Print Friendly and PDF

Sefîne-i Evliyâ Evliyâ-yı Ebrâr Şerh-i Esmâr-ı Esrâr 9



/135/ Şeyh Muhammed Saîd Efendi

Seyyidü'n-nesebdir. Peder-i muhteremleri es-Seyyid Muhammed Alaeddîn b. Âbidîn'dir. Şam'da dünyaya gelmiştir. İlm-i tefsîr ü hadîs ve fıkıhda Şam ulemâsının ileri gelenlerindendir. Menâsıb-ı dünyâya meyl etmemiş, kanâat-kâr, ârif, fâzıl, âşık bir zât-ı âlî-kadrdir. Pederlerinden hilâfet almışlardır. Şeyhim merhûm Muhammed Sultân Efendi'nin şeyhidir. Şâm-ı şerîfe azîmetimde kendileriyle müşerref oldum. Çok ziyâde iltifât ve tezkâr-ı daavât eylediler.

Orta boylu, sarıklı, uzunca sakallı, melîhu'l-vech, sabîhu'l-hâl idi. 1331/(1913) senesinde müşerref olduğumda ellibeş ile altmış yaşı arasında idi. Şam'da tedrîs-i ulûm ve neşr-i feyz-i tarîkat ile meşgûl gördüm. Ale'l-ekser sâim ve kâim uşşâk-ı ilâhiyyedendir. Her gece nısfü'l-leylden sonra uşşâk-ı ilâhî toplanır, onlarla berâber virdü's-seher okurlardı. Hakk-ı âlîlerinde, "Gurretü'z-zamân, Behcetü'l-irfân, el-Misbâhu'l-münîr, Muhaddisü'l-asr, Fakîh, Fatanu'd-dehr ve Nebîh" diye tevsîfâtta bulunulmuştur. Hîn-i mülâkâtında teberrüken kendilerinden de ahz-ı bey'at eylemiş idim. Zîrâ şeyhim müşârünileyh Muhammed Efendi o zamân irtihâl-i dâr-ı bakâ eylemişlerdi. Fakîri istasyona kadar teşyî' etmek lutfunda bulundular ve "Tarîkaten evlâdımın evlâdısın, kurretü'l-aynımsın." diye muânaka eylediler ve ağladılar. O hâlin te'sîriyle Şam'dan nasıl müfârakat ettiğimin farkında olmadım. Perîşân-hâl olmuş idim. Şu satırları yazdığım dakîkada ber-hayât olup olmadıklarından haber-dâr değilim. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Şeyh Muhammed Mübârek Efendi

Reh-nümâ-yı kerîmü'l-fıtratım zât-ı şerîfdir. 1282 sene-i hicriyyesinde (1865-66) Dağistan'da dünyâya kadem-zen olmuştur. Peder-i muhteremlerinin ismi Abdullâh'dır. Muhammed Efendi'nin mahlası "Sultân"dır. "Muhammed Sultân Efendi" diye meşhûrdur. Li-maslahatin Şam'dan İstanbul'a geldiğinde Bâb-i Meşîhat'a bir ârzû-hâl vermiş ve mührünü basmış idi. O zamân Sultân Abdülhamîd-i sânî devri idi. Evrâk müdürü bu mührü görünce "Sultân" kelimesinden ürkerek Şeyhu'l-İslâm Cemâleddîn Efendi'ye ârzû-hâli gösterince, o da ârzû-hâlin iâdesini ve başka bir nâmla mühür kazdırılıp mürâcaat edilmesini emr etmiştir. Bunun üzerine fakîr, "Mübârek kelimesini kazdıralım." dedim, "Muhammed Mübârek" diye hakkettirdiğimiz mührü ârzû-hâle basdık, maksad hâsıl oldu. Bundan sonra Şam'da, "Muhammed Sultân"; burada "Muhammed Mübârek" diye yâd olundu.

Muhammed Efendi, Dağistan'da iken ulemâ-yı mahalliyyeden Kur'ân-ı kerîm ve mebâdî-i ulûm taallüm eyleyip, tahsîlini ileri götürmek dâiyesine düşmüş idi. Küçük yaşında iken pederinin irtihâli vukû'' bulunca bir müddet sonra Îran'a seyâhet edip, ba'zı ehlu'llâh merâkidini ziyâretten sonra Bağdâd'a geldi. Hz. Gavs-ı A'zam Cenâb-ı Abdulkâdir ve imâmımız Nu'mân b. Sâbit el-Kûfî ve sâir eızze-i kirâm efendilerimizi ziyâret eyledi. Ulemâ-yı Bağdâd'dan ba'zı zevâttan ahz-ı ilm edip Şam'a sefer kıldı. En meşhûr ulemânın makarrı olan İbn-i Âbidîn Medresesi'ne nâzil oldu. Meşhûr Alâeddîn b. Âbidîn'in hücresi boş imiş. Muhammed Efendi'ye bu hücre tahsîs edildi. /136/ Tahsîle koyularak ulûm-ı âliyeyi az zamânda elde etti. Tedrîs-i ulûma me'zûn oldu. Medreseden çıkmaz, ancak beş vakit namâzı Câmi'-i Emeviyye'de cemâatle edâ eder idi. Sâir vaktini mütâlaa ve tetebbu'la geçirir idi. Arabçayı lisân-ı mâder-zâdından mükemmel öğrenmiş, lisân-i Fürs'e de vukûf-ı tâm hâsıl etmiş idi. Neşr-i ulûma başlayınca çok talebe cem' etti, ilm-i tefsîr ü hadîs ü fıkıhta ve bâ-husûs tasavvufta nâdire-i hilkatti. Binlerce hadîs-i şerîf hâfızasında idi. Şöhretleri şâyi' oldu. Dâhil-i dâire-i irfânı olanlar çoğaldı. Ulûm-ı bâtınadan da mazhar-ı feyz olmak emeliyle bâlâda terceme-i hâllerini yazdığım Şeyh Muhammed Saîd Efendi hazretlerine arz-ı nisbet eyledi, onunla çok zamânlar hem-bezm-i sohbet oldu. Ondan terbiye-i tarîkat gördü ve nâil-i hilâfet oldu. Şeyhü'l-Ekber efendimizin Fütûhât ve Fusûs'undan nasîbe-dâr-ı irfân olup, günden güne zevki, keşfi açıldı.

Ziyâret-i Haremeyn şevkine kurbân oldu. Lâkin azîmet-i avdet için lâzım gelen masârıf-ı seferiyyeye mâlik olmadığından o şevkın şiddet-i te'sîriyle nâlân olmaya başladı. Nihâyet bahran gidip, berren avdete muvaffak oldu. Şöyle ki:

 Bir gece âlem-i ma'nâda Server-i âlem (salla'llâhu aleyhi ve selem) efendimiz hazretlerini ru'yet şerefiyle mesrûr olur ve "Muhammed! Ziyâretime gel." emr-i âlîsini şeref-telakkî eder. İstitâat-ı nakdiyyesi olmayıp ancak üç dört altını var imiş. Fukarâ-yı huccâca mahsûs bir vapurla belki gidebilirim ümidiyle Beyrut'a gelir, hüsn-i tesâdüf kabîlinden Beyrut ağniyâsından bir zât kendisini refîk olarak yanına alıp, Muhammed Efendi vapurda birinci mevki’de müsterîhu'l-hâl olarak Cidde'ye ve oradan müreffehen Mekke-i Mükerreme'ye gitmiştir.

Ba’de'l-hac o zengin zât Mekke'de irtihâl edince Muhammed yine müterakkıb-ı zuhûrât olarak bir gün Harem-i şerîfde hâl-i teveccühte iken hacc-ı şerîf muhâfızı Şamlı Abdurrahmân Paşa bunu görünce, "Bizim Şam'da dersinden intifâ' eylediğimiz Muhammed Sultan Efendi" diyerek hemen yanına gelip görüşmüş ve keyfiyyeti anlayınca, "Haydi! Biz Surre ile Medîne-i Münevvere'ye gidiyoruz. Sizi berâberimde götüreyim, oradan birlikte Şam'a avdet ederiz." diye tebşîrde bulununca, Muhammed Efendi, bu zuhûrât-ı ilâhiyyeye karşı ağlamıştır. Birlikte ravza-i ıtır-nâke rû-mâl olmak şerefine mazhar oldular. Huzûr-ı Ravza'da Muhammed Emîn el-Kâdirî hazretlerinden tarîkat-ı aliyye-yi Cezûliyye'den me'zûn oldu ki, tarîkat-ı Cezûliyye bahsinde bundan zikr eyledim.       

Muhammed Sultân Efendi Şam'a müreffehen avdet etti. Şam'dan çıkarken yanında bulunan üç-dört altınını henüz sarf etmemiş, sarf etmeğe meydân kalmamış idi. Da'vet-i Rahmân böyledir. Esbâb-ı mâddiyye vü ma'neviyyeyi dahi ihsân ve ihzâr eder. İş Muhammed Sultân Efendi gibi bir kalbe mâlik olmaktadır.

/137/ Kasîde-i Tâiyye, Kasîde-i Bür'e, Kasîde-i Münferice, Kasîde-i Mudariyye ve Delâilü'l-Hayrât'ı mükerreren okutmuştur. Câmi'-i Emeviyye'de nısfu'l-leylden sonra Virdü's-Seher'e müdâvemet ederdi. Tertîb-i zikirleri pek hoştur. Dervîşân halka olurlar, şu sûretle zikre devam ederler :

Hep bir ağızdan : es-Salâtu ve's-Selâmü aleyke yâ Rasûla'llâh! es-Salâtu ve's-Selâmü aleyke yâ Habîba'llâh! es-Salâtu ve's-Selâmü aleyke yâ Hayra halkı'llâh! E'ûzü bi'llâhi mine'ş-şeytâni'r-racîm, Bismi'llâhi'r-Rahmâni'r-Rahîm.

- Fa'lem ennehû lâ-ilâhe illa'llâh                                                                Adet: 300

- İsm-i Celâl                                                                                                 Adet:  300

- Eşhedü en-lâ ilâhe illa'llâh ve eşhedü enne Muhammeden Rasûlu'llâh     Adet:  3

- Sebbitnâ yâ Rabbenâ bi-kavlihâ ve'n-fa'nâ yâ Rab bi-fazlihâ ve’c’alnâ min ahyâri ehlihâ Adet    3

- Âmîn, âmîn Yâ Rabbe'l-âlemîn                                                                    Adet: 3

- Yâ men lâ misle lehû fi'z-zâti ve's-sıfât iğfir lenâ mâ-madâ. Aslih lenâ mâ ye'tî bi-câhi Muhammedin sâhibü'l-mu'cizeti, bi-câhi Muhammedin sâhibü'l-vesîleti, bi-câhi Muhammedin sâhibü'ş-şefâati. Âmîn, âmîn Yâ Rabbe'l-âlemîn                                 Adet:  3    

- Yâ men lehû hâze'l-mülkü! Ve lehü'l-mülkü'l-bâkî, lâ tec'al fînâ mahrûmun. Yâ Rab! Ve lâ şakıyyin bi-câhi Muhamedini's-sâbıkı'l-lâhık, bi-câhi Muhammedini'l-emîn es-sâdık. Âmîn, âmîn Yâ Rabbe'l-âlemîn                                                                                       Adet:  3

- Mevlânâ Mevlânâ! Yâ sâmiu duânâ bi-câhi Muhammedin la-takta' recânâ.  Adet:   2

- Allâhu Yâ Mevlânâ! Yâ Sâmia duânâ bi-fadli Muhammedin ihfaznâ ve'r'ânâ. Âmîn, âmîn Yâ Rabbe'l-âlemîn.                                                                                               Adet:  3

- Rabbi! Ahyinâ suadâe ve emitnâ şühedâe ve lâ tuhâlif binâ an-tarîkati'l-hüdâ.        Adet:  2

- Rabbi! Ahyinâ suadâe ve emitnâ şühedâe ve lâ tuhâlif binâ an-tarîkı şeyhınâ. Âmîn, âmîn Yâ Rabbe'l-âlemî            Adet:   3

Biraz tevakkuf.

Allâhümme salli ve sellim alâ seyyidinâ Muhammed ve âlihî salâte ehli's-semâvâti ve'l-aradîn aleyhi ecir yâ Rabbi lutfeke'l-hafiyyi fî umûrî.                                          Adet:  3

Duâ :

      

بسم الله الرحمن الرحيم. الحمد لله رب العالمين والصلاة والسلام على سيدنا محمد وعبى آله وصحبه أجمعين.

اللهم اغفر لنا ذنوبنا ما قدمنا وما أخرنا وما اسررنا وما أظهرنا وما أعلنَا وما أنت به أعلم منَا. أنت المقدم أنت المؤخر وأنت على كل شيئ قدير.

اللهم استر يا بسترك الجميل وعافنا من كل بلاء الدنيا وعذاب الآخرة وأعنَا على ذكرك وشكرك وحسن عبادتك وأصلح لنا شأننا كله لآ اله الآ أنت واغفر لنا و ولوالدينا ولمشايخنا ولإخواننا الحاضرين والغاءبين ولإهل السلسلة ولكافة المسلمين أجمعين والحمد لله رب العالمين.

الصلاة والسلام عليك يا رسول الله. الصلاة والسلام عليك يا حبيب الله. الصلاة والسلام عليك يا خير خلق الله .[1]

  Cuma günleri ikindi farzının selâmını müteâkip, müteveccihen ile'l-kıble olduğu hâlde seksen def'a:

/138/  Allâhümme salli ve sellim alâ seyyidinâ Muhammedin  abdike ve nebiyyike ve rasûlike en-Nebiyyi'l-ümmiyyi ve alâ-âlihî ve sahbihî ve sellim.

Şam'da Mekteb-i İ'dâdî-i Askerî imâmeti münhal olunca müsâbaka imtihânında birincilikle kabûl olunup müddet-i medîde bu hıdmet-i şerîfeyi de îfâ eyledi. Sâdât-ı Rufâiyye'den Ebü'l-Hüdâ Efendi merhûmun halîfesi Şeyh Kemâleddîn Efendi'den teberrüken tarîk-ı Rufâî’den de icâzet alarak esrâr-ı Rufâiyye'yi de nefs-i nefîsinde cem' eyledi. Birinci cildde Nakşıbendîler bahsinde terceme-i hâliyle tezyîn-i sahîfe eylediğim Şeyh Ahmed Hüsâmeddîn-i Dağıstânî en-Nakşıbendî hazretlerinden de hilâfeti vardır ki, bu zât-ı muhterem Nakşî, Kâdirî, Çeştî, Sühreverdî tarîklarını da câmi'dir.

Müşârünileyh ile mülâkâtım 1317 sene-i hicriyyesi şehr-i Şa'bân'ında (Aralık 1899) İstanbul'da vâki' olmuştur. İki ay kadar İstanbul'da fakîr-hânede müsâfir oldular. Sohbetlerinden çok müstefîd olduk. Burada birkaç kişi kendilerine intisâb eylemiştik.

 

Halvetîlerle koyuldum reh-i tahkîka hemân

Reh-nümâ olmuş idi Hz. Pîrim Şa'bân

Şam'a avdetlerinden bir müddet sonra henüz kırk yaşında iken irtihâl-i dâr-ı naîm eylediler. Târîh-i irtihâlleri 23 Şevvâl 1322 ve 14 Kânûn-ı evvel 1320/(Aralık 1904) târihine müsâdif  Cuma günü duhâ vaktidir. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Bi-hakkın ârif-i billâh idi. Mücâhid, riyâzet-kâr, sükûtî, sünniyyü'l-mezheb idi. Şâm-ı şerîfde Hz. Bilâl-i Habeşî (radıya'llâhu anh) efendimizin civâr-ı rahmet-medârında medfûndur. Şâm'a azîmette ziyâret eylemiş idim.

Seng-i mezârında mahkûk yazıların sûretidir. Birâder-zâdeleri Şeyh Ahmed-i Dağistânî yazmış, hediye etmiş idi.

هذه صورة تاريخ وفاة المرحوم الشيخ سلطان أفندي المكتوب على الشاهدة اى قبرطاشى:

                                                           رزء العلم بأزكى فاضل

                                                           حجبت نور محيَاه اللحود

                                                           فرقد العليا امام المكتب ال

                                                           عسكرى الحربي الحميدي السعود

                                                           عجَل السير إلى دار البقا

         ء غريبا راجيا عفو الودود  

                                                           فغدا رضوان يتلو أرَخوا

                                                           دام سلطان بجنات الخلود

هذا قبر المرحوم الشيخ سلطان ابن المرحوم عبد الله ابن المرحوم آرسلان الداغستاني العمري الولكنتي . توفي في 23 شوال سنة 1322 نهار الجمعة صباحا الساعة 4 تقريبا.[2]

Muhammed Efendi her türlü ahlâk-ı cemîleyi nefsinde cem etmiş, hamiyetli, refîku'l-kalb, edîb, hoş-sohbet, âlim, fâzıl bir mürşid-i kâmil idi. Fevka'l-âde mahviyyet-perver olup, herkesin yanında açılmaz idi. Ma'rifet-i ilâhiyye kalbinde müncelî olup, mebâhis-i tasavvufiyyede yed-i tûlâsı var idi. Hâlinden aslâ şikâyet etmez, pek ziyâde kanâati sever, mâ-lâ-ya'nîden hoşlanmaz idi. Nevâfile riâyet-kâr olup, Hz. Kur'ân, enîs-i cânı idi.

Kara uzunca sakallı, esmerü'l-levn, mütenâsibü'l-endâm, güler yüzlü, hafîf sözlü idi.

/139/ Gaybûbet-i ebediyyelerinin husûle getirdiği te'sîr üzerine inşâd olunmuştur:

Mübârek Şeyh Muhammed âzim-i dâru'l-karâr oldu

Gül-istân-ı şefâatda şefî' olsun Rasûlu'llâh

Muhibbân ehl ü evlâd oldular gam-nâk hem dil-hûn

Enîn ü hasret ü firkat semâvâta çıkar her gâh

Tarîk-ı Halvetî'nin Mustafa'l-Bekrî kolundandır

Gül-i gül-zâr-ı Şa'bânî idi ol şeyh-i dil-âgâh

Tarîk-ı Nakşıbendî vü Rufâî'den de feyz almış

Ana pîrân itsün bezl-i himmet mûcib-i dil-hâh

Odur sâkî-i aşk u ilm ü irfân ârif-i Sübhân

Anın gaybûbetinden bülbül-i dil dem çeker hep âh

Şarâb-ı aşk-ı cânânı içüp mest olmak istersen

Gel ey zâhid şitâbân ol tarîkdan itme istikrâh

Kemâl-i hilm ü şefkatda misâli yok disem emren

Umûm ihvân-ı dîne kalb-i pâki dâimâ hoş-hâh

Hayât-ı sermedîye mazhar oldu şüphemiz yokdur

Visâl-i meclis-i cânân içün bulmuşdu bir şeh-râh

Kemâl-i aşk ile Allâh diyüp dergâha yüz tutmuş

Cenâb-ı Şeyh Muhammed'dir şehîd-i râh-ı aşku'llâh

Hadîsde ilm-i tefsîr ü fıkıhda sâhib-i irfân

Tasavvuf gül-şeninde bülbül-i hoş-hâl idi bi'llâh

Cihânı kendine meshûr iderdi hoş makâlinden

Anı gâib idince muhlisânı didiler eyvâh

Bakâdan sırr-ı tevhîdi duyunca azm-i râh itdi

Anın çok şüphe itmem mûnisidir Hazret-i Allâh

Alâyıkdan halâyıkdan tamâmen kat'-ı meyl itmiş

Meşâmm-ı cânını ta'tîr idince bû-yı zikru'llâh

Cemâl-i Lâ-yezâl'e  âşık-ı sâdık idi zâtı

Berâ-yı vuslat-ı dîdâr oldu âzim-i dergâh

Bi-hakkın mürşid-i kâmil idi hem rûh-ı cismimdi

Tarîk-ı Hak'da burhânım idi ol şeyh-i âlî-câh

Füyûzât-ı cenâb-ı Fahr-ı âlemden feyiz bulsun

Revân-ı pâkini şâdân buyursun Hazret-i Allâh

Yediler çıkdılar ifhâm içün târîhini halka

Sarâ-yı vuslata gitdikde Şeyh-i ârif-i bi'llâh

Mürîdi bendesi Vassâf'ı yakdı âteş-i firkat

Dil-i nâ-şâdımı tesrîr ide eltâf-ı ehlu'llâh    

(شيخ عارف بالله )  1329 – 7 =1322

Şeyh Abdurrezzâk İlmî Efendi merhûmun o zamân inşâd eylediği târihtir:

Mübârek Şeyh Muhammed sâhibü'l-feyz

Mürîdâna iderken bezl-i himmet

Fenâ bezminden itdi azm-i rıhlet

Dil ü cân ile buldu Hakk'a vuslat

Kemâl-i ilm ile olmuşdu mevsûf

Cemâl-i yâr ile bulmuşdu halvet

Nihâyet ‘küllü nefsin’ cur'asından

Ne hoş nûş eyledi bir câm-ı vahdet

Bu zâtın nisbeti var Halvetî'den

Bu nisbet ile buldu şân u devlet

Bu dünyâ fânidir meyl itme aslâ

Gürûh-ı mürdegânîden al ibret

Vefât-ı târihidir İlmi cevher

Mübârek Şeyhe Allâh ide rahmet     

(مبارك شيخه الله ايده رحمت ) =1322

İhsân ettikleri icâzet-nâmenin sûreti teberrüken derc olundu :

/140/

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله الذي هدانا لهذا وما كنا لنهتدى لولا أن هدانا الله والصلاة والسلام على سيدنا محمد النبي الآواه الذي أنزل عليه في محكم كتابه فاعلم أنه لاإله إلاالله وعلى آله وأصحابه وأتباعه ومن والاه ونسأله سبحانه وتعالى أن يوفقنا وإخواننا لما يحبه ويرضاه بدوام الذكر .

 والصلاة على حبيبه وصفيه ومصطفاه . أما بعد: فيقول العبد العاجز المذنب الفاني محمد سلطان الخلوتي ابن عبد الله بن آرسلان العمري الداغستاني لما كان السند من خصوصيات هذه الأمة وهو سنة أكيدة مهمة إذ حفظ السند وضبط رجاله من أعظم ما ينتخبه اللبيب وأحسن أحواله وقد بذل السلف الصالح في ذلك الهمم العلية والأفكار الألمعية فتميزت به الطرق الصحيحة أن كالسيف للمقاتل.

 وبعضهم قال إنه سلم يصعد به إلى أعلى المنازل وشيوخ الإنسان آباؤه في الدين ووصلته بينه و بين ربَ العالمين مع أنه مأمور بالدعاء لهم وذكر مآثرهم والثناء عليهم والشكرلهم وأنه ينبغي للمريد أن يعرف آباؤه في الطريق. فمن لا يعرف نسبه فهو لقيط في الطريق و ربما انتسب إلى غير أبيه .

 فيدخل في قوله صلى الله تعالى عليه وسَلم:  لعن الله من انتسب إلى غير أبيه .

 فلذلك درج السلف الصالحون والأولياء الفالحون على تعليم المريدين آداب آبائهم ومعرفة أنسابهم. فلما كان كذلك التمس منَي الماجد اللبيب والحاذق الأديب أخونا في الله تعالى حسين وصَاف أفندي ابن الحاج عثمان أفندي- توجه الله تعالى بتاج أهل التوفيق بين العباد وعَم به النفع لكل حاضر و باد  _ بعد أن لقنته الطريقة الخلوتية في الآستانة العلية ـ صانها الباري و سائر بلاد المسلمين من الآفات و البلية ـ أن أذكر له سندي في ذلك وإن لم أكن اهلا لما هنالك فاستخرت الله تعالى واجبته و بطريقتي هذه .

قد أجزته فقلت مستعينا بالله ومتوكلا على الله ومستمدا من روحانيته أهل السلسلة وجميع أهل الله إني قد أخذت وتلقنت هذه الطريقة العلية الموافقة لكتاب و السنة الشريفة السنية عن غرة الزمان و بهجة العرفان المصباح المنير و الكوكب الشهير محدث العصر وفقيه وفطن الدهر ونبيه صاحب الأصل الفاخر والنسب الكريم الطاهر شيخ أهل الشام وبركته الأنام وسيد الهمام والمسند الإمام الشايع ذكره في الأمصار كالشمس في رابعة النهار مربي السالكين ومرشد المريدين شيخ أهل الطريقة ومعدن السلوك والحقيقة العالم العامل والمرشد الكامل شيخي وأستاذي وسندي وملاذي الشيخ محمد سعيد أفندي الفرَا الشامي ـ متع الله مسلمين بطول حياته السامي ـ

ـ عن جده العارف بالله والدال عليه ذي التأليف عديدة الفريدة والتصانيف الوفيرة المفيدة والأخلاق المحدية الحميدة المرشد الكامل والولي الواصل السيد الشريف الشيخ علاء الدين ابن خاتمة المحققين وعمدة العلماء العاملين فرع الشجرة الذكية الحسنية زين العابدين السيد الشريف الشهير محمد بن عابدين عليهما والمسلمين رحمة ارحم الراحمين،

/141/ـ عن المرشد الفالح والولي الصالح سيدي الشيخ محمد المهدي بن أحمد الزوادي المغربي السكلاوي دفين الشام،

ـ عن القطب الشهير سيدي على بن عيسى ،

ـ عن قطب الزمان سيدي محمد بن عبد الرحمن القجطولي الزواوي المغربي الأزهري ،

 ـ عن ذي المعارف الربانية والعلوم الدينية سيدي محمد بن سالم الحفني المصري ،

ـ  عن قطب الوجود ذي الكرم والجود صاحب الأسرار القدسية شيخ الطريقة الخلوتية في ديار الشامية سيدي مصطفى بن كمال الدين بن علي البكري الصديقي المتصل نسبه بسيدنا أبي بكر الصديق رضى الله تعالى عنه وصاحب الوصية الجلية لسالكي الطريقة الخلوتية وغيرها من التصانيف الكثيرة الشهيرة ،

ـ عن صاحب الأحوال والكرام والحد والإجتهاد في العبادات السالك المسلك المربي سيدي الشيخ عبد اللطيف الحلبي ،

ـ عن المعارف العابد الورع الزاهد سيدي السيخ مصطفى الأدرنوي ،

ـ عن شيخ الطريقة ومعدن السلوك الحقيقة سيدي علي قره باش ولي شارح الفصوص للشيخ الأكبر محيى الدين العربي قدس سره،

ـ عن مولانا شيخ الكامل العالم العامل مصطفى مصلح الدين القسطموني ،

ـ عن قطب دائرة المحققين وصفوت صدور المقربين سيدي الشيخ اسماعيل الجورومي دفين الشامي قرب سيد بلال الحبشي رضى الله تعالى عنه،

ـ عن سلطان العارفين وبرهان الواصلين وارث مقامات أنبياء والمرسلين سيدي الشيخ محيى الدين القسطموني ،

ـ عن مفتاح أنوار الحقائق و مصباح رموز الدقائق وسندي الشيخ شعبان ولي القسطموني قدس الله سره،

ـ عن منور الطريق و مظهر أسرار الحقيقة مرشد السالكين سيدي الشيخ خير الدين التوقادي،

ـ عن خلافة أهل العرفان المتحقق بمقامات أهل الإحسان سيدي جلبي سلطان الشهير بجمال الدين الخلوتي،

ـ  عن قدوة الأولياء الواصلين و عمدة الصلحاء السالكين سيدي الشيح محمد الأرزنجاني ،

ـ  عن صاحب الكشف و التحقيق والعرفان والتدقيق صاحب ورد الستار سيد الطائفة الخلوتية الشيخ السيد جلال الدين يحيى الشرواني ،

ـ  عن كنز الهداية واليقين بقية السلف الصالحين سيدي الشيخ صدر الدين خياوي ،

ـ  عن مرشد الزاهدين و سند المتقين شيخ الإسلام والمسلمين سيدي الحاج الشيخ عز الدين الخلوتي ،

ـ  عن ملاذ السالكين الكرام وملجأ الخاص والعام سيدي الشيخ الفاني أخي أمره محمد الخلوتي ،

ـ  عن طريق الأشهر صاحب كشف الأنور سيدي أبي عبد الله سراج الدين اعني بير عمر الخلوتي ،

ـ  عن تاج الأولياء وسراج الأتقياء سيدي الشيخ كريم الدين أخي محمد بن نور الخلوتي ،

ـ  عن صاحب سر النافذ العارف العابد سيدي الشيخ إبراهيم زاهد الكيلاني ،

ـ  عن مربي المريدين سيدي الشيخ محمد جمال الدين الشيرازي ،

ـ  عن قدوة السالكين و فخر الورعين سيدي الشيخ شهاب الدين محمد تبريزي ،

ـ  عن قدوة الواصلين سيدي الشيخ أبو الحسن ركن الدين محمد نحاس ،

/142/ـ  عن حجة العارفين و عمدة الزاهدين سيدي الشيخ أبو رشيد قطب الدين الأبهري ،

ـ  عن شيخ الصوفية على الإطلاق اعتقادا له بالإتفاق الشهير بأبي النجيب سيدي الشيخ عبد القادر بن عبد الله بن محمد البكري السهروردي دفين بغداد ،

ـ  عن قطب دائرة هلالات البكرية وواسطة عقد السلالة الصديقية والسادات الصوفية سيدي الشيخ أبي حفص عمر وجيه الدين القاضي البكري قدس الله سره ،

ـ  عن كوكب الدري سيدي الشيخ محمد البكري ،

ـ  عن طرز عصابة الصوفية وخلاصة السلسلة الخلوتية سيدي الشيخ عبد الله محمد دينوري ،

ـ  عن محب الفقراء والسالكين سيدي الشيخ أبو علي أحمد ممشاد دينوري،

ـ عن صاحب المقامات الفاخرة والكرامات الظاهرة رئيس الطريقة وينبوع مورد الحقيقة سيد الطائفين سيد الشيخ ابو القاسم جنيد البغدادي دفين بغداد،

ـ  عن أوحد زمانه و فريد عصره وآوانه سيدي الشيخ ابوالحسن سري السقطي دفين بغداد ،

ـ  عن الشيخ الشهير وولي الكبير سيدي أبو المحفوظ معروف علي الكرخي دفين بغداد ،

ـ  عن أبي سليمان داود بن نصير طائي،

ـ  عن قدوة الزاهدين وتاج العارفين سيدي الشيخ حبيب العجمي ،

ـ عن رأس التابعين أبي سعيد الشيخ حسن بن يسار بصري ،

ـ  عن أمير المؤمنين وابن عم سيد الأولين والآخرين سيدنا علي أبن أبي طالب رضى الله تعالى عنه وكرم الله وجهه ،

ـ  عن قدوة الأولياء و الأنبياء والمرسلين وملجأ الأولين والآخرين صاحب المقامات المحود والحوض المورود سيد محمد صلى الله عليه وسلم بن عبد الله بن عبد المطلب بن هاشم بن غبد مناف بن قصي بن كلاب بم مره بن كعب بن غالب بن قهر بن مالك بن نضر بن كنانه بن حزيمه بن مدركه بن الياس بن مضر بن نذار بن مصر عدنان ،

ـ عن الروح الأمين سيدنا جبرائيل المكين عليه الصلاة والسلام ،

ـ عن رب العزة جل جلاله وعظم نواله وعز شانه ولا إله غيره ولا معبود سواه الذي بعباده لطيف خبير ليس كمثله وهو السميع البصير.

 و أوصيه بتقوى الله في جميع الأحوال وبالمداومة على ذكر الله تعالى وبالصلاة على النبي صلى الله تعالى عليه وسلم سرا و علانية ولسانا وقلبا سليما خاضعا لله تعالى غير متعصب على أحد من الأعيان ولا من غيرهم وأن يكون قلبه سليما لجميع المسلمين ظاهرا وباطنا متوكلا على ربه مستعينا به في جميع أحواله و أسأله أن لا ينساني وذريتي من صالح دعواته في خلواته و جلواته وأن يدعو لنا ولكاتبها بحسن الخاتمة و سلام على المرسلين والحمد لله رب العالمين. 11 محرم 1318

قال بلسانه وكتبه بيده الفانية إمام الكتب الإعدادي العسكري في الشام الشريفة العاجز الحقير الفاني محمد سلطان الخلوتي ابن عبد الله آرسلان العمري الداغستاني عفى عنهم و عن المسلمين القريب الداني . يرجو الأمان محمد سلطان.[3]

Şeyhinin hâşiyesi:

 

بسم الله والصلاة والسلام على سيدنا رسول الله .

 أما بعد : فقد اطلعت على هذه الإجازة الشريفة وقابلتها على أصلها فوجدتها موافقة لأصلها . فتح الله تعالى على المجيز والمجاز فتوح العارفين و أعطاهما من الخيرات كل ما تمنيناه بحرمة خاتم أنبياء . آمين.

          كتبه أفقر الورى وخادم نعال العلماء والفقراء محمد سعيد ابن السيد الفراء.[4]

(Muhammed Mubârek'in, Hüseyin Vassâf'a gönderdiği elyazısı mektupların metni) :

جناب حضرت المحب الصادق والمخلص الموافق حسين وصاف بك دام محفوظ بالحفظ الرباني آمين .

بعد السلام عليكم ورحمة الله وبركاته أخذنا تحريركم المفيد بحصول الفيوضات الربانية لكم ففرحناك بذلك و حمدناالباري تعالى على كرمه وفضله زادكم الله تقوى و حسنى وزيادة. نعم أن المريد الصادق اذا اشتغل بالذكر على وجه الإخلاص يزهر عليه أحوال غجيلبة وخوارق غريبة وهى ثمرات أعماله من فضل الله عليه.

أما تطمينا لقلبه وتأنيسا وإما ابتلاء من الله تعالى و امتحانا له فالواجب عليه أن لا يلتفت إليها ولا يغتر بها لئلا ينقظع بها عن مقصوده ولهذا قال العارفون بالله تعالى اكثر من انقظع من المريدين بسبب وقوعهم في الكرامات بل الكرامة العظمى الوقوف على حدود الشريعة الغراء الواضحة البيضاء المحفوظة من التحريف والتبديل إلى أن ينفخ في الصور إسرافيل واتباع السنة السنية النبوية وإياكم والتوقف عند هذه الأحوال القواظع بل جدوا في السير واطلبوا الزيادة وفضل الله واسع للمؤمنين. فقل رب زدني علما وألحقني بالصالحين . والسلام عليكم ورحمة الله.

أرجو تبليغ جزيل سلامي إلى حضرت أمين أفندي وحاجي علي أفندي وإلى الوالدة خانم وإلى جميع العائلة فردا فردا وإلى جميع من يسأل عنا و من ظرفنا الجميع لله الحمد بخير يسلمون عليكم و الأولاد يقبلون يديكم ثم قدمنا لكم سابقا تحريرا بصحبته ابن عمنا الشيخ أحمد أفندي . و إلى الآن وما أخذنا الجواب ولا أخبرتم عنه . لعل المانع كثيرة الإشغال لا الإهمال .             21 ربيع الأنور 321

 الداعي إمام المكتب الإعدادي

(محمد مبارك)

جناب المحب المخلص حسين وصاف بك دام بوفور النعم آمين .[5]

بعد إهداء مزيد السلام عليكم ورحمة الله وبركاته فأوصيكم ونفسي أولا بتقوى الله تعالى وطاعته والتمسك بسنة النبي صلى الله عليه وسلم وطريقته ثم أوصيكم بعد أداء الصلوات الخمس بالإستقامة والثبات على مأمورينكم والمداومة عليها والرحمة والشفقة على عيالكم.

فهذا هو الرضا من الرسول عليه السلام يشير إليه قوله الشريف ( بن سندن خوشنودم ) ولا تقتروا على عيالكم ولا تحملوهم الضرورة بسبب جمع الدراهم بأمل الزيارة فالأفضل لكم الآن أن لا نفاق على العيال . فمتى آن الأوان تتيسر الأسباب والوسائط إن شاء الله تعالى فالآن استقيموا كما أمرتم والرسول عليه السلام راض من حالكم الذي انتم  عليه الآن فهذا هو المقصود ولا تستعملوا ولا تظهروا حالكم . انكم من أهل الطريق فكثير من الناس من حاز المقامات العالية ونال درجة الكمال و مع هذا لا يعلم أحد ..... منسوب إلى شيخ أو إلى طريق بل تراه بقالا يبيع ويشتري أو كاتبا من دائرة من الدوائر وما أشبه ذلك. فهذا هو شأن الصادقين والمخلصين فحضرت الباري سبحانه وتعالى أكرم الأكرمين وأرحم الراحمين يعطي الإنسان بالصبر والثبات كلما يتمناه من حج وزيارة وكرامة وغير ذلك وغير هذا لا يوافق و ما الإستعجال بإظهار الكرامة والمشيخة وغير ذلك مما يوجب الشهرة فليس من علامة الإخلاص .( وما أمروا إلا يعبد الله مخلصين له الدين ) بل هو اتباع للهوى ووسوسة للشيطان اللعين فانظر إلى قوله تعالى لرسوله الأكرم وحبيبه الأعظم صلى الله علي وسلم (فاستقم كما أمرت) يكفيك ودمتم .

ومن طرفنا الجميع لله بخير يسلمون عليكم وعبد الله مسرور ومحمود مسعود يقبلان يديكم و بلغوا جزيل سلامنا إلى محبنا المحترم محمد أمين أفندي و حاجى علي رضا أفندي حاجى نوري أفندي وحاجى حقي أفندي وشيخ وحدي أفندي وإلى الوالدة خانم وإلى كل من يسأل عنا وقبلوا لنا جناب طلعت بك حفظه الله كل سوء. ثم أوصيكم أن توقروا حاجى نورى أفندي فإنه رجل منور و غير خال ومن خصوص ابراهيم بك اذا اهلتموه اولى وأحسن . فإن لم يكن هناك مانع شرعي من رضاع وغيره فكريمة حاجى علي أفندي الباقبة من فائق أفندي قوفق وانسب. فاجعلوا الواسطة في المسألة حاجلا نوري. فالراقي رأيكم.

15 ربيع الأول 1320   

شام شريف مكتب اعدادي امامي

                  الداعي محمد بن عبد الله[6]

وأما رؤياكم فحق وصدق لا مثل له فيها ولا ريب !

ورد في الحديث الشريف ( من رآني في المنام فسيراني في اليقظة فإن الشيطان لا يتمثل بي) وفي رواية (من رآني فقد رآني فقد رأى الحق ) أو في رواية (من رآني في المنام فلن يدخل النار ) وفي رواية (من رآني في منامه فقد رآني حقا)

وتدل رؤيته صلى الله عليه وسلم على الأعمال الصالحة والأمان من الخوف وتدل على علو شأن الرائي وترقيه و المحبة للعلماء الكرام والسادات العظام وأهل بيته صلى الله عليه وسلم . وتدل على العلم والتقوى والرشد والهداية و تدل زيادته على الرحمة والنعمة والعز والشرف والجاه.

وعلو قدر الرائي والدولة والظفر على الأعداء والسعادة والسيادة والرياسة والقوة والراحة وخيرى الدنيا والآخرة وصلاح الحال وكمال الجاه وحسن العاقبة والأمر بالمعروف والنهي عن المنكر ونيل منازل أهل الكرامات والتوبة والإنابة والصدق في القول والوفاء بالوعد وتدل على البشارة المفرحة لصاحب الرؤيا وأن يفوق أقرانه وينال من بينهم العز والشرف وكل مقاصده وتدل على الشفاعة والإستقامة والثروة وتصفية القلب وتزكية النفس وزيادة التقوى وحصول الخير والبركة وعلى أن الرائي من أهل الجنة و من الفائزين .

وأما رؤية بدرية خانم تدل على أنها تنال رتبة عظيمة وشهر صالحة و تصير صاحبة عفة وأمانة وصيانة وأنها تصير والدة لنسل صالح وتدل على جمعية المولد الشريفة. فإن كنتم ما عملتم فاعملوا.[7]

/143/ Şeyh Abdurrahmân-ı Harîrî

Terceme-i hâl-i âlîleri sâbık cildlerin birinde (c. III, s. 84) yazılmış olan Şeyh Muhammed Kemâleddîn-i Harîrî'nin pederi ve şeyhidir. Gerek tarîkat-ı Rufâiyye'den gerek tarîkat-ı Halvetiyye-i Bekriyye'den câmiu'l-esrâr bir mürşid-i âlî-kadrdir. Bursalı Tâhir Bey, müşârünileyhin terceme-i hâlini tab' u neşr eylemişlerdi. Ondan iktibâsen bir nebze bahs olunmak münâsib görüldü:

Müşârenileyh Abdurrahmân-ı Harîrî, İstanbul'da Eyüpsultan'da Şeyh Hasîb Efendi Dergâhı'nda medfûndur. Tarîkat-ı aliyye-i Halvetiyye'den şeyhi Muhammed Enîsü'z-zâkirîn Efendi'dir, Şamlıdır. Onun şeyhi Muhammed Hâşim et-Tâcî'dir. Onun şeyhi Mustafa en-Nahlâvî'dir. Onun şeyhi Muhammed Mahmûd ed-Dâmunî'dir. Onun şeyhi Mahmûd el-Kürdî'dir. Onun şeyhi Muhammed Şemseddîn el-Hafnî'dir. Onun şeyhi el-kâmilü’l-mükemmil müceddidü't-tarîka es-Seyyid eş-Şeyh Mustafa b. Kemâleddîn el-Bekrî hazretleridir. (Kaddesa’llâhu esrârahum)

Şeyh Muhammed Saîd b. Muhammed el-Hanefî ed-Dimeşkî es-Simmânî

Şuabât-ı Bekriyye'den Simmâniyye şu'besi müessisi Şeyh Muhammed Semân-ı Medenî hazretleridir. Kibâr-ı evliyâdandır. Sıddîk b. Ömer Hân nâmında halîfesi vardır. 1172/(1758-59)'da Şam'da irtihâl etmiştir. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Şeyh Ahmed-i Meâbî

Sıddîk b. Ömer Hân'dan müstahleftir. Musaffâ isminde sülûka dâir bir eser-i mufassalı vardır. Bu eserini 1211/(1796-97)'de ikmâl etmiş. Medfeni ba'zı karâine göre İstanbul'dadır. Şu nutuk onundur :

Mâl ü evlâd ilm ü iz'ân nâfi' olmaz ey Meâb

Mâ-sivâ ağyâr ilinden dil müsellem olmadan

Şeyh Abdülkerîm-i Simmânî

Simmâniyye şuabâtından bir şu'benin pîridir. Medîne-i Münevvere'de mehd-ârâ-yı âlem-i vücûd olup, oradan neş'et buyurmuşlardır. İlm ü fazîlet ve zühd ü takvâ ve riyâzet ü irfân u hakîkatta pîşvâ-yı erbâb-ı halvet idi. Misbâh-ı tarîk-ı ma'rifet Şeyh Mustafa el-Bekrî Medîne-i Münevvere'ye geldiği zamân nâil-i şeref-i mülâkâtı olup, Mustafa el-Bekrî hazretlerinde gördüğü /144/ kemâlâta meftûn olup derhâl intisâb etmiştir. Az zamânda nâil-i rütbe-i kemâl olup, kutb-ı zamân olmuş idi. Tarîk-ı Kâdirî'den dahi nisbetleri olduğu mervîdir.

Velâdeti 1132/(1729), intikâli 1189/(1775) senelerine müsâdiftir. Medîne-i Münevvere'de Cennetü'l-Bakîa'da medfûndur. Vird-i mahsûsu vardır. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Şeyh Muhammed es-Simmânî ile de münâsebet-dâr olup, onun hakkında cildlerle medhiyyeler yazmıştır.

Nefehâtu İlâhiyye fî Sülûki't-Tarîkati'l-Muhammediyye, İğâsetü'l-Lehefât ve Mûnisetü'l-Velehât başlıca âsârındandır.

Şeyh Ahmed b. Muhammed eş-şehîr bi'd-Dırdır

1127/(1715-16)'de Mısır'da zînet-sâz-ı âlem-i dünyâ oldu. Şeyh Muhammed b. Sâlim el-Hafnî hazretlerinin feyz-i nazarıyla zümre-i ehlü'llâha dâhil olmuştur. Dırdırıyye şu'besi bu zâta mensûbdur. Harameyn-i muhteremeyni ziyâretten sonra Mısır'a avdetinde ilm ü irfânı velvele-endâz olmakla, herkes mazhar-ı kemâl olmak emeliyle meclisine cân atmıştır. Hattâ o zamân Osmanlı pâdişâhı arz-ı ta'zîmât ve celb-i daavât maksadıyla Mısır'a hey'et göndermiştir.

Çok eser yazmıştır. Başlıcaları:

                

1.     Şerhu Muhtasar Halîli Urdufiyye (?)

2.     Hulâsatu mâ-zekerehu'l-Echûrî ve'z-Zefânî ve Efkadifiyye,

3.     Ale'r-râcih mine'l-Akvâl,

4.     Akrabu'l-Mesâlik li-Mezhebi'l-Mâlik.

5.     Risâle fî Müteşâbihâti'l-Kur'ân,

6.     Nazmu'l-Harîdeti's-Seniyye fi't-Tevhîd ve Şerhuhâ,

7.     Tuhfetü'l-İhvân fî Âdâbi Ehli'l-İrfân,

8.     Şerhu alâ Virdi'ş-Şeyh Kerîmüddîn el-Halvetî,

9.     Şerhu Mukaddimeti Nazmı't-Tevhîd li's-Seyyid Muhammed Kemâleddîn el-Bekrî,

10.  Risâle fi'l-Maânî ve'l-Beyân,

11.  Risâle fi'l-Mevlidi'ş-Şerîf,

12.  Şerhu Âdâbi'l-Bahs,

13.  Şerhu Salâti's-Seyyid Ahmed el-Bedevî,

14.  et-Teveccühü'l-Esnâ bi-Nazmi'l-Esmâi'l-Hüsnâ,

15.  Şerhu ale'ş-Şemâil 

1201/(1786-87) senesinde Mısır'da âzim-i âlem-i bakâ oldular. Türbe-i münevvereleri Mısır'da elyevm ziyâret-gâhtır. (Kuddise sırruhû)

Şeyh Ahmed b. Muhammed el-Mâlikî es-Sâvî

Kerem ü sehâ ile meşhûrdu. Ulûm-ı zâhire vü bâtınada yektâ-yı zamân idi. Şeyh Ahmed-i Dırdır'ın hulefâsındandır. Sâviyye şu'besinin müessisidir. Bir zamânlar tedrîs ve te'lîf ve teslîk ile meşgûl oldular. Çok kimseler onun sâyesinde mazhar-ı kemâl oldu. 1241/(1825-26) senesinde Medîne-i Münevvere'de irtihâl-i dâr-ı bakâ eyledi.

Başlıca âsârı: 

1.     Şerhu Salâvât-ı Şerîfe,

2.     Şerhu Manzûme-i Esmâ-yı Hüsnâ. Bu eserin aslı şeyhinindir.

3.     Hâşiye-i Fıkh-ı İmâm Mâlik,

4.     Risâle-i Halvetiyye,

5.     Esrâru'r-Rahmâniyye

Bu son eserinde diyor ki:

 

"Elbet sana bir insân-ı kâmil lâzımdır. Mutlakâ bir şeyh-i ârifin hem-bezm-i sohbeti olmalısın. Bir kapıya mülâzemet et ki, sana kapılar açılsın. Bir efendiye boyun ver ki,  sana boyunlar eğilsin."

/145/ Kibâr-ı meşâyıh-ı Şâzeliyye'den Ahmed b. İdrîs hazretleriyle hem-sohbet olup onlardan da ahz-ı feyz eylediler. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Şeyh Seyyid Ahmed et-Ticânî

Ebu'l-Abbâs Şeyh Seyyid Ahmed b. Muhammed et-Ticânî, seyyidü'l-ârifîn, imâmu'l-âlemîn bir zât-ı âlî-kadrdir. Ticânî tarîkının vâzııdır. Bu tarîk, Şa'bâniyye-i Bekriyye'nin bir şu'besi olup, Cezâyir-i Fas'ta intişâr etmiştir. Müşârünileyh 1150 sene-i hicriyyesinde (1737-38) Fas'ta Ayn-Mâzî karyesinde Ebû Abdullâh Seydî Muhammed b. Muhtâr hazretlerinin sulbünden dünyâya gelmiştir. Ebû Abdullâh hazretleri âlim ve müteverri' idi, 1166/(1753) senesinde terk-i âlem-i dünyâ eylediler.

Vâlide-i muhteremeleri sâlihâttan idi. Neseb-i şerîflerine gelince, sâdât-ı kirâmdandırlar. Pederleri irtihâlinde onbeş-onaltı yaşında idiler. Henüz hâl-i sabâvetlerinde pek çok hâlât-ı acîbe ve ahvâl-i garîbe sâdır olmuştur. Dört-beş yaşlarında iken mâ-lâ-ya'nî  ile meşgûl olmamağa başlayıp tilâvet-i Kur'ân ve tahsîl-i ilm-i dîn ile meşgûl oldular. Çok söylemez, samt-ı tavîl ile dem-güzâr, sinn-i âlîleri yediye resîde olunca Nâfi’ kırâati üzre hıfz-ı Kur'ân-ı azîmü'ş-şâna muvaffak olmuş, ba'dehû ulûm-ı usûliyye vü furûıyye ile tevağğule başlamıştır.

Zamânını kat'iyyen boş geçirmeyip tahsîl-i ilme devâm ile, sinni rüşde vâsıl oldukları hengâmda ders okutmağa ve fetvâ vermeye başladı. Hattâ bu sırada tarîkat-ı sûfiyyeye  ve esrâr-ı ilâhiyyeye müteallık mübâhesâta girişerek fehm-i ulûm-ı tasavvufiyyeye ve ahvâl ü makâmât-ı mahsûsaya nâil oldu. Bu sırada bir gece menâmda Server-i kâinât, aleyhi ekmelü't-tahiyyât efendimiz hazretlerini müşâhede ile şeref-yâb ve iltifât-ı Seyyidi'l-kevneyn'e mazhariyyetle kâm-yâb oldu. Taraf-ı celîl-i inâyet-delîl-i Hazret-i Risâlet-penâhîden, "Sen muhakkak benim evlâdımsın." diyerek üç def'a iltifât-ı cihân-derecât ızhâr ve "Nesebin Hasan b. Ali'ye müntehî olur." diye kerem ü âtıfet-i ekremîlerini lutfen îsâr buyurmuşlardır.

Henüz civân iken pîr, pîr iken civân olan cenâb-ı Seyyid Ahmed-i Ticânî, günden güne rütbe-i kemâlini i'lâ etmekte idi. Azm-i kat'î sâhibi olduklarından, "Ben bir şeye başlayınca ondan dönmem, itmâma çalışırım." buyururlardı. Mahbûbu'l-kulûb olduklarından henüz hengâm-ı tulû' sayılan bir sinde iken ileride âlem-i irfânı tenvîr edecek bir şems-i tâbân-ı ma'rifet ü hakîkat olacakları anlaşılmakta idi. Kemâl-i iffet ü takvâ vü emânetle şöhret-gîr bir zât-ı sütûde-semîr olup reng-i saâdetleri kırmızılıkla karışık beyâz, boyları mu'tedil idi. Savt-ı cehrî, samt-ı behî sâhibi idi. Eâzım-ı mantıkıyyûndan ve fasîhu'l-lisân idi. Akl u idrâkinin derecesini kimse takdîr edemez idi. Peder-i mufahhamının irtihâlinden beş sene sonra yirmibir yaşında iken Fas'tan Azb nâhiyesine gidip burada bir zât-ı muhteremden ilm-i hadîs okumaya başladı. Ulemâ vü sulehâ ile sohbet için ziyâretten hâlî kalmazdı. Hattâ bu niyyetle cebel-i Zebîb'e giderek ehl-i keşften bir zâta mülâkî oldu. Bu zât-ı muhterem ise, "Oğlum! Memleketine git, maksûdun orada hâsıldır." buyurunca avdetinde Sahrâ nâhiyesinde beled-i Ubeyz'a (ابيض) /146/ uğradı. Burada kutb-ı şehîr Abdulkâdir b. Muhammed hazretlerinin merkad-i münîfini ziyâret ve beş ay tedrîs ve ibâdet ederek imrâr-ı vakt eyledi. O ehl-i keşfin sözüne tebean memleketine dâhil oldu. Bir müddet sonra Tilemsan şehrine gidip tefsîr ve hadîs okudu. Tarîk-ı mücâhedede pek ileri gitmeğe başladı. Bu sırada kalb-i ekreminde bir feyz-i ma'nevî hâsıl olunca alâyıktan mücerred oldu. Bir müddet sonra tedrîsât ile iştigâl eylediyse de sinn-i şerîfleri otuzbire resîde olduğu 1181 sene-i hicriyyesinde (1767-68) halktan büsbütün tecerrüd ediverdiler. İbtidâ-yı emrde oruca devâm ve geceleri ihyâya kıyâm ederdi.

Bir zamân bu hâlde kaldı. Fas'a avdetinde mazanna-i kirâmdan Mevlânâ et-Tayyib b. Muhammed b. Abdullâh İbrâhîm el-Yemlemî el-İlmî hazretlerine mülâkî oldu.

Bu zât-ı muhterem Hebt bilâdından Vezân'da medfûndur. 1180/(1766-67)'de göçmüştür. Kendi virdini telkîne Cenâb-ı Seyyid Ahmed-i Ticânî'yi me'zûn eylemişler ise de Hz. Ahmed bu sırada âlem-i istiğrâkta olduğu için cihâd-ı nefsi daha mühim bilip, kendi mertebesini ta'yîn edemediğinden bu virdi halka telkînden çekinmiştir. Evliyâ-yı kirâmdan Muhammed b. el-Hasen el-Vancelî ve Abdullâh b. Seydî el-Arabî b. Ahmed b. Muhammed hazerâtıyla da sohbet eylemişler, füyûzât-ı Rabbâniyyeden hisse-mend olmuşlardır. Bu sırada tarîkat-ı Kâdiriyye ve sonra Nâsıriyye'ye intisâb eyleyip, tarîkat-ı Nâsıriyye'yi Şeyh Ebû Abdullâh Seydî Muhammed b. Abdullâh et-Tizânî'den almışlardır. Ba'dehû melâmiyyûndan Velî Sâlih Ebû Abbâs Seydî Ahmed et-Tavâş'tan feyz ü kemâle nâil olarak bu zât-ı muhterem halvet, vahdet, zikr, sabr esrârını telkîn eylemiştir. İşâret-i mahsûsasıyla mağribden Sahrâ nâhiyesine intikâl ile evvelce ziyâret eylediği Şeyh Abdülkâdir Muhammed b. el-Ubeyz'in merkad-i münîfini tekrâr ziyâret etti ve burada ne esrâra mâlik olduysa oldu. Oradan Tilemsan'a azîmetle ba'dehû âzim-i râh-ı Hicâz oldu. Esnâ-yı azîmette Cezâyir kurbunda Umdetü'l-muhakkıkîn Ebû Abdullâh Muhammed b. Abdurrahmân el-Ezherî ile mülâkât eyledi. Tarîkat-ı Halvetiyye esrârından alacağı kadarını bu zât-ı muhteremden aldı. Bu zâtın sît-ı şehîri, etbâ'-ı kesîri, zevâyâ-yı kebîri var idi. 1180/(1766-67) senesinde terk-i dünyâ, azm-i ukbâ eylemişti.

Şeyh Ahmed, Tunus'a varınca ba'zı evliyâya ez-cümle veliyy-i şehîr Seydî Abdüssamed er-Rehâvî'ye mülâkî oldu. Bu zât-ı muhterem ise bir mürşid-i mahfînin nazar-ı terbiyetiyle perverde olmakta idi ki, o mürşidi Tunus'un kutbu idi, kendilerini gizlerler idi. Abdüssamed ise mürşidini ancak Cuma ve Pazartesi geceleri gider görür idi. Hz. Ahmed, bu hâle pek ziyâde merâk hâsıl ettiğinden mürşid-i müşârünileyhi görmek dâiyesine düşmüş ise de cevâb-ı red aldığından ısrârı üzerine nihâyet Şeyh Abdüssamed, Hz. Ticânî'nin yanına bir mahbûb katarak şeyhine yolladı. Hz. Mürşid, bunları görünce, "Mahbûb, mahbûbu gönderdi." diye latîfe buyurup, beynehumâda çok /147/ esrâr-ı ma'neviyyenin inkişâfına bâis mülâkât-ı medîde zuhûr etti. Burada bir sene kaldı. Bu sırada halka Kitâbu'l-Hikem ve gayrısını okuttu. Tunus emîri, Seyyid Ahmed-i Ticânî'nin kemâline ıttılâ' hâsıl edince burada kalıp tedrîs ile iştigâlini istirhâm ve bir hâne ihzâr ve tedrîsât mahalli, Câmi'-i Zeytûn'u tahsîs ve maâş-ı azîm tertîb eylemiş ise de Hz. Ticânî arz-ı i'tizâr ile ertesi günü bağteten Tunus'tan bahren Mısır'a gidiverdi. Şeyhu'l-meşâyıh, berzahu'l-berâzih Şeyh Mahmûd el-Kürdî el-Mısrî'ye mülâkî oldu.

Tunus'tan giderken Abdüssamed'in şeyhi tedârikât-ı seferiyyeyi ikmâl ve gelip gitmede hiçbir sıkıntı çekmeyeceğini tebşîr ile selâmetlemiştir. Şeyh Mahmûd el-Kürdî'ye ilk mülâkâtta, "Sen inda'llâh mahbûbsun." diye Ticânî'nin kadrini ızhâr buyurdu. "Neden bildiniz?" suâline karşı, "Allâh'dan bildim." cevâbını vermişlerdir.

Ticânî Tunus'ta iken rü'yâda Şeyh Mahmûd-ı Kürdî'yi görmüş idi. Mısır'da mülâkî oldukta, "Zât-ı âlînizi Tunus'ta gördüm, ben baştan başa bakırım dedim. Evet buyurdunuz. Ba'dehû, oğlum ben sizin bakırınızı altına tahvîl ederim, inâyetinde bulundunuz idi." gibi esrâr-ı sohbet cereyân eyledi. Birkaç gün ikâmetten sonra, "Matla’bınınz nedir oğlum?" suâline, "Kutbiyyet-i kübrâ." demesiyle, "Buna da kanâat etme oğlum, sen bilirsin." buyurmuşlardır.

Şeyh Mahmûd-ı Kürdî'nin muvâfatıyla Hicâz'a âzim oldu. Tedârikât-ı seferiyyesini Şeyh Mahmûd-ı Kürdî ikmâl eyledi ve duâ buyurdular. 1187 senesi Şevvâlinde (Aralık 1773) otuzaltı yaşında iken Mekke-i Mükerreme'ye dâhil oldu, nice esrâra muttali' olduktan sonra müstağrak-ı zevk-ı azîm oldu. Ehl-i irfân ile hem-sohbet olur, sevişir idi. Eâzım-ı evliyâdan Şeyh Ebu'l-Abbâs Seydî Ahmed b. Abdullâh-ı Hindî hazretlerinin Mekke'de olduğunu haber aldı ki, bu zât-ı muhterem pamuk tüccârından idi. Derece-i kemâline kimse muttali' olamamış idi. Bu zâtı buldu, onunla hem-sohbet oldu. Kalbini ulûm-ı esrâr u hikem-i envâr ile doldurdu. O zât ihtifâ-yı tâm üzerinde olup, ale'l-ekser hâdimi vâsıtasıyla esrâra muttali' oldukları mervîdir, demekle sohbetleri ma'nevî olacak, kutba mülâkî olacağı Hz. Ticânî'ye tebşîr edildi ve Medîne-i Münevvere'de Simmânî hazretlerine şeref-mülâkî olacağı haber verildi. Tâ ki Medîne-i Münevvere'ye geldiler. Fi'l-hakîka, Ebû Abdullâh Seydî Muhammed b. Abdülkerîm eş-şehîr bi's-Simmânî'ye mülâkî oldular. Bu zât-ı muhteremin pederi Şeyh Abdülkerîm'in terceme-i hâlinden bahs etmiş idim.

Seyyid Muhammed-i Simmânî, Cenâb-ı Ticânî'yi yanında alıkoyarak üç gün halvete sokmak istedi. Medîne-i Münevvere'de müddet-i ikâmetin azlığı sebebiyle arz-ı i'tizâr etti. Bunun üzerine şeyh, cemî'-i esmâ vü müsemmeyâta izin verdi. Ba'de'z-ziyâre Mısır'a avdetle Şeyh Mahmûd'a mülâkî oldu. Hz. Şeyh'in esrârı ve ulûmu Hz. Ticânî'ye intikâl eti ve tarîkat-ı Halvetiyye'den müstahlef oldu. Memleketine avdetinde neşr-i tarîkata ve terbiye-i süllâke me'zûn oldu. Hz. Ticânî, /148/ kemâl-i mahviyyetinden dolayı eser-i imtinâ' gösterdi ise de, "Sen telkînde bulun, hatemât bana âiddir." diye te'mînât aldı. Bunun üzerine Tunus'a Tilemsan'a, sonra memleketine avdet eyledi. Fas'a avdetleri 1191/(1777) senesindedir.

Kemâlât-ı aliyyeleri günden güne şâyi' oldu. Evliyâ-yı zamânın merci' ü muktedâsı olup tarîk-ı Ticânî nâm-ı âlîlerine nisbet edildi. Nûr-ı irfânı, cihât-ı İslâmiyyeti istîlâ eyledi. Nûr-ı irfânının etrâfına toplananlarr çoğaldı. Bir müddet sonra irtihâl-i dâr-ı naîm eyledi. Fas'ta medfûndur. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

1203 senesi şehr-i Rebîu’l-evvelinin onunda (8 Aralık 1788) Bilâdi's-sahrâ nâm mahalde âlem-i Cemâl'e intikâl eylemiş olduklarını Cevâhiru'l-Maânî'de gördüm.

Fas'ta Mevlânâ İdrîs ile mülâkî oldukları mestûrdur. Âsâr-ı celîleleri pek mu'teber ve meşhûr olup, bir kısmı ahîren Mısır'da tab' olunmuştur. Kitâbu Cevâhiri'l-Maânî ve Bülûğı'l-Emânî fî Feyzi Seyidî Ebi'l-Abbâs et-Ticânî nâm eser-i kebîrini mütâlaa ile karîrü'l-ayn oldum. Arabiyyü'l-ibâredir. Bu eseri tab' ettiren mukaddimesinde müşârünileyhin terceme-i hâlini yazmıştır ki, muharrir-i fakîr ondan tercüme eyledim.

Bu eserin cem u tertîbi seyyidü'l-vucûd (sallallâhu aleyhi ve selem) efendimizin emir buyurduğu eserin câmii olan zât Hz. Seyyid Ahmed-i Ticânî’nin beyânına atfen yazıyor ki, eser-i mezkûr tefsîr ü hadîsten ve mübâhesât-ı aliyye-i tasavvufiyyeden bâhistir. Hâmişinde Kitâbu Rimâhi Hizbi'r-rahîm Alâ Nuhûri Hizb'r-racîm matbû' olup[8] Saîdi'l-Fûtî'nin eseridir. Bu zât (Şeyh Ömer b. Saîd el-Fûtî et-Tûrî el-Kedevî) tarîk-ı Ticânî ricâlindendir ki, onda gördüğüm silsile-i Ticâniyye ber-vech-i âtîdir:

  في ذكر سندنا في هذه الطريقة الأحمدية الإبراهمية الحفنية التجانية فأقول و بالله تعالى وهو الهادي بمنه إلى سواء الطريق اغلم أني أذكر لك سند شيخنا رضى الله تعالى عنه إلى رسول الله تعالى عليه وسَلم في هذه الطريقة الأحمدية المحدية و سندي و الحمدلله متصل اليه ثم اذكر بعط ذلك سندنا إلى الشيخ رضى الله تعالى عنه ثم إلى جَده رسول الله صلى الله تعالى عليه و سَلم في هذه الطريقة أمَا سندنا الأول فأقول نظَمني في السلسلة الصوفية و لقَنني اذكارها سيَدي محمد الغالي وهو لقَنه سيَدي الحاج على بن راده وهو لقَنه ابو عبد الله الشريف سيَدي محمد بن محمد المشري وهو لقَنه قطب زمانه وفريد عصره وآوانه شيخنا وقد رتنا إلىالله مولانا أبو العباس احمد بن محمد الحتاني وهو لقَنه الشيخ محمود الكردي وهو لقَنه الحفني وهو لقَنه قطب الوجود السيَد مصطفى بن كمال الدين البكري الصديقي .[9]               

   

Şeyh Ömer b. Saîd el-Fûtî hazretleriyle, lehü’l-hamd, mülâkât nasîb oldu. İstanbul'u teşrîf eylediler. Çemberlitaş'ta Arnavuthanı'na nâzil olmuşlardı. Yüz yaşına /149/ karîb idi. Refîk-i cânım Ahmed Nazmî Efendi ile ziyâretine gitmiş idik. Huzûr-ı âlîlerine girdiğimizde pamuk gibi beyâz sakallı, beyâz sîmâlı, mütenâsibü'l-endâm, câzibeli bir zât-ı âlî-kadrin nazar-ı feyzi altında bulunduğumuzu hisseyledim.

Hasırdan ma'mûl bir yaygı üzerine oturmuş, zenbîl örüyorlardı. Başlarında Tunus fesi vardı. Beyâz sarık sarmışlardı. Selâm verdik. Redd-i selâm eyledi. "Ehlen ve sehlen evlâdünâ!" buyurdular. Mübârek elini öpmek istedik. Kemâl-i tevâzu'larından mahviyyet gösterdiler. Emirleriyle huzûrunda bir müddet oturduk. Sebeb-i ziyâretimizi ve hüviyyetimizi sordular. Nazar-ı feyzlerine mazhar olmak, duâlarını almak emeliyle geldiğimizi ve âsitân-ı evliyânın bir kıtmîri olduğumuzu anlattık. Mükâleme Arabça idi. Derhâl eser-i memnûniyyet gösterip ellerini kaldırdı. Hafîf ve mühtez sadâlarıyla gâyet hâşi'âne ve hâdı'âne bir sûrette duâ buyurdular. Bizler de "Âmîn" dedik. Biraz sonra arz-ı vedâ’ eyledik.

Haremeyn’e ziyârete gidiyorlarmış. İstanbul'da Hz. Hâlid b. Zeyd (radıyallâhu anh)’ı ziyâret emeliyle birkaç gün bulunmuşlar. Garîbdir, ziyâretlerine ilk gelen bizler imişiz. Pek memnûn olarak söylediler ve teveccüh buyurdular. O sinde zenbîl yapar satar onunla taayyüş eder imiş. Nûr-ı Muhammedî vech-i tâbânında lemeân ediyordu.

Bu mülâkâtım, 1322 târîh-i hicrîsinde (1903) idi. Mülâkât mazhariyyetime pek memnûn ve son derecede müteşekkirim el-hamdü li'llâhi taâlâ. Hâlen ber-hayât olmasalar gerektir. Ya Medîne'de kaldılar, ya avdet ettiler.

Mısır'da ikinci def'a tab' olunan Rimâhu Hizbi'r-rahîm nâm eserin nihâyetinde deniliyor ki :

للشيخ اللإمام أبى حفص سيدى عمر بن سعيد الفوتى نفعنا الله ببركاتهم وأعاد علينا من نفحاتهم.[10]

Bu ibâreden de kendilerinin bi-hakkın mazhar-ı tekrîm ü ihtirâm oldukları anlaşılır. Her hâlde âlim, fâzıl bir veliyy-i kâmil idi. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Şeyh Mahmûd el-Kürdî

Eâzımdandır. Mısır'da neşr-i feyz-i tarîkat eylemiştir. Menâkıb-nâmeleri vardır. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Şeyh Seyyid Feyzüddîn Hüseyin es-Simmânî

Tıbyân'da muharrer olduğuna göre Feyziyye-i Simmâniyye-i Bekriye-i Şa'bâniyye bu zâta mensûbdur. Şeyhi Seyyid Muhammed Nûreddîn, onun şeyhi Abrülganî-i Guneym, onun şeyhi Muhammed b. Abdülkerîm-i Simmânî'dir. Şeyh İsmâîl ve Şeyh İbrâhîm vâsıtasıyla daha iki koldan yine Abdülkerîm-i Simmânî'ye muttasıldır. 1236/(1821)'da Mısır'da doğmuş, 1309/(1891-92)'da İstanbul'da vefât eylemiş, Merkez Efendi Kabristanı'na defn olunmuştur.

Kâdirî, Nakşî, Şâzelî tarîklarından da feyzi vardır. Mükemmel bir evrâdı ve Esmâ-i Hüsnâ manzûmesi vardır ve Tıbyânü't-Tarâik'ta münderic olduğunu Sâdık Vicdânî Bey Tomâr'da yazmıştır. (143. sahîfeye mürâcaat).

/150/ Cebbâr-zâde Ârif Bey

Bu zât-ı muhterem târihte şöhret bulan Çapanoğulları'nın ahfâdındandır. "Çapan-zâde, Cabbâr-zâde" diye yâd olunagelir. 1244 senesi şehr-i Temmuz'unda (1828) İstanbul'da Rumelihisârı civârında Baltalîmânı'ndaki bir sâhil-hânede dünyâya gelmiştir. İbtidâî tahsîli, Mekteb-i İrfân'dadır. Ondokuz yaşında iken buradan bâ-şehâdet-nâme neş'etle Bâbıâlî Mâliye Kalemi'ne, sonra Felâhî mahlasıyla Hazîne-i Mâliye Bedelât Kalemi'ne müdâvemetle iki sene sonra Nizâmiye Kâtipliği'nden 1296 senesinde şehr-i Teşrînievvelde (Aralık 1880) tekâüdünü istid'â eylemiştir. Otuzüç sene hıdmet-i devlette bulunduklarını bi'l-hesâb buldum.

Zamânımızda şeyhü'l-mütekâidîn olmuşlardı. Urefâ-yı asırdan idi. Tahsîlleri bidâyeten ibtidâî bir hâlde iken sonraları Üveysîlik neş'esiyle mazhar-ı ilm-i esrâr olduklarından ulûm-ı Arabiyye vü Fârisiyyede nâil-i mertebe-i iktidâr olmuşlardır.

Terbiye-i tarîkatları tarîk-ı Şa'bânî eâzımından Kuşadalı hazretlerinin nâib-i menâbı Hammâmî Muhammed Tevfîk Efendi hazretlerindendir. Hz. Şeyh ile mülâkât ve sohbetlerini ve menâkıb-ı latîfelerini dâimâ vird-i zebân ederlerdi. Cidden kemâl-i Hz. Şeyh'e mazhar olduklarına âsâr-ı aliyyeleri şâhiddir. Boğaziçi'nde Çengelköy'de dere içinde Dr. İrfân Bey'in  köşkünü istîcâr etmişler, burada otururlar idi. İnzivâ-yı hayâta meyilleri vardı. Sinlerinin ileride olmasına rağmen kuvve-i hâfızaları yerinde idi. Ziyâretlerine şitâbân olan erbâb-ı aşk u  muhabbeti şeref-i sohbet ü iltifâtlarına müşerref kılarlardı.

Hoş-sohbet ve latîfe-gû olup, Hz. Şeyh-i Ekber efendimizin kemâlât-ı zevkıyyelerinden haber-dâr olmuş eâzım-ı sûfiyyeden idi. İlm-i vahdette lübb-i hakîkata dâir bi-hakkın söz söylemeye muktedir ricâlu'llâhdan idi.

Uzun boylu, beyâz sakallı, mütenâsibü'l-endâm idi. Sokağa çıkarlarsa setre pantolon, kolalı gömlek giyerler; temiz gezerlerdi. Hamzeviyyü'l-meşreb, sünniyyü'l-mezheb idi. Şeyh Ahmed Muhtâr er-Rufâî, müşârünileyhe, "Kıravatlı Evliyâ" tesmiye eylemişti. Her nerede olsa herkes sükût eder, onun söz söylemesine muntazır olduklarından, o da ilm-i vahdetten açar, herkesi müstağrak-ı zevk eyler idi.

Son zamânlarında sokağa çıkamaz oldular, mükerreren ziyâretlerine giderdim. Fakîre ziyâde teveccüh ve iltifât âsârı gösterirler idi.

1339 senesi onyedi Muharrem'inin (30 Eylül 1920) Perşembe günü doksanbeş yaşında iken irtihâl-i dâr-ı naîm eylediler.

Evrâd-ı Havâdis'te okudum:

"Şeyhü'l-mütekâidîn fuzalâ-yı benâmdan Çapan-zâde Ârif Bey yüz yaşını mütecâviz olduğu hâlde Çengelköy'de Pınarderesi'nde müste'ciren sâkin olduğu hânede irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Merhûm-ı müşârünileyhin haber-i vefâtı mesmû'-ı âlî-i pâdişâhî buyurulması üzerine techîz ü tekfîni lutfen /151/ ceyb-i Hümâyûn'dan fermân buyurulmuş ve vasiyeti mûcibince Nakkaş'ta (Beylerbeyi'nde) defn edilmiştir. Merhûm, âlim ve fâzıl bir zât olup, fevka'l-âde kuvve-i hâfızaya mâlik idi. (Rahmetu'llâhi aleyhi rahmeten vâsi'aten)"

Âsâr-ı aliyyeleri:

1-     Fıkh-ı Keydân Tercümesi.

2-     Atiyye-i Sübhâniyye Şerhu Gavsiyye-i Geylâniyye. Gâyet ârifâne ve pek yüksek ilimle yazılmış bir eser-i mühimdir. Mustafa Şerîf Efendi bunu tahşiye eylemiştir. Matbû'dur.

3-     Hazîne-i Nûr. Matbû'dur.

4-     İsmet-i Buhârî'nin Nutku. (Şerh-i Gül-deste-i İsmet)

5-     Miftâhu Hısnı Hasîni Rahmâniyye fî Memleketi Vücûdı İnsâniyye. Hz. Sünbül'ün, "Gel ey sâlik diyem bir söz ki Hak'dır" nutkunu şerh eder, mühim bir eserdir.

6-     Şuûnâtu Hak alâ mâ-Cerâ's-sebak. Beş cild bir eserdir. Her eserin muhteviyyâtı ne gibi şeydir, müşâru'nileyhin hatt-ı destiyle tasvîr edilir mektûb aynen raptedilmiştir. Hz. Hüdâyî Kütüp-hânesi'ne vakfedilmiştir.

7-     Râfiu'z-Zulem fî Kulûbi'l-Ümem. Şeyh Mustafâ Musihuddîn Ebu'l-Vefâ (kuddise sırrûhu'l-ulâ)’nın nutku üzerine kaleme alınmıştır.

8-     Hazâinu Envâr ve Defâinu Esrâr. Altı cilddir. Sekizyüzü mütecâviz ehâdîs-i şerîfeyi ve bin kadar sahâbenin tercüme-i hâlini câmi'dir.

9-     Tuhfe-i Şemsiyye. Hz. Mevlânâ'nın "Menem ma'lûl-ı bî-illet ki illet Geşt Peyvendem" gazelini şerheder.

10- Vârıdât-ı Seferiyye. Hakâyıka dâirdir.

11- Tuhfe-i Seyfiyye. Esrâr-ı hacca dâirdir.

12- İstid'â-yı Merhamet. Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretlerinin nutku şerhidir.

13- Zeyl-i Vâridât-ı Seferiyye. Rûh mes'elesine dâirdir.

14- Kitâbu'l-hakâyık. Tefsîr ve fıkıh ve serâir-i Kur'âniyyeye dâir dört cild. Bununla berâber birkaç eserinin zâyi' olduğunu beyân buyurmuşlardır.

15-  Otuz kadar gazelini hâvî Dîvânçe'leri.

16-  Celb-i Surûr Selb-i Küdûr. Kasîde-i Münferice şerhidir.

17-  Îzâhu'l-Merâm alâ Delâleti Seyyidi'l-Enâm. Manzûme-i Mevlid-i şerîf şerhidir. Gâyet zevk-perverâne bir sûrette yazılmış mühim eserdir.

/152/ Eş'ârından:

Dil-beste olup aşk ile baksaydı sünbüle

Bülbül koparırdı yine ol demde gulgule

Çün bâd-ı sabâ bir daha vir goncadan güle

Gül-şen görünür âteş-i aşk bülbüle

Son gazeli:

Ey gamze söyle  zahm-ı dilimden zebânım ol

Ey âh sîne nüsha-i şerh u beyânım ol

Ey eşk-i dîde ben diyemem yâra derdimi

Rûy-ı izârım üzre dökül tercümânım ol

Ey gonca-fem şühûdumu tasrîh idem sana

Zabt it de hep şu âleme sen dâstânım ol

Keşf itmesin bu râzımı zühhâd amân sakın

Tâ rûz-ı haşre değin nükte-dânım ol*

Bir Ârif'e müsâdif olursa eğer yolun

Zevk-ı şühûdumu bildir lisânım ol*

Hâk-i mukaddes-i Pîr Şeyh Sünbül'e*

Vaz'-ı cebîn idüp ihlâs-hânım ol*

Ârif Bey merhûmun selîka-i kalemiyyesi kendine mahsûs denilecek bir şekli hâvîdir. Eserlerini ser-â-pâ okumaya müsâade buyurmuşlardı. Okudum müstefîd oldum.

Ey harîm-i harem-i sırr-ı Hudâ Ârif Bey

Vey edîb-i edeb-istân-ı safâ Ârif Bey

Hep hakâyık ile mâlî olan ol sözlerini

İşitenler mütehayyirdir eyâ Ârif Bey

Bahr-ı zevk olmuş o pâkîze dilin bî-şübhe

Bâb-ı mehdinde ne söylense sezâ Ârif Bey

Sırr-ı tevhîde hakîkatda vusûlün zâhir

Server-i cümle-i erbâb-ı vefâ Ârif Bey

Cezbe-i aşkın ile mest oluyor Vassâf'ın

Ona imdâd-res ol lutf ile yâ Ârif Bey

Müşârünileyh, "Bende sırr-ı irşâd yoktur." diye kimseyi dâire-i irşâdlarına almamış ve herkesten mazhar-ı feyz olmaya çalışır bir vaz'iyyet takınmış idi. Âsârının esâmîsinin tedkîkinden de nümâyân olacağı üzere Ârif Bey cidden büyük adam idi. Meclis-i enverinde insan, bulundukça temâdîsini ister idi. O da her gelen gibi geldi, yaşadı, insanlığını anladı, hakîkatini bildi, buldu, oldu, gitti.

Cümle cihân  fânîst, bâkî heme ûst

(Kaddesa'llâhu sırrahû ve nefeanâ bi-berekâtihim ve füyûzâtihim ve şefâatihim. Âmîn. Bi-hurmeti nebiyyi'l-emîn.)

Hîn-i irtihâllerinde evlâdı kalmamış idi.

Hz. Nûreddîn-i Cerrâhî hakkında söylediği şu kıt'a ne hoştur.

Kızışdır halka-i tevhîdi yansın kalb-i âteş-nâk

Fetîl almaksa maksad koyma elden öyle misbâhı

Yanup sızlarsa sînen yaradan râhında âh itme

Sarar hep merhem-i lutfuyla Nûreddîn-i Cerrâhî

/153/ Ahmed Sâfî Bey[11]

Urefâ-yı sûfiyyeden bir pîr-i Rûşen-zamîrdir. Pederleri İbrâhîm, onun pederi el-Hâc Ali Efendilerdir. 1267 sene-i hicriyyesi Rebîu’l-âhirinin yirmikinci (25 Ocak 1851) Pazartesi gecesi İstanbul'da Bahçekapı civârındaki hânelerinde dünyâya gelmiş ve Hamîdiyye Sıbyân ve Vâlide Rüşdî Mekteblerinde okumuş ve elviye mutasarrıflıkları me’mûriyyetinde bulunan pederleriyle maan Anadolu ve Rumeli cihetlerinde gezmiş ve 1282 sene-i hicriyyesi Recebinde (Ocak 1865) Mâliye Hazînesi İstikrâz Odası'na me’mûr olmuş, o târîhten i'tibâren meşâhîr-i ulemâ-yı İslâmiyye'den Tokatlı-zâde Ahmed Efendi'den Arabî ve müctehidîn-i İrâniyye'den o zamân İstanbul'da bulunan Mirzâ İsmâil'den Fârisî okumuştur.

1294/(1876) senesinde Rus muhârebesi zamânında Şâdiye İplik-hâne ve Misâfir-hâne-i Askerî Hastahâneleri başkitâbetlerinde ve ba'de'l-harb Selânik Fırka-i Askeriyyesi başkitâbetinde ve Aydın vilâyeti dâhilinde Menteşe ve havâlisi ağnâm ve a'şâr me’mûriyyetlerinde ve mülgâ Takâüd Sandığı Mektûbî Kalemi’nde ve Ma'zûlîn Mülkiye Sandığı mümeyyiz ve müdürlüğünde bulunmuş ve 17 Mayıs 1329/(29 Mayıs 1913) târîhinde takâüd edilmiştir. Kırkaltı seneyi mütecâviz hıdmet-i devlette istihdâm olunmuş ve bulunduğu memûriyyetlerde afîfâne ve müstakîmâne îfâ-yı hizmet eylemiştir. Elsine-i selâsede tahrîr ve tekellüme muktedir olup, erbâb-ı kemâldendir. Gayr-i matbû' Dîvân'ı ve hayli âsârı vardır.

Ba'zı makâle ve şiirleri Evrâk-ı Havâdis'le neşr edilmiş ise de mahviyyet-perver olduklarından şöhretten ictinâben imzâ koymamışlardır.

Son zamânlarında Kumkapı'da Kadırga'da Kolluk Sokağı'nda 10 numaralı hânede ihtiyâr-ı ikâmet buyurdular. Mükerreren şeref-i ziyâretleriyle müşerref oldum. Fakîre pek büyük teveccüh ve muhabbet göstermişlerdir. Külliyyetli kitâbı olup kendisi kitâb-ı kâinât olduğu için bunlardan müstağnî kalınca çarşıda sahaflarda bir dükkân istîcâr ile kitaplarını buraya nakl ederek bir müddet bunları satmakla meşgûl olup bi'l-âhare ferâğatla mecmûunu toptan âhara satmıştır.

Son zamânında Dizdâriye'de Sokollu Mehmed Paşa Câmi'-i şerîfi karşısında Özbekler Dergâhı'nda Cuma geceleri Mesnevî-i şerîf okutmaya başladılar. Meclis-i enverleri ehl-i kemâle cilve-gâh olmuştur. Defter-hâne'de bir aralık hatt-ı siyâkat tedkîkına me’mûr olmuştu. Ba'zı takrîrleri şübbân-ı memleketten birkaç zâtın himmetiyle zabt olunup Şu'le ve Mecmûam nâmlarıyla iki risâle sûretinde tab' u neşr olunmuştur. Tarîkaten nisbetleri Nakşiyye-i Hâlidiyye'den İsmet Efendi'yedir (C. 2, s. 213.). Kendisi şöhretten gâyet müctenib ve halvet ve uzlete ziyâdesiyle râgıb olup, müntesib bulundukları tarîkatı ve şeyhi dahi gizlerler. Ehlu'llâhdan pek çok zevât-ı âliye ile bâ-husûs Hacı Kâmil Efendi hazretleriyle sohbetleri vardır. Fakîre yazdıkları birkaç mektûbu aynen telsîk ediyorum.

/154/ Sâfî Bey'in mektûbları ve gazeliyyâtı okunursa derece-i kemâlinin ne kadar bâlâ-ter olduğu nümâyân olacağından fazla söz söylemeye hâcet kalmaz. Müşârünileyhin bir muazzam eseri vardır. Nâmı Sefîne-i Sâfiye'dir. Bunda bir çok zevât-ı kirâmın tercüme-i hâli ve eâzım-ı İslâm'ın sözleri ve müellifinin hakâyıka, dakâyıka dâir bahisleri vardır.

Uzunca boylu, beyâz sakallı, gözlüklü, sevimli, halûk, beşûş, mültefit, mahviyyetli, pek temiz yürekli bir zât-ı âlî-kadrdir.

Refîka-i hayâtı Nebiye Hânım'ın irtihâli âhir vaktinde müşârünileyhi pek müteellim eylemiştir. İhtiyâr hâlinde sevdiği zevâtın dergâhlarına kadar gider ve erbâb-ı meclisi müstefîd eyler. Sefîne-i Sâfiye onsekiz cilddir. Pey-der-pey yazılmakta olduğundan aded-i cildin mütezâyid olması dâire-i ihtimâldedir.

Müşârünileyh nisbet-i tarîkatları ifşâdan tahâşî buyuran mestûrîndendir. Bir gün İbnü'l-Emîn Mahmûd Kemâl Beyefendi ile birlikte saâdethânelerine ziyârete gittik Söz arasında mîr-i müşârünileyh istîzâh ederek nasılsa izhâr-ı nisbet eylemişlerdir. Yanyalı meşâhîr-i meşâyıhtan Şeyh Mustafa İsmet Efendi merhûma nisbetlerini söylemişlerdir. Bizden senelerce ketm buyurdukları hâlde nasılsa ifşâ buyuruverdiler. Bundan dolayı Mahmûd Kemâl Beyefendi'ye müteşekkir oldum.

Bâlâda yazdığım vechile İsmet Efendi, Abdullâh-ı Mekkî vâsıtasıyla Hz. Hâlid Ziyâeddîn'e merbûttur. İkinci cildde 213. sahîfe ilâvesinde bahs olunmuştur.

Ahmed Sâfî Efendi her hâlde Şeyh-i müşârünileyhin mazhar-ı feyzi olmuş urefâ-yı sûfiyyedendir. Ve eâzım-ı sûfiyyeden pek çok zevât-ı kirâm ile sohbetleri olup şiddetle ihtifâya meyyâl sûfiyyûn-ı mestûrîndendir.

Hastalandılar. Sarıyer'de ma'lûl binbaşılardan mahdûmu İbrâhîm Bey'in hânesine nakl olundular. 24 Mayıs 1342 ve 11 Zilka'de 1344/(1926) târîhine müsâdif Pazartesi günü zevâlî sâat onikide tekmîl-i enfâs-ı ma'dûde-i hayât eylediler. Vasiyetleri mûcibince Anadolu Kavak'ında Yurus Kalesi üstündeki şehîdlikte meşhûr Hâce Sâdık Efendi merhûmun kabri civârında rahmet-i Rahmân'a tevdî' olundular. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

İrtihâlleri âlem-i irfân için ziyâ-ı azîmdir. Onsekiz cildden mürekkeb Sefîne'si ve mükemmel Dîvân'ı âsârının en mühimidir.[12]

                                             -    -    -              

es-Selâmu aleyküm ve’s-selâmetü ileyküm ve’l-âfiyetü beyne ledeyküm!

Ahibbâmızdan  Ziyâ Bey tarafından tahmîs edilen ve efâîl ve teâîlden ibâret bir gazel-i âcizânemi ve İmâm Fahreddîn-i Râzî hazretlerinin evâhir-i ömründe söylemiş olduğu Arabça bir nazm-ı belîğı ve şuarâ-yı Acemden Enverî merhûmun Fârîsî bir manzûmeyi bedîası - ki Sefîne’de muharrerdir – meâllerini şu varakaya yazarak takdîm ile kesb-i fahr ü şeref eylerim.

Esâsen hiçbir işe yaramadığım hâlde gûyâ, "Kırkaltı küsûr sene hizmet etmiştir." diye Devlet-i Osmâniyye ve millet-i İslâmiyye merhamet ederek âcizlerini tekâüde sevk etmiş ve beytü’l-mâl-i müslimînden bir gûnâ istihkâk olmadığı ma’lûm iken mücerred sadaka-i seniyye-i Muhammediyye olarak bir mikdâr maâş tahsîs buyurmuştur. (القناعة كنز لايفنى)[13] Bu maâş ile alâ külli hâl geçinmekte idik. Hak teâlâ hazretlerinin ihsânına teşekkürden âcizim. Âilemin kesretini bilen ve işe yarar zu’munda bulunan ba'zı yârânımızın tavsiyesi üzerine Defter-i Hâkânî’ye me’mûr ettiler. Bu me’mûriyyetin reddîni isteyemedim. Tasarruf Hakk’ındır. Onbeş günden beridir orada elden geldiği kadar çalışıyorum. Hafîf bir hizmet olsaydı hoşça olacak zannında bulunur idim. Çünkü yazı yazmak ziyâde; bu hıdmet-i hakîrâneme bir de siyâkat yazısı tercemesi ilâve edilecek diyorlar. Hâlbûki ellibeş seneden mütecâviz bir zamândan beri bu yazının hem okumasını hem yazmasını unutmuşum. Arz-ı i’tizâr eyledim. Bakalım ne zuhûr edecek. Yazı yazmaya ihtiyârlık, alîllik mâni’ oluyor.

Geçenlerde Tâhir Beyefendi lutfen fakîr-hâneyi teşrîf ve âcizlerini ihyâ ve taltîf buyurdular. Bu lutfa nâil olmak, feyzan teveccüh-i kudsiyye-i aliyyeleri berekâtıdır. Teşekkür ederim. Tatvîl-i makâle ile tasdî’ ve ta’cîz eyledim. Afv buyurunuz. Allâh teâlâ hazretleri Habîb’i hurmetine cümlemize sıhhat ve âfiyet ve selâmet ve saâdet-i dâreyn ihsân buyursun efendim hazretleri.

                                                                      20 Kânûnsânî 1332/(1 Şubat1916), Cuma

     ed’afu’l-ibâd Sâfî

Olmayanlar bezm-i vahdet sırrına mahrem henüz

Olmayanlar câm-ı vahdet-bahş ile hem-dem henüz

Olmayanlar âşık-ı sıdk-âver-i gül-fem henüz

Bilmeyenler zevk-ı vuslat kadrini bir dem henüz

Olmadılar hayf kim âzâde-i mâtem henüz

Aşk-ı gül bülbülde cârîdir velâkin ilm ile

Güllerinde hârı yârıdır velâkin ilm ile

Aşk ise bir feyz-i Bârî’dir velâkin ilm ile

‘Küntü kenz’in nûru sârîdir velâkin ilm ile

Anlaşılmaz bezm-i yâra olmadan mahrem henüz

Bahş-ı fıtratdır hakîkat sıdkı her bir sâdıka

Feyz-i kudretdir viren bu kilk-i lâle nâtıka

Sû-yı Hâlık’dan zuhûr eyler kuvâ-yı sâika

Feyz-i hâssu’l-hâs ile oldu tecellî âşıka

Kim zuhûra gelmeden bu hılkat-i âlem henüz

Doldu ol 'kâlû belâ’da hubb-ı hilkatla gönül

Oldu ser-mest-i meserret âz-ı vuslatla gönül

Ney-misâl âh itmede her demde firkatle gönül

Yaralandı hançer-i tîz-i muhabbetle gönül

Dest-gâh-ı tıbda îcâd olmadan merhem henüz

Aşk ile ancak silindi nev-be-nev jengâr-ı dil

Aşk ile ancak bilindi nükhet-i esrâr-ı dil

Aşk ile ancak bilindi cûşiş-i enhâr-ı dil

Aşk ile ancak bilindi nükte-i esrâr-ı dil

Mazhar-ı ta’lîm-i esmâ olmadan Âdem henüz

Feyzine bâis olur elbette sıdkı sâdıkın

Kalbine eyler şehâdet kavli her bir nâtıkın

Aşkına eyler delâlet âhı kalb-i râikın

Derdine ayn-ı devâdır kendi derdi âşıkın

İtmeden ağrısı teşrîh Îsi-i Meryem henüz

Söylenilmez ey Ziyâ her sâzda nazm-ı belîğ

Hisseme düşmüş dimek ifrâzda nazm-ı belîğ

Dil-bere eyler takaddüm nâzda nazm-ı belîğ

Söylenilmez şîve-i i’câzda nazm-ı belîğ

Olmadan kalb-i hazîn Sâfi’ye mülhem henüz

İmâm Fahreddîn-i Râzî’nin evâhir-i ömründe söylediği nazmın meâli:

"İnsanlar bir işin husûl-pezîr olmasıçün düşünürler de başa çıkaramazlar. Zîrâ o işin gâyeti bir râddeye gelir ki, nihâyet akdâm-ı ukalâ oraya bağlanır kalır, onu halledemez. Ulemânın ekser mesâîsi dalâleti müntec olur. Rûhlarımız mahbes-i cesedde ızdırâb içindedir. Dünyâmızın netîce-i hâsılası ise ezâ ve vebâldir. Çok yaşadığımız hâlde mübâhase-i ilmiyyemizden istifâde edemedik. Ancak toplamış olduğumuz şeyler bir takım kîl ü kâllerden ibârettir. Ne kadar ricâl ve devlet gördük ki, sür’atle zuhûr ettiler ve mehâside yüzünden birbirleriyle münâzaaya başlayarak nihâyet sür’atle mahv oldular. Ne kadar dağlar gördük ki, yüksek ve âlî olan zirvelerine suûd eden ricâl zevâle erdi.  Dağlar yine dağlar olarak yerlerinde bâkî kaldılar."

Enverî’nin manzûme-i bedîiyyesi meâli:

"Rey vilâyeti hudûdunda fakîr bir dîvâne var idi. Gece gündüz deşt ü kûh-sâr gezer ve Temmuz ve fasl-ı Rebî’ ve Hazân’da dağdan kalkıp şehre inerdi. Çarşıda alış-verişle meşgûl olan ahâlîye der idi ki:

Ey kubbe-i zerrîn-i semâ altında esbâb-ı maîşet tedârik ve ihzâr etmeye şitâbân olan insanlar!

Ey esbâba bed’ ve tevessülde bî-kudret ve bî-iktidâr ve tuhaf tuhaf esvâb ile pür-zîb ü zînet olan kişiler!

Ey cihân-ı dûnun esîr-i raht u zîneti ve ferîkata-i tantana ve haşmeti ve şu vîrâne-i âlemi ma’mûr u âbâdân etmek için var kuvvetini sarf eden bu’l-acebler!

Ey şarâb-ı gafletle sersem ve akılsız olan ve cem’-i mâl u nukûda sa’y u ikdâm ve gayret; zevk u safâ vü âsâyiş ü âsûdegî ile kibir ve nahvet eden dîvâneler!

Mesâr u huzûz-ı emvâl ü servet, yalnız kasvet ü gussadan ibâret değil midir? Ahlâk u keyfiyyât-ı cismâniyye ve rûhâniyyenizi kemâle eriştirmekte rûh u nefsinizin sıfât-ı lâzimesini  ta’yîn etmekde ne için adem-i dikkat ve mülâyemet ediyorsunuz?

Ne için kış geldiği zamân üçer dörder aded kakum ve sincap kürk; yaz geldiği gibi yedişer, sekizer dâne-i keten libâslar telebbüs ediyorsunuz? Birer tek elvermiyor mu?

Siz nefsinize karşı duracaksınız, yoksa nefsiniz size değil. İlm ü takvâyı ve sabr u sebâtı istikmâle çalışınız. Zîrâ siz cismen değil nefsen insansınız! Dest-i cehl ü tekâsülde bî-behre vü ebkem ve fürû-mâye ve bî-i’tibâr  kalmayınız!

Ben fakîr bir dîvâneyim. Lâkin hiçbir şeyde ârzû ve hâhişim yoktur. Muhabbet ü ahd ü peymânda sâbit ü metînim. Hıyânet ve adâvetten hâlî ve ârî bir kalbe, bir vicdâna mâlikim. Mâlik olduğum niam-ı ilâhiyyeye mukâbil velî-i ni’met ve Hâkim-i mutlakıma dâimâ ibâdet ve duâ ve şükr eder ve her bir mihnet ü meşakkate sabr u tahammül eylerim. Hiçbir mâl ü mülküm yoktur. Hastalanırsam kimse müdâvât etmez. Gâib olsam kimse taharrî ve intizâr eylemez. Terk-i hayât eylesem çocuklarım yok, eşk-rîz ü mahzûn olsun. Seyâhat etsem çanta ve çamaşır taşımam. Ey âlem-i süflînin zîb ü zîver-i muhtelifesiyle mahdû’ ve perîşân ve meshûr u ser-gerdân kalmış olan âdemler! Beynimizde ne fark var : Doğmak ise ben de sizin gibi doğdum. Yaşamak ise ben de sizin gibi yaşıyorum. Râhat u mihnet ise ben de sizin gibi sûde vü renc ü elem gördüm. Netîcede hepimiz birden yine âlem-i fânîyi terk edeceğiz. ne fark kaldı! Servet ü elbise ve hâneleriniz mi?"

Ma’rûz-ı âcizânedir:

                                             العفو من شيم كرام الناس[14]  

------

                                     با كريمان كارها دشوار نيست[15]

      

“Tasdîimden dolayı afv-ı kerîmânelerini niyâz ve ricâ ederim. Şeyh Osman Şems Efendi hazretlerinin taraf-ı âlîlerinden ihsân buyurulan, “Gönülden gönüle” gazel-i kudsiyyelerini Sefîne nâm risâleye yazarken “Arz ider rûyunu dil-dâr gönülden gönüle” mısrâı zuhûr etti. Rûhâniyyet-i kudsiyyelerine ilticâ ederek alt tarafını birkaç beyit ilâvesiyle bir gazel sûretine koymaya çalıştım. Hz. Şeyh kendi zevk-ı ma'nevîsine göre sadrdan, fakîr de efâîl tefâîlden ibâret olarak satırdan söylemiştir.

Duâ-yı ârifânelerinde şâyân-ı kabûl görülür ise bu gazel-i hakîrâneyi de erbâb-ı aşktan şeyh hazretlerinin gazel-i kudsiyyelerine nazîre söyleyen zevât-ı âliyenin nazîreleri meyânına kayd ve idhâl buyurursanız melce-i ümmet ile haşr olmak pek büyük bir devlet ve saâdettir. Allah teâlâ ve tekaddes hazretleri sadaka-i seniyye-i cenâb-ı Muhammedî olarak bizi zümre-i sâlihînde haşr eylesin.

İâdesi evvelce emr-i âlîleri iktizâsından olan iki kıt’a tercüme-i hâli kayd edemedim. Yazılarım çok; ihtiyârlık ise yazı yazmayı istemiyor. Mukaddemen tercüme ettiğim bir fıkrayı takdîm ediyorum. Nazar-ı lutfunuzla manzûr olmasını istirhâm ve bi’l-hâssa arz-ı ihtirâm ve selâm eylerim, efendim hazretleri.

                                                         29 Kânûn-ı evvel 1332/(10 Ocak 1916) Perşembe

                                                                                                    ed’afu’l-ibâd Sâfî

Arz ider rûyunu dil-dâr  gönülden gönüle

Berk urur nûr-ı feyiz-bâr gönülden gönüle

Cevher-i zâtı olur saykal-ı mir’ât-ı kulûb

Aks ider sûret-i dîdâr gönülden gönüle

Sâye-i hazret-i sultân risâletde tamâm

Söylenir menkabet-i yâr gönülden gönüle

Mürşidin bir nazarı toprağı iksîr eyler

Anlanır hikmet-i enzâr gönülden gönüle

Bir teveccühle ider hâne-i kalbi tathîr

Beyti mihmânına ihzâr gönülden gönüle

Dirilir ölmüş olan kalbde zuhûr iden

Feyze âid nice âsâr gönülden gönüle

Hâr u hâşâk-i sivâyı yakar elbette

Âteş-i aşk ile her bâr gönülden gönüle

Kurtulan kayd-ı sivâdan bilir âzâdeliği

Bahş olur ni’met-i ahrâr gönülden gönüle

Ne kadar muğlak ise hüsn-i kırâatla hemân

Okunur mushaf-ı esrâr gönülden gönüle

Bakılır dîde-i Ya’kûb ile hüsn-i Yûsuf

Bir temâşâ-yı veleh-kâr gönülden gönüle

Görülür çeşm-i basîretle o cânân bilinir

Sırr-ı ‘lâ-yüdrikü’l-ebsâr’ gönülden gönüle

Sâhib olmak ne büyük devlet imiş anlaşılır

İz hümâ’ ma’ni-i ‘fi’l-gâr’ gönülden gönüle

Soyunanlar bu libâs-ı beşerîden Sâfî

Vuslata oldu sezâ-vâr gönülden gönüle

                   *    *    *

Cemâlin zînet-i rû-yı Hudâ’dır Yâ Rasûla’llâh

Cebînin kıble-gâh-ı enbiyâdır Yâ Rasûla’llâh

 Şeh-i taht-ı risâlet mihr-i eflâk-i nübüvvetsin

Derinde Sâfî de miskîn gedâdır Yâ Rasûla’llâh

Hz. Pîr Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (kaddesa’llâhu sırrahu’l-kayyûmî)’nın en son söyledikleri (دوش وقت صبح دم چرخ پايان يافتم – در ميان دانه  خشخاش سندان يافتم)[16] matla’lı gazel-i kudsiyyelerine nazîre-i ahkarânedir :

با وجود شاهد من سر سلمان يافتم

می ز لعلش نوش کردم آب حيوان يافتم

 آن حيات دل بد آوردم که مقصود منست

منت عيسی ندارم حضر عرفان يافتم

آشنائی دل بلطفش حاصل آمد در درون

چون تجلی شد مرا آن روی جانان يافتم

ذره  ناچيز بودم ز آفتاب حسن او

مهر وش در دل ز رويش نور رخشان يافتم

پادشاه ملک معنی در جهان معرفت

آن بهاء الدين که نقشش در دل جان يافتم

صيقل آيينه  دل که مرا حاصل شده است

پرده  ظلمت دريد و نور ايمان يافتم

قطره ام آن بحر معنای حقيقت رآ که هست

ميزند موج صفا صافی نهادان يافتم[17]

  

                                  

Hz. Pîr Sünbül Sinân (kaddesa’llâhu’l-Mennân)’ın,

           “Gel ey sâlik diyem bir söz ki hakdır

             İşidir hakkı şol kim hak kulakdır

matla’lı gazel-i kudsiyyelerine nazîre-i âcizânedir :

Tecellî-i Hudâ’ya  kalb otakdır

Sivâ rû-yı arûsa bir duvakdır

Sülûkun yolları gâyet uçurum

Ayağı nefsinin ammâ kayakdır

Sakın çeldirme kendin ey özü pâk

Nefis didikleri sert bir çomakdır

Rücû’ ile gelir sâlik olanlar

Der-i mürşid muhabbetli kucakdır

Temizle kalbini şirk ü sivâdan

Gönül zîrâ mülevves bir çanakdır

Yıkup bu varlığı yokluğu şâd ol

Sarây-ı menzil-i vuslat uzakdır

Kuyûdun tohmunu saçma vücûda

Zemîni nefsinin gâyet çorakdır

Münezzehdir Hudâ’nın misli yokdur

Anı sanma bilen usdur damakdır

Götürmez zerrece varlık muhabbet

O kim da’vâdadır ehl-i nifâkdır

Ene akrab” buyurdu zât-ı Mevlâ

Anı zann itme kim Sâfî ırakdır

Meşâyıh-ı Sa’diyye’den Sütlüce’de Hasîrî-zâde Dergâhı şeyhi ve Meclis-i Meşâyıh reîs-i esbakı Elîf Efendi’nin, (صفاء وقت درويشان درين خلوتسرا باشد -  دوای درد دلريشان در آن دار شفا باشد  )[18] matla’lı gazellerine nazîre-i fakîrânemdir :

تجليئ جمالت زينت هر دو سرا باشد

تجليئ جلالت فيض جانهای صفا باشد

نکاه چشم مخمورت طراز جام عشاق است

شراب گل عذارت را چشيدن جان فزا باشد

همی خواهم که جانا جبهه سای درکهت باشم

غبار خاک پايت کحل چشم هر گدا باشد

منور ساز دوستان را ز خورشيد رخت ای يار

بر آ بر آسمان رل که نورت تا سما باشد

دماغ جان معطر ميکند بويی ز گيسويت

همين از ديدن رويت چراغم پر ضيا باشد

چنان است يک نشانت نی درين دور و درين جنب

ز پرده چون بيرون آيی نشانت در فضا باشد

نظر کن صافی بيچاره را با لطف و احسانت

که خاک زير پا با آن نظر بس کيميا باشد

خدايا بار دائم آن اليف مرشد کامل

که ذاتش چو هر آيينه  دل را جلا باشد[19]

                                *    *    *

Bezminde senin bir gececik hem-demin olsam

Bir bâde-i cân-bahşın ile hurremin olsam

Sürsem yüzümü pâyına ey mihr-i cihân-tâb

Âlemde senin hâk-i reh-i makdemin olsam

Lutfunla olur kâbil-i idrâk-i maâlî

Sırr-ı dil-i feyz-âverine mahremin olsam

Ma’dûm vücûd itse beni zevk-ı hayâlin

Sâyen gibi ey rûh-ı revân tev’emin olsam

Sâfî kulunu bir nazarın zinde kılardı

İhsânına şâyetse olup mun’imin olsam

Sâib’in gazeline nazîre olarak söylenilmiştir :

در شب مهتاب جانا منظر دريا خوشست

نوش می خوب شنودن غلغل مينا خوشست

جرعه  آن می حيات جاودان بخشد بمن

مست لايعقل شدن در صورت و معنی خوشست

درگه دولت پناه حضرت پير مغان

زمره  افتادکان را ملجأ عظمی خوشست

يک قدح ساقی بده زان باده  ياقوت رنک

هر حبابش قلزم است که می شور پيدا خوشست

کی هر اسد آن که در بحر فنا باشد غريق

موجهای اضطراب او را ترنم سا خوشست

هر که اميد استقبال را دارد نگاه

آن نه مرداست که بگويد خاطر فردا خوشست

فيض باردان صبوح عشق را صافیبنوش

بی وجودی در وجود ساقی صحبا خوشست[20]  

                     

*     *     *

Hûn-âb-ı dildi meclisimizde şarâbımız

Reşk eyledi sirişkimize her habâbımız

  

Sâkî şarâb-ı la’line cânlar fedâ fakat

Valsın dilerdin olmasa mâni’ hicâbımız

Çeşm-i siyâh-ı lutfuna mahzar olaydık âh

Ma’mûr olurdu hâne-i kalb-i harâbımız

Bir zerreyiz rücû’ ideriz meh-cemâline

Sensin semâ-i dilde bizim âftâbımız

Olsak şehîd-i gamze-i hûn-hâr-ı aşkının

Hâsıl olurdu dergehine intisâbımız

Yaksın vücûdu âteş-i aşkın tamâm tamâm

Eczâsı kül olunca gönülde kebâbımız

Çekmekdeyiz cefâ-yı nigârı hazîn hazîn

Tahmîr olundu aşk ile Sâfî türâbımız

İstilâhât-ı mûsikîyi câmi’ olmak üzere taraf-ı âcizîden bir gazel söylenilmesini Cebbâr-zâde Ârif Beyefendi ârzû buyurdukları cihetle, onların ârzûların mebnî ıstılâhât-ı mezbûreden ba’zıları münderic olarak tanzîm olunan gazeldir :

Bir sabâ pîş-rev gınâsı andelîb-i zârımın

Câna geçdi hûb sadâsı andelîb-i zârımın

Eyledi uşşâkı nâlende müessir nefhası

Çün vatandandır cüdâsı andelîb-i zârımın

Gûşe-i hicrânda ağlarlar rast-gûylar müdâm

Çünki yok bir âşinâsı andelîb-i zârımın

Âteş-i âhım muhayyer sazı ihrâk eyledi

Sûz-nâk oldu nidâsı andelîb-i zârımın

Perde çekdi âh hayâl-i yâra âheng-i hüzâm

Var tükenmez mâ-cerâsı andelîb-i zârımın

Dil-keş olmuşdur nihâvend faslına dil-dâdeler

Bu cihetdendir nevâsı andelîb-i zârımın

Bağladı beste-nigârın zülfüne âşıkları

Oldu şevk-efzâ nümâsı andelîb-i zârımın

Hâk-i kudsî-i hicâzı sürme itdim dîdeye

Çeşminindir rûşenâsı andelîb-i zârımın

Her hüseynî-meşrebin hâmîsidir Âl-i abâ

Cân fedâdır Kerbelâ’sı andelîb-i zârımın

Ehl-i Beyt’in dergehi olsun benimçün bûse-gâh

Böyledir dâim duâsı andelîb-i zârımın

Aşk taksîm eyledikde her makâmı Sâfiyâ

Düşdü gam hisse cezâsı andelîb-i zârımın

Tazarru’ nâmıyla takrîben bundan otuz sene evvel yazmış olduğum mufassal şiirden bir iki parçadır :

Ey mülk-i vücûd-ı pâdişâhî

Sensin şeh-i lâ-mekân câhı

Birsin ki sana şerîk yokdur

Meydânda tasarrufun ke-mâ-hî

Hâdis ki sivâ şuhûd u gaybî

Oldu feleğin çü mihr ü mâhı

Muhtâc sana bütün halâik

Yok ehl-i ukûlun iştibâhı

İrmez ki ukûl-ı nev’-i Âdem

Bilsin seni ey ilâhi dâhî

Sensin ki güşâd idüp seherle

Her bây ü gedâya bâr-gâhı

Sensin ki kerîm-i ibâd-ı hâssın

Vicdânına virdin intibâhı

Abdin ne kara olursa âsî

Afvınla biter bütün günâhı

Ey Gâfir-i zenb olan ilâhî

Afv eyle bu abd-i rû-siyâhı

Bildim ki bakâ senindir el-hâk

Ey zâtı Kadîm olan ilâhî

Tahkîk münezzeh-i Hudâ’sın

Kim zâtına zâtın âşinâsın

            *    *   *

Ey server-i tâc u taht-ı “levlâk

Sultân-ı serîr-i “mâ-arafnâk

Şânın o kadar büyükdür irmez

Ey evvel-i mâ-halak ki idrâk

Nûrunla dolup bütün avâlim

Şems ü kamer ü zemîn ü eflâk

Feyzinle açık cihân muîni

Aşkınla hırad ki sîne sad-çâk

Mehdinde kasîr lisân mükemmel

Hayretde dolandı zihn-i derrâk

Kur’ân’da Hudâ idüp sitâyiş

Kim zâtını ey sütûde-i pâk

Sensin dü cihânda dest-gîri

Bî-çârelere olur mu hîç bâk

Ey melce-i âcizân kerem kıl

Afv eyle suçu gönül heves-nâk

Lutfunla gider olur mücellâ

Hep dilde olan gubâr u hâşâk

Virmez feleğe gubâr-ı pâyın

Âşık ki yolunda olsa ger hâk

Mir’ât-ı mukaddesinden ey mâh

Her dem görünür Cenâb-ı Allâh

Salla’llâhu aleyhi ve sellem ve âlihî ve ashâbihî ecmaîn.      

                                               -    -    -

  

Molla câmî (kuddise sırrûhu’s-sâmî) hazretlerinin bir manzûmesinden tercüme edilmiştir:

Şehr-i hakîkat ve mısr-ı vilâyetin vâlisi ve esrâr-ı hakâyık u dakâyık ma'rifetiyle meşhûn olan Mısrî (Kuddise sırruhû) hazretleri buyurdu ki: Mekke-i Mükerreme’de mücâvir ve Harem-i şerîfte hâzır u nâzır idim. Ansızın meczûb ve dîvâne bir delikanlı gördüm ki cânı âteş-i aşk u muhabbetle yanmış ve hilâl gibi zaîf olmuş ve sararmıştı. Muhabbetten nâşî o delikanlıdan suâl ettim ki :

Ey meczûb insan! Sende ancak âşık mısın ki, bu gûne zaîf olmuş ve sararmışsın. Cevap olarak dedi ki:

Evet başımda bir kimsenin fitnesi vardır ki, onun benim gibi hasta âşıkı çoktur.

O delikanlıya dedim : Yâr sana yakın mıdır? Yahut gece gibi senin gündüzün o yârdan karanlık mıdır? Dedi ki:

Bütün ömrümde o yârın hânesinde ve hâk-i pâk-i kâşânesindeyim.

O delikanlıya dedim:

Yârın seninle müttehid ve müttefik midir? Yahut sana sitem kılıcı ve cefâ edici midir?

Cevâben dedi ki:

Her sabah ve akşam vakti berâberiz. Hep bir yerde şîr ü şeker gibi karışmış ve asılmışız.

O delikanlıya dedim:

Senin yârin ey ârif ve mütefennin ve kuyûd-ı nefsâniyyeden mücerred olan kimse! Seninle hânede berâber bulunan yâr sana refîktir. Senin işin cümle işlerinde muvâfıktır. İş senin murâdın üzerine geçer. Ne içün böyle zaîf olmuş ve sararmış ve baştan başa derd olmuşsun?

O delikanlı cevap olarak dedi:

Git git ki aceb bî-habersin. İyidir ki bu gûne sözden geçesin. Yakınlığın mihneti, uzaklığın mihnetinden ziyâdedir. Benim ciğerim yakınlık heybetinden kandır. Yakınlıkta pek çok zevâl-i ni’met korkusu vardır. Uzaklıkta visâl ümîdinden başka yoktur. Zevâl korkusunun âteşi dili ve cânı yakar. Visâl ümîdinin şem’i, rûh-ı revânı parlatır ve ziyâlandırır.

                                                           -    -    -

Ricâl-i Sa’diyye’den ve üdebâ-yı asırdan ve ahibbâmızdan Şeyh Elîf Efendi’nin terceme-i hâlleriyle ba'zı eserlerini istemek üzere Sütlüce’deki Hasîrîzâde Dergâhı’na 28 Kânûn-ı evvel 1332/(9 Ocak 1916) Çarşamba günü sabahleyin gitmiş idim. O gün tenezzülen Bursalı Tâhir Beyefendi külbe-i ahzânımı teşrîf buyurmuşlar. Tâli'-i nâ-sâz iktizâsından olarak hânede bulunamadığıma pek çok teessüf ettim.

Ertesi Perşembe günü öğle üstü tekrâr teşrîf ve âcizlerini ihyâ ve taltîf buyuracaklarını lutf ale’l-lutf olarak hânemiz halkına tebşîr etmişler. Fakîr o gün akşama kadar külbe-i hakîrânemde beklemiş isem de teşrîf buyurmadılar. Bu gün de muntazır olacağım. Her hâlde şu adem-i mülâkâttan nâşî ziyâdesiyle mahzûn olduğumu arz eder ve müşârünileyhin ve zât-ı âlî-i kadr-dânîlerinin izdiyâd-ı ömr ü âfiyetlerini ve mülâkâtın nasîb buyurmasını cenâb-ı Hak’tan diler ve teveccühât-ı aliyye-i kerîmânelerinin hakk-ı hakîrânemde devâm ve bakâsını niyâz eylerim efendim hazretleri. 

                                                           -    -    -

Ma’rûz-ı âcizânedir:

9 Kânûn-ı evvel 1332/(21 Aralık 1916) târîhli mürsel iltifât-nâme-i kerîmânelerini aldım. Ziyâdesiyle memnûn oldum. "Ehl-i derdin sohbetine hem-dem it" mısraı hakkındaki şerh-i âlîlerinden istifâde ve istifâza eyledim. Teşekkür eylerim. Zât-ı âlîleri iltifât-nâmelerinde, "İsâbet-i mütâlaa aramak, harâbede defîne taharrîsine benzer." diye buyurulur. Defîneler dâimâ harâbelerde bulunur.

 

Derûnî  âşinâ ol  taşradan bîgâne sansınlar

Bu bir özge revişdir âkıl ol dîvâne sansınlar

Ne kadar güzel bir meslek. Fakîr, dünyâda izâ’a-i hayât-ı müsteâre eyledim.

Hakk’ı bâtıldan etmedik temyîz

Hezeyân ile geçdi ömr-i azîz

Abdülazîm-i Hindî hazretleri buyuruyorlar:

                                        در جهان سود است آن مرضاى حق را جستن است

                                   ور زياني هست با  غير خدا دل بستن است[21]

Allah teâla ve tekaddes hazretleri sadaka-i seniyye-i Muhammediyye olarak ümmet-i Muhammed’e merhamet buyursun.

                                             -----

1282 sene-i hicriyesinde (1865) pederimin Kütahya sancağından vukû' bulan infisâlinde İstanbul’a gelmiş idik. O sene İstanbul’da oldukça hâtırı sayılır kış var idi. Bahçekapı’daki konağımızda Ferîk Hasan Paşa nâmında bir zât müste'ciren sâkin idi. Kış münâsebetiyle hânemizden çıkmadı. Biz de bi’z-zarûre hemşîremizin Bâyezîd’ta Sarac İshâk Mahallesi’ndeki hânesine geldik. O vakit Şeyh Fazlî ve mahdûmu Muhammed Derviş Ferîd Efendiler ile görüştük. Bu zâtlar ile ülfetimiz o târîhten başlar.

Akrabâ-yı âcizânemden ve Mekke-i Mükerreme’de irşâd-ı sâlikîn ile iştiğâl eden Şeyh Muhammed Cân Efendi hazretlerinden müstahlef Hacı Şükrü Efendi, Şerîf Abdülmuttalib Efendi hazretlerinin dîvân-ı kitâbetinde bulunmak hasebiyle ve müşârünileyh hazretlerinin mahdûmlarından Şerîf Câbir Beyefendi – şimdiki Emîr-i Mekke Şerîf Ali Haydar Paşa’nın pederidir – ile evvelce Vâlide Mektebi’nde berâber bulunduğumuzdan dolayı dâimâ Şerîf hazretlerinin Bâyezîd civârında konaklarına gider gelir idik. Şeyh Fazlî Efendi de, Şerîf hazretlerinin konaklarına çok gelirler idi. Ferîd Efendi, Bâyezîd Câmi'-i şerîfinde ders okurlar idi. Fakîr de o câmi'-i şerifte ders okudum. Ekseriyâ berâber bulunurduk. Cânlarına rahmet olsun.

Şeyh Fazlî Efendi merhûmdan münhal olan imâmet ve meşîhat cihetleri dîğer mahdûmları, ahibbâmızdan Vecdî Efendi uhdesindedir. Erzurumî Abdurrezzâk İlmî Efendi, ihvânımızdan gâyetle sevdiğimiz bir zât-ı şerîftir. Erzurum’dan İstanbul’a geldikçe Sünbül Efendi hazretlerinin hânkâhında oturur ve Bâyezîd Câmi'-i şerîfinde Mesnevî-i şerîf okuturlar idi. Fazıl ve mübârek bir zâttır. Rahmet olsun cânına.

Bu dünyâ, fakîri nice cânlardan ayırdı. Tâhir Beyefendi’yi bir iki kerre görmüş idim. Kendileriyle ülfet-i husûsiyyem yoktur. Fakat fâzıl bir zât. Şeyhiniz Efendi hazretleriyle görüşemediğime gâyetle teessüf ettim. Şu kadar var ki şeref-i sohbet-i aliyyeniz ile teşerrüf ettiğimden dolayı mütesellî oluyorum. Ârif Beyefendi, terceme-i hâllerini fakîre gönderdiler. Yalnız pederlerinin ism ü şöhretlerini yazmamışlar. Eğer zât-ı âlîniz biliyor iseniz lütfen iş’ârını ve bir de Osman Şems Efendi merhûmun, “Gönülden gönüle” gazeli bizde var idi. Bunu arayıp bulmak ve ahibbâmızdan Hâce Hicrî Efendi merhûmun bir eserini de taharrî etmek ve üç gün kadar kalmak üzere Kavak’a geldim. Gazeli aradım, bulamadım ve bu mektûbu Kavak’ta iken yazdım.

Bu gazel zât-ı âlîlerinde var ise merhameten tesyârını istirhâm (?) ederim ve Lâleli Baba - ki Sultân Mustafâ-yı sâlis asrı velîlerindendir – fakîr bu zâttan pek çok lutf gördüm. Bu zâta dâir ma’lûmât-ı aliyyeleri var ise izbârını ziyâdesiyle ricâ ederim.

Terceme-i hâl-i âlîlerine ilâvesi emir buyurulan seyâhat-i aliyyeleri fıkrasını emr-i vâlâları üzerine ilâve eylerim.

İhtiyârlık hasebiyle yazı yazmaya evvelki gibi i'tinâ edemiyorum. İâdesi taleb edilen iki kıt’a terceme-i hâlin istinsâhı biraz vakte muhtâc olacağından bunun teahhur-ı takdîmi ihtiyârlığıma bağışlarsınız ümîdinde bulunurum.

Bâkî arz-ı ihtirâm ve selâm eylerim efendi hazretleri.

                                                                    15 Kânûn-ı evvel 1332/(27 Aralık 1916)

                                                                                      ed’afu’l-ibâd Sâfî

İsmet-i Buhârî (kuddise sırrûhu’s-Sâmî) hazretlerinin,

                                 سرخوش از كوى خرابات كذر كردم دوش

                                 بطلب كارئ ترسابجهْ باده فروش

matla’lı nazm-ı kudsiyyelerini min gayr-i haddin Türkçeye ettiğim tercümedir :

Dün gece mest ü medhûş iken tersâ-peçe-i mey-fürûşun niam-ı cemâline nâil ve harem-i sarây-ı visâline dâhil olmak ârzûsu hâtırıma geldi de hikem-i hâl-i medhûşu ile der-akab harâbâtîler mahallesinden geçmiş idim. O gece necm-i tâliim burc-i saâdette şeref-mekîn imiş ki, ham-ı ebruvânı gıbta-bahş-ı mâh-ı Ken’ânî ve nûr-ı cemâli mahcûb-kerde-i mihr-i âsumânî olan ve mânend-i zünnâr omuzuna döktüğü zülf-i dil-âvîzi ashâb-ı ukûlun ve erbâb-ı fuhûlün cem'iyyet-i hâtırını perîşân eyleyen bir dil-ber-i perî-peyker ve kâfir-i işve-ger sokak başında önüme çıkıverdi.

Ey letâfet-i hüsn ü ânı erbâb-ı irfânı hayrân ve nice gönülleri bî-nâm u nişân eden mahbûb-ı dil-âşûb burası neresidir ve senin dâr-ı izzet-medârın nerededir?” diye suâl ettim.

Burasını ve benim hânemi öğrenip de ne yapacaksın, bana mülâzemet mi etmek istersin? Eğer bu ârzûda bulunuyorsan elindeki tesbîhi yere at ve bizim âyînimiz iktizâsından olan zünnârını bağla ve takvâ şîşesini taşa çal ve şarâb-ı aşk ile memlû olan kadehteki bâdeyi iç ki hayât-ı câvidânî ve zevk-ı sermedânî bulasın.”diye cevap verdi.

Benim bu mesleğimi tut, ondan sonra yanıma gel. Sana maksûdunu haber vereyim.” cümle-i cemîlesini de ilâve etti ve yoluna gitti.

Bu nush u pend üzerine her şeyi terk ettim ve o mahbûb-ı merğûbun arkası sıra sür’atle koşarak bir makâma eriştim ki, ne dîn ve ne de akıl ve şuur kaldı. Uzaktan gördüğüm bir gürûh mest ü medhûş içtikleri bâde-i aşkın harâretinden ve neşve-i cân-bahşâsından cûş u hurûşa gelmişler. Bu mestler mutrib u sâkî ile berâber çeng ü çigânesiz raks u semâ’da sebât u kıyâm ve fakat o bezm-i feyzâ-feyzde mey ü câm u sürâhî olmadığı hâlde muttasıl nûş-ı şarâb-ı aşka devâm ediyorlar. O meclis-i şevk u tarabın bu hâlini gördüğüm vakit bî-ihtiyâr rişte-i âr u nâmûs elimden gitti. Bir söz söylemek istedim, "Sus, dediler, burası Ka’be değildir ki, esrâr-ı aşka ve ahvâl-i kalbe vukûf ve ma’lûmâtın olmadığı cihetle tavâfa gelirsin. Burası mescid de değildir ki, âdâb-ı insâniyyeyi ve ihlâs-ı İslâmiyyeyi yerine getiremediğin halde hurûşa geliyorsun. Burası pîr-i muğânın harâbât-hânesidir. Burada o mestler bulunur ki, sabâhu’l-hayr ezelin ibtidâ-yı deminden kıyâmete kadar mest ü medhûşlardır."

İsmet gibi dîn ü dünyâyı şarâb-ı aşkın bir cur’asına sat. Eğer böyle yapamazsan bu bezm-i feyzin neş'e-i sâfından senin için hazz u nasîb yoktur. Hest kavline göre İsmet gibi dîn ü dünyâyı şarâb-ı aşkın bir cür’asına sattıktan sonra bu bezm-i feyzin neşve-i sâfından senin için hazz u nasîb müyesser olur.

Mâ-cerâ-yı aşkı tahrîr eylemek mümkün değil

Hâl-i ye's-i kalbi takrîr eylemek mümkün değil

Îsi-i Meryem tabîbi olsa da derd ehlinin

İlletin teşhîs ü tasvîr eylemek mümkün değil

      

Kalb-i âşık öyle bir tahrîb olunmuş hânedir

Ol harâbı kimse ta'mîr eylemek mümkün değil

Olmaz insânın bakâsı ayn-ı rü'yâ vü hayâl

Ol hayâli hüsn-i ta'bîr eylemek mümkün değil

Şâd olur nâşâd diller mevt-i şâdıyla hemân

Âşıkı âlemde tesrîr eylemek mümkün değil

Yâra karşı âşıkın feryâdı olmuş bî-eser

Âh-ı âteş-bârı te'sîr eylemek mümkün değil

Sayd ider şîrân-ı aşkı âhuvân-ı çeşm-i yâr

Sâfiyâ ol şûhu teshîr eylemek mümkün değil

           

Mücerred âcizlerini ihyâ maksadıyla iltifât-nâme gönderilmek lütfunda bulunulur ise, Kumkapı'da külbe-i fakîrâneme irsâl buyurulması istirhâm olunur, efendim hazretleri.

 

ASÂLİYYE-İ HALVETİYYE

Şeyh Seyyid Ahmed b. Ali el-Harîrî el-Asâlî, evliyâ-yı kirâmdandır. Haleb civârında Harîr kasabası muzâfâtından Asâl karyesindendir. Şam’da ve Haleb’te teşehhür eylemiştir. Şeyhi Şâh Velî b. Üveys el-Antâbî’dir. Kemâli, Şeyh Kubâd Halîfe’dendir. Silsile-i tarîkatı ber-vech-i âtîdir:

Şeyh Kubâd Halîfe, Şeyh Şâh Velî, Şeyh Ahmed-i Rûmî, Şeyh Ya'kûb-ı Antâbî, Şeyh Vidâdu’ş-Şâmî, Şeyh Şemseddîn-i Rûmî, Şeyh Üveys-i Karamânî, Şeyh Cemâl-i Halvetî. (Kaddesa’llâhu esrârahüm)

İrtihâli Şam’da ve 1048/(1638-39 senesindedir. Sâdâttandır.

BAHŞİYYE-İ HALVETİYYE

Haleb’de 1038 senesi Rebîu’l-evvelinde (Kasım 1828) Bekfalon karyesinde doğmuştur. Sâdâttandır. Pederi Muhammed b. Muhammed b. Muhammed Ahmed el-Bahşî el-Halebîdir ve şeyhidir. Onun şeyhi İhlâs b. Nâsıruddîn-i Halebî, onun şeyhi Kubâd Halîfe olup, Cemâl-i Halvetî hazretlerine muttasıl silsilesi bâlâda yazıldı.

Tahsîli Şam’da, kemâli Haleb’tedir. Müftü Muhammed b. Hasan el-Kevâkibî’den ahz-ı ilm eylemiştir. Ulemâdandır. Şâfiye Nazmu’l-Kâfiye ve Şerh ale’l-Bürde gibi eserleri vardır. Pederinin şeyhine de mülâkî olup, ondan da ahz-ı feyz eylemiştir. Bir müddet seyâhatten sonra Haleb’te Tekke-i İhlâsiyye’de seccâde-nişîn olup, ba’dehû oğlunu makâmına iclâs ile mücâvereten Mekke-i Mükerreme’de kalmış ve orada 1098/(1687)’de irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Cennetü’l-Muallâ’da, Hz. Hadîcetü’l-Kübrâ (radıya’llâhu anhâ) vâlidemizin civâr-ı rahmet-medârında defîn-i hâk-i gufrândır. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

AHMEDİYYE-İ  HALVETİYYE

Tarîkat-ı Halvetiyye’de “Ortakoldedikleri bir şu’be-i mühimmedir. Ârif-i bi’llâh Şeyh Ahmed Şemseddîn Efendi hazretlerine nisbet olunur. Dört şu’be-i asliyyee-i Halvetiyye’nin üçüncüsüdür.

Şeyh Ahmed Şemseddîn (Yiğitbaşı)

Marmaralıdır ki, Aydın vilâyetinde Manisa sancağında Akhisâr kazasına mülhak Gölmarmarası nâm karyedendir. “Marmaracık” ve sâde “Marmara” da denilir. “Marmaravî Ahmed Şemseddîn Efendi” diye yâd olunması bundan kinâyettir.

İsm-i âlîleri, “Şems Ahmed et-Tavîl” olarak meşhûrdur. Şakâyık’ta hakk-ı âlîlerinde şöyle denilir:

“Müşârünileyh hazretleri Aydın taraflarında yetişmiş, ol diyârın ulemâsından istiâze-i lemeân, ilm ü irfân ve gurre-i isti’dâdını mihr-i dırahşân-ı fezâilden  bedr-i dırahşân eyledi. Sonra fenâ-yı dehr-i nâ-pâyidârı iz’ân ve (كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ)[22] mazmûn-ı şerîfine nazar-gâh-ı çeşm-i cân edip, Hz. Sünbül Sinan’ın hademât-ı aliyyelerinde istinşâk-ı nesemât-ı tahkîk ve Hz. Merkez’in âsitâne-i feyz-âşiyânesinde tekmîl-i tarîk eyledi.”

İstidrâd

Tedkîkât-ı âcizâneme göre müşârünileyh hazretleri vâkıa Hz. Sünbül’ün zamân-ı âlîlerini idrâk etmişler ise de, Hz. Sünbül’den yirmialtı ve alâ rivâyetin otuzaltı sene mukaddem intikâllerine bakılırsa ve asıl şeyhleri kibâr-ı meşâyıh-ı Halvetiyye'den Alâeddîn-i Uşşâkî olduğu nazar-ı dikkate alınırsa Hz. Sünbül ile sohbetlerinden kinâye olarak o yolda yazıldığı zâhir olur.

Ahmed Şemseddîn Efendi hazretleri Şeyh Alâeddîn’den müstahlef olunca Manisa'da irşâd-ı nâsa me’mûr oldular. Manisa’da seccâde-nişîn ve feyz-bahş-ı sâlikîn olup va’z u nasîhatla halkı irşâda hasr-ı himmet buyurdular. Zikr-i cehri ihtiyâr eylediler. Ba'zan esnâ-yı va’z u zikirde galebe-i vecd ü hâl ile galeyân eden aşka tahammül edemeyip sayha eder ve nice zaman bî-tâb olurlardı. Huzzâra haşyet gelirdi.

Sultân Selîm-i evvel Manisa’da vâlî iken çok kerre ziyâret-i aliyyelerine şitâb edip dualarına mazhar olmuşlardı. Şeref-i kudûmları için İzmir’de bir zâviye yaptırmışlardır. Halaka-i zikirde cehr ve devrân ve tasfîk ile ızhâr-ı vecd mu’tâdları olduğundan ba'zı ehl-i zâhirin dahline uğradılar. Fakat o kimselere bed-duâ etmekle ba'zıları füc’eten vefât etti. Ba'zısı attan düşüp helâk oldu. Izhâr-ı nedâmet ile istimdâd edenler güç-hâl kendini kurtardı.

“Yiğitbaşı” denilmesinin sebebi:

Zamânının kutbu olup, min tarafi’llâh umûm-ı meşâyıhın terbiyesine me’mûr buyurulmasından kinâyedir. Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye’nin nakline göre, bir aralık İstanbul meşâyıhı arasında tekevvüne başlayan bir mes'elenin halline me’mûr ve hüsn-i faslına muvaffak olduğundan o lakab kendilerine verilmiş ve bununla iştihâr etmiştir. Bu lakab Arabça’ya nakl olunurken “Fete’l-fityân, Ebu’l-fityân” olmuştur. İstanbul’da bir müddet bulunarak Manisa’ya avdet ve yine irşâd-ı nâs ile iştiğâl buyurdular.

Velâdetleri 839/(1435-36), müddet-i ömürleri 61, irtihâlleri 900/(1495)’dür. Bir eserde ise 911/(1505-06) gösterilmiştir[23]. Manisa’da nâm-ı âlîlerine mensûb dergâhta medfûndur. (Kaddesa’llâhu esrârahum)

Ulemâ-yı sûfiyyeden idi. Pek mühim eserleri vardır:

Manzûme-i Câmiu’l-Esrâr, Risâletü’t-Tevhîd, Ravzatü’l-Vâsılîn, Mukaddimetü’s-Sâliha, Keşfü'l-Esrâr, A'mâlü't-Tâlibîn, Bahreynü'l-Aşk, Ahvâlü'l-Ebrâr ve'l-Mukarrabîn nâmında eserleri vardır. Gayr-i matbû'dur.

Câmiu'l-Esrâr mukaddimesinden:

         İbtidâ kıldık kitâba fazl-ı Bi'smi'llâh ile

         Zikr olunsun hem dahi tevhîd-i zâtu'llâh ile

Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye'de müşârünileyhten inşiâb eden tarîkatlar ne güzel cem' olmuştur:

Şuabât-ı Ahmediyye: Ramazâniyye, Sinâniyye, Uşşâkıyye, Mısrıyye.

Şuabât-ı Ramazâniyye: Cihângîriyye, Buhûriyye, Raûfiyye, Cerrâhiyye, Hayâtiyye.

Şuabât-ı Sinâniyye: Muslihiyye, Zühriyye.

Şuabât-ı Uşşâkıyye: Cemâliyye, Salâhiyye, Câhidiyye, İrşâdiyye, Muslihiyye.

Müstakîm-zâde’nin Şerh-i Dîvân-ı Ali’den:

       Tarîk-ı Halvetî’nin kahramânı

       Yiğitbaşı Efendi’dir bil anı

       Dahi Hacı Karamânî Efendi

       Gönül ka’besinin rind-i yamanı

       Cihâd-ı ekber itdi müctehid bil

       Reîs-i âşıkân-ı Ümmi Sinân’ı

       Tarîk-ı Halvetî’de bir yol açdı

       O râhın âşıkândır rehrevânı

       Sinâniyye dinür ol râh-ı Hakk’a

       Yürü âşık isen bul râh-ı cânı

       Nizâmî-zâde Seyyid Seyfü’l-hak

       Nizâma koydu saff-ı âşıkânı

       Hayâ vü hilm ile Osmân Efendi

       Gelüp irşâd için pîr ü civânı

       Mürîdi Şeyh Muhammed çok zamândır

       Kibâr-ı evliyânın kâmrânı

       Hem andan Şeyh Hasan müstahlef oldu

       Kemâlât ile oldu Pîr-i sânî

Hüseyn-ism ü Alî-sîretdir oğlu

Hilâfet tahtının sâhib-kırânı

Azîzim mürşidim Şeyh Mustafâ’dır

İdüp rıhlet cinân oldu mekânı

Azîz-zâdem benim şeyhim Hasan’dır

Dil ü cânım hayât-ı câvidânım

 

Şeyh İlyâs-ı Sakızî

Eâzım-ı meşâyıh-ı Halvetiyye'den olup kendilerinden birçok zevât-ı âliye yetişmiştir. Bu Şeyh İlyâs an-asl Karaman Ereğlisi'nden olup Akbıyık Şeyhi Çarkacı Şeyh Ahmed Efendi’den ahz-ı tarîkat eyledi. Sakızlı Abdurrahmân Paşa, Sakız’da mücedded bir zâviye binâ ve şeyhi dahi İlyâs Efendi’yi Sakız’a i’zâm eyledi. 117 yaşında iken rihletine mebnî Sakız’da defîn-i hâk-i gufrândır. "Sakızlı Şeyh" (صاقيزلى شيخ) târîhidir ki 1158 târîhini müş’irdir.  Şiirde Çâresiz tahallus eyler:

Gel haber vireyim haber sorarsan

Bugünün yarına salup yürüme

Bâzergânsın bunda sermâyen bozup

Zarar u ziyâna virüp yürüme

Çâresiz çâresizlikdir o gün

Kahrı lutfuna gelir aşkile yön

Ululardan sana bu durur o gün

Sakın şikâyet idüp yürüme

Husûsiyle halîfeleri olan Yûsuf-zâde Şeyh Abdullâh Hilmî Efendi:

Urefâ vü ulemâ-yı sûfiyyedendir. Müşârünileyh hakkında Bursalı Tâhir Bey’in tahkîki ber-vech-i âtîdir:

Amasya fuzalâsından Şeyhü’l-kurrâ Yûsuf Efendi-zâde Muhammed Efendi sulbünden 1085/(1674-75) târîhinde Amasya’da tevellüd eyledi. İlm-i kırâatta yegâne-i devrân olan sâhib-i tercüme ulûm u fünûn-ı sâirede dahi vukûf-ı tâm ashâbından bir kenz-i fazl u irfân idi.

Vücûh-ı kırâatı pederinden; ulûm-ı Arabiyyeyi Müsâhib Paşa Hâce Fâzıl İbrâhîm Efendi’den; ulûm-ı akliyyeyi Kara Halîl Efendi’den ahz u tahsîl etti. (11)48/(1735-36) târîhinde Çorlulu Ali Paşa’nın sadâretinde Sarây-ı Hümâyûn hocalığına ta'yîn olunup, füyûzât-ı ilmiyyesinden istifâza olundu. Sonraları te'lîf-i âsâra başlayarak ahlâfa yadigâr bıraktığı te'lîfâtı, tedkîkât-ı ilmiyyesine dâldir.

Buhârî-i şerîfe yirmisekiz senede otuz cild üzere bir şerh-i mufassal yazmıştır. Te'lîf-i behîn-i mezkûru huzûr-ı pâdişâhîye ihdâ ederek ve pek ziyâde takdîr ve tahsîn ve bin altın ve bir kat libâs-ı fâhir ve bir samur kürk ihsân ile taltîf ve tesrîr buyrulmuştur. Müşârünileyhin Sarây-ı Hümâyûn Kütüphânesi’nde tedrîs eyledikleri Buhârî-i şerîfi ikmâl ile hitâm duâsı için tertîb olunan mecliste pâdişâh hâzır bulunarak tahkîkât-ı akliyye vü nakliyyesinden kesb-i inşirâh buyurmuşlardır.

Buhârî-i Şerîf Şerhi'ni Fâtih Kütüphânesi’ne koyduğu zamân dahi mazhar-ı taltîf olmuştur. Hacca niyyet ettiğinden fazl u kemâlinden hisse-yâb-ı taallüm olmuş olan esbak Sadrazam Yeğen Ahmed Paşa ihtiyâcât-ı seferiyyesini te'mîn etmiştir. Hicâz ve Şam ulemâsı müşârünileyhin ihâta ve kudret-i ilmiyyesine, bi'l-hâssa ilm-i tefsîr ü hadîs ü kırâatte olan ihtisâs-ı azîmine ve o nisbette dil-pezîr-i takrîrine meftûn ve bir çoğu mücâz u me'zûn olmuşlardır.

/158/ Yarım asır kadar cevâmi' ve medâriste neşr-i ulûm eylediler. Şeyh İlyâs-ı Sakızî'den  mazhar-ı feyz-i tarîk ve nâil-i sırr-ı tahkîk olmuşlardır.

Seksen iki yaşında iken, "tüvüffiye alâmetü'z-zamân"(توفى علامة الزمان)  terkîbinin delâleti olan 1167 târîhinde[24] irtihâl ederek İstanbul’da Topkapı hâricinde Maltepe câddesindeki kabristanın sağ tarafı vasatına  defn olundular.

Müstakim-zâde ondan müstefîd olanlardandır. Hâfız Hüseyn-i Ayvansarayî  Vefeyât-nâme’sinde  medfeni hakkında diyor ki:

“Topkapı hâricinde pederi ve sâir ehl-i Kur’ân arasında 1167 senesi 15 Zi'l-ka'de’sinde (Ağustos - Eylül 1754) defn olunduğu şâkirdlerinden Müstakim-zâde’nin bu mısraıyla mukayyeddir:

Merkadin nûr ide Abdullâh Efendi’nin Kadîr

(مرقدن نور ايده عبد الله افندينك قدير)

Seng-i mezârında olan Arabî târîh, Hoca-zâde Seyyid Muhammed Saîd Efendi’nin kalemiyle mestûrdur. Şiire de intisâbları olmakla Hilmî mahlasıyla Arabî, Farisî, Türkî manzûmâtı  vardır. Ez-cümle bir na’t-ı nebevîden :

Fezâ-yı dergehin kân-ı atâdır Yâ Rasûla'llâh

Cenâb-ı Melce-i ehl-i recâdır Yâ Rasûla'llâh

Müellefât-ı fâzılâneleri :

1-         Otuz cildden mürekkeb Necâhu’l-Kârî nâmıyla Buhârî-i şerîf şerhi.

2-         Yedi cildden mürekkeb İnâyetü’l-Mun’im nâmıyla Müslim-i şerîf şerhi.

3-         en-Nefhatü’l-Fâiha fî Tefsîri Sûreti’l-Fâtiha.

4-         Hâşiye-i Beyzâvî alâ Sûreti’l-Mülk.

5-         Hâşiye alâ Âdâbi Mîr Ebu’l-Feth.

6-         Hâşiye ale’l-Hayâlî.

7-         Hâşiye alâ Karadâvûd mine’l-Mantık.

8-         Hâşiye Alâ Şerhi Kâdımîr.

9-         Ravzâtü’l-Vâizîn.

10-      Kâfîye-nâme.

11-      İlm-i kırâatten el-Kırâatü bi’ş-Şevâz.

12-      Beyânu Merâtibi’l-Medân.

13-      Tuhfetü’t-Talebe.

14-      Îtilâfu Mahârici’l-Hurûf.

15-      Zehretü’l-Hayâti’d-Dünyâ.

16-      Risâletü Harfi’d-Dâdi’s-Sahîha.

17-      Kelâmü’s-Senâ fî Mevlûdi’l-Mustafâ  ve sâire.

Mecmû’-ı âsârı ellibeş imiş. Telâmîzinin en meşhûru Şeyh Müftî-zâde Muhammed Sâdık-ı Erzincânî (Nakşî faslında tercüme-i hâli yazıldı.) ve Bursalı Şeyhü’l-kurrâ Ebûbekir Efendilerdir. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Şeyh Abdülvahhâb-ı Ümmî

Elmalıdandır. Yiğitbaşı Ahmed Efendi hazretlerinden müstahleftir. Vâhibî tahallus etmiştir. “Vefât-ı nâsût” (وفات ناسوت) târîhidir. Gurre-i Şa'bân 1004/(1595-96)’tür. Şeyhinin târîh-i irtihâli 910/(1504-05) olmasına göre  muammerînden oldukları anlaşılır. Bu güfte kendilerinindir:

Evliyâ sırrı sorana dokuz türlü nişân gerek

Evvel kapı şerîattır güneş gibi ayân gerek

Vehhâb-ı Ümmî’nin tevhîdi hâtırına güç gelmesin

Bu ma'nâyı fehm etmeye sâfî nûrdan insân gerek[25]

Antalya’da sâkin olmuşlardır. Üsküdar’da İnâdiyye’de Şa'bânî Dergâhı olan Nalçacı Şeyh Halîl Efendî, müşârünileyhin halîfesidir. “Selâmet-i nâsût” (سلامت ناسوت)  (Halîl Efendi’nin) târîh-i irtihâlidir.

Üsküdar’da Selîmağa Kütüphânesi’nde Hz. Hüdâyî kitaplarının târîh kısmında 122 numaralı tomârda şeyhi, "Armağan Ramazân" diye gösterilmiştir. "Onun şeyhi Abdulvahhâb, onun şeyhi Tâlib Ümmî, onun şeyhi Yiğitbaşı" yazılıdır.

/159/ Hayli âsâr-ı kalemiyyesi olduğunu Hâfız Hüseyn-i Ayvansarâyî yazıyor. Hz. Azîz Mahmûd-ı Hüdâyî, müşârünileyh hakkında ziyâde hürmet-kâr olup, hattâ dergâh-ı âlîleri önünden geçerken cübbelerinin önünü kavuşturarak, vaz'-ı ta'zîm alarak geçtiklerini Vâlide-i Atîk şeyhi  Mahmûd Efendi merhûm naklen fakîre hikâye eylemiştir.

Üzeri kapalı ma'mûr türbesi vardır ki, bu türbe hakkında tafsîlât Şa'bânîler bahsinde geçti.

Nutuklarından:

Bu bendeyi aşk oduna yanmağa komazlar

Pervane-sıfat şem’a dolanmağa komazlar

Anın ki çırağını uyandıra Halîlî

Erbâb-ı hased sanma uyanmağa komazlar

Merhûm-ı Müşârünileyh salâh-ı hâle mevsûf olup, yevmî iki cüz Mushaf-ı şerîfden okur, Delâilü’l-Hayrât kırâatıne muvâzıb olur imiş. Hüsn-i hattı da var imiş. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Bir eserde İrtihâllerini "hatm" (ختم) (1040/1630-31) diye kayd olunmuş gördüm. Demek ki, Hz. Hüdâyî efendimizden sonra iki veya on sene daha muammer olmuşlardır. Allâh rahmet eylesin.

Nüzûlî Şeyh Mustafa Efendi

Şeyh Abdülvehhâb-ı Ümmî hazretlerinin kolundandır. Aydın’da Denizli kasabasındandır. 1157/(1744) târîhinde irtihâl eyledi. Kula’da dergâhı olup, kabri şehir medhâlinde ziyâret-gâhtır.

Silsile-i tarîkatı:

Şeyh Nüzûlî Mustafa Efendi, Şeyh Abdullâh-ı Kulavî, Şeyh Seyyid el-Hâc Mûsâ Efendi, Şeyh Esedu'llâh Velî el-Hamîdî eş-şehîr bi-Arslan Efendi, Şeyh el-Hâc Muhammedî eş-şehîr Muhyiddîn-i Siyâhî, Şeyh Muhammed el-meşhûr bi-Zuhûrî, Şeyh Ömerü’l-Hamîdî el-meşhûr bi-Mazharî, Şeyh Abdulvehhâb-ı Ümmî. (Kaddesa’llâhu esrârahum)

Müşârünileyhin tab’ olunan Dîvân’ında "Lazkiyeli" diye kayd olunmasına karşı Bursalı Tâhir Bey’in tedkîkâtında Suriye’deki Lazkiye olmayıp, Denizli kasabasının nâm-ı kadîmi olan Laudikiya’dan kinâye olduğu tebeyyün etmektedir. Doğrusu da budur. İki dîvânı vardır.

Dîvân'ını tab’ u neşre ızhâr-ı âsâr-ı himmet buyuran müteahhirîn-i meşâyıh-ı kirâm-ı Uşşâkıyye'den Muhammed Emîn-i Tevfîkî Efendi hazretleridir. Dîvân mürettebdir ve hakîkaten ârîfâne ve sûfiyânedir. Nâil-i mertebe-i irşâd olduklarında söyledikleri nutuktan:

Es-salâ her kim gelir meydân-ı aşka es-salâ

Es-salâ her kim yanar nîrân-ı aşka es-salâ

Es-salâ ol dost cemâli şem’ına pervâne-veş

Cân u dilden kim girer külhân-ı aşka es-salâ

Es-salâ ol dost elinden nûş iden peymâneyi

Lâ-yezâl bir aşk ile mestân-ı aşka es-salâ

Es-salâ dil mülküne hükm eyleyen uçdan uca

Cân içinde cân olan cânân-ı aşka es-salâ

Es-salâ Haydar gibi dil şehrini feth eyleyen

Ey Nüzûlî söyle ol merdân-ı aşka es-salâ

/160/ Hz. Mısrî’nin gazellerini tahmîslerinden:

Sıdk ile âşık olandan vasl-ı yâr eksik değil

Dem-be-dem ma’şûk elinden ber-güzâr eksik değil

Haydar’a mahrem olandan Zü’l-fikâr eksik değil

Âşinâ-yı aşk olandan âh u zâr eksik değil

Keşti-i bahra dem-â-dem rûz-gâr eksik değil

Nûr-ı Hak’dan mahzen-i Rahmân olan anlar bizi

Tûr-ı Hak’da Mûsi-i İmrân olan anlar bizi

Râh-ı Hak’da merkez-i pîrân olan anlar bizi

Zât-ı Hak’da mahrem-i irfân olan anlar bizi

İlm-i sırda bahr-ı bî-pâyân olan anlar bizi

Pîr yüzünden duyduğum irfâna virdim gönlümü

Dostuma îsâl iden burhâna virdim gönlümü

Derdime dermân iden Lokmân’a virdim gönlümü

Derd içinde bulduğum dermâna virdim gönlümü

Sıdk ile ihlâs ile îmâna virdim gönlümü

Müşârünileyhin pederi Seyyid Mustafa Çelebi, onun pederi Şeyh Hacı Mûsâ Efendi’dir. Cümlesi Denizli’dendir. (Rahimehumu'llâh)


TARîKAT-I ALİYYE-İ SİNÂNİYYE-İ HALVETİYYE

Hz. Pîr İbrâhîm Ümmî Sinân:

Sinânî-i Halvetî Tarîkı’nın pîr-i muazzamıdır. Velâdeti 893/(1488) senesinde; müddet-i ömrü 83 sene; irtihâli 976(1568) senesindedir. Eâzım-ı evliyâu'llâhtan olup, ba'zı âsârda Pirizrenli veya o havâlîden olmak üzere mukayyed, Hâfız Hüseyn-i Ayvansarâyî Vefeyât-nâme’sinde Arnavutluk’tan geldiği müeyyed ise de Osmânlı Müellifleri’nde musahhah bir icâzet-nâmeye istinâden Bursa diye muharrerdir.

Silsile-i Tarîkatları:

- Seyyid Yahyâ-yı Şirvânî   (Kuddise sırruhu’r-Rabbânî)

- Şeyh Pîr Muhammed Erzincânî  (Kuddise sırruhu’r-Rabbânî)

- Şeyh İbrâhîm Tâceddîn-i Kayserî  (Kuddise sırruhu’r-Rabbânî)

- Şeyh Alâeddîn-i Uşşâkî  (Kuddise sırruhu’r-Rabbânî)

- Şeyh Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî  (Kuddise sırruhu’r-Rabbânî)

- Şeyh el-Hâc İzzeddîn-i Karamânî  (Kuddise sırruhu’r-Rabbânî)

- Hz. Pîr İbrâhîm Ümmî Sinân  (Kuddise sırruhu’l-Mennân)

Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye’de Karaman diyarından olduğu da Osmânlı Müellifleri’nden naklen beyân olunur. Şakâyık-ı Nu’mâniyye’de İzzeddîn-i Karamânî halîfesi Kasım Çelebi (Şeyh Kâsım-ı Lârendî) hazretlerinden nâil-i hilâfet olduğu ve İzzeddîn-i Karamânî hizmetinde de bulunduğu menkûl ise de Esmâr-ı Esrâr’da Kasım Çelebi zikr olunmamuştur. Zeyl-i Atâî’nin ve Zeylü’l-Zeyl-i Şeyhî’nin  beyânına göre Kasım Çelebi, Yiğitbaşı halîfesidir. Hacı İzzeddîn-i Karamânî’nin pîrdaşıdır. Şakâyık Zeyilleri, Halvetî tomârları, Ümmî Sinân’ın şeyhi Hacı İzzeddîn-i Karamânî diye gösteriyor. Şeyh Kâsım’ın Bursa civârında İnegöl’de medfûn olduğu tahkîk-i âciziyle te’yîd olunmuştur.

Bir de Ümmî Sinân hazretlerinin rihletleri, (Gitdi 958’de Ümmi Sinân) mısrâına istinâden 958/(1551) gösterilmekte ise de âtîde nakl eyleyeceğim manzûme-i tavîle 976/(1568) olduğunu te'yîd etmektedir. Kendileri âlim oldukları hâlde gördükleri rü'yâ üzerine Ümmî tahallus buyurmuşlardır.

Cezebât-ı azîme ve ahlâk-ı hasene sâhibi bir azîz idi.  Müddet-i ömr-i şerîflerinde kimseyi incitmemiş veliyy-i kâmil ü mükemmil di.  Gâyet mütevâzı’ bir zât olup, fukarâya fevka’l-me’mûl riâyet ve bezl-i sadakât eylerdi. Müşârünileyhten ahz u feyz eden Seyyid Nizâm-zâde  Seyfullâh Efendi Câmiu’l-Avârif nâm eser-i mu'teberinde diyor ki:

“Hz. Ümmî Sinân (kuddise sırrûhu’l-Mennân) mücâhid ve müşâhid âşık kimse idi. Her sene üç erbaîn çıkarıp, her erbaînde mücâhidînden nice yüz kimseleri görürlerdi. Üçyüzden ziyâde halîfeleri vardı. Âleme münteşir olmuşlardı. Tarîk-ı Halvetî’de bunlardan ileri mücâhede eder görmedim. Halvetlerinde bir yere cem' olup tevhîd sürerler idi. Ben halvetleri ne üsluptur görüp durdum. Ba’de salâti’s-subh Sure-i Yâsîn tilâvet edip, işrâk zamânına değin üç bin tevhîd ederlerdi. /162/ Ba'dehu altı rek'at işrâk namâzını bi’l-edâ şuğl ederlerdi.  Ya'nî her bir dervîş otuz bin esmâ sürerlerdi ve ol arada ne vâki' olursa olsun şeyhe ta'bîr ettirirler; hayr u şer âmâllerini onunla görürlerdi. Andan adhâya değin tevhîd ederler, salât-ı zuhra Tebâreke ve Elhâkümü’t-tekâsür okuyup vakt-i asra dek tevhîd edip, asrı ba’de’l-edâ üçyüz kerre salavât-ı şerîfe getirir ve salât-ı mağribe dek tevhîd ederler. Salât-ı mağrib edâ olunduktan sonra yüz dirhem mikdârı taâm yiyip hamd ederek ışâya kadar tevhîd ederlerdi.Andan yatsı namâzını ba'de’l-edâ yine Tebâreke ve Elhâkümü’t-tekâsür okuyup üç bin tevhîd ederek esmâlarını sürerlerdi tâ teheccüd zamânı oluncaya dek. Anda ne kim görürlerse şeyhe ta'bîr ettirirler, salât-ı subha dek tekrâr tevhîde başlarlardı. Üç erbaîn çıkıncaya dek bu üslup üzere çalışırlardı.”

Cümle-i kerâmetlerinden biri budur ki:

Pehlûlarını yere ve arkalarını duvara vermiş değillerdi. Bir gün efkâr vâki' olup hemen vâkıamda gördüm. Cemî-i vilâyet kâfîr olmuş ve câmi'ler küffar ile dolmuş. Bîdâr oldum. Şeyhe varıp elini öptüm ve ayağına yüz sürdüm. Vâkıamı söyledim. Ne ise şerh eyledim. “İrâdet getirdiğin yeri inkâr etmişsin. Onun için inkâra batmışsın.” buyurdular. Hemen bildim filime tevbe ettim.

Bir dervîş der ki:

Bayrâmî’den bey’at ettik. Bilmeyiz ki Hakk’a veya bâtıla mı gitdik.” diye hâtırıma hutûr etmekle gözümü yumdum. Kendimi istifrâ eder gördüm. Bîdâr olduğumda şeyhe söyledim. “Evvel kabûl edip hazm ettin. Şimdi reddetmek câiz değildir, ben sana onu yine yediririm.” buyurdular. Artık bu hâtırayı giderdim. Dâimâ hizmetlerinde bulundum. Tabîî maksat ma'nevîdir.

Dervîşânından biri nakl eder:

Bir gece şeyhle tevhîd ederdim. Gördüm ki dedikçe ağızlarından bir top nûr çıkar. Ekser dervîşler bu hâle muttali' olup nazar ederler. Her ne vakit şeyh, hoca varsa veya sâkin olsa sînelerinden zikr-i kalbî sadâsı gelir ve bu sadâ kimseyi uyutmazdı.

Bir zamân azîz ile erbaîne girdik. Tâ subha dek tevhîd sürerdik. Nısfu’l-leylde dışarı çıktım. Azîzi sofada mâh-ı tâbâna karşı oturur gördüm. Yanlarında tanımadığım iki  kimse var. Her biri gûyâ bir deste gül. Ben pencere ardında durup ne musâhebet etmekte olduklarına vukûf hâsıl etmeye çalıştım. Kimini anlar kimini anlamazdım. Şeyh buyurur: Zamânımızda olan evliyâu'llâhı bilir misin? Ef’âlleri nedir vâkıf olur musun?

Birisi budur ki: Rasûl aleyhi’s-selâm ne vakit ki dünyâdan gitdi yeryüzü Hak teâlaya nâlân etti. Kıyamete dek mahrûm kaldım, peygamberlerin üzerime basmasından. Hak teâlâ yeryüzüne vahiy buyurdu : Senin üzerine erenler halk eyledim ki onların gönlü enbiyâların gönülleri gibidir. Erenler üç yüz kişidir. Evliyâu'llâhtır. Geri bunlardan gayrı yetmiş iki dahi vardır. Bunlara "nücebâ" derler ve bir taife dahi vardır /163/ kırk kişidir. Onlara "evtâd" derler.Bunlar kâinâtın mıhlarıdır. Ve bir bölük dahi vardır. Onlar on kişidir. Onlara "nükebâ" derler. Yedi kişiye de "urefâ" derler. Üç kişi vardır: Ol üçten biri Bursa’da  Hz. Üftâde’dir, dervîştirler. İkincisi Şam-ı şerîfde bir Arabtır. Üçüncüsü ağuştur. Ne vakte koşa, ecel yetişe üçlerden getirirler ki şimdi nevbet sizindir. Tâ bu minvâl üzere  üç yüzlere dek gidin. Avâmın muhiblerinden kâbil hangisi ise üç yüze ilhâk ederler. Bunlar ta kıyamete dek ilimden hâlî olmazlar. Bunlar şöyle kimselerdir ki gönülleri Nûh ve İbrâhîm ve Mûsâ gönülleri gibidir.

Şeyh müteaccibâne buyurur ki : Adem var mıdır, gönlü İbrâhîm gönlü gibi ola? Evet Dâvûd ve Süleymân ve Îsâ (aleyhi’s-selâm) ve Cebrail (aleyhi’s-selâm) bile vardır.          Bunların esrârı şöyledir ki: Eğer kutbun esrârına üçler vâkıf olsa katillerine fetvâ verelerdi. Eğer üçlerin esrârına yediler vâkıf olsa böyle yaparlardı. Ta üç yüzlere dek bu üslup üzeredir. Zîrâ katle rumûzda tefâvüt olmakla birbirinin esrârına mütehammil olmazlar. Nitekim Mûsâ (aleyhi’s-selâm), Hz. Hızır (aleyhi’s-selâm) ile mülâkî olduğunda Hz. Hızır gemiyi deldi. Hz. Mûsâ, (أَخَرَقْتَهَا لِتُغْرِقَ أَهْلَهَا)[26] dedi. Oğlanı katl etti. (أَقَتَلْتَ نَفْسًا زَكِيَّةً)[27] dedi. Duvarı doğrulttu. (لَوْ شِئْتَ لَاتَّخَذْتَ عَلَيْهِ أَجْرًا)[28] dedi.

Hızır ile mülâkât:

Hz. Hızır, evliyâu'llâhtan biri vefât etse onun cenâzesine, “Karındaşım İlyâs ile elbette hâzır oluruz. Her gün salât-ı duhâyı Kabe-i şerîfede kılarız. Tâ gün çıkıncaya değin Beytu'llâh’ı tavâf ederiz. Makâm-ı İbrâhîm’de iki rek'at namâz kılıp, giderim. Sahrâları temâşa kılıp, musîbet-zedelere dermân ederim. Çün vakit zuhr olur. Medîne’ye gelip kalırım. Yine sahralara çıkar, bîçâre var mıdır görürüm. Salât-ı asrı Beytü’l-Makdis’te kılarım. Ondan sonra salât-ı mağribi Tur Dağı’nda ba'de’l-edâ, ba'zı hâslarla yatsı namâzında Me’cûc’a varırım. Sabâha kadar seddi gözetip dururum. Salât-ı subhu edâ için Mekke’ye gelirim. Ta halk olalıdan kıyamete dek bu hâl üzere dururuz.” deyip gâib oldular.

Ben nice gün kendimden haber-dâr olmadım, ne olduğumu bilmedim. Her ne vakit ki bu hâl fikrime gelirdi, müstağrak-ı dehşet olup, cândan geçerdim.

Elhâsıl Ümmî Sinân hazretleri bir kimse idi, gitdi ve bir şems-i hakîkat idi, battı. Zamânına yetişip de hafiyyeten onun hâlini bilmeyerek müsâvisini eden kimseler dîn ü îmânını ardına attı.

Hîn-i mevtlerinde yanında hâzır idim. Dehân-ı gevher-feşânından ne sâdır olacak diye muntazır iken sabrım kalmayıp nihâyet “Sultânım! Söyleyin işitelim. Biz dahi ona göre iş görelim.” dediğimde cevâben buyurdular ki: “Vâkıâmda gördüm. Bir gemim var imiş. Yelkenlerini açtım, gidiyorum. Rüzgar sâkin olunca yelkenleri indirdim. /164/ Gemiyi karaya çekmek murâd ettim. Bir kimse gelip, “Yelkenleri indirme, kaldır. Az çok rüzgar vardır. Ta ki menziline eresin. Bir kadem daha ileri varasın.” dedi.

Bunun üzerine ben, “Sultânım! Bu vâkıadan murâd nedir? Ne kadar zahmet ise lutf edip bildirin.” diye ricâ eylediğimde buyurdular ki: “ Cân sîneye geldi, biz hayâttan, hayât bizden el yudu. Cân var iken sakın tevhîdsiz durma. Nefes-i rüzgar az çok vardır. Zevrakı bir kadem ileri sürmekte kâr vardır.”

Bunun üzerine dervîşler gırîv-i nâlâna başladılar. Gözlerinden yaş döküp sînelerini taşladılar. Hz. Ümmî Sinân ise, Yâ Hayy, Yâ Kayyûm diye terk-i hayât-ı müsteâr ederek dâr-ı fenâdan geçip, hayât-ı bâkîyi buldular. Fâtih Sultân Mehmed Hân Câmi'-i şerîfinde namâzları kılınıp, Eyûb-ı Ensârî’de halîfeleri Nasûh Efendi’nin binâ eylediği hânkâha defn olundular. Ulu ziyâret-gâh ve bir ulu dergâhtır Âşıklar, ârifler her zamân varırlar, türbelerine yüz sürerler. Ammâ amâlar görmez, münkirler varmaz, her kişiye Hak hidâyet vermez.

Tarîk-ı Halvetî’den Hacı Karaman Efendi’den bey’at etmişlerdir. Onlar Manisa’da Yiğitbaşı Ahmed Efendi’den, onlar da Şeyh Alâeddîn-i Uşşâkî’den, onlar da Pîr İbrâhîm-i Kayserî’den, onlar da Pîr Muhammed-i Erzincânî’den, onlar da Seyyid Yahyâ-yı Şirvânî’den bey’at etmişlerdir. (Rahmetu'llâhi aleyhim ecmaîn)

Sohbetnâme-i İbrâhîm Efendi nâm eserde okudum ki:

Bir gün mevâlîden Zeynülarab etbâıyla berâber dershânesinden çıkıp hânesine giderken yolda Hz. Pîr’e rast gelmişler. Zeynülarab, tarîkat-ı aliye-i sûfiyyeye dahl eder[29] olduğundan pîr-i müşârünileyhi mahzâ tezyîf maksadıyla, “Sûfî! Şeytânı bilir misin?” dedikte, Hz. Pîr, “Bilirim.” buyurmuştur. “Kimdir?” diye sorunca, “Cenâbınızdır.” cevâbını vermiştir. “Bu sözde burhânın nedir?” suâline karşı: “Biz Rabbimizle me'nûs olup, kalbimizden cemî-i havâtırı nefy edip onun zevk ve muhabbetiyle safâ üzerinde iken siz müzekkir-i şeytân oldunuz. (الكلام صفة المتكلم)[30] fehvâsınca bizi Rabbimizin zikrinden baîd eylemekle bâis olmanız hasebiyle şeytânı size isnâd eyledim.”  buyurmuşlardır.

Bunun üzerine Zeynülarab’ın cânı sıkıldı. Hz. Pîrânı bir kat daha ilzâm için, siz bize şeytândan bahs ettiniz. Biz de size, (من عرف نفسه فقد عرف ربه)[31]   hadîs-i şerîfi mûcibince size akrab olan nefsinizden suâl edelim. "Onu nice bilirsiniz." diye suâl buyurduklarında mûmâileyh, “Bizim nefsimiz bir köpektir.” deyince, Hz. Pîr Zeynülarab’ın yanındakilere hitâben “Kelbe mütâbeat edip nereye gidiyorsunuz?” buyurmasıyla molla meskût olmuş, bir daha dil uzatmamaya karâr vermiştir.

/165/ Topkapı’da Pazar Dergâhı şeyhi merhûm Ahmed Zarîfî Efendi hazretleri bir gün Hz. Pîr’den bahs ederken ber-vech-i âtî menkûlâtta bulundular:

Kanûnî Sultân Süleymân zamânında ulemâ-yı İslâmiyye arasında ebeveyn-i muhteremeyn-i nebeviyye hakkında dûr u dırâz güft ü gû  zuhûra gelip, bunların îmânları mes'elesini tedkîka kalkışmışlar. Padişâh-ı müşârünileyh bunu haber alınca muğâyir-i edeb farz eyledikleri ve “Ulemânın, onlar hakkında dalâlette kalmışlardır.” sözlerini ubûdiyyete ve şân-ı risâlet-penâhîye muvâfık bulmadıkları cihetle iltizâm-ı şiddet ederek, “Bu mes'elenin kat'iyyen hall ü faslı ile kapatılması için ulemâ vü meşâyıh u fuzalâ Fâtih Câmi'-i şerîfinde toplansın, konuşulsun, iş intâc edilsin.” diye ızhâr-ı ârzû eylemişlerdi.

Ârzû-yı padişâhî mûcibince ulemânın, meşâyıhın, fuzalânın ileri gelenleri câmi'-i şerîf-i mezkûrda toplandılar. Pâdişâh da mahfil-i Hümâyûnda mübâhaseye muntazır idi.  Bu mübâhesenin târîh-i cereyânına müsâdif zamânda vüzerâdan evvelce  sudûrdan olan Mustafa Paşa [32] Papazoğlu denmekle meşhûr olup, hattâ Sultân Bâyezîd civârında Koska’da Papazoğlu Medresesi nâmıyla bir mücedded medrese dahi inşâ eylemiş idi.  Bu mecliste hâzır idi. Ümmî Sinân hazretleri maiyet-i aliyyelerinde hulefâsından Harîrî Muhammed Efendi bulunduğu hâlde câmi'-i şerîfe gelmişlerdir. Asâ ve ayakkabılarını mûmâ ileyh Muhammed Efendi tutmuşlardır. Cem'iyyet in’ikâd üzere olmakla Hz. Pîr doğruca mihrâba teveccüh buyurup, orada oturdular. Şeyhü'l-islâm Ebussuud Efendi mihrâbın bir tarafında, Papazoğlu Mustafa Paşa dahi dîğer tarafında idi.

Ümmî Sinân hazretleri açılan mübâhaseyi usûl-i münâzaraya tevfîkan halletmek cihetini düşünüp Ebussuud Efendi’ye hitâben tecâhül-i ârif kabîlinden, “Bu zât kimdir?” diye Papazoğlu’nu sormuş, vüzerâ-yı ızâmdan da cevâbını vermiş. "Papaz kimdir?" diye suâl edince sükût etmekle suâli tekrâr etmiş. Yine sükût olunmasıyla cânı sıkılmış, yüksek bir sesle, “Cânım niçin suâlime cevâb vermiyorsunuz?” buyurmuşlardır.

Bu sırada Hz. Pâdişâh mahfil-i Hümâyûndan haber gönderip keyfiyyeti istîzah ettikte, Ümmî Sinân hazretleri vak'ayı arz etmiş. Pâdişâh bu suâldeki ve cevâbın adem-i i’tâsındaki nükte-i ma'nevîyyeyi idrâk buyurup, “Mes'ele halloldu, mübâhaseye hâcet kalmadı, meclis dağılsın.” buyurmuşlardır.

Meclisin dağılmasına sebeb Şeyhü'l-islâm hazretleri Mustafa Paşa için Papazoğlu demekte edeben imsâk buyurması idi. Zîrâ Ümmî Sinân hazretleri, müşârünileyhin Papazoğlu lakabını pek iyi bilirdi.  Hey'et ve pâdişâh huzûrunda Papazoğlu denilmesi edebe muğâyir düşüyordu. Ümmî Sinân hazretleri demek isteyecekti ki, Müşârünileyhin babası   için Papaz denilmekte edeben ihtiyâr-ı sükût ediliyor da, on sekiz bir âlemîn fahri, Cenâb-ı Hakk’ın mahbûbu, ehl-i İslâm’ın ser-tâcı ve bâis-i iftihârı aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm /166/ efendimiz hazretlerinin ehl-i îmân olduklarına hiç şübhe olmayan ebeveyn-i muhteremeyni hakkında îmân mes'elesi çıkarılmasının edeb-i ubûdiyyete muvâfık olmayacağını ortaya koymaktı. Ve “Şeyhü'l-İslâm'a karşı bu mubâheseye niçin meydân veriliyor.” demek idi.

Pâdişâh bu nükte-i mühimmeyi anladı, mes'eleyi kapattı. Şeyhü'l-islâm ehl-i teslîm olmakla berâber Ümmî Sinân’ın hey’et-i muvâcehesindeki vasfı ve kendisinin dûçâr olduğu hâli hasbe’l-beşeriyye infisâline sebeb olup velev ki latîfe tarzında, “Senin cenâze namâzını papazlara kıldırmalı.” yolunda Hz. Pîr’e seng-endâz olduğu menkûldür. Fakat Ebussuud Efendi’nin bu sözü bir hikmet-i hafiyyenin zuhûruna ve ricâl-i sûfiyyeye arz-ı hürmet ve muhabbet etmesine sebeb oldu. Şöyle ki:

Ümmi Sinân Hazretleri irtihâl edince cenâze namâzını edâ için Fâtih’e getirilmiştir. Cenâzesinde tâc u hırka bulundurulmayıp efrâddan birinin cenâzesi gibi bir hâlde idi. O gün Sultân Süleymân’ın bir kerîmesi vefât etmekle onun da cenâzesi  Fâtih’e getirilmiş idi.  Cenâze namâzını Ebussuud Efendi kıldırmak lâzım olmakla, fakat evvelâ erkek cenâzesi namâzını takaddüm etmek iktizâ etmekle, “Er kişi niyetine!” diyerek ve kim olduğunu bilmeyerek, Ümmî Sinân hazretlerinin, ba'dehû sultânın namâzlarını kıldırmıştır. Bi'l-âhare erkek cenâzesindeki kalabalık nazar-ı dikkatini celb edip kim olduğunu sormuş. “Ümmî Sinân hazretleridir.” dediklerinde, “Câmi'-i şerîfde namâzını papazlara kıldırırım.” demelerindeki hatayı idrâk ve namâzını kendisi tesâdüfen kıldırmasındaki hikmeti teemmül ile o sözü söylediğine nâdim olmuştur. Ve bir daha ricâl-i sûfiyyeye zebân-dırâz olmamaya ahd etmiştir.

Cenâzesinde binlerce zevât bulunmuş ve tâc u hırkasını seng-i musallâda namâzını ba'de’l-edâ tabutunun üzerine konulmuş olduğunu ilâveten beyân buyurmuşlardır.

Ümmî Sinân hazretleri, rütbe-i ma'neviyye sâhibi bir şeyh-i mükerrem  olup, Hâfız Hüseyn-i Ayvansarâyî Vefeyât-nâme’sinde Arnavutluk’tan gelip İstanbul’da tahsîl-i ulûmdan sonra Karaman’a âzim ve Şeyh Karamânî’den inâbet ve onun şeyhi Yiğitbaşı Ahmed Efendi’den Amasya’da nâil-i hilâfet ile tekrâr İstanbul’a avdetinden  bahs ediyorsa da, Hz. Pîr’in, Yiğitbaşı hazretleriyle mülâkatına ve ondan ahz-ı hilâfetine dâir hiçbir eserde bir kayda müsâdif olmadım. Yiğitbaşı’nın irtihâli 900/(1495) olup, o zamân Ümmî Sinân on bir yaşında idi. Târîhçe dahi tevfîk kabûl etmez.

Hz. Pîr’in bir müddet Manisa ve Uşak havâlîsinde bulundukları ve dahi pîr-i dest-gîrim Hüsâmeddîn-i Uşşâkî hazretlerinin orada kendilerine mülâkî ve şeref-i sohbetine mazhar oldukları menkûl ve tetebbuât-ı târîhiyye ile de müstedeldir. Fakat Hz. Ümmî Sinân’ın İstanbul’a ne târîhte geldiklerine, ne kadar müddet bulunduklarına dâir sarih ma'lûmât yoktur.

/167/ İstanbul’da Topkapı civârında Kürkçübaşı Ahmed Şemseddîn Câmii’nin mevcûd bulunan solundaki servi ağacının olduğu mahalde bir müddet sâkin olup, bi'l-âhare mezkûr câmi' bânîsine mensûb ve o civârı muhtevî mahallede Sultân Süleymân-ı Kânûnî tarafından zât-ı mürşidâneleri için inşâ kılınan dergâhta  ârâm-güzîn oldukları ve burada irtihâl-i dâr-ı naîm eyledikleri mazbûttur. Cenâzeleri Fâtih’ten tekrâr bu dergâha getirilir iken zuhûr eden işâret-i ma'neviyye üzerine Eyüp’e götürülüp Oluklubayır’da halîfeleri Nasûh Efendi tarafından inşâ edilen Zâviye’de defîn-i hâk-i mağfiret kılındılar.

Türbe-i şerîfeleri elyevm ma'mûrdur. Dergâh-ı şerîf pek dil-nişîn olup türbe-i muattara mihrâb arkasındadır. Merdivenle inilir. Hz. Pîr’in kabr-i enverleri mehbıt-ı envâr-ı Rahmân olup, bir insân ne kadar munkabızu’l-hâl olsa ba'de’z-ziyâre inbisât-ı tâm  hâsıl olur.

Dergâh bi'l-âhare hânkâh şeklini almıştır. Çarşamba günleri icrâ-yı âyîn-i tarîkat olunur. Esnâ-yı devrânda halka içinde bulunan meşâyıhın mihrâb tarafına geldikçe yüzlerini mihrâba tevcîh ile devrân ede geldikleri görülmüştür. Türbe-i münevverenin  muvâcehe penceresinde:

Mürîd-i râh-ı aşka kıble-gâh-ı âşıkândır bu

Edeblen geç gözün aç türbe-i Ümmî Sinân’dır bu

levhası musâdif-i nazar-ı dikkat olur. Kapısı üstünde ise:

Tecellî-gâh-ı Bârî mültecâ-yı âşıkândır bu

Bütün erbâb-ı vecd ü hâle bir dâru’l-emândır bu

Tarîkatdan hakîkatdan eğer zevk almak istersen

Dehâlet eyle Sa’dî türbe-i Ümmî Sinân’dır bu

beyitleri okunur.

Mükerreren ziyârette bulundum. O âsitân-ı ârîfânın toprağına yüzümü gözümü sürdüm. Çok inşirahlı, rûhâniyyetli bir mahall-i mukaddestir.

Hz. Pîr efendimizin irtihâllerini meşâyıh-ı Sinâniyyeden Hâlî Efendi merhûm şöyle tasvîr ve tercüme-i hâlini takrîr eyliyor :

Kutb-ı medâr-ı sâlikân gavs-ı kirâm-ı sâlikân

Ol nokta-i devr-i vefâ ol merkez-i ehl-i dilân

Ol ârif-i ilme’l-yakîn ol kâşif-i ayne’l-yakîn

Hakka’l-yakîn müşkil-güşâ ol nakd-i vakt-i rehberân

Mihrâb-ı irşâda imâm üstâd-ı te’vîl-i menâm

Ol merdüm-i safvet-nümâ insân-ı ayn-ı âşıkân

Ol Yûsuf-ı ihvân-ı aşk Mısr-ı dile Sultân-ı aşk

Ashâb-ı suffe evliyâ tavrında pîr-i sûfiyân

Hem Bâyezîd-i ma’nevî hem pîr edhem peyrevi

Veys ü Cüneyd’e iktidâ itmiş tarîkatda hemân

Sahn-ı safâya keşt-gîr sâhib-asâ vü post-ı pîr

Meydân-ı irfâna sezâ şemşîr-i Hak akvâ Sinân

Dânende-i cem'u’l-cema’ lâl-i nikât-ı bezme şem’

Bahr-ı ledünde âşinâ Ümmî-i a’lem-ter zebân

Aktâb içün şeyhu’ş-şuyûh ashâbına pîr-i rusûh

Ol Hızr-ı gavsiyyet-nümâ ol Hazret-i Ümmî Sinân

Olmuş idi tâ mest elest almışdı mürşidden o dest

Sâkî-i Kevser-veş revâ mest itdi çok dil bî-gümân

Hacı Karamânî’den ol görmüş tarîkat bâ-usûl

Olmuş hilâfet intimâ kılmış Sitanbul’u mekân

Pes andan el aldı kirâm ez cümle Uşşâkî Hüsâm

İbn-i Nizâm seyf-i Hudâ bir de Memî Cân-ı cihân

/168/                    Hâkân-ı Osmânî-neseb Sultan Süleymân pür-edeb

Tevkîr idüp hayr-ı duâ almış o şâh-ı âdilân

Nesl ü tarîkı bize dek hem vara rüst-â-hîze dek

Dâim olup yâ Rabbenâ kılsın bakâyı der-miyân

Zikr eyle cehd it ol enîs kim ehl-i zikre Hak celîs

Vardır eserde yok şifâ el-hak celîs-i sa’degân

Tûbâ lehû tûbâ lehû ol kudve-i irşâda hû

Cân murğına virdi rehâ ol zü’l-cenâhayn-ı zamân

Nâsûta itdikte vedâ' lâhûta buldu irtifâ

Halvet-güzîndir mutlaka bu kayd-ı kesretden o cân

Yâ insilâh itdi zuhûr ya vecd ü hâl itdi sudûr

Sevfe ye'ûdu men bedâ sırrını gösterdi ayân

Buldu makâm-ı vahdeti seyr-i ila'llâh seyrini

Kıldı şuûnun der-hafâ kaldı o erden nâm u şân

İde tecellî Hak müdâm rûhu bula sad ihtirâm

Hem-sâye Firdevs-i evvelâ ser-halka-i peygamberân

Esrârını takdîs idüp hem rûhunu tenfîs idüp

Pîrân ile Âl-i abâ yâ Rabbi olsun hem-demân

Müstahlefi eş-Şeyh Nasûh yapmış o pür-feyz u fütûh

Kurb-ı Ebî Eyyûb’a tâ bir hângeh-i mînû-nişân

Sâhib-hulûs olmak ile takdîr u avn-i Hakk ile

Türbesini şeyhine câ kıldı idüp tekmîl-i şân

Çün mâye-i tahmîr-i Hak andan alup görmüş ehakk

Ka’be gibi ömre safâ bula gör o beyt Hak’da cân

Sa’y eylesin sâlikleri telkîn-i dil mâlikleri

Ezkâr u tevhîd âzmâ yâd idelim rûhun her ân

Elli sekizde rıhleti yazıldı lâkin sıhhati

Allâhu a’lem hâliyâ gûş it bu beyt ider ayân

Ol şeyh-i hakkânî Cemâl buldu visâl-i zü’l-celâl

Târîhin eyler sûfiyâ bu lafz-ı şeyhu'llâh beyân

(شيخ الله)  = Sene 976/(1568)

Bir gün esnâ-yı ziyârette sânih olmuştur:

Hazret-i Ümmî Sinân’dır bülbül-i gül-zâr-ı Hû

Pîr-i ekrem kutb-ı efham mahrem-i esrâr-ı Hû

Bunca ehlu'llâha burhân olduğu bî-iştibâh

Dem-be-dem vird-i zebânı ism-i Hû tekrâr-ı Hû

Sûretâ Ümmî idi ma’nâda allâme idi

Her dem intâk-ı kerâmâtı anın ezkâr-ı Hû

Ravza-i irfânına her yüz süren şâdân olur

Âsitân-ı pâkidir her dem tecellî-zâr-ı Hû

Kem-teri Vassâf’ı istimdâd ider şâm u seher

Hazret-i Ümmî Sinân’dır âşık-ı dîdâr-ı Hû

Entâk-ı aliyyelerinden:

Gelmişim vahdet ilinden aşk ile cihâna ben*

İçmişim câm-ı ezelden olmuşum mestâne ben

Rabbenâ fa’ğfir lenâ zünûbenâ ve’rham lenâ*

Gönlüme nûr-ı tecellî dost cemâlinden doğar

Şem’ıne pervâne oldum aşka yana yana ben

Rabbenâ fa’ğfir lenâ zünûbenâ ve’rham lenâ*

/169/                   Çünkü bu sevdâyı yazdı dest-i kudret başıma

Anın için yok karârım düşmüşüm dîvâne ben

Rabbenâ fa’ğfir lenâ zünûbenâ ve’rham lenâ*

Ey Sinânî aşk makâmı çün rızâ-yı Hak’tadır

Pâdişâhın hizmetinde durmuşum dîvâne ben

Rabbenâ fa’ğfir lenâ zünûbenâ ve’rham lenâ*[33]

*     *     *

Onların sohbeti ele giresi değil

İkrâr ile gelenler mahrûm kalası değil

Ümmî Sinân yol ayân olupdur her şey ayân

Dervîşlik yolu hemân tâc u hırkası değil

Âsitâne-i aliyyeleri zamânımıza kadar müteselsilen cilve-gâh-ı ehl-i aşk u muhabbbet olmuştur. Gelip geçen meşâyıh-ı kirâm Hz. Pîr’in ayak ucunda medfûndur.

Şeyh Şefkatî Efendi

Bu meyânda sadâret müsteşârı merhûm Şefkatî Efendi dahi âsûde-nişîn-i rahmettir. Hulefâ-yı Sinâniyyedendir.

Müşârünileyh gâyet âşık u sâdık bir zât-ı âlî-kadr olup, şiddet-i râbıtası te'sîriyle Hz. Pîr’in ayak ucunda yatmak şeref-i âcizânesine nâil olmuştur. Fukarâ peyrevliği pek meşhûr idi. Aksaray’da elyevm muhterık bulunan Sultân Câmii karşısında konağı vardı. Mevlevî-hâne Kapısı, Edirnekapısı, Topkapı ve Eyüp civârlarında bakkâl dükkânlarını dolaşır, dul, yetîm, bî-kes kadınlardan bakkâllara borcu olanların gıyâben borçlarını tesviye eder, hayır duâlarını alırdı. (Rahmetu'llâhi aleyhi rahmeten vâsia)

Şeyh Râşid Efendi-zâde Ali Efendi

Son zamânlarda Ümmî Sinân Hânkâhı şeyhi Râşid Efendi-zâde Ali Efendi irtihâl edince mahdûmu Râşid Efendi’nin sığar-ı sinnine mebnî Pazar Dergâhı şeyhi ekâbir-i meşâyıh-ı Sinâniyye'den Ahmed Zarîfî Efendi vekâlet ve bi'l-âhare i’tâ-yı hilâfet buyurmuş idi.

Şeyh Ali Efendi-zâde Râşid Efendi

Müddet-i vekâlet onbeş sene kadar sürmüştü. Râşid Efendi seccâde-i meşîhatta bir müddet bulundular. Uzun boylu yakışıklı, terbiyeli bir zât idi. Görüşmüş idim. Hastalandılar. Bir müddet sonra irtihâl-i dâr-ı naîm eylediler. Nûru'llâh nâmındaki mahdûmlarının sığar-ı sinnine mebnî müşârünileyh Ahmed Zarîfi Efendi merhûmun mahdûmu Şeyh Gâlib Efendi vekâlet ettiler. Onlar da mazhar-ı hilâfet olunca bir müddet hıdmet-i meşîhatı der-uhde ederek pederi gibi kâfile-i eslâfa karıştı gitdi. Sene 1340/(1921-22).

Ba'dehû meşîhata Şeyh Râşid Efendi merhûmun birâderi meb’ûsândan ve mutasarrıflardan Yahyâ Gâlib Bey seccâde-nişîn oldu. Dergâh-ı münîf esnâ-yı harbde asker ikâmesi yüzünden müşrif-i harâb olmuş iken Yahyâ Gâlib Bey’in uluvv-ı himmeti ile evkâf idâresince mükemmelen tâ'mîr ve ihyâ olundu. Hâlen ma'mûr, mine’l-kadîm meşhûrdur. Hilâfeti Şeyh Gâlib Efendi’dendir.

/170/ Şeyh Nasûh Efendi yahut Dede Nasûhî

Vefeyât-nâme’de, “Bu hânkâhın esâsen bânîsi Şeyh Nasûh Efendi olmayıp, onun halîfesi Şeyh Şücâ’ tarafından şeyhine nisbetle inşâ olunmuştur. Kendisi Zalpaşa kurbunda kâin horasancı dükkânı ittisâlinde olan iki kabirden birinde medfûndur.” diyorsa da hâlen bu medfeni bulmak müteassirdir.

Şeyh Nasûhî’nin cezbede kalmış olduğunu hânkâhtaki bir kayıtta, "Meczûb-ı ilâhîden Dede Nasûhî" yazılmasından anladım.

(Ümmî Sinân) Hulefâsı :

Üçyüzden ziyâde olduğunu Seyyid Seyfullâh Efendi’den naklen bâlâda yazmış idim. Uşşâkî Tarîkatı’nın pîr-i muhteremi Hz. Hüsâmeddîn-i Uşşâkî (kuddise sırruhû)’nin şeyhi Emîr Ahmed-i Semerkândî ve Seyyid Seyfullâh Efendi ve Kazzâz Muhammed Efendi ve Şeyh Abdulazîz-i Azîzî Efendi gibi ricâlu'llâh, Hz. Ümmî Sinân’ın mazhar-ı feyz ü kemâli olanlardandır.

Ümmî Sinân Dergâhı’ndaki bir Tomâr’da  muharrer hulefânın esâmîsi :

-       Seyyid Ahmed-i Semerkândî,

-       Seyyid Seyfullâh Efendi,

-       Şeyh Mîr Ali Alemdâr,

-       Şeyh Nasûh

-       Şeyh Velî-i Sîrozî,

-       Şeyh Muhammed Dâmâd,

-       Şeyh Harîrî Muhammed Efendi,

-       Şeyh Abdülazîz-i Azîzî Efendi.

Sinânî Tâcı:

Müstakim-zâde hazretlerinin Tâc Risâlesi’nde okudum:

Ümmî Sinân, Şeyh İbrâhîm’den mazhar-ı hilâfet oldukta ona kendi tâcını i’tâ eylemeyip, pederi tâcını tekbîr ve ilbâs eylemişti. Ol tâcı beyân edip buyurur ki, ondört terk ve her biri yanında bir gaytân ki, ondört beyân elf i'tibârıyla cümlesi yirmisekiz harfe işârettir. Kur’ân-ı kerîm ondan mürekkebtir. Mürşidin mefâsıl-ı esâbı’-ı desti, tâlibin esâbı’-ı yed-i  mafsallarıyla yirmisekiz olup hîn-i akd-ı bey’atta bir yere gelir ki, (…إِنَّ الَّذِينَ يُبَايِعُونَكَ)[34] âyet-i kerîmesindeki sırdır.

Mürşid ile mürîd mübâyaada ellerini tutunca iki eldeki parmağın adedi yirmi ve iki sağ elin mafâsılı dörderden sekiz ki cem'an yirmi sekize bâliğ olur. Kur’ân’ı vücûda getiren yirmisekiz harfin sırrıdır.

Tâc-ı şerîfin üstü beyâz olup, yeşil veya beyâz sarık sarılır. Hz. Pîr'in ve meşâyıh-ı kirâmın sandûkalarına konulan tâclarda siyâh sarık sarılması cenâb-ı Pîr’deki sırr-ı kutbiyyete işâret ve alâmettir.

Dikkat :

Bir Ümmî Sinân, bir de Sinân Ümmî vardır. Sinân Ümmî, Hz. Mısrî-i Niyâzî’nin şeyhi olan zât-ı âlî-kadrdir. Hz. Pîr, Ümmî Sinân’dan yüz sene sonra zuhûr etmiştir. Onun da dîvânı vardır. Dîvân’ında Sinân Ümmî diye tahallus eder. Ümmî Sinân demesi Hz. Pîr ile isim müşabehetinden ihtirâz içindir. Ma'lûm olmak üzere şerh verildi.

Şeyh Seyyid Seyfu'llâh Kâsım Efendi

Seyyid Nizâmeddîn[35] hazretlerinin mahdûm-ı mükerremleri olup, pederleri hâl-i hayâtlarında terbiyeye mazhariyyet için onu Ümmî Sinân hazretlerine teslîm eylemişlerdir. Onun maiyyetinde bir taraftan tahsîl-i sûrî dîğer taraftan tahsîl-i ma'nevîye nâil  olup, adâb-ı tarîkatı tekmil ile  nâil-i hilâfet olmuşlardır.

Câmiu’l-Âvârif’teki beyânına göre ziyâret-i Haremeyn’e muvaffak olmuştu. /171/ Şöyle bir latîf fıkra da hikâye eyliyor:

Merhûm pederimle birlikte Hacca gitmişidim. Mihaffenin bir cânibine kendisi ve dîğer cânibine ben bindim. Beytu'llâh’a on günlük yol kalınca, “Oğul aç gözünü temâşâ kıl . Hak Teâlâ Beytu'llâh’ı bize istikbâle göndermiş. Huccâc içinde ne makûle kullar var imiş.” .buyurunca, gökyüzüne baktım. Aynı ile Beytu'llâhı durur gördüm. Biz yürüdükçe o da yürüyordu.  Ravza-i Mutahhara’ya geldik. Çadırlarımızı kurup, konduk. Nısfu'l-leylde pederim dışarı çıktı. Merâk edip peşine düştüm. Abdest alıp, Ravza-i Mutahhara’ya vardı. Hz. Habîbu'llâh hücresi kapısına  yapışıp içeri girip bi'z-zât hâk-pâ-yı Mustafâ’ya yüz sürmeyi temennî eyledi.  Hemen Ravza-i Mutahhara’dan, “ Teâl ileyye Yâ Büneyye! ” hitâb-ı peygamberîsi geldi.  Ravza’dan nûrlar saçılır gördüm.  Aklım başımdan gitdi. Ne oldu bilmedim. Ba'de zamânin pederim Ravza’dan dışarı çıkıp, beni kendime mâlik değil bir hâlde görünce, “Küstâh niçin böyle yaptın? Ben sana bir şey söylemeden arkamdan niçin geldin? Sakın bu hâli fâş etme. Bu râzı kimseye söyleme.” buyurdular."

Seyyid Seyfullâh Efendi hazretlerinde daha o zamân ne mertebe kâbiliyyet, isti'dâd olduğunu bu menkûlât ızhâr eylemektedir.

Yine eser-i mezkûrda muharrer olduğu üzere Seyyid Seyfullâh Efendi hilâfete nâil oldukta Ümmî Sinân hazretleri ona Hz. Seyyid Nizâm’ı tebcîlen Nizâmiyye tâcı giydirmiştir.

Hamzevîler bahsinde tercüme-i hâlini yazdığım Hacı Kabâyi - ki Hacı Bayram nâmıyla meşhûrdur. – bu zât Seyyid Nizâm’ın kabri civârına bir hânkâh inşâ eylediği gibi Silivrikapı dâhilinde de bir dergâh-ı şerîf binâ eylemiş idi. Seyyid Nizâm’ın bir oğlu Seyyid Şerefeddîn hâric-i sûrdaki, dîğer oğlu Seyyid Seyfullâh dâhil-i sûrdaki dergâhta seccâde-nişîn olmuşlardır.

Seyfullâh, medâric-i ulyâ-yı kemâlâta ittisâl etmiş bir allâme-i zamân ve mağbût-ı cihân idi.

Pek çok zamân irşâd-ı ibâda meşgûl oldular. Pederlerinin irtihâllerinden sonra elliüç ve Ümmî Sinân’ın intikâlinden sonra otuzdört sene daha muammer olup, 1010/(1601) târîhinde bâğ-ı fenâdan ravza-i rıdvâna revân olmuştur. “Kazâ-i Hak” (قضاء حق) ve “Mefharu’l-evliyâ” (مفخر الأولياء) târîhleridir.

Türbeleri Silivrikapısına giden câddenin sağ tarafında set üzerindedir. Ziyâret-gâhtır. Üzeri açık ve etrâfı parmaklıkla muhât olup, seng-i mezârında:

Kutbu’l-ârifîn es-Seyyid eş-Şeyh Seyfullâh Efendi b. Eş-Şeyh es-Seyyid Nizâm(Kuddise sırruhû) – 1010/(1601)” muharrerdir.

Buradaki  hânkâh, harîk-ı kebîrde yanmış bi'l-âhare  yine inşâ olunmuştur.

Şa'bânîler bahsinde geçen Şeyh Şuâeddîn Efendi, Seyyid Nizâm sülâlesinden idi. İrtihâlinde bu dergâh meşîhatı, Laleli’de mukîm “Küçük Hâfız diye meşhûr Şeyh Hacı Mustafa Efendi’ye teveccüh olunmuş ise de, Şuâ Efendi’nin kerîme-zâdeleri tarafından vukû' bulan iddiâ üzerine keff-i yed etmeye mecbûr olmuştur.

/172/ Âsârı:

        

1.     Mi’râcu’l- Mü’min

2.     Âdâbu’l-Menâzil

3.     Atvâr-ı Seb’a

4.     Câmiu’l-Avârif Ma’denü’l-Maârif

5.     Silsile-i Tarîkat

6.     Miftâh-ı Vahdet-i Vücûd

7.     Tâc-nâme

8.     Şeref-i Siyâdet

9.     Silsile-i Nesebiyye

10.  Hurde-i Halvetiyye

11.  Esrâru’l-Ârifîn

12.  Seyr-i Sülûk

13.  Dîvân

Dîvânında ehl-i beyt-i Nebevî hakkında pek çok medâyıh-ı muhıkka münderictir. Gâyet rengîn ve zengin ifâdelerle muhabbet-i ehl-i beyt için manzûmeler vardır.Elsine-pîrâ-yı zâkirândır. Acemler’de bu Dîvân’ı pek mu'teber addeder. Dâimâ okurlar. Ârîfâne ve mutasavvıfâne gazelleri câmi'dir.

Şeyhi Ümmî Sinân hazretlerini şöyle medh ediyor:

Menba-ı kân-ı kerem ma’den-i mürüvvetdir ol

Baştan ayağa kamu ayn-ı kerâmetdir ol

Güneşi kande görür gözleri olan huffâş

Bu cihân halkına nûr-ı hidâyetdir ol*

Her dem irer keremi bî-kes ü bî-çârelere

Fukarâ bendelere bâb-ı saâdetdir ol

Zemm-i a’dâ ile birdir ona dostun midhati

İkisinden de bile şöyle ferâğatdır ol*

Şeyh Nizâmoğlu kemâliyle  anı medh idemez

Mazhar-ı zâtı Hudâ sırr-ı velâyetdir ol

Medh-i Ehl-i Beyt'ten:

Rasûlün âlini sevmek Rasûlu'llâhı sevmekdir

Rasûlu'llâhı sevmek sıdk ile Allâh’ı sevmekdir

Hudâ Kur’ân’da kurbâya meveddet emr kılmışdır

Bu emrin imtisâli ol yüce dergâhı sevmekdir

Bunu pîr ü civân mîr (ü) gedâ bilir benim ömrüm

Sevip şeh-zâdeyi ta'zîm kılmak şâhı sevmekdir

Tarîk-ı ehl-i sünnet kâmil îmân ile sevmekdir

Beyim va'llâhi sevmekdir beyim bi'llâhi sevmekdir

Nizâmoğlu sakın meyl eyleme dünyâya sen zîrâ

Bu dünyâ endişesin sürüp güzel Allâh’ı sevmekdir*

                                                           *    *    *

Muhabbet bezminin câm-ı cem'în her câna virmezler

Anı sermest-i aşk olan içer nâdâna virmezler

Yürü ankâ gibi kâf-ı kanâat ihtiyâr et kim

Muhabbet keşt-i râzından sana bir dâne virmezler

Şeh-i aşk olmak istersen çeküp ten cübbesin çâk it

Ki zîrâ câme-i şâhı ki her üryâna virmezler

Şarâb-ı bezm-i vahdetden nasîbin yoktur ey sûfî

Bu meclisde olan bîgâneye peymâne virmezler

Diyâr-ı dilde ey Seyfî maânî tıflı vardır kim

Mısır sultânı olan Yûsuf- ı Ken’ân’a vermezler

*    *    *

Deldi bağrım bülbül-i bî-çâre nâlânın senin

Yoksa aldırdın mı sen de verd-i handânın senin

Bana benzersin behey bîçâre ârâm itmeyüp

Subha dek bu halka râhat virmez efgânın senin

Gülşen-i külhâna döndürdü iniltin âteşi 

Nâr-ı hicrândan mı halk itdi Hudâ cânın senin

Her zamân açılmadan bir goncam eylersin fenâ

Yok mudur ey çarh-ı zâlim dînin îmânın senin

/173/                    Ey felek bir yâre açdın sîneme hiç çâre yok

Zehr ile âlûde olmuş tîğ-ı bürrânın senin

Aldın ömrüm hâsılın yıkdın bu gönlüm şehrini

Dilerim Hak’dan yıkılsın kasr u eyvânın senin

Çünkü Seyyid Seyfi dûr oldun visâl-i yârdan

Ağlasın kan ağlasın bu çeşm-i giryânın senin

Bu gazel ibtidâ-yı hâlleri zamânına aittir. Fakat pek meşhûrdur. Onun için derc ettim.

Her eseri mühim ise de vahdet-i vücûda dâir olan risâle ile Câmiu’l-Avârif pek mühimdir. Lehü’l-hamd mütâlaa ile karîrü’l-ayn oldum. Mukaddimesinde der ki:

Cemî'-i âleme nazar kıldım. Nice âlimlerle, fâzıllarla hem-nişîn oldum. Ancak bunu bildim, anladım ve aklım eriştiği kadar idrâk eyledim ki kelime-i tevhîdden efdal kelâm olmaz. Kur’ân-ı azîm gibi imâm olmaz. Semere-i ma'rifet zuhûruna göz yaşı gibi bârân olmaz. Tarîk-ı Hakk’a sülûk etmeye menâkıb-ı meşâyıh gibi yârân olmaz. Onlar ki, dünyâdan dûr olmaz, dillerinde aslâ nûr olmaz. Onlar ki, mevtlerini hiç anmazlar, iki âlemde ber-hurdâr olup onmazlar.  Onlar ki Rasûl'ün nâm-ı şerîfi anılsa, salavât vermez, iki âlemde behre-mend olmaz. İ'tikâdı olmayanlar necât bulmaz.

Seyyid Nizâm sülâlesinden gelip geçenler Seyyid Seyfullâh Efendi merhûmun kabirleri civârında medfûndurlar.

Şeyh Seyyid Ali Efendi

Şeyh Hasan-ı Şa'bânî’nin risâlesinde görmüş idim ki, Silivrikapı dâhilinde beyne'n-nâs "Emîrler Tekkesi" demekle meşhûr tekke ki aslında Seyyid Nizâmeddîn-zâde Seyyid Seyfullâh Efendi âsitânesidir. Kendileri ve evlâdları hulefâsı onda medfûndur. Eş-Şeyh Seyyid Ali dahi Seyfullâh Efendi zürriyetindendir. Velâdeti 1091/(1680)’dedir. Pederleri vefâtından sonra  âsitâne-i mezbûrede şeyh olmuştur.

Gerçi zevk-ı tevhîdde bî-mezâk değil idi. Lâkin gulât-ı mutasavvife ile  enîs ekser erbâb-ı şathiyyât ile celîs idi. Avâmm-ı nâs arasında ahkar idi. Gâyet kalender meşreb .....

Harâret-i aşk u şevk ile pür-sûz ve virân-dil ü harâbâtî etvâr idi. 1128/(1715)’de vefât etmiş o âsitânede defn olunmuştur.

Şeyh Seyyid Muhammed Efendi

Seyyid Ali’nin pederidir. Cedd-i ekremleri Seyyid Seyfullâh Efendi’dir. Onun kerîmesi Şerîfe Esmâhan’ın kerîmesi Şerîfe Fâtıma’nın oğludur. Beyne'n-nâs Seyyid Nizâm-zâde denilmekle meşhûrdur. Velâdeti 1030/(1620)’dur. Bu fakîr, onları çok def'a gördüm, ellerini öptüm. Seyyid Muhammed Efendi Âsitânesi'nin seccâde-nişîni idi. Bir pîr-i kâmil ve bir ârif-i mükemmil idi. Âsâr-ı nûr-ı velâyet ve siyâdet çehresinde  nümâyân ve hilye-i pâkinde lemeân idi.

Gâyet müşâhid ve teessür-i nefse mâlik idi. Rütbe-i mevtte hastalar gelir, bi-izni'llâh hayât bulurlar idi.

Şeyh Abdülazîz-i Azîzî

Hz. Pîr halîfesidir. Ahi Çelebi Câmii’nde meclis-i zikr teşkîl ederdi.  Fevt-i Nâsût’da irtihâl eyledi. Sur hâricinde Silivrikapısı ile Bâb-ı cedîd beyninde Üçkozlar nâm mahalde medfûndur.

Bir gün Silivrikapısı’ndan Mevlevîhâne Kapısı’na müteveccihen gelirdim. Yolun sol tarafındaki kabristanın ortasında bir türbe müsâdif-i nazarım oldu. Kalbimde onu ziyârete bir incizâb-ı azîm husûle geldi. Ziyâret ettim. Mezâr taşında: “Hâdimü’l-fukarâ Abdülazîz-i Halvetî” muharrer gördüm. İ'tinâlı bir türbe yapılmış. Ancak târîhi 1109/(1697) muharrerdir ki, yanlış yazılmış. Tercüme-i hâlinden bahs olunan zâtın bir zât-ı âlî-kadr olduğuna hükm ettim. Azîm rûhâniyyet müşâhede ettim. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

İlâhiyyâtı vardır. Bu ilâhi onun olup, meşhûrdur:

Ey cemâl-i Hakk’a tâlib teveccüh eyle Mevlâ’ya

Vey visâl-i Hakk’a râgıb teveccüh eyle Mevlâ’ya

          *    *    *       

Aşkın meyine kandın

N’oldun a gönül n’oldun

Yakdın beni yandırdın

N’oldun a gönül n’oldun

Azîzî mahlasıyla meşâyıh arasında bu zâttan başkası olmadığını Hâfız Hüseyin-i Ayvansarayî Vefeyât-nâme’sinde yazıyor.

Âbide Hâtun ve Şeyh Mîr Ali Alemdâr

Hz. Pîr’in hem halîfesi hem de dâmâd-ı muhteremleridir. Âbide Bânû Hâtûn’un zevcidir.

Harîrî Şeyh Muhammed Efendi

"Kazzâz Muhammed Efendi" diye meşhûrdur. Hz. Pîr'in ilk halîfesidir. Horasan’dan gelmiş yüzotuz veya yüzkırk sene muammer olmuş olduğunu Pazar Tekkesi şeyhi Gâlib Efendi söyledi. Pazar Tekkesi ittisâlinde türbe-i münevveresinde medfûndur. Burada doksan sene seccâde-nişîn ve makâm-ı irşâdda şeref-mekîn olup, Hz. Ümmî Sinân efendimizin zamân-ı hayâtlarında Şehremîni’ndeki âsitânelerinde zâkirbaşılık etmiş ve Hz. Pîr’in irtihâlinde makâmında onbeş sene vekâlet buyurmuştur.

Şeyh Gâlib Efendi’nin pederleri Ahmed Zarîfî Efendi anlattılar:

Muhammed Efendi mutasarrıfîndendir. Hârıkulâde /174/ bir çok hâllerini gördüm. Hattâ bir gece hâbta idim. Muhammed Efendi başucuma geldi. “Ahmed! Kalk, türbe tutuştu. Koş söndür.” diye emr etti. Bîdâr oldum. Hemen türbeye koştum. Şamdana dikili olan mum devrilmiş. Sandûkalarının yanından çukaları tutuşmuş, hemen söndürdüm idi. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Âlem-i bakâya intikâlleri 1050/(1640) senesine müsâdiftir. Sandûkalarının baş tarafındaki levhadan:

Kutb-ı irşâd-ı tarîk-ı ictihâd

Şeyh-i âlî haslet-i sâhib-sıfat

Ya’ni Şeyh Ümmî Sinân gavs-ı zamân

Ol reîs-i zü’l-cenâhayn-ı hüdât

Eylemiş müstahlef ol veliyy-i kâmili*

Şeyh Kazzâzî Harîriyyü’s-sıfât

Aslah-ı mevcûd u akrânı olup

Nâmdaşıdır şefî-i kâinât

İbtidâ şeyhi idi bu tekkenin

Kabri bu cây oldu itdikde vefât

Hak teâlâ haşr ide pîrân ile

Merkadin nûr ide feyz-i sâlihât

Fâtiha ihdâ idüp züvvâr ana

Mürşid-i vakt oldu târîh-i vefât    

(مرشد وقت)  = 1050/(1640)

Şeyh Kâtip Muhammed Efendi

Bu dergâhı inşâ eden müşârünileyhin halîfesi Kâtip Muhammed Efendi’dir. Burada medfûndur. Bu Kâtip Muhammed Efendi Aksaray’da Vâlide Câmi'-i şerîfi mahallinde eskiden mevcûd olan Kâtip Câmii’nin de bânîsi Mustafa Efendi’nin birâderidir. Bu câmie müteallık levha, Vâlide Câmi'-i şerîfi avlusunda mezârlık duvarının üstüne konulmuştur. Vaktiyle bu câmie "Kâtip Câmii" denilir imiş. Yenikapı Mevlevihânesi’nin de bânîsidir.

Muhammed Ziyâ Bey, Yenikapı Mevlevihânesi nâm eserinde müşârünileyhten bahs ediyor. İskender nâmında bir zâtın mahdûmu imiş. 1006/(1597-98) senesi içinde te'sîs ederek Recebin gurresi olan Nevrûz-ı Sultânî’ye müsâdif Pazartesi günü (7 Şubat 1598)  resm-i güşâdını icrâ etmiştir.

Muhammed Efendi mensûb olduğu hânedâna nisbetle "Malkoç" ve "Muhammed Çelebi" ve münseleği bulunduğu Yeniçeri kitâbetinden dolayı "Kâtib", "Yeniçeri Efendisi" ve evâhir-i ömründe dahi yaşlılığından kinâye olarak "Koca Yazıcı", "Koca Bektaşî" lakaplarıyla  yâd olunmuştur.

Târîh-i velâdeti 960/(1554) ile 970/(1563) arasında imiş. Tercüme-i hâlinin tafsîli eser-i mezkûrdadır. 1056/(1646-47)’da irtihâl emiştir.

Ziyâ Bey diyor ki:

Topkapı câddesi üzerinde kâin Kâtip Muhammed Efendi nâmında bir zâtın Ümmî Sinân’ın ilk halîfesi olan Harîrî Muhammed Efendi nâmına ihyâ etmiş olduğu elsine-i nâsta ma’rûf Pazar Dergâh-ı münîfi derûnundaki türbede bir sandûka gösteriliyor ki, bunun levhasında Kâtip Muhammed Efendi  ibâresi ve  1005/(1598) târîhi yazılıdır. Ancak Kâtip Muhammed Efendi 1056/(1646-47)’da irtihâl eylediğinden Pazar Dergâhı’nda medfûn olan zâtın dîğer bir Kâtip Muhammed Efendi olduğuna şübhe yoktur.”

Belki 1005 târîhi yanlıştır, 1056 olacaktır. Rûh-ı şerîfi için el-Fâtiha.

Şehremîni’ndeki Ümmî Sinân Hânkâhı şeyhi Mustafa Enver Efendi, fakîri hânkâha da'vetle elde mevcûd vesâiki birer birer gösterdi. Buradan aldığım ma'lûmâta göre:

Hz. Pîr efendimizin Âbide Bânû nâmında bir kerîmeleri vardır. 945/(1538) senesinde İstanbul’da zînet-sâz-ı âlem-i şuhûd olmuştur. Pederlerinin irtihâlinde otuz bir yaşında imiş. Zevci Mîr Ali Alemdâr nâm zât olup, Hz. Pîr’in halîfesidir. Tekirdağı’nda Musallâ Kabristanı’nda medfûndur.  Târîh-i irtihâli 999/(1591)’dur. Hatice Bacı isminde bir kerîmeleri vardır.

Hatice Bacı, Hz. Pîr’in irtihâlinden bir sene sonra dünyâya revnak vermiştir. Vâlidesi Âbide Hâtun yüz üç yaşında irtihâl edip, Şehremîni’nde Cuma Tekkesi denilen hânkâhta Ced Hasan Efendi’nin türbelerinde medfûndur. Târîh-i irtihâli 1048/(1638) senesine müsâdiftir.

Kerîmesi Hatice Hâtûn’un zevc-i mükerremi Şeyh Arab Muhammed Efendi’dir. Arab Muhammed Efendi Haleblidir. Âbide Hâtûn’dan terbiye-i tarîkat görmüş, onun feyz-i nazarıyla ricâlu'llâh katarına dâhil olmuştur ki, âtîde tercüme-i hâliyle tezyîn-i sahîfe edilecek olan Ced Hasan Efendi’nin pederidir.

Arab Muhammed Efendi irtihâl edince bu hânkâhta defn olundu. Târîh-i vefâtı :

Acemde Rum’da şâyi’ vefâtı târîhi

Arab Muhammed Efendi’ye ola Cennet câ  

(عرب محمد افندييه اوله جنت جا) = 1023/(1614)’tür.

Sülâle-i neseb hakkında bir fikir edinmek için müretteb şecereden alınmıştır:

-   Âbide Hâtun – Zevci Mîr Ali Alemdâr

Kerîmeleri Hatice Bacı : 1. Âbide Bacı, 2. Şeyh Ced Hasan Efendi, 3. Âişe Bacı

-   Aişe Bacı : Sinâneddîn Efendi

-   Şeyh Ced Hasan Efendi.

-   Şeyh Hüseyin Hüsâmeddîn Efendi : Velâdeti : 1074/(1663). İrtihâli : 1147/(1734). Müddet-i ömürleri : 73 sene.

-   Şeyh Mustafa Efendi : Velâdeti 1055/(1645). İrtihâli : 1181/(1767). Müddet-i ömürleri : 126 sene.

-   Şeyh Hasan Efendi : Velâdeti 1155/(1742). İrtihâli : 1210/(1795). Müddet-i ömürleri : 55 sene. Ümmî Sinân’ın sülâle-i nesebi bu zâtta munkatı'dır.

Âsitânede bir levhada şu satırları okudum ki tafsîli câmi'dir :

Ümmî Sinân hazretlerinin âsitâne-i aliyyelerinde Şeyh Mîr Ali Alemdâr kâim-âkâm-ı irşâd ve zikr ü ibâdet-i mu’tâd iken 998/(1590)’de âzim-i Beytu'llâhi’l-harâm ve ziyâret-i Ravza-i Hz. Seyyidi’l-enâm olup, avdetinde 999/(1591) senesinde Ruscuk’a giderek bi'l-âhare Tekirdağı’nda irtihâl eylemiş ve orada Musallâ Kabristanı’nda defn olunmuştur. İstanbul’da âsitâne-i Hz. Pîr’de Ümmî Sinân kerîmesi Âbide Molla Kadın hazretlerini seccâde-i irşâda ik’âda me'zûn olup, vekâletlerini Hz. Pîr’in halîfe-i evveli (Mürşid-i vakt 1050/(1640)) Muhammed Efendi îfâ ve adâb u erkân-ı tarîkatı icrâya muvâzebette iken 1013 senesi Receb’inde (Kasım 1604) Şeyh Muhammedü’l-Arab el-Hâlebî hazretleri kerîme-zâde-i Hz. Pîr’i tezevvüc mütâlaasıyla teşrîf buyurup, câlis-i makâm-ı irşâd ve on sene icrâ-yı âyîn-i tarîkatla mesrûru’l-fuâd olmuşlardır.”

Tekirdağı’na azîmetimde Alemdâr’ın kabrini aradım, bulamadım. Mürûr-ı zamân ile yola kalb olunduğuna kâni’ oldum.

Sülâle-i Pîr’den Hasan Efendi bilâ-veled vefât edince dergâh meşîhatına 118,119 ve 120. sahîfelerde tercüme-i hâli yazılan Şeyh Mustafa Zekâî ve Hasan Azîz ve Mustafa Zeki Efendiler sırasıyla seccâde-nişîn oldular.

Şeyh İbrâhîm Şükrullâh Efendi

Mustafa Zeki Efendi-zâdedir. 1265/(1849)’te zînet-sâz-ı âlem-i şuhûd olup, pederinin irtihâlinde câlis-i makâm-ı meşîhat olmuşlardır. Henüz kırksekiz yaşında iken azm-i âlem-i bakâ etmiştir.

Hocası Fâtih dersiâmlarından Allâme-i asr Hâce Şâkir Efendi olup, merhûmun mücâzlarından olduğunu mahdûmu söyledi.

Şeyhi Selânik meşâyıh-ı Sinâniyyesi’nden Lütfü Sâlih Efendi’dir.[36] Ceddinin ve pederinin yanında defîn-i hâk-i gufrân olan Şeyh İbrâhîm Efendi’nin kitâbe-i seng-i mezârı ber-vech-i âtîdir:

Şeyh-i pâk-i Âsitân-ı Hz. Ümmî Sinân

Ya'ni İbrâhîm Efendi gitdi dâr-ı cennete

Gösterince ‘ irciî’ fermânını peyk-i ecel

Cânını ol anda teslîm itdi Rabb-i izzete

Bir gül-i ra’nâ iken gül-zâr-ı irfân içre âh

Düşdü yâd-ı mevt ile âğûş-ı hâk-i hasrete

Murg-ı rûhu âlem-i lâhûta pervâz eyledi

Aşk ile müştâk idi seyr-i cemâl-i Hazret’e

Kıldı ism-i Hû ile tekmîl-i enfâs-ı hayât

Vâsıl oldu şübhesiz ma’nâ-yı sırr-ı Vahdet’e

Neyyir-i evc-i fazîlet şeyh-i Rûşen-dil idi

Tab’-ı pâki zîb ü fer virmişdi ilm ü hikmete

 Mâlik etmişdi Hudâ ol zât-ı ferruh-hilkati

Dîde-i Hak-bîne kalb-i sâfa hüsn-i haslete

Sırrını takdîs ide her dem Cenâb-ı Kibriyâ

Zâtını gark eyleye envâr-ı şems-i rahmete

Fevtine yazdı Bahâî bendesi târîh-i tâm

Vardı Hû ismiyle İbrâhîm Efendi vuslata

(واردى هو اسميله ابراهيم افندى وصلته) = 1313/(1895)

Şeyh Mustafa Enver Efendi

Şeyh İbrâhîm Şükrüllâh Efendi merhûmun mahdûmudur. 1301/(1884) senesinde İstanbul’daki Şehremîni’ndeki hânkâhta mehd-i şuhûda fer vermiştir. Koca Mustafapaşa Rüşdî-i Askerîsinden neş’etle Ereğlili Mustafa Efendi (Eyüp türbe-dârı olmuştur.)’nin Fâtih’te dersine devâm ile icâze almıştır. Pederinin irtihâlinde oniki yaşında idi. Meşîhata vekâleten Merkez Efendi şeyhi Ahmed Efendi me’mûr olup, her hafta mukâbele-i şerîfeyi Pazar Dergâhı şeyhi Ahmed Zarîfî Efendi îfâ ederdi. Bi'l-âhare Mustafa Enver Efendi, Ahmed Zarîfî Efendi’ye intisâb edip sülûk görmüş ve hilâfete mazhar olmuştur.

Elyevm hânkâh-ı Hz. Pîr’de mesned-nişîn-i meşîhattır. Sene 1343/(1924). Nahîfü’l-bünye, sarı sakallı, edîb, halûk, mesleğine âşık bir zâttır.

İcâzet-nâmesinde hem Sinânî hem Şa'bânî silsileleri vardır ki, her iki kol Hz. Mustafa Zekâî’de birleşir. Mecmau’l-bayreyn-i tarîkattır. Şa'bânî Silsilesi’ni 118. sahîfede yazdığım cihetle tekrâra hacet yoktur.

Sinânî Silsilesi :

Şeyh Ced Hasan Efendi – Şeyh Hüsâm Efendi – Şeyh Muslih Efendi – Şeyh Hasan Efendi - Şeyh Seyyid Süleymân Efendi (Kâtib-i şerîf-i Bâb-ı Fetvâ) – Şeyh Mustafa Zekâî Efendi – Şeyh Hasan Azîz Efendi – Şeyh Mustafa Zekî Efendi – Şeyh el-Hâc Sâlih Efendi – Şeyh Ahmed Zarîfî Efendi – Şeyh Mustafa Enver b. İbrâhîm Şükru'llâh.

Şeyh Mustafa Enver Efendi, Pazar Tekkesi’ne ait şu ma'lûmâtı vermiştir:

Pazar Tekkesi’nin olduğu mahalde Harîrî Muhammed Efendi hazretlerinin türbesiyle iki türbe-dâr odası vardı. Burası Ümmî Sinân meşîhatına meşrût idi. Ümmî Sinân Hânkâhı’nda şeyh olan zât buranın türbe-dârı idi. Sâlih Efendi, büyük pederim Zekâî-zâde Mustafa Zeki Efendi’ye intisâb edip, âsitânede kahve nakîbi olmuş idi.

Kendisi an-asıl Şumnuludur. Bir müddet hizmette bulunduktan sonra büyük pederim mezkûr türbe-dârlığı Sâlih Efendi’ye terk ve kendisine hilâfet vermiştir. Sâlih Efendi bi'l-âhare türbe civârına güzel bir dergâh-ı şerîf inşâsına muvaffak olmuş ve türbeyi de tecdîd etmiştir.

Dergâh-ı şerîfin bir müddet sonra muhterik olmasıyla yeniden ihyâsına muvaffakıyet hâsıl olduğunu tekkenin kapısı bâlâsındaki manzûme-i âtiyeden müstebân olur:

Kazâz Mehmed Efendi şeyhi Sâlih eyledi bu tekyeyi ihyâ

Sebeb tahrîbine bir hîle-ger müflis hasîs oldu

Bütün sarf itdi varın zikri hayr olsun li-vechi'llâh

O zât-ı muhlise ihsân-ı ehlu'llâh enîs oldu

İder her şeyh u dervîş ol salâh-endîşeye gıbta

Şu ra’nâ hızmeti ef’âl-i eslâfa makîs oldu

Erenler himmetiyle pertev-i şânı olur müzdâd

Cemî-i sa’yi dâğ-ı kalb-i hussâd nahîs oldu

Kıyâm itdi olup Ümmî Sinân’ın lutfuna mazhar

Gelüp ihlâs ile kim ki bu dergâha celîs oldu

Sekiz târîh derc itdim iki mısra’da ey Safvet

Bu beytim himmet-i Kazzâz-ı ekremle selîs oldu

Hacı Sâlih ne vâlâ yapdı bu tekye yıkılmışken

Bu dergeh himmet-i pîrân-ı dil-cû nefîs oldu

sene: 1274/(1858)

Sâlih Efendi’nin ziyâret-i Haremeyn’e muvaffak olduğu ve dergâhın inşâsı dolayısıyla hussâdın dûçâr-ı hasedi olup, fakat her hâlde sâhib-i muvaffakiyet bir zât bulunduğu  anlaşılmaktadır.

Şeyh Ahmed Efendi’nin hilâfeti pederindendir. (Şeyh Enver Efendi’nin kayın pederi.)

Ahmed Bahaeddîn Efendi

Tarîkat-ı aliyye-i Sinâniyye’den Şeyh İbrâhîm Şükrullâh Efendi’ye intisâb edip, onun irtihâlinde Pazar Tekkesi şeyhi Ahmed Zârifi Efendi hazretlerinin dâhil-i dâire-i kemâlâtı olanlardandır. Pederi Kürkçü Ahmed, Şems Mahallesi imâmı Nûreddîn Efendi olup,  Şeyh Ahmed Zarîfî Efendi hulefâsından idi.

Ahmed Bahaeddîn Efendi 1289/(1872) târîhinde İstanbul’da Şehremîni’nde  doğmuştur. İbtidâî ve Rüşdî tahsîlden sonra dâire-i Mâliye’ye  devâma başlayıp, hıdemât-ı muhtelîfede bulunarak nihâyet muhassasât-ı zâtiyyeden tekâüdüne karâr verilip, inzivâsına sebeb olmuştur.

Bir zamânlar gerek Pazar Tekkesi’nde, gerek Cuma Tekkesi denilen Hânkâh-ı Sinânî’de herkesle hem-bezm-i sohbet olurken, kırk yaşından sonra mübtelâ-yı işret  olup, şâribü’l-leyl ve’n-nehâr bir hâle gelmiştir. Artık yatakta, minderde yatmak, oturmak kendisine harâm olup, avluda, bahçede evkât-güzâr olurdu. Şiirde isti'dâd sâhibi idi. Fârisî eş’ârını Hâfız’a nazîre ve tahmîslerini görünce, âlî bir tahsîli olmadığı hâlde yüksek mertebede hikemiyyâta, garâmiyyâta müteallık söylediği sözlere karşı insân lâl u mebhût olur.

Câmi', mektep, sebîl, tekke ve sâir mebânî-i hayriyye inşâ ve tâ'mîr olundukça mumâileyh güzel târîhler söylerdi. Bu yolda pek çok âsâr-ı nazmiyyesi vardır. Ricâl-i devletten haylisine medhiyyeleri olduğu gibi, na’t, gazel, tahmîs, tanzîr gibi şeyleri bir dîvân teşkîl eder. Bunları cem' ve telfîka muvaffak olamadan irtihâl eylemişti.

İrtihâli Rebîlâhir 1342 ve Teşrinsân-i 1339/(1923) târîhine müsâdiftir.

Şiddet-i işretten kanı zehirlenip kangren olmakla sol kolunu kesmişlerdi. Fakat bir fayda hâsıl etmediğinden bir müddet sonra ikinci bir ameliyyat lâzım gelerek etıbbâ bi’l-müzâkere bundan ferağat etmişler. Kendisini ölümünün zuhûr-ı tabîisine bırakmışlardır. Fi’l-hakîka bir müddet sonra vefât eyledi.

Kadir-şinâsân-ı ümmetten Mevlevî şeyhi Abdülbâkî Dede Efendi ve sâir ba'zı zevât cenâzesini ihtifâlât-ı lâzime ile kaldırıp, Topkapı’da Ahmed Paşa Câmii’nde namâzı ba'de’l-edâ Yenikapı ile Silivrikapı arasında Üçkozlar denilen mahalde Ümmî Sinân halîfesi Abdulazîz-i Azîzî Efendi merhûmun kabrinin ayak ucundan i'tibâren kırk arşın uzağında bir mahalle defn olunmuştur.

Hânkâh-ı Sinânî’de defni için hâl-i ihzârında kendisinden istimzâc ettiklerinde, “Benim gibi hayâtını terzîl etmiş bir bed-mestin öyle ulu bir âsitânede yatması küstâhlıktır. Beni Abdulazîz-i Azîzî Efendi’nin ayak ucundan kırk arşın uzağa defn ediniz.” diye vasiyet eylemişti. Vasiyeti mûcibince hareket olunmuştur. (Rahmetu'llâhi aleyhi rahmeten vâsia)

Orta boylu, şişmanca, kumral sakallı, melîhu’l-vech, meclis-ârâ olup, Dâvûdî sesli idi. Güzel ilâhi ve besteler okurdu. İrtihâlinden on sene evveline kadar pek iyi bir hâlde idi.  Şecere-i Sinâniyyeyi tertîb ve yâdigar ettiği gibi Ve’-d-Duhâ’dan aşağı suver-i Kur’âniyye üzerine tefsîrlerden cem'an ve telhîsan yazmaya başladığı bir eseri ve gâyet mühim mebâhisi câmi' defter-i hâtırâtı vardır. Eş’ârını görmek üzere Hânkâh-ı Sinânî’ye gitdiğimde Enver Efendi torba ile bir yığın evrak getirdi. Kısm-ı a'zamı zâyi olmuş, “Bir kısmı bunlar.” diyerek fakîri mütehayyir kıldı . Evrâk-ı perîşân ile meşgul olmaktan sarf-ı nazar ile elime geçen iki defterden na’t, gazel gibi şeyler intihâb ettim. Bunların cümlesinin bir deftere nakl edilmesini ve zıyâ’dan vikâyesini Enver Efendi’ye tavsiye ve ibrâz-ı gayret etmesini rica ettim.

Na’t-ı şerîf:

Habîbisin Hudâ-yı zü’l-Celâl’in Yâ Rasûla’llâh

Cihâna virdi fer nûr-ı cemâlin Yâ Rasûla’llah

Vücûdun oldu bâis âleme hem nesl-i insâna

Şeref-bahş eyledi ekrâna âlin Yâ Rasûla’llah

Çıkar hubb-ı sivâ gönlün bulur bir zevk-i rûhânî

Gelince hâtıra yâd u hayâlin Yâ Rasûla’llah

Derûnun yakdı nâr-ı firkatin hem aldı destimden

İnân-ı sabrımı şevk-ı visâlin Yâ Rasûla’llah

Sen ol hûrşîd-i lâhûtîsin eflâk-ı risâletde

Dü-âlem içre yok aslâ zevâlin Yâ Rasûla’llah

Hudâ medh eylemişken zât-ı zî-şân u azîmin ben

Nasıl vasf eyleyem fart-ı kemâlin Yâ Rasûla’llah

Kabûl eyle Bahâî-zârını lutfen senin olsun

Gubâr-ı âciz-i saff-ı nâlin Yâ Rasûla’llah

Gazeliyâtından:

Çıkar âfâka feryâd-ı dil-i vîrâne-i âşık

Yine insâf idüp gûş eylemez cânâne-i âşık

Şarâb-ı vuslat-ı dil-dâr ile olmaz ise serşâr

Dolar hûn-âb-ı eşk-i gam ile peymâne-i âşık

Virir murg-ı dil-i uşşâka ruhsat bâğ-ı vuslatda

Per ü bâl-i semenderden olursa lâne-i âşık

Açar giryân olunca dâğ-ı dil mânende-i lâle

Döner gülzâra gâhî sîne-i vîrâne-i âşık

Nasıl sermest-i câm-ı bâde-i âlâm u gam olmaz

Dil-i gam-perver-i hicrân iken meyhâne-i âşık

Tarîk-ı cân-güdâz-ı aşk içinde ey Bahâî bil

Sirişk-i çeşm ü hûn-ı dildir (ol) âb-ı revâne-i âşık

                      *     *     *

 Perçem-i jûlîde-i yârın nice meftûnu var

Âşık-ı şûrîdesi âşuftesi mecnûnu var

Bir nigâh-ı nâz ile teshîr ider mülk-i dili

Çeşm-i sehhârın ne keskin nazra-i efsûnu var

Vuslat-ı dil-dâra mağrûr olma firkatden sakın

Çerh-i keç-reftârın ey dil meşreb-i dârûnu var

Dil harâb-ı çeşm-i mest oldukça her subh u mesâ

Şâhid-i zîbâ-yı aşkın hüsn-i rûz-efsûnu var

Bir dem-i subhun semâsı rengine benzer yüzü

Zülfünün ruhsârının elvân-ı gûn-â-gûnu var

Nâvek-i müjgânını at cânıma dilden sakın

Çünki tîr-endâzın anda kâmet-i mevzûnu var

Öyle bir dil-dâra meftûn oldu kim âvâre dil

Hûb-rûyân içre bir mâ-fevkı yok mâ-dûnu var

Hangi bir mecbûrunun göster bana ey meh-likâ

Dilde dâğ-ı nâr-ı hasret gözde eşk-i hûnu var

Dürretü’t-tâc itse lâyıkdır Bahâî nazmı

Öyle şeh-i hûbân ki böyle lü’lü-i meknûnu var

                                   *   *   *

 

Mülk-i nâzı eyleyen teshîr şâhım sen misin

Kişver-i cânı iden tenvîr mâhım sen misin

Sînemi nâr-ı firâk ile hemîşe sûz-nâk

Hâlimi arz eyleyen ey dûd-ı âhım sen misin

Deşt-i Leylâ’yı dem-â-dem devr iden Mecnûnları

Pâ-yı der- zencîr iden zülf-i siyâhım sen misin

Tîr-i nâzı kasd-ı cân-ı âlem eylerken gönül

Nâvek-i müjgânına âmâc-gâhım sen misin

Gâret eyler bir yeri gâhî Bahâ’nın kalbini

Söyle cânım sevdiğim devlet-penâhım sen misin

                                   *    *    *

 دلم تا کی کشد جانا جفای جور و آزارت

اگر رخصت دهی آيد بسوی سير گلزارت

نهال قد دلجويد اگر باشد بباغستان

کند ماننده جنت زمينش سرو رفتارت

فروغ طلعت رويت جهان را تاب و فر بخشد

بيا ای نور چشمانم ببينم ماه رخسارت

فتاده در سر راهت ببين وقت خراميدن

بکن رحمی چه رنجش ميکشد دلخسته  زارت

اگر خنچر کشد مژکان و ابروی ثوای مهوش

سراسر اهل دل باشد شهيد عشق ديدارت

دل بيچاره دز زنچير زلفت بسته شد آخر

خدارا وامکن آن عقده  گيسوی زر تارت

بهائی را چه باک ارميد هر سامان خود جانا

متاع درد و غم ارزان بود در شهر و بازارت[37]

 

Hâfız-ı Şîrâzî’nin bir gazelini tahmîsinden:

 كرشود ساغر مى دركف سيم اندامى

اى بهائي بكس آنرا كه بياني كامي

بشنواز مرد خدا داد جه خوش يعامي

حافظا روز ازل كربكف آرى جامي

يكسر از كوى خرابات برندت به بهشت[38]

                                   *   *   *

Bahâî ehl-i dil itmez tekâpû dâmen-i nâsa

Anı bu rütbe müstağnî iden âlî cenâbıdır

Görülüyor ki Ahmed Bahâeddîn Efendi, feyz-i ma’nâdan, sırr-ı aşktan haber-dâr olmuşlardandır. Âhir vakitte başına gelen felâket her hâlde afv u mağfiret-i ilâhiyyeye mazhar olacağına  delîldir.

Cenâb-ı Hak mekânını cennet ve kabrini  müstağrak-ı rahmet buyursun. Âmin.

/175/  el-Hâc Şeyh Sâlih Efendi

Rumeli’den gelmiş, Pazar Tekkesi meşîhatına ta'yîn olunup dergâhın i'mârına sebeb olmuştur. Sâhib-i nefes bir zât-ı âlî-kadr olmakla her hafta merzâ-yı müslimîn ile dergâhın avlusu dolar imiş.

Birâderim Ali Nûri Bey nakl etti: Bir hafta zincirlerle bağlı bir deli getirmişler. Müşârünileyh nefes etmiş, zincirini çözmüşler. Kemâl-i sükûnete mazhar olan o kimsede delîlikten eser kalmamış. Bu derecede Mesîhâ-meşreb idi. Türbede medfûn ve rahmet-i Hakk’a makrûndur. Şumnulu idi.

Şeyh Ahmed-i Zarîfî Efendi

Müşârünileyh Sâlih Efendi’nin mahdûmudur. Pederinin irtihâlinde câ-nişîn olmuştur. Âşık, âbid, mültefit, ârif, mücâhid, müşâhid bir pîr-i muhterem idi. Dâimâ tâc u asâ ile gezer; uzunca boylu, nahîfü’l-bünye, beyâz sakallı, pek mübârek bir adam idi.  Pederlerinden intikâl eden nefes-i nefîsi te'sîriyle haste-gân ve biçâre-gânı okur, te'sîrâtı görülürdü.

22 Muharrem 1331 ve 18 Kânûn-ı evvel 1328(30 Aralık 1912) târîhine müsâdif Salı gecesi doksan yaşını mütecâviz olduğu hâlde tekmîl-i enfâs-ı ma’dûde-i hayât eylediler. Ertesi Salı günü gasl ü tekfîn olunup, türbe-i şerîfeye konuldu. Çarşamba günü cemâat-ı kübrâ ile Fâtih Câmi’-i şerîfine götürüldü. Siyâh destarlı tâcı, yeşil ferâcesi tabutun üstünde kalblere başka bir hâl veriyordu.

Namâzı ba'de’l-edâ ta'zîmât-ı fevka'l-âde ile dergâh-ı şerîfe  nakl ve pederinin kabri yanında elli sene evvel kendileri için ihzâr eyledikleri kabre, madûmu Şeyh Gâlib Efendi  tarfından indirilerek defn olunmuştur. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

On beş seneden ziyâde gıdâsı yalnız süte inhisâr eylemiş idi. Pederim Hacı Osmân Efendi’nin müşârünileyhe merbûtiyyet-i kadîmesi olmakla, hîn-i velâdetimde ism-i fakîrânemi Hüseyin Vassâf diye tesmiye eden müşârünileyh Şeyh Ahmed Efendi olmuştur. Velâdetimin Muharrem’in onuna  tesâdüfü hasebiyle Hüseyin tesmiye edip, "İnşâa'llâh Vassâf-ı Muhammedî olsun.” diye mahlasımı Vassâf diye talkîb eylemiştir. Lehü’l-Hamd meclis ve sohbetlerinde bulundum. Fakîre ziyâde derece iltîfâtları vâki' idi.

Şeyh Hüsâmeddîn Efendi

Şeyh Ahmed Efendi-zâde halîfesidir. Halîm, selîm, tab’-ı kibârâne mâlik ilm ü fazl sâhibi idi. Dûçâr olduğu illetten rehâ-yâb olamayarak pederlerinin hayâtında irtihâl-i dâr-ı naîm eylediler. Türbede medfûndur. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Şeyh Gâlib Efendi

Şeyh Ahmed Efendi-zâdedir ve halîfesidir. Hüsâmeddîn Efendi’nin sinnen küçüğüdür.  Pederlerinin irtihâlinde seccâde-nişîn-i meşîhat olmuştur. Bidâyeten Maârif Nezâreti’ne devâm ile orada mühim makâmlar iştiğalinden sonra ihtiyâr-ı takâüd ederek yirmi sene kadar îfâ-yı vazîfe-i meşîhatla dem-sâz olmuşlardır.

Mütenâsibü’l-endâm, halûk, terbiyeli, nâzik, ehl-i sohbet, süt gibi beyâz sakallı, melîhu’l-vech bir şeyh-i âlî-makâmdır. Pederinden intikâl eden nefes-i nefisi te'sîriyle marzâ-yı müslimîne okurlar, eser-i şîfâ nümâyân olur. Dergâh hâlen ma'mûrdur. Pazar günleri icrâ-yı âyîn-i tarîkat olunur. Şeyh Gâlib Efendi, dîğer meşâyıhla âdeten kat’-ı alaka eder gibi /176/ bir vaz'iyyet alıp, hiçbir tekkeye gitmez olduğundan şeyhlerden de onun tekkesine gelenler az idi. Meslekleri uzlete meyyâl olup, vâkıa kesret-i münâsebetten bin türlü mahzûrlar zamânen müşâhede olunmakta olmakla ihtiyâr-ı inzivâları meslek-i evliyâu'llâha muhâlif değildir.

Okunmağa gelen hastaları türbeye yarım lira duhûliye almak, ondan sonra içerde okumak ve orada eızze-i kirâmın sandûkaları yanında bir gece durmak üzere gönderilen çamaşırlar için arziye istemek gibi hâllerin şuyûu rûha hoş gelmeyen hâdisâttandır. Peder-i ekremleri bu meslekte değil idiler.

Kassâm kitâbetinden ve niyâbetinden mütekâid Emîn Efendi, Topkapı Câmii hatîb vekîli İsmâîl Efendi ve esnâftan Şükrü Efendi mûmâileyhin hulefâsındandır. Ümmî Sinân Hânkâhı şeyhi Yahyâ Gâlib Bey halîfe-i mümtâzıdır.

Pederinin halîfeleri Şeyh Hüsâmeddîn Efendi, Şeyh Gâlib Efendi, Îmâm Nûreddîn Efendi, Şeyh Râşid Efendi, Şeyh Mustafa Enver Efendi, Şeyh Emîn Efendi nâm zâtlardır.  Tekkelerin seddi, tarîkatın ilgâsı onu, ya'nî Şeyh Gâlib Efendi'yi dağ-dâr etmekle 1344 senesi şehr-i Şevvâlinin birinci gecesi (25 Nisan 1925) füc’eten irtihâl eyledi. Cenâzesi Hz. Hâlid’e götürülerek namâzı ba'de’l-edâ ta'zîmât ile Ümmî Sinân hazretlerinin türbesi civâr-ı rahmet-medârında ihzâr olunan kabr-i mahsûsta defn olunmuştur. Sinen altmış sekiz ile yetmiş râddesinde idi. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Şeyh Ced Hasan Efendi

Ümmi Sinân-zâde diye meşhûrdur. Ümmî Sinân hazretlerinin kerîmesi Âbide Bânu Hâtûn’un kerîmesi Hatice Hâtun’un oğludur. Kerîme-i Pîr, Âbide-i müşârünileyhânın dâmâd-ı muhteremi Şeyh Arab Muhammed Efendi’nin mahdûmudur. Sinn-i âlîleri kemâle gelince tahsîl-i ulûma başlayıp Gülşen-i Meşâyıh-ı Selâtîn nâm eserde muharrer olduğu üzere ceddesi bulunan müşârünileyhâ Âbide-i ârifeden telakkun-ı zikr eylemiş ve Âbide-i müşârunileyhânın bir teveccühte fuyûzât-ı rûhâniyyesine mazhar olmuş idi.

Ba'dehû Seyyid Seyfullâh Efendi halîfesi olup, Eğrikapı dâhilindeki zâviyesinde medfûn (tercüme-i hâli aşağıda) Hakîki-zâde Şeyh Osmân Efendi yanında medfûn Eğrikapılı Çukadar Şeyh Muhammed Efendi’den tecdîd-i bey’at ve ondan sonra Muîd-zâde’den tekmîl-i tarîkat eyleyip 1023/(1614) senesinde Ümmî Sinan hazretlerine mensûb Şehremini'ndeki hânkâh-ı şerîfte pederi yerine şeyh olmuş idi.

Silsile-i Sinâniyye Seyfullâh Efendi'den yürür :

- Seyyid Seyfullâh Efendi

- Şeyh Hakîkî-zâde Osman Efendi

- Şeyh Çukadâr Muhammed Efendi

- Şeyh Ced Hasan Efendi

1050/(1640) senesinde Kazâz Muhammed Efendi’nin intikâli hasebiyle münhâl kalan Pazar Tekkesi meşîhâti dahi tevcîh olunmakla her iki dergâhı idâre eylemiştir. 1088/(1677) senesinde Fâtih Câmii vâizliği uhdesine tevcîh olunmuş idi.  Aradan bir sene geçmeden şehr-i Zi'l-ka'de’de yetmişiki yaşında iken âlem-i lâhuta hırâm eylemekle Şehremîni’ndeki hânkâh hazîresinde  defn olunmuştur. Üzerine türbe  yapılmış ise de mürûr-ı zamân ile münhedim olmuştur. Ümmî Sinân hazretlerinin silsile-i nesebi Ced Hasan Efendi’nin torununa kadar teselsül eylemiş ise de o sene Hasan Efendi’nin nokta-i vücûdu kalemtıraş-ı ecel ile sahîfe-i âlemden hakkolunmakla, nesli munkatı' olmuştur. Bu Hasan Efendi’yi Ced Hasan Efendi ile karıştırmamalıdır.

/177/ Hasan Efendi’nin babası Şeyh Mustafa Efendi, onun babası Şeyh Hüseyin Efendi, onun babası Ced Hasan Efendi hazretleridir. Tafsîli gelecektir.

Ol veliyy-i kâmilden, mükemmil Ced Hasan Efendi İstanbul’da tevellüd eylemiştir. Va'z u irşâd ile imrâr-ı hayât eylemiş, 1088/(1677) senesinde irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Âlim, fâzıl, mürşid-i kâmil, hasîb, nesîb, edîb ve erîb bir zât-ı kerâmet-simât idi.

İrtihâlleri üzerine meşâhir-i zamândan ba'zıları manzûmeler inşâdıyla ızhâr-ı teessür eylemişlerdir. Hz. Merkez’de medfûn birâder–i Hz. Mısrî Ahmed Efendi, Ced Hasan Efendi hazretlerine müntesib ve ondan müstahleftir.

Ced Hasan Efendi hakkında, Himmet-zâde Abdullâh Efendi’nin: (إنتقل القطب جوار المعيد) = 1088/(1677).

Şeyh Rüşdü Ahmed Efendi’nin:

Geldi biri didi kim fevtine târîhdir

Ümmî Sinân-zâdenin rûhu için fâtiha .

(امى سنان زاده نك روحى اجون فاتحه) 1 + 1087 = 1088(1677)

Dîğer birinin:

  Gitdi ehl-i sülûkun üstâdı

       (كيتدى اهل سلوكك استادى) = 1088

Âsârı:

-             Mev’ıze-i Sinâniyye. Matbû' ve meşhûrdur.

-             Künûzu’l-Hakâyık fî Rumûzu’d-Dakâyık. Gayr-i matbû'.

-             Dîvân-ı İlâhiyyât .Gayr-i matbû'dur.

-             Fezâilü’ş-Şuhûr. Gayr-i matbû'dur.

Hakîkî-zâde Şeyh Osmân Efendi

Seyfullâh Efendi halîfesidir. Eğrikapı dâhilinde hânesini tarîkı meşâyıhına meşrûta-i zâviye ittihâz etmiştir. Kendisi burada medfûndur “Kelimetü’t-takvâ” (كلمة التقوى) târîhidir. Müretteb dîvânı varmış. Şu güfte durak hâlinde el'ân okunur. Fakat bunun değildir, Dervîş Osmân’ındır.(c.3, s.372’dedir.)

Bülbül-i şûrîdeyim gülden nasîbim var benim

Sanmanız beyhûdeyim gülden nasîbim var benim

Bû-yı Hak’dan Derviş Osmân lezzet almışdır hemen

Sanmanız beyhûdeyim gülden nasîbim var benim

İkinci cilt 297. sahîfede tafsîlat geçti.

Şeyh Hüseyin Efendi

Bir eserde Hasan Efendi’den sonra mahdûmu Şeyh Hüseyin Efendi’nin ellidokuz sene meşîhattan sonra 1147/(1734-35)’de irtihâl eylediği ve yerine mahdûmu Şeyh Mustafa Efendi geçip, otuzüç sene meşîhattan sonra 1180/(1766-67)’de rıhlet eylediğini, onun yerine mahdûmu Şeyh Hasan Efendi geçip, otuzbir sene icrâ-yı meşîhattan sonra 1211/1796-97)’de âzim-i dâr-ı bekâ olduğunu ve 176. sahîfe nihâyetinde yazdığım vechile bu zâtta Ümmî Sinân silsilesi munkatı' olarak, sonra Şeyh Nizâmî Mustafa Efendi ve daha sonra 118. sahîfede tercüme-i hâliyle tezyîn-i sahîfe eylediğim Mustafa Zekâî Efendi hazretleri câ-nişîn-i irşâd olduklarını okudum.

Ced Hasan Efendi’nin ilâhiyyâtından bir beyit:

Âşıkı ma'şûka vâsıl eyleyen zikridir

Tâlibi matlûba vâsıl eyleyen zikridir

eş-Şeyh Muhammed Fenâyî Efendi

Ümmî Sinân-zâde Hasan Efendi halîfesidir. Halvetî tahallus eylemiştir. İstanbul’da Akbaba Muhammed Efendi Mescidi kurbundaki hânesinde zikr edermiş. “Mürşid-i tasnîm” (sözü), (مرشد تسنيم) terkîbinin delâlet ettiği 1140/(1728)’ta[39] irtihâl eylemiştir. Müstakil türbesi varmış. Vefeyât-nâme’nin beyânına göre ba'zı âsârı varmış.

Âşıkları handân iden Sinânîler dirler bize

Seherlerde efgân iden Sinânîler dirler bize

Ka’be'den köhne pilâs sileriz gönüllerden pas

Altın idi dil nühâs Sinânîler dirler bize

Bulduk fenâ-ender bekâ içindedir anın likâ

Fenâyî Halvetî ednâ Sinânîler dirler bize

Şeyh Seyyid İsmâîl Habîbî Efendi

Ümmî Sinân-zâde Hasan Efendi’inin müntesiblerindendir. Yenikapı Mevlevihânesi şeyhi Hacı Ahmed Dede’den dahi neş’e-i Mevleviyye’den hisse-dâr dlup Mi’mâr Tekkesi şeyhi iken 1090/(1679) senesinde irtihâl-i dârı-ı naîm eylemiştir. Kendi zâviyesinde defn olunmuştur. Mevlevî külâhı üzerine alâmet-i hilâfet olan istivâyı resm eyledikleri Vefeyât-nâme’de  mezkûrdur.

İlâhiyyâtından:

Yâ ilâhî kıl bize lutf u atâ

Cezb idüp döndür bize senden yana

                   *   *   *

Tarîk-ı müstakîme it hidâyet

Sana irgür kerem kıl ey zü’l-atâ

/178/ Kadı Süleymân Efendi el-Meczûb

Boluludur. Fâtih medreselerinde tahsîl ile Rumeli kudâtından idi. Dört beş sene mansıbda dolaşmıştır. 1081/(1670-71) veya 1082/(1671-72)'de Ced Hasan Efendi’ye intisâb ile tekmîl-i etvâr eyledi. 1101/(1690)’de kendine cezbe-i ilâhîye geldi. Gâh üryân, gâh mülebbes, gâh pelâs-pûş, gâh setr-i avretten başka yok, gâh bir beygire binip elinde bir uzun ağaç, “Savulun münâfıklar, kâfîrler.” diye geçer, gâh elbisesini soyunur bir fakîre verirdi.

Şeyh Dervîş Ahmed Sâlik Efendi

Ced Hasan Efendi’den müstahleftir. Kâdirî-hâhe şeyhi Şerîf Efendi’den de hilâfet almıştır. Tophâne’de Benânî Tekkesi’ne şeyh olup, (استقامت) = 1102/(1693)’de[40] vefât eylemiştir. Ba'zıları 1150/(1737-38) diye rivâyet etmişlerdir. Tekkesi dâhilinde medfûndur.

İlâhîyatından:

Geçeyim cân ile tenden beni aşkınla şeydâ kıl

Haber-dâr olayım sırdan beni aşkınla şeydâ kıl

Şeyh Müstakîm Efendi

Ced Hasan Efendi’den müstahleftir. Sofular’da Alâaddîn Tekkesi’ne şeyh oldu. “Âşık-ı müstakîm” (عاشق مستقيم) = 1121/(1709) târîh-i vefâtıdır. "Tekkesinde türbede medfûndur." denilmiş ise de, Vefeyât-nâme’sinde Hâfız Hüseyn-i Ayvansarâyî, "Eyüp Türbesi hâricinde medfûndur." diyor.

Eş’ârı vardır. İşbu sahîfeye merbût kağıtta îzâhat vardır.[41]

Hz. Mısrî ile de münâsebet-dârdır.

Şeyh Abdurrahmân Şerîf Efendi:

Ced Hasan Efendi’nin halîfesidir. Müşârünileyh Dervîş Ahmed Sâlik Efendi-zâdedir. Pederinin yerine şeyh olup, 1123/(1711)’te irtihâl eylemiştir. “Şeyhu’l-ukbâ” (شيخ العقبى) târîhidir. Pederine hem-civârdır.

Eş’ârından :

Bizdedir genc-i muhabbet bizdedir nûr-ı safâ

Bizdedir aşk-ı ilâhî bizdedir cezb-i Hudâ

Şeyh Hâfız Abdullatîf

“Sütçü-zâde” diye meşhûrdur. Hasan Efendi’den müstahleftir. Hicâz’da kalıp, nâsûtu dinlendirdi. “Mütehayyirü’l-ârifîn” (متحير العارفين  ) =1100/(1689) târîhidir. Dîvânı vardır.

"Karîn-i bezm-i erbâb-ı hevâyım Yâ Rasûla'llâh" diye başlayan na’tı pek âşıkânedir.

Tarîkat-ı Sinâniyye, Rumeli’nde dahi intişâr etmiş idi. Tabîî inkılâb-ı ahîr münâsebetiyle ehl-i İslâm’ın oralardan Anadolu’ya mecbûr-ı hicret olması yüzünden oralarda intişârı düçâr-ı inkırâz olmuştur.

Zührî Şeyh Seyyid Ahmed Efendi

Selanik’te medfûndur. Kibâr-ı meşâyıhtandır. Kayserili, bir rivâyette Nevrekoplu olup, 1157/(1744) veya 1165/(1752)’de Selanik’te irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Orada Pazar Tekkesi denilen dergâhı binâ eylemiş idi. Türbesi buna muttasıl bulunuyordu. Tabîî şimdi ne türbe, ne tekke hâlen mevcûd olmasa gerektir.  Sinâniyyeden Zühriyye şu'besinin müessisidir.

Selanikli Şeyh Süleymân Efendi

Zührî Ahmed Efendi’nin mürşididir. Gül-şen-i Kerâmât ismiyle bir te'lîfi vardır.

İlâhiyâtından:

Tarîk-ı Hakk’a girdinse azîmet râh-ı pâyândır

Gönül şehrine irdinse ganîmet bî-had u pâyândır*

Taleb-kârsan dil-ârâya nazar kıl şer’-i garrâya

Cehid kıl hükmün icrâya şerîat bahr-ı ummândır

Silsile-i tarîkatları:

Seyyid Zührî Ahmed Efendi, Şeyh Süleymân Efendi, Sirozlu Şeyh Muhammed Efendi, Tekirdağlı Şeyh Muslihuddîn Efendi, Şeyh Âdil Çelebi, Şeyh Habîb Efendi, Şeyh Alâeddîn Efendi, Üsküplü Şeyh Ali Efendi, Alemdâr Şeyh Emîr Ali Efendi, Hz. Pîr Ümmî Sinân . (Kaddesa'llâhu sırrahû’l-Mennân)

Şeyh Muslihuddîn Efendi

Tekirdağ’da doğmuş, buradan neş’etle Âdil Çelebi’den ikmâl-i sülûk etmiş 1099/(1688)’da irtihâl eylemiştir. Tâc-ı Sinânî hakkında ba'zı muhdesâtı vardır. Müstakim-zâde Risâletü’t-Tâc nâm eserinde bahs ediyor.

Sinâniyye’den Muslıhiyye şu'besinin müessisi olup, tâc mes'elesinden dolayı şeyhi ile arası açılmıştı.


 

UŞŞÂKÎLER

/179/ HZ. PÎR HASAN HÜSÂMEDDÎN-İ UŞŞÂKÎ

Kerem kıl câna bahş it bir kadeh hamr-ı ledünnîden

Hakâyıkdan açılsın tâze güller dilde ey sâkî

Hüsâm-ı himmetinle ejder-i nefsi zebûn eyle

Meded ey pîr-i cân-perver Hüsâmeddîn-i Uşşâkî[42]

Vücûd-ı mes’ûduyla İstanbul’umuza revnak veren eâzım-ı sûfiyyeden ve efâhım-ı meşâyıh-ı Halvetiyye’den bir pîr-i rûşen-zamîrdir. Tercüme-i hâlleri hakkındaki tedkîkât ve tetebbuât-ı fakîrânemi yazmazdan evvel bakıyye-i Zeyl-i Atâî’de muharrer olan, (Hz. Pîr-i müşârünileyhin torununun oğlu İbrâhîm Hasîb Efendi[43] tarafından yazılıp İstanbul’da Koska’da sadr-ı esbak Koca Râgıb Paşa Kütüp-hânesi’nde mahfûz kütüb-i mevcûdeden tevârih kısmında 1009 numarada mukayyed bulunan eserdir.) tercüme-i hâllerini aynen ve teberrüken nakl ediyorum:

“Kudve-i evliyâ-yı ızâm, umde-i asfiyâ-yı kirâm, kutbu’l-aktâb, mazhar-ı tecelliyyât-ı Rabbu’l-erbâb, matrah-ı envâr-ı kerâmât, matmah-ı enzâr-ı saâdet, mehbıt-ı envâr-ı mülk-i bâkî Hüsâmü’l-milleti ve’d-dîn Uşşâkî hazretlerinin menâkıb-ı latîfeleri mestûr-ı perde-i zühûl-i gaflet olup, azîz-i müşârünileyhin menâkıb-ı celîle ve evsâf-ı cemîleleri vâlid u a’mâmımız vesâtatıyla ıttılâ-kerde-i âcizânem olmakla hurşîd-i iştihâr-ı kerâmet-şiârlarından mikdâr-ı zerre beyân ile zıyâ-bahş-ı dîde-i menâkıb olmak üzerimize elzem olmağın hâtır-ı nişânımız olan mertebe, beyân ve tahrîre şân-ı himmet teşmîr olundu. Ve mina'llâhi’t-tevfîk.

Azîz-i sâlifü’l-beyân (ahellehu'llâhu hulele’l-cinân) Buhârâ’dan Hacı Teberrük nâm tâcirin ferzend-i ercümendi ve mahdûm-ı hıred-mendi olup, terbiye-i peder-i vâlâ-güherleriyle tahsîl-i ulûm-ı zâhireye meşgûl olup, rütbe-i temyîz ü kemâle vusûl buldukta vâlid-i mâcidleri dâr-ı bakâya intikâl ve şiddet-i hüzn ü infiâl esnâsında âlem-i hâbda görürler ki:

Meşâkk-ı bîhûde-i ticâret, ehl-i hakîkat indinde  ayn-ı hasârettir.  Eğer kâm-ı uhrevî sana murâd ise çârşû-yı kesretten rû-gerdân olup, ahsen-i medâyîn-i Anadolu’dan Medîne-i Uşşâk’ta  sâkin Şeyh Emîr Efendi (Ahmed-i Semerkândî) hazretlerinden ahz-i inâbet ve kûşe-gîri uzlet ve ibâdet ol.’ derler. Derhâl bîdâr oldukta pederlerinden müntakil emvâl-i kesîre-i mevrûseyi birâderleri Muhammed Çelebi’ye hibe ve teslîm ve onlar dahi hâh-nâ-hâh kabûl ve teslîm eyledikten sonra sâde ve piyâde râh-ı Uşşâk’a fütâde olup, tayy-ı merâhil ve kat’-ı menâzil ederek ol beldeye dâhil ve hıdmet-i azîz-i Müşârünileyhe vâsıl olup, ahz-ı dest-i inâbet ile hizmetlerinde kesb-i kemâl ve tahsîl-i rütbe-i hâlü’l-âl etmişler idi.

Husûsan azîzleri Emîr Efendi intikâl-i dâru’l-cinân ettikten sonra rûz-be-rûz âfitâb-ı velâyeti müncelî ve mâh-tâb-ı kerâmeti celî olup, sît u şöhretleri velvele-gîr-i diyâr ve sadâ-yı nâm-ı büzürk-vârları gûş-resen-i sığâr u kibâr olmuştu. Hattâ yevmen mine’l-eyyâm Manisa’da mesned-nişîn-i nâz /180/ u uzlet ve kûşe-gîr-i eyyâm-ı saltanat olan şeh-zâdegân-ı Osmâniyân'dan merhûm Sultân Murâd Hân-ı sâlis mahsûsan mektûb ile ahvâl-peres-i şeyh-i müşârünileyh-i kerâmet-peymâ ve neyl-i saltanat-ı uzmâ için azîz-i müşârünileyh hazretlerinden niyâz u teveccüh ve istid'a ile adam gönderip, varan adam meclis-i azîze vusûlünde kable teslîmi’l-mektûb ve beyânu’l-matlûb miftâh-ı gencîne-i kerâmet olan zebân-ı bâhirü’l-beşâretlerin tahrîk edip, “Mezbûr şeh-zâde râh-ı İstanbul’a âmâde olsun, filân gün varıp erîke-nişîn-i saltanat olacaktır.” diyu ceyb-i kâsıdı leâlî-i sürûr ile mâl-â-mâl ol dahi teblîğ-i haberde isti’câli ile şeh-zâde-i mezbûra îsâl-i peyâm-ı beşâret-meâl edip, şeyhin ta'yîn ettiği zamânda bilâ-taahhur velâ-takaddüm eazz-ı emânî-i derûn-ı şeh-zâde husûl-pezîr olup, devlet ü iclâl ile kadem-nihâde-i serîr-i saltanat olduklarında şeyh-i mezbûru İstanbul’a da'vet edip, Cenâb-ı pâdişâh-ı âlem-penâh ve erbâb-ı devletten ziyâde ikbâl olunup, emâkin-i İstanbul’dan Aksaray demekle ma'rûf olan mahalde kendilerine bir menzil temlîk olunup ol mahalde karâr eyledikte, pâdişâh kendüye kemâl-i i'tibâr etmekle kesret-i züvvârdan bî-râhat olduklarında yine Uşâk’a revân olmaya pâdişâhtan istîzân ettikte, kenâr-ı belde-i Kasımpaşa’da  kendileri için bir tekke binâ ve ihdâs olunmak kesret-i züvvârdan halâsa medâr olmak mülâhazasıyla hâlâ "Tekke-i Şeyh-i Uşşâkî" demekle şöhret-yâb olan tekkeyi müceddeden emr-i Sultânî ile binâ ettiler.

Ve ol mahalle nakl-i bûryâ-yı inzivâ ve bir zamân ol gûşe-i vahdette meşgûl-i ibâdet-i bî-hemtâ olunup lâkin yine erbâb-ı devletten tekkesi mahall-i zihâm ve pâdişâh ve vükelâdan perestiş-i hâl ve peyâm-ı selâm-ı azîzi bî-râhat ve bî-ârâm etmekle bi'l-âhare pâdişâhtan hacc-ı Beytu'llâhi’l-Harâm ve ziyâret-i Ravza-i Seyyidi’l-Enâm (aleyhi efdali’s-salâtu ve’s-selâm) etmeye istîzân edip, ba'de sudûri’l-izn îfâ-yı hac ile taraf-ı Âsitâne’ye ric’at üzere Konya’ya dâhil oldukta merâhil-i eyyâm-ı ömrü tamâm olup, bâ-irâdeti'llâhi teâlâ  dâr-ı bekâya intikâl ettikte Konya vâlîsi edâ-yı salât-ı cenâzeden sonra âdet üzere şeyhin şikem-i pür-hikemini şakk ve ba'zı edviye-i tayyibe ile taaffünden muhâfaza etmek murâd ettikte mürîdleri mümâneat etmeleriyle vâli-i vilâyet dahi mütâbeat edip, bilâ-şakk velâ-müdâvât cenâze-i azîzi İstanbul’a irsâl eylemiş idi.

Serdî-i vikâyet-i Bârî ile cesed-i şerîfleri taaffünden mahfûz ve berî olduğu hâlde pâk ü Pâkîze İstanbul’a vâsıl olup, tekke-i ma’hûdesinde beytûtetleriyle mütehassıs olan halvette defn olundu. (Rahmetu’llâhi aleyh)

Ve kâne zâlike fî hudûdi elfi kâmil min hicreti men hüve Seyyidü’l-evâili ve’l-evâhir.

Vâlid-i mâcid-i fakîr  bu gûne târîh-i belâğat-semîr söylemiştir:

                                               1          حسام دين به حصونه حرست

                                                                       أخلق من سائر العشاق للوصول

                                                           2          فاق عوارف عصر بالهدى شرفا

                                                                       تفوق الجبل الراسي على التل

                                                           3          بدر له الصحو بعد المحو في فلك

                                                                       غوث له جذبة لا دخل للعقل

                                                           4          شبه له لا يمس الأرض عوض كما

                                                                       صروف دهر بنا لم تأت بالمثل

                                                                      

                                                           5          بكى السماء بنعيه ورحلته

                                                                       إلى أن استأصل الأصل من البقل

                                                           6          فكيف لا يضجع القوم وقد غسلت

                                                                       كحل الغزال دموع العين والعجل

                                                           7          إن يرد الأمر بالرجوع طائفة

                                                                       لن يبق شخص من الصبي والكهل

                                                           8          فقلت تاريخها والقلب معتدر

                                                                       تحرك القطب بالله إلى الأصل

/181/ Azîzim fendimin dâmâdı fuzalâ-yı zamândan ve urefâ-yı Uşşâkıyye’den Hazmî Efendi tarafından şu sûretle tercüme olunmuştur:

1.    Kal’a-i dîn, kendisiyle hırâset ve sıyânet olunan Cenâb-ı Hüsâmeddîn, vasl-ı Hak ve lutf-ı Kâdir-i mutlaka uşşâk-ı sâireden daha elyak ve ahrâdır.

2.    Büyük dağların, küçük tepeler üzerine olan tefevvuk ve rüchânı gibi Cenâb-ı Hüsâmeddîn de hidâyet-i kâmile ile min ciheti’ş-şeref bütün urefâ-yı asrîne fâik u râcih oldu.

3.    O, üfûl ve gurûb etmedi. Belki o, ba'de’l-mahv felekte kendisi için tahakkuk eden zevâlden sonra bakâ bulan bir bedr-i kâmildir.

4.    Onun eşi, bir şebîhi kürre-i arza ayak basmadığı gibi takallubât-ı dehr de onun bir mislini henüz getirmedi.

5.    O hazretin rıhlet ve haber-i mevti semâvâtı bile ağlattı. Hem o kadar ağlattı ki hüzn-âmîz olan sİrişk-i semânın kesret-i takâturundan yeryüzünde hâsıl olan seylâbeler, bakûl, sebzevât u nebâtâtın köklerini bile yerinden koparıp, silip süpürüp götürdü. O hâlde nasıl olur da kavm-i cemâat-i ِşşâk onun için giryân u nâlân olmaz. Onun için her an ağlamaz.

6.    Kavm, cemâat-i Uşşâk nasıl ağlamaz o hazrete ki, onun tahazzün ve teessürüyle ağlayan gözleri sürmeli ceylanların, buzağıların kesret-i bükâdan gözlerinin sürmeleri kalmadı. Bu tahassürden o sürmeli gözlü âhûlar bile gözlerindeki gayr-i kâbil-i izâle kudret sürmelerini yıkayıncaya kadar ağladılar, durdular.

7.    Kavm, cemâat-i Uşşâk, eğer o hazrete teveccüh eden "irciî" emr-i celîlinin hangi bir fedâ-kârlık mukâbilinde geri dönmek imkânını görselerdi genç ve ihtiyârdan hiçbir ferd kalmazdı ki, o hazret için cânını fedâ etmiş olmasın.

8.    Bu bâbta sözü uzatmak istemedim ve kemâl-i i’tizâr ile Hazret’in irtihâllerine  şu târîhi söyledim:

      “Kutb-ı ilâhî aslına hareket ve rücû' etti.”

/182/ Sadede rücû':

“Mervîdir ki Hz. Şeyh, âzim-i hacc-ı şerîf oldukta teserrî buyurdukları câriyeyi hâmil olduğu hâlde İstanbul’u terk etmişlerdi. İtmâm-ı merâsim-i hactan sonra cânib-i İstanbul’a tahrîk-i rikâb-ı azîmet esnâsında hizmetleriyle hem-râh olan mahdûm-ı mükerremleri Mustafa Efendi - ki ârâyiş-i sahîfe-i Zeyl-i Atâyî’dir. - onlara hitâb buyurup, “Câriye-i mezbûreden bir birâderiniz gehvâre-nişîn-i âlem-i dünyâ olmuştur. Lâkin bizim terk-i güzer-gâh-ı fenâ etmemiz mukarrerdir. Ol veled-i saâdet-mendi Abdurrahîm ismiyle tesmiye ve terbiye edip ve ta’lîm-i ulûm ile tavsiye eyleyip…” Onlar dahi İstanbul’a geldikte  câriye-i mezbûreden mütevellid bir veled-i emced bulmuş, ber-mûcib-i tavsiye Abdurrahîm ismiyle tesmiye etmiştir.

Ba'de’l-isti’dâd terbiye ve ta’lîm ile meşgûl oldular ki, bu Abdurrahîm Efendi, vâlidimiz, cedd-i büzürk-vârımızdır.”

Bakıyye-i Zeyl-i Atâî’den naklim burada bitti. (Hasîb Efendi’den yapılan iktibâs sona erdi.)

                                                           -   -   -

Muazzam kutb-ı efhamdır Hüsâmeddîn-i Uşşâkî

Muazzam gavs-ı a'zamdır Hüsâmeddîn-i Uşşâkî

Zamîri cilve-gâh-ı vâridât-ı feyz-i akdesdir

Azîz ü pîr-i mülhemdir Hüsâmeddîn-i Uşşâkî

Harîm-i dergehi pür gevher-i tevhîd ü irfândır

Aceb genc-i mutalsamdır Hüsâmeddîn-i Uşşâkî

Kulûb-ı âşıkânı sırr-ı vahdetle ider tenvîr

Zihî nûr-ı mücessemdir Hüsâmeddîn-i Uşşâkî

Gelüp dergâhına Sa’dî yüzün sür türbe-i pâke

Ki ehlu'llâh-ı ekremdir Hüsâmeddîn-i Uşşâkî

Hz. Pîr efendimiz zamân-ı âlîlerinde şöhretten fevka'l-âde ictinâb ve gûşe-i uzleti ihtiyâr buyurmuş olmaları hasebiyle tercüme-i hâl-i ekremîlerini hakkıyla yazmaya ve teferruâtıyla sebt-i sahîfe-i i'tibâr eylemeye kimse cesâret-yâb olamamış ve çok şükür ki, ahfâdından İbrâhîm Hasîb Efendi ceddinden naklen bâlâda yazdığım ma'lûmâtı cem'a muvaffak olmuştur. Daha ziyâde tafsîlât elde etmeye çalıştım ise de, lisândan lisâna intikâlât, muhtelif rivâyât hudûsuna sebeb olduğunu gördüm.

Gerek âsâr-ı sâirede, gerek intikâlât-ı lisâniyyede edilebilen ma'lûmâtı yazmayı faydadan hâlî görmedim:

-   880/(1475-76) : Hz. Pîr’in Buhârâ’da târîh-i velâdet-i aliyyeleri.

- 1001/(1593) : Âlem-i bakâya intikâlleri. Müstakîm-zâde Tâc Risâlesi’nde 1003/ (1594-95) gösteriyor. Kâdirî-hâne’deki tomârda da 1003‘tür.

Müddet-i ömr-i şerîfleri : 121

- 982/(1574-75) : Sultân Murâd-ı sâlisin taht-ı Osmânî’ye cülûsları ki, Hz. Pîr’in İstanbul’a da'vet olundukları ve İstanbul’u teşrîfleri târîhi.

- 1000/(1592) : Hicâz’a azîmetleri târîhi.

/183/ Derece-i Tahsîlleri ve Âsârı:

Hz. Pîr’in tahsîl-i kemâlâtta ve beyne’l-evliyâ kutbiyyetle ser-efrâz oldukları müttefakun aleyhtir. Tarîkat-ı aliyye-i Halvetiyye’de ictihâd buyurdular. Uşşâkî nâm-ı celîlini hâiz olan Uşşâkıyye-i Halvetiyye’nin müceddidi oldular. Halvetîlerin virdi olan Virdü’s-Settâr üzerine ilâvâtı olduğu gibi müstakıllen Evrâd-ı Kebîr’i ve Hızbü’t-Tesbîh ve Ahzâb-ı Usbûiyye nâmıyla ayrıca ahzâb-ı şerîfesi vardır.

Ricâl-i Nakşiyye-i Hâlidiyye’den Gümüşhâneli Ahmed Ziyâeddîn Efendi hazretleri Mecmûatü’l-Ahzâb nâmıyla cem' ve telfîk eylediği eserde aynen her üçünü derc eylemiştir ki, matbû'dur. Ve şu ser-levhayı yazmıştır:

هذا حزب عظيم للطريق العشاقية قد جمعها اسماعيل بن محمد الخلوتية من العلماء الحنفية يقرأ في طريق العشاقية پير يحيى الباكوى مجد الأول و مجدد الثاني حسام الدين العشاقية وله منافع وخواص وحفظ من كل عدو ومكر .[44]

Ed'ıyye-i mubâreke ve envâ-ı salavât-ı şerîfeyi hâvî bir eser-i mufahhamdır. Tamâmen eser-i ilhâmdır. Sânihât-ı mubârekeleri o mertebe yüksektir ki, ilm-i zâhir kuvvetiyle değil, ilm-i ledün neş'esiyle vücûda geldiğine şübhe yoktur. Müntesibîn-i tarîk-ı Uşşâkî'ye o Pîr-i âlî, ihsân-ı Hudâ olduğu gibi iş bu eser-i meâlî-güsterleri dahi bir gencîne-i aşk u irfândır. İhlâs-ı tâm ile kırâatı her derde devâdır.

Reh-i zât reh-nümâsıdır benim pîrim Hüsâmeddîn

Din ehli muktedâsıdır benim pîrim Hüsâmeddîn

Mutahhardır şerîatla müzeyyendir tarîkatla

Münevverdir hakîkatla benim pîrim Hüsâmeddîn

Hak itdi ona ihsânı ol oldu gavs-ı Rabbânî

İder her derde dermânı benim pîrim Hüsâmeddîn

Olupdur sâki-i vahdet içirir ondan ol şerbet

Komaz içinde hiç kesret benim pîrim Hüsâmeddîn

Hakâyık gevheri kânı dakâyıkdurur ummânı

Maârif feyzi dükkânı benim pîrim Hüsâmeddîn

İzi iz-i Rasûlu'llâh yolu râh-ı visâlu'llâh

Ser-i cünd-i ricâlu'llâh benim pîrim Hüsâmeddîn

Cemâlî kolunun kulu şeh-i bâtından ol ulu

Pirim Uşşâkidir Yâ Hû benim pîrim Hüsâmeddîn [45]

Hz. Pîr Ümmî Sinân’la Mülâkat:

Hz. Hüsâmeddîn’in Cenâb-ı Pîr Ümmî Sinân ile mülâkatları ve ondan ahz-ı feyzleri tahakkuk etmiştir. Ba'zı silsile-nâmelerde Ümmî Sinân efendimiz mezkûr olmadığından tarîk-ı tedkîkta müşkil bir mevki'de kalınmış idi. Âtîde arz olunacak îzâhât ile bu iş mertebe-i hakîkata vâsıl olmuştur.

Buhârâ’da tahsîllerini vücûda getirip gördükleri bir rü'yâ üzerine yola çıkıp Uşâk’a vâsıl ve orada Ümmî Sinân ve Ahmed-i Semerkândî’nin bezm-i irfânlarına dâhil olmuşlardır.

/184/ Nûrbahşiyye ve Kübreviyye:

Buhârâ’da iken bu iki tarîk-ı feyz-refîktan mazhar-ı feyz oldukları anlaşılmış ise de, elde şecereleri olmadığından silsile-i tarîkatları hakkında ma'lûmât elde edilememiştir.

Nûrbahşî ve Kübrevî tarîklarının silsilesi Sinâniyye Tomârı’nda görüldü, ber-vech-i âtîdir:

            Necmeddîn-i Kübrâ, Radiyyüddîn Ali b. Saîd Lala, Şeyh Şemseddîn-i Harakânî, Şeyh Abdurrahmân-ı Isfarâî, Şeyh Alâeddevleti’s-Simmânî, Şeyh Mahmûd-ı Müzdekânî, Şeyh Seyyid Ali el-Hemedânî, Şeyh İshâk-ı Cîlânî, Seyyid Muhammed Nûrbahş-ı Buhârî. (Kaddesa’llâhu esrârahum)

Hz. Pîr efendimiz ihtimâl ki, Seyyid Muhammed Nûrbahş hazretlerine mülâkî olmuşlardır. Bu sûretle Nûrbahşî ve Kübrevî tarîklarından alâka-dâr-ı feyzdirler. Yâhûd Ümmî Sinân hazretlerine ve Emîr Ahmed-i Semerkândî’ye mülâkat netîcesinde tecellî eden kemâlât ve vâki' olan zuhûrât-ı aliyye üzerine Nûrbahşî ve Kübrevî’yi kat’iyyen mevzû'-ı bahs etmeyip zevkleri ve irfânları tarîk-ı Halvetî’de tecellî-nümâ olmasıyla şöhretleri bu cihette husûle gelmiştir.

Emânât-ı Şerîfesi :

Ümmî Sinân hazretleri, Cenâb-ı Pîr efendimize tâc u hırka ihdâ buyurduğu menkûlâttandır. Hânkâh-ı latîfte elyevm mahfûz olan tâcın Sinânî tâcı olduğunu ve bunu Müstakim-zâde’nin Risâletü’t-Tâc’ındaki, “Ümmî Sinân halîfesi müctehid-i tarîka-i Uşşâkıyye, Hüsâmeddîn-i Hasan hazretleri kendi pîri Emîr Ahmed-i Semerkândî’den aldığı tâc-ı Sinânî’den vaz' eyledi. Ümmî Sinân, müşârünileyhten dahi hilâfet duâsı aldıkta vâki' olmuştur.” ibâresi  te'yîd ediyor.

Bezden bir kemer ve beyâz çukadan bir ferâce dahi el'ân mahfûzdur. Bayram haftaları ziyâret olunur. Bu meyânda bezden bir gömlek ve kıldan ma’mûl bir hayderî dahi vardır. Tafsîli aşağıda gelecektir.

Uşak’a Azîmetleri:

Hz. Hüsâmeddîn’in Uşak’a azîmetleri esnâsında elli yaşında oldukları ve târîh-i velâdetlerine nazaran 930/(1524) senesinde vukûa geldiği anlaşılmaktadır. İstanbul’a teşrîfleri Sultân Murâd-ı sâlisin tahta cülûs ve da'veti üzerinedir ki, 982/(1574) târîhine müsâdiftir. Bu târîhten istidlâl ettiğime göre Hz. Hüsâmeddîn o zamân yüz yaşında idiler. Demek ki Uşak’ta elli sene kadar ârâm-güzîn olmuşlardı.

Cenâb-ı Ümmî Sinân’ın âlem-i cemâle intikâli 976/(1568) senesinde vâki' olduğundan Hz. Hüsâmeddîn o zamân İstanbul’u teşrîf buyurmamışlardı. Ümmî Sinân efendimizle mülâkatlarını Uşak’ta çok zamân evvel vâki' olduğu ve elli yaşından sonra nâil-i hilâfet oldukları nümâyandır.

Müstakîm-zâde hazretlerinin Tâc Risâlesi’nde manzûr-ı fakîrânem olan ibâreyi aynen nakl ediyorum:

Ümmî Sinân Şeyh İbrâhîm’in halîfesinin halîfesi Hasan Hüsâmeddîn-i Uşşâkî. Kendi piri Emîr Semerkândî’den aldığı  tâc-ı Sinâniyye’ye düğme vaz' eyledi ki, Ümmî Sinân, müşârünileyhten hilâfet duâsı aldıkta vâki' olmuştur. Siyâdeti olmayanların ekseri aselî şemle sararlar.

Türbe-dâr Şeyh Hüsâmeddîn Efendi, Hz. Hüsâmeddîn’in 930/(1524)’da dâhil-i zümre-i ehl-i reşâd olduğunu yazıyor ki, elli yaşında tarîk-ı Halvetî’den müstahlef olduklarını bundan istidlâl ettim.

Tibyân’da, “Hz. Hüsâmeddîn’in şeyhinin irtihâlinde şems-i velâyeti, bedr-i kerâmeti müncelî olarak şöhret bulduğu …” muharrerdir.

Mûmâileyh Şeyh Ahmed Hüsâm Efendi Dîvân’ında Hz. Pîr efendimiz için diyor ki:

Kendi pîrinden alup irşâd pes

Dahi hem Ümmî Sinân itmiş nefes

                   *     *     *

Hudâ’nın avn-i tevfîkıyla Vassâf oldu pür-âmâl

Mübârek sâki-i Kevser olunca menba’-ı selsâl

Zülâl-i aşka dil-teşne olanlar itdiler ikbâl

O Pîr’in âsitânında ider noksânını ikmâl

Bulurlar mâddeten ma’nen tecelliyyât-ı râz-dânı

/185/ Bu kelâmdan Hz. Hüsâmeddîn’in şeyhi Emîr Semerkândî midir, Ümmî Sinân mıdır, nefes-i nefîsi hangisinden intikâl etmiştir mes'elesi hâdise oldu. Zîrâ Şakâyık’ın Arabça nüsha-i asliyyesinde Ümmî Sinân hazretlerinin Hz. Hüsâmeddîn’e hilâfet verdiğinden bahis yoktur. Tercüme-i Şakâyık’ta ise öyle bir bahis vardır. Silsile-nâme-i Uşşâkıyye’de Ümmî Sinân ve Ahmed-i Semerkândî’den bahs olunmuştur. Hulefâ-yı Sinâniyye’den  Hâlî Efendi bir manzûmesinde Hz. Ümmî Sinân’dan bahs ederken:

Pes andan el aldı kirâm

Ez-cümle Uşşâkî Hüsâm

diyor. Bu bâbta müdekkık Fâzıl Hazmî Efendi birâderim buyuruyor:

“Evet bu olabilir. Ya'nî Hz. Pîr, Cenâb-ı Ümmî Sinân’dan el almış olabilir. Hattâ tâc ve hırka da giymiş olabilir. Bunu Ahmed Hüsâm Efendi de söylüyor. Ancak bu bey’at veya hilâfet veya iktisâ-i tâc u hırka birden bire intikâl hilâfeti olmayıp bir bey’at-ı ibtidâiyye ve iktisâ-i teberrükiyye, bir icâze-i teyemmüniyyedir. Bu her vakit, her zamân olup gidiyor. Bütün asıllarda şâyân-ı dikkat bir söz vardır ki halîfetü’l-hulefâ ta'bîridir. Hz. Pîr, Cenâb-ı Ümmî Sinân’dan bir icâzet-nâme almış ve tâc u hırka giymiştir. Lâkin halîfetü’l-hulefâ olmak üzere ancak Emîr Ahmed-i Semerkândî müstahlefidir. Ya'nî o zâtın post-nişîni ve vâris-i irşâdıdır."

3. cildde 227. sahîfede bahs eylediğim vechile Kâdirî-hâne’deki Tomâr’da bu zâtı doğrudan doğruya Pîr Muhammed-i Erzincânî halîfesi diye göstermişlerdir. Dürretü’n-Nihâye ve’s-Semere ve Zeyl-i Atâî’nin naklini işhâden beyân edip, gûyâ Hz. Salâhî’nin de bunu te'yîd ettiği yazılmıştır. "Ümmî Sinân ile münâsebet-dâr değildir." denilmiştir. Pîr Muhammed-i Erzincânî’nin târîh-i rıhleti 879/(1474-75)’dur. Ahmed-i Semerkândî’nin 981/(1573-74)’dir. Aralarında yüziki senelik bir fark görülüyor.

Pîr Muhammed-i Erzincânî’den sonra İbrâhîm Tâceddîn-i Kayserî, sonra Alâeddîn-i Uşşâkî, sonra Şeyh Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî, sonra İzzeddîn-i Karamânî, sonra Ümmî Sinân, sonra Seyyid Ahmed-i Semerkândî, sonra Hüsâmeddîn-i Uşşâkî geliyor ki, Tomâr’daki menkûlât yanlıştır.

Şârih-i Mesnevî Sarı Abdullâh Efendi hazretleri Semerâtu’l-Fuâd’ında der ki:

Ümmî Sinân’dan çok hulefâ ayrılıp, Hüsâmeddîn-i Uşşâkî, Ümmî Sinân hulefâsından olup, Muslihuddîn Efendi ondan hilâfet alıp, zâhir ve bâtını kavî kimse olmakla hilâfet verildikte mahmiye-i Edirne’ye gönderilip âhir ömürlerine dek Edirne’de sâkin olmuşlardır. Onlara hâlen "Tarîka-i Uşşâkıyye" derler. Ol tarîkta olanlar sâimü’d-dehr olup ibâdât-ı bedeniyye ve halvet u uzleti makdûr-ı beşer olmayacak mertebeye iletip, tezkiye-i nefs ve tasfiye-i bâtın ile mukayyeddirler.”

Bir Tomâr’da Ümmî Sinân hazretlerinden sonra Emîr Ahmed-i Semerkândî, ondan sonra Pîr Hüsâmeddîn-i Uşşâkî yazılmış gördüm. Bu Tomâr, ruesâ-yı Adliyye’den Cerrahpaşalı Hâfız Şevket Bey birâderimin kütüp-hâne-i husûsiyyesindedir.

Ümmî Sinân hazretlerinin hulefâsı meyânında Emîr Ahmed-i Semerkândî’den Zeyl-i Atâî’nin 33. sahîfesinde sarâhat olduğu gibi Zeylü’z-Zeyl-i Şeyhî’de mezkûr Emîr Halîfe’den murâd da yine Ahmed-i Semerkândî hazretleridir. Hz. Pîr-i sânî Cemâleddîn-i Uşşâkî Dîvân’larında:

"Anın şeyhi Semerkândî Pîr Ahmed

 Sahîhu’l-âldir ol evlâd-ı Muhammed"

diyorlar. Bütün tomârlarda ve Sarı Abdullâh Efendi hazretlerinin Cevheretü’l-Bidâye ve’l-Hidâye’sinde ve elimizdeki silsile-nâmede sarâhaten mezkûrdur.

-    -    -

Harîrî-zâde Kemâleddîn Efendi Tibyânu’t-Tarâık’ında Hz. Pîr efendimiz hakkında, “Kudvetü’l-evliyâi’l-ızâm ve umdetü’-asfiyâi’l-kirâm kutbu’l-aktâb ve’l-mazharu’t-tecelliyyâti Rabbi’l-erbâb mazharu envâri’l-kirâm, matmahu enzâri’s-saâde, mehbitu envâri’l-Melikü’l-Bâkî hüsâmu’l-milleti ve’d-dîn Hüsâmeddîn Uşşâkî.” diye tavsîfât ve ta'zîmâtta bulunur.

Âtîde tercüme-i hâli yazılacak olan Şeyh Ahmed Hüsâm Efendi Dîvân’ında yazar:

Geldi bir kâmil vücûd idüp zuhûr

İrdi ana nûr-ı mâye bî-kusûr

Maskat-ı re’si Buhârâ’dır anın

Sînesi aşk ile yaradır anın

Bilmek ister isen anı sen eğer

Âşık ise cândan ana vir haber

Havz-ı kevserde bile sâkîdir ol

Şeyh Hüsâmeddîn-i Uşşâkîdir ol

Halvetîdir lâkin ol sultân-ı dîn

Nûr-bahş u Kübrevî’den kâm-bîn

/186/                Kendi Pîr’inden alup irşâd pes

Hem dahi Ümmî Sinân itmiş nefes

Şehr-i Uşşâk’a gelüp itdi karâr

Şu'belendirdi tarîkı ol kibâr

Çün sekizyüz seksen anın mevlidi

Hem dokuz yüz otuzunda şeyh idi

Gelüben İstanbul’a itdi duhûl

Mesken itdi çün Kasımpaşa’yı ol

Oldu yetmiş sene irşâdı anın

Halvet ü uzletdi mu’tâdı anın

İftihâr-ı zümre-i ahyâr idi

Âsitâne bendesi ebrâr idi

Ya'ni bünyâd eyledi bir hânkâh

Oldu ol mesken ana câ-yı penâh

Olupdur âsitânı eymen-i tûr*

Ki olmuş meşhedi hem me’men-i nûr*

Bin bire irdi çü sâl-i hicreti

Cennet-i me’vâya kıldı rihleti

Dergehinde kuluyum kemter gulâm

Hıdmetiyle olmuşum ben şâd-gâm

İstinâdım hep anadır hep ana

İki âlemde dahi olmam cüdâ

*     *     *

Tarîk-ı aşkda burhândır Hüsâmeddîn-i Uşşâkî

Hakîkat şems-i irfândır Hüsâmeddîn-i Uşşâkî

Uluvv-ı ka’bını tasdîk iderler cümle ehlu'llâh

Ricâlu'llâha sultândır Hüsâmeddîn-i Uşşâkî

Gel âdâb ile yüz sür ravza-i irfânına Vassâf [46]

Nice mürde-dile cândır Hüsâmeddîn-i Uşşâkî

Hânkâh-ı Uşşâkî’de evvelce mesned-nişîn-i meşîhat olan zurefâ-yı meşâyıhtan Cemâleddîn Efendi merhûm ile mülâkî olduğum zamân o da Hz. Pîr efendimiz hakkında şu yolda zemzeme-sâz-ı beyân olmuş idi. Tabîî menkûlâttandır:

“Hz. Pîr Buhârâ’da tahsîl-i ulûm edip, bidâyeten Kübreviyye ve Nûr-bahşiyye (Bu tarîkatlar hakkında cild-i evvelde tafsîlât geçti.) ricâlinden ahz-ı feyz ettiler. Sonra seyâhata çıkıp Erzincân’a muvâsalatlarında sâhibü’l-irşâd Seyyid Ahmed-i Semerkândî hazretlerine mülâkî oldular. Cenâb-ı risâlet-penâh-ı ekrem (salla'llâhu aleyhi ve selem) efendimizin emr ü işâretiyle müşârünileyhe bey’at ettiler. Hizmetlerinde bulundular. İkmâl-i sülûk ile müstahlef oldular. Me’mûren Aydın vilâyetinde Uşak’a azîmet ve burada tavattun buyurdular.

Sultân Murâd-ı sâlis Manisa’da vâlî ile şeh-zâdeliğinde ülfet peydâ edip, hârıkulâde haller gösterdiler. Mazhar-ı hürmet oldular. Sultân Murâd tahtına geçince Hz. Pîr’i İstanbul’a da'vet ettiler. 982/(1574)’de İstanbul’u teşrîf buyurdular. Bir müddet Aksaray’da tahsîs edilen konakta ve Fâtih’te Nişâncı Muhammed Paşa Zâviyesi’nde (Hiçbir eserde bu ma'lûmat yoktur.) ve ba'zı yerlerde ikâmet buyurdular.

/187/ Halkın Hz. Pîr’e muhabbet-i kâmileleri netîcesi tehâcümün ziyâdeliği hasebiyle Kasımpaşa’daki âsitâne-i aliyyelerinin bulunduğu mahalli ücrâ bir mahal olmak ve hem de Uşak’a benzetmek netîcesi ihtiyâr eylediler. Bir aralık Anadolu’ya gitmek ârzû ettilerse de Hz. Pâdişâh bırakmadı. Burada menâsıb-ı dünyeviyye ile Hz. Şeyh’i meşgûl etmek taraf-dârı oldularsa da kabûlden i'tizâr ettiler.

Hayli sene burada meşgûl-i irşâd olup, ziyâret-i Harameyn maksadıyla Hicâz’a âzim oldular.  Ba'de’z-ziyâre Konya’da irtihâl-i dâr-ı bakâ eylediler.[47]

Na’ş-ı mübârekleri vasiyetleri mûcibince araba ile Üsküdar’a getirildi. Azîz Mahmûd-ı Hüdâî hazretleri Üsküdar’da cenâzelerinde hâzır bulundu. Cenâze Üsküdar’dan Fındıklı’ya geçirildi. Hânkâh-ı şerîfde elyevm defîn-i hâk-i gufrân oldukları mahalle nakl ile vedîa-ı hâk-i mağfiret kılındı.

Târîh-i intikâlleri 1001/(1593)’dir. Ba'zı âsârda 1003/1594-95) gösterilmiş ise de, doğrusu 1001'dir.

Hz. Pîr’in gömleği ve kılıcı ve kendilerine şeyhi tarafından iksâ olunan tâcı ve ferâcesi ve kemeri âsitânelerinde mahfûz olup, her bayram haftasına tesâdüf eden Perşembe günleri âyîn-i şerîf-i zikru'llâhtan sonra teberrüken ziyâret olunur. Bu abd-i ahkar-i muharrir-i kemter o emânât-ı şerîfeye yeşil atlastan bohçalar yaptırdım. Elyevm bu sûretle mahfûzdur.”

Şeyh Cemâl Efendi’nin ifâdesi burada hitâm buldu.

-    -    -

Hz. Mısrî-i Niyâzî (kuddise sırrûhu’s-sâmî) İstanbul’da bulundukları zamân Hz. Pîr’e muhabbeten âsitânelerinde misâfereten ikâmet ve ihtiyâr-ı halvet ve bir rivâyette erbaîn çıkarmakla icrâ-yı riyâzet buyurdukları ve hânkâhın bahçesinde bir kuyu kazdırdıkları menkûlâttandır. Bu kuyu elyevm mevcûd olup suyu tatlıdır ve dîğer kuyularda su çekilse bunun suyu bitmez. Göz ağrısı ve sâir emrâz için ayn-ı şîfâ addolunduğundan, İslâm, Hıristiyan marzâ gelirler, suyundan alırlar, içerler.

Hz. Pîr efendimizin zamânında bu hânkâh civârında mahallât yokmuş, hâlî arazîden ibâret imiş. Sonraları civâr-ı rahmet-medârlarında bulunmayı hırz-ı cân edenler tarafından mebânî inşâ oluna oluna şimdiki hâle gelmiştir. Hıristiyanlar dahi bir makâm-ı mukaddes bildiklerinden hastalarını getirirler, Hz. Pîr’in feyz-i rûhâniyyetinden müstefîd etmek isterler. Kuyunun suyundan içerler ve götürürler.

Şâdırvânda taş levhâlarda şu ibâre mahkûktur:

ألا إن هذا حوض مائه شفاء لكل أمراض شفاء. من شرب منه شربة لن يحتاج إلى طبيب مرة.[48]

Bu levhalar ihtimâl ki, mezkûr kuyunun suyu içindir. Mezkûr kuyununu suyu hâlen şâdırvâna cârîdir.

Bursa’da Hz. Mısrî hânkâhı şeyhi Muhammed Şemseddîn Efendi Hz. Mısrî’nin âsitâne-i Uşşâkıyye’de mukîm ve halvet-güzîn olduklarına ve kuyu hafr ettirdiklerine dâir hiçbir ma'lûmât olmadığını söylemiş ise de, zamânımıza kadar muttasılan intikâl eden rivâyât ve bu kuyuya Mısrî Kuyusu nâmı verilmiş olması her hâlde esâsen olan bir şeye taalluk ettiğinden bu menkûlâtı reddetmek muvâfık değildir. Esâsen istib’âd olunacak bir keyfiyyet olmadığını, erbâb-ı hakîkat teslîm eder. Hattâ eâzım-ı meşâyıh-ı Celvetiyye'den İsmâîl Hakkî-i Bursevî (kuddise sırrûhu’l-celî) hazretleri ahid-nâmesinde İstanbul’daki makâmât-ı mukaddese sırasında Hz. Pîr Hasan Hüsâmeddîn-i /188/ Uşşâkî (kuddise sırrûhu’l-Bâkî)’nin İstanbul’da Kasımpaşa’daki merkad-ı münîflerini ziyâret edilmesini erbâb-ı aşk u muhabbete sûret-i mahsûsada vasiyet buyurmaktadırlar.

Kibâr-ı meşâyıh-ı Kâdiriyye’den Şeyh Mustafa Müştâk-ı Kâdirî hazretleri dahi Hz. Pîr efendimizi ziyâretle kâm-yâb oldukta neş’e-i safâ-yı derûn ile:

İder bir anda vâsıl kû-yı yâra Müştâk’ı

Nigâh-ı himmet eylerse Hüsâmeddîn-i Uşşâkî

beytini inşâd buyurmuşlardır ki, türbe-i münîfede âvihte-i mevki'-i ihtirâmdır.

Abdullâh Salâhaddîn-i Uşşâkî makâm-ı enver-i Pîr’i tavsîfen diyor:

Bu makâm-ı hâlet-efzâ-yı Hüsâmeddîn’dir

Cilve-gâh-ı cennet-âsâ-yı Hüsâmeddîn’dir

Çâre-cû ol çâre-cû-yı feyze gir bu menzile

Mültecâ-yı feyz-bahşâ-yı Hüsâmeddîn’dir

Bunda şehbâz-ı velâyetle meges hem bâl olur

Âşiyân-ı murg-ı ankâ-yı Hüsâmeddîn’dir

Acz ile cûyende-i lutfu olup kıl arz-ı hâl

Pay-taht-ı şâh-ı ma’nâ-yı Hüsâmeddîn’dir

Sâye-i divârına rû-mâl ile kıl iftihâr

Şeh-nişîn-i kasr-ı vâlâ-yı Hüsâmeddîn’dir

Sâha-i kalbin münevver ide şem’-ı himmeti

Merkad-i pür-nûr-ı iclâ-yı Hüsâmeddîn’dir

Teşnegân-ı lutfunu ihsân ile reyyân ider

Menba’-ı cû-yı atâyâ-yı Hüsâmeddîn’dir

Feyz-yâb olmak ise kasdın Salâhî bu yeter

Maksem-i feyz-i muallâ-yı Hüsâmeddîn’dir

Dîğer medhiyyesi:

Bu makâm-ı Hazret-i Sultân Hüsâmeddîn’dir

Âşiyân-ı Hazret-i Sultân Hüsâmeddîn’dir

Mâ-sivâdan soyunup pâk ola züvvârı n’ola

Câme-kân-ı Hazret-i Sultân Hüsâmeddîn’dir

Kalb-i züvvârı dem-â-dem feyzile ta’tîr ider

Bûsitân-ı Hazret-i Sultân Hüsâmeddîn’dir

Bülbülân-ı kudsiyân uşşâkı eyler zevk-yâb

Gülsitân-ı Hazret-i Sultân Hüsâmeddîn’dir

Bârgâhın kurdu lâhûta bu menzil muhtasar

Sârbân-ı Hazret-i Sultân Hüsâmeddîn’dir

Derd-mendân melce-i Uşşâkiyânın mesnedi

Âsitân-ı Hazret-i Sultân Hüsâmeddîn’dir

Ey Salâhî andelîb-i kalbi iden ter-zebân

Dâsitân-ı Hazret-i Sultân Hüsâmeddîn’dir

Hz. Pîr efendimizin füyûzât-ı ma'nevîyyelerinin el'ân cârî ve tahavvülât sârî olduğuna şübhe yoktur. Âsitâne-i aliyyelerinin kapısı bâlâsında taşta mahkûk ve hattât-ı şehîr Yesârî-zâde’nin yazdığı ve elyevm mihrâbda asılı bulunan levha-i kıymet-dârda da muharrer olduğu üzere,

كعبة العشاق باشد  اين مقام               

هر كه ناقص آمد انجا شد تمام[49]             

kelâmının mâ-sadakı olan bir makâm-ı ulviyyet-ittisâmdır.

/189/ Hz. Pîr zamânından beri civârdaki kurulan hânkâhın zemînini çukurda bırakmış seller ve sâir ahvâl te'sîriyle sokağın zemîni yükselmiş idi. 1311/(1893) senesindeki hareket-i arzdan da türbe ve hânkâh müşrif-i harâb olmuş ve Hz. Pîr efendimizin kabr-i enverleri ahvâl-i mebsûta te'sîriyle çukurda kaldığından su istîlâsına ma'rûz kalmıştır. Fakat dâhil-i kabirdeki bu hâlden tabîî kimse haber-dâr değildi. Hâkân-ı esbak Abdulhamîd-i sânîye Hz. Pîr rü'yâsında görünüp, “Kabrimdeki mahzûru izâle ediniz.” diye i’lâm-ı hâl eder. Uyandıkta derhâl ser-karîni Hacı Ali Paşa’yı nezdine celb ve vâkıayı hikâye eder.

Abdulhamîd merhûm ne Hüsâmeddîn-i Uşşâkî’yi, ne de hânkâhını bilmiyordu. Rü'yâda gördüğü türbe ve hânkâh mahallini ta'rîf ile Hacı Ali Paşa’yı bu işe me’mûr eder. Kasımpaşa’da ta'rîf vechiyle türbeyi bulur. O zamân şeyh, Cemâl Efendi idi. Onu görür. O da türbeyi gösterir. Hânkâhın hâl-i harâbîsini irâe eder. Keyfiyyet pâdişâha arz olunur.

Türbe-i şerîfenin etrâfına duvar yapılmak ve kabr-i enver-i Pîr yükseltilmek ve yeniden semâ'-hâne ve türbe ve harem selâmlıklı hânkâh inşâ edilmek, mükemmelen tefrîş ve tezyîn olunmak üzere irâde eder.

Şimdi gördüğümüz şekilde inşâat vücûda gelir. Sokak tarafından hânkâhın tûlunca derin bir duvar inşâ olunarak selin gerek fevka't-türâb gerek tahte't-türâb türbe-i şerîfeye nüfûzuna mâni' vücûda getirildiği gibi Hz. Pîr efendimizin kabr-i mukaddeslerinin etrâfına dâiren mâ-dâr yeniden dîvân inşâ ve kabirleri ve dergâhın ve türbenin zemîni i’lâ kılınmıştır. Telvînât ve tefrîşât mükemmelen icrâ ve türbe ve semâ’-hâneye âvîzeler ihdâ olunmuştur.

1. Hz. Pîr’in sandûkalarının ayak ucundan alınmış resmidir. Parmaklık altın yaldızlıdır. Sandûkasının üzeri kıymet-dâr şâl ve mensûcatla mesturdur.

2. Baş tarafından alınmış resmidir. Hüsâmeddîn-i Uşşâkî Hudâ’dan lutf u ihsânıdır.

3.  /190/ Türbe-i şerîfenin sokaktan görünüşüdür. Üç pencere türbe-i şerîfenindir. Kapı, âsitânenin kapısıdır.

Aşk ile sür yüzünü ey âşık

   Türbe-i pâk-i Hüsâmeddîn’e

4 Semâ’-hânenin mihrâb tarafının görünüşüdür. Görünen âvîze, hazine-i hâssadan ihdâ olunmuştur. Mihrâbın tarafındaki pencereler türbe-i şerîfeye nâzırdır. Kapı ise, türbe-i muattara-i münevverenin bâb-ı saâdet-meâbıdır.

Toplanır her hafta âşıklar bu tevhîd-hâneye

Cân atar her hafta sâdıklar bu tevhîd-hâneye

Bursa’da hânkâh-ı Mısrî şeyhi Muhammed Şemseddîn Efendi, Hz. Pîrimiz hakkında inşâd eylemiştir:

Bütün uşşâka olmuşdur ezelden sâki-i bâkî

Cenâb-ı pîr-i vâlâmız Hüsâmeddîn-i Uşşâkî

Füyûzâtı nümâyândır eğer zâhir eğer bâtın

Nazar kıl çeşm-i ibretle bütün tutmuşdur âfâkı

Sülûkla tezkiye nefsin ider kalbini tasfiyye

Kabûl itmez tarîkında riyâ-kâr ile zerrâkı

Bulurlar sırr-ı tevhîdi olur mihnetleri râhat

Dağ üstü bâğ olur seçmez kara ile ne derrâkı

Yürü var hânkâhına Hüsâmeddîn-i Uşşâk’ın

Bulursun feyz-i Mısrî’yi odur âşıklara sâkî

Muhibb-i hânedân-ı Mustafâ’dır Şemsi-i Mısrî

Ezeldendir anın Âl-i Rasûle hubb u eşvâkı

Hz. Pîr efendimizin ahvâl-i husûsiyye vü ma'nevîyyelerinin menâkıb-ı şerîfe ve kerâmât-ı irfâniyye ve latîfelerinin zabt u tahrîr olunamamış olmasına gönlüm çok müteessiftir. Fakat reviş-i hâlden anlaşılıyor ki, şiddetle mahviyyet ve ihtifâ yolunu tutmuşlardır. Dâimâ mestûr kalmışlardır.

Azîzimin dâmâdı, reh-nümâ-yı kerîmü’l-fıtratımızdan naklen dedi ki:

“Kasımpaşa’da hânkâh-ı civâr-ı Arab-zâde nâm Bedevî Dergâhı şeyhi merhûm Ali Efendi âzim-i râh-ı Hicâz olup, ba'de’l-hac Medîne-i Münevvere’ye gitmek istediği hâlde ayaklarına ârız olan bir hastalıktan nâşî muvaffak olmamış ve rufakâsının o makâm-ı akdese ziyârete âzim olmalarına karşı kendisinin mahrûm kalması fevka'l-âde teessürünü da'vet etmiştir.  Bu teessüre ağlamış, netîcede âşıklarının her hâline vâkıf olan risâlet-penâh-ı ekrem (salla'llâhu aleyhi ve selem) efendimiz hazretlerini âlem-i ma’nâda müşâhede şerefine mazhar olup, tabîb-i kulûb-ı âşıkân (aleyhi salavâtu’l-Mennân) efendimiz, “Ağlamayınız. Kasımpaşa’da evlâdımdan Hüsâmeddîn-i Uşşâkî’yi /191/  ziyâret ediniz. Onu ziyâret etmek beni ziyâret etmek gibidir.” buyurmuşlardır.”

Ali Efendi Hicâz’dan avdetinde doğrudan doğruya Hz. Pîr’i ziyârete şitâbân olduğu gibi her sabâh ziyâret etmeksizin bir tarafa gitmezler imiş.

Ali Efendi, oğlu Şeyh Mahmûd Efendi’ye bu sûretle nakl u rivâyet etmişler ve “Bu rü'yâyı o zamân âsitânede seccâde-nişîn-i meşîhat olan Cemâl Efendi’ye bile açmadım. Mahrem tutuyorum, sizin de böyle yapmanızı vasiyet ederim.” demiştir.

Ali Efendi, Hz. Pîr’e pek ziyâde hürmetkâr idi. Kendisi attâr idi. Bir şey vezn ederken hak geçmesin diye ziyâde i'tinâ ederdi. Nâmı "Biberkırân" diye şöhret-şiâr idi. Sebebi veznde iltizâm-ı adâlet için îcâb-ı hâlde bir biberi ikiye bölmesi idi. Bu sâyede büyük bir servete nâil olmuştu. Ali ve Mahmûd Efendiler hâlen irtihâl-i dâr-ı bakâ eylediler. Rahimehüme'llâhu teâlâ.

Şeyh Ebu’r-Rızâ

Yine azîzimizden menkûldür. Hânkâh-ı Uşşâkî’ye civâr dîğer bir Bedevî Dergâhı vardır ki, Ebu’Rızâ hazretlerine mensûbdur. Bu zât, zamân-ı Hz. Pir’de Mısır’dan İstanbul’a gelmiş, Hânkâhın önünden sancak ve kudûmla gelip geçiyormuş, Hz. Pîr karşı çıkmış, “Nerede bulunuyorsunuz?” suâline “Kayyûm ism-i şerîfindeyim.” cevâbını arz edince, “Üst tarafı bizde var.” buyurmaları üzerine tekmîl-i sülûk maksadıyla Cenâb-ı Pîr’e râbıta  hâsıl etmiş, sülûkun üst tarafını Hz. Pîr’den görmüşlerdir. Bunun için Ebu’r-Rızâ Dergâhı şeyhleri başlarındaki Bedevî tâcının üzerine beyâz düğme dikerler ki, bunu Hz. Pîr efendimizden Ebu’r-Rızâ hazretleri teberrüken almıştır.

İrtihâli 1001/(1593)’tedir ve mezkûr tekkede medfûndur.

Kâdirî-hâne’deki Tomâr’da Ebu’r-Rızâ’nın târîh-i irtihâli 1151/(1738-39) gösteriliyor ve Ahmed Hüsâmî Efendi’den müstahlef olduğundan bahs ediliyor. Bedevî şeyhi Nûreddîn Efendi de 1001/(1593) diye söylemiş ise de, bu bâbtaki tereddüdümü izâle edecek bir vesîka-i dîğer bulamadım. Ebu’r-Rızâ hazretlerinin sandûkası üzerindeki levhada 1001, yanındaki kabirde mahdûmlarının târîhi 1003/(1594-95) muharrerdir. Hz. Pîr’e mülâkî olması rivâyeti, 1001'i tevsîk ediyor.

Sultânahmed’de Kaygusuz İbrâhîm Dergâhı şeyhi merhûm Şevki Efendi Hadâiku’l-Envâr fî Kelâmi’l-Kibâr nâm eser-i mühimminde Hz. Pîr efendimizin olmak üzere şu mısraı ve zîrindeki Türkçe nutku kayd ediyor. Hz. Pîr’e ait bir risâleden bahs eyliyor. Fakat bu risâle nerededir. Tahkîkı mümkün olamadı.

 

                ذات او بحرست اشيا جملةً امواج اوست[50]                 

İhtimâl ki Dîvân’ından alınmıştır. Mensûr kelâmları :

Ey gönül! Akla yâr, nefse kul olma. Zîrâ seni bir çok temâşâdan ve devletten mahrûm eder. Bilmiş ol ki, bir kimse dünyâda sohbet ü devlet ile sultân iken kendi zâtından gâfil olsa ve kendinden olanı bilmese öbür âlemde ne bilmiş ola. Çünkü gaflet ile kendi vücûdunda olan hidâyeti ve emâneti ve hazîne-i saltanatı bilmeyip kendilikle kendini kul edip, güneşin yüzünü balçıkla sıvar ve kendi mahbûbuna bilmezlik zulumâtından bir kaftan giydirir. Sonra kendi ettiği kabahatları Cenâb-ı Hakk’a isnâd edip, “ Bana gaflet verdin Yâ Rab! ” der ise, bu da insâf değildir ya. Zîrâ Cenâb-ı Hak peygamber gönderdi ve Kur’ân inzâl eyledi ve Kur’ân’ı içinde, "Gâfil olmayın." diye emr u tenbîh eyledi, buyurmuşlardır.

Ey gönül! Sana olan hidâyeti bil. Âsî olup, sultân hazînesini yabanlara harc etme. Himmeti yüce eyle. Âdemden gâfil olma. Her gördüğünü adam sanma. Yaban yerlere harc olan hizmeti ve himmeti sultâna harc et. Sultân defterine yanlış hurûf katma. Gözsüz, kulaksız olma. Basîr u semî’ ol. Hiçbir şeye hakâretle bakma. Yediğin ni'metin hakkını yerine getir. Dostunu bil ve düşmânından hazer eyle ki, âhir sana ziyânı dokunur. Dost, düşmân kendi öz vücûdundadır.”

Şem’-i kutb-ı Rabbânî

Hüsâmeddîn-i Uşşâkî

Cem'-i feyz-i Hakkânî

Hüsâmeddîn-i Uşşâkî

Şeyh-i reh-i hidâyet

Dürr-i bahr-ı diyânet

Genc-i remz-i emânet

Hüsâmeddîn-i Uşşâkî

Ârif-i ehl-i safâ

Merkez-i fülk-i vefâ

Pîr-i makâm-ı fetvâ

Hüsâmeddîn-i Uşşâkî

Sultân-ı âşıkândır

Burhân-ı kâmilândır

Şeyhi Ümmî Sinân’dır

Hüsâmeddîn-i Uşşâkî

Ekmel-i şuyûh-ı zamân

Kümmel-i merdân-ı meydân

Ecmel-i ehl-i irfân

Hüsâmeddîn-i Uşşâkî

Matla’ı semt-i Buhârâ

Uşşâk’ta oldu rû-nümâ

Kasımpaşa’da medfûn hâlâ

Hüsâmeddîn-i Uşşâkî

Ey rehber-i âşıkân  

Eyle Şevkî’ye ihsân

Budur de’b-i Sultân

Hüsâmeddîn-i Uşşâkî

Hz. Pîr efendimizin mezkûr mısra-ı şerîfine yazdığım tahmîs:

Neş’e-yâb-ı sırr-ı Tevhîd olmağa azm it gönül

Terk-i hestî ile nefs-i lâimi hazm it gönül

Söyleyen Hak söyleten Hak’dır bunu fehm it gönül

Aynı yokdur gayrı yokdur böylece cezm it gönül

ذات او بحرست اشيا جملةً امواج اوست        

Gördüğün âsâr ef’âl ü sıfât u zâtdır

Bak şuûnât-ı ilâhîye birer âyâtdır

Vahdet-i zât-ı Hudâ’ya her biri mir’âtdır

Gâfil olma bil özün yoksa işin heyhâtdır

ذات او بحرست اشيا جملةً امواج اوست        

Virdidir eşyânın el-Hak nâm u şân-ı dost dost

Kâinâta bak basîretle cihân-ı dost dost

Âşıka pinhân değil nûr-ı ıyân-ı dost dost

Keşf ider ehlü’l-usûlü râz-dân-ı dost dost

ذات او بحرست اشيا جملةً امواج اوست        

Sûhtem ez nâr-ı aşket ey azîmü’ş-şân dost

Sâhib-i ihsân tuî kün merhamet cânân dost

Cümle zerrât-ı cihân mir’ât-ı Hak burhân dost

Rû-nümâ şod rû-nümâ âsâr-ı Rab pâyân dost

ذات او بحرست اشيا جملةً امواج اوست        

Ma’kes-i dîdâr-ı Mevlâ’dır mirâyâ-yı vücûd

Vasfa sığmaz bir tecellâdır tecellâ-yı vücûd

Cûşa geldi hubb-ı zât-ı Hakk’la deryâ-yı vücûd

Varlığı vir Hakk’a Vassâf eyle ifnâ-yı vücûd

ذات او بحرست اشيا جملةً امواج اوست        

Destûr Efendim!

ظل هستي را ببيني ذرهء تاراج اوست                                     

از كنوز غيب مخفي فوج فوج اخراج اوست

شعله هاى ممكنات از برتو وهاج اوست

كثرت صغرى و كبرى وحدت انتاج اوست

ذات او بحرست اشيا جملة امواج اوست [51]

                                               Cümle eşyâ sûret-i mir'at-ı ef'âl-i Hakîm

                                               Cümle ef'âl cilve-i evsâf-ı Rahmânu'r-Rahîm

                                               Hep muhît oldu şuûn-ı na'tına zât-ı Kadîm

                                               Künh-i künh gaybu'l-guyûbun şâfî Allâh Azîm

                                               ذات او بحرست اشيا جملة امواج اوست

                  من كمالات الأزل كل الوجود معكوسة

                  التقابل في النسب بالوحدة مأنوسة

                  عند اصحاب البصائر ظاهر محسوسة

                  عن شروق الشمس ابصار الرمد محبوسة

                  ذات او بحرست اشيا جملة امواج اوست[52]

                  نيستي هستي ظلي برتو نوار اوست

                  حيرت افزاى شهود از هستي ديدار اوست

                  كارهمه از كار اوست ادوار را دوار اوست

                  ذره مي بود قطره مي بود ازيم انهار اوست

                  ذات او بحرست اشيا جملة امواج اوست[53]

                                               Nehc-i esmâ üzre zâhirdir merâtib yek-nesak

                                               Lâhût u ceberût ervâh u misâl nâsût-ı halk

                                               Dâiren mâ-dâr imkân feyz-ı zâtdan bir varak

                                               Görünen envâr vücûd vâcib-i mutlakla Hak

                                               ذات او بحرست اشيا جملة امواج اوست

                 

                  الحوادث قديم علمها لا عينها

                  علمه عين المظاهر فالحدوث كونها

                  من هنا بالماء قالوا للاناء لونها

                  والظهورات عديم الذات حديث عينها

                  ذات او بحرست اشيا جملة امواج اوست[54]

                  قائمست با وحدتش امكان وجوب و ظل نور

                  دائمست با قدرتش اعيان و اشباح بي فتور

                  هر كمالش مي نمايد از مراتب بي قصور

                  صارت العين كليلا عند اشراق الظهور

                  ذات او بحرست اشيا جملة امواج اوست[55]

                                               Bahrı ru'yetden hicâb emvâc ise gaflet budur

                                               Mevc ü bahrın fark u cem'i ru'yete vahdet budur

                                               Mevci iskât eyleyüp bahrân ise vuslat budur

                                               Gark-ı bâtın fark-ı zâhir nûr-ı ayniyyet budur

                                               ذات او بحرست اشيا جملة امواج اوست

         لو أردت الوصل بالأصل فقرب بالسجود

           كى تنل من أصل ذات ذات أنوار وجود

           كن بالإستهلاك محوا أولا فاني الوجود

           كل موج شانه للبحر لابد يعود

           ذات او بحرست اشيا جملة امواج اوست[56]

           عالمين صورت كيرد از بست اسماء خود

           مقتضاى حسن اسما احسن خلقت نمود

           صورت و معنى بكثرت محور وحدت ربود

           كر ببيني وحدت صرفست باكه نشود

           ذات او بحرست اشيا جملة امواج اوست[57]

                                               Cem'ı şâhid farkı sâbit râtibü'l-ahvâl olur

                                               Cem'ı zâid farkı nâkıs câzibu'l-ahvâl olur

                                               Cem' u farkı istivâda râğıbu'l-ahvâl olur

                                               Bahr-ı cem' u mevci furkân  kâsibu'l-ahvâl olur

                                               ذات او بحرست اشيا جملة امواج اوست

           رتبهء اسما و افعالش تزاحم كرده چون

           ظل انواع تجليات تراكم كرده چون

           عين اصلي كه ظلالرا همجو قائم كرده چون

           از احد اغصان و عنقودها تلازم كرده چون

           ذات او بحرست اشيا جملة امواج اوست[58]

                                       Gayb-ı hüviyyet mukayyed olmadı bî-kîl u kâl

                                               Zât-ı şuûnât nûrunu ızhâr kemâl ender-kemâl*

                                               Bî nazîr u bî şebîh ü  lâ-şerîk u lâ-misâl

                                               Bahr-ı zâtda yokdur illâ nûr-ı sehâbet cemâl*

                                               ذات او بحرست اشيا جملة امواج اوست

                    يكوجود با صورت اسما تعين مى دهد

                        انفس و آفاق نمايد جون مرايا بي عدد

                        يكظهور و يكوجود و يكنمودست تا ابد

                        واز مرايا معنئ مرئي هو الله احد

                        ذات او بحرست اشيا جملة امواج اوست[59]

                        از كمالات از عكس مظاهر ذره

                        مى شد از عيب خزائن جوننمونه دره

                        از جمال بي مثالي در ظهورش غره

                        از تجليات دريالش مقطر قطره

                        ذات او بحرست اشيا جملة امواج اوست[60]

                                       Cem'-ı cem' mahviyyet-i küllî fenâ ender-fenâ

                                               Mahv-ı zıl isbât-ı ayn ile bakâ ender-bakâ

                                               Bî-mekân u bî-zamân u bî-nişâna irtikâ

                                               Cem'-ı küllî bî-neseb berk likâ ender-likâ

                                               ذات او بحرست اشيا جملة امواج اوست

                                               Hâ-i hûda vâv-ı vahdet selb-i gayriyyet nişân

                                               Selb-i küllî na't-ı dânî ayn-ı ayniyyet ıyân

                                               Külle yevmin hüve fî şe’n hû-yı hüviyyet hemân

                                               Mevc-i evsâf bahr-ı zâtında nihân ender-nihân

                                               ذات او بحرست اشيا جملة امواج اوست

                                               Kenz-i zâtda gayret-i zât cilve-gîri hû diye

                                               Cümle evsâf-ı ahadiyyetle hem illâ Hû diye

                                               Vâhidiyyetle mümeyyez vasfile Yâ Hû diye

                                               Bahr-ı zât isbâtı tevhîdinde yâ men Hû diye

                                               ذات او بحرست اشيا جملة امواج اوست

                                               Zâtını zâtıyla tevhîd vâsılîn erbâbıdır

                                               Tevhid-i evsâfla ebrâr-ı sıfât ashâbıdır

                                               Her merâtibde muvahhidler ülü'l-elbâbıdır

                                               Nûr-ı zâtda zâtını mahv eyleyen aktâbıdır

                                               ذات او بحرست اشيا جملة امواج اوست

                                               Künh-i tevhîd meşrık-ı ef'âlidir ufku'l-mübîn

                                               Meşrık-ı evsâf mücellâ ufk-ı a'lâdan hemîn

                                               Vahdete sümme denâ hem fe-tedellâdır karîn

                                               ‘Kâbe kavseyni ev ednâ’ künh-i vahdetdir yakîn

                                               ذات او بحرست اشيا جملة امواج اوست

                                               Rütbe-i kavseynde imkân vecîh mir'ât olur

                                               Sırr-ı ev ednâ'da imkân vâcib ile nûr olur

                                               Nûr-ı bî-reng-i zuhûruyla olur efnâ zuhûr

                                               Nûr-ı zâtı bî-misâldir nûr-ı nûr bahr-ı buhûr

                                               ذات او بحرست اشيا جملة امواج اوست

                                               Nûr-ı tevhîd cem'-ı tenzîh fark-ı teşbîh beynidir

                                               Sırr-ı lâ-şarkiyye ki mecmau'l-bahreynidir

                                               Künh-i tevhîd mâni'i bil ru'yet-i isneynidir

                                               Selb-i gayr isbât ayniyyetle tevhîd-i aynıdır

                                               ذات او بحرست اشيا جملة امواج اوست

                                               Künh-i tevhîd bî-hurûf u bî-taayyün nûr-ı Hû

                                               Bî-tahayyül bî-taakkul bî-izâfet sırr-ı Hû

                                               Nûr-ı zâtından sıfâta feyz-i zâtdır neşr-i Hû

                                               Ayn-ı zâtından telâtum mevc-i vasfa bahr-ı Hû

                                               ذات او بحرست اشيا جملة امواج اوست

                                                           -    -    -

Medhiyye-i âtiyenin aslı Bursa’da Mısrî şeyhi Şemseddîn Efendi’nin, tahmîsi ise fakîrindir:

Buhârâ’dan doğup mihr-i vücûd-ı Pîr Uşşâkî

Garîk-ı nûr-ı irfân eyledi uşşâk-ı müştâkı

Ser-â-ser şöhret ü şânı yayıldı tutdu âfâkı

Bütün uşşâka olmuşdur ezelden sâki-i bâkî

Cenâb-ı Pîr-i vâlâmız Hüsâmeddîn-i Uşşâkî

Mubârek zâtı esrâr-ı Cenâb-ı Ahmed’e hâzin

Hem oldur ârif-i ma’nâ-yı sırr-ı hazret-i Yâsîn

Anı takdîr idenler kuhl-ı çeşm itmekdedir hâkin

Füyûzâtı nümâyândır eğer zâhir eğer bâtın

Nazar kıl çeşm-i ibretle ihâta itmiş âfâkı

Dil-i nâ-puhtegânı puhte eyler feyz-i terbiyye

Bulur îmânı ol demde kemâlâtiyle takviyye

İder şîrâze-i ahvâlini ol anda tasfiyye

Sülûkla tezkiye nefsin ider kalbini tasfiyye

Kabûl itmez tarîkında riyâkâr zerrâkı

Mürîdânı bulur dünyâ vü ukbâda büyük devlet

Füyûzât-ı ilâhiyye yüzünden mazhar-ı ni’met

Bilüp tevhîd-i ef’âl ü sıfât zerrâtı bâ-dikkat

Bulurlar sırr-ı tevhîdi olur mihnetleri râhat

Dağ üstü bâğ olur seçmez kara ile ne derrâkı

Ta'allüm eyle gel esrârını enfüsle âfâkın

Kemâle inkılâb itsün dilersen vecd ü eşvâkın

O Pîr-i muhteremdir ma’deni esrâr u ezvâkın

Yürü var hânkâhına Hüsâmeddîn-i Uşşâkın

Bulursun feyz-i Mısrî’yi odur âşıklara sâkî

Rivâyet itdiler eslâf ki bunda Hazret-i Mısrî

Çıkardı bi’r-i aşkdan[61] su hayât-bahşende-i asrı

Revân-ı pâk-i şâh-ı Kerbelâ’ya eyledi hasrı

Muhibb-i hânedân-ı Mustafâ’dır Şemsi-i Mısrî

Ezeldendir anın Âl-i Rasûle hubb u eşvâkı

                                   *    *    *

                         İçirdi bâde-i rûz-ı elesti abdine sâkî

Bu âlemde zuhûr itdi anın mestî-i ezvâkı

Tarîkat âleminde anladım ben sırr-ı mîsâkı

Gözümle bir veliyyu'llâhı gördüm oldum Uşşâkî

Meded kıl Pîr-i dest-gîrim Hüsâmeddîn-i Uşşâkî

Cihân müstağrak-ı envâr-ı zât-ı Hazret-i Bâkî

Gönül feyz-i Hudâ-yı Müsteân’la buldu tiryâkı

Safâ-yı vaslının medhi tamâmen tutdu âfâkı

Gözümle bir veliyyu'llâhı gördüm oldum Uşşâkî

Meded kıl Pîr-i dest-gîrim Hüsâmeddîn-i Uşşâkî

Kulûb-ı ehl-i aşkı itdi ihyâ nûrun işrâkı

Safâ-yı câna cân atmakdadır Vassâf-ı müştâkı

Bu nutku şübhesiz oldu Cenâb-ı Hakk’ın intâkı

Gözümle bir veliyyu'llâhı gördüm oldum Uşşâkî

Meded kıl Pîr-i dest-gîrim Hüsâmeddîn-i Uşşâkî

Nâzımı meşâyıh-ı Rufâiyye’den  Hayru'llâh Tâceddîn Efendi’dir :

Bu meydân hiç tehî kalmaz Hudâ aşkıyla mâlîdir

Muhibb-i evliyâu'llâh cihânda dâimâ bâkî

Muhibb ol zât-ı pâk-ı Hazret-i Pîr’e hemân Tâcî

Zahîr olur sana her ân Hüsâmeddîn-i Uşşâkî

Hz. Pîr’in bir dîvânları olduğu Şeyh Hüsâm Efendi’nin şu nutkundan müstebân olmaktadır:

Yazdı bir Dîvân-ı âlî misli yok bahr-ı amîk

Pür-hakâyıkdır anı hep okusun ehl-i tarîk

Okumuş olsa bir âsî rahmete olur garîk

Hamdü li'llâh Pîr Hüsâm’ın fazlı gör oldu ıyân

Bu Dîvân’ı çok aradık elde edemedik. Büyük Azîz’in kütüp-hânesinde, "Hz. Pîr’in Dîvân’ı" diye bir dîvân vardır. Onu tedkîk ettik. Şeyh Hüsâmeddîn-i Ankaravî’nin dîvânı olduğunu anladık. Bursalı Mehmed Tâhir Bey, Hazîne-i Hümâyûn’daki kütüp-hânede böyle bir dîvân gözüne iliştiğini söylemiş ise de, onu görmek bi-hasebi’z-zamân imkân hâricindedir. İhtimâl ki, öyle bir dîvân, pâdişâh-ı zamân tarafından teberrüken hıfz olunmak üzere o vakit alınmış, Kütüp-hâne-i Hümayun’a konulmuştur. İnşâa'llâh bir gün gelir oradaki kitaplar istifâde-gâh-ı irfâna konulur. Ahfâdımız onu bulur, okur, nûr-ı ma'rifet ile meşhûn olur, bizleri de hayır duâ ile yâd eder.

Yıldız Kütüphânesi’nden Dârulfünûn Kütüphânesi’ne nakl olunan kitaplar meyânında belki vardır diye oraya gittim, tedkîkâtta bulundum. Maa't-teessüf onlar meyânında da yoktur. Hazinede, ya'nî Hırka-i Saadet Dâiresi’ndeki Sultân Ahmed-i sâlis Kütüphânesi’nde olacağına hükm ettim.

HZ. PÎR'İN EVLÂD-I KİRÂMLARI ve HAREMLERİ ve SÜLÂLESİ :

Hz. Pîr’in Mustafa ve Abdülazîz ve Abdurrahîm isminde üç mahdûmları Ferah Sultân[62] isminde bir kerîme-i muhteremeleri ve Esmâ Hâtun ve Helvâyî Bacı nâmlarında iki harem-i âlîleri vardır.

Müşârünileyhimden Abdülazîz Efendi, Edirnekapısı hâricindeki makberede medfûn ve rahmet-i Hakk’a makrûn ve Helvâyî Bacı, Hânkâh-ı Uşşâkî’nin az ilerisinde yokuştaki mezârisitanda mevdû’-ı rahmet-i Rahmân olup, dîğerleri türbe-i şerîfede kabr-i akdes-i Hz. Pîr’in etrâfında gunûde-i hâk-i rahmettir.

Millet Kütüphânesi’nde Eşref Efendi kitapları meyânında 394 numaralı Miftâhu’l-Fettâh’ın ilk sahîfesinin zahrında telsîk olunmuş imzâları hâvî bir varak-pâre  gördüm ki, şöyle yazılıyor :

"Temme iâdetü’d-dehr fî nevbeti’l-abdi’l-fakîr Mustafa b. eş-Şeyh Hüsâmeddîn el-Uşşâkî – bâreka'llâhu’l-Bâkî . Sene 996."

Pîr-zâde Mustafa Efendi

Türbe-i şerîfede muallak bir levhada şöyle yazılıyor:

Hz. Pîr Hasan Hüsâmeddîn-i Uşşâkî (kuddise sırrûhu’l-âlî) efendimizin sağ tarafında ya'nî türbe-i pür-nûrlarının sokak cihetinde büyük mahdûmu olup, İstanbul kadılığından mütekâid ve peder-i âlîleri makâmında münzevî iken hikmetü’t-takvâ 1037/(1628) evâhirinde vefât eden Mustafa Efendi ve onun ayak ucunda Ferah Sultân ve cenâb-ı Pîr efendimizin sol tarafında ikinci /192/ mahdûmu olup, Haleb kadılığından ma’zûlen vefât eden Abdülazîz Efendi ve onun sol tarafında ya'nî mihrâb önünde Hz. Pîr’in zevce-i muhaddereleri ve evlâd-ı kirâmının vâlideleri Esmâ Hâtun medfûndur.

Hâlvâî Bacı hazretleri, Mustafa ve Abdülazîz Efendilerin; Esmâ Hâtun, Abdurrahîm Efendi’nin vâlidesi olmak muhtemeldir. Türbe-i şerîfe hâl-i hâzırda zemînden yükseltildiği cihetle bu kabirlerin taşları türbe-i münîfenin döşemesi altında kalmış ve yalnız Mustafa Efendi’nin taşının önü meydânda görülmekte bulunmuştur.

Cemâl Efendi merhûmdan sonra şeyh olan İzzet Efendi vâlidesini pencere önüne defn ederek bir sandûka yaptırmak cür'etinde bulunmuş ve orta pencere ile Hz. Pîr’in sandûkası arasına haylûlet edilmiş iken bu sandûka ahîren kaldırılmıştır. Şimdi türbede Hz. Pîr’in ön ve yan taraflarında sandûka nâmına bir şey yoktur. Ol ka'be-i irfânın etrâfı serbestçe tavâf olunur.

Bir gün huzûra girerken sünûhâtım olmuştur:

es-Selâm ey Hazret-i Pîr es-Selâm

es-Selâm ey dest-gîr-i hâss u âm

es-Selâm ey sâki-i aşk-ı Habîb

es-Selâm ey sırr-ı Hak zât-ı edîb

es-Selâm ey ma’den-i sıdk u safâ

es-Selâm ey server-i ehl-i vefâ

es-Selâm ey âşık-ı şeydâya rûh

es-Selâm ey sâhib-i fevz ü fütûh

es-Selâm ey vâkıf-ı esrâr-ı zât

es-Selâm ey gıbta-bahş-ı kâinât

es-Selâm ey mefhar-ı ehl-i tarîk

es-Selâm ey zât-ı âlîsi hakîk

es-Selâm ey nûr-ı ayn-ı sâlikân

es-Selâm ey rûh-ı cism-i âşıkân

es-Selâm ey cân-ı uşşâk es-selâm

es-Selâm ey nûr-ı âfâk es-selâm

es-Selâm ey vâkıfânın rehberi

es-Selâm ey ârifânın serveri

Geldi Vassâf’ın huzûr-ı pâkine

Dâimâ muhtâc feyz-i hâkine

Bir garîb dervîş ü bendendir senin

Bâb-ı ihsânında bendendir senin

Âsitân-ı feyzinin derbânıyım

Gül-şen-i irfânının hayrânıyım

Vâdi-i aşkda garîbim serseri

Al harîm-i lutfuna bu kemteri

Âciz ü miskîn fakîr ü bî-nevâ

Fi’l-hakîka feyze muhtâc bir gedâ

Şermile geldim muattar ravzana

Âşık oldum ol mübârek ravzana

es-Selâm ey mürşid-i âlî-makâm

Âsitânın şübhesiz dâru’s-selâm

Hz. Pîr’in sülâlesi zamânımıza kadar teselsül eylemiş ve Uşşâkî-zâde nâmıyla şöhret bulmuştur. İki şeyhü'l-islâm ile kazâskerler ve ulemâdan bir çok zevât-ı kirâm bu sülâledendir. Cümlesi Abdurrahîm Efendi hazretlerinden münşeâbtır. İzmir havâlîsindeki Uşşâkî-zâdeler bu sülâledendir. Ancak zevk-ı ma'nâdan bî-haber olduklarından cedd-i ekremleri /193/ türbe ve âsitanesine bakmayı hâtırlarına getirmemekte ve belki Uşşâkî-zâdeliğin ne olduğunu bilmemektedirler.

Pîr-zâde Mustafa Efendi

Hz. Pîr’in ilk evlâdıdır. Ulemâdan olup, İstanbul kadılığından mütekâid olup, peder-i âlîleri makâmında inzivâ eylediği ve 1037/(1627-28) senesinde irtihâl ettiği ve “kelimetü’t-takvâ”  (كلمة التقوى) târîh-i irtihâlini müş’ir bulunduğu menkûldür.

Tarîkaten Hz. Pîr efendimize nisbeti olup olmadığı mechûl ise de, âhir ömürlerinde peder-i ekremlerinin makâmında inzivâ-güzîn olmalarına bakılırsa derd-i aşka mübtelâ ve her hâlde kalben rûşenâ olan erbâb-ı kemâlden olduklarına şübhe edilemez.

Vâlideleri Esmâ Hâtun’dur. Pederlerinden müntakil hâneyi meşrûta kılıp, ba'zı musakkafât dahi vakf ve ta'yîn ve türbe-dârlık ihdâs ve evlâdına meşrûta eylemiştir.

Pîr-zâde Abdülazîz Efendi

Hz. Pîr’in ikinci mahdûmlarıdır. Haleb kadılığından ma'zûlen infisâl edip, Hadîkatü’l-Cevâmi’, târîh-i irtihâlini Rebîu’l-evvel 1045/(Ağustos1635) olmak üzere kaydediyor ve "Pederi türbesinde medfûndur." diyor. Bu zâtın iki oğlu vardır. Biri Kudüs kadısı idi. Ma'zûlen gelirken Payas’ta 1065/(1655)’te vefât eylemiştir. Dîğeri Anadolu kuzâtından iken 1084/(1673-74)’te irtihâl etmiştir. Bu zâtın mahdûmu da ulemâdan Lâleci Osmân Efendi, Bağdat ve Şam’a kadı olup, Zi'l-hicce 1122/(Ocak 1711)’de âzim-i gülşen-sarâ-yı bakâ olmuştur. Vâlideleri Esmâ Hâtun’dur.

Pîr-zâde Abdurrahîm Efendi

Hz. Pîr’in üçüncü oğludur. Pederi Hicâz’da iken İstanbul’da dünyâya gelmiştir ve pederini dîde-i dünyâ ile görememiştir. Fakat 181. sahîfenin baş tarafında nakl ü beyân eylediğim vechile Hz. Pîr efendimizin mazhar-ı muhabbetleri olduğundan nâil-i feyz-i ilm olmuşlar ve sülâle-i Uşşâkıyye-i nesebiyye, bu zâttan inşiâb etmek gibi peder-i ekreminin  teveccühleri âsârını mâddeten görmüşlerdir.

Üsküdar kadısı idi, azl olundu. 1087/(1676) senesinde irtihâl-i dâr-ı bakâ eyleyip, Edirnekapısı hâricinde defn olundu. Hz. Pîr’in irtihâli 1001/(1593) olmasına göre, vâlidesi 1000/(1592) târîhinde müşârünileyhi tevlîd eylediyse, ömürleri seksenyedi olmak lâzım gelir.

Uşşâkî-zâde Abdulbâkî Efendi

Vâlidesi Halvâyî Bacı olmak kuvvetle muhtemeldir. Abdurrahîm Efendi’nin oğlu "Uşşâkî-zâde" denilmekle meşhûr Abdulbâkî Efendi[63] Mekke’ye kadı olup, giderken 1090/(1679)’da vefât etmiştir. Abdulbâkî Efendi’den Uşşâkî silsilesi yürümüş ve şeyhü'l-islâmlar ve ulemâ zuhûr etmiştir. Zi'l-ka'de 1172/(Hazîrân 1759)’de irtihâl eden Şeyhulislâm Muhammed Sâlih Efendi ve mahdûmu olup 1230/(1815)’da irtihâl eden Şeyhulislâm Ahmed Es’ad Efendi merhûmlar bu sülâledendir.

Bâkiyye-i Zeyl-i Atâî’yi ve Siyeru’n-Nebî’yi yazan Uşşâkî-zâde İbrâhîm Hasîb Efendi[64] kazâsker idi. Yine kazâsker /194/ Abdullâh ve Recep Efendiler bu sülâledendir. Fâtih’te Nişâncı Muhammed Paşa Câmii karşısında yol üstünde kabristanda medfûndurlar.

Recep Efendi 1156/(1743)’te, Abdullâh Efendi 1139/(1726-27)’da irtihâl etmiştir. Abdullâh Efendi’nin oğlu Seyyid Sadreddîn Efendi mevâlîdendir. 1146/(1733-34)’da terk-i dünyâ eylemiştir. Şuarâdandır.

Dil-i zahm  âşinâyı dil-ber-i gaddâra gösterdim

O mecrûh sitîz-i mihneti hünkâra gösterdim

gazeli bunundur.

Gerek Abdullâh Efendi, gerek Sadreddîn Efendi "Seyyid" ta'bîrini isti'mâl etmişlerdir. Acaba Hz. Pîr efendimiz bir şecere-i neseblerini mi buldular da böyle yazdılar. Tedkîke imkân bulunamadı. Her hâlde  bir esâsı vardır.

Seyyid Vehbi

Şuarâdan Seyyid Vehbi vardır ki, 1150/(1737-38) ricâlindendir. Hz. Pîr efendimizin sülâlesindendir. Hattâ Tezkire-i Sâlim ve Tezkire-i Fatîn’de buna dâir bahis gördüm denilmiştir. Cedd-i a’lâ kabîlinden irtikâ-yı nesebleri, enfâs-ı tayyibeleri kat’-ı icâbette mânend-i seyf-i sârım olan şeyh-i savma’a-i mekârim, erbâb-ı mücâhedenin bülendi Şeyhu’ş-şüyûh Hüsâmeddîn Efendi tarafına müntehî olmakla hâl-i sığar-ı şebâbında Hüsâmî mahlaslı idi. Yine Hadîka’da gördüm. Vardarî Şeyh-zâde Muhammed Efendi’yi, "Şeyh Hüsâmeddîn-i Uşşâkî evlâdından ve Gazi Evranos ahfâdından." diye kaydetmiştir. Ana tarafından Uşşâkî-zâde olması ihtimâli vardır. Bu zât Sultân Selîm’de Kovacı Dede Zâviyesi’nin minberini vaz' etmiş, Kudüs ve Bursa kadılıklarında bulunmuş ve 1075/(1664-65)’de vefât edip, mezkûr zâviye bânîsi Şeyh Sevindik Şücâeddîn-i Halvetî türbesi hâricinde ve kendi hânesi kurbunda medfûndur.

Matlûbe Halvâyî Bacı

Hz. Pîr’in, Hicâz’a azîmetlerinden az evvel teserrî buyurdukları câriyeleri Esmâ Hâtun’tan evvelki harem-i muhteremleridir. Kabirleri, yazdığım vechile Tatavla’ya çıkacak yokuşun sol tarafındaki mezâristandadır. Ahîren üzerine türbe yapılmıştır. İki büyük kabir taşı vardır. Baş tarafindekinin tepesi çukurdur. Vaktiyle züvvâr helvâ yapar bu taşın üstüne kor, yerlermiş. Yanında iki kabir daha vardır. Birinin târîhi 1000/(1592), dîğerinin 1037/(1627-28)’dir. Biri Halvâyî Bacı’nın pederi Pîr Muhammed Efendi olmak menkûldür. Büyüklerdendir.  Hz. Pîr efendimize karîn olması kemâline dâldir.

(Helvâyî Bacı), Matlûbe mahlaslıdır. Ziyâretle şeref-yâb oldum. Şu nutk-ı şerîf kendilerinin olmak üzere menkûldür :

 

Aşkile dervîş olmuşum

Derdime dermân bulmuşum

Ummânı seyrân itmişim

Gevher alan gelsin beni

Dünyâ dârından geçmişim

Dostlarımdan ayrılmışım

Cân içinde cân bulmuşum

Haber alan gelsin beni

Gözüm dîdârını gözler

Cânım habîbini özler

Hâlis muhlis mü'min kullar

Dosta giden gelsin beni

Kâl ile kîlden geçenler

Hikmet kitâbın seçenler

Kudret dehânın açanlar

Pazar eden gelsin beni

Uşşâkîyim Matlûbe’yim

Âşıkların müştâkıyım

Tâliblerin sarrâfıyım

Rü'yâ gören gelsin beni

Halvâyî tahalluslarına sebeb 196. sahîfedeki menkûlâttır.

/195/                   Tılısm-ı kenz-i mahfî oldu resm-i tâc-ı Uşşâkî

TÂCIN  YANDAN GÖRÜŞÜNÜN ÇİZİMİ VAR

     Bunu tahkîk idenler geh ider enfüsle âfâkı

TÂCIN ÜSTTEN GÖRÜNÜŞÜNÜN ÇİZİMİ VAR

(HÜSEYİN VASSAF’IN BİR GAZELİ OKUNÂMADI)

       Erenler lisânından

Bülbül-i şeydâ-yı aşkız Gülşenî Uşşâki’yiz

Reh-revân-ı ehl-i zevkız Gülşenî Uşşâki’yiz

Ârif-i esrâr-ı tevhîdiz Hudâ’ya çok şükür

Peyrev-i erbâb-ı sıdkız Gülşenî Uşşâki’yiz

İbtidâ vü intihâ seyrinde cevlân eyleriz

Hisse-yâb-ı cem’ u farkız Gülşenî Uşşâki’yiz

Cur’a-dâd-ı câm-ı feyz-i akdesiz mest olmuşuz

Ez-derûn pür-necd ü şevkız Gülşenî Uşşâki’yiz

Mekteb-i ilm-i ledünde eyledik tahsîl-i hâl

Bahr-ı vahdetde garîkız Gülşenî Uşşâki’yiz

Râhımız şeh-râhdır vahdet-sarâ-yı mutlaka

Kat’-ı râhda misl-i berkız Gülşenî Uşşâki’yiz

Halvetî’yiz Kübrevî’yiz Nûr-bahşî Mevlevî

Nakşıbendî’yiz sadîkız Gülşenî Uşşâki’yiz

Sâye-i pâk-i Cenâb-ı Ahmed-i Muhtâr’da

Hazret-i Hak ile hakkız Gülşenî Uşşâki’yiz

Biz cemâl-i tâb-nâk hayrânıyız Vassâf’ıyız

Ders-i aşkda ayn-ı meşkız Gülşenî Uşşâki’yiz

/196/ Tâc-ı Uşşâkî’nin musattah ve mücessem şekillerini yaptım. Tepesindeki beyâz düğmedir. Bezdendir, tepesi neftî renktedir. Sarığı karam rengindedir, ya'nî boyanmamış yündür ve sarık sarılır. Musattah resmin bir cihetini yaptım ve dîğer üç tarafı da aynı sûretledir. Dörde taksîm olunmuş, şerîat, tarîkat, hakîkat, ma'rifet esrârını câmi’dir. Düğme sırr-ı zâta işâret bir noktadan ibârettir. Kelime-i tevhîdde on elif vardır. Dört def'ası kırka bâliğ olur ki, bu da sırr-ı erbaîne işârettir. "kenz-i mahfînin tılısmı" denilmesi bu hakâyıka nâzırdır. Bundaki maânî keşf olunursa cemâl-i dil-dâr rû-nümâ olur. Enfüsle âfâkın neden ibâret olduğunu bilir, kal’a-i irfânı feth eder. Allâhümme yessir lenâ.

Tâc-ı Uşşâkî hakkında Müstakîm-zâde Risâletü’t-Tâc’ında  der ki:

“Ümmî Sinân’ın halîfesi müctehid-i tarîkat-ı Uşşâkıyye Hüsâmeddîn Şeyh Hasan hazretleri kendi pîri Emîr Ahmed-i Semerkândî’den aldığı Tâc-ı Sinânî’den vaz' eyledi. (170. sahîfede bahis geçti.) Ümmî Sinân müşârünileyhten dahi hilâfet duâsı aldıkta vâki' olmuştur. Siyâdeti olmayanların ekseri aselî şem’le pîçîde eyleyip Mevleviyye gibi semt-i kıble zeneb-i dâimî vaz'ı dahi düğme gibi kendi sünnetidir. Şeyh Ahmed nâm türbe-dâr Hz. Hüsâmeddîn-i Uşşâkî sikkeyi başka şekilde yapmak istemiş ise de başa çıkmadı.”[65]

Hz. Pîr efendimizin alâ-rivâyetin Ümmî Sinân hazretlerinin ilbâs buyurduğu Tâc-ı Sinânî tepesi elyevm Kasımpaşa’da Hânkâh-ı Hazret’te türbe-i mukaddesede mahfûz-ı mahfaza-i ihtirâm olup, her iki bayram haftasında ba'de’z-zikr cemâat-i kübrâ tarafından teberrüken ziyâret olunur. Bu tâc-ı şerîf yünden ma'mûl olup rengi beyâzdır. Ve aynı Sinânî tâcıdır. Elyevm Hz. Pîr Efendimizin sandûkalarının üzerindeki tâc-ı şerîfin tepesi neftî renkte ve fakat tertîb-i i’mâli Sinânî tâcı şeklindedir. Farkı yalnız rengindedir. Bir de tepesinde orta yerde beyâz bir düğme vardır. Şemlesi karam renginde ya'nî aselî renktedir. Hâlen Tâc-ı Uşşâkî budur. Âlem-i zâhirle de tezyîn eden meşâyıh ve hulefâ-yı Uşşâkıyye bu tâcı ve aselî renkte şem’leyi isti’mâl ederdi.

Ümmiyyü’l-meşreb meşreb olan meşâyıh ve hulefâ ise aselî renk yerine yeşil sarık sararlar. Câhidî ve İrşâdî kollarından gelenlerden ba'zıları tâc-ı bâhirü’l-ibtihâc-ı Uşşâkî’yi şu şekl-i mahrûtîye sokmuşlardır Fakat esâsen bâlâda arz ve tafsîl olunandan ibârettir. Neftî rengi intihâb ve aselî şemle isti’mâl buyuran Hz. Pîr efendimizdir.

BURADA TÂC ŞEKLİ OLACAK!!!!!

Tâc-ı şerîfin üzerindeki beyâz düğmenin ihdâsına sebeb, Pîr-i müşârünileyhin harem-i muhteremleri Halvâyî Bacı hazretleridir. Azîzim Şeyh Mustafa Sâfî Efendi tarafından nakl buyurulduğuna göre, zamân-ı Hz. Pîr’de halvette bulunan bir dervîşe bir türlü /197/ fetih vâki' olmaz imiş. Sebebi ise cânı helvâ istemiş. Huzûr-ı kalbe mâni’ olacak derecede iştihâsı artmış. O muhaddere-i ismet keşfen buna muttali' olup, bir mikdâr helvâ ihzâr ile ona ikrâm etmiş ve baş örtüsünden bir parça yırtıp, “Bunu teberrüken başına koy, feth vâki' olur.” buyurmuş. Fi'l-hakîka feth vukûa gelmiş.

Tâc-ı şerîfin üzerindeki beyâz düğmenin esâsı budur. Hz. Pîr istihsân buyurmuş. Ma'nâsı sırr-ı ehadiyyete işâret eden noktadan ibârettir. Fakat bu menkûl bir eserden müstanbıt olmayıp, lisândan lisâna intikâl etmiştir.[66]

Safâ-bahşâ-yı ehl-i aşk-ı Hakdır  tâc-ı Uşşâkî

Hz. Salâhaddîn-i Uşşâkî Tâc-ı Hilâfet Risâlesi’nde buyurur ki:

"Tâc-ı Uşşâkî, erkân-ı erbaayı hâvî dört terkten ibârettir ve her biri bir ma’nâya işârettir. Belki nice fehvâdan remz ü kinâyettir. Şerîat, tarîkat, hakîkat, ma'rifet esrârını câmi'dir. Hâk-i mezellet, hevâ-yı ârzû-yı vuslat, âb-ı hayât-ı füyûzât-ı ilâhiyye, âteş-i celâl ile hestî-i mevhûmu yakmak sırlarını hâvîdir.

Tâc-ı şerîfin her terkinde beş dalı vardır. 1. İslâm’a, 2. Îmân’a, 3. İhsâna, 4. İrfâna, 5. Zevk-ı vicdâna taalluk eder. Hazerât-ı hamseye de işâreti mutezammındır. 1. Hz. Gayb-ı mutlak. Ya'nî a’yân-ı sâbite-i lâhûtiyye 2. Hz.  gayb-ı  izâfî . Ya'nî âlem-i ervâh-ı ceberût, 3. Gayb-ı izâfî. Ya'nî Âlem-i misâl-i mutlak nüfûs-ı mücerrede-i melekûtî. 4. Hz.  şehâdet-i mutlaka. Ya'nî âlem-i mülk-i nâsûtu. 5. Hazerât-ı erbaayı  câmi' olan Hz. insân-ı kâmildir.

Bu hazerâtı cem' edip, insân-ı kâmil olmaya işârettir. Ya'nî cismimiz ve hissimiz, âlem-i nâsûtta; nefs-i mücrimemiz ve hayâlimiz, âlem-i melekûtta; aklımız ve rûhumuz, âlem-i ceberûtta; ve ayn-ı sâbite ve sırrımız âlem-i lâhûttadır.

Tâc-ı Uşşâkî’nin ba’zılarında yedişer dal olduğu etvâr-ı seb’aya işârettir. Tâc-ı şerîfin renginin siyâha karîb yeşil olması kurb u fenâ ahcâr-ı insâniyyeden hacer-i zümrüde delâlet eder. Hacer, kalb-i ârifte bir kuvve-i mevhibeden ibârettir. Şeytân ol ârife lâhık oldukta onun kendi mülâhazasından a’mâdan hûş olur. Hâssa-i zümrüdden yılanın gözü a’mâ olduğu gibi.

Tâc-ı şerîfin düğmesi, merkez-i dâire-i vücûd olan nokta-i ehadiyyetten ibârettir. Mertebe-i vâhidiyyetten kinâyettir. Düğmenin beyâz olması fenâ-fi'llâhtan sonra bakâ bi'llâh, mahvdan sonra sahv ve sekrden sonra akl mertebelerine geldiğine delâlet eder. Zîrâ dürre-i beyzâ dedikleri akl-ı evvelden kinâyedir. Destârda şem’le ihtiyârı, efdal mine’l-amâm mine’ş-şâl olduğu içindir. Tâcın önü nefsi, ardı sığama sarılması, zâhiri farkta, bâtını cem'de olmasını mütezammındır. Şem’lenin sol tarafının ucu ızhâr olması zühre-i hakîkatın semere-i ma'rifet olup, irşâd-ı makâm-ı ma'rifette olduğuna delâlet eder.”

/198/ Hz. Pîr efendimizin resimde görülen sandûkalarının baş ucundaki levhada muharrer olan ebyât:

Eyâ pîrim Hüsâmeddîn-i Uşşâkî vü îmânım

Senin dergâh-ı âlîne nisâ ve pür-hatâ geldim

Kabûl eyle ki lutfunla çü sensin derde dermânım

Seninledir kamu âlem cihânın cânı cânânım

Bu kemter kulunun hâli yamandır ey kerem-kânım

Uyandır bu Nisâ kulun fedâ olsun sana cânım

Bunun nâzımesi bir hânımdır. Hz. Pîr’e irtibât-ı şedîd-i kalbî hâsıl eden bir âşıkadır.

Mensûbîn-i Uşşâkıyye’den Behcet Efendi tarafından söylenen medhiyyedir:

Beni himmetle şâd eyle eyâ pîrim Hüsâmeddîn

Bu hasta kalbime sen kıl devâ pîrim Hüsâmeddîn

Beni şâd eyle Sultânım halâs it menzil-i gamdan

Dil-i mahzûnuma dolsun safâ pîrim Hüsâmeddîn

Yetiş imdâdıma dâim sıyânet eyle a’dâdan

Beni mahv itmesün nefs ü hevâ pîrim Hüsâmeddîn

Tarîkındır senin cümle tarîkat sırrını câmi'

Eyâ ser-tâc-ı pîr ü evliyâ pîrim Hüsâmeddîn

Bu kemter Behcet'i redditme cürmü çoksa da pîrim

Senin olmuş kapında bir gedâ pîrim Hüsâmeddîn

Sefer Dede

Bu zât, Hz. Pîr’in kahve nakîbi imiş. Hânkâhtan Dere Câddesi'ne çıkılınca türbesi görünür. Câmi'-i şerîfe karşıdır. Sefer Dede alâ-rivâyetin bir gün azîzinin cânını sıkacak bir harekette bulunmuş, hânkâhtan destûr edilmiş. Sefer Dede azîzinden ayrılmak istemediğinden, “Efendim! Nereye gideyim?” deyince, “Cehenneme git!” diye ta'zîr buyrulmuştur. Sefer Dede bunun üzerine düşünür, dünyâda iken cehenneme gitmeye imkân yok. Dünyâ cehennemi olsa olsa fırın olabilir. Azîzimin emri yerini bulsun diye, Kasımpaşa’da bir fırına gider. İçi âteş dolu görür. Hemen "Destûr azîzim!" diyerek fırından içeri âteş-gedeye dâhil olur. Herkesin buht u hayretini mûcib olur. Esteîzü bi’llâh, (...يَا نَارُ كُونِي بَرْدًا وَسَلَامًا...)[67] sırrı zuhûr eder. Sefer Dede’ye âteş-zâr gülistân olur, bir zarar gelmez. Huzzârın hayretleri arasında fırından çıkar. Keyfiyyet Hz. Pîr’e arz olunur. Afvile muâmele buyrulur.

Bir müddet sonra Sefer Dede irtihâl edince elyevm ma'mûr olan türbesinin olduğu mahalde defn edilir. Vakfı yok, îrâdı yok, Sefer Dede’yi bilen yok. Hâl böyle iken geçende tesviye-i tarîk sırasında türbesi tecdîden yapılır. Bu hâl Sefer Dede’nin rütbe-i bülendine şâhiddir. Aradan üçyüzelli seneden ziyâde müddet güzerân eylediği hâlde o merkadin mahfûz kalması ve türbesinin tecdîd edilmesi kuvve-i ma’neviyye sâhibi olmasından başka bir şey değildir. O pîr ne pîrdir ki, dûçâr-ı gazabı olan dervîşi bile şiddet-i muhabbetine burhân göstererek onun sâyesinde âteşten masûn oluyor. Yâ Rab! Bizi dûr eyleme sen Hz. Pîr’den.

/199/ Hulefâ-yı Hz. Pîr (Hüsâmeddîn-i Uşşâkî) :

Ümmî Sinân Dergâhı’nda Hz. Zekâî zamânında yapılmış bir tomâr vardır. Üsküdar’da Selîmağa Kütüphânesi’nde Hz. Hüdâî Kütüphânesi’nden menkûl kitapların Târîh kısmında 122 numaralı bir tomâr daha vardır. Bunlardan Selîmağa Kütüphânesi’ndekinde, "Seyyid Memicân-ı Sarûhânî, Şeyh Abdurrahmân-ı Sarûhânî, Şeyh Receb-i Kastamonî, Şeyh Hasan-ı Konevî, Şeyh Hasan-ı Sarûhânî, Şeyh Abdurrahmân-ı Germiyânî, Şeyh Mustafa Sirozî,  Şeyh Osmân-ı Tebrizî, Şeyh Kâsım-ı İstanbulî, Şeyh Tâceddîn-i Karamânî"  muharrerdir.

Şeyh Tâceddîn-i Karamânî’den Şeyh Mustafa Emrullâh-ı Bosnavî, ondan Şeyh Abdurrahmân-ı Aksarayî-i Budinî, ondan Mustafa Peçevî (Zi'l-ka'de1110/Mayıs 1699) ve Mustafâ-yı Bosnavî (1093/1682, Kasımpaşa’da medfûndur.) ve müşârünileyhimâdan Mustafa Peçevî’den Hüsâmeddîn b. Mustafa Bosnevî (1150/1737-38, Kasımpaşa’da medfûndur.) ahz-ı feyz ettiği muharrerdir.

Hz. Hüsâmeddîn-i Uşşâkî’nin halîfeleri olarak şu isimler mezkûrdur :

Şeyh Memicân, Seyyid Hazma, Şeyh Hasan-ı Konevî, Şeyh Abdurrahmân-ı Germiyânî, Şeyh Hasan-ı Sarûhânî, Şeyh Kâsım-ı İstanbulî, Şeyh Hasan-ı Konevî, Şeyh Abdurrahmân-ı Sarûhanî, Şeyh Mustafa Sirozî, Şeyh Receb-i Kastamonî, Şeyh Muslihuddîn, Şeyh Osmân-ı Tebrizî, Hacı Muhammed-i Karamânî.

Kütüp-hâne-i âcizî kitapları meyânında Şerh-i İlâhî-i Etvâr-ı Seb’a diye Şeyh Mustafa Peçevî-i Uşşâkî nâm zâtın bir risâlesi vardır. Onun baş tarafında silsile-i tarîkatı gösteriyor ki, Hüsâmeddîn-i Uşşâkî halîfesi Şeyh Muhammed-i Belgrâdî nâm zâttan yürüyen bir kol vardır. Demek ki, Şeyh Muhammed-i Belgradî nâm bir halîfe-i Pîr daha ma’lûm olmuştur. İsimleri ma’lûm olmayan daha ne kadar hulefâ-i Hz. Pîr vardır?

Hulefâ-yı müşârünileyhimden ancak Cenâb-ı Pîr efendimizin nefes-i nefîsine mazhar olan Şeyh Memicân hazretleridir ki umûm şuabât-ı Uşşâkıyye’nin mecmaıdır. Elde bulunan âsârda Şeyh Memicân'dan başkası gayr-i mezkûrdur.

Hacı Muhammed-i Karamânî’den bir kol teşa’’ub edip Ali b. Muhammed el-Karamânî, İbrâhîm-i Edirnevî, Şeyh Mûsâ Muslihuddîn, Şeyh Hasan-ı Filibevî  Efendi’ye kadar yürümüştür. Mezkûr tomârda gördüm. mükerreren arz eylediğim vechile Hz. Hüsâmeddîn şöhretten ziyâdesiyle ictinab buyurmuş olduğundan hâl-i hayâtlarında velvele-endâz-ı cihân olmaktan hazer eylediler.

Memicân hazretleri ve onlardan inşiâb eden silsileler hakkındaki îzâhât u tafsîlâtı âtîye bırakarak hânkâh-ı Hz. Pîr’e  atf-ı nazar-ı tedkîk edelim

Hânkâhın Sûret-i Teessüsü :

Âtîdeki tafsîlatla da teeyyüd edeceği üzere zamân-ı Hz. Pîr’de burada hânkâh sûretinde bir binâ mevcûd değildi. Yalnız bir hâne veya konak vardı. İrtihâllerinde hâl-i hayât-ı  surîlerinde dâimâ ikâmet buyurdukları odanın olduğu mahalle defn olundular.

Bi'l-âhare mahdûm-ı mükerremleri Kadı Mustafa Efendi bu hâneyi evlâdiyyet olmak üzere meşrûta edip, ba'zı musakkafât dahi vakf ve türbe-dârlık ihdâs edip, bunu evlâdına meşrûta etmiştir. Mustafa Efendi’nin irtihâlinden sonra neslinden Abalı Şeyh Hüsâmeddîn Efendi türbe-dâr olup, zükûrdan evlâdı olmamakla üç adet kerîmesinden birini tercüme-i hâli yazılacak olan Şeyh Ahmed Hüsâmi Efendi’ye tezvîc ile dâiresini ona ferâğ eylemiş.

Şeyh Ahmed-i Hüsâmî Efendi zamânında ya'nî 1150/(1737-38) ile 1168/(1755) seneleri arasında ise pîrdaşlarından Tersâne Emîni Yûsuf Efendi hâneyi esâsından yıkıp yeniden bir mescid ve şeyh meskeni ve ahşâb bir minâre yaptırmış, imâm ve müezzin vazîfeleri ta'yîn eylemiştir.

Zamân zamân ta’mir ve tevsî' oluna oluna şimdiki hâle gelmiştir. Edirneli Şeyh Muhammed Sıdkı Efendi tarafından da ez-ser-i nev tâ'mîr ve ihyâsına hasr-ı himmet olunmuştur. Binâ-yı hâzırın hüsn-i tertîb ile inşâsında ve türbe-i münîfe ve tevhîd-hânenin tarz-ı i'mârında merhûm Şeyh Cemâleddîn Efendi’nin hüsn-i hıdmeti ve cennet-mekân Sultân Abdülhamîd Hân-ı sânî merhûmun uluvv-ı himmeti meşhûd olmuştur.

Cenâb-ı Hak her ikisinin  makâmını Firdevs-i berîn eylesin. Âmin.

Yevm-i Zikir:

Âsitâne-i Hz. Pîr’de sonraları ictimâ' hâlinde icrâ-yı âyîn-i tarîkat olmaya başlanmak lüzumu hâsıl olunca seccâde-nişîn-i hizmet olan meşâyıh-ı kirâmdan biri tarafından Perşembe günleri tahsîs edilmiştir. Hadîkatü’l-Cevâmi’de mütâlaa-güzâr-ı fakîrânem olduğu üzere, Âsitâne-i Pîr’de perşembe günleri kuûden zikr ü tevhîd olunur imiş. Demek ki o zamânlar devrân yapılmıyor imiş, kuûden zikrediliyormuş.

İcrâ-yı âyîn-i tarîkatın Perşembe günlerine tahsîsi hânkâhın nâmının beyne'n-nâs Perşembe Tekkesi diye şöhretine sebeb olmuştur. Bir de bi'l-âhare her hangi zât diktiyse el'ân mevcûd bulunan şimşîr ağaçlarından kinâyeten Şimşîrli Tekke dahi derler. Hânkâhın olduğu mahal Hacı Evhad Mahallesi’dir. Kasımpaşa ahâlîsine, “Hüsâmeddîn-i Uşşâkî Tekkesi nerededir?” diye sorsanız, /200/ ehl-i tarîk olmayanlar bilmezler. "Perşembe Tekkesi", "Şimşîrli Tekke" derseniz derhâl ta'rîf ederler.

Esâsen Kasımpaşa ahâlîsinin bu husûsta nasîbi azdır. Hz. Pîr’in o beldeye şeref-bahş olmasını ni'met-i azîme bilmeleri ve ona göre arz-ı hizmet ve te’yîd-i râbıta eylemeleri lâzım gelirken maa't-teessüf bu nasîbten mahrûmdurlar. Perşembe günleri huzûr-ı Hz. Pîr’de halaka-bend olan erbâb-ı aşk uzaklardan gelmiş ve zuhûr-ı iltîfât-ı Pîr’e müterakkıb kalmış uşşâk-ı ilâhiyyedir.

Gelenler âsitân-ı evliyâya

Bütün da'vetlidir Gâlib safâya

Şükrân:

Hânkâh-ı münîfin ve türbe-i şerîfenin bir çok yerleri mürûr-ı zamân ile müşrif-i harâb olmuş idi. Cenâb-ı Hakk’ın eser-i tevfîkı olmak üzere beşyüz liraya yakın bir para sarfıyla emr-i ta’mîrâtın icrâsına ve Hz. Mısrî Kuyusu’ndaki tulumbanın tecdîdiyle suyun şâdırvâna îsâline bu abd-i ahkar muvaffak oldum. Lehü’l-hamd lehü’ş-şükr.

Âsitâne-i Uşşâkıyye’de Şimdiye Kadar Post-nişîn Olan Meşâyıh-ı Kirâm:

Bu esâmîyi bi’t-tedkîk sıraya koyan ve cidden ibrâz-ı âsâr-ı himmet eden zât, azîzimin dâmâdı Şeyh Muhammed Hazmî Efendi’dir. Bu meyânda tahkîk olunamayan zevât vardır.

-        Hz. Pîr-i destgîr Hasan Hüsâmeddîn-i Uşşâkî – kuddise sırrûhu’l-Bâkî – 1001/(1593)

-        Kadı Mustafa Efendi, Pîr-zâde.  1037/1627-28)

-        Şeyh Abalı Hüsâmeddîn Efendi.

-        Şeyh Boşnak Mustafa Efendi (Hz. Pîr halîfesi Tâceddîn-i Karamânî’den müstahleftir.) 1093/(1682)

-        Şeyh Hüsâmeddîn Efendi 216. sahîfede ismi mezkûr Peçevî Mustafa Efendi halîfesidir.  Bosnevî Mustafa Efendi-zâdedir. 1150/(1737-38)

-        Şeyh Ahmed Hüsâmeddîn Efendi. 1168/(1755)

-        Şeyh Muhammed Efendi.            

-        Şeyh Ahmed Efendi.       

-        Şeyh Muhammed Nûru'llâh Efendi.  1185/ (1771-72)

-        Şeyh Muhammed Safvetî  Efendi.   1192/(1778)

-        Şeyh Seyyid Muhammed Nizâmeddîn Efendi, Pîr-i sânî-zâde.                   4 Cemâziye’l-evvel 1192/(31 Mayıs 1778) -1199/(1785)

-        Şeyh Seyyid Muhammed Cemâleddîn Efendi b. Nizâmeddîn. 17 Zi'l-ka'de 1199/(21 Eylül 1785) -1243/(1827)

-        Şeyh Seyyid Muhammed Alâeddîn Efendi b. Cemâleddîn. 26 Safer 1243/(29 Eylül1826)-1251/(1835-36)

-        Şeyh Seyyid Muhammed Kerâmeddîn Efendi b. Alâeddîn. 12 Cemâziye’l-evvel 1251/(6 Eylül 1835) - ?

-        Şeyh Muhammed Sıdkî Efendi : 1273/(1856-57) Kerâmeddîn Efendi-zâde Cemâl Efendi’nin şeyhidir. Türbede medfûndur. Âsitânede meşîhatı yoktur. Evkâfta vekâleti kaydı da yoktur. Kerâmeddîn Efendi’ye vekâleti olduğu müstebândır. Bayrampaşa şeyhi olup, Cemâl Efendi’nin sığar-ı sinnine mebnî yerine bi’n-niyâbe bir müddet bulunmuştur. Sünbüliyye’den olup[68] "Ciciburun İbrâhîm Efendi" diye meşhûrdur.

-        Şeyh İbrâhîm Efendi.      

-        Şeyh Seyyid Muhammed Cemâleddîn Efendi. 13 Rebîu’l-evvel 1257/(5 Mayıs 1841) -1331/(1913)

-        Şeyh Muhammed İzzet Efendi. 15 Teşrîn-i evvel 1329/(1914) -1335/(1919)

-        Şeyh Mustafa Hilmî-i Sâfî Efendi. Post-nişîn hâlen. 10 Hazîrân 1334/(1918) -1343/(1924)

Evkâf kuyûd-ı atîka kalemine mürâcaatta bulundum Şeyh Safvetî Efendi’den yukarısının târîhi mazbût değildir. Müşârünileyhten sonra gelenlerin târîh-i ta'yînini buldum ve isimleri hizâsına  işâret ettim. Cemâl Efendi’ye vekâlet eden zât Bayrampaşa şeyhi İbrâhîm Efendi imiş. Muhammed Sıdkı Efendi’nin kaydı yoktur. Bu zât Cemâl Efendi merhûmun şeyhi idi.

/201/ Abalı Şeyh Hüsâmeddîn

Müşârünileyhimden Abalı Şeyh Hüsâmeddîn, menkûlâta göre Pîr-zâde Mustafa Efendi neslindendir ve Hz. Pîr’e ilk türbe-dâr olandır. Târîh-i irtihâli mechûldür.

Boşnak Mustafa Efendi

Burada bir müddet meşîhatta bulunmuş ve 1092/(1681) veya 1093/(1682)’te irtihâl eylemiştir. Müşârünileyhimâ âsitânesinin kapısı yanındaki dîğer türbede medfûn ve rahmet-i Hakk’a makrûndurlar. Şeyhi Abdurrahmân-ı Aksarayî, onun şeyhi Mustafa Emrullâh-ı Bosnevî, onun şeyhi Tâceddîn-i Karamânî, onun şeyhi Hz. Pîr Hüsâmeddîn-i Uşşâkî’dir.

Mustafa Efendi’nin hizmeti meşîhat mı, türbe-dârlık mı ve zamânında meşîhat teessüs etmiş mi etmemiş mi tahkîk olunamadı.

Üsküdar’da Selîmağa Kütüphânesi’ndeki mezkûr tomârda, "Hz. Pîr’in hulefâsından Tâceddîn-i Karamânî’den bir kol ayrılır. Şeyh Mustafa, ondan Şeyh Emrullâh-ı Bosnevî, ondan Şeyh Abdurrahmân-ı Aksarayî, ondan  tercümesi yazılan Mustafa Efendi’ye kadar yürümüştür.” diye gördüm.

Şeyh Hüsâmeddîn Efendi

1150/(1737)’de irtihâl eylemiştir. Pederi Boşnak Mustafa Efendi’nin irtihâline bakılırsa bu zâtın burada elliyedi sene hizmette bulunduğu tahakkuk ediyor. Bu da mezkûr türbede âsûde-nişîn-i rahmettir. Şeyhi 216. sahîfede mezkûr Mustafa Peçevî Efendi olup, onun şeyhi de Boşnak Mustafa Efendi’nin şeyhi zikri geçen Abdurrahmân Efendi’dir.

Şeyh Ahmed Hüsâmî Efendi

Hâfız Hüseyin-i Ayvansarayî Vefeyât-nâme’sinde yazıyor ki:

Ahmed Hüsâmî Efendi, şehriyyü’l-asıldır. Tahsîl-i ilm ü ma'rifet ve tekmîl-i hatt u kitâbet edip, Devlet-i Aliye vak’anüvîslerine kâtip olmuş idi. Alaca Mescid imâmı, tarîk-ı Uşşâkî’den Şeyh Muhammed Şükrü Efendi’den ahz-ı tarîkat ve hilâfetle bekâm olup, Şeyh Hüsâmeddîn-i Uşşâkî türbe-dârı Abalı Hüsâmeddîn’e dâmâd oldu.

Zamânında uşşâkîlerden Tersâne Emîni el-Hâc Yûsuf Efendi[69] pîrine muhabbeten ve rızâ-yı ilâhîyi taleben türbeyi müceddeden binâ ve bir hâne dahi inşâ eyledi.[70] Bu hâl üzere iken Şeyh-i müşârünileyh irtihâl etti. Hz. Pîr’in türbesine defn olundu.

Müstakîm-zâde Süleyman Sadedîn Efendi merhûmun vaktiyle yazdıkları ve zamanımızda urefâ-yı kirâmdan İbnü’l-Emîn Mahmûd Kemâl Beyefendi hazretlerinin himmet-i vâkıasıyla sâha-i  matbûâta zînet veren Tuhfe-i Hattâtîn nâm eser-i güzînin 648. sahifesinde aynen şu ibâre görülmüştür:

“ Şeyh Ahmed-i Hüsâmî

Şehrîdir. Pederi Mısır Çarşısı’nda  atâr tüccâr idi. Kendi Kâtib-zâde Muhammed Refî’ Efendi’den temeşşukla hurde-i nefîs  ve şikest-i ta’lîkda hoş-nüvîs olmuş idi. Bağdâdî Şeyh Muhammed[71] hulefâsından Şeyh Muhammed Şükrî-i Uşşâkî’den[72] ahz-i tarîkat ve tahsîl-i hilâfet edip Kasımpaşa’da ser-levha-i tarîkatları Şeyh Hüsâmeddîn Hasan-ı Uşşâkî nâm azîzin neslinden olan ve türbedârı bulunan Hüsâm Dede dâmâdı olmakla cihet-i mezbûreyi bunlara ferâgat eyledikde zikr-i tevhîde mübâşeret edip Tersâne Emîni Yusuf Efendi Defterdâr ve Kethüdâ-yı Sadr-ı a’zamî rütbesini ihrâz eyledikde Şükrî-i mezbûr pîr-daş bulunmakla âsitânelerine hizmet ve müceddeden bir hankâh binâsına himmet eylemiş idi. Onda ibtidâ-i zikre bunlar ibtidâ eylemişlerdir. Vak’a-nüvîs kitâbetiyle evkât-güzâr iken devlet-i Mahmûd Hânî’de hizmet-i mezbûreye gümrükten vazîfe-i muayyene-i yevmiye ta’yîn olunmak, bunların semere-i sa’y-i himmetleridir. Rebî-ı sânî nısfında rıhlet ve pîr-i tarîkatları hâk-pâyinde defîn-i türbet olduğu bu bir beyitle ifâde ve iki târih irâde olundu.”.

Ebed Ahmed Efendi tekke-i  Firdevsi kıldı cây

Rasûlün eyleye Kuddûs anı hem-hâl-i Uşşâkî 

(ابد احمد افندى تكيهء فردوسى قيلدى جاى) = - 1168/(1755)[73]  

(رسولك ايليه قدَوس انى هم حال عشَاقى) = 1168/(1755)

Mülâhaza:

Abalı Hüsâmeddîn Efendi kızını bu zâta verdi ve türbe-dârlığı ona ferâğ etti, deniliyor. Aralarında Boşnak Mustafa Efendi ve Şeyh Hüsâmeddîn Efendi vardır. Ve Abalı Hüsâmeddîn’in irtihâliyle  Ahmed Hüsâmî Efendi’nin zamân-ı irtihâli arasında yüz sene kadar bir zamân hesâb oluhur. Ahmed Hüsâmî Efendi’nin târîh-i velâdeti ma’lûm olsaydı mes'ele hallolurdu. Fikrimce türbe-dârlığı Ahmed Hüsâmî Efendi’ye devr eden Boşnak Mustafa Efendi’dir, sonra gelen Hüsâmeddîn Efendi olsa gerektir

Neyse bu tedkîki azîzimin dâmâdı Şeyh Muhammed Hazmî Efendi’nin Uşşâkîler hakkında yazmakta oldukları eser-i mühimme bırakalım. Ahmed Hüsâmî Efendi’nin bir dîvânı olduğu söyleniyor idi. Muharrir-i fakîr lehü’l-hamd gördüm. Hattâ bir sahaftan satın almak istedim. Ziyâde para istediğinden alamadım. Onda şeyhi Muhammed Şükrü Efendi’ye intisâbını şöyle tasvîr ediyor:

İntisâbım sâli bin yüz on idi

İftirâkım kırk birin îydi idi

Eyleyüp mülk-i bakâya rihleti

Yakdı beni hicr-i nâr-ı firkati

Yâ İlâhî zât-ı pâkin hakkıçün

Ol Habîb-i kibriyânın hakkıçün

/202/               Eyle mülhak ârifîne sen beni

            Tâ kemâl üzre bilem bulam seni

Zümre-i pîrân ile mahşûr kıl

Cümle ahbâbım ile mağfûr kıl

Şu fahriyesi pek ârîfânedir. Bunu levha hâlinde hânkâh-ı şerîfde âvihte-i mevki'-i iftihâr eyledim:

Zât-ı Hakk’ın mazharıyız sırr-ı Sübhân bizdedir

Vech-i Hakk’ın mahremiyiz zât-ı Rahmân bizdedir

Ehl-i derd olanların derdine kıldık biz devâ

Sırr-ı Lokman sâhibiyiz derde dermân bizdedir

Hakk ile hak olmuşuz biz cezbe-i Rahmân ile

Cân u bâş kaydını koyduk vasl-ı cânân bizdedir

Sırrı- Tâhâ ile Yâsîn eyledi bizden zuhûr

Biz ma'ârif genciyiz esrâr-ı Kur’ân bizdedir

Cümle ehl-i dillerin ser-çeşmesiyiz biz Hüsâm

Sâki-i aşk-ı Hudâ’yız âb-ı hayvân bizdedir

Cumhûr sûretinde bestelenmiş olan şu ilâhîsi her hafta huzûr-ı Hz. Pîr’de kâimen  okunur:

Asitânın senin dâru’l-emândır

Himmet eyle bize Pîr Hüsâmeddîn

Şarâb-ı vahdetden kalbimiz kandır

Himmet eyle bize Pîr Hüsâmeddîn

Enbiyâ evliyâ ervâhı bile

Ârifîn âşıkîn erenler ile

Günâhımız afvın sen Hak’tan dile

Himmet eyle bize Pîr Hüsâmeddîn

Ravzana yüz süren olur ber-murâd

Tarîkat rüknünde kıldın ictihâd

Hüsâmî kulundur eyleme âzâd

Himmet eyle bize Pîr Hüsâmeddîn

*    *    *

Kelâmın gevher-i dürr-i hakîkat Yâ Rasûla'llâh

Dehânın ma’den-i deryâ-yı hikmet Yâ Rasûla'llâh

Nihâl-i serv-kaddin sâye-dâr olmaz zemîn üzre

Vücûdun nûr-ı pâk-ı Rabb-i izzet Yâ Rasûla'llâh

Şehin-şâh-ı serîr-i taht-ı evreng-i risâletsin

"Le-amruk" başına tâc-ı nübüvvet Yâ Rasûla'llâh[74]

Dinildi şânına "Levlâke levlâk" ey şeh-i âlem[75]

Sen oldun kâinâta bahr-ı rahmet Yâ Rasûla'llâh

Humâr-ı derd-i hicrinle harâb-ender-harâb oldum

Cemâlin ru’yetidir bana vuslat Yâ Rasûla'llâh

Kerem-kâra kapında pâ-bürehne bir gedâyım ben

Nigâh-ı merhametle eyle şefkat Yâ Rasûla'llâh

Bu abd-i pür-kusûrun Şeyh Hüsâmî’ye inâyet kıl

Umar rahmet cezâ senden şefâat Yâ Rasûla'llâh

Ahmed Hüsâmî Efendi’nin şeyhi Muhammed Şükrü Efendi’nin tercüme-i hâlinden âtîde bahs olunacaktır.

Yazıcı Şeyh Muhammed Safvetî Efendi

Ahmed Hüsâmî Efendi’den Şeyh Muhammed Safvetî Efendi’ye gelinceye kadar Muhammed[76] ve Ahmed ve Nûru'llâh[77] nâmında üç zât sırasıyla post-nişîn olmuşlar ise de bunların ne kadar müddet icrâ-yı meşîhat ettikleri ve târîh-i rihletleri ve medfenleri hakkında ma'lûmâta mâlik değilim. Acaba civâr-ı Hz. Pîr’deki lahdlere mi konuldu, yoksa hâricte mi defn edildi anlaşılamıyor.

Şeyh Muhammed Safvetî Efendi’ye gelince, Ayvansarayî merhûmun Vefeyât-nâme’sinde muharrer olduğuna göre Yeniçeri yazıcılarından iken terk-i me’mûriyyet etmiş, bu sebeble şöhret bulmuştur. Hadîkatü’l-Cevâmi’de kendisinin Edirne meşâyıhından olduğu muharrerdir. Şeyh Cemâleddîn-i Uşşâkî hazretleri Edirne’de iken, onun şems-i tâbân-ı Cemâline âşık olarak dâhil-i dâire-i feyz olmuş ve ikmâl-i sülûka muvaffak olarak istihlâf buyurulmuştur. Bunun üzerine Edirne’de müceddeden bir tekke inşâ eyleyip şeyhinin irtihâline kadar, /203/  ya'nî 1164/(1751) senesine kadar Edirne’de bulunup sonra İstanbul’a gelmiştir. Hz. Abdullâh Salâhaddîn-i Uşşâkî ve Hz. Bedreddîn Mahmûd-ı Uşşâkî ile pîrdaş olup, onlar ile hem-hâl olmuş bâ-husûs Hz. Salâhîye arz-ı muhabbette ileri gitmiştir.

Hz. Salâhî, esâsen Hz. Cemâleddîn’in nefes-i nefîsine  mazhar olmuş bir burhân-ı tarîkat olduğundan ve halîfetü’l-hulefâ bulunduğundan ona arz-ı muhabbette pek isâbet ettiği derkâr bulunmuştur. Hattâ Hz. Salâhî’nin âsâr-ı himmetine arz-ı iftikâr eylemiştir ki, büyüklüğüne delâlet eder.

Zamânımızda bir şeyhten birkaç kişi hilâfet alsa her biri şeh-süvâr-ı meydân-ı ma'rifet kesilir. Hâlbuki içlerinden birinde sırr-ı emânet mütecellî olacağından ona iftikârdan hâlî olmamaları âsâr-ı kemâldendir.

Şeyh Muhammed Safvetî Efendi diyor ki:

Ol nûr-ı Salâhî bana âh eylese himmet

Bu'diyyet olur cân u dile bâdî-i kurbet

Ey yâr dil hark-şodedir misl-i sefîne

Düşdü ona bir nâr-ı gam âsâr-ı muhabbet

Seyr eyle kenâr-ı dil-âzârı cihânda

Geldi bu hevâlarla ona haylice şiddet

Varsaydı eğer mutmainin sâhilin ister

Ol demde müyesser heme lîmân-ı sükûnet

Fark eyleyemem ağ u kara semtini sûfî

Ma’lûm-ı ilm-i cânım olup kalb ise illet

Dergâh-ı Salâhî’ye gelip bâ-dil-i ihlâs

Her gûşesi leb-rîz-i maârifle hidâyet

Ağyâr ise de cân u dilim min vechin ammâ*

Envâr-ı hakîkat görünür ayn-ı hüviyyet

Her hazrete bir kesret ile hatve-günân ol

Ma’nen yine bu Safvet’e mir’ât ola vahdet

Şöhreti Şeyh Muhammed’dir. Safvetî mahlasıdır. 1185/(1771) senesinde Hânkâh-ı Uşşâkî’de  Şeyh Muhammed Nûru'llâh Efendi tegayyüb etmesiyle meşîhat münhâl olunca bi’l-istihkâk meşîhat uhde-i ârîfânelerine  tefvîz olunmuştur. Yedi veya sekiz sene kadar icrâ-yı meşîhat eylediler. 1192/(1778) senesinde âzim-i gülşen-sarâ-yı cinân oldular. Harem dâiresinin ilerisindeki bahçeye defn olundular ki, elyevm yol üstündedir. Muvâcehe penceresi vardır, ziyâret olunur. Kabirlerinin üzeri açıktır ve demir şebeke ile muhâttır.

Mezâr taşında şu beyitler yazılıdır:

Merd-i kâmil Şeyh Yazıcı Efendi hazreti

Âlem-i kesretde bulmuşdu vücûd-ı vahdeti

Âsitân-ı Pîr Hüsâmeddîn-i Uşşâkî’de ol

İhtiyâr itmişdi uzletle dem-â-dem halveti

Râh-ı Hak’da nice sâl irşâd ile me’mûr olup

Sâlikân buldu yüzünden dürlü feyz ü himmeti

Şeş cihetle didi Hâlet[78] bendesi târîhini

Nâil-i dâr-ı naîm oldu Muhammed Safvetî

(نائل دار نعيم اولدى محمد صفوتى)

Müstakim-zâde merhûm dahi şu târîhi söyleyerek kadrini takdîr etmiştir:

Duâ-yı bî-nihâyet eyleyüp züvvâr okur târîh

Yazıcı Şeyh Muhammed dedi Yâ Hû geçdi me’vâya

(يازيجي شيخ محمد ديدى يا هو كچدى مأوايه)

/204/ Salâhaddîn-i Uşşâkî ve Mahmûd Bedreddîn-i Uşşâkî’den beş sene evvel âlem-i bakâya  revân olmuştu. Ashâb-ı kemâlden bir merd-i rûşen-dildir. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Âşıkâne bir na'tını gördüm:

Cemâlin pertev-i nûr-ı Hudâ’dır Yâ Rasûla'llâh

Cebînin âşıka nûr-ı likâdır Yâ Rasûla'llâh

N’ola aşkınla cân virse Yazıcı kulun uşşâkî

Kapın bekler hemîn kemter gedâdır Yâ Rasûla'llâh

Şeyh Seyyid Muhammed Nizâmeddîn Efendi

Pîr-i sâni Seyyid Cemâleddîn-i Uşşâkî-zâdedir. Muhammed Safvetî Efendi merhûmdan sonra Hânkâh-ı Hz. Pîr’de 4 Cemâziye’l-evvel 1192/(31 Mayıs 1779)’de şeyh olmuş idi. Yedi sene icrâ-yı meşîhattan sonra vedâ'-ı âlem-i fânî eylediler ki, 1199/(1785) senesine müsâdiftir. Kasımpaşa’dan peder-i ekreminin dergâhına nakl olunan cenâzesi civâr-ı Hz. Cemâleddîn’de vedîa-i hâk-i rahmet kılındı. Cemâleddîn-i Uşşâkî Dergâhı meşîhatı da uhdesinde munzam idi. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Şeyh Seyyid Muhammed Cemâleddîn Efendi

Hz. Nizâmeddîn’in oğludur. Pederinin yerine 17 Zi'l-ka'de 1199/(22 Eylül 1785)’da câlis-i seccâde-i reşâdet olmuş ve kırk dört sene arz-ı hizmetten sonra 1243/(1827) senesinde katâr-ı ehlu'llâha dâhil olup rehrev-i âlem-i Cemâl olmuştur. Bu zât da ceddinin karîninde âsûde-nişîn-i mağfirettir.

Şeyh Seyyid Alâeddîn Efendi

Hz. Cemâleddîn’in mahdûmudur Pederinin yerine 26 Safer 1243/(19 Eylül 1827)’te hem Hânkâh-ı Uşşâkî’de hem de Savaklar’daki Âsitâne-i Cemâlî’de post-pîrâ-yı hilâfet oldular. Dokuz sene kadar hıdmet-i reşâdette  bulunduktan sonra tâuna tutularak güzer-gâh-ı fenâdan çekilip gitdiler.

Ceddinin yanında müstağrak-ı rahmet-i Rahmân’dır. Sene : 1251/(1835). (Kaddese'llâhu sırrahû)

Şeyh Seyyid Muhammed Kerâmeddîn Efendi

Alâeddîn Efendi bilâ-veled irtihâl eylediğinden meşîhat, pederi Cemâleddîn Efendi kerîmesi Şerîfe Kâmile hânımın mahdûmu Seyyid Kerâmeddîn Efendi’ye teveccüh etmiştir. Vâlidesi Cemaleddîn Efendi haremi olup Lokmagöz Ömer Efendi kerîmesidir. Meşîhat teveccüh ettiğinde sinnen küçük olmakla Edirne’den Muhammed Sıdki Efendi gelip vekâlet ettiği Kadirîhâne’deki Tomâr’da görüldü.

12 Cemâziye’l-evvel 1251/(6 Eylül 1835)'den 1257/(1841)'ye kadar icrâ-yı meşîhat ettikleri anlaşılıyor. Mahdûmu şeyh Cemâl Efendi'nin müddet-i meşîhatı, kendine vekâlet edenlerin zamânı da dâhil olduğu hâlde yetmiş bir sene olduğu rivâyetine bakılırsa pederinin irtihâli 1260/(1844) olmak lâzım gelir ki kayden tahakkuk etmiştir. Seyyid Alâeddîn Efendi’nin irtihâli târîhiyle arada altı sene fark vardır ki, bu kadar müddet meşîhatı istidlâl olunur. Bu zâtın dahi kurb-ı Hz. Seyyid Cemâleddîn’de gunûde-i hâk-i gufrân olduğu ma'lûmdur.

Şeyh Seyyid Muhammed Cemâleddîn

Pederinin ya'nî Seyyid Muhammed Kerâmeddîn  Efendi’nin irtihâlinde sinnen pek küçük[79] olmasından nâşî Şeyh İbrâhîm Efendi nâib olmuş ve Yatağan imâmı ve Hz. Sünbül türbe-dârı ve Şeyh Râzî Efendi merhûmun pederi, meşâyıh-ı Sünbüliyye’den Muhammed Hamdi Efendi’nin de bir müddet vekâlet ettiği müstebân olmakta bulunmuştur. (s.251)

Muhammed Sıdkî Efendi 1273/(1857)’te irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiş olup, bu zâtın Cemâl Efendi’ye vekâleti gayr-i vâki'dir. Vekâletine dâir, dâire-i evkâfta resmen bir kayıt  yoktur. Hz. Pîr’in ayak ucunda medfûndur.

Cemâleddîn Efendi’nin şeyhi bu zât olup, Şeyh Vahdî Efendi’nin rivâyetine göre Muhammed Sıdkî Efendi halîfesi olup, 1291/(1874)’de vefât eden Muhammed Tevfîk Efendi’den hilâfet almıştır. Silsile-i tarîkatı tahkîk edemedim. İbrâhîm Efendi, Bayrampaşa şeyhi idi. Cemâleddîn Efendi’nin fiilen meşîhatı Muhammed Sıdkî Efendi’nin vefâtından i'tibâr olunursa elli sekiz senedir.

/205/ Müddet-i meşîhatları elli üç sene olduğuna dâir rivâyet varsa da şeyhinin irtihâli 1273/(1857) olursa kendi irtihâline kadar 55 sene geçiyor. Şeyhinin hayâtında müstahlef olacağına göre elli beş seneden fazlayı kabûl etmek zarûreti görünür. Cemâl Efendi merhûmun târîh-i velâdeti ve hilâfeti ma'lûm olmadığından târîhe karışan bu hakîkatları taharrîye imkân bulunamamaktadır.[80] Şeyhinin irtihâlinde Cemâl Efendi’nin sinni yirmiyi geçmiştir.

Şeyh Cemâl Efendi, nev’i şahsına münhasır, celâli cemâline gâlib, titiz bir zât idi. Mütevâzı’, halûk, mücâhid olup dâimâ tâc ile gezerdi. Orta boylu, beyâz sakallı, melîhü’l-vech olup başı dâimâ matrûş idi. Hâl-i hayâtında Hz. Pîr’in ayak ucunda kendine bir kabir ihzâr eylemiş idi. Her tekkeye gitmez, pek sevdiği meşâyıhın da'vetlerine iltîfât ederdi. Meşâyıh-ı sâire-i Uşşâkıyye ile hem-hâl olmak istemezdi. Zamânında feyz ü irfânı şöhret bulan İmrahor’daki Uşşâkî şeyhi Muhammed Emîn-i Tevfîkî Efendi ile o kadar hem-hâl olmaz, tekkesine ve sâir Uşşâkî Tekkelerine gitmezdi. Fakat Uşşâkî şeyhleri âsitâneye gelirlerse hürmet ve iltîfât eylerdi.

Hânkâh, zamân-ı meşîhatında müceddeden inşâ ve tefrîş ve tezyîn olunmuş idi. Her tarafı pek temiz tutardı. Yetişmiş bir evlâdı vardı, âzim-i gülşen-sarâ-yı cinân oldu.  Hz. Pîr’in türbesi karşısındaki türbede ortadaki kabre defn eyledi.  Başka evlâdı yok idi. Bu hâl Cemâl Efendi’yi ziyâdesiyle dâğ-dâr eylemişti. Haremi de kendinden evvel irtihâl edip onu da sol taraftaki kabristâna defn etmişti.

Cemâl Efendi kimsesiz kalmış idi. Böyle iken hânkâhın hizmetine  bi’z-zât vakf-ı cân eylemiş idi. Hânkâhın sabâhleyin kuyularını açar, ashâb-ı ziyârete güşâde bulundurur. Her gece cemâatla yatsı namâzı kılınır, zikru'llâh edilirdi. Yedirmeyi içirmeyi pek severdi. Fukarâ-perver idi.

Selâmlıkta şeyh odasında kapı yanına postunu koymuş, orada oturur[81], âsâr-ı tevâzu’ gösterir idi.

Bundan, ya'nî 1343/(1924) senesinden yirmi dört sene evvel bir gün Hz. Pîr efendimizin âsitân-ı bülend-eyvân-ı kutbiyyet penâhîlerine rû-mâl olmak üzere Kasımpaşa’ya gitmiş idim.Hz. Cemâl’e mülâkî oldum. Fevka'l-âde âsâr-ı muhabbet gösterdiler. Delîl olup, ravza-i Hz. Pîr’e götürdüler. Kendi kabirlerini gösterdiler. Odaları gezdirdiler. Eızze-i kirâm hakkında bildikleri ma'lûmâtı verdiler. Fakîri memnûn u mutayyeb kıldılar. Her ne zamân, her nerede görseler, âsitâneye da'vet ederler, rû-yı iltîfât gösterirlerdi. Safvet-i kâmile-i kalbiyyeye mâlik olup, öyle inceden inceye gıll ü gıştan âzâde idi. Bundan dolayı beyne’l-meşâyıh safveti mevzû’-ı bahs olurdu. Merâsime ziyâde riâyet-kâr idi.

/206/ Edirneli Şeyh Muhammed Sıdkî Efendi hazretlerinin Keçeciler’deki Bedreddîn Dergâhı’nı inşâ ettiği gibi, Hânkâh-ı Uşşâkî’yi de ez-ser-i nev ihyâ eyledikleri Kâdirîhâne’deki   tomârda te'yîden musarrahtır.

Üsküdar’da Hz. Nasûhî Âsitânesi şeyhi Seyyid Kerâmeddîn Efendi anlattılar:

“Cemâleddîn Efendi’nin vefâtından birkaç sene evvel hem Hz. Pîr-i Uşşâkî’yi ziyâret etmek ve hem zikru'llâhta bulunmak üzere Ümmî Ahmed Efendi hazretleri dergâhı şeyhi efendi ile birlikte Kasımpaşa’da hânkâha gitmiş idim. Cemâleddîn Efendi fevka'l-âde ikrâm gösterdi. Avdet zamânı oldu, müsâade taleb ettik. Beş dakîka tevakkuf edilmesini ihtâr ve âdetâ ricâ etti. Ve beş dakîkanın hitâmında gidebileceğimizi beyân eyledi. Kalktık, selâmlık kapısının önünde iki dervîş ellerinde buhurdânlıklar olduğu ve kendisi berâber bulunduğu hâlde cümle kapısına kadar teşyî’ etti. Buhurdânlıkla âsitâne meşâyıhını istikbâl ve teşyî’ etmek de’b-i tarîktan olduğunu bilirim. Kimse bu usûle şimdiye kadar riâyet etmezler idi. Lâkin müşârünileyhin gördüğü terbiyenin semeresidir. Bu usûlü bu zamâna kadar muhâfaza etmesi şayan-ı takdîr ve hüsn-i ahlâkına dâl bir hâldir.”

Perşembe günleri cem'iyyet-i zikirde Sûre-i Mülk’ü cumhûr ile okur. Ale’l-ekser ku'ûdan zikreder. Ba'zan alâ-rivâyetin zuhûrât-ı ma'neviyye üzerine devrâna kalkar idi. Dâimâ, ‘Âsitânın senin dâru’l-emândır.’  ilâhîsini cumhûr ile okurdu. Sünbülî usûlü devrân yapardı.[82] Gerek kelime-i tevhîd de gerek ism-i Celâl’de gerekse ism-i Hû’da darb usûlünü yapmazdı. Bu usûlü Hulûsî hazretlerinden muntakilen Emîn Efendi te'sîs eylemiş idi. İkindi namâzından sonra da usülleri vardı.

Kâdirîhâne'de tanzîm olunmuş bir eser vardır ki, bi'l-cümle tekâyâdan güzerân eden meşâyıhın esâmî vü irtihâllerini müş'irdir. Bunda hânkâh-ı Uşşâkî şeyhi merhûm  Cemâl Efendi'nin isimleri hizâsında şu ibâreyi okudum:

"Cemâl Efendi'ye, Ciciburun İbrâhîm Efendi vekîl olup, ba'dehû Hz. Sünbül türbe-dârı ve Yatağan Câmii imamı Hamdî Efendi vekâlet eyleyip bir müddet sonra Edirne'den meşhûr ve mazanna-i kirâmdan eş-Şeyh Muhammed Efendi hazretleri teşrîf buyurmakla kîse-i şeyhânelerinden müceddeden tekkeyi i'mâr ve inşâ ettiler. Bi’l-âhare Keçeciler'deki Uşşâkî tekkesi arsasına dahi müceddeden dergâh inşâ ve orayı ihyâ ettiler. Burada irtihâl eylediler. Meşâyıh-ı dedegân ve cemm-i gafîr huzûruyla Kasımpaşa'ya nakl  ve oraya defn olundular.. Sene 1273/(1856)"

 Evvelce Cemâl Efendi'nin pederleri Kerâmeddîn Efendi'ye de vekâletleri mezkûr eserde muharrer olmasına nazaran evvelce İstanbul'u teşrîf ettikleri ve ikinci gelişlerinde âsitâne-i Pîr'i ve Bedreddîn Dergâhı'nı ihyâ buyurdukları nümâyândır.

 Ciciburun İbrâhîm Efendi ne tarihe kadar Cemâl Efendi'ye vekâlet ettiği anlaşılamıyor. İrtihâli 1271/( 1854) olunca Hamdî Efendi belki bundan sonra vekâlet etmiştir.

Hulefâsı:

Savaklar şeyhi Ali Efendi ve sıhhiye me’mûrlarından Sabri Efendilerle Filibeli İsmâîl ve dîğer İsmâîl Efendiler halîfeleridir. Her iki İsmâîl Efendi Hırka-i Şerîf civârında Keçeciler’de Mahmûd Bedreddîn Dergâhı’nda icrâ-yı meşîhat eylemişlerdir.  Şeyh Mahmûd Bedreddîn Efendi Vakfiyyesi’nde dergâh meşîhatını evlâdiyyet olmak üzere kabûl etmediğinden Âsitâne-i Aliyye-i Uşşâkıyye’de seccâde-pîrâ-yı meşîhat olan zâttan ikmâl-i sülûk ile nâil-i hilâfet olmuş zevâta hasr eylediğinden mûmâileyhîmânın Cemâl Efendi merhûmdan hilâfetle orada şeyh olmaları bu hikmete müstenittir.

Cemâl Efendi 3 Rebîu’l-evvel 1331 ve 26 Şubat 1328/(10 Mart 1912) târîhine müsâdif Salı günü irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. İrtihâllerinde sinn-i âlîleri seksene karîb idi. Son zamânına kadar gâyet dinç olup, hâl-i zindegîsini muhâfaza etmiştir. Nevâfile riâyeti ziyâde olup, müteheccidînden olduğu ve geceleri türbe-i Hz. Pîr’de sabâhladığı hem-bezmi olan zevâtın menkûlatındandır.

Na’ş-ı mübârekleri ba'de’t-techîz ve’t-tekfîn ihtirâmât-ı lâika ile Kasımpaşa’da Câmi'-i Kebir’e getirilip öğle namâzını müteâkib cemâat-i kübrâ ile namâzı edâ olunmuş ve herkesin mefârık-ı ta'zîminde /207/ tekbîr ü tehlîllerle hânkâha nakl olunup, türbe-i Hz. Pîr’de vaktiyle ihzâr eylediği kabirde mevdû’-ı rahmet-i Rahmân olmuştur.

Cemâleddîn Efendi merhûm bî-kes olduğundan cenâzesinin emr-i hizmetinde meşâyıh-ı Rufâiyye’den Muhammed Vahdî Efendi’inin hüsn-i tertîb ve gayreti meşhûd olmuştur. Fakîr o gün cenâzede bulunmuştum. Kabirleri açıldıkta su çıktığından boşaltılmış ise de yine su geldiğinden iki büyükçe taş konulup tabutuyla maan Hz. Şeyh Defn olunmuş idi. (Rahmetu'llâhi aleyh)

Hakk-ı âlîlerinde söylenen târîhtir:

Teferrüs eyle yâhû bu fenânın hâletin anla

Bütün mevcûd hâlikdir Hudâ’dır yalınız Bâkî

Şehin-şâhlar gedâlar baş eğer pîş-i celâlinde

Çıkarma hâtırından zî-haşim Sultân-ı Hallâkı

İçüp câm-ı Hüseynî’den hakîkî neş’e-mend oldu

Cemâl-i zî-kemâlin bâde-i aşk idi ezvâkı

Rahîk-ı kevserinden teşne-dil ol Hâlık-ı aşka

Virir mînâ-i lebrîzi cenâb-ı Haydar-ı sâkî

Cihânı mehbıt-ı envâr iderdi vech-i ezkârı

Semâ-yı i’tilâya yükselirdi feyz-i işrâkı

Bu dergâhda nice yıllar olup ser-mesned-i irşâd

Cemâliyle münevver eyledi bir hayli müştâkı

Sadâ-yı cân-fezâsı titredirdi kalb-i uşşâkı

Melâik raks iderdi cûşa gelse vecd-i eşvâkı

Sezâ-yı vasl-ı cânân olmaya bezl-i cihâd itdi

Fedâ-yı cân edip terk eyledi lezzât-ı âfâkı

Visâl-i yâra cânlar arz iderken buldu cânânın

Olup ma’şûkuna vâsıl Cemâleddîn-i Uşşâkî

Azîzim Safvet-âsâ bî-bakâdır cümleden âlem

Cihân mahkûm-efnâdır Hudâ Bâkî Hudâ Bâkî

3 Rebîu’l-evvel 1331 ve 26 Şubat 1328 yevm-i Salı

Sandûkalarının önündeki levhadan:

Seccâde-nişîn-i âsitâne-i Hz. Pîr eş-Şeyh Seyyid Muhammed Cemâleddîn Efendi b. eş-Şeyh Seyyid Muhammed Kerâmeddîn Efendi b. el-merhûe eş-Şerîfe Kâmile Hâtûn bint-i eş-Şeyh Seyyid Cemâlî b. eş-Şeyh Seyyid Muhammed Nizâmeddîn b. eş-Şeyh Pîr-i sânî Seyyid Muhammed Cemâleddîn-i Edirnevî el-Uşşâkî.

Bu levhayı dahi kendisi hâl-i hayâtında yazdırmıştır.

Cemîle Sultân-zâde Âişe Sultân, Şeyh Cemâleddîn Efendi’ye müntesibe idi. Şeyhinin irtihâlinde sandûkanın üzerine kıymet-dâr bir şâl ferş eylemiştir. El'ân mevcûddur.

Hulâsa-i kelâm Cemâl Efendi. Mesleğine âşık bir nâdire-i rûz-gâr idi. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Şeyh Muhammed İzzet Efendi

Cemâl Efendi’nin bilâ veled irtihâlinden hânkâh meşîhatı münhâl olmuş idi. Meşîhata talip olarak bâb-ı meşîhata arz-ı hâl verenlerin adedi doksan altıya varmıştı. Takdîr-i ilâhî Muhammed İzzet Efendi’ye taalluk etti. 15 Teşrîn-i evvel 1329/(27 Ekim 1913)’da buraya post-nişîn oldu. Sülâle-i Hz. Pîr’den olduğu mervîdir. İlmen ve sülûken tehî-destân-ı ümmetten idi.

Dört buçuk sene kadar icrâ-yı meşîhattan sonra âzim-i dâr-ı bakâ (eyledi.) /208/ Türbe-i Hz. Pîr’de Cemâl Efendi merhûmun kabri yanında medfûndur. Muhammed Efendi isminde bir kahve nakîbi vardı. Ona hilâfet vermiştir.

Bilâ-veled vefâtı hasebiyle hânkâh meşîhatı tekrâr inhilâl eyledi. Şeyhü'l-islâm Mûsâ Kâzım Efendi merhûmun ârzûsuyla azîzim Şeyh Mustafa Sâfî Efendi hazretlerine meşîhat tevcîh buyrulmuştur.

Şeyh Mustafa Hilmî-i Sâfî Efendi

1274/(1858) sene-i hicriyyesinde zînet-sâz-ı âlem-i şuhûd olmuştur. Maskat-ı re’sleri Burdur’dur. Pederleri Dervîş Ağa-zâde Ali Efendi’dir. Tahsîl-i ibtidâîleri Burdur’dadır. Ârzû-yı zâtîleriyle hıfz-ı Kur’ân’a muvaffak olmuştur. Ailesi mâni’ olur diye bidâyeten hıfza müdâvim olduklarını ihsâs etmeyerek ikmâle muvaffak oldukları ve ailesi ancak hıfz cem'iyyetinde işe  vâkıf bulunduğu menkûldür.

Bidâyeten Burdur’da dayısı Ahmed Ağa’nın kızı Hatice Hânım’ı tezevvüc edip, fakat müşârünileyhâ 1320/(1904) târîhinde İstanbul’da kara sevda getirerek kendini salb eylemiştir. Eyüpsultân’da medfûnedir. Bundan Cemâl Efendi isminde bir erkek ve Mürşide Hânım isminde bir kız evlâdı olmuştur. Bi'l-âhare burada bir dîğer hânımla izdivâc eylemiş ve ondan da bir oğlu olmuş ise de bu hânımla adem-i muaşeret hasebiyle müfârakat etmiş ve bu oğlu ise tarîk-ı nâ-hemvâra sâlik olmak hasebiyle dâire-i muhabbet-i pederden hâricte kalmıştır.

Elyevm dîğer Hatice Hânım nâmında bir muhaddere-i ismet ile hem-dem bulunuyorlar ki, fahru’n-nisâ ıtlâkına şâyândır ve azîzimin saâdet-i hâline hizmetkârdır.[83]

Mustafa Efendi hazretlerinin mahlası Hilmî’dir. Kendileri bu mahlasın hakîkaten mümessili olup, hilmleri derece-i kemâldedir. Onların mertebesinde halîm bir zâta müsâdif olmadım diyebilirim.

/209/ Burdur’dan berâ-yı tahsîl İstanbul’a gelmeleri 13 Şevvâl 1296/(30 Eylül 1879) târîhine müsâdiftir. Fâtih’te allâme-i şehîr Hâfız Şâkir Efendi merhûmun hâlaka-i tedrîsine dâhil olup, ikmâl-i tahsîl ederek 1300/(1883) sene-i hicriyyesinde ahz-ı icâzeye muvaffak olmuştur. 1304/(1887) senesinde Fâtih’te derse çıkarak, 1319/(1901)) senesinde icâze verip, Huzûr Hocalığı’na kadar irtikâ etmiştir. Talâkat-ı beyâniyyesi, tedkîkât-ı ilmiyyesi, ihâta-i külliyesi i'tibârıyla şem’-ı irfânına teveccüh eden talebesi ziyâde idi. Hattâ Hâlebî okuttuğu zamân dört yüz talebe rahle-i tedrîsinin etrâfını kuşatır idi.

Tarîkat-ı aliyyeye meyl ü muhabbeti vardı. Anadolu ve Rumeli bilâdından pek çoklarını gezmiş, ehl-i hâl ve sâhib-i kemâl zevâta mülâkî olmuş, enfâs-ı kudsiyyelerinden istifâde eylemiştir. Mesnevî-i şerîfi, Şeyh Hüsâm Efendi merhûmun telâmîzinden Hacı Muhammed Tâhir Efendi merhûmdan taallüm ederek iktisâb-ı feyz eylemekle berâber 1300/(1883) târîhinde Nazilli’ye azîmetle nûr-ı dîde-i uşşâk Şeyh Şihâbeddîn Efendi’ye Şeyh-zâde Şeyh Muhammed Efendi delâletiyle initisâb eylemişler, onlar da Şeyh Fahreddîn Efendi’ye emânet buyurmuşlardır.

Şeyh Şihâb Efendi 1316/(1898)’de Nazilli’de irtihâl-i dâr-ı naîm eylediler.

Mustafa Efendi hazretleri tevârih-i muhtelifede İzmir, Üsküp[84], Selanik, Kosova, Edirne[85], Manastır, Konya, mükerreren Nazilli ve Bursa'ya seyâhat ederek neşr-i envâr-ı tarîkat u şerîat buyurmuşlardır.

Hayli seneler Şeyh Muhammed Emîn-i Tevfîkî hazretlerinin feyz-i nazarlarına mazhariyyetle Fahreddîn-i Himmetî tarafından 1324 senesi Ramazân’ının leyle-i Kadr’inde (15 Kasım 1906) istihlâf olundular.

/210/ On dokuz sene Kuleli İ’dâdîsi, Soğukçeşme, Fâtih, Eyüp, Kocamustafapaşa ve Baytar Mekâtib-i Rüşdiyye-i Askerîyyesi’nde Arabî, Farisî, Ulûm-ı Diniye, Akâid-i İslâmiyye tedrîsâtıyla meşgûl oldular. 1327-1325/(1909) senesinde İstanbul’da Fındık-zâde Tekkesi – Taşkasabın ilerisindedir. – meşîhati inhilâl eyledikte (Şeyh ârif Efendi) azîzim onu[86] istihlâfen buraya ta'yîn olundular.

Fındık-zâde Tekkesi esâsen Nakşî zâviyesi olduğundan, Nakşî usûlüyle de icrâ-yı âyîn lâzım gelmekle Şeyh Mustafa Efendi hazretleri tercüme-i hâli Nakşıbendîler faslında zikr olunan Şeyh Arab Saîd Efendi merhûmdan Tarîk-ı Nakşıbendî’den mücâz oldular.

İstidrâd kabilinden olarak arz edeyim ki, bu dergâhın bânîsi Fındık-zâde İshâk Efendi’dir. 1217/(1802) senesinde inşâ olunmuştur.

 

Târîh-i dergâh:

       Hazret-i İshâk Efendi ol mevâlî fahri kim

       Âsitân-ı Nakşıbendî dâimâ isterdi câh

       Yapdı bu dergâh-ı Hatm-i Hâcegânı şöyle kim

       Sâlikân-ı râh-ı Hakk’a ola bir câ-yı penâh

       Menzil-i çille-keşân olsa n’ola Yâ Hak diyu

       Tîr-veş maksûdun istesen güşâde oldu râh

       Gir tarîk-ı Nakşıbend’e nakş-bend ola azîz

       Sırr-ı tevhîd ile mir’ât-ı dile eyle nigâh

       Câme-i mahviyyeti giy bozulur nakş-ı kubâ

       Sür Celâl ismini hep aşkın Cemâl ide ilâh

       Ka’be-i uşşâk-ı Hak’dır söyle târîhin Refî’

       Nakşıbendî dergeh-i İshâk Efendi kıble-gâh

Şeyh Mustafa Efendi hazretleri hem hatm-i hâcegân yapar, hem de Uşşâkî ayîn-i şerîfi icrâ ederdi. Tekke erbâb-ı aşk u muhabbete cilve-gâh olmuş idi. Burada harîk-ı kebîre kadar bulundular. Harîk-ı kebîrde tekke dahi tu’me-i lehîb olmakla azîzim açıkta kalmış idi. Harîktan iki üç gün sonra Şeyhü'l-islâm Mûsâ Kâzım Efendi delâletiyle  Kasımpaşa’da münhâl bulunan Hânkâh-ı Hz. Hüsâmeddîn-i Uşşâkî meşîhatına nakl-i meşîhat eylediler. 10 Hazîrân 1334/(1918).

Azîzimin kıymet-dâr bir çok kütüb-i nefîsesi iş bu harîkta zâyi’ olmuştur. Buna âsâr-ı telehhüf gösterirlerdi. Ancak kendilerinin kitâb-ı kâinât olması erbâb-ı irfân için medâr-ı tesellî olacak husûsâttandır.

Günden güne şöhretleri artmaya ve bir çok teşne-gân-ı ma'rifet, âb-ı zülâl-ı irfânlarından sîr-âb olmaya başladı. Mürîdânın adedi günden güne tezâyüd eyledi. Hânkâh-ı şerîf, tavâf-gâh-ı ehl-i aşk u muhabbet oldu.

Perşembe günleri zikr-i şerîfden evvel Mesnevî-i şerîf takrîr ederlerdi. Bir zamânlar buna muntazaman devâm buyura geldikleri hâlde bir aralık nâtıkalarına rekâket ve bir kısım a'zâ-yı vücûduna rehâvet gelmesi mülabesesiyle Mesnevî-i şerîf tedrîsine devâm edememişlerdir. Etıbbânın şiddetle tavsiyesi lisânlarını ve vücûdlarını yormamaları merkezinde idi.

/211/ Kerâmet-i ilmiyye vü kevniyyeleri zâhirdir. Mürşid-i kâmil ü mükemmildir. Esrâr-ı sülûku bi-hakkın ârif, gavâmız-ı ilm-i tevhîde âgâh bir velliyyu'llâhtır. Kuvve-i hâfızaları akl-ı beşerin ihâta edemeyeceği derecede metîn olup, şeyhûhet hâlinde fikren zindegî-i tam üzeredirler. Bi’l-farz her ne husûs için mübâhase cereyân ediyorsa Mesnevî-i şerîften ona dâir olan ebyâtı derhâl müselselen okuyuverirler. Hz. Salâhaddîn-i Uşşâkî, Hz. Mısrî-i Niyâzî, Hz. Sezâî-i Gülşenî dîvânları hâfızasındadır. Her bir mübâhesede ona taalluk edecek beyitleri suhûletle tahattur buyururlar; binlerce mürîdânının isimlerini ve her birinin seyr ü sülûklarındaki mertebesini bilir, gâyet ârîfâne ta'bîr ve tesellî ederler.

Mazbût olabilen ahvâl-i ârîfânelerini inşâa'llâh imkân müsâid olursa Ahvâl-i Sâfiye diye yazmak niyetindeyim. Burada iki vak’adan bahs edeceğim:

Bir gün Mesnevî-i şerîf takrîr buyururlarken sâmiîn meyânında idim. Ebyât-ı Mesneviyye’yi hîn-ı kıratta dişlerinin noksânlığı hasebiyle iyice telaffuz edememeleri nazar-ı dikkat-i âcizânemi celb eyledi. Dişleri olsaydı şîve-i mahsûsu ile okusalardı daha hoş bir te'sîr husûle getirecek diye düşündüm. Ders bitti. Ba'de’z-zikr şeyh odasına avdet buyurdular. Yüzüme bakarak:

Evlâdım! Biz lafızdan ma’nâya intikâl ettik. Onu şive-i mahsûsu ile elfâzı üzerinde dinlemek isteyenler Tönbekçi Acemlere gitsinler. Biz bu kadar okutabiliriz. Hoş görmeli sinnim ilerledi. Esâsen okuduk, okuttuk, unuttuk.” dediler.

Kalbimden geçen hâli yüzüme çarptılar. Meyvenin hâlâ kışrında dolaştığımdan dolayı ta'zîr buyurdular. Kerâmet-i irfâniyyelerini setr için mahviyyet gösterdiler.

Yine bir gün cem'iyyet-i zikr esnâsında zâkirbaşı Şeyh Cemâl Efendi, Hz. Mısrî-i Niyâzî’nin,

       Halk içre bir âyîneyim herkes bakar bir ân görür

       Her ne görür kendi yüzün ger yahşı ger yaman görür

       Ol dilber-i mehdî adı sükker dürür halka tadı

       Mısrî çeker bu mihneti ol râhat-ı Rahmân görür

           

gazelini durak hâlinde okumuş idi. Okurken bunun ma'nâsıyla  kalben çok meşgûl oldum. Devrâna kalkıldı. Azîzim ortada devrânı idâreye başladı. Yakası terden kirlenmiş bir entariyi hâmil idi. Kalbimden geçti, “Bugün Perşembe’dir. Azîzim devrânda  halk arasına çıkacak diye ailesi buna niçin temiz bir entâri giydirmediler.” diye âsâr-ı teessür gösterdim.

Ba'de’z-zikr şeyh odasında oturduk. Dâmâdları Hazmî Efendi’ye hitâben, “Yukarıda kitapların arasında Hz. Sezâî efendimizin Dîvân-ı şerîfleri vardır. Getiriniz.” diye emîr buyurdular. Dîvân geldi. Bendenize verilmesini emr etti. “Oğlum! Onun nihâyetinde Hz. Mısrî efendimizin : ‘Halk içinde bir âyineyim’ nutku şerhi vardır. Onu oku.” buyurdular.

Cehren okumaya başladım. Sırran okunmasını emr ettiler. Okudum. Fakat okurken iki türlü keşfin /212/ karşısında kaldığımı idrâk ettim. Biri Cemâl Efendi, durağı okurken ma’nâsında iliştiğim noktalardı ki, azîzim onu keşf etmiş. Fakîri o müşkilden kurtarmak için Hz. Sezâî lisânıyla şerh ettiriyordu. Dîğeri devrânda yakasının kirine taallukum hasebiyle nutk-ı  Hz. Mısrî’ye göre, azîzim lisân-ı hâli ile ihtâr buyurmuş oldu ki:

Evlâdım! Ben bir mir’ât-ı mücellâ-yı hakîkat olmuşum. Bir insân aynaya baktığı zamân üzerindeki elbise ne hâlde ise kendini öyle görür. Senin o entârinin yakasının kirine taallukun, kendi kirli düşüncelerinden başka bir şey değildi. Benim böyle kirli libâsıma taallukun kendi noksânındır. Dâire-i edebe gel. Eşyânın sûretinden hakîkatına gel. Sûret-perest olma. Lafızdan kurtul, ma'nâyı bul.”

Bu bir irşâd ve bir kerâmet idi. Huzûrlarında gaşy oldum.

Yine bir gün huzûrlarına girdim. Mübârek yed-i mürşidânelerini öptüm. Emr ettiler, bir kenâra oturdum. “Bizim Behcet Dede bu gün bir garîb hâlde bulundu. Geldi, tâm elimi öpeceği zamân geri çekildi. Tekrâr geldi, öptü. Bu vaz'iyyetinin sebebini sordum. “Efendim! Elinizi abdestsiz öpmediğim gibi, Besmelesiz dahi öpmezdim. Nasılsa bu gün gaflet ettim. O gafleti izâle için çekildim, Besmele-i şerîfeyi tezkâr ederek öpmek üzere ikinci def'a bir harekette bulundum.” dedi. Vâkıa şahsımda hiçbir kıymet, ehemmiyet yoktur. Lâkin şeyhine insân böyle nazar etmeli; böyle râbıta-bend olmalı.

 Bir Kur’ân-ı sâmıt vardır. Bildiğimiz mesâhif-i şerîfedir. Bir de Kur’ân-ı nâtık vardır, mürşidlerdir.  Onlar hakâyık ve serâir-i Kur’âniyye’yi mürîdlere tefhîm ederler. Mesâhif-i şerîfe kırk yıl rafta dursa sâkittir. Onun mevzûunu bildirenler mürşidlerdir. Demek ki mürşidler hâmil-i esrâr-ı Kur’ân’dır. O sebeble onlara Kurân-ı nâtık demişler. Mushaf-ı şerîf hakkında, esteîzü bi'llâh (لَّا يَمَسُّهُ إِلَّا الْمُطَهَّرُونَ)[87] buyrulmasına bakılırsa, Kur’ân-ı nâtıka dahi abdestsiz, Besmelesiz messetmek câiz olamaz. Bizim Behcet Dede’de bu esrâr tecellî etmiş, takdîr ettim.” buyurdukları zamân hîcâbımdan yerin dibine  geçecek oldum, ter içinde kaldım.

Zîrâ sonradan tahattur ettim ki, tecdîd-i vuzû’ edecek, sonra huzûr-ı Hazret’e varacaktım. Ammâ azîzimi görünce meserretimden tecdîd-i vuzûu unuttum. Abdestsiz idim. Hz. Şeyh Behcet Dede’yi siper ederek bu ayb ve kusûrumu yüzüme çarpmış, dâire-i intibâha da'vet etmiş oldular. Bir daha böyle bir gaflete dûçâr olmamak üzere hânkâha dâhil olmazdan evvel tecdîd-i vuzûa devâma başladım. Bu yoldaki menâkıb çok ve uzundur.

Söz uzanır ger kalanın der isem’ diyen nâzım-ı Mevlidi’n-Nebî Süleymân Efendi’nin meşrebine ittibâ’ ile ihtiyâr-ı sükût ile esâsen mevzûumuza geçelim.

/213/                      Ol güzel cânânın aşkı cevher-i cândır bize

       Âşık-ı şeydâsı olmak mâye-i şândır bize

       Kalbimiz envâr-ı aşka ma’kes olmuşdur bizim

       Dâimâ pür-zevk u şevkız Hak nümâyândır bize

       Pîrimiz ser-tâcımız burhânımız cânânımız

       Reh-nümâ-yı Hak Hüsâmeddîn Sultândır bize

       Neş’e-i aşk ile düşdük hâk-pâ-yı mürşide

       Şeyhimiz ihsân-ı Hak’dır nûr-ı Yezdân’dır bize

       Feyz-i Sâfî-i ilâhî mazharıyuz çok şükür

       Bir nigâh-ı iltifâtı ayn-ı ihsândır bize

       Aşk ile devrân ider ez cân u dil zikr eyleriz

       Cezbe-dârız aşkımız mir’ât-ı cânândır bize

       Cümleten Uşşâki’yiz hep olmuşuz Vassâf-ı aşk

       Âşıkız ma’şûka-i vicdânımız cândır bize

Azîzim müderrisîn-i fâzıladan olmakla berâber tarîk-ı sûfîye meyl ü muhabbeti ve eâzım-ı sûfiyyûnun meslek ve meşreblerini tahsîn ve onların nutuklarındaki hakâyıkı ta'yîn etmek sûretiyle ittihâz buyurdukları mesleği i'tibârıyla sâir müderrislerin nazar-ı hayretini  celb etmekten hâlî kalmamıştır.

Ulûm-ı zâhirenin ta'yîn ettiği hatt-ı hareketin hâricinde bir mesleğe sâlik olduğu nazariyyesi müderris arkadaşlarını dûçâr-ı buht etmiştir. Bir kimse yalnız müderris olmak, ulûm-ı mürettebeyi tedrîs etmekle vâkıf-ı her-şey olamayacağından gâfil olan, ilm-i tasavvufu şerîat hâricinde bir yol bilen zevât, azîzimin böyle meslek-i sûfîde bulunmasını bir türlü havsalalarına  sığdıramazlar.

Mürşidi, Muhammed Fahreddîn-i Himmetî, ilmen azîzimin derecesinden çok dûn iken azîzimin ona teslîm olmasını, onun huzûrunda mertebe-i hîçîde bulunmasını, dergâh günleri Fahrî azîzin kapısında ayakta müheyyâ-yı emr ü hizmet durmasını bir türlü zihinlerine aldıramayanlar, muhakkak bildim ki hakîkatın ne olduğunu bilmeyen erbâb-ı hîcâb u gaflettir. Asıl hüner o ilm, o fazîlettir. O dehâya sâhib olduğu hâlde bunların hepsini hicâb farz ederek, ber-taraf etmek mürşide bi-hakkın teslîm olmak, onun her hâlinden bir şemme-i hakîkat, her sözünden bir bû-yı ma'rifet bulmaktır.

 (وَفَوْقَ كُلِّ ذِي عِلْمٍ عَلِيمٌ)[88] Bezm-i vahdette ne ilm ü ne alîm isterler. Zâhir-i ilmin fevkında neler var neler var. Hüner sûretten hakîkata yol bulmak. Kendinde muhayyel olan varlığı gidermektir.

Azîzim Manastır’da bulunduğu zamân Fazlı Paşa nâmında bir vâli,  uluvv-ı kadr ü kıymetini takdîr eder. Çeşme-i füyûzât-ı ârîfânesinden müstefîd olur ve halkın da bu mâide-i ilâhiyyeden nevâle-çîn olmasını ârzû edermiş.  Câmi'-i şerîfte ârzû ve ilhâh üzerine va'za çıkmışlar, halk külliyetle rağbet göstermiş. Bir zâhir-perest müderris de va'z eder, ona halka-i va'zına kimse rağbet etmemesinden haset, rekâbet hisleri uyanmış. Azîzimin aleyhinde atıp, tutmaya başlamış. Memlekette âdetâ ihtilâl çıkacak bir hâl zuhûra gelmiş idi. Bu hâller hep erbâb-ı hîcâbın kârıdır. Onlar hakîkat-bîn /214/  olamazlar. Müderris nihâyet dûçâr-ı ye’s ü hüsrân olmuştur.

Bir zamânlar erbâb-ı hased azîzime, “Gulât-ı sûfiyyedendir.” demeye bile  kalkışmışlardır. Lisân-ı dürer-bârı, mağz-ı Kur’ân; vücûd-ı şerîfi nûr-ı irfân olduğunu idrâk edememişlerdir. Bu vak’alar hep erbâb-ı kemâlin başına gelmiş şeylerdir.

       Erbâb-ı kemâli çekemez nâkıs olanlar

       Rencîde olur dîde-i huffâş ziyâdan

Ekâbir-i meşâyıh-ı Nakşibendiyye’den Ahmed Hüsâmeddîn Efendi hazretlerinin azîzim hakkında çok büyük takdîrâtları vardır. “Meşâyıh içinde Mustafa Sâfî Efendi hazretleri mümtâz ve serfirâz olmuştur.” buyururlar imiş. Hâlen müşâbehet-i vechiyye dolayısıyla büyük azîzin sânîsidir. Son zamânlarında yaşlarının yetmişe karîb olması bir çok gavâil-i hayâtiyyenin taht-ı te'sîrinde kalmış bulunması hasebiyle vücûdça za’f-ı pîrîye mübtelâ olduklarından bir yere çıkamıyorlardı.

Bir vakitler çıkarlar ve ba'zı dergâhlara, hânkâhlara giderler, cem'iyyetlerde bulunurlar idi. İnzivâ-yı hayâtları zuhûra gelince meşâyıh-ı zamân ve merâsim-perverândan hiç biri hânkâh-ı Hz. Pîr’e  gelmez olmuşlardır.

Bir gün fakîr bu bâbta bahs açtığımda, “Evlâdım! Meşâyıh-ı kirâm hazerâtı bize grev yaptılar. Fi'l-hakîka semtimize uğramaz oldular. Ne yapalım ma'zûrum, alîlim, ihtiyârım. Gidecek hâlim yok. İçlerinde muhabbet-i kâmile sâhibi olanların iltîfâtına mazhar oluyoruz. Gelmeyenlerin muhabbetini de kalbimizde taşıyoruz. Sûretten ziyâde sîret, merâsimden ziyâde ihlâs makbûlümüzdür. Gelen de gelmeyen de sağ olsun. Cümlesine hürmet, muhabbet.” buyurdular.

       Bilinmez kıymeti rûşen-dilânın vakt-i feyzinde

       Güneş tâ batmadıkça zulmet-i leyl âşikâr olmaz

1344/(1928) senesinde mahdûmu Cemâl Efendi zihnen hastalanmış Dâru’ş-Şîfâ’da taht-ı tedâvîye alınmış idi. Azîzimi bir kat daha vücûdça bîzâr eden esbâbtan en mühimmidir. Mahdûmunun lehü’l-hamd sekiz ay kadar tedâvîden sonra iâde-i âfiyet etmesi kendilerine medâr-ı tesellî olmuştur.

Tahrîr-i âsâra meyl etmemişlerdir. Dâimâ tetebbu’-ı âsâr ile ale’l-ekser Âşık Yûnus Dîvânı ile dem-güzâr idiler. Mütâla'asız vakitleri yoktur denilebilirdi. Vuzû’-ı dâim üzere olup, mücâhedeleri azîmdir. Taassubları olmayıp herkesin hâline göre tenezzülleri vardır. Sohbetleri pek latîfti.

Gül yüzlü, güzel sözlü, pâk özlü idi. Beyâz sakalı, arâkiyye üzerine sardıkları yeşil sarıkları sîmâ-yı dil-firîbine bir kat daha revnak-fezâ idi. Hiddetleri gayr-i vâki' olup, meşrepleri celâlden ziyâde cemâle nâzırdı.

       Bâb-ı irfân u füyûzunda bu âciz Vassâf

       Hâki zer eyleyecek nazra-i Hak-bîn ister

       Şeyhimin kadrini takdîr idemem aczim var

       Anı hakkıyla gören dîde-i Hak-bîn ister

İrtihâllerine pek karîb zamânda yazıp göndermişlerdi:

Elif-veş zât-ı Hakk’a vâkıfın hâli sükûnetdir

Sıfat ehli teberrük-kerdedir andan benâm diler

                      *     *     *

/215/               Şeyhimiz mürşidimiz Mustafa Hilmî Sâfî

       Yazılır sîne-i Uşşâk’a anın evsâfı

       Düşürür acze hakîkatda niçe Vassâf’ı

       Feyz ü ikrâm-ı Hudâ pîrimizin eltâfı

       Bülbül-i gül-şen-i Sultân Hüsâmeddîn'e

                                                           -    -    -

Fakîre yazdıkları bir mektûbtur:

            “Hüve’l-Muîn

es-Selâmü aleykum ve rahmetu'llâhi ve berekâtuh.

Ah-ı fi'llâhım!

Lehü’l-hamd âfiyetteyiz. Mahdûm Molla Cemâl ve kerîmeniz lehü’l-hamd kesb-i âfiyet etmek üzeredir. Devr-i nekâhettedirler. Hak erenler cümlenizi mahfaza-i hıfzında mahfûz ve sırr-ı âfiyette dâim buyursun, âmin bi-câh-i Seyyidi’l-mürselîn.

Cem'iyyet-i müteyemminede bir şukka ile iş’âr buyurduğunuz hakîkat yüz gösterdi. Deryâlarda bile cezr ü med eksik değil. Hüve’l-Kâbıd ve’l-Bâsıt bir zarf derûnunda, (من ذا الَذى يُقْرِضُ اللّهَ قَرْضًا حَسَنًا...)[89] âyet-i celîlesinin  muktezâsını irsâl u  inâyet buyurasınız.  Zîrâ Kur’ân-ı sâmıt, Kur’ân-ı nâtıkı tefsîr ü beyân için nâzil olmuştur.

(الرَّحْمَنُ عَلَّمَ الْقُرْآنَ)[90] Müşâhedâtınız hâzır ise bir zarf derûnunda irsâl buyurunuz.

Ve’s-selâmü alâ meni’t-tebea’l-hüdâ.  20 Kânûnsâni 1336/(1920).

                                                                                   el-Fakîru’l-Hakîr Mustafa Sâfî”

            Azîzimin yazısıdır. Hastalıkları zamânında bir gün yazıp mahdûmum Suâd’la fakîre göndermişlerdi. O sırada hâlen biraz taşkınlığım vardı. İrşâd-nâme yerine geçti.

Nutuk, Olanlar şeyhi İbrâhîm Efendi halîfesi Kütahya’da medfûn Şeyh Sun’u'llâh-ı Gaybî hazretlerinindir.

       Ne meczûb-ı ilâhî ol şerâyi’da kusûr eyle

       Ne mahbûb-ı  ilâhî ol hakâyıkda küsûr eyle

       Ne mest ol aşk ile dâim ne ayık ol bu gafletle

       Miyân-ı zühd ile  irfânı cem' eyle ubûr eyle

       Ne hâli ko ne kâli ko ola gör mecmau’l-bahreyn

       Tenin şer’a muvâfık kıl dilin sırra kubûr eyle

       Celâl ile cemâlin imtizâcındadır âlem

       Bu dehr içre ne mahzûn ol dem-â-dem ne sürûr eyle

       Bu kesret zehrine mahlût olupdur sekr ü hiddet

       Aceb ma’cûn-ı ekberdir yiyüp Gaybî huzûr eyle

Silsile-i Tarîkatı :

Şeyh Mustafa Hilmî-i Sâfî Efendi – Şeyh Muhammed Fahreddîn-i Himmetî Efendi – Şeyh Muhammed Emîn-i Tevfîkî Efendi – Şeyh Hüseyin Hakkî Efendi – Şeyh Ömer-i Hulûsî Efendi - Şeyh Muhammed Tevfîk Efendi – Şeyh Ali el-Gâlib el-Vasfî Efendi – Şeyh Muhammed Zühdî Efendi – Şeyh Abdullâh Salâhaddîn-i Uşşâkî – Şeyh Seyyid Muhammed Cemâleddîn-i Uşşâkî – Şeyh Muhammed Hamdî-i Bağdâdî – Şeyh Sıdkî Osmân Efendi – Şeyh Abdülkerîm Efendi – Şeyh Halîl Efendi – Şeyh Muhammed-i Keşânî – Şeyh Âlim Sinân Efendi – Şeyh Ömer-i Karîbî – Şeyh Seyyid Memicân Efendi – Hz. Pîr Hasan Hüsâmeddîn-i Uşşâkî  (Kuddise sırrûhu’l-Bâkî).

Hz. Pîr’den azîzime kadar olan ehl-i silsileyi bir târîhte nazmen yazmıştım. Hâtıra-i dervîşâne olsun diye yazıyorum:

       Hüsâmeddîn-i Uşşâkî Hudâ’dan lutf u ihsândır

       Semâ-yı aşk u irfâna muallâ bedr-i tâbândır

       Tulû’ itmiş kemâl-i aşkla burc-ı Buhârâ’dan

       Kulûb-ı ehl-i hâl müstağrak-ı envâr-ı rahşândır

       Mübeccel muhterem cidden mükerrem Pîr-i âlîdir

       Tabîb-i derd-i aşkdır şârih-i esrâr-ı irfândır

       Vücûd-ı mekremet-efzûdu bu şehre saâdetdir

       Münevver ravzası dâim metâf-ı ehl-i vicdândır

       Odur gencîne-i esrâr u hikmet server-i uşşâk

       Feyiz-bahşâ-yı cândır kutb-ı Ekrem pîr-i devrândır

       Odur ser-defter-i ehl-i hakîkat ârif-i bi'llâh

       Odur gül-zâr-ı aşkın bülbülü rûh-ı mürîdândır

       Bütün âfâkı tutdu şöhret ü şân u kerâmâtı

       Hakâyıkda dakâyıkda misâl-i bahr-ı ummândır

       Tarîkından nice ehl-i velâyet çıkdı meydâna

       Husûsan peyrev-i pîr-i tarîkat Şeyh Memicân’dır

       Teselsül eyliyor ber-vech-i âtî nesl-i Uşşâkî

       Cenâb-ı Şeyh Ömer Âlim Sinân nûr-ı edîbândır

       Cenâb-ı Şeyh Muhammed’le Halîl Abdülkerîm Sıdkî

       Muhammed Hamdi-i Bağdâdi ayn-ı âb-ı hayvândır

       Cenâb-ı Şeyh Cemâleddîn-i Uşşâkî ziyâu’l-Hak

       Tarîk-ı ehl-i zikre bir çerâğ-ı pertev-efşândır

       Bu zât-ı muhterem ilmen ve irfânen mükemmeldir

       Güzel bir sâhib-i Dîvân marîz-ı aşka dermândır

       Serâir bahrının dürrü Salâhaddîn-i Uşşâkî

       Ana sırran ve hem sıhran karîn bir kâmil insândır

       Nesîm-i feyz-i Şeyh-i Ekber esdikçe olup hayrân

       Hakâyık âleminde andelîb-i bâğ u bustândır

       Uyûn-ı ehl-i aşkın nûr-ı mevfûru’s-sürûrudur

       Şehâdet eyliyor âsârı kim  bir ma’rifet kândır

       Salâhu’d-dîn ü ve’d-dünyâ olan ol zât-ı âlî-câ

       Garîk-ı bahr-ı rahmet nâil-i eltâf-ı Yezdân’dır

      

       Cenâb-ı Şeyh Muhammed Zühdî-i Ârif’le mahdûmu

       Ali el-Gâlibü’l-Vasfî iki merd-i kerîmândır

       Hafîd-i Zühdî-i Ârif Cenâb-ı Şeyh Tevfîk’dır

       Visâl-i yâr ile dil-şâd olan bir şeyh-i zî-şândır

/216/        Tarîk-ı aşkda şöhret-fezâ bir rehber-i Hak-bîn

       Cenâb-ı Şeyh Hulûsî âşık-ı şeydâ-yı cânâdır

       Hüseyn Hakkı Efendi olmasıyla peyrev-i irşâd

       Dinildi şân-ı âlîsinde şem’-ı bezm-i yârândır

       Şuâ’-ı şems-i Hakkî’den münevver zât-ı dil-âgâh

       Cenâb-ı Şeyh Emîn-i pür-himem temdîha şâyândır

       Müeyyed sırrıdır kutb-ı zamânın ârif-i bi'llâh

       Anın kalbinde envâr-ı Hudâ dâim fürûzândır

       Mübârek vech-i pâkinden göründü âlem-i esrâr

       Bütün erbâb-ı aşk dergâhına her ân şitâbândır

       Ne zevk-bahşâ ne rûh-efzâ ne âlî mürşid-i Hak-bîn

       Emîn-i sırr-ı Haydar’dır harîm-i hâl-i pîrândır

       Halîmdir pek selîmdir tab’-ı pâki hayra mâildir

       Edîb-i nükte-pîrâ sâlik-i râh-ı azîzândır

       Bu zâtın peyrev-i irfânı Şeyh Fahrî Efendi’dir

       Tarîk-ı aşk-ı Hak’da reh-nümâ-yı semt-i irfândır

       Uyûn-ârâ-yı cândır nûr-ı rû-yı tâb-efzâsı

       Enîs-i rûh-ı Vassâf âşık-ı mahbûb-ı Sübhândır

       Cenâb-ı Mustafâ Sâfî Efendi nûr-ı Fahri’dir

       Semîhu’l-kalbdir erbâb-ı aşka Hak’dan ihsândır

       Cenâb-ı pîr-i Ekrem himmetiyle post-nişîn oldu

       Mübârek hânkâhın hâdimi bir sâhib-i ândır

       Ki oldur çâre-sâzım hem tabîb-i kalb-i pür-derdim

       Ki oldur bülbül-i gül-zâr-ı irfân nûr-ı dîvândır

       Ki oldur âfitâb-ı meşrık-ı irşâdım ey cânım

       Gönülden arz-ı ta'zîmât u tekrîmâta çesbândır

       Hudâ sıhhatda dâim itsin ol nûr-ı mürîdânı

       Kulûb-ı ehl-i aşka doğrusu sermâye-i şândır

       Meded-hâh oldu kemter bendesi Vassâf-ı bî-evsâf

       Cenâb-ı Pîr-i dest-gîr bunca ehlu'llâha Sultândır

           

Tarîkat-ı aliyye-i Uşşâkıyye Hz. Pîr-i dest-gîrimizden i'tibâren intişâra başlayıp bir zamânlar yalnız İstanbul’da ondokuz Uşşâkî Dergâhı uyanmış idi. Hattâ Yenikapı Mevlevîhânesi hakkındaki bir eserde okuduğuma göre Macaristan’ın taht-ı idâre-i Osmâniyye’de bulunduğu zamân Kanije muzâfâtından Peç nâm şehirde bile bir Uşşâkî Dergâhı te'sîs olunup, meşîhatına meşâyıh-ı aliyye-i Uşşâkıyye’den Peçevî Mustafa Efendi nâm zât ta'yîn olunmuş idi.

Şeyh Peçevî Mustafa Efendi

Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi Ârifî yahut Peçevî Ahmed Dede’nin pederidir. Ahmed Efendi bir nev-nihâl-i hadîka-i Halvetiyye-i Uşşâkıyye iken feyz-i Hz. Mevlânâ onda gâlib olup, terbiye-i bağbân-ı Mevlevî ile hakîkaten bir şecere-i aliye-i müsmire olmuştur. Mevlevîler bahsinde zikri vardır.

Müşârünileyhin târîh-i rıhleti 1137/(1725) olmakla tabîî pederinin irtihâl târîhi daha eskidir. Macaristan idâremizden çıktıktan sonra tabîî tekke dahi mahv olmuş olacağından bize ancak bir hâtıra-i fâhire-i târîhiyyesi kalmıştır.

Bu zât-ı muhteremin, kütüphâne-i âcizânemde Şerh-i İlâhî-i Atvâr-ı Seb’a nâmıyla bir risâlesi vardır. Baş tarafında silsile-i tarîkatı şöyle muharrerdir:

Kutbu'l-ârifîn müctehid-i tarîkat Hz. Ümmî Sinan Efendi - Cenâb-ı Şeyh Mücâhid Hüsâmeddîn-i Uşşâkî – Şeyh Muahmmed-i Belgradî – Şeyh Mustafa Uşşâkî – Şeyh Emrullâh-ı Bursevî – Şeyh Mustafa Efendi-i Peçevî.

Üsküdar’da Selîmağa Kütüphânesi’nde Hüdâyî hazretleri kütüp-hânesi kısmında Târîh Faslı’nda 122 numaralı tomârda Hüsâmeddîn-i Uşşâkî’den sonra Şeyh Tâceddîn-i Karamânî, ondan sonra Şeyh Mustafa Efendi, ondan sonra Emrullâh-ı Bosnevî, ondan sonra Abdurrahmân-ı Aksarayî-i Budînî, sonra Mustafa Peçevî mezkûrdur. Doğrusu bu olmak gerektir. Emru'llâh, Bursevî değil, Bosnevî olmak lâzım geliyor.

Mustafa Peşçevî-i Uşşâkî’nin târîh-i rihleti Zi'l-ka'de 1110/(Mayıs 1699) senesidir. Âsitâne-i Uşşâkıyye’de seccâde-nişîn olan zevât-ı kirâmdan Boşnak Mustafa Efendi ile (s.200) pîrdaştır. Hüsâmeddîn Efendi b. Mustafa’nın şeyhidir. Zannedersem Emrullâh-ı Bosnevî, Şeyh Mustafa olup başkası değildir.

Son samanlarda Afrikâ-yı Cenûbî’de Tarîk-ı Uşşâkî intişâr etmiştir. Lutf-ı ilâhî ve feyz-i risâlet-penâhî ve himem-i evliyâu'llâh neler yapmaz.  Cava’da Ali Dede nâmında bir Uşşâkî müntesibi tarafından neşr-i feyz-i tarîkat edilmiş ve Mekke-i Mükerreme’ye gelen Cava hacıları meyânında tarîk-ı feyz-refîk-ı Uşşâkî müntesibleri görüldüğünü naklen azîzim beyân buyurmuştur.

Azîzimin irtihâli:

 1344 senesi Şevvâl’inin yirmi ikinci Çarşamba (5 Mayıs 1926) günü dâmâdı Hazmî Efendi’ye müsâfireten gitmeye azm edip, âdetleri /217/ vechile iğtisâl ederken öğleden iki sâat evvel hücûm-ı dem-i dimâğî hastalığına tutularak üç gün mudarib olup, şehr-i mezkûrun yirmi beşinci Cumartesi gecesi nısfu’l-leylden bir sâat sonra azm-i âlem-i lâhût eylemişlerdir.

Techîz ü tekvîni Cumartesi günü icrâ olunmuş ve emr-i gaslini halîfe-i evveli Şeyh İzzet ve dâmâdı Şeyh Hazmî ve pîrdaşı Şeyh Mustafa Efendilerle muharrir-i fakîr ve halîfe Şeyh Osmân Efendi taraflarından kemâl-i ihtirâm ile îfâ kılınarak Pazar gecesi hânkâh-ı Hz. Pîr’de  bulundurulup, ertesi gün Kasımpaşa Câmi'-i Kebîri’nde öğle namâzını müteâkib salât-ı cenâze meşâyıh-ı Rufâiyye’den Şeyh Hâfız Fâik Efendi tarafından îfâ ve tezkiyesi icrâ olunarak cemm-i gafîr ile civâr-ı Hz. Pîr’de Baruthâne mezârlığında ihzâr olunan lahd-i mahsûsunda vedîa-i hâk-i gufrân kılınmıştır.

Âsitâneye defn olunamaması ahîren hükûmetçe umûm hakkında ittihâz olunan usûlden mütevelliddir. Garîbtir ki cenâzesinin tehlîl ile götürülmesine dahi mümâneat edilmiştir. Taraf-ı fakîrânemden güzel bir mezâr yaptırılmasına  muvaffakıyet hâsıl olmuştur. Üsküdar Mevlevî şeyhi Remzi Dede Efendi hazretlerinin söyledikleri târîh, seng-i mezârına hakkedilmiştir:

       Pîr Hüsâmeddîn-i Uşşâkî-i mahbûbu’l-kulûb

       Ka'be-i kûyun gönüller dâimâ eyler tavâf

       Âsitânı hizmetinde  sâbıkan Şeyh-i celîl

       Mustafâ Sâfî Efendi-i kemâlât-ittisâf

       Mevlidi Burdur ulûm u fazlda bir dür idi

       Mesnevî-hân ârif-i sırr-ı rumûz-ı kêf u kâf

       Bir zamân tedrîs ile tullâbı kıldı müstefîd

       Müstefîz itdi nice süllâkı bî-lâf u güzâf

       Ba’de-ez-in târîhini Remzî oku ihlâs ile

       Nezd-i Hakk’a Mustafa Sâfî Efendi gitdi sâf

                                         = 1344/(1926)(نزد حقه مصطفى صافي أفندي كيتدي صاف)

Bursa’da Mısrî Âsitânesi şeyhi Şemseddîn Efendi’nin söylediği târîhtir:

       Hânkâh-ı Pîr Hüsâmeddîn’de olmuş post-nişîn

       Mustafâ Sâfî Efendi itdi Firdevse hırâm

      

       Âlim ü fâzıl mükemmil şeyh-i vâlâ-şân idi

       Sâliki irşâd iderdi Hakk’a dâim subh u şâm

       Ârif-i esrâr-ı eşyâ vâkıf-ı sırr-ı meâd

       Nâşir-i feyz-i hakîkat vâris-i fahri’l-enâm

       Misli nâdir idi gelmez ona benzer bir daha

       Câmi'-i cümle kemâlât olmuş idi ol hümâm

       Zâhir ü bâtın tefeyyüz eyler idi sâlikân

       Himmet-i kudsiyyesiyle oldu nâkıslar tamâm

       Gasl idüp tâhir mutahhir muntazırken vuslata

       ‘İrciî’ fermânı geldi oldu derhâl emre râm

      

       Didi üçler Şemsî-i Mısri ana târîh-i tâm

       Mustafâ Sâfî Efendi kıldı lâhûtda makâm  

       (مصطفى صافي أفندي قيلدى لاهوتده مقام) = 1344/1926

Bursa’da Sa’dî Dergâhı şeyhi efâzıldan İsmâîl Hakkı Efendi’nin söylediği târîhtir:

       Hümâ-yı rûh-ı pâk Mustafâ Sâfî-i Burdurî

       Tecellî-i Cemâl oldukda uçdu ber-murâd oldu

       Mesâib-dîde-gânı firkatinden ağladı pek çok

       O vuslatla telezzüz itdi güldü kâm-yâb oldu

       Gelüp bir zât didi târîhini ve hüve mağfûr’*

       Okusun Fâtiha İhlâs ile bil rûhu şâd oldu 

                                                                                                )وهو مغفور(

Bilecik maârif müfettişi Hâfız Nûri Efendi’nin söylediği târîh:

         Nûri ihlâs ile oku târihini âh idüp

         Hû diyüp göçdü cihândan Şeyh Sâfî eyvâh

                                                    )هو ديوب كوجدى جهاندن شيخ صافي ايواه(

Meşâyıh-ı Gülşeniyye’den Şehrî Efendi’nin târîh-i mücevheri :

       Göçüp bezm-i Mevlâ’ya mutahhar  Şeyh Uşşâkî

                                                           )كوجوب بزم مولايه مطهر شيخ عشاقي(

Dîğer:

       Be-şeyh-i Mustafâ Sâfî Hû Hû

                                                                       )بشيخ مصطفى صافي هو هو(

İrtihâl :

Fâtih mücîz dersiâmlarından Burdurlu Hoca Mustafâ Efendi irtihâl-i dârı bakâ eylemiştir. Na’ş-ı mağfiret-nakşı bugün Kâsımpaşa’da sâbık Uşşâkî Dergâhı’ndan kaldırılacak Kâsımpaşa Câim’-i Kebîri’nde namâzı ba’de’l-edâ medfen-i mahsûsuna defn edilecektir.[91] 

Şeyhimiz merhûmun, "Kutbu’l-edeb" diye telkîn eylediği İbnü’l-Emîn Mahmûd Kemâl Beyefendi irticâlen söylemiştir:

         Hakk’a âşık Hakk’a sâdık bir safiyyü’l-kalb idi

         Râh-ı Hak’da cân virüp cân buldu Sâfî Mustafâ

Muharrir-i fakîr beyitler ilâvesiyle şu manzûmeyi vücûda getirdim:

         Hazret-i Şeyh Mustafâ Sâfî -i pür-zevk u safâ

         Bülbül-i gülşen-sarâ-yı aşk ol mihr-i vefâ

         İlm ü irfân sâhibi gâyet beşûşü’l-vech idi

         İsr-i pâk-i evliyâu'llâha itdi iktizâ

         Hüsn-i sîret hem fazîlet sâhibi bir zât idi

         Pek kanâat-kâr idi az şeyle kıldı iktifâ

         Şöhret ü şândan be-gâyet müctenib bir merd idi

         İnzivâyı pek severdi şeyh-i sâhib-ihtifâ

         Hazret-i Kutbu’l-edeb nazmen didi Vassâf’ına

         Râh-ı Hak’ta cân virüp cân buldu Sâfî Mustafâ

Muharrir-i fakîrindir:

         Hazret-i  Mustafâ Sâfî-i velî-i allâme

         Vâkıf-ı sırr-ı Hudâ hâsılı bir fehhâme

        

         İlm ü irfânı ile oldu ser-efrâz-ı şüyûh

         Yazamaz vasfını hakkı ile her bir hâme

         Şeyh-i pür-hikmet idi ârif-i sırr-ı Kur’ân

         Âkibet eyledi tebdîl-i hayât-ı câme

         İftirâkı ile yanmakda kulûb-ı uşşâk

         Elem-i hasreti müstevliye subh u şâme

         Kalb-i Vassâf’a sünûh itdi bu târîh-i tamâm

         Göçdü ukbâya azîzim bi-fuyûz-ı tâmme

                                                          )كوجدى عقبايه عزيزم بفيوض تامه(

Hulefâ-yı Mevleviyye’den Tâhir Bey Efendi’nindir:

       Matla’-ı envâr-ı esmâ şeyhimiz

       Mazhar-ı zât-ı müsemmâ şeyhimiz

       Câ-nişîn-i Pîr-i Uşşâkî iken

       Rehber-i ma’şûk-ı a’lâ şeyhimiz

       ‘İrciî’ fermânını gûş itdi de

       Kıldı terk-i bezm-i dünyâ şeyhimiz

       Oldu ‘’-yı kevni ıtlâk eyleyüp

       Lâ-mekân pervâz-ı ‘illâ’ şeyhimiz

       Kenz-i mahfî oldu cismen hâkde

       Rûhu sâfî vü muallâ şeyhimiz

       Lutf-ı Rabbânîyle olsun dâimâ

       Vasla meclâ-yı mücellâ şeyhimiz

       Bizleri şâdân-ı feyz itsin yine

       Rûhan oldukça mutarrâ şeyhimiz

       Rıhleti târîh mücevher-dârıdır

       İtdi azm-i râh-ı Mevlâ şeyhimiz    

                                                       = 1344  ) ايتدي عزم راه مولا شيخمز(

Azîzimin intikâlinden husûle gelen fart-ı teessürle söylediğim manzûmedir:

       Ye’s  u figân u âh-ı cângâh

       Eyvâh bu mübtelâya eyvâh

       İskeşte piyâle-i sabûhum

       Rîzân şode neşve-i fütûhum

       Dök eşk-i gumûmu artık ey göz

       Kim kaldı bu tıfl-ı rûh öksüz

       Hak nezdine çün ki da’vet itdi

       Şeyhim de ona icâbet etdi

       … vâkıa oldu kim zarûrî

       Yakdı dilimi firâk-ı sûrî

       Dîdârı safâda dih-dilimdi

       Bilmem ki bilir misin o kimdi

       Allâme-i  asr idi azîzim

       Fehhâme-i dehr idi azîzim

       İsmi idi Mustafâ-yı Sâfî

       Zâtı ise dürr-i nâb-ı sâfî

       Olmuşdu idi cihânda dest-gîrim

       Dünyâda vü âhiretde pîrim

       Olmuşdu kelâm-ı Hakk’ı hâmil

       Her demde olurdu hakkı kâil

       Olmuş idi ayn-ı nûr-ı rahmet

       Süllâk-ı tarîka misl-i ni’met

       Kâlinde coşardı ayn-ı hikmet

       Hâli görünürdü mahz-ı rahmet

       …de-ı vefâ idi o

       Zehhâr-ı yem-i safâ idi o

      

       Tedbîr ü tevessülünde âmil

       Teslîm ü tevekkülünde kâmil

       Dünyâ hevesine dirdi hülyâ

       Hiç yokdu gözünde kadr-i dünyâ

       Mestûr idi o mihr-i irfân

       Olmuş idi sanki  rûh-ı devrân

       Hakkıyla görenler itdi îmân

       Erbâb-ı kulûba virdi îkân

       Meş’al-keş-i şâhrâh-ı vahdet

       Gösterdi hesâbsız kerâmet

       Sulhiyyet-i şâmile içinde

       Mahviyet-i kâmile içinde

       Zevki var idi müdâm cândan

       Almışdı koku meşâm-ı cândan

       Ser tâ-be-kadem ulûma mazhar

       Dünyâyı bilirdi ayn-ı ma'ber

       Olmuş idi şems-i Hakk’a nâzır

       Manzûr ona ekmelü’l-menâzır

       Vâkıf idi vahdet-i vücûda

       Meyyâl idi her zamân sücûda

      

       Va'llâhi vücûdu nûr-ı Hakdı

       Sâliklere mürşid-i ehakdı

       Bilmişdi kemâl-i aşkı el-hak

       İsterdi cemâl-i Hakk’ı mutlak

       Hem mazhar idi kemâl-i Hakk’a

       Hem manzar idi cemâl-i Hakk’a[92]

      

       Tâbi' idi sünnet-i Rasûl’e

       Rehber idi tâlib-i vusûle

      

       Dil-dâde-i sâdık-ı Muhammed

                 Pervâne-i pür-furûz-ı Ahmed

                 Âşık idi pîr-i Mevlevî’ye

                 Ârifdi nigâh-ı Mesnevî’ye

                 Bir peyrev idi cenâb-ı Şeyh’e[93]

                 Vâkıfdı bütün hitâb-ı şeyhe

                 Dîvânını Yûnus’un ser-â-ser[94]

                 Pür-zevk ile eylemişdi ezber

                 Nezdinde Sezâyi mu'teberdi[95]

                 Mısrî’yi de pek sever öğerdi[96]

                 Gâlib idi neşve-i salâhı

                 Mahbûb ona Hazret-i Salâhî[97]

                 Her lahza virirdi feyz-i eşvâk

                 Vicdânına pîr râh-ı uşşâk

                 Nâgâh ona gel didikde cân

                 Bin şevk ile gitdi vasla der ân

                 Cânân ile cânı hem-dem oldu[98]

                 Allâh bilir ne âlem oldu

                

                 Uçdu o hezâr-ı bâğ-ı irfân

                 Cevlângeh ona birûn-ı imkân

                 Firkat-zede oldu cümle diller

                 Hasret-zede oldu hep gönüller

                 Deryâ-yı melâle daldı gönlüm

                 Lutf-ı müteâle kaldı gönlüm

                 Zâhir olarak nevîn tecellî

                 Rabbim buyura beni tesellî

                 Kaldım der-i ilticâda hayrân

                 İmdâd ide Habîb-i Rahmân

                 Ey hâmi-i bî-kesân habîbim

                 Bir kimsesiz âcizim garîbim

                 Dünyâ bana oldu dâr-ı gurbet

                 Gönlüm ise dâğdâr-ı kürbet

                 Ey ümmete ma'nevî müdâvî

                 Mecrûh-ı derûnu kıl tedâvî

                 Olsun dile mültefit hitâbın

                 Ârâmı bu derd ü ızdırâbın

                 Bâbında durup bu abd-i Vassâf

                 İster ola feyz-yâb-ı eltâf

                 Dâim o der-i atâda dursun

                 Aşkın ile rûhunu doyursun[99]



[1]   “Bi’smi’llâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm.

Âlemlerin rabbine hamd olsun. Salât ü selâm da efendimiz Muhammed (a.s.) ve onun âl ü ashâbına olsun.

Yâ Rab! Gizli ve âşikâre olarak önceden işlediğimiz ve sonra işleyeceğimiz, bütün günahlarımızı bağışla. Çünkü Sen, onların hepsini bilirsin. Yâ Rab! Sen ezelîsin ve ebedîsin, Sen her şeye kâdirsin. Yâ Rab! Günahlarımızı ört, bizi dünyânın bütün sıkıntı ve belâları ile, âhiret azâbından kurtar. Sana şükr etmemiz, Seni zikr etmemiz ve Sana karşı en güzel ibâdetleri yapmamız için bize yardım et. Bizi bütün işlerimizde ıslâh eyle. Senden başka ilâh yoktur. Bizi, ana-babalarımızı, şeyhlerimizi, bütün kardeşlerimizi ve silsilemizdeki bütün zevâtı, nihâyet bütün Müslümanları bağışla.” (H) 

[2] Bu metin merhûm Şeyh Sultan Efendi’nin kabir taşına vefatı için yazılmış tarih manzumesidir:

En faziletli âlimin ilmi yok oldu. Lahitler onun nurunu bizden ayırdı. Rabbinin affını ümid ederek dâr-ı bakâya gitmekte acele etti. Rıdvan, onun vefatına tarih düşürdü Sultan cennetlerde dâimî olsun.

Burası, merhum Arslan oğlu Abdullah oğlu Dağıstanlı Şeyh Sultan’ın kabridir. 23 Şevval 1322’de yaklaşık olarakCuma sabahı saat 4’te vefat etti.

[3] “ Hamd, bizi buna eriştiren Alah’a mahsustur. Eğer Allah’ın bizi eriştirmesi olmasaydı biz hidayete eremezdik.” (7 A’râf Suresi, 43) Salât u selam, Kur’ân-ı Kerîm’de kendisi için, 47 Muhammed Sûresi, 19. ayette, “ Bil ki Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur….” diye hitab edilen yufka yürekli Muhammed (aleyhi’s-selâm)’a ve onun âline, ashâbına ve onlara tabi olanlara olsun. Zikr-i dâimî  ve habîbine salât ile, Cenâb-ı Hak’tan bizi ve ihvânımızı sevdiği ve razı olduğu yolda muvaffak eylemesini taleb ederiz.

Âciz, fâni ve günahkar bir kul olan Arslan oğlu Abdullah oğlu Muhammed Sultan el-Ömerî ed-Dağıstânî el-Halvetî der ki:

Senet ilmi bu ümmetin önem verdiği hususlardan biri olunca, senedi ezberlemek  ve ricâlini kaydetmek de aynı derecede önemlidir. Sâlih selef ulemâsı bu konuda çok gayret sarf etmişler çok parlak fikirler ortaya koymuşlardır. Böylece savaşçı için kılıç ne ise onlar için de sahih ve doğru senetleri ortaya koymak aynı olmuştur. Bazıları, “Sened, kendisiyle yüce menzillere ulaşılan bir merdiven gibidir.”  demişlerdir. İnsanın şeyhleri, dinde babaları gibidir. Kendisiyle Rabbi arasında vuslata eriştirendir. Bu bakımdan kişiye gereken onlara dua etmek, onların tesirli zikirlerini yapmak, onları övüp medh u sena etmek gerekir.

Müride lazım olan da tarîkattaki babalarını  bilmektir. Tarikattaki nesebini bilmeyen, kaybolmuş çocuk gibidir. Belki de babasından başkasına nisbette bulunan gibidir. Böyle kişiler Hz. Peygamber’in şu sözünün muhatabıdırlar. “ Babasından başkasına neseb iddiasında bulunana Allah lanet etsin.”

Bundan dolayı selef-i sâlihîn ve evliyâullah müridlerine babalarına karşı gösterecekleri âdâbı ve neseblerini öğrenmelerini istemişlerdir. Durum böyle olunca kardeşimiz Hacı Osman-zâde Hüseyin Vassâf’a – Allah onu kulları arasında muvaffak olanların tâcıyla taclandırsın ve herkesi bilgisiyle faydalandırsın –  İstanbul’da – Cenab-ı Hak bu şehri ve bütün İslam âlemini muhafaza buyursun - Halvetî Tarikatı’da zikir telkininde bulunduktan sonra, bu tarikattaki senedi de zikr etmemi istedi. Her ne kadar buna ehil değilsem de onu kabul ettim ve bu tarikatta kendisine icazet verdim. ….. Ben de bu  tarikat icazetini şeyhim ve üstâdı Şeyh Muhammed Saîd Efendi  el-Ferrâ eş-Şâmî’den aldım.

(Silsilenin bundan önceki meşâyıhı şunlardır):

-    Şeyh Alâeddin b. Es-Seyyid Muhammed Emin Âbidin,

-    Şeyh Muhammed el-Mehdî b. Ahmed ez-Zevâdî el-Mağribî,

-    Seyyid Ali b. İsa,

-    Seyyid Muhammed b. Abdurrahman el-Mağrıbî el-Ezherî,

-    Seyyid Muhammed b.  Sâlim el-Hafnî el-Mısrî,

-    Seyyid Mustafa b. Kamâleddin b. Ali el-Bekrî es-Sıddîkî,

-    Şeyh Abdullatif el-Halebî,

-    Şeyh Mustafa el-Edirnevî,

-    Seyyid Ali Karabaş Veli,

-    Şeyh Mustafa Muslihuddin el-Kastamonî,

-    Şeyh İsmail el-Çorumî,

-    Şeyh Muhyiddin el-Kastamonî,

-    Şeyh Şabân-ı Velî Kastamonî,

-    Seyyid Hayreddin-i Tokâdî,

-    Seyyid Çelebi Sultan ( Cemâleddin-i Halvetî),

-    Şeyh Muhammed el-Erzincânî,

-    Şeyh Celâleddin Yahya eş-Şirvânî,

-    Şeyh Sadreddin-i Hıyâvî,

-    Şeyh İzzeddin el-Halvetî,

-    Şeyh Ahi Emre Muhammed el-Halvetî,

-    Seyyid Ebû Abdullah Sirâceddin Ömer el-Halvetî,

-    Seyyid Kerîmüddin Ahi Muhammed b. Nûru’l-Halvetî,

-    Şeyh İbrahim Zâhid el-Geylânî,

-    Şeyh Muhammed Cemâleddin eş-Şirâzî,

-    Şeyh Şihâbeddin Muhammed-i Tebrizî,

-    Şeyh Ebu’l-Hasan Rükneddin Muhammed Nehhâs,

-    Şeyh Ebû Reşîd Kutbeddin el-Ebherî,

-    Şeyh Ebu’n-Necîb Abdülkadir b. Abdullah b. Muhammed el-Bekrî es-Sühreverdî,

-    Şeyh Ebû Hafs Ömer Vecîhüddin el-Kâdî el-Bekrî,

-    Şeyh Muhammed el-Bekrî,

-    Şeyh Abdullah Muhammed-i Dîneverî,

-    Şeyh Ebû Ali Ahmed Mimşad-ı Dîneverî,

-    Şeyh Ebu’l-Kâsım Cüneyd el-Bağdâdî,

-    Şeyh Ebu’l-Hasan Seriyyü’s-Sakatî,

-    Ebu’l-Mahfûz Ma’rûf Ali el-Kerhî,

-    Ebû Süleyman Dâvûd b. Nasîr-i Tâî,

-    Şeyh Habîb el-Acemî,

-    Şeyh Ebû Saîd Hasan b. Yesar-ı Basrî,

-    Hz. Ali b. Ebî Tâlib (Radıya’llâhu anh ve kerrema’llâhu vechehû),

-    Hz. Muhammed (salla’llâhu aleyhi ve selem) b. Abdullah,

-    Cebrâil (aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm),

-    Allah (Celle celâluhû).

Ben, Hüseyin Vassâf’a bütün hallerinde takvâlı olmasını, zikre devam etmesini, Hz. Peygamber’e cehren ve hafiyen, kalb ve lisan ile salavât getirmesini, Allah’tan başka hiçbir kimseye boyun eğmemesini  tavsiye ederim. Ayrıca kalbinin bütün müslümanlara karşı selîm olmasını, bütün işlerinde Allah’a tevekkül etmesini dilerim. Ayrıca halvetteki ve celvetteki sâlih dualarında beni ve zürriyetimi unutmamasını isterim. Yine bize ve bu silsileyi yazan kâtibine de hüsn-i hâtime dileyerek dua etmesini isterim.

Şâm-ı şerîf Askerî İ’dâdî İmamı Muhammed Sultan b. Abdullah b. Arslan ed-Dağıstânî  el-Halvetî. (H)

[4] Bismi’llâh ve’s-alâtu ve’s-selâmu alâ Rasûli’llâh!

Ben bu icâzeti okudum, aslıyla karşılaştırdım. Aslına uygun olduğunu gördüm. Cenâb-ı Hak, bu icâzeti verene ve icâzeti alana âriflerin fütûhatını nasip etsin ve nebîlerin sonuncusu olan Hz. Peygamber’in hürmetine kendilerini arzu ettikleri bütün hayırlara ulaştırsın.     Muhammed Saîd b. Es-Seyyid el-Ferrâ (H)

 

[5] Sâdık dost Hüseyin Vassâf Bey Hazretlerine!

 

Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun. İlâhî feyizlerin husûl bulduğunu ifade eden yazınızı aldım. Buna çok sevindik ve fazıl u kereminden dolayı Allah teâlânın vahdâniyetini ikrar ettik. Allah teâlâ takvânızı artırsın ve daha da ziyadesini versin. Evet! Mürîd-i sâdık ihlaslı bir şekilde zikirle meşgul olduğu zaman kendisine acâyip haller ve harikulâde şeyler görünür. Bu durum, kendisine Allah’ın fazlı olarak yapmış olduğu amellerinin karşılığıdır. Bu ister kalbini tatmîn için isterse imtihân için olsun. Ona gereken onları itibar etmemeli, onlarla gururlanmamalı. Aksi takdirde onlar onu maksadından alıkor. Bundan dolayı ârif-i bi’llâh olanlar şöyle demişlerdir:

“ Müritlerin feyizlerinin kesilmesine en büyük sebep, kendilerinde zuhûr eden kerametlerdir. Oysa en büyük keramet, her türlü tahrif ve tebdilden uzak tertemiz şeriatın hudûduna riâet etmek ve sünnet-i seniyeye ittiba etmektir. Size düşen  bu tehlikeli engellerden sakınmaktır. Allah’ın müminlere olan fazlı boldur. Nitekim âyette şöyle buyrulmuştur:  (20 Tâhâ Sûresi, 114) “ Rabbim ilmimi artır …” (12 Yusuf 101) “ …. Beni iyilere kat.”

Emin Efendi, Hacı Ali Efendi, Hacı Nuri, İbrahi Bey, Hakkı Efendi, Şeyh Vahdi Efendi, Vâlide hanım ile aile fertlerine teker teker selamımı iletmeni rica ederim. Bunların dışında bizi soranlara da selamımı ilet. Bizim tarafımızdan herkese selam. Çocuklar da ellerinizden öperler.

Daha önce size amcamızın oğlu Şeyh Ahmed Efendi’nin sohbetini takdim etmiştik. Şimdiye kadar bir cevap alamadık. Ondan haber vermediniz. Umulur ki ihmalden değil, işlerin çokluğundandır. 21 Rebiu’l-enver 321/(4 Mayıs 1903)

                                                           İ’dâdî Mektebi İmamı Muhammed Mubarek (H)

 

[6] Sâdık dost Hüseyin Vassâf Bey Hazretlerine!

 

Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun. İlâhî feyizlerin husûl bulduğunu ifade eden yazınızı aldım. Buna çok sevindik ve fazıl u kereminden dolayı Allah teâlânın vahdâniyetini ikrar ettik. Allah teâlâ takvânızı artırsın ve daha da ziyadesini versin. Evet! Mürîd-i sâdık ihlaslı bir şekilde zikirle meşgul olduğu zaman kendisine acâyip haller ve harikulâde şeyler görünür. Bu durum, kendisine Allah’ın fazlı olarak yapmış olduğu amellerinin karşılığıdır. Bu ister kalbini tatmîn için isterse imtihân için olsun. Ona gereken onları itibar etmemeli, onlarla gururlanmamalı. Aksi takdirde onlar onu maksadından alıkor. Bundan dolayı ârif-i bi’llâh olanlar şöyle demişlerdir:

“ Müritlerin feyizlerinin kesilmesine en büyük sebep, kendilerinde zuhûr eden kerametlerdir. Oysa en büyük keramet, her türlü tahrif ve tebdilden uzak tertemiz şeriatın hudûduna riâet etmek ve sünnet-i seniyeye ittiba etmektir. Size düşen  bu tehlikeli engellerden sakınmaktır. Allah’ın müminlere olan fazlı boldur. Nitekim âyette şöyle buyrulmuştur:  (20 Tâhâ Sûresi, 114) “ Rabbim ilmimi artır …” (12 Yusuf 101) “ …. Beni iyilere kat.”

Emin Efendi, Hacı Ali Efendi, Hacı Nuri, İbrahi Bey, Hakkı Efendi, Şeyh Vahdi Efendi, Vâlide hanım ile aile fertlerine teker teker selamımı iletmeni rica ederim. Bunların dışında bizi soranlara da selamımı ilet. Bizim tarafımızdan herkese selam. Çocuklar da ellerinizden öperler.

Daha önce size amcamızın oğlu Şeyh Ahmed Efendi’nin sohbetini takdim etmiştik. Şimdiye kadar bir cevap alamadık. Ondan haber vermediniz. Umulur ki ihmalden değil, işlerin çokluğundandır. 21 Rebiu’l-enver 320/(28 Haziran 1902)

                                               İ’dâdî Mektebi İmamı Muhammed Mubarek

[7] Rüyanıza gelince:

 

Rüyanız haktır ve doğrudur. Bunda şek ve şüphe yoktur. Nitekim hadis-i şerifte şöyle vârid olmuştur: “ Beni rüyasında gören, yakaza hâlinde de görür. Çünkü şeytan benim şeklimde görünemez.”  Bu konudaki diğer rivayetler de şöyledir:

- “ Kim beni rüyada görürse gerçekten görmüştür.”

- “ Beni rüyada gören cehenneme girmeyecektir.”

- “ Beni uykuda iken gören gerçekten görmüştür.”

Hz. Peygamberin – aleyhi’s-selâm – rüyada görülmesi, görenin amel-i sâlihine, derecesinin yüksekliğine, ulemâ-yı kirâm ve sâdât-ı ızâma  ve  ehl-i beyte olan muhabbetine bağlıdır. Yine bu rüyayı görenin ilmine, takvâsına ve hidâyetine de bağlıdır. Ayrıca rüya, görenin rahmet ve ni’metinin, izzet ve şerefinin ziyâde olacağına, kadrinin yüceliğine, düşmanlarına karşı zafer kazanacağına, saâdete, riyâsete, dünya ve ahiretin hayırlarına kavuşacağına delalet eder. Makâmının kemâle ereceğine, hâlinin sâlih, akıbetinin iyi olacağına işarettir. Ayrıca emr-i ma’rûf, nehy-i ani’l-münkere, keramet ehlinin menzillerine ulaşma, tevbe ve inâbete, sözünün doğruluğuna, va’dlerine sâdık olduğuna da delalet eder. Ayrıca rüya sâhibinin müjdeleneceğine, akranlarından üstün olacağına ve onlardan daha fazla izzet ve şerefe kavuşacağına delalet eder. Nihayet istikâmet üzere olduğuna, servete kavuşacağına, kalbinin sâf ve nefsinin temiz olduğuna, takvâsının ziyâdeliğine, hayır ve bereket elde edeceğine, Hz. Peygamberin şefâatine nâil olacağına ve ehl-i cennet olup kurtuluşa erenlerden olacağına işarettir.

Bedriye Hanım’ın böyle bir rüya görmesi onun büyük bir rütbe ve şöhrete ulaşacağına, emanet sahibi iffetli bir eş olacağına ve Salih bir neslin annesi olacağına delalettir. Eğer yapmadıysanız mevlid-i şerif cemiyeti tertip etmenize işarettir. (H)

[8] 1346/(1928)  senesinde ikinci defa olarak Mısır'da Matbaa-i Ezheriyye'de tab' olunmuş  nüshalarını gördüm. Def'a-i sanîye tab'ı eserin ne kadar  makbûl-ı enâm olduğuna delîldir.

[9] “Burada Ahmediyye-i İbrâhîmiyye tarîkatının silsilesini zikredeceğiz. Şeyhimizin Rasûlullâh’a kadar ulaşan silsilesi şöyledir :

-        Seyyid Muhammed el-Gâlî,

-        Seyyid el-Hâc Ali b. Râde,

-        Ebû Abdullâh eş-Şerîf Muhammed b. Muhammed el-Meşrî,

-        Ebû’l-Abbâs Ahmed b. Muhammed et-Ticânî,

-        Şeyh Mahmûd el-Kürdî,

-        El-Hafnî,

-        Seyyid Mustafa b. Kemâleddîn el-Bekrî es-Sıddîkî.” (H)

[10]    “Bu eser, İmâm Ebû Hafs Seydî Ömer b. Saîd el-Fûtî’nindir. Allah onların bereketinden bizi faydalandırsın ve nefesleri bize tekrâr tekrâr gelsin.” (H)

[11] Müellif Hüseyin Vassâf Bey, burada verdiği bilgilerin çoğunu, Ahmed Sâfî Bey’in kendi el yazısıyla yazdığı aşağıdaki mektubtan almıştır :

 

“Terceme-i hâl-i hakîr :

 

Ahmed Sâfî Bey b. İbrâhîm b. el-Hâc Ali, 1267 sene-i hicireyyesi Rebîu’l-âhirinin yirmiikinci (25 Ocak 1851) Pazartesi gecesi İstanbul’da Bahçekapısı civârındaki hânelerinde dünyâya gelmiş ve Abdülhamîd-i evvelin binâ eylediği Sıbyân ve Vâlide Rüşdiyye Mekteblerinde okumuş ve elviye mutasarrıflıkları me’mûriyyetlerinde bulunan pederiyle berâber Anadolu ve Rûm cihetlerinde gezmiş ve 1282 sene-i hicriyyesi Recebinde (Kasım-Aralık 1865) Mâliye Hazînesi İstikrâz Odası’na me’mûr olmuş; o târîhten meşâhîr-i ulemâ-yı İslâmiyye’den “Tokatlı-zâde” demekle ma’rûf Şehrî Ahmed Efendi’den – Bu zât devr-i sâbıkta bi’l-fiil Anadolu kazaskerliği’nde bulunmuş idi. – Arabî’yi ve müctehidîn-i Îrâniyye’den olup o zamân İstanbul’da bulunan Mirzâ İsmâîl’den Fârisî ahz eylemiştir.

1294/(1876) senesinde vukû’ bulan Moskof Muhârebesi’nde Şâdiye İplikhâne ve Misâfirhâne-i Askerî Hastaneleri Başkitâbetlerinde ba’de’l-harb Selânik Fırka-i Askeriyesi Başkitâbeti’nde ve Aydın vilâyeti dâhilinde Menteşe sancağı ve Tavas kazâsı Ağnâm ve A’şâr me’mûriyyetlerinde ve mülgâ Mülkiye Tekâüd Sandığı Mektûbî Kalemi’nde ve Ma’zûlîn Mülkiye Sandığı mümeyyiz ve müdürlüğünde bulunmuş ve 17 Mayıs 1329/(29 Mayıs 1913) târîhinde tekâüd edilmiştir. Kırkaltı seneyi mütecâviz hizmet-i devlette ihtihdâm olunmuş ve bulunduğu me’mûriyyetlerde afîfâne ve müstakîmâne ve sâdıkâne îfâ-yı hizmet eylemiştir.

Elsine-i selâlesede tahrîre iktidârı ve gayr-i matbû’ dîvânı ve hayli âsârı vardır. Ba’zı makâle ve şiirleri matbûâtla neşr edilmiş ise de bunlar vaz’-ı imzâ etmemiştir. Yalnız ba’zı takrîrleri ba’zı gençler tarafından toplanıp Şu’le ve Mecmûam nâmlarıyla iki risâle tab’ ve neşr edilmiştir. Kendisi şöhretten gâyet müctenib ve halvet ü uzlete ziyâdesiyle mâildir. Kibâr-ı ehlu’llâhtan pek çok zevât-ı âliye şeref-i sohbetleriyle müşerref olmuştur.”  

[12] Buradan sonraki bilgiler Ahmed Sâfî Bey’in kendisi tarafından yazılmış ve Hüseyin Vassaf’a gönderilmiş mektuplar ve şiirlerdir. (H)

[13] "Kanâat bitmeyen bir hazînedir." Değişik versiyonları için bkz. el-Aclûnî, Kaşfü'l-Hafâ, c. II, s. 103. (H)

[14] “Afetmek, cömert insanların huyudur.” (H)

[15] “Cömertlerle iş görmek zor değildir.” (H)

[16] Dün gece sabah vakti son devri tamamladım. Haş tanelerinin arasıda bir örs buldum (H)

[17] Ben güzelin varlığıyla Selman’ın sırrını buldum. Içkiyi onun dudağından içtim, âb-ı hayât buldum.

Maksadım olan o gönül dirdiliğini buldum ki artık benim İsâ’ya minnetim yok. Çünkü irfân Hızr’ını buldum.

Onun lutfuyla gönül âşinâlığı  meydana geldi. O bize tecellî edince sevgilinin yüzünü buldum.

Onun güzelliğinin yanında bir zerre gibiydim. Gönülde onun güneş gibi olan yüzünden parlak bir nur buldum.

Marifet dünyasında manâ âleminin pâdişahı bu Bahâeddin’dir ki onun nakşı gönlümü ihyâ etti.

Benin için meydana gelen gönül aynasının parlaklığıyla zulmet perdesini yıkıp, iman nurunu buldum.

Var olan hakikat deryasının bir damlasıyım. Ey Sâfî, safâ dalgası vurunca neşe buldum. (H)

[18] Dervişlerin safâ vakti bu halvettedir. Gönül yaralarının derdinin dermanı o şifâhânededir. (H)

[19] Cemâlinin tecellîsi iki cihânın süsüdür. Celâlinin tecellîsi ise safâ canlarının feyzidir.

Senin gözünün mahmûr  bakışı, âşıkların kadehinin zinetidir. Gül yanağına benzeyen şarabı içmek cana can katar.

Ey sevgili! Senin dergahının gölgesinde olayım. Çünkü senin ayağının tozu her dilencinin gözüne sürme gibidir.

Ey sevgili! Yüzünün güneşiyle dostları aydınlat. Gönül semâsına kadar yüksel ki, senin nûr göğe yükselsin.

Senin saçının kokusu canıma  koku  verir. Senin yüzünü görür görmez, lambam pür-ziya olur.

Buralarda senin şanın öyledir ki perdeden çıktığın zaman alâmetlerin fezâda olur.

Ey Sâfî! Lutuf ve ihsân ederek o zavallıya bir bak. Çünkü o bakışınla, senin ayağının toprağı baştan başa kimya olur.

Ey Rabbim! Mürşid-i kâmil olan Elîf Eendi, her zaman gönlü nurlandırmaya izinlidir. (H) 

[20] Ey Sevgili! Mehtaplı gecede denizin seyri güzeldir. Güzel içki iç. Çünkü şarap şişesinin lıkırtısını işitmek güzeldir.

O, ebedî hayatın içkisinden bana bir yudum bağışlar. Zahir ve bâtın olarak aklı baştan alan sarhoşluk hoştur.

Şeyh hazretlerinin dergahına iltica etmek, düşkünler için en büyük sığınak gibidir.

Ey sâkî! O yakut renkli içkiden bir kadeh ver ki her kabarcığı bir okyanus gibidir. Zaten coşku  veren içki hoştur.

 Fena bahrında boğulan hiç bu dalgalardan  korkar mı? Çünkü onun ıstırap dalgalarını terennüm hoştur.

İstikbal ümidinde olanlar, yarının daha güzel olacağından emin değildir.

Ey sâfî! Feyiz dolu aşk kadehinden iç. Sâkînin vücutsuz varlığında kadeh hoştur. (H)

[21] Dünyada Hakk’ın rızâsını aramak en karlı iştir. Zarar ise Allah’tan başkasına gönül bağlamaktır. (H)

[22] "Her şey yok olacaktır." 55. Rahmân sûresi, 26. (H)

[23] Yiğitbaşı Ahmed Şemseddîn Efendi’nin vefat tarihi 910’dur. (H)

[24] Bu ibârenin hesaplanmasından 1166 çıkmaktadır. (H)

[25] Bu manzûmenin vezni bozuktur. (H)

[26] “…(Mûsâ!) Sen onu, içindekileri boğmak için mi deldin? …” 18. Kehf sûresi, 71. (H)

[27] “… (Mûsâ), ‘… Suçsuz birini mi öldürdün?’ …dedi.” 18. Kehf sûresi, 74. (H)

[28] “(Mûsâ) …. ‘İsteseydin bu iş için bir ücret alırdın.’ … dedi.” 18. Kehf sûresi, 77. (H)

[29]  Zeynü’l-arab, devrân-ı sûfiyyeye münkir idi. İshâk-ı Karamânî buna bir reddiye yazmıştır.

[30]  “Söz, konuşanın vasıflarını ortaya koyar.” (H)

[31]    "Nefsini bilen Rabbini de bilir." el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, c. II, s. 262; bkz. Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, s. 229. (H)

[32]    Eyüp’te dâmâdı Hoca Sadedin Efendi Zâviyesinde medfûndur ki Hasîb Efendi Dergâhı ittisâlindedir.

[33] Hüseynî ve Acemaşîran makâmlarından bestelenmiştir. Cumhûr sûretinde elsine-pîrâ-yı zâkirândır.

[34] “Sana bîat etmiş olanlar…” 48. Fetih sûresi, 10. (H)

[35] Üçüncü cildde 220. sahîfeye mürâcaat buyrula.

[36] Bu zâtın tercüme-i hâli, Bursalı Tâhir Bey’in Osmânlı Müellifleri, 3. cildde, 308. sahîfede mezkûrdur. Şuarâ-yı sûfiyedendir.

[37] “Ey sevgili! Ne zamana kadar  gönlüm senin cevr ü cefânı çekecek. Eğer müsaade edersen senin gül bahçeni seyre doğru gelir.

Senin gönül cezbeden fidan boyun bahçede olursa, orada servi gibi salınışın orayı cennet misâli yapar.

Senin yüzünün nûru dünyaya ziya verir. Ey gözümün nûru gel de senin ay yüzünü göreyim.

Salınıp yürüyerek senin yoluna düşmüş, gönlü  yaralı inleyen bu zavallı âşığın neler çekiyor. Sen ona  merhamet et.

Eğer o ay yüzlünün kaşı ve kirpiği sana hançer çekecek olursa, gönül erbâbının hepsi senin yüzünün aşkıyla şehid olurlar.

Sonunda bu zavallı gönül, senin zülfünün zincirine bağlandı ey Allahım!altın gibi olan bu saçların bağını açma.

Ey sevgili! Sana kavuşma ümidi olduğu sürece ve senin çarşı pazarında gam ve üzüntü metaı ucuz olduğu müddetçe Bahâî’nin ne korkusu olur.”(H)

[38] Ey Bahâî! İçki kadehi o gümüş endamlının elinde olunca, hiç kimse murâdına eremez. O Allah dostundan çok güzel bir mesaj dinle. Ey Hâfız! Ezel gününde bir kadeh bulursan, harâbât sokağından seni doğrudan cennete götürürler. (H)

[39] İbâren hesaplanmasından 1104 çıkmaktadır. (H)

[40] Buradaki tarih kelimesinden 1002 tarihi çıkmaktadır. Müellif 1102 olarak kaydetmektedir. (H.)

[41] Bu kağıt bulunamadı. (H)

[42] Sivas meb'ûsu merhûm Edip Efendi söylemiştir.

[43] Bursalı Tâhir Bey’in Osmânlı Müellifleri nâm eserinin 3. cildinde 17. sahîfesinde muharrer olduğuna göre şehrîdir. “Rıhlet-i Uşşâkî-zâde” (رحلت عشاقي زاده) terkîbinin ve seng-i mezârında menkûş “Cennet-i a’lâyı İbrâhîm Efendi kıldı câ” (جنت اعلايى ابراهيم افندى قيلدى جا) mısraının delâlet ettiği 1136/(1726) târîhinde irtihâl eylemiştir. Fâtih civârında Nişancı Câmi'-i şerîfi karşısındaki Keskin Dede Kabristanı’nda medfûndur (Kaddesa'llâhu sırrahû). 193. sahîfede bahsi gelecektir.

[44]    “Bu büyük hizb, Uşşâkî tarîkatı için, Hanefî âlimlerinden İsmâîl b. Muhammed el-Halvetî tarafından derlenmiştir. Uşşâkî tarîkatının ilk müceddidi Pîr Yahyâ el-Bakâyî ve ikinci müceddidi Hüsâmeddîn-i Uşşâkî  tarafından okunmuştur. Bu hizbin birçok menfaati ve havâssı vardır. Ayrıca her türlü düşmandan ve tuzaktan korur.” (H)

[45] Pîr-i sânî-i tarîk-ı Uşşâkî Seyyid Cemâleddîn-i Uşşâkî  (kuddise sırrûhu’l-Bâkî) hazretlerinin nutk-ı şerîfidir.

[46] Yirmi dört sene evvel söylemiştim. Levha hâlinde türbe-i şerîfeleri için takdîm eylemiş idim. Allâh rahmet eylesin Şeyh Cemâleddîn Efendi merhûm: “Oğlum! Kendi elinle ta’lîk et.” demişti. Ben de öyle yapmıştı.

[47] Konya’da âsitâne-i Hz. Mevlânâ’da irtihâl-i dâr-ı bakâ buyurdukları o zamân Bostan-ı evel nâmında bir Çelebi câ-nişîn-i Hankâh-ı Mevlânâ olup, Hz. Pîr’in vasiyeti mûcibince na’şları gasl u techîz ve tekfîn olunup İstanbul’da mahdûmlarının vürûduna kadar on dört gün müddetle âsitânede hıfz olunup, râyiha-i tayibe  intişâr ettiğini nakl ederler.

[48] "Bu, suyu bütün hastalalıklara şifâ olan bir kuyudur. Suyundan bir kere içen hiç doktora ihtiyâcı kalmaz." (H)

[49]  “Bu makâm, âşıkların Ka’be’sidir. Buraya kim noksan olarak gelirse, tamâm olur.” (H)

[50] “Onun zâtı denizdir. Bütün varlıklar ise o denizin dalgalarıdır. (H)

[51] “Gördüğün varlığın gölgesi, O’nun yaratmasının bir zerresi, gizli gayb hazinelerinden dalga dalga ihracıdır. Mümkinâtın şuleleri, “Vehhâc” olan Allah’ın ışığındandır. Görünen küçük büyük bütün varlıklar Cenâb-ı Hakk’ın vahdetinin neticesidir. O’nun zâtı denizdir; dalgalar da yarattığı varlıklardır.” (H)  

[52] “Bütün varlıklarda ezelî kemâlâttan bir yansıma vardır... Bu durum basîret sahiplerince ayan beyan hissedilmektedir. Ancak gözlerinde hastalık bulunanlar bundan mahrumdurlar.” (H)

[53] “Varlık da yokluk da O’nun aydınlatan ışığının gölgesidir. İnsanın hayranlığını artıran bu âlem O’nun vechinin varlığındandır. Bütün işler de hep O’nun işidir. Dönen bütün felekler O’nun döndürmesiyledir. Zerre ve katre her şey O’nun gündüzlerinin denizindendir. Görünen küçük büyük bütün varlıklar Cenâb-ı Hakk’ın vahdetinin neticesidir. O’nun zâtı denizdir; dalgalar da yarattığı varlıklardır.” (H)

[54] Bütün olaylararın ilmi kadîmdir, kendileri değil.  Onun ilmi mezâhirin kendisidir. Hudûs ise onların yaratılmasıdır. Bunun için derler ki, su bardağın rengini alır. Zuhûra gelen şeyler yok olacaktır, ancak zât olayların kendisidir.” (H)

[55] “Nûrun tezâhürü, imkânın zorunluluğu, O’nun vahdetiyle kâimdir. Şüphesiz a’yân ve eşbâh O’nun kudretiyle dâimdir. O’nun kemâli bütün mertebeleri göstermektedir.” (H)

[56] “Vuslata ermek istersen secdeye kapan. Zâtın aslına nâil olmak istersen, varlık nurlarının aslıdır O. Önce bu fâni varlık âleminden geç. Çünkü her dalga mutlaka denize dönecektir.” (H)

[57] “Dünya ve ahiret O’nun isimlerinin nisbetinden dolayı vardır. Yaratılışın güzelliği O’nun esmâ-i hünsâsı sebebiyledir. Madde ve ma’nâ, vahdet mihverinin kesretini aldı. Şuhûdun künhüyle sadece vahdeti müşahede edesin.” (H)

[58]  “Onun sıfat ve isimlerinin mertebesi arttı. Tecelliyât çeşitlerinin gölgesi birbirine girince, gölgeleri aynı asıl yerine kâim oldu. Sonunda dallar ve salkımlar oluştu.” (H)

[59] “Taayyün âlemiyle suret dünyası yek-vücuttur. Enfüs ve âfâk sayısız aynada görünür. Sonsuza dek bunlar yek-vücut, yek-zuhûr ve yek-nümûddurlar. Manevî aynalarda görünen ise sadece O tek olan Allah’tır.” (H)

[60] “Ezelî kemâlâttandırr ki, zerrenin zuhûrunun aksidir. Gayb hazinelerinin bir zerre numûnesi oluyordu. Eşsiz güzelliğinin zuhûru bir başlangıçtır.. damlayan her damla O’nun tecelliyât denizindendir.” (H)

[61] Âsitânedeki Mısrî Kuyusu murâd olunmuştur.

[62] "Sultân" ta'bîri Pîr-zâde olması hasebiyle ta'zîmen kullanılmıştır. Zâtu’z-zevc mi idi, değil mi idi tahkîk mümkin olamadı.

[63] Nakîbu'l-eşrâf Seyrek-zâde Abdurrahmân Efendi’ye dâmâd olmuştur. 1090/(1679)’da bunun dâmâdı Mâhir Abdullâh Efendi Mekke’den ma'zûlen 1122/(1710)’de vefât etmiştir.

[64] 179. sahîfede bir nebze bahs olunmuştur.

[65]    Müstakîm-zâde’nin Tâc Risâlesi’nde okuduğuma göre Şeyh Hüsâm türbe-dârı olan Kâtib Şeyh Ahmed (Hüsâmî Ahmed Efendi olsa gerek) Efendi, mürîdlerine fıstıkî çukadan rubu’ (?) mikdârı sikke tavsiyesiyle nişân vermiştir.

[66]    Bu düğmenin Hz. Pîr efendimiz tarafından ihdâs buyurulmuş olduğunu Müstakîm-zâde’den naklen bâlâda yazmış idim Belki Halvâyî Bacının o hareketini istihsânen ihdâs buyurmuşlardır.

[67] “…. Ey ateş! Serin ve esenlikli ol.” 21. Enbiyâ sûresi, 69. (H)

[68]  Bayrampaşa Tekkesi Haseki’dedir. 5. cildde 276. sahîfeye mürâcaat buyurula.

[69] Yûsuf Efendi, Şeyh Bağdadî-i Uşşâkî halîfesidir.

[70] Tâc-ı Uşşâkî’yi neftî renkte tertîb eden bu zât olduğunu Müstakim-zâde’nin bâlâda mezkûr Tâc Risâlesi’nden anladım.

[71] Şeyh Hamdî-i Bağdâdî hazretlerinin tercüme-i hâli 239. sahifededir.

[72] 239. sahifeye mürâcaat buyurula.

[73] Bu ibârenin hesaplanmasından 1164 çıkmaktadır. (H)

[74] (لَعَمْرُكَ إِنَّهُمْ لَفِي سَكْرَتِهِمْ يَعْمَهُونَ) "(Ey Muhammed!) Senin hayatına kasem olsun ki, onlar, sarhoşlukalır içinde bocalayıp duruyorlardı." 15. Hıcr sûresi, 72. (H)

[75] (لولاك لولاك ما خلقت الأفلاك)  "Sen olmasaydın, sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım." el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, II, 164; bkz. Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, 0, s. 121, 122. (H)

[76] Ahmed Hüsâmî Efendi-zâde olduğu mervîdir.

[77] Bir müddet meşîhattan sonra tagayyup ettiği mervidir.

[78] Bu Hâlet Efendi hakkında Tezkire-i Râmiz’de ve Tezkire-i Fatîn’de ve tezâkir-i sâirede ne ism ne de târîh delâletiyle bir ma’lûmâta dest-res olunamamıştır. Şeyh Hazmî Efendi fakîre bir mektûbunda yazıyor ki, Şeyh Safvetî ve Salâhî’den çok sonradır. Mahmûd Bedreddîn hazretlerinin dîvânçelerinin istinsahında, ‘Dilde ismim ola cismim zîr-i hâkde nâbûd – Yâdigârım kala ahbâbıma nazm-ı Hâlet’ beytinin altına 1267/(1851) târîhini yazmışlardır.” diyor. Acaba Safvetî Efendi’nin mezârı çok sonra yapılmış da bu târîhi o zamân mı söylemiştir. Zannediyorum Şeyh Safvetî’yi ve Şeyh Salâhî’yi ve Hz. Bedreddîn’i idrâk etmiştir. Uşşâktan olduğuna şübhe yok. Bakalım inşallâh hakkında ma’lûmât elde ederim.

[79] Altı veya yedi yaşında olduğu mervîdir. Şu hâlde  târîh-i velâdeti 1250/(1834) olmak muhtemeldir.

[80] Müellif tarafından, sayfa kenarına sonradan şu bilgiler yazılmıştır (H) :  

       “Cemâl Efendi’nin târîh-i velâdeti 1253/(1837) senesine müsâdif olduğunu Şeyh Vahdî Efendi söyledi. Cemâl Efendi, Edirneli Şeyh Muhammed Efendi halîfesi Filibeli Muhammed Tevfîk Efendi’den icâzet almış.”

[81] Azîzim, Hz. Cemâl’in bu âdetini bozmamış, şeyh postunu kapı yanından kaldırmamıştı. Yalnız mevsim-i şitâda zarûrî olarak kapı yanından bir köşeye geçmektedirler.

[82] Mürebbîsi yazdığım vechile Bayrampaşa şeyhi, meşâyıh-ı Sünbüliyyeden Ciciburun İbrâhîm Efendi idi. Bu sebeple Cemâl Efendi Sünbülîlerle alâka-dâr idi.

[83] Bu hânımın zevc-i sâbıkından Ahmed Ced isminde yirmi dört yaşında bir nev-civân evlâdı vardı. Bîçâre müteverrimen irtihâl eyledi. Hankâhta ufak türbede defîn-i hâk-i mağfirettir.

 

         Haret-i Pîr’im Hüsâmeddîn Sultân kurbüne

         İrdi zevk-ı vuslatı buldu civân Ahmed Cevâd

 

         Haret-i Şeyh Mustafâ Sâfî’ye misl-i necl-i pâk

         Sâhib-i sıhriyyet oldu nûr-ı cân Ahmed Cevâd

 

         Hüsn-i ahlâkıyla mümtâz âşık-ı sâdık idi

         Zümre-i ihvâna zînet-bahş olan Ahmed Cevâd

 

         Âzim-i sû-yı saâdetdir safâ-yı tâm ile

         Cân u dilden eyledi terk-i cihân Ahmed Cevâd

 

         İltîfât-ı Hazret-i cânâna mazhar şübhesiz

         Nâil-i eltâf-ı bî-pâyân olan Ahmed Cevâd

 

         Cümle yârân u ahibbâ asdıkâ vü akrabâ

         Firkatinden yandılar cennet-mekân Ahmed Cevâd

 

         Tam bin üç yüz kırkta terk-i âlem-i nâsût idüp

         Gülşen-i lâhûta uçdu nev-civân Ahmed Cevâd

 

         Vasfının Vassâf’ı olmuşdur muhibb-i hâlısı

         Âşıkâne itdi seyr-i lâ-mekân Ahmed Cevâd

[84] Üsküp’te Mevlevî şeyhi Niyâzî Efendi ile hem-sohbet olup, onu sohbet şeyhi ittihâz buyurmuş olduklarını azîzim söylediler.

[85] Edirne’de câmiu’t-turuk müderris İsmâîl Rüşdü Efendi’ye mülakî olmak üzere gitmişler ise de irtihâline mebnî nûr-ı tarîk-ı Gülşenî Şeyh Şuayb Şerefeddîn Efendi hazretlerinin bezm-i sohbetine dâhil olmuşlardır. Şeyh Fahri Efendi-i merhûm azîzim 1304/(1887) târîhinde Edirne’ye azîmet ederken Câmi'-i Atîk müderrisi İsmâîl Rüşdü Efendi’ye bir mektûb yazarlar. Bu zât, büyük azîz Muhammed Emîn-i Tevfîkî hakkında devr-i Azîzî’de mazbata yapan meşâyıha karşı emr-i ma'nevî ile Edirne’den gelmiş, Emîn Efendi ile görüşmüş, Emîn Efendi’nin yazdığı müdâfaa-nâmeyi tedkîk ile husûl-i müdâfaayı tazammun edecek şekle kalb etmek sûretiyle hüsn-i hizmette bulunmuş olmasına mukâbil, ma’rız-ı şükrânda yazılan o mektûbu hâmilen Edirne’ye giden azîzim İsmâîl Rüşdü Efendi’yi (Celâl-i Devvânî’nin Hakîkat-ı İnsâniyye nâm eserini tercüme etmiştir. Kendi yazısıyla muharrer nüsha, nezd-i fakîrânemdedir. Kıymetli bir eser-i mühimdir.) irtihâl etmiş bulunca, mektûb ve onun hâmil olduğu esrârı Şeyh Şerefeddîn Efendi’ye teslîm ile onun şeref-i sohbetine bu vesîle ile mazhar olmuşlardır.

        Şerefeddîn Efendi hazretleri Tarîk-ı Gülşenî bahsinde tafsîlen yazdığım vechile eâzım-ı meşâyıh-ı Halvetiyye’den olup, enfâs-ı kudsiyyeleri hırz-ı cân edilmeğe layık bir mürşid-i âlî-nisâb idi. Azîzim onun bezm-i sohbetinden çok müstefîd olup, hâtıra-ı sohbetlerinden zamân zamân bahs eylemişlerdir.  

[86] Şeyh Ârif Efendi nâmında bir zât şeyh idi. Bilâ-veled irtihâl eyledi ve dergâh kabristanına defn olundu. Harîk-ı kebîrde mezâr taşı nasılsa masûn kalmıştır. Kitâbesi şöyledir:

 

        "Tarîkat-ı aliyye-yi Sa’diyye meşâyıh-ı kirâmından Fındık-zâde Dergâhı post-nişîni ve muhâsebât-ı umûmiye-yi askeriye ikinci şu'be mümeyyizlerinden es-Seyyid eş-Şeyh Muhammed Ârif Hilmî Efendi rûhu için el-Fâtiha. Yevm-i Pazar Zi'l-ka'de 1327- 1 Teşrinsâni 1325/(13 Kasım 1909)"

[87]  “Ona ancak tertemiz olanlar dokunabilir.” 56. Vâkıa sûresi, 79. (H)

[88] “… Her ilim sâhbinin üstünde, ondan daha iyi bilen biri vardır.” 12. Yûsuf sûresi, 76

[89] "Allah'a güzel bir ödünç verip de…." 2. Bakara sûresi, 245. (H)

[90] "Allah Kur'ân'ı öğretti." 55. Rahmân sûresi, 1, 2. (H)

[91] Mastafa Sâfî Efendi’nin vefâtı üzerine bir gazetede çıkan haber kupürünü Hüseyin Fassâf kesip eserine yapıştırmıştır. (H)

[92] “Mazhar-ı Kemâl-i Hak” (مظهر كمال حق), bi-hesâb-i  ebced 1344/(1926) târîhini iş’âr eder ki azîzimin târîh-i rıhletidir.

[93] Şeyhü’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırrûhu’l-celî)’dir.

[94] Aşık Yûnus Emre hazretleridir.

[95] Pîr-i sânî-i Tarîk-ı Gülşenî Hasan Sezâî (kuddise sırrûhu’l-âlî)'dir.

[96] Mısrî-i Niyâzî (kuddise sırrûhu’l-âlî) hazretlerinindir.

[97] Tarîkat-ı aliyye-ı Uşşâkiyye’de meşhûr Şeyh Abdullâh Salâhî (kuddise sırrûhu’l-âlî) hazretleridir.

[98] Şeyh Müştâk-ı Kadirî’nin bir nazmından mülhemdir.

[99] Bu manzûmenin emr-i tashîhinde Mevlevî Muhammed Tâhir Bey Efendi’nin uluvv-ı himmeti masrûf olduğundan burada lisân-i şükrân ile yâd-I hakîkat eylerim.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar