Print Friendly and PDF

Sefîne-i Evliyâ Evliyâ-yı Ebrâr Şerh-i Esmâr-ı Esrâr 3

Bunlarada Bakarsınız




/127/ ŞEYH İSMÂÎL-İ NÜVVÂB

Şeyh Behcet Efendi hazretlerinin şeref-i sohbetine mazhar oldukları bu zât-ı muhterem esâsen meşâyıh-ı Senûsiyye’den, Mekke-i Mükerreme’de, Cennetü’l-Muallâ’da medfûn İbrâhîm er-Reşîd hazretlerinin halîfesidir. Cild-i evvelde ma’lûmât vardır (bkz. c.I, s. 258.).

Kendileri an-asl Hindlidir. Muhammed-i Nüvvâb hazretlerinin mahdûmu ve İzhâru’l-Hak sâhibi, Hindli Rahmetullâh Efendi hazretlerinin dâmâdıdır. Tabâbette de ihtisâsı vardır. Mekke-i Mükerreme’de, Süleymâniye Medresesi’nin müderrisi idi. Merzâ-yı müslimîni burada muâyene ederler ve ilâçlarını tertîb eylerler idi. İmdâdullâh Efendi hazretlerinin hem-bezm-i sohbeti ve mazhar-ı hürmeti olmuş urefâ-yı İslâmiyye’dendir.

Şeyh Muhammed-i Nüvvâb

İsmâîl-i Nüvvâb’ın peder-i mükerremleri Mekke-i Mükerreme ulemâ-yı benâmından ve kudemâ-yı mücâvirînden olup kırkbeş seneden beri Mekke-i Mükerreme’de neşr-i ulûm-ı dîniyye ile meşgûl idi.

Meşâhîr-i efâzıl ü sülehâdan bir Hindli idi. Şeyh Muhammed Molla Nüvvâb Efendi, şöhret-gîrdir. 20 Cemâziye’l-âhir 1309/(22 Ocak 1892)’da seksensekiz yaşında kaviyyü’l-bünye olduğu hâlde saratân denilen boğaz hastalığından bir hafta içinde müteessiren vefât etmiştir. Fâzıl-ı şehîrin cenâzesinde bir cemm-i gafîr hâzır bulunup, cenâzeleri Harem-i Şerîf’e getirilmiş ve binlerce halk tarafından namâzı edâ olunmuştur. Muallâ Kabristânı’nda medfûndur.

Müşârünileyh ulûm-ı akliyye vü nakliyye ve lugatta yed-i tûlâ sâhibi bir fâzıl olduğu gibi, ulûm-ı fıkhiyye ve ulûm-ı felsefe ve tasavvuf ve ilm-i hikmette dahi ferîd-i asr bir zât-ı sütûde-siyer idi. Huccâc meyânında çâr-aktâr-ı cihândan gelip ziyâretiyle müşerref olan efâzıl bile müşârünileyhin talâkat ve fesâhat-i lisânıyla ilm ü fazlına ve her fendeki mahâret-i fevka'l-âdesine veleh ü hayretler içinde kalırlar idi. Hallâl-i müşkilât idi. Ulûm-ı âliye tedrîs ve ifâza eylerlerdi.

Şeyh İsmâîl-i Nüvvâb İstanbul’da:

İsmâîl-i Nüvvâb hazretleri bu sırada kırkbeş yaşlarında ve İstanbul’da bulunuyorlardı. Pederlerinin irtihâlini müteâkib Mekke-i Mükerreme’ye azîmet eylemişler ve pederlerine hayru’l-halef olmuşlardı. İstanbul’da 1309/(1892) senesinde bulundular.

Şeyh Behcet Efendi’nin ta’rîflerine göre uzuna karîb orta boylu, nahîfü’l-vücûd, esmerü’l-levn, siyâh sakallı, sakalı sünnet-i seniyye dâiresinde uzunca, bıyıkları kesili, mütenâsibü’l-endâm, beşûş, mütevâzı’, halûk, bi-hakkın sünnet-i seniyye ile mücehhez idi. Lakırdıyı hafîf söylerlerdi.

/128/ Mevlevî Tâhir Dede, Mahfil risâlesinde, “Haremeyn’de İftar” ser-levhasıyla yazdığı bir makâlede der ki:

“Mekke-i Mükerreme’de geçirdiğim, 1312 Ramazânında (Mart 1895) şâhidi olduğum bir hârikayı burada zikretmeden geçemeyeceğim. Belde-i mübârekede, Harem-i Şerîfe nâzır olmak üzere Süleymâniyye nâmında bir medrese vardır. Müderrisliğinde Hindli Şeyh İsmâîl-i Nüvvâb Efendi bulunuyordu. Ricâl-i Şâzeliyye’den Ahmed b. İdrîs’in halîfesi olduğu gibi, Şeyh İbrâhîm er-Reşîd’den de irşâda me’zûn olmuştu. Üstâd-ı muhteremim Mesnevî-hân Muhammed Es’ad Dede Efendi merhûm ile ziyâretine gittiğimiz bir gün bizi akşama iftara da’vet etti. Med’ûv bulunduğumuz için abd-i âciz, Harem-i Şerîf'teki iftarda bir kaç yudum zemzemle iktifâ ettim. Namâzdan sonra Şeyh’in medresedeki odasına gittik. Bizimle berâber beş-altı kişi vardı. Ortaya bir sofra bezi yaydılar. Etrâfına diz çöküp oturduk. Be-herimize birer parmak kıt’asında yapılmış ikişer peksimet verdiler. Sofraya da fincân tabakları içinden biraz peynir, biraz zeytin koydular. Bir de, vaktiyle İstanbul’da 20 paraya satılan bir karpuz kestiler. Ben bunları iftarlık ve yemeği sonra gelecek zannediyordum. Şeyh efendi, sıyâm-ı dehre müdâvim olduğu ve akşamla sahur olmak üzere 24 sâatte bir yemek i’tiyâdında bulunduğu cihetle sofraya oturmadı.

“Bi’smi’llâh, tafaddalû!” dedi. Yemeğe başladık ve oruç açlığıyla yedik. Tamâmıyla doyduğumuz hâlde, sofradaki mevâddın bakiyyesi duruyordu. O mevâd ki, açlık ve o zamânki gençlik ilcâsıyla onların mecmûunu yalnız ben yiyebilirdim. Ba’de’t-taâm birer çay içtik. Biraz müsâhabe ve istifâzadan sonra, Hz. Şeyh’in elini öpüp vedâ’ ettik. Dışarı çıkarken,

                                                           اوليا را هست قدرت از اله

                                               تيرچسته بازكرداند ز راه[1]

beyt-i Mesnevî’sini hâtırladım ve evliyâu’llâh hazerâtının kudreti hakkındaki ilmî îmânımı aynen müşâhede sûretiyle takviye eylemiş oldum. Mürşid-i müşârünileyhin bi'l-âhare vefâtını haber aldım. (Kaddesa'llâhu teâlâ sırrahû)

/130/ ŞEYH AHMED-İ MUHTÂR

İsmâîl-i Nüvvâb hazretleri, İstanbul’da bulundukları sırada Ahmed Muhtâr Efendi’nin konağında misâfir olmuşlardır. Mevlevî Es’ad Dede ve Şeyh Ali Behcet efendilerle Ahmed-i Muhtâr Efendi’ye tarîkat icâzet-nâmesi vermişlerdi.

Nâm-ı bâ-ihtirâmını ser-mâye-i makâl ittihâz ettiğimiz Hacı Ahmed-i Muhtâr Efendi, esbak Girit muhâsebecisi Mustafa Kutbî Efendi’nin küçük mahdûmu olup, Hanya kasabasında 1244 sene-i hicriyyesinde (1828) mehd-ârâyı âlem-i şuhûd olmuştur.

Mukaddimât-ı ulûmu Girit’te bulunabilen ulemâ-yı mahalliyyeden bi’t-tederrüs kendi isti’dâdıyla henüz ondört yaşında iken beyne’l-akrân teferrüd ederek mümtâz olmuş idi. Müktesebât-ı ilmiyyesi, bulunduğu muhîtin maârifiyle gayr-i mütenâsib olmasına binâen Girit’ten hicretle memâlik-i Osmâniyye’nin Tuna, Yanya ve Haleb vilâyetlerinde ba'zı gümrük me’mûriyyetlerinde bulunduktan sonra 1289/(1872) târîhinde Bâb-ı Ser-askerî Mektûbî Kalemi’ne bi’l-imtihân dâhil olmuş ve tedrîcen terakkî ederek 1316/(1898) târîhinde Makâm-ı Ser-askerî Dâiresi Riyâseti’ne irtikâ eylemiş ve bu hıdmet-i ahîreyi kemâ-fi’s-sâbık kemâl-i iffet ü nâmûs ile hüsn-i îfâ edip, ba’de’l-inkılâb 3 Eylül 1324/(1908) târîhinde Harem-i Şerîf-i Hz. Nebevî meşîhat-i celîlesine me’mûr olarak iki sene bu vazîfe-i mukaddesenin hüsn-i îfâsıyla müşerref olduktan sonra Dersaâdet’e avdetini müteâkib 17 Ramazân 1328/(23 Eylül 1910) târîhinde irtihâl-ı dâr-ı naîm eyleyerek hânesi civârında kâin Molla Gürânî hazretlerinin kabr-i şerîfleri ittisâlinde vedîa-i rahmet-i ilâhiyye kılınmıştı..

Cenâzelerinde hâzır bulundum. Taşkasab'da(ki) konaklarından Fâtih’e götürüldü. Namâzı orada kılınıp, Molla Gürânî Câmi'-i şerîfi hazîresine defnedildi. Tâbûtunun üstünde, Harem-i Şerîf'de iken sardıkları destâr konulmuş idi. Bu câmi'-i şerîf ve civârı harîk-ı kebîrde yandı; yola kalb olundu. Bu sebeple bakâ-yı izâmları, Merkez Efendi Kabristanı’nda tevhîd-hâne civârına naklen defn olundu.

Geçende kitâbe-i seng-i mezârını yazmak üzere ziyâretine gittim. Maa't-teessüf bir eser-i nişâne bulamadım. Mezârı kaybolmuştur.

Ravzâ-i Mukaddese-i Nebeviyye’den iftirâk ve infikâk-ı sûrîsi kendisi için pek ziyâde dâğ-ı derûn-ı teessür olduğu ba’de’l-vefât tab’olunan Vedâ’-nâme’sinden anlaşılmaktadır:

Bende olmuşdum Harîm-i Kuds’üne Şeyhü’l-Harem

Nâgehânî uğradım hırmâna giryân el-vedâ’

Hidmetinde her gecemdi Leyle-i Kadr-i visâl

Her sabâhın reşk-i îyd-i bahtiyârân el-vedâ’

/131/                Âh şimdi her gecemdir bir şeb-i yeldâ-yı gam

Her günüm zulmet-penâh-ı renc ü hicrân el-vedâ’

İstanbul’a avdetinde rıhtıma henüz kadem-nihâde olup da, akrabâ ve asdıkâsının istikbâl-i meserret-kârîlerine rû-yı ibtisâm u iltifât irâe ve ibzâliyle mukâbele eylerken bir ye’s-i amîk-ı hicrânın taht-ı te’sîrinde zebûn bulunduğu enzâr-ı dikkatten mestûr u mahfî kalamıyordu. Bu hüzn ü melâl, iştiyâk-kârâne gün-be-gün iştidâd etmiş ve kendisinde yine Medîne-i Tâhire’ye muâvedetle civâr-ı Habîbu’llâh’da mukîm olmak ârzûsunu tevlîd eylemiş idi. Fakat sâik-i ecel bu emel-i sûrîyi icrâya fırsat vermeden, “Cânı cânânına itdi îsâl”.

Bulunduğu hizmetlerde vatan ve milletine hüsn-i hizmet ü iffet ve istikâmetle temâyüz eden müşârünileyhin hayât-ı siyâsîsinden ziyâde, hayât-ı ilmîsi câlib-i dikkat oluyordu. Zîrâ Muhtâr Efendi, Şeyh’ül-Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin şimdiye kadar kâ’bına varılmamış bir tercümân-ı sâdıku’l-beyânı idi.

Devr-i meş’ûm-ı istibdâdın îkâ’ eylediği bütün mevâni’ ve müşkilâta, envâ'-ı mehâlik ve tazyîkâta rağmen beyt-i Muhtâr her gece tâlib-i ilm ü irfân, nice şüyûh u şübbân ile dolardı. Bütün nâmûs-ı mücessem insânlardan mürekkeb olan müdâvimîn bi'l-hâssa Hz. Şeyhü’l-Ekber’in âsârını, müşârünileyhin takrîrinden okurlar idi. Bu müsâmere-i leyliyye-i ilmiyyelerden mâ-ada zâten bir mesken-i husûsî olmaktan ziyâde dâhilen ve hâricen melce’ ve penâh-ı fukarâ vü zuafâ olan hâne-i mezkûre vakit vakit, taraf taraf gelen garîbü’d-diyâr fuzalâ ve urefâ-yı asra günlerce ve aylarca ikâmet-gâh olurdu. Nitekim İsmâîl-i Nüvvâb hazretleri burada mukîm bulunmuşlardı. "Nev’i şahsına münhasır" ta’rîfine şâyân olan o fâzıl, mütefekkir, ilim cihetinden mütebahhir ve mümtâz bulunduğu kadar meâlî ve mehâsin-i ahlâk ile dahi muttasıf ve ser-firâz olarak her hâl u kârında eser-i nebevîye muktefî idi. Sinîn-i vefîreden beri leyl ü nehâr kütüb-i sûfîyye tetebbu’ ve tevağğülü sebebiyle esrâr-ı butûn ile müstağrak ve mâlî olduğu cihetle bi’t-tab’ biraz dalgınca bulunan fikr ü hâli enzârdan safvet-i vicdâniyye ve ma’sûmiyyet-i rûhiyyesini bir perde-i vakâr ile setr eyler gibi idi.

Âsârı:

- Âdâbu’l-Mürîd,

- İstimdâd u İntibâh-ı Kalb,

- Mir’âtu’ş-Şuhûd li-Seyri’l-Vücûd,

- Sirâcü’l-Vehhâc fî Leyleti’l-Mi’râc,

- Meâric-i Seb’a,

- Mehâsin-i Ahlâk,

- Hikmet-i Tefekkür,

/132/   - Mecâl-i Fikret.

Bu manzûm ve mensûr âsârı matbû'dur. Şücûn u Mescûn ve Mevâkiu’n-Nücûm (Tercümesi) gayr-ı matbû'dur.

Ni’metullâh Tefsîri’ni tab’a sarf-ı himmet eylemiştir. Hele Şeyh-i Ekber’in Mevâkiu’n-Nücûm nâm te'lîf-i âlîsini tercümeye ibtidâr eylediği zamân ba'zı zevât-ı fâzıla, “O kitapdan ma’nâ istihrâc edip, tefhîm eyleyebilmek için Hz. Şeyh’in yeniden dünyâya gelmesi lâzımdır.” diyerek bu teşebbüsün teyessür-nümâ-yı husûl ü imkân olamayacağına alenen hükmetmişler iken, bir gün tercümeyi onlara okuyunca, metin ile tercüme arasındaki mutabakât münâsebetiyle izhâr-ı hayret ü taaccübden kendilerini alamamışlardır.

Hz. Şeyh-i Ekber, bana “evlâdım”, buyurdu.” diye mübâhât ederlerdi. Ba'zı hall ü şerhinde dûçâr-ı müşkilât olduğu gavâmız-ı ledünniyyede rûhâniyyet-i Hz. Şeyh’in meded-res olduğunu kendileri söylemişlerdir.

Muhtâr Efendi’nin âsâr-ı manzûmesi vardır. Kuvvet-i ilmiyyeleri ile söylemişlerdir. Hattâ, devr-i Hamîdî’de vücûda getirilen mebânî-i resmiyyenin hemen hemen cümlesine târîh söyleyen müşârünileyhdir. Üdebâ-yı zamândan Mahmûd Kemâl Beyefendi, müşârünileyh için, “Şâir değildir, fâzıl bir nâzımdır.” dediler. Fakat zevkî âsâr-ı manzûmesi lezzet ve hürmetle okunur. Cild-i evvelde onaltıncı sahîfede kısmen nakl eylediğim tasavvuf manzûmesi buna delîldir.

Muhtâr Efendi merhûmun odasında asılı levhalardan şu levha-i latîfe enfâs-ı ârifânelerindendir:

Marîz olunca ser-âzâr-ı dest-i kahr-ı ecel

Eser-nümâ-yı hazâkat olur tabîb-i lebîb

Rehîn-i devr-i tenâhî olunca ömr-i beşer

Virir mi fâide âb-ı hayât virirse tabîb

Nev-sâl-i Osmânî’de okudum, akrabâsından biri diyor ki:

(الموت لقاء)[2] müfâd-ı celîline bi-hakkın mâ-sadak olan vukû’-ı irtihâllerinden bir kaç gün evvel istifsâr-ı hâtırına gitmiş idim. Ma’şûka-i cânı olan kitâbı yine dest-i irfânında idi. Rûz u şeb, enîs-i rûh ittihâz eylediği Fütûhât-ı Mekkiyye’yi elinden bıraktığı görülmemiş olduğundan yine Fütûhât mütâlaasında zannettim. Meğerse Mevâkıf imiş. Hâlet-i marazıyyesine dâir bir kaç kelime teâtîsinden sonra, ber-mu’tâd kitâbı açtı, bir mebhas-i mahsûsu taharrî eder gibi epeyce bir müddet bir çok sahîfeler çevirerek, nihâyet (قَدْ أَفْلَحَ مَن تَزَكَّى)[3] âyet-i kerîmesini buldu ve hiç mesmû’ ve manzûrum olmayan bir çok maânî-i latîfeyi zâtına has bir vukûf-ı tâm ve şîrîn bir şîve-i kelâm ile takrîr ve tefsîr ederek beni öyle bir sûrette gaşy ü teshîr eyledi ki, hasta nezdinde müddet-i medîde bulunmak câiz olmadığı hâlde iki sâat müddetin güzerânından haber-dâr olmadığım gibi, bi'l-iltizâm bu âyet-i celîleyi taharrî ve intihâb eyleyişindeki, ba’de vefâtihî intikâl eylediğim /133/ îmâ-yı ma’nî-dârı dahi hiç taakkul ve tahattur edemedim.

Rikkat-i kalb, himâye-i aceze, yâr u ağyârı hakkında hayr-hâhlık, gördüğü fenâlığa sû-i mukâbeleden ictinâb, kesr-i kalbden ve sû-i zandan ihtirâz ederdi.

İsmâîl-i Nüvvâb hazretleri, Muhtâr Efendi’yi ilk gördüklerinde (لشأنك جئت يا مختار)[4] buyurması müşârünileyhin nezd-i Hak’da mergûb ve kemâli matlûb olduğuna delîl-i bâhirdir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

es-SEYYİD eş-ŞEYH el-HÂC MUHAMMED MURÂD EFENDİ

İstanbulludur. 1203 târîhinde şehr-i Muharremin yirmiüçüncü (24 Ekim 1788) Perşembe gecesi  İstanbul’da, Çarşamba’da doğmuştur. Murâd Molla[5] Dergâhı post-nişîni Şeyh Hacı Abdülhalîm Efendi, pederleridir. Bu dergâhın ilk şeyhi meşhûr Ahıskalı Bey-zâde el-Hâc Mustafa Efendi olup, Mecmûa-i Bey-zâde nâmıyla bir eseri vardır ki, bâlâda bir nebze bahsolunmuştur.

Muhammed Murâd Efendi, tahsîl-i kemâlât eyledikten sonra pederlerinin irtihâli üzerine dergâh-ı mezkûr meşîhatına nâil oldular. Nâtıka-perdâz olduklarından selâtîn cevâmi’-i şerîfesi kürsü şeyhliği katarına dâhil olarak Sultân Ahmed kürsü şeyhliğine kadar tayy-i merâtib eylemiştir. Tercüme-i hâllerini, âsâr-ı matbûasının “Mâ-hazar” nâm Pend-i Attâr şerhinin nihâyetinde yazmışlardır.

Ulûm-ı Fârisî’de yed-i tûlâ sâhibi olduklarından Mesnevî-i şerîf okuturlarmış. 1260/(1844) târîhinde Çarşamba’da Dârü’l-Mesnevî’yi te’sîs ile burada dört-beş sene kadar Mesnevî okutmuşlardır.

Sultân Abdülmecîd Hân, Hz. Şeyh’in kemâlâtına meftûn olup tarîkaten nisbet peydâ eyledikleri menkûldür.[6]

1264 senesi Şevvâlinin yirmiyedinci (26 Eylül 1848) günü füc’eten vefât eylediler. Dârü’l-Mesnevî dâhilindeki türbe-i mahsûsasına defn olunmuştu.

Haremeyn-i muhteremeyni ziyâret şerefine mazhar olmuş, rûşen-dîl bir rehber-i hâkâyık-bîndir. Meşâyıh-ı Nakşiyye arasında mümtâz bir sîmâdır.

Âsârı:

- Rûhu’s-Şurûh nâmında altı cild, Mesnevî-i şerîf şerhi. Pek kıymetli bir eserdir. Murâd Molla Kütübhânesi’nde nüshası vardır.

- Şerh-i Tuhfe-i Şâhidî el-müsemmâ bi-Zeyli’l-Hafâ.

- Risâletü’s-Sekaleyn.

- Muînü’l-Vâizin.

- Mâ-hazar.

- Dîvân. Her üç dilde söylenmiştir.

Manzûmâtından:

Murâd-ı derd-mendin cümle ahvâli sana ma’lûm

Anı takrîr ü tahrîre ne hâcet Yâ Rasûla’llâh

                     *   *   *

/133/[7] Vechinde görüp bir gül-i zîbâ-yı muhabbet

Ey gözleri âfet

Bülbül gibi dil itdi temennâ-yı muhabbet

Nâ-çâr olur elbet

Ol bezm-i ezel lezzetidir bezm-i cihânda

Şimdiki zamânda

Halk birbirine itdiği sevdâ-yı muhabbet

Eskidir o ülfet

                     *   *   *

Mahbûb temâşâsı bir esrâr-ı hikemdir

Hak’dan bir keremdir

Kim mest ider uşşâkı tecellâ-yı muhabbet

Hâl ehline devlet

Ta’rîfe gelür mi gönül ahvâli kalemle

Yorulma elemle

Meydân-ı erenlerde ko da’vâ-yı muhabbet

Yokdur bu ne sohbet

Nakşındaki nakkâşı bilüp ârif-i Hak ol

Sen var yüzü ak ol

Tahkîk-i Murâdî budur ol cây-ı muhabbet

Pîrden ola himmet

Mahdûmları Muhammed Ârif Efendi câ-nişîni olup, tekke onun mahlûlünden Tâlib Efendi nâmında Rodoslu bir zâta, onun vefâtında oğlu Hâlid Efendi’ye tevcîh olunmuştur.

MUHAMMED ÂRİF EFENDİ

Dârü’l-Fünûn Târîhi’nde yirmiikinci sahîfesinde okuduğuma göre mûmâileyh Ârif Efendi, 1286/(1869) senesinde Dârü’l-Fünûn’un resm-i güşâdında hâzır bulunup duâ etmiştir. Vüzerâ-yı devletten Berlin Sefir-i kebîri Sa’dullâh Paşa, Safvet Paşa’ya bir mektûb yazıp, Dârü’l-Fünûn’un resm-i güşâdında vukû’ bulan hâdise hakkında ma’lûmât istemiş, Safvet Paşa da şu cevâbı vermiştir:

“Dârü’l-Fünûn’un hîn-i güşâdında edilen duâ fıkrası külliyyen hâtır-ı çâkerânemden çıkmıştı. Bunun tahattur buyuruluşu bir kat daha mûcib-i teessür oldu. Nasıl olmasın ki, kendisi nâsı irşâd için Mûrâd Molla Tekkesi’nde post-nişîn olduğu ve pederi merhûm Mesnevî-hân ve fuzalâdan olarak mâlik olduğu kütüb-i mütenevviayı mahdûmuna terk eylediği ve mûmâileyh dahi uzunca sakal ve başında Özbek tâcı ile halka elini öpdürdüğü hâlde, ol gün taraf-ı kemterânemden ve Münîf Efendi ve Cemâleddîn-i Afgânî taraflarından kırâat olunan kelimât Türkçe muharrer bulunduğu hâlde aslâ ve zerre kadar müşâbeheti yoğiken bunları âyât-ı Kur’âniyye ve ehâdîs-i şerîfe zannıyla ellerini kaldırıp, “İşbu meclis-i melâik-enîsde kırâat olunan âyât-ı kerîme...” der demez, Şirvânî-zâde merhûmun, “Siz bu şeyleri mücerred dîni tahkîr için yapıyorsunuz.” diyerek ve gözlerini açarak çâkerlerine sitem edişi dahi şeyh-i câhilin Türkçe okunan şeyleri Arabca zannetmesi derecesinde garâibden değil midir?

Bakılsa merhûm-ı müşârünileyh, orada şeyhi ayağı altına alıp ve başındaki tâcı parçalayıp kendisini tard u def' etmek lâzım gelirdi. Bendenizin mûmâileyh ile muârefem ve ülfetim olmadığından başka, Murâd Molla şeyhi merhûmun öyle câhil, sakallı ve vefâtından sonra kendi yerine geçmiş mahdûmu olduğuna dâir aslâ ma'lûmatım olmayıp mûmâileyhin celbi, mücerred Cevdet Paşa hazretlerinin tavsiyesi üzerine olmuştu.

İşte efendiciğim, böyle kelimât-ı Türkçe’yi Arabca zannıyla, ecr ü mesûbâtından hâzır bulunanların hisse-dâr olmalarım dergâh-ı Ehadiyyet’ten temennî eden bin şeyhin ve mechûlü’l-efkâr ve’l-ahvâl bir Afganlının sun’-ı Hudâ olduğunu murâd ederek, “Bütün bir san’attır.” demesi hezâr güçlükle sâha-i vücûda getirilen bir medrese-i cedîde-i ilmiyyenin ilgâsını mûcib olmuştur.”

Şu bahsi okuduğum zamân çok müteessir oldum ve nişâne-i teessürüm olarak aynen buraya naklettim.

AHISKALI BEY-ZÂDE es-SEYYİD el-HÂC MUSTAFA EFENDİ HAZRETLERİ

Dâmâd-zâde kazasker Murâd Molla Efendi’nin Çarşambapazarı nâm mahalde inşâ-kerdesi olan hânkâh-ı Nakşıbendî’ye ilk şeyh olmuştur. Fâtih’de Karadeniz Medresesi’nde sâkin olup, tahsîli Fâtih’dedir. Erzincânî Ömer Efendi’den okumuş ve ondan mücâz olmuştur.

Seyyidü’n-nesebdir. Pederi Ahıskalı Ali nâm zâttır. Mevliden Ahıskalı, mevtınen İstanbullu olan bu zâtın tarîkaten şeyhi Hacı Hâfız Muhammed Efendi b. Hüseyin el-Hisârî’dir.

Üç senede ikmâl-i sülûka muvaffak olmuştur. Silsile-i tarîkatı İmâm Rabbânî evlâdından Muhammed el-Ma’sûm’a müntehîdir.

Osmânlı Müellifleri’nde, Tâhir Bey merhûmun nakline göre de, ikmâl-i sülûku Eyüp’de medfûn Murâd-ı Buhârî hulefâsından Gelibolulu Mustafa Efendi müstahleflerinden Hacı Hâfız-ı Hisârî merhûmdandır ki, sıhhat-ı beyân nümâyândır.

Tefsîr, hadîs, fıkıh ve lügatte ferîd-i asr olup, şârih-i Kâmûs, Mevlânâ Seyyid Murtazâ ile Mısır’da musâhabeleri, ba’de’l-müfâraka mükâtebeleri ve eş’âr-ı Arabiyyesi vardır.

Hicâz’da irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. 1200/(1786) târîhinde ikinci def'a hacca azîmetinde Cidde’ye karîb bir mahalde gemide irtihâl edip, Cidde’de Hz. Havva kurbünde defn olunmuştur.

Arabçası gâyet kavî olup eserlerini Arabça yazmıştır.

Te’lîfâtı :

- Arabiyyü’l-ibâre, mensûr Mevlid-i Nebî.

- Menâsik-i Hac.

- Kasîdetü’d-Dürriyye.

- Risâletü’l-Ma’lûm ve’l-Mechûl mine’s-sarf.

- Risâletü’s-Sülûk ve müteaddid kasîdeler.

Bunların cümlesi bir kitâbda matbû'dur. Elime geçen bu eser-i matbûun baş tarafında Murâd Molla Şeyhi tarafından yazılmış şu ibâreyi gördüm:

Vakafe hâze’l-kitâbe es-Seyyid el-Hâc Hâfız Muhammed Murâd en-Nakşıbendî, hânkâh-ı Murâd Molla. İşbu kitâb Zağra-i atîk (Eski Zağra) şehrinde Hâcı Abdurrahmân Efendi Tekkesi’ne vakf olmak üzere vaz’ olunup dergâhda mütâlâa olunmak üzre şeyh efendiye teslîm edilmiştir. 25 Cemâziye’l-evvel 1264/(29 Nisan 1848). Vakafe hâze'l-kitâb es-Seyyid eş-Şeyh Hâfız Muhammed Murâd.”

Murâd Molla Kütübhânesi’nde bir çekmecede Mustafa Efendi hazretlerinin gömlek ve sâire gibi ba'zı metrûkâtı teberrüken mahfûzdur. Âyât-ı kerîme ile yazılı bir gömleği pek kıymet-dârdır. Teberrüken ziyâret olunurdu.

Hulefâsı :

- Şeyh Abdülhalîm Efendi,

- Yanyalı Yûsuf Efendi,

- Ahıskalı Hacı Muhammed Efendi,

- Geredeli Halîl Efendi,

- Saray hocası Bolulu Mustafa Efendi.

- Sâlifü’z-zikr Murâd Efendi, Abdülhalîm Efendi-zâdedir.

ŞEYH VASFÎ EFENDİ

1267/(1851) senesinde İstanbul’da tevellüd eylemiştir. Pederi 1283 sene-i hicriyyesinde (1866) irtihâl eden Kefevî Tekkesi şeyhi Hâce Muhammed Râşid Efendi’dir ki, meşhûr Mesnevî-hân Hüsâm Efendi’nin meclis-i şerîfinde bulunanlardandır.

Mukaddimât-ı ulûmu pederinden telemmüz eylemiştir. Fâtih Câmi'-i şerîfinde Ahaveyn Hâce Mustafa Efendi merhûmdan Şerh-i Akâid’e kadar okumuştur. Mesnevî-hân-ı şehîr Gelibolulu Hâce Tâhir Efendi merhûmdan Mesnevî-i şerîf ile Dîvân-ı Hâfız ve Dîvân-ı Câmî’yi tederrüs etmiştir. Fâtih Mülkiye Rüşdiyesi’nde lisân-ı Osmânî; Mekteb-i Kudât’ta kitâbet-i resmiyye muallimliğinde bulunmuştur. Pederinin irtihâlinde Kefevî Dergâhı meşîhatine nâil olduğundan, “Kefevî Tekkesi Şeyhî Vasfî” diye manzûm bir imzâya mâlik idi. Meclis-i meşâyıh a’zâlığında bulundular. Merhûm Muallim Nâcî mekteb-i edebine mensûb esâtize-i şuarâ sırasındadır.

Muallim Nâcî merhûm ile çok zamânlar hem-bezm-i ülfet olmuştur. Muallim-i merhûm ile birlikte Tercümân-ı Hakîkat, Saâdet ve Mürüvvet gazetelerinde çalışmıştır. İstanbul’un her sınıf halkıyla görüşür, rind-meşreb bir zâttır.

Tarîkaten nisbetleri ricâl-i Nakşiyye’den, Murâd Molla Dergâhı şeyhi, Şeyh Muhammed Murâd Efendi-zâde Şeyh Hacı Ârif Efendi’dendir. 27 Cemâziye’l-evvel 1328/(16 Haziran 1909) târîhinde Pazar günü Balat’tan geçerken füc’eten vefât /134/ eyledi. Na’ş-ı muhteremleri tekke kabristanında, pederinin kabrine defn edilmiştir.

Âsârı :

- Cezebât,

- Şöyle Böyle (Nâcî merhûmla yazılmış).

- Levâmi’,

- Bedâyi’,

- Sevâtı’,

- Metâli',

- Münşeât-ı Şeyh Vasfî,

- Muharrerât-ı Şeyh Vasfî,

- Bârika,

- Feyz-âbâd,

- Reyâhîn,

- Kelimât-ı İslâmiyye,

- Muhâdarât,

- Nahv-i Osmânî,

- Sarf-ı Osmânî.

ŞEYH HİDÂYETULLÂH EFENDİ

Şeyh Ali Behcet-i Konevî hazretlerinin necl-i necîbi olup, peder-i ekremlerinin irtihâlinde sinnen pek küçük olduğundan, İbrâhîm-i Hayrânî hazretleri câ-nişîn-i irşâd olmuşlardı. Pederlerinin irtihâlinden sonra elli sene muammer olup, 1288/(1871) senesinde âzim-i dâri’l-karâr olmuş, âlim, fâzıl bir insân-ı kâmil idi. Pederlerinin yanında medfûndur. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Pertev Paşa merhûmun söyledikleri târîh seng-i mezârında mahkûktur:

Vâris-i feyz-i cenâb-ı Şeyh Behcet bundadır

Tâc-ı nakş-ârâ-yı erbâb-ı tarîkat bundadır

Şeyh-i kâmil merd-i vâsıl ârif-i âgâh-dil

Nüsha-i mecmûa-i ders-i hakîkat bundadır

Emr-i Hak’la rûh-ı pâki Adn’i kıldı âşiyân

Fâtihâ-hân ol gel ey dervîş himmet bundadır

Sâlikânı haşre dek olsun ilâhî müstefîz

Feyz-i rûhâniyyetinden kim saâdet bundadır

Yazdı Pertev bu mücevher beyt ile târîhini

Hıdmeti makbûl ola ümmîd ü niyyet bundadır

Medfen-i pâkin ziyâret eylesün erbâb-ı dil

Gevher-i gencîne-i nûr-ı hidâyet bundadır

مدفن باكن زيارت ايلسون ارباب دل

كوهر كنجينه  نور هدايت بونده در

ŞEYH İBRAHÎM EDHEM EFENDİ

Kefevî Tekkesi şeyhi Vasfî Efendi merhûmun yerine şeyh olan zât-ı âlî-kadr olup, 1277/(1860) senesinde Fâtih civârında Hoca Hayreddin Mahallesi’nin Emir Buharî Caddesi’nde, kuzâttan İsmâîl Hakkı Efendi nâm zâtın sulbünden mehd-ârâ-yı âlem-i şuhûd olmuştur.

İsmâîl Hakkı Efendi’nin pederi Seyyid Ahmed Efendi, onun pederi Seyyid İbrâhîm Efendi nâm zâttır ki, Sultân Mahmûd zamânında Vahhâbîlerin Mekke ve Medîne’yi istîlâlarında Feirâşiyyet vekîli sıfatıyla oraya hicret ederek teehhülüyle Ahmed Efendi dünyâya gelmiş idi.

İbrâhîm Edhem Efendi, Fâtih’de Hâfız Paşa Mektebi’nde ve Fâtih Rüşdiyye Mektebi’nde tahsîl-i ibtidâîde bulunup, hüsn-i savta mâlik idi. Şeyhü'l-islâm Kara Halîl Efendi süt pederi idi. Onun delâletiyle Sultân Abdülhamîd merhûmun bidâyet-i saltanatında Mâbeyn Mızıkası’nda, bir müddet sonra hıdmet-i askeriyyede bulunup, askerlikten tezkere aldıktan sonra Defterhâne’ye, bir müddet sonra Bahriye Nezâreti’nde hıdmet-i kitâbete müdâvemetle, 1332/(1914) senesinde tekaüdü icrâ kılınmıştır. Ba’dehû yevmiye ile tekrâr Defterhâne taşra kuyûd kalemine alınarak son vakitte oraya müdâvemet eylemişler idi.

Tarîkaten ilk intisâbı Köprülü Muhammed Cezbî Efendi’yedir ki, bu zât Şeyh Ali Behcet Efendi halifesi Hâfız Feyzullah Efendi merhûmun, (sahîfe : 104) halîfesidir. Hoca Hayreddîn Mahallesi’ndeki mescidinde Kadı Beyzâvî’ye muhaşşî olan zâtın medfeni karşısında, Çene-zâde Dergâhı şeyhi vekîli idi. Edirne kapı hâricinde medfûn müftiyü’s-sekaleyn Ahmed Efendi merhûmun kabri karşısında defîn-i hâk-i gufrândır.

Cezbî Efendi merhûmun dâire-i nisbetinde üç buçuk ay kadar kaldılar. 1309 bidâyetinde (1891) müstahlef oldular. Cezbî Efendi o târîhde vefât eyledi. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

İbrâhîm Edhem Efendi onun üzerine Haremeyn-i muhteremeyne azîmete karâr vermişti ki, 1309/(1891) senesine müsâdiftir.

Bu esnâda kız tarafından Sülâle-i Kâdiriyye’den Bağdâdlı Şeyh Muhammed Emîn Efendi ile mülâkat vukûa gelip, hattâ bu sırada garîb bir tesâdüf vukûa gelmişti.

İbrâhîm Edhem Efendi Hicâz’a azîmetinden önce bir gün Fâtih’de sakal başını çevirtip Hz. Fatih’e karşı bi-inâyeti’llâh sakal koyuverdiğinden ve duâ ettiğinden bahisle, zemzem-i şerîf ile yıkamağa azm ettiğinden böyle bir mazhariyetten mahrûm kalırsa kemâl-i hüzne dûçâr olacağından nezd-i Hak’da muâvenet-kâr olmasını Hz. Fatih’den ricâ etmiş ve bu hâlini de müşârünileyh Muhammed Emîn Efendi’ye söylemiştir. Şeyh Emîn Efendi duâ edip, usûl-i Kâdiriyye’den icâzet verip, İbrâhîm Edhem Efendi, Haremeyn-i muhteremeyne azîmet edip, ba’de’l-hac Medîne-i Münevvere’ye geldiğinde üç buçuk ay kadar mücâveret şerefine mazhar oldular. Bu sırada taraf-ı peygamberîden, “İlhâmî” mahlasına kesb-i neylûlet ettiler ve iltifâtı âli’l-âl olmak üzere lisân-ı dürer-bârdan şu salât-ı selâm ile devâm-ı telkîne mazhar oldular.

اللهم صل على سيدنا محمد وعلى آل سيدنا محمد عدد ما فى علم الله صلاةً دائمةً بدوام ملك الله.[8]

Her namâzın akabinde on def'a okumağa me’mûriyyetlerini söylediler ve ihvân-ı dînini buna teşvîk eder oldular.

Medîne-i Münevvere’de bulundukları üçbuçuk ay zarfındaki şeref-i mücâveretin lezzetini bi'z-zât fakîre nakletmişlerdi. Hattâ Harem-i Saâdet’te Türkçe Mevlid-i Nebî okumağa muvaffak olduklarını söylemişlerdi. İbrâhîm Edhem Efendi, Kefevî Dergâhı’na şeyh ta’yîn edilmiş, burada Cuma günleri cemâatla zikr-i şerîfe devâm eder olmuş idi. Kendisinin hüsn-i savtı hayliden hayliye şöhretine sebeb olduğundan, bu şöhretten kurtulmak azmine bile düşmüş idi. Hâfız Paşa’daki kırâat-hânenin bahçesindeki odada ta’lîm-i mûsîkîde bulunur, dersinde elli altmış kimse mevcûd olurdu. Tarîkata intisâb sırasında bu mûsikî iştigâlinden halâs azminde olduğu sırada 1309 nihâyetlerinde (1892) bâ-irâde-i seniyye meşk-hânesi seddolundu.

Şeyh İbrâhîm Edhem nasılsa girif-dâr olduğu mûsikî âleminden halâsa azm ettiğinden, böyle bir irâde ile mûsikî hayâtından men’ edilişinden kat’â mahzûn olmayıp pek ziyâde memnûn olmuş ve yalnız ilâhî besteleriyle iştigâli zevk edinmiş idi.

Hükûmetçe tekkeler sedd, âyîn-i tarîkat men' edilesiye kadar Kefevî Tekkesi’ne müdâvim olup, bu sırada erbâb-ı şevk u hevesten hayli kimseler hisse-dâr-ı zevk-i ma’nâ olup, hattâ Evkâf Mebânî-i Hayriyye Kalemi mümeyyizi Emîn Efendi ve Süleymâniyye Câmi'-i şerîfi İmâmı ve hâlen Edirne müftüsü Edirneli Hâfız Mustafa Efendi ve Haytabâlî (?) Mektebi muallimi merhûm Hacı Hâfız Sâlih Efendi ve Kırımlı Mescid Câmii İmâm ve hatîbi ve Millet Kütübhânesi hâfız-ı kütüblerinden Hâfız Cevdet Efendiler kendinden mazhar-ı hilâfet olarak, dâhil-i zümre-i ehl-i hâl olmuşlardır.

Âyîn-i tarîkat men' edilince Kefevî Tekkesi’nden inzivâ-güzîn olup, Çarşamba Murâd Molla Kütübhânesi civârında satın aldığı bir hâneyi mesken ittihâz ederek burada münzevî olmuş ve gündüzleri Defterhâne’ye devâm ile dem-güzâr olmakta bulunmuş idi.

Ber-güzâr-ı Edhem nâmında mûsikîye ait bir eseri vardır ki, 1304/(1887) senesinde sâha-ârâ-yı âlem-i matbûât olmuş idi. Bu eserde Muallim Nâcî merhûmun ve meşâhîr-i beste-kârândan Hacı Fâik Bey’in birer takrîzleri vardır.

Şiir ve mûsikî ile iştigâli 1295/(1878) senesinde başlar. Nihâvendden bestelediği ilk şarkısı şudur:

Gönlüm yine bir âteş-i hicrâna dolaşdı

Sevdâ-yı muhabbet başıma gör neler açdı

Bu hâl-i perîşânıma düşmen bile şaşdı

Sevdâ-yı muhabbet başıma gör neler açdı

Tasavvufta, (المجاز قنطرة الحقيقة)[9] derler ki, pek doğrudur. O zamân bir aşk-ı sûrî zuhûruyla hakîkatin tecellîsine hizmeti olmuştur. Bir müddet sonra:

Hâtır-ı mahzûnumu mansûr iden gönlümdedir

Derviş İlhâmî seni mağfûr iden gönlümdedir

ilâhîsine gufte-kâr olup, bestelemek sûretiyle de izhâr-ı mâ-fi’z-zamîr eylemiştir.

Şiirde “İlhâmî” tahallus eylemiştir. Kendi ifâdelerine göre, “İlhâmî” diye kendine mahlas koyan Hz. Gavs-ı a'zam Cenâb-ı Abdülkâdir Efendi’mizdir.

Müşârünileyhin ba'zı nutukları vardır. Fakat şiir nokta-i nazarından medhe şâyân değildir. Galeyân eden fart-ı aşkın te’sîriyle söylenmiş ma'nevî şeylerdir. Birer beyit misâl olarak naklolundu:

Ummasın hâl-i saâdet bî-nasîb-i aşk olan

Çünkü görmez gözleri yokdur hakîkatda yeri

                     *   *   *

Âlem-i ervâhda oldum ehl-i Beyt’e hâs gedâ

Ol zamândan itdim ashâb-ı Rasûl’e iktidâ

Başımın ser-tâcı olsun çâr-yâr-ı pür-safâ

Bende-i Âl-i Abâ’yım her ne dirlerse sezâ

Âline evlâdına ezvâcına cânım fedâ

                     *   *   *

İbret al mevcûd eşyâdan nazar kıl âleme

Vâkıf-ı esrâr olan uşşâk ziyâsı başkadır

ŞEYH MUHAMMED SAÎD EFENDİ

Müşârünileyh (Hidâyetullâh Efendi)’nin mahdûmudur. Dergâh-ı şerîfde yirmibeş sene post-pîrâ-yı meşîhat oldular. 1313 senesi Ramazânının sekizinci (22 Şubat 1896) günü irtihâl-i dâr-i cinân eylediler. Pek mübârek, müttâkî, âbid bir zât idi. Seng-i mezârında şu ibâre mahkûktur:

Kâşif-i esrâr-ı kayyûmî, kıdvetü’l-muhakkıkîn, cenâb-ı Mevlânâ Rûmî (kuddise sırruhû) ed-Deyyûmî efendimizin sülâle-i tâhirelerinden, pîr-i dest-gîr-i sâlikîn, muktedâ-yı mürîdîn, Hoca Ali Behcet Efendi hazretlerinin hafîd-i fazâil-medîdi ve bu hânkâh-ı feyz-penâhın seccâde-nişîn-i irşâdı, fâzıl-ı nihrîr, mürşid-i şehîr eş-Şeyh es-Seyyid Muhammed Saîd Efendi en-Nakşıbendî merhûmun ârâm-gâh-ı ma’nevîleridir.”

Bu dergâh ahîren inhilâl edince Kelâmî Dergâhı şeyhi Erbilî Es’ad Efendi-zâde Şeyh Ali Efendi’ye tevcîh olunduğundan elyevm Pazartesi günleri hatm-i hâcegân yapılmaktadır.

 /135/ ŞEYH AHMED HÜSÂMEDDÎN-İ DAĞISTÂNÎ

1264 senesi Rebîu’l-evvelinde (Şubat-Mart 1848) Ban vilâyeti’nin - Dâğistân’da - Rukkâl şehrinde zînet-sâz-ı âlem-i şuhûd olmuştur. Pederleri Seyyid Saîd b. Seyyid Sefer b. Seyyid Haydar b. Seyyid Hasan b. Seyyid Kâsım b. Seyyid Muhammed b. Seyyid Dâvûd b. Seyyid Ca’feri es-sâlis b. Seyyid Muhammed Zâhid b. Seyyid Mûsâ Kâzım es-sânî b. Seyyid İbrâhîm b. Seyyid İsmâîl b. Seyyid Mustafa el-Ahrâr b. Seyyid Ahmed-i Bağdâdî b. Seyyid Süleymân b. Seyyid Îsâ el-Ahrâr b. Seyyid Abdullâh Tâhir b. Seyyidinâ Hz. Pîr İbrâhîm ed-Dessûkî b. Seyyid Ebu’l-Mecd b. Seyyid Kureyş b. Seyyid Muhammed et-Tayyib b. Seyyid Ebu’n-Nücâ b. Seyyid Ali Zeynelâbidîn b. Seyyid Abdülhâlık b. Seyyid Muhammed b. Seyyid Muhammed Ebu’t-Tayyib b. Seyyid Abdülkâtim b. Seyyid Abdülhâlık b. Seyyid Ebu’l-Kâsım b. Seyyid Ca’fer el-Mehdî b. Seyyid Ali el-Hâdî b. Seyyid Muhammed el-Cevâd b. Seyyid Mûsâ el-Kâzım b. Seyyid İmâm Ca’fer es-Sâdık b. Seyyid Muhammed el-Bâkır b. Seyyid Ali Zeynelâbidîn b. Hz. İmâm Hüseyin b. Hz. Alî (kerrema'llâhu vechehû ve radıya'llâhu anhum).

İsm-i âlîleri, Ahmed; künyeleri, Ebu’l-Haydar; lakab-ı şerîfleri, Sefer, Hüsâmeddîn, Tevfîk, Hamdî ve Abdulgafûr’dur. Nakş-ı hâtem-i siyâdetleri, "Ni'me’r-refîk Ahmed-i Tevfîk"tır. Vâlidelerinin ismi, Şerîfe binti Abdullâh’dır.

Mehâdim-i kirâmından Seyyid Ali Rızâ Efendi, Mevâlid-i Ehl-i Beyt nâmıyla bir eser te’lîf edip, pederlerinin ve ecdâdının tercüme-i hâlini bunda yazmıştır. Mütâlaaya şâyân bir kitâbdır. Bunda yazıldığına göre, 1277/(1860-61)’de, berây-ı hacc-ı şerîf âzimi Mekke-i Mükerreme olan pederiyle birlikde bulunup, pederlerinin Mekke’de irtihâli üzerine Medîne-i Münevvere'ye gitmiştir. Bir müddet sonra İstanbul'a gelip pederlerinin vasiyeti üzerine Denizli’de, Şeyh Hacı Hasan Feyzî Efendi’ye mülâkî olduktan sonra, Uluborlu’da, pederlerinin mürîdânından Şeyh Hacı Mustafa Efendi merhûmun nezdine azîmetle zamân-ı mev’ûdun hulûlüne kadar tedrîs-i ulûm ile iştigâl etmiştir. Hacı Mustafa Efendi müşârünileyhe baldızı hanımı tezvîc eylemiştir.

1300/(1883) târîhinde, işâret-i ma’neviyye üzerine Sivrihisâr’a azîmetle neşr-i envâr-ı irfân eylediler. Şöhretini istirkâb edenlerin ağrâzı neticesi Ankara’da ikâmete me’mûr olup, Vâli Âbidîn Paşa merhûmun hürmetini celb ile, 1305/(1888) senesinde Bursa’ya /136/ azîmet ve ihtiyâr-ı ikâmet eylemiştir. Maksem civârında, Ahmediyye nâmıyla bir medrese, bir mescid ve bir de hâne yaptırıp, 1313/(1895) târîhine kadar tedrîs ve ta’lîm ile meşgûl olmuştur. Burada da ashâb-ı ağrâzın ta’rîzına dûçâr olup, Sultân Abdülhamîd Hân’ın emriyle Trablusgarb’da ikâmete me’mûr edildiler. Burada da zamânlarını te’lîf-i âsâra hasr ile Tefsîr-i Kebîr ve Muşahhasât-ı Suver-ı Kur’âniyye nâm eserlerini yazdılar.

1324/(1908) senesinde inkılâb-ı hükûmet vâki’ olunca, vâli Receb Paşa merhûmla İstanbul’a gelerek, Bursa’daki mescid ve medreselerinin ta’mîrine şitâbân oldular. Bir buçuk sene Bursa’da kalarak İstanbul’a avdetle, Çapa civârında Ârifî Paşa merhûmun konağını iştirâ ile 1324/(1908) sonuna kadar ikâmet buyurdular. 1331/(1915)’de Sivrihisâr’a gidip iki sene kaldılar. 1334/(1918)’de İzmir’e azîmetle yirmi gün misâfir oldular. İstanbul’a avdetlerinde, harîk-ı kebîrde konakları yandı. Burada âsâr-ı aliyyelerinden yüz cildden fazlası yanmıştır. Ba’dehû Bursa’ya nakl-i hâne ettiler. Balıkesir-Bandırma’ya gittiler. Şubat 1337/(1921)’de İstanbul’a avdetle Hz. Sünbül civârında, Çınar Karakolu’na yakın “Voyvoda Konağı” denilen ikâmet-gâhda bulundular. Ahîren Beşiktaş’da bir hâneye nakledip, son günlerde Cerrâhpaşa civârında iştirâ buyurdukları hâneyi mesken ittihâz eylediler.

Nakşıbendî, Kâdirî, Çeşti ve Sühreverdî tarîklarının ve daha doğrusu tarîk-ı hikmet ü irfânın câmiü’l-esrârı bulunuyorlar.

Nakşî Silsilesi:

es-Seyyid eş-Şeyh Ahmed Efendi, eş-Şeyh Muhammed Saîd, eş-Şeyh Abdullâh Gulâm Ali, eş-Şeyh Şemseddîn Habîbullâh Hân, eş-Şeyh es-Seyyid Nûr Muhammed el-Bedvânî, eş-Şeyh Seyfeddîn, eş-Şeyh Muhammed el-Ma’sûm, eş-Şeyh Ahmed-i Fârûkî es-Serhendî, eş-Şeyh Muhammed el-Bâkî, eş-Şeyh Hâce Emkinekî, eş-Şeyh Dervîş Muhammed, eş-Şeyh Muhammed-i Zâhid, eş-Şeyh Hâce Ahrâr-ı Ubeydullâh, eş-Şeyh Muhammed el-Attâr, eş-Şeyh kutbu’t-tarîka Muhammed Bahâeddîn Şâh-ı Nakşıbend. (Kaddesa'llâhu esrârahum)

Kâdirî Silsilesi:

es-Seyyid Ahmed Bahâeddîn, eş-Şeyh Muhammed Saîd, eş-Şeyh Abdullâh-ı Dehlevî, eş-Şeyh Mîrzâ Cân-ı Cânân, eş-Şeyh Şemseddîn Habîbullâh, eş-Şeyh Muhammed el-Âbid, /137/ eş-Şeyh Abdülahad, eş-Şeyh Muhammed Saîd, eş-Şeyh Ahmed-i Fârûkî, eş-Şeyh Seyyid İskenderî, eş-Şeyh Seyyid Kemâleddîn-i Kengî, eş-Şeyh Abdurrâhmân-ı Sânî, eş-Şeyh Fuzayl, eş-Şeyh Abdurrâhmân-ı evvel, eş-Şeyh Ebu’l-Hasan, eş-Şeyh Şemseddîn-i Sahrâî, eş-Şeyh Seyyid Ukeyl, eş-Şeyh Abdülvehhâb, eş-Şeyh Bahâeddîn, eş-Şeyh Şerefeddîn, eş-Şeyh Abdürrezzâk, eş-Şeyh kutbu’l-hakîka Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî. (Kaddesa'llâhu esrârahum)

Ahmed Efendi hazretleri ilm-i tevhîdde ferîdü’l-asr olduklan gibi hakîkaten gavvâs-ı deryâ-yı Kur’ân’dır. Esrâr-ı maânî-i Hz. Kur’ân’a vâsıl, sâhib-i te’vîlât u makâmât bir pîr-i kâmildir. Mislini asırlar idrâk edememiş denilecek derecede, te’vîl-i ma’nâ-i Kur’ân’da vahîd-i zamândır. Hakk-ı âlîlerinde mu’teriz olan zevât vardır. "Ebcedci" ve "Hurûfî" diye hakîkat-i mesleklerinden haber-dâr olamayarak söz söyleyenler eksik değildir.

Bir gün huzûr-ı âlîlerinde bulundum. Esteîzü bi’llâh, (عَمَّ يَتَسَاءلُونَ،  عَنِ النَّبَإِ الْعَظِيمِ)[10] âyet-i kerîmesinde yalnız, (عمَ) üzerindeki tedkîkâtı bir sâatten ziyâde sürmüştür. Hakâyık-ı beyâniyyeleri karşısında mütehayyir kaldık. Derece-i irfânı yüksektir. Fakat avâm için imkân-ı istifâde görünmez. Meclis-i zikrden ziyâde neş’eleri sohbette görünür.

Harîm-i ismet-i ma’nâ-i Kur’ân’dır Hüsâmeddîn

Nedîm-i Hazret-i cânân-ı irfândır Hüsâmeddîn

Hakâyık âleminde mürşid-i âlî-tebâr oldu

Hakîm-i sırr-ı insân mağz-ı Kur’ân’dır Hüsâmeddîn

Nübû’-ı hikmet olmuş kalb-i âlîsi serâirden

Vücûdu mülk-i aşka ayn-ı ihsândır Hüsâmeddîn

Uluvv-i kadrine eyler şehâdet bunca âsârı

Tecellî-gâh-ı feyz-i kudsi sübhândır Hüsâmeddîn

Muhibb-i kemter-i Vassâf'ı istişfâ ider her ân

Muhakkak bilmeli yektâ-yı devrândır Hüsâmeddîn

Şemâili :

Boyları mu’tedil, omuzlarının arası geniş, başları büyük, renkleri beyâz ise de humreti gâlib, gözleri büyücek, sakalı mutavassıt ve beyâz olup, kâl ü hâlleriyle herkesi kendilerine müsahhar kılarlar, /138/ hilmi gâlib, tab’ı mülâyim, mükrim ve fukarâ-perverdirler. Mâ-lâya’nî ile iştigâl buyurmazlar, dâimâ mebâhis-i Kur’âniyye’den zevk alırlar. Az şehlâ bakışlı olup, hâfızaları pek kuvvetlidir.

Âsâr-ı Aliyyeleri :

-- Muşahhasât-ı Suveri’l-Kur’âniyye’den :

- Hakâyıku’t-Tecrîd fî Menâzili’t-Tevhîd. Arabçadır, matbû'dur.

- Esrâr-ı Ceberûtı'l-A'lâ. Matbû'dır, çok mühimdir.

- Muşahhasât-ı Suver-i Kur’âniyye,

- Rûhu’l-hikem, Muşahhasât-ı Sûre-i Meryem. Matbû'dur.

- Hikmetü’l-Envâr, Muşahhasât-ı Sûre-i Kehf. Matbû'dur.

- Nûru’l-hüdâ, Muşahhasât-ı Sûre-i Tâhâ. Matbû'dur.

- Huccetü’l-Hucec, Muşahhasât-ı Sûre-i Hac. Matbû'dur.

- Burhânu’l-Asfiyâ, Muşahhasât-ı Sûre-i Enbiyâ. Matbû'dur.

- Huccetü’l-Melei’l-A’lâ, Muşahhasât-ı Sûre-i Abese. Matbû'dur.

- Mezâhirü’l-Vücûd alâ Menâbiri’ş-Şuhûd. Türkçe’dir. Kısmen matbû'dur.

- Makâsıd-ı Sâlikîn. Matbû'dur

- Mevâridü’t-Tenzîl fî Tercümeti Kur’âni’l-Celîl. Tefsîru’l-Kur’ân. Gayr-i matbû'dur.

- Lem’atü’l-Âfâk fi’z-Zuhûri ve’l-İşrâk. Gayr-i matbû'dur.

- Zübdetü’l-Makâl fi’l-Kevni ve’l-Hayâl. Gayr-i matbû'dur.  

- Niyyetü’l-Hurûf alâ Cedveli’l-Ma’rûf. Gayr-i matbû'dur.  

- Zübdetü’l-Merâtib. Türkçedir, gayr-i matbû'dur.

Hakk-ı âlîlerinde Tunus kadısı şu yolda kelimât-ı ta’zîmiyyede bulunmuştur:

الهمام الفاضل والإمام البارع، البالغ أقصى الفضائل، الشيخ الكامل المتورع والمرشد الواصل المتشرع أستاذنا وأستاذ الأساتذة الكاملين وصاحب الشفقة على عباد الله أجمعين السيد السند مولانا أحمد حسام الدين الداغستانى النقشبندى الحسينى صاحب مفسر القرآن الكريم بإذن من جده  الخلق العظيم عليه أفضل الصلوة وأزكى التسليم أدام الله إجلاله وزاد فى الخلق فضله وكماله ونفع بمعارفه المسلمين ونظمنا ببركاته فى سلك أهل الصدق واليقين.[11]

Seyyid İsmet, Seyyid Ali Rıza, Seyyid Mahmûd Müctebâ ve Seyyid Mûsa Kâzım nâmında dört evlâdı vardır. İsmet ve Rıza Efendiler Mevâlid-i Ehl-i Beyt’i yazmışlar, neşr etmişlerdir.

Hz. Şeyh’in hangi bir eseri mütâlâa olunsa, tarîk-ı te’vîldeki rüsûhuna hayrân olmamak kâbil değildir. /139/ İlm-i hey’et, tabakâtu’l-arz, nebâtât, hayvânât, tıb ve fünûn-ı mütenevviaya dâir olan mebâhiste henüz fennen ma'lûm ve mekşûf olmayan bir çok noktalara tesâdüf edilir.

Bursa’da ekâbir-i urefâ ve evliyâ-yı asfiyâdan Kâdî Hân merhûmun şeref-i sohbetlerine mazhar olduğum zamân müşârünileyh Ahmed Efendi hazretlerinin kutb-ı memleket olduğunu lisân-ı ta’zîm ile söylemişlerdi. Kâdî Hân, Buhârâlı olup, eâzımdan idi. (Kuddise sırruhû)

Ahmed Efendi’nin tekkeleri yoktur. Haftada bir gün nezd-i âlîlerinde ictimâ’ eden erbâb-ı aşk u muhabbet, hazîne-i ârifânelerinden müstefîd olurlar. Mürîdlerinden ve urefâdan Hilmi Bey: “Bir gün, azîzimin huzûrunda idim. Mübâhase-i dakîka cereyân ediyordu. Biri, (أنا مدينة العلم وعلى بابها)[12] hadîs-i şerîfini okudu. Hz. Şeyh gözlerinden meserret yaşları dökerek, (وأنا مفتاحها)[13] buyurdular.” diye nakl etmiştir.

Mezâhiru’l-Vücûd nâm eserlerinden:

“Cenâb-ı Hakk’ın umûm beşeriyyete inzâl buyurduğu Kur’ân-ı Azîmü’ş-şân, her biri birer levh-i mahfûz olan bütün eşyâyı muhît ve ulûm u fünûnu câmi’dir. (وَاللَّهُ مِن وَرَائِهِم مُّحِيطٌ،  بَلْ هُوَ قُرْآنٌ مَّجِيدٌ،  فِي لَوْحٍ مَّحْفُوظٍ)[14] Kur’ân’ın Levh-ı mahfûzu insândır. Mevcûdat, şuûnat, ma’kûlât, mahsûsât, ma’nâ-yı Kurân’dır. Şu cihânda meşhûdumuz olan saltanat u azamet-i ilâhiyye, ma’nâ-yı Kur’ân’la tecellî eder. Ma’nâ-yı Kur’ân, envâr-ı risâlettir. Kime verilmiş ise, vâris-i nebî ve İmâm-ı vakt olur. Vâris-i nebî olan zât, tercümeye sağmayan Kur’ân’ın ma’nâsını söyler ve halkı hakâyık-ı kevniyyeye âgâh eder.

Tevrât, Zebûr ve İncîl, Kur’ân’da nasıl mevcûd ise, Kur’ân dahi insân-ı kâmilin isti’dâdında mevcûddur. Yoksa Kur’ân-ı Kerîm’in elfâz-ı şerîfesine bakılıp da, ma’nâ verilemez. İnsân-ı kâmil, avâlim-i ilâhiyye vü kevniyyeyi câmi’dir.”

Hulefâsı:

- Seyyid Abdülkerîm Efendi. Mekke-i Mükerremede, reîsü’l-müsevvidîndir.

- Dağıstânî Abdülkerim Efendi. İlm-i Kelâm mütehâssısı ve müellefât-ı adîde sâhibi olup, Medîne-i Münevvere’dedir.

- Müftü Hasan Efendi. Sivrihisâr’dadır.

- Bilâl-zâde Mustafa Efendi. Sivrihisâr'dadır.

- Sûfî Muhammed Efendi. Sivrihisâr’dadır.

/140/   - Müderris Muhammed Efendi. Ankara’dadır.

- Müderris İbrâhîm Efendi. Ankara’dadır.

- Sâlih Efendi. Ankara’dadır.

- Hacı Kara Yûsuf Efendi. Sâbık reîsü’l-müsevvidîn, Bursa’dadır.

- Hacı Mustafa Efendi, Dağistânî. Bursa'dadır.

- Hacı Sâdık Efendi, Bağavî-zâde. Sâbık reîsü’l-müderrisîn, Bursa’dadır.

- Mustafa Efendi. İçelli, Bursa’dadır.

- Şeyh Bekir Efendi.  Eğinli Müftü-zâde, İzmir’dedir.

- Hacı Alımed Efendi. Tireli, İzmir’dedir.

- Hacı Muhammed Efendi. İzmir’dedir.

- Hâfız Edhem Efendi. Rodos’tadır.

- Müftü Ahmed Kemâleddîn Efendi. Bandırma’dadır.

- Hâfız Mustafa Efendi. Bandırma’dadır.

- Ulemâdan Hacı Muhammed Efendi. Bandırma’dadır.

- Sefer Efendi. Manyas’ta.

- Hacı Abdülkerîm Efendi. Karacabey’dedir.

- Hacı Ömer Efendi. Gönen’dedir.

- Hacı İsmâîl Efendi. Edincik’tedir.

- Hacı Muhammed Efendi. Yozgâdî, Bandırma’dadır.

- Tevfîk Efendi. Bandırma’dadır.

- Mustafa Efendi. Bandırma’dadır.

- Halîl Efendi. Hacı Kâmûsî-zâde, Karesi’dedir.

- Hâlid Efendi. Karesi’dedir.

- Halîl Efendi. Karesi’dedir.

- Şeyh Şa’bân Efendi. Kirmastı’da.

- Hacı Abdurrahmân el-Mücâhid. Antep’dedir.

- Muhammed Mübârek Efendi. Şam’dadır. Tarîk-ı Halvetî’de ilk bey’at aldığım şeyhimdir.

- Müftü Hacı İbrâhîm Efendi. Gelibolu’dadır.

- Müderris Süleymân Efendi. Fatsa’dadır.

- Müderris Seyfeddîn Efendi. İstanbul’dadır.

/141/   - Müderris Hacı Ya’kûb Efendi. Rizeli, İstanbul’dadır.

- Muhaddis Hacı Ömer Efendi. Eğinli, İstanbul’dadır.

- Hâfız Muhammed Efendi. Filibeli, İstanbul’dadır.

- Hacı Muhammed Efendi. Siverekli, İstanbul’dadır.

- Hacı Saîd Efendi. “Beytü’l-ilm” denilmekle ma’rûf, Dağıstan’dadır.

- Seyyid Kâzım Efendi. Müderris ve kadı, Dağıstan’dadır.

- Abdülkâdir Efendi. Dağıstan’dadır.

- Şeyh Şa’bân Efendi. Dağıstan’dadır.

- Hacı Muhammed el-Kerûkî. Müderris, Dağıstan’dadır.

- Muhammed el-Mihrâkî. kadı, Dağıstan’dadır.

- Hacı Mîkâîl. Dağıstan’dadır.

- Pîr Muhammed. Kadı, Dağıstan’dadır.

- Necmeddîn-i Avârî. Ulemâdan, Dağıstan’dadır.

- Şeyh Ali Süğûrî. Dağıstan’dadır.

- Hacı Nasrullâh-ı Kûbâdî. Dağıstan’dadır.

- Hacı Abdurrahmân. Ejderhânî, Dağıstan’dadır.

- Abdülkâdir. Ulemâdan, Kaşgar’da.

- Seyyid Tâhir. Çin vâizi.

- Abdüllatîf et-Tarakânî. Türkistân-ı Çinî’de.

- Saîd-i Niyâzî. Âhûn’da.

- Şeyh el-Hâc Şâkir. Semerkand’da.

- Hacı Abdülbârî. Lökçin’de.

- Sâdık-ı Hıttânî. Lökçin’de.

- Şeyh Abdurrahmân. Hârbîn’de.

- Şeyh Ahmed Efendi. Mûk’da.

- Seyyid Müctebâ Hân. Râmpur hâkimi, Hindistan’da.

- Şeyh İsmâîl es-Safâyî. Muhaddisîn-i kirâmdan, ulemâ-yı benâmdan, Tunus kadısı.

- Şeyh Hasan el-Uveydân. Trablusgarb’da.

- Şeyh Ahmed. Fas’da.

/142/   - Şeyh Hacı Muhammed-i Şenkîtî. Fas’da.

İrtihâli :

Şeyh-i müşârünileyh ile târîh-i irtihâllerinden bir buçuk ay mukaddem müşerref olmuş idim. Ser-â-pâ nûr-ı mücessem bir mürşid-i mükerrem olmuş gördüm. Fuyûzât-ı ârifânelerinden müstefîd oldum. Ser-â-pâ deryâ-yı aşk u ma’rifete müstağrak olup, hep hakâyık-ı Kur’âniyye’den bahs buyurdular.

Birkaç gün hafîf bir hastalığı müteâkib 1343 senesi şehr-i Ramazânının onsekizinci (11 Nisan 1925) Cumartesi günü alaturka sâat yedi buçuk (sabâh 03.00) râddelerinde “Hû” ism-i şerîfine muvâzıb oldukları hâlde irtihâl-i dâr-ı cemâl eylemişlerdir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Na’ş-ı mübâreklerini halîfelerinden Dersiâm Hacı Ömer Efendi gasl edip Fâtih Câmi'-i şerîfine ertesi Pazar günü cenâzeleri eyâdî-i ihtirâmda nakl edilerek öğle namâzını müteâkib salât-ı cenâzeyi yine mûmâileyh Ömer Efendi kıldırmış ve oradan Edirnekapı hâricindeki, İbn Kemâl merhûmun kabrinin karşısındaki mezârlıkda defîn-i hâk-i gufrân kılınmıştır. (Rahmetu'llâhi aleyhi rahmeten vâsia)

Cenâzelerinde tekellüfât ihtiyâr olunmamasını ve fukarâ-yı müslimîn mezârlığına defnini vasiyyet buyurmuşlardır.

İrtihâllerinden evvelce haber-dâr olamadığımdan, cenâzelerinde bulunamadığıma çok müteessirim. Evrâk-ı havâdisde bi'l-âhare görülen i’lân nüsha-i matbûası bir hâtıra olarak telsîk edildi :

“İrtihâl

Sâdât-ı Hüseyniyye’den ve meşâyıh-ı Nakşıbendiyye’den Dağıstânî Ahmed Hüsâmeddîn er-Rükkâlî hazretleri irtihâl-ı dâr-ı bakâ eylemişlerdir. Bu gün Davutpaşa civârındaki hânelerinden kaldırılarak, ikindi vakti Fâtih Câmi'-i şerîfinden namâzı ba’de’l-edâ Edirnekapı’daki makber-i mahsûsuna defîn-i hâk-i gufrân kılınacaktır (Rahmetu'llâhi aleyh).”

Müşârünileyhin irtihâli âlem-i irfân için azîm bir zıyâ’dır, Cenâb-ı Hak bizleri mazhar-ı şefâati buyursun. Âmîn.

Şeyh Muhammed Şehrî-i Gülşenî onun vefâtı üzerine şu târîhi söylemiştir:

هو شمس بعد الألف بل هو مدارها

إختفى عنا واها سيدى حسام الدين

اعلم سره مفرقات وارفع فهمه

وكان شمس الهدى سيدى حسام الدين

سيد رجال القوم وأكمل الورى

أمين علوم الورى سيدى حسام الدين

مفتاح باب العلوم فريد عصره

فاق أماثله سيدى حسام الدين

ولن يبلغ الواصف مدة عمره

إذ العصر لم ير مثله سيدى حسام الدين

فهم العجز شهريا لوصفه

إلهام من الله سيدى حسام الدين

إمام الهدى شمس وبها تاريخه

هكذا عرفنى سيدى حسام الدين

هاتف علمنى تاريخ خفائه

مات قطب وقته سيد حسام الدين[15]

Hânedân-ı ehl-i beyte ben dahilem tâ ezel

İtmezem (..........) güft ü gûsundan hazer

Şemsi-i Mısrî mükerrer itdi sizden iktibâs

Feyzinizden oldu ma’nen kâm-yâb u kâm-ver

25 Muharrem 1343-26 Ağustos 1341/(1924)

Şeyh-i müşârünileyhin hulefâsından Süleymân Sâmi Efendi, Rehber-i Talibîn nâm eserinde azîzin Türkçe na’t ve nutuklarını derc etmiştir:

Enâm olmuş risâletde ukûs-ı vechine mir’ât

Enâmdan ism-i pâkin pür-ayândır Yâ Rasûla’llâh

Ehad isminde zâid olsa bir mîm’-i nübüvvet kim

Ehad mîm-i muhabbetde nihândır Yâ Rasûla’llâh

                     *   *   *

Şemsim bu vücûdum virür ecsâda zılâli

Nutkum bu şuhûdum virür ekbâda hayâli

Efrâd-ı şuhûdumla bu heb hâver-i güftâr

Subhum ki berâzıhda tutan rûz u leyâli

Deryâ gibi emvâca takıl eyleme nefret

Kesretde müşâhid olasın tâ O Cemâl’i

                     *   *   *

Sâilim kapuna geldim eyle ihsân Yâ Rasûl

Tut elim kurtar beni hâlim perîşân Yâ Rasûl

Sîne mecrûh dîde giryân âh u efgân eylerim

Aşkının bîmârıyım kıl derde dermân Yâ Rasûl

Hz. Şeyh’in Sultân Muhammed Reşâd Hân merhûma muhabbeti var idi. Hz. Pâdişâh da ona dâimâ seccâdecisi Zekeriyyâ Bey’i gönderirdi. Bu arîzayı ârzû-yı pâdişâhî üzerine yazmış, Zekeriyyâ Bey vâsıtasıyla takdîm etmiş idi. Bir nüshası elime geçti, aynen nakl olundu:

Mübesmelen bi’smihî teâlâ!

Hâmil-i livâ-yı hilâfet selâtin-i izâm hazarâtının kalb-i hümâyûnlarını mevrid-i ilhâm, zikr u ibâdet-i âhâddan efdal olan fikr-i şâhâneleri sebeb-i intifâ’-ı enâm olduğundan, selef-i sâlihîn, kendilerini meşgûl edecek derecede evrâd ve ezkâr ta'lîmini tecvîz etmeyerek, yalnız teberrük için mutalsam hırka ve gömlek ihdâ ve hâssası müsbet ve müberhen vird ü esmâ ta’lîm ve i’tâsında bir be’s görmemişlerdir.

Evrâd u ezkâr, menfaat-ı husûsiyyeyi celb ve istishâbdan, efkâr-ı hilâfet-penâhî ise, umûm-ı müslimîn ü reâyânın hukûk u menâfiini muhâfaza ve isticlâbdan ibâret olup, husûs üzerine bi-tarîkı’l-evlâ, umûmun fevâid ü menfaatini ihtiyâr, dâreynde hâiz-i şeref ü i’tibârdır.

Muktezâ-yı beşeriyyet, telâtum-ı efkâr ve tevârüd-i şuûn u âsâr ile kalb-i hümâyûna teâküs edecek hümûm u gumûmun zuhûru evânında, Hz. Cibrîl’in melekûtu’l-arz ile münâsebâtını müeyyed bulunan hazerât-ı hamsede mutasarrıf, mâddeten vecîz, ma’nen bütün maâliyyâtı şâmil şu, (سبوح قدوس ربنا ورب الملائكة والروح)[16] elfâz-ı celîleyi günde yedi def'a kırâatla me’zûniyyet i’tâ ve âcizâne ihdâ ettim. Her gün yedi def'a kırâatına devâm ile kalb-i hümâyûnda bir inşirâh-ı tâm husûle geldiği gibi, avârız-ı mezkûrenin dahi ânen-fe-ânen mübeddel-i neşât u sürûr olduğu bi’l-fi’l müşâhede olunur. Hilâfet bir emr-i azîmdir. Makâm-ı muallâ-yı hilâfete kalb ü cân ile merbûtiyyet esâsına ibtinâen uhde-dâr olduğumuz vazâifden biri de selâmet-i mülk ü millet ve teâlî-i şân u şevket ve tezâyüd-i ömr ü âfiyet-i hilâfet-penâhîye gece ve gündüz hayr duâdır.

Hâdimü’l-fukarâ min Âl-i Abâ

   Seyyid Ahmed Hüsâmeddîn.

ABDÜSSELÂM KÂDÎ HÂN

Bursa’da neşr-i feyz etmiştir. Mazanne-i kirâmdan ve müteahhirîndendir. Buhârâ’nın Temenkân (?) kasabasında doğmuş, 1316 senesi Teşrîn-i sânîsinde (Ocak 1901) Bursa’ya gelmiştir. Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere’yi ziyâretle kâm-yâb olup, Mekke’de, Merve’de, Buhârâ Tekkesi şeyhi Muhammed Fakîr Efendi’ye, 1312/(1896) târîhinde arz-ı nisbet edip, az zamânda nâil-i hilâfet olmuştur.

Muhammed Fakîr Efendi, İmâm Rabbânî vâsıtasıyla, Şâh-ı Nakşıbend’e merbûttur.

Neş’esi günden güne mütezâyid olan Kâdî Hân, dört sene Haremeyn’de mücâveretten ve kesb-i kemâlden sonra, Bursa’ya gelerek, 15-20 sene kadar Buhârâ Tekkesi’nde İmâmet eylemiştir.

Cuma namâzını ale’l-ekser Pınarbaşı Câmii’nde edâ ederler, inzivâya şiddetle meyl edip uzlet ani’n-nâs neş’esine müstağrak olup, Bursa halkında, husûsıyla ağniyâsında ziyâretine inhimâk hâsıl olmuştu. Emîniyye Dergâhı şeyhi Hacı Âgâh Efendi ile sevişirlerdi. Ba'zı meşâyıhın da’vetine Âgâh Efendi delâletiyle icâbet ederdi. Kibâr-ı meşâyıh-ı Nakşıbendiyye’den Seyyid Ahmed Hüsâmeddîn Efendi’yi çok severdi.

Bursa’da, Çekirge’de Hüdâvendigâr Gâzi Câmii yanında bir hânede kirâ ile oturmuşlardır. Muharrir-i fakîr, sûret-i mahsûsada ziyâreti aliyyelerine şitâb eyledim ve beynehümâda hâlât-ı acîbe rû-nümâ olmuş idi.

Halîm, selîm, âbid, zâhid, mükrim ve mütevâzi’ olup mevlid, mi’râciyye, mersiyye gibi cem’iyyetlere, bid’at diye gitmezler imiş. Hafîfü’r-rûh, mültefit, keşfi açık idi. Bursa’da iken Şeyh Senûsî hazretleri, dâimâ Kâdî Hân ile hem-sohbet olmuştur.

Buğday benizli, nahîf, beşuş olup, tahmînen elli yaşlarında iken, hummâdan irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Emr-i gaslini îfâ ve namâzını edâ eden, Hüdâvendigâr Câmii İmâmı Atâ Efendi’dir. Şeyh Senûsî, irtihâline ziyâde müteessir olup cenâzesinde bulunmuştur. Târîh-i irtihâli 24 Ramazân 1338-11 Haziran 1336/(1920) Cumadır.

Çekirge yolunda Mevlidî Süleymân Çelebi hazretlerinin kabrinin karşı tarafında, Karagöz’ün civârındaki mezâristânda medfûndur. (Rahmetu'llâhi ayeh)

Kibâr-ı beldeden mürîdânı pek çoktur. Misâfirlerine çay ikrâmı mu’tâdı idi. Beş vakti cemâatla edâya muvâzıb idi.

Kitâbe-i seng-i mezârı:

Hüve’l-Afüvvü’l-Gafûr. Kibâr-ı evliyâu’llâh’dan ve meşâyıh-ı Nakşıbendî’den zü’l-cenâheyn Buhârâlı Kâdî Hân Abdüsselâm hazretlerinin rûh-ı şerîfleri için rızâen li’llâhi’l-Fâtiha. Nefeana’llâhu bifüyûzâtihî. Âmîn. 24 Ramazân 1338.”

Sâlih Hilmî Bey b. Hurşîd

Kesriyelidir. 1266/1850) senesinde orada dünyâya gelmiştir. Ondokuz yaşına kadar Kesriye’de bulunup, sonra İstanbul’a gelmiş, Fâtih’te Bahçeli Hân’da bir oda istîcâr ile Arnavud Tâlib Efendi’nin dersine devâma başlayarak Tasdîkât, Bedî’, Beyân, ulûm-ı Fârisiyye ve sâireden hisse-mend-i irfân olarak Adliyye Dâiresi’ne, beş-altı ay kadar Dâhiliyye Nezâreti’nde Mazbata Odası’na, buranın lağvı üzerine Rusûmât Dâiresi’ne devâm ile Rusûmât Müfettişliği’ne ve bi’l-âhare Rusûmât Nâzırlığı’na kadar kırkdört sene hizmetle irtikâ ederek en son hizmeti Galata Rusûmât Başmüdîriyyeti idi.

Buradan ibtidâ-yı Meşrûtiyyet’te tekâüden çekilmiş ve Dağıstânî Ahmed Hüsâmeddîn Efendi hazretlerinin halîfesi Seyfeddîn Efendi’nin bir sene kadar hem-hâli olup azîz-i müşârünileyhe intisâb şerefine mahzar olmuş ve azîzin irtihâline kadar dâire-i feyzinde kalmıştır.

Âlim, fâzıl, ulûm-ı Arabiyye vü Fârisiyyeye âşinâ merd-i meydân-ı tasavvuf bir mürîd-i rûşenâ ve vahdet-i vücûd zevkından sâhib-i haber olup, hâtıra defterleri pek kıymet-dâr olup, ilm-i tasavvufta mechûlü bir bahis yoktur. Ahmed-i Dağıstânî hazretlerini bahs-i hakâyıkta söyleten bir âşık-ı sâdıktır. Feyz-i teveccühlerine mahzar olup mestûru’l-hâl olarak yaşamaya meyl-i tabîîsi vardır.

Ağniyâdan olup, yazın Maltepe’(de) köşkünde ve kışın İstanbul’da Taşkasap’ta konağında ikâmet eder. Azîzinin irtihâlinde, 178. sahîfede tercüme-i hâli mezkûr Küçük Hüseyin Efendi hazretleririn dâire-i feyzine girmişlerdir. Meyânemizde muhabbet-i hâlisa cârî olup, sık sık hem-sohbet olurum. Feyz-i irfânlarından müstefîz olmaktayım. (Selimehu’llâh)

         

/143/ ŞEYH MUHAMMED SÂDIK EFENDİ

Erzincânlıdır. Müftü-zâdedir. Kibâr-ı meşâyıh-ı Nakşiyye’dendir. An-asıl Erzincânlı oldukları hâlde Erzurum’da ikâmetinden kinâyeten “Erzurûmî Sâdık Efendi” diye şöhret bulmuştur. 1136/(1723-24) senesinde doğmuştur. Tahsîli, meşâyıh-ı Halvetiyye’den Şeyh İlyâs halîfesi Şeyh Abdullâh Hilmî Efendi’dendir.

Bu zât, ulemâ-yı kirâmdan idi. Sâdık Efendi 1153/(1740) târîhinde Sofya’da bulunmuştur. Tahsîle devâm ile berâber bidâyeten kimseye müntesib olmayarak zikr-i şerîfe müdâvim olup, hâlât-ı acîbe zuhûr etmiştir.

Hidâyet itmeğe olsa irâdet

İder bir abd-i mahsûsa işâret

Kişiye olıcak lutf-ı ilâhî

Gedâya gönderir bir pâdişâhı

Mürşid aramak sevdâsıyla Şam’a kadar gitmiştir. Meşâyih-i Nakşıbendî’den Yek-dest Ahmed-i Cûryânî hazretleri hulefâsından olup onyedi sene Haremeyn-i muhteremeynde mücâveret ve neşr-i feyz-i tarîkat eden el-Hâc Şeyh Süleymân-ı Kürdî Efendi, tesâdüfen Şam’da Câmi'-i Emeviyye’de mu’tekif bulunmakla, sene-i mezkûre şehr-i Ramazânının aşr-ı ahîrinde arz-ı nisbete muvaffak olmuşlar ve azîzlerinin emriyle bu câmi’de kayyım vekâletinde bulunmuşlardır.

Câmi'-i Emeviyye’de Hz. Yahyâ (aleyhi's-selâm)’ın merkad-i şerîfi civârında seyr ü sülûka başlayıp, sekiz sene azîzinin dâire-i feyzinde kalmıştır. 1165/(1752) târîhinde şeyhinin âlem-i cemâle intikâline mebnî, ikmâl-i sülûk için, yine bir mürşid-i kâmil taharrîsine çıkıp Erzurum’a gelmiş ve 1170/(1756-57) târîhînde Bitlis’te sâkin Şeyh Hacı Mahmûd Efendi b. Abdülgafûr hazretleri, işâret-i ma’neviyye ile Erzurum’a gelerek Sâdık Efendi’yi bulmuştur. Derhâl mürîdliğine kabûl edip, ikmâl-i sülûkuna gayret eylemiş ve 1193/(1779)’te me’mûren İstanbul’a gelip, iki sene sonra Üsküdar’da Hacı Dede Tekkesi’nde ikâmet ederek, burada neşr-i tarîkata başlamışlardır. 1196/(1782) senesinde sinn-i şerîfleri altmışa resîde olduğu hengâmda, burada îfâ-yı meşîhat ettiğini, Terbiye-nâme ismindeki eserlerinde yazıyorlar.

Şam’dan azîmetinde Kuds-i Şerîf, İskenderiye, Kıbrıs, Silifke, Karaman, Kayseri ve İstanbul ve sonra Rumeli’ye geçerek Selanik, Elbasan, Tîran, Ülgün ve Bar’ı dolaşıp, Edirne-Yanbolu tarîkıyla Trabzon’a gelmiş ve Gürcistan’ı devr ile Bâyezîd (Doğubeyâzıt) ve Bitlis’e ve tekrâr Erzurum’a avdetle 1192/(1778) târîhine kadar burada bulunmuştur.

/144/ Burada ba'zı münkir ve müfsidlerin kurbân-ı iftirâları olarak nefy edildiğini beyân ediyorlar.

Şiirde mahlasları Sâdık ve isimleri Muhammed’dir. 1209 senesi şehr-i Rebîu'l-âhirinde (Kâsım 1794) fecr-i sâdık tulûunda Hazret’in bedr-i vücûdu gurûb etti. (Kaddesa'llâhu serrahû)

Terbiye-nâme’yi istinsâh eden ve Hz. Şeyh’in veled-i ma’nevîsi bulunan Ra’fet Efendi, eserin nihâyetinde şöyle yazıyor:

“İşbu risâlenin müellifi azîzim, efendim Eş-Şeyh Sâdık (kuddise sırruhu’l-azîz), Üsküdar’da Alaca Minâre karşısında, kendi eser-i vakf u binâsı olan tekye-i dâru’l-emânda medfûn olup, hîn-i intikâlinde, bu fakîr-i âciz hıdmet-i devletlerinde bulundum. İşbu mısra’, dâr-ı bakâya irtihâllerine târîhi iş’âr eder:

Geldi bir hâtif didi ânîde Re’fet târîhin

Nakd-ı ömrin virdi aldı yerine dârü’l-emân

نقد عمرين ويردى الدى يرينه دار اللامان  = 1209/(1794)"[17]

Müddet-i ömr-i şerîfleri yetmiş altıdır. Üsküdar’da ondört sene neşr-i feyz etmişlerdir.

Nutuklarından:

Menba’-ı feyz oldu çün bu tekyemiz dâru’l-emân

Başım üzre gel azîzim sana virdim hoş mekân

Dâim olan hüsn-i zannın biz fakîre lutf idüp

Çün tevâzu' itdin ol Hak zâyi’ itmez bî-gümân

Sen kabûl it bu niyâzım itme câna kîl ü kâl

Sanma zinhâr ilm ü fazlın sakla anı misl-i cân

Keşf-i esrâr itme ârif bilmeyüz kâmil kemâl

Kimdir ol sâhib-tasarruf kandedir sâhib-zamân

Biz fakîr-i nâ-tüvânız hâke yek-sân olmuşuz

Acz ü hayret aldı bizde kalmadı zevk-ı cihân

Çünkü “mûtû en temûtû[18] sırrı zâhir oldu hak

Bâtıl oldu cümle varlık kalmadı benden nişân

Kim bize benlikle gelmez mahv iderse varlığın

Sâdık oldu vir emânet sâhibin bulsun hemân

                     *   *   *

                        /145/   Kâ’be-i dârü’l-emândır âsitân-ı Nakşıbend

Bûse-gâh-ı kudsiyândır âsitân-ı Nakşıbend

Cilve-gâh-ı evliyâ vü asfiyâdır rûz u şeb

Feyz-bahş-ı âşıkândır âsitân-ı Nakşıbend

                     *   *   *

Râh-ı Hak’ da olmak istersen dilâ ger behre-mend

Mahv idüp nakş-ı sivâyı ol gulâm-ı Nakşıbend

                                               *   *   *

كر همى خواهى كه كرد سرى بلند

در طريق نقشبندى نقشبند[19]

Türbe-i şerîfelerinde görülen bir levhadan istinsâh edilmiştir:

Nişîn-i tekye-i sıdk u safâ Sâdık Efendi kim

Sadâkat subh-ı sâdık gibi vechinden ayân oldu

Derûn-ı tâb-nâki mihr-i kân-ı matla’-ı rûşen

Velî mir’ât-ı maksûda celî âyîne-dân oldu

Be-feyz-i Hak tarîk-ı şâh-râh-ı Nakşıbendî’de

Delîl-i kâfile-sâlâr dahîl-i ârifân oldu

O yektâ kümmel-i şeyhu’ş-şuyûhun zât-ı vâlâsı

Kemâl-i himmet ile bâdi-i feyz-i cihân oldu

Gubâr-ı makdemine yüz süren âlemde kâm aldı

Varan dergâhına bir kez cihânda kâm-rân oldu

O dânâ hâce-i ilm ü kemâlin sûk-ı irfânda

Nukûd-ı himmeti sermâye-i pîr ü cevân oldu

Şarâb-ı Kevser’i nûş itmek içün bezm-i Cennet’de

Uçup mînâ-yı tenden nâ-gehân rûhu revân oldu

O cân-ı âlem itdi gerçi kim terk-i cihân ammâ

Vücûd-ı pâkı cism-i kabre seyr ile ne cân oldu

O verd-i gül-şen-i sıdkın gül-i zîbâ-yı zâtıyla

Derûn-ı ravzası mânend-i sahn-ı gül-sitân oldu

Nevâ-yı zikr-i Mevlâ ile hem çün bülbül-i şeydâ

Makâm-ı andelîb-i rûhu gül-zâr-ı cinân oldu

İdüp çün hatm-i hüsn-i hâtimeyle mushaf-ı ömrün

Dem-i âhirde tevhîd-i Hudâ mühr-i dehân oldu

/146/          Zamân-ı fevtin ol zâtın suâl iden ahibbâya

Bu beyt-i bî-bedel târîh ile vasf-ı beyân oldu

Göçüp Sâdık Efendi Cennet’e bâ-emr-i Sübhânî

Saâdetle azîzim vâsıl-ı dârı’l-emân oldu

كوچوب صادق افندى جنته با امر سبحانى

سعادتله عزيزم واصل دار الامان اولدى = 1209/(1794)[20]

Şeyh Sâdık hazretlerinin Risâle-i Hamse’si vardır. Aslı olan Terbiye-nâme ismindeki eserine zeylen Risâle-i Mergûbe ve Risâle-i Ma’rifeti’n-Nefs ve Risâle-i Mahbûb yazılmıştır. Hakîkatü’l-Yakîn tercümesi de cümle-i âsârındandır ve cümlesi gayr-ı matbû'dur.

Müşârünileyhin zikr-i şerîf esnâsındaki sadâları i’tibârıyla, “Zenbûrî” kolunun müessisi addedildiği ve pîr-i sânî i’tibâr olunduğu menkûl ise de, tarîk-i Nakşî’de şu’be yoktur ve “Pîr-i sânî” diye kimse yâd edilmemiştir.

HACI HÜSEYİN DEDE

Üsküdar’daki Hacı Dede Tekkesi’nin müessis-i evveli ve İmâm Bûsîrî sülâlesinden olan Hacı Hüseyin Dede, dergâhın ilk şeyhidir. Seksenüç halîfesi olup, kırkı mütecâviz halîfesi Karacaahmed Mezârlığı’nda medfûn imiş. Kırk sene kadar burada seccâde-nişîn olmalarına bakılırsa, dergâhın 1140/(1727-28) târîhinde te’sîs edildiği müstebân olur.

Sandûkalarının baş tarafındaki levhadan:

Şeyh Hüseyn-i Nakşıbendî muktedâ-yı asfiyâ

Nice müddet gûşe-i vahdetde uzlet eyledi

Mürşid-i kâmil idi hayli maârif ehlini

Himmetiyle mahrem-i sırr-ı hakîkat eyledi

Da’vet olunca hitâb-ı “irciî”yle Hazret’e

Rûh-ı pâki âlem-i lâhûta rıhlet eyledi

Didi Yahyâ nâsa hâtif fevtinin târîhini

Nakşıbendî Hacı Dede azm-i Cennet eyledi

نقشبندى حاجى دده عزم جنت ايلدى = 1 Rebîu’l-evvel 1173, Cuma /23 Ekim 1759[21]

Şeyh Sâdık Efendi bu zât-ı muhtereme halef olmuştur. Onun âlem-i cemâle intikâllerinden sonra, /147/ ecell-i hulefâsından el-Hâc Ahmed Celâli Kutub İbrâhîm Efendi şeyh olup, 1243/(1827)’de irtihâl eylemiştir. Ispartalıdır. Otuzdört sene icrâ-yı meşîhat etmiş, mazhar-ı hürmet olmuş mübârek bir zât-ı âlî-kadr idi.

Sonra İbrâhîm Efendi-zâde eş-Şeyh el-Hâc Rızâ Efendi post-nişîn oldu. Hilâfeti pederlerindendir. Otuzaltı sene seccâde-pîrâ-yı reşâdet olup, 1279/(1862) senesinde Mekke-i Mükerreme’de irtihâl eyledi. Bir rivâyette, Medîne-i Münevvere’de intikâl edip, Cennet-i Bakîa’da defn olundu.

Ba’dehû, (Hacı Dede Tekkesi’nin meşîhati) Mevlânâ Hâlid Ziyâeddîn hulefâsından Bağdâdî Abdulfettâh Efendi’ye intikâl edip, 1281/(1864)’de irtihâlinde Nuhkuyusu’nda Şeyhü-l’islâm Ârif Hikmet Bey’in kabri yanında defn olunmuştur.

Ba’dehû (Abdulfettâh Efendi’nin) halîfesi Şeyh İbrâhîm Şerîf Efendi’ye meşîhat teveccüh edip, 1295/(1878)’de rıhlet edince dergâh hazîresinde defn olunmuştur. Elyevm şeyh olan İsmâîl Efendi’nin babasıdır.

Şeyh Sâdık Efendi hulefâsından Hacı Mustafa Efendi, dergâh hazîresinde medfûndur. Dergâhı, hayrı ile tezyîn eylediği anlaşılmaktadır:

Sâhibü’l-hayrât Seyyid kâmil el-Hâc Mustafâ

Hânkâh-ı Nakşıbend’i vakf idüp kân-ı sehâ

خانقاه نقشبندى وقف ايدوب كان سخا = 1206/(1792)

Azîzlerinden mukaddem intikâl eyledikleri müstebân oluyor.

el-HÂC ŞEYH ABALI HÂFIZ EFENDİ

(Muhammed Haydar Efendi)

Muhammed Haydar Efendi, “Abalı Hâfız” diye meşhûrdur. Bergamalı veyâ Kırkağaçlıdır. Şeyh Sâdık Efendi halîfesi Kırkağaçlı Muhammed Emîn Efendi’den müstahlefdir.[22] Aksaray’da, Şekerci Sokağı’nda, ahîren muhterik olan ve elyevm yerine Uşşâkî tekkesi yapılan Nakşıbendî Dergâhı şeyhi idi.

Nefes-i nefîsi iksîr-i a’zam gibi müessir bir insân-ı kâmil idi. Uzun boylu, beyâz sakallı, buğday renkli, câzibeli bir zât idi. Arâkıyye üzerine, abânî sarık sarardı. Ale’l-ekser abâ giyer idi. Bundan kinâyeten “Abalı Hâfız” diye meşhûrdur.

Dergâhı erbâb-ı aşka cilve-gâh olmuş idi. Hz. Müştâk-ı Kâdirî’nin mahdûmu Edhem Baba, dâimâ burada vecd ü hâlât ile semâ’ ederdi. Muharrir-i fakîr çocuk idim, ale’l-ekser tekkesine gider, elini öper ve duâsını alırdım. Mevlid-i şerîf cem’iyyetlerinde zikr âlemlerini hâtırladıkça kalbim cezbe-dâr olur.

1304/(1887) veyâ 1307/(1890) senesinde 24 Cemâziye'l-âhirde gül-şen-i lâhûta pervâz eylemiş, na’ş-ı şerîfi Üsküdar’a nakl ile Hz. Sâdık’ın kurbunda defn edilmiştir. (Kaddesa'llâhu  sırrahû)

Pek mübârek, âşık, ârif /148/ bir şeyh-i kâmil idi. İrtihâllerine birkaç gün kala, bir Perşembe günü, ber-mu’tâd zikr-i şerîfde bulunup, o gün kendinde fevka'l-âde hâl zuhûr etmiş idi. İki def'a şiddetli bir sadâ ile, “Allâh” diye sayha etmiş idi. Her birimiz titredik, dûçâr-ı haşyet olduk. Üç dört gün sonra yatsı namâzını ba’de’l-edâ, yatağa yatarak teslîm-i cân eylemiş. Sabâhleyin evlâd ü ıyâli irtihâline vâkıf olmuştur. (Rahmetü’llâh-i aleyhi rahmeten vâsia ve kaddese’llâhu esrârahû ve nefeana’llâhu bi-şefâatihî.)

ERZURUMLU İBRÂHÎM HAKKI

Onikinci asır (XVIII. asır) ricâlindendir. “Hâdim-i aşk” ( خادم عشق), “Hakk’a rızâ” ( حقه رضا) ve “Nûr-ı mahzî” (نور محضى) terkîblerinin delâleti vechiyle 1115/(1703)’de[23] Erzurum civârında Hasankale’de, Şeyh Osmân Efendi sulbünden dünyâya fer verdi. İbtidâî tahsîlden sonra, Erzurum’da müftî-i belde Hâzık Muhammed Efendi[24] Hazretleri’nden ders okumuşlardır.

İbrâhîm Hakkı Efendi, pek mühim bir zâttır. Bir müddet seyâhat etmiş; hîn-i seyâhatında Siirt kazâsının Tillo karyesinde kibâr-ı meşâyıh-ı Kâdiriyye vü Nakşiyye’den İsmâîl Fakîrullâh-ı Tillovî hazretlerine mülâkî olarak intisâb eylemiştir. Henüz otuz yaşında iken ikmâl-i sülûk ile müstahlef oldular.

1145/(1732) târîhinde şeyhleri âlem-i bakâya güzer eyledi. Hakk-ı âlîlerinde şu târîhi söylediler:

  فارق الجسم نوري التاريخ

هو حى بذاته ابدا[25]

İbrâhîm Hakkı Efendi’nin kemâlâtı gün-be-gün güşâyiş bularak kümmelîn sırasına geçmiştir. 1184/(1770) senesinde yetmişdokuz yaşında iken intikâl eyledi. Erzurum’da ziyâret-gâh’dır[26].

Hulefâsı:

Onbir halîfesi vardır. En meşhûrları:

- Sa’dullâh Efendi. Âmentü Şerhi’ni yazan.

- Halîl Efendi.

- Mustafâ Efendi.

- İbrâhîm Efendi. Kitâbu’n-Nokta ve Sadr-ı Vücûd nâm eserlerin sâhibi.

- Münzevî Sâdık Efendi.

Asârı:

1. Ma’rifet-nâme. Hz. Şeyh’in ekmel-i âsârıdır. Pek güzel ve fennî ve o nisbette aşkî bir eserdir. Meşâhîr-i felekiyyûndan Fransız Mösyö Câmille Flammarion, felekî kısmını tercüme etmiştir.

/149/   2. Dîvân-ı İlâhiyyât,

3. Tezkiretü’l-Ahbâb,

4. Hısnü’l-Ârifîn,

5. Kelimât-ı Fakîru’llâh,

6. İrfâniyye,

7. İnsâniyye,

8. Lübbü’l-İrfân,

9. Mürşidü’l-Müteehhilîn,

10. Tecvîd,

11. Müntehâbât-ı Manzûme,

12. Kuvvet-i Cân,

13. Cilâü’l-Kulûb,

14. İnsân-ı Kâmil,

15. Sefînetü’n-Nûh,

16. Mecmûa-i Mekâtib,

17. Nûş-ı Cân,

18. Râz-nâme,

19. Kitâb-ı Âlem,

20. Kenzü’l-Fütûh,

21. Urvetü’l-İslâm,

22. Tertîbü’l-Ulûm,

23. Vuslat-nâme,

24. Şükür-nâme,

25. İkbâl-nâme,

26. İlâhî-nâme,

27. Manzûme-i Avâmil,

28. A’mâl-i Felekiyye,

29. İstihrâc-ı A’mâl-i Felekiyye,

30. Lügatçe,

31. Kavâid-i Fürsiyye,

32. Risâle-i Mir’âti’l-Kevneyn,

33. Ed’ıyye-i Me’sûre,

34. Sülûk-i Nakşıbendî,

35. Tuhfetü’l-Kirâm,

36. Nuhbetü’l-Kirâm,

37. Ülfetü’l-Enâm,

38. Hey’ât-ı İslâmiyye,

39. Mecmûatü’l-Vahdâniyye.

İbrâhîm Hakkı hazretleri, hakîkaten ecille-i meşâyıh-ı kirâmdandır. Kudret-i ilmiyyesi pek yüksek, derece-i irfânı o mertebede âlî, hazîne-i ma’rifeti Arabî, Fârisî, Türkî eş’ârıyla, âsârıyla mâlîdir. Ma’rifet-nâme’si bir deryâ-yı bî-pâyândır. Tarz-ı beyânı gâyet hoştur. Nazm u nesrine birer misâl ile tezyîn-i sahîfe-i i’tibâr eylemeyi muvâfık buldum:

“Evliyâ-yı kirâm, selâtîn-i kelîm-pûş ve hüşyârân-ı bâde-nûşdurlar. Evliyâ, mahmûrân-ı hamr-ı bî-hûdî ve manzûrân-ı nazar-ı ehadîdir. Evliyâ, dînâr u dirhemsiz; ağniyâ; tabl u alemsiz ümerâdırlar. Evliyâ, kıbâb-ı izzetle mestûr ve bisât-ı kurb üzerinde mesrûrdurlar. Onların gönülleri arşî ve bedenleri vahşîdir. Arz, onlara bisât ve semâ sakftır ki, güneş disâr ve kamer sirâc-ı vakfdır. Onların ervâhı, ebdânı ulvîdir; akvâli nebevî, ef'âli melekîdir; ahlâkı ilâhîdir. Onların maîşetleri tefvîz ü tevekküldür; /150/ san’atları sabr u tahammüldür. Onların temessükleri teslîm ü rızâ ve telezzüzleri fakr u fenâdır. Onlar hâim ü dâim ve Hak’la müste’nes ü kâimdirler. ( طوبى لهم ولمن أحبهم)[27]

 “Müşâhede, netîce-i mücâhededir. Müşâhede, ahvâl-i guyûba ıttılâ’-ı kulûbdur. Müşâhede kendi fenâsıyla Hakk-ı görmektir. Müşâhede, mevsûfu sıfatında bulmaktır. Müşâhede, mâ-sivâdan teberrî kılıp her hâlde Hak ile olmaktır. Müşâhede, her mevcûd ile maksûdu görmektir. Müşâhede, bir hâlet-i latîfedir ki, ervâh u kulûbu cemâl-i mahbûb ile mesrûr u ma’mûr eder. Müşâhede, mütâlaa-i Cebbâr’ın envâr-ı sürûruyla mükâşefât-ı guyûbdur. Hz. Ömer (radıya'llâhu anh) buyurmuştur ki: "Benim kalbim Rabb’i görmüştür." Hz. Ali (radıya'llâhu anh) buyurmuştur ki: "Müşâhede, rü’yet-i basar değildir. Lâkin nûr-ı irfân ile ru’yet-i cinândır ki, (لم اعبد ربا لم اره )[28]  kelâmı, bu kelâmına burhândır. Müşâhede, gönül dostunu görmektir. Hakk’ı sırrında müşâhede eden âşıkın kalbinden cihân sâkıt olup gözünden muhtecib olur. Onun gönlünde, gözünde ancak aşk-ı Mevlâ kalır.”

                                               *  *  *

“Tarîkın şartı bir ma’nâdır ki, dil ü cânda muhabbet-i Mevlâ’dır. Bir gönül ki, onda derd-i taleb ü ârzû zuhûr etmiştir, onu büyük ni’met bilmek gerektir. Leyl ü nehâr izdiyâdına sa’y ü himmet etmek lâzımdır. Ol hubb-ı ezelîdir ki, mir’ât-ı dilde mün’akis ü celîdir. Onun için ol gönül irâdet ü muhabbet ü şevk ile mümtelîdir. Mürîd-i Mevlâ bulunan kimse, murâd olunmuş velîdir.

Bu derd-i taleble dem-be-dem ağlayanlar, zâhirde halk ile ihtilât edip hizmette olurlar, bâtında ancak Hz. Hakk-ı bilirler ve bulurlar. Kendilerini kesret içinde gizlerler. Gönüllerinde vahdet yolunu izlerler. Bedenlerini halka, gönüllerini Hakk’a teslîm ederler. Bu resm ü râh ile mahfîce Hakk’a doğru giderler. Taşradan bîgâne, içeriden hemhâne olurlar. Beden ağyâr ile, gönül yâr ile; kulak sadâ ile, gönül Hudâ ile; göz rakîbde, gönül Habîb’de; lisân güftâr ile, gönül dil-dâr ile; el san’atta, gönül Hazret’te; ayak gitmede, gönül zikretmede; beden post ile kâim, gönül dost ile dâim; beden râhatla mekânda, gönül seyâhatle cevelânda; beden esbâb ile kavgada, /151/ gönül mutlak üns-i Mevlâ’da bulunur.”

İşte Hz. Şeyh’in kemâlât-ı beyâniyyesi. Müşârünileyh, hakîkaten eâzım-ı ricâl-i tarîkattandır.

Eş’ârından :

Hâce biz mest-i bâde-i ezeliz

Âşık-ı hüsn-i aşk-ı Lem-yezel’iz

Bulmuşuz aşk-ı Hayy u Kayyûm’u

Aşk ile biz de hayy-ı bî-eceliz

Zevk-ı dil bulduk ekl ü şürbe bedel

Şârib-i hamr-ı aşk-ı bî-bedeliz

Biz bu aşk-ı cemîli vasf ideriz

Sandı Hakkî ki münşid-i gazeliz

           *   *   *

Biz sûfî-i suffe-i safâyız

Der zîr-i kıbâb-ı Kibriyâ’yız

Biz arz u semâya sığmayız kim

Biz cevher-i âlem-i amâyız

Çün câm-ı elest mestiyiz hoş

Biz tâlib-i şâhid-i bakâyız

Biz Hazret-i Hakk’a pek yakınız

Andan bizi sanma kim cüdâyız

Ten perdesi ref’ olunca Hakkî

Seyr eyle ki biz ne meh-likâyız

                     *   *   *

Çü kalbe nâzil olur pertev-i cemâl-i Habîb

Görüne cân gözüne bedr-i bâ-kemâl-i Habîb

Ne iltifâtı kalur kâinât lezzetine

Anın ki cânda olur lezzet-i visâl-i Habîb

Bu dâm u dâneye meyl itmedi o bülbül-i cân

Ki oldu dilde giriftâr-ı zülf ü hâl-i Habîb

İki cihânda bulunmaz Habîb’e misl ü bedel

Eğerçi her dü-cihândır bize zılâl-i Habîb

Tulû’ idince gönül meşrıkından ey Hakkî

Nücûmu mahv ider ol şems-i bî-zevâl-i Habîb

لايترك الذكر إلا من يشاهده

وليس يشهده من ليس يذكره

فلا أزال مع الأحوال أسهده

ولا أزال مع الأنفاس أذكره

نسيت اليوم من عشقى صلاتى

فلاأدرى غداتى من عشائى

فذكرك سيدى أكلى وشربى

ووجهك أن رأيت شفاء دائ[29] 

                                                                                                       

                                                                                                       *   *   *

 از تو مقصود ازل تسليم تست

اى مسلمان بايدت تسليم مست

حزم آن كين عجز وحيرت قوت اوست

درد عالم خفته اندر ظل دوست

هم در اول عجز خود را وبديد

مرد شد دين عجايز را كزيد

عارفان از دو جهان كاهل ترند

ز ان كه بى شد بار خرمن مى برند

/152/ جز توكل جزكه تسليم تمام

در غم وراحت همه مكرست و دام[30]

                           *    *    *

Dîde-i cânı açup âleme bak ey Hakkî

Ki cihân âyine-i aşk-ı Hudâ olmuşdur

Latîfe:

İbrâhîm Hakkı hazretleri iki zevceye sâhib imiş. Hocası Hâzık Efendi, latîfeten şu beyiti yazmış yollamış:

Bir şahsa eylese felek pîre-zen-i dü-zen

Eyler girân nikâhına pâ-beste-i dû-zen

İbrâhîm Hakkı (buna) şu cevâbı vermiş:

Emvâc-i kesret içre yemm-i vahdeti sezen

Deryâ-dil erdir ol kim ne keder alsa se-zen

/152/ ŞEYH FAKÎRULLAH İSMÂÎL-İ TİLLOVÎ

Tülvî veyâ Tellevî (veyâ daha meşhûr olan adı ile) Tillo, bir karye ismidir.[31] Erzurum civârındaki vilâyetlerden Siirt’tedir.

Müşârünileyh Şâfiîyyü’l-mezheb, Arabiyyü’l-asl bir zât-ı âlî-kadrdir. Cedd-i a’lâsı Molla Ali nâm zât olup, 910/(1504) târîhinde Siirt civârında Tillo nâm karyeye hicret edip tavattun eylemiştir. Mahdûmu Molla Abdülcemâl, onun Mahdûmu Molla Kâsım olup, 1067/(1657) senesi Recebinin ilk Cuma gecesi, Hz. Şeyh (Fakîrullâh) onun sulbünden dünyâya gelmiştir.

Tahsîli pederlerindendir. İmâmet ve hitâbet ve zirâat ile meşgûl olmuştur. Beş evlâdı dünyâya gelmiştir. İbrâhîm Hakkı merhûm Ma’rifet-nâme’sinde müşârünileyhin mükemmelen tercüme-i hâlini yazmıştır.

Kırksekiz yaşında iken Haremeyn-i muhteremeyni ziyâretle avdet edip, fakat li-hikmetin cezbeye, istiğrâka dûçâr olup, sekiz sene halktan uzlet etmiştir. Sonra yine meşgûl-i irşâd olup, şöhretleri âfâk-gîr olduğunu beyân sadedinde İbrâhîm Hakkı Hazretleri, “Şeyhim, tarîkat-ı Muhammediyye’de İmâm ve alâmât-ı mürşid-i kâmil onda tamâm idi. Tevfîk, onun refîkı; hâlet-i vasatı, tarîki; üns, onun nedimi; bast ise nesîmi idi. Hikmet, müşîri; fikir, vezîri; sıdk, râ’yeti; hilm, san’atı idi. Mükâşefe, gıdâsı; müşâhede şifâsı idi. Âdâb-ı şerîat onun zâhiri ve etvâr-ı tarîkat onun sırr-ı tâhiri idi. Havârık-ı acîbesi bî-hadd ü hâlât-ı garibesi bî-pâyân idi. Kutb-ı evliyâ-yı zamân ve cümleye sâhib-i fermân idi.” buyurmuşlardır.

O zamân Sultân Mahmûd Hân-ı evvel ile sâir ekâbir, Hz. Şeyh’den hayr-duâ taleb etmişlerdir. Sinn-i şerîfleri seksene resîde olunca, târîh-i hicretin 1147 senesi şehr-i Şevvâlinde (Şubat 1735) Cuma gecesi rûh-ı pür-fütûhları âlem-i ılliyyîne uçmuştur. (Kaddesa'llâhu esrârahû)

Merkad-i münevverleri Tillo karyesindeymiş. Üzeri örtülü türbe-i şerîfeleri varmış. Ziyâret-gâh-ı meşhûr olmak üzere Ma’rifet-nâme’de muharrerdir.

İbrâhîm Hakkı hazretleri şeyhine irtibâtını atîdeki nutuklarıyla beyân buyuruyor:

Sen ayn-ı ayânımsın vârım da sen ey rûhî

/153/          Bel rûh-ı revânımsın yârım da sen ey rûhî

Sen baht-ı saîdimsin hem va’d-i vaîdimsin

Bel ömr-i mezîdimsin kârım da sen ey rûhî

Sen cân u cihânımsın hem emn u emânımsın

Bel genc-i nihânımsın varım da sen ey rûhî

Sen râhat-ı rûhumsun hem feth-i fütûhumsun

Bel câm-ı sabûhumsun gârım da sen ey rûhî

Sen kadr ü berâtımsın hem âb-ı hayâtımsın

Bel ayn-ı necâtımsın yârım da sen ey rûhî

Sen zevk-ı huzûrumsun hem hüzn ü sürûrumsun

Bel gözdeki nûrumsun nârım da sen ey rûhî

Hakkî didi dervîşim feryâdına dil-rîşim

İmdâdına bî-hîşim cârım da sen ey rûhî

                *   *   *

Cân u dilde hâne kıldın âkıbet

Gönlümü vîrâne kıldın âkıbet

Ol cünûn zincîrini tahrîk idüp

Sen beni dîvâne kıldın âkıbet

Aşk-ı bî-pervâya mahrem eyledin

Akldan bi-gâne kıldın âkıbet

Dâne-i nâçîz idim ben zîr-i hâk

Dâneyi yüz dâne kıldın âkıbet

Cümleden kat’ eyledin çün gönlümü

Vâsıl-ı cânâne kıldın âkıbet

Hamr-ı vahdetden içürdin tab’ıma

Rûhumu peymâne kıldın âkıbet

Sâki-i gül-zâr-ı cânsın dem-be-dem

Gönlümü mey-hâne kıldın âkıbet

Ey Fakîrullâh bu Hakkî bendeni

Âşık-ı ferzâne kıldın âkıbet

Müşârünileyhin silsile-i tarîkatlarını elde edemedim. Hem Kâdirî, hem Nakşıbendî tarîklarına mensûbtur; fakat neş’eleri Nakşıbendîlik’tedir.

Îbrâhîm Hakkı hazretlerinin hocasıdır. Muhammed Efendi’nin pederi, Ebû Bekir’dir. Kendi Erzurum müftüsü idi. Ba’de’l-azl, İstanbul’a geldi. 1176 senesi Ramazân’ın yirmiyedinci leyle-i Kadrinde (2 Nisan 1763) irtihâl-i dâr-ı naîm eyledi. “eş-Şeyhu’l-Mukaddes” (الشيخ المقدس) târîhidir. Üsküdar’da medfûndur. Müretteb Dîvân’ı vardır. Atîde zikrolunacak olan Abdürrezzâk-ı İlmî Efendi, tab’ına himmet etmiştir. Şiiri pek düzgündür. Bu na’t müşârünileyhindir:

Ser-â-ser olmuşum cürm ü kabâhat yâ Rasûla’llâh

Bana senden olur olsa inâyet Yâ Rasûla’llâh

Fakîrin derd-mendin bir gedâ-yı müstemendindir

Kapunda Hâzık-ı pür-cürm ü illet Yâ Rasûla’llâh

/154/ ŞEYH HAKKI EFENDİ

Sâkî-i cezbe-i Rahmânî, âşık-ı sâdık-ı Rabbânî, dâhil-i zümre-i hâcegânîdir. Müteahhırîn-i meşâyıh-ı Nakşiyye’den olup, mürde-dillerin cânı, bir heykel-i nûrânî idi. 1237 sene-i hicriyyesinde (1822), Trabzon’da, Polathâne kasabasında zînet-sâz-ı âlem-i şuhûd olup, sinn-i âlîleri kemâle erişince tarîk-ı tahsîle sülûk eder. İktisâb-ı feyz ü ilm eyledikten sonra seyâhate çıkıp, Bağdâd’da medfûn eimme-i kirâm ve evliyâ-yı ızâm efendilerimizi ziyâret etmiş ve Bağdâd’da yedi sene kalmıştır. Meşâyıh-ı Kâdiriyye’den Bağdâdlı Şeyh Sâlih Efendi hazretlerine intisâb edip, nâil-i hilâfet olmuştur.

Buradan Haremeyn-i Muhteremeyn’i ziyârete gidip Trabzon’a avdet eylediler. Haremeyn’de İmâm Rabbânî evlâdından Şeyh Sâlim veyâ Süleymân hazretlerine mülâkî olup, ahz-ı feyz edip, hilâfete mazhar olarak zümre-i meşâyıh-ı Nakşiyye’ye katılmıştır.

Gâyet ârif, âlim, fâzıl, zühd ü takvâsı gâlib, irfân-ı celîle sâhib bir mürşid-i kâmil idi. Şöhretten pek ziyâde çekinirlerdi. Ale’l-ekser inzivâ-yı hayâtta bulunurlardı. Meclis-i irfânına gelenler boş dönmezler idi. Cühelâ-yı halk, Hz. Şeyh’in hâlinden bi’t-tab’ haber-dâr olamadıklarından, zâhiren fenâ farz ettikleri hâllerinden dolayı, hakkında kîl ü kâl eylemişlerdir.

Müşârünileyhe mülâkî olanlarla görüştüm; kerâmâtından, makâmâtından bahs ederler. Âsaf Bey nâmında bir zât nakl eyledi:

“Akçaâbâd eşrâfından Kazancı-zâde Ahmed Ağa ile Trabzon’da bir kahve-hânede oturuyorduk; Şeyh Hakkı Efendi nâgehân kahveden içeri girdi. Ahmed Ağa’yı görünce, “Bu köpek oğlu köpek burada iken oturamam.” deyip çıkdı gitti. Ahmed Ağa kızdı, “Bu herîfin sarığını boynuna dolayıp boğayım.” diye arkasından firladı. Fakat bulamamıştır. (Ahmed Ağa), gece rü'yâsında, Kireçhâne tarafında esb-süvâr olarak pâdişâhı geliyor görmüş. Bir de bakmış ki, esb-süvâr olan Hakkı Efendi’dir. Herkes elini, ayağını, eteğini öpüyor. Uyanmış, yine yatmış, tekrâr görmüş; bu hâli üç def'a vâki’ olmuştur. Ertesi sabâh Mahkeme Kahvesi’ne gelip izhâr-ı nedâmetle afv dilemek üzre Hakkı Efendi’yi arar, tesâdüfen Hakkı Efendi gelir. Elini öpmek ister, rû-yı muvâfakat görmez. Tekrâr musırr olur. “Beni pâdişâh gördükten sonra elimi öpmek istiyorsun; bu makbûl değildir. Ammâ ne ise haydi afv olundun. Ben size “kelb” ma’nâsına bir şey demedim. ‘Göbek oğlu göbek’ demiş idim." diye izhâr-ı âsâr-ı letâif buyurmuşlardır.”

/155/ Yine Âsaf Bey’in cümle-i menkûlâtındandır:

“Hakkı Efendi’yi hayli zamândır görmemiş idim. Bir yerde rast geldim, ileride gidiyordu; durdu, bana teveccüh etti, elini uzattı. “Çok hasret çekmişsin, öp bakâyım!” dedi. Kerâmet gösterdi. Müşârünileyh avâm ile temâsdan hoşlanır, onları suver-i muhtelifede tedbîrlerle hakka döndürmekten lezzet alır idi.”

1305/(1888) senesinde yetmişbeş yaşında oldukları hâlde, Trabzon’da iken âzim-i gül-şen-sarây-ı âhiret olmuştur. Görenlerin nakline göre hîn-i irtihâllerinde elleri göğsünde, sağ elinde tesbîhi ve kendi postunun üstünde olduğu ve başı kalbine müteveccih bulunduğu hâlde teslîm-i rûh eylemiştir.

Na’ş-ı şerîfleri ihtirâmât-ı mahsûsa ile kibâr-ı meşâyıhdan Ahî Evren hazretlerinin türbesinde vedîa-i rahmet-i Rahmân kılınmıştır (kaddesa'llâhu sırrahû). Ahîren üzerine kubbe yapılmıştır.

İki halîfe yetiştirmiştir. Biri Erzurum Nakîbü’l-eşrâfı Şeyh Abdürrezzâk-ı İlmî, dîğeri Trabzon’da Boztepe türbe-dârı ve câmi'-i şerîf İmâmı ve hatîbi Hasan Efendilerdir.

ŞEYH ABDÜRREZZÂK-I İLMÎ EFENDİ HAZRETLERİ

Bedr-i irfân-ı vücûdları hicretin 1258/(1842) senesi nihâyetine doğru Erzurum’da tulû’ etmiştir. Peder-i mükerremleri, Erzurum Nakîbü’l-eşrâfı olup sâdât-ı kirâmdan Şeyh Gıdâyî-zâde Muhammed Efendi’dir. Onun pederi Nakîbü’l-eşrâf Şeyh Seyyid el-Hâc Muhammed Efendi b. Seyyid Mûsâ Çelebi b. Seyyid Halîl b. Seyyid Muhammed b. Seyyid Sâlim b. Seyyid Salâhaddîn b. Seyyid Kâsım b. Seyyid Muhammed Efendi[32] b. Şeyh Seyyid İbrâhîm olup, İmâm Zeynelâbidîn hazretlerine peyveste olduğu, müşârünileyh Abdürrezzâk Efendi yedinde görülen musaddak silsile-nâmeden anlaşılmıştır.

Abdürrezzâk Efendi’nin zamân-ı tahsîli hulûl edince, evvel-emirde birâderi Muhammed Efendi’den bed’edip İzhâr’a kadar okumuş, ondört yaşında iken pederleri Muhammed Efendi’nin füzûyât-ı ilmiyyesinden hisse-mend olmağa başlamıştır. Ulûm-ı mertebe-i resmiyyeyi bi’l-ikmâl icâze ahzine muvaffak olmuştur. Mesnevî-i şerîften de me’zûniyyet almıştır. On sene sonra, ya'nî 1282/(1865) senesinde pederinin irtihâlinde, mûmâileyh yirmidört yaşında idi. Tahsîlini daha ileri götürmek sevdâsıyla Erzurum ulemâ-yı benâmından ve İbrâhîm Paşa Medresesi müderrisi Solak-zâde Ahmed Tevfîk Efendi’den ulûm-ı âliyeyi tederrüsle tekrâr icâze almıştır.

/156/ Bu zât pek mübârek bir üstâz-ı muhterem idi. Onun duâsına da mazhar olarak Erzurum’da Ahmediyye Dâiresi’nde, medresede tedrîs-i ulûm ile iştigâle başlamıştır. Tarîk-i sûfîye meyl-i mahsûsu olduğundan, bir taraftan da mürşid-i kâmil taharrîsinden hâlî kalmıyordu. 1281/(1864) senesinde, bâlâda tercüme-i hâlini yazdığım Şeyh Hakkı Efendi, Erzurum’a gelip, Abdürrezzâk Efendi’nin pederi Muhammed Efendi’ye misâfir olmuşlardı. Abdürrezzâk Efendi onun her hâlini tedkîk ve tefahhus ile, aradığı mürşid-i kâmil olduğuna kanâatle, dâmen-i himmet ü irfânına yapışmıştır. Az vakitte beynehümâda esrâr zuhûra gelmiştir. Şeyhin hizmetine büyük bir muhabbetle sarılarak rızâsını, duâsını almıştır.

Abdürrezzâk Efendi’de bundan sonra hâl değişmiştir. Dersinde bulunanlar onun ezvâk-ı rûhâniyyesinden müstefîd olmağa başlamışlardır. Bir sene sonra tarîk-ı Nakşî’den hilâfet almış ve şeyhinin irtihâline kadar yirmiüç sene onun hüsn-i nazar-ı terbiyeti altında yaşamıştır.

Kuvvet-i ilmiyyesinden nâşî, “İlmî” mahlasıyla mülakkab olmuşlardır. Hatt-ı celîden icâze alıp zümre-i hattâtîne girmişti.

Orta boylu, az kır sakallı, nahîfü’l-bünye, yeşil sarıklı, sevimli, zarîf, nâzik bir zât-ı âlî-kadr idi.

Erzurum’da pederinin irtihâlinde Nakîbü’l-eşrâf olmuştu. İlm-i tefsîrde behre-i kâmile sâhibi idi. Rûhu’l-Beyân’ı elinden bırakmaz, onu birkaç def'a tedrîse muvaffak olmuş idi.

Erzurum’da ikâmet eder, üç-dört senede bir def'a, Ramazân-ı şerîfde İstanbul’a gelirlerdi. Bir zamânlar Kocamustafapaşa’da, Hz. Sünbül’de ve sonraları Bâyezîd Câmi'-i şerîfinde Mesnevî-i şerîf okutmuşlardır.

Bir zamân civâr-ı Hz. Sünbül’de sâkin iken Hz. Pîr’in işâretiyle kendine tahsîs olunan bir hücrede altı sene ikâmet ve dâimâ mücâhede ve riyâzet ve ibâdet ile dem-güzâr olarak Mesnevî-i şerîf okutmuştur. Esnâ-yı tedrîsde gözlerini kapar, öyle takrîr buyururlardı. İnsân mest olurdu. Deryâ-yı hakîkat idi. Hüsn-i ifâdeye ve talâkat-i beyâniyyeye mâlik, sözleri pek müessir idi.

Kimseye hilâfet vermemiştir. “Kendimi muhtâc-ı irşâd buluyorum. Nerede kaldı ki, aharın irşâdına kalkışayım.” diye mahviyyet gösterirlerdi.

Hz. Sünbül’e ziyâde râbıtası vardı. Hattâ âlem-i menâmda kendisine, “Tütün içme.” diye emir buyurmuşlar, derhâl terk etmiş olduğunu söylerdi.

“Rûhumun rûhu bu cânın cânıdır

 Kutb-ı âlem Hazret-i Sünbül Sinân”

“Feyz-bahş dergâhının çâkerlerindendir bu dem

 Hazret-i Sünbül Sinân’ın İlmi’dir bir bendesi”

/157/ diyerek arz-ı ihtisâsât ederler. Hz. Mevlânâ min-külli’l-vücûh evlânâdan dahi feyz ü iltifâta mazhar olup Mesnevî-i şerîfi o neş’e ile pek âşıkâne bir edâ ile okuturlar idi. Erzurum’da konakları mecma’-ı urefâ vü ulemâ idi.

Asârı :

1. Risâle-i Halâl ü Harâm,

2. Manzûme-i Nüfûs-ı Seb’a,

3. Müsâvât-ı Aded-i Hurufat,

4. Dîvân.

Cümlesi gayr-ı matbû'dur.

Eş’ârından :

Lâne-i aşkı arar her rûz u şeb

Râhat itmez bir mekânda mürg-i cân

Cümle eşyâ Hakk’ı tevhîd itmede

Devr ider zikr ile bu kevn ü mekân

Dîde-i dil açılırsa İlmiyâ

Eyleriz cânânı seyrân nâgehân

                     *   *   *

Âşık ol cânâna cândan cân ile cânânı bul

Âşıkânın bezminin cân olmasun şermendesi

Bende olma ehl-i dünyâya zehirdir sohbeti

Cân ile erbâb-ı aşkın ol gönül efkendesi

                     *   *   *

Cemâlu’llâh’a ol âşık hevâ ile sivâdan geç

Karışma fi’l-i Hakk’a ey gönül çûn ü çerâdan geç

Bakâdan neş’e-dâr ol bâde-i tevhîd ile ey dil

Gönülden hâzır ol Hakk’a hemân mülk-i fenâdan geç

Libâs-ı fahri neyler câme-i aşk âşıka kâfî

Abâ-yı aşkı giy İlmî bütün dâr u devâdan geç

                     *   *   *

Ey gönül erbâb-ı câha itme arz-ı ihtiyâc

Bâb-ı Hak meftûh iken gayra ne lâzım ilticâ

                     *   *   *

İhsân-ı Hudâ bir kuluna olsa eğer yâr

Ağyârını yâr eyler anın hârını gül-zâr

                     *   *   *

Bâde-i tevhîdin ol mest-i müdâmı ey gönül

Meyl kılma bu zen-i dünyâya bî-hûş itmesün

                     *   *   *

Hayâtı kalbî olanın memâtı oldu hayât

Memâtı kalbî olanın hayâtı oldu memât

                     *   *   *

/158/            Aşk ile derd ile vecd ü hâl ile ol zevk-yâb

Cân ü dilden merkez-i vahdette it ezkâr-ı Hû

                     *   *   *

Kulûbun saykalı zikr-i ilâhî olduğundandır

Ser-â-pâ çeşm-i âşık dîde-bândır rû-yı tevhîdi

Sülük it râh-ı cânâna bu Sünbül-zâr-ı pîrîden

İçe bu teşne gönlün nâgehân bir cû-yı tevhîdi

Feyiz-yâb ol hemân Sünbül Sinân-ı kutb-ı âlemden

Meşâmm-ı cânın olsun her dem İlmî bû-yı tevhîdi

                     *   *   *

Mahv ider âyîne-i dilde komaz jeng ü gubâr

Görünür şîve-i ezkâr gönülden gönüle

İlmiyâ ehl-i dilin bendesi ol da şâd ol

Hoş gelür sohbet-i ahrâr gönülden gönüle

Sünbülî Hânkâhı’nda bir kaç levhası vardır. Hânkâh-ı Sünbülî’yi pek ârifâne medh etmiştir. İnşâallâh, Sünbülî bahsinde aynen yazılacaktır.

Vefâtı :

22 Muharrem 1325/22 Şubat 1322/(6 Mart 1906) târîhine müsâdif Perşembe günü altmışyedi yaşında Erzurum’da irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Kalb hastalığı vardı. Erzurum’da Büyük Câmi'-i şerîf hazîresinde defîn-i hâk-i gufrândır.

Müşârünileyhi çok severdim. Aramızda hakîkî bir muhabbet-i kâmile zuhûra gelmiş idi. Haber-i vefâtını aldığım gibi mahdûmlarına yazdığım mektup ber-vech-i atîdir:

“Nûr-ı aynım!

Mektûbunuzu aldım, dünyâ başıma zindân, vücûdum âteş-i teessürden misâl-i külhândır. Gözlerimden sirişk-i ekdâr revân, kalb-i hazînim ise nâlândır. Muhakkak bilmeli ki, bu dünyâ yalandır. Her gelen nokta-i ecele revândır.

Ömrümde hisseylediğim acıların en şedîdi zuhûr etti. Mukâvemete imkânım yoktur. Metânet-i fikriyyem gâib oldu. Ellerim ra’şe-dâr, dil-i firkat-zedem girye-bârdır. Sizi (tesellî) edecek bir kaç söz yazayım dedim, yazamıyorum. Âlem-i irfânda kıyâmet koptu. Hepimizin kalbini zulmet-i hicrân bürüdü. Çünkü Abdurrezzâk-ı İlmî, dâr-ı bakâya yürüdü. Müşârünileyh, (موتوا قبل أن تموتوا)[33] sırrını çok zamân evvel bulanlardandır. Füyûzât-ı celîle-i Muhammediyye onun hazîne-i muhabbetini doldurmuştur.

Hz. İlmî, nâşir-i âdâb-ı şerîat, mürşid-i erbâb-ı tarîkat idi.

Hz. İlmî, sâhib-i dîvân ve vâkıf-ı esrâr-ı pîrân idi.

Hz. İlmî, Mesnevî-hân ve andelîb-i Gül-istan idi.

Hz. İlmî, bir allâme-i bî-nazîr, ehl-i dile dest-gîr idi.

Hz. İlmî, şems-i münîr-i irfân, bir Hâce-i nükte-dân idi.

/159/ Meziyyet-i zâtiyye ve fezâil-i insâniyyesine metfûn idim. “Beni ehl-i kemâl zannetmesinler.” diye tesettür ederdi. Fakat, o şems-i irfân, yine kendini gösterirdi. Vassâf’ının âteş-i ekdârı sönmez. Ehl-i kemâl mevtten çekinmezler. Çünkü mevtde, onlar vuslat bulurlar. Hiç unutamâm; bir gün, esnâ-yı va’zda, "(الموت جسر يوصل الحبيب إلى الحبيب)[34] kelâm-ı Mevlânâ’sını okudu, ağlayarak, (موتوا قبل أن تموتوا) sırrına eren âşıklara, mevt rahmettir, devlettir, saâdettir, izzettir, rif'attir." buyurmuşlardı. Kerâmâtı bâhir olan o hazîne-i irfânın ufûlü, âlem-i ma’rifet ü tarîkat için büyük bir ziyân ise de, Hz. Şeyh için hâl-i mes’ûdîdir.”

Erzurûmî Hazret-i İlmî-i dânâ-yı zemîn

Ehl-i hâl hem-bende-i Razzâk-ı Rabbi’l-âlemin

Neş’e-i zevk-ı cemâl-i yâr ile medhûş olup

Daldı bahr-ı aşka buldu dürr-i maksûdu hemîn

Bülbül-i bâğ-ı tasavvuf dinse elyakdır ona

Mest-i gül-câm-ı mey-i vahdet idi sâhib-yakîn

Şâir-i yektâ-yı devrân Mesnevî-hân-ı şehîr

Mahrem-i esrâr-ı Mevlânâ idi merd-i karîn

Sünbül-istân-ı edebden bû-yı aşk almış idi

Vâkıf-ı sırr-ı ledünn ilme’l-yakîn ayne’l-yakîn

Âlem-i ukbâya azm itdikde ol zât-ı kerîm

Ehl ü evlâd çekdiler hasretle âh-ı âteşin

Sünbül-i bâğ-ı siyâdetdir o zât-ı pür-himem

Ola Sıddîk’ın karîbi Şîr-i Hak'la hem-nişîn

Hak teâlâ rûhunu takdîs hem tebcîl ide

Lutf-ı Hak’la meskeni olsun anın huld-ı berîn

Muhlisi Vassâf'ını yakdı kavurdu hasreti

Firkatıyla nâle-kâr oldu nice ehl-i zemîn

Çıkdı bir târîh “mağfûr” hazret-i pür-himmete

Terk-i dünyâ eyledikde ol kerîm-i meh-cebîn

(مغفور) – 1326 -1 1325

ŞEYH SELÂMÎ MUSTAFA EFENDİ

İzmirlidir. Müteahhirîn-i şuarâ-yı Osmâniyye’den ve âşıkîn-i meşâyıh-ı Nakşiyye’den bir zât-ı âlî-kadrdir. Peder-i mükerremleri Şeyh İsmâîl-i Şerhî Efendi olup, 1200/(1786) târîhinde bir tekke binâ eylemiştir.

Selâmî Mustafa Efendi, tahsîl-i kemâlât edip, İstanbul’u teşrîflerinden bir müddet sonra, ilm ü irfânları şüyû’ bulunca Eyüp Sultân’da Baba Haydar Mahallesi’nde kâin dergâhın meşîhatı kendilerine tevcîh olunmuştur. 1228/(1813) senesine kadar burada irşâd-ı ibâd ile meşgûl olup, âlem-i cemâle intikâl eylemiştir. Dergâh-ı şerîfin tevhîd-hânesinde medfûndur.

Bir Dîvân matbûu, bir de Manzûme-i Mevlidiyye’si vardır. Üsküdarlı Selâmî Ali Efendi ile mahlasda hem-nâm olduklarından, eş’ârından ba'zıları birbirine karıştırılmıştır. Şu na’t-ı şerîf Mustafa Efendi hazretlerinin olup, elsine-pîrâ-yı zâkirândır.

/160/ Bir muazzam pâdişâhsın ki kulundur cümle şâh

Kurb-ı “ev ednâ[35] ‘da vaz’ oldu seninçün taht-gâh

Nüh-felek (ve) heft-zemîn ancak sana bir bârgâh

Emrine mahkûmdur âlem her sözün vahy-i ilâh

es-Salâtu ve’s-Selâm ey Hâdi-i râh-ı Hudâ

Küntü âsî yâ şefîa’l-müznibîn "işfa’ lenâ"[36]

Olalı ruhsûde pâ-yı pâkine arş-ı berîn

Aşkın ile dem-be-dem cevlân ider ey şâh-ı dîn

Ravzan içün çağrışup dir her melek “Yâ mü’minîn

Hâzihî cennâtu Adnin fe’dhulûhâ hâlidîn"[37]

es-Salâtu ve’s-selâm ey Hâdi-i râh-ı Hudâ

Küntü âsî yâ şefîa’l-müznibîn işfa’ lenâ

Hâk-i Ravza’ndan güneş nûr eyler iken iktisâb

Gerd-i pâyin kuhl-i çeşm-i cân iderken mâh-tâb

Yâ aceb mi arşa fahr eylerse Ravza’nda türâb

Câna minnet idi na’leynin (de) olsa âftâb

es-Salâtu ve’s-Selâm ey Hâdî-i râh-ı Hudâ

Küntü âsî yâ şefîa’l-müznibîn işfa’ lenâ

Kim ki nûr-ı mihr-i zâtın mazhar-ı âgâhıdır

Ahter-i İslâm içinde evc-i dînin mâhıdır

Kim gulâm oldu derinde kâinâtın şâhıdır

Mûrun olmak âsitânında Süleymân câhıdır

es-Salâtu ve’s-Selâm ey Hâdî-i râh-ı Hudâ

Küntü âsî yâ şefîa’l-müznibîn işfa’ lenâ

Kangı hâke basa pâ-yı devletin ol Tûr olur

Cânib-i Hak’dan tecelliyyât ile pür-nûr olur

Her nazarda aynına vech-i Hudâ manzûr olur

Bu Selâmî hıdmet-i na’tın ile mağfûr olur

es-Salâtu ve’s-Selâm ey Hâdî-i râh-ı Hudâ

Kuntu âsî yâ şeha’-müznibîn işfa’ lenâ

Dergâh-ı münîflerinin kapısı bâlâsında, (وَاللّهُ يَدْعُو إِلَى دَارِ السَّلاَمِ)[38] yazılıdır. Dergâh, ahîren sûret-i mükemmelede ta’mîr olunmuş, odaları geniş, nezâreti gâyet güzel, husûsiyle dergâhın avlusu Şam kâalarına ziyâde müşâbih ve pek rûhâniyyetlidir. Türbe-i münevverelerini ziyâret ettim. Son derece münşerih oldum. Tevhîd-hâne, fevkânîdir. Kabirler alt kattadır.

Hz. Selâmî’nin irtihâlinde kibâr-ı meşâyıh-ı Kâdiriyye’den Mustafâ Müştâk Efendi hazretleri, müşârünileyhin zevce-i metrûkesini tezevvüc etmiş, vekâleten meşîhatte bulunmuş, bir kızı dünyâya gelip küçük yaşında iken irtihâline mebnî buraya defn edilmiştir. Ba’dehû Şeyh Bahâeddîn, Mustafa Selâmî Nâcî ve Muhammed Kâzım Efendiler sırasıyla seccâde-nişîn olmuşlardır. Onlar da burada medfûndurlar. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

/161/ (Zeynî) ŞEYH SELÂMÎ MUSTAFA EFENDİ

Meşâyıh-ı Zeyniyye’dendir. İznikli olup ikmâl-i tahsîl ü sülûkdan sonra Der-saâdet’e gelip Fâtih ve Süleymâniyye Cevâmi’-i şerîfesi kürsü şeyhliğinde bulunmuş ve Sultân Selîm civârında, Şeyh Yavsı Dergâhı’nda post-nişîn olmuştur. 993/(1585)’te intikâl eylediğinden Edirnekapı hâricinde Emîr Buhârî Tekkesi Kabristânı’na defn olunmuştur.

Delâilü’l-Hüdâ, Şerh-i Hadîs-i Erbaîn, Risâletü’r-Reşâd nâm Esmâ-i Hüsnâ şerhi ve manzûm Mevlid-i Şerîf cümle-i âsâr-ı aliyyelerindendir.

ŞEYH MUHAMMED CÂN en-NAKŞIBENDÎ

Gulâm Alî, Şâh Abdullâh-ı Dehlevî hazretlerinin hulefâsındandır. Kemâlât-ı zâhire vü bâtınayı câmi’ bir zât-ı sütûde-simâttır.

Delhi’de medfûn kutbu’l-kâmilîn Hâce Kutbeddîn-i Bahtiyâr hazretlerinin rûhâniyyetlerinden dahi istifâza etmişlerdir. Yirmi sene, geceleri türbe-i mezkûreye devâm ile tâ-be-sabâh ibâdât u tââtle meşgûl olurlar idi.

Hırka-i tarîkatı, müşârünileyh Abdullâh-ı Dehlevî’den telebbüs etmiştir.

Mekke-i Mükerreme’ye hicretle mücâvir olup, 1266/(1850) senesinde vefât eyledi. Cennetü’l-Muallâ’da medfûndur. İstanbul’da Bâlâ Dergâhı şeyhi efendi merhûmun delâletiyle, üzerine mükellef bir türbe inşâ olunmuş ve Âdile Sultân tarafından ihdâ edilen bir âvîze dahi ta’lîk edilmiş iken, Şerîf Avnürrefîk Paşa, “Cennetü’l-Muallâ’da bu kadar ashâb ve tabiîn medfûn, kısm-ı a’zamının kabirleri hâk ile yeksân iken Muhammed Cân Efendi’ye yapılan tezyînat muvâfık değildir.” diye müzeyyenâtını kaldırtmış ve türbeyi yıkdırıp hâk ile yeksân eylemiştir. Mekke-i Mükerreme’de bulunduğum zamân kabirlerini ziyâret şerefine mazhar oldum. Türbenin toprak zemîni ile temeli olsun nasılsa mahfûz kalmış olduğunu gördüm. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

ŞEYH AHMED EFENDİ

“Kara Seyyâh Hacı Ahmed Efendi” diye ma’rûfdur. Ulûm-ı zâhire vü bâtınada yegâne-i âfâk idiler. Hindlidir. Hind’den Buhârâ’ya kadar tayy-i merâhil ederek Hz. Pîr Muhammed Bahâeddîn-i Nakşıbend efendimizi ziyârete muvaffak olup, ba’dehû Mâverâünnehir, Şam, Irak, Hicâz gibi yerleri dolaştıktan sonra, Üsküdar’da Selîmiye Dergâhı’na kadar gelmiş ve burada ihtiyâr-ı ikâmetle dâr-ı cemâle intikâl ettiğinden na’ş-ı münîfleri, dergâh-ı mezkûrun cümle kapısına karşı kabristâna defn olunmuştur. Hırka-i tarîkatı Şemseddîn Cân-ı Cânân ed-Dehlî hulefâsından Hâce Senâüllâh el-Hindî’den telebbüs etmişlerdir. (Kaddesa'llâhu esrârahum)


/162/ ŞEYH MUHAMMED HÂLİD ZIYÂEDDÎN-İ NAKŞIBENDÎ

Velâdet           : 1189

Müddet-i ömr : 53 sene

İrtihâl              : 1242

Reh-nümâ-yı erbâb-ı tarîkat ve pîşvâ-yı ashâb-ı hakîkattir. Şehr-i Zor mülhakâtından Karadağ kasabasında, 1189 sene-i hicriyyesinde (1775) kadem-nihâde-i mehd-i fenâ olmuştur. Ba'zı âsârda 1192/(1778) senesi olmak üzere mukayyeddir.

Nisbet-i nesîbleri, peder-i âlîleri cihetinden Hz. Osmân (radıya'llâhu anh) efendimize; vâlide-i muhteremeleri cihetinden Hz. Alî b. Ebî Tâlib (radıya'llâhu anh) efendimize muttasıldır.

Zamân-ı tahsîlleri hulûl edince tederrüse başlayıp, az zamân zarfında ulûm-ı akliyye vü nakliyyeyi sûret-i mükemmelede tahsîl etmiştir. Süleymâniye taraflarında çok bulundukları gibi, evvelâ meşâyıh-ı Kâdiriyye’den Şeyh Mustafa el-Kürdî hazretlerinden hırka-i tarîkatı telebbüs edip, Haremeyn-i muhteremeyni ziyârete şitâbân oldu. Mekke-i Mükerreme’de Şeyh Muhammed Dervîş-i Azîmâbâdî ile mülâkat ederek onun tavsiyesiyle mâşiyen Hindistan’a kadar sefer eyleyip, bir senede Dehli’ye vâsıl oldular ve Abdullâh-ı Dehlevî hazretlerinin meclis-i feyzâ-feyzine erdiler. Beş ay nezd-i âlîlerinde kalıp ikmâl-i sülûk ile Kâdirî, Nakşıbendî, Sühreverdî, Çeştî ve Kübrevî tarîkatlarından mücâz oldular.

Ulûm-ı zâhire vü bâtınada ferîdü’l-asr idi. “Zü’l-cenâheyn” diye yâd olundular. İ’tikâdda Eş’arî, amelde Şafiî, tarîkat ve meşrebde Nakşıbendî olup, zevkleri zikr-i hafîye nâzırdır.

Hicâz’a azîmetleri 1220/(1805) senesine müsâdif olduğuna bakılırsa, o zamân otuzbir yaşında bulunuyorlardı. Bir müddet Bağdâd’da bulunmuşlardır. Sonra Şâm-ı şerîfe geldiler ve kâffe-i ulemâ tarafından istikbâl olundular. Haklarındaki merâsim-i istikbâliyye pek parlak oldu. Şam’da Sâlihiyye civârında sâkin olarak irşâd-ı ibâda hasr-ı evkât eylediler.

1242 sene-i hicriyyesinde (1826) elliüç yaşında dâr-ı naîme rıhlet ettiler. Kabr-i enverleri Sâlihiyye’de kâindir. Üzerine mükellef bir türbe inşâ olunmuştur.

Şam’a azîmetimde mahsûsan ziyâret-i aliyyeleriyle şeref-yâb oldum. Türbede kendileriyle, harem-i muhteremeleri medfûndur. Sandûkalarının üzerinde sırma ile işlenmiş pûşîde /163/ vardır ve bu pûşîde Sultân Abdulhamîd Hân-ı sânî merhûmun zamânında i’tinâ-ı mahsûs ile i’mâl olunmuştur. Sandûkalarının başında beyâz ve ipekli arâkıyye ve üzerinde beyâz sarık vardır. Türbe pek rûhâniyyetli ve gâyet ferah-fezâ olup, berây-ı ziyâret o ravza-i irfâna dâhil olanlar bû-yı tevhîdden neş’e-mend olurlar. Esnâ-yı ziyârette teveccühümde Hazret’in iltifât-ı fevka'l-âdesine mazhar olmuş idim. O dakîkadaki inbisât, hâtıra-i hayâtımı tezyîn eden mühim dakîkalardandır. 20 Cemâziye’l-âhir 1258/(30 Temmuz 1842)’de bu türbe inşâ olunmuştur.

Âsâr-ı Aliyyeleri :

1. el-Ikdu’l-Cevherî mine’l-Kelâm,

2. Şerh-i Akâid Haşiyesi,

3. Siyelkûtî’ye Ta’lîkât,

4. Râbıta Risâlesi,

5. İrâde-i Cüz’iyye Risâlesi,

6. Cilâu’l-Ekdâr,

7. Ferâidü’l-Fevâid,

8. Mecmûatü’r-Resâili’l-Hâlidiyye,

9. Dîvân-ı münîfleri.

Hakk-ı âlîlerinde Arapça, Türkçe ve Farsça menâkıb-nâmeler yazılmıştır. Âlem-i tarîkatta mühim bir şahsiyyeti vardır. Müceddid-i zamân addonularak, şeh-râh-ı irfâniyyelerine erbâb-ı ilm ü fazilet ve ashâb-ı aşk u muhabbet sülûka şitâbân olmuşlardır.

Tarîk-ı Nakşıbendî’de şu’be müessisliği olmadığı cihetle, tarîkat-ı Hâlidiyye denilmesi müfrit bir taraf-dârlık neticesi olup, cenâb-ı Hâlid’e, “Müceddid-i Zamân” denilmek evlâdır. Tarîkat-ı Nakşiyye’den başka bir şey değildir. Kendileri zikr-i hafî mesleğine sâlik olup, zikr-i kalbîyi esâs tutmuşlar ve zikr-i cehrîden alâka-dâr bulunmamışlardır. Turuk-ı sâirenin her hâl ü harekâtında bid’at görmek isteyen erbâb-ı ilm, esâsen râbıta ve intisâb gibi hâllerden bile kendilerini uzak tutarlar iken, Hz. Hâlid Ziyâeddîn’in açtıkları çığır, onların nazar-ı dikkatini celbetmiş ve merâsim-i sûrîden ve bid’atten hâlî gördükleri bu esere tebaiyyete meylleri husûle gelmiştir ki, Mevlânâ Hâlid’in tarîkat-ı aliyyeye yan bakân erbâb-ı taassubu yola getirerek, onları ehl-i tarîk adâdına sokması, kerâmât-ı câriye-i irfâniyyelerinden başka bir şey değildir.

Bu münâsebetle, tarîk-ı Nakşî’ye sâlik olanlar meyânında ulemâ-yı İslâmiyye’den pek çoğu görülür. Râbıtayı, “putperestliktir” diye inâd-kâr olan ehl-i ilmin kısm-ı a'zamı, en-nihâye, râbıta-bend-i tarîkat olur. Turuk-ı sâirede, zamânen ihdâs olunmuş bid’atlardan tehâşî eden müdekkikîn, kâfile kâfile, tarîkat-ı aliyye-i Nakşiyye’ye dâhil olup, erbâb-ı ilme inhimâki mütezâyid olan halkın /164/ büyük bir kütlesi Nakşıbendî meşâyıhının nûr-ı irfânı etrâfında pervâne-misâl cem’ olurlar. Bu sebeble tarîkat-ı aliyye-i Nakşiyye, husûsiyle Mevlânâ Hâlid Ziyâeddîn’e müntehî şeh-râh sâlikleri çok ziyâdedir. Turuk-ı sâire müntesiblerinin mecmûundan pek fazladır.

Aşk bir meydir ki her bir meşrebe

Ayrı ayrı neş’e-i dîger virir

Herkes isti’dâd-ı ezelîsine göre bir pîrin peyrev-i irfânıdır. Kiminin zevki Mevlevîlikte, kiminin Kadirîlikte, kiminin Halvetîlikte, kiminin Nakşıbendîliktedir. Herkes kendi zevkinden haber verir. Mevlânâ Hâlid Ziyâeddîn, sâhib-i kemâlât, mâlik-i makâmât idi. Pîrân-ı izâmın her birine hürmet, mesleklerine muhabbet göstermiş, ta’rîz-kâr olmamış oldukları hâlde, bu yolda yetişen ve Hâlidî nâmını alan ba'zı kimseler “Dünyâda yegâne tarîk, Tarîk-ı Hâlidî’dir, onun gayrisi bâtıldır.” nazarıyla sâir ehl-i tarîka yan bakmaları, arada bir bürûdet hissi ilkâ eylemiştir. Hâlbuki, erbâb-ı kemâl, sâlik olduğu yolda terbiye-i nefse meşgûl olup, hârice atf-ı nazar edecek derece ihtilâs-ı vakte mâlik değildir. Neş’e-i tevhîde müstağrak olanlardan o gibi hâlât-ı gayr-ı marazıyye zuhûra gelmez. Mesleğinde henüz nâkıs olanlar, o yolda söz söylerler. Binâenaleyh bu gibi şeylere imâle-i efkâr etmemek lâzimedendir. Her hangi tarîkata mensûb olursa olsun, bir sâlikin mensûb olduğu tarîktan gayri tarîkatta feyz ve nisbetin mesdûd olduğuna kâni’ olmak belâhettir ve kendi pîrinden gayrı pîrânın, azîzânın kerâmât ve kemâlâtının vücûduna kâil olmamak hamâkattır. Esâsen tarîkat birdir. O da Tarîkat-ı Muhammediyye’dir. Zamân zamân isimler verilmesi, zuhûr eden pîrânın isimlerine nisbetten ibârettir. Hakîkatı birdir. İkilik ihdâs eden ve farz eyleyenler, nâkıslardır. Nâkısların sözlerine ise erbâb-ı kemâl i’tibâr etmez.

Tarîkat-ı Nakşıbendî dahi her sâliki mertebe-i kemâle ulaştıracak hakâyık-ı âdâbı câmi’ bir yoldur. Turuk-ı şâire mensûbîni, “Oniki tarîk haktır.” der. Tarîk-ı Nakşî’yi de tasdîk ve pîrine ta’zîm eder. Sâir tarîkata mensûb nice uşşâk-ı Muhammedî vardır ki, dâhil-i halaka-i Nakşıbendiyân olarak pîr-i muhteremin çeşme-i fuyûzâtından müstefîz olmağa cân atar. Meşâyıh-ı Nakşıbendî’den hakîkat-bîn nice zevât-ı fâzıla vardır ki, sâir ehl-i tarîkin hem-bezm-i muhabbeti olur.

/165/ Mevlânâ Hâlid’in hayli hulefâsı vardır. Bunlar memâlik-i İslâmiyye’nin her tarafına yayılmışlar ve neşr-i tarîkat eylemişlerdir.

ŞEYH MUHAMMED el-KUDSÎ el-KONEVÎ

“Şeyh Muhsin Efendi” diye meşhûrdur. Eâzım-ı Nakşiyye’den ve ekâbir-i ulemâdandır. Bozkır kazâsı kurâsından, Aliçerçi karyesinde 1198/(1782) senesinde mehd-ârâ-yı âlem-i şuhûd olmuştur. İsm-i âlîleri Muhammed, pederleri Mustafa b. Îsâ, şöhretleri Muhsin Efendi’dir. Vâlide-i mâcideleri, Halîme Hânım’dır. Silsileten şerîfü’n-nesebtir.

Muhsin Efendi, Karacahisâr’da akrabâlarından Şeyh İbrâhîm Efendi’nin taht-ı terbiyesinde bulundu. Mukaddemât-ı ulûmu Şeyh-zâde Muhammed Efendi’den ba’de’t-tahsîl Kayseri, Hâdim, İstanbul ve Antep’i ziyâret edip, bilâd-ı mezkûre ulemâsından aksâm-ı ulûm u fünûnu tahsîl ile icâzet aldıktan sonra, Karacahisâr’a avdetle neşr-i ulûma hasr-ı vakt eylemiş ve merci’-i ulemâ-yı zamân olmuşlardır. Kesret-i talebeden gece gündüz ders ve mütâlaa-ı kütüb ile dem-güzâr oldular.

Âlim, fâzıl, âmil, ârif, kâmil, zâhid, muttekî, perhîz-kâr, sâhib-i vakâr bir nâdire-i rûz-gârdır.

Mevlânâ Hâlid Ziyâeddîn hulefâsından Hasan-ı Kudsî nâmıyla şöhret-şiâr, Ödemişli Şeyh Hasan Efendi, Karacahisâr’ı teşrîflerinde Muhsin Efendi ile sohbet ederek reviş-i tarîkat ve levâzım-ı sülûku Muhsin Efendi’ye ta’lîm buyurup, her ikisi birlikte Seydişehir’e azîmet ve on gün ikâmetten sonra Karacahisâr’a avdetle ta’lîm-i ulûma bezl-i himmet-i ârifâne eylemiştir. Bir müddet sonra Konya’ya azîmetle mürşid-i âlî-kadrlerine mülâkî olup, beş ay kadar burada kaldı. Envâr-ı mürşidle kalb-i âşıkânesini doldurdu. Teslîk-i sâlikîne me’mûr oldu. Bozkır’a avdet ettiler. Bu sırada Mevlânâ Hâlid’in sohbet-i müteberrikeleriyle feyz-yâb olmak emeliyle Şam’a giderek hayli zamân hıdmet-i celîlelerinde bulunup, füyûzât-ı kesîreye nâil ve mertebe-i irşâda vâsıl oldu..

Karacahisâr’a avdetinde, Hoca karyesinde, Seydişehir’de yirmi sene kadar neşr-i envâr-ı tarîkat buyurdular. Kerâmât-ı zâhire ve makâmât-ı bâhire sâhibi bir zât-ı kerîmü’s-sıfât idi. Kendilerinden pek çok kimseler istifâza-i envâr-ı saâdet eylediler.

1269 senesi Muharremü'l-harâmının onüçüncü (27 Ekim 1852) Salı günü yetmişbir yaşında oldukları hâlde Seydişehir’e karîb Çavuş karyesinde rûh-ı pür-fütûh-ı âlîleri âric-i maâric-i kuds oldu. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Müşârünileyh hazretleri orta ve mevzûn boylu, rengi esmere karîb, alnı /166/ açık, kaşları ince ve uzun, gözleri siyâh, burnunun ucu yüksek, ağzı büyücek, sakalı sık ve uzun idi; hîn-i irtihâllerinde beyâzı karasından çok idi. Nûr-ı velâyet, mübârek cebînlerinde lemeân edip, mehâbetinden bağteten gören kimse, ru’b ile müteessir olurdu. Lisân-ı şerîfleri gâyet fasîh, vech-i latîfleri o nisbette melîh idi. Fuzûlî sözden gâyet müctenib imiş. Hîn-i irtihâllerinde Muhammed, Mustafa, Abdullâh, Hâlid, Zeynelâbidîn, Abdullâh Sıddîk ve Hasan Kudsî nâmında yedi mahdûmu ve dört kerîmesi ve iki zevcesi var imiş.

Silsiletü'l-aliyye manzûmetün li-Cenâbı Ziyâeddîn Mevlânâ Hâlid (Kuddise sırruhû):

الحمد لله الذى أظهر سلسلة العلية النقشبندية الخالدية فى مشارق الأرض ومغاربها كالبدور وصلى الله تعالى وسلم على سيدنا ومولانا مجمد الذى هو أصل أصحاب الطريق المسطور وعلى آله وأصحابه الذين كانوا معادن الفيوض والحضور والنور.[39]

نبى صديق سلمان قاسمست وجعفر وطيفور

كه بعد از بو الحسن شد بو على ويوسفش كنجور

ز عبد الخالق آمد عارف ومحمود را بهره

كزبشان شد ديار ماوراء النهر كوه طور

على بابا كلال ونقشبندست وعلاء الدين

بس از يعقوب جرخى خاجهء احرار شد مشهور

محمد زاهد ودرويش محمد خواجكى باقر

مجدد عروة الوثقى وسيف الدين سيد نور

حبيب الله مظهر شاه عبد الله پير ما

كزيشان رشك صبح عيد شد ما را شب ديجور

ضياء الدين وحيد العصر موليناى ما خالد

كه باشد جمله عالم نسبت غراى او معمور

ز درياى فيوضاتش محمد قدسى شد سيراب

از وشد خلق عالم فائز الطاف نا مجصور[40]

Bu beyitleri hatm-i hâcegândan sonra, biri cehren, lahn-ı mahsûs ile okur, hâzırûn dinler. Zamânımıza kadar ittisâl eden meşâyıh-ı Nakşıbendî’nin her biri için isimlerini hâvî birer beyit ilâve etmişlerdir.

Mensûr olan silsile-nâmeleri ber-vech-i atîdir:   /167/

اللهم يا حى يا قيوم يا بديع السموات والارض! يا مالك الملك يا ذا الجلال والإكرام!

اللهم إنى أريد أن تحيى قلوبنا وبصائرنا بنور معرفتك يا الله يا الله يا الله بمحبوبة مولانا قطب العارفين غواص بحر حق اليقين سلطان الموحدين محيى الطريقة والدين الشيخ محمد القدسى - قدس سره –

- وبحضرت قطب الإرشاد ورحلة الأبدال والأوتاد السائر فى الله الراكع الساجد ذى الجناحين ضياء الدين البغدادى الشهير بمولانا محمد خالد - قدس سره –

- وبجذبة قطب الأولياء وبرهان الأصفياء جامع الكمال الصورى والمعنوى الشيخ عبد الله الدهلوى - قدس سره –

- وبحرمة المعلى المزكى المصفى المطهر شمس الدين حبيب الله جان جانان المظهر - قدس سره –

- وبهمة المتشرف بالتجلى الذاتى والصفاتى والشؤنى سيد السادات سيد محمد البدوانى - قدس سره –

- وبصفوة المستغرق فى بحر حق اليقين سلطان الأولياء الشيخ سيف الدين - قدس سره –

- وشيخه ووالده أمين سرك المكتوم شيخ المشايخ العروة االوثقى محمد المعصوم - قدس سره –

- وشيخه ووالده مظهر العجائب ومنبع الأسرار والمعانى الشيخ أحمد الفاروقى السرهندى - قدس سره الصمدانى - المعروف بإمام الربانى مجدد ألف ثانى

- وبنجدة القطب اللذى لصهبائنا الحب الذاتى هو الساقى مؤيد الدين الرضى مولينا الشيخ محمد الباقر - قدس سره –

- وبمجدة الولى الكريم السنى مولينا خواجكى السمرقندى الأمكنكى - قدس سره –

- وبسيرة شيخه ووالده المكرم الممجد شيخ المشايخ مولينا درويش محمد - قدس سره –

- و بسكرة شبخه وخاله الراكع الساجد مولانا الشيخ محمد الزاهد – قدس سره -

- وبقربة مروج الدين ومقوى المشرب النقشبندى المعروف بخواجه  أحرار الشيخ عبيد الله السمرقندى - قدس سره –

- وبرتبة المورد التوارد عنايات البارى مولينا يعقوب الچرخى الحصارى - قدس سره –

- وبصولة مفتاح خزائن الأسرار قطب الأقطاب الشيخ محمد البخارى - قدس سره – المعروف بعلاء الدين العطار

- وبدولة إمام الطريقة وغوث الخليفة وشمس فلك الحقيقة ذى الفيض الجارى والنور السارى المعروف بشاه نقشبند بهاء الدين محمد الويسى البخارى - قدس سره البرى.[41]    

Ecell-i Hulefâsı:

Hacı Feyzullâh Efendi, Veli Hâfız Efendi, Mustafa Efendi, Hacı Halîl Efendi, Hacı Mustafa Efendi, Ömer Baba, Muhammed Efendi, Velî Hâfız Efendi, İbrâhîm Efendi, Süleymân Efendi, Hacı Muhammed Efendi, Ahmed Efendi, Hacı Hüseyin Efendi, Ali Tâlib Efendi, Seydişehrî Hacı Abdullâh Efendi, /168/ Fâzıl Ahmed Efendi, Ali Efendi, dîğer Ali Efendi, Mustafa Efendi, Ali Efendi, Antakyalı Ali Bey, Abdülkâdir Efendi, Hâfız Ahmed Efendi, Nuri Efendi, Ali Bey, Hacı Ahmed Efendi, Hacı İbrâhîm Efendi, Süleymân Efendi, dîğer Süleymân Efendi, Abdullâh Efendi, Mûsâ Efendi, Hacı Ahmed Efendi, Hacı Efendi, Hasan Efendi, Kirimî Hacı Efendi, Osmân Efendi, Manisalı Ali Efendi, Tekeli Ali Efendi, Hâdimli Ali Efendi, Hüseyin Efendi, İsmâîl Efendi, Hacı Efendi, Abdurrahmân Efendi, Muhammed Efendi, Trabzonlu Muhammed Efendi, Abdülkâdir Efendi, Hacı Ömer Efendi, Nûri Efendi, Mustafa Efendi, Ahmed Kudsî Efendi. (Kaddese’llâhu esrârahum)

MEVLÂNÂ HACI FEYZULLÂH EFENDİ HAZRETLERİ

Silistre eyâletine tâbi’ Hezârgrad kasabası dâhilinde Sazlı karyesinde, “Kolzâde” nâmıyla ma’rûf hânedândan Ali b. Hasan hazretlerinin oğludur. 1220/(1805)’de karye-i mezkûrede doğdu. Yedi yaşında mektebe devâm; onsekiz yaşına kadar sarf, nahiv, Fârisî ve fıkıh okudu. Gâh Vidin’e hicret, gâh karyesine avdet ederek, 1240/(1825)’ta pederinin vefâtı ve Asâkîr-i Mansûre-i Muhammediyye’nin teşekkülü üzerine, 1241/(1826)’de Belgrad’a azîmetle, tüfenk ve âteş taallüm ve Varoş kapısında mürûr tezkiresine nezâret eylerdi. 1243/(1827)’te Rusya muhârebesinde tekrâr Vidin’e giderek ser-gerde İnebolulu Mahmûd’un kitâbetiyle muhârebelerde bulundu. 1244/(1828)’te Ada-i Kebîr muhâfızı Sirozlu Ömer Paşa, sadrazam ve ordu müşîri Reşîd Paşa’nın maiyyetine ta’yîn olunmasıyla, Ömer Paşa’nın divit-dârı olduğu hâlde Vidin’den hurûclarında fırka mihmân-dârlığı ve Taayyüniyyât-ı Askeriyye Nezâreti uhdesine ihâle edilerek orduya iltihâkında, Ömer Paşa hüsn-i hıdmet ve sadâkatini arz etmekle sadr-ı müşârünileyh dâiresine alarak Enderun Kileri Emîni nasb eyledi.

Sadr-i müşârünileyh Mısırlı İbrâhîm Paşa üzerine me’mûr olmakla bahtiyâr ve Seyfeddîn ve Arslan Paşaların maiyyetlerindeki fırkaların erzâk ve levâzım ve mühimmâtı nezâretine ta’yîn olunarak Sille cihetine azîmetle oraları zabt olundu. Sadrın esîr edildiği istihbâr olunması üzerine, kendi fırkalarını bir gûne hasâra uğratmaksızın Dersaâdet’e îsâl eyledi. Dört re’s esb-i mahsûsu ve hadem ü havâşî vü haşemiyle Sultân Bâyezîd’de İmâret Hânı’nda ikâmet eyler iken, sadr-ı müşârünileyh kayd-ı esâretten kurtularak, bir sene sonra Anadolu Vâlisi oldu. Feyzullâh Efendi’yi Mühür-dar nasb ederek Sivas ve Malatya taraflarına azîmetle Kürt muhârebelerinde bulundu.

/169/ 1250/(1834)’de ordunun Malatya’da bulunan umûm hasta-hânesi nezâretine ta’yîn olunduysa da, mansıb-ı dünyeviyye ârzûsunda olmayıp, mürşid-i kâmil taharrî ederdi. Malatya’da hulefâ-yı Hz. Hâlid’den müftü el-Hâc Hüseyin el-Vâiz (kuddise sırruhû) hazretlerine inâbe eyledi. 1255/(1839)’de Reşîd Paşa’nın vefâtıyla yerine ta’yîn olunan Çerkez Hâfız Paşa, müşârünileyhi Nüzûl Emâneti'nde ibkâ ve muahharan Maraş kolunda İzzet Muhammed Paşa Ordusu Nüzul Emâneti’ne me’mûren Maraş’a isrâ etti. Ordunun inhizâmıyla İbrâhîm Paşa, Maraş’a vürûdunda ibrâz-ı hürmetle, birlikte bulunulmasını beyân eylemesiyle, birkaç ay Maraş’da ikâmet ettikten sonra, İbrâhîm Paşa, müşârünileyhi evlâd ü iyâliyle Mısır’a gönderdi. Hîn-i mülâkatta Mehmed Ali Paşa, “Ordu-yı hümâyûnuma olan hüsn-i sît u şöhret ve şecâat ü besâlet ve sıdk u istikâmetiniz mesmûumuz olmağla ele getirilebildiğiniz hâlde, tarafımıza gönderilmenizi İbrâhîm’e yazmış idim. Hele, el-hamdü li’llâh, bir emîr-i dilîre daha muvaffak oldum.” yolunda iltifât eyledi. Bir ay sonra Erzâk-ı Umûmiyye Mahâzini ve Teşgîl-i Zimemât Nezâretleri uhdesine tefvîz olundu. Muahharan Zirâat-ı Umûmiyye Emânet-i cesîmesine terfîan me’mûr oldu.

Bir müddet sonra istîfâ ve güç hâl ile tahlîs-ı girîbân ederek vefât eden mürşidinin yerine dîğer bir mürşid taharrîsi maksadıyla Antalya’ya giden bir sefîneye râkib ve yolda bir İngiliz korsanına esîr oldu. Birkaç gün sonra sebîli ihlâ edildikten sonra, fırtınanın şiddetinden Alâiyye (Alanya) İskelesi’ne çıktı.

Ulemâdan biri, Hâce Muhammed el-Kudsî (kaddesa'llâhu sırrahû) hazretlerini senâ etmekle derhâl Konya’ya gitti ise de, Hz. Azîz’in Bozkır kasabasına tâbi’ Hoca karyesinde ârâm eylediği anlaşılmakla karye-i mezkûreye şitâb eyledi. Hz. Azîz’e duhûl ve arz-ı hâl eyledikte, “Soyun da gel.” buyuruldu. İkâmet-gâhına avdetle hademe ve cevârîsini toplayarak bütün eşyâ-yı nefise ve emvâl ve nukûdunu bunlara tevzî’ ile ârzû edenlerin birbirleriyle izdivâc etmelerini tavsiye ve tezvîç ettikten sonra, Tâhir ve Sâdık nâmındaki mahdûmlarıyla zevce-i mükerremesini mezkûr ikâmet-gâhda savn-ı Samadânî’ye tevdî’ eyledi.

Bir berbere giderek re’sini ve lıhyesini tıraş ettirirken berberin elinden üç def'a ustura düşmesiyle, bunun güşâd-ı lıhyeye işâret olduğunu teyakkun ederek, hemen lıhyesini çevirtip, ba’de’l-istihmâm huzûr-ı Hazret’e vardı. Bilâ-tavakkuf bir halvet-gâhda erbaîne idhâl buyuruldu.

Yedi mâh müddet, sülûk ve ibâdât /170/ ve meşâkk-ı riyâzât üzre olduğu hâlde, icâzet ve hilâfet ihsân buyurulacağına dâir Hz. Şeyh bir ma’nâ irâe eyledi. Gurre-i Rebîu’l-evvel 1257/(23 Nisan 1841) Cuma günü nâme-i hilâfeti i’tâ ve usûl-i tarîk-ı irşâdı ta’lîm ettikten sonra, şeyh-i evvelinin makâm-ı irşâdına me’mûren Malatya’ya gidilmesi irâde buyurulduğundan, o gün hareket etti. Mukaddemen “bunca servet ü sâmân ve debdebe vü dârât ile onsekiz esb-i küheylân” önünde çekilerek Malatya’dan çıktığı hâlde, böyle üç semerli hayvânla avdetini görenler, hayrân ve sırr u hikmetini anlayınca etrâfına şitâbân olduklarından, îfâ-yı farîza-i hac niyyetiyle 1258/(1842)’de Medîne-i Münevvere’ye azîmet ve hâk-pâ-yı Hz. Velî-i ni’met-i a’zam (salla'llâhu aleyhi ve sellem)’e vaz’-ı cebîn-i ubûdiyyet ve Mekke-i Mükerreme’ye azîmet ile îfâ-yı hac eyledi. Esnâ-yı avdette Şam’a giderek Mevlânâ Hâlid hazretlerini ziyâretle Malatya’ya geldi.

1262/(1846)’de li-ecli’s-sıla Vidin’e azîmet ve üç mâh ikâmetle kırk-elli âlim ve sâlih zâtı irşâd eyledikten sonra, Dersaâdet tarîkıyla Malatya’ya avdet etti. Harput’a da giderek bir hafta kadar ikâmetle altmış zâtı irşâd eyledi. İkinci def'a azîmetinde nüfûs-ı kesîre dâhil-i tarîk oldu.

1264/(1848)’te Dersaâdet halkının irşâdına me’mûr buyurulması üzerine Dersaâdet’e geldi. 1270/(1854)’te Rus Muhârebesi’nin zuhûruyla Rumeli’ye gitmeye ma’nen me’mûr oldu. Muhârebelerde bulunarak ba’de’l-musâlaha Vidin Valisi Sâmi Paşa ile birlikte Dersaâdet’e avdet ve Şehremîni semtinde âriyeten bir hânede ikâmet ile irşâd-ı nâsa bezl-i himmet eyledi. 1272/(1856)’de nâsın tehâcümü üzerine Hz. Hâlid’in emr-i ma’nevîsiyle saâdet-hânelerinin bahçesinde küçük bir mescid-i şerîf inşâ buyurdu.

1276/(1859)’da Kuleli vak’asında gadren ve beş sene kürek cezâsına mahkûmen Midilli’ye iclâ edildi. Sultân Abdülazîz’in cülûsunda avdet buyurdu.

Sebeb-i Nefyi :

Târîh-nüvîsânın beyânına göre, Sultân Abdülmecîd Hân merhûmun evâhir-i saltanatlarında orduda başlayan nefha-i inkılâb, ulemâ arasından me’mûrîn-i idârenin en yüksek tabakasına kadar yayıldığından, bu sûretle teşekkül eden bir cem’iyyet meyânında Feyzullâh Efendi hazretleri dahi bulunduğu beyânıyla tevkîf olunarak /171/ Kuleli kışlasında verilen i’dâm karârı pâdişâha arz olundukta, “Meydânda fi’l-i katl yok, tasavvurda kalmış. Ben adam öldürmek istemem. Cezâları kal’a-bendliğe tahvîl edilsin.” buyurmuşlar. Fakat bir müddet-i cüz’iyye mürûrunda Sultân Abdülazîz câlis-i taht olunca Midilli’den İstanbul’a avdetleri vâki’ olmuştur.

İrtihâli :

17 Cemâziye’l-âhir 1293/(9 Temmuz 1876) târîhine müsâdif Pazar günü rıhlet ederek dergâh-ı şerîfde defn olundu. Üzerine türbe yapıldı. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Feyzullâh Efendi hazretlerinin Halıcılar’da elyevm medfûn bulundukları yeri iştirâları, 1283/(1866) târîhine müsâdifdir. Mescid-i şerîfin ve hücurâtın inşâsından sonra, burası merci’-i hâss u âmm oldu. Binlerce uşşâka bir meygede-i aşk u muhabbet hâline geldi. Kendileri ilmen, ulemâ derecesinde sâhib-i müktesebât olmadıkları hâlde, ilm-i ledünne mazhariyyetleri mülâbesesiyle, mütebahhirîn-i ulemâdan birçokları çeşme-i füyûzât-ı ârifânelerinden dil-sîr oldular.

Gâyet zekî, fatîn, müdebbir, mücâhid, âşık ve ârif bir zâttır. Esâsen yazdığım tercüme-i hâlleri bu ahvâline mir’ât-ı hakîkat-nümâdır. Pek genç iken ordû-yı İslâm’da isbât-ı vücût etmesi, Millet-i İslâmiyye’nin teâlîsi için mâddeten çalıştığına delîldir. Az vakitte gerek Osmânlı Ordusu’nda, gerek Mısır Hükûmeti nezdinde mazhar-ı ihtirâm ve hâiz-i makâm olması, usûl-i idâre ve tedbîr-i umûrda kudret ve dehâsını herkese teslîm ettirdiğine delîldir. Vahdet-nişîn olup, zâhirî işlerden bi'l-âhare dâmen-keş olması, âlem-i ma’nâya ne mertebe-i şedîdede merbût olduğunu gösterir.

Millet-i İslâmiyye’nin izmihlâl uçurumuna gitmekte olduğunu görüp, onu kurtarmak için çalışan ve menfaat-i zâtiyyesini fedâdan çekinmeyen mücâhidînden olduğuna da meslekleri delîldir.

Kendilerinin tercüme-i hâl ve menâkıb-ı âli’l-âlini mürîdânından Es’ad Muhlis Paşa’nın dâmâdı Nesîb Bey nâm zât, Kenzü’l-Füyûz nâmıyla cem’ ve tahrîr etmiş ve dergâh-ı şerîfe vakf eylemiş ise de, Cibâli harîk-ı kebîrinde bu eser ve dergâh ve türbe ve hucurât, tamâmıyla tu’me-i lehîb olmuştur.

Hayât-ı sûriyyelerini idrâk eden nice zevât-ı kirâm ile müşerref oldum. Dediler ki:

 “Cenâb-ı Feyzullâh’a ilm-i vehbî ihsân buyurulmuş idi. Allâme geçinenler, huzûr-ı ârifânelerinde ağız açamazlardı. Her şeyden bahs eder, her türlü esrâr-ı kalbiyyeyi keşf eyler; sözleri dâimâ esrâr u hikmete nâzır idi. Bir insânın ne mertebe müşkili olsa, /172/ huzûrlarına girildikte, Hz. Şeyh mübâheseyi o müşkil olan ahvâl üzerine tahvîl ederek, hall-i mesâil eylerlerdi.”

Urefâ-yı asrdan ve Hz. Şeyh’in mensûblarından Emîn Paşa merhûm, “Hz. Feyzullâh, Mesnevî okumadı. Acabâ, ondan da bahs edebilir mi? Bahs buyursa da bakâlım ne mertebeye kadar icâle-i mütâlaât buyuracak? Vâkıf olsam diye hâtırımdan geçti. Bir gün huzûr-ı şerîflerine dâhil olduğumda, hâzırûna Mesnevî-i şerîfin ebyât-ı gâmızasından ve esrâr-ı zevkıyyesinden bahs ediyorlar gördüm. Dâimâ nazarlarını bana tevcîh ile ifâdelerine devâm buyurdular. Kalbim tir tir titredi. Zâten Hazret’in uluvv-ı kemâline îmânım vardı. Bir daha böyle bir tecrübeden ihtirâz ettim.” diye nakl-i hâl eylediler.

İrtihâlleri şâyı’ olunca, teessürât-ı umûmiyye husûle gelmiş, herkes cenâzesinde hâzır bulunmağa şitâbân olmuştur. İhtirâmât-ı mahsûsa ile Fâtih Câmi'-i şerîfine nakl ve orada cenâze namâzı edâ olunarak mefârık-ı ta’zîmde dergâh-ı şerîflerine getirilip medfen-i mübâreklerine defn eylemişlerdir.

Şemâili :

Uzunca boylu, buğday renkli, güler yüzlü, mülâyim sözlü, orta sakallı, mütenâsib endâmlı, enli kaşlı bir zât-ı muhterem olup, beyâz fes giyerler, beyâz sarık sararlar imiş. Ahlâk-ı hasene-i Muhammediyye ile mütehallî, her hâl ü harekâtından hak-bîn olanlar, ders-i ibret ü hakîkat alırlardı. Evsâf ı fâzılasına herkes meftûn olmuş idi.

Hulefâsından bir zâttan işittim:

Hz. Şeyh Ehlullâh’dan pek çok zevât-ı kirâma esnâ-yı seyâhatlerinde mülâkî olmuşlardır. Erzincân’da Terzi Baba hazretleriyle mülâkat ederek, “Feyzullâh Efendi! Siz Hicâz’a gidiyorsunuz. Benim orada şeyhim Abdullâh-ı Mekkî hazretlerini gör. Bana gücenmişler, kendilerine arz eyleyiniz, onlar denizdir, ben içinde balığım. Deniz ne kadar fırtınalı olsa, balık kendisini karaya atmadıkça içinde kalır. Kendilerine böylece söyleyiniz, affetsinler.” diye Feyzullâh Efendi’den ricâda bulunmuş ve Feyzullâh Efendi de bu sözleri Mekke-i Mükerreme’de müşârünileyhi bulup, arz eder. “Şeyhleri hafîfçe tebessüm buyurdu.” diye, Feyzullâh Efendi’nin bu vak’ayı hikâye eylediğini nakl eyledi.

Harîktan mukaddemki ziyâretimde, türbe-i şerîfelerini pek ma’mûr bulmuş idim. Büyük bir sandûkaları ve başında beyâz arâkıyye ve beyâz sarıkları vardı. Medâyıhı mutazammın levhalar vardı:

Merkad-i hatm-i velâyetdir bu câ-yı cân-fezâ

Bunda medfûn ol vücûd-ı ekmel-i Feyz-i Hudâ

/173/   Gir huşû’ u meskenetle gözle “Fa’hla'”‘[42] emrini

Vâdi-i eymen mukaddesdir bıkâ’-ı asfiyâ

Bâbdan mihrâba dek memlû nevâl-i birrile

Sür yüzün âdâb ile al hubb-ı zât-ı Kibriyâ

Cevher-i cândan azîz tut sen bu hâk-i a’tarı

İktihâl itmekle gider dîde-i dilden amâ

Garf ü reşf itmekdedir uşşâk âb-ı feyzini

Bahr-ı rahmet zehr-i re’fetdir o şâh-ı zü’l-atâ

Nâil-i gencîne-i rahmet olursun zâirâ

Sıdk u ihlâs ile bak sad-zâr-ı sırrı rûşenâ

Bu darîh-i envere çârûb-i çeşm-i hıdmet ol

Feth u nusretle nesîb-i habs-i sivâdan bul rehâ

                     *   *   *

Heme-ân rûh-ı fütûh-ı sultân

İder abdine nesîb-i sad ihsân

Elf-i sad-elf tahiyyât u selâm

Her nefes sana eyâ zahr-ı enâm

                     *   *   *

Lutfuna mazhar olam dirsen eğer Allâh’ın

Merkad-i pâkine gel Hazret-i Feyzu’llâh’ın

                     *   *   *

Bu kabre gurûb eyledi hurşîd-i hakîkat

Bundan dil-i uşşâka hüviyyet mütecellî

Âdâb ile gir sâha-i gül-zârına zîrâ

Bu ravzadadır Feyz-i velâyet mütecellî

Hîn-i ziyârette sünûh etmiştir:

Arz-ı ta’zîm iderek ravzana rû-mâl oldum

Feyz-bahş ol bana yâ Hazret-i Şeyh Feyzu’llâh

Virdidir bende-i dergâhın olan Vassâf ın

Yetiş imdâdıma yâ Hazret-i Şeyh Feyzu’llâh

Hulefâsı

Hz. Feyzullâh’ın yüzondört halîfesi olduğu tahkîk kılınmıştır. (Kaddesa'llâhu esrârahum)

/174/ ŞEYH SÂDIK EFENDİ

1259/(1843)’da Hz. Feyzullâh’ın sulb-i pâkinden tevellüd eyledi. Tahsîlden sonra pederlerinden müstahlef oldu. 1287/(1870) senesinde irşâd-ı nâsa me’mûren Mekke-i Mükerreme’ye i’zâm buyuruldu. Üç sene sonra İstanbul’a avdet eyledi. Peder-i ekremlerinin intikâline kadar yanlarında bulundu. Sonra gûyâ taklîb-i hükûmet için, “bir meclis-i hafîde esnâ-yı müzâkerâtta bulunmuş” diye ba'zı bed-bînânın kurbân-ı iftirâları oldu. Bir müddet Heybeliada’da nezâret altında tutularak, sonra Hudeyde’ye nefy edildi. Bir müddet sonra Hicâz’da ikâmete me’mûr oldu. 1326/(1908) senesinde İstanbul’a geldiler; pederlerinin makâmına oturdular.

Bir gün sûret-i mahsûsada meclis-i enverlerine gittim, müşerref oldum. Ârif, kâmil, âşık bir zâttır. Orta boylu, buğday benizli; beyâz mutavassıt sakallı, nahîfü’l-bünye bir zât-ı âlî-kadr idi. Höş-sohbet olup, neş’e-i ma’neviyyeye sâhib idi. Vâridât-ı kalbiyyesi vardı.

26 Safer 1335/(22 Aralık 1916) târîhinde irtihâl-i dâr-ı naîm eyledi. Hz. Feyzullâh’ın kabr-i enveri ittisâlinde defîn-i hâk-i mağfirettir.

ŞEYH BEDRİ EFENDİ

(Şeyh Sâdık Efendi’nin) mahdûmu (olan) Bedri Efendi, elyevm câ-nişîn-i meşîhattir. Harîk-ı kebîrde dergâhın, müştemilâtıyla ve eşyâsıyla yanması, bî-çâreyi açıkta bırakmış, dergâhın su mahzeninin içinde, evlâd ü iyâliyle senelerce barınmış idi. Ahîren, bir odalı bir mesken vücûda getirip, burada hatm-i hâcegân yapmaktadır. Mesleğine âşık, hoş-hâl bir zâttır.

Tekkeler seddolununca açıkta ve hâl-i zarûrette kalmasıyla, Hz. Feyzullâh’a dil-dâde olan İbnü’l-Emîn Mahmûd Kemâl Beyefendi, Evkâf Müzesi’nde bir hizmete almış ve kayd-ı zarûretten kurtarmıştır.

LESKOFÇALI GÂLİB BEY

İsmâîl Paşa’nın oğludur. Mükemmel tercüme-i hâli ve Dîvân’ı İbnü’l-Emîn Mahmûd Kemâl Bey’in uluvv-i himmetiyle 1335/(1917) senesinde Matbaa-i Âmire’de basılmıştır.

Hacı Feyzullâh Efendi hazretlerine intisâb ederek, atîdeki fahriyyeyi uşşâka yadigâr etti:

Mazhar-ı nûr-ı Rasûlu’llâh olan Nakşîleriz

Sırr-ı mir’ât-ı Cemâlu’llâh olan Nakşîleriz

Pîşvâmız pîrimiz Sıddîk-ı A’zam’dır bizim

Fahr-i ins ü cânn ile hem-râh olan Nakşîleriz

Ser-te-ser eşyâ olur envârımızdan Nakşıbend

Asmân-ı feyze mihr ü mâh olan Nakşîleriz

Sarf-ı enfâs eyleriz dâim tarîk-ı aşkda

Hânkâh-ı dilde vakf-ı âh olan Nakşîleriz

Zikrimiz zikr-i hafîdir gâhi ammâ cezbede

Ehl-i aşka nâle-i cân-gâh olan Nakşîleriz

Hânde eyler atlas-ı gerdûna çâk-i hırkamız

Âlem-i ma’nâda sâhib-câh olan Nakşîleriz

Eyledik râh-ı kelâl-ı aşkda mahv-ı vücûd

Mesned-i fakr u fenâda şâh olan Nakşîleriz

Râbıta-bend-i hulûsuz sırr-ı Feyzu’llâh’dan

Rûz-ı mahşer mazhar-ı dil-hâh olan Nakşîleriz

Cennet-i a'lâda Gâlib hâlidîn olsak n’ola

Âşık-ı nûr-ı Cemâlu’llâh olan Nakşîleriz

/175/ SEYYİD MUHAMMED EMÎN PAŞA

Hz. Feyzullâh’ın asdıkâ-yı mensûbîninden, ârif, âşık, sâdık bir zât-ı sütûde-siyerdir.

Tercüme-i hâllerini Sefîne-i Evliyâ’ya yazmak ârzûsunda bulunduğumu mahdûm-ı mükerremleri Mahmûd Kemâl Beyefendi’ye arz ile bunu kendilerinin yazmalarını ricâ ettim. Ricâmı kabûl ve atîdeki îzâhâtı i’tâ buyurdular:

“Seyyid Muhammed Emîn Paşa, erbâb-ı siyâdet ü necâbetten Seyyid Mustafa Efendi’nin oğludur. 1249/(1833) senesinde doğdu. Sığar-ı sinninde İstanbul’a gelerek dayısı, Arapkir hânedân-ı kadîminden Aynacıoğlu el-Hâc Osmânağa-zâde, Bâb-ı Âlî Atîk Tomruk Dâiresi Müdürü Hüseyin Efendi’nin[43] nezdinde mebâdî-i ulûmu tahsîl etti. Li-ümmin akrabâsından bulunduğu efâhım-ı efâzıldan sadr-ı esbak Yûsuf Kâmil Paşa, 1266/(1850)’da Mısır’dan İstanbul’a nakl-i mekân eylediği esnâda, müşârünileyhi zîr-i cenâhına alarak veled-i sulbîsi derecesinde tahsîl ü terbiyesine bi'z-zât i’tinâ eyledi.

Muhammed Emîn Paşa, vezîr-i kâmilin kemâlât-ı müsellemesinden senelerce istifâza ve onun encümen-i dâniş ü irfân olan bezm-i kâmilânesine müdâvim, eâzım-ı üdebâ vü ulemâdan, ulûm-ı edebiyye vü dîniyye vü hikemiyye taallüm eylediği gibi, fuhûlîn-i ulemâdan Dağıstânî Hüseyin Nâzım Efendi, Kastamonulu meşhûr Hoca Mustafa Efendi[44], Hoca Mecîd Efendi, Kırşehirli Mahmûd Efendi, urefâ-yı Mevleviyye’den Bursalı Zeki Dede’den de müddet-i medîde ders gördü. Kâmil Paşa, 1268/(1852)’de Ticâret Nezâreti’ne ta’yîninde, müşârünileyhi mühür-dârlığa ta’yîn eyledi. Paşa’nın vefâtına kadar mühür-dârlığında bulundu. Beyne’r-ricâl, Kâmil Paşa mühür-dârlığıyla ma’rûfdur.

1272/(1856)’de, Bâb-ı Âlî’nin en mühim ve mu’teber aklâmından olan Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliyye Mazbata ve muahharan Mektûbî Odası’na me’mûr olarak Şûrâ-yı Devlet’in hîn-i teşkîlinde oraya nakledildi. İzz ü ikbâl ü saâdet hâli içinde yaşamakta iken, Kâmil Paşa’nın ve bi'l-âhare halîle-i muhteremesi sâhibetü’l-hayrât ve’l-hasenât Zeyneb Hânım Efendi’nin irtihâlleri ile, muhâssasâtının inkıtâı ve Bâb-ı Alî’deki maâşının tenkîhât-ı mükerrerede tenezzül-i mikdârı üzerine, kesîru’l-efrâd olan âilesiyle dîk-ı maîşete girif-dâr oldu.

Hasbe’l-beşeriyye mükedder olduğundan, bir gece âlem-i menâmda bir pîr-i rûşen-zamîr zuhûr ederek, “Yazık, ben seni mütedeyyin ve mu’tekid bir adam bilirdim; seni bu âna kadar Kâmil Paşa, Zeyneb Hânım, Şûrâ-yı Devlet mi geçindirdi zannedersin?” diye tevbîh eylemesi üzerine müşârünileyh, istiğfâr ve zamânını mütevekkilâne imrâr etti.

Bir müddet sonra zuhûr eden Kozan mutasarrıflığını kabûle mecbûr oldu. Mağdûren infisâl ettikten sonra, üç sene bilâ-maâş zarûret içinde kaldı. Bi'l-âhare Amasya, Malatya, Kırşehir, Denizli mutasarrıflıklarında bulundu. Rumeli Beylerbeyliği pâyesini ihrâz eyledi.

Denizli’de iken ahâlinin tekâlîf-i emîriyye nâmına dûçâr olduğu tazyîkâtı, kavâid-i hakk u adle mugâyir ve nefsini de def'-i mezâlime gayr-i muktedir gördüğünden, tekaüdünü istid’â eylemesi üzerine azl edildi.

Cüz’iyyü’l-mikdâr ma’zûliyyet maâşına kanâat ve senelerce Yakacık’daki sayfiyyesinde ihtiyâr-ı uzlet etti. Teşkîl olunan Adalar Livâsı için haysiyyet-i zâtiyye ve iffet-i hakîkıyye erbâbından, mütedeyyin, muktedir, tecrübe-kâr bir mutasarrıf taharrîsine mecbûriyyet görülmesi üzerine, Bâb-ı Alî’ce arz olunan zevât-ı müteaddide meyânında, Sultân Abdülhamîd Hân-ı sânî, müşârünileyhi intihâb eylemesiyle, 1323/(1907) Temmuz’unda inzivâ-gâhından çıkarıldı, Büyük Ada’ya gönderildi.

O muhterem adam, Hak’dan başka hiç bir kuvvetten korkmadığını, hükm-i zamâna göre pek müşkil, pek hatar-engîz olan o mühim me’mûriyyette zâlime de, mazluma da tasdîk ettirdi. İ’lân-ı Meşrûtiyyet’ten bir müddet sonra, livânın kazâya tahvîli üzerine ke-mâ-kân gûşe-i inzivâya çekildi.

8 Zi'l-ka'de 1326/( Aralık 1908)’da zâtürreden vefât ederek Merkez Efendi Kabristânı’na defn edildi.

Arşa pervâz eyledi rûhu’l-Emîn

Rûhunu şâd eylesün Rabb-ı Muîn

Zümre-i ahyâra olsun pîşvâ

Rahmetu’llâhi aleyhim ecmaîn

Merhûm müşârünileyh, erbâb-ı necâbet ü fazîletten idi. İbtidâ-yı neş’etinden beri kemâl-i salâh u istikâmet ile iştihar ederek emniyyeti âmmeye mazhar ve sigâr u kibâr nezdinde muvakkar olmuştu. Kendini pek yakından tanıyan eviddâsı, “Emînü’l-ümme” nâmıyla yâd ve i’zâz ederlerdi. Hayât-ı pâkîzesinin hangi devresine atf-ı nazar-ı im’ân olunsa, fazâil-i gûn-â-gûnuna şuhûd-ı sâdıka arz-ı dîdâr eyler. Sîreti sûretten istidlâl edebilenler, o insân-ı kâmilin vech-i nûrânîsine medd-i nigâh eyleseler, ahlâk-ı fâzılanın misâl-i müşahhası olduğuna hükm ederler ve

Nurdan mahlûk idi insân idi

Cebhesinde nûr-ı Hak tâbân idi

Pâk-sîret hâlisü’l-vecd-emr idi

Hak-perestdi sâhibü’l-îmân idi

Utlubu’l-hayr”a[45] yüzü burhân idi

Hayrına ahyâr anın hayrân idi

Her ne dinse şânına şâyân idi

Hâsılı insân idi insân idi

zemzemesiyle sitâyiş-hân olurlardı.

Âvân-ı şebâbından beri nâmûs ve adâletle ma’rûf olan bir mü’min-i safiyyü’l-kalb; hangi me’mûriyyette bulunduysa, neşr-i adâlete ve umrân-ı memlekete bezl-i mesaî etmişdir ki, me’mûr olduğu vilâyâtın me’mûrîni ile ahâlîsi bu hakîkati tasdîk ederler.

O mübârek adam, en müşkil, en mahûf demlerde, nefs-i emmârenin hevesât-ı habîsesine ittibâ’dan rû-gerdân ve her türlü mehâlike rağmen, şâh-râh-ı Hakk’a pûyân olan ahyâr-ı ümmetten idi. Eline nice fırsatlar geçmiş iken, kalb-i pâkini tenvîr eden mehâfetu’llâh, hutâm-ı dünyâya rağbetten kendini vikâye etti. Onun istikâmet ve iffet-i ciddiyyesiyle mesel darb olunsa lâyıktır.

Âile-i kesîresiyle berâber akrabâ ve hîşânından nice bî-çâregânı ve sâir derd-mendânı iâşe etmek için, envâ’-ı mezâhime girif-dâr ve zîk-ı maîşetle dâğ-dâr olduğu demlerde de gınâ-yı tab’ına, uluvv-i cenâbına, vakâr u haysiyyetine, istikâmet-i vicdâniyyesine, meşreb-i ahrârânesine, takdîr-i ilâhîye olan kemâl-i i’timâd u tevekkülüne hiç bir sûretle hâlel vermedi. Vaktiyle tâliin her türlü füyûzuna nâil ve hazm-ı ikbâl ile mertebe-i fazîlete vâsıl olmuştu. Bi'l-âhare,

Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selâmetden

 Çekildim izzet ü ikbâl ile bâb-ı hükûmetten

zemzemesiyle, Yakacık’daki inzivâ-gâhına çekilerek, hakkında hüsn-i zanda bulunanlar, “Münzevî Emîn Paşa” nâmıyla yâd ettikleri zamânlarda her hâl ü kâli,

شيب وشاب آمد نى بود ورفتنى

روز وشبش كشودن چشمى وبستنى

معراج بندكى غير سركشيست

رفتن بكعبه پاى بدامن كشيدنى[46]

 beyitlerinin tazammun ettiği ma’nâyı tefsîr ederdi.

Müşârünileyhin cümle-i fazâilinden biri de, mehdden lahde kadar tahsîl-i ilme hasr-ı hayât eden ashâb-ı basîretten olmasıdır. Arab ve Fars lisânlarına, ulûm-ı dîniyye vü hikemiyye vü edebiyyeye vâkıf, ilmiyle âmil idi. Tasavvuf, hikemiyyât, edebiyyât, muhâdarâta dâir onsekiz aded eser-i mütercemi vardır. Esâmîsi, Osmânlı Müellifleri nâm eserin ikinci cildinde muharrerdir. Gâyet nefîs olan hattıyla pek çok kitâb-ı kıymet-dâr istinsâh etmiştir. Eyyâm-ı sabâvetinden beri ferâiz-i İlâhiyye’yi kemâl-i ihlâs ile îfâ ve sünnet-i seniyye-i Muhammediyye’ye iktidâ eylerdi.

Dîn ü millet uğrunda her sûretle fedâ-kâr idi. Fevka'l-âde rakîku’l-kalb ve rahîm idi. Zühd ü takvâda ve iffet ü istikâmette hâiz-i mertebe-i kemâl idi.

1283/(1866) Muharreminde vâkı’ olan bir işâret-i ma’neviyye üzerine, post-nişîn-i dergâh-ı Mevlânâ, Mahmûd Sadreddîn Çelebi Efendi tarafından Şeyh Osmân Salâhaddîn Dede Efendi’ye gönderilen sikke-i şerîf, bir Perşembe günü Yenikapı Mevlevî-hânesi’nde müşârünileyhe iksâ ve daavât-ı hayriyye edâ olundu. Bu sûretle tarîkat-ı aliyye-i Mevleviyye’ye dâhil oldu. Dîğer bir işâret-i ma’neviyye üzerine 7 Muharrem 1289/(17 Mart 1872)’da tarîkat-ı aliyye-i Nakşıbendiyye-i Hâlidiyye eâzım-ı meşâyıhından ârif-i bi’llâh, vâsıl-ı ila’llâh, Mevlânâ Feyzullâh el-Kudsî (kuddise sırruhû) hazretlerine intisâb ve kesb-i feyz-i bî-hisâb eyledi.

Meşâgıl-i gûn-â-gûn ile âdâb-ı tarîkata tamâmıyla riâyet edememekte olduğunu arz edince, Hz. Aziz, "Oğlum! Sen iş-güç sâhibisin, boş vakit bulamazsın; bir mahall-i mahsûsda oturup meşgûl olmana lüzum yok. Gezerken, otururken, kalben meşgûl ol." buyurduğundan, mürîd Emîn, mâ-dâme’l-hayât, zikr-i Hak’la tenvîr-i cân u cenân eyledi. İrtihâline beş-on dakîka kalıncaya kadar şuûruna mâlik olarak illetinin evcâ’-ı elîmesiyle bir kaç def'a, "Of!" dediği sırada, büyük oğlu Mahmûd Kemâl Bey, “Niçin of diyorsunuz? Allâh deyiniz ki, inbisât hâsıl olsun.” demesiyle müşârünileyh, “Dâimâ Allâh diyorum. Hattâ birkaç geceden beri rü’yâda bile zikrediyorum.” cevâbını verdi ve bi-fazlihî teâlâ hüsn-i hâtimeye mazhar oldu.

Evâil-i şebâbında Yûsuf Kâmil ve Mısır Vâlisi Saîd Paşalarla berâber Medîne-i Münevvere’ye giderek hâk-pâ-yı saâdet-ihtivâ-yı Seyyidi’l-Mürselîn’e cebîn-sâ-yı ubûdiyyet olmuştu.

Cân u dilden âşık-ı sâdık-ı Muhammedî idi. Mükerreren âlem-i ma’nâda cemâl-i cemîl-i Habîb-i ekrem’i müşâhede ile karîrü’l-ayn oldu. Âlem-i cemâl’e intikâlinden sonra, bir gece küçük oğlu Muhammed Selîm Bey, âlem-i ma’nâda görmüştür ki:

Çemenler arasında nehirler revân olan bir sâha-i latîfede, pederinin bir kasr-ı dil-rübâsı varmış. Rasûl-i Ekrem (salla'llâhu aleyhi ve sellem) efendimiz hazretlerinin teşrîf buyurmakta olduklarını haber vermeleriyle, Selîm Bey, koşup Veliyy-i ni’met-i âlem efendimizi kasrın bir odasına îsâl etmiş, Emîn Paşa kulları temiz bir setre giymiş, lıhyesi muntazam bir hâlde olarak nezd-i saâdet-bahş-ı risâlet-penâhîlerinde tavr-ı ihtirâm ile oturmuş. Selîm Bey, mübârek kademeyn-i muhteremeyn-i Muhammedî’yi takbîl etmek saâdetine nâil olmuş, men’ etmemişler, “Bu küçük dervîşim mahdûmunuz mu?” buyurmuşlar. Emîn Paşa tasdîkan arzeylemiştir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Müşârünileyhin hîn-i irtihâlinde, kadr-dânân şuarâ, kıymet-dâr târîhler söylediler. Paşa’nın vaktiyle maiyyetinde bulunarak her türlü ahvâline muttali' olan ve insânları şâz kabîlinden medh eden şâir-i meşhûr Eşref Efendi, âtîdeki manzûme-i târîhiyye ile merhûmun şahs-ı ma’nevîsini tasvîr eylemiştir:

Öyle nâmûs-ı mücessemdi şu sâhib-i terceme

Varlığıyla iftihâr eylerdi Fahru’l-mürselîn

Bir musîbet gelse Allâh’a tevekkül eyleyüp

Bin belâya karşı göstermezdi hiç çîn-i cebîn

Eğriyi şöyle bırak doğru olan bir iş içün

İtmemişdir müddet-i ömründe bir kerre yemîn

İşte dünyâda bir âdem böyle âdem olmalı

Eyleyüp Hakk’a havâle hasmına tutmazdı kin

Sıhhat-i nâmûsudur evlâdının yoksulluğu

Hepsinin de çehre-i zerdi züğürtlükden hazîn

Orda ervâh-ı rusül itse sezâdır iltifât

Burda mevcûdiyyetiyle iftihâr eylerdi dîn

Ağladı gaybûbetiyle yer yüzünde asfiyâ

Hîn-i tedfîninde doldu nûr ile zîr-i zemîn

Girmemişdir defter-i a’mâline hatt-ı hatâ

Bir kusûru yokdu kim yazsun Kirâmen Kâtibîn

Geldi vaktâ kim ‘ecel’ Eşref didim târîhin

Semt-i ılliyyîne pervâz eyledi rûhu’l-Emîn

(سمت عليينه برواز ايلدى روخ الامين) + (اجل)

Eşref Efendi’nin bu târîhiyle berâber, kendi nâmına mensûb gazeteye, “Merhûm-ı müşârünileyhin rûhuna hediyye edilen bir kıt’a” unvânıyla derc eylediği kıt’a-i nefise:

Bakâ-yı nâmına hâdim Kemâl’in kaldı dünyâda

Tarîk-ı cennete nûr-ı hüdâ fânûsun olmuşdur

Dolaş alnı açık Firdevs-i a’lâda vakûrâne

Emîn ol necl-i pâkin vâris-i nâmûsun olmuşdur

Meşâhîr-i şuarâdan Halîl Edîb Bey’in (târîhi):

Var mıdır bilmem gören dünyâda hiç

Meşreb ü zevkince bir de kâm-bîn

Zıll-ı mevhûmdur safâ-yı devleti

Gül-şeninde kim olursa zehre-çîn

İtmez istişmâm bir bû-yı vefâ

Çünki âsîb-i hazândır dürr-i kemîn

Âkibet gitdi Emîn Paşa revâh (?)

Hak-perest Hak-âşinâ sâhib-yakîn

Az gelir misli cihâna doğrusu

Mesleğinde kavl ü azminde metîn

Şâhidiz Allâh içün her hâl ile

Çıkdı ber-vech-i Kemâl ü bihterîn

Maksadı ma’şûku şevki dâimâ

Zâtı her yüzdendi fahru’l-kümmelîn

Yüz çevirse var yeri eflâkden

Saklayup ol gevheri rû-yı zemîn

Kadrinin târîhi de burhânıdır

Arşa çıkdı cân virüp rûhu’l-Emîn

(عرشه جيقدى جان ويروب روخ الامين)

Efâzıl-ı üdebâdan Süleymâniyeli Muallim Fânî Efendi’nin (târîhi):

Âdil-i Kâmil Muhammed Sâdıku’l-Va’di’l-emîn

Me’men-i a’lâda oldu ınde-zi’l-arşı mekîn

Geldi gitdi bir didim hecrile Fânî sâlini

Cennetü’l-Me’vâ’ya vardı tâir-i rûhu’l-Emîn[47]

(جنة المأوايه واردى طائر روح الامين)

Sefîne-i Evliyâ-yı Ebrâr sâhibi Vassâf asfiyânın:

Emîn Paşa idi bi’llâh mücâhid fî-sebîli’llâh

Enîs-i Şeyh Feyzu’llâh mükerrem zât-ı dil-âgâh

Resûlu’llâh’a dil-dâde cemâl-i yâra sevdâda

Tarîk-ı aşk-ı Mevlâ’da sivâdan itdi istinzâh

O merd-i kâmil-i dânâ selîmü’l-kalb idi hakkâ

Gözünde yok idi dünyâ olur ukbâda âlî-câh

Muhibb-i hâlisi Vassâf Hudâ’dan eyler isti’tâf

Ki olsun nâil-i eltâf o pîr-i muhterem hoş-hâh

Kemâl-i lutfile mağfûr bütün ahvâlini mebrûr

Revân-ı pâkini mesrûr buyursun Hazret-i Allâh

(مغفور) = 1326/(1908)

Fuzalâ-yı şuarâdan Yenişehirli Fenârî Hüseyin Hâşim Bey’in:

Ulviyyetini cihâna kıldın ibrâz

Ervâh-ı zekiyye içre oldun mümtâz

Nâsût yerin değildi itdin işte

Ey rûh-ı Emîn bezm-i Cemâl’e pervâz

Şuarâdan Filorinalı Nâzım Bey’in:

Meâlî mündemicdi nüsha-i kübrâ-yı zâtında

Sırât-ı Müstakîm-i adle sâlikdin hayâtında

Semâ-yı sermedî-i rahmeti buldun vefâtında

Huzûr-ı Hakk’a vardın lıhye-i beyzâ-yı şânınla

Açık bir cebhe-i ulviyye-i behcet-nişânınla

“Kemâl”inle peyinde müş’il-i “Tevfîk”-ı tâb-efnâ

“Selîmu”t-tab’ olan timsâl-i zî-rûhun nazar-pîrâ

Bu üç sûretledir âsâr-ı hayriyyen bakâ-fermâ

Huzûr-ı Hakk’a vardın lıhye-i beyzâ-yı şânınla

Açık bir cebhe-i ulviyye-i behcet-nişânınla

Mücessem bir güneşdir nûr-ı îmânın semâlarda

Musavver sâz-ı vicdânın olur encüm fezâlarda

Uçar envâr-ı câvîdin sabâh-ı i’tilâlarda

Huzûr-ı Hakk’ a vardın lıhye-i beyzâ-yı şânınla

Açık bir cebhe-i ulviyye-i behcet-nişânınla

Bu da mûmâileyhindir:

Yüzünde âyet-i kübrâ-yı nûr idi rahşân

Gözünde pertev-i îmân olurdu lem’a-feşân

Dinirdi zâtına timsâl-i safvet-i vicdân

Zamân zamân nazarında cihân idi zindân

Hayâtdan müştekî Hudâ’ya âşık idi*

Lisân-ı kalb ile evrâd-ı Hakk’ı nâtık idi

Şu kâinât-ı fenâya diyordu bâr-ı girân

Olurdu âlem-i dîdâra dâimâ nigerân

Nihâyet eyledi semt-i Behişt’e nakl-i mekân

Bu yolda buldu Hudâ’ya vusûl içün imkân

Emîn-i ümme ki nâm-ı bülend şânı idi

Emîn-i vahy-i Hudâ hep enîs-i cânı idi

/176/ ŞEYH HASAN-I VİSÂLÎ EFENDİ

Vaktiyle Malatya mütemevvilânından imiş. Tarîkat-ı aliyyeye muhabbet hissi uyanınca, orada bulunan meşâyıhın cümlesiyle hem-sohbet olarak hiçbirisini gönlü tutmamış. Fakat ferîd-i zamân Şeyh Muhammed Muhsin Efendi hazretleri, halîfeleri Cenâb-ı Şeyh Feyzullah’ı 1257/(1841) senesinde Malatya’ya me’mûr etmeleriyle, Malatya’yı teşrîf buyurdukları zamân şâyi’ olan şöhretleri üzerine, bu zâta intisâb meyli uyanmış ve evvel-emirde tecrübe ettikten ve insân-ı kâmil olduğuna kanâat hâsıl eyledikten sonra, arz-ı nisbete karâr vermiştir. Ba’de’t-tecrübe husûle gelen kanâat üzerine intisâb şerefine mazhar olmuşlardır.

Hz. Feyzullâh, mukâbeleten, “Siz bizi tecrübe ettiniz. Şimdi nöbet bizim. Biz de sizi tecrübe edelim.” buyurup, az vakitte, Hasan Efendi’nin mâ-meleki sel ve yangın gibi mesâib ile mahv olduğu hâlde meşrebini, muhabbetini hâlel-dâr etmeyerek râbıtadaki şiddetini muhâfaza etmesi, Hz. Şeyh’in nazar-ı takdîrini celb etmiş ve Bozkır’da azîzinin ziyâretine gittiğinde, berâberlerine alıp götürmüştür. Bu vesîle ile Muhsin Efendi hazretlerini ziyâret şerefine mazhar oldular.

Oradan Malatya’da ve sonra Trabzon ve İstanbul’da ve Arnavutluk’ta irşâda me’mûren i’zâm buyurulmuştur. Bu zamâna kadar “Firâkî” diye yâd oluna gelirken, azîzi Hz. Feyzullâh’ın ikâmete me’mûr olduğu Midilli’ye giderek izhâr-ı âsâr-ı tahassürât ü ta’zîmât etmesi, nezd-i cenâb-ı Feyzullâh’da istihsânı mûcib olup, “Şimdiye kadar Firâkî idin, bundan sonra Visâlî oldun.” diye taltîf buyurulmuştur.

İbnü’l-Emîn Mahmûd Kemâl Beyefendi, hikâyeten beyân buyururlar:

26 Receb 1320/(29 Ekim 1902) târîhinde bir arkadaşla Hasan Visâlî Efendi hazretlerinin saâdet-hânesine gittik. Bodrumu ta’mir ettiriyorlardı. Bizi görünce şüphe yok ki kendi aksini görerek, "Büyük adamlar geliyor. Bunlar burada oturmazlar; yukarıya çıkarın." diye bağırdı. Yukarı çıktık. Tâcını giyip yanımızı teşrîf etti. Şahsımızı ta’rîf ettim. Mürşid-i a’zamları efendimize olan nisbetimizi anlattım. Yakacık’taki sayfiyye-i fakîranemize geleceğini söyledi. Orada bulunan mûsikî-şinâsândan Hâfız Osmân Efendi’ye ilâhî okuttu. Niyâz-ı âcizânem üzerine Feyzullâh Efendi’mizin tercüme-i hâline dâir ma’lûmât verdi. Hz. Azîz’e l Receb 1259/(28 Temmuz 1843) târîhinde intisâb etmiştir. İbtidâ Firâkî tesmiye buyurduğu hâlde Midilli’ye azîmetinde, “Artık Visâlî oldun.” buyrulmuştur. 1269/(1853)’da Rusya muhârebesinde Erzurum cihetinde bulunarak, başından geçen bir kurşun gûş-ı bedenîsini dûçâr-ı samem etmiştir.

Dîde-i zâhirelerinden biri de sakat idi. Hz. Azîz doksan sene yaşayacağını /177/ vaktiyle ifâde buyurmuş. Târîh-i velâdeti 1230/(1815) olup, rıhletine az zamân kaldığını söyledi. Fi'l-hakîka 20 Şa'bân 1320/(24 Kâsım 1902) târîhinde Cuma günü sâat dörtte doksan yaşında irtihâl eyledi.

Kısa boylu, beyâz sakallı, zayıf ve hafîfü’l-vücûd bir pîr-i latîf idi. Rahmetu’llâhi aleyh.”

Azîzinin civâr-ı rahmet-medârındaki hânesinin bahçesinde vedîa-i hâk-i mağfiret kılındı (Kaddesa'llâhu sırrahû). Ziyâret eyledim. Bir makâm-ı ma’nevîdir.

Elyevm dâmâdı, harîk mahallinde bir baraka inşâ ederek burada hatm-i hâcegân yapmaktadır.

Hulefâsı:

1. Kalenderhâne Mektebi muallimi Eyyûbî Osmân Efendi,

2. "Küçük Hüseyin Efendi" nâmıyla meşhûr, ârif-i bi’llâh el-Hâc Hüseyin Hüsnü Efendi hazretleri.

Atîdeki nazm, Visâlî Efendi’nindir dediler:

Ey peri cevr itme senden derde dermân isterim

Çünkü ma’şûk-ı ezelsin lutf u ihsân isterim

Bülbülüm bâğ-ı cihânda kimse bilmez hâlimi

Sâilim bâb-ı atâdan lutf-ı Yezdân isterim

Yok mudur hiç bir tabîb kim hâlimi arz eylesem

Derd-mendin zahmına bir hâzık Lokmân isterim

Nâr-ı hecrinle yanarsam zerre denlü gam değil

Âşıkım aşk oduna bir bahr-ı umman isterim

Hüsnü’nün hüsn-i cemâlin isteyenler gel beru

Bu Firâkî lâ-mekân şehrinde meydân isterim

/178/ HACI HÜSEYİN HÜSNÜ EFENDİ HAZRETLERİ

Küçük Hüseyin Efendi nâmıyla şöhret bulan, hakîkatta büyük bir adam olduğunda şüphe edilmeyen bu zât-ı muhterem, Ankara’da Arslanbey Mahallesi’nde Gökmenoğulları’ndan Katırcı Ali Abdullâh Efendi sulbünden 1248 senesi Muharreminde (Haziran 1832) zînet-sâz-ı âlem-i şuhûd olmuştur.

Beş veyâ altı yaşına kadar Ankara’da bulunup, burada Besmele-keş olmuşlar ve pederleriyle maan Ankara’dan Mihalıç’a hicret eylemişlerdir. Onbeş yaşına kadar Mihalıç’ta bulunarak 1263 sene-i hicriyyesinde (1847) İstanbul’a gelerek sarâç çıraklığına müdâvemetle te’mîn-i maîşet ve bir aralık Çarşamba’da Murâd Molla Dergâhı’nda hizmet eylemiştir. Sonraları karnında bir şiş zuhûra gelip, mâddî olan tedâvîlerden başka ma’nevî tedâvî dahi tavsiye eden bir zâtın delâletiyle, Feyzullâh Efendi hazretlerine sevk olunmuştur.

Muharrir-i fakîre bi'z-zât nakl buyurduklarına göre, Hz. Şeyh iki def'a kabûldan istinkâf eylemişler; fakat, üçüncü mürâcaat ve istirhâm üzerine, “Oğlum bu karnınızdaki şiş geçer, ancak, bize intisâb etmelisiniz. Yoksa biz üfürükçü takımından değiliz.” buyurmalarıyla, Hüseyin Efendi derhâl intisâb şerefini kazanmış ve li-hikmeti’llâhi teâlâ, karnındaki şiş dahi zâil olmuştur. Bu intisâb, 1275 sene-i hicriyyesinde (1859) vâki’ olduğuna göre, yirmiyedi yaşında bulunuyorlardı.

Azîzi Midilli’ye menfiyyen i’zâm olununca, Hüseyin Efendi vaktini boş geçirmeyip, Dağıstanlı Hacı Mûsâ ve mühtedî Cevdet Efendilerden Molla Câmî’ye kadar okumuşlar ve azîzinin iftirâkına tahammül edemeyip, Midilli’ye giderek bir müddet sonra Hz. Feyzullâh, İstanbul’a avdet edince, maiyyet-i aliyyelerinde bulunarak, emirleri üzerine azîzinin büyük harem-i muhteremleri hânım efendinin hizmetine me’mûr edilip, onbeş sene Sâdıkâne arz-ı hıdmet etmiş. Sonra kendi beyânlarına göre kahve nakîbi olmuştur.

1293/(1876) senesinde mürşid-i mükerreminin âlem-i cemâle intikâlinde işâret-i ma’neviyye ile hulefâ-yı azîzden Şeyh Muhammed Nûrî Efendi’ye mürâcaatla tecdîd-i bey’at eylemiştir. Bu Nûri Efendi, "Mâlik Efendi" nâmıyla mulakkab olup, Bâb-ı Alî civârında Beşir Ağa Dergâhı’nda neşr-i feyz etmekte idi.

Hüseyin Efendi, sekiz sene kadar burada seyr ü sülûka çalışmış ve birbiri ardınca üç erbaîn çıkarıp, hattâ dizlerinin derisi soyulacak bir hâle geldiği nakl olunmakta bulunmuştur.

Hücreleri el’ân mevcûd olup, müntesibîn-i tarîkatları tarafından teberrüken ziyâret olunmaktadır. Bu hücrede, riyâzet-i şâkkayı ihtiyâr ile, şâhid-i emele /179/ vusûl hâsıl olup, hattâ Cenâb-ı Hızır (aleyhi'selâm) ile mülâkatları mütevâtirdir. Hz. Feyzullâh, bir zamân rikâbında gelen Hüseyin Efendi’ye hitâben, “Ashâb-ı Kehf nasıl ki Kıtmîr’i terk etmediler, berâberinde götürdüler ise, siz de bizi terk etmezseniz, bizimle gelirsiniz.” buyurmuşlardı.

Bu nazariyye-i esâsiyye, Hüseyin Efendi’nin zihninde cây-gîr olduğundan, 1302 sene-i hicriyyesinde (1885), müşârünileyh Nûri Efendi’nin dâr-ı cemâle intikâline mebnî, yine hazîne-i irfân olan azîzden hisse-mend olmak sevdâsıyla, hulefâ-yı kirâmından Hasan Visâlî Efendi’ye mürâcaat ve tecdîd-i bey’at ile, tâm onsekiz sene hıdmet-i aliyyelerinde bulunmuşlar ve nâil-i hilâfet olmuşlardır. Visâlî Efendi’nin gül-şen-sarây-ı cinâna azîmeti vâki’ olunca, makâm-ı muallâ-yı irşâda Hz. Hüseyin kâid olmuştur. El’ân İstanbul’da neşr-i feyz etmekte ve çeşme-i zülâl-i irfânlarından erbâb-ı aşk u muhabbeti sîr-âb eylemektedir.

Bâlâ Mektebi ve Kocamustafapaşa Mahalle Mektebi kalfalığında bulundukları gibi, vaktiyle bir aralık reji hizmetinde ve Gülhâne Askerî Anbarı Esvâb Emînliği’nde bulunduklarını bi'z-zât hikâye buyurmuşlardır.

Müteehhildir. Şimdiki haremleri üçüncü zevceleri olduğunu ve daha evvelkilerin irtihâl eylediğini söylediler. Mahdûm ve kerîmeleri olmamıştır.

1325/(1907) senesinde müntesiblerinin ısrârı üzerine, kalfalığı terk ederek doğrudan doğruya irşâd ile meşgûl olmaya başladılar. Elyevm Kocamustafapaşa civârında Nûh Efendi Medresesi’ni ihvân-ı tarîkata ictimâ-gâh ittihâz eylemişlerdir. Bu medrese ile olan münâsebetleri ise, medresenin bevvâblık hizmetinin üzerlerinde olmasından münbaistir. Bu hizmet ise Şeyh Nûrî Efendi merhûmun zamânında 1302/(1885) senesinde kendilerine tevcîh olunmuş idi. Fakat Hz. Şeyh, ücret almamak şartıyla bu hizmeti kabûl buyurmuşlardı.

Nuh Efendi kimdir?

Hekîmbaşı imiş. Hânesi bu civârda olup, medreseyi 1200/(1786) târîhinden mukaddem inşâ eylemiştir. Hadîkatü’l-Cevâmi’in yazdığına göre, 1179 senesi îyd-ı adhânın üçüncü Perşembe günü (22 Mayıs 1766), zelzeleden müteessir olmuş, yine ta’mîr edilmiştir. Bânîsi Nûh Efendi, medresenin karşısındaki makberede medfûndur.

Târîhi :

Ol reîs-i ehl-i tıb dârû-res-i dil-hastegân

Nûh Efendi kim ki pend eylerdi görse Câlinûs

Rıhlet itdikde bakâya ol sene iklîm-i cûd

Dökdü ihsân dîdegânı sînesin mânend-i kûs

İki mısra’da iki târîh inşâd eyledim

Vehbiyâ olmuş iken endûr firâkıyla abûs

Nûh cismi zevrakın saldı adem deryâsına

Hikmetu’llâh’ın reîsi ehl-i tıb göçdü füsûs

نوح جسمى زورقن صالدى عدم درياسنه

حكمة اللهك رئيسى اهل طب كوجدى فسوس

/180/ Medresenin târîhi:

Nûh Efendi ya’nî ser-hayl-i etıbbâ kim odur

Dâr-ı taksîrâtına mahz-ı şifâdır bî-gümân

Ya’ni bünyâd itdi bir âlî mükemmel medrese

Nükte-perdâz-ı hakîkat fâik-i dâniş-verân

(نكته پرداز حقيقت فائق دانشوران)  

Hüseyin Efendi’nin halîfeleri:

1 Şa’bân 1342/(8 Mart 1924) târîhine değin yetiştirdikleri halîfenin mikdârı yirmiüçe bâliğdir. Bunlardan Ömer Lütfî, Necîb ve Ahmed Tevfîk Efendiler dâr-ı fenâdan güzâr eylemişlerdir. Dîğerleri bervech-i atîdir :

Hâfız Sa’deddîn Efendi, Hâfız Mahmûd Efendi, Hâfız Nasûhî Efendi, Hâfız Kudsî Efendi, Hoca Mes’ûd, İbrâhîm Şa’bân, Ahmed Yafalı, Muhammed Rıdvân, Emîn Edhem, Debbâğ Ahmed, Hüseyin, Muhammed Fâik, Necîb, Uşşâkî Osmân, Sâlih Fevzî, Ömer Lütfî, Kadırgalı Osmân ve Mustafa Efendiler.

Şeyh Efendi hazretleri âhar birini bedel olarak Hicâz’a gönderdikleri cihetle kendileri hacı addolunmuştur. Hâneleri Sancak-dâr Hayreddîn Mahallesi’nde olup, züvvârı burada kabûl buyururlar. Umûmî meclis zikri, Cuma günleri ikindi zamânında medresenin büyük sofasında akdolunur. Buraya uzaktan yakından uşşâk-ı ilâhî, müştâk-ı cemâl-i Muhammedî olanlar toplanırlar. Usûl-i Hâlidiyye üzere hatm-i hâcegân yapılır.

Hz. Şeyh, gayr-ı müntesib bulunan züvvârın dahi meclis-i zikre kabûlünü emir buyurduklarından, hiç bir kimse mümâneate müsâdif olmaz. Huffâz-ı hoş-elhân taraflarından Kur’ân-ı kerîm tilâvet olunduğu gibi, nuût-ı şerîfe dahi kırâat edilerek, huzzâr-ı meclis arasında cûş u hurûş vücûda gelir. Huzûr-ı âlîlerinde bulunulduğu zamân gönül münbasıt olur. Fuyûzât-ı celîle-i Muhammediyye’nin kulûb-ı ehl-i muhabbete sereyânı muhakkak hissedilir.

Hz. Şeyh, târîh-i velâdetlerine nazaran l Cemâziye'l-evvel 1341/(19 Ocak 1923) târîhinde doksanbeş yaşında idi. Târîh-i mezkûrda müşerref olmuş idim. Önümüzdeki Muharremin hulûlünde doksanaltı yaşına kadem-nihâde olacaklarını ve lehü’l-hamd vücûdca zinde bulunduklarını, lisân-ı şükrân ile beyân buyurmuşlardır. Şu hâlde târîh-i velâdetin ona göre hesâbı zarûret hükmündedir.

Boyları kısa, vücûdları boylarıyla mütenâsib olup, hafîfü’l-lıhyedir. Gâyet mükrim, mültefit, gönül alıcı ve gönüle bakıcı ve âteşîn bakışlı, az söyleyici, âdâb-ı seniyye-i Muhammediyye ile mütehallık bir rehber-i zî-şândır.

/181/ Debdebe ve dârâttan mütevahhiş, sâdegî-i hayâta meyyâl, safsatadan müctenibdirler. Ara sıra hâlât-ı garîbe vü fevka'l-âde zuhûriyyete şâhid olanlar vardır. İntisâbıyla müftehir ve senelerden beri hizmetiyle müteşekkir Muhammed Emîn Bey azîzini medhan diyor ki:

Âsitân-ı devletin ilm-i ledünnî kânıdır

Sa’y u verzişle değil Hakk’ın sana ihsânıdır

Halk-ı âlem sofra-i irşâdının hayrânıdır

Nâil-i hayri’l-verâsın yâ Hüseyn-i Nakşıbend

Bâreka’llâh düşdü şeyhim pek münevver kevkebin

Vasf olunmaz böyle bir âciz kalemle meşrebin

Feyz-nâmı neyyir ü mehtâbısın rûz u şebin

Mültecâ-yı âşıkânsın yâ Hüseyn-i Nakşıbend

/183/ ERZURUMLU ŞEYH TERZİ BABA

“Hayyât Vehbî” diye meşhûrdur. Ümmet-i İslâmiyye arasında ümmîlikle iştihâr etmiş ricâlu'llâhdandır. Ale’t-tahmîn 1190/(1776) veyâ 1195/(1781) senesinde Erzurum’da zînet-bahş-ı bezm-i şuhûd olmuştur. Sinleri kemâle erince, peder ve mâderinin ârzûsuyla ve te’mîn-i intiâş maksadıyla terzilik san'atına sülûk etmiş, “Terzi Baba” şöhreti bundan kalmıştır.

İsti’dâd-ı Hudâ-dâdı îcâbınca dünyâya muhabbeti yok idi. Bakâya meyli ziyâde idi. Bir tarafdan san’atıyla meşgûl olmakla berâber, ibâdât u mücâhedâtta bulunurdu. İnâyet-i ilâhiyye ile Şeyh Abdullâh-ı Erzincânî el-Mekkî hazretlerine mülâkat şerefine mazhar oldu ki, bu zât-ı âlî-kadr, Mevlânâ Hâlid Ziyâeddîn-i Nakşıbendî hazretlerinin kibâr-ı hulefâsındandır. Dünyâ ve mâ-fîhâdan mu’rız bi-küllihî Hakk’a müteveccih, enfâs-ı kudsiyye ve kerâmât-ı acîbe sâhibidir.

Mekke-i Mükerreme’de irşâd-ı nâsa me’mûr olmuştur. Hz. Şeyh, Terzi Baba’daki isti’dâdı görünce, zümre-i mürîdânına idhâl eylemiş idi. Terzi Baba’da zevk, neş’e gün-be-gün müzdâd oluyordu. Tarîk-ı mücâhede ve riyâzette pek ileri gitmiş ve tekmîl-i sülûk ettikten sonra nâil-i hilâfet olmuştur. Terzi Baba’nın lisânı ve kalbi zikru’llâhdan hâlî olamazdı. Hattâ dükkânında dikiş diktiği sırada her iğne sokuşda ism-i Celâl ile tezyîn-i lisân ü cenân eylerdi.

Terzi Baba, halîm, selîm, mütevâzı’ ve kemâl derecede mahviyyet-perver ve kendi hâline kimsenin muttali’ olduğunu istemez ve fukarâya cidden izhâr-ı muhabbet eder ve rahm u şefkat eyler, mübârek bir adamdı.

Bir gün Erzincân’a fukarâ-yı seyyâhînden bir zât-ı kemâlât-sımât gelir. Bî-çârenin üstündeki abâ gâyet eski olmakla berâber, bir çok yeri yırtılmış ve ele alınamayacak derecede dahi kirlenmiş idi. Abâsını değiştirmek için bir çok terzilere mürâcaat eylemiş ise de, her biri dikmek değil, elini bile sürmekten çekindiler. Abâ bit içinde idi. Nîm istihzâ tarîkıyla, “Şurada Terzi Baba vardır, ona götür.” derler imiş. Bîçâre seyyah, Terzi Baba’yı bulur, maksadını anlatır. Terzi Baba’dan red yerine hüsn-i kabûl görür ve “Abâyı bırak, yarın gel, hâzır bulursun.” buyurarak abâyı alır, güzelce yıkar, kurutur, diker, hâzırlar. Ertesi günü seyyâh gelir, abâsını teslîm eder. Mukâbilinde ücret dahi almaz. Seyyâh abâsını temizlenmiş, dikilmiş görünce, pek ziyâde mesrûr olur. Nazar eder, gönülden duâ eyler. Derhâl Terzi Baba’da iş değişir. Bahr-ı füyûzât /184/ cûşa gelir, inâyet-i Sübhâniyye ile hâl değişir.

Terzi Baha’nın kemâli şâyi’ olunca, füyûzâtından müstefîd olmaya şitâbân olanlar çoğalmıştır. Dâhil-i dâire-i mürîdânı olanlar çoğaldığından, erbâb-ı ağrâz, hakk-ı âlîlerinde güft u gûya başlamışlardır. “Ümmî bir câhilin başına bu kadar hazele toplanmış.” gibi sözler ulemâ arasına bile girmiştir.

Müftî-i belde, Terzi Baba’yı imtihân için da’vet eder. Maksat ise cehâleti sâbit olacak, kendisi tıpkıyla dâiye-i irşâddan çekilecek cihetine ma’tûf idi. Da’vete icâbetle nezd-i müftîye gelmiştir. Orada büyük bir meclis-i ilm teşekkül etmiş olduğunu görerek sebeb-i da’vetini sormasıyla müftü, “Biz sizi imtihân için çağırdık. Hakkınızda dedikodu oluyor; buna nihâyet vermek lâzım geldi. Suâl soracağız, cevâb veriniz.” diyerek, “Sıfat-ı subûtiyye kaçtır?” yolunda îrâd-ı suâl eylemiştir.

Terzi Baba, meydâna büyük bir hakîkat çıkarmak için, “Bu beldeye göre yedi, sâir bilâda göre sekizdir.” dedikte, huzzâr dûçâr-ı hayret ile istiknâh-ı hakîkat etti. “Bu beldeye göre: İlim, Sem', Basar, İrâde, Hayât, Kelâm ve Tekvîn’dir.” deyip, Kudret sıfatını söylemedi. Sebebini sordular: “Efendim, “Bu beldede Hak’kın Kudret sıfatı yoktur.” diye, ehl-i belde inkârdadır. Eğer, Kudret sıfatına kâni’ olsaydılar, “Bir ümmî kulunda sırr-ı irşâdı icâd edecek kudret bulunur.” derlerdi. Mâdâmki öyle diyemiyorlar, o hâlde Hakk’ın Kudret sıfatı umûmunuzun zu’muna göre bu beldede yoktur. Hâlbuki, (إِنَّ اللَّه عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ)"[48] cevâbını verir vermez, onun ilm-i ledünne sâhib bir ümmî-i kâmil olduğunu teslîm umûman ellerini ayaklarını öpmek sûretiyle arz-ı ta’zîm ederler.

Bunun gibi hayli menâkıbı vardır. Terzi Baba bu mes’ele üzerine, sıfât-ı sübûtiyye hakkında bir risâle te’lîf eylemiş ve tab' olunmuştur.

Hakâyık-ı sûfîyyeye dâir, Miftâhu’l-Kenz nâmıyla bir eser-i manzûmu vardır. Erzurum’da neşr-i füyûzât eden meşâyıh-ı Kâdiriyye’den Habîb Baba hazretlerinin irtihâli ânında ani’l-gıyâb haber vermekle berâber, kendinin de âlem-i bakâya intikâlinin takarrüb ettiğini bi’l-beyân, cümle ahibbâ ve asdıkâ ve mürîdânıyla vedâ’ ederek, 1264 sene-i hicriyyesinde (1848) mürg-ı rûhu gül-şen-i lâhûta revân eylemiştir. Erzincân’da medfûndur. Mahsûsan türbe yapılmıştır, ziyâret-gâhtır.

/185/ Miftâhu’l-Kenz manzûmdur. Mütâlâa ettim. Mazmunu âyet ve hadîstir. İlimlerinin kesbî olmayıp, vehbî olduğuna işâreten,

Ne söyler dinle ol Hayyât Vehbî

Değildir işlerinin biri kesbî

buyururlar. Nazımda “Hayyât Vehbî” tahallus buyurmuşlardır. Bu eser dahi 1275/(1859} senesinde tab’ olunmuştur.

Hâfız Rüşdî Efendi meşâhîr-i hulefâsındandır. Terzi Baba, Âşık Yûnus’un sânîsidir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

RESİM VAR !!!!!!

ŞEYH AHMED ZİYÂEDDÎN EFENDİ

Müşârünileyh hazretleri Gümüşhânelidir. Müteahhirîn-i meşâyıh-ı Hâlidiyye’nin büyüklerindendir. Şeyh-i mükerremleri Ahmed-i Şâmî el-Ervâdî olup, onların mürşid-i müfahhamları Mevlânâ Hâlid Ziyâeddîn-i Nakşıbendî hazretleridir.

Pederlerinin ismi Mustafa olup, Büyük babası Gümüşhâneli Abdurrahmân Efendi’dir. Ahmed Ziyâeddîn Efendi 1228/(1810) veyâ 1235 sene-i hicriyyesinde (1820) Gümüşhâne’de Emirler Mahallesi’nde gehvâre-i zîb-i âlem-i dünyâ oldular. Beş yaşında tahsîle başlayıp, Kur’ân-ı azîmü’ş-şândan behre-yâb olarak, menâkıb-nâmelerinde muharrer olduğuna göre, sekiz yaşında iken Delâil, Kasâid ve Hizb-i A’zam okumağa mütehâlık oldular. On yaşında iken pederleriyle Trabzon’a gidip, orada sarf ve nahv tederrüs etti. Pederi ticâretle meşgûl olduğundan bir gün, “Oğlum, okuduğun kâfîdir, artık ticârete başla.” demiş ise de tahsîli terk etmeyip, bir yandan buna devâm, bir cihetten de kese örüp satmak sûretiyle te’mîn-i maîşet yoluna girmişti.

Bu sırada berâ-yı ticâret İstanbul’a gelen amcasıyla birlikte bulunmuş, İstanbul’da zevk-ı tahsîl galebe edince, pederinin istihsâl-i müsâadesi şartıyla amcasının muvâfakati üzerine İstanbul’da kalmıştır.

Evvel-emirde Bâyezîd Medresesi’nde bir odada sâkin olup, Şehrî Hâfız Muhammed ve Kürd Abdurrahmân ve Laz Osmân Efendilerin Süleymâniyye Câmi'-i şerîfinde derslerine devâm ve dört sene ikdâm ile tahsîl-i kemâlâtta bulundular. Sonra Mahmûd Paşa ve Bâyezîd Câmilerinde ders okutmaya başladılar, icâzet verdiler. Tekrâr okuttular, ikinci def'a icâzet verdiler.

Henüz akâid okurlarken te’lîfe başlayıp, yirmibeş sene te’lîfât ile meşgûl oldular. Bu esnâda bir şeyh-i kâmile intisâb sevdâsı zuhûr etti. Taharrîye başladı. Mevlânâ Hâlid’in emr-i ma’nevîsiyle Şam’dan İstanbul’a gelen Ahmed-i Şâmî hazretlerine mülâkî oldular ve intisâb ettiler.

/186/ Bu zât Trablusşam müftüsü, bir sâhib-i kemâl idi. Her ilimde mütebahhir olup, “Ziyâeddîn-i Ervâdî” diye meşhûrdur. Dersaâdet’te bulundukları müddetçe Ahmed Ziyâeddîn Efendi (Gümüşhâneli)’ye misâfir oldular. Esnâ-yı müsâferette mürîd-i cedîdini halvete soktular. İkmâl-i müddetle halvetten çıktılar. Fakat bu sırada şeyhleri tagayyub etti. Ahmed Ziyâeddîn Efendi çok aradı, nihâyet buldu. İkinci def'a halvete soktular.

Ba’dehû ikmâl-i tarîkata muvaffak olduğundan Nakşıbendî, Kâdirî, Sühreverdî, Çeştî ve Kübrevî tarîklarından icâzet aldılar. Şeyhinden ilm-i hadîs dahi tederrüsle icâze ahz eyledi. 1264/(1848) senesinde müstahlef oldular.

Mevlânâ Hâlid’in hulefâsından Abdülfettâh Efendi İstanbul’a gelince, Ahmed Ziyâeddîn Efendi sohbet-i şerîfesine şitâbân oldu. Abdülfettâh Efendi, Üsküdar’da medfûndur.

Ahmed Ziyâeddîn Efendi’nin şöhret ve kemâlât-ı ârifâneleri şâyi’ olunca, nûr-ı irfânına şitâbân olanlar çoğaldı. İstanbul’da Bâb-ı Âlî karşısında Fatma Sultân Câmi'-i şerîfini mahall-i irşâd ittihâz buyurdular. Buraya hücreler yapıldı. Harem dâiresi inşâ edildi. Binlerce mürîdâna cilve-gâh oldu. “Mürîdânı bir milyonu mütecâviz idi.” denilmektedir. Anadolu ve Rumeli’nde hulefâsı vâsıtasıyla neşr-i feyz-i tarîkata muvaffak olmuş ricâlu’llâhdandır.

Elliiki eser te’lîf buyurmuşlardır ki, en meşhûrlarının esâmisini atîde yazacağım. Bayburt’ta, Rize’de, Of'da kütüb-hâneler te’sîs ile onsekizbin cild kitâb, âlem-i irfâne yadigâr bırakmıştır. Beşyüz altın bu kütüb-hâneler için vakf eyledi.

1280/(I863)’de âzim-i râh-ı Hicâz olup, İskenderiyye’de onüç gün ikâmet ve her yeri ziyâret eyledi. Hz. Hâlid Ziyâeddîn’in Mısır’da halîfesi Şeyh Mâcid ile mülâkat etti, mazhar-ı hürmeti oldu.

Hicâz’dan avdet etti. Vüzerâdan Şeyh’ül-harem Emîn Paşa’nın kerîmesini tezevvüc eyledi ki, 1293/(1876} târîhine müsâdiftir. 1294/(1877} senesinde muhârebe münâsebetiyle Trabzon tarîkıyla Batum’a gazâya gittiler. Orada Ramazân’da askere hadîs-i şerîfden telkînât-ı mahsûsada bulundu. Avdetinde, ıyâliyle birlikte tekrâr Hicâz’a azîmet ettiler ve Hasan Hilmi Efendi’yi halîfeleri olmak i’tibârıyla yerlerine vekîl bıraktılar. Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere’de ilm-i hadîs tedrîs eylediler. Mısır’a avdetinde üç sene kaldılar. Burada dahi /187/ ilm-i hadîs okutup, evlâd-ı Arabdan beş zâta hilâfet verdiler.

Tanta’da Seyyid Ahmed el-Bedevî hazretlerini ziyâret eyleyip, Dersaâdet’e avdet buyurdular. Câmi'-i şerîf-i mezkûrda va’z ve tedrîs ve irşâd ile dem-güzâr oldular. Alâ-rivâyetin onaltı sene mürîdâna bi'z-zât telkîn-i zikr eylediler. Bi'l-âhare şeyhûhatleri te’sîriyle bu işi Hasan Hilmi Efendi’ye havâle buyurdular. Esâsen züvvârın, mürîdânın kesreti, Hz. Şeyh’in umûmuna yetişebilmesini imkân hâricinde bırakmış idi. Gâyet mücâhid, riyâzet-kâr ve ulemâ-yı âmilînden idi. Azm-i metîne mâlik olup, hastalıklarında bile ders okutmuşlardır.

Senede iki def'a halvet ederlerdi. Biri şehr-i Zi’l-hiccede, dîğeri şehr-i Recebde idi. Esnâ-yı zikirde mürîdân arasında hâlât-ı acîbe zuhûra gelir imiş. Dûçâr-ı vecd ü istiğrâk olanlar pek çok idi. Hz. Şeyh, dâimâ huddâmıyla birlikte taâm buyururlar imiş. Yatsıdan sonra söz söylemezler ve esâsen lüzûmsuz sözden hoşlanmazlar idi. Fecrde mutlakâ uyanırlar, sabâha dek ibâdet ederlerdi.

Seherde bâğa geldi seyre cânân

Neler seyr eyledi bîdâr olanlar

sırrınca müşâhedâtta rütbe-i refîaya sâhib olmuşlar idi.

Hulefâsı :

116 halîfe yetiştirmişlerdir. Hasan Hilmî, Şeyh Tâhir, Şeyh Saîd, Hâce Muhammed, Şeyh Mustafa ve Hâce Hasan Efendiler en ileri gelenlerinden idi. Fatma Sultân Câmii’ndeki meşîhati, sırasıyla hulefâsına meşrût kılmışlardır. Kıdem i’tibârıyla ve sırasıyla burada post-nişîn olmaktadırlar.

İrtihâli :

Hz. Şeyh, hastalandılar. 1311 sene-i arabiyyesi şehr-i Zi’l-ka’desinin sekizinci (14 Mayıs 1894) Pazar günü âzim-i dâr-ı âhiret oldular. O gün İstanbul adetâ bir mâtem-gâh oldu. Na’ş-ı mübârekleri binlerce halkın dûş-ı ihtirâmında Süleymâniyye Câmi'-i şerîfine nakl olunup, Sultân Süleymân-ı Kânûnî merhûmun türbesi ittisâlindeki makbere-i mahsûsalarında vedîa-i hâk-i gufrân kılınmışlardır.

Müşârünileyhin hulefâsından ve erbâb-ı irfân, Kolağası Fevzi Efendi söylemiştir:

Söyledi Fevzî mücevher târihi feryâd idüp

Fahr-ı bezmim mürşidim pîrim efendim el-firâk

فخر بزمم مرشدم بيرم افندم الفراق =1311

Gümüşhâneli merhûmun harem-i âlîleri dahi kabr-i enverlerinin yanındadır. Mezârtaşında yazar ki:

“Hak-perestim arz-ı ihlâs itdiğim dergâh bir

  Bir nefes ayrılmadım tevhîdden Allâh bir[49]

Muhaddisîn-i kirâmdan Kutb-ı Rabbânî ve Ârif-i Samedânî, Gavsu’l-vâsılîn Gümüşhânevî el-Hâc Ahmed Ziyâeddîn Efendi hazretlerinin zevce-i tâhire ve Şeyhü’l-Harem-i Nebevî Hacı Emîn Paşa kerîmesi, Tâcü’l-muhadderât Hâce Havvâ Seher Hânım’ın rûhuna Fâtiha, l Zi'l-ka'de 1329/(1911).”

/188/ Gümüşhânevî’nin mezârtaşmdaki manzûme:

“Nazar kıl çeşm-i ibretle makâm-ı ilticâdır bu

  Erenler dergehi bâb-ı fuyûzât-ı Hudâ’dır bu

  Ziyâeddîn-i Ahmed mevlidi anın Gümüşhâne

  Şehîr-i şark u garbdır mürşid-i râh-ı Hudâ’dır bu

  Muhakkak ehl-i Hak ölmez ebed haydır bil ey zâir

  Sarâ-yı kalbini pâk eyle bâb-ı evliyâdır bu

  Şuâ-ı dürr-i vahdet menba-ı ilm-i ledünnîdir

  Mükemmel vâris-i şer’-i Muhammed Mustafâ’dır bu

  Hilâfet müddetinden "irciî" vaktine dek hakkâ

  Tarîk-ı Hâlidî’yi neşr iden hak-reh-nümâdır bu

  Oku ihlâs ile bir Fâtiha kalbinde dâim tut

  Cilâ rûhâni-i kalb-i mürîdâna gıdâdır bu

Muhaddisîn-i kirâmdan fahru’l-meşâyıh Gümüşhâneli el-Hâc Ahmed Ziyâeddîn Efendi hazretlerinin rûh-ı mukaddeslerine, el-Fâtiha.”

Hz. Şeyh, mahbûbu’l-kulûb olmuşlardı. Fi'l-hakîka ulemâdan, fuzalâdan, ricâl-i devletten pek çok zevâtın ve erbâb-ı muhabbetin ser-tâcı olmuşlardı. Mürîdânı Hz. Şeyh’e ziyâdesiyle arz-ı hürmet ü muhabbet ile zevk-yâb olurlardı. Müşârünileyhi bir Ramazân-ı şerîfde izhâr buyurdukları ârzû üzerine Bâyezîd Câmi'-i şerîfine getirmişlerdi. Mahsûsan inşâ olunmuş bir arabaya koymuşlar, arabayı mürîdânı çekmekde idiler. Bir cemm-i gafîr arabanın etrâfını almışlar, câmi'-i şerîfe getirirlerken gördüm. Cemâl-i latîfleri nûra müstağrak idi. Beyâz sakalı, başının tâcı, vechindeki letâfet, kendilerine revnak-ı dîğer vermiş idi.

Câmi'-i şerîfte hünkâr mahfilinin altındaki maksûrenin pencere önünde şal yaydılar. Hz. Şeyh’i buraya getirdiler. Teveccühde bulunuyorlardı. Sağ elinin şehâdet parmağını hareket ettiriyordu. Kesret-i isti’mâl-i tesbîhden o hâlde idi ve kalb-i şerîflerinin meşgûl-i bi-zikri’llâh olduğuna parmağı şehâdet ediyordu. O zamân hâl-i tufûliyyette idim. Yanlarında bulundum, temâşâ ettim. Kalbime büyük bir hürmet ve heybet hissi geldiğini el’ân hâtırlarım. Çok büyük bir zât idi.

/189/ Boyu mevzûn, humreti gâlib beyâz yüzlü, çekme burunlu, açık alınlı, mübârek sağ gözünün altında bir hâl-i siyâh olup, müdevver çehreli, kara gözlü, uzun kirpikli, beyâz sakallı, başı matrûş idi. Entari giyerler, hırka, cübbe, biniş iktisâ buyururlar idi. Beyâzı severler ve dâimâ giyerlerdi. Hîn-i irtihâllerinde alâ-rivâyetin seksenüç yaşında idi. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Asâr-ı Aliyyeleri :

1. Râmûzu’ 1-Ehâdîs,

2. Râmûzu’l-Ehâdîs Şerhi, 5 cild.

3. Câmiu’l-Usûl,

4. Câmiu’l-Mütûn fî Hakkı Envâı Sıfâtı’l-İlâhiyye,

5. Menâsik-i Hac,

6. Necâtu’l-Gâfilîn,

7. Devâu’l-Müslimîn,

8. Hadîsu Erba’în,

9. Risâletün fı’t-Tasavvuf,

10. Risâletün fi’l-Muhâcere,

11. Müstağni’ş-Şürûh,

12. Câmiu’l-Ahzâb, 3 cild.

13. Garâibu’l-Ehâdîs,

14. Levâmiu’l-Ukûl,

15. Rûhu’l-Ârifîn,

16. Fazâil-i Cihâd,

17. Esrâru’t-Tarîk,

18. Delâilü’l-Hayrât; harekelemiş ve hâşiyeleriyle bastırmışlardır.

Hz. Şeyh’ten sonra tekkelerin seddolunduğu târîhe kadar post-nişîn-i irşâd olanlar :

Şeyh Hasan Hilmi Efendi hazretleri, Şeyh İsmâîl Necâtî, Şeyh Ömer Ziyâeddîn Efendi, Şeyh Mustafa (Feyzî) Efendi.

FOTOĞRAF VAR !!!!!

ŞEYH HASAN HİLMİ EFENDİ

Kastamonu civârında Azdavay nahiyesinde[50] 1240 sene-i hicriyyesinde (1825) dünyâya gelmiştir. Babası, Abdullâh-ı Ümmî nâm zâttır. Bir aralık hastalanmış, bir Cuma günü, “Beni yıkayınız, temiz bulunayım.” diye evlâdına vasiyyet etmiş, vefâtından evvel kendini gasl ettirmiş, derhâl teslîm-i rûh eylemiştir.

Oğlunu tahsîle sevk ile İstanbul’a göndermiş idi. O da Hoca Büyük Hâzım Efendi’nin dersine devâma başlamış, ulûm-ı âliyeden fıkıh, tefsîr ve fünûn-ı mürettebe-i aliyye tahsîl eylemiştir. Gümüşhâneli Ahmed Ziyâeddîn Efendi merhûma intisâb ile “Şeyhime yakın olayım.” diye Cağaloğlu’nda tekkeye yakın bir medresede ihtiyâr-ı ikâmetle azîzine ma’nen ve mâddeten kesb-i kurbiyyet eylemiştir.

Bir tarafdan tahsîle devâm eder, bir tarafdan da Fatma Sultân Câmii’nde hasbeten li’llâh der-uhde eylediği müezzinlik vazîfesini îfâ eyler imiş. Bir zamân sonra bu câmi’de ihtiyâr-ı ikâmet edip, beş vakitte câmii açar ve müezzinlik ederdi. Gümüşhâneli’ye intisâbında zevki artmış ve dersten icâzet alarak netîcede Gümüşhâneli’ye sırdaş ve onunla hem-hâl olmuş; Gümüşhâneli’nin delâletiyle azîzi Ahmed Şâmî el-Ervâdî hazretlerine arz-ı nisbet eylemiştir ki, bu zât bâlâda yazıldığı vechile Mevlânâ Hâlid hazretlerinin halîfesidir.

Ahmed-i Şâmî, Hasan Hilmi Efendi'nin ikmâl-i sülûkuna ve terbiye-i tarîkatına Gümüşhâneli merhûmu me’mûr edip, Ahmed Ziyâeddîn Efendi’den hadîs okumuş ve elli yıl bir arada dem-güzâr olmuştur. Ahmed Ziyâeddîn Efendi, Hicâz’a giderken Hasan Hilmi Efendi’yi tevkîl etmiştir. Bu sebeble dört sene vekâlette bulunmuştur. İkinci haccında yine vekîli olmuştur.

Avdeti zamânında mürîdânının çoğaldığını görünce, umûmun teslîkine Hasan Hilmî Efendi’yi me’mûr ile, bir zamân sonra Hasan Hilmi Efendi, Geyve’ye giderek orada ders okutmaya ve neşr-i ilme başlamış. Hem ders okutur, hem neşr-i tarîk eder imiş. Şöhreti artmış, intisâb edenler çoğalmış, da’vet-i vâkıa ile İstanbul’a gelmiştir.

Gümüşhâneli merhûm Beykoz’a gittiğinde kâim-i makâm olmuştu. Cuma günleri hatm-i hâcegân yapardı. Gümüşhâneli merhûmun irtihâli vukûa gelince Hasan Hilmi Efendi, yerine geçmiştir.

1314/(1896)’te Hicâz’a gitti. Ba’de’l-hac, Medîne’de onsekiz gün kaldı. Avdetle 1329/(1911) senesine kadar neşr-i feyz ederek irtihâl-i dâr-ı bakâ eylediler. Süleymâniyye’de azîzinin yanında medfûndur.

Âh Cenâb-ı Hilmi-i Kutb-ı zamân

Oldu bugün mücîb-i da’vet-i Rahmân

Kitâbe-i seng-i mezârı:

Pîr-i rûşen ârif-i bi’llâh kutbu’l-evliyâ

Sâni-i isneyn Cenâb-ı Hazret-i Ahmed Ziyâ

Mansıb-ı feyz-i butûn-ı kevser-i peygamberî

Abd-i sâfî mazhar-ı sırr-ı bakâ-yı Kibriyâ

Şeyh Hasan Hilmî Efendi Hazret-i fahri’ş-şuyûh

Burda medfûndur o zât-ı menba’-ı hilm ü hayâ

Bir yetişdirmişdi şeyhi kendine itmişdi yâr

Görmemişdi mislini asrında çeşm-i etkıyâ

İrtibât-ı kalb idüp gör ki ne feyz eyler zuhûr

Öldü zannitme hakîkatda anı sen Fevziyâ

Dur oku ihlâs ile bir Fâtiha ol muntazır

Mahzen-i feyz-i ilâhîdir kubûr-ı asfiyâ

24 Saferü'lhayr 1329, 10 Şubat 1326/(22 Şubat 1911) yevm-i Perşembe sâat yediyi yirmibeş dakîka geçe (vefât etmiştir.)

Hastalandığı zamân Gümüşhâneli hulefâsından merhûm Hâce İsmâîl Necatî Efendi’yi kâim-i makâm ittihâz ile bir vasiyyet-nâme yazmıştır. İrtihâliyle cenâzesi gasl olundu; bir gece dergâhta kaldı. Ertesi Cuma günü Bâyezîd Câmi'-i şerîfine nakl edildi. Kayserili Hâfız Hâzım Efendi cenâze namâzını kıldırdı. Cemm-i gafîr ile Süleymâniyye Câmii’ne nakl ile Sultân Süleymân Türbesi civârında azîzinin yanında vedîa-i rahmet-i Rahmâniyye kılındı.

Elliyedi halîfesi vardır. Bu hulefâsının esâmisi, Mustafa Fevzi Efendi’nin tab’ u neşreylediği Menâkıb-ı Haseniyye nâm eserde mezkûrdur.

Ayak ucundaki taşta, “Hazâ Kabru Şeyh Hasan Hilmî (kuddise sırruhû). Tarîkat-ı aliyye-i Nakşıbendiyye-i Hâlidiyye meşâyıh-ı kirâmından Gümüşhâneli Dergâh-ı şerîfi şeyhi Kastamonulu el-Hâc Hasan Hilmî Efendi hazretlerinin rûhuna ve kâffe-i ehl-i îmân ervâhına li’llâhi’l-Fâtiha.” (yazılıdır.)

İSMÂÎL NECÂTÎ EFENDİ

İsmâîl Necatî Efendi merhûmun kabri Süleymâniye’de, Gümüşhâneli merhûmun kabr-i mübâreki civârındadır.

Kitâbe-i seng-i mezârı:

Mürşid-i ehl-i tarîkat kıdve-i erbâb-ı dîn

Hazret-i üstâd-ı a’zam tâc-ı fahri’l-ârifîn

Sâni-i kâim-makâm-ı Hazret-i Ahmed Ziyâ

Şems-i feyyâz-ı fazâil nûr-ı ayn-ı sâlikîn

Nisbet-efzâ-yı tarîkat rehber-i ilm-i butûn

Zübde-i erbâb-ı sâdât muktedâ-yı âharîn

Zü’l-cenâhayn Hâce İsmâîl Efendi hazreti

Vâris-i ekmel idi her hâlde gâyetle metîn

Fevziyâ üçler huzûrunda oku üç Fâtiha

Burdadır rûh-ı Ziyâ Hilmî Necâtî-i berîn

(بورده در روح ضياء حلمى نجاتىء برين) = 15 Cemâziye’l-evvel 1338/5 Şubat 1336/(1920)”

İstanbul vilâyeti müftüsü Hasan Fehmi Efendi’nin pederi, ulemâdan, fuzalâdan bir zât-ı âlî-kadr idi.

TEKİRDAĞLI MUSTAFA FEYZİ EFENDİ

Tekirdağlı merhûm Mustafa Feyzi Efendi dahi, ulemâdan bir zâttır. Yeni Câmi'-i şerîfde hadîs okutur idi. İrtihâlinde cenâzesi Süleymâniye’ye defn olunmak istenmiş iken, Ankara’dan müsâade olunmadığı cihetle, âhâr yere defn olunacağı sırada, telgrafla müsâade olunmakla buraya nakl ve defn edilmiştir.

Kitâbe-i seng-i mezârı:

Tekfûrdâğî merhûm Mustafa Feyzî

Gümüşhâneli’den almış idi feyzi

Post-nişîn-i sâbıkı vü dergehinde

468 + 410 + 173+ 294 =1345

Hem de mücîz idi ilm râhında.

İrciî” hitâbı irişdi nâ-gâh

İcâbetine evvelce olmuşdu âgâh

Kabrini ziyâret iden ihvân

Rûhuna Fâtiha kılsun ihsân

23 Muharrem 1345/(5 Ağustos 1926)

Vezni ve mevzunu hâric-i ez-kâide-i nazm olan bu kitâbenin, aynen istinsâh edilmiş olduğunu, kâriîn-i kirâm nazar-ı dikkatten dûr tutmamalıdır.

ŞEYH ÖMER ZİYÂEDDÎN EFENDİ

An-asıl Dağıstanlıdır. Çerkay muzâfâtından Mırtay karyesinde tevellüd etmiştir. Lezgî aşiretinin Avar cinsindendir. Şeyh Şâmil’in gazavât-ı ma’rûfesi esnâsında maıyyetinde hizmet etmiştir. Mevlidinde mukaddimât-ı ulûmu tahsîlden sonra, İstanbul’a hicret eylemiştir. Dersaâdet’e geldikten sonra, hem tahsîl-i ulûm-ı âliye ve êliyeye müsâreât ve hem de sâhib-i füyûzât-ı âliye, şeyh-i meşhûr, Gümüşhâneli el-Hâc Ahmed Ziyâeddîn Efendi’den iktisâb-ı füyûzât-ı ma’neviyyeye mübâşeret eylemiştir.

Tedrîsi mu’tâd olan ulûm-ı zâhireden, yine müşârünileyhden tekmîl-i nüsah-ı ilmiyye ile ahz-ı icâzet eylediği gibi, şeyh-i müşârünileyhin delâletiyle, seyr-i merâtib ederek, istihsâl-i hilâfet eylemiştir. Kuvve-i hâfızalarında(ki) metânet şâyân-ı hayret olup, Kur’ân-ı azîmü’ş-şânı Fâtiha-i şerîfe gibi kemâl-i sür’atle okuyacak derecede hâfız olduğundan başka, tercüme ettiği Zübdetü’l-Buhârî’yi ve ba'zı kütüb-i ehâdîsi ezber etmişti. Birçok sene hatm-i şerîfle terâvih kıldırdığı gibi, âhir ömrüne kadar Kur’ân-ı Kerîm’i altı sâatte evvelinden âhirine kadar ezber okumağa muktedir bir hâfız idi. Bu cihetten nazîri pek nâdir idi.

Ahz-ı icâzet-i ilmiyyeden sonra, 15 Muharrem 1297/(1 Ocak 1880) târîhinde alay müftüsü olduğundan, Edirne’de onaltı sene kadar hıdmet-i mezkûreyi kemâl-i istikâmet ü dirâyet ile ba’de’l-îfâ, Malkara kazâsı niyâbetini kabûl ile, bu hizmette dahi onüç sene kadar kalmıştır. Sonra Tekirdağ niyâbetine terfî’ edilerek, iki buçuk sene mikdârı da hıdmet-i mezkûreyi hüsn-i îfâ etmiştir.

İ’lân-ı Meşrûtiyyet’i müteâkib, Dersaâdet’e avdet ve bir müddet kaldıktan sonra, Medîne-i Münevvere’ye gidip, altı ay kadar da orada kalmış ve o sırada cânib-i Hicâz’a gelen Hidiv Abbâs Hilmi Paşa maiyyetinde, on seneden ziyâde Mısır’da, sarayda mazhar-ı i’zâz olmuştur.

1337/(1919) târîhinde Dersaâdet’e avdetle, Dâru’l-Hilâfe Medresesi’nde hilâfıyyât ve ba’dehû ilm-i hadîs tedrîs eylediği gibi, Gümüşhâneli merhûm(un) Dergâhı post-nişînliği inhilâl eylediğinden, hulefâ-yı mevcûdînin erşed ve a’lemi olduğundan, seccâde nişîn-i irşâd olarak, şart-ı vâkıf mûcebince irşâd ve tedrîs-i ilm ile iki sene meşgûl olmuştur.

Âzim-i dâri’l-karâr olarak Süleymâniye’de azîzinin yanına defn olundu. Târîh-i irtihâli 17 Rebîu’l-evvel 1340/(18 Kâsım 1921)'ta bir Cuma gecesidir. Sinni yetmiş idi.

Müşârünileyh, kerîm, sahî, ahlâk-ı hamîde ile muttasıf, muhaddis, âlim ve fâzıl idi. Zübdetü’l-Buhârî diye iki cild neşr olunan ehâdîs-i şerîfe, kıymetli bir hizmetin mahsûlüdür. (rahmetu'llâhi aleyh)

Muharrir-i fakîr bir gece meclis-i zikrinde bulunmuş idim.

221. sahîfede tercümesinden biraz bahis vardır.

KÂTİP el-HAC MUSTAFA FEVZÎ EFENDİ

Eğinli’dir. Nu’mân Efendi isminde birinin oğludur. Küçük yaşta İstanbul’a gelip, huzûr hocalarından Kasab-zâde Vâiz Efendi’nin dersine devâma başlayıp, ondan tahsîl görmüş ve ona dâmâd olmuştur.

Bahriye Dâiresi'ne intisâb ile berîk kâtibi, kalyon kâtibi olup, bi'l-âhare kolağalığına terfi’ etmiş ve tekâüd olmuştur. “Kâtib” diye şöhreti vardır.

Tekâüd olduktan sonra İstanbul’da Lastikçi Murtazâ Ticârethânesi’nde dört sene kadar vezne-dârlık edip, l Muharrem 1343/(2 Ağustos 1924) târîhinde irtihâl-i dâr-ı naîm eyleyip, Edirnekapı hâricinde Nakşî Tekkesi civârında defîn-i hâk-ı gufrândır.

Harâmeyn-i muhteremeyni ziyârete muvaffak olmuş idi. Tarîkaten bidâyet-i hâlde Gümüşhâneli merhûma intisâb ile, onbeş sene kadar onun dâire-i terbiyetinde perveriş-yâb olup, bi'l-âhare halîfe-i güzîni Hasan Hilmi Efendi merhûmdan ikmâl-i sülûka muvaffak olarak nâil-i hilâfet olmuştur.

Dindâr ve gâyet gayret-kâr olup, Hz. Şeyh-i Ekber efendimizin meslek-i şerîfine sâlik ve vahdet-i vücûd zevkine mâlik idi. Cerîde-i Sûfîyye’de vahdet-i vücûd’a dâir neşr eylediği makâlât, pek ârifâne ve âşıkânedir. İhvânının da bu zevke âşinâ birer merd-i rûşenâ olmasına pek hâhiş-kâr olup, mutaassıblara meydân okurdu. Neşr-i âsâra da meyli olup, sekiz kadarını bastırmış idi. Menâkıb-ı Ziyâiyye diye Gümüşhâneli merhûm için yazdığı manzûm eserin birinci kısmı, tercüme-i hâl ve menâkıb-ı âli’l-âl Hz. Ziyâeddîn’e âit idi. İkinci kısmı, râbıta ve âdâb-ı tarîkata ait bir eser-i manzûmdur. Menâkıb-ı Haseniyye nâmıyla şeyhi Hasan Hilmi Efendi merhûm hakkında yazdığı eser dahi şâyân-ı nazardır.

Adüvv-i ekber-i dîn-i Muhammedî olan Abdullâh Cevdet’e karşı reddiyye makâmında yazdığı İzhâr-ı Hakîkat şâyân-ı iltifât bir eserdir. Gayr-ı matbû' âsârı da varmış.

Dersten me’zûn, âlim, ârif ve âşık bir zât idi. Eş’âra meyl ü muhabbeti vardı. Fakat garâmiyyât ve şathiyyâta dâir değildir. Hîn-i irtihâlinde ellibeş yaşında imiş.

Manzûmâtından:

Sana senden seninle hamd idenler

Okurlar dersini ancak bilenler

Seni tevhîd iden anlar ancak

Odur mahz-ı ubûdiyyetde mutlak

Beni dûr itme onlardan ilâhî

Seni tevhîd ide kalbim ke-mâ-hî

Bu münâcât, Kitâbu İsbâti’l-Mesâlik mukaddimesindendir. Sözlerine dikkat edilirse, tamâmen vahdet-i vücûd neş’esine nâzırdır.

Nuûtundan:

Yâ Rasûla’llâh sana yüz tutdum îmân aşkına

Sen kabûl it bendeki ol Rabb-ı Mennân aşkına

Aşkını sînemde hıfz itdim ben îmânım gibi

Bahr-ı aşkım kükresin her demde cânân aşkına

Bir hakîkatla telakkî eylesin Fevzî seni

Sırrına mevdû’ olan envâr-ı irfân aşkına

                                                           *   *   *

Açılup dîde-i cânım bana cânân görünür

Tende cânım görünür sînede îmân görünür

Bu rehin zevkini gel âşık-ı bî-dillere sor

Neye baksan gözüne ol Şeh-i Adnân görünür

Bu reh’in hâkine kurbân olanın ey Fevzî

Bitevî âlem anın hâkine kurbân görünür

                                                           *   *   *

Eyâ sultân-ı iklîm-i sabâhat

Sana geldik kapunda bî-nevâyız

Ve yâ şâhen-şeh-i mülk-i sehâvet

Bizi redditme bâbından gedâyız

Risâlet bâğının ey serv-i nâzı

Tükendi Fevzi’nin sûz ü güdâzı

Budur dergâh-ı izzetden niyâzı

Şefâat isteriz ehl-i recâyız

                                                           *   *   *

Harîm-i bezm-i lâhûta giren Fahr-ı risâletdir

Cemâl-i pâk-i Mevlâ’yı gören Fahr-ı risâletdir

Burâk u Refref ü Cibrîl tahayyürde kalup bir bir

Nice yüzbin hicâblardan geçen Fahr-ı risâletdir

Geçüp arş-ı muallâyı kemâl-i aşk u hayretle

Huzûr-ı Rabb-i izzetde duran Fahr-ı risâletdir

Geçüben “Kâbe Kavseyni ev Ednâ[51] remzini duydu

Şarâb-ı lâ-yezâlîden içen Fahr-ı risâletdir

Bırakdı cism-i nâsûtu giyindi tâc-ı lâhûtu

Makâmât-ı taayyünden uçan Fahr-ı risâletdir

Güneh-kâr abdi Fevzî’nin ümîdi bir şefâatdır

Ki derdli kullara dermân viren Fahr-ı risâletdir

Uzunca boylu, zayıfça, mutevassıt sakallı, kumral saçlı, sert söyler, hadîdü’l-mizâc idi. Fâtih’de, Dıraman’da ihtiyâr-ı ikâmet ederdi.

Mir’âtü’ş-Şuhûd, Mîzânu’l-İrfân ve Şumûsu’s-Safâ dahi güzel eserlerindendir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

HÂFIZ AHMED ZİYAEDDÎN EFENDİ

Bu zât-ı muhterem Süleymâniyye’de Gümüşhâneli merhûmun kabr-i münevveri hizâsında medfûndur ki, kitâbe-i seng-i mezârı şöyledir:

إن الأنام متى انقضت آجالها

كفل القبور لها بعمر ثانى

فتعجبون ممن يزول وقبره

لا زال مأمورنا بكل زمان[52]

Gavsu’l-vâsılîn Gümüşhâneli Şeyh Ahmed Ziyâeddîn Efendi hazretlerinin hâdim-i hâssı ve Şeyh Hasan Hilmi Efendi hazretlerinin halîfesi ve Medîne-i Münevvere mücâvirîn-i kadîmesi, ecille-i kirâmından Şeyh Hâfız Ahmed Ziyâeddîn Efendi’nin halvet-gâh-ı ebedîsidir. el-Fâtiha. 5 Şevvâl 1340/(2 Haziran 1922) Cuma.”

Evvelce tabur İmâmlığında bulunmuş, sonra ihtiyâr-ı tekâüd eylemiş ve kırk seneyi mütecâviz Medîne’de mücâveret etmiş bir zât olduğu anlaşıldı. Bunun medfûn olduğu kabri, bidâyeten Ömer Ziyâeddîn Efendi ihzâr edip, bi'l-âhare burası Hz. Ahmed Ziyâeddîn’e uzaktır diye daha yakın bir yerde dîğer bir kabir ihzâr ederek, Ömer Ziyâeddîn Efendi vefâtında buraya defn olunmuş ve evvelki kabirde Ahmed Ziyâeddîn Efendi vedîa-i hâk-i mağfiret kılınmıştı. (Rahmetu’llâhi aleyhimâ)


/191/ ERBİLÎ ŞEYH MUHAMMED ES’AD EFENDİ

Zamânımız meşâyıh-ı Nakşiyye’sinin en ziyâde şöhret alanlarındandır. Tahmînen 1264/(1848) senesinde Kerkük sancağı mülhakâtından Erbil kasabasında âlem-i vücûda zînet-fezâ olmuşlardır. Pederleri Muhammed Saîd hazretleri tarîk-ı Nakşıbendî-i Hâlidî erkânındandır. Büyük pederleri Mevlânâ Hâlid’in hulefâsından es-Seyyid eş-Şeyh Hidâyetullâh Efendi’dir. Vâlide-i muhteremeleri cihetinden de seyyid-nesebdir. Şeyh Abdurrahmân Efendi nâmında birâder-i mükerremleri olup, Erbil’de mukîmdir.

Erbil’de Mevlânâ Hâlid hazretlerinin inşâ buyurdukları bir hânkâh-ı münîf vardır ve bu âileye terk buyurulmuştur. Meşîhati büyükten büyüğe intikâl eylemesi meşrûttur.

Es’ad Efendi, Erbil’de tahsîl-i kemâlât eyledikten sonra, Nakşıbendî meşâyihinden Tâhâ el-Kürdî el-Harîrî hazretlerine intisâb eylemiştir ki, bu şeyh-i mükerrem bir vâsıta ile Mevlânâ Ziyâeddîn Hâlid hazretlerine muttasıldır.

اسعدا يافت شرف از قدمش فرش حرير

ظن ميران كه حريراست سر زينت شيخ[53]

buyurmaları şeyhlerine olan münâsebeti beyân içindir.

Es’âd Efendi, gâyet zekî, fatîn, sür’at-i intikâle mâlik, tarîk-ı aşka sâlik bir zât olduğundan, isti’dâd-ı Hudâ-dâdları te’sîriyle, az vakitte keşfiyyât-ı ilmiyye vü irfâniyyeleri gün-be-gün tezâyüd eyledi. İlm-i tefsîr ve ilm-i hadîste yed-i tûlâ sâhibi oldular. Lisân-ı Arabî vü Fârisî’nin gavâmız-ı edebiyyesine vukûf-ı tâmları olduğundan, tâlib-i irfân olanlar, çeşme-i füyûzâtlarından müstefîd olurlar.

Bir müddet sonra ziyâret-i Haremeyn-i Muhteremeyn ârzûsuyla ol cânib-i şeref-câlibe azîmet ettiler. Bu sırada Şeyh Tâhâ hazretlerinden müstahlef olmuşlardı.

Hicâz’dan İstanbul’a geldiler. Burada bildiği kimse yok idi. Kemâlât-ı ilmiyyelerini de izhâr etmek istemezlerdi. Evvel emirde bir zâtın delâletiyle Salkımsöğüt’te Beşir Ağa Dergâh-ı şerîfine misâfir olup, bir müddet burada kalmışlardır. Görüşenler meftûn-ı irfânı oldular. Tekrâr görüşmeye hâhiş-kâr bulundular. Gelen giden çoğalmaya başladı. Fakat Beşir Ağa Dergâhı şeyhi, Hz. Es’ad’ı kıskandı, istirkâba başladı, âsâr-ı istiskâl gösterdi. Es’ad Efendi li-zarûratin burayı terk ile Bâyezîd’de Parmakkapı’da Makasçılar içindeki câmi'-i şerîfin müezzin odasına nakl etmiştir. Buraya dahi gelen giden mütezâyid idi. Ba'zı zevâtın gösterdiği ârzû üzerine, Fâtih Câmi'-i şerîfinde /192/ Hâfız Dîvânı okutmaya başladığından, hayli erbâb-ı aşk cem’ olmuştu. Bir aralık Mevlânâ Câmî’nin Lüccetü’l-Esrâr’ını okutmuş ve her hafta Salı günleri meclis-i irfânları ehl-i aşk ile dolmuştur.

Bâyezîd dersiâmlarından Yektâ Efendi dûçâr-ı istiğrâk olmuş idi. Hz. Es’ad onu bu istiğrâktan kurtardığından, Yektâ Efendi herkese hâl-i Es’ad’dan haber verip, ona arz-ı nisbete teşvîk ve terğîb mesleğini tutmuştur. Es’ad Efendi’nin kemâl-i irfânı iyiden iyiye şâyi’ oldu. Merhûm Dervîş Paşa-zâde dâmâd-ı pâdişâhî Hâlid Paşa, Hz. Şeyh’in nûr-ı irfânından müstefîd olmak emeliyle saraya da’vet etmiş. Birbuçuk sene saraya müdâvemetle ulûm-ı Arabiyye vü dîniyye tedrîs eylemiştir.

Şöhretini Sultân Abdulhamîd Hân-ı sânî haber aldıkta, kadrini i’lâen Meclis-i Meşâyıh a’zâlığına ta’yînini irâde etmiştir. Hz. Şeyh, meclis günleri meclise, ders günleri Fâtih’e ve ara sıra Saray’a giderlerdi. Bu sırada Sultân Bâyezîd Câmi'-i şerîfi imâretinin kapısı üstündeki odalardan meydâna nâzır olan odaya nakl-i mekân eyledi. Bir müddet sonra Macuncu civârındaki Kelâmî Dergâhı meşîhati inhilâl edince, kendilerine tevcîh olunarak, burada Cuma günleri ikindiden bir sâat evvel meclis-i zikr teşkîline ve tullâb-ı ma’rifeti irşâda başladılar.

Kelâmî Dergâhı, Kâdirî tekkesidir. Hz. Şeyh, tarîk-ı Kâdirî’den de müstahlef olduklarından, evvel emirde kuûden Kâdirî evrâdı okumak sûretiyle Kâdirî âyînini icrâya, ba’dehû hatm-i hâcegânı îfâya şitâb ederler.

Burada şöhretleri büsbütün şâyi’ oldu. Fâtih ulemâsından olup, râbıtayı putperestlik, tarîkata intisâbı dalâlet addeden nice mutaassıbîn-i zamân, Hz. Şeyh’in kemâlâtına meftûn olarak arz-ı intisâb ile vâdî-i dahl ü ta’rîzdan rû-gerdân oldular. Cenâb-ı Es’ad’da gördükleri kemâl-i irfânın karşısında hepsi boyun eğdiler. “Esnâ-yı zikrde, sağa sola sallanmak, alâmet-i rakstır, harâmdır.” diye bağıranlar, meclis-i zikrlerinde, zıp zıp sıçramaya başladılar. Vaktiyle ta’riz-kâr oldukları râh-ı hakîkata bağlandılar. Lisânlarına mühr-i sükûtu vurdular. “Her ne var ise hâlet-i mestânede vardır.” denilmesinin bir hakîkat olduğuna îmân ettiler.

Cenâb-ı Es’ad’ın hâli /193/ herkesi kendine esîr etmiştir. Tarîk-ı Nakşıbendî’de sohbet esâs olduğundan, bir zamânlar Cuma günleri zikirden evvel ve sonra hikmet-i edeb ve neş’e-i tarîkattan ve esrâr-ı aşk u muhabbetten uzun uzadıya bahs ederlerdi. Meclis-i sohbetinde bulunan erbâb-ı taassub, hâl-i temerrüdden ferâgat eder, “Bu iş bizim anladığımız gibi değilmiş.” diye yumuşar, derhâl teslîm olurdu ve el’ân böyledir.

Es’ad Efendi bir aralık Halıcılar’da kâin Hacı Feyzullâh Efendi hazretlerinin dergâh-ı münîflerine de devâm buyurmuşlardı.

Bir aralık Kenzü’l-İrfân nâmında binbir hadîs-i şerîften mürekkeb eseri cem’ ve telfîk ile tab’ ettirmişlerdir. Selîka-i kalemiyyesi ve tarz-ı ma’nâdaki tevcîhi kendisini sahîfe-i edebiyyâtta ser-nâme-i mübâhât eyleyecek derecededir. Mukaddimesini kısmen ve aynen nakl ediyorum:

“Şu bedâyı’-hâne-i âlemde cevher-i insâniyyeti şa’şaa-dâr eden ne kadar ahlâk-ı hamîde ve evsâf-ı cemîle var ise cümlesi ummân-ı irfân olan peygamber-i zî-şân efendimiz hazretlerinden alınmış ve tercümelerle bütün cihâna dağılmış iken, maârif-i İslâmiyye’den bî-behre kalan nev-resîdegân-ı zamândan ba'zıları(nın), gûyâ menba’-ı maârif ecânibde imiş, zu’m-ı fâsidine düştüklerini vakit vakit işitir, müteessir olur idim.

Bir gün şu zehâb-ı bâtılı, iki genç lisânından bi'z-zât dahi işitmekle, ol bâbdaki teessürâtım arttı. Binâenaleyh nihâyeti vahîm olan bu gibi efkâr-ı sakîmeden ihvân-ı dînimizi kurtarmak üzere Nebiyy-i müşârünileyh efendimiz hazretlerinin ehâdîs-i şerîfelerinden saâdet-i dîniyye vü dünyeviyyeyi müştemil ve mütekemmil binbir kadarını cem’ ve tercümeye başladım. Ümîd ederim ki Kenzü’l-İrfân ser-lavhasıyla tab’ u neşr edilen şu eser-i âcizânemi mütâlâa edenler, artık ahlâkı hamîdenin menbaı ve ulûm ve maârifin mecmaı(nın) dîn-i mübîn-i İslâm olduğunu tasdîk ve her türlü hâllerini irâdât-ı ilhâm-ı gâyât-ı Cenâb-ı risâlet-penâhîye tatbîk ile ilmen ve amelen saâdet-i dâreyne mazhar olurlar. Ve mina’llâhi’t-tevfîk.”

Müteahhirîn-i urefâ-yı İslâmiyyeden olup, tercüme-i hâllerini bâlâda yazdığım Giridî Muhtâr Efendi merhûmla muhabbet-i fevka'l-âdeleri vardı. Bu esere yazdıkları takrîzden bir kısmı :

/194Söyle kimdir hâzin-i dâniş-ver-i ulviyyetin

Kim seni keşf itdi ey kenz-i hakâyık-ihtivâ

Himmet-i ulyâsı şöhret-gîr olan ârif midir

Eyleyen senden nikâb-endâz-ı eşkâl u hafâ

Mürşid-i rûşen-güher allâme-i ulvî-nazar

Şeyh Bistâmî-siyer minhâc-ı Hakk’a pîşvâ

Hazret-i Es’ad Efendi kim uluvv-ı şânını

Dâniş ü irfânını tasdîk ider ehl-i nühâ

Tenk-destân-ı maânî-i hadîs-i envere

Kenz-i İrfân açdı ol gencûr-ı irşâd u tukâ

Ulemâ-yı kirâmdan Ca’fer Efendi tarafından yazılan Arapça takrîzden:

فلما كحلت طرف الطرف باثمد هذه الرسالة المباركة المسماة بكنز العرفان فى احاديث نبي الرحمة التي الفها الشيخ العالم الفاضل و الانسان الكامل سيدي الشيخ الحاج اسعد افندي الاربيلي سيخ تكية كلامي اطال الله بقاه ومتعنا الله ببركات كنز العرفان فوجدتها رسالة جامعة لحقائق الكمالات العلمية العملية.[54]

Şuarâdan Hamdî Bey nâmında biri Hz. Şeyh’i bir eserinden dolayı Sultân Abdulhamîd-i sâniye gamz etmiş, verdiği jurnalde, “Bu eser gençlere hitâben yazılmış. Onların efkârını tenvîre meyl-i kelâm olunmuş ve ( سافروا تصحوا)[55] hadîs-i şerîfi münâsebetiyle, “Ecnebiye kaçınız.” diye teşvîkâtta bulunmuş.” diye tahrîf-i hakîkatla münâfıklık etmiş idi.

Erbâb-ı kemâlin ekseriyyetle başına gelen hâl, Cenâb-ı Es’ad’ın da başına geldi. Abdulhamîd’in irâdesiyle Erbil’e nefyen i’zâm edildi. Bir cihetten de dergâha gelenler meyânında vüzerâdan, müşîrândan, ricâl-i ilmiyyeden pek çok zevât, o zamânın îcâbınca nazar-ı dikkati celb ediyordu. Bu cem’iyyeti dağıtmak lâzım geliyordu.

1 Haziran 1316/(13 Haziran 1900)’da Hz. Es’ad, Erbil’e gitti. Cümle mürîdân ve muhibbân nâr-ı hasretiyle yandı kavruldu.

Erbil’de bir sâliha hâtûn, teberrüken bir dergâh-ı şerîf inşâ ederek, kendilerine teslîm olunmasıyla, burada ihtiyâr-ı inzivâ ile meşgûl-ı irşâd oldular. İstanbul’daki mürîdân ve muhibbânından yazılan tahâssür-nâmelere ayrı ayrı cevâb-nâme yazarlardı. Yazdıkları mektûblar herkesin isti’dâdına göre hakâyıkı câmi’ birer nüsha-i nefîse olup, mikdârı çoğalıp, bi'l-âhare toplanarak kitâb sûretinde tab’ olunmuştur.

Kendilerine muhabbet-i mahsûsa-i âcizânem olup, mükerreren şeref-yâb olmuş idim. Vâdî-i ihlâsta takdîm eylediğim arîzama yazdıkları cevâb-nâme aynen telsîk olunmuştur:

/195/ “İzzetlü Hüseyin Vassâf Bey Efendi birâderimize!

Bu zerre-i hakîrin bâdî-i tesrîri ve dîde-i ârzûmun medâr-ı mefharet ü tenvîri bulunan bir kıt’a iltifât-nâme-i maârif-i allâmeden vâsıl-ı eyâdî-i şükrân olarak duâ-yı bî-riyâdan îsâl-i bârgâh-ı Cenâb-ı Kibriyâ kılındı. Hazîneyi, harâbede taharrî ve dâne-i saâdeti lâne-i tarîkatta telâkki eden urefâ-yı zurefâdan olduğunuz bedîhî bulunduğundan, Hak teâlâ hazretlerine arz-ı şükrân edildi.

Ma’lûm-ı âlîleri olduğu gibi, tarîkat-ı aliyyenin esâsı, ya'nî medârı iktibâsı, in’ikâs üzerine mübtenî bulunduğundan, hilkat-ı beşeri teşkîl eden letâif-i aşereyi, zikru’llâh ile mübeşşer ve medîne-i cismâniyyeti muhabbetu’llâh ile münevver eylemek ancak bir bende-i murâdu’llâhın sohbeti ve bir abd-i fenâ fi’llâhın feyz ü bereketi sâyesinde müyesser olabileceği tabîîdir. Bu gibi zevât ise hasbe’l-vakt kibrît-i ahmer gibi ender bulunduğundan, ( من اعتقد بحجر لنفعه)[56]  hadîs-i şerîfine ittibâen hâdim-i şerîât ve sâlik-i râh-ı tarîkat olan bir mestûru’l-adâle, ihlâs ve muhabbet ve musâhabe-i cismâniyye mümkin olamadığı takdîrde, (وَكُونُواْ مَعَ الصَّادِقِينَ )[57] âyet-i celîlesine imtisâlen, gıyâben rabt-ı rûhâniyyet eylemek zarûrî bulunmuştur.

Kalbi zâkir idemez râbıtasız ferd-i beşer

Dökülür kevser-i ezkâr gönülden gönüle

fehvâsınca bu gibi bir râbıta ve muhabbete mâlik olan zât dünyâda ibâd-ı sâlihîn adâdına dâhil ve ukbâda evliyâ-yı kirâmın şeref-i maiyyetine nâil buyurulacağı şübhesizdir.

[58]( قال النبي المكرم صلى الله عليه وسلم  يحشر المرؤ مع من احبه)

Fakîriniz zât-ı âlînizi sevdim. Hem de cân u gönülden sevdim. İnşâallâh duâda kusûr etmem. Ârzû buyurulur ise, sevdiğim fazîletlü Hoca Yektâ Efendi hazretleriyle de görüşebilirsiniz.

Kâsımpaşalı Cemâl Efendi birâderimize bi’l-hâssa selâm olunur. Cenâb-ı Hakk’a emânet.

Bâkî, es-Selâmu aleyküm

15 Temmuz 1321/(30 Temmuz 1905)

    ed-Dâî Es’ad”

1324/(1908) senesindeki inkılâb-ı hükûmet üzerine müştâkkân-ı irfânı tarafından edilen da’vete binâen, 12 Zilka'de 1326/23 Teşrînsânî 1324/(4 Şubat 1908) târîhinde Dersaâdet’i tekrâr teşrîf buyurdular.

Hz. Şeyh’in Bağdâd’a dahi seferleri vardı. Orada me’mûrîn-i zâbıtadan âşık-ı sâdık Hacı Mes’ud Bey’i istihlâf buyurmuşlardır.

/196/ Kelâmî Dergâhı fevkâni' olarak tecdîd edilmiş iken, bi'l-âhare cemâatin ziyâdeliği hasebiyle mevcûdu istîâb edemediğinden, zemîn kat üzerine tevsîan inşâ olunmuş ve son zamânlarda tevsî’ edilmiştir. Her Cuma günleri burası mecma’-ı uşşâk olmaktadır. Bir müddet sonra Üsküdar’da Selîmiye Dergâh-ı şerîfi meşîhatı münhal olunca, uhde-i ârifânelerine alarak mahdûmları Ali Efendi’yi burada seccâde-i meşîhata ik’âd ile, ara sıra kendileri de teşrîf buyurmaktadırlar.

Kendileri, 1332/(1914) senesinde Meclis-i Meşâyıh Riyâseti’ne ta’yîn buyurulmuşlardı. Riyâsete geçtikleri zamân, tekkelerin ıslâhı ve meşîhatlara ehil ve erbâbının ta’yîni ve evlâd-ı meşâyıhın hüsn-i terbiyelerini te’mîn esbâbına tevessül buyurmuşlardı. Bi'l-âhare riyâsetten inzivâ eylediler.

Pek çok halîfe yetiştirdiler. Anadolu ve Rumeli’de, pek çok yerlere i’zâm eyledikleri gibi, İstanbul ve havâlisinde de halîfelerini mahalle cevâmi-i şerîfelerinde hatm-i hâcegâna me’mûr etmek ve ahâlî-i beldeyi tarîkata ısındırmak, sâlikîn sırasına sokmak için büyük gayret sarf etmekte olduklarından, hâl-i hâzırda kendilerine ve hulefâsına müntesib olan zevâtın miktarı azîm bir mikdâra bâliğ olmuştur. Hele ricâl-i ilmiyyenin kendilerine karşı gösterdikleri âsâr-ı ta’zîmi gördükçe kalbim münbasıt olmaktadır.

Uzuna karîb boylu, beyâz sakallı, süzme gözlü, esmeru’l-levn, şişmana karîb vücûdlu, güler yüzlü, tatlı sözlü, vakâr sâhibi bir zât-ı âlî-kadrdir. Son zamânlarda neccâr,  takkesi üzerine beyâz sarık sararlar. Şahıslarında câzibe ve heybet vardır. Meclis-i zikrlerinde dûçâr-ı vecd olanlar çoktur. Sinleri hâlen seksene karîbdir. Hâfızaları pek kuvvetli olup, bir kaç sene evvel mülâkî oldukları bir zâtı derhâl tanırlar ve hattâ ne konuştuklarını bile tekrâr ederler. Büyük bir zekâ-yı fitrîye sâhibtirler.

Matbû' ve mürettep Dîvân’ından:

اى شاه سوار دشت لولاك

وى صدر نشين تخت افلاك

اندازهء قدر وحشمت تو

بيرون ز خيال فهم وادراك

تشريف تو با چنين جلالت

افزود شرف ز عنصر خاك

در عشق تو ماند كل چو بلبل

در باغ درون و سينهء جاك

/197/  دور از تو كدام شادمانى

پرسد زمن خزين و غمناك

هر چند كه ابر و ندارم

دارم املى ز چشم نمناك

با دولت عشق نو توان شد

در هر دو سرا غنى و بي باك

در روز جزا ز حال اسعد

حاشا كه نبرس ثم حاشاك[59]

                    

*     *    *

Benim evc-i semâ-yı uzletin hurşîd-i rahşânı

Benim iklîm-i renc ü mihnetin sultân-ı zî-şânı

Hümâ-yı himmetim cevlân-geh-i eflâke baş eğmez

Tecerrüd âleminde lâ-mekândır şimdi seyrânı

Ser-â-pâ genc-i aşkım sîm ü zer kaydından âzâdım

Cihânı doldurur göz yaşımın yakût u mercânı

İder baht-ı siyâhımdan şeb-i deycûr-ı deryûze

Boyar mâh-ı zer-efşânı ger olsa gökde cevlânı

Derûn-ı dilde ey cân dâğ-ı firkat lâle-zâr açmış

Unut Es’ad gibi sen de riyâz-ı bezm-i ihvânı

Tahmîslerinden :

Mecrûh olalı gamze-i hunhâr-ı nigâra

Cânsız cesedim benzedi bir seng-i mezâra

Doktora didim var ise rahmin dil-i zâra

Çek neşterini açma sakın yâreme yâre

Aşk hastasıyım nâfile yok derdime çâre

                     *   *   *

Var meclis-i rindâna mey iç aşk-ı Hudâ’dan

Vir kuvveti pâzûya dem ur milk-i bakâdan

Put-hâneye benzetme için hubb-ı sıvâdan

Bir katre içen çeşme-i pür-hûn-ı fenâdan

Başın alamaz bir dahi bârân-ı belâdan

                     *   *   *

Dünyâya misâfir gelenin râhatı yoktur

Endîşe-i râh u hatar u haşyeti çokdur

Her çend ki Es’ad bu gibi korkusu çokdur

Bu bâğ-ı cihân içre hevâ yolları çokdur

Şemsî yürü sen Hakk’a giden râhı unutma

                     *   *   *

Bir perîşân hâle düşdüm kıl inâyet sâkiyâ

Hâk-i râhından diler çeşm-i ümîdim tûtiyâ

Oldu Es’ad gibi gönlüm kayd-bend-i evliyâ

Kalmadı hâtır nevâ-yı nâleden ol Hilmiyâ

Hem-dem olmuşdur bu mihnet-gâhda efgâne ney

Âsârı:

1. Dîvân-ı latîfleri ,

2. Hz. Şeyh-i Ekber efendimizin Risâle-i Tevhîdiyye tercümesi,

3. Mektûbât

4. Müteaddid manzûm ve mensûr resâil.

/198/ Dîvân’larına yazdıkları mukaddimedir :

“Makâm-ı velâyetleri derece-i sübûta varmış ve fazl u kemâllerinin şâhidi hadd-i tevâtürü geçmiş bulunan eâzımın ba'zıları, tab’an latîf, meşreben zarîf oldukları ve bir hayli manzûmelerinde mey ve mahbûbdan bahs etmekte bulundukları, cümlenin ma’lûmudur. Bu ise âyât-ı kerîmedeki mecâzlardan, istiârelerden zevk alamayan ve bâ-husûs i’tirâz etmeyi i’tiyâd etmiş bulunan hod-pesendânın i’tirâzını câlib olduğundan, müşârünileyhim hazerâtının bu misillü elfâzdan maksadlarının ne olduğunu beyân etmek, fâideden hâlî olmasa gerektir. Ma’lûm ola ki, nefs ü şeytâna mahkûm; hevâ vü hevese mağlûb olanlar, tarîk-i sûfîyyeye sâlik bulunanların bilcümle lezâiz-i insâniyyeden mahrûm kaldıklarını i’tikâd edinmişler ve bu hayâl-i fâsid ile hâllerini füyûzât-ı ma’neviyyeden nevmîd ve istikbâl-i uhreviyyelerini bu sûretle tehdîd eylemişlerdir.

Binâenaleyh bu hakîkati anlayan ve bu misillü zehâb-ı bâtılın ta’dîlini ârzû eyleyen evliyâ-yı kirâmın şuarâ-yı benâmından bir çoğu, tarîk-ı sûfîyyede mevcûd olan îş u işretten; şevk u şetâretten; mey ü meyhâneden, pîr-i mugândan; sâkî vü sâğardan, bezm-i tarabdan, mutrib-i mugannîden, mahbûb-ı hakîkîden dem urmuşlardır ve ehl-i mecâzın anlayabileceği ta’birât ile manzûmeler inşâd buyurmuşlardır. Şu kadar var ki, bunların mahbûbu, mahkûm-ı zevâl olmayan Zü’l-Celâl hazretleriyle enbiyâ ve evliyâ-yı kirâmın cemâl-i bâ-kemâlleridir.

Mey dedikleri şey, gam u kasvet-i dünyeviyyeden eser bırakmayan muhabbetu’llâhdır. Meyhâne ise, sâlikân için te’sîs edilmiş ibâdet-hânelerden ibârettir. Pîr-i mugândan maksad, mürşid-i kâmildir. Sâkî ise, o muhabbeti kulûb-ı müsterşidîne ifrâğ için vâsıta olan hulefâdır. Bezmleri, sâlikânın müctemian ezkâr-ı şerîfe ve terennümât-ı latîfe ile bâde-i nûş-ı muhabbet ve sermest-i îş u işret oldukları demlerdir.”

Evlâdı :

Esmâ Hânım isminde bir kerîmeleri, esnâ-yı râhta vefât etmiştir. Saâdet Hânım isminde dîğer bir kerîmesi vardır. Şeyh Ali ve Şeyh Muhammed Efendiler mahdûmlarıdır. Bir hafîdlerinin ismi Tâhâ’dır.

Ecell-i Hulefâsı :

Hacı Mes’ûd Bey, Tal’at Bey, Hâfız Mustafa Efendi, Seyyid Kemâl ve Hüseyin, Müftü Şeyh Muhammed ve Müderris Ali Rızâ, Şeyh Sırrı, Hacı Nûri ve Yektâ, Samatya İmâmı Ali ve Âsım Efendilerdir. Müşârünileyhimden Yektâ, Ali ve Âsım Efendiler ahîren irtihâl-i dâr-ı na’îm eylemişlerdir. (Kaddesa'llâhu esrârahum)

/199/               Gül-zâr-ı Hâlidî’de bir bülbül-i hoş elhân

Misbâh-ı Kenzü’l-İrfân subh u mesâ pür-efgân

Cenâb-ı Şeyh Es’ad bir mürşid-i dil-evced*

Delîl-i râh-ı emced bütün âşıklara cân*

Kemâl-i aşka mazhar cihân-ı dilde server*

Tarîk-ı Hak’da rehber bir şeyh-i kâmil insân*

Ol menba’-ı kemâlât ol sâhib-i kerâmât

Ol rehber-i saâdât hikmet-nümâ-yı irfân

Cânâ o şeyhi er bil mevtın-şerîfi Erbil

Vassâf’ı sevdi ez-dil eyler cihâna i’lân

                                               *   *   *

Ma’rifet-bülbül-i hoş elhânı

Hazret-i Es’ad-ı Erbîlî’dir

Cân-ı uşşâk-ı kerâmet-kânı

Hazret-i Es’ad-ı Erbîlî’dir

Nûr-ı irfân ile şöhret-efzâ

Hazret-i Es’ad-ı Erbîlî’dir

Doğrusu ârif-i esrâr-ı Hudâ

Hazret-i Es’ad-ı Erbilî’dir

Kalb-i Vassâf'a safâ-bahş-ı kerem

Hazret-i Es’ad-ı Erbîlî’dir

Urfalı Şeyh Safvet Efendi tarafından 1329 sene-i hicriyyesinde (1911) neşr olunan Tasavvuf Cerîdesi’nde tafsîlen mezkûr olduğu üzere, o zamân teşekkül eden Cem’iyyet-i Sûfîyye’ye reîs-i sânî olmakla, tasavvufda bu münâsebetle güzel makâleler neşr etmişlerdir. Mütâlâası tavsiye olunur.

Bir makâlesinin altına Tasavvuf Cerîdesi nâmına şu satırlar yazılmıştır:

“Sâhib-i makâle Şeyh Muhammed Es’ad Efendi hazretlerinin asr-ı hâzırın ecille-i ricâl-i ilmiyye ve ekâbir-i meşâyıh-ı sûfîyyesinden oldukları, ihvân-ı tarîkat ve tâlibân-ı hakk u hakîkatin ma’lûmudur.

İ’lân-ı Meşrûtiyet’ten mukaddem, merkez-i hilâfette sâlikân-ı tarîk-ı ilâhîyi dil-sîr-i fuyûzât etmekte iken, istibdâd-ı leîmin a’lâm u meâlim-i dîniyyeye son bir darbe-i elîmesi olarak hıtta-i Irâkiyye’ye doğru bir hicret-i ıztırârîye mübtelâ olmuşlar idi. Meşrûtiyyet-i mübeccelemizin işrâkât-ı bâhiresiyle berâber, İstanbul’un erbâb-ı iştiyâk ve ashâb-ı eşvâkı arasında, âfitâb-ı cemâl-i irşâdı tekrâr tecellâ-bahşâyı envâr olmuştur. Böyle bir üstâd-ı kâmil ve mürşid-i mükemmilin iltifât ve teveccühât-ı kudsiyyesine mazhariyyetimizden dolayı tahdîsen bi’n-ni’me arz-ı bahtiyârî eyleriz.”

Bu ibâreden da anlaşılıyor ki, müşârünileyh ehl-i ilm ü irfân arasında mevki sâhibidir. Tekkelerin şeddinden sonra, sokağa çıkmamaya karâr vermiş, büsbütün inzivâ-güzîn olmuştur. 

/201/ ŞEYH MUHAMMED YÂSÎN NÂFİ’ EFENDİ

Nakşıbendî ve Kâdirî meşâyıhındandır. Haleb’de İdleb nâm şehirde doğmuştur. Pederi es-Seyyid eş-Şeyh Ömer Efendi, onun pederi es-Seyyid eş-Şeyh Ahmed Efendi, onun pederi es-Seyyid eş-Şeyh Ahmed Efendi, onun pederi es-Seyyid eş-Şeyh Berekât Efendi el-Mertînî’dir. Mertîn, İdleb kazâsına tâbi’ bir karyedir.

Bi-hakkın tahsîl-i kemâlât eylemiş âlim, fâzıl, âbid, muttakî, zâhid ve ehl-i hâl bir zât-ı âlî-kadrdir. Hz. Şeyh-i Ekber efendimize silsileten merbûttur. Silsile-nâme-i tarîkatı 123. sahîfede aynen derc olunmuştur.

Niyâbet mesleğine sülûk etmiş ve memleketimizde pek çok yerlerde niyâbet etmiştir. Bir kazâ niyâbetinden avdet edince, İstanbul’u ihtiyâr eylediğinden, Tâhir Ağa Dergâhı’nda Şeyh el-Hâc Ali Behcet Efendi’ye misâfir olurlardı. Yirmi sene kadar İstanbul’a gelip gitmeleri devâm etmiştir. Beş altı sefer yapmışlar, memleketlerine gidip gelmişlerdir. Kendileri huffâz-ı kirâmdan bulunduklarından, dergâhda ale’l-ekser İmâmet ederdi. Hüsn-i hâliyle ve feyz ü kemâliyle herkese kendilerini sevdirmiş; herkesin hürmet ve ta’zîmini elde eylemiş idi. Hattâ mefharü’l-ulemâi’l-müteahhirîn Fetvâemîni Hacı Nûri Efendi merhûm, Şeyh-i müşârünileyh hakkında pek ziyâde hürmet-kâr olmuşlar idi. Dâimâ aratır, sorarlardı.

Ziyâret-i Haremeyn-i muhteremeyne dahi mazhar olup, İstanbul’da bulundukları zamân Mevlevî Es’ad Dede hazretleriyle de hem-sohbet olurlardı. Son zamânlarında Es’ad Dede kendilerini medreseye almış idi. Tahmînen 1320/(1902) târîhinde memleketinde irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir.

Gâyet müsin idi. Uzuna karîb boylu, ak sakallı, vechen beyâz, gözleri maviye meyyâl olup, mütenâsibü’l-endâm idi. Dâimâ Arapça tekellüm ederlerdi. Sükne (سوكنه) kazâsı niyâbetinde bulundukları zamân, Seyyid Muhammed-i Senûsî hazretleriyle hem-sohbet oldukları ve meyânelerinde sohbet-i kâmile cârî olduğu, Hz. Senûsî’nin müşârünileyhe göndermiş oldukları mektûbdan nümâyân olur ki, bu mektûbun bir sûretini Şeyh Behcet Efendi hazretlerinden aldım, ber-vech-i âtîdir:

بسم الله الرحمن الرحيم.

إنه من عبد ربه سبحانه محمد المهدى ابن السيد محمد بن على بن السنوسى الخطابى الإدريسى إلى ذى المكارم المعطارة والمحاسن المدرارة والشمائل العطرة والمناكب النضرة سليل المعالى حسنة الأيام والليالى محبنا الأتر الشيخ محمد يس نائب قضاء سوكنه. أعلا الله مقامه وبلغه من خير الدارين مرامه. آمين.

وبعد : اهداء سلام أسنى وتحية عاطرة /202/ حسنى. فإنه قد وصل إلينا المشرف الأكرم والخطاب الأفحم فحمدنا الله عز وجل على وصوله وتحققنا صفاء المودة من جمله وفصوله أدام الله على الجميع سوابغ نعمه وهوامع فضله وكرمه وإن سألتم عنا فصنونا السيد محمد الشريغ وكافة الإخوان على أكمل الأحوال داعون لكم ببلوغ الآمال والتوفيق فى الأقوال والأفعال وعلى الله القبول.

وقد ورد علينا ولدنا الشيخ حامد بركاه على أكمل حال وأثنى عليكم بالثناء الجزيل وذكركم بالذكر الجميل فالحمد لله على ذلك والشكر لله على ما هنالك ومؤلفكم الحليل قد حصل الإطلاع على بعضه ولم يتيسر لنا ختمه لقصر مدة إقامته حامله بهذا الطرف وهاهو واصلكم صحبته وعمدناه على استنساخه وارساله إلينا أثر التمام لأجل اتمام المرور عليه. جعله الله من خير الأعمال وأنا لكم فى الدارين أفضل منال بحرمته النبى صلى الله عليه وسلم والصحب والآل ولازلنا داعين لكم بصالح الأدعية وبلوغ الأمنية.

وعلى الله القبول إنه خير مأمول وأكرم مسؤل وبلغوا منا أتم السلام إلى جميع الإخوان ومن عندنا مسلم عليكم صنونا وكافة الإخوان والسلام.

يصل إن شاء الله إلى سوكنة ويحظى بلثم أنامل محبنا الأمير الشيخ محمد يس أدام الله عزه. آمين. 8642

22 شعبان 1304

الواثق بعناية المعيد المبدى    

السيد محمد ابن السنوسى المهدى   [60]

Bu mektûbdan anlaşıldığına göre Şeyh Muhammed Yâsîn Nâfi’in müellefâtı da vardır. İstanbul’da iki halîfelerinin biri Muhammed Es’ad Dede Efendi, dîğeri Şeyh Ali Behcet Efendi hazerâtıdır.

ŞEYH YEKTÂ EFENDİ

Fuzalâdandır. Ayasofya dersiâmlarından a’mâ Hâfız Efendi’den mücâzdır. Kendisi de i’tâ-yı icâzeye muvaffak olmuştur. Lisân-ı Fârisîye hakkıyla vâkıf idi. Şeyh Es’ad Efendi hazretlerinden müstahleftir.

Pek âşık ve ârif bir zât idi. 15 Şubat 1325/(1909) târîhinde irtihâl-i dâr-ı naîm eyledi. Eyüp’te Kırkmerdiven nâm mahalde âilesi kabristanına defn olundu. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Âsârı :

- Mirkâtu Ta’lîkât,

- Halebî Haşiyesi,

- Tasavvurât-ı Seyyidîn’e Ta’lîkât,

- Taşköprü Haşiyesi,

- Şurût-ı Salât Haşiyesi,

- Aruz Haşiyesi,

- Alâka Haşiyesi. Bunlar matbû'dur.

- Sûre-i Rahmân Tefsîri,

- Sûretü’l-Beled Tefsîri,

- Meclisü’l-Hümeze Şerhi. Bunlar gayr-ı matbû'dur.

/203/ ŞİRVÂNÎ ŞEYH İSMÂÎL EFENDİ

es-Seyyid eş-Şeyh İsmâîl Sirâceddîn en-Nakşıbendî el-Hâlidî eş-Şirvânî hazretleri 1197 sene-i hicriyyesinde (1783) Şirvân vilâyeti dâhilinde Şemâhî kazâsına tâbi’ Kürdemîr karyesinde doğdu. Âbâ vü ecdâdının eserine ittibâen Şemâhî ulemâsından Muhammed Nûri Efendi’den ahz-i ilme mübâşeret eyledi. 1205/(1791)’te Erzincân’a azîmet ve meşâhîr-i fuzalâdan Evliyâ-zâde Abdurrahmân Efendi’nin bezm-i irfânına müdâvemetle tekmîl-i nüsâh ve ahz-i icâzet etti. Muahharan Tokat’a gitti ve bir kaç sene mukîm oldu. Bağdâd’a giderek eş-Şeyh Yahyâ el-Mervezî el-İmâdî hazretlerinden ilm-i hadîs ve Molla Muhammed b. Âdem hazretlerinden ulûm-ı hikemiyye tahsîl buyurdu.

1220/(1805)’de Burdur’a azîmetle ulemâ-yı mahalliyyeden ba'zılarına kütüb-i fıkhiyye okuttuktan sonra Şirvân’a avdet ve maskat-ı re’sinde yedi sene neşr-i ma’rifet eyledi. Bu esnâda farîza-i haccı edâ ve Ravza-i mutahhara-i hayru’l-enâmı ziyâret ile iktisâb-ı feyz-i bî-intihâ ederek avdetinde Beytü’l-Makdis’i de ziyâretle 1228/(1813)’de İstanbul’a muvâsalat etti. Bir kaç ay ikâmetle Mevlânâ Abdullâh ed-Dehlevî (kuddise sırruhû) hazretlerinin enfâs-ı kudsiyyesinden istifâza etmek üzere Hindistan’a azîmeti tasmîm edip Basra’ya vusûlünde Mevlânâ-yı müşârünileyh cânibinden bir işâret-i ma’neviyye zuhûruyla Mevlânâ Ziyâeddîn Hâlid (Kuddise sırruhû) hazretlerinin nezd-i âlîlerine gidilmesi ve orada sülûk ve istifâzada bulunulması emr buyurulmakla derhal Bağdâd’a teveccüh eyledi.

Cenâb-ı Hâlid’den hilâfet-i mutlaka ve ulûm-ı zâhire vü bâtına ile irşâd-ı nâsa me’zûniyyet-i kâmile ahz ettikten sonra 1233/(1818)’te emr-i müşârünileyh ile Şirvân’a azîmet ve dokuz sene havâss u avâmı zâhiren ve bâtınen irşâda himmet buyurdu. Orada teehhül ederek ilk veled-i muhteremi olarak es-Seyyid Abdülhamîd Efendi doğdu. (Bu oğlu) 1262/(1846)’de garîkan vefât etti.

Şirvân’da Muhammed el-Yerâğî Efendi’ye, o da meşhûr Şeyh Şâmil Efendi’ye hilâfet verdi. Hz. Azîz, müşârünileyhimâ ve yirmibin zâttan mürekkeb mürîdânı ile berâber Rusya Muhârebesi’nde bulunarak Ruslar tarafından habs olundu. Hulefâ-yı kirâmından Ahmed Efendi, müşârünileyhe bedel olmak üzere kendini habs ettirmesiyle Hz. Azîz ıtlâk olunarak 1242/(1826)’de Ahıska’ya gitti. Ba’dehû Ahmed Efendi, Buhârâ tarîkıyla firâr ve Ahıska’ya gelerek nezd-i Azîz’de karâr etti. Ruslar, /204/ Ahıska’yı istîlâ ettiklerinde Azîz, Amasya’ya rıhlet ve dört sene ikâmet eyledi. Orada ikinci mahdûmu sadr-ı esbak Muhammed Rüşdî Paşa[61] 1244/(1828)’de tevellüd eyledi.

Hz. Azîz, Amasya’dan Sivas’a giderek dokuz sene ikâmet ve neşr-i feyz ü ma’rifet buyurdu. Üçüncü oğlu, Anadolu kazaskerlerinden Ahmed Hulûsî Efendi 1249/(1833)’da orada doğdu.[62]

Ba’dehû Amasya’ya avdet (etti) ve dördüncü mahdûmu Mustafa Nûri Bey 1260/(1844)’ta tevellüd eyledi.[63]

Hz. Azîz bundan sonra ale’d-devâm Amasya’da ikâmet ve 17 Ramazân 1264/(18 Ağustos 1848) târîhinde âlem-i bakâya rıhlet etti. Amasya üstünde türbe-i mahsûsasına defn olundu. (Kaddesa'llâhu esrârahum)

Müşârünileyhin tercüme-i hâlini urefâ-yı asrdan İbnü’l-Emîn Mahmûd Kemâl Beyefendi ihdâ buyurdular. Türbe-i şerîfelerinde muallak bir levhada Arabça muharrer imiş. Tercüme buyurmuş olduklarını söylediler. (Eazzellâ'hü fi'd-dâreyn)

Hz. Azîz’in kerîmesi Hâce Şerîfe Fâtıma Hânım, İstanbul’da Horhor’da ikâmet ederdi. Mahdûmu Hacı Muhammed Nûri Bey'in Safranbolu niyâbetine ta’yîninde birlikte giderek Receb 1321/(Eylül 1903)’de orada vefât etti. Zevci Haremeyn pâyelilerinden ve ulemâdan Şirvânî el-Hâc Îsa Rûhî Efendi, 15 Ramazân 1303/(18 Haziran 1886)’te Amasya’da vefât ederek türbe-i Azîz’e defn edildi. (Rahimehumu'llâh)

(Şeyh İsmaîl hakkında) muhabbeten sânih olmuştur:

Şeyh İsmâîl Sirâceddîn irfân kânıdır

Nakşıbendî bâğının gül-gonce-i irfânıdır

Neş’e-i tevhîde vâsıl mürşid-i kâmil idi

Hazret-i Hakk’ın yegâne nâtıku’l-Kur’ân’ıdır

Cenâb-ı Hak cümlemizi mazhar-ı şafâatleri buyursun, âmîn.

/205/ ŞEYH OSMÂN ABDÜLMENNÂN EFENDİ

Meşâyıh-ı Hâlidiyye’nin ileri gelenlerinden olan bu zât, Karahisâr-ı Sâhib (Afyonkarahisar) sancağı dâhilinde Yaka karyesinde 1244/(1828) senesinde doğdu. Pederi Yakalı Muhammed Emîn Hoca, onun pederi ulemâdan Muhammed Efendi’dir.

Mukaddimât-ı ulûmu memleketinde tahsîl ettikten sonra İstanbul’a gelip meşhûr Şehrî Hoca Hâfız Efendi’den ahz-ı icâzet-i ilmiyye eyledi. Bâyezîd Câmi'-i şerîfinde bir müddet tedrîsde bulundu. 1275/(1859)’te Denizli kasabasında ihtiyâr-ı ikâmet ederek ulûm-ı zâhire vü bâtına neşriyle meşgûl ve üç def'a icâzet-i ilmiyye i’tâsına muvaffak oldu.

Müşârünileyhin mürşidi Sivrihisârlı Şeyh Osmân Afîf Efendi’dir. Onun mürşidi Şirvânî Şeyh Hacı Ahmed-i Gıyâsî Efendi; onun mürşidi de hulefâ-yı Mevlânâ Hâlid’den Şeyh İsmâîl-i Şirvânî’dir.

Denizli’de seccâde-nişîn-i irşâd olduğu Halvetî, Nakşıbendî Dergâh-ı şerîfini Denizli Voyvodası Osmân Ağa, müşârünileyh Hacı Ahmed Efendi için inşâ ederek vefâtında ba'zı hulefâsı dergâhı idâre etmekte iken Osmân Abdülmennân Efendi müşârünileyhin kerîme-i muhteremesini tezevvücle dergâha şeyh oldu.

1305/(1888)’de Denizli nakîbü’l-eşrâfı kâim-i makâmlığı da uhde-i aliyyelerine tefvîz olundu. Altıyüzü mütecâviz mürîdânından on zâta hilâfet verdi. Asrımız erbâb-ı kemâlinden İbnü’l-Emîn Seyyid Mahmûd Kemâl ve birâderleri Seyyid Ahmed Tevfîk Beyler zümre-i mürîdâna dehâletle kâm-yâb olanlardandır.

11 Nisan 1311/(23 Nisan 1895)’te Denizli’de irtihâl ederek Büyük Kabristân’da kayınpederinin civârına defn olundu.

Âsârından, “Meclis-i Îdeyn ve Miftâhu’l-Maiyye fi Tarîkatı’n-Nakşıbendiyye Tercümesi ve Me'va’r-Regâib fî Mecdi’n-Nasâyıh matbû'dur. Hulâsatü’l-Mantık Şerhu İnâyeti Tehzîbi’l-Kelâm mine’l-Mantık nâmındaki Arabiyyü’l- ibâre eseri gayr-i matbû'dur.

Ebu’l-Vefâ Şeyh Ziyâ ve Gıyâseddîn nâmında iki oğlu ve bir kerîmesi vardır.

ŞEYH ZİYÂ EFENDİ

Şeyh Ziyâ Efendi, dergâhın şeyhi ve nakîbü’l-eşrâf kâim-makâmıdır.

Hz. Azîz, eâzım-ı meşâyıh-ı Hâlidiyye-i Nakşıbendiyye’den ve efdal-i ulemâdan bir mürşid-i kâmil idi. Ekseren sâim bulunur ve halk ile nâdiren ihtilât ederdi.

Uzun boylu, kır ve uzun sakallı, esmeru’l-levn bir veliyy-i mükerrem idi. Melâhat-ı vechiyyesi herkesi meftûn eder idi. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

/206/ ŞEYH ŞÂMİL HAZRETLERİ

İsmâîl-i Şirvânî hazretlerinin hulefâsındandır. Meşâhîr-i guzat-ı İslâmiyye’den olup, 1212/(1797) târîhinde Dağıstan’da doğmuş, ilmen, ahlâken ve irfânen iktisâb-ı kemâlât ederek az vakitte pek büyük bir şöhret kazanmış ve halkın son derece mahbûbu ve meclûbu olmuştur. Tab’ında müdâfaa-i vatan hissi gâlib ve Ruslara karşı şiddetli bir husûmete mâlik olduğundan, Rus düşmânlığına göğüs gererek ahâlî-i İslâmiyye’yi siyânete, vatanı müdâfaaya azm ederek Kadı Molla’nın maiyyetinde on sene kadar Ruslarla muhârebe etmiştir.

Hattâ işin ilerisine giderek Çerkezlerin ve kendine münkâd ve mutî' olan kabâilin başına geçerek, yirmi sene mütemâdiyen Ruslarla uğraşmış, Rusya’nın başına bir Şeyh Şâmil mes’elesi çıkarmıştır. Rus askerinin külliyyetine göre bire üç denilecek asâkir-i cüz’iyye ile, en meşhûr Rus generallerinin kumandası altındaki orduları mağlûb ve münhezim edip, iktidâr-ı askerî ve metânet-i merdânesiyle âlemi hayrette bırakmıştır.

Nihâyet 1276 sene-i hicriyyesinde (1859) Rus askerinin bir kaç fırkası tarafından ihâta olunarak teslîme mecbûr olmuş ve Petersburg’a sevk olunarak 1288/(1871) senesinde irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir.

Mutasavvifîn-i kirâm arasında müşârünileyh hazretleri kadar, mücâhedât-ı mâddiyye ile uğraşmış (kimse) hemen yok gibidir.

İrtihâllerinde sinn-i mübârekleri yetmişaltıya resîde olmuş bir pîr-i fânî idi. Nâm-ı bülendi târîhlere geçmiş, hakk-ı âlîlelerinde bir kaç lisânda eserler yazılmıştır. Şeyh Şâmil’in Gazevâtı nâmıyla lisânımızda da bir eser te’lîf olunmuş ve bunda Hz. Şeyh’in bidâyetten nihâyete kadar olan ser-güzeşt-i hayâtı tasvîr olunmuştur.

Beyâz uzunca sakallı, Dağıstan kalpaklı bir insân-ı kâmil idi. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Muhammed Paşa isminde ferîkândan bir mahdûmu vardı. Devr-i Hamîdî’de müteferridlerden idi. Zulm ü udvânî neticesi makhûr ve mün’adim oldu.


/207/ İBNÜ’L-EMİN SEYYİD AHMED TEVFÎK BEY[64]

Tarîkat-ı Nakşıbendiyye-i Hâlidiyye sâliklerinden ve fazîlet-mendân-ı ricâlden Seyyid Muhammed Emîn Paşa’nın oğludur. 1291/(1874)’de pederinin Yakacık’taki sayfiyyesinde doğdu. İbtidâî, Rüşdî, Mülkiye ve Hukûk mekteblerine devâm etti. Pederiyle, muallimîn-i mahsûsadan, bi’l-hâssa Fâtih müderrislerinden İpekli Muhammed Tâhir Efendi’den ahz-ı ilm eyledi. Trabzonlu Hoca Hüsnü Efendi’den tefsîr ve senelerce hadîs-i şerîf ve Süleymâniyeli Muallim Fânî Efendi’den edebiyyât-ı Arabiyye vü Fârisiyye okudu. Bir tarafdan da Dâhiliyye Mektûbî Kalemi’ne devâm ve tedrîcen terakkî ederek Mebânî-i Emîriyye ve Hapishâneler Müdüriyyet-i Umûmiyyesi muâvinliğine ta’yîn olundu.

Mâddeten akrânının bir kaç derece mâ-dûnunda kaldı. Fakat mâ-dâme’l-ömr ferd-i âferîdeye isâle-i âb-rû ve zamânın hükmüne ittibâen, emsâli gibi esbâb-ı terakkîyi cüst-ü-cû etmedi. Cenâb-ı Razzâk-ı Kerim’e rabt-ı kalb-i selîm ile müreffehü’l-hâl ve müsterîhu’l-bâl olarak yaşadı. Bütün ahibbâ ve âşinâsının hürmet ve emniyyet-i kâmilelerine nâil oldu.

Evâil-i şebâbında, efâdıl-ı meşâyıh-ı Nakşıbendiyye-i Hâlidiyye’den ve mazanne-i kerâmetten Mevlânâ Şeyh Abdülmennân Osmân Efendi (kuddise sırruhû) hazretleri, Denizli’den İstanbul’a geldi. Bir sabâh edâ-yı salâttan sonra teveccüh ederek sıfat-ı cemâle mazhar ve bi-keremihî teâlâ müstaidd-i feyz-i evfer olduğunu tebyîn ve tarîkat-ı aliyyeyi telkîn eyledi. O sabâh-ı pür-felâhdan i’tibâren büsbütün kesb-i salâh-ı hâl ve müddet-i hayâtında mütemâdiyen usûl-i tarîkat-i şerîfeye kemâliyle imtisâl etti.

1341/(1923) Ramazân-ı şerîfinin evâsıtında şiddetli nezleye tutuldu. Nezle, muzâaf zâturrieye münkalib oldu. Evcâ'-ı elîme içinde kaldığı hâlde bile farîza-i savm u salâtı kemâl-i aşk u şevk ile îfâya çalıştı. Lâkin etıbbâ-i mütedeyyinenin icbârıyla, dem-i sabâvetinden beri hiç bir sebeble terk eylemediği savm u salâttan beş-altı gün kadar mahrûm ve hastalığından ziyâde, bu hâl-i mahrûmiyyetten mağmûm oldu. Şevvâlin dördüncü Pazar sabâhı “Evliyâu'llâh üzerinde tahvîlât yapıldı, hepsi benim üstümde kaldı, nasıl tahammül ederim?” dedi. Takkesini düzeltip ve göğsünü kapatıp sağ elini yana uzattı. Tesbîh çeker gibi üç parmağını sür’atle tahrîk ederek birâderleriyle berâber cehren ve kalben zikretti. Vechinde envâr-ı feyz-i Muhammedî lem’a-sâz olarak iki üç dakîka içinde kemâl-i suhûlet ü letâfet ile emâneti sâhibine tevdî’ eyledi. (إِنَّا لِلّهِ وَإِنَّـا إِلَيْهِ رَاجِعونَ)[65]

Dem-i velâdetlerinden beri yek-vücûd olarak yaşadıkları büyük birâder-i cân-berâberi Mahmûd Kemâl Bey, na’ş-ı merhûmun nakli için vâsıta tedârik ettirmek telâşına düştüğü sırada, nefs-i kerîmesini hıdmet-i ebrâra vakf etmiş olan bir merd-i rûşen-zâmir[66], “Merâk etme, Tevfîk-ı ilâhî’nin cenâzesini cünûd-ı ilâhiyye kaldırır.” dedi. Fi'l-hâkika keyfiyyet-i vefât lâyıkıyla i’lân edilmediği hâlde, merhûmu bilen-bilmeyen her sınıf halktan mürekkeb cemâat-ı kesîre zuhûr etti; Bâyezîd Câmi'-i şerîfi civârı mâl-â-mâl oldu. ( آن چنان زى كه وقت رفتن تو همه كريان مستور و نوخيىان)[67] ma’nâsı her sûretle tecellî eyledi. Mahzâ tevfîr-i diyânet ve takdîr-i fazîlet maksadıyla ictimâ’ eden ahyâr-ı mü’minîn, merhûm-ı mebrûru, Merkez Efendi Kabristanı’nda peder-i velî-sîretinin kabrine kadar teşyî’ ve o kabirde rahmet-i ilâhiyyeye tevdî’ etti. “Ve’l-âkibetü li’l-müttakîn. Sadeka'llâhu'l-Muîn

Merhûmun hüsn-i hâl ashâbından olacağı, (سال نيكو ز بهار اش پيداست)[68] meâlince henüz dem-i sabâvetinde rû-nümâ olmaya başlamıştı. Savn-i Samedânî’ye nâil bir merd-i kâmil idi ki, her türlü menâhîden ittikâ ve (إِنَّ أَكْرَمَكُمْ عِندَ اللَّهِ أَتْقَاكُمْ)[69] hıtâb-ı celîline ihâle-i gûş-ı hûş ile /208/ her dakîka kesb-i takvâ ederdi. Hâlen, kâlen, kalben sâdık ve her vech ile şerîat-ı mutahharaya mütemessik bir bende-i muhlis-i Muhammedî idi.

Dîn-i mübînin i'lâ-yı şânı için kalemen ve lisânen bezl-i mesaî ederdi. Otuz sene müddetle gazete ve mecmûalara yazdığı makâlât-ı ârifâne, i'lâ-yı dîn-i ilâhî emel-i âlîsine müsteniddir.

Nefsine tevcîh edilmiş evzâ’-ı vazîâne ve akvâl-i küstâhâneye aldırmaz, fakat dîne ait en küçük bir tecâvüzden müteessir olarak en tehlikeli zamânlarda da def’-i tecâvüze kemâl-i şiddet ü cesâret ile sarf-ı enfâs eyler idi. Okuduğunu anlayan, ilmiyle âmil olan dâniş-penâhân-ı ümmetten idi. Bi’l-hâssa hadîs-i şerîfde, fikhın ibâdât kısmında, edebiyyâtta ve hikemiyyâtta sâhib-i kemâl idi. Kalemi metîn, ma’lûmâtı rasîn olduğu için yazdığı yazılar, söylediği sözler erbâbı indinde mazhar-ı tahsîn olurdu.

Umûr-ı hükûmette ehl-i rey idi. Der-uhde ettiği masâlih-i resmiyyeyi fart-ı dikkat ve i’tinâ ile tedkîk ve tesviyeye gayret ve hukûk-ı devlet ü milleti fedâkârane sıyânet ederdi. Kitâbet-i resmiyyede mahâreti müsellem idi. Levm-i lâimden ve zulm-i zâlimden kat’â pervâsı yoktu. Onun düşündüğü yalnız Hak idi. Kemâl-i ihlâs ile Allâh’ına mütevekkil idi. Bi’d-defeât dûçâr-ı hatar oldu. Ammâ Cenâb-ı Hâfız-ı Mutlak onu sıyânet ve bed-hâhânını dûçâr-ı haybet eyledi. “Hizb-i ilâhî, hıfz-ı ilâhîdedir.”

Az söyler, iyi söyler, mâ-lâ-ya’nîden aslâ hoşlanmazdı. Dâimâ kalben meşgûl idi. Her nefesini Allâh yolunda sarf etmek isterdi. (حاسبوا قبل أن تحاسوا)[70] emrine tevfîk hareket ederdi. Hâlık’a ve mahlûka karşı hesâba müheyyâ idi. Müddet-i ömründe sahîfe-i a’mâlini mâddeten ve ma’nen leke-dâr etmedi. Geldiği gibi giden, sâlih, zâhid, müteverri’, müstakîm, afîf, nâmûs-kâr bir merd-i güzîn-i bahtiyâr, daha doğrusu mazannadan bir safiyy-i safvet-şiâr idi.

Âlem-i cemâle intikâlini ta’kîb eden îd-i adhâda Gurabâ-i Müslimîn Hastahânesi ser-tabîbi Doktor Necmeddîn Ârif Bey, Merkez Efendi Kabristanı’nda medfûn âilesini ziyâret ve Kur’ân tilâvet ile avdet eylemekte iken, hâtır u hayâlinde olmadığı hâlde, merhûm-ı müşârünileyh cismen zuhûr ve mu’tâdı vechile irâe-i vech-i beşâşet ederek, “Yâ Hû, bize yok mu, bizi unuttunuz mu?” dediğini ve ayânen müşâhede ve istimâ’ ettiğini şu hâl ü kâlden mebhût ve hayrân olduğunu Necmeddîn Bey bütün ahibbâsına nakl eylemiştir.

Mehâsin-i ahlâkıyla umûmu hoşnûd etti. Ef'âl-i fâhişe gibi akvâli fâhişeden de teneffür eder, kimsenin aleyhinde söz söylemez, kimsenin nekbetini ârzû etmez, kimse ile uğraşmaz, kimseden bir şey istemez, kimseye derdini dökmez, âilesine ve umûm âşinâlarına şefîk ve rahîm, âlî-cenâb, kerîmü’t-tab’, ganiyyü’l-kalb, sahî ve mürüvvet-kâr idi. /209/ Zuhûru muntazar yâhûd nâ-geh zuhûr-ı mesâibde aslâ telâş etmez, metânetini muhâfaza ve ittihâz-ı tedbîr ederdi. Kendiyle istişâre edenleri ârâ-yı sâibesiyle irşâd ederlerdi. Eviddâsının, “Emînü’l-ümme” nâmıyla yâd ettikleri vâlid-i emîninin kâffe-i fazâiline bi-hakkın vâris olmuş idi. Necâbet-i irsiyyeyi, necâbet-i fıtriyye ile tezyîn etmişti. Elinden her şey gelirdi. Gâyet nefîs taâm tabh eder, ahibbâsına yedirmekten mahzûz olurdu. Hangi işe el uzatsa, san’atında mâhir adamlar gibi, mükemmelen vücûda getirirdi. Kâmeti bülend, levni beyâz, vechi münevver ve melîh, derûn u bîrûnu nazîf idi.

Kalb ve lisânı âzâde-i kîl u kal olduğu gibi, bedeni de kıldan âzâde idi. Müteehhil değildi. Evlâd u iyâli, a’mâl-i sâlihası idi. Pek genç iken lıhye irsâl ve sünnet-i seniyyeye bu yüzden de imtisâl eylemişti. Sükûtu gâlib ve ma’lûmât-fürûşluktan müctenib olduğu için, şahsını lâyıkıyla tanımayanlar, irfân ve kemâlini anlayamazlardı. Sorulmadan bir şey söylemez, sorulan şeylere vâkıfâne cevâblar verir, bildiği şeyleri pek iyi bilir, âkil, mütefekkir ve nükte-dân idi.

Âsârı:

Evâil-i şebâbında gazetelere yazı yazmağa başladı. Pek çok makâlât-ı dîniyye vü hikemiyyesi intişâr eyledi. Cem’ olunsa bir kaç cild kitâb vücûda gelir. Bu makâleler, ferâset ve fazîletine beyyinedir ki, her birinde keşf-i istikbâl edercesine nice hakâyık göstermiştir.

Pek genç iken hikemiyyâta dâir, Minhâc-ı Hakîkat unvânlı bir risâle neşr etti. Afîfâne bir mâcerâ-yı aşkı tasvîr eden Kemânçe nâmındaki eser-i gayr-i matbûu, hissiyyât-ı rakîka-i âşıkaneyi tecessüm ettirecek sûrette yazılmış kıymetli bir eser-i edebîdir.

Son zamânlarında hadîsten Tezkire-i Seyyid Ya’kûb nâmındaki eser-i mühimmi muhakkıkâne mütâlâa eyledikten sonra tercümeye mübâşeret etmek üzere iken esîr-i firâş oldu, niyyet-i hayriyyesini mevki’-i fi’le koyamadı. Elbette niyyetiyle me’cûrdur.

İrtihâlinde kadir-şinâsân-ı üdebâ, pek kıymetli târîhler ve manzûmeler yazdılar. Vassâf-ı asfiyâ olan[71] bir zât-ı hakîkat-bîn, Tevfîk-nâme ismiyle bir risâle-i /210/ şerîfe tertîb ve revân-ı pâk-ı merhûmu tatyîb eyledi.

Meşâhîr-i efâzıl-ı udebâdan Muallim Cûdî Efendi, bir mersiyye-i garrâ ile i’lân-ı hakîkat etti ki, ebyât-ı metîne-i âtiye o mersiyyedendir:

Kim ağlamaz müşârünileyhin vefâtına

Zühd ü salâbetiyle müşâr bi’l-benân idi

Takvâ-karîn bir âilede neş’et eyleyen*

Necl-i necîb ü merd-i safiyyü’l-cinân idi

Fazl ü kemâli ilmi husûsan kitâbeti

Tasdîk-kerde-i bulegâ-yı zamân idi

Allâh rahmet eylesin ol merd-i sâlihe

Emsâli kesb-i nedret iden müslümân idi

Dünyâya rağbet eylemedi el uzatmadı

Dehr-i acûzdan mütecennib civân idi

Hâkim idi irâdesine kahr-ı nefsine

Tahsîn o kahramâna ki Yûsuf-tüvân idi

Allâh nasîb kıldı ona hüsn-i hâtime

Son demde aklı başda Hudâ-ber-zebân idi

Ser-âmedân-ı erbâb-ı edebten Besîm Bey, müteaddid kıtaât-ı ceyyide ile o mü’min-i kâmilin kemâl-i îmân u irfânına tercümân oldu. Kıt’alardan ikisi nakl olundu:

Nakş-ı evsâf-ı güzîni hâlidün fi’l-kalb olur

Mîr Tevfîk Ahmed’in kim asdaku’l-ihvân idi

Şâh-ı Nakşıbend’e muhlis-bende olmuşdu o zât

Azm-i arş-ı rahmet itdi âşık-ı Rahmân idi

                                                           *   *   *

Nakş-ı sivâdan eyleyerek kalbini berî

İbnü’l-Emîn emn ile virdi emânetin

Tevfîk Bey ki sıdk u safâda şehîr idi

Gösterdi rıhletinde kemâl-i kerâmetin

Muallim-zâdelerinden ve dâniş-mendân-ı şuarâdan İbn-i Fânî Ali İlmî Bey, ebyât-ı âtiyeyi ihtivâ eden bir kasîde-i dil-nişîn ile merhûmun hasâil-i aliyyesini ta’rîf eyledi :

Rabt eylemişdi kalbini Allâh’a dâimâ

Fâriğ-nişîn bûd u nebûd-ı cihân idi

Tevfîk-ı Hak’la irdi makâm-ı velâyete

Ma’nâ-yı Ahmediyyete rûhu’l-beyân idi

Dünyâ-yı dûna yokdu müdârâ vü rağbeti

Vâreste-i alâyık-ı her în ü ân idi

Hilm ü hayâ kemâl-i vera’ sıdk ile vefâ

Mâhiyet-i fezâiline tercemân idi

İncitmemişdi kimseyi ömründe kıl kadar

Yârânına mürüvvet ile mihribân idi

/211/ Kadr-dânân-ı şuarâdan Filorineli Nâzım Bey, Nevha-i Telehhüf unvânlı bir manzûme-i tavîle ile zemzeme-sâz-ı sitâyiş oldu.

Ondan bir kaç beyit:

Nazîri âleme ender gelir müslümândı

Salâh-ı hâline kerrûbiyân da hayrândı

Güneşde şâibe var yok onun hayâtında

Vakâr u fazl u edeb münceliydi zâtında

Bütün şevâibe kalmışdı şahsı bîgâne

Geçirdi ömrünü her kes bilir afîfâne

Cenâzesinde ne ulvî bir ihtifâl oldu

Önünde kardeşi bir meş’al-i Kemâl oldu

Yenikapı Mevlevî-hânesi post-nişîn-i kemâlât-âyîni Şeyh Abdülbâkî Dede Efendi, Şeyhü’ş-şuarâ Üsküdarlı Tal’at Bey, edîb-i meziyyet-şinâs Tâhirü’l-Mevlevî Bey, âtîye sırasıyla nakl olunan, kıymet-dâr târîhleriyle ibrâz-ı âsâr-ı kadr-şinâs ettiler :

Ser-firâz-ı urefâ eyledi azm-i ukbâ

İde ashâb ile Hak Cennet-i a’lâda refîk

Dâl olur rahmet-i Mevlâ’ya bu târîh tamâm

Gitdi Hakk’a ola Allâh veliyyü’t-Tevfîk

(كتدى حقه اوله الله ولى التوفيق) = 1342[72]

                     *   *   *

Çekilüp dâire-i bâkiye-i ukbâya[73]

Buldu Merkez’de murâdınca muallâ me’vâ

Fevtine geldi ilâhî ne mukaddes târîh

Oldu Tevfîk Bey’e Cennet-i A’lâ me’vâ

(اولدى توفيق بكه جنت اعلى مأوى) + (الهى) = 1341

                                               *   *   *

Necl-i zî-ma’rifet ü fazlı Emîn Paşa’nın

Ki idi müslümen ıtlâkına her hâli hakîk

Sûreti sîreti mir’ât-ı mukâbildi onun

Kavl u fi'linde idi doğrusu sıddîk u sadîk

İttikâ üzre geçirmişdi sinîn-i ömrün

Eyleyüp her işini şer’-i şerîfe tatbîk

A’zam-ı zenbi vücûd olduğunu uşşâkın

İderek neşve-i irfân ile kalben tahkîk

İrciî” emrine hâhişle icâbet itdi

Ölümün ke’sini addeyledi gülcâm-ı rahîk

Rûh-ı pâki olarak mazhar-ı envâr-ı cemâl

Ola gufrân-ı ilâhî ona kabrinde refîk

Oldu bir âh ile târîhi şu mısrâ’-ı güher

Nâil-i afv ide Tevfîk’ı Veliyyü’t-Tevfîk

(نائل عفو ايده توفيقى ولى التوفيق) + (آه) – 1340 + 1 = 1341

/212/ İşbu tercüme-i hâli Mahmûd Kemâl Bey Efendi tahrîr ve ihdâ buyurduklarından aynen derece-i sahîfe-i i’tibâr eyledim. Tevfîk-nâme ismiyle yazdığım risâle-i mahsûsanın sonunda bir manzûme-i târîhiyyem vardır ki, onun bir kaç beytini nakl ediyorum:

Bahtiyâr olduğuna oldu delîl “Gufrânî

Mazhar-ı zevk-ı likâ Hazret-i Ahmed Tevfîk

İrişe kabrine envâr-ı makâm-ı Mahmûd

Lâyık-ı medh u senâ Hazret-i Ahmed Tevfîk

Kalb-i Vassâf-ı hazîn firkat-ı zâtınla yanar

Ol şefî’ bizlere yâ Hazret-i Ahmed Tevfîk

Okuruz Fâtihalar rûhuna her subh u mesâ

Ey enîsü’l-urefâ Hazret-i Ahmed Tevfîk

Hak teâlâ bizi de sen gibi mağfûr itsin

İderim böyle duâ Hazret-i Ahmed Tevfîk

(غفرانى)

Hulâsa-i kelâm, müşârünileyh, gül-zar-ı Hâlidî’nin bir gül-i hoş-bûyu idi. (Rahmetu’llâhi aleyhi rahmeten vâsiaten)

ŞEYH MUSTAFA HUDÂVENDÎ

Kibâr-ı meşâyıh-ı Nakşibendiyye’den olup, Mevlânâ Hâlid hulefâsından Abdullâh el-Mekkî hazretlerinden müstahleftir. Velâdetleri Eskişehir’dedir. Ulûm-ı âliye vü êliyeyi ba’de’t-tahsîl Hicâz’da mücâveretle Abdullâh el-Mekkî’ye intisâb etmiş, yirmiüç sene hizmetle icâzet almıştır.

İstanbul’a geldiğinde onbeş sene kadar Üsküdar’da Eskihamâm civârındaki mektebde ikâmet ve Ahmed Çelebi Mescidi’nde Cuma ve Pazartesi geceleri hatm-i hâcegânı kırâatla terbiye-i sâlikîn ile meşgûl olurlardı.

1310/(1892) senesinde seksen yaşında olduğu hâlde irtihâl-i dâr-ı bakâ eyledi. Balaban İskelesi civârında “İsfendiyâr Mescidi” denilmekle meşhûr dergâh-ı şerîfde defn olundu.

Mürîdânını fakr ve tecerrüdde ehl-i sünnet ve’l-cemaat akîdesi üzere terbiyeye hasr-ı hayât eylemişti. Risâle-i Nehc-i Kavîm isminde ârifâne bir eseri vardır.

BALABÂNÎ ŞEYH HASAN HÜSNÜ EFENDİ

“Balabanî Şeyh Hüsnü Efendi” diye meşhûrdur. Üsküdârlıdır. Pederinin ismi Ali Rızâ Paşa b. eş-Şeyh Halîl Sâhib b. İbrâhîm Nazîf b. Ahmed b. Mustafa Paşa’dır. Zamânımızın meşhûr duâ-gûlarındandır. Fakat son zamânlarında şeyhûhet te’sîriyle diline rekâket gelmiştir.

İlk şeyhi, Üsküdarlı Hoca İsmaîl Hakkı Efendi’dir. Ricâl-i Nakşıyye’dendir. Ba’dehû Üsküdar’da Selîmiye’de “Harc Ağası” denilmekle ma’rûf Şeyh Hasan Hüsnü Efendi’ye intisâb ile on sene hizmetinde bulunmuştur.

Ba’dehû Mekke-i Mükerreme’de ricâl-i Hâlidiyye’den eş-Şeyh el-Hâc Halîl Hamdi Paşa’dan icâzet almıştır. Usul ve âdâb-ı tarîkata dâir Nesemât-ı Rûhâniyye adlı risâlesi ile, terâcim-i ahvâle dâir ayrıca Risâle-i Mir’âti’l-Ebrâr nâmıyla dîğer bir eseri vardır.

Mısır’a azîmetinde, /213/ ricâl-i Şâzeliyye’den Şeyh Muhammed el-Meslemî’ye intisâb ederek Şâzelîler hakkında bu münâsebetle Burhânü’s-Sâlikîn isminde bir eser yazmıştır. Cümlesi gayr-ı matbû'dur. Mütâlâa ettim. Müdekkıkâne yazılmıştır. Silsile-i Ricâl-i Çeştiyye ve Dîvânçe’si de vardır.

Beşiktaş’ta Neccâr-zâde şeyh merhûm Mustafa Rızâeddîn Efendi’den yine tarîk-ı Nakşî’den olmak üzere 1317/(1899) târîhinde icâzet almıştır.

İlk şeyhi Hâce İsmaîl Hakkı Efendi, Eyüp’te neşr-i feyz eden Şeyh Hâfız Ali el-Uşşâkî’nin halîfesi olup, onun şeyhi Selîmiye Dergâhı seccâde-nişîni merhûm Ali Behcet Efendi hazretleridir.

İsmi geçen Harc Ağası-zâde Hasan Hüsnü Efendi, tarîk-ı Kâdirî’den de me’zûn olmakla sâhib-i tercüme Hüsnü Efendi tarîk-i Kâdirî’den de müstefîd olmuştur. Şeyh Muhammed Saîd Efendi vâsıtasıyla tarîk-ı Mevlevî’den ve Şeyh Rûşen Efendi vâsıtasıyla tarîk-ı Celvetî’den de hisse-dâr-ı feyz olmuştur.

Son zamânda Üsküdar’da Nûh Kapısı’nda şühedâ mezârlığı muhâfızlığı hizmeti uhdesine verilmiştir. Tekkesi yoktur. Fakr u uzleti ihtiyâr eylemiş hoş bir zâttır. Mesleğine âşık ve sâdıktır.

Nutuklarından:

Mürşid-i kâmil olunca nâ-yâb

Sana mürşid yetişir şimdi Kitâb

                           *   *   *

Eser-i derd-i şekâ kalmaz idi kalbinde

Kılsa İblîs’e devâ Hazret-i Abdülkâdir

1347/(1928-29) senesinde irtihâl etmiştir. Üsküdar’da Şehîdlik’te medfûndur. Takdîre şâyân, misâl-i kemâldir.

ŞEYH MUSTAFA İSMET EFENDİ

Mevlânâ Hâlid Ziyâeddîn hulefâsından Abdullâh-ı Mekkî halîfesidir ve Yanyalıdır. Ulemâ-yı râsihînden bir zât-ı âlî-kadrdir. 1223/(1808) senesinde Yanya’da dünyâya zînet verip, 16 Zi'l-ka'de 1289/(15 Ocak 1873) senesinde irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiş ve İstanbul’da Çarşamba’da kâin dergâh-ı münîfinde medfûn bulunmuştur.

Müddet-i ömrleri altmışaltı senedir. Abdullâh-ı Mekkî’ye intisâbı ve ondan mazhar-ı feyz olması 1281/(1864) senesine müsâdiftir. Mezkûr dergâhta seccâde-nişîn-i irşâd olmuşlardır.

Zamânının müteferridlerinden idi. Vükelâ-yı sâbıkadan vezîr Memdûh Paşa’nın da mürşididir. (Mahmûd Paşa), Dîvân’ında mürşid-i müşârünileyh hakkında sahîfeler dolusu manzûmeler yazarak medîha-hân olmuştur.

Dergâh-ı şerîf merci’-i hâss u âm olmuş idi. Sultân Abdülmecîd ve Sultân Abdülazîz merhûmların hürmeti var imiş.

Salâtîn-i müşârünileyhimâ yüzlerce altın hediye ettiklerinde, bir gün içinde fukarâya ve ihtiyâca sarf eder, âsâr-ı ihtirâs göstermezlerdi. Kerâmâtı menkûldür.

Müverrihînden Amasyalı Hüseyin Hüsâmeddin Efendi, “Âteş Hoca” denilen Mustafa Efendi’den naklen söylediler :

İsmet Efendi’ye intisâb etmek istediği hâlde bir türlü kuvvet-i kalb hâsıl olmaz imiş. Bir gün yolda güzel bir hânım görür. Hasbe’l-beşeriyye nazarı şiddetle taalluk eder. Bu sırada Şeyh İsmet Efendi’nin eli zuhûr eder. İki gözünün önünde haylûlet eder, kadına bakamaz olur. Bu burhân üzerine derhal gider intisâb eyler. Vukû’-ı hâli Hz. Şeyh’e arz ettikte, tevâzuan “O el, benim değil, sizin dest-i himmetinizdir.” diye izhâr-ı âsâr-ı mahviyyet buyurur.

Memdûh Paşa’nın Dîvân’ında mezkûr manzûme-i medhiyyeden:

Vücûdu âleme revnak velîyy-i îzed-i mutlak

Sırât-ı müstakîm-i Hak neşât-ı her-dil-i mahzûn

Cenâb-ı Şeyh İsmet Mustafâ-ism ü Alî-sîret

Şeref bahş-ı velâyet bâsıt-ı na’mâ-yı gûn-â-gûn

                                                           *   *   *

Sensin ol debdebe-bahşâ-yı cihân-ı ma’nâ

Taht-ı vâlâ-yı velâyetde şehin-şâh-ı güzîn

Sensin ol nahl-i vefâ serv-i semâ pîrâye

İdeli zıll-ı latîfinle zemîni tezyîn

Basdığın yerler olup cümle içün câ-yı necât

Nakşı kefş-i kadem-i muhteremin hısn-ı hasîn

Yüzünü sürse o topraklara Memdûh revâ

Hâkidir anber-i sârâ vü gubârı müşkîn

Midhatin gâyeti yokdur bilürüm ammâ kim

Vasf-ı pâkiyle ider kesb-i safâ kalb-i hazîn

                     *   *   *

Mustafâ İsmet ziyâ-fermâ-yı âfâkı kılup

Pîrehen ber-dûş-ı ismet mâh-ı Ken’ân’ım benim

Nûr-ı mahz olmuş vücûdu bedr-i tâb-efzâ gibi

Vardır isbât-ı kemâlâtında burhânım benim

Hâk-i pâk-i âsitânı ıtr-pâş-ı rûz-gâr

Nükhet-i halkı sabâ-yı sahn-i bustânım benim

Münhasırdır sözlerim vasf-ı gazâl-ı halkına

Rûh-ı Dâvûd-ı nebî olsun gazel-hânım benim

Allah Allâh ben ezelden vasfının müştâkıyım

Tâ ebed medhin ider tab’-ı suhen-dânım benim

Hulefâsı:

Şeyh Şerîf Kudsî Efendi. Velâdeti : 1235(1820). Vefâtı : 10 Cemâziye'l-âhir 1303/(14 Şubat 1886).

Şeyh Hüseyin Kudsî Efendi. İsmet Efendi’nin kayınpederi ve halîfesidir. Karîn-âbâdlı idi. Pederi Şân, onun pederi Arnavud hânedânından Muslihuddin Çavuş’tur.

Şeyh Halîl Nûrullâh Efendi. Velâdeti : 1232/(1817). Vefâtı : 13 Cemâziye'l-âhir 1309/(15 Ocak 1892)

Şeyh Ahmed Hilmi Efendi. Velâdeti : 15 Şa'bân 1266/(12 Haziran 1850). Vefâtı : 27 Cemâziye'l-evvel 1323/(30 Ağustos 1905).

Hacı Halîl Efendi merhûmun halîfesi:

Şeyh Hacı Ali Efendi. Velâdeti : 1267/(1851). Vefâtı : 1 Ağustos 1330/(13 Ağustos 1914).

Ahıskalı Haydar Efendi. Velâdeti: 1286/(1869). Ber-hayât.

Bu zevât Çarşamba Dergâhı’nda post-nişîn olmuşlardır.

ÖZBEKLER ŞEYHİ EDHEM EFENDİ

Üsküdar’da Özbekler Tekkesi şeyhi idi. Bu tekkenin bânîsi Darbhâne Emîni bir zât olup, 1168/(1755) senesinde Maraş’ta vefât eden Abdullâh Paşa’dır. Tekkenin yeri Üsküdar’da Sultân Tepesi nâm mahalde bir tepededir. Bir güzel tekkedir, Nakşiyye’ye mensûbdur. Buhârâlı meşâyıh burada post-nişîn olageldiklerinden “Özbekler Tekkesi” diye şöhret bulmuştur. Hadîkatü’l-Cevâmi’de îzâhat vardır.

Edhem Efendi Buhârâlı olup, Mâverâünnehr’dendir. 1316/(1898) senesinde yetmişbeş-seksen yaşlarında irtihâl eylemiştir. Orta boylu, enlice, kara sakallı, esmer ve tatlı benizli bir zât idi. Fevka'l-âde natûk, ilmen fevka'l-âde yüksek idi. San’atında yed-i tûlâ sâhibi olup, çîre-destî-i mahâreti olan âsâr Paris umûmî sergisinde teşhîr edilmiş, takdîr-i âmmeye mazhar olmuş ve kendisine Sergi Madalyası ve bir ocak körüğü hediyye olunmuştur. Bu dergâhta medfûndur.

Mâbeyn Başkâtibi Süreyyâ Paşa merhûma, geceleri mütâlâa için isti’mâl olunur gâyet san’atlı bir şam’dan i’mâline karşı, Paşa, takdîren Pâdişâh-ı zamâna arz-ı keyfiyyet ile tekkesini müceddeden inşâ ettirmiş ve tekke ittisâlinde bir de Dâru’s-Sınâa yaptırmıştır. Edhem Efendi burada dökmeciliğe, demirciliğe ve marangozluğa müteallik olan edevât cem’ ile gerek Afganlılardan, gerek şehrimiz gençlerinden erbâb-ı isti’dâda san’at ta’lîm ederlerdi.

1293/(1876) senesi Rus muhârebesinde Üsküdar’da teşekkül eden millî tabur ki, “Mevkib-i Hümâyûn” nâmını hâiz idi, ona kumandan olmuş idi. Çaya ibtilâsı ziyâde olup, inzivâya meyyâl idi. Herkese kendisini sevdirmiş olduğundan, Cuma günleri Üsküdar’ın ulemâsı, urefâsı, şuarâsı ve zurefâsı meclis-i sohbetine şitâbân olur, istifâde ederlerdi.

Cenâb-ı Hak rahmet-i ilâhiyyesinden müstefîd buyursun, âmîn. Tarîk-ı Nakşıbendî’ye nisbeti Buhârâ’dandır. Buradaki meşâyıh-ı Nakşiyye’den değildir.

/214/ İBNÜ’L-EMÎN SEYYİD MAHMÛD KEMÂL BEY

175. sahîfede tercüme-i hâliyle tezyîn-i sahîfe eylediğim Seyyid Muhammed Emîn Paşa’nın necl-i necibi ve 207. sahîfede maa’l-ihtirâm bahs ettiğim Ahmed Tevfîk Bey merhûmun birâder-i edîbi ve 205. sahîfeye isimleri zînet veren Şeyh Abdülmennân Osmân Efendi hazretlerinin mürîd-i lebîbi ve gül-istân-ı Hâlidî’nin andelîbi bir zât-ı âlî-kadrdir.

Tercüme-i hâllerini Sefîne-i Evliyâ’ya yazmak emeliyle bir seneden beri vâki’ olan ricâ ve ısrâr-ı âcizânem üzerine yazmış oldukları tercüme-i hâllerini bi-aynîhî buraya nakl ve derc etmeyi vecîbeden addeyledim.

Müşârünileyhin edebiyyâtta, ilm-i târîhde ve ulûm-ı sâire-i mütenevviada yed-i tûlâsı olup, zamânımızda zâhir ve bâtını cem’ etmiş erbâb-ı kalemden bir zâtın irâesi lâzım gelirse, bilâ-tereddüt kendilerini gösteririm ve hattâ, “O neş’ede, o feyzde onun sânîsi yoktur.” diye iddiâ ederim. Edeb ve ma’rifetin timsâl-i müşahhası olan o edîb-i şehîr buyuruyor ki:

Nısf asır evvel (1343/1924 sene-i hicriyyesine göre), Ramazân-ı şerîfin ilk Cuma gecesi vatan-ı aslîden cüdâ ve gurbet-âbâd-ı fenâya mübtelâ oldum. Hestî-i nîstî-i engîze vesâtat eden Seyyid Muhammed Emîn Paşa’dır ki, beyne’l-ahıllâ, “Emînü’l-Ümme” nâmıyla yâd u tevkîr edilen bir merd-i nebîh ü nezîhdir.

Vâsıta-i dîğer Hamîde Nergis Hânım bt. Hazret’tir ki, zamân-ı sabâvetinden beri salâh-ı tâm ile ittisâf eden bir muhaddere-i pâkîzedir.

Pek zayıf ve nahîf olarak doğmuşum. Asabiyyü’l-mizâc, şedîdü’t-teessür, serîu’l-infiâl, rakîku’l-kalb olduğumdan, ebeveynim beni kemâl-i lutf ü nevâziş ile büyütmeğe i’tinâ etmişlerdir. Vâlid-i mükerremim, üç-dört yaşımda bulunduğum hâlde, mürşid-i âlî-kadri, ârif-i bi’llâh Mevlânâ Şeyh Feyzullâh el-Hâlidî en-Nakşıbendî (kaddesa’llâhu esrârahû) hazretlerine takdîm ve daavât-ı hayriyye ve teveccühât-ı seniyyelerini temennî eylediğinden, azîz-i müşârünileyh feyz-i nazar ve nefes-i mesîha-eser velâyet-penâhîlerini râyegân buyurmuşlardır.

Büyük vâlidem sâlihâ-i kâmile Hüşyâr Hânım da mürşid-i fâzılı Mevlânâ Şeyh Ahmed Ziyâeddîn-i Gümüşhânevî (kuddise sırruhû) hazretlerine takdîm ve ed’iyye-i hayriyye istihsâl eylemiştir. Bi'l-âhare dîğer asfıyâ-ı kirâmın teveccüh ve iltifât-ı aliyyelerine nâiliyyetle müşerref oldum. Kâbiliyyet olsaydı, teveccüh-i asfiyâ bu abd-i mürde-dili ihyâ ederdi.

Mahalde kâbiliyyet şartdır bârân-ı Nisanın

Temâşâ kıl ki her bir katresi dürr-i semîn olmaz

/215/(الجنة تحت أقدام الامهات)[74] sırr-ı âlîsine bi-hakkın mazhar olan vâlide-i azîzemîn sâye-i ikdâmında, sinnen benden sağîr, hâlen kebîr olan birâder-i muhteremim safiyy-i rûşen-dil Seyyid Ahmed Tevfîk (rahimehu'llâh) ile berâber, eyyâm-ı sabâvetimizde ferâiz-i ilâhiyyeyi edâya mübâşeretle lehu’l-hamdü ve’l-minne tenvîr-i uyûn-ı îmân eyledik. Kadr-i fazîleti takdîr eden peder-i velî-sîret bi'z-zât ta’lîm-i ma’rifet etmekle berâber, müallimîn-i mahsûsa da tedârik ederek ta’lîm ve terbiyemize bezl-i himmet buyurdu.

Mekâtib-i resmiyyeye ve cevâmi’-i şerîfe derslerine de devâm edildi. İstanbul’daki efâhım-ı ulemâ vü üdebâ ve ekâbir-i siyâsiyyûn ü ricâl ile ihtilât ve taşradaki meşâhîr-i fuzalâ vü şuarâ ile muhâbere olundu. Bi’l-hâssa Amasya’da mukîm eâzım-ı hukemâ-yı İslâmiyye’den ve kibâr-ı meşâyıh-ı Hâlidiyye’den Mîr Seyyid Hasan Hüseyn ed-Dağıstânî ve Harput’ta Yûsuf Kâmil Paşa Medresesi müderrisi allâme-i bî-nazîr Abdülhamîd Hamdî-i Harpûtî ve Trablusşam’da nihrîr-i şehîr Hüseyin el-Cisr (rahimehumu'llâh) hazerâtından tahrîren senelerce istifâza edildi. Pek çok kitâb görüldü, pek çok şey okundu, pek çok şey işitildi. Fakat ben fıkdân-ı isti’dâddan ziyâde, seyyie-i atâlet ile kesb-i ma’rifet edemedim. Vâdî-i dânişde racül-i râcil olduğumu kemâl-i samîmiyyet ile mu’terif ve hâl ü kâl-i beyhûdeme ebediyyen müteessifim. Tecellî tekerrür etmez, fırsat-ı güzeşte avdet eylemez, geçmişe teessüf fâide vermez. Merd-i basîret-kâr, tecellîden istinâre, fırsattan istifâde eder de, geçmişe teessüf ettiği gibi, geleceğe de teessüf etmemek için müteyakkızâne davranır. Hâb-ı gaflete dalanın feyz-i seherden mahrûm olacağını takdîr eder de bîdâr bulunur. Garîbdir ki havâss u avâmdan ba'zı zevât, ma’lûmât-ı müktesebe ve ahvâl-i müstahsenemi derece-i hakîkiyyesinden pek fazla tahayyül ederek hakk-ı nâ-müstahakkımda ibrâz-ı hürmet ve ba'zı nâs da izhâr-ı husûmet ederler. Her istediğini söyleyen edîb-i ma’rûf Süleymân Nazîf Bey, “Sana muhabbet, hürmet edenler hasbeten li’llâh ederler; husûmet gösterenler mağlûb-ı ağrâz olanlardır.” der. Yine o edîb-i ceriyyü’l-lisân,

“Kemâl Bey ki o Mahmûd nâm u hasletdir

 Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine”*

beytiyle terâne-senc-i medh u zem olur. Kâli kaleme gelen ve gelmeyen dîğer zevâtın her biri de hakkımda, haklı haksız bir gûne hükm verir ve bu hükümler, muhtâc-ı ihkâm olmakla berâber, benim bildiğim hakîkat, /216/ hürmet ve muhabbete lâyık bir fazîletim ve nefret ve husûmete müstahakk-ı fevka'l-âde bir fazâhatim olmadığından ibârettir. Her hakîkat, (يوم تبلى السرائر)[75]'de münkeşif olacağından, nefsimize isnâd edilen hayr u şerre dâir söylenecek sözler, enfâs-ı zâyiadan ma’dûddur.

Pek genç iken hıdmet-i devlete girildi. Kabâhatin bir kısmı bana, dîğer kısmı, (البادى أظلم)[76] meâline mâ-sadak olan, kadr-nâ-şinâs, ikbâl-perest, mütekebbir, nâdân âmirlere râci’ olmak üzere pek çok çile çekildi. Mükerreren makâm-ı sadârete gelen bir zât-ı bî-misâl[77] kerîmesini bana tezvîc etmek teşebbüsünde bulunarak envâ’-ı mevâîd ile gönlümü lebrîz-i meâlî vü mefâhir eylediği hâlde, hasîsa-i vefâ vü mürüvvetten mahrûmiyyeti ve vehm ü vesvese ile me’lûfiyyeti hasebiyle, bilâ-sebeb bu işten sarf ı nazar eylemesi ve o sırada âmir nâmındaki garaz-kârların bir vesîle-i âdiye ile sûret-i mücâzâtta beni dîğer kaleme tahvîl ettirmeleri, hayât-ı şebâbımı rahne-dâr etti. Hâlbuki izdivâcın adem-i vukûu, terakkîyyât-ı mâddiyyeden mahrûmiyyeti istilzâm, beni telh-kâm ettiyse de, ma’nen mahz-ı hayr u saâdet olduğu bi'l-âhare tahakkuk eyledi.

Bir müddet inzivâ ettikten sonra, evvelki kaleme avdet ve ba’de-ba'din kalemin müdüriyyeti ihrâz edildi. Fakat bu sadmeler ahlâk ve sıhhatim üzerinde sû-i te’sîr gösterdi. Teessür ü hiddet, ye’s ü fütûr, hüzn ü keder ve âlâm-ı asabiyye arttı. Tarîk-ı terakkîde reh-berlik değil, dâimâ reh-zenlik edenlere müsâdif oldum. Pek geç, pek güç terakkî ettim. Pîş ü peşimde her vakit rakîbler, hasûdler, gammâzlar, bed-hâhlar bulundu. Adâlet-i ilâhiyye kısm-ı a’zamını zîr ü zeber ve bu abd-i ahkarın kadrini onlara nisbetle ber-ter etti.

Sadâret Mektûbî Müdürriyyeti’nde ale’d-devâm onüç sene Eyâlât-ı Mümtâze vü Muhtâra Müdüriyyet-i mühimmesinde, Bâb-ı Âlî Müdevvenât-ı Kânûniyye ve Takvîm-i Vekâi’ Müdüriyyetlerinde, ilmî, siyâsî ve idarî müteaddid encümen ve komisyonlarda, müessislerinden olduğum Evkâf-ı İslâmiyye Müzesi idâre meclisi a’zâlığında ve mükerreren riyâsetinde ve Dîvân-ı Hümâyun Beylikçiliği makâmında bulundum. Bi-fazlihî teâlâ her me’mûriyyette hukûk-ı devlet ü milleti muhâfazaya çalıştım. Mâ-fevk ve mâ-dûndan düşmânlar peydâ ettim. Rabbimin kemâl-i lutf u keremi ile mâ-dâme’l-ömr fakr u zarûrete girif-târ olmadım. Bir kapı kapanırken dîğeri açıldı.

/217/ Hîn-i mütârekede zaleme-i keferenin hânemizi işgâl ve mamelekimizi imhâ etmeleri ve muhârebe senelerinde Yakacık’taki sayfıyye-i cefâ-engîzimizin kendi askerimiz tarafından tahrîb edilmesi kabîlinden ba'zı mihnetlere uğradımsa da, nâil olduğum eltâf-ı mâ-lâ nihâye-i Samadâniyye’ye karşı bu türlü mihnetlerden bahs etmeyi küfrân-ı ni’met addederim. Yukarıda ismi geçen Süleymân Nazîf Bey’in, bir mürşid-i dil-âgâh lisânına yakışacak sûrette, “Kâfirler kalbine giremediler, evine girdiler.” demesi, nikmet addettiğimiz ba'zı hâlâtın ni’met olduğunu, ni’met-şinâsân-ı ümmete kabûl ettirecek dakâık-ı âliyedendir.

Kâle bak kâiline kılma nazar

Budur işte reviş-i ehl-i iber

Birâder-i rûh-perverim Seyyid Ahmed Tevfîk’in şu dâr-ı fânîde beni garîb ve yetîm bırakıp gitmesi, dünyâyı başıma zindân ve rûhumu giryân eylediyse de, her sûretle hüsn-i zanna lâyık olan o merd-i kâmilin şefâatına mazhar olmak ümidiyle mütesellîyim.

Evâil-i şebâbda eâzım-ı meşâyıh-ı Nakşıbendiyye-i Hâlidiyye’den Mevlânâ Şeyh Abdülmennân Osmân Efendi (kuddise sırruhû) hazretleri, Denizli’den gelerek bir gece fakir-hânede beytûtet ve salât-ı subhu müteâkiben bu abd-i müznible birâder-i mükerremime telkîn-ı tarîkat buyurdu.

Tarîkata sülûk için henüz niyyet yoktu. O mürşid-i fâzıl, me’mûren gelmiştir ki, ifâ-yı me’mûriyyet etti ve bir kaç gün sonra Denizli’ye gitti. Otuz seneyi mütecâviz zamândan beri tarîk-ı Nakşıbendî-i Hâlidî’ye sâlik olduğum hâlde, maa't-teessüf kesb-i feyz edemeyerek,

Sâf olsa da kalb kedûret-âlûd

Esrâr-ı vücûda mahrem olsam

Bilsem ki nedir hakîkatim âh

Âdem gibi ben de Âdem olsam

zemzemesiyle nevha-sâz olmaktayım. Mebâdî-i şebâbdan beri gazete ve mecmûalara mebâhis-i mütenevviaya ait yazılar yazdım. Dîne, ahlâka, tasavvufa, hikmete, edebiyyâta, siyâsete ve târîhe müteallik kitâb şeklinde matbû' ve gayr-ı matbû' eserlerim vardır:

Matbû' âsâr :

1. Menâfiu’s-Savm,

2. Ravzâtu’l-Kemâl,

3. Ahlâk,

4. Hulâsa-i Zirâat,

5. Hulâsa-i Ticâret,

6. Sabîh,

7. Rahşân,

8. Bir Yetîmin Sergüzeşti,

9. Kemâlü’l-Hikmet,

10. Kemâlü’l-İsmet,

11. Kâmil Paşa’nın Sadâreti ve Konak Mes'elesi,

12. Târîhçe-i Evkâf ve Terâcim-i Ahvâl-i Nuzzâr,

13. Mukaddime-i Dîvân-ı Yahyâ,

14. Mukaddime-i Dîvân-ı Hikmet,

15. Mukaddime-i Dîvân-ı Leskofçalı Gâlib,

16. Menâkıb-ı Hünerverân,

17. Âlî Merhûmun Âsârı Hakkında Tetkîkât-ı Şâmile.

/218/ Gayr-ı Matbû' Âsâr:

1. Feyz-i Cevâd,

2. Kemâlü’l-Kiyâse fi Keşfı’s-Siyâse,

3. Kemâlü’l-Kâmil,

4. İzzü’l-Kemâl,

5. Nûru’l-Kemâl,

6. Kemâlü’s-Safve,

7. Hadîkatü’l-Vüzerâ Zeyli (Gelenbevî),

8. Ma’şeru’l-Meşâhîr,

9. Tezkire-i Fatîn Zeyli (Yazılmaktadır)[78]

10. Lemeâtü’l-Kemâl,

11. Kemâlü’l-Letâif,

12. Kemâlü’l-Hattâtîn[79],

13. Lübbü’l-Leffe,

14. Luğvü’l-Leffe.....ve sâire.

Bunların dünyâda hiç kıymeti yoktur. Ukbada ise, defter-i siyâh-ı günâhımın zeyli olarak ortaya konmasından korkarım.

Henüz onüç-ondört yaşında iken şiir söylemeye heves ettim. Tab’ımda isti’dâd-ı tâm olmadığı gibi noksân-ı ma’lûmât da güzel sözler söyletmişti. Şâir olmak için âşık olmak îcâb edeceğini anladım. Esâsen gâyet hâssas ve müsteıdd-i aşk u şevk olduğumdan, o sinn ü sâlde meşk-i aşk etmekten ürktüm. Çünkü âşık olmak isterken, ma’şûk olmak muhatarası melhûzdur. Sinn ilerledikçe şiir nâmına ba'zı kelimât-ı mevzûne söyledim ise de[80] ale’d-devâm meşgûl olmadım. Söylediklerimin bir kısmı kayboldu. Mevcûdları da kaybolmağa sezâdır.

Vassâf-ı asfiyâ, Hüseyin Vassâf-ı safiyyü’l-kalbin, garîk-ı deryâ-yı ma’siyet olan bu abd-i rû-siyâhı, Sefîne-i Evliyâ-yı Ebrâr’a kabûl etmek istemesi, bir merd-i âlî-himmet olduğuna şâhid-i âdildir. Benim de nefs-i hakîrânemi kâbil-i kabûl addedip Sefîne’ye girmek cür’etinde bulunuşum, hadd-i nâ-şinâslığıma ve noksân-ı irfânıma burhân-ı kâmildir. İnşâa’llâhü’l-Kâdir ( ما رآه المؤمنون حسنا وهو عند الله حسن)[81] sırr-ı celîli hakk-ı müznibânemde de zâhir olur da, sâye-i evliyâ-yı ebrârda nâm-ı nâçîzânem gibi mahmûdu’l-hâl ve sâhibü’l-kemâl olurum.”

“Hudâ Kâdir’dir eyler seng-i hârâdan güher peydâ”

16 Zi’l-hicce 1342/20 Temmuz1924

   İbnü’l-Emîn Mahmûd Kemâl

 

                                                                          -      -     -

Birâder-i sütûde-siyer efendim!

Cuma sabâhı teşrîf edeceğinizi geçen geceki teşerrüfde söylemiş olsaydınız, evden çıkmaz, hilâl-i îd bekler gibi kudûmunuza nasb-ı nigâh-ı intizâr ederdim. Esâsen sâhib-i keşf ü kerâmet olmadığımız gibi, âlemin gaybını değil, şimdi kendi aybımızı keşf ile meşgûl olduğumuz için, geleceğinizi bi’t-tab’ bilemezdim.

Bu abd-i hakîr gibi, sözü kaleme gelmeyen cehele-i ümmetin kelimât-ı bî-ma’nâsını bestelemek sûretiyle kalb-i şikestesini ta’mîr etmek isteyen zevât-ı mürüvvet-simâta teşekkür ve duâdan başka diyecek yoktur. Cenâb-ı Hak, insâniyyet ve hukûk-perverliklerini müzdâd eylesin.

Geçen gece avdetinizi müteâkiben zuhûrat oldu. Arkanızdan seslenmek istedimse de, sizi beş-on dakîka hâb-ı safâdan mahrûm etmeye değeri olmadığından, teşerrüfe ta’lîk eylemiştim. Mâdâmki taleb buyuruyorsunuz arzedeyim:

Manzûmeyi zâyi’ olur mülâhazasıyla göndermedim. Birinci mısrâdaki, “huzûr-ı tâm”, “huzûr-ı kalb” olmalı, “yakarsan şu'le...” mısraı, “Hemân mazhar olursun feyz-i Hak’la kalb-i âgâha” sûretine tahvîl buyurulmalı. Üçüncü mısrâ’daki, “mün’atıfdır lütf u feyzi” kelimeleri, “râyegândır çünkü feyzi” kelimelerine kalb edilmeli.

Nihâyetteki kıt’anın birinci mısrâındaki, “yatan” “yatar”; ikinci mısrâındaki, “buldular ez-cân”, “gördüler tâbân” olmalı. Yine de re’y ve irâde sizindir.

Burhân-ı Belhî’den tercümesini isteyeli bir seneden ziyâde oldu, getirmedi, göndermedi. Onunla isimleri sayılan dîğer zevâtın tercümelerini lutf ederseniz eltâf-ı sâbıkaya lâhika olur. Yakacık’tan gelen bir haber-i derd-eser zihnimi zîr ü zeber ettiğinden, bu varak-pârede lüzûmlu lüzûmsuz sözler söyledim. Her ne ise hoş görünüz.

Kudemâ-yı urefâ-yı Nakşıbendiyye’den Rızâ Bey Efendi’nin kelâm-ı taâm-engîzinin nakş-ı ber-âb kabîlinden olduğunu isbât için, tensîb edeceğiniz bir gün, evlâd-ı ma’neviye-i Ebu’l-Vefâ’dan Hâfız Nısfet ile el ele vererek semt-i Suâdiye’ye revân ve dane-çîn-i hırmen-i irfân olacağımızı arz ederiz.

Bakî duâ azîzim efendim.

27 Safer 1340/(1 Kâsım 1921)

İbnü’l-Emîn gufire lehumâ

                                                                       -    -    -

“Leyle-i mülâkâtta bizim saçmalarımızı sormak tenezzülünde bulunmuştunuz. Dün gece bir kâğıd ararken zuhûr eden bir kaç nazmı ki - yirmi sene evvel söylenmiştir - takdîm ettim. İsterseniz okursunuz, isterseniz atarsınız.

Kıt’a :

Zikr-i Hak’dan bir nefes gâfîl olan

Eyler imhâ-yı hayât-ı yek-nefes

Zikr-i Hak’dır nuhbe-i ömr-i beşer

Mâ-sivâya mürde-dil eyler heves

Kıt’a :

Sâf olsa da kalb kedûret-âlûd

Esrâr-ı vücûda mahrem olsam

Bilsem ki nedir hakîkatim âh

Âdem gibi ben de âdem olsam.

Beyit :

Cilve-zâr-ı vech-i kudret sanma yalnız Tûr’dur

Dîde-i hak-bîne her bir zerre Tûr-ı nûrdur

Gazel :

Hâlet-i rıhletde cânân arz-ı dîdâr eyledi

Benden aldı kendini kendinde izmâr eyledi

Ahd ü peymân eylemişken yâr ile gönlüm benim

Perde-i pindâra girdi ahdi inkâr eyledi

Hayli müddet bir vücûd-ı bâtıla virdim vücûd

Geldi bir dem cism ü cânım Hakk’ı ikrâr eyledi

Nakş-ı zâilmiş bütün âsâr-ı reng-â-reng-i dehr

Vech-i bâkî âkıbet ibrâz-ı âsâr eyledi

Muktezâ-yı fıtrata itmekde cümle ittibâ’

İsm-i zâhir herkese bir neş’e izhâr eyledi[82]

Def’-i gaflet çâre-cû-yı vuslatı eyler be-kâm

Sâlikân-ı aşk böyle keşf-i esrâr eyledi

Hâb-ı gaflet dûr olur bizden ilâ-yevmi’l-kıyâm

Feyz-i Nûru’l-Hak[83] bizi hakkıyla bîdâr eyledi

Reşîd Akif Paşa merhûmun ârzûsuyla, bir gazeline nazîre olarak söylenmişti:

Gül-şen-i fânîde gâfîl sûret-i zîbâ arar

Sûret-i zîbâda ârif başka bir ma’nâ arar

Arz-ı dîdâr eylemişdi tâ ezelde bâr-ı cân

Cân u dil ol neşveyi bin cân ile hâlâ arar

Zâil olmaz bir nefes dilden hevâ-yı hüsn ü aşk

Mest-i vuslat sû-be-sû bir yâr-ı rûh-efzâ arar.

Sırr-ı feyzâ-feyzini neşr eylemiş hüsn-i ezel

Kim nice Mecnûnlar Leylâ diye Mevlâ arar

Mahrem-i dîdâr olan bilmez zemîn ü âsumân

Nakş-ı pâ-yı yârda bin Zühre-i zehrâ arar

Gâh şevkından çıkar eflâke gâh eyler sükût

Rûh-ı âşık âlem-i dîğerde bir me’vâ arar

Nâr u nûrundan bu aşkın ben garîk-ı hayretim

Dîde-i hak-bîn her bir zerrede Sînâ arar

Çeşm-i jeng-âlûdeye itmez tecellî bir zamân

Nûr-ı pâk-i aşka ancak dîde-i bînâ arar[84]

Sâha-i kesretde neyl-i maksada imkân yok

Ehl-i bîniş kesb-i kâma gûşe-i tenhâ arar

Güft ü gû-yı hüsn ü aşka bir Habîb olmuş sebeb

Âşık u ma’şûk ondan rahmet-i uzmâ arar

Sâha-i kesretde neyl-i maksada imkân yok

Ehl-i bîniş kesb-i kâma gûşe-i tenhâ arar

Güft ü gû hüsn ü aşka bir habîb olmuş sebeb

Âşık u ma'şûk andan rahmet-i uzmâ arar

Na’t-ı Şerîf :

Ey rûh-ı müşahhas ki bütün cânlara cânsın

Ağyâra nihânsın dil-i uşşâka ayânsın

Bûyundur iden güllere îrâs-ı revâyıh

Rûyunla da mihr ü mehe envâr-feşânsın

Her zerre senin lem’a-i hüsnünle celîdir

Zâhirde fakat mihr-i hafiyyü’l-lemeânsın.

Hüsn-i ezelî âşık-ı hüsn-i ezelindir

Bir öyle cemîlsin ki cemâllerde nihânsın

Aşkındır iden sûret-i hestîyi nümâyân

Aşkınla ki âyîne-i imkân u mekânsın

Ser-tâ-be-kadem dîdeyiz ey muzhir-i Hâlık

Göster bize dîdârını kim mazhar-ı ânsın

Keşf eyle nikâb-ı ruhunu sırrını göster

Görsün ki cihân sırr-ı latîfü’s-sereyânsın

Dünyâda yere düşmedi sâyen fakat ey nûr

Ukbâda ruûs-ı beşere sâye-resânsın

Ey nuhbe-i mahlûk ahad gelmedi mislin

Vallâhi ve bi’llâhi vahîd-i dü-cihânsın

Ümmîd-i kerem itmededir sâlih ü tâlih

Sen kân-ı kerem melce-i âfet-zedegânsın

Atf ı nazar it hâline bî-çâre Kemâl’in

Bî-çârelere lutf ile dâim nigerânsın

Tesbî’ :

Ey server-i âlem ne güzel Fahr-ı cihânsın

Göz nûru gönül pertevi yektâ-yı avânsın

Bir dânesisin Hazret-i Hakk’ın bize şânsın

Sen sırr-ı Hudâ nûr-ı bedîi’l-cereyânsın

Mir’ât-ı mücellâ-yı hakîkat heme-ânsın

Ey rûh-ı müşahhas ki bütün cânlara cânsın

Ağyâra nihânsın dil-i uşşâka ayânsın

Hicrân-zede dil-hasteye var hayli sevânıh

Eşvâkın ile kalbe doğar mihr-i levâyıh

Kudret bulamam ki ideyim arz-ı medâyıh

Âşıklara hiç fâide eyler mi nasâyıh

Hak aşkına kıl gönlüme îsâl-i fevâyıh

Bûyundur iden güllere îrâs-ı revâyıh

Rûyunla da mihr ü mehe envâr-feşânsın

Dîdâr-ı melîhin ki güzeller güzelidir

Gönlümdeki aşkın bana feyz-i ezelîdir

Âvâreliğim hüsnüne meftûn olalıdır

Râhında senin cânı fedâ cân emelidir

Îsâr-ı hayât meslek-i aşkın temelidir

Her zerre senin lem’a-i hüsnünle celîdir

Zâhirde fakat mihr-i hafiyyü’l-lemeânsın

Maksûdumuz ancak kerem-i bî-bedelindir

İhsân u kerem eylemek el-hak emelindir

Eltâf ı celîlen bize meşhûr meselindir

Dillerde yanan âteş-i aşk mâ-hasalındır

Âşıklarının kalbleri taht-ı hıcelindir[85]

Hüsn-i ezelî âşık-ı hüsn-i ezelindir

Bir öyle cemîlsin ki cemâllerde nihânsın

Pek nazlısısın Hazret-i Allâh-ı Celîl’in

Memdûh-ı güzînisin O Mevlâ-yı Cemîl’in

Öğmüş de yaratmış seni hiç yokdur adîlin

İnsân u melek hepsi senin abd-i dahîlin

Lutfunla şifâ-yâb ola Vassâf-ı alîlin

Ey nuhbe-i mahlûk-ı ahad gelmedi mislin

Va’llâhi ve bi’llâhi vahîd-i dü-cihânsın

                     *   *   *

         Yâ Vedûd

Ey âşık-ı sâdık-ı ilâhî

Göster bize aşkını ke-mâ-hî

Aşk oldu sebeb vücûd u vecde

Âdem o sebeble itdi secde

Gül-şende güler mi verd-i ahmer

İtmezse tulü’ mihr-i enver

 

عشكست دليل آشنايى

دل يافت ز عشق روشنايى

مرغيست ز آشيان لاهوت

جزدانهء دل نباشدش قوت[86]

Hubb-ı ezelî cihâna sârî

Bir zerre değil o sırdan ârî

Ezhâr-ı bahâr-ı sûr-âmîz

Evrâk-ı hazân-ı hüzn-engîz

Feryâd-ı hezâr hande-i gül

Dâğ-ı dil-i lâle eşk-i sünbül

Âvâz-ı kemân nâle-i ûd

Her savt-ı hazîn girye-efzûd

Âşıkda niyâz u âh-ı şekve

Ma’şûkda hezâr nâz u işve.

Hüsnün lemeât-ı aşk-ı Bârî

Aşkın feyezân-ı nûr u nârî

Hubb-ı ezelîye tercümândır

Hubb-ı ezelî ki câna cândır

Mektûm değil serâir-i aşk

Her yerde ayân me’ser-i aşk

Tevfîkı refîk idince Allâh

Uşşâkı ider o sırdan âgâh

Lutf u kerem-i Cenâb-ı Hâlık

İtmiş seni de o aşka âşık

Hubb-ı ezelî enîs-i rûhun

Uşşâk-ı ezel celîs-i rûhun

عشاق خلاصهء الستند

از جام بلى مدام مستند

جانبخش بود كلام ايشان

محمود بود مقام ايشان[87]

Sen mazhar-ı feyz-i evliyâsın

Vassâf-ı safiyy-i asfiyâsın

Merdân-ı Hudâ’ya mahrem oldun

Âdemler içinde âdem oldun

İrfân iledir kemâl-i insân

İrfân ise aşk ile nümâyân

Aşkın seni eylemez mi ârif

İtmez mi gumûz-ı aşka vâkıf

Açdın bize bir sebîl-i irfân

İşte eserin delîl-i irfân

Deryâ-yı vefâ olunca sînen

Allâh yoluna gider “Sefîne”n

Ebrâr o Sefîne’ye girerler

Mersâ-yı selâma sevk iderler

Emvâc-ı hatar olursa peydâ

Kâbil anı bir nefesle imhâ

Virsün sana ömr-i Nûh Yezdân

İrfânını eylesün firâvân

Her dem sana arz-ı hürmet eyler

Mahmûd Kemâl o abd-i ahkar

Harrarahû el-fakîr ileyhi Azze Şânuhû Seyyid Mahmûd Kemâl el-Hâlidî gufıra lehû. 9 Zi'l-ka'de 1324/(25 Aralık 1906).

                                                           *    *    *

/219/ Yazdıkları tercüme-i hâli, ayrıca bir risâle şekline koyup ismine Kemâl-nâme dedim. Cenâb-ı Hak kudret-i ilmiyye ihsân ederse ona zeylen ilâvâtta bulunurum.

Ma’den-i feyz Kemâl-nâme-i burhândır bu

Tâlib-i ma’rifete mekseb-i irfândır bu

Oku dikkatle onu mahv-ı vücûdu öğren

Terk-i da’vâ idiver meslek-i pîrândır bu

Nâm-ı âlîsine Mahmûd Kemâl Bey dirler

Pür-kerem “Kutb-ı edeb” midhate şâyândır bu

Revnâk-efzâ-yı dil ü cândır o âlî-haslet

Nûra müştâk olana matla’-ı tâbândır bu

Oldu meftûn-ı kemâlâtı onun Vassâf

Hazret-i İbnü’l-Emîn âşık-ı cânândır bu

Azîzim Şeyh Mustafa Sâfî Efendi hazretleri mîr-i müşârünileyhin kemâlâtını takdîr edenlerden olup, “Kutb-ı edeb” diye yâd ederlerdi. Muharrir-i fakîr de ona işâreten “Kutb-ı edeb” terkîbini kullandım. Fi’l-hakîka kutb-ı edeb’dir. Tavvela’llâhu umrehû ve zâde’llâhu feyzehû.

Kıt’a :

Vasl-ı yâre kesb-i isti’dâd iden âşıkların

  Zikri cânân fikri cânân cânı da cânân olur

  Âh-ı âteş-bâr ile itdikçe mahv-ı cism ü cân

  Tâ be-mahşer cisminin her zerresi bin cân olur

“Şiirde isti’dâdım yok.” diyen mîr-i müşârünileyhin yalnız bu kıt’ası bir kaç dîvâna bedeldir. Aşk ve tasavvuf vâdîsinde şerh ve tafsîl edilse nice rumûzât-ı aşkıyyeyi, nice dakâik-i tasavvufiyyeyi câmi’ olduğu meydân-ı hakîkata çıkar. Hakâyık-ı beyâniyyeye nüfûz sâhibi olanlar, o kıt’adaki ihtisâr ve tafsîli derhâl anlarlar. Bu nazm-ı bedîi, zamânımız mûsikî-şinâslarımızın ileri gelenlerinden Muallim Kâzım Bey, Durak hâlinde bestelemiştir. Andelîb-i gül-zâr-ı tevhîd Hâfız Sa’deddîn (Kaynak) Efendi oğlumuz okudukça dil ü cânımız mest olur.

Muharrir-i fakîrin Vesîletü’n-Necât nâm eser-i âcizâneme yazdıkları takrîzde Fahr-i âlem (sallella'llâhu aleyhi ve sellem) efendimiz hazretleri hakkında zâde-i tab’-ı âşıkaneleri olan :

Ma’dûm olacakdı cümle mahlûk

  Hâlik seni kılmasaydı ma'şûk

 

  Mechûl olacakdı ilm ü ma’lûm

  Hakdan olacakdı cümle mahrûm

 

  Hakkında ne söylesem ehaksın

  Allâh bilir ki ayn-ı haksın

  Yâ Rab bu senin Muhammed’indir

  Mahbûb-ı güzîn ü emcedindir

  Ey menba’-ı cûy-bâr-ı rahmet

  Sendendir inâyet ü himâyet

  Mücrim ise de Kemâl-i ahkar

  Ümmîd-i kemâl-i rahmet eyler

/220/   Ol abd-i dahîli itme güm-râh

  Şâyeste-i rahmet eyle li’llâh

  Matlûbumu eyleme amân red

  Senden seni isterim Muhammed

Görülüyor ya, Mahmûd Kemâl Bey’in neş’e-i ma’neviyyesi evc-i a’lâ-yı muhabbette pervâz ediyor. Bâ-husûs birinci kısımda vahdet-i vücûd zevkini öyle bir remz-i latîf ile beyân buyuruyorlar ki, tafsîli bir cild kitâb vücûda getirir. Dekâik-i tevhîdiyyedeki zevk-i ilmîleri çok yüksektir. Kısm-ı sânî ilticâyı mütezammındır. Her beytini remz-i fikr-i mûşikâf ile tedkîke koyulur isek, nâzım-ı muhteremin garâmiyyâttaki kudret-i zevkiyyesine hayrân oluruz. Şiir denilen şey işte budur. Öyle ağzına geleni sencîde-i mîzan etmeden lâ-yankatı’ söylemekten ise, az ifâde ile çok ma’nâyı tazammun edecek sırr-ı hakîkat ve lübb-i ma’rifetin ve zevk u aşkın ne olduğunu mir’ât-ı cânândan gösterecek böyle ârifâne bir kaç manzûme inşâd etmek elbette evlâdır.

Lisân-ı Hak’tan, tevhîd-i zâttan, menba’-ı aşktan söylenen bu sözler münâsebetiyle nâzım-ı muhteremini tebrîk ve onun kemâlini gıbta ederim. “Ey menba’-ı cûy-bâr-ı rahmet” diye başlayan kısmını mûmâileyh Hâfız Sa’deddin Efendi zevk-perverâne bir sûrette ilâhî tarzında bestelemiştir. Ara sıra onu okudukça nesîm-i feyz-i Muhammedî’nin meclis-i aşkımızda dalgalandığını kalb âlemi haber verir. Nâzımına, beste-kârına yürekten duâlar ederim.

Âşık-ı Fahr-i cihânsın Hazret-i Mahmûd Kemâl

Şâir-i hikmet-beyânsın Hazret-i Mahmûd Kemâl

Sözlerin hakdır hakîkatdır riyâdan pek baîd

Sen edîb-i nükte-dânsın Hazret-i Mahmûd Kemâl

Feyz ü ihsânınla teshîr eyledin mülk-i dili

Revnak-efzâ-yı cinânsın Hazret-i Mahmûd Kemâl

Neş’e-i dîniyyenin hayrânıdır erbâb-ı dîn

Âleme ibret-feşânsın Hazret-i Mahmûd Kemâl

Meclis-i irfânına ihlâs ile hâzır olan

Âşıkın Vassâf’a cânsın Hazret-i Mahmûd Kemâl

Dördüncü cildde Uşşâkîler faslında derc-i sahîfe-i i’tibâr eylediğim icâzet-nâme-i Uşşâkî, müşârünileyhin mahsûl-i kalemi ve yâdigâr-ı kıymet-dârıdır. Tarz-ı tahrîrinde hârikalar göstermiştir. Tahdîsen burada zikr ederim.

/221/ ŞEYH MUHAMMED SAÎD EFENDİ

Kemâlât-ı ârifânesiyle Bağdâd’da şöhret bulmuş ricâl-i Nakşiyye-i Hâlidiyye’dendir. 1277/(1860) senesinde Bağdâd’da âlem-i dünyâyı teşrîf buyurmuşlardır. “Molla-zâde” nâmıyla meşhûr olup peder-i mükerremleri merhûm Abdülkâdir Efendi’dir. 1323/(1905) senesinde âzim-i dâr-ı bakâ olmuştur.

Muhammed Saîd Efendi, ulûm-ı zâhireyi şu zevâttan ahz etmiştir:

Şeyh Abdülkerîm-i Kürdi, Şeyh Dâvûd, Şeyh Ali Efendiler, Bahâülhakk-ı Hindî, Şeyh Abdülkâdir-i Mardînî, Şeyh Abdülvahhâb, Yûsuf Sinân Efendi, Şeyh Kâsım Efendi.

Ulûm-ı bâtınayı şu zevâttan teallüm etmişlerdir :

- Hz. İmâm-ı A’zam Medresesi müderrisi Şeyh Ahmed-i Bağdâdî ki, onun şeyhi Mahmûd-ı Sâhib; Mevlânâ Hâlid Ziyâeddîn hazretlerinin birâder-i mükerremleridir.

- Tarîkat-ı Nakşıbendî-i Hâlidî’den Şeyh Ömer Ziyâeddîn Efendi ki, onun şeyhi Mevlânâ Hâlid Ziyâeddîn’in hulefâsındandır.

- Tarîkat-ı Kübreviyye’yi, Şeyh Ahmed-i Seyyâh hazretlerinden almıştır.

- Tarîkat-ı Müceddidiyye’yi, Seyyid Nâsır el-Buhârî hazretlerinden almıştır.

- Tarîkat-ı Kâdiriyye’yi, Şeyh Osmân-ı Rıdvânî’den almıştır.

1317/(1898) senesinde mûmâileyh Şeyh Ahmed Efendi irtihâl eylemekle onun yerine İmâm-ı A’zâm Medresesi müderrisliğine ta’yîn olunmuştur.

1308/(1891) senesinde Haremeyn-i muhteremeyni ziyâret şerefine mazhar olup, Mekke-i Mükerreme’de iken hadîs-i müselsel-i bi’l-evleviyyeden üç zâta icâzet vermişlerdir.

1312/(1894) senesinde İstanbul’u teşrîf buyurup, Bağdâd’da kâin Sâmerrâ’da bir medrese vücûda getirmek için hükûmetin muâvenetini temennî eyledi. Hükûmet matlûbunu is’âf eyledi. Şîîler arasında sünnîlere mahsûs bir medresenin inşâsına muvaffak olmuş olmasından dolayı müftehir kaldılar. Bu işi, bu abd-i âcize makâm-ı fahrda beyân buyurdular.

İlm-i tefsîr ve ilm-i hadîsi tahsîsan Şeyh Dâvûd ve Osmân-ı Rıdvânî hazerâtından tederrüs ile icâzet almışlardır. Fazla olarak Muhammed Feyzî (ile), Müftiyü’l-Irâk Zühdî’den de ahz-ı ilm eylemiştir ve icâze-i mutlaka almıştır.

Tarîkat-ı Nakşıbendiyye şeyhi Ömer Ziyâeddîn hazretlerinin yüzyirmi halîfesi /222/ ve ale’t-tahmîn kırkbin kadar mürîdi olup pek mübârek bir zât-ı âlî-kadr olduğunu Saîd Efendi bi'z-zât beyân buyurdular.

Muhammed Saîd Efendi hazretlerinde âsâr-ı kemâl rû-nümâ olmağa başlayınca çeşme-i füyûzât-ı ârifânelerinden ahz-ı feyz için lâ-yuad tullâb-ı aşk u muhabbet etrâfına toplanmıştır. Ulûm-ı zâhireden ikiyüz zâta icâzet vermişler. Tarîkat-ı Nakşiyye’den otuzbeş zâtı istihlâf buyurmuşlardır. Hulefâsının ecelli Şeyh Abdüllatîf-i Hindî, Şeyh Abdülvâhid-i Dağıstânî, Şeyh Muhammed Saîd-i Medenî ve Şeyh Hacı Mustafa Nûreddîn-i Çerkesî’dir.

Muhammed Saîd Efendi hazretleri, Mısır’a azîmetle oradaki makâmât-ı mübârekeyi ziyâret ettiler ve efâzıl-ı ulemâdan ba'zı zevâta, taleb-i vâkıa binâen icâzet verdiler. İmâm Şafiî hazretlerinin türbesini ziyâret esnâsında bi’l-irticâl şu manzûme-i belîgayı inşâd buyurmuşlardır :

أتيت لقبر الشافعى أما منا

لكى أرتوى من بحره المتلاطم

فلما أتيت القبر صادفت لجةً

علتنى علوا لست منها بسالم

فنوريت يا هذا عليك بفلكنا

فأنا وضعناها إلى كل قادم[88]

  

 Türbeyi ziyâret esnâsında kubbeye asılı bir sandal görmüşlerdir ki, “Bu sandalın bulunduğu türbe denizdir. Ya'nî İmâm Şafiî hazretleri bir bahr-ı bî-pâyân-ı irfândır.” mâ’nâsını vermişler ve bu münâsebetle o manzûme-i latîfeyi inşâd buyurduklarını bi'z-zât söylediler.

1327/(1909) senesinde ârzû-yı zâtiyyesiyle Medîne-i Münevvere’ye azîmetle tekrâr ziyâret şerefine mazhar olmuşlar. Bâ’dehû ikinci def'a olarak İstanbul’u teşrîf buyurmuşlardır. Aksaray civârında Müşîr Tevfîk Paşa merhûmun konağında misâfir olduklarından bu sebeble mükerreren şeref-i sohbetlerine mazhar oldum.

Medîne-i Münevvere’de efâzıl-ı ulemâ-yı muhakkıkînden yüz zâta icâzet verdim. Şam’a geldim, Mevlânâ Hâlid Ziyâeddîn ve Şeyhu’l-Ekber efendilerimizi ziyâret ettim. Şam’da ulemâdan pek çok kimselere ilm-i hadîsden me’zûniyyet verdim.” diye nakl-i hâl buyurmuşlardır

Vâlide Câmi'-i şerîfinde Cuma ve Salı günleri Tefsîr-i Beyzâvî okutup, esnâ-yı takrîr yanlarında kitâb bulundurmamışlar ve ezberden takrîr etmişlerdi. İstanbul ulemâsı başına toplandılar, meftûn-ı irfânı oldular. /223/ Lisân-ı Arab üzre olan takrîrleri o derece belîğ, o mertebe fasîh idi ki, insân hîn-i istimâ’da gaşy olurdu. Avâm, havâs ve’l-hâsıl her sınıf halk isti’dâdına göre feyz-i ârifânelerinden müstefîz olmuşlardır.

Muhammed Saîd Efendi hazretleri uzunca boylu, beyâza yakın kır sakallı, kara gözlü, pâk özlü, tenâsüb-i endâma mâlik, tarîk-ı hakîkata sâlik, mütevâzi’, halûk ve her türlü mahâsin-i cemîle-i ahlâkıyye sâhibi bir zât-ı muhteremdir.

İşbu eser-i âcizânem hakkında yazdıkları takrîr kemâlât-ı ilmiyyelerine burhândır. Beyâz fes giyerler, beyâz sarık sararlardı. Gâyet keskin bakışlı olup, insân ona bir nazar ederse meczûb-ı cezbe-i kemâlâtı olurdu. Hangi ilm ü fenden sorulsa en yüksek mertebesinden bahs ederlerdi. Şerîat-ı mutahhara-i İslâmiyye’nin maâliyyâtından ve ihtirâât ve terakkıyyât ile dîn-i İslâm’ın daha ziyâde te’sîr ve tahakkukundan bahs ederlerdi.

İstanbul’dan hîn-ı avdetlerinde Galata Rıhtımı’ndan vapura binerlerken teşyîine gelen ricâl-i ilmiyyenin kesretinden rıhtımın üzeri beyâz sarıklardan papatya tarlası gibi olmuştu. Erbâb-ı muhabbetin gösterdiği bu teveccühten, ziyâde müteessir olup ağlamışlardı. Ulemâdan pek çok kimseler arz-ı nisbet ederek tarîk-ı Nakşıbendî’den hısse-mend olmuşlardı.

Bir gece Sineklibakkal’da, Kuşadalı merhûmun dergâhına da’vet olundu. Kelâmî Dergâhı şeyhi Es’ad Efendi hazretleri de bulundu. Cehren hizb-i zikr yapıldı. Hz. Şeyh, bezm ile hem-hâl olup hâlât-ı âşıkâne ile zikru’llâh eyledi. Ba’dehû zikr-i cehrînin, hizb-i zikrin hakâyık ve fazâili hakkında ehâdîs-i nebeviyye îrâd etti.

Bağdâd’a avdetlerinden sonra da vefâ-kârlık izhâr buyurdular. Tenezzülen birkaç mektûb yazdılar ki, biri teberrüken telsîk olunmuştur. 1340 sene-i hicriyyesinde (1922)  Bağdâd’da âzim-i dâr-ı bakâ oldular. Vücûd-ı kıymet-dârı âlem-i İslâm için pek mühim olan zevâttandır. Ziyâ’-ı ebedîsine müteessif olmamak elden gelmez.

Mektûbun sûreti:

بسم الله...

من سعيد عبد الله إلى ريحانة القلب وثمرة اللب دام علاه.

أدعو بلسان إخلاص أن يجعلكم المولى من أهل الإختصاص وأن يذيقكم شراب وده وأن يقر عينكم ببحر رفده.

الله أكبر هذا البحر قد زخرا

وهيج الريح موجا يقذف الدرا

فاخلع ثيابك واغرق فيه مقرفا

ولازم الصحو لبس السكر مفتخرا

ومت فميت بحر الله فى رغد

حياته بحياة الله قد عمرا

لازلتم من زلال التوحيد شاربين ومن بحر فلزم الشهود عارفين لاتظن أيها الجوهر الفرد والطيب المحتسد إن القلب قد سلى أو السر قد على فوان الذى أوجدكم بهذه الصورة ومنحكم بهذه السيرة ما ارتفع خيالكم عن العين ولاحال بين فى البين ولاكن الأمور بحسب الظهور. فإن سعاد المولى المحررات بعد هذا تتوالى وما وعدناه نسيره وما ذكرناه نحرره. واخترت العربية لأنه لسان أهل الجنة وقلوبكم واستياحكم فيها مستكنة وكلما يعن لحضرتكم من سؤال حرروه. فإنا بإناية الله تعالى نحرر الجواب مقرونا بالصواب هذا وأهدى كافة من اجتمعنا معهم والسلام بالعز والإحترام ةالسلام عليكم ورحمة الله وبركاته.

                                                                                                                   1 جمادى الأولى 1328

                                                                                                           الداعى الفقير لمولاه مدرس أول                                                                                                                                   حضرت الإمام الأعظم سعيد[89]   

Kâdirî hem Nakşıbendî bâğının bir bülbülü

Hazret-i Şeyh-i Sa’îd-i pür-meâlî hoş-hısâl

/224/   Doğdu Bağdâd’dan cihâna ayn-ı şems-i pür-ziyâ

Bulmada âşıklar envâr-ı füyûzundan nevâl

Her gören meftûn u hayrândır bu zât-ı kâmile

Pek sevimli pek edîb bir ârif-i sâhib-kemâl

Hak teâlâ mazhar-ı gufrân-ı tâmmı eylesün

Nûr-ı mevfûrı’s-sürûrundan gönül bulsun visâl

Arz-ı ta’zîm eyleyen Vassâf-ı bî-evsâfına

Her zamân bezl-i teveccüh eylesinler ehl-i hâl

Muhammed Saîd Efendi hazretlerinin Ahmed Bahâeddîn ve Osmân Sirâceddîn isminde iki mahdûmu vardır.

Âsârı :

1. Nefehâtü’l-Kudsiyye fî Tebrîeti Akâidi’s-Sûfîyye.

2. el-Kavlü’s-Sedîd fî Enne Kavle’ş-Şârih lâ-yüfîd.

3. el-Kavlü’r-Racîh Şerhu Garâmi’s-Sahîh.

4. el-Vüceh fi’r-Reddi alâ Men Kâle bi’l-Cihâ.

5. ez-Zehrâ Şerhu’z-Zevrâ. Biri mufassal, dîğeri muhtasar iki cilddir.

6. Zübdetü’n-Nazar fî Reddi Ehli’l-Fiker.

7. es-Seylü’l-Cârî fî Hakîkati’n-Nûri’s-Sârî.

8. el-Hükmü’l-İlâhiyye fî Hakâyıkı’ş-Şerîati’l-Muhammediyye.

9. es-Seyfü’t-Tebbâr fî Unuki Sâhibi’l-Menâr.

10. Meslekü’s-Sidâd fî Mes’eleti Halkı Ef'âli’l-İbâd.

11. el-Mevâhibü’l-Muhammediyye fî Esrârı Tarîkati’n-Nakşıbendiyye.

12. Bülûğu’l-Âmâl fî Menâzili’r-Ricâl.

13. en-Nefhatü’l-İlâhiyye fi’l-Hakîkati’l-Muhammediyye.

14. en-Nûru’l-Küllî fî Tatavvuru’l-Velî.

15. el-Ukûdu’l-Ahmediyye fi’l-Envâri’l-Kudsiyye.

16. Kurretu’l-Uyûn fî Enne’l-emvât fi’l-Mezâhibi’l-Erbaati Yesmeûn.

17. Harku’l-Âde fî İbtâli Hakîkati’l-Mâdde.

18. el-Akvâlü’l-Münteşire fi’l-Makûlâti’l-Aşere.

19. el-Dürrü’l-Meknûne fi’r-Reddi Alî b. Kemmûne.

20. el-Kavlü’l-Celîl fî Müşkilâti Envâri’t-Tenzîl. /225/ Beyzâvî Tefsîri’ndeki müşkilât-ı hakâyıkı hall vâdîsinde yazılmıştır.

21. en-Nusûs Ta’lîkâtun ale’l-Fusûs. En muğlak ve müşkil hakâyıkı şerh eder bir eser-i mühimdir.

22. en-Nefehâtü’l-Ahmediyye Şerhu Bahsi Hurûfi Futûhâti’l-Mekkiyye.

Hz. Şeyh’in bunlardan başka daha ba'zı âsârı varmış. Kendileri bunları hâtırlayıp söylediler idi. Cenâb-ı Hak rahmet-i ilâhiyyesine müstağrak buyursun, âmîn.

SEYYİD ŞEYH SÜLEYMÂN HÂCE

Belh’de zînet-sâz-ı âlem-i şuhûd olmuştur. “Hâce” ta’bîri o havalîde sâdât ve eşrâf hakkında isti’mâl olunurmuş.

Hüseyniyyü’n-nesebdir :

Hz. Hüseyin, İmâm Zeynel’âbidîn, İmâm Muhammed el-Bâkır, Ca’fer es-Sâdık, Mûsâ el-Kâzım, Alî er-Rızâ, Muhammed-i Takî, Seyyid Mûsâ, Müberka’, Seyyid Ahmed, Seyyid Ahmed-i A’rec, Seyyid Tâlib, Seyyid Ubeydullâh, Seyyid Ubeydullâh el-Efdal, Seyyid Abdullâh, Seyyid Ahmed, Seyyid Muhammed, Şâh Hüseyin, Şâh Hasan, Seyyid Celâleddîn, Seyyid Kemâleddîn, Seyyid Burhâneddîn Kılıç, Eme binti Eylek pâdişâh-ı şehr-i Özkend min nesli Ebû Bekr es-Sıddîk, Seyyid Cemâleddîn, Seyyid Nâsıruddîn, Seyyid Gulâmeddîn, Seyyid Tursun, Seyyid Bâkî, Seyyid Muhammed-i Ma’rûf, Seyyid İbrâhîm, Seyyid Muhammed-i Ma’ruf el-müştehir bi-“Baba Hâce”, Seyyid İbrâhîm el-meşhûr bi-Hâce Gelân, Seyyid Süleymân. (Kaddesa’llâhu esrârahum)

Mahdûmları:

Seyyid Abdülkâdir-i Belhî, Eyüp’de Murâd el-Buhârî (Dergâhı) şeyhi.

Seyyid Ahmed Saîd, Eyüp’te Kızıl Mescid’de medfûn.

Seyyid Bahâeddîn Eyüp’te Murâd el-Buhârî Dergâhı’nda medfûndur.

Seyyid Burhâneddîn. Şâir-i meşhûr.

Seyyid Ali Cân, Eyüp’de Murâd el-Buhârî Dergâhı’nda medfûndur.

Kerîmeleri :

Bibi Sâcide. İrtihâli: 1272/(1856), Urfa’da medfûnedir, Bibi, “Hânım” ma’nâsınadır.

Âbî Cân Bibi. İrtihâli: 1282/(1865), Urfa’da medfûnedir.

Haremleri:

Bibi Saîde. Rıhleti : 1311/(1893). Seyyid Abdülkâdir’in vâlidesi.

Bibi Seyyide. Rıhleti : 1284/(1867). Seyyid Burhâneddîn’in vâlidesi.

/226/ Silsile-i Tarîkatları:

Hz. Şâh-ı Nakşıbend, Alâeddîn-i Attâr, Ya’kûb-ı Çerhî, Hâce Ubeydullâh, Muhammed Zâhid, Şeyh Dervîş Muhammed, Hâcegî Semerkandî, Şeyh Muhammed el-Bâkî, İmâm Rabbânî Ahmed-i Fârûkî, Muhammed el-Ma’sûm, Şeyh Yûsufuddîn, Muhammed-i Bedvânî, Şemseddîn Habîbullâh Cân-ı Cânân, Şeyh Abdullâh-ı Dehlevî, Mevlevî Sâhib, Seyyid Muhammed-i Mirzâ, Seyyid Süleymân. (Kaddesa’llâhu esrârahum)

Tahsîlleri Bedâhşân’dadır. Belh’deki mezâlimin te’sîriyle, “Sünnet-i Rasûlu’llâh’dır.” diye hicrete karâr verip, üçyüz kadar etbâıyla Mâverâünnehir’den İran’a geçip, Meşhed-i Mukaddes tarîkıyla Irak’a gelmiş, atebât-ı âliyeyi ziyâretle Bağdâd’dan Konya’ya vâsıl olmuştur. Bu seyâhat on sene sürmüş; Konya’da dört sene kalıp, Hz. Şeyh-i Ekber’in hatt-ı destiyle muharrer nüsha-i asliyyeden Fütûhât-ı Mekkiyye’yi ba’de’l-istinsâh Bursa ve İstanbul’a revân olmuştur. Konya’da iken çelebiyânın mazhar-ı hürmeti olup, alâ-rivâyetin kendisine inâbe etmişlerdir.

İstanbul’a muvâsaletleri 1278/(1861-62) senesine müsâdifdir. Sultân Abdülazîz merhûm, müşârünileyh hakkında âsâr-ı ihtirâm gösterilmesini emretmiş, yevmî ikibinsekizyüz kuruş masraf tahsîsiyle berâber Hz. Şeyh için Matbah-ı Âmire’den yemek gönderirler imiş. Aksaray’da, Yûsuf Paşa’da Hâşim Ağa’nın konağı devletçe istîcâr olunup burada sâkin olmuşlardır. Birbuçuk sene kadar ikâmetten sonra Hicâz’a azîmete karâr verip yine devletçe masârıf-ı seferiyye ve levâzım-ı sâiresi ihzâr olunduğu sırada, Şeyh Murâd el-Buhârî Dergâhı meşîhatine ta’yîn olunması hasebiyle li-zarûretin te’hîr-i azîmete karâr vermişlerdir (1284/1867).

Emr-i ta’yîn şu sûretle vâkı’ olmuştur :

Şeyh Murâd Dergâhı şeyhi Feyzullâh Efendi merhûm fazla olarak Meclis-i Meşâyıh Reîsi idi. Meşâyıh-ı zamân, Seyyid Süleymân Efendi hazretlerinin uluvv-i kemâlâtını takdîr ederek, gerek meşîhati, gerek riyâseti kabûl etmesini ricâ etmişler. Onlar da meşîhati kabûl, riyâsetten istinkâf buyurmuşlardır.

Burada dokuz seneden fazla bir müddet icrâ-yı meşîhat edip, 1294 senesi şehr-i Şa'bânının altıncı (16 Ağustos 1877) Perşembe günü âzim-i dâr-ı karâr olmuşlardır.

Âsârı :

1. Yenâbîu’l-Meveddeh.

2. İ’câzu’l-Kur’ân.

3. Meşrekü’l-Ekvân (مشرك الاكوان).

4. Gıbtatü’l-Emân.

Arab, Fürs ve Çağatay lisânlarına bi-hakkın vâkıf olup, her üç lisânda kudret-i şi’riyyesi de yüksek idi. Âsârından Yenâbîu’l-Meveddeh matbû'dur.

/227/ Ulemâ-yı zamândan birçoğu müşârünileyhden tefsîr ve hadîs okumuşlardır. Âsârı manzûmdur. Dergâh-ı mezkûr hazîresinde medfûndur. Vasiyyetleri üzerine kabrine taş yaptırılmamıştır. Şöhretten fevka'l-âde müctenib, ehl-i dil bir zât-ı kerîmü’s-sıfât idi. (Kaddesa'llâhu sırrahu).

ŞEYH SEYYİD ABDÜLKÂDİR EFENDİ

1255/(1839) senesinde Belh’de kadem-zen-i âlem-i dünyâ olmuşlardır. Pederleri, müşârünileyh Seyyid Süleymân hazretleridir. Maskat-ı re’sleri, Belh civârında, “Kunduz” denilen mahaldeki hânkâhdır.

Dört yaşında iken pederleriyle hicret etmişlerdi. Demek ki, Belh’den pederlerinin hareketi 1259/(1843) senesine müsâdiftir. Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî dahi dört yaşında iken Belh’den pederleri maiyyetinde hicret ettiği gibi, kendilerinin de aynı sinde hicret etmelerini, Mevlânâ-yı müşârünileyhe nisbet-i ma’neviyye eseri addetmişlerdir. Hattâ atîde yazacağım vechle, kırkbin beyitten ibâret Yenâbîu’l-Hikem ve Gül-şen-i Esrâr bu nisbet mahsûlü olarak yazılmıştır.

İstanbul’a geldiklerinde pederlerinden tahsîl-i kemâlât edip mâddî, ma’nevî mazhar-ı feyz olmuşlardır. Büyük pederleri, müşârünileyhe “Gulâm-ı Kâdir” tesmiye etmişlerse de, İstanbul’a hicrette buranın şivesine göre, “Abdülkâdir” denilmiştir.

Belh’de iken bir ceylânı var imiş. Bu ceylân kâfile ile İstanbul’a kadar gelmiş, hattâ İran’da Ferîdüddîn-i Attâr hazretlerinin kabrini ararlarken, bu hayvân daha evvelden koşup türbenin şebekesi üstüne çıkmış; kâfilenin gelmesine intizâr ve kâfilenin vürûdunda aranılan merkad-i mukaddesin orası olduğunu ma’nen ihtâr eylemiştir ki, bu sebeble, bu hayvân ölesiye kadar dikkatle bakılmıştır. Hattâ öleceğine karîb, Seyyid Süleymân hazretlerinin ayaklarına yüzünü sürerek düşmüş, ölmüş. Dergâhda defn olunarak, boynuzları yadigâr olarak hıfz edilmiştir.

Pederinin irtihâlinde, Seyyid Abdülkâdir otuzdokuz yaşında idi. 1294/(1877) senesinde Murâd el-Buhârî Dergâhı meşîhatine nâil oldular. Müddet-i meşîhati kırkyedi senedir. Seksenaltı sene muammer oldular. İrtihâlleri 27 Receb 1341/15 Mart 1339/(1923) Perşembe günü sâat dokuzdadır.

Na’ş-ı mübâreklerini gasl eden, Eyüp meşâyıhı huzûruyla, Şeyh Ceylân Efendi’dir. Medfen-i mübârekleri pederlerinin yanındadır. Onların da üzerine hiç bir şey yapılmamıştır. Vasiyyetleri böyle imiş.

Cenâzelerinde bulunmuş idim. Hz. Hâlid’e getirdiler. Azîm kalabalık vardı. Rûhâniyyet-i mahsûsaları herkesin kalbini leb-rîz etmiş idi.

/228/ Orta boylu, buğday renkli, mutavassıt beyâz ve sık sakallı, kara gözlü, güzel sözlü, pâk özlü idi. Hafîf söylerdi. Tab’ı cemâle nâzır, rahm u şefkatleri gâlib idi.

Dergâh-ı şerîfde Cuma geceleri zikr-i şerîf cem’iyyeti olur, erbâb-ı muhabbetle dolar idi. Âdâb-ı Muhammediyye ile müeddeb, şerîat-ı mutahhara ile mühezzeb idi. Sevdiklerine, “kuzum” ta’bîrini kullanırlar idi. Sohbetleri dâimâ ilmî, irfânî idi.

Tarîkaten nisbetleri ve hilâfetleri pederlerindendir.

Arabî, Fârisî, Çağatâyî ve Türkî lisânlarına vâkıf idi. Şiirde neş’esi yüksek olup, âsârını nazmen te’lîf buyurmuşlardır.

Son zamânlannda üç sene kadar istiğrâk hâli zuhûr edip, makâm-ı hayrette kalmışlardı. Lakırdı söylemez olmuşlardı. Ba'zan sevdiklerini huzûruna kabûl ettikçe, tevdî’-i esrâr ederlerdi. Bu hâlde iken evlâdları ona, büyük dikkatle hizmet etmişlerdir. İrtihâllerinden bir ay evvel, birâderleri Seyyid Burhâneddin Efendi’yi isteyerek, “Burhân-ı cân” diye hitâb edip, elleriyle işâret ederek kucaklamışlar ve parmağıyla âlem-i vahdete yol göründüğünü îmâ ile âile halkı ağlaşmaya başlayınca birdenbire lakırdı söyleyerek, “Allâh’a ısmarladık, cümlenizi Rabbî’ye emânet ettik.” buyurmuşlardır.

Ricâl-i Hamzavî’den olup, İdris-i Muhtefî nâmıyla meşhûr ve tersâne arkasındaki tepede makbûr olan Hâce Ali er-Rûmî hazretleri, müşârünileyhi ma’nen mazhar-ı feyzi edip, esrâr tevdî’ etmekle şiddet-i tesettür neş’esi uyandırmışlardı. Fi’l-hakîka hâl-i hayâtlarında müşârünileyhi kimse takdîr edememiştir. Meşâyıh-ı rüsûm dergâhlarına gelen meşâyıhın tekkelerine giderler, âdetleri böyledir. Bir şeyh dîğer meşâyıh tekkelerine gitmezse, veliyy-i zamân olsa onun tekkesine kimse gitmez. Abdülkâdir Efendi, hiç bir yere gitmediğinden, ona da kimse gelmezdi.

Azîzimin dâmâdı Şeyh Hazmî Efendi nakl eyledi :

Mesnevî-i şerîfin ebyât-ı gâmızasından bir beyt-i şerîfin tevcîh ve te’vîl ma’nâsında, gerek şürrâh, gerek urrâf âciz kalmışlardır. Bu beyit hakkında Galata Mevlevîhânesi şeyhi, urefâ-yı Mevleviyye’den Ahmed Efendi’ye mektûbla mürâcaata karâr vermiş ise de, nasılsa muvaffak olamadığından, huzûr-ı Şeyh Abdülkâdir’de iken bu beyt-i şerîfden bahs açıp, Kule Kapısı mevlevî şeyhinin kendisine bir mektûb yazıp bunu nasıl anladığını sormuş, /229/ “Ben böyle düşünüyorum.” diye her şârihin fevkinde tevcîh-i ma’nâda bulunmuşlardır. Bundan çıkan netîcenin bir ciheti, Hz. Şeyh’in keşf-i kalbîye mâlik olması, dîğeri kudret-i irfâniyyesinin ne mertebe yüksek bulunmasıdır.

Âsârı :

1. Şems-i Rahşân.

2. Yenâbîu’l-Hikem.

3. Künûzu’l-Ârifîn.

4. Şumûs-ı Envâr.

5. Sünûhât-ı İlâhiyye.

6. İlhâmât-ı Rabbâniyye.

7. Dîvân-ı Belhî.

8. Gül-şen-i Esrâr.

9. Esrâru’t-Tevhîd.

Bunlardan Esrâru’t-Tevhîd matbû'dur. Şuarâdan Nâzım Paşa, nazmen tercüme eylemiştir. Burhân-ı Belhî, fakîre Hz. Şeyh’in hatt-ı dest-i mübârekleriyle yazılmış bir nüshayı ihdâ buyurdular. Buraya aynen telsîk eyledim.[90] Bu âcize ihdâsı eser-i feyzdir. Âsâr-ı mezkûreden Yenâbîu’l-Hikem, 644 sahîfelik manzûm bir eserdir. Mesnevî-i şerîf tarzındadır. Şöyle başlar :

آفرين اى آفرين جان خدا

از تو پيدا كشت نقش ما سوا

موج ران شد قدرت صنعت بهم

جمله اشيا سر برآورد از عدم

قدرت صنعت بذاتد بود نهان

خواستى اين قدرتد كرد وعيان

قدرت صنعت بجودت شد قرين

آفريدى آسما نهاء وزمين[91]

 

 Nihâyetlerinden :

هر آن كسى اين كتاب ما بخواند

بحفظ آن خداوندى بماند

بعون حق رسيد منظوم با عام

ينابيع الحكم شد بهر اين نام

دوم ذو القعده بود بدأ كتابش

بشعبان المعظم شد ختامش

هزارسى دو تاريخ بيست است

ز شعبان المعظم بست هفت است[92]   

Gül-şen-i Esrâr da 382 sahîfelık bir kitâb-ı manzûmdur. Mukaddimesinden:

بنام آن خداوند جهانست

كه جز او نيست هر جه است آن است

ز قدرت شد جهان وضع وبيدا

ز جودش صنع وقدرت شد هويدا[93]

Nihâyetinden:

               كه سيصد بيست سه بعد از هزارى

كه اين اتمام شد از فضل بارى[94]

                                                           *   *   *

Gül-şen-i feyze şeref virdi Şıh Abdülkâdir

Ehl-i Tevhîde feyiz virdi Şıh Abdülkâdir

Ârif ü âlim idi mazhar-ı esrâr-ı yakîn

Kalb-i Vassâf'a şeref virdi Şıh Abdülkâdir

/230/ Mahdûmları:

Seyyid Şeyh Muhtâr Efendi. (Babasının) yerine şeyh olmuştur.

Seyyid Habîbullâh Efendi. Müddeî-i umûmîdir.

Seyyid Seyfullâh Efendi. Lise muallimlerindendir.

İki kerîmesi vardır, zâtu’z-zevcdirler.

Şeyh Abdülkâdir Efendi, cidden urefâ-yı meşâyıhın ekâbirinden idi. (Kaddesa'llâhu sırrahû).

SEYYİD ŞEYH AHMED MUHTÂR EFENDİ

1290/(1873) târîhinde İstanbul’da âlem-i şuhûda revnak vermiştir. Seyyid Abdülkâdir’in büyük oğludur. Tahsîli pederlerindendir; ulemâ ve urefâdandır. Tabîat-ı şi’riyyesi olup, şiirinde dâimâ gül-zâr-ı sâdât-ı Hüseyniyye’den nesîm-i muhabbet-vezân olur.

Biz teşne-i sahbâ-yı musaffâ-yı Hüseyn’iz

Biz hâk-i reh-i âşık-ı şeydâ-yı Hüseyn’iz

Gam-dîdeleriz vak’a-i dil-sûz-ı fenâdan

Andan beri biz düşmen-i a’dâ-yı Hüseyn’iz

Lâ es’elüküm[95] emri bizim rehberimizdir

Ecr istemeyiz bende-i kurbâ-yı Hüseyn’iz

Pederinden 1320/(1902) senesinde tarîk-ı Nakşıbendî’den mücâz olmuştur. Zikirleri hafî ve celîdir.

Vâlide-i muhteremeleri Seyyide Fâtıma Zehra Hânım 1306/(1889)’da irtihâl edip, dergâhda medfûn ve rahmet-i Hakk’a makrûndur.

Orta boylu, buğday renkli, köse sakallı, nûrâniyyü’l-vech, edîb, kâmil, hoş-gû, fukarâ-perver bir zât-ı âlî-kadrdir. Edebiyyât-ı Arabiyye vü Fârisiyyede ihtisâs-ı tâm sâhibidir.

Hânedân-ı Seyyidi’l-Beşer Eimme-i İsnâ-aşar diye bir eserini te'lîfe başlayıp ikiyüz sahîfelık ilk cildini tab’ ve neşre muvaffak olmuştur. Bu eser kemâlât-ı ilmiyyesine burhândır.

Münâcât’ından:

“İlâhî! Sen, ol vâhid ü mevcûdsun ki, bu âlem-i nîst-i hestî-nümâda her ne var ise, eser-i feyz-i ummân-ı cûdundur. Hakîkatta mefkûd, sûrette meşhûd olan zerrât-ı kâinât birer burhân-ı kâtı’-ı vücûdundur.

Âferînende-i zamân u mekân, rûzî-dehende-i ins ü cân Sen’sin. Mütefazzılü’l-müfîz bi’l-imtinân mutatavvilü’l-kerem bi’l-ihsân Sen’sin. Onun çün tahmîdât-ı lâ-tuhsâ, zât-ı kibriyâ-penâhına sezâ-vârdır.

Yâ Rab! Ashâb-ı Kehf'e ihtisâsından dolayı mazhar-ı tevkîr olan bir Kıtmîr Kur’ân-ı /231/ Azîm’inde mezkûr olursa, bu bî-çâre kulun o tayyibîn ü tâhirîne olan şeref-i intisâb-ı ezelî vü ebedîsi sebebiyle mağfûr olmaz mı?”

SEYYİD MUHAMMED BURHÂNEDDÎN-İ BELHÎ

1262/(1846) senesinde mehd-i şuhûda fer vermiştir. Seyyid Abdülkâdir-i Belhî’nin birâderi ve Seyyid Süleymân’ın mahdûmudur. İstanbul’a geldiğinde onaltı yaşında imiş. Tarîkaten nisbetleri pederinedir. Tahsîli pederindendir.

Zevk-i tarîkatten pek ziyâde neş’e-i şi’riyyeleri gâlibdir. Arabî, Fârisî, Türkî, Çağatâyî lisânlarına vâkıf olup, Fârisî, Türkî, Çağatâyî lisânlarında söylenmiş eş’ârı vardır.

Ser-efrâzân-ı şuarânın gazellerinden ekserini tanzîr ü tahmîs ettikleri gibi, Dîvân-ı Hâfız’ı tahmîs etmek gibi büyük bir kudret-i şi’riyyeleri nümâyân olmuştur.

Hâfızaları pek metîn olup, bir gece bezm-i sohbetlerinde bulundum, şiirle sabâh etmiş idik. Herhangi bir şâir-i meşhûrun gazeliyyâtından birine başlansa, derhâl onu bir şîve-i mahsûsasıyla okur, itmâm ediverir.

Hüsn-i hatt-ı ta’lîkda zamânımızın Ammâd-ı sânîsidir. Devr-i Azîzî’den beri hükûmetten aldığı maâşla te’mîn-i intiâş edegelirken, sâdât maâşâtının kat’ olunması, hayâtını dâğ-dâr etmiştir. Kesîrü’l-âile olması i’tibâriyle, vâridât-ı nakdiyyesi ile te’mîn-i intiâşda zorluk çekerken, maâşın büsbütün kat’ı kendisini acınacak bir hâle getirmiştir. Bir zamânlar, a’yân-ı sâbıkadan Abdülkâdir Efendi’nin Bostancı’daki köşkünün selâmlık dâiresinde ve Yakacık’da bir köşkde ve Sultân Murâd’ın Kurbağalıdere’deki köşkünde ikâmet etmiş ve son zamânlarda meb’ûsândan Ahmed Ağayef'in Merdiven karyesi civârında Mü’minderesi’ndeki köşkünde bilâ-bedel oturmakta bulunmuştur.

Dört mahdûmu vardır. (Bunlardan) Seyyid Kemâleddîn Efendi, evvelce irtihâl etmiştir. Şeyh Murâd Dergâhı’nda medfûndur. Seyyid Mûsâ ismindeki mahdûmu mükemmel tahsîl görmüş, ecnebî lisânına âşinâ iken dünyâdan yüz çevirip dûçâr-ı cezbe olmuş; elyevm âlem-i vahdette gûşe-nişîndir. Seyyid Süleymân Celâleddîn, liselerde Fransızca muallimliğindedir. Seyyid Ahmed İhsân, Mekteb-i Sultânî’den neş’et etmek üzeredir. Evlâdları ve Burhâneddîn Efendi hâlen bekârdır. Bugün kendilerine bakacak, hâllerine rahm u şefkat göstererecek kimse yoktur. Cenâb-ı Hak muînleri olsun; erbâb-ı kemâlin ale’l-ekser dûçâr olduğu hâlâttandır.

/232/ Yâ Rab sana heb şâh u gedâdır muhtâc

Sükkân-ı semâ ile serâdır muhtâc

Bu gurbet ilinde kerem ü şefkatine

Burhân-ı garîb ü bî-nevâdır muhtâc

Burhân Efendi hâlen inzivâdadır kimse ile görüşmek istemiyor.

Yâ Rab dilimi hubb-i sivâdan dûr it

Dâmânımı çirkâb-ı hevâdan dûr it

A’zâ-yı vücûdumu hatâdan dûr it

Üryân tenimi sevb-i riyâdan dûr it

zemzemesiyle dem-sâzdır.

Rubâiyyât-ı Ömer Hayyâm üzerine söylenmiş gâyet metîn eş’ârı vardır. Rûhî-i Bağdâdî’ye bir nazîresi, bir de Fârisî kasîdesi hatt-ı destiyle muharrer olarak ihdâ olunmuştu. Aynen telsîk ettim.[96]

Şu gazel de onundur :

Gözlerim merdümleri girdâb-ı gam içindedir

Derd-keşlerdir ki heb emvâc-ı yem içindedir

Sîretim Yûsuf gibi arz-ı cemâl itmekdedir

Sûretim zindân-ı hicrân u elem içindedir

Hak-perest âzâde-ser zâkir-dil-i Îsâ-demim

Çün melek şâm u seher sahn-ı harem içindedir

Bak ne hoş Dâvûdi elhân ile gönlüm bülbülü

Kûy-ı yâr-âsâ gülistân-ı İrem içindedir

Cân-ı cân-bahşım benim la’l-i leb-i cânânedir

Sanma ey bî-derd işim bezm-i cem içindedir

Tab’ımın şems-i felek gibi tulûâtı bütün

Subh-ı ferruh makdem-i ferhunde-dem içindedir

Ehl-i beytinden Rasûl’ün bir Arab sayılmadı

Âlinin Selmân gibi merd-i Acem içindedir

Kâlıbım ma’rûz ise âzârına dehrin ne gam

Kalb-i derrâkim maânî-veş nağam içindedir

Hânkâhın gûşesin itmiş idim evvel makâm

Şimdi de halvet-gehim dâru’s-sanem içindedir

Sâde-levhân tanımazlarsa beni ma’zûrdur

Heb nişân u nâmım erbâb-ı kalem içindedir

Her leîm-i hâricî duymaz nevâ-yı hâssımı

Heb sadâ vü sîtim ashâb-ı kerem içindedir

Gerçi bir merd-i fakîrim zikr-i hayrım haşre dek

Şîr-i merdân-ı reh-i Edhem-şiyem içindedir

Aşk ile zâr-ı nigârı yazdı çün Burhân-ı Belh

O da eş’ârı gibi kenzü’l-hikem içindedir

                     *   *   *

Esrârını di yârına ağyâra dime

Heb kârını ahyâra di eşrâra dime

Rü’yânı da bir muabbir-i kâmile söyle*

Sakın yanılup şeyh-i riyâ-kâra dime

Talebe hakkında :

Nev-nihâlân böyle nûr yârân ile

Hem açılır goncalar elvân ile

Mektebin etfâl-i ebced-hânları

Yükselirler ilm ile irfân ile

Çağatayca:

Bir gül-i nev-resteni âvâre gönlüm yâd isâr

Derd birle tün ü gün bülbül gibi feryâd isâr

Sarığ altun din yüzümde ak gümüş din göz yaşım

Görüp ol bed-mihr-âyînim meniga bîdâd isâr

Fârisî eş’ârından:

ياد جانان كه ز جان شيرين است

وز نعيم دو جهان شيرين است

دلك حرف روان بخش خوشتى

چو لبش دل تو بدان شيرين است[97]

Dîğer :

حديث بار خود را ميكنم تكرار ميكردم

ز دين ودينرى فارغ قلندر وار ويكردم

ز بنده خرقه وسجاده وتسبيح آزادم

زياده مست ومخمورم كه چون خمار ميكردم[98]

                                                                       *   *   *

در سويداى دلم هست تولاى حسن

ريزم از ديده ازان خوان بمعراى حسن

سرمهء چشم همه مرد خدايست برهان

خاك باك قدم اقدس والاى حسن[99]

 

                                                                                                       *   *   *

از غزاى حسين دلخونست

ديدهء تر چو نهر جيحونست

قطرهء اشك چشم ماتميان

كه بقيمت جو در مكنونست[100]

Müşârünileyh ile, bir gece Kâsımpaşa’da Hüsâmeddîn-i Uşşâkî hazretlerinin âsitânesinde buluştuk. Bu âsitâne şeyhi, azîzime muhabbet-i kâmilesi olup, fazîlet-i ilmiyye ve kemâlât-ı /233/ irfâniyyesi i'tibârıyla uluvv-i rütbesine kâni’dir. Gece sohbet-i irfâniyye bezmi teşekkül etti. Azîzimle garâmiyyât üzerinde o mertebe dakîk musâhabâta yol açıldı ki, sabâh namâzı vakti oldu. Sâatlerin geçtiğini anlayamadık. Burhân Efendi’deki hâfızanın hayrânı oldum. Eğer emr-i zarûret onu pençe-i kahrı altına almamış olsaydı, her hâlde aklımın ihâta edemeyeceği derecede bir mevkiin sâhibi olduğunu isbâta zemîn bulmakta güçlük çekmezdi.

Çağatay lisânından münâcâtları, na'tları ve gazelleri bizi hayrân etti. Hele Dîvân-ı Hâfız’ı aynı neş’e-i beyân ile tahmîs edişi, Hz. Hâfız’ın vâris-i esrârı olduğuna şübhe bırakmadı. Vahdet-i vücûd zevkinde de sâhib-i makâmdır. Muallim Nâcî, merhûmun fazâil-i şi’riyye vü edebiyyesini anlata anlata bitiremedi.

Zavallı bugün perîşân hâldedir. Çamaşırlarını kendi yıkar imiş. Kuru ekmekle dem-güzâr oldukları da vâkı’ olur imiş.

Dârü’l-Fünûn müderrisleri birkaç gün evvel mazbata yapmışlar, müşârünileyhe maâş tahsîsini ricâ etmişler. Heyhat, “Karşılık yok.” derler. Meclis-i Meb’ûsân’ın güşâdını beklerler. “Sâdâttan imiş. Olmaz, verilemez.”, derler. Erbâb-ı kemâlin memleketimizde âkıbeti budur.

Hüseynîyem ki tab’-ı râz-dânım gibi hazz itmem

Delîl bî-nûr-ı dâniş ile ma’nâsız ibâretden

diyor, kimseye minnet etmiyor.

Burhân Efendi’ye bir zamân tesâdüfümde gerek pederinin ve birâderinin, gerek kendinin tercüme-i hâlini yazıp vermesini ricâ etmiş idim. Bir seneye yakın taallül gösterdi. Murâd el-Buhârî (Dergâhı) şeyhi Ahmed Muhtâr Efendi’ye mürâcaat ettim, cevâb alamadım. Bir gün Şeyh Abdülkâdir’in rûhâniyyetine hitâben, “Yâ Şeyh! Benim dünyevî beklediğim bir menfaat yok. Hasbeten li’llâh tercüme-i hâlini yazmayı istedim. Ne birâderinden, ne de mahdûmundan eser-i icâbet göremedim, mahzûn oldum. Senin uluvv-i kadr ü kemâline îmânım var; vâkıf olduğun esrâr-ı tevhîd hürmetine benim mes’ûlümü is’âf et. Kardeşinin ve mahdûmunun kalblerinde bir te’sîr husûle getir. İstediğim ma’lûmâtı bana versinler. Ashâb-ı mürâcaatı merdûd etmek büyüklük şânı değildir.” dedim.

Te’sîrât-ı garibesi:

O gün Burhân Efendi’nin kalbine bir in’ikâs vâki olmuş, mahdûmuna hitâben, “Evlâdım, şimdi Hacı Hüseyin Bey’in köşkünü bul, onu gör, benden istediği ma’lûmâtı ver. /234/ Yazılarımı ve birâderin el yazısı ile muharrer Esrâr-ı Tevhîd’i ona hediyye ettim, götür.” diye emreder. Seyyid Celâl Bey nâmındaki mahdûmu, arar bulur, bu ma’lûmâtı ve emânâtı verir. Ertesi günü Eyüp’te Murâd el-Buhârî Dergâhı’na gittim. Hz. Abdülkâdir’i ve pederini ziyâret ettim. Ahmed Muhtâr Efendi ile görüştüm. O da ârzûmun fevkında îzâhât verdi. Yazdığım şeyleri tetkîk ve tashîh etti. Silsile-nâmeleri, şecere-nâmeyi, Hz. Şeyh’in âsârını birer birer gösterdi ve dedi ki :

Bu gün çok işim vardı. Ma’nevî bir kuvvet beni tuttu; siz geldiniz. Sebeb, size intizâr imiş. Hz. Şeyh’in rûhâniyyeti böyle istemiş.”

Hz. Şeyh’in böyle bir kerâmetini de, bu sûretle muharrir-i fakîr gördüm. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

ŞEYH CEMÂLEDDÎN-İ AFGÂNÎ

Mücâhidîn-i İslâmiyye’dendir. Afganistan’da 1254/(1838) senesinde tevellüd etmiştir. Küner (كونر) sâdâtına mensûb bulunmakla ma’rûftur. Şeyh Cemâleddîn, mükemmel tahsîl görmüş, dînimizin felsefesini anlamış, siyâset-i cihânı tedkîk etmiş eâzımdandır. Şeyh Abdülkâdir Efendi’nin pederi Seyyid Süleymân Efendi hazretleriyle ilmî tasavvufî mubâhaselerde bulunmuş ve ondan ahz-ı feyz eylemiştir.

Medeniyyet-i şarkıyyeyi, medeniyyet-i garbiyye ile te’lîfe çalışırdı. Sultân Abdülazîz merhûmun devr-i saltanatının nihâyetine doğru İstanbul’a gelmiştir. Murâd el-Buhârî Dergâhı’nda Seyyid Süleymân hazretleriyle sohbetleri vâki’ olmuş idi. Devr-i Hamîdî’de, Münîf Paşa merhûmun delâletiyle Meclis-i Maârif a’zâlığına ta’yîn olunmuş idi. Dârü’l-Fünûn’da ve Fâtih Câmi'-i şerîfinde ilmî musâhabelerde bulunur.

Seyyid Îsâ Hân nâmında bir zât, müşârünileyh hakkında yazdığı makâlede diyor ki :

“Bir gün Fâtih Câmi'-i şerîfinde ricâl-i devlet, ulemâ ve bir cemâat-ı kübrâ huzûrunda Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî-i şerîfinden takrîr ve tercüme ettiği beyitlerden,

علم حق در علم صوفى كم شود

اين سخن كى باور مردم شود

علم صوفى حادث واز حق قديم

اين چنان در فهم آيد اى سليم[101]

Mübâhase-i ilmiyyesi esnâsında orada, cemâat içinde hâzır bulunan sudûrdan /235/ Hoca Yûnus Vehbî Efendi, bu mubâhase-i ilmiyye netâyicini tağlît ederek, gizlice Şeyhü'l-islâm Akşehirli Hasan Fehmi Efendi vâsıtasıyla Sultân Abdülazîz’e bi'l-ihbâr, allâme-i şehîrin Mısır’a nefy ü iclâsına bâdî olmuştu.

Mısır’da Câmiü’l-Ezher’de gâyet mukayyed, içtimaî, ahlâkî ve felsefî dersler vermeye başladı. Onbeş sene Mısır’da kaldılar. Ehl-i İslâm’ı tenvîre sebeb oldu. Birçok münevverânın yetişmesine sebeb oldu. Şeyh Muhammed Abduh merhûm, bu meyândadır.”

Bir aralık Asyâ-yı Vustâ’ya seyâhat ederek, oradaki efkâr-ı İslâmiyye’yi tenvîre çalışmıştır. Bir aralık Paris’e azîmet etti. Urvetü’l-Vüskâ nâmıyla risâle-i mevkûte neşr etti. Hattâ elyevm, Mısır’ı İngiliz istibdâdından kurtaran Zağlûl Paşa, o zamân hey’et-i tahrîriyye meyânında idi.

Türkleri çok sever idi. 1310/(1892) senesinde İstanbul’a geldiler. Abdülhamîd-i sânî esâsen da’vet etmiş idi. Geldiklerinde Nişântaşı’nda ihzâr olunan konakta misâfir olmuştur. Fakat Abdülhamîd merhûmun zulm ü i’tisâfını görünce, Genç Türkler’le birleşip çalışmağa başladı. Dostlarından ve kadîm âşinâlarından Seyyid Burhân-ı Belhî ve Muhâcirîn Komisyonu reîsi merhûm Yûsuf Rızâ Paşa, Seyyid Fâzıl Paşa, İran inkılâbcılarından Şeyh er-Reîs Efendi, merhûm Aka Hân, Hasan Hân, Şeyh Mahmûd, Muhammed Sıddîk Hân ve Feyzî Efendi (ile) sık sık görüşürler idi. Abdülhamîd merhûma jurnal ettiler. Bu sırada, ya'nî 1315/(1897) senesi Ramazânında kanser illetinden ameliyye-i cerrâhiyye icrâsından sonra bir tesemmüm netîcesinde mukîm bulundukları konakta irtihâl eyledi. Maçka’da Şeyhler Kabristânı'nda medfûndur.

Burhân-ı Belhî, onun hakkında der ki:

Ey mihr-i münîr-i âlem-i cân

Vey bahr-ı muhît-ı ilm ü irfân

Allâme-i Bû Alî-hikemsin

Hurşîd-i maârif ü keremsin

Halkın ki müsellemi kemâlin

Mir’ât-ı Muhammedî cemâlin

Haydar gibi âleme şeref vir

Tâliblere ders-i "men araf" vir

Eseri Redd-i Mezheb-i Dehriyye matbû'dur.

Şeyh Cemâleddîn-i Afgânî’ye, “Cemâleddîn Hân” dahi derler. Sebebi Belh hükümdârı Sultân Burhâneddin Kılıç Hân’ın ahfâdından olmasıdır.

Belh hakkında ma’lûmât :

Belh, Afganistan’da Bâhter vilâyetinde, zengin bir vâdîde, ezmine-i kadîmede binâ ve inşâ edilmiştir. Bir vakitler Sultân İbrâhîm-i Edhem’in makarr-ı idâresi idi. 24. sahîfede tafsîli geçti. Mahfil risâle-i mevkûtesinin beşinci cildinde 58. nüshasında Belh hakkında ma’lûmât vardır.

Kılıç Hân, Özkend’de terk-i saltanat etti. İki evlâdı /236/ vardı. Biri Buhârâ’da sülâlesi bulunan Seyyid Mîr Dîvâne, dîğeri Türkistân-ı Afgânî’de, Kunduz’da ahfâdı bulunan sâlifü’t-tercüme, Seyyid Cemâleddîn-i Afgânî’ye muttasıldır.

Belh şehri, (mîlâdî) 1220 târîhinde Moğol hükümdarı Tatar Cengiz Hân’ın istîlâsına uğradı, tahrîb ve ihrâk olundu. Bu şehir yerine Mezâr-ı Şerîf denilen mahalde bir şehir te’sîs edildi. Demek ki, bugün Belh şehri hâk ile yeksândır. Târîhe karışmıştır. Yeni Belh şehri Tûrân ırkından Özbek kabâili ile meskûndur. Münbit ve mahsûl-dar bir yerdir.

Şâir Burhâneddîn Efendi de işte bu Sultân Burhâneddîn ahfâdındadır. Belh hakkında der ki:

Belh’i yapmış mevkiinde dil-nişîn mi’mâr-ı Belh

Dâir olmakda bütün dillerde hoş ezkâr-ı Belh

Belh’dir ümmü’l-bilâd ümm-i deryâsı  ne hoş

Âb-rû-yı hâkdir zîb ü diyâr u dâr-ı Belh

EMRÂH-I NAKŞİBENDÎ

Osmânlı Müellifleri nâm eserde, hakkında şöyle yazılıyor:

"İrticâlen şiir söylemekteki kudret-i şâirâneleri bâlâ-ter olan saz şâirlerinin müteahhir ve mütemeyyizlerinden ve tarîkat-ı aliyye-yi Nakşıbendî müntesiblerinden bir zât olup Erzurumludur.

1293/(1876) senesinde Niksar’da irtihâl-i dâr-ı bakâ eylemiştir. Şâkirdlerinden en be-nâmı Nûrî’dir. Fazla ma’lûmât, Köprülü-zâde Fuad Bey’in Saz Sâirleri nâm eserindedir."

Kastamonulu Şeyh Ahmed-i Siyâhi Efendi’den me’zûn olması me’mûldür. Dîvân’ını meşâyıh-ı Rufâiyye’den Muhammed Abdülazîz Efendi 1332/(1914) senesinde, Şems Matbaası’nda bastırmıştır. Dîvân’ı tedkîk ve mütâlaa eyledim. Sehv-i nâsihden gayr-i sâlim olarak tab’ olunduğundan yanlış pek çoktur. Dervîşlik nokta-i nazarından tedkîk ettiğimde, kendisini ehl-i aşk u hâl bir adam olmak üzre tahmîn ettim. Nisbeti kimdendir, hilâfet almış mı, almamış mı? Anlaşılamadı. Yalnız reviş-i beyândan, Mevlânâ Hâlid Ziyâeddîn-i Nakşıbendî hulefâsından bir zâttan mazhar-ı feyz olmuş olduğu müstedeldir.

Nisbet-i tarîkatını hoş bir lisân ile anlatıyor:

Senden öğrendik efendim ol ulu dergâhı biz

Senden idrâk eyledik sırr-ı Rasûlu’llâh’ı biz

Sende bulduk hâsılı şeyhim Teâla’llâh’ı biz

Ey tarîkat burcunun tâbânı yâ Hâlid meded

Dest-gîr olsun sana her demde Allâhu’s-Samed

Hâl-i aşkı söylese Emrâh’ı ağlar ağladır

Sayhasından Arş titrer hûn-ı çeşmi çağladır

/237/ Nice şerh itsün özüm kalb-i hazînim dağladır

Ey gönüller derdinin dermânı yâ Hâlid meded

Dest-gîr olsun sana her demde Allâhu’s-Samed

Rindâne gazelleri vardır:

Ey sabâ var söyle derdim yâre Allâh aşkına

Çâreler kılsın dil-i nâçâra Allâh aşkına

Aşk oduyla yandırup üftâdesin leyl ü nehâr

Kılmasun mihr-i vefâ ağyâra Allâh aşkına

Bunca demdir derd-mendim tâlib-i dîdârıyım

Lutf idüp gezdirmesün âvâre Allâh aşkına

Al götür nâmem o cânâna sorarsa hâlimi

Böyle söyle ol perî-ruhsâra Allâh aşkına

Ol cihân yek-dânesi Emrâh anın dîvânesi

Böyle vasf it hâlim ol dil-dâra Allâh aşkına

                     *   *   *

İlâhî dilerim senden beni benden haber-dâr it

Bana fazlınla nefsim bildirüp âgâh-ı esrâr it

İlâhî nûr idüp çeşmim ke-mâ-hî göster eşyâyı

Beni bu nevm-i gafletden basîretlerle bîdâr it

Gider dilden bu hubb-i mâ-sivâyı lutf it Allâh’ım

Senin ilhâm-ı aşkınla derûnum külli serşâr it.

Lisânım dâimâ meşgûl ola zikr-i şerîfinle

Hemîşe zikr ü fikr-i “lâ” ile “illâ” ya dûçâr it

Fakîrin kem-terin Emrâh lütfün bî-kes Emrâh’ı

Rızâ-yı pâkine mazhar kılup hayrân-ı dîdâr it

                     *   *   *

Şarâb-ı aşkı ey zâhid içen mestânelerden sor

Harâbât ehlinin hâlin yine rindânelerden sor

Bu hâletler sorulmaz mescid içre mu’tekiflerden

Hevâ-yı hûy u hâyı gûşe-i meyhânelerden sor

Kemâl-i sûz-ı aşkı sorma bülbülden seherlerde

Sorarsa(n) anı sen sûzân olan pervânelerden sor

Dilâ ahvâl-i Mecnûn’u ne bilsün gaflet erbâbı

O esrârı bilen erbâb-ı aşk dîvânelerden sor

Muhabbet lezzetin bilmek dilersen sen de Emrâh’ı

(O) cânân’çün (bu) cânını viren merdânelerden sor

                     *   *   *

Aşkın ezeli âşıka ilhâm-ı Hudâ’dır

Bir neş’e-nümâdır

Tahkîk gönül şehrine bir nûr-ı ziyâdır

Minhâc-ı Hüdâdır

Her kimde ki var lezzet-i aşkın cevelânı

Eyler deverânı

Anın o semâı dil-i uşşâka cilâdır

Hem rûha gıdâdır

/238/ Vâiz bana vasf eyleme cennât ile hûru

Bilmem o huzûru

Âşık olanın aşk ile matlûbu rızâdır

Bakîsi hevâdır

Zâhid beni men’ eyleme keyfiyyet-i aşkdan

Vir dirsem o meşkden

Bu cezbe-i aşk âşıka bir özge edâdır

Bilsen ne safâdır

Bir dil ki haber-dâr o aşkın haberinden

Söyler eserinden

Elbet o gönül beyt-i nazar-gâh-ı Hudâ’dır

Kâl ehli cüdâdır

Nâire-i aşk ile tutuşmuş, yanmış bir merd-i meydân-ı tarîkat olduğu sözlerinden mümâyân olmaktadır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)



[1] “Evliyânın kudreti Allah’tandır. Yayından çıkmış oku yolundan döndürür.” (H)

[2] "Ölüm kavuşmadır." (H)

[3]       “Kendini temizleyen felaha ermiştir” el-A’lâ sûresi, 14. (H).

[4] “Senin için geldim ey Muhtâr” (H)

[5]       Murâd Molla merhûmun burada pek dil-nişîn bir kütüphânesi ve gayet enfes ve nâdîde kitabları vardır. Sâhib-i tercüme Muhammed Murâd Efendi merhûmun bu kütüp-hanede hâfız-ı kütüp hizmetinde de bulunduğu mervîdir. Bu dergâh-ı şerîf kütüp-hane bahçesinde binâ olunmuştu. Elyevm müşrif-i harâbdır.

[6]  Kâ’be-i Mükerreme’nin tebdîl olunan müzehheb bir anahtarı Hz. Pâdişâh tarafından Cenâb-ı Şeyh’e hediyye olunmuş ise de son zamândaki şeyh tarafından zâyi' edildiği maa't-teessüf haber alınmıştır.

[7] Numara müellif tarafından, böyle tekrar edilerek yazılmıştır. (H)

[8]  “Ey Allah’ım! Efendimiz Muhammed (s.a.v.)’e ve âline, mülkü devâm ettiği müddetçe Allah’ın ilmindeki adet kadar devâmlı rahmet eyle. ” (H)

[9] "Mecâz, hakîkatin köprüsüdür." (H)

[10] "Birbirlerine neyi soruyorlar? Büyük haberi mi?" 83. Nebe' sûresi, 1,2. (H)

[11]   “Fazîletli ve himmet sâhibi, mümtâz bir insan, fazîletin en ileri derecesine ulaşmış, Allah’a karşı gelmekten son derece sakınan kâmil bir şeyh, Allah’ın emrettiklerine bağlı kalarak vuslata erişmiş bir mürşid, kâmil, hocaların hocası, Allah’ın bütün kullarına karşı şefkatli, hocamız Mevlânâ Seyyid Ahmed Hüsâmeddîn-i Dağıstânî en-Nakşıbendî el-Hüseynî, dedesinden icâzetli bir Kur’ân müfessiri idi. En güzel salât ve en temiz selâm ona olsun. Cenâb-ı onun derecesini artırsın, ilmini ve fazîletini yüceltsin. Marifetinden bütün Müslümanlar faydalansın. Bereketiyle, bizim doğruların ve gerçek iman sahiplerinin yolunda dosdoğru gitmemizi nasibetsin.” (H)  

[12]       “Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır” el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c.I. s. 203. (H)

[13]       “Ben ise anahtarıyım.” (H)

[14]       “Allah onları arkalarından çepeçevre kuşatmaktadır. Doğrusu bu yüce Kur’ân’dır. Levh-i mahfûz’da yazılıdır.” Burûc sûresi, 20, 21, 22. (H).

[15]      “O, (hicrî) bin senesinden sonra güneş (gibi)dir, hattâ güneşin medârı sayılır. Bizden seyyidim Hüsâmeddîn gizlendi.

Furkân (K. Kerîm)in sırrını en iyi bilen ve onu en yüksek derecede anlayandır. Hidâyet güneşinin dükkânı seyyidim Hüsâmeddîn:

Milletin dayanağı ve işlerinin en üstünü, vâris ilimlerinin üstâdı seyyidim Hüsâmeddîn

İlim kapısının anahtarı, asrının seçkini, emsâllerine üstün geldi seyyidim Hüsâmeddîn

Onu tanımlayacak olanın ömrü bu işe yetmeyecektir. Asır benzerini görmedi. Dînin yardımcısıdır.

Onu tanımlamada acizlik anlaşıldı. Allah’tan ilhamdır ve seyyiddir.

Hidâyet imâmı bir güneştir. Onunla târîhi bilinir. Seyyidim böylece bildirdi.

Hatiften bir ses bana onun gizlenişinin târîhini öğretti: Zamânının kutbu seyyid Hüsâmeddin vefât etti.” (H)

[16] “Sübbûh ve Kuddûs olan Rabbimiz, meleklerin ve Cebrâilin Rabbi.” (H)

[17] Târîh mısraının toplamı 1402 çıkmaktadır. “Nakd-i ömrin” ibâresinin değeri olan 524 bundan çıkarılıp, ona “dârü’l-emân” ibâresinin değeri 328 eklenince 1206 elde edilir. (H)

[18]     Aslı (موتوا قبل أن تموتوا) şeklindedir. Ölmeden önce ölünüz.” el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c.II, s. 21. (H)

[19] “Eğer başını sürekli yüksek tutmak istersen, Nakşıbendî tarîkatında nakışlan.” (H)

[20] Her iki mısraın hesaplanmasından da 1210 târîhi çıkmaktadır. (H)

[21] Bu ibârenin hesaplanmasından 1116 çıkmaktadır. (H)

[22]     Emîn Efendi’nin irtihâli 1243/(1827)’tedir. Bir eserde, şeyhi el-Hâc İbrâhîm Ahmed-i Hayâlî, onun şeyhi Sâdık-ı Erzincânî gösteriliyor.

[23] 2. ve 3. ibârelerin hesaplanmasından 1114 çıkmaktadır. (H)

[24]      Bu zâtın Tefsîr-i Kâdî üzerine ta’lîkâtı ve sâir mu’teber te’lîfâtı ve bir de güzel bir Dîvân’ı vardır. 1177/(1763)’de irtihal-i dâr-ı bakâ eyledi.

         Hakkî dinildi fevtine târîh.

         Hakk’a yöneldi Hâzık Efendi

         (حقه يونلدى حاذق اقندى)

(vefâtı için söylenen) târîhtir. Dîvân’ını merhûm Abdürrezzâk İlmî Efendi bastırmıştır. (Bkz. İsmâîl Fakîrullâh’dan sonraki kısım.)

[25] “Nûrî! Târîh cismi ayırdı, fakat o, zâtıyla ebedî olarak diridir.” (H)

[26]      Erzurumlu İbrâhîm, Siirte bağlı Tillo’da (şimdiki adı Aydınlar) vefât etmiştir ve türbesi buradadır. Bkz. Mesih İbrâhîm Hakkıoğlu, Erzurumlu İbrâhîm Hakkı, İstanbul 1973, s. 182 vd. (H)

[27] “Onlara ve onları sevenlere müjdeler olsun.” (H)

[28] “Görmediğim Rabb’e ibâdet etmem.” (H)

[29] “Zikri ancak müşâhede makâmına erenler bırakır; fakat zikretmeyenler de O’nu müşâhede makâmına eremez.

Her halükârda O’nu görüyorum; her nefes alış-verişimde de O’nu zikrediyorum.

Aşkımdan dolayı bugün duâyı bile unuttum. Yediğimin öğle yemeği mi, akşam yemeği mi olduğunu da bilmiyorum.

Efendim! Senin zikrin yemem ve içmem oldu. Yüzün ise, onu gördüğümde benim derdimin dermânıdır.” (H)

[30]  “Ey Müslümân! Senden ezelden beri istenen teslîmiyet göstermendir. Mest olmuşçasına teslîm olman gerekir.

Ne mutlu ona ki, iki cihânda dostun gölgesinde uyumuştur; acz ve hayret onun azığıdır.

Aczin başlangıcında kendini gördü; mürşid âcizlerin dinini seçti.

Ârifler her iki cihândakilerden daha durgundurlar; çünkü onlar, harmanın yükünü hiç bir şeysiz götürürler.

Tasalı sevinçli anlarda, tevekkül ve tamâmen teslîmiyetten başka her şeyhile ve tuzaktır.” (H)

[31]     Tillo’nun şimdiki adı Aydınlardır ve Siirt’e bağlı bir ilçe merkezidir. (H)

[32] 1055 /(1645)’de Şam’dan Erzurum’a hicret etmiştir.

[33] “Ölmeden önce ölünüz.” (H)

[34] “Ölüm, seveni sevdiğine ulaştıran bir köprüdür.” (H)

[35]       (فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى) “İki yay aralığı kadar veyâ daha kısa...” 53. Necm Sûresi, 9 (H)

[36]       “Ey günahkârların şefâatçisi! Ben isyânkârım, bize şefaat eyle. (H)

[37]       İşte Adn cennetleri, ebedî olarak kalmak için araya girin.” (H)

[38]       “Allah, Cennet yurduna çağırır.” 10. Yûnus Sûresi, 25. (H)

[39] “Nakşıbendiyye’nin Hâlidiyye kolunun silsilesini yeryüzünün doğusunda ve batısında yayan Allah’a hamd; tarîkat ehlinin başı olan efendimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’e ve her türlü nurun, huzûrun ve feyzin kaynağı olan ashâb-ı kirâma da salât u selâm olsun.”

Burada söz konusu edilen uzun Arapça silsile, metinden çıkarılarak, aşağıda gelen mensûr silsilede geçen isimler sıralanmıştır. (H)

[40] Bu şiirde Nakşıbendî silsilesi verilmektedir. Bu isimler siyah olarak yazılmıştır. (H)

[41] Silsilede yer alan şeyhlerin isimleri şöyledir :

 eş-Şeyh Muhammed el-Kudsî, Mevlânâ Hâlid Ziyâeddîn el-Bağdâdî, eş-Şeyh Abdullâh ed-Dehlevî, Habîbullâh Cân-ı Cânân Mazhar Muhammed el-Bedvânî, eş-Şeyh Seyfeddîn, eş-Şeyh Muhammed el-Ma’sûm, eş-Şeyh Ahmed el-Fârûkî es-Serhendî (İmâm Rabbânî), eş-Şeyh Muhammed el-Bâkır, Hâcegî el-Emkinekî es-Semerkandî, Dervîş Muhammed, Muhammed ez-Zâhid, Ubeydullâh-ı Ahrâr, Ya’kûb el-Çerhî el-Hısârî, Muhammed el-Buhârî (Alâeddîn-i Attâr), Muhammed Bahâeddîn Şâh-ı Nakşıbend. (H)

[42]     Burada, Meryem Sûresi 12. âyetteki, “Ayağındakilere çıkar.” meâlindeki , Hz. Mûsâ’ya Tûvâ vadisindeki, Cenâb-ı Hakk’ın hitabına teşbih vardır.

[43]       Harb-i Umûmî’de Çanakkale Kumandanlığı’nda hıdemât-ı fevka’l-âdesi sebk eden maiyyet-i seniyye müşîri Şâkir Paşa-zâde Ferîk Cevâd Paşa, bu zât-ı muhteremin kerîme-zâdesidir. Dr. Avni Paşa’nın pederidir.

[44]       Şeyhlislâm esbak Bodrumî Ömer Lütfi Efendi merhûm bu zâtın mücâzlarındandır.

[45]           (اطلبوا الخير عند حسان الوجوه) “Hayrı güzel simâlılarda arayın.” el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, c.I, . 136. (H)

[46] “Genç ihtiyâr herkes gelip gidicidir. Gece ve gündüz göz açıp kapamak gibidir. Allah’tan başkasının kapısına yönelirsen, bu bir serhoşluktur.” (H)

[47]       “Geldi (bir), hicrî, gitti (bir) rûmî.” Buradaki son mısrâın toplamından l çıkarılırsa rûmî tarih (1325-1=1324); bu toplama l eklenirse hicrî tarih (1325+1=1326) elde edilir. (H)

[48]     “Allah herşeye kadirdir.” Bakara sûresi, 20 ve muhte'lîf sûreler. (H)

[49] Bu beyiti Muallim Nâcî merhûm söylemiştir.

[50]       Şu anda Kastamonu’ya bağlı bir ilçe merkezidir. (H)

[51]           (َ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى) “İki yay aralığı kadar veyâ daha kısa.” (53. Necm sûresi, 9) (H)

[52] “İnsanların ecelleri gelince, kabirler onlara ikinci bir ömür biçer. Kabri her zamân mevcut olduğu hâlde gidene hayret ederler.” (H)

 

[53]  “Ey Es’ad! İpek bile onun gelişiyle şeref bulur. Şeyhin süslü başı zannet ki, ipektir.” (H)

[54] "Nebiyyi’r-Rahmân isimli bu mübârek risâlenin her tarafı ismidle (sürme taşı) süslenmiştir. Bu eseri Kelâmı Tekkesi şeyhi, kâmil bir insân ve faziletli bir âlim olan eş-Şeyh elHac Muhammed Es’ad-ı Erbilî Efendi -Allah onun ömrünü uzâtsın ve bizi onun eserinden faydalandırsın- yazmıştır. Bu risâleyi, ilmî ve amelî hakîkatların toplandığı bir eser olarak gördüm." (H)

[55]  “Seyahat ediniz, sıhhat bulursunuz.” Farklı rivayetleri için bkz. el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c.I, s. 445. (H)

[56]     “Kim bir taşın (faydasına) inanırsa, ondan faydalanır.” (Hadîs kaynaklarında bulunamamıştır.) (H)

[57]     “... sâdıklarla birlikte olun.” 9. Tevbe sûresi, 119. (H)

[58]     Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu: (ARAPÇA) “Kişi sevdiğiyle birlikte haşrolunur.” “Kişi sevdiği ile beraberdir.” şeklinde bkz. el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c.II, 202. (H)

[59] “Ey (levlâk) ordusunun hükümdarı! Ey felekler tahtının baştâcı! Senin haşmet ve kadrinin derecesi, idrâk ve anlama hayâlinin dışındadır. Senin bu azametli gelişle âlemi şereflendirmen, toprağa da şeref bahsetmiştir. Bağ içinde sinesi yırtılmış güle âşık olan bülbül gibi senin aşkınla (doluyum).

Senden ayrı olunca nasıl mutluluk olsun? Çünkü senden ayrı olmak, beni hüzün ve gamla doldurur.

Her ne kadar utanma duygusu yoksa da, yaşlı gözümde bir elem vardır.

Senin aşkının devletiyle güçlü olunur. Çünkü onun sâyesinde, her iki âlemde de, imân hiç bir şeye ihtiyaç duymaz.

Es’ad’ın cezâ günündeki durumunu hiç sorma. Çünkü onun durumu hiç de iyi değil.” (H)

[60]   “Bismillâhirrahmânirrahîm.

Rabbı’nın kulu Muhammed Mehdî b. es-Seyyid Muhammed b. Alî es-Senûsî el-Hattâbî el-İdrîsî’den, Sokene kazâsı nâibi fazîletli, hoş kokulu, kerem ve yağmur bulutu gibi güzellikler ile hoş ahlâk ve parlak menkıbeler, coşkun dereler gibi taşan yükseklikler, gündüz ve gecelerin güzelliklerinin sâhibi, dostumuz eş-Şeyh Muhammed Yâsîn’e (Allah onun makâmını yüceltsin, dünyâ ve âhiretin hayırlarına erdirsin, âmîn).

En güzel selâm ve en hoş tahiyyattan sonra:

(Gönderdiğiniz) şeref veren yüce mektûbunuz bize ulaştı. Bunun için Allah (c.c.)’a hamd ederiz. Böylece aramızdaki muhabbet tamâmiyle tahakkuk etmiş oldu. Allah, keremi ve fazîleti ile birlikte, nimetlerini bütün herkes için dâim eylesin. Bizden sorarsanız, burada es-Seyyid Muhammed eş-Şerîf ve diğer bütün ihvânın durumları iyidir. Size de ef'âl ve ahvâlinizde muvaffakiyyet ile, emellerinize ulaşmanız husûsunda yardım dilerim. (Duâlarımın) kabûlü Allah’tan umulur.

Oğlumuz eş-Şeyh Hâmid Berekât, bize sağ sâlim ulaştı. Bize, sizden övgüyle ve güzel hâtıralarla bahsetti. Bunlar için de Allah’a hamd ve şükürler olsun. Arz ettiği ba'zı husûslara muttali oldum. Ancak getirenin buralarda kalış müddetinin kısa oluşu sebebiyle bitirmek mümkin olamadı. İşte size ‘Sohbet’ini ulaştırıyoruz. İstinsâh etmek ve eseri tamâmlandıktan sonra tekrâr incelemek üzere bize göndermesi için kendisini görevlendirdik. Allah Teâlâ en hayırlı amellerden eylesin. Hz. Peygamber’in, âl ve ashâbının hürmetine her iki cihânda da en güzel şeylere kavuşmanızı nasîb etsin.

Size sâlih ameller ve en güzel niyetler için Allah’a duâ edip duruyoruz. Kabûl edecek olan Allâh’tır. Çünkü O, kabûl etmesi umulanların en hayırlısı, istekte bulunulacakların en cömertidir.

Bizden, bütün ihvâna en kâmil selâmlarımızı iletin.

İnşâallâh bu mektup dostumuz Şeyh Muhammed Yâsîn'e (Allah onun izzetini dâim eylesin) ulaşır ve onun ellerini öper. 8642"

 

22 Sabân 1304/(16 Mayıs 1887)

es-Seyyid Muhammed Emîn

es-Senûsî el-Mehdî” 

 

Mektubun sonundaki 8642 rakamı (بدوح) kelimesindeki harflerin rakam değeridir; bu rakam mektuplarda zarf üzerine ve metin sonuna yazılarak mektubun emniyeti sağlanırdı. (H)

[61] Hicâz valisi iken 11 Şa'bân 1291/(24 Eylül 1874)’de Tâifde irtihâl ile Abdullâh b. Abbâs (Radıya'llâhu anhumâ)’nın civâr-ı kabrine defn olundu. Efâdıl ve vüzerâdan idi.

[62]    Ahmed Hulûsî Efendi, Amasya’da 4 Kânûn-ı sânî 1304/(16 Ocak 1888)’de vefât ederek peder-i azîzinin yanına defn olundu.

[63]      Mustafa Nuri Bey, rütbe-i bâlâ ricâlinden Nâfia Muhâsebecisi iken 23 Şubat 1313/(7 Mart 1897)’te İstanbul’da vefât ederek Fâtih Türbesi hazîresine defn olundu.

[64] Sefîne-I Evliyâ’nın Hüseyin Vassâf, Ahmed Tevfîk Bey hakkındaki tercüme-i hâlin, kardeşi İbnü’l-Emîn Mahmûd Kemâl Bey tarafından yazıldığını 212. sayfada belirtmektedir. Bu tercüme-i hâlin ilk sayfası Mahmûd Kemâl Bey’in kendi el yazısıyla yazılmıştır. (H)  

[65]     “Biz Allah’tan geldik O’na döneceğiz.” 2. Bakara Sûresi, 156. (H)

[66]     Bu merd-i rûşen-zâmir, Sâhib-i Sefine Hüseyin Vassâf (rahimehu’llah) hazretleridir. Mahmut Kemâl el-Fakîr.

[67] "Öyle yaşa ki, öldüğünde herkes ağlarken sen gül." (H)

[68] “İyi yıl baharından bellidir.” (H)

[69]     “Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınanızdır.” 49. Hucurât Sûresi, 13. (H)

[70] “Hesâba çekilmeden nefîslerinizi hesâba çekin.” (H)

[71] Bu tercüme-i hâli yazan İbnü’l-Emîn Mahmud Kemal Beyefendi’dir. Bu âcizi taltîfen öyle yazılmıştır. 

[72] Bu ibârenin hesaplanmasından 1328 çıkmaktadır. (H)

[73] “Dâire-i fâniye-i dünyâdan” sûretinde yazıldığı hâlde âlem-i rü’yâda ber-vech-i muharrer tashîh edildiğini Tal’at Bey söyledi.

[74] “Cennet anaların ayağı altındadır.” el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, c. I, s. 335. (H)

[75] “Gizlilerin (ortaya dökülüp) yoklanacağı gün...” 86. Târık Sûresi, 9. (H)

[76] “Çöl daha zâlimdir.” (H)

[77] Mükerreren makâm-ı sadârete gelen meşhûr Saîd Paşa’dır.

[78] Son Asır Türk Şairleri nâmıyla yalnız üç cildi tab’ olunmuştur.

[79] Müstakîm-zâde’nin Tuhfe-i Hattâtîn’inin üzerine mükemmel îzâhât ilâvesiyle tab’ ve neşrine de muvaffak olmuştur.

[80]      Şiddetle mahviyyet gösteriyorlar. En güzel şiir söyleyenlerden ve şiiri en iyi anlayanlardandır. Bu Sefîne-i Evliyâ’nın mukaddimesinde münderic takrîzleri, şiirde kendilerinin ne kadar yüksek bir makâm sahibi olduklarını erbâb-ı irfâna i’lân etmektedir. Hatt-ı destleriyle muharrer takrîz-i mezkûr ile bir müzekkerelerini aynen telsîk ediyorum. Hem sûret-i hatlarını hem de hikemiyyâta müteallik ba'zı şiirlerini camidir. Müşarünileyhin kemâlini takdîr etmek, erbâb-ı kemâlden olmaya mütevakkıf olmakla bu bâbda aczim vardır.

Rütbe-i kadrini takdîr idemem aczim var

                                               Anı hakkıyla gören dîde-i hak-bîn ister

                                               Bâb-ı irfân u füyûzunda bu âciz Vassâf

                                               Hâki zer eyleyecek nazra-i hak-bîn ister

[81] “Mü’minlerin güzel gördüğü şey Allah indinde de güzeldir.” (H)

[82] Bu beyiti Sadr-ı Esbak Saîd Paşa merhûm, pek ziyâde takdîr etmişti. Nesini takdîr etti bilemem.

[83] Salla’llâhu aleyhi ve selem.

[84]     Bu beyitten de zevk-yâb olanlar olduydu.

[85]     “Hıcel”, ‘hıcâl’den muhaffefdir. ‘Hacele’nin cem’idir. “Müzeyyen gelin odası” demektir. “Maksûd ol arûs-ı lâ-mekânın müzeyyen gelin odası ve serîr-i azemet-masîr-i Muhammedî âşıkın kalbidir.” ma’nâsınadır.

[86] “Tanışıklığın delîli aşktır. Gönül aşkla aydınlandı. (Aşk), lâhût yuvasından bir kuştur. Onun yiyeceği de gönül tanesinden başka bir şey değildir. (H) İbn-i Ammâd.

[87] “Onlar, elest bezminin âşıklarıdırlar ve dâimâ belâ kadehiyle serhoşturlar. Onların sözleri cân bahşedici, makâmları da, makâm-ı mahmûddur.” (H) İbn-i Ammâd.

[88] “Dalgalı denizinden kana kana içmek için imâmımız Şafiî’nin kapısına geldim. Kabre geldiğimde bir deryâ ile karşılaştım; beni öyle yüceltti ki, oradan kurtulamıyorum. Bana, “İşte gemimiz, bin ona.” diye nidâ olundu. Ben bu husûsu herkese anlatır dururum.” (H)

[89]   “Bismillah.

Saîd Abdullâh’dan, gönlün meyvesi, kalbin huzûru olan efendisine ki, samimî bir dille, Mevlâ’nın sizi husûsî kullarından eylemesi, sevgi şarâbını tattırması için duâ ediyorum.

- Yüce Allah, bu denize nice şeyler doldurmuştur. Rüzgâr bu denizi dalgalandırdı ve dışarıya bir inci attı.

- Bunun için, elbiselerini çıkar da, onun yakınında denize dal. Sarhoşluk elbisesi yerine, uyanıklık gereklidir.

- O denizde öl. Çünkü Allah’ın denizinde ölmek genişlik demektir. O (imâm), hayâtını, Allah’ın emrettiği hayât olarak yaşadı.

İrfân içinde, hâlâ tevhîd denizinden ve şuhûd okyanusundan içiyorsunuz. Ey yegâne cevher gibi olan, güzel tabiatlı dost! Kalb sekînete erdi, iç dünyâ ise yüceldi. Sizi bu şekilde yaratan, vücûd veren ve bu güzel sîreti, tavrı nasîb eden, gözden hayâl perdesini kaldırıp, iki menzil arasından kurtardı zannetme. Çünkü işler zuhûrata göre cereyân etmektedir. Cenâb-ı Hak yazmaya müsâade ederse, bundan sonra da yazışmamız devâm edecek. Biz vadettiğimizi yerine getirir, zikrettiğimizi de yazarız.

Cennet ehlinin dili olduğu için mektûbu Arapça yazmayı tercîh ettim; kalpleriniz ve seyâhatiniz onda sükûnet bulur. Şahsınıza yazılan suâllere doğruya yakın bir şekilde cevâb vermeye hazırım.

Orada berâberce durup sohbet ettiğimiz ahbâblarımızın hepsine selâm ve hürmetlerimi arzederim. Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun, l Cemâziye’l-evvel 1328/(11 Mayıs 1910)”

                                                                                              Hz. İmâm-ı A’zam Câmii Birinci Müderrisi Saîd. (H)

[90]    Bu Farsça metin risâle hâlinde Sefîne-i Evliyâ’ya konulmuştur. Ancak bu metin anlatılan zâtın ilmî ve edebî derecesini göstermek üzere konulmuş bir örnektir. 235 beyitlik bu uzun Farsça metin, eserin esas amacına hizmet edecek nitelikte olmaması sebebiyle, bu kadar metni koyup da tercüme etmeyi uygun görmedik. Sâdece bölüm başlıklarını yazmakla yetindik :

                     1 – 14. Beyitler : Başlangıç.

                  15 – 28. Beyitler : Der-beyân-ı âlem-i insânî gûyed.

                  30 – 44. Beyitler : Der-beyân-ı esrâr-ı hakîkat gûyed.

   45 – 52. Beyitler : Der-beyân-ı hudûs u kıdem.

   53 - 60. Beyitler : Der-beyân-ı tevhîd gûyed.

                  61 - 95. Beyitler : Der-beyân-ı esrâr-ı ilâhî ân Hazret (salla’llâhu aleyhi ve selem)

                  96 - 106. Beyitler : Der-beyân-ı sıbga-i ilâhiye mî-gûyed.

                  107 - 121. Beyitler : Der-beyân-ı fırak-ı beyne ehl-i hâl ü kâl mî-gûyed.

                  122 - 146. Beyitler : Der-beyân-ı “Ene medînetü’l-ilm ve Alî bâbuhâ” mî-gûyed.

                  147 - 184. Beyitler : Der-beyân-ı âlem-i insânî ve ez-hakîkat-ı ân mî-guyed.

                  185 - 205. Beyitler : Der-beyân-ı tabâyı’ gûyed.

                  206 - 210. Beyitler : Der-beyân-ı hâkkiyyet gûyed.

                  211 - 218. Beyitler : Der-beyân-ı nâriyyet gûyed.

                  219 - 235. Beyitler : Der-beyân-ı mâî vü türâbî gûyed. (H)

[91] “Allah’ın rûhu olan yaratıklarına aferin olsun. Mâsivânın nakşı senden ortaya çıktı.

         Yaratma kudreti dalgakıran oldu. Bütün her şey yokluktan zuhûr etti.

                     Yaratma kudreti zâtında gizli idi. İstersen bu kudretini izhâr edersin.

Sıfatın kudreti cömertliğine delîldir. Yeri ve gökleri sen yarattın.” (H)

[92] “Bu kitabı okuyan herkes onun ezberlenmesini sâhibine bıraktı.

Hakk’ın yardımıyla bu manzûme halka ulaştı. Bu ismin aşkına hüküm teblîğ oldu.

Kitaba başlama zamânı Zi'l-ka'dedir, bitiş zamânı da Şa’bân-ı muazzam ayının sonudur.” (H)

[93]  “O, cihânın sâhibinin adıyla... Ki O’ndan başkası yoktur. Her ne varsa O’dur.

Dünyâ ve bütün mevcûdat O’nun kudretinden zuhûr etti. O’nun cömertliğinden Sun’ ve Kudret sıfatları

tecellî etti.” (H)

[94] “Bu kitap, Cenâb-ı Bârî’nin fazlıyla, 1323/(1905) târîhinde tamâmlandı. ” (H)

[95]     Bu ibare Kur’an-ı Kerîm’de çeşitli âyetlerde geçmektedir. Bunlardan birisi şöyledir: (قُل لاَّ أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ أَجْرًا إِنْ هُوَ إِلاَّ ذِكْرَى لِلْعَالَمِينَ). De ki: Ben ona karşılık sizden bir ücret istemiyorum. O, sadece bütün âlemlere bir rahmettir.” 6. En’âm sûresi, 90.

[96] Bununla ilgili olarak Seyyid Abdülkâdir Efendi’nin eserlerinin arkasından dipnotta bilgi verilmişti. (H)

[97] “Cânânın yâdı cândan daha tatlıdır. Yine cânânın zikri iki cihânın cennetinden daha lezzetlidir . Onun dudağı ve rûha cân bahşeden sözü, bil ki, senin gönlün gibi tatlıdır.” (H)

[98] “Kendimizin sözümü tekrâr ede ede, dinden ve dünyâdan el-etek çekmiş kalender gibi geziyorum.

Hırka, seccâde ve tesbihin bağından kurtulmuşum. Ba'deden o derece sarhoş ve mahmûrum ki, adetâ içki satıyorum.” (H)

[99] “Gönlümün kara noktasında Hz. Hasan’ın sevgisi vardır. Hz. Hasan’ın yaşıyla, sofra gibi olan gözümden yaş akıtırım. Hz. Hasan’ın mukaddesliği ve yüceliği ayağının tertemiz toprağından bellidir. Allah adamlarının gözünün sürmesi de buna delîldir.” (H)

[100] “Hz. Hüseyin’in yası sebebiyle gönül kanlıdır; ıslak göz Seyhun nehri gibidir. Matemlilerin göz yaşının damlası, değerde dürr-i meknûn (mahfazalı parlak inci) gibidir.” (H)

[101] “Hakîkat ilmi sûfînin ilmi içinde kaybolur. Halkın inandığı söz şudur : Sûfînin ilmi, kadîm olan Cenâb-ı Hak’dan zuhûr etmiştir. Ey Selîm! Bu böyle anlaşılır.” (H)

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar