Sefîne-i Evliyâ Evliyâ-yı Ebrâr Şerh-i Esmâr-ı Esrâr 3
/127/ ŞEYH İSMÂÎL-İ
NÜVVÂB
Şeyh Behcet Efendi hazretlerinin şeref-i sohbetine mazhar
oldukları bu zât-ı muhterem esâsen meşâyıh-ı Senûsiyye’den, Mekke-i
Mükerreme’de, Cennetü’l-Muallâ’da medfûn İbrâhîm er-Reşîd hazretlerinin
halîfesidir. Cild-i evvelde ma’lûmât vardır (bkz. c.I, s. 258.).
Kendileri an-asl Hindlidir. Muhammed-i Nüvvâb hazretlerinin
mahdûmu ve İzhâru’l-Hak sâhibi, Hindli
Rahmetullâh Efendi hazretlerinin dâmâdıdır. Tabâbette de ihtisâsı vardır.
Mekke-i Mükerreme’de, Süleymâniye Medresesi’nin müderrisi idi. Merzâ-yı
müslimîni burada muâyene ederler ve ilâçlarını tertîb eylerler idi. İmdâdullâh
Efendi hazretlerinin hem-bezm-i sohbeti ve mazhar-ı hürmeti olmuş urefâ-yı
İslâmiyye’dendir.
Şeyh Muhammed-i
Nüvvâb
İsmâîl-i Nüvvâb’ın peder-i mükerremleri Mekke-i Mükerreme
ulemâ-yı benâmından ve kudemâ-yı mücâvirînden olup kırkbeş seneden beri Mekke-i
Mükerreme’de neşr-i ulûm-ı dîniyye ile meşgûl idi.
Meşâhîr-i efâzıl ü sülehâdan bir Hindli idi. Şeyh
Muhammed Molla Nüvvâb Efendi, şöhret-gîrdir. 20 Cemâziye’l-âhir 1309/(22 Ocak
1892)’da seksensekiz yaşında kaviyyü’l-bünye olduğu hâlde saratân denilen boğaz
hastalığından bir hafta içinde müteessiren vefât etmiştir. Fâzıl-ı şehîrin
cenâzesinde bir cemm-i gafîr hâzır bulunup, cenâzeleri Harem-i Şerîf’e
getirilmiş ve binlerce halk tarafından namâzı edâ olunmuştur. Muallâ
Kabristânı’nda medfûndur.
Müşârünileyh ulûm-ı akliyye vü nakliyye ve lugatta yed-i
tûlâ sâhibi bir fâzıl olduğu gibi, ulûm-ı fıkhiyye ve ulûm-ı felsefe ve
tasavvuf ve ilm-i hikmette dahi ferîd-i asr bir zât-ı sütûde-siyer idi. Huccâc
meyânında çâr-aktâr-ı cihândan gelip ziyâretiyle müşerref olan efâzıl bile
müşârünileyhin talâkat ve fesâhat-i lisânıyla ilm ü fazlına ve her fendeki
mahâret-i fevka'l-âdesine veleh ü hayretler içinde kalırlar idi. Hallâl-i
müşkilât idi. Ulûm-ı âliye tedrîs ve ifâza eylerlerdi.
Şeyh İsmâîl-i Nüvvâb İstanbul’da:
İsmâîl-i Nüvvâb hazretleri bu sırada kırkbeş yaşlarında
ve İstanbul’da bulunuyorlardı. Pederlerinin irtihâlini müteâkib Mekke-i
Mükerreme’ye azîmet eylemişler ve pederlerine hayru’l-halef olmuşlardı.
İstanbul’da 1309/(1892) senesinde bulundular.
Şeyh Behcet Efendi’nin ta’rîflerine göre uzuna karîb orta
boylu, nahîfü’l-vücûd, esmerü’l-levn, siyâh sakallı, sakalı sünnet-i seniyye
dâiresinde uzunca, bıyıkları kesili, mütenâsibü’l-endâm, beşûş, mütevâzı’,
halûk, bi-hakkın sünnet-i seniyye ile mücehhez idi. Lakırdıyı hafîf
söylerlerdi.
/128/ Mevlevî
Tâhir Dede, Mahfil risâlesinde,
“Haremeyn’de İftar” ser-levhasıyla yazdığı bir makâlede der ki:
“Mekke-i Mükerreme’de geçirdiğim, 1312 Ramazânında (Mart
1895) şâhidi olduğum bir hârikayı burada zikretmeden geçemeyeceğim. Belde-i
mübârekede, Harem-i Şerîfe nâzır olmak üzere Süleymâniyye nâmında bir medrese
vardır. Müderrisliğinde Hindli Şeyh İsmâîl-i Nüvvâb Efendi bulunuyordu. Ricâl-i
Şâzeliyye’den Ahmed b. İdrîs’in halîfesi olduğu gibi, Şeyh İbrâhîm er-Reşîd’den
de irşâda me’zûn olmuştu. Üstâd-ı muhteremim Mesnevî-hân Muhammed Es’ad Dede
Efendi merhûm ile ziyâretine gittiğimiz bir gün bizi akşama iftara da’vet etti.
Med’ûv bulunduğumuz için abd-i âciz, Harem-i Şerîf'teki iftarda bir kaç yudum
zemzemle iktifâ ettim. Namâzdan sonra Şeyh’in medresedeki odasına gittik.
Bizimle berâber beş-altı kişi vardı. Ortaya bir sofra bezi yaydılar. Etrâfına
diz çöküp oturduk. Be-herimize birer parmak kıt’asında yapılmış ikişer peksimet
verdiler. Sofraya da fincân tabakları içinden biraz peynir, biraz zeytin
koydular. Bir de, vaktiyle İstanbul’da 20 paraya satılan bir karpuz kestiler.
Ben bunları iftarlık ve yemeği sonra gelecek zannediyordum. Şeyh efendi,
sıyâm-ı dehre müdâvim olduğu ve akşamla sahur olmak üzere 24 sâatte bir yemek
i’tiyâdında bulunduğu cihetle sofraya oturmadı.
“Bi’smi’llâh, tafaddalû!” dedi. Yemeğe başladık ve oruç
açlığıyla yedik. Tamâmıyla doyduğumuz hâlde, sofradaki mevâddın bakiyyesi
duruyordu. O mevâd ki, açlık ve o zamânki gençlik ilcâsıyla onların mecmûunu
yalnız ben yiyebilirdim. Ba’de’t-taâm birer çay içtik. Biraz müsâhabe ve
istifâzadan sonra, Hz. Şeyh’in elini öpüp vedâ’ ettik. Dışarı çıkarken,
اوليا را هست قدرت از اله
تيرچسته بازكرداند ز راه[1]
beyt-i
Mesnevî’sini hâtırladım ve evliyâu’llâh hazerâtının kudreti hakkındaki ilmî
îmânımı aynen müşâhede sûretiyle takviye eylemiş oldum. Mürşid-i müşârünileyhin
bi'l-âhare vefâtını haber aldım. (Kaddesa'llâhu teâlâ sırrahû)
/130/ ŞEYH AHMED-İ
MUHTÂR
İsmâîl-i Nüvvâb hazretleri, İstanbul’da bulundukları
sırada Ahmed Muhtâr Efendi’nin konağında misâfir olmuşlardır. Mevlevî Es’ad
Dede ve Şeyh Ali Behcet efendilerle Ahmed-i Muhtâr Efendi’ye tarîkat icâzet-nâmesi
vermişlerdi.
Nâm-ı bâ-ihtirâmını ser-mâye-i makâl ittihâz ettiğimiz
Hacı Ahmed-i Muhtâr Efendi, esbak Girit muhâsebecisi Mustafa Kutbî Efendi’nin
küçük mahdûmu olup, Hanya kasabasında 1244 sene-i hicriyyesinde (1828)
mehd-ârâyı âlem-i şuhûd olmuştur.
Mukaddimât-ı ulûmu Girit’te bulunabilen ulemâ-yı
mahalliyyeden bi’t-tederrüs kendi isti’dâdıyla henüz ondört yaşında iken
beyne’l-akrân teferrüd ederek mümtâz olmuş idi. Müktesebât-ı ilmiyyesi,
bulunduğu muhîtin maârifiyle gayr-i mütenâsib olmasına binâen Girit’ten
hicretle memâlik-i Osmâniyye’nin Tuna, Yanya ve Haleb vilâyetlerinde ba'zı
gümrük me’mûriyyetlerinde bulunduktan sonra 1289/(1872) târîhinde Bâb-ı
Ser-askerî Mektûbî Kalemi’ne bi’l-imtihân dâhil olmuş ve tedrîcen terakkî
ederek 1316/(1898) târîhinde Makâm-ı Ser-askerî Dâiresi Riyâseti’ne irtikâ
eylemiş ve bu hıdmet-i ahîreyi kemâ-fi’s-sâbık kemâl-i iffet ü nâmûs ile hüsn-i
îfâ edip, ba’de’l-inkılâb 3 Eylül 1324/(1908) târîhinde Harem-i Şerîf-i Hz.
Nebevî meşîhat-i celîlesine me’mûr olarak iki sene bu vazîfe-i mukaddesenin
hüsn-i îfâsıyla müşerref olduktan sonra Dersaâdet’e avdetini müteâkib 17 Ramazân
1328/(23 Eylül 1910) târîhinde irtihâl-ı dâr-ı naîm eyleyerek hânesi civârında
kâin Molla Gürânî hazretlerinin kabr-i şerîfleri ittisâlinde vedîa-i rahmet-i
ilâhiyye kılınmıştı..
Cenâzelerinde hâzır bulundum. Taşkasab'da(ki)
konaklarından Fâtih’e götürüldü. Namâzı orada kılınıp, Molla Gürânî Câmi'-i
şerîfi hazîresine defnedildi. Tâbûtunun üstünde, Harem-i Şerîf'de iken
sardıkları destâr konulmuş idi. Bu câmi'-i şerîf ve civârı harîk-ı kebîrde
yandı; yola kalb olundu. Bu sebeple bakâ-yı izâmları, Merkez Efendi Kabristanı’nda
tevhîd-hâne civârına naklen defn olundu.
Geçende kitâbe-i seng-i mezârını yazmak üzere ziyâretine
gittim. Maa't-teessüf bir eser-i nişâne bulamadım. Mezârı kaybolmuştur.
Ravzâ-i Mukaddese-i Nebeviyye’den iftirâk ve infikâk-ı
sûrîsi kendisi için pek ziyâde dâğ-ı derûn-ı teessür olduğu ba’de’l-vefât
tab’olunan Vedâ’-nâme’sinden anlaşılmaktadır:
Bende olmuşdum Harîm-i Kuds’üne Şeyhü’l-Harem
Nâgehânî uğradım hırmâna giryân el-vedâ’
Hidmetinde her gecemdi Leyle-i Kadr-i visâl
Her sabâhın reşk-i îyd-i bahtiyârân el-vedâ’
/131/ Âh şimdi her gecemdir bir şeb-i yeldâ-yı gam
Her günüm zulmet-penâh-ı renc ü hicrân el-vedâ’
İstanbul’a avdetinde rıhtıma henüz kadem-nihâde olup da, akrabâ
ve asdıkâsının istikbâl-i meserret-kârîlerine rû-yı ibtisâm u iltifât irâe ve
ibzâliyle mukâbele eylerken bir ye’s-i amîk-ı hicrânın taht-ı te’sîrinde zebûn
bulunduğu enzâr-ı dikkatten mestûr u mahfî kalamıyordu. Bu hüzn ü melâl,
iştiyâk-kârâne gün-be-gün iştidâd etmiş ve kendisinde yine Medîne-i Tâhire’ye
muâvedetle civâr-ı Habîbu’llâh’da mukîm olmak ârzûsunu tevlîd eylemiş idi.
Fakat sâik-i ecel bu emel-i sûrîyi icrâya fırsat vermeden, “Cânı cânânına itdi
îsâl”.
Bulunduğu hizmetlerde vatan ve milletine hüsn-i hizmet ü
iffet ve istikâmetle temâyüz eden müşârünileyhin hayât-ı siyâsîsinden ziyâde,
hayât-ı ilmîsi câlib-i dikkat oluyordu. Zîrâ Muhtâr Efendi, Şeyh’ül-Ekber
Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin şimdiye kadar kâ’bına varılmamış bir tercümân-ı
sâdıku’l-beyânı idi.
Devr-i meş’ûm-ı istibdâdın îkâ’ eylediği bütün mevâni’ ve
müşkilâta, envâ'-ı mehâlik ve tazyîkâta rağmen beyt-i Muhtâr her gece tâlib-i
ilm ü irfân, nice şüyûh u şübbân ile dolardı. Bütün nâmûs-ı mücessem insânlardan
mürekkeb olan müdâvimîn bi'l-hâssa Hz. Şeyhü’l-Ekber’in âsârını, müşârünileyhin
takrîrinden okurlar idi. Bu müsâmere-i leyliyye-i ilmiyyelerden mâ-ada zâten
bir mesken-i husûsî olmaktan ziyâde dâhilen ve hâricen melce’ ve penâh-ı fukarâ
vü zuafâ olan hâne-i mezkûre vakit vakit, taraf taraf gelen garîbü’d-diyâr
fuzalâ ve urefâ-yı asra günlerce ve aylarca ikâmet-gâh olurdu. Nitekim İsmâîl-i
Nüvvâb hazretleri burada mukîm bulunmuşlardı. "Nev’i şahsına münhasır"
ta’rîfine şâyân olan o fâzıl, mütefekkir, ilim cihetinden mütebahhir ve mümtâz
bulunduğu kadar meâlî ve mehâsin-i ahlâk ile dahi muttasıf ve ser-firâz olarak
her hâl u kârında eser-i nebevîye muktefî idi. Sinîn-i vefîreden beri leyl ü
nehâr kütüb-i sûfîyye tetebbu’ ve tevağğülü sebebiyle esrâr-ı butûn ile
müstağrak ve mâlî olduğu cihetle bi’t-tab’ biraz dalgınca bulunan fikr ü hâli
enzârdan safvet-i vicdâniyye ve ma’sûmiyyet-i rûhiyyesini bir perde-i vakâr ile
setr eyler gibi idi.
Âsârı:
- Âdâbu’l-Mürîd,
- İstimdâd u İntibâh-ı Kalb,
- Mir’âtu’ş-Şuhûd li-Seyri’l-Vücûd,
- Sirâcü’l-Vehhâc fî Leyleti’l-Mi’râc,
- Meâric-i Seb’a,
- Mehâsin-i Ahlâk,
- Hikmet-i Tefekkür,
/132/
- Mecâl-i Fikret.
Bu manzûm ve mensûr âsârı matbû'dur. Şücûn u Mescûn
ve Mevâkiu’n-Nücûm (Tercümesi) gayr-ı matbû'dur.
Ni’metullâh Tefsîri’ni tab’a sarf-ı himmet eylemiştir. Hele Şeyh-i
Ekber’in Mevâkiu’n-Nücûm nâm te'lîf-i âlîsini tercümeye ibtidâr eylediği
zamân ba'zı zevât-ı fâzıla, “O kitapdan ma’nâ istihrâc edip, tefhîm
eyleyebilmek için Hz. Şeyh’in yeniden dünyâya gelmesi lâzımdır.” diyerek bu
teşebbüsün teyessür-nümâ-yı husûl ü imkân olamayacağına alenen hükmetmişler
iken, bir gün tercümeyi onlara okuyunca, metin ile tercüme arasındaki mutabakât
münâsebetiyle izhâr-ı hayret ü taaccübden kendilerini alamamışlardır.
“Hz. Şeyh-i Ekber, bana “evlâdım”, buyurdu.”
diye mübâhât ederlerdi. Ba'zı hall ü şerhinde dûçâr-ı müşkilât olduğu gavâmız-ı
ledünniyyede rûhâniyyet-i Hz. Şeyh’in meded-res olduğunu kendileri
söylemişlerdir.
Muhtâr Efendi’nin âsâr-ı manzûmesi vardır. Kuvvet-i
ilmiyyeleri ile söylemişlerdir. Hattâ, devr-i Hamîdî’de vücûda getirilen
mebânî-i resmiyyenin hemen hemen cümlesine târîh söyleyen müşârünileyhdir. Üdebâ-yı
zamândan Mahmûd Kemâl Beyefendi, müşârünileyh için, “Şâir değildir, fâzıl
bir nâzımdır.” dediler. Fakat zevkî âsâr-ı manzûmesi lezzet ve hürmetle
okunur. Cild-i evvelde onaltıncı sahîfede kısmen nakl eylediğim tasavvuf
manzûmesi buna delîldir.
Muhtâr Efendi merhûmun odasında asılı levhalardan şu
levha-i latîfe enfâs-ı ârifânelerindendir:
Marîz olunca ser-âzâr-ı dest-i kahr-ı ecel
Eser-nümâ-yı hazâkat olur tabîb-i lebîb
Rehîn-i devr-i tenâhî olunca ömr-i beşer
Virir mi fâide âb-ı hayât virirse tabîb
Nev-sâl-i Osmânî’de okudum, akrabâsından biri diyor ki:
(الموت لقاء)[2] müfâd-ı celîline bi-hakkın
mâ-sadak olan vukû’-ı irtihâllerinden bir kaç gün evvel istifsâr-ı hâtırına
gitmiş idim. Ma’şûka-i cânı olan kitâbı yine dest-i irfânında idi. Rûz u şeb,
enîs-i rûh ittihâz eylediği Fütûhât-ı
Mekkiyye’yi elinden bıraktığı görülmemiş
olduğundan yine Fütûhât mütâlaasında
zannettim. Meğerse Mevâkıf imiş.
Hâlet-i marazıyyesine dâir bir kaç kelime teâtîsinden sonra, ber-mu’tâd kitâbı
açtı, bir mebhas-i mahsûsu taharrî eder gibi epeyce bir müddet bir çok sahîfeler
çevirerek, nihâyet (قَدْ أَفْلَحَ مَن تَزَكَّى)[3] âyet-i kerîmesini buldu ve hiç
mesmû’ ve manzûrum olmayan bir çok maânî-i latîfeyi zâtına has bir vukûf-ı tâm
ve şîrîn bir şîve-i kelâm ile takrîr ve tefsîr ederek beni öyle bir sûrette
gaşy ü teshîr eyledi ki, hasta nezdinde müddet-i medîde bulunmak câiz olmadığı
hâlde iki sâat müddetin güzerânından haber-dâr olmadığım gibi, bi'l-iltizâm bu
âyet-i celîleyi taharrî ve intihâb eyleyişindeki, ba’de vefâtihî intikâl
eylediğim /133/ îmâ-yı ma’nî-dârı dahi hiç taakkul ve tahattur edemedim.
Rikkat-i kalb, himâye-i aceze, yâr u ağyârı hakkında
hayr-hâhlık, gördüğü fenâlığa sû-i mukâbeleden ictinâb, kesr-i kalbden ve sû-i
zandan ihtirâz ederdi.
İsmâîl-i Nüvvâb hazretleri, Muhtâr Efendi’yi ilk
gördüklerinde (لشأنك جئت يا
مختار)[4] buyurması müşârünileyhin nezd-i
Hak’da mergûb ve kemâli matlûb olduğuna delîl-i bâhirdir. (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
es-SEYYİD eş-ŞEYH
el-HÂC MUHAMMED MURÂD EFENDİ
İstanbulludur. 1203 târîhinde şehr-i Muharremin
yirmiüçüncü (24 Ekim 1788) Perşembe gecesi İstanbul’da, Çarşamba’da doğmuştur. Murâd
Molla[5] Dergâhı post-nişîni Şeyh Hacı Abdülhalîm Efendi, pederleridir. Bu dergâhın
ilk şeyhi meşhûr Ahıskalı Bey-zâde el-Hâc Mustafa Efendi olup, Mecmûa-i Bey-zâde nâmıyla bir eseri
vardır ki, bâlâda bir nebze bahsolunmuştur.
Muhammed Murâd Efendi, tahsîl-i kemâlât eyledikten sonra
pederlerinin irtihâli üzerine dergâh-ı mezkûr meşîhatına nâil oldular.
Nâtıka-perdâz olduklarından selâtîn cevâmi’-i şerîfesi kürsü şeyhliği katarına
dâhil olarak Sultân Ahmed kürsü şeyhliğine kadar tayy-i merâtib eylemiştir.
Tercüme-i hâllerini, âsâr-ı matbûasının “Mâ-hazar”
nâm Pend-i Attâr şerhinin
nihâyetinde yazmışlardır.
Ulûm-ı Fârisî’de yed-i tûlâ sâhibi olduklarından Mesnevî-i şerîf okuturlarmış.
1260/(1844) târîhinde Çarşamba’da Dârü’l-Mesnevî’yi te’sîs ile burada dört-beş
sene kadar Mesnevî okutmuşlardır.
Sultân Abdülmecîd Hân, Hz. Şeyh’in kemâlâtına meftûn olup
tarîkaten nisbet peydâ eyledikleri menkûldür.[6]
1264 senesi Şevvâlinin yirmiyedinci (26 Eylül 1848) günü
füc’eten vefât eylediler. Dârü’l-Mesnevî dâhilindeki türbe-i mahsûsasına defn
olunmuştu.
Haremeyn-i muhteremeyni ziyâret şerefine mazhar olmuş,
rûşen-dîl bir rehber-i hâkâyık-bîndir. Meşâyıh-ı Nakşiyye arasında mümtâz bir
sîmâdır.
Âsârı:
- Rûhu’s-Şurûh nâmında altı cild, Mesnevî-i şerîf şerhi. Pek
kıymetli bir eserdir. Murâd Molla Kütübhânesi’nde nüshası vardır.
- Şerh-i Tuhfe-i
Şâhidî el-müsemmâ
bi-Zeyli’l-Hafâ.
- Risâletü’s-Sekaleyn.
- Muînü’l-Vâizin.
- Mâ-hazar.
- Dîvân. Her üç
dilde söylenmiştir.
Manzûmâtından:
Murâd-ı derd-mendin cümle ahvâli sana ma’lûm
Anı takrîr ü tahrîre ne hâcet Yâ Rasûla’llâh
* * *
/133/[7] Vechinde görüp bir gül-i zîbâ-yı
muhabbet
Ey gözleri âfet
Bülbül gibi dil itdi temennâ-yı muhabbet
Nâ-çâr olur elbet
Ol bezm-i ezel lezzetidir bezm-i cihânda
Şimdiki zamânda
Halk birbirine itdiği sevdâ-yı muhabbet
Eskidir o ülfet
* * *
Mahbûb temâşâsı bir esrâr-ı hikemdir
Hak’dan bir keremdir
Kim mest ider uşşâkı tecellâ-yı muhabbet
Hâl ehline devlet
Ta’rîfe gelür mi gönül ahvâli kalemle
Yorulma elemle
Meydân-ı erenlerde ko da’vâ-yı muhabbet
Yokdur bu ne sohbet
Nakşındaki nakkâşı bilüp ârif-i Hak ol
Sen var yüzü ak ol
Tahkîk-i Murâdî budur ol cây-ı muhabbet
Pîrden ola himmet
Mahdûmları Muhammed Ârif Efendi câ-nişîni olup, tekke
onun mahlûlünden Tâlib Efendi nâmında Rodoslu bir zâta, onun vefâtında oğlu
Hâlid Efendi’ye tevcîh olunmuştur.
MUHAMMED ÂRİF
EFENDİ
Dârü’l-Fünûn Târîhi’nde yirmiikinci sahîfesinde okuduğuma göre mûmâileyh
Ârif Efendi, 1286/(1869) senesinde Dârü’l-Fünûn’un resm-i güşâdında hâzır
bulunup duâ etmiştir. Vüzerâ-yı devletten Berlin Sefir-i kebîri Sa’dullâh Paşa,
Safvet Paşa’ya bir mektûb yazıp, Dârü’l-Fünûn’un resm-i güşâdında vukû’ bulan
hâdise hakkında ma’lûmât istemiş, Safvet Paşa da şu cevâbı vermiştir:
“Dârü’l-Fünûn’un hîn-i güşâdında edilen duâ fıkrası külliyyen hâtır-ı
çâkerânemden çıkmıştı. Bunun tahattur buyuruluşu bir kat daha mûcib-i teessür
oldu. Nasıl olmasın ki, kendisi nâsı irşâd için Mûrâd Molla Tekkesi’nde
post-nişîn olduğu ve pederi merhûm Mesnevî-hân ve fuzalâdan olarak mâlik olduğu
kütüb-i mütenevviayı mahdûmuna terk eylediği ve mûmâileyh dahi uzunca sakal ve
başında Özbek tâcı ile halka elini öpdürdüğü hâlde, ol gün taraf-ı
kemterânemden ve Münîf Efendi ve Cemâleddîn-i Afgânî taraflarından kırâat
olunan kelimât Türkçe muharrer bulunduğu hâlde aslâ ve zerre kadar müşâbeheti
yoğiken bunları âyât-ı Kur’âniyye ve ehâdîs-i şerîfe zannıyla ellerini
kaldırıp, “İşbu meclis-i melâik-enîsde kırâat olunan âyât-ı kerîme...”
der demez, Şirvânî-zâde merhûmun, “Siz bu şeyleri mücerred dîni tahkîr için
yapıyorsunuz.” diyerek ve gözlerini açarak çâkerlerine sitem edişi dahi
şeyh-i câhilin Türkçe okunan şeyleri Arabca zannetmesi derecesinde garâibden
değil midir?
Bakılsa merhûm-ı müşârünileyh, orada şeyhi ayağı altına alıp ve başındaki
tâcı parçalayıp kendisini tard u def' etmek lâzım gelirdi. Bendenizin mûmâileyh
ile muârefem ve ülfetim olmadığından başka, Murâd Molla şeyhi merhûmun öyle
câhil, sakallı ve vefâtından sonra kendi yerine geçmiş mahdûmu olduğuna dâir
aslâ ma'lûmatım olmayıp mûmâileyhin celbi, mücerred Cevdet Paşa hazretlerinin
tavsiyesi üzerine olmuştu.
İşte efendiciğim, böyle kelimât-ı Türkçe’yi Arabca zannıyla, ecr ü
mesûbâtından hâzır bulunanların hisse-dâr olmalarım dergâh-ı Ehadiyyet’ten
temennî eden bin şeyhin ve mechûlü’l-efkâr ve’l-ahvâl bir Afganlının sun’-ı
Hudâ olduğunu murâd ederek, “Bütün bir san’attır.” demesi hezâr güçlükle sâha-i
vücûda getirilen bir medrese-i cedîde-i ilmiyyenin ilgâsını mûcib olmuştur.”
Şu bahsi okuduğum zamân çok müteessir oldum ve nişâne-i
teessürüm olarak aynen buraya naklettim.
AHISKALI BEY-ZÂDE
es-SEYYİD el-HÂC MUSTAFA EFENDİ HAZRETLERİ
Dâmâd-zâde kazasker Murâd Molla Efendi’nin Çarşambapazarı
nâm mahalde inşâ-kerdesi olan hânkâh-ı Nakşıbendî’ye ilk şeyh olmuştur.
Fâtih’de Karadeniz Medresesi’nde sâkin olup, tahsîli Fâtih’dedir. Erzincânî
Ömer Efendi’den okumuş ve ondan mücâz olmuştur.
Seyyidü’n-nesebdir. Pederi Ahıskalı Ali nâm zâttır.
Mevliden Ahıskalı, mevtınen İstanbullu olan bu zâtın tarîkaten şeyhi Hacı Hâfız
Muhammed Efendi b. Hüseyin el-Hisârî’dir.
Üç senede ikmâl-i sülûka muvaffak olmuştur. Silsile-i
tarîkatı İmâm Rabbânî evlâdından Muhammed el-Ma’sûm’a müntehîdir.
Osmânlı
Müellifleri’nde,
Tâhir Bey merhûmun nakline göre de, ikmâl-i sülûku Eyüp’de medfûn Murâd-ı
Buhârî hulefâsından Gelibolulu Mustafa Efendi müstahleflerinden Hacı Hâfız-ı
Hisârî merhûmdandır ki, sıhhat-ı beyân nümâyândır.
Tefsîr, hadîs, fıkıh ve lügatte ferîd-i asr olup, şârih-i
Kâmûs, Mevlânâ Seyyid Murtazâ ile
Mısır’da musâhabeleri, ba’de’l-müfâraka mükâtebeleri ve eş’âr-ı Arabiyyesi vardır.
Hicâz’da irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. 1200/(1786)
târîhinde ikinci def'a hacca azîmetinde Cidde’ye karîb bir mahalde gemide irtihâl
edip, Cidde’de Hz. Havva kurbünde defn olunmuştur.
Arabçası gâyet kavî olup eserlerini Arabça yazmıştır.
Te’lîfâtı :
- Arabiyyü’l-ibâre, mensûr Mevlid-i Nebî.
- Menâsik-i Hac.
- Kasîdetü’d-Dürriyye.
- Risâletü’l-Ma’lûm ve’l-Mechûl mine’s-sarf.
- Risâletü’s-Sülûk ve müteaddid kasîdeler.
Bunların cümlesi bir kitâbda matbû'dur. Elime geçen bu
eser-i matbûun baş tarafında Murâd Molla Şeyhi tarafından yazılmış şu ibâreyi
gördüm:
“Vakafe hâze’l-kitâbe es-Seyyid el-Hâc Hâfız Muhammed
Murâd en-Nakşıbendî, hânkâh-ı Murâd Molla. İşbu kitâb Zağra-i atîk (Eski Zağra)
şehrinde Hâcı Abdurrahmân Efendi Tekkesi’ne vakf olmak üzere vaz’ olunup
dergâhda mütâlâa olunmak üzre şeyh efendiye teslîm edilmiştir. 25 Cemâziye’l-evvel
1264/(29 Nisan 1848). Vakafe hâze'l-kitâb es-Seyyid eş-Şeyh Hâfız Muhammed
Murâd.”
Murâd Molla Kütübhânesi’nde bir çekmecede Mustafa Efendi hazretlerinin
gömlek ve sâire gibi ba'zı metrûkâtı teberrüken mahfûzdur. Âyât-ı kerîme ile
yazılı bir gömleği pek kıymet-dârdır. Teberrüken ziyâret olunurdu.
Hulefâsı :
- Şeyh Abdülhalîm Efendi,
- Yanyalı Yûsuf Efendi,
- Ahıskalı Hacı Muhammed Efendi,
- Geredeli Halîl Efendi,
- Saray hocası Bolulu Mustafa Efendi.
- Sâlifü’z-zikr Murâd Efendi, Abdülhalîm Efendi-zâdedir.
ŞEYH VASFÎ EFENDİ
1267/(1851) senesinde İstanbul’da tevellüd eylemiştir.
Pederi 1283 sene-i hicriyyesinde (1866) irtihâl eden Kefevî Tekkesi şeyhi Hâce
Muhammed Râşid Efendi’dir ki, meşhûr Mesnevî-hân Hüsâm Efendi’nin meclis-i
şerîfinde bulunanlardandır.
Mukaddimât-ı ulûmu pederinden telemmüz eylemiştir. Fâtih Câmi'-i
şerîfinde Ahaveyn Hâce Mustafa Efendi merhûmdan Şerh-i Akâid’e kadar okumuştur. Mesnevî-hân-ı şehîr Gelibolulu Hâce
Tâhir Efendi merhûmdan Mesnevî-i şerîf ile Dîvân-ı Hâfız ve Dîvân-ı
Câmî’yi tederrüs etmiştir. Fâtih Mülkiye Rüşdiyesi’nde lisân-ı Osmânî;
Mekteb-i Kudât’ta kitâbet-i resmiyye muallimliğinde bulunmuştur. Pederinin irtihâlinde
Kefevî Dergâhı meşîhatine nâil olduğundan, “Kefevî Tekkesi Şeyhî Vasfî” diye manzûm
bir imzâya mâlik idi. Meclis-i meşâyıh a’zâlığında bulundular. Merhûm Muallim
Nâcî mekteb-i edebine mensûb esâtize-i şuarâ sırasındadır.
Muallim Nâcî merhûm ile çok zamânlar hem-bezm-i ülfet
olmuştur. Muallim-i merhûm ile birlikte Tercümân-ı
Hakîkat, Saâdet ve Mürüvvet gazetelerinde
çalışmıştır. İstanbul’un her sınıf halkıyla görüşür, rind-meşreb bir zâttır.
Tarîkaten nisbetleri ricâl-i Nakşiyye’den, Murâd Molla
Dergâhı şeyhi, Şeyh Muhammed Murâd Efendi-zâde Şeyh Hacı Ârif Efendi’dendir. 27
Cemâziye’l-evvel 1328/(16 Haziran 1909) târîhinde Pazar günü Balat’tan geçerken
füc’eten vefât /134/ eyledi. Na’ş-ı
muhteremleri tekke kabristanında, pederinin kabrine defn edilmiştir.
Âsârı :
- Cezebât,
- Şöyle Böyle (Nâcî merhûmla yazılmış).
- Levâmi’,
- Bedâyi’,
- Sevâtı’,
- Metâli',
- Münşeât-ı Şeyh Vasfî,
- Muharrerât-ı Şeyh Vasfî,
- Bârika,
- Feyz-âbâd,
- Reyâhîn,
- Kelimât-ı İslâmiyye,
- Muhâdarât,
- Nahv-i Osmânî,
- Sarf-ı Osmânî.
ŞEYH HİDÂYETULLÂH
EFENDİ
Şeyh Ali Behcet-i Konevî hazretlerinin necl-i necîbi
olup, peder-i ekremlerinin irtihâlinde sinnen pek küçük olduğundan, İbrâhîm-i
Hayrânî hazretleri câ-nişîn-i irşâd olmuşlardı. Pederlerinin irtihâlinden sonra
elli sene muammer olup, 1288/(1871) senesinde âzim-i dâri’l-karâr olmuş, âlim,
fâzıl bir insân-ı kâmil idi. Pederlerinin yanında medfûndur. (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
Pertev Paşa merhûmun söyledikleri târîh seng-i mezârında
mahkûktur:
Vâris-i feyz-i cenâb-ı Şeyh Behcet bundadır
Tâc-ı nakş-ârâ-yı erbâb-ı tarîkat bundadır
Şeyh-i kâmil merd-i vâsıl ârif-i âgâh-dil
Nüsha-i mecmûa-i ders-i hakîkat bundadır
Emr-i Hak’la rûh-ı pâki Adn’i kıldı âşiyân
Fâtihâ-hân ol gel ey dervîş himmet bundadır
Sâlikânı haşre dek olsun ilâhî müstefîz
Feyz-i rûhâniyyetinden kim saâdet bundadır
Yazdı Pertev bu mücevher beyt ile târîhini
Hıdmeti makbûl ola ümmîd ü niyyet bundadır
Medfen-i pâkin ziyâret eylesün erbâb-ı dil
Gevher-i gencîne-i nûr-ı hidâyet bundadır
مدفن باكن زيارت ايلسون ارباب دل
كوهر كنجينه نور هدايت بونده در
ŞEYH İBRAHÎM EDHEM
EFENDİ
Kefevî Tekkesi şeyhi Vasfî Efendi merhûmun yerine şeyh
olan zât-ı âlî-kadr olup, 1277/(1860) senesinde Fâtih civârında Hoca Hayreddin Mahallesi’nin
Emir Buharî Caddesi’nde, kuzâttan İsmâîl Hakkı Efendi nâm zâtın sulbünden mehd-ârâ-yı
âlem-i şuhûd olmuştur.
İsmâîl Hakkı Efendi’nin pederi Seyyid Ahmed Efendi, onun
pederi Seyyid İbrâhîm Efendi nâm zâttır ki, Sultân Mahmûd zamânında
Vahhâbîlerin Mekke ve Medîne’yi istîlâlarında Feirâşiyyet vekîli sıfatıyla
oraya hicret ederek teehhülüyle Ahmed Efendi dünyâya gelmiş idi.
İbrâhîm Edhem Efendi, Fâtih’de Hâfız Paşa Mektebi’nde ve
Fâtih Rüşdiyye Mektebi’nde tahsîl-i ibtidâîde bulunup, hüsn-i savta mâlik idi.
Şeyhü'l-islâm Kara Halîl Efendi süt pederi idi. Onun delâletiyle Sultân
Abdülhamîd merhûmun bidâyet-i saltanatında Mâbeyn Mızıkası’nda, bir müddet
sonra hıdmet-i askeriyyede bulunup, askerlikten tezkere aldıktan sonra
Defterhâne’ye, bir müddet sonra Bahriye Nezâreti’nde hıdmet-i kitâbete
müdâvemetle, 1332/(1914) senesinde tekaüdü icrâ kılınmıştır. Ba’dehû yevmiye
ile tekrâr Defterhâne taşra kuyûd kalemine alınarak son vakitte oraya müdâvemet
eylemişler idi.
Tarîkaten ilk intisâbı Köprülü Muhammed Cezbî
Efendi’yedir ki, bu zât Şeyh Ali Behcet Efendi halifesi Hâfız Feyzullah Efendi
merhûmun, (sahîfe : 104) halîfesidir. Hoca Hayreddîn Mahallesi’ndeki mescidinde
Kadı Beyzâvî’ye muhaşşî olan zâtın medfeni karşısında, Çene-zâde Dergâhı
şeyhi vekîli idi. Edirne kapı hâricinde medfûn müftiyü’s-sekaleyn Ahmed Efendi
merhûmun kabri karşısında defîn-i hâk-i gufrândır.
Cezbî Efendi merhûmun dâire-i nisbetinde üç buçuk ay
kadar kaldılar. 1309 bidâyetinde (1891) müstahlef oldular. Cezbî Efendi o
târîhde vefât eyledi. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
İbrâhîm Edhem Efendi onun üzerine Haremeyn-i muhteremeyne
azîmete karâr vermişti ki, 1309/(1891) senesine müsâdiftir.
Bu esnâda kız tarafından Sülâle-i Kâdiriyye’den Bağdâdlı
Şeyh Muhammed Emîn Efendi ile mülâkat vukûa gelip, hattâ bu sırada garîb bir
tesâdüf vukûa gelmişti.
İbrâhîm Edhem Efendi Hicâz’a azîmetinden önce bir gün
Fâtih’de sakal başını çevirtip Hz. Fatih’e karşı bi-inâyeti’llâh sakal
koyuverdiğinden ve duâ ettiğinden bahisle, zemzem-i şerîf ile yıkamağa azm
ettiğinden böyle bir mazhariyetten mahrûm kalırsa kemâl-i hüzne dûçâr
olacağından nezd-i Hak’da muâvenet-kâr olmasını Hz. Fatih’den ricâ etmiş ve bu
hâlini de müşârünileyh Muhammed Emîn Efendi’ye söylemiştir. Şeyh Emîn Efendi
duâ edip, usûl-i Kâdiriyye’den icâzet verip, İbrâhîm Edhem Efendi, Haremeyn-i muhteremeyne
azîmet edip, ba’de’l-hac Medîne-i Münevvere’ye geldiğinde üç buçuk ay kadar
mücâveret şerefine mazhar oldular. Bu sırada taraf-ı peygamberîden, “İlhâmî”
mahlasına kesb-i neylûlet ettiler ve iltifâtı âli’l-âl olmak üzere lisân-ı
dürer-bârdan şu salât-ı selâm ile devâm-ı telkîne mazhar oldular.
اللهم صل على سيدنا محمد وعلى آل سيدنا محمد عدد ما فى علم
الله صلاةً دائمةً بدوام ملك الله.[8]
Her namâzın akabinde on def'a okumağa me’mûriyyetlerini
söylediler ve ihvân-ı dînini buna teşvîk eder oldular.
Medîne-i Münevvere’de bulundukları üçbuçuk ay zarfındaki
şeref-i mücâveretin lezzetini bi'z-zât fakîre nakletmişlerdi. Hattâ Harem-i
Saâdet’te Türkçe Mevlid-i Nebî okumağa muvaffak olduklarını söylemişlerdi.
İbrâhîm Edhem Efendi, Kefevî Dergâhı’na şeyh ta’yîn edilmiş, burada Cuma
günleri cemâatla zikr-i şerîfe devâm eder olmuş idi. Kendisinin hüsn-i savtı
hayliden hayliye şöhretine sebeb olduğundan, bu şöhretten kurtulmak azmine bile
düşmüş idi. Hâfız Paşa’daki kırâat-hânenin bahçesindeki odada ta’lîm-i mûsîkîde
bulunur, dersinde elli altmış kimse mevcûd olurdu. Tarîkata intisâb sırasında
bu mûsikî iştigâlinden halâs azminde olduğu sırada 1309 nihâyetlerinde (1892)
bâ-irâde-i seniyye meşk-hânesi seddolundu.
Şeyh İbrâhîm Edhem nasılsa girif-dâr olduğu mûsikî âleminden
halâsa azm ettiğinden, böyle bir irâde ile mûsikî hayâtından men’ edilişinden
kat’â mahzûn olmayıp pek ziyâde memnûn olmuş ve yalnız ilâhî besteleriyle
iştigâli zevk edinmiş idi.
Hükûmetçe tekkeler sedd, âyîn-i tarîkat men' edilesiye
kadar Kefevî Tekkesi’ne müdâvim olup, bu sırada erbâb-ı şevk u hevesten hayli
kimseler hisse-dâr-ı zevk-i ma’nâ olup, hattâ Evkâf Mebânî-i Hayriyye Kalemi
mümeyyizi Emîn Efendi ve Süleymâniyye Câmi'-i şerîfi İmâmı ve hâlen Edirne
müftüsü Edirneli Hâfız Mustafa Efendi ve Haytabâlî (?) Mektebi muallimi merhûm
Hacı Hâfız Sâlih Efendi ve Kırımlı Mescid Câmii İmâm ve hatîbi ve Millet Kütübhânesi
hâfız-ı kütüblerinden Hâfız Cevdet Efendiler kendinden mazhar-ı hilâfet olarak,
dâhil-i zümre-i ehl-i hâl olmuşlardır.
Âyîn-i tarîkat men' edilince Kefevî Tekkesi’nden
inzivâ-güzîn olup, Çarşamba Murâd Molla Kütübhânesi civârında satın aldığı bir hâneyi
mesken ittihâz ederek burada münzevî olmuş ve gündüzleri Defterhâne’ye devâm
ile dem-güzâr olmakta bulunmuş idi.
Ber-güzâr-ı Edhem nâmında mûsikîye ait bir eseri
vardır ki, 1304/(1887) senesinde sâha-ârâ-yı âlem-i matbûât olmuş idi. Bu
eserde Muallim Nâcî merhûmun ve meşâhîr-i beste-kârândan Hacı Fâik Bey’in birer
takrîzleri vardır.
Şiir ve mûsikî ile iştigâli 1295/(1878) senesinde başlar.
Nihâvendden bestelediği ilk şarkısı şudur:
Gönlüm yine bir âteş-i hicrâna dolaşdı
Sevdâ-yı muhabbet başıma gör neler açdı
Bu hâl-i perîşânıma düşmen bile şaşdı
Sevdâ-yı muhabbet başıma gör neler açdı
Tasavvufta, (المجاز قنطرة الحقيقة)[9] derler ki, pek doğrudur. O zamân
bir aşk-ı sûrî zuhûruyla hakîkatin tecellîsine hizmeti olmuştur. Bir müddet
sonra:
Hâtır-ı mahzûnumu mansûr iden gönlümdedir
Derviş İlhâmî seni mağfûr iden gönlümdedir
ilâhîsine
gufte-kâr olup, bestelemek sûretiyle de izhâr-ı mâ-fi’z-zamîr eylemiştir.
Şiirde “İlhâmî” tahallus eylemiştir. Kendi ifâdelerine
göre, “İlhâmî” diye kendine mahlas koyan Hz. Gavs-ı a'zam Cenâb-ı Abdülkâdir
Efendi’mizdir.
Müşârünileyhin ba'zı nutukları vardır. Fakat şiir nokta-i
nazarından medhe şâyân değildir. Galeyân eden fart-ı aşkın te’sîriyle söylenmiş
ma'nevî şeylerdir. Birer beyit misâl olarak naklolundu:
Ummasın hâl-i saâdet bî-nasîb-i aşk olan
Çünkü görmez gözleri yokdur hakîkatda yeri
* * *
Âlem-i ervâhda oldum ehl-i Beyt’e hâs gedâ
Ol zamândan itdim ashâb-ı Rasûl’e iktidâ
Başımın ser-tâcı olsun çâr-yâr-ı pür-safâ
Bende-i Âl-i Abâ’yım her ne dirlerse sezâ
Âline evlâdına ezvâcına cânım fedâ
* * *
İbret al mevcûd eşyâdan nazar kıl âleme
Vâkıf-ı esrâr olan uşşâk ziyâsı başkadır
ŞEYH MUHAMMED SAÎD
EFENDİ
Müşârünileyh (Hidâyetullâh Efendi)’nin mahdûmudur.
Dergâh-ı şerîfde yirmibeş sene post-pîrâ-yı meşîhat oldular. 1313 senesi Ramazânının
sekizinci (22 Şubat 1896) günü irtihâl-i dâr-i cinân eylediler. Pek mübârek,
müttâkî, âbid bir zât idi. Seng-i mezârında şu ibâre mahkûktur:
“Kâşif-i esrâr-ı kayyûmî, kıdvetü’l-muhakkıkîn,
cenâb-ı Mevlânâ Rûmî (kuddise sırruhû) ed-Deyyûmî efendimizin sülâle-i
tâhirelerinden, pîr-i dest-gîr-i sâlikîn, muktedâ-yı mürîdîn, Hoca Ali Behcet
Efendi hazretlerinin hafîd-i fazâil-medîdi ve bu hânkâh-ı feyz-penâhın
seccâde-nişîn-i irşâdı, fâzıl-ı nihrîr, mürşid-i şehîr eş-Şeyh es-Seyyid
Muhammed Saîd Efendi en-Nakşıbendî merhûmun ârâm-gâh-ı ma’nevîleridir.”
Bu dergâh ahîren inhilâl edince Kelâmî Dergâhı şeyhi
Erbilî Es’ad Efendi-zâde Şeyh Ali Efendi’ye tevcîh olunduğundan elyevm
Pazartesi günleri hatm-i hâcegân yapılmaktadır.
/135/ ŞEYH AHMED HÜSÂMEDDÎN-İ DAĞISTÂNÎ
1264 senesi Rebîu’l-evvelinde (Şubat-Mart 1848) Ban
vilâyeti’nin - Dâğistân’da - Rukkâl şehrinde zînet-sâz-ı âlem-i şuhûd olmuştur.
Pederleri Seyyid Saîd b. Seyyid Sefer b. Seyyid Haydar b. Seyyid Hasan b.
Seyyid Kâsım b. Seyyid Muhammed b. Seyyid Dâvûd b. Seyyid Ca’feri es-sâlis b.
Seyyid Muhammed Zâhid b. Seyyid Mûsâ Kâzım es-sânî b. Seyyid İbrâhîm b. Seyyid
İsmâîl b. Seyyid Mustafa el-Ahrâr b. Seyyid Ahmed-i Bağdâdî b. Seyyid Süleymân
b. Seyyid Îsâ el-Ahrâr b. Seyyid Abdullâh Tâhir b. Seyyidinâ Hz. Pîr İbrâhîm
ed-Dessûkî b. Seyyid Ebu’l-Mecd b. Seyyid Kureyş b. Seyyid Muhammed et-Tayyib
b. Seyyid Ebu’n-Nücâ b. Seyyid Ali Zeynelâbidîn b. Seyyid Abdülhâlık b. Seyyid
Muhammed b. Seyyid Muhammed Ebu’t-Tayyib b. Seyyid Abdülkâtim b. Seyyid
Abdülhâlık b. Seyyid Ebu’l-Kâsım b. Seyyid Ca’fer el-Mehdî b. Seyyid Ali
el-Hâdî b. Seyyid Muhammed el-Cevâd b. Seyyid Mûsâ el-Kâzım b. Seyyid İmâm
Ca’fer es-Sâdık b. Seyyid Muhammed el-Bâkır b. Seyyid Ali Zeynelâbidîn b. Hz.
İmâm Hüseyin b. Hz. Alî (kerrema'llâhu vechehû ve radıya'llâhu anhum).
İsm-i âlîleri, Ahmed; künyeleri, Ebu’l-Haydar; lakab-ı
şerîfleri, Sefer, Hüsâmeddîn, Tevfîk, Hamdî ve Abdulgafûr’dur. Nakş-ı hâtem-i
siyâdetleri, "Ni'me’r-refîk Ahmed-i Tevfîk"tır. Vâlidelerinin ismi,
Şerîfe binti Abdullâh’dır.
Mehâdim-i kirâmından Seyyid Ali Rızâ Efendi, Mevâlid-i Ehl-i Beyt nâmıyla bir eser
te’lîf edip, pederlerinin ve ecdâdının tercüme-i hâlini bunda yazmıştır.
Mütâlaaya şâyân bir kitâbdır. Bunda yazıldığına göre, 1277/(1860-61)’de,
berây-ı hacc-ı şerîf âzimi Mekke-i Mükerreme olan pederiyle birlikde bulunup,
pederlerinin Mekke’de irtihâli üzerine Medîne-i Münevvere'ye gitmiştir. Bir
müddet sonra İstanbul'a gelip pederlerinin vasiyeti üzerine Denizli’de, Şeyh
Hacı Hasan Feyzî Efendi’ye mülâkî olduktan sonra, Uluborlu’da, pederlerinin
mürîdânından Şeyh Hacı Mustafa Efendi merhûmun nezdine azîmetle zamân-ı
mev’ûdun hulûlüne kadar tedrîs-i ulûm ile iştigâl etmiştir. Hacı Mustafa Efendi
müşârünileyhe baldızı hanımı tezvîc eylemiştir.
1300/(1883) târîhinde, işâret-i ma’neviyye üzerine Sivrihisâr’a
azîmetle neşr-i envâr-ı irfân eylediler. Şöhretini istirkâb edenlerin ağrâzı
neticesi Ankara’da ikâmete me’mûr olup, Vâli Âbidîn Paşa merhûmun hürmetini
celb ile, 1305/(1888) senesinde Bursa’ya /136/ azîmet ve ihtiyâr-ı
ikâmet eylemiştir. Maksem civârında, Ahmediyye nâmıyla bir medrese, bir mescid
ve bir de hâne yaptırıp, 1313/(1895) târîhine kadar tedrîs ve ta’lîm ile meşgûl
olmuştur. Burada da ashâb-ı ağrâzın ta’rîzına dûçâr olup, Sultân Abdülhamîd
Hân’ın emriyle Trablusgarb’da ikâmete me’mûr edildiler. Burada da zamânlarını
te’lîf-i âsâra hasr ile Tefsîr-i Kebîr ve
Muşahhasât-ı Suver-ı Kur’âniyye nâm eserlerini yazdılar.
1324/(1908) senesinde inkılâb-ı hükûmet vâki’ olunca, vâli
Receb Paşa merhûmla İstanbul’a gelerek, Bursa’daki mescid ve medreselerinin
ta’mîrine şitâbân oldular. Bir buçuk sene Bursa’da kalarak İstanbul’a avdetle,
Çapa civârında Ârifî Paşa merhûmun konağını iştirâ ile 1324/(1908) sonuna kadar
ikâmet buyurdular. 1331/(1915)’de Sivrihisâr’a gidip iki sene kaldılar.
1334/(1918)’de İzmir’e azîmetle yirmi gün misâfir oldular. İstanbul’a
avdetlerinde, harîk-ı kebîrde konakları yandı. Burada âsâr-ı aliyyelerinden yüz
cildden fazlası yanmıştır. Ba’dehû Bursa’ya nakl-i hâne ettiler.
Balıkesir-Bandırma’ya gittiler. Şubat 1337/(1921)’de İstanbul’a avdetle Hz.
Sünbül civârında, Çınar Karakolu’na yakın “Voyvoda Konağı” denilen ikâmet-gâhda
bulundular. Ahîren Beşiktaş’da bir hâneye nakledip, son günlerde Cerrâhpaşa civârında
iştirâ buyurdukları hâneyi mesken ittihâz eylediler.
Nakşıbendî, Kâdirî, Çeşti ve Sühreverdî tarîklarının ve
daha doğrusu tarîk-ı hikmet ü irfânın câmiü’l-esrârı bulunuyorlar.
Nakşî Silsilesi:
es-Seyyid eş-Şeyh Ahmed Efendi, eş-Şeyh Muhammed Saîd, eş-Şeyh
Abdullâh Gulâm Ali, eş-Şeyh Şemseddîn Habîbullâh Hân, eş-Şeyh es-Seyyid Nûr
Muhammed el-Bedvânî, eş-Şeyh Seyfeddîn, eş-Şeyh Muhammed el-Ma’sûm, eş-Şeyh
Ahmed-i Fârûkî es-Serhendî, eş-Şeyh Muhammed el-Bâkî, eş-Şeyh Hâce Emkinekî,
eş-Şeyh Dervîş Muhammed, eş-Şeyh Muhammed-i Zâhid, eş-Şeyh Hâce Ahrâr-ı
Ubeydullâh, eş-Şeyh Muhammed el-Attâr, eş-Şeyh kutbu’t-tarîka Muhammed Bahâeddîn
Şâh-ı Nakşıbend. (Kaddesa'llâhu esrârahum)
Kâdirî Silsilesi:
es-Seyyid Ahmed Bahâeddîn, eş-Şeyh Muhammed Saîd, eş-Şeyh
Abdullâh-ı Dehlevî, eş-Şeyh Mîrzâ Cân-ı Cânân, eş-Şeyh Şemseddîn Habîbullâh,
eş-Şeyh Muhammed el-Âbid, /137/ eş-Şeyh Abdülahad, eş-Şeyh Muhammed
Saîd, eş-Şeyh Ahmed-i Fârûkî, eş-Şeyh Seyyid İskenderî, eş-Şeyh Seyyid
Kemâleddîn-i Kengî, eş-Şeyh Abdurrâhmân-ı Sânî, eş-Şeyh Fuzayl, eş-Şeyh
Abdurrâhmân-ı evvel, eş-Şeyh Ebu’l-Hasan, eş-Şeyh Şemseddîn-i Sahrâî, eş-Şeyh
Seyyid Ukeyl, eş-Şeyh Abdülvehhâb, eş-Şeyh Bahâeddîn, eş-Şeyh Şerefeddîn,
eş-Şeyh Abdürrezzâk, eş-Şeyh kutbu’l-hakîka Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî. (Kaddesa'llâhu
esrârahum)
Ahmed Efendi hazretleri ilm-i tevhîdde ferîdü’l-asr
olduklan gibi hakîkaten gavvâs-ı deryâ-yı Kur’ân’dır. Esrâr-ı maânî-i Hz.
Kur’ân’a vâsıl, sâhib-i te’vîlât u makâmât bir pîr-i kâmildir. Mislini asırlar
idrâk edememiş denilecek derecede, te’vîl-i ma’nâ-i Kur’ân’da vahîd-i zamândır.
Hakk-ı âlîlerinde mu’teriz olan zevât vardır. "Ebcedci" ve "Hurûfî"
diye hakîkat-i mesleklerinden haber-dâr olamayarak söz söyleyenler eksik
değildir.
Bir gün huzûr-ı âlîlerinde bulundum. Esteîzü bi’llâh, (عَمَّ
يَتَسَاءلُونَ، عَنِ النَّبَإِ الْعَظِيمِ)[10] âyet-i kerîmesinde yalnız, (عمَ) üzerindeki tedkîkâtı bir sâatten ziyâde sürmüştür. Hakâyık-ı
beyâniyyeleri karşısında mütehayyir kaldık. Derece-i irfânı yüksektir. Fakat avâm
için imkân-ı istifâde görünmez. Meclis-i zikrden ziyâde neş’eleri sohbette
görünür.
Harîm-i ismet-i ma’nâ-i Kur’ân’dır Hüsâmeddîn
Nedîm-i Hazret-i cânân-ı irfândır Hüsâmeddîn
Hakâyık âleminde mürşid-i âlî-tebâr oldu
Hakîm-i sırr-ı insân mağz-ı Kur’ân’dır Hüsâmeddîn
Nübû’-ı hikmet olmuş kalb-i âlîsi serâirden
Vücûdu mülk-i aşka ayn-ı ihsândır Hüsâmeddîn
Uluvv-i kadrine eyler şehâdet bunca âsârı
Tecellî-gâh-ı feyz-i kudsi sübhândır Hüsâmeddîn
Muhibb-i kemter-i Vassâf'ı istişfâ ider her ân
Muhakkak bilmeli yektâ-yı devrândır Hüsâmeddîn
Şemâili :
Boyları mu’tedil, omuzlarının arası geniş, başları büyük,
renkleri beyâz ise de humreti gâlib, gözleri büyücek, sakalı mutavassıt ve
beyâz olup, kâl ü hâlleriyle herkesi kendilerine müsahhar kılarlar, /138/
hilmi gâlib, tab’ı mülâyim, mükrim ve fukarâ-perverdirler. Mâ-lâya’nî ile
iştigâl buyurmazlar, dâimâ mebâhis-i Kur’âniyye’den zevk alırlar. Az şehlâ
bakışlı olup, hâfızaları pek kuvvetlidir.
Âsâr-ı Aliyyeleri :
-- Muşahhasât-ı Suveri’l-Kur’âniyye’den
:
- Hakâyıku’t-Tecrîd fî Menâzili’t-Tevhîd. Arabçadır,
matbû'dur.
- Esrâr-ı Ceberûtı'l-A'lâ.
Matbû'dır, çok mühimdir.
- Muşahhasât-ı Suver-i Kur’âniyye,
- Rûhu’l-hikem, Muşahhasât-ı Sûre-i
Meryem. Matbû'dur.
- Hikmetü’l-Envâr, Muşahhasât-ı Sûre-i Kehf.
Matbû'dur.
- Nûru’l-hüdâ, Muşahhasât-ı Sûre-i Tâhâ.
Matbû'dur.
- Huccetü’l-Hucec, Muşahhasât-ı Sûre-i Hac.
Matbû'dur.
- Burhânu’l-Asfiyâ, Muşahhasât-ı Sûre-i Enbiyâ.
Matbû'dur.
- Huccetü’l-Melei’l-A’lâ, Muşahhasât-ı Sûre-i Abese.
Matbû'dur.
- Mezâhirü’l-Vücûd alâ Menâbiri’ş-Şuhûd. Türkçe’dir. Kısmen matbû'dur.
- Makâsıd-ı Sâlikîn. Matbû'dur
- Mevâridü’t-Tenzîl fî Tercümeti Kur’âni’l-Celîl. Tefsîru’l-Kur’ân. Gayr-i
matbû'dur.
- Lem’atü’l-Âfâk fi’z-Zuhûri ve’l-İşrâk. Gayr-i matbû'dur.
- Zübdetü’l-Makâl fi’l-Kevni ve’l-Hayâl. Gayr-i matbû'dur.
- Niyyetü’l-Hurûf alâ Cedveli’l-Ma’rûf. Gayr-i matbû'dur.
- Zübdetü’l-Merâtib. Türkçedir, gayr-i matbû'dur.
Hakk-ı âlîlerinde Tunus kadısı şu yolda kelimât-ı ta’zîmiyyede
bulunmuştur:
الهمام الفاضل والإمام البارع، البالغ أقصى الفضائل، الشيخ
الكامل المتورع والمرشد الواصل المتشرع أستاذنا وأستاذ الأساتذة الكاملين وصاحب
الشفقة على عباد الله أجمعين السيد السند مولانا أحمد حسام الدين الداغستانى
النقشبندى الحسينى صاحب مفسر القرآن الكريم بإذن من جده الخلق العظيم عليه أفضل الصلوة وأزكى التسليم
أدام الله إجلاله وزاد فى الخلق فضله وكماله ونفع بمعارفه المسلمين ونظمنا ببركاته
فى سلك أهل الصدق واليقين.[11]
Seyyid İsmet, Seyyid Ali Rıza, Seyyid Mahmûd Müctebâ ve Seyyid Mûsa Kâzım nâmında dört evlâdı
vardır. İsmet ve Rıza Efendiler Mevâlid-i Ehl-i Beyt’i yazmışlar, neşr
etmişlerdir.
Hz. Şeyh’in hangi bir eseri mütâlâa olunsa, tarîk-ı te’vîldeki
rüsûhuna hayrân olmamak kâbil değildir. /139/ İlm-i hey’et, tabakâtu’l-arz,
nebâtât, hayvânât, tıb ve fünûn-ı mütenevviaya dâir olan mebâhiste henüz fennen
ma'lûm ve mekşûf olmayan bir çok noktalara tesâdüf edilir.
Bursa’da ekâbir-i urefâ ve evliyâ-yı asfiyâdan Kâdî Hân merhûmun
şeref-i sohbetlerine mazhar olduğum zamân müşârünileyh Ahmed Efendi
hazretlerinin kutb-ı memleket olduğunu lisân-ı ta’zîm ile söylemişlerdi. Kâdî
Hân, Buhârâlı olup, eâzımdan idi. (Kuddise sırruhû)
Ahmed Efendi’nin tekkeleri yoktur. Haftada bir gün nezd-i
âlîlerinde ictimâ’ eden erbâb-ı aşk u muhabbet, hazîne-i ârifânelerinden müstefîd
olurlar. Mürîdlerinden ve urefâdan Hilmi Bey: “Bir gün, azîzimin huzûrunda
idim. Mübâhase-i dakîka cereyân ediyordu. Biri, (أنا مدينة العلم وعلى بابها)[12] hadîs-i şerîfini okudu. Hz.
Şeyh gözlerinden meserret yaşları dökerek, (وأنا مفتاحها)[13] buyurdular.” diye nakl
etmiştir.
Mezâhiru’l-Vücûd nâm eserlerinden:
“Cenâb-ı Hakk’ın umûm beşeriyyete inzâl buyurduğu Kur’ân-ı Azîmü’ş-şân, her
biri birer levh-i mahfûz olan bütün eşyâyı muhît ve ulûm u fünûnu câmi’dir. (وَاللَّهُ مِن
وَرَائِهِم مُّحِيطٌ، بَلْ هُوَ قُرْآنٌ
مَّجِيدٌ، فِي لَوْحٍ مَّحْفُوظٍ)[14] Kur’ân’ın Levh-ı mahfûzu insândır. Mevcûdat,
şuûnat, ma’kûlât, mahsûsât, ma’nâ-yı Kurân’dır. Şu cihânda meşhûdumuz olan
saltanat u azamet-i ilâhiyye, ma’nâ-yı Kur’ân’la tecellî eder. Ma’nâ-yı Kur’ân,
envâr-ı risâlettir. Kime verilmiş ise, vâris-i nebî ve İmâm-ı vakt olur.
Vâris-i nebî olan zât, tercümeye sağmayan Kur’ân’ın ma’nâsını söyler ve halkı
hakâyık-ı kevniyyeye âgâh eder.
Tevrât, Zebûr ve İncîl, Kur’ân’da nasıl mevcûd ise, Kur’ân dahi insân-ı
kâmilin isti’dâdında mevcûddur. Yoksa Kur’ân-ı Kerîm’in elfâz-ı şerîfesine
bakılıp da, ma’nâ verilemez. İnsân-ı kâmil, avâlim-i ilâhiyye vü kevniyyeyi
câmi’dir.”
Hulefâsı:
- Seyyid Abdülkerîm
Efendi. Mekke-i Mükerremede, reîsü’l-müsevvidîndir.
- Dağıstânî
Abdülkerim Efendi. İlm-i Kelâm mütehâssısı ve
müellefât-ı adîde sâhibi olup, Medîne-i Münevvere’dedir.
- Müftü Hasan
Efendi. Sivrihisâr’dadır.
- Bilâl-zâde Mustafa Efendi. Sivrihisâr'dadır.
- Sûfî Muhammed
Efendi. Sivrihisâr’dadır.
/140/ -
Müderris Muhammed Efendi.
Ankara’dadır.
- Müderris İbrâhîm
Efendi. Ankara’dadır.
- Sâlih Efendi. Ankara’dadır.
- Hacı Kara Yûsuf
Efendi. Sâbık reîsü’l-müsevvidîn, Bursa’dadır.
- Hacı Mustafa Efendi, Dağistânî.
Bursa'dadır.
- Hacı Sâdık
Efendi, Bağavî-zâde. Sâbık reîsü’l-müderrisîn,
Bursa’dadır.
- Mustafa Efendi. İçelli,
Bursa’dadır.
- Şeyh Bekir Efendi. Eğinli Müftü-zâde, İzmir’dedir.
- Hacı Alımed
Efendi. Tireli, İzmir’dedir.
- Hacı Muhammed
Efendi. İzmir’dedir.
- Hâfız Edhem
Efendi. Rodos’tadır.
- Müftü Ahmed
Kemâleddîn Efendi. Bandırma’dadır.
- Hâfız Mustafa Efendi. Bandırma’dadır.
- Ulemâdan Hacı
Muhammed Efendi. Bandırma’dadır.
- Sefer Efendi. Manyas’ta.
- Hacı Abdülkerîm
Efendi. Karacabey’dedir.
- Hacı Ömer Efendi. Gönen’dedir.
- Hacı İsmâîl
Efendi. Edincik’tedir.
- Hacı Muhammed
Efendi. Yozgâdî, Bandırma’dadır.
- Tevfîk Efendi. Bandırma’dadır.
- Mustafa Efendi. Bandırma’dadır.
- Halîl Efendi. Hacı Kâmûsî-zâde, Karesi’dedir.
- Hâlid Efendi. Karesi’dedir.
- Halîl Efendi. Karesi’dedir.
- Şeyh Şa’bân
Efendi. Kirmastı’da.
- Hacı Abdurrahmân
el-Mücâhid. Antep’dedir.
- Muhammed Mübârek Efendi. Şam’dadır. Tarîk-ı
Halvetî’de ilk bey’at aldığım şeyhimdir.
- Müftü Hacı İbrâhîm Efendi. Gelibolu’dadır.
- Müderris Süleymân
Efendi. Fatsa’dadır.
- Müderris Seyfeddîn
Efendi. İstanbul’dadır.
/141/ -
Müderris Hacı Ya’kûb Efendi.
Rizeli, İstanbul’dadır.
- Muhaddis Hacı
Ömer Efendi. Eğinli, İstanbul’dadır.
- Hâfız Muhammed
Efendi. Filibeli, İstanbul’dadır.
- Hacı Muhammed
Efendi. Siverekli, İstanbul’dadır.
- Hacı Saîd Efendi. “Beytü’l-ilm”
denilmekle ma’rûf, Dağıstan’dadır.
- Seyyid Kâzım
Efendi. Müderris ve kadı, Dağıstan’dadır.
- Abdülkâdir Efendi. Dağıstan’dadır.
- Şeyh Şa’bân
Efendi. Dağıstan’dadır.
- Hacı Muhammed
el-Kerûkî. Müderris, Dağıstan’dadır.
- Muhammed
el-Mihrâkî. kadı, Dağıstan’dadır.
- Hacı Mîkâîl. Dağıstan’dadır.
- Pîr Muhammed. Kadı,
Dağıstan’dadır.
- Necmeddîn-i Avârî. Ulemâdan,
Dağıstan’dadır.
- Şeyh Ali Süğûrî. Dağıstan’dadır.
- Hacı Nasrullâh-ı
Kûbâdî. Dağıstan’dadır.
- Hacı Abdurrahmân. Ejderhânî,
Dağıstan’dadır.
- Abdülkâdir. Ulemâdan,
Kaşgar’da.
- Seyyid Tâhir. Çin vâizi.
- Abdüllatîf
et-Tarakânî. Türkistân-ı Çinî’de.
- Saîd-i Niyâzî. Âhûn’da.
- Şeyh el-Hâc Şâkir. Semerkand’da.
- Hacı Abdülbârî. Lökçin’de.
- Sâdık-ı Hıttânî. Lökçin’de.
- Şeyh Abdurrahmân. Hârbîn’de.
- Şeyh Ahmed Efendi. Mûk’da.
- Seyyid Müctebâ
Hân. Râmpur hâkimi, Hindistan’da.
- Şeyh İsmâîl
es-Safâyî. Muhaddisîn-i kirâmdan, ulemâ-yı
benâmdan, Tunus kadısı.
- Şeyh Hasan
el-Uveydân. Trablusgarb’da.
- Şeyh Ahmed. Fas’da.
/142/ - Şeyh Hacı Muhammed-i Şenkîtî.
Fas’da.
İrtihâli :
Şeyh-i müşârünileyh ile târîh-i irtihâllerinden bir buçuk
ay mukaddem müşerref olmuş idim. Ser-â-pâ nûr-ı mücessem bir mürşid-i mükerrem
olmuş gördüm. Fuyûzât-ı ârifânelerinden müstefîd oldum. Ser-â-pâ deryâ-yı aşk u
ma’rifete müstağrak olup, hep hakâyık-ı Kur’âniyye’den bahs buyurdular.
Birkaç gün hafîf bir hastalığı müteâkib 1343 senesi
şehr-i Ramazânının onsekizinci (11 Nisan 1925) Cumartesi günü alaturka sâat
yedi buçuk (sabâh 03.00) râddelerinde “Hû” ism-i şerîfine muvâzıb oldukları hâlde
irtihâl-i dâr-ı cemâl eylemişlerdir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Na’ş-ı mübâreklerini halîfelerinden Dersiâm Hacı Ömer
Efendi gasl edip Fâtih Câmi'-i şerîfine ertesi Pazar günü cenâzeleri eyâdî-i
ihtirâmda nakl edilerek öğle namâzını müteâkib salât-ı cenâzeyi yine mûmâileyh
Ömer Efendi kıldırmış ve oradan Edirnekapı hâricindeki, İbn Kemâl merhûmun
kabrinin karşısındaki mezârlıkda defîn-i hâk-i gufrân kılınmıştır. (Rahmetu'llâhi
aleyhi rahmeten vâsia)
Cenâzelerinde tekellüfât ihtiyâr olunmamasını ve
fukarâ-yı müslimîn mezârlığına defnini vasiyyet buyurmuşlardır.
İrtihâllerinden evvelce haber-dâr olamadığımdan, cenâzelerinde
bulunamadığıma çok müteessirim. Evrâk-ı havâdisde bi'l-âhare görülen i’lân
nüsha-i matbûası bir hâtıra olarak telsîk edildi :
“İrtihâl
Sâdât-ı Hüseyniyye’den ve meşâyıh-ı Nakşıbendiyye’den Dağıstânî Ahmed
Hüsâmeddîn er-Rükkâlî hazretleri irtihâl-ı dâr-ı bakâ eylemişlerdir. Bu gün
Davutpaşa civârındaki hânelerinden kaldırılarak, ikindi vakti Fâtih Câmi'-i
şerîfinden namâzı ba’de’l-edâ Edirnekapı’daki makber-i mahsûsuna defîn-i hâk-i
gufrân kılınacaktır (Rahmetu'llâhi aleyh).”
Müşârünileyhin irtihâli âlem-i irfân için azîm bir zıyâ’dır,
Cenâb-ı Hak bizleri mazhar-ı şefâati buyursun. Âmîn.
Şeyh Muhammed Şehrî-i Gülşenî onun vefâtı üzerine şu
târîhi söylemiştir:
هو شمس بعد الألف بل هو مدارها
إختفى عنا واها
سيدى حسام الدين
اعلم سره مفرقات
وارفع فهمه
وكان شمس الهدى
سيدى حسام الدين
سيد رجال القوم
وأكمل الورى
أمين علوم الورى
سيدى حسام الدين
مفتاح باب العلوم
فريد عصره
فاق أماثله سيدى
حسام الدين
ولن يبلغ الواصف
مدة عمره
إذ العصر لم ير
مثله سيدى حسام الدين
فهم العجز شهريا
لوصفه
إلهام من الله
سيدى حسام الدين
إمام الهدى شمس
وبها تاريخه
هكذا عرفنى سيدى
حسام الدين
هاتف علمنى تاريخ
خفائه
مات قطب وقته سيد
حسام الدين[15]
Hânedân-ı ehl-i beyte ben dahilem tâ ezel
İtmezem (..........) güft ü gûsundan hazer
Şemsi-i Mısrî mükerrer itdi sizden iktibâs
Feyzinizden oldu ma’nen kâm-yâb u kâm-ver
25 Muharrem 1343-26 Ağustos 1341/(1924)
Şeyh-i müşârünileyhin hulefâsından Süleymân Sâmi Efendi, Rehber-i Talibîn nâm eserinde azîzin
Türkçe na’t ve nutuklarını derc etmiştir:
Enâm olmuş risâletde ukûs-ı vechine mir’ât
Enâmdan ism-i pâkin pür-ayândır Yâ Rasûla’llâh
Ehad isminde zâid olsa bir mîm’-i nübüvvet kim
Ehad mîm-i muhabbetde nihândır Yâ Rasûla’llâh
* * *
Şemsim bu vücûdum virür ecsâda zılâli
Nutkum bu şuhûdum virür ekbâda hayâli
Efrâd-ı şuhûdumla bu heb hâver-i güftâr
Subhum ki berâzıhda tutan rûz u leyâli
Deryâ gibi emvâca takıl eyleme nefret
Kesretde müşâhid olasın tâ O Cemâl’i
* * *
Sâilim kapuna geldim eyle ihsân Yâ Rasûl
Tut elim kurtar beni hâlim perîşân Yâ Rasûl
Sîne mecrûh dîde giryân âh u efgân eylerim
Aşkının bîmârıyım kıl derde dermân Yâ Rasûl
Hz. Şeyh’in Sultân Muhammed Reşâd Hân merhûma muhabbeti
var idi. Hz. Pâdişâh da ona dâimâ seccâdecisi Zekeriyyâ Bey’i gönderirdi. Bu
arîzayı ârzû-yı pâdişâhî üzerine yazmış, Zekeriyyâ Bey vâsıtasıyla takdîm etmiş
idi. Bir nüshası elime geçti, aynen nakl olundu:
“Mübesmelen bi’smihî teâlâ!
Hâmil-i livâ-yı hilâfet selâtin-i izâm hazarâtının kalb-i
hümâyûnlarını mevrid-i ilhâm, zikr u ibâdet-i âhâddan efdal olan fikr-i şâhâneleri
sebeb-i intifâ’-ı enâm olduğundan, selef-i sâlihîn, kendilerini meşgûl edecek
derecede evrâd ve ezkâr ta'lîmini tecvîz etmeyerek, yalnız teberrük için mutalsam
hırka ve gömlek ihdâ ve hâssası müsbet ve müberhen vird ü esmâ ta’lîm ve
i’tâsında bir be’s görmemişlerdir.
Evrâd u ezkâr, menfaat-ı husûsiyyeyi celb ve istishâbdan,
efkâr-ı hilâfet-penâhî ise, umûm-ı müslimîn ü reâyânın hukûk u menâfiini muhâfaza
ve isticlâbdan ibâret olup, husûs üzerine bi-tarîkı’l-evlâ, umûmun fevâid ü
menfaatini ihtiyâr, dâreynde hâiz-i şeref ü i’tibârdır.
Muktezâ-yı beşeriyyet, telâtum-ı efkâr ve tevârüd-i şuûn
u âsâr ile kalb-i hümâyûna teâküs edecek hümûm u gumûmun zuhûru evânında, Hz.
Cibrîl’in melekûtu’l-arz ile münâsebâtını müeyyed bulunan hazerât-ı hamsede
mutasarrıf, mâddeten vecîz, ma’nen bütün maâliyyâtı şâmil şu, (سبوح قدوس ربنا ورب الملائكة والروح)[16] elfâz-ı celîleyi günde yedi def'a kırâatla
me’zûniyyet i’tâ ve âcizâne ihdâ ettim. Her gün yedi def'a kırâatına devâm ile
kalb-i hümâyûnda bir inşirâh-ı tâm husûle geldiği gibi, avârız-ı mezkûrenin
dahi ânen-fe-ânen mübeddel-i neşât u sürûr olduğu bi’l-fi’l müşâhede olunur.
Hilâfet bir emr-i azîmdir. Makâm-ı muallâ-yı hilâfete kalb ü cân ile
merbûtiyyet esâsına ibtinâen uhde-dâr olduğumuz vazâifden biri de selâmet-i
mülk ü millet ve teâlî-i şân u şevket ve tezâyüd-i ömr ü âfiyet-i
hilâfet-penâhîye gece ve gündüz hayr duâdır.
Hâdimü’l-fukarâ min Âl-i Abâ
Seyyid Ahmed Hüsâmeddîn.”
ABDÜSSELÂM KÂDÎ HÂN
Bursa’da neşr-i feyz etmiştir. Mazanne-i kirâmdan ve
müteahhirîndendir. Buhârâ’nın Temenkân (?) kasabasında doğmuş, 1316 senesi Teşrîn-i
sânîsinde (Ocak 1901) Bursa’ya gelmiştir. Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i
Münevvere’yi ziyâretle kâm-yâb olup, Mekke’de, Merve’de, Buhârâ Tekkesi şeyhi
Muhammed Fakîr Efendi’ye, 1312/(1896) târîhinde arz-ı nisbet edip, az zamânda
nâil-i hilâfet olmuştur.
Muhammed Fakîr Efendi, İmâm Rabbânî vâsıtasıyla, Şâh-ı
Nakşıbend’e merbûttur.
Neş’esi günden güne mütezâyid olan Kâdî Hân, dört sene
Haremeyn’de mücâveretten ve kesb-i kemâlden sonra, Bursa’ya gelerek, 15-20 sene
kadar Buhârâ Tekkesi’nde İmâmet eylemiştir.
Cuma namâzını ale’l-ekser Pınarbaşı Câmii’nde edâ
ederler, inzivâya şiddetle meyl edip uzlet ani’n-nâs neş’esine müstağrak olup,
Bursa halkında, husûsıyla ağniyâsında ziyâretine inhimâk hâsıl olmuştu.
Emîniyye Dergâhı şeyhi Hacı Âgâh Efendi ile sevişirlerdi. Ba'zı meşâyıhın
da’vetine Âgâh Efendi delâletiyle icâbet ederdi. Kibâr-ı meşâyıh-ı
Nakşıbendiyye’den Seyyid Ahmed Hüsâmeddîn Efendi’yi çok severdi.
Bursa’da, Çekirge’de Hüdâvendigâr Gâzi Câmii yanında bir hânede
kirâ ile oturmuşlardır. Muharrir-i fakîr, sûret-i mahsûsada ziyâreti
aliyyelerine şitâb eyledim ve beynehümâda hâlât-ı acîbe rû-nümâ olmuş idi.
Halîm, selîm, âbid, zâhid, mükrim ve mütevâzi’ olup
mevlid, mi’râciyye, mersiyye gibi cem’iyyetlere, bid’at diye gitmezler imiş.
Hafîfü’r-rûh, mültefit, keşfi açık idi. Bursa’da iken Şeyh Senûsî hazretleri,
dâimâ Kâdî Hân ile hem-sohbet olmuştur.
Buğday benizli, nahîf, beşuş olup, tahmînen elli
yaşlarında iken, hummâdan irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Emr-i gaslini îfâ ve
namâzını edâ eden, Hüdâvendigâr Câmii İmâmı Atâ Efendi’dir. Şeyh Senûsî, irtihâline
ziyâde müteessir olup cenâzesinde bulunmuştur. Târîh-i irtihâli 24 Ramazân
1338-11 Haziran 1336/(1920) Cumadır.
Çekirge yolunda Mevlidî Süleymân Çelebi hazretlerinin
kabrinin karşı tarafında, Karagöz’ün civârındaki mezâristânda medfûndur. (Rahmetu'llâhi
ayeh)
Kibâr-ı beldeden mürîdânı pek çoktur. Misâfirlerine çay
ikrâmı mu’tâdı idi. Beş vakti cemâatla edâya muvâzıb idi.
Kitâbe-i seng-i mezârı:
“Hüve’l-Afüvvü’l-Gafûr. Kibâr-ı evliyâu’llâh’dan ve
meşâyıh-ı Nakşıbendî’den zü’l-cenâheyn Buhârâlı Kâdî Hân Abdüsselâm
hazretlerinin rûh-ı şerîfleri için rızâen li’llâhi’l-Fâtiha. Nefeana’llâhu
bifüyûzâtihî. Âmîn. 24 Ramazân 1338.”
Sâlih Hilmî Bey b. Hurşîd
Kesriyelidir. 1266/1850) senesinde orada dünyâya
gelmiştir. Ondokuz yaşına kadar Kesriye’de bulunup, sonra İstanbul’a gelmiş,
Fâtih’te Bahçeli Hân’da bir oda istîcâr ile Arnavud Tâlib Efendi’nin dersine
devâma başlayarak Tasdîkât, Bedî’, Beyân, ulûm-ı Fârisiyye
ve sâireden hisse-mend-i irfân olarak Adliyye Dâiresi’ne, beş-altı ay kadar
Dâhiliyye Nezâreti’nde Mazbata Odası’na, buranın lağvı üzerine Rusûmât
Dâiresi’ne devâm ile Rusûmât Müfettişliği’ne ve bi’l-âhare Rusûmât Nâzırlığı’na
kadar kırkdört sene hizmetle irtikâ ederek en son hizmeti Galata Rusûmât
Başmüdîriyyeti idi.
Buradan ibtidâ-yı Meşrûtiyyet’te tekâüden çekilmiş ve
Dağıstânî Ahmed Hüsâmeddîn Efendi hazretlerinin halîfesi Seyfeddîn Efendi’nin
bir sene kadar hem-hâli olup azîz-i müşârünileyhe intisâb şerefine mahzar olmuş
ve azîzin irtihâline kadar dâire-i feyzinde kalmıştır.
Âlim, fâzıl, ulûm-ı Arabiyye vü Fârisiyyeye âşinâ merd-i
meydân-ı tasavvuf bir mürîd-i rûşenâ ve vahdet-i vücûd zevkından sâhib-i haber
olup, hâtıra defterleri pek kıymet-dâr olup, ilm-i tasavvufta mechûlü bir bahis
yoktur. Ahmed-i Dağıstânî hazretlerini bahs-i hakâyıkta söyleten bir âşık-ı
sâdıktır. Feyz-i teveccühlerine mahzar olup mestûru’l-hâl olarak yaşamaya meyl-i
tabîîsi vardır.
Ağniyâdan olup, yazın Maltepe’(de) köşkünde ve kışın
İstanbul’da Taşkasap’ta konağında ikâmet eder. Azîzinin irtihâlinde, 178.
sahîfede tercüme-i hâli mezkûr Küçük Hüseyin Efendi hazretleririn dâire-i
feyzine girmişlerdir. Meyânemizde muhabbet-i hâlisa cârî olup, sık sık
hem-sohbet olurum. Feyz-i irfânlarından müstefîz olmaktayım. (Selimehu’llâh)
/143/ ŞEYH MUHAMMED SÂDIK EFENDİ
Erzincânlıdır. Müftü-zâdedir. Kibâr-ı meşâyıh-ı
Nakşiyye’dendir. An-asıl Erzincânlı oldukları hâlde Erzurum’da ikâmetinden
kinâyeten “Erzurûmî Sâdık Efendi” diye şöhret bulmuştur. 1136/(1723-24)
senesinde doğmuştur. Tahsîli, meşâyıh-ı Halvetiyye’den Şeyh İlyâs halîfesi Şeyh
Abdullâh Hilmî Efendi’dendir.
Bu zât, ulemâ-yı kirâmdan idi. Sâdık Efendi 1153/(1740)
târîhinde Sofya’da bulunmuştur. Tahsîle devâm ile berâber bidâyeten kimseye
müntesib olmayarak zikr-i şerîfe müdâvim olup, hâlât-ı acîbe zuhûr etmiştir.
Hidâyet itmeğe olsa irâdet
İder bir abd-i mahsûsa işâret
Kişiye olıcak lutf-ı ilâhî
Gedâya gönderir bir pâdişâhı
Mürşid aramak sevdâsıyla Şam’a kadar gitmiştir. Meşâyih-i
Nakşıbendî’den Yek-dest Ahmed-i Cûryânî hazretleri hulefâsından olup onyedi
sene Haremeyn-i muhteremeynde mücâveret ve neşr-i feyz-i tarîkat eden el-Hâc Şeyh Süleymân-ı Kürdî Efendi, tesâdüfen Şam’da Câmi'-i
Emeviyye’de mu’tekif bulunmakla, sene-i mezkûre şehr-i Ramazânının aşr-ı
ahîrinde arz-ı nisbete muvaffak olmuşlar ve azîzlerinin emriyle bu câmi’de
kayyım vekâletinde bulunmuşlardır.
Câmi'-i Emeviyye’de Hz. Yahyâ (aleyhi's-selâm)’ın
merkad-i şerîfi civârında seyr ü sülûka başlayıp, sekiz sene azîzinin dâire-i
feyzinde kalmıştır. 1165/(1752) târîhinde şeyhinin âlem-i cemâle intikâline
mebnî, ikmâl-i sülûk için, yine bir mürşid-i kâmil taharrîsine çıkıp Erzurum’a
gelmiş ve 1170/(1756-57) târîhînde Bitlis’te sâkin Şeyh Hacı Mahmûd Efendi b.
Abdülgafûr hazretleri, işâret-i ma’neviyye ile Erzurum’a gelerek Sâdık
Efendi’yi bulmuştur. Derhâl mürîdliğine kabûl edip, ikmâl-i sülûkuna gayret
eylemiş ve 1193/(1779)’te me’mûren İstanbul’a gelip, iki sene sonra Üsküdar’da
Hacı Dede Tekkesi’nde ikâmet ederek, burada neşr-i tarîkata başlamışlardır.
1196/(1782) senesinde sinn-i şerîfleri altmışa resîde olduğu hengâmda, burada
îfâ-yı meşîhat ettiğini, Terbiye-nâme ismindeki
eserlerinde yazıyorlar.
Şam’dan azîmetinde Kuds-i Şerîf, İskenderiye, Kıbrıs,
Silifke, Karaman, Kayseri ve İstanbul ve sonra Rumeli’ye geçerek Selanik,
Elbasan, Tîran, Ülgün ve Bar’ı dolaşıp, Edirne-Yanbolu tarîkıyla Trabzon’a
gelmiş ve Gürcistan’ı devr ile Bâyezîd (Doğubeyâzıt) ve Bitlis’e ve tekrâr
Erzurum’a avdetle 1192/(1778) târîhine kadar burada bulunmuştur.
/144/ Burada ba'zı
münkir ve müfsidlerin kurbân-ı iftirâları olarak nefy edildiğini beyân
ediyorlar.
Şiirde mahlasları Sâdık ve isimleri Muhammed’dir. 1209 senesi
şehr-i Rebîu'l-âhirinde (Kâsım 1794) fecr-i sâdık tulûunda Hazret’in bedr-i
vücûdu gurûb etti. (Kaddesa'llâhu serrahû)
Terbiye-nâme’yi istinsâh
eden ve Hz. Şeyh’in veled-i ma’nevîsi bulunan Ra’fet Efendi, eserin nihâyetinde
şöyle yazıyor:
“İşbu risâlenin müellifi azîzim, efendim Eş-Şeyh Sâdık (kuddise
sırruhu’l-azîz), Üsküdar’da Alaca Minâre karşısında, kendi eser-i vakf u
binâsı olan tekye-i dâru’l-emânda medfûn olup, hîn-i intikâlinde, bu fakîr-i
âciz hıdmet-i devletlerinde bulundum. İşbu mısra’, dâr-ı bakâya irtihâllerine
târîhi iş’âr eder:
Geldi bir hâtif didi ânîde Re’fet târîhin
Nakd-ı ömrin virdi aldı yerine dârü’l-emân
نقد عمرين ويردى الدى يرينه دار اللامان = 1209/(1794)"[17]
Müddet-i ömr-i şerîfleri yetmiş altıdır. Üsküdar’da ondört
sene neşr-i feyz etmişlerdir.
Nutuklarından:
Menba’-ı feyz oldu çün bu tekyemiz dâru’l-emân
Başım üzre gel azîzim sana virdim hoş mekân
Dâim olan hüsn-i zannın biz fakîre lutf idüp
Çün tevâzu' itdin ol Hak zâyi’ itmez bî-gümân
Sen kabûl it bu niyâzım itme câna kîl ü kâl
Sanma zinhâr ilm ü fazlın sakla anı misl-i cân
Keşf-i esrâr itme ârif bilmeyüz kâmil kemâl
Kimdir ol sâhib-tasarruf kandedir sâhib-zamân
Biz fakîr-i nâ-tüvânız hâke yek-sân olmuşuz
Acz ü hayret aldı bizde kalmadı zevk-ı cihân
Çünkü “mûtû en temûtû”[18] sırrı zâhir oldu hak
Bâtıl oldu cümle varlık kalmadı benden nişân
Kim bize benlikle gelmez mahv iderse varlığın
Sâdık oldu vir emânet sâhibin bulsun hemân
* * *
/145/ Kâ’be-i dârü’l-emândır âsitân-ı Nakşıbend
Bûse-gâh-ı kudsiyândır âsitân-ı Nakşıbend
Cilve-gâh-ı evliyâ vü asfiyâdır rûz u şeb
Feyz-bahş-ı âşıkândır âsitân-ı Nakşıbend
* * *
Râh-ı Hak’ da olmak istersen dilâ ger behre-mend
Mahv idüp nakş-ı sivâyı ol gulâm-ı Nakşıbend
* * *
كر همى خواهى كه
كرد سرى بلند
در طريق نقشبندى نقشبند[19]
Türbe-i şerîfelerinde görülen bir levhadan istinsâh
edilmiştir:
Nişîn-i tekye-i sıdk u safâ Sâdık Efendi kim
Sadâkat subh-ı sâdık gibi vechinden ayân oldu
Derûn-ı tâb-nâki mihr-i kân-ı matla’-ı rûşen
Velî mir’ât-ı maksûda celî âyîne-dân oldu
Be-feyz-i Hak tarîk-ı şâh-râh-ı Nakşıbendî’de
Delîl-i kâfile-sâlâr dahîl-i ârifân oldu
O yektâ kümmel-i şeyhu’ş-şuyûhun zât-ı vâlâsı
Kemâl-i himmet ile bâdi-i feyz-i cihân oldu
Gubâr-ı makdemine yüz süren âlemde kâm aldı
Varan dergâhına bir kez cihânda kâm-rân oldu
O dânâ hâce-i ilm ü kemâlin sûk-ı irfânda
Nukûd-ı himmeti sermâye-i pîr ü cevân oldu
Şarâb-ı Kevser’i nûş itmek içün bezm-i Cennet’de
Uçup mînâ-yı tenden nâ-gehân rûhu revân oldu
O cân-ı âlem itdi gerçi kim terk-i cihân ammâ
Vücûd-ı pâkı cism-i kabre seyr ile ne cân oldu
O verd-i gül-şen-i sıdkın gül-i zîbâ-yı zâtıyla
Derûn-ı ravzası mânend-i sahn-ı gül-sitân oldu
Nevâ-yı zikr-i Mevlâ ile hem çün bülbül-i şeydâ
Makâm-ı andelîb-i rûhu gül-zâr-ı cinân oldu
İdüp çün hatm-i hüsn-i hâtimeyle mushaf-ı ömrün
Dem-i âhirde tevhîd-i Hudâ mühr-i dehân oldu
/146/ Zamân-ı
fevtin ol zâtın suâl iden ahibbâya
Bu beyt-i bî-bedel târîh ile vasf-ı beyân oldu
Göçüp Sâdık Efendi Cennet’e bâ-emr-i Sübhânî
Saâdetle azîzim vâsıl-ı dârı’l-emân oldu
كوچوب صادق افندى جنته با امر سبحانى
سعادتله عزيزم واصل دار الامان اولدى = 1209/(1794)[20]
Şeyh Sâdık hazretlerinin Risâle-i Hamse’si vardır. Aslı olan Terbiye-nâme ismindeki eserine zeylen Risâle-i Mergûbe ve Risâle-i Ma’rifeti’n-Nefs ve
Risâle-i Mahbûb yazılmıştır. Hakîkatü’l-Yakîn tercümesi de cümle-i
âsârındandır ve cümlesi gayr-ı matbû'dur.
Müşârünileyhin zikr-i şerîf esnâsındaki sadâları
i’tibârıyla, “Zenbûrî” kolunun müessisi addedildiği ve pîr-i sânî i’tibâr
olunduğu menkûl ise de, tarîk-i Nakşî’de şu’be yoktur ve “Pîr-i sânî” diye
kimse yâd edilmemiştir.
HACI HÜSEYİN DEDE
Üsküdar’daki Hacı Dede Tekkesi’nin müessis-i evveli ve
İmâm Bûsîrî sülâlesinden olan Hacı Hüseyin Dede, dergâhın ilk şeyhidir.
Seksenüç halîfesi olup, kırkı mütecâviz halîfesi Karacaahmed Mezârlığı’nda
medfûn imiş. Kırk sene kadar burada seccâde-nişîn olmalarına bakılırsa,
dergâhın 1140/(1727-28) târîhinde te’sîs edildiği müstebân olur.
Sandûkalarının baş tarafındaki levhadan:
Şeyh Hüseyn-i Nakşıbendî muktedâ-yı asfiyâ
Nice müddet gûşe-i vahdetde uzlet eyledi
Mürşid-i kâmil idi hayli maârif ehlini
Himmetiyle mahrem-i sırr-ı hakîkat eyledi
Da’vet olunca hitâb-ı “irciî”yle Hazret’e
Rûh-ı pâki âlem-i lâhûta rıhlet eyledi
Didi Yahyâ nâsa hâtif fevtinin târîhini
Nakşıbendî Hacı Dede azm-i Cennet eyledi
نقشبندى حاجى دده عزم جنت ايلدى = 1 Rebîu’l-evvel 1173, Cuma /23 Ekim 1759[21]
Şeyh Sâdık Efendi bu zât-ı muhtereme halef olmuştur. Onun
âlem-i cemâle intikâllerinden sonra, /147/
ecell-i hulefâsından el-Hâc Ahmed
Celâli Kutub İbrâhîm Efendi şeyh olup, 1243/(1827)’de irtihâl
eylemiştir. Ispartalıdır. Otuzdört sene icrâ-yı meşîhat etmiş, mazhar-ı hürmet
olmuş mübârek bir zât-ı âlî-kadr idi.
Sonra İbrâhîm
Efendi-zâde eş-Şeyh el-Hâc Rızâ Efendi post-nişîn oldu. Hilâfeti pederlerindendir. Otuzaltı sene seccâde-pîrâ-yı
reşâdet olup, 1279/(1862) senesinde Mekke-i Mükerreme’de irtihâl eyledi. Bir
rivâyette, Medîne-i Münevvere’de intikâl edip, Cennet-i Bakîa’da defn olundu.
Ba’dehû, (Hacı Dede Tekkesi’nin meşîhati) Mevlânâ Hâlid
Ziyâeddîn hulefâsından Bağdâdî Abdulfettâh
Efendi’ye intikâl edip,
1281/(1864)’de irtihâlinde Nuhkuyusu’nda Şeyhü-l’islâm Ârif Hikmet Bey’in kabri
yanında defn olunmuştur.
Ba’dehû (Abdulfettâh Efendi’nin) halîfesi Şeyh İbrâhîm Şerîf Efendi’ye meşîhat teveccüh edip, 1295/(1878)’de
rıhlet edince dergâh hazîresinde defn olunmuştur. Elyevm şeyh olan İsmâîl
Efendi’nin babasıdır.
Şeyh Sâdık Efendi hulefâsından Hacı Mustafa Efendi, dergâh
hazîresinde medfûndur. Dergâhı, hayrı ile tezyîn eylediği anlaşılmaktadır:
Sâhibü’l-hayrât Seyyid kâmil el-Hâc Mustafâ
Hânkâh-ı Nakşıbend’i vakf idüp kân-ı sehâ
خانقاه نقشبندى وقف ايدوب كان سخا = 1206/(1792)
Azîzlerinden mukaddem intikâl eyledikleri müstebân
oluyor.
el-HÂC ŞEYH ABALI HÂFIZ EFENDİ
(Muhammed Haydar Efendi)
Muhammed Haydar Efendi, “Abalı Hâfız” diye
meşhûrdur. Bergamalı veyâ Kırkağaçlıdır. Şeyh Sâdık Efendi halîfesi Kırkağaçlı
Muhammed Emîn Efendi’den müstahlefdir.[22] Aksaray’da, Şekerci Sokağı’nda,
ahîren muhterik olan ve elyevm yerine Uşşâkî tekkesi yapılan Nakşıbendî Dergâhı
şeyhi idi.
Nefes-i nefîsi iksîr-i a’zam gibi müessir bir insân-ı
kâmil idi. Uzun boylu, beyâz sakallı, buğday renkli, câzibeli bir zât idi.
Arâkıyye üzerine, abânî sarık sarardı. Ale’l-ekser abâ giyer idi. Bundan
kinâyeten “Abalı Hâfız” diye meşhûrdur.
Dergâhı erbâb-ı aşka cilve-gâh olmuş idi. Hz. Müştâk-ı
Kâdirî’nin mahdûmu Edhem Baba, dâimâ burada vecd ü hâlât ile semâ’ ederdi.
Muharrir-i fakîr çocuk idim, ale’l-ekser tekkesine gider, elini öper ve duâsını
alırdım. Mevlid-i şerîf cem’iyyetlerinde zikr âlemlerini hâtırladıkça kalbim
cezbe-dâr olur.
1304/(1887) veyâ 1307/(1890) senesinde 24 Cemâziye'l-âhirde
gül-şen-i lâhûta pervâz eylemiş, na’ş-ı şerîfi Üsküdar’a nakl ile Hz. Sâdık’ın
kurbunda defn edilmiştir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Pek mübârek, âşık, ârif /148/ bir şeyh-i kâmil idi. İrtihâllerine birkaç gün kala, bir
Perşembe günü, ber-mu’tâd zikr-i şerîfde bulunup, o gün kendinde fevka'l-âde
hâl zuhûr etmiş idi. İki def'a şiddetli bir sadâ ile, “Allâh” diye sayha etmiş
idi. Her birimiz titredik, dûçâr-ı haşyet olduk. Üç dört gün sonra yatsı namâzını
ba’de’l-edâ, yatağa yatarak teslîm-i cân eylemiş. Sabâhleyin evlâd ü ıyâli irtihâline
vâkıf olmuştur. (Rahmetü’llâh-i aleyhi rahmeten vâsia ve kaddese’llâhu
esrârahû ve nefeana’llâhu bi-şefâatihî.)
ERZURUMLU İBRÂHÎM
HAKKI
Onikinci asır (XVIII. asır) ricâlindendir. “Hâdim-i aşk”
( خادم عشق), “Hakk’a rızâ” ( حقه رضا) ve “Nûr-ı mahzî” (نور محضى) terkîblerinin
delâleti vechiyle 1115/(1703)’de[23] Erzurum civârında Hasankale’de,
Şeyh Osmân Efendi sulbünden dünyâya fer verdi. İbtidâî tahsîlden sonra,
Erzurum’da müftî-i belde Hâzık Muhammed Efendi[24] Hazretleri’nden ders okumuşlardır.
İbrâhîm Hakkı Efendi, pek mühim bir zâttır. Bir müddet seyâhat
etmiş; hîn-i seyâhatında Siirt kazâsının Tillo karyesinde kibâr-ı meşâyıh-ı
Kâdiriyye vü Nakşiyye’den İsmâîl Fakîrullâh-ı Tillovî hazretlerine mülâkî
olarak intisâb eylemiştir. Henüz otuz yaşında iken ikmâl-i sülûk ile müstahlef
oldular.
1145/(1732) târîhinde şeyhleri âlem-i bakâya güzer
eyledi. Hakk-ı âlîlerinde şu târîhi söylediler:
فارق الجسم نوري التاريخ
هو حى بذاته ابدا[25]
İbrâhîm Hakkı Efendi’nin kemâlâtı gün-be-gün güşâyiş
bularak kümmelîn sırasına geçmiştir. 1184/(1770) senesinde yetmişdokuz yaşında
iken intikâl eyledi. Erzurum’da ziyâret-gâh’dır[26].
Hulefâsı:
Onbir halîfesi vardır. En meşhûrları:
- Sa’dullâh Efendi. Âmentü Şerhi’ni yazan.
- Halîl Efendi.
- Mustafâ Efendi.
- İbrâhîm Efendi. Kitâbu’n-Nokta ve Sadr-ı
Vücûd nâm eserlerin sâhibi.
- Münzevî Sâdık Efendi.
Asârı:
1. Ma’rifet-nâme.
Hz. Şeyh’in ekmel-i âsârıdır. Pek güzel ve fennî ve o nisbette aşkî bir
eserdir. Meşâhîr-i felekiyyûndan Fransız Mösyö Câmille Flammarion, felekî
kısmını tercüme etmiştir.
/149/ 2. Dîvân-ı İlâhiyyât,
3. Tezkiretü’l-Ahbâb,
4. Hısnü’l-Ârifîn,
5. Kelimât-ı Fakîru’llâh,
6. İrfâniyye,
7. İnsâniyye,
8. Lübbü’l-İrfân,
9.
Mürşidü’l-Müteehhilîn,
10. Tecvîd,
11. Müntehâbât-ı
Manzûme,
12. Kuvvet-i Cân,
13. Cilâü’l-Kulûb,
14. İnsân-ı Kâmil,
15. Sefînetü’n-Nûh,
16. Mecmûa-i Mekâtib,
17. Nûş-ı Cân,
18. Râz-nâme,
19. Kitâb-ı Âlem,
20. Kenzü’l-Fütûh,
21. Urvetü’l-İslâm,
22. Tertîbü’l-Ulûm,
23. Vuslat-nâme,
24. Şükür-nâme,
25. İkbâl-nâme,
26. İlâhî-nâme,
27. Manzûme-i Avâmil,
28. A’mâl-i Felekiyye,
29. İstihrâc-ı A’mâl-i
Felekiyye,
30. Lügatçe,
31. Kavâid-i Fürsiyye,
32. Risâle-i
Mir’âti’l-Kevneyn,
33. Ed’ıyye-i Me’sûre,
34. Sülûk-i Nakşıbendî,
35. Tuhfetü’l-Kirâm,
36. Nuhbetü’l-Kirâm,
37. Ülfetü’l-Enâm,
38. Hey’ât-ı İslâmiyye,
39.
Mecmûatü’l-Vahdâniyye.
İbrâhîm Hakkı hazretleri, hakîkaten ecille-i meşâyıh-ı
kirâmdandır. Kudret-i ilmiyyesi pek yüksek, derece-i irfânı o mertebede âlî,
hazîne-i ma’rifeti Arabî, Fârisî, Türkî eş’ârıyla, âsârıyla mâlîdir. Ma’rifet-nâme’si
bir deryâ-yı bî-pâyândır. Tarz-ı beyânı gâyet hoştur. Nazm u nesrine birer
misâl ile tezyîn-i sahîfe-i i’tibâr eylemeyi muvâfık buldum:
“Evliyâ-yı kirâm, selâtîn-i kelîm-pûş ve hüşyârân-ı bâde-nûşdurlar. Evliyâ,
mahmûrân-ı hamr-ı bî-hûdî ve manzûrân-ı nazar-ı ehadîdir. Evliyâ, dînâr u
dirhemsiz; ağniyâ; tabl u alemsiz ümerâdırlar. Evliyâ, kıbâb-ı izzetle mestûr
ve bisât-ı kurb üzerinde mesrûrdurlar. Onların gönülleri arşî ve bedenleri
vahşîdir. Arz, onlara bisât ve semâ sakftır ki, güneş disâr ve kamer sirâc-ı
vakfdır. Onların ervâhı, ebdânı ulvîdir; akvâli nebevî, ef'âli melekîdir;
ahlâkı ilâhîdir. Onların maîşetleri tefvîz ü tevekküldür; /150/ san’atları sabr u tahammüldür. Onların temessükleri teslîm ü rızâ
ve telezzüzleri fakr u fenâdır. Onlar hâim ü dâim ve Hak’la müste’nes ü
kâimdirler. ( طوبى لهم ولمن أحبهم)[27]
“Müşâhede, netîce-i mücâhededir.
Müşâhede, ahvâl-i guyûba ıttılâ’-ı kulûbdur. Müşâhede kendi fenâsıyla Hakk-ı
görmektir. Müşâhede, mevsûfu sıfatında bulmaktır. Müşâhede, mâ-sivâdan teberrî
kılıp her hâlde Hak ile olmaktır. Müşâhede, her mevcûd ile maksûdu görmektir.
Müşâhede, bir hâlet-i latîfedir ki, ervâh u kulûbu cemâl-i mahbûb ile mesrûr u
ma’mûr eder. Müşâhede, mütâlaa-i Cebbâr’ın envâr-ı sürûruyla mükâşefât-ı
guyûbdur. Hz. Ömer (radıya'llâhu anh) buyurmuştur ki: "Benim kalbim
Rabb’i görmüştür." Hz. Ali (radıya'llâhu anh) buyurmuştur ki: "Müşâhede,
rü’yet-i basar değildir. Lâkin nûr-ı irfân ile ru’yet-i cinândır ki, (لم اعبد ربا لم اره
)[28] kelâmı, bu
kelâmına burhândır. Müşâhede, gönül dostunu görmektir. Hakk’ı sırrında müşâhede
eden âşıkın kalbinden cihân sâkıt olup gözünden muhtecib olur. Onun gönlünde,
gözünde ancak aşk-ı Mevlâ kalır.”
* * *
“Tarîkın şartı bir ma’nâdır ki, dil ü cânda muhabbet-i Mevlâ’dır. Bir gönül
ki, onda derd-i taleb ü ârzû zuhûr etmiştir, onu büyük ni’met bilmek gerektir.
Leyl ü nehâr izdiyâdına sa’y ü himmet etmek lâzımdır. Ol hubb-ı ezelîdir ki,
mir’ât-ı dilde mün’akis ü celîdir. Onun için ol gönül irâdet ü muhabbet ü şevk
ile mümtelîdir. Mürîd-i Mevlâ bulunan kimse, murâd olunmuş velîdir.
Bu derd-i taleble dem-be-dem ağlayanlar, zâhirde halk ile ihtilât edip
hizmette olurlar, bâtında ancak Hz. Hakk-ı bilirler ve bulurlar. Kendilerini
kesret içinde gizlerler. Gönüllerinde vahdet yolunu izlerler. Bedenlerini
halka, gönüllerini Hakk’a teslîm ederler. Bu resm ü râh ile mahfîce Hakk’a
doğru giderler. Taşradan bîgâne, içeriden hemhâne olurlar. Beden ağyâr ile,
gönül yâr ile; kulak sadâ ile, gönül Hudâ ile; göz rakîbde, gönül Habîb’de;
lisân güftâr ile, gönül dil-dâr ile; el san’atta, gönül Hazret’te; ayak
gitmede, gönül zikretmede; beden post ile kâim, gönül dost ile dâim; beden
râhatla mekânda, gönül seyâhatle cevelânda; beden esbâb ile kavgada, /151/ gönül mutlak üns-i Mevlâ’da
bulunur.”
İşte Hz. Şeyh’in kemâlât-ı beyâniyyesi. Müşârünileyh,
hakîkaten eâzım-ı ricâl-i tarîkattandır.
Eş’ârından :
Hâce biz mest-i bâde-i ezeliz
Âşık-ı hüsn-i aşk-ı Lem-yezel’iz
Bulmuşuz aşk-ı Hayy u Kayyûm’u
Aşk ile biz de hayy-ı bî-eceliz
Zevk-ı dil bulduk ekl ü şürbe bedel
Şârib-i hamr-ı aşk-ı bî-bedeliz
Biz bu aşk-ı cemîli vasf ideriz
Sandı Hakkî ki
münşid-i gazeliz
* * *
Biz sûfî-i suffe-i safâyız
Der zîr-i kıbâb-ı Kibriyâ’yız
Biz arz u semâya sığmayız kim
Biz cevher-i âlem-i amâyız
Çün câm-ı elest mestiyiz hoş
Biz tâlib-i şâhid-i bakâyız
Biz Hazret-i Hakk’a pek yakınız
Andan bizi sanma kim cüdâyız
Ten perdesi ref’ olunca Hakkî
Seyr eyle ki biz ne meh-likâyız
* * *
Çü kalbe nâzil olur pertev-i cemâl-i Habîb
Görüne cân gözüne bedr-i bâ-kemâl-i Habîb
Ne iltifâtı kalur kâinât lezzetine
Anın ki cânda olur lezzet-i visâl-i Habîb
Bu dâm u dâneye meyl itmedi o bülbül-i cân
Ki oldu dilde giriftâr-ı zülf ü hâl-i Habîb
İki cihânda bulunmaz Habîb’e misl ü bedel
Eğerçi her dü-cihândır bize zılâl-i Habîb
Tulû’ idince gönül meşrıkından ey Hakkî
Nücûmu mahv ider ol şems-i bî-zevâl-i Habîb
لايترك الذكر إلا من
يشاهده
وليس يشهده من ليس
يذكره
فلا أزال مع
الأحوال أسهده
ولا أزال مع
الأنفاس أذكره
نسيت اليوم من
عشقى صلاتى
فلاأدرى غداتى من
عشائى
فذكرك سيدى أكلى
وشربى
ووجهك أن رأيت
شفاء دائ[29]
* * *
از تو مقصود ازل تسليم تست
اى مسلمان بايدت
تسليم مست
حزم آن كين عجز
وحيرت قوت اوست
درد عالم خفته
اندر ظل دوست
هم در اول عجز خود
را وبديد
مرد شد دين عجايز
را كزيد
عارفان از دو جهان
كاهل ترند
ز ان كه بى شد بار
خرمن مى برند
/152/ جز توكل جزكه
تسليم تمام
در غم وراحت همه
مكرست و دام[30]
* *
*
Dîde-i cânı açup âleme bak ey Hakkî
Ki cihân âyine-i aşk-ı Hudâ olmuşdur
Latîfe:
İbrâhîm Hakkı hazretleri iki zevceye sâhib imiş. Hocası Hâzık
Efendi, latîfeten şu beyiti yazmış yollamış:
Bir şahsa eylese felek pîre-zen-i dü-zen
Eyler girân nikâhına pâ-beste-i dû-zen
İbrâhîm Hakkı (buna) şu cevâbı vermiş:
Emvâc-i kesret içre yemm-i vahdeti sezen
Deryâ-dil erdir ol kim ne keder alsa se-zen
/152/ ŞEYH FAKÎRULLAH İSMÂÎL-İ TİLLOVÎ
Tülvî veyâ Tellevî (veyâ daha meşhûr olan adı ile) Tillo,
bir karye ismidir.[31] Erzurum civârındaki
vilâyetlerden Siirt’tedir.
Müşârünileyh Şâfiîyyü’l-mezheb, Arabiyyü’l-asl bir zât-ı
âlî-kadrdir. Cedd-i a’lâsı Molla Ali nâm zât olup, 910/(1504) târîhinde Siirt civârında
Tillo nâm karyeye hicret edip tavattun eylemiştir. Mahdûmu Molla Abdülcemâl,
onun Mahdûmu Molla Kâsım olup, 1067/(1657) senesi Recebinin ilk Cuma gecesi,
Hz. Şeyh (Fakîrullâh) onun sulbünden dünyâya gelmiştir.
Tahsîli pederlerindendir. İmâmet ve hitâbet ve zirâat ile
meşgûl olmuştur. Beş evlâdı dünyâya gelmiştir. İbrâhîm Hakkı merhûm Ma’rifet-nâme’sinde
müşârünileyhin mükemmelen tercüme-i hâlini yazmıştır.
Kırksekiz yaşında iken Haremeyn-i muhteremeyni ziyâretle
avdet edip, fakat li-hikmetin cezbeye, istiğrâka dûçâr olup, sekiz sene halktan
uzlet etmiştir. Sonra yine meşgûl-i irşâd olup, şöhretleri âfâk-gîr olduğunu
beyân sadedinde İbrâhîm Hakkı Hazretleri, “Şeyhim, tarîkat-ı Muhammediyye’de
İmâm ve alâmât-ı mürşid-i kâmil onda tamâm idi. Tevfîk, onun refîkı; hâlet-i
vasatı, tarîki; üns, onun nedimi; bast ise nesîmi idi. Hikmet, müşîri; fikir,
vezîri; sıdk, râ’yeti; hilm, san’atı idi. Mükâşefe, gıdâsı; müşâhede şifâsı
idi. Âdâb-ı şerîat onun zâhiri ve etvâr-ı tarîkat onun sırr-ı tâhiri idi.
Havârık-ı acîbesi bî-hadd ü hâlât-ı garibesi bî-pâyân idi. Kutb-ı evliyâ-yı
zamân ve cümleye sâhib-i fermân idi.” buyurmuşlardır.
O zamân Sultân Mahmûd Hân-ı evvel ile sâir ekâbir, Hz.
Şeyh’den hayr-duâ taleb etmişlerdir. Sinn-i şerîfleri seksene resîde olunca, târîh-i
hicretin 1147 senesi şehr-i Şevvâlinde (Şubat 1735) Cuma gecesi rûh-ı
pür-fütûhları âlem-i ılliyyîne uçmuştur. (Kaddesa'llâhu esrârahû)
Merkad-i münevverleri Tillo karyesindeymiş. Üzeri örtülü
türbe-i şerîfeleri varmış. Ziyâret-gâh-ı meşhûr olmak üzere Ma’rifet-nâme’de muharrerdir.
İbrâhîm Hakkı hazretleri şeyhine irtibâtını atîdeki
nutuklarıyla beyân buyuruyor:
Sen ayn-ı ayânımsın vârım da sen ey rûhî
/153/ Bel rûh-ı revânımsın yârım da sen ey rûhî
Sen baht-ı saîdimsin hem va’d-i vaîdimsin
Bel ömr-i mezîdimsin kârım da sen ey rûhî
Sen cân u cihânımsın hem emn u emânımsın
Bel genc-i nihânımsın varım da sen ey rûhî
Sen râhat-ı rûhumsun hem feth-i fütûhumsun
Bel câm-ı sabûhumsun gârım da sen ey rûhî
Sen kadr ü berâtımsın hem âb-ı hayâtımsın
Bel ayn-ı necâtımsın yârım da sen ey rûhî
Sen zevk-ı huzûrumsun hem hüzn ü sürûrumsun
Bel gözdeki nûrumsun nârım da sen ey rûhî
Hakkî didi dervîşim feryâdına dil-rîşim
İmdâdına bî-hîşim cârım da sen ey rûhî
*
* *
Cân u dilde hâne kıldın âkıbet
Gönlümü vîrâne kıldın âkıbet
Ol cünûn zincîrini tahrîk idüp
Sen beni dîvâne kıldın âkıbet
Aşk-ı bî-pervâya mahrem eyledin
Akldan bi-gâne kıldın âkıbet
Dâne-i nâçîz idim ben zîr-i hâk
Dâneyi yüz dâne kıldın âkıbet
Cümleden kat’ eyledin çün gönlümü
Vâsıl-ı cânâne kıldın âkıbet
Hamr-ı vahdetden içürdin tab’ıma
Rûhumu peymâne kıldın âkıbet
Sâki-i gül-zâr-ı cânsın dem-be-dem
Gönlümü mey-hâne kıldın âkıbet
Ey Fakîrullâh bu Hakkî
bendeni
Âşık-ı ferzâne kıldın âkıbet
Müşârünileyhin silsile-i tarîkatlarını elde edemedim. Hem
Kâdirî, hem Nakşıbendî tarîklarına mensûbtur; fakat neş’eleri
Nakşıbendîlik’tedir.
Îbrâhîm Hakkı hazretlerinin hocasıdır. Muhammed
Efendi’nin pederi, Ebû Bekir’dir. Kendi Erzurum müftüsü idi. Ba’de’l-azl,
İstanbul’a geldi. 1176 senesi Ramazân’ın yirmiyedinci leyle-i Kadrinde (2 Nisan
1763) irtihâl-i dâr-ı naîm eyledi. “eş-Şeyhu’l-Mukaddes” (الشيخ المقدس) târîhidir. Üsküdar’da medfûndur. Müretteb Dîvân’ı vardır. Atîde zikrolunacak olan Abdürrezzâk-ı İlmî Efendi,
tab’ına himmet etmiştir. Şiiri pek düzgündür. Bu na’t müşârünileyhindir:
Ser-â-ser olmuşum cürm ü kabâhat yâ Rasûla’llâh
Bana senden olur olsa inâyet Yâ Rasûla’llâh
Fakîrin derd-mendin bir gedâ-yı müstemendindir
Kapunda Hâzık-ı pür-cürm
ü illet Yâ Rasûla’llâh
/154/ ŞEYH HAKKI EFENDİ
Sâkî-i cezbe-i Rahmânî, âşık-ı sâdık-ı Rabbânî, dâhil-i
zümre-i hâcegânîdir. Müteahhırîn-i meşâyıh-ı Nakşiyye’den olup, mürde-dillerin
cânı, bir heykel-i nûrânî idi. 1237 sene-i hicriyyesinde (1822), Trabzon’da,
Polathâne kasabasında zînet-sâz-ı âlem-i şuhûd olup, sinn-i âlîleri kemâle erişince
tarîk-ı tahsîle sülûk eder. İktisâb-ı feyz ü ilm eyledikten sonra seyâhate
çıkıp, Bağdâd’da medfûn eimme-i kirâm ve evliyâ-yı ızâm efendilerimizi ziyâret
etmiş ve Bağdâd’da yedi sene kalmıştır. Meşâyıh-ı Kâdiriyye’den Bağdâdlı Şeyh
Sâlih Efendi hazretlerine intisâb edip, nâil-i hilâfet olmuştur.
Buradan Haremeyn-i Muhteremeyn’i ziyârete gidip Trabzon’a
avdet eylediler. Haremeyn’de İmâm Rabbânî evlâdından Şeyh Sâlim veyâ Süleymân hazretlerine
mülâkî olup, ahz-ı feyz edip, hilâfete mazhar olarak zümre-i meşâyıh-ı
Nakşiyye’ye katılmıştır.
Gâyet ârif, âlim, fâzıl, zühd ü takvâsı gâlib, irfân-ı
celîle sâhib bir mürşid-i kâmil idi. Şöhretten pek ziyâde çekinirlerdi.
Ale’l-ekser inzivâ-yı hayâtta bulunurlardı. Meclis-i irfânına gelenler boş
dönmezler idi. Cühelâ-yı halk, Hz. Şeyh’in hâlinden bi’t-tab’ haber-dâr
olamadıklarından, zâhiren fenâ farz ettikleri hâllerinden dolayı, hakkında kîl
ü kâl eylemişlerdir.
Müşârünileyhe mülâkî olanlarla görüştüm; kerâmâtından,
makâmâtından bahs ederler. Âsaf Bey nâmında bir zât nakl eyledi:
“Akçaâbâd eşrâfından Kazancı-zâde Ahmed Ağa ile
Trabzon’da bir kahve-hânede oturuyorduk; Şeyh Hakkı Efendi nâgehân kahveden
içeri girdi. Ahmed Ağa’yı görünce, “Bu köpek oğlu köpek burada iken oturamam.”
deyip çıkdı gitti. Ahmed Ağa kızdı, “Bu herîfin sarığını boynuna dolayıp
boğayım.” diye arkasından firladı. Fakat bulamamıştır. (Ahmed Ağa), gece rü'yâsında,
Kireçhâne tarafında esb-süvâr olarak pâdişâhı geliyor görmüş. Bir de bakmış ki,
esb-süvâr olan Hakkı Efendi’dir. Herkes elini, ayağını, eteğini öpüyor.
Uyanmış, yine yatmış, tekrâr görmüş; bu hâli üç def'a vâki’ olmuştur. Ertesi sabâh
Mahkeme Kahvesi’ne gelip izhâr-ı nedâmetle afv dilemek üzre Hakkı Efendi’yi
arar, tesâdüfen Hakkı Efendi gelir. Elini öpmek ister, rû-yı muvâfakat görmez. Tekrâr
musırr olur. “Beni pâdişâh gördükten sonra elimi öpmek istiyorsun; bu makbûl
değildir. Ammâ ne ise haydi afv olundun. Ben size “kelb” ma’nâsına bir
şey demedim. ‘Göbek oğlu göbek’ demiş idim." diye izhâr-ı
âsâr-ı letâif buyurmuşlardır.”
/155/ Yine
Âsaf Bey’in cümle-i menkûlâtındandır:
“Hakkı Efendi’yi hayli zamândır görmemiş idim. Bir yerde
rast geldim, ileride gidiyordu; durdu, bana teveccüh etti, elini uzattı. “Çok
hasret çekmişsin, öp bakâyım!” dedi. Kerâmet gösterdi. Müşârünileyh avâm
ile temâsdan hoşlanır, onları suver-i muhtelifede tedbîrlerle hakka
döndürmekten lezzet alır idi.”
1305/(1888) senesinde yetmişbeş yaşında oldukları hâlde,
Trabzon’da iken âzim-i gül-şen-sarây-ı âhiret olmuştur. Görenlerin nakline göre
hîn-i irtihâllerinde elleri göğsünde, sağ elinde tesbîhi ve kendi postunun
üstünde olduğu ve başı kalbine müteveccih bulunduğu hâlde teslîm-i rûh
eylemiştir.
Na’ş-ı şerîfleri ihtirâmât-ı mahsûsa ile kibâr-ı meşâyıhdan
Ahî Evren hazretlerinin türbesinde vedîa-i rahmet-i Rahmân kılınmıştır (kaddesa'llâhu
sırrahû). Ahîren üzerine kubbe yapılmıştır.
İki halîfe yetiştirmiştir. Biri Erzurum Nakîbü’l-eşrâfı
Şeyh Abdürrezzâk-ı İlmî, dîğeri Trabzon’da Boztepe türbe-dârı ve câmi'-i şerîf İmâmı
ve hatîbi Hasan Efendilerdir.
ŞEYH ABDÜRREZZÂK-I
İLMÎ EFENDİ HAZRETLERİ
Bedr-i irfân-ı vücûdları hicretin 1258/(1842) senesi nihâyetine
doğru Erzurum’da tulû’ etmiştir. Peder-i mükerremleri, Erzurum Nakîbü’l-eşrâfı
olup sâdât-ı kirâmdan Şeyh Gıdâyî-zâde Muhammed Efendi’dir. Onun pederi
Nakîbü’l-eşrâf Şeyh Seyyid el-Hâc Muhammed Efendi b. Seyyid Mûsâ Çelebi b.
Seyyid Halîl b. Seyyid Muhammed b. Seyyid Sâlim b. Seyyid Salâhaddîn b. Seyyid Kâsım
b. Seyyid Muhammed Efendi[32] b. Şeyh Seyyid İbrâhîm olup,
İmâm Zeynelâbidîn hazretlerine peyveste olduğu, müşârünileyh Abdürrezzâk Efendi
yedinde görülen musaddak silsile-nâmeden anlaşılmıştır.
Abdürrezzâk Efendi’nin zamân-ı tahsîli hulûl edince,
evvel-emirde birâderi Muhammed Efendi’den bed’edip İzhâr’a kadar okumuş,
ondört yaşında iken pederleri Muhammed Efendi’nin füzûyât-ı ilmiyyesinden
hisse-mend olmağa başlamıştır. Ulûm-ı mertebe-i resmiyyeyi bi’l-ikmâl icâze
ahzine muvaffak olmuştur. Mesnevî-i şerîften de me’zûniyyet almıştır. On
sene sonra, ya'nî 1282/(1865) senesinde pederinin irtihâlinde, mûmâileyh
yirmidört yaşında idi. Tahsîlini daha ileri götürmek sevdâsıyla Erzurum
ulemâ-yı benâmından ve İbrâhîm Paşa Medresesi müderrisi Solak-zâde Ahmed Tevfîk
Efendi’den ulûm-ı âliyeyi tederrüsle tekrâr icâze almıştır.
/156/ Bu zât
pek mübârek bir üstâz-ı muhterem idi. Onun duâsına da mazhar olarak Erzurum’da
Ahmediyye Dâiresi’nde, medresede tedrîs-i ulûm ile iştigâle başlamıştır.
Tarîk-i sûfîye meyl-i mahsûsu olduğundan, bir taraftan da mürşid-i kâmil taharrîsinden
hâlî kalmıyordu. 1281/(1864) senesinde, bâlâda tercüme-i hâlini yazdığım Şeyh
Hakkı Efendi, Erzurum’a gelip, Abdürrezzâk Efendi’nin pederi Muhammed Efendi’ye
misâfir olmuşlardı. Abdürrezzâk Efendi onun her hâlini tedkîk ve tefahhus ile,
aradığı mürşid-i kâmil olduğuna kanâatle, dâmen-i himmet ü irfânına yapışmıştır.
Az vakitte beynehümâda esrâr zuhûra gelmiştir. Şeyhin hizmetine büyük bir
muhabbetle sarılarak rızâsını, duâsını almıştır.
Abdürrezzâk Efendi’de bundan sonra hâl değişmiştir.
Dersinde bulunanlar onun ezvâk-ı rûhâniyyesinden müstefîd olmağa
başlamışlardır. Bir sene sonra tarîk-ı Nakşî’den hilâfet almış ve şeyhinin irtihâline
kadar yirmiüç sene onun hüsn-i nazar-ı terbiyeti altında yaşamıştır.
Kuvvet-i ilmiyyesinden nâşî, “İlmî” mahlasıyla
mülakkab olmuşlardır. Hatt-ı celîden icâze alıp zümre-i hattâtîne girmişti.
Orta boylu, az kır sakallı, nahîfü’l-bünye, yeşil
sarıklı, sevimli, zarîf, nâzik bir zât-ı âlî-kadr idi.
Erzurum’da pederinin irtihâlinde Nakîbü’l-eşrâf olmuştu.
İlm-i tefsîrde behre-i kâmile sâhibi idi. Rûhu’l-Beyân’ı
elinden bırakmaz, onu birkaç def'a tedrîse muvaffak olmuş idi.
Erzurum’da ikâmet eder, üç-dört senede bir def'a,
Ramazân-ı şerîfde İstanbul’a gelirlerdi. Bir zamânlar Kocamustafapaşa’da, Hz.
Sünbül’de ve sonraları Bâyezîd Câmi'-i şerîfinde Mesnevî-i şerîf okutmuşlardır.
Bir zamân civâr-ı Hz. Sünbül’de sâkin iken Hz. Pîr’in işâretiyle
kendine tahsîs olunan bir hücrede altı sene ikâmet ve dâimâ mücâhede ve riyâzet
ve ibâdet ile dem-güzâr olarak Mesnevî-i
şerîf okutmuştur. Esnâ-yı tedrîsde gözlerini kapar, öyle takrîr
buyururlardı. İnsân mest olurdu. Deryâ-yı hakîkat idi. Hüsn-i ifâdeye ve
talâkat-i beyâniyyeye mâlik, sözleri pek müessir idi.
Kimseye hilâfet vermemiştir. “Kendimi muhtâc-ı irşâd
buluyorum. Nerede kaldı ki, aharın irşâdına kalkışayım.” diye mahviyyet
gösterirlerdi.
Hz. Sünbül’e ziyâde râbıtası vardı. Hattâ âlem-i menâmda
kendisine, “Tütün içme.” diye emir buyurmuşlar, derhâl terk etmiş
olduğunu söylerdi.
“Rûhumun rûhu bu cânın cânıdır
Kutb-ı âlem
Hazret-i Sünbül Sinân”
“Feyz-bahş dergâhının çâkerlerindendir bu dem
Hazret-i Sünbül
Sinân’ın İlmi’dir bir bendesi”
/157/ diyerek arz-ı ihtisâsât ederler.
Hz. Mevlânâ min-külli’l-vücûh evlânâdan dahi feyz ü iltifâta mazhar olup Mesnevî-i şerîfi o neş’e ile
pek âşıkâne bir edâ ile okuturlar idi. Erzurum’da konakları mecma’-ı urefâ vü
ulemâ idi.
Asârı :
1. Risâle-i Halâl ü
Harâm,
2. Manzûme-i Nüfûs-ı Seb’a,
3. Müsâvât-ı Aded-i Hurufat,
4. Dîvân.
Cümlesi gayr-ı matbû'dur.
Eş’ârından :
Lâne-i aşkı arar her rûz u şeb
Râhat itmez bir mekânda mürg-i cân
Cümle eşyâ Hakk’ı tevhîd itmede
Devr ider zikr ile bu kevn ü mekân
Dîde-i dil açılırsa İlmiyâ
Eyleriz cânânı seyrân nâgehân
* * *
Âşık ol cânâna cândan cân ile cânânı bul
Âşıkânın bezminin cân olmasun şermendesi
Bende olma ehl-i dünyâya zehirdir sohbeti
Cân ile erbâb-ı aşkın ol gönül efkendesi
* * *
Cemâlu’llâh’a ol âşık hevâ ile sivâdan geç
Karışma fi’l-i Hakk’a ey gönül çûn ü çerâdan geç
Bakâdan neş’e-dâr ol bâde-i tevhîd ile ey dil
Gönülden hâzır ol Hakk’a hemân mülk-i fenâdan geç
Libâs-ı fahri neyler câme-i aşk âşıka kâfî
Abâ-yı aşkı giy İlmî
bütün dâr u devâdan geç
* * *
Ey gönül erbâb-ı câha itme arz-ı ihtiyâc
Bâb-ı Hak meftûh iken gayra ne lâzım ilticâ
* * *
İhsân-ı Hudâ bir kuluna olsa eğer yâr
Ağyârını yâr eyler anın hârını gül-zâr
* * *
Bâde-i tevhîdin ol mest-i müdâmı ey gönül
Meyl kılma bu zen-i dünyâya bî-hûş itmesün
* * *
Hayâtı kalbî olanın memâtı oldu hayât
Memâtı kalbî olanın hayâtı oldu memât
* * *
/158/
Aşk ile derd ile vecd ü hâl ile ol zevk-yâb
Cân ü dilden merkez-i vahdette it ezkâr-ı Hû
* * *
Kulûbun saykalı zikr-i ilâhî olduğundandır
Ser-â-pâ çeşm-i âşık dîde-bândır rû-yı tevhîdi
Sülük it râh-ı cânâna bu Sünbül-zâr-ı pîrîden
İçe bu teşne gönlün nâgehân bir cû-yı tevhîdi
Feyiz-yâb ol hemân Sünbül Sinân-ı kutb-ı âlemden
Meşâmm-ı cânın olsun her dem İlmî bû-yı tevhîdi
* * *
Mahv ider âyîne-i dilde komaz jeng ü gubâr
Görünür şîve-i ezkâr gönülden gönüle
İlmiyâ ehl-i dilin bendesi ol da şâd ol
Hoş gelür sohbet-i ahrâr gönülden gönüle
Sünbülî Hânkâhı’nda bir kaç levhası vardır. Hânkâh-ı
Sünbülî’yi pek ârifâne medh etmiştir. İnşâallâh, Sünbülî bahsinde aynen
yazılacaktır.
Vefâtı :
22 Muharrem 1325/22 Şubat 1322/(6 Mart 1906) târîhine müsâdif
Perşembe günü altmışyedi yaşında Erzurum’da irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir.
Kalb hastalığı vardı. Erzurum’da Büyük Câmi'-i şerîf hazîresinde defîn-i hâk-i
gufrândır.
Müşârünileyhi çok severdim. Aramızda hakîkî bir
muhabbet-i kâmile zuhûra gelmiş idi. Haber-i vefâtını aldığım gibi mahdûmlarına
yazdığım mektup ber-vech-i atîdir:
“Nûr-ı aynım!
Mektûbunuzu aldım, dünyâ başıma zindân, vücûdum âteş-i teessürden misâl-i külhândır.
Gözlerimden sirişk-i ekdâr revân, kalb-i hazînim ise nâlândır. Muhakkak bilmeli
ki, bu dünyâ yalandır. Her gelen nokta-i ecele revândır.
Ömrümde hisseylediğim acıların en şedîdi zuhûr etti. Mukâvemete imkânım
yoktur. Metânet-i fikriyyem gâib oldu. Ellerim ra’şe-dâr, dil-i firkat-zedem
girye-bârdır. Sizi (tesellî) edecek bir kaç söz yazayım dedim, yazamıyorum.
Âlem-i irfânda kıyâmet koptu. Hepimizin kalbini zulmet-i hicrân bürüdü. Çünkü
Abdurrezzâk-ı İlmî, dâr-ı bakâya yürüdü. Müşârünileyh, (موتوا قبل أن تموتوا)[33] sırrını çok zamân evvel bulanlardandır. Füyûzât-ı
celîle-i Muhammediyye onun hazîne-i muhabbetini doldurmuştur.
Hz. İlmî, nâşir-i âdâb-ı şerîat, mürşid-i erbâb-ı tarîkat idi.
Hz. İlmî, sâhib-i dîvân ve vâkıf-ı esrâr-ı pîrân idi.
Hz. İlmî, Mesnevî-hân ve
andelîb-i Gül-istan idi.
Hz. İlmî, bir allâme-i bî-nazîr, ehl-i dile dest-gîr idi.
Hz. İlmî, şems-i münîr-i irfân, bir Hâce-i nükte-dân idi.
/159/ Meziyyet-i zâtiyye ve
fezâil-i insâniyyesine metfûn idim. “Beni ehl-i kemâl zannetmesinler.”
diye tesettür ederdi. Fakat, o şems-i irfân, yine kendini gösterirdi. Vassâf’ının
âteş-i ekdârı sönmez. Ehl-i kemâl mevtten çekinmezler. Çünkü mevtde, onlar
vuslat bulurlar. Hiç unutamâm; bir gün, esnâ-yı va’zda, "(الموت جسر يوصل الحبيب إلى الحبيب)[34] kelâm-ı Mevlânâ’sını okudu, ağlayarak, (موتوا قبل أن تموتوا)
sırrına eren âşıklara, mevt rahmettir, devlettir, saâdettir, izzettir, rif'attir."
buyurmuşlardı. Kerâmâtı bâhir olan o hazîne-i irfânın ufûlü, âlem-i ma’rifet ü
tarîkat için büyük bir ziyân ise de, Hz. Şeyh için hâl-i mes’ûdîdir.”
Erzurûmî Hazret-i İlmî-i dânâ-yı zemîn
Ehl-i hâl hem-bende-i Razzâk-ı Rabbi’l-âlemin
Neş’e-i zevk-ı cemâl-i yâr ile medhûş olup
Daldı bahr-ı aşka buldu dürr-i maksûdu hemîn
Bülbül-i bâğ-ı tasavvuf dinse elyakdır ona
Mest-i gül-câm-ı mey-i vahdet idi sâhib-yakîn
Şâir-i yektâ-yı devrân Mesnevî-hân-ı şehîr
Mahrem-i esrâr-ı Mevlânâ idi merd-i karîn
Sünbül-istân-ı edebden bû-yı aşk almış idi
Vâkıf-ı sırr-ı ledünn ilme’l-yakîn ayne’l-yakîn
Âlem-i ukbâya azm itdikde ol zât-ı kerîm
Ehl ü evlâd çekdiler hasretle âh-ı âteşin
Sünbül-i bâğ-ı siyâdetdir o zât-ı pür-himem
Ola Sıddîk’ın karîbi Şîr-i Hak'la hem-nişîn
Hak teâlâ rûhunu takdîs hem tebcîl ide
Lutf-ı Hak’la meskeni olsun anın huld-ı berîn
Muhlisi Vassâf'ını yakdı kavurdu hasreti
Firkatıyla nâle-kâr oldu nice ehl-i zemîn
Çıkdı bir târîh “mağfûr” hazret-i pür-himmete
Terk-i dünyâ eyledikde ol kerîm-i meh-cebîn
(مغفور) – 1326 -1 1325
ŞEYH SELÂMÎ MUSTAFA
EFENDİ
İzmirlidir. Müteahhirîn-i şuarâ-yı Osmâniyye’den ve
âşıkîn-i meşâyıh-ı Nakşiyye’den bir zât-ı âlî-kadrdir. Peder-i mükerremleri
Şeyh İsmâîl-i Şerhî Efendi olup, 1200/(1786) târîhinde bir tekke binâ
eylemiştir.
Selâmî Mustafa Efendi, tahsîl-i kemâlât edip, İstanbul’u
teşrîflerinden bir müddet sonra, ilm ü irfânları şüyû’ bulunca Eyüp Sultân’da Baba
Haydar Mahallesi’nde kâin dergâhın meşîhatı kendilerine tevcîh olunmuştur.
1228/(1813) senesine kadar burada irşâd-ı ibâd ile meşgûl olup, âlem-i cemâle
intikâl eylemiştir. Dergâh-ı şerîfin tevhîd-hânesinde medfûndur.
Bir Dîvân-ı matbûu, bir de Manzûme-i Mevlidiyye’si vardır. Üsküdarlı Selâmî Ali Efendi ile mahlasda hem-nâm
olduklarından, eş’ârından ba'zıları birbirine karıştırılmıştır. Şu na’t-ı şerîf
Mustafa Efendi hazretlerinin olup, elsine-pîrâ-yı zâkirândır.
/160/ Bir muazzam pâdişâhsın ki
kulundur cümle şâh
Kurb-ı “ev ednâ”[35] ‘da vaz’ oldu seninçün taht-gâh
Nüh-felek (ve) heft-zemîn ancak
sana bir bârgâh
Emrine mahkûmdur âlem her sözün
vahy-i ilâh
es-Salâtu ve’s-Selâm ey Hâdi-i
râh-ı Hudâ
Küntü âsî yâ şefîa’l-müznibîn "işfa’
lenâ"[36]
Olalı ruhsûde pâ-yı pâkine arş-ı berîn
Aşkın ile dem-be-dem cevlân ider ey şâh-ı dîn
Ravzan içün çağrışup dir her melek “Yâ mü’minîn
Hâzihî cennâtu Adnin fe’dhulûhâ hâlidîn"[37]
es-Salâtu ve’s-selâm ey Hâdi-i râh-ı Hudâ
Küntü âsî yâ şefîa’l-müznibîn işfa’ lenâ
Hâk-i Ravza’ndan güneş nûr eyler iken iktisâb
Gerd-i pâyin kuhl-i çeşm-i cân iderken mâh-tâb
Yâ aceb mi arşa fahr eylerse Ravza’nda türâb
Câna minnet idi na’leynin (de) olsa âftâb
es-Salâtu ve’s-Selâm ey Hâdî-i râh-ı Hudâ
Küntü âsî yâ şefîa’l-müznibîn işfa’ lenâ
Kim ki nûr-ı mihr-i zâtın mazhar-ı âgâhıdır
Ahter-i İslâm içinde evc-i dînin mâhıdır
Kim gulâm oldu derinde kâinâtın şâhıdır
Mûrun olmak âsitânında Süleymân câhıdır
es-Salâtu ve’s-Selâm ey Hâdî-i râh-ı Hudâ
Küntü âsî yâ şefîa’l-müznibîn işfa’ lenâ
Kangı hâke basa pâ-yı devletin ol Tûr olur
Cânib-i Hak’dan tecelliyyât ile pür-nûr olur
Her nazarda aynına vech-i Hudâ manzûr olur
Bu Selâmî hıdmet-i
na’tın ile mağfûr olur
es-Salâtu ve’s-Selâm ey Hâdî-i râh-ı Hudâ
Kuntu âsî yâ şeha’-müznibîn işfa’ lenâ
Dergâh-ı münîflerinin kapısı bâlâsında, (وَاللّهُ
يَدْعُو إِلَى دَارِ السَّلاَمِ)[38] yazılıdır. Dergâh, ahîren
sûret-i mükemmelede ta’mîr olunmuş, odaları geniş, nezâreti gâyet güzel,
husûsiyle dergâhın avlusu Şam kâalarına ziyâde müşâbih ve pek rûhâniyyetlidir.
Türbe-i münevverelerini ziyâret ettim. Son derece münşerih oldum. Tevhîd-hâne,
fevkânîdir. Kabirler alt kattadır.
Hz. Selâmî’nin irtihâlinde kibâr-ı meşâyıh-ı
Kâdiriyye’den Mustafâ Müştâk Efendi hazretleri, müşârünileyhin zevce-i
metrûkesini tezevvüc etmiş, vekâleten meşîhatte bulunmuş, bir kızı dünyâya
gelip küçük yaşında iken irtihâline mebnî buraya defn edilmiştir. Ba’dehû Şeyh
Bahâeddîn, Mustafa Selâmî Nâcî ve Muhammed Kâzım Efendiler sırasıyla
seccâde-nişîn olmuşlardır. Onlar da burada medfûndurlar. (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
/161/ (Zeynî)
ŞEYH SELÂMÎ MUSTAFA EFENDİ
Meşâyıh-ı Zeyniyye’dendir. İznikli olup ikmâl-i tahsîl ü
sülûkdan sonra Der-saâdet’e gelip Fâtih ve Süleymâniyye Cevâmi’-i şerîfesi
kürsü şeyhliğinde bulunmuş ve Sultân Selîm civârında, Şeyh Yavsı Dergâhı’nda
post-nişîn olmuştur. 993/(1585)’te intikâl eylediğinden Edirnekapı hâricinde
Emîr Buhârî Tekkesi Kabristânı’na defn olunmuştur.
Delâilü’l-Hüdâ, Şerh-i Hadîs-i Erbaîn, Risâletü’r-Reşâd nâm Esmâ-i Hüsnâ şerhi ve manzûm Mevlid-i Şerîf cümle-i âsâr-ı
aliyyelerindendir.
ŞEYH MUHAMMED CÂN en-NAKŞIBENDÎ
Gulâm Alî, Şâh Abdullâh-ı Dehlevî hazretlerinin
hulefâsındandır. Kemâlât-ı zâhire vü bâtınayı câmi’ bir zât-ı sütûde-simâttır.
Delhi’de medfûn kutbu’l-kâmilîn Hâce Kutbeddîn-i Bahtiyâr
hazretlerinin rûhâniyyetlerinden dahi istifâza etmişlerdir. Yirmi sene, geceleri
türbe-i mezkûreye devâm ile tâ-be-sabâh ibâdât u tââtle meşgûl olurlar idi.
Hırka-i tarîkatı, müşârünileyh Abdullâh-ı Dehlevî’den
telebbüs etmiştir.
Mekke-i Mükerreme’ye hicretle mücâvir olup, 1266/(1850)
senesinde vefât eyledi. Cennetü’l-Muallâ’da medfûndur. İstanbul’da Bâlâ Dergâhı
şeyhi efendi merhûmun delâletiyle, üzerine mükellef bir türbe inşâ olunmuş ve
Âdile Sultân tarafından ihdâ edilen bir âvîze dahi ta’lîk edilmiş iken, Şerîf
Avnürrefîk Paşa, “Cennetü’l-Muallâ’da bu kadar ashâb ve tabiîn medfûn,
kısm-ı a’zamının kabirleri hâk ile yeksân iken Muhammed Cân Efendi’ye yapılan
tezyînat muvâfık değildir.” diye müzeyyenâtını kaldırtmış ve türbeyi
yıkdırıp hâk ile yeksân eylemiştir. Mekke-i Mükerreme’de bulunduğum zamân
kabirlerini ziyâret şerefine mazhar oldum. Türbenin toprak zemîni ile temeli
olsun nasılsa mahfûz kalmış olduğunu gördüm. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
ŞEYH AHMED EFENDİ
“Kara Seyyâh Hacı Ahmed Efendi” diye
ma’rûfdur. Ulûm-ı zâhire vü bâtınada yegâne-i âfâk idiler. Hindlidir. Hind’den
Buhârâ’ya kadar tayy-i merâhil ederek Hz. Pîr Muhammed Bahâeddîn-i Nakşıbend
efendimizi ziyârete muvaffak olup, ba’dehû Mâverâünnehir, Şam, Irak, Hicâz gibi
yerleri dolaştıktan sonra, Üsküdar’da Selîmiye Dergâhı’na kadar gelmiş ve
burada ihtiyâr-ı ikâmetle dâr-ı cemâle intikâl ettiğinden na’ş-ı münîfleri,
dergâh-ı mezkûrun cümle kapısına karşı kabristâna defn olunmuştur. Hırka-i
tarîkatı Şemseddîn Cân-ı Cânân ed-Dehlî hulefâsından Hâce Senâüllâh
el-Hindî’den telebbüs etmişlerdir. (Kaddesa'llâhu esrârahum)
/162/ ŞEYH MUHAMMED HÂLİD ZIYÂEDDÎN-İ NAKŞIBENDÎ
Velâdet :
1189
Müddet-i ömr : 53 sene
İrtihâl
: 1242
Reh-nümâ-yı erbâb-ı tarîkat ve pîşvâ-yı ashâb-ı
hakîkattir. Şehr-i Zor mülhakâtından Karadağ kasabasında, 1189 sene-i hicriyyesinde
(1775) kadem-nihâde-i mehd-i fenâ olmuştur. Ba'zı âsârda 1192/(1778) senesi
olmak üzere mukayyeddir.
Nisbet-i nesîbleri, peder-i âlîleri cihetinden Hz. Osmân (radıya'llâhu
anh) efendimize; vâlide-i muhteremeleri cihetinden Hz. Alî b. Ebî Tâlib (radıya'llâhu
anh) efendimize muttasıldır.
Zamân-ı tahsîlleri hulûl edince tederrüse başlayıp, az
zamân zarfında ulûm-ı akliyye vü nakliyyeyi sûret-i mükemmelede tahsîl
etmiştir. Süleymâniye taraflarında çok bulundukları gibi, evvelâ meşâyıh-ı
Kâdiriyye’den Şeyh Mustafa el-Kürdî hazretlerinden hırka-i tarîkatı telebbüs
edip, Haremeyn-i muhteremeyni ziyârete şitâbân oldu. Mekke-i Mükerreme’de Şeyh
Muhammed Dervîş-i Azîmâbâdî ile mülâkat ederek onun tavsiyesiyle mâşiyen
Hindistan’a kadar sefer eyleyip, bir senede Dehli’ye vâsıl oldular ve
Abdullâh-ı Dehlevî hazretlerinin meclis-i feyzâ-feyzine erdiler. Beş ay nezd-i
âlîlerinde kalıp ikmâl-i sülûk ile Kâdirî, Nakşıbendî, Sühreverdî, Çeştî ve
Kübrevî tarîkatlarından mücâz oldular.
Ulûm-ı zâhire vü bâtınada ferîdü’l-asr idi.
“Zü’l-cenâheyn” diye yâd olundular. İ’tikâdda Eş’arî, amelde Şafiî, tarîkat ve
meşrebde Nakşıbendî olup, zevkleri zikr-i hafîye nâzırdır.
Hicâz’a azîmetleri 1220/(1805) senesine müsâdif olduğuna
bakılırsa, o zamân otuzbir yaşında bulunuyorlardı. Bir müddet Bağdâd’da
bulunmuşlardır. Sonra Şâm-ı şerîfe geldiler ve kâffe-i ulemâ tarafından
istikbâl olundular. Haklarındaki merâsim-i istikbâliyye pek parlak oldu. Şam’da
Sâlihiyye civârında sâkin olarak irşâd-ı ibâda hasr-ı evkât eylediler.
1242 sene-i hicriyyesinde (1826) elliüç yaşında dâr-ı
naîme rıhlet ettiler. Kabr-i enverleri Sâlihiyye’de kâindir. Üzerine mükellef
bir türbe inşâ olunmuştur.
Şam’a azîmetimde mahsûsan ziyâret-i aliyyeleriyle
şeref-yâb oldum. Türbede kendileriyle, harem-i muhteremeleri medfûndur. Sandûkalarının
üzerinde sırma ile işlenmiş pûşîde /163/
vardır ve bu pûşîde Sultân Abdulhamîd Hân-ı sânî merhûmun zamânında i’tinâ-ı
mahsûs ile i’mâl olunmuştur. Sandûkalarının başında beyâz ve ipekli arâkıyye ve
üzerinde beyâz sarık vardır. Türbe pek rûhâniyyetli ve gâyet ferah-fezâ olup,
berây-ı ziyâret o ravza-i irfâna dâhil olanlar bû-yı tevhîdden neş’e-mend
olurlar. Esnâ-yı ziyârette teveccühümde Hazret’in iltifât-ı fevka'l-âdesine
mazhar olmuş idim. O dakîkadaki inbisât, hâtıra-i hayâtımı tezyîn eden mühim
dakîkalardandır. 20 Cemâziye’l-âhir 1258/(30 Temmuz 1842)’de bu türbe inşâ
olunmuştur.
Âsâr-ı Aliyyeleri :
1. el-Ikdu’l-Cevherî mine’l-Kelâm,
2. Şerh-i Akâid Haşiyesi,
3. Siyelkûtî’ye Ta’lîkât,
4. Râbıta Risâlesi,
5. İrâde-i Cüz’iyye Risâlesi,
6. Cilâu’l-Ekdâr,
7. Ferâidü’l-Fevâid,
8. Mecmûatü’r-Resâili’l-Hâlidiyye,
9. Dîvân-ı münîfleri.
Hakk-ı âlîlerinde Arapça, Türkçe ve Farsça
menâkıb-nâmeler yazılmıştır. Âlem-i tarîkatta mühim bir şahsiyyeti vardır.
Müceddid-i zamân addonularak, şeh-râh-ı irfâniyyelerine erbâb-ı ilm ü fazilet
ve ashâb-ı aşk u muhabbet sülûka şitâbân olmuşlardır.
Tarîk-ı Nakşıbendî’de şu’be müessisliği olmadığı cihetle,
tarîkat-ı Hâlidiyye denilmesi müfrit bir taraf-dârlık neticesi olup, cenâb-ı
Hâlid’e, “Müceddid-i Zamân” denilmek evlâdır. Tarîkat-ı
Nakşiyye’den başka bir şey değildir. Kendileri zikr-i hafî mesleğine sâlik
olup, zikr-i kalbîyi esâs tutmuşlar ve zikr-i cehrîden alâka-dâr
bulunmamışlardır. Turuk-ı sâirenin her hâl ü harekâtında bid’at görmek isteyen
erbâb-ı ilm, esâsen râbıta ve intisâb gibi hâllerden bile kendilerini uzak
tutarlar iken, Hz. Hâlid Ziyâeddîn’in açtıkları çığır, onların nazar-ı
dikkatini celbetmiş ve merâsim-i sûrîden ve bid’atten hâlî gördükleri bu esere
tebaiyyete meylleri husûle gelmiştir ki, Mevlânâ Hâlid’in tarîkat-ı aliyyeye
yan bakân erbâb-ı taassubu yola getirerek, onları ehl-i tarîk adâdına sokması,
kerâmât-ı câriye-i irfâniyyelerinden başka bir şey değildir.
Bu münâsebetle, tarîk-ı
Nakşî’ye sâlik olanlar meyânında
ulemâ-yı İslâmiyye’den pek çoğu
görülür. Râbıtayı,
“putperestliktir” diye inâd-kâr olan ehl-i ilmin kısm-ı a'zamı, en-nihâye,
râbıta-bend-i tarîkat olur. Turuk-ı sâirede, zamânen ihdâs olunmuş bid’atlardan
tehâşî eden müdekkikîn, kâfile kâfile, tarîkat-ı aliyye-i Nakşiyye’ye dâhil olup,
erbâb-ı ilme inhimâki mütezâyid olan halkın /164/ büyük bir kütlesi
Nakşıbendî meşâyıhının nûr-ı irfânı etrâfında pervâne-misâl cem’ olurlar. Bu
sebeble tarîkat-ı aliyye-i Nakşiyye, husûsiyle Mevlânâ Hâlid Ziyâeddîn’e
müntehî şeh-râh sâlikleri çok ziyâdedir. Turuk-ı sâire müntesiblerinin mecmûundan pek fazladır.
Aşk bir meydir ki her bir meşrebe
Ayrı ayrı neş’e-i dîger virir
Herkes isti’dâd-ı ezelîsine göre bir pîrin peyrev-i
irfânıdır. Kiminin zevki Mevlevîlikte, kiminin Kadirîlikte, kiminin Halvetîlikte,
kiminin Nakşıbendîliktedir. Herkes kendi zevkinden haber verir. Mevlânâ Hâlid Ziyâeddîn,
sâhib-i kemâlât, mâlik-i makâmât idi. Pîrân-ı izâmın her birine hürmet,
mesleklerine muhabbet göstermiş, ta’rîz-kâr olmamış oldukları hâlde, bu yolda
yetişen ve Hâlidî nâmını alan ba'zı kimseler “Dünyâda yegâne tarîk, Tarîk-ı
Hâlidî’dir, onun gayrisi bâtıldır.” nazarıyla sâir ehl-i tarîka yan bakmaları,
arada bir bürûdet hissi ilkâ eylemiştir. Hâlbuki, erbâb-ı kemâl, sâlik olduğu
yolda terbiye-i nefse meşgûl olup, hârice atf-ı nazar edecek derece ihtilâs-ı
vakte mâlik değildir. Neş’e-i tevhîde müstağrak olanlardan o gibi hâlât-ı
gayr-ı marazıyye zuhûra gelmez. Mesleğinde henüz nâkıs olanlar, o yolda söz
söylerler. Binâenaleyh bu gibi şeylere imâle-i efkâr etmemek lâzimedendir. Her hangi
tarîkata mensûb olursa olsun, bir sâlikin mensûb olduğu tarîktan gayri
tarîkatta feyz ve nisbetin mesdûd olduğuna kâni’ olmak belâhettir ve kendi
pîrinden gayrı pîrânın, azîzânın kerâmât ve kemâlâtının vücûduna kâil olmamak hamâkattır.
Esâsen tarîkat birdir. O da Tarîkat-ı Muhammediyye’dir. Zamân zamân isimler
verilmesi, zuhûr eden pîrânın isimlerine nisbetten ibârettir. Hakîkatı birdir.
İkilik ihdâs eden ve farz eyleyenler, nâkıslardır. Nâkısların sözlerine ise
erbâb-ı kemâl i’tibâr etmez.
Tarîkat-ı Nakşıbendî dahi her sâliki mertebe-i kemâle
ulaştıracak hakâyık-ı âdâbı câmi’ bir yoldur. Turuk-ı şâire mensûbîni, “Oniki
tarîk haktır.” der. Tarîk-ı Nakşî’yi de tasdîk ve pîrine ta’zîm eder. Sâir
tarîkata mensûb nice uşşâk-ı Muhammedî vardır ki, dâhil-i halaka-i
Nakşıbendiyân olarak pîr-i muhteremin çeşme-i fuyûzâtından müstefîz olmağa cân
atar. Meşâyıh-ı Nakşıbendî’den hakîkat-bîn nice zevât-ı fâzıla vardır ki, sâir
ehl-i tarîkin hem-bezm-i muhabbeti olur.
/165/ Mevlânâ Hâlid’in hayli hulefâsı vardır. Bunlar memâlik-i İslâmiyye’nin her
tarafına yayılmışlar ve neşr-i tarîkat eylemişlerdir.
ŞEYH MUHAMMED
el-KUDSÎ el-KONEVÎ
“Şeyh Muhsin Efendi” diye
meşhûrdur. Eâzım-ı Nakşiyye’den ve ekâbir-i ulemâdandır. Bozkır kazâsı kurâsından,
Aliçerçi karyesinde 1198/(1782) senesinde mehd-ârâ-yı âlem-i şuhûd olmuştur.
İsm-i âlîleri Muhammed, pederleri Mustafa b. Îsâ, şöhretleri
Muhsin Efendi’dir. Vâlide-i mâcideleri,
Halîme Hânım’dır. Silsileten şerîfü’n-nesebtir.
Muhsin Efendi, Karacahisâr’da akrabâlarından Şeyh İbrâhîm
Efendi’nin taht-ı terbiyesinde bulundu. Mukaddemât-ı ulûmu Şeyh-zâde Muhammed
Efendi’den ba’de’t-tahsîl Kayseri, Hâdim, İstanbul ve Antep’i ziyâret edip,
bilâd-ı mezkûre ulemâsından aksâm-ı ulûm u fünûnu tahsîl ile icâzet aldıktan
sonra, Karacahisâr’a avdetle neşr-i ulûma hasr-ı vakt eylemiş ve merci’-i
ulemâ-yı zamân olmuşlardır. Kesret-i talebeden gece gündüz ders ve mütâlaa-ı
kütüb ile dem-güzâr oldular.
Âlim, fâzıl, âmil, ârif, kâmil, zâhid, muttekî,
perhîz-kâr, sâhib-i vakâr bir nâdire-i rûz-gârdır.
Mevlânâ Hâlid Ziyâeddîn hulefâsından Hasan-ı Kudsî
nâmıyla şöhret-şiâr, Ödemişli Şeyh Hasan Efendi, Karacahisâr’ı teşrîflerinde
Muhsin Efendi ile sohbet ederek reviş-i tarîkat ve levâzım-ı sülûku Muhsin
Efendi’ye ta’lîm buyurup, her ikisi birlikte Seydişehir’e azîmet ve on gün
ikâmetten sonra Karacahisâr’a avdetle ta’lîm-i ulûma bezl-i himmet-i ârifâne
eylemiştir. Bir müddet sonra Konya’ya azîmetle mürşid-i âlî-kadrlerine mülâkî
olup, beş ay kadar burada kaldı. Envâr-ı mürşidle kalb-i âşıkânesini doldurdu.
Teslîk-i sâlikîne me’mûr oldu. Bozkır’a avdet ettiler. Bu sırada Mevlânâ
Hâlid’in sohbet-i müteberrikeleriyle feyz-yâb olmak emeliyle Şam’a giderek
hayli zamân hıdmet-i celîlelerinde bulunup, füyûzât-ı kesîreye nâil ve
mertebe-i irşâda vâsıl oldu..
Karacahisâr’a avdetinde, Hoca karyesinde, Seydişehir’de
yirmi sene kadar neşr-i envâr-ı tarîkat buyurdular. Kerâmât-ı zâhire ve
makâmât-ı bâhire sâhibi bir zât-ı kerîmü’s-sıfât idi. Kendilerinden pek çok
kimseler istifâza-i envâr-ı saâdet eylediler.
1269 senesi Muharremü'l-harâmının onüçüncü (27 Ekim 1852)
Salı günü yetmişbir yaşında oldukları hâlde Seydişehir’e karîb Çavuş karyesinde
rûh-ı pür-fütûh-ı âlîleri âric-i maâric-i kuds oldu. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Müşârünileyh hazretleri orta ve mevzûn boylu, rengi
esmere karîb, alnı /166/ açık, kaşları
ince ve uzun, gözleri siyâh, burnunun ucu yüksek, ağzı büyücek, sakalı sık ve
uzun idi; hîn-i irtihâllerinde beyâzı karasından çok idi. Nûr-ı velâyet,
mübârek cebînlerinde lemeân edip, mehâbetinden bağteten gören kimse, ru’b ile
müteessir olurdu. Lisân-ı şerîfleri gâyet fasîh, vech-i latîfleri o nisbette
melîh idi. Fuzûlî sözden gâyet müctenib imiş. Hîn-i irtihâllerinde Muhammed,
Mustafa, Abdullâh, Hâlid, Zeynelâbidîn, Abdullâh Sıddîk ve Hasan Kudsî nâmında
yedi mahdûmu ve dört kerîmesi ve iki zevcesi var imiş.
Silsiletü'l-aliyye
manzûmetün li-Cenâbı Ziyâeddîn Mevlânâ Hâlid (Kuddise sırruhû):
الحمد لله الذى أظهر سلسلة العلية النقشبندية الخالدية فى
مشارق الأرض ومغاربها كالبدور وصلى الله تعالى وسلم على سيدنا ومولانا مجمد الذى
هو أصل أصحاب الطريق المسطور وعلى آله وأصحابه الذين كانوا معادن الفيوض والحضور
والنور.[39]
نبى صديق سلمان قاسمست وجعفر وطيفور
كه بعد از بو
الحسن شد بو على ويوسفش كنجور
ز عبد الخالق
آمد عارف ومحمود را بهره
كزبشان شد ديار
ماوراء النهر كوه طور
على بابا كلال ونقشبندست وعلاء الدين
بس از يعقوب
جرخى خاجهء احرار شد مشهور
محمد زاهد ودرويش محمد خواجكى باقر
مجدد عروة الوثقى وسيف
الدين سيد نور
حبيب الله مظهر شاه عبد الله پير ما
كزيشان رشك صبح
عيد شد ما را شب ديجور
ضياء الدين وحيد العصر موليناى ما خالد
كه باشد جمله عالم
نسبت غراى او معمور
ز درياى فيوضاتش
محمد قدسى شد سيراب
از وشد خلق عالم
فائز الطاف نا مجصور[40]
Bu beyitleri hatm-i hâcegândan sonra, biri cehren, lahn-ı
mahsûs ile okur, hâzırûn dinler. Zamânımıza kadar ittisâl eden meşâyıh-ı
Nakşıbendî’nin her biri için isimlerini hâvî birer beyit ilâve etmişlerdir.
Mensûr olan silsile-nâmeleri ber-vech-i atîdir: /167/
اللهم يا حى يا قيوم يا بديع السموات والارض! يا مالك الملك
يا ذا الجلال والإكرام!
اللهم إنى أريد أن تحيى قلوبنا وبصائرنا بنور معرفتك يا
الله يا الله يا الله بمحبوبة مولانا قطب العارفين غواص بحر حق اليقين سلطان الموحدين محيى
الطريقة والدين الشيخ محمد القدسى - قدس سره –
- وبحضرت قطب الإرشاد ورحلة الأبدال والأوتاد السائر فى
الله الراكع الساجد ذى الجناحين ضياء الدين البغدادى الشهير بمولانا محمد خالد - قدس سره –
- وبجذبة قطب الأولياء وبرهان الأصفياء جامع الكمال الصورى
والمعنوى الشيخ عبد الله الدهلوى - قدس سره –
- وبحرمة المعلى المزكى المصفى المطهر شمس الدين حبيب الله جان
جانان المظهر - قدس سره –
- وبهمة المتشرف بالتجلى الذاتى والصفاتى والشؤنى سيد السادات سيد
محمد البدوانى - قدس سره –
- وبصفوة المستغرق فى بحر حق اليقين سلطان الأولياء الشيخ سيف
الدين - قدس سره –
- وشيخه ووالده أمين سرك المكتوم شيخ المشايخ العروة االوثقى محمد
المعصوم - قدس سره –
- وشيخه ووالده مظهر العجائب ومنبع الأسرار والمعانى الشيخ أحمد
الفاروقى السرهندى - قدس سره الصمدانى - المعروف بإمام الربانى مجدد ألف ثانى
- وبنجدة القطب اللذى لصهبائنا الحب الذاتى هو الساقى مؤيد الدين
الرضى مولينا الشيخ محمد الباقر - قدس سره –
- وبمجدة الولى الكريم السنى مولينا خواجكى السمرقندى الأمكنكى - قدس
سره –
- وبسيرة شيخه ووالده المكرم الممجد شيخ المشايخ مولينا درويش محمد
- قدس سره –
- و بسكرة شبخه وخاله الراكع الساجد مولانا الشيخ محمد الزاهد –
قدس سره -
- وبقربة مروج الدين ومقوى المشرب النقشبندى المعروف بخواجه أحرار الشيخ عبيد الله السمرقندى - قدس سره –
- وبرتبة المورد التوارد عنايات البارى مولينا يعقوب الچرخى الحصارى - قدس سره –
- وبصولة مفتاح خزائن الأسرار قطب الأقطاب الشيخ محمد البخارى -
قدس سره – المعروف بعلاء الدين العطار
- وبدولة إمام الطريقة وغوث الخليفة وشمس فلك الحقيقة ذى الفيض
الجارى والنور السارى المعروف بشاه نقشبند بهاء الدين محمد الويسى البخارى - قدس
سره البرى.[41]
Ecell-i Hulefâsı:
Hacı Feyzullâh Efendi, Veli Hâfız Efendi, Mustafa Efendi,
Hacı Halîl Efendi, Hacı Mustafa Efendi, Ömer Baba, Muhammed Efendi, Velî Hâfız
Efendi, İbrâhîm Efendi, Süleymân Efendi, Hacı Muhammed Efendi, Ahmed Efendi,
Hacı Hüseyin Efendi, Ali Tâlib Efendi, Seydişehrî Hacı Abdullâh Efendi, /168/ Fâzıl Ahmed Efendi, Ali Efendi, dîğer
Ali Efendi, Mustafa Efendi, Ali Efendi, Antakyalı Ali Bey, Abdülkâdir Efendi, Hâfız
Ahmed Efendi, Nuri Efendi, Ali Bey, Hacı Ahmed Efendi, Hacı İbrâhîm Efendi,
Süleymân Efendi, dîğer Süleymân Efendi, Abdullâh Efendi, Mûsâ Efendi, Hacı
Ahmed Efendi, Hacı Efendi, Hasan Efendi, Kirimî Hacı Efendi, Osmân Efendi, Manisalı
Ali Efendi, Tekeli Ali Efendi, Hâdimli Ali Efendi, Hüseyin Efendi, İsmâîl
Efendi, Hacı Efendi, Abdurrahmân Efendi, Muhammed Efendi, Trabzonlu Muhammed
Efendi, Abdülkâdir Efendi, Hacı Ömer Efendi, Nûri Efendi, Mustafa Efendi, Ahmed
Kudsî Efendi. (Kaddese’llâhu esrârahum)
MEVLÂNÂ HACI
FEYZULLÂH EFENDİ HAZRETLERİ
Silistre eyâletine tâbi’ Hezârgrad kasabası dâhilinde
Sazlı karyesinde, “Kolzâde” nâmıyla ma’rûf hânedândan Ali b. Hasan
hazretlerinin oğludur. 1220/(1805)’de karye-i mezkûrede doğdu. Yedi yaşında
mektebe devâm; onsekiz yaşına kadar sarf, nahiv, Fârisî ve fıkıh okudu. Gâh
Vidin’e hicret, gâh karyesine avdet ederek, 1240/(1825)’ta pederinin vefâtı ve
Asâkîr-i Mansûre-i Muhammediyye’nin teşekkülü üzerine, 1241/(1826)’de Belgrad’a
azîmetle, tüfenk ve âteş taallüm ve Varoş kapısında mürûr tezkiresine nezâret
eylerdi. 1243/(1827)’te Rusya muhârebesinde tekrâr Vidin’e giderek ser-gerde
İnebolulu Mahmûd’un kitâbetiyle muhârebelerde bulundu. 1244/(1828)’te Ada-i
Kebîr muhâfızı Sirozlu Ömer Paşa, sadrazam ve ordu müşîri Reşîd Paşa’nın
maiyyetine ta’yîn olunmasıyla, Ömer Paşa’nın divit-dârı olduğu hâlde Vidin’den
hurûclarında fırka mihmân-dârlığı ve Taayyüniyyât-ı Askeriyye Nezâreti uhdesine
ihâle edilerek orduya iltihâkında, Ömer Paşa hüsn-i hıdmet ve sadâkatini arz
etmekle sadr-ı müşârünileyh dâiresine alarak Enderun Kileri Emîni nasb eyledi.
Sadr-i müşârünileyh Mısırlı İbrâhîm Paşa üzerine me’mûr
olmakla bahtiyâr ve Seyfeddîn ve Arslan Paşaların maiyyetlerindeki fırkaların
erzâk ve levâzım ve mühimmâtı nezâretine ta’yîn olunarak Sille cihetine
azîmetle oraları zabt olundu. Sadrın esîr edildiği istihbâr olunması üzerine,
kendi fırkalarını bir gûne hasâra uğratmaksızın Dersaâdet’e îsâl eyledi. Dört
re’s esb-i mahsûsu ve hadem ü havâşî vü haşemiyle Sultân Bâyezîd’de İmâret Hânı’nda
ikâmet eyler iken, sadr-ı müşârünileyh kayd-ı esâretten kurtularak, bir sene
sonra Anadolu Vâlisi oldu. Feyzullâh Efendi’yi Mühür-dar nasb ederek Sivas ve
Malatya taraflarına azîmetle Kürt muhârebelerinde bulundu.
/169/ 1250/(1834)’de ordunun Malatya’da
bulunan umûm hasta-hânesi nezâretine ta’yîn olunduysa da, mansıb-ı dünyeviyye ârzûsunda
olmayıp, mürşid-i kâmil taharrî ederdi. Malatya’da hulefâ-yı Hz. Hâlid’den
müftü el-Hâc Hüseyin el-Vâiz (kuddise sırruhû) hazretlerine inâbe
eyledi. 1255/(1839)’de Reşîd Paşa’nın vefâtıyla yerine ta’yîn olunan Çerkez Hâfız
Paşa, müşârünileyhi Nüzûl Emâneti'nde ibkâ ve muahharan Maraş kolunda İzzet
Muhammed Paşa Ordusu Nüzul Emâneti’ne me’mûren Maraş’a isrâ etti. Ordunun
inhizâmıyla İbrâhîm Paşa, Maraş’a vürûdunda ibrâz-ı hürmetle, birlikte
bulunulmasını beyân eylemesiyle, birkaç ay Maraş’da ikâmet ettikten sonra,
İbrâhîm Paşa, müşârünileyhi evlâd ü iyâliyle Mısır’a gönderdi. Hîn-i mülâkatta
Mehmed Ali Paşa, “Ordu-yı hümâyûnuma olan hüsn-i sît u şöhret ve şecâat ü
besâlet ve sıdk u istikâmetiniz mesmûumuz olmağla ele getirilebildiğiniz hâlde,
tarafımıza gönderilmenizi İbrâhîm’e yazmış idim. Hele, el-hamdü li’llâh, bir emîr-i
dilîre daha muvaffak oldum.” yolunda iltifât eyledi. Bir ay sonra Erzâk-ı
Umûmiyye Mahâzini ve Teşgîl-i Zimemât Nezâretleri uhdesine tefvîz olundu.
Muahharan Zirâat-ı Umûmiyye Emânet-i cesîmesine terfîan me’mûr oldu.
Bir müddet sonra istîfâ ve güç hâl ile tahlîs-ı girîbân
ederek vefât eden mürşidinin yerine dîğer bir mürşid taharrîsi maksadıyla
Antalya’ya giden bir sefîneye râkib ve yolda bir İngiliz korsanına esîr oldu.
Birkaç gün sonra sebîli ihlâ edildikten sonra, fırtınanın şiddetinden Alâiyye
(Alanya) İskelesi’ne çıktı.
Ulemâdan biri, Hâce Muhammed el-Kudsî (kaddesa'llâhu
sırrahû) hazretlerini senâ etmekle derhâl Konya’ya gitti ise de, Hz.
Azîz’in Bozkır kasabasına tâbi’ Hoca karyesinde ârâm eylediği anlaşılmakla
karye-i mezkûreye şitâb eyledi. Hz. Azîz’e duhûl ve arz-ı hâl eyledikte, “Soyun
da gel.” buyuruldu. İkâmet-gâhına avdetle hademe ve cevârîsini toplayarak
bütün eşyâ-yı nefise ve emvâl ve nukûdunu bunlara tevzî’ ile ârzû edenlerin
birbirleriyle izdivâc etmelerini tavsiye ve tezvîç ettikten sonra, Tâhir ve
Sâdık nâmındaki mahdûmlarıyla zevce-i mükerremesini mezkûr ikâmet-gâhda savn-ı
Samadânî’ye tevdî’ eyledi.
Bir berbere giderek re’sini ve lıhyesini tıraş ettirirken
berberin elinden üç def'a ustura düşmesiyle, bunun güşâd-ı lıhyeye işâret
olduğunu teyakkun ederek, hemen lıhyesini çevirtip, ba’de’l-istihmâm huzûr-ı
Hazret’e vardı. Bilâ-tavakkuf bir halvet-gâhda erbaîne idhâl buyuruldu.
Yedi mâh müddet, sülûk ve ibâdât /170/ ve meşâkk-ı riyâzât üzre olduğu hâlde, icâzet ve hilâfet ihsân
buyurulacağına dâir Hz. Şeyh bir ma’nâ irâe eyledi. Gurre-i Rebîu’l-evvel
1257/(23 Nisan 1841) Cuma günü nâme-i hilâfeti i’tâ ve usûl-i tarîk-ı irşâdı
ta’lîm ettikten sonra, şeyh-i evvelinin makâm-ı irşâdına me’mûren Malatya’ya
gidilmesi irâde buyurulduğundan, o gün hareket etti. Mukaddemen “bunca servet ü
sâmân ve debdebe vü dârât ile onsekiz esb-i küheylân” önünde çekilerek
Malatya’dan çıktığı hâlde, böyle üç semerli hayvânla avdetini görenler, hayrân
ve sırr u hikmetini anlayınca etrâfına şitâbân olduklarından, îfâ-yı farîza-i
hac niyyetiyle 1258/(1842)’de Medîne-i Münevvere’ye azîmet ve hâk-pâ-yı Hz.
Velî-i ni’met-i a’zam (salla'llâhu aleyhi ve sellem)’e vaz’-ı cebîn-i
ubûdiyyet ve Mekke-i Mükerreme’ye azîmet ile îfâ-yı hac eyledi. Esnâ-yı avdette
Şam’a giderek Mevlânâ Hâlid hazretlerini ziyâretle Malatya’ya geldi.
1262/(1846)’de li-ecli’s-sıla Vidin’e azîmet ve üç mâh
ikâmetle kırk-elli âlim ve sâlih zâtı irşâd eyledikten sonra, Dersaâdet
tarîkıyla Malatya’ya avdet etti. Harput’a da giderek bir hafta kadar ikâmetle
altmış zâtı irşâd eyledi. İkinci def'a azîmetinde nüfûs-ı kesîre dâhil-i tarîk
oldu.
1264/(1848)’te Dersaâdet halkının irşâdına me’mûr
buyurulması üzerine Dersaâdet’e geldi. 1270/(1854)’te Rus Muhârebesi’nin
zuhûruyla Rumeli’ye gitmeye ma’nen me’mûr oldu. Muhârebelerde bulunarak
ba’de’l-musâlaha Vidin Valisi Sâmi Paşa ile birlikte Dersaâdet’e avdet ve Şehremîni
semtinde âriyeten bir hânede ikâmet ile irşâd-ı nâsa bezl-i himmet eyledi.
1272/(1856)’de nâsın tehâcümü üzerine Hz. Hâlid’in emr-i ma’nevîsiyle
saâdet-hânelerinin bahçesinde küçük bir mescid-i şerîf inşâ buyurdu.
1276/(1859)’da Kuleli vak’asında gadren ve beş sene kürek
cezâsına mahkûmen Midilli’ye iclâ edildi. Sultân Abdülazîz’in cülûsunda avdet
buyurdu.
Sebeb-i Nefyi :
Târîh-nüvîsânın beyânına göre, Sultân Abdülmecîd Hân
merhûmun evâhir-i saltanatlarında orduda başlayan nefha-i inkılâb, ulemâ arasından
me’mûrîn-i idârenin en yüksek tabakasına kadar yayıldığından, bu sûretle
teşekkül eden bir cem’iyyet meyânında Feyzullâh Efendi hazretleri dahi
bulunduğu beyânıyla tevkîf olunarak /171/
Kuleli kışlasında verilen i’dâm karârı pâdişâha arz olundukta, “Meydânda
fi’l-i katl yok, tasavvurda kalmış. Ben adam öldürmek istemem. Cezâları
kal’a-bendliğe tahvîl edilsin.” buyurmuşlar. Fakat bir müddet-i cüz’iyye mürûrunda
Sultân Abdülazîz câlis-i taht olunca Midilli’den İstanbul’a avdetleri vâki’
olmuştur.
İrtihâli :
17 Cemâziye’l-âhir 1293/(9 Temmuz 1876) târîhine müsâdif
Pazar günü rıhlet ederek dergâh-ı şerîfde defn olundu. Üzerine türbe yapıldı. (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
Feyzullâh Efendi hazretlerinin Halıcılar’da elyevm medfûn
bulundukları yeri iştirâları, 1283/(1866) târîhine müsâdifdir. Mescid-i şerîfin
ve hücurâtın inşâsından sonra, burası merci’-i hâss u âmm oldu. Binlerce uşşâka
bir meygede-i aşk u muhabbet hâline geldi. Kendileri ilmen, ulemâ derecesinde
sâhib-i müktesebât olmadıkları hâlde, ilm-i ledünne mazhariyyetleri
mülâbesesiyle, mütebahhirîn-i ulemâdan birçokları çeşme-i füyûzât-ı
ârifânelerinden dil-sîr oldular.
Gâyet zekî, fatîn, müdebbir, mücâhid, âşık ve ârif bir
zâttır. Esâsen yazdığım tercüme-i hâlleri bu ahvâline mir’ât-ı hakîkat-nümâdır.
Pek genç iken ordû-yı İslâm’da isbât-ı vücût etmesi, Millet-i İslâmiyye’nin teâlîsi
için mâddeten çalıştığına delîldir. Az vakitte gerek Osmânlı Ordusu’nda, gerek
Mısır Hükûmeti nezdinde mazhar-ı ihtirâm ve hâiz-i makâm olması, usûl-i idâre
ve tedbîr-i umûrda kudret ve dehâsını herkese teslîm ettirdiğine delîldir.
Vahdet-nişîn olup, zâhirî işlerden bi'l-âhare dâmen-keş olması, âlem-i ma’nâya
ne mertebe-i şedîdede merbût olduğunu gösterir.
Millet-i İslâmiyye’nin izmihlâl uçurumuna gitmekte
olduğunu görüp, onu kurtarmak için çalışan ve menfaat-i zâtiyyesini fedâdan
çekinmeyen mücâhidînden olduğuna da meslekleri delîldir.
Kendilerinin tercüme-i hâl ve menâkıb-ı âli’l-âlini
mürîdânından Es’ad Muhlis Paşa’nın dâmâdı Nesîb Bey nâm zât, Kenzü’l-Füyûz nâmıyla cem’ ve tahrîr
etmiş ve dergâh-ı şerîfe vakf eylemiş ise de, Cibâli harîk-ı kebîrinde bu eser
ve dergâh ve türbe ve hucurât, tamâmıyla tu’me-i lehîb olmuştur.
Hayât-ı sûriyyelerini idrâk eden nice zevât-ı kirâm ile
müşerref oldum. Dediler ki:
“Cenâb-ı
Feyzullâh’a ilm-i vehbî ihsân buyurulmuş idi. Allâme geçinenler, huzûr-ı
ârifânelerinde ağız açamazlardı. Her şeyden bahs eder, her türlü esrâr-ı
kalbiyyeyi keşf eyler; sözleri dâimâ esrâr u hikmete nâzır idi. Bir insânın ne
mertebe müşkili olsa, /172/
huzûrlarına girildikte, Hz. Şeyh mübâheseyi o müşkil olan ahvâl üzerine tahvîl
ederek, hall-i mesâil eylerlerdi.”
Urefâ-yı asrdan ve Hz. Şeyh’in mensûblarından Emîn Paşa
merhûm, “Hz. Feyzullâh, Mesnevî okumadı.
Acabâ, ondan da bahs edebilir mi? Bahs buyursa da bakâlım ne mertebeye kadar
icâle-i mütâlaât buyuracak? Vâkıf olsam diye hâtırımdan geçti. Bir gün huzûr-ı
şerîflerine dâhil olduğumda, hâzırûna Mesnevî-i şerîfin ebyât-ı gâmızasından ve
esrâr-ı zevkıyyesinden bahs ediyorlar gördüm. Dâimâ nazarlarını bana tevcîh ile
ifâdelerine devâm buyurdular. Kalbim tir tir titredi. Zâten Hazret’in uluvv-ı
kemâline îmânım vardı. Bir daha böyle bir tecrübeden ihtirâz ettim.” diye
nakl-i hâl eylediler.
İrtihâlleri şâyı’ olunca, teessürât-ı umûmiyye husûle
gelmiş, herkes cenâzesinde hâzır bulunmağa şitâbân olmuştur. İhtirâmât-ı
mahsûsa ile Fâtih Câmi'-i şerîfine nakl ve orada cenâze namâzı edâ olunarak
mefârık-ı ta’zîmde dergâh-ı şerîflerine getirilip medfen-i mübâreklerine defn
eylemişlerdir.
Şemâili :
Uzunca boylu, buğday renkli, güler yüzlü, mülâyim sözlü,
orta sakallı, mütenâsib endâmlı, enli kaşlı bir zât-ı muhterem olup, beyâz fes
giyerler, beyâz sarık sararlar imiş. Ahlâk-ı hasene-i Muhammediyye ile
mütehallî, her hâl ü harekâtından hak-bîn olanlar, ders-i ibret ü hakîkat
alırlardı. Evsâf ı fâzılasına herkes meftûn olmuş idi.
Hulefâsından bir zâttan işittim:
Hz. Şeyh Ehlullâh’dan pek çok zevât-ı kirâma esnâ-yı
seyâhatlerinde mülâkî olmuşlardır. Erzincân’da Terzi Baba hazretleriyle mülâkat
ederek, “Feyzullâh Efendi! Siz Hicâz’a gidiyorsunuz. Benim orada şeyhim
Abdullâh-ı Mekkî hazretlerini gör. Bana gücenmişler, kendilerine arz eyleyiniz,
onlar denizdir, ben içinde balığım. Deniz ne kadar fırtınalı olsa, balık
kendisini karaya atmadıkça içinde kalır. Kendilerine böylece söyleyiniz,
affetsinler.” diye Feyzullâh Efendi’den ricâda bulunmuş ve Feyzullâh Efendi
de bu sözleri Mekke-i Mükerreme’de müşârünileyhi bulup, arz eder. “Şeyhleri
hafîfçe tebessüm buyurdu.” diye, Feyzullâh Efendi’nin bu vak’ayı hikâye
eylediğini nakl eyledi.
Harîktan mukaddemki ziyâretimde, türbe-i şerîfelerini pek
ma’mûr bulmuş idim. Büyük bir sandûkaları ve başında beyâz arâkıyye ve beyâz
sarıkları vardı. Medâyıhı mutazammın levhalar vardı:
Merkad-i hatm-i velâyetdir bu câ-yı cân-fezâ
Bunda medfûn ol vücûd-ı ekmel-i Feyz-i Hudâ
/173/ Gir
huşû’ u meskenetle gözle “Fa’hla'”‘[42] emrini
Vâdi-i eymen mukaddesdir bıkâ’-ı asfiyâ
Bâbdan mihrâba dek memlû nevâl-i birrile
Sür yüzün âdâb ile al hubb-ı zât-ı Kibriyâ
Cevher-i cândan azîz tut sen bu hâk-i a’tarı
İktihâl itmekle gider dîde-i dilden amâ
Garf ü reşf itmekdedir uşşâk âb-ı feyzini
Bahr-ı rahmet zehr-i re’fetdir o şâh-ı zü’l-atâ
Nâil-i gencîne-i rahmet olursun zâirâ
Sıdk u ihlâs ile bak sad-zâr-ı sırrı rûşenâ
Bu darîh-i envere çârûb-i çeşm-i hıdmet ol
Feth u nusretle nesîb-i habs-i sivâdan bul rehâ
* * *
Heme-ân rûh-ı fütûh-ı sultân
İder abdine nesîb-i sad ihsân
Elf-i sad-elf tahiyyât u selâm
Her nefes sana eyâ zahr-ı enâm
* * *
Lutfuna mazhar olam dirsen eğer Allâh’ın
Merkad-i pâkine gel Hazret-i Feyzu’llâh’ın
* * *
Bu kabre gurûb eyledi hurşîd-i hakîkat
Bundan dil-i uşşâka hüviyyet mütecellî
Âdâb ile gir sâha-i gül-zârına zîrâ
Bu ravzadadır Feyz-i velâyet mütecellî
Hîn-i ziyârette sünûh etmiştir:
Arz-ı ta’zîm iderek ravzana rû-mâl oldum
Feyz-bahş ol bana yâ Hazret-i Şeyh Feyzu’llâh
Virdidir bende-i dergâhın olan Vassâf ın
Yetiş imdâdıma yâ Hazret-i Şeyh Feyzu’llâh
Hulefâsı
Hz. Feyzullâh’ın yüzondört halîfesi olduğu tahkîk
kılınmıştır. (Kaddesa'llâhu esrârahum)
/174/ ŞEYH SÂDIK EFENDİ
1259/(1843)’da Hz. Feyzullâh’ın sulb-i pâkinden tevellüd
eyledi. Tahsîlden sonra pederlerinden müstahlef oldu. 1287/(1870) senesinde
irşâd-ı nâsa me’mûren Mekke-i Mükerreme’ye i’zâm buyuruldu. Üç sene sonra
İstanbul’a avdet eyledi. Peder-i ekremlerinin intikâline kadar yanlarında
bulundu. Sonra gûyâ taklîb-i hükûmet için, “bir meclis-i hafîde esnâ-yı
müzâkerâtta bulunmuş” diye ba'zı bed-bînânın kurbân-ı iftirâları oldu. Bir
müddet Heybeliada’da nezâret altında tutularak, sonra Hudeyde’ye nefy edildi.
Bir müddet sonra Hicâz’da ikâmete me’mûr oldu. 1326/(1908) senesinde İstanbul’a
geldiler; pederlerinin makâmına oturdular.
Bir gün sûret-i mahsûsada meclis-i enverlerine gittim,
müşerref oldum. Ârif, kâmil, âşık bir zâttır. Orta boylu, buğday benizli; beyâz
mutavassıt sakallı, nahîfü’l-bünye bir zât-ı âlî-kadr idi. Höş-sohbet olup,
neş’e-i ma’neviyyeye sâhib idi. Vâridât-ı kalbiyyesi vardı.
26 Safer 1335/(22 Aralık 1916) târîhinde irtihâl-i dâr-ı
naîm eyledi. Hz. Feyzullâh’ın kabr-i enveri ittisâlinde defîn-i hâk-i mağfirettir.
ŞEYH BEDRİ EFENDİ
(Şeyh Sâdık Efendi’nin) mahdûmu (olan) Bedri Efendi,
elyevm câ-nişîn-i meşîhattir. Harîk-ı kebîrde dergâhın, müştemilâtıyla ve
eşyâsıyla yanması, bî-çâreyi açıkta bırakmış, dergâhın su mahzeninin içinde,
evlâd ü iyâliyle senelerce barınmış idi. Ahîren, bir odalı bir mesken vücûda
getirip, burada hatm-i hâcegân yapmaktadır. Mesleğine âşık, hoş-hâl bir zâttır.
Tekkeler seddolununca açıkta ve hâl-i zarûrette
kalmasıyla, Hz. Feyzullâh’a dil-dâde olan İbnü’l-Emîn Mahmûd Kemâl Beyefendi, Evkâf
Müzesi’nde bir hizmete almış ve kayd-ı zarûretten kurtarmıştır.
LESKOFÇALI GÂLİB
BEY
İsmâîl Paşa’nın oğludur. Mükemmel tercüme-i hâli ve Dîvân’ı İbnü’l-Emîn Mahmûd Kemâl Bey’in uluvv-i himmetiyle 1335/(1917)
senesinde Matbaa-i Âmire’de basılmıştır.
Hacı Feyzullâh Efendi hazretlerine intisâb ederek,
atîdeki fahriyyeyi uşşâka yadigâr etti:
Mazhar-ı nûr-ı Rasûlu’llâh olan
Nakşîleriz
Sırr-ı mir’ât-ı Cemâlu’llâh olan Nakşîleriz
Pîşvâmız pîrimiz Sıddîk-ı A’zam’dır bizim
Fahr-i ins ü cânn ile hem-râh olan Nakşîleriz
Ser-te-ser eşyâ olur envârımızdan Nakşıbend
Asmân-ı feyze mihr ü mâh olan Nakşîleriz
Sarf-ı enfâs eyleriz dâim tarîk-ı aşkda
Hânkâh-ı dilde vakf-ı âh olan Nakşîleriz
Zikrimiz zikr-i hafîdir gâhi ammâ cezbede
Ehl-i aşka nâle-i cân-gâh olan Nakşîleriz
Hânde eyler atlas-ı gerdûna çâk-i hırkamız
Âlem-i ma’nâda sâhib-câh olan Nakşîleriz
Eyledik râh-ı kelâl-ı aşkda mahv-ı vücûd
Mesned-i fakr u fenâda şâh olan Nakşîleriz
Râbıta-bend-i hulûsuz sırr-ı Feyzu’llâh’dan
Rûz-ı mahşer mazhar-ı dil-hâh olan Nakşîleriz
Cennet-i a'lâda Gâlib
hâlidîn olsak n’ola
Âşık-ı nûr-ı Cemâlu’llâh olan Nakşîleriz
/175/ SEYYİD MUHAMMED EMÎN PAŞA
Hz. Feyzullâh’ın asdıkâ-yı mensûbîninden, ârif, âşık,
sâdık bir zât-ı sütûde-siyerdir.
Tercüme-i hâllerini Sefîne-i
Evliyâ’ya yazmak ârzûsunda bulunduğumu mahdûm-ı
mükerremleri Mahmûd Kemâl Beyefendi’ye arz ile bunu kendilerinin yazmalarını
ricâ ettim. Ricâmı kabûl ve atîdeki îzâhâtı i’tâ buyurdular:
“Seyyid Muhammed Emîn Paşa, erbâb-ı siyâdet ü necâbetten
Seyyid Mustafa Efendi’nin oğludur. 1249/(1833) senesinde doğdu. Sığar-ı
sinninde İstanbul’a gelerek dayısı, Arapkir hânedân-ı kadîminden Aynacıoğlu
el-Hâc Osmânağa-zâde, Bâb-ı Âlî Atîk Tomruk Dâiresi Müdürü Hüseyin Efendi’nin[43] nezdinde mebâdî-i ulûmu tahsîl
etti. Li-ümmin akrabâsından bulunduğu efâhım-ı efâzıldan sadr-ı esbak Yûsuf
Kâmil Paşa, 1266/(1850)’da Mısır’dan İstanbul’a nakl-i mekân eylediği esnâda,
müşârünileyhi zîr-i cenâhına alarak veled-i sulbîsi derecesinde tahsîl ü
terbiyesine bi'z-zât i’tinâ eyledi.
Muhammed Emîn Paşa, vezîr-i kâmilin kemâlât-ı
müsellemesinden senelerce istifâza ve onun encümen-i dâniş ü irfân olan bezm-i
kâmilânesine müdâvim, eâzım-ı üdebâ vü ulemâdan, ulûm-ı edebiyye vü dîniyye vü
hikemiyye taallüm eylediği gibi, fuhûlîn-i ulemâdan Dağıstânî Hüseyin Nâzım
Efendi, Kastamonulu meşhûr Hoca Mustafa Efendi[44], Hoca Mecîd Efendi, Kırşehirli
Mahmûd Efendi, urefâ-yı Mevleviyye’den Bursalı Zeki Dede’den de müddet-i medîde
ders gördü. Kâmil Paşa, 1268/(1852)’de Ticâret Nezâreti’ne ta’yîninde, müşârünileyhi
mühür-dârlığa ta’yîn eyledi. Paşa’nın vefâtına kadar mühür-dârlığında bulundu.
Beyne’r-ricâl, Kâmil Paşa mühür-dârlığıyla ma’rûfdur.
1272/(1856)’de, Bâb-ı Âlî’nin en mühim ve mu’teber aklâmından
olan Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliyye Mazbata ve muahharan Mektûbî Odası’na
me’mûr olarak Şûrâ-yı Devlet’in hîn-i teşkîlinde oraya nakledildi. İzz ü ikbâl
ü saâdet hâli içinde yaşamakta iken, Kâmil Paşa’nın ve bi'l-âhare halîle-i
muhteremesi sâhibetü’l-hayrât ve’l-hasenât Zeyneb Hânım Efendi’nin irtihâlleri
ile, muhâssasâtının inkıtâı ve Bâb-ı Alî’deki maâşının tenkîhât-ı mükerrerede
tenezzül-i mikdârı üzerine, kesîru’l-efrâd olan âilesiyle dîk-ı maîşete girif-dâr
oldu.
Hasbe’l-beşeriyye mükedder olduğundan, bir gece âlem-i
menâmda bir pîr-i rûşen-zamîr zuhûr ederek, “Yazık, ben seni mütedeyyin ve
mu’tekid bir adam bilirdim; seni bu âna kadar Kâmil Paşa, Zeyneb Hânım, Şûrâ-yı
Devlet mi geçindirdi zannedersin?” diye tevbîh eylemesi üzerine müşârünileyh,
istiğfâr ve zamânını mütevekkilâne imrâr etti.
Bir müddet sonra zuhûr eden Kozan mutasarrıflığını kabûle
mecbûr oldu. Mağdûren infisâl ettikten sonra, üç sene bilâ-maâş zarûret içinde
kaldı. Bi'l-âhare Amasya, Malatya, Kırşehir, Denizli mutasarrıflıklarında
bulundu. Rumeli Beylerbeyliği pâyesini ihrâz eyledi.
Denizli’de iken ahâlinin tekâlîf-i emîriyye nâmına dûçâr
olduğu tazyîkâtı, kavâid-i hakk u adle mugâyir ve nefsini de def'-i mezâlime
gayr-i muktedir gördüğünden, tekaüdünü istid’â eylemesi üzerine azl edildi.
Cüz’iyyü’l-mikdâr ma’zûliyyet maâşına kanâat ve senelerce
Yakacık’daki sayfiyyesinde ihtiyâr-ı uzlet etti. Teşkîl olunan Adalar Livâsı
için haysiyyet-i zâtiyye ve iffet-i hakîkıyye erbâbından, mütedeyyin, muktedir,
tecrübe-kâr bir mutasarrıf taharrîsine mecbûriyyet görülmesi üzerine, Bâb-ı
Alî’ce arz olunan zevât-ı müteaddide meyânında, Sultân Abdülhamîd Hân-ı sânî,
müşârünileyhi intihâb eylemesiyle, 1323/(1907) Temmuz’unda inzivâ-gâhından
çıkarıldı, Büyük Ada’ya gönderildi.
O muhterem adam, Hak’dan başka hiç bir kuvvetten
korkmadığını, hükm-i zamâna göre pek müşkil, pek hatar-engîz olan o mühim
me’mûriyyette zâlime de, mazluma da tasdîk ettirdi. İ’lân-ı Meşrûtiyyet’ten bir
müddet sonra, livânın kazâya tahvîli üzerine ke-mâ-kân gûşe-i inzivâya çekildi.
8 Zi'l-ka'de 1326/( Aralık 1908)’da zâtürreden vefât
ederek Merkez Efendi Kabristânı’na defn edildi.
Arşa pervâz eyledi rûhu’l-Emîn
Rûhunu şâd eylesün Rabb-ı Muîn
Zümre-i ahyâra olsun pîşvâ
Rahmetu’llâhi aleyhim ecmaîn
Merhûm müşârünileyh, erbâb-ı necâbet ü fazîletten idi.
İbtidâ-yı neş’etinden beri kemâl-i salâh u istikâmet ile iştihar ederek
emniyyeti âmmeye mazhar ve sigâr u kibâr nezdinde muvakkar olmuştu. Kendini pek
yakından tanıyan eviddâsı, “Emînü’l-ümme” nâmıyla yâd ve i’zâz ederlerdi.
Hayât-ı pâkîzesinin hangi devresine atf-ı nazar-ı im’ân olunsa, fazâil-i
gûn-â-gûnuna şuhûd-ı sâdıka arz-ı dîdâr eyler. Sîreti sûretten istidlâl
edebilenler, o insân-ı kâmilin vech-i nûrânîsine medd-i nigâh eyleseler,
ahlâk-ı fâzılanın misâl-i müşahhası olduğuna hükm ederler ve
“Nurdan mahlûk idi insân idi
Cebhesinde nûr-ı Hak tâbân idi
Pâk-sîret hâlisü’l-vecd-emr idi
Hak-perestdi sâhibü’l-îmân idi
“Utlubu’l-hayr”a[45] yüzü burhân idi
Hayrına ahyâr anın hayrân idi
Her ne dinse şânına şâyân idi
Hâsılı insân idi insân idi”
zemzemesiyle
sitâyiş-hân olurlardı.
Âvân-ı şebâbından beri nâmûs ve adâletle ma’rûf olan bir
mü’min-i safiyyü’l-kalb; hangi me’mûriyyette bulunduysa, neşr-i adâlete ve
umrân-ı memlekete bezl-i mesaî etmişdir ki, me’mûr olduğu vilâyâtın me’mûrîni
ile ahâlîsi bu hakîkati tasdîk ederler.
O mübârek adam, en müşkil, en mahûf demlerde, nefs-i
emmârenin hevesât-ı habîsesine ittibâ’dan rû-gerdân ve her türlü mehâlike
rağmen, şâh-râh-ı Hakk’a pûyân olan ahyâr-ı ümmetten idi. Eline nice fırsatlar
geçmiş iken, kalb-i pâkini tenvîr eden mehâfetu’llâh, hutâm-ı dünyâya rağbetten
kendini vikâye etti. Onun istikâmet ve iffet-i ciddiyyesiyle mesel darb olunsa
lâyıktır.
Âile-i kesîresiyle berâber akrabâ ve hîşânından nice
bî-çâregânı ve sâir derd-mendânı iâşe etmek için, envâ’-ı mezâhime girif-dâr ve
zîk-ı maîşetle dâğ-dâr olduğu demlerde de gınâ-yı tab’ına, uluvv-i cenâbına, vakâr
u haysiyyetine, istikâmet-i vicdâniyyesine, meşreb-i ahrârânesine, takdîr-i
ilâhîye olan kemâl-i i’timâd u tevekkülüne hiç bir sûretle hâlel vermedi.
Vaktiyle tâliin her türlü füyûzuna nâil ve hazm-ı ikbâl ile mertebe-i fazîlete
vâsıl olmuştu. Bi'l-âhare,
“Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selâmetden
Çekildim izzet ü
ikbâl ile bâb-ı hükûmetten”
zemzemesiyle,
Yakacık’daki inzivâ-gâhına çekilerek, hakkında hüsn-i zanda bulunanlar, “Münzevî Emîn Paşa” nâmıyla yâd ettikleri zamânlarda her
hâl ü kâli,
شيب وشاب آمد نى بود ورفتنى
روز وشبش كشودن چشمى وبستنى
معراج بندكى غير
سركشيست
رفتن بكعبه پاى بدامن كشيدنى[46]
beyitlerinin tazammun ettiği ma’nâyı tefsîr ederdi.
Müşârünileyhin cümle-i fazâilinden biri de, mehdden lahde
kadar tahsîl-i ilme hasr-ı hayât eden ashâb-ı basîretten olmasıdır. Arab ve
Fars lisânlarına, ulûm-ı dîniyye vü hikemiyye vü edebiyyeye vâkıf, ilmiyle âmil
idi. Tasavvuf, hikemiyyât, edebiyyât, muhâdarâta dâir onsekiz aded eser-i
mütercemi vardır. Esâmîsi, Osmânlı
Müellifleri nâm eserin ikinci cildinde muharrerdir. Gâyet nefîs olan
hattıyla pek çok kitâb-ı kıymet-dâr istinsâh etmiştir. Eyyâm-ı sabâvetinden
beri ferâiz-i İlâhiyye’yi kemâl-i ihlâs ile îfâ ve sünnet-i seniyye-i
Muhammediyye’ye iktidâ eylerdi.
Dîn ü millet uğrunda her sûretle fedâ-kâr idi. Fevka'l-âde
rakîku’l-kalb ve rahîm idi. Zühd ü takvâda ve iffet ü istikâmette hâiz-i
mertebe-i kemâl idi.
1283/(1866) Muharreminde vâkı’ olan bir işâret-i
ma’neviyye üzerine, post-nişîn-i dergâh-ı Mevlânâ, Mahmûd Sadreddîn Çelebi
Efendi tarafından Şeyh Osmân Salâhaddîn Dede Efendi’ye gönderilen sikke-i
şerîf, bir Perşembe günü Yenikapı Mevlevî-hânesi’nde müşârünileyhe iksâ ve
daavât-ı hayriyye edâ olundu. Bu sûretle tarîkat-ı aliyye-i Mevleviyye’ye dâhil
oldu. Dîğer bir işâret-i ma’neviyye üzerine 7 Muharrem 1289/(17 Mart 1872)’da
tarîkat-ı aliyye-i Nakşıbendiyye-i Hâlidiyye eâzım-ı meşâyıhından ârif-i
bi’llâh, vâsıl-ı ila’llâh, Mevlânâ Feyzullâh el-Kudsî (kuddise sırruhû)
hazretlerine intisâb ve kesb-i feyz-i bî-hisâb eyledi.
Meşâgıl-i gûn-â-gûn ile âdâb-ı tarîkata tamâmıyla riâyet
edememekte olduğunu arz edince, Hz. Aziz, "Oğlum! Sen iş-güç sâhibisin,
boş vakit bulamazsın; bir mahall-i mahsûsda oturup meşgûl olmana lüzum yok.
Gezerken, otururken, kalben meşgûl ol." buyurduğundan, mürîd Emîn,
mâ-dâme’l-hayât, zikr-i Hak’la tenvîr-i cân u cenân eyledi. İrtihâline beş-on dakîka
kalıncaya kadar şuûruna mâlik olarak illetinin evcâ’-ı elîmesiyle bir kaç def'a,
"Of!" dediği sırada, büyük oğlu Mahmûd Kemâl Bey, “Niçin of
diyorsunuz? Allâh deyiniz ki, inbisât hâsıl olsun.” demesiyle müşârünileyh,
“Dâimâ Allâh diyorum. Hattâ birkaç geceden beri rü’yâda bile zikrediyorum.”
cevâbını verdi ve bi-fazlihî teâlâ hüsn-i hâtimeye mazhar oldu.
Evâil-i şebâbında Yûsuf Kâmil ve Mısır Vâlisi Saîd Paşalarla
berâber Medîne-i Münevvere’ye giderek hâk-pâ-yı saâdet-ihtivâ-yı
Seyyidi’l-Mürselîn’e cebîn-sâ-yı ubûdiyyet olmuştu.
Cân u dilden âşık-ı sâdık-ı Muhammedî idi. Mükerreren
âlem-i ma’nâda cemâl-i cemîl-i Habîb-i ekrem’i müşâhede ile karîrü’l-ayn oldu.
Âlem-i cemâl’e intikâlinden sonra, bir gece küçük oğlu Muhammed Selîm Bey,
âlem-i ma’nâda görmüştür ki:
Çemenler arasında nehirler revân olan bir sâha-i
latîfede, pederinin bir kasr-ı dil-rübâsı varmış. Rasûl-i Ekrem (salla'llâhu
aleyhi ve sellem) efendimiz hazretlerinin teşrîf buyurmakta olduklarını
haber vermeleriyle, Selîm Bey, koşup Veliyy-i ni’met-i âlem efendimizi kasrın
bir odasına îsâl etmiş, Emîn Paşa kulları temiz bir setre giymiş, lıhyesi
muntazam bir hâlde olarak nezd-i saâdet-bahş-ı risâlet-penâhîlerinde tavr-ı
ihtirâm ile oturmuş. Selîm Bey, mübârek kademeyn-i muhteremeyn-i Muhammedî’yi
takbîl etmek saâdetine nâil olmuş, men’ etmemişler, “Bu küçük dervîşim mahdûmunuz
mu?” buyurmuşlar. Emîn Paşa tasdîkan arzeylemiştir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Müşârünileyhin hîn-i irtihâlinde, kadr-dânân şuarâ,
kıymet-dâr târîhler söylediler. Paşa’nın vaktiyle maiyyetinde bulunarak her
türlü ahvâline muttali' olan ve insânları şâz kabîlinden medh eden şâir-i
meşhûr Eşref Efendi, âtîdeki manzûme-i târîhiyye ile merhûmun şahs-ı
ma’nevîsini tasvîr eylemiştir:
Öyle nâmûs-ı mücessemdi şu sâhib-i terceme
Varlığıyla iftihâr eylerdi Fahru’l-mürselîn
Bir musîbet gelse Allâh’a tevekkül eyleyüp
Bin belâya karşı göstermezdi hiç çîn-i cebîn
Eğriyi şöyle bırak doğru olan bir iş içün
İtmemişdir müddet-i ömründe bir kerre yemîn
İşte dünyâda bir âdem böyle âdem olmalı
Eyleyüp Hakk’a havâle hasmına tutmazdı kin
Sıhhat-i nâmûsudur evlâdının yoksulluğu
Hepsinin de çehre-i zerdi züğürtlükden hazîn
Orda ervâh-ı rusül itse sezâdır iltifât
Burda mevcûdiyyetiyle iftihâr eylerdi dîn
Ağladı gaybûbetiyle yer yüzünde asfiyâ
Hîn-i tedfîninde doldu nûr ile zîr-i zemîn
Girmemişdir defter-i a’mâline hatt-ı hatâ
Bir kusûru yokdu kim yazsun Kirâmen Kâtibîn
Geldi vaktâ kim ‘ecel’ Eşref didim târîhin
Semt-i ılliyyîne pervâz eyledi rûhu’l-Emîn
(سمت عليينه برواز ايلدى روخ الامين) + (اجل)
Eşref Efendi’nin bu târîhiyle berâber, kendi nâmına
mensûb gazeteye, “Merhûm-ı müşârünileyhin rûhuna hediyye edilen bir kıt’a” unvânıyla
derc eylediği kıt’a-i nefise:
Bakâ-yı nâmına hâdim Kemâl’in kaldı dünyâda
Tarîk-ı
cennete nûr-ı hüdâ fânûsun olmuşdur
Dolaş
alnı açık Firdevs-i a’lâda vakûrâne
Emîn
ol necl-i pâkin vâris-i nâmûsun olmuşdur
Meşâhîr-i
şuarâdan Halîl Edîb Bey’in (târîhi):
Var
mıdır bilmem gören dünyâda hiç
Meşreb
ü zevkince bir de kâm-bîn
Zıll-ı
mevhûmdur safâ-yı devleti
Gül-şeninde
kim olursa zehre-çîn
İtmez
istişmâm bir bû-yı vefâ
Çünki
âsîb-i hazândır dürr-i kemîn
Âkibet
gitdi Emîn Paşa revâh (?)
Hak-perest
Hak-âşinâ sâhib-yakîn
Az
gelir misli cihâna doğrusu
Mesleğinde
kavl ü azminde metîn
Şâhidiz
Allâh içün her hâl ile
Çıkdı
ber-vech-i Kemâl ü bihterîn
Maksadı
ma’şûku şevki dâimâ
Zâtı
her yüzdendi fahru’l-kümmelîn
Yüz
çevirse var yeri eflâkden
Saklayup
ol gevheri rû-yı zemîn
Kadrinin
târîhi de burhânıdır
Arşa
çıkdı cân virüp rûhu’l-Emîn
(عرشه جيقدى جان ويروب روخ الامين)
Efâzıl-ı
üdebâdan Süleymâniyeli Muallim Fânî Efendi’nin (târîhi):
Âdil-i
Kâmil Muhammed Sâdıku’l-Va’di’l-emîn
Me’men-i
a’lâda oldu ınde-zi’l-arşı mekîn
Geldi gitdi bir didim hecrile Fânî sâlini
Cennetü’l-Me’vâ’ya
vardı tâir-i rûhu’l-Emîn[47]
(جنة المأوايه واردى طائر روح الامين)
Sefîne-i Evliyâ-yı
Ebrâr sâhibi Vassâf-ı asfiyânın:
Emîn Paşa idi bi’llâh mücâhid fî-sebîli’llâh
Enîs-i Şeyh Feyzu’llâh mükerrem zât-ı dil-âgâh
Resûlu’llâh’a dil-dâde cemâl-i yâra sevdâda
Tarîk-ı aşk-ı Mevlâ’da sivâdan itdi istinzâh
O merd-i kâmil-i dânâ selîmü’l-kalb idi hakkâ
Gözünde yok idi dünyâ olur ukbâda âlî-câh
Muhibb-i hâlisi Vassâf
Hudâ’dan eyler isti’tâf
Ki olsun nâil-i eltâf o pîr-i muhterem hoş-hâh
Kemâl-i lutfile mağfûr
bütün ahvâlini mebrûr
Revân-ı pâkini mesrûr buyursun Hazret-i Allâh
(مغفور)
= 1326/(1908)
Fuzalâ-yı şuarâdan Yenişehirli Fenârî Hüseyin Hâşim
Bey’in:
Ulviyyetini cihâna kıldın ibrâz
Ervâh-ı zekiyye içre oldun mümtâz
Nâsût yerin değildi itdin işte
Ey rûh-ı Emîn bezm-i Cemâl’e pervâz
Şuarâdan Filorinalı Nâzım Bey’in:
Meâlî mündemicdi nüsha-i kübrâ-yı zâtında
Sırât-ı Müstakîm-i adle sâlikdin hayâtında
Semâ-yı sermedî-i rahmeti buldun vefâtında
Huzûr-ı Hakk’a vardın lıhye-i beyzâ-yı şânınla
Açık bir cebhe-i ulviyye-i behcet-nişânınla
“Kemâl”inle peyinde müş’il-i “Tevfîk”-ı tâb-efnâ
“Selîmu”t-tab’ olan timsâl-i zî-rûhun nazar-pîrâ
Bu üç sûretledir âsâr-ı hayriyyen bakâ-fermâ
Huzûr-ı Hakk’a vardın lıhye-i beyzâ-yı şânınla
Açık bir cebhe-i ulviyye-i behcet-nişânınla
Mücessem bir güneşdir nûr-ı îmânın semâlarda
Musavver sâz-ı vicdânın olur encüm fezâlarda
Uçar envâr-ı câvîdin sabâh-ı i’tilâlarda
Huzûr-ı Hakk’ a vardın lıhye-i beyzâ-yı şânınla
Açık bir cebhe-i ulviyye-i behcet-nişânınla
Bu da mûmâileyhindir:
Yüzünde âyet-i kübrâ-yı nûr idi rahşân
Gözünde pertev-i îmân olurdu lem’a-feşân
Dinirdi zâtına timsâl-i safvet-i vicdân
Zamân zamân nazarında cihân idi zindân
Hayâtdan müştekî Hudâ’ya âşık idi*
Lisân-ı kalb ile evrâd-ı Hakk’ı nâtık idi
Şu kâinât-ı fenâya diyordu bâr-ı girân
Olurdu âlem-i dîdâra dâimâ nigerân
Nihâyet eyledi semt-i Behişt’e nakl-i mekân
Bu yolda buldu Hudâ’ya vusûl içün imkân
Emîn-i ümme ki nâm-ı bülend şânı idi
Emîn-i vahy-i Hudâ hep enîs-i cânı idi
/176/ ŞEYH HASAN-I VİSÂLÎ EFENDİ
Vaktiyle Malatya mütemevvilânından imiş. Tarîkat-ı
aliyyeye muhabbet hissi uyanınca, orada bulunan meşâyıhın cümlesiyle hem-sohbet
olarak hiçbirisini gönlü tutmamış. Fakat ferîd-i zamân Şeyh Muhammed Muhsin
Efendi hazretleri, halîfeleri Cenâb-ı Şeyh Feyzullah’ı 1257/(1841) senesinde
Malatya’ya me’mûr etmeleriyle, Malatya’yı teşrîf buyurdukları zamân şâyi’ olan
şöhretleri üzerine, bu zâta intisâb meyli uyanmış ve evvel-emirde tecrübe ettikten
ve insân-ı kâmil olduğuna kanâat hâsıl eyledikten sonra, arz-ı nisbete karâr
vermiştir. Ba’de’t-tecrübe husûle gelen kanâat üzerine intisâb şerefine mazhar
olmuşlardır.
Hz. Feyzullâh, mukâbeleten, “Siz bizi tecrübe ettiniz.
Şimdi nöbet bizim. Biz de sizi tecrübe edelim.” buyurup, az vakitte, Hasan
Efendi’nin mâ-meleki sel ve yangın gibi mesâib ile mahv olduğu hâlde meşrebini,
muhabbetini hâlel-dâr etmeyerek râbıtadaki şiddetini muhâfaza etmesi, Hz.
Şeyh’in nazar-ı takdîrini celb etmiş ve Bozkır’da azîzinin ziyâretine gittiğinde, berâberlerine alıp
götürmüştür. Bu vesîle ile Muhsin Efendi hazretlerini ziyâret şerefine
mazhar oldular.
Oradan Malatya’da ve sonra Trabzon ve İstanbul’da ve
Arnavutluk’ta irşâda me’mûren i’zâm buyurulmuştur. Bu zamâna kadar “Firâkî” diye yâd oluna gelirken, azîzi Hz. Feyzullâh’ın ikâmete me’mûr olduğu
Midilli’ye giderek izhâr-ı âsâr-ı tahassürât ü ta’zîmât etmesi, nezd-i cenâb-ı
Feyzullâh’da istihsânı mûcib olup, “Şimdiye kadar Firâkî idin, bundan sonra Visâlî oldun.” diye taltîf buyurulmuştur.
İbnü’l-Emîn Mahmûd Kemâl Beyefendi, hikâyeten beyân
buyururlar:
“26 Receb 1320/(29 Ekim 1902) târîhinde bir arkadaşla
Hasan Visâlî Efendi hazretlerinin saâdet-hânesine gittik. Bodrumu ta’mir
ettiriyorlardı. Bizi görünce şüphe yok ki kendi aksini görerek, "Büyük
adamlar geliyor. Bunlar burada oturmazlar; yukarıya çıkarın." diye
bağırdı. Yukarı çıktık. Tâcını giyip yanımızı teşrîf etti. Şahsımızı ta’rîf
ettim. Mürşid-i a’zamları efendimize olan nisbetimizi anlattım. Yakacık’taki
sayfiyye-i fakîranemize geleceğini söyledi. Orada bulunan mûsikî-şinâsândan Hâfız
Osmân Efendi’ye ilâhî okuttu. Niyâz-ı âcizânem üzerine Feyzullâh Efendi’mizin
tercüme-i hâline dâir ma’lûmât verdi. Hz. Azîz’e l Receb 1259/(28 Temmuz 1843)
târîhinde intisâb etmiştir. İbtidâ Firâkî tesmiye buyurduğu hâlde Midilli’ye
azîmetinde, “Artık Visâlî oldun.” buyrulmuştur. 1269/(1853)’da Rusya muhârebesinde
Erzurum cihetinde bulunarak, başından geçen bir kurşun gûş-ı bedenîsini dûçâr-ı
samem etmiştir.
Dîde-i zâhirelerinden biri de sakat idi. Hz. Azîz doksan
sene yaşayacağını /177/
vaktiyle ifâde buyurmuş. Târîh-i velâdeti 1230/(1815) olup, rıhletine az zamân
kaldığını söyledi. Fi'l-hakîka 20 Şa'bân 1320/(24 Kâsım 1902) târîhinde Cuma
günü sâat dörtte doksan yaşında irtihâl eyledi.
Kısa boylu, beyâz sakallı, zayıf ve hafîfü’l-vücûd bir
pîr-i latîf idi. Rahmetu’llâhi aleyh.”
Azîzinin civâr-ı rahmet-medârındaki hânesinin bahçesinde
vedîa-i hâk-i mağfiret kılındı (Kaddesa'llâhu sırrahû). Ziyâret eyledim.
Bir makâm-ı ma’nevîdir.
Elyevm dâmâdı, harîk mahallinde bir baraka inşâ ederek
burada hatm-i hâcegân yapmaktadır.
Hulefâsı:
1. Kalenderhâne Mektebi muallimi Eyyûbî Osmân Efendi,
2. "Küçük Hüseyin Efendi" nâmıyla meşhûr,
ârif-i bi’llâh el-Hâc Hüseyin Hüsnü
Efendi hazretleri.
Atîdeki nazm, Visâlî Efendi’nindir dediler:
Ey peri cevr itme senden derde dermân isterim
Çünkü ma’şûk-ı ezelsin lutf u ihsân isterim
Bülbülüm bâğ-ı cihânda kimse bilmez hâlimi
Sâilim bâb-ı atâdan lutf-ı Yezdân isterim
Yok mudur hiç bir tabîb kim hâlimi arz eylesem
Derd-mendin zahmına bir hâzık Lokmân isterim
Nâr-ı hecrinle yanarsam zerre denlü gam değil
Âşıkım aşk oduna bir bahr-ı umman isterim
Hüsnü’nün hüsn-i cemâlin isteyenler gel beru
Bu Firâkî lâ-mekân şehrinde meydân isterim
/178/ HACI HÜSEYİN HÜSNÜ EFENDİ HAZRETLERİ
Küçük Hüseyin Efendi nâmıyla şöhret bulan, hakîkatta
büyük bir adam olduğunda şüphe edilmeyen bu zât-ı muhterem, Ankara’da Arslanbey
Mahallesi’nde Gökmenoğulları’ndan Katırcı Ali Abdullâh Efendi sulbünden 1248
senesi Muharreminde (Haziran 1832) zînet-sâz-ı âlem-i şuhûd olmuştur.
Beş veyâ altı yaşına kadar Ankara’da bulunup, burada
Besmele-keş olmuşlar ve pederleriyle maan Ankara’dan Mihalıç’a hicret
eylemişlerdir. Onbeş yaşına kadar Mihalıç’ta bulunarak 1263 sene-i hicriyyesinde
(1847) İstanbul’a gelerek sarâç çıraklığına müdâvemetle te’mîn-i maîşet ve bir
aralık Çarşamba’da Murâd Molla Dergâhı’nda hizmet eylemiştir. Sonraları
karnında bir şiş zuhûra gelip, mâddî olan tedâvîlerden başka ma’nevî tedâvî
dahi tavsiye eden bir zâtın delâletiyle, Feyzullâh Efendi hazretlerine sevk
olunmuştur.
Muharrir-i fakîre bi'z-zât nakl buyurduklarına göre, Hz.
Şeyh iki def'a kabûldan istinkâf eylemişler; fakat, üçüncü mürâcaat ve istirhâm
üzerine, “Oğlum bu karnınızdaki şiş geçer, ancak, bize intisâb etmelisiniz.
Yoksa biz üfürükçü takımından değiliz.” buyurmalarıyla, Hüseyin Efendi
derhâl intisâb şerefini kazanmış ve li-hikmeti’llâhi teâlâ, karnındaki şiş dahi
zâil olmuştur. Bu intisâb, 1275 sene-i hicriyyesinde (1859) vâki’ olduğuna
göre, yirmiyedi yaşında bulunuyorlardı.
Azîzi Midilli’ye menfiyyen i’zâm olununca, Hüseyin Efendi
vaktini boş geçirmeyip, Dağıstanlı Hacı Mûsâ ve mühtedî Cevdet Efendilerden
Molla Câmî’ye kadar okumuşlar ve azîzinin iftirâkına tahammül edemeyip,
Midilli’ye giderek bir müddet sonra Hz. Feyzullâh, İstanbul’a avdet edince,
maiyyet-i aliyyelerinde bulunarak, emirleri üzerine azîzinin büyük harem-i
muhteremleri hânım efendinin hizmetine me’mûr edilip, onbeş sene Sâdıkâne arz-ı
hıdmet etmiş. Sonra kendi beyânlarına göre kahve nakîbi olmuştur.
1293/(1876) senesinde mürşid-i mükerreminin âlem-i cemâle
intikâlinde işâret-i ma’neviyye ile hulefâ-yı azîzden Şeyh Muhammed Nûrî
Efendi’ye mürâcaatla tecdîd-i bey’at eylemiştir. Bu Nûri Efendi, "Mâlik Efendi" nâmıyla mulakkab olup, Bâb-ı Alî civârında Beşir Ağa
Dergâhı’nda neşr-i feyz etmekte idi.
Hüseyin Efendi, sekiz sene kadar burada seyr ü sülûka
çalışmış ve birbiri ardınca üç erbaîn çıkarıp, hattâ dizlerinin derisi
soyulacak bir hâle geldiği nakl olunmakta bulunmuştur.
Hücreleri el’ân mevcûd olup, müntesibîn-i tarîkatları
tarafından teberrüken ziyâret olunmaktadır. Bu hücrede, riyâzet-i şâkkayı ihtiyâr
ile, şâhid-i emele /179/ vusûl hâsıl
olup, hattâ Cenâb-ı Hızır (aleyhi'selâm) ile mülâkatları mütevâtirdir.
Hz. Feyzullâh, bir zamân rikâbında gelen Hüseyin Efendi’ye hitâben, “Ashâb-ı
Kehf nasıl ki Kıtmîr’i terk etmediler, berâberinde götürdüler ise, siz de bizi
terk etmezseniz, bizimle gelirsiniz.” buyurmuşlardı.
Bu nazariyye-i esâsiyye, Hüseyin Efendi’nin zihninde
cây-gîr olduğundan, 1302 sene-i hicriyyesinde (1885), müşârünileyh Nûri
Efendi’nin dâr-ı cemâle intikâline mebnî, yine hazîne-i irfân olan azîzden
hisse-mend olmak sevdâsıyla, hulefâ-yı kirâmından Hasan Visâlî Efendi’ye mürâcaat
ve tecdîd-i bey’at ile, tâm onsekiz sene hıdmet-i aliyyelerinde bulunmuşlar ve
nâil-i hilâfet olmuşlardır. Visâlî Efendi’nin gül-şen-sarây-ı cinâna azîmeti
vâki’ olunca, makâm-ı muallâ-yı irşâda Hz. Hüseyin kâid olmuştur. El’ân
İstanbul’da neşr-i feyz etmekte ve çeşme-i zülâl-i irfânlarından erbâb-ı aşk u
muhabbeti sîr-âb eylemektedir.
Bâlâ Mektebi ve Kocamustafapaşa Mahalle Mektebi
kalfalığında bulundukları gibi, vaktiyle bir aralık reji hizmetinde ve Gülhâne
Askerî Anbarı Esvâb Emînliği’nde bulunduklarını bi'z-zât hikâye buyurmuşlardır.
Müteehhildir. Şimdiki haremleri üçüncü zevceleri olduğunu
ve daha evvelkilerin irtihâl eylediğini söylediler. Mahdûm ve kerîmeleri
olmamıştır.
1325/(1907) senesinde müntesiblerinin ısrârı üzerine,
kalfalığı terk ederek doğrudan doğruya irşâd ile meşgûl olmaya başladılar.
Elyevm Kocamustafapaşa civârında Nûh Efendi Medresesi’ni ihvân-ı tarîkata
ictimâ-gâh ittihâz eylemişlerdir. Bu medrese ile olan münâsebetleri ise, medresenin
bevvâblık hizmetinin üzerlerinde olmasından münbaistir. Bu hizmet ise Şeyh Nûrî
Efendi merhûmun zamânında 1302/(1885) senesinde kendilerine tevcîh olunmuş idi.
Fakat Hz. Şeyh, ücret almamak şartıyla bu hizmeti kabûl buyurmuşlardı.
Nuh Efendi kimdir?
Hekîmbaşı imiş. Hânesi bu civârda olup, medreseyi
1200/(1786) târîhinden mukaddem inşâ eylemiştir. Hadîkatü’l-Cevâmi’in yazdığına göre, 1179 senesi îyd-ı
adhânın üçüncü Perşembe günü (22 Mayıs 1766), zelzeleden müteessir olmuş, yine
ta’mîr edilmiştir. Bânîsi Nûh Efendi, medresenin karşısındaki makberede
medfûndur.
Târîhi :
Ol reîs-i ehl-i tıb dârû-res-i dil-hastegân
Nûh Efendi kim ki pend eylerdi görse Câlinûs
Rıhlet itdikde bakâya ol sene iklîm-i cûd
Dökdü ihsân dîdegânı sînesin mânend-i kûs
İki mısra’da iki târîh inşâd eyledim
Vehbiyâ olmuş iken endûr firâkıyla abûs
Nûh cismi zevrakın saldı adem deryâsına
Hikmetu’llâh’ın reîsi ehl-i tıb göçdü füsûs
نوح جسمى زورقن صالدى عدم درياسنه
حكمة اللهك رئيسى اهل طب كوجدى فسوس
/180/ Medresenin târîhi:
Nûh Efendi ya’nî ser-hayl-i etıbbâ kim odur
Dâr-ı taksîrâtına mahz-ı şifâdır bî-gümân
Ya’ni bünyâd itdi bir âlî mükemmel medrese
Nükte-perdâz-ı hakîkat fâik-i dâniş-verân
(نكته پرداز حقيقت فائق دانشوران)
Hüseyin Efendi’nin
halîfeleri:
1 Şa’bân 1342/(8 Mart 1924) târîhine değin yetiştirdikleri
halîfenin mikdârı yirmiüçe bâliğdir. Bunlardan Ömer Lütfî, Necîb ve Ahmed Tevfîk Efendiler dâr-ı fenâdan güzâr
eylemişlerdir. Dîğerleri bervech-i atîdir :
Hâfız Sa’deddîn Efendi, Hâfız Mahmûd Efendi, Hâfız Nasûhî
Efendi, Hâfız Kudsî Efendi, Hoca Mes’ûd, İbrâhîm Şa’bân, Ahmed Yafalı, Muhammed
Rıdvân, Emîn Edhem, Debbâğ Ahmed, Hüseyin, Muhammed Fâik, Necîb, Uşşâkî Osmân, Sâlih
Fevzî, Ömer Lütfî, Kadırgalı Osmân ve Mustafa Efendiler.
Şeyh Efendi hazretleri âhar birini bedel olarak Hicâz’a
gönderdikleri cihetle kendileri hacı addolunmuştur. Hâneleri Sancak-dâr
Hayreddîn Mahallesi’nde olup, züvvârı burada kabûl buyururlar. Umûmî meclis
zikri, Cuma günleri ikindi zamânında medresenin büyük sofasında akdolunur.
Buraya uzaktan yakından uşşâk-ı ilâhî, müştâk-ı cemâl-i Muhammedî olanlar
toplanırlar. Usûl-i Hâlidiyye üzere hatm-i hâcegân yapılır.
Hz. Şeyh, gayr-ı müntesib bulunan züvvârın dahi meclis-i
zikre kabûlünü emir buyurduklarından, hiç bir kimse mümâneate müsâdif olmaz.
Huffâz-ı hoş-elhân taraflarından Kur’ân-ı kerîm tilâvet olunduğu gibi, nuût-ı
şerîfe dahi kırâat edilerek, huzzâr-ı meclis arasında cûş u hurûş vücûda gelir.
Huzûr-ı âlîlerinde bulunulduğu zamân gönül münbasıt olur. Fuyûzât-ı celîle-i
Muhammediyye’nin kulûb-ı ehl-i muhabbete sereyânı muhakkak hissedilir.
Hz. Şeyh, târîh-i velâdetlerine nazaran l Cemâziye'l-evvel
1341/(19 Ocak 1923) târîhinde doksanbeş yaşında idi. Târîh-i mezkûrda müşerref
olmuş idim. Önümüzdeki Muharremin hulûlünde doksanaltı yaşına kadem-nihâde
olacaklarını ve lehü’l-hamd vücûdca zinde bulunduklarını, lisân-ı şükrân ile
beyân buyurmuşlardır. Şu hâlde târîh-i velâdetin ona göre hesâbı zarûret
hükmündedir.
Boyları kısa, vücûdları boylarıyla mütenâsib olup,
hafîfü’l-lıhyedir. Gâyet mükrim, mültefit, gönül alıcı ve gönüle bakıcı ve âteşîn
bakışlı, az söyleyici, âdâb-ı seniyye-i Muhammediyye ile mütehallık bir
rehber-i zî-şândır.
/181/ Debdebe
ve dârâttan mütevahhiş, sâdegî-i hayâta meyyâl, safsatadan müctenibdirler. Ara
sıra hâlât-ı garîbe vü fevka'l-âde zuhûriyyete şâhid olanlar vardır.
İntisâbıyla müftehir ve senelerden beri hizmetiyle müteşekkir Muhammed Emîn Bey
azîzini medhan diyor ki:
Âsitân-ı devletin ilm-i ledünnî kânıdır
Sa’y u verzişle değil Hakk’ın sana ihsânıdır
Halk-ı âlem sofra-i irşâdının hayrânıdır
Nâil-i hayri’l-verâsın yâ Hüseyn-i Nakşıbend
Bâreka’llâh düşdü şeyhim pek münevver kevkebin
Vasf olunmaz böyle bir âciz kalemle meşrebin
Feyz-nâmı neyyir ü mehtâbısın rûz u şebin
Mültecâ-yı âşıkânsın yâ Hüseyn-i Nakşıbend
/183/ ERZURUMLU ŞEYH TERZİ BABA
“Hayyât Vehbî” diye
meşhûrdur. Ümmet-i İslâmiyye arasında ümmîlikle iştihâr etmiş ricâlu'llâhdandır.
Ale’t-tahmîn 1190/(1776) veyâ 1195/(1781) senesinde Erzurum’da zînet-bahş-ı
bezm-i şuhûd olmuştur. Sinleri kemâle erince, peder ve mâderinin ârzûsuyla ve
te’mîn-i intiâş maksadıyla terzilik san'atına sülûk etmiş, “Terzi Baba” şöhreti bundan kalmıştır.
İsti’dâd-ı Hudâ-dâdı îcâbınca dünyâya muhabbeti yok idi.
Bakâya meyli ziyâde idi. Bir tarafdan san’atıyla meşgûl olmakla berâber, ibâdât
u mücâhedâtta bulunurdu. İnâyet-i ilâhiyye ile Şeyh Abdullâh-ı Erzincânî
el-Mekkî hazretlerine mülâkat şerefine mazhar oldu ki, bu zât-ı âlî-kadr,
Mevlânâ Hâlid Ziyâeddîn-i Nakşıbendî hazretlerinin kibâr-ı hulefâsındandır.
Dünyâ ve mâ-fîhâdan mu’rız bi-küllihî Hakk’a müteveccih, enfâs-ı kudsiyye ve
kerâmât-ı acîbe sâhibidir.
Mekke-i Mükerreme’de irşâd-ı nâsa me’mûr olmuştur. Hz. Şeyh,
Terzi Baba’daki isti’dâdı görünce, zümre-i mürîdânına idhâl eylemiş idi. Terzi Baba’da
zevk, neş’e gün-be-gün müzdâd oluyordu. Tarîk-ı mücâhede ve riyâzette pek ileri
gitmiş ve tekmîl-i sülûk ettikten sonra nâil-i hilâfet olmuştur. Terzi Baba’nın
lisânı ve kalbi zikru’llâhdan hâlî olamazdı. Hattâ dükkânında dikiş diktiği
sırada her iğne sokuşda ism-i Celâl ile tezyîn-i lisân ü cenân eylerdi.
Terzi Baba, halîm, selîm, mütevâzı’ ve kemâl derecede
mahviyyet-perver ve kendi hâline kimsenin muttali’ olduğunu istemez ve fukarâya
cidden izhâr-ı muhabbet eder ve rahm u şefkat eyler, mübârek bir adamdı.
Bir gün Erzincân’a fukarâ-yı seyyâhînden bir zât-ı
kemâlât-sımât gelir. Bî-çârenin üstündeki abâ gâyet eski olmakla berâber, bir
çok yeri yırtılmış ve ele alınamayacak derecede dahi kirlenmiş idi. Abâsını
değiştirmek için bir çok terzilere mürâcaat eylemiş ise de, her biri dikmek
değil, elini bile sürmekten çekindiler. Abâ bit içinde idi. Nîm istihzâ tarîkıyla,
“Şurada Terzi Baba vardır, ona götür.” derler imiş. Bîçâre seyyah, Terzi
Baba’yı bulur, maksadını anlatır. Terzi Baba’dan red yerine hüsn-i kabûl görür
ve “Abâyı bırak, yarın gel, hâzır bulursun.” buyurarak abâyı alır,
güzelce yıkar, kurutur, diker, hâzırlar. Ertesi günü seyyâh gelir, abâsını
teslîm eder. Mukâbilinde ücret dahi almaz. Seyyâh abâsını temizlenmiş, dikilmiş
görünce, pek ziyâde mesrûr olur. Nazar eder, gönülden duâ eyler. Derhâl Terzi Baba’da
iş değişir. Bahr-ı füyûzât /184/
cûşa gelir, inâyet-i Sübhâniyye ile hâl değişir.
Terzi Baha’nın kemâli şâyi’ olunca, füyûzâtından müstefîd
olmaya şitâbân olanlar çoğalmıştır. Dâhil-i dâire-i mürîdânı olanlar
çoğaldığından, erbâb-ı ağrâz, hakk-ı âlîlerinde güft u gûya başlamışlardır. “Ümmî
bir câhilin başına bu kadar hazele toplanmış.” gibi sözler ulemâ arasına
bile girmiştir.
Müftî-i belde, Terzi Baba’yı imtihân için da’vet eder.
Maksat ise cehâleti sâbit olacak, kendisi tıpkıyla dâiye-i irşâddan çekilecek
cihetine ma’tûf idi. Da’vete icâbetle nezd-i müftîye gelmiştir. Orada büyük bir
meclis-i ilm teşekkül etmiş olduğunu görerek sebeb-i da’vetini sormasıyla
müftü, “Biz sizi imtihân için çağırdık. Hakkınızda dedikodu oluyor; buna nihâyet
vermek lâzım geldi. Suâl soracağız, cevâb veriniz.” diyerek, “Sıfat-ı
subûtiyye kaçtır?” yolunda îrâd-ı suâl eylemiştir.
Terzi Baba, meydâna büyük bir hakîkat çıkarmak için, “Bu
beldeye göre yedi, sâir bilâda göre sekizdir.” dedikte, huzzâr dûçâr-ı
hayret ile istiknâh-ı hakîkat etti. “Bu beldeye göre: İlim, Sem', Basar,
İrâde, Hayât, Kelâm ve Tekvîn’dir.” deyip, Kudret sıfatını söylemedi.
Sebebini sordular: “Efendim, “Bu beldede Hak’kın Kudret sıfatı yoktur.” diye,
ehl-i belde inkârdadır. Eğer, Kudret sıfatına kâni’ olsaydılar, “Bir ümmî
kulunda sırr-ı irşâdı icâd edecek kudret bulunur.” derlerdi. Mâdâmki öyle
diyemiyorlar, o hâlde Hakk’ın Kudret sıfatı umûmunuzun zu’muna göre bu beldede
yoktur. Hâlbuki, (إِنَّ اللَّه عَلَى كُلِّ شَيْءٍ
قَدِيرٌ)"[48] cevâbını verir vermez, onun
ilm-i ledünne sâhib bir ümmî-i kâmil olduğunu teslîm umûman ellerini ayaklarını
öpmek sûretiyle arz-ı ta’zîm ederler.
Bunun gibi hayli menâkıbı vardır. Terzi Baba bu mes’ele
üzerine, sıfât-ı sübûtiyye hakkında bir risâle te’lîf eylemiş ve tab'
olunmuştur.
Hakâyık-ı sûfîyyeye dâir, Miftâhu’l-Kenz nâmıyla bir eser-i manzûmu vardır. Erzurum’da neşr-i
füyûzât eden meşâyıh-ı Kâdiriyye’den Habîb Baba hazretlerinin irtihâli ânında
ani’l-gıyâb haber vermekle berâber, kendinin de âlem-i bakâya intikâlinin
takarrüb ettiğini bi’l-beyân, cümle ahibbâ ve asdıkâ ve mürîdânıyla vedâ’
ederek, 1264 sene-i hicriyyesinde (1848) mürg-ı rûhu gül-şen-i lâhûta revân
eylemiştir. Erzincân’da medfûndur. Mahsûsan türbe yapılmıştır, ziyâret-gâhtır.
/185/ Miftâhu’l-Kenz manzûmdur. Mütâlâa
ettim. Mazmunu âyet ve hadîstir. İlimlerinin kesbî olmayıp, vehbî olduğuna
işâreten,
Ne söyler dinle ol Hayyât
Vehbî
Değildir işlerinin biri kesbî
buyururlar.
Nazımda “Hayyât Vehbî” tahallus buyurmuşlardır. Bu eser dahi
1275/(1859} senesinde tab’ olunmuştur.
Hâfız Rüşdî Efendi meşâhîr-i hulefâsındandır. Terzi Baba,
Âşık Yûnus’un sânîsidir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
RESİM VAR !!!!!!
ŞEYH AHMED
ZİYÂEDDÎN EFENDİ
Müşârünileyh hazretleri Gümüşhânelidir. Müteahhirîn-i
meşâyıh-ı Hâlidiyye’nin büyüklerindendir. Şeyh-i mükerremleri Ahmed-i Şâmî
el-Ervâdî olup, onların mürşid-i müfahhamları Mevlânâ Hâlid Ziyâeddîn-i Nakşıbendî
hazretleridir.
Pederlerinin ismi Mustafa olup, Büyük babası Gümüşhâneli
Abdurrahmân Efendi’dir. Ahmed Ziyâeddîn Efendi 1228/(1810) veyâ 1235 sene-i
hicriyyesinde (1820) Gümüşhâne’de Emirler Mahallesi’nde gehvâre-i zîb-i âlem-i
dünyâ oldular. Beş yaşında tahsîle başlayıp, Kur’ân-ı azîmü’ş-şândan behre-yâb
olarak, menâkıb-nâmelerinde muharrer olduğuna göre, sekiz yaşında iken Delâil, Kasâid ve Hizb-i A’zam okumağa mütehâlık oldular.
On yaşında iken pederleriyle Trabzon’a gidip, orada sarf ve nahv tederrüs etti.
Pederi ticâretle meşgûl olduğundan bir gün, “Oğlum, okuduğun kâfîdir, artık
ticârete başla.” demiş ise de tahsîli terk etmeyip, bir yandan buna devâm,
bir cihetten de kese örüp satmak sûretiyle te’mîn-i maîşet yoluna girmişti.
Bu sırada berâ-yı ticâret İstanbul’a gelen amcasıyla
birlikte bulunmuş, İstanbul’da zevk-ı tahsîl galebe edince, pederinin
istihsâl-i müsâadesi şartıyla amcasının muvâfakati üzerine İstanbul’da
kalmıştır.
Evvel-emirde Bâyezîd Medresesi’nde bir odada sâkin olup,
Şehrî Hâfız Muhammed ve Kürd Abdurrahmân ve Laz Osmân Efendilerin Süleymâniyye Câmi'-i
şerîfinde derslerine devâm ve dört sene ikdâm ile tahsîl-i kemâlâtta
bulundular. Sonra Mahmûd Paşa ve Bâyezîd Câmilerinde ders okutmaya başladılar, icâzet
verdiler. Tekrâr okuttular, ikinci def'a icâzet verdiler.
Henüz akâid okurlarken te’lîfe başlayıp, yirmibeş sene
te’lîfât ile meşgûl oldular. Bu esnâda bir şeyh-i kâmile intisâb sevdâsı zuhûr
etti. Taharrîye başladı. Mevlânâ Hâlid’in emr-i ma’nevîsiyle Şam’dan İstanbul’a
gelen Ahmed-i Şâmî hazretlerine mülâkî oldular ve intisâb ettiler.
/186/ Bu zât
Trablusşam müftüsü, bir sâhib-i kemâl idi. Her ilimde mütebahhir olup, “Ziyâeddîn-i Ervâdî” diye meşhûrdur. Dersaâdet’te
bulundukları müddetçe Ahmed Ziyâeddîn Efendi (Gümüşhâneli)’ye misâfir oldular.
Esnâ-yı müsâferette mürîd-i cedîdini halvete soktular. İkmâl-i müddetle
halvetten çıktılar. Fakat bu sırada şeyhleri tagayyub etti. Ahmed Ziyâeddîn
Efendi çok aradı, nihâyet buldu. İkinci def'a halvete soktular.
Ba’dehû ikmâl-i tarîkata muvaffak olduğundan Nakşıbendî,
Kâdirî, Sühreverdî, Çeştî ve Kübrevî tarîklarından icâzet aldılar. Şeyhinden
ilm-i hadîs dahi tederrüsle icâze ahz eyledi. 1264/(1848) senesinde müstahlef
oldular.
Mevlânâ Hâlid’in hulefâsından Abdülfettâh Efendi
İstanbul’a gelince, Ahmed Ziyâeddîn Efendi sohbet-i şerîfesine şitâbân oldu.
Abdülfettâh Efendi, Üsküdar’da medfûndur.
Ahmed Ziyâeddîn Efendi’nin şöhret ve kemâlât-ı
ârifâneleri şâyi’ olunca, nûr-ı irfânına şitâbân olanlar çoğaldı. İstanbul’da
Bâb-ı Âlî karşısında Fatma Sultân Câmi'-i şerîfini mahall-i irşâd ittihâz
buyurdular. Buraya hücreler yapıldı. Harem dâiresi inşâ edildi. Binlerce
mürîdâna cilve-gâh oldu. “Mürîdânı bir milyonu mütecâviz idi.”
denilmektedir. Anadolu ve Rumeli’nde hulefâsı vâsıtasıyla neşr-i feyz-i
tarîkata muvaffak olmuş ricâlu’llâhdandır.
Elliiki eser te’lîf buyurmuşlardır ki, en meşhûrlarının
esâmisini atîde yazacağım. Bayburt’ta, Rize’de, Of'da kütüb-hâneler te’sîs ile
onsekizbin cild kitâb, âlem-i irfâne yadigâr bırakmıştır. Beşyüz altın bu kütüb-hâneler
için vakf eyledi.
1280/(I863)’de âzim-i râh-ı Hicâz olup, İskenderiyye’de
onüç gün ikâmet ve her yeri ziyâret eyledi. Hz. Hâlid Ziyâeddîn’in Mısır’da
halîfesi Şeyh Mâcid ile mülâkat etti, mazhar-ı hürmeti oldu.
Hicâz’dan avdet etti. Vüzerâdan Şeyh’ül-harem Emîn
Paşa’nın kerîmesini tezevvüc eyledi ki, 1293/(1876} târîhine müsâdiftir.
1294/(1877} senesinde muhârebe münâsebetiyle Trabzon tarîkıyla Batum’a gazâya
gittiler. Orada Ramazân’da askere hadîs-i şerîfden telkînât-ı mahsûsada
bulundu. Avdetinde, ıyâliyle birlikte tekrâr Hicâz’a azîmet ettiler ve Hasan
Hilmi Efendi’yi halîfeleri olmak i’tibârıyla yerlerine vekîl bıraktılar.
Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere’de ilm-i hadîs tedrîs eylediler.
Mısır’a avdetinde üç sene kaldılar. Burada dahi /187/ ilm-i hadîs okutup, evlâd-ı Arabdan beş zâta hilâfet verdiler.
Tanta’da Seyyid Ahmed el-Bedevî hazretlerini ziyâret
eyleyip, Dersaâdet’e avdet buyurdular. Câmi'-i şerîf-i mezkûrda va’z ve tedrîs
ve irşâd ile dem-güzâr oldular. Alâ-rivâyetin onaltı sene mürîdâna bi'z-zât
telkîn-i zikr eylediler. Bi'l-âhare şeyhûhatleri te’sîriyle bu işi Hasan Hilmi
Efendi’ye havâle buyurdular. Esâsen züvvârın, mürîdânın kesreti, Hz. Şeyh’in
umûmuna yetişebilmesini imkân hâricinde bırakmış idi. Gâyet mücâhid,
riyâzet-kâr ve ulemâ-yı âmilînden idi. Azm-i metîne mâlik olup, hastalıklarında
bile ders okutmuşlardır.
Senede iki def'a halvet ederlerdi. Biri şehr-i Zi’l-hiccede,
dîğeri şehr-i Recebde idi. Esnâ-yı zikirde mürîdân arasında hâlât-ı acîbe
zuhûra gelir imiş. Dûçâr-ı vecd ü istiğrâk olanlar pek çok idi. Hz. Şeyh, dâimâ
huddâmıyla birlikte taâm buyururlar imiş. Yatsıdan sonra söz söylemezler ve esâsen
lüzûmsuz sözden hoşlanmazlar idi. Fecrde mutlakâ uyanırlar, sabâha dek ibâdet
ederlerdi.
Seherde bâğa geldi seyre cânân
Neler seyr eyledi bîdâr olanlar
sırrınca
müşâhedâtta rütbe-i refîaya sâhib olmuşlar idi.
Hulefâsı :
116 halîfe yetiştirmişlerdir. Hasan Hilmî, Şeyh Tâhir,
Şeyh Saîd, Hâce Muhammed, Şeyh Mustafa ve Hâce Hasan Efendiler en ileri
gelenlerinden idi. Fatma Sultân Câmii’ndeki meşîhati, sırasıyla hulefâsına meşrût
kılmışlardır. Kıdem i’tibârıyla ve sırasıyla burada post-nişîn olmaktadırlar.
İrtihâli :
Hz. Şeyh, hastalandılar. 1311 sene-i arabiyyesi şehr-i Zi’l-ka’desinin
sekizinci (14 Mayıs 1894) Pazar günü âzim-i dâr-ı âhiret oldular. O gün
İstanbul adetâ bir mâtem-gâh oldu. Na’ş-ı mübârekleri binlerce halkın dûş-ı
ihtirâmında Süleymâniyye Câmi'-i şerîfine nakl olunup, Sultân Süleymân-ı Kânûnî
merhûmun türbesi ittisâlindeki makbere-i mahsûsalarında vedîa-i hâk-i gufrân
kılınmışlardır.
Müşârünileyhin hulefâsından ve erbâb-ı irfân, Kolağası
Fevzi Efendi söylemiştir:
Söyledi Fevzî mücevher
târihi feryâd idüp
Fahr-ı bezmim mürşidim pîrim efendim el-firâk
فخر بزمم مرشدم بيرم افندم الفراق =1311
Gümüşhâneli merhûmun harem-i âlîleri dahi kabr-i
enverlerinin yanındadır. Mezârtaşında yazar ki:
“Hak-perestim arz-ı ihlâs itdiğim dergâh bir
Bir nefes
ayrılmadım tevhîdden Allâh bir[49]
Muhaddisîn-i kirâmdan Kutb-ı Rabbânî ve Ârif-i Samedânî,
Gavsu’l-vâsılîn Gümüşhânevî el-Hâc Ahmed Ziyâeddîn Efendi hazretlerinin zevce-i
tâhire ve Şeyhü’l-Harem-i Nebevî Hacı Emîn Paşa kerîmesi, Tâcü’l-muhadderât
Hâce Havvâ Seher Hânım’ın rûhuna Fâtiha, l Zi'l-ka'de 1329/(1911).”
/188/ Gümüşhânevî’nin
mezârtaşmdaki manzûme:
“Nazar kıl çeşm-i ibretle makâm-ı ilticâdır bu
Erenler dergehi
bâb-ı fuyûzât-ı Hudâ’dır bu
Ziyâeddîn-i Ahmed
mevlidi anın Gümüşhâne
Şehîr-i şark u
garbdır mürşid-i râh-ı Hudâ’dır bu
Muhakkak ehl-i
Hak ölmez ebed haydır bil ey zâir
Sarâ-yı kalbini
pâk eyle bâb-ı evliyâdır bu
Şuâ-ı dürr-i
vahdet menba-ı ilm-i ledünnîdir
Mükemmel vâris-i
şer’-i Muhammed Mustafâ’dır bu
Hilâfet
müddetinden "irciî" vaktine dek hakkâ
Tarîk-ı Hâlidî’yi
neşr iden hak-reh-nümâdır bu
Oku ihlâs ile bir
Fâtiha kalbinde dâim tut
Cilâ rûhâni-i
kalb-i mürîdâna gıdâdır bu
Muhaddisîn-i kirâmdan fahru’l-meşâyıh Gümüşhâneli el-Hâc
Ahmed Ziyâeddîn Efendi hazretlerinin rûh-ı mukaddeslerine, el-Fâtiha.”
Hz. Şeyh, mahbûbu’l-kulûb olmuşlardı. Fi'l-hakîka
ulemâdan, fuzalâdan, ricâl-i devletten pek çok zevâtın ve erbâb-ı muhabbetin
ser-tâcı olmuşlardı. Mürîdânı Hz. Şeyh’e ziyâdesiyle arz-ı hürmet ü muhabbet
ile zevk-yâb olurlardı. Müşârünileyhi bir Ramazân-ı şerîfde izhâr buyurdukları ârzû
üzerine Bâyezîd Câmi'-i şerîfine getirmişlerdi. Mahsûsan inşâ olunmuş bir
arabaya koymuşlar, arabayı mürîdânı çekmekde idiler. Bir cemm-i gafîr arabanın etrâfını
almışlar, câmi'-i şerîfe getirirlerken gördüm. Cemâl-i latîfleri nûra müstağrak
idi. Beyâz sakalı, başının tâcı, vechindeki letâfet, kendilerine revnak-ı dîğer
vermiş idi.
Câmi'-i şerîfte hünkâr mahfilinin altındaki maksûrenin
pencere önünde şal yaydılar. Hz. Şeyh’i buraya getirdiler. Teveccühde
bulunuyorlardı. Sağ elinin şehâdet parmağını hareket ettiriyordu. Kesret-i
isti’mâl-i tesbîhden o hâlde idi ve kalb-i şerîflerinin meşgûl-i bi-zikri’llâh
olduğuna parmağı şehâdet ediyordu. O zamân hâl-i tufûliyyette idim. Yanlarında
bulundum, temâşâ ettim. Kalbime büyük bir hürmet ve heybet hissi geldiğini
el’ân hâtırlarım. Çok büyük bir zât idi.
/189/ Boyu
mevzûn, humreti gâlib beyâz yüzlü, çekme burunlu, açık alınlı, mübârek sağ
gözünün altında bir hâl-i siyâh olup, müdevver çehreli, kara gözlü, uzun
kirpikli, beyâz sakallı, başı matrûş idi. Entari giyerler, hırka, cübbe, biniş
iktisâ buyururlar idi. Beyâzı severler ve dâimâ giyerlerdi. Hîn-i irtihâllerinde
alâ-rivâyetin seksenüç yaşında idi. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Asâr-ı Aliyyeleri :
1. Râmûzu’ 1-Ehâdîs,
2. Râmûzu’l-Ehâdîs Şerhi, 5 cild.
3. Câmiu’l-Usûl,
4. Câmiu’l-Mütûn fî Hakkı Envâı Sıfâtı’l-İlâhiyye,
5. Menâsik-i Hac,
6. Necâtu’l-Gâfilîn,
7. Devâu’l-Müslimîn,
8. Hadîsu Erba’în,
9. Risâletün fı’t-Tasavvuf,
10. Risâletün fi’l-Muhâcere,
11. Müstağni’ş-Şürûh,
12. Câmiu’l-Ahzâb, 3 cild.
13. Garâibu’l-Ehâdîs,
14. Levâmiu’l-Ukûl,
15. Rûhu’l-Ârifîn,
16. Fazâil-i Cihâd,
17. Esrâru’t-Tarîk,
18. Delâilü’l-Hayrât; harekelemiş ve hâşiyeleriyle
bastırmışlardır.
Hz. Şeyh’ten sonra tekkelerin seddolunduğu târîhe kadar
post-nişîn-i irşâd olanlar :
Şeyh Hasan Hilmi Efendi hazretleri, Şeyh İsmâîl Necâtî,
Şeyh Ömer Ziyâeddîn Efendi, Şeyh Mustafa (Feyzî) Efendi.
FOTOĞRAF VAR !!!!!
ŞEYH HASAN HİLMİ
EFENDİ
Kastamonu civârında Azdavay nahiyesinde[50] 1240 sene-i hicriyyesinde (1825)
dünyâya gelmiştir. Babası, Abdullâh-ı Ümmî nâm zâttır. Bir aralık hastalanmış,
bir Cuma günü, “Beni yıkayınız, temiz bulunayım.” diye evlâdına vasiyyet
etmiş, vefâtından evvel kendini gasl ettirmiş, derhâl teslîm-i rûh eylemiştir.
Oğlunu tahsîle sevk ile İstanbul’a göndermiş idi. O da
Hoca Büyük Hâzım Efendi’nin dersine devâma başlamış, ulûm-ı âliyeden fıkıh, tefsîr
ve fünûn-ı mürettebe-i aliyye tahsîl eylemiştir. Gümüşhâneli Ahmed Ziyâeddîn
Efendi merhûma intisâb ile “Şeyhime yakın olayım.” diye Cağaloğlu’nda
tekkeye yakın bir medresede ihtiyâr-ı ikâmetle azîzine ma’nen ve mâddeten
kesb-i kurbiyyet eylemiştir.
Bir tarafdan tahsîle devâm eder, bir tarafdan da Fatma Sultân
Câmii’nde hasbeten li’llâh der-uhde eylediği müezzinlik vazîfesini îfâ eyler
imiş. Bir zamân sonra bu câmi’de ihtiyâr-ı ikâmet edip, beş vakitte câmii açar
ve müezzinlik ederdi. Gümüşhâneli’ye intisâbında zevki artmış ve dersten icâzet
alarak netîcede Gümüşhâneli’ye sırdaş ve onunla hem-hâl olmuş; Gümüşhâneli’nin delâletiyle
azîzi Ahmed Şâmî el-Ervâdî hazretlerine arz-ı nisbet eylemiştir ki, bu zât
bâlâda yazıldığı vechile Mevlânâ Hâlid hazretlerinin halîfesidir.
Ahmed-i Şâmî, Hasan Hilmi Efendi'nin ikmâl-i sülûkuna ve
terbiye-i tarîkatına Gümüşhâneli merhûmu me’mûr edip, Ahmed Ziyâeddîn
Efendi’den hadîs okumuş ve elli yıl bir arada dem-güzâr olmuştur. Ahmed
Ziyâeddîn Efendi, Hicâz’a giderken Hasan Hilmi Efendi’yi tevkîl etmiştir. Bu
sebeble dört sene vekâlette bulunmuştur. İkinci haccında yine vekîli olmuştur.
Avdeti zamânında mürîdânının çoğaldığını görünce, umûmun
teslîkine Hasan Hilmî Efendi’yi me’mûr ile, bir zamân sonra Hasan Hilmi Efendi,
Geyve’ye giderek orada ders okutmaya ve neşr-i ilme başlamış. Hem ders okutur,
hem neşr-i tarîk eder imiş. Şöhreti artmış, intisâb edenler çoğalmış, da’vet-i
vâkıa ile İstanbul’a gelmiştir.
Gümüşhâneli merhûm Beykoz’a gittiğinde kâim-i makâm
olmuştu. Cuma günleri hatm-i hâcegân yapardı. Gümüşhâneli merhûmun irtihâli vukûa
gelince Hasan Hilmi Efendi, yerine geçmiştir.
1314/(1896)’te Hicâz’a gitti. Ba’de’l-hac, Medîne’de
onsekiz gün kaldı. Avdetle 1329/(1911) senesine kadar neşr-i feyz ederek irtihâl-i
dâr-ı bakâ eylediler. Süleymâniyye’de azîzinin yanında medfûndur.
Âh Cenâb-ı Hilmi-i Kutb-ı zamân
Oldu bugün mücîb-i da’vet-i Rahmân
Kitâbe-i seng-i mezârı:
Pîr-i rûşen ârif-i bi’llâh kutbu’l-evliyâ
Sâni-i isneyn Cenâb-ı Hazret-i Ahmed Ziyâ
Mansıb-ı feyz-i butûn-ı kevser-i peygamberî
Abd-i sâfî mazhar-ı sırr-ı bakâ-yı Kibriyâ
Şeyh Hasan Hilmî Efendi Hazret-i fahri’ş-şuyûh
Burda medfûndur o zât-ı menba’-ı hilm ü hayâ
Bir yetişdirmişdi şeyhi kendine itmişdi yâr
Görmemişdi mislini asrında çeşm-i etkıyâ
İrtibât-ı kalb idüp gör ki ne feyz eyler zuhûr
Öldü zannitme hakîkatda anı sen Fevziyâ
Dur oku ihlâs ile bir Fâtiha ol muntazır
Mahzen-i feyz-i ilâhîdir kubûr-ı asfiyâ
24 Saferü'lhayr 1329, 10 Şubat 1326/(22 Şubat 1911) yevm-i
Perşembe sâat yediyi yirmibeş dakîka geçe (vefât etmiştir.)
Hastalandığı zamân Gümüşhâneli hulefâsından merhûm Hâce İsmâîl
Necatî Efendi’yi kâim-i makâm ittihâz ile bir vasiyyet-nâme yazmıştır.
İrtihâliyle cenâzesi gasl olundu; bir gece dergâhta kaldı. Ertesi Cuma günü
Bâyezîd Câmi'-i şerîfine nakl edildi. Kayserili Hâfız Hâzım Efendi cenâze namâzını
kıldırdı. Cemm-i gafîr ile Süleymâniyye Câmii’ne nakl ile Sultân Süleymân
Türbesi civârında azîzinin yanında vedîa-i rahmet-i Rahmâniyye kılındı.
Elliyedi halîfesi vardır. Bu hulefâsının esâmisi, Mustafa
Fevzi Efendi’nin tab’ u neşreylediği Menâkıb-ı
Haseniyye nâm eserde mezkûrdur.
Ayak ucundaki taşta, “Hazâ Kabru Şeyh Hasan Hilmî (kuddise
sırruhû). Tarîkat-ı aliyye-i Nakşıbendiyye-i Hâlidiyye meşâyıh-ı kirâmından Gümüşhâneli
Dergâh-ı şerîfi şeyhi Kastamonulu el-Hâc Hasan Hilmî Efendi hazretlerinin
rûhuna ve kâffe-i ehl-i îmân ervâhına li’llâhi’l-Fâtiha.” (yazılıdır.)
İSMÂÎL NECÂTÎ
EFENDİ
İsmâîl Necatî Efendi merhûmun kabri Süleymâniye’de, Gümüşhâneli
merhûmun kabr-i mübâreki civârındadır.
Kitâbe-i seng-i mezârı:
“Mürşid-i ehl-i tarîkat kıdve-i erbâb-ı dîn
Hazret-i üstâd-ı a’zam tâc-ı fahri’l-ârifîn
Sâni-i kâim-makâm-ı Hazret-i Ahmed Ziyâ
Şems-i feyyâz-ı fazâil nûr-ı ayn-ı sâlikîn
Nisbet-efzâ-yı tarîkat rehber-i ilm-i butûn
Zübde-i erbâb-ı sâdât muktedâ-yı âharîn
Zü’l-cenâhayn Hâce İsmâîl Efendi hazreti
Vâris-i ekmel idi her hâlde gâyetle metîn
Fevziyâ üçler huzûrunda oku üç Fâtiha
Burdadır rûh-ı Ziyâ Hilmî Necâtî-i berîn
(بورده در روح ضياء
حلمى نجاتىء برين) = 15 Cemâziye’l-evvel 1338/5 Şubat
1336/(1920)”
İstanbul vilâyeti müftüsü Hasan Fehmi Efendi’nin pederi,
ulemâdan, fuzalâdan bir zât-ı âlî-kadr idi.
TEKİRDAĞLI MUSTAFA
FEYZİ EFENDİ
Tekirdağlı merhûm Mustafa Feyzi Efendi dahi, ulemâdan bir
zâttır. Yeni Câmi'-i şerîfde hadîs okutur idi. İrtihâlinde cenâzesi
Süleymâniye’ye defn olunmak istenmiş iken, Ankara’dan müsâade olunmadığı
cihetle, âhâr yere defn olunacağı sırada, telgrafla müsâade olunmakla buraya
nakl ve defn edilmiştir.
Kitâbe-i seng-i mezârı:
Tekfûrdâğî merhûm Mustafa Feyzî
Gümüşhâneli’den almış idi feyzi
Post-nişîn-i sâbıkı vü dergehinde
468 + 410 + 173+ 294 =1345
Hem de mücîz idi ilm râhında.
“İrciî” hitâbı irişdi nâ-gâh
İcâbetine evvelce olmuşdu âgâh
Kabrini ziyâret iden ihvân
Rûhuna Fâtiha kılsun ihsân
23 Muharrem 1345/(5 Ağustos 1926)
Vezni ve mevzunu hâric-i ez-kâide-i nazm olan bu kitâbenin,
aynen istinsâh edilmiş olduğunu, kâriîn-i kirâm nazar-ı dikkatten dûr
tutmamalıdır.
ŞEYH ÖMER ZİYÂEDDÎN
EFENDİ
An-asıl Dağıstanlıdır. Çerkay muzâfâtından Mırtay
karyesinde tevellüd etmiştir. Lezgî aşiretinin Avar cinsindendir. Şeyh Şâmil’in
gazavât-ı ma’rûfesi esnâsında maıyyetinde hizmet etmiştir. Mevlidinde mukaddimât-ı
ulûmu tahsîlden sonra, İstanbul’a hicret eylemiştir. Dersaâdet’e geldikten
sonra, hem tahsîl-i ulûm-ı âliye ve êliyeye müsâreât ve hem de sâhib-i
füyûzât-ı âliye, şeyh-i meşhûr, Gümüşhâneli el-Hâc Ahmed Ziyâeddîn Efendi’den
iktisâb-ı füyûzât-ı ma’neviyyeye mübâşeret eylemiştir.
Tedrîsi mu’tâd olan ulûm-ı zâhireden, yine
müşârünileyhden tekmîl-i nüsah-ı ilmiyye ile ahz-ı icâzet eylediği gibi, şeyh-i
müşârünileyhin delâletiyle, seyr-i merâtib ederek, istihsâl-i hilâfet eylemiştir.
Kuvve-i hâfızalarında(ki) metânet şâyân-ı hayret olup, Kur’ân-ı azîmü’ş-şânı
Fâtiha-i şerîfe gibi kemâl-i sür’atle okuyacak derecede hâfız olduğundan başka,
tercüme ettiği Zübdetü’l-Buhârî’yi ve ba'zı kütüb-i ehâdîsi ezber
etmişti. Birçok sene hatm-i şerîfle terâvih kıldırdığı gibi, âhir ömrüne kadar Kur’ân-ı Kerîm’i altı sâatte evvelinden
âhirine kadar ezber okumağa muktedir bir hâfız idi. Bu cihetten nazîri pek nâdir idi.
Ahz-ı icâzet-i ilmiyyeden sonra, 15 Muharrem 1297/(1 Ocak
1880) târîhinde alay müftüsü olduğundan, Edirne’de onaltı sene kadar hıdmet-i
mezkûreyi kemâl-i istikâmet ü dirâyet ile ba’de’l-îfâ, Malkara kazâsı niyâbetini
kabûl ile, bu hizmette dahi onüç sene kadar kalmıştır. Sonra Tekirdağ niyâbetine
terfî’ edilerek, iki buçuk sene mikdârı da hıdmet-i mezkûreyi hüsn-i îfâ
etmiştir.
İ’lân-ı Meşrûtiyyet’i müteâkib, Dersaâdet’e avdet ve bir
müddet kaldıktan sonra, Medîne-i Münevvere’ye gidip, altı ay kadar da orada
kalmış ve o sırada cânib-i Hicâz’a gelen Hidiv Abbâs Hilmi Paşa maiyyetinde, on
seneden ziyâde Mısır’da, sarayda mazhar-ı i’zâz olmuştur.
1337/(1919) târîhinde Dersaâdet’e avdetle, Dâru’l-Hilâfe
Medresesi’nde hilâfıyyât ve ba’dehû ilm-i hadîs tedrîs eylediği gibi, Gümüşhâneli
merhûm(un) Dergâhı post-nişînliği inhilâl eylediğinden, hulefâ-yı mevcûdînin
erşed ve a’lemi olduğundan, seccâde nişîn-i irşâd olarak, şart-ı vâkıf
mûcebince irşâd ve tedrîs-i ilm ile iki sene meşgûl olmuştur.
Âzim-i dâri’l-karâr olarak Süleymâniye’de azîzinin yanına
defn olundu. Târîh-i irtihâli 17 Rebîu’l-evvel 1340/(18 Kâsım 1921)'ta bir Cuma
gecesidir. Sinni yetmiş idi.
Müşârünileyh, kerîm, sahî, ahlâk-ı hamîde ile muttasıf,
muhaddis, âlim ve fâzıl idi. Zübdetü’l-Buhârî diye iki cild neşr olunan
ehâdîs-i şerîfe, kıymetli bir hizmetin mahsûlüdür. (rahmetu'llâhi aleyh)
Muharrir-i fakîr bir gece meclis-i zikrinde bulunmuş
idim.
221. sahîfede tercümesinden biraz bahis vardır.
KÂTİP el-HAC
MUSTAFA FEVZÎ EFENDİ
Eğinli’dir. Nu’mân Efendi isminde birinin oğludur. Küçük
yaşta İstanbul’a gelip, huzûr hocalarından Kasab-zâde Vâiz Efendi’nin dersine devâma
başlayıp, ondan tahsîl görmüş ve ona dâmâd olmuştur.
Bahriye Dâiresi'ne intisâb ile berîk kâtibi, kalyon
kâtibi olup, bi'l-âhare kolağalığına terfi’ etmiş ve tekâüd olmuştur. “Kâtib” diye şöhreti vardır.
Tekâüd olduktan sonra İstanbul’da Lastikçi Murtazâ
Ticârethânesi’nde dört sene kadar vezne-dârlık edip, l Muharrem 1343/(2 Ağustos
1924) târîhinde irtihâl-i dâr-ı naîm eyleyip, Edirnekapı hâricinde Nakşî
Tekkesi civârında defîn-i hâk-ı gufrândır.
Harâmeyn-i muhteremeyni ziyârete muvaffak olmuş idi.
Tarîkaten bidâyet-i hâlde Gümüşhâneli merhûma intisâb ile, onbeş sene kadar
onun dâire-i terbiyetinde perveriş-yâb olup, bi'l-âhare halîfe-i güzîni Hasan
Hilmi Efendi merhûmdan ikmâl-i sülûka muvaffak olarak nâil-i hilâfet olmuştur.
Dindâr ve gâyet gayret-kâr olup, Hz. Şeyh-i Ekber
efendimizin meslek-i şerîfine sâlik ve vahdet-i vücûd zevkine mâlik idi. Cerîde-i Sûfîyye’de vahdet-i vücûd’a dâir neşr eylediği makâlât, pek
ârifâne ve âşıkânedir. İhvânının da bu zevke âşinâ birer merd-i rûşenâ olmasına
pek hâhiş-kâr olup, mutaassıblara meydân okurdu. Neşr-i âsâra da meyli olup,
sekiz kadarını bastırmış idi. Menâkıb-ı Ziyâiyye diye Gümüşhâneli merhûm
için yazdığı manzûm eserin birinci kısmı, tercüme-i hâl ve menâkıb-ı âli’l-âl
Hz. Ziyâeddîn’e âit idi. İkinci kısmı, râbıta ve âdâb-ı tarîkata ait bir eser-i
manzûmdur. Menâkıb-ı Haseniyye nâmıyla
şeyhi Hasan Hilmi Efendi merhûm hakkında yazdığı eser dahi şâyân-ı nazardır.
Adüvv-i ekber-i dîn-i Muhammedî olan Abdullâh Cevdet’e
karşı reddiyye makâmında yazdığı İzhâr-ı
Hakîkat şâyân-ı iltifât bir eserdir. Gayr-ı matbû' âsârı da varmış.
Dersten me’zûn, âlim, ârif ve âşık bir zât idi. Eş’âra
meyl ü muhabbeti vardı. Fakat garâmiyyât ve şathiyyâta dâir değildir. Hîn-i irtihâlinde
ellibeş yaşında imiş.
Manzûmâtından:
Sana senden seninle hamd idenler
Okurlar dersini ancak bilenler
Seni tevhîd iden anlar ancak
Odur mahz-ı ubûdiyyetde mutlak
Beni dûr itme onlardan ilâhî
Seni tevhîd ide kalbim ke-mâ-hî
Bu münâcât, Kitâbu
İsbâti’l-Mesâlik mukaddimesindendir. Sözlerine dikkat edilirse, tamâmen
vahdet-i vücûd neş’esine nâzırdır.
Nuûtundan:
Yâ Rasûla’llâh sana yüz tutdum îmân aşkına
Sen kabûl it bendeki ol Rabb-ı Mennân aşkına
Aşkını sînemde hıfz itdim ben îmânım gibi
Bahr-ı aşkım kükresin her demde cânân aşkına
Bir hakîkatla telakkî eylesin Fevzî seni
Sırrına mevdû’ olan envâr-ı irfân aşkına
* * *
Açılup dîde-i cânım bana cânân görünür
Tende cânım görünür sînede îmân görünür
Bu rehin zevkini gel âşık-ı bî-dillere sor
Neye baksan gözüne ol Şeh-i Adnân görünür
Bu reh’in hâkine kurbân olanın ey Fevzî
Bitevî âlem anın hâkine kurbân görünür
* * *
Eyâ sultân-ı iklîm-i sabâhat
Sana geldik kapunda bî-nevâyız
Ve yâ şâhen-şeh-i mülk-i sehâvet
Bizi redditme bâbından gedâyız
Risâlet bâğının ey serv-i nâzı
Tükendi Fevzi’nin
sûz ü güdâzı
Budur dergâh-ı izzetden niyâzı
Şefâat isteriz ehl-i recâyız
* * *
Harîm-i bezm-i lâhûta giren Fahr-ı risâletdir
Cemâl-i pâk-i Mevlâ’yı gören Fahr-ı risâletdir
Burâk u Refref ü Cibrîl tahayyürde kalup bir bir
Nice yüzbin hicâblardan geçen Fahr-ı risâletdir
Geçüp arş-ı muallâyı kemâl-i aşk u hayretle
Huzûr-ı Rabb-i izzetde duran Fahr-ı risâletdir
Geçüben “Kâbe Kavseyni ev Ednâ”[51] remzini duydu
Şarâb-ı lâ-yezâlîden içen Fahr-ı risâletdir
Bırakdı cism-i nâsûtu giyindi tâc-ı lâhûtu
Makâmât-ı taayyünden uçan Fahr-ı risâletdir
Güneh-kâr abdi
Fevzî’nin ümîdi bir şefâatdır
Ki derdli kullara dermân viren Fahr-ı risâletdir
Uzunca boylu, zayıfça, mutevassıt sakallı, kumral saçlı,
sert söyler, hadîdü’l-mizâc idi. Fâtih’de, Dıraman’da ihtiyâr-ı ikâmet ederdi.
Mir’âtü’ş-Şuhûd, Mîzânu’l-İrfân ve Şumûsu’s-Safâ dahi güzel eserlerindendir. (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
HÂFIZ AHMED
ZİYAEDDÎN EFENDİ
Bu zât-ı muhterem Süleymâniyye’de Gümüşhâneli merhûmun
kabr-i münevveri hizâsında medfûndur ki, kitâbe-i seng-i mezârı şöyledir:
إن الأنام متى انقضت آجالها
كفل القبور لها
بعمر ثانى
فتعجبون ممن يزول
وقبره
لا زال مأمورنا
بكل زمان[52]
Gavsu’l-vâsılîn Gümüşhâneli Şeyh Ahmed Ziyâeddîn Efendi
hazretlerinin hâdim-i hâssı ve Şeyh Hasan Hilmi Efendi hazretlerinin halîfesi
ve Medîne-i Münevvere mücâvirîn-i kadîmesi, ecille-i kirâmından Şeyh Hâfız
Ahmed Ziyâeddîn Efendi’nin halvet-gâh-ı ebedîsidir. el-Fâtiha. 5 Şevvâl 1340/(2
Haziran 1922) Cuma.”
Evvelce tabur İmâmlığında bulunmuş, sonra ihtiyâr-ı
tekâüd eylemiş ve kırk seneyi mütecâviz Medîne’de mücâveret etmiş bir zât
olduğu anlaşıldı. Bunun medfûn olduğu kabri, bidâyeten Ömer Ziyâeddîn Efendi ihzâr
edip, bi'l-âhare burası Hz. Ahmed Ziyâeddîn’e uzaktır diye daha yakın bir yerde
dîğer bir kabir ihzâr ederek, Ömer Ziyâeddîn Efendi vefâtında buraya defn
olunmuş ve evvelki kabirde Ahmed Ziyâeddîn Efendi vedîa-i hâk-i mağfiret
kılınmıştı. (Rahmetu’llâhi aleyhimâ)
/191/ ERBİLÎ ŞEYH MUHAMMED ES’AD EFENDİ
Zamânımız meşâyıh-ı Nakşiyye’sinin en ziyâde şöhret
alanlarındandır. Tahmînen 1264/(1848) senesinde Kerkük sancağı mülhakâtından
Erbil kasabasında âlem-i vücûda zînet-fezâ olmuşlardır. Pederleri Muhammed Saîd
hazretleri tarîk-ı Nakşıbendî-i Hâlidî erkânındandır. Büyük pederleri Mevlânâ
Hâlid’in hulefâsından es-Seyyid eş-Şeyh Hidâyetullâh Efendi’dir. Vâlide-i
muhteremeleri cihetinden de seyyid-nesebdir. Şeyh Abdurrahmân Efendi nâmında
birâder-i mükerremleri olup, Erbil’de mukîmdir.
Erbil’de Mevlânâ Hâlid hazretlerinin inşâ buyurdukları
bir hânkâh-ı münîf vardır ve bu âileye terk buyurulmuştur. Meşîhati büyükten
büyüğe intikâl eylemesi meşrûttur.
Es’ad Efendi, Erbil’de tahsîl-i kemâlât eyledikten sonra,
Nakşıbendî meşâyihinden Tâhâ el-Kürdî el-Harîrî hazretlerine intisâb eylemiştir
ki, bu şeyh-i mükerrem bir vâsıta ile Mevlânâ Ziyâeddîn Hâlid hazretlerine
muttasıldır.
اسعدا يافت شرف از
قدمش فرش حرير
ظن ميران كه حريراست سر زينت شيخ[53]
buyurmaları
şeyhlerine olan münâsebeti beyân içindir.
Es’âd Efendi, gâyet zekî, fatîn, sür’at-i intikâle mâlik,
tarîk-ı aşka sâlik bir zât olduğundan, isti’dâd-ı Hudâ-dâdları te’sîriyle, az
vakitte keşfiyyât-ı ilmiyye vü irfâniyyeleri gün-be-gün tezâyüd eyledi. İlm-i
tefsîr ve ilm-i hadîste yed-i tûlâ sâhibi oldular. Lisân-ı Arabî vü Fârisî’nin
gavâmız-ı edebiyyesine vukûf-ı tâmları olduğundan, tâlib-i irfân olanlar,
çeşme-i füyûzâtlarından müstefîd olurlar.
Bir müddet sonra ziyâret-i Haremeyn-i Muhteremeyn ârzûsuyla
ol cânib-i şeref-câlibe azîmet ettiler. Bu sırada Şeyh Tâhâ hazretlerinden
müstahlef olmuşlardı.
Hicâz’dan İstanbul’a geldiler. Burada bildiği kimse yok
idi. Kemâlât-ı ilmiyyelerini de izhâr etmek istemezlerdi. Evvel emirde bir
zâtın delâletiyle Salkımsöğüt’te Beşir Ağa Dergâh-ı şerîfine misâfir olup, bir
müddet burada kalmışlardır. Görüşenler meftûn-ı irfânı oldular. Tekrâr
görüşmeye hâhiş-kâr bulundular. Gelen giden çoğalmaya başladı. Fakat Beşir Ağa
Dergâhı şeyhi, Hz. Es’ad’ı kıskandı, istirkâba başladı, âsâr-ı istiskâl
gösterdi. Es’ad Efendi li-zarûratin burayı terk ile Bâyezîd’de Parmakkapı’da
Makasçılar içindeki câmi'-i şerîfin müezzin odasına nakl etmiştir. Buraya dahi
gelen giden mütezâyid idi. Ba'zı zevâtın gösterdiği ârzû üzerine, Fâtih Câmi'-i
şerîfinde /192/ Hâfız Dîvânı
okutmaya başladığından, hayli erbâb-ı aşk cem’ olmuştu. Bir aralık Mevlânâ
Câmî’nin Lüccetü’l-Esrâr’ını okutmuş ve her hafta Salı günleri meclis-i
irfânları ehl-i aşk ile dolmuştur.
Bâyezîd dersiâmlarından Yektâ Efendi dûçâr-ı istiğrâk olmuş
idi. Hz. Es’ad onu bu istiğrâktan kurtardığından, Yektâ Efendi herkese hâl-i
Es’ad’dan haber verip, ona arz-ı nisbete teşvîk ve terğîb mesleğini tutmuştur.
Es’ad Efendi’nin kemâl-i irfânı iyiden iyiye şâyi’ oldu. Merhûm Dervîş
Paşa-zâde dâmâd-ı pâdişâhî Hâlid Paşa, Hz. Şeyh’in nûr-ı irfânından müstefîd
olmak emeliyle saraya da’vet etmiş. Birbuçuk sene saraya müdâvemetle ulûm-ı
Arabiyye vü dîniyye tedrîs eylemiştir.
Şöhretini Sultân Abdulhamîd Hân-ı sânî haber aldıkta,
kadrini i’lâen Meclis-i Meşâyıh a’zâlığına ta’yînini irâde etmiştir. Hz. Şeyh,
meclis günleri meclise, ders günleri Fâtih’e ve ara sıra Saray’a giderlerdi. Bu
sırada Sultân Bâyezîd Câmi'-i şerîfi imâretinin kapısı üstündeki odalardan meydâna
nâzır olan odaya nakl-i mekân eyledi. Bir müddet sonra Macuncu civârındaki
Kelâmî Dergâhı meşîhati inhilâl edince, kendilerine tevcîh olunarak, burada
Cuma günleri ikindiden bir sâat evvel meclis-i zikr teşkîline ve tullâb-ı
ma’rifeti irşâda başladılar.
Kelâmî Dergâhı, Kâdirî tekkesidir. Hz. Şeyh, tarîk-ı
Kâdirî’den de müstahlef olduklarından, evvel emirde kuûden Kâdirî evrâdı okumak
sûretiyle Kâdirî âyînini icrâya, ba’dehû hatm-i hâcegânı îfâya şitâb ederler.
Burada şöhretleri büsbütün şâyi’ oldu. Fâtih ulemâsından
olup, râbıtayı putperestlik, tarîkata intisâbı dalâlet addeden nice
mutaassıbîn-i zamân, Hz. Şeyh’in kemâlâtına meftûn olarak arz-ı intisâb ile
vâdî-i dahl ü ta’rîzdan rû-gerdân oldular. Cenâb-ı Es’ad’da gördükleri kemâl-i
irfânın karşısında hepsi boyun eğdiler. “Esnâ-yı zikrde, sağa sola sallanmak,
alâmet-i rakstır, harâmdır.” diye bağıranlar, meclis-i zikrlerinde, zıp zıp
sıçramaya başladılar. Vaktiyle ta’riz-kâr oldukları râh-ı hakîkata bağlandılar.
Lisânlarına mühr-i sükûtu vurdular. “Her ne var ise hâlet-i mestânede vardır.”
denilmesinin bir hakîkat olduğuna îmân ettiler.
Cenâb-ı Es’ad’ın hâli /193/ herkesi kendine esîr etmiştir. Tarîk-ı Nakşıbendî’de sohbet esâs
olduğundan, bir zamânlar Cuma günleri zikirden evvel ve sonra hikmet-i edeb ve
neş’e-i tarîkattan ve esrâr-ı aşk u muhabbetten uzun uzadıya bahs ederlerdi.
Meclis-i sohbetinde bulunan erbâb-ı taassub, hâl-i temerrüdden ferâgat eder, “Bu
iş bizim anladığımız gibi değilmiş.” diye yumuşar, derhâl teslîm olurdu ve
el’ân böyledir.
Es’ad Efendi bir aralık Halıcılar’da kâin Hacı Feyzullâh
Efendi hazretlerinin dergâh-ı münîflerine de devâm buyurmuşlardı.
Bir aralık Kenzü’l-İrfân
nâmında binbir hadîs-i şerîften mürekkeb eseri cem’ ve telfîk ile tab’
ettirmişlerdir. Selîka-i kalemiyyesi ve tarz-ı ma’nâdaki tevcîhi kendisini
sahîfe-i edebiyyâtta ser-nâme-i mübâhât eyleyecek derecededir. Mukaddimesini
kısmen ve aynen nakl ediyorum:
“Şu bedâyı’-hâne-i âlemde cevher-i insâniyyeti şa’şaa-dâr eden ne kadar
ahlâk-ı hamîde ve evsâf-ı cemîle var ise cümlesi ummân-ı irfân olan peygamber-i
zî-şân efendimiz hazretlerinden alınmış ve tercümelerle bütün cihâna dağılmış
iken, maârif-i İslâmiyye’den bî-behre kalan nev-resîdegân-ı zamândan ba'zıları(nın),
gûyâ menba’-ı maârif ecânibde imiş, zu’m-ı fâsidine düştüklerini vakit vakit
işitir, müteessir olur idim.
Bir gün şu zehâb-ı bâtılı, iki genç lisânından bi'z-zât dahi işitmekle, ol
bâbdaki teessürâtım arttı. Binâenaleyh nihâyeti vahîm olan bu gibi efkâr-ı
sakîmeden ihvân-ı dînimizi kurtarmak üzere Nebiyy-i müşârünileyh efendimiz
hazretlerinin ehâdîs-i şerîfelerinden saâdet-i dîniyye vü dünyeviyyeyi müştemil
ve mütekemmil binbir kadarını cem’ ve tercümeye başladım. Ümîd ederim ki Kenzü’l-İrfân
ser-lavhasıyla tab’ u neşr edilen şu eser-i âcizânemi mütâlâa edenler, artık
ahlâkı hamîdenin menbaı ve ulûm ve maârifin mecmaı(nın) dîn-i mübîn-i İslâm
olduğunu tasdîk ve her türlü hâllerini irâdât-ı ilhâm-ı gâyât-ı Cenâb-ı
risâlet-penâhîye tatbîk ile ilmen ve amelen saâdet-i dâreyne mazhar olurlar. Ve
mina’llâhi’t-tevfîk.”
Müteahhirîn-i urefâ-yı İslâmiyyeden olup, tercüme-i
hâllerini bâlâda yazdığım Giridî Muhtâr Efendi merhûmla muhabbet-i fevka'l-âdeleri
vardı. Bu esere yazdıkları takrîzden bir kısmı :
/194/ Söyle kimdir hâzin-i dâniş-ver-i
ulviyyetin
Kim seni keşf itdi ey kenz-i hakâyık-ihtivâ
Himmet-i ulyâsı şöhret-gîr olan ârif midir
Eyleyen senden nikâb-endâz-ı eşkâl u hafâ
Mürşid-i rûşen-güher allâme-i ulvî-nazar
Şeyh Bistâmî-siyer minhâc-ı Hakk’a pîşvâ
Hazret-i Es’ad Efendi kim uluvv-ı şânını
Dâniş ü irfânını tasdîk ider ehl-i nühâ
Tenk-destân-ı maânî-i hadîs-i envere
Kenz-i İrfân açdı ol gencûr-ı irşâd u tukâ
Ulemâ-yı kirâmdan Ca’fer Efendi tarafından yazılan Arapça
takrîzden:
فلما كحلت طرف الطرف باثمد هذه الرسالة المباركة المسماة بكنز
العرفان فى احاديث نبي الرحمة التي الفها الشيخ العالم الفاضل و الانسان الكامل
سيدي الشيخ الحاج اسعد افندي الاربيلي سيخ تكية كلامي اطال الله بقاه ومتعنا الله
ببركات كنز العرفان فوجدتها رسالة جامعة لحقائق الكمالات العلمية العملية.[54]
Şuarâdan Hamdî Bey nâmında biri Hz. Şeyh’i bir eserinden
dolayı Sultân Abdulhamîd-i sâniye gamz etmiş, verdiği jurnalde, “Bu eser
gençlere hitâben yazılmış. Onların efkârını tenvîre meyl-i kelâm olunmuş ve
( سافروا تصحوا)[55] hadîs-i şerîfi münâsebetiyle,
“Ecnebiye kaçınız.” diye teşvîkâtta bulunmuş.” diye tahrîf-i
hakîkatla münâfıklık etmiş idi.
Erbâb-ı kemâlin ekseriyyetle başına gelen hâl, Cenâb-ı
Es’ad’ın da başına geldi. Abdulhamîd’in irâdesiyle Erbil’e nefyen i’zâm edildi.
Bir cihetten de dergâha gelenler meyânında vüzerâdan, müşîrândan, ricâl-i
ilmiyyeden pek çok zevât, o zamânın îcâbınca nazar-ı dikkati celb ediyordu. Bu
cem’iyyeti dağıtmak lâzım geliyordu.
1 Haziran 1316/(13 Haziran 1900)’da Hz. Es’ad, Erbil’e
gitti. Cümle mürîdân ve muhibbân nâr-ı hasretiyle yandı kavruldu.
Erbil’de bir sâliha hâtûn, teberrüken bir dergâh-ı şerîf
inşâ ederek, kendilerine teslîm olunmasıyla, burada ihtiyâr-ı inzivâ ile
meşgûl-ı irşâd oldular. İstanbul’daki mürîdân ve muhibbânından yazılan tahâssür-nâmelere
ayrı ayrı cevâb-nâme yazarlardı. Yazdıkları mektûblar herkesin isti’dâdına göre
hakâyıkı câmi’ birer nüsha-i nefîse olup, mikdârı çoğalıp, bi'l-âhare
toplanarak kitâb sûretinde tab’ olunmuştur.
Kendilerine muhabbet-i mahsûsa-i âcizânem olup,
mükerreren şeref-yâb olmuş idim. Vâdî-i ihlâsta takdîm eylediğim arîzama
yazdıkları cevâb-nâme aynen telsîk olunmuştur:
/195/ “İzzetlü
Hüseyin Vassâf Bey Efendi birâderimize!
Bu zerre-i hakîrin bâdî-i tesrîri ve dîde-i ârzûmun
medâr-ı mefharet ü tenvîri bulunan bir kıt’a iltifât-nâme-i maârif-i allâmeden
vâsıl-ı eyâdî-i şükrân olarak duâ-yı bî-riyâdan îsâl-i bârgâh-ı Cenâb-ı Kibriyâ
kılındı. Hazîneyi, harâbede taharrî ve dâne-i saâdeti lâne-i tarîkatta telâkki
eden urefâ-yı zurefâdan olduğunuz bedîhî bulunduğundan, Hak teâlâ hazretlerine
arz-ı şükrân edildi.
Ma’lûm-ı âlîleri olduğu gibi, tarîkat-ı aliyyenin esâsı, ya'nî
medârı iktibâsı, in’ikâs üzerine mübtenî bulunduğundan, hilkat-ı beşeri teşkîl
eden letâif-i aşereyi, zikru’llâh ile mübeşşer ve medîne-i cismâniyyeti
muhabbetu’llâh ile münevver eylemek ancak bir bende-i murâdu’llâhın sohbeti ve
bir abd-i fenâ fi’llâhın feyz ü bereketi sâyesinde müyesser olabileceği
tabîîdir. Bu gibi zevât ise hasbe’l-vakt kibrît-i ahmer gibi ender
bulunduğundan, (
من اعتقد بحجر لنفعه)[56]
hadîs-i şerîfine ittibâen hâdim-i şerîât ve sâlik-i râh-ı tarîkat
olan bir mestûru’l-adâle, ihlâs ve muhabbet ve musâhabe-i cismâniyye mümkin
olamadığı takdîrde, (وَكُونُواْ مَعَ الصَّادِقِينَ )[57] âyet-i celîlesine imtisâlen,
gıyâben rabt-ı rûhâniyyet eylemek zarûrî bulunmuştur.
Kalbi zâkir idemez râbıtasız ferd-i beşer
Dökülür kevser-i ezkâr gönülden gönüle
fehvâsınca
bu gibi bir râbıta ve muhabbete mâlik olan zât dünyâda ibâd-ı sâlihîn adâdına
dâhil ve ukbâda evliyâ-yı kirâmın şeref-i maiyyetine nâil buyurulacağı
şübhesizdir.
[58]( قال النبي المكرم صلى الله عليه وسلم يحشر المرؤ مع من احبه)
Fakîriniz zât-ı âlînizi sevdim. Hem de cân u gönülden
sevdim. İnşâallâh duâda kusûr etmem. Ârzû buyurulur ise, sevdiğim fazîletlü
Hoca Yektâ Efendi hazretleriyle de görüşebilirsiniz.
Kâsımpaşalı Cemâl Efendi birâderimize bi’l-hâssa selâm
olunur. Cenâb-ı Hakk’a emânet.
Bâkî, es-Selâmu aleyküm
15 Temmuz 1321/(30 Temmuz 1905)
ed-Dâî Es’ad”
1324/(1908) senesindeki inkılâb-ı hükûmet üzerine müştâkkân-ı
irfânı tarafından edilen da’vete binâen, 12 Zilka'de 1326/23 Teşrînsânî 1324/(4
Şubat 1908) târîhinde Dersaâdet’i tekrâr teşrîf buyurdular.
Hz. Şeyh’in Bağdâd’a dahi seferleri vardı. Orada
me’mûrîn-i zâbıtadan âşık-ı sâdık Hacı Mes’ud Bey’i istihlâf buyurmuşlardır.
/196/ Kelâmî Dergâhı fevkâni' olarak tecdîd edilmiş iken, bi'l-âhare cemâatin
ziyâdeliği hasebiyle mevcûdu istîâb edemediğinden, zemîn kat üzerine tevsîan
inşâ olunmuş ve son zamânlarda tevsî’ edilmiştir. Her Cuma günleri burası
mecma’-ı uşşâk olmaktadır. Bir müddet sonra Üsküdar’da Selîmiye Dergâh-ı şerîfi
meşîhatı münhal olunca, uhde-i ârifânelerine alarak mahdûmları Ali Efendi’yi
burada seccâde-i meşîhata ik’âd ile, ara sıra kendileri de teşrîf
buyurmaktadırlar.
Kendileri, 1332/(1914) senesinde Meclis-i Meşâyıh
Riyâseti’ne ta’yîn buyurulmuşlardı. Riyâsete geçtikleri zamân, tekkelerin
ıslâhı ve meşîhatlara ehil ve erbâbının ta’yîni ve evlâd-ı meşâyıhın hüsn-i
terbiyelerini te’mîn esbâbına tevessül buyurmuşlardı. Bi'l-âhare riyâsetten inzivâ
eylediler.
Pek çok halîfe yetiştirdiler. Anadolu ve Rumeli’de, pek
çok yerlere i’zâm eyledikleri gibi, İstanbul ve havâlisinde de halîfelerini mahalle
cevâmi-i şerîfelerinde hatm-i hâcegâna me’mûr etmek ve ahâlî-i beldeyi tarîkata
ısındırmak, sâlikîn sırasına sokmak için büyük gayret sarf etmekte
olduklarından, hâl-i hâzırda kendilerine ve hulefâsına müntesib olan zevâtın
miktarı azîm bir mikdâra bâliğ olmuştur. Hele ricâl-i ilmiyyenin kendilerine
karşı gösterdikleri âsâr-ı ta’zîmi gördükçe kalbim münbasıt olmaktadır.
Uzuna karîb boylu, beyâz sakallı, süzme gözlü,
esmeru’l-levn, şişmana karîb vücûdlu, güler yüzlü, tatlı sözlü, vakâr sâhibi
bir zât-ı âlî-kadrdir. Son zamânlarda neccâr, takkesi üzerine beyâz sarık sararlar.
Şahıslarında câzibe ve heybet vardır. Meclis-i zikrlerinde dûçâr-ı vecd olanlar
çoktur. Sinleri hâlen seksene karîbdir. Hâfızaları pek kuvvetli olup, bir kaç
sene evvel mülâkî oldukları bir zâtı derhâl tanırlar ve hattâ ne konuştuklarını
bile tekrâr ederler. Büyük bir zekâ-yı fitrîye sâhibtirler.
Matbû' ve mürettep Dîvân’ından:
اى شاه سوار دشت لولاك
وى صدر نشين تخت
افلاك
اندازهء قدر وحشمت
تو
بيرون ز خيال فهم
وادراك
تشريف تو با چنين جلالت
افزود شرف ز عنصر
خاك
در عشق تو ماند كل
چو بلبل
در باغ درون و
سينهء جاك
/197/ دور از تو كدام شادمانى
پرسد زمن خزين و غمناك
هر چند كه ابر و ندارم
دارم املى ز چشم نمناك
با دولت عشق نو
توان شد
در هر دو سرا غنى
و بي باك
در روز جزا ز حال
اسعد
حاشا كه نبرس ثم
حاشاك[59]
*
* *
Benim evc-i semâ-yı uzletin hurşîd-i rahşânı
Benim iklîm-i renc ü mihnetin sultân-ı zî-şânı
Hümâ-yı himmetim cevlân-geh-i eflâke baş eğmez
Tecerrüd âleminde lâ-mekândır şimdi seyrânı
Ser-â-pâ genc-i aşkım sîm ü zer kaydından âzâdım
Cihânı doldurur göz yaşımın yakût u mercânı
İder baht-ı siyâhımdan şeb-i deycûr-ı deryûze
Boyar mâh-ı zer-efşânı ger olsa gökde cevlânı
Derûn-ı dilde ey cân dâğ-ı firkat lâle-zâr açmış
Unut Es’ad gibi
sen de riyâz-ı bezm-i ihvânı
Tahmîslerinden :
Mecrûh olalı gamze-i hunhâr-ı nigâra
Cânsız cesedim benzedi bir seng-i mezâra
Doktora didim var ise rahmin dil-i zâra
Çek neşterini açma sakın yâreme yâre
Aşk hastasıyım nâfile yok derdime çâre
* * *
Var meclis-i rindâna mey iç aşk-ı Hudâ’dan
Vir kuvveti pâzûya dem ur milk-i bakâdan
Put-hâneye benzetme için hubb-ı sıvâdan
Bir katre içen çeşme-i pür-hûn-ı fenâdan
Başın alamaz bir dahi bârân-ı belâdan
* * *
Dünyâya misâfir gelenin râhatı yoktur
Endîşe-i râh u hatar u haşyeti çokdur
Her çend ki Es’ad bu
gibi korkusu çokdur
Bu bâğ-ı cihân içre hevâ yolları çokdur
Şemsî yürü sen Hakk’a giden râhı
unutma
* * *
Bir perîşân hâle düşdüm kıl inâyet sâkiyâ
Hâk-i râhından diler çeşm-i ümîdim tûtiyâ
Oldu Es’ad gibi gönlüm kayd-bend-i evliyâ
Kalmadı hâtır nevâ-yı nâleden ol Hilmiyâ
Hem-dem olmuşdur bu mihnet-gâhda efgâne ney
Âsârı:
1. Dîvân-ı latîfleri ,
2. Hz. Şeyh-i Ekber efendimizin Risâle-i Tevhîdiyye tercümesi,
3. Mektûbât
4. Müteaddid manzûm ve mensûr resâil.
/198/ Dîvân’larına yazdıkları mukaddimedir :
“Makâm-ı velâyetleri derece-i sübûta varmış ve fazl u kemâllerinin şâhidi
hadd-i tevâtürü geçmiş bulunan eâzımın ba'zıları, tab’an latîf, meşreben zarîf
oldukları ve bir hayli manzûmelerinde mey ve mahbûbdan bahs etmekte bulundukları,
cümlenin ma’lûmudur. Bu ise âyât-ı kerîmedeki mecâzlardan, istiârelerden zevk
alamayan ve bâ-husûs i’tirâz etmeyi i’tiyâd etmiş bulunan hod-pesendânın
i’tirâzını câlib olduğundan, müşârünileyhim hazerâtının bu misillü elfâzdan
maksadlarının ne olduğunu beyân etmek, fâideden hâlî olmasa gerektir. Ma’lûm
ola ki, nefs ü şeytâna mahkûm; hevâ vü hevese mağlûb olanlar, tarîk-i sûfîyyeye
sâlik bulunanların bilcümle lezâiz-i insâniyyeden mahrûm kaldıklarını i’tikâd
edinmişler ve bu hayâl-i fâsid ile hâllerini füyûzât-ı ma’neviyyeden nevmîd ve
istikbâl-i uhreviyyelerini bu sûretle tehdîd eylemişlerdir.
Binâenaleyh bu hakîkati anlayan ve bu misillü zehâb-ı bâtılın ta’dîlini ârzû
eyleyen evliyâ-yı kirâmın şuarâ-yı benâmından bir çoğu, tarîk-ı sûfîyyede
mevcûd olan îş u işretten; şevk u şetâretten; mey ü meyhâneden, pîr-i mugândan;
sâkî vü sâğardan, bezm-i tarabdan, mutrib-i mugannîden, mahbûb-ı hakîkîden dem
urmuşlardır ve ehl-i mecâzın anlayabileceği ta’birât ile manzûmeler inşâd
buyurmuşlardır. Şu kadar var ki, bunların mahbûbu, mahkûm-ı zevâl olmayan
Zü’l-Celâl hazretleriyle enbiyâ ve evliyâ-yı kirâmın cemâl-i bâ-kemâlleridir.
Mey dedikleri şey, gam u kasvet-i dünyeviyyeden eser bırakmayan
muhabbetu’llâhdır. Meyhâne ise, sâlikân için te’sîs edilmiş ibâdet-hânelerden ibârettir.
Pîr-i mugândan maksad, mürşid-i kâmildir. Sâkî ise, o muhabbeti kulûb-ı
müsterşidîne ifrâğ için vâsıta olan hulefâdır. Bezmleri, sâlikânın müctemian
ezkâr-ı şerîfe ve terennümât-ı latîfe ile bâde-i nûş-ı muhabbet ve sermest-i îş
u işret oldukları demlerdir.”
Evlâdı :
Esmâ Hânım isminde bir kerîmeleri, esnâ-yı râhta vefât
etmiştir. Saâdet Hânım isminde dîğer bir kerîmesi vardır. Şeyh Ali ve Şeyh
Muhammed Efendiler mahdûmlarıdır. Bir hafîdlerinin ismi Tâhâ’dır.
Ecell-i Hulefâsı :
Hacı Mes’ûd Bey, Tal’at Bey, Hâfız Mustafa Efendi, Seyyid
Kemâl ve Hüseyin, Müftü Şeyh Muhammed ve Müderris Ali Rızâ, Şeyh Sırrı, Hacı
Nûri ve Yektâ, Samatya İmâmı Ali ve Âsım Efendilerdir. Müşârünileyhimden Yektâ,
Ali ve Âsım Efendiler ahîren irtihâl-i dâr-ı na’îm eylemişlerdir. (Kaddesa'llâhu
esrârahum)
/199/ Gül-zâr-ı Hâlidî’de bir
bülbül-i hoş elhân
Misbâh-ı Kenzü’l-İrfân
subh u mesâ pür-efgân
Cenâb-ı Şeyh Es’ad bir mürşid-i dil-evced*
Delîl-i râh-ı emced bütün âşıklara cân*
Kemâl-i aşka mazhar cihân-ı dilde server*
Tarîk-ı Hak’da rehber bir şeyh-i kâmil insân*
Ol menba’-ı kemâlât ol sâhib-i kerâmât
Ol rehber-i saâdât hikmet-nümâ-yı irfân
Cânâ o şeyhi er bil mevtın-şerîfi Erbil
Vassâf’ı sevdi ez-dil eyler cihâna i’lân
* * *
Ma’rifet-bülbül-i hoş elhânı
Hazret-i Es’ad-ı Erbîlî’dir
Cân-ı uşşâk-ı kerâmet-kânı
Hazret-i Es’ad-ı Erbîlî’dir
Nûr-ı irfân ile şöhret-efzâ
Hazret-i Es’ad-ı Erbîlî’dir
Doğrusu ârif-i esrâr-ı Hudâ
Hazret-i Es’ad-ı Erbilî’dir
Kalb-i Vassâf'a
safâ-bahş-ı kerem
Hazret-i Es’ad-ı Erbîlî’dir
Urfalı Şeyh Safvet Efendi tarafından 1329 sene-i hicriyyesinde
(1911) neşr olunan Tasavvuf Cerîdesi’nde tafsîlen mezkûr
olduğu üzere, o zamân teşekkül eden Cem’iyyet-i Sûfîyye’ye reîs-i sânî olmakla,
tasavvufda bu münâsebetle güzel makâleler neşr etmişlerdir. Mütâlâası tavsiye
olunur.
Bir makâlesinin altına Tasavvuf Cerîdesi nâmına şu satırlar yazılmıştır:
“Sâhib-i makâle Şeyh Muhammed Es’ad Efendi hazretlerinin asr-ı hâzırın
ecille-i ricâl-i ilmiyye ve ekâbir-i meşâyıh-ı sûfîyyesinden oldukları, ihvân-ı
tarîkat ve tâlibân-ı hakk u hakîkatin ma’lûmudur.
İ’lân-ı Meşrûtiyet’ten mukaddem, merkez-i hilâfette sâlikân-ı tarîk-ı
ilâhîyi dil-sîr-i fuyûzât etmekte iken, istibdâd-ı leîmin a’lâm u meâlim-i
dîniyyeye son bir darbe-i elîmesi olarak hıtta-i Irâkiyye’ye doğru bir hicret-i
ıztırârîye mübtelâ olmuşlar idi. Meşrûtiyyet-i mübeccelemizin işrâkât-ı
bâhiresiyle berâber, İstanbul’un erbâb-ı iştiyâk ve ashâb-ı eşvâkı arasında,
âfitâb-ı cemâl-i irşâdı tekrâr tecellâ-bahşâyı envâr olmuştur. Böyle bir
üstâd-ı kâmil ve mürşid-i mükemmilin iltifât ve teveccühât-ı kudsiyyesine
mazhariyyetimizden dolayı tahdîsen bi’n-ni’me arz-ı bahtiyârî eyleriz.”
Bu ibâreden da anlaşılıyor ki, müşârünileyh ehl-i ilm ü
irfân arasında mevki sâhibidir. Tekkelerin şeddinden sonra, sokağa çıkmamaya karâr
vermiş, büsbütün inzivâ-güzîn olmuştur.
/201/ ŞEYH MUHAMMED
YÂSÎN NÂFİ’ EFENDİ
Nakşıbendî ve Kâdirî meşâyıhındandır. Haleb’de İdleb nâm
şehirde doğmuştur. Pederi es-Seyyid eş-Şeyh Ömer Efendi, onun pederi es-Seyyid
eş-Şeyh Ahmed Efendi, onun pederi es-Seyyid eş-Şeyh Ahmed Efendi, onun pederi
es-Seyyid eş-Şeyh Berekât Efendi el-Mertînî’dir. Mertîn, İdleb kazâsına tâbi’
bir karyedir.
Bi-hakkın tahsîl-i kemâlât eylemiş âlim, fâzıl, âbid,
muttakî, zâhid ve ehl-i hâl bir zât-ı âlî-kadrdir. Hz. Şeyh-i Ekber efendimize
silsileten merbûttur. Silsile-nâme-i tarîkatı 123. sahîfede aynen derc
olunmuştur.
Niyâbet mesleğine sülûk etmiş ve memleketimizde pek çok
yerlerde niyâbet etmiştir. Bir kazâ niyâbetinden avdet edince, İstanbul’u ihtiyâr
eylediğinden, Tâhir Ağa Dergâhı’nda Şeyh el-Hâc Ali Behcet Efendi’ye misâfir
olurlardı. Yirmi sene kadar İstanbul’a gelip gitmeleri devâm etmiştir. Beş altı
sefer yapmışlar, memleketlerine gidip gelmişlerdir. Kendileri huffâz-ı kirâmdan
bulunduklarından, dergâhda ale’l-ekser İmâmet ederdi. Hüsn-i hâliyle ve feyz ü
kemâliyle herkese kendilerini sevdirmiş; herkesin hürmet ve ta’zîmini elde eylemiş
idi. Hattâ mefharü’l-ulemâi’l-müteahhirîn Fetvâemîni Hacı Nûri Efendi merhûm,
Şeyh-i müşârünileyh hakkında pek ziyâde hürmet-kâr olmuşlar idi. Dâimâ aratır,
sorarlardı.
Ziyâret-i Haremeyn-i muhteremeyne dahi mazhar olup,
İstanbul’da bulundukları zamân Mevlevî Es’ad Dede hazretleriyle de hem-sohbet
olurlardı. Son zamânlarında Es’ad Dede kendilerini medreseye almış idi. Tahmînen
1320/(1902) târîhinde memleketinde irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir.
Gâyet müsin idi. Uzuna karîb boylu, ak sakallı, vechen beyâz,
gözleri maviye meyyâl olup, mütenâsibü’l-endâm idi. Dâimâ Arapça tekellüm
ederlerdi. Sükne (سوكنه) kazâsı niyâbetinde bulundukları
zamân, Seyyid Muhammed-i Senûsî hazretleriyle hem-sohbet oldukları ve meyânelerinde
sohbet-i kâmile cârî olduğu, Hz. Senûsî’nin müşârünileyhe göndermiş oldukları
mektûbdan nümâyân olur ki, bu mektûbun bir sûretini Şeyh Behcet Efendi
hazretlerinden aldım, ber-vech-i âtîdir:
بسم الله الرحمن الرحيم.
إنه من عبد ربه سبحانه محمد المهدى ابن السيد محمد بن على
بن السنوسى الخطابى الإدريسى إلى ذى المكارم المعطارة والمحاسن المدرارة والشمائل
العطرة والمناكب النضرة سليل المعالى حسنة الأيام والليالى محبنا الأتر الشيخ محمد
يس نائب قضاء سوكنه. أعلا الله مقامه وبلغه من خير الدارين مرامه. آمين.
وبعد : اهداء سلام أسنى وتحية عاطرة
/202/ حسنى. فإنه قد وصل
إلينا المشرف الأكرم والخطاب الأفحم فحمدنا الله عز وجل على وصوله وتحققنا صفاء
المودة من جمله وفصوله أدام الله على الجميع سوابغ نعمه وهوامع فضله وكرمه وإن
سألتم عنا فصنونا السيد محمد الشريغ وكافة الإخوان على أكمل الأحوال داعون لكم
ببلوغ الآمال والتوفيق فى الأقوال والأفعال وعلى الله القبول.
وقد ورد علينا ولدنا الشيخ حامد بركاه على أكمل حال وأثنى
عليكم بالثناء الجزيل وذكركم بالذكر الجميل فالحمد لله على ذلك والشكر لله على ما
هنالك ومؤلفكم الحليل قد حصل الإطلاع على بعضه ولم يتيسر لنا ختمه لقصر مدة إقامته
حامله بهذا الطرف وهاهو واصلكم صحبته وعمدناه على استنساخه وارساله إلينا أثر
التمام لأجل اتمام المرور عليه. جعله الله من خير الأعمال وأنا لكم فى الدارين
أفضل منال بحرمته النبى صلى الله عليه وسلم والصحب والآل ولازلنا داعين لكم بصالح
الأدعية وبلوغ الأمنية.
وعلى الله القبول إنه خير مأمول وأكرم مسؤل وبلغوا منا أتم
السلام إلى جميع الإخوان ومن عندنا مسلم عليكم صنونا وكافة الإخوان والسلام.
يصل إن
شاء الله إلى سوكنة ويحظى بلثم أنامل محبنا الأمير الشيخ محمد يس أدام الله عزه.
آمين. 8642
22 شعبان 1304
الواثق بعناية
المعيد المبدى
السيد محمد ابن
السنوسى المهدى [60]
Bu mektûbdan anlaşıldığına göre Şeyh Muhammed Yâsîn
Nâfi’in müellefâtı da vardır. İstanbul’da iki halîfelerinin biri Muhammed Es’ad
Dede Efendi, dîğeri Şeyh Ali Behcet Efendi hazerâtıdır.
ŞEYH YEKTÂ EFENDİ
Fuzalâdandır. Ayasofya dersiâmlarından a’mâ Hâfız
Efendi’den mücâzdır. Kendisi de i’tâ-yı icâzeye muvaffak olmuştur. Lisân-ı
Fârisîye hakkıyla vâkıf idi. Şeyh Es’ad Efendi hazretlerinden müstahleftir.
Pek âşık ve ârif bir zât idi. 15 Şubat 1325/(1909)
târîhinde irtihâl-i dâr-ı naîm eyledi. Eyüp’te Kırkmerdiven nâm mahalde âilesi
kabristanına defn olundu. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Âsârı :
- Mirkâtu Ta’lîkât,
- Halebî Haşiyesi,
- Tasavvurât-ı Seyyidîn’e Ta’lîkât,
- Taşköprü Haşiyesi,
- Şurût-ı Salât Haşiyesi,
- Aruz Haşiyesi,
- Alâka Haşiyesi. Bunlar matbû'dur.
- Sûre-i Rahmân Tefsîri,
- Sûretü’l-Beled Tefsîri,
- Meclisü’l-Hümeze Şerhi. Bunlar gayr-ı matbû'dur.
/203/ ŞİRVÂNÎ ŞEYH İSMÂÎL EFENDİ
es-Seyyid eş-Şeyh İsmâîl Sirâceddîn en-Nakşıbendî
el-Hâlidî eş-Şirvânî hazretleri 1197 sene-i hicriyyesinde (1783) Şirvân
vilâyeti dâhilinde Şemâhî kazâsına tâbi’ Kürdemîr karyesinde doğdu. Âbâ vü ecdâdının
eserine ittibâen Şemâhî ulemâsından Muhammed Nûri Efendi’den ahz-i ilme mübâşeret
eyledi. 1205/(1791)’te Erzincân’a azîmet ve meşâhîr-i fuzalâdan Evliyâ-zâde
Abdurrahmân Efendi’nin bezm-i irfânına müdâvemetle tekmîl-i nüsâh ve ahz-i icâzet
etti. Muahharan Tokat’a gitti ve bir kaç sene mukîm oldu. Bağdâd’a giderek
eş-Şeyh Yahyâ el-Mervezî el-İmâdî hazretlerinden ilm-i hadîs ve Molla Muhammed
b. Âdem hazretlerinden ulûm-ı hikemiyye tahsîl buyurdu.
1220/(1805)’de Burdur’a azîmetle ulemâ-yı mahalliyyeden ba'zılarına
kütüb-i fıkhiyye okuttuktan sonra Şirvân’a avdet ve maskat-ı re’sinde yedi sene
neşr-i ma’rifet eyledi. Bu esnâda farîza-i haccı edâ ve Ravza-i mutahhara-i
hayru’l-enâmı ziyâret ile iktisâb-ı feyz-i bî-intihâ ederek avdetinde Beytü’l-Makdis’i
de ziyâretle 1228/(1813)’de İstanbul’a muvâsalat etti. Bir kaç ay ikâmetle
Mevlânâ Abdullâh ed-Dehlevî (kuddise sırruhû) hazretlerinin enfâs-ı
kudsiyyesinden istifâza etmek üzere Hindistan’a azîmeti tasmîm edip Basra’ya vusûlünde
Mevlânâ-yı müşârünileyh cânibinden bir işâret-i ma’neviyye zuhûruyla Mevlânâ
Ziyâeddîn Hâlid (Kuddise sırruhû) hazretlerinin nezd-i âlîlerine
gidilmesi ve orada sülûk ve istifâzada bulunulması emr buyurulmakla derhal
Bağdâd’a teveccüh eyledi.
Cenâb-ı Hâlid’den hilâfet-i mutlaka ve ulûm-ı zâhire vü
bâtına ile irşâd-ı nâsa me’zûniyyet-i kâmile ahz ettikten sonra 1233/(1818)’te
emr-i müşârünileyh ile Şirvân’a azîmet ve dokuz sene havâss u avâmı zâhiren ve
bâtınen irşâda himmet buyurdu. Orada teehhül ederek ilk veled-i muhteremi
olarak es-Seyyid Abdülhamîd Efendi doğdu. (Bu oğlu) 1262/(1846)’de garîkan
vefât etti.
Şirvân’da Muhammed el-Yerâğî Efendi’ye, o da meşhûr Şeyh
Şâmil Efendi’ye hilâfet verdi. Hz. Azîz, müşârünileyhimâ ve yirmibin zâttan
mürekkeb mürîdânı ile berâber Rusya Muhârebesi’nde bulunarak Ruslar tarafından
habs olundu. Hulefâ-yı kirâmından Ahmed Efendi, müşârünileyhe bedel olmak üzere
kendini habs ettirmesiyle Hz. Azîz ıtlâk olunarak 1242/(1826)’de Ahıska’ya
gitti. Ba’dehû Ahmed Efendi, Buhârâ tarîkıyla firâr ve Ahıska’ya gelerek nezd-i
Azîz’de karâr etti. Ruslar, /204/ Ahıska’yı
istîlâ ettiklerinde Azîz, Amasya’ya rıhlet ve dört sene ikâmet eyledi. Orada
ikinci mahdûmu sadr-ı esbak Muhammed Rüşdî Paşa[61] 1244/(1828)’de tevellüd eyledi.
Hz. Azîz, Amasya’dan Sivas’a giderek dokuz sene ikâmet ve
neşr-i feyz ü ma’rifet buyurdu. Üçüncü oğlu, Anadolu kazaskerlerinden Ahmed
Hulûsî Efendi 1249/(1833)’da orada doğdu.[62]
Ba’dehû Amasya’ya avdet (etti) ve dördüncü mahdûmu
Mustafa Nûri Bey 1260/(1844)’ta tevellüd eyledi.[63]
Hz. Azîz bundan sonra ale’d-devâm Amasya’da ikâmet ve 17
Ramazân 1264/(18 Ağustos 1848) târîhinde âlem-i bakâya rıhlet etti. Amasya
üstünde türbe-i mahsûsasına defn olundu. (Kaddesa'llâhu esrârahum)
Müşârünileyhin tercüme-i hâlini urefâ-yı asrdan İbnü’l-Emîn
Mahmûd Kemâl Beyefendi ihdâ buyurdular. Türbe-i şerîfelerinde muallak bir
levhada Arabça muharrer imiş. Tercüme buyurmuş olduklarını söylediler. (Eazzellâ'hü
fi'd-dâreyn)
Hz. Azîz’in kerîmesi Hâce Şerîfe Fâtıma Hânım,
İstanbul’da Horhor’da ikâmet ederdi. Mahdûmu Hacı Muhammed Nûri Bey'in
Safranbolu niyâbetine ta’yîninde birlikte giderek Receb 1321/(Eylül 1903)’de
orada vefât etti. Zevci Haremeyn pâyelilerinden ve ulemâdan Şirvânî el-Hâc Îsa
Rûhî Efendi, 15 Ramazân 1303/(18 Haziran 1886)’te Amasya’da vefât ederek
türbe-i Azîz’e defn edildi. (Rahimehumu'llâh)
(Şeyh İsmaîl hakkında) muhabbeten sânih olmuştur:
Şeyh İsmâîl Sirâceddîn irfân kânıdır
Nakşıbendî bâğının gül-gonce-i irfânıdır
Neş’e-i tevhîde vâsıl mürşid-i kâmil idi
Hazret-i Hakk’ın yegâne nâtıku’l-Kur’ân’ıdır
Cenâb-ı Hak cümlemizi mazhar-ı şafâatleri buyursun, âmîn.
/205/ ŞEYH OSMÂN
ABDÜLMENNÂN EFENDİ
Meşâyıh-ı Hâlidiyye’nin ileri gelenlerinden olan bu zât, Karahisâr-ı
Sâhib (Afyonkarahisar) sancağı dâhilinde Yaka karyesinde 1244/(1828) senesinde
doğdu. Pederi Yakalı Muhammed Emîn Hoca, onun pederi ulemâdan Muhammed
Efendi’dir.
Mukaddimât-ı ulûmu memleketinde tahsîl ettikten sonra
İstanbul’a gelip meşhûr Şehrî Hoca Hâfız Efendi’den ahz-ı icâzet-i ilmiyye
eyledi. Bâyezîd Câmi'-i şerîfinde bir müddet tedrîsde bulundu. 1275/(1859)’te
Denizli kasabasında ihtiyâr-ı ikâmet ederek ulûm-ı zâhire vü bâtına neşriyle
meşgûl ve üç def'a icâzet-i ilmiyye i’tâsına muvaffak oldu.
Müşârünileyhin mürşidi Sivrihisârlı Şeyh Osmân Afîf
Efendi’dir. Onun mürşidi Şirvânî Şeyh Hacı Ahmed-i Gıyâsî Efendi; onun mürşidi
de hulefâ-yı Mevlânâ Hâlid’den Şeyh İsmâîl-i Şirvânî’dir.
Denizli’de seccâde-nişîn-i irşâd olduğu Halvetî,
Nakşıbendî Dergâh-ı şerîfini Denizli Voyvodası Osmân Ağa, müşârünileyh Hacı
Ahmed Efendi için inşâ ederek vefâtında ba'zı hulefâsı dergâhı idâre etmekte
iken Osmân Abdülmennân Efendi müşârünileyhin kerîme-i muhteremesini tezevvücle
dergâha şeyh oldu.
1305/(1888)’de Denizli nakîbü’l-eşrâfı kâim-i makâmlığı
da uhde-i aliyyelerine tefvîz olundu. Altıyüzü mütecâviz mürîdânından on zâta
hilâfet verdi. Asrımız erbâb-ı kemâlinden İbnü’l-Emîn Seyyid Mahmûd Kemâl ve birâderleri
Seyyid Ahmed Tevfîk Beyler zümre-i mürîdâna dehâletle kâm-yâb olanlardandır.
11 Nisan 1311/(23 Nisan 1895)’te Denizli’de irtihâl
ederek Büyük Kabristân’da kayınpederinin civârına defn olundu.
Âsârından, “Meclis-i
Îdeyn ve Miftâhu’l-Maiyye fi Tarîkatı’n-Nakşıbendiyye Tercümesi ve
Me'va’r-Regâib fî Mecdi’n-Nasâyıh matbû'dur. Hulâsatü’l-Mantık Şerhu İnâyeti Tehzîbi’l-Kelâm mine’l-Mantık nâmındaki
Arabiyyü’l- ibâre eseri gayr-i matbû'dur.
Ebu’l-Vefâ Şeyh Ziyâ ve Gıyâseddîn nâmında iki oğlu ve
bir kerîmesi vardır.
ŞEYH ZİYÂ EFENDİ
Şeyh Ziyâ Efendi, dergâhın şeyhi ve nakîbü’l-eşrâf
kâim-makâmıdır.
Hz. Azîz, eâzım-ı meşâyıh-ı Hâlidiyye-i Nakşıbendiyye’den
ve efdal-i ulemâdan bir mürşid-i kâmil idi. Ekseren sâim bulunur ve halk ile nâdiren
ihtilât ederdi.
Uzun boylu, kır ve uzun sakallı, esmeru’l-levn bir veliyy-i
mükerrem idi. Melâhat-ı vechiyyesi herkesi meftûn eder idi. (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
/206/ ŞEYH ŞÂMİL HAZRETLERİ
İsmâîl-i Şirvânî hazretlerinin hulefâsındandır. Meşâhîr-i
guzat-ı İslâmiyye’den olup, 1212/(1797) târîhinde Dağıstan’da doğmuş, ilmen,
ahlâken ve irfânen iktisâb-ı kemâlât ederek az vakitte pek büyük bir şöhret
kazanmış ve halkın son derece mahbûbu ve meclûbu olmuştur. Tab’ında müdâfaa-i
vatan hissi gâlib ve Ruslara karşı şiddetli bir husûmete mâlik olduğundan, Rus düşmânlığına
göğüs gererek ahâlî-i İslâmiyye’yi siyânete, vatanı müdâfaaya azm ederek Kadı
Molla’nın maiyyetinde on sene kadar Ruslarla muhârebe etmiştir.
Hattâ işin ilerisine giderek Çerkezlerin ve kendine
münkâd ve mutî' olan kabâilin başına geçerek, yirmi sene mütemâdiyen Ruslarla
uğraşmış, Rusya’nın başına bir Şeyh Şâmil mes’elesi çıkarmıştır. Rus askerinin
külliyyetine göre bire üç denilecek asâkir-i cüz’iyye ile, en meşhûr Rus
generallerinin kumandası altındaki orduları mağlûb ve münhezim edip, iktidâr-ı
askerî ve metânet-i merdânesiyle âlemi hayrette bırakmıştır.
Nihâyet 1276 sene-i hicriyyesinde (1859) Rus askerinin bir
kaç fırkası tarafından ihâta olunarak teslîme mecbûr olmuş ve Petersburg’a sevk
olunarak 1288/(1871) senesinde irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir.
Mutasavvifîn-i kirâm arasında müşârünileyh hazretleri
kadar, mücâhedât-ı mâddiyye ile uğraşmış (kimse) hemen yok gibidir.
İrtihâllerinde sinn-i mübârekleri yetmişaltıya resîde
olmuş bir pîr-i fânî idi. Nâm-ı bülendi târîhlere geçmiş, hakk-ı âlîlelerinde
bir kaç lisânda eserler yazılmıştır. Şeyh
Şâmil’in Gazevâtı nâmıyla lisânımızda da bir eser te’lîf olunmuş ve bunda
Hz. Şeyh’in bidâyetten nihâyete kadar olan ser-güzeşt-i hayâtı tasvîr
olunmuştur.
Beyâz uzunca sakallı, Dağıstan kalpaklı bir insân-ı kâmil
idi. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Muhammed Paşa isminde ferîkândan bir mahdûmu vardı.
Devr-i Hamîdî’de müteferridlerden idi. Zulm ü udvânî neticesi makhûr ve
mün’adim oldu.
/207/ İBNÜ’L-EMİN
SEYYİD AHMED TEVFÎK BEY[64]
Tarîkat-ı Nakşıbendiyye-i Hâlidiyye sâliklerinden ve
fazîlet-mendân-ı ricâlden Seyyid Muhammed Emîn Paşa’nın oğludur. 1291/(1874)’de
pederinin Yakacık’taki sayfiyyesinde doğdu. İbtidâî, Rüşdî, Mülkiye ve Hukûk
mekteblerine devâm etti. Pederiyle, muallimîn-i mahsûsadan, bi’l-hâssa Fâtih
müderrislerinden İpekli Muhammed Tâhir Efendi’den ahz-ı ilm eyledi. Trabzonlu
Hoca Hüsnü Efendi’den tefsîr ve senelerce hadîs-i şerîf ve Süleymâniyeli
Muallim Fânî Efendi’den edebiyyât-ı Arabiyye vü Fârisiyye okudu. Bir tarafdan
da Dâhiliyye Mektûbî Kalemi’ne devâm ve tedrîcen terakkî ederek Mebânî-i
Emîriyye ve Hapishâneler Müdüriyyet-i Umûmiyyesi muâvinliğine ta’yîn olundu.
Mâddeten akrânının bir kaç derece mâ-dûnunda kaldı. Fakat
mâ-dâme’l-ömr ferd-i âferîdeye isâle-i âb-rû ve zamânın hükmüne ittibâen, emsâli
gibi esbâb-ı terakkîyi cüst-ü-cû etmedi. Cenâb-ı Razzâk-ı Kerim’e rabt-ı kalb-i
selîm ile müreffehü’l-hâl ve müsterîhu’l-bâl olarak yaşadı. Bütün ahibbâ ve
âşinâsının hürmet ve emniyyet-i kâmilelerine nâil oldu.
Evâil-i şebâbında, efâdıl-ı meşâyıh-ı Nakşıbendiyye-i
Hâlidiyye’den ve mazanne-i kerâmetten Mevlânâ Şeyh Abdülmennân Osmân Efendi (kuddise
sırruhû) hazretleri, Denizli’den İstanbul’a geldi. Bir sabâh edâ-yı
salâttan sonra teveccüh ederek sıfat-ı cemâle mazhar ve bi-keremihî teâlâ
müstaidd-i feyz-i evfer olduğunu tebyîn ve tarîkat-ı aliyyeyi telkîn eyledi. O
sabâh-ı pür-felâhdan i’tibâren büsbütün kesb-i salâh-ı hâl ve müddet-i
hayâtında mütemâdiyen usûl-i tarîkat-i şerîfeye kemâliyle imtisâl etti.
1341/(1923) Ramazân-ı şerîfinin evâsıtında şiddetli
nezleye tutuldu. Nezle, muzâaf zâturrieye münkalib oldu. Evcâ'-ı elîme içinde
kaldığı hâlde bile farîza-i savm u salâtı kemâl-i aşk u şevk ile îfâya çalıştı.
Lâkin etıbbâ-i mütedeyyinenin icbârıyla, dem-i sabâvetinden beri hiç bir
sebeble terk eylemediği savm u salâttan beş-altı gün kadar mahrûm ve
hastalığından ziyâde, bu hâl-i mahrûmiyyetten mağmûm oldu. Şevvâlin dördüncü
Pazar sabâhı “Evliyâu'llâh üzerinde tahvîlât yapıldı, hepsi benim üstümde
kaldı, nasıl tahammül ederim?” dedi. Takkesini düzeltip ve göğsünü kapatıp
sağ elini yana uzattı. Tesbîh çeker gibi üç parmağını sür’atle tahrîk ederek
birâderleriyle berâber cehren ve kalben zikretti. Vechinde envâr-ı feyz-i
Muhammedî lem’a-sâz olarak iki üç dakîka içinde kemâl-i suhûlet ü letâfet ile
emâneti sâhibine tevdî’ eyledi. (إِنَّا لِلّهِ
وَإِنَّـا إِلَيْهِ رَاجِعونَ)[65]
Dem-i velâdetlerinden beri yek-vücûd olarak yaşadıkları
büyük birâder-i cân-berâberi Mahmûd Kemâl Bey, na’ş-ı merhûmun nakli için
vâsıta tedârik ettirmek telâşına düştüğü sırada, nefs-i kerîmesini hıdmet-i
ebrâra vakf etmiş olan bir merd-i rûşen-zâmir[66], “Merâk etme, Tevfîk-ı
ilâhî’nin cenâzesini cünûd-ı ilâhiyye kaldırır.” dedi. Fi'l-hâkika
keyfiyyet-i vefât lâyıkıyla i’lân edilmediği hâlde, merhûmu bilen-bilmeyen her
sınıf halktan mürekkeb cemâat-ı kesîre zuhûr etti; Bâyezîd Câmi'-i şerîfi civârı
mâl-â-mâl oldu. ( آن چنان زى كه وقت رفتن تو همه كريان مستور و نوخيىان)[67] ma’nâsı her
sûretle tecellî eyledi. Mahzâ tevfîr-i diyânet ve takdîr-i fazîlet maksadıyla ictimâ’
eden ahyâr-ı mü’minîn, merhûm-ı mebrûru, Merkez Efendi Kabristanı’nda peder-i
velî-sîretinin kabrine kadar teşyî’ ve o kabirde rahmet-i ilâhiyyeye tevdî’
etti. “Ve’l-âkibetü li’l-müttakîn. Sadeka'llâhu'l-Muîn”
Merhûmun hüsn-i hâl ashâbından olacağı, (سال نيكو ز بهار اش پيداست)[68] meâlince henüz
dem-i sabâvetinde rû-nümâ olmaya başlamıştı. Savn-i Samedânî’ye nâil bir merd-i
kâmil idi ki, her türlü menâhîden ittikâ ve (إِنَّ أَكْرَمَكُمْ
عِندَ اللَّهِ أَتْقَاكُمْ)[69] hıtâb-ı celîline ihâle-i gûş-ı
hûş ile /208/ her dakîka kesb-i takvâ ederdi. Hâlen, kâlen, kalben sâdık
ve her vech ile şerîat-ı mutahharaya mütemessik bir bende-i muhlis-i Muhammedî
idi.
Dîn-i mübînin i'lâ-yı şânı için kalemen ve lisânen bezl-i
mesaî ederdi. Otuz sene müddetle gazete ve mecmûalara yazdığı makâlât-ı
ârifâne, i'lâ-yı dîn-i ilâhî emel-i âlîsine müsteniddir.
Nefsine tevcîh edilmiş evzâ’-ı vazîâne ve akvâl-i
küstâhâneye aldırmaz, fakat dîne ait en küçük bir tecâvüzden müteessir olarak
en tehlikeli zamânlarda da def’-i tecâvüze kemâl-i şiddet ü cesâret ile sarf-ı
enfâs eyler idi. Okuduğunu anlayan, ilmiyle âmil olan dâniş-penâhân-ı ümmetten
idi. Bi’l-hâssa hadîs-i şerîfde, fikhın ibâdât kısmında, edebiyyâtta ve hikemiyyâtta
sâhib-i kemâl idi. Kalemi metîn, ma’lûmâtı rasîn olduğu için yazdığı yazılar,
söylediği sözler erbâbı indinde mazhar-ı tahsîn olurdu.
Umûr-ı hükûmette ehl-i rey idi. Der-uhde ettiği masâlih-i
resmiyyeyi fart-ı dikkat ve i’tinâ ile tedkîk ve tesviyeye gayret ve hukûk-ı
devlet ü milleti fedâkârane sıyânet ederdi. Kitâbet-i resmiyyede mahâreti
müsellem idi. Levm-i lâimden ve zulm-i zâlimden kat’â pervâsı yoktu. Onun
düşündüğü yalnız Hak idi. Kemâl-i ihlâs ile Allâh’ına mütevekkil idi.
Bi’d-defeât dûçâr-ı hatar oldu. Ammâ Cenâb-ı Hâfız-ı Mutlak onu sıyânet ve bed-hâhânını
dûçâr-ı haybet eyledi. “Hizb-i ilâhî, hıfz-ı ilâhîdedir.”
Az söyler, iyi söyler, mâ-lâ-ya’nîden aslâ hoşlanmazdı. Dâimâ
kalben meşgûl idi. Her nefesini Allâh yolunda sarf etmek isterdi. (حاسبوا قبل أن تحاسوا)[70] emrine tevfîk hareket ederdi.
Hâlık’a ve mahlûka karşı hesâba müheyyâ idi. Müddet-i ömründe sahîfe-i a’mâlini
mâddeten ve ma’nen leke-dâr etmedi. Geldiği gibi giden, sâlih, zâhid,
müteverri’, müstakîm, afîf, nâmûs-kâr bir merd-i güzîn-i bahtiyâr, daha doğrusu
mazannadan bir safiyy-i safvet-şiâr idi.
Âlem-i cemâle intikâlini ta’kîb eden îd-i adhâda Gurabâ-i
Müslimîn Hastahânesi ser-tabîbi Doktor Necmeddîn Ârif Bey, Merkez Efendi
Kabristanı’nda medfûn âilesini ziyâret ve Kur’ân tilâvet ile avdet eylemekte
iken, hâtır u hayâlinde olmadığı hâlde, merhûm-ı müşârünileyh cismen zuhûr ve
mu’tâdı vechile irâe-i vech-i beşâşet ederek, “Yâ Hû, bize yok mu, bizi
unuttunuz mu?” dediğini ve ayânen müşâhede ve istimâ’ ettiğini şu hâl ü kâlden
mebhût ve hayrân olduğunu Necmeddîn Bey bütün ahibbâsına nakl eylemiştir.
Mehâsin-i ahlâkıyla umûmu hoşnûd etti. Ef'âl-i fâhişe
gibi akvâli fâhişeden de teneffür eder, kimsenin aleyhinde söz söylemez,
kimsenin nekbetini ârzû etmez, kimse ile uğraşmaz, kimseden bir şey istemez,
kimseye derdini dökmez, âilesine ve umûm âşinâlarına şefîk ve rahîm, âlî-cenâb,
kerîmü’t-tab’, ganiyyü’l-kalb, sahî ve mürüvvet-kâr idi. /209/ Zuhûru muntazar yâhûd nâ-geh zuhûr-ı mesâibde aslâ telâş etmez,
metânetini muhâfaza ve ittihâz-ı tedbîr ederdi. Kendiyle istişâre edenleri
ârâ-yı sâibesiyle irşâd ederlerdi. Eviddâsının, “Emînü’l-ümme” nâmıyla
yâd ettikleri vâlid-i emîninin kâffe-i fazâiline bi-hakkın vâris olmuş idi.
Necâbet-i irsiyyeyi, necâbet-i fıtriyye ile tezyîn etmişti. Elinden her şey
gelirdi. Gâyet nefîs taâm tabh eder, ahibbâsına yedirmekten mahzûz olurdu. Hangi
işe el uzatsa, san’atında mâhir adamlar gibi, mükemmelen vücûda getirirdi. Kâmeti
bülend, levni beyâz, vechi münevver ve melîh, derûn u bîrûnu nazîf idi.
Kalb ve lisânı âzâde-i kîl u kal olduğu gibi, bedeni de
kıldan âzâde idi. Müteehhil değildi. Evlâd u iyâli, a’mâl-i sâlihası idi. Pek
genç iken lıhye irsâl ve sünnet-i seniyyeye bu yüzden de imtisâl eylemişti.
Sükûtu gâlib ve ma’lûmât-fürûşluktan müctenib olduğu için, şahsını lâyıkıyla
tanımayanlar, irfân ve kemâlini anlayamazlardı. Sorulmadan bir şey söylemez,
sorulan şeylere vâkıfâne cevâblar verir, bildiği şeyleri pek iyi bilir, âkil,
mütefekkir ve nükte-dân idi.
Âsârı:
Evâil-i şebâbında gazetelere yazı yazmağa başladı. Pek
çok makâlât-ı dîniyye vü hikemiyyesi intişâr eyledi. Cem’ olunsa bir kaç cild
kitâb vücûda gelir. Bu makâleler, ferâset ve fazîletine beyyinedir ki, her
birinde keşf-i istikbâl edercesine nice hakâyık göstermiştir.
Pek genç iken hikemiyyâta dâir, Minhâc-ı Hakîkat unvânlı bir risâle neşr etti. Afîfâne bir
mâcerâ-yı aşkı tasvîr eden Kemânçe nâmındaki
eser-i gayr-i matbûu, hissiyyât-ı rakîka-i âşıkaneyi tecessüm ettirecek sûrette
yazılmış kıymetli bir eser-i edebîdir.
Son zamânlarında hadîsten Tezkire-i Seyyid Ya’kûb nâmındaki eser-i mühimmi muhakkıkâne
mütâlâa eyledikten sonra tercümeye mübâşeret etmek üzere iken esîr-i firâş
oldu, niyyet-i hayriyyesini mevki’-i fi’le koyamadı. Elbette niyyetiyle
me’cûrdur.
İrtihâlinde kadir-şinâsân-ı üdebâ, pek kıymetli târîhler
ve manzûmeler yazdılar. Vassâf-ı asfiyâ olan[71] bir zât-ı hakîkat-bîn, Tevfîk-nâme ismiyle bir risâle-i /210/ şerîfe tertîb ve revân-ı pâk-ı
merhûmu tatyîb eyledi.
Meşâhîr-i efâzıl-ı udebâdan Muallim Cûdî Efendi, bir
mersiyye-i garrâ ile i’lân-ı hakîkat etti ki, ebyât-ı metîne-i âtiye o
mersiyyedendir:
Kim ağlamaz müşârünileyhin vefâtına
Zühd ü salâbetiyle müşâr bi’l-benân idi
Takvâ-karîn bir âilede neş’et eyleyen*
Necl-i necîb ü merd-i safiyyü’l-cinân idi
Fazl ü kemâli ilmi husûsan kitâbeti
Tasdîk-kerde-i bulegâ-yı zamân idi
Allâh rahmet eylesin ol merd-i sâlihe
Emsâli kesb-i nedret iden müslümân idi
Dünyâya rağbet eylemedi el uzatmadı
Dehr-i acûzdan mütecennib civân idi
Hâkim idi irâdesine kahr-ı nefsine
Tahsîn o kahramâna ki Yûsuf-tüvân idi
Allâh nasîb kıldı ona hüsn-i hâtime
Son demde aklı başda Hudâ-ber-zebân idi
Ser-âmedân-ı erbâb-ı edebten Besîm Bey, müteaddid
kıtaât-ı ceyyide ile o mü’min-i kâmilin kemâl-i îmân u irfânına tercümân oldu.
Kıt’alardan ikisi nakl olundu:
Nakş-ı evsâf-ı güzîni hâlidün fi’l-kalb olur
Mîr Tevfîk Ahmed’in kim asdaku’l-ihvân idi
Şâh-ı Nakşıbend’e muhlis-bende olmuşdu o zât
Azm-i arş-ı rahmet itdi âşık-ı Rahmân idi
* * *
Nakş-ı sivâdan eyleyerek kalbini berî
İbnü’l-Emîn emn ile virdi emânetin
Tevfîk Bey ki sıdk u safâda şehîr idi
Gösterdi rıhletinde kemâl-i kerâmetin
Muallim-zâdelerinden ve dâniş-mendân-ı şuarâdan İbn-i
Fânî Ali İlmî Bey, ebyât-ı âtiyeyi ihtivâ eden bir kasîde-i dil-nişîn ile
merhûmun hasâil-i aliyyesini ta’rîf eyledi :
Rabt eylemişdi kalbini Allâh’a dâimâ
Fâriğ-nişîn bûd u nebûd-ı cihân idi
Tevfîk-ı Hak’la irdi makâm-ı velâyete
Ma’nâ-yı Ahmediyyete rûhu’l-beyân idi
Dünyâ-yı dûna yokdu müdârâ vü rağbeti
Vâreste-i alâyık-ı her în ü ân idi
Hilm ü hayâ kemâl-i vera’ sıdk ile vefâ
Mâhiyet-i fezâiline tercemân idi
İncitmemişdi kimseyi ömründe kıl kadar
Yârânına mürüvvet ile mihribân idi
/211/
Kadr-dânân-ı şuarâdan Filorineli Nâzım Bey, Nevha-i Telehhüf unvânlı bir
manzûme-i tavîle ile zemzeme-sâz-ı sitâyiş oldu.
Ondan bir kaç beyit:
Nazîri âleme ender gelir müslümândı
Salâh-ı hâline kerrûbiyân da hayrândı
Güneşde şâibe var yok onun hayâtında
Vakâr u fazl u edeb münceliydi zâtında
Bütün şevâibe kalmışdı şahsı bîgâne
Geçirdi ömrünü her kes bilir afîfâne
Cenâzesinde ne ulvî bir ihtifâl oldu
Önünde kardeşi bir meş’al-i Kemâl oldu
Yenikapı Mevlevî-hânesi post-nişîn-i kemâlât-âyîni Şeyh
Abdülbâkî Dede Efendi, Şeyhü’ş-şuarâ Üsküdarlı Tal’at Bey, edîb-i
meziyyet-şinâs Tâhirü’l-Mevlevî Bey, âtîye sırasıyla nakl olunan, kıymet-dâr
târîhleriyle ibrâz-ı âsâr-ı kadr-şinâs ettiler :
Ser-firâz-ı urefâ eyledi azm-i ukbâ
İde ashâb ile Hak Cennet-i a’lâda refîk
Dâl olur rahmet-i Mevlâ’ya bu târîh tamâm
Gitdi Hakk’a ola Allâh veliyyü’t-Tevfîk
(كتدى حقه اوله
الله ولى التوفيق) = 1342[72]
* * *
Çekilüp dâire-i bâkiye-i ukbâya[73]
Buldu Merkez’de murâdınca muallâ me’vâ
Fevtine geldi ilâhî ne mukaddes târîh
Oldu Tevfîk Bey’e Cennet-i A’lâ me’vâ
(اولدى توفيق بكه جنت اعلى مأوى) + (الهى) = 1341
* * *
Necl-i zî-ma’rifet ü fazlı Emîn Paşa’nın
Ki idi müslümen ıtlâkına her hâli hakîk
Sûreti sîreti mir’ât-ı mukâbildi onun
Kavl u fi'linde idi doğrusu sıddîk u sadîk
İttikâ üzre geçirmişdi sinîn-i ömrün
Eyleyüp her işini şer’-i şerîfe tatbîk
A’zam-ı zenbi vücûd olduğunu uşşâkın
İderek neşve-i irfân ile kalben tahkîk
“İrciî” emrine hâhişle icâbet itdi
Ölümün ke’sini addeyledi gülcâm-ı rahîk
Rûh-ı pâki olarak mazhar-ı envâr-ı cemâl
Ola gufrân-ı ilâhî ona kabrinde refîk
Oldu bir âh ile târîhi şu mısrâ’-ı güher
Nâil-i afv ide Tevfîk’ı Veliyyü’t-Tevfîk
(نائل عفو ايده
توفيقى ولى التوفيق) + (آه) – 1340 + 1 = 1341
/212/ İşbu
tercüme-i hâli Mahmûd Kemâl Bey Efendi tahrîr ve ihdâ buyurduklarından aynen
derece-i sahîfe-i i’tibâr eyledim. Tevfîk-nâme ismiyle yazdığım risâle-i
mahsûsanın sonunda bir manzûme-i târîhiyyem vardır ki, onun bir kaç beytini
nakl ediyorum:
Bahtiyâr olduğuna oldu delîl “Gufrânî”
Mazhar-ı zevk-ı likâ Hazret-i Ahmed Tevfîk
İrişe kabrine envâr-ı makâm-ı Mahmûd
Lâyık-ı medh u senâ Hazret-i Ahmed Tevfîk
Kalb-i Vassâf-ı
hazîn firkat-ı zâtınla yanar
Ol şefî’ bizlere yâ Hazret-i Ahmed Tevfîk
Okuruz Fâtihalar rûhuna her subh u mesâ
Ey enîsü’l-urefâ Hazret-i Ahmed Tevfîk
Hak teâlâ bizi de sen gibi mağfûr itsin
İderim böyle duâ Hazret-i Ahmed Tevfîk
(غفرانى)
Hulâsa-i kelâm, müşârünileyh, gül-zar-ı Hâlidî’nin bir
gül-i hoş-bûyu idi. (Rahmetu’llâhi aleyhi rahmeten vâsiaten)
ŞEYH MUSTAFA
HUDÂVENDÎ
Kibâr-ı meşâyıh-ı Nakşibendiyye’den olup, Mevlânâ Hâlid
hulefâsından Abdullâh el-Mekkî hazretlerinden müstahleftir. Velâdetleri Eskişehir’dedir.
Ulûm-ı âliye vü êliyeyi ba’de’t-tahsîl Hicâz’da mücâveretle Abdullâh
el-Mekkî’ye intisâb etmiş, yirmiüç sene hizmetle icâzet almıştır.
İstanbul’a geldiğinde onbeş sene kadar Üsküdar’da
Eskihamâm civârındaki mektebde ikâmet ve Ahmed Çelebi Mescidi’nde Cuma ve
Pazartesi geceleri hatm-i hâcegânı kırâatla terbiye-i sâlikîn ile meşgûl
olurlardı.
1310/(1892) senesinde seksen yaşında olduğu hâlde irtihâl-i
dâr-ı bakâ eyledi. Balaban İskelesi civârında “İsfendiyâr Mescidi” denilmekle
meşhûr dergâh-ı şerîfde defn olundu.
Mürîdânını fakr ve tecerrüdde ehl-i sünnet ve’l-cemaat akîdesi
üzere terbiyeye hasr-ı hayât eylemişti. Risâle-i
Nehc-i Kavîm isminde ârifâne bir eseri vardır.
BALABÂNÎ ŞEYH HASAN
HÜSNÜ EFENDİ
“Balabanî Şeyh Hüsnü Efendi” diye meşhûrdur.
Üsküdârlıdır. Pederinin ismi Ali Rızâ Paşa b. eş-Şeyh Halîl Sâhib b. İbrâhîm
Nazîf b. Ahmed b. Mustafa Paşa’dır. Zamânımızın meşhûr duâ-gûlarındandır. Fakat
son zamânlarında şeyhûhet te’sîriyle diline rekâket gelmiştir.
İlk şeyhi, Üsküdarlı Hoca İsmaîl Hakkı Efendi’dir.
Ricâl-i Nakşıyye’dendir. Ba’dehû Üsküdar’da Selîmiye’de “Harc Ağası” denilmekle
ma’rûf Şeyh Hasan Hüsnü Efendi’ye intisâb ile on sene hizmetinde bulunmuştur.
Ba’dehû Mekke-i Mükerreme’de ricâl-i Hâlidiyye’den
eş-Şeyh el-Hâc Halîl Hamdi Paşa’dan icâzet almıştır. Usul ve âdâb-ı tarîkata
dâir Nesemât-ı Rûhâniyye adlı
risâlesi ile, terâcim-i ahvâle dâir ayrıca Risâle-i
Mir’âti’l-Ebrâr nâmıyla dîğer bir eseri vardır.
Mısır’a azîmetinde, /213/
ricâl-i Şâzeliyye’den Şeyh Muhammed el-Meslemî’ye intisâb ederek Şâzelîler
hakkında bu münâsebetle Burhânü’s-Sâlikîn
isminde bir eser yazmıştır. Cümlesi gayr-ı matbû'dur. Mütâlâa ettim.
Müdekkıkâne yazılmıştır. Silsile-i
Ricâl-i Çeştiyye ve Dîvânçe’si de vardır.
Beşiktaş’ta Neccâr-zâde şeyh merhûm Mustafa Rızâeddîn Efendi’den
yine tarîk-ı Nakşî’den olmak üzere 1317/(1899) târîhinde icâzet almıştır.
İlk şeyhi Hâce İsmaîl Hakkı Efendi, Eyüp’te neşr-i feyz
eden Şeyh Hâfız Ali el-Uşşâkî’nin halîfesi olup, onun şeyhi Selîmiye Dergâhı
seccâde-nişîni merhûm Ali Behcet Efendi hazretleridir.
İsmi geçen Harc Ağası-zâde Hasan Hüsnü Efendi, tarîk-ı
Kâdirî’den de me’zûn olmakla sâhib-i tercüme Hüsnü Efendi tarîk-i Kâdirî’den de
müstefîd olmuştur. Şeyh Muhammed Saîd Efendi vâsıtasıyla tarîk-ı Mevlevî’den ve
Şeyh Rûşen Efendi vâsıtasıyla tarîk-ı Celvetî’den de hisse-dâr-ı feyz olmuştur.
Son zamânda Üsküdar’da Nûh Kapısı’nda şühedâ mezârlığı muhâfızlığı
hizmeti uhdesine verilmiştir. Tekkesi yoktur. Fakr u uzleti ihtiyâr eylemiş hoş
bir zâttır. Mesleğine âşık ve sâdıktır.
Nutuklarından:
Mürşid-i kâmil olunca nâ-yâb
Sana mürşid yetişir şimdi Kitâb
* * *
Eser-i derd-i şekâ kalmaz idi kalbinde
Kılsa İblîs’e devâ Hazret-i Abdülkâdir
1347/(1928-29) senesinde irtihâl etmiştir. Üsküdar’da
Şehîdlik’te medfûndur. Takdîre şâyân, misâl-i kemâldir.
ŞEYH MUSTAFA İSMET
EFENDİ
Mevlânâ Hâlid Ziyâeddîn hulefâsından Abdullâh-ı Mekkî
halîfesidir ve Yanyalıdır. Ulemâ-yı râsihînden bir zât-ı âlî-kadrdir.
1223/(1808) senesinde Yanya’da dünyâya zînet verip, 16 Zi'l-ka'de 1289/(15 Ocak
1873) senesinde irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiş ve İstanbul’da Çarşamba’da kâin
dergâh-ı münîfinde medfûn bulunmuştur.
Müddet-i ömrleri altmışaltı senedir. Abdullâh-ı Mekkî’ye intisâbı
ve ondan mazhar-ı feyz olması 1281/(1864) senesine müsâdiftir. Mezkûr dergâhta seccâde-nişîn-i
irşâd olmuşlardır.
Zamânının müteferridlerinden idi. Vükelâ-yı sâbıkadan
vezîr Memdûh Paşa’nın da mürşididir. (Mahmûd Paşa), Dîvân’ında mürşid-i müşârünileyh
hakkında sahîfeler dolusu manzûmeler yazarak medîha-hân olmuştur.
Dergâh-ı şerîf merci’-i hâss u âm olmuş idi. Sultân
Abdülmecîd ve Sultân Abdülazîz merhûmların hürmeti var imiş.
Salâtîn-i müşârünileyhimâ yüzlerce altın hediye
ettiklerinde, bir gün içinde fukarâya ve ihtiyâca sarf eder, âsâr-ı ihtirâs
göstermezlerdi. Kerâmâtı menkûldür.
Müverrihînden Amasyalı Hüseyin Hüsâmeddin Efendi, “Âteş
Hoca” denilen Mustafa Efendi’den naklen söylediler :
İsmet Efendi’ye intisâb etmek istediği hâlde bir türlü
kuvvet-i kalb hâsıl olmaz imiş. Bir gün yolda güzel bir hânım görür. Hasbe’l-beşeriyye
nazarı şiddetle taalluk eder. Bu sırada Şeyh İsmet Efendi’nin eli zuhûr eder.
İki gözünün önünde haylûlet eder, kadına bakamaz olur. Bu burhân üzerine derhal
gider intisâb eyler. Vukû’-ı hâli Hz. Şeyh’e arz ettikte, tevâzuan “O el,
benim değil, sizin dest-i himmetinizdir.” diye izhâr-ı âsâr-ı mahviyyet
buyurur.
Memdûh Paşa’nın Dîvân’ında mezkûr manzûme-i medhiyyeden:
Vücûdu âleme revnak velîyy-i îzed-i mutlak
Sırât-ı müstakîm-i Hak neşât-ı her-dil-i mahzûn
Cenâb-ı Şeyh İsmet Mustafâ-ism ü Alî-sîret
Şeref bahş-ı velâyet bâsıt-ı na’mâ-yı gûn-â-gûn
* * *
Sensin ol debdebe-bahşâ-yı cihân-ı ma’nâ
Taht-ı vâlâ-yı velâyetde şehin-şâh-ı güzîn
Sensin ol nahl-i vefâ serv-i semâ pîrâye
İdeli zıll-ı latîfinle zemîni tezyîn
Basdığın yerler olup cümle içün câ-yı necât
Nakşı kefş-i kadem-i muhteremin hısn-ı hasîn
Yüzünü sürse o topraklara Memdûh revâ
Hâkidir anber-i sârâ vü gubârı müşkîn
Midhatin gâyeti yokdur bilürüm ammâ kim
Vasf-ı pâkiyle ider kesb-i safâ kalb-i hazîn
* * *
Mustafâ İsmet ziyâ-fermâ-yı âfâkı kılup
Pîrehen ber-dûş-ı ismet mâh-ı Ken’ân’ım benim
Nûr-ı mahz olmuş vücûdu bedr-i tâb-efzâ gibi
Vardır isbât-ı kemâlâtında burhânım benim
Hâk-i pâk-i âsitânı ıtr-pâş-ı rûz-gâr
Nükhet-i halkı sabâ-yı sahn-i bustânım benim
Münhasırdır sözlerim vasf-ı gazâl-ı halkına
Rûh-ı Dâvûd-ı nebî olsun gazel-hânım benim
Allah Allâh ben ezelden vasfının müştâkıyım
Tâ ebed medhin ider tab’-ı suhen-dânım benim
Hulefâsı:
Şeyh Şerîf Kudsî
Efendi. Velâdeti : 1235(1820).
Vefâtı : 10 Cemâziye'l-âhir 1303/(14 Şubat 1886).
Şeyh Hüseyin Kudsî
Efendi. İsmet Efendi’nin kayınpederi ve halîfesidir. Karîn-âbâdlı
idi. Pederi Şân, onun pederi Arnavud hânedânından Muslihuddin Çavuş’tur.
Şeyh Halîl Nûrullâh
Efendi. Velâdeti : 1232/(1817). Vefâtı : 13 Cemâziye'l-âhir
1309/(15 Ocak 1892)
Şeyh Ahmed Hilmi
Efendi. Velâdeti : 15 Şa'bân 1266/(12 Haziran 1850).
Vefâtı : 27 Cemâziye'l-evvel 1323/(30 Ağustos 1905).
Hacı Halîl Efendi merhûmun halîfesi:
Şeyh Hacı Ali
Efendi. Velâdeti : 1267/(1851). Vefâtı : 1 Ağustos
1330/(13 Ağustos 1914).
Ahıskalı Haydar
Efendi. Velâdeti: 1286/(1869). Ber-hayât.
Bu zevât Çarşamba Dergâhı’nda post-nişîn olmuşlardır.
ÖZBEKLER ŞEYHİ
EDHEM EFENDİ
Üsküdar’da Özbekler Tekkesi şeyhi idi. Bu tekkenin bânîsi
Darbhâne Emîni bir zât olup, 1168/(1755) senesinde Maraş’ta vefât eden Abdullâh
Paşa’dır. Tekkenin yeri Üsküdar’da Sultân Tepesi nâm mahalde bir tepededir. Bir
güzel tekkedir, Nakşiyye’ye mensûbdur. Buhârâlı meşâyıh burada post-nişîn
olageldiklerinden “Özbekler Tekkesi” diye şöhret bulmuştur. Hadîkatü’l-Cevâmi’de
îzâhat vardır.
Edhem Efendi Buhârâlı olup, Mâverâünnehr’dendir.
1316/(1898) senesinde yetmişbeş-seksen yaşlarında irtihâl eylemiştir. Orta
boylu, enlice, kara sakallı, esmer ve tatlı benizli bir zât idi. Fevka'l-âde
natûk, ilmen fevka'l-âde yüksek idi. San’atında yed-i tûlâ sâhibi olup,
çîre-destî-i mahâreti olan âsâr Paris umûmî sergisinde teşhîr edilmiş, takdîr-i
âmmeye mazhar olmuş ve kendisine Sergi Madalyası ve bir ocak körüğü hediyye
olunmuştur. Bu dergâhta medfûndur.
Mâbeyn Başkâtibi Süreyyâ Paşa merhûma, geceleri mütâlâa
için isti’mâl olunur gâyet san’atlı bir şam’dan i’mâline karşı, Paşa, takdîren
Pâdişâh-ı zamâna arz-ı keyfiyyet ile tekkesini müceddeden inşâ ettirmiş ve
tekke ittisâlinde bir de Dâru’s-Sınâa yaptırmıştır. Edhem Efendi burada dökmeciliğe,
demirciliğe ve marangozluğa müteallik olan edevât cem’ ile gerek Afganlılardan,
gerek şehrimiz gençlerinden erbâb-ı isti’dâda san’at ta’lîm ederlerdi.
1293/(1876) senesi Rus muhârebesinde Üsküdar’da teşekkül
eden millî tabur ki, “Mevkib-i Hümâyûn” nâmını hâiz idi, ona kumandan olmuş
idi. Çaya ibtilâsı ziyâde olup, inzivâya meyyâl idi. Herkese kendisini
sevdirmiş olduğundan, Cuma günleri Üsküdar’ın ulemâsı, urefâsı, şuarâsı ve
zurefâsı meclis-i sohbetine şitâbân olur, istifâde ederlerdi.
Cenâb-ı Hak rahmet-i ilâhiyyesinden müstefîd buyursun,
âmîn. Tarîk-ı Nakşıbendî’ye nisbeti Buhârâ’dandır. Buradaki meşâyıh-ı
Nakşiyye’den değildir.
/214/ İBNÜ’L-EMÎN
SEYYİD MAHMÛD KEMÂL BEY
175. sahîfede tercüme-i hâliyle tezyîn-i sahîfe eylediğim
Seyyid Muhammed Emîn Paşa’nın necl-i necibi ve 207. sahîfede maa’l-ihtirâm bahs
ettiğim Ahmed Tevfîk Bey merhûmun birâder-i edîbi ve 205. sahîfeye isimleri
zînet veren Şeyh Abdülmennân Osmân Efendi hazretlerinin mürîd-i lebîbi ve gül-istân-ı
Hâlidî’nin andelîbi bir zât-ı âlî-kadrdir.
Tercüme-i hâllerini Sefîne-i
Evliyâ’ya yazmak emeliyle bir seneden beri vâki’
olan ricâ ve ısrâr-ı âcizânem üzerine yazmış oldukları tercüme-i hâllerini
bi-aynîhî buraya nakl ve derc etmeyi vecîbeden addeyledim.
Müşârünileyhin edebiyyâtta, ilm-i târîhde ve ulûm-ı
sâire-i mütenevviada yed-i tûlâsı olup, zamânımızda zâhir ve bâtını cem’ etmiş
erbâb-ı kalemden bir zâtın irâesi lâzım gelirse, bilâ-tereddüt kendilerini
gösteririm ve hattâ, “O neş’ede, o feyzde onun sânîsi yoktur.” diye iddiâ
ederim. Edeb ve ma’rifetin timsâl-i müşahhası olan o edîb-i şehîr buyuruyor ki:
“Nısf asır evvel (1343/1924 sene-i hicriyyesine göre),
Ramazân-ı şerîfin ilk Cuma gecesi vatan-ı aslîden cüdâ ve gurbet-âbâd-ı fenâya
mübtelâ oldum. Hestî-i nîstî-i engîze vesâtat eden Seyyid Muhammed Emîn
Paşa’dır ki, beyne’l-ahıllâ, “Emînü’l-Ümme” nâmıyla yâd u tevkîr edilen bir merd-i
nebîh ü nezîhdir.
Vâsıta-i dîğer Hamîde Nergis Hânım bt. Hazret’tir ki,
zamân-ı sabâvetinden beri salâh-ı tâm ile ittisâf eden bir muhaddere-i
pâkîzedir.
Pek zayıf ve
nahîf olarak doğmuşum. Asabiyyü’l-mizâc, şedîdü’t-teessür, serîu’l-infiâl,
rakîku’l-kalb olduğumdan, ebeveynim beni kemâl-i lutf ü nevâziş ile büyütmeğe
i’tinâ etmişlerdir. Vâlid-i mükerremim, üç-dört yaşımda bulunduğum hâlde,
mürşid-i âlî-kadri, ârif-i bi’llâh Mevlânâ Şeyh Feyzullâh el-Hâlidî
en-Nakşıbendî (kaddesa’llâhu esrârahû) hazretlerine takdîm ve daavât-ı hayriyye
ve teveccühât-ı seniyyelerini temennî eylediğinden, azîz-i müşârünileyh feyz-i nazar
ve nefes-i mesîha-eser velâyet-penâhîlerini râyegân buyurmuşlardır.
Büyük vâlidem sâlihâ-i kâmile Hüşyâr Hânım da mürşid-i
fâzılı Mevlânâ Şeyh Ahmed Ziyâeddîn-i Gümüşhânevî (kuddise sırruhû)
hazretlerine takdîm ve ed’iyye-i hayriyye istihsâl eylemiştir. Bi'l-âhare dîğer
asfıyâ-ı kirâmın teveccüh ve iltifât-ı aliyyelerine nâiliyyetle müşerref oldum.
Kâbiliyyet olsaydı, teveccüh-i asfiyâ bu abd-i mürde-dili ihyâ ederdi.
Mahalde kâbiliyyet şartdır bârân-ı Nisanın
Temâşâ kıl ki her bir katresi dürr-i semîn olmaz
/215/(الجنة تحت أقدام الامهات)[74] sırr-ı âlîsine bi-hakkın mazhar
olan vâlide-i azîzemîn sâye-i ikdâmında, sinnen benden sağîr, hâlen kebîr olan
birâder-i muhteremim safiyy-i rûşen-dil Seyyid Ahmed Tevfîk (rahimehu'llâh) ile
berâber, eyyâm-ı sabâvetimizde ferâiz-i ilâhiyyeyi edâya mübâşeretle
lehu’l-hamdü ve’l-minne tenvîr-i uyûn-ı îmân eyledik. Kadr-i fazîleti takdîr
eden peder-i velî-sîret bi'z-zât ta’lîm-i ma’rifet etmekle berâber, müallimîn-i
mahsûsa da tedârik ederek ta’lîm ve terbiyemize bezl-i himmet buyurdu.
Mekâtib-i resmiyyeye ve cevâmi’-i şerîfe derslerine de devâm
edildi. İstanbul’daki efâhım-ı ulemâ vü üdebâ ve ekâbir-i siyâsiyyûn ü ricâl
ile ihtilât ve taşradaki meşâhîr-i fuzalâ vü şuarâ ile muhâbere olundu. Bi’l-hâssa
Amasya’da mukîm eâzım-ı hukemâ-yı İslâmiyye’den ve kibâr-ı meşâyıh-ı
Hâlidiyye’den Mîr Seyyid Hasan Hüseyn ed-Dağıstânî ve Harput’ta Yûsuf Kâmil
Paşa Medresesi müderrisi allâme-i bî-nazîr Abdülhamîd Hamdî-i Harpûtî ve
Trablusşam’da nihrîr-i şehîr Hüseyin el-Cisr (rahimehumu'llâh) hazerâtından
tahrîren senelerce istifâza edildi. Pek çok kitâb görüldü, pek çok şey okundu,
pek çok şey işitildi. Fakat ben fıkdân-ı isti’dâddan ziyâde, seyyie-i atâlet
ile kesb-i ma’rifet edemedim. Vâdî-i dânişde racül-i râcil olduğumu kemâl-i
samîmiyyet ile mu’terif ve hâl ü kâl-i beyhûdeme ebediyyen müteessifim. Tecellî
tekerrür etmez, fırsat-ı güzeşte avdet eylemez, geçmişe teessüf fâide vermez.
Merd-i basîret-kâr, tecellîden istinâre, fırsattan istifâde eder de, geçmişe
teessüf ettiği gibi, geleceğe de teessüf etmemek için müteyakkızâne davranır.
Hâb-ı gaflete dalanın feyz-i seherden mahrûm olacağını takdîr eder de bîdâr
bulunur. Garîbdir ki havâss u avâmdan ba'zı zevât, ma’lûmât-ı müktesebe ve
ahvâl-i müstahsenemi derece-i hakîkiyyesinden pek fazla tahayyül ederek hakk-ı
nâ-müstahakkımda ibrâz-ı hürmet ve ba'zı nâs da izhâr-ı husûmet ederler. Her
istediğini söyleyen edîb-i ma’rûf Süleymân Nazîf Bey, “Sana muhabbet, hürmet
edenler hasbeten li’llâh ederler; husûmet gösterenler mağlûb-ı ağrâz
olanlardır.” der. Yine o edîb-i ceriyyü’l-lisân,
“Kemâl Bey ki o Mahmûd nâm u hasletdir
Ne kendi kimseye
benzer ne kimse kendisine”*
beytiyle terâne-senc-i medh u zem olur. Kâli kaleme gelen ve gelmeyen dîğer
zevâtın her biri de hakkımda, haklı haksız bir gûne hükm verir ve bu hükümler,
muhtâc-ı ihkâm olmakla berâber, benim bildiğim hakîkat, /216/ hürmet ve muhabbete lâyık bir
fazîletim ve nefret ve husûmete müstahakk-ı fevka'l-âde bir fazâhatim
olmadığından ibârettir. Her hakîkat, (يوم تبلى السرائر)[75]'de münkeşif olacağından,
nefsimize isnâd edilen hayr u şerre dâir söylenecek sözler, enfâs-ı zâyiadan
ma’dûddur.
Pek genç iken hıdmet-i devlete girildi. Kabâhatin bir
kısmı bana, dîğer kısmı, (البادى أظلم)[76] meâline mâ-sadak olan, kadr-nâ-şinâs, ikbâl-perest, mütekebbir, nâdân
âmirlere râci’ olmak üzere pek çok çile çekildi. Mükerreren makâm-ı sadârete
gelen bir zât-ı bî-misâl[77] kerîmesini bana tezvîc etmek
teşebbüsünde bulunarak envâ’-ı mevâîd ile gönlümü lebrîz-i meâlî vü mefâhir
eylediği hâlde, hasîsa-i vefâ vü mürüvvetten mahrûmiyyeti ve vehm ü vesvese ile
me’lûfiyyeti hasebiyle, bilâ-sebeb bu işten sarf ı nazar eylemesi ve o sırada
âmir nâmındaki garaz-kârların bir vesîle-i âdiye ile sûret-i mücâzâtta beni dîğer
kaleme tahvîl ettirmeleri, hayât-ı şebâbımı rahne-dâr etti. Hâlbuki izdivâcın
adem-i vukûu, terakkîyyât-ı mâddiyyeden mahrûmiyyeti istilzâm, beni telh-kâm
ettiyse de, ma’nen mahz-ı hayr u saâdet olduğu bi'l-âhare tahakkuk eyledi.
Bir müddet inzivâ ettikten sonra, evvelki kaleme avdet ve
ba’de-ba'din kalemin müdüriyyeti ihrâz edildi. Fakat bu sadmeler ahlâk ve
sıhhatim üzerinde sû-i te’sîr gösterdi. Teessür ü hiddet, ye’s ü fütûr, hüzn ü
keder ve âlâm-ı asabiyye arttı. Tarîk-ı terakkîde reh-berlik değil, dâimâ
reh-zenlik edenlere müsâdif oldum. Pek geç, pek güç terakkî ettim. Pîş ü
peşimde her vakit rakîbler, hasûdler, gammâzlar, bed-hâhlar bulundu. Adâlet-i
ilâhiyye kısm-ı a’zamını zîr ü zeber ve bu abd-i ahkarın kadrini onlara
nisbetle ber-ter etti.
Sadâret Mektûbî Müdürriyyeti’nde ale’d-devâm onüç sene
Eyâlât-ı Mümtâze vü Muhtâra Müdüriyyet-i mühimmesinde, Bâb-ı Âlî Müdevvenât-ı
Kânûniyye ve Takvîm-i Vekâi’ Müdüriyyetlerinde, ilmî, siyâsî ve idarî müteaddid
encümen ve komisyonlarda, müessislerinden olduğum Evkâf-ı İslâmiyye Müzesi idâre
meclisi a’zâlığında ve mükerreren riyâsetinde ve Dîvân-ı Hümâyun Beylikçiliği
makâmında bulundum. Bi-fazlihî teâlâ her me’mûriyyette hukûk-ı devlet ü milleti
muhâfazaya çalıştım. Mâ-fevk ve mâ-dûndan düşmânlar peydâ ettim. Rabbimin
kemâl-i lutf u keremi ile mâ-dâme’l-ömr fakr u zarûrete girif-târ olmadım. Bir
kapı kapanırken dîğeri açıldı.
/217/ Hîn-i mütârekede zaleme-i keferenin hânemizi işgâl ve
mamelekimizi imhâ etmeleri ve muhârebe senelerinde Yakacık’taki sayfıyye-i
cefâ-engîzimizin kendi askerimiz tarafından tahrîb edilmesi kabîlinden ba'zı
mihnetlere uğradımsa da, nâil olduğum eltâf-ı mâ-lâ nihâye-i Samadâniyye’ye
karşı bu türlü mihnetlerden bahs etmeyi küfrân-ı ni’met addederim. Yukarıda
ismi geçen Süleymân Nazîf Bey’in, bir mürşid-i dil-âgâh lisânına yakışacak
sûrette, “Kâfirler kalbine giremediler, evine girdiler.” demesi, nikmet
addettiğimiz ba'zı hâlâtın ni’met olduğunu, ni’met-şinâsân-ı ümmete kabûl
ettirecek dakâık-ı âliyedendir.
Kâle bak kâiline kılma nazar
Budur işte reviş-i ehl-i iber
Birâder-i rûh-perverim Seyyid Ahmed Tevfîk’in şu dâr-ı
fânîde beni garîb ve yetîm bırakıp gitmesi, dünyâyı başıma zindân ve rûhumu
giryân eylediyse de, her sûretle hüsn-i zanna lâyık olan o merd-i kâmilin
şefâatına mazhar olmak ümidiyle mütesellîyim.
Evâil-i şebâbda eâzım-ı meşâyıh-ı Nakşıbendiyye-i
Hâlidiyye’den Mevlânâ Şeyh Abdülmennân Osmân Efendi (kuddise sırruhû)
hazretleri, Denizli’den gelerek bir gece fakir-hânede beytûtet ve salât-ı subhu
müteâkiben bu abd-i müznible birâder-i mükerremime telkîn-ı tarîkat buyurdu.
Tarîkata sülûk için henüz niyyet yoktu. O mürşid-i fâzıl,
me’mûren gelmiştir ki, ifâ-yı me’mûriyyet etti ve bir kaç gün sonra Denizli’ye
gitti. Otuz seneyi mütecâviz zamândan beri tarîk-ı Nakşıbendî-i Hâlidî’ye sâlik
olduğum hâlde, maa't-teessüf kesb-i feyz edemeyerek,
Sâf olsa da kalb kedûret-âlûd
Esrâr-ı vücûda mahrem olsam
Bilsem ki nedir hakîkatim âh
Âdem gibi ben de Âdem olsam
zemzemesiyle nevha-sâz olmaktayım. Mebâdî-i şebâbdan beri gazete ve mecmûalara
mebâhis-i mütenevviaya ait yazılar yazdım. Dîne, ahlâka, tasavvufa, hikmete,
edebiyyâta, siyâsete ve târîhe müteallik kitâb şeklinde matbû' ve gayr-ı matbû'
eserlerim vardır:
Matbû' âsâr :
1. Menâfiu’s-Savm,
2. Ravzâtu’l-Kemâl,
3. Ahlâk,
4. Hulâsa-i Zirâat,
5. Hulâsa-i Ticâret,
6. Sabîh,
7. Rahşân,
8. Bir Yetîmin Sergüzeşti,
9. Kemâlü’l-Hikmet,
10. Kemâlü’l-İsmet,
11. Kâmil Paşa’nın Sadâreti ve Konak Mes'elesi,
12. Târîhçe-i Evkâf ve Terâcim-i Ahvâl-i Nuzzâr,
13. Mukaddime-i Dîvân-ı Yahyâ,
14. Mukaddime-i Dîvân-ı Hikmet,
15. Mukaddime-i Dîvân-ı Leskofçalı Gâlib,
16. Menâkıb-ı Hünerverân,
17. Âlî Merhûmun Âsârı Hakkında Tetkîkât-ı Şâmile.
/218/ Gayr-ı Matbû'
Âsâr:
1. Feyz-i Cevâd,
2. Kemâlü’l-Kiyâse fi Keşfı’s-Siyâse,
3. Kemâlü’l-Kâmil,
4. İzzü’l-Kemâl,
5. Nûru’l-Kemâl,
6. Kemâlü’s-Safve,
7. Hadîkatü’l-Vüzerâ Zeyli (Gelenbevî),
8. Ma’şeru’l-Meşâhîr,
9. Tezkire-i Fatîn Zeyli (Yazılmaktadır)[78]
10. Lemeâtü’l-Kemâl,
11. Kemâlü’l-Letâif,
12. Kemâlü’l-Hattâtîn[79],
13. Lübbü’l-Leffe,
14. Luğvü’l-Leffe.....ve sâire.
Bunların dünyâda hiç kıymeti yoktur. Ukbada ise, defter-i
siyâh-ı günâhımın zeyli olarak ortaya konmasından korkarım.
Henüz onüç-ondört yaşında iken şiir söylemeye heves
ettim. Tab’ımda isti’dâd-ı tâm olmadığı gibi noksân-ı ma’lûmât da güzel sözler
söyletmişti. Şâir olmak için âşık olmak îcâb edeceğini anladım. Esâsen gâyet hâssas
ve müsteıdd-i aşk u şevk olduğumdan, o sinn ü sâlde meşk-i aşk etmekten ürktüm.
Çünkü âşık olmak isterken, ma’şûk olmak muhatarası melhûzdur. Sinn ilerledikçe
şiir nâmına ba'zı kelimât-ı mevzûne söyledim ise de[80] ale’d-devâm
meşgûl olmadım. Söylediklerimin bir kısmı kayboldu. Mevcûdları da kaybolmağa
sezâdır.
Vassâf-ı asfiyâ, Hüseyin Vassâf-ı safiyyü’l-kalbin,
garîk-ı deryâ-yı ma’siyet olan bu abd-i rû-siyâhı, Sefîne-i Evliyâ-yı Ebrâr’a
kabûl etmek istemesi, bir merd-i âlî-himmet olduğuna şâhid-i âdildir. Benim de
nefs-i hakîrânemi kâbil-i kabûl addedip Sefîne’ye girmek cür’etinde
bulunuşum, hadd-i nâ-şinâslığıma ve noksân-ı irfânıma burhân-ı kâmildir.
İnşâa’llâhü’l-Kâdir ( ما رآه المؤمنون
حسنا وهو عند الله حسن)[81] sırr-ı celîli hakk-ı müznibânemde
de zâhir olur da, sâye-i evliyâ-yı ebrârda nâm-ı nâçîzânem gibi mahmûdu’l-hâl
ve sâhibü’l-kemâl olurum.”
“Hudâ Kâdir’dir eyler seng-i hârâdan güher peydâ”
16 Zi’l-hicce
1342/20 Temmuz1924
İbnü’l-Emîn Mahmûd Kemâl”
- -
-
“Birâder-i
sütûde-siyer efendim!
Cuma sabâhı teşrîf edeceğinizi geçen geceki teşerrüfde
söylemiş olsaydınız, evden çıkmaz, hilâl-i îd bekler gibi kudûmunuza nasb-ı
nigâh-ı intizâr ederdim. Esâsen sâhib-i keşf ü kerâmet olmadığımız gibi, âlemin
gaybını değil, şimdi kendi aybımızı keşf ile meşgûl olduğumuz için, geleceğinizi
bi’t-tab’ bilemezdim.
Bu abd-i hakîr gibi, sözü kaleme gelmeyen cehele-i
ümmetin kelimât-ı bî-ma’nâsını bestelemek sûretiyle kalb-i şikestesini ta’mîr
etmek isteyen zevât-ı mürüvvet-simâta teşekkür ve duâdan başka diyecek yoktur.
Cenâb-ı Hak, insâniyyet ve hukûk-perverliklerini müzdâd eylesin.
Geçen gece avdetinizi müteâkiben zuhûrat oldu. Arkanızdan
seslenmek istedimse de, sizi beş-on dakîka hâb-ı safâdan mahrûm etmeye değeri
olmadığından, teşerrüfe ta’lîk eylemiştim. Mâdâmki taleb buyuruyorsunuz
arzedeyim:
Manzûmeyi zâyi’ olur mülâhazasıyla göndermedim. Birinci
mısrâdaki, “huzûr-ı tâm”, “huzûr-ı kalb” olmalı, “yakarsan şu'le...” mısraı,
“Hemân mazhar olursun feyz-i Hak’la kalb-i âgâha” sûretine tahvîl buyurulmalı.
Üçüncü mısrâ’daki, “mün’atıfdır lütf u feyzi” kelimeleri, “râyegândır çünkü
feyzi” kelimelerine kalb edilmeli.
Nihâyetteki kıt’anın birinci mısrâındaki, “yatan”
“yatar”; ikinci mısrâındaki, “buldular ez-cân”, “gördüler tâbân” olmalı. Yine
de re’y ve irâde sizindir.
Burhân-ı Belhî’den tercümesini isteyeli bir seneden
ziyâde oldu, getirmedi, göndermedi. Onunla isimleri sayılan dîğer zevâtın
tercümelerini lutf ederseniz eltâf-ı sâbıkaya lâhika olur. Yakacık’tan gelen
bir haber-i derd-eser zihnimi zîr ü zeber ettiğinden, bu varak-pârede lüzûmlu
lüzûmsuz sözler söyledim. Her ne ise hoş görünüz.
Kudemâ-yı urefâ-yı Nakşıbendiyye’den Rızâ Bey Efendi’nin
kelâm-ı taâm-engîzinin nakş-ı ber-âb kabîlinden olduğunu isbât için, tensîb
edeceğiniz bir gün, evlâd-ı ma’neviye-i Ebu’l-Vefâ’dan Hâfız Nısfet ile el ele
vererek semt-i Suâdiye’ye revân ve dane-çîn-i hırmen-i irfân olacağımızı arz
ederiz.
Bakî duâ azîzim efendim.
27
Safer 1340/(1 Kâsım 1921)
İbnü’l-Emîn gufire lehumâ”
- - -
“Leyle-i mülâkâtta bizim saçmalarımızı sormak
tenezzülünde bulunmuştunuz. Dün gece bir kâğıd ararken zuhûr eden bir kaç nazmı
ki - yirmi sene evvel söylenmiştir - takdîm ettim. İsterseniz okursunuz,
isterseniz atarsınız.
Kıt’a :
Zikr-i Hak’dan bir nefes gâfîl olan
Eyler imhâ-yı hayât-ı yek-nefes
Zikr-i Hak’dır nuhbe-i ömr-i beşer
Mâ-sivâya mürde-dil eyler heves
Kıt’a :
Sâf olsa da kalb kedûret-âlûd
Esrâr-ı vücûda mahrem olsam
Bilsem ki nedir hakîkatim âh
Âdem gibi ben de âdem olsam.
Beyit :
Cilve-zâr-ı vech-i kudret sanma yalnız Tûr’dur
Dîde-i hak-bîne her bir zerre Tûr-ı nûrdur
Gazel :
Hâlet-i rıhletde cânân arz-ı dîdâr eyledi
Benden aldı kendini kendinde izmâr eyledi
Ahd ü peymân eylemişken yâr ile gönlüm benim
Perde-i pindâra girdi ahdi inkâr eyledi
Hayli müddet bir vücûd-ı bâtıla virdim vücûd
Geldi bir dem cism ü cânım Hakk’ı ikrâr eyledi
Nakş-ı zâilmiş bütün âsâr-ı reng-â-reng-i dehr
Vech-i bâkî âkıbet ibrâz-ı âsâr eyledi
Muktezâ-yı fıtrata itmekde cümle ittibâ’
İsm-i zâhir herkese bir neş’e izhâr eyledi[82]
Def’-i gaflet çâre-cû-yı vuslatı eyler be-kâm
Sâlikân-ı aşk böyle keşf-i esrâr eyledi
Hâb-ı gaflet dûr olur bizden ilâ-yevmi’l-kıyâm
Feyz-i Nûru’l-Hak[83] bizi hakkıyla bîdâr eyledi
Reşîd Akif Paşa merhûmun ârzûsuyla, bir gazeline nazîre
olarak söylenmişti:
Gül-şen-i fânîde gâfîl sûret-i zîbâ arar
Sûret-i zîbâda ârif başka bir ma’nâ arar
Arz-ı dîdâr eylemişdi tâ ezelde bâr-ı cân
Cân u dil ol neşveyi bin cân ile hâlâ arar
Zâil olmaz bir nefes dilden hevâ-yı hüsn ü aşk
Mest-i vuslat sû-be-sû bir yâr-ı rûh-efzâ arar.
Sırr-ı feyzâ-feyzini neşr eylemiş hüsn-i ezel
Kim nice Mecnûnlar Leylâ diye Mevlâ arar
Mahrem-i dîdâr olan bilmez zemîn ü âsumân
Nakş-ı pâ-yı yârda bin Zühre-i zehrâ arar
Gâh şevkından çıkar eflâke gâh eyler sükût
Rûh-ı âşık âlem-i dîğerde bir me’vâ arar
Nâr u nûrundan bu aşkın ben garîk-ı hayretim
Dîde-i hak-bîn her bir zerrede Sînâ arar
Çeşm-i jeng-âlûdeye itmez tecellî bir zamân
Nûr-ı pâk-i aşka ancak dîde-i bînâ arar[84]
Sâha-i kesretde neyl-i maksada imkân yok
Ehl-i bîniş kesb-i kâma gûşe-i tenhâ arar
Güft ü gû-yı hüsn ü aşka bir Habîb olmuş sebeb
Âşık u ma’şûk ondan rahmet-i uzmâ arar
Sâha-i kesretde neyl-i maksada imkân yok
Ehl-i bîniş kesb-i kâma gûşe-i tenhâ arar
Güft ü gû hüsn ü aşka bir habîb olmuş sebeb
Âşık u ma'şûk andan rahmet-i uzmâ arar
Na’t-ı Şerîf :
Ey rûh-ı müşahhas ki bütün cânlara cânsın
Ağyâra nihânsın dil-i uşşâka ayânsın
Bûyundur iden güllere îrâs-ı revâyıh
Rûyunla da mihr ü mehe envâr-feşânsın
Her zerre senin lem’a-i hüsnünle celîdir
Zâhirde fakat mihr-i hafiyyü’l-lemeânsın.
Hüsn-i ezelî âşık-ı hüsn-i ezelindir
Bir öyle cemîlsin ki cemâllerde nihânsın
Aşkındır iden sûret-i hestîyi nümâyân
Aşkınla ki âyîne-i imkân u mekânsın
Ser-tâ-be-kadem dîdeyiz ey muzhir-i Hâlık
Göster bize dîdârını kim mazhar-ı ânsın
Keşf eyle nikâb-ı ruhunu sırrını göster
Görsün ki cihân sırr-ı latîfü’s-sereyânsın
Dünyâda yere düşmedi sâyen fakat ey nûr
Ukbâda ruûs-ı beşere sâye-resânsın
Ey nuhbe-i mahlûk ahad gelmedi mislin
Vallâhi ve bi’llâhi vahîd-i dü-cihânsın
Ümmîd-i kerem itmededir sâlih ü tâlih
Sen kân-ı kerem melce-i âfet-zedegânsın
Atf ı nazar it hâline bî-çâre Kemâl’in
Bî-çârelere lutf ile dâim nigerânsın
Tesbî’ :
Ey server-i âlem ne güzel Fahr-ı cihânsın
Göz nûru gönül pertevi yektâ-yı avânsın
Bir dânesisin Hazret-i Hakk’ın bize şânsın
Sen sırr-ı Hudâ nûr-ı bedîi’l-cereyânsın
Mir’ât-ı mücellâ-yı hakîkat heme-ânsın
Ey rûh-ı müşahhas ki bütün
cânlara cânsın
Ağyâra nihânsın dil-i uşşâka ayânsın
Hicrân-zede dil-hasteye var hayli sevânıh
Eşvâkın ile kalbe doğar mihr-i levâyıh
Kudret bulamam ki ideyim arz-ı medâyıh
Âşıklara hiç fâide eyler mi nasâyıh
Hak aşkına kıl gönlüme îsâl-i fevâyıh
Bûyundur iden güllere îrâs-ı
revâyıh
Rûyunla da mihr ü mehe
envâr-feşânsın
Dîdâr-ı melîhin ki güzeller güzelidir
Gönlümdeki aşkın bana feyz-i ezelîdir
Âvâreliğim hüsnüne meftûn olalıdır
Râhında senin cânı fedâ cân emelidir
Îsâr-ı hayât meslek-i aşkın temelidir
Her zerre senin lem’a-i
hüsnünle celîdir
Zâhirde fakat mihr-i
hafiyyü’l-lemeânsın
Maksûdumuz ancak kerem-i bî-bedelindir
İhsân u kerem eylemek el-hak emelindir
Eltâf ı celîlen bize meşhûr meselindir
Dillerde yanan âteş-i aşk mâ-hasalındır
Âşıklarının kalbleri taht-ı hıcelindir[85]
Hüsn-i ezelî âşık-ı hüsn-i
ezelindir
Bir öyle cemîlsin ki cemâllerde
nihânsın
Pek nazlısısın Hazret-i Allâh-ı Celîl’in
Memdûh-ı güzînisin O Mevlâ-yı Cemîl’in
Öğmüş de yaratmış seni hiç yokdur adîlin
İnsân u melek hepsi senin abd-i dahîlin
Lutfunla şifâ-yâb ola Vassâf-ı alîlin
Ey nuhbe-i mahlûk-ı ahad
gelmedi mislin
Va’llâhi ve bi’llâhi vahîd-i
dü-cihânsın
* * *
Yâ Vedûd
Ey âşık-ı sâdık-ı ilâhî
Göster bize aşkını ke-mâ-hî
Aşk oldu sebeb vücûd u vecde
Âdem o sebeble itdi secde
Gül-şende güler mi verd-i ahmer
İtmezse tulü’ mihr-i enver
عشكست دليل آشنايى
دل يافت ز عشق
روشنايى
مرغيست ز آشيان
لاهوت
جزدانهء دل نباشدش
قوت[86]
Hubb-ı ezelî cihâna sârî
Bir zerre değil o sırdan ârî
Ezhâr-ı bahâr-ı sûr-âmîz
Evrâk-ı hazân-ı hüzn-engîz
Feryâd-ı hezâr hande-i gül
Dâğ-ı dil-i lâle eşk-i sünbül
Âvâz-ı kemân nâle-i ûd
Her savt-ı hazîn girye-efzûd
Âşıkda niyâz u âh-ı şekve
Ma’şûkda hezâr nâz u işve.
Hüsnün lemeât-ı aşk-ı Bârî
Aşkın feyezân-ı nûr u nârî
Hubb-ı ezelîye tercümândır
Hubb-ı ezelî ki câna cândır
Mektûm değil serâir-i aşk
Her yerde ayân me’ser-i aşk
Tevfîkı refîk idince Allâh
Uşşâkı ider o sırdan âgâh
Lutf u kerem-i Cenâb-ı Hâlık
İtmiş seni de o aşka âşık
Hubb-ı ezelî enîs-i rûhun
Uşşâk-ı ezel celîs-i rûhun
عشاق خلاصهء
الستند
از جام بلى مدام
مستند
جانبخش بود كلام
ايشان
محمود بود مقام
ايشان[87]
Sen mazhar-ı feyz-i evliyâsın
Vassâf-ı safiyy-i asfiyâsın
Merdân-ı Hudâ’ya mahrem oldun
Âdemler içinde âdem oldun
İrfân iledir kemâl-i insân
İrfân ise aşk ile nümâyân
Aşkın seni eylemez mi ârif
İtmez mi gumûz-ı aşka vâkıf
Açdın bize bir sebîl-i irfân
İşte eserin delîl-i irfân
Deryâ-yı vefâ olunca sînen
Allâh yoluna gider “Sefîne”n
Ebrâr o Sefîne’ye girerler
Mersâ-yı selâma sevk iderler
Emvâc-ı hatar olursa peydâ
Kâbil anı bir nefesle imhâ
Virsün sana ömr-i Nûh Yezdân
İrfânını eylesün firâvân
Her dem sana arz-ı hürmet eyler
Mahmûd Kemâl o abd-i ahkar
Harrarahû el-fakîr ileyhi Azze Şânuhû Seyyid Mahmûd Kemâl
el-Hâlidî gufıra lehû. 9 Zi'l-ka'de 1324/(25 Aralık 1906).
* * *
/219/
Yazdıkları tercüme-i hâli, ayrıca bir risâle şekline koyup ismine Kemâl-nâme dedim. Cenâb-ı Hak kudret-i
ilmiyye ihsân ederse ona zeylen ilâvâtta bulunurum.
Ma’den-i feyz Kemâl-nâme-i
burhândır bu
Tâlib-i ma’rifete mekseb-i irfândır bu
Oku dikkatle onu mahv-ı vücûdu öğren
Terk-i da’vâ idiver meslek-i pîrândır bu
Nâm-ı âlîsine Mahmûd Kemâl Bey dirler
Pür-kerem “Kutb-ı edeb” midhate şâyândır bu
Revnâk-efzâ-yı dil ü cândır o âlî-haslet
Nûra müştâk olana matla’-ı tâbândır bu
Oldu meftûn-ı kemâlâtı onun Vassâf'ı
Hazret-i İbnü’l-Emîn âşık-ı cânândır bu
Azîzim
Şeyh Mustafa Sâfî Efendi hazretleri mîr-i müşârünileyhin kemâlâtını takdîr
edenlerden olup, “Kutb-ı edeb” diye yâd ederlerdi. Muharrir-i fakîr
de ona işâreten “Kutb-ı edeb” terkîbini
kullandım. Fi’l-hakîka kutb-ı edeb’dir. Tavvela’llâhu umrehû ve zâde’llâhu
feyzehû.
Kıt’a :
“Vasl-ı yâre kesb-i isti’dâd iden âşıkların
Zikri cânân fikri cânân cânı da cânân olur
Âh-ı âteş-bâr ile itdikçe mahv-ı cism ü cân
Tâ be-mahşer cisminin her zerresi bin cân olur”
“Şiirde isti’dâdım yok.” diyen mîr-i müşârünileyhin
yalnız bu kıt’ası bir kaç dîvâna bedeldir. Aşk ve tasavvuf vâdîsinde şerh ve
tafsîl edilse nice rumûzât-ı aşkıyyeyi, nice dakâik-i tasavvufiyyeyi câmi’
olduğu meydân-ı hakîkata çıkar. Hakâyık-ı beyâniyyeye nüfûz sâhibi olanlar, o
kıt’adaki ihtisâr ve tafsîli derhâl anlarlar. Bu nazm-ı bedîi, zamânımız
mûsikî-şinâslarımızın ileri gelenlerinden Muallim Kâzım Bey, Durak hâlinde bestelemiştir.
Andelîb-i gül-zâr-ı tevhîd Hâfız Sa’deddîn (Kaynak) Efendi oğlumuz okudukça dil
ü cânımız mest olur.
Muharrir-i fakîrin Vesîletü’n-Necât
nâm eser-i âcizâneme yazdıkları takrîzde Fahr-i âlem (sallella'llâhu aleyhi
ve sellem) efendimiz hazretleri hakkında zâde-i tab’-ı âşıkaneleri olan :
“Ma’dûm olacakdı cümle mahlûk
Hâlik seni
kılmasaydı ma'şûk
Mechûl olacakdı
ilm ü ma’lûm
Hakdan olacakdı
cümle mahrûm
Hakkında ne
söylesem ehaksın
Allâh bilir ki
ayn-ı haksın
Yâ Rab bu senin
Muhammed’indir
Mahbûb-ı güzîn ü
emcedindir
Ey menba’-ı
cûy-bâr-ı rahmet
Sendendir inâyet
ü himâyet
Mücrim ise de Kemâl-i ahkar
Ümmîd-i kemâl-i
rahmet eyler
/220/ Ol abd-i dahîli itme güm-râh
Şâyeste-i rahmet
eyle li’llâh
Matlûbumu eyleme
amân red
Senden seni
isterim Muhammed”
Görülüyor ya, Mahmûd Kemâl Bey’in neş’e-i ma’neviyyesi
evc-i a’lâ-yı muhabbette pervâz ediyor. Bâ-husûs birinci kısımda vahdet-i vücûd
zevkini öyle bir remz-i latîf ile beyân buyuruyorlar ki, tafsîli bir cild kitâb
vücûda getirir. Dekâik-i tevhîdiyyedeki zevk-i ilmîleri çok yüksektir. Kısm-ı
sânî ilticâyı mütezammındır. Her beytini remz-i fikr-i mûşikâf ile tedkîke
koyulur isek, nâzım-ı muhteremin garâmiyyâttaki kudret-i zevkiyyesine hayrân
oluruz. Şiir denilen şey işte budur. Öyle ağzına geleni sencîde-i mîzan etmeden
lâ-yankatı’ söylemekten ise, az ifâde ile çok ma’nâyı tazammun edecek sırr-ı
hakîkat ve lübb-i ma’rifetin ve zevk u aşkın ne olduğunu mir’ât-ı cânândan
gösterecek böyle ârifâne bir kaç manzûme inşâd etmek elbette evlâdır.
Lisân-ı Hak’tan, tevhîd-i zâttan, menba’-ı aşktan
söylenen bu sözler münâsebetiyle nâzım-ı muhteremini tebrîk ve onun kemâlini
gıbta ederim. “Ey menba’-ı cûy-bâr-ı rahmet” diye başlayan kısmını mûmâileyh
Hâfız Sa’deddin Efendi zevk-perverâne bir sûrette ilâhî tarzında bestelemiştir.
Ara sıra onu okudukça nesîm-i feyz-i Muhammedî’nin meclis-i aşkımızda
dalgalandığını kalb âlemi haber verir. Nâzımına, beste-kârına yürekten duâlar
ederim.
Âşık-ı Fahr-i cihânsın Hazret-i Mahmûd Kemâl
Şâir-i hikmet-beyânsın Hazret-i Mahmûd Kemâl
Sözlerin hakdır hakîkatdır riyâdan pek baîd
Sen edîb-i nükte-dânsın Hazret-i Mahmûd Kemâl
Feyz ü ihsânınla teshîr eyledin mülk-i dili
Revnak-efzâ-yı cinânsın Hazret-i Mahmûd Kemâl
Neş’e-i dîniyyenin hayrânıdır erbâb-ı dîn
Âleme ibret-feşânsın Hazret-i Mahmûd Kemâl
Meclis-i irfânına ihlâs ile hâzır olan
Âşıkın Vassâf’a cânsın Hazret-i Mahmûd Kemâl
Dördüncü cildde Uşşâkîler faslında derc-i sahîfe-i
i’tibâr eylediğim icâzet-nâme-i Uşşâkî, müşârünileyhin mahsûl-i kalemi ve yâdigâr-ı
kıymet-dârıdır. Tarz-ı tahrîrinde hârikalar göstermiştir. Tahdîsen burada zikr
ederim.
/221/ ŞEYH MUHAMMED SAÎD EFENDİ
Kemâlât-ı ârifânesiyle Bağdâd’da şöhret bulmuş ricâl-i
Nakşiyye-i Hâlidiyye’dendir. 1277/(1860) senesinde Bağdâd’da âlem-i dünyâyı
teşrîf buyurmuşlardır. “Molla-zâde” nâmıyla meşhûr olup peder-i
mükerremleri merhûm Abdülkâdir Efendi’dir. 1323/(1905) senesinde âzim-i dâr-ı
bakâ olmuştur.
Muhammed Saîd Efendi, ulûm-ı zâhireyi şu zevâttan ahz
etmiştir:
Şeyh Abdülkerîm-i Kürdi, Şeyh Dâvûd, Şeyh Ali Efendiler,
Bahâülhakk-ı Hindî, Şeyh Abdülkâdir-i Mardînî, Şeyh Abdülvahhâb, Yûsuf Sinân
Efendi, Şeyh Kâsım Efendi.
Ulûm-ı bâtınayı şu zevâttan teallüm etmişlerdir :
- Hz. İmâm-ı A’zam Medresesi müderrisi Şeyh Ahmed-i Bağdâdî
ki, onun şeyhi Mahmûd-ı Sâhib; Mevlânâ Hâlid Ziyâeddîn hazretlerinin birâder-i
mükerremleridir.
- Tarîkat-ı
Nakşıbendî-i Hâlidî’den Şeyh Ömer Ziyâeddîn Efendi ki, onun şeyhi Mevlânâ Hâlid
Ziyâeddîn’in hulefâsındandır.
- Tarîkat-ı
Kübreviyye’yi, Şeyh Ahmed-i Seyyâh hazretlerinden almıştır.
- Tarîkat-ı
Müceddidiyye’yi, Seyyid Nâsır el-Buhârî hazretlerinden almıştır.
- Tarîkat-ı
Kâdiriyye’yi, Şeyh Osmân-ı Rıdvânî’den almıştır.
1317/(1898) senesinde mûmâileyh Şeyh Ahmed Efendi irtihâl
eylemekle onun yerine İmâm-ı A’zâm Medresesi müderrisliğine ta’yîn olunmuştur.
1308/(1891) senesinde Haremeyn-i muhteremeyni ziyâret
şerefine mazhar olup, Mekke-i Mükerreme’de iken hadîs-i müselsel-i bi’l-evleviyyeden
üç zâta icâzet vermişlerdir.
1312/(1894) senesinde İstanbul’u teşrîf buyurup, Bağdâd’da
kâin Sâmerrâ’da bir medrese vücûda getirmek için hükûmetin muâvenetini temennî
eyledi. Hükûmet matlûbunu is’âf eyledi. Şîîler arasında sünnîlere mahsûs bir
medresenin inşâsına muvaffak olmuş olmasından dolayı müftehir kaldılar. Bu işi,
bu abd-i âcize makâm-ı fahrda beyân buyurdular.
İlm-i tefsîr ve ilm-i hadîsi tahsîsan Şeyh Dâvûd ve
Osmân-ı Rıdvânî hazerâtından tederrüs ile icâzet almışlardır. Fazla olarak
Muhammed Feyzî (ile), Müftiyü’l-Irâk Zühdî’den de ahz-ı ilm eylemiştir ve
icâze-i mutlaka almıştır.
Tarîkat-ı Nakşıbendiyye şeyhi Ömer Ziyâeddîn
hazretlerinin yüzyirmi halîfesi /222/
ve ale’t-tahmîn kırkbin kadar mürîdi olup pek mübârek bir zât-ı âlî-kadr
olduğunu Saîd Efendi bi'z-zât beyân buyurdular.
Muhammed Saîd Efendi hazretlerinde âsâr-ı kemâl rû-nümâ
olmağa başlayınca çeşme-i füyûzât-ı ârifânelerinden ahz-ı feyz için lâ-yuad
tullâb-ı aşk u muhabbet etrâfına toplanmıştır. Ulûm-ı zâhireden ikiyüz zâta icâzet
vermişler. Tarîkat-ı Nakşiyye’den otuzbeş zâtı istihlâf buyurmuşlardır.
Hulefâsının ecelli Şeyh Abdüllatîf-i Hindî, Şeyh Abdülvâhid-i Dağıstânî, Şeyh
Muhammed Saîd-i Medenî ve Şeyh Hacı Mustafa Nûreddîn-i Çerkesî’dir.
Muhammed Saîd Efendi hazretleri, Mısır’a azîmetle oradaki
makâmât-ı mübârekeyi ziyâret ettiler ve efâzıl-ı ulemâdan ba'zı zevâta, taleb-i
vâkıa binâen icâzet verdiler. İmâm Şafiî hazretlerinin türbesini ziyâret esnâsında
bi’l-irticâl şu manzûme-i belîgayı inşâd buyurmuşlardır :
أتيت لقبر الشافعى أما منا
لكى أرتوى من بحره
المتلاطم
فلما أتيت القبر
صادفت لجةً
علتنى علوا لست
منها بسالم
فنوريت يا هذا
عليك بفلكنا
فأنا وضعناها إلى
كل قادم[88]
Türbeyi ziyâret esnâsında kubbeye asılı bir sandal
görmüşlerdir ki, “Bu sandalın bulunduğu türbe denizdir. Ya'nî İmâm Şafiî
hazretleri bir bahr-ı bî-pâyân-ı irfândır.” mâ’nâsını vermişler ve bu
münâsebetle o manzûme-i latîfeyi inşâd buyurduklarını bi'z-zât söylediler.
1327/(1909) senesinde ârzû-yı zâtiyyesiyle Medîne-i
Münevvere’ye azîmetle tekrâr ziyâret şerefine mazhar olmuşlar. Bâ’dehû ikinci def'a
olarak İstanbul’u teşrîf buyurmuşlardır. Aksaray civârında Müşîr Tevfîk Paşa
merhûmun konağında misâfir olduklarından bu sebeble mükerreren şeref-i
sohbetlerine mazhar oldum.
“Medîne-i Münevvere’de efâzıl-ı ulemâ-yı muhakkıkînden
yüz zâta icâzet verdim. Şam’a geldim, Mevlânâ Hâlid Ziyâeddîn ve Şeyhu’l-Ekber
efendilerimizi ziyâret ettim. Şam’da ulemâdan pek çok kimselere ilm-i hadîsden
me’zûniyyet verdim.” diye nakl-i hâl buyurmuşlardır
Vâlide Câmi'-i şerîfinde Cuma ve Salı günleri Tefsîr-i Beyzâvî okutup, esnâ-yı takrîr
yanlarında kitâb bulundurmamışlar ve ezberden takrîr etmişlerdi. İstanbul
ulemâsı başına toplandılar, meftûn-ı irfânı oldular. /223/ Lisân-ı Arab üzre olan takrîrleri o derece belîğ, o mertebe
fasîh idi ki, insân hîn-i istimâ’da gaşy olurdu. Avâm, havâs ve’l-hâsıl her
sınıf halk isti’dâdına göre feyz-i ârifânelerinden müstefîz olmuşlardır.
Muhammed Saîd Efendi hazretleri uzunca boylu, beyâza
yakın kır sakallı, kara gözlü, pâk özlü, tenâsüb-i endâma mâlik, tarîk-ı
hakîkata sâlik, mütevâzi’, halûk ve her türlü mahâsin-i cemîle-i ahlâkıyye sâhibi
bir zât-ı muhteremdir.
İşbu eser-i âcizânem hakkında yazdıkları takrîr kemâlât-ı
ilmiyyelerine burhândır. Beyâz fes giyerler, beyâz sarık sararlardı. Gâyet
keskin bakışlı olup, insân ona bir nazar ederse meczûb-ı cezbe-i kemâlâtı
olurdu. Hangi ilm ü fenden sorulsa en yüksek mertebesinden bahs ederlerdi.
Şerîat-ı mutahhara-i İslâmiyye’nin maâliyyâtından ve ihtirâât ve terakkıyyât
ile dîn-i İslâm’ın daha ziyâde te’sîr ve tahakkukundan bahs ederlerdi.
İstanbul’dan hîn-ı avdetlerinde Galata Rıhtımı’ndan
vapura binerlerken teşyîine gelen ricâl-i ilmiyyenin kesretinden rıhtımın üzeri
beyâz sarıklardan papatya tarlası gibi olmuştu. Erbâb-ı muhabbetin gösterdiği
bu teveccühten, ziyâde müteessir olup ağlamışlardı. Ulemâdan pek çok kimseler
arz-ı nisbet ederek tarîk-ı Nakşıbendî’den hısse-mend olmuşlardı.
Bir gece Sineklibakkal’da, Kuşadalı merhûmun dergâhına
da’vet olundu. Kelâmî Dergâhı şeyhi Es’ad Efendi hazretleri de bulundu. Cehren
hizb-i zikr yapıldı. Hz. Şeyh, bezm ile hem-hâl olup hâlât-ı âşıkâne ile zikru’llâh
eyledi. Ba’dehû zikr-i cehrînin, hizb-i zikrin hakâyık ve fazâili hakkında ehâdîs-i
nebeviyye îrâd etti.
Bağdâd’a avdetlerinden sonra da vefâ-kârlık izhâr
buyurdular. Tenezzülen birkaç mektûb yazdılar ki, biri teberrüken telsîk
olunmuştur. 1340 sene-i hicriyyesinde (1922) Bağdâd’da âzim-i dâr-ı bakâ oldular. Vücûd-ı
kıymet-dârı âlem-i İslâm için pek mühim olan zevâttandır. Ziyâ’-ı ebedîsine
müteessif olmamak elden gelmez.
Mektûbun sûreti:
بسم الله...
من سعيد عبد الله إلى ريحانة القلب وثمرة اللب دام علاه.
أدعو بلسان إخلاص أن يجعلكم المولى من أهل الإختصاص وأن
يذيقكم شراب وده وأن يقر عينكم ببحر رفده.
الله أكبر هذا البحر قد زخرا
وهيج الريح موجا يقذف الدرا
فاخلع ثيابك واغرق فيه مقرفا
ولازم الصحو لبس السكر مفتخرا
ومت فميت بحر الله فى رغد
حياته بحياة الله قد عمرا
لازلتم من زلال التوحيد شاربين ومن بحر فلزم الشهود عارفين
لاتظن أيها الجوهر الفرد والطيب المحتسد إن القلب قد سلى أو السر قد على فوان الذى
أوجدكم بهذه الصورة ومنحكم بهذه السيرة ما ارتفع خيالكم عن العين ولاحال بين فى
البين ولاكن الأمور بحسب الظهور. فإن سعاد المولى المحررات بعد هذا تتوالى وما
وعدناه نسيره وما ذكرناه نحرره. واخترت العربية لأنه لسان أهل الجنة وقلوبكم
واستياحكم فيها مستكنة وكلما يعن لحضرتكم من سؤال حرروه. فإنا بإناية الله تعالى
نحرر الجواب مقرونا بالصواب هذا وأهدى كافة من اجتمعنا معهم والسلام بالعز
والإحترام ةالسلام عليكم ورحمة الله وبركاته.
1 جمادى الأولى 1328
الداعى الفقير لمولاه
مدرس أول حضرت الإمام الأعظم سعيد[89]
Kâdirî hem Nakşıbendî bâğının bir bülbülü
Hazret-i Şeyh-i Sa’îd-i pür-meâlî hoş-hısâl
/224/ Doğdu Bağdâd’dan cihâna ayn-ı şems-i
pür-ziyâ
Bulmada âşıklar envâr-ı füyûzundan nevâl
Her gören meftûn u hayrândır bu zât-ı kâmile
Pek sevimli pek edîb bir ârif-i sâhib-kemâl
Hak teâlâ mazhar-ı gufrân-ı tâmmı eylesün
Nûr-ı mevfûrı’s-sürûrundan gönül bulsun visâl
Arz-ı ta’zîm eyleyen Vassâf-ı
bî-evsâfına
Her zamân bezl-i teveccüh eylesinler ehl-i hâl
Muhammed Saîd Efendi hazretlerinin Ahmed Bahâeddîn ve Osmân
Sirâceddîn isminde iki mahdûmu vardır.
Âsârı :
1. Nefehâtü’l-Kudsiyye fî Tebrîeti Akâidi’s-Sûfîyye.
2. el-Kavlü’s-Sedîd
fî Enne Kavle’ş-Şârih lâ-yüfîd.
3. el-Kavlü’r-Racîh
Şerhu Garâmi’s-Sahîh.
4. el-Vüceh
fi’r-Reddi alâ Men Kâle bi’l-Cihâ.
5. ez-Zehrâ
Şerhu’z-Zevrâ. Biri mufassal, dîğeri muhtasar iki cilddir.
6. Zübdetü’n-Nazar
fî Reddi Ehli’l-Fiker.
7. es-Seylü’l-Cârî
fî Hakîkati’n-Nûri’s-Sârî.
8. el-Hükmü’l-İlâhiyye
fî Hakâyıkı’ş-Şerîati’l-Muhammediyye.
9. es-Seyfü’t-Tebbâr
fî Unuki Sâhibi’l-Menâr.
10.
Meslekü’s-Sidâd fî Mes’eleti Halkı Ef'âli’l-İbâd.
11.
el-Mevâhibü’l-Muhammediyye fî Esrârı Tarîkati’n-Nakşıbendiyye.
12.
Bülûğu’l-Âmâl fî Menâzili’r-Ricâl.
13.
en-Nefhatü’l-İlâhiyye fi’l-Hakîkati’l-Muhammediyye.
14.
en-Nûru’l-Küllî fî Tatavvuru’l-Velî.
15.
el-Ukûdu’l-Ahmediyye fi’l-Envâri’l-Kudsiyye.
16.
Kurretu’l-Uyûn fî Enne’l-emvât fi’l-Mezâhibi’l-Erbaati Yesmeûn.
17.
Harku’l-Âde fî İbtâli Hakîkati’l-Mâdde.
18.
el-Akvâlü’l-Münteşire fi’l-Makûlâti’l-Aşere.
19.
el-Dürrü’l-Meknûne fi’r-Reddi Alî b. Kemmûne.
20.
el-Kavlü’l-Celîl fî Müşkilâti Envâri’t-Tenzîl. /225/ Beyzâvî Tefsîri’ndeki müşkilât-ı hakâyıkı hall vâdîsinde
yazılmıştır.
21.
en-Nusûs Ta’lîkâtun ale’l-Fusûs. En muğlak ve müşkil hakâyıkı şerh eder
bir eser-i mühimdir.
22.
en-Nefehâtü’l-Ahmediyye Şerhu Bahsi Hurûfi Futûhâti’l-Mekkiyye.
Hz. Şeyh’in bunlardan başka daha ba'zı âsârı varmış.
Kendileri bunları hâtırlayıp söylediler idi. Cenâb-ı Hak rahmet-i ilâhiyyesine
müstağrak buyursun, âmîn.
SEYYİD ŞEYH
SÜLEYMÂN HÂCE
Belh’de zînet-sâz-ı âlem-i şuhûd olmuştur. “Hâce” ta’bîri o havalîde sâdât ve eşrâf
hakkında isti’mâl olunurmuş.
Hüseyniyyü’n-nesebdir :
Hz. Hüseyin, İmâm Zeynel’âbidîn, İmâm Muhammed el-Bâkır,
Ca’fer es-Sâdık, Mûsâ el-Kâzım, Alî er-Rızâ, Muhammed-i Takî, Seyyid Mûsâ,
Müberka’, Seyyid Ahmed, Seyyid Ahmed-i A’rec, Seyyid Tâlib, Seyyid Ubeydullâh,
Seyyid Ubeydullâh el-Efdal, Seyyid Abdullâh, Seyyid Ahmed, Seyyid Muhammed, Şâh
Hüseyin, Şâh Hasan, Seyyid Celâleddîn, Seyyid Kemâleddîn, Seyyid Burhâneddîn
Kılıç, Eme binti Eylek pâdişâh-ı şehr-i Özkend min nesli Ebû Bekr es-Sıddîk,
Seyyid Cemâleddîn, Seyyid Nâsıruddîn, Seyyid Gulâmeddîn, Seyyid Tursun, Seyyid
Bâkî, Seyyid Muhammed-i Ma’rûf, Seyyid İbrâhîm, Seyyid Muhammed-i Ma’ruf
el-müştehir bi-“Baba Hâce”, Seyyid İbrâhîm el-meşhûr bi-Hâce Gelân, Seyyid
Süleymân. (Kaddesa’llâhu esrârahum)
Mahdûmları:
Seyyid Abdülkâdir-i Belhî, Eyüp’de Murâd el-Buhârî
(Dergâhı) şeyhi.
Seyyid Ahmed Saîd, Eyüp’te Kızıl Mescid’de medfûn.
Seyyid Bahâeddîn Eyüp’te Murâd el-Buhârî Dergâhı’nda
medfûndur.
Seyyid Burhâneddîn. Şâir-i meşhûr.
Seyyid Ali Cân, Eyüp’de Murâd el-Buhârî Dergâhı’nda
medfûndur.
Kerîmeleri :
Bibi Sâcide. İrtihâli: 1272/(1856), Urfa’da medfûnedir,
Bibi, “Hânım” ma’nâsınadır.
Âbî Cân Bibi. İrtihâli: 1282/(1865), Urfa’da medfûnedir.
Haremleri:
Bibi Saîde. Rıhleti : 1311/(1893). Seyyid Abdülkâdir’in vâlidesi.
Bibi Seyyide. Rıhleti : 1284/(1867). Seyyid Burhâneddîn’in
vâlidesi.
/226/ Silsile-i
Tarîkatları:
Hz. Şâh-ı Nakşıbend, Alâeddîn-i Attâr, Ya’kûb-ı Çerhî,
Hâce Ubeydullâh, Muhammed Zâhid, Şeyh Dervîş Muhammed, Hâcegî Semerkandî, Şeyh
Muhammed el-Bâkî, İmâm Rabbânî Ahmed-i Fârûkî, Muhammed el-Ma’sûm, Şeyh
Yûsufuddîn, Muhammed-i Bedvânî, Şemseddîn Habîbullâh Cân-ı Cânân, Şeyh
Abdullâh-ı Dehlevî, Mevlevî Sâhib, Seyyid Muhammed-i Mirzâ, Seyyid Süleymân. (Kaddesa’llâhu
esrârahum)
Tahsîlleri Bedâhşân’dadır. Belh’deki mezâlimin
te’sîriyle, “Sünnet-i Rasûlu’llâh’dır.” diye hicrete karâr verip, üçyüz
kadar etbâıyla Mâverâünnehir’den İran’a geçip, Meşhed-i Mukaddes tarîkıyla
Irak’a gelmiş, atebât-ı âliyeyi ziyâretle Bağdâd’dan Konya’ya vâsıl olmuştur.
Bu seyâhat on sene sürmüş; Konya’da dört sene kalıp, Hz. Şeyh-i Ekber’in hatt-ı
destiyle muharrer nüsha-i asliyyeden Fütûhât-ı
Mekkiyye’yi ba’de’l-istinsâh Bursa ve İstanbul’a revân olmuştur. Konya’da
iken çelebiyânın mazhar-ı hürmeti olup, alâ-rivâyetin kendisine inâbe
etmişlerdir.
İstanbul’a muvâsaletleri 1278/(1861-62) senesine
müsâdifdir. Sultân Abdülazîz merhûm, müşârünileyh hakkında âsâr-ı ihtirâm
gösterilmesini emretmiş, yevmî ikibinsekizyüz kuruş masraf tahsîsiyle berâber
Hz. Şeyh için Matbah-ı Âmire’den yemek gönderirler imiş. Aksaray’da, Yûsuf
Paşa’da Hâşim Ağa’nın konağı devletçe istîcâr olunup burada sâkin olmuşlardır.
Birbuçuk sene kadar ikâmetten sonra Hicâz’a azîmete karâr verip yine devletçe
masârıf-ı seferiyye ve levâzım-ı sâiresi ihzâr olunduğu sırada, Şeyh Murâd el-Buhârî
Dergâhı meşîhatine ta’yîn olunması hasebiyle li-zarûretin te’hîr-i azîmete
karâr vermişlerdir (1284/1867).
Emr-i ta’yîn şu sûretle vâkı’ olmuştur :
Şeyh Murâd Dergâhı şeyhi Feyzullâh Efendi merhûm fazla
olarak Meclis-i Meşâyıh Reîsi idi. Meşâyıh-ı zamân, Seyyid Süleymân Efendi
hazretlerinin uluvv-i kemâlâtını takdîr ederek, gerek meşîhati, gerek riyâseti
kabûl etmesini ricâ etmişler. Onlar da meşîhati kabûl, riyâsetten istinkâf
buyurmuşlardır.
Burada dokuz seneden fazla bir müddet icrâ-yı meşîhat edip,
1294 senesi şehr-i Şa'bânının altıncı (16 Ağustos 1877) Perşembe günü âzim-i
dâr-ı karâr olmuşlardır.
Âsârı :
1. Yenâbîu’l-Meveddeh.
2. İ’câzu’l-Kur’ân.
3. Meşrekü’l-Ekvân (مشرك الاكوان).
4. Gıbtatü’l-Emân.
Arab, Fürs ve Çağatay lisânlarına bi-hakkın vâkıf olup,
her üç lisânda kudret-i şi’riyyesi de yüksek idi. Âsârından Yenâbîu’l-Meveddeh matbû'dur.
/227/ Ulemâ-yı
zamândan birçoğu müşârünileyhden tefsîr ve hadîs okumuşlardır. Âsârı manzûmdur.
Dergâh-ı mezkûr hazîresinde medfûndur. Vasiyyetleri üzerine kabrine taş
yaptırılmamıştır. Şöhretten fevka'l-âde müctenib, ehl-i dil bir zât-ı
kerîmü’s-sıfât idi. (Kaddesa'llâhu sırrahu).
ŞEYH SEYYİD ABDÜLKÂDİR EFENDİ
1255/(1839) senesinde Belh’de kadem-zen-i âlem-i dünyâ
olmuşlardır. Pederleri, müşârünileyh Seyyid Süleymân hazretleridir. Maskat-ı
re’sleri, Belh civârında, “Kunduz” denilen mahaldeki hânkâhdır.
Dört yaşında iken pederleriyle hicret etmişlerdi. Demek
ki, Belh’den pederlerinin hareketi 1259/(1843) senesine müsâdiftir. Hz. Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî dahi dört yaşında iken Belh’den pederleri maiyyetinde hicret
ettiği gibi, kendilerinin de aynı sinde hicret etmelerini, Mevlânâ-yı müşârünileyhe
nisbet-i ma’neviyye eseri addetmişlerdir. Hattâ atîde yazacağım vechle, kırkbin
beyitten ibâret Yenâbîu’l-Hikem ve Gül-şen-i Esrâr bu nisbet mahsûlü
olarak yazılmıştır.
İstanbul’a geldiklerinde pederlerinden tahsîl-i kemâlât
edip mâddî, ma’nevî mazhar-ı feyz olmuşlardır. Büyük pederleri, müşârünileyhe “Gulâm-ı Kâdir” tesmiye etmişlerse de, İstanbul’a hicrette buranın şivesine göre, “Abdülkâdir” denilmiştir.
Belh’de iken bir ceylânı var imiş. Bu ceylân kâfile ile
İstanbul’a kadar gelmiş, hattâ İran’da Ferîdüddîn-i Attâr hazretlerinin kabrini
ararlarken, bu hayvân daha evvelden koşup türbenin şebekesi üstüne çıkmış; kâfilenin
gelmesine intizâr ve kâfilenin vürûdunda aranılan merkad-i mukaddesin orası
olduğunu ma’nen ihtâr eylemiştir ki, bu sebeble, bu hayvân ölesiye kadar
dikkatle bakılmıştır. Hattâ öleceğine karîb, Seyyid Süleymân hazretlerinin
ayaklarına yüzünü sürerek düşmüş, ölmüş. Dergâhda defn olunarak, boynuzları
yadigâr olarak hıfz edilmiştir.
Pederinin irtihâlinde, Seyyid Abdülkâdir otuzdokuz
yaşında idi. 1294/(1877) senesinde Murâd el-Buhârî Dergâhı meşîhatine nâil
oldular. Müddet-i meşîhati kırkyedi senedir. Seksenaltı sene muammer oldular.
İrtihâlleri 27 Receb 1341/15 Mart 1339/(1923) Perşembe günü sâat dokuzdadır.
Na’ş-ı mübâreklerini gasl eden, Eyüp meşâyıhı huzûruyla,
Şeyh Ceylân Efendi’dir. Medfen-i mübârekleri pederlerinin yanındadır. Onların
da üzerine hiç bir şey yapılmamıştır. Vasiyyetleri böyle imiş.
Cenâzelerinde bulunmuş idim. Hz. Hâlid’e getirdiler. Azîm
kalabalık vardı. Rûhâniyyet-i mahsûsaları herkesin kalbini leb-rîz etmiş idi.
/228/ Orta boylu, buğday renkli, mutavassıt beyâz ve sık sakallı, kara gözlü,
güzel sözlü, pâk özlü idi. Hafîf söylerdi. Tab’ı cemâle nâzır, rahm u
şefkatleri gâlib idi.
Dergâh-ı şerîfde Cuma geceleri zikr-i şerîf cem’iyyeti
olur, erbâb-ı muhabbetle dolar idi. Âdâb-ı Muhammediyye ile müeddeb, şerîat-ı
mutahhara ile mühezzeb idi. Sevdiklerine, “kuzum” ta’bîrini kullanırlar idi.
Sohbetleri dâimâ ilmî, irfânî idi.
Tarîkaten nisbetleri ve hilâfetleri pederlerindendir.
Arabî, Fârisî, Çağatâyî ve Türkî lisânlarına vâkıf idi. Şiirde
neş’esi yüksek olup, âsârını nazmen te’lîf buyurmuşlardır.
Son zamânlannda üç sene kadar istiğrâk hâli zuhûr edip,
makâm-ı hayrette kalmışlardı. Lakırdı söylemez olmuşlardı. Ba'zan sevdiklerini
huzûruna kabûl ettikçe, tevdî’-i esrâr ederlerdi. Bu hâlde iken evlâdları ona,
büyük dikkatle hizmet etmişlerdir. İrtihâllerinden bir ay evvel, birâderleri
Seyyid Burhâneddin Efendi’yi isteyerek, “Burhân-ı cân” diye hitâb edip,
elleriyle işâret ederek kucaklamışlar ve parmağıyla âlem-i vahdete yol
göründüğünü îmâ ile âile halkı ağlaşmaya başlayınca birdenbire lakırdı
söyleyerek, “Allâh’a ısmarladık, cümlenizi Rabbî’ye emânet ettik.”
buyurmuşlardır.
Ricâl-i Hamzavî’den olup, İdris-i Muhtefî nâmıyla meşhûr
ve tersâne arkasındaki tepede makbûr olan Hâce Ali er-Rûmî hazretleri,
müşârünileyhi ma’nen mazhar-ı feyzi edip, esrâr tevdî’ etmekle şiddet-i
tesettür neş’esi uyandırmışlardı. Fi’l-hakîka hâl-i hayâtlarında müşârünileyhi
kimse takdîr edememiştir. Meşâyıh-ı rüsûm dergâhlarına gelen meşâyıhın
tekkelerine giderler, âdetleri böyledir. Bir şeyh dîğer meşâyıh tekkelerine gitmezse,
veliyy-i zamân olsa onun tekkesine kimse gitmez. Abdülkâdir Efendi, hiç bir
yere gitmediğinden, ona da kimse gelmezdi.
Azîzimin dâmâdı Şeyh Hazmî Efendi nakl eyledi :
Mesnevî-i şerîfin ebyât-ı gâmızasından bir beyt-i şerîfin tevcîh ve
te’vîl ma’nâsında, gerek şürrâh, gerek urrâf âciz kalmışlardır. Bu beyit
hakkında Galata Mevlevîhânesi şeyhi, urefâ-yı Mevleviyye’den Ahmed Efendi’ye
mektûbla mürâcaata karâr vermiş ise de, nasılsa muvaffak olamadığından, huzûr-ı
Şeyh Abdülkâdir’de iken bu beyt-i şerîfden bahs açıp, Kule Kapısı mevlevî
şeyhinin kendisine bir mektûb yazıp bunu nasıl anladığını sormuş, /229/ “Ben böyle düşünüyorum.” diye her şârihin fevkinde tevcîh-i
ma’nâda bulunmuşlardır. Bundan çıkan netîcenin bir ciheti, Hz. Şeyh’in keşf-i
kalbîye mâlik olması, dîğeri kudret-i irfâniyyesinin ne mertebe yüksek
bulunmasıdır.
Âsârı :
1. Şems-i Rahşân.
2. Yenâbîu’l-Hikem.
3. Künûzu’l-Ârifîn.
4. Şumûs-ı Envâr.
5. Sünûhât-ı İlâhiyye.
6. İlhâmât-ı Rabbâniyye.
7. Dîvân-ı Belhî.
8. Gül-şen-i Esrâr.
9. Esrâru’t-Tevhîd.
Bunlardan Esrâru’t-Tevhîd matbû'dur. Şuarâdan
Nâzım Paşa, nazmen tercüme eylemiştir. Burhân-ı Belhî, fakîre Hz. Şeyh’in
hatt-ı dest-i mübârekleriyle yazılmış bir nüshayı ihdâ buyurdular. Buraya aynen
telsîk eyledim.[90] Bu âcize ihdâsı eser-i feyzdir.
Âsâr-ı mezkûreden Yenâbîu’l-Hikem, 644 sahîfelik manzûm bir eserdir. Mesnevî-i şerîf tarzındadır. Şöyle
başlar :
آفرين اى آفرين
جان خدا
از تو پيدا كشت نقش ما سوا
موج ران شد قدرت
صنعت بهم
جمله اشيا سر
برآورد از عدم
قدرت صنعت بذاتد
بود نهان
خواستى اين قدرتد
كرد وعيان
قدرت صنعت بجودت
شد قرين
آفريدى آسما نهاء
وزمين[91]
Nihâyetlerinden :
هر آن كسى اين كتاب ما بخواند
بحفظ آن خداوندى بماند
بعون حق رسيد منظوم با عام
ينابيع الحكم شد بهر اين نام
دوم ذو القعده بود بدأ كتابش
بشعبان المعظم شد ختامش
هزارسى دو تاريخ بيست است
ز شعبان المعظم بست هفت است[92]
Gül-şen-i Esrâr da 382 sahîfelık bir kitâb-ı manzûmdur.
Mukaddimesinden:
بنام آن خداوند
جهانست
كه جز او نيست هر
جه است آن است
ز قدرت شد جهان
وضع وبيدا
ز جودش صنع وقدرت
شد هويدا[93]
Nihâyetinden:
كه سيصد بيست سه بعد از هزارى
كه اين اتمام شد
از فضل بارى[94]
* * *
Gül-şen-i feyze şeref virdi Şıh Abdülkâdir
Ehl-i Tevhîde feyiz virdi Şıh Abdülkâdir
Ârif ü âlim idi mazhar-ı esrâr-ı yakîn
Kalb-i Vassâf'a şeref virdi Şıh Abdülkâdir
/230/ Mahdûmları:
Seyyid Şeyh Muhtâr Efendi. (Babasının) yerine şeyh
olmuştur.
Seyyid Habîbullâh Efendi. Müddeî-i umûmîdir.
Seyyid Seyfullâh Efendi. Lise muallimlerindendir.
İki kerîmesi vardır, zâtu’z-zevcdirler.
Şeyh Abdülkâdir Efendi, cidden urefâ-yı meşâyıhın
ekâbirinden idi. (Kaddesa'llâhu sırrahû).
SEYYİD ŞEYH AHMED MUHTÂR
EFENDİ
1290/(1873) târîhinde İstanbul’da âlem-i şuhûda revnak
vermiştir. Seyyid Abdülkâdir’in büyük oğludur. Tahsîli pederlerindendir; ulemâ
ve urefâdandır. Tabîat-ı şi’riyyesi olup, şiirinde dâimâ gül-zâr-ı sâdât-ı
Hüseyniyye’den nesîm-i muhabbet-vezân olur.
Biz teşne-i sahbâ-yı musaffâ-yı Hüseyn’iz
Biz hâk-i reh-i âşık-ı şeydâ-yı Hüseyn’iz
Gam-dîdeleriz vak’a-i dil-sûz-ı fenâdan
Andan beri biz düşmen-i a’dâ-yı Hüseyn’iz
“Lâ es’elüküm”[95] emri bizim rehberimizdir
Ecr istemeyiz bende-i kurbâ-yı Hüseyn’iz
Pederinden 1320/(1902) senesinde tarîk-ı Nakşıbendî’den
mücâz olmuştur. Zikirleri hafî ve celîdir.
Vâlide-i muhteremeleri Seyyide Fâtıma Zehra Hânım
1306/(1889)’da irtihâl edip, dergâhda medfûn ve rahmet-i Hakk’a makrûndur.
Orta boylu, buğday renkli, köse sakallı,
nûrâniyyü’l-vech, edîb, kâmil, hoş-gû, fukarâ-perver bir zât-ı âlî-kadrdir.
Edebiyyât-ı Arabiyye vü Fârisiyyede ihtisâs-ı tâm sâhibidir.
Hânedân-ı Seyyidi’l-Beşer Eimme-i İsnâ-aşar diye bir eserini te'lîfe
başlayıp ikiyüz sahîfelık ilk cildini tab’ ve neşre muvaffak olmuştur. Bu eser
kemâlât-ı ilmiyyesine burhândır.
Münâcât’ından:
“İlâhî! Sen, ol vâhid ü mevcûdsun ki, bu âlem-i nîst-i hestî-nümâda her ne
var ise, eser-i feyz-i ummân-ı cûdundur. Hakîkatta mefkûd, sûrette meşhûd olan
zerrât-ı kâinât birer burhân-ı kâtı’-ı vücûdundur.
Âferînende-i zamân u mekân, rûzî-dehende-i ins ü cân Sen’sin.
Mütefazzılü’l-müfîz bi’l-imtinân mutatavvilü’l-kerem bi’l-ihsân Sen’sin. Onun
çün tahmîdât-ı lâ-tuhsâ, zât-ı kibriyâ-penâhına sezâ-vârdır.
Yâ Rab! Ashâb-ı Kehf'e ihtisâsından dolayı mazhar-ı tevkîr olan bir Kıtmîr
Kur’ân-ı /231/ Azîm’inde mezkûr olursa, bu bî-çâre kulun o
tayyibîn ü tâhirîne olan şeref-i intisâb-ı ezelî vü ebedîsi sebebiyle mağfûr
olmaz mı?”
SEYYİD MUHAMMED BURHÂNEDDÎN-İ
BELHÎ
1262/(1846) senesinde mehd-i şuhûda fer vermiştir. Seyyid
Abdülkâdir-i Belhî’nin birâderi ve Seyyid Süleymân’ın mahdûmudur. İstanbul’a
geldiğinde onaltı yaşında imiş. Tarîkaten nisbetleri pederinedir. Tahsîli
pederindendir.
Zevk-i tarîkatten pek ziyâde neş’e-i şi’riyyeleri
gâlibdir. Arabî, Fârisî, Türkî, Çağatâyî lisânlarına vâkıf olup, Fârisî, Türkî,
Çağatâyî lisânlarında söylenmiş eş’ârı vardır.
Ser-efrâzân-ı şuarânın gazellerinden ekserini tanzîr ü
tahmîs ettikleri gibi, Dîvân-ı Hâfız’ı
tahmîs etmek gibi büyük bir kudret-i şi’riyyeleri nümâyân olmuştur.
Hâfızaları pek metîn olup, bir gece bezm-i sohbetlerinde
bulundum, şiirle sabâh etmiş idik. Herhangi bir şâir-i meşhûrun gazeliyyâtından
birine başlansa, derhâl onu bir şîve-i mahsûsasıyla okur, itmâm ediverir.
Hüsn-i hatt-ı ta’lîkda zamânımızın Ammâd-ı sânîsidir.
Devr-i Azîzî’den beri hükûmetten aldığı maâşla te’mîn-i intiâş edegelirken,
sâdât maâşâtının kat’ olunması, hayâtını dâğ-dâr etmiştir. Kesîrü’l-âile olması
i’tibâriyle, vâridât-ı nakdiyyesi ile te’mîn-i intiâşda zorluk çekerken, maâşın
büsbütün kat’ı kendisini acınacak bir hâle getirmiştir. Bir zamânlar, a’yân-ı sâbıkadan
Abdülkâdir Efendi’nin Bostancı’daki köşkünün selâmlık dâiresinde ve Yakacık’da
bir köşkde ve Sultân Murâd’ın Kurbağalıdere’deki köşkünde ikâmet etmiş ve son
zamânlarda meb’ûsândan Ahmed Ağayef'in Merdiven karyesi civârında
Mü’minderesi’ndeki köşkünde bilâ-bedel oturmakta bulunmuştur.
Dört mahdûmu vardır. (Bunlardan) Seyyid Kemâleddîn
Efendi, evvelce irtihâl etmiştir. Şeyh Murâd Dergâhı’nda medfûndur. Seyyid Mûsâ
ismindeki mahdûmu mükemmel tahsîl görmüş, ecnebî lisânına âşinâ iken dünyâdan
yüz çevirip dûçâr-ı cezbe olmuş; elyevm âlem-i vahdette gûşe-nişîndir. Seyyid
Süleymân Celâleddîn, liselerde Fransızca muallimliğindedir. Seyyid Ahmed İhsân,
Mekteb-i Sultânî’den neş’et etmek üzeredir. Evlâdları ve Burhâneddîn Efendi
hâlen bekârdır. Bugün kendilerine bakacak, hâllerine rahm u şefkat göstererecek
kimse yoktur. Cenâb-ı Hak muînleri olsun; erbâb-ı kemâlin ale’l-ekser dûçâr
olduğu hâlâttandır.
/232/ Yâ Rab sana heb şâh u gedâdır muhtâc
Sükkân-ı semâ ile serâdır muhtâc
Bu gurbet ilinde kerem ü şefkatine
Burhân-ı garîb ü bî-nevâdır muhtâc
Burhân Efendi hâlen inzivâdadır kimse ile görüşmek
istemiyor.
Yâ Rab dilimi hubb-i sivâdan dûr it
Dâmânımı çirkâb-ı hevâdan dûr it
A’zâ-yı vücûdumu hatâdan dûr it
Üryân tenimi sevb-i riyâdan dûr it
zemzemesiyle
dem-sâzdır.
Rubâiyyât-ı Ömer Hayyâm üzerine söylenmiş gâyet metîn
eş’ârı vardır. Rûhî-i Bağdâdî’ye bir nazîresi, bir de Fârisî kasîdesi hatt-ı
destiyle muharrer olarak ihdâ olunmuştu. Aynen telsîk ettim.[96]
Şu gazel de onundur :
Gözlerim merdümleri girdâb-ı gam içindedir
Derd-keşlerdir ki heb emvâc-ı yem içindedir
Sîretim Yûsuf gibi arz-ı cemâl itmekdedir
Sûretim zindân-ı hicrân u elem içindedir
Hak-perest âzâde-ser zâkir-dil-i Îsâ-demim
Çün melek şâm u seher sahn-ı harem içindedir
Bak ne hoş Dâvûdi elhân ile gönlüm bülbülü
Kûy-ı yâr-âsâ gülistân-ı İrem içindedir
Cân-ı cân-bahşım benim la’l-i leb-i cânânedir
Sanma ey bî-derd işim bezm-i cem içindedir
Tab’ımın şems-i felek gibi tulûâtı bütün
Subh-ı ferruh makdem-i ferhunde-dem içindedir
Ehl-i beytinden Rasûl’ün bir Arab sayılmadı
Âlinin Selmân gibi merd-i Acem içindedir
Kâlıbım ma’rûz ise âzârına dehrin ne gam
Kalb-i derrâkim maânî-veş nağam içindedir
Hânkâhın gûşesin itmiş idim evvel makâm
Şimdi de halvet-gehim dâru’s-sanem içindedir
Sâde-levhân tanımazlarsa beni ma’zûrdur
Heb nişân u nâmım erbâb-ı kalem içindedir
Her leîm-i hâricî duymaz nevâ-yı hâssımı
Heb sadâ vü sîtim ashâb-ı kerem içindedir
Gerçi bir merd-i fakîrim zikr-i hayrım haşre dek
Şîr-i merdân-ı reh-i Edhem-şiyem içindedir
Aşk ile zâr-ı nigârı yazdı çün Burhân-ı Belh
O da eş’ârı gibi kenzü’l-hikem içindedir
* * *
Esrârını di yârına ağyâra dime
Heb kârını ahyâra di eşrâra dime
Rü’yânı da bir muabbir-i kâmile söyle*
Sakın yanılup şeyh-i riyâ-kâra dime
Talebe hakkında :
Nev-nihâlân böyle nûr yârân ile
Hem açılır goncalar elvân ile
Mektebin etfâl-i ebced-hânları
Yükselirler ilm ile irfân ile
Çağatayca:
Bir gül-i nev-resteni âvâre gönlüm yâd isâr
Derd birle tün ü gün bülbül gibi feryâd isâr
Sarığ altun din yüzümde ak gümüş din göz yaşım
Görüp ol bed-mihr-âyînim meniga bîdâd isâr
Fârisî eş’ârından:
ياد جانان كه ز جان شيرين است
وز نعيم دو جهان
شيرين است
دلك حرف روان بخش
خوشتى
چو لبش دل تو بدان شيرين است[97]
Dîğer :
حديث بار خود را ميكنم تكرار ميكردم
ز دين ودينرى فارغ قلندر وار ويكردم
ز بنده خرقه وسجاده وتسبيح آزادم
زياده مست ومخمورم كه چون خمار ميكردم[98]
* * *
در سويداى دلم هست تولاى حسن
ريزم از ديده ازان
خوان بمعراى حسن
سرمهء چشم همه مرد خدايست برهان
خاك باك قدم اقدس
والاى حسن[99]
* * *
از غزاى حسين
دلخونست
ديدهء تر چو نهر جيحونست
قطرهء اشك چشم ماتميان
كه بقيمت جو در
مكنونست[100]
Müşârünileyh ile, bir gece Kâsımpaşa’da Hüsâmeddîn-i Uşşâkî
hazretlerinin âsitânesinde buluştuk. Bu âsitâne şeyhi, azîzime muhabbet-i
kâmilesi olup, fazîlet-i ilmiyye ve kemâlât-ı /233/ irfâniyyesi
i'tibârıyla uluvv-i rütbesine kâni’dir. Gece sohbet-i irfâniyye bezmi teşekkül
etti. Azîzimle garâmiyyât üzerinde o mertebe dakîk musâhabâta yol açıldı ki, sabâh
namâzı vakti oldu. Sâatlerin geçtiğini anlayamadık. Burhân Efendi’deki
hâfızanın hayrânı oldum. Eğer emr-i zarûret onu pençe-i kahrı altına almamış
olsaydı, her hâlde aklımın ihâta edemeyeceği derecede bir mevkiin sâhibi
olduğunu isbâta zemîn bulmakta güçlük çekmezdi.
Çağatay lisânından münâcâtları, na'tları ve gazelleri
bizi hayrân etti. Hele Dîvân-ı Hâfız’ı
aynı neş’e-i beyân ile tahmîs edişi, Hz. Hâfız’ın vâris-i esrârı olduğuna şübhe
bırakmadı. Vahdet-i vücûd zevkinde de sâhib-i makâmdır. Muallim Nâcî, merhûmun
fazâil-i şi’riyye vü edebiyyesini anlata anlata bitiremedi.
Zavallı bugün perîşân hâldedir. Çamaşırlarını kendi yıkar
imiş. Kuru ekmekle dem-güzâr oldukları da vâkı’ olur imiş.
Dârü’l-Fünûn müderrisleri birkaç gün evvel mazbata
yapmışlar, müşârünileyhe maâş tahsîsini ricâ etmişler. Heyhat, “Karşılık yok.”
derler. Meclis-i Meb’ûsân’ın güşâdını beklerler. “Sâdâttan imiş. Olmaz,
verilemez.”, derler. Erbâb-ı kemâlin memleketimizde âkıbeti budur.
Hüseynîyem ki tab’-ı râz-dânım gibi hazz itmem
Delîl bî-nûr-ı dâniş ile ma’nâsız ibâretden
diyor,
kimseye minnet etmiyor.
Burhân Efendi’ye bir zamân tesâdüfümde gerek pederinin ve
birâderinin, gerek kendinin tercüme-i hâlini yazıp vermesini ricâ etmiş idim.
Bir seneye yakın taallül gösterdi. Murâd el-Buhârî (Dergâhı) şeyhi Ahmed Muhtâr
Efendi’ye mürâcaat ettim, cevâb alamadım. Bir gün Şeyh Abdülkâdir’in rûhâniyyetine
hitâben, “Yâ Şeyh! Benim dünyevî beklediğim bir menfaat yok. Hasbeten
li’llâh tercüme-i hâlini yazmayı istedim. Ne birâderinden, ne de mahdûmundan
eser-i icâbet göremedim, mahzûn oldum. Senin uluvv-i kadr ü kemâline îmânım
var; vâkıf olduğun esrâr-ı tevhîd hürmetine benim mes’ûlümü is’âf et.
Kardeşinin ve mahdûmunun kalblerinde bir te’sîr husûle getir. İstediğim
ma’lûmâtı bana versinler. Ashâb-ı mürâcaatı merdûd etmek büyüklük şânı değildir.”
dedim.
Te’sîrât-ı garibesi:
O gün Burhân Efendi’nin kalbine bir in’ikâs vâki olmuş, mahdûmuna
hitâben, “Evlâdım, şimdi Hacı Hüseyin Bey’in köşkünü bul, onu gör, benden
istediği ma’lûmâtı ver. /234/ Yazılarımı
ve birâderin el yazısı ile muharrer Esrâr-ı
Tevhîd’i ona hediyye ettim, götür.” diye emreder. Seyyid Celâl Bey
nâmındaki mahdûmu, arar bulur, bu ma’lûmâtı ve emânâtı verir. Ertesi günü
Eyüp’te Murâd el-Buhârî Dergâhı’na gittim. Hz. Abdülkâdir’i ve pederini ziyâret
ettim. Ahmed Muhtâr Efendi ile görüştüm. O da ârzûmun fevkında îzâhât verdi.
Yazdığım şeyleri tetkîk ve tashîh etti. Silsile-nâmeleri, şecere-nâmeyi, Hz.
Şeyh’in âsârını birer birer gösterdi ve dedi ki :
“Bu gün çok işim vardı. Ma’nevî bir kuvvet beni tuttu;
siz geldiniz. Sebeb, size intizâr imiş. Hz. Şeyh’in rûhâniyyeti böyle istemiş.”
Hz. Şeyh’in böyle bir kerâmetini de, bu sûretle
muharrir-i fakîr gördüm. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
ŞEYH CEMÂLEDDÎN-İ AFGÂNÎ
Mücâhidîn-i İslâmiyye’dendir. Afganistan’da 1254/(1838)
senesinde tevellüd etmiştir. Küner (كونر) sâdâtına mensûb bulunmakla ma’rûftur. Şeyh Cemâleddîn,
mükemmel tahsîl görmüş, dînimizin felsefesini anlamış, siyâset-i cihânı tedkîk
etmiş eâzımdandır. Şeyh Abdülkâdir Efendi’nin pederi Seyyid Süleymân Efendi
hazretleriyle ilmî tasavvufî mubâhaselerde bulunmuş ve ondan ahz-ı feyz
eylemiştir.
Medeniyyet-i şarkıyyeyi, medeniyyet-i garbiyye ile
te’lîfe çalışırdı. Sultân Abdülazîz merhûmun devr-i saltanatının nihâyetine
doğru İstanbul’a gelmiştir. Murâd el-Buhârî Dergâhı’nda Seyyid Süleymân
hazretleriyle sohbetleri vâki’ olmuş idi. Devr-i Hamîdî’de, Münîf Paşa merhûmun
delâletiyle Meclis-i Maârif a’zâlığına ta’yîn olunmuş idi. Dârü’l-Fünûn’da ve
Fâtih Câmi'-i şerîfinde ilmî musâhabelerde bulunur.
Seyyid Îsâ Hân nâmında bir zât, müşârünileyh hakkında
yazdığı makâlede diyor ki :
“Bir gün Fâtih Câmi'-i şerîfinde ricâl-i devlet, ulemâ ve bir cemâat-ı
kübrâ huzûrunda Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî-i
şerîfinden takrîr ve tercüme ettiği beyitlerden,
علم حق در علم
صوفى كم شود
اين سخن كى باور
مردم شود
علم صوفى حادث واز
حق قديم
اين چنان در فهم آيد اى سليم[101]
Mübâhase-i ilmiyyesi esnâsında orada, cemâat içinde hâzır bulunan sudûrdan
/235/ Hoca Yûnus Vehbî Efendi, bu
mubâhase-i ilmiyye netâyicini tağlît ederek, gizlice Şeyhü'l-islâm Akşehirli
Hasan Fehmi Efendi vâsıtasıyla Sultân Abdülazîz’e bi'l-ihbâr, allâme-i şehîrin
Mısır’a nefy ü iclâsına bâdî olmuştu.
Mısır’da Câmiü’l-Ezher’de gâyet mukayyed, içtimaî, ahlâkî ve felsefî dersler
vermeye başladı. Onbeş sene Mısır’da kaldılar. Ehl-i İslâm’ı tenvîre sebeb
oldu. Birçok münevverânın yetişmesine sebeb oldu. Şeyh Muhammed Abduh merhûm,
bu meyândadır.”
Bir aralık Asyâ-yı Vustâ’ya seyâhat ederek, oradaki
efkâr-ı İslâmiyye’yi tenvîre çalışmıştır. Bir aralık Paris’e azîmet etti. Urvetü’l-Vüskâ nâmıyla risâle-i mevkûte
neşr etti. Hattâ elyevm, Mısır’ı İngiliz istibdâdından kurtaran Zağlûl Paşa, o
zamân hey’et-i tahrîriyye meyânında idi.
Türkleri çok sever idi. 1310/(1892) senesinde İstanbul’a
geldiler. Abdülhamîd-i sânî esâsen da’vet etmiş idi. Geldiklerinde Nişântaşı’nda
ihzâr olunan konakta misâfir olmuştur. Fakat Abdülhamîd merhûmun zulm ü
i’tisâfını görünce, Genç Türkler’le birleşip çalışmağa başladı. Dostlarından ve
kadîm âşinâlarından Seyyid Burhân-ı Belhî ve Muhâcirîn Komisyonu reîsi merhûm Yûsuf
Rızâ Paşa, Seyyid Fâzıl Paşa, İran inkılâbcılarından Şeyh er-Reîs Efendi,
merhûm Aka Hân, Hasan Hân, Şeyh Mahmûd, Muhammed Sıddîk Hân ve Feyzî Efendi (ile)
sık sık görüşürler idi. Abdülhamîd merhûma jurnal ettiler. Bu sırada, ya'nî
1315/(1897) senesi Ramazânında kanser illetinden ameliyye-i cerrâhiyye icrâsından
sonra bir tesemmüm netîcesinde mukîm bulundukları konakta irtihâl eyledi.
Maçka’da Şeyhler Kabristânı'nda medfûndur.
Burhân-ı Belhî, onun hakkında der ki:
Ey mihr-i münîr-i âlem-i cân
Vey bahr-ı muhît-ı ilm ü irfân
Allâme-i Bû Alî-hikemsin
Hurşîd-i maârif ü keremsin
Halkın ki müsellemi kemâlin
Mir’ât-ı Muhammedî cemâlin
Haydar gibi âleme şeref vir
Tâliblere ders-i "men araf" vir
Eseri Redd-i
Mezheb-i Dehriyye matbû'dur.
Şeyh Cemâleddîn-i Afgânî’ye, “Cemâleddîn Hân” dahi
derler. Sebebi Belh hükümdârı Sultân Burhâneddin Kılıç Hân’ın ahfâdından
olmasıdır.
Belh hakkında
ma’lûmât :
Belh, Afganistan’da Bâhter vilâyetinde, zengin bir vâdîde,
ezmine-i kadîmede binâ ve inşâ edilmiştir. Bir vakitler Sultân İbrâhîm-i
Edhem’in makarr-ı idâresi idi. 24. sahîfede tafsîli geçti. Mahfil risâle-i mevkûtesinin beşinci cildinde 58. nüshasında Belh
hakkında ma’lûmât vardır.
Kılıç Hân, Özkend’de terk-i saltanat etti. İki evlâdı /236/
vardı. Biri Buhârâ’da sülâlesi bulunan Seyyid Mîr Dîvâne, dîğeri Türkistân-ı
Afgânî’de, Kunduz’da ahfâdı bulunan sâlifü’t-tercüme, Seyyid Cemâleddîn-i
Afgânî’ye muttasıldır.
Belh şehri, (mîlâdî) 1220 târîhinde Moğol hükümdarı Tatar
Cengiz Hân’ın istîlâsına uğradı, tahrîb ve ihrâk olundu. Bu şehir yerine
Mezâr-ı Şerîf denilen mahalde bir şehir te’sîs edildi. Demek ki, bugün Belh
şehri hâk ile yeksândır. Târîhe karışmıştır. Yeni Belh şehri Tûrân ırkından
Özbek kabâili ile meskûndur. Münbit ve mahsûl-dar bir yerdir.
Şâir Burhâneddîn Efendi de işte bu Sultân Burhâneddîn
ahfâdındadır. Belh hakkında der ki:
Belh’i yapmış mevkiinde dil-nişîn mi’mâr-ı Belh
Dâir olmakda bütün dillerde hoş ezkâr-ı Belh
Belh’dir ümmü’l-bilâd ümm-i deryâsı ne hoş
Âb-rû-yı hâkdir zîb ü diyâr u dâr-ı Belh
EMRÂH-I NAKŞİBENDÎ
Osmânlı Müellifleri
nâm eserde,
hakkında şöyle yazılıyor:
"İrticâlen şiir söylemekteki kudret-i şâirâneleri bâlâ-ter olan saz
şâirlerinin müteahhir ve mütemeyyizlerinden ve tarîkat-ı aliyye-yi Nakşıbendî
müntesiblerinden bir zât olup Erzurumludur.
1293/(1876) senesinde Niksar’da irtihâl-i dâr-ı bakâ eylemiştir.
Şâkirdlerinden en be-nâmı Nûrî’dir. Fazla ma’lûmât, Köprülü-zâde Fuad Bey’in Saz Sâirleri nâm eserindedir."
Kastamonulu Şeyh Ahmed-i Siyâhi Efendi’den me’zûn olması
me’mûldür. Dîvân’ını meşâyıh-ı
Rufâiyye’den Muhammed Abdülazîz Efendi 1332/(1914) senesinde, Şems Matbaası’nda
bastırmıştır. Dîvân’ı tedkîk ve mütâlaa eyledim. Sehv-i nâsihden gayr-i sâlim
olarak tab’ olunduğundan yanlış pek çoktur. Dervîşlik nokta-i nazarından tedkîk
ettiğimde, kendisini ehl-i aşk u hâl bir adam olmak üzre tahmîn ettim. Nisbeti
kimdendir, hilâfet almış mı, almamış mı? Anlaşılamadı. Yalnız reviş-i beyândan,
Mevlânâ Hâlid Ziyâeddîn-i Nakşıbendî hulefâsından bir zâttan mazhar-ı feyz
olmuş olduğu müstedeldir.
Nisbet-i tarîkatını hoş bir lisân ile anlatıyor:
Senden öğrendik efendim ol ulu dergâhı biz
Senden idrâk eyledik sırr-ı Rasûlu’llâh’ı biz
Sende bulduk hâsılı şeyhim Teâla’llâh’ı biz
Ey tarîkat burcunun tâbânı yâ Hâlid meded
Dest-gîr olsun sana her demde Allâhu’s-Samed
Hâl-i aşkı söylese Emrâh’ı ağlar ağladır
Sayhasından Arş titrer hûn-ı çeşmi çağladır
/237/ Nice
şerh itsün özüm kalb-i hazînim dağladır
Ey gönüller derdinin dermânı yâ Hâlid meded
Dest-gîr olsun sana her demde Allâhu’s-Samed
Rindâne gazelleri vardır:
Ey sabâ var söyle derdim yâre Allâh aşkına
Çâreler kılsın dil-i nâçâra Allâh aşkına
Aşk oduyla yandırup üftâdesin leyl ü nehâr
Kılmasun mihr-i vefâ ağyâra Allâh aşkına
Bunca demdir derd-mendim tâlib-i dîdârıyım
Lutf idüp gezdirmesün âvâre Allâh aşkına
Al götür nâmem o cânâna sorarsa hâlimi
Böyle söyle ol perî-ruhsâra Allâh aşkına
Ol cihân yek-dânesi Emrâh anın dîvânesi
Böyle vasf it hâlim ol dil-dâra Allâh aşkına
* * *
İlâhî dilerim senden beni benden haber-dâr it
Bana fazlınla nefsim bildirüp âgâh-ı esrâr it
İlâhî nûr idüp çeşmim ke-mâ-hî göster eşyâyı
Beni bu nevm-i gafletden basîretlerle bîdâr it
Gider dilden bu hubb-i mâ-sivâyı lutf it Allâh’ım
Senin ilhâm-ı aşkınla derûnum külli serşâr it.
Lisânım dâimâ meşgûl ola zikr-i şerîfinle
Hemîşe zikr ü fikr-i “lâ” ile “illâ” ya dûçâr it
Fakîrin kem-terin Emrâh lütfün bî-kes Emrâh’ı
Rızâ-yı pâkine mazhar kılup hayrân-ı dîdâr it
* * *
Şarâb-ı aşkı ey zâhid içen mestânelerden sor
Harâbât ehlinin hâlin yine rindânelerden sor
Bu hâletler sorulmaz mescid içre mu’tekiflerden
Hevâ-yı hûy u hâyı gûşe-i meyhânelerden sor
Kemâl-i sûz-ı aşkı sorma bülbülden seherlerde
Sorarsa(n) anı sen sûzân olan pervânelerden sor
Dilâ ahvâl-i Mecnûn’u ne bilsün gaflet erbâbı
O esrârı bilen erbâb-ı aşk dîvânelerden sor
Muhabbet lezzetin bilmek dilersen sen de Emrâh’ı
(O) cânân’çün (bu) cânını viren merdânelerden sor
* * *
Aşkın ezeli âşıka ilhâm-ı Hudâ’dır
Bir neş’e-nümâdır
Tahkîk gönül şehrine bir nûr-ı ziyâdır
Minhâc-ı Hüdâdır
Her kimde ki var lezzet-i aşkın cevelânı
Eyler deverânı
Anın o semâı dil-i uşşâka cilâdır
Hem rûha gıdâdır
/238/ Vâiz
bana vasf eyleme cennât ile hûru
Bilmem o huzûru
Âşık olanın aşk ile matlûbu rızâdır
Bakîsi hevâdır
Zâhid beni men’ eyleme keyfiyyet-i aşkdan
Vir dirsem o meşkden
Bu cezbe-i aşk âşıka bir özge edâdır
Bilsen ne safâdır
Bir dil ki haber-dâr o aşkın haberinden
Söyler eserinden
Elbet o gönül beyt-i nazar-gâh-ı Hudâ’dır
Kâl ehli cüdâdır
Nâire-i aşk ile tutuşmuş, yanmış bir merd-i meydân-ı
tarîkat olduğu sözlerinden mümâyân olmaktadır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
[1] “Evliyânın kudreti Allah’tandır.
Yayından çıkmış oku yolundan döndürür.” (H)
[2] "Ölüm kavuşmadır." (H)
[3] “Kendini
temizleyen felaha ermiştir” el-A’lâ sûresi, 14. (H).
[4] “Senin için geldim ey Muhtâr” (H)
[5] Murâd
Molla merhûmun burada pek dil-nişîn bir kütüphânesi ve gayet enfes ve nâdîde
kitabları vardır. Sâhib-i tercüme Muhammed Murâd Efendi merhûmun bu
kütüp-hanede hâfız-ı kütüp hizmetinde de bulunduğu mervîdir. Bu dergâh-ı şerîf
kütüp-hane
bahçesinde binâ olunmuştu. Elyevm müşrif-i harâbdır.
[6] Kâ’be-i
Mükerreme’nin tebdîl olunan müzehheb bir anahtarı Hz. Pâdişâh
tarafından Cenâb-ı Şeyh’e hediyye olunmuş ise de son zamândaki şeyh tarafından
zâyi' edildiği maa't-teessüf haber alınmıştır.
[7] Numara
müellif tarafından, böyle tekrar edilerek yazılmıştır. (H)
[8] “Ey Allah’ım! Efendimiz Muhammed (s.a.v.)’e ve
âline, mülkü devâm ettiği müddetçe Allah’ın ilmindeki adet kadar devâmlı rahmet
eyle. ” (H)
[9] "Mecâz, hakîkatin
köprüsüdür." (H)
[10] "Birbirlerine neyi
soruyorlar? Büyük haberi mi?" 83. Nebe' sûresi, 1,2. (H)
[11] “Fazîletli ve himmet sâhibi, mümtâz bir
insan, fazîletin en ileri derecesine ulaşmış, Allah’a karşı gelmekten son
derece sakınan kâmil bir şeyh, Allah’ın emrettiklerine bağlı kalarak vuslata
erişmiş bir mürşid, kâmil, hocaların hocası, Allah’ın bütün kullarına karşı
şefkatli, hocamız Mevlânâ Seyyid Ahmed Hüsâmeddîn-i Dağıstânî en-Nakşıbendî
el-Hüseynî, dedesinden icâzetli bir Kur’ân müfessiri idi. En güzel salât ve en
temiz selâm ona olsun. Cenâb-ı onun derecesini artırsın, ilmini ve fazîletini
yüceltsin. Marifetinden bütün Müslümanlar faydalansın. Bereketiyle, bizim
doğruların ve gerçek iman sahiplerinin yolunda dosdoğru gitmemizi nasibetsin.”
(H)
[12] “Ben
ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır” el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c.I. s. 203. (H)
[13] “Ben
ise anahtarıyım.” (H)
[14] “Allah
onları arkalarından
çepeçevre kuşatmaktadır. Doğrusu bu yüce Kur’ân’dır. Levh-i mahfûz’da
yazılıdır.” Burûc sûresi, 20, 21, 22. (H).
[15] “O, (hicrî) bin senesinden sonra
güneş (gibi)dir, hattâ güneşin medârı sayılır. Bizden seyyidim Hüsâmeddîn
gizlendi.
Furkân (K. Kerîm)in sırrını en iyi bilen ve onu en
yüksek derecede anlayandır. Hidâyet güneşinin dükkânı seyyidim Hüsâmeddîn:
Milletin dayanağı ve işlerinin en üstünü, vâris
ilimlerinin üstâdı seyyidim Hüsâmeddîn
İlim kapısının anahtarı, asrının seçkini,
emsâllerine üstün geldi seyyidim Hüsâmeddîn
Onu tanımlayacak olanın ömrü bu işe yetmeyecektir.
Asır benzerini görmedi. Dînin yardımcısıdır.
Onu tanımlamada acizlik anlaşıldı. Allah’tan
ilhamdır ve seyyiddir.
Hidâyet imâmı bir güneştir. Onunla târîhi bilinir.
Seyyidim böylece bildirdi.
Hatiften bir ses bana onun gizlenişinin târîhini
öğretti: Zamânının kutbu seyyid Hüsâmeddin vefât etti.” (H)
[16] “Sübbûh
ve Kuddûs olan Rabbimiz, meleklerin ve Cebrâilin Rabbi.” (H)
[17] Târîh mısraının toplamı 1402
çıkmaktadır. “Nakd-i ömrin” ibâresinin
değeri olan 524 bundan çıkarılıp, ona “dârü’l-emân”
ibâresinin değeri 328 eklenince 1206 elde edilir. (H)
[18] Aslı (موتوا قبل أن
تموتوا) şeklindedir. Ölmeden
önce ölünüz.” el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c.II, s. 21. (H)
[19] “Eğer başını sürekli yüksek
tutmak istersen, Nakşıbendî tarîkatında nakışlan.” (H)
[20] Her iki mısraın hesaplanmasından
da 1210 târîhi çıkmaktadır. (H)
[21] Bu ibârenin hesaplanmasından 1116
çıkmaktadır. (H)
[22] Emîn
Efendi’nin irtihâli 1243/(1827)’tedir. Bir eserde, şeyhi el-Hâc İbrâhîm Ahmed-i
Hayâlî, onun şeyhi Sâdık-ı Erzincânî gösteriliyor.
[23] 2. ve 3. ibârelerin hesaplanmasından 1114 çıkmaktadır.
(H)
[24] Bu
zâtın Tefsîr-i Kâdî üzerine ta’lîkâtı
ve sâir mu’teber te’lîfâtı ve bir de güzel bir Dîvân’ı vardır. 1177/(1763)’de irtihal-i
dâr-ı bakâ eyledi.
Hakkî
dinildi fevtine târîh.
Hakk’a
yöneldi Hâzık Efendi
(حقه
يونلدى حاذق اقندى)
(vefâtı için söylenen) târîhtir. Dîvân’ını merhûm Abdürrezzâk
İlmî Efendi bastırmıştır. (Bkz. İsmâîl Fakîrullâh’dan sonraki kısım.)
[25] “Nûrî! Târîh cismi
ayırdı, fakat o, zâtıyla ebedî olarak diridir.” (H)
[26] Erzurumlu İbrâhîm,
Siirte bağlı Tillo’da (şimdiki adı Aydınlar) vefât etmiştir ve türbesi
buradadır. Bkz.
Mesih İbrâhîm Hakkıoğlu, Erzurumlu
İbrâhîm Hakkı, İstanbul 1973, s. 182 vd. (H)
[27] “Onlara ve onları
sevenlere müjdeler olsun.” (H)
[28] “Görmediğim Rabb’e ibâdet etmem.” (H)
[29] “Zikri ancak müşâhede makâmına erenler bırakır;
fakat zikretmeyenler de O’nu müşâhede makâmına eremez.
Her halükârda O’nu görüyorum; her nefes
alış-verişimde de O’nu zikrediyorum.
Aşkımdan dolayı bugün duâyı bile unuttum.
Yediğimin öğle yemeği mi, akşam yemeği mi olduğunu da bilmiyorum.
Efendim! Senin zikrin yemem ve içmem oldu. Yüzün
ise, onu gördüğümde benim derdimin dermânıdır.” (H)
[30] “Ey Müslümân! Senden ezelden beri istenen
teslîmiyet göstermendir. Mest olmuşçasına teslîm olman gerekir.
Ne mutlu ona ki,
iki cihânda dostun gölgesinde uyumuştur; acz ve hayret onun azığıdır.
Aczin başlangıcında
kendini gördü; mürşid âcizlerin dinini seçti.
Ârifler her iki
cihândakilerden daha durgundurlar; çünkü onlar, harmanın yükünü hiç bir şeysiz
götürürler.
Tasalı sevinçli
anlarda, tevekkül ve tamâmen teslîmiyetten başka her şeyhile ve tuzaktır.” (H)
[31] Tillo’nun
şimdiki adı Aydınlardır ve Siirt’e bağlı bir ilçe merkezidir. (H)
[32] 1055
/(1645)’de Şam’dan Erzurum’a hicret etmiştir.
[33] “Ölmeden önce ölünüz.” (H)
[34] “Ölüm, seveni sevdiğine ulaştıran bir köprüdür.” (H)
[35] (فَكَانَ
قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى) “İki yay aralığı kadar
veyâ daha kısa...” 53. Necm Sûresi, 9 (H)
[36] “Ey
günahkârların şefâatçisi! Ben isyânkârım, bize şefaat eyle. (H)
[37] İşte Adn
cennetleri, ebedî olarak kalmak için araya girin.” (H)
[38] “Allah, Cennet yurduna çağırır.” 10. Yûnus Sûresi, 25.
(H)
[39] “Nakşıbendiyye’nin Hâlidiyye
kolunun silsilesini yeryüzünün doğusunda ve batısında yayan Allah’a hamd;
tarîkat ehlinin başı olan efendimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’e ve her türlü nurun,
huzûrun ve feyzin kaynağı olan ashâb-ı kirâma da salât u selâm olsun.”
Burada söz konusu edilen uzun Arapça
silsile, metinden çıkarılarak, aşağıda gelen mensûr silsilede geçen isimler
sıralanmıştır. (H)
[40] Bu şiirde Nakşıbendî silsilesi
verilmektedir. Bu isimler siyah olarak yazılmıştır. (H)
[41] Silsilede yer alan şeyhlerin isimleri
şöyledir :
eş-Şeyh Muhammed el-Kudsî, Mevlânâ
Hâlid Ziyâeddîn el-Bağdâdî, eş-Şeyh Abdullâh ed-Dehlevî, Habîbullâh
Cân-ı Cânân Mazhar Muhammed el-Bedvânî, eş-Şeyh Seyfeddîn, eş-Şeyh
Muhammed el-Ma’sûm, eş-Şeyh Ahmed el-Fârûkî es-Serhendî (İmâm Rabbânî),
eş-Şeyh Muhammed el-Bâkır, Hâcegî el-Emkinekî es-Semerkandî, Dervîş
Muhammed, Muhammed ez-Zâhid, Ubeydullâh-ı Ahrâr, Ya’kûb
el-Çerhî el-Hısârî, Muhammed el-Buhârî (Alâeddîn-i Attâr), Muhammed
Bahâeddîn Şâh-ı Nakşıbend. (H)
[42] Burada,
Meryem Sûresi 12. âyetteki, “Ayağındakilere çıkar.” meâlindeki , Hz. Mûsâ’ya
Tûvâ vadisindeki, Cenâb-ı Hakk’ın hitabına teşbih vardır.
[43] Harb-i
Umûmî’de Çanakkale Kumandanlığı’nda hıdemât-ı fevka’l-âdesi sebk eden maiyyet-i
seniyye müşîri Şâkir Paşa-zâde Ferîk Cevâd Paşa, bu zât-ı muhteremin
kerîme-zâdesidir. Dr. Avni Paşa’nın pederidir.
[44] Şeyhlislâm
esbak Bodrumî Ömer Lütfi Efendi merhûm bu zâtın mücâzlarındandır.
[45] (اطلبوا الخير عند
حسان الوجوه)
“Hayrı güzel
simâlılarda arayın.” el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, c.I, . 136. (H)
[46] “Genç ihtiyâr herkes
gelip gidicidir. Gece ve gündüz göz açıp kapamak gibidir. Allah’tan başkasının
kapısına yönelirsen, bu bir serhoşluktur.” (H)
[47] “Geldi
(bir), hicrî, gitti (bir) rûmî.” Buradaki son mısrâın toplamından l çıkarılırsa
rûmî tarih (1325-1=1324); bu toplama l eklenirse hicrî tarih (1325+1=1326) elde
edilir. (H)
[48] “Allah
herşeye kadirdir.” Bakara sûresi, 20 ve muhte'lîf sûreler. (H)
[49] Bu beyiti Muallim Nâcî merhûm söylemiştir.
[50] Şu
anda Kastamonu’ya bağlı bir ilçe merkezidir. (H)
[51] (َ قَابَ قَوْسَيْنِ
أَوْ أَدْنَى) “İki yay aralığı kadar veyâ daha kısa.”
(53. Necm sûresi, 9) (H)
[52] “İnsanların ecelleri gelince, kabirler onlara ikinci bir ömür biçer. Kabri
her zamân mevcut olduğu hâlde gidene hayret ederler.” (H)
[53] “Ey Es’ad! İpek bile onun gelişiyle şeref
bulur. Şeyhin süslü başı zannet ki, ipektir.” (H)
[54] "Nebiyyi’r-Rahmân isimli bu mübârek risâlenin her tarafı ismidle
(sürme taşı) süslenmiştir. Bu eseri Kelâmı Tekkesi şeyhi, kâmil bir insân ve
faziletli bir âlim olan eş-Şeyh elHac Muhammed Es’ad-ı Erbilî Efendi -Allah
onun ömrünü uzâtsın ve bizi onun eserinden faydalandırsın- yazmıştır. Bu
risâleyi, ilmî ve amelî hakîkatların toplandığı bir eser olarak gördüm."
(H)
[55] “Seyahat ediniz,
sıhhat bulursunuz.” Farklı
rivayetleri için bkz. el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c.I, s. 445. (H)
[56] “Kim bir
taşın (faydasına) inanırsa, ondan faydalanır.” (Hadîs kaynaklarında
bulunamamıştır.) (H)
[57] “...
sâdıklarla birlikte olun.” 9. Tevbe sûresi, 119. (H)
[58] Hz.
Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu: (ARAPÇA) “
[59] “Ey (levlâk)
ordusunun hükümdarı! Ey felekler tahtının baştâcı! Senin haşmet ve kadrinin
derecesi, idrâk ve anlama hayâlinin dışındadır. Senin bu azametli gelişle âlemi
şereflendirmen, toprağa da şeref bahsetmiştir. Bağ içinde sinesi yırtılmış güle
âşık olan bülbül gibi senin aşkınla (doluyum).
Senden ayrı olunca
nasıl mutluluk olsun? Çünkü senden ayrı olmak, beni hüzün ve gamla doldurur.
Her ne kadar utanma
duygusu yoksa da, yaşlı gözümde bir elem vardır.
Senin aşkının
devletiyle güçlü olunur. Çünkü onun sâyesinde, her iki âlemde de, imân hiç bir
şeye ihtiyaç duymaz.
Es’ad’ın cezâ günündeki durumunu hiç sorma. Çünkü onun durumu hiç de iyi
değil.” (H)
[60] “Bismillâhirrahmânirrahîm.
Rabbı’nın kulu
Muhammed Mehdî b. es-Seyyid Muhammed b. Alî es-Senûsî el-Hattâbî el-İdrîsî’den,
Sokene kazâsı nâibi fazîletli, hoş kokulu, kerem ve yağmur bulutu gibi
güzellikler ile hoş ahlâk ve parlak menkıbeler, coşkun dereler gibi taşan
yükseklikler, gündüz ve gecelerin güzelliklerinin sâhibi, dostumuz eş-Şeyh
Muhammed Yâsîn’e (Allah onun makâmını yüceltsin, dünyâ ve âhiretin hayırlarına
erdirsin, âmîn).
En güzel selâm ve en
hoş tahiyyattan sonra:
(Gönderdiğiniz) şeref
veren yüce mektûbunuz bize ulaştı. Bunun için Allah (c.c.)’a hamd ederiz.
Böylece aramızdaki muhabbet tamâmiyle tahakkuk etmiş oldu. Allah, keremi ve
fazîleti ile birlikte, nimetlerini bütün herkes için dâim eylesin. Bizden
sorarsanız, burada es-Seyyid Muhammed eş-Şerîf ve diğer bütün ihvânın durumları
iyidir. Size de ef'âl ve ahvâlinizde muvaffakiyyet ile, emellerinize ulaşmanız
husûsunda yardım dilerim. (Duâlarımın) kabûlü Allah’tan umulur.
Oğlumuz eş-Şeyh Hâmid
Berekât, bize sağ sâlim ulaştı. Bize, sizden övgüyle ve güzel hâtıralarla
bahsetti. Bunlar için de Allah’a hamd ve şükürler olsun. Arz ettiği ba'zı
husûslara muttali oldum. Ancak getirenin buralarda kalış müddetinin kısa oluşu
sebebiyle bitirmek mümkin olamadı. İşte size ‘Sohbet’ini ulaştırıyoruz. İstinsâh etmek ve eseri tamâmlandıktan sonra tekrâr
incelemek üzere bize göndermesi için kendisini görevlendirdik. Allah Teâlâ en
hayırlı amellerden eylesin. Hz. Peygamber’in, âl ve ashâbının hürmetine her iki
cihânda da en güzel şeylere kavuşmanızı nasîb etsin.
Size sâlih ameller ve
en güzel niyetler için Allah’a duâ edip duruyoruz. Kabûl edecek olan Allâh’tır.
Çünkü O, kabûl etmesi umulanların en hayırlısı, istekte bulunulacakların en
cömertidir.
Bizden, bütün ihvâna
en kâmil selâmlarımızı iletin.
İnşâallâh bu mektup
dostumuz Şeyh Muhammed Yâsîn'e (Allah onun izzetini dâim eylesin) ulaşır
ve onun ellerini öper. 8642"
22 Sabân 1304/(16
Mayıs 1887)
es-Seyyid Muhammed
Emîn
es-Senûsî
el-Mehdî”
Mektubun sonundaki
8642 rakamı (بدوح)
kelimesindeki harflerin rakam değeridir; bu rakam mektuplarda zarf
üzerine ve metin sonuna yazılarak mektubun emniyeti sağlanırdı. (H)
[61] Hicâz valisi iken 11 Şa'bân
1291/(24 Eylül 1874)’de Tâifde irtihâl ile Abdullâh b. Abbâs (Radıya'llâhu
anhumâ)’nın civâr-ı kabrine defn olundu. Efâdıl ve vüzerâdan idi.
[62] Ahmed Hulûsî Efendi, Amasya’da 4 Kânûn-ı sânî 1304/(16
Ocak 1888)’de vefât ederek peder-i azîzinin yanına defn olundu.
[63] Mustafa Nuri Bey, rütbe-i bâlâ
ricâlinden Nâfia Muhâsebecisi iken 23 Şubat 1313/(7 Mart 1897)’te İstanbul’da
vefât ederek Fâtih Türbesi hazîresine defn olundu.
[64] Sefîne-I Evliyâ’nın Hüseyin Vassâf, Ahmed Tevfîk Bey hakkındaki
tercüme-i hâlin, kardeşi İbnü’l-Emîn Mahmûd Kemâl Bey tarafından yazıldığını
212. sayfada belirtmektedir. Bu tercüme-i hâlin ilk sayfası Mahmûd Kemâl Bey’in
kendi el yazısıyla yazılmıştır. (H)
[65] “Biz
Allah’tan geldik O’na döneceğiz.” 2. Bakara Sûresi, 156. (H)
[66] Bu
merd-i rûşen-zâmir, Sâhib-i Sefine Hüseyin Vassâf
(rahimehu’llah) hazretleridir. Mahmut Kemâl el-Fakîr.
[67] "Öyle yaşa
ki, öldüğünde herkes ağlarken sen gül." (H)
[68] “İyi yıl baharından bellidir.” (H)
[69] “Allah
katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınanızdır.” 49. Hucurât
Sûresi, 13. (H)
[70] “Hesâba çekilmeden
nefîslerinizi hesâba çekin.” (H)
[71] Bu
tercüme-i hâli yazan İbnü’l-Emîn Mahmud Kemal Beyefendi’dir. Bu âcizi taltîfen
öyle yazılmıştır.
[72] Bu ibârenin hesaplanmasından 1328 çıkmaktadır. (H)
[73] “Dâire-i
fâniye-i dünyâdan” sûretinde yazıldığı hâlde âlem-i rü’yâda ber-vech-i muharrer
tashîh edildiğini Tal’at Bey söyledi.
[74] “Cennet
anaların ayağı altındadır.” el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, c. I, s. 335. (H)
[75] “Gizlilerin
(ortaya dökülüp) yoklanacağı gün...” 86. Târık Sûresi, 9. (H)
[76] “Çöl
daha zâlimdir.” (H)
[77] Mükerreren makâm-ı sadârete gelen meşhûr Saîd Paşa’dır.
[78] Son Asır Türk Şairleri nâmıyla
yalnız üç cildi tab’ olunmuştur.
[79] Müstakîm-zâde’nin Tuhfe-i Hattâtîn’inin üzerine mükemmel îzâhât ilâvesiyle
tab’ ve neşrine de muvaffak olmuştur.
[80] Şiddetle mahviyyet gösteriyorlar. En
güzel şiir söyleyenlerden ve şiiri en iyi anlayanlardandır. Bu Sefîne-i Evliyâ’nın mukaddimesinde münderic takrîzleri, şiirde
kendilerinin ne kadar yüksek bir makâm sahibi olduklarını erbâb-ı irfâna i’lân
etmektedir. Hatt-ı destleriyle muharrer takrîz-i mezkûr ile bir müzekkerelerini
aynen telsîk ediyorum. Hem sûret-i hatlarını hem de hikemiyyâta müteallik ba'zı
şiirlerini camidir. Müşarünileyhin kemâlini takdîr etmek, erbâb-ı kemâlden
olmaya mütevakkıf olmakla bu bâbda aczim vardır.
Rütbe-i
kadrini takdîr idemem aczim var
Anı
hakkıyla gören dîde-i hak-bîn ister
Bâb-ı
irfân u füyûzunda bu âciz Vassâf
Hâki
zer eyleyecek nazra-i hak-bîn ister
[81] “Mü’minlerin güzel gördüğü şey
Allah indinde de güzeldir.” (H)
[82] Bu
beyiti Sadr-ı Esbak Saîd Paşa merhûm, pek ziyâde takdîr etmişti. Nesini
takdîr etti bilemem.
[83] Salla’llâhu
aleyhi ve selem.
[84] Bu beyitten
de zevk-yâb olanlar olduydu.
[85] “Hıcel”,
‘hıcâl’den muhaffefdir. ‘Hacele’nin cem’idir. “Müzeyyen gelin odası” demektir.
“Maksûd ol arûs-ı lâ-mekânın müzeyyen gelin odası ve serîr-i azemet-masîr-i Muhammedî âşıkın
kalbidir.” ma’nâsınadır.
[86] “Tanışıklığın delîli aşktır. Gönül aşkla aydınlandı.
(Aşk), lâhût yuvasından bir kuştur. Onun yiyeceği de gönül tanesinden başka bir
şey değildir.” (H) İbn-i Ammâd.
[87] “Onlar, elest bezminin âşıklarıdırlar ve dâimâ
belâ kadehiyle serhoşturlar. Onların sözleri cân bahşedici, makâmları da,
makâm-ı mahmûddur.” (H) İbn-i Ammâd.
[88] “Dalgalı denizinden kana kana içmek için imâmımız
Şafiî’nin kapısına geldim. Kabre geldiğimde bir deryâ ile karşılaştım; beni
öyle yüceltti ki, oradan kurtulamıyorum. Bana, “İşte gemimiz, bin ona.” diye
nidâ olundu. Ben bu husûsu herkese anlatır dururum.” (H)
[89]
“Bismillah.
Saîd Abdullâh’dan, gönlün meyvesi, kalbin huzûru
olan efendisine ki, samimî bir dille, Mevlâ’nın sizi husûsî kullarından
eylemesi, sevgi şarâbını tattırması için duâ ediyorum.
- Yüce Allah, bu denize nice şeyler doldurmuştur.
Rüzgâr bu denizi dalgalandırdı ve dışarıya bir inci attı.
- Bunun için, elbiselerini çıkar da, onun
yakınında denize dal. Sarhoşluk elbisesi yerine, uyanıklık gereklidir.
- O denizde öl. Çünkü Allah’ın denizinde ölmek
genişlik demektir. O (imâm), hayâtını, Allah’ın emrettiği hayât olarak yaşadı.
İrfân içinde, hâlâ tevhîd denizinden ve şuhûd
okyanusundan içiyorsunuz. Ey yegâne cevher gibi olan, güzel tabiatlı dost! Kalb
sekînete erdi, iç dünyâ ise yüceldi. Sizi bu şekilde yaratan, vücûd veren ve bu
güzel sîreti, tavrı nasîb eden, gözden hayâl perdesini kaldırıp, iki menzil
arasından kurtardı zannetme. Çünkü işler zuhûrata göre cereyân etmektedir.
Cenâb-ı Hak yazmaya müsâade ederse, bundan sonra da yazışmamız devâm edecek.
Biz vadettiğimizi yerine getirir, zikrettiğimizi de yazarız.
Cennet ehlinin dili olduğu için mektûbu Arapça
yazmayı tercîh ettim; kalpleriniz ve seyâhatiniz onda sükûnet bulur. Şahsınıza
yazılan suâllere doğruya yakın bir şekilde cevâb vermeye hazırım.
Orada berâberce durup sohbet ettiğimiz
ahbâblarımızın hepsine selâm ve hürmetlerimi arzederim. Allah’ın selâmı,
rahmeti ve bereketi üzerinize olsun, l Cemâziye’l-evvel 1328/(11 Mayıs 1910)”
Hz.
İmâm-ı A’zam Câmii Birinci Müderrisi Saîd. (H)
[90] Bu Farsça metin risâle hâlinde Sefîne-i Evliyâ’ya
konulmuştur. Ancak bu metin anlatılan zâtın ilmî ve edebî derecesini göstermek
üzere konulmuş bir örnektir. 235 beyitlik bu uzun Farsça metin, eserin esas
amacına hizmet edecek nitelikte olmaması sebebiyle, bu kadar metni koyup da
tercüme etmeyi uygun görmedik. Sâdece bölüm başlıklarını yazmakla yetindik :
1 – 14. Beyitler : Başlangıç.
15
– 28. Beyitler : Der-beyân-ı âlem-i insânî gûyed.
30
– 44. Beyitler : Der-beyân-ı esrâr-ı hakîkat gûyed.
45 – 52.
Beyitler : Der-beyân-ı hudûs u kıdem.
53 - 60.
Beyitler : Der-beyân-ı tevhîd gûyed.
61
- 95. Beyitler : Der-beyân-ı esrâr-ı ilâhî ân Hazret (salla’llâhu aleyhi ve
selem)
96
- 106. Beyitler : Der-beyân-ı sıbga-i ilâhiye mî-gûyed.
107
- 121. Beyitler : Der-beyân-ı fırak-ı beyne ehl-i hâl ü kâl mî-gûyed.
122
- 146. Beyitler : Der-beyân-ı “Ene medînetü’l-ilm ve Alî bâbuhâ” mî-gûyed.
147
- 184. Beyitler : Der-beyân-ı âlem-i insânî ve ez-hakîkat-ı ân mî-guyed.
185 - 205. Beyitler : Der-beyân-ı
tabâyı’ gûyed.
206
- 210. Beyitler : Der-beyân-ı hâkkiyyet gûyed.
211
- 218. Beyitler : Der-beyân-ı nâriyyet gûyed.
219
- 235. Beyitler : Der-beyân-ı mâî vü türâbî gûyed. (H)
[91] “Allah’ın rûhu olan yaratıklarına aferin olsun.
Mâsivânın nakşı senden ortaya çıktı.
Yaratma
kudreti dalgakıran oldu. Bütün her şey yokluktan zuhûr etti.
Yaratma
kudreti zâtında gizli idi. İstersen bu kudretini izhâr edersin.
Sıfatın kudreti cömertliğine delîldir. Yeri ve gökleri sen yarattın.” (H)
[92] “Bu kitabı okuyan herkes onun ezberlenmesini
sâhibine bıraktı.
Hakk’ın yardımıyla bu
manzûme halka ulaştı. Bu ismin aşkına hüküm teblîğ oldu.
Kitaba başlama zamânı
Zi'l-ka'dedir, bitiş zamânı da Şa’bân-ı muazzam ayının sonudur.” (H)
[93] “O, cihânın
sâhibinin adıyla... Ki O’ndan başkası yoktur. Her ne varsa O’dur.
Dünyâ ve bütün
mevcûdat O’nun kudretinden zuhûr etti. O’nun cömertliğinden Sun’ ve Kudret
sıfatları
tecellî etti.” (H)
[94] “Bu kitap, Cenâb-ı Bârî’nin fazlıyla, 1323/(1905)
târîhinde tamâmlandı. ” (H)
[95] Bu
ibare Kur’an-ı Kerîm’de çeşitli âyetlerde geçmektedir. Bunlardan birisi şöyledir:
(قُل
لاَّ أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ أَجْرًا إِنْ هُوَ إِلاَّ ذِكْرَى لِلْعَالَمِينَ). De ki: Ben ona karşılık sizden
bir ücret istemiyorum. O, sadece bütün âlemlere bir rahmettir.” 6.
En’âm sûresi, 90.
[96] Bununla ilgili olarak Seyyid Abdülkâdir Efendi’nin
eserlerinin arkasından dipnotta bilgi verilmişti. (H)
[97] “Cânânın yâdı cândan daha
tatlıdır. Yine cânânın zikri iki cihânın cennetinden daha lezzetlidir . Onun
dudağı ve rûha cân bahşeden sözü, bil ki, senin gönlün gibi tatlıdır.” (H)
[98] “Kendimizin sözümü tekrâr ede ede, dinden ve
dünyâdan el-etek çekmiş kalender gibi geziyorum.
Hırka, seccâde ve tesbihin bağından kurtulmuşum.
Ba'deden o derece sarhoş ve mahmûrum ki, adetâ içki satıyorum.” (H)
[99] “Gönlümün kara noktasında Hz. Hasan’ın sevgisi
vardır. Hz. Hasan’ın yaşıyla, sofra gibi olan gözümden yaş akıtırım. Hz.
Hasan’ın mukaddesliği ve yüceliği ayağının tertemiz toprağından bellidir. Allah
adamlarının gözünün sürmesi de buna delîldir.” (H)
[100] “Hz.
Hüseyin’in yası sebebiyle gönül kanlıdır; ıslak göz Seyhun nehri gibidir.
Matemlilerin göz yaşının damlası,
değerde dürr-i meknûn (mahfazalı parlak inci) gibidir.” (H)
[101] “Hakîkat
ilmi sûfînin ilmi içinde kaybolur. Halkın inandığı söz şudur : Sûfînin ilmi,
kadîm olan Cenâb-ı Hak’dan zuhûr etmiştir. Ey Selîm! Bu böyle anlaşılır.” (H)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar