Sefîne-i Evliyâ Evliyâ-yı Ebrâr Şerh-i Esmâr-ı Esrâr 9
/135/ Şeyh
Muhammed Saîd Efendi
Seyyidü'n-nesebdir.
Peder-i muhteremleri es-Seyyid Muhammed Alaeddîn b. Âbidîn'dir. Şam'da dünyaya
gelmiştir. İlm-i tefsîr ü hadîs ve fıkıhda Şam ulemâsının ileri
gelenlerindendir. Menâsıb-ı dünyâya meyl etmemiş, kanâat-kâr, ârif, fâzıl, âşık
bir zât-ı âlî-kadrdir. Pederlerinden hilâfet almışlardır. Şeyhim merhûm
Muhammed Sultân Efendi'nin şeyhidir. Şâm-ı şerîfe azîmetimde kendileriyle
müşerref oldum. Çok ziyâde iltifât ve tezkâr-ı daavât eylediler.
Orta boylu,
sarıklı, uzunca sakallı, melîhu'l-vech, sabîhu'l-hâl idi. 1331/(1913) senesinde
müşerref olduğumda ellibeş ile altmış yaşı arasında idi. Şam'da tedrîs-i ulûm
ve neşr-i feyz-i tarîkat ile meşgûl gördüm. Ale'l-ekser sâim ve kâim uşşâk-ı
ilâhiyyedendir. Her gece nısfü'l-leylden sonra uşşâk-ı ilâhî toplanır, onlarla
berâber virdü's-seher okurlardı. Hakk-ı âlîlerinde, "Gurretü'z-zamân,
Behcetü'l-irfân, el-Misbâhu'l-münîr, Muhaddisü'l-asr, Fakîh, Fatanu'd-dehr ve
Nebîh" diye tevsîfâtta bulunulmuştur. Hîn-i mülâkâtında teberrüken
kendilerinden de ahz-ı bey'at eylemiş idim. Zîrâ şeyhim müşârünileyh Muhammed
Efendi o zamân irtihâl-i dâr-ı bakâ eylemişlerdi. Fakîri istasyona kadar teşyî'
etmek lutfunda bulundular ve "Tarîkaten evlâdımın evlâdısın,
kurretü'l-aynımsın." diye muânaka eylediler ve ağladılar. O hâlin
te'sîriyle Şam'dan nasıl müfârakat ettiğimin farkında olmadım. Perîşân-hâl
olmuş idim. Şu satırları yazdığım dakîkada ber-hayât olup olmadıklarından
haber-dâr değilim. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
Şeyh Muhammed
Mübârek Efendi
Reh-nümâ-yı
kerîmü'l-fıtratım zât-ı şerîfdir. 1282 sene-i hicriyyesinde (1865-66)
Dağistan'da dünyâya kadem-zen olmuştur. Peder-i muhteremlerinin ismi
Abdullâh'dır. Muhammed Efendi'nin mahlası "Sultân"dır. "Muhammed
Sultân Efendi" diye meşhûrdur. Li-maslahatin Şam'dan İstanbul'a geldiğinde
Bâb-i Meşîhat'a bir ârzû-hâl vermiş ve mührünü basmış idi. O zamân Sultân
Abdülhamîd-i sânî devri idi. Evrâk müdürü bu mührü görünce "Sultân"
kelimesinden ürkerek Şeyhu'l-İslâm Cemâleddîn Efendi'ye ârzû-hâli gösterince, o
da ârzû-hâlin iâdesini ve başka bir nâmla mühür kazdırılıp mürâcaat edilmesini
emr etmiştir. Bunun üzerine fakîr, "Mübârek kelimesini kazdıralım."
dedim, "Muhammed Mübârek" diye hakkettirdiğimiz mührü ârzû-hâle
basdık, maksad hâsıl oldu. Bundan sonra Şam'da, "Muhammed Sultân";
burada "Muhammed Mübârek" diye yâd olundu.
Muhammed
Efendi, Dağistan'da iken ulemâ-yı mahalliyyeden Kur'ân-ı kerîm ve mebâdî-i ulûm
taallüm eyleyip, tahsîlini ileri götürmek dâiyesine düşmüş idi. Küçük yaşında
iken pederinin irtihâli vukû'' bulunca bir müddet sonra Îran'a seyâhet edip,
ba'zı ehlu'llâh merâkidini ziyâretten sonra Bağdâd'a geldi. Hz. Gavs-ı A'zam
Cenâb-ı Abdulkâdir ve imâmımız Nu'mân b. Sâbit el-Kûfî ve sâir eızze-i kirâm
efendilerimizi ziyâret eyledi. Ulemâ-yı Bağdâd'dan ba'zı zevâttan ahz-ı ilm
edip Şam'a sefer kıldı. En meşhûr ulemânın makarrı olan İbn-i Âbidîn
Medresesi'ne nâzil oldu. Meşhûr Alâeddîn b. Âbidîn'in hücresi boş imiş.
Muhammed Efendi'ye bu hücre tahsîs edildi. /136/ Tahsîle koyularak
ulûm-ı âliyeyi az zamânda elde etti. Tedrîs-i ulûma me'zûn oldu. Medreseden
çıkmaz, ancak beş vakit namâzı Câmi'-i Emeviyye'de cemâatle edâ eder idi. Sâir
vaktini mütâlaa ve tetebbu'la geçirir idi. Arabçayı lisân-ı mâder-zâdından
mükemmel öğrenmiş, lisân-i Fürs'e de vukûf-ı tâm hâsıl etmiş idi. Neşr-i ulûma
başlayınca çok talebe cem' etti, ilm-i tefsîr ü hadîs ü fıkıhta ve bâ-husûs
tasavvufta nâdire-i hilkatti. Binlerce hadîs-i şerîf hâfızasında idi.
Şöhretleri şâyi' oldu. Dâhil-i dâire-i irfânı olanlar çoğaldı. Ulûm-ı bâtınadan
da mazhar-ı feyz olmak emeliyle bâlâda terceme-i hâllerini yazdığım Şeyh
Muhammed Saîd Efendi hazretlerine arz-ı nisbet eyledi, onunla çok zamânlar
hem-bezm-i sohbet oldu. Ondan terbiye-i tarîkat gördü ve nâil-i hilâfet oldu.
Şeyhü'l-Ekber efendimizin Fütûhât ve Fusûs'undan nasîbe-dâr-ı
irfân olup, günden güne zevki, keşfi açıldı.
Ziyâret-i
Haremeyn şevkine kurbân oldu. Lâkin azîmet-i avdet için lâzım gelen masârıf-ı
seferiyyeye mâlik olmadığından o şevkın şiddet-i te'sîriyle nâlân olmaya
başladı. Nihâyet bahran gidip, berren avdete muvaffak oldu. Şöyle ki:
Bir gece âlem-i ma'nâda Server-i âlem (salla'llâhu
aleyhi ve selem) efendimiz hazretlerini ru'yet şerefiyle mesrûr olur ve
"Muhammed! Ziyâretime gel." emr-i âlîsini şeref-telakkî eder.
İstitâat-ı nakdiyyesi olmayıp ancak üç dört altını var imiş. Fukarâ-yı huccâca
mahsûs bir vapurla belki gidebilirim ümidiyle Beyrut'a gelir, hüsn-i tesâdüf
kabîlinden Beyrut ağniyâsından bir zât kendisini refîk olarak yanına alıp,
Muhammed Efendi vapurda birinci mevki’de müsterîhu'l-hâl olarak Cidde'ye ve
oradan müreffehen Mekke-i Mükerreme'ye gitmiştir.
Ba’de'l-hac o
zengin zât Mekke'de irtihâl edince Muhammed yine müterakkıb-ı zuhûrât olarak
bir gün Harem-i şerîfde hâl-i teveccühte iken hacc-ı şerîf muhâfızı Şamlı
Abdurrahmân Paşa bunu görünce, "Bizim
Şam'da dersinden intifâ' eylediğimiz Muhammed Sultan Efendi"
diyerek hemen yanına gelip görüşmüş ve keyfiyyeti anlayınca, "Haydi!
Biz Surre ile Medîne-i Münevvere'ye gidiyoruz. Sizi berâberimde götüreyim,
oradan birlikte Şam'a avdet ederiz." diye tebşîrde bulununca, Muhammed
Efendi, bu zuhûrât-ı ilâhiyyeye karşı ağlamıştır. Birlikte ravza-i ıtır-nâke
rû-mâl olmak şerefine mazhar oldular. Huzûr-ı Ravza'da Muhammed Emîn el-Kâdirî
hazretlerinden tarîkat-ı aliyye-yi Cezûliyye'den me'zûn oldu ki, tarîkat-ı
Cezûliyye bahsinde bundan zikr eyledim.
Muhammed Sultân
Efendi Şam'a müreffehen avdet etti. Şam'dan çıkarken yanında bulunan üç-dört
altınını henüz sarf etmemiş, sarf etmeğe meydân kalmamış idi. Da'vet-i Rahmân
böyledir. Esbâb-ı mâddiyye vü ma'neviyyeyi dahi ihsân ve ihzâr eder. İş
Muhammed Sultân Efendi gibi bir kalbe mâlik olmaktadır.
/137/ Kasîde-i
Tâiyye, Kasîde-i Bür'e, Kasîde-i Münferice, Kasîde-i Mudariyye ve Delâilü'l-Hayrât'ı mükerreren okutmuştur.
Câmi'-i Emeviyye'de nısfu'l-leylden sonra Virdü's-Seher'e müdâvemet
ederdi. Tertîb-i zikirleri pek hoştur. Dervîşân halka olurlar, şu sûretle zikre
devam ederler :
Hep bir ağızdan
: es-Salâtu ve's-Selâmü aleyke yâ Rasûla'llâh! es-Salâtu ve's-Selâmü aleyke yâ
Habîba'llâh! es-Salâtu ve's-Selâmü aleyke yâ Hayra halkı'llâh! E'ûzü bi'llâhi
mine'ş-şeytâni'r-racîm, Bismi'llâhi'r-Rahmâni'r-Rahîm.
- Fa'lem
ennehû lâ-ilâhe illa'llâh
Adet: 300
- İsm-i Celâl
Adet: 300
- Eşhedü
en-lâ ilâhe illa'llâh ve eşhedü enne Muhammeden Rasûlu'llâh
Adet: 3
- Sebbitnâ yâ Rabbenâ bi-kavlihâ
ve'n-fa'nâ yâ Rab bi-fazlihâ ve’c’alnâ min ahyâri ehlihâ Adet 3
- Âmîn, âmîn
Yâ Rabbe'l-âlemîn Adet: 3
- Yâ men lâ
misle lehû fi'z-zâti ve's-sıfât iğfir lenâ mâ-madâ. Aslih lenâ mâ ye'tî bi-câhi
Muhammedin sâhibü'l-mu'cizeti, bi-câhi Muhammedin sâhibü'l-vesîleti, bi-câhi
Muhammedin sâhibü'ş-şefâati. Âmîn, âmîn Yâ Rabbe'l-âlemîn Adet:
3
- Yâ men
lehû hâze'l-mülkü! Ve lehü'l-mülkü'l-bâkî, lâ tec'al fînâ mahrûmun. Yâ Rab! Ve
lâ şakıyyin bi-câhi Muhamedini's-sâbıkı'l-lâhık, bi-câhi Muhammedini'l-emîn
es-sâdık. Âmîn, âmîn Yâ Rabbe'l-âlemîn Adet: 3
- Mevlânâ
Mevlânâ! Yâ sâmiu duânâ bi-câhi Muhammedin la-takta' recânâ. Adet:
2
- Allâhu Yâ
Mevlânâ! Yâ Sâmia duânâ bi-fadli Muhammedin ihfaznâ ve'r'ânâ. Âmîn, âmîn Yâ
Rabbe'l-âlemîn. Adet: 3
- Rabbi! Ahyinâ suadâe ve emitnâ
şühedâe ve lâ tuhâlif binâ an-tarîkati'l-hüdâ. Adet: 2
- Rabbi! Ahyinâ suadâe ve emitnâ
şühedâe ve lâ tuhâlif binâ an-tarîkı şeyhınâ. Âmîn, âmîn Yâ Rabbe'l-âlemî Adet: 3
Biraz tevakkuf.
Allâhümme salli
ve sellim alâ seyyidinâ Muhammed ve âlihî salâte ehli's-semâvâti ve'l-aradîn
aleyhi ecir yâ Rabbi lutfeke'l-hafiyyi fî umûrî. Adet: 3
Duâ :
بسم الله الرحمن
الرحيم. الحمد لله رب العالمين والصلاة والسلام على سيدنا محمد وعبى آله وصحبه
أجمعين.
اللهم اغفر لنا
ذنوبنا ما قدمنا وما أخرنا وما اسررنا وما أظهرنا وما أعلنَا وما أنت به أعلم
منَا. أنت المقدم أنت المؤخر وأنت على كل شيئ قدير.
اللهم استر يا
بسترك الجميل وعافنا من كل بلاء الدنيا وعذاب الآخرة وأعنَا على ذكرك وشكرك وحسن
عبادتك وأصلح لنا شأننا كله لآ اله الآ أنت واغفر لنا و ولوالدينا ولمشايخنا
ولإخواننا الحاضرين والغاءبين ولإهل السلسلة ولكافة المسلمين أجمعين والحمد لله رب
العالمين.
الصلاة والسلام
عليك يا رسول الله. الصلاة والسلام عليك يا حبيب الله. الصلاة والسلام عليك يا خير
خلق الله .[1]
Cuma günleri
ikindi farzının selâmını müteâkip, müteveccihen ile'l-kıble olduğu hâlde seksen
def'a:
/138/ Allâhümme salli
ve sellim alâ seyyidinâ Muhammedin
abdike ve nebiyyike ve rasûlike en-Nebiyyi'l-ümmiyyi ve alâ-âlihî ve
sahbihî ve sellim.
Şam'da Mekteb-i
İ'dâdî-i Askerî imâmeti münhal olunca müsâbaka imtihânında birincilikle kabûl
olunup müddet-i medîde bu hıdmet-i şerîfeyi de îfâ eyledi. Sâdât-ı Rufâiyye'den
Ebü'l-Hüdâ Efendi merhûmun halîfesi Şeyh Kemâleddîn Efendi'den teberrüken
tarîk-ı Rufâî’den de icâzet alarak esrâr-ı Rufâiyye'yi de nefs-i nefîsinde cem'
eyledi. Birinci cildde Nakşıbendîler bahsinde terceme-i hâliyle tezyîn-i sahîfe
eylediğim Şeyh Ahmed Hüsâmeddîn-i Dağıstânî en-Nakşıbendî hazretlerinden de
hilâfeti vardır ki, bu zât-ı muhterem Nakşî, Kâdirî, Çeştî, Sühreverdî
tarîklarını da câmi'dir.
Müşârünileyh
ile mülâkâtım 1317 sene-i hicriyyesi şehr-i Şa'bân'ında (Aralık 1899) İstanbul'da
vâki' olmuştur. İki ay kadar İstanbul'da fakîr-hânede müsâfir oldular.
Sohbetlerinden çok müstefîd olduk. Burada birkaç kişi kendilerine intisâb
eylemiştik.
Halvetîlerle
koyuldum reh-i tahkîka hemân
Reh-nümâ olmuş
idi Hz. Pîrim Şa'bân
Şam'a
avdetlerinden bir müddet sonra henüz kırk yaşında iken irtihâl-i dâr-ı naîm
eylediler. Târîh-i irtihâlleri 23 Şevvâl 1322 ve 14 Kânûn-ı evvel 1320/(Aralık
1904) târihine müsâdif Cuma günü duhâ
vaktidir. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
Bi-hakkın
ârif-i billâh idi. Mücâhid, riyâzet-kâr, sükûtî, sünniyyü'l-mezheb idi. Şâm-ı
şerîfde Hz. Bilâl-i Habeşî (radıya'llâhu anh) efendimizin civâr-ı
rahmet-medârında medfûndur. Şâm'a azîmette ziyâret eylemiş idim.
Seng-i
mezârında mahkûk yazıların sûretidir. Birâder-zâdeleri Şeyh Ahmed-i Dağistânî
yazmış, hediye etmiş idi.
هذه صورة تاريخ وفاة المرحوم الشيخ
سلطان أفندي المكتوب على الشاهدة اى قبرطاشى:
رزء
العلم بأزكى فاضل
حجبت
نور محيَاه اللحود
فرقد
العليا امام المكتب ال
عسكرى
الحربي الحميدي السعود
عجَل
السير إلى دار البقا
ء غريبا راجيا عفو الودود
فغدا
رضوان يتلو أرَخوا
دام
سلطان بجنات الخلود
هذا قبر المرحوم الشيخ سلطان ابن المرحوم عبد الله ابن
المرحوم آرسلان الداغستاني العمري الولكنتي . توفي في 23 شوال سنة 1322 نهار
الجمعة صباحا الساعة 4 تقريبا.[2]
Muhammed Efendi her türlü ahlâk-ı cemîleyi nefsinde cem’ etmiş, hamiyetli, refîku'l-kalb, edîb, hoş-sohbet, âlim, fâzıl bir
mürşid-i kâmil idi. Fevka'l-âde mahviyyet-perver olup, herkesin yanında açılmaz
idi. Ma'rifet-i ilâhiyye kalbinde müncelî olup, mebâhis-i tasavvufiyyede yed-i
tûlâsı var idi. Hâlinden aslâ şikâyet etmez, pek ziyâde kanâati sever,
mâ-lâ-ya'nîden hoşlanmaz idi. Nevâfile riâyet-kâr olup, Hz. Kur'ân, enîs-i cânı
idi.
Kara uzunca sakallı, esmerü'l-levn, mütenâsibü'l-endâm,
güler yüzlü, hafîf sözlü idi.
/139/ Gaybûbet-i
ebediyyelerinin husûle getirdiği te'sîr üzerine inşâd olunmuştur:
Mübârek Şeyh Muhammed âzim-i dâru'l-karâr oldu
Gül-istân-ı şefâatda şefî' olsun Rasûlu'llâh
Muhibbân ehl ü evlâd oldular gam-nâk hem dil-hûn
Enîn ü hasret ü firkat semâvâta çıkar her gâh
Tarîk-ı Halvetî'nin Mustafa'l-Bekrî kolundandır
Gül-i gül-zâr-ı Şa'bânî idi ol şeyh-i dil-âgâh
Tarîk-ı Nakşıbendî vü Rufâî'den de feyz almış
Ana pîrân itsün bezl-i himmet mûcib-i dil-hâh
Odur sâkî-i aşk u ilm ü irfân ârif-i Sübhân
Anın gaybûbetinden bülbül-i dil dem çeker hep âh
Şarâb-ı aşk-ı cânânı içüp mest olmak istersen
Gel ey zâhid şitâbân ol tarîkdan itme istikrâh
Kemâl-i hilm ü şefkatda misâli yok disem emren
Umûm ihvân-ı dîne kalb-i pâki dâimâ hoş-hâh
Hayât-ı sermedîye mazhar oldu şüphemiz yokdur
Visâl-i meclis-i cânân içün bulmuşdu bir şeh-râh
Kemâl-i aşk ile Allâh diyüp dergâha yüz tutmuş
Cenâb-ı Şeyh Muhammed'dir şehîd-i râh-ı aşku'llâh
Hadîsde ilm-i tefsîr ü fıkıhda sâhib-i irfân
Tasavvuf gül-şeninde bülbül-i hoş-hâl idi bi'llâh
Cihânı kendine meshûr iderdi hoş makâlinden
Anı gâib idince muhlisânı didiler eyvâh
Bakâdan sırr-ı tevhîdi duyunca azm-i râh itdi
Anın çok şüphe itmem mûnisidir Hazret-i Allâh
Alâyıkdan halâyıkdan tamâmen kat'-ı meyl itmiş
Meşâmm-ı cânını ta'tîr idince bû-yı zikru'llâh
Cemâl-i Lâ-yezâl'e
âşık-ı sâdık idi zâtı
Berâ-yı vuslat-ı dîdâr oldu âzim-i dergâh
Bi-hakkın mürşid-i kâmil idi hem rûh-ı cismimdi
Tarîk-ı Hak'da burhânım idi ol şeyh-i âlî-câh
Füyûzât-ı cenâb-ı Fahr-ı âlemden feyiz bulsun
Revân-ı pâkini şâdân buyursun Hazret-i Allâh
Yediler çıkdılar ifhâm içün târîhini halka
Sarâ-yı vuslata gitdikde Şeyh-i ârif-i bi'llâh
Mürîdi bendesi Vassâf'ı yakdı âteş-i firkat
Dil-i nâ-şâdımı tesrîr ide eltâf-ı ehlu'llâh
(شيخ عارف بالله ) 1329 – 7 =1322
Şeyh Abdurrezzâk İlmî Efendi merhûmun o zamân inşâd
eylediği târihtir:
Mübârek Şeyh Muhammed sâhibü'l-feyz
Mürîdâna iderken bezl-i himmet
Fenâ bezminden itdi azm-i rıhlet
Dil ü cân ile buldu Hakk'a vuslat
Kemâl-i ilm ile olmuşdu mevsûf
Cemâl-i yâr ile bulmuşdu halvet
Nihâyet ‘küllü nefsin’ cur'asından
Ne hoş nûş eyledi bir câm-ı vahdet
Bu zâtın nisbeti var Halvetî'den
Bu nisbet ile buldu şân u devlet
Bu dünyâ fânidir meyl itme aslâ
Gürûh-ı mürdegânîden al ibret
Vefât-ı târihidir İlmi cevher
Mübârek Şeyhe Allâh ide rahmet
(مبارك شيخه الله ايده رحمت
) =1322
İhsân ettikleri icâzet-nâmenin sûreti teberrüken derc
olundu :
/140/
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله الذي هدانا لهذا وما
كنا لنهتدى لولا أن هدانا الله والصلاة والسلام على سيدنا محمد النبي الآواه الذي
أنزل عليه في محكم كتابه فاعلم أنه لاإله إلاالله وعلى آله وأصحابه وأتباعه ومن
والاه ونسأله سبحانه وتعالى أن يوفقنا وإخواننا لما يحبه ويرضاه بدوام الذكر .
والصلاة على حبيبه وصفيه ومصطفاه . أما بعد:
فيقول العبد العاجز المذنب الفاني محمد سلطان الخلوتي ابن عبد الله بن آرسلان
العمري الداغستاني لما كان السند من خصوصيات هذه الأمة وهو سنة أكيدة مهمة إذ حفظ
السند وضبط رجاله من أعظم ما ينتخبه اللبيب وأحسن أحواله وقد بذل السلف الصالح في
ذلك الهمم العلية والأفكار الألمعية فتميزت به الطرق الصحيحة أن كالسيف للمقاتل.
وبعضهم قال إنه سلم يصعد به إلى أعلى المنازل
وشيوخ الإنسان آباؤه في الدين ووصلته بينه و بين ربَ العالمين مع أنه مأمور
بالدعاء لهم وذكر مآثرهم والثناء عليهم والشكرلهم وأنه ينبغي للمريد أن يعرف آباؤه
في الطريق. فمن لا يعرف نسبه فهو لقيط في الطريق و ربما انتسب إلى غير أبيه .
فيدخل في قوله صلى الله تعالى عليه وسَلم: لعن الله من انتسب إلى غير أبيه .
فلذلك درج السلف الصالحون والأولياء الفالحون
على تعليم المريدين آداب آبائهم ومعرفة أنسابهم. فلما كان كذلك التمس منَي الماجد
اللبيب والحاذق الأديب أخونا في الله تعالى حسين وصَاف أفندي ابن الحاج عثمان أفندي- توجه الله تعالى بتاج
أهل التوفيق بين العباد وعَم به النفع لكل حاضر و باد _ بعد أن لقنته الطريقة الخلوتية في الآستانة
العلية ـ صانها الباري و سائر بلاد المسلمين من الآفات و البلية ـ أن أذكر له سندي
في ذلك وإن لم أكن اهلا لما هنالك فاستخرت الله تعالى واجبته و بطريقتي هذه .
قد أجزته فقلت مستعينا بالله
ومتوكلا على الله ومستمدا من روحانيته أهل السلسلة وجميع أهل الله إني قد أخذت
وتلقنت هذه الطريقة العلية الموافقة لكتاب و السنة الشريفة السنية عن غرة الزمان و
بهجة العرفان المصباح المنير و الكوكب الشهير محدث العصر وفقيه وفطن الدهر ونبيه
صاحب الأصل الفاخر والنسب الكريم الطاهر شيخ أهل الشام وبركته الأنام وسيد الهمام
والمسند الإمام الشايع ذكره في الأمصار كالشمس في رابعة النهار مربي السالكين
ومرشد المريدين شيخ أهل الطريقة ومعدن السلوك والحقيقة العالم العامل والمرشد
الكامل شيخي وأستاذي وسندي وملاذي الشيخ محمد سعيد أفندي الفرَا الشامي ـ متع الله مسلمين بطول حياته
السامي ـ
ـ عن جده العارف بالله والدال
عليه ذي التأليف عديدة الفريدة والتصانيف الوفيرة المفيدة والأخلاق المحدية
الحميدة المرشد الكامل والولي الواصل السيد الشريف الشيخ علاء الدين ابن خاتمة المحققين وعمدة العلماء العاملين فرع
الشجرة الذكية الحسنية زين العابدين السيد الشريف الشهير محمد بن عابدين عليهما
والمسلمين رحمة ارحم الراحمين،
/141/ـ عن المرشد الفالح والولي
الصالح سيدي الشيخ محمد المهدي
بن أحمد الزوادي المغربي السكلاوي دفين الشام،
ـ عن القطب الشهير سيدي على بن عيسى ،
ـ عن قطب الزمان سيدي محمد بن عبد الرحمن القجطولي الزواوي المغربي
الأزهري ،
ـ عن ذي المعارف الربانية والعلوم الدينية سيدي محمد بن سالم الحفني المصري ،
ـ عن قطب الوجود ذي الكرم والجود صاحب الأسرار
القدسية شيخ الطريقة الخلوتية في ديار الشامية سيدي مصطفى بن كمال الدين بن علي البكري الصديقي المتصل نسبه بسيدنا
أبي بكر الصديق رضى الله تعالى عنه وصاحب الوصية الجلية لسالكي الطريقة الخلوتية
وغيرها من التصانيف الكثيرة الشهيرة ،
ـ عن صاحب الأحوال والكرام
والحد والإجتهاد في العبادات السالك المسلك المربي سيدي الشيخ عبد اللطيف الحلبي ،
ـ عن المعارف العابد الورع
الزاهد سيدي السيخ مصطفى الأدرنوي
،
ـ عن شيخ الطريقة ومعدن السلوك
الحقيقة سيدي علي قره باش ولي
شارح الفصوص للشيخ الأكبر محيى الدين العربي قدس سره،
ـ عن مولانا شيخ الكامل العالم
العامل مصطفى مصلح الدين القسطموني
،
ـ عن قطب دائرة المحققين وصفوت
صدور المقربين سيدي الشيخ اسماعيل
الجورومي دفين الشامي قرب سيد بلال الحبشي رضى الله تعالى عنه،
ـ عن سلطان العارفين وبرهان
الواصلين وارث مقامات أنبياء والمرسلين سيدي الشيخ محيى الدين القسطموني ،
ـ عن مفتاح أنوار الحقائق و
مصباح رموز الدقائق وسندي الشيخ شعبان
ولي القسطموني قدس الله سره،
ـ عن منور الطريق و مظهر أسرار
الحقيقة مرشد السالكين سيدي الشيخ خير
الدين التوقادي،
ـ عن خلافة أهل العرفان المتحقق
بمقامات أهل الإحسان سيدي جلبي سلطان
الشهير بجمال الدين الخلوتي،
ـ عن قدوة الأولياء الواصلين و عمدة الصلحاء
السالكين سيدي الشيح محمد الأرزنجاني
،
ـ عن صاحب الكشف و التحقيق والعرفان والتدقيق
صاحب ورد الستار سيد الطائفة الخلوتية الشيخ
السيد جلال الدين يحيى الشرواني ،
ـ عن كنز الهداية واليقين بقية السلف الصالحين
سيدي الشيخ صدر الدين خياوي
،
ـ عن مرشد الزاهدين و سند المتقين شيخ الإسلام
والمسلمين سيدي الحاج الشيخ عز الدين
الخلوتي ،
ـ عن ملاذ السالكين الكرام وملجأ الخاص والعام
سيدي الشيخ الفاني أخي أمره محمد
الخلوتي ،
ـ عن طريق الأشهر صاحب كشف الأنور سيدي أبي عبد
الله سراج الدين اعني بير عمر الخلوتي
،
ـ عن تاج الأولياء وسراج الأتقياء سيدي الشيخ كريم الدين أخي محمد بن نور
الخلوتي ،
ـ عن صاحب سر النافذ العارف العابد سيدي الشيخ إبراهيم زاهد الكيلاني ،
ـ عن مربي المريدين سيدي الشيخ محمد جمال الدين الشيرازي ،
ـ عن قدوة السالكين و فخر الورعين سيدي الشيخ شهاب الدين محمد تبريزي ،
ـ عن قدوة الواصلين سيدي الشيخ أبو الحسن ركن الدين محمد نحاس
،
/142/ـ عن حجة العارفين و عمدة الزاهدين سيدي الشيخ أبو رشيد قطب الدين الأبهري ،
ـ عن شيخ الصوفية على الإطلاق اعتقادا له
بالإتفاق الشهير بأبي النجيب سيدي الشيخ
عبد القادر بن عبد الله بن محمد البكري السهروردي دفين بغداد ،
ـ عن قطب دائرة هلالات البكرية وواسطة عقد
السلالة الصديقية والسادات الصوفية سيدي الشيخ أبي حفص عمر وجيه الدين القاضي البكري قدس الله سره ،
ـ عن كوكب الدري سيدي الشيخ محمد البكري ،
ـ عن طرز عصابة الصوفية وخلاصة السلسلة الخلوتية
سيدي الشيخ عبد الله محمد دينوري
،
ـ عن محب الفقراء والسالكين سيدي الشيخ أبو علي أحمد ممشاد دينوري،
ـ عن صاحب المقامات الفاخرة
والكرامات الظاهرة رئيس الطريقة وينبوع مورد الحقيقة سيد الطائفين سيد الشيخ ابو القاسم جنيد البغدادي
دفين بغداد،
ـ عن أوحد زمانه و فريد عصره وآوانه سيدي الشيخ ابوالحسن سري السقطي دفين
بغداد ،
ـ عن الشيخ الشهير وولي الكبير سيدي أبو المحفوظ
معروف علي الكرخي دفين
بغداد ،
ـ عن أبي سليمان داود بن نصير طائي،
ـ عن قدوة الزاهدين وتاج العارفين سيدي الشيخ حبيب العجمي ،
ـ عن رأس التابعين أبي سعيد الشيخ حسن بن يسار بصري ،
ـ عن أمير المؤمنين وابن عم سيد الأولين والآخرين
سيدنا علي أبن أبي طالب
رضى الله تعالى عنه وكرم الله وجهه ،
ـ عن قدوة الأولياء و الأنبياء والمرسلين وملجأ
الأولين والآخرين صاحب المقامات المحود والحوض المورود سيد محمد صلى الله عليه وسلم بن عبد
الله بن عبد المطلب بن هاشم بن غبد مناف بن قصي بن كلاب بم مره بن كعب بن غالب بن
قهر بن مالك بن نضر بن كنانه بن حزيمه بن مدركه بن الياس بن مضر بن نذار بن مصر
عدنان ،
ـ عن الروح الأمين سيدنا
جبرائيل المكين عليه الصلاة والسلام ،
ـ عن رب العزة جل جلاله وعظم
نواله وعز شانه ولا إله غيره ولا معبود سواه الذي بعباده لطيف خبير ليس كمثله وهو
السميع البصير.
و أوصيه بتقوى الله في جميع الأحوال وبالمداومة
على ذكر الله تعالى وبالصلاة على النبي صلى الله تعالى عليه وسلم سرا و علانية
ولسانا وقلبا سليما خاضعا لله تعالى غير متعصب على أحد من الأعيان ولا من غيرهم
وأن يكون قلبه سليما لجميع المسلمين ظاهرا وباطنا متوكلا على ربه مستعينا به في
جميع أحواله و أسأله أن لا ينساني وذريتي من صالح دعواته في خلواته و جلواته وأن
يدعو لنا ولكاتبها بحسن الخاتمة و سلام على المرسلين والحمد لله رب العالمين. 11
محرم
1318
قال بلسانه وكتبه بيده الفانية
إمام الكتب الإعدادي العسكري في الشام الشريفة العاجز الحقير الفاني محمد سلطان
الخلوتي ابن عبد الله آرسلان العمري الداغستاني عفى عنهم و عن المسلمين القريب
الداني . يرجو الأمان محمد سلطان.[3]
Şeyhinin
hâşiyesi:
بسم الله والصلاة والسلام على
سيدنا رسول الله .
أما
بعد : فقد اطلعت على هذه الإجازة الشريفة وقابلتها على أصلها فوجدتها موافقة
لأصلها . فتح الله تعالى على المجيز والمجاز فتوح العارفين و أعطاهما من الخيرات
كل ما تمنيناه بحرمة خاتم أنبياء . آمين.
كتبه أفقر الورى وخادم نعال العلماء والفقراء محمد سعيد ابن
السيد الفراء.[4]
(Muhammed Mubârek'in, Hüseyin Vassâf'a gönderdiği elyazısı
mektupların metni) :
جناب حضرت المحب الصادق والمخلص
الموافق حسين وصاف بك دام محفوظ بالحفظ الرباني آمين .
بعد السلام عليكم ورحمة الله
وبركاته أخذنا تحريركم المفيد بحصول الفيوضات الربانية لكم ففرحناك بذلك و
حمدناالباري تعالى على كرمه وفضله زادكم الله تقوى و حسنى وزيادة. نعم أن المريد
الصادق اذا اشتغل بالذكر على وجه الإخلاص يزهر عليه أحوال غجيلبة وخوارق غريبة وهى
ثمرات أعماله من فضل الله عليه.
أما تطمينا لقلبه وتأنيسا وإما
ابتلاء من الله تعالى و امتحانا له فالواجب عليه أن لا يلتفت إليها ولا يغتر بها
لئلا ينقظع بها عن مقصوده ولهذا قال العارفون بالله تعالى اكثر من انقظع من
المريدين بسبب وقوعهم في الكرامات بل الكرامة العظمى الوقوف على حدود الشريعة
الغراء الواضحة البيضاء المحفوظة من التحريف والتبديل إلى أن ينفخ في الصور
إسرافيل واتباع السنة السنية النبوية وإياكم والتوقف عند هذه الأحوال القواظع بل
جدوا في السير واطلبوا الزيادة وفضل الله واسع للمؤمنين. فقل رب زدني علما
وألحقني بالصالحين . والسلام عليكم ورحمة الله.
أرجو تبليغ جزيل سلامي إلى حضرت
أمين أفندي وحاجي علي أفندي وإلى الوالدة خانم وإلى جميع العائلة فردا فردا وإلى
جميع من يسأل عنا و من ظرفنا الجميع لله الحمد بخير يسلمون عليكم و الأولاد يقبلون
يديكم ثم قدمنا لكم سابقا تحريرا بصحبته ابن عمنا الشيخ أحمد أفندي . و إلى الآن
وما أخذنا الجواب ولا أخبرتم عنه . لعل المانع كثيرة الإشغال لا الإهمال . 21 ربيع الأنور 321
الداعي إمام المكتب الإعدادي
(محمد مبارك)
جناب المحب المخلص حسين وصاف بك
دام بوفور النعم آمين .[5]
بعد إهداء مزيد السلام عليكم
ورحمة الله وبركاته فأوصيكم ونفسي أولا بتقوى الله تعالى وطاعته والتمسك بسنة
النبي صلى الله عليه وسلم وطريقته ثم أوصيكم بعد أداء الصلوات الخمس بالإستقامة
والثبات على مأمورينكم والمداومة عليها والرحمة والشفقة على عيالكم.
فهذا هو الرضا من الرسول عليه
السلام يشير إليه قوله الشريف ( بن سندن خوشنودم ) ولا تقتروا على عيالكم ولا
تحملوهم الضرورة بسبب جمع الدراهم بأمل الزيارة فالأفضل لكم الآن أن لا نفاق على
العيال . فمتى آن الأوان تتيسر الأسباب والوسائط إن شاء الله تعالى فالآن استقيموا
كما أمرتم والرسول عليه السلام راض من حالكم الذي انتم عليه الآن فهذا هو المقصود ولا تستعملوا ولا
تظهروا حالكم . انكم من أهل الطريق فكثير من الناس من حاز المقامات العالية ونال
درجة الكمال و مع هذا لا يعلم أحد ..... منسوب إلى شيخ أو إلى طريق بل تراه بقالا
يبيع ويشتري أو كاتبا من دائرة من الدوائر وما أشبه ذلك. فهذا هو شأن الصادقين
والمخلصين فحضرت الباري سبحانه وتعالى أكرم الأكرمين وأرحم الراحمين يعطي الإنسان
بالصبر والثبات كلما يتمناه من حج وزيارة وكرامة وغير ذلك وغير هذا لا يوافق و ما
الإستعجال بإظهار الكرامة والمشيخة وغير ذلك مما يوجب الشهرة فليس من علامة
الإخلاص .( وما أمروا إلا يعبد الله مخلصين له الدين ) بل هو اتباع للهوى
ووسوسة للشيطان اللعين فانظر إلى قوله تعالى لرسوله الأكرم وحبيبه الأعظم صلى الله
علي وسلم (فاستقم كما أمرت) يكفيك ودمتم .
ومن طرفنا الجميع لله بخير
يسلمون عليكم وعبد الله مسرور ومحمود مسعود يقبلان يديكم و بلغوا جزيل سلامنا إلى
محبنا المحترم محمد أمين أفندي و حاجى علي رضا أفندي حاجى نوري أفندي وحاجى حقي
أفندي وشيخ وحدي أفندي وإلى الوالدة خانم وإلى كل من يسأل عنا وقبلوا لنا جناب
طلعت بك حفظه الله كل سوء. ثم أوصيكم أن توقروا حاجى نورى أفندي فإنه رجل منور و
غير خال ومن خصوص ابراهيم بك اذا اهلتموه اولى وأحسن . فإن لم يكن هناك مانع شرعي
من رضاع وغيره فكريمة حاجى علي أفندي الباقبة من فائق أفندي قوفق وانسب. فاجعلوا
الواسطة في المسألة حاجلا نوري. فالراقي رأيكم.
15 ربيع الأول 1320
شام شريف مكتب اعدادي امامي
الداعي محمد
بن عبد الله[6]
وأما رؤياكم فحق
وصدق لا مثل له فيها ولا ريب !
ورد
في الحديث الشريف ( من رآني في المنام فسيراني في اليقظة فإن الشيطان لا يتمثل
بي) وفي رواية (من رآني فقد رآني فقد رأى الحق ) أو في رواية (من
رآني في المنام فلن يدخل النار ) وفي رواية (من رآني في منامه فقد رآني حقا)
وتدل
رؤيته صلى الله عليه وسلم على الأعمال الصالحة والأمان من الخوف وتدل على علو شأن
الرائي وترقيه و المحبة للعلماء الكرام والسادات العظام وأهل بيته صلى الله عليه
وسلم . وتدل على العلم والتقوى والرشد والهداية و تدل زيادته على الرحمة والنعمة
والعز والشرف والجاه.
وعلو
قدر الرائي والدولة والظفر على الأعداء والسعادة والسيادة والرياسة والقوة والراحة
وخيرى الدنيا والآخرة وصلاح الحال وكمال الجاه وحسن العاقبة والأمر بالمعروف
والنهي عن المنكر ونيل منازل أهل الكرامات والتوبة والإنابة والصدق في القول
والوفاء بالوعد وتدل على البشارة المفرحة لصاحب الرؤيا وأن يفوق أقرانه وينال من
بينهم العز والشرف وكل مقاصده وتدل على الشفاعة والإستقامة والثروة وتصفية القلب
وتزكية النفس وزيادة التقوى وحصول الخير والبركة وعلى أن الرائي من أهل الجنة و من
الفائزين .
وأما
رؤية بدرية خانم تدل على أنها تنال رتبة عظيمة وشهر صالحة و تصير صاحبة عفة وأمانة
وصيانة وأنها تصير والدة لنسل صالح وتدل على جمعية المولد الشريفة. فإن كنتم ما
عملتم فاعملوا.[7]
/143/ Şeyh Abdurrahmân-ı Harîrî
Terceme-i hâl-i âlîleri sâbık cildlerin birinde (c. III,
s. 84) yazılmış olan Şeyh Muhammed Kemâleddîn-i Harîrî'nin pederi ve şeyhidir.
Gerek tarîkat-ı Rufâiyye'den gerek tarîkat-ı Halvetiyye-i Bekriyye'den
câmiu'l-esrâr bir mürşid-i âlî-kadrdir. Bursalı Tâhir Bey, müşârünileyhin
terceme-i hâlini tab' u neşr eylemişlerdi. Ondan iktibâsen bir nebze bahs
olunmak münâsib görüldü:
Müşârenileyh Abdurrahmân-ı Harîrî, İstanbul'da
Eyüpsultan'da Şeyh Hasîb Efendi Dergâhı'nda medfûndur. Tarîkat-ı aliyye-i
Halvetiyye'den şeyhi Muhammed Enîsü'z-zâkirîn Efendi'dir, Şamlıdır. Onun şeyhi
Muhammed Hâşim et-Tâcî'dir. Onun şeyhi Mustafa en-Nahlâvî'dir. Onun şeyhi
Muhammed Mahmûd ed-Dâmunî'dir. Onun şeyhi Mahmûd el-Kürdî'dir. Onun şeyhi
Muhammed Şemseddîn el-Hafnî'dir. Onun şeyhi el-kâmilü’l-mükemmil
müceddidü't-tarîka es-Seyyid eş-Şeyh Mustafa b. Kemâleddîn el-Bekrî
hazretleridir. (Kaddesa’llâhu esrârahum)
Şeyh Muhammed Saîd b. Muhammed el-Hanefî ed-Dimeşkî
es-Simmânî
Şuabât-ı Bekriyye'den Simmâniyye şu'besi müessisi Şeyh
Muhammed Semân-ı Medenî hazretleridir. Kibâr-ı evliyâdandır. Sıddîk b. Ömer Hân
nâmında halîfesi vardır. 1172/(1758-59)'da Şam'da irtihâl etmiştir. (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
Şeyh Ahmed-i Meâbî
Sıddîk b. Ömer Hân'dan müstahleftir. Musaffâ
isminde sülûka dâir bir eser-i mufassalı vardır. Bu eserini 1211/(1796-97)'de
ikmâl etmiş. Medfeni ba'zı karâine göre İstanbul'dadır. Şu nutuk onundur :
Mâl ü evlâd ilm ü iz'ân nâfi' olmaz ey Meâb
Mâ-sivâ ağyâr ilinden dil müsellem olmadan
Şeyh
Abdülkerîm-i Simmânî
Simmâniyye
şuabâtından bir şu'benin pîridir. Medîne-i Münevvere'de mehd-ârâ-yı âlem-i
vücûd olup, oradan neş'et buyurmuşlardır. İlm ü fazîlet ve zühd ü takvâ ve
riyâzet ü irfân u hakîkatta pîşvâ-yı erbâb-ı halvet idi. Misbâh-ı tarîk-ı
ma'rifet Şeyh Mustafa el-Bekrî Medîne-i Münevvere'ye geldiği zamân nâil-i
şeref-i mülâkâtı olup, Mustafa el-Bekrî hazretlerinde gördüğü /144/
kemâlâta meftûn olup derhâl intisâb etmiştir. Az zamânda nâil-i rütbe-i kemâl
olup, kutb-ı zamân olmuş idi. Tarîk-ı Kâdirî'den dahi nisbetleri olduğu
mervîdir.
Velâdeti 1132/(1729), intikâli 1189/(1775) senelerine
müsâdiftir. Medîne-i Münevvere'de Cennetü'l-Bakîa'da medfûndur. Vird-i mahsûsu
vardır. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
Şeyh Muhammed es-Simmânî ile de münâsebet-dâr olup, onun
hakkında cildlerle medhiyyeler yazmıştır.
Nefehâtu İlâhiyye fî Sülûki't-Tarîkati'l-Muhammediyye, İğâsetü'l-Lehefât ve Mûnisetü'l-Velehât başlıca
âsârındandır.
Şeyh Ahmed b. Muhammed eş-şehîr bi'd-Dırdır
1127/(1715-16)'de Mısır'da zînet-sâz-ı âlem-i dünyâ oldu.
Şeyh Muhammed b. Sâlim el-Hafnî hazretlerinin feyz-i nazarıyla zümre-i
ehlü'llâha dâhil olmuştur. Dırdırıyye şu'besi bu zâta mensûbdur. Harameyn-i
muhteremeyni ziyâretten sonra Mısır'a avdetinde ilm ü irfânı velvele-endâz
olmakla, herkes mazhar-ı kemâl olmak emeliyle meclisine cân atmıştır. Hattâ o
zamân Osmanlı pâdişâhı arz-ı ta'zîmât ve celb-i daavât maksadıyla Mısır'a
hey'et göndermiştir.
Çok eser yazmıştır. Başlıcaları:
1.
Şerhu Muhtasar Halîli Urdufiyye (?)
2.
Hulâsatu mâ-zekerehu'l-Echûrî ve'z-Zefânî ve Efkadifiyye,
3.
Ale'r-râcih mine'l-Akvâl,
4.
Akrabu'l-Mesâlik li-Mezhebi'l-Mâlik.
5.
Risâle fî Müteşâbihâti'l-Kur'ân,
6.
Nazmu'l-Harîdeti's-Seniyye fi't-Tevhîd ve Şerhuhâ,
7.
Tuhfetü'l-İhvân fî Âdâbi Ehli'l-İrfân,
8.
Şerhu alâ Virdi'ş-Şeyh Kerîmüddîn el-Halvetî,
9.
Şerhu Mukaddimeti Nazmı't-Tevhîd li's-Seyyid Muhammed Kemâleddîn el-Bekrî,
10. Risâle
fi'l-Maânî ve'l-Beyân,
11. Risâle
fi'l-Mevlidi'ş-Şerîf,
12. Şerhu
Âdâbi'l-Bahs,
13. Şerhu
Salâti's-Seyyid Ahmed el-Bedevî,
14. et-Teveccühü'l-Esnâ
bi-Nazmi'l-Esmâi'l-Hüsnâ,
15. Şerhu
ale'ş-Şemâil
1201/(1786-87) senesinde Mısır'da âzim-i âlem-i bakâ
oldular. Türbe-i münevvereleri Mısır'da elyevm ziyâret-gâhtır. (Kuddise
sırruhû)
Şeyh Ahmed b. Muhammed el-Mâlikî es-Sâvî
Kerem ü sehâ ile meşhûrdu. Ulûm-ı zâhire vü bâtınada
yektâ-yı zamân idi. Şeyh Ahmed-i Dırdır'ın hulefâsındandır. Sâviyye şu'besinin
müessisidir. Bir zamânlar tedrîs ve te'lîf ve teslîk ile meşgûl oldular. Çok
kimseler onun sâyesinde mazhar-ı kemâl oldu. 1241/(1825-26) senesinde Medîne-i
Münevvere'de irtihâl-i dâr-ı bakâ eyledi.
Başlıca âsârı:
1.
Şerhu Salâvât-ı Şerîfe,
2.
Şerhu Manzûme-i Esmâ-yı Hüsnâ. Bu eserin
aslı şeyhinindir.
3.
Hâşiye-i Fıkh-ı İmâm Mâlik,
4.
Risâle-i Halvetiyye,
5.
Esrâru'r-Rahmâniyye
Bu son eserinde
diyor ki:
"Elbet
sana bir insân-ı kâmil lâzımdır. Mutlakâ bir şeyh-i ârifin hem-bezm-i sohbeti
olmalısın. Bir kapıya mülâzemet et ki, sana kapılar açılsın. Bir efendiye boyun
ver ki, sana boyunlar eğilsin."
/145/ Kibâr-ı
meşâyıh-ı Şâzeliyye'den Ahmed b. İdrîs hazretleriyle hem-sohbet olup onlardan
da ahz-ı feyz eylediler. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
Şeyh Seyyid
Ahmed et-Ticânî
Ebu'l-Abbâs
Şeyh Seyyid Ahmed b. Muhammed et-Ticânî, seyyidü'l-ârifîn, imâmu'l-âlemîn bir
zât-ı âlî-kadrdir. Ticânî tarîkının vâzııdır. Bu tarîk, Şa'bâniyye-i
Bekriyye'nin bir şu'besi olup, Cezâyir-i Fas'ta intişâr etmiştir. Müşârünileyh
1150 sene-i hicriyyesinde (1737-38) Fas'ta Ayn-Mâzî karyesinde Ebû Abdullâh
Seydî Muhammed b. Muhtâr hazretlerinin sulbünden dünyâya gelmiştir. Ebû
Abdullâh hazretleri âlim ve müteverri' idi, 1166/(1753) senesinde terk-i âlem-i
dünyâ eylediler.
Vâlide-i
muhteremeleri sâlihâttan idi. Neseb-i şerîflerine gelince, sâdât-ı
kirâmdandırlar. Pederleri irtihâlinde onbeş-onaltı yaşında idiler. Henüz hâl-i
sabâvetlerinde pek çok hâlât-ı acîbe ve ahvâl-i garîbe sâdır olmuştur. Dört-beş
yaşlarında iken mâ-lâ-ya'nî ile meşgûl
olmamağa başlayıp tilâvet-i Kur'ân ve tahsîl-i ilm-i dîn ile meşgûl oldular.
Çok söylemez, samt-ı tavîl ile dem-güzâr, sinn-i âlîleri yediye resîde olunca
Nâfi’ kırâati üzre hıfz-ı Kur'ân-ı azîmü'ş-şâna muvaffak olmuş, ba'dehû ulûm-ı
usûliyye vü furûıyye ile tevağğule başlamıştır.
Zamânını
kat'iyyen boş geçirmeyip tahsîl-i ilme devâm ile, sinni rüşde vâsıl oldukları
hengâmda ders okutmağa ve fetvâ vermeye başladı. Hattâ bu sırada tarîkat-ı
sûfiyyeye ve esrâr-ı ilâhiyyeye
müteallık mübâhesâta girişerek fehm-i ulûm-ı tasavvufiyyeye ve ahvâl ü makâmât-ı
mahsûsaya nâil oldu. Bu sırada bir gece menâmda Server-i kâinât, aleyhi
ekmelü't-tahiyyât efendimiz hazretlerini müşâhede ile şeref-yâb ve iltifât-ı
Seyyidi'l-kevneyn'e mazhariyyetle kâm-yâb oldu. Taraf-ı celîl-i inâyet-delîl-i
Hazret-i Risâlet-penâhîden, "Sen muhakkak benim evlâdımsın."
diyerek üç def'a iltifât-ı cihân-derecât ızhâr ve "Nesebin Hasan b.
Ali'ye müntehî olur." diye kerem ü âtıfet-i ekremîlerini lutfen îsâr
buyurmuşlardır.
Henüz civân
iken pîr, pîr iken civân olan cenâb-ı Seyyid Ahmed-i Ticânî, günden güne
rütbe-i kemâlini i'lâ etmekte idi. Azm-i kat'î sâhibi olduklarından, "Ben
bir şeye başlayınca ondan dönmem, itmâma çalışırım." buyururlardı.
Mahbûbu'l-kulûb olduklarından henüz hengâm-ı tulû' sayılan bir sinde iken
ileride âlem-i irfânı tenvîr edecek bir şems-i tâbân-ı ma'rifet ü hakîkat
olacakları anlaşılmakta idi. Kemâl-i iffet ü takvâ vü emânetle şöhret-gîr bir
zât-ı sütûde-semîr olup reng-i saâdetleri kırmızılıkla karışık beyâz, boyları
mu'tedil idi. Savt-ı cehrî, samt-ı behî sâhibi idi. Eâzım-ı mantıkıyyûndan ve
fasîhu'l-lisân idi. Akl u idrâkinin derecesini kimse takdîr edemez idi. Peder-i
mufahhamının irtihâlinden beş sene sonra yirmibir yaşında iken Fas'tan Azb
nâhiyesine gidip burada bir zât-ı muhteremden ilm-i hadîs okumaya başladı.
Ulemâ vü sulehâ ile sohbet için ziyâretten hâlî kalmazdı. Hattâ bu niyyetle
cebel-i Zebîb'e giderek ehl-i keşften bir zâta mülâkî oldu. Bu zât-ı muhterem
ise, "Oğlum! Memleketine git, maksûdun orada hâsıldır."
buyurunca avdetinde Sahrâ nâhiyesinde beled-i Ubeyz'a (ابيض) /146/ uğradı. Burada
kutb-ı şehîr Abdulkâdir b. Muhammed hazretlerinin merkad-i münîfini ziyâret ve
beş ay tedrîs ve ibâdet ederek imrâr-ı vakt eyledi. O ehl-i keşfin sözüne
tebean memleketine dâhil oldu. Bir müddet sonra Tilemsan şehrine gidip tefsîr
ve hadîs okudu. Tarîk-ı mücâhedede pek ileri gitmeğe başladı. Bu sırada kalb-i
ekreminde bir feyz-i ma'nevî hâsıl olunca alâyıktan mücerred oldu. Bir müddet
sonra tedrîsât ile iştigâl eylediyse de sinn-i şerîfleri otuzbire resîde olduğu
1181 sene-i hicriyyesinde (1767-68) halktan büsbütün tecerrüd ediverdiler.
İbtidâ-yı emrde oruca devâm ve geceleri ihyâya kıyâm ederdi.
Bir zamân bu
hâlde kaldı. Fas'a avdetinde mazanna-i kirâmdan Mevlânâ et-Tayyib b. Muhammed
b. Abdullâh İbrâhîm el-Yemlemî el-İlmî hazretlerine mülâkî oldu.
Bu zât-ı
muhterem Hebt bilâdından Vezân'da medfûndur. 1180/(1766-67)'de göçmüştür. Kendi
virdini telkîne Cenâb-ı Seyyid Ahmed-i Ticânî'yi me'zûn eylemişler ise de Hz.
Ahmed bu sırada âlem-i istiğrâkta olduğu için cihâd-ı nefsi daha mühim bilip,
kendi mertebesini ta'yîn edemediğinden bu virdi halka telkînden çekinmiştir.
Evliyâ-yı kirâmdan Muhammed b. el-Hasen el-Vancelî ve Abdullâh b. Seydî
el-Arabî b. Ahmed b. Muhammed hazerâtıyla da sohbet eylemişler, füyûzât-ı
Rabbâniyyeden hisse-mend olmuşlardır. Bu sırada tarîkat-ı Kâdiriyye ve sonra
Nâsıriyye'ye intisâb eyleyip, tarîkat-ı Nâsıriyye'yi Şeyh Ebû Abdullâh Seydî
Muhammed b. Abdullâh et-Tizânî'den almışlardır. Ba'dehû melâmiyyûndan Velî
Sâlih Ebû Abbâs Seydî Ahmed et-Tavâş'tan feyz ü kemâle nâil olarak bu zât-ı muhterem
halvet, vahdet, zikr, sabr esrârını telkîn eylemiştir. İşâret-i mahsûsasıyla
mağribden Sahrâ nâhiyesine intikâl ile evvelce ziyâret eylediği Şeyh Abdülkâdir
Muhammed b. el-Ubeyz'in merkad-i münîfini tekrâr ziyâret etti ve burada ne
esrâra mâlik olduysa oldu. Oradan Tilemsan'a azîmetle ba'dehû âzim-i râh-ı
Hicâz oldu. Esnâ-yı azîmette Cezâyir kurbunda Umdetü'l-muhakkıkîn Ebû Abdullâh
Muhammed b. Abdurrahmân el-Ezherî ile mülâkât eyledi. Tarîkat-ı Halvetiyye
esrârından alacağı kadarını bu zât-ı muhteremden aldı. Bu zâtın sît-ı şehîri,
etbâ'-ı kesîri, zevâyâ-yı kebîri var idi. 1180/(1766-67) senesinde terk-i
dünyâ, azm-i ukbâ eylemişti.
Şeyh Ahmed,
Tunus'a varınca ba'zı evliyâya ez-cümle veliyy-i şehîr Seydî Abdüssamed
er-Rehâvî'ye mülâkî oldu. Bu zât-ı muhterem ise bir mürşid-i mahfînin nazar-ı
terbiyetiyle perverde olmakta idi ki, o mürşidi Tunus'un kutbu idi, kendilerini
gizlerler idi. Abdüssamed ise mürşidini ancak Cuma ve Pazartesi geceleri gider
görür idi. Hz. Ahmed, bu hâle pek ziyâde merâk hâsıl ettiğinden mürşid-i
müşârünileyhi görmek dâiyesine düşmüş ise de cevâb-ı red aldığından ısrârı
üzerine nihâyet Şeyh Abdüssamed, Hz. Ticânî'nin yanına bir mahbûb katarak
şeyhine yolladı. Hz. Mürşid, bunları görünce, "Mahbûb, mahbûbu
gönderdi." diye latîfe buyurup, beynehumâda çok /147/ esrâr-ı
ma'neviyyenin inkişâfına bâis mülâkât-ı medîde zuhûr etti. Burada bir sene
kaldı. Bu sırada halka Kitâbu'l-Hikem ve gayrısını okuttu. Tunus emîri,
Seyyid Ahmed-i Ticânî'nin kemâline ıttılâ' hâsıl edince burada kalıp tedrîs ile
iştigâlini istirhâm ve bir hâne ihzâr ve tedrîsât mahalli, Câmi'-i Zeytûn'u
tahsîs ve maâş-ı azîm tertîb eylemiş ise de Hz. Ticânî arz-ı i'tizâr ile ertesi
günü bağteten Tunus'tan bahren Mısır'a gidiverdi. Şeyhu'l-meşâyıh,
berzahu'l-berâzih Şeyh Mahmûd el-Kürdî el-Mısrî'ye mülâkî oldu.
Tunus'tan
giderken Abdüssamed'in şeyhi tedârikât-ı seferiyyeyi ikmâl ve gelip gitmede
hiçbir sıkıntı çekmeyeceğini tebşîr ile selâmetlemiştir. Şeyh Mahmûd
el-Kürdî'ye ilk mülâkâtta, "Sen inda'llâh mahbûbsun." diye Ticânî'nin
kadrini ızhâr buyurdu. "Neden bildiniz?" suâline karşı, "Allâh'dan
bildim." cevâbını vermişlerdir.
Ticânî Tunus'ta
iken rü'yâda Şeyh Mahmûd-ı Kürdî'yi görmüş idi. Mısır'da mülâkî oldukta, "Zât-ı
âlînizi Tunus'ta gördüm, ben baştan başa bakırım dedim. Evet buyurdunuz.
Ba'dehû, oğlum ben sizin bakırınızı altına tahvîl ederim, inâyetinde bulundunuz
idi." gibi esrâr-ı sohbet cereyân eyledi. Birkaç gün ikâmetten sonra,
"Matla’bınınz nedir oğlum?" suâline, "Kutbiyyet-i
kübrâ." demesiyle, "Buna da kanâat etme oğlum, sen
bilirsin." buyurmuşlardır.
Şeyh Mahmûd-ı
Kürdî'nin muvâfatıyla Hicâz'a âzim oldu. Tedârikât-ı seferiyyesini Şeyh
Mahmûd-ı Kürdî ikmâl eyledi ve duâ buyurdular. 1187 senesi Şevvâlinde (Aralık
1773) otuzaltı yaşında iken Mekke-i Mükerreme'ye dâhil oldu, nice esrâra
muttali' olduktan sonra müstağrak-ı zevk-ı azîm oldu. Ehl-i irfân ile
hem-sohbet olur, sevişir idi. Eâzım-ı evliyâdan Şeyh Ebu'l-Abbâs Seydî Ahmed b.
Abdullâh-ı Hindî hazretlerinin Mekke'de olduğunu haber aldı ki, bu zât-ı muhterem
pamuk tüccârından idi. Derece-i kemâline kimse muttali' olamamış idi. Bu zâtı
buldu, onunla hem-sohbet oldu. Kalbini ulûm-ı esrâr u hikem-i envâr ile
doldurdu. O zât ihtifâ-yı tâm üzerinde olup, ale'l-ekser hâdimi vâsıtasıyla
esrâra muttali' oldukları mervîdir, demekle sohbetleri ma'nevî olacak, kutba
mülâkî olacağı Hz. Ticânî'ye tebşîr edildi ve Medîne-i Münevvere'de Simmânî
hazretlerine şeref-mülâkî olacağı haber verildi. Tâ ki Medîne-i Münevvere'ye
geldiler. Fi'l-hakîka, Ebû Abdullâh Seydî Muhammed b. Abdülkerîm eş-şehîr
bi's-Simmânî'ye mülâkî oldular. Bu zât-ı muhteremin pederi Şeyh Abdülkerîm'in
terceme-i hâlinden bahs etmiş idim.
Seyyid
Muhammed-i Simmânî, Cenâb-ı Ticânî'yi yanında alıkoyarak üç gün halvete sokmak
istedi. Medîne-i Münevvere'de müddet-i ikâmetin azlığı sebebiyle arz-ı i'tizâr
etti. Bunun üzerine şeyh, cemî'-i esmâ vü müsemmeyâta izin verdi.
Ba'de'z-ziyâre Mısır'a avdetle Şeyh Mahmûd'a mülâkî oldu. Hz. Şeyh'in esrârı ve
ulûmu Hz. Ticânî'ye intikâl eti ve tarîkat-ı Halvetiyye'den müstahlef oldu.
Memleketine avdetinde neşr-i tarîkata ve terbiye-i süllâke me'zûn oldu. Hz.
Ticânî, /148/ kemâl-i mahviyyetinden dolayı eser-i imtinâ' gösterdi ise
de, "Sen telkînde bulun, hatemât bana âiddir." diye te'mînât
aldı. Bunun üzerine Tunus'a Tilemsan'a, sonra memleketine avdet eyledi. Fas'a
avdetleri 1191/(1777) senesindedir.
Kemâlât-ı
aliyyeleri günden güne şâyi' oldu. Evliyâ-yı zamânın merci' ü muktedâsı olup
tarîk-ı Ticânî nâm-ı âlîlerine nisbet edildi. Nûr-ı irfânı, cihât-ı İslâmiyyeti
istîlâ eyledi. Nûr-ı irfânının etrâfına toplananlarr çoğaldı. Bir müddet sonra
irtihâl-i dâr-ı naîm eyledi. Fas'ta medfûndur. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
1203 senesi
şehr-i Rebîu’l-evvelinin onunda (8 Aralık 1788) Bilâdi's-sahrâ nâm mahalde
âlem-i Cemâl'e intikâl eylemiş olduklarını Cevâhiru'l-Maânî'de gördüm.
Fas'ta Mevlânâ
İdrîs ile mülâkî oldukları mestûrdur. Âsâr-ı celîleleri pek mu'teber ve meşhûr
olup, bir kısmı ahîren Mısır'da tab' olunmuştur. Kitâbu Cevâhiri'l-Maânî ve
Bülûğı'l-Emânî fî Feyzi Seyidî Ebi'l-Abbâs et-Ticânî nâm eser-i kebîrini
mütâlaa ile karîrü'l-ayn oldum. Arabiyyü'l-ibâredir. Bu eseri tab' ettiren
mukaddimesinde müşârünileyhin terceme-i hâlini yazmıştır ki, muharrir-i fakîr
ondan tercüme eyledim.
Bu eserin cem u
tertîbi seyyidü'l-vucûd (sallallâhu aleyhi ve selem) efendimizin emir
buyurduğu eserin câmii olan zât Hz. Seyyid Ahmed-i Ticânî’nin beyânına atfen
yazıyor ki, eser-i mezkûr tefsîr ü hadîsten ve mübâhesât-ı aliyye-i
tasavvufiyyeden bâhistir. Hâmişinde Kitâbu Rimâhi Hizbi'r-rahîm Alâ Nuhûri
Hizb'r-racîm matbû' olup[8] Saîdi'l-Fûtî'nin eseridir. Bu zât (Şeyh Ömer b. Saîd
el-Fûtî et-Tûrî el-Kedevî) tarîk-ı Ticânî ricâlindendir ki, onda gördüğüm
silsile-i Ticâniyye ber-vech-i âtîdir:
في ذكر سندنا في
هذه الطريقة الأحمدية الإبراهمية الحفنية التجانية فأقول و بالله تعالى وهو الهادي
بمنه إلى سواء الطريق اغلم أني أذكر لك سند شيخنا رضى الله تعالى عنه إلى رسول
الله تعالى عليه وسَلم في هذه الطريقة الأحمدية المحدية و سندي و الحمدلله متصل
اليه ثم اذكر بعط ذلك سندنا إلى الشيخ رضى الله تعالى عنه ثم إلى جَده رسول الله
صلى الله تعالى عليه و سَلم في هذه الطريقة أمَا سندنا الأول فأقول نظَمني في
السلسلة الصوفية و لقَنني اذكارها سيَدي محمد الغالي وهو لقَنه سيَدي الحاج على بن
راده وهو لقَنه ابو عبد الله الشريف سيَدي محمد بن محمد المشري وهو لقَنه قطب
زمانه وفريد عصره وآوانه شيخنا وقد رتنا إلىالله مولانا أبو العباس احمد بن محمد
الحتاني وهو لقَنه الشيخ محمود الكردي وهو لقَنه الحفني وهو لقَنه قطب الوجود
السيَد مصطفى بن كمال الدين البكري الصديقي .[9]
Şeyh Ömer b. Saîd el-Fûtî hazretleriyle, lehü’l-hamd, mülâkât nasîb oldu.
İstanbul'u teşrîf eylediler. Çemberlitaş'ta Arnavuthanı'na nâzil olmuşlardı.
Yüz yaşına /149/ karîb idi. Refîk-i cânım Ahmed Nazmî Efendi ile
ziyâretine gitmiş idik. Huzûr-ı âlîlerine girdiğimizde pamuk gibi beyâz
sakallı, beyâz sîmâlı, mütenâsibü'l-endâm, câzibeli bir zât-ı âlî-kadrin
nazar-ı feyzi altında bulunduğumuzu hisseyledim.
Hasırdan ma'mûl bir yaygı üzerine oturmuş, zenbîl örüyorlardı. Başlarında
Tunus fesi vardı. Beyâz sarık sarmışlardı. Selâm verdik. Redd-i selâm eyledi.
"Ehlen ve sehlen evlâdünâ!" buyurdular. Mübârek elini öpmek
istedik. Kemâl-i tevâzu'larından mahviyyet gösterdiler. Emirleriyle huzûrunda
bir müddet oturduk. Sebeb-i ziyâretimizi ve hüviyyetimizi sordular. Nazar-ı
feyzlerine mazhar olmak, duâlarını almak emeliyle geldiğimizi ve âsitân-ı
evliyânın bir kıtmîri olduğumuzu anlattık. Mükâleme Arabça idi. Derhâl eser-i
memnûniyyet gösterip ellerini kaldırdı. Hafîf ve mühtez sadâlarıyla gâyet
hâşi'âne ve hâdı'âne bir sûrette duâ buyurdular. Bizler de "Âmîn"
dedik. Biraz sonra arz-ı vedâ’ eyledik.
Haremeyn’e ziyârete gidiyorlarmış. İstanbul'da Hz. Hâlid b. Zeyd (radıyallâhu
anh)’ı ziyâret emeliyle birkaç gün bulunmuşlar. Garîbdir, ziyâretlerine ilk
gelen bizler imişiz. Pek memnûn olarak söylediler ve teveccüh buyurdular. O
sinde zenbîl yapar satar onunla taayyüş eder imiş. Nûr-ı Muhammedî vech-i
tâbânında lemeân ediyordu.
Bu mülâkâtım, 1322 târîh-i hicrîsinde (1903) idi. Mülâkât mazhariyyetime
pek memnûn ve son derecede müteşekkirim el-hamdü li'llâhi taâlâ. Hâlen
ber-hayât olmasalar gerektir. Ya Medîne'de kaldılar, ya avdet ettiler.
Mısır'da ikinci def'a tab' olunan Rimâhu
Hizbi'r-rahîm nâm eserin nihâyetinde deniliyor ki :
للشيخ اللإمام أبى حفص سيدى عمر بن سعيد الفوتى نفعنا الله ببركاتهم وأعاد
علينا من نفحاتهم.[10]
Bu ibâreden de kendilerinin bi-hakkın mazhar-ı tekrîm ü ihtirâm oldukları
anlaşılır. Her hâlde âlim, fâzıl bir veliyy-i kâmil idi. (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
Şeyh Mahmûd el-Kürdî
Eâzımdandır. Mısır'da neşr-i feyz-i tarîkat eylemiştir. Menâkıb-nâmeleri
vardır. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
Şeyh Seyyid Feyzüddîn Hüseyin es-Simmânî
Tıbyân'da muharrer olduğuna göre Feyziyye-i Simmâniyye-i
Bekriye-i Şa'bâniyye bu zâta mensûbdur. Şeyhi Seyyid Muhammed Nûreddîn, onun
şeyhi Abrülganî-i Guneym, onun şeyhi Muhammed b. Abdülkerîm-i Simmânî'dir. Şeyh
İsmâîl ve Şeyh İbrâhîm vâsıtasıyla daha iki koldan yine Abdülkerîm-i Simmânî'ye
muttasıldır. 1236/(1821)'da Mısır'da doğmuş, 1309/(1891-92)'da İstanbul'da
vefât eylemiş, Merkez Efendi Kabristanı'na defn olunmuştur.
Kâdirî, Nakşî, Şâzelî tarîklarından da feyzi vardır. Mükemmel bir evrâdı ve
Esmâ-i Hüsnâ manzûmesi vardır ve Tıbyânü't-Tarâik'ta münderic olduğunu
Sâdık Vicdânî Bey Tomâr'da yazmıştır. (143. sahîfeye mürâcaat).
/150/ Cebbâr-zâde Ârif Bey
Bu zât-ı muhterem târihte şöhret bulan Çapanoğulları'nın ahfâdındandır.
"Çapan-zâde, Cabbâr-zâde" diye yâd olunagelir. 1244 senesi şehr-i
Temmuz'unda (1828) İstanbul'da Rumelihisârı civârında Baltalîmânı'ndaki bir
sâhil-hânede dünyâya gelmiştir. İbtidâî tahsîli, Mekteb-i İrfân'dadır. Ondokuz
yaşında iken buradan bâ-şehâdet-nâme neş'etle Bâbıâlî Mâliye Kalemi'ne, sonra
Felâhî mahlasıyla Hazîne-i Mâliye Bedelât Kalemi'ne müdâvemetle iki sene sonra
Nizâmiye Kâtipliği'nden 1296 senesinde şehr-i Teşrînievvelde (Aralık 1880)
tekâüdünü istid'â eylemiştir. Otuzüç sene hıdmet-i devlette bulunduklarını
bi'l-hesâb buldum.
Zamânımızda şeyhü'l-mütekâidîn olmuşlardı. Urefâ-yı asırdan idi. Tahsîlleri
bidâyeten ibtidâî bir hâlde iken sonraları Üveysîlik neş'esiyle mazhar-ı ilm-i
esrâr olduklarından ulûm-ı Arabiyye vü Fârisiyyede nâil-i mertebe-i iktidâr
olmuşlardır.
Terbiye-i tarîkatları tarîk-ı Şa'bânî eâzımından Kuşadalı hazretlerinin
nâib-i menâbı Hammâmî Muhammed Tevfîk Efendi hazretlerindendir. Hz. Şeyh ile
mülâkât ve sohbetlerini ve menâkıb-ı latîfelerini dâimâ vird-i zebân ederlerdi.
Cidden kemâl-i Hz. Şeyh'e mazhar olduklarına âsâr-ı aliyyeleri şâhiddir.
Boğaziçi'nde Çengelköy'de dere içinde Dr. İrfân Bey'in köşkünü istîcâr etmişler, burada otururlar
idi. İnzivâ-yı hayâta meyilleri vardı. Sinlerinin ileride olmasına rağmen
kuvve-i hâfızaları yerinde idi. Ziyâretlerine şitâbân olan erbâb-ı aşk u muhabbeti şeref-i sohbet ü iltifâtlarına
müşerref kılarlardı.
Hoş-sohbet ve latîfe-gû olup, Hz. Şeyh-i Ekber efendimizin kemâlât-ı
zevkıyyelerinden haber-dâr olmuş eâzım-ı sûfiyyeden idi. İlm-i vahdette lübb-i
hakîkata dâir bi-hakkın söz söylemeye muktedir ricâlu'llâhdan idi.
Uzun boylu, beyâz sakallı, mütenâsibü'l-endâm idi. Sokağa çıkarlarsa setre
pantolon, kolalı gömlek giyerler; temiz gezerlerdi. Hamzeviyyü'l-meşreb,
sünniyyü'l-mezheb idi. Şeyh Ahmed Muhtâr er-Rufâî, müşârünileyhe, "Kıravatlı
Evliyâ" tesmiye eylemişti. Her nerede olsa herkes sükût eder, onun söz
söylemesine muntazır olduklarından, o da ilm-i vahdetten açar, herkesi
müstağrak-ı zevk eyler idi.
Son zamânlarında sokağa çıkamaz oldular, mükerreren ziyâretlerine giderdim.
Fakîre ziyâde teveccüh ve iltifât âsârı gösterirler idi.
1339 senesi onyedi Muharrem'inin (30 Eylül 1920) Perşembe günü doksanbeş
yaşında iken irtihâl-i dâr-ı naîm eylediler.
Evrâd-ı Havâdis'te okudum:
"Şeyhü'l-mütekâidîn fuzalâ-yı benâmdan Çapan-zâde Ârif Bey
yüz yaşını mütecâviz olduğu hâlde Çengelköy'de Pınarderesi'nde müste'ciren
sâkin olduğu hânede irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Merhûm-ı müşârünileyhin
haber-i vefâtı mesmû'-ı âlî-i pâdişâhî buyurulması üzerine techîz ü tekfîni
lutfen /151/ ceyb-i Hümâyûn'dan fermân buyurulmuş ve vasiyeti
mûcibince Nakkaş'ta (Beylerbeyi'nde) defn edilmiştir. Merhûm, âlim ve fâzıl bir
zât olup, fevka'l-âde kuvve-i hâfızaya mâlik idi. (Rahmetu'llâhi aleyhi
rahmeten vâsi'aten)"
Âsâr-ı aliyyeleri:
1- Fıkh-ı Keydân Tercümesi.
2- Atiyye-i Sübhâniyye Şerhu Gavsiyye-i Geylâniyye. Gâyet
ârifâne ve pek yüksek ilimle yazılmış bir eser-i mühimdir. Mustafa Şerîf Efendi
bunu tahşiye eylemiştir. Matbû'dur.
3- Hazîne-i Nûr. Matbû'dur.
4- İsmet-i Buhârî'nin Nutku. (Şerh-i
Gül-deste-i İsmet)
5- Miftâhu Hısnı Hasîni Rahmâniyye fî Memleketi Vücûdı
İnsâniyye. Hz. Sünbül'ün, "Gel ey sâlik diyem bir söz ki
Hak'dır" nutkunu şerh eder, mühim bir eserdir.
6- Şuûnâtu Hak alâ mâ-Cerâ's-sebak. Beş cild
bir eserdir. Her eserin muhteviyyâtı ne gibi şeydir, müşâru'nileyhin hatt-ı
destiyle tasvîr edilir mektûb aynen raptedilmiştir. Hz. Hüdâyî Kütüp-hânesi'ne
vakfedilmiştir.
7- Râfiu'z-Zulem fî Kulûbi'l-Ümem. Şeyh
Mustafâ Musihuddîn Ebu'l-Vefâ (kuddise sırrûhu'l-ulâ)’nın nutku üzerine
kaleme alınmıştır.
8- Hazâinu Envâr ve Defâinu Esrâr. Altı
cilddir. Sekizyüzü mütecâviz ehâdîs-i şerîfeyi ve bin kadar sahâbenin tercüme-i
hâlini câmi'dir.
9- Tuhfe-i Şemsiyye. Hz. Mevlânâ'nın "Menem ma'lûl-ı bî-illet ki
illet Geşt Peyvendem" gazelini şerheder.
10- Vârıdât-ı Seferiyye. Hakâyıka dâirdir.
11- Tuhfe-i Seyfiyye. Esrâr-ı hacca dâirdir.
12- İstid'â-yı Merhamet. Seyyid Ahmed-i Bedevî
hazretlerinin nutku şerhidir.
13- Zeyl-i Vâridât-ı Seferiyye. Rûh
mes'elesine dâirdir.
14- Kitâbu'l-hakâyık. Tefsîr ve fıkıh ve serâir-i
Kur'âniyyeye dâir dört cild. Bununla berâber birkaç eserinin zâyi' olduğunu
beyân buyurmuşlardır.
15- Otuz kadar gazelini hâvî Dîvânçe'leri.
16- Celb-i Surûr
Selb-i Küdûr. Kasîde-i Münferice şerhidir.
17- Îzâhu'l-Merâm alâ
Delâleti Seyyidi'l-Enâm. Manzûme-i Mevlid-i şerîf şerhidir. Gâyet
zevk-perverâne bir sûrette yazılmış mühim eserdir.
/152/ Eş'ârından:
Dil-beste olup aşk ile baksaydı sünbüle
Bülbül koparırdı yine ol demde gulgule
Çün bâd-ı sabâ bir
daha vir goncadan güle
Gül-şen görünür âteş-i aşk bülbüle
Son gazeli:
Ey gamze söyle zahm-ı dilimden zebânım ol
Ey âh sîne nüsha-i şerh u beyânım ol
Ey eşk-i dîde ben diyemem yâra derdimi
Rûy-ı izârım üzre dökül tercümânım ol
Ey gonca-fem şühûdumu tasrîh idem sana
Zabt it de hep şu âleme sen dâstânım ol
Keşf itmesin bu râzımı zühhâd amân sakın
Tâ rûz-ı haşre değin nükte-dânım ol*
Bir Ârif'e müsâdif olursa eğer yolun
Zevk-ı şühûdumu bildir lisânım ol*
Hâk-i mukaddes-i Pîr Şeyh Sünbül'e*
Vaz'-ı cebîn idüp ihlâs-hânım ol*
Ârif Bey merhûmun selîka-i kalemiyyesi kendine mahsûs denilecek bir şekli
hâvîdir. Eserlerini ser-â-pâ okumaya müsâade buyurmuşlardı. Okudum müstefîd
oldum.
Ey harîm-i harem-i sırr-ı Hudâ Ârif Bey
Vey edîb-i edeb-istân-ı safâ Ârif Bey
Hep hakâyık ile mâlî olan ol sözlerini
İşitenler mütehayyirdir eyâ Ârif Bey
Bahr-ı zevk olmuş o pâkîze dilin bî-şübhe
Bâb-ı mehdinde ne söylense sezâ Ârif Bey
Sırr-ı tevhîde hakîkatda vusûlün zâhir
Server-i cümle-i erbâb-ı vefâ Ârif Bey
Cezbe-i aşkın ile mest oluyor Vassâf'ın
Ona imdâd-res ol lutf ile yâ Ârif Bey
Müşârünileyh, "Bende sırr-ı irşâd yoktur." diye kimseyi
dâire-i irşâdlarına almamış ve herkesten mazhar-ı feyz olmaya çalışır bir
vaz'iyyet takınmış idi. Âsârının esâmîsinin tedkîkinden de nümâyân olacağı
üzere Ârif Bey cidden büyük adam idi. Meclis-i enverinde insan, bulundukça
temâdîsini ister idi. O da her gelen gibi geldi, yaşadı, insanlığını anladı,
hakîkatini bildi, buldu, oldu, gitti.
Cümle cihân fânîst, bâkî heme ûst
(Kaddesa'llâhu sırrahû ve nefeanâ bi-berekâtihim ve füyûzâtihim ve şefâatihim.
Âmîn. Bi-hurmeti nebiyyi'l-emîn.)
Hîn-i irtihâllerinde evlâdı kalmamış idi.
Hz. Nûreddîn-i Cerrâhî hakkında söylediği şu kıt'a ne hoştur.
Kızışdır halka-i tevhîdi yansın kalb-i âteş-nâk
Fetîl almaksa maksad koyma elden öyle misbâhı
Yanup sızlarsa sînen yaradan râhında âh itme
Sarar hep merhem-i lutfuyla Nûreddîn-i Cerrâhî
/153/ Ahmed Sâfî Bey[11]
Urefâ-yı sûfiyyeden bir pîr-i Rûşen-zamîrdir. Pederleri İbrâhîm, onun
pederi el-Hâc Ali Efendilerdir. 1267 sene-i hicriyyesi Rebîu’l-âhirinin
yirmikinci (25 Ocak 1851) Pazartesi gecesi İstanbul'da Bahçekapı civârındaki
hânelerinde dünyâya gelmiş ve Hamîdiyye Sıbyân ve Vâlide Rüşdî Mekteblerinde
okumuş ve elviye mutasarrıflıkları me’mûriyyetinde bulunan pederleriyle maan
Anadolu ve Rumeli cihetlerinde gezmiş ve 1282 sene-i hicriyyesi Recebinde (Ocak
1865) Mâliye Hazînesi İstikrâz Odası'na me’mûr olmuş, o târîhten i'tibâren
meşâhîr-i ulemâ-yı İslâmiyye'den Tokatlı-zâde Ahmed Efendi'den Arabî ve
müctehidîn-i İrâniyye'den o zamân İstanbul'da bulunan Mirzâ İsmâil'den Fârisî
okumuştur.
1294/(1876) senesinde Rus muhârebesi zamânında Şâdiye İplik-hâne ve
Misâfir-hâne-i Askerî Hastahâneleri başkitâbetlerinde ve ba'de'l-harb Selânik
Fırka-i Askeriyyesi başkitâbetinde ve Aydın vilâyeti dâhilinde Menteşe ve
havâlisi ağnâm ve a'şâr me’mûriyyetlerinde ve mülgâ Takâüd Sandığı Mektûbî
Kalemi’nde ve Ma'zûlîn Mülkiye Sandığı mümeyyiz ve müdürlüğünde bulunmuş ve 17
Mayıs 1329/(29 Mayıs 1913) târîhinde takâüd edilmiştir. Kırkaltı seneyi
mütecâviz hıdmet-i devlette istihdâm olunmuş ve bulunduğu memûriyyetlerde
afîfâne ve müstakîmâne îfâ-yı hizmet eylemiştir. Elsine-i selâsede tahrîr ve
tekellüme muktedir olup, erbâb-ı kemâldendir. Gayr-i matbû' Dîvân'ı ve
hayli âsârı vardır.
Ba'zı makâle ve şiirleri Evrâk-ı Havâdis'le neşr edilmiş ise de
mahviyyet-perver olduklarından şöhretten ictinâben imzâ koymamışlardır.
Son zamânlarında Kumkapı'da Kadırga'da Kolluk Sokağı'nda 10 numaralı hânede
ihtiyâr-ı ikâmet buyurdular. Mükerreren şeref-i ziyâretleriyle müşerref oldum.
Fakîre pek büyük teveccüh ve muhabbet göstermişlerdir. Külliyyetli kitâbı olup
kendisi kitâb-ı kâinât olduğu için bunlardan müstağnî kalınca çarşıda
sahaflarda bir dükkân istîcâr ile kitaplarını buraya nakl ederek bir müddet
bunları satmakla meşgûl olup bi'l-âhare ferâğatla mecmûunu toptan âhara
satmıştır.
Son zamânında Dizdâriye'de Sokollu Mehmed Paşa Câmi'-i şerîfi karşısında
Özbekler Dergâhı'nda Cuma geceleri Mesnevî-i şerîf okutmaya başladılar.
Meclis-i enverleri ehl-i kemâle cilve-gâh olmuştur. Defter-hâne'de bir aralık
hatt-ı siyâkat tedkîkına me’mûr olmuştu. Ba'zı takrîrleri şübbân-ı memleketten
birkaç zâtın himmetiyle zabt olunup Şu'le ve Mecmûam nâmlarıyla
iki risâle sûretinde tab' u neşr olunmuştur. Tarîkaten nisbetleri Nakşiyye-i
Hâlidiyye'den İsmet Efendi'yedir (C. 2, s. 213.). Kendisi şöhretten gâyet
müctenib ve halvet ve uzlete ziyâdesiyle râgıb olup, müntesib bulundukları
tarîkatı ve şeyhi dahi gizlerler. Ehlu'llâhdan pek çok zevât-ı âliye ile
bâ-husûs Hacı Kâmil Efendi hazretleriyle sohbetleri vardır. Fakîre yazdıkları
birkaç mektûbu aynen telsîk ediyorum.
/154/ Sâfî Bey'in mektûbları ve gazeliyyâtı okunursa derece-i
kemâlinin ne kadar bâlâ-ter olduğu nümâyân olacağından fazla söz söylemeye
hâcet kalmaz. Müşârünileyhin bir muazzam eseri vardır. Nâmı Sefîne-i Sâfiye'dir.
Bunda bir çok zevât-ı kirâmın tercüme-i hâli ve eâzım-ı İslâm'ın sözleri ve
müellifinin hakâyıka, dakâyıka dâir bahisleri vardır.
Uzunca boylu, beyâz sakallı, gözlüklü, sevimli, halûk, beşûş, mültefit,
mahviyyetli, pek temiz yürekli bir zât-ı âlî-kadrdir.
Refîka-i hayâtı Nebiye Hânım'ın irtihâli âhir vaktinde müşârünileyhi pek
müteellim eylemiştir. İhtiyâr hâlinde sevdiği zevâtın dergâhlarına kadar gider
ve erbâb-ı meclisi müstefîd eyler. Sefîne-i Sâfiye onsekiz cilddir.
Pey-der-pey yazılmakta olduğundan aded-i cildin mütezâyid olması dâire-i
ihtimâldedir.
Müşârünileyh nisbet-i tarîkatları ifşâdan tahâşî buyuran mestûrîndendir.
Bir gün İbnü'l-Emîn Mahmûd Kemâl Beyefendi ile birlikte saâdethânelerine
ziyârete gittik Söz arasında mîr-i müşârünileyh istîzâh ederek nasılsa izhâr-ı
nisbet eylemişlerdir. Yanyalı meşâhîr-i meşâyıhtan Şeyh Mustafa İsmet Efendi
merhûma nisbetlerini söylemişlerdir. Bizden senelerce ketm buyurdukları hâlde
nasılsa ifşâ buyuruverdiler. Bundan dolayı Mahmûd Kemâl Beyefendi'ye müteşekkir
oldum.
Bâlâda yazdığım vechile İsmet Efendi, Abdullâh-ı Mekkî vâsıtasıyla Hz.
Hâlid Ziyâeddîn'e merbûttur. İkinci cildde 213. sahîfe ilâvesinde bahs
olunmuştur.
Ahmed Sâfî Efendi her hâlde Şeyh-i müşârünileyhin mazhar-ı feyzi olmuş
urefâ-yı sûfiyyedendir. Ve eâzım-ı sûfiyyeden pek çok zevât-ı kirâm ile
sohbetleri olup şiddetle ihtifâya meyyâl sûfiyyûn-ı mestûrîndendir.
Hastalandılar. Sarıyer'de ma'lûl binbaşılardan mahdûmu İbrâhîm Bey'in
hânesine nakl olundular. 24 Mayıs 1342 ve 11 Zilka'de 1344/(1926) târîhine
müsâdif Pazartesi günü zevâlî sâat onikide tekmîl-i enfâs-ı ma'dûde-i hayât
eylediler. Vasiyetleri mûcibince Anadolu Kavak'ında Yurus Kalesi üstündeki
şehîdlikte meşhûr Hâce Sâdık Efendi merhûmun kabri civârında rahmet-i Rahmân'a
tevdî' olundular. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
İrtihâlleri âlem-i irfân için ziyâ-ı azîmdir. Onsekiz cildden mürekkeb Sefîne'si
ve mükemmel Dîvân'ı âsârının en mühimidir.[12]
- -
-
“es-Selâmu aleyküm ve’s-selâmetü ileyküm ve’l-âfiyetü beyne
ledeyküm!
Ahibbâmızdan Ziyâ
Bey tarafından tahmîs edilen ve efâîl ve teâîlden ibâret bir gazel-i âcizânemi
ve İmâm Fahreddîn-i Râzî hazretlerinin evâhir-i ömründe söylemiş olduğu Arabça
bir nazm-ı belîğı ve şuarâ-yı Acemden Enverî merhûmun Fârîsî bir manzûmeyi
bedîası - ki Sefîne’de muharrerdir – meâllerini şu varakaya yazarak takdîm ile kesb-i fahr ü
şeref eylerim.
Esâsen
hiçbir işe yaramadığım hâlde gûyâ, "Kırkaltı küsûr sene hizmet
etmiştir." diye Devlet-i Osmâniyye ve millet-i İslâmiyye merhamet ederek
âcizlerini tekâüde sevk etmiş ve beytü’l-mâl-i müslimînden bir gûnâ istihkâk
olmadığı ma’lûm iken mücerred sadaka-i seniyye-i Muhammediyye olarak bir mikdâr
maâş tahsîs buyurmuştur. (القناعة كنز لايفنى)[13] Bu maâş ile alâ külli hâl geçinmekte idik. Hak teâlâ
hazretlerinin ihsânına teşekkürden âcizim. Âilemin kesretini bilen ve işe yarar
zu’munda bulunan ba'zı yârânımızın tavsiyesi üzerine Defter-i Hâkânî’ye me’mûr
ettiler. Bu me’mûriyyetin reddîni isteyemedim. Tasarruf Hakk’ındır. Onbeş
günden beridir orada elden geldiği kadar çalışıyorum. Hafîf bir hizmet olsaydı
hoşça olacak zannında bulunur idim. Çünkü yazı yazmak ziyâde; bu hıdmet-i
hakîrâneme bir de siyâkat yazısı tercemesi ilâve edilecek diyorlar. Hâlbûki
ellibeş seneden mütecâviz bir zamândan beri bu yazının hem okumasını hem
yazmasını unutmuşum. Arz-ı i’tizâr eyledim. Bakalım ne zuhûr edecek. Yazı
yazmaya ihtiyârlık, alîllik mâni’ oluyor.
Geçenlerde
Tâhir Beyefendi lutfen fakîr-hâneyi teşrîf ve âcizlerini ihyâ ve taltîf
buyurdular. Bu lutfa nâil olmak, feyzan teveccüh-i kudsiyye-i aliyyeleri
berekâtıdır. Teşekkür ederim. Tatvîl-i makâle ile tasdî’ ve ta’cîz eyledim. Afv
buyurunuz. Allâh teâlâ hazretleri Habîb’i hurmetine cümlemize sıhhat ve âfiyet
ve selâmet ve saâdet-i dâreyn ihsân buyursun efendim hazretleri.
20
Kânûnsânî 1332/(1 Şubat1916), Cuma
ed’afu’l-ibâd Sâfî”
Olmayanlar
bezm-i vahdet sırrına mahrem henüz
Olmayanlar
câm-ı vahdet-bahş ile hem-dem henüz
Olmayanlar
âşık-ı sıdk-âver-i gül-fem henüz
Bilmeyenler
zevk-ı vuslat kadrini bir dem henüz
Olmadılar hayf
kim âzâde-i mâtem henüz
Aşk-ı gül
bülbülde cârîdir velâkin ilm ile
Güllerinde
hârı yârıdır velâkin ilm ile
Aşk ise bir
feyz-i Bârî’dir velâkin ilm ile
‘Küntü kenz’in
nûru sârîdir velâkin ilm ile
Anlaşılmaz
bezm-i yâra olmadan mahrem henüz
Bahş-ı
fıtratdır hakîkat sıdkı her bir sâdıka
Feyz-i
kudretdir viren bu kilk-i lâle nâtıka
Sû-yı
Hâlık’dan zuhûr eyler kuvâ-yı sâika
Feyz-i
hâssu’l-hâs ile oldu tecellî âşıka
Kim zuhûra
gelmeden bu hılkat-i âlem henüz
Doldu ol
'kâlû belâ’da hubb-ı hilkatla gönül
Oldu ser-mest-i
meserret âz-ı vuslatla gönül
Ney-misâl
âh itmede her demde firkatle gönül
Yaralandı
hançer-i tîz-i muhabbetle gönül
Dest-gâh-ı
tıbda îcâd olmadan merhem henüz
Aşk ile
ancak silindi nev-be-nev jengâr-ı dil
Aşk ile
ancak bilindi nükhet-i esrâr-ı dil
Aşk ile
ancak bilindi cûşiş-i enhâr-ı dil
Aşk ile ancak
bilindi nükte-i esrâr-ı dil
Mazhar-ı
ta’lîm-i esmâ olmadan Âdem henüz
Feyzine
bâis olur elbette sıdkı sâdıkın
Kalbine
eyler şehâdet kavli her bir nâtıkın
Aşkına
eyler delâlet âhı kalb-i râikın
Derdine ayn-ı
devâdır kendi derdi âşıkın
İtmeden ağrısı
teşrîh Îsi-i Meryem henüz
Söylenilmez
ey Ziyâ her sâzda nazm-ı belîğ
Hisseme
düşmüş dimek ifrâzda nazm-ı belîğ
Dil-bere
eyler takaddüm nâzda nazm-ı belîğ
Söylenilmez
şîve-i i’câzda nazm-ı belîğ
Olmadan kalb-i
hazîn Sâfi’ye mülhem henüz
İmâm
Fahreddîn-i Râzî’nin evâhir-i ömründe söylediği nazmın meâli:
"İnsanlar bir işin husûl-pezîr olmasıçün
düşünürler de başa çıkaramazlar. Zîrâ o işin gâyeti bir râddeye gelir ki,
nihâyet akdâm-ı ukalâ oraya bağlanır kalır, onu halledemez. Ulemânın ekser
mesâîsi dalâleti müntec olur. Rûhlarımız mahbes-i cesedde ızdırâb içindedir.
Dünyâmızın netîce-i hâsılası ise ezâ ve vebâldir. Çok yaşadığımız hâlde
mübâhase-i ilmiyyemizden istifâde edemedik. Ancak toplamış olduğumuz şeyler bir
takım kîl ü kâllerden ibârettir. Ne kadar ricâl ve devlet gördük ki, sür’atle
zuhûr ettiler ve mehâside yüzünden birbirleriyle münâzaaya başlayarak nihâyet
sür’atle mahv oldular. Ne kadar dağlar gördük ki, yüksek ve âlî olan
zirvelerine suûd eden ricâl zevâle erdi.
Dağlar yine dağlar olarak yerlerinde bâkî kaldılar."
Enverî’nin
manzûme-i bedîiyyesi meâli:
"Rey vilâyeti hudûdunda fakîr bir dîvâne var idi.
Gece gündüz deşt ü kûh-sâr gezer ve Temmuz ve fasl-ı Rebî’ ve Hazân’da dağdan
kalkıp şehre inerdi. Çarşıda alış-verişle meşgûl olan ahâlîye der idi ki:
Ey kubbe-i zerrîn-i semâ altında esbâb-ı maîşet
tedârik ve ihzâr etmeye şitâbân olan insanlar!
Ey esbâba bed’ ve tevessülde bî-kudret ve bî-iktidâr
ve tuhaf tuhaf esvâb ile pür-zîb ü zînet olan kişiler!
Ey cihân-ı dûnun esîr-i raht u zîneti ve ferîkata-i
tantana ve haşmeti ve şu vîrâne-i âlemi ma’mûr u âbâdân etmek için var
kuvvetini sarf eden bu’l-acebler!
Ey şarâb-ı gafletle sersem ve akılsız olan ve cem’-i
mâl u nukûda sa’y u ikdâm ve gayret; zevk u safâ vü âsâyiş ü âsûdegî ile kibir
ve nahvet eden dîvâneler!
Mesâr u huzûz-ı emvâl ü servet, yalnız kasvet ü
gussadan ibâret değil midir? Ahlâk u keyfiyyât-ı cismâniyye ve rûhâniyyenizi
kemâle eriştirmekte rûh u nefsinizin sıfât-ı lâzimesini ta’yîn etmekde ne için adem-i dikkat ve
mülâyemet ediyorsunuz?
Ne için kış geldiği zamân üçer dörder aded kakum ve
sincap kürk; yaz geldiği gibi yedişer, sekizer dâne-i keten libâslar telebbüs
ediyorsunuz? Birer tek elvermiyor mu?
Siz nefsinize karşı duracaksınız, yoksa nefsiniz size
değil. İlm ü takvâyı ve sabr u sebâtı istikmâle çalışınız. Zîrâ siz cismen
değil nefsen insansınız! Dest-i cehl ü tekâsülde bî-behre vü ebkem ve fürû-mâye
ve bî-i’tibâr kalmayınız!
Ben fakîr bir dîvâneyim. Lâkin hiçbir şeyde ârzû ve
hâhişim yoktur. Muhabbet ü ahd ü peymânda sâbit ü metînim. Hıyânet ve adâvetten
hâlî ve ârî bir kalbe, bir vicdâna mâlikim. Mâlik olduğum niam-ı ilâhiyyeye
mukâbil velî-i ni’met ve Hâkim-i mutlakıma dâimâ ibâdet ve duâ ve şükr eder ve
her bir mihnet ü meşakkate sabr u tahammül eylerim. Hiçbir mâl ü mülküm yoktur.
Hastalanırsam kimse müdâvât etmez. Gâib olsam kimse taharrî ve intizâr eylemez.
Terk-i hayât eylesem çocuklarım yok, eşk-rîz ü mahzûn olsun. Seyâhat etsem
çanta ve çamaşır taşımam. Ey âlem-i süflînin zîb ü zîver-i muhtelifesiyle
mahdû’ ve perîşân ve meshûr u ser-gerdân kalmış olan âdemler! Beynimizde ne
fark var : Doğmak ise ben de sizin gibi doğdum. Yaşamak ise ben de sizin gibi
yaşıyorum. Râhat u mihnet ise ben de sizin gibi sûde vü renc ü elem gördüm. Netîcede
hepimiz birden yine âlem-i fânîyi terk edeceğiz. ne fark kaldı! Servet ü elbise
ve hâneleriniz mi?"
Ma’rûz-ı
âcizânedir:
العفو من شيم كرام الناس[14]
------
با
كريمان كارها دشوار نيست[15]
“Tasdîimden dolayı afv-ı kerîmânelerini niyâz ve ricâ
ederim. Şeyh Osman Şems Efendi hazretlerinin taraf-ı âlîlerinden ihsân
buyurulan, “Gönülden gönüle” gazel-i
kudsiyyelerini Sefîne nâm risâleye
yazarken “Arz ider rûyunu dil-dâr
gönülden gönüle” mısrâı zuhûr etti. Rûhâniyyet-i kudsiyyelerine ilticâ ederek
alt tarafını birkaç beyit ilâvesiyle bir gazel sûretine koymaya çalıştım. Hz.
Şeyh kendi zevk-ı ma'nevîsine göre sadrdan, fakîr de efâîl tefâîlden ibâret
olarak satırdan söylemiştir.
Duâ-yı ârifânelerinde şâyân-ı kabûl görülür ise bu
gazel-i hakîrâneyi de erbâb-ı aşktan şeyh hazretlerinin gazel-i kudsiyyelerine
nazîre söyleyen zevât-ı âliyenin nazîreleri meyânına kayd ve idhâl buyurursanız
melce-i ümmet ile haşr olmak pek büyük bir devlet ve saâdettir. Allah teâlâ ve
tekaddes hazretleri sadaka-i seniyye-i cenâb-ı Muhammedî olarak bizi zümre-i
sâlihînde haşr eylesin.
İâdesi evvelce emr-i âlîleri iktizâsından olan iki
kıt’a tercüme-i hâli kayd edemedim. Yazılarım çok; ihtiyârlık ise yazı yazmayı
istemiyor. Mukaddemen tercüme ettiğim bir fıkrayı takdîm ediyorum. Nazar-ı
lutfunuzla manzûr olmasını istirhâm ve bi’l-hâssa arz-ı ihtirâm ve selâm
eylerim, efendim hazretleri.
29 Kânûn-ı evvel 1332/(10 Ocak 1916) Perşembe
ed’afu’l-ibâd
Sâfî”
Arz ider
rûyunu dil-dâr gönülden gönüle
Berk urur
nûr-ı feyiz-bâr gönülden gönüle
Cevher-i
zâtı olur saykal-ı mir’ât-ı kulûb
Aks ider
sûret-i dîdâr gönülden gönüle
Sâye-i
hazret-i sultân risâletde tamâm
Söylenir
menkabet-i yâr gönülden gönüle
Mürşidin
bir nazarı toprağı iksîr eyler
Anlanır
hikmet-i enzâr gönülden gönüle
Bir
teveccühle ider hâne-i kalbi tathîr
Beyti
mihmânına ihzâr gönülden gönüle
Dirilir
ölmüş olan kalbde zuhûr iden
Feyze âid
nice âsâr gönülden gönüle
Hâr u
hâşâk-i sivâyı yakar elbette
Âteş-i aşk
ile her bâr gönülden gönüle
Kurtulan
kayd-ı sivâdan bilir âzâdeliği
Bahş olur
ni’met-i ahrâr gönülden gönüle
Ne kadar
muğlak ise hüsn-i kırâatla hemân
Okunur
mushaf-ı esrâr gönülden gönüle
Bakılır
dîde-i Ya’kûb ile hüsn-i Yûsuf
Bir
temâşâ-yı veleh-kâr gönülden gönüle
Görülür
çeşm-i basîretle o cânân bilinir
Sırr-ı ‘lâ-yüdrikü’l-ebsâr’
gönülden gönüle
Sâhib olmak
ne büyük devlet imiş anlaşılır
‘İz hümâ’
ma’ni-i ‘fi’l-gâr’ gönülden gönüle
Soyunanlar
bu libâs-ı beşerîden Sâfî
Vuslata
oldu sezâ-vâr gönülden gönüle
* *
*
Cemâlin
zînet-i rû-yı Hudâ’dır Yâ Rasûla’llâh
Cebînin
kıble-gâh-ı enbiyâdır Yâ Rasûla’llâh
Şeh-i taht-ı risâlet mihr-i eflâk-i
nübüvvetsin
Derinde Sâfî
de miskîn gedâdır Yâ Rasûla’llâh
Hz. Pîr
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (kaddesa’llâhu sırrahu’l-kayyûmî)’nın en son
söyledikleri (دوش وقت صبح دم چرخ پايان يافتم – در ميان دانه خشخاش سندان يافتم)[16]
matla’lı gazel-i kudsiyyelerine nazîre-i ahkarânedir :
با وجود شاهد من
سر سلمان يافتم
می ز لعلش نوش
کردم آب حيوان يافتم
آن حيات دل بد آوردم که مقصود منست
منت عيسی ندارم
حضر عرفان يافتم
آشنائی دل بلطفش
حاصل آمد در درون
چون تجلی شد مرا
آن روی جانان يافتم
ذره ناچيز بودم ز آفتاب حسن او
مهر وش در دل ز
رويش نور رخشان يافتم
پادشاه ملک معنی
در جهان معرفت
آن بهاء الدين که
نقشش در دل جان يافتم
صيقل آيينه دل که مرا حاصل شده است
پرده ظلمت دريد و نور ايمان يافتم
قطره ام آن بحر
معنای حقيقت رآ که هست
ميزند موج صفا صافی
نهادان يافتم[17]
Hz. Pîr
Sünbül Sinân (kaddesa’llâhu’l-Mennân)’ın,
“Gel ey sâlik diyem bir söz ki
hakdır
İşidir hakkı şol kim hak kulakdır”
matla’lı gazel-i
kudsiyyelerine nazîre-i âcizânedir :
Tecellî-i
Hudâ’ya kalb otakdır
Sivâ rû-yı
arûsa bir duvakdır
Sülûkun
yolları gâyet uçurum
Ayağı nefsinin
ammâ kayakdır
Sakın çeldirme
kendin ey özü pâk
Nefis
didikleri sert bir çomakdır
Rücû’ ile
gelir sâlik olanlar
Der-i mürşid
muhabbetli kucakdır
Temizle
kalbini şirk ü sivâdan
Gönül zîrâ
mülevves bir çanakdır
Yıkup bu
varlığı yokluğu şâd ol
Sarây-ı
menzil-i vuslat uzakdır
Kuyûdun
tohmunu saçma vücûda
Zemîni
nefsinin gâyet çorakdır
Münezzehdir
Hudâ’nın misli yokdur
Anı sanma
bilen usdur damakdır
Götürmez
zerrece varlık muhabbet
O kim
da’vâdadır ehl-i nifâkdır
“Ene akrab”
buyurdu zât-ı Mevlâ
Anı zann itme
kim Sâfî ırakdır
Meşâyıh-ı Sa’diyye’den
Sütlüce’de Hasîrî-zâde Dergâhı şeyhi ve Meclis-i Meşâyıh reîs-i esbakı Elîf
Efendi’nin, (صفاء وقت درويشان درين خلوتسرا باشد - دوای درد دلريشان در آن دار شفا باشد )[18]
matla’lı gazellerine nazîre-i fakîrânemdir :
تجليئ جمالت زينت
هر دو سرا باشد
تجليئ جلالت فيض
جانهای صفا باشد
نکاه چشم مخمورت
طراز جام عشاق است
شراب گل عذارت را
چشيدن جان فزا باشد
همی خواهم که جانا
جبهه سای درکهت باشم
غبار خاک پايت کحل
چشم هر گدا باشد
منور ساز دوستان
را ز خورشيد رخت ای يار
بر آ بر آسمان رل
که نورت تا سما باشد
دماغ جان معطر
ميکند بويی ز گيسويت
همين از ديدن رويت
چراغم پر ضيا باشد
چنان است يک نشانت
نی درين دور و درين جنب
ز پرده چون بيرون آيی
نشانت در فضا باشد
نظر کن صافی بيچاره
را با لطف و احسانت
که خاک زير پا با
آن نظر بس کيميا باشد
خدايا بار دائم آن
اليف مرشد کامل
که ذاتش چو هر
آيينه دل را جلا باشد[19]
* *
*
Bezminde
senin bir gececik hem-demin olsam
Bir bâde-i
cân-bahşın ile hurremin olsam
Sürsem
yüzümü pâyına ey mihr-i cihân-tâb
Âlemde
senin hâk-i reh-i makdemin olsam
Lutfunla
olur kâbil-i idrâk-i maâlî
Sırr-ı
dil-i feyz-âverine mahremin olsam
Ma’dûm
vücûd itse beni zevk-ı hayâlin
Sâyen gibi
ey rûh-ı revân tev’emin olsam
Sâfî kulunu
bir nazarın zinde kılardı
İhsânına
şâyetse olup mun’imin olsam
Sâib’in
gazeline nazîre olarak söylenilmiştir :
در شب مهتاب جانا
منظر دريا خوشست
نوش می خوب شنودن
غلغل مينا خوشست
جرعه آن می حيات جاودان بخشد بمن
مست لايعقل شدن در
صورت و معنی خوشست
درگه دولت پناه
حضرت پير مغان
زمره افتادکان را ملجأ عظمی خوشست
يک قدح ساقی بده
زان باده ياقوت رنک
هر حبابش قلزم است
که می شور پيدا خوشست
کی هر اسد آن که
در بحر فنا باشد غريق
موجهای اضطراب او
را ترنم سا خوشست
هر که اميد
استقبال را دارد نگاه
آن نه مرداست که
بگويد خاطر فردا خوشست
فيض باردان صبوح
عشق را صافیبنوش
بی وجودی در وجود
ساقی صحبا خوشست[20]
* *
*
Hûn-âb-ı
dildi meclisimizde şarâbımız
Reşk
eyledi sirişkimize her habâbımız
Sâkî
şarâb-ı la’line cânlar fedâ fakat
Valsın
dilerdin olmasa mâni’ hicâbımız
Çeşm-i
siyâh-ı lutfuna mahzar olaydık âh
Ma’mûr
olurdu hâne-i kalb-i harâbımız
Bir
zerreyiz rücû’ ideriz meh-cemâline
Sensin
semâ-i dilde bizim âftâbımız
Olsak
şehîd-i gamze-i hûn-hâr-ı aşkının
Hâsıl
olurdu dergehine intisâbımız
Yaksın
vücûdu âteş-i aşkın tamâm tamâm
Eczâsı kül
olunca gönülde kebâbımız
Çekmekdeyiz
cefâ-yı nigârı hazîn hazîn
Tahmîr
olundu aşk ile Sâfî türâbımız
İstilâhât-ı
mûsikîyi câmi’ olmak üzere taraf-ı âcizîden bir gazel söylenilmesini
Cebbâr-zâde Ârif Beyefendi ârzû buyurdukları cihetle, onların ârzûların mebnî
ıstılâhât-ı mezbûreden ba’zıları münderic olarak tanzîm olunan gazeldir :
Bir sabâ
pîş-rev gınâsı andelîb-i zârımın
Câna
geçdi hûb sadâsı andelîb-i zârımın
Eyledi uşşâkı
nâlende müessir nefhası
Çün
vatandandır cüdâsı andelîb-i zârımın
Gûşe-i
hicrânda ağlarlar rast-gûylar müdâm
Çünki yok
bir âşinâsı andelîb-i zârımın
Âteş-i
âhım muhayyer sazı ihrâk eyledi
Sûz-nâk
oldu nidâsı andelîb-i zârımın
Perde
çekdi âh hayâl-i yâra âheng-i hüzâm
Var
tükenmez mâ-cerâsı andelîb-i zârımın
Dil-keş
olmuşdur nihâvend faslına dil-dâdeler
Bu
cihetdendir nevâsı andelîb-i zârımın
Bağladı beste-nigârın
zülfüne âşıkları
Oldu şevk-efzâ
nümâsı andelîb-i zârımın
Hâk-i
kudsî-i hicâzı sürme itdim dîdeye
Çeşminindir
rûşenâsı andelîb-i zârımın
Her hüseynî-meşrebin
hâmîsidir Âl-i abâ
Cân
fedâdır Kerbelâ’sı andelîb-i zârımın
Ehl-i
Beyt’in dergehi olsun benimçün bûse-gâh
Böyledir
dâim duâsı andelîb-i zârımın
Aşk
taksîm eyledikde her makâmı Sâfiyâ
Düşdü gam
hisse cezâsı andelîb-i zârımın
Tazarru’
nâmıyla takrîben bundan otuz sene evvel yazmış olduğum mufassal şiirden bir iki
parçadır :
Ey mülk-i
vücûd-ı pâdişâhî
Sensin
şeh-i lâ-mekân câhı
Birsin ki
sana şerîk yokdur
Meydânda
tasarrufun ke-mâ-hî
Hâdis ki
sivâ şuhûd u gaybî
Oldu
feleğin çü mihr ü mâhı
Muhtâc
sana bütün halâik
Yok ehl-i
ukûlun iştibâhı
İrmez ki
ukûl-ı nev’-i Âdem
Bilsin
seni ey ilâhi dâhî
Sensin ki
güşâd idüp seherle
Her bây ü
gedâya bâr-gâhı
Sensin ki
kerîm-i ibâd-ı hâssın
Vicdânına
virdin intibâhı
Abdin ne
kara olursa âsî
Afvınla
biter bütün günâhı
Ey
Gâfir-i zenb olan ilâhî
Afv eyle
bu abd-i rû-siyâhı
Bildim ki
bakâ senindir el-hâk
Ey zâtı
Kadîm olan ilâhî
Tahkîk
münezzeh-i Hudâ’sın
Kim
zâtına zâtın âşinâsın
* * *
Ey
server-i tâc u taht-ı “levlâk”
Sultân-ı
serîr-i “mâ-arafnâk”
Şânın o
kadar büyükdür irmez
Ey
evvel-i mâ-halak ki idrâk
Nûrunla
dolup bütün avâlim
Şems ü
kamer ü zemîn ü eflâk
Feyzinle
açık cihân muîni
Aşkınla
hırad ki sîne sad-çâk
Mehdinde
kasîr lisân mükemmel
Hayretde
dolandı zihn-i derrâk
Kur’ân’da
Hudâ idüp sitâyiş
Kim
zâtını ey sütûde-i pâk
Sensin dü
cihânda dest-gîri
Bî-çârelere
olur mu hîç bâk
Ey
melce-i âcizân kerem kıl
Afv eyle
suçu gönül heves-nâk
Lutfunla
gider olur mücellâ
Hep dilde
olan gubâr u hâşâk
Virmez
feleğe gubâr-ı pâyın
Âşık ki
yolunda olsa ger hâk
Mir’ât-ı
mukaddesinden ey mâh
Her dem
görünür Cenâb-ı Allâh
Salla’llâhu
aleyhi ve sellem ve âlihî ve ashâbihî ecmaîn.
- -
-
Molla câmî (kuddise sırrûhu’s-sâmî) hazretlerinin
bir manzûmesinden tercüme edilmiştir:
Şehr-i hakîkat ve mısr-ı vilâyetin vâlisi ve esrâr-ı
hakâyık u dakâyık ma'rifetiyle meşhûn olan Mısrî (Kuddise sırruhû) hazretleri buyurdu ki: Mekke-i
Mükerreme’de mücâvir ve Harem-i şerîfte hâzır u nâzır idim. Ansızın meczûb ve
dîvâne bir delikanlı gördüm ki cânı âteş-i aşk u muhabbetle yanmış ve hilâl
gibi zaîf olmuş ve sararmıştı. Muhabbetten nâşî o delikanlıdan suâl ettim ki :
Ey meczûb insan! Sende ancak âşık mısın ki, bu gûne
zaîf olmuş ve sararmışsın. Cevap olarak dedi ki:
Evet başımda bir kimsenin fitnesi vardır ki, onun
benim gibi hasta âşıkı çoktur.
O delikanlıya dedim : Yâr sana yakın mıdır? Yahut
gece gibi senin gündüzün o yârdan karanlık mıdır? Dedi ki:
Bütün ömrümde o yârın hânesinde ve hâk-i pâk-i
kâşânesindeyim.
O delikanlıya dedim:
Yârın seninle müttehid ve müttefik midir? Yahut sana
sitem kılıcı ve cefâ edici midir?
Cevâben dedi ki:
Her sabah ve akşam vakti berâberiz. Hep bir yerde şîr
ü şeker gibi karışmış ve asılmışız.
O delikanlıya dedim:
Senin yârin ey ârif ve mütefennin ve kuyûd-ı
nefsâniyyeden mücerred olan kimse! Seninle hânede berâber bulunan yâr sana
refîktir. Senin işin cümle işlerinde muvâfıktır. İş senin murâdın üzerine
geçer. Ne içün böyle zaîf olmuş ve sararmış ve baştan başa derd olmuşsun?
O delikanlı cevap olarak dedi:
Git git ki aceb bî-habersin. İyidir ki bu gûne sözden
geçesin. Yakınlığın mihneti, uzaklığın mihnetinden ziyâdedir. Benim ciğerim
yakınlık heybetinden kandır. Yakınlıkta pek çok zevâl-i ni’met korkusu vardır.
Uzaklıkta visâl ümîdinden başka yoktur. Zevâl korkusunun âteşi dili ve cânı
yakar. Visâl ümîdinin şem’i, rûh-ı revânı parlatır ve ziyâlandırır.
- -
-
Ricâl-i
Sa’diyye’den ve üdebâ-yı asırdan ve ahibbâmızdan Şeyh Elîf Efendi’nin terceme-i
hâlleriyle ba'zı eserlerini istemek üzere Sütlüce’deki Hasîrîzâde Dergâhı’na 28
Kânûn-ı evvel 1332/(9 Ocak 1916) Çarşamba günü sabahleyin gitmiş idim. O gün
tenezzülen Bursalı Tâhir Beyefendi külbe-i ahzânımı teşrîf buyurmuşlar. Tâli'-i
nâ-sâz iktizâsından olarak hânede bulunamadığıma pek çok teessüf ettim.
Ertesi
Perşembe günü öğle üstü tekrâr teşrîf ve âcizlerini ihyâ ve taltîf
buyuracaklarını lutf ale’l-lutf olarak hânemiz halkına tebşîr etmişler. Fakîr o
gün akşama kadar külbe-i hakîrânemde beklemiş isem de teşrîf buyurmadılar. Bu
gün de muntazır olacağım. Her hâlde şu adem-i mülâkâttan nâşî ziyâdesiyle
mahzûn olduğumu arz eder ve müşârünileyhin ve zât-ı âlî-i kadr-dânîlerinin
izdiyâd-ı ömr ü âfiyetlerini ve mülâkâtın nasîb buyurmasını cenâb-ı Hak’tan
diler ve teveccühât-ı aliyye-i kerîmânelerinin hakk-ı hakîrânemde devâm ve bakâsını
niyâz eylerim efendim hazretleri.
- -
-
Ma’rûz-ı
âcizânedir:
9 Kânûn-ı
evvel 1332/(21 Aralık 1916) târîhli mürsel iltifât-nâme-i kerîmânelerini aldım.
Ziyâdesiyle memnûn oldum. "Ehl-i derdin sohbetine hem-dem it"
mısraı hakkındaki şerh-i âlîlerinden istifâde ve istifâza eyledim. Teşekkür
eylerim. Zât-ı âlîleri iltifât-nâmelerinde, "İsâbet-i mütâlaa aramak, harâbede defîne taharrîsine benzer."
diye buyurulur. Defîneler dâimâ harâbelerde bulunur.
Derûnî
âşinâ ol taşradan bîgâne
sansınlar
Bu bir özge revişdir âkıl ol dîvâne
sansınlar
Ne kadar
güzel bir meslek. Fakîr, dünyâda izâ’a-i hayât-ı müsteâre eyledim.
Hakk’ı bâtıldan etmedik temyîz
Hezeyân ile geçdi ömr-i azîz
Abdülazîm-i
Hindî hazretleri buyuruyorlar:
در جهان سود است آن
مرضاى حق را جستن است
ور
زياني هست با غير خدا دل بستن است[21]
Allah teâla
ve tekaddes hazretleri sadaka-i seniyye-i Muhammediyye olarak ümmet-i
Muhammed’e merhamet buyursun.
-----
1282 sene-i
hicriyesinde (1865) pederimin Kütahya sancağından vukû' bulan infisâlinde
İstanbul’a gelmiş idik. O sene İstanbul’da oldukça hâtırı sayılır kış var idi.
Bahçekapı’daki konağımızda Ferîk Hasan Paşa nâmında bir zât müste'ciren sâkin
idi. Kış münâsebetiyle hânemizden çıkmadı. Biz de bi’z-zarûre hemşîremizin
Bâyezîd’ta Sarac İshâk Mahallesi’ndeki hânesine geldik. O vakit Şeyh Fazlî ve
mahdûmu Muhammed Derviş Ferîd Efendiler ile görüştük. Bu zâtlar ile ülfetimiz o
târîhten başlar.
Akrabâ-yı
âcizânemden ve Mekke-i Mükerreme’de irşâd-ı sâlikîn ile iştiğâl eden Şeyh
Muhammed Cân Efendi hazretlerinden müstahlef Hacı Şükrü Efendi, Şerîf
Abdülmuttalib Efendi hazretlerinin dîvân-ı kitâbetinde bulunmak hasebiyle ve
müşârünileyh hazretlerinin mahdûmlarından Şerîf Câbir Beyefendi – şimdiki Emîr-i Mekke Şerîf Ali Haydar
Paşa’nın pederidir – ile evvelce Vâlide Mektebi’nde berâber
bulunduğumuzdan dolayı dâimâ Şerîf hazretlerinin Bâyezîd civârında konaklarına
gider gelir idik. Şeyh Fazlî Efendi de, Şerîf hazretlerinin konaklarına çok
gelirler idi. Ferîd Efendi, Bâyezîd Câmi'-i şerîfinde ders okurlar idi. Fakîr
de o câmi'-i şerifte ders okudum. Ekseriyâ berâber bulunurduk. Cânlarına rahmet
olsun.
Şeyh Fazlî
Efendi merhûmdan münhal olan imâmet ve meşîhat cihetleri dîğer mahdûmları,
ahibbâmızdan Vecdî Efendi uhdesindedir. Erzurumî Abdurrezzâk İlmî Efendi,
ihvânımızdan gâyetle sevdiğimiz bir zât-ı şerîftir. Erzurum’dan İstanbul’a
geldikçe Sünbül Efendi hazretlerinin hânkâhında oturur ve Bâyezîd Câmi'-i
şerîfinde Mesnevî-i şerîf okuturlar idi. Fazıl ve mübârek bir zâttır.
Rahmet olsun cânına.
Bu dünyâ,
fakîri nice cânlardan ayırdı. Tâhir Beyefendi’yi bir iki kerre görmüş idim.
Kendileriyle ülfet-i husûsiyyem yoktur. Fakat fâzıl bir zât. Şeyhiniz Efendi
hazretleriyle görüşemediğime gâyetle teessüf ettim. Şu kadar var ki şeref-i
sohbet-i aliyyeniz ile teşerrüf ettiğimden dolayı mütesellî oluyorum. Ârif
Beyefendi, terceme-i hâllerini fakîre gönderdiler. Yalnız pederlerinin ism ü
şöhretlerini yazmamışlar. Eğer zât-ı âlîniz biliyor iseniz lütfen iş’ârını ve
bir de Osman Şems Efendi merhûmun, “Gönülden
gönüle” gazeli bizde var idi. Bunu arayıp bulmak ve ahibbâmızdan Hâce Hicrî
Efendi merhûmun bir eserini de taharrî etmek ve üç gün kadar kalmak üzere
Kavak’a geldim. Gazeli aradım, bulamadım ve bu mektûbu Kavak’ta iken yazdım.
Bu gazel
zât-ı âlîlerinde var ise merhameten tesyârını istirhâm (?) ederim ve Lâleli
Baba - ki Sultân Mustafâ-yı sâlis asrı
velîlerindendir – fakîr bu zâttan pek çok lutf gördüm. Bu zâta dâir
ma’lûmât-ı aliyyeleri var ise izbârını ziyâdesiyle ricâ ederim.
Terceme-i
hâl-i âlîlerine ilâvesi emir buyurulan seyâhat-i aliyyeleri fıkrasını emr-i
vâlâları üzerine ilâve eylerim.
İhtiyârlık
hasebiyle yazı yazmaya evvelki gibi i'tinâ edemiyorum. İâdesi taleb edilen iki
kıt’a terceme-i hâlin istinsâhı biraz vakte muhtâc olacağından bunun teahhur-ı
takdîmi ihtiyârlığıma bağışlarsınız ümîdinde bulunurum.
Bâkî arz-ı
ihtirâm ve selâm eylerim efendi hazretleri.
15
Kânûn-ı evvel 1332/(27 Aralık 1916)
ed’afu’l-ibâd Sâfî
İsmet-i
Buhârî (kuddise sırrûhu’s-Sâmî)
hazretlerinin,
سرخوش از كوى خرابات
كذر كردم دوش
بطلب
كارئ ترسابجهْ باده فروش
matla’lı nazm-ı
kudsiyyelerini min gayr-i haddin Türkçeye ettiğim tercümedir :
Dün gece
mest ü medhûş iken tersâ-peçe-i mey-fürûşun niam-ı cemâline nâil ve harem-i
sarây-ı visâline dâhil olmak ârzûsu hâtırıma geldi de hikem-i hâl-i medhûşu ile
der-akab harâbâtîler mahallesinden geçmiş idim. O gece necm-i tâliim burc-i
saâdette şeref-mekîn imiş ki, ham-ı ebruvânı gıbta-bahş-ı mâh-ı Ken’ânî ve
nûr-ı cemâli mahcûb-kerde-i mihr-i âsumânî olan ve mânend-i zünnâr omuzuna
döktüğü zülf-i dil-âvîzi ashâb-ı ukûlun ve erbâb-ı fuhûlün cem'iyyet-i hâtırını
perîşân eyleyen bir dil-ber-i perî-peyker ve kâfir-i işve-ger sokak başında
önüme çıkıverdi.
“Ey letâfet-i hüsn ü ânı erbâb-ı irfânı
hayrân ve nice gönülleri bî-nâm u nişân eden mahbûb-ı dil-âşûb burası neresidir
ve senin dâr-ı izzet-medârın nerededir?” diye suâl ettim.
“Burasını ve benim hânemi öğrenip de ne
yapacaksın, bana mülâzemet mi etmek istersin? Eğer bu ârzûda bulunuyorsan
elindeki tesbîhi yere at ve bizim âyînimiz iktizâsından olan zünnârını bağla ve
takvâ şîşesini taşa çal ve şarâb-ı aşk ile memlû olan kadehteki bâdeyi iç ki
hayât-ı câvidânî ve zevk-ı sermedânî bulasın.”diye cevap verdi.
“Benim bu mesleğimi tut, ondan sonra yanıma
gel. Sana maksûdunu haber vereyim.” cümle-i cemîlesini de ilâve etti ve
yoluna gitti.
Bu nush u
pend üzerine her şeyi terk ettim ve o mahbûb-ı merğûbun arkası sıra sür’atle
koşarak bir makâma eriştim ki, ne dîn ve ne de akıl ve şuur kaldı. Uzaktan
gördüğüm bir gürûh mest ü medhûş içtikleri bâde-i aşkın harâretinden ve neşve-i
cân-bahşâsından cûş u hurûşa gelmişler. Bu mestler mutrib u sâkî ile berâber
çeng ü çigânesiz raks u semâ’da sebât u kıyâm ve fakat o bezm-i feyzâ-feyzde
mey ü câm u sürâhî olmadığı hâlde muttasıl nûş-ı şarâb-ı aşka devâm ediyorlar.
O meclis-i şevk u tarabın bu hâlini gördüğüm vakit bî-ihtiyâr rişte-i âr u
nâmûs elimden gitti. Bir söz söylemek istedim, "Sus, dediler, burası
Ka’be değildir ki, esrâr-ı aşka ve ahvâl-i kalbe vukûf ve ma’lûmâtın olmadığı
cihetle tavâfa gelirsin. Burası mescid de değildir ki, âdâb-ı insâniyyeyi ve
ihlâs-ı İslâmiyyeyi yerine getiremediğin halde hurûşa geliyorsun. Burası pîr-i
muğânın harâbât-hânesidir. Burada o mestler bulunur ki, sabâhu’l-hayr ezelin
ibtidâ-yı deminden kıyâmete kadar mest ü medhûşlardır."
İsmet gibi
dîn ü dünyâyı şarâb-ı aşkın bir cur’asına sat. Eğer böyle yapamazsan bu bezm-i
feyzin neş'e-i sâfından senin için hazz u nasîb yoktur. Hest kavline göre İsmet
gibi dîn ü dünyâyı şarâb-ı aşkın bir cür’asına sattıktan sonra bu bezm-i feyzin
neşve-i sâfından senin için hazz u nasîb müyesser olur.
Mâ-cerâ-yı aşkı tahrîr eylemek mümkün değil
Hâl-i ye's-i kalbi takrîr eylemek mümkün
değil
Îsi-i Meryem tabîbi olsa da derd ehlinin
İlletin teşhîs ü tasvîr eylemek mümkün değil
Kalb-i âşık öyle bir tahrîb olunmuş hânedir
Ol harâbı kimse ta'mîr eylemek mümkün değil
Olmaz insânın bakâsı ayn-ı rü'yâ vü hayâl
Ol hayâli hüsn-i ta'bîr eylemek mümkün değil
Şâd olur nâşâd diller mevt-i şâdıyla hemân
Âşıkı âlemde tesrîr eylemek mümkün değil
Yâra karşı âşıkın feryâdı olmuş bî-eser
Âh-ı âteş-bârı te'sîr eylemek mümkün değil
Sayd ider şîrân-ı aşkı âhuvân-ı çeşm-i yâr
Sâfiyâ ol şûhu teshîr eylemek mümkün değil
Mücerred
âcizlerini ihyâ maksadıyla iltifât-nâme gönderilmek lütfunda bulunulur ise, Kumkapı'da
külbe-i fakîrâneme irsâl buyurulması istirhâm olunur, efendim hazretleri.
ASÂLİYYE-İ HALVETİYYE
Şeyh Seyyid
Ahmed b. Ali el-Harîrî el-Asâlî, evliyâ-yı kirâmdandır. Haleb civârında Harîr kasabası muzâfâtından Asâl
karyesindendir. Şam’da ve Haleb’te teşehhür eylemiştir. Şeyhi Şâh Velî b. Üveys
el-Antâbî’dir. Kemâli, Şeyh Kubâd Halîfe’dendir. Silsile-i tarîkatı ber-vech-i
âtîdir:
Şeyh Kubâd
Halîfe, Şeyh Şâh Velî, Şeyh Ahmed-i Rûmî, Şeyh Ya'kûb-ı Antâbî, Şeyh
Vidâdu’ş-Şâmî, Şeyh Şemseddîn-i Rûmî, Şeyh Üveys-i Karamânî, Şeyh Cemâl-i
Halvetî. (Kaddesa’llâhu esrârahüm)
İrtihâli
Şam’da ve 1048/(1638-39 senesindedir. Sâdâttandır.
BAHŞİYYE-İ HALVETİYYE
Haleb’de
1038 senesi Rebîu’l-evvelinde (Kasım 1828) Bekfalon karyesinde doğmuştur.
Sâdâttandır. Pederi Muhammed b. Muhammed b. Muhammed Ahmed el-Bahşî
el-Halebîdir ve şeyhidir. Onun şeyhi İhlâs b. Nâsıruddîn-i Halebî, onun şeyhi
Kubâd Halîfe olup, Cemâl-i Halvetî hazretlerine muttasıl silsilesi bâlâda
yazıldı.
Tahsîli
Şam’da, kemâli Haleb’tedir. Müftü Muhammed b. Hasan el-Kevâkibî’den ahz-ı ilm
eylemiştir. Ulemâdandır. Şâfiye
Nazmu’l-Kâfiye ve Şerh ale’l-Bürde gibi
eserleri vardır. Pederinin şeyhine de mülâkî olup, ondan da ahz-ı feyz
eylemiştir. Bir müddet seyâhatten sonra Haleb’te Tekke-i İhlâsiyye’de seccâde-nişîn
olup, ba’dehû oğlunu makâmına iclâs ile mücâvereten Mekke-i Mükerreme’de kalmış
ve orada 1098/(1687)’de irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Cennetü’l-Muallâ’da,
Hz. Hadîcetü’l-Kübrâ (radıya’llâhu anhâ)
vâlidemizin civâr-ı rahmet-medârında defîn-i hâk-i gufrândır. (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
AHMEDİYYE-İ
HALVETİYYE
Tarîkat-ı
Halvetiyye’de “Ortakol” dedikleri
bir şu’be-i mühimmedir. Ârif-i bi’llâh Şeyh Ahmed Şemseddîn Efendi hazretlerine
nisbet olunur. Dört şu’be-i asliyyee-i Halvetiyye’nin üçüncüsüdür.
Şeyh
Ahmed Şemseddîn (Yiğitbaşı)
Marmaralıdır
ki, Aydın vilâyetinde Manisa sancağında Akhisâr kazasına mülhak Gölmarmarası
nâm karyedendir. “Marmaracık” ve sâde “Marmara” da denilir. “Marmaravî Ahmed
Şemseddîn Efendi” diye yâd olunması bundan kinâyettir.
İsm-i
âlîleri, “Şems Ahmed et-Tavîl” olarak meşhûrdur. Şakâyık’ta hakk-ı âlîlerinde şöyle denilir:
“Müşârünileyh hazretleri Aydın taraflarında yetişmiş,
ol diyârın ulemâsından istiâze-i lemeân, ilm ü irfân ve gurre-i isti’dâdını
mihr-i dırahşân-ı fezâilden bedr-i
dırahşân eyledi. Sonra fenâ-yı dehr-i nâ-pâyidârı iz’ân ve (كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ)[22] mazmûn-ı şerîfine nazar-gâh-ı çeşm-i cân edip, Hz. Sünbül
Sinan’ın hademât-ı aliyyelerinde istinşâk-ı nesemât-ı tahkîk ve Hz. Merkez’in
âsitâne-i feyz-âşiyânesinde tekmîl-i tarîk eyledi.”
İstidrâd
Tedkîkât-ı
âcizâneme göre müşârünileyh hazretleri vâkıa Hz. Sünbül’ün zamân-ı âlîlerini
idrâk etmişler ise de, Hz. Sünbül’den yirmialtı ve alâ rivâyetin otuzaltı sene
mukaddem intikâllerine bakılırsa ve asıl şeyhleri kibâr-ı meşâyıh-ı
Halvetiyye'den Alâeddîn-i Uşşâkî olduğu nazar-ı dikkate alınırsa Hz. Sünbül ile
sohbetlerinden kinâye olarak o yolda yazıldığı zâhir olur.
Ahmed
Şemseddîn Efendi hazretleri Şeyh Alâeddîn’den müstahlef olunca Manisa'da
irşâd-ı nâsa me’mûr oldular. Manisa’da seccâde-nişîn ve feyz-bahş-ı sâlikîn
olup va’z u nasîhatla halkı irşâda hasr-ı himmet buyurdular. Zikr-i cehri
ihtiyâr eylediler. Ba'zan esnâ-yı va’z u zikirde galebe-i vecd ü hâl ile
galeyân eden aşka tahammül edemeyip sayha eder ve nice zaman bî-tâb olurlardı.
Huzzâra haşyet gelirdi.
Sultân
Selîm-i evvel Manisa’da vâlî iken çok kerre ziyâret-i aliyyelerine şitâb edip
dualarına mazhar olmuşlardı. Şeref-i kudûmları için İzmir’de bir zâviye
yaptırmışlardır. Halaka-i zikirde cehr ve devrân ve tasfîk ile ızhâr-ı vecd
mu’tâdları olduğundan ba'zı ehl-i zâhirin dahline uğradılar. Fakat o kimselere
bed-duâ etmekle ba'zıları füc’eten vefât etti. Ba'zısı attan düşüp helâk oldu.
Izhâr-ı nedâmet ile istimdâd edenler güç-hâl kendini kurtardı.
“Yiğitbaşı”
denilmesinin sebebi:
Zamânının
kutbu olup, min tarafi’llâh umûm-ı meşâyıhın terbiyesine me’mûr buyurulmasından
kinâyedir. Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye’nin
nakline göre, bir aralık İstanbul meşâyıhı arasında tekevvüne başlayan bir
mes'elenin halline me’mûr ve hüsn-i faslına muvaffak olduğundan o lakab
kendilerine verilmiş ve bununla iştihâr etmiştir. Bu lakab Arabça’ya nakl
olunurken “Fete’l-fityân, Ebu’l-fityân” olmuştur. İstanbul’da bir müddet
bulunarak Manisa’ya avdet ve yine irşâd-ı nâs ile iştiğâl buyurdular.
Velâdetleri
839/(1435-36), müddet-i ömürleri 61, irtihâlleri 900/(1495)’dür. Bir eserde ise
911/(1505-06) gösterilmiştir[23].
Manisa’da nâm-ı âlîlerine mensûb dergâhta medfûndur. (Kaddesa’llâhu esrârahum)
Ulemâ-yı
sûfiyyeden idi. Pek mühim eserleri vardır:
Manzûme-i
Câmiu’l-Esrâr, Risâletü’t-Tevhîd, Ravzatü’l-Vâsılîn, Mukaddimetü’s-Sâliha,
Keşfü'l-Esrâr, A'mâlü't-Tâlibîn, Bahreynü'l-Aşk, Ahvâlü'l-Ebrâr
ve'l-Mukarrabîn nâmında eserleri vardır. Gayr-i matbû'dur.
Câmiu'l-Esrâr
mukaddimesinden:
İbtidâ kıldık kitâba fazl-ı
Bi'smi'llâh ile
Zikr olunsun hem dahi tevhîd-i
zâtu'llâh ile
Tomâr-ı
Turuk-ı Aliyye'de müşârünileyhten inşiâb eden tarîkatlar ne güzel cem'
olmuştur:
Şuabât-ı
Ahmediyye: Ramazâniyye, Sinâniyye, Uşşâkıyye, Mısrıyye.
Şuabât-ı
Ramazâniyye: Cihângîriyye, Buhûriyye, Raûfiyye, Cerrâhiyye, Hayâtiyye.
Şuabât-ı
Sinâniyye: Muslihiyye, Zühriyye.
Şuabât-ı
Uşşâkıyye: Cemâliyye, Salâhiyye, Câhidiyye, İrşâdiyye, Muslihiyye.
Müstakîm-zâde’nin
Şerh-i Dîvân-ı Ali’den:
Tarîk-ı Halvetî’nin kahramânı
Yiğitbaşı Efendi’dir bil anı
Dahi Hacı Karamânî Efendi
Gönül ka’besinin rind-i yamanı
Cihâd-ı ekber itdi müctehid bil
Reîs-i âşıkân-ı Ümmi Sinân’ı
Tarîk-ı Halvetî’de bir yol açdı
O râhın âşıkândır rehrevânı
Sinâniyye dinür ol râh-ı Hakk’a
Yürü âşık isen bul râh-ı cânı
Nizâmî-zâde Seyyid Seyfü’l-hak
Nizâma koydu saff-ı âşıkânı
Hayâ vü hilm ile Osmân Efendi
Gelüp irşâd için pîr ü civânı
Mürîdi Şeyh Muhammed çok zamândır
Kibâr-ı evliyânın kâmrânı
Hem andan Şeyh Hasan müstahlef oldu
Kemâlât ile oldu Pîr-i sânî
Hüseyn-ism
ü Alî-sîretdir oğlu
Hilâfet
tahtının sâhib-kırânı
Azîzim
mürşidim Şeyh Mustafâ’dır
İdüp
rıhlet cinân oldu mekânı
Azîz-zâdem
benim şeyhim Hasan’dır
Dil ü
cânım hayât-ı câvidânım
Şeyh İlyâs-ı Sakızî
Eâzım-ı meşâyıh-ı Halvetiyye'den olup kendilerinden
birçok zevât-ı âliye yetişmiştir. Bu Şeyh İlyâs an-asl Karaman Ereğlisi'nden
olup Akbıyık Şeyhi Çarkacı Şeyh Ahmed Efendi’den ahz-ı tarîkat eyledi. Sakızlı
Abdurrahmân Paşa, Sakız’da mücedded bir zâviye binâ ve şeyhi dahi İlyâs
Efendi’yi Sakız’a i’zâm eyledi. 117 yaşında iken rihletine mebnî Sakız’da
defîn-i hâk-i gufrândır. "Sakızlı Şeyh" (صاقيزلى شيخ) târîhidir
ki 1158 târîhini müş’irdir. Şiirde Çâresiz
tahallus eyler:
Gel haber vireyim haber sorarsan
Bugünün yarına salup yürüme
Bâzergânsın bunda sermâyen bozup
Zarar u ziyâna virüp yürüme
Çâresiz çâresizlikdir o gün
Kahrı lutfuna gelir aşkile yön
Ululardan sana bu durur o gün
Sakın şikâyet idüp yürüme
Husûsiyle halîfeleri olan Yûsuf-zâde Şeyh Abdullâh
Hilmî Efendi:
Urefâ vü ulemâ-yı sûfiyyedendir. Müşârünileyh hakkında
Bursalı Tâhir Bey’in tahkîki ber-vech-i âtîdir:
Amasya fuzalâsından Şeyhü’l-kurrâ Yûsuf Efendi-zâde
Muhammed Efendi sulbünden 1085/(1674-75) târîhinde Amasya’da tevellüd eyledi.
İlm-i kırâatta yegâne-i devrân olan sâhib-i tercüme ulûm u fünûn-ı sâirede dahi
vukûf-ı tâm ashâbından bir kenz-i fazl u irfân idi.
Vücûh-ı kırâatı pederinden; ulûm-ı Arabiyyeyi Müsâhib
Paşa Hâce Fâzıl İbrâhîm Efendi’den; ulûm-ı akliyyeyi Kara Halîl Efendi’den ahz
u tahsîl etti. (11)48/(1735-36) târîhinde Çorlulu Ali Paşa’nın sadâretinde
Sarây-ı Hümâyûn hocalığına ta'yîn olunup, füyûzât-ı ilmiyyesinden istifâza
olundu. Sonraları te'lîf-i âsâra başlayarak ahlâfa yadigâr bıraktığı te'lîfâtı,
tedkîkât-ı ilmiyyesine dâldir.
Buhârî-i şerîfe yirmisekiz senede otuz cild üzere bir şerh-i
mufassal yazmıştır. Te'lîf-i behîn-i mezkûru huzûr-ı pâdişâhîye ihdâ ederek ve
pek ziyâde takdîr ve tahsîn ve bin altın ve bir kat libâs-ı fâhir ve bir samur
kürk ihsân ile taltîf ve tesrîr buyrulmuştur. Müşârünileyhin Sarây-ı Hümâyûn
Kütüphânesi’nde tedrîs eyledikleri Buhârî-i şerîfi ikmâl ile
hitâm duâsı için tertîb olunan mecliste pâdişâh hâzır bulunarak tahkîkât-ı
akliyye vü nakliyyesinden kesb-i inşirâh buyurmuşlardır.
Buhârî-i Şerîf Şerhi'ni Fâtih Kütüphânesi’ne koyduğu
zamân dahi mazhar-ı taltîf olmuştur. Hacca niyyet ettiğinden fazl u kemâlinden
hisse-yâb-ı taallüm olmuş olan esbak Sadrazam Yeğen Ahmed Paşa ihtiyâcât-ı
seferiyyesini te'mîn etmiştir. Hicâz ve Şam ulemâsı müşârünileyhin ihâta ve
kudret-i ilmiyyesine, bi'l-hâssa ilm-i tefsîr ü hadîs ü kırâatte olan ihtisâs-ı
azîmine ve o nisbette dil-pezîr-i takrîrine meftûn ve bir çoğu mücâz u me'zûn
olmuşlardır.
/158/ Yarım asır kadar cevâmi' ve medâriste neşr-i ulûm
eylediler. Şeyh İlyâs-ı Sakızî'den
mazhar-ı feyz-i tarîk ve nâil-i sırr-ı tahkîk olmuşlardır.
Seksen iki yaşında iken, "tüvüffiye
alâmetü'z-zamân"(توفى علامة الزمان) terkîbinin delâleti olan 1167 târîhinde[24] irtihâl
ederek İstanbul’da Topkapı hâricinde Maltepe câddesindeki kabristanın sağ
tarafı vasatına defn olundular.
Müstakim-zâde ondan müstefîd olanlardandır. Hâfız
Hüseyn-i Ayvansarayî Vefeyât-nâme’sinde medfeni hakkında diyor ki:
“Topkapı hâricinde pederi ve sâir ehl-i Kur’ân arasında
1167 senesi 15 Zi'l-ka'de’sinde (Ağustos - Eylül 1754) defn olunduğu şâkirdlerinden
Müstakim-zâde’nin bu mısraıyla mukayyeddir:
Merkadin nûr ide Abdullâh Efendi’nin Kadîr
(مرقدن نور ايده عبد الله افندينك قدير)
Seng-i mezârında olan Arabî târîh, Hoca-zâde Seyyid
Muhammed Saîd Efendi’nin kalemiyle mestûrdur. Şiire de intisâbları olmakla Hilmî
mahlasıyla Arabî, Farisî, Türkî manzûmâtı
vardır. Ez-cümle bir na’t-ı nebevîden :
Fezâ-yı dergehin kân-ı atâdır Yâ Rasûla'llâh
Cenâb-ı Melce-i ehl-i recâdır Yâ Rasûla'llâh
Müellefât-ı fâzılâneleri :
1-
Otuz cildden mürekkeb Necâhu’l-Kârî
nâmıyla Buhârî-i şerîf şerhi.
2-
Yedi cildden mürekkeb İnâyetü’l-Mun’im
nâmıyla Müslim-i şerîf şerhi.
3-
en-Nefhatü’l-Fâiha fî Tefsîri
Sûreti’l-Fâtiha.
4-
Hâşiye-i Beyzâvî alâ
Sûreti’l-Mülk.
5-
Hâşiye alâ Âdâbi Mîr Ebu’l-Feth.
6-
Hâşiye ale’l-Hayâlî.
7-
Hâşiye alâ Karadâvûd mine’l-Mantık.
8-
Hâşiye Alâ Şerhi Kâdımîr.
9-
Ravzâtü’l-Vâizîn.
10-
Kâfîye-nâme.
11-
İlm-i kırâatten el-Kırâatü
bi’ş-Şevâz.
12-
Beyânu Merâtibi’l-Medân.
13-
Tuhfetü’t-Talebe.
14-
Îtilâfu Mahârici’l-Hurûf.
15-
Zehretü’l-Hayâti’d-Dünyâ.
16-
Risâletü Harfi’d-Dâdi’s-Sahîha.
17-
Kelâmü’s-Senâ fî Mevlûdi’l-Mustafâ ve sâire.
Mecmû’-ı âsârı ellibeş imiş. Telâmîzinin en meşhûru Şeyh
Müftî-zâde Muhammed Sâdık-ı Erzincânî (Nakşî faslında tercüme-i hâli yazıldı.)
ve Bursalı Şeyhü’l-kurrâ Ebûbekir Efendilerdir. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
Şeyh Abdülvahhâb-ı Ümmî
Elmalıdandır. Yiğitbaşı Ahmed Efendi hazretlerinden
müstahleftir. Vâhibî tahallus etmiştir. “Vefât-ı nâsût” (وفات ناسوت) târîhidir. Gurre-i Şa'bân
1004/(1595-96)’tür. Şeyhinin târîh-i irtihâli 910/(1504-05) olmasına göre muammerînden oldukları anlaşılır. Bu güfte
kendilerinindir:
Evliyâ sırrı sorana dokuz türlü nişân gerek
Evvel kapı şerîattır güneş gibi ayân gerek
Vehhâb-ı Ümmî’nin tevhîdi hâtırına güç gelmesin
Bu ma'nâyı fehm etmeye sâfî nûrdan insân gerek[25]
Antalya’da sâkin olmuşlardır. Üsküdar’da İnâdiyye’de
Şa'bânî Dergâhı olan Nalçacı Şeyh Halîl Efendî, müşârünileyhin halîfesidir.
“Selâmet-i nâsût” (سلامت ناسوت) (Halîl Efendi’nin) târîh-i irtihâlidir.
Üsküdar’da Selîmağa Kütüphânesi’nde Hz. Hüdâyî
kitaplarının târîh kısmında 122 numaralı tomârda şeyhi, "Armağan
Ramazân" diye gösterilmiştir. "Onun şeyhi Abdulvahhâb, onun
şeyhi Tâlib Ümmî, onun şeyhi Yiğitbaşı" yazılıdır.
/159/ Hayli âsâr-ı kalemiyyesi olduğunu Hâfız Hüseyn-i
Ayvansarâyî yazıyor. Hz. Azîz Mahmûd-ı Hüdâyî, müşârünileyh hakkında ziyâde
hürmet-kâr olup, hattâ dergâh-ı âlîleri önünden geçerken cübbelerinin önünü
kavuşturarak, vaz'-ı ta'zîm alarak geçtiklerini Vâlide-i Atîk şeyhi Mahmûd Efendi merhûm naklen fakîre hikâye
eylemiştir.
Üzeri kapalı ma'mûr türbesi vardır ki, bu türbe hakkında
tafsîlât Şa'bânîler bahsinde geçti.
Nutuklarından:
Bu bendeyi aşk oduna yanmağa komazlar
Pervane-sıfat şem’a dolanmağa komazlar
Anın ki çırağını uyandıra Halîlî
Erbâb-ı hased sanma uyanmağa komazlar
Merhûm-ı Müşârünileyh salâh-ı hâle mevsûf olup, yevmî iki
cüz Mushaf-ı şerîfden okur, Delâilü’l-Hayrât kırâatıne muvâzıb olur
imiş. Hüsn-i hattı da var imiş. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
Bir eserde İrtihâllerini "hatm" (ختم) (1040/1630-31) diye kayd
olunmuş gördüm. Demek ki, Hz. Hüdâyî efendimizden sonra iki veya on sene daha
muammer olmuşlardır. Allâh rahmet eylesin.
Nüzûlî Şeyh Mustafa Efendi
Şeyh Abdülvehhâb-ı Ümmî hazretlerinin kolundandır.
Aydın’da Denizli kasabasındandır. 1157/(1744) târîhinde irtihâl eyledi. Kula’da
dergâhı olup, kabri şehir medhâlinde ziyâret-gâhtır.
Silsile-i tarîkatı:
Şeyh Nüzûlî Mustafa Efendi, Şeyh Abdullâh-ı Kulavî, Şeyh
Seyyid el-Hâc Mûsâ Efendi, Şeyh Esedu'llâh Velî el-Hamîdî eş-şehîr bi-Arslan
Efendi, Şeyh el-Hâc Muhammedî eş-şehîr Muhyiddîn-i Siyâhî, Şeyh Muhammed
el-meşhûr bi-Zuhûrî, Şeyh Ömerü’l-Hamîdî el-meşhûr bi-Mazharî, Şeyh
Abdulvehhâb-ı Ümmî. (Kaddesa’llâhu esrârahum)
Müşârünileyhin tab’ olunan Dîvân’ında
"Lazkiyeli" diye kayd olunmasına karşı Bursalı Tâhir Bey’in
tedkîkâtında Suriye’deki Lazkiye olmayıp, Denizli kasabasının nâm-ı kadîmi olan
Laudikiya’dan kinâye olduğu tebeyyün etmektedir. Doğrusu da budur. İki dîvânı
vardır.
Dîvân'ını tab’ u neşre ızhâr-ı âsâr-ı himmet buyuran
müteahhirîn-i meşâyıh-ı kirâm-ı Uşşâkıyye'den Muhammed Emîn-i Tevfîkî Efendi
hazretleridir. Dîvân mürettebdir ve hakîkaten ârîfâne ve sûfiyânedir.
Nâil-i mertebe-i irşâd olduklarında söyledikleri nutuktan:
Es-salâ her kim gelir meydân-ı aşka es-salâ
Es-salâ her kim yanar nîrân-ı aşka es-salâ
Es-salâ ol dost cemâli şem’ına pervâne-veş
Cân u dilden kim girer külhân-ı aşka es-salâ
Es-salâ ol dost elinden nûş iden peymâneyi
Lâ-yezâl bir aşk ile mestân-ı aşka es-salâ
Es-salâ dil mülküne hükm eyleyen uçdan uca
Cân içinde cân olan cânân-ı aşka es-salâ
Es-salâ Haydar gibi dil şehrini feth eyleyen
Ey Nüzûlî söyle ol merdân-ı aşka es-salâ
/160/ Hz. Mısrî’nin gazellerini tahmîslerinden:
Sıdk ile âşık olandan vasl-ı yâr eksik değil
Dem-be-dem ma’şûk elinden ber-güzâr eksik değil
Haydar’a mahrem olandan Zü’l-fikâr eksik değil
Âşinâ-yı aşk olandan âh u zâr eksik değil
Keşti-i bahra dem-â-dem rûz-gâr eksik değil
Nûr-ı Hak’dan mahzen-i Rahmân olan anlar bizi
Tûr-ı Hak’da Mûsi-i İmrân olan anlar bizi
Râh-ı Hak’da merkez-i pîrân olan anlar bizi
Zât-ı Hak’da mahrem-i irfân olan anlar bizi
İlm-i sırda bahr-ı bî-pâyân olan anlar bizi
Pîr yüzünden duyduğum irfâna virdim gönlümü
Dostuma îsâl iden burhâna virdim gönlümü
Derdime dermân iden Lokmân’a virdim gönlümü
Derd içinde bulduğum dermâna virdim gönlümü
Sıdk ile ihlâs ile îmâna virdim gönlümü
Müşârünileyhin pederi Seyyid Mustafa Çelebi, onun pederi
Şeyh Hacı Mûsâ Efendi’dir. Cümlesi Denizli’dendir. (Rahimehumu'llâh)
TARîKAT-I ALİYYE-İ SİNÂNİYYE-İ HALVETİYYE
Hz. Pîr İbrâhîm Ümmî Sinân:
Sinânî-i Halvetî Tarîkı’nın pîr-i muazzamıdır. Velâdeti
893/(1488) senesinde; müddet-i ömrü 83 sene; irtihâli 976(1568) senesindedir.
Eâzım-ı evliyâu'llâhtan olup, ba'zı âsârda Pirizrenli veya o havâlîden olmak
üzere mukayyed, Hâfız Hüseyn-i Ayvansarâyî Vefeyât-nâme’sinde
Arnavutluk’tan geldiği müeyyed ise de Osmânlı Müellifleri’nde musahhah
bir icâzet-nâmeye istinâden Bursa diye muharrerdir.
Silsile-i Tarîkatları:
- Seyyid Yahyâ-yı Şirvânî (Kuddise sırruhu’r-Rabbânî)
- Şeyh Pîr Muhammed Erzincânî (Kuddise sırruhu’r-Rabbânî)
- Şeyh İbrâhîm Tâceddîn-i Kayserî (Kuddise sırruhu’r-Rabbânî)
- Şeyh Alâeddîn-i Uşşâkî
(Kuddise sırruhu’r-Rabbânî)
- Şeyh Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî (Kuddise sırruhu’r-Rabbânî)
- Şeyh el-Hâc İzzeddîn-i Karamânî (Kuddise sırruhu’r-Rabbânî)
- Hz. Pîr İbrâhîm Ümmî Sinân (Kuddise sırruhu’l-Mennân)
Tomâr-ı
Turuk-ı Aliyye’de Karaman diyarından olduğu da Osmânlı Müellifleri’nden
naklen beyân olunur. Şakâyık-ı Nu’mâniyye’de İzzeddîn-i Karamânî
halîfesi Kasım Çelebi (Şeyh Kâsım-ı Lârendî) hazretlerinden nâil-i hilâfet
olduğu ve İzzeddîn-i Karamânî hizmetinde de bulunduğu menkûl ise de Esmâr-ı
Esrâr’da Kasım Çelebi zikr olunmamuştur. Zeyl-i Atâî’nin ve Zeylü’l-Zeyl-i
Şeyhî’nin beyânına göre Kasım
Çelebi, Yiğitbaşı halîfesidir. Hacı İzzeddîn-i Karamânî’nin pîrdaşıdır. Şakâyık
Zeyilleri, Halvetî tomârları, Ümmî Sinân’ın şeyhi Hacı İzzeddîn-i Karamânî diye
gösteriyor. Şeyh Kâsım’ın Bursa civârında İnegöl’de medfûn olduğu tahkîk-i
âciziyle te’yîd olunmuştur.
Bir de Ümmî Sinân hazretlerinin rihletleri, (Gitdi
958’de Ümmi Sinân) mısrâına istinâden 958/(1551) gösterilmekte ise de âtîde
nakl eyleyeceğim manzûme-i tavîle 976/(1568) olduğunu te'yîd etmektedir.
Kendileri âlim oldukları hâlde gördükleri rü'yâ üzerine Ümmî tahallus
buyurmuşlardır.
Cezebât-ı azîme ve ahlâk-ı hasene sâhibi bir azîz
idi. Müddet-i ömr-i şerîflerinde kimseyi
incitmemiş veliyy-i kâmil ü mükemmil di.
Gâyet mütevâzı’ bir zât olup, fukarâya fevka’l-me’mûl riâyet ve bezl-i
sadakât eylerdi. Müşârünileyhten ahz u feyz eden Seyyid Nizâm-zâde Seyfullâh Efendi Câmiu’l-Avârif nâm
eser-i mu'teberinde diyor ki:
“Hz. Ümmî Sinân (kuddise
sırrûhu’l-Mennân) mücâhid ve müşâhid âşık kimse idi. Her sene üç erbaîn
çıkarıp, her erbaînde mücâhidînden nice yüz kimseleri görürlerdi. Üçyüzden
ziyâde halîfeleri vardı. Âleme münteşir olmuşlardı. Tarîk-ı Halvetî’de
bunlardan ileri mücâhede eder görmedim. Halvetlerinde bir yere cem' olup tevhîd
sürerler idi. Ben halvetleri ne üsluptur görüp durdum. Ba’de salâti’s-subh
Sure-i Yâsîn tilâvet edip, işrâk zamânına değin üç bin tevhîd ederlerdi. /162/ Ba'dehu altı rek'at işrâk namâzını bi’l-edâ şuğl ederlerdi. Ya'nî her bir dervîş otuz bin esmâ sürerlerdi
ve ol arada ne vâki' olursa olsun şeyhe ta'bîr ettirirler; hayr u şer
âmâllerini onunla görürlerdi. Andan adhâya değin tevhîd ederler, salât-ı zuhra Tebâreke
ve Elhâkümü’t-tekâsür okuyup vakt-i asra dek tevhîd edip, asrı
ba’de’l-edâ üçyüz kerre salavât-ı şerîfe getirir ve salât-ı mağribe dek tevhîd
ederler. Salât-ı mağrib edâ olunduktan sonra yüz dirhem mikdârı taâm yiyip hamd
ederek ışâya kadar tevhîd ederlerdi.Andan yatsı namâzını ba'de’l-edâ yine Tebâreke
ve Elhâkümü’t-tekâsür okuyup üç bin tevhîd ederek esmâlarını sürerlerdi
tâ teheccüd zamânı oluncaya dek. Anda ne kim görürlerse şeyhe ta'bîr
ettirirler, salât-ı subha dek tekrâr tevhîde başlarlardı. Üç erbaîn çıkıncaya
dek bu üslup üzere çalışırlardı.”
Cümle-i kerâmetlerinden biri budur ki:
Pehlûlarını yere ve arkalarını duvara vermiş değillerdi.
Bir gün efkâr vâki' olup hemen vâkıamda gördüm. Cemî-i vilâyet kâfîr olmuş ve
câmi'ler küffar ile dolmuş. Bîdâr oldum. Şeyhe varıp elini öptüm ve ayağına yüz
sürdüm. Vâkıamı söyledim. Ne ise şerh eyledim. “İrâdet getirdiğin yeri inkâr
etmişsin. Onun için inkâra batmışsın.” buyurdular. Hemen bildim filime tevbe
ettim.
Bir dervîş der ki:
“Bayrâmî’den bey’at ettik. Bilmeyiz ki Hakk’a veya
bâtıla mı gitdik.” diye hâtırıma hutûr etmekle gözümü yumdum. Kendimi
istifrâ eder gördüm. Bîdâr olduğumda şeyhe söyledim. “Evvel kabûl edip hazm
ettin. Şimdi reddetmek câiz değildir, ben sana onu yine yediririm.”
buyurdular. Artık bu hâtırayı giderdim. Dâimâ hizmetlerinde bulundum. Tabîî
maksat ma'nevîdir.
Dervîşânından biri nakl eder:
Bir gece şeyhle tevhîd ederdim. Gördüm ki Hû
dedikçe ağızlarından bir top nûr çıkar. Ekser dervîşler bu hâle muttali' olup
nazar ederler. Her ne vakit şeyh, hoca varsa veya sâkin olsa sînelerinden
zikr-i kalbî sadâsı gelir ve bu sadâ kimseyi uyutmazdı.
Bir zamân azîz ile erbaîne girdik. Tâ subha dek tevhîd
sürerdik. Nısfu’l-leylde dışarı çıktım. Azîzi sofada mâh-ı tâbâna karşı oturur
gördüm. Yanlarında tanımadığım iki kimse
var. Her biri gûyâ bir deste gül. Ben pencere ardında durup ne musâhebet
etmekte olduklarına vukûf hâsıl etmeye çalıştım. Kimini anlar kimini
anlamazdım. Şeyh buyurur: Zamânımızda olan evliyâu'llâhı bilir misin? Ef’âlleri
nedir vâkıf olur musun?
Birisi budur ki: Rasûl aleyhi’s-selâm ne vakit ki
dünyâdan gitdi yeryüzü Hak teâlaya nâlân etti. Kıyamete dek mahrûm kaldım,
peygamberlerin üzerime basmasından. Hak teâlâ yeryüzüne vahiy buyurdu : Senin
üzerine erenler halk eyledim ki onların gönlü enbiyâların gönülleri gibidir.
Erenler üç yüz kişidir. Evliyâu'llâhtır. Geri bunlardan gayrı yetmiş iki dahi
vardır. Bunlara "nücebâ" derler ve bir taife dahi
vardır /163/ kırk kişidir. Onlara "evtâd"
derler.Bunlar kâinâtın mıhlarıdır. Ve bir bölük dahi vardır. Onlar on kişidir.
Onlara "nükebâ" derler. Yedi kişiye de "urefâ"
derler. Üç kişi vardır: Ol üçten biri Bursa’da
Hz. Üftâde’dir, dervîştirler. İkincisi Şam-ı şerîfde bir Arabtır.
Üçüncüsü ağuştur. Ne vakte koşa, ecel yetişe üçlerden getirirler ki şimdi
nevbet sizindir. Tâ bu minvâl üzere üç
yüzlere dek gidin. Avâmın muhiblerinden kâbil hangisi ise üç yüze ilhâk
ederler. Bunlar ta kıyamete dek ilimden hâlî olmazlar. Bunlar şöyle kimselerdir
ki gönülleri Nûh ve İbrâhîm ve Mûsâ gönülleri gibidir.
Şeyh müteaccibâne buyurur ki : Adem var mıdır, gönlü İbrâhîm
gönlü gibi ola? Evet Dâvûd ve Süleymân ve Îsâ (aleyhi’s-selâm) ve
Cebrail (aleyhi’s-selâm) bile vardır. Bunların
esrârı şöyledir ki: Eğer kutbun esrârına üçler vâkıf olsa katillerine fetvâ
verelerdi. Eğer üçlerin esrârına yediler vâkıf olsa böyle yaparlardı. Ta üç
yüzlere dek bu üslup üzeredir. Zîrâ katle rumûzda tefâvüt olmakla birbirinin
esrârına mütehammil olmazlar. Nitekim Mûsâ (aleyhi’s-selâm), Hz. Hızır (aleyhi’s-selâm)
ile mülâkî olduğunda Hz. Hızır gemiyi deldi. Hz. Mûsâ, (أَخَرَقْتَهَا لِتُغْرِقَ أَهْلَهَا)[26] dedi.
Oğlanı katl etti. (أَقَتَلْتَ
نَفْسًا زَكِيَّةً)[27] dedi.
Duvarı doğrulttu. (لَوْ شِئْتَ
لَاتَّخَذْتَ عَلَيْهِ أَجْرًا)[28] dedi.
Hızır ile mülâkât:
Hz. Hızır, evliyâu'llâhtan biri vefât etse onun
cenâzesine, “Karındaşım İlyâs ile elbette hâzır oluruz. Her gün salât-ı
duhâyı Kabe-i şerîfede kılarız. Tâ gün çıkıncaya değin Beytu'llâh’ı tavâf
ederiz. Makâm-ı İbrâhîm’de iki rek'at namâz kılıp, giderim. Sahrâları temâşa
kılıp, musîbet-zedelere dermân ederim. Çün vakit zuhr olur. Medîne’ye gelip
kalırım. Yine sahralara çıkar, bîçâre var mıdır görürüm. Salât-ı asrı
Beytü’l-Makdis’te kılarım. Ondan sonra salât-ı mağribi Tur Dağı’nda
ba'de’l-edâ, ba'zı hâslarla yatsı namâzında Me’cûc’a varırım. Sabâha kadar
seddi gözetip dururum. Salât-ı subhu edâ için Mekke’ye gelirim. Ta halk
olalıdan kıyamete dek bu hâl üzere dururuz.” deyip gâib oldular.
Ben nice gün kendimden haber-dâr olmadım, ne olduğumu
bilmedim. Her ne vakit ki bu hâl fikrime gelirdi, müstağrak-ı dehşet olup,
cândan geçerdim.
Elhâsıl Ümmî Sinân hazretleri bir kimse idi, gitdi ve bir
şems-i hakîkat idi, battı. Zamânına yetişip de hafiyyeten onun hâlini
bilmeyerek müsâvisini eden kimseler dîn ü îmânını ardına attı.
Hîn-i mevtlerinde yanında hâzır idim. Dehân-ı
gevher-feşânından ne sâdır olacak diye muntazır iken sabrım kalmayıp nihâyet “Sultânım!
Söyleyin işitelim. Biz dahi ona göre iş görelim.” dediğimde cevâben
buyurdular ki: “Vâkıâmda gördüm. Bir gemim var imiş. Yelkenlerini açtım,
gidiyorum. Rüzgar sâkin olunca yelkenleri indirdim. /164/ Gemiyi
karaya çekmek murâd ettim. Bir kimse gelip, “Yelkenleri indirme, kaldır. Az çok
rüzgar vardır. Ta ki menziline eresin. Bir kadem daha ileri varasın.” dedi.
Bunun üzerine ben, “Sultânım! Bu vâkıadan murâd nedir?
Ne kadar zahmet ise lutf edip bildirin.” diye ricâ eylediğimde buyurdular
ki: “ Cân sîneye geldi, biz hayâttan, hayât bizden el yudu. Cân var iken
sakın tevhîdsiz durma. Nefes-i rüzgar az çok vardır. Zevrakı bir kadem ileri
sürmekte kâr vardır.”
Bunun üzerine dervîşler gırîv-i nâlâna başladılar.
Gözlerinden yaş döküp sînelerini taşladılar. Hz. Ümmî Sinân ise, Yâ Hayy,
Yâ Kayyûm diye terk-i hayât-ı müsteâr ederek dâr-ı fenâdan geçip,
hayât-ı bâkîyi buldular. Fâtih Sultân Mehmed Hân Câmi'-i şerîfinde namâzları
kılınıp, Eyûb-ı Ensârî’de halîfeleri Nasûh Efendi’nin binâ eylediği hânkâha
defn olundular. Ulu ziyâret-gâh ve bir ulu dergâhtır Âşıklar, ârifler her zamân
varırlar, türbelerine yüz sürerler. Ammâ amâlar görmez, münkirler varmaz, her
kişiye Hak hidâyet vermez.
Tarîk-ı Halvetî’den Hacı Karaman Efendi’den bey’at
etmişlerdir. Onlar Manisa’da Yiğitbaşı Ahmed Efendi’den, onlar da Şeyh
Alâeddîn-i Uşşâkî’den, onlar da Pîr İbrâhîm-i Kayserî’den, onlar da Pîr
Muhammed-i Erzincânî’den, onlar da Seyyid Yahyâ-yı Şirvânî’den bey’at
etmişlerdir. (Rahmetu'llâhi aleyhim ecmaîn)
Sohbetnâme-i İbrâhîm Efendi nâm eserde
okudum ki:
Bir gün mevâlîden Zeynülarab etbâıyla berâber
dershânesinden çıkıp hânesine giderken yolda Hz. Pîr’e rast gelmişler.
Zeynülarab, tarîkat-ı aliye-i sûfiyyeye dahl eder[29] olduğundan
pîr-i müşârünileyhi mahzâ tezyîf maksadıyla, “Sûfî! Şeytânı bilir misin?”
dedikte, Hz. Pîr, “Bilirim.” buyurmuştur. “Kimdir?” diye sorunca,
“Cenâbınızdır.” cevâbını vermiştir. “Bu sözde burhânın nedir?”
suâline karşı: “Biz Rabbimizle me'nûs olup, kalbimizden cemî-i havâtırı nefy
edip onun zevk ve muhabbetiyle safâ üzerinde iken siz müzekkir-i şeytân
oldunuz. (الكلام صفة المتكلم)[30] fehvâsınca
bizi Rabbimizin zikrinden baîd eylemekle bâis olmanız hasebiyle şeytânı size
isnâd eyledim.” buyurmuşlardır.
Bunun üzerine Zeynülarab’ın cânı sıkıldı. Hz. Pîrânı bir
kat daha ilzâm için, siz bize şeytândan bahs ettiniz. Biz de size, (من عرف نفسه فقد
عرف ربه)[31] hadîs-i şerîfi mûcibince size akrab olan
nefsinizden suâl edelim. "Onu nice bilirsiniz." diye suâl
buyurduklarında mûmâileyh, “Bizim nefsimiz bir köpektir.” deyince, Hz.
Pîr Zeynülarab’ın yanındakilere hitâben “Kelbe mütâbeat edip nereye
gidiyorsunuz?” buyurmasıyla molla meskût olmuş, bir daha dil uzatmamaya
karâr vermiştir.
/165/ Topkapı’da Pazar Dergâhı şeyhi merhûm Ahmed Zarîfî
Efendi hazretleri bir gün Hz. Pîr’den bahs ederken ber-vech-i âtî menkûlâtta
bulundular:
Kanûnî Sultân Süleymân zamânında ulemâ-yı İslâmiyye
arasında ebeveyn-i muhteremeyn-i nebeviyye hakkında dûr u dırâz güft ü gû zuhûra gelip, bunların îmânları mes'elesini
tedkîka kalkışmışlar. Padişâh-ı müşârünileyh bunu haber alınca muğâyir-i edeb
farz eyledikleri ve “Ulemânın, onlar hakkında dalâlette kalmışlardır.”
sözlerini ubûdiyyete ve şân-ı risâlet-penâhîye muvâfık bulmadıkları cihetle
iltizâm-ı şiddet ederek, “Bu mes'elenin kat'iyyen hall ü faslı ile
kapatılması için ulemâ vü meşâyıh u fuzalâ Fâtih Câmi'-i şerîfinde toplansın,
konuşulsun, iş intâc edilsin.” diye ızhâr-ı ârzû eylemişlerdi.
Ârzû-yı padişâhî mûcibince ulemânın, meşâyıhın, fuzalânın
ileri gelenleri câmi'-i şerîf-i mezkûrda toplandılar. Pâdişâh da mahfil-i
Hümâyûnda mübâhaseye muntazır idi. Bu
mübâhesenin târîh-i cereyânına müsâdif zamânda vüzerâdan evvelce sudûrdan olan Mustafa Paşa [32] Papazoğlu
denmekle meşhûr olup, hattâ Sultân Bâyezîd civârında Koska’da Papazoğlu
Medresesi nâmıyla bir mücedded medrese dahi inşâ eylemiş idi. Bu mecliste hâzır idi. Ümmî Sinân hazretleri
maiyet-i aliyyelerinde hulefâsından Harîrî Muhammed Efendi bulunduğu hâlde câmi'-i
şerîfe gelmişlerdir. Asâ ve ayakkabılarını mûmâ ileyh Muhammed Efendi
tutmuşlardır. Cem'iyyet in’ikâd üzere olmakla Hz. Pîr doğruca mihrâba teveccüh
buyurup, orada oturdular. Şeyhü'l-islâm Ebussuud Efendi mihrâbın bir tarafında,
Papazoğlu Mustafa Paşa dahi dîğer tarafında idi.
Ümmî Sinân hazretleri açılan mübâhaseyi usûl-i münâzaraya
tevfîkan halletmek cihetini düşünüp Ebussuud Efendi’ye hitâben tecâhül-i ârif
kabîlinden, “Bu zât kimdir?” diye Papazoğlu’nu sormuş, vüzerâ-yı ızâmdan
da cevâbını vermiş. "Papaz kimdir?" diye suâl edince sükût etmekle
suâli tekrâr etmiş. Yine sükût olunmasıyla cânı sıkılmış, yüksek bir sesle, “Cânım
niçin suâlime cevâb vermiyorsunuz?” buyurmuşlardır.
Bu sırada Hz. Pâdişâh mahfil-i Hümâyûndan haber gönderip
keyfiyyeti istîzah ettikte, Ümmî Sinân hazretleri vak'ayı arz etmiş. Pâdişâh bu
suâldeki ve cevâbın adem-i i’tâsındaki nükte-i ma'nevîyyeyi idrâk buyurup, “Mes'ele
halloldu, mübâhaseye hâcet kalmadı, meclis dağılsın.” buyurmuşlardır.
Meclisin dağılmasına sebeb Şeyhü'l-islâm hazretleri
Mustafa Paşa için Papazoğlu demekte edeben imsâk buyurması idi. Zîrâ Ümmî Sinân
hazretleri, müşârünileyhin Papazoğlu lakabını pek iyi bilirdi. Hey'et ve pâdişâh huzûrunda Papazoğlu
denilmesi edebe muğâyir düşüyordu. Ümmî Sinân hazretleri demek isteyecekti ki,
Müşârünileyhin babası için Papaz
denilmekte edeben ihtiyâr-ı sükût ediliyor da, on sekiz bir âlemîn fahri,
Cenâb-ı Hakk’ın mahbûbu, ehl-i İslâm’ın ser-tâcı ve bâis-i iftihârı
aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm /166/ efendimiz hazretlerinin ehl-i îmân
olduklarına hiç şübhe olmayan ebeveyn-i muhteremeyni hakkında îmân mes'elesi
çıkarılmasının edeb-i ubûdiyyete muvâfık olmayacağını ortaya koymaktı. Ve “Şeyhü'l-İslâm'a
karşı bu mubâheseye niçin meydân veriliyor.” demek idi.
Pâdişâh bu nükte-i mühimmeyi anladı, mes'eleyi kapattı.
Şeyhü'l-islâm ehl-i teslîm olmakla berâber Ümmî Sinân’ın hey’et-i
muvâcehesindeki vasfı ve kendisinin dûçâr olduğu hâli hasbe’l-beşeriyye
infisâline sebeb olup velev ki latîfe tarzında, “Senin cenâze namâzını
papazlara kıldırmalı.” yolunda Hz. Pîr’e seng-endâz olduğu menkûldür. Fakat
Ebussuud Efendi’nin bu sözü bir hikmet-i hafiyyenin zuhûruna ve ricâl-i
sûfiyyeye arz-ı hürmet ve muhabbet etmesine sebeb oldu. Şöyle ki:
Ümmi Sinân Hazretleri irtihâl edince cenâze namâzını edâ
için Fâtih’e getirilmiştir. Cenâzesinde tâc u hırka bulundurulmayıp efrâddan
birinin cenâzesi gibi bir hâlde idi. O gün Sultân Süleymân’ın bir kerîmesi
vefât etmekle onun da cenâzesi Fâtih’e
getirilmiş idi. Cenâze namâzını Ebussuud
Efendi kıldırmak lâzım olmakla, fakat evvelâ erkek cenâzesi namâzını takaddüm
etmek iktizâ etmekle, “Er kişi niyetine!” diyerek ve kim olduğunu
bilmeyerek, Ümmî Sinân hazretlerinin, ba'dehû sultânın namâzlarını
kıldırmıştır. Bi'l-âhare erkek cenâzesindeki kalabalık nazar-ı dikkatini celb
edip kim olduğunu sormuş. “Ümmî Sinân hazretleridir.” dediklerinde, “Câmi'-i
şerîfde namâzını papazlara kıldırırım.” demelerindeki hatayı idrâk ve
namâzını kendisi tesâdüfen kıldırmasındaki hikmeti teemmül ile o sözü
söylediğine nâdim olmuştur. Ve bir daha ricâl-i sûfiyyeye zebân-dırâz olmamaya
ahd etmiştir.
Cenâzesinde binlerce zevât bulunmuş ve tâc u hırkasını
seng-i musallâda namâzını ba'de’l-edâ tabutunun üzerine konulmuş olduğunu
ilâveten beyân buyurmuşlardır.
Ümmî Sinân hazretleri, rütbe-i ma'neviyye sâhibi bir
şeyh-i mükerrem olup, Hâfız Hüseyn-i
Ayvansarâyî Vefeyât-nâme’sinde Arnavutluk’tan gelip İstanbul’da tahsîl-i
ulûmdan sonra Karaman’a âzim ve Şeyh Karamânî’den inâbet ve onun şeyhi
Yiğitbaşı Ahmed Efendi’den Amasya’da nâil-i hilâfet ile tekrâr İstanbul’a
avdetinden bahs ediyorsa da, Hz. Pîr’in,
Yiğitbaşı hazretleriyle mülâkatına ve ondan ahz-ı hilâfetine dâir hiçbir eserde
bir kayda müsâdif olmadım. Yiğitbaşı’nın irtihâli 900/(1495) olup, o zamân Ümmî
Sinân on bir yaşında idi. Târîhçe dahi tevfîk kabûl etmez.
Hz. Pîr’in bir müddet Manisa ve Uşak havâlîsinde
bulundukları ve dahi pîr-i dest-gîrim Hüsâmeddîn-i Uşşâkî hazretlerinin orada
kendilerine mülâkî ve şeref-i sohbetine mazhar oldukları menkûl ve tetebbuât-ı
târîhiyye ile de müstedeldir. Fakat Hz. Ümmî Sinân’ın İstanbul’a ne târîhte
geldiklerine, ne kadar müddet bulunduklarına dâir sarih ma'lûmât yoktur.
/167/ İstanbul’da Topkapı civârında Kürkçübaşı Ahmed Şemseddîn
Câmii’nin mevcûd bulunan solundaki servi ağacının olduğu mahalde bir müddet
sâkin olup, bi'l-âhare mezkûr câmi' bânîsine mensûb ve o civârı muhtevî
mahallede Sultân Süleymân-ı Kânûnî tarafından zât-ı mürşidâneleri için inşâ
kılınan dergâhta ârâm-güzîn oldukları ve
burada irtihâl-i dâr-ı naîm eyledikleri mazbûttur. Cenâzeleri Fâtih’ten tekrâr
bu dergâha getirilir iken zuhûr eden işâret-i ma'neviyye üzerine Eyüp’e
götürülüp Oluklubayır’da halîfeleri Nasûh Efendi tarafından inşâ edilen
Zâviye’de defîn-i hâk-i mağfiret kılındılar.
Türbe-i şerîfeleri elyevm ma'mûrdur. Dergâh-ı şerîf pek
dil-nişîn olup türbe-i muattara mihrâb arkasındadır. Merdivenle inilir. Hz.
Pîr’in kabr-i enverleri mehbıt-ı envâr-ı Rahmân olup, bir insân ne kadar
munkabızu’l-hâl olsa ba'de’z-ziyâre inbisât-ı tâm hâsıl olur.
Dergâh bi'l-âhare hânkâh şeklini almıştır. Çarşamba
günleri icrâ-yı âyîn-i tarîkat olunur. Esnâ-yı devrânda halka içinde bulunan
meşâyıhın mihrâb tarafına geldikçe yüzlerini mihrâba tevcîh ile devrân ede
geldikleri görülmüştür. Türbe-i münevverenin
muvâcehe penceresinde:
Mürîd-i râh-ı aşka kıble-gâh-ı âşıkândır bu
Edeblen geç gözün aç türbe-i Ümmî Sinân’dır bu
levhası musâdif-i nazar-ı dikkat olur. Kapısı üstünde
ise:
Tecellî-gâh-ı Bârî mültecâ-yı âşıkândır bu
Bütün erbâb-ı vecd ü hâle bir dâru’l-emândır bu
Tarîkatdan hakîkatdan eğer zevk almak istersen
Dehâlet eyle Sa’dî türbe-i Ümmî Sinân’dır bu
beyitleri okunur.
Mükerreren ziyârette bulundum. O âsitân-ı ârîfânın
toprağına yüzümü gözümü sürdüm. Çok inşirahlı, rûhâniyyetli bir mahall-i
mukaddestir.
Hz. Pîr efendimizin irtihâllerini meşâyıh-ı Sinâniyyeden Hâlî Efendi merhûm şöyle tasvîr ve tercüme-i
hâlini takrîr eyliyor :
Kutb-ı medâr-ı sâlikân gavs-ı kirâm-ı sâlikân
Ol nokta-i devr-i vefâ ol merkez-i ehl-i dilân
Ol ârif-i ilme’l-yakîn ol kâşif-i ayne’l-yakîn
Hakka’l-yakîn müşkil-güşâ ol nakd-i vakt-i rehberân
Mihrâb-ı irşâda imâm üstâd-ı te’vîl-i menâm
Ol merdüm-i safvet-nümâ insân-ı ayn-ı âşıkân
Ol Yûsuf-ı ihvân-ı aşk Mısr-ı dile Sultân-ı aşk
Ashâb-ı suffe evliyâ tavrında pîr-i sûfiyân
Hem Bâyezîd-i ma’nevî hem pîr edhem peyrevi
Veys ü Cüneyd’e iktidâ itmiş tarîkatda hemân
Sahn-ı safâya keşt-gîr sâhib-asâ vü post-ı pîr
Meydân-ı irfâna sezâ şemşîr-i Hak akvâ Sinân
Dânende-i cem'u’l-cema’ lâl-i nikât-ı bezme şem’
Bahr-ı ledünde âşinâ Ümmî-i a’lem-ter zebân
Aktâb içün şeyhu’ş-şuyûh ashâbına pîr-i rusûh
Ol Hızr-ı gavsiyyet-nümâ ol Hazret-i Ümmî Sinân
Olmuş idi tâ mest elest almışdı mürşidden o dest
Sâkî-i Kevser-veş revâ mest itdi çok dil bî-gümân
Hacı Karamânî’den ol görmüş tarîkat bâ-usûl
Olmuş hilâfet intimâ kılmış Sitanbul’u mekân
Pes andan el aldı kirâm ez cümle Uşşâkî Hüsâm
İbn-i Nizâm seyf-i Hudâ bir de Memî Cân-ı cihân
/168/
Hâkân-ı Osmânî-neseb Sultan Süleymân pür-edeb
Tevkîr idüp hayr-ı duâ almış o şâh-ı âdilân
Nesl ü tarîkı bize dek hem vara rüst-â-hîze dek
Dâim olup yâ Rabbenâ kılsın bakâyı der-miyân
Zikr eyle cehd it ol enîs kim ehl-i zikre Hak celîs
Vardır eserde yok şifâ el-hak celîs-i sa’degân
Tûbâ lehû tûbâ lehû ol kudve-i irşâda hû
Cân murğına virdi rehâ ol zü’l-cenâhayn-ı zamân
Nâsûta itdikte vedâ' lâhûta buldu irtifâ
Halvet-güzîndir mutlaka bu kayd-ı kesretden o cân
Yâ insilâh itdi zuhûr ya vecd ü hâl itdi sudûr
Sevfe ye'ûdu men bedâ sırrını gösterdi ayân
Buldu makâm-ı vahdeti seyr-i ila'llâh seyrini
Kıldı şuûnun der-hafâ kaldı o erden nâm u şân
İde tecellî Hak müdâm rûhu bula sad ihtirâm
Hem-sâye Firdevs-i evvelâ ser-halka-i peygamberân
Esrârını takdîs idüp hem rûhunu tenfîs idüp
Pîrân ile Âl-i abâ yâ Rabbi olsun hem-demân
Müstahlefi eş-Şeyh Nasûh yapmış o pür-feyz u fütûh
Kurb-ı Ebî Eyyûb’a tâ bir hângeh-i mînû-nişân
Sâhib-hulûs olmak ile takdîr u avn-i Hakk ile
Türbesini şeyhine câ kıldı idüp tekmîl-i şân
Çün mâye-i tahmîr-i Hak andan alup görmüş ehakk
Ka’be gibi ömre safâ bula gör o beyt Hak’da cân
Sa’y eylesin sâlikleri telkîn-i dil mâlikleri
Ezkâr u tevhîd âzmâ yâd idelim rûhun her ân
Elli sekizde rıhleti yazıldı lâkin sıhhati
Allâhu a’lem hâliyâ gûş it bu beyt ider ayân
Ol şeyh-i hakkânî Cemâl buldu visâl-i zü’l-celâl
Târîhin eyler sûfiyâ bu lafz-ı şeyhu'llâh beyân
(شيخ الله) = Sene 976/(1568)
Bir gün esnâ-yı ziyârette sânih olmuştur:
Hazret-i Ümmî Sinân’dır bülbül-i gül-zâr-ı Hû
Pîr-i ekrem kutb-ı efham mahrem-i esrâr-ı Hû
Bunca ehlu'llâha burhân olduğu bî-iştibâh
Dem-be-dem vird-i zebânı ism-i Hû tekrâr-ı Hû
Sûretâ Ümmî idi ma’nâda allâme idi
Her dem intâk-ı kerâmâtı anın ezkâr-ı Hû
Ravza-i irfânına her yüz süren şâdân olur
Âsitân-ı pâkidir her dem tecellî-zâr-ı Hû
Kem-teri Vassâf’ı istimdâd ider şâm u seher
Hazret-i Ümmî Sinân’dır âşık-ı dîdâr-ı Hû
Entâk-ı aliyyelerinden:
Gelmişim vahdet ilinden aşk ile cihâna ben*
İçmişim câm-ı ezelden olmuşum mestâne ben
Rabbenâ fa’ğfir lenâ zünûbenâ ve’rham
lenâ*
Gönlüme nûr-ı tecellî dost cemâlinden doğar
Şem’ıne pervâne oldum aşka yana yana ben
Rabbenâ fa’ğfir lenâ zünûbenâ ve’rham lenâ*
/169/
Çünkü bu sevdâyı yazdı dest-i kudret başıma
Anın için yok karârım düşmüşüm dîvâne ben
Rabbenâ fa’ğfir lenâ zünûbenâ ve’rham lenâ*
Ey Sinânî aşk makâmı çün rızâ-yı Hak’tadır
Pâdişâhın hizmetinde durmuşum dîvâne ben
Rabbenâ fa’ğfir lenâ zünûbenâ ve’rham lenâ*[33]
* * *
Onların sohbeti ele giresi değil
İkrâr ile gelenler mahrûm kalası değil
Ümmî Sinân yol ayân olupdur her şey ayân
Dervîşlik yolu hemân tâc u hırkası değil
Âsitâne-i aliyyeleri zamânımıza kadar müteselsilen
cilve-gâh-ı ehl-i aşk u muhabbbet olmuştur. Gelip geçen meşâyıh-ı kirâm Hz.
Pîr’in ayak ucunda medfûndur.
Şeyh Şefkatî Efendi
Bu meyânda sadâret müsteşârı merhûm Şefkatî Efendi dahi
âsûde-nişîn-i rahmettir. Hulefâ-yı Sinâniyyedendir.
Müşârünileyh gâyet âşık u sâdık bir zât-ı âlî-kadr olup,
şiddet-i râbıtası te'sîriyle Hz. Pîr’in ayak ucunda yatmak şeref-i âcizânesine
nâil olmuştur. Fukarâ peyrevliği pek meşhûr idi. Aksaray’da elyevm muhterık
bulunan Sultân Câmii karşısında konağı vardı. Mevlevî-hâne Kapısı,
Edirnekapısı, Topkapı ve Eyüp civârlarında bakkâl dükkânlarını dolaşır, dul,
yetîm, bî-kes kadınlardan bakkâllara borcu olanların gıyâben borçlarını tesviye
eder, hayır duâlarını alırdı. (Rahmetu'llâhi aleyhi rahmeten vâsia)
Şeyh Râşid Efendi-zâde Ali Efendi
Son zamânlarda Ümmî Sinân Hânkâhı şeyhi Râşid Efendi-zâde
Ali Efendi irtihâl edince mahdûmu Râşid Efendi’nin sığar-ı sinnine mebnî Pazar
Dergâhı şeyhi ekâbir-i meşâyıh-ı Sinâniyye'den Ahmed Zarîfî Efendi vekâlet ve
bi'l-âhare i’tâ-yı hilâfet buyurmuş idi.
Şeyh Ali Efendi-zâde Râşid Efendi
Müddet-i vekâlet onbeş sene kadar sürmüştü. Râşid Efendi
seccâde-i meşîhatta bir müddet bulundular. Uzun boylu yakışıklı, terbiyeli bir
zât idi. Görüşmüş idim. Hastalandılar. Bir müddet sonra irtihâl-i dâr-ı naîm
eylediler. Nûru'llâh nâmındaki mahdûmlarının sığar-ı sinnine mebnî müşârünileyh
Ahmed Zarîfi Efendi merhûmun mahdûmu Şeyh Gâlib Efendi vekâlet ettiler. Onlar
da mazhar-ı hilâfet olunca bir müddet hıdmet-i meşîhatı der-uhde ederek pederi
gibi kâfile-i eslâfa karıştı gitdi. Sene 1340/(1921-22).
Ba'dehû meşîhata Şeyh Râşid Efendi merhûmun birâderi
meb’ûsândan ve mutasarrıflardan Yahyâ Gâlib Bey seccâde-nişîn oldu. Dergâh-ı
münîf esnâ-yı harbde asker ikâmesi yüzünden müşrif-i harâb olmuş iken Yahyâ
Gâlib Bey’in uluvv-ı himmeti ile evkâf idâresince mükemmelen tâ'mîr ve ihyâ
olundu. Hâlen ma'mûr, mine’l-kadîm meşhûrdur. Hilâfeti Şeyh Gâlib
Efendi’dendir.
/170/ Şeyh Nasûh
Efendi yahut Dede Nasûhî
Vefeyât-nâme’de, “Bu hânkâhın esâsen bânîsi Şeyh Nasûh Efendi
olmayıp, onun halîfesi Şeyh Şücâ’ tarafından şeyhine nisbetle inşâ olunmuştur.
Kendisi Zalpaşa kurbunda kâin horasancı dükkânı ittisâlinde olan iki kabirden
birinde medfûndur.” diyorsa da hâlen bu medfeni bulmak müteassirdir.
Şeyh Nasûhî’nin cezbede kalmış olduğunu hânkâhtaki bir
kayıtta, "Meczûb-ı ilâhîden Dede Nasûhî" yazılmasından
anladım.
(Ümmî Sinân) Hulefâsı :
Üçyüzden ziyâde olduğunu Seyyid Seyfullâh Efendi’den
naklen bâlâda yazmış idim. Uşşâkî Tarîkatı’nın pîr-i muhteremi Hz. Hüsâmeddîn-i
Uşşâkî (kuddise sırruhû)’nin şeyhi Emîr Ahmed-i Semerkândî ve
Seyyid Seyfullâh Efendi ve Kazzâz Muhammed Efendi ve Şeyh Abdulazîz-i Azîzî
Efendi gibi ricâlu'llâh, Hz. Ümmî Sinân’ın mazhar-ı feyz ü kemâli
olanlardandır.
Ümmî Sinân Dergâhı’ndaki bir Tomâr’da muharrer hulefânın esâmîsi :
-
Seyyid Ahmed-i Semerkândî,
-
Seyyid Seyfullâh Efendi,
-
Şeyh Mîr Ali Alemdâr,
-
Şeyh Nasûh
-
Şeyh Velî-i Sîrozî,
-
Şeyh Muhammed Dâmâd,
-
Şeyh Harîrî Muhammed Efendi,
-
Şeyh Abdülazîz-i Azîzî Efendi.
Sinânî Tâcı:
Müstakim-zâde hazretlerinin Tâc Risâlesi’nde
okudum:
Ümmî Sinân, Şeyh İbrâhîm’den mazhar-ı hilâfet oldukta ona
kendi tâcını i’tâ eylemeyip, pederi tâcını tekbîr ve ilbâs eylemişti. Ol tâcı
beyân edip buyurur ki, ondört terk ve her biri yanında bir gaytân ki, ondört
beyân elf i'tibârıyla cümlesi yirmisekiz harfe işârettir. Kur’ân-ı kerîm ondan
mürekkebtir. Mürşidin mefâsıl-ı esâbı’-ı desti, tâlibin esâbı’-ı yed-i mafsallarıyla yirmisekiz olup hîn-i akd-ı
bey’atta bir yere gelir ki, (…إِنَّ الَّذِينَ يُبَايِعُونَكَ)[34] âyet-i kerîmesindeki sırdır.
Mürşid ile mürîd mübâyaada ellerini tutunca iki eldeki
parmağın adedi yirmi ve iki sağ elin mafâsılı dörderden sekiz ki cem'an yirmi
sekize bâliğ olur. Kur’ân’ı vücûda getiren yirmisekiz harfin sırrıdır.
Tâc-ı şerîfin üstü beyâz olup, yeşil veya beyâz sarık
sarılır. Hz. Pîr'in ve meşâyıh-ı kirâmın sandûkalarına konulan tâclarda siyâh
sarık sarılması cenâb-ı Pîr’deki sırr-ı kutbiyyete işâret ve alâmettir.
Dikkat :
Bir Ümmî Sinân, bir de Sinân Ümmî vardır. Sinân Ümmî, Hz.
Mısrî-i Niyâzî’nin şeyhi olan zât-ı âlî-kadrdir. Hz. Pîr, Ümmî Sinân’dan yüz
sene sonra zuhûr etmiştir. Onun da dîvânı vardır. Dîvân’ında Sinân Ümmî diye
tahallus eder. Ümmî Sinân demesi Hz. Pîr ile isim müşabehetinden ihtirâz
içindir. Ma'lûm olmak üzere şerh verildi.
Şeyh Seyyid Seyfu'llâh Kâsım Efendi
Seyyid Nizâmeddîn[35]
hazretlerinin mahdûm-ı mükerremleri olup, pederleri hâl-i hayâtlarında
terbiyeye mazhariyyet için onu Ümmî Sinân hazretlerine teslîm eylemişlerdir.
Onun maiyyetinde bir taraftan tahsîl-i sûrî dîğer taraftan tahsîl-i ma'nevîye
nâil olup, adâb-ı tarîkatı tekmil
ile nâil-i hilâfet olmuşlardır.
Câmiu’l-Âvârif’teki beyânına göre ziyâret-i Haremeyn’e muvaffak
olmuştu. /171/ Şöyle bir latîf fıkra da hikâye eyliyor:
“Merhûm pederimle birlikte Hacca gitmişidim. Mihaffenin
bir cânibine kendisi ve dîğer cânibine ben bindim. Beytu'llâh’a on günlük yol
kalınca, “Oğul aç gözünü temâşâ kıl . Hak Teâlâ Beytu'llâh’ı bize istikbâle
göndermiş. Huccâc içinde ne makûle kullar var imiş.” .buyurunca, gökyüzüne
baktım. Aynı ile Beytu'llâhı durur gördüm. Biz yürüdükçe o da yürüyordu. Ravza-i Mutahhara’ya geldik. Çadırlarımızı
kurup, konduk. Nısfu'l-leylde pederim dışarı çıktı. Merâk edip peşine düştüm.
Abdest alıp, Ravza-i Mutahhara’ya vardı. Hz. Habîbu'llâh hücresi kapısına yapışıp içeri girip bi'z-zât hâk-pâ-yı
Mustafâ’ya yüz sürmeyi temennî eyledi.
Hemen Ravza-i Mutahhara’dan, “ Teâl ileyye Yâ Büneyye! ” hitâb-ı
peygamberîsi geldi. Ravza’dan nûrlar
saçılır gördüm. Aklım başımdan gitdi. Ne
oldu bilmedim. Ba'de zamânin pederim Ravza’dan dışarı çıkıp, beni kendime mâlik
değil bir hâlde görünce, “Küstâh niçin böyle yaptın? Ben sana bir şey
söylemeden arkamdan niçin geldin? Sakın bu hâli fâş etme. Bu râzı kimseye
söyleme.” buyurdular."
Seyyid Seyfullâh Efendi hazretlerinde daha o zamân ne
mertebe kâbiliyyet, isti'dâd olduğunu bu menkûlât ızhâr eylemektedir.
Yine eser-i mezkûrda muharrer olduğu üzere Seyyid Seyfullâh
Efendi hilâfete nâil oldukta Ümmî Sinân hazretleri ona Hz. Seyyid Nizâm’ı
tebcîlen Nizâmiyye tâcı giydirmiştir.
Hamzevîler bahsinde tercüme-i hâlini yazdığım Hacı Kabâyi
- ki Hacı Bayram nâmıyla meşhûrdur. – bu zât Seyyid Nizâm’ın kabri
civârına bir hânkâh inşâ eylediği gibi Silivrikapı dâhilinde de bir dergâh-ı
şerîf binâ eylemiş idi. Seyyid Nizâm’ın bir oğlu Seyyid Şerefeddîn hâric-i
sûrdaki, dîğer oğlu Seyyid Seyfullâh dâhil-i sûrdaki dergâhta seccâde-nişîn
olmuşlardır.
Seyfullâh, medâric-i ulyâ-yı kemâlâta ittisâl etmiş bir
allâme-i zamân ve mağbût-ı cihân idi.
Pek çok zamân irşâd-ı ibâda meşgûl oldular. Pederlerinin
irtihâllerinden sonra elliüç ve Ümmî Sinân’ın intikâlinden sonra otuzdört sene
daha muammer olup, 1010/(1601) târîhinde bâğ-ı fenâdan ravza-i rıdvâna revân
olmuştur. “Kazâ-i Hak” (قضاء حق) ve
“Mefharu’l-evliyâ” (مفخر الأولياء) târîhleridir.
Türbeleri Silivrikapısına giden câddenin sağ tarafında
set üzerindedir. Ziyâret-gâhtır. Üzeri açık ve etrâfı parmaklıkla muhât olup,
seng-i mezârında:
“Kutbu’l-ârifîn es-Seyyid eş-Şeyh Seyfullâh Efendi b.
Eş-Şeyh es-Seyyid Nizâm – (Kuddise sırruhû) – 1010/(1601)”
muharrerdir.
Buradaki hânkâh,
harîk-ı kebîrde yanmış bi'l-âhare yine
inşâ olunmuştur.
Şa'bânîler bahsinde geçen Şeyh Şuâeddîn Efendi, Seyyid
Nizâm sülâlesinden idi. İrtihâlinde bu dergâh meşîhatı, Laleli’de mukîm “Küçük
Hâfız” diye meşhûr Şeyh Hacı Mustafa Efendi’ye teveccüh olunmuş ise
de, Şuâ Efendi’nin kerîme-zâdeleri tarafından vukû' bulan iddiâ üzerine keff-i
yed etmeye mecbûr olmuştur.
/172/ Âsârı:
1.
Mi’râcu’l- Mü’min
2.
Âdâbu’l-Menâzil
3.
Atvâr-ı Seb’a
4.
Câmiu’l-Avârif Ma’denü’l-Maârif
5.
Silsile-i Tarîkat
6.
Miftâh-ı Vahdet-i Vücûd
7.
Tâc-nâme
8.
Şeref-i Siyâdet
9.
Silsile-i Nesebiyye
10. Hurde-i Halvetiyye
11. Esrâru’l-Ârifîn
12. Seyr-i Sülûk
13. Dîvân
Dîvânında ehl-i beyt-i
Nebevî hakkında pek çok medâyıh-ı muhıkka münderictir. Gâyet rengîn ve zengin
ifâdelerle muhabbet-i ehl-i beyt için manzûmeler vardır.Elsine-pîrâ-yı
zâkirândır. Acemler’de bu Dîvân’ı pek mu'teber addeder. Dâimâ okurlar.
Ârîfâne ve mutasavvıfâne gazelleri câmi'dir.
Şeyhi Ümmî Sinân hazretlerini şöyle medh ediyor:
Menba-ı kân-ı kerem ma’den-i mürüvvetdir ol
Baştan ayağa kamu ayn-ı kerâmetdir ol
Güneşi kande görür gözleri olan huffâş
Bu cihân halkına nûr-ı hidâyetdir ol*
Her dem irer keremi bî-kes ü bî-çârelere
Fukarâ bendelere bâb-ı saâdetdir ol
Zemm-i a’dâ ile birdir ona dostun midhati
İkisinden de bile şöyle ferâğatdır ol*
Şeyh Nizâmoğlu kemâliyle anı medh idemez
Mazhar-ı zâtı Hudâ sırr-ı velâyetdir ol
Medh-i Ehl-i Beyt'ten:
Rasûlün âlini sevmek Rasûlu'llâhı sevmekdir
Rasûlu'llâhı sevmek sıdk ile Allâh’ı sevmekdir
Hudâ Kur’ân’da kurbâya meveddet emr kılmışdır
Bu emrin imtisâli ol yüce dergâhı sevmekdir
Bunu pîr ü civân mîr (ü) gedâ bilir benim ömrüm
Sevip şeh-zâdeyi ta'zîm kılmak şâhı sevmekdir
Tarîk-ı ehl-i sünnet kâmil îmân ile sevmekdir
Beyim va'llâhi sevmekdir beyim bi'llâhi sevmekdir
Nizâmoğlu sakın meyl eyleme dünyâya sen zîrâ
Bu dünyâ endişesin sürüp güzel Allâh’ı sevmekdir*
* *
*
Muhabbet bezminin câm-ı cem'în her câna virmezler
Anı sermest-i aşk olan içer nâdâna virmezler
Yürü ankâ gibi kâf-ı kanâat ihtiyâr et kim
Muhabbet keşt-i râzından sana bir dâne virmezler
Şeh-i aşk olmak istersen çeküp ten cübbesin çâk it
Ki zîrâ câme-i şâhı ki her üryâna virmezler
Şarâb-ı bezm-i vahdetden nasîbin yoktur ey sûfî
Bu meclisde olan bîgâneye peymâne virmezler
Diyâr-ı dilde ey Seyfî maânî tıflı vardır kim
Mısır sultânı olan Yûsuf- ı Ken’ân’a vermezler
* * *
Deldi bağrım bülbül-i bî-çâre nâlânın senin
Yoksa aldırdın mı sen de verd-i handânın senin
Bana benzersin behey bîçâre ârâm itmeyüp
Subha dek bu halka râhat virmez efgânın senin
Gülşen-i külhâna döndürdü iniltin âteşi
Nâr-ı hicrândan mı halk itdi Hudâ cânın senin
Her zamân açılmadan bir goncam eylersin fenâ
Yok mudur ey çarh-ı zâlim dînin îmânın senin
/173/ Ey felek bir yâre açdın sîneme hiç çâre
yok
Zehr ile âlûde olmuş tîğ-ı bürrânın senin
Aldın ömrüm hâsılın yıkdın bu gönlüm şehrini
Dilerim Hak’dan yıkılsın kasr u eyvânın senin
Çünkü Seyyid Seyfi dûr oldun visâl-i yârdan
Ağlasın kan ağlasın bu çeşm-i giryânın senin
Bu gazel ibtidâ-yı hâlleri zamânına aittir. Fakat pek
meşhûrdur. Onun için derc ettim.
Her eseri mühim ise de vahdet-i vücûda dâir olan risâle
ile Câmiu’l-Avârif pek mühimdir. Lehü’l-hamd mütâlaa ile karîrü’l-ayn
oldum. Mukaddimesinde der ki:
“Cemî'-i âleme nazar kıldım. Nice âlimlerle,
fâzıllarla hem-nişîn oldum. Ancak bunu bildim, anladım ve aklım eriştiği kadar
idrâk eyledim ki kelime-i tevhîdden efdal kelâm olmaz. Kur’ân-ı azîm gibi imâm
olmaz. Semere-i ma'rifet zuhûruna göz yaşı gibi bârân olmaz. Tarîk-ı Hakk’a
sülûk etmeye menâkıb-ı meşâyıh gibi yârân olmaz. Onlar ki, dünyâdan dûr olmaz,
dillerinde aslâ nûr olmaz. Onlar ki, mevtlerini hiç anmazlar, iki âlemde
ber-hurdâr olup onmazlar. Onlar ki
Rasûl'ün nâm-ı şerîfi anılsa, salavât vermez, iki âlemde behre-mend olmaz.
İ'tikâdı olmayanlar necât bulmaz.”
Seyyid Nizâm sülâlesinden gelip geçenler
Seyyid Seyfullâh Efendi merhûmun kabirleri civârında medfûndurlar.
Şeyh Seyyid Ali Efendi
Şeyh Hasan-ı Şa'bânî’nin risâlesinde görmüş idim ki,
Silivrikapı dâhilinde beyne'n-nâs "Emîrler Tekkesi" demekle meşhûr
tekke ki aslında Seyyid Nizâmeddîn-zâde Seyyid Seyfullâh Efendi âsitânesidir.
Kendileri ve evlâdları hulefâsı onda medfûndur. Eş-Şeyh Seyyid Ali dahi
Seyfullâh Efendi zürriyetindendir. Velâdeti 1091/(1680)’dedir. Pederleri
vefâtından sonra âsitâne-i mezbûrede
şeyh olmuştur.
Gerçi zevk-ı tevhîdde bî-mezâk değil idi. Lâkin gulât-ı
mutasavvife ile enîs ekser erbâb-ı
şathiyyât ile celîs idi. Avâmm-ı nâs arasında ahkar idi. Gâyet kalender meşreb
.....
Harâret-i aşk u şevk ile pür-sûz ve virân-dil ü harâbâtî
etvâr idi. 1128/(1715)’de vefât etmiş o âsitânede defn olunmuştur.
Şeyh Seyyid Muhammed Efendi
Seyyid Ali’nin pederidir. Cedd-i ekremleri Seyyid
Seyfullâh Efendi’dir. Onun kerîmesi Şerîfe Esmâhan’ın kerîmesi Şerîfe
Fâtıma’nın oğludur. Beyne'n-nâs Seyyid Nizâm-zâde denilmekle meşhûrdur.
Velâdeti 1030/(1620)’dur. Bu fakîr, onları çok def'a gördüm, ellerini öptüm.
Seyyid Muhammed Efendi Âsitânesi'nin seccâde-nişîni idi. Bir pîr-i kâmil ve bir
ârif-i mükemmil idi. Âsâr-ı nûr-ı velâyet ve siyâdet çehresinde nümâyân ve hilye-i pâkinde lemeân idi.
Gâyet müşâhid ve teessür-i nefse mâlik idi. Rütbe-i
mevtte hastalar gelir, bi-izni'llâh hayât bulurlar idi.
Şeyh Abdülazîz-i Azîzî
Hz. Pîr halîfesidir. Ahi Çelebi Câmii’nde
meclis-i zikr teşkîl ederdi. Fevt-i
Nâsût’da irtihâl eyledi. Sur hâricinde Silivrikapısı ile Bâb-ı cedîd beyninde
Üçkozlar nâm mahalde medfûndur.
Bir gün Silivrikapısı’ndan Mevlevîhâne
Kapısı’na müteveccihen gelirdim. Yolun sol tarafındaki kabristanın ortasında
bir türbe müsâdif-i nazarım oldu. Kalbimde onu ziyârete bir incizâb-ı azîm
husûle geldi. Ziyâret ettim. Mezâr taşında: “Hâdimü’l-fukarâ Abdülazîz-i
Halvetî” muharrer gördüm. İ'tinâlı bir türbe yapılmış. Ancak târîhi 1109/(1697)
muharrerdir ki, yanlış yazılmış. Tercüme-i hâlinden bahs olunan zâtın bir zât-ı
âlî-kadr olduğuna hükm ettim. Azîm rûhâniyyet müşâhede ettim. (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
İlâhiyyâtı vardır. Bu ilâhi onun olup,
meşhûrdur:
Ey cemâl-i Hakk’a tâlib teveccüh eyle
Mevlâ’ya
Vey visâl-i Hakk’a râgıb teveccüh eyle
Mevlâ’ya
*
* *
Aşkın meyine kandın
N’oldun a gönül n’oldun
Yakdın beni yandırdın
N’oldun a gönül n’oldun
Azîzî mahlasıyla meşâyıh arasında
bu zâttan başkası olmadığını Hâfız Hüseyin-i Ayvansarayî Vefeyât-nâme’sinde
yazıyor.
Âbide Hâtun ve Şeyh Mîr Ali
Alemdâr
Hz. Pîr’in hem halîfesi hem de dâmâd-ı
muhteremleridir. Âbide Bânû Hâtûn’un zevcidir.
Harîrî Şeyh Muhammed Efendi
"Kazzâz Muhammed Efendi" diye
meşhûrdur. Hz. Pîr'in ilk halîfesidir. Horasan’dan gelmiş yüzotuz veya yüzkırk
sene muammer olmuş olduğunu Pazar Tekkesi şeyhi Gâlib Efendi söyledi. Pazar
Tekkesi ittisâlinde türbe-i münevveresinde medfûndur. Burada doksan sene
seccâde-nişîn ve makâm-ı irşâdda şeref-mekîn olup, Hz. Ümmî Sinân efendimizin
zamân-ı hayâtlarında Şehremîni’ndeki âsitânelerinde zâkirbaşılık etmiş ve Hz.
Pîr’in irtihâlinde makâmında onbeş sene vekâlet buyurmuştur.
Şeyh Gâlib Efendi’nin pederleri Ahmed
Zarîfî Efendi anlattılar:
Muhammed Efendi mutasarrıfîndendir.
Hârıkulâde /174/ bir çok hâllerini gördüm. Hattâ bir gece hâbta idim.
Muhammed Efendi başucuma geldi. “Ahmed! Kalk, türbe tutuştu. Koş söndür.”
diye emr etti. Bîdâr oldum. Hemen türbeye koştum. Şamdana dikili olan mum
devrilmiş. Sandûkalarının yanından çukaları tutuşmuş, hemen söndürdüm idi. (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
Âlem-i bakâya intikâlleri 1050/(1640)
senesine müsâdiftir. Sandûkalarının baş tarafındaki levhadan:
Kutb-ı irşâd-ı tarîk-ı ictihâd
Şeyh-i âlî haslet-i sâhib-sıfat
Ya’ni Şeyh Ümmî Sinân gavs-ı zamân
Ol reîs-i zü’l-cenâhayn-ı hüdât
Eylemiş müstahlef ol veliyy-i kâmili*
Şeyh Kazzâzî Harîriyyü’s-sıfât
Aslah-ı mevcûd u akrânı olup
Nâmdaşıdır şefî-i kâinât
İbtidâ şeyhi idi bu tekkenin
Kabri bu cây oldu itdikde vefât
Hak teâlâ haşr ide pîrân ile
Merkadin nûr ide feyz-i sâlihât
Fâtiha ihdâ idüp züvvâr ana
Mürşid-i vakt oldu
târîh-i vefât
(مرشد وقت) = 1050/(1640)
Şeyh Kâtip Muhammed Efendi
Bu dergâhı inşâ eden müşârünileyhin
halîfesi Kâtip Muhammed Efendi’dir. Burada medfûndur. Bu Kâtip Muhammed Efendi
Aksaray’da Vâlide Câmi'-i şerîfi mahallinde eskiden mevcûd olan Kâtip Câmii’nin
de bânîsi Mustafa Efendi’nin birâderidir. Bu câmie müteallık levha, Vâlide
Câmi'-i şerîfi avlusunda mezârlık duvarının üstüne konulmuştur. Vaktiyle bu
câmie "Kâtip Câmii" denilir imiş. Yenikapı Mevlevihânesi’nin de
bânîsidir.
Muhammed Ziyâ Bey, Yenikapı
Mevlevihânesi nâm eserinde müşârünileyhten bahs ediyor. İskender nâmında
bir zâtın mahdûmu imiş. 1006/(1597-98) senesi içinde te'sîs ederek Recebin
gurresi olan Nevrûz-ı Sultânî’ye müsâdif Pazartesi günü (7 Şubat 1598) resm-i güşâdını icrâ etmiştir.
Muhammed Efendi mensûb olduğu hânedâna
nisbetle "Malkoç" ve "Muhammed Çelebi"
ve münseleği bulunduğu Yeniçeri kitâbetinden dolayı "Kâtib",
"Yeniçeri Efendisi" ve evâhir-i ömründe dahi yaşlılığından
kinâye olarak "Koca Yazıcı", "Koca Bektaşî"
lakaplarıyla yâd olunmuştur.
Târîh-i velâdeti 960/(1554) ile 970/(1563)
arasında imiş. Tercüme-i hâlinin tafsîli eser-i mezkûrdadır. 1056/(1646-47)’da
irtihâl emiştir.
Ziyâ Bey diyor ki:
“Topkapı câddesi üzerinde kâin Kâtip
Muhammed Efendi nâmında bir zâtın Ümmî Sinân’ın ilk halîfesi olan Harîrî
Muhammed Efendi nâmına ihyâ etmiş olduğu elsine-i nâsta ma’rûf Pazar Dergâh-ı
münîfi derûnundaki türbede bir sandûka gösteriliyor ki, bunun levhasında Kâtip
Muhammed Efendi ibâresi ve 1005/(1598) târîhi yazılıdır. Ancak Kâtip
Muhammed Efendi 1056/(1646-47)’da irtihâl eylediğinden Pazar Dergâhı’nda medfûn
olan zâtın dîğer bir Kâtip Muhammed Efendi olduğuna şübhe yoktur.”
Belki 1005 târîhi yanlıştır, 1056 olacaktır.
Rûh-ı şerîfi için el-Fâtiha.
Şehremîni’ndeki Ümmî Sinân Hânkâhı şeyhi
Mustafa Enver Efendi, fakîri hânkâha da'vetle elde mevcûd vesâiki birer birer
gösterdi. Buradan aldığım ma'lûmâta göre:
Hz. Pîr efendimizin Âbide Bânû nâmında bir
kerîmeleri vardır. 945/(1538) senesinde İstanbul’da zînet-sâz-ı âlem-i şuhûd
olmuştur. Pederlerinin irtihâlinde otuz bir yaşında imiş. Zevci Mîr Ali Alemdâr
nâm zât olup, Hz. Pîr’in halîfesidir. Tekirdağı’nda Musallâ Kabristanı’nda
medfûndur. Târîh-i irtihâli
999/(1591)’dur. Hatice Bacı isminde bir kerîmeleri vardır.
Hatice Bacı, Hz. Pîr’in irtihâlinden bir
sene sonra dünyâya revnak vermiştir. Vâlidesi Âbide Hâtun yüz üç yaşında
irtihâl edip, Şehremîni’nde Cuma Tekkesi denilen hânkâhta Ced Hasan Efendi’nin
türbelerinde medfûndur. Târîh-i irtihâli 1048/(1638) senesine müsâdiftir.
Kerîmesi Hatice Hâtûn’un zevc-i mükerremi
Şeyh Arab Muhammed Efendi’dir. Arab Muhammed Efendi Haleblidir. Âbide Hâtûn’dan
terbiye-i tarîkat görmüş, onun feyz-i nazarıyla ricâlu'llâh katarına dâhil olmuştur
ki, âtîde tercüme-i hâliyle tezyîn-i sahîfe edilecek olan Ced Hasan Efendi’nin
pederidir.
Arab Muhammed Efendi irtihâl edince bu
hânkâhta defn olundu. Târîh-i vefâtı :
Acemde Rum’da şâyi’ vefâtı târîhi
Arab Muhammed Efendi’ye ola Cennet
câ
(عرب محمد افندييه اوله جنت جا)
= 1023/(1614)’tür.
Sülâle-i neseb hakkında bir fikir edinmek
için müretteb şecereden alınmıştır:
- Âbide Hâtun – Zevci Mîr Ali Alemdâr
Kerîmeleri Hatice
Bacı : 1. Âbide Bacı, 2. Şeyh Ced Hasan Efendi, 3. Âişe
Bacı
-
Aişe Bacı : Sinâneddîn
Efendi
- Şeyh Ced Hasan Efendi.
-
Şeyh Hüseyin Hüsâmeddîn Efendi :
Velâdeti : 1074/(1663). İrtihâli : 1147/(1734). Müddet-i ömürleri : 73 sene.
-
Şeyh Mustafa Efendi :
Velâdeti 1055/(1645). İrtihâli : 1181/(1767). Müddet-i ömürleri : 126 sene.
-
Şeyh Hasan Efendi :
Velâdeti 1155/(1742). İrtihâli : 1210/(1795). Müddet-i ömürleri : 55 sene. Ümmî
Sinân’ın sülâle-i nesebi bu zâtta munkatı'dır.
Âsitânede bir levhada şu satırları
okudum ki tafsîli câmi'dir :
“Ümmî Sinân hazretlerinin âsitâne-i aliyyelerinde Şeyh
Mîr Ali Alemdâr kâim-âkâm-ı irşâd ve zikr ü ibâdet-i mu’tâd iken 998/(1590)’de
âzim-i Beytu'llâhi’l-harâm ve ziyâret-i Ravza-i Hz. Seyyidi’l-enâm olup,
avdetinde 999/(1591) senesinde Ruscuk’a giderek bi'l-âhare Tekirdağı’nda
irtihâl eylemiş ve orada Musallâ Kabristanı’nda defn olunmuştur. İstanbul’da
âsitâne-i Hz. Pîr’de Ümmî Sinân kerîmesi Âbide Molla Kadın hazretlerini
seccâde-i irşâda ik’âda me'zûn olup, vekâletlerini Hz. Pîr’in halîfe-i evveli
(Mürşid-i vakt 1050/(1640)) Muhammed Efendi îfâ ve adâb u erkân-ı tarîkatı
icrâya muvâzebette iken 1013 senesi Receb’inde (Kasım 1604) Şeyh
Muhammedü’l-Arab el-Hâlebî hazretleri kerîme-zâde-i Hz. Pîr’i tezevvüc
mütâlaasıyla teşrîf buyurup, câlis-i makâm-ı irşâd ve on sene icrâ-yı âyîn-i
tarîkatla mesrûru’l-fuâd olmuşlardır.”
Tekirdağı’na azîmetimde Alemdâr’ın kabrini aradım,
bulamadım. Mürûr-ı zamân ile yola kalb olunduğuna kâni’ oldum.
Sülâle-i Pîr’den Hasan Efendi bilâ-veled vefât edince
dergâh meşîhatına 118,119 ve 120. sahîfelerde tercüme-i hâli yazılan Şeyh
Mustafa Zekâî ve Hasan Azîz ve Mustafa Zeki Efendiler sırasıyla seccâde-nişîn
oldular.
Şeyh İbrâhîm Şükrullâh Efendi
Mustafa Zeki Efendi-zâdedir. 1265/(1849)’te zînet-sâz-ı
âlem-i şuhûd olup, pederinin irtihâlinde câlis-i makâm-ı meşîhat olmuşlardır.
Henüz kırksekiz yaşında iken azm-i âlem-i bakâ etmiştir.
Hocası Fâtih dersiâmlarından Allâme-i asr Hâce Şâkir
Efendi olup, merhûmun mücâzlarından olduğunu mahdûmu söyledi.
Şeyhi Selânik meşâyıh-ı Sinâniyyesi’nden Lütfü Sâlih
Efendi’dir.[36] Ceddinin ve
pederinin yanında defîn-i hâk-i gufrân olan Şeyh İbrâhîm Efendi’nin kitâbe-i
seng-i mezârı ber-vech-i âtîdir:
Şeyh-i pâk-i Âsitân-ı Hz. Ümmî Sinân
Ya'ni İbrâhîm Efendi gitdi dâr-ı cennete
Gösterince ‘ irciî’ fermânını peyk-i ecel
Cânını ol anda teslîm itdi Rabb-i izzete
Bir gül-i ra’nâ iken gül-zâr-ı irfân içre âh
Düşdü yâd-ı mevt ile âğûş-ı hâk-i hasrete
Murg-ı rûhu âlem-i lâhûta pervâz eyledi
Aşk ile müştâk idi seyr-i cemâl-i Hazret’e
Kıldı ism-i Hû ile tekmîl-i enfâs-ı hayât
Vâsıl oldu şübhesiz ma’nâ-yı sırr-ı Vahdet’e
Neyyir-i evc-i fazîlet şeyh-i Rûşen-dil idi
Tab’-ı pâki zîb ü fer virmişdi ilm ü hikmete
Mâlik etmişdi Hudâ
ol zât-ı ferruh-hilkati
Dîde-i Hak-bîne kalb-i sâfa hüsn-i haslete
Sırrını takdîs ide her dem Cenâb-ı Kibriyâ
Zâtını gark eyleye envâr-ı şems-i rahmete
Fevtine yazdı Bahâî bendesi târîh-i tâm
Vardı Hû ismiyle İbrâhîm Efendi vuslata
(واردى هو اسميله ابراهيم افندى وصلته) = 1313/(1895)
Şeyh Mustafa Enver Efendi
Şeyh İbrâhîm Şükrüllâh Efendi merhûmun mahdûmudur.
1301/(1884) senesinde İstanbul’daki Şehremîni’ndeki hânkâhta mehd-i şuhûda fer
vermiştir. Koca Mustafapaşa Rüşdî-i Askerîsinden neş’etle Ereğlili Mustafa
Efendi (Eyüp türbe-dârı olmuştur.)’nin Fâtih’te dersine devâm ile icâze
almıştır. Pederinin irtihâlinde oniki yaşında idi. Meşîhata vekâleten Merkez
Efendi şeyhi Ahmed Efendi me’mûr olup, her hafta mukâbele-i şerîfeyi Pazar
Dergâhı şeyhi Ahmed Zarîfî Efendi îfâ ederdi. Bi'l-âhare Mustafa Enver Efendi,
Ahmed Zarîfî Efendi’ye intisâb edip sülûk görmüş ve hilâfete mazhar olmuştur.
Elyevm hânkâh-ı Hz. Pîr’de mesned-nişîn-i meşîhattır.
Sene 1343/(1924). Nahîfü’l-bünye, sarı sakallı, edîb, halûk, mesleğine âşık bir
zâttır.
İcâzet-nâmesinde hem Sinânî hem Şa'bânî silsileleri
vardır ki, her iki kol Hz. Mustafa Zekâî’de birleşir. Mecmau’l-bayreyn-i
tarîkattır. Şa'bânî Silsilesi’ni 118. sahîfede yazdığım cihetle tekrâra hacet
yoktur.
Sinânî Silsilesi :
Şeyh Ced Hasan Efendi – Şeyh Hüsâm Efendi – Şeyh Muslih
Efendi – Şeyh Hasan Efendi - Şeyh Seyyid Süleymân Efendi (Kâtib-i şerîf-i Bâb-ı
Fetvâ) – Şeyh Mustafa Zekâî Efendi – Şeyh Hasan Azîz Efendi – Şeyh Mustafa Zekî
Efendi – Şeyh el-Hâc Sâlih Efendi – Şeyh Ahmed Zarîfî Efendi – Şeyh Mustafa
Enver b. İbrâhîm Şükru'llâh.
Şeyh Mustafa Enver Efendi, Pazar Tekkesi’ne ait şu
ma'lûmâtı vermiştir:
Pazar Tekkesi’nin olduğu mahalde Harîrî Muhammed Efendi
hazretlerinin türbesiyle iki türbe-dâr odası vardı. Burası Ümmî Sinân
meşîhatına meşrût idi. Ümmî Sinân Hânkâhı’nda şeyh olan zât buranın türbe-dârı
idi. Sâlih Efendi, büyük pederim Zekâî-zâde Mustafa Zeki Efendi’ye intisâb edip,
âsitânede kahve nakîbi olmuş idi.
Kendisi an-asıl Şumnuludur. Bir müddet hizmette
bulunduktan sonra büyük pederim mezkûr türbe-dârlığı Sâlih Efendi’ye terk ve
kendisine hilâfet vermiştir. Sâlih Efendi bi'l-âhare türbe civârına güzel bir
dergâh-ı şerîf inşâsına muvaffak olmuş ve türbeyi de tecdîd etmiştir.
Dergâh-ı şerîfin bir müddet sonra muhterik olmasıyla
yeniden ihyâsına muvaffakıyet hâsıl olduğunu tekkenin kapısı bâlâsındaki
manzûme-i âtiyeden müstebân olur:
Kazâz Mehmed Efendi şeyhi Sâlih eyledi bu tekyeyi ihyâ
Sebeb tahrîbine bir hîle-ger müflis hasîs oldu
Bütün sarf itdi varın zikri hayr olsun li-vechi'llâh
O zât-ı muhlise ihsân-ı ehlu'llâh enîs oldu
İder her şeyh u dervîş ol salâh-endîşeye gıbta
Şu ra’nâ hızmeti ef’âl-i eslâfa makîs oldu
Erenler himmetiyle pertev-i şânı olur müzdâd
Cemî-i sa’yi dâğ-ı kalb-i hussâd nahîs oldu
Kıyâm itdi olup Ümmî Sinân’ın lutfuna mazhar
Gelüp ihlâs ile kim ki bu dergâha celîs oldu
Sekiz târîh derc itdim iki mısra’da ey Safvet
Bu beytim himmet-i Kazzâz-ı ekremle selîs oldu
Hacı Sâlih ne vâlâ yapdı bu tekye yıkılmışken
Bu dergeh himmet-i pîrân-ı dil-cû nefîs oldu
sene: 1274/(1858)
Sâlih Efendi’nin ziyâret-i Haremeyn’e muvaffak olduğu ve
dergâhın inşâsı dolayısıyla hussâdın dûçâr-ı hasedi olup, fakat her hâlde
sâhib-i muvaffakiyet bir zât bulunduğu
anlaşılmaktadır.
Şeyh Ahmed Efendi’nin hilâfeti pederindendir. (Şeyh Enver
Efendi’nin kayın pederi.)
Ahmed Bahaeddîn Efendi
Tarîkat-ı aliyye-i Sinâniyye’den Şeyh İbrâhîm Şükrullâh
Efendi’ye intisâb edip, onun irtihâlinde Pazar Tekkesi şeyhi Ahmed Zârifi
Efendi hazretlerinin dâhil-i dâire-i kemâlâtı olanlardandır. Pederi Kürkçü
Ahmed, Şems Mahallesi imâmı Nûreddîn Efendi olup, Şeyh Ahmed Zarîfî Efendi hulefâsından idi.
Ahmed Bahaeddîn Efendi 1289/(1872) târîhinde İstanbul’da
Şehremîni’nde doğmuştur. İbtidâî ve
Rüşdî tahsîlden sonra dâire-i Mâliye’ye
devâma başlayıp, hıdemât-ı muhtelîfede bulunarak nihâyet muhassasât-ı
zâtiyyeden tekâüdüne karâr verilip, inzivâsına sebeb olmuştur.
Bir zamânlar gerek Pazar Tekkesi’nde, gerek Cuma Tekkesi
denilen Hânkâh-ı Sinânî’de herkesle hem-bezm-i sohbet olurken, kırk yaşından
sonra mübtelâ-yı işret olup,
şâribü’l-leyl ve’n-nehâr bir hâle gelmiştir. Artık yatakta, minderde yatmak,
oturmak kendisine harâm olup, avluda, bahçede evkât-güzâr olurdu. Şiirde
isti'dâd sâhibi idi. Fârisî eş’ârını Hâfız’a nazîre ve tahmîslerini görünce,
âlî bir tahsîli olmadığı hâlde yüksek mertebede hikemiyyâta, garâmiyyâta
müteallık söylediği sözlere karşı insân lâl u mebhût olur.
Câmi', mektep, sebîl, tekke ve sâir mebânî-i hayriyye
inşâ ve tâ'mîr olundukça mumâileyh güzel târîhler söylerdi. Bu yolda pek çok
âsâr-ı nazmiyyesi vardır. Ricâl-i devletten haylisine medhiyyeleri olduğu gibi,
na’t, gazel, tahmîs, tanzîr gibi şeyleri bir dîvân teşkîl eder. Bunları cem' ve
telfîka muvaffak olamadan irtihâl eylemişti.
İrtihâli Rebîlâhir 1342 ve Teşrinsân-i 1339/(1923)
târîhine müsâdiftir.
Şiddet-i işretten kanı zehirlenip kangren olmakla sol
kolunu kesmişlerdi. Fakat bir fayda hâsıl etmediğinden bir müddet sonra ikinci
bir ameliyyat lâzım gelerek etıbbâ bi’l-müzâkere bundan ferağat etmişler.
Kendisini ölümünün zuhûr-ı tabîisine bırakmışlardır. Fi’l-hakîka bir müddet
sonra vefât eyledi.
Kadir-şinâsân-ı ümmetten Mevlevî şeyhi Abdülbâkî Dede
Efendi ve sâir ba'zı zevât cenâzesini ihtifâlât-ı lâzime ile kaldırıp,
Topkapı’da Ahmed Paşa Câmii’nde namâzı ba'de’l-edâ Yenikapı ile Silivrikapı
arasında Üçkozlar denilen mahalde Ümmî Sinân halîfesi Abdulazîz-i Azîzî Efendi
merhûmun kabrinin ayak ucundan i'tibâren kırk arşın uzağında bir mahalle defn
olunmuştur.
Hânkâh-ı Sinânî’de defni için hâl-i ihzârında kendisinden
istimzâc ettiklerinde, “Benim gibi hayâtını terzîl etmiş bir bed-mestin öyle
ulu bir âsitânede yatması küstâhlıktır. Beni Abdulazîz-i Azîzî Efendi’nin ayak
ucundan kırk arşın uzağa defn ediniz.” diye vasiyet eylemişti. Vasiyeti
mûcibince hareket olunmuştur. (Rahmetu'llâhi aleyhi rahmeten vâsia)
Orta boylu, şişmanca, kumral sakallı, melîhu’l-vech,
meclis-ârâ olup, Dâvûdî sesli idi. Güzel ilâhi ve besteler okurdu. İrtihâlinden
on sene evveline kadar pek iyi bir hâlde idi.
Şecere-i Sinâniyyeyi tertîb ve yâdigar ettiği gibi Ve’-d-Duhâ’dan
aşağı suver-i Kur’âniyye üzerine tefsîrlerden cem'an ve telhîsan yazmaya
başladığı bir eseri ve gâyet mühim mebâhisi câmi' defter-i hâtırâtı vardır.
Eş’ârını görmek üzere Hânkâh-ı Sinânî’ye gitdiğimde Enver Efendi torba ile bir
yığın evrak getirdi. Kısm-ı a'zamı zâyi olmuş, “Bir kısmı bunlar.”
diyerek fakîri mütehayyir kıldı . Evrâk-ı perîşân ile meşgul olmaktan sarf-ı nazar ile
elime geçen iki defterden na’t, gazel gibi şeyler intihâb ettim. Bunların
cümlesinin bir deftere nakl edilmesini ve zıyâ’dan vikâyesini Enver Efendi’ye
tavsiye ve ibrâz-ı gayret etmesini rica ettim.
Na’t-ı şerîf:
Habîbisin Hudâ-yı zü’l-Celâl’in Yâ Rasûla’llâh
Cihâna virdi fer nûr-ı cemâlin Yâ Rasûla’llah
Vücûdun oldu bâis âleme hem nesl-i insâna
Şeref-bahş eyledi ekrâna âlin Yâ Rasûla’llah
Çıkar hubb-ı sivâ gönlün bulur bir zevk-i rûhânî
Gelince hâtıra yâd u hayâlin Yâ Rasûla’llah
Derûnun yakdı nâr-ı firkatin hem aldı destimden
İnân-ı sabrımı şevk-ı visâlin Yâ Rasûla’llah
Sen ol hûrşîd-i lâhûtîsin eflâk-ı risâletde
Dü-âlem içre yok aslâ zevâlin Yâ Rasûla’llah
Hudâ medh eylemişken zât-ı zî-şân u azîmin ben
Nasıl vasf eyleyem fart-ı kemâlin Yâ Rasûla’llah
Kabûl eyle Bahâî-zârını lutfen senin olsun
Gubâr-ı âciz-i saff-ı nâlin Yâ Rasûla’llah
Gazeliyâtından:
Çıkar âfâka feryâd-ı dil-i vîrâne-i âşık
Yine insâf idüp gûş eylemez cânâne-i âşık
Şarâb-ı vuslat-ı dil-dâr ile olmaz ise serşâr
Dolar hûn-âb-ı eşk-i gam ile peymâne-i âşık
Virir murg-ı dil-i uşşâka ruhsat bâğ-ı vuslatda
Per ü bâl-i semenderden olursa lâne-i âşık
Açar giryân olunca dâğ-ı dil mânende-i lâle
Döner gülzâra gâhî sîne-i vîrâne-i âşık
Nasıl sermest-i câm-ı bâde-i âlâm u gam olmaz
Dil-i gam-perver-i hicrân iken meyhâne-i âşık
Tarîk-ı cân-güdâz-ı aşk içinde ey Bahâî bil
Sirişk-i çeşm ü hûn-ı dildir (ol) âb-ı revâne-i âşık
* *
*
Perçem-i jûlîde-i
yârın nice meftûnu var
Âşık-ı şûrîdesi âşuftesi mecnûnu var
Bir nigâh-ı nâz ile teshîr ider mülk-i dili
Çeşm-i sehhârın ne keskin nazra-i efsûnu var
Vuslat-ı dil-dâra mağrûr olma firkatden sakın
Çerh-i keç-reftârın ey dil meşreb-i dârûnu var
Dil harâb-ı çeşm-i mest oldukça her subh u mesâ
Şâhid-i zîbâ-yı aşkın hüsn-i rûz-efsûnu var
Bir dem-i subhun semâsı rengine benzer yüzü
Zülfünün ruhsârının elvân-ı gûn-â-gûnu var
Nâvek-i müjgânını at cânıma dilden sakın
Çünki tîr-endâzın anda kâmet-i mevzûnu var
Öyle bir dil-dâra meftûn oldu kim âvâre dil
Hûb-rûyân içre bir mâ-fevkı yok mâ-dûnu var
Hangi bir mecbûrunun göster bana ey meh-likâ
Dilde dâğ-ı nâr-ı hasret gözde eşk-i hûnu var
Dürretü’t-tâc itse lâyıkdır Bahâî nazmı
Öyle şeh-i hûbân ki böyle lü’lü-i meknûnu var
* * *
Mülk-i nâzı eyleyen teshîr şâhım sen misin
Kişver-i cânı iden tenvîr mâhım sen misin
Sînemi nâr-ı firâk ile hemîşe sûz-nâk
Hâlimi arz eyleyen ey dûd-ı âhım sen misin
Deşt-i Leylâ’yı dem-â-dem devr iden Mecnûnları
Pâ-yı der- zencîr iden zülf-i siyâhım sen misin
Tîr-i nâzı kasd-ı cân-ı âlem eylerken gönül
Nâvek-i müjgânına âmâc-gâhım sen misin
Gâret eyler bir yeri gâhî Bahâ’nın kalbini
Söyle cânım sevdiğim devlet-penâhım sen misin
* *
*
دلم تا کی کشد جانا جفای جور و آزارت
اگر رخصت دهی آيد بسوی سير گلزارت
نهال قد دلجويد اگر باشد بباغستان
کند ماننده جنت زمينش سرو رفتارت
فروغ طلعت رويت جهان را تاب و فر بخشد
بيا ای نور چشمانم ببينم ماه رخسارت
فتاده در سر راهت ببين وقت خراميدن
بکن رحمی چه رنجش ميکشد دلخسته زارت
اگر خنچر کشد مژکان و ابروی ثوای مهوش
سراسر اهل دل باشد شهيد عشق ديدارت
دل بيچاره دز زنچير زلفت بسته شد آخر
خدارا وامکن آن عقده گيسوی زر تارت
بهائی را چه باک ارميد هر سامان خود
جانا
متاع درد و غم ارزان بود در شهر و
بازارت[37]
Hâfız-ı Şîrâzî’nin bir gazelini tahmîsinden:
كرشود ساغر مى دركف سيم اندامى
اى بهائي بكس آنرا كه بياني كامي
بشنواز مرد خدا داد جه خوش ﭙيعامي
حافظا روز ازل كربكف آرى جامي
يكسر از كوى خرابات برندت به بهشت[38]
* * *
Bahâî ehl-i dil
itmez tekâpû dâmen-i nâsa
Anı bu rütbe müstağnî iden âlî cenâbıdır
Görülüyor ki Ahmed Bahâeddîn Efendi, feyz-i ma’nâdan,
sırr-ı aşktan haber-dâr olmuşlardandır. Âhir vakitte başına gelen felâket her
hâlde afv u mağfiret-i ilâhiyyeye mazhar olacağına delîldir.
Cenâb-ı Hak mekânını cennet ve kabrini müstağrak-ı rahmet buyursun. Âmin.
/175/ el-Hâc Şeyh
Sâlih Efendi
Rumeli’den gelmiş, Pazar Tekkesi meşîhatına ta'yîn olunup
dergâhın i'mârına sebeb olmuştur. Sâhib-i nefes bir zât-ı âlî-kadr olmakla her
hafta merzâ-yı müslimîn ile dergâhın avlusu dolar imiş.
Birâderim Ali Nûri Bey nakl etti: Bir hafta zincirlerle
bağlı bir deli getirmişler. Müşârünileyh nefes etmiş, zincirini çözmüşler.
Kemâl-i sükûnete mazhar olan o kimsede delîlikten eser kalmamış. Bu derecede
Mesîhâ-meşreb idi. Türbede medfûn ve rahmet-i Hakk’a makrûndur. Şumnulu idi.
Şeyh Ahmed-i Zarîfî Efendi
Müşârünileyh Sâlih Efendi’nin mahdûmudur. Pederinin
irtihâlinde câ-nişîn olmuştur. Âşık, âbid, mültefit, ârif, mücâhid, müşâhid bir
pîr-i muhterem idi. Dâimâ tâc u asâ ile gezer; uzunca boylu, nahîfü’l-bünye,
beyâz sakallı, pek mübârek bir adam idi.
Pederlerinden intikâl eden nefes-i nefîsi te'sîriyle haste-gân ve
biçâre-gânı okur, te'sîrâtı görülürdü.
22 Muharrem 1331 ve 18 Kânûn-ı evvel 1328(30 Aralık 1912)
târîhine müsâdif Salı gecesi doksan yaşını mütecâviz olduğu hâlde tekmîl-i
enfâs-ı ma’dûde-i hayât eylediler. Ertesi Salı günü gasl ü tekfîn olunup,
türbe-i şerîfeye konuldu. Çarşamba günü cemâat-ı kübrâ ile Fâtih Câmi’-i
şerîfine götürüldü. Siyâh destarlı tâcı, yeşil ferâcesi tabutun üstünde
kalblere başka bir hâl veriyordu.
Namâzı ba'de’l-edâ ta'zîmât-ı fevka'l-âde ile dergâh-ı
şerîfe nakl ve pederinin kabri yanında
elli sene evvel kendileri için ihzâr eyledikleri kabre, madûmu Şeyh Gâlib
Efendi tarfından indirilerek defn
olunmuştur. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
On beş seneden ziyâde gıdâsı yalnız süte inhisâr eylemiş
idi. Pederim Hacı Osmân Efendi’nin müşârünileyhe merbûtiyyet-i kadîmesi
olmakla, hîn-i velâdetimde ism-i fakîrânemi Hüseyin Vassâf diye tesmiye eden
müşârünileyh Şeyh Ahmed Efendi olmuştur. Velâdetimin Muharrem’in onuna tesâdüfü hasebiyle Hüseyin tesmiye edip,
"İnşâa'llâh Vassâf-ı Muhammedî olsun.” diye mahlasımı Vassâf
diye talkîb eylemiştir. Lehü’l-Hamd meclis ve sohbetlerinde bulundum. Fakîre
ziyâde derece iltîfâtları vâki' idi.
Şeyh Hüsâmeddîn Efendi
Şeyh Ahmed Efendi-zâde halîfesidir. Halîm, selîm, tab’-ı
kibârâne mâlik ilm ü fazl sâhibi idi. Dûçâr olduğu illetten rehâ-yâb olamayarak
pederlerinin hayâtında irtihâl-i dâr-ı naîm eylediler. Türbede medfûndur. (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
Şeyh Gâlib Efendi
Şeyh Ahmed Efendi-zâdedir ve halîfesidir. Hüsâmeddîn
Efendi’nin sinnen küçüğüdür.
Pederlerinin irtihâlinde seccâde-nişîn-i meşîhat olmuştur. Bidâyeten
Maârif Nezâreti’ne devâm ile orada mühim makâmlar iştiğalinden sonra ihtiyâr-ı
takâüd ederek yirmi sene kadar îfâ-yı vazîfe-i meşîhatla dem-sâz olmuşlardır.
Mütenâsibü’l-endâm, halûk, terbiyeli, nâzik, ehl-i
sohbet, süt gibi beyâz sakallı, melîhu’l-vech bir şeyh-i âlî-makâmdır.
Pederinden intikâl eden nefes-i nefisi te'sîriyle marzâ-yı müslimîne okurlar,
eser-i şîfâ nümâyân olur. Dergâh hâlen ma'mûrdur. Pazar günleri icrâ-yı âyîn-i
tarîkat olunur. Şeyh Gâlib Efendi, dîğer meşâyıhla âdeten kat’-ı alaka eder
gibi /176/ bir vaz'iyyet alıp, hiçbir tekkeye gitmez olduğundan
şeyhlerden de onun tekkesine gelenler az idi. Meslekleri uzlete meyyâl olup,
vâkıa kesret-i münâsebetten bin türlü mahzûrlar zamânen müşâhede olunmakta
olmakla ihtiyâr-ı inzivâları meslek-i evliyâu'llâha muhâlif değildir.
Okunmağa gelen hastaları türbeye yarım lira duhûliye
almak, ondan sonra içerde okumak ve orada eızze-i kirâmın sandûkaları yanında
bir gece durmak üzere gönderilen çamaşırlar için arziye istemek gibi hâllerin
şuyûu rûha hoş gelmeyen hâdisâttandır. Peder-i ekremleri bu meslekte değil
idiler.
Kassâm kitâbetinden ve niyâbetinden mütekâid Emîn Efendi,
Topkapı Câmii hatîb vekîli İsmâîl Efendi ve esnâftan Şükrü Efendi mûmâileyhin
hulefâsındandır. Ümmî Sinân Hânkâhı şeyhi Yahyâ Gâlib Bey halîfe-i mümtâzıdır.
Pederinin halîfeleri Şeyh Hüsâmeddîn Efendi, Şeyh Gâlib
Efendi, Îmâm Nûreddîn Efendi, Şeyh Râşid Efendi, Şeyh Mustafa Enver Efendi,
Şeyh Emîn Efendi nâm zâtlardır.
Tekkelerin seddi, tarîkatın ilgâsı onu, ya'nî Şeyh Gâlib Efendi'yi
dağ-dâr etmekle 1344 senesi şehr-i Şevvâlinin birinci gecesi (25 Nisan 1925)
füc’eten irtihâl eyledi. Cenâzesi Hz. Hâlid’e götürülerek namâzı ba'de’l-edâ
ta'zîmât ile Ümmî Sinân hazretlerinin türbesi civâr-ı rahmet-medârında ihzâr
olunan kabr-i mahsûsta defn olunmuştur. Sinen altmış sekiz ile yetmiş
râddesinde idi. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
Şeyh Ced Hasan Efendi
Ümmi Sinân-zâde diye meşhûrdur. Ümmî Sinân hazretlerinin
kerîmesi Âbide Bânu Hâtûn’un kerîmesi Hatice Hâtun’un oğludur. Kerîme-i Pîr,
Âbide-i müşârünileyhânın dâmâd-ı muhteremi Şeyh Arab Muhammed Efendi’nin
mahdûmudur. Sinn-i âlîleri kemâle gelince tahsîl-i ulûma başlayıp Gülşen-i
Meşâyıh-ı Selâtîn nâm eserde muharrer olduğu üzere ceddesi bulunan
müşârünileyhâ Âbide-i ârifeden telakkun-ı zikr eylemiş ve Âbide-i
müşârunileyhânın bir teveccühte fuyûzât-ı rûhâniyyesine mazhar olmuş idi.
Ba'dehû Seyyid Seyfullâh Efendi halîfesi olup, Eğrikapı
dâhilindeki zâviyesinde medfûn (tercüme-i hâli aşağıda) Hakîki-zâde Şeyh Osmân
Efendi yanında medfûn Eğrikapılı Çukadar Şeyh Muhammed Efendi’den tecdîd-i
bey’at ve ondan sonra Muîd-zâde’den tekmîl-i tarîkat eyleyip 1023/(1614)
senesinde Ümmî Sinan hazretlerine mensûb Şehremini'ndeki hânkâh-ı şerîfte
pederi yerine şeyh olmuş idi.
Silsile-i Sinâniyye Seyfullâh Efendi'den yürür :
- Seyyid Seyfullâh Efendi
- Şeyh Hakîkî-zâde Osman Efendi
- Şeyh Çukadâr Muhammed Efendi
- Şeyh Ced Hasan Efendi
1050/(1640) senesinde Kazâz Muhammed Efendi’nin intikâli
hasebiyle münhâl kalan Pazar Tekkesi meşîhâti dahi tevcîh olunmakla her iki
dergâhı idâre eylemiştir. 1088/(1677) senesinde Fâtih Câmii vâizliği uhdesine
tevcîh olunmuş idi. Aradan bir sene
geçmeden şehr-i Zi'l-ka'de’de yetmişiki yaşında iken âlem-i lâhuta hırâm eylemekle
Şehremîni’ndeki hânkâh hazîresinde defn
olunmuştur. Üzerine türbe yapılmış ise
de mürûr-ı zamân ile münhedim olmuştur. Ümmî Sinân hazretlerinin silsile-i
nesebi Ced Hasan Efendi’nin torununa kadar teselsül eylemiş ise de o sene Hasan
Efendi’nin nokta-i vücûdu kalemtıraş-ı ecel ile sahîfe-i âlemden hakkolunmakla,
nesli munkatı' olmuştur. Bu Hasan Efendi’yi Ced Hasan Efendi ile
karıştırmamalıdır.
/177/ Hasan Efendi’nin babası Şeyh Mustafa Efendi,
onun babası Şeyh Hüseyin Efendi, onun babası Ced Hasan Efendi hazretleridir.
Tafsîli gelecektir.
Ol veliyy-i kâmilden, mükemmil Ced Hasan Efendi
İstanbul’da tevellüd eylemiştir. Va'z u irşâd ile imrâr-ı hayât eylemiş,
1088/(1677) senesinde irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Âlim, fâzıl, mürşid-i
kâmil, hasîb, nesîb, edîb ve erîb bir zât-ı kerâmet-simât idi.
İrtihâlleri üzerine meşâhir-i zamândan ba'zıları
manzûmeler inşâdıyla ızhâr-ı teessür eylemişlerdir. Hz. Merkez’de medfûn
birâder–i Hz. Mısrî Ahmed Efendi, Ced Hasan Efendi hazretlerine müntesib ve
ondan müstahleftir.
Ced Hasan Efendi hakkında, Himmet-zâde Abdullâh
Efendi’nin: (إنتقل القطب جوار المعيد)
= 1088/(1677).
Şeyh Rüşdü Ahmed Efendi’nin:
Geldi biri didi kim fevtine târîhdir
Ümmî Sinân-zâdenin rûhu için fâtiha .
(امى سنان زاده نك روحى اجون فاتحه)
1 + 1087 = 1088(1677)
Dîğer birinin:
Gitdi ehl-i
sülûkun üstâdı
(كيتدى اهل سلوكك استادى) = 1088
Âsârı:
-
Mev’ıze-i Sinâniyye. Matbû' ve
meşhûrdur.
-
Künûzu’l-Hakâyık fî
Rumûzu’d-Dakâyık. Gayr-i matbû'.
-
Dîvân-ı İlâhiyyât .Gayr-i
matbû'dur.
-
Fezâilü’ş-Şuhûr. Gayr-i
matbû'dur.
Hakîkî-zâde Şeyh Osmân Efendi
Seyfullâh Efendi halîfesidir. Eğrikapı dâhilinde hânesini
tarîkı meşâyıhına meşrûta-i zâviye ittihâz etmiştir. Kendisi burada medfûndur
“Kelimetü’t-takvâ” (كلمة التقوى) târîhidir. Müretteb dîvânı varmış. Şu
güfte durak hâlinde el'ân okunur. Fakat bunun değildir, Dervîş
Osmân’ındır.(c.3, s.372’dedir.)
Bülbül-i şûrîdeyim gülden nasîbim var benim
Sanmanız beyhûdeyim gülden nasîbim var benim
Bû-yı Hak’dan Derviş Osmân lezzet almışdır hemen
Sanmanız
beyhûdeyim gülden nasîbim var benim
İkinci cilt 297. sahîfede tafsîlat geçti.
Şeyh Hüseyin Efendi
Bir eserde Hasan Efendi’den sonra mahdûmu Şeyh Hüseyin
Efendi’nin ellidokuz sene meşîhattan sonra 1147/(1734-35)’de irtihâl eylediği
ve yerine mahdûmu Şeyh Mustafa Efendi geçip, otuzüç sene meşîhattan sonra
1180/(1766-67)’de rıhlet eylediğini, onun yerine mahdûmu Şeyh Hasan Efendi
geçip, otuzbir sene icrâ-yı meşîhattan sonra 1211/1796-97)’de âzim-i dâr-ı bekâ
olduğunu ve 176. sahîfe nihâyetinde yazdığım vechile bu zâtta Ümmî Sinân
silsilesi munkatı' olarak, sonra Şeyh Nizâmî Mustafa Efendi ve daha sonra 118.
sahîfede tercüme-i hâliyle tezyîn-i sahîfe eylediğim Mustafa Zekâî Efendi
hazretleri câ-nişîn-i irşâd olduklarını okudum.
Ced Hasan Efendi’nin ilâhiyyâtından bir beyit:
Âşıkı ma'şûka vâsıl eyleyen Hû zikridir
Tâlibi matlûba vâsıl eyleyen Hû zikridir
eş-Şeyh Muhammed Fenâyî Efendi
Ümmî Sinân-zâde Hasan Efendi halîfesidir. Halvetî
tahallus eylemiştir. İstanbul’da Akbaba Muhammed Efendi Mescidi kurbundaki
hânesinde zikr edermiş. “Mürşid-i tasnîm” (sözü), (مرشد تسنيم) terkîbinin delâlet ettiği 1140/(1728)’ta[39] irtihâl
eylemiştir. Müstakil türbesi varmış. Vefeyât-nâme’nin beyânına göre
ba'zı âsârı varmış.
Âşıkları handân iden Sinânîler dirler bize
Seherlerde efgân iden Sinânîler dirler bize
Ka’be'den köhne pilâs sileriz gönüllerden pas
Altın idi dil nühâs Sinânîler dirler bize
Bulduk fenâ-ender bekâ içindedir anın likâ
Fenâyî Halvetî ednâ Sinânîler dirler bize
Şeyh Seyyid İsmâîl Habîbî Efendi
Ümmî Sinân-zâde Hasan Efendi’inin müntesiblerindendir.
Yenikapı Mevlevihânesi şeyhi Hacı Ahmed Dede’den dahi neş’e-i Mevleviyye’den
hisse-dâr dlup Mi’mâr Tekkesi şeyhi iken 1090/(1679) senesinde irtihâl-i dârı-ı
naîm eylemiştir. Kendi zâviyesinde defn olunmuştur. Mevlevî külâhı üzerine
alâmet-i hilâfet olan istivâyı resm eyledikleri Vefeyât-nâme’de mezkûrdur.
İlâhiyyâtından:
Yâ ilâhî kıl bize lutf u atâ
Cezb idüp döndür bize senden yana
* * *
Tarîk-ı müstakîme it hidâyet
Sana irgür kerem kıl ey zü’l-atâ
/178/ Kadı Süleymân Efendi el-Meczûb
Boluludur. Fâtih medreselerinde tahsîl ile Rumeli
kudâtından idi. Dört beş sene mansıbda dolaşmıştır. 1081/(1670-71) veya
1082/(1671-72)'de Ced Hasan Efendi’ye intisâb ile tekmîl-i etvâr eyledi.
1101/(1690)’de kendine cezbe-i ilâhîye geldi. Gâh üryân, gâh mülebbes, gâh
pelâs-pûş, gâh setr-i avretten başka yok, gâh bir beygire binip elinde bir uzun
ağaç, “Savulun münâfıklar, kâfîrler.” diye geçer, gâh elbisesini soyunur
bir fakîre verirdi.
Şeyh Dervîş Ahmed Sâlik Efendi
Ced Hasan Efendi’den müstahleftir. Kâdirî-hâhe şeyhi
Şerîf Efendi’den de hilâfet almıştır. Tophâne’de Benânî Tekkesi’ne şeyh olup, (استقامت) = 1102/(1693)’de[40] vefât
eylemiştir. Ba'zıları 1150/(1737-38) diye rivâyet etmişlerdir. Tekkesi
dâhilinde medfûndur.
İlâhîyatından:
Geçeyim cân ile tenden beni aşkınla şeydâ kıl
Haber-dâr olayım sırdan beni aşkınla şeydâ kıl
Şeyh Müstakîm Efendi
Ced Hasan Efendi’den müstahleftir. Sofular’da Alâaddîn
Tekkesi’ne şeyh oldu. “Âşık-ı müstakîm” (عاشق مستقيم) = 1121/(1709) târîh-i vefâtıdır. "Tekkesinde türbede
medfûndur." denilmiş ise de, Vefeyât-nâme’sinde Hâfız Hüseyn-i
Ayvansarâyî, "Eyüp Türbesi hâricinde medfûndur." diyor.
Eş’ârı vardır. İşbu sahîfeye merbût kağıtta îzâhat
vardır.[41]
Hz. Mısrî ile de münâsebet-dârdır.
Şeyh Abdurrahmân Şerîf Efendi:
Ced Hasan Efendi’nin halîfesidir. Müşârünileyh Dervîş Ahmed
Sâlik Efendi-zâdedir. Pederinin yerine şeyh olup, 1123/(1711)’te irtihâl
eylemiştir. “Şeyhu’l-ukbâ” (شيخ العقبى) târîhidir.
Pederine hem-civârdır.
Eş’ârından :
Bizdedir genc-i muhabbet bizdedir nûr-ı safâ
Bizdedir aşk-ı ilâhî bizdedir cezb-i Hudâ
Şeyh Hâfız Abdullatîf
“Sütçü-zâde” diye meşhûrdur. Hasan Efendi’den
müstahleftir. Hicâz’da kalıp, nâsûtu dinlendirdi. “Mütehayyirü’l-ârifîn” (متحير العارفين )
=1100/(1689) târîhidir. Dîvânı vardır.
"Karîn-i bezm-i erbâb-ı hevâyım Yâ Rasûla'llâh"
diye başlayan na’tı pek âşıkânedir.
Tarîkat-ı Sinâniyye, Rumeli’nde dahi intişâr etmiş idi.
Tabîî inkılâb-ı ahîr münâsebetiyle ehl-i İslâm’ın oralardan Anadolu’ya mecbûr-ı
hicret olması yüzünden oralarda intişârı düçâr-ı inkırâz olmuştur.
Zührî Şeyh Seyyid Ahmed Efendi
Selanik’te medfûndur. Kibâr-ı meşâyıhtandır. Kayserili,
bir rivâyette Nevrekoplu olup, 1157/(1744) veya 1165/(1752)’de Selanik’te
irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Orada Pazar Tekkesi denilen dergâhı binâ
eylemiş idi. Türbesi buna muttasıl bulunuyordu. Tabîî şimdi ne türbe, ne tekke
hâlen mevcûd olmasa gerektir.
Sinâniyyeden Zühriyye şu'besinin müessisidir.
Selanikli Şeyh Süleymân Efendi
Zührî Ahmed Efendi’nin mürşididir. Gül-şen-i Kerâmât
ismiyle bir te'lîfi vardır.
İlâhiyâtından:
Tarîk-ı Hakk’a girdinse azîmet râh-ı pâyândır
Gönül şehrine irdinse ganîmet bî-had u pâyândır*
Taleb-kârsan dil-ârâya nazar kıl şer’-i garrâya
Cehid kıl hükmün icrâya şerîat bahr-ı ummândır
Silsile-i tarîkatları:
Seyyid Zührî Ahmed Efendi, Şeyh Süleymân Efendi, Sirozlu
Şeyh Muhammed Efendi, Tekirdağlı Şeyh Muslihuddîn Efendi, Şeyh Âdil Çelebi,
Şeyh Habîb Efendi, Şeyh Alâeddîn Efendi, Üsküplü Şeyh Ali Efendi, Alemdâr Şeyh
Emîr Ali Efendi, Hz. Pîr Ümmî Sinân . (Kaddesa'llâhu sırrahû’l-Mennân)
Şeyh Muslihuddîn Efendi
Tekirdağ’da doğmuş, buradan neş’etle Âdil Çelebi’den
ikmâl-i sülûk etmiş 1099/(1688)’da irtihâl eylemiştir. Tâc-ı Sinânî hakkında
ba'zı muhdesâtı vardır. Müstakim-zâde Risâletü’t-Tâc nâm eserinde bahs
ediyor.
Sinâniyye’den Muslıhiyye şu'besinin müessisi olup, tâc
mes'elesinden dolayı şeyhi ile arası açılmıştı.
UŞŞÂKÎLER
/179/ HZ. PÎR HASAN HÜSÂMEDDÎN-İ UŞŞÂKÎ
Kerem kıl câna bahş it bir kadeh hamr-ı ledünnîden
Hakâyıkdan açılsın tâze güller dilde ey sâkî
Hüsâm-ı himmetinle ejder-i nefsi zebûn eyle
Meded ey pîr-i cân-perver Hüsâmeddîn-i Uşşâkî[42]
Vücûd-ı mes’ûduyla İstanbul’umuza revnak veren eâzım-ı
sûfiyyeden ve efâhım-ı meşâyıh-ı Halvetiyye’den bir pîr-i rûşen-zamîrdir.
Tercüme-i hâlleri hakkındaki tedkîkât ve tetebbuât-ı fakîrânemi yazmazdan evvel
bakıyye-i Zeyl-i Atâî’de muharrer olan, (Hz. Pîr-i müşârünileyhin
torununun oğlu İbrâhîm Hasîb Efendi[43] tarafından yazılıp İstanbul’da Koska’da sadr-ı esbak Koca
Râgıb Paşa Kütüp-hânesi’nde mahfûz kütüb-i mevcûdeden tevârih kısmında 1009
numarada mukayyed bulunan eserdir.) tercüme-i hâllerini aynen ve teberrüken
nakl ediyorum:
“Kudve-i evliyâ-yı
ızâm, umde-i asfiyâ-yı kirâm, kutbu’l-aktâb, mazhar-ı tecelliyyât-ı
Rabbu’l-erbâb, matrah-ı envâr-ı kerâmât, matmah-ı enzâr-ı saâdet, mehbıt-ı
envâr-ı mülk-i bâkî Hüsâmü’l-milleti ve’d-dîn Uşşâkî hazretlerinin menâkıb-ı
latîfeleri mestûr-ı perde-i zühûl-i gaflet olup, azîz-i müşârünileyhin
menâkıb-ı celîle ve evsâf-ı cemîleleri vâlid u a’mâmımız vesâtatıyla
ıttılâ-kerde-i âcizânem olmakla hurşîd-i iştihâr-ı kerâmet-şiârlarından
mikdâr-ı zerre beyân ile zıyâ-bahş-ı dîde-i menâkıb olmak üzerimize elzem
olmağın hâtır-ı nişânımız olan mertebe, beyân ve tahrîre şân-ı himmet teşmîr
olundu. Ve mina'llâhi’t-tevfîk.
Azîz-i
sâlifü’l-beyân (ahellehu'llâhu hulele’l-cinân) Buhârâ’dan Hacı Teberrük
nâm tâcirin ferzend-i ercümendi ve mahdûm-ı hıred-mendi olup, terbiye-i peder-i
vâlâ-güherleriyle tahsîl-i ulûm-ı zâhireye meşgûl olup, rütbe-i temyîz ü kemâle
vusûl buldukta vâlid-i mâcidleri dâr-ı bakâya intikâl ve şiddet-i hüzn ü infiâl
esnâsında âlem-i hâbda görürler ki:
‘Meşâkk-ı
bîhûde-i ticâret, ehl-i hakîkat indinde
ayn-ı hasârettir. Eğer kâm-ı
uhrevî sana murâd ise çârşû-yı kesretten rû-gerdân olup, ahsen-i medâyîn-i
Anadolu’dan Medîne-i Uşşâk’ta sâkin Şeyh
Emîr Efendi (Ahmed-i Semerkândî) hazretlerinden ahz-i inâbet ve kûşe-gîri uzlet
ve ibâdet ol.’ derler. Derhâl bîdâr oldukta pederlerinden müntakil emvâl-i
kesîre-i mevrûseyi birâderleri Muhammed Çelebi’ye hibe ve teslîm ve onlar dahi
hâh-nâ-hâh kabûl ve teslîm eyledikten sonra sâde ve piyâde râh-ı Uşşâk’a fütâde
olup, tayy-ı merâhil ve kat’-ı menâzil ederek ol beldeye dâhil ve hıdmet-i
azîz-i Müşârünileyhe vâsıl olup, ahz-ı dest-i inâbet ile hizmetlerinde kesb-i
kemâl ve tahsîl-i rütbe-i hâlü’l-âl etmişler idi.
Husûsan azîzleri
Emîr Efendi intikâl-i dâru’l-cinân ettikten sonra rûz-be-rûz âfitâb-ı velâyeti
müncelî ve mâh-tâb-ı kerâmeti celî olup, sît u şöhretleri velvele-gîr-i diyâr
ve sadâ-yı nâm-ı büzürk-vârları gûş-resen-i sığâr u kibâr olmuştu. Hattâ yevmen
mine’l-eyyâm Manisa’da mesned-nişîn-i nâz /180/ u uzlet ve kûşe-gîr-i eyyâm-ı saltanat olan şeh-zâdegân-ı Osmâniyân'dan
merhûm Sultân Murâd Hân-ı sâlis mahsûsan mektûb ile ahvâl-peres-i şeyh-i
müşârünileyh-i kerâmet-peymâ ve neyl-i saltanat-ı uzmâ için azîz-i müşârünileyh
hazretlerinden niyâz u teveccüh ve istid'a ile adam gönderip, varan adam
meclis-i azîze vusûlünde kable teslîmi’l-mektûb ve beyânu’l-matlûb miftâh-ı
gencîne-i kerâmet olan zebân-ı bâhirü’l-beşâretlerin tahrîk edip, “Mezbûr
şeh-zâde râh-ı İstanbul’a âmâde olsun, filân gün varıp erîke-nişîn-i saltanat
olacaktır.” diyu ceyb-i kâsıdı leâlî-i sürûr ile mâl-â-mâl ol dahi teblîğ-i
haberde isti’câli ile şeh-zâde-i mezbûra îsâl-i peyâm-ı beşâret-meâl edip,
şeyhin ta'yîn ettiği zamânda bilâ-taahhur velâ-takaddüm eazz-ı emânî-i derûn-ı
şeh-zâde husûl-pezîr olup, devlet ü iclâl ile kadem-nihâde-i serîr-i saltanat
olduklarında şeyh-i mezbûru İstanbul’a da'vet edip, Cenâb-ı pâdişâh-ı
âlem-penâh ve erbâb-ı devletten ziyâde ikbâl olunup, emâkin-i İstanbul’dan
Aksaray demekle ma'rûf olan mahalde kendilerine bir menzil temlîk olunup ol
mahalde karâr eyledikte, pâdişâh kendüye kemâl-i i'tibâr etmekle kesret-i
züvvârdan bî-râhat olduklarında yine Uşâk’a revân olmaya pâdişâhtan istîzân
ettikte, kenâr-ı belde-i Kasımpaşa’da
kendileri için bir tekke binâ ve ihdâs olunmak kesret-i züvvârdan halâsa
medâr olmak mülâhazasıyla hâlâ "Tekke-i Şeyh-i Uşşâkî" demekle
şöhret-yâb olan tekkeyi müceddeden emr-i Sultânî ile binâ ettiler.
Ve ol mahalle
nakl-i bûryâ-yı inzivâ ve bir zamân ol gûşe-i vahdette meşgûl-i ibâdet-i
bî-hemtâ olunup lâkin yine erbâb-ı devletten tekkesi mahall-i zihâm ve pâdişâh
ve vükelâdan perestiş-i hâl ve peyâm-ı selâm-ı azîzi bî-râhat ve bî-ârâm
etmekle bi'l-âhare pâdişâhtan hacc-ı Beytu'llâhi’l-Harâm ve ziyâret-i Ravza-i
Seyyidi’l-Enâm (aleyhi efdali’s-salâtu ve’s-selâm) etmeye istîzân edip,
ba'de sudûri’l-izn îfâ-yı hac ile taraf-ı Âsitâne’ye ric’at üzere Konya’ya
dâhil oldukta merâhil-i eyyâm-ı ömrü tamâm olup, bâ-irâdeti'llâhi teâlâ dâr-ı bekâya intikâl ettikte Konya vâlîsi edâ-yı
salât-ı cenâzeden sonra âdet üzere şeyhin şikem-i pür-hikemini şakk ve ba'zı
edviye-i tayyibe ile taaffünden muhâfaza etmek murâd ettikte mürîdleri mümâneat
etmeleriyle vâli-i vilâyet dahi mütâbeat edip, bilâ-şakk velâ-müdâvât cenâze-i
azîzi İstanbul’a irsâl eylemiş idi.
Serdî-i vikâyet-i
Bârî ile cesed-i şerîfleri taaffünden mahfûz ve berî olduğu hâlde pâk ü Pâkîze
İstanbul’a vâsıl olup, tekke-i ma’hûdesinde beytûtetleriyle mütehassıs olan
halvette defn olundu. (Rahmetu’llâhi aleyh)
Ve kâne zâlike fî
hudûdi elfi kâmil min hicreti men hüve Seyyidü’l-evâili ve’l-evâhir.
Vâlid-i mâcid-i
fakîr bu gûne târîh-i belâğat-semîr
söylemiştir:
1 حسام دين به حصونه حرست
أخلق
من سائر العشاق للوصول
2 فاق عوارف عصر بالهدى شرفا
تفوق
الجبل الراسي على التل
3 بدر له الصحو بعد المحو في فلك
غوث
له جذبة لا دخل للعقل
4 شبه له لا يمس الأرض عوض كما
صروف
دهر بنا لم تأت بالمثل
5 بكى السماء بنعيه ورحلته
إلى
أن استأصل الأصل من البقل
6 فكيف لا يضجع القوم وقد غسلت
كحل
الغزال دموع العين والعجل
7 إن يرد الأمر بالرجوع طائفة
لن
يبق شخص من الصبي والكهل
8 فقلت تاريخها والقلب معتدر
تحرك
القطب بالله إلى الأصل
/181/ Azîzim fendimin dâmâdı fuzalâ-yı zamândan ve urefâ-yı Uşşâkıyye’den Hazmî
Efendi tarafından şu sûretle tercüme olunmuştur:
1.
Kal’a-i dîn,
kendisiyle hırâset ve sıyânet olunan Cenâb-ı Hüsâmeddîn, vasl-ı Hak ve lutf-ı
Kâdir-i mutlaka uşşâk-ı sâireden daha elyak ve ahrâdır.
2.
Büyük
dağların, küçük tepeler üzerine olan tefevvuk ve rüchânı gibi Cenâb-ı
Hüsâmeddîn de hidâyet-i kâmile ile min ciheti’ş-şeref bütün urefâ-yı asrîne
fâik u râcih oldu.
3.
O, üfûl ve
gurûb etmedi. Belki o, ba'de’l-mahv felekte kendisi için tahakkuk eden zevâlden
sonra bakâ bulan bir bedr-i kâmildir.
4.
Onun eşi,
bir şebîhi kürre-i arza ayak basmadığı gibi takallubât-ı dehr de onun bir
mislini henüz getirmedi.
5.
O hazretin
rıhlet ve haber-i mevti semâvâtı bile ağlattı. Hem o kadar ağlattı ki hüzn-âmîz
olan sİrişk-i semânın kesret-i takâturundan yeryüzünde hâsıl olan seylâbeler,
bakûl, sebzevât u nebâtâtın köklerini bile yerinden koparıp, silip süpürüp
götürdü. O hâlde nasıl olur da kavm-i cemâat-i ِşşâk
onun için giryân u nâlân olmaz. Onun için her an ağlamaz.
6.
Kavm,
cemâat-i Uşşâk nasıl ağlamaz o hazrete ki, onun tahazzün ve teessürüyle ağlayan
gözleri sürmeli ceylanların, buzağıların kesret-i bükâdan gözlerinin sürmeleri
kalmadı. Bu tahassürden o sürmeli gözlü âhûlar bile gözlerindeki gayr-i kâbil-i
izâle kudret sürmelerini yıkayıncaya kadar ağladılar, durdular.
7.
Kavm,
cemâat-i Uşşâk, eğer o hazrete teveccüh eden "irciî" emr-i
celîlinin hangi bir fedâ-kârlık mukâbilinde geri dönmek imkânını görselerdi
genç ve ihtiyârdan hiçbir ferd kalmazdı ki, o hazret için cânını fedâ etmiş
olmasın.
8.
Bu bâbta
sözü uzatmak istemedim ve kemâl-i i’tizâr ile Hazret’in irtihâllerine şu târîhi söyledim:
“Kutb-ı ilâhî aslına hareket ve rücû' etti.”
/182/ Sadede rücû':
“Mervîdir ki Hz.
Şeyh, âzim-i hacc-ı şerîf oldukta teserrî buyurdukları câriyeyi hâmil olduğu
hâlde İstanbul’u terk etmişlerdi. İtmâm-ı merâsim-i hactan sonra cânib-i
İstanbul’a tahrîk-i rikâb-ı azîmet esnâsında hizmetleriyle hem-râh olan
mahdûm-ı mükerremleri Mustafa Efendi - ki ârâyiş-i sahîfe-i Zeyl-i Atâyî’dir.
- onlara hitâb buyurup, “Câriye-i mezbûreden bir birâderiniz gehvâre-nişîn-i
âlem-i dünyâ olmuştur. Lâkin bizim terk-i güzer-gâh-ı fenâ etmemiz mukarrerdir.
Ol veled-i saâdet-mendi Abdurrahîm ismiyle tesmiye ve terbiye edip ve ta’lîm-i
ulûm ile tavsiye eyleyip…” Onlar dahi İstanbul’a geldikte câriye-i mezbûreden mütevellid bir veled-i
emced bulmuş, ber-mûcib-i tavsiye Abdurrahîm ismiyle tesmiye etmiştir.
Ba'de’l-isti’dâd
terbiye ve ta’lîm ile meşgûl oldular ki, bu Abdurrahîm Efendi, vâlidimiz,
cedd-i büzürk-vârımızdır.”
Bakıyye-i Zeyl-i Atâî’den naklim burada bitti.
(Hasîb Efendi’den yapılan iktibâs sona erdi.)
- - -
Muazzam kutb-ı efhamdır Hüsâmeddîn-i Uşşâkî
Muazzam gavs-ı a'zamdır Hüsâmeddîn-i Uşşâkî
Zamîri cilve-gâh-ı vâridât-ı feyz-i akdesdir
Azîz ü pîr-i mülhemdir Hüsâmeddîn-i Uşşâkî
Harîm-i dergehi pür gevher-i tevhîd ü irfândır
Aceb genc-i mutalsamdır Hüsâmeddîn-i Uşşâkî
Kulûb-ı âşıkânı sırr-ı vahdetle ider tenvîr
Zihî nûr-ı mücessemdir Hüsâmeddîn-i Uşşâkî
Gelüp dergâhına Sa’dî yüzün sür türbe-i pâke
Ki ehlu'llâh-ı ekremdir Hüsâmeddîn-i Uşşâkî
Hz. Pîr efendimiz zamân-ı âlîlerinde şöhretten
fevka'l-âde ictinâb ve gûşe-i uzleti ihtiyâr buyurmuş olmaları hasebiyle
tercüme-i hâl-i ekremîlerini hakkıyla yazmaya ve teferruâtıyla sebt-i sahîfe-i
i'tibâr eylemeye kimse cesâret-yâb olamamış ve çok şükür ki, ahfâdından İbrâhîm
Hasîb Efendi ceddinden naklen bâlâda yazdığım ma'lûmâtı cem'a muvaffak
olmuştur. Daha ziyâde tafsîlât elde etmeye çalıştım ise de, lisândan lisâna
intikâlât, muhtelif rivâyât hudûsuna sebeb olduğunu gördüm.
Gerek âsâr-ı sâirede, gerek intikâlât-ı lisâniyyede
edilebilen ma'lûmâtı yazmayı faydadan hâlî görmedim:
- 880/(1475-76) :
Hz. Pîr’in Buhârâ’da târîh-i velâdet-i aliyyeleri.
- 1001/(1593) : Âlem-i bakâya intikâlleri. Müstakîm-zâde Tâc
Risâlesi’nde 1003/ (1594-95) gösteriyor. Kâdirî-hâne’deki tomârda da
1003‘tür.
Müddet-i ömr-i şerîfleri : 121
- 982/(1574-75) : Sultân Murâd-ı sâlisin taht-ı Osmânî’ye
cülûsları ki, Hz. Pîr’in İstanbul’a da'vet olundukları ve İstanbul’u teşrîfleri
târîhi.
- 1000/(1592) : Hicâz’a azîmetleri târîhi.
/183/ Derece-i Tahsîlleri ve Âsârı:
Hz. Pîr’in tahsîl-i kemâlâtta ve beyne’l-evliyâ
kutbiyyetle ser-efrâz oldukları müttefakun aleyhtir. Tarîkat-ı aliyye-i
Halvetiyye’de ictihâd buyurdular. Uşşâkî nâm-ı celîlini hâiz olan Uşşâkıyye-i
Halvetiyye’nin müceddidi oldular. Halvetîlerin virdi olan Virdü’s-Settâr
üzerine ilâvâtı olduğu gibi müstakıllen Evrâd-ı Kebîr’i ve Hızbü’t-Tesbîh
ve Ahzâb-ı Usbûiyye nâmıyla ayrıca ahzâb-ı şerîfesi vardır.
Ricâl-i Nakşiyye-i Hâlidiyye’den Gümüşhâneli Ahmed
Ziyâeddîn Efendi hazretleri Mecmûatü’l-Ahzâb nâmıyla cem' ve telfîk
eylediği eserde aynen her üçünü derc eylemiştir ki, matbû'dur. Ve şu
ser-levhayı yazmıştır:
هذا حزب عظيم للطريق العشاقية قد جمعها اسماعيل بن محمد
الخلوتية من العلماء الحنفية يقرأ في طريق العشاقية پير يحيى الباكوى مجد الأول و مجدد الثاني حسام الدين العشاقية
وله منافع وخواص وحفظ من كل عدو ومكر .[44]
Ed'ıyye-i mubâreke ve envâ-ı salavât-ı şerîfeyi hâvî bir
eser-i mufahhamdır. Tamâmen eser-i ilhâmdır. Sânihât-ı mubârekeleri o mertebe
yüksektir ki, ilm-i zâhir kuvvetiyle değil, ilm-i ledün neş'esiyle vücûda geldiğine
şübhe yoktur. Müntesibîn-i tarîk-ı Uşşâkî'ye o Pîr-i âlî, ihsân-ı Hudâ olduğu
gibi iş bu eser-i meâlî-güsterleri dahi bir gencîne-i aşk u irfândır. İhlâs-ı
tâm ile kırâatı her derde devâdır.
Reh-i zât reh-nümâsıdır benim pîrim Hüsâmeddîn
Din ehli muktedâsıdır benim pîrim Hüsâmeddîn
Mutahhardır şerîatla müzeyyendir tarîkatla
Münevverdir hakîkatla benim pîrim Hüsâmeddîn
Hak itdi ona ihsânı ol oldu gavs-ı Rabbânî
İder her derde dermânı benim pîrim Hüsâmeddîn
Olupdur sâki-i vahdet içirir ondan ol şerbet
Komaz içinde hiç kesret benim pîrim Hüsâmeddîn
Hakâyık gevheri kânı dakâyıkdurur ummânı
Maârif feyzi dükkânı benim pîrim Hüsâmeddîn
İzi iz-i Rasûlu'llâh yolu râh-ı visâlu'llâh
Ser-i cünd-i ricâlu'llâh benim pîrim Hüsâmeddîn
Cemâlî kolunun
kulu şeh-i bâtından ol ulu
Pirim Uşşâkidir Yâ Hû benim pîrim Hüsâmeddîn [45]
Hz. Pîr Ümmî Sinân’la Mülâkat:
Hz. Hüsâmeddîn’in Cenâb-ı Pîr Ümmî Sinân ile mülâkatları
ve ondan ahz-ı feyzleri tahakkuk etmiştir. Ba'zı silsile-nâmelerde Ümmî Sinân
efendimiz mezkûr olmadığından tarîk-ı tedkîkta müşkil bir mevki'de kalınmış
idi. Âtîde arz olunacak îzâhât ile bu iş mertebe-i hakîkata vâsıl olmuştur.
Buhârâ’da tahsîllerini vücûda getirip gördükleri bir
rü'yâ üzerine yola çıkıp Uşâk’a vâsıl ve orada Ümmî Sinân ve Ahmed-i
Semerkândî’nin bezm-i irfânlarına dâhil olmuşlardır.
/184/ Nûrbahşiyye ve Kübreviyye:
Buhârâ’da iken bu iki tarîk-ı feyz-refîktan mazhar-ı feyz
oldukları anlaşılmış ise de, elde şecereleri olmadığından silsile-i tarîkatları
hakkında ma'lûmât elde edilememiştir.
Nûrbahşî ve Kübrevî tarîklarının silsilesi Sinâniyye
Tomârı’nda görüldü, ber-vech-i âtîdir:
Necmeddîn-i
Kübrâ, Radiyyüddîn Ali b. Saîd Lala, Şeyh Şemseddîn-i Harakânî, Şeyh
Abdurrahmân-ı Isfarâî, Şeyh Alâeddevleti’s-Simmânî, Şeyh Mahmûd-ı Müzdekânî,
Şeyh Seyyid Ali el-Hemedânî, Şeyh İshâk-ı Cîlânî, Seyyid Muhammed Nûrbahş-ı
Buhârî. (Kaddesa’llâhu esrârahum)
Hz. Pîr efendimiz ihtimâl ki, Seyyid Muhammed Nûrbahş
hazretlerine mülâkî olmuşlardır. Bu sûretle Nûrbahşî ve Kübrevî tarîklarından
alâka-dâr-ı feyzdirler. Yâhûd Ümmî Sinân hazretlerine ve Emîr Ahmed-i
Semerkândî’ye mülâkat netîcesinde tecellî eden kemâlât ve vâki' olan zuhûrât-ı
aliyye üzerine Nûrbahşî ve Kübrevî’yi kat’iyyen mevzû'-ı bahs etmeyip zevkleri
ve irfânları tarîk-ı Halvetî’de tecellî-nümâ olmasıyla şöhretleri bu cihette
husûle gelmiştir.
Emânât-ı Şerîfesi :
Ümmî Sinân hazretleri, Cenâb-ı Pîr efendimize tâc u hırka
ihdâ buyurduğu menkûlâttandır. Hânkâh-ı latîfte elyevm mahfûz olan tâcın Sinânî
tâcı olduğunu ve bunu Müstakim-zâde’nin Risâletü’t-Tâc’ındaki, “Ümmî
Sinân halîfesi müctehid-i tarîka-i Uşşâkıyye, Hüsâmeddîn-i Hasan hazretleri
kendi pîri Emîr Ahmed-i Semerkândî’den aldığı tâc-ı Sinânî’den vaz' eyledi.
Ümmî Sinân, müşârünileyhten dahi hilâfet duâsı aldıkta vâki' olmuştur.”
ibâresi te'yîd ediyor.
Bezden bir kemer ve beyâz çukadan bir ferâce dahi el'ân
mahfûzdur. Bayram haftaları ziyâret olunur. Bu meyânda bezden bir gömlek ve
kıldan ma’mûl bir hayderî dahi vardır. Tafsîli aşağıda gelecektir.
Uşak’a Azîmetleri:
Hz. Hüsâmeddîn’in Uşak’a azîmetleri esnâsında elli
yaşında oldukları ve târîh-i velâdetlerine nazaran 930/(1524) senesinde vukûa
geldiği anlaşılmaktadır. İstanbul’a teşrîfleri Sultân Murâd-ı sâlisin tahta
cülûs ve da'veti üzerinedir ki, 982/(1574) târîhine müsâdiftir. Bu târîhten
istidlâl ettiğime göre Hz. Hüsâmeddîn o zamân yüz yaşında idiler. Demek ki
Uşak’ta elli sene kadar ârâm-güzîn olmuşlardı.
Cenâb-ı Ümmî Sinân’ın âlem-i cemâle intikâli 976/(1568)
senesinde vâki' olduğundan Hz. Hüsâmeddîn o zamân İstanbul’u teşrîf
buyurmamışlardı. Ümmî Sinân efendimizle mülâkatlarını Uşak’ta çok zamân evvel
vâki' olduğu ve elli yaşından sonra nâil-i hilâfet oldukları nümâyandır.
Müstakîm-zâde hazretlerinin Tâc Risâlesi’nde
manzûr-ı fakîrânem olan ibâreyi aynen nakl ediyorum:
“Ümmî Sinân Şeyh
İbrâhîm’in halîfesinin halîfesi Hasan Hüsâmeddîn-i Uşşâkî. Kendi piri Emîr
Semerkândî’den aldığı tâc-ı Sinâniyye’ye
düğme vaz' eyledi ki, Ümmî Sinân, müşârünileyhten hilâfet duâsı aldıkta vâki'
olmuştur. Siyâdeti olmayanların ekseri aselî şemle sararlar. ”
Türbe-dâr Şeyh Hüsâmeddîn Efendi, Hz. Hüsâmeddîn’in
930/(1524)’da dâhil-i zümre-i ehl-i reşâd olduğunu yazıyor ki, elli yaşında
tarîk-ı Halvetî’den müstahlef olduklarını bundan istidlâl ettim.
Tibyân’da, “Hz. Hüsâmeddîn’in şeyhinin irtihâlinde şems-i
velâyeti, bedr-i kerâmeti müncelî olarak şöhret bulduğu …” muharrerdir.
Mûmâileyh Şeyh Ahmed Hüsâm Efendi Dîvân’ında Hz. Pîr
efendimiz için diyor ki:
Kendi pîrinden alup irşâd pes
Dahi hem Ümmî Sinân itmiş nefes
* *
*
Hudâ’nın avn-i tevfîkıyla Vassâf oldu pür-âmâl
Mübârek sâki-i Kevser olunca menba’-ı selsâl
Zülâl-i aşka dil-teşne olanlar itdiler ikbâl
O Pîr’in âsitânında ider noksânını ikmâl
Bulurlar mâddeten ma’nen tecelliyyât-ı râz-dânı
/185/ Bu
kelâmdan Hz. Hüsâmeddîn’in şeyhi Emîr Semerkândî midir, Ümmî Sinân mıdır,
nefes-i nefîsi hangisinden intikâl etmiştir mes'elesi hâdise oldu. Zîrâ Şakâyık’ın
Arabça nüsha-i asliyyesinde Ümmî Sinân hazretlerinin Hz. Hüsâmeddîn’e hilâfet
verdiğinden bahis yoktur. Tercüme-i Şakâyık’ta ise öyle bir bahis
vardır. Silsile-nâme-i Uşşâkıyye’de Ümmî Sinân ve Ahmed-i Semerkândî’den bahs
olunmuştur. Hulefâ-yı Sinâniyye’den Hâlî
Efendi bir manzûmesinde Hz. Ümmî Sinân’dan bahs ederken:
Pes andan el
aldı kirâm
Ez-cümle Uşşâkî
Hüsâm
diyor. Bu bâbta müdekkık Fâzıl
Hazmî Efendi birâderim buyuruyor:
“Evet bu
olabilir. Ya'nî Hz. Pîr, Cenâb-ı Ümmî Sinân’dan el almış olabilir. Hattâ tâc ve
hırka da giymiş olabilir. Bunu Ahmed Hüsâm Efendi de söylüyor. Ancak bu bey’at
veya hilâfet veya iktisâ-i tâc u hırka birden bire intikâl hilâfeti olmayıp bir
bey’at-ı ibtidâiyye ve iktisâ-i teberrükiyye, bir icâze-i teyemmüniyyedir. Bu
her vakit, her zamân olup gidiyor. Bütün asıllarda şâyân-ı dikkat bir söz
vardır ki halîfetü’l-hulefâ ta'bîridir. Hz. Pîr, Cenâb-ı Ümmî Sinân’dan
bir icâzet-nâme almış ve tâc u hırka giymiştir. Lâkin halîfetü’l-hulefâ
olmak üzere ancak Emîr Ahmed-i Semerkândî müstahlefidir. Ya'nî o zâtın
post-nişîni ve vâris-i irşâdıdır."
3. cildde 227.
sahîfede bahs eylediğim vechile Kâdirî-hâne’deki Tomâr’da bu zâtı
doğrudan doğruya Pîr Muhammed-i Erzincânî halîfesi diye göstermişlerdir. Dürretü’n-Nihâye
ve’s-Semere ve Zeyl-i Atâî’nin naklini işhâden beyân edip, gûyâ Hz.
Salâhî’nin de bunu te'yîd ettiği yazılmıştır. "Ümmî Sinân ile
münâsebet-dâr değildir." denilmiştir. Pîr Muhammed-i Erzincânî’nin
târîh-i rıhleti 879/(1474-75)’dur. Ahmed-i Semerkândî’nin 981/(1573-74)’dir.
Aralarında yüziki senelik bir fark görülüyor.
Pîr Muhammed-i
Erzincânî’den sonra İbrâhîm Tâceddîn-i Kayserî, sonra Alâeddîn-i Uşşâkî, sonra
Şeyh Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî, sonra İzzeddîn-i Karamânî, sonra Ümmî Sinân,
sonra Seyyid Ahmed-i Semerkândî, sonra Hüsâmeddîn-i Uşşâkî geliyor ki, Tomâr’daki
menkûlât yanlıştır.
Şârih-i Mesnevî
Sarı Abdullâh Efendi hazretleri Semerâtu’l-Fuâd’ında der ki:
“Ümmî Sinân’dan
çok hulefâ ayrılıp, Hüsâmeddîn-i Uşşâkî, Ümmî Sinân hulefâsından olup,
Muslihuddîn Efendi ondan hilâfet alıp, zâhir ve bâtını kavî kimse olmakla
hilâfet verildikte mahmiye-i Edirne’ye gönderilip âhir ömürlerine dek Edirne’de
sâkin olmuşlardır. Onlara hâlen "Tarîka-i Uşşâkıyye" derler. Ol
tarîkta olanlar sâimü’d-dehr olup ibâdât-ı bedeniyye ve halvet u uzleti
makdûr-ı beşer olmayacak mertebeye iletip, tezkiye-i nefs ve tasfiye-i bâtın
ile mukayyeddirler.”
Bir Tomâr’da
Ümmî Sinân hazretlerinden sonra Emîr Ahmed-i Semerkândî, ondan sonra Pîr
Hüsâmeddîn-i Uşşâkî yazılmış gördüm. Bu Tomâr, ruesâ-yı Adliyye’den
Cerrahpaşalı Hâfız Şevket Bey birâderimin kütüp-hâne-i husûsiyyesindedir.
Ümmî Sinân hazretlerinin hulefâsı meyânında Emîr Ahmed-i
Semerkândî’den Zeyl-i Atâî’nin 33. sahîfesinde sarâhat olduğu gibi Zeylü’z-Zeyl-i
Şeyhî’de mezkûr Emîr Halîfe’den murâd da yine Ahmed-i Semerkândî
hazretleridir. Hz. Pîr-i sânî Cemâleddîn-i Uşşâkî Dîvân’larında:
"Anın şeyhi Semerkândî Pîr Ahmed
Sahîhu’l-âldir ol
evlâd-ı Muhammed"
diyorlar. Bütün tomârlarda ve Sarı Abdullâh Efendi
hazretlerinin Cevheretü’l-Bidâye ve’l-Hidâye’sinde ve elimizdeki
silsile-nâmede sarâhaten mezkûrdur.
- -
-
Harîrî-zâde Kemâleddîn Efendi Tibyânu’t-Tarâık’ında
Hz. Pîr efendimiz hakkında, “Kudvetü’l-evliyâi’l-ızâm ve
umdetü’-asfiyâi’l-kirâm kutbu’l-aktâb ve’l-mazharu’t-tecelliyyâti Rabbi’l-erbâb
mazharu envâri’l-kirâm, matmahu enzâri’s-saâde, mehbitu envâri’l-Melikü’l-Bâkî
hüsâmu’l-milleti ve’d-dîn Hüsâmeddîn Uşşâkî.” diye tavsîfât ve ta'zîmâtta
bulunur.
Âtîde tercüme-i hâli yazılacak olan Şeyh Ahmed Hüsâm
Efendi Dîvân’ında yazar:
Geldi bir kâmil vücûd idüp zuhûr
İrdi ana nûr-ı mâye bî-kusûr
Maskat-ı re’si Buhârâ’dır anın
Sînesi aşk ile yaradır anın
Bilmek ister isen anı sen eğer
Âşık ise cândan ana vir haber
Havz-ı kevserde bile sâkîdir ol
Şeyh Hüsâmeddîn-i Uşşâkîdir ol
Halvetîdir lâkin ol sultân-ı dîn
Nûr-bahş u Kübrevî’den kâm-bîn
/186/ Kendi Pîr’inden alup irşâd pes
Hem dahi Ümmî Sinân itmiş nefes
Şehr-i Uşşâk’a gelüp itdi karâr
Şu'belendirdi tarîkı ol kibâr
Çün sekizyüz seksen anın mevlidi
Hem dokuz yüz otuzunda şeyh idi
Gelüben İstanbul’a itdi duhûl
Mesken itdi çün Kasımpaşa’yı ol
Oldu yetmiş sene irşâdı anın
Halvet ü uzletdi mu’tâdı anın
İftihâr-ı zümre-i ahyâr idi
Âsitâne bendesi ebrâr idi
Ya'ni bünyâd eyledi bir hânkâh
Oldu ol mesken ana câ-yı penâh
Olupdur âsitânı eymen-i tûr*
Ki olmuş meşhedi hem me’men-i nûr*
Bin bire irdi çü sâl-i hicreti
Cennet-i me’vâya kıldı rihleti
Dergehinde kuluyum kemter gulâm
Hıdmetiyle olmuşum ben şâd-gâm
İstinâdım hep anadır hep ana
İki âlemde dahi olmam cüdâ
* * *
Tarîk-ı aşkda burhândır Hüsâmeddîn-i Uşşâkî
Hakîkat şems-i irfândır Hüsâmeddîn-i Uşşâkî
Uluvv-ı ka’bını tasdîk iderler cümle ehlu'llâh
Ricâlu'llâha sultândır Hüsâmeddîn-i Uşşâkî
Gel âdâb ile yüz sür ravza-i irfânına Vassâf [46]
Nice mürde-dile cândır Hüsâmeddîn-i Uşşâkî
Hânkâh-ı Uşşâkî’de evvelce mesned-nişîn-i meşîhat olan
zurefâ-yı meşâyıhtan Cemâleddîn Efendi merhûm ile mülâkî olduğum zamân o da Hz.
Pîr efendimiz hakkında şu yolda zemzeme-sâz-ı beyân olmuş idi. Tabîî
menkûlâttandır:
“Hz. Pîr Buhârâ’da tahsîl-i ulûm edip, bidâyeten
Kübreviyye ve Nûr-bahşiyye (Bu tarîkatlar hakkında cild-i evvelde tafsîlât
geçti.) ricâlinden ahz-ı feyz ettiler. Sonra seyâhata çıkıp Erzincân’a
muvâsalatlarında sâhibü’l-irşâd Seyyid Ahmed-i Semerkândî hazretlerine mülâkî
oldular. Cenâb-ı risâlet-penâh-ı ekrem (salla'llâhu aleyhi ve selem)
efendimizin emr ü işâretiyle müşârünileyhe bey’at ettiler. Hizmetlerinde
bulundular. İkmâl-i sülûk ile müstahlef oldular. Me’mûren Aydın vilâyetinde
Uşak’a azîmet ve burada tavattun buyurdular.
Sultân Murâd-ı sâlis Manisa’da vâlî ile şeh-zâdeliğinde
ülfet peydâ edip, hârıkulâde haller gösterdiler. Mazhar-ı hürmet oldular.
Sultân Murâd tahtına geçince Hz. Pîr’i İstanbul’a da'vet ettiler. 982/(1574)’de
İstanbul’u teşrîf buyurdular. Bir müddet Aksaray’da tahsîs edilen konakta ve
Fâtih’te Nişâncı Muhammed Paşa Zâviyesi’nde (Hiçbir eserde bu ma'lûmat yoktur.)
ve ba'zı yerlerde ikâmet buyurdular.
/187/ Halkın Hz. Pîr’e muhabbet-i kâmileleri netîcesi tehâcümün
ziyâdeliği hasebiyle Kasımpaşa’daki âsitâne-i aliyyelerinin bulunduğu mahalli
ücrâ bir mahal olmak ve hem de Uşak’a benzetmek netîcesi ihtiyâr eylediler. Bir
aralık Anadolu’ya gitmek ârzû ettilerse de Hz. Pâdişâh bırakmadı. Burada
menâsıb-ı dünyeviyye ile Hz. Şeyh’i meşgûl etmek taraf-dârı oldularsa da
kabûlden i'tizâr ettiler.
Hayli sene burada meşgûl-i irşâd olup, ziyâret-i Harameyn
maksadıyla Hicâz’a âzim oldular.
Ba'de’z-ziyâre Konya’da irtihâl-i dâr-ı bakâ eylediler.[47]
Na’ş-ı mübârekleri vasiyetleri mûcibince araba ile
Üsküdar’a getirildi. Azîz Mahmûd-ı Hüdâî hazretleri Üsküdar’da cenâzelerinde
hâzır bulundu. Cenâze Üsküdar’dan Fındıklı’ya geçirildi. Hânkâh-ı şerîfde
elyevm defîn-i hâk-i gufrân oldukları mahalle nakl ile vedîa-ı hâk-i mağfiret kılındı.
Târîh-i intikâlleri 1001/(1593)’dir. Ba'zı âsârda
1003/1594-95) gösterilmiş ise de, doğrusu 1001'dir.
Hz. Pîr’in gömleği ve kılıcı ve kendilerine şeyhi
tarafından iksâ olunan tâcı ve ferâcesi ve kemeri âsitânelerinde mahfûz olup,
her bayram haftasına tesâdüf eden Perşembe günleri âyîn-i şerîf-i zikru'llâhtan
sonra teberrüken ziyâret olunur. Bu abd-i ahkar-i muharrir-i kemter o emânât-ı
şerîfeye yeşil atlastan bohçalar yaptırdım. Elyevm bu sûretle mahfûzdur.”
Şeyh Cemâl Efendi’nin ifâdesi burada hitâm buldu.
- - -
Hz. Mısrî-i Niyâzî (kuddise sırrûhu’s-sâmî)
İstanbul’da bulundukları zamân Hz. Pîr’e muhabbeten âsitânelerinde misâfereten
ikâmet ve ihtiyâr-ı halvet ve bir rivâyette erbaîn çıkarmakla icrâ-yı riyâzet
buyurdukları ve hânkâhın bahçesinde bir kuyu kazdırdıkları menkûlâttandır. Bu
kuyu elyevm mevcûd olup suyu tatlıdır ve dîğer kuyularda su çekilse bunun suyu
bitmez. Göz ağrısı ve sâir emrâz için ayn-ı şîfâ addolunduğundan, İslâm,
Hıristiyan marzâ gelirler, suyundan alırlar, içerler.
Hz. Pîr efendimizin zamânında bu hânkâh civârında
mahallât yokmuş, hâlî arazîden ibâret imiş. Sonraları civâr-ı
rahmet-medârlarında bulunmayı hırz-ı cân edenler tarafından mebânî inşâ oluna
oluna şimdiki hâle gelmiştir. Hıristiyanlar dahi bir makâm-ı mukaddes bildiklerinden
hastalarını getirirler, Hz. Pîr’in feyz-i rûhâniyyetinden müstefîd etmek
isterler. Kuyunun suyundan içerler ve götürürler.
Şâdırvânda taş levhâlarda şu ibâre mahkûktur:
ألا إن هذا حوض مائه شفاء لكل أمراض شفاء. من شرب منه شربة
لن يحتاج إلى طبيب مرة.[48]
Bu levhalar ihtimâl ki, mezkûr kuyunun suyu içindir.
Mezkûr kuyununu suyu hâlen şâdırvâna cârîdir.
Bursa’da Hz. Mısrî hânkâhı şeyhi Muhammed Şemseddîn
Efendi Hz. Mısrî’nin âsitâne-i Uşşâkıyye’de mukîm ve halvet-güzîn olduklarına
ve kuyu hafr ettirdiklerine dâir hiçbir ma'lûmât olmadığını söylemiş ise de,
zamânımıza kadar muttasılan intikâl eden rivâyât ve bu kuyuya Mısrî Kuyusu nâmı
verilmiş olması her hâlde esâsen olan bir şeye taalluk ettiğinden bu menkûlâtı
reddetmek muvâfık değildir. Esâsen istib’âd olunacak bir keyfiyyet olmadığını,
erbâb-ı hakîkat teslîm eder. Hattâ eâzım-ı meşâyıh-ı Celvetiyye'den İsmâîl
Hakkî-i Bursevî (kuddise sırrûhu’l-celî) hazretleri ahid-nâmesinde
İstanbul’daki makâmât-ı mukaddese sırasında Hz. Pîr Hasan Hüsâmeddîn-i /188/
Uşşâkî (kuddise sırrûhu’l-Bâkî)’nin İstanbul’da Kasımpaşa’daki merkad-ı
münîflerini ziyâret edilmesini erbâb-ı aşk u muhabbete sûret-i mahsûsada
vasiyet buyurmaktadırlar.
Kibâr-ı meşâyıh-ı Kâdiriyye’den Şeyh Mustafa Müştâk-ı
Kâdirî hazretleri dahi Hz. Pîr efendimizi ziyâretle kâm-yâb oldukta neş’e-i
safâ-yı derûn ile:
İder bir anda vâsıl kû-yı yâra Müştâk’ı
Nigâh-ı himmet eylerse Hüsâmeddîn-i Uşşâkî
beytini inşâd buyurmuşlardır ki, türbe-i münîfede
âvihte-i mevki'-i ihtirâmdır.
Abdullâh Salâhaddîn-i Uşşâkî makâm-ı enver-i Pîr’i
tavsîfen diyor:
Bu makâm-ı hâlet-efzâ-yı Hüsâmeddîn’dir
Cilve-gâh-ı cennet-âsâ-yı Hüsâmeddîn’dir
Çâre-cû ol çâre-cû-yı feyze gir bu menzile
Mültecâ-yı feyz-bahşâ-yı Hüsâmeddîn’dir
Bunda şehbâz-ı velâyetle meges hem bâl olur
Âşiyân-ı murg-ı ankâ-yı Hüsâmeddîn’dir
Acz ile cûyende-i lutfu olup kıl arz-ı hâl
Pay-taht-ı şâh-ı ma’nâ-yı Hüsâmeddîn’dir
Sâye-i divârına rû-mâl ile kıl iftihâr
Şeh-nişîn-i kasr-ı vâlâ-yı Hüsâmeddîn’dir
Sâha-i kalbin münevver ide şem’-ı himmeti
Merkad-i pür-nûr-ı iclâ-yı Hüsâmeddîn’dir
Teşnegân-ı lutfunu ihsân ile reyyân ider
Menba’-ı cû-yı atâyâ-yı Hüsâmeddîn’dir
Feyz-yâb olmak ise kasdın Salâhî bu yeter
Maksem-i feyz-i muallâ-yı Hüsâmeddîn’dir
Dîğer medhiyyesi:
Bu makâm-ı Hazret-i Sultân Hüsâmeddîn’dir
Âşiyân-ı Hazret-i Sultân Hüsâmeddîn’dir
Mâ-sivâdan soyunup pâk ola züvvârı n’ola
Câme-kân-ı Hazret-i Sultân Hüsâmeddîn’dir
Kalb-i züvvârı dem-â-dem feyzile ta’tîr ider
Bûsitân-ı Hazret-i Sultân Hüsâmeddîn’dir
Bülbülân-ı kudsiyân uşşâkı eyler zevk-yâb
Gülsitân-ı Hazret-i Sultân Hüsâmeddîn’dir
Bârgâhın kurdu lâhûta bu menzil muhtasar
Sârbân-ı Hazret-i Sultân Hüsâmeddîn’dir
Derd-mendân melce-i Uşşâkiyânın mesnedi
Âsitân-ı Hazret-i Sultân Hüsâmeddîn’dir
Ey Salâhî andelîb-i kalbi iden ter-zebân
Dâsitân-ı Hazret-i Sultân Hüsâmeddîn’dir
Hz. Pîr efendimizin füyûzât-ı ma'nevîyyelerinin el'ân
cârî ve tahavvülât sârî olduğuna şübhe yoktur. Âsitâne-i aliyyelerinin kapısı
bâlâsında taşta mahkûk ve hattât-ı şehîr Yesârî-zâde’nin yazdığı ve elyevm
mihrâbda asılı bulunan levha-i kıymet-dârda da muharrer olduğu üzere,
كعبة العشاق
باشد اين مقام
هر كه ناقص آمد
انجا شد تمام[49]
kelâmının mâ-sadakı olan bir makâm-ı ulviyyet-ittisâmdır.
/189/ Hz. Pîr
zamânından beri civârdaki kurulan hânkâhın zemînini çukurda bırakmış seller ve
sâir ahvâl te'sîriyle sokağın zemîni yükselmiş idi. 1311/(1893) senesindeki
hareket-i arzdan da türbe ve hânkâh müşrif-i harâb olmuş ve Hz. Pîr efendimizin
kabr-i enverleri ahvâl-i mebsûta te'sîriyle çukurda kaldığından su istîlâsına
ma'rûz kalmıştır. Fakat dâhil-i kabirdeki bu hâlden tabîî kimse haber-dâr
değildi. Hâkân-ı esbak Abdulhamîd-i sânîye Hz. Pîr rü'yâsında görünüp, “Kabrimdeki
mahzûru izâle ediniz.” diye i’lâm-ı hâl eder. Uyandıkta derhâl ser-karîni
Hacı Ali Paşa’yı nezdine celb ve vâkıayı hikâye eder.
Abdulhamîd merhûm ne Hüsâmeddîn-i Uşşâkî’yi, ne de
hânkâhını bilmiyordu. Rü'yâda gördüğü türbe ve hânkâh mahallini ta'rîf ile Hacı
Ali Paşa’yı bu işe me’mûr eder. Kasımpaşa’da ta'rîf vechiyle türbeyi bulur. O
zamân şeyh, Cemâl Efendi idi. Onu görür. O da türbeyi gösterir. Hânkâhın hâl-i
harâbîsini irâe eder. Keyfiyyet pâdişâha arz olunur.
Türbe-i şerîfenin etrâfına duvar yapılmak ve kabr-i
enver-i Pîr yükseltilmek ve yeniden semâ'-hâne ve türbe ve harem selâmlıklı
hânkâh inşâ edilmek, mükemmelen tefrîş ve tezyîn olunmak üzere irâde eder.
Şimdi gördüğümüz şekilde inşâat vücûda gelir. Sokak
tarafından hânkâhın tûlunca derin bir duvar inşâ olunarak selin gerek
fevka't-türâb gerek tahte't-türâb türbe-i şerîfeye nüfûzuna mâni' vücûda getirildiği
gibi Hz. Pîr efendimizin kabr-i mukaddeslerinin etrâfına dâiren mâ-dâr yeniden
dîvân inşâ ve kabirleri ve dergâhın ve türbenin zemîni i’lâ kılınmıştır.
Telvînât ve tefrîşât mükemmelen icrâ ve türbe ve semâ’-hâneye âvîzeler ihdâ
olunmuştur.
1. Hz. Pîr’in sandûkalarının ayak ucundan alınmış
resmidir. Parmaklık altın yaldızlıdır. Sandûkasının üzeri kıymet-dâr şâl ve
mensûcatla mesturdur.
2. Baş tarafından alınmış resmidir. Hüsâmeddîn-i Uşşâkî
Hudâ’dan lutf u ihsânıdır.
3. /190/
Türbe-i şerîfenin sokaktan görünüşüdür. Üç pencere türbe-i şerîfenindir. Kapı,
âsitânenin kapısıdır.
Aşk ile sür yüzünü ey âşık
Türbe-i pâk-i
Hüsâmeddîn’e
4 Semâ’-hânenin mihrâb tarafının görünüşüdür.
Görünen âvîze, hazine-i hâssadan ihdâ olunmuştur. Mihrâbın tarafındaki pencereler
türbe-i şerîfeye nâzırdır. Kapı ise, türbe-i muattara-i münevverenin bâb-ı
saâdet-meâbıdır.
Toplanır her hafta âşıklar bu tevhîd-hâneye
Cân atar her hafta sâdıklar bu tevhîd-hâneye
Bursa’da hânkâh-ı Mısrî şeyhi Muhammed Şemseddîn Efendi,
Hz. Pîrimiz hakkında inşâd eylemiştir:
Bütün uşşâka olmuşdur ezelden sâki-i bâkî
Cenâb-ı pîr-i vâlâmız Hüsâmeddîn-i Uşşâkî
Füyûzâtı nümâyândır eğer zâhir eğer bâtın
Nazar kıl çeşm-i ibretle bütün tutmuşdur âfâkı
Sülûkla tezkiye nefsin ider kalbini tasfiyye
Kabûl itmez tarîkında riyâ-kâr ile zerrâkı
Bulurlar sırr-ı tevhîdi olur mihnetleri râhat
Dağ üstü bâğ olur seçmez kara ile ne derrâkı
Yürü var hânkâhına Hüsâmeddîn-i Uşşâk’ın
Bulursun feyz-i Mısrî’yi odur âşıklara sâkî
Muhibb-i hânedân-ı Mustafâ’dır Şemsi-i Mısrî
Ezeldendir anın Âl-i Rasûle hubb u eşvâkı
Hz. Pîr efendimizin ahvâl-i husûsiyye vü
ma'nevîyyelerinin menâkıb-ı şerîfe ve kerâmât-ı irfâniyye ve latîfelerinin zabt
u tahrîr olunamamış olmasına gönlüm çok müteessiftir. Fakat reviş-i hâlden
anlaşılıyor ki, şiddetle mahviyyet ve ihtifâ yolunu tutmuşlardır. Dâimâ mestûr
kalmışlardır.
Azîzimin dâmâdı, reh-nümâ-yı kerîmü’l-fıtratımızdan
naklen dedi ki:
“Kasımpaşa’da hânkâh-ı civâr-ı Arab-zâde nâm Bedevî
Dergâhı şeyhi merhûm Ali Efendi âzim-i râh-ı Hicâz olup, ba'de’l-hac Medîne-i
Münevvere’ye gitmek istediği hâlde ayaklarına ârız olan bir hastalıktan nâşî
muvaffak olmamış ve rufakâsının o makâm-ı akdese ziyârete âzim olmalarına karşı
kendisinin mahrûm kalması fevka'l-âde teessürünü da'vet etmiştir. Bu teessüre ağlamış, netîcede âşıklarının her
hâline vâkıf olan risâlet-penâh-ı ekrem (salla'llâhu aleyhi ve selem)
efendimiz hazretlerini âlem-i ma’nâda müşâhede şerefine mazhar olup, tabîb-i
kulûb-ı âşıkân (aleyhi salavâtu’l-Mennân) efendimiz, “Ağlamayınız.
Kasımpaşa’da evlâdımdan Hüsâmeddîn-i Uşşâkî’yi /191/ ziyâret ediniz. Onu ziyâret etmek beni
ziyâret etmek gibidir.” buyurmuşlardır.”
Ali Efendi Hicâz’dan avdetinde doğrudan doğruya Hz. Pîr’i
ziyârete şitâbân olduğu gibi her sabâh ziyâret etmeksizin bir tarafa gitmezler
imiş.
Ali Efendi, oğlu Şeyh Mahmûd Efendi’ye bu sûretle nakl u
rivâyet etmişler ve “Bu rü'yâyı o zamân âsitânede seccâde-nişîn-i meşîhat
olan Cemâl Efendi’ye bile açmadım. Mahrem tutuyorum, sizin de böyle yapmanızı
vasiyet ederim.” demiştir.
Ali Efendi, Hz. Pîr’e pek ziyâde hürmetkâr idi. Kendisi
attâr idi. Bir şey vezn ederken hak geçmesin diye ziyâde i'tinâ ederdi. Nâmı
"Biberkırân" diye şöhret-şiâr idi. Sebebi veznde iltizâm-ı
adâlet için îcâb-ı hâlde bir biberi ikiye bölmesi idi. Bu sâyede büyük bir servete
nâil olmuştu. Ali ve Mahmûd Efendiler hâlen irtihâl-i dâr-ı bakâ eylediler. Rahimehüme'llâhu
teâlâ.
Şeyh Ebu’r-Rızâ
Yine azîzimizden menkûldür. Hânkâh-ı Uşşâkî’ye civâr
dîğer bir Bedevî Dergâhı vardır ki, Ebu’Rızâ hazretlerine mensûbdur. Bu zât, zamân-ı
Hz. Pir’de Mısır’dan İstanbul’a gelmiş, Hânkâhın önünden sancak ve kudûmla
gelip geçiyormuş, Hz. Pîr karşı çıkmış, “Nerede bulunuyorsunuz?” suâline
“Kayyûm ism-i şerîfindeyim.” cevâbını arz edince, “Üst tarafı bizde
var.” buyurmaları üzerine tekmîl-i sülûk maksadıyla Cenâb-ı Pîr’e
râbıta hâsıl etmiş, sülûkun üst tarafını
Hz. Pîr’den görmüşlerdir. Bunun için Ebu’r-Rızâ Dergâhı şeyhleri başlarındaki
Bedevî tâcının üzerine beyâz düğme dikerler ki, bunu Hz. Pîr efendimizden
Ebu’r-Rızâ hazretleri teberrüken almıştır.
İrtihâli 1001/(1593)’tedir ve mezkûr tekkede medfûndur.
Kâdirî-hâne’deki Tomâr’da Ebu’r-Rızâ’nın târîh-i
irtihâli 1151/(1738-39) gösteriliyor ve Ahmed Hüsâmî Efendi’den müstahlef
olduğundan bahs ediliyor. Bedevî şeyhi Nûreddîn Efendi de 1001/(1593) diye
söylemiş ise de, bu bâbtaki tereddüdümü izâle edecek bir vesîka-i dîğer
bulamadım. Ebu’r-Rızâ hazretlerinin sandûkası üzerindeki levhada 1001,
yanındaki kabirde mahdûmlarının târîhi 1003/(1594-95) muharrerdir. Hz. Pîr’e
mülâkî olması rivâyeti, 1001'i tevsîk ediyor.
Sultânahmed’de Kaygusuz İbrâhîm Dergâhı şeyhi merhûm
Şevki Efendi Hadâiku’l-Envâr fî Kelâmi’l-Kibâr nâm eser-i mühimminde Hz.
Pîr efendimizin olmak üzere şu mısraı ve zîrindeki Türkçe nutku kayd ediyor.
Hz. Pîr’e ait bir risâleden bahs eyliyor. Fakat bu risâle nerededir. Tahkîkı
mümkün olamadı.
ذات او بحرست اشيا
جملةً امواج اوست[50]
İhtimâl ki Dîvân’ından alınmıştır. Mensûr
kelâmları :
“Ey gönül! Akla
yâr, nefse kul olma. Zîrâ seni bir çok temâşâdan ve devletten mahrûm eder.
Bilmiş ol ki, bir kimse dünyâda sohbet ü devlet ile sultân iken kendi zâtından
gâfil olsa ve kendinden olanı bilmese öbür âlemde ne bilmiş ola. Çünkü gaflet
ile kendi vücûdunda olan hidâyeti ve emâneti ve hazîne-i saltanatı bilmeyip
kendilikle kendini kul edip, güneşin yüzünü balçıkla sıvar ve kendi mahbûbuna
bilmezlik zulumâtından bir kaftan giydirir. Sonra kendi ettiği kabahatları
Cenâb-ı Hakk’a isnâd edip, “ Bana gaflet verdin Yâ Rab! ” der ise, bu da insâf
değildir ya. Zîrâ Cenâb-ı Hak peygamber gönderdi ve Kur’ân inzâl eyledi ve
Kur’ân’ı içinde, "Gâfil olmayın." diye emr u tenbîh eyledi,
buyurmuşlardır.
Ey gönül! Sana olan
hidâyeti bil. Âsî olup, sultân hazînesini yabanlara harc etme. Himmeti yüce
eyle. Âdemden gâfil olma. Her gördüğünü adam sanma. Yaban yerlere harc olan
hizmeti ve himmeti sultâna harc et. Sultân defterine yanlış hurûf katma.
Gözsüz, kulaksız olma. Basîr u semî’ ol. Hiçbir şeye hakâretle bakma. Yediğin
ni'metin hakkını yerine getir. Dostunu bil ve düşmânından hazer eyle ki, âhir
sana ziyânı dokunur. Dost, düşmân kendi öz vücûdundadır.”
Şem’-i kutb-ı Rabbânî
Hüsâmeddîn-i Uşşâkî
Cem'-i feyz-i Hakkânî
Hüsâmeddîn-i Uşşâkî
Şeyh-i reh-i hidâyet
Dürr-i bahr-ı diyânet
Genc-i remz-i emânet
Hüsâmeddîn-i Uşşâkî
Ârif-i ehl-i safâ
Merkez-i fülk-i vefâ
Pîr-i makâm-ı fetvâ
Hüsâmeddîn-i Uşşâkî
Sultân-ı âşıkândır
Burhân-ı kâmilândır
Şeyhi Ümmî Sinân’dır
Hüsâmeddîn-i Uşşâkî
Ekmel-i şuyûh-ı zamân
Kümmel-i merdân-ı meydân
Ecmel-i ehl-i irfân
Hüsâmeddîn-i Uşşâkî
Matla’ı semt-i Buhârâ
Uşşâk’ta oldu rû-nümâ
Kasımpaşa’da medfûn hâlâ
Hüsâmeddîn-i Uşşâkî
Ey rehber-i âşıkân
Eyle Şevkî’ye ihsân
Budur de’b-i Sultân
Hüsâmeddîn-i Uşşâkî
Hz. Pîr efendimizin mezkûr mısra-ı şerîfine yazdığım
tahmîs:
Neş’e-yâb-ı sırr-ı Tevhîd olmağa azm it gönül
Terk-i hestî ile nefs-i lâimi hazm it gönül
Söyleyen Hak söyleten Hak’dır bunu fehm it gönül
Aynı yokdur gayrı yokdur böylece cezm it gönül
ذات او بحرست اشيا جملةً امواج اوست
Gördüğün âsâr ef’âl ü sıfât u zâtdır
Bak şuûnât-ı ilâhîye birer âyâtdır
Vahdet-i zât-ı Hudâ’ya her biri mir’âtdır
Gâfil olma bil özün yoksa işin heyhâtdır
ذات او بحرست اشيا جملةً امواج اوست
Virdidir eşyânın el-Hak nâm u şân-ı dost dost
Kâinâta bak basîretle cihân-ı dost dost
Âşıka pinhân değil nûr-ı ıyân-ı dost dost
Keşf ider ehlü’l-usûlü râz-dân-ı dost dost
ذات او بحرست اشيا جملةً امواج اوست
Sûhtem ez nâr-ı aşket ey azîmü’ş-şân dost
Sâhib-i ihsân tuî kün merhamet cânân dost
Cümle zerrât-ı cihân mir’ât-ı Hak burhân dost
Rû-nümâ şod rû-nümâ âsâr-ı Rab pâyân dost
ذات او بحرست اشيا جملةً امواج اوست
Ma’kes-i dîdâr-ı Mevlâ’dır mirâyâ-yı vücûd
Vasfa sığmaz bir tecellâdır tecellâ-yı vücûd
Cûşa geldi hubb-ı zât-ı Hakk’la deryâ-yı vücûd
Varlığı vir Hakk’a Vassâf eyle ifnâ-yı vücûd
ذات او بحرست اشيا جملةً امواج اوست
Destûr Efendim!
ظل هستي را ببيني ذرهء تاراج اوست
از كنوز غيب مخفي فوج فوج اخراج اوست
شعله هاى ممكنات از برتو وهاج اوست
كثرت صغرى و كبرى وحدت انتاج اوست
ذات او بحرست اشيا جملة امواج اوست [51]
Cümle
eşyâ sûret-i mir'at-ı ef'âl-i Hakîm
Cümle
ef'âl cilve-i evsâf-ı Rahmânu'r-Rahîm
Hep
muhît oldu şuûn-ı na'tına zât-ı Kadîm
Künh-i
künh gaybu'l-guyûbun şâfî Allâh Azîm
ذات او بحرست اشيا جملة امواج اوست
من كمالات الأزل كل الوجود معكوسة
التقابل في النسب بالوحدة مأنوسة
عند اصحاب البصائر ظاهر محسوسة
عن شروق الشمس ابصار الرمد محبوسة
ذات او بحرست
اشيا جملة امواج اوست[52]
نيستي هستي ظلي برتو نوار اوست
حيرت افزاى شهود از هستي ديدار اوست
كارهمه از كار اوست ادوار را دوار اوست
ذره مي بود قطره مي بود ازيم انهار اوست
ذات او بحرست
اشيا جملة امواج اوست[53]
Nehc-i
esmâ üzre zâhirdir merâtib yek-nesak
Lâhût
u ceberût ervâh u misâl nâsût-ı halk
Dâiren
mâ-dâr imkân feyz-ı zâtdan bir varak
Görünen
envâr vücûd vâcib-i mutlakla Hak
ذات او بحرست اشيا جملة امواج اوست
الحوادث قديم علمها لا عينها
علمه عين المظاهر فالحدوث كونها
من هنا بالماء قالوا للاناء لونها
والظهورات عديم الذات حديث عينها
ذات او بحرست
اشيا جملة امواج اوست[54]
قائمست با وحدتش امكان وجوب و ظل نور
دائمست با قدرتش اعيان و اشباح بي فتور
هر كمالش مي نمايد از مراتب بي قصور
صارت العين كليلا عند اشراق الظهور
ذات او بحرست
اشيا جملة امواج اوست[55]
Bahrı
ru'yetden hicâb emvâc ise gaflet budur
Mevc
ü bahrın fark u cem'i ru'yete vahdet budur
Mevci
iskât eyleyüp bahrân ise vuslat budur
Gark-ı
bâtın fark-ı zâhir nûr-ı ayniyyet budur
ذات او بحرست اشيا جملة امواج اوست
لو أردت الوصل بالأصل
فقرب بالسجود
كى تنل من أصل ذات ذات أنوار وجود
كن بالإستهلاك محوا أولا فاني الوجود
كل موج شانه للبحر لابد يعود
ذات او بحرست
اشيا جملة امواج اوست[56]
عالمين صورت كيرد از بست اسماء خود
مقتضاى حسن اسما احسن خلقت نمود
صورت و معنى بكثرت محور وحدت ربود
كر ببيني وحدت صرفست باكه نشود
ذات او بحرست
اشيا جملة امواج اوست[57]
Cem'ı
şâhid farkı sâbit râtibü'l-ahvâl olur
Cem'ı
zâid farkı nâkıs câzibu'l-ahvâl olur
Cem'
u farkı istivâda râğıbu'l-ahvâl olur
Bahr-ı
cem' u mevci furkân kâsibu'l-ahvâl olur
ذات او بحرست اشيا جملة امواج اوست
رتبهء اسما و افعالش تزاحم كرده چون
ظل انواع تجليات تراكم كرده چون
عين اصلي كه ظلالرا همجو قائم كرده چون
از احد اغصان و عنقودها تلازم كرده چون
ذات او بحرست
اشيا جملة امواج اوست[58]
Gayb-ı
hüviyyet mukayyed olmadı bî-kîl u kâl
Zât-ı
şuûnât nûrunu ızhâr kemâl ender-kemâl*
Bî
nazîr u bî şebîh ü lâ-şerîk u lâ-misâl
Bahr-ı
zâtda yokdur illâ nûr-ı sehâbet cemâl*
ذات او بحرست اشيا جملة امواج اوست
يكوجود با صورت اسما تعين مى دهد
انفس
و آفاق نمايد جون مرايا بي عدد
يكظهور
و يكوجود و يكنمودست تا ابد
واز
مرايا معنئ مرئي هو الله احد
ذات
او بحرست اشيا جملة امواج اوست[59]
از
كمالات از عكس مظاهر ذره
مى
شد از عيب خزائن جوننمونه دره
از
جمال بي مثالي در ظهورش غره
از
تجليات دريالش مقطر قطره
ذات
او بحرست اشيا جملة امواج اوست[60]
Cem'-ı
cem' mahviyyet-i küllî fenâ ender-fenâ
Mahv-ı
zıl isbât-ı ayn ile bakâ ender-bakâ
Bî-mekân
u bî-zamân u bî-nişâna irtikâ
Cem'-ı
küllî bî-neseb berk-ı likâ
ender-likâ
ذات او بحرست اشيا جملة امواج اوست
Hâ-i
hûda vâv-ı vahdet selb-i gayriyyet nişân
Selb-i
küllî na't-ı dânî ayn-ı ayniyyet ıyân
Külle
yevmin hüve fî şe’n hû-yı hüviyyet hemân
Mevc-i
evsâf bahr-ı zâtında nihân ender-nihân
ذات او بحرست اشيا جملة امواج اوست
Kenz-i
zâtda gayret-i zât cilve-gîri hû diye
Cümle
evsâf-ı ahadiyyetle hem illâ Hû diye
Vâhidiyyetle
mümeyyez vasfile Yâ Hû diye
Bahr-ı
zât isbâtı tevhîdinde yâ men Hû diye
ذات او بحرست اشيا جملة امواج اوست
Zâtını
zâtıyla tevhîd vâsılîn erbâbıdır
Tevhid-i
evsâfla ebrâr-ı sıfât ashâbıdır
Her
merâtibde muvahhidler ülü'l-elbâbıdır
Nûr-ı
zâtda zâtını mahv eyleyen aktâbıdır
ذات او بحرست اشيا جملة امواج اوست
Künh-i
tevhîd meşrık-ı ef'âlidir ufku'l-mübîn
Meşrık-ı
evsâf mücellâ ufk-ı a'lâdan hemîn
Vahdete
sümme denâ hem fe-tedellâdır karîn
‘Kâbe
kavseyni ev ednâ’ künh-i vahdetdir yakîn
ذات او بحرست اشيا جملة امواج اوست
Rütbe-i
kavseynde imkân vecîh mir'ât olur
Sırr-ı
ev ednâ'da imkân vâcib ile nûr olur
Nûr-ı
bî-reng-i zuhûruyla olur efnâ zuhûr
Nûr-ı
zâtı bî-misâldir nûr-ı nûr bahr-ı buhûr
ذات او بحرست اشيا جملة امواج اوست
Nûr-ı
tevhîd cem'-ı tenzîh fark-ı teşbîh beynidir
Sırr-ı
lâ-şarkiyye ki mecmau'l-bahreynidir
Künh-i
tevhîd mâni'i bil ru'yet-i isneynidir
Selb-i
gayr isbât ayniyyetle tevhîd-i aynıdır
ذات او بحرست اشيا جملة امواج اوست
Künh-i
tevhîd bî-hurûf u bî-taayyün nûr-ı Hû
Bî-tahayyül
bî-taakkul bî-izâfet sırr-ı Hû
Nûr-ı
zâtından sıfâta feyz-i zâtdır neşr-i Hû
Ayn-ı
zâtından telâtum mevc-i vasfa bahr-ı Hû
ذات او بحرست اشيا جملة امواج اوست
- -
-
Medhiyye-i âtiyenin aslı Bursa’da Mısrî şeyhi Şemseddîn
Efendi’nin, tahmîsi ise fakîrindir:
Buhârâ’dan doğup mihr-i vücûd-ı Pîr Uşşâkî
Garîk-ı nûr-ı irfân eyledi uşşâk-ı müştâkı
Ser-â-ser şöhret ü şânı yayıldı tutdu âfâkı
Bütün uşşâka olmuşdur ezelden sâki-i bâkî
Cenâb-ı Pîr-i vâlâmız Hüsâmeddîn-i Uşşâkî
Mubârek zâtı esrâr-ı Cenâb-ı Ahmed’e hâzin
Hem oldur ârif-i ma’nâ-yı sırr-ı hazret-i Yâsîn
Anı takdîr idenler kuhl-ı çeşm itmekdedir hâkin
Füyûzâtı nümâyândır eğer zâhir eğer bâtın
Nazar kıl çeşm-i ibretle ihâta itmiş âfâkı
Dil-i nâ-puhtegânı puhte eyler feyz-i terbiyye
Bulur îmânı ol demde kemâlâtiyle takviyye
İder şîrâze-i ahvâlini ol anda tasfiyye
Sülûkla tezkiye nefsin ider kalbini tasfiyye
Kabûl itmez tarîkında riyâkâr zerrâkı
Mürîdânı bulur dünyâ vü ukbâda büyük devlet
Füyûzât-ı ilâhiyye yüzünden mazhar-ı ni’met
Bilüp tevhîd-i ef’âl ü sıfât zerrâtı bâ-dikkat
Bulurlar sırr-ı tevhîdi olur mihnetleri râhat
Dağ üstü bâğ olur seçmez kara ile ne derrâkı
Ta'allüm eyle gel esrârını enfüsle âfâkın
Kemâle inkılâb itsün dilersen vecd ü eşvâkın
O Pîr-i muhteremdir ma’deni esrâr u ezvâkın
Yürü var hânkâhına Hüsâmeddîn-i Uşşâkın
Bulursun feyz-i Mısrî’yi odur âşıklara sâkî
Rivâyet itdiler eslâf ki bunda Hazret-i Mısrî
Çıkardı bi’r-i aşkdan[61] su
hayât-bahşende-i asrı
Revân-ı pâk-i şâh-ı Kerbelâ’ya eyledi hasrı
Muhibb-i hânedân-ı Mustafâ’dır Şemsi-i Mısrî
Ezeldendir anın Âl-i Rasûle hubb u eşvâkı
* *
*
İçirdi bâde-i rûz-ı elesti abdine sâkî
Bu âlemde zuhûr itdi anın mestî-i ezvâkı
Tarîkat âleminde anladım ben sırr-ı mîsâkı
Gözümle bir veliyyu'llâhı gördüm oldum Uşşâkî
Meded kıl Pîr-i dest-gîrim Hüsâmeddîn-i Uşşâkî
Cihân müstağrak-ı envâr-ı zât-ı Hazret-i Bâkî
Gönül feyz-i Hudâ-yı Müsteân’la buldu tiryâkı
Safâ-yı vaslının medhi tamâmen tutdu âfâkı
Gözümle bir veliyyu'llâhı gördüm oldum Uşşâkî
Meded kıl Pîr-i dest-gîrim Hüsâmeddîn-i Uşşâkî
Kulûb-ı ehl-i aşkı itdi ihyâ nûrun işrâkı
Safâ-yı câna cân atmakdadır Vassâf-ı müştâkı
Bu nutku şübhesiz oldu Cenâb-ı Hakk’ın intâkı
Gözümle bir veliyyu'llâhı gördüm oldum Uşşâkî
Meded kıl Pîr-i dest-gîrim Hüsâmeddîn-i Uşşâkî
Nâzımı meşâyıh-ı Rufâiyye’den Hayru'llâh Tâceddîn Efendi’dir :
Bu meydân hiç tehî kalmaz Hudâ aşkıyla mâlîdir
Muhibb-i evliyâu'llâh cihânda dâimâ bâkî
Muhibb ol zât-ı pâk-ı Hazret-i Pîr’e hemân Tâcî
Zahîr olur sana her ân Hüsâmeddîn-i Uşşâkî
Hz. Pîr’in bir dîvânları olduğu Şeyh Hüsâm Efendi’nin şu
nutkundan müstebân olmaktadır:
Yazdı bir Dîvân-ı âlî misli yok bahr-ı amîk
Pür-hakâyıkdır anı hep okusun ehl-i tarîk
Okumuş olsa bir âsî rahmete olur garîk
Hamdü li'llâh Pîr Hüsâm’ın fazlı gör oldu ıyân
Bu Dîvân’ı çok aradık elde edemedik. Büyük Azîz’in
kütüp-hânesinde, "Hz. Pîr’in Dîvân’ı" diye bir dîvân vardır.
Onu tedkîk ettik. Şeyh Hüsâmeddîn-i Ankaravî’nin dîvânı olduğunu anladık.
Bursalı Mehmed Tâhir Bey, Hazîne-i Hümâyûn’daki kütüp-hânede böyle bir dîvân
gözüne iliştiğini söylemiş ise de, onu görmek bi-hasebi’z-zamân imkân
hâricindedir. İhtimâl ki, öyle bir dîvân, pâdişâh-ı zamân tarafından teberrüken
hıfz olunmak üzere o vakit alınmış, Kütüp-hâne-i Hümayun’a konulmuştur.
İnşâa'llâh bir gün gelir oradaki kitaplar istifâde-gâh-ı irfâna konulur.
Ahfâdımız onu bulur, okur, nûr-ı ma'rifet ile meşhûn olur, bizleri de hayır duâ
ile yâd eder.
Yıldız Kütüphânesi’nden Dârulfünûn Kütüphânesi’ne nakl
olunan kitaplar meyânında belki vardır diye oraya gittim, tedkîkâtta bulundum.
Maa't-teessüf onlar meyânında da yoktur. Hazinede, ya'nî Hırka-i Saadet
Dâiresi’ndeki Sultân Ahmed-i sâlis Kütüphânesi’nde olacağına hükm ettim.
HZ. PÎR'İN EVLÂD-I KİRÂMLARI ve HAREMLERİ ve SÜLÂLESİ :
Hz. Pîr’in Mustafa ve Abdülazîz ve Abdurrahîm isminde üç
mahdûmları Ferah Sultân[62] isminde bir
kerîme-i muhteremeleri ve Esmâ Hâtun ve Helvâyî Bacı nâmlarında iki harem-i
âlîleri vardır.
Müşârünileyhimden Abdülazîz Efendi, Edirnekapısı
hâricindeki makberede medfûn ve rahmet-i Hakk’a makrûn ve Helvâyî Bacı,
Hânkâh-ı Uşşâkî’nin az ilerisinde yokuştaki mezârisitanda mevdû’-ı rahmet-i
Rahmân olup, dîğerleri türbe-i şerîfede kabr-i akdes-i Hz. Pîr’in etrâfında
gunûde-i hâk-i rahmettir.
Millet Kütüphânesi’nde Eşref Efendi kitapları meyânında
394 numaralı Miftâhu’l-Fettâh’ın ilk sahîfesinin zahrında telsîk olunmuş
imzâları hâvî bir varak-pâre gördüm ki,
şöyle yazılıyor :
"Temme iâdetü’d-dehr fî nevbeti’l-abdi’l-fakîr
Mustafa b. eş-Şeyh Hüsâmeddîn el-Uşşâkî – bâreka'llâhu’l-Bâkî . Sene 996."
Pîr-zâde Mustafa Efendi
Türbe-i şerîfede muallak bir levhada şöyle yazılıyor:
“Hz. Pîr Hasan Hüsâmeddîn-i Uşşâkî (kuddise
sırrûhu’l-âlî) efendimizin sağ tarafında ya'nî türbe-i pür-nûrlarının sokak
cihetinde büyük mahdûmu olup, İstanbul kadılığından mütekâid ve peder-i âlîleri
makâmında münzevî iken hikmetü’t-takvâ 1037/(1628) evâhirinde vefât eden
Mustafa Efendi ve onun ayak ucunda Ferah Sultân ve cenâb-ı Pîr efendimizin sol
tarafında ikinci /192/ mahdûmu olup, Haleb
kadılığından ma’zûlen vefât eden Abdülazîz Efendi ve onun sol tarafında ya'nî
mihrâb önünde Hz. Pîr’in zevce-i muhaddereleri ve evlâd-ı kirâmının vâlideleri
Esmâ Hâtun medfûndur. ”
Hâlvâî Bacı hazretleri, Mustafa ve Abdülazîz Efendilerin;
Esmâ Hâtun, Abdurrahîm Efendi’nin vâlidesi olmak muhtemeldir. Türbe-i şerîfe
hâl-i hâzırda zemînden yükseltildiği cihetle bu kabirlerin taşları türbe-i
münîfenin döşemesi altında kalmış ve yalnız Mustafa Efendi’nin taşının önü
meydânda görülmekte bulunmuştur.
Cemâl Efendi merhûmdan sonra şeyh olan İzzet Efendi
vâlidesini pencere önüne defn ederek bir sandûka yaptırmak cür'etinde bulunmuş
ve orta pencere ile Hz. Pîr’in sandûkası arasına haylûlet edilmiş iken bu
sandûka ahîren kaldırılmıştır. Şimdi türbede Hz. Pîr’in ön ve yan taraflarında
sandûka nâmına bir şey yoktur. Ol ka'be-i irfânın etrâfı serbestçe tavâf
olunur.
Bir gün huzûra girerken sünûhâtım olmuştur:
es-Selâm ey Hazret-i Pîr es-Selâm
es-Selâm ey dest-gîr-i hâss u âm
es-Selâm ey sâki-i aşk-ı Habîb
es-Selâm ey sırr-ı Hak zât-ı edîb
es-Selâm ey ma’den-i sıdk u safâ
es-Selâm ey server-i ehl-i vefâ
es-Selâm ey âşık-ı şeydâya rûh
es-Selâm ey sâhib-i fevz ü fütûh
es-Selâm ey vâkıf-ı esrâr-ı zât
es-Selâm ey gıbta-bahş-ı kâinât
es-Selâm ey mefhar-ı ehl-i tarîk
es-Selâm ey zât-ı âlîsi hakîk
es-Selâm ey nûr-ı ayn-ı sâlikân
es-Selâm ey rûh-ı cism-i âşıkân
es-Selâm ey cân-ı uşşâk es-selâm
es-Selâm ey nûr-ı âfâk es-selâm
es-Selâm ey vâkıfânın rehberi
es-Selâm ey ârifânın serveri
Geldi Vassâf’ın huzûr-ı pâkine
Dâimâ muhtâc feyz-i hâkine
Bir garîb dervîş ü bendendir senin
Bâb-ı ihsânında bendendir senin
Âsitân-ı feyzinin derbânıyım
Gül-şen-i irfânının hayrânıyım
Vâdi-i aşkda garîbim serseri
Al harîm-i lutfuna bu kemteri
Âciz ü miskîn fakîr ü bî-nevâ
Fi’l-hakîka feyze muhtâc bir gedâ
Şermile geldim muattar ravzana
Âşık oldum ol mübârek ravzana
es-Selâm ey mürşid-i âlî-makâm
Âsitânın şübhesiz dâru’s-selâm
Hz. Pîr’in sülâlesi zamânımıza kadar teselsül eylemiş ve
Uşşâkî-zâde nâmıyla şöhret bulmuştur. İki şeyhü'l-islâm ile kazâskerler ve
ulemâdan bir çok zevât-ı kirâm bu sülâledendir. Cümlesi Abdurrahîm Efendi
hazretlerinden münşeâbtır. İzmir havâlîsindeki Uşşâkî-zâdeler bu sülâledendir.
Ancak zevk-ı ma'nâdan bî-haber olduklarından cedd-i ekremleri /193/
türbe ve âsitanesine bakmayı hâtırlarına getirmemekte ve belki Uşşâkî-zâdeliğin
ne olduğunu bilmemektedirler.
Pîr-zâde Mustafa Efendi
Hz. Pîr’in ilk evlâdıdır. Ulemâdan olup, İstanbul
kadılığından mütekâid olup, peder-i âlîleri makâmında inzivâ eylediği ve
1037/(1627-28) senesinde irtihâl ettiği ve “kelimetü’t-takvâ” (كلمة التقوى) târîh-i irtihâlini müş’ir bulunduğu menkûldür.
Tarîkaten Hz. Pîr efendimize nisbeti olup olmadığı mechûl
ise de, âhir ömürlerinde peder-i ekremlerinin makâmında inzivâ-güzîn olmalarına
bakılırsa derd-i aşka mübtelâ ve her hâlde kalben rûşenâ olan erbâb-ı kemâlden
olduklarına şübhe edilemez.
Vâlideleri Esmâ Hâtun’dur. Pederlerinden müntakil hâneyi
meşrûta kılıp, ba'zı musakkafât dahi vakf ve ta'yîn ve türbe-dârlık ihdâs ve
evlâdına meşrûta eylemiştir.
Pîr-zâde Abdülazîz Efendi
Hz. Pîr’in ikinci mahdûmlarıdır. Haleb kadılığından
ma'zûlen infisâl edip, Hadîkatü’l-Cevâmi’, târîh-i irtihâlini
Rebîu’l-evvel 1045/(Ağustos1635) olmak üzere kaydediyor ve "Pederi
türbesinde medfûndur." diyor. Bu zâtın iki oğlu vardır. Biri Kudüs kadısı
idi. Ma'zûlen gelirken Payas’ta 1065/(1655)’te vefât eylemiştir. Dîğeri Anadolu
kuzâtından iken 1084/(1673-74)’te irtihâl etmiştir. Bu zâtın mahdûmu da
ulemâdan Lâleci Osmân Efendi, Bağdat ve Şam’a kadı olup, Zi'l-hicce 1122/(Ocak
1711)’de âzim-i gülşen-sarâ-yı bakâ olmuştur. Vâlideleri Esmâ Hâtun’dur.
Pîr-zâde Abdurrahîm Efendi
Hz. Pîr’in üçüncü oğludur. Pederi Hicâz’da iken
İstanbul’da dünyâya gelmiştir ve pederini dîde-i dünyâ ile görememiştir. Fakat
181. sahîfenin baş tarafında nakl ü beyân eylediğim vechile Hz. Pîr efendimizin
mazhar-ı muhabbetleri olduğundan nâil-i feyz-i ilm olmuşlar ve sülâle-i
Uşşâkıyye-i nesebiyye, bu zâttan inşiâb etmek gibi peder-i ekreminin teveccühleri âsârını mâddeten görmüşlerdir.
Üsküdar kadısı idi, azl olundu. 1087/(1676) senesinde
irtihâl-i dâr-ı bakâ eyleyip, Edirnekapısı hâricinde defn olundu. Hz. Pîr’in
irtihâli 1001/(1593) olmasına göre, vâlidesi 1000/(1592) târîhinde
müşârünileyhi tevlîd eylediyse, ömürleri seksenyedi olmak lâzım gelir.
Uşşâkî-zâde
Abdulbâkî Efendi
Vâlidesi Halvâyî Bacı olmak kuvvetle muhtemeldir.
Abdurrahîm Efendi’nin oğlu "Uşşâkî-zâde" denilmekle meşhûr
Abdulbâkî Efendi[63] Mekke’ye
kadı olup, giderken 1090/(1679)’da vefât etmiştir. Abdulbâkî Efendi’den Uşşâkî
silsilesi yürümüş ve şeyhü'l-islâmlar ve ulemâ zuhûr etmiştir. Zi'l-ka'de
1172/(Hazîrân 1759)’de irtihâl eden Şeyhulislâm Muhammed Sâlih Efendi ve
mahdûmu olup 1230/(1815)’da irtihâl eden Şeyhulislâm Ahmed Es’ad Efendi
merhûmlar bu sülâledendir.
Bâkiyye-i Zeyl-i Atâî’yi ve Siyeru’n-Nebî’yi
yazan Uşşâkî-zâde İbrâhîm Hasîb Efendi[64] kazâsker
idi. Yine kazâsker /194/ Abdullâh ve Recep Efendiler bu sülâledendir.
Fâtih’te Nişâncı Muhammed Paşa Câmii karşısında yol üstünde kabristanda
medfûndurlar.
Recep Efendi 1156/(1743)’te, Abdullâh Efendi
1139/(1726-27)’da irtihâl etmiştir. Abdullâh Efendi’nin oğlu Seyyid Sadreddîn
Efendi mevâlîdendir. 1146/(1733-34)’da terk-i dünyâ eylemiştir. Şuarâdandır.
Dil-i zahm âşinâyı
dil-ber-i gaddâra gösterdim
O mecrûh sitîz-i mihneti hünkâra gösterdim
gazeli bunundur.
Gerek Abdullâh
Efendi, gerek Sadreddîn Efendi "Seyyid" ta'bîrini isti'mâl
etmişlerdir. Acaba Hz. Pîr efendimiz bir şecere-i neseblerini mi buldular da
böyle yazdılar. Tedkîke imkân bulunamadı. Her hâlde bir esâsı vardır.
Seyyid Vehbi
Şuarâdan Seyyid Vehbi vardır ki, 1150/(1737-38) ricâlindendir.
Hz. Pîr efendimizin sülâlesindendir. Hattâ Tezkire-i Sâlim ve Tezkire-i
Fatîn’de buna dâir bahis gördüm denilmiştir. Cedd-i a’lâ kabîlinden
irtikâ-yı nesebleri, enfâs-ı tayyibeleri kat’-ı icâbette mânend-i seyf-i sârım
olan şeyh-i savma’a-i mekârim, erbâb-ı mücâhedenin bülendi Şeyhu’ş-şüyûh
Hüsâmeddîn Efendi tarafına müntehî olmakla hâl-i sığar-ı şebâbında Hüsâmî
mahlaslı idi. Yine Hadîka’da gördüm. Vardarî Şeyh-zâde Muhammed
Efendi’yi, "Şeyh Hüsâmeddîn-i Uşşâkî evlâdından ve Gazi Evranos
ahfâdından." diye kaydetmiştir. Ana tarafından Uşşâkî-zâde olması
ihtimâli vardır. Bu zât Sultân Selîm’de Kovacı Dede Zâviyesi’nin minberini vaz'
etmiş, Kudüs ve Bursa kadılıklarında bulunmuş ve 1075/(1664-65)’de vefât edip,
mezkûr zâviye bânîsi Şeyh Sevindik Şücâeddîn-i Halvetî türbesi hâricinde ve
kendi hânesi kurbunda medfûndur.
Matlûbe Halvâyî Bacı
Hz. Pîr’in, Hicâz’a azîmetlerinden az evvel teserrî
buyurdukları câriyeleri Esmâ Hâtun’tan evvelki harem-i muhteremleridir.
Kabirleri, yazdığım vechile Tatavla’ya çıkacak yokuşun sol tarafındaki
mezâristandadır. Ahîren üzerine türbe yapılmıştır. İki büyük kabir taşı vardır.
Baş tarafindekinin tepesi çukurdur. Vaktiyle züvvâr helvâ yapar bu taşın üstüne
kor, yerlermiş. Yanında iki kabir daha vardır. Birinin târîhi 1000/(1592),
dîğerinin 1037/(1627-28)’dir. Biri Halvâyî Bacı’nın pederi Pîr Muhammed Efendi
olmak menkûldür. Büyüklerdendir. Hz. Pîr
efendimize karîn olması kemâline dâldir.
(Helvâyî Bacı), Matlûbe mahlaslıdır. Ziyâretle
şeref-yâb oldum. Şu nutk-ı şerîf kendilerinin olmak üzere menkûldür :
Aşkile dervîş olmuşum
Derdime dermân bulmuşum
Ummânı seyrân itmişim
Gevher alan gelsin beni
Dünyâ dârından geçmişim
Dostlarımdan ayrılmışım
Cân içinde cân bulmuşum
Haber alan gelsin beni
Gözüm dîdârını gözler
Cânım habîbini özler
Hâlis muhlis mü'min kullar
Dosta giden gelsin beni
Kâl ile kîlden geçenler
Hikmet kitâbın seçenler
Kudret dehânın açanlar
Pazar eden gelsin beni
Uşşâkîyim Matlûbe’yim
Âşıkların müştâkıyım
Tâliblerin sarrâfıyım
Rü'yâ gören gelsin beni
Halvâyî tahalluslarına sebeb 196. sahîfedeki menkûlâttır.
/195/ Tılısm-ı kenz-i mahfî oldu resm-i tâc-ı
Uşşâkî
TÂCIN YANDAN GÖRÜŞÜNÜN ÇİZİMİ VAR
Bunu tahkîk
idenler geh ider enfüsle âfâkı
TÂCIN ÜSTTEN
GÖRÜNÜŞÜNÜN ÇİZİMİ VAR
(HÜSEYİN VASSAF’IN BİR GAZELİ
OKUNÂMADI)
Erenler
lisânından
Bülbül-i şeydâ-yı aşkız Gülşenî Uşşâki’yiz
Reh-revân-ı ehl-i zevkız Gülşenî Uşşâki’yiz
Ârif-i esrâr-ı tevhîdiz Hudâ’ya çok şükür
Peyrev-i erbâb-ı sıdkız Gülşenî Uşşâki’yiz
İbtidâ vü intihâ seyrinde cevlân eyleriz
Hisse-yâb-ı cem’ u farkız Gülşenî Uşşâki’yiz
Cur’a-dâd-ı câm-ı feyz-i akdesiz mest olmuşuz
Ez-derûn pür-necd ü şevkız Gülşenî Uşşâki’yiz
Mekteb-i ilm-i ledünde eyledik tahsîl-i hâl
Bahr-ı vahdetde garîkız Gülşenî Uşşâki’yiz
Râhımız şeh-râhdır vahdet-sarâ-yı mutlaka
Kat’-ı râhda misl-i berkız Gülşenî Uşşâki’yiz
Halvetî’yiz Kübrevî’yiz Nûr-bahşî Mevlevî
Nakşıbendî’yiz sadîkız Gülşenî Uşşâki’yiz
Sâye-i pâk-i Cenâb-ı Ahmed-i Muhtâr’da
Hazret-i Hak ile hakkız Gülşenî Uşşâki’yiz
Biz cemâl-i tâb-nâk hayrânıyız Vassâf’ıyız
Ders-i aşkda ayn-ı meşkız Gülşenî Uşşâki’yiz
/196/ Tâc-ı
Uşşâkî’nin musattah ve mücessem şekillerini yaptım. Tepesindeki beyâz düğmedir.
Bezdendir, tepesi neftî renktedir. Sarığı karam rengindedir, ya'nî boyanmamış
yündür ve sarık sarılır. Musattah resmin bir cihetini yaptım ve dîğer üç tarafı
da aynı sûretledir. Dörde taksîm olunmuş, şerîat, tarîkat, hakîkat, ma'rifet
esrârını câmi’dir. Düğme sırr-ı zâta işâret bir noktadan ibârettir. Kelime-i
tevhîdde on elif vardır. Dört def'ası kırka bâliğ olur ki, bu da sırr-ı erbaîne
işârettir. "kenz-i mahfînin tılısmı" denilmesi bu hakâyıka
nâzırdır. Bundaki maânî keşf olunursa cemâl-i dil-dâr rû-nümâ olur. Enfüsle
âfâkın neden ibâret olduğunu bilir, kal’a-i irfânı feth eder. Allâhümme
yessir lenâ.
Tâc-ı Uşşâkî hakkında Müstakîm-zâde Risâletü’t-Tâc’ında der ki:
“Ümmî Sinân’ın
halîfesi müctehid-i tarîkat-ı Uşşâkıyye Hüsâmeddîn Şeyh Hasan hazretleri kendi
pîri Emîr Ahmed-i Semerkândî’den aldığı Tâc-ı Sinânî’den vaz' eyledi. (170.
sahîfede bahis geçti.) Ümmî Sinân müşârünileyhten dahi hilâfet duâsı aldıkta
vâki' olmuştur. Siyâdeti olmayanların ekseri aselî şem’le pîçîde eyleyip
Mevleviyye gibi semt-i kıble zeneb-i dâimî vaz'ı dahi düğme gibi kendi
sünnetidir. Şeyh Ahmed nâm türbe-dâr Hz. Hüsâmeddîn-i Uşşâkî sikkeyi başka
şekilde yapmak istemiş ise de başa çıkmadı.”[65]
Hz. Pîr efendimizin alâ-rivâyetin Ümmî Sinân
hazretlerinin ilbâs buyurduğu Tâc-ı Sinânî tepesi elyevm Kasımpaşa’da Hânkâh-ı
Hazret’te türbe-i mukaddesede mahfûz-ı mahfaza-i ihtirâm olup, her iki bayram
haftasında ba'de’z-zikr cemâat-i kübrâ tarafından teberrüken ziyâret olunur. Bu
tâc-ı şerîf yünden ma'mûl olup rengi beyâzdır. Ve aynı Sinânî tâcıdır. Elyevm
Hz. Pîr Efendimizin sandûkalarının üzerindeki tâc-ı şerîfin tepesi neftî renkte
ve fakat tertîb-i i’mâli Sinânî tâcı şeklindedir. Farkı yalnız rengindedir. Bir
de tepesinde orta yerde beyâz bir düğme vardır. Şemlesi karam renginde ya'nî
aselî renktedir. Hâlen Tâc-ı Uşşâkî budur. Âlem-i zâhirle de tezyîn eden
meşâyıh ve hulefâ-yı Uşşâkıyye bu tâcı ve aselî renkte şem’leyi isti’mâl
ederdi.
Ümmiyyü’l-meşreb meşreb olan meşâyıh ve hulefâ ise aselî
renk yerine yeşil sarık sararlar. Câhidî ve İrşâdî kollarından gelenlerden
ba'zıları tâc-ı bâhirü’l-ibtihâc-ı Uşşâkî’yi şu şekl-i mahrûtîye sokmuşlardır
Fakat esâsen bâlâda arz ve tafsîl olunandan ibârettir. Neftî rengi intihâb ve
aselî şemle isti’mâl buyuran Hz. Pîr efendimizdir.
BURADA TÂC ŞEKLİ
OLACAK!!!!!
Tâc-ı şerîfin üzerindeki beyâz düğmenin ihdâsına sebeb,
Pîr-i müşârünileyhin harem-i muhteremleri Halvâyî Bacı hazretleridir. Azîzim
Şeyh Mustafa Sâfî Efendi tarafından nakl buyurulduğuna göre, zamân-ı Hz. Pîr’de
halvette bulunan bir dervîşe bir türlü /197/ fetih vâki' olmaz imiş.
Sebebi ise cânı helvâ istemiş. Huzûr-ı kalbe mâni’ olacak derecede iştihâsı
artmış. O muhaddere-i ismet keşfen buna muttali' olup, bir mikdâr helvâ ihzâr
ile ona ikrâm etmiş ve baş örtüsünden bir parça yırtıp, “Bunu teberrüken
başına koy, feth vâki' olur.” buyurmuş. Fi'l-hakîka feth vukûa gelmiş.
Tâc-ı şerîfin üzerindeki beyâz düğmenin esâsı budur. Hz.
Pîr istihsân buyurmuş. Ma'nâsı sırr-ı ehadiyyete işâret eden noktadan
ibârettir. Fakat bu menkûl bir eserden müstanbıt olmayıp, lisândan lisâna
intikâl etmiştir.[66]
Safâ-bahşâ-yı ehl-i aşk-ı Hakdır tâc-ı Uşşâkî
Hz. Salâhaddîn-i Uşşâkî Tâc-ı Hilâfet Risâlesi’nde
buyurur ki:
"Tâc-ı Uşşâkî, erkân-ı erbaayı
hâvî dört terkten ibârettir ve her biri bir ma’nâya işârettir. Belki nice
fehvâdan remz ü kinâyettir. Şerîat, tarîkat, hakîkat, ma'rifet esrârını
câmi'dir. Hâk-i mezellet, hevâ-yı ârzû-yı vuslat, âb-ı hayât-ı füyûzât-ı
ilâhiyye, âteş-i celâl ile hestî-i mevhûmu yakmak sırlarını hâvîdir.
Tâc-ı şerîfin her
terkinde beş dalı vardır. 1. İslâm’a, 2. Îmân’a, 3. İhsâna, 4. İrfâna, 5.
Zevk-ı vicdâna taalluk eder. Hazerât-ı hamseye de işâreti mutezammındır. 1. Hz.
Gayb-ı mutlak. Ya'nî a’yân-ı sâbite-i lâhûtiyye 2. Hz. gayb-ı
izâfî . Ya'nî âlem-i ervâh-ı ceberût, 3. Gayb-ı izâfî. Ya'nî Âlem-i
misâl-i mutlak nüfûs-ı mücerrede-i melekûtî. 4. Hz. şehâdet-i mutlaka. Ya'nî âlem-i mülk-i
nâsûtu. 5. Hazerât-ı erbaayı câmi' olan
Hz. insân-ı kâmildir.
Bu hazerâtı cem'
edip, insân-ı kâmil olmaya işârettir. Ya'nî cismimiz ve hissimiz, âlem-i
nâsûtta; nefs-i mücrimemiz ve hayâlimiz, âlem-i melekûtta; aklımız ve rûhumuz,
âlem-i ceberûtta; ve ayn-ı sâbite ve sırrımız âlem-i lâhûttadır.
Tâc-ı Uşşâkî’nin
ba’zılarında yedişer dal olduğu etvâr-ı seb’aya işârettir. Tâc-ı şerîfin
renginin siyâha karîb yeşil olması kurb u fenâ ahcâr-ı insâniyyeden hacer-i
zümrüde delâlet eder. Hacer, kalb-i ârifte bir kuvve-i mevhibeden ibârettir.
Şeytân ol ârife lâhık oldukta onun kendi mülâhazasından a’mâdan hûş olur.
Hâssa-i zümrüdden yılanın gözü a’mâ olduğu gibi.
Tâc-ı şerîfin
düğmesi, merkez-i dâire-i vücûd olan nokta-i ehadiyyetten ibârettir. Mertebe-i
vâhidiyyetten kinâyettir. Düğmenin beyâz olması fenâ-fi'llâhtan sonra bakâ
bi'llâh, mahvdan sonra sahv ve sekrden sonra akl mertebelerine geldiğine
delâlet eder. Zîrâ dürre-i beyzâ dedikleri akl-ı evvelden kinâyedir. Destârda
şem’le ihtiyârı, efdal mine’l-amâm mine’ş-şâl olduğu içindir. Tâcın önü
nefsi, ardı sığama sarılması, zâhiri farkta, bâtını cem'de olmasını
mütezammındır. Şem’lenin sol tarafının ucu ızhâr olması zühre-i hakîkatın
semere-i ma'rifet olup, irşâd-ı makâm-ı ma'rifette olduğuna delâlet eder.”
/198/ Hz. Pîr efendimizin resimde görülen sandûkalarının baş
ucundaki levhada muharrer olan ebyât:
Eyâ pîrim Hüsâmeddîn-i Uşşâkî vü îmânım
Senin dergâh-ı âlîne nisâ ve pür-hatâ geldim
Kabûl eyle ki lutfunla çü sensin derde dermânım
Seninledir kamu âlem cihânın cânı cânânım
Bu kemter kulunun hâli yamandır ey kerem-kânım
Uyandır bu Nisâ kulun fedâ olsun sana cânım
Bunun nâzımesi bir hânımdır. Hz. Pîr’e irtibât-ı şedîd-i
kalbî hâsıl eden bir âşıkadır.
Mensûbîn-i Uşşâkıyye’den Behcet Efendi tarafından
söylenen medhiyyedir:
Beni himmetle şâd eyle eyâ pîrim Hüsâmeddîn
Bu hasta kalbime sen kıl devâ pîrim Hüsâmeddîn
Beni şâd eyle Sultânım halâs it menzil-i gamdan
Dil-i mahzûnuma dolsun safâ pîrim Hüsâmeddîn
Yetiş imdâdıma dâim sıyânet eyle a’dâdan
Beni mahv itmesün nefs ü hevâ pîrim Hüsâmeddîn
Tarîkındır senin cümle tarîkat sırrını câmi'
Eyâ ser-tâc-ı pîr ü evliyâ pîrim Hüsâmeddîn
Bu kemter Behcet'i redditme cürmü çoksa da pîrim
Senin olmuş kapında bir gedâ pîrim Hüsâmeddîn
Sefer Dede
Bu zât, Hz. Pîr’in kahve nakîbi imiş. Hânkâhtan Dere
Câddesi'ne çıkılınca türbesi görünür. Câmi'-i şerîfe karşıdır. Sefer Dede
alâ-rivâyetin bir gün azîzinin cânını sıkacak bir harekette bulunmuş, hânkâhtan
destûr edilmiş. Sefer Dede azîzinden ayrılmak istemediğinden, “Efendim!
Nereye gideyim?” deyince, “Cehenneme git!” diye ta'zîr buyrulmuştur.
Sefer Dede bunun üzerine düşünür, dünyâda iken cehenneme gitmeye imkân yok.
Dünyâ cehennemi olsa olsa fırın olabilir. Azîzimin emri yerini bulsun diye,
Kasımpaşa’da bir fırına gider. İçi âteş dolu görür. Hemen "Destûr
azîzim!" diyerek fırından içeri âteş-gedeye dâhil olur. Herkesin buht
u hayretini mûcib olur. Esteîzü bi’llâh, (...يَا نَارُ كُونِي بَرْدًا
وَسَلَامًا...)[67] sırrı zuhûr
eder. Sefer Dede’ye âteş-zâr gülistân olur, bir zarar gelmez. Huzzârın
hayretleri arasında fırından çıkar. Keyfiyyet Hz. Pîr’e arz olunur. Afvile
muâmele buyrulur.
Bir müddet sonra Sefer Dede irtihâl edince elyevm ma'mûr
olan türbesinin olduğu mahalde defn edilir. Vakfı yok, îrâdı yok, Sefer Dede’yi
bilen yok. Hâl böyle iken geçende tesviye-i tarîk sırasında türbesi tecdîden
yapılır. Bu hâl Sefer Dede’nin rütbe-i bülendine şâhiddir. Aradan üçyüzelli
seneden ziyâde müddet güzerân eylediği hâlde o merkadin mahfûz kalması ve
türbesinin tecdîd edilmesi kuvve-i ma’neviyye sâhibi olmasından başka bir şey değildir.
O pîr ne pîrdir ki, dûçâr-ı gazabı olan dervîşi bile şiddet-i muhabbetine
burhân göstererek onun sâyesinde âteşten masûn oluyor. Yâ Rab! Bizi dûr eyleme
sen Hz. Pîr’den.
/199/ Hulefâ-yı Hz. Pîr (Hüsâmeddîn-i Uşşâkî) :
Ümmî Sinân Dergâhı’nda Hz. Zekâî zamânında yapılmış bir
tomâr vardır. Üsküdar’da Selîmağa Kütüphânesi’nde Hz. Hüdâî Kütüphânesi’nden
menkûl kitapların Târîh kısmında 122 numaralı bir tomâr daha vardır. Bunlardan
Selîmağa Kütüphânesi’ndekinde, "Seyyid Memicân-ı Sarûhânî, Şeyh
Abdurrahmân-ı Sarûhânî, Şeyh Receb-i Kastamonî, Şeyh Hasan-ı Konevî, Şeyh
Hasan-ı Sarûhânî, Şeyh Abdurrahmân-ı Germiyânî, Şeyh Mustafa Sirozî, Şeyh Osmân-ı Tebrizî, Şeyh Kâsım-ı İstanbulî,
Şeyh Tâceddîn-i Karamânî"
muharrerdir.
Şeyh Tâceddîn-i Karamânî’den Şeyh Mustafa Emrullâh-ı
Bosnavî, ondan Şeyh Abdurrahmân-ı Aksarayî-i Budinî, ondan Mustafa Peçevî
(Zi'l-ka'de1110/Mayıs 1699) ve Mustafâ-yı Bosnavî (1093/1682, Kasımpaşa’da
medfûndur.) ve müşârünileyhimâdan Mustafa Peçevî’den Hüsâmeddîn b.
Mustafa Bosnevî (1150/1737-38, Kasımpaşa’da medfûndur.) ahz-ı feyz
ettiği muharrerdir.
Hz. Hüsâmeddîn-i Uşşâkî’nin halîfeleri olarak şu isimler
mezkûrdur :
Şeyh Memicân, Seyyid Hazma, Şeyh Hasan-ı Konevî, Şeyh
Abdurrahmân-ı Germiyânî, Şeyh Hasan-ı Sarûhânî, Şeyh Kâsım-ı İstanbulî, Şeyh
Hasan-ı Konevî, Şeyh Abdurrahmân-ı Sarûhanî, Şeyh Mustafa Sirozî, Şeyh Receb-i
Kastamonî, Şeyh Muslihuddîn, Şeyh Osmân-ı Tebrizî, Hacı Muhammed-i Karamânî.
Kütüp-hâne-i âcizî kitapları meyânında Şerh-i İlâhî-i
Etvâr-ı Seb’a diye Şeyh Mustafa Peçevî-i Uşşâkî nâm zâtın bir risâlesi
vardır. Onun baş tarafında silsile-i tarîkatı gösteriyor ki, Hüsâmeddîn-i
Uşşâkî halîfesi Şeyh Muhammed-i Belgrâdî nâm zâttan yürüyen bir kol vardır.
Demek ki, Şeyh Muhammed-i Belgradî nâm bir halîfe-i Pîr daha ma’lûm olmuştur.
İsimleri ma’lûm olmayan daha ne kadar hulefâ-i Hz. Pîr vardır?
Hulefâ-yı müşârünileyhimden ancak Cenâb-ı Pîr efendimizin
nefes-i nefîsine mazhar olan Şeyh Memicân hazretleridir ki umûm şuabât-ı
Uşşâkıyye’nin mecmaıdır. Elde bulunan âsârda Şeyh Memicân'dan başkası gayr-i
mezkûrdur.
Hacı Muhammed-i Karamânî’den bir kol teşa’’ub edip Ali b.
Muhammed el-Karamânî, İbrâhîm-i Edirnevî, Şeyh Mûsâ Muslihuddîn, Şeyh Hasan-ı
Filibevî Efendi’ye kadar yürümüştür.
Mezkûr tomârda gördüm. mükerreren arz eylediğim vechile Hz. Hüsâmeddîn
şöhretten ziyâdesiyle ictinab buyurmuş olduğundan hâl-i hayâtlarında
velvele-endâz-ı cihân olmaktan hazer eylediler.
Memicân hazretleri ve onlardan inşiâb eden silsileler
hakkındaki îzâhât u tafsîlâtı âtîye bırakarak hânkâh-ı Hz. Pîr’e atf-ı nazar-ı tedkîk edelim
Hânkâhın Sûret-i Teessüsü :
Âtîdeki tafsîlatla da teeyyüd edeceği üzere zamân-ı Hz.
Pîr’de burada hânkâh sûretinde bir binâ mevcûd değildi. Yalnız bir hâne veya
konak vardı. İrtihâllerinde hâl-i hayât-ı
surîlerinde dâimâ ikâmet buyurdukları odanın olduğu mahalle defn
olundular.
Bi'l-âhare mahdûm-ı mükerremleri Kadı Mustafa Efendi bu
hâneyi evlâdiyyet olmak üzere meşrûta edip, ba'zı musakkafât dahi vakf ve
türbe-dârlık ihdâs edip, bunu evlâdına meşrûta etmiştir. Mustafa Efendi’nin
irtihâlinden sonra neslinden Abalı Şeyh Hüsâmeddîn Efendi türbe-dâr olup,
zükûrdan evlâdı olmamakla üç adet kerîmesinden birini tercüme-i hâli yazılacak
olan Şeyh Ahmed Hüsâmi Efendi’ye tezvîc ile dâiresini ona ferâğ eylemiş.
Şeyh Ahmed-i Hüsâmî Efendi zamânında ya'nî 1150/(1737-38)
ile 1168/(1755) seneleri arasında ise pîrdaşlarından Tersâne Emîni Yûsuf Efendi
hâneyi esâsından yıkıp yeniden bir mescid ve şeyh meskeni ve ahşâb bir minâre
yaptırmış, imâm ve müezzin vazîfeleri ta'yîn eylemiştir.
Zamân zamân ta’mir ve tevsî' oluna oluna şimdiki hâle
gelmiştir. Edirneli Şeyh Muhammed Sıdkı Efendi tarafından da ez-ser-i nev
tâ'mîr ve ihyâsına hasr-ı himmet olunmuştur. Binâ-yı hâzırın hüsn-i tertîb ile
inşâsında ve türbe-i münîfe ve tevhîd-hânenin tarz-ı i'mârında merhûm Şeyh
Cemâleddîn Efendi’nin hüsn-i hıdmeti ve cennet-mekân Sultân Abdülhamîd Hân-ı
sânî merhûmun uluvv-ı himmeti meşhûd olmuştur.
Cenâb-ı Hak her ikisinin
makâmını Firdevs-i berîn eylesin. Âmin.
Yevm-i Zikir:
Âsitâne-i Hz. Pîr’de sonraları ictimâ' hâlinde icrâ-yı
âyîn-i tarîkat olmaya başlanmak lüzumu hâsıl olunca seccâde-nişîn-i hizmet olan
meşâyıh-ı kirâmdan biri tarafından Perşembe günleri tahsîs edilmiştir. Hadîkatü’l-Cevâmi’de
mütâlaa-güzâr-ı fakîrânem olduğu üzere, Âsitâne-i Pîr’de perşembe günleri
kuûden zikr ü tevhîd olunur imiş. Demek ki o zamânlar devrân yapılmıyor imiş,
kuûden zikrediliyormuş.
İcrâ-yı âyîn-i tarîkatın Perşembe günlerine tahsîsi
hânkâhın nâmının beyne'n-nâs Perşembe Tekkesi diye şöhretine sebeb olmuştur.
Bir de bi'l-âhare her hangi zât diktiyse el'ân mevcûd bulunan şimşîr
ağaçlarından kinâyeten Şimşîrli Tekke dahi derler. Hânkâhın olduğu mahal Hacı
Evhad Mahallesi’dir. Kasımpaşa ahâlîsine, “Hüsâmeddîn-i Uşşâkî Tekkesi
nerededir?” diye sorsanız, /200/ ehl-i tarîk olmayanlar bilmezler.
"Perşembe Tekkesi", "Şimşîrli Tekke" derseniz
derhâl ta'rîf ederler.
Esâsen
Kasımpaşa ahâlîsinin bu husûsta nasîbi azdır. Hz. Pîr’in o beldeye şeref-bahş
olmasını ni'met-i azîme bilmeleri ve ona göre arz-ı hizmet ve te’yîd-i râbıta
eylemeleri lâzım gelirken maa't-teessüf bu nasîbten mahrûmdurlar. Perşembe
günleri huzûr-ı Hz. Pîr’de halaka-bend olan erbâb-ı aşk uzaklardan gelmiş ve
zuhûr-ı iltîfât-ı Pîr’e müterakkıb kalmış uşşâk-ı ilâhiyyedir.
Gelenler âsitân-ı evliyâya
Bütün da'vetlidir Gâlib safâya
Şükrân:
Hânkâh-ı münîfin ve türbe-i şerîfenin bir çok yerleri
mürûr-ı zamân ile müşrif-i harâb olmuş idi. Cenâb-ı Hakk’ın eser-i tevfîkı
olmak üzere beşyüz liraya yakın bir para sarfıyla emr-i ta’mîrâtın icrâsına ve
Hz. Mısrî Kuyusu’ndaki tulumbanın tecdîdiyle suyun şâdırvâna îsâline bu abd-i
ahkar muvaffak oldum. Lehü’l-hamd lehü’ş-şükr.
Âsitâne-i Uşşâkıyye’de Şimdiye Kadar Post-nişîn Olan
Meşâyıh-ı Kirâm:
Bu esâmîyi bi’t-tedkîk sıraya koyan ve cidden ibrâz-ı
âsâr-ı himmet eden zât, azîzimin dâmâdı Şeyh Muhammed Hazmî Efendi’dir. Bu
meyânda tahkîk olunamayan zevât vardır.
-
Hz. Pîr-i destgîr Hasan
Hüsâmeddîn-i Uşşâkî – kuddise sırrûhu’l-Bâkî – 1001/(1593)
-
Kadı Mustafa Efendi,
Pîr-zâde. 1037/1627-28)
-
Şeyh Abalı Hüsâmeddîn Efendi.
-
Şeyh Boşnak Mustafa Efendi (Hz.
Pîr halîfesi Tâceddîn-i Karamânî’den müstahleftir.) 1093/(1682)
-
Şeyh Hüsâmeddîn Efendi 216.
sahîfede ismi mezkûr Peçevî Mustafa Efendi halîfesidir. Bosnevî Mustafa Efendi-zâdedir.
1150/(1737-38)
-
Şeyh Ahmed Hüsâmeddîn Efendi.
1168/(1755)
-
Şeyh Muhammed Efendi.
-
Şeyh Ahmed Efendi.
-
Şeyh Muhammed Nûru'llâh
Efendi. 1185/ (1771-72)
-
Şeyh Muhammed Safvetî Efendi.
1192/(1778)
-
Şeyh Seyyid Muhammed Nizâmeddîn
Efendi, Pîr-i sânî-zâde.
4 Cemâziye’l-evvel 1192/(31 Mayıs 1778) -1199/(1785)
-
Şeyh Seyyid Muhammed Cemâleddîn
Efendi b. Nizâmeddîn. 17 Zi'l-ka'de 1199/(21 Eylül 1785) -1243/(1827)
-
Şeyh Seyyid Muhammed Alâeddîn
Efendi b. Cemâleddîn. 26 Safer 1243/(29 Eylül1826)-1251/(1835-36)
-
Şeyh Seyyid Muhammed Kerâmeddîn
Efendi b. Alâeddîn. 12 Cemâziye’l-evvel 1251/(6 Eylül 1835) - ?
-
Şeyh Muhammed Sıdkî Efendi :
1273/(1856-57) Kerâmeddîn Efendi-zâde Cemâl Efendi’nin şeyhidir. Türbede
medfûndur. Âsitânede meşîhatı yoktur. Evkâfta vekâleti kaydı da yoktur.
Kerâmeddîn Efendi’ye vekâleti olduğu müstebândır. Bayrampaşa şeyhi olup, Cemâl
Efendi’nin sığar-ı sinnine mebnî yerine bi’n-niyâbe bir müddet bulunmuştur.
Sünbüliyye’den olup[68]
"Ciciburun İbrâhîm Efendi" diye meşhûrdur.
-
Şeyh İbrâhîm Efendi.
-
Şeyh Seyyid Muhammed Cemâleddîn
Efendi. 13 Rebîu’l-evvel 1257/(5 Mayıs 1841) -1331/(1913)
-
Şeyh Muhammed İzzet Efendi. 15
Teşrîn-i evvel 1329/(1914) -1335/(1919)
-
Şeyh Mustafa Hilmî-i Sâfî
Efendi. Post-nişîn hâlen. 10 Hazîrân 1334/(1918) -1343/(1924)
Evkâf kuyûd-ı atîka kalemine mürâcaatta bulundum Şeyh
Safvetî Efendi’den yukarısının târîhi mazbût değildir. Müşârünileyhten sonra
gelenlerin târîh-i ta'yînini buldum ve isimleri hizâsına işâret ettim. Cemâl Efendi’ye vekâlet eden
zât Bayrampaşa şeyhi İbrâhîm Efendi imiş. Muhammed Sıdkı Efendi’nin kaydı yoktur.
Bu zât Cemâl Efendi merhûmun şeyhi idi.
/201/ Abalı Şeyh Hüsâmeddîn
Müşârünileyhimden Abalı Şeyh Hüsâmeddîn, menkûlâta göre
Pîr-zâde Mustafa Efendi neslindendir ve Hz. Pîr’e ilk türbe-dâr olandır.
Târîh-i irtihâli mechûldür.
Boşnak Mustafa Efendi
Burada bir müddet meşîhatta bulunmuş ve 1092/(1681) veya
1093/(1682)’te irtihâl eylemiştir. Müşârünileyhimâ âsitânesinin kapısı
yanındaki dîğer türbede medfûn ve rahmet-i Hakk’a makrûndurlar. Şeyhi
Abdurrahmân-ı Aksarayî, onun şeyhi Mustafa Emrullâh-ı Bosnevî, onun şeyhi
Tâceddîn-i Karamânî, onun şeyhi Hz. Pîr Hüsâmeddîn-i Uşşâkî’dir.
Mustafa Efendi’nin hizmeti meşîhat mı, türbe-dârlık mı ve
zamânında meşîhat teessüs etmiş mi etmemiş mi tahkîk olunamadı.
Üsküdar’da Selîmağa Kütüphânesi’ndeki mezkûr tomârda,
"Hz. Pîr’in hulefâsından Tâceddîn-i Karamânî’den bir kol ayrılır. Şeyh
Mustafa, ondan Şeyh Emrullâh-ı Bosnevî, ondan Şeyh Abdurrahmân-ı Aksarayî,
ondan tercümesi yazılan Mustafa
Efendi’ye kadar yürümüştür.” diye gördüm.
Şeyh Hüsâmeddîn Efendi
1150/(1737)’de irtihâl eylemiştir. Pederi Boşnak Mustafa
Efendi’nin irtihâline bakılırsa bu zâtın burada elliyedi sene hizmette
bulunduğu tahakkuk ediyor. Bu da mezkûr türbede âsûde-nişîn-i rahmettir. Şeyhi
216. sahîfede mezkûr Mustafa Peçevî Efendi olup, onun şeyhi de Boşnak Mustafa
Efendi’nin şeyhi zikri geçen Abdurrahmân Efendi’dir.
Şeyh Ahmed Hüsâmî Efendi
Hâfız Hüseyin-i Ayvansarayî Vefeyât-nâme’sinde
yazıyor ki:
Ahmed Hüsâmî Efendi, şehriyyü’l-asıldır. Tahsîl-i ilm ü
ma'rifet ve tekmîl-i hatt u kitâbet edip, Devlet-i Aliye vak’anüvîslerine kâtip
olmuş idi. Alaca Mescid imâmı, tarîk-ı Uşşâkî’den Şeyh Muhammed Şükrü
Efendi’den ahz-ı tarîkat ve hilâfetle bekâm olup, Şeyh Hüsâmeddîn-i Uşşâkî
türbe-dârı Abalı Hüsâmeddîn’e dâmâd oldu.
Zamânında uşşâkîlerden Tersâne Emîni el-Hâc Yûsuf Efendi[69] pîrine
muhabbeten ve rızâ-yı ilâhîyi taleben türbeyi müceddeden binâ ve bir hâne dahi
inşâ eyledi.[70] Bu hâl
üzere iken Şeyh-i müşârünileyh irtihâl etti. Hz. Pîr’in türbesine defn olundu.
Müstakîm-zâde Süleyman Sadedîn Efendi merhûmun vaktiyle
yazdıkları ve zamanımızda urefâ-yı kirâmdan İbnü’l-Emîn Mahmûd Kemâl Beyefendi
hazretlerinin himmet-i vâkıasıyla sâha-i
matbûâta zînet veren Tuhfe-i Hattâtîn nâm eser-i güzînin 648.
sahifesinde aynen şu ibâre görülmüştür:
“ Şeyh Ahmed-i Hüsâmî
Şehrîdir. Pederi Mısır Çarşısı’nda atâr tüccâr idi. Kendi Kâtib-zâde Muhammed
Refî’ Efendi’den temeşşukla hurde-i nefîs
ve şikest-i ta’lîkda hoş-nüvîs olmuş idi. Bağdâdî Şeyh Muhammed[71] hulefâsından Şeyh Muhammed Şükrî-i Uşşâkî’den[72] ahz-i tarîkat ve tahsîl-i hilâfet edip Kasımpaşa’da ser-levha-i
tarîkatları Şeyh Hüsâmeddîn Hasan-ı Uşşâkî nâm azîzin neslinden olan ve
türbedârı bulunan Hüsâm Dede dâmâdı olmakla cihet-i mezbûreyi bunlara ferâgat
eyledikde zikr-i tevhîde mübâşeret edip Tersâne Emîni Yusuf Efendi Defterdâr ve
Kethüdâ-yı Sadr-ı a’zamî rütbesini ihrâz eyledikde Şükrî-i mezbûr pîr-daş
bulunmakla âsitânelerine hizmet ve müceddeden bir hankâh binâsına himmet
eylemiş idi. Onda ibtidâ-i zikre bunlar ibtidâ eylemişlerdir. Vak’a-nüvîs
kitâbetiyle evkât-güzâr iken devlet-i Mahmûd Hânî’de hizmet-i mezbûreye
gümrükten vazîfe-i muayyene-i yevmiye ta’yîn olunmak, bunların semere-i sa’y-i
himmetleridir. Rebî-ı sânî nısfında rıhlet ve pîr-i tarîkatları hâk-pâyinde
defîn-i türbet olduğu bu bir beyitle ifâde ve iki târih irâde olundu.”.
Ebed Ahmed Efendi tekke-i
Firdevsi kıldı cây
Rasûlün eyleye Kuddûs anı hem-hâl-i Uşşâkî
(ابد احمد افندى
تكيهء فردوسى قيلدى جاى)
= - 1168/(1755)[73]
(رسولك ايليه قدَوس
انى هم حال عشَاقى)
= 1168/(1755)
Mülâhaza:
Abalı Hüsâmeddîn Efendi kızını bu zâta verdi ve
türbe-dârlığı ona ferâğ etti, deniliyor. Aralarında Boşnak Mustafa Efendi ve
Şeyh Hüsâmeddîn Efendi vardır. Ve Abalı Hüsâmeddîn’in irtihâliyle Ahmed Hüsâmî Efendi’nin zamân-ı irtihâli
arasında yüz sene kadar bir zamân hesâb oluhur. Ahmed Hüsâmî Efendi’nin târîh-i
velâdeti ma’lûm olsaydı mes'ele hallolurdu. Fikrimce türbe-dârlığı Ahmed Hüsâmî
Efendi’ye devr eden Boşnak Mustafa Efendi’dir, sonra gelen Hüsâmeddîn Efendi
olsa gerektir
Neyse bu tedkîki azîzimin dâmâdı Şeyh Muhammed Hazmî
Efendi’nin Uşşâkîler hakkında yazmakta oldukları eser-i mühimme bırakalım.
Ahmed Hüsâmî Efendi’nin bir dîvânı olduğu söyleniyor idi. Muharrir-i fakîr
lehü’l-hamd gördüm. Hattâ bir sahaftan satın almak istedim. Ziyâde para
istediğinden alamadım. Onda şeyhi Muhammed Şükrü Efendi’ye intisâbını şöyle
tasvîr ediyor:
İntisâbım sâli bin yüz on idi
İftirâkım kırk birin îydi idi
Eyleyüp mülk-i bakâya rihleti
Yakdı beni hicr-i nâr-ı firkati
Yâ İlâhî zât-ı pâkin hakkıçün
Ol Habîb-i kibriyânın hakkıçün
/202/ Eyle
mülhak ârifîne sen beni
Tâ kemâl üzre bilem bulam seni
Zümre-i pîrân ile mahşûr kıl
Cümle ahbâbım ile mağfûr kıl
Şu fahriyesi pek ârîfânedir. Bunu levha hâlinde hânkâh-ı
şerîfde âvihte-i mevki'-i iftihâr eyledim:
Zât-ı Hakk’ın mazharıyız sırr-ı Sübhân bizdedir
Vech-i Hakk’ın mahremiyiz zât-ı Rahmân bizdedir
Ehl-i derd olanların derdine kıldık biz devâ
Sırr-ı Lokman sâhibiyiz derde dermân bizdedir
Hakk ile hak olmuşuz biz cezbe-i Rahmân ile
Cân u bâş kaydını koyduk vasl-ı cânân bizdedir
Sırrı- Tâhâ ile Yâsîn eyledi bizden zuhûr
Biz ma'ârif genciyiz esrâr-ı Kur’ân bizdedir
Cümle ehl-i dillerin ser-çeşmesiyiz biz Hüsâm
Sâki-i aşk-ı Hudâ’yız âb-ı hayvân bizdedir
Cumhûr sûretinde bestelenmiş olan şu ilâhîsi her hafta
huzûr-ı Hz. Pîr’de kâimen okunur:
Asitânın senin dâru’l-emândır
Himmet eyle bize Pîr Hüsâmeddîn
Şarâb-ı vahdetden kalbimiz kandır
Himmet eyle bize Pîr Hüsâmeddîn
Enbiyâ evliyâ ervâhı bile
Ârifîn âşıkîn erenler ile
Günâhımız afvın sen Hak’tan dile
Himmet eyle bize Pîr Hüsâmeddîn
Ravzana yüz süren olur ber-murâd
Tarîkat rüknünde kıldın ictihâd
Hüsâmî kulundur eyleme âzâd
Himmet eyle bize Pîr Hüsâmeddîn
* * *
Kelâmın gevher-i dürr-i hakîkat Yâ Rasûla'llâh
Dehânın ma’den-i deryâ-yı hikmet Yâ Rasûla'llâh
Nihâl-i serv-kaddin sâye-dâr olmaz zemîn üzre
Vücûdun nûr-ı pâk-ı Rabb-i izzet Yâ Rasûla'llâh
Şehin-şâh-ı serîr-i taht-ı evreng-i risâletsin
"Le-amruk" başına tâc-ı
nübüvvet Yâ Rasûla'llâh[74]
Dinildi şânına "Levlâke levlâk" ey şeh-i âlem[75]
Sen oldun kâinâta bahr-ı rahmet Yâ Rasûla'llâh
Humâr-ı derd-i hicrinle harâb-ender-harâb oldum
Cemâlin ru’yetidir bana vuslat Yâ Rasûla'llâh
Kerem-kâra kapında pâ-bürehne bir gedâyım ben
Nigâh-ı merhametle eyle şefkat Yâ Rasûla'llâh
Bu abd-i pür-kusûrun Şeyh Hüsâmî’ye inâyet kıl
Umar rahmet cezâ senden şefâat Yâ Rasûla'llâh
Ahmed Hüsâmî Efendi’nin şeyhi Muhammed Şükrü Efendi’nin
tercüme-i hâlinden âtîde bahs olunacaktır.
Yazıcı Şeyh Muhammed Safvetî Efendi
Ahmed Hüsâmî Efendi’den Şeyh Muhammed Safvetî Efendi’ye
gelinceye kadar Muhammed[76] ve Ahmed ve
Nûru'llâh[77] nâmında üç
zât sırasıyla post-nişîn olmuşlar ise de bunların ne kadar müddet icrâ-yı
meşîhat ettikleri ve târîh-i rihletleri ve medfenleri hakkında ma'lûmâta mâlik
değilim. Acaba civâr-ı Hz. Pîr’deki lahdlere mi konuldu, yoksa hâricte mi defn
edildi anlaşılamıyor.
Şeyh Muhammed Safvetî Efendi’ye gelince, Ayvansarayî
merhûmun Vefeyât-nâme’sinde muharrer olduğuna göre Yeniçeri
yazıcılarından iken terk-i me’mûriyyet etmiş, bu sebeble şöhret bulmuştur. Hadîkatü’l-Cevâmi’de
kendisinin Edirne meşâyıhından olduğu muharrerdir. Şeyh Cemâleddîn-i Uşşâkî
hazretleri Edirne’de iken, onun şems-i tâbân-ı Cemâline âşık olarak dâhil-i
dâire-i feyz olmuş ve ikmâl-i sülûka muvaffak olarak istihlâf buyurulmuştur.
Bunun üzerine Edirne’de müceddeden bir tekke inşâ eyleyip şeyhinin irtihâline
kadar, /203/ ya'nî 1164/(1751)
senesine kadar Edirne’de bulunup sonra İstanbul’a gelmiştir. Hz. Abdullâh
Salâhaddîn-i Uşşâkî ve Hz. Bedreddîn Mahmûd-ı Uşşâkî ile pîrdaş olup, onlar ile
hem-hâl olmuş bâ-husûs Hz. Salâhîye arz-ı muhabbette ileri gitmiştir.
Hz. Salâhî, esâsen Hz. Cemâleddîn’in nefes-i
nefîsine mazhar olmuş bir burhân-ı
tarîkat olduğundan ve halîfetü’l-hulefâ bulunduğundan ona arz-ı muhabbette pek
isâbet ettiği derkâr bulunmuştur. Hattâ Hz. Salâhî’nin âsâr-ı himmetine arz-ı
iftikâr eylemiştir ki, büyüklüğüne delâlet eder.
Zamânımızda bir şeyhten birkaç kişi hilâfet alsa her biri
şeh-süvâr-ı meydân-ı ma'rifet kesilir. Hâlbuki içlerinden birinde sırr-ı emânet
mütecellî olacağından ona iftikârdan hâlî olmamaları âsâr-ı kemâldendir.
Şeyh Muhammed Safvetî Efendi diyor ki:
Ol nûr-ı Salâhî bana âh eylese himmet
Bu'diyyet olur cân u dile bâdî-i kurbet
Ey yâr dil hark-şodedir misl-i sefîne
Düşdü ona bir nâr-ı gam âsâr-ı muhabbet
Seyr eyle kenâr-ı dil-âzârı cihânda
Geldi bu hevâlarla ona haylice şiddet
Varsaydı eğer mutmainin sâhilin ister
Ol demde müyesser heme lîmân-ı sükûnet
Fark eyleyemem ağ u kara semtini sûfî
Ma’lûm-ı ilm-i cânım olup kalb ise illet
Dergâh-ı Salâhî’ye gelip bâ-dil-i ihlâs
Her gûşesi leb-rîz-i maârifle hidâyet
Ağyâr ise de cân u dilim min vechin ammâ*
Envâr-ı hakîkat görünür ayn-ı hüviyyet
Her hazrete bir kesret ile hatve-günân ol
Ma’nen yine bu Safvet’e mir’ât ola vahdet
Şöhreti Şeyh Muhammed’dir. Safvetî mahlasıdır.
1185/(1771) senesinde Hânkâh-ı Uşşâkî’de
Şeyh Muhammed Nûru'llâh Efendi tegayyüb etmesiyle meşîhat münhâl olunca
bi’l-istihkâk meşîhat uhde-i ârîfânelerine
tefvîz olunmuştur. Yedi veya sekiz sene kadar icrâ-yı meşîhat eylediler.
1192/(1778) senesinde âzim-i gülşen-sarâ-yı cinân oldular. Harem dâiresinin
ilerisindeki bahçeye defn olundular ki, elyevm yol üstündedir. Muvâcehe
penceresi vardır, ziyâret olunur. Kabirlerinin üzeri açıktır ve demir şebeke
ile muhâttır.
Mezâr taşında şu beyitler yazılıdır:
Merd-i kâmil Şeyh Yazıcı Efendi hazreti
Âlem-i kesretde bulmuşdu vücûd-ı vahdeti
Âsitân-ı Pîr Hüsâmeddîn-i Uşşâkî’de ol
İhtiyâr itmişdi uzletle dem-â-dem halveti
Râh-ı Hak’da nice sâl irşâd ile me’mûr olup
Sâlikân buldu yüzünden dürlü feyz ü himmeti
Şeş cihetle didi Hâlet[78] bendesi
târîhini
Nâil-i dâr-ı naîm oldu Muhammed Safvetî
(نائل دار نعيم اولدى محمد صفوتى)
Müstakim-zâde merhûm dahi şu târîhi söyleyerek kadrini
takdîr etmiştir:
Duâ-yı bî-nihâyet eyleyüp züvvâr okur târîh
Yazıcı Şeyh Muhammed dedi Yâ Hû geçdi me’vâya
(يازيجي شيخ محمد ديدى يا هو كچدى مأوايه)
/204/ Salâhaddîn-i Uşşâkî ve Mahmûd Bedreddîn-i Uşşâkî’den beş
sene evvel âlem-i bakâya revân olmuştu.
Ashâb-ı kemâlden bir merd-i rûşen-dildir. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
Âşıkâne bir na'tını gördüm:
Cemâlin pertev-i nûr-ı Hudâ’dır Yâ Rasûla'llâh
Cebînin âşıka nûr-ı likâdır Yâ Rasûla'llâh
N’ola aşkınla cân virse Yazıcı kulun uşşâkî
Kapın bekler hemîn kemter gedâdır Yâ Rasûla'llâh
Şeyh Seyyid Muhammed Nizâmeddîn Efendi
Pîr-i sâni Seyyid Cemâleddîn-i Uşşâkî-zâdedir. Muhammed
Safvetî Efendi merhûmdan sonra Hânkâh-ı Hz. Pîr’de 4 Cemâziye’l-evvel 1192/(31
Mayıs 1779)’de şeyh olmuş idi. Yedi sene icrâ-yı meşîhattan sonra vedâ'-ı
âlem-i fânî eylediler ki, 1199/(1785) senesine müsâdiftir. Kasımpaşa’dan
peder-i ekreminin dergâhına nakl olunan cenâzesi civâr-ı Hz. Cemâleddîn’de vedîa-i
hâk-i rahmet kılındı. Cemâleddîn-i Uşşâkî Dergâhı meşîhatı da uhdesinde munzam
idi. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
Şeyh Seyyid Muhammed Cemâleddîn Efendi
Hz. Nizâmeddîn’in oğludur. Pederinin yerine 17 Zi'l-ka'de
1199/(22 Eylül 1785)’da câlis-i seccâde-i reşâdet olmuş ve kırk dört sene arz-ı
hizmetten sonra 1243/(1827) senesinde katâr-ı ehlu'llâha dâhil olup rehrev-i
âlem-i Cemâl olmuştur. Bu zât da ceddinin karîninde âsûde-nişîn-i mağfirettir.
Şeyh Seyyid Alâeddîn Efendi
Hz. Cemâleddîn’in mahdûmudur Pederinin yerine 26 Safer
1243/(19 Eylül 1827)’te hem Hânkâh-ı Uşşâkî’de hem de Savaklar’daki Âsitâne-i
Cemâlî’de post-pîrâ-yı hilâfet oldular. Dokuz sene kadar hıdmet-i
reşâdette bulunduktan sonra tâuna
tutularak güzer-gâh-ı fenâdan çekilip gitdiler.
Ceddinin yanında müstağrak-ı rahmet-i Rahmân’dır. Sene :
1251/(1835). (Kaddese'llâhu sırrahû)
Şeyh Seyyid Muhammed Kerâmeddîn Efendi
Alâeddîn Efendi bilâ-veled irtihâl eylediğinden meşîhat,
pederi Cemâleddîn Efendi kerîmesi Şerîfe Kâmile hânımın mahdûmu Seyyid Kerâmeddîn
Efendi’ye teveccüh etmiştir. Vâlidesi Cemaleddîn Efendi haremi olup Lokmagöz
Ömer Efendi kerîmesidir. Meşîhat teveccüh ettiğinde sinnen küçük olmakla
Edirne’den Muhammed Sıdki Efendi gelip vekâlet ettiği Kadirîhâne’deki Tomâr’da
görüldü.
12 Cemâziye’l-evvel 1251/(6 Eylül 1835)'den
1257/(1841)'ye kadar icrâ-yı meşîhat ettikleri anlaşılıyor. Mahdûmu şeyh Cemâl
Efendi'nin müddet-i meşîhatı, kendine vekâlet edenlerin zamânı da dâhil olduğu
hâlde yetmiş bir sene olduğu rivâyetine bakılırsa pederinin irtihâli
1260/(1844) olmak lâzım gelir ki kayden tahakkuk etmiştir. Seyyid Alâeddîn
Efendi’nin irtihâli târîhiyle arada altı sene fark vardır ki, bu kadar müddet
meşîhatı istidlâl olunur. Bu zâtın dahi kurb-ı Hz. Seyyid Cemâleddîn’de
gunûde-i hâk-i gufrân olduğu ma'lûmdur.
Şeyh Seyyid Muhammed Cemâleddîn
Pederinin ya'nî Seyyid Muhammed Kerâmeddîn Efendi’nin irtihâlinde sinnen pek küçük[79] olmasından
nâşî Şeyh İbrâhîm Efendi nâib olmuş ve Yatağan imâmı ve Hz. Sünbül türbe-dârı
ve Şeyh Râzî Efendi merhûmun pederi, meşâyıh-ı Sünbüliyye’den Muhammed Hamdi
Efendi’nin de bir müddet vekâlet ettiği müstebân olmakta bulunmuştur. (s.251)
Muhammed Sıdkî Efendi 1273/(1857)’te irtihâl-i dâr-ı naîm
eylemiş olup, bu zâtın Cemâl Efendi’ye vekâleti gayr-i vâki'dir. Vekâletine
dâir, dâire-i evkâfta resmen bir kayıt
yoktur. Hz. Pîr’in ayak ucunda medfûndur.
Cemâleddîn Efendi’nin şeyhi bu zât olup, Şeyh Vahdî
Efendi’nin rivâyetine göre Muhammed Sıdkî Efendi halîfesi olup, 1291/(1874)’de
vefât eden Muhammed Tevfîk Efendi’den hilâfet almıştır. Silsile-i tarîkatı
tahkîk edemedim. İbrâhîm Efendi, Bayrampaşa şeyhi idi. Cemâleddîn Efendi’nin
fiilen meşîhatı Muhammed Sıdkî Efendi’nin vefâtından i'tibâr olunursa elli
sekiz senedir.
/205/ Müddet-i meşîhatları elli üç sene olduğuna dâir rivâyet
varsa da şeyhinin irtihâli 1273/(1857) olursa kendi irtihâline kadar 55 sene
geçiyor. Şeyhinin hayâtında müstahlef olacağına göre elli beş seneden fazlayı
kabûl etmek zarûreti görünür. Cemâl Efendi merhûmun târîh-i velâdeti ve
hilâfeti ma'lûm olmadığından târîhe karışan bu hakîkatları taharrîye imkân
bulunamamaktadır.[80] Şeyhinin
irtihâlinde Cemâl Efendi’nin sinni yirmiyi geçmiştir.
Şeyh Cemâl Efendi, nev’i şahsına münhasır, celâli
cemâline gâlib, titiz bir zât idi. Mütevâzı’, halûk, mücâhid olup dâimâ tâc ile
gezerdi. Orta boylu, beyâz sakallı, melîhü’l-vech olup başı dâimâ matrûş idi.
Hâl-i hayâtında Hz. Pîr’in ayak ucunda kendine bir kabir ihzâr eylemiş idi. Her
tekkeye gitmez, pek sevdiği meşâyıhın da'vetlerine iltîfât ederdi. Meşâyıh-ı
sâire-i Uşşâkıyye ile hem-hâl olmak istemezdi. Zamânında feyz ü irfânı şöhret
bulan İmrahor’daki Uşşâkî şeyhi Muhammed Emîn-i Tevfîkî Efendi ile o kadar
hem-hâl olmaz, tekkesine ve sâir Uşşâkî Tekkelerine gitmezdi. Fakat Uşşâkî
şeyhleri âsitâneye gelirlerse hürmet ve iltîfât eylerdi.
Hânkâh, zamân-ı meşîhatında müceddeden inşâ ve tefrîş ve
tezyîn olunmuş idi. Her tarafı pek temiz tutardı. Yetişmiş bir evlâdı vardı,
âzim-i gülşen-sarâ-yı cinân oldu. Hz.
Pîr’in türbesi karşısındaki türbede ortadaki kabre defn eyledi. Başka evlâdı yok idi. Bu hâl Cemâl Efendi’yi
ziyâdesiyle dâğ-dâr eylemişti. Haremi de kendinden evvel irtihâl edip onu da
sol taraftaki kabristâna defn etmişti.
Cemâl Efendi kimsesiz kalmış idi. Böyle iken hânkâhın
hizmetine bi’z-zât vakf-ı cân eylemiş
idi. Hânkâhın sabâhleyin kuyularını açar, ashâb-ı ziyârete güşâde bulundurur.
Her gece cemâatla yatsı namâzı kılınır, zikru'llâh edilirdi. Yedirmeyi içirmeyi
pek severdi. Fukarâ-perver idi.
Selâmlıkta şeyh odasında kapı yanına postunu koymuş,
orada oturur[81], âsâr-ı
tevâzu’ gösterir idi.
Bundan, ya'nî 1343/(1924) senesinden yirmi dört sene
evvel bir gün Hz. Pîr efendimizin âsitân-ı bülend-eyvân-ı kutbiyyet
penâhîlerine rû-mâl olmak üzere Kasımpaşa’ya gitmiş idim.Hz. Cemâl’e mülâkî
oldum. Fevka'l-âde âsâr-ı muhabbet gösterdiler. Delîl olup, ravza-i Hz. Pîr’e
götürdüler. Kendi kabirlerini gösterdiler. Odaları gezdirdiler. Eızze-i kirâm
hakkında bildikleri ma'lûmâtı verdiler. Fakîri memnûn u mutayyeb kıldılar. Her
ne zamân, her nerede görseler, âsitâneye da'vet ederler, rû-yı iltîfât
gösterirlerdi. Safvet-i kâmile-i kalbiyyeye mâlik olup, öyle inceden inceye
gıll ü gıştan âzâde idi. Bundan dolayı beyne’l-meşâyıh safveti mevzû’-ı bahs
olurdu. Merâsime ziyâde riâyet-kâr idi.
/206/ Edirneli Şeyh Muhammed Sıdkî Efendi hazretlerinin
Keçeciler’deki Bedreddîn Dergâhı’nı inşâ ettiği gibi, Hânkâh-ı Uşşâkî’yi de
ez-ser-i nev ihyâ eyledikleri Kâdirîhâne’deki
tomârda te'yîden musarrahtır.
Üsküdar’da Hz. Nasûhî Âsitânesi şeyhi Seyyid Kerâmeddîn
Efendi anlattılar:
“Cemâleddîn Efendi’nin vefâtından birkaç sene evvel hem
Hz. Pîr-i Uşşâkî’yi ziyâret etmek ve hem zikru'llâhta bulunmak üzere Ümmî Ahmed
Efendi hazretleri dergâhı şeyhi efendi ile birlikte Kasımpaşa’da hânkâha gitmiş
idim. Cemâleddîn Efendi fevka'l-âde ikrâm gösterdi. Avdet zamânı oldu, müsâade
taleb ettik. Beş dakîka tevakkuf edilmesini ihtâr ve âdetâ ricâ etti. Ve beş
dakîkanın hitâmında gidebileceğimizi beyân eyledi. Kalktık, selâmlık kapısının
önünde iki dervîş ellerinde buhurdânlıklar olduğu ve kendisi berâber bulunduğu
hâlde cümle kapısına kadar teşyî’ etti. Buhurdânlıkla âsitâne meşâyıhını
istikbâl ve teşyî’ etmek de’b-i tarîktan olduğunu bilirim. Kimse bu usûle
şimdiye kadar riâyet etmezler idi. Lâkin müşârünileyhin gördüğü terbiyenin
semeresidir. Bu usûlü bu zamâna kadar muhâfaza etmesi şayan-ı takdîr ve hüsn-i
ahlâkına dâl bir hâldir.”
Perşembe günleri cem'iyyet-i zikirde Sûre-i Mülk’ü cumhûr
ile okur. Ale’l-ekser ku'ûdan zikreder. Ba'zan alâ-rivâyetin zuhûrât-ı
ma'neviyye üzerine devrâna kalkar idi. Dâimâ, ‘Âsitânın senin dâru’l-emândır.’ ilâhîsini cumhûr ile okurdu. Sünbülî usûlü
devrân yapardı.[82] Gerek
kelime-i tevhîd de gerek ism-i Celâl’de gerekse ism-i Hû’da darb usûlünü
yapmazdı. Bu usûlü Hulûsî hazretlerinden muntakilen Emîn Efendi te'sîs eylemiş
idi. İkindi namâzından sonra da usülleri vardı.
Kâdirîhâne'de tanzîm olunmuş bir eser vardır ki,
bi'l-cümle tekâyâdan güzerân eden meşâyıhın esâmî vü irtihâllerini müş'irdir.
Bunda hânkâh-ı Uşşâkî şeyhi merhûm Cemâl
Efendi'nin isimleri hizâsında şu ibâreyi okudum:
"Cemâl Efendi'ye, Ciciburun
İbrâhîm Efendi vekîl olup, ba'dehû Hz. Sünbül türbe-dârı ve Yatağan Câmii imamı
Hamdî Efendi vekâlet eyleyip bir müddet sonra Edirne'den meşhûr ve mazanna-i
kirâmdan eş-Şeyh Muhammed Efendi hazretleri teşrîf buyurmakla kîse-i şeyhânelerinden
müceddeden tekkeyi i'mâr ve inşâ ettiler. Bi’l-âhare Keçeciler'deki Uşşâkî
tekkesi arsasına dahi müceddeden dergâh inşâ ve orayı ihyâ ettiler. Burada
irtihâl eylediler. Meşâyıh-ı dedegân ve cemm-i gafîr huzûruyla Kasımpaşa'ya
nakl ve oraya defn olundular.. Sene
1273/(1856)"
Evvelce Cemâl
Efendi'nin pederleri Kerâmeddîn Efendi'ye de vekâletleri mezkûr eserde muharrer
olmasına nazaran evvelce İstanbul'u teşrîf ettikleri ve ikinci gelişlerinde
âsitâne-i Pîr'i ve Bedreddîn Dergâhı'nı ihyâ buyurdukları nümâyândır.
Ciciburun İbrâhîm
Efendi ne tarihe kadar Cemâl Efendi'ye vekâlet ettiği anlaşılamıyor. İrtihâli
1271/( 1854) olunca Hamdî Efendi belki bundan sonra vekâlet etmiştir.
Hulefâsı:
Savaklar şeyhi Ali Efendi ve sıhhiye me’mûrlarından Sabri
Efendilerle Filibeli İsmâîl ve dîğer İsmâîl Efendiler halîfeleridir. Her iki
İsmâîl Efendi Hırka-i Şerîf civârında Keçeciler’de Mahmûd Bedreddîn Dergâhı’nda
icrâ-yı meşîhat eylemişlerdir. Şeyh
Mahmûd Bedreddîn Efendi Vakfiyyesi’nde dergâh meşîhatını evlâdiyyet olmak üzere
kabûl etmediğinden Âsitâne-i Aliyye-i Uşşâkıyye’de seccâde-pîrâ-yı meşîhat olan
zâttan ikmâl-i sülûk ile nâil-i hilâfet olmuş zevâta hasr eylediğinden
mûmâileyhîmânın Cemâl Efendi merhûmdan hilâfetle orada şeyh olmaları bu hikmete
müstenittir.
Cemâl Efendi 3 Rebîu’l-evvel 1331 ve 26 Şubat 1328/(10
Mart 1912) târîhine müsâdif Salı günü irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir.
İrtihâllerinde sinn-i âlîleri seksene karîb idi. Son zamânına kadar gâyet dinç
olup, hâl-i zindegîsini muhâfaza etmiştir. Nevâfile riâyeti ziyâde olup,
müteheccidînden olduğu ve geceleri türbe-i Hz. Pîr’de sabâhladığı hem-bezmi
olan zevâtın menkûlatındandır.
Na’ş-ı mübârekleri ba'de’t-techîz ve’t-tekfîn ihtirâmât-ı
lâika ile Kasımpaşa’da Câmi'-i Kebir’e getirilip öğle namâzını müteâkib
cemâat-i kübrâ ile namâzı edâ olunmuş ve herkesin mefârık-ı ta'zîminde /207/
tekbîr ü tehlîllerle hânkâha nakl olunup, türbe-i Hz. Pîr’de vaktiyle ihzâr
eylediği kabirde mevdû’-ı rahmet-i Rahmân olmuştur.
Cemâleddîn Efendi merhûm bî-kes olduğundan cenâzesinin
emr-i hizmetinde meşâyıh-ı Rufâiyye’den Muhammed Vahdî Efendi’inin hüsn-i
tertîb ve gayreti meşhûd olmuştur. Fakîr o gün cenâzede bulunmuştum. Kabirleri
açıldıkta su çıktığından boşaltılmış ise de yine su geldiğinden iki büyükçe taş
konulup tabutuyla maan Hz. Şeyh Defn olunmuş idi. (Rahmetu'llâhi aleyh)
Hakk-ı âlîlerinde söylenen târîhtir:
Teferrüs eyle yâhû bu fenânın hâletin anla
Bütün mevcûd hâlikdir Hudâ’dır yalınız Bâkî
Şehin-şâhlar gedâlar baş eğer pîş-i celâlinde
Çıkarma hâtırından zî-haşim Sultân-ı Hallâkı
İçüp câm-ı Hüseynî’den hakîkî neş’e-mend oldu
Cemâl-i zî-kemâlin bâde-i aşk idi ezvâkı
Rahîk-ı kevserinden teşne-dil ol Hâlık-ı aşka
Virir mînâ-i lebrîzi cenâb-ı Haydar-ı sâkî
Cihânı mehbıt-ı envâr iderdi vech-i ezkârı
Semâ-yı i’tilâya yükselirdi feyz-i
işrâkı
Bu dergâhda nice yıllar olup ser-mesned-i irşâd
Cemâliyle münevver eyledi bir hayli müştâkı
Sadâ-yı cân-fezâsı titredirdi kalb-i uşşâkı
Melâik raks iderdi cûşa gelse vecd-i eşvâkı
Sezâ-yı vasl-ı cânân olmaya bezl-i cihâd itdi
Fedâ-yı cân
edip terk eyledi lezzât-ı âfâkı
Visâl-i yâra cânlar arz iderken buldu cânânın
Olup ma’şûkuna vâsıl Cemâleddîn-i Uşşâkî
Azîzim Safvet-âsâ bî-bakâdır cümleden âlem
Cihân mahkûm-efnâdır Hudâ Bâkî Hudâ Bâkî
3 Rebîu’l-evvel 1331 ve 26 Şubat 1328 yevm-i Salı
Sandûkalarının önündeki levhadan:
“Seccâde-nişîn-i âsitâne-i Hz. Pîr eş-Şeyh Seyyid
Muhammed Cemâleddîn Efendi b. eş-Şeyh Seyyid Muhammed Kerâmeddîn Efendi b.
el-merhûe eş-Şerîfe Kâmile Hâtûn bint-i eş-Şeyh Seyyid Cemâlî b. eş-Şeyh Seyyid
Muhammed Nizâmeddîn b. eş-Şeyh Pîr-i sânî Seyyid Muhammed Cemâleddîn-i Edirnevî
el-Uşşâkî.”
Bu levhayı dahi kendisi hâl-i hayâtında yazdırmıştır.
Cemîle Sultân-zâde Âişe Sultân, Şeyh Cemâleddîn Efendi’ye
müntesibe idi. Şeyhinin irtihâlinde sandûkanın üzerine kıymet-dâr bir şâl ferş
eylemiştir. El'ân mevcûddur.
Hulâsa-i kelâm Cemâl Efendi. Mesleğine âşık bir nâdire-i
rûz-gâr idi. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
Şeyh Muhammed İzzet Efendi
Cemâl Efendi’nin bilâ veled irtihâlinden hânkâh meşîhatı
münhâl olmuş idi. Meşîhata talip olarak bâb-ı meşîhata arz-ı hâl verenlerin
adedi doksan altıya varmıştı. Takdîr-i ilâhî Muhammed İzzet Efendi’ye taalluk
etti. 15 Teşrîn-i evvel 1329/(27 Ekim 1913)’da buraya post-nişîn oldu. Sülâle-i
Hz. Pîr’den olduğu mervîdir. İlmen ve sülûken tehî-destân-ı ümmetten idi.
Dört buçuk sene kadar icrâ-yı meşîhattan sonra âzim-i
dâr-ı bakâ (eyledi.) /208/ Türbe-i Hz. Pîr’de Cemâl Efendi merhûmun
kabri yanında medfûndur. Muhammed Efendi isminde bir kahve nakîbi vardı. Ona
hilâfet vermiştir.
Bilâ-veled vefâtı hasebiyle hânkâh meşîhatı tekrâr
inhilâl eyledi. Şeyhü'l-islâm Mûsâ Kâzım Efendi merhûmun ârzûsuyla azîzim Şeyh
Mustafa Sâfî Efendi hazretlerine meşîhat tevcîh buyrulmuştur.
Şeyh Mustafa Hilmî-i Sâfî Efendi
1274/(1858) sene-i hicriyyesinde zînet-sâz-ı âlem-i şuhûd
olmuştur. Maskat-ı re’sleri Burdur’dur. Pederleri Dervîş Ağa-zâde Ali
Efendi’dir. Tahsîl-i ibtidâîleri Burdur’dadır. Ârzû-yı zâtîleriyle hıfz-ı
Kur’ân’a muvaffak olmuştur. Ailesi mâni’ olur diye bidâyeten hıfza müdâvim
olduklarını ihsâs etmeyerek ikmâle muvaffak oldukları ve ailesi ancak hıfz
cem'iyyetinde işe vâkıf bulunduğu
menkûldür.
Bidâyeten Burdur’da dayısı Ahmed Ağa’nın kızı Hatice
Hânım’ı tezevvüc edip, fakat müşârünileyhâ 1320/(1904) târîhinde İstanbul’da
kara sevda getirerek kendini salb eylemiştir. Eyüpsultân’da medfûnedir. Bundan
Cemâl Efendi isminde bir erkek ve Mürşide Hânım isminde bir kız evlâdı
olmuştur. Bi'l-âhare burada bir dîğer hânımla izdivâc eylemiş ve ondan da bir
oğlu olmuş ise de bu hânımla adem-i muaşeret hasebiyle müfârakat etmiş ve bu
oğlu ise tarîk-ı nâ-hemvâra sâlik olmak hasebiyle dâire-i muhabbet-i pederden
hâricte kalmıştır.
Elyevm dîğer Hatice Hânım nâmında bir muhaddere-i ismet
ile hem-dem bulunuyorlar ki, fahru’n-nisâ ıtlâkına şâyândır ve azîzimin
saâdet-i hâline hizmetkârdır.[83]
Mustafa Efendi hazretlerinin mahlası Hilmî’dir.
Kendileri bu mahlasın hakîkaten mümessili olup, hilmleri derece-i kemâldedir.
Onların mertebesinde halîm bir zâta müsâdif olmadım diyebilirim.
/209/ Burdur’dan berâ-yı tahsîl İstanbul’a gelmeleri 13 Şevvâl
1296/(30 Eylül 1879) târîhine müsâdiftir. Fâtih’te allâme-i şehîr Hâfız Şâkir
Efendi merhûmun hâlaka-i tedrîsine dâhil olup, ikmâl-i tahsîl ederek
1300/(1883) sene-i hicriyyesinde ahz-ı icâzeye muvaffak olmuştur. 1304/(1887)
senesinde Fâtih’te derse çıkarak, 1319/(1901)) senesinde icâze verip, Huzûr
Hocalığı’na kadar irtikâ etmiştir. Talâkat-ı beyâniyyesi, tedkîkât-ı ilmiyyesi,
ihâta-i külliyesi i'tibârıyla şem’-ı irfânına teveccüh eden talebesi ziyâde
idi. Hattâ Hâlebî okuttuğu zamân dört yüz talebe rahle-i tedrîsinin
etrâfını kuşatır idi.
Tarîkat-ı aliyyeye meyl ü muhabbeti vardı. Anadolu ve
Rumeli bilâdından pek çoklarını gezmiş, ehl-i hâl ve sâhib-i kemâl zevâta
mülâkî olmuş, enfâs-ı kudsiyyelerinden istifâde eylemiştir. Mesnevî-i
şerîfi, Şeyh Hüsâm Efendi merhûmun telâmîzinden Hacı Muhammed Tâhir Efendi
merhûmdan taallüm ederek iktisâb-ı feyz eylemekle berâber 1300/(1883) târîhinde
Nazilli’ye azîmetle nûr-ı dîde-i uşşâk Şeyh Şihâbeddîn Efendi’ye Şeyh-zâde Şeyh
Muhammed Efendi delâletiyle initisâb eylemişler, onlar da Şeyh Fahreddîn
Efendi’ye emânet buyurmuşlardır.
Şeyh Şihâb Efendi 1316/(1898)’de Nazilli’de irtihâl-i
dâr-ı naîm eylediler.
Mustafa Efendi hazretleri tevârih-i muhtelifede İzmir,
Üsküp[84], Selanik,
Kosova, Edirne[85], Manastır, Konya, mükerreren Nazilli ve Bursa'ya seyâhat ederek neşr-i
envâr-ı tarîkat u şerîat buyurmuşlardır.
Hayli seneler Şeyh Muhammed Emîn-i Tevfîkî hazretlerinin
feyz-i nazarlarına mazhariyyetle Fahreddîn-i Himmetî tarafından 1324 senesi
Ramazân’ının leyle-i Kadr’inde (15 Kasım 1906) istihlâf olundular.
/210/ On dokuz sene Kuleli İ’dâdîsi, Soğukçeşme, Fâtih, Eyüp,
Kocamustafapaşa ve Baytar Mekâtib-i Rüşdiyye-i Askerîyyesi’nde Arabî, Farisî,
Ulûm-ı Diniye, Akâid-i İslâmiyye tedrîsâtıyla meşgûl oldular. 1327-1325/(1909)
senesinde İstanbul’da Fındık-zâde Tekkesi – Taşkasabın ilerisindedir. –
meşîhati inhilâl eyledikte (Şeyh ârif Efendi) azîzim onu[86] istihlâfen
buraya ta'yîn olundular.
Fındık-zâde Tekkesi esâsen Nakşî zâviyesi olduğundan,
Nakşî usûlüyle de icrâ-yı âyîn lâzım gelmekle Şeyh Mustafa Efendi hazretleri
tercüme-i hâli Nakşıbendîler faslında zikr olunan Şeyh Arab Saîd Efendi
merhûmdan Tarîk-ı Nakşıbendî’den mücâz oldular.
İstidrâd kabilinden olarak arz edeyim ki, bu dergâhın
bânîsi Fındık-zâde İshâk Efendi’dir. 1217/(1802) senesinde inşâ olunmuştur.
Târîh-i dergâh:
Hazret-i
İshâk Efendi ol mevâlî fahri kim
Âsitân-ı
Nakşıbendî dâimâ isterdi câh
Yapdı bu
dergâh-ı Hatm-i Hâcegânı şöyle kim
Sâlikân-ı
râh-ı Hakk’a ola bir câ-yı penâh
Menzil-i
çille-keşân olsa n’ola Yâ Hak diyu
Tîr-veş
maksûdun istesen güşâde oldu râh
Gir tarîk-ı
Nakşıbend’e nakş-bend ola azîz
Sırr-ı tevhîd
ile mir’ât-ı dile eyle nigâh
Câme-i
mahviyyeti giy bozulur nakş-ı kubâ
Sür Celâl
ismini hep aşkın Cemâl ide ilâh
Ka’be-i
uşşâk-ı Hak’dır söyle târîhin Refî’
Nakşıbendî
dergeh-i İshâk Efendi kıble-gâh
Şeyh Mustafa Efendi hazretleri hem hatm-i hâcegân yapar,
hem de Uşşâkî ayîn-i şerîfi icrâ ederdi. Tekke erbâb-ı aşk u muhabbete
cilve-gâh olmuş idi. Burada harîk-ı kebîre kadar bulundular. Harîk-ı kebîrde
tekke dahi tu’me-i lehîb olmakla azîzim açıkta kalmış idi. Harîktan iki üç gün
sonra Şeyhü'l-islâm Mûsâ Kâzım Efendi delâletiyle Kasımpaşa’da münhâl bulunan Hânkâh-ı Hz.
Hüsâmeddîn-i Uşşâkî meşîhatına nakl-i meşîhat eylediler. 10 Hazîrân 1334/(1918).
Azîzimin kıymet-dâr bir çok kütüb-i nefîsesi iş bu
harîkta zâyi’ olmuştur. Buna âsâr-ı telehhüf gösterirlerdi. Ancak kendilerinin
kitâb-ı kâinât olması erbâb-ı irfân için medâr-ı tesellî olacak husûsâttandır.
Günden güne şöhretleri artmaya ve bir çok teşne-gân-ı
ma'rifet, âb-ı zülâl-ı irfânlarından sîr-âb olmaya başladı. Mürîdânın adedi
günden güne tezâyüd eyledi. Hânkâh-ı şerîf, tavâf-gâh-ı ehl-i aşk u muhabbet
oldu.
Perşembe günleri zikr-i şerîfden evvel Mesnevî-i
şerîf takrîr ederlerdi. Bir zamânlar buna muntazaman devâm buyura geldikleri
hâlde bir aralık nâtıkalarına rekâket ve bir kısım a'zâ-yı vücûduna rehâvet
gelmesi mülabesesiyle Mesnevî-i şerîf tedrîsine devâm edememişlerdir.
Etıbbânın şiddetle tavsiyesi lisânlarını ve vücûdlarını yormamaları merkezinde
idi.
/211/ Kerâmet-i ilmiyye vü kevniyyeleri zâhirdir. Mürşid-i
kâmil ü mükemmildir. Esrâr-ı sülûku bi-hakkın ârif, gavâmız-ı ilm-i tevhîde
âgâh bir velliyyu'llâhtır. Kuvve-i hâfızaları akl-ı beşerin ihâta edemeyeceği
derecede metîn olup, şeyhûhet hâlinde fikren zindegî-i tam üzeredirler.
Bi’l-farz her ne husûs için mübâhase cereyân ediyorsa Mesnevî-i şerîften
ona dâir olan ebyâtı derhâl müselselen okuyuverirler. Hz. Salâhaddîn-i Uşşâkî,
Hz. Mısrî-i Niyâzî, Hz. Sezâî-i Gülşenî dîvânları hâfızasındadır. Her bir
mübâhesede ona taalluk edecek beyitleri suhûletle tahattur buyururlar; binlerce
mürîdânının isimlerini ve her birinin seyr ü sülûklarındaki mertebesini bilir,
gâyet ârîfâne ta'bîr ve tesellî ederler.
Mazbût olabilen ahvâl-i ârîfânelerini inşâa'llâh imkân
müsâid olursa Ahvâl-i Sâfiye diye yazmak niyetindeyim. Burada iki
vak’adan bahs edeceğim:
Bir gün Mesnevî-i şerîf takrîr buyururlarken
sâmiîn meyânında idim. Ebyât-ı Mesneviyye’yi hîn-ı kıratta dişlerinin
noksânlığı hasebiyle iyice telaffuz edememeleri nazar-ı dikkat-i âcizânemi celb
eyledi. Dişleri olsaydı şîve-i mahsûsu ile okusalardı daha hoş bir te'sîr
husûle getirecek diye düşündüm. Ders bitti. Ba'de’z-zikr şeyh odasına avdet
buyurdular. Yüzüme bakarak:
“Evlâdım! Biz lafızdan ma’nâya intikâl ettik. Onu
şive-i mahsûsu ile elfâzı üzerinde dinlemek isteyenler Tönbekçi Acemlere
gitsinler. Biz bu kadar okutabiliriz. Hoş görmeli sinnim ilerledi. Esâsen
okuduk, okuttuk, unuttuk.” dediler.
Kalbimden geçen hâli yüzüme çarptılar. Meyvenin hâlâ
kışrında dolaştığımdan dolayı ta'zîr buyurdular. Kerâmet-i irfâniyyelerini setr
için mahviyyet gösterdiler.
Yine bir gün cem'iyyet-i zikr esnâsında zâkirbaşı Şeyh
Cemâl Efendi, Hz. Mısrî-i Niyâzî’nin,
Halk içre
bir âyîneyim herkes bakar bir ân görür
Her ne görür
kendi yüzün ger yahşı ger yaman görür
Ol dilber-i
mehdî adı sükker dürür halka tadı
Mısrî çeker
bu mihneti ol râhat-ı Rahmân görür
gazelini
durak hâlinde okumuş idi. Okurken bunun ma'nâsıyla kalben çok meşgûl oldum. Devrâna kalkıldı.
Azîzim ortada devrânı idâreye başladı. Yakası terden kirlenmiş bir entariyi
hâmil idi. Kalbimden geçti, “Bugün Perşembe’dir. Azîzim devrânda halk arasına çıkacak diye ailesi buna niçin
temiz bir entâri giydirmediler.” diye âsâr-ı teessür gösterdim.
Ba'de’z-zikr şeyh odasında oturduk. Dâmâdları Hazmî
Efendi’ye hitâben, “Yukarıda kitapların arasında Hz. Sezâî efendimizin
Dîvân-ı şerîfleri vardır. Getiriniz.” diye emîr buyurdular. Dîvân geldi.
Bendenize verilmesini emr etti. “Oğlum! Onun nihâyetinde Hz. Mısrî
efendimizin : ‘Halk içinde bir âyineyim’ nutku şerhi vardır. Onu oku.”
buyurdular.
Cehren okumaya başladım. Sırran okunmasını emr ettiler.
Okudum. Fakat okurken iki türlü keşfin /212/ karşısında kaldığımı idrâk
ettim. Biri Cemâl Efendi, durağı okurken ma’nâsında iliştiğim noktalardı ki,
azîzim onu keşf etmiş. Fakîri o müşkilden kurtarmak için Hz. Sezâî lisânıyla
şerh ettiriyordu. Dîğeri devrânda yakasının kirine taallukum hasebiyle
nutk-ı Hz. Mısrî’ye göre, azîzim lisân-ı
hâli ile ihtâr buyurmuş oldu ki:
“Evlâdım! Ben bir mir’ât-ı mücellâ-yı hakîkat olmuşum.
Bir insân aynaya baktığı zamân üzerindeki elbise ne hâlde ise kendini öyle
görür. Senin o entârinin yakasının kirine taallukun, kendi kirli
düşüncelerinden başka bir şey değildi. Benim böyle kirli libâsıma taallukun
kendi noksânındır. Dâire-i edebe gel. Eşyânın sûretinden hakîkatına gel.
Sûret-perest olma. Lafızdan kurtul, ma'nâyı bul.”
Bu bir irşâd ve bir kerâmet idi. Huzûrlarında gaşy oldum.
Yine bir gün huzûrlarına girdim. Mübârek yed-i
mürşidânelerini öptüm. Emr ettiler, bir kenâra oturdum. “Bizim Behcet Dede
bu gün bir garîb hâlde bulundu. Geldi, tâm elimi öpeceği zamân geri çekildi.
Tekrâr geldi, öptü. Bu vaz'iyyetinin sebebini sordum. “Efendim! Elinizi
abdestsiz öpmediğim gibi, Besmelesiz dahi öpmezdim. Nasılsa bu gün gaflet
ettim. O gafleti izâle için çekildim, Besmele-i şerîfeyi tezkâr ederek öpmek
üzere ikinci def'a bir harekette bulundum.” dedi. Vâkıa şahsımda hiçbir kıymet,
ehemmiyet yoktur. Lâkin şeyhine insân böyle nazar etmeli; böyle râbıta-bend olmalı.
Bir Kur’ân-ı sâmıt
vardır. Bildiğimiz mesâhif-i şerîfedir. Bir de Kur’ân-ı nâtık vardır,
mürşidlerdir. Onlar hakâyık ve serâir-i
Kur’âniyye’yi mürîdlere tefhîm ederler. Mesâhif-i şerîfe kırk yıl rafta dursa
sâkittir. Onun mevzûunu bildirenler mürşidlerdir. Demek ki mürşidler hâmil-i
esrâr-ı Kur’ân’dır. O sebeble onlara Kurân-ı nâtık demişler. Mushaf-ı şerîf
hakkında, esteîzü bi'llâh (لَّا
يَمَسُّهُ إِلَّا الْمُطَهَّرُونَ)[87]
buyrulmasına bakılırsa, Kur’ân-ı nâtıka dahi abdestsiz, Besmelesiz messetmek câiz
olamaz. Bizim Behcet Dede’de bu esrâr tecellî etmiş, takdîr ettim.”
buyurdukları zamân hîcâbımdan yerin dibine
geçecek oldum, ter içinde kaldım.
Zîrâ sonradan tahattur ettim ki, tecdîd-i vuzû’ edecek,
sonra huzûr-ı Hazret’e varacaktım. Ammâ azîzimi görünce meserretimden tecdîd-i
vuzûu unuttum. Abdestsiz idim. Hz. Şeyh Behcet Dede’yi siper ederek bu ayb ve
kusûrumu yüzüme çarpmış, dâire-i intibâha da'vet etmiş oldular. Bir daha böyle
bir gaflete dûçâr olmamak üzere hânkâha dâhil olmazdan evvel tecdîd-i vuzûa
devâma başladım. Bu yoldaki menâkıb çok ve uzundur.
‘Söz uzanır ger kalanın der isem’ diyen nâzım-ı Mevlidi’n-Nebî
Süleymân Efendi’nin meşrebine ittibâ’ ile ihtiyâr-ı sükût ile esâsen mevzûumuza
geçelim.
/213/ Ol güzel
cânânın aşkı cevher-i cândır bize
Âşık-ı
şeydâsı olmak mâye-i şândır bize
Kalbimiz
envâr-ı aşka ma’kes olmuşdur bizim
Dâimâ
pür-zevk u şevkız Hak nümâyândır bize
Pîrimiz
ser-tâcımız burhânımız cânânımız
Reh-nümâ-yı
Hak Hüsâmeddîn Sultândır bize
Neş’e-i aşk
ile düşdük hâk-pâ-yı mürşide
Şeyhimiz
ihsân-ı Hak’dır nûr-ı Yezdân’dır bize
Feyz-i Sâfî-i
ilâhî mazharıyuz çok şükür
Bir nigâh-ı
iltifâtı ayn-ı ihsândır bize
Aşk ile
devrân ider ez cân u dil zikr eyleriz
Cezbe-dârız
aşkımız mir’ât-ı cânândır bize
Cümleten
Uşşâki’yiz hep olmuşuz Vassâf-ı aşk
Âşıkız
ma’şûka-i vicdânımız cândır bize
Azîzim müderrisîn-i fâzıladan olmakla berâber tarîk-ı
sûfîye meyl ü muhabbeti ve eâzım-ı sûfiyyûnun meslek ve meşreblerini tahsîn ve
onların nutuklarındaki hakâyıkı ta'yîn etmek sûretiyle ittihâz buyurdukları
mesleği i'tibârıyla sâir müderrislerin nazar-ı hayretini celb etmekten hâlî kalmamıştır.
Ulûm-ı zâhirenin ta'yîn ettiği hatt-ı hareketin hâricinde
bir mesleğe sâlik olduğu nazariyyesi müderris arkadaşlarını dûçâr-ı buht
etmiştir. Bir kimse yalnız müderris olmak, ulûm-ı mürettebeyi tedrîs etmekle
vâkıf-ı her-şey olamayacağından gâfil olan, ilm-i tasavvufu şerîat hâricinde
bir yol bilen zevât, azîzimin böyle meslek-i sûfîde bulunmasını bir türlü
havsalalarına sığdıramazlar.
Mürşidi, Muhammed Fahreddîn-i Himmetî, ilmen azîzimin
derecesinden çok dûn iken azîzimin ona teslîm olmasını, onun huzûrunda
mertebe-i hîçîde bulunmasını, dergâh günleri Fahrî azîzin kapısında ayakta
müheyyâ-yı emr ü hizmet durmasını bir türlü zihinlerine aldıramayanlar, muhakkak
bildim ki hakîkatın ne olduğunu bilmeyen erbâb-ı hîcâb u gaflettir. Asıl hüner
o ilm, o fazîlettir. O dehâya sâhib olduğu hâlde bunların hepsini hicâb farz
ederek, ber-taraf etmek mürşide bi-hakkın teslîm olmak, onun her hâlinden bir
şemme-i hakîkat, her sözünden bir bû-yı ma'rifet bulmaktır.
(وَفَوْقَ كُلِّ ذِي عِلْمٍ عَلِيمٌ…)[88] Bezm-i
vahdette ne ilm ü ne alîm isterler. Zâhir-i ilmin fevkında neler var neler var.
Hüner sûretten hakîkata yol bulmak. Kendinde muhayyel olan varlığı gidermektir.
Azîzim Manastır’da bulunduğu zamân Fazlı Paşa nâmında bir
vâli, uluvv-ı kadr ü kıymetini takdîr
eder. Çeşme-i füyûzât-ı ârîfânesinden müstefîd olur ve halkın da bu mâide-i
ilâhiyyeden nevâle-çîn olmasını ârzû edermiş.
Câmi'-i şerîfte ârzû ve ilhâh üzerine va'za çıkmışlar, halk külliyetle
rağbet göstermiş. Bir zâhir-perest müderris de va'z eder, ona halka-i va'zına
kimse rağbet etmemesinden haset, rekâbet hisleri uyanmış. Azîzimin aleyhinde
atıp, tutmaya başlamış. Memlekette âdetâ ihtilâl çıkacak bir hâl zuhûra gelmiş
idi. Bu hâller hep erbâb-ı hîcâbın kârıdır. Onlar hakîkat-bîn /214/ olamazlar. Müderris nihâyet dûçâr-ı ye’s ü
hüsrân olmuştur.
Bir zamânlar erbâb-ı hased azîzime, “Gulât-ı
sûfiyyedendir.” demeye bile
kalkışmışlardır. Lisân-ı dürer-bârı, mağz-ı Kur’ân; vücûd-ı şerîfi nûr-ı
irfân olduğunu idrâk edememişlerdir. Bu vak’alar hep erbâb-ı kemâlin başına
gelmiş şeylerdir.
Erbâb-ı
kemâli çekemez nâkıs olanlar
Rencîde olur
dîde-i huffâş ziyâdan
Ekâbir-i meşâyıh-ı Nakşibendiyye’den Ahmed Hüsâmeddîn
Efendi hazretlerinin azîzim hakkında çok büyük takdîrâtları vardır. “Meşâyıh
içinde Mustafa Sâfî Efendi hazretleri mümtâz ve serfirâz olmuştur.”
buyururlar imiş. Hâlen müşâbehet-i vechiyye dolayısıyla büyük azîzin sânîsidir.
Son zamânlarında yaşlarının yetmişe karîb olması bir çok gavâil-i hayâtiyyenin
taht-ı te'sîrinde kalmış bulunması hasebiyle vücûdça za’f-ı pîrîye mübtelâ
olduklarından bir yere çıkamıyorlardı.
Bir vakitler çıkarlar ve ba'zı dergâhlara, hânkâhlara
giderler, cem'iyyetlerde bulunurlar idi. İnzivâ-yı hayâtları zuhûra gelince
meşâyıh-ı zamân ve merâsim-perverândan hiç biri hânkâh-ı Hz. Pîr’e gelmez olmuşlardır.
Bir gün fakîr bu bâbta bahs açtığımda, “Evlâdım!
Meşâyıh-ı kirâm hazerâtı bize grev yaptılar. Fi'l-hakîka semtimize uğramaz
oldular. Ne yapalım ma'zûrum, alîlim, ihtiyârım. Gidecek hâlim yok. İçlerinde
muhabbet-i kâmile sâhibi olanların iltîfâtına mazhar oluyoruz. Gelmeyenlerin
muhabbetini de kalbimizde taşıyoruz. Sûretten ziyâde sîret, merâsimden ziyâde
ihlâs makbûlümüzdür. Gelen de gelmeyen de sağ olsun. Cümlesine hürmet,
muhabbet.” buyurdular.
Bilinmez
kıymeti rûşen-dilânın vakt-i feyzinde
Güneş tâ
batmadıkça zulmet-i leyl âşikâr olmaz
1344/(1928) senesinde mahdûmu Cemâl Efendi zihnen
hastalanmış Dâru’ş-Şîfâ’da taht-ı tedâvîye alınmış idi. Azîzimi bir kat daha
vücûdça bîzâr eden esbâbtan en mühimmidir. Mahdûmunun lehü’l-hamd sekiz ay
kadar tedâvîden sonra iâde-i âfiyet etmesi kendilerine medâr-ı tesellî
olmuştur.
Tahrîr-i âsâra meyl etmemişlerdir. Dâimâ tetebbu’-ı âsâr
ile ale’l-ekser Âşık Yûnus Dîvânı ile dem-güzâr idiler. Mütâla'asız
vakitleri yoktur denilebilirdi. Vuzû’-ı dâim üzere olup, mücâhedeleri azîmdir.
Taassubları olmayıp herkesin hâline göre tenezzülleri vardır. Sohbetleri pek
latîfti.
Gül yüzlü, güzel sözlü, pâk özlü idi. Beyâz sakalı,
arâkiyye üzerine sardıkları yeşil sarıkları sîmâ-yı dil-firîbine bir kat daha
revnak-fezâ idi. Hiddetleri gayr-i vâki' olup, meşrepleri celâlden ziyâde
cemâle nâzırdı.
Bâb-ı
irfân u füyûzunda bu âciz Vassâf
Hâki zer
eyleyecek nazra-i Hak-bîn ister
Şeyhimin
kadrini takdîr idemem aczim var
Anı hakkıyla
gören dîde-i Hak-bîn ister
İrtihâllerine pek karîb zamânda yazıp göndermişlerdi:
Elif-veş zât-ı Hakk’a vâkıfın hâli sükûnetdir
Sıfat ehli teberrük-kerdedir andan benâm diler
* *
*
/215/ Şeyhimiz
mürşidimiz Mustafa Hilmî Sâfî
Yazılır
sîne-i Uşşâk’a anın evsâfı
Düşürür acze
hakîkatda niçe Vassâf’ı
Feyz ü
ikrâm-ı Hudâ pîrimizin eltâfı
Bülbül-i
gül-şen-i Sultân Hüsâmeddîn'e
- -
-
Fakîre yazdıkları bir mektûbtur:
“Hüve’l-Muîn
es-Selâmü aleykum ve rahmetu'llâhi ve berekâtuh.
Ah-ı fi'llâhım!
Lehü’l-hamd âfiyetteyiz. Mahdûm Molla Cemâl ve kerîmeniz
lehü’l-hamd kesb-i âfiyet etmek üzeredir. Devr-i nekâhettedirler. Hak erenler
cümlenizi mahfaza-i hıfzında mahfûz ve sırr-ı âfiyette dâim buyursun, âmin
bi-câh-i Seyyidi’l-mürselîn.
Cem'iyyet-i müteyemminede bir şukka ile iş’âr
buyurduğunuz hakîkat yüz gösterdi. Deryâlarda bile cezr ü med eksik değil.
Hüve’l-Kâbıd ve’l-Bâsıt bir zarf derûnunda, (من ذا الَذى يُقْرِضُ
اللّهَ قَرْضًا حَسَنًا...)[89] âyet-i
celîlesinin muktezâsını irsâl
u inâyet buyurasınız. Zîrâ Kur’ân-ı sâmıt, Kur’ân-ı nâtıkı tefsîr ü
beyân için nâzil olmuştur.
(الرَّحْمَنُ عَلَّمَ الْقُرْآنَ)[90]
Müşâhedâtınız hâzır ise bir zarf derûnunda irsâl buyurunuz.
Ve’s-selâmü alâ meni’t-tebea’l-hüdâ. 20 Kânûnsâni 1336/(1920).
el-Fakîru’l-Hakîr
Mustafa Sâfî”
Azîzimin
yazısıdır. Hastalıkları zamânında bir gün yazıp mahdûmum Suâd’la fakîre
göndermişlerdi. O sırada hâlen biraz taşkınlığım vardı. İrşâd-nâme yerine
geçti.
Nutuk, Olanlar şeyhi İbrâhîm Efendi halîfesi Kütahya’da
medfûn Şeyh Sun’u'llâh-ı Gaybî hazretlerinindir.
Ne
meczûb-ı ilâhî ol şerâyi’da kusûr eyle
Ne
mahbûb-ı ilâhî ol hakâyıkda küsûr eyle
Ne mest ol
aşk ile dâim ne ayık ol bu gafletle
Miyân-ı zühd
ile irfânı cem' eyle ubûr eyle
Ne hâli ko ne
kâli ko ola gör mecmau’l-bahreyn
Tenin şer’a
muvâfık kıl dilin sırra kubûr eyle
Celâl ile
cemâlin imtizâcındadır âlem
Bu dehr içre
ne mahzûn ol dem-â-dem ne sürûr eyle
Bu kesret
zehrine mahlût olupdur sekr ü hiddet
Aceb ma’cûn-ı
ekberdir yiyüp Gaybî huzûr eyle
Silsile-i Tarîkatı :
Şeyh Mustafa Hilmî-i Sâfî Efendi – Şeyh Muhammed
Fahreddîn-i Himmetî Efendi – Şeyh Muhammed Emîn-i Tevfîkî Efendi – Şeyh Hüseyin
Hakkî Efendi – Şeyh Ömer-i Hulûsî Efendi - Şeyh Muhammed Tevfîk Efendi – Şeyh
Ali el-Gâlib el-Vasfî Efendi – Şeyh Muhammed Zühdî Efendi – Şeyh Abdullâh
Salâhaddîn-i Uşşâkî – Şeyh Seyyid Muhammed Cemâleddîn-i Uşşâkî – Şeyh Muhammed
Hamdî-i Bağdâdî – Şeyh Sıdkî Osmân Efendi – Şeyh Abdülkerîm Efendi – Şeyh Halîl
Efendi – Şeyh Muhammed-i Keşânî – Şeyh Âlim Sinân Efendi – Şeyh Ömer-i Karîbî –
Şeyh Seyyid Memicân Efendi – Hz. Pîr Hasan Hüsâmeddîn-i Uşşâkî (Kuddise sırrûhu’l-Bâkî).
Hz. Pîr’den azîzime kadar olan ehl-i silsileyi bir
târîhte nazmen yazmıştım. Hâtıra-i dervîşâne olsun diye yazıyorum:
Hüsâmeddîn-i
Uşşâkî Hudâ’dan lutf u ihsândır
Semâ-yı aşk u
irfâna muallâ bedr-i tâbândır
Tulû’ itmiş
kemâl-i aşkla burc-ı Buhârâ’dan
Kulûb-ı ehl-i
hâl müstağrak-ı envâr-ı rahşândır
Mübeccel
muhterem cidden mükerrem Pîr-i âlîdir
Tabîb-i
derd-i aşkdır şârih-i esrâr-ı irfândır
Vücûd-ı
mekremet-efzûdu bu şehre saâdetdir
Münevver
ravzası dâim metâf-ı ehl-i vicdândır
Odur
gencîne-i esrâr u hikmet server-i uşşâk
Feyiz-bahşâ-yı
cândır kutb-ı Ekrem pîr-i devrândır
Odur ser-defter-i
ehl-i hakîkat ârif-i bi'llâh
Odur
gül-zâr-ı aşkın bülbülü rûh-ı mürîdândır
Bütün âfâkı
tutdu şöhret ü şân u kerâmâtı
Hakâyıkda
dakâyıkda misâl-i bahr-ı ummândır
Tarîkından
nice ehl-i velâyet çıkdı meydâna
Husûsan
peyrev-i pîr-i tarîkat Şeyh Memicân’dır
Teselsül
eyliyor ber-vech-i âtî nesl-i Uşşâkî
Cenâb-ı Şeyh
Ömer Âlim Sinân nûr-ı edîbândır
Cenâb-ı Şeyh
Muhammed’le Halîl Abdülkerîm Sıdkî
Muhammed
Hamdi-i Bağdâdi ayn-ı âb-ı hayvândır
Cenâb-ı Şeyh
Cemâleddîn-i Uşşâkî ziyâu’l-Hak
Tarîk-ı ehl-i
zikre bir çerâğ-ı pertev-efşândır
Bu zât-ı
muhterem ilmen ve irfânen mükemmeldir
Güzel bir
sâhib-i Dîvân marîz-ı aşka dermândır
Serâir
bahrının dürrü Salâhaddîn-i Uşşâkî
Ana sırran ve
hem sıhran karîn bir kâmil insândır
Nesîm-i
feyz-i Şeyh-i Ekber esdikçe olup hayrân
Hakâyık
âleminde andelîb-i bâğ u bustândır
Uyûn-ı ehl-i
aşkın nûr-ı mevfûru’s-sürûrudur
Şehâdet
eyliyor âsârı kim bir ma’rifet kândır
Salâhu’d-dîn
ü ve’d-dünyâ olan ol zât-ı âlî-câ
Garîk-ı
bahr-ı rahmet nâil-i eltâf-ı Yezdân’dır
Cenâb-ı Şeyh
Muhammed Zühdî-i Ârif’le mahdûmu
Ali
el-Gâlibü’l-Vasfî iki merd-i kerîmândır
Hafîd-i
Zühdî-i Ârif Cenâb-ı Şeyh Tevfîk’dır
Visâl-i yâr
ile dil-şâd olan bir şeyh-i zî-şândır
/216/ Tarîk-ı
aşkda şöhret-fezâ bir rehber-i Hak-bîn
Cenâb-ı Şeyh
Hulûsî âşık-ı şeydâ-yı cânâdır
Hüseyn Hakkı
Efendi olmasıyla peyrev-i irşâd
Dinildi şân-ı
âlîsinde şem’-ı bezm-i yârândır
Şuâ’-ı şems-i
Hakkî’den münevver zât-ı dil-âgâh
Cenâb-ı Şeyh
Emîn-i pür-himem temdîha şâyândır
Müeyyed
sırrıdır kutb-ı zamânın ârif-i bi'llâh
Anın kalbinde
envâr-ı Hudâ dâim fürûzândır
Mübârek
vech-i pâkinden göründü âlem-i esrâr
Bütün erbâb-ı
aşk dergâhına her ân şitâbândır
Ne zevk-bahşâ
ne rûh-efzâ ne âlî mürşid-i Hak-bîn
Emîn-i sırr-ı
Haydar’dır harîm-i hâl-i pîrândır
Halîmdir pek
selîmdir tab’-ı pâki hayra mâildir
Edîb-i
nükte-pîrâ sâlik-i râh-ı azîzândır
Bu zâtın
peyrev-i irfânı Şeyh Fahrî Efendi’dir
Tarîk-ı aşk-ı
Hak’da reh-nümâ-yı semt-i irfândır
Uyûn-ârâ-yı
cândır nûr-ı rû-yı tâb-efzâsı
Enîs-i rûh-ı Vassâf
âşık-ı mahbûb-ı Sübhândır
Cenâb-ı
Mustafâ Sâfî Efendi nûr-ı Fahri’dir
Semîhu’l-kalbdir
erbâb-ı aşka Hak’dan ihsândır
Cenâb-ı pîr-i
Ekrem himmetiyle post-nişîn oldu
Mübârek
hânkâhın hâdimi bir sâhib-i ândır
Ki oldur
çâre-sâzım hem tabîb-i kalb-i pür-derdim
Ki oldur
bülbül-i gül-zâr-ı irfân nûr-ı dîvândır
Ki oldur
âfitâb-ı meşrık-ı irşâdım ey cânım
Gönülden
arz-ı ta'zîmât u tekrîmâta çesbândır
Hudâ sıhhatda
dâim itsin ol nûr-ı mürîdânı
Kulûb-ı ehl-i
aşka doğrusu sermâye-i şândır
Meded-hâh
oldu kemter bendesi Vassâf-ı bî-evsâf
Cenâb-ı Pîr-i
dest-gîr bunca ehlu'llâha Sultândır
Tarîkat-ı aliyye-i Uşşâkıyye Hz. Pîr-i dest-gîrimizden
i'tibâren intişâra başlayıp bir zamânlar yalnız İstanbul’da ondokuz Uşşâkî
Dergâhı uyanmış idi. Hattâ Yenikapı Mevlevîhânesi hakkındaki bir eserde
okuduğuma göre Macaristan’ın taht-ı idâre-i Osmâniyye’de bulunduğu zamân Kanije
muzâfâtından Peç nâm şehirde bile bir Uşşâkî Dergâhı te'sîs olunup, meşîhatına
meşâyıh-ı aliyye-i Uşşâkıyye’den Peçevî Mustafa Efendi nâm zât ta'yîn olunmuş
idi.
Şeyh Peçevî Mustafa Efendi
Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi Ârifî yahut Peçevî Ahmed
Dede’nin pederidir. Ahmed Efendi bir nev-nihâl-i hadîka-i Halvetiyye-i
Uşşâkıyye iken feyz-i Hz. Mevlânâ onda gâlib olup, terbiye-i bağbân-ı Mevlevî
ile hakîkaten bir şecere-i aliye-i müsmire olmuştur. Mevlevîler bahsinde zikri
vardır.
Müşârünileyhin târîh-i rıhleti 1137/(1725) olmakla tabîî
pederinin irtihâl târîhi daha eskidir. Macaristan idâremizden çıktıktan sonra
tabîî tekke dahi mahv olmuş olacağından bize ancak bir hâtıra-i fâhire-i
târîhiyyesi kalmıştır.
Bu zât-ı muhteremin, kütüphâne-i âcizânemde Şerh-i
İlâhî-i Atvâr-ı Seb’a nâmıyla bir risâlesi vardır. Baş tarafında silsile-i
tarîkatı şöyle muharrerdir:
Kutbu'l-ârifîn müctehid-i tarîkat Hz. Ümmî Sinan Efendi -
Cenâb-ı Şeyh Mücâhid Hüsâmeddîn-i Uşşâkî – Şeyh Muahmmed-i Belgradî – Şeyh
Mustafa Uşşâkî – Şeyh Emrullâh-ı Bursevî – Şeyh Mustafa Efendi-i Peçevî.
Üsküdar’da Selîmağa Kütüphânesi’nde Hüdâyî hazretleri
kütüp-hânesi kısmında Târîh Faslı’nda 122 numaralı tomârda Hüsâmeddîn-i
Uşşâkî’den sonra Şeyh Tâceddîn-i Karamânî, ondan sonra Şeyh Mustafa Efendi,
ondan sonra Emrullâh-ı Bosnevî, ondan sonra Abdurrahmân-ı Aksarayî-i Budînî,
sonra Mustafa Peçevî mezkûrdur. Doğrusu bu olmak gerektir. Emru'llâh, Bursevî değil,
Bosnevî olmak lâzım geliyor.
Mustafa Peşçevî-i Uşşâkî’nin târîh-i rihleti Zi'l-ka'de
1110/(Mayıs 1699) senesidir. Âsitâne-i Uşşâkıyye’de seccâde-nişîn olan zevât-ı
kirâmdan Boşnak Mustafa Efendi ile (s.200) pîrdaştır. Hüsâmeddîn Efendi b.
Mustafa’nın şeyhidir. Zannedersem Emrullâh-ı Bosnevî, Şeyh Mustafa olup başkası
değildir.
Son samanlarda Afrikâ-yı Cenûbî’de Tarîk-ı Uşşâkî intişâr
etmiştir. Lutf-ı ilâhî ve feyz-i risâlet-penâhî ve himem-i evliyâu'llâh neler
yapmaz. Cava’da Ali Dede nâmında bir Uşşâkî
müntesibi tarafından neşr-i feyz-i tarîkat edilmiş ve Mekke-i Mükerreme’ye
gelen Cava hacıları meyânında tarîk-ı feyz-refîk-ı Uşşâkî müntesibleri
görüldüğünü naklen azîzim beyân buyurmuştur.
Azîzimin irtihâli:
1344 senesi
Şevvâl’inin yirmi ikinci Çarşamba (5 Mayıs 1926) günü dâmâdı Hazmî Efendi’ye
müsâfireten gitmeye azm edip, âdetleri /217/ vechile iğtisâl ederken
öğleden iki sâat evvel hücûm-ı dem-i dimâğî hastalığına tutularak üç gün
mudarib olup, şehr-i mezkûrun yirmi beşinci Cumartesi gecesi nısfu’l-leylden
bir sâat sonra azm-i âlem-i lâhût eylemişlerdir.
Techîz ü tekvîni Cumartesi günü icrâ olunmuş ve emr-i
gaslini halîfe-i evveli Şeyh İzzet ve dâmâdı Şeyh Hazmî ve pîrdaşı Şeyh Mustafa
Efendilerle muharrir-i fakîr ve halîfe Şeyh Osmân Efendi taraflarından kemâl-i
ihtirâm ile îfâ kılınarak Pazar gecesi hânkâh-ı Hz. Pîr’de bulundurulup, ertesi gün Kasımpaşa Câmi'-i
Kebîri’nde öğle namâzını müteâkib salât-ı cenâze meşâyıh-ı Rufâiyye’den Şeyh
Hâfız Fâik Efendi tarafından îfâ ve tezkiyesi icrâ olunarak cemm-i gafîr ile
civâr-ı Hz. Pîr’de Baruthâne mezârlığında ihzâr olunan lahd-i mahsûsunda
vedîa-i hâk-i gufrân kılınmıştır.
Âsitâneye defn olunamaması ahîren hükûmetçe umûm hakkında
ittihâz olunan usûlden mütevelliddir. Garîbtir ki cenâzesinin tehlîl ile
götürülmesine dahi mümâneat edilmiştir. Taraf-ı fakîrânemden güzel bir mezâr
yaptırılmasına muvaffakıyet hâsıl
olmuştur. Üsküdar Mevlevî şeyhi Remzi Dede Efendi hazretlerinin söyledikleri
târîh, seng-i mezârına hakkedilmiştir:
Pîr
Hüsâmeddîn-i Uşşâkî-i mahbûbu’l-kulûb
Ka'be-i kûyun
gönüller dâimâ eyler tavâf
Âsitânı
hizmetinde sâbıkan Şeyh-i celîl
Mustafâ Sâfî
Efendi-i kemâlât-ittisâf
Mevlidi
Burdur ulûm u fazlda bir dür idi
Mesnevî-hân
ârif-i sırr-ı rumûz-ı kêf u kâf
Bir zamân
tedrîs ile tullâbı kıldı müstefîd
Müstefîz itdi
nice süllâkı bî-lâf u güzâf
Ba’de-ez-in
târîhini Remzî oku ihlâs ile
Nezd-i Hakk’a
Mustafa Sâfî Efendi gitdi sâf
= 1344/(1926)(نزد حقه مصطفى صافي أفندي كيتدي صاف)
Bursa’da Mısrî Âsitânesi şeyhi Şemseddîn Efendi’nin
söylediği târîhtir:
Hânkâh-ı
Pîr Hüsâmeddîn’de olmuş post-nişîn
Mustafâ Sâfî
Efendi itdi Firdevse hırâm
Âlim ü fâzıl
mükemmil şeyh-i vâlâ-şân idi
Sâliki irşâd
iderdi Hakk’a dâim subh u şâm
Ârif-i
esrâr-ı eşyâ vâkıf-ı sırr-ı meâd
Nâşir-i
feyz-i hakîkat vâris-i fahri’l-enâm
Misli nâdir
idi gelmez ona benzer bir daha
Câmi'-i cümle
kemâlât olmuş idi ol hümâm
Zâhir ü bâtın
tefeyyüz eyler idi sâlikân
Himmet-i
kudsiyyesiyle oldu nâkıslar tamâm
Gasl idüp
tâhir mutahhir muntazırken vuslata
‘İrciî’
fermânı geldi oldu derhâl emre râm
Didi üçler Şemsî-i
Mısri ana târîh-i tâm
Mustafâ Sâfî
Efendi kıldı lâhûtda makâm
(مصطفى صافي أفندي قيلدى لاهوتده مقام) = 1344/1926
Bursa’da Sa’dî Dergâhı şeyhi efâzıldan İsmâîl Hakkı
Efendi’nin söylediği târîhtir:
Hümâ-yı
rûh-ı pâk Mustafâ Sâfî-i Burdurî
Tecellî-i
Cemâl oldukda uçdu ber-murâd oldu
Mesâib-dîde-gânı
firkatinden ağladı pek çok
O vuslatla
telezzüz itdi güldü kâm-yâb oldu
Gelüp bir zât
didi târîhini ‘ve hüve mağfûr’*
Okusun Fâtiha
İhlâs ile bil rûhu şâd oldu
)وهو مغفور(
Bilecik maârif müfettişi Hâfız Nûri Efendi’nin söylediği
târîh:
Nûri
ihlâs ile oku târihini âh idüp
Hû diyüp
göçdü cihândan Şeyh Sâfî eyvâh
)هو ديوب كوجدى جهاندن شيخ صافي ايواه(
Meşâyıh-ı Gülşeniyye’den Şehrî Efendi’nin târîh-i
mücevheri :
Göçüp
bezm-i Mevlâ’ya mutahhar Şeyh Uşşâkî
)كوجوب بزم مولايه
مطهر شيخ عشاقي(
Dîğer:
Be-şeyh-i
Mustafâ Sâfî Hû Hû
)بشيخ مصطفى صافي هو هو(
“İrtihâl :
Fâtih mücîz dersiâmlarından Burdurlu Hoca Mustafâ Efendi
irtihâl-i dârı bakâ eylemiştir. Na’ş-ı mağfiret-nakşı bugün Kâsımpaşa’da sâbık
Uşşâkî Dergâhı’ndan kaldırılacak Kâsımpaşa Câim’-i Kebîri’nde namâzı
ba’de’l-edâ medfen-i mahsûsuna defn edilecektir.”[91]
Şeyhimiz merhûmun, "Kutbu’l-edeb" diye telkîn
eylediği İbnü’l-Emîn Mahmûd Kemâl Beyefendi irticâlen söylemiştir:
Hakk’a
âşık Hakk’a sâdık bir safiyyü’l-kalb idi
Râh-ı
Hak’da cân virüp cân buldu Sâfî Mustafâ
Muharrir-i fakîr beyitler ilâvesiyle şu manzûmeyi vücûda
getirdim:
Hazret-i
Şeyh Mustafâ Sâfî -i pür-zevk u safâ
Bülbül-i
gülşen-sarâ-yı aşk ol mihr-i vefâ
İlm ü irfân
sâhibi gâyet beşûşü’l-vech idi
İsr-i pâk-i
evliyâu'llâha itdi iktizâ
Hüsn-i
sîret hem fazîlet sâhibi bir zât idi
Pek
kanâat-kâr idi az şeyle kıldı iktifâ
Şöhret ü
şândan be-gâyet müctenib bir merd idi
İnzivâyı
pek severdi şeyh-i sâhib-ihtifâ
Hazret-i
Kutbu’l-edeb nazmen didi Vassâf’ına
Râh-ı
Hak’ta cân virüp cân buldu Sâfî Mustafâ
Muharrir-i fakîrindir:
Hazret-i Mustafâ Sâfî-i velî-i allâme
Vâkıf-ı
sırr-ı Hudâ hâsılı bir fehhâme
İlm ü
irfânı ile oldu ser-efrâz-ı şüyûh
Yazamaz
vasfını hakkı ile her bir hâme
Şeyh-i
pür-hikmet idi ârif-i sırr-ı Kur’ân
Âkibet
eyledi tebdîl-i hayât-ı câme
İftirâkı
ile yanmakda kulûb-ı uşşâk
Elem-i
hasreti müstevliye subh u şâme
Kalb-i Vassâf’a
sünûh itdi bu târîh-i tamâm
Göçdü
ukbâya azîzim bi-fuyûz-ı tâmme
)كوجدى عقبايه
عزيزم بفيوض تامه(
Hulefâ-yı Mevleviyye’den Tâhir Bey Efendi’nindir:
Matla’-ı
envâr-ı esmâ şeyhimiz
Mazhar-ı
zât-ı müsemmâ şeyhimiz
Câ-nişîn-i Pîr-i
Uşşâkî iken
Rehber-i
ma’şûk-ı a’lâ şeyhimiz
‘İrciî’
fermânını gûş itdi de
Kıldı terk-i
bezm-i dünyâ şeyhimiz
Oldu ‘lâ’-yı
kevni ıtlâk eyleyüp
Lâ-mekân
pervâz-ı ‘illâ’ şeyhimiz
Kenz-i mahfî
oldu cismen hâkde
Rûhu sâfî vü
muallâ şeyhimiz
Lutf-ı
Rabbânîyle olsun dâimâ
Vasla
meclâ-yı mücellâ şeyhimiz
Bizleri
şâdân-ı feyz itsin yine
Rûhan oldukça
mutarrâ şeyhimiz
Rıhleti târîh
mücevher-dârıdır
İtdi azm-i
râh-ı Mevlâ şeyhimiz
= 1344
) ايتدي عزم راه مولا شيخمز(
Azîzimin intikâlinden husûle gelen fart-ı teessürle
söylediğim manzûmedir:
Ye’s u figân u âh-ı cângâh
Eyvâh bu
mübtelâya eyvâh
İskeşte
piyâle-i sabûhum
Rîzân şode
neşve-i fütûhum
Dök eşk-i
gumûmu artık ey göz
Kim kaldı bu
tıfl-ı rûh öksüz
Hak nezdine
çün ki da’vet itdi
Şeyhim de ona
icâbet etdi
… vâkıa oldu
kim zarûrî
Yakdı dilimi
firâk-ı sûrî
Dîdârı safâda
dih-dilimdi
Bilmem ki
bilir misin o kimdi
Allâme-i asr idi azîzim
Fehhâme-i
dehr idi azîzim
İsmi idi
Mustafâ-yı Sâfî
Zâtı ise
dürr-i nâb-ı sâfî
Olmuşdu idi
cihânda dest-gîrim
Dünyâda vü
âhiretde pîrim
Olmuşdu
kelâm-ı Hakk’ı hâmil
Her demde
olurdu hakkı kâil
Olmuş idi
ayn-ı nûr-ı rahmet
Süllâk-ı
tarîka misl-i ni’met
Kâlinde
coşardı ayn-ı hikmet
Hâli
görünürdü mahz-ı rahmet
…de-ı vefâ
idi o
Zehhâr-ı
yem-i safâ idi o
Tedbîr ü
tevessülünde âmil
Teslîm ü
tevekkülünde kâmil
Dünyâ
hevesine dirdi hülyâ
Hiç yokdu
gözünde kadr-i dünyâ
Mestûr idi o
mihr-i irfân
Olmuş idi
sanki rûh-ı devrân
Hakkıyla
görenler itdi îmân
Erbâb-ı
kulûba virdi îkân
Meş’al-keş-i
şâhrâh-ı vahdet
Gösterdi
hesâbsız kerâmet
Sulhiyyet-i
şâmile içinde
Mahviyet-i
kâmile içinde
Zevki var idi
müdâm cândan
Almışdı koku
meşâm-ı cândan
Ser
tâ-be-kadem ulûma mazhar
Dünyâyı
bilirdi ayn-ı ma'ber
Olmuş idi
şems-i Hakk’a nâzır
Manzûr ona
ekmelü’l-menâzır
Vâkıf idi
vahdet-i vücûda
Meyyâl idi
her zamân sücûda
Va'llâhi
vücûdu nûr-ı Hakdı
Sâliklere
mürşid-i ehakdı
Bilmişdi
kemâl-i aşkı el-hak
İsterdi
cemâl-i Hakk’ı mutlak
Hem mazhar
idi kemâl-i Hakk’a
Hem manzar
idi cemâl-i Hakk’a[92]
Tâbi' idi
sünnet-i Rasûl’e
Rehber idi
tâlib-i vusûle
Dil-dâde-i
sâdık-ı Muhammed
Pervâne-i
pür-furûz-ı Ahmed
Âşık
idi pîr-i Mevlevî’ye
Ârifdi
nigâh-ı Mesnevî’ye
Bir
peyrev idi cenâb-ı Şeyh’e[93]
Vâkıfdı
bütün hitâb-ı şeyhe
Dîvânını
Yûnus’un ser-â-ser[94]
Pür-zevk
ile eylemişdi ezber
Nezdinde
Sezâyi mu'teberdi[95]
Mısrî’yi
de pek sever öğerdi[96]
Gâlib
idi neşve-i salâhı
Mahbûb
ona Hazret-i Salâhî[97]
Her
lahza virirdi feyz-i eşvâk
Vicdânına
pîr râh-ı uşşâk
Nâgâh
ona gel didikde cân
Bin
şevk ile gitdi vasla der ân
Cânân
ile cânı hem-dem oldu[98]
Allâh
bilir ne âlem oldu
Uçdu
o hezâr-ı bâğ-ı irfân
Cevlângeh
ona birûn-ı imkân
Firkat-zede
oldu cümle diller
Hasret-zede
oldu hep gönüller
Deryâ-yı
melâle daldı gönlüm
Lutf-ı
müteâle kaldı gönlüm
Zâhir
olarak nevîn tecellî
Rabbim
buyura beni tesellî
Kaldım
der-i ilticâda hayrân
İmdâd
ide Habîb-i Rahmân
Ey
hâmi-i bî-kesân habîbim
Bir
kimsesiz âcizim garîbim
Dünyâ
bana oldu dâr-ı gurbet
Gönlüm
ise dâğdâr-ı kürbet
Ey
ümmete ma'nevî müdâvî
Mecrûh-ı
derûnu kıl tedâvî
Olsun
dile mültefit hitâbın
Ârâmı
bu derd ü ızdırâbın
Bâbında
durup bu abd-i Vassâf
İster
ola feyz-yâb-ı eltâf
Dâim
o der-i atâda dursun
Aşkın
ile rûhunu doyursun[99]
[1] “Bi’smi’llâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm.
Âlemlerin
rabbine hamd olsun. Salât ü selâm da efendimiz Muhammed (a.s.) ve onun âl ü
ashâbına olsun.
Yâ Rab!
Gizli ve âşikâre olarak önceden işlediğimiz ve sonra işleyeceğimiz, bütün
günahlarımızı bağışla. Çünkü Sen, onların hepsini bilirsin. Yâ Rab! Sen
ezelîsin ve ebedîsin, Sen her şeye kâdirsin. Yâ Rab! Günahlarımızı ört, bizi
dünyânın bütün sıkıntı ve belâları ile, âhiret azâbından kurtar. Sana şükr
etmemiz, Seni zikr etmemiz ve Sana karşı en güzel ibâdetleri yapmamız için bize
yardım et. Bizi bütün işlerimizde ıslâh eyle. Senden başka ilâh yoktur. Bizi,
ana-babalarımızı, şeyhlerimizi, bütün kardeşlerimizi ve silsilemizdeki bütün
zevâtı, nihâyet bütün Müslümanları bağışla.” (H)
[2] Bu metin merhûm Şeyh Sultan Efendi’nin kabir
taşına vefatı için yazılmış tarih manzumesidir:
En faziletli âlimin ilmi yok oldu. Lahitler onun nurunu bizden ayırdı.
Rabbinin affını ümid ederek dâr-ı bakâya gitmekte acele etti. Rıdvan, onun
vefatına tarih düşürdü Sultan cennetlerde dâimî olsun.
Burası, merhum Arslan oğlu Abdullah oğlu Dağıstanlı Şeyh Sultan’ın
kabridir. 23 Şevval 1322’de yaklaşık olarakCuma sabahı saat 4’te vefat etti.
[3] “ Hamd, bizi buna eriştiren Alah’a mahsustur. Eğer Allah’ın bizi
eriştirmesi olmasaydı biz hidayete eremezdik.” (7 A’râf Suresi, 43) Salât u
selam, Kur’ân-ı Kerîm’de kendisi için, 47 Muhammed Sûresi, 19. ayette, “ Bil ki
Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur….” diye hitab edilen yufka yürekli Muhammed
(aleyhi’s-selâm)’a ve onun âline, ashâbına ve onlara tabi olanlara olsun.
Zikr-i dâimî ve habîbine salât ile,
Cenâb-ı Hak’tan bizi ve ihvânımızı sevdiği ve razı olduğu yolda muvaffak
eylemesini taleb ederiz.
Âciz, fâni ve
günahkar bir kul olan Arslan oğlu Abdullah oğlu Muhammed Sultan el-Ömerî
ed-Dağıstânî el-Halvetî der ki:
Senet ilmi bu
ümmetin önem verdiği hususlardan biri olunca, senedi ezberlemek ve ricâlini kaydetmek de aynı derecede
önemlidir. Sâlih selef ulemâsı bu konuda çok gayret sarf etmişler çok parlak
fikirler ortaya koymuşlardır. Böylece savaşçı için kılıç ne ise onlar için de
sahih ve doğru senetleri ortaya koymak aynı olmuştur. Bazıları, “Sened,
kendisiyle yüce menzillere ulaşılan bir merdiven gibidir.” demişlerdir. İnsanın şeyhleri, dinde babaları
gibidir. Kendisiyle Rabbi arasında vuslata eriştirendir. Bu bakımdan kişiye
gereken onlara dua etmek, onların tesirli zikirlerini yapmak, onları övüp medh
u sena etmek gerekir.
Müride lazım olan
da tarîkattaki babalarını bilmektir.
Tarikattaki nesebini bilmeyen, kaybolmuş çocuk gibidir. Belki de babasından başkasına
nisbette bulunan gibidir. Böyle kişiler Hz. Peygamber’in şu sözünün
muhatabıdırlar. “ Babasından başkasına neseb iddiasında bulunana Allah lanet
etsin.”
Bundan dolayı
selef-i sâlihîn ve evliyâullah müridlerine babalarına karşı gösterecekleri
âdâbı ve neseblerini öğrenmelerini istemişlerdir. Durum böyle olunca kardeşimiz
Hacı Osman-zâde Hüseyin Vassâf’a – Allah onu kulları arasında muvaffak
olanların tâcıyla taclandırsın ve herkesi bilgisiyle faydalandırsın – İstanbul’da – Cenab-ı Hak bu şehri ve bütün
İslam âlemini muhafaza buyursun - Halvetî Tarikatı’da zikir telkininde
bulunduktan sonra, bu tarikattaki senedi de zikr etmemi istedi. Her ne kadar
buna ehil değilsem de onu kabul ettim ve bu tarikatta kendisine icazet verdim.
….. Ben de bu tarikat icazetini şeyhim
ve üstâdı Şeyh Muhammed Saîd Efendi
el-Ferrâ eş-Şâmî’den aldım.
(Silsilenin bundan
önceki meşâyıhı şunlardır):
-
Şeyh Alâeddin b. Es-Seyyid Muhammed Emin Âbidin,
-
Şeyh Muhammed el-Mehdî b. Ahmed ez-Zevâdî el-Mağribî,
-
Seyyid Ali b. İsa,
-
Seyyid Muhammed b. Abdurrahman el-Mağrıbî el-Ezherî,
-
Seyyid Muhammed b.
Sâlim el-Hafnî el-Mısrî,
-
Seyyid Mustafa b. Kamâleddin b. Ali el-Bekrî
es-Sıddîkî,
-
Şeyh Abdullatif el-Halebî,
-
Şeyh Mustafa el-Edirnevî,
-
Seyyid Ali Karabaş Veli,
-
Şeyh Mustafa Muslihuddin el-Kastamonî,
-
Şeyh İsmail el-Çorumî,
-
Şeyh Muhyiddin el-Kastamonî,
-
Şeyh Şabân-ı Velî Kastamonî,
-
Seyyid Hayreddin-i Tokâdî,
-
Seyyid Çelebi Sultan ( Cemâleddin-i Halvetî),
-
Şeyh Muhammed el-Erzincânî,
-
Şeyh Celâleddin Yahya eş-Şirvânî,
-
Şeyh Sadreddin-i Hıyâvî,
-
Şeyh İzzeddin el-Halvetî,
-
Şeyh Ahi Emre Muhammed el-Halvetî,
-
Seyyid Ebû Abdullah Sirâceddin Ömer el-Halvetî,
-
Seyyid Kerîmüddin Ahi Muhammed b. Nûru’l-Halvetî,
-
Şeyh İbrahim Zâhid el-Geylânî,
-
Şeyh Muhammed Cemâleddin eş-Şirâzî,
-
Şeyh Şihâbeddin Muhammed-i Tebrizî,
-
Şeyh Ebu’l-Hasan Rükneddin Muhammed Nehhâs,
-
Şeyh Ebû Reşîd Kutbeddin el-Ebherî,
-
Şeyh Ebu’n-Necîb Abdülkadir b. Abdullah b. Muhammed
el-Bekrî es-Sühreverdî,
-
Şeyh Ebû Hafs Ömer Vecîhüddin el-Kâdî el-Bekrî,
-
Şeyh Muhammed el-Bekrî,
-
Şeyh Abdullah Muhammed-i Dîneverî,
-
Şeyh Ebû Ali Ahmed Mimşad-ı Dîneverî,
-
Şeyh Ebu’l-Kâsım Cüneyd el-Bağdâdî,
-
Şeyh Ebu’l-Hasan Seriyyü’s-Sakatî,
-
Ebu’l-Mahfûz Ma’rûf Ali el-Kerhî,
-
Ebû Süleyman Dâvûd b. Nasîr-i Tâî,
-
Şeyh Habîb el-Acemî,
-
Şeyh Ebû Saîd Hasan b. Yesar-ı Basrî,
-
Hz. Ali b. Ebî Tâlib (Radıya’llâhu anh ve
kerrema’llâhu vechehû),
-
Hz. Muhammed (salla’llâhu aleyhi ve selem) b.
Abdullah,
-
Cebrâil (aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm),
-
Allah (
Ben, Hüseyin Vassâf’a bütün
hallerinde takvâlı olmasını, zikre devam etmesini, Hz. Peygamber’e cehren ve
hafiyen, kalb ve lisan ile salavât getirmesini, Allah’tan başka hiçbir kimseye
boyun eğmemesini tavsiye ederim. Ayrıca
kalbinin bütün müslümanlara karşı selîm olmasını, bütün işlerinde Allah’a tevekkül
etmesini dilerim. Ayrıca halvetteki ve celvetteki sâlih dualarında beni ve
zürriyetimi unutmamasını isterim. Yine bize ve bu silsileyi yazan kâtibine de
hüsn-i hâtime dileyerek dua etmesini isterim.
Şâm-ı şerîf Askerî İ’dâdî
İmamı Muhammed Sultan b. Abdullah b. Arslan ed-Dağıstânî el-Halvetî. (H)
[4] Bismi’llâh ve’s-alâtu ve’s-selâmu alâ Rasûli’llâh!
Ben bu icâzeti okudum,
aslıyla karşılaştırdım. Aslına uygun olduğunu gördüm. Cenâb-ı Hak, bu icâzeti
verene ve icâzeti alana âriflerin fütûhatını nasip etsin ve nebîlerin sonuncusu
olan Hz. Peygamber’in hürmetine kendilerini arzu ettikleri bütün hayırlara
ulaştırsın. Muhammed Saîd b. Es-Seyyid
el-Ferrâ (H)
[5] Sâdık dost Hüseyin Vassâf Bey Hazretlerine!
Allah’ın selâmı, rahmeti ve
bereketi üzerine olsun. İlâhî feyizlerin husûl bulduğunu ifade
“
Müritlerin feyizlerinin kesilmesine en büyük sebep, kendilerinde zuhûr eden
kerametlerdir. Oysa en büyük keramet, her türlü tahrif ve tebdilden uzak
tertemiz şeriatın hudûduna riâet etmek ve sünnet-i seniyeye ittiba etmektir.
Size düşen bu tehlikeli engellerden
sakınmaktır. Allah’ın müminlere olan fazlı boldur. Nitekim âyette şöyle
buyrulmuştur: (20 Tâhâ Sûresi, 114) “
Rabbim ilmimi artır …” (12 Yusuf 101) “ …. Beni iyilere kat.”
Emin
Efendi, Hacı Ali Efendi, Hacı Nuri, İbrahi Bey, Hakkı Efendi, Şeyh Vahdi
Efendi, Vâlide hanım ile aile fertlerine teker teker selamımı iletmeni rica
ederim. Bunların dışında bizi soranlara da selamımı ilet. Bizim tarafımızdan
herkese selam. Çocuklar da ellerinizden öperler.
Daha önce
size amcamızın oğlu Şeyh Ahmed Efendi’nin sohbetini takdim etmiştik. Şimdiye
kadar bir cevap alamadık. Ondan haber vermediniz. Umulur ki ihmalden değil,
işlerin çokluğundandır. 21 Rebiu’l-enver 321/(4 Mayıs 1903)
İ’dâdî
Mektebi İmamı Muhammed Mubarek (H)
[6] Sâdık dost Hüseyin Vassâf Bey Hazretlerine!
Allah’ın selâmı, rahmeti ve
bereketi üzerine olsun. İlâhî feyizlerin husûl bulduğunu ifade eden yazınızı
aldım. Buna çok sevindik ve fazıl u kereminden dolayı Allah teâlânın
vahdâniyetini ikrar ettik. Allah teâlâ takvânızı artırsın ve daha da ziyadesini
versin. Evet! Mürîd-i sâdık ihlaslı bir şekilde zikirle meşgul olduğu zaman
kendisine acâyip haller ve harikulâde şeyler görünür. Bu durum, kendisine
Allah’ın fazlı olarak yapmış olduğu amellerinin karşılığıdır. Bu ister kalbini
tatmîn için isterse imtihân için olsun. Ona gereken onları itibar etmemeli,
onlarla gururlanmamalı. Aksi takdirde onlar onu maksadından alıkor. Bundan
dolayı ârif-i bi’llâh olanlar şöyle demişlerdir:
“ Müritlerin feyizlerinin
kesilmesine en büyük sebep, kendilerinde zuhûr eden kerametlerdir. Oysa en
büyük keramet, her türlü tahrif ve tebdilden uzak tertemiz şeriatın hudûduna
riâet etmek ve sünnet-i seniyeye ittiba etmektir. Size düşen bu tehlikeli engellerden sakınmaktır.
Allah’ın müminlere olan fazlı boldur. Nitekim âyette şöyle buyrulmuştur: (20 Tâhâ Sûresi, 114) “ Rabbim ilmimi artır
…” (12 Yusuf 101) “ …. Beni iyilere kat.”
Emin Efendi, Hacı Ali Efendi,
Hacı Nuri, İbrahi Bey, Hakkı Efendi, Şeyh Vahdi Efendi, Vâlide hanım ile aile
fertlerine teker teker selamımı iletmeni rica ederim. Bunların dışında bizi
soranlara da selamımı ilet. Bizim tarafımızdan herkese selam. Çocuklar da
ellerinizden öperler.
Daha önce size amcamızın oğlu
Şeyh Ahmed Efendi’nin sohbetini takdim etmiştik. Şimdiye kadar bir cevap
alamadık. Ondan haber vermediniz. Umulur ki ihmalden değil, işlerin
çokluğundandır. 21 Rebiu’l-enver 320/(28 Haziran 1902)
İ’dâdî Mektebi İmamı Muhammed
Mubarek
[7] Rüyanıza gelince:
Rüyanız haktır ve
doğrudur. Bunda şek ve şüphe yoktur. Nitekim hadis-i şerifte şöyle vârid
olmuştur: “ Beni rüyasında gören, yakaza hâlinde de görür. Çünkü şeytan benim
şeklimde görünemez.” Bu konudaki diğer
rivayetler de şöyledir:
- “ Kim
beni rüyada görürse gerçekten görmüştür.”
- “ Beni
rüyada gören cehenneme girmeyecektir.”
- “ Beni
uykuda iken gören gerçekten görmüştür.”
Hz.
Peygamberin – aleyhi’s-selâm – rüyada görülmesi, görenin amel-i
sâlihine, derecesinin yüksekliğine, ulemâ-yı kirâm ve sâdât-ı ızâma ve
ehl-i beyte olan muhabbetine bağlıdır. Yine bu rüyayı görenin ilmine,
takvâsına ve hidâyetine de bağlıdır. Ayrıca rüya, görenin rahmet ve ni’metinin,
izzet ve şerefinin ziyâde olacağına, kadrinin yüceliğine, düşmanlarına karşı
zafer kazanacağına, saâdete, riyâsete, dünya ve ahiretin hayırlarına
kavuşacağına delalet eder. Makâmının kemâle ereceğine, hâlinin sâlih,
akıbetinin iyi olacağına işarettir. Ayrıca emr-i ma’rûf, nehy-i ani’l-münkere,
keramet ehlinin menzillerine ulaşma, tevbe ve inâbete, sözünün doğruluğuna,
va’dlerine sâdık olduğuna da delalet eder. Ayrıca rüya sâhibinin
müjdeleneceğine, akranlarından üstün olacağına ve onlardan daha fazla izzet ve
şerefe kavuşacağına delalet eder. Nihayet istikâmet üzere olduğuna, servete
kavuşacağına, kalbinin sâf ve nefsinin temiz olduğuna, takvâsının ziyâdeliğine,
hayır ve bereket elde edeceğine, Hz. Peygamberin şefâatine nâil olacağına ve
ehl-i cennet olup kurtuluşa erenlerden olacağına işarettir.
Bedriye Hanım’ın böyle bir rüya görmesi onun büyük
bir rütbe ve şöhrete ulaşacağına, emanet sahibi iffetli bir eş olacağına ve
Salih bir neslin annesi olacağına delalettir. Eğer yapmadıysanız mevlid-i şerif
cemiyeti tertip etmenize işarettir. (H)
[8] 1346/(1928)
senesinde ikinci defa olarak Mısır'da Matbaa-i Ezheriyye'de tab'
olunmuş nüshalarını gördüm. Def'a-i
sanîye tab'ı eserin ne kadar makbûl-ı
enâm olduğuna delîldir.
[9] “Burada Ahmediyye-i İbrâhîmiyye tarîkatının
silsilesini zikredeceğiz. Şeyhimizin Rasûlullâh’a kadar ulaşan silsilesi
şöyledir :
-
Seyyid Muhammed el-Gâlî,
-
Seyyid el-Hâc Ali b. Râde,
-
Ebû Abdullâh eş-Şerîf Muhammed
b. Muhammed el-Meşrî,
-
Ebû’l-Abbâs Ahmed b. Muhammed
et-Ticânî,
-
Şeyh Mahmûd el-Kürdî,
-
El-Hafnî,
-
Seyyid Mustafa b. Kemâleddîn
el-Bekrî es-Sıddîkî.” (H)
[10] “Bu eser,
İmâm Ebû Hafs Seydî Ömer b. Saîd el-Fûtî’nindir. Allah onların bereketinden
bizi faydalandırsın ve nefesleri bize tekrâr tekrâr gelsin.” (H)
[11] Müellif Hüseyin Vassâf Bey, burada verdiği
bilgilerin çoğunu, Ahmed Sâfî Bey’in kendi el yazısıyla yazdığı aşağıdaki
mektubtan almıştır :
“Terceme-i hâl-i hakîr :
Ahmed Sâfî Bey b. İbrâhîm b. el-Hâc Ali, 1267 sene-i
hicireyyesi Rebîu’l-âhirinin yirmiikinci (25 Ocak 1851) Pazartesi gecesi
İstanbul’da Bahçekapısı civârındaki hânelerinde dünyâya gelmiş ve Abdülhamîd-i
evvelin binâ eylediği Sıbyân ve Vâlide Rüşdiyye Mekteblerinde okumuş ve elviye
mutasarrıflıkları me’mûriyyetlerinde bulunan pederiyle berâber Anadolu ve Rûm
cihetlerinde gezmiş ve 1282 sene-i hicriyyesi Recebinde (Kasım-Aralık 1865)
Mâliye Hazînesi İstikrâz Odası’na me’mûr olmuş; o târîhten meşâhîr-i ulemâ-yı
İslâmiyye’den “Tokatlı-zâde” demekle ma’rûf Şehrî Ahmed Efendi’den – Bu zât
devr-i sâbıkta bi’l-fiil Anadolu kazaskerliği’nde bulunmuş idi. – Arabî’yi ve
müctehidîn-i Îrâniyye’den olup o zamân İstanbul’da bulunan Mirzâ İsmâîl’den
Fârisî ahz eylemiştir.
1294/(1876) senesinde vukû’ bulan Moskof Muhârebesi’nde
Şâdiye İplikhâne ve Misâfirhâne-i Askerî Hastaneleri Başkitâbetlerinde
ba’de’l-harb Selânik Fırka-i Askeriyesi Başkitâbeti’nde ve Aydın vilâyeti
dâhilinde Menteşe sancağı ve Tavas kazâsı Ağnâm ve A’şâr me’mûriyyetlerinde ve
mülgâ Mülkiye Tekâüd Sandığı Mektûbî Kalemi’nde ve Ma’zûlîn Mülkiye Sandığı
mümeyyiz ve müdürlüğünde bulunmuş ve 17 Mayıs 1329/(29 Mayıs 1913) târîhinde
tekâüd edilmiştir. Kırkaltı seneyi mütecâviz hizmet-i devlette ihtihdâm olunmuş
ve bulunduğu me’mûriyyetlerde afîfâne ve müstakîmâne ve sâdıkâne îfâ-yı hizmet
eylemiştir.
Elsine-i
selâlesede tahrîre iktidârı ve gayr-i matbû’ dîvânı ve hayli âsârı vardır.
Ba’zı makâle ve şiirleri matbûâtla neşr edilmiş ise de bunlar vaz’-ı imzâ
etmemiştir. Yalnız ba’zı takrîrleri ba’zı gençler tarafından toplanıp Şu’le
ve Mecmûam nâmlarıyla iki risâle tab’ ve neşr edilmiştir. Kendisi
şöhretten gâyet müctenib ve halvet ü uzlete ziyâdesiyle mâildir. Kibâr-ı
ehlu’llâhtan pek çok zevât-ı âliye şeref-i sohbetleriyle müşerref olmuştur.”
[12] Buradan sonraki bilgiler Ahmed Sâfî Bey’in kendisi
tarafından yazılmış ve Hüseyin Vassaf’a gönderilmiş mektuplar ve şiirlerdir.
(H)
[13] "Kanâat bitmeyen bir hazînedir." Değişik
versiyonları için bkz. el-Aclûnî, Kaşfü'l-Hafâ, c. II, s. 103. (H)
[14] “Afetmek, cömert insanların huyudur.” (H)
[15] “Cömertlerle iş görmek zor değildir.” (H)
[16] Dün gece sabah vakti son devri tamamladım. Haş
tanelerinin arasıda bir örs buldum (H)
[17] Ben güzelin varlığıyla Selman’ın sırrını buldum.
Içkiyi onun dudağından içtim, âb-ı hayât buldum.
Maksadım olan o gönül dirdiliğini buldum
ki artık benim İsâ’ya minnetim yok. Çünkü irfân Hızr’ını buldum.
Onun lutfuyla gönül âşinâlığı meydana geldi. O bize
tecellî edince sevgilinin yüzünü buldum.
Onun güzelliğinin yanında bir zerre gibiydim. Gönülde onun güneş
gibi olan yüzünden parlak bir nur buldum.
Marifet dünyasında manâ âleminin pâdişahı bu Bahâeddin’dir ki onun
nakşı gönlümü ihyâ etti.
Var olan hakikat deryasının bir damlasıyım. Ey Sâfî, safâ dalgası
vurunca neşe buldum. (H)
[18] Dervişlerin safâ vakti bu halvettedir. Gönül
yaralarının derdinin dermanı o şifâhânededir. (H)
[19] Cemâlinin tecellîsi iki cihânın süsüdür.
Celâlinin tecellîsi ise safâ canlarının feyzidir.
Senin gözünün mahmûr bakışı, âşıkların kadehinin zinetidir. Gül
yanağına benzeyen şarabı içmek cana can katar.
Ey sevgili! Senin dergahının gölgesinde olayım.
Çünkü senin ayağının tozu her dilencinin gözüne sürme gibidir.
Ey sevgili! Yüzünün güneşiyle dostları aydınlat.
Gönül semâsına kadar yüksel ki, senin nûr göğe yükselsin.
Senin saçının kokusu canıma koku
verir. Senin yüzünü görür görmez, lambam pür-ziya olur.
Buralarda senin şanın öyledir ki perdeden çıktığın
zaman alâmetlerin fezâda olur.
Ey Sâfî! Lutuf ve ihsân ederek o zavallıya bir
bak. Çünkü o bakışınla, senin ayağının toprağı baştan başa kimya olur.
Ey Rabbim! Mürşid-i kâmil olan Elîf Eendi, her
zaman gönlü nurlandırmaya izinlidir. (H)
[20] Ey Sevgili! Mehtaplı gecede denizin seyri
güzeldir. Güzel içki iç. Çünkü şarap şişesinin lıkırtısını işitmek güzeldir.
O, ebedî hayatın içkisinden bana bir yudum
bağışlar. Zahir ve bâtın olarak aklı baştan alan sarhoşluk hoştur.
Şeyh hazretlerinin dergahına iltica etmek,
düşkünler için en büyük sığınak gibidir.
Ey sâkî! O yakut renkli içkiden bir kadeh ver ki
her kabarcığı bir okyanus gibidir. Zaten coşku
veren içki hoştur.
Fena
bahrında boğulan hiç bu dalgalardan
korkar mı? Çünkü onun ıstırap dalgalarını terennüm hoştur.
İstikbal ümidinde olanlar, yarının daha güzel
olacağından emin değildir.
Ey sâfî! Feyiz dolu aşk kadehinden iç. Sâkînin
vücutsuz varlığında kadeh hoştur. (H)
[21] Dünyada Hakk’ın rızâsını aramak en karlı iştir.
Zarar ise Allah’tan başkasına gönül bağlamaktır. (H)
[22] "Her şey yok olacaktır." 55. Rahmân sûresi, 26.
(H)
[23] Yiğitbaşı Ahmed Şemseddîn Efendi’nin vefat tarihi
910’dur. (H)
[24] Bu ibârenin hesaplanmasından 1166 çıkmaktadır. (H)
[25] Bu manzûmenin vezni bozuktur. (H)
[26] “…(Mûsâ!) Sen onu, içindekileri boğmak için mi deldin? …”
18. Kehf sûresi, 71. (H)
[27] “… (Mûsâ), ‘… Suçsuz birini mi öldürdün?’ …dedi.” 18.
Kehf sûresi, 74. (H)
[28] “(Mûsâ) …. ‘İsteseydin bu iş için bir ücret
alırdın.’ … dedi.” 18. Kehf sûresi, 77. (H)
[29] Zeynü’l-arab,
devrân-ı sûfiyyeye münkir idi. İshâk-ı Karamânî buna bir reddiye yazmıştır.
[30] “Söz,
konuşanın vasıflarını ortaya koyar.” (H)
[31] "Nefsini
bilen Rabbini de bilir." el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, c. II, s. 262; bkz. Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin
Hadislerdeki Dayanakları, s. 229. (H)
[32] Eyüp’te
dâmâdı Hoca Sadedin Efendi Zâviyesinde medfûndur ki Hasîb Efendi Dergâhı
ittisâlindedir.
[33] Hüseynî ve Acemaşîran makâmlarından
bestelenmiştir. Cumhûr sûretinde elsine-pîrâ-yı zâkirândır.
[34] “Sana bîat etmiş olanlar…” 48. Fetih sûresi, 10. (H)
[35] Üçüncü cildde 220. sahîfeye mürâcaat buyrula.
[36] Bu zâtın tercüme-i hâli, Bursalı Tâhir Bey’in Osmânlı
Müellifleri, 3. cildde, 308. sahîfede mezkûrdur. Şuarâ-yı sûfiyedendir.
[37] “Ey sevgili! Ne zamana kadar gönlüm senin cevr ü cefânı çekecek. Eğer
müsaade edersen senin gül bahçeni seyre doğru gelir.
Senin gönül cezbeden fidan boyun bahçede olursa,
orada servi gibi salınışın orayı cennet misâli yapar.
Senin yüzünün nûru dünyaya ziya verir. Ey gözümün
nûru gel de senin ay yüzünü göreyim.
Salınıp yürüyerek senin yoluna düşmüş, gönlü yaralı inleyen bu zavallı âşığın neler
çekiyor. Sen ona merhamet et.
Eğer o ay yüzlünün kaşı ve kirpiği sana hançer
çekecek olursa, gönül erbâbının hepsi senin yüzünün aşkıyla şehid olurlar.
Sonunda bu zavallı gönül, senin zülfünün zincirine
bağlandı ey Allahım!altın gibi olan bu saçların bağını açma.
Ey sevgili! Sana kavuşma ümidi olduğu sürece ve
senin çarşı pazarında gam ve üzüntü metaı ucuz olduğu müddetçe Bahâî’nin ne
korkusu olur.”(H)
[38] Ey Bahâî! İçki kadehi o gümüş endamlının elinde
olunca, hiç kimse murâdına eremez. O Allah dostundan çok güzel bir mesaj dinle.
Ey Hâfız! Ezel gününde bir kadeh bulursan, harâbât sokağından seni doğrudan
cennete götürürler. (H)
[39] İbâren hesaplanmasından 1104 çıkmaktadır. (H)
[40] Buradaki
tarih kelimesinden 1002 tarihi çıkmaktadır. Müellif 1102 olarak kaydetmektedir.
(H.)
[41] Bu kağıt bulunamadı. (H)
[42] Sivas meb'ûsu merhûm
Edip Efendi söylemiştir.
[43] Bursalı Tâhir Bey’in Osmânlı Müellifleri
nâm eserinin 3. cildinde 17. sahîfesinde muharrer olduğuna göre şehrîdir.
“Rıhlet-i Uşşâkî-zâde” (رحلت عشاقي زاده) terkîbinin ve seng-i
mezârında menkûş “Cennet-i a’lâyı İbrâhîm Efendi kıldı câ” (جنت اعلايى
ابراهيم افندى قيلدى جا) mısraının delâlet ettiği 1136/(1726) târîhinde irtihâl eylemiştir. Fâtih civârında
Nişancı Câmi'-i şerîfi karşısındaki Keskin Dede Kabristanı’nda medfûndur (Kaddesa'llâhu sırrahû). 193. sahîfede bahsi gelecektir.
[44] “Bu büyük hizb,
Uşşâkî tarîkatı için, Hanefî âlimlerinden İsmâîl b. Muhammed el-Halvetî
tarafından derlenmiştir. Uşşâkî tarîkatının ilk müceddidi Pîr Yahyâ el-Bakâyî
ve ikinci müceddidi Hüsâmeddîn-i Uşşâkî
tarafından okunmuştur. Bu hizbin birçok menfaati ve havâssı vardır.
Ayrıca her türlü düşmandan ve tuzaktan korur.” (H)
[45] Pîr-i sânî-i tarîk-ı Uşşâkî Seyyid Cemâleddîn-i Uşşâkî (kuddise sırrûhu’l-Bâkî) hazretlerinin
nutk-ı şerîfidir.
[46] Yirmi dört sene evvel söylemiştim. Levha hâlinde
türbe-i şerîfeleri için takdîm eylemiş idim. Allâh rahmet eylesin Şeyh
Cemâleddîn Efendi merhûm: “Oğlum! Kendi elinle ta’lîk et.” demişti. Ben
de öyle yapmıştı.
[47] Konya’da âsitâne-i Hz. Mevlânâ’da irtihâl-i dâr-ı
bakâ buyurdukları o zamân Bostan-ı evel nâmında bir Çelebi câ-nişîn-i Hankâh-ı
Mevlânâ olup, Hz. Pîr’in vasiyeti mûcibince na’şları gasl u techîz ve tekfîn
olunup İstanbul’da mahdûmlarının vürûduna kadar on dört gün müddetle âsitânede
hıfz olunup, râyiha-i tayibe intişâr
ettiğini nakl ederler.
[48] "Bu, suyu bütün hastalalıklara şifâ olan bir
kuyudur. Suyundan bir kere içen hiç doktora ihtiyâcı kalmaz." (H)
[49] “Bu makâm,
âşıkların Ka’be’sidir. Buraya kim noksan olarak gelirse, tamâm olur.” (H)
[50] “Onun zâtı denizdir. Bütün varlıklar ise o
denizin dalgalarıdır. (H)
[51] “Gördüğün varlığın gölgesi, O’nun yaratmasının
bir zerresi, gizli gayb hazinelerinden dalga dalga ihracıdır. Mümkinâtın
şuleleri, “Vehhâc” olan Allah’ın ışığındandır. Görünen küçük büyük bütün
varlıklar Cenâb-ı Hakk’ın vahdetinin neticesidir. O’nun zâtı denizdir; dalgalar
da yarattığı varlıklardır.” (H)
[52] “Bütün varlıklarda ezelî kemâlâttan bir yansıma
vardır... Bu durum basîret sahiplerince ayan beyan hissedilmektedir. Ancak
gözlerinde hastalık bulunanlar bundan mahrumdurlar.” (H)
[53] “Varlık da yokluk da O’nun aydınlatan ışığının
gölgesidir. İnsanın hayranlığını artıran bu âlem O’nun vechinin varlığındandır.
Bütün işler de hep O’nun işidir. Dönen bütün felekler O’nun döndürmesiyledir.
Zerre ve katre her şey O’nun gündüzlerinin denizindendir. Görünen küçük büyük
bütün varlıklar Cenâb-ı Hakk’ın vahdetinin neticesidir. O’nun zâtı denizdir;
dalgalar da yarattığı varlıklardır.” (H)
[54] “Bütün olaylararın ilmi kadîmdir, kendileri değil. Onun ilmi
mezâhirin kendisidir. Hudûs ise onların yaratılmasıdır. Bunun için derler ki, su
bardağın rengini alır. Zuhûra gelen şeyler yok olacaktır, ancak zât olayların
kendisidir.” (H)
[55] “Nûrun tezâhürü, imkânın zorunluluğu, O’nun
vahdetiyle kâimdir. Şüphesiz a’yân ve eşbâh O’nun kudretiyle dâimdir. O’nun
kemâli bütün mertebeleri göstermektedir.” (H)
[56] “Vuslata
ermek istersen secdeye kapan. Zâtın aslına nâil olmak istersen, varlık
nurlarının aslıdır O. Önce bu fâni varlık âleminden geç. Çünkü her dalga
mutlaka denize dönecektir.” (H)
[57] “Dünya ve ahiret O’nun isimlerinin nisbetinden
dolayı vardır. Yaratılışın güzelliği O’nun esmâ-i hünsâsı sebebiyledir. Madde ve
ma’nâ, vahdet mihverinin kesretini aldı. Şuhûdun künhüyle sadece vahdeti
müşahede edesin.” (H)
[58] “Onun
sıfat ve isimlerinin mertebesi arttı. Tecelliyât çeşitlerinin gölgesi birbirine
girince, gölgeleri aynı asıl yerine kâim oldu. Sonunda dallar ve salkımlar
oluştu.” (H)
[59] “Taayyün
âlemiyle suret dünyası yek-vücuttur. Enfüs ve âfâk sayısız aynada görünür.
Sonsuza dek bunlar yek-vücut, yek-zuhûr ve yek-nümûddurlar. Manevî aynalarda
görünen ise sadece O tek olan Allah’tır.” (H)
[60] “Ezelî
kemâlâttandırr ki, zerrenin zuhûrunun aksidir. Gayb hazinelerinin bir zerre
numûnesi oluyordu. Eşsiz güzelliğinin zuhûru bir başlangıçtır.. damlayan her
damla O’nun tecelliyât denizindendir.” (H)
[61] Âsitânedeki Mısrî Kuyusu murâd olunmuştur.
[62] "Sultân" ta'bîri Pîr-zâde olması hasebiyle ta'zîmen
kullanılmıştır. Zâtu’z-zevc mi idi, değil mi idi tahkîk mümkin olamadı.
[63] Nakîbu'l-eşrâf Seyrek-zâde
Abdurrahmân Efendi’ye dâmâd olmuştur. 1090/(1679)’da bunun dâmâdı Mâhir Abdullâh
Efendi Mekke’den ma'zûlen 1122/(1710)’de vefât
etmiştir.
[64] 179. sahîfede bir nebze bahs olunmuştur.
[65] Müstakîm-zâde’nin
Tâc Risâlesi’nde okuduğuma göre Şeyh Hüsâm türbe-dârı olan Kâtib Şeyh
Ahmed (Hüsâmî Ahmed Efendi olsa gerek) Efendi, mürîdlerine fıstıkî çukadan
rubu’ (?) mikdârı sikke tavsiyesiyle nişân vermiştir.
[66] Bu
düğmenin Hz. Pîr efendimiz tarafından ihdâs buyurulmuş olduğunu
Müstakîm-zâde’den naklen bâlâda yazmış idim Belki Halvâyî Bacının o hareketini
istihsânen ihdâs buyurmuşlardır.
[67] “…. Ey ateş! Serin ve esenlikli ol.” 21. Enbiyâ sûresi,
69. (H)
[68] Bayrampaşa
Tekkesi Haseki’dedir. 5. cildde 276. sahîfeye mürâcaat buyurula.
[69] Yûsuf Efendi, Şeyh Bağdadî-i Uşşâkî halîfesidir.
[70] Tâc-ı Uşşâkî’yi neftî renkte tertîb eden bu zât
olduğunu Müstakim-zâde’nin bâlâda mezkûr Tâc Risâlesi’nden anladım.
[71] Şeyh Hamdî-i Bağdâdî hazretlerinin tercüme-i hâli 239.
sahifededir.
[72] 239. sahifeye mürâcaat buyurula.
[73] Bu ibârenin hesaplanmasından 1164 çıkmaktadır. (H)
[74] (لَعَمْرُكَ إِنَّهُمْ لَفِي
سَكْرَتِهِمْ يَعْمَهُونَ) "(Ey Muhammed!) Senin hayatına kasem olsun ki, onlar, sarhoşlukalır
içinde bocalayıp duruyorlardı." 15. Hıcr sûresi, 72. (H)
[75] (لولاك لولاك ما خلقت الأفلاك) "Sen olmasaydın, sen olmasaydın kâinatı
yaratmazdım." el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, II, 164; bkz.
Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları,
0, s. 121, 122. (H)
[76] Ahmed Hüsâmî Efendi-zâde olduğu mervîdir.
[77] Bir müddet meşîhattan sonra tagayyup ettiği
mervidir.
[78] Bu Hâlet Efendi hakkında Tezkire-i Râmiz’de
ve Tezkire-i Fatîn’de ve tezâkir-i sâirede ne ism ne de târîh delâletiyle
bir ma’lûmâta dest-res
olunamamıştır. Şeyh Hazmî Efendi fakîre bir mektûbunda yazıyor ki, Şeyh Safvetî
ve Salâhî’den çok sonradır. Mahmûd Bedreddîn hazretlerinin dîvânçelerinin
istinsahında, ‘Dilde ismim ola cismim zîr-i hâkde nâbûd – Yâdigârım kala ahbâbıma
nazm-ı Hâlet’ beytinin altına 1267/(1851) târîhini
yazmışlardır.” diyor. Acaba Safvetî Efendi’nin mezârı çok sonra yapılmış da bu
târîhi o zamân mı söylemiştir. Zannediyorum
Şeyh Safvetî’yi ve Şeyh Salâhî’yi ve Hz. Bedreddîn’i idrâk etmiştir. Uşşâktan
olduğuna şübhe yok. Bakalım inşallâh
hakkında ma’lûmât elde ederim.
[79] Altı veya yedi yaşında olduğu mervîdir. Şu
hâlde târîh-i velâdeti 1250/(1834) olmak
muhtemeldir.
[80] Müellif tarafından, sayfa kenarına sonradan şu
bilgiler yazılmıştır (H) :
“Cemâl
Efendi’nin târîh-i velâdeti 1253/(1837) senesine müsâdif olduğunu Şeyh Vahdî
Efendi söyledi. Cemâl Efendi, Edirneli Şeyh Muhammed Efendi halîfesi Filibeli
Muhammed Tevfîk Efendi’den icâzet almış.”
[81] Azîzim, Hz. Cemâl’in bu âdetini bozmamış, şeyh
postunu kapı yanından kaldırmamıştı. Yalnız mevsim-i şitâda zarûrî olarak kapı
yanından bir köşeye geçmektedirler.
[82] Mürebbîsi yazdığım
vechile Bayrampaşa şeyhi, meşâyıh-ı Sünbüliyyeden Ciciburun İbrâhîm Efendi idi.
Bu sebeple Cemâl Efendi Sünbülîlerle alâka-dâr idi.
[83] Bu hânımın zevc-i sâbıkından Ahmed Cevâd isminde yirmi dört yaşında bir nev-civân evlâdı
vardı. Bîçâre müteverrimen irtihâl eyledi. Hankâhta ufak türbede defîn-i hâk-i
mağfirettir.
Haret-i
Pîr’im Hüsâmeddîn Sultân kurbüne
İrdi
zevk-ı vuslatı buldu civân Ahmed Cevâd
Haret-i Şeyh Mustafâ Sâfî’ye misl-i necl-i pâk
Sâhib-i sıhriyyet oldu
nûr-ı cân Ahmed Cevâd
Hüsn-i ahlâkıyla
mümtâz âşık-ı sâdık idi
Zümre-i ihvâna
zînet-bahş olan Ahmed Cevâd
Âzim-i sû-yı saâdetdir
safâ-yı tâm ile
Cân u dilden eyledi
terk-i cihân Ahmed Cevâd
İltîfât-ı Hazret-i
cânâna mazhar şübhesiz
Nâil-i eltâf-ı
bî-pâyân olan Ahmed Cevâd
Cümle yârân u ahibbâ
asdıkâ vü akrabâ
Firkatinden yandılar
cennet-mekân Ahmed Cevâd
Tam bin üç yüz kırkta
terk-i âlem-i nâsût idüp
Gülşen-i lâhûta uçdu
nev-civân Ahmed Cevâd
Vasfının Vassâf’ı
olmuşdur muhibb-i hâlısı
Âşıkâne itdi seyr-i lâ-mekân Ahmed Cevâd
[84]
Üsküp’te Mevlevî şeyhi Niyâzî Efendi ile hem-sohbet olup, onu sohbet şeyhi
ittihâz buyurmuş olduklarını azîzim söylediler.
[85]
Edirne’de câmiu’t-turuk müderris İsmâîl Rüşdü Efendi’ye mülakî olmak üzere
gitmişler ise de irtihâline mebnî nûr-ı tarîk-ı Gülşenî Şeyh Şuayb Şerefeddîn
Efendi hazretlerinin bezm-i sohbetine dâhil olmuşlardır. Şeyh Fahri Efendi-i
merhûm azîzim 1304/(1887) târîhinde Edirne’ye azîmet ederken Câmi'-i Atîk
müderrisi İsmâîl Rüşdü Efendi’ye bir mektûb yazarlar. Bu zât, büyük azîz
Muhammed Emîn-i Tevfîkî hakkında devr-i Azîzî’de mazbata yapan meşâyıha karşı
emr-i ma'nevî ile Edirne’den gelmiş, Emîn Efendi ile görüşmüş, Emîn Efendi’nin
yazdığı müdâfaa-nâmeyi tedkîk ile husûl-i müdâfaayı tazammun edecek şekle kalb
etmek sûretiyle hüsn-i hizmette bulunmuş olmasına mukâbil, ma’rız-ı şükrânda
yazılan o mektûbu hâmilen Edirne’ye giden azîzim İsmâîl Rüşdü Efendi’yi (Celâl-i
Devvânî’nin Hakîkat-ı İnsâniyye nâm eserini tercüme etmiştir. Kendi
yazısıyla muharrer nüsha, nezd-i fakîrânemdedir. Kıymetli bir eser-i mühimdir.)
irtihâl etmiş bulunca, mektûb ve onun hâmil olduğu esrârı Şeyh Şerefeddîn
Efendi’ye teslîm ile onun şeref-i sohbetine bu vesîle ile mazhar olmuşlardır.
Şerefeddîn Efendi hazretleri Tarîk-ı Gülşenî
bahsinde tafsîlen yazdığım vechile eâzım-ı meşâyıh-ı Halvetiyye’den olup,
enfâs-ı kudsiyyeleri hırz-ı cân edilmeğe layık bir mürşid-i âlî-nisâb idi. Azîzim
onun bezm-i sohbetinden çok müstefîd olup, hâtıra-ı sohbetlerinden zamân zamân
bahs eylemişlerdir.
[86] Şeyh Ârif Efendi nâmında bir zât şeyh idi.
Bilâ-veled irtihâl eyledi ve dergâh kabristanına defn olundu. Harîk-ı kebîrde
mezâr taşı nasılsa masûn kalmıştır. Kitâbesi şöyledir:
"Tarîkat-ı
aliyye-yi Sa’diyye meşâyıh-ı kirâmından Fındık-zâde Dergâhı post-nişîni ve
muhâsebât-ı umûmiye-yi askeriye ikinci şu'be mümeyyizlerinden es-Seyyid eş-Şeyh
Muhammed Ârif Hilmî Efendi rûhu için el-Fâtiha. Yevm-i Pazar Zi'l-ka'de 1327- 1
Teşrinsâni 1325/(13 Kasım 1909)"
[87] “Ona ancak
tertemiz olanlar dokunabilir.” 56. Vâkıa sûresi, 79. (H)
[88] “… Her ilim sâhbinin üstünde, ondan daha iyi
bilen biri vardır.” 12. Yûsuf sûresi, 76
[89] "Allah'a güzel bir ödünç verip de…." 2. Bakara
sûresi, 245. (H)
[90] "Allah Kur'ân'ı öğretti." 55. Rahmân sûresi, 1,
2. (H)
[91] Mastafa Sâfî Efendi’nin vefâtı üzerine bir gazetede çıkan
haber kupürünü Hüseyin Fassâf kesip eserine yapıştırmıştır. (H)
[92] “Mazhar-ı Kemâl-i Hak” (مظهر كمال حق), bi-hesâb-i ebced 1344/(1926) târîhini
iş’âr eder ki azîzimin târîh-i rıhletidir.
[93] Şeyhü’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırrûhu’l-celî)’dir.
[94] Aşık Yûnus Emre hazretleridir.
[95] Pîr-i sânî-i Tarîk-ı Gülşenî Hasan
Sezâî (kuddise sırrûhu’l-âlî)'dir.
[96] Mısrî-i Niyâzî (kuddise
sırrûhu’l-âlî) hazretlerinindir.
[97] Tarîkat-ı aliyye-ı
Uşşâkiyye’de meşhûr Şeyh Abdullâh Salâhî (kuddise sırrûhu’l-âlî)
hazretleridir.
[98] Şeyh Müştâk-ı Kadirî’nin bir nazmından mülhemdir.
[99] Bu manzûmenin emr-i tashîhinde Mevlevî Muhammed
Tâhir Bey Efendi’nin uluvv-ı himmeti masrûf olduğundan burada lisân-i şükrân
ile yâd-I hakîkat eylerim.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar