımız, bir de oksijen verme olanağımız olsaydı” diye içimden söylendim. Sonra,

–Şoföre haber verin, arabayı hazırlasın, diye emir verdim.

İlk tedavisi yapıldıktan sonra, hastanın büyük bir hastahaneye gitmesi gerekiyordu. Hemşire hanım, durumu değerlendirerek, onu düşünmüştü.

                           Şoför, arabayı tamir için uğraşıyor, her tarafını sökmüş. Ziraat Memurluğunun arabası da köylere gitmiş efendim, dedi.

İlçede başka araba yoktu ama, yine de bir vasıta bulmaya çalışmaları gerekiyordu. Hemşire hanıma dönerek,

–Hastayı tecrit odasına yatıralım, yanına kimseyi sokmayalım, kimseye de vasıta bulamadık demeyin, panik olmasın, dedim ve salona çıktım. Toplanmış olan hasta yakınlarına baktım hepsi sustular.

–Merak etmeyin, Ertuğrul efendiyi yatıracağız, ben başında bekleyeceğim, ne gerekirse yaparım. İnşallah iyi olacak. Şimdi evlerinize gidin, dedim.

Enfarktüs hastalarına kullanılan ilaçların tümü yaptık. “Bir de oksijen verebilseydik” diye düşündüm. Bu düşünceyle, hastanın odasının pencerelerini açtırıp havalandırdım ve üzerini de sıkıca örttürdüm.

Hemşire hanımı hastanın başında bırakarak, sağlık merkezinin eczahanesine indim.  Kitapları karıştırdım, ilaçlara baktım ve bir tedavi programı hazırladım. Bir saat kadar sonra, tekrar hastaya baktım. Nabız da, nefes de oldukça normale dönmüştü. Ertuğrul efendi, gözlerini açmak için zorladı. Gözlerini göz kapaklarının içinde oynattı ama açamadı. Hastanın elini okşayarak tuttum,

                           Ertuğrul efendi, tehlikeyi atlattın, yarına kadar demir gibi olursun, şimdi uyumaya çalış ve uyu. Dinlen ki, vücudun kendini tamir etsin. Hasta gülümser gibi oldu, elimin içinde parmakları oynadı. Demek ki mesajı almıştı. Gerçekte, tehlikeyi atlatmış sayılmazdı. Ölüm Meleği Ezrail başında dikiliyordu ama, benim sözlerimin ona güç vereceği kesindi. İnsanın iç güçlerini canlandırmak ve inandırmak, ilaçlar  kadar etkili olabiliyordu. Her türlü hastanın buna ihtiyacı vardır. İçim biraz rahatlamıştı ama, yine de arabalardan haber bekliyordum. Üzücü bir sonuç çıkarsa, çok üzüleceğim muhakkaktı. Bütün sorumluluk benimdi ve onun için her türlü önlemi almak zorundaydım. Bu acil sağlık merkezine gelişten yararlanarak, yatmakta olan diğer hastaları da kontrol ettim. Her birine hatır sorarak, kendilerine verilen ilaçları gözden geçirdim. Tekrar Ertuğrul efendiye uğradıktan sonra evime gittim. Gece de uyku tutmadı, ayakta kaldım. İki kez kontrol için Sağlık Merkezine geldim ve her gelişimde daha iyi görerek rahatladım.

Ertesi sabah hastanın durumu oldukça düzelmiş, bilinci yerine gelmişti.

–Konuşturmayın ve kaldırmayın! Yanına da kimseyi sokmayın! Diye kesin emir verdim.

Vilayet Devlet Hastanesi Dahiliye mütehassısı ile yaptığım telefon görüşmesi sonunda, hastaneye gönderilmesi işlemi, kısa bir süre, ertelendi. İki gün sonra, oldukça gücünü toplayan hastaya, takılmadan edemedim.

–Anlat bakalım Ertuğrul efendi! Tahtalı Köyde ne var, ne yok ?. Ertuğrul efendi, derin bir nefes aldı ve sonra, anlattı.

–Nasıl olduğunu pek anlayamadım. Siz dahil, hangi doktora gitsem, tansiyonun yüksek, sigarayı da bırak deyip, bir sürü ilaç veriyorsunuz ve bir sürü de perhiz tavsiye ediyordunuz. Bunu ben de hissediyordum. Arada bir, kafamın içine bir uğultu geliyor, başım çatlayacak gibi ağrıyordu. Aspirin tiryakisi olmuştum. Son hastalandığım gün bir sürü olay oldu. Aile olarak, hepimizin sinirleri iyice gerilmişti. Sıkıntıdan, sigara üstünü sigara içiyordum. Oğullarım ve damatlarım da çok kötü bir gün geçirmişlerdi. Atımız çok zor bir doğum yapmış, gelinler kavga etmişler ve daha bir sürü tatsız olay olmuştu. Han katibi olacak serseri, biraz tutarsız bir adamdı. Ne halt ettiyse polisler onu alıp götürdüler. Çok canım sıkılmıştı. Katibin yerine oturdum ve gerekli işlere bakmaya çalışıyordum. O günün hesaplarını yaparken, başıma bir ağrı saplandı. Sanki bir el, kaburgalarımı kırarak göğsümün içine girdi. Bir ter dalgası sırtımdan aşağı indi ve elektrikler sönmüş gibi dünya karardı. Bir teleferiğe binmiş gibiydim. Görünmeyen bir tel üzerinde,

karanlık ağızlı bir kuyuya doğru, hızla ilerliyordum. Kuyuya girdiğim anda, önümdeki telin üzerinde bir ışık yandı ve söndü. Ölüyorum galiba dedim. Sonra, karanlıklar içinde kaybolup gittim.

Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum. Uzaklardan hızla yaklaşan, bir takım sesler duymaya başladım. Sesler uçarak hızla yanıma geldiler. Tanıdık sesler vardı ama kimler?. O kadar yorgundum ki, gözümü açmaya çalıştım ama başaramadım. Pili tükenmek diye buna diyorlar herhalde. Yoksa ölüyor muydum?. Yok canım, niye öleyim ki? dedim. Sonra, sizin sesinizi tanıdım ve “Tehlikeyi atlattın” dediğinizi  duyunca rahatladım. Yoksa doktor beni teselli mi etti, diye aklımdan geçti. Sonra, karanlık kuyuya inen teleferik aklıma geldi. Demek ki kuyudan çıkmıştım. İçime yaşam sevinci doldu. Gözlerimi açmak için zorladım ama açamadım. Sonra , tekrar uyumuşum”.

“Şimdilik tehlikeyi atlattın ama, büyük bir hastaneye gidip bazı tetkikler yaptırmak gerekiyor”dedim ve sonra ekledim,”Peki, ilk hastalandığında, öleceğin aklına gelmedi mi?” diye sordum. “Gelmez olur mu?, her aklıma gelişte, kafamdan silmeye çalıştım. Nasıl olsa beni hastahaneye götürürler, iyi olurum diye düşündüm” dedi.

Hastanın bu güveni, hoşuma gitti ama “Hayret edilecek bir şey” diye düşündüm. “İnsan, öleceğini bilse bile, yine de ölmeyi aklına getirmek istemiyor”.

JET BAKAN

Sağlık Bakanımız o zaman Dr. Vedat Ali adında muhterem bir doktordu. Doktor olması nedeniyle olayları doğru düşünebiliyor ve sağlık kuruluşlarının sıkıntılarını anlayabiliyordu. Ömrü vefa etseydi, belki bir çok sorunları çözmesi mümkün olacaktı. Çevresindeki yağcıları dinlemiyor, Cumartesi-Pazar demiyor geziyordu. O yüzden adı “ Jet Bakan”a çıkmıştı. Gittiği yerlerde hastanelerin durumlarını ve doktorların durumlarını inceliyor, buz dolaplarına kadar her köşeyi araştırıyordu. İyi çalışanlara dokunmuyor ama, yanlış yolda olanların canına okuyordu. Benim bu konuda endişelenecek bir durumum da zaten yoktu.

Bizim ilçemizde yöresel Pazar, Cumartesi günü kuruluyordu ve o nedenle yoğun bir gün yaşıyorduk. Sabahleyin saat yedide muayenehaneye ve saat sekizde sağlık merkezine giderek, saat dörde kadar yemeden ve içmeden, hatta nefes almadan, bütün personelle birlikte çalışıyorduk. Sonra saat dört buçukta da kalkan son otobüs, bizi eşimle birlikte alıyor, eğlenmek ve dinlenmek olanağı bulacağımız en yakın il merkezine götürüyordu. Zaten bu tempodaki çalışma başka türlü çekilmezdi. O gün Jet Bakanın Bursa’da olduğunu, ertesi günü Ankara’ya doğru sola çıkacağını radyodan öğrendiğim zaman,”Yol üzerinde olduğumuza göre, bize de uğrar acaba ?“ diye bir düşünce aklımdan geçmişti. Ama sonra,” Pazar günü işi yokta bize mi uğrayacak” dedim. İl merkezindeki Ordu Evi’nde, misafir üye olarak, o gece yemek yedik, dans ettik, eğlendik. Ordu Evine misafir kaydımızı rahmetlik Şehit Pilot Çengiz Topel yapmıştı. Ertesi günü İl Devlet Hastanesinin önünden geçerken, Sağlık Bakanlığının kırmızı plakalı, resmi arabasını gördüm. Arabanın başında duran şoföre sormadan edemedim. Şoförden öğrendiğime göre, bizin ilçeye de uğrayıp bir saat kadar kalmışlar. Önce bir panikledim. Sonra, eşimle birlikte güzel bir

kahvaltı yaparak durum değerlendirmesi yaptım. Kaplıca da güzel bir banyo ve Kılıçoğlu Sinemasında, eşimle baş başa güzel bir film seyrettikten sonra, daha mantıklı düşünmeye başladım. Kendimi topladıktan sonra da etraflıca düşündüm. Korkacak hiçbir şeyim olmadığına karar verdim ve biraz rahatladım. Akşam üzeri ilçeye dönünce doğru sağlık merkezine gittim. Kapının ziline üç kez bastım. Zilin üç kez çalınması, bizim aramızdaki bir parola idi ve benim geldiğimi belirtiyordu. Kapıyı Hasta Bakıcı Ahmet Efendi açtı ve heyecanla sordum.

  Bakan uğradı Ahmet Efendi?.

                            Sormayın doktor bey, korkudan ömrümün yarısı gitti. Ama iyi adammış Allah için.

Bu sözleri işitince oldukça rahatlamıştım. Poliklinik odasına giderek karşıma oturttum ve olanları anlatmasını istedim.

  Anlat bakalım Ahmet efendi, neler oldu?

                            Bu sabah Sağlık merkezinin önünde araba gürültüleri duyarak pencereye koştum. Bir polis arabası ve arkasında kırmızı plakalı resmi bir araba ve onun da arkasında içinde gazetecilerin bulunduğu arabalar duruyordu. Önemli bir kişinin gelmiş olduğunu anladım, hemen koşarak gittim ve kapıyı açtım. Polisler kapıya kadar geldiler ama içeri girmediler. Bakan yanındakilerle birlikte geldi, içeri girdi ve gazetecileri de içeriye almadı. Bana dönerek sordu,

  Doktorunuz nerede?.

Ben sizin gittiğinizi bildiğim için, biraz da korkunun verdiği şaşkınlık ile,

     Hamama gitti, eğer isterseniz çağırayım, dedim.

  Yok rahatsız etmeyelim, biz işimize bakalım, dedi.

Önce Baş Tabiplik odasına baktı, sonra birinci hasta koğuşuna girdi. Bir hastanın tabelasına baktı ve hastayı muayene etti ve bir şey demeden ikinci koğuşa girdi. Orada da hasta tabelalarına baktı,

hastalara hastalıklarını sordu. Karyolaların boyalarının dökük, kapkara demiri çıkmış yerlerine ve tavanların kirli kararmış yerlerine bakarak bana döndü, kaşlarını çatarak söylendi.

                            Bu karyolaların boyaları dökülmüş, tavanlar kararmış, doktor bey bunları görmüyor mu, hastanenin bu perişan hali ne?

Yanındaki adamlardan biri, benim bir şey söylememe fırsat bırakmadı, söze karıştı.

                            Efendim, burası kadar bakımsız bir hastane zor bulunur. Bakan bey bana dönerek baktı. Ben de,

                            Efendim, karyolaları boyatmak için tahsisat olmadığından doktor bey kendi parasıyla boya aldırdı, önümüzdeki günlerde doktor bey kendisi boyayacaktı, baş tabip odasında boyalar duruyorlar. Zaten siz de geçerken gördünüz. Badana yaptırmak için de bakanlığa yazı yazdılar, henüz para gelmedi.

Bakan hiçbir şey söylemeden, poliklinik odasına doğru yürüdü. Diğer odalara da şöyle bir baktıktan sonra poliklinik odasına girdi. Sizin her zaman oturduğunuz yere oturdu ve poliklinik defterini açtı. Cumartesi günü baktığınız hastaları saydı. Deftere bir şeyler yazdı. Yanında gezen sizi ve hastaneyi kötüleyen adama döndü,

     Derhal buraya badana ve boya parası gönderin. Bu doktora bir teşekkür borcumuz var. Ortalama olarak günde otuz üç hastaya bakmış, içeride yatan on beş hastası da gayet muntazam tedavi edilmiş. Bu adama daha ne demeye hakkımız var. Haydi gidiyoruz! Sonra ayağa kalktı ve bana döndü, gülümsedi,

    Efendi, doktor beye selam söyle! dedi ve gittiler.

Ahmet efendiye, gösterdiği cesaret ve uyanıklıktan dolayı, teşekkür ettim. Sonra, derin bir nefes aldım. Allah biliyor ya, ben bu bakanı çok sevdim.

 

KANSIZ ÇARŞAF

Biz doktorlar, devlet memuru olarak çalışsak bile, bir tarafımız özel sektör olarak kalabiliyor. Anadolu’nun bir çok ilçelerinde köylüler, erkenden ilçeye geldikleri için, biz de erkenden, hatta karga kahvaltı etmeden, dükkanda bulunmak zorunda kalmaktaydık. Toplumun ve kişilerin sağlığı kadar mutluluklarını da düşünmek zorunda kalıyorduk. Bazen toplumun ve kişilerin mutluluğunu sağlamaya çalışırken, kanunlara karşı gelmek durumunda kaldığımız da oluyordu. Bu konularda yaptığımız iyi niyetli suçları, Sağlık Bakanlığı Yüksek Sağlık Şurası yardımıyla ya da savcı arkadaşların yardımıyla atlatıyorduk.

Bir sabah erkenden, muayenehaneyi açarak içeri girdim. Henüz beyaz gömleğimi giymiştim ki, kapının önüne bir sürü ayak sesleriyle birlikte öfkeli konuşmalar yığılıp geldi. Oda kapısını açtım, karşımda Sandıklı köyü eğitmeni (Köy Enstitüsü mezunu öğretmen) Hamdi bey, arkasında iki kadın ve iki erkek, hepsi birden sustular ve bana baktılar.

–Ne o Hamdi hoca, hayırdır inşallah?,

–Hayır diyelim de hayır olsun. Himmet ağanın oğlu Salih ile Şükriye hanım kızımızı dün akşam evlendirdik, kız çıkmadı diye iddia ediyorlar.

Arkadan başı örtülü şişman bir kadın,

–Ne iddiası hoca, gerçekten de kız çıkmadı, kanlı çarşaf görmedik. Zaten ben istemedim ama, bu salak oğlumu da vaz geçiremedim.

Himmet ağa biraz öfkeli bir sesle,

–Sen sus Memnune, doktora geldik, ortalığı karıştırma! .

Arka tarafta bir kızcağız, beyaz bir mendil ile burnunu silerek ağlıyor, yanında bir delikanlı şaşkın, mahzun ve sıkıntılı bir durumda, bir bana bir yere bakarak öylece duruyordu. Mesele ortadaydı, kanlı çarşaf görmemişlerdi. Onların inancına göre, gelin hanımın bakire olmadığı anlaşıldığından, oğlan tarafı sıkıntıya girmişti. Anlaşılan olayı temize çıkarmak ya da berbat etmek bana kalıyordu. Hepsine birden dönerek konuştum,

–Hamdi hoca ve gelin hanım kalsınlar, Himmet efendi sen hanımını ve oğlunu sağlık merkezine götür. Biraz sonra biz de geliyoruz.

Onları gönderdikten sonra, üçümüz odaya girip oturduk. Gelin hanım Şükriye, sürekli yere bakıyor ve sürekli ağlıyordu. Hamdi hoca, bir hayli sıkıntılı olarak yüzüme baktı,

–Doktor bey, çok kötü bir durumdayız. Şükriye’nin ağabeyleri çok belalı kişilerdir. Küçüğü yeni hapisten çıktı, büyüğü ise köyü haraca kesmiş durumda. Kan davası çıkacak diye korkuyorum.

Ben, gergin olan ortamı sakinleştirmek için,

–Önce bir muayene edelim, durumu anlayalım, boşuna meraklanma, belki de boşuna üzülüyorlar, sen muhtarlığa devam ediyorsun değil mi?

–Evet diye yanıtladı.

Gelin kıza döndüm ve yüzüne dikkatlice baktım. Esmer, siyah uzun saçlı, kara gözlü güzelce bir köylü kızı. Gözleri ve göz çevresi ile burnu, ağlamaktan kıpkırmızı olmuş durumdaydı. Laf olsun diye sordum,

  Şükriye kızım, seni dövdüler mi?.

Başka ne diyebilirdim, olayın iç yüzünü öğrenmeye çalışıyor-

dum. Şükriye,  yalvaran gözlerle, ” Beni kurtar ” der gibi yüzüme baktı ve yüksek sesle hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. “Beni kurtar”açıkça söylenmiş kadar açıktı. Anladım ama, dayaktan mı kurtaracağım yoksa kızlık muayenesi sırasında kurtaracağım, orası karışıktı. Hamdi hoca,

–Dövmek ne kelime, meydan dayağı atmışlar. Önce damat iki tokat atmış, sonra kapının önünde çarşaf bekleyen yengeler tokatlamışlar. Görümcesi olacak kadın, saçlarından tutup sürüklemiş. Gürültüye gelen kayınvalide Memnune hanım tekme tokat girişmiş, bir taraftan da “Orospu, başımıza bunu da mı getirecektin” diye kıyameti koparmış. Himmet ağa yetişip kurtarmasaymış daha da döveceklermiş. Sonra Himmet ağa bizim eve geldi, nikahı hemen sileceksin diyerek beni tehdit bile etti. Ben de,

                           Her şeyin bir yolu yordamı var, yarın doktora gidelim, sonra ne gerekiyorsa yaparız dedim. Bizim hanımı gönderip kızı bizim eve getirttim. Sabahleyin de işte size geldik, dedi.

Sağlık merkezine geldiğimiz zaman, hemşire hanımı bizi bekler durumda buldum.

–Hemşire hanım, bu hanım kızı götür, birlikte muayene edelim.  Sonra, odama geçerek ceketimi çıkardım, beyaz gömleğimi giydim ve doğum odasına gittim. Kızcağızın her tarafı yara bere içindeydi.

Külotunu giymesine bile izin vermeden dayak atmaya başlamışlar, Hamdi hocalara gidince de “Külotum yok”diyememiş. Gerçekten çok şaşkın, kimsesiz ve zavallı bir durumdaydı. Kendi anne babası da bu duruma karışmak istememişler, kızcağız büsbütün ortada kalmış.

Kızlık muayenesi için doğum masasına yatırdık, ışığı ayarlayarak baktım, saat beş hizasında, eski ve derin, tek bir tane yırtık olduğunu gördüm. Kızlık zarı yırtılmıştı ama, belki bir

defalık bir olay geçirmişti. Bütün dinlediklerimi, gördüklerimi kafamın içinde canlandırdım. Bir an için gördüklerimi oğlan tarafına doğru olarak söylediğimi düşündüm. Her iki aile birbirine girecek, belki de, öyle kan akacak ki, çarşafa akması istenen kan devede kulak kalacak. Ya bu kızcağızın durumu?. O da ayrı bir felaket. Belki de bir defalık, çocukluk ya da gençlik hatası yüzünden bütün hayatı mahıv olacak.

–Kalk otur kızım!.

Kalktı oturdu ve tekrar yalvaran gözlerle yüzüme baktı. İçimin yandığını hissettim. Bütün olanaklarımı kullanarak bu kıza yardım etmeye karar verdim ve gülümseyerek yüzüne baktım. Hemşire hanımın bile öğrenmesini istemediğim için, bir gözümü kırparak anladığımı belirttim,

–Kızım sen sağlamsın, boşuna seni dövmüş rezil etmişler. Bu büyük haksızlık. Şimdi ben ne söylersem onu yapacaksın tamam mı?.

Birden canlandı ve ne yapmak istediğimi anladı, sevinç ve teşekkürle yüzüme baktı,

–Tamam! dedi.

Sonra kolundaki bir bileziği çıkararak, bileziği elime tutuşturdu.

–Lütfen bunu alın, ne olur!.

Minnettar kaldığını ve bana bir şeyler vermek istediğini anlatmaya çalışıyordu.

–Bu bileziği bana verdin değil mi? diye sorunca, evet anlamında başını eğdi, gözlerinde kararlılık ve içtenlik vardı. Bileziği onun çıkardığı koluna taktım.

–Düğün armağanı olarak sana veriyorum, dedim ve hep birlikte güldük.

Kızın bakire çıktığını söylemiş olmama hemşire hanım da sevindi,

–Çok şükür,diye fısıldadı.

Birlikte bekleme odasına gittik, hepsi birden ayağa kalktılar ve meraklı gözlerle bana baktılar. Ben hepsine birden göz gezdirdikten sonra, Himmet ağaya yöneldim,

–Bak efendi bu kız, kızoğlan kız, yani bakire. Bazı kızların kızlık zarları şerit biçiminde olur ve ancak doğumda yırtılır, kanar. Boşuna telaşlanıp kızcağızı dövmüşsünüz. Dövdüğünüz için savcılığa haber vermeyeceğim. Bu bir aile meselesi olarak aranızda kalsın. Eğer rapor yazmamı isterseniz, rapor da yazarım.

“Savcılığa haber vermeyeceğim” sözü hepsini korkuttu. “Bir de mahkemelerde mi sürüneceğiz”,diye düşünerek önlerine baktılar. Sonra, aralarında bir fısıldaşma oldu, ben tekrar Hamdi hocaya döndüm. Rapor yazma konusunu biraz zora koşmak istedim.

–Rapor yazmamı isterlerse, savcılıktan bir kağıt al gel. İçlerinde bir şüphe kalırsa, vilayetteki devlet hastanesinin Kadın-Doğum Mütehassısı Dr.Yasef beye götür. Hamdi hoca,

–Öyle şey mi olur doktor bey, bu çocuk oyuncağı mı, böyle işlerde sahtecilik ve şüphe olmaz. Biz sana inanıyoruz.

–İsterlerse götür, bence sakıncası yok ve darılmam, dedim.

Kesin bir tavırla, blöf yaptım. Sonra gelin kıza dönerek konuştum,

–Önce Himmet Efendiden başlayarak, kocan dahil herkesin, ellerini öp, olanları unutun!. Birbirinizi severek ve sayarak mutluca yaşayın. Soranlara da, bir yanlış anlama olmuş diye anlatırsınız, hadi kızım başla! dedim.

Kız sevinçle kayınpederinin eline sarıldı ve sırayla hepsinin el-

lerini öptü. Kayınvalide Memnune hanım tam anlamıyla şaşkınlık içindeydi. Bir türlü inanamıyor, ağzı açık etrafına bakınıyordu. Belki de söylediklerini, yaptıklarını düşünerek nasıl düzelteceğini düşünüyordu. Diğerleri neşelendiler, hepsinin yüzü güldü. Özellikle damat Salih, herkesten çok sevindi ve elini öpen karısına sarıldı.

Sonra bana teşekkür ederek ayrıldılar ve ben de doğru telefon başına koştum. Dr.Yasef beyi arayıp buldum ve durumu anlattım.

–Yardım etmeye çalışırım ama rapor isterlerse sana gönderirim, dedi. Bu kadarı benim için yeterliydi. Sonra Cumhuriyet Savcısı arkadaşıma gittim ve durumu anlattım. O da, bana arka çıktı.

–Bana gelirlerse ben onları ikna ederim, üzülme. Çok iyi yapmışsın. dedi.

Olay böylece kapandı ve günlük yaşantı içinde unutuldu.

Günün birinde muayenehaneye genç bir kadın geldi ve ben ne olduğunu anlamaya vakit bulamadan, elimi öptü, babasının yeri gibi rahatça karşıma geçip oturdu. Güler bir yüzle gözlerimin içine baktı.

–Ben Himmet ağanın geliniyim, Şükriye, beni tanıdınız mı?. Beni muayene ederek hayatımı kurtarmıştınız. Size nasıl teşekkür  edeceğimi bilemiyorum? Siz yardım etmeseydiniz, bir çocukluk hatası yüzünden hayatım mahıv olacaktı. Kendimi asacaktım, başka şansım yoktu. Düğün hediyesi olarak verdiğiniz bileziği kolumdan hiç çıkartmıyorum. Her zaman sizin için dua ediyorum. Yalnız hayatımı değil şerefimi, mutluluğumu her şeyimi size borçluyum, dedi.

Bunları duymak olağan üstü sevindirici şeylerdi. Ben, merakla sordum,

Benden sonra vilayete gittiniz mi?.

–Hayır, hepsi size inandılar. Hamdi hoca bizi doğru pastaneye götürdü.

  Kahvaltımızı yapalım, olanları unutalım, dedi.

Lavaboya giderek yüzümü yıkadım ve saçımı başımı düzelterek kendime çeki düzen verdim. Tehlikeyi atlatmıştım ama, ciddi görünmem, haksızlığa uğramış rolünü oynamam gerektiğini düşündüm. Beni gördükleri anda konuşmalarını kestiler. Oturdukları masaya gelince, bana Salih’in yanında yer ayırdıklarını gördüm.

Hiçbir şey olmamış gibi davrandılar. Himmet ağa sırtımı okşadı,                            Benim güzel gelinim, dedi. Salih elimi tutup özür dilercesine gözlerime baktı. Kayınvalidem, yüzümü silerek,

  Artık ağlama! Hanım kızım. dedi.

O günden sonra bana hep iyi davrandılar, sayenizde çok mutluyum. Size bizim koyunların yününden bir yelek ördüm, lütfen kabul edin.

Ben, bir süre ne yapacağımı bilemeden öylece kaldım. O günü ve olanları düşündüm. Gerçekten tehlikeli bir iş yapmıştım ama, sonuç mükemmeldi. Doktor arkadaşım da, Savcı arkadaşım da benim gibi düşünmüşlerdi. İyi bir şey yaptığıma hala inanıyorum. Sanırım pek çok kişi de bana katılacaktır.

KEKLİK KAVURMASI

Okullar tatile gireli epey oldu. Neredeyse yazın ortasına geldik. Çocuklar sabırsızlık göstermeye başladılar ve her gün bana soruyorlar,

–Ne zaman tatile gideceğiz?.

Ben de istiyordum ama, Askerlik muayenelerinde, Hükümet tabibi olarak bulunmak zorundaydım. Sağlık  Merkezindeki  hastaları taburcu etmeden de gidemezdim. Çünkü benden başka doktor yoktu. En az bir hafta ya da on gün daha kalmam gerekecekti. Onların da kalmalarına gönlüm razı olmadı. Hanımı ve çocukları göndermeye karar verdim. Ankara’ya, Kayınbiraderimin yanına gönderdim. Hanım ve çocuklar olmayınca ev ne kadar sessiz ve sevimsiz oluyor.

Senelerdir onlardan hiç ayrı kalmamıştım. Eve gitmek bir türlü içimden gelmiyordu. Eve gitmektense, muayenehanede oturup kitap okumak daha iyi geliyordu.

Bir gün, Çerkezköy okulu öğretmeniyle, köyün muhtarı geldiler. Öğretmen, okulun çatısının çürüdüğünden ve damının aktığından şikayet etti. Yakın köylerden birinde çıkan bir difteri hastası nedeniyle, köydeki çocuklara Difteri aşısı yapılmasını istedi. Gerçekte bu ciddi bir durumdu ve kesinlikle köye gitmemizi gerektiriyordu.

Muhtar ise, karısının bir haftadır hasta yattığından ve çaresiz kaldığından söz etti. Köy, bizim ilçemize bağlıydı ama, oldukça uzak ve yolu da çok kötüydü. Köy halkının çoğu Kafkas kökenli çok iyi temiz insanlardı. Düşündüm ve bir çare aklıma geldi.

–Muhtar! dedim, yüzüme baktı.

–Köye gelir hanımına ve diğer hastalara bakarım, çocuklara aşılarını da yaparım ama bir şartım var. Siz de, okulun çatısını tamir edip, damını aktaracaksınız.

Sonra şakacı bir tavır takınarak ve onların meşhur tatlısını anımsatmak için,

  Peynir tatlısı da isterim.

–Kabul, dedi.

Ancak Pazar günü gelebileceğimi söyledim. Zaten canım sıkılıyordu. Hem bir görevimi yerine getirecek hem de eğlenecektim. Hatta bir taşla iki kuş vurmuş gibi olacaktım. Pazar günü Sağlık Merkezinin jipini ve Difteri aşılarını hazırlattım. Hasta Bakıcı Selahattin efendiyi Sağlık Merkezinde nöbetçi bırakarak, Hasta bakıcı Ahmet efendiyi de yanıma alarak Çerkezköy’e vardık. Okulun bir dersliğini aşı odası, öğretmen odasını da muayene odası yaptık. Köylüye, Köy Kahyası ile haber salarken, muhtarın hanımını da muayene ettik. Frontal sinüzit olmuş, gerçekten acı çekiyordu. İlk tedavisini yaptık ve hastayı rahatlandırdıktan sonra okula gittik ve gelen birkaç hastaya da baktım. Öğle yemeğini okulun bahçesinde, açık havada yemeyi uygun gördüm. Yemek yerken gökten bir kuş kakası pat diye masamıza düştü. O ana kadar farkına varmadığımız bir şeyi gördük. Çatıya güvercinler yuva yapmışlar, sürüyle giriyorlar ve sürüyle çıkıyorlardı. Öğretmen,

     Bu sene de yavruları yeni uçurdular, iyice de çoğaldılar”dedi.

Ahmet efendiyle şoför Ağabey efendiye baktım. (Asıl adı Ağabeydi). İkisi de iştahla ve ağızları sulanarak önce güvercinlere ve sonra da bana baktılar. Ne yapmak istediklerini hemen anladım. Muhtara ve öğretmene sordum,

                                             Siz, güvercin eti yer misiniz?. Öğretmen, “Hayır” dercesine başını salladı, muhtar da,

                           Bizim köyde hiç kimse yemez, günahtır derler, hem de lezzetsiz olurmuş, dedi.

Lezzetini biliyordum, daha önce de yemiştim. Günah olmasına da aklım ermedi. Bu da nihayet bir av hayvanı, yenilebilir bir kuştu.

  Bize izin verir misiniz, birkaç tane tutalım?

  Ne kadar isterseniz, yanıtını verdiler.

Bizimkilere baktım, ikisinin de gözleri parladı. Onlara teklifimi söyledim.

  Tuttuğunuzun yarısı benim, yarısı sizin,

     Akşam karanlığını bekleyelim, içeri girip tünesinler,dediler.

Muayene olmak için gelen birkaç kadın ve erkek hastaya baktım. İşlerimizi bitirdikten sonra, onlar tavana çıkmaya hazırlandılar, ben de öğretmen ve muhtarla birlikte köyün kahvesine gittim. Bütün köy erkekleri toplanmış bizi bekliyorlardı. Çaylarımızı içerken tere yağında kızartılmış gözlemeleri de yedik. Köyün problemlerinden, hastalıklardan konuştuk. Bazı konuları Kaymakam beye anlatmak  için, defterimi çıkarıp not aldım. Yaşlılardan, Birinci İnönü muharebelerinde ve kurtuluş Savaşında çekilen acıların anılarını dinledik. Çünkü köy Birinci İnönü Muharebesinin tam ortasında kalmıştı. Çoluk çocuk yakın köylere kaçışmışlar, eli silah tutanlar ise silaha sarılmışlardı. Anıların bazılarına çok üzüldük ama, yaşlı İmam efendinin anlattıkları da bir hayli ilginçti. İmam efendi,

                           Ben o zamanlar gençtim ve henüz askere gitmemiştim, dedi ve sanki o günleri yeniden yaşıyormuş gibi diklenerek anlattı.

     Senede bir iki kez, tarla ve bahçeleri talan eden domuzları avlamak için “ Domuz avı”na giderdik. Vurduğumuz domuzları köye

getirir Rum komşulara ikram ederdik. Biz yemezdik ama onlar çok sevinirlerdi. Babamın 93 muharebesinden kalma bir mavzeri vardı. Aklıma geldikçe onu yerinden çıkarır temizlerdim ve kendi kendime nişan talimleri yapardım. Sonradan iyi atıcı oldum. Komşular beni almadan domuz avlamaya gitmezlerdi. Bir gün “Yunan bizim İzmir’e çıkmış” diye bir söz ortaya çıktı. İzmir neresidir bilmiyordum ama, herkes “Bizim” dediğine göre, herkes ile birlikte ben de üzüldüm. Bir ara, köyün Rum gençlerinden bir çoğunun kaybolduğunun farkına vardık ama, önce pek aldırmadık. “ Yunan Ordusuna rehberlik yapıyorlarmış” lafı ortaya çıkınca, hepimiz sinirlendik. Bir gün,Yunana karşı, ”Söğüt Taburu kuruluyor” haberini duyunca, arkadaşlarla birlikte Söğüt’e giderek yazıldık. Herkes kendi silahını  ve mermisini kendisi getirmişti. Pek çok çeşitli silahlar vardı. Bir silahın mermisi bir diğerine uymuyordu. Çanakkale Muharebelerinde, Galiçyada, Osmanlı Ordusunda savaşmış iki eski asker, bir süre bize ders verip talim ettirdi. Yatırıp kaldırdı ve nişan aldırdı. Kimsenin gözünün yaşına da bakmıyorlardı. Yanlış yapana tokadı patlatıyorlardı. Nihayet çatışma günü geldi. Benim gibi askerlik yapmamış ama talim görmüş acemileri, Gündüzbey tepelerinin aşağısında bir geçitte, beşer adım aralıkla siperlere yerleştirdiler. Pala bıyıklı, tanımadığım iri yapılı bir Çavuş geldi. Gözlerini üzerimize dikip kalın sesiyle,

     Göreyim sizi yiğitlerim ! Geleni vuracaksınız, öleceksiniz ama bir adım bile geri gitmeyeceksiniz! Tamam mı?.Görsünler bakalım Türk yaman, Rum mu yaman? dedi.

Biz de “Tamam”dedik. Bu Yunana da ne oldu anlamadım. Köydeki Rum komşuların halleri, son zamanlarda biraz değişmişti ama, yine de tatlıca geçinip gidiyorduk. Aç değillerdi açık değillerdi. Doktor, Eczacı onlardandı, esnafın çoğu onlardandı ve çoğu da zengindi. Bağ bahçe ile uğraşanları azdı. Kızları kadınları açık saçık gezerlerdi ve  hiç birine gözümüzü kaldırıp bakmazdık. Kızlardan birine aşık olup istesek de bize vermezlerdi ama, kavga da çıkmazdı. Onların çocuklarıyla birlikte topaç çevirir, çelik çomak oynardık. Kahvede birlikte oturup dama oynardık. Ramazan ayında biz oruç tutarken, onlar da sanki oruç tutuyormuş gibi yaparlar, bize görünmeden gizlice yerler ve içerlerdi. Bizim bayramımızı onlar kutlular, biz de onların yortularında bayram ederdik. İkram edilen kırmızı yumurtaları, mis kokulu çörekleri severek yerdik. Ne anamdan ve ne babamdan ve de ne Hoca Efendiden, onlar hakkında en küçük bir kötü söz işitmemiştim. Şu yaptıklarını bir türlü anlamıyordum.  Yattığım siperin önü açıktı. Gözlerimi ovuşturup açarak beklemeye başladım.

Sabahın alaca karanlığında, top sesleri ve mitralyöz sesleriyle bir kıyamet koptu. Benim de ödüm koptu. Yukarı taraftan, çavuşlardan birisi bağırarak, bize seslendi,

     Geliyorlar, göreyim sizi aslanlarım!

Elim ayağım titremeye başladı. O güne kadar av hayvanlarına, domuza ateş etmiştim ama, insana hiç ateş etmemiştim. Tam karşımdan eli silahlı ve silahını bana doğrultmuş, eteklik giymiş bir kadının koşarak bana doğru geldiğini gördüm. Kendi kendime, “Vay kafir, kadınlarını bile askere almış üzerimize geliyor”, diye şaş-

kınlık ve korku içinde düşünürken, on adım kadar önüme geldi. Hızla koşarak bana doğru geliyordu, göğsüne nişan aldım ve ”Bismillah” deyip tetiğe dokundum. Haykırarak bir adım önüme, yüzükoyun düştü. Kaytan bıyıklı, genç bir erkekti. Meğer bunlar kadın değilmiş, yunanın Efsun askeriymiş. Benim yaşımda genç bir adamdı, üzülmedim desem yalan olur, diyerek hüzünlendi ve eski günlere daldı.

Biraz sonra jip kahvenin önüne geldi ve orada bulunanların hepsi ile bir bir vedalaşarak ayrıldık. İlçeye gelince Ahmet efendiye,

                           Aşçı Nazmiye hanıma söyle, güvercinleri yolsunlar ve kavursunlar, bir tenekeye bassınlar. Ne kadar yağ gerekiyorsa sen al, ben sana sonra veririm, dedim.                   Birkaç gün

sonra, Ankara’ya gitmek üzere, otobüse binerken, benim bavulla birlikte, kocaman bir gaz tenekesini de birlikte getirdiler ve “ Kavurmanız efendim” dediler. Gerçekten ben onu çoktan unutmuştum ve unuttuğum için de beklemiyordum. Ama, şöyle bir an düşününce  de memnun oldum, eli boş gitmemiş olacaktım.

Akşam hava kararmadan Ankara’ya vardık ve doğru Kayınbiraderin evine gittim. “Hoş geldin” merasiminden sonra, çocuklar tenekede ne olduğunu merakla sordular. Düşündüm, muhtarla öğretmenin söyledikleri aklıma geldi. ”Güvercin kavurması”desem belki beğenmezler,

-Keklik kavurması, dedim.

Sevinç çığlıkları arasında, merak ve sabırsızlık içinde teneke

açıldı. Akşam yemeğinde ısıtıp önümüze getirdiler. Keklik kavurması diyerek kapıştılar. Gayette lezzetliydi. Herkes çok beğenmişti.

Yemekten önce, iştahları açılsın diye, çocuklara içirdiğimiz, kırmızı pancar turşusunun sarımsaklı suyuna da lüzum kalmamıştı.

–Aferin Aşçı Nazmiye hanıma, gerçekten çok güzel yapmış.                         Birkaç gün sonra, Kayınbiraderim sordu,

–Kavurma bitti mi?

-İki keklik kaldı, dediler. Ben de dalgınlıkla,

-Getirin o iki güvercini, demiş bulundum. Ne halt ettim de ağzımdan kaçırdım. Kayın valideden bir feryat koptu,

  Neee , güvercin miii ?

Gelin hanım ağzını eliyle kapatarak lavobaya koştu. Bizim hanımın rengi attı, sıkıntılı bir yüz ve beden ifadesiyle ayağa kalktı. Ortalık tam anlamıyla karıştı. O güne kadar, iştahla yediklerini unuttular.

Bağıran mı istersin, öğüren mi istersin, herkes ayrı bir havaya girdi. Kayınbiraderle ikimiz şaşırıp kaldık. Şu işe bak, keklik kavurması diyerek iştahla, severek yedikleri şey, bir anda, sanki iğrenç bir şey olmuştu. Dalgınlığım bütün o güzellikleri alıp götürmüştü. “Bülbülün çektiği dili belasıdır” diye boş yere dememişler.

MÜZEKKER

Yapısı gereği Medya, haber verme bakımından, çok güzel işler yaptığı gibi, zararlı olaylara da neden olmaktadır. Bunu kabul etmek olanaklıdır ama, medyadan vaz geçmek olanaksızdır. Bir zamanlar, “ Kolera “ diye manşet attılar, Avrupa’dan sebze ve meyve almak için gelen tırlar, yüklerini boşaltıp kaçtılar. Gerçekte o vakalar kolera değil, “ Para kolera “ adı verilen daha hafif bir hastalıktı. Araştırsalar o kadar insan zarar görmeyecekti.

Poliklinikte bir gün, bir hastayı karşımdaki sandalyeye getirip oturttular. Uzun boylu, temiz giyimli, yakışıklı ve melankolik görünümde bir adam. Arkasında ayakta duran ve bir elini adamın sol omzuna koyarak sahiplenmiş güzel bir kadın. Poliklinik defterine bakıyorum, adı Müzekker. Müzekkerin Arapça erkek anlamına geldiğini, gramer çalışmalarında masculin= müzekker, feminen= müennes olarak kullanıldığını görmüştüm. O güne kadar insana böyle bir isim verildiğini duymamıştım. Defterin düşünceler sütununda hemşire hanımın bir notu var. “Bunalım geçiriyormuş” .

Bunalım tedavisi beni aşıyor ama, tek doktor olarak elimden geldiği kadar yardım etmek de benim görevim. Önce iletişim kurmak istedim.

  Adın ne Efendi!

Adam yüzüme anlamsız bir biçimde boş gözlerle baktı. Arkasında duran güzel kadından, güzel bir İstanbul şivesiyle yanıt geldi.

  Adı Müzekker efendim, ben onun eşiyim.

Müzekker efendi ne zamandan beri böyle durgun, nasıl başladı, anlatır mısınız?

                           Başımıza gelen bir olay nedeniyle, kendisini teskin ve teselli edemedik. Önce çıldırdı sandık. Bağırdı çağırdı, kendini oradan oraya attı. Sonra da böyle suskunlaştı, konuşmaz oldu.

  Olayı bize anlatır mısınız?.

                          Efendim, biz ilçeye bağlı Küre köyünde oturuyoruz, iki tane üzüm bağımız var. Bu iki bağın üzümü bizi bir sene idare ediyor. Başka bir gelirimiz yok. Bağın birinden siyah, diğerinden beyaz olmak üzere toplanan üzümleri Almanya’da bir Türk kabzımala satarız. Her sene olduğu gibi bu sene de bir Tır kamyonu ile evvelki gün geldiler.

Tuttuğumuz işçilerle birlikte 102 kasa üzümü yükledik. Akşam da ilçede Müftü olan babamın yanına gittik. Sabah köye geldiğimiz zaman gördük ki, tır gitmiş ve üzümleri  de boşaltmışlar,dağ gibi kapının  önüne yığmışlar. Bir de mektup bırakmışlar. “Kusura bakmayın gazetelerde Türkiye’de Kolera çıktı, diye yazılar gördük. Almanya’ya telefon ettik. Yükü boşaltarak hemen Almanya’ya dönmemiz emredildi. Selamlar”. Bu yazıyı Müzekker okuyunca, “Ben bu kadar üzümü ne yapacağım. Mahvoldum “ diye çıldırdı. Sonunda işte böyle oldu. Dedi ve sustu.

Şimdi bunalım sırası bana gelmişti. Müzekker efendinin sorunu, ticari sorundan sonra oluşan tıbbi bir sorundu. Ben ne yapabilirdim.

Düşündüm, eğer çözüme bir yol bulabilirsem ya da adamın moralini yükseltebilirsem, bunalım çözebilirim. Bir yol da bulmuştum.

Müzekker efendiye döndüm.

                           Sözüme dikkat et efendi! Ben bir çare buldum. Hem de çok kolay. Müzekker efendinin gözleri parladı. Birden canlandı ve ayağa kalktı.

     Otur! Bak beni dinle. Dedim ve ekledim,

     Dediklerimi yapacak mısın?

Yine ayağa kalktı ama ilk kez konuşarak yanıtladı.

     Emrin olur doktor bey! Ne dersen yapacağım.

  Şimdi senin üzümleri satmaya başlıyoruz.

Ağzı açık kuşkuyla yüzüme bakmaya başladı. Ben sözümü sürdürdüm, Şimdi, iki kasa üzüm ben alıyorum. Hemen parasını vereceğim. Bir kasası siyah bir kasası da beyaz olsun. Bizim eve bırakın. Dört kasa da hastaneye alıyorum. Katip Mehmet efendi üzümleri getirince hemen parasını versin. Tamam mı?

  Tamam dedi.

Hemen Şoför Deli Yaşarı bulacaksın. Onun küçük bir kamyonu var. Satabileceğin kadar kasa üzümü onun kamyonuna yükleyip pazarlara gideceksiniz. Satamadıklarınız bütün üzümleri de ilçedeki buzhaneye koyacak ve istediğin gibi ve istediğin zamanda,hem de daha pahalı satacaksın. Tamam mı?

Sağ ol doktor bey beni ihya ettin, deyerek ellerime sarıldı ve karısının elinden tutarak gittiler. Hepimiz derin bir nefes aldık. Şimdilik problem çözülmüş gibiydi. Zaten yapılması gereken de buydu.

Akşam eve geldiğim zaman üzümleri gördüm. O kadar güzel ve lezzetliydiler ki, Almanya’ya neden götürüldüklerini o zaman anladım. Üzümler geldiğine göre, Müzekkerin işlerinin yolunda gittiğine inanarak rahatladım. Yatma zamanına yakın kapı çalındı. Balkondan seslendim.

Kim o?. Yanıt geldi.

Müzekker çok içmiş, hastaneye getirdiler.

Hemşire hanım serum glikoze taksın. Alkol komasında kullandığımız ilaçları yapsın. Ben de giyinip geliyorum, dedim. “Anlaşılan Müzekker efendi, efkar dağıtırken birazda kendini dağıtmış” diye düşünerek güldüm. Yarım saat kadar sonra hastaneye gidebildim. Merdivenlere vardığım zaman baktım poliklinik tarafının bütün ışıkları yanıyor ve gece kulübü gibi içeriden gülüşmeler ve kahkaha sesleri geliyor, yavaşça merdivenleri çıktım. Neler olduğunu anlamak için, polikliniğin aralık kapısından içeri baktım. Müzekker efendi muayene masasının üzerinde oturmuş, kolunda serum, sarhoş ağzı ile dili dolaşıyor ve gülüyordu.

Allah’tan korkun! Bu yaptığınız insafsızlık. Ben o kadar para verdim de sarhoş oldum. Beni ayıltmaya ne hakkınız var?

Diyordu.

ÖNCE ALLAH’TAN KORKARIM

Küçük ilçelerde yaşayan insanlar, istemeseler de, biri birlerinin aile sırlarına tanık olabiliyorlar. İlçede tek doktor olmam nedeniyle, bütün gözler bizim üzerimizdeydi. Eşime ve çocuklarıma karşı gösterdiğim yakın ilgi nedeniyle de bana takılıyorlardı. Örneğin; Savcı Hikmet Bey, Hakim arkadaşa takılıyordu,

– Doktor kadar kılıbık olma, kaldıramazsın.

Ben bunlara aldırmıyor, gülüp geçiyordum. Akşam, mesai saatından sonra, genel olarak, Öğretmenler Lokalinde buluşup, Briç oynardık. Kareyi kuramazsak, Maça Kızı bilen biri bulunurdu. Çok kez de Yüzbaşı Aslan Beyi çağırırdık. Bir gün, Maça kızı oynarken, bir Jandarma eri gelerek Yüzbaşı Aslan beyin önünde selam durdu. Aslan bey,

  Ne var ?.

–Ablam telefon etti sizi istiyor. Sobayı da yakamamış.

  Tamam, şimdi geliyorum, dedi.

Ama, herkes de bıyık altından güldü. Yüzbaşı Aslan Bey, ayağa kalkınca oyun da bozuldu. Sonra bize dönerek,

  Kusura bakmayın arkadaşlar, gitmem gerekiyor, dedi ve gitti.

Aradan aylar geçti. Yıl Başı gecesi bütün memurlar Askeri Gazinoda toplandık. Herkesin yeri, askeri bir intizamla, ayrılmış ve hazırlanmıştı. Küçük bir Caz ekibi bile kurulmuştu. Yemekler yen-

 

di, içkiler içildi. Herkes kafayı buldu. Danslar edildi, şarkılar söylendi. Horon, Kazaska gibi oyunlarda marifeti olanlar, marifetlerini gösterdiler. Ben tek doktor olduğum için, içki içemiyordum. Her an Sağlık Merkezine çağrılabilirdim. O zamanlar şimdilerde olduğu gibi çeşitli kolalar yoktu. Abdullah Efendinin meyveli gazozu ile yetinmek zorundaydık. Yeni yılda çekilmek üzere, özel hazırlanmış piyango biletleri de satılmıştı. Saat 24 olunca, bir an elektrikleri söndürdüler ve sonra açtılar. Kumandan, iyi dileklerini bildirmek üzere mikrofon başına geçti.

                                            Yeni yıla hoş geldiniz. Yeni yılda hepinize iyi şanslar dilerim, dedi ve masasına giderek oturdu. Piyango çekilişini de Yüzbaşı Aslan beye bıraktı. Aslan beyin elinde iki torba vardı. Birinden bilet numarası çekiliyor, diğerinden de ikramiyesi çekiliyor ve herkese gösterilerek kazanan kişiye veriliyordu. Birkaç çekilişten sonra benim numaram torbadan çıktı. Nasıl becerdiler de o ikramiyeyi  bana çıkardılar, orasını bilemiyorum. Bana çıkan ikramiye, emziği üzerinde bir biberondu. Aslan bey bunu gülerek ve göstererek ilan etti.

                                            Doktora çıkan ikramiye, tam isabetle, emzikli bir biberondur. Biz ona bir de “Kılıbıklık Diploması” ekledik, deyince salon gülmekten çınladı. Artık buna yanıt vermek, benim için “Farz” olmuştu. Ayağa kalktım ve mikrofonun önüne gittim. Mikrofonu boyuma göre düzenledim.

                                      Sevgili dostlar !. Hepinizin yeni yılını kutlarım. Yüzbaşı Aslan

 

bey teveccüh göstermişler. İkramiyeme bir de “ Kılıbıklık Diploması” eklemişler, kendisine teşekkürler ediyorum. Benim bildiğim odur ki herkes, az da olsa hanımdan korkar. En azından darılacak, incinecek diye korkar. Aslan bey de benim gibi, hanımı incinecek, darılacak diye korkuyor. Bana göre bu normal bir davranış. Yalnız aramızda bir fark var, deyince salonda derin bir sessizlik oldu. Sanki herkes göz ve kulak kesildi. Dikkatlerini bana verdiler, gözlerini bana diktiler. Merakla söyleyeceğim sözleri bekliyorlardı. Bütün salonu ve tek tek masaları izleyerek, her biriyle göz teması kurarak, taradıktan sonra,

– Ben önce Allah’tan, sonra hanımdan korkarım, diyerek bir an durakladım. Herkes yeniden dikkat kesilmişti, ağzımın içine bakıyorlardı. Salonda dikkat ve sessizlikten oluşan gerilim sürüyor, en son ne söyleyeceğimi merak ediyorlardı. Sözlerimi şöyle sürdürdüm,

                                  Aslan bey ise, önce hanımdan sonra Allah’tan korkar, deyince öyle bir kahkaha tufanı koptu ki görülmeye değerdi.

 

ÖRDEK

1960’lı seneler de, bu günlere göre, pek çok şey bulunmuyordu. Bu gün, kırmızı etten bile ucuz olan tavuk etini o günlerde çarşıdan ya da pazardan satın alabilmek çok zordu. Bu gün bütün marketlerde ve hatta bakkallarda bulmak mümkün. Yıl başında hindi yemek adetini de henüz bilmiyorduk. Kaz ve ördek eti ancak köylerden temin edilebiliyordu.

Nadiren, pazardan bulabildiğimiz canlı tavukları kestirmek, yolmak gibi zorunluluklar da ev hanımlarına sıkıntı oluyordu. Elinde canlı tavuk ile köşe başlarında bekleyen, geçen erkeklerden tavuğun kesilmesini rica eden kadınları çok görüyorduk.

Bulunduğum ilçenin bir mahallesinin ortasından küçük bir dere geçiyordu. Dere boyunda olan evlerin her birinin bir sürü ördeği vardı. Küçük tahta köprünün üzerinden geçerken bir an durur, onların birbirlerini kovalamalarını, vakvaklı çığlıklar atarak uçuşmalarını zevkle seyrederdim.

Bir gün durup dururken aklıma geldi. Besili bir ördek kızartması, hem hanımı ve hem de çocukları çok sevindirecekti. Hasta bakıcı Ahmet efendiye,

                                  Ahmet Efendi !. Karşı mahalledeki ördeklerden bir tane satın alabilir misin?.

–Elbette efendim.

–Kestir, tüylerini yoldur ve bizim eve gönder. Çocuklar canlıy-

 

ken görmesinler. Sonra kestiremezsiniz. Ben de kesilirken görmek istemem.

Ahmet efendinin eline 5 Lira verdim. O zamanlar bir tavuğun fiyatı 150- 250 kuruş kadardı. Ördek biraz daha büyük olduğu için, daha çok eder diye düşündüm.

Akşam yemeğinde ördeğimiz, kızarmış olarak, masaya geldi. Hem de suyuna pişirilmiş bir tencere pilav ile birlikte ve çocukların alkışları eşliğinde. İştahla ve neşeyle yemeklerimizi yedik.  Bu  manzara karşısında, olayı tekrarlamayı düşündüm. Birkaç gün sonra, aynı biçimde, Ahmet efendiyi tekrar ördek almaya gönderdim. Ama Ahmet efendi boş geldi.

–Ne oldu?

–Adam, satmak istemedi efendim. “ Doktor yediyse ben de yerim” dedi.

Bu olay nedeniyle öğrenmiş olduk ki, bu yörede ördek etini yemezlermiş. Ördeği yalnız yumurtası için beslerlermiş.

 

ŞEHİT CENGİZ TOPEL

Bir cumartesi gününün akşamı olmak üzeriydi. Hanımla el ele tutuşarak Ordu Evinin kapısına geldik. İçimiz coşku doluydu. Misafir olarak bizi kabul edeceklerini ümit ediyorduk. Kapıda ki nöbetçi asker,

        Yasak efendim! Üye olmayan giremez.

                                      Asker oğlum! Ben Hükümet tabibiyim. Eşim de öğretmendir. Dedim.

Tam o sırada, merdivenlerden aşağıya doğru genç bir subayın indiğini gördüm ve sordum.

Bu subay bize yardım edebilir mi?. Askerin yanıt vermesine gerek kalmadan, subay bizi gördü ve yanımıza geldi. Bize şöyle bir göz attıktan sonra askere sordu,

       Sorun nedir?

Asker esas duruşa geçerek selam verdi ve sonra,

       İçeri girmek istiyorlar komutanım.

Dedi. Subay bana doğru dönünce, fötr şapkamı çıkarıp selamladım. Kendimi ve de hanımı mı takdim ettim. Subay da kendini tanıttı ve elini uzatarak hanımla ikimizin ellerini sıktı.

                                     Ben Pilot Yüzbaşı Cengiz Topel. Ordu Evine konuk olarak girebilmeniz için, İdare heyetinden bir tanıdığınızın tavsiyesi gereklidir. Dedi. Ben de hemen cevap verdim,

   Sizinle tanıştığımıza göre, bize yardım edebilirsiniz. Güldü ve

   Tamam, buyurun beraber yukarı çıkalım.

Birlikte salona çıktık. Bizi kayıt etti ve misafir kartı verdi. O günden sonra bütün subaylar ve personel bizi, Yüzbaşı Cengiz Top-

 

el’in arkadaşı olarak kabul ettiler. Biz de aşağı yukarı her Cumartesi akşamı, ordu evine gittik ve her seferinde masamızı hazır bulduk. Nezih bir ortamda, kaliteli insanlar arasında bulunmak bizi mutlu ediyordu.

Her defasında da Cengiz Beyle sohbet ettik. Kendisini çok seviyorduk. Ender bulunan bir insan, yüksek vasıflı bir Türk subayıydı.

Sene 1963 yılı. Kıbrısda, Makariyos ve adamlarının Türklere saldırdıkları bir dönem. Gelen haberler, insanı dehşete düşüren cinsten. Subaylar gergin, halk endişeli. O kötü günlerin birinde, hanımla birlikte, Ordu evinde akşam yemeğindeyiz. Yüzbaşı Cengiz Bey kapıdan girince bizi gördü ve yanımıza geldi. Önce eşimin elini sıktı ve sonra benim elimi sıktıktan sonra, eşime hatır sordu.

                                 Hoş geldiniz, nasılsınız Hoca Hanım? Eşim ciddi ve üzgün bir sesle yanıtladı.

                                      Hoş bulduk ama, iyi değiliz. Kıbrısda Türkleri öldürürlerken nasıl iyi olabiliriz ve siz nasıl iyi olabiliyorsunuz? O da ciddi bir tavır takınarak yanıtladı.

                                      Biz de sizler gibi üzüntü içindeyiz. Ama, biz her an emre hazır bekliyoruz. Şu an emir gelsin, on dakika sonra oradayız. Dedi.

Aradan çok zaman geçmedi. Bir gün öğlen haberlerinde, radyodan duyduğumuz anons ile yıkıldık.

                                  Bu gün, Türk Hava kuvvetlerinden Pilot Yüzbaşı Cengiz Topel, Kıbrıs üzerinde uçarken, isabet alan uçağından paraşüt ile atlamış ve aşağı inerken ateş altında kalarak şehit olmuştur.

Kıbrıs konusunda, ilk Hava kuvvetleri şehidimiz olması nedeniyle, bütün Türkiye’de büyük bir heyecan yarattı. Yollara, okullara adı verildi. Bir çok şehrimizde, Cengiz Topel İlk okulu ya da Cengiz Topel Caddesi levhalarını görebilirsiniz. Biz ise hala onun anısıyla birlikte yaşıyoruz ve bir daha da Ordu Evine gidemedik.

 

TEMELİN DERDİ

Doğu Karadeniz’den göçmen olarak bu köye geldikten sonra, Emin Ağanın babası ve amcası denizde kayboldular. O zaman, daha küçük bir çocuktu. Denizden hem yıldı, hem de korktu. Bu korkuyla kısmetini toprakta aramaya başladı. Karısı Azime hanımla birlikte, gece gündüz demeden çok çalıştılar ve paralarını değerlendirdiler.

Talih de yardım edince, seneler sonunda, köyün ağası, köyün en zengin kişisi ve muhtarı oldu. Emin Ağa dedin mi, akan sular dururdu. Herkesin yardımına içtenlikle koşar ve herkesin derdine çare bulurdu. Geçtiği yollarda bütün çocuklar selama durur, girdiği kahvede herkes ayağa kalkar el bağlardı. Çocukları çok sever ve çok çocuğu olmasını istiyordu ama, oğlu Temel dünyaya geldiği zaman, Azime hanım hastalanmış ve bir daha da çocukları olmamıştı. Oğlu Temel, ufak tefek, zayıf yapılı bir çocuktu. Kavga dövüş bilmezdi. Büyüdü, delikanlı oldu, askere gitti geldi, hep aynı kaldı.  Emin Ağa onun  güçlü kuvvetli ve hatta kabadayı olmasını isterdi.

                                   Ha bu uşaktan ne köy olur, ne kasaba” diye karısına dert yanıyordu ama, evlendirme zamanı da gelmişti. Sonunda evlendirmeye de karar verdi. Bir gün,

                                   Kiz Azime, ha bu uşağın evlenme vakti gelmiş dur, bir münasip kiz var mi dur?

                                   Olmaz olur mi, Takacı Recebin bir kizi vardır ki, bütün köyün uşaklarının akılları ondadır, hepisinin gözleri üzerindedir. Bizim uşak da ona yanmiştur ama sesi çıkmayi. Kemençeci Tursunun da o kiza olan sevdasını yedi düvel duymiştur.

Takacı Recep, çalışkan, dürüst, terbiyeli bir adamdı ve uzaktan

 

da akrabaları olurdu. Balığa çıktıkları gece çıkan fırtınada takası batmış, canını zor kurtarmıştı. Şimdi küçük kayığı ile yine balıkçılık yapıyor ama, ancak idare ediyorlardı. Kızı Fadime, köyün en güzel ve gösterişli kızıydı. Boylu boslu, güçlü kuvvetli, hem akıllı hem de marifetliydi. Uzun sarı saçları, koyu mavi gözleri vardı ve yürüdüğü zaman kıvrılan, kımıldayan vücut hatları ile, kemençelerde çalınır söylenir olmuştu. “Oy Fadime Fadime/Çıktın yola ne diye/ Kemençemi kırmışım/ Dönmüşüm bir deliye”. Takacı Recebe de taş atıyorlardı. “Takacının takası/Var bir ciğer paresi/Ona yandım tutuştum/Var mı bunun çaresi”.

Birkaç gün sonra, Takacı Recep efendiye haber saldılar,

  Akşam oturmaya gelmek istiyoruz, diye. Recep efendi karısına,

–Hayırdır inşallah, ha bu da nereden çıkmiş dur? Karısı, kadınlık sezgileriyle anlamıştı.

                                   Elbette hayırdır, kizunu istemeye gelirler, dedi. Recep efendinin içi yandı. Kızını çok severdi.

  Bu da mı başıma gelecekti? diye sızlanınca, karısı yanıtladı.

                                   Hamsi değildir ki tuzlama yapasın oni. Emin ağadan daha iyi, daha zengin kapıyı nereden bulacaksun?.

Bu konuşmaları, kapı arkasından dinleyen Fadime de duymuştu. Gerçekte Temele değil ama, Emin Ağanın zengin evine gelin gitmeyi o da istiyordu. Gerçek istediğini sorarsanız, iri yarı, gösterişli ve tatlı dilli Kemençeci Dursun’u isterdi.

Nihayet, Emin Ağa ile Azime hanım geldiler. “Hoş geldiniz” merasiminden sonra, Azime hanım, Recep efendiye bir kehribar tespih, Nazmiye hanıma bir elbiselik kumaş verdi ve Fadime’ye de bir beşi birlik çıkarıp zinciriyle boynuna taktı. Onlar bu evlenmenin

 

kesinlikle olacağını düşündükleri için, hiçbir masraftan kaçmamışlardı. Fadime bu kadarını beklemediği için, ziyadesiyle sevindi. Koşarak kahve pişirmeye gitti. Bu sırada, Emin Ağa, önce bir yutkundu, sonra,

                                   Allah’ın emri peygamberin kavliyle, Fadime kizımızı, uşağumuz Temele eş olarak isteyruz, dedi.

Nazmiye hanım kocası Recep efendiye baktı. Onun sıkıntı içinde ve

şaşkınlık içinde olduğunu anlayarak,

                                   Kısmetse olur, sizinle hısım olmak bizi sevindirir, dedi. Azime hanım üsteledi,

  Fazla uzatmayalım, düğünü çabuk yapalım.

Sonra başka konulara geçtiler. Kahveler içildi, eski günlerden ve yeni günlerden konuşarak ayrıldılar. Nazmiye hanım laf olsun diye Fadime’ ye sordu.

  Seni Temele istemeye geldiler,ne diyeceksin?, Fadime de,

  Siz bilirsiniz diyerek gülümseyince, kızın da gönlü olduğu anlaşıldı.

On beş gün içinde, hazırlık yapıldı, nikah kıyıldı, düğün dernek kuruldu. Ağanın şerefine layık, koyunlar kesildi, masalar kuruldu, etler, pilavlar ve tatlılar yendi, rakılar ve şaraplar su gibi aktı. Sarhoş olmayan bir imam efendi kaldı. Atılan silahlardan çok şükür ki kimse ölmedi. Kına gecesi yakılan kınalardan bütün kızların elleri kıpkırmızı oldu. Gelinden başka hepsi, Temel ile evlenmeyi kaçırdıkları için ağladılar. Adet olduğu üzere Perşembe günü akşamı da gerdek tamamlandı. Ertesi gün, sabah çorbasında Emin Ağa,

      Kizum yeni evine hoş geldin, sizden güzel torunlar bekleyrum. Her bir torun için sana bir Beşibirlik vereceğum. Ha bunu bile sun! dedi. Fadime bu “Beşibirlik” sözünü, kafasına iyice yerleştir-

di. Onu kazanmak için neler yapacağını çok iyi biliyordu ve yaptı da. Bir hafta geçmeden, Temelde bir halsizlik, bir tuhaflık hissettiler.

Köyün en güzel kızını almıştı, daha ne istiyordu. Her gün daha keyifli daha diri olacağına, daha halsiz ve daha keyifsiz duruyordu. Ağa karısına seslendi,

                                   Beni duyay mi sun, ha bu kiz, bizim uşağa ağır gelmiştir sanayrum, dedi. Karısı da ona,

  Sen de bana ağır gelmiş idun, dedi ve gülüştüler.

Fakat, şurası açıkça görünüyordu ki, gelin ne kadar hareketli canlı ise,Temel de o kadar yavaş ve halsizdi. Azime hanım,

  Ha bu kız bizim uşağa hiç rahat vermeyi her hal, diye, bir laf da etti.

Bir sabah Emin Ağa heyecanla uykudan kalktı, geç kalmıştı. Değirmene gidecek iki çuval mısır vardı. Evin içinde dolaştı, hizmetçi kadınlardan kimseyi bulamadı. Hayvanlara bakan uşaklardan da bir kişi göremedi.

                                   Ha bu uşaklar nereye gitmiş dur? diye söylenerek Temelin odasına gitti. Temel tek başına, yer yatağında serilmiş yatıyordu. Sinekler her tarafına üşüşmüşler, sanki onları kovacak hali yokmuş gibi, hareketsiz duruyordu. “Ha bu uşağa ne olmişdur” diye söylenerekten yanına gitti ve eliyle omzuna dokundu. Temel şöyle bir kımıldadı, yüzünü ekşitti,

-Uy gene mi yapacağuk?, diye sızlandı.

O zaman Temelin hastalığının nedenini anladı. Demek ki gelin, çocuk dünyaya getirmek, her seferinde bir beşi birlik kazanmanın telaşı içinde, geceleri Temele rahatlık vermiyordu. Sonra Temele döndü,

– Değirmene gidecek tun ama, vaz geçtum. Doğri doktora gidecek sun, dedi.

 

TERE YATIRMAK

Yağmur sonu karanlık bir gün ve ardından, karanlık ve serin bir akşam. Yağmurun getirdiği rutubet ve serinlik, insanın içini titretiyor. Caddelerde ve sokaklarda bütün insanlar koşuşarak, bir an önce evlerine ulaşmaya çalışıyorlar. Ara sokaklar, çamur deryası. Ancak, potin ya da çizme ile paçanızı kurtarabilirsiniz. Ben de hızlanıyorum, soyunup, pijamalarımı giymenin ve ayaklarımı uzatarak divana uzanmanın hayali içindeyim. Bir bardak da çay verirlerse,”Gel keyfim gel”. Eve varıp, kapıdan içeri girince, sıcak bir hava yüzüme vurdu ve içime sanki mutluluk doldu. Hanımla ve çocuklarla kucaklaşmak ise, ayrı bir mutluluktu. Hayal ettiğim gibi, soyunup divana uzandım.

Çocukların her biriyle ayrı muhabbetimiz oldu. Hanımla mahallenin dedi kodusunu yaptık. Şikayetler, gülüşmeler arasında hoşça bir vakit geçirdik.

Yemek masasına oturduğum zaman gördüm ki hanım yine harikalar yaratmış, ama keyfimiz uzun sürmedi. Çorbamı yeni bitirmiş, diğer yemeğe hazırlanıyordum ki kapı çaldı. Zaten en rahat çalınan kapı doktorun kapısıdır, bunu herkes bilir. Kapıyı açtım, elinde bir fenerle, bir delikanlı,

      Doktor bey, dedem çok hasta, babam hemen gelmenizi rica etti, dedi. Siz doktor olsanız, bu delikanlıya,

– Hemen gelemem, hanımın özenle yaptığı etli yaprak sarması ile şehriyeli pirinç pilavını yemeden bir yere gidemem. Diyebilir misiniz?. Elbette diyemezsiniz.

 

 

Delikanlıyı içeri alıp kapıyı kapattım. Hevesle giydiğim pijamalarımı, hüzünle çıkardım. Bir şey daha söyleyeyim. Yavaş giyinirseniz, büyük bir kabahat işlemiş olursunuz, onu da bilmeniz gerek. Bekleyene dakikalar, saat gibi gelir. Bazen kendi kendime, ”Acaba, elbiselerimle oturup, elbiselerimle mi yatsam” diyorum. Hemen, hızla giyindim, paltomu şapkamı giyip, çizmelerimi çektim ve çantamı alarak yola koyulduk. Çamur ve su birikintileri arasından, bata çıka, hoplaya zıplaya, epey yürüdükten sonra, bir taş binanın önüne geldik. Beş altı basamak taş merdivenden sonra, binaya girdik. İçerde, ayakkabılarla dolu bir kapının önünde, çizmelerimi bir kenarda çıkardım ve içeri girdim. Kocaman bir oda, salon desem daha doğru olur. Normal iki oda, hatta üç oda  büyüklüğünde var. Ortada bir soba, yanmakta  devam ediyor, sobanın yanında bir yer yatağı, içinde birisi yatıyor  ama, üstü ve yüzü örtülü. Baş ucundaki mindere oturdum.  Beni getiren delikanlıya, fısıltılı bir sesle,

  Üstünü niye örttünüz?.

                                   Bir bardak ıhlamurla bir aspirin içirdik ve tere yatırdık, dedi. Etrafıma baktım, odanın karşı tarafında bir sürü kadın. Bazılarının apış aralarında çocukları. Yan tarafta birkaç erkek, hepsi gözlerini dikmiş bana bakıyorlardı. Oturduğum yerden, elimi yavaşça yorganın altından uzatarak hastanın elini tuttum. Yün yorgan da oldukça ağırdı. Hastanın eli buz gibiydi ve nabız da alınmıyordu. Her ihtimale karşı usulca dizlerimin üstünde doğruldum, hastanın yüzünü yavaşça açtım. 65-70 yaşlarında bir adam. Sünneti Şerif

 

gereğince tıraşlı, kırçıl sakallı ve bıyıklı. Bıyıkları sigaradan sararmış, ağzı açık, çenesi sarkmış durumdaydı. Küçük el fenerimle gözlerine baktım. Pupilla refleksi kaybolmuş, gözün saydam kısmı hafifçe bulanmaya başlamıştı. Adamcağız çoktan cennetin yolunu tutmuş ama kimsenin haberi yoktu. Usulca yerimden kalktım, çantamı aldım, kapıya yöneldim. “Hastanız ölmüş”desem, kıyamet kopacak, belki de kapıyı bulamayacağım. Parmağımı dudaklarıma  götürerek ”Sus”işareti yaptım. Neler olduğunu, ne yapmak istediğimi pek anlayamadılar. Belki de tuvalete gideceğimi sandılar. Kapıya çıkıp, çizmelerimi ve şapkamı giydim. Beni getiren delikanlı ile birlikte birkaç kişi daha dışarı geldiler. Bana ve birbirlerine merakla bakıyorlardı. Hazırlanınca, onlara doğru döndüm,                                                           – Başınız sağ olsun! dedim ve kapıya yürüdüm. Önce bir,  ”Ne ?,ne  dedi ?” gibi sözler işittim. Sonra beklediğim kıyamet koptu. Ben de kendimi dışarı attım. Allah aşkına, birisi çıkıp söylesin, bu eziyetli vazife, hangi meslekte var?.

 

ZİNA

Hükümet Tabipleri, Adli Tabip görevi de üstlendikleri için,Cumhuriyet Savcılığı lüzum gördüğü her anda çağırarak hizmet isteyebilmektedir. Bir gün, C.Savcılığından kolu mühürlü bir kadın göndermişlerdi.

Kadının zina suçu işlediği ve muayenesinin yapılması, acilen raporunun gönderilmesi isteniyordu. Nasıl bir muayene istedikleri açıkça belirtilmemişti. Savcılığa telefon edip sormakta yarar vardı.

      Savcı Bey! Göndermiş olduğunuz kadının nesini muayene edeceğim, nasıl bir rapor istiyorsunuz?

–Bak doktor! Bu kadın, iki çocuğunu evde bırakıp köye gelen seyyar satıcı ile kaçmış. Bir hafta dağlarda, köylerde gezmişler. Şimdi Jandarmalar yakalamış, getirdiler. Kocasının şikayetleri var. Büyük bir olasılıkla, kaçtığı adamla birlikte zina suçundan tutuklanacaklar. Altını üstünü muayene et! Raporunu yaz. Sonra görüşürüz. Dedi ve telefonu kapattı.

Hemşire Hanıma, kadını muayene odasına götürmesini, birlikte muayene etmemiz gerektiğini söyledim. Muayene odasına gittiğim zaman, önce kadına sordum,

–Hanım, bir yerinde rahatsızlığın var mı?

Hayır efendim! Hiçbir rahatsızlığım ya da hastalığım yok.

Rapor yazacağım için, tam bir dahili muayeneden geçirdim. Oldukça şişman, hemşire hanımın tanımlamasıyla,” Göbekli, kursaklı bir kadındı “ , ama sağlıklı bir kadındı. Herhalde Savcının istediği “üstünün” muayenesi buydu. Sonra Hemşire hanıma döndüm,

                                  Elbiselerini ve külotunu çıkarın, doğum masasına yatırın! dedim ve dediklerimi yaptılar. Sıra, savcının dediği “ alt tarafının “ muayenesine gelmişti.

Gördüğüm manzara gerçekten hayret vericiydi. Vücudunun pek çok yanı, çürüklerle doluydu. Boynunun sağ tarafında, sol boyun bölgesinde, her iki memeler üzerinde ekimozlar görmüştüm.

Her iki uyluk bölgelerinde, el ile sıkılmasından, oluşması olası, parmak izleri gibi, çok sayıda, çeşitli ekimozlar vardı.Yaptığım cinsel bölge muayenesinde, cinsel organ yolunda yabancı cisim ya da meni yoktu.

Cinsel organın ağız kısmında hafif ekimozlar vardı. Rahim küçüktü. Hamilelik olmadığı kanaatına da varmıştım. Ayrıca kadının sanki bir cinsel saldırıya ya da tecavüze uğramış gibi hırpalandığını düşünmüştüm. Ama kadının hiç de üzüntülü bir hali yoktu. Bana kalırsa hayatından gayet de memnun görünüyordu. Hepsini ayrıntılı olarak yazıp gönderdim.

Akşam üzeri gittiğim Öğretmenler lokalinde, Savcı ile karşılaştım ve sormadan edemedim.

–Ne idi senin telefondaki telaşın arkadaş?

–Ne telaşı doktor! Çıldırmak üzereydim. Zina suçu nedeniyle muayene ettiğin kadını biliyorsun. Kocası olacak pis herif önce şikayet etti.

Jandarmalarla dağ taş karısını arattı ve yakalattı. Kadını ve Seyyar satıcıyı hakim tutuklamak üzere idi ki, adam davasından vaz geçti. Zina suçunda, taraflardan biri şikayetçi olmayınca dava kendiliğinden ortadan kalkıyor. Senin raporunu kocasına okudum.

                                  Bak efendi! Senin karın ile adam günlerce, hayvanlar gibi sevişmişler. Sana bu kadından fayda yok! Adam derhal yanıtladı,

                                  Bir cahillik etmiş, ben karımı af ediyorum, dedi ve karısını aldı gitti. Biraz sonra da köyün muhtarı geldi. Karısını alıp giden adam için,

–Ben bu namussuz heriften davacıyım, savcı bey! Dedi.

                                 Neden davacısın muhtar? Adam boynuzları kabul etti, karısını afetti ve aldı gitti.

                                 Bildiğiniz gibi değil savcı bey! Adam, önce karısını kaçıran seyyar satıcıdan, kendi karısını af etmesi için para aldı ve sonra da karısını af etti. Böylece kadın kurtulunca, seyyar satıcı da kurtuldu. Sonra tekrar para aldı, çocuklarıyla birlikte karısını seyyar satıcıya sattı. Bu akıl almaz ahlaksızlıktan kahrolduk. Bütün köy halkı çıldırmak üzereyiz, dedi.

MEMURİYETİN DEVAMI

Tıp Fakültesinden çıkan her doktorun idealinde, uzmanlık yapmak vardır. Bu uzmanlık dalı, sevdiği ya da heves ettiği bir dal olabilir. Ben daha çok Çocuk Hastalıkları dalında uzmanlık istiyordum. Uzmanlık tüzüğüne göre, baş vurma süresi, 35 yaş sonuna kadardı. Sonra bu süreyi kaldırdılar. Bundan yararlanarak, geç başlamak olanağı buldum. Bulunduğum ilçede mutlu olarak yaşıyorduk. Çocuklarım, tam anlamıyla çocukluklarını yaşıyorlardı. Herkes onları tanıdığı için, yanlış bir şey yapmaları olanaksızdı. Bu da bizi sevindiriyordu. Ben ve eşim, iş yerlerimizde rahattık. Çocuklarımızın kendilerini kurtaracak yaşlara gelmeleri, bizim için çok önemliydi. Lise ve Üniversite düzeyine gelen çocuklarımız olunca, büyük yerlere gitmek zorunluluğu duyduk. Ankara Eğitim Hastanesinde, Çocuk kliniğinde, bir sınıf arkadaşım Şef Yardımcısı olarak bulunuyordu. Onun yanında olmak benim için yararlı olacaktı. Sınavları kazandıktan sonra, tayinimi yaptılar. Gerçekten de o arkadaşımdan çok şey öğrendim.

İlk gün sabahleyin saat 8 de, o arkadaşım ile ikimiz birlikte, Hastane Baş Tabibinin yanına gittik. Kapısında duran Hademe Kamil Efendi içeri girerek geldiğimizi haber verdi ve içeri girdik. Baş Tabiplik odası, normal büyüklükten biraz daha büyük bir odaydı. Tek ve geniş penceresine rağmen elektrikleri yanıyordu. Oldukça geniş ve üzeri camlı bir masası vardı. Masanın bir tarafında kitaplar, diğer tarafında üst üste yığılmış evrak dosyaları, lacivert deri kaplı sümenin üstünde, okunmakta olduğu anlaşılan kağıtlar duruyordu. Baş tabip, ciddi yüzlü, oldukça yakışıklı bir adamdı. Ayağa kalkarak bizi karşıladı. Doktor arkadaşım beni takdim etti. Yüzüme ve gözlerimin içine bakarak “Memnun oldum” dedi. Sonra önün-

deki dosyadan bir evrak çıkararak önüne koydu. Sanırım bu benim tayin kararnamemdi. Masanın üzerinde duran gözlüklerini alarak taktı. Gözden geçirdikten sonra, bana döndü,

                      Ne içersiniz, kahvemiz de var, çayımız da var dedi. Ben arkadaşımın yüzüne baktım,o da Baş Tabibe döndü,

                                    Siz bilirsiniz efendim dedi. Baş tabip,

                                    Ben biliyorsam, Kamil Efendi güzel Türk Kahvesi yapar. Kamil efendi, arkası kapıya dönük, elleri önünde bağlı emir bekliyordu. Baş Tabip, başını Kamil efendiye çevirerek,

  Bize üç tane şekerli kahve yap dedi. Kamil efendi,

                                    Baş üstüne efendim, diyerek kapıya yöneldi. Arkadaşım yerinde kıpırdadı ve sonra,

  Efendim,diyerek bir giriş yaptı.

Baş tabip ona döndü, gözlüklerinin üzerinden baktı ve sonra, gözlüklerini çıkararak evrakların üzerine koydu ve dinleme durumuna geçti. Arkadaşım,

                                    Doktor bey benim sınıf arkadaşımdır. Leyli Tıp Talebe Yurdunda, senelerce birlikte kaldık. Mecburi hizmet nedeniyle her birimiz bir tarafa savrulduk. Bu hizmetin bitiminde, kimimiz Sağlık bakanlığı uzmanlık sınavlarına girerek ya da üniversitelerde uzmanlık için yer aradık. Kimimiz evlendik ilçelerde çocuk büyüttük, dedi.

Baş tabip bu çocuk sözünden etkilenmiş olmalı ki, bana döndü. Biraz da merak ediyormuş gibi, gözlerini bana dikerek, hafifçe kaşlarını çattı,

  Doktor bey, kaç çocuğunuz var, dedi. Ben de,

      Dört tane efendim, bir oğlan üç kız. Ellerinizden öperler. De-

dim. Benden yana hafifçe başını eğerek, fısıltıya yakın bir sesle sordu,

  Dört çocuk çok değil mi?. Arkadaşım araya girerek,

                                    İlçe gibi küçük yerlerde başka eğlenceleri yokmuş efendim, dedi ve gülümsedi. Baş Hekimle birlikte güldüler. Belki daha da güleceklerdi. Tam bu sırada Kamil efendi kahveleri getirdi. Önce baş tabibin masasının üzerine koydu. Sonra ikimizin oturduğumuz koltukların arasında duran sehpanın üzerine kahvelerimizi koydu. Baş tabip gülümsemesini sürdürerek, kahvesinden bir yudum içti ve

                                    Çocuklar için mi geç kaldın, dedi. Sonra , biraz endişeli bir sesle ekledi,

                                    Bu yüzden klinikte ilerlemen biraz zor olacak. Şef yardımcısı olman değil ama şef olman zorlaşacak, dedi. Benim yanıtım hazırdı.

                                    Efendim, bendeniz memuriyetimi devam ettirmek için asistanlığa geldim. Çocuklar için geç kaldım ve klinikte ilerlemeyi düşünmüyorum. Ama iyi bir doktor olmaya gayret edeceğimden kuşkunuz olmasın.  Oğlum bu sene üniversiteye gidecek. Kızlarımın biri lisede, diğeri orta okulda. En küçük kızım da ilk okula başlıyor.         Eşin çalışıyor mu?.

                                    Evet efendim. Eşim de çalışıyor. İlahiyat Fakültesi mezunudur ve ortaokul Din Bilgisi Öğretmenliği yapmaktadır. Burada ev hizmetleri için bir yardımcı bulmanın güçlüğünü düşündük.çocuklar biraz büyüsünler istedik.

Sözümü bitirince, hayretle yüzüme baktı,

                                    Memuriyete devam etmek için, asistanlığa başlayan birisini ilk kez duyuyorum. Bunu hiç unutmayacağım. Peki, burada gece nöbetleri sana zor gelmeyecek mi?.

                                    Hayır efendim, zor gelmez. Ben ilçenin tek doktoruydum. Her gece Sağlık merkezine 1-2 kez gittiğim olurdu. Haftada 1-2 nöbetle burada daha rahat edeceğimi sanıyorum.

                                    Öyleyse başarılar dilerim, diyerek ayağa kalktı ve elini uzattı. Elimi sıkarken,

  Demek, memuriyetin devamı için geldin?

Bu sözden çok etkilendiği anlaşılıyordu. Arkadaşımla birlikte odadan çıktık. Kamil efendiye, kahve için teşekkür ederek ayrıldık.

Aradan yıllar geçti. Ben Baş asistan oldum, şef yardımcısı oldum. Oğlum doktor oldu. O Baş tabip ağabeyimiz de yaş sınırlamasından emekli oldu. O yıllarda dünyada ve Türkiye’de bazı konularda bir bilgi eksikliği vardı. Klinik çalışmalardan ve deneyimlerden yararlanarak, doktor oğlumun da katkılarıyla, “ Çocuk ve Tedavi” adıyla bir kitap yazdık. Emekli olan eski Baş tabip ağabeyi evinde ziyaret ederek bir kitabımızı armağan ettim. Kitabı şöyle bir karıştırdı ve gülümseyerek,

– Hani sen “Memuriyetinin devamı için” asistanlığa gelmiştin, dedi.

ÇÖPE GİTMİŞ

Tıp Fakültesine giren her öğrenci, doktor olduktan sonra, uzman doktor olmak da isteyecektir. Hangi uzmanlık dalını seçeceğini başlangıçta düşünse bile, fakülte hayatı içinde ya da pratisyen doktorluk yaptığı sıralarda, bu düşüncesi değişebilir. Ben çocukları çok sevdiğim için, öncelikle Çocuk Doktoru olmak istiyordum. İkincil olarak istediğim ise Genel Cerrah olmaktı.

Stajlarda gördüğüm kadarı ile genel cerrahların yaptıkları işlemleri, örneğin ameliyatları, diğer doktorlar yapamıyorlardı. Bu nedenle cerrahi stajına çok önem vermiştim. Asistan ağabeyler ile birlikte hastalara bakıyor ve ağabeylere yardım ediyordum. Elime bıçak vermiyorlardı ama, her şeyi görerek öğrenmeye çalışıyordum. Bu kadarcık çabamın bile sonradan çok yararını gördüm.

Pratisyen doktorluk, daha çok, “Koruyucu Hekimlik” ve “Tedavi edici Hekimlik” ile ilgili çalışmalar yapıyordu. Hastalığın, patolojisini ve fizyo-patolojisini araştırmadan, teşhis ve tedavisine yönelmekte idi. Bilimsel çalışmalar, neden ve niçinleri de yanıtlamayı gerektiriyordu. Bu nedenlerle klinik çalışmalarda, fizik muayene ile birlikte, tahlil ve tetkiklerin yapılması gerekiyordu. Ben ise, yirmi seneye yakın bir zaman, pratisyen doktorluk yapmıştım. Bu zaman süresi içinde birçok hastalığın neden ve niçinleri değişmiş bulunuyordu. Bilimsel çalışmalar her gün biraz daha ileri gidiyordu. Birçok şeyleri yeniden okuyup öğrenmem gerekmekteydi. Uzmanlık sınavını kazanarak, uzmanlık için asistanlığa başladığım sıralarda durum böyleydi.

İhtisasa başladığım Çocuk Kliniğinde, dört erkek ve dört hanım asistan olarak çalışıyorduk. İki şef yardımcısından biri, benim sınıf

arkadaşım, Dr. Abdulkadir idi. Gerçekten eşi bulunmaz bir insan bir dost idi. Gerektiği zaman ondan yardım alacağımı umuyordum ve gerçekten de gereken yardımı da aldım.

Kliniğe ilk gelen asistana, kural olarak, bir ay süre ile hasta vermiyorlardı. Bu süre içinde, bir program yapmalıydım ve neler yapabileceğim konusunda kararlar almalıydım. Asistanların en yaşlısı bendim. Önce, klinikteki arkadaşlarla ilişkilerimi düzeltmem ve kliniğin işleyiş düzenini öğrenmeliydim. Bir haftada bu konuyu hal ettim. Sonra, mahcup bir duruma düşmemek ve yararlı olmak için, bilgilerimi yenilemem ve artırmam gerekiyordu. Bu ise, Tıp Fakültesini yeniden okumak gibi bir şeydi. Aynı zamanda bu işi hastanede yapmak zorundaydım. Evde çalışmak istediğim zaman, çocuklar ve özellikle de hanım çok bozuluyordu. Buna da bir çare bulmalıydım. Bir aylık serbest kaldığım zaman sonunda, asistan arkadaşlardan, Dr. Selahattin Bey’in koşulları doğrultusunda anlaştık. Koşullar ikimizi de memnun edecek nitelikteydi.

Ben her gün sabahleyin, hep birlikte yapılan hasta vizitinden önce bir saat, hasta vizitinden sonra iki saat, kütüphaneye giderek kitap okuyacaktım. Okuduğum ve öğrendiğim bilgileri, öğle yemeğinden sonra ya da mesai saati sonunda ona anlatacaktım.

Okuduklarımdan not alıyor ve ona anlatıyordum. Bu benim öğrendiklerimi pekiştirmeme de yardımcı oluyordu. O da benim yokluğum sırasında, bana kaydedilen hastalarıma bakıyor ve gereğini yapıyordu.

Genellikle kütüphaneye kendi kitaplarımı götürüyordum. Bende olmayan kitapları da oradan alıp okuyordum. Sabahtan öğleye kadar olan dönemde, klinik çalışmaları çok yoğun olduğu için, kütüphanede az insan oluyordu. Genelde her sabah kütüphanede, üç kişi oluyorduk. İki doktor hanım ve birde ben. Üçümüz de çok

sıkı çalışıyorduk. Bazı günler, Baş Tabip Dr. Abidin Beyin gelip bizlere baktığını görüyordum. Bir gün kitabıma dalmış okurken, Baş Tabibi karşımda buldum. Biraz şaşkınlık ve biraz da telaşla ayağa kalktım. Doktor hanımlar da ayağa kalkmışlar, biraz tedirgin ve biraz da şaşkın bakışlarla bize bakıyorlardı.

–Buyurun efendim, bir emriniz mi var?.

Önce benim yüzüme, sonra da doktor hanımlara baktıktan sonra, gözlerimin içine bakarak sordu,

–Doktor Bey!. Sen geleli ne kadar oldu?.

Bu soru karşısında, biraz da şaşırarak yanıt verdim.

–Bir aydan biraz fazla efendim.

Baş Tabip, eliyle doktor hanımları göstererek,

–Şu köşede oturan Doktor Sunay hanım, Uzmanlık Bitirme sınavına hazırlanıyor. Bu Doktor Nevin hanım da Doçentlik sınavına hazırlanıyor. Peki, sana ne oluyor?. Bunlardan bile erken geliyorsun?.

–Efendim!. Tıp Fakültesini yeniden okuyorum. Benim yirmi beş sene önce okuduğum teorik bilgiler çöpe gitmiş.

Baş Tabip gözlerini açarak hayretle tekrarladı,

–Çöpe gitmiş ha! Dedi ve hep birlikte güldüler.

YILBAŞI NÖBETİ

Sağlık Bakanlığının, sağlıkla ilgili bir çok konuların yönetiminde kullanılan bir kanunu vardır. “ Tababet ve şuabatının tarzı icrasına dair kanun”. Tamamı Arapça kelimelerden oluşmuş bu cümleyi anlamak kolay değildir. (Doktorluk ve onunla ilgili meslek bölümlerinin yürürlük biçimi ile ilgili kanun). Bu kanun 1930 yıllarında, Atatürk zamanında çıkarıldıktan sonra olduğu gibi bırakılmış. Ne dilinin güncelleştirilmesi yönünde, ne de geçerliliği kalmamış yönlerinin düzeltilmesi yönünde, bir çaba harcanmamıştı. Bu kanuna dayanılarak çıkarılan İhtisas Talimatnamesi’ne (Uzmanlık Yönergesi) göre, uzman olmak için asistanlığa başlama süresi, 35 yaş ile sınırlandırılmıştı.

Sonradan bu yaş sınırı kaldırılınca, ben de bundan yararlanarak, çocukların biraz büyümelerini bekledim. İlçelerde herkes birbirini ve birbirinin çocuğunu tanır ve onlara sahip çıkardı. Çocuklar, istedikleri gibi oynamak ve çocukluklarını yaşamak olanağı buluyorlardı. Yanlış bir şey yapmaları da olanaksızdı. İlk rastlayan kişi,

                                    Sen doktorun çocuğu değil misin?. Bu yaptığın sana yakışıyor mu, gidip babana söyleyeyim mi? diye uyarırdı.

Bir defasında oğlum, arkadaşlarıyla birlikte karpuz çalmaya gitmiş, kendisi gelmeden haberi gelmişti.

Asistanlık süresinde herkesin yakındığı konulardan biri, nöbetlerdir. Benim böyle bir sıkıntım olmadı. Geldiğim yerde tek doktor olarak çalışıyordum ve bir bakıma her gece nöbetçiydim. Her gece, bir ya da iki kez ya hastaneye ya da özel hastaya gittiğim olurdu. Asistanlığa başladığım gün, önce Baş Hekime uğradım. Kendisi çok Muhterem Üstat bir ağabeyimizdi. Benim yaşıma, ağarmaya başlayan saçlarıma bakarak ilk önce,

  Nöbetler sana ağır gelmeyecek mi? diye sormuştu. Ben de,

    Ağır geleceğini sanmıyorum. Gelmez inşallah, demiştim.

Şu anda gerçek durumu söylemek gerekirse ben rahat bile etmiştim. Çünkü haftada bir ya da iki nöbet bana hiç dokunmamıştı. Cumartesi, Pazar nöbetlerini yadırgamamıştım. Ama Yılbaşı nöbeti biraz ayrı bir konu gibi görünüyordu ve hiç kimse bunu istemiyordu. Kura çekilmesine ve kura çekilişinde herkesin hazır bulunmasına karar verdik. Kura çekileceği gün rastlantı sonucu poliklinikte hasta bakıyordum. Telefonla,

                                    Senin yerine biz kura çeksek olur mu? dediler. Ben de hiçbir kuşku duymadan“Olur” dedim. Birbirleriyle anlaştıklarını ve “Yılbaşı nöbetini” bana çıkardıklarını sonradan öğrendim. Hepsi de suçlu olduğu için, devlet sırrı gibi sıkıca sakladılarsa da, sonunda çok mahcup oldular ve üzüldüler.

O yılbaşı nöbeti bizim için en güzel ve en unutulmaz Yılbaşı Gecelerinden biri oldu. Eşim ve çocuklar, bir kızarmış hindi, bir tencere pilav, iki kocaman kola şişesi ve bir file dolusu meyve ile geldiler. Nöbetçi doktor odasına sofrayı kurduk, güle oynaya yemeklerimizi yedik. Radyomuzu dinledik. Hemşire Hanım hasta geldikçe beni çağırdı ve hastalara da baktım. Çocukların uykusu gelince de bir taksiye binerek gittiler. Olağan üstü bir hatıra olarak her yılbaşı gecesi o geceyi anıyoruz.

ESKORTLU GÜZEL

Hastane çalışmalarında insanın sabrını zorlayanlardan en önemlisi, hastane acilinde beklenen “Acil Gece Nöbetleri ” dir. Asistanlık döneminde, klinikte tutulan gece nöbetleri çok kez öğretici olmasına karşın, hastane acilinde tutulan gece nöbetleri hem çok yoğun ve hem de çok ömür törpüleyici olurlar. Her türlü hastalık ve her türlü işlenmiş suçla karşılaşmak olanaklıdır. Yatırılması gerekenler ya da önemli görülenler, kliniklere gönderilerek gereği yapılır. Yalnız hastaların değil, terbiyeli, terbiyesiz her türlü insanın gelebileceğini  düşünürseniz, başınıza çok şey geleceğini de düşünmelisiniz. Polis karakolundan görevlendirilen bir Bekçinin her gece gelmesine rağmen, bu önlem yeterli olmamış, doktor hanımlardan birinin dayak yemesine ramak kalmıştı.

Bir gece asistan olarak, acilde nöbetçiydim. Birlikte çalışacağım Nöbetçi Hemşire hanım, hepimizin sevdiği, deneyimli ve marifetli bir kızdı. Böyle bir hemşire ile çalışacağım için sevinmiştim. Genelde saat 10’a kadar, basit hastalıklarla gelenler olur. Daha sonra, sarhoşlar, alkolden komaya girenler, yaralanmalar ve akla gelebilecek her türlü rezillik gelebilir. O gece de, saat on ikiye doğru hasta arabasında bir kadını içeri getirdiler. Arabayı bizim hadememiz Kamil efendi sürüyordu ama, arabanın başında iki tane de pala bıyıklı adam duruyordu. İçeri girince fötr şapkaları önce başlarındaydı, sonra çıkarıp ellerine aldılar. Adamların her ikisi de koyu renk takım elbise giymişlerdi. Temiz beyaz gömlekli, kravatlı ve ayaklarında “Çakal ayakkabısı” denen tipte, yüksek topuklu ayakkabılar vardı. Birinin parmağında altın “Şövalye yüzük” parlıyordu. Öbürünün bileğinde kalın bir altın künye vardı. Bu adamların durumu, gördüğüm kadarıyla, gelen hastaya çok önem verildiğinin göstergesiydi. Önce hasta arabası üzerinde hareketsiz yatan kadını muayene etmem gerekiyordu. Yoğun bir rakı kokusu gelen arabanın yanına gittim. Kadın yirmi yaşlarında, oldukça güzel, bakımlı bir kadındı. Sarı çiçekli, açık mavi bluzunun yakası olağan üstü açıklıktaydı. Neredeyse göğüslerinin uçları görünecekti. Boynunda kalın bir zincir ucuna takılmış, kalp şeklinde pırlantalı bir kolye, bir kolunda kalın bir telkari bilezik, diğer kolunda pırlantalı bir kadın kol saati vardı. Lacivert renkli pilili etekliği temiz  ve yeniydi. Yüksek topuklu lacivert ayakka-

bılarını çıkarmışlar, çorapsız ayaklarının yanına koymuşlardı. Ayak parmakları pedikürlü ve elleri manikürlüydü. Beyaz el ve ayaklarına kırmızı oje çok yakışmıştı. Sorularımıza yanıt veremeyecek kadar dalgın ve refleksleri de zayıflamıştı. Hiçbir uyarımıza yanıt vermiyordu. Hemşire hanıma döndüm,

–Laboratuara alalım ve midesini yıkayalım.

Hemşire hanım arabayı laboratuara doğru sürerken, her iki adam da onunla birlikte laboratuara gitmek istediler. Kadını bırakmak istemedikleri anlaşılıyordu.

–Kamil efendi, kadını deftere kaydet ve sonra bu beyleri dışarı götür, dışarıda beklesinler, dedim.

Adamlar bir an tereddüt ettiler ve yüzüme baktılar. Sonra birbirleriyle işaretleştiler, poliklinik defteri bulunan masanın başına gittiler.

Laboratuarda kadını muayene masasına aldık. Serum tak-

tık, gerekli ilaçlarını yaptık, oksijen tüpünü hazırladık. Midesini yıkamak için kadını uygun bir duruma getirdikten sonra, ağzını açtım ve hortumu boğazına soktum. Hortumun ucunun midesinde olduğunu kontrol ettikten sonra su gönderdim. Biraz sonra, Hemşire hanımın tuttuğu küvete kusmaya başladı. Rakı kokusu bütün odayı doldurdu diyebilirim. Yeterince kustuktan sonra, bir an gözlerini açtı. Ter içinde kalmıştı. Peltekleşen diliyle ve zor anlaşılır bir sarhoş konuşmasıyla,

–Ben neredeyim, siz neler yapıyorsunuz?. Diye mırıldandı ve tekrar daldı. Genel sağlık durumu çok iyi görünüyordu. Alkol komasına girmekten kurtulmuştu. Hemşire hanım gazlı bezlerle, kadının ağzını burnunu ve üstünü silerken bir taraftan da, mırıldanıyordu,

–Canım, pek de güzelsin, hiç mi kendine acımıyor sun?, Ben arkamı döndüm, tam çıkarken hemşire hanım,

–Doktor bey, Aaa bunun külotu yok, diye hayretle seslendi. Ben hiç

şaşırmadım, gülerek,

–Hemşire hanım, boş ver! Onun külota ihtiyacı yok. Başında dur, oksijen vermeye devam edelim. Nabzına ve solunumuna dikkat et. Gözünü açınca ve biraz aklı başına gelince içeri getir, ben gelen hastalarla ilgilenirim.

İçeri giderek masama oturdum. Yeni gelen hastaları hem deftere yazıyor hem de muayene edip ilaç yazıyordum. Arada bir gidip bakıyor ve muayene ediyordum. Göründüğü kadarıyla komaya girmemişti ve iyileşiyordu. Bir ya da bir buçuk saat kadar son-

ra, hemşire hanım kadını içeri getirdi. Masamın ön tarafındaki sandalyeye oturttu. Kadının şöyle bir yüzüne baktım. Yüzü yıkanınca boyaları gitmiş olmasına rağmen yine de güzel bir kadındı. Bir an için kızım olduğunu düşündüm. İçim yandı. Ama yapacağım hiçbir şey yoktu. Yüzüne baktım, göz göze geldik. Sonra gözlerini yere indirdi. Düştüğü bu durumdan utandığını ya da sıkıldığını düşünmüştüm.

–Bak hanım !. diye ben söze başlarken, birden hırçınlaştı ve dikleşti. Yarı peltek sarhoş diliyle ve güzel bir İstanbul şivesiyle,

–Asıl siz bana bakın doktor bey!. Bu saatten sonra vaaz dinlemeye hiç niyetim yok. Sekreterlik yaparken aldığım maaşı şimdi bir gecede kazanıyorum, dedi.

Hemşire hanım da ve ben de şaşırıp kaldık. Belki de kendini savunma gereğini duymuştu. Gerçekte benim ona nasihat etmeye hiç niyetim yoktu. Zaten nasihat etsem de bir yararı olmayacağını biliyordum.

Teşekkür de beklemiyorduk. İçkiyi fazla kaçırmamasını, kendisine dikkat etmesini tavsiye edecektim. Sinirlenmedim desem yalan söylemiş olurum. Ama renk vermemeye çalışarak hemşire hanıma döndüm,

–Hemşire hanım, çağır bu hanımın eskort magandalarını, sermayelerini alıp götürsünler, dedim.

ŞEF İNCİ HANIM

Bir akşam asistan olarak, klinik nöbeti tutmaktaydım. Nöbetçi şefimiz ise Patoloji servisi şefi Dr. İnci Hanımdı. Tıp Fakültesinden çıkar çıkmaz ihtisas yapmak üzere asistanlığa girmiş ve ihtisas yaptıktan sonra da ilk kez, hastanede Şef Nöbeti tutuyordu. Büyük şehrin ortasında, bir öğretim hastanesinde nöbet tutarken, birçok şeyleri bilmek gerekir. Tıp bilgisine bir şey denemezdi ama, Memuriyet deneyimi gerektiği kadar yoktu. Ben ise, yirmi sene memur olarak çalıştıktan sonra, asistanlığa gelmiştim. Sağlık Bakanlığının, bakanlık dışındaki alt kademe hizmetlerinin hepsinde bulunmuştum. Hükümet Tabipliği ve bütün tabiplik kademeleri dahil, Hastane Baş Tabipliği, Sağlık Müdürlüğü yaptıktan sonra ihtisasa gelmiştim.

Nöbetçi Şefi odasında Dr. İnci Hanımı ziyaret ettim. Kendisini asistanlık döneminden beri tanıyordum. Hocası Dr. Fahrettin benim sınıf arkadaşımdı. Pek çok konuda konuştuktan sonra, yapması gereken şeyleri birlikte gözden geçirdik. İlk nöbeti olması nedeniyle biraz heyecanlı ve endişeliydi. Yanından ayrılırken,

                        Bir problem çıkarsa bana haber verin, size yardım edebilirim, dedim. O da,

  İnşallah olmaz! Olursa sizi rahatsız ederim, gibi sözler söyledi.

Çocuk Kliniğine dönerek olağan işlerimize başladım. Nöbetçi Hemşire Hanım ile birlikte hastaları dolaştık. Saat 23 civarında bir hademe koşarak geldi ve nefes nefese konuştu,

– Dr. İnci Hanım Acil Poliklinikte, sizi çağırıyor efendim!

Koşarak gittim. Bir erkek, avazı çıktığı kadar yüksek sesle bağırıyordu.

                       Bu ne biçim hastane, bu ne biçim hizmet! Siz benim kim olduğumu biliyor mu su nuz?. Hepinizi sürdüreceğim!

Adamın sesi hastanenin içinde çınlıyordu. Beni görür görmez duraladı. Gözlerimizle birbirimizi tarttık. Benim gelişimden memnun kalmadığını hatta rahatsız olduğunu söyleyebilirim. Orta yaşlarda, iyi giyimli, kravatlı, fötr şapkalı bir adam. Her iki elini de arkasına bağlamış, ayaklarını da açmış, dünyaya meydan okuyor gibiydi. Bizimkileri karşısında sıraya dizmiş, başta Dr. İnci Hanım,onun yanında Nöbetçi Asistan Doktor Bey, onunda yanında Nöbetçi Hemşire hanım olmak üzere, dikilmiş duruyorlardı. Doğruca Dr. İnci Hanıma gidip sordum,

                       Problem nedir, Dr. İnci Hanım? Bu zat niye bağırıp çağırıyor?. İnci Hanımın rengi atmış, eli ayağı birbirine dolaşmış bir durumdaydı.

Sinirden titreyen bir sesle konuştu.

–Bu beyin başı ağrıyormuş ve hastaneye yatmak istiyormuş. Doktor Bey muayene edelim, tetkiklerinizi yapalım, gerekirse yatırırız, demiş. Ama, bu Bey öncelikle yatmak, sonra tetkiklerinin yapılmasını istiyormuş.

Derhal adama doğru döndüm. Aramızda bir metre aralık kalıncaya kadar yaklaştım. Tam karşısında durdum. Onun gibi ayaklarımı açarak, ellerimi arkamda birleştirdim. Yüzüme ciddi bir görüntü vererek, tam iki kaşının arasından, gözlerinin derinliklerine baktım. Biraz şaşırır gibi oldu.

Kararlılığımı sürdürerek sordum,

–Beyefendi, Kimlik Belgenizi görebilir miyim?

Bu soru üzerine şaşkınlığı büsbütün arttı.

  Ne münasebet efendim! dedi.

                       Beyefendi, siz yatmak istemiyor musunuz? Adını sanını bilmediğimiz bir adamı nasıl yatıracağız? Sonra, böyle bağırıp çağıran bir beyin kim olduğunu bilmek hakkımız değil mi?.

Benim bu sözlerim karşısında fiyakası biraz bozuldu. Arkasına bağlanmış olan elleri çözüldü, yanına geldi. “Hazır ol” vaziyetine yakın bir duruma geçti. Ama, kimliğini göstermekte tereddüt ediyordu. Biraz sertçe  sordum.

                       Kimliğinizi gösterecek misiniz, yoksa polis çağırayım  mı? İşlerin sarpa sardığına aklı kesti. Elini iç cebine soktu. Bir Kimlik Belgesini çıkardı, verdi. Belgeyi okuyunca hayretler içinde kaldım. Adam, Veteriner Müdürlüğünde bir Hayvan Sağlık Memuruydu.

Bizimkileri biraz yumuşak bulunca, hastaneyi keyfince kullanmak istemiş sanırım. Bağırmak sırası bana gelmişti ama, ciddiyetimi bozmadan normal bir ses tonu ile konuştum.

                       Bak Efendi! Bir de devlet memuru olacaksın. Şimdi polis çağırıp, Memura Vazife Başında Hakaretten zabıt tutturup, karakola gidersin? Yoksa kuyruğunu toplayıp edebinle mi gidersin? Dedim.

Adam birden toparlandı.

  Müsaadenizle efendim! Dedi .

Biz daha ne yapacağını anlamadan, son süratle kapıdan çıkıp kayıplara karıştı. Üstelik Kimlik Belgesi bile bende kalmıştı.

DOKTOR HANIM VE ŞAKASI

Diş Tabibi arkadaşlar, kendi aralarında bir Antalya gezisi düzenlemişler. Daha doğrusu bir Alanya gezisi düzenlemişler. Gezi programlarının temelinde, Side ve Alanya kalesi varmış. Side’de, güzel bir turistik otelde, iki gece için yer ayarlamışlar. Büyük bir kısmı sınıf arkadaşları ve diğer kısmı da tanıdık arkadaşlar olmak üzere bir otobüs doldurmuşlar. Çok yakın Diş Tabibi arkadaşım Varol Bey bizi de davet etti. Çok memnun olduk ve çok sevindik ama, hazırlanmak için zaman kalmamıştı. Cuma akşamı haber verdi, hemen ertesi günü, cumartesi sabahı Serçe sokakta buluşarak, saat 7.30 da hareket etmek koşuluyla olunca, gerekli yerlere haber vermek bir hayli zor oldu. En önemlisi, hanımın ziynetlerini bankadaki kasaya koyamayacaktık. Evde bırakmak tehlikeliydi. Bir ay kadar önce karşımızdaki daireye hırsız girmiş, yükte hafif pahada ağır ne varsa hepsini alıp götürmüştü. Hem de hiç birimizin haberi olmadan. Daire sahibi Sedat Bey, bizim evde yapılan apartman toplantısında, sitem dolu ve biraz da azarlayıcı bir sesle, hepimize çıkıştı.

–Ey komşular, bizim seyahate gittiğimizi hepiniz biliyordunuz, hiç mi gürültü olmadı, hiç mi bir şey duymadınız, Allah aşkına?, demişti.

                    Gerçekten hiçbir şey duymadık, adam çok usta hırsızmış. Bunları söylediğimiz zaman da daha çok sinirlenmişti.

–Nasıl duymazsınız, adam evin içinde istediği gibi gezmiş, ne kadar elektronik alet varsa toplamış, hanımın bütün ziynetlerini,

güya sakladığı dolap altlarından ve deep freeze’den çıkarmış. Mutfakta sucuklu yumurta pişirmiş, yarım şişe Kulüp rakısı ile kendisine bir güzel ziyafet çekmiş ve sizler duymamışsınız, diyerek burnundan solumuştu. Bunları düşündük ve bizim evde de hiç kimse olmayacağına göre, bütün ziynetleri yanımıza almaya karar verdik. Hanım takabildiği kadarını taktı, kuyumcu dükkanı gibi donandı. Takamadıklarını da çantasına koydu.

Kollarına taktığı on iki adet ray bileziğin görüntüsü ve şangırtısı hoş değildi ama başka çaremiz de yoktu.

Sabah erkenden buluşarak otobüsümüze bindik. Herkes biri birini tanıyordu, yalnız biz yabancıydık. Şakalaşmalar,gülüşmeler, fakültede takılan isimlerle konuşmalar eşliğinde yolculuğu sürdürüyorduk. Sesi güzel olanlara şarkı söylettiler, fıkra anlatmasına meraklı olanlara fıkra anlattırdılar. İlk şarkıyı söyleyen Diş Tabibi Nalan hanım, güzel ve havalı bir kadındı. Herkesle ilgileniyor, her olayda öne çıkıyordu. Sanki bir  şeyleri unutmak istiyormuş gibi, sağa sola koşuyordu. Grubun içinden birisi,

  Kız kocanı nasıl boşadın, şunu bir anlat, Allah aşkına, dedi.

Bence bu iyi bir fikir değildi. Böyle özel bir konunun, böyle kalabalık bir toplulukta ortaya dökülmesi hiç de uygun olmazdı. Birkaç karşı çıkma mırıltısı oldu ama, çoğunlukta olan meraklılara karşı yapacak bir şey yoktu. O da mikrofona geçerek anlatmaya başladı.

                    Kocam Kemali hepiniz tanırsınız. Çok zeki ve yetenekliydi. Biri birimizi severek evlenmiştik ama, biraz çapkınlık huyu olduğu-

nu söylemişlerdi. Kendime güvendiğim için hiç üzerinde durmadım. Birlikte Almanya’ya gittik. Bir Türk Diş Tabibinin yanında ben sekreter olarak, Kemal de teknisyen gibi bir süre çalıştık. Akşamları dil kurslarına gittik, sonra çalışma izni almak için Bilim Sınavına girdik. Muayenehane açmak için, hiç olmazsa birimizin kazanması yeterli olacaktı. Sınavı yalnız Kemal kazandı ve muayenehane açarak çalışmaya başladık. Çok mutluyduk, ileriye dönük programlar yapıyor, hayaller kuruyorduk.

Önceleri ben, hem sekreterlik yapıyor hem de hanım hastalarla ilgileniyordum. Sonra işlerimiz çok ilerleyince bir Alman sekreter tuttuk. Sarışın mavi gözlü oldukça yetenekli, kocaman burunlu bir şeydi.

Kıskanmak aklımdan bile geçmedi. Günlerden bir gün, şeytan dürttü, aniden muayenehaneye gittim. Gördüğüm manzara beni çıldırttı. Bizim sekreter hanım, yarı çıplak durumda, Kemalin kucağında, dudak dudağa ve nefes nefese, ileri geri sallanıp duruyorlar. Avazım çıktığı kadar bağırarak fırlayıp çıktım. Almanya gözümden silinmiş, bütün hayallerim yıkılmıştı. “Bende olmayıp da bu sekreterde olan ne var acaba ?”, diye düşündükçe, çıldıracak gibi oluyordum. Kemalin bütün yalvarmalarına aldırmadım, gururum kırılmıştı, hiçbir şeyi düşünecek halde değildim. Belki zamana ihtiyacım vardı. Büyük bir şok, kontrolsüz bir panik yaşıyordum. Beni teskin edecek, bana yardım edecek soğuk kanlı bir dostumuz da yoktu.

Türkiye’ye döndüm ve boşandım. Birisi,

  Ee sonra, diye oradan birisi bir laf attı,

                    Sonrası o sekreter ile evlendi, şimdi onu her gün kucağına alıyor. Bazen kendime, bu kadar kızacak ne vardı diyorum.

–Aferin sana iyi yapmışsın, diye şamata ettiler ama, Nalan hanımın pişman olduğu her haliyle belliydi. Derin bir sessizlik içine girdik ve meraklılar da dahil herkes üzülmüştü. Bu havayı bozmak gerekiyordu. O arada, hanımlar arasında, kaş göz işaretleri ile bizim hanımı göstererek fısıldaşmaların farkına vardım. Görgüsüzlüğümüze hüküm vermelerini istemiyordum.

Ayrıca, herkesin üstüne çöken üzüntülü olumsuz havayı da dağıtmak istedim. Yerimden kalktım, koltukların arasından, sağa sola yalpalayarak  ve tutunarak, şoför mahallindeki mikrofona ulaştım. Herkes gözlerini bana dikmiş merakla bakıyorlardı. Kendimi ve hanımı tanıttım, Varol Beyle olan arkadaşlığımızın başlangıcını ve devamını anlattım.  Sonra da, neden hanımı kuyumcu dükkanına çevirdiğimizin hikayesini anlattım. Nalan hanımın onurlu davranışını hepimizin takdir ettiğini, kendisine büyük saygı duyduğumuzu, bundan sonraki yaşantısında iyi şanslar ve mutluluklar dilediğimizi de ekledim. Özellikle hanımlardan büyük alkış aldım ve  “Yaşa, varol”sesleri arasında yerime oturdum. Bu konuşma, Nalan hanımı bize çok yaklaştırdı. Her fırsatta bizim yanımıza geldi, hanımla ve benimle sohbet etti.

Öğle yemeği için, Antalya’yı tepeden gören bir dağ lokantasında durduk. Harika bir manzara vardı. Deniz, uçsuz bucaksız mavi bir çarşaf gibiydi. Antalya’nın çok az bir kısmı, sisler arkasında bir hayal şehir gibi görünüyordu. Çamların altında, çamların ve kırların kokusunu içimize sindirerek yemeklerimizi yedik. Piknik

havasında, şakalaşmalar ve gülüşmeler arasında, harika bir ortama girmiştik. Herkes, fakültedeki gençlik günlerine dönmüş gibiydi. Şoför uyarmasa, kimsenin kalkmaya niyeti yoktu. Sonra, Antalya’da bir şehir içi turu yaptık ve otobüsten inmeden Side’de kalacağımız otele vardık.

Dinlenmek için, her bir aileye ayrılan odalarımıza yerleştik. Otelin önü kumsaldı, şemsiyeler ve plastik şezlonglar müşterileri bekliyordu. Deniz küçük kıpırtılarla karayı öpüyormuş gibiydi. Mevsimin ilk bahar olmasına ve havanın da oldukça serin olmasına rağmen, birkaç ateşli delikanlı dayanamayıp denize atladı. Yan tarafta ise, Side harabelerinden bazı kısımlar görünüyordu. Harabeler beni her zaman çok etkilemiştir. Şu küçücük evlerde, kim bilir ne aşklar, ne mutluluklar ve ne sıkıntılar yaşanmıştır. Şu görkemli konak ve saray yıkıntılarında, kim bilir daha   neler yaşanmıştır. “Yalan dünya” diye iç geçirip düşüncelere daldım. Sonra akşam yemeği için, yemek salonunda toplandık. Yemek, büyük bir samimiyet ve neşe içinde, kahkahalar arasında geçti. Teypte çalınan yemek müziği ve ardından çalınan dans müziği ve oyun havaları, herkesi ayağa kaldırdı. İçilen içkilerin verdiği coşku ile danslar edildi. Meşhur oyun havamız “Çifte telli” ile bazı hanımlar marifetlerini sergilediler. Sonunda, dilimiz ağzımızın içinde dönemez oldu, peltekleşti ve ayaklarımız biri birlerine dolanarak, güç bela odalarımıza çekildik. Güzel bir uykudan sonra sabah kahvaltısı ilaç gibi geldi. Saat 10 da yola çıktık. Önce Alanya kalesine uğradık. Kalenin tarihini ve efsanelerini Varol Beyden, o günleri yaşarcasına dinledik. Manzara ise eşsiz güzellikteydi. Ne tarafa dönseniz, ayrı güzellikte bir kartpostal görüntüsü vardı. “Damla Taş

Mağarası” ziyareti, gayet ilgi çekiciydi. Mağara havasının, astım ve  benzeri hastalıklara iyi geldiği söyleniyordu. 250 milyon yıl önce oluşan sarkıt ve dikitlerin görüntüleri, 40-50 metre kadar uzunlukta ki bu gizemli ve temiz havalı yer altı salonu hepimizi etkiledi. Nereye gitsek, turistik turların ya önünde ya arkasında oluyorduk. Almanlar çoğunluktaydılar ve bizleri meraklı bakışlarla süzüyorlardı. Nalan Hanım da Almanca bildiği için, arada bir onların yanına gidip onlarla sohbet ediyordu. Oradan çıkınca hepimiz acıkmış olduğumuzu hissettik. Sonra, öğle yemeğini, yine bir kır lokantasında yedik ve hanımların isteği üzerine, Alanya çarşısında alış verişe çıktık. Herkes gruplara ayrıldı, Diş Tabibi Nalan Hanımla bizim hanım birlikte gezmeye karar verdiler. Ben hanımlarla alış verişe çıkmayı kesinlikle sevmem ve istemem. Eşimin ricası ve ısrarlı davranışı sonunda birlikte bir konfeksiyon mağazasına girdik. İçeride bir Alman karı koca vardı ve mağaza sahibiyle bir türlü anlaşamıyorlardı. Nalan Hanımın tercümanlığı sayesinde işler düzeldi ama, Almanlar sürekli bizim hanımın takılarına ve bilhassa şangırdayan bileziklerine bakıyorlardı. Alman hanım, beğendiği ve almak niyetinde olduğu giysileri kabinde prova ederken, kocasıyla da Nalan Hanım sohbet ettiler. Ne olduysa bundan sonra oldu ve Alman efendi bana musallat oldu. Ben nereye gidersem adam ardım sıra gelip bir şeyler söylüyor. Adama soruyorum, ”Fransızca biliyor musun” yok,”İngilizce biliyor musun” yok, ben de Almanca bilmediğime göre, halimiz ne olacak düşüncesiyle sıkıldım. Tam isyan etmek durumuna gelmiştim ki, geriye döndüm ve bu işi Nalan Hanım çözer diye düşündüm. Bizim hanımla ikisi, bıyık altın-

dan gülüp duruyorlar. Meğer konuyu bizim hanım da biliyormuş. Yanlarına gittim ve Nalan Hanımın önünde dikildim.

                    Allah aşkına Nalan Hanım, bu adam benden ne istiyor,lütfen aramızı bul, dedim.

Tekrar gülmeye başladılar ama, bizim hanım benim sıkıntılı halime dayanamadı,

  Nalan Hanım lütfen, bu kadar şaka yeter, dedi.

Nalan Hanım, Alman’a bir şeyler söyledi, adamcağız kafasını sallayarak ve gülerek karısının yanına gitti. Ben ise sabırsızlıkla bekliyordum. Sonunda bana dönerek anlattı.

                    Bu Alman karı koca, senin hanımın kolundaki bileziklere ve diğer takılarına kafayı taktılar. Ben de şaka olsun diye, adamcağızı gaza getirdim. Bu doktor zengin bir adamdır, dört tane karısı var, bu gördüğünüz ilk eşidir. Yeni bir kadın aldığı zaman bu eşine, 4 tane bilezik hediye ederek gönlünü alır, dedim. Onun üzerine Alman,

                    Bu adam, dört tane kadını nasıl idare ediyor? Ne yer, ne içer, hayret doğrusu? deyince, ben de,

                    Kendisine sor, demiş bulundum. Onun üzerine adam sizin peşinizde dolaşmaya başladı, diye sözünü bitirdi.

Doktor Hanımın bu şakasına ben pek gülemedim ama, bir otobüs dolusu insan kahkahalarla güldü.

NİCE’DE MEVLANA

Sene 1973, bizim hanımın öğretmen arkadaşları, bir Avrupa gezisi düzenlemişler. Geziyi düzenleyenler ve geziye gidenlerin tümü öğretmen ve eşleriydi. Oldukça samimi bir topluluk oluşturuyorduk. Çoğumuzun ilk Avrupa’ya çıkış gezisi olacaktı. Her birimizin merak ettiği yerler ve merak ettiği şeyler vardı. Bu arada alış veriş meraklısı olan hanımlar da vardı. Ben en çok hastaneleri merak ediyordum. Bizden ne gibi üstünlükleri olduğunu görmek istiyordum. İngilizce ve Fransızca tıp kitapları da almak istiyordum. O zamanlar Türkiye’de bazı şeyler bulunmuyordu. Elektronik aletler, kürkler, en çok özlenen ve istenen şeylerdi. Bu nedenlerle, bir çok şey ısmarlayanlar oluyordu. Dışarıya çıkarken, yüz dolardan fazla çıkarmak yasaktı. Ama, bütün hanımların Pamuk Bankı ( Südyen içi ) dolar doluydu. Benim için en önemli siparişlerden biri, kayın biraderin küçük kızının istediği, bir “ Ağlayan bebek “ idi.

Gezi programı düzenlenirken, sıra ile geçeceğimiz devletler ve kalacağımız şehirler saptanmıştı. Bulgaristan ( Sofya ) – Yogoslavya ( Zagrep ) - İtalya ( Venedik - Roma ) – Fransa ( Nice ) – İspanya

( Barselona ) – Fransa ( Paris ) – İngiltere ( Londra ) – Belçika ( Amsterdam ) – Almanya ( Münih ) – Avusturya ( Viyana ) –

Macaristan ( Buda Peşte ) – Yogaslavya ( Niş ) – Bulgaristan - Türkiye olarak düzenlenmişti. Gittiğimiz yerlerden bazılarında bir gece, bazılarında üç gün kaldığımız oluyordu. Bir gece ya da iki gece otelde, bir gece otobüste

geçirmek üzere paradan ekonomi yapılıyordu. O zaman demir perde ülkelerinden olan, Bulgaristan ve Yogoslavya izlenimlerimiz, halimize şükretmemize vesile oldu.

Venedik enteresan bir şehir. Denizin üzerine kurulmuş adacıklardan oluşmuş, evler arasında kanallar ve o kanallarda lağım kokusu ile gezilen bir şehirdi. Ama, tarihsel ve sanatsal açıdan önem taşıyan yüzlerce saray ve ev bulunan bir şehir. Yüzlerce kanaldan en büyüğü Canale Grande, gondollarla gezen turistlerin gözdesiydi. San Marko Meydanı, dünyanın en ünlü meydanlarındandı. Doğu tarafında, San Marko bazilikası ve 67 m. Yüksekliğinde bir çan kulesi vardı ki görülmeye değerdi. Roma ve Papalık, insanı şaşkınlıklar içinde bırakan muazzam şehirler.

Bir gecelik yolculuktan sonra Fransa’ya girdik ve sabahın kör vaktinde Nice şehrine vardık. Otele yerleştikten sonra, hanımla birlikte el ele tutuşarak gezmeye çıktık. Yanımdan geçen genç bir adama, oyuncakçı dükkanı sordum. Benim kırık dökük Fransızcam işe yaramaya başlamıştı. Adamcağızın gösterdiği yerde geniş vitrinli bir oyuncakçı dükkanı vardı. Vitrinler her türlü oyuncaklarla doluydu. İçeri girdik. Bir bankın arkasında iki hanım tezgahtar bizi karşıladılar. Her ikisi de kırk yaşından fazla görünüyorlardı. Birisi yanımıza geldi ve sordu,

                                      Nasıl yardım edebilirim?

     Bir ağlayan bebek istiyoruz.

Kadın benim Fransızca kelimeleri çiğnememden, yabancı oldu-

ğumuzu anladı. Kadınlar birbirlerine baktılar ve sonra bizleri tepeden tırnağa gözden geçirdiler. Önümüzde duran kadın, önce eşime dikkatlice baktı ve tezgahtaki kadına dönerek, fısıltılı bir sesle,

                                 Güzel kadın değil mi? Dedi ve sonra benim fötr şapkama ve bıyıklarıma baktı ve sordu.

Hangi millettensiniz, Bulgar mısınız?

Eşimle ikimiz birbirimize hayretle baktık. Neden Bulgar gibi göründüğümüzü de anlayamadık. Ben hemen düzelttim,

Hayır ! biz Türk’üz.

Her iki kadının yüzlerinde hayretle karışık bir sevinç aydınlığı belirdi.

Türkiye’nin hangi şehrinden geliyorsunuz?

Ankara’dan.

Kadın o kadar sevindi ki tarif edemem. Önce hanımın elini sıktı sonra benimkini ve ne kadar ağlayan bebek varsa hepsini önümüze yığdılar. Sonra anlatmaya başladılar.

                                 Biz ikimiz geçen sene tatilimiz sırasında, Türkiye’ye gittik. Konya’da Mevlana’yı ziyaret ettik ve çok etkilendik. Dönüşte Ankara yakınındaki Gordiyon’u da gördük. Gerçekten harika yerlerdi. Bu sene tekrar  gitmek istiyoruz.

Birden başını kaldırarak bana sordu.

                                 Siz de Mevlana’ya gittiniz mi, Gordiyon’u gördünüz mü? Kendimizden utanmadık desem yalan olur. Biz ne Mevlana’yı gör-

müştük ne de Gordiyon’u. İkisini de görmemiştik. Adamlar ta Fransa’dan kalkıp gelmişler, Mevlana’yı ziyaret edip, Gordiyon’u gezmişler, biz Ankara’dan kalkıp yanımızdaki bu yerleri görmemiştik. Artık yalan söylemek farz olmuştu.

                                 Tabi gördük. Mevlana harika bir insan. Peygamber gibi. Gordiyon da görülmeye değer.

Sonra beğendiğimiz bebeğin fiyatını sordum. Elini dudaklarına götürerek “ Sus” işareti yaptı ve telefona gitti. Bir numara çevirdikten sonra konuştu. “ Ne kadar ıskonto yapalım” dediğini anladım. Bize gereken indirimi de yaptılar. Parasını ödedik, kapıya kadar bizi uğurladılar. Bizim hanım çok duygulandı. Bana döndü.

                                 Söyle şu hanımlara, Türkiye’ye gelirlerse, onları Ankara’da misafir edelim.

Hemen tercüme ettim. Buna da çok sevindiler ve teşekkür ettiler. Ben nihayet kapıdan çıkarken,

Adieu ! ( Elveda ) deyince, ikisi de itiraz ettiler.

                                 Hayır, hayır Mösyö! Aurevoir ! (Tekrar görüşelim) dediler. Ama bir daha görüşemedik.

FAHRİYE ABLA

Fahriye Abla adını verdiğimiz Hemşire Hanımın, önemli bir korkusu vardı. Bana sorarsanız, herkesin bir korkusu vardır. Abartılmadığı sürece çok kez yararlı da olabilir. Abartılan ve bilinçaltına taşınan korkuların pek çoğu, genelde eski bir kötü deneyime dayanmaktadır. Bazılarının kaynağı da çocukluk günlerine kadar uzanmaktadır.

Karanlıktan korkmak, kapalı yerden, asansörden, yükseklikten, denizden, soğukta, Pislikten, mikroptan, köpekten korkmak gibi ve daha pek çok şeyden kaynaklanan korkular sayılabilir.

Hastanemizin Asabiye kliniği ile aynı katta çalışıyorduk. Hemşirelerimiz, gündüz çalışmalarında ve gece nöbetlerinde, birbirlerine yardım ederler, iki kliniğin doktorları da aynı dinlenme odasını paylaşırlardı. Bir gün, Asabiye kliniğine bir hemşire tayin edilerek geldi, adı Fahriye idi. Fahriye Hemşire hanım, ufak tefek, güler yüzlü ve hareketli bir hanımdı. Yaptığı işi hem çabuk, hem de en iyi biçimde yapıyordu. Bence bu, taktir edilecek en önemli bir özelliktir. Arkadaşlarına ve doktorlara karşı çok samimi, candan ama, oldukça mesafeli idi. Kocasının çok kıskanç olduğunu öğrendiğimiz zaman, durumu anladık. Candan ve içten davranışları nedeniyle, meşhur “Fahriye Abla” şiirini anımsattığı için,”Fahriye Abla” diye takılmaya başladık. Önce, şaşırıp yadırgamasına karşın, zamanla o da alıştı ve benimsedi. Böylece adı “Fahriye Abla” kaldı.

Bir sabah, hastanenin en alt katında ve hastane eczanesinin yanındaki hasta asansörünün önünde, Fahriye Abla ile karşılaştım. Ben de hastanede yaptığımız, gece nöbetinden yenice çıkmıştım ve oldukça yorgundum. Asansörün gelmesini yalnız ikimiz bekli-

yorduk. Başka kimse yoktu. Elindeki ilaç sepeti, ağzına kadar ilaçlarla doluydu. Ben gülümseyerek sordum,

–Yardım ister misin, Fahriye Abla?

–Rica ederim, gereği yok efendim, diye yanıtladı.

Asansör geldiği zaman, biraz çekingen bir tavırla, kendisini  zorlayarak içeri girdiğini sezdim. Ben kocasının kıskançlığını anımsadığı için bu tavrı takındığını düşünmüştüm. İkimiz de içeri girdik. Asansörü yukarı doğru hareket ettirdim ve sırtımı dayayarak gözlerimi kapadım. Bir gece önceki nöbetin uykusuzluğunu ve yorgunluğunu atmaya çalışıyordum. Nöbet çok yoğun ve hareketli geçmişti. Akşama kadar da çalışmak zorundaydım. Asansörün hareketinin verdiği duygu ve çıkardığı sesle birlikte, katlar arasından geçerken, işitilen insan sesleri ve sabah koşuşturmalarını dinliyordum. Birden asansör zınk diye durdu. Gözlerimi açtım, ortalık zifiri karanlıktı. ”Ah !” diye bir feryatla, hemşire hanımın yere düşerken çıkardığı sesle irkildim. İlaç sepetinin yere düşerken çıkardığı sesi ve ilaç kutularının yere dağılmasıyla çıkan sesleri duydum. Asansörün tabanından, hemşire hanımın iniltisi geliyordu. Önce ne olduğunu anlayamadım. Gözlerim karanlığa alışmaya başlayınca, asansörün kapısını açtım, üst taraftan hafif bir ışık geliyordu. Elektriklerin kesildiğini ve ikinci kat ile üçüncü kat arasında kaldığımızı anladım.

Yere baktığım zaman, hemşire hanımın yerde yattığını alaca karanlıkta, hayal meyal gördüm. Bir iki ilaç kutusuna basarak yaklaştım ve seslendim.

–Hemşire hanım!

Elime rastlayan kolundan tuttum. İnleyen bir sesle konuştu.

–Allah’ım sen yardım et !

–Hemşire hanım nasılsınız, bir yeriniz acıyor mu?

–Bilmiyorum, bacaklarıma bakın, lütfen Doktor bey, kırık var mı?. İki elimle dizlerini ve ayaklarını, ayak bileklerine kadar, kabaca muayene ettim, kırık yoktu.

–Kırık yok hemşire hanım.

–Çok şükür, diye yanıtladı.

Hemşire hanımın bu durumunu bir türlü anlayamıyordum. “Acaba küçük bir sara nöbeti mi geçirdi” diye düşünürken sordum,

–Bir şeyiniz yok, size ne oldu, Hemşire hanım?,

–Şimdi biraz daha iyiyim, yanıtını verdi.

Doğrultup oturttum ve bu kez ağlamaya başladı. “İşte bir bu eksikti” diye içimden hayıflandım. Biraz gayret etmesini söyleyerek, hastaların oturması için konulmuş olan bankın üzerine oturmasına yardım ettim. Asansörün kapısına gittim ve yukarı katı dinledim, ses yoktu. Aşağı katta, Kadın-Doğum kliniğinin ameliyat hanesi önünden sesler geliyordu. Kapıya hızlıca ve üst üste vurarak, aşağı kata doğru bağırdım.

–İmdat ! asansörde kaldık!.

Aşağıdan bir kadın sesiyle, yanıt geldi. Sanırım hemşire hanımlardan biri seslendi.

–Genel elektrik arızası.

Hastanenin acil durum jeneratörü vardı ama, ancak ameliyat haneleri aydınlatabilecek güçteydi. Beklemekten başka çaremiz yoktu. Sonra, hemşire hanımın neden bu duruma düştüğünü tekrar düşünmeye ve merak etmeye başladım. Asansörün birden durması, insanı yere düşürecek kadar, denge bozukluğu yaratacak güçte değildi. Bir süre sonra elektrikler yandı ve asansör hareket edip üçüncü katta durdu.

Yeniden hareket etmemesi için, asansörün kapısını hemen açtım. Servise doğru seslendim.

–Hemşire Hanımlar!

Hemşire hanımlardan iki tanesi koşarak geldiler ve ilaç kutularını sepete koydular. Birisi Fahriye hemşire hanımın koluna girdi. Ama o, bir taraftan burnunu çekerek ve bir taraftan da içini çekerek ağlamasını sürdürüyor, diğer taraftan da kendine çeki düzen vermeye çalışıyordu. Saçları dağılmış, üst baş toz içinde, sanki bir mücadeleden, bir boğuşma ve bir karşı koymadan çıkmış gibiydi.

Hemşire hanımlar beni suçlayan bakışlarla, sanki “Bunu sizden ummazdık” der gibi kuşkuyla bana baktılar. Bu hiç aklıma gelmemişti ve şimdi ağlamak sırası bana gelmişti. Kendi kendime,”Şimdi de sen ağla oğlum !”diye aklımdan geçti. Hemşire hanımlardan biri,

–Kız sana ne oldu Fahriye, bu ne perişanlık?,

–Sorma kardeş, ben asansörden çok korkarım. Hemşire  okulundayken, bindiğimiz asansör yere çakıldı, üç arkadaşın bacakları kırıldı, bana bir şey olmadı ama, korkusu kaldı, dedi. Sonra, sinirle karışık gülümsedi ve burnunu çekerek ekledi,

–Doktor bey sağ olsun, yardım etti. Yalnız olsaydım daha çok korkardım.

Hemşire hanımların bakışları derhal değişti. Çatık kaşlar düzeldi, bakışlar değişti ve bana gülümseyerek baktılar. Berat etmiştim, derin bir nefes aldım ve doktor odasına girdim. “Ne oldu” diye sordular, ne diyebilirdim.

–Fahriye ablayla birlikte bir sıkıntıdır atlattık, verilmiş sadakamız varmış, dedim.

Gerçekten de verilmiş sadakam varmış diyebilirim. Fahriye hemşire hanım eğer, ters bir şey söyleseydi, çam çırası gibi yanmıştım. Bizim hanıma bir türlü gerçeği anlatamazdım.

ŞEF YARDIMCISI SINAVI

Başasistanlık süresi olan üç sene bitince, Ankara’ya çok uzak olmayan bir ilin Devlet Hastanesine, Çocuk Sağlığı ve Çocuk Hastalıkları Uzmanı olarak, beni tayin ettiler. Evde herkes, eşim, ciddi ve kararlı bir tavırla karşıma dikildi.

                                  Senin Ankara’da kalman gerekiyor. Senin tek başına oraya gitmene  de razı değilim. Çocukları da burada tek başlarına bırakamayız. Sağ-sol davasından ortalık karışık, her gün insanlar ölüyor. Bunları sen de biliyorsun. Ankara’da kalmaya öyle koşullanmış ki, bir felaketle karşılaşmışlar gibi, eve bir matem havası çöktü. Belki biraz da haklılar. Çocukların üç tanesi Üniversitede, bir tanesi de lisede öğrenci. Eşim de, öğretmenlik yaptığı okuldan memnundu. O akşam

Beni de bir düşüncedir aldı. Eşim, bir anne ve bir eş olarak, doğru düşünüyor ve doğru söylüyordu.

–Ankara’da kalmak için ya istifa etmeliyim ya da Şef Yardımcısı olmak için sınava girip kazanmalıyım. Bu iki biçim de kolay değil.

–Ne yaparsan yap! Burada kalmamız gerektiğini sen de görüyorsun herhalde.

Önce,Sağlık Bakanlığına gittim. Geçici olarak bir süre, Ankara’da kalmak için bir formül bulduk. Birkaç gün sonra da, bizim için

iyi bir rastlantı olarak, Şef Yardımcılığı sınavı açıldığını öğrendim. Mecburen sınava girecektim. Sınavı kazanmak için üç koşulda kazanmak gerekiyordu.

1- Bilimsel bir yayın yapmış olmak,

2-                                 Tercüme edebilecek kadar bilim dillerinden birini bilmek ( İngilizce, Fransızca,İtalyanca,Almanca,Rusça gibi),

3-   Bilimsel sınavı kazanmak.

Bilimsel bir yayın olarak, ”Çocuk ve Tedavi “ diye yazdığım ve yayınlanmış bir kitabım vardı. Bilim dili olarak da Fransız Kültürden aldığım sertifikam da hazırdı. Geriye bilimsel sınavı kazanmak ve onun için çalışmak kalıyordu. Bu durumda benim sınavı kazanmak olasılığım oldukça yüksekti.

Sınava girince, Jüri üyeleri önce, yabancı dil sınavı yapıyorlardı. Ama, İngilizce Tıp kitaplarının çokluğu nedeniyle, ben de zorunlu olarak, biraz İngilizce öğrenmiştim. Tıp kitaplarını okuyup tercüme edebiliyordum ama, telaffuzum felaketti.

Bilimsel Sınava hazırlanmak için, çocukları kayın biradere teslim ederek, Gönen Kaplıcalarına gittik. Yirmi günlük çalışma kampı çok iyi geçti ve çok iyi hazırlandım. Rakibim olan doktoru da çok iyi tanıyordum. Sınav günü önce rakibim olan doktoru sınava aldılar. O çıktıktan sonra ben girdim. Sınavı yapan Jüri üyelerinin hepsi benim yaşımda doktorlardı. İçlerinden biri de benim sınıf arkadaşımdı. Önce kişisel ve ailem konusunda sorular sordular. Son-

ra, yazdığım kitap konusunda sorular geldi. Bana sorarsanız çok olumlu bir hava esiyordu. Sonra, İngilizce bir tıp kitabını önüme koydular,

      Oku ve tercüme et,dediler.

İki satır okumuştum ki, jüri üyelerinden biri isyan etti.

–Böyle İngilizce mi olur, Allah aşkına! Diye yüksek sesle bağırdı. O zamana kadar hiç sesi çıkmayan arkadaşım ayağa kalktı,

                                  Beyler, Doktor Bey benim sınıf arkadaşımdır. Leyli Tıp Talebe Yurdunda  altı sene beraber okuduk. Ben kendisini çok iyi tanırım. Onun Fransızca’sı daha iyidir. Dosyasında Fransız Kültürün sertifikası da var. Biraz Kürtçe ve biraz Farsça da bilir. O İngilizce’yi Fransızca gibi okur, İngilizce olarak anlar ve Türkçe olarak tercüme eder, deyince bir kahkaha koptu. Sorulan çeşitli sorularla sınav, bir sohbete dönüştü. Böylece Şef Yardımcısı oldum.

AKILLI DOKTOR

Pek çok doktor, muayenehane açmayı hayal eder. Muayenehanenin kendisine özgü çok keyifli tarafları vardır ama, sorumlulukları da vardır. Örneğin; bir sene, yaz tatilinden mecburen bir gün geç gelmiştim. Kapıya astığım kağıdın üzerine bir hastamın sahibi, şöyle yazmıştı. “ Doktor bey, sözünde durmadın “.

Çocuk doktorları, çocuğun hem hastalıklarından, hem de sağlıklı yaşamasından ve beslenmesinden sorumlu oldukları için, değişik bir çalışma tarzı uygularlar. Çocukları yeterince sevmeyen, başarılı bir çocuk doktoru olamaz.. Titiz bir anneye düşerseniz, vay halinize! Saatte bir telefon başındasınız. Annelik duygusu nedeniyle, ilaç çocuğun boğazından geçer geçmez, neden hemen iyi olmadığını sorar. Size gelen her hasta, sizi geceleyin evine de çağırma hakkına sahip demektir. Bunu da unutmayalım.

Hastaların kayıtlarını gerektiği kadar iyi tutmazsanız çok sıkıntı çekersiniz. Onları izlemekte zorlanırsınız. Eskiden çekilen kayıt sıkıntıları şimdi, bilgisayar sayesinde, kolayca hal edildi. Her çocuk için, soy adı yerine, kendi küçük adına bilgisayarda bir sayfa açarak, kayıt yapmak bana daha kolay geldi. Bu arada ilginç olaylar da başıma geldi.

Bir gün enteresan bir telefon aldım.

                                 Doktor bey! Ben Haymanadan telefon ediyorum. Bundan iki ay önce benim torunum Ahmet’i muayene etmiştiniz. Dediğiniz gibi ilaçlarını iki tertip kullandık. Şimdilik çok iyi. Yine kullanacak mıyız? Bana söyler misiniz.

Hemen bilgisayarı açtım ve Ahmet adındaki haymanalı çocuğu buldum. Dedesi Halim efendi getirmiş. Çocuk 7 yaşında tipik bir asthım bronchiale hastası. İlaçlarını sürekli kullanmak ve tavsiyelere uymak zorunda. Beden Eğitimi dersine girmesinde sakınca olabileceğini düşünerek rapor da yazmışım.

–Tamam Halim efendi! Ahmet’in ilaçlarını sürekli kullanacaksınız. Bunu sana söyledim ama unutmuşsun. Bu hastalık “ Nefes darlığı” adı ile de anılır. Çok kez tamamen geçmez. Bazılarında akıl baliğ olunca geçtiği oluyor. Okulda öğretmenine söyle. Beden Eğitimi dersinde çocuğu sıkmasınlar. Rapor yazdım ya! Ona göre hareket etsinler. Ahmet’in babası nasıl? Nefes darlığı devam ediyor mu?

                             Şimdilik iyi. Dedi ama, sesinde bir tedirginlik bir şaşkınlık belirtisi vardı. Konuşmayı bitirmek için sordum.

–Başka soracağın bir şey daha var mı, Halim efendi?

                                   Valla ne diyeyim doktor bey! Şaşırdım kaldım. Sen ne kadar akıllı bir doktorsun. Bu kadar şeyi nasıl aklında tutuyor sun? Bir türlü anlayamadım. Dedi.

AŞK VE ÖZEL SEKTÖR

Sağlık Bakanlığının emri üzerine, bir aylık geçici görevle, doğu illerinden birinin Devlet Hastanesinde görevlendirilmiştim. On beş sene önce orada senelerce çalışmıştım. Benim için hiç de yabancı bir yer değildi. Gerçekte o hastanenin yapımında ben, Sağlık Müdür Vekili olarak büyük sıkıntılar çekmiştim. Tayinim çıkıp ayrılacağım zaman, yarı şaka yarı ciddi, ” Şu hastanenin o kadar kahrını çektim de bir gece yatmak nasip olmadı” diye hayıflanmıştım. Allah’ın hikmeti, keşke başka bir dua da bulunsaydım. “Sen misin ya kulum bunu isteyen, al şimdi bir ay yat bakalım” diyen bir ses duyar gibiyim. Yaz olsaydı kuşkusuz daha iyi olacaktı. Çevreyi gezer eski günleri anar, eski dostları tekrar görürdüm. Kışın ortasında şimdi, hapis hayatı yaşayacaktım. Benim gibi geçici görevle İzmir’den gelen operatör arkadaşla pencereden bakıyor, manzarayı seyrediyorduk.

    Ne kar yahu! diye söyleniyordu.

Gerçekten de görülmeye değer bir manzaraydı. Ortalık yoğun yağan kar yüzünden, hafifçe kararmış, alaca karanlık olmuştu. Her bir kar tanesi, ağaçtan düşen bir yaprak gibi, sağ sola sallanarak, adeta dans eder gibi yere doğru düşüyordu. Ben de ona takılıyordum.

–Ne olacak İzmirli muhallebi çocuğu. İzmir de ne kadar kar görülür ki. Dua et Sağlık Bakanlığına, sana bu manzarayı gösterdi.

Biraz ekşimiş bir yüzle ve kinayeli bir şekilde,

–Allah razı olsun, demekle yetindi.

Akşam yemeğinde kuru fasulye, pilav ve üzüm hoşafı vardı. Kışın ortası. Nasıl bir yemek listesi yapılabilir ki. Yemeklerimizi iştahla yerken, fasulyenin fazilet ve kabahatlerinden bahsederek gülüştük. Yemekten sonra hasta bakıcı hanımın getirdiği demli çayları içtik. Ama, çaylar pek fayda etmedi, yine de bizim Operatör uyuklamaya, şekerleme yapmaya başladı. Ben, onu biraz da üzerek uyarmak istedim.

–Şimdi bir mide perforasyonu (Mide delinmesi) gelirse görürsün gününü. Hemen kızgınlıkla karşılık verdi.

–Sana da inşallah bir menenjitli gelir de sabaha kadar uğraşırsın. Aradan çok zaman geçmeden Hemşire Hanım içeri girdi ve doğru bana geldi.

                                   Uzak bir ilçeden bir Şeker Koması getirdiler. Doktor Zeki Bey ile birlikte Hemşire Leyla Hanım da gelmiş.

Ne hikmetse, bütün belalı hastalar gece gelir, doğacak çocuklar sabaha kadar annenin karnında beklerler, sonra sabah ezanı okunurken doğarlar. Operatör arkadaşa döndüm ve acı bir gülümseme ile,

–Bet duan tuttu, artık kınaları yakarsın, ha menenjit, ha şeker koması ne fark eder?.

O da, iki elini yumruk yapıp üst üste vurarak, bütün içtenliğiyle birkaç “ Oh “çekti.

Hastanın bulunduğu acil hasta kabul odasına girdiğim zaman,

şeker hastalarına özel, koyu bir Aseton kokusuyla karşılaştım. Doktor Zeki Bey ve Hemşire Leyla Hanımla ve de Ambulans Şoförü ile selamlaştım

ve hal hatır sordum. Sonra, getirdikleri hasta konusunda bilgiler aldım ve onları gönderdim. Hemşire Hanımla birlikte muayene ettik. Hastanın koluna Zeki Beyin taktırmış olduğu serumu tazeledik.

Parmak ucundan ve kolundan tetkikler için kan aldık ve kilosuna göre Ensülin hesaplayıp yaptık. Diğer hastaları rahatsız etmemek için tek kişilik bir odaya yatırdık. Hemşire Hanımı hastanın başında bıraktım,

–Serum bitince lütfen beni çağır, diyerek doktor odasına döndüm. Doktor Zeki Bey ve Hemşire Leyla Hanım yemeklerini yemişler ve masanın etrafına oturmuşlar çaylarını içiyorlardı. Operatör arkadaşla koyu bir sohbete dalmışlardı. Masanın bir kenarına da ben oturarak dinlemeye başladım. Doktor Zeki Bey, Rusya’daki Sosyalizmden, Marksizm’in öneminden, Stalin’in idare ve dehasından ağzı sulanarak söz ediyor, Leyla Hanım da aynı hararetle arada bir söze karışıyordu. Rusya da ki devletçiliğin, halkçılığın ve demokrasinin (Nasıl demokrasi ise?) faydalarını sıralarken, halkın yararına çalışmalardan söz ediyor ve Türkiye de ki Özel Sektör girişimlerini yerden yere vuruyordu. Bütün özel çalışanları halk düşmanı, hırsız sayıyordu.

Düşündüm ki bunlar, bütün komünistler gibi, Komünizmin adını Sosyalizm olarak yumuşatmaya çalışıyorlardı. Anladığıma göre de, yedi aydır birlikte ve aynı yerde çalışmal-

arına karşın, hastaları tercüman aracılığı ile muayene ediyorlardı. İkisinin arada bir göz göze gelerek aşkla bakıştıklarının da farkına vardım. Onların sözlerinin bittiği yerde bir sessizlik oldu ve ben de tam o sırada araya girdim. İşin tatlı tarafından başlamak için, pattadanak sordum.

–Görüyorum ki birbirinizi seviyorsunuz, aşk beklemeye gelmez, ne zaman evleniyorsunuz?.

Önce, şaşırmış gibi durakladılar. Birbirlerine dönüp gülümseyerek baktılar ve iki si aynı anda,

–Biz evlenmek gibi bir formaliteye önem vermiyoruz, dediler. “Bu da Sosyalizmin bir gereği her halde” dedim, kendi kendime. Ayrıca, memuriyetle bağdaşmayacağını bilmeleri gerektiğini de anlattım. Sonra Zeki Beye döndüm,

      Bak Doktor Bey!. Ben bu ilde, on beş sene önce, dört buçuk yıl Hükümet tabipliği ve Sağlık Müdürlüğü yaptım, muayenehanem de vardı. Bir bakıma özel sektörlük yaptım. Halkla yüz yüze anlaşmak, hem onlara hem de kendime yararlı olabilmek için, bir ay içinde, hasta muayene edecek ve anlaşacak kadar Kürtçe öğrendim. Hem onlara yararlı oldum, hem de kendime. Sen ise yedi aydır tercümanla konuşuyorsun. Acaba hangimiz daha halkçıyız?. İşte Özel Sektörün bir farkı da bu ! dedim.

ATATÜRK'Ü ÇALDILAR

Türkiye, 1970 senesinden başlayarak, git gide artan bir kargaşanın içine düşmüştü. 1980 Askeri Hareketi oluncaya kadar politik kavgalar yanında, sokak kavgaları da sürdü. Politikacıların, " Bir damla kan, bir damla göz yaşı dökülmedi "dediği günlerde, her gün insanlar  birbirlerini öldürüyordu. Bazı günlerde 15-20 kişinin öldüğü oluyor ve ölenler de kim vurdu ya gidiyordu. Herkes uyanık olmak zorundaydı.

Nöbetçi Şefi olarak, nöbette kaldığım o günlerde, hastanenin selameti için bazı önlemleri öncelikle alırdım. Akşam yemeği verildikten sonra bütün hastaneyi dolaşır, bütün nöbetçi doktor ve hemşirelerle konuşurdum. Bir sıkıntıları olursa, bana rahatça gelmelerini söyler, güvence verirdim. Alt kat Pencereleri kapattırırdım. Hastanenin iki kapısı vardı. Erzak gelen kapıyı kilitletirdim. Ön giriş kapısını da emniyete alırdım.

Baş tabibimiz, Atatürk'ün Koca Tepe de çekilmiş meşhur fotoğrafını, bir reklam panosu biçiminde yaptırmıştı. Etrafını elektrik ampulleri ile süsleyip ışıklandırınca, gayet güzel bir heykel gibi olmuştu. Kurtuluş Savaşında ve son taarruz öncesinde çekilmiş resim olması, olumlu çağrışımlara neden oluyordu. Hastanenin kapısından giren herkes önce Atatürk ile karşılaşıyordu.

Atatürk'ün panosunun yeni geldiği günlerden birinde, ben Nöbetçi Şefi olmuştum. Nöbetçi olduğum zamanlar yaptığım her şeyi o akşam da yaptım. Hastanenin güvenliği için bütün önlemleri

aldırdım. Gece yarısına yakın bir zamanda, hastane nöbetçi memuru Hilmi efendi, koşarak ve telaşla odama geldi. Bir feryat ile koltuğa yığıldı.

  Atatürk’ü çaldılar doktor bey, Mahvolduk!

Çok korktuğu belliydi. Anlaşılan kendisini sorumlu tutuyor ve korkuyordu. Ben de şaşırmıştım ama, bir problemi çözmek için önce sakin olarak düşünmek gerektiğini de öğrenmiştim. Paniğe kapılmamak gerekti. Yanına gittim.

                                  – Sakin ol Hilmi efendi! Beraberce gidip bakalım. Bir çare düşünürüz elbette. Dedim.

Yüzüme baktı. Benim sakin halimi görünce o da rahatladı. Birlikte olay yerine vardık. Atatürk panosu fişinden çıkarılmış ve götürülmüştü. Kapıda duran bekçiye sordum,

  Atatürk panosunu götürmüşler, haberin var mı?

  Hayır efendim! Ama buradan geçmedi.

Düşünüyordum; pano, adam boyuna yakın büyüklükte. Pencereden çıkaramazlar. Kliniklere de götüremezler. Bir tane kapı olduğuna göre, hastanenin içinde bir yerlerde olması gerekir. Hemen ikinci kapı olan erzak kapısına yürüdüm. Kilitli olduğuna göre, oradan da çıkamazlardı. Gerçekten de pano erzak kapısının iç tarafında duruyordu. Çıkarıp götürmenin olanaksız olduğunu anlayınca, oraya bırakıp gitmişlerdi.

Bunu rapor defterine yazmadan önce Baş Tabibe haber vermeliydim. Belki yazılmasını istemezdi. Hemen telefona sarılarak haber verdim.

  Alo, iyi akşamlar efendim.

Yarı uykulu, endişeli bir sesle yanıt geldi.

      İyi akşamlar! Hayırdır inşallah!

                                   Efendim, densizin biri, Atatürk panosunu sökmüş, götürmek istemiş. Erzak kapısının orada bırakmak zorunda kalmış.

Polise haber verdiniz mi? Diye heyecanla sordu.

Hayır efendim. Önce sizi haber veriyorum.

Çok iyi! Şimdi geliyorum. Beni bekleyin.

Çok kısa bir süre sonra da telaşla geldi. Durumu yerinde gördükten sonra rahatladı ve oturup konuştuk. Durum değerlendirmesi yaptık. “Götürülen basit bir pano değildi. Bir Atatürk panosuydu. Panoyu götürmek isteyenin bir amacı olmalıydı. Belki Baş Tabibi kötü duruma düşürmek isteyenlerden biriydi. Belki de kargaşa çıkarmak isteyenlerden biriydi. Medyanın da diline düştük mü, yandık demekti”. Baş Tabibi teselli etmek istedim,

   Üzülmeyin efendim, Atatürk sağ salim elimizde.

                                   Ucuz kurtulduk! Yoksa, “ Atatürk’ün bir panosuna bile sahip çıkamadılar” diye etmediklerini bırakmazlardı. Dedi.

BAŞ MÜFETTİŞ

Sağlık Bakanlığının yapısında, “Teftiş Kurulu Başkanlığı “ adı ile bir kuruluş vardır. Doktorlardan isteyen ve durumu uygun olan kişileri, bir süre eğittikten sonra, teşkilatı denetlemek ve şikayetleri tetkik etmek gibi görevlerde kullanırlardı. Doktorlardan bu görevi isteyenler azalınca, zorunlu olarak, başka fakülte mezunlarından, sınavla, müfettiş adayı almaya başladılar. Gerçekte her mesleğin kendine mahsus özellikleri ve uygulamaları olduğunu hepimiz biliriz. Doktorluğun ise, diğer mesleklere, diğer memuriyetlere hiç benzemediğini, çok daha değişik özellikleri olduğunu, bu tür müfettişlere anlatmak mümkün olmadı. İktisadi ve Ticari İlimler akademisi, İktisat Fakültesi ya da Hukuk Fakültesi gibi fakültelerden mezun olanları, doktoru teftişe göndermek, tavuk altına ördek yumurtasını kuluçkaya yatırmak gibi bir şey oldu. Ne ördek yavruları memnun kaldı ne de kuluçka tavuk.

Bu müfettişlerden biri, beni teftişe geldi. Benim yaşımda, uyumlu görünüşte, kibar bir zattı. Gelişinden hiç tedirgin olmadım. Çünkü çok deneyimli bir sağlık memurum vardı. Ben de oldukça deneyimli bir doktor olmuştum. Baş Tabiplik odasını ona hazırladık. İstediği evrakları getiriyorlar ve istediği açıklamayı kendisine yapıyorlardı. Müfettiş  beyin geldiği ilk gece, beni iki kez acil vaka için, Sağlık Merkezine çağırdılar. Zaten her gece bir-iki kez çağırırlardı. Çağırmadıkları gece çok azdır. Sabahın erken bir saatında da, tekrar geldim. İçeride yatan hastalara da baktım. Sonra muayenehaneye bir hastam için gittim ve ancak saat 9.30 da me-

saiye gelebildim. Henüz bir hastayı muayene etmiştim ve reçete yazıyordum ki, hasta bakıcılardan biri yanıma geldi,

  Müfettiş bey sizi çağırıyor, dedi.

Hasta ile biraz meşgul olduktan sonra yanına gittim. Biraz sinirli bir sesle,

–Nerede kaldınız, sizi bekliyordum.

–Bir hastayı muayene ediyordum, ancak  gelebildim. Bu sözüm üzerine daha da sinirlendi ve sesini yükseltti.

–Mesaiye her gün, saat 9.30 da mı geliyorsunuz? dedi.

Bu sorunun bence yanıtı kolaydı. Tek doktor için her an mesai vardı.

–Gece iki kez ve sabahleyin de bir kez, hastalara bakmak için sağlık merkezine geldim. Ama siz o saatlerde uyuyordunuz, haberiniz olmadı, dedim. O daha çok sinirlendi.

–Bundan sonra saat 8.30 da mesaiye başlayacaksınız!.

Bu emir bana fazla geldi. Zaten uykusuz ve yorgundum. Daha önce hiç yapmadığım şeyi yaptım. Açtım ağzımı yumdum gözümü.

–Kabahat sizde değil, sizi müfettiş yapanlarda. İktisadi İlimler Mektebinden mezun olan, doktorun halinden mesaisinden ne anlar. Bence sizin gibiler ancak “ Ayniyat müfettişi” olabilirsiniz, dedim ve odadan çıktım, işimin başına döndüm. Biraz sonra hademelerden biri yanıma geldi,

                                  Müfettiş bey gidiyormuş, istasyona kadar gidebilmesi için sağlık merkezinin jip’ini vermenizi rica ediyor.

Bu sözler beni hem şaşırttı, hem de söylediklerime pişman ettirdi. Daha sonra, bu sözlerim yüzünden bana disiplin cezası olarak bir                                     “ İhtar” cezası verdiler.

Aradan seneler geçti. Sağlık Bakanlığının bir öğretim hastanesinde, Öğretim Üyesi Uzman doktor ve Şef Yardımcısı olarak görev yapıyordum. Bir gün bir problemimizin çözümü için, Teftiş Kurulu Başkanlığına şefimiz ile birlikte gitmemiz gerekti. Şefimiz muhterem bir hanım efendi idi. Ben kendisine, “Profesör Hoca Hanım” diye seslenirdim. Bilgisi, dostluğu ve arkadaşlığıyla hepimizin gönlünü fethetmişti. Teftiş Kurulu Başkanlığına telefon ederek randevu aldık ve gittik. Sekreter hanım, önce telefonla içeriye haber verdi. Sonra ayağa kalkarak önümüze düştü ve Başkanın kapısını açtı, bizleri içeri aldı.

Başkanla karşılaştığım zaman, “Ben bu adamı bir yerden tanıyorum ama nereden?” diye aklımdan geçti. Onun da saçları, şakaklarından başlayarak ağarmaya başlamıştı. O da bana dikkatle bakıyor, sanırım aynı soruyu o da kendine soruyordu. Sonra biz problemimizi anlattık. Biraz dalgın ve düşünceli olarak bizi dinledi. Birden uykudan uyanır gibi hafifçe başını silkeledi,

      Bir haftada hallederim, merak etmeyin, dedi.

Sanırım aynı zamanda jetonlarımız düştü. Hemen ayağa kalktı, başının üzerindeki raftan bir dosya çıkardı ve yüzüme bakarak masanın üzerine koydu. Dosyanın üzerinde benim adım yazılıydı. O

anda düşündüm ki, benim “Ayniyat Müfettişi olabilirsiniz” sözlerim onu çok etkilemiş ve incitmişti. İçime tarif edilmez bir sıkıntı, bir üzüntü çöktü. Bir insanı üzmüş olmayı kendime yakıştıramadım. Yoksa bana kimse bir şey yapamazdı. Ayağa kalktım ve saygı ifadesi olarak önümü ilikledim, gözlerinin içine baktım ve gülümsedim. Sonra elimi uzattım ve en hazin sesimle konuştum,

–Özür dilerim, o zamanlar ikimiz de çok gençtik.

O da gülümseyerek elimi sıktı ve yüzü aydınlandı. Bir sıkıntıdan kurtulmuş gibiydi.

–Evet haklısın! İkimiz de çok gençtik. Şimdi kahvelerimizi içelim. Dedi. Şefimiz Profesör Hoca Hanım şaşırmış bir durumda bizlere bakıp kalmıştı. Sonra dayanamadı, ortaya bir soru attı.

–Siz birbirinizi tanıyorsunuz her halde, Baş Müfettiş Bey hemen yanıtladı,

  Hem de nasıl.

İNTİKAM

Hemşire Yıldız hanım, kliniğin en çalışkan ve en dürüst hemşirelerinden biriydi. Mesul hemşire olarak görevlendirdikten sonra, bir çok konuda rahat etmiştik. “Laborant Salih beyle birlikte çıkmaya başladılar”diye bir dedi kodu çıkınca, ben memnun oldum. Sonra evlenmeleri de hepimizi çok sevindirdi. Salih bey, Sağlık Koleji mezunu, işinde dikkatli ve özenliydi. Acil serviste çalışıyordu ve bazen bizim işimiz çok olduğu zamanlar yardıma da gelirdi. Ben her gördüğümde,

–Salih bey, tohuma kaçacaksın, bu kadar güzel kız içinden bir tanesini beğenemedin mi? O da yanıt olarak,

–Kısmetimi bekliyorum, der gülerdi.

Evlenmelerinin ikinci haftasında aralarının bozulduğunu söylediler. Sekreter Nuri efendi, üzüntülü bir biçimde,

–Biliyor musunuz hocam,Yıldız hemşire hanım, kocasından ayrılıp hemşire lojmanına taşınmış.

–Hoppala, bu da nereden çıktı şimdi. Bana Salih beyi bul ve hemen gönder dedim.

O gün Yıldız hemşire hanım izinliydi ve ondan bir şey öğrenemezdim. Öğle yemeğinden sonra, Salih bey odama geldi. Pek süklüm püklüm bir hali vardı. Suçluluk duygusu içinde ezilmiş gibiydi ve bu da yüzünden okunuyordu. Onu ve kendimi rahatlandırmak için,

–Otur, hoş geldin, birer Neskafe içelim,dedim.

Kahveleri hazırlamaya başladım. Sonra karşılıklı oturduk, bir ta-

raftan kahvelerimizi içiyor bir taraftan da düşünüyorduk. Başımı kaldırdım, Salih Beyin gözlerinin içine baktım,

–Anlat bakalım, on beş günde Yıldız gibi bir kızı evden nasıl kaçırdın?

Huzursuzlaşıp yerinde kıpırdadı, yüzüme “Sen de mi?” der gibi baktı,

–Hiçbir kabahatim yok hocam, beni dinlemedi, benimle konuşmadı. Şöyle bir yüzüme baktı ve koşarak gitti. Ben de size gelip yardım isteyecektim.

Bir an düşündüm. Olayı etraflıca bilirsem ancak yardım edebilirdim.

–Madem kabahatim yok diyorsun, olayı baştan sona bir anlat ki kabahatin kimde olduğunu bileyim ve sana yardım edeyim, dedim. Yutkundu, kafasını kaldırıp önce yüzüme baktı, sonra pencereden uzaklara doğru baktı anlatmaya başladı.

–Memlekette evimize bitişik komşumuzun Sabahat isminde bir kızı vardı. O ortaokulun üçüncü sınıfındayken ben Sağlık Kolejinin son sınıfındaydım. Önce bana kendi derslerinden bir şeyler sormak bahanesiyle geldi. Geldi ama aklı hep başka yerdeydi. Benim de aklım başka yerlere gitti ama, çekindim ve uslu durdum. İkinci gelişinde, bana iyice sokuldu, dizlerini dizlerime dayadı, başını omzuma dayar gibi yaptı. Terinin kokusu başımı döndürdü ve dayanamadım sarılıp öptüm. O da bana istekle sarıldı ve böylece sevişmeyi başladık. Bizim evde kimse olmazsa, o bize geliyordu. Onların evinde kimse olmazsa ben onlara gidiyordum. Gözlerin-

deki pırıltı ruhumu aydınlatıyordu, nefesi içimi ısıtıyordu. Öyle candan sarılmaları ve öyle bir kendini sunuş tarzı vardı ki, hala unutamıyorum. Kısa bir süre sonra, okul bitince evlenmeye karar verdik. Bir gün anneme sordum,

–Sabahati nasıl buluyorsun anne ?

Sert bir tepki gösterdi. Kararlı bir biçimde kestirip attı.

–Mektup yazmadık oğlan bırakmadı, böyle şıllık gelin istemem!.

Ben ise ondan vaz geçemeyecek durumda, derin duygular içindeydim. Biraz nazlanarak ısrar ettim.                                                                          –Ne olursun anneciğim, bir kez daha düşün!.

–Madem çok istiyorsun, annesiyle bir konuşayım, dedi. Birkaç gün sonra yanıt geldi. Annesi,

–Kız isterse, ben memnun olurum,demiş ama babası,

–Ben memura kız vermem, iki gün sonra çekip gidecek, üç kuruş maaşa da kızımı talim ettirecek, demiş.

–Sonra, kızı dayısının yanına göndererek buluşmamızı engellediler. Daha sonra okul zamanı geldi ve iletişimimiz koptu. Bir süre Sabahat’in etkisinden kurtulamadım ve o yüzden başkasıyla evlenmeyi düşünmedim. Yıldız hemşireyi çok beğeniyordum. Bazı halleri bana Sabahati hatırlatıyordu. Geçen ay annemden mektup geldi. Sabahati babası, zengin bir tüccarla evlendirmiş. Sabahatten on beş yaş büyükmüş ve ikinci evliliğiymiş. Onun üzerine ben de hemen Yıldız hemşireyi takibe aldım. Özel hayatını inceledim ve bir gün, “Çıkma” teklif ettim ve daha sonra da evlenme teklif ettim.

O da bunu bekliyormuş, kabul etti ve bildiğiniz gibi evlendik. Birlikte hayatımızın en mutlu günlerini yaşıyorduk. dedi.

Sonra, derin bir nefes aldı, ”Nasıl söylesem” der gibi yüzüme baktı ve tekrar anlatmayı sürdürdü.

–Evvelki gün Yıldız ile hastanenin karşısındaki pasta hanede buluşarak, alış verişe çıkacaktık. Ben pasta haneye gidince, birden Sabahati karşı masalardan birinde tek başına otururken gördüm, yüreğim hopladı ve yanına gittim. Beni görünce çok şaşırdı. Gezmek için gelmiş ve bir arkadaşı ile buluşacakmış. Karşılıklı oturarak eski günlerden konuştuk ve eski günlerin hayaline daldık. Bir süre sonra birden değişti,

–Beni bir dul herifle evlenmeye mecbur ettin, hem de benden on beş yaş büyük, diyerek sitem etti. Ben olanları, annesinin ve babasının söylediklerini anlattımsa da tatmin olmadı. Biraz ağladıktan sonra,

–Ben gidiyorum, son bir kez sana sarılabilir miyim?dedi. Birbirimize sarıldık ve o yanaklarımdan öptü ve gitti. Beş dakika sonra Yıldız gülerek geldi. “İyi ki biraz önce gelmedi”diye içimden geçirmiştim ki,Yıldız önce yüzüme baktı ve birden gülen yüzü öfkeye dönüştü.

Rengi değişti ve öfkeyle yüzüme bağırdı.

–Yeni sevgilin mübarek olsun, Allah senin cezanı versin! Dedi ve gitti.

Ben şaşkınlıkla dikilip kaldım. Ne olup bittiğini anlamış değildim. Sonra garson, elinde bir ayna ile bana doğru geldi ve aynayı elime verdi. Alay eden bir sesle ve biraz da acıyarak fısıldadı,

–Yüzüne bak, başına geleni anlarsın, iki kadını birden idare etmek o kadar kolay değil.

Aynaya bakınca büsbütün şaşırdım. Yüzümün sağ yanağında, dudakla mühürlenmiş bir ruj izi vardı. Hemen eve gittim ama Yıldız evden ayrılmıştı. Haber gönderdim,

– Gözüme görünmesin, demiş.

–Yemin ederim ki böyle oldu, dedi.

Gerçekten ilginç bir intikam alma biçimiydi. Eski sevgili Sabahat hanım, çok etkili bir biçimde intikamını almıştı.

–Bak Salih bey! Görünüşte Yıldız haklı ama, gerçekte de sen haklısın. Ben Yıldız hemşire hanımı, seninle konuşmaya ikna ederim. Sen de olayı olduğu gibi anlat. Ama sakın ha, seviştiklerinizi filan anlatma ! dedim.

Karşılıklı olarak gülüştük. Birden canlandı ve keyiflendi. Elime sarılıp teşekkür etti ve gitti. Ertesi günü sabahleyin Yıldız hemşire hanım odama geldi, neşeliydi ve elinde bir fincan Türk kahvesi vardı ve gülerek,                                                          

Hocam! Kadın intikamını nasıl aldı ama? dedi.

DENEYİMİN DEĞERİ

Tıp Fakültesinde kliniğe başladığımız ilk gün, hocamızın söylediği şu sözü hiçbir zaman unutmadım. “Hekimlik bir usta çırak meselesidir” demişti. Bu sözler deneyimin değerini anlatıyordu. Kitaplar her şeyi söyleyemiyor ve anlatamıyorlardı. Nasıl yapıldığını kesinlikle görmeniz ve dahası, sizin de yapmanız gerekiyordu. Yalnız kitapları okumak ve onları öğrenmekle doktor olamayacağımızı vurgulamak istemişti.

Aradan seneler geçti. Fakülte bitti, pratisyenlik dönemi bitti, asistanlık dönemi de bitti ve “Hocalık Dönemi” başladı. Ben yeni gelen asistanlara öncelikle şunu söylerdim.

–Siz yeni sınavlardan çıkarak geldiniz. Teorik olarak çok şeyler biliyorsunuz. Eğer bunları bilmek yeterli olsaydı, burada dört sene çalışmanıza, tez hazırlayıp sınava girmenize gerek yoktu. Hekimlikte bilgi kadar deneyim de önemlidir. İşte siz bunu öğrenmek için buraya geldiniz. Benden bunu öğreneceksiniz.

Bir gün Çocuk Kliniği asistanlarımızdan Dr. Gülçin hanım odama geldi ve kendisine verilen yeni hastayı muayene edemediğini söyledi. Daha önce böyle bir şey hiç olmamıştı. Başasistanımız da izinli olduğu için,

                            Kıdemli asistanla birlikte muayene edin, diyerek kitabımı okumaya devam ettim. Biraz sonra kıdemli asistanla birlikte geldiler ve hasta çocuğu muayene edemediklerini söylediler. Hayretle sordum.

                            Bu çocuk kaç yaşında?. Birbirlerinin yüzüne baktıktan sonra,

  Altı yaşında efendim.

Yerimden kalktım, biraz da sinirlenmiştim. “ Olacak şey değil “ diye düşünüyordum.

  Bu nasıl şey ?. Allah Allah !. Gidelim de görelim.

Birlikte yürüdük. Anlattıklarına göre, yanına yaklaşanı tekmeliyor ve ısırmak istiyormuş. Nihayet hastanın yatırıldığı lüks odaya vardık.

Odaya girince gördüğüm manzara oldukça ilginçti. Altı yaşlarında kadar güzel bir erkek çocuk, karyolanın üzerinde ayakta durmuş, elleri kalçalarında, iki kulplu bir testisi gibi duruyor, etrafa meydan okuyan bir yüz ifadesiyle, gözlerini kızgınlıkla açmış bakıyordu. Avukat olduğunu öğrendiğimiz anne ve babası ile birlikte, anneannesi ve büyük babası da yanındaydı. Bizim bütün asistanlarımız da durmuşlar hayretle çocuğa bakıyorlardı. Önce hasta yakınlarına güler yüzle yaklaştım,

                            Hoş geldiniz, siz hiç merak etmeyin, ben bu işi tatlılıkla hal ederim. Yalnız sizlerin dışarı çıkmanız gerekiyor,dedim.

Asistanlar dışında herkesi dışarı çıkardım. Ufaklık bu işe biraz şaşırdı ama fiyakasını da bozmadı. Karyolanın ayak ucuna yaklaştım,

  Senin adın ne arkadaş?.

Öfkeyle bakmakta devam ederek hiçbir yanıt vermedi. Bizim asistanlara doğru döndüm, bir gözümü kırparak,

                            Görüyorsunuz bu çocuğun dili yok, konuşamıyor, çok yazık. Çocuk şöyle bir etrafına baktı, biraz tereddüt ettikten sonra bana bakarak dilini çıkardı. Ben sanki çok şaşırmışım gibi bir tavır takınarak,

                            Aaa! Dili varmış, ama demek ki adını bilmiyor, diyerek alay eder gibi güldüm.

Kaşlarını çatarak kızgınlık belirtileri gösterdi. Önüne baktı, sonra etrafına baktı ve gözlerini bana dikerek,

– Muzaffer, dedi.

İletişim kurduğumuza göre işin zor kısmını başarmıştım. Gülümsedim,

                            Aferin sana! Hem güzel hem de çok akıllı bir çocukmuş. Asistanlara dönerek,

                            Muzaffer adı hem kızlara hem de oğlanlara veriliyor, öyle değil mi?. Sonra çocuğa dönerek,

                            Söyle bakalım, sen kız mısın, oğlan mısın ? Bu kez hiç nazlanmadı diklenerek hemen yanıtladı,

  Oğlanım.

                            İnanmam, kıza benziyorsun, bakabilir miyim?, dedim. Gözlerimle külotunu işaret ettim. Kalçasını ve pipisini ileri çıkardı, başını biraz eğdi ve külotuna doğru baktı,

  Bak ! dedi.

Ben de hiç vakit kaybetmeden hemen yanına gittim, külotunu indirerek pipisini elimle tuttum, şaşırmış gibi yaparak,

  Gerçekten oğlanmış, deyince hep birlikte güldük.

Artık yüz göz olmuştuk. Bir de koltuk altını gıdıkladım. Keyifle kıvranarak güldü ve ondan sonra ne sorduysam yanıtladı. Muayene olmayı ikili bir oyuna çevirdikten sonra muayene etmek çok kolay oldu. Sonra da asistanlara doğru döndüm.

                            Gördüğünüz gibi, çocuğa çocuk gibi yaklaşmak gerekir. Hekimlik bir usta-çırak işidir. Kitapların yazamadığı çok şeyler vardır. İşte benden bunları öğreneceksiniz, dedim.

İÇKİNİN ADABI

Alkolün zararlı olduğunu savunanlarla yararlı olduğunu savununlar arasında, orta bir yol bulmak gerektiği kanısındayım. Çok içildiği zaman kişinin hem bedenine, hem de saygınlığına zarar verdiğini hepimiz biliriz. “ İçki, kişinin, kişilik göstergesinin mihenk taşıdır” diyenlere de hak vermek gerekir. Az ve kararında içildiği zaman da sofraya muhabbet ve kişilere kaynaşma sağladığı da bir gerçektir.

Ankara da yaşayanların çoğu eski “Körfez “ lokantasını bilirler. Genellikle entel takımının takıldığı bir yerdi. Devamlı müşterisi çoktu. Fiyatlar uygun, yemekler nefisti. Garsonlar halden anlar, hizmette kusur etmezlerdi. İşleticisi, hem iş bilir ve hem de hatırşinas bir kimseydi.

Baş Asistanlık dönemimde bir gün, servisteki erkek asistanlar, birlikte bir akşam yemeği yemek konusunda çok ısrar ettiler. Hatta onlar gidilecek yeri bile ayarlamışlar.

                           Körfez lokantasına gidelim, sekiz kişilik yer ayırttık, dediler. Onların birbirleriyle ve benimle kaynaşmalarına yardımcı olacağını düşündüm. Bu lokantanın adını duymuştum ama o zamana tadar hiç gitmemiştim.

                           Bir şartım var. Hesabı ben vereceğim. Herkes istediğini yiyip içecek. İçkileri ben ayarlayacağım. Kimse benim önerdiğimden çok içmeyecek. Tamam mı?

                          Efendim, hesabı siz verdikten sonra, bu koşullara nasıl hayır diyebiliriz ki, diyerek gülüştüler.

Cumartesi günü akşamı saat 7.30 da lokantada buluşmak üzere anlaştık. Lokantaya gittiğim zaman, hepsi gelmişti ve masada beni bekliyorlardı.Bana ayrılan masanın başındaki yere oturdum. Bize hizmet edecek garsonu çağırdım.

                          Bak efendi, patron benim. Şu parayı al, iyi hizmet görürsem, bu kadar daha bahşiş vereceğim. ( Bu çok etkili bir yöntemdir,her-

kese tavsiye ederim.) Hesabı da ben vereceğim. Herkese istediği yiyecekleri getireceksin. Yalnız, rakı içenlere yarım şişe küçük rakı, şarap isteyenlere bir şişe Buzbağ şarabı, bira isteyenlere ikişer şişe Tekel birası vereceksin. Daha fazla yok. Sonra asistanlara döndüm,

                          Bakın çocuklar! İçki içmenin bir yöntemi, bir adabı olduğunu hepiniz bilirsiniz. Bunun azı karar, çoğu zarardır. Yararlıdır demiyorum. Bir topluma ya da bir toplantıya gittiğiniz zaman, bir kadeh içki ya da meyve suyu elinize alarak dolaşın. Sarhoş olursanız, eski saygınlığınıza dönemezsiniz. Yanınızda kız arkadaşınız varken sakın sarhoş olmayın. Konferans verecekseniz, biliniz ki alkol, hafızayı bloke eder. Alkol utanma duygularınızı kaldırır. İstediğinizi söyleyemezsiniz. Bazen de söylemek istemediğiniz şeyleri söylersiniz. Söz ağızdan çıktıktan sonra da onu geri alamazsınız.

Yemekler ve içkiler gelince, kadehler “Şerefe” temennisiyle kalktı. Bir muhabbet meclisi oluştu. İçten konuşmalar yapıldı. Hastane çalışmalarından kişisel çatışmalara kadar her konuda konuşuldu ve fikir alış verişinde bulunuldu. Herkes çakır keyif oldu ve birbirine sarıldı.

İstediğim kaynaşma olmuştu. Ben de onların hocası olmak değil, ağabeyi olmak istiyordum. Zaten onların her birinden 5-10 yaş büyüktüm. Hiçbir aşırılık olmadan masadan birlikte kalktık. Yalnız Dr. Mehmet Bey çok sarhoş oldu. Herkes aynı miktar içtiğine göre, nasıl olduğunu hiç birimiz anlamadık.

Ertesi günü, öğleye doğru Dr. Mehmet Bey oğlumuz odama geldi ve izin istedi.

                          Çok başım ağrıyor, midem bulanıyor hocam, ayakta duracak halim yok, izninizi rica edeceğim.

                          Mehmet bey oğlum, herkes aynı miktar içki içti. Sen niye çok sarhoş olup rahatsızlandın? Alkole allerjin mi var?

                          Efendim bütün kabahat bende. Tuvalete gittiğim zaman, mutfakta iki kadeh fazladan içtim. O bana çok geldi sanırım. Büyük sözü tutmamanın cezasını çekiyorum. Ama bundan sonra, içki içmenin yöntemine ve adabına dikkat edeceğim, dedi.

 

MANDA SÜTÜ

Hastane poliklinikleri, sabahtan öğleye kadar olan saatlerde, her zaman kalabalık olur. Öğleden sonra azalır, bazen sabah gelenlerin tetkiklerini incelemek, öğleden sonraya kalır. Bir gün, öğleden sonra, asistanlardan biri odama bir hasta getirdi.

  Efendim, biz bu kişiyle anlaşamıyoruz.

  Peki, ben bakarım, dedim.

Uzun boylu iri bir adam, kucağında iskelet haline dönüşmüş, ağlarken bile sesi çıkmayan, ağlarken yalnız ağzını açıp kapatan, bir bebek.

Bebeği muayene masasına yatırdık ve sordum,

  Bunun annesi nerede, annesi yok mu?.

Çünkü, annesi olmayan bir çocuk ancak bu duruma düşebilirdi. Adam yüzüme şaşırmış gibi baktı, yüzünü ekşitti. Sonra kendisini toparladı,

                           Annesi dışarıdadır. Gençtir, onun aklı bir şeye ermez, ben dedesiyim, bana söyleyin.

  Olmaz, annesiyle konuşmak isterim, dedim.

Kapıyı açtı, birisine eli ile “Gel” işareti yaptı ve içeriye genç bir kadın girdi. On sekiz yaşında ancak vardı. Siyah saçları, oyalı yazmasının dışına taşmıştı. Osmanlı lirasından yapılmış küpeleri açıkta sallanıyordu. Önümde durdu ve yan gözle, muayene masasında yatmakta olan bebeğini üzüntüyle süzdü. Sonra bana soran ve yalvaran gözlerle baktı.

  Hanım kızım, bu bebek kaç aylık?. Senin sütün olmadı mı?,

                          Efendim, bebeğim bir buçuk aylık. Bebek dünyaya gelince hastalandım, sütüm birkaç gün kadar ancak oldu. Sonra kesildi. Biraz sulandırıp hayvan sütü verelim dedim. Köydeki yaşlı kadınlar,

                           Hayvan sütleri bebeğe dokunur, ishal yapar, dediler. Hayvan sütü verdirmediler. Nişasta ve pirinç unu ile mama yapıp yedirdik. Birkaç kez, çocuğuna meme veren kadınlara yalvardım ve birkaç kez onlardan süt emdirttim. Daha sonra onlar,

                           Süt kardeşi olurlar, meme veremem. Dediler ve meme vermek istemediler ve de vermediler. Doktora götürmek istedim ama, evdeki büyükler,

–Kırk günün dolmadan hastaneye gidemezsin, dediler. Ancak gelebildik. Şimdi de doktorlar hastaneye yatıralım diyorlar, Ağa Babam da olmaz diyor. Artık siz bilirsiniz, diyerek sustu.

Ağlamamak için kendini zor tutuyordu.

Gördüğüm kadarıyla, çok kez karşılaştığımız, bilinçsiz bir beslenme sorunu önüme gelmişti. Çocuğu dikkatle muayene ettim. Henüz beslenme sorunundan başka bir hastalığı olmayan bir erkek bebekti. Düşüncemi şöyle söyledim.

                           Eğer, benim dediklerimi yaparsanız ve tekrar kontrole getirirseniz, yatırmadan da iyi olabilir.

Yan tarafımda ayakta duran ve beni dikkatle izleyen, dedeye baktım. Dede, biraz da öfkeli bir sesle konuştu.

–Öbür doktorlar gibi “İnek sütü vereceksiniz” dersen, olmaz!!. Benim ahırımda iki tane sağılır camız ( Manda) varken, komşulardan inek sütü isteyemem. İnek sütüne benzer mamaları ise hiç alamam. Ancak manda sütü içirebilirim, dedi.

Anneyi ve dedeyi birer koltuğa oturttum ve düşünmeye başladım. Bizim, “Anne sütüne benzetme” programımız, inek sütü esas alınarak yapılıyordu. Keçi sütü için de bir program yapabilirdim ama, manda sütünün yağ-protein-karbonhidrat yapısını bilmiyordum. Böyle bir şey de başıma gelmemişti. Hastane kitaplığında

bulacağımı ümit ederek, hemşire hanımı çağırdım. Bebeğe, yapay anne sütü mamalarından hazırlayıp yeterli miktarda, biberonla vermesini ve yazdığım vitamin ve diğer iğneleri yapmasını rica ettim ve kitaplığa koştum. Yarım saate yakın bir araştırma sonunda, ABD de yayınlanan “ The Pediatric Clinics of North America” dergisi April 1985 Nutrition yayınında buldum. Manda sütü dahil, at, eşek, inek ve bütün evcil hayvanların anne sütü yapıları vardı. Ortalama manda sütü,  % 4 protein, % 5.3 yağ içeriyordu. Bir buçuk aylık bir süt çocuğu için gerekli ve manda sütü ile yapılması zorunlu bir program hazırlayıp yazdım. Bu programa göre, 30-90 gün arasında ki süt çocuklarında, 2/3 manda sütü, 3-4 saat aralıklı olarak, günde 5 kez, verilebiliyordu.

Anneye dönerek,

  Kızım sen okula gittin mi?.

  İlkokulu bitirdim doktor bey.

                          Tamam öyleyse. Burada yazdıklarımı dikkatlice okuyup aynen yapacaksın. İshal ve kusma olursa hemen bana getireceksiniz. Her şey normal olsa bile, bir hafta ya da on gün sonra kontrol için tekrar getireceksiniz. Başka ilaçlar yazacağım. İnşallah bebeğin iyi olacak, dedim.

On beş gün sonra getirdiler. Hayret edilecek bir şey. Çocuk ümidimin üstünde kendini toplamıştı. Bu durum bana hem mutluluk ve hem cesaret verdi. Benzer koşullar içinde çaresiz kalan anneleri düşündüm. Ertesi günden başlayarak çalışmaya başladım. Doktor oğlumun da yardımıyla “ Çocuk ve Beslenme “ diye bir kitap yazdık. Kısa sürede satıldı. Bütün annelere saygılar sunarım.

MESAİ SAATİ BİTMİŞ

1970’ li yılların sonlarına doğru Türkiye düzensiz ve belirsiz bir ortamın içine girmişti. Sanki herkes ne yaptığını bilmez bir durumda, bir düşünce karmaşası içine itilmişti. Bir ortanın solu ve solculuk sözü ortalıkta dolaşıyordu ama, gerçek anlamıyla bilgilenen ve ilgilenen yoktu. Herkes işine geldiği gibi kullanmak istiyordu. Onların karşısına da sağcı denenler çıktı ve iş çığırından çıktı. Türkiye’nin iç dengeleri yerlerinden çıkmış, politikacılar her ne bahasına olursa olsun, iktidarı kazanma derdine düşmüşlerdi. Parti ve dernek yararları,vatan ve millet yararlarının önüne geçmişti. Bütün kurumlar iki cepheye bölünmüşler, gizlice çatışıyorlarsa da, açıkça ve silahla çatışmaları an meselesiydi. 1960 Ana Yasasından yararlanan bozguncular ve bazı sendikalar öyle bir işçi- memur ayrımı oluşturdular ki, işçinin Belediye Başkanından  ve şoförün müdüründen daha çok maaş aldığı yerler yarattılar. İş ahlakı askıya alınmış, bütün kuruluşlarda olduğu gibi, hastanede çalışan işçi statüsündeki hademelere söz geçiremez olmuştuk. Memurlar işçi olmaya özenmeye başlamışlardı.Kimsenin de bu durumu düzeltmeye gücü yetmiyordu.

Baş asistan olarak çalıştığım günlerden biriydi. Akşam vizitinde hastaları dolaştıktan sonra, hastaneden çıkmaya hazırlanıyordum. Kararlaştığımız gibi kızlarımdan biri beni almaya gelmişti. Birlikte gidip alış veriş yapacaktık. O sırada bir hasta çocuk getirdiler. Annesi başında ağlıyordu. Hemşire hanımla birlikte muaye-

ne masasına götürdük. Çocukta bütün menenjit bulguları açıkça görülmekteydi.

                             Hemşire hanım, ponksiyon yapalım, dedim. (Omur ilikten sıvı alma). Annesini dışarı çıkardık. Hemşire hanım ponksiyon takımını ve steril tüpleri getirdi, çocuğu uygun duruma getirdi ve sıkıca tuttu. Ponksiyon iğnesini gerekli omur kemikleri arasından soktum, akan sıvıdan 3 cm kadar bir tüpe aldım. Bu Bakteri laboratuarına ve biyokimya  laboratuarına gidecekti. 1cm kadar da diğer bir tüpe aldım. Bunun ile de mikroskop altında, iltihap hücrelerini arayacaktım. İçinde 3 cm sıvı olan tüp, vücut sıcaklığında kalarak ve soğumadan bakteriyoloji laboratuarına gitmesi gerekiyordu. Soğursa, içinde bulunması  olası mikroplar ölebilirler ve onlar üreyemedikleri için de ne olduklarını bilemezdik. Tam o sırada hademelerden biri, tesadüf olarak odaya girince, sevindim.

                             Salih Efendi, seni Allah gönderdi. Şu tüpü soğumadan Bakteri laboratuarına hemen götür, dedim. Yanıt,

  Götüremem efendim. Benim mesaim bitti.

                             Salih Efendi, bu önemli bir durum, bunda mesai düşünülmez. Yani ben mi götüreyim?

     Kim götürürse götürsün,

Odadan çıkıp gitti. Tepemden kaynar sular indi ama o anda yapacak başka bir şey yoktu. Hemşire hanımın çocukla ilgilenmesi gerekiyordu ve yapacağı başka önemli işleri vardı, onu gönderemezdim. Elimde tüple odadan dışarı çıktım. Dışarıda da kimsecik-

ler yoktu. Biz hastayla uğraşırken, gerçekten mesai bitmiş, herkes gitmiş ve yalnız bizler kalmıştık. Elimdeki tüpü koşarak laboratuara götürdüm. Tekrar yukarı çıktım. Çocuğun gereken ilk tedavilerini yaptırıp, tedavi programını yazdım. Sonra kızımla birlikte alış veriş yapmak üzere yola koyulduk.

Ertesi gün hasta açılmıştı ve annesi sevinerek gülümsüyordu. Bir gün önce olanları, şefimize söyledim. Baş Tabip Ağabeyimiz lütfettiler de işçinin ancak yerini değiştirdiler. Belki onun da yapacak başka bir şeyi yoktu. Hâlbuki biz, gece yarıları, bir telefonla yataklarımızdan kalkıp hastaneye kadar geliyor ve saatlerce hastaların başında kalıyorduk. Bir gün de hiçbir Doktor, “ Benim mesaim bitti” demiyordu. Onlar biliyorlardı ki, insan hayatı söz konusu olunca, hiçbir mazeret, hele mesai süresi gibi bir konu düşünülemezdi. Ne acıdır ki, o günlerde, emrimizde çalışan işçiler memurlardan ve hademeler doktorlardan daha değerli duruma gelmişlerdi. Allah o günleri bir daha göstermesin.

TOKAT ROTASYONU

Birçok hastalıklar için, uzman bir doktora gereksim duyulmayabilir. Ama bazı konularda, uzman bir doktorun kesinlikle gerekli olduğunu bu seyahatimde tekrar gördüm.

Sağlık Bakanlığının emriyle bir ay süreli olarak, Tokat Devlet Hastanesinde çalışmak kaydıyla görevlendirildim. Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı olarak çalışacaktım. Önceki rotasyonda olduğu gibi yalnız değil, eşimle birlikte gitmek ve oraları birlikte görmek istiyordum. Çocuklar kendi başlarına kalabilecek durumdaydılar.

Ayrıca, aynı apartmanda oturan kayın biraderim de yardımcı olacaktı. Hanımı ikna etmek o kadar zor olmadı. Bir bavul bir çanta ile otobüse bindik. El ele tutuşarak birbirimize yaslandık ve 400 km. gitmek üzere yola çıktık. Amasya’yı tarihten, Tokat’ı Turhal Şeker Fabrikası’ndan tanıyorduk. Başka bir bilgimiz yoktu. Görülmeye değer yerler olduklarını, içinde yaşayarak öğrendik.

Hastaneye varınca doğru Baş Tabibin yanına gittik. Görevli olduğumu bildiren Sağlık Bakanlığının yazısı benden önce gelmiş olduğu için, hastanede kalacağım yerim hazırlanmıştı. Bizim planımız, eşimle birlikte iyi bir otele yerleşmekti. Bu konuyu dile getirdim.

–Bize iyi bir otel tavsiye etseniz daha çok memnun olurum. Bu kez Baş Tabip karşı çıktı.

–Öyle şey mi olur? Siz bizim konuğumuz oluyorsunuz. Hastaneler Talimatnamesi müsaittir, birlikte kalabilirsiniz. Sizin için Yazlık Nöbetçi Doktor odasını ayırmıştık.

Bize ayrılan oda, kaloriferli ve banyolu lüks odalardan biriydi. Kış mevsiminde bu bölümün kullanılmasına gerek duyulmuyordu.

Bavulumuzu açıp yerleştik. Hanım dinlenmeye soyundu, bende çalışmak üzere kliniğe çıktım. Bir il merkezinde, serbest çalışan ya da hastanede çalışan bir çocuk doktorunun bulunmaması gerçekten üzücü bir durumdu. Beni gören doktor arkadaşlar çok sevindiler. Gerçekten hastanenin bana ihtiyacı vardı. Çeşitli kliniklerde yatmakta olan çocuk hastaların sorumluluğundan kurtulacaklardı.

İlk gün Hemşire Hanım, bir banka müdürünün benimle görüşmek istediğini söyledi. Hemşire Hanımın söylediğine göre, 6 yaşındaki kızına Lösemi teşhisi konulmuş, Ankara’ya götürmek için genel merkezinden izin almaya çalışıyormuş. “Ankara’dan bir çocuk doktoru hoca geldi “ demişler. Çocuğu benim de muayene etmemi istemiş.

Yanımıza geldiği zaman oldukça üzgün ve telaşlı görünüyordu. Ayağa kalkarak karşıladım. Yer gösterdim,

–Hoş geldiniz! Size nasıl yardım edebilirim?

–Hemşire Hanım anlatmıştır, acaba kızımı bir de siz muayene eder misiniz?

–Çocuğu annesiyle ve yapılmış olan bütün tetkikleriyle birlikte getirin hemen muayene edelim.

–Annesi de çocuk da dışarıdalar. Hemen getiriyorum, dedi ve içeri getirdi.

Anlattığına göre, Çocuk Hastalıkları Uzmanı olmadığı için, Dahiliye Uzmanı bir doktor arkadaş muayene etmiş ve tetkiklerini yaptırmış. Lösemi olabileceği endişesi ile bir de Ankara’ya götür-

mesini önermiş. Annesinin elinden tutarak, biraz da bana korkuyla bakan çocuğun yanına gittim. Saçlarını okşayarak yanaklarından öptüm. Sonra koltuklarından tutarak muayene masasına oturttum.

–Aman ne güzel kız bu böyle. Ne kadar da tatlıymış. Ben ona şimdi bir

şurup yazarım, hemen iyi olur, dedim.

Çocuk bu sözlerimden sonra oldukça rahatladı. Annesine ve babasına doğru gülümseyerek baktı. Önce tetkiklerini gözden geçirdim, sonra çocuğu dikkatle muayene ettim. Dahiliye Uzmanı Doktor korkmakta haklıydı. Büyük insanlara göre, çocuklarda daha sık görülen bir hastalıktı. Hayati tehlikesi, çocuklar için yok denecek kadar azdı. Anne ve babasına doğru döndüm,

–Korkmayın, tehlikeli bir durum yok. Dahiliyeci arkadaş çok güzel düşünmüş ve gerekli  tetkikleri yaptırmış. Bu hastalık bizim, Enfeksiyöz Mononükleoz dediğimiz bir hastalıktır. Acele etmeye gerek yok. Bir hafta daha kalmanızda bir sakınca da görmüyorum. Zaten hastalığın sonuna gelmişsiniz. Bir ilaç yazacağım ve bir hafta sonra tekrar muayene edeceğim. Göreceksiniz hiçbir şeyi kalmayacak.

O kadar çok sevindiler ki, annesinin gözlerinden sevinç göz yaşları geldi. Çocuklarını kucakladılar ve gittiler.

Bu olaydan sonra, hastaneye bir çocuk doktorunun gelmiş olduğu hızla yayılıp duyuldu.

İkinci gün ve ondan sonra ki günler, polikliniğin hasta sayısı altmışa kadar yükseldi. Yatan hasta çocuk sayısı da çoğaldı. Sabah saat 8.30 da, yatan hastalara baktıktan sonra, polikliniğe geçiyor ve saat 16.00 ya kadar çalışıyordum. Bu arada hanım kitap okuyor

ya da Göz Hastalıkları Uzmanı arkadaşın hanımının yanına gidiyordu. Her akşamki programımız belliydi. Hava soğuk olmasına rağmen, yemek vaktine kadar şehirde geziyorduk. Harika tarihi eserler vardı.

Sultan ikinci Abdulhamid’in yaptırmış olduğu saat kulesi, ilk göze çarpanlardandı. O kadar çok cami, medrese, hamam vardı ki gezmekle bitecek gibi değildi. Gök Medresede açılmış olan müze de görülmeye değerdi. Yemek vakti gelince, şehrin meşhur lokantası Cimcim Lokantasına gidiyorduk.

Cimcim lokantası içkili ve bir geniş salondan ibaretti. Aileler için ayrılmış bir balkonu da vardı. Ama gelen hiçbir aile yoktu. Yemekler ve mezeler hem çok çeşitli hem de çok lezzetliydiler. Her akşam yemeklerimizi orada yiyorduk. İlk üç günde, bizim hanımdan başka kadın görmemiştik. Dördüncü günü, iki hanımlı bir topluluğun gelmiş olduğunu gördük. Bizi de selamladılar. Ertesi akşam daha çok kadınlı erkekli gruplar görmeye başladık. Beşinci akşam, ısmarladığımız yemekleri yerken, lokantanın patronu, elinde bir tabak yemekle yanımıza geldi. Karşımızda durdu. Benim yüzüme bakarak,

                                  Doktor Bey! Müsaade ederseniz, Hanımefendiye teşekkürlerimi sunmak istiyorum. Onun sayesinde lokantamıza hanım müşteriler de gelmeye başladılar. Özel yemeğimiz olan bu Pastırmalı Kuru Fasulyeyi, ikramımızdır, lütfen kabul edin. Dedi. Biz de kendisine teşekkür ettik  ve yararlı olduğumuzdan dolayı memnun da olduk. İnsanlarımızın içtenliğiyle, memleketimizin güzellikleriyle, ata yadigarı geleneklerimizle, ne kadar onur duysak azdır.

ÜÇ EKMEK PARASI

Sara,oturduğu arkalıksız iskemlede, şöyle bir geriye kaykılarak belini düzeltti. Oldum olası, iskemlede oturmaktan hoşlanmazdı ama, ne çare. Yün eğirirken, ayakta olmak ya da şimdi olduğu gibi, en azından iskemlede oturmak, işini kolaylaştırıyordu. Tam önünde, eğirilen yünün ucundaki kirmana baktı. Bu kirman onun sihirli aynasıydı. Hani büyücülerin “Kristal küre”si var ya, olayları ya da geleceği gösteren.

İşte onun gibi bir şeydi. Yalnız Sara’nın kirmanı geleceği değil, geçmişi gösteriyordu. Gözlerini dönen kirmana diker, yemek bile yemeden, kendi aleminde yaşar, sanki geçmiş günlerin filmini seyrederdi. Bu arada kirmanlar dolar, boşalır. Yünler biter, yeni yünler gelir ama, o kesintisiz olarak hülyasını ve rüyasını sürdürürdü.

Bir gün kocası için,“Rüstemi vurdular”diye haber verdiler. O zaman sanki, Rüstem’in sırtına bir sumsuk vurmuşlar da, biraz sonra kalkıp gelecekmiş gibi geldi ona. Neredeyse aldırmayacaktı. Ama küçük kızı Hacer gelipte “Babamı öldürdüler” deyince, kafası karmakarışık oldu. Eli böğründe şaşkınlıktan dikilip kalmıştı. Nice sonra felaketi anlar gibi olmuştu. “Şom ağızlı sıska köpek, ağzından hayırlı bir laf çıkmaz ki” diye Hacer’e kızdı ve sıralayıp söylendi. Oldum olası bu kıza sinir oluyordu. “Baş belası” diye söylendi. Bu Hacer’e hamile kaldığı duyulunca, herkes “Bu kez oğlan” demişlerdi. Divitli Hoca da “Bu kez oğlan”demişti. Ama, her ihtimale karşı yine de, muska yazdırıp türbeleri dolaşmıştı. Nedense büyük kızı Gülsüm doğduğu zaman, kız olması bu kadar sıkıntı yaratmamıştı. Rüstem, oğlan olmasını istemişti ama, üzerine varmamıştı. Hatta, teselli bile etmişti.

                     Üzülme gülüm, senin elinde değil,demişti.

Şimdi anlıyordu, neden erkek evlat istediğini. Eğer Gülsüm erkek olsaydı, çifte çubuğa yapışır, en azından askere gidinceye kadar, babasının yokluğunu aratmazdı. Tarlaları sürer, hayvanlara bakardı. Bunlar erkek işiydi. Her ne kadar kayın pederi ve kayın biraderleri, tarlaları ekip biçiyorlarsa da, hayvanlara yetişemediler. Hayvanlar da satıla satıla tükendiler. Yalnız elinde iki dişi keçi kaldı. Onun  biri de bu sene doğurmadı. “Erkeksiz ev” diye iç geçirdi. “Yaşam güvensiz, evler neşesiz, yataklar soğuk, Allah kahretsin bu kan davasını. Rüstem’imden başka sülalede erkek yok mu? Geldiler de onu öldürdüler. Onun kimseyle kavgası da, davası da yoktu ki, kan davası da nereden çıktı?” diye öfkelendi ve gözlerinden yaşlar boşandı. Bir an, acı içinde o günleri yaşadı.  Sonra ,öfkeyle gözlerini etrafa gezdirdi. Şimdi herkese kızıyordu. Bütün akrabalara, kocası olan bütün kadınlara, yetişkin oğlu olan tüm insanlara kızıyordu işte. “Şu büyük kız Gülsüm, keşke erkek olsaydı” diye söylendi. “Ama değil işte “, diye kaşlarını çattı. “Pişirdiği tarhana çorbası bile tatsız tuzsuz. Varsa yavuklusu, yoksa yavuklusu. Evin içinde geziniyor ama, gel de bana sor. Uyuyor mu, uyanık mı belli değil. Kafası hep başka yerlerde. Mektup bekliyor, yavuklusunun askerden dönmesini bekliyor, velhasıl bir beklenti içinde. Kocaya varınca sanki, başı göğe erecek. Ne olacak kız  kısmı baba ocağında misafir oluyor”,diye içinden söylendi. “Keşke misafir olsalardı ?”diye ekledi. “Hiçbir misafir, konuk olduğu  evden bir şeyler götürmez. Hal bu ki Gülsüm, daha şimdiden götüreceği yatak ve yorganları, kilimleri, hatta bakır kapları sayıp döküyordu. Hacer de öyle olacaktı, belki de daha beter”. Sonra yeniden Hacer’e hamile olduğu günlere döndü. Kocası Rüstem’in, usulca karnını ok-

şayarak, ”Oğlan” deyişini, sevgiyle parlayan gözlerini, sıcacık sarılmalarını unutamıyordu. “Sonra ne oldu?, ne olacak, bu Hacer olacak sıska köpek herkesi yalancı çıkardı. Bütün düşleri kırdı attı. Oğlan olsaydı ne olurdu sanki” diye aklından geçirdi. Büyük oğlanı doğuruncaya kadar, seneler boyu ne üzüntüler, ne sıkıntılar çekmişti. Hatta Rüstem’in kardeşleri, oğlan doğuramıyor diye, üstüne kuma getirmeyi bile düşünmüşlerdi. Neyse ki, büyük oğlan doğdu da ortalık duruldu. “Bu sene okula bile gidecek” diye içini çekti. “Karda kışta nasıl gidecek?” diye bir soru geçti aklından, içi sızladı. Okul epey uzaktı.“Hasta olmaz inşallah” dedi. Sonra,”Neden olacakmış?” diye kendi kendine yanıtladı. “Şu eğirdiğim yünden kalın çoraplar örerim, bir de yün şalvar ördüm mü tamamdır. Ya küçük oğlan?, ona da örerim” derken birden aklına geldi. “Ya Hacer” diye sordu kendi kendine. “İnsaf artık, hepsine birden öremem ya. Hem o büyüdü, bu sene okulu da bitirdi” dedi. Ona kalırsa, zaten Hacer’in bir işe yaradığı yoktu. Halbuki bu oğlanlar, evinin direğiydiler. Babalarının kanını arayacaklar, intikamını alacaklardı. Onlar nasıl Rüstem’i öldürmüşlerse, onlardan biri de ölmeliydi. İçinde bir yangın, bir intikam ateşi, her an bütün hızıyla, hiç sönmeden yanıyordu. “Kan davasından vaz geç” deyenleri de şiddetle azarlıyordu. “Ben yandım onlarda yansın” diyordu.

Hacer’e kızmakta kendini haklı görüyordu. Kendisini de Rüstem’i de yalancı çıkarmıştı, erkek değildi. Sanki bir marifetmiş gibi, bir okul bellemiş, sürdürüyordu. Allah biliyor ya, okumasına da yazmasına da kızıyordu. Okumasın evde otursun, kendisine yardım etsin istiyordu. Ama, öyle olmadı. Öğretmen-imam-muhtar bir olup, kızı okula götürdüler. İnat etti, kalem defter almadı, onlar aldılar. Önlük çanta almadı, onlar buldular, buluşturdular aldı-

lar. Sonunda, “Gaz alamam, lamba yakamam “ dedi. Bir teneke gaz yağı gönderdiler. “Ne yapayım bütün köy bu kızdan yana” dedi.

Köylülere de içerliyordu ya neyse. Okumasını nasıl beceriyor bilmiyordu ama, evde hizmet etmesini kesinlikle bilmiyordu. O  mutfağa girdi mi, bir tangırtıdır kopardı ve bütün kap kacak birbirine girerdi. Sonra öfkeyle, ”Ben ona bir hizmet etmesini öğretirim ki, görür gününü” dedi. Birden aklına parlak bir fikir geldi, “Hacer’i hizmetçiliğe vermek”. “Hem üç beş kuruş alırım, hem de boğazından kurtulurum” diye düşündü ve kararını da verdi. “İlkokulu bitirdi, okutmadın diyemezler. Eğer öğretmen okulunun sınavını kazanamazsa tamamdır” dedi.“Ya kazanırsa ?, aman o zaman da def olur gider. Sonra, o kadar çocuğun içinden bu sümsük mü kazanacak?” diye kendini teselli etti.

Yaz günleri oldukça sıkıntısız ve hızlı geçiyordu. Büyük kaynının oğlu Cafer’in izinli geldiğini duymuştu. “Acaba Hacer’i hizmetçiliğe vermekte yardım edebilir miydi”. En iyisi bir kez görüşmekte yarar vardı. Cafer’i çok iyi tanırdı. Sınıf arkadaşıydı. Bir gün birbirlerini görmeseler duramazlardı. Birden eski anılar gözlerinde canlandı. El ele tutuşarak okula gittikleri günleri, saklandıkları samanlıklarda birbirlerine sarıldıkları o tatlı anları, ev ödevlerini Cafer’in nasıl severek yaptığını anımsadı. Öğretmen olduktan sonra Cafer köye gelince, babası onu evlendirmişti. Hatta Cafer’ in kına gecesine giderken, büyük kızı Gülsüm kucağındaydı. Birkaç sene sonra boşandıklarını duymuştu ama, o da bir kaç sene köye gelmedi ve evlendiği de duyulmadı. “Acaba evlenmek için mi köye geldi?” diye düşündü. İçinden ümitle karışık bir tedirginlik geçti. “Evlense de artık köyden almaz” diye karar verdi.

Hacer’i hizmetçiliğe vermek kararını verince, içi rahatlar gibi

oldu. Büyük oğlanla Cafer’e haber vermeyi düşündü. Sonra”Acelesi ne?.Hacer gelsin, kendisi çağırsın, onun işi” dedi. Hazırlık yapmaya koyuldu. Evin önünü özenle süpürdü. Kilimleri silkeledi, minderleri hazırladı, kapının sağ yanına serdi. Aynı, kocası rahmetlik Rüstem’in istediği gibi. “Rahmetli burada oturmasını çok severdi” diyerek iç geçirdi. Gerçekten de, buradan görünen manzara harikaydı. Bu sırada iki serçe, cilveleşerek ve havada alt-üst olarak geldiler ve üst perdeden tatlı cıvıltılar çıkararak hızla, başının üstünden geçtiler. Havada zikzaklar çizerek uzaklaştılar. Arkalarından şöyle bir baktı. “Dünya,sevda üzerine kurulmuş” diyerek içini çekti. Yeniden başka biri ile evlenmesi olanaksızdı. Ne o Rüstem’i unutabilir, ne de kayınları razı olurlardı. Tam o sırada Hacer çıkıp geldi. Sırtındaki odunları gürültüyle yere bıraktı. Omuzlarını ovaladı, belini düzeltti.

                     Anacığım çok acıktım, dedi.

Sara, olanca öfkesiyle,

–Zıkkımın kökü, diye söylendi ve ekledi.

– Fazla laf etme!. Çabuk git Cafer ağabeyini çağır,gelsin!.

Hacer önce, ne yapacağını şaşırdı. Direnmeyi düşündü, hiç olmazsa bir lokma ekmek yeseydi. Annesinin öfkeli haline barktı, hiçbir ümit yoktu. Ekmek derken dayak da yiyebilirdi. Başını öne eğdi, yorgun ve kırgın adımlarla, ayaklarını sürüyerek yola koyuldu.

Cafer ağabeyi ilk kez görecekti. Bir merak dalgası sardı içini, yanıtını arayan bir çok sorular yığıldı kaldı. En çok öğrenmek istediği soru, acaba annesinin söylediği gibi, gerçekten babasına beziyor muydu. Birden içi yandı, bir eziklik düştü yüreğine.

İçinden ağlamak gibi bir duygu geçti. Babasının hayalini anımsamaya çalıştı. Kendisine sarılıp öptüğü anlar, gözünün önünde canlandı. “Ah ! şimdi

sağ olsaydı Allahım ne olurdu, annem bu kadar sinirli olmazdı belki?”diye düşünürken birden, bir grup erkek çıktı karşısına. Şöyle  bir göz gezdirdi, yalnız birisi dışında hepsini tanıyordu. Tanımadığı kişiye bir göz attı. Beyaz gömlek üzerine kravat takmıştı. Kaşları ve bıyıklarıyla tıpkı babasının hayaline benziyordu. Babası önüne inivermiş gibi bir duyguya kapıldı, şaşırdı ve yolun ortasında dikildi kaldı. Hepsi soran gözlerle kendisine bakıyorlardı. Şaşkın ve titrek bir sesle,      – Cafer ağabeyi anam çağırdı. Sonra yere baktı ve kendini toparlamaya çalıştı. Tekrar başını kaldırıp, Cafer ağabeyin yüzüne baktı. Onun da tatlı bir gülümsemeyle kendisine baktığını gördü. Cafer arkadaşlarına döndü,

                                      Sara yengeyi bekletmeyelim,biliyorsunuz çok yamandır,sonra görüşürüz. Hacer’e dönerek,

  Haydi gidelim! dedi.

Toprak yolda yan yana yürümeye başladılar. İkisinin de bozmaktan korktukları bir sessizlik içine girdiler. Sessizliği ikindi ezanını okuyan müezzinin sesi bozdu. Cır cır böceklerinin fon müziğinde, uzaktan gelen köpek havlamaları, keçilerin boynundaki çanların pes perdeden sesleri gibi köy sesleri içinde yürüdüler. Aralarındaki suskunluğu bozmadan, evin önüne vardılar. Sara ayakta onları bekliyordu. “Hey Rabbim, şu Cafer ne kadar da Rüstem’e benziyor”diye içinden geçirdi. “Acaba,Cafer’e benzediği için mi Rüstem ile evlenmeye razı olmuştu?”. Hafifçe silkinerek, “ Saçmalama Sara, şimdi bunları düşünmenin sırası değil?” diyerek kendini azarladı. Ciddi bir tavır takınarak,

                                      Hoş geldin Cafer! deyiverdi. Cafer bir adım öne çıkarak,

  Hoş bulduk”dedi ve dikildi kaldı.

Sara, oturması için eliyle yer minderini gösterdi. Cafer, ayakkabılarını kilimin önünde çıkardıktan sonra, pantolonunu dizlerinin üzerinden yukarı çekerek, bağdaş kurup oturdu ve bekledi. Sara, olduğu yerden Hacer’e döndü,biraz sert bir sesle,

                                      Git, ağabeyine ayran getir, kendi karnını da doyur. Yeniden Cafer’e dönerek,

                                      Bizim halimiz herkesçe malum, sen neler yaptın ve neler yapıyorsun, anlat bakalım, deyip gözlerini Cafer’e dikti. Cafer şöyle bir  kımıldandı. Çocukluk günlerinin kara sevdası olan bu kadının karşısında duyduğu ezikliği üzerinden atmak istiyordu. Onunla karşılaşmaktan, onunla göz göze gelmekten çekiniyordu ve hatta korkuyordu. Onunla karşılaşmamak için, köyden usulca kaçmayı bile planlamıştı. Evet aradan çok uzun zaman geçmişti. İkisi de  evlenmişler sonra ikisi de dul kalmışlardı. Hiçbir şey eskisi gibi olamazdı. Bunu, onun da bilmesi gerekirdi. Ama niçin kendisini çağırtarak şu sıkıntılı durumu yaratmıştı?. Sonra her şeyi oluruna bırakmaya karar verdi ve anlatmaya başladı.

                                   Karım bir türlü şehir hayatına uyum sağlayamadı. Köylerde öğretmenlik yaptığım sürece, pek sorun çıkmadı. Ama, şehre tayin edilince, karım kabuğuna çekildi. Aşağılık duygusu içinde, bütün hanım öğretmenleri, hatta kız öğrencileri bile kıskanmaya başladı.                                                                                 Her gün yeni bir kıskançlık kavgası icat etti. Biraz da bu yüzden, Lise bitirme sınavını verdim ve öğretmenlikten ayrılarak bankaya memur oldum.

Daha az yoruluyor, daha çok kazanıyordum. Bu kez bankadaki kadınları kıskanmaya başladı. Gezmekten eğlenmekten zevk almaz oldu. Her akşam evde kavga hazırdı. Son zamanlarda , dargınlık ve sinirlilik bahanesiyle, yemek bile pişirmi-

yordu. Doktora götürmek istedim, karşı çıktı ve “Ben deli miyim” diye başlayan hakaret dolu sözler söyledikten sonra, her zamanki ağlama nöbetlerinden birinin sonunda da,

                                   Ben senin gibi bir adamla edemeyeceğim, beni babama götür. dedi. Boşanalı seneler geçti. Ama şimdilik evlenmeyi düşünmüyorum. diyerek yaşantısını özetledi.

Sara,üzülmüş gibi başını salladı. Gerçekte, üzüldüğü falan yoktu. Hatta, nedenini bilmiyordu ama, yürek dolusu kızgınlığı vardı.                                                  – Senden bir dileğim var, diyerek Cafer’in şaşkınlık dolu yüzüne baktı ve onun bir şey söylemesine vakit bırakmadan konuştu.,

  Hacer’i hizmetçiliğe vermek istiyorum, bana yardım et!

Cafer derin bir nefes alarak biraz rahatladı. Sonra Sara konuşmasını sürdürdü,

–Rüstem’in öldüğünden beri, çok acılar çektim, çok sıkıntılar çektim. Hayvanları sattık yedik. Tarlaları baban ve kardeşlerin ekiveriyordu ama yetmiyordu. Bir dilim ekmeğe muhtaç olduğum günler oldu. Belki bu kızın kazanacağı ekmek parasıyla yetimleri büyütürüm. Günde üç ekmek parasına razıyım, diye sözünü bağladı.

Cafer büyük bir yükten kurtulmuş kadar rahatlamıştı. Gözlerini oturduğu kilimin geometrik şekillerinde gezdirerek, ne diyeceğini ve ne yapacağını şaşırmış bir halde, düşünceye daldı. “Sözde köye dinlenmeye geldim, başıma gelen şu işe bak” diye dertlendi. Karısı gidince, koskoca evde yapayalnız kalıvermişti. Gündüzler çabuk geçiyordu ama ya geceler?. Kahveye gitmeye alışmamıştı. İçki, sigara sevmezdi. Aldığı gazeteler çabuk bitiveriyordu. Sonra yine yalnızlık.

Evlenmeyi düşünmüyordu çünkü, ağzı fena halde yanmıştı. Yanına bir pansiyoner ya da bir ortak almayı da içine sin-

dirememişti. İki sene İngilizce kurs çalışmaları onu epey oyalamıştı. Sonra, devam zorunluluğu olmadığı için Akademiye kaydolmuştu. Şimdi o da bitmiş ve yine yalnızlık günleri başlamıştı. Evi vardı, parası vardı ama, yalnızdı ve mutsuzdu. O sırada Hacer, elinde ayran kupasıyla kapıda göründü. Kendisi için verilecek karardan habersiz, ürkek adımlarla Cafer’in önüne geldi, eğilerek kupayı sundu. Göz göze geldiler. Bu masum yüz, bu sevgi dolu siyah gözler, bütün öğretmenlik duygularını, tüm kavuşamadığı babalık duygularını ve yalnızlığını, bir araya getirerek düğümleyiverdi. “Aradığımı buldum galiba”diye bir düşünce içinden geçti. Sonra Hacer’e döndü,

                                   Benimle gelir misin? Okullar açılıncaya kadar tatil yapmış olursun. Hacer önce bir şaşırdı. Bu bir şakamıydı?, yoksa söz gelişi mi söylenmişti?. Annesine baktı, annesinin gülümseyerek “Olur” dercesine başını salladığını görünce, sevinç içinde koşarak annesine sarıldı. Sara, hemen kaşlarını çatarak ciddileşti. İki eliyle kızını hoyratçasına iterek,

                                   Şımarma! dedi. Hacer sendeledi ve sonra dengesini buldu. Yüzündeki sevinç, hüzün ve kırgınlığa dönüverdi. Mahcup bir halde, boynu bükük öylece kaldı. Cafer gördüklerini ve işittiklerini bir anda zihninde yargıladı. Öyle anlaşılıyordu ki, Hacer bu evde fazlalık görülüyordu.

Belki de bütün kabahati erkek olmamasından ileri geliyordu. Annesinin onu gözden çıkardığına karar verdi. Kim bilir, belki de oğlanları kurtarmak için bir kızını feda ediyordu. “Yazık” diye içinden geçirdi. “Dünyaya gelirken yanlış adrese gelmiş Hacer, bizim eve gelseydi ya”, diye düşündü. Sonra kalkarak Hacer’e doğru yürüdü. Ayakta duran Hacer’le bir hizaya gelinceye kadar çömeldi ve alnından öperek biraz geri durdu. Göz göze gel-

diler ve çok şeyi birbirlerine sanki söylediler. Hacer çocuksu bir içgüdüyle Cafer’in boynuna sarıldı. Cafer de onu sıkıca kucakladı ve birlikte ayağa kalktılar. Hacer,Cafer’in kucağında, başı başına dayalı, sırtı annesine dönük olarak duruyordu. Cafer kulağına eğildi ve ikisinin ancak duyabileceği bir sesle,

  Artık benim kızımsın,tamam mı?”diye fısıldadı. Hacer,

    Tamam, diye yanıtladı.

Bu konuşmayla anlaşmış oldular. Hacer’i yere bırakırken,

                                   Yarın sabah erkenden gideceğim, hazır ol !”dedi ve Sara’yı başıyla selamlayarak ayrıldı.

Gerçekte, birkaç gün daha izini vardı, kalabilirdi ama, bu olaydan sonra artık kalmak istemiyordu. Köşeyi dönünceye kadar,  ana- kız, arkasından baktılar. Sonra, kilimleri ve minderleri içeri aldılar. Hacer sofrada çok az bir şeyler yiyebildi. Lokmalar boğazında dizilip kalıyordu. Fakat kimse ona,”Neden yemiyorsun ? “diye sormadı. Her zamanki gibi küçük kardeşiyle birlikte yattılar. Bir türlü uyuyamıyordu. İçinde mutluluk ile mutsuzluk kavga edip duruyordu. Mutluydu, yeni yerler görecek, belki yeni arkadaşlar edinecekti. Mutsuzdu, annesinden, kardeşlerinden, evinden ayrılmak ona korku veriyordu. “Korkacak ne var,Cafer ağabeyle gidiyorum”,diye kendini teselli etti. Annesinin kendisini sevdiğini pek sanmıyordu ama, sürekli kötü davranmasını da bir türlü anlayamıyordu. Ne söylerse yapıyor, hiç karşı gelmiyor hatta evin erkeği gibi her yere koşuyordu. Öbür kardeşlerinin hiç birine, hele oğlan kardeşlerine, hiç de kendisine davrandığı gibi kötü, davranmıyordu. “Belki ayrı kalınca beni özler”,diye ümitlendi. Ne olurdu, erkek kardeşleri kadar onu da sevse. Sonra,”Keşke ben de erkek olsaydım”dedi. Uyumak istiyordu ama,bir türlü gözüne uyku girmiyordu. Dizleri

ve ayakları ne kadar da ağrıyordu. Küçük kardeşinin uykusu oldukça ağırdı. Arada bir tekme attığı oluyordu. Düzenli soluk alıp verişini dinledi. Kardeşlerini de annesini de çok seviyordu ve onlardan ayrılmak istemiyordu. Uzaktan bir baykuşun sesini işitti, ”Uyumalıyım”, diye düşünürken uykuya daldı.

Sabah ezanıyla uyandı ve hemen kalktı. Cafer ağabeyi bekletmek istemiyordu. Küçük bohçasını akşamdan hazırlamıştı. Cafer’in tembihi nedeniyle nüfus kağıdı ile ilkokul diplomasını da hazırlamıştı. Elini yüzünü yıkadı ve tam o sırada kapı çaldı. Koşarak gelip kapıyı açtığı sırada, annesi de peşinden geldi. Cafer bir elinde bavul ile kapıda duruyordu. Gülümseyerek,

                                          Günaydın Hacer, dedi.

Doğrusunu söylemek gerekirse, Sara ile konuşmak ve hatta yüzüne bakmak bile içinden gelmiyordu. Bavulu açtı, Hacer’in küçük bohçasını bavulun bir kenarına zorla sıkıştırdı. Hacer annesinin elini öptü ve annesinin de kendisini öpmesini bekledi. Annesi,

  Cafer ağabeyinin sözünden çıkma! demekle yetindi.

Bir an bir sessizlik oldu. Herkesin kafasından değişik yorumlar,  değişik beklentiler gelip geçti. Cafer el yordamıyla, yanında dikilen Hacer’in elini ararken, avucunun içinde buluverdi. Hafifçe sıkarak tuttu. Bu tutuşta, teselli vardı, güven vardı, sevgi vardı. Bir kucaklaşma, bir sıcacık sarılma vardı. Sara’nın yüzüne bakmadan, adet yerini bulsun kabilinden, boğuk bir sesle,

                                          Allah’a ısmarladık”dedi.

Sonra geriye dönerek, otobüs yoluna doğru yürüdüler ve yol kenarında otobüs beklemeye başladılar. Hiç konuşmuyorlardı. Bir süre bekledikten sonra, ilk gelen otobüs durmadan geçti, ikinci gelen otobüs durdu ve onları aldı. En arkada boş olan iki koltuğa,

yan yana oturdular. Otobüs sallanarak ve sarsılarak gidiyordu. İçeride de bir hayli sigara dumanı vardı ama ,hiç olmazsa beklemekten kurtulmuşlardı. Görünüşte ikisi de pencereden dışarıya bakıyorlardı ama, gerçekte hiçbir şey görmüyorlardı. Kendi iç dünyalarına çekilmişlerdi ve orada kendi dünyalarında yaşıyorlardı. Arada bir uyanır gibi oluyorlar ve tekrar dalıyorlardı. Hacer bir ara içinin ezildiğini hissetti ve acıktığı aklına geldi. Cafer’in yüzüne baktı,Cafer güleç bir yüzle,

                                      Acıktın mı?, diye sordu. O da evet dercesine, başını öne eğip kaldırdı. Evde olsa, kimsenin böyle bir şey sormak aklına bile gelmezdi. “Cafer ağabey nasıl da bildi”diye içinden geçerken, içine bir sevinç, bir mutluluk gibi bir şeylerin dolduğunu hissetti. Bir süre sonra otobüs sarsılarak bir yerde durdu. Şoförün yanında ayakta duran birisi,

                                      Yarım saat ihtiyaç molası! diye seslendi. Hacer, düşündü,

  İhtiyaç da ne ki?

Cafer kalktı Hacer’in elinden tuttu, beraberce otobüsten indiler. Başka otobüsler de vardı. Geldikleri yerin önündü, sıra sıra dizilmiş masalardan birine, karşılıklı olarak oturdular. Garsonlardan biri hemen, birer bardak çay getirerek önlerine koydu. Cafer de iki simit alarak geldi. Hacer, simidin birini iki eliyle birer tarafından tuttu.

Parmaklarının ucunda, ılık bir sevinç duydu ve simidi sıktı. Simidin susamları, tatlı bir çıtırtıyla, masanın üzerine kaçıştılar. Hafif bir sesle ve çocukça kıkırdadı ve Cafer’e baktı, o da gülüyordu. Sanki tılsım bozulmuştu, bu kez daha yüksek sesle gülüştüler. Şimdi ikisi de konuşmak bir şeyler söylemek istiyorlardı. Neşeyle çaylarını

içip, simitlerini yediler. Başka otobüsler de gelmişti. İçlerinden Hacer ile yaşıt kızlar indiler. Hiç birisinde o biçimde şalvar yoktu. Başını eğerek şalvarına baktı. Cafer,

                                      Şehirde bu biçimde şalvar giymezler, dedi ve gülüştüler. Tekrar otobüse bindiler. Epey bir süre yine kendi iç dünyalarına çekildiler. Daha sonra, gelen giden otobüsler ve taksiler çoğaldı. Otobüs, beş altı katlı evlerin önünden geçerek bir çok otobüslerin arasına girdi ve sarsılarak durdu. İndiler ve biraz yürüdükten sonra, bir dükkana girdiler. Dükkan sahibi,

  Hoş geldin Cafer Bey, emret! dedi ve Hacer’e baktı. Cafer,

                                      Küçük kız kardeşim Hacer, burada ortaokula gidecek, elbise ve çamaşır alacağız” diye yanıtladı.

“Küçük kız kardeşim” sözüne Hacer, hem çok şaşırdı hem de çok sevindi. Çamaşırlar ve çoraplar, çabuk seçilip paket yapıldılar. Sıra ile askılara dizilmiş elbiseler önünde Hacer, baktı kaldı. Ne kadar da çok elbise vardı. Önce, elbiselerden bazılarını giydirdiler, üzerine uyup uymadığına baktılar ve üzerine uyanları ayırdılar. Sonunda,kırmızı renkli ve beyaz kemerli bir elbise giydirdiler. Aynada kendisine baktı. Sanki onun için dikilmiş gibiydi. Kolları kısa ve beyaz fırfırlı,etekleri de beyaz fırfırlıydı. Şöyle bir kendi etrafında hızla döndü. Savrularak açılan eteklerine baktı. Kollarını kavuşturdu, üstündeki elbiseyi kucaklıyor gibi durdu ve Cafer’e baktı. Çok sevdiğini ve çok beğendiğini her haliyle anlatıyordu. Cafer,

  Bunu da sarın” dedi.

Elbise ve çamaşır paketleri Hacer’in elinde, bavul da Cafer’in elinde olarak dükkandan çıktılar. İki sokak sonra, yüksek bir evin

önünde durdular ve içeri girdiler. Bir kat merdiven çıktılar ve Cafer bir kapının önünde durdu. Anahtarla kapıyı açtı ve içeri girdiler. Cafer, ayakkabılarını çıkardı, terliklerini giydi, Hacer’e de, boşandığı hanımından kalan, bir çift topuklu terlik verdi. Sonra ,bütün odaları birlikte dolaştılar. Ev, bir bekar için oldukça büyük sayılırdı. Kapıdan girince küçük bir hol, tam kapının karşısında bir mutfak, sol kolda iki oda büyüklüğünde bir salon, mutfağın yanında oturma odası, sonra bir yatak odası ve bir çalışma odası vardı. Yatak odasına bitişik çalışma odasında, bir masa, üzerinde bir masa lambası, kalemlik ve kitaplarla, raflara dizilmiş bir yığın kitap görülüyordu. Cafer, her şeyin yerli yerinde olup olmadığına baktı. Evdeki rutubet kokusunu gidermek  için, bazı pencereleri açtı ve salona gelerek bir koltuğa çöktü. Derin ve dolu- dolu bir “Oh” çekti. Hacer, eski hanımın topuklu terlikleri üzerinde, ayakta duruyordu. Yarı şaşkın, yarı endişeli, bu evdeki yerini anlamaya çalışıyordu. Bu evde misafir mi olacaktı, hizmetçilik mi yapacaktı, yoksa gerçekten evin kızı gibi ortaokula mı gidecekti?.

Tedirginliğini üzerinden atmak istiyordu ama bir türlü kurtulamıyordu. Cafer, eliyle bir koltuğu göstererek,

  Otur, evimize hoş geldin” dedi.

Hacer, önce anlayamadı. Sonra, dalgınlığından silkinerek, sevinçle koltuğa ilişti. Başını kaldırdı, gözlerini Cafer’in gülümseyen yüzünde gezdirdi ve gözleri onunkilerle birleşince, bütün kalbiyle,

  Evimiz” dedi ve gülüştüler. Sonra Cafer, ciddi ve inandırıcı bir sesle

                                      Bak Hacer!, sen bu evin kızısın, yalnız birkaç gün için, konuk gibi davranmanı istiyorum. Evin içinde benim yaptıklarımı görecek ve öğreneceksin. Şu oturma odası, bundan sonra senin odan ola-

cak. Bir masa koyarız, ders çalışırsın, divanda da yatarsın. Televizyonu salona alırız. Şimdi önce yıkanmalısın ve yeni bir hayata başlayacaksın, dedi. Şofbeni yaktılar. Hacer,

                                      Saçlarımı tarayıp örebilirim ama iyice yıkayamıyorum, dedi. Banyoya girdiler. Hacer, entarisini ve bir hayli kirlenmiş gömleğini çıkardı. Sonra, sıkıntılı bir yüz ifadesiyle ve yanakları kızararak, şalvarını iki eliyle uçkurundan tuttu. Yüzünü Cafer’e doğru kaldırdı ve soran gözlerle baktı. Cafer gülümseyerek,

                                      O kalsın, çıkarken yeni çamaşır ve elbiselerini giyersin, dedi. Hacer’in başını sabunlamaya başladı. Bir yandan da düşünüyordu. “Zavallı, ne kadar zayıf ve bakımsız, kolları ve bacakları çöp gibi, bütün kemikleri sayılıyor, bir deri bir kemik kalmış, bu kıza on iki yaşanda demek, hiç de inandırıcı değil. Bir de banka müdürünün kızı Nesrin’e bak, o da on iki yaşında ve o da ilkokulu bu sene bitirdi. En kısa zamanda Doktor İsmail ağabeye gidip muayene ettirmeliyim.

İki gün sonra doktora gittiler. Cafer tedirgindi. Ağabeyim dediği doktora söyleyeceklerini, kafasında sıralamaya uğraşıyordu. Hacer ise, korkuyordu. Bu korkunun nedenini bilmiyordu ama, korkuyordu işte.

Doktor,

–Aman kimler gelmiş,Cafer’im gelmiş, diyerek iki kolunu açtı ve candan bir davranışla, bütün içtenliğiyle kucaklayıp öptü. Sonra, arkasında duran Hacer’e baktı ve aynı anda gözlerini Cafer’in gözlerine dikti. Gözleri sorularla doluydu. Cafer, önüne bakarak;

      Amcamın kızı ama, biz Hacer’le karar verdik, biz herkese kardeşiz diyoruz, soy adlarımızda aynı, dedi.

Aralarında böyle bir konuşma geçmemişti. Hacer hemen bu

tatlı yalanı benimsedi, sevinç ve mutlulukla dolu olarak dikleşti. Gözleri ışıldayarak doktora baktı. Bu saçları kırlaşmış adama kanı kaynadı, içinden boynuna sarılmak geldi. Muayene sonunda ilaçlar yazıldı, çaylar içildi. Ayrılırken Doktor,

                                      Cafer’im, kız kardeşinin sağlığı yerinde, derken gözünü de kırptı, hepsi birden güldüler ve sonra ekledi,

                                      Yalnız, biraz beslenme bozukluğu var, konuştuğumuz gibi yedirip içireceksin.

Seneler boyunca Cafer, her ay başı geldiğinde, maaşını alır almaz, üç ekmek parasının bir aylık tutarı kadar parayı, Sara’ya göndermeyi sürdürdü. Allah biliyor ya, iki satırlık mektup yazmak içinden gelmiyordu. Kendi öz kızı Hacer’e karşı tutumunu bağışlayamıyordu. Eskisi kadar saygı da duymuyordu. Hele kendi erkek çocuklarını, kan davasında kullanmak istemesine de karşı çıkmış ve çok kızmıştı. Bir kin uğruna çocukları da mahv edecekti.

Günlük yaşantılar içinde, aradan on sene kadar bir zaman geçmişti. Cafer, büyük kente banka müdürü oldu ve kente taşındılar. Hacer, büyüdü gelişti, harika bir esmer güzeli ve akıllı bir genç kız oldu. Ekonomi Fakültesini bitirdi, Cafer’in bankasında “Stajyer memur” olarak çalışmaya başladı. Gerçek iki kardeş gibi mutlu olarak yaşıyorlardı. Birlikte geziyor, birlikte arkadaş grupları içinde eğleniyorlardı. Sanki köy, anımsanmayacak kadar çok uzaklarda kalmıştı.

Bir gün, hademelerden biri Cafer’in odasına gelerek,

  Yaşlı bir kadın sizi görmek istiyor, dedi. Buna benzer olaylar

her zaman olurdu.

                                   Gelsin”demesi üzerine, kadını getirdiler. Bu Sara idi. Gerçekten yaşlı bir kadına benziyordu. Saçları ağarmış, göz çukurları derinleşmiş, adeta göçmüş bir durumdaydı. O otoriter, her kese kafa tutan kadın gitmiş, yerine süklüm püklüm, yaşlı bir kadın gelmişti. Cafer yerinden isteksizce doğruldu,                  Hoş geldin

Sara yenge, buyur, şöyle otur” diye yer gösterdi. Hademeye döndü,

                                   Konuğumuza bir şekerli kahve getir! emrini verdi. O sırada, Hacer de annesini tanımış ve koşarak gelmişti. Kapıdan girince, annesi şöyle bir baktı ama tanımamıştı. Ne zaman ki Hacer elini öptü, ”Ah kuzum” diyerek sarılmak istedi ama, Hacer izin vermedi, geri çekildi, karşısındaki bir sandalyeye oturdu. O anda Cafer’in hayalinde, Hacer  ile ilgili, eski günlerden bazı sahneler canlandı. Hacer’i tanıdığı günü, annesinin ona karşı nasıl kötü davrandığını, küçük kızın o andaki  zavallı durumunu, bir bir anımsadı. Sonra, bütün ciddiyetini takınarak,

                                   Hayırdır inşallah Sara yenge, bu kadar sene sonra seni buraya getiren nedir? diyerek gözlerini dikti.                                                                          

Pek hayır sayılmaz Cafer!. Küçük oğlan için, yaşı küçük olması nedeniyle, az ceza göreceğini söylediler. O da babasının kanını aldı,onlardan birini öldürdü. Onlar da gelip büyük oğlumu öldürdüler. Şimdi, çocuklarımdan biri damda, diğeri mezarda, ben ne yapacağım, bana yardım edin, diyerek ağladı.

Belki de onların yanında kalmak istiyordu ya da maddi destek

bekliyordu. Cafer, Hacer’e baktı, göz göze geldiler. Hacer ne derse onu yapacaktı. Onun için her türlü fedakarlığa hazırdı. Çünkü onu öz kardeşi kadar çok seviyordu. Sara’nın yanlarında kalması, olanaksız bir şeydi. Bu kadına bir an bile katlanamazdı. İçinden gelmiyordu ama, maddi destek olabilirdi. Hacer, annesini dinledikten sonra, yerinden kalktı, biraz da sinirli bir tavırla,                                                       – Ben karışmam”, diyerek hızla çıkıp gitti. Demek ki o da içine sindiremiyordu. Cafer, aradığı yanıtı bulmuş, istediği onayı almıştı.

Ceketinin cebinden cüzdanını çıkardı, içinden bir miktar parayı bir zarfa koydu.

                                   Bak Sara yenge, şimdi şu parayı al!. Yol parası yaparsın. Doğru köyüne git. Her ay, üç ekmek parasının bir aylık tutarını, bu kızın hatırı için, yine göndereceğim. Sen hiç kimseyi dinlemedin. Kendi kafana gittin. Hem çocukları yaktın, hem de kendini yıktın. Bizi de bir daha rahatsız etme, Keskin sirke küpüne zarar derler ya, işte bu odur. diyerek sözünü bitirdi. Sara,

                                           Haklısın Cafer!. Kendi kafama gittim ve bütün çocuklarımı, her

şeyimi kaybettim.

Yavaşça yerinden kalktı, isteksiz ve yorgun adımlarla kapıya yöneldi ve gitti.

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar