Sefîne-i Evliyâ Evliyâ-yı Ebrâr Şerh-i Esmâr-ı Esrâr 1cild 2. bölüm
ENVERİYYE
ŞU'BESİ
/132/
eş-ŞEYH es-SEYYİD OSMÂN NÛREDDÎN ŞEMSÎ el-ÜVEYSÎ el-KADİRÎ HAZRETLERİ
Müessisi,
beyne’l-urefâ Osmân Şemsi Efendi nâmıyla meşhûr olan zât-ı âlî-kadrdir.
1229 sene-i
hicriyyesi şehr-i Rabîu'l-âhirinin birinci (23 Mart 1814) Çarşamba günü sâat
dörtte riyâz-ı imkâna zînet vermiştir. Maskat-ı re’s-leri, İstanbul’da, Bâb-ı
Âlî civârında, Hocapaşa Mahallesi’nde kâin hâneleridir.
Peder-i ekremleri, Mâliye
Nezâreti Eshâm Kalemi ser-âmedânından ve muammerînden ve tarîk-ı âlî-i Nakşibendî’den,
“Hoca Emîn Efendi” diye meşhûr, Seyyid Muhammed Efendi’dir. Bi'l-âhare, Kuşadalı
İbrâhîm Efendi hazretlerine intisâb edip, yirmiüç sene gûşe-i inzivâyı ihtiyâr
eylemiştir. 18 Zi'l-hicce 1277/(3 Mart 1872) târîhinde, seksenüç yaşında
irtihâl eylemekle, Üsküdar’da Karaca Ahmed Türbesi karşısındaki, gülistân-ı Hz.
Şems’de, makbere-i mahsûsasına defn olunmuştur. Hz. Şems’in manzûme-i
târîhiyyesidir ki, mezâr taşından istinsâh olunmuştur:
"Vâlidim
Seyyid Muhammed müştehir “Hâce Emîn”
İnzivâda göçdü oldu câyı Firdevs-i berîn
Geldi nuh-tâk-ı felekden fevtine târîh-i Şems
Müntehâ-yı sa’de oldu menzil-i rûhu’l-Emîn
(منتهاى سعده اولدى منزل روح الأمين)
Eshâm
hulefâsından ve tarîk-ı Nakşibendî ricâlinden Dervîş Osmân Şems Efendi’nin
pederi Münzevî Efendi merhûmun rûh-ı şerîfî için Fâtiha. Sene 1277."
Vâlideleri, Şerîfe Fâtıma
Hanım olup, 1291/(l874)’de irtihâl eylemekle o da zevcinin yanında medfûndur.
Kitâbe-i seng-i mezârı :
"Vâlidem ya’nî Şerîfe Fâtıma Hânım be-hak
Oldu bî-şek vâsıl-ı rahmet be-hüsn-i hâtime
İndi nuh-tâk-ı felekden fevtine târîh-i Şems
Şevk ile “Allâh” diyü göçdü Şerîfe Fâtıma
(شوق ايله الله ديو كوچدى شريفه فاطمه)
Merhûm Münzevî
Muhammed Emîn Efendi zevcesi ve Dervîş Osmân Şems Efendi’nin vâlidesi merhûme
ve mağfûratün lehâ hanım, rûh-ı şerîfi için li’llâhi’l-Fâtiha. Sene 1291."
/133/ Harem-i âlîleri Ayşe Hanım hazretleri 1297/(1880)
senesi(nde) âzim-i dâr-ı naîm olmuş ve o da, o hazîrede defn olunmuştur:
"Bu
refîkam Âyişe Hânım ecel câmın içüp
Gitdi ol gül-zâra k'anda oldu ayn-ı câriye
Düşdü meh burcundan anın fevtine
târîh-i Şems
Aişe Sıddîka cennetde de oldu câriye
(عائشه صديقه جنتده ده اولدى جاريه)
Şeyh Osmân Şems Efendi’nin zevcesi hanımın rûhiçün
el-Fâtiha."
Kerîmeleri Servet ve Enîse
Hanımlar dahi bu civârda medfûndurlar. Mezâr taşlarından:
"Firkatâ
vâveyletâ kim duhterim Servet Hanım
Vaz’-ı haml eyler iken göçdü cihândan âh vâh
Hatt-ı mu’cemle yazıldı fevtine târîh-i Şems
Fâtıma Servet cinânı kıldı nâ-geh cilve-gâh
(فاطمه ثروت جنانى قيلدى ناكه جلوه كاه)
Darb-hâne-i âmire Arayıcıbaşısı Dervîş Osmân Şems Efendi’nin kerîmesi
ve bâb-ı ser-askerî rûz-nâmçe ketebesinden Ömer Lütfi Efendi’nin zevcesi
merhûme ve mağfûratün lehâ Hanım. Rûh-ı şerîfiçün el-Fâtiha. Sene 1276/(1859)."
"Hayıflar
kim Kerîmem bu Enîse
Göçüp
dünyâdan oldu Hak enîsi
Beyân-ı
fevtine Şems oldu târîh
Enîse Hânım’ın
Hakdır enîsi
(انيسه خانمك حقدر انيسى)
Darb-hâne-i âmire Arayıcıbaşısı Dervîş Osmân Şems Efendi’nin
kerîmesi merhûme ve mağfûratün lehâ hanım. Rûh-ı şerîfiçün el-Fâtiha. Sene
1280/(1863)."
Osmân Şems Efendi’nin
meşhûr gazellerinden birinde:
Âh kim
gerdiş-i dolâb cihân sîme-nisâb
Aksine devr
ile idüp yine güllâb-ı serâb
İtdi bu
bâğda bir serv-i revânım kem-yâb
Kıldı
üftâde-i çâh-ı çemen-istân-ı türâb
Nevh-ı nâlemden olup devrine zencîr-i tınâb
Delv-i
çeşmim dökülür eşk-i teri döne döne
buyurmaları kerîmelerinin zıyâ'-ı ebedîsine işârettir.
/134/ Osmân Şems Efendi hazretleri, tahsîl-i ibtidâîde bulunup,
te'mîn-i maîşet fikriyle, âlâ-rivâyetin, Hoca Paşa’da tütün ticâretiyle iştigâl
ve maa-hâzâ, yine bir taraftan tahsîle devâm etmişlerdir. Bu sırada, bir Bektaşî
dervîş gelip, çubuğuna tütün doldurmasını söylemiş; azîz, çubuğu doldurduktan
başka, bir avuç tütün de bahş etmiş. Dervîş, dükkânın ne zamân açıldığını
sormuş. İki-üç ay evvel açıldığını söylemiş. Bunun üzerine Bektaşî, “Dükkânı
üç ayda kaparsan, zararla kapatırsın. Altı ayda kaparsan, sermâyeyi tüketirsin.
Bir sene devâm edersen, sermâyen kadar borca girersin.” demiş. Azîz,
fi’l-hakîka, “Altı ayda sermâyeyi tükettim.” buyurmuşlardır.
Fıtrat-ı zâtiyyesinde
meknûz olan envâr-ı irfân tecellîye başladı. Tarîk-ı mücâhede vü aşka tevessülü
derpîş ile hâne-i âlîleri civârında bulunan ricâl-i Nakşiyye’den İsmâîl Efendi
merhûma intisâb etmişlerdir. 1255/(1839) târîhine kadar sohbet-i aliyyelerine
devâm ile sülûk-ı evveli ikmâl etmişler; müşârünileyhin irtihâli üzerine, kibâr-ı
meşâyıh-ı Şa’bâniyye’den Kuşadalı İbrâhîm Efendi hazretlerine teslîm-i irâdet
ve icrâ-yı bey’atla mazhar-ı feyz olarak, yedi senede ikmâl-i merâtib ile
vâsıl-ı ser-menzil-i râh oldular. 1264/(1848) senesinde İbrâhîm Efendi’nin
intikâline mebnî, uşşâk-ı Muhammediyye’nin terbiye ve teslîkine me’mûr iken:
Sâkiyâ başın
içün câm-ı lebin sun Şems’e kim
Virdiğin şol
bâde-i lezzet nisâr elvirmedi
diye, ızhâr-ı hâhişle bahr-ı hakîkate
dalmak isteyerek kendine hem-râz olacak bir rehber-i irfân bulmağa çalıştı.
Nihâyet, 1264/(1848) senesinde, meşâyıhı Kâdiriyye’den, zamânının ferîdi, Ünyeli
Şeyh Abdurrahîm-i Üveysî hazretlerine mülâkî oldular. Abdurrahîm Efendi, Osmân
Şems Efendi’de büyük bir isti’dâd gördü. Cüz'î mikdârda, gurûr-ı nefse mâlik
olduğuna muttali’ olunca, “Oğlum! /135/ Bizim dâhil-i dâire-i irşâdımız olmak için odun
yarıcılığı etmek lâzım. Bunu yapabilir misin?” buyurdu.
Hz. Osmân Şems, bundaki
mazâmîne, irfânen kesb-i ıttılâ’ ederek, emri infâza müheyyâ olduğunu arz
edince, maksad imtihân olduğunu bi’l-beyân derhâl kabûl etmiştir. Yedi sene hıdmet-i
şerîfelerinde bulundular. İkmâl-i merâtib-i sülûk ile, seyr-i a’lâları mazhar-ı
tasdîk buyruldu; irşâda me'zûn oldu.
ŞEYH
ABDURRAHİM-İ ÜNYEVÎ
Bu zât-ı muhterem, Şeyh Müştâk-ı
Kâdirî hazretlerinin şeyhi Hacı Hasanı Şirvânî’den müstahlefdir ki, Şeyh Müştâk
merhûm:
“Pîrimiz
sultânımız Hacı Hasan Şirvâni’dir
Ahsen-i takvîme hayrân olmuşuz Hayrâniyiz”
diye i’lân ı mübâhât eder.
Hacı Hasan-ı
Şirvânî’nin şeyhi ve silsilesi Müştâkiyye bahsinde yazıldı.
Şeyh Abdurrahîm
Efendi, Ünyeliler. Cedd-i a’lâları Buhârâ’dan hicretle Ünye Kasabası’nın bânîsi
olmuştur. Hz. Ömer (radıya'llâhu anh) efendimizin sülâlesinden ve
Müftî-zâde hânedânındandır.
Ünye’de, ceddinin
binâ-kerdesi olan Müftî Medresesi’nde ulûm-ı nakliyyeyi tahsîl ile, genç
yaşında İstanbul’a gelip, Fâtih’te ulûm-ı êliye vü âliyeden feyz-yâb ve bu
sırada, Hacı Hasan-ı Şirvânî’nin, Hicâz’a gitmek üzere İstanbul’u teşrîflerinde
Hz. Abdurrahîm ile sevişerek, ona tarîk-ı Kâdirî’den hilâfet verip, bu sûretle
kâm-yâb olmuştur. Âtıf Efendi isminde bir zât-ı sâl-dîdeden işittiğime göre, Sineklibakkâl’da
sâkin imiş. Hüsn-i hattı olduğundan, dâimâ, şifâ-ı şerîf yazar, te’mîn-i maîşet
ederlermiş. Pek vahdet-perver oldukları için, niyâbet teklîf olunduğu hâlde,
kabûl etmediler.
1272 sene-i hicriyyesinde
(1856) terk-i âlem-i nâsût ve azm-i gülşen-i lâhût eylediler. Na’ş-ı gufrân-ı
nakşı, Aksaray’da, Vâlide Câmi'-i şerîfi karşısında kâin Kara Mehmed Paşa Câmi'-i
Şerîfi ittisâlindeki kabristâna defn olundu. /136/ Bi'l-âhare, Osmân
Şems Efendi hazretlerinin uluvv-ı himmetiyle, üzerine güzel bir taş konulup,
ahîren, demir şebeke içine alındı. Taştaki manzûme-i târîhiyye
müşârünileyhindir:
Silk-i pâk-ı
Kâdirî’nin bir muazzam mürşidi
Pîr-i menzil
Hazret-i Abdurrahîm-i Ünyevî
Kadirî
meslek Üveysî meşreb-i gavs idi kim[1]
Rûhuna
ta’zîm iderdi rûh-ı pâk-ı Mevlevî
Âlim ü ârif
ki nakd-i hâli olmuşdu anın
Mağz-ı Kur’ân
ü müfâd-ı Ma’nevî vü Mesnevî
Şâh-ı
iklîm-i fenâ şâhen-şeh-i mülk-i bakâ
Hâdimi olsa
sezâ idi Emîr-i Dehlevî
Mürşidim idi
tarîk-ı Hak’da ol merd-i Hudâ
Hamdü
li’llâh oldum ol sultân-ı aşkın peyrevi
“İrcıî” emri ile itdi rucû-ı lâ-mekân
Düşdü ma’nâ
mülküne nûr-ı cemâl-i pertevi
Didiler“ey Şems!”
târîhin çıkup isnâ-aşar
İtdi seyr-i
lâ-mekân Abdurrahîm-i Ünyevî
(ايتدى سير لا مكان عبد الرحيم اونيه وى) = 1272/(1856)
Şiirde, “Şems” tahâllus buyurmalarının hikmetini
şu beyitte söylüyorlar :
Pertev-i
zâtından ey Şems itdiğim çün iktibâs
Yadigâr
aldım bu ismi Şemsi-i Tebrîz’den
Gelelim Osmân
Şems hazretlerinin tercüme-i hâlini ta’kîbe:
Üdebâ-yı
asırdan Mahmûd Kemâl Beyefendi ile, müşârünileyh hakkında hem-sohbet olurken, “Hz.
Azîz, ile Âlî Paşa merhûmun Dîvân Kalemi’nde refâkat ettiklerini; paşanın, Mercân’daki
câmi'-i şerîfinde elli seneye karîb imâmet ve hitâbette bulunan fuzalâ-yı
hattâtînden ve muhibbân-ı azîzden Hâfız Hoca Tahsîn Efendi merhûmdan işitmiş
/137/ idim."
(dedi).
Kütüb-hânemde
mahfûz mecmûada, şuarâdan Manastırlı Faik Bey tarafından yazılmış ba'zı
gazeliyyâtın bâlâsında, “Bedestânî
Osmân-ı Nûrî” işâretinden azîzin Bedesten’de
bulunmuş olduğu istidlâl olunmuş idi. Bu gazelleri, şeyh-i mükerremin
mütehayyizân-ı mürîdânından ve fazîlet-mendân-ı ümmetten Çifteler Hârâsı müdürü
baytar Miralay İbrâhîm Bey merhûma göndermiş idim. Eş’âr-ı azîz meyânına kabûl
etmiş idi.
Hz. Şeyh'in
irtihâlinden kırk sene evvel neşr edilmiş olan Tezkire-i Fatîn’de, “Bezistân’da vâki’ Mubâyaa
Kitâbeti’ne ta’yîn kılınmıştır.” deniliyor.
Azîz-i
müşârünileyh eyyâm-ı sabâvetinden beri müntesib ve muhib olan sâbık sadâret
Müsteşârı Ali Fuâd Bey, “Efendi, Âlî Paşa ile Dîvân-ı Hümâyun Kalem’inde bulunmadı. Hoca Paşa
Mahallesi’nde komşuluk ettiler. Paşa, Dîvân’da iken, Efendi, Mâliye’de idi. Bâb-ı
âlî’ye intisâb için, Paşa teşvîk edermiş. Azîz hazretleri, Bedesten’de, Hâcegî
olmayıp, Arayıcıbaşılık hizmetinde bulunmuştur.” dedi, buyurdular. Hz. Şeyh’in tercüme-i hâllerini, Mahfil mecmûasında yazdığım sırada bu hakîkati de neşr eylemiş
idim.
Hz. Şeyh, bir müddet sonra,
inzivâ eylediler ve Üsküdar’da, İnâdiyye’de Nalçacı Halîl Efendi Dergâhı civârındaki
hânelerinde irşâd-ı ibâd ile iştigâl buyurdular. Kalb-i pâki masdar-ı hakâyık
olmuş idi. Te’sîr-i aşk u kemâl ile:
“Sâlikân-ı
meslek-i sultân-ı Bâzu’l-Eşheb’iz
Mazhar-ı esrâr-ı tevhîdiz Üveysî-meşrebiz
Mu’tasım Bi’llâh’ız ancak hânkâh-ı dehrde
Mest-i gül-câm-ı mey-i aşkız Melâmî-meşrebiz”
diye, tesettüre de meyillerini göstermekle berâber, meslek ve meşreb-i
ma’nevîlerini i’lân eylediler.
Şuarâdan Ârif
Hikmet Bey merhûmun, müşârünileyh Mahmûd Kemâl Beyefendi tarafından neşr olunan
tercüme-i hâlinde şöyle muharrerdir:
“1277/(1861) senesi evâhirinde Ârif Hikmet Bey’in, Lâleli’de,
Çukur Çeşme’de mukîm olduğu hânede, bir encümen-i şuarâ teşkîl olunmuş idi.
Encümen, her Salı günü in’ikâd ederdi. Şeyh Osmân Şems Efendi, Nâmık Kemâl Bey,
/138/ Ziyâ Paşa, Kâzım Paşa, Lebîb
Efendi gibi, efâhim-i üdebâ ve sâir erbâb-ı sühan, encümene devâm ederlerdi. Bu
encümen, Arabın Sûk-ı Ukâz’ına müşâbih idi. A'zânın bir haftada tanzîm
eyledikleri nefâis-i eş’ârı, hîn-i ictimâ’da, Nâmık Kemâl Bey okurdu. Encümen
bir sene muntazaman devâm etmiş idi.”
Hz. Osmân Şems, bu
encümenin medâr-ı zîneti olacak derecede, nazımda da mevki’ sâhibi olduğuna
şübhe yoktur. Demek ki, Cenâb-ı Şeyh’in kemâlâtı, o zamân bile takdîr olunmağa
başlanılmıştır:
Hevâ-yı hüsnün ile tâ cinâna dek gideriz (Osmân
Şems Efendi’nin)
Hadîka-i hat-ı
müşkîn-i yâre dek gideriz (Hikmet Bey’in)
Var mı bir ser-mest-i aşkın çeşm-i giryânım gibi (Osmân Şems Efendi’nin)
Yok mu bir
ârâmı aşkın çeşm-i giryânım gibi (Hikmet Bey’in)
Yazdığım
vechle, Hz. Şeyh’in inzivâya meyl-i tabiîleri var idi. Erbâb-ı aşk, meclis-i
enverlerine cân atarlardı. 1300/(1883) senesine kadar, hâl-i inzivâda kaldılar.
Bu sene, bir işâret-i ma’neviyye ile, Bursa’ya azîmet buyurup, onsekiz gün
ikâmetten sonra, İstanbul’a gelerek, bi'l-âhare istihlâf buyurduğu Şeyh İzzî
Efendi hazretlerinin Üsküdar’da Debbağlar Mahallesi’ndeki hânelerine
şeref-nâzil olmuşlar, onsekiz gün ikâmetten sonra, tekrâr Bursa’ya azîmetle,
burada bir hayli müddet bulunarak, nice mürde-dilleri ihyâ eylemişlerdir.
1306/(1889) senesi hitâmına kadar, arasıra İstanbul’a gelmek, Bursa’ya avdet
etmek sûretiyle dem-güzâr oldular.
Müntesiblerinden
Ali Efendi’nin beyânına göre, müşârünileyh, 1306 senesinden sonra, irtihâline
kadar, İstanbul’da bulunmuşlardır. Nezd-i âlîlerine varanlar, lezzet-i
sohbetinden bıkmaz, usanmazlardı. Dâimâ diz üstü otururlar ve lisân-ı
hikmet-feşânından sâdır olan sözler; esrâr-ı Kur’âniyye ve ehâdîs-i nebevîyyeye
müteallık vâridât-ı ilâhîyye idi.
/139/ Az seyrek, uzunca beyâz sakallı, uzunca lehceli; ale’l-ekser
fes giyer, üzerine yemeni sarar ve ba'zan taç giyer; nûrâniyyü’l-vech bir pîr-i
rûşen-zamîr idi.
Mürîdân-ı
hâlisü’l-vicdânlarından pek çok zevât ile görüştüm. Derler ki:
“Hz. Şeyh’in huzûruna
girildiği zamân kalbimizden mâ-sivâ kaydı ref’olur; yerine zikr-i Hak kâim
olurdu.[2]
Yanında bulunduğumuz müddetçe, cemâline baktıkça bakacağımız gelir, yanından
ayrılmayı cânımız istemezdi. Meclis-i şerîflerinde bulunduğumuz zamânın
hâtırası ve bâ-husûs, latîf hayâlleri, bir dakîka gözümüzün önünden gâib olmaz;
huzûrlarında iken, herkesin muzmarât-ı kalbiyyesini keşf eder, söyler idi.
Ale’l-ekser, huşûan ağlardı. Vâridât-ı Rabbâniyyeye mâlik olduklarından,
sözleri pek müessir idi. Fasâhatından üdebâ, maârifinden ulemâ, tahkîkatından
ehl-i felsefe, dakâyıkından büleğâ, eş’ârından şuarâ, hikmetinden ukalâ,
âdâbından fukarâ, el-hâsıl, her sınıf kendine göre, fezâil ve irfânından
iktibâs-ı feyz ederler idi. Kendilerinin, zâhir-i hâlde hânkâhı yoktu. Fakat
her mürîdinin kalbini hânkâh-ı aşk ittihâz etmiş idi.”
Hülâsa-i kelâm
Cenâb-ı Şeyh, ser-halka-ı erbâb-ı tecrîd ve sâkî-i hum-hâne-i tevhîd olmuş idi.
Şiddet-i riyâzât ü mücâhededen kemâl derecede zaîf bir hâlde idiler. Bellerine bağladıkları kemeri gördüm; hemen hemen bir çocuk
kemeri kadar ufak idi.
Bir eserde
şu tavsîfâta müsâdif oldum:
“Hâce-i debistân-ı irfân, mürşid-i müşkil-güşâyı sâlikân,
eâzım-ı ricâl-i Kâdiriyye’den, inzivâ-güzîn-i safâ ve merd-i meydân-ı sıdk u
vefâ, Üsküdârî Şeyh Osmân Şems Efendi hazretleri.”
Tarîk-ı Kâdirî’de, “Enverî”
kolu nâmıyla te’sîs buyurdukları şu'benin pîr-i sânîsi i’tibâr ile kendilerine,
“Bâzü’l-Enver” denilmiştir.
/140/ Âb-ı hayât-ı zulmet olur Şems reşhası
Nutka
gelürse hâme-i mu’ciz-beyân-ı feyz
ve
Şems oldu bu
gün rehber-i şeh-râh ayânı
Göründü subuh-gâh-ı
şebistân-ı Üveysî
ve
Dilistân-ı
maârifde kime üstâd lâzımsa
Beni ekmel
bulur ol bâbda irşâd lâzımsa
buyuran, o sultân-ı irfânın kadrini bilenler, hiç şübhesiz kazandılar.
Bidâyeten anlayamayanlar ise:
Şems-i
dil-sûzun bilirsin kadrini ol demde kim
Hâkde
kurbân-ı tîğ-ı aşk olup medfûn olur
beyt-i hakîkat-nümâsı vechle sonradan anladılar.
Hz. Azîz'in
sinn-i âlîleri seksenikiye resîde olunca, İzzî Efendi halîfesi Sa’deddîn Efendi’nin
beyânına göre 1310, mezâr taşındaki mahkûk târîhe göre 1311 senesi
Cümâziye’l-âhirinin onsekizinci ( 8 Aralık 1892 veya 27 Kasım 1893) Çarşamba
günü cânını cânana teslîm etmekle, na’ş-ı mübârekleri Üsküdar’da, son
zamânlarda ikâmet buyurduğu Selîmiye civârındaki hânelerinden, ihtifâlât-ı
lâyıka ile kaldırılarak, başlar üstünde, Karaca Ahmed Türbesi karşısında, az
aşağıda ve karşı sırada, yoldan beş altı adım içeride kâin medfen-i
mahsûslarında, vedîa-i hâk-i gufrân kılınmıştır. (Kaddesa'llâhu sırrahû ve
nefeana’llâhu bi-berekâtihî ve fuyûzâtihi. Âmîn.)
Türbelerinin
üstü açıktır. Demir şebeke vardır. Mezâr taşında:
“Ecille-i
ricâl-i Kâdiriyye vü Üveysiyye’den es-Seyyid eş-Şeyh Osmân Nûreddîn-i Şems (kuddise
sırruhû) Efendi hazretlerinin kabr-i şerîfleridir. Sinn-i şerîfleri 82, târîh-i
velâdetleri 1229 fî gurreti Rebîu’s-sânî (23 Mart 1814), yevm-i Çarşamba.
İrtihâlleri 1311, 18 Cemâziye’l-âhir (8 Aralık 1892) yevm-i Çarşamba.”
yazılıdır. Çarşamba günü doğmuş, aynı günde rıhlet etmiştir.
Gâyet rûhanî
bir makâm-ı âlî olup, erbâb-ı ziyâret hisse-mend-i zevk olurlar.
/141/ Bir
zamânlar, kabr-i enverlerinin bir kenârında, taşdan bir levhada, Cenâb-ı
Şeyh’in âtîdeki nutk-ı vecîzi okunmakta idi; bi'l-âhare, İzzî Efendi merhûm,
her ne esbâba mebnî ise, kaldırttılar:
Mezârın
ravza-i rıdvân bulurlar
İçinde
çeşmini hayrân bulurlar
İner gökden
melekler şekl-i bârân
Mezârın
toprağında cân bulurlar
Civârından
geçen bâd-ı sabâyı
Seherler
bûy-ı müşk-efşân bulurlar
Derûnundan
ciğer-pârem görenler[3]
Birin tennûr
birin biryân bulurlar
Cefâ-yı
rûz-ı gârından bu bağın
Gülünde
yâre-i hicrân bulurlar
Gamınla
yâr-ı Şems subh u mahşer
Yine sûzân-ı
ser-gerdân bulurlar
Esnâ-yı ziyârette,
rûhâniyyet-i Hazret, temessül ile şöyle hitâb buyurur:
Ben
reh-nümâ-yı beyt-i visâlim ki sıdkıma
Seyr eyle
gel menâzil-i râhım nişânedir
Mahv eyledi
vücûdumu hep aşk-ı bî-nişân
Mahv-ı vücûda hâl-i tebâhım nişânedir
Vahdet sarây-ı mutlaka azm eyledikde Şems
Gel gör
ki hâkim üzre giyâhım nişânedir
* *
*
Şems biz aşk şehîdânıyız âhir dem olur
Gelür
erbâb-ı vefâ zâir olur kabrimize
Bunlar, Cenâb-ı Şems’in burhân-ı kemâlâtı olan maâliyyâttandır.
Üsküdârî
Tal’at Bey, Azîz-i müşârünileyhin intikâli üzerine şu manzûme-i târîhiyyeyi
inşâd eylemiştir:
Şems-i
devrân mazhar-ı feyz-i tarîk-ı Kâdirî
Ya’ni
hem-nâm-ı cenâb-ı Câmi'-i nazm-i Hudâ
Eyleyince
âlem-i lâhûta nâ-gâh intikâl
Çıkdı istikbâle
ervâh-ı sufûf-ı evliyâ
Matla-ı
şems-i hakîkat şeyh-i rûşen-dil idi
Nûr akardı
vech-i pâkinden göreydin dâimâ
İnzivâ-gâhın
ziyâret eyleyen erbâb-ı hâl
İtmemek
kâbil değildi ihtiyâr-ı inzivâ
/142/ Mürşid-i feyyâz idi hem de sühan erbâbına
Nazm u
nesrin hırz-ı cân eylerdi ashâb-ı nühâ
Vahdete dâir
olan ebyâtının emsâli yok
Himmete dâir
olan âsârı gâyet bî-riyâ
Eyledi
hoş-nûd rûh-ı pâk-ı Abdülkâdir’i
Bunca demler
himmet-i pîrânesin itdi ricâ
Elli yıl
seccâde-i irşâdda oldu mukîm
Eyledi telkîn-i
esrâr-ı tarîk-ı kibriyâ
Sohbetinden
feyz alanlar ol Üveysî-meşrebin
Oldular hep
vâsıl-ı Hak târik-i hubb-ı sivâ
İtdiler
kurb-ı Ebu’d-Derdâ’da tevdî’-i türâb
Nefs-i pâkin
nakl idüp baş üzre erbâb-ı vefâ
Sırrını
takdîs ide her dem Hudâvend-i Gafûr
Eyleye
kabrin metâf-ı kudsiyân subh u mesâ
Rıhletinde Mevlevî
Tal’at didi
târîhini
Eyledi Osmân
Efendi azm-i dergâh-ı bakâ
(ايلدى عثمان افندى عزم دركاه بقا)
Hz. Şeyh’in,
İzzî Efendi zamânında tertîb olunmuş Dîvân-ı mükemmelleri vardır. Arabî, Fârisî
lisânlarıyla söylenmiş nutukları da görülmüştür.
Numûneleri:
فالغسل من الإشراك توحيد،
كأنك غريق في بحر الله.
بمياه الرحمة على التفريد.
يغنيك في موجه نور إله
من جنابة البعد تنجي،
لو بقا لك الشعر في اليبس واحد،
كنت يفنا في الله منجي،
إنك صرت في التوحيد لاحد
وهذا ليس لك من بقايا الوجود،
وحدوا الله بكل شيء أرجو،
وليس بك الفناء في الوجود.
فقولوا لا موجود إلا هو [4]
ديده م مرغ سبكباز آمدى،
بر نهال سرو ممتاز آمدى
كفته درباغ تو شهباز نشست،
آن زبستامها شكار بتز آمدى.
وى مورى كه بر منقالش كرفت،
بر سبيل نطق اعجاز امدى.
هم در بين باغ ترا بيغمبر ست،
يكديكر مهروى أنباز أمدى.
كى تواند نديم سركشي،
بر نديم حق سرافراز أمدى.
هر كه بر حب على مرتضاست،
شمس
را دلبند وهمراز آمدى.[5]
Seyr
ü sülûkuna işâreten buyuruyorlar:
Bir görüp
deryâ-yı vahdetde mevâc-ı kesreti
Eyledik
idrâk-ı esrâr-ı bakâdan celveti
Şübhesiz buldum fenâ-yı Hak’da sırr-ı halveti
Halvetî’yim Halvetî’yim
Halvetî’yim Halvetî
Seyr idüp
nakş-ı cihânı Nakşibendî’den ayân
Gerçi kıldım
Kâdirî’den hatm-i seyr-i lâ-mekân
Vahdet esrârın ki bildim Halvetî’den bî-gümân
Halvetî’yim Halvetî’yim
Halvetîyim Halvetî
Feyz-i
envâr-ı Muhammed gûyiyâ bir cûy-bâr
Cümle
pîrân-ı tarîkatdır o feyz-i çeşme-sâr
Pîr Şa’bân-ı Velî’den nisbetim var âşikâr
Halvetî’yim Halvetî’yim
Halvetîyim Halvetî
Aşk u şevkıyla
idüp zikr-i Hudâ şâm u seher
Seyr-i
devrân eylerim arz u semâ ile döner
Almak istersen evâsıtda sülûkumdan haber
Halvetî’yim Halvetî’yim
Halvetîyim Halvetî
* *
*
Bir dilde ki
zâhir ola envâr-ı Muhammed
Zâhir
görünür çeşmile dîdâr-ı Muhammed
Mir’ât-ı
mukâbildeki sûret gibi hâmuş
Dilden dile
menkûl olur esrâr-ı Muhammed
Zencîr olana
cezbe-i Rahmân irer elbet
Sevdâ-yı
hum-ı zülf-i siyeh-kâr-ı Muhammed
Elbet olur
Allâh evi kâşâne-i kalbi
Bir dilde ki
takrîr ola ikrâr-ı Muhammed
Tâ rûz-ı
ezel bâd-ı hazân ile dökülmez
Serv-i
çemen-i gonca-i gül-zâr-ı Muhammed
Dîvân-ı
İlâhî’de dahi bâde-perestdir
Ser-mest-i
mey-i sâğar-ı ser-şâr-ı Muhammed
Huccâc gibi
kâfilelerle çekilürler
Beyt-i
harem-i vuslata seyyâr-ı Muhammed
/144/ Gelsün harem-i sîneye pervâne-gönüller[6]
Yandı bu
gece şem’-ı şerer-bâr-ı Muhammed
Sıddîk gibi Şems oturur " mak’ad-ı
sıdk"a
Kerrâr gibi
her kim ki olur yâr-ı Muhammed
GAZEL
Görinür
tâbiş-i dîdâr gönülden gönüle
Berk urur
pertev-i envâr gönülden gönüle
Yeter ey Şems yeter lâfla keşf-i esrâr
Keşf odur
kim gide esrâr gönülden gönüle
Bu gazel
elli beyitten ziyâdedir. Vahdet-i vücûda dâir pek mühim hakâyıkı câmi'dir.
Muharrir-i fakîrin delâletiyle birçok zevât-ı kirâm tanzîr eylediler ki, her
birinin son beyitlerini yazıyorum:
Üstâd-ı muhterem Besîm
Efendi’nin:
Feyz-i Şems eyledi nâlende Besîm’i intâk
Müntakıl
neş’e-i akrân gönülden gönüle
Muallim Cûdî
Efendi’nin:
Ten ü men
savt u sühan cümlesi bîgâne kalır
Sohbet-i cân
ider ahrâr gönülden gönüle
Şâir Edirneli
Tal’at Bey’in:
Tal’at-ı
vechi yetişdi ne güzel imdâda
Virdi
tesliyyeti dîdâr gönülden gönüle
Nakîbü’l-eşrâf
merhûm Abdurrezzâk İlmî Efendi’nin:
İlmiyâ ehl-i dilin bendesi ol pür-şâd
ol
Hoş gelür
sohbet-i dildâr gönülden gönüle
A'yândan merhûm Gâlib Bey’in:
Kesret-i
reng-i tesâvîr-i şuûndur yâ Hû
Nûr-ı tevhîd
nümû-dâr gönülden gönüle
Meşâyıh-ı
kirâmdan Erbilî Es’ad Efendi hazretlerinin:
Kalbi zâkir
idemez râbıtasız ferd-i beşer
Dökilür
kevser-i ezkâr gönülden gönüle
/145/
Urefâ-yı Uşşâkiyye’den Hazmî Efendi’nin:
Hazmiyâ huzme-i Şems'e dilini mir’ât it
Rû-numâ ola
rûh-ı yâr gönülden gönüle
Şuarâdan Sâfî
Bey’in:
Soyunanlar
bu libâs-ı beşerîden Sâfî
Vuslata oldu
sezâ-vâr gönülden gönüle
Şuarâdan Sıdkı
Bey’in:
Gönül
âfâkını gel eyle tarassud Sıdkî
Görinür
matla’-ı envâr gönülden gönüle
Muharrir-i
kemterin:
Hazret-i Şems’e
gönül virdi hakîri Vassâf
Feyz-bahş
olmada âsâr gönülden gönüle
Ahmed Remzi
Dede Efendi’nin taştîrinden:
Olma
dil-beste kerâmâtına Şeyh’in Remzî
Keşf odur
kim gide esrâr gönülden gönüle
Ba'zı nutuklarından:
Âşık-ı
şûrîdeyim ammâ Hanefî-meşrebim*
Bâde-i
tevhîd ile mestim Üveysî-meşrebim
Seyr-i lâhût
itmede hem-râz-ı Bâz-ı Eşheb’im
Kâdirî’yim
Kâdirî’yim Kâdirî’yim Kâdirî
* *
*
Gönülde
buldum esrâr-ı Üveysî
Üveysî’yim
Üveysî’yim Üveysî
Ki oldum
aşkının Leylâ vü Kays’ı
Üveysî’yim
Üveysî’yim Üveysî
* *
*
Koyup zamân
u mekânı soyub kabâ-yı teni
Fedâ-yı cân
iderek lâ-mekâna dek gideriz
Misâl-i Şems olup sîne
dâğ dâğ-ı firâk
Huzûr-ı
Hâlık-ı kevn u mekâna dek gideriz
* *
*
Gözü dünyâ
mı görür âşık-ı dîdâr olanın
Dil-beri sen
gibi bir mâh-ı dil-âzâr olanın
Gayre meyli
olamaz aşkın ile yâr olanın
Yücedir
rütbesi mihrinle hevâ-dâr olanın
/146/ Bu
beyit Edirneli Necâtî’nindir:
Ayağı yer mi
bâsâr zülfüne ber-dâr olanın
Aşk u şevkıyla
virür cân u seri döne döne[7]
* *
*
Nâr-ı
aşkınla yanan şem’a-ı kâfûr gibi
Sâf ider
sînesin âyine-i billûr gibi
Cûş ider
mevc-i dili mevc-i yem-i nûr gibi
Görinür
bâng-ı “ene’llâh” ile Mansûr gibi
Tutışur
meş’al-i âhı şecer-i Tûr gibi
Savrılur
gönülde her bir şereri döne döne
Sana
dil-beste olan zülf-i perîşânın ile
Mest olur
gerçi mey-i la’l-i gül-efşânın ile
Hûn-âğışte
olur hançer-i müjgânın ile
Âkıbet
pârelenür pençe-i hicrânın ile
Saplanup
sîh-ı gama âteş-i sûzânın ile
Laht-ı biryâna
döner tâ ciğeri döne döne
Her tecellî
kim ider aşk-ı dil-efrûz-ı nigâr
İnleyüb bâd
açar la'lini gül-i bâğ-ı nehâr
Cûylar girye
idüp na’ra urur mürg-ı hezâr
Raks ider
misl-i felek vecd ile bî-sabr u karâr
Kimi bî-savt
u hurûf kimi pür-nâle vü zâr
Zikr ider
Hakk'ı cihân zîr ü beri döne döne
Cezbe-i aşk
ile bir âleme kıldım ki hırâm
Düşdü
ser-mest gönül bezmine bî-bâde vü câm
Çeşmime oldu
hüveydâ nice merdân-ı kirâm
Kimi Veysî
kimi Bedr u kimisi Şems-i benâm
Mevlevî gibi
şebistân-ı muhabbetde müdâm
Şem’inin
yanmada pervâneleri döne döne
Âh kim
gerdiş-i dôlâb-ı cihân seyr-i nisâb
Aksine devr
ile idüp yine küllâbı serâb
/147/ İtdi bu bağda bir serv-i revânım
kem-yâb
Kıldı
üftâde-i çâh-ı çemenistân türâb[8]
Nevh-ı nâlemden olup devrine
zencîr-i tınâb
Delv-i
çeşmim dökilür eşk-i teri döne döne
Kıldı hasret
beni ser-geşte vü mestâne revân
Nâr-ı firkat
dilime açdı nice dâğ-ı nihân
Başdan başa olup
râz-ı tenim dîde-i cân
Görmeğe
zülfü içinde ruh-ı cânânı ayân
Şems olup
hem-reviş-i mihr ü meh-i nûr-efşân
Seyr ider
çarh ile şâm u seheri döne döne
Nezd-i
fakîrânemde bir mufassal mektûblarının sûreti vardır ki, Haydarpaşa Hastahânesi
ser-tabîbi merhûm Muhammed Paşa’ya göndermişlerdir. Hem terfî'-i rütbesi
münâsebetiyle tebrîk, hem de meslek-i tabâbette zemîne münâsib hakâyık-ı tevhîd
ile teslîk buyuruyorlar. Bir kısmını teberrüken nakl ediyorum. Nesirlerine
misâldir:
“Nev'-i beşerden bir insânın, mukadderâttan olan me’kûlât
ve meşrûbâtı havz-ı beden bulunan mi'desine vâsıl oldukta, mevâdd-ı me’kûle vü
meşrûbe, hazm-i sânîde tebdîl-i vaz'-ı hey’et ederek, kısmen mâyî hâline
intikâl ile, lâ-yuad ve lâ-yuhsâ eczâ-yı ferdiyyeye münkasim ve hâzıme-i
mütebâkıye-i müteaddide dahi makâsım ü mecârîsinden mürûr ile, ser-â-pâ vücûda
münteşir olup, hattâ mevâdd-ı me'kûlenin eczâ-yı ferdiyyesi, hey’et-i vücûd-ı
insânın, eczâ-yı ferdiyye-i mürekkebesine kısmet ve nasîb olarak hey’et-i
vâhidede, her cüz'-i ferd-i mürekkebe, her cüz'-i ferdden tegaddî edip, neşv ü
nemâ bulduğu vâreste-i kayd u iştibâhdır. Acabâ, âlem-i vücüd-ı insânîde her
cüz'-i ferd, rızk-ı maksûmu, her cüz'-i ferd hey’et-i vücûda kısmet ve nasîb
eden kuvvet nedir? Ve vâsıta-i taksîm olan, muntazam bî-had âlât ve edavâtı
isti’mâl ve istihdâm eden üstâd-ı kâmil, nasıl üstâd-ı sâhib-i kudret ü
meziyettir. Teemmül olunursa, bu kuvvetin /148/ bi-kudreti’llâhi teâla zâhiren ve bâtınen
vücûdu muhît olan rûh-ı sultânî olup, o kuvvet, onun saltanatından
ser-ber-âverde-i manassa-ı zuhûr u vukû' olmuş, muhayyiru’l-ukûl bir sun’-ı
bedî' olduğu bilâ-iştibâh sâbit olur.
Eğerçi ashâb-ı ukûl ve ashâb-ı
fenden ba'zı zevât, rûh-ı sultânînin dem veya nefesi ve yâhud asabî-mizâc
olmasına zâhib olmuşlar ise de, o sözler ma'neviyyâtdan mahcûb olup, maddiyyâta
hasr-ı nazar iden ve müsebbibi bilmeyip, esbâba i'timâd kılan erbâb-ı hicâb
zanniyyâtından sâdır olan makûle-i evhâm u hayâlât olup i'tibârdan sâkıtdır.
Zîrâ rûh-ı sultânî, vücûd-ı insânda, be-ı’tibâr-ı matâli'-ı meşârık-ı
mütefâviteden pertev-endâz-ı hey'et-i vücûd-ı imkânî olur. Bir nûr-ı latîfe-i
sübhânî ve lâ-mekânî ve bir sırr-ı nefha-ı Rahmânî vü Samedânî’dir ki, anın
ilm-i hakîkati, ilm-i ilâhîye mahsûsdur. Ve ilm ü irfân-ı cüz'îsi, enbiyâ-yı
ızâm aleyhimü’s-selâm ve evliyâ-yı kirâm aleyhimü’t-takdîs ve’l-ıkrâm
hazerâtına vedî’a olunmuş bir ilm-i keşfî-i şuhûdî-i yakînî olmakla, akl-ı maâş
ile ma’kûl ve fehm ü derk-i kâsıra ile mefhûm ve idrâk olunmakdan müteâlîdir.
Ketebehû Dervîş
Osmân el-Bezekî el-Üsküdârî el-Kâdirî.”
Hazret-i
Şeyhin duâsı :
اللهم طهر قلبي بماء طاهر رجمتك، ونَوِّر بصري بنور جمال رؤيتك، وزين سري بحقائق دقايق أسرار
معرفتك، وابعثني على سبيل طاعتك واجعل مرادي مرادك بإرادتك بحق
دموع عيون حبيبك محمد عليه أفضل صلواتك. [9]
Sarı Abdullâh Efendi
hazretlerinin (cild 2, sahîfe 315.) kabirleri yakınındaki bir kabrin demir
parmaklığına merbût levhada şu kitâbeyi gördüm:
"Ecille-i
ricâl-i Kâdiriyye vü Üveysiyye’den es-Seyyid Osmân Şems ve Muhammed İzzî Efendiler
hazerâtının veled-i ma’nevîsi vâkıf-ı sırr-ı seb‘u’l-mesânî Mahmûd Nûreddîn-i
Sânî Efendi’nin kabirleridir. 10 Ramazân , sene 1342/(15 Nisan 1924)"
Bu zât-ı
muhterem Şeyhu'l-İslâm kapısında başkâtip olup sinni altmışa karîb idi. Pek
âşık ve sâdık olup, beyne'l-ihvân mevkî'-ı mümtâzı vardı. (Rahmetullâhi
aleyh)
Hz. Şeyh’in
üç halîfesi vardır. Birî Üsküdar’da Cânbazlar Kahyası Şükrü, dîgeri
mütekâidînden İzzî Efendilerdir. Üçüncüsü Hâfız Bekir Efendi’dir.
ŞEYH
MUHAMMED ŞÜKRÜ ŞİHÂBEDDÎN EFENDİ
Şükrü Efendi,
evvelce irtihâl etmiştir. Osmân Şems Efendi merhûmun dâmâdıdır. Ve Sâdberk
Hanım’ın zevc-i mükerremidir. Bu hanım evlâd-ı ma’nevîsidir. Civâr-ı Hz.
Şeyh’de medfûndur.
Kitâbe-i seng-i mezârı:
"Ecille-i
ricâl-i Kâdiriyye vü Üveysiyyeden, şeyhu’ş-şuyûh Osmân Nûreddîn /149/ Şems Efendi
hazretlerinin halîfesi ve ahlâk-ı kudsiyye-i mürşidânelerinin mazhar-ı tâmmı
eş-Şeyh es- Seyyid Muhammed Şükrü Şihâbeddîn Efendi (kaddesa’llâhu sırrahumâ) hazretlerinin
rûh-ı şerîfleri için el-Fâtiha. 26 Rebîu’l-evvel 1324/(28 Nisan 1908), Leyle-i
Ahad, sâat: 7."
eş-Şeyh
es-Seyyid Muhammed İzzî Bedreddîn Efendi hazretlerinden âtîde ayrıca bahs
olunacaktır.
Hülâsa-i kelâm, ol veliyy-i
kâmil, Cenâb-ı Osmân Şems gül-zâr-ı irfân-ı Muhammedî’de yetişmiş bir gül-i
ra’nâ idi. Etrâfında bulunanlar da, o Hazret’in bûy-ı hakîkatından zevk-yâb
olarak ser-mest-i aşk-ı tâm olmuşlardır.
Cenâb-ı Şeyh
Osmân Şems Efendi pîr-i devrândır
Hakâyık
gül-şeninde bülbül-i esrâr-ı irfândır
Mübârek zât-ı âlî-kadri el-hak nûr-ı Yezdân’dır
Vücûd-ı
mekremet-efzûdu ehl-i aşka ihsândır
Edîb ü fâzıl
u âşık enîs-i bezm-i cânândır
Bütün ahvâl
ü akvâli ser-â-pâ sırr-ı Kur’ân’dır
Maâliyyât
garâmiyyât vâdîsinde pür-şândır
Medâr-ı
feyz-i uşşâk bâis-i zevk-i mürîdândır
O bir Şems-i
münîr-i âlem-ârâ-yı edîbândır
Hakîr-i
kemteri Vassâf’ının kalbinde rahşândır
* * *
Yakdın beni
âteşlere ey Hazret-i Şems
Lutf eyle
kerem kıl beni dil-şâd eyle
Dîvân-ı şerîfleri ser-â-pâ hakâyıkla mâlîdir. Ba'zı yerlerinde,
rumûz ile mertebe-i zevklerinden haber vermişlerdir. Hele, mersiyye-i
mufassalaları sırf ilhâm ile yazılmış bir bedîa-ı garrâdır. Cenâb-ı Hak
sırlarını takdîs ve bizleri de mazhar-ı irfânları buyursun. Türbe-i
şerîfelerine aşk ile gidip ziyâret eden erbâb-ı îmân, muhakkak mazhar-ı inşirâh
ve nâil-i eltâf-ı Hz. Fettâh olur.
ŞEYH
MUHAMMED İZZÎ BEDREDDİN el-ÜVEYSÎ el-KÂDİRÎ HAZRETLERİ
/150/ Müteahhirîn-i meşâyıh-ı sûfiyyenin mâ-bihi’l-iftihârıdır.
1259 sene-i hicriyyesinde (1843), Niğde’de, Bereketlimaden nâhiyesinde
serîr-ârâ-yı mehd-i imkân olmuştur. 1280/(1875) târîhinde Der-saâdet’e gelip
mebâdî-i ulûmu, peder-i muhteremleri tarafından tutulan bir muallim-i husûsîden
tederrüs eylemiştir. Hıdmet-i devlete girerek 1292/(1875) târîhinde Zabtiye Nezâreti
Mektûbî Kalemi mümeyyizliğine irtikâ etmiş; Erzurum, Van, Hakkâri vilâyetleri Evkâf
Muhâsebeciliklerinde, Ankara Vilâyeti Evrâk Müdürlüğünde bulunarak, en sonra, Şehremâneti
Meclis-i İdâre Başkitâbeti'ne ta’yîn olunmuştur. Tarîk-ı sûfîye hâsıl olan meyl
ile, 1295 sene-i hicriyyesinde (1878) Osmân Şems Efendi hazretlerinin bezm-i
irfânına dâhil olmuştur. İşrete münhemik iken, Hz. Şeyh’in enfâs-ı
kudsiyyeleri, te'sîr-i âlem-i ma’nâya incizâb-ı küllî hâsıl ederek tâm
ma'nâsıyla mürîd-i hâlis olup nûr-ı feyz-i Hazret’e erişmiştir. 19
Rebîul’l-evvel 1299/(30 Aralık 1881) târîhinde me’mûriyyet-i dünyeviyyeden
dâmen-keş-i ferâğat olarak, seyr ü sülûka vakf-ı vücûd ile şeyhinin mazhar-ı
rızâsı olarak ona iyi bir hayrü’l-hâlef olmuştur.
Azîzine olan
fart-ı hürmeti hasebiyle, huzûrunda ta’zîm ile durur. Lisân-ı mihr-efşânından
sâdır olacak emri infâza muntazır bulunurlar imiş. Bursa’dan avdetinde azîzinin
kendisine misâfir olması, nişâne-i teveccühleri addedilmiştir. 1303/(1886)
târîhinde ikmâl-i sülûk ederek hilâfet almıştır. Yedi sene maiyyet-i Hz.
Şeyh’de bulunarak mü’minîn ü mü’minâtın terbiyesine ve teslîklerine vakf-ı
hizmet ettiler. Hz. şeyh’in âlem-i bakâya intikâlleri üzerine, hıdmet-i
ma’neviyye-i reşâdeti, bi-tamâmihâ dûş-ı tahammüllerine alarak altı ay kadar, Üsküdar’daki
hânelerinde ihtiyâr-ı ikâmetten sonra ihvânının ibrâmı ve işârât-ı ma’neviyye-i
ilâhîyyenin zuhûru üzerine 1311/(1893) târîhinde Salkımsöğüt’teki dergâh
meşîhatini bi’l-kabûl buraya nakl eylemişlerdir. Burayı yeniden ta'mîr ve tecdîd
ederek ihyâsına bâis oldular.
/151/ Uşşâk-ı Muhammediyye’nin terbiye ve teslîklerine tâm
yirmisekiz sene vakf-ı cân ettiler. Bu müddet zarfında da dergâhdan dışarı
çıkmadılar. İhtiyâr-ı inzivâ buyurdular. Hasan
Ünsî hazretleri de burada kırk sene münzevî olmuşlardı. Bu iş herkesin kârı değildir.
İzzî Efendi,
vâridât-ı kalbiyyeye mâlik, cezbe-i rahmânî sâhibi, âşık, sâdık bir zât-ı
muhterem olup, halaka-ı irfânına pek çok kimseler dâhil olmuştur.
Uzun boylu,
mülehham, beyâz ve uzunca sakallı, yüzünde humreti gâlib, mütenâsibü’l-endâm
bir mürşid-i rûşen-zamîr idi. Lakırtıyı hafîf söylerler, esnâyı zikirde de,
ale’l-ekser, zemîne, hâle münâsib hakâyıktan bahs ederler idi.
Cuma günleri
ikindiye yakın bir zamânda ve leyâlî-i mübârekede ve Ramazân-ı şerîf Cuma gecelerinde
icrâ-yı âyîn-i tarîkat olunurdu. Esnâ-yı zikirde tahassul eden zevk u şevk
ile’l-ebed menkûş-ı hâtıra-ı fakîrânemdir.
Cem’iyyetlerde
Kâdirî tâcı giyerdi. Bu tâcları uzunca ve kenârı müjgânlı olup, üzerine yeşil
sarık sarar, ucunu uzatırlardı. Sâir zamânda, ale’l-ekser, Mevlevî sikkesi
üzerine gayr-i muntazam yeşil destâr sararlar ve sikke-i şerîfeyi
çıkardıklarında ba'zan beyâz büyükçe takiyye ve ba'zan arâkıyye giyerlerdi;
mürîdân, kâmilen, uzunca arâkıyye giyerler, sarık sarmazlardı.
Yedirmeyi,
içirmeyi, intizâmı sever herkesin derecesine göre taltîfinden geri durmaz idi.
Mahbûbu’l-kulûb ve umûma mergûb olmuş idi. Bir zamânlar akşamları dergâhın
kapısındaki parmaklığa dayanır; gelen geçeni temâşâ eder, bildiklerine iltifât
eyler idi. Sonraları bundan ferâğat buyurdular.
(Bir) medîd
râhatsızlığa dûçâr oldular. 16 Cemâziye'l-evvel 1338 - 8 Şubat 1336/(1919)
târîhine müsadif Cumartesi günü akşamı Pazar gecesi âlem-i bakâya intikâl
eylediler. Na’ş-ı mübârekleri gâyet karlı bir günde, vasiyetleri mûcibince, Azîz
Mahmûd-ı Hüdâyî hazretlerinin âsitânesi /152/ hazîresinde vedîa-i rahmet-i Rahmân kılındı. (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
Üsküdârî
Şâir Tal’at Beyefendi:
“İzzî
Efendi nâil-i izz-i huzûr ola”
(عزي أفندي نائل عز حضور اوله)
târîhini söylemiştir.
Türbelerinin
üzeri açıktır. Osmân Şems Efendi’nin türbesinin aynıdır. Mezâr taşında şöyle
yazılıdır:
"Ecille-i ricâl-i Kâdiriyye-i Üveysiyye’den es-Seyyid
eş-Şeyh Muhammed İzzî Bedreddîn Efendi hazretlerinin kabr-i şerîfleridir.
Sinn-i şerîfleri: 79."
Bir gün, dergâh-ı
şerîfinde, İbrâhîm Hâs hazretlerinin kabr-i şerîfi(ni) arıyordum, İzzî Efendi,
nezd-i fakîrâneme gelerek, “Evlâdım, ne arıyorsun?” buyurdular.
Keyfiyyeti arz edince, evliyâya muhabbetimden memnûn olarak, “Hazret’in
kabri yanından lağım geçiyormuş, bize bildirdiler; derhâl kabirlerini açtım,
kendilerini ter ü tâze buldum. Mecrâyı hemen tebdîl ve oradaki toprağı kâmilen
hârice nakl ile, yerine temiz toprak celb ettim. Burada medfûndur.” diye, Hasan
Ünsî hazretlerinin penceresi yanını gösterdiler. Mübârek ellerini öptüm;
duâsını aldım. “Hz. Sems’in Dîvân’ını niçin basdır mıyorsunuz? Umûm istifâde eder.” dedim. “Hz. Şeyh’in henüz müsâadeleri yoktur.”
buyurdular. Bu dergâh-ı şerîf zamân-ı âlîlerinde dolardı. Rıhletleriyle berâber
büyük bir sükûnete mübeddel oldu.
Bülbül
yuvadan uçtu gülistânı gam aldı
Müşârünileyhin,
Miralay Fethi Bey nâmında bir necl-i necîbi vardı. İzmir Kumandanı refâkatine
me’mûr idi. Yunanlıların İzmir’i işgâlinde, yetmişiki yerinden yaralayarak
şehîd ettiler. El-yevm, orada güzel bir türbesi vardır.
Îbnü’l-Emin
Mahmûd Kemâl Beyefendi, bir gün İzzî Efendi’nin yanında iken, vak’a-ı
şehâdetten evvel, ”Kemâl Bey evlâdım! Devlet ve milletin halâsı için, ben
Fethi’yi fedâ edeyim, sen de nemiz varsa fedâ et.” diye ızhâr-ı kerâmet
buyurdular. O sırada Mahmûd Kemâl Bey’in hânesi Fransızlar tarafından işgâl ve
kütüb ve eşyâsı yağma edilmişti.
Fethi Bey’in
hemşîresinin bir küçük evlâdı olup, meşîhat buna teveccüh ettiğinden, el-yevm,
dergâh vekâleten idâre olunmaktadır.
/153/ Süleymân Fethi Bey’in vazîfe-i askeriyyesi, Dördüncü
Kolordu Ahz-ı Asker Hey'eti Riyâseti idi. İzmir’de Tilkilik civârındaki Şeyh
Mahallesi’nde kâin, Rufâî Emîr Sultân Tekkesi’nde medfûndur. Seng-i
mezârıındaki kitâbe:
“Hüve’l-Hayyu’l-Bâkî!”
Şehîd-i
muazzam, Erkân-ı Harbiye miralayı Süleymân Fethi Bey merhûm, ecille-i ricâl-i Kâdiriyye’den,
Aydınoğlu Dergâh-ı şerîfinde post-nişîn-i irşâd, Şeyh İzzî Efendi hazretlerinin
necl-i necîbi idi. Dördüncü Kolordu-yı Hümâyûn Ahz-ı Asker Hey'eti Reîsi iken, Yunan
işgâli esnâsında İzmir’de şehîd düşmüştür. Müşârünileyhin fezâil-i zâtiyyesine
inzimâm eden menkabe-i şebâdeti seyyidü’l-vakâyı’ ıtlâkına cedîr ve nâm-ı
âlîsi, hâtıra-pîrâ-yı civan u pîrdir. Li’llâhi’l-Fâtiha. 23 Şa’ban 1337 - 23
Mayıs 1335/(1919).”
Urefâ-yı muharrirînden Mehmed
Ali Aynî Bey’in, İzzî Efendi hazretlerine münâsebeti olup, Ma’mûretü’l-Azîz (Elâzığ)
Vâliliği’ne giderken esnâ-yı râhda, arabada galeyân eden muhabbet te’sîriyle
söylemiştir:
Levha-i
kalbime nakş oldu hayâlin İzzî
Görünür
çeşmime her yerde misâlin İzzî
Oldu
tâbiş-geh-i envâr-ı cemâlin İzzî
Eseri
kalmadı gönlümde kelâlin İzzî
Pîş-gâh-ı dil-i hayret-zedede bir nazarın
Perde-i
zulmetini açdı leyâlin İzzî
Kevn-i
câmi'de tecellî iden esrârından
Cânlı bir
âyetisin Celle Celâl’in İzzî
Hâmemin
mu’terifim kârı değildir medhi
Sen gibi
nâdire-i fazl u kemâlin İzzî
Maksadım
hürmetimi arz-ı huzûr itmekdir
Yoksa haddim
mi benim vasf-ı hısâlin İzzî
Düşmede
hasrete her demde fakîrin Aynî
Gelmede
âkıbeti şedd-i rihâlin İzzî
İsterim
çevre-i feyzinde biraz devr ideyim
Üstüme
serpile tâ lutf u zılâlin İzzî
Bî-haberler
ne bilir hâl-i dili sormalıdır
Teşneye
kıymetini âb-ı zülâlin İzzî
İzzete
mihnet ile vâsıl olur ehl-i tarîk
Şartıdır
çille-keş-i izze visâlin İzzî
Kâniim
himmetine gayri sükût eyleyeyim
Bize de
vakti gelir râhat-ı bâlin İzzî
Mehmed Ali
Aynî Bey’in medhiyyesine lâhika-ı âcizî, uşşâk lisânında söylenmiştir:
Sendeki
nâdire-i hilkate meftûn olduk
Bizi dil-sîr
ide ihsân-ı nevâlin İzzî
Âşıkız gül
yüzüne bizlere himmet eyle
Medh u
tavsîfe sezâ gül ruh-ı âlin İzzî
Yanarız
hasret ile ez-dil ü cân ey nûrum
Bizi yakdı o
mezâhirde zevâlin İzzî
Şems-i
tâbânına pervâne-misâl uşşâkız
Râyegân olsa
n'olur bizlere hâlin İzzî
Mazhar-ı
feyzin olursak ne şeref Vassâf’ız
Cümlemiz
olmuşuz hayrân-ı hısâlin İzzî*
/154/ Şeyh İzzî Efendi hazretleri Hz. Osmân Şems’in Dîvân'ını tertîbe
koyulmuş ve pek mükemmel sûretde hatt-ı ta’lîk ile yazdırmışlardır. El-yevm Sa’deddîn
Efendi yedinde, mahfûz-ı kütüphâne-i ihtirâmdır. Bu Dîvân, bir bahr-ı
bî-pâyândır. Divân-ı münîflerini yazan zât-ı muhterem, Bursa’da Ahmed Gazzî
Dergâhı şeyhi Ali Sırrî Efendi merhûmdur. İzzî Efendi zamânında bir Cuma günü
esnâ-yı zikirde, “Hû” ism-i şerîfiyle meşgûl iken teslîm-i cân eylemiştir.
HÛ
Zât-ı Hakk’ın Gavs-ı A’zam mahzar-ı envârıdır
Çün Aliyyü’l-Murtazâ’nın mahrem-i esrârıdır
Feyz-i akdes sırr-ı pâkinden gelir uşşâka hep
İlm-i tevhîdin muazzam hâce-i ebrârıdır
Hil’at-i beyzâ ezel ilbâs olundu kaddine
Feyz alınmak devleti ihsân olundu kabrine
Evliyâ vü asfiyâ râm oldu ol dem emrine
Kim huyûl-ı evliyânın server-i sâlârıdır
Bend ider meydân-ı kadrinde olan merdânı hep
Sayd ider kûhsâr-ı hikmetde gezen arslanı hep
Vâdi-i hayretde koymuşdur feriştehgânı hep
Bâz-ı Eşheb kim melâik ceyşinin ser-dârıdır
İlm-i hikmetle kalem dökmüşdü ism-i pâkini
Kilk-i kudret pek güzel yazmışdı hatt-ı şânını
Bâz-ı Eşheb söyledi Cibrîl-i Ekrem nâmını
Şübhe yokdur Murtazâ’nın meh-likâ dil-dârıdır
İsr-i pâkinden gelenler ser-te-ser ser-bâz-ı aşk
Bâde-i şevkıyla oldu cümleten dem-sâz-ı aşk
Oldu rindân-ı Hudâ’ya sâki-i şeh-nâz-ı aşk
Zât-ı pâki bâde-i bezm-i ezel hummârıdır
Aşk ile tev’em zuhûru târihi iş’âr ider
Gül-şen-i vahdetde güller ismini tezkâr ider
Subh u şâm bülbülleri evsâfını tekrâr ider
Hak bilir ol gavs-ı âlem ma’rifet gül-zârıdır
Ravza-i pür-feyzi oldu etkıyâya kıble-gâh
Saf olup el bağlıyor dîvânına sultân u şâh
Asfiyâ vü asdıkânın melcei ol vech-i mâh
İlm ü irfân burcunun bir mihr-i Rûşen-dârıdır
Âsitânın ilm-i hikmet dersinin kâşânesi
Gül-sitân-ı feyz-i rif’at güllerinin lânesi
Goca-fem bülbüller içün lânedir aşk mâyesi
Nutk-ı pâki feyz-i bahr-ı vahdetin enhârıdır
Bâğ-ı adlinde doğan şâhın hilâl-i nev-nihâl
Çok mudur bir demde olsa lutfu ile bu’l-kemâl
Nîm-nigâhı âşıkânı eylemez mi zi’n-nihâl
Peyrevân-ı Mustafâ’nın şübhesiz dem-dârıdır
Hem serâfîl-i hünerdir ol revânü’l-Kibriyâ
Bedri-i zârı olupdur bâb-ı lutfunda gedâ
Şems-i tâba pey-rev olmuş devr ider subh u mesâ
Burc-ı eflâk-ı Hudâ’nın şem’-i âteş-bârıdır
Merhûm Şeyh İzzî Efendi tarafından söylenmiş ve alâ-rivâyetin azîzi Osmân
Şems hazretleri tarafından tashîh buyurulmuştur. Acem-aşîrân makâmında
bestlenmekle dergâhlarında okunurdu.
SÜLEYMÂN
HİLMÎ EFENDİ
Bedreddîn İzzî
Efendi merhûmun halîfesidir.[10] Aydosludur 1270 sene-i hicriyesinde (1854) Hoca İbrâhîm Efendi sulbünden dünyâya
gelmiştir. On yaşına kadar Aydos’ta bulunup tahsîl için 1280/(1863)'de
İstanbul’a gelmiştir. Çarşamba’da Vâlide Sultân
Medresesi’nde ibtidâî tahsîlden sonra Hoca Hâfız Priştineli İbrâhîm Efendi'nin
dersine devâm ile mantıka kadar okumuştur. Hıdmet-i
mülkiyyeye girerek lîmân dâiresine devâma başlamış, otuz sene devâm ile Daâvî-i
Ticâriyye Kalemi mümeyyizliğine kadar irtika’ ile 1329/(1911) Kânûn-ı evvelinde
tekâüd edilmiştir. Tarîkate nisbeti Osmân Şems hazretlerine Bursa’da vâki' olup
1305/(1887)'ten azîz-i müşârünileyhin irtihâllerine kadar seyr ü sülûkta
bulunup ikmâl-i sülûku Şeyh İzzî Efendi merhûmdandır.
El-yevm Kesmekaya’da
sâkin olup te’mîn-i maîşet derdiyle ahîren tapu dâiresinde istinsâh-ı kuyûd
hizmetine müdâvim bulunuyorlar. 15 Ramazân 1345 (29 Mart 1926) târîhinde bu
satırları yazarken bu hâlde idiler. Beyâz sakallı, âşık, sâdık, mahviyyet-kâr
bir zât olup hoş-sohbet ve ehl-i neş’edir.
ŞEYH
ALİ SIRRÎ EFENDİ
Yâdigâr-ı Şemsî’deki tercüme-i hâlini ve vak’a-ı
şehâdetini aynen nakl ediyorum:
“Şeyh Ali
Sırrî Efendi, Bursa’da Ahmed Gazzî Dergâhı seccâde-nişîni olup, peder
tarafından Ahmed Gazzî, vâlide tarafından Eşref-zâdelerdendir. İznik’de
hankâh-ı Eşrefiyye’de arz-ı hıdmet-i meşîhat etmiştir.
Osmân Şems
Efendi hazretlerine müntesibtir. Bi'l-âhare Gazzî Efendi’ye tecdîd-i bey’at
eylemiştir. Arasıra Der-saâdet’e giderek ikmâl-i sülûka gayret ederlerdi.
Tekmîl-i esmâ ile nâil-i izn ü icâzet olmuşlardır. Maamâfih yine mürşid-i
mükerreminin huzûrunda bulunmak ve meclis-i âlîlerinden müstefîd ve müstefiz
olmak üzere gidip gelmekten hâlî olamaz idi.
1322/(1906)
senesi yine âdetleri vechile İstanbul’a azîmet ve intâk-ı Hak kabîlinden olarak
ba'zı ihvânına da âdetâ vedâ' ederek bu gidişin nihâyet gidiş olduğunu îmâ
ederler. Mürşid-i âlîleriyle mülâkât ettikleri gibi, büyük azîzinin kabirlerini
ziyâretten de hâli kalmaz idi.
Bir gün
ziyâretten avdetinde ba'zı ahbâbına, “Bugün şeyhimin yanına uzanacağım
geldi; ne güzel mahal; ferah-fezâ, cennet-âsâdır.” demiş. İki gün sonra
dergâhın yevm-i mahsûsu olmakla orada bulunmuştur. İzzî Efendi, hâzır oldukları
hâlde o gün, meclis-i zikirde başka bir rûhaniyyet husûle gelmiş, ism-i Hû
hızb-i zikriyle iştigâle başlamıştır.
Sırrî
Efendi'de bir hâl zuhûr eder. Şeyhinin huzûruna bir kaç def'a gelir gider;
tekrâr halakaya girer. Üçüncü def'a da “Yâ Hayy” ism-i şerîfini okuyarak düşer.
Ba'zıları cezbe zanneder. Hâlbuki koca Sırrî, îd-i vuslata kurbân olmuş, cânını
cânana vermiş ve herkesi vecde getirmiştir.
/155/ Mürşidi de o esnâda şehîd-i aşkın yanına gelerek, eğilip
alnından öperek “Îd-i visâlin mübârek olsun.” tebrîkinde bulunmuştur.
Ertesi
Cumartesi günü (28 Safer 1322 - 30
Nîsân 1320/(1904) cemâati-i
kesîre ile na’ş-ı münîfi Ayasofya Câmi'-i şerîfine nakl ve namâzı edâ olunarak Üsküdar’a
geçirilmiş, Üsküdar meşâyıhı da “Biz bu zâtın cenâze namâzında bulunamadık.”
diye tekrâr namâzını kılıp ihtifâlât-ı lâyıka ile azîzinin kabri yanında
vedîa-i hâk-i mağfiret kılınmışlardır.
İbtidâ-yı hâlinde Bursa’da İncirli
Dergâhı'nda ve bir müdded sonra cedd-i emcedinin İznik’deki makâmlarında
bulunmuş, feleğin germ ü serdini görmüş, bi'l-âhare Ahmed Gazzî Dergâhında
bulunmuştur.
Uzunca
boylu, sarı sakallı, ela gözlü, tatlı çiçek bozuğu, yüzüne başka bir letâfet
vermişti. Hatt-ı ta'lîkta imâd-ı sânî denilmeğe lâyık olup ba'zı cevâmî’ ve
tekâyâda levhâları vardır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
ŞEYH
EBÛ BEKİR es-SIDDÎK NECMEDDÎN EFENDİ
Osmân Şems
Efendi merhûmun, bir de Şeyh Ebûbekir es-Sıddîk Necmeddîn Efendi nâmında üçüncü
bir halîfeleri olduğu ahîren anlaşıldı. İzzî Efendi’nin, irtihâlinde hafîd-i
mükerremine, meşîhat vekâletine ta’yîn olunan Şeyh Sa’deddîn-i Süheylî Efendi
dahi irtihâlinde yerine, İzzî Efendi merhûmun halîfesi, kaymakâmlıktan mütekâid
Hacı İbrâhîm Bey getirilmek istenilmiş ve dergâh, hafîd-i mûmâileyhden nez’la, Şeyh
Ubeydullâh nâmında bir mussallıta tevcîh olunmak için, garaz-kârlar,
vâsıtalarla mürâcaat etmiş iken, inâyet-i Hak ve himmet-i Hz. Şems ile
müşârünileyh Ebûbekir Efendi, ihvân tarafından celb ve azîzlerinin makâm-ı
irşâdına ik’âd olunmuş ve pek isâbet
edilmiştir.
Şeyh
Ebûbekir Necmeddîn Efendi, 1281/(1864) senesinde İsparta’da doğmuştur. Onüç
yaşında İstanbul’a gelip, o yaşında iken Fahr-ı Âlem (salla’llâhu aleyhi ve
sellem) efendimiz hazretlerini âlem-i menâmda müşâhede şerefine mazhar
olarak, “Seni bana Osmân’ım getirir.” buyurmuşlar; Osmân Şems Efendi,
huzûr(da) imiş; orada görür.
Bu te’sîr ile, içine bir
âteş düşer, senelerce Hz. Şems’i arar. Nihâyet, bulur ve teslîm olur ki,
onsekiz-ondokuz yaşlarında bulunuyorlarmış. İrtihâllerine kadar azîzinin
dâire-i feyzinde perveriş-yâb olup, 3 Cemâziye'l-evvel 1308/(16 Aralık 1890)
târîhine müsâdif bir Pazartesi günü nâil-i hilâfet olur. İcâzet-nâmeyi ve
silsile-nâmelerini gördüm. Azîzinin hatt-ı destiyle muharrerdir.
Bekir Efendi
hâfızu’l-Kur’ân’dır. Pederi meşâyih-ı Nakşiyye’den ve Osmân-ı Şems’in
mürîdlerinden Şeyh Muhammed Necâti Efendi nâm zâttır. Bekir Efendi İstanbul’da
bulunduğu müddetçe birkaç sene Bâyezîd’de; sonra Fâtih’de Pekinli Arnavud
Mustafa Efendi’nin halaka-i tedrîsine dâhil olup, 1312/(1894)’de icâzet almış;
azîzinin irtihâliyle Isparta’ya avdetle, orada, sâatçilik ile iştigâl eylemiş,
1343/(1924) senesinde, ârzû-yı umûmî-i ihvân üzerine İstanbul’a gelmiş, meşîhat
vekâletini kabûl eylemişti.
Osmân-ı Şems’i
temsîl edecek kâbiliyyette, edîb, ârif, zarîf bir zâttır. Uzun saçlı, tatlı
dilli, yeşil sarıklı olup, sakalları uzuncadır. Osmân Şems Efendi’ye
müşâbihtir. Hâfızası kuvvetli olup, azîzinin lâ-yuad gazellerini bilâ-tekellüf
okuyuverir. (Zâde’llâhu feyzehû)
Abdürrahîm-i
Ünyevî hakkında, Osmân-ı Şems’in şu kıt’asını onlardan işittim:
Gavs-ı A’zam
Bâzü’l-Eşheb meslek-i Veys-i sülûk
Râz-daş-ı
ahfiyâ keşşâf-ı ilm-i Bâkırî
Zerre-i nâçîzi
iksîr-i nazarla Şems ider
Bâzü’l-Ebyaz
Hazret-i Abdü’r-Rahîm-i Kâdirî
ŞEYH
MUHAMMED SA’DEDDÎN-İ SÜHEYL EFENDİ
El-yevm,
dergâh-ı şerîf-i mezkûrda, icrâ-yı vekâlet etmektedir. İzzî Efendi’nin vâris-i
kemâlâtıdır ve halîfesidir. Mübârek, ehl-i hâl bir zâttır. Her hâli ile, İzzî
Efendi’ye hayru’l-hâlef olduklarını isbât eylemektedir.
Hâneleri, Ayasofya’da
meydâna nâzır olup, vaktiyle turşuculuk ederlermiş. Bundan dolayı Turşucu
Sa'deddîn Efendi diye şöhretleri vardır. El-yevm münzevîdir. Kendileriyle
müşerref oldum. Bidâyeten, gerek büyük azîzin (Osmân Şems), gerek İzzî Efendi’nin
tercüme-i hâlleri için mürâcaat eylemiş idim ve yazdıklarımın tashîhi ricâsında
bulunmuş idim. Va’dlerini îfâ buyurdular. Bu bâbda, âcizlerini tenvîr
eylediler; minnet-dâr oldum.
Sa'deddîn
Efendi, on sekiz yaşında iken, Osmân Şems Efendi hazretlerine intisâb ile,
yirmi dört yaşına kadar, usûl ü âdâb-ı Kâdiriyye üzere ikmâl-i sülûka muvaffak
olmuş ve nâil-i hilâfet olması, sûrette mümkün iken dûr-bîn-i hakîkat olan Hz. Şems,
halîfesi İzzî Efendi’ye teslîm ile, âhir-i ömrüne kadar onunla hem-hâl olarak,
ona hilâfet vermiş ve irtihâl-i Hz. İzzî’de onun câ-nişîni olmakla, ihvân(ın)
teveccüh-i tâmmını kazanmış idi. Mahviyyet-perver bir mürşid-i âlî-güster idi.
Ârif ve âşık bir zât idi.
Esnâ-yı
zikirde, azîzini temsîl edecek kuvvet-i irfân ve rütbe-i aşk sâhibi olduklarını
gördüm. İzzî Efendi gibi, esnâ-yı zikirde sikke ve destâr ve beyâz takke
isti’mâl ederler ve sâir vakitlerde uzunca arâkiyye, serpûşlarıdır. Sinnen
altmışı mütecâvizdirler. 7 Rebîu’l-evvel 1343/(8 Ekim 1924) târîhine müsâdif
Çarşamba günü altmış üç yaşında oldukları hâlde irtihâl eylediler. Üsküdar'da Selîmiye
Câmii karşısında medfûndur.
Şeyhü'l-İslâm
Turşucu-zâde Muhtâr Efendi merhûmun kabri yanında mahsûsan yapılmış olan demir
şebekeli kabri vardır. Mezâr taşında şöyle muharrerdir:
“Ecille-i ricâl-i Kâdiriyye vü Üveysiyye’den es-Seyyid eş-Şeyh Osmân
Nûreddîn-i Şems ve Muhammed İzzî Bedreddîn Efendiler hazarâtının halîfe-i
bi’l-hakları es-Seyyid eş-Şeyh Muhammed Sa’dedîn-i Süheyl kuddise sırrûhû
hazretlerinin merkad-i âlîleridir. Velâdetleri: 15 Şa'bân 1280/(27 Ocak 1864),
yevm-i Cuma. İrtihâlleri: 7 Rebîu’l-âhir 1343/(6 Kasım 1924) yevm-i Çarşamba.”
Beş sene
mesned-nişîn-i reşâdet oldular.
Şeyh
Muhammed Sa'deddîn Süheylî Efendi merhûmun fakîre yazdıkları tezkiredir:
“Muhibb-i
evliyâu’llâh Hüseyin Efendi hazretlerine,
Evliyâu’llâh-ı
kirâm hazerâtının (kaddesa’llâhu esrârahum), tercüme-i hâllerini hâvî
olmak üzere, Sefîne-i Evliyâ nâmıyla cem'
u te’lîf buyurulmakta olan eser-i âlîleri, âcizâne takdîr ve bu husûstaki sa’y
ü himmetlerinin ind-i evliyâ-yı kirâmda meşkûr olması temennî kılınır.
Sefîne-i müşârünileyhâya hâk-i kademleri
olduğumuz, şeyhimiz, mürşidi a’zam es-Seyyid Osmân Şems Efendi hazretleriyle, halîfe-i
zî-şânları Muhammed İzzî Bedreddîn Efendi hazretlerinin dahi tercüme-i hâlleri
ve menâkıb-ı celîlelerinden ba'zıları dahi derc olunmak ve bu bâbdaki tedkîkatımz
gözden geçirilmek üzere Cemîl Efendi muhlisiniz vâsıtasıyla irsâl buyurulan
müsvedde mütâlâa kılındıkda, tahkîkât-ı vâkıalarından ba'zısı, zan ve tahmîne
müstenid olmakla, vâkıa mutâbık ve hakîkat-ı hâle muvâfık görülemedi.
Taraf-ı
fakîrânemizde, müşârünileyhim hazarâtının tercüme-i hâlleri, hakîkat-ı hâle
mutâbık olarak tahrîr olunmakta olduğundan, gönül ârzû eder ki, taraf-ı
âlîlerinden cem’ olacak husûsât tarafımızdan derdest-i tahrîr olunan esere
aynen muvâfık ola. Onun içün, eğer bir mikdâr teennî buyurulursa, tamâmen zât-ı
âlîlerine irsâl ile, aynen Sefîne’ye derc edersiniz, inşâa’llâh. Bu bâbda ihmâl olunamayacağına emîn
olunuz.
Nûr-ı aynım!
Bir de gönül ârzû eder ki, bu vesîle-i hasene ile, zât-ı âlîleri gibi muhibb-i
evliyâu’llâh bir âşık-ı sâdık ile teşerrüf ile bu husûsa dâir daha ziyâde
görüşelim. Eğer buna da, mümkün olur da, tenezzül buyurulursa lutf edilmiş
olur, efendim.
el-Fakîr Muhammed Sa’deddîn-i Süheylî
ŞEYH
İSMÂÎL EFENDİ ve HÜSEYİN RÛHÎ EFENDİ
(Şeyh İsmâîl
Efendi) Tokatlıdır. Erzurum’da, Hasan Basrî Mahallesi'nde kâin tekkesi vardır.
Oranın şeyhi idi. 1315/(1897) veya 1317/(1899) târîhlerinde irtihâl etmiştir.
Tekkenin bahçesinde medfûndur.
Ulemâdan ve
urefâdan olup, orta boylu ve kır sakallı idi.
Şeyhi, Berzenciyye-i
Kâdiriyye’den Şeyh Hüseyin Rûhî Efendi olup, İstanbul’da, Haseki’de kâin Baba
Efendi Dergâhı’nda medfûndur. Mükellef bir kabri vardır.
Kitâbe-i
seng-i mezârı:
“Târikat-ı aliyye-i Kâdiriyye ricâlinden ve sülâle-i tâhire-i Berzenciyye’den âşinâ-yı
harem-sarây-ı irfân, veliyy-i mazhar-ı dakâyık-ı Furkân, celiyye-i Cenâb-ı
Seyyid Ali hulefâsından, mahrem-i esrâr-ı Kur’ânî, vâkıf-ı rumûz-ı sübhânî,
ârif-i bi’llâh, ekmel-i agâh Erzurumî es-Seyyid Hüseyin Rûhî Efendi’nin makâm-ı
akdesleridir. 4 Cemâziye’l-âhir, sene 1288/(25 Hazîrân 1871).”
Şeyh İsmâîl
Efendi, 1310/(1892) târîhinde İstanbul’a gelmiştir. Atîde tercüme-i hâli zikr
olunacak olan Mustafa Şerîf Efendi merhûmun şeyhidir.
İsmâîl
Efendi’nin Hakkı ve Eşref isminde iki mahdûmu olup, Eşref Efendi, pederinin
makâmına geçmiştir.
Şeyh Behcet
Efendi pederimizin ifâdelerine göre. Şerîf Efendi, bidâyeten, Hüseyin Rûhî
Efendi’ye intisâb edip, onun irtihâlinde İsmâîl Efendi’ye teslîm olmuştur. Berzencîler’de,
Nakşibendîlik dahi olup, Hüseyin Rûhî ve İsmâîl Efendiler'de Nakşibendîlik
neş’esi de gâlib idi.
ŞEYH
MUSTAFA ŞERÎF EFENDİ
/156/ Müteahhirîn-i hulefâ-yı Kâdiriyye’den olup silsile-i
tarîkatı Hz. Gavs-ı A’zam efendimize ber-vech-i âtî muttasıldır:
Hz. Pîr
Sultân Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî (Kuddise sırruhû )
Şeyh Seyyid
Abdülvahhâb Seyyid Muhammed-i Gavs (Kuddise
sırruhumâ )
Şeyh Şâh
Muhyiddîn Şeyh Hüseyin (Kuddise sırruhumâ)
Seyyid Sâlih Şeyh
Bâkır (Kuddise sırruhumâ)
Şeyh Mûsâ Şeyh
Muhammed (Kuddise sırruhumâ)
Şeyh Tâhir Şeyh
Hüseyin (Kuddise sırruhumâ)
Şeyh Ahmed Şeyh
Muhammed (Kuddise sırruhumâ)
Şeyh Yahyâ Şeyh
Zâhid (Kuddise sırruhumâ)
Şeyh
Bakâeddîn Şeyh Muhyiddîn (Kuddise
sırruhumâ)
Şeyh
Abdülvahhâb Şeyh Hâmid (Kuddise sırruhumâ)
Şeyh Hasan Şeyh
Alî (Kuddise sırruhumâ)
Şeyh Ahmed-i
Şerîf Şeyh İbrâhîm-i Hanîf (Kuddise sırruhumâ)
Şeyh
Abdülkâdir-i Cevheri Şeyh İbrâhîm-i
Abdülkerîm (Kuddise sırruhumâ)
Şeyh Mustafa Şerîf Efendi tahmînen 1258 sene-i
hicriyyesinde (1842), İstanbul’da doğmuştur. Pederlerinin ismi Mahmûd, onun
pederi Hâfız Seyyid Muhammed Efendi’dir. Muhtelif hıdemât-ı mâliyede ve Üçüncü
Dâire-i Belediye Malmemûrluğunda ve 15 Mart 1325/(1909) târîhinde, Der-saâdet Tahrîr-i
Vergi İdâresi Muhâsib Mümeyyizliğinde bulunmuş ve tekâüd olmuştur.
Kâdiriyye’den
ilk şeyhi Hüseyin Rûhî, sonra İsmâîl Efendilerdir. Tarîkaten, İstanbul’da Sultân
Ahmed Câmi'-i şerîfi mihrâbı tarafındaki dergâh-ı Kâdirî şeyhi Seyyid Hacı
İbrâhîm Abdülkerîm Efendi’ye intisâb etmiştir. 1311 senesi Receb’inin
yirmiyedinci gecesi (5 Şubat 1894) nâil-i hilâfet olmuştur.
Ahfiyâ-yı urefâdan
idi. Aksaray’da hâneleri muhterik olunca, Kıztaşı’nda bir hânede ikâmet etmiş;
burada, 1328 senesi Şa'bân’ının birinci günü (9 Ağustos 1910), tahmînen seksen
yaşında irtihâl-i dâr-ı bakâ edip, Edirnekapısı hâricinde Çelebi merhûmun
kabrinin arka tarafında defn olunmuştur.
Tetebbuât-ı
ilmiyye ve tedkîkât-ı irfâniyyesi pek yüksektir. /157/ İhtifâ-yı hayâta meyilleri ziyâde
olup, herkese açılmaz; sevdikleriyle, hüsn-i hâline emîn olduklarıyla
hem-sohbet olurlar idi. Hz. Şeyhü’l-Ekber (kuddise sırruh'l-athar)
efendimizin feyz-i ma’nevîlerine erişmiş ricâlu’llâh’dan olduğuna şübhe yoktur.
Hz. Şeyh’in Emr-i
Muhkem’ini tercüme ve tab’ ettirmişlerdi. Onu mütâlâa edenler, Mustafa
Şerîf Efendi’nin kudret-i ilmiyye vü ma’neviyyesini takdîr ederler. Husûsiyle
Hz. Abdülkâdir Efendi’mizin Gavsiyye’sini şerh eden Cebbâr-zâde
Ârif Bey merhûmun eserine yazdıkları hâşiyeyi nazar-ı tedkîkten geçirenler,
kendisinin uluvv-ı ka'b u kemâlâtına hakîkaten hayrân olurlar. Selîm Baba Risâlesi üzerine de makâlât-ı mühimme yazmışlardır.
Orta boylu, beyâz
sakallı, melîhu’l-vech bir zât olup, sinleri iktizâsı, yürürlerken münhanî bir
vaziyette bulunurlarmış. Tercüme-i hâllerine âit fazla ma’lûmat elde
edilemediği cihetle bu kadarla bi’z-zarûr iktîfâ olundu. Müşârünileyh, her
hâlde İdrîs-i Muhtefî neş’esinde, ârif, kâmil bir zât-ı velâyet-simât idi. (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
Şeyhine, “Mısrî
Hacı İbrâhîm Efendi” derler; İstanbul’da Sokollu Mehmed Paşa Dergâhı’nda
medfûndur.
KAYGUSUZ
ŞEYH İBRÂHÎM EFENDİ
Bu zât-ı
muhterem, tarîk-ı Kâdirî’de teşehhür etmiş, ârif-i bi’llâh bir mürşid-i
hakâyık- agâhtır. Bolu’da zînet-sâz-ı âlem-i şuhûd olmuştur. Pederleri, “Akkavuk-zâde”
denilmekle meşhûr Hasan Efendi b. İbrâhîm’dir.
İbrâhîm
Efendi, berâ-yı ticâret İstanbul’a gelip, Ayasofya’da bir tâcirin yanında
bulunarak bir taraftan da tahsîl-i ulûma çalışmıştır. Bir müddet sonra,
tarîkat-ı aliyye-i Kâdiriyye’den münzevî Şeyh Ömer el-Vasfî’ye müncezib olup
neş’e-i tarîkatla mütezevvık olarak, netîceten bu zâtın şeyhi Mustafa Fedâyî
Efendi’den müstahlef olmuştur.
Mustafa
Fedâyî Efendi, Cerrahpaşa civârında, Bayrampaşa Dergâh-ı şerîfi hazîresinde
medfûndur. Tarîk-ı Halvetîden Ramazân Efendi hazretlerine müntehî silsile-i
tarîkatları ber-vech-i atîdir:
Şeyh
Filibecikli Ali Efendi, Şeyh Keşfî İbrâhîm Efendi, Şeyh Ahmed Efendi, /158/ Şeyh Rûmî
Hüseyin Efendi, Şeyh Lofçalı Ali Efendi, Şeyh Debbağ Ali er-Rûmî, Şeyh
Mestci-zâde İbrâhîm Efendi, Şeyh Mestçi Ali er-Rûmî, Şeyh Kutbu’l-muvahhidîn Ramazân
Efendi (kaddesa’llâhu esrârahum) hazretleri.
Mustafa Fedâyî Efendi,
esâsen tarîkat-ı aliyye-i Kâdiriyye'dendir. Şeyh İbrâhîm Efendi, Haremeyn-i
Muhteremeyn'i ziyârete mazhar oldukları zamân, ehlu’llâhtan pek çok zevâta
mülâkî olarak iktisâb-ı kemâl eylediler. Ba’dehû İstanbul’da, Sultân Ahmed’de Karslıoğlu
Muhammed Ağa Hanı’nda bir hücrede ihtiyâr-ı ikâmet ü uzlet edip, halîfesi Şeyh
Mustafa Şevki Efendi delâlet ve himmetiyle, 1275/(1859) senesinde, o civârda Toprak
Sokağı’nda, el-yevm mevcûd bulunan dergâh-ı şerîfin inşâsına muvaffakiyyet
elverip, buraya nakil ve irşâd-ı ibâd ile meşgûl oldular. On dört sene kadar
burada bulunup 1289 senesi Zi'l-ka'de’sinin on ikinci Perşembe günü (12 Ocak
1873), âlem-i cemâle intikâl etmekle, vasiyetleri mûcibince Üsküdar’da; Karacaahmed’de merkad-i münîflerine defn
olundular. Üzerlerine demirden şebeke yapılıp, el-yevm ziyâretgâh-ı enâmdır.
Mezâr
taşından:
“Tarîkat-ı
aliyye-i Kâdiriyye meşâyıh-ı izâmından, mürşid-i agâh, el-mücâhidü fî
sebîli’llâh, hâdimü’l-fukarâi ve’l-mesâkîn, bende-i Âl-i Abâ, merhûm ve mağfur
el-muhtâc ilâ rahmeti Rabbihi’l-Gafûr es-Seyyid el-Hâc eş-Şeyh Kaygusuz İbrâhîm
Baba-yı Boluvî b. eş-Şeyh Ömer el-Vasfî Akkavuk-zâde. Rûh-ı şerîfleriçün rızâen
li’llâhi’l-Fâtiha. 12 Zi’l-kâde 1289 (11 Ocak
1873) yevm-i Perşembe.”
Onbir
halîfesi, birkaç bin muhibbân ve dervîşanı olup, hulefâsının en meşhûru, Şeyh
Mustafa Şevki Efendi merhûmdur. Hadâiku’l-Envâr fî Kelâmi’l-Kibâr nâm eserinde, İbrâhîm Efendi’yi tafsîlen medh u senâ
eylemiştir. (Kaddesa’llâhu sırrahu)
Şu medhiyye onundur:
Gevher-i sırr-ı velâyet
Menba’-ı bahr-ı emânet
Dürr-i deryâ-yı sadâkat
Azîzim Şeyh Kaygusuz
Semt-i Fîrûzağa’da
Dergâhıdır güşâde
Şevkî kâid-i seccâde
Azîzim Şeyh Kaygusuz
ŞEYH
MUSTAFA ŞEVKÎ EFENDİ
/159/ 1248/(1832) târîhinde Üsküdar’da, Salacak’ta âlem-i
dünyâya zînet vermiştir. Vâlideleri Âmine Hanım’dır. Eyüp karşısında, Karaağaç’ta
tarîkat-ı Bektâşiyye ricâlindan Şeyh Hasîb Baba’nın kerîmesi olup, silsile-i
nesebi, Cenâbı Pîr Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî (Kuddise sırruhu'r-Rabbânî) efendimize
müntehîdir.
Emr-i
tahsîle devâm ile berâber, 1268/(1852) senesinde yirmi yaşında, Bâb-ı Seraskerî Kitâbeti’ne ta’yîn olunmuştur. Neş’e-i tarîkat
yüz gösterince, Şehremini’nde meşâyıh-ı Kâdiriyye’den Şeyh Rummâl Dergâhı
post-nişîni Edhem Efendi’ye intisâb eylediler. Ba’dehû 1262/(1846)‘de, Kaygusuz
Şeyh İbrâhîm Efendi merhûmun dâhil-i dâire-i irfânı olup, 1268/(1852)’de
müstahlef oldular.
Mustafa
Şevki Efendi, Kumkapı Nişânca’sında mukîm olmakla, sabâhları, akşamları
şeyhinin hizmetinde senelerce fedâkârâne bir sûrette bulunup, enfâs-ı
kudsiyyesine mazhar oldu. Bunun hâsıl ettiği zevkiyâtı, Hadâiku’l-Envâr nâm eserlerinde, mürşid-i mükerremlerinin tercüme-i hâli
bahsinde uzun uzadıya tafsîl buyurmaktadırlar. Bu eser, iki büyük cildden
mürekkep olup, mühim bir te’lîf-i güzîndir ve gayr-i matbû'dur.
Rehber-i hakîkatlarının,
âlem-i cemâle irtihâlinden sonra 1289/(1872) senesinde câ-nişînleri olarak,
1338/(1920) senesine kadar, tamâm elli sekiz sene Toprak Sokağı’ndaki dergâh-ı
münîfte feyz-i reşâdetlerini neşr buyurdular. 1298/(1881) ve 1321/(1903)
senelerinde iki def'a, Haremeyn-i Muhteremeyn’i ziyâretle kâm-yâb oldular.
Hâk-i râhına
efendim yüzüm sürmek diler gönlüm
Ravza-i
pâkini tekrâr gözüm görmek diler gönlüm
Bilürem yol
meşekkati bu sinn ü sâlde pek güçdür güç
Ger huzûra
varamazsa yolunda kalmak diler gönlüm
* * *
Gel gidelim
Hazret-i Peygamber’e
Yüz sürelim
ravza-i pür-envere
terânesiyle dem-sâz olup, ziyâret
şerefini tekrâr elde ettiler. İki def'a Konya’ya, bir def'a Ankara’ya, Hz. Mevlâna’ya
ve Bayram-ı Velî /160/ ve Hacı Bektâş-ı Velî ziyâretine âzim olup, ellisekiz sene
devlete, dâire-i askeriyyede arz-ı hizmetten sonra, yirmi sene âlem-i tekâüdde,
iktisâb-ı neş’e-i füyûzât ile meşgûl oldular. Vakitlerini mütâlâa ve te’lîf ile
geçirdiler.
1338/(1920)
senesinde bir cumartesi günü hastalanıp, salı gecesi cânını cânana tevdî ile,
âlem-i dünyâdan güzer buyurdular. İrtihâllerinde doksanbir yaşında idi ve kendi
irtihâllerine, daha evvelden, “Âh Şeyh
Şevkî Baba” (آه شيخ شوقى بابا) târîhini hesâb
buyurdular ki, 1338 senesini iş’âr eder.
Mahdûm-ı
âlîleri ve câ-nişînleri Şeyh Hasan Rızâ Efendi’den tahkîk ettiğime göre,
irtihâllerinden evvel levâzım-ı techîziyye vü tekfîniyyesini ihzâr ile berâber,
cenâzelerinin bilâ-debdebe kaldırılmasını ve Karaağaç’ta kayınpederlerinin
dergâhında, daha evvelce ihzâr ettikleri lahde defnini vasiyyet buyurmuşlar;
hattâ tabutuna konulacak tâc ve destârını göstermişlerdir. Na’ş-ı şerîflerini, Şehremini’nde,
İnâdiyye Dergâhı şeyhi, tarîk-ı Sa’dî’den Şeyh Âkif Efendi gasl edip, namâzları
Yeni Câmi'-i şerîfte ba’de’l-edâ, vasiyetleri mûcibince hareket olunmuştur.
İrtihâllerinden birkaç sene evvel, hastalıklarından telâş eden efrâd-ı âilesine,
doksanbir yaşına kadar izn-i Hak'la muammer olacaklarını söylemek sûretiyle
kerâmet izhâr buyurmuşlardır. Fi’l-hakîka, dedikleri gibi oldu.
Orta boylu,
buğday benizli, nahîf, beyâz sakallı, nûrâniyyü’l-vech bir zât-ı âlî-kadr idi.
İt’âmı, ikrâmı, mübâhase-i tarîkatı sever; âdâb-ı şerîat ile müeddeb olup,
güzel kemerler işler, arâkiyyelere, “gül” ta’bîr olunan alâmet-i tarîkat i'mâl
ile zevk-yâb olurlar idi.
Dergâh-ı
şerîflerinde, oniki tarîkatın tâclarının küçük modelini bi’z-zât tertîb ve
i’mâl ile gösterdikleri zerâfet-i san’at,’ el-yevm herkesin mazhar-ı takdîri
olmaktadır.
/161/ Âsâr-ı Aliyyeleri:
1. Hadâiku’l-Envâr fî
Kelâmi’l-Kibâr. İki büyük cilttir.
2. Müretteb Dîvân.
3. Minhâcü’l-Meveddet. Ehl-i Beyt’e dâir.
4. Selâmü’l-İcâze.
5. Risâle-i Hasâis-nâme.
6. Risâle-i Kesb ve Tevekkül.
7. Risâle-i Muhtasar.
8. Risâle-i Yâdigâr-ı İhvân.
9. Beyyinâtü’z-Zikr.
10. Şerh-i
Nutk-ı Hazret-i Mısrî.
11. Selâm-nâme-i
Makbûli’l-Hazarâtı’l-Kudsiyye.
12. Dürretü’l-Evsâf.
13. Ba'zı Ma'lûmât-ı Lâzime.
Manzûmât-ı aliyyelerinden:
Varlık
hicâbını atdım
Nehr iken
deryâya akdım
Ol deryânın
ka’rına daldım
Cân gözüm
açdım bakdım
* * *
Keremler
eyle sultânım bu mahzûn gönlümü şâd it
Lutuflar
eyle hünkârım dil-i vîrânım âbâd it
Amân ey
Mefhar-ı âlem bu mücrim Şevkı-i zârı
Sezâ-vâr-ı
hidâyet kıl tarîk-ı Hakk’a irşâd it
* * *
Şem'-i aşka
cân virir bu gönlümün vîrânesi
Bilmezem gül-zâr-ı
aşkın bülbül-i şeydânesi
Tâir-i kudsü
gibi dil her zamân uçmak diler
Semt-i
lâhûtîyi ârzûlar hoşdur lânesi*
Hâb-ı
gafletden uyan aç gözünü gel Şevkiyâ
Ol zamân
zâhir görünür dostun âşiyânesi*
* * *
Senin şem'-i
cemâlindir dil-i sûzânıma bâis
Gidüp bu
beyt-i uşşâka şehâ cevlânıma bâis
Senin fikr-i
hayâlinle bu aklım târ u mâr oldu
Bilürem
derd-i hicrindir yine dermânıma bâis
Senin bûy-ı
latîfinden cihânı eyleyen ta’tîr
O bûyun
neş’esi oldu benim irfânıma bâis
Senin
envâr-ı hüsnündür görünen vech-i âdemde
O nûrun
şu’lesi oldu meh-i tâbânıma bâis
Senin şevk-i
cemâlinle bu miskîn Şevkî-i kemter
Döner
meydân-ı aşk içre budur devrânıma bâis
* * *
/162/ Sende isti’dâd olursa gösterir dîdârı
Şeyh
Gül-şen-i
vasla irersen buldurur esmârı Şeyh
Bir
tecellî-hânedir bil işbu âlem sû-be-sû
Alleme’l-Esmâ’yı
ta’lîm eylemek efkâr-ı Şeyh
* *
*
Bu gün meydân-ı aşk içre beni gûyâ iden kimdir
Bu gül-zâr-ı
muhabbetde dilim şeydâ iden kimdir
* *
*
İlm-i hikmet
bizdedir biz ârifân-ı Haydar’ız
Derd-i
firkat bizdedir biz âşıkân-ı Haydar’ız
* *
*
Bülbül-i
gül-zâr-ı aşkız lâ-mekândır lânemiz
Lülü-i
asdâf-ı sıdkız bî-bahâdır dânemiz
* * *
Bahr-ı aşk
dürdânesiyim bî-bahâdır rif’atim
Kenz-i Hak
vîrânesiyim innemâdır tînetim
Gül-şen-i
dehrin safâsı bî bakâdır şübhesiz
Ol sebebden
terk-i tecrîd-i fenâdır himmetim
Pertev-i
nûr-ı Muhammed öyle aks itdi dile
Koymadı
dilde kedûret rûşenâdır tal’atım
“Küntü
kenz” esrârına
mahrem olan ey Şevkıyâ
Bildiğim
hubb-i Hudâ vü Mustafâ’dır sîretim
Hakk-ı
âlîlerindeki sünûhâtımdan:
Mustafâ
Şevkî Efendi ârif-i Kur’ân idi
Mürşid-i
kâmil yegâne rehber-i devrân idi
Gül-sitân-ı Kâdirî’yi
kendine melce’idüp
Bülbül-âsâ
neş’e-yâb olmuş karîn-i cân idi
Kaygusuz
şeyh-i mükerrem Hazret-i İbrâhim’in
Mazhar-ı
feyzi olan bir şeyh-i âlî-şân idi
Dâimâ ezkârı
hak a’mâli hak efkârı hak
Mesleği hak
mezhebi hak sâhib-i irfân idi
Neşr-i
âsâr-ı füyûzât eyleyüp hayli zamân
Vâkıf-ı
esrâr-ı tevhîd tâlibe burhân idi
Müstefîz-i
nûr-ı irfânı olanlar bahtiyâr
Halka-i
tevhîdde bir seyyâre-i rahşân idi
Her gören
meftûn olurdu vech-i pür-envârını
Zât-ı âlîsi
hakîkat hürmete şâyân idi
Sırr-ı
“mûtû”dan nişân dirdi bütün ehl-i dile
Vech-i bâkî
neş’esinden mest-i ser-gerdân idi
Kendi tanzîm
eylemiş târîh-i rihlet-dârını
Âh Şeyh Şevki Baba târîhi i’lân idi
Kemteri Vassâf’ı nazmen arz-ı hissiyyât ider
Mustafâ Şevki Efendi vâsıl-ı
cânan idi
(آه شيخ شوقى بابا)
(Kaddesa’llâhu sırrahû)
SULTÂNÜ’L-ÂŞIKÎN
İBNÜ’L-FÂRIZ HAZRETLERİ
/163/ Fâtih’te bir zamânlar halaka-bend-i tedrîs
olduğum, hâce-i irfânım Muhammed Es’ad el-Mevlevî hazretleri, İbnü’l-Fârız’ın
âşıklarından idi. Mısır’a mahsûsan ziyâretlerine gitmişlerdi. Bir mektûbunda
der ki:
“Urefâ-yı uşşâkın ‘şeyh-i sühen-dânı” ve
روحي لك يا زائر في الليل فدا،
إن كان فراقنا مع الصبح أبدا،
يا مونس وحشتي إذ الليل هدى.
لا أسفر بعد ذلك صبح أبدا.[11]
rubâîsinin kâil-i hâssası Ömer b. el-Fârız Hazretlerinin
türbe-i şerîfelerine rû-mâl oldum. Bir sükûn ve vakâr içinde günûde idi. Burada
dûçâr-ı vecd oldum.”
Bu ifâde
kalbimde pek derin izler bırakmış idi. Binâenaleyh, tercüme-i hâllerini yazmak
derdine düştüm.
Ebû Hafs
eş-Şeyh Ömer Şerefüddîn b. el-Fârız Ali, ekâbîr-i urefâdandır. Pederi Hamalıdır.
İbn-i Fârız Mısırlıdır.
Velâdeti:
Zi’l-kade, sene 576/(1181), Salı. /Bir rivâyette: Sene 556/(1161)
Vefâtı: 2
Cemâziye’l-evvel, sene 632/(24 Ocak 1235), Salı.
Müddet-i
ömürleri: 56 sene veya 76 sene.
Künyesi Ebû
Hafs, adı Ömer, kabîlesi Benî Sa’d, Hamaviyyü’l-asl, Mısriyyül’l-mevliddir.
Babası, ulemâ-yı Mısır’ın ekâbirinden idi. Nefehâtü'l-Üns’de, 615. sahîfede, mufassalan mezkûr olduğu üzere, İbn-i Fârız,
bidâyet-i hâlinde, Mısır’da vâdîlerde, dağlarda gezermiş. Arasıra babasını,
gelir, görürmüş. Babasının irtihâlinde seyâhati ve sülûk-ı tarîk-ı hakîkati
ihtiyâr eyledi. Feth olmamasına pek me’yûs idi.
(İbn-i Fâriz) bir medreseye girdi. Medrese
kapısında bir ihtiyâr vardı. Adına, “Pîr Bakkâl” derlerdi. Bir gün, abdest
alırken, İbn-i Fârız onu tamâşâ etti. Tertîb-i mahsûsuyla abdest almıyordu.
Böyle, makarr-ı ulemâ olan bir yerde bulunduğu hâlde, vech-i meşrûıyla abdest
alamamasına hayrette iken, o Pîr Bakkâl, keşf-i hakîkatla, “Ey Ömer! Sana Mısır’da
fetih yoktur. Fetih, Hicâz’dadır. Oraya gitmelisin.” dedi. Anladı ki, o
zât, veliyyu’llâh’dır. Hemen yanına gitti ve diz çöküp oturdu. Gayr-i müretteb
abdestten murâdı tesettür olduğunu anladı ve dedi ki: “Efendim! Ben nerede, Mekke
nerede? Mevsim hac değil, arkadaş yok, dünyâlık ister. Nasıl gidebilirim?”
Pîr Bakkâl,
eliyle Mekke’yi gösterdi. Mekke derhâl zâhir oldu. İbn-i Fârız, emre itâatle, Mekke’ye
teveccüh etti. Mekke, nazarından asla gâib olmadı. Fethi vukûa geldi. Bir
yırtıcı cânavar, me’mûren, /164/ İbn-i Fârız’ın hizmetinde bulundu. Buna biner, yola revân
olur. Beş vakit namâzı Harem-i Şerîf'te kılar, yine yola revân olurdu. Henüz, zâhirde
Mekke’ye vâsıl olmamış idi. Fakat, hâlen beş vakti orada idrâk ederdi. O
hayvân, İbn-i Fârız’ın yanına geldikte, (يا سيدى اركب.)[12] dermiş.
Medîne’ye teveccühünde halk o derece istikbâline mütehâlik
olmuş ki, ta’rîfe sığmaz. Duâ ve bereket temennî ederlermiş. Mûsâfaha
ederlermiş. Râyiha-i tayyibesinden hisse-dâr olurlarmış. Ekâbir ü rüesâ,
teberrüken ziyâret ederlermiş. Bir pâdişâha edilecek ta'zîm ve tekrîm ne olmak
lâzım gelirse, o yolda ta’zîmâtta bulunurlarmış. Mekke-i Mükerreme’de ikâmeti
esnâsında, kuşlar, gece gündüz, hânesini tavaf eder ve zikr ü tesbîhleri
işitilirmiş.
Haremeyn’de
on beş sene dem-güzâr olup, bir gün gâibden, (تعال يا عمر إلى القاهرة احضر وفاتي.)[13] diye bir sadâ geldi. Bu sadâ, Pîr Bakkâl’ın sadâsı
olduğunu anladı. Selâm verdi; derhâl redd-i selâm vâki oldu. Hz. Şeyh’in bu
emrine itâat etti ve emrini telakkî etti. “Şâyed gelemeden bir emr-i Hak
vâki’ olursa, filân mevzi’deyim. Tabutumu hâzırla, muntazır ol, dağdan bir adam
gelir, onunla namâzımı kıl. Ba’dehû, Hakk’ın emrine muntazır ol.” denildi.
İbn-i Fârız
yetişti. Azîzi göçmüş idi. Emri vechile hareket eyledi. Fi'l-hakîka, dağdan bir
zât, kuş sür’atiyle geldi. Ayakları yere basmadan yürür idi. Memleketin halkı,
onun kemâlini idrâk etmediklerinden, o adamla eğlenirlerdi. Ensesine tokat
vurur, gülerlerdi. O zât, “Ey Ömer!
haydi namâzı kılalım.” dedi, kıldık. Yeşil ve azîmü’l-halka bir kuş geldi.
Birçok sâir yeşil kuşlar onu ta'kîb etti. Cümlesi tesbîh ederek cenâzenin
etrâfında uçuştular. Büyük kuş, tabutu yuttu. Kuşlar birbirine karışarak, hepsi
semâya yükseldiler. İbn-i Fârız böyle naklediyor.
(İbn-i Fârız’ın) Dîvân’ı ve bâ-husûs Kasîde-i Tâiyye’si pek meşhûrdur. Kasîde-i Elfiyye ve Mîmiyye ve Râiyye’si üzerine
çok şerhler yazılmıştır.
Kasîde-i Tâiyye’si 750 beyittir. Seyr ü sülûku ve ahvâl-i meşâyıhı ve zevkıyyât-ı
hakîkatı müş’irdir. İbn-i Fârız nakl eder ki:
"Kasîde-i
Tâiyye’yi yazdım ve ekser cezbe vü hâl istîlâsında sânih olurdu. Bir
gün, Rasülu’llâh (salla’llâhu aleyhi ve sellem) efendimiz hazretlerini
müşâhede devletine nâil oldum; (يا عمر ما سميت قصيدتك؟)[14] suâline,“Yâ
Râsûla’llâh! Levâyıhu’l-Cinân” ma’rûzâtında bulundum. “Nazmü’s-Sülûk koy” buyurdular."
/165/ Bu kasîde-i latîfe, şiir nokta-i nazarından
değil, hakîkat nokta-i nazarından pek mühimdir. Hz. Sadreddîn-i Konevî, Kur’ân
gibi, her mecliste bir beyit okurlardı. Halîfesi Şemseddîn-i Eykî de derdi ki:
“Sûfiyyûna, bunu ezberlemek farzdır.”
İşte bu emre
ittibâen, uşşâk-ı cemâl, bunu ezbere alırlardı. Hâce-i irfânım, Es’ad Dede dahi
ezberlemiş idi. Sûriye ve Mısır’da, uşşâk, cümleten, bunu hâfızalarında
saklarlar.
Kasîde-i Tâiyye üzerine, şârih-i Mesnevî, İsmâîl
Rusûhî-i Ankaravî Hazretlerinin bir şerh-i latîfi vardır. Bâyezîd’de, Kütübhâne-i
Umûmî’de ve Fâtih’te Millet Kütübhânesi’nde mevcûddur. Türkçe’dir, gayr-i
matbû'dur.
Dîvân-ı şerîfi matbû'dur, yüz sahîfe kadardır.
Kasîde tarzında söylenmiştir.
Şeyh Saîd-i
Fergânî’nin, Tâiyye üzerine, biri Arapça, dîgeri Fârisîce iki şerhi olduğu
gibi; İmâm Yâfiî ve Şeyh Şihâbeddîn-i Sühreverdî ve Hz. Muhyiddîn-i Arabî, İbn-i
Fârız’ı meddâhdır. Şeyh Reşîd b. Gâlib’in şerhi matbû'dur. Zevzenî ve Şeyh
Hasan-ı Bûrînî tarafından yazılan şerhler, Koca Râgıb Paşa Kütübhânesi’nde, Edebiyyât
faslında, 1129 ve 1130 numaralarda mukayyeddir.
Mevlânâ
Abdurrahmân-ı Câmî’nin de bir şerhi olduğu gibi, Abdülganiyy-i Nablusî ve Abdürrezzâk-ı
Kâşânî’nin de ve Şeyh Abdullâh Salâhî ile Nâzım Paşa’nın şerhleri de eyâdî-i
i’tibârdadır. Nâzım Paşa’nın, Elfiyye ve Mîmiyye ve Râiyye şerhleri
1328/(1910)’de, İstanbul’da basılmıştır.
Es’ad Dede
merhûmun, Tâiye’den elli üç beyiti üzerine gayr-i matbû' şerhi vardır.
Azîzinin irtihâliyle Mısır’da,
Câmi'ü’l-Ezher’de, salât ü ibâdetle meşgûl olup, ekâbirin sohbetine asla
iltifât etmez ve belki kendilerinden kaçar ve kimseden bir şey istemezdi.
Ulûm-ı dîniyye ve hakîkat-ı tasavvufiyyede bir bahr-ı ummân idi. Ba'zı garâib
ahvâl ve kerâmât ü makâmâtı meşhûrdur. Kemâlât-ı ma’neviyyeye dâir eş’ârı ve
kasâidi gâyet fasîh ve belîğ olup, Mısır’da ve Sûriye’de ziyâde mu'teber ve
meşhûrdur.
Şeyh
Burhâneddîn İbrâhîm el-Ca’berî, Hz. Şeyh’in mazhar-ı kemâli olan a’zam-ı
bahtiyârândandır. Nefehât’ta, Hz. Câmî yazıyor:
Ma’nevî bir himmetle, Mısır’a,
Hz. İbnü’l-Fârız’a yetişti. Hazret, hâl-i ihtizârda imiş. Cenâb-ı Ömer buyurmuş
ki: “Ya İbrâhîm, /166/ Cenâb-ı Râbiatü’l-Adeviyye ne güzel söylemiş :
وعزتك ما عبدك خوفا من نارك ولا
رغبةً في جنتك بل كرامة لوجهك الكريم ومحبة فيك.[15]
Bunu söyledikten sonra gülmüşler, selâm verip vedâ
etmişler; (يا عمر فما تروم؟)[16] diye sormuşlar;
أروم وقد طال المدى منك نظر
وكم من دماء دون مرماي طلت
Rûz u şeb kan
ağlamakdan dayre oldu gözlerim
Demleridir rûşen it gel hânemi ey Nûr-ı çeşm
diye cevâb
vermiş. “Yâ İbrâhîm, otur!” diye emr ile, gözlerini açıp, “Beşâret
olsun sana ki, Hak teâlânın velîleri zümresindensin.” buyurdu. Hâlât-ı
acîbe zâhir oldu, rengi tağayyür etti.
إن كان منزلتي في الحب عندكم
أمنية ظفرت روحي بها زمنا
فاقد رأيت فقد ضيعت أيامي
اليوم أحسبها أضغاث أحلامي[17]
buyurup irtihâl etti ve bana
vereceğini verdi. İrtihâli şayi’ oldu. Evliyâu’llâh’dan cemâat-ı kesîre geldi.
Böyle bir kalabalık görmedim. Muhakkak bildim ki, irtihâlinde maksûdunu
verdiler, murâdını hâsıl ettiler. Hz. Rasûlu’llâh (salla’llâhu aleyhi ve
sellem) efendimizin rûh-ı mukaddesleri hâzır oldu. Ervâh-ı enbiyâ vü evliyâ
mevcûd idi. Rûh-ı mukaddes imâm oldu, namazını kıldılar. Ben her tâife ile
namâzını kıldım. Kesret-i izdihâmdan defni gurûba kadar taahhur etti. Kimsede
bir söz söylemeğe tâkat kalmamıştı. Defn olunan yer o, Pîr Bakkâl'ın
cenâzesinin olduğu yer idi. (Kaddesa’llâhu sırrahû ve nefeana’llâhu
bi-berekâtihî ve füyûzâtihi ve şefâatihi ve himmetihî ve keremihî. Âmin.)
Hz. Gavs-ı
A’zam Abdülkâdir-i Geylânî ma’nen zuhûr ile[18], İbrâhîm el-Ca’berî’ye görünüp,
أنا بلبل الأفراح أملأ دوحها
طربا
وفي العليا باز الأشهب
Bir bülbül-i
mesrûrum nağmemle dolu gül-zâr
Pervâz urur
üstünde sayd içün şâhin*
buyurdu.
Düşünmeli ki, ne
saltanatlı, ne büyük bir zât idi. Rûh-ı İbni’l-Fârız’a, el-Fâtiha.
İbn-i Fârız
kuluna bizleri bahş it yâ Rab
Levha-ı
kalbimize aşkını nakş it yâ Rab
Medhiyye-i
âcizânem:
Kıl şefâat
bana yâ Hazret-i Îbni’l-Fârız
Kıl inâyet
bana yâ Hazret-i İbni’l-Fârız
Okurum
menkabeni âşık-ı aşkın oldum
Kıl zuhûrat
bana yâ Hazret-i Îbni’l-Fârız
Ne büyüksün
ne kadar sâhib-i pür-şân ü şeref
Kıl sahâbet
bana yâ Hazret-i İbn’l-Fârız
Aşk-ı cânan
ile sırr-ı defter-i uşşâk olduk
Kıl velâyet
bana yâ Hazret-i İbni’l-Fârız
Bütün
erbâb-ı velâyet sana hayrân oldu
Kıl selâmet
bana yâ Hazret-i İbni’l-Fârız
Aşk-ı Hak
aşkına redd itme kapından nûrum
Kıl himâyet
bana yâ Hazret-i Îbni’l-Fârız
Aczime bakmayarak aşk ile Vassâf oldum
Kıl beşâret
bana yâ Hazret-i İbn’l-Fârız
Medhiyye-i
şâh-ı velâyet (Radıya'llâhu
anh):
Ser-halka-i
cem’iyyet-i ebrâr Ali'dir
Derd ehline
dermân-ı vefâ-dâr Ali'dir
Sultân-ı
selâtîn-i kerem-kâr Ali'dir
İklîm-i
velâyetde cihân-dâr Ali'dir
Dervâze-i gencîne-i esrâr Ali'dir
Mahbûb-ı
Hudâ Hazretine yâr Ali'dir
Bir nice
zamân cûy-ı revân eyledi yaşım
Düşdüm
haremi gûşesine bitdi savaşım
Saldım eşiği
taşına bin cân ile başım
Başımla
eşiğinde ânın bir kara taşım
Dervâze-i
gencîne-i esrâr Ali'dir
Mahbûb-ı
Hudâ Hazretine yâr Ali'dir
Geçdim dem-i
la’lî ile sahbâ vü sebûdan
Zülfü
hevesiyle çözülüp bend-i gulûdan
Çıkdım hele
gayrilere kayd-ı tek u pûdan
Girdim
harem-i hâss-ı Hudâ'ya o kapudan
Dervâze-i
gencîne-i esrâr Ali'dir
Mahbûb-ı
Hudâ Hazretine yâr Ali'dir
Bu dâire-i
atlas-ı ekvân Muhammed
Nüh tâk-ı
serâ- perde-i eyvân Muhammed
Bu Bekr u Ömer
Hazret-i Osmân Muhammed
Her birleri
bir kıdve-i erkân Muhammed
Dervâze-i
gencîne-i esrâr Ali'dir
Mahbûb-ı
Hudâ Hazretine yâr Ali'dir
Bünyâd-ı
harem-gâhı nihân-hâne-i vahdet
Manzûr-ı
reh-i rûzeni pâlîz-i nübüvvet
Bir avm-i çemen-sâ-yı
hep esrâr-ı hüviyyet
Derbânları
sâdât-ı emîrân-ı fütüvvet
Dervâze-i
gencîne-i esrâr Ali'dir
Mahbûb-ı
Hudâ Hazretine yâr Ali'dir
Bülbülleri
bî-savt u hurûf itmede âvâz
Gül-goncaları
câm-ı şehâdet ile hem-râz
Pervânesidir
şem’ine Cibrîl-i sebük-bâz
Sükkânı
bütün Veysi vü Yahyâ ile dem-sâz
Dervâze-i
gencîne-i esrâr Ali'dir
Mahbûb-ı
Hudâ Hazretine yâr Ali'dir
Şemşîr-i kavis-tâbı
salup sâye zemîne
Hem himmet-i
bâzûsu veted arş-ı berrîne
Miftâh-ı
ulûmu hecedir habl-i metîne
Genc-i
haremi dâr-ı emân dîn-i mübîne
Dervâze-i
gencîne-i esrâr Ali'dir
Mahbûb-ı
Hudâ Hazretine yâr Ali'dir
Ol nûr-ı
celîden biliriz ........................
Ol güfte-i
mutalsımla bulunmakda ......
Ger vâkıf
isen sen de eyâ Nûrî-i şeydâ
Ashâbına
meftûhdur ol bâb-ı muallâ
Dervâze-i
gencîne-i esrâr Ali'dir
Mahbûb-ı
Hudâ Hazretine yâr Ali'dir
AHMED
er-RUFÂÎ
/167/ Şeyh Hayrullâh Tâceddîn-i Rufâî’nin medhiyyesi:
Hazret-i
Gavs-ı Rufâî zübde-i âl-i Rasûl
Meslek-i
zî-şânına hâdim olan pür-nûr olur
Şedd olup
bağla belin erkân-ı pîre Tâciyâ
Hürmetine
ceddinin cürmün senin mağfûr olur
Silsile-i tarîkat-ı
aliyyeleri ber-vech-i âtîdir:
- Serdâr-ı
evliyâ vü asfıyâ Hz. İmâm Ali (Kerrema'llâhu vechehû ve radıya'llâhu
anh)
- Hz. Hasan
el-Basrî (Radıya'llâhu anh)
- Hz. Habîb
el-A'cemî (Kaddesa’llâhu sırrahû )
- Hz. Dâvûd-ı
Tâî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Hz. Ma’rûf-ı
Kerhî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Hz. Seriyyu’s-Sakatî (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
-
Seyyidü’t-tâife Hz. Cüneyd-i Bağdâdî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebû
Bekr eş-Şiblî(Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ali
el-Acemî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebû
Aliyy-i Rûdbârî (Kaddesa’llâhu sırrahû)[19]
- Şeyh Ebû
Ali, Gulâm b. Tevkân (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh
Ebu’l-Fazl-ı Bağdâdî b. Kâmih (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh
Aliyyü’l-Kârî el-Vâsıtî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Cenâb-ı
Pîr-i dest-gir Ebû’l-alemeyn Seyyid Ahmed er-Rufâî (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
/168/
Velâdetleri: 512/(1118)
Müddet-i
ömrleri: 66
İrtihâlleri:
578/(1182)
Ey milket-i velâyete sultân-ı râyegân
Ey mürşid-i
müsellem ü mümtâz-ı bî-gümân
Her kime
bâd-ı himmetin olursa ger vezân
Bî-iştibâh
olur iki âlemde kâm-rân
Yâ Seyyid Ahmede’r-Rufâî
vü pîr-i sâlikân*
Yâ Hazret-i
Ebu’l-alemeyn el-amân amân
Ârif-i
esrâr-ı Kitâb-ı mübîn, nûr-ı dîde-i ehl-i yakîn eş-şeyhu’l-akdem
ve’l-imâmü’l-ekrem seyyidinâ ve mevlânâ, şeyhu’l-kebîr es-Seyyid Ahmed er-Rufâî
hazretleri, hicretin 512/(1118) senesinde, Irak’ta Vâsıt şehrinde, Ümmü Abîde
karyesinde zîver-bahş-ı mehd-i şuhûd olmuşlardır ki, “Beşîr” (بشير)
ve “nûr-ı nûr” (نور نور)
târîhlerine delâlet etmektedir.
Karye-i
mezkûrede, seyyidinâ Şeyh Seyyid Yahyâ hazretlerinin hâne-i saâdetlerinde,
şeyhu’l-kurrâ ve’l-muhaddisîn Seyyid Ali Ebu’l-Hasan b. Yahyâ el-Mekkî hazretlerinin
sulb-i pâkinden, kadem-nihâde-i âlem-i vücûd olmuşlar idi.
Aktâb-ı
erbaadan olup, peder cihetinden neseb-i şerîfleri ber-vech-i âtîdir:
Seyyidinâ es-Seyyid
Ali Ebu’l-Hasan b. es-Seyyid Yahyâ el-Mağribî b. es-Seyyid Sâbit b. es-Seyyid
Aliyyü’l-Hâzim b. es-Seyyid Ahmed el-Murtezâ b. es-Seyyid Ali b. es-Seyyid
Ebu’l-Mekârim-i Rufâa el-Hasan el-Mekkî b. es-Seyyid el-Mehdî b. es-Seyyid
Muhammed Ebû’l-Kâsım b. es-Seyyid el-Hasan b. es-Seyyid el-Hüseyn er-Radî b. es-Seyyid
Ahmed el-Ekber b. es-Seyyid Mûsâ el-Mesânî b. es-Seyyid el-İmâm İbrâhîm el-Mürtezâ
b. el-İmâm Mûsâ el-Kâzım b. el-İmâm Ca’fer es-Sâdık b. el-İmâm Muhammed
el-Bâkır b. el-İmâm Zeynelâbidîn Ali b. el-İmâm el-Hüseyn es-Sıbt b.
Emîri’l-Mü’minîn ve ya’sûbü’l-muvahhidîn Cenâb-ı Ali el-Mürtazâ (kerrema’llâhu
vechehû ve radıya'llâhu anh)
Vâlide-i
muhteremeleri ile cedde-i mufahhamları cihetinden ve cedd-i emcedleri Basra
nakîbi Seyyid Yahyâ-yı Rufâî’nin vâlide-i mükerremeleri ile pederlerinin
dördüncü cedd-i mümeccedlerinin vâlide-i azîzeleri cihetinden olan neseb-i
atharlarının zikriyle dahi teberrük olunur:
Pîr-i dest-gîr
Seyyid Ahmed el-Kebîr er-Rûfâî’nin vâlide-i şerîfeleri, beyne’l-evlîyâ /169/
“Bâzu’l-eşheb ve Tiryâkü’l-mücerreb” denilmekle müteârif olan şeyhu’t-tavâif
Mansûr ez-Zâhide’r-Rabbânî hazretlerinin hemşîreleri, veliyyetu’llâh
Ümmü’l-Fazl Fâtımetü’l-Ensâriyye bt. eş-Şeyh Yahyâ el-Kebîr b. el-İmâm es-Sûfî
Muhammed b. Ebû Bekri’l-Vâsıtî b. Mûsâ b. Muhammed b. Mansûr b. Hâlid b. Zeyd
b. Eyyûb b. Hâlid Ebû Eyyûb b. Zeydi’l-Ensâri en-Neccârî es-Sahâbî.
Peder-i âli-kadri Seyyid Ebû Hasan-ı Ali’nin vâlide-i
mübeccelesi, ulemâi’l-ensârînin vâlide-i saîdesi ise, Seyyide Râbia bt. es-Seyyid
Abdullâh et-Tâhir b. es-Seyyid Ebî Ali Sâlim b. es-Seyyid Ebû Ya’lâ b. es-Seyyid
Ebu’l-Berekât Muhammed b. es-Seyyid Ebu’l-Feth Muhammed b. es-Seyyid Muhammed
el-Eşter b. es-Seyyid Ubeydullâh es-Sâlis b. es-Seyyid Abdullah es-sânî b. es-Seyyid Aliyyi’s-Sâlih b. es-Seyyid
Ubeydullâh el-A’rec b. es-Seyyid el-Hüseyn el-asgar b. el-İmâm Zeynelâbidîn Ali
b. El İmâm el-Hüseyn sıbtu’n-Nebî.
Cedd-i kerîmleri: Seyyid Yahyâ er-Rufâi’nin vâlide-i
âliyesi de, Âmine bt. Yahyâ el-Ukaylî b. en-Nâsır li-dîni’llâh Ali b. Ahmed b. Meymûn
b. Ahmed b. Ali b. Abdullâh b. Ömer b. İdrîs b. İdrîsi’l-ekber b. Abdullâh
el-Mahz b. el-Hasani’l-Müsennâ b. es-Seyyid el-İmâm el-Hasan sıbtu'n-Nebî.
Seyyid Yahyâ
er-Rufâî’nin babası Seyyid Sâbit b. Hâzim’in ceddi Ahmed b. Rufâati’l-Hasan
el-Mekkî b. es-Seyyid Ahmed el-Mehdî el-Hüseynî’nin vâlide-i halîmesi ise, Şerîfe
Benhâ bt. Ahmed b. Ali b. Abdu’llâh b. Ömer b. İdrîsi’l-asğar b. İdrîsi’l-ekber
b. Abdullâh el-Mahz b. el-Hasan el-Müsennâ b. el-İmâm Hasan sıbtu'n-Nebî (aleyhi's-selâm)
olup, cenâb-ı pîr-i vâcibi’t-tevkîrin li-üm cedd-i mükerremleri olan Yahyâ
en-Neccârî el-Ensârî’nin vâlide-i aliyyeleri de Âliye bt. el-Hasan el-Lâyıh b. Muhammed
b. Yahyâ b. el-Hüseyin b. el-Kâsım Ebû Muhammed er-Resî b. İbrâhîm-i Tabataba
b. İsmâîl b. İbrâhîm el-Gamr b. el-Hasan el-Müsennâ b. el-İmâm el-Hasan sıbtu'n-Nebî
(Rıdvânu’llâhi teâlâ aleyhim ecmaîn).
İmâm Rufâî hazretlerinin
neseb-i şerîfleri bir cihetten Sıddık-ı A’zam (radıya'llâhu anh)
efendimize müntehî olur: Ecdâd-ı izâmlarından İmâm Ca’fer es-Sâdık’ın
vâlideleri Ümmü Ferve bt. Kâsım b. Muhammed b. Ebû Bekr b. Ebû Kuhâfe (radıya'llâhu
anhumâ)’nin duhter-i sa’d-ahteri ve Ümmü /170/ Ferve’nin vâlidesi Esmâ dahi Abdurrahmân
b. Ebû Bekr b. Kuhâfe’nin kerîme-i mübeccelesidir.
Hz. Ahmed
er-Rufâî efendimiz daha sabî iken pederleri irtihâl eylediğinden, dayıları,
ecille-i ricâl-i asrdan Şeyh Mansûr-ı Betâyihî, fermân-ı peygamberîye imtisâlen
idâresini der-uhde edip, hizmetten bir an gâfil olmamıştır. Nasıl gâfil
olabilirler idi ki, Hz. Seyyid’in velâdetlerinden kırk gün evvel, Nebîyy-i
Mükerrem efendimiz, rü’yâsında, “Ey Mansûr! Seni tebşîr ederim ki, kırk gün
sonra Cenâb-ı Hak hemşîrenize Ahmed er-Rûfâî isminde bir evlâd verecektir. Ben
reîsü’l-enbiyâ olduğum gibi, o da reîsü’l-evliyâdır. Zamân-ı terbiyeti hulûl
ettiği vakit, onu, Şeyh Aliyyü’l-Kârî el-Vâsıtî’ye götürüp teslîm eyle;
terbiyesine mukayyed olsun. Çünkü nezd-i ilâhîde pek azîzdir. Sakın gaflet
etmeyesin.” diye fermân buyurmuş ve fi’l-vâki’, kırk gün sonra Seyyid Ahmed
er-Rufâî gehvâre-pîrâ-yı vücûd olmuştur.
Şeyh Mansûr hazretlerinin
taht-ı idâresine aldığı hemşîre-zâdesinin emr-i terbiyetine külliyetle müteveccih olarak ulûm-ı şer’iyye vü
tasavvufiyyeyi tedrîs ü ta'lîm ve hırka-i tarîkatı ilbâs ile ber-mûcib-i emr-i âlî-i
Nebevî Şeyh ibni’l-Kârî Ebu’l-Fâzl Ali el-Vâsıtî’ye teslîm eylemiştir.
Hz. Ahmed
er-Rufâî ilm-i fıkhı ba’de’t-telâkkî müşârünileyhe intisâb etmiş ve bir müddet
sonra hilâfet alarak, şeyhi hâl-i hayâtında seccâde-i irşâda oturtmuştur.
Dervîşlerine hitâben, “Seyyid Ahmed er-Rufâî’den ahz-ı yed ile tecdîd-i
bey’at edin. Eğer fermân-ı Nebevîye imtisâl-i sırrı olmasaydı ben dahi bey’at
ederdim.” sûretinde, “Ben onun şeyhi isem de, hakîkatte o benim
şeyhimdir.” dediler.
Şeyh Aliyyü’bnü’l-Kârî
hazretlerinin, dervîşlerine hitâben vâki’ olan emr u irâdelerini, muhaddisîn-i
kirâmdan Şeyh İzzeddîn Ahmed el-Fârûsî hazretlerinin, Nefha ismiyle mevsûm olan kitâbında sâlifü’z-zikr Şeyh Mansûr
el-Batâyıhî hazretlerinin kerîme-zâdesi Şeyh Bedr hazretlerinden rivâyet
edildiği hikâye-i mevsûka dahi te’yîd eder:
Şeyh Bedr /171/ demiştir
ki:
Ben bir gün,
vâlidemin pederi Şeyh Mansûr’un meclis-i va’zında bulundum idi. Dersin
hitâmında, “Âh, eğer Şeyh efendimiz hazretleri çırçıplak soyunsa da, ben de
elbisemi çıkarup cism-i nizârımı onun vücûd-ı mübârekine sürsem.” diye
hâtırımdan geçirdim. Ben bu fikirde iken Hz. Şeyh, “Ey Bedir! Elbiseni çıkar
da gel.” diye hitâb etmesiyle, hemen soyunup koştum. Savt-ı bülend ile
bağırıp, bana öyle bir şamar vurdu ki, sadme-i darbeden kendileri de, ben de
bir tarafa düştük. Aklım başıma geldiği sırada Hz. Şeyh, “Evet, evet.”
demekte idi. Biraz sonra o dahi ayılıp, beni çağırdı. Ağlayarak gittim. “Niçün
ağlıyorsun?” diye vâki’ olan bir suâline, “Nasıl ağlamayım ki, bana bir
şamar vurup yere düşürdün.” deyince, “Oğlum elbiseni soyun da gel diye,
seni çağırdığım sırada gayret-i ilâhîyye zuhûr etmiş ve sana doğru taraf-ı
gaybtan bir ok atılmış idi. Sana vurduğum şamarla, seni okun isâbetinden
kurtarıp, onu kendim telakkî ettim.” cevâbını aldım ve bu cevâbtan
iktibâs-ı nûr cür’et ederek, hemen kendini kucaklayıp, esnâ-yı gaşyinde, “Evet,
evet.” demesinin hikmetini sordum. Makâm-ı cevâbta, “Her zamân yanımıza
gelen hemşîre-zâdem Seyyid Ahmed’i bilirsin ya. Bu çocuğun, benim hiç
bilmediğim ve görmediğim bir makâma vâsıl olarak beni geçmiş olduğunu görüp
kıskanmış idim. O anda, kalbime, “Ey Mansûr! Edebini takın, Ahmed bizim
sevdiğimizdir, kendisini istediğimiz vechle gavâmız-ı gaybiyyeye muttali’
ederiz. Kendisi, nâib-i devlet-i Muhammediyye, arûs-ı memleket-i Mustafaviyye,
şeyh-i ümmet-i Muhammediyye’dir. Senin de şeyhindir. Buna “evet” demelisin.”
diye bir nidâ-yı hâtifî geldi. “Mülkümüzde istediğimiz gibi ederiz.”
denildi. Cevâb olarak, “Evet, evet.” dedim idi. Senin işittiğin
“evet”ler bunlardır. Seyyid Ahmed, hilkaten benim şeyhimdir. Ben de hırka ile
onun şeyhiyim, dediler.
Merviyyât-ı
mütevâtiredendir ki: Veliyy-i kebîr Şeyh Zeyd b. Abdullâh et-Gaydâkî el-Hâşimi,
Mefhar-ı mevcûdat efendimiz hazretlerini rü’yâsında görüp /172/ “Yâ Rasûla’llâh! Bu asırda en büyük şeyh
kimdir ve hangi kavimdendir.” suâlini îrad ile, ‘Ey Zeyd! Akrabâlarından Ahmed
er-Rufâî’dir.” cevâbını ahz eylemiştir.
Tirkâyü’l-Muhibbîn sâhibi Takiyyüddîn el-Vâsıtî menkûlâtındandır ki:
"Seyyid Ahmed er-Rufâi’yi bir def'a Batâyıh’da, bir
çok dervîşler arasında, kemâl-i ihtişâm ile görüp, bu hâlini inkâr eyleyen Şeyh
Ebû Muhammed el- Kavsî'ye, önce Rasûl-i muhterem efendimiz, âlem-i menâmda Nûrbahş-ı
zuhûr olup seyyid-i müşârünileyh hakkında îrâd-ı sitâyiş ü senâdan sonra, bana
hitâben, “Oğlum! Seyyid Ahmed er-Rufâî ilm-i hakîkattir. Mürîdlerini
makâlden ziyâde hâliyle terbiye eder. Her kim onu severse, beni de sever. Her
kim ona eziyet ederse, tahkîk bana eziyet etmiş olur.” buyurdular.
Titreyerek uyanıp, o pîr-i vâcibü’t-tevkîrin bulunduğu mahalle gittim. Vaktâki
beni gördüler, tebessüm buyurup, “Racül-i kâmil, mürîdlerini makâlden ziyâde
hâliyle terbiye eder.” dediler."
Kitâbü’ş-Şecere müellifi İbrâhîm el-Kârzûnî
derler ki:
“Seyyid Ahmed er-Rufâî’nin asrında bulunan kibâr-ı evliyâ,
Hz. Peygamber’i rü’yâda görmüşler, ricâl-i asrın kâffesi huzûr-ı saâdetlerinde
mevcûd imiş. Sultânü’l-enbiyâ efendimiz bunlara hitâben: “Seyyid Ahmed
İbnü’s-Seyyid Ebi’l-Hasan er-Rufâî, bu ümmetin şeyhi ve umûm evliyâu’llâh’ın
seyyididir. Yâ Rab! Benim ona muhabbetim vardır. Sen de ona muhabbet eyle.”
buyurmuşlar.”
Kılmış
Cenâb-ı Hâllâk yâ Ahmed er-Rufâî
Bâbın
melâz-ı uşşâk yâ Ahmed er-Rufâî
Bedr-i şeb-i
rızâsın (ey) hurşid-âsumânsın
Sâlâr-ı
evliyâsın yâ Ahmed er-Rufâî
Sensin
cihân-ı esrâr olmuş yüzünde der-kâr
Envâr-ı
vech-i Kerrâr yâ Ahmed er-Rufâî
Sen sırrısın
Ali’nin âlîsi kümmelînin
Memdûhu her
velînin yâ Ahmed er-Rufâî
Zâtın dür-i
Necef'dir mişkât bu keşifdir
Müstecmi'-i
şerefdir yâ Ahmed er-Rufâî
Mahkûmun
olmuş âteş olmaz derinde serkeş
Kâbil midir
sana eş Yâ Ahmed er-Rufâî
Olmuşdur
âsitânın mihrâbı ârifânın
Ma’lûmudur
cihânın ya Ahmed er-Rufâî
Aşkınla
bî-karârım meslûb-ı ihtiyârım
Bimâr u
bi-medârım yâ Ahmed er-Rufâî
Derdin
devâ-yı dildir cânımla muttasıldır
Hem feyz
müştemildir yâ Ahmed er-Rufâî
Âciz kulun
be-gâyet senden umar inâyet
Kıl mazhar-ı
şefâat yâ Ahmed er-Rufâî
/173/ Şeyh Muhammed el-Basrî hazretleri buyurmuşlardır ki:
“Biz, Seyyid Ahmed er-Rufâî’den gayri
evliyâ-yı asrın makâmlarını idrâk ile seyr ü sülûklarındaki müntehâlarını
öğrendik. Hâlbuki Hz. Seyyid’in müntehâ-yı seyrini bilmek kâbil değildir. Ricâl-i asrın
nokta-i teveccühleri, ala’l-umûm ma'lûmdur. Herhangisi onun rütbesine irtikâ eylediğini iddiâ ederse, onu tekzîb
edin. Ey ihvân! Onun nerelere irtikâ eylediği bilinmez. Çünkü alâik-ı beşeriyye
ve avâik-ı nefsâniyyeden ta’rîf ü tavsîf olunmayacak bir hâlde insilâh
etmişdir. Zamânımızda, şarkdan garba kadar rûy-ı zemînde ne kadar evliyâu’llâh
var ise, büyük küçük, bunların kâffesi, Ahmed er-Rufâî’den ahz ü istimdâd ve o da hücre-i muattaradan istifâza
ile imdâd eyler. Onun mevârid-i imdâdâtı dâmen-i kıyâmete değin gayr-i münkatı'
ve bu hâl, hussâd u ehl-i inkâra rağmen zürriyyât-ı kirâmında dahi carî vü
müteselsildir. Allâh ta’âlâ her istediğini işler.”
Tiryâku’l-Muhibbîn münderecâtındandır ki:
"Kutb-ı a’zam Hz. Abdu’l-Kâdir-i Geylânî (kuddise
sırruhu'r-rabbânî) efendimiz buyurmuşlardır : Eyyâm-ı seyâhatimde Ümm-i
Ubeyde’ye uğramış ve açlıktan fenâ bir hâle gelmiş idim. Nâ-gâh, esmeru’l-levn,
münevverü’l-vech, hüsnü’l-manzar bir racül zâhir oldu. Bir elinde iki ekmek, dîgerinde
bir kadeh süt var idi. Yanıma gelip, “Buyurun” diye teklîf-i tenâvül ve
ba’de’l-ekl bir sâat kadar tekellüm edip avdet eyledi. Her ne söylediyse
hepsini anladım. Bir sene sonra yine Ümmi Ubeyde’ye gitmiştim. Bu zât-ı
kudsî-simât ke-mâ fi’s-sâbık ekmek ve süt, getirip beni it’âm ve bir sâat kadar
idâre-i kelâm ederek mutasarrıf oldu. Bu def'aki sözleri dahi hakâyık-ı
dekâyıkdan idi. Ertesi yıl yine gittim. Yine o zât-ı mübârekin, getirdiği
ekmekle sütü tenâvül ettim. Bir sâat kadar konuştum. İhsân-ı ilâhî olan fazl u
kemâline mütehayyir oldum. Kutb-ı müşârünileyhe, “Bu sözlerinin ma’nâsı
nedir ve o zât kimdir?” denildikte, “O zât Seyyid Ahmed er-Rufâî’dir.
İlk sene benim hâlimden ve bulunduğum makâmdan ve ikinci sene hâl-i sülûk ü
temkînden, üçüncü sene de /174/ kendi hâl ve makâmından bahs eylediler.” cevâbını vermişlerdir."
Bir cemâat,
şeyh Ebu’l-Münzir hazretlerinden, “Bu asırda evliyâu’llâh’ın büyükleri
kimlerdir?” diye sordu. “Muhammed b. Abdu’l-Basrî ile Seyyid Ahmed
er-Rufâî’dir.” cevâbını almışlar ve “Bunların hangisi azîmü’l-kadrdir?”
diye suâl etmelerine de, “Seyyid Ahmed er-Rufâî’dir. Bu zât kutbu’l-aktab
fi’l-arz idi. Sonra kutbu’l-aktab fi’s-semavât oldular. Ba’dehû, semavâtta dahi
tasarrufa başladılar. Ondan sonra nerelere vâsıl olduklarını bilemem. Biz,
eğerçi Hz. Seyyid’in cihet-i seyrini bilirsek de, müntehâ-yı makâmını bilemeyiz.”
cevâbını vermişlerdir.
Olur hurşîd-i
feyzin ile her gün irtifâı
Sana bende
olan yâ Hazret-i Ahmed Rufâî
Hz. Ahmed-i
Rufâî’nin menâkıbını hâvî, Ümmü’l-Berâhîn nâm eser-i mühim, İstanbul’da Vefâ kurbunda Şehîd Ali Paşa
Kütübhânesi 1123 numarada mevcûddur. Pek mühim bir eser olup, bunun mütâlaasını
hâssaten tavsiye ederim.
Cenâb-ı
Melikü’l-Mennân, bu zât-ı âli-kadre niam-ı celîle ve ahvâl-i hâriku'l-âde
inâyet ve ihsân buyurmuştur. Bir def'a havâss-ı mürîdânından biri dûzahdan
necât için fermân niyâz ve Hz. Şeyh’e râbıta ile duâ eyledikte, semâdan bir beyâz kağıd düşmüş. Kağıdı Hz. Şeyh'in huzûruna
getirdiklerinde, daha ifâde-i keyfiyyet olunmaksızın,
hemen Hz. Şeyh secdeye kapanıp, (الحمد لله الذي أراني عتق أصحابي من النار في الدنيا
قبل الآخرة)[20] buyurmuşlardır.
Hakîkat
râhına bürhân
Rufâî Seyyid
Ahmed’dir
Kerâmet
bahrine ummân
Rufâî Seyyid
Ahmed’dir
Ana vir
gönlünü ey cân
Dilersen
olmağa insân
Velâyet
tahtına sultân
Rufâî Seyyid
Ahmed’dir
Ana dervîş
olan âdem
Tarîkatle
olur hâtem
Muhakkak
kutb-ı dû-âlem
Rufâî Seyyid
Ahmed’dir
Tutup makhûr
iden mârı
Gülistân
eyleyen nârı
Bilâ-şek
nesl-i Kerrâr’ı
Rufâî Seyyid
Ahmed’dir
Kabûlî’yi iden çâker
Visâl-i
kurba hâhiş-ker
Kamu uşşâka
ser-asker
Rufâî Seyyid
Ahmed’dir
/175/ İmâm İbrâhîm el-Kârzûnî hazretlerinden rivâyet-i uhrâ ile
menkûldür: Ricâlu’llâh’dan biri, âlem-i menâmda, kendini huzûr-ı pür-nûr-ı Hz.
Risâlet-penâhîde görüp, “es-Seyyid Ahmed er-Rufâi’yi ben severim, Mevlâ da
sevsin. Bugünkü günde, seyyidü’l-ârifin ve şefiû’l-ümmedir.” kelimât-ı
celîlesini lisân-ı mü’ciz-beyân-ı nebevîden işitmiştir.
Mezkûr
kitâbda, müellif-i muhteremi, “İmâm Rufâî, sultân-ı vaktdır ve asrında
seyyidü’l-evliyâdır buyurup, menâkıb-ı ekâbîr-i ümmete dâir bunca te'lîfât
mütâlaa ettim, sahâbe-i kirâm ile, eimme-i âl-i nebevî hazarâtından sonra
tabakât-ı evliyâda, İmâm Rufâî’ye müsâvî bir kimse görmedim. Ahlâk-ı
Mustafaviyyede ve kemâl-i temkînde ol mertebede kemâle resîde olmuş bir kimse
bilmiyorum.” demiştir.
Hz. Pîr-i
dest-gir şâfiiyyü’l-mezheb idi. Fıkh-ı Şâfiî'de yed-i tûlâsı vardı.
Mecâlis-i İmâm Rufâî nâm
eserde, “Tarîkat-ı aliyyelerinin ba'zı dervîşânında, âteşin hâssiyyet-i
ihrâkiyyesini izâle etmek, yılan ve akreb gibi, bi’t-tab’ fıtratında incitmek
olan hayvânâtın muktezâ-yı tabîatlarını tahvîl eylemek, âlet-i cârihanın
kesişini te’sîrsiz bırakıp, kimseye dahi zarar vermemek, zehr-i helâhil olsa
te’sîr etmemek misillü, el-yevm nasıl hârikât meşhûr oluyor ise, ilm ü maârifte
fâikul-akrân olduğuna delâlet eyleyen müellefâtı da görülüyor ki, bu âsâr-ı
celîle ve havârık-ı celiyye nazar-ı insâfa alınıp takdîr olunursa ve terk-i
inâd ve mükâbere edilirse, eâzım-ı ulemâ-yı târîhden ve kümmelîn-i sâlihînden Muhammed
b. Ebker el-Mevsilî, târîhinde beyân ettiği üzere, pîr-i müşârünileyhin zamân-ı
hayâtında hânkâh-ı şerîfi ulemâ-yı dîn için medrese olduğu gibi, zümre-i
sâlîkîn için riyâzet-hâne olarak, kendileri de ricâl-i irfân için bir rehber-i
bî-misâl olduğu teslîm olunur.” diye
yazılmıştır.
Müverrih-i
müşârünileyhin sahâif-i târîhinde gavs-ı ekrem müşârünileyhin tercüme-i hâlini
irâd eylediği mahalde, “Cenâb-ı seyyid’l-aktabi’l-gavsi’l-a’zam /176/ el-imâm es-Seyyid Ahmed er-Rufâi (radıya'llâhu
anh)’in sît-ı şöhret ü celâlet ü fazîleti değil Irâkayni, hâfıkaynı leb-rîz etmiş idi. Müşârünileyh orta boylu,
esmer idi. Sükûtunda mehâbetli, tekellümde ise gâyet sevimli olurdu. Gece
gündüz iştigâli, ihyâ-yı şerîat ile irşâddan ibâret idi. Bâtın ve zâhir
ulûmunda yektâ-yı cihân ve deryâ-yı bi-pâyân idi. Usûl-i tedrîsi, va’z u
nasîhat yolunda idi. Kürsî-i va’za çıkdığı vakit etrâfını ekâbîr-i ulemâ ve
fuhûl-ı fuzalâ alırdı. Sunûf-ı erbâb-ı ulûm u fuhûm istima'-ı mevâızına her
taraftan koşuşurlar idi. Kelâma başladığı gibi herkese hayret gelir, münkirler
mebhût olur ve ehl-i huşû’ ağlar idi. Erbâb-ı temkîn bile zühûl ederlerdi.
Kendisi ise vâris olduğu cevâmiu’l-kelim ile ilkâ-yı mevâiz ederek, dinleyen
cemâate göre her fenden bahs ederdi. Bunun için, fesâhatinden üdebâ müstefîd
olurlar idi. Maârifinden ulemâ istîfâza ve tahkîkatından ehl-i felsefe keşf-i
hakâyık ederler idi. Tibyânından erbâb-ı kelâm istifâde ederler idi.
Dekâyıkından bulağâ hisse-dâr, hakâyıkından evliyâ lezzet-yâb olurlar idi.
Hikmetinden ukalâ, mevâzıından üdebâ, âdâbından fukarâ, el-hâsıl her sınıf
kendisine göre fazâil ü ma’lûmatından iktibâs ederler idi. Hepsi de fütühâtı
gaybiyye ve füyûzât-ı ilâhîyyeye mazhariyyeti husûsunda hayrân olarak kendisi,
şerîat-ı mutahharenin lübbü’l-lübâbından deryâ-yı pür-cûş ü hurûş gibi mevc-i
hîz-beyân ü irfân oldukça, satvet-i fâhire-i nâtıkası inkâr-ı ehl-i gurûru
muzmahil ü vîrân; ve ashâb-ı fühûmu mevâid-i fevâid ile dil-sîr-i feyz-i irfân
ederdi. Ulüvden, gulüvden va’zında, sözünde bir şey bulunmazdı. Dediği gibi,
hârikât-ı muharrere ve kerâmât-ı bâhiresini ta’dâdından sonra, îmân eyledim ki,
Mevlâ birdir, şerîki yoktur. Kur’ân-ı Kerîm eşref-i kütüb-i semâviyyedir. Hz. Muhammed
(salla’llâhu aleyhi ve sellem) efendimiz
seyyidü’l-mürselîndir. Şeyyid Ahmed er-Rufâi de, seyyidü’l-evliyâ vü
meşâyıhtır.” demiştir ki, hakk-ı sarîhtir.
/177/ Sâhibu’l-Berâhîn nâm kitâbdan naklen neşr olunan
bir eserde, Hz. Pîr efendimiz hakkında, “Akdi sahîh, şehevâttan hâlî, sabrı
şikâyetsiz, takvâsı garazsız, açlığı tâat, tokluğu kanâat idi. Eğer eline
birşey geçmezse sabr eder; fütûhât olursa bezl eyler idi. Râhat bilmez,
istirâhatı teemmül etmez, sıyâm ve kıyâmı çok, uykusu az, iştigâli tashîh-i
nefs ile kelâm-ı kabîhden dilini muhâfaza etmek idi. Rızâ hırkasını giymiş,
kazânın acısına sabırla göğüs vermiş idi. Nâsa eliyle, diliyle, mâl ü
makâliyle, ef'âl ve keremiyle fâidesi olurdu. Ona, ke’s-i safâdan içmiş ve
esrâr-ı kudûrât u cefâdan musaffâ olmuş ve ehl-i takvâ gömleğine bürünmüş idi.”
denilmiştir.
Şeyh Ya'kûb
(kuddise sırruhû) der ki: Hz. Pîr (radıya'llâhu anh)’ın züll ü
inkisâr ve hudû’ u huşû' ve iftikâr u meskenet ve tevâzu u ihtikârı meşhûrdur.
Hüzn ü ıztırâba mülâzım idi. Bükâsı çok idi. Nefsini riyâzet ve kalbini
maârifle te’dîb eylerdi. Cülûsu, bükâsı, yemesi, içmesi, uyuması, kalkması hep
edeble idi. Fukarâ meyânında oturduğu zamân susasa, kalkar kendi içerdi. Fukarâ
ise, “Efendimiz, bizim içimizde size su vermeye lâyık bir kimse yok mu ki,
kalkıp kendiniz içiyorsunuz?” deyip üzüldükleri vakit, müşârünileyh
cevâben, “Siz bana, benim gözümden daha eazsiniz. Cenâb-ı Hak, beni,
fukarâyı istihdâm etmiş olanlardan eylemesin.” derlerdi, diye uzun uzadıya
Hz. Pîr efendimizin ahlâk -ı cemîlesinden bahs olunmuştur.
Hz. Pîr
efendimiz, Şeyh Mansûr-ı Rabbânî’nin birâderi Ebûbekir’in kerîme-i
muhteremeleri Seyyide Hatîce hazretleriyle izdivâc buyurmuşlardır. Ondan Seyyide
Fâtıma ve Seyyide Zeyneb hâzarâtı tevellüd eylemiş, Seyyide Hatice irtihâl
edince müşârünileyhânın hemşîresi Sitt-i Râbia’yı /178/ tezevvüc
buyurmuşlar. Ondan tevellüd eden Seyyid Sâlih hazretleri, pederlerinin hâli
hayâtında irtihâl eylemiştir. Sülâle-i necîbeleri kerîmelerinden teselsül
etmektedir. Bunu teferruâtıyla, zamânımız meşâyıh-ı Rufâiyye'sinden Ken’an Bey,
Hz. Pîr hakkında neşr eylediği eser-i mahsûsda beyân etmekte olduğundan, onun
mütâlâasını tavsiye ederim. Gâyet açık bir lisân ile Hz. Pîr’in menâkıb-ı
aliyyü’l-âlini beyân eden eser-i mezkûru erbâb-ı tarîkat, bâ-husûs Rufâîler
okumalı ve evrâd gibi ezberlemelidirler. Şeyh-i mûmâileyhin sarf eylediği
himmet, şâyan-ı takdîr ü şükrândır.
Hz. Pîr,
yedi def'a Haremeyn-i muhteremeyni ziyâretle müsâb olmuşlardır. Cedd-i
a’lâlarının merkad-i mübâreklerini ziyâret kasdıyla 555/(1160) senesinde
mahsûsan Ümm-i Abîde karyesinden kalkıp Medîne-i Münevvere’ye gitmiş ve
hulefâsıyle dervîşlerinin bir çoğunu berâberlerinde alıp götürmüştür. Mir’âtû’l-Haremeyn nâm eserde, sûret-i ziyâret, an’anesiyle tafsîlen
münderictir. Erbâb-ı aşk u muhabbete, onun mütâlaasını sûret-i mahsûsada
tavsiye ederim. Vaktâ ki, Medîne-i saâdet-defineye vâsıl olup, huzûr-ı
sâtıu'n-nûr Hz. Risâlet-penâh-ı ekremîye çıktılar. Muvâcehe-i saâdette
ârâm-güzîn olarak "es-Selâmü aleyke yâ ceddî!" diyerek arz-ı
râsime-i ziyâret ü ihtirâm edip, "Ve aleyke's-selâm yâ veledî!"
cevâb-ı nevâziş îcâbiyle nâil-i ni’met-i kabûl olmuşlardır.
Redd-i selâm-ı iltifât-ı
kevneyn derecâtının şeref-pâş-ı mevki'-i zuhûr olması üzerine hâsıl olan vecd ü
şevk, ol pîr-i âlî-kadri yed-i akdes-ı peygamberîyi takbîl etmek ricâsına kadar
cebr ve sevk ettiğinden,
Nâibim olup
zemîn-i hücreni takbîl içün
Rûhumu irsâl
iderdim hâl-i bu’dîde şehâ
Hâzır oldu
şimdi işbu devlete cismim dahi
Sun
elin bûs ideyim cânâ lebim bulsun safâ
/179/ manzûmesi meâlini şâmil olan ve ehl-i tarîk beyninde pek
meşhûr bulunan,
في حالة البعد روحي كنت أرسلها،
وهذه نوبة الأشباح قد حضرت،
تقبل الأرض عني وهي نائبتي،
فامدد يمينك كي تحظى بها شفتى.
kıt’a-ı âşık-ânesini irâd etmiştir.
Meâli “Yâ Rasûla’llâh, sûreta uzak olduğum zamânlar hâk-i pâk-ı ravzanı
takbîl için ma’nen rûhumu gönderir idim. Şimdi ise, müşâhede-i cismâniyye
ni’meti nasîb olmuştur. Mübârek yed-i saâdetini uzât ki, leb-i hasretim
behre-yâb-ı hazz u sürûr olsun.” merkezindedir.
Şebeke-i saâdetten
pertev-nümâ-yı zuhûr olan yed-i yümnâ-yı nebevîyi takbîl ile ber-murâd oldu.
Seyyidü’l-Mürselin efendimiz hazretlerine külliyetle mubâyaa eylediler. Esnâ-yı
mubâyaada kıbel-i celîl-i peygamberîden sâniha-pîrâ-yı sudûr olan tebşîrât ve
evâmiri telakkî eylediler. Mubâyaa devâm ettiği müddetçe yed-i beyzâ-yı saâdet,
seyyid-i müşârünileyhin dest-i ta’zîminde kaldığından, gerek yed-i saâdeti,
gerek tebşîrât ve evâmir-i seniyyeyi sûret-i telakkîsini cemâatin bir takımı
gördüler, işittiler. O kâfilede bulunup işitmemiş olanlara da söylediler.
Keyfiyyet ağızdan ağıza yayılarak hârika-ı vâkıanın sûret ü keyfiyyet-i
zuhûruna doksanbin ehl-i ziyâret vâkıf oldular. Seyyid Ahmed er-Rufâî’nin
azamet-i şân ve meziyet-i ulviyyet-nişânını i’lân ve işâa ettiler.
Oldu ol gavs-ı
muazzam mazhar-ı bezm-i kabûl
Destini
sundu ana kabr-i şerîfinden Rasûl
Yed-be-yed
îrâs-ı feyz itdi Muhammed Ahmed’e
Olmadı bir
ferde lâyık böyle âlî bir vusûl
Bu vak’a-ı
garîbe esânîd-i mütevâtire-i mevsûka ile menkûl ve mervî olmakla tahattur-ı
şübühât câiz değildir.
/180/ Pîr-i muazzam ve gavs-ı muhterem Seyyid Ahmed er-Rufâî’nin
havârik u kerâmâtından olmak üzere mevsûkan nakl ü rivâyet olunan hikâyât-ı
sahîhaya atf-ı basar-ı basîret olunursa, kendilerinden meddü’l-yed hârika-ı
fâhiresine bir istihkâk-ı ezelî nişânesi olduğuna bilâ-tereddüd hükm edilir.
Mir’atü’l-Haremeyn’de de mestûr olduğu üzere bu kerâmet-i
i’câz-nümânın hîn-i zuhûrunda gavs-ı a’zam Cenâb-ı Abdulkâdir ile eâzım-ı
evliyâu’ilâhtan Şeyh Hayât b. Kays el-Harrânî ve Adiy b. Müsâfir-i Şâmî ve
ekâbîr-i asırdan daha birçok ehlu’llâh, Mescid-i Saâdet’te bulundukları
cihetle, gerek bunlar, gerek sâir züvvâr yed-i enver-i nebevî, şeref-i
ru’yetiyle müşerref olup, hattâ Şeyh Hayât b. Kays el-Harrânî, Seyyid Ahmed
hazretlerinden teberrüken iktisâ-yı hırka buyurdular.
Hz. Abdulkâdir
efendimiz, meşâyıh-ı Kâdiriyye’den, Şeyh Ali b. İdrîs-i Ya’kûbî’ye bu menkabeyi
nakl ettikten sonra, “Ben, o gün mescid-i saâdette idim.” buyurmuş ve İbn-i
İdrîs, “Acaba, züvvârdan, buna hased edenler bulundu mu?” yolunda
istifsâra cür’et etmesiyle, bir müddet ağladıktan sonra, “Ey İdrîs oğlu! O
saâdet-i uzmâ mele-i a’lâya bile gıbta-fermâ oldu.” buyurmuşlardır.
Adiy b. Müsâfir-i
Şâmî ile şeyh Ali b. Mevhûb dahi bu kıssayı hikâye ederek, “Biz hac
eylediğimiz sene, Seyyid Ahmed er-Rufâî hazretleri, muvâcehe-i saâdette durup,
yanında bulunanların işitebilecekleri bir sadâ-yı hafîf ile ba'zı sözler
söyledi ve sözüne nihâyet verdikte Nûrbahş-ı mevki'-i zuhûr olan yed-i athar-ı
peygamberîyi takbîl ile hâiz-i gencîne-i sürûr u hubûr oldu.” demişlerdir.
İbn-i Mevhûb, kabr-i
saâdetten tavîlü’l-esâbi’ bir yed-i münevver çıkıp, harem-i saâdeti
numûne-nümâ-yı deryâ-yı nûr eylediğini ve mescid-i saâdette bulunanların,
heybet-i saltanat-ı Muhammediyye ile lâl olup gülbang-ı tekbîr çektiklerini
yemîn-i bi’llâh ile hikâye eder.
Bu hârika-ı
fâhirenin vukûu arz ettiğim vechle mütevâtir ve râvîlerin cümlesi mevsûku’l-kelim
ve mu'teberdir. İnkâr edenler kalblerinde muzmer /181/ olan şâibe-i nifâk u dalâli izhâr
etmiş olurlar.
Medd-i yed-i hârika-i celîlesinin sûret ve zamân-ı
zuhûrunu, eimme-i hadîsten, Hâfız Takiyyüddîn el-Vâsitî el-Ensâri, Tiryâku’l-Muhibbîn ve Abdurrahmân-ı Safûrî, Nüzhetü’l-Mecâlis ve İbnû’l-Hâc, Ümmü'l-Berâhîn ve Şeyh Ebû Bekr el-Ayderûsî, Necmü’s-Sâî ve kibâr-ı muhaddisînden İzzeddîn
İbrâhîm b. Ömer el-Fârûsî el-Vâsitî, Nefhatü‘l-Miskiyye ve allâme İbrâhîm el-Berzencî, İcâbetü‘d-Dâî ve Abdurraûf-ı Münâvi, el-Kevâkibü’-Dürriyye ve Celâleddîn-i Suyûtî, Tenvîr ve Kutub Şa’rânî, Menâkıb-ı Sâdât ve Şeyh Abdulkerîm-i Kazvînî, Sevâdü’l-Ayneyn ve Muhammed-i Nübeys, Levâmiu’l-Envâr ve Hâfız Muhammed b. Kâsım
el-Vâsıtî, Behcetü’l-Kübrâ ve Şeyhü’l-Ânî, Kâmûsu’l-Âşıkîn ve Allâme Şihâb-ı Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ ve Muhammed-i Hasbersi, Fevâidü’l-Celîle isimleriyle zînet-bahşâ-yı
kitâb-hâne-i âlem eserlerinde ta'rîf ü ta’yîn eylemişlerdir.
Şeyh
Sirâceddîn el-Mahzûmî dahi, Sıhâhu’l-Ahbâr
fî Nesebi’s-Sâdâti’l-Fâtimiyyeti’l-Ahyâr nâm kitâbında bu bâbdaki
akvâl-i muhtelifeyi ârifâne bir sûrette te'lîfe hizmet eylemiştir.
Medîne emîri
Ebu’l-Hasan Ali, ashâb-ı istidlâli tasdîk ettiği sırada garkâb-ı deryâ-yı dile
ve hayret eden medd-i yed-i kerâmet-i bâhiresini ta'rîf için oğlu Şerîf
Muhammed’e hitâben demiştir ki: Hâkim-i Dâri’s-Sekîne bulunduğum esnâda Ümmü
Abîde şehrinde bir zât-ı güzîde-sıfât garîb garîb tavırlar ibrâz ve ba'zı
kerâmetler, hârik-i âde şeyler izhâr etmekte ve her fiil ve kavlini şerîat-ı
garrâ ahkâmına tevfîk eylemekte olduğu cihetle ehl-i Irâk, velâyetine kâil
olup, sulehâ-yı ulemânın kâffesine tercîh eylemişlerdi. Bu haberler cânib-i Hicâz’a
yayıldıkta, ben gayrete gelip icrâ-yı tetkîkât u tahkîkata kalkıştım; ve bu
zâtın evlâd-ı Arabdan, Benî Rufâa silsilesine mensûb ve Ahmed Ebu’l-Hasan
er-Rufâî künyesiyle ma’rûf olduğunu öğrendim. Hâlbuki akl-ı beşer kendisine atf
u nisbet edilen hârikaları ihâtadan âciz olmak hasebiyle, bir gün kendi nefsime
hitâben dedim ki: Rivâyet olunan /182/ hâlât eğer mukârin-ı hakîkat ise o zât-ı âli-kadrin
evlâd-ı Rasûl’den olması iktizâ eder. Gerçi İbrâhîm b. Edhem ve Bâyezîd-i
Bestâmî gibi nice kimseler vâsıl-ı merâtib-i ilmiyye-i velâyet olmuşlar ise de,
bunların velâyeti Âl-i Beyt-i Rasûl’den birine, yâ bi'z-zât hizmet veya
bi'l-vâsıta arz-ı intisâb u ubûdiyyet ile hâsıl olur. Bu zâtın evlâd-ı
Rasûl’den olduğuna vukûf u ıttılâımız olmadığı cihetle kendisinden sudûru haber
verilen kerâmetler Âl-i Beyt-i Rasûl’e ihtisâsı olan havârıkdandır,
Mütâlaât-ı hayâliyyem
buralara vardıkta kanımda cevelân ve hareket; kalbimde heyecân ve muhabbet his
ettim ve kendisine bir mektûb-ı mahsûs yazıp, Seyyidü’l-kevneyn efendimiz
hazretlerinin ziyâret-i müstelzim-i mağfiretine da’vet ettim. Maksadım
kendinden sudûru mervî olan ahvâli harekât ve ef'âliyle muvâzene eylemek idi.
Bir müddet sonra da’vetime icâbet edeceklerini, tahrîren bildirdiler.
Seyyid Ahmed er-Rufâi hazretleri bu da’vete ma’nevî bir
işâret üzerine icâbet buyurmuşlardır. Bu işâretin hîn-i zuhûrunda, zât-ı âlî-i
ârifâneleri, Ebu’l-Ferec Ömer el-Fârûsî gibi bir takım ehlu’llâh ile Vâsıt
şehrinde vâki Dakla mevkiinde idiler, işâret-i vâkıanın hâsıl eylediği heybet
îkâsıyla gâyet müdhiş bir sayha vurdular ve müteâkiben, “Hudâ-yı Müteâl
hazretleri cedd-i a’zam Muhammed Mustafâ aleyhi efdalü’t tahâyâyı ziyâret etmek
ve Risâlet-penâh efendimize tevdî' kılınmış olan
emâneti ahz eylemek için hâk-i itr-nâk-ı Hicâz’a azîmet etmekliğimi şimdi emr u
fermân buyurdu. “Ben hacca gideceğim, siz ne dersiniz?” suâlinde
bulundular. Huzzârdan Seyyid Abdurrezzâk el-Hüseynî, “Her ne emr u fermân
buyrulursa iktizâsını icrâ ve infâza hâzırız.” cevâbını verdikte, Ümmü
Abîde’ye avdet edip lavâzımât-ı seferiyyeyi ba'de't-tedârik yola çıktılar.
Sâye-bahş-ı yümn ü bereket oldukları kâfile-i mübâreke belde-i tâhireye
takarrub eyledikte matıyyesinden inip, harem-i saâdete kadar yalın ayak
yürüdüler. Bulundukları kâfileye Şam ve Yemen ve Mağrib-i /183/ Hicâz ve
memâlik-i sâire huccâcı dahi iltihâk etmiş bulunduğundan, o kâfile-i mübâreke
züvvârının adedi doksanbini geçmiş ve eâzım-ı evliyâu’llâh’tan Şeyh Adiy b.
Müsâfir, Şeyh Ahmed ez-Za’ferânî el-Vâsıtî, Şeyh Ahmed ez-Zâhid el-Ensârî ile sulehâ-yı
asırdan daha bir çok eızze bu kâfile-i hâfilede bulunmuştu. Mescid-i Saâdet’e
girdikleri zamân Harem-i Şerîf hınca-hınç dolmuş ve Şeyh Ya’kûb b. Kürrâz ile Şeyh
Ömer Ebu’l-Ferec-i Fârûsî ve Şeyh Abdüssemî’ el-Hâşîmî el-Abbâsî, Seyyid-i
müşârünileyh hazretlerinin yanında birer mahalle oturmuş idi.
Hz. Seyyid,
ikindi namâzını edâyı müteâkib, kıyâm ve arz-ı gül-deste-i salât u selâm edip
redd-i selâm-ı iltifât-ı âlîsine mazhar oldu. Bu neş’e-i ma’neviyye ile, bâlâda
derc-i sahîfe-i i'tibâr olunan kıt’a-ı mergûbesini îrâd eylediğinden şeref-i
dest-i bûsî-i Muhammedî câizesiyle taltîf buyuruldu. Bu hârikayı harem-i
saâdette bulunan züvvâr seyretmekte ve heybet-i saltanat-ı nebevîyyeden rehîn-i
havf u heyecân olup titremekte idi. Dehşet-i ma’neviyye Mescid-i Saâdet'i öyle
bir sûrette istîlâ etmiş idi ki, kıyâmet koptu zannolundu. Ben bi't-tesâdüf Harem-i
saâdetin taraf-ı garbîsinde idim. Mevlâna Seyyid Ahmed er-Rufâî nezdinde
bulunmadığıma te’essüfler ettim ise de, Allâh’a kasem ederim ki, yed-i yemîn-i
saâdeti gördüm. Nûr-ı ru’yetiyle karîrü’l-ayn ibtihâc olduğum yed-i saâdet-i
Muhammedî saykal-i yemânî gibi mücellâ idi.
Hz. Peygamber’in yed-i enver-i mübârekleri, Seyyid Ahmed
er-Rufâî’nin dest-i saâdet-peyvest-i şerîflerinde iken, “Ey Ahmed! Minbere çıkıp va’z u nasîhat eyle ve siyâh
kisve isti’mâl et. Cenâbı Hak, arazîn ü semâvât sekenesini senin ile
nef’landırdı. Şu bey’at senin ve kiyâmete kadar zürriyyetin içindir.”
buyurmuşlardır. Ve bu hitâb-ı müstetâb-ı şerîfi Nemîletü’l-Hüseynî ile, Mevlâ Seyyid
Ahmed er-Rufâî’ye karîb bulunanların kâffesi istimâ’ etmişlerdir.
Yed-i saâdet-i athar-ı
şerîfe, Ebû Nemîle’nin nakline göre, tavîlü’l-esâbi’ ve münevver idi.
/184/ Seyyid Ahmed er-Rufâî hazretleri bundan sonra Bâbu’s-Selâm’da
eşiğe yatıp Mescid-i Saâdet’ten dışarı çıkarlarken üstüne basılıp geçmelerini,
ağlaya ağlaya huzzârdan ricâ ettiler. Avamm-ı nâs çiğneyip geçtiler ise de,
havâss-ı züvvâr başka kapılardan çıktılar. Hz. Rufâî, hem ağlıyor, hem de, (اللهم، زدني تمكينا وإيمانا ومعرفة بك ونبيك صلى الله عليه وسلم.)[21] diye
duâ ederlerdi."
Gavs-ı A’zam
olan Ebu’l-alemeyn
Zât-ı
memdûhu melcei’s-sekaleyn
Hâk-pâyı
misâl-i kuhli’l-ayn
Hazret-i Ahmed
er-Rufâî’dir
Kutb-ı efham
reîs-i ehl-i velâ
Mislini
görmedim disem ahrâ
Hilm ü
şefkat keremde bî-hemtâ
Hazret-i Ahmed
er-Rufâî’dir
Her
kelâmında var nice esrâr
Hâl ü
kâlinde eyleyen ızhâr
Zübde-i âl-i
seyyidi’l-ebrâr
Hazret-i Ahmed
er-Rufâî’dir
Babına
ilticâ iden âşık
"Lâ
tehaf" sırrına olur lâyık
Hâl ü
kâlinde dâimâ sâdık
Hazret-i
Ahmed er-Rufâî’dir
Rûz u şeb
virdini iden tehlîl
Yed-i
Beyzâyı eyleyen takbîl
Merza’-ı
Hakk’ı eyleyen tahsîl
Hazret-i Ahmed
er-Rufâî’dir
Gül-i
gül-zâr-ı ma’rifet hikmet
Nûr-ı sâdât
mazhar-ı rif'at
Pîr-i
pîrân-ı zümre-i vahdet
Hazret-i
Ahmed er-Rufâî’dir
Bülbül-i
bâğ-ı Hazret-i Cânân
Nûr-ı feyzi
hemîşe lem’a-feşân
Şems-i
irfânı âşıka burhân
Hazret-i Ahmed
er-Rufâî’dir
Nûr-ı çeşm-i
cemî'-i ehl-i velâ
Gavs-ı yektâ
ferîd-i ehl-i vefâ
Nazar-ı
feyzi derd-i aşka devâ
Hazret-i
Ahmed er-Rufâî’dir
Mefhar-ı
sâlikân-ı râh-ı hüdâ
Melce-i
âşıkân-ı semt-i bakâ
Râh-ı Hak’da
yegâne şem’-ı Hudâ
Hazret-i Ahmed
er-Rufâî’dir
Mazhar-ı
sırr-ı hazret-i muhtâr
Her kelâmı
ki zübdetü’l-esrâr
Kalb-i
uşşâka neşr iden envâr
Hazret-i
Ahmed er-Rufâî’dir
Bâb-ı
medhinde bendesi Vassâf
Çok şükür
oldu nâil-i eltâf
Çünki memdûhu
pîr-i pür-evsâf
Hazret-i Ahmed
er-Rufâî’dir
Ebu’l-Ferec-ı
Fârûsî ile Gavs-ı A’zam hazretlerine otuz sene kadar hizmet /185/ eylemiş
olan Ya’kub b. Kürrâz’dan menkûldür ki: Seyyid Ahmed er-Rufâî hazretleri,
cemâatin arkası alındıkta, eşik üzerinden kıyâm-ı vecd-i a’zam u ekremlerine
tevcîh-i veche-i tevkîr u ihtirâm ederek, “Ey cedd-i a’zamım! Ben îfâ-yı
şükr edemedim bu ni’met-i celîleye mukâbil risâlet-i Muhammediyye’ni i'tirâf
eden umûm ehl-i tevhîdin, üzerime basmalarını ârzû ederdim.” deyip bayılmış.
İbn-i Kürrâz arkasına alıp çadırına getirmiş ise de epeyce zamân
ayılmadığından, yanında bulunanlar, terk-i hayât-ı müsteâr ettiğine zâhib olup,
fevka'l-âde âsâr-ı telâş göstermişlerdir..
Nihâyet
akşam ezânı okunurken ayılıp ba’de’l-ığtisâl harem-i saâdete gitmişler ve Hayât
b. Kays el-Harranî ile Şeyh Ukeyl ve ümerâ-yı Medîne-i Münevvere’den Muhammed el-Hüseynî’ye
hırka-i tarîkat giydırmişlerdir.
Kibâr-ı
meşâyıh-ı Şa’bâniyye’den Kuşadalı İbrâhîm Efendi hazretlerinin bir mektûbunda
görmüş idim:
“Hz. Pîr-i dest-gîr harem-i nebevîde bulunduğu sırada,
mürîdânı çadırlarda idi. Şeyh-i muhteremlerinin mazhariyyetinden kendileri de
hisse-dâr olmak ümniyyesiyle çok temenniyyâtta bulundukları hâlde, kendilerine
yed-i saâdet zuhûr etmemesiyle ye’s ü kederlerinden, cümlesi ifnâ-yı hayâta
karar verip, her biri, eline geçen odun parçası, çadır kazığı, bıçak, demir,
âteş ile vücûdlannı tahrîbe kalkışmışlar. Hz. Seyyid, çadıra avdetlerinde bu
hâli görünce hayrette kalır. Şu kadar ki, mürîdanının kasdlarına karşı, üzerlerinde
hiç bir te’sîr zâhir olmadığını, ya’nî âlât-ı mezkûrenin vücûd-ı mürîdânda bir
eseri görülmediğini müşâhede etmekle, hemen ellerini kaldırıp, “Yâ Rab!
Tarîkıma sâlik olacaklara bu esrârı bahş eyle.” diye duâ buyurmalarıyla bu
esrâr el’ân tarîk-ı Rufâî sâliklerinde bâkî kalmıştır.”
Orta boylu,
vesîu’l-cebhe, az esmer ve değirmi yüzlü, hafîfü’l-ârız, tatlı gülüşlü, esnâ-yı
mükâlemede her sözünden /186/ bir türlü hikmet lezzeti alınır, zamân-ı sükûn u
sükûtlarında kendileri de gâyet mehîb görünür olduğunu âsâr-ı müteaddide
müttefikan beyân ediyorlar.
Vefâtı:
Rahîku’l-Kevser’de, Hâfız ez-Zehebî’den menkûl olduğu üzere, imâmü’l-mükerrem
gavsu’l-mufahham Hz. Pîr Sultân Seyyid Ahmed er-Rufâî’nin bezm-gâh-ı kurb-ı
Mevlâ’ya rıhleti 578 sene-i hicriyyesine (1182) müsâdiftir. Bâlâda yazdığım
vechile, "beşîr" (بشير) velâdetlerine delâlet eder. (الله) lafz-ı şerîfi, altmışaltıyı müş’irdirdir ki, ömr-i âlîleri
müddetine işâretdir. (بشير
الله) ise târîh-i irtihâllerini gösterir.
Na’ş-ı
münîfleri, Ümmü Abîde karyesinde, medfen-i mahsûslarında vedia-ı rahmet-i
Rahmân kılınmıştır. Cenâze namâzını elli-altmışbin kişi edâ etmiştir. Cenâb-ı Hak, sırlanın takdîs ve bizleri de mazhar-ı irfân u
şefâatleri buyursun. Âmin.
"Cennât-ı
Adn" (جنات
عدن) dahi târîh-i irtihâllerini mübeyyindir.
İntikâllerinden
yirmisekiz sene mukaddem, Ümmü Abîde’de bir hânkâh-ı münîf vücûda getirdikleri,
Tiryâku’l-Muhibbîn’de mezkûrdur.
Bu hânkâh
dört büyük dâireden mürekkeb imiş. Her sene Şa’bânının onbeşinde yüzbin kadar
züvvâr ictimâ’ eder ve devâir-i mezkûre vüs’ati hasebiyle züvvârı istîâb edecek
râddede imiş. Hz. Pîr-i Celîl’in samâhati de bunca müsâfirîni it’âma kifâyet
edermiş. Küllü yevm yirmibin kişiden aşağı mürîdân bulunmazmış. Bu kadar
insânın it’âmı ortada büyük bir servetin vücûdunu işrâb eder ise de, gerek Hz.
Pîr, gerek evlâd u ahfâdı, o servetten bi'z-zât istifâde etmek şöyle dursun,
kendileri mürîdândan fark olunmayacak derecelerde, sâde hâl bulunurlarmış. Bu
hâlde servet-i mevcûdenin mücerred rızk-ı fukarâ olduğuna ve kendileri de o
rızkın müftekiri bulunduğuna şübhe kalmaz ki, Hazret’in kerâmât-ı
bâhiresindendir.
/187/ Hz. Pîr’in mürîdânı 540/(1145) senesinde yediyüzbine bâliğ
olmuş idi. Şu derecelerde kesret-i irşâdları zât-ı âlîlerinde mevhûb olan
füyûzât-ı ilâhîyyenin muvâzenesine medâr olur. Hânkâhı inşâları, cem’iyyetin
tevessüü üzerine vukûa gelerek, Vâsıt ve Batâyıh kasaba ve kurâsından gelen
ahâlîden bu inşâata iâne etmemiş bir ferd kalmadığı târîhte görülmüştür.
Hânkâh, bir müddet sonra
münkariz olmuştur. Sebeb-i inkırâz, 800/(1398) senesinde zuhûra gelen vebâ
hastalığı olmuştur. Bu civâr halkının helâkine sebep olduğundan, hânkâh,
tabîatiyle harâba yüz tutmuş, o muazzam ebniyyeyi kimse ta’mîre kudret
bulamamıştır.
Ba'zı Rufâî
dergâhlarında görülen resimlerden anlaşıldığı ve evvelce gidip görenlerin nakl
eylediği vechle, Hz. Pîr’in türbeleri etrâfı açık, üstü örtülü çöl ortasında
kalmış iken, Sultân Abdülhamîd-i sânî zamânında, Ebu’l-Hüdâ Efendi merhûmun
delâletiyle üzerine yeniden mükellef bir türbe ve câmi' ve hânkâh-ı şerîf inşâ
olunmuş ve buraya müntehî yollar yaptırılıp su isâle edilmiş, müberrât-ı Hamîdiyye
sırasına idhâl olunmuştu. Buraya yeniden ahâlî iskânı ve sülâle-i tâhire-i Rufâîyye’den
asker alınmaması ve ahâlinin tezâyüdüne âid teşvîkâtta bulunulmuş idi. Şeyh Ken’ân
Efendi’nin neşr eylediği eserde görülen resimden türbe ve câmi'-i şerîfin
ihtişâmı ve kubbesinin güzelliği rû-nümâ olmaktadır.
Şeyh
Muhammed el-Merendî diyor ki:
“Hz. Kutb-ı
a’zam (radıya'llâhu anh)’ın halîfeleri Şeyh Ebû Bekr el-Hivârî
hazretlerinden işittim : Her kim, hâl ü hâcet umûrundan sıkılmış ise halâs
olmak için iki ret’at namâz kılıp yüz kerre salât ü selâm getirsin ve bunu bir
hâlî yerde yapsın ve Peygamberimizin (salla’llâhu aleyhi ve sellem)
hazretlerine ve âl ü ashâbına Fâtiha okuduktan sonra kâimen Hz. /188/ Seyyid
Ahmed er-Rufâî efendimizin merkad-i şerîflerinin bulunduğu Basra’da, Ümmü Abîde
karyesine teveccüh etsin ve i'tikâd ve inkisâr-ı tâm ile,
يا أبا العلمين! همتك حاضرة وعنايتك باهرة، وأسرارك
طاهرة، بحق جدك المصطفى وبحرمة أبيك علي المرتضى وبكرامة والدتك فاطمة الزهراء
أغثني وتوجه لجدك خير الأنام وقوموا بقضاء حاجتي. فقد حارت فكرتي وقطعت وسيلتي
وقلت حيلتي. أدركني، يا أحمد الأولياء يا بهجة الأتقياء، يا مجيب الداعي يا نعم
المراعي يا أحمد الرفاعي: أغثني، أغثني، أغثني![22]
deyip hâcetini zikr etsin. Rûh-ı şerîflerine ve evlâd ve hulefâ ve
mürîdânına Fâtiha-i şerîfe okusun. Mücerrebtir."
Seyyid Sirâceddîn dahi bunu
te’yîd etmektedir:
Mefhar-ı
ehl-i Hudâ Hazret-i Seyyid Ahmed
Şems-i Hak
nûr-ı hüdâ Hazret-i Seyyid Ahmed
Sâkin-i Ummü
Ubeyde olan ol zât-ı şerîf
Derd-i
uşşâka devâ Hazret-i Seyyid Ahmed
Feyz-i
irfân-ı vücûduyla cihânı tenvîr
İden ol
bedr-i dücâ Hazret-i Seyyid Ahmed
Vâris-i
ilm-i Nebî hâmil-i esrâr-ı Alî
Zübde-i Âl-i
Abâ Hazret-i Seyyid Ahmed
Bunca âsârı
delâlet idiyor rütbesine
Lâyık-ı medh
u senâ Hazret-i Seyyid Ahmed
Kalb-i
uşşâka şerer-pâş oluyor her hâli
Sâhib-i sıdk
u safâ Hazret-i Seyyid Ahmed
Bahr-ı
tevhîde çeker cümle devâ-cûyânı
Ârif-i
kenz-i hafâ Hazret-i Seyyid Ahmed
Nice hikmet
saçılır feyz-i dehânından anın
Bülbül-i
bâğ-ı vefâ Hazret-i Seyyid Ahmed
Bütün
erbâb-ı velâyet ana dil-dâde olur
Server-i ehl-i velâ Hazret-i Seyyid Ahmed
Zer gibi
hâlis ider hâki anın bir nazarı
Nazar-ı
feyzi şifâ Hazret-i Seyyid Ahmed
Vâdi-i aşka
düşen ehl-i muhabbet didiler
Rûh-ı uşşâka
gıdâ Hazret-i Seyyid Ahmed
Bâb-ı
medhinde düşer acze lisân-ı şuarâ
Medh u
tekrîme sezâ Hazret-i Seyyid Ahmed
Ahkarı
kemteri Vassâf’ı bunu vird itdi
Yetiş
imdâdıma yâ Hazret-i Seyyid Ahmed
Hz. Pîr’in
hikemiyyât ve garâmiyyâta müteallik eş’âr-ı belîğası vardır. Sânihâtından olan
o âlî eş‘ârı tetebbu’ edenler fesâhat ve belâgatına hayrân olurlar; /189/ Hikemü’r-Rufâî ve Hikemü’l-Gavs nâmıyla
ahîren lisânımıza tercüme edilmiş idi.
Sânihât-ı
celîlelerinden:
يسألني عن سر ليلي رددته،
يقولون خبرنا فأنت أمينها،
بعمياء من ليلى بغير يقين.
وما أنا إن خبرتهم بأمين.
Ya’nî;
"Benden sırr-ı Leylâ’yı sordular. Keenne ben, bilmiyormuşum gibi, red ile
cevâb verdim. "Sen onun emînisin; sırlarına vâkıf olduğun aşikârdır.
Her hâlde söyle." diye musır olduklarında, “Onun sırlarından haber
vermiş olursam, emniyyeti sû-i isti’mâl etmiş, belki hâin olmuş olurum.”
dedim." meâlindedir.
Dikkatle
tedkîk ve muhâkeme olunursa, zâhirî-bâtınî hakikâtları câmi'dir.
Zâhiri budur
ki: Bir kimse, bir kimseyi emîn farz eder, mahrem-i esrâr makâmına kor da, ona
serâir ahvâlinden haber verirse, o kimse onu şahs-ı âhara ifşâ etmemek
lâzımdır; ederse nâ-merddir.
Bâtını budur
ki: Leylâ’dan maksûd, zât-ı Hak olup, onun harîm-i inâyetine dâhil olan
evliyâu’llâh, derecât-ı tevhîdde vâkıf oldukları esrârı nâ-ehline ifşâ
edemezler. Nâ-ehil olanlar, o esrâra tahammül getiremezler. Dûçâr-ı dalâlet
olurlar. Rubûbiyyet sırrının keşfî küfürdür. (كشف سر الربوبية كفر.)[23] kazıyyesine işâreti câmi'dir.
Hz. Rufâî’ye
tevcîh olunan o suâl ve verdiği cevâb-ı mezkûr, sûret-i mutlakada mazhar-ı
esrâr-ı hakîkat olduğuna delâlet eder.
إذا جن ليليهم قلبي بذكركم،
وفوقي سحاب يمطر الهم والأسى،
أنوح كما ناح الحمام المطوق.
وتحتي بحار بالجوى تتدفق.
سلوا أم عمر وكيف بات أسيرها،
فلا هو مقتول وفي القتل راحة،
تفك الأسارى دونه وهو موثق.
ولا هو ممنون عليه مختثق.
Ya’ni: “Gece oldu mu, kalbim senin zikrinle meşgûl ve hayrân olur da,
kumrular gibi, inleye inleye ağlarım. Fevkimde bir sehâb vardır, üzerime gam ve
gussa ve elem yağmuru yağdırır. Tahtımda ise, bir deryâ vardır, Ümmü Ömer’e
sorunuz, onun esîr-i aşkı geceleri nasıl geçiriyor. Benim ne derecelerde elem
ve ta’bda olduğumu o bilir. Taht-ı esâretinde olanların /190/ râbıtalarını kat’ ettiler,
serbest bıraktılar. Lâkin Ümmü Ömer’in esîri hâlâ bağlıdır. O esâretten halâs olmaktan
da memnûn değildir.
Taht-ı esâretde yaşamayı ve o uğurda ölmeyi câna minnet ve râhat bilir.” meâlindedir.
Aşk,
cânandan misâldir. Onun esîr-i aşkı olmuş, nâire-i aşkıyla yanıp
kavrulmaktadır. Hz. Cânan, onun vâkıf-ı hâlidir. Vuslatla ıtlâka nâil olanlar
sırasında bulunmağa da gönül râzî değildir. Hem o derdin devâmına, hem de onun
uğrunda terk-i cân etmeye hâhiş-kerdir.
“Dermân
arardım derdime / Derdim bana dermân imiş” nazariyyesiyle, dermânın, o derd
ile hem-derd olmakta olduğuna kâildir. Hz. Mevlânâ min külli’l-vücûh evlânâ
efendimizin buyurduğu gibi,
هر بنده كه آزاد شود، شاد شود،
من شاد أز آنم كه ترابنده شدم.[24]
mertebesini, Hz. Nâzım, bırakmak
taraftarı olmadığını ilân etmektedir.
- - -
İzzeddîn-i
Fârûsî buyurur ki:
"Kerâmât-ı
celîle-i irfâniyyeleri gibi sened-i mu'teber ve tarîk-ı sahîh ile bize hiç bir
taraftan rivâyet-i kerâmet vâsıl olmamıştır. Pîr-i müşârünileyhin rütbe-i
refîası sûret-i kat’iyyede tahakkuk ettiğinden başka bir diyecek yoktur.”
İmâm Câmî
buyurur ki: “Bu iddiâ müsellemdir. Hz. İmâm Rufâî efendimizin ef’âli, akvâli de
bunu müeyyiddir.”
Kerâmet-i
irfâniyyelerine bürhânen nakl idiyorum:
Ya’kûb b.
Kürrâz hazretleri, azîzi Hz. Pîr efendimizin şu sözlerini bildiriyor:
يا يعقوب وحق العزيز سبحانه
وتعالى. ما وجد أحد من الفقراء باطنا وظاهرا أذى إلا وجدت ألمها بقلبي، ولا هبت
ريح حارة على قسطنطنية العليا إلا وجدت ألمها أثرا بين جنبي رغدا. يسألني العزيز
سبحانه عن كل من تمسك بي ودعائي وأخذ عليه عهد مني ومن ذريتي.
/191/ Ya’ni: “Ey Ya’kûb! Hak Sübhânehû ve teâlâ hazretlerine
kasem ederim ki, sâlikân-ı tarîkatımdan biri, gerek zâhirî, gerek bâtınî bir
ezâya dûçâr olursa, bu ezâdan der-hâl müteessir olurum ve ezâyı kalbimde
hissederim. Hevâ-yı aşk u muhabbet her ne vakit Kostantiniyye üzerinden esecek
olursa eserini omuzlarımın arasında bulurum. Azîz olan Rabbim teâlâ ve tekaddes
hazretleri, tarîkıma sülûk edenlerin cümlesini benden soracak; bana temessük ve ilticâ eden, gerek benim, gerek zürriyetim
ile muâhedede bulunan fukarâ-yı tarîkattan yevm-i kıyâmette inda’llâh mes’ûlüm.” meâlindedir.
Dikkatle
mütâlâa buyurulursa tezâhür eder ki, zamân-ı âlîlerinde İstanbul henüz küffâr
elinde iken, bir gün gelecek burasının yed-i İslâm’a nasîb olup, tarîkat-ı
aliyyelerinin İstanbul’da münteşir bulunacağını ve müntesibleri çoğalacağını,
üçyüz sene evvel haber veriyorlar. Sâniyen, mürîdlerine, ilâ yevmi’l-kıyâme,
rahm u şefkatlerinin ne mertebe sârî ve bâkî olduğunu i'lân buyuruyorlar. Hz.
Hakk’ın inâyetiyle ızhâr-ı âsâr-ı şefkat eyliyorlar.
Yâ Hz.
Allâh! Bizleri, o Hazret'in zîr-i himâyesinde sâye-bân eyle.
Hz.
Pîr Efendi’mizin elkâb-ı aliyyelerinden:
Rufâî:
Cedleri, Ebu’l-Mekârim
Rufâatü’l-Hasan nisbetlerinden kinâyedir: kabîle ismi değildir.
Ebu’l-alemeyn:
Gavs-ı A’zam, seyyidinâ Abdülkâdir-i
Geylânî hazretlerinin irtihâlinden sonra gavsiyyetin dahi kendilerine tevcîh
buyrulmuş ve bu sûretle kutbiyyet ve gavsiyyeti cem’ eylemiş ve ilm-i zâhir ü
bâtında da asırlarının ferîdi bulunmuş olmalarından dolayı tesmiye edilmiştir.
Şeyhü’l-Kebîr:
Meşâyıh-ı
sâireden mümtâz bir mevki'de bulunduklarına delâleten tevsîm edilmiştir.
Men Tâat lehû’l-Esved ve’l-Efâî:
Arslanların, kara
yılanların bile kendilerine râm olmasından nâşî tavsîf olunmuştur.
/192/
Siyâh sarık sarmaları :
Hz. Pîr,
huzûr-ı saâdetteki iltifât sırasında telakkî eyledikleri emr-i âlî-i nebevîye
tevfîkan siyâh sarık sardılar. El-yevm, tarîkat-ı aliyyelerine intisâb edenler
de siyâh sarık sararlar. Bu bâbda Ferahu’r-Rûh’ta okumuştum:
كان للنبي صلى الله عليه وسلم
عمامة سوداء. دخل يوم فتح مكة لابسها. وعن جابر رضي الله عنه قال: كان للنبي عليه السلام
عمامة سوداء يلبسها في العيدين. صدق رسول الله صلى الله عليه وسلم.[25]
Siyâh
dülbend sarınmak hakîkatte, tecellî-i celâle mazhar olup, fenâ-ı küllîye vâsıl olanların sıfatıdır. İşte Hz. Pîr efendimizin
bu sünnet-i şerîfe ve bu hakîkat-i latîfeye mazhariyyet için siyâh sarmaları,
bu esâsa müsteniddir.
Hz. Pîr’in
fahriyyeleri:
هذه قبة الخضراء خيامي وأعلامي،
وجملة الأقطاب تحت قدمي.
هجمن على البساط بهمتي،
وجد ويسا جالسا قدامي.
ناديته هذا مقامي ورفعتي.
فقال لي: أنت شيخي ومروتي وإمامي.
أنا العرش، أنا الكرسي، أنا اللوح والقلم،
لا ينسهن الشاح بعض كلامي.
وكل قطب له علم وأنا أبي العلمين،
فجدي رسول الله بدر التمام.
أنا الحسين والمصطفى مقامي،
ورجال الله تحت أعلامي.[26]
Pîr-i
müşârünileyh buyururlar ki:
“Ma’rifetu’llâh’ın dervâzesi ma’rifetü’n-nebîdir (salla’llâhu aleyhi
ve sellem). Sâlik, her ne vakit, şefî-i rûz-ı maâd hazretlerinin hakîkatini
öğrenirse, Hak sübhânehû ve teâlâ hazretlerini öğrenmiş olur. Nebîyy-i muazzam
(salla’llâhu aleyhi ve sellem) efendimizin hakîkatini öğrenmek için de
iki yol vardır:
Bu yolların biri tarîk-ı lafzîdir. Mütemmim-i mekârim-i ahlâk efendimizin
sîret ve haslet ve ahkâm-ı şeri’at ve celâlet-i
/193/
şân-ı risâletlerinden hıfz u zabt ile nakil ve rivâyet olunmuştur.
Biri de tarîk-ı ma’nevîdir. Bu tarîk-ı saâdet, tevfîk-ı birr-i sırr-ı
keşfî olup, Seyyidü’r-rusül hazretlerinin akvâl ve ef'âline tatbîk-i harekât;
ve her fikr ü hareket de sünnet-i seniyye-i nebevîyyeye arz-ı mutâbaât ve nûr-ı
hakîkat-ı Muhammedî ziyâsıyla seyr ü meşye, cülûs ve tevakkufa hasr-ı himmet ve
zâhir ve bâtını câmi' olan erkân-ı makâmâtı istitlâa bezl-i mesâi vü makderet
edilirse, müncelî ve münkeşif olur. Benim indimde, ilm-i ledün işte
budur.
Fahr-ı âlem
(salla’llâhu aleyhi ve sellem) efendimiz hazretlerinin, “Her kim
bildiğiyle amel eder ise, Allâh teâlâ hazretleri onu bilmediği ilme vâris eder.”
demekten maksadları da budur.”
Burhânü’l-Müeyyed, Mecâlis-i Ahmediyye ve Kitâbü’l-Hikem âsâr-ı
aliyyelerinin başlıcalarındandır.
Îbrâhîm el-A’zeb.
İbrâhîm
el-A’zeb (kuddise sırruhu'l-ahyeb) hazretleri Cenâb-ı Pîr’in, mazhar-ı
feyzi olan ve şıbt-ı mükerremleri bulunan bir halîfe-i muhteremleridir. Bu
zât-ı mükerremin dahi mazhar-ı iltifât-ı Muhammedî olduklarını, Tiryâku’l-Muhibhîn fî
Tabakâti Hırkati’l-Meşâyıhı’l-Ârifîn nâm eserde okudum.
814/(1411) senesine kadar
hânkâh-ı Hz. Pîr’de câ-nişîn-i irşâd olan meşâyıh-ı kirâmın esâmî ve terceme-i
hâlleri eser-i mezkûrda mestûrdur.
Ecell-i
Hulefâ-yı Hazret-i Pîr:
Şeyh
Mücerredü’l-Ekber, Şeyh Ebu’l-Hasan Ali el-Harîrî, Şeyh Ya’kûb b. Kürrâz, Şeyh
Ömer Ebu’l-Ferec-i Fârûsî, Şeyh Abdüssemî' el-Abbâsî el-Hâşımî, Şeyh
el-muhaddis er-rahale Abdülazîm el-Vâsıtî, Şeyh Seyyid Ali b. Osmân
hazerâtıdır.
Müşârünileyhimden
İbrâhîm el-A’zeb hazretlerinin ellibin mürîdi varmış. Ümmü Abîde[27] karyesinde, arz-ı Batâyıh’da
609/(1212) senesinde irtihâl eylemiş, orada defn olunmuştur.
Seyyid Ahmed-i Sayyâd Hazretleri:
/194/ Nakl olunduğu üzere İbrâhîm el-A’zeb’in irtihâlinden
sonra, kutbu’l-cevâd Seyyid Ahmed es-Sayyâd hazretleri makâm-ı hilâfete
geçmiştir. Tarîk-ı Rufâî’yi bilâd-ı Arabda neşr eden, bu zât-ı muhteremdir.
Irak’dan Hicâz’a, Yemen’e ve Mısır’a ve oradan Şam’a gitti. Sinn-i âlîleri kırk
sekize gelince Medîne-i Münevvere’ye ziyârete şitâbân oldu. Bu’dehû, Mekke-i
Mükerreme’ye gidip îfâ-yı hac eyledi. Medîne-i Tâhire’ye avdetle dokuz sene
mücâvir kaldı. Burada, Sakifetü’r-Rasâs’a karîb, “Ribât-ı Rufâî” denilmekle
ma’rûf olan ribâtı yaptırdı. Hâkim-i Medîne, İbn-i Nemile ve İmâm Muhammed
er-Râfiî ve Şeyh Alemüddîn ve Tâceddîn el-Ebyûrî gibi, eâzım-ı ulemâ, Hz.
Şeyh’e intisâb ettiler.
İşâret-i
ma’neviyye ile Yemen’e gittiler. Şeyh Ebû Bekr el-Adnî, Şeyh Ebû Şukeyl
el-Ensârî, Şerîf Muhammed-i Alevî ve Şeyh Ebû Bekr’e hilâfet verdiler. Birçok
zevâyâ-yı Rufâiyye te’sîsiyle Mısır’a geldiler. Mescid-i Hüseynî’de yedi sene
kaldılar. Hayli kimseleri mertebe-i ricâlu’llâh’a erişdirip, Humus’a geldiler.
Üç sene oturdular. 643/(1245)'te irtihâl-i dâr-ı cemâl eylediler. Metkîn (?) nâm
mahalde medfûndur.
Mürîdânı
yüzbine karîb imiş. Hüznü, huşû’ ve bükâsı ziyâde imiş; az söylerlermiş. Hüsn-i
savta mâlik olduklarından, birşey okudukları zamân, sâmiîn ağlarlarmış. Evrâd
ve ahzâb sâhibi bir veliyy-i ekremdir.
Zevce-i
sâlihası Hadrâ Ümmü’l-hayr hazretleridir. Seyyid Sadreddîn Ali, Seyyid
Şemseddîn, Seyyid Ahmed Ebû Bekr, Seyyid Mûsâ nâmında dört evlâdı dünyâya
gelmiştir. Zürriyetleri Şam’da, Irak’da, Haleb’de, Bâdiye’de münteşirdir.
ŞUABÂT-I
TARÎKAT-I ALÎYYE-İ RUFÂİYYE
Sayyâdiyye
Kolu:
Şeyh Ahmed İzzeddîn
es-Sayyâd hazretlerine mensûbdur. 574/(l178) senesinde Hz. Pîr’in
irtihâllerinden dört sene evvel dünyâya gelmiş, doksanaltı sene muammer olup,
670/(1272)te irtihâl eylemiştir. Hz. Pîr’in nazar-ı feyzine mazhar olup,
kemâlleri, birâderleri Ebu’l-Hasan /195/ Abdü’l-Muhsin
hazretlerindendir. Şeyh Abdülmün’im-i Vâsıtî’den tefakkuh edip ilm-i tefsîr ü
hadîs öğrendiler.
Sayyâdlıkla
ma’rûf olmalarının sebebi: Melik-i Acem bir gün kendilerini ziyârete gelmiş
idi. Hâllerine taacüb ederek, “Sanat ve kesbiniz olmadığını işittim. İyâl ve
dervîşânınızın maîşetleri için şânınıza yakışacak sûrette size birşey tahsîs
etmek istiyorum.” dedi. Müşârünileyh cevâben, “Benim san’atım yok
değildir; avcıyım.” dedi ve der-hâl elini hırkasının altına sokup, iki
arslan yavrusu çıkardı. “İşte efendim, ben bunları, şimdi yüksek dağlarda
avladım.” dedi ve bununla müştehir oldu. İştihârı hiç ârzû etmediklerinden Vâsıt'tan
sebeb-i hicretleri de bu oldu. Müşârünileyh hazretleri, Hz. Pîr-i dest-gîrin
irtihâllerinden doksaniki sene sonra dâr-ı bakâya göçtüler.
أنا شيخ العراق والشام والكرخ،
وأقصى بلاد كرمان والري.
أنا عين الأقطاب، غوث البرايا،
وطراز البرهان في الشمس والفي.
أنا شبل الحسين وابن علي،
وابن آل بذكرهم يرفع العي.
أنا ذاك الصياد، سبط الرفاعي،
ويكفي اقتنصت بالقلب سبعي.
سلسلتي إلى رسول الله بطوق،
ومن أعز الأصلاب من أكرم الحي[28]
yolunda uzun bir fahriyyeleri vardır.
Kümmelîn-i ehlu’llâh’dan idi. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
Gâyet vakûr
ve heybetli olup, kemâl-i haybetlerinden nâşî yüzlerine nazar olunamazmış.
Esmerü’l-levn, azîmü’r-re‘s, vesîu’l-cebhe, orta boylu, mükâlemesi nâzik imiş.
Sultân
Abdülhamîd Hân-ı sânî zamânında, İstanbul’da teşehhür eden ve az vakitde saraya
çatıp kazaskerliğe kadar irtikâ ve Beşiktaş’ta muhteşem dâireleri hâvî dergâh-ı
Rufâî’yi inşâ eyleyen Ebu’l-Hüdâ Efendi, Sayyâdî-zâdelerden olmak üzere bu
silsileye nisbetini iddiâ ederdi. Kendisi gâyet âlim, ilm-i havâssa sâhib bir
kimse olup, Hz. Pîr’in manzûmât-ı hikemiyyesi üzerine bir kaç büyük cild şerh
yazarak Mısır’da bastırıp teşehhür etmiş idi.
/196/ Pâdişâhın, iyiden iyiye teveccühünü celb ile, adetâ
enfâs-ı kudsiyye sâhibi olduğuna âlemi inandırmış ve üzerindeki nüfûz-ı mâddî
te'sîriyle merci'-i kibâr u sığâr olmuş idi. İnkılâb-ı saltanatta vücûdu
ortadan kaldırılmıştır.
Mûmâileyhin,
Hz. Pîr’in türbesini ve civârındaki hânkâh ve zâviyeler inşâsını ve Ümmü Abîde’de
kabâil iskânını ve oranın yeniden şereflenmesini te’mîn husûsundaki mesâîsi,
umulur ki, mazhar-ı afv-ı ilâhî olmasına sebeptir.
Kiyâliyye
Kolu:
Şeyh İsmâîl
Meczûb-ı Kiyâlî hazretlerine mensûbdur. Pederi Seyyid İbrâhîm el-Belhî
el-Hüseynî’dir. Tarîkat-ı Aliyye’yi, Seyyid Necmeddîn-i Rufâî’den, o da vâlidi Kutbeddîn’den,
o da vâlidi Şemseddîn’den, o da ammi Seyyid Îbrâhim el-A’zeb’den, o da ammi Seyyid
Abdürrahîm’den, o da birâderi Seyyid Seyfeddîn Ali er-Rufâî’den, o da dayısı ve
pederinin amcası oğlu Hz. Pîr Ahmed er-Rufâî’den almıştır.
Seyyid
İsmâîl-i Kiyâlî, Haleb’de Terbene karyesinde mukîm olup 900/(1495) târîhlerinde
orada vefât eylemiştir.
Harîriyye
Kolu:
Şeyh
Ebu’l-Hasan Ali el-Harîrî hazretlerine mensûbdur. Hz. Pîr’in kerîmeleri Seyyide
Zeyneb’in oğludur. Pederleri, Şeyh Seyyid Abdulmuhsin Ebu’l-Hasan’dır. Basra’da,
Harîr kasabasında sâkin iken Şam’a hicret etmiştir. 548/(1153) senesinde
doğmuş, doksanyedi sene muammer olup, 645/(1247) senesinde Şam’da irtihâl-i
dâr-ı naîm eylemiştir.
Nûriyye
Kolu : Şeyh Nûreddîn Habîbullâh el-Hudeysî
hazretlerine mensûbdur.
İzziyye
Kolu : Şeyh Hüseyn Ebu’l-Feyz-i İzzî
hazretlerine mensûbdur.
Fenâriyye
Kolu : Şeyh
Şemseddîn Muhammed b. Hamzâtü’l-Fenârî hazretlerine mensûbdur. Rıhletleri
834/(1431) senesindedir.
Burhâniyye
Kolu : Şeyh Burhâneddîn-i İbrâhîm
hazretlerine mensûbdur.
Fazliyye
Kolu : Şeyh Seyyid Cemâleddîn b.
Fazl-ı Hindî-i Burhânbûrî’ye mensûbdûr 941/(1534)’de Hindistân’da Gücerat’ta
doğmuş, 1029/(1620)'da Burhânbûr’da irtihâl buyurmuşlardır.
/197/ Cendeliyye Kolu : Şeyh Cendel b. Muhammed
er-Rufâî hazretlerine mensûbdur. 675/(1276)'te irtihâl etmiştir.
Cemîliyye
Kolu : Şeyh Cemâleddîn-i Irâkî
hazretlerine mensûbdur.
Dîrîniyye
Kolu : Şeyh İzzüddîn Ahmed ed-Dîrînî eş-Şâfiî er-Rufâî’ye mensûbdur.
İrtihâli: 694/(1295)'tür.
Atâiyye
Kolu : Şeyh Muhammed Atıyyetü’r-Rufâî’ye
mensûbdur.
Sebsebiyye
Kolu : Şeyh Süleymân-ı Sebsebî’ye mensûbdur.
Katnâniyye
Kolu : Şeyh Seyyid Hasan el-Katnânî’ye
mensûbdur.
İmâdiyye
Kolu : Şeyh İmâdeddîn el-Ekber
hazretlerine mensûbdur. Hz. Pîr’in hulefâsındandır.
Dîger
Kolları:
Vâsıtiyye
Kolu
Cebertiyye
Kolu
Aclâniyye
Kolu
Ma’rûfîyye
Kolu : Şeyh Ma’rûfî’ye mensûbdur. Kartal’da tekkesinde medfûndur.
Ulvâniyye
Kolu : Şeyh Ahmed el-Ulvan hazretlerine mensûbdur.
İstanbul’da,
Tarîk-ı Rufâî’nin zamân ve sûret-i intişârı ve Hz. Pîr’e kadar hangi
silsilelerle müntehî olduğu hakkında tedkîkâtta ve kudemâ-yı meşâyıh-ı Rufâîyye’den tahkîkatta bulundum.
Hz. Pîr’in
hulefâsından Şeyh Muhammed ve Fethüddîn-i Mekkî (kaddesa’llâhu esrârahumâ)’dan
teşe’’ub eden iki kolun esâs addi ve zemîn-i tahkîkin buna ibtinâsı lâzım
gelmiştir.
Bu iki zât
bâlâdaki şuabâttan hâriç olmak îcâb ediyor.
Şeyh
Muhammed hazretlerinden gelen kol:
Hz. Pîr Seyyid
Ahmed er-Rufâî (kuddise sırruhu’l-âlî), Şeyh Muhammed, Şeyh Abdurrahmân,
Şeyh İzzeddîn, Şeyh Şemseddîn, Şeyh Receb, Şeyh Hasan, Şeyh Hüseyin, Şeyh Receb,
Şeyh İshâk, Şeyh Ya’kûb, Şeyh Yûsuf, Şeyh Tâlib, Şeyh Hâşim, Şeyh Süleymân, Şeyh
Abdullâh, Şeyh Ali, Şeyh Mehdî, Şeyh İbrâhîm, Şeyh Mahmûd-ı Hadîdî, Şeyh
Abdülâlî, Şeyh Yâsîn eş-Şâmî.
ŞEYH
MAHMÛD-I HADÎDÎ er-RUFÂÎ
Bâlâdaki
silsile-nâmede ismi geçen bu zât, evvelâ İstanbul’a gelip, tarîk-ı Rufâî’yi
neşr eden zâttır. Muhammed el-Mesânî isminde bir halîfe bırakıp gitmiştir. Üsküdar’da,
Rufâî Asitâne’si denilen /198/ mahallin karşısındaki mescidde âyîn-i Rufâî’yi ilk def'a
icrâ etmiştir ki, 1000/(1592) târîhinden sonradır. Şam’da, Rîha karyesinde
medfûndur.
ŞEYH
YÂSÎN HAZRETLERİ
Ba’dehû
1100/(1689) senesini müteâkib sâlifu’z-zikr Şeyh Yâsîn gelip neşr-i füyûzâta
başlamıştır. Şeyh Osmân-ı Himâyetî, Şeyh Sâdık, Hoca-zâde Muhammed Tâhir
Efendiler müstahlef olmuşlardır. Evrâd-ı
Rufâiyye’yi getiren, kıyâm zikrini ta'lîm eden Şeyh Yâsîn hazretleridir.
Paşa Baba,
nâm-ı dîger Hoca-zâde Tâhir Efendi, Tophâne’de, Firûz Ağa’da, dışarda
medfûndur.
ŞEYH
OSMÂN-I HİMÂYETÎ
Şeyh Osmân-ı Himâyetî
Efendi, 1211 senesi Muharreminin dokuzunda (15 Temmuz 1796) irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiş, Eyüb’de, Yâ
Vedûd Türbesi arkasındaki kabristânda defn olunmuştur. El-yevm ziyâret olunur.
KARASARIKLI
ŞEYH İBRÂHÎM SABRİ EFENDİ
Feyzi, Osmân-ı
Himâyetî Efendi’dendir. İstanbul’da, Küçükmustafapaşa’da, Kara Ayşe Hatun
Mescidi meşîhatini te’sis edip, yirmiüç halîfe yetiştirmişlerdir. Osmân-ı
Himâyetî Efendi, İstanbullu olup, Simkeş-hâne mütevellîsi imiş. Her sene Simkeş-hâne’de
mevlid-i şerîf okutur, meydânda âyîn-i Rufâî’yi icrâ edermiş. İbrâhîm Efendi,
buraya müdâvemetle mazhar-ı feyz olmuştur. Karasarıklı’nın sebeb-i şöhreti ise,
Küçükmustafapaşa’da attârlık ettiği esnâda, yeniçeri ağası deli olmakla, nefes
edilmek üzere bu zâta getirilmiş; okumuş, bi-ınâyeti’ilâhi teâlâ, eser-i şifâ.
zuhûr etmiş. Eli bağlı iken çözmüşler, serbestçe hânesine gitmiş. Bu hâl şöhret
bulunca, “Karasarıklı” nâmı yayılmıştır. El-yevm, silsile-i meşâyıhta nâmı
mezkûr olup, burada mükellef türbeleri varken, son harik-i kebîrde yanmıştır.
Târîh-i
rıhletleri 1243 sene-i hicriyyesi (1827)’dir. Hayli menâkıb-ı cemîlesi vardır.
ŞEYH
SÂDIK EFENDİ
Makâm-ı
cezbede kalmıştır. Aksaray’da, Alaca Mescid civârında, Rufâî dergâhı te’sîs
etmişlerse de, harîk-i kebîrde yanmıştır. Türbesi yandı. Halîfe
yetiştirememişlerdir. 11 Muharrem 1227/(26 Ocak 1812)’de irtihâl eyledi.
ŞEYH
SEYYİD NÛRÎ EFENDİ
Üsküdarlıdır,
Karasarıklı İbrâhîm Efendi’nin halîfeleridir. Tarîk-ı Rufâî’yi neşre büyük
hizmetleri taalluk etmiştir. /199/ 27 Receb 1179/(7 Ocak 1766) târîhinde Üsküdar’da
zînet-sâz-ı âlem-i dünyâ olmuştur. Pederleri sâdâttan ve Hz. Ebû
Eyyûbi’l-Ensârî Câmi'-i şerîfi kürsü şeyhi Seyyid Osmân Efendi; onun pederi de
ricâl-i Nakşiyye’den Seyyid İbrâhîm-i Necâti Efendi'dir. Nûri Efendi, Fâtih
Câmi'-i şerîfine derse müdâvemetle icâzet almış, Şeyhü’l-İslâm Müftî-zâde Ahmed
Efendi’den Fütûhât ve Füsûs okumuş ve pederinden ilm-i tefsîr ü hadîs taallüm etmiştir.
Fazl u kemâli ve hutût-ı Osmâniyye’deki mahâreti hasebiyle, Şeyhü’l-İslâm Mekkî
Efendi merhûm delâletiyle, Sultân Selîm Hân-ı sâlisin Şehzâde ve sultânlarının
ta'lîm ve tedrîsine ve Bab-ı âlî Dîvân-ı Hümâyûn kalemine me’mûr buyurulup,
yirmiiki sene kadar kalem-i mezkûra devâm ile ser-halîfe olmuştur.
Bu sırada,
ya'nî 1208/(1794) senesinde Lâleli civârında Alaca Mescid Şeyhi, mezkûrü'l-ism Şeyh
Sâdık Efendi’ye intisâb ile, ondokuz sene hizmetinde feyz-yâb olarak, şeyhinin
âlem-i cemâle intikâliyle, emr u işâreti üzerine, Fâtih civârındaki dergâhında
neşr-i feyz eden Karasarıklı İbrâhîm Sabrî Efendi hazretlerinin dâhil-i dâire-i
himmetleri olmuştur. Bir müddet sonra hilâfetle kâm-yâb olarak Üsküdar’da
neşr-i tarîkata me’mûr oldular. Debbâğlar Meydânı’nda, ricâl-i Hamzeviyye’den Kurbân
Nasûh Baba Zâviyesi’ni ihyâ ve tevsî' ile 3 Rebiu’l-evvel 1228/(6 Mart 1813)
târîhinde âyîn-i celîl-i Rufâî’yi icrâya başladılar.
Kırkbeş sene
kadar neşr-i füyûzât edip, sinn-i âlîleri doksanı mütecâviz olduğu hâlde 29
Muharrem 1273/(29 Eylül 1856) târîhine müsâdif Salı günü intikâl-i dâr-ı naîm
eylediler. İhyâ-kerdeleri olan dergâh-ı münîfde ertesi Çarşamba günü defn
olunup, üzerlerine bir türbe-i münîfe inşâ olunmuştur.
Kibâr-ı meşâyıh-ı Kâdiriyye’den
Şeyh Osmân Şems Efendi hazretlerinin inşâd buyurdukları manzûme-i târîhiyyenin
son beyti:
Çıkup
isnâ-aşar pîrân didi ey Şems gûher târîh
Bu sâl
Hazret-i Seyyid Nûri vâsıl-ı cemâl oldu*
(بو سال حضرت سيد نورى واصل جمال
اولدى)
Hz. Şeyh melîhu’l-vech olup, tab'-ı
kibârâneye mâlik idi. Fukarâya hizmeti hırz-ı cân edinmiş ve zamânlarında
dergâh-ı münîfleri melce-i ehl-i irfân olmuş idi.
/200/ Salât-ı kemâliyye üzerine pek ârifâne şerhleri
vardır. Ahiren tab’ olunmuştur. Bunun târîh-i te’lîfi :
Çıkup bir
hâtif-i Gaybî didi târîhini cânâ
Müyesser oldu
Nûriyye Kemâliyye Salâtı
(ميسر اولدى نوريه كواليه صلاتى)
beytinin delâletine göre 1268 senesi olup 14 Şa'bân (4 Hazîrân 1852)
leyle-i Cumada tamâm olmuştur. Şerhten, teberrüken bir bahsi nakl ediyorum:
“Ulûm-ı mütedâvilenin hülâsası
ilm-i tefsîr ve ilm-i hadîs ve ilm-i fıkıhdır. Bunların hülâsası ilm-i
tasavvufdur. İlm-i tasavvufun hülasa ve mevzûu bahs-i vücûddur. Bu bahs ise,
gâyet müşkil ve dakîktir. Maâzallâh, sâlik, mazâlik-i akdâma düşüp varta-ı
helâke gider. (الحال لا يعرف بالقال.)[29]
Bu ilme, “ilm-i hakîkat” dahi ta’bîr olunur. Kütüb-i
sûfiyyede musarrahtır ki, cemî'-i merâtib-i ilâhîyye vü kevniyyede ancak bir
vücûd vardır. O vücûd, kendi suver-i alemiyyesi ile zâhir olmuştur. Tezkiye-i
nefs ve tasfiye-i kalb hâsıl edip, o nûr-ı vücûdun şu’lesiyle tâlib-i hakîkat
olan sâlik, âhirete hâkikat-ı vücûd-ı arz-ı dîdâr eder ve o vâcibât-ı
ma’rifetu’llâh’tır. Cenâb-ı Hakk’ı künh ü hakîkatiyle bilmek kâbil değildir.
Risâlet-penâh efendimiz, (سبحانك ما عرفناك حق معرفتك.)[30] buyurdular. Hz. Sıddîk-ı
Ekber (radıya'llâhu anh) efendimiz, (العجز عن درك الإدراك إدراك.)[31]
buyurdular. İmâm Ali (kerrema'llâhu vecheh) efendimiz, (البحث عن سر ذات الله إشراك.)[32]
buyurdular. Binâen âlâ-hazâ, Kur’ân-ı Azîmü’l-burhân’da beyân buyurulan sıfât-ı
celîleleriyle bilinir. Çünkü Peygamber Efendimiz, (تفكروا في آلاء الله، ولا تفكروا
في ذات الله.) buyurmuşlardır.
Ma’nâsı, “Âlâ-ı ilâhîyyeyi, ya'nî Cenâb-ı Hakk’ın
ni'metlerini tefekkür ediniz. Zât-ı ilâhîyyeyi tefekkür etmeyiniz. Çünki, Zât-ı
ilâhîyyenin kadrini takdîr edemezsiniz.” demektir. Ârifîn indinde,
mâ-siva’llâh adem-i mahzdır. Ehl-i şuhûd indinde, Hak, bize, bi-zâtihî
karîbdir. Ehl-i hicâb indinde ilmi ile karîbdir. Şuhûd indinde, her bir şeyde,
Cenâb-ı Hakk’ın zuhûru bi-zâtihîdir. Ehl-i hicâb indinde, mehâsin-i sıfâtıyladır.
Sâlik; “Allâh, Allâh!” demekle, füyûzât-ı ilâhîyyeye mazhar olamaz. Tâ
ki, nâr-ı ism-i Celâl ile nefs-i habîsesini yakıp, pâk u tathîr ede. İsm-i
a’zam, ism-i Celâl’dir.”
/201/ Şeyh Vahdî Efendi’den işitmiş idim: Bir gün Üsküdar’da bir
manda kudurmuş, çarşıya saldırmış; halk kaçıyor, dükkânlar kapanıyor. Bu
sırada, Şeyh Nûri Efendi hazretleri, tesâdüfen çarşıda bulunuyorlarmış. Hemen
bakkâldan bir yumurta alıp, hayvânın alnına atıp tesâdüf ettirmiş; hayvân
derhâl sükûnet bulmuş; boynuna bir ip taktırıp sâhibine teslîm eylemiş.
Bu hâl
halkın hayretini mûcib ve Hz. Şeyh’e karşı bir kat daha hürmet ve muhabbetini
artırmıştır.
Hz. Osmân Şems, hakk-ı
âlîlerinde diyor ki:
Üveysî meşrebinin bir veliyy-i kutb-ı irşâdı
Reh-ı pâk-ı Rufâî’de
muammer zî-kemâl oldu
İçüp câm-ı Hüseynî’den
terakkî buldu ol üstâd
Geçüp
doksanı sinni server-i bezm-i ricâl oldu
Tamâmen
eyledi kırkbeş sene seyr ü sülûk ta'lîm
Rızâu’llâh
tahsîli içün sarrâf-ı mâl oldu
Ledün
esrârına vâkıf idi ta’bîr-i yektâda
Mukîm-i
inzivâ iken cüdâ-yı kîl ü kâl oldu
Muhibb-i Ehl-i
Beyt ü evliyâ idi dil ü cândan
Gözünden
kanlı yaş dökdü o demde bî-mecâl oldu
Bidâyet
kâtib ü fâzıl rüsûm ilmiyle âmildi
Nihâyet
ceddi feyziyle nazîrsiz ehl-i hâl oldu
Temâşâ eyler
idi âşıkân dürlü kerâmâtın
Tasarruf
sâhibi olduğına irfânı dâll oldu
Melâmiyyûn
kapusun bekler idi her sabâh-akşam
Melâik
şevk-i nûriyle semâ-peymâ-yı bâl oldu
Hakâyık
râzına mazhar künûz-ı remz-i mu’tâdı
Bu kesret
içre vahdetden cihân ana hayâl oldu
Hezârân
bendegân u hem muhibbânı firâkıyla
Derûn u
sînesi pür-hûn olup âteş- misâl oldu
/202/ Silsile-nâmelerini muharrir-i fakîr, nazmen
yazmışdım. Bir kısmı ber-vech-i atîdir:
Cenâb-ı
Pîr-i dest-gîr Hazret-i Ahmed-i Rufâî’den
Himâyetle
feyiz bulmuş Cenâb-ı Şeyh Osmân’dır
Çıkup burc-ı
velâyetden bu Şeyh-i vâcibi’t-tekrîm
Nice cânlar
uyandırmış nazîrsiz Şeyh-i devrândır
Mürîd-i râh-ı
Hak Sâdık u Sabrî nâm ârifler
Şarâb-ı hâli
andan nûş iden merdân-ı meydândır
Nice dem
post-pîrâ-yı meşîhat oldular bunlar
Hakîkatde
vücûdu nâdiren gelmiş salâ-hândır
Husûsiyle
Cenâb-ı Şeyh Sâdık ârif-i bi’llâh
Bu bâbda
ayrıca tebcîle nâmı zikre çesbândır
Anı Alaca
Mescid Dergehi’nde buldu âşıklar
Vucûd-ı
ekremi her dürlü ta’zimâta şâyândır
Uluvv-ı
aşkla “Hû” ismini tezkâr iderken ol
Cihândan
âlem-i ukbâya göçmüş bir velî-şândır
Muazzez Şeyh
Sabrî’dir “Karasarıklı” şöhretli
Tulûuyla
cihâna şu’le salmış şems-i tâbândır
Bu iki zât-ı
âlînin füyûzâtiyle perverde
Olan Şeyh
Nûri-i vâlâ-güher deryâ-yı irfândır
Tarîk-ı
Hazret-i Ahmed Rufâî’de mükerrem şeyh
Mükemmel zât
idi ezkârı dâim ism-i cânândır
Hakâyık
ilminin allâmesi olmuş idi zâtı
Tabîb-i
çâre-sâz-ı illet-i kalb-i mürîdândır
Beşûşdur
ehl-i dildir feyz ü irfânıyla mümtâzdır
Kerîmdir hem
halûkdur fi’l-hakîka medhe şâyandır
Nice dem
ehl-i zikre cilve-gâh olmuşdu dergâhı
Dem-â-dem
zikr u tevhîd eyleyen erbâb-ı im’ândır
Meded-hâh
oldu bu Vassâf-ı kem-ter Hazret-i Pîr’den
Cenâb-ı Seyyid
Ahmed bunca ehlu’llâh’a sultândır
/203/ Hulefâsı :
Üsküdarlı
Şeyh Mûsâ Efendi, Tahta Minâre şeyhi Sâlih Efendi, Odabaşı Dergâhı şeyhi Abdullâh
Efendi, Tesbîhci şâir Şeyh Es’ad Efendi, Sarrâc İshâk Dergâhı şeyhi Muhammed
Fazlı Efendi.
Şeyh Nûri
Efendi hazretlerinin irtihâllerinden sonra, mahdûmları Tevfîk Efendi,
câ-nişîn-i meşîhat olmuştur. Kırkdört sene sonra, 1317 senesi Muharreminin
onikinci (23 Mayıs 1899) günü, irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir.
Gûş idüp
rihlet-i pâkin didi bir bendesi eyvâh
Şâh-ı merdân
ile kıla Tevfîk’ı karîn*
(شاه مردان ايله قيله توفيقى قرين)
târîhidir.[33]
Dergâh-ı şerîfin hazîresinde medfûndur. “Şuâî”
mahlasıyla ba'zı nutuk ve târîhleri varmış.
ŞEYH
HAYRULLÂH TÂCEDDÎN EFENDİ
Hayrullâh
Tâceddîn Efendi sâdât-ı Hüseyniyye’den Üsküdarlı Şeyh Nûri Efendi-zâde merhûm Tevfîk
Efendi’nin mahdûmudur. “Şeyh Oğlu” nâmıyla talakkub ve şiirde (Tâcî)
mahlasıyla tahâllus eylemişdir.
1300/(1883)
târîhinde Üsküdar’da tevellüd etmiş, Üsküdar’da Fıstıklı Mektebi’nde, ravza-i
terakkî, Toptaşı Rüşdî-i Askerî’sinde, Üsküdar Mülkî İ’dâdîsi’nde tahsîl edip,
1317/(1899) târîhinde, mülgâ Rüsûmat Emâneti Muhâsebe-i Tahrîrât Kalemi’ne
kabûl edilmiş ve 1320/(1902) târîhinde pederinden intikâl eden, mülgâ Üsküdar
Rufâî Dergâhı meşîhatı ve imâmet ve hitâbet cihetleri uhdesine tevcîh edilmiş ve
1332 sene-i hicriyyesinde (1913) Üsküdar
dersiâmlarından Üsküdarlı Hoca Sâlih Nâzım Efendi’den, Ahmediyye Medresesi’nde
ikmâl-i tahsîl edip icâze almıştır. Hoca Hicrî Efendi merhûmdan Fârisî ve Zarîfî
Ahmet Beğ ile Üsküdarî şâir Tal'at Bey merhûmdan husûsî olarak arûz ve Türk edebiyyâtı
taallüm eylemiştir.
Mensûr Zübdetü’l-Ahlâk, manzûm Gül-deste
ve Gül-gonca nâmında matbû' âsârı vardır. Mecmûa-i İllâhiyyât, Ravz-ı Verd, Bin ikiyüz Hadîs-i Şerîf, merhûm Osmân Şems Efendi’nin Büyük Mersiyye’sini tab’ ve neşr ettirmiştir.
Rüsûmâttan sonra Defter-hâne’ye intisâb eylemiş, hâlen Beyoğlu Tapu ve Kadastro
İdâresi hizmetinde müstahdem bulunmuştur.
Şer'-i pâk-ı
Ahmedî’de bir diyânetdir edeb
Sabr ü tâat
şükr-i ni'met hem ibâdetdir edeb
Kalma
girdâb-ı sefaletde çalış sen âdem ol
İrtikâ-ı
feyz için men’ûtu izzetdir edeb
Tâbi' olma
sû-ı ahlâk sâhibine bir zamân
Tavr-ı
ciddiyyetle izhâr-ı metânetdir edeb
Gıybet itme sû-ı
zandan et tevakkî dâimâ
Cümleye
ibrâz-ı âsâr-ı muhabbetdir edeb
Vüs’atin yetdiği
mikdâr yardım it bî-keslere
Buhlü terk
it müslimîne hoş sehâvetdir edeb
"Et-turuku
küllühâ âdâb"
buyurdu Müctebâ*[34]
Enbiyâ vü
evliyâ’ya bir itâatdir edeb
Tâib ol
cümle günâha âbid ol da ârif ol
Dest açup eyle
niyâz bâb-ı nedâmetdir edeb
Nâ-halef
güftârına uyma cihânda sâbit ol
Tâciyâ eslâfa rahmet ile hürmetdir edeb
El-yevm seccâde-nişîn olan Hayrullâh
Tâceddîn Efendi, Tevfîk Efendi mahdûmudur. Pek genç yaşında makâm-ı meşîhate
geçtiğinden isti'dâd-ı Hudâ-dâdı îcâbı mazhar-ı terakkî olarak âdâb u erkân-ı Rufâiyye’yi
hüsn-i muhâfazaya vakf-ı vücûd etmiş ve el-yevm birkaç halîfe yetiştirmiş,
hayli mürîd toplamış, Çarşamba günleri icrâ-yı âyîn-i tarîkat edegelmekte
bulunmuştur. Nâzik, halûk, zekî, mesleğine sâdık, muhibb-i Ehl-i Beyt bir
zâttır. Eş’ârı ve makalâtı vardır. Risâle sûretinde birkaç eser neşreylemiştir.
İlm-i mûsikîye de intisâbı olup, Hz. Hüdâyî Âsitânesi zâkirbaşlığı da
uhdesindedir. Âsar-ı kadîme-i edebiyyeden olan Müfred-i Meşhûr’e Saîd Çelebi
tarafından söylenmiş tazmîn üzerine inşâd eylediği nazîre ber-vech-i âtîdir:
Müstenîr
olmak diler gönlüm cemâl-i nûrdan
“Len
terânî” duysa da
ayrılmaz aslâ Tûr’dan
Neşve-yâb-ı
vecd olan kalbe nigâh endâz olup
Rûhu seyr it
câm-ı feyz-efşân olan billûrdan
Devr ider
şems-i münîr-âsâ semâ’-ı cân ile
Rûşenâdır
mühr içinde nûrten tennûrdan
Gûş-ı irfânı
açup dinle “ene’l-Hak” sırrını
Tâ sadâ-yı
Hak gele ma’sûm olan Mansûr’dan
/204/ Kalbimi lebrîz-i şevk itdi cemâl-i feyz-i
aşk
Çıkmaz aslâ
zevk-i sevdâ bu dil-i mesrûrdan
Görmeyince
zulmet-i hasret budur kalmaz karâr
İbtisâm-efzâ
olur dil çehre-i pür-nûrdan
Bir
nigâhiyle ider ihyâ vü ifnâ gönlümü
Mest olur
bîçâre dil ol gözleri pür-nûrdan
Gadr-ı
firkat zulm-i hasretle dili târîk ider
Beklenilmez
rûşenâî hiç şeb-i deycûrdan
Vasla dâir
hoş gelir yârin sevimli sözleri
Görmedim
gerçi vefâ va’dinde ol ma’zûrdan
Geh tegâfül
gösterüp gâhîce bîdâd itmede
Hep gelen
cevr ü cefâdır ol meh-i mağrûrdan
Peyrev oldun
Tâciyâ tarz-ı Saîd-i kâmile
Feyz
alırsın lâ cerem ol himmet-i mevfûrdan
Bâlâda
bahsettiğim müfred budur:
Neşve ümmîd
itdiğin sâgarda senden gamlıdır
Bir dokun
bin âh dinle kâse-i fağfûrdan
ŞEYH SÂLİH EFENDİ
Hulefâ-i
müşârünileyhimden Şeyh Sâlih Efendi, Fâtih civârında Tahta Minâre Dergâh-ı
şerîfi bânîsi olup 1203/(1788)'te Karagümrük’te tevellüd eylemiştir. Fâtih’te
derse devâm ile icâzet alıp Şehzâde Câmi'-i şerîfine müderris olmuştur:
Hattât-ı şehîr İsmâîl Zühdî merhûmdan hüsn-i hat taallüm etmiştir.
Müşârünileyhin Odabaşı Şeyhi ve Nûrî Efendi halîfesi Abdullâh Efendi ile
hukûk-ı kadîmesi olmakla berâber, dâimâ meclis-i sohbetlerinde sûfîyyûna
mutearrız bir mevki'de bulunduklarından, nihâyet Abdullâh Efendi'nin mürşid-i
mükerremleri, müşârünileyh Nûrî Efendi hazretlerinin tasavvufta olan kemâllerinden
haber-dâr olup, kendisinde gençlik i’tibâriyle de da’vâ-yı teferrüd olduğundan,
Hz. Şeyhi imtihân ve techîl maksadiyle Fütûhât’tan gâyet çetin birkaç mesâil ihzâr ederek, bir Çarşamba
günü, Üsküdar’da Nûrî Efendi’yi /205/ ziyâretlerinde, mâ-fi’z-zamîri mesâil-i hall ü teşrîha
başlayınca, taaccüp edip, te’sîr-i hayretle berâber esîr-i râbıta-ı muhabbet
olmuş ve o akşam orada kalmağa ve füyûzât-ı mâ’neviyyelerinden istifâde etmeğe
karâr verip, vaktâ ki yatsı namâzı kılınmağa başlanıp ârzûları vechile imâmete
geçmek ve kendisinin ilm-i kırâatteki vukûfunu göstermek geçtiği dakîkada Nûrî
Efendi, Sâlih Efendi’yi mihrâba dâ’vet etmiş ve o da mihrâba geçip imâmet
etmiştir.
İftitâh
tekbîrini almışlar, "El-hamdü li’llâh" derler; aşağısı vârid-i
hâtır olmaz. Tekrâr eder, yine okuyamaz; mihrâbdan çekilir. Nûrî Efendi mihrâba
geçer, namâzı kıldırır.
O zamân
anlar ki, sâhib-i tasarruf bir mürşid-i mükemmeldir. Tasdîk eder, zîr-i reşâdetlerine dâhil olur. Tam kırk yaşında imiş, 1243/(1827) târîhine müsâdiftir. Yirmiiki
sene ez-dil ü cân hizmet etmiş ve tekmîl-i sülûk eyleyerek 1265/(1849)
senesinde istihlâf buyurulmuşlardır. Esnâ-yı sülûkunda vâki' olan zuhûrat
üzerine mürşidlerinin emriyle mesnevî-hân-ı şehîr Hoca Hüsâm Efendi
hazretlerine giderek Mesnevî-i şerîf taallüm eyledi. Bi'l-âhare Karagümrük’te arsa
hâlinde olan Muslihuddîn Mescidi’ni dergâh olmak üzere binâ etmişlerdir. Azîzi
tarafından mahlası "Şemsî" tesmiye buyurulmuş idi.
Zü’l-cenâheyn,
âşık fâzıl, kâmil, âbid, isminin tamâmiyle müsemmâsına mutâbık, sâlih, münzevî,
fukarâ-yı sâbırînden, bir zât-ı mükerrem idi. Kelâm-ı Kadîm ve Delâil-i Şerîf yazar,
onunla taayyüş ederdi.
“Oğlum,
size taş ile vuranlara siz ekmekle müdâfaa ediniz.” buyururlarmış.
1296/(1879) senesi âlem-i Cemâl’e intikâl etmiş, dergâh-ı şerîf
tevhîd-hânesinde defn edilmiştir. Azîz-zâdeleri Tevfîk Efendi şu târîhi
söylemiştir:
Aşr-ı âkil çıkup Şuâî târîhin didi
Terk idüp
cihânı kıldı ömr-i ikbâl
(ترك ايدوب جهانى قيلدى عمر
اقبال) = 1296[35]
Âtideki
fahriyye Hz. Şeyh'indir:
/206/ Hâzin-i kenz-i dekâik bize Rufâîlerdir
Vâkıf-ı
remz-i hakâik bize Rufâîlerdir
Kıymet-efzâ-yı
sadef dâne-i dür-dânemiz
Yâdigâr-ı
bahr-ı râik bize Rufâîlerdir
Murâd-ı
hâtırın devrân ise meydâna gel sûfî
Zümre-i
akrâna fâik bize Rufâîler dirler
Şemsiyâ vâris-i nakd-ı ulûm evliyâyız biz
Bende-i âl-i
abâyızbize Rufâîler dir[36]
ŞEYH
ABDULLÂH EFENDİ
Hulefâ-i müşârünileyhimden Abdullâh
Efendi berber imiş. Ziyâret-i Haremeyn’e muvaffak olmuş ve azîzinin emr ü
işâretiyle Odabaşı’ndaki tekkeyi vücûda getirmişti. Pek âşık, o mertebe sâdık
bir zât imiş. Mücâhedesi pek şedîd imiş. Lâtîfeye de meyilleri varmış. Hattâ Haremeyn-i
muhteremeyni ziyâret esnâsında dâimâ başında tâc-ı Rufâî’yi bulundurup avdette Şap
Denizi’nde vapurun küpeştesinde etrâfı temâşâ ederken nasılsa tâcı denize
düşmüş. Tâcının başından gittiğini, deniz üzerinde yüzdüğünü görünce "Ey
Şap Denizi! Sana hilâfet verdim.O tâc sana bahşolundu." diye huzzâra ”Siz
de şâhid olunuz.” yolunda lâtîfe-gûluk etmişlerdir.
1288/(1871) senesinde
irtihâl-i dâr-ı bakâ eylemiş ve dergâh-ı şerîfte odasına defn ile burası türbe
hâline getirilmiş idi.
Mükerrem Şeyh
Abdullâh Efendi bunda makbûrdur
Bu dergâh-ı
şerîfi itdi inşâ sa’yi meşkûrdur
Harîm-i
sırrı pâk Hazret-i Ahmed Rufâîdir
Nice zikr
ehlini irşâd yüzünden zâtı mağfûrdur
Bütün
ahlâk-ı ulviyye onun zâtında mevcûddur
Bütün ef’âl
ü etvârı hakîkat hâlde mebrûrdur
Göçüp bin
iki yüz seksen sekiz sâlinde ol ârif
Visâl ile
sürûr deryâsına dalmakla mesrûrdur
/207/ Gel ey Vassâf kemâl-i şevkle bir fâtiha-hân ol
Bu şeyh-i ârif-i
bi’llâha kim irfânı meşhûrdur
Yerlerine
mahdûmları Şeyh Hâfız Ahmet Muhtâr Efendi post-nişîn olmuştur. El-yevm hâl-i
şeyhûhettedir. Dergâh, harîk-ı kebîrde yanmıştır.
Kudemâ-yı
meşâyıh-ı Rufâiyye'den mübârek hoş-gû, mücâhid bir zâttır. Hilâfeti, pederinin halîfesi
olup tekkede medfûn Sarraç Mahmûd Efendi-zâde Sarrâc Ahmed Efendi'dendir.
ŞEYH
HÂLÎM EFENDİ b. TÂHİR EFENDİ
Velâdeti:
1240/(1825)
İrtihâli: 8 Ramazân 1313/(22
Şubat 1896)
Tarîkate nisbeti: 1265/(1849)
Târîh-i hilâfeti: 1285/(1868)
Kozyatağında dergâhı inşâsı: 1270/(1854)
senesi.
Onbeş kadar halîfesi vardır.
Sinni: 73. Dersten me’zûndur. Hâce-i Bağdâdî imiş.
İstanbulludur. Erenköyü’nde
Kozyatağı’nda inşâsına muvaffak olduğu dergâhta neşr-i feyz eylemiştir. Şeyh
Abdullâh Efendi'den müstahleftir.
Orta boylu, beyâz sakallı,
uzun saçlı, nûr yüzlü bir zât-ı muhterem idi. Gâyet güzel tanbur çalar, sîne-kemânda
mütehassıs olup, ney üfler idi. Üstâdı Sultân Selîm-i sâlisin
mûsikî-şinâslarından Oskiyan nâmında biri idi.
Gitdi bin
üçyüz onüç şehr-i sıyâmında o kim
Vuslatı îyd
ile ikrâm ide Rabbü’l-âlemîn
Sem’-i
cânına iriştikde hıtâb-ı “İrcıî”
Rûh-ı pâkin
"Hû" diyüp teslîm-i hû kıldı hemîn
Sâlikânın
rehberi hem âşıkânın serveri
Şeyh Halîm’in
rûhuna el-fâtiha yâ müslimîn
Dergâh
hazîresinde medfûndur. Oğlu Şeyh Rızâ ve mahdûmu Şeyh Nûrî Efendiler,
tarîklerine sâdık adamlardır.
ŞEYH
MUHAMMED FAZLÎ EFENDİ
İstanbulludur.
Dersten me’zûn olup akrâ-yı huffâzdandır. Pederi Şeyh Muhammed Dervîş Efendi,
onun pederi Şeyh Hacı Ömer, onun pederi Şeyh Hüseyn Efendi olup Kâşgarî
Abdullâh Efendi hazretlerinin halîfesidir. Müşârünileyhim İstanbul’da Sarrâc
İshâk Dergâh’ında hatm-i hâcegân yaparlarmış.
Fazlî Efendi
pederinden feyz aldığı gibi Şeyh Nûrî Efendi hazretlerine intisâb ile hıdmet-i
aliyyelerinde bulunup ikmâl-i sülûk ile hilâfet almış idi. 1266/(1850)
senesinde icrâ-yı âyîn-i tarîkata başlayıp, nutkundaki zerâfet, hâlindeki
letâfet te'sîriyle bezm-i sohbetlerine vükelâ-yı devlet bile devâma başlamış
idi. Hattâ zikr ve âyîn yevm-i mahsûsunda dergâh vükelâ, vüzerâ,
ricâl-i devlet, meşâyıhtan /208/ ve’l-hâsıl züvvârdan dolarmış. Kendilerinin Tarîk-ı
Şa’bânî’den dahi hilâfetleri vardı. Elli sene irşâd ile meşgûl olup son
zamânlarında hareket-i arzdan dergâh münhedim olduğundan, o meclis dağılmıştı.
1316 senesi
Muharreminin onikinci (1 Haziran 1898) günü câm-ı mevti nûş eyledi. Cenâze
namâzı Sultân Bâyezit Câmi'-i şerîfinde edâ olunmuştu. Namâzı müteâkip husûle
gelen izdihâm hâlâ gözümün önündedir. Sokaklardan mürûr ve ubûr sekteye
uğramıştı. Fuzalâ-yı şuarâdan ve ricâl-i devletten Senîh Efendi merhûmun uzun
bir manzûme-i târîhiyesi vardır ki son beyti:
Senîh ıntâk-ı hak târîh-i mu’cem kalbe
mülhemdir
Tecellî-i
cemâle mazhar oldu Fazlî-i âgâh
(تجلئ جماله
مظهر )
Müşârünileyhin, vahdet-i
vücûda dâir yazılmış bir eser-i ârifânesi vardır ve gayr-i matbû'dur.
Tarîk-ı
feyz-i Rufâî’de reh-nümâ-yı kerîm
Cenâb-ı Fazlı-i
âgâh ki fazlıdır hâsıl
Meşâmm-ı
cânına irdikde bû-yi ilm-i ledûn
Fuyûz-ı
Hazret-i Pîr’den olurdu hep kâil
Uluvv-ı ka’bını
tasdîk iderdi ârifler
O şeyh-i ârif-i
bi’llâh Hakk’adır vâsıl
Gül-i maârif
idi gül-şen-i tasavvufda
Şemîm-i
feyzi ile şübheler olur zâil
Üç er gelince çıkardı vefâtı târîhin
Olunca
devlet-i sırr-ı vuslata nâil
(دولت سر وصلته نائل) -1313 + 3 = 1316/(1898)
Hîn-i irtihâllerinde
yetmişdört yaşında idiler. Üç mahdûmu vardır. Şeyh Muhammed Ferîd ve Şeyh Vahdî
ve Şeyh Ferdî Efendilerdir.
Kâzım Paşa merhûmun
söylediği târîhtir:
Şeyh Fazlî-i
maârif ilminin muhteremi
Âşık-ı
dil-şode-i âl-i Muhammed Dervîş
Nâil-i
mâide-i fazl u kemâl olmuş idi
Bilmeden
olduğun âlemde ne bir lezzet-i îş
Âzim idi
hacca bu yıl Yesrib’e avn kılıcak
Ravza-i
pâk-i Rasûl’e sürerek şevk ile rîş
Hîn-i
mâtemde fedâ eyledi kîs-i cânın
Haseneyn
uğruna bî-dağdağa vü bî-teşvîş
Yandı
yakıldı bütün kalb-i ahıbbâsı dahi
Nûr-ı
rahmetle Hudâ kalbini itsün tefrîş
Ben de
târîh-i ciğer-sûzunu yazdım Kâzım
Gitdi “Allâh”
diyü Hakk’a azîzim dervîş
(كيتدى الله دييو حقه عزيزم
درويش )[37]
ŞEYH
EL-HAC HÂFIZ MUHAMMED FERÎD EFENDİ
Şeyh
Muhammed Ferîd Efendi, genç yaşında feyz-i irfâna mazhar olup ilmen, fazîleten,
irfânen, mertebe-i bâlâ-terîni işgâl eylemiş idi. Cidden âlim, mütebahhir,
mütecerrid. müteferrid riyâzet-kâr ehl-i hâl imiş. Hz. Şeyh-i Ekber’den zevk
almış, deryâ-yı irfâna dalmış idi. Gayr-i matbû' bir eseri vardır ki, vahdet-i vücûda
dâirdir.
Ziyâret-i Harâmeyn kasdıyla
ve Mısır tarîkıyla ol cânib-i âlîye giderek, huzûr-ı saâdet-i Muhammediyye’de
teslîm-i cân eylemiştir. 10 Muharrem 1288 yevm-i Perşembe (1 Nîsân 1871).
Manzûme-i âtiyyeyi, müşârünileyh içün söylemiş idim:
/209/ Tarîk-ı
müstefîz-i Hazret-i Ahmed Rufâî’de
Muazzez Şeyh
Muhammed ibn-i Şeyh Fazlî-i Pür-irfân
Fuyûzât-ı
Hudâ’ya mazhariyyetle be-kâm oldu
Nedîm-i
bezm-i cânan olmağa olmuş idi şâyân
Bi-hakkın
ârifâne âşıkâne bir eser yazmış
Ana ibzâli-i
eltâf buyurmuş Hazret-i Yezdân
Hakâyıkdan
dekâyıkdan rumûzât-ı tasavvufdan
Çıkarmış
sâha-i irfâna gerçek sırr-ı bî-pâyân
Kemâl-i aşk
ile sâlik olunca râh-ı cânâna
Gice gündüz
dilinden eksik olmaz âh-ı hûn-efşân
Nihâyet
ravza-i arş-pâye-i Sultân-ı kevneyne
Sürünce
rûyunu şevkinden itdi cânını kurban
Kerîm-i
müsteândan dâimâ gönlüm temennîde
Bu dünyâ
pâ-yidâr oldukça itsün rûhunu şâdan
Fenâdan
nakline târîhi Şeyh-i ârif-i âgâh
Çıkınca
şübhesiz bildim ulüvv-ı ka’bına burhân
(شيخ عارف
آكاه)
ŞEYH
VAHDÎ EFENDİ
İstanbulludur.
Hâfızdır. Birâderi Ferdî Efendi ile maan 1293/(1875) senesinde pederlerinden
hilâfet almışlardır.
Şeyh İhsân, Şeyh
Muhammed Hilmi, Şeyh Muhammed Hoca Selîm, Tarsûs Müftüsü Şeyh Ali, Konyalı Şeyh
Süleymân ve muhaddisînden Halebli Salâcı-zâde Şeyh Muhammed Salâhî Efendiler
dahi Fazlî Efendi’nin hulefâsındandır. Bunlar içinde, Ali ve Süleymân Efendilerin
târîh-i hilâfeti 1268/(1852)’dir.
Vahdî Efendi,
pederinin irtihâlinde câ-nişîni olmuştur. Âdâb-ı Rufâîyye’yi fürûâtına kadar
ârif, kudemâ-yı meşâyıhdandır.
Bursalı
Hoca-zâde Tevfık Efendi, Fesçiler kethüdâsı Bursalı Şeyh İbrâhîm Efendi, Destereci
Şeyh Ömer Efendi, Akşehirli Hoca-zâde Şeyh Muhammed Efendi, Kütahyalı Ahmed Tûrâni
Dergâhı şeyhi Şeyh Muhammed Emîn Efendi ve mahdûmu Şeyh Hacı Edhem Efendi, Şeyh
Muhammed Hâmid Efendi (Şamlı Hayrî Efendizâde), halîfeleridir.
ŞEYH
MUHAMMED HİLMÎ EFENDİ
İstanbulludur.
Çemberlitaş’ta, Karababa Dergâhı şeyhidir. Fazlı Efendi halîfesidir. Târîh-i
hilâfeti 15 Muharrem 1275/(Ağustos 1858)’tir. Nazik, zarîf ve zaîf bir zât idi.
Muhammed
Hilmi-i ârif ki şeyh-i pâk-tînetdir
Hemân bu
han-gâh-ı feyzde hak-gû idi bi’llâh
Olup sellâk-ı râh-ı Hakk’a rehber bir
nice müddet
Kemâl-i
aşk-ı zikru’llâh ile cânlar idüp âgâh
Harîm-i sırr-ı
pâk-i Hazret-i Ahmed Rufâî’dir
Tarîk-ı
aşk-ı Mevlâ’da sivâdan itdi istinzâh
Binüçyüzyirmibir
sâlinde maksûda revân oldu
Nidâ-yı “İrcıî" irdikde sem’-ı cânına
nâgâh
Muhibbân ehl
ü evlâd cümleten böyle duâ eyler
Revân-ı
pâkini şâdân buyursun Hazret-i Allâh
/210/ Dergâhda medfûndur. El-yevm, mahdûmları Şeyh Haydar Bey,
post-nişîndir. Haydar Bey’in hilâfeti
pederindendir. Zâkirbaşı Kasımpaşalı Hâfız Mustafa Efendi, mücellid Şeyh
Muhammed Efendi, Şeyh Muhammed Tâhir Efendi dahi cümle-i hulefâsındandır.
Mûsikîye intisâbı, tarîkına şiddet-i irtibâtı ile mümtâzdır.
Şeyh Fazlı
Efendi hulefâsından, Şeyh İhsân Efendi müsin bir zât olup, Sultân Ahmed
meydânındaki Düğümlü Baba Dergâhı şeyhi idi. Kıyâmî usûlünde gâyet iyi zikir
eder bir reîs idi. İrtihâl eylemişdir. Yumurtacılar Kahyası, Şeyh Muhammed
Efendi kerîme-zâdesi Şihâbeddîn Efendi, hulefâsındandır.
RUFÂÎ
ÂSİTANESÎ :
Üsküdar’da Menzilhâne
yokuşunda, el-yevm ma’mûr olan Rufâî Âsitânesi, 1145/ (1732)’te te’sîs
olunmuştur. Kapısı bâlâsında: (سيد أحمد بيرم هم قطب أنام. آستانهء رفاعى ابن مقام)[38] muharrerdir.
Şeyh Yâsîn’den
sonra burada; Hoca-zâde Muhammed Tâhir, Şeyh Sâdık, Şeyh Feyzullâh, Şeyh Hâfız
İbrâhîm, Şeyh Tevfîk ve Şeyh Ziyâ Efendiler post-nişîn olmuşlardır.
Şeyh Ziyâ Efendi, kendine
müctehid süsü vererek, tarîk-ı feyz-refîk-i Rufâî’ye, Bektâşilik neş’esiyle,
bir takım hurâfât karıştırmağa kalkarak, tarîk-ı hezeyâna sülûk etmiş ve hattâ
mevlid cem'iyyetlerinde, velâdet bahsinde herkes ta’zîmen ayağa kalkıp kıbleye
teveccüh ettiği sırada bu, nasıl oturduysa o cihete, ya'nî, herkesin hilâfı bir
cihete müteveccih olurdu. Gûyâ ona: (...فَأَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ
اللَّهِ...)[39]
sırrı nümâyan olmuş gibi sahte-kârlık ederdi.
Tîğ-ı ecel
bir an evvel harbe-i kahrına alarak, vücûdunu ortadan kaldırmışdır.
“İrtihâl : Odabaşı şeyhi, Şeyh
Ahmed Efendi, dün gece Kadıköyünde, Söğütlüçeşme Caddesinde, 342 numaralı
hânesinde, seksen iki yaşında olduğu hâlde dûçâr olduğu hastalıktan rehâ-yâb
olamayarak vefât etmiştir. Na'ş-ı mağfiret-nakşı, bugünki Pazar günü, onbuçuk
raddelerinde medfen-i mahsûsana kaldırılacaktır. 27 Şa'bân 1346 – 19 Şubat 1928.”[40]
AHMED
el-LİHÂS KOLU
Hz. Pîr
Seyyid Ahmed er-Rufâî (kuddise sırruhû), Şeyh Fethüddîn-i Mekkî, Şeyh
Şemseddîn, Şeyh Receb, Şeyh Abdürrahîm, Şeyh Mühezzibüddevle, Şeyh Yûsuf, Şeyh
İbrâhîm el-A’karib, Şeyh Ziyât, Şeyh Mansûr, Şeyh Abdullâh, /211/ Şeyh
Muhammed el-Meksûr, Şeyh Abdurrahmân, Şeyh Sâlih el-Mekkî, Şeyh Nasrullâh, Şeyh
Şa'bân, Şeyh Muhammed el-Meksûr, Şeyh Receb, Şeyh İbrâhîm el-Meczûb, Şeyh
Hüseyin el-Mekkî, Şeyh Abdülkâdir, Şeyh Hasan, Şeyh Hızır, Şeyh Süleymân
er-Rufâî, Şeyh Ahmed el-Lihâs.
Şerbet-dâr
Dergâhı şeyhi Abdullâh Efendi bu zâtın halîfesidir.
Abdullâh
Efendi’den yürüyen kol : Şeyh Hacı Muhammed Efendi, Şeyh Hâfız Mustafa Efendi, Şeyh
İbrâhîm Vehbi Efendi, Şeyh Osmân Hilmi Efendi.
KABÛLÎ
ŞEYH MUSTAFA EFENDİ
Müteahhirîn-i
ricâl-i Rufâîyye’dendir. Edirnelidir. Bidâyet hâllerinde, mahkeme kâtibi iken,
terk-i sivâ ederek, inzivâ-yı hayâtı tercîh etmiştir. Hüsn-i hatta mâlik, ârif,
âşık, bir zât-ı âlî-kadrdir. 1240/(1825) senesinde irtihâl-i dâr-ı bakâ
eylemiştir. Tabîat-ı şâirânesi vardır. Hz. Şeyh-i Ekber ve Hz. Rufâî hakkındaki
medhiyyeleri âşıkânedir. Edirne’de dergâh-ı münîfleri bâkîdir. Kabr-i
münevverlerini ziyâret eyledim, pek rûhâniyyetlidir, İsmâîl Hakkı el-Celvetî
hazretlerine muhabbet-i kâmileleri olduğundan, ale’l-ekser Rühu’l-Beyân tefsîrini istinsâh ederlermiş.
Kenzû’l-Esrâr, Mevsıletü’l-Hidâye, mürettep Dîvân, Fârisî lügatına müteallik Müşkil-güşâ cümle-i âsârındandır.
Enfâs-ı kudsiyyelerindendir:
Sanman bizi
zâhid gibi beyhûde makâliz
Biz kâşif-i
esrâr-ı ma’ânî vü meâliz
* * *
Ki oldur
kıble vü Ka’be'm
Safâ vü Merve
vü Zemzem
Tavâf-ı
sırrında devrânım
Rufâî Seyyid
Ahmed’dir
Kabûlî iden çâker
Visâl-i kurba hâhiş-ker
Bütün uşşâka
ser-asker
Rufâî Seyyid
Ahmed’dir
* * *
Hakîkat
ilminin ümmü’l-kitâbı Şeyhü’l-Ekber’dir
Muhakkak
sûret ü cismi misâl-i ayn-ı Haydar’dır
Kabûlî şöyle bildim ki velâyet ehline Hak’dan
Hakîkat
ilmini muhbir o bir nâmûsu’l-Ekber’dir
/212/
ŞEYH KEN’AN BEY
Müteahhirîn-i meşâyih-ı Rufâiyye’dendir.
Bidâyeten Galata Sultânî'si, Rum İ’dâdîsi ve Elyans-ı İsrâîliyyet mekteblerinde
tahsîl görerek, ondokuz yaşında Karesi İ’dâdî Müdürlüğüne; biraz sonra muhtelif
vilâyetler maârif müdürlüklerinde bulunduktan sonra 1312/(1894) târîhinde Dersaâdet
Numûne-i Terakkî Mektebi Müdüriyyeti’ne ta’yîn olunmuştur.
Dört sene
sonra, görülen işâret-i ma’neviyye üzerine hâsıl olan iştiyâka binâen, Medîne-i
Münevvere’ye gidip, dört sene kadar kalmıştır. Ba’dehû İstanbul’a gelerek, Dâru’l-Muallimîn
sunûf-ı âliyesi Fransızca muallimliğiyle, Te’lîf ve Tercüme Encümeni
a'zâlığında, Dâruşşafaka ve Gelenbevî Sultânî Müdürlüğü'nde ve İstanbul
vilâyeti Maârif Müfettişliği'nde bulunmuştur.
Vâlideleri
sâlihât-ı ümmetten bir hanım idi. Şeyh Edhem Efendi’ye müntesibe olduğundan
mahdûmunu da müşârünileyhin hüsn-i nazarına mazhar etmiş idi.
Edhem Efendi
bir tekke şeyhi değildi. Ehl-i kemâl bir zât imiş. Ken’an Bey, Manastır Maârif
Müdüriyyeti’nde iken, Şeyh-i müşârünileyh Dâr-ı Cemâle intikâl ve Ken’an Bey’i
istihlâf eylemiştir. Ken’an Bey, terceme-i hâline şöyle devâm ediyor:
“Numûne-i
Terakkî Müdürlüğü’ne geldiğim vakit, gördüğüm işâret-i ma’nevîyye üzerine, ne
kadar kazâ namâzım varsa, edâ etmekliğim, sonra da Medîne-i Münevvere’ye
gitmekliğim emir buyuruldu. Bu emirden sonra, kalbime Medîne-i Münevvere ve
ziyâret-i Peygamberî için düşen âteşle üç sene yandıktan sonra, vâlide-i
muhterememle Medîne-i Münevvere’ye gittim. Orada ahz u telakkî edilen emr u
işâret üzerine oranın şeyhü’l-meşâyıhı Seyyid Hamza-i Rufâî hazretlerinden
dahi, dört sene hizmetlerinde bulunduktan sonra, icâzet aldım. Nihâyet, Derseâdet’e
gelip, vâlide-i muhteremem Hatice Cenâb’ın inşâ eylediği dergâhın hâdimliğine
ta’yîn buyuruldum.
Fakîr gibi
bir müddet yolunu şaşırmış, dünyâda yapılabilecek alafrangalığın ve zevkin her
safâhatını görmüş ve din ile samîmi bir alakaya mâlik bulunmamış olan bir câhil
ü gâfile ehlu’llâha ve bendegân-ı ehlu’llâha hizmet etmek şerefini bahş buyuran
Hz. Hakk’a hamd ederim.”
/213/ Ken’an Bey, bundan on beş sene kadar mukaddem Hırka-i
Şerîf civârındaki dergâha seccâde-nişîn olmuştur. Vâlideleri, bu dergâh
bâniyesi olup, dergâh-ı şerîf bahçesinde medfûn ve rahmet-i Hakk’a makrûndur.
Cuma günleri ikindiye karîb bir zamânda, dergâh-ı şerîfde, ihvânına Mesnevî-i şerîf
tedrîs eder. Kendisi yazdığı vechile bidâyeten frenk-meşreb iken, hidâyet-i
İlâhîyye te’sîriyle hüsn-i hâl sâhibi olmuş. İlim ve fazlı i’tibârıyla,
zamânımız meşâyıhı arasında meslek sâhibi, tarîkine âşık, edîb, kâmil bir zât
olarak temeyyüz etmiştir. Uzun boylu, hâlen ellibeş-altmış yaşlarında, melîhü’l-vech
bir zâttır. Hüsn-i takrîre mâliktir. Kesret-i mütâlaadan, gözlerine, zaaf târî
olduğundan siyâh gözlük kullanırlar. İhtîfâya riâyet-kârdır.
Hz. Rufâî
hakkında 1340/(1922) târîhinde tedkîkat-ı vâsiayı hâvî bir eser-i makbûl vücûda
getirip tab’ ve neşr eylemiştir.
Tabîat-ı
şâirânesi yoktur. Fakat, neş’e-i tasavvufiyye ile sânih olan manzûmeleri
meyânında güzel parçalara tesâdüf olunur.
Allâh dimek
Allâh ne büyük lutf-ı Hudâ’dır
Uşşâka
gıdâdır
Dervîşlerin
evrâdı hemân hamd ü senâdır
Maksûdu
rızâdır
Kulluğunu yokluğunu bilmek ne saâdet
Allâh’dan
inâyet
“Allâh”
diyelim “Hû” diyelim kalbe cilâdır
Ervâha
sefâdır
Fâil ile
mevcûdu hemân bil ki Hudâ'dır
İnkârı
belâdır
Hep Hû
duyulan cümlesi bir hoşca sadâdır
Ammâ ne nevâdır
Var olmayı
istersen eğer cümleyi bir bil
Ağyârı hemân
sil
Dervîş olana
lâzım olan havf ü recâdır
Fakr içre
gınâdır
Âşıkların
hep varlığı ma’şûka fedâdır
Çün bâr ü
cefâdır
Başdan aşağı
her ne ki var nûr u ziyâdır
İ’lân-ı bakâdır
“Allâh”
diyüp ahdinde vefâ sıdk u sadakat
Bir şeyhden
inâbet
Sâlikler
içün meş’ale-i râh-ı hüdâdır
Dîninde
rehâdır
/214/
Aşıkları cânân iden aşk derde devâdır
İrfân ü
sehâdır
Ma’şûk ile
âşık arası kîl ne revâdır
Zîrâ ki
edâdır
Ey mazhar-ı
mürşidde tecellî iden Allâh
Aşkın bana
hem-râh
Aşkın
dilerim gayrisi Ken’ân’a hevâdır
Elbette
hebâdır
* * *
Ben bana
âşık bana âşık imiş ben bilmedim
Zıll iken Ken’ân
kavuşdu Yûsuf-ı Ken’ân’ına
* * *
Gaflet
bürümüş gözlerini artık ol agâh
Ken’ân gözün
aç ki göresin bâkî Huve’llâh
* * *
Yâ
rasûla’llâh kulun Ken’ân’a vird oldu bu söz
Bâb-ı lütfün
var iken yâ ben kime yalvarayım
Manzûmelerin çoğu
bestelenmiş, dergâh-ı şerîfte âdâb-ı mahsûsa ile okunmakta bulunmuştur. Ehl-i İslâm'ı,
tarîk-ı Hak’da zikru’llâh ile meşgûl etmeğe masrûf olan himmetleri meşkûr
olsun, âmîn.
- - -
Azîzleri
Şeyh Hamza hazretleriyle, Medîne-i Münevvere’de iken, görüşmek şerefine mazhar
olmuş idim. Kendileri mağrib delîlidir. Nahîf, zarîf, edîb, halûk bir insân-ı
kâmildir. Medîne-i Münevvere’ye muvâsalatımızın ikinci günü ziyâretlerine
gitmiş, bulamamış idim. Delîlimiz dediler ki:
“Dün gece
burada bulunsaydınız Şeyh Hamza’nın kerâmetini re’ye’l-ayn görecektiniz.
Hind’den gelen ba'zı kimseler, Hz. Şeyh’den burhân istemişler. Onlara
konaklarının önündeki meydânda âteş yaktırıp bir gömlek ile âteş içersine
girip, zikru’llâh ile meşgûl olarak, bir kaç kerre devr etmişler, çıkmışlar. Bu
burhâna, herkes mebhût u hayrân olmuştur. Biz o âteşin küllerini gözümüzle
gördük.”
Sonra Harem-i
Şerîf-i Nebevî’de müşerref olarak mübârek ellerini öptüm. Bir târîhde
İstanbul’a geldilerdi. Burada muhayyiri’l-ukûl bürhân-ı tarîkat göstermiş,
herkesin hürmetini kazanmış idi.
/215/
ŞEYH BÜYÜK HASÎB EFENDİ
Eyüplüdür. Eyüp’de,
ecdâdından mevrûs dergâhda seccâde-nişîn olmuştur.
Silsile-i nesebi: Medfeni ve rihleti:
Şeyh Şa'bân Efendi Dergâhda,
1082/(1671)
Onun mahdûmu Şeyh Yahyâ Efendi Eyüp Câmii’nde, mihrâb önünde. 1109/ (1697)
Onun mahdûmu Şeyh Muhammed Emîn
Efendi Dergâhda, 1169/(1756)
Onun mahdûmu Şeyh Muhammed
Sa’deddîn Efendi Dergâhda,
1205/(1792)
Onun mahdûmu Şeyh Hasîb Efendi Dergâhda,
1250/(1834)
Şeyh Şa'bân
Efendi, meşâyih-ı Sünbüliyye’dendir. Mezâr taşında da Şünbülî tâcı vardır. Mehmed
ve Mustafa ve Fethi ve Yahyâ isminde dört birâderi vardır. Kastamonu’da
medfûndur. Kendisi Kastamonulu olup, oradan İstanbul’a hicretle, burada sâkin
olmuştur. Kimden müstahlef olduğunu tahkîk edemedim.
Hasîb Efendi,
Edirne’den, İstanbul’a gelen evlâd-ı Rufâiyye’den Şeyh Muhammed Derrâsî
hazretlerinden nasîb alıp, tarîk-ı feyz-refîk-ı Rufâî’de yetişmiştir.
ŞEYH
MUHAMMED-İ DERRÂSÎ EFENDİ
Dergâhda medfûndur.
Kitâbe-i seng-i mezârı:
"Nûr-ı
Yezdân sırr-ı Haydar Hazret-i Şeyh-i kerîm
Ârif-i
bi’llâh ekmel cism-i cennât-ı naîm
Hazret-i
nesl-i Rufâî’den tulû’ itdi mukaddesden
Âşıkı irşâda
me’mûr böyle bir merd-i hakîm
Dahi âhir
diyüp “Allâh” mülküne nakl itdi
Rûhunu anmış
hakîkat zâtına oldu mukîm
Teveccüh
eyleyüp Ârif didi târîh-i Sultân
Kutb Derrâsî-medâd Seyyid Muhammed müstakîm[41]
Evlâd-ı
sâdât-ı Rufâiyye’den, kutb-ı erbâb-ı hakîkat, merhûm es-Seyyid eş-Şeyh Muhammed
Derrâsî hazretlerinin rûh-ı şerîflerine el-Fâtiha, l Safer 1213/ (15 Temmuz
1798)."
Mülâhaza:
Manzûme, o kadar fenâ yazılmış ki, müteessif olmamak mümkün değildir. Böyle
ma’rûf, ilm ü irfân ile mevsûf zevâtın kitâbelerini kendi ilm ü şerefleriyle
mütenâsib yazılmış görmeyi gönül ârzû eder.
Muhammed-i Derrâsî hazretleri, vâkıf-ı hakâyık-ı tevhîd bir
zât-ı âlî-kadr olacak ki, Şeyh Hasib Efendi kendilerine intisâb eylemişdir.
İrtihâl târîhinin 1213/(1798) olmasına göre, Hasîb Efendi, müşârünileyhden
sonra otuzyedi sene daha muammer olmuşlardır.
Mübârek, halûk,
âlim, ârif, sâhib-i kerâmât-ı ledünniyye bir zât imiş. Bu dergâhda müddet-i
meşîhati kırkbeş senedir.
Sultân
Mahmûd-ı sânî’nin mazhar-ı hürmeti olmuştur. Meşhûr Şeyh Müştâk-ı Kâdirî hazretleri,
âlâ-rivâyetin bu dergâhta misâfir olup; Hasîb Efendi hazretleriyle pek sevişmiş
ve hakk-ı âlîlerinde şu medhiyyeyi yazmıştır:
/216/ Medhiyye-i Yahyâ-zâde Şeyh
Hasîb er-Rufâî :
أفسر تاج سر اسم مزكاى حسيب،
ثانى أش ثانىء قلب حكم نظم مجيب.
ثالثش ثالث حرفين، كريست رحيم،
ثالث اسم عظيم باى عال شير مجيب.
رابعش علم لدن، فاتحه، بسم الله،
حرف ان نقطهء عرفان كه بشو سر عجيب.
كيست آن قبلهء جان حضرت يحي زاده،
محيىء مرده دلان ذات نسيب شيخ حسيب.
چار حرفش كه جهار يار را ايما دارد،
جار ركن حرم مهر ومحبت تركيب.
حسنش ايينهء إندام بد ونيك نماست،
زشت را زشت كند خوب نكهبان دارد زيب.
نام باكش بلغز حرف بحرف اى مشتاق،
نظم كردم باشارات عبارات غريب.[42]
Hasîb Efendi hazretlerinin,
gülşen-i hayâtı 1250/(1834) senesinde resîde-i hazân-ı memât oldu. Dergâh-ı
şerîf hazîresinde medfûndur. Târîhi:
Hak ola
enfâs-ı ma’dûde tamâm
Kâr-ger
olmaz müdâvâta tabîb
Düşdü bir târîh-i rengîn fevtine
“Hû” diyüp göçdü fenâdan Şeyh
Hasîb
(هو ديوب كوچدى فنادن شيخ حسيب)
Ba’dehû
mahdûmu Şeyh Muhammed Emîn Efendi, ca-nişîn olup, elliüç sene neşr-i feyz-i
tarîkat eyleyerek, 1303/(1886) târîhinde dâru’l-cemâle âzim olmuştur. Dergâhda
defîn-i hâk-i mağfirettir. Yerine mahdûmu Şeyh Hâfız Muhammed Hasib Efendi
geçmiştir.
ŞEYH HASÎB
EFENDİ
Velâdeti
1272/(1856); irtihâli 16 Recep 1329/(11 Temmuz 1911)’dur. Elliyedi sene muammer
olmuşlar, yirmialtı sene neşr-i feyz-i tarîkat eylemişlerdir. Bâb-ı Meşîhatte Evrâk
Müdîriyyeti'nde ve Silsile-i merâtib-i ilmiyyede bulundular. Pek edîb, zarîf, halûk
bir zât-ı âlî-kadr idi.
Yahyâ
Sa'deddîn Efendi nâmında birâderleri vardır. Onun velâdeti 1277/(1860)’dir. Muhammed
Sirâceddîn ve Şa'bân isminde iki evlâdı kalmıştı. Sirâceddîn Efendi irtihâl
eylemiştir. El-yevm Şa'bân Efendi câ-nişîn olup, fakat henüz küçük olduğundan
Âraste Dergâhı şeyhi Sâdık Efendi vekâlet etmektedir.
Dergâhın
bânîsi, Şeyhü’l-İslâm Sa'deddîn Efendi merhûmdur. Dergâh ittisâlinde medfûndur.
Mahdûmu Esa’d Efendi’nin târîh-i irtihâli 1032/(1622)’dir.
ŞEYH
YAHYÂ EFENDİ
Bâlâda
yazdığım vechile Şa'bân Efendi-zâdedir. 1050/(1640) senesinde Kastamonu’da
doğmuştur. Pederi, Sünbülî tarîkatinden imiş. Bu da ondan feyz-yâb olmuştur. İstanbul’a
gelip Şeyhül-İslâm Hoca Sa'deddîn Efendi’nin Dârü’l-kurrâsını, oğlu Es'ad
Efendi zâviye hâline kalb etmekle (...وَتَوَفَّنَا مَعَ الْأَبْرَارِ)[43] 1082/(1671)’de pederinin yerine câ-nişîn oldu. Miftâhî-zâde
Şeyh Ahmed Efendi’den hilâfet aldı. (وَالْتَفَّتْ السَّاقُ بِالسَّاقِ)[44] 1109/(1699)’da vefât etti.
/217/ Eyüp Câmi'-i şerîfinin mihrâb ile kürsü hizâsında
medfûndur. Eyüp’te, kürsü şeyhliği de vardır. Eş'ârı varmış, şu münâcât
onundur:
Lutf eyle
dil-i zâra Yâ Rab kerem eyle
Yâr olmasun
ağyâra Yâ Rab kerem eyle
TARÎKAT-İ
ALİYYE-İ BEDEVÎYYE
-
Ser-halka-ı evliyâ Hz. İmâm Ali (Kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh)
- Cenâb-ı Hasan-ı Basrî (Radıya'llâhu anh)
- Habîb-i A’cemî hazretleri (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Dâvud-ı Tâî hazretleri (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Ma’rûf-ı Kerhî hazretleri (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Seriyyü’s-Sakatî hazretleri (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri( Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Muhammed el-Mağribî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebû Yûsuf Muhammed el-Kâsım (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Abdül-Kuddûs (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebû Tâhir Abdürrezzâk (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ali b. Hasan (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Abdülmecîd el-Mağribî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Abdülhamîd (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Zeyneddîn Abdülcelîl (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Seyyid Hasan b. Ali (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Hz. Pîr Seyyid Ahmed el-Bedevî (Kuddise sırruhu’l-alî)
(Silsilenin
bir başka şekli de şöyledir) :
-
Ser-halka-ı evliyâ Hz. İmâm Ali (Kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh)
- Cenâb-ı Hasan-ı Basrî (Radıya'llâhu anh)
- Habîb-i A’cemî hazretleri (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Şihâbeddîn (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ahmed-i Tebrîzî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Şemseddîn el-Mağribî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şey Abdül-Kuddûs el-Mağribî el-Fâsî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebû Tâhir Abdürrezzâk (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Abdürrezzâk (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Muhammed-i Şîrâzî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ahmed es-Sakkâ (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ali b. Hasan (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Abdülmecîd el-Mağribî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Abdülhamîd (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Zeyneddîn Abdülcelîl (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Seyyid Hasan b. Ali (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Hz. Pîr Seyyid Ahmed el-Bedevî (Kuddise sırruhu’l-alî)
Müşârünileyhin,
Şeyh Ali b. Nuaym-i Bağdâdî vâsıtasıyla Seyyid Ahmed-i Rufâî hazretlerine ve
bilâ-vâsıta İmâm Ebû’l-Hasan eş-Şâzelî’ye intisâbları vardır. Tabakât-ı Şa’râniyye’de
muharrerdir. Hz. Rufâî’ye intisâbları, yed-i beyzâyı takbîl-i şeref-i
âli’l-âline mazhariyyetleri âsâr-ı mebrûkesindendir, Hz. Rufâî’deki saltanat-ı
tarîkata bakmalı ki, kendi müntesibleri arasında, Hz. Bedevî, Hz. İbrâhîm
ed-Dessûkî gibi kutb-ı aktâblar yetişti. (Kaddes’llâhu esrârahum)
Kitâb-ı
Cevâhiri’s-Seniyye fi’n-Nisbeti ve’l-Kerâmâti’l-Ahmediyye nâmında bir eser-i mahsûsu mütâlâa etmiş, Hz Pîr’e hayrân
olmuş idim. Hz. Bedevî, ayn-ı a’yân-ı ehlî’ş-şerîati ve’l-hakîka ve
sâhibü’l-esrârı’l-ilâhiyye, mâlik-i makâmâti’l-âliye bir kutb-ı efham, bir
gavs-ı mükerremdir.
/220/ Hicret-i seniyyenin 596/(1200) senesinde Fas’da, dünyâya,
zînet-bahşâ olmuşlardır. Sâdât-ı kirâmdan olup, silsile-i nesebi ber-vech-i
atîdir:
Peder-i
âlîleri Ali b. İbrâhîm b. Muhammed b. Ebî Bekr el-Makdî b. İsmâîl b. Ömer b.
Ali b. Osmân b. Hüseyin b. Muhammed b. Mûsâ b. Yahyâ b. Îsâ b. Ali b. Muhammed b. Hasan b. Ca'fer b.
Ali b. Mûsâ b. Ca'fer es-Sâdık b. Muhammed b. Ali b. Hüseyin b. Hz. Ali (Rıdvânu'llâhi
teâlâ aleyhim ecmaîn).
Vâlide-i muhteremelerinin
ism-i şerîfi Fâtıma bt. Muhammed’dir.
Haccâc-ı
Zâlim, şürefâ ve sâdâtı katl ettiği vakit ecdâd-ı kirâmları, Mağrib tarafına
hicret etmişlerdir. Hz. Pîr’in birâderi buyuruyor ki: Mekke-i Mükerreme’ye
işâret-i ma’nevîyye oldu. Seyyid Ahmed o zamân yedi yaşında idi. 603/(1207)
senesinde pederiyle Mekke’ye hicret eylemiştir. İşâret-i ma’nevîyye şu sûretle
olmuş:
Peder-i
muhteremleri Seyyid Ali, âlem-i hâbda hâtif-i gaybdan; “Yâ Ali, bu diyârdan
rihlet eyleyip, Mekke-i Mükerreme’de tavattun et. Orada dergâh-ı izzetten
sizlere azîm şân zâhir olsa gerektir.” diye bir hitâb-ı müstetâb, sem’-ı
cânına vâsıl oldukta, derhâl oğullan Seyyid Ahmed-i Bedevî ve Şerîf Hasan ile Fas
şehrinden, cânib-i Hicâz’a teveccüh ederler. Yolda kabâilden pek ziyâde hürmet
gördükleri gibi, Mekke-i Mükerreme’de dahi refâh-ı tâmma vâsıl olmuşlardır.
Müşârünileyh
Şerîf Hasan nakl ediyor:
Dört senede Mekke-i
Mükerreme’ye vâsıl olduk. Mekke-i Mükerreme’nin eşrâfı bizi kemâl-i hürmetle
istikbâl ederler idi. Misâfirleri olduk. 617/(1220) senesinde, ya'nî Mekke-i
Mükerreme’de on sene ikâmetten sonra pederimiz irtihâl-i dâr-ı naîm eyledi. Cennetü’l-Muallâ’ya
defn olundu. Kabr-i şerîfleri ziyâret-gâh-ı enâmdır. Seyyid Ahmed yirmibir
yaşında idi. Kardeşlerimizin en küçüğü Hz. Seyyid Ahmed idi. Kalben ve şecâaten
ise en büyüğümüz idi. Mekke ahâlisi ona, bu şecaatinden nâşi, /221/
“Uttâb” ya'nî “yıkıcı” nâmını vermişlerdir. Henüz küçük yaşında iken cezbe-i Rahmâniyye
hâsıl ve mevâhib-i Rabbanîyyeye vâsıl olup ser-mest olmuşlardır. Bî-ihtiyâr
halktan ferâgat eylediler. Söz söylemediği vakit olurdu, işâretle ifhâm-ı merâm
ederdi.
Âlem-i
vahdetle me’nûs olduğundan cem'iyyet ve istiğrâkları gün-be-gün tezâyüd ederek,
şöhre-i âfâk oldular.
Hicretin
633/(1235) senesinde, otuzyedi yaşında kendisine âlem-i ma’nâda üç kerre
hâtif-i gaybdan, “Yâ Ahmed! Matla'-ı şems cânibine teveccüh kıl, ondan sonra
Mısır diyârında Tanta cânibine teveccüh eyle, orada karâr et; toprağın ve
makâmın oradadır.” diye bir nidâ-i ma’nevî geldi. Evlâd ü iyâli ile derhâl Mekke’den
Irak’a azîmet edip, Bağdâd’a vusûlünde, cemî'-i ehl-i zâhir ve ehl-i bâtın
kendilerini istikbâl ile tekrîm ve ta'zîm eylediler. Burada bir müddet ibâdât ü
tâat ile meşgûl olup, bir sene sonra avdet ile diyâr-ı Mısır’a gelir iken,
birkaç def'a kuttâ'-ı tarîka tesâdüf edip, bir işâretleriyle onları havf u
haşyete müstağrak eylediler. Hırsızlar bir zarar îrâs edemezlerdi.
Irak’da
bulundukları zamân Hz. Rufâî’nin kabr-i enverlerini ziyâret eylemiştir.
Tanta’ya
vusûlleri 637/(1239) senesine müsâdifdir. Evvelâ, şeyhü’l-beled İbnü Şahîta nâm
kimsenin hânesine misâfir olarak, evin sütûhunu, ya'nî üstünü (Oralardaki
evlerin üstü düzdür. Yazın serin olur diye hâne halkı burada yatarlar.)
menzil-gâh ittihâz edip, gece gündüz ayakta ve gözlerinin siyâhı kıpkırmızı
oluncaya kadar semâya nazar ederdi. Bu hâlde, yemeden, içmeden, uyumadan, kırk
gün geçdi. Tam oniki sene satıh üzerinde hayât geçirdiler.
Bundan sonra
Fîşe nâhiyesine gitmiştir. Abdülâlî ve Abdülmecîd ile sohbet etti. Bu zamân elliüç yaşında idiler. Bu iki zât
sâdâtdan ve evliyâu’llâhdan idi.
/222/
Mürşidi’z-Züvvâr nâm eserde gördüm, müşârünileyhimâ
ile aralarında münâsebet-i külliyye husûle geldi.
Hz. Şeyh’e,
“Bedevî” tesmiyesi, Bedevîler gibi ağzını burnunu kapar imiş. Bundan kinâyet
olarak, kardeşi tarafından tevsîm olunmasından mütevelliddir. Sonra yüzlerini
de örter oldular. Hattâ imâmesinde iki lisâm sarkıtırlar imiş. Bu sebepden
kendilerine “Ebu’l-Lisâmeyn” dediler. Nikâbsız gezmezler idi.
Bu bahse
taalluku i’tibârıyla derc ediyorum: “Şeyh Abdüllatîf-i Bursevî’nin Kitâb-ı Vâkıât’ında., Hz. Bedevî’ye
“Ebu’l-Lisâmeyn” derler. Lisâme, nikâb ma’nâsınadır. Mübârek yüzlerinde birbiri
üzerine iki nikâb var idi. Asla cemâlini kimse görmez idi. Hattâ mürîdlerinden
biri cemâllerini görmeye şiddetle müştâk olup, ref'-i nikâb ile görmeye
ricâ-mend oldu. Hz. Bedevî ise, bu ricâdan vazgeçmesini söyledi. Zîrâ, “Onun
temâşâsına tahammül edemezsin.” dedi. Çâre olmadı. Isrârda bulunmasıyla
nikâbın birini ref' eden Hz. Bedevî’nin yüzünde bir nikâb olduğu hâlde,
lem’a-feşân olan nûra tâkat getiremeyen o mürîd, derhâl cânı cânana verip
Hakk’a vâsıl oluverdi
Mısır’da
basılmış Karâfetü'l-Ebrâr’da bunu ta’yîn
eden şu tafsîli gördüm:
Hem-sohbet
oldukları Abdülmecîd hazretleri “Efendim
vech-i pâkinizden nikâbı ref' ediniz, sûreten cemâl-i tâb-nâkınızı görsek olmaz
mı?” diye niyâzda bulundu, Hz. Şeyh, “Lutuf ve merhamet ediniz, bu
talebten vazgeçiniz, ref’i nikâb eylersem, tâkat getiremezsiniz.”
buyurdular. Abdülmecîd, “Cân vermeyince cânan ele girmez.” diyerek şu
beytin Arapçasını okumuştur :
Nedir cân
kim anı sen nâzenîn cânâna virmezler
Sana âşık
olanlar yoluna cânâ ne virmezler
Bunun
üzerine Seyyid Ahmed el-Bedevî hazretleri, müşârünileyhin hakîkaten müştâk-ı
cemâl olduğunu anlayarak rûy-ı pür-envârından nikâbı ref' edip, arz-ı dîdâr
eylemesiyle Abdülmecîd hazretleri, tâb-ı dîdâra tâkat getiremeyip, fi’l-hâl
teslîm-i rûh eylemiştir. (Kaddesa’llâhu sırrahu)
Abdülâlî, nâm-ı dîgerle Abdülmüteâl
hazretleri, Hz. Pîr’in irtihâline kadar sohbet-i aliyyelerinde bulundu.
Saâdet-i uzmâ bildi, hıdmet-i şerîfesinden ayrılamadı. Ba’dehû nâil-i hilâfet
oldu.
Cenâb-ı
Pîr’in irşâdları, nazar ile idi. Çok kimseleri, Abdülâlî huzûra getirir bir
nazar eylerse, hasta ise, bi-izni’llâh derhâl şîfâ bulurdu. Tâlib-i ma’rifet
ise, kemâle vusûl ile feyz-yâb olurdu. “Haydi seni falan mahalde irşâda
me’mûr ettim halîfem ol.” diye emir buyururlardı.
Bu
tasarrufât-ı gaybiyye ve ahvâl-i acîbe, sutûhdan sonra zâhir ve sâdır olmuştu. /223/ Hattâ, Ahmedîlere,
“Ehl-i sath, sutûhıyyûn” derler. Her kim ki, müşârünileyhe karşı
kalbinde bir hiss-i inkâr u hakâret beslemiş ise, li-hikmeti’llâh muzmahil ve perîşân
olmuştur.
Hakk-ı âlîlerinde lisân-ı
Arab’da yazılmış menkabet-nâmeler vardır. Zamân-ı âlîlerinde hükümdâr-ı Mısır
olan zât ulüvv-i kadr ü kemâllerini tasdîk ettiğinden bi'z-zât hıdmet-i
aliyyelerinde bulunmuş olduğu menkûldür.
Sinn-i
mübârekleri yetmişdokuza vâsıl olduğu zamân 675 sene-i hicriyyesinde (1276),
âzim-i ravza-i dâri’s-selâm oldular. Cenâzelerinde azîm kalabalık olmuş ve
Tanta’da vedîa-i hâk-i ıtır-nâk kılınmıştır. (Kaddesa’llâhü sirrahû ve
nefeanâ’llâhü bi-berekâtihî ve himmetihî ve füyûzâtihî. Âmin.)
İntikallerinin şuyûuyla
bütün ehl-i Mısır müstağrak-ı ye’s ü gam oldular. Berây-ı ta'ziye, fevc fevc
ziyâretlerine geldiler ve halîfeleri Abdülmüteâl hazretlerine arz-ı tesliyet
eylediler.
Hz. Pîr’in,
aktâr-ı âleme gönderdikleri hulefâsı dahi nezd-i müşârünileyhe gelip, izhâr-ı
teessür eylediler. Ahâlî-i Mısır ve mensûbîn-i tarîkat, her sene tekerrür-i
ziyâreti âdet edindiler. El-yevm bir yevm-i mahsûs şeklini aldı. Her sene
civâr-ı Hz. Pîr’de azîm bir panayır kurulmaktadır. Afrika Delîli nâm eserde okumuş idim. Her sene, Mısır’ın her tarafından
buraya, her türlü ve her sınıftan yüzbini mütecâviz halk içtimâ' ederek, gerek
Pîr-i müşârünileyh hazretlerinin medfûn oldukları türbe-i şerîfede ve binâ ve
türbesinin dahi müştemilen mebnî bulunduğu câmi'-i şerîfde ve avlusunda ve
gerek kasabanın câ-be-câ nevâhî ve havâlisinde kurulan binlerce çadırlarda
sâkin olurlar. Turuk-ı aliyyeden bir takımlarına mahsûs çadırlar dahi rekz
olunarak bunlarda ezkâr ve ibâdet ile iştigâl olunur. Dîger haymelerde alış
veriş yaparlar, panayırlar gibi her türlü eşyâ meşheri olurmuş.
“Mevlid” nâmını da alan iş
bu ictimâin son günü turuk-ı aliyye meşâyih ve dervîşânı kâfile kâfile
alem-efrâz-ı gulgule ve tabl ve nekkârelerle sâmia-hırâş /224/ erbâb-ı
sekînet ü murâkabe oldukları hâlde, kasaba dâhilinde bir resm-i geçit alemleri
kaldırarak, ictimâa o gün nihâyet verildiğini, bu hâl ile halka ihbâr
ederlermiş.
Evc-i himmet
güneşi lem’a-ı aşk-ı nebevî
Şevket-
efrûz-ı Hudâ hem nefes-i ism-i kavî
Cilve-zâr-ı
kıdemin nûr-ı tecellâ-yı nevi
İncilâ-gâh-ı
fuyûz-ı nazar-ı Mustafavî
Kutb-ı
aktâb-ı cihân Hazret-i Seyyid Bedevî
ŞEYH
EBU’L-FETH el-VÂSITÎ
Hz. Pîr’den
aldığı emir ve işâret üzerine İskenderiye’ye gelip, neşr-i tarîkat etmiştir.
Şeyh Abdüsselâm
el-Kuleybî, Şeyh Abdullâh el-Baltacı, Şeyh Tâceddîn Begüm en-Neccâr, Şeyh Behrâm
ed-Demir, Şeyh Câmiu’l-Fazliyye ed-Denevşerî gibi zevâtı yetiştirmiştir.
Şeyh
Ebu’l-Feth, şerîatta ve hakîkatta âlim olup, tarîkata duhûlünden beri arkasını
hiç yere koymamıştır. Hastalandığı vakit yastığa dayanırlar imiş.
Hz. Pîr-i
a’zam telâmîzinden olup, İskenderiye’de irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir.
ŞEYH
ABDÜLAZÎZ HAZRETLERİ
Hz. Pîr’den
mazhar-ı feyz olanlardandır. Pederleri, Ahmed b. Saîd ed-Demirî eş-Şâfiîdir. “ed-Dîrînî”
demekle ma’rûftur. Sâhib-i zühd ü vera’ idi. Bilâd-ı Rabak’da ikâmet ederdi.
Şeyh Ken'an Bey eserinde, müşârünileyh hakkında nakl ediyor ki, (إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ
إِذَا ذُكِرَ اللَّهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ وَإِذَا تُلِيَتْ عَلَيْهِمْ آياتُهُ
زَادَتْهُمْ إِيمَانًَا وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ); ya'ni "Mü’min-i kâmiller
onlardır ki, Allah teâlâ zikr olundukta O'nun azamet-i celâl ü heybetinden
kalpları korkar ve âyetleri tilâvet olundukta îmânları artar ve cemî'-i
umûrunda Allah teâlâya tevekkül ederler."[45]
Bu âyet-i
kerîmenin hakâyıkı hakkında müşârünileyh Abdülazîz:
Hakîkatte
mü’min, zikru’llâh esnâsında bu sıfatı ve Kitâbu’llâh’ı istima zamânında bu
hudûu hâiz olan ve Hakk’a mütevekkil ve Hakk’ın ihsânında cûdî ve tâatu’llâh’da
/225/ bulunandır.
Rasûlu’llâh (salla’llâhu aleyhi ve sellem) hazretleri buyurmuşlardır ki:
“Memeden çıkan süt, tekrâr nasıl memeye avdet etmezse, haşyetu’llâh
münâsebetiyle ağlayan mü’min dahi nâra girmez.” Kezâlik buyurmuşlardır: “Fî
sebili‘illâh sabâhlayan ve mahârimden kapanan ve Allâh korkusundan ağlayan göz
nâra girmez”.
Bir gün Ömer
b. el-Hattâb (radıya'llâhu anh) efendimiz, birinin okumakta olduğu (إِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ)[46] âyet-i celîlesini dinlemekte iken, okuyan (وَإِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ)[47] kavl-i kerîmine gelince düştü bayıldı.
Bir gün dahi
kâriin biri sûre-i Tûr’u okuyordu. Müşârünileyh hazretleri durdu, dinledi.
Kâri’ (إِنَّ عَذَابَ رَبِّكَ لَوَاقِعٌ مَا لَهُ مِنْ دَافِعٍ); ya'ni, "Rabbin celle şânuhûnun azâbı elbette vâki'dir.
Onu ref' edici hiç bir şey yoktur."[48] âyet-i kerîmesini okuyunca, Hz. Ömer, bir sâat kadar duvara
dayanıp kaldıktan sonra, hânelerine avdet buyurdular. Bir ay kadar hasta olup,
dışarı çıkamadılar.
Abdullâh b.
Amr el-Âs der idi ki:
“Ağlayınız,
eğer ağlayamazsanız ağlar gibi yapınız. Cenâb-ı Hakk’a kasem ederim, eğer siz
âkıbetinizi bilseniz, sesiniz kesilinceye kadar âh ü figân ederdiniz. Kuvvetden
düşünceye kadar, tâat ve ibâdette bulunurdunuz.”
Müşârünileyhin
mevâızı, kerâmâtı meşhûr olup, 600/(1204) senelerinde irtihâl eylediler. (Kaddese’llâhu
sırrahû)
/226/
Şuabât-ı Tarîkat-ı Aliyye-i Bedeviyye :
Şenâviyye, Kabûliyye,
Halebiyye, Beyyûmiyye, Merzûkiyye, Sütûhiyye, Ulvâniyye.
Beyyûmiyye Kolu :
Müessisi, eş-Şeyh
Ali b. el-Hicâzî b. Muhammed-i Beyyûmî hazretleridir. Hicretin 1180/ (1766)
senesinde, Mısır’da kâin “Beyyûm” kasabasında âlem-i nâsûtu teşrîf buyurup, Kur’ân-ı
azîmü'ş-şânı hıfz ve ulûm-ı zâhire ve usûl-i hadîs tahsîl eylediği gibi,
kendilerinde cezbe ve şevk-ı ilâhî dahi tecellî-nümâ-yı istiğrâk ve velâyetle
meşhûr-ı âfâk oldu. Mısır’ın yarım sâat şimâlinde ve Abbâsiyye civârında
medfûn, tarîkat-ı Halvetiyye eâzım-ı ricâlinden Seyyid Hasan Timurtaş
hazretleriyle de tenvîr-i bezm-i muhabbet ve sülûk buyurmuşlardır. Tarîkat-ı Beyyûmiye-i
Bedevîyye’de pek çok mürîdân olup, bunların, leyâlî-i mübârekede cem'iyyetle
kıyâmen gâyet halâvetli zikrü’llâh ile, ihyâ-yı leyâl eylediklerini Delîlü Vâdi’n-Nîl nâm eserde okumuş idim.
/231/
TARÎKAT-İ ALİYYE-İ MEDYENÎYYE :
-
Ser-çeşme-i evliyâ Hz. İmâm Ali (Kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh)
- Cenâb-ı Hasan el-Basrî (Radıya'llâhu anh)
- Hz. Habîb el-A’cemî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Hz. Davûd et-Tâî ((Kaddesa’llâhu sırrahû))
- Hz. Ebû Mahfûz Ma’rûf Ali el-Kerhî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Hz. Ebu’l-Hasan Seriyyü’s-Sakatî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Hz. Cüneyd el-Bağdâdî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebû Ali Rûdbârî ((Kaddesa’llâhu sırrahû))
- Şeyh Ebû Osmân el-Mağribî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebû’l-Kâsım-ı Gürgânî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebû Bekr en-Nessâc (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ahmed Ârif b. Muhammed el-Gazâlî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebû’l-Fazl Muhammed el-Bağdâdî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebû Ya’zî el-Mağribî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebû Saîd el-Endülüsî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Kutbü’l-ârifîn Şeyh Ebû’l-Medüyen[49] el-Mağribî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
Hîn-i
tedkîkâtımda, bu ehl-i silsilede fazla ve eksik ba'zı isimlere tesâdüf eyledim.
Meselâ, Ebû Ali Rûdbârî’den sonra, ba'zı silsile-nâmelerde Ebû Ali Kâtib-i
Hüseyin hazretleri gösterildiği gibi, fakîrin yazdığım silsile-nâme-i
mezkûrdeki Şeyh Ebu’l-Kâsım-ı Gürcânî, ba'zı silsile-nâmelerde hiç zikr
olunmamıştır. Şeyh Ebu’l-Fazl Muhammed el-Bağdâdî, ba'zı silsile-nâmelerde, Şeyh
Ebu’l-Fazl İbrâhîm el-Bağdâdî sûretinde gösterilmiştir. Şeyh Ebu’l-Berekât’dan
sonra, Şeyh Ebû Ya’zî el-Mağribî isminde başka silsile-nâmelerde bir isim
göremedim.
ŞEYH
EBÛ MEDÜYEN HAZRETLERİ
Sâhibü’l-kerâmâti’l-hârika
ve’l-akvâli’s-sâdıka bir zât-ı mükerremdir. Ebû Medüyen, “Şuayb b. Hasan
et-Tilemsânî el-Mağribî” diye meşhûrdur. /232/ Birinci tabaka evliyâu’llâhdan olduğu müttefekun aleyhdir.
Müddet-i medîde, tefsîr ve hadîs ve fıkıh ilimlerini tahsîlden sonra Şeyh Ebû
Saîd el-Mağribî hazretlerine intisâb ile maârif-i ilâhîyyeyi tahsîl ve sülûku
tekmîl eylemiştir. Cenâb-ı Gavs-ı A’zam Abdülkâdir-i Geylânî efendimize de
mülâkî olup, ahz-ı feyz ettikleri menkûldür.
Tevhîd ü
tevekkülde meşâyih-ı sûfiyyenin imâmı idi. Zühd ü takvâda bî-nazîr idi. Elinden
şarâb-ı hâli içen nice zevât, aşk-ı Hudâ ile ser-mest olmuşlardı. Dâhil-i
dâire-i irfânları olanlar meyânında Şeyhü’l-Ekber Muhyiddîni Arabî hazretleri
gibi bir zât-ı ekremin bulunması uluvv-i kadr ü kemâlâtları hakkında söz
söylemeğe hâcet bırakmaz.
Ebû Medüyen
hazretlerinin zuhûrları Mısır’da vâki' olmuştu. Şöhretleri âleme şâyi' oldukta,
halk ziyâret-i aliyyelerine şitâbân olurdu. Herkes, teberrüken mübârek ellerine
yüzlerini, gözlerini sürerler idi; öperler idi. Halkın bu hâlini gören ba'zı
şeyhler, Ebû Medüyen hazretlerine, “Nefsinizde, bundan bir eser-i fahr his
buyuruyor musunuz?” diye suâlde bulunmuşlar, “Benim hâlim, Hacerü’l-Esved’e
müşâbihtir. Bu enbiyâlar, evliyâlar onu takbîl ettiler; hâlbuki onun
haceriyyeti zerre kadar tagayyür etmez.” cevâb-ı ârifânesini vermişlerdir.
Bir zât,
şeytanı rü’yâsında görüp, “Ebû Medüyen ile nasılsın?” diye sormuş,
şeytân ise, “Benim onu idlâle sa’yim, kilâbın deryâya tebevvülü gibidir.”
demişlerdir. Bu fıkrayı Şeyh-i Ekber efendimizin Fütûhât’ında gördüm.
Ebû Medüyen
hazretleri, bir kerre küffâr eline esir düşüp, bir gemiye koymuşlar, geminin
seyrine hâdim rüzgâr var iken, derhâl rüzgârın kesb-i sükûnet ettiği görülmüş
ve sefîne hareketten kalmıştır. Kaptan işi anlayıp Hz. Şeyh ile sâir üserâ-yı İslâmiyye'yi
tahliye eylemiştir.
Hz.
Muhyiddîn, Fütûhât-ı
Mekkiyye’nin müteaddid yerlerinde kendilerinden bi’l-münâsebe bahs
etmektedir.
/233/ Sene-i hicriyyenin 589’unda (1193) kesret-i sivâdan, halvet-i
ukbâya rucû’ buyurdukta, Mısır’da makbere-i mahsûsasında rahmet-i Rahmân’a
tevdî' olunmuştur. Tarîkat-ı aliyyeleri Mısır ve havâlisin de münteşirdir.
Rumeli, Anadolu
ve İstanbul’da gayr-i münteşirdir.
Şu'beleri
:
Cebertiyye, Meymûniyye,
Dücâniyye, Ulvâniyye, Ulvâniyye-i Hamaviyye. Fakîrin istitlââtıma göre, zamân
zamân yetişen evliyâu’llâh’dan bu tarîka intisâb edenlerin, başka tarîklardan
da feyzleri olup, ale’l-ekser nâmları dîger tarîkatlarda teşehhür edince,
tarîkat-ı Medyeniyye onlara inkılâb edivermiştir. Çünkü hâl-i hâzırda, “Filan
zât tarîkat-ı Medyeniyye ricâlindedir.” diye işitilmemektedir. Ebû Medüyen
hazretlerinin Kasîde-i İstiğfâriyye’leri, bir misli yazılmaz bir eser-i dil-pezîrdir. (Kaddesa’llâhü
esrârahû)
/234/
TARÎKAT-İ ALİYYE-İ SÜHREVERDİYYE
-
Ser-çeşme-i evliyâ Hz. İmâm Ali (Kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh)
- Hz. Hasen el-Basrî (Radıya'llâhu anh)
- Hz. Habîbü’l-A’cemî (Kaddesa’llâhu sırrahû )
- Hz. Dâvud et-Tâî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Hz. Ebû Mahfûz Ma’rûf Ali el-Kerhî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Hz. Ebu’l-Hasan Seriyyü’s-Sakatî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Seyyidü’t-tâife Hz. Şeyh Cüneyd el-Bağdâdî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Mimşâd ed-Dîneverî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Muhammed el-Dîneverî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Muhammed el-Bekrî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Vecîhüddîn el Kâsî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ömer el Bekri (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebu’n-Necîb Ziyâeddîn-i Sühreverdî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Cenâb-ı Pîr Ömer Şihâbeddîn-i Sühreverdî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Kıdvetü’l-muhakkıkîn, reîsü’l-müdakkıkîn bir zât-ı kerîmü’s-sıfâttır.
Velâdetleri :
547/(l152) Müddet-i ömürleri :85 sene. İrtihâlleri : 632/ (1235)
Esmâr-ı Esrâr’da. böyle muharrer ise de, vâki’ olan
tedkîkatımda ba'zı eserlerde târîh-i velâdetlerini 539/ (1144), sinn-i
âlîlerini doksaniki diye gösterilmiş buldum.
ŞEYH
EBU’N-NECÎB es-SÜHREVERDÎ
Müşârünileyh
hazretleri, meşâhîr-i ulemâdan ve kibâr-ı sûfiyyeden olup, neseb-i âlîleri onüç
kuşakta Hz. Ebû Bekr es-Sıddîk (radıya'llâhu anh) efendimize müntehî
olur.
Hicretin 490/(1097)
senesinde, İran’da, Irâk-ı Acem’in şimâl-i garbî köşesinde ve Zencân’ın
kurbunda kâin Sühreverd nâm kasabada dünyâya zînet verip, henüz genç iken,
li-ecli’t-tahsîl Bağdâd’a gelerek, Ali b. Pinhân’dan ilm-i hadîs ve Es’ad-ı
Mebhin’den fıkıh ve sâir ulemâdan ulûm-ı sâire tahsîl ve İsfahan’da Ebû Ali
el-Haddâd’dan istimâ-ı ehâdis-i şerîfe eylemiş ve ba’dehû deryâ-yı zühd ü
takvâya atılmıştır.
/235/ Bir müddet Bağdâd’da suculuk edip kedd-i yemîniyle yaşamış
ve Dicle’nin garbında mürîdân için ribâtlar yaptırmış idi.
545/(1150)
senesinde, fazl ü kemâli sayesinde Medrese-i Nizâmiyye’ye müderris ta’yîn
olunmakla, oniki sene orada tedrîs-i ulûm ile bade’l-iştigâl, 558/(l163)’de Beyt-i Makdis’i ziyâret etmek üzre Şam’a
gelip, ehl-i salîb muhârebâtından dolayı Kudüs’e gidememiş ve bir müddet Şam’da
tedrîs-i hadîs-i şerîf ve va’z u nasîhat ile iştigâl eylemiştir. Melik-i âdil Nûreddîn
Mahmûd tarafından rağbet ü iltifâta mazhar olmuş idi.
563/(1168)
senesinde, Bağdâd’da terk-i âlem-i hayât eylemiştir. Abdülkâdir-i Geylânî
Hazretleriyle musâhabet ederek, istifâza da etmiş idi.
Tarî’kat-ı Halvetiyye
silsilesi, bu zât-ı muhteremden ayrılır. Tarîkat-ı Sühreverdiyye ve Zeyniyye ve
Dessûkıyye ve Kübreviyye de Halvetî koluyla alâkadar olup tafsîli inşâa’llâh, Halvetî
bahsinde gelecektir.
CENÂB-I
PÎR ÖMER ŞİHÂBEDDÎN-İ SÜHREVERDÎ
Müşârünileyh, Ziyâeddîn
Ebu’n-Necîb hazretlerinin birâder-zâdeleridir. İsm-i âlîleri, Ebû Hafs Ömer b.
el-Bekrî olup, eâzım-ı meşâyıhdan ve fukahâ-yı Şâfiiyyeden olup, zikri mesbûk Ziyâeddîn’in
mürîdidir. Neseb-i âlîleri bi’t-tab’ Hz. Sıddîk-ı a’zam efendimize müntehî
olur.
Hicretin
539/(1144) senesinde Sühreverd’de mehd-ârâ-yı âlem-i şuhûd olmuştur. Ulûm-ı
lâzimeyi tahsîlden sonra, amm-i ekremine intisâb ile berâber, Cenâb-ı Gavs-ı
A’zam’a dahi arz-ı nisbetle feyz alarak, zâhirini, bâtınını kemâlât ile tenvîr
ederek, tedrîs ü ifâde, va’z u nasîhat yüzünden büyük şöhrete mazhar oldular.
İmâm Yâfii hazretleri,
hakk-ı âlîlerinde şu sûretle vasıfta bulunuyorlar:
“Üstâd-ı
zamâne ve ferîd-i âvâne, matlau’l-envâr, menbau’l-esrâr, delîlü’t-tarîka,
tercümânü’l-hakîka, üstâd-ı şüyûhı’l-ekâbir, /236/ el-câmi' beyne ilmeyi’l-bâtın
ve’z-zâhir, kıdvetü’l-ârifîn, umdetü’s-sâlikîn, el-âlimü’r-rabbânî Şihâbeddîn
Ebû Hafs Ömer b. Muhammed el-Bekrî es-Sühreverdî (kaddesa’llâhü teâlâ sırrahû).”
İleri gelen
meşâyıhtan pek çoğuyla görüşmüştür. Şakâyık-ı Nu’mâniyye’de, “Ba'zı abdâllarla
cezîre-i ibâdâtta bulunmuş ve Hızır (aleyhi’s-selâm)’ı bulmuştur. Hz. Abdülkâdir,
müşârünileyhe buyurmuştur: Sen Irak’ta meşhûr olanların âhirisin.”
diye nakl olunmaktadır.
Musannefâtı
ve Fârisî ve Arabî’de söylediği şiirleri çoktur. Enfâs-ı kudsiyyelerindendir :
تصرمت وحشة الليالي،
وأقبلت دولة الوصال.
وصار بالوصل لي حسودا،
من كان في هجركم رأى لي.
وحقكم بعد أن حصلتم،
بكل ما فات لا أبالي.
أحييتموني
وكنت ميتا،
وبعتموني بغير غالي.[50]
Âsârından en
meşhûru Avârifü’l-Maârif’tir. Def'aâtla hac eylediği gibi, bu
kitâbı Mekke-i Mükerreme’de te’lîf buyurmuştur.
Her ne zamân
bir müşkili olsa Allâhü teâlâ hazretlerine mürâcaat eyler ve Hâne-i Ka’be’yi
tavâf eyler idi ve tevfîk isterdi ki, müşkili def’ ola. Erbâb-ı irfân-ı
tarîkat, uzaktan, yakından gelip kendisinden istiftâ ederler idi.
Şeyh Sa'deddîn-i
Hamevî hazretlerinden, “Şeyh Şihâbeddîn’i nasıl buldun?”diye sormuşlar.
“Hz. Rasûl-i Ekrem (salla’llâhu aleyhi ve sellem)’in mütâbaati nûru, Sühreverdî’nin
alnındadır.” cevâbını vermişlerdir. Şeyh Sa’dî-i Şîrâzî gibi bir mürîdinin ismini
zikretmek, Hz. Şihâbeddîn’in büyüklüğünü i’lâma hizmet eder.
Hicretin
632/(1235) senesinde, irtihâl-i dâr-ı bakâ ederek, Bağdâd’da, âsitane-i
aliyyelerinde medfûn ve rahmet-i Rahmân’a makrûndur. Ziyâretgâh-ı hâss u âmdır.
(Kuddise sırruhu’l-azîz)
Rûhu’l-Mesnevî’de, birinci cildin 115. sahîfesinde okuduğuma göre, Şeyh
Şihâbeddîn, Ömer-i Sühreverdî’nin birâder-zâdesi olan Şihâbeddîn el-Maktûl ki,
hikmet-i İşrâkıyye’yi ihyâ eylemiştir. Ziyâde kalender ve misâfir idi. Melik
Tâhir gününde, Haleb’e mürûr ettikte, fukahâ hased edip, “İfsâd-ı dîn ediyor.”
diye şikâyette bulundular. 586/(1190) senesinde katl ettirdiler.
Erzurumlu Mehmed
Nûri Efendi dedi ki:
“Bu zâta, işrâkiyyûn denilmesi, Heyâkilü’n-Nûr nâmıyla
te’lîf etmiş olduğu kitâbtan dolayıdır. Bu kitâbda, o mesleği kabûl ettiğinden,
mutasavvıfa ile İşrâkiyyûn arasında müşterek olan bâhisleri câmi'dir. Kendisi
mutasavvıfadan ve şer’-i Muhammedî’de kemâl-i tebaiyyetle feyz-yâb
olanlardandır.”
ŞUABÂT-I
TARÎKAT-İ SÜHREVERDİYYE :
Bedriyye, Kemâliyye,
Zeyniyye, Behâiyye, Ahmediyye, Necîbiyye’dir.
Necîbiyye
şu'besinin müessisi, Şeyh Necîbüddîn Ali eş-Şîrâzî (kuddise sırruh’l-Bârî),
/237/ hazretleridir.
İbrâhîm ed-Dessûkî bu koldan gelir. Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî hazretleri de
alâkadardır. Şâzelî bahsinde zikrolunacaktır.
ŞEYH
SA’DÎ ŞÎRÂZÎ HAZRETLERİ
Meşâhîr-i
fuzalâ vü udebâ ve ricâlu’llahdandır. Gülistân ve Bostan nâm eserlerin müellif-i zî-iştihârıdır. İsimleri Muslihuddîn
olup, İran’da yetişmiş büyüklerdendir. Şuarâ-yı İrâniyye’nin eâzımındandır.
Hükemâ-yı süfiyyedendir. Felsefesi yüksektir. Gülistân nâm eseri, yakın vakte kadar
mekteplerimizde okutturulurdu. Bu münâsebetle kendilerini herkes tanır.
Atabeg Sa’d b. Zengî
asrında zuhûr edip, hükümdar-ı mezkûra mensûb pederi, efendisinin nâmına
nisbetle Sa’dî mahlasını vermiştir. 589/(l 193)’da doğmuştur.
Kâmûsu’l-A’lâm müellifi
der ki:
“Yüz iki sene muammer olup,
çocukluğunda geçen on iki seneden mâ-adâ, ömrünün otuz senesini tahsîl, otuz
senesi seyâhat ve askerlik ile ve otuz senesini dahi inzivâ ve ibâdetle geçirdiği
meşhûrdur.”
Seyâhati
esnâsında, gazâ ve tahsîl kasdıyla Rum ve Hind ve sâir tarafları gezmiştir.
Hâl-i
hayât-ı sûriyyelerinde iken te’lîfâtı âlem-i İslâm’da intişâr eylemiştir. Çok
şöhret kazanmış idi. Her yerde hürmet ve riâyete mazhar olmuş idi.
Evvelâ Bağdâd’da
Medrese-i Nizâmiyye’de, meşhûr Şeyh Ebu’l-Ferec-i Cevzî’den tahsîl-i ulûm etmiş
ve bir müddet bu medresede tedrîste bulunmuştur.
Gülşen-i
ma’rifetin bülbülüdür Şeyh Sa’dî
Şeyh
Şihâbeddîn-i Sühreverdî hazretlerinden ahz-ı tarîkat eylediği gibi,
Kutbu’l-aktâb Hz. Abdülkâdir’in dahi mazhar-ı feyz-i ma’nevîleri olduğu ba'zı
âsârda görülmüştür. Ondört def'a yaya olarak, ziyâret-i Harâmeyn’e muvaffak
olmuş ve ömrünün kısm-ı a’zamını Irak ve Şam’da geçirmiştir.
Mısır, Horasan,
Rum ve Hind ve Mâverâünnehir ve Kaşgar’a /238/ kadar temdîd-i seyâhat eylemiş ve her gördüğünden
hakâyık-ı tevhîd neş’esine mazhar olup, tezyîn-i zât u sıfât eylemiştir.
Ehl-i salîb muhârebesinde
frenklerin eline esir düşüp, bir müddet Trablusşam istihkâmının inşâsında amele
sırasında çalıştırılmış ve nihâyet Haleb ağniyâsından biri tarafından fidye ile
tahlîs edilmiştir. Çekmediği meşakkat, görmediği cefâ kalmadıkdan sonra, Şîrâz
civârında inşâ eylediği bir zâviyede, âhir vaktine değin inzivâ-yı hayât
etmiştir. Gelen hedâyâ ve at’ımeden, kifâf-ı nefsinden mâ-adâsını tasadduk
ederdi. Ulemâ ve ekâbir ve sulehâ ziyâret-i aliyyelerine şitâbân olurlardı ve
hayır duâlarını taleb ederler idi. Zâviyesine her geleni i’zâz ü ikrâm eder,
cümlesine at’ıme-i lezîze yedirir idi.
En büyük şöhreti
gazeliyyâttadır. Ekseri rumûz-ı tasavvufiyyeyi ve hakâyık-ı ârifâneyi
mütezâmmındır. Gülistân’ı, elsine-i muhtelifeye tercüme
olunmuştur. Avrupa lisânlarının cümlesinde tercümesi vardır.
Tab’ı letâif
ve zarâife nihâyet derecede mâil olmak hasebiyle, vaktini dâimâ erbâb-ı fazl ü
zerâfet ile geçirmiştir.
Gülistân ve Bostan'dan başka nice âsâr-ı dil-pezîri
varmış. Külliyyât-ı
Sa’dî nâm eserini de pek makbûl
addetmek lâzımdır.
Enîs-i rûhum Besîm Efendi hazretleri, bir mektûbunda der ki:
“Hukemâ-yı ilâhîyyûn ve urefâ-yı ahlâkiyyûndan Hz. Sa’dî-i
Şîrâzî ki, eş’ar-ı şuarâ-yı Fürs’tır. Ebnâ-yı beşerin en şâyân-ı tebcîl,
evliyâ-yı mufahhamdan birisidir. Kendi zâikâ-ı müstemendânemin mikyâsıyla derim
ki, hakîm-i ârif, müşârünileyhin zevkinde
ve fevkinde şiir söylenmemiştir. Şeyh-i a’ref, müşârünileyhin, Gavs-ı A’zam
efendimizden ahz-ı feyz-i tarîkat u hakîkat eylediği muhakkakât-ı
târîhiyyedendir. Ancak, bu istifâzanın bi'z-zât mı, yoksa bi'l-vâsıta mı olduğu
câ-yı tavakkuf u tahkîktir. Çünki, Gavs-ı A’zam efendimizin, Gülşen-sarâ-yı
visâle intikâli 561/(l165) ve şeyh-i müşârünileyhin ise 691/(1292) târîhleri
olmasına göre, Gavs-ı A’zam efendimizin intikâllerinde, kendisi bir tıfl-ı
nev-zâd olarak tasvîr edilse yüzyirmi seneden fazla ömür sürmüş olması lâzım
gelir. Hâlbuki, Şeyh Sa’dî hazretlerinin bu kadar yaşadıkları rivâyât-ı
zaîfedendir. Esahh-ı rivâyât doksan ile yüz yaş arasında müddet üzerindedir.
Farz edelim ki, yüzyirmi sene yaşamıştır. Yine Gavs-ı A’zam efendimizle imkân-ı
mülâkâtı vârid olamaz. Şu takdîrce gerek inâbe, gerek ifâza, bi’l-vâsıta olmak
evfak-ı hâl görünür.
Fakat, Kitâb-ı Gülistân’ının ikinci
bâbının, üçüncü hikâyesinde, Hz. Gavsı A’zam’ın, Harem-i Ka'be-i Muazzama’da,
istiğâse-i ma'lûmelerini nâkil olan mensûrede (عبد القادر كيلاني قدس سره راديدم كه در حرم كعبة)[51] ibâresi muharrer bulunuyor ki, burada, ya Kitâb-ı
Gülistân’ın müstensihleri (ديدن) "Gördüler."
yerine (ديدم) "Gördüm." ta’bîrini
istinsâh ve ikâme ederek îkâ-ı sehv eylemişlerdir. Yahud müverrihler, Şeyh
Sa’dî’nin târîh-i vefâtını âtîye doğru uzatarak ve bi't-tab' târîh-i hakîkî-i
tevellüdünü taahhur ettirerek bu yanlışlığa sebeb-i müstakil olmuşlardır.
Bunda, hall-i mes’ele vâbeste-i himmet-i vassâfi’l-asfiyâdır. Bu himmet-girân-ı
kıymet-aksâ, temennâ-yı Besîm-i âteşîn-i süveydâdır.
Hz. Sadî, “Bütün hikâyât-ı mestûre nihâyetlerinde
mu'tâd-ı hakîmânesi olduğu vechile, mensûre-i mesrûreyi te'yîden, tahkîmen,
telmîhan, telvîhan, inşâd u ikâme eylediği kıt'a-ı bî-hemtâ tabakât-ı şi'rin
tâk-ı berrînindedir. Her ne vakt okusam, beni mest-i aşk ü heyecân eder.” (der)."
691/(1292)
sene-i hicriyyesinde âlem-i âhirete azm etmiş idi. Merkad-i münevverleri Şîrâz’da
ziyâret-gâh-ı enâmdır.
Manzûme-i
târîhiyye:
هماى روح باك شيخ سعدى،
چو در پرواز شد از روى إخلاص.
مه شوال بود وشام جممعه،
كه در درياى رحمن كشت غواص.
يكى بر سيد سال فوت كفتم،
زخاصان بود از آن تاريخ شد خاص.[52]
بيفشاند از غبار تن بر وبال.[53]
Hz. Sa’dî
cidden ve hakîkaten her ârife kendini sevdirmiş, eserlerindeki hikemiyyât-ı
sûfiyyesi te’sîriyle âlem-i irfânın bi-hakkın hürmetine mazhar olmuş ekâbir-i evliyâu’llâhtandır.
(Kaddesa’llâhü sırrahu)
“Şeyh
Sa’dî’nin mezarı bulundu :
Gülistan
mübdii, şark feylosofu Şeyh Sa’dî’nin
kabri bugüne kadar mechûl bulunmakta idi. Ahîren İran’da “Çihil Dervîş” denilen
mahalde bu İran hakîminin mezar taşı bulunmuş ve taşındaki yazılardan Sa’dî’nin
69i sene-i hicriyyesinde vefât ettiği anlaşılmıştır. Sa’dî’nin Gülistân’ı 47 def’a
tercüme edilmiştir.”[54]
/239/ TARÎKAT-İ ALİYYE-İ ŞÂZELİYYE :
- Ser-çeşme-i evliyâ vü etkıyâ Hz. İmâm Ali (Radıya'llâhu
anh)
- Hz. Hasan
el-Basrî (Radıya'llâhu anh)
- Hz. Habîb
el-A’cemî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Hz. Dâvûd
et-Tâî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Hz. Ebû
Mahfûz Ma’rûf Ali el-Kerhî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Hz. Ebu’l-Hasan
Seriyyü’s-Sakatî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Seyyidü’t-tâife
Hz. Cüneyd el-Bağdâdî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebû Ali
Rûdbârî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebû Ali
Kâtib Hüseyn (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebû
Osmân el-Mağribî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebû
Bekr en-Nessâc (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ahmed
Ârif b. Muhammed el-Gazâlî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebu’l-Fazl
İbrâhîm el-Bağdâdî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebu’l-Berekât
el-Bağdâdî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebû
Saîd el-Endülüsî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebû Medüyen-i
Mağribî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh İmâdeddîn
Ebû Sâlih-i Bağdâdî (Kaddesa’llâhu sırrahû )
- Şeyh Abdurrahmân
el-Medenî ez-Zebân (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Abdüsselâm
b. Muhammed (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Cenâb-ı Pîr Ebu’l-Hasan
Ali eş-Şâzelî b. Ebû Muhammed Abdullâh (Kaddesa’llâhu teâlâ sırrahû)
- - -
- Ser-çeşme-i evliyâ vü etkıyâ Hz. İmâm Ali (Radıya'llâhu anh)
- Hz. Hüseyin
(Radıya'llâhu anh)
- Hz. Ali
Zeynelâbidîn (Radıya'llâhu anh)
- Hz. Muhammed
el-Bâkır (Radıya'llâhu anh)
- Hz. Ca'fer
es-Sâdık (Radıya'llâhu anh)
- Hz. Mûsâ el-Kâzım (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Hz. Ebû
Mahfûz Ma’rûf Ali el-Kerhî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Hz.
Ebu’l-Hasan Seriyyü’s-Sakatî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Seyyidü’t-tâife
Hz. Cüneyd el-Bağdâdî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebû Ali
Rûdbârî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebû Ali
Kâtib Hüseyn (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebû
Osmân el-Mağribî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebû
Bekr en-Nessâc (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ahmed
Ârif b. Muhammed el-Gazâlî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh
Ebu’l-Fazl İbrâhîm el-Bağdâdî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh
Ebu’l-Berekât el-Bağdâdî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebû
Saîd el-Endülüsî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebû Medüyen-i
Mağribî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh
İmâdeddîn Ebû Sâlih-i Bağdâdî (Kaddesa’llâhu sırrahû )
- Şeyh
Abdurrahmân el-Medenî ez-Zebân (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Abdüsselâm
b. Muhammed (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Cenâb-ı Pîr
Ebu’l-Hasan Ali eş-Şâzelî b. Ebû Muhammed Abdullah (Kaddesa’llâhu teâlâ
sırrahû)
-
- -
- Ser-çeşme-i evliyâ vü etkiyâ Hz. İmâm Ali (Radıya'llâhu
anh)
- Hz. Hasan
el-Basrî (Radıya'llâhu anh)
- Hz. Habîb
el-A’cemî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Hz. Dâvûd
et-Tâî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Hz. Ebû
Mahfûz Ma’rûf Ali el-Kerhî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Hz.
Ebu’l-Hasan Seriyyü’s-Sakatî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebu’l
Hasan Ali en-Nûrî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebû Ali
(Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh
Ebu’l-Bişr el-Hasan el-Cevherî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebu’l-Fazl
Abdullâh (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebû
Muhammed Abdülcelîl (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Cenâb-ı
Bennûr (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebû
Şuayb Eyyûb (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebû
Ya’zî-dâr (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebû
Medyen Şuayb (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebû
Muhammed Sâlih (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebû
Abdullâh Muhammed (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Cenâb-ı Pîr
Ebu’l-Hasan Ali eş-Şâzelî b. Ebû Muhammed Abdullah (Kaddesa’llâhu teâlâ
sırrahû)
Dîger
Bir Silsile-nâmeleri:
- Hz. İmâm
Hüseyn (Radıya'llâhu anh)
- Hz. Câbir b.
Abdullâh el-Ensârî (Radıya'llâhu anh)
- Hz.
Saîdü’l-Karvânî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Hz. Ebû
Muhammed Feth es-Suûdî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Hz. Sa’d (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
- Hz. Şeyh
Muhammed Ebû Saîd (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Hz. Ebû İshâk
İbrâhîm el-Basrî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Hz. Zeynelâbidîn
(Kaddesa’llâhu sırrahû)
/240/ - Şeyh
Şemseddîn (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh
İzzeddîn (Nûreddîn) Ali (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh
Takiyyüddîn el-Fakîr (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh
Abdurrahmân el-Medînî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh
Abdüsselâm (Kaddesa’llâhu sırrahû )
- Hz. İmâm
Ebu’l-Hasan eş-Şâzeli (Kaddesa’llâhu sırrahû)
(Hz.
İmâm Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî)
Kitâbü’l-Latîfetı’l-Marzıyye nâm eserde gördüğüm silsile-i nesebleri:
Ebu’l-Hasan
Ali eş-Şâzelî b. Seyyid Abdullâh b. Seyyid Abdülcebbâr b. Seyyid Temîm b.
Seyyid Hürmüz b. Seyyid Hâtem b. Seyyid Kusay b. Seyyid Yûsuf b. Seyyid Yûşa’
b. Seyyid Verd b. Seyyid Battâl (b. Seyyid Ali)[55] b. Seyyid Ahmed b.
Seyyid Muhammed b. Seyyid Îsâ b. Seyyid Muhammed[56] b. Hz. Hasan (Radıya'llâhu anh) b. Hz. Ali (Kerrama’llâhu
vechehû ve radıya'llâhu anh).
Hicretin 593
veya 594 senesinde (1197 veya 1198) Mağrib-ı Aksâ’da, ya'nî İspanya’nın Septe
civârında kâin Gammâra nâhiyesi köylerinden birinde pîrâye-i âlem-i vücûd
oldular. Altmışüç veya altmışaltı sene muammer olup, 659/(1261) veya 656/(1258)
senesinde irtihâl-i dâr-ı naîm eylediler. Zuhûrları, Tunus civârında kâin
Şâzele beldesi olup. bu sebeble “Şâzelî” denilmiştir. Bi'l-âhare, Mısır ve
Sûriye taraflarına icrâ-yı seyâhat buyurmuşlardır. İskenderiye’de bulundukları
zamân ilm ü irfânını, feyz ü kerâmâtını işitenler hıdmet-i şerîfelerine şitâbân
olurlardı.
Şeyh
Abdüsselâm hazretlerinin feyz-i tâmmına mazhar oldukları gibi, bu zât-ı
muhterem esâsen Hz. Seyyid Ahmed er-Rufâî’ye, kutb-ı mükerrem Abdurrahmân
el-Medenî ve Ebû Ahmed Ca'fer b. Seyyid Bûlâd el-Huzâî vâsıtasıyla merbûttur.
Abdurrahmân el-Medenî ez-Zebân, dîger bir koldan Şeyh Takıyyüddîn en-Nehrevendî
ve Abdüsselâm b. Meşîş’in dîger bir şeyhi Berrî ve Şeyh Ali b. Nuaym
vâsıtalarıyla /241/ dahi Cenâb-ı İmâm Rufâî’ye tarîkaten merbût bulunuyorlar.
Sonraları gelen evliyâullâh Pîr-i müşârünileyhin ulüvv-i ka'b ü kemâlâtına
meftûn olup, akvâl-i şerîfelerinden, îrâd-ı emsile-i hakîkat ederler. Evrâd ü
ahzâbı olup, tarîkat-ı aliyyeleri el-yevm münteşirdir. Taht-ı irşâdlarına giren
zevât-ı kirâmın her biri mertebe-i hakîkate ulaşmıştır. Ebu’l-Abbâs-ı Mürsî
hazretleri gibi urefânın mazhar-ı hürmet-i tâmmesi olan eâzim, zümre-i mürîdânlarından
idi.
el-Envâru’l-Kudsiyye nâm eserde menâkıb-ı
şerîfelerinden bahs olunmuştur. Makâlât-ı aliyyelerinden ba'zılarının tercümesi
teberrüken derc olunur:
“Fuhşiyyâtın ve menhiyyâtın küllî ve cüz'îsinden ve ma’nen
ve mâddeten dünyâya inhimâk etmekten sakın. Ârif ol da nasıl istersen ol. Nâsın
hayrından, şerrinden kaçtığın gibi kaç. Çünkü, onların hayrı kalbine, şerri ise
bedenine isâbet eder. Kalbe isâbet eden ise, elbette bedenine isâbet edenden
daha muzırdır. Nâsa ikrâmı ârzû et. Onların ikrâmını isteme.
Hazerât-ı sûfiyyeye müyesser olan ilm-i hakîkatin me’hazi,
terk-i ihtiyâr ve ahkâm-ı şer’iyyeye nasb-ı nefs-i i’tibârdır. Terk-i dünyâ
husûsunda ifrâta varma. Çünkü, birçok himmet sarfıyla dünyâdan çıktıktan sonra,
belki bir gün fikr ü niyyet ve yahud bir nev' irâde ve hareketle tekrâr onun
kucağına yüz döndürmeyesin. Tarîkate dâhil olmak istersen, her şeyin Allâh’tan
olduğunu kalben hıfz edip, lisânen halk ile muâmelede olduğunu izhâr
eylemelisin.
Cenâb-ı
Hak, bir kulunun mezelletini murâd ederse onun meâyıbını nazarından örter. Bir
kulunun da izzetini murâd ederse, tevbe-kâr olmak ve ictinâb etmek içün
meâyıbını kendisine gösterir. Hakk’ın senden râzı olmasını istersen, kendi nefs
ve iktidâr ve kuvvetinden teberrî edip, her hâlde Cenâbı-ı Hakk’a ilticâ
etmelisin.”
“Hz.
Rasûlullâh (salla’llâhu aleyhi ve sellem) efendimizin cemâl-i tâb-dârları, /242/ bir dakîka
gözümden nihân olursa kendimi müslümân add etmem.” diye şiddet-i muhabbet ve kuvvet-i râbıtasını izhâr
eyleyen o sultân-ı tarîkatin, mertebe-i şuhûddaki ulviyyetini düşünmelidir.
654 sene-i
hicriyyesinde (1256), hacc-ı şerîf maksadıyla Mekke-i Mükerreme’ye teveccüh
edip, vâsıl oldukları bir sahrada, cânânına teslîm-i cân etmekle, oraya defn
olunmuş ve o sahrânın suyu tuzlu iken, Hz. Pîr-i mükerremin defninden sonra,
li-hikmeti’llâh, suyu derhâl tatlı olduğu sikadan menkûldür.
“İmâm
Şarânî, Tabakatü’l-Kübrâ
el-Müsemmât bi-Levâkıhı’l-Envâr fî Tabakâti’l-Ahyâr nâm eserinde, cild-i sânide
derki :
(مات بصحراء عيذاب، قاصد الحج، فدفن
هناك في ذي القعدة سنة ست وخمسين وستمائة.)[57] “Hz. Şâzelî’nin irtihâli târîhi, Zi’l-kâ’de 656/ (1258)’dir."
Şeyh Behcet
Efendi hazretlerinin, melfûf tezkiresinde Ayzâb hakkında izâhât
vardır. Saîd-i Mısr kazâsında bir belde imiş, "ayzâb",
"meydân" vezninde imiş. Bir Fransızca eserde türbesinin resmini
görmüştüm. Fotoğrafını istinsâh eyledim, merbûttur. Ona nazar edenler, tenvîr-i
uyûn ederler; o kutbu’z-zamân’ın merkad-i enverlerini görmüş olurlar. (Kaddesa’llâhu
sirrûhu)”
RESİM VAR !!!!!!!
Resim altı yazısı :
“Türbe-i münevvere-i Hz. Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî”
Ali Behced
Efendi’nin Ayzâb kelimesi hakkındaki söz konusu mektûbu:
“Es-Selâmü aleyküm ve rahmetu’llâhi ve berakâtühû.
İmâm Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî (kuddise sırruhû) hazretlerinin mahall-i
medfenleri hakkında mütereddid kalınmış idi. Ayzâb, hangi mahaldedir diye
düşünülmüş idi. Hakîriniz, Kâmûs’a mürâcaat ettim. Ayzâb meydân
vezninde Saîd-i Mısr kazâsında bir beldedir. Şârih der ki : Kutb-ı Rabbânî Ebu’l-Hasan
eş-Şâzeli (kuddise sırruhû) onda medfûndur. Kâmûs’dan ayniyle tahrîr olunup,
huzûr-ı mürşidânelerine takdîm kılınıp, müteveccihât-ı mürşidânelerini istirhâm
ederim, efendim.
21 Mayıs 1927 el-hakîr Ali Behcet”
Zümre-i
ashâb-ı takvânın muazzam fâzılı
Nâm-ı
pâkidir Cenâb-ı Pîr Alî eş-Şâzelî
Oldu anın
ârifâne zât-ı memdûhu enâm
Zâhir u
bâtın ulûmun bir veliyy-i kâmili
Esmâr-ı Esrâr’da, medfeni, İskenderiye gösterilmiş ise de, Şakâyık-ı Nû’mâniyye’de bu sûretle yazılmıştır. (Kaddesa’llâhü
esrârahüm)
Hazret-i Pîr-i
mübeccel Şâzelî
Hâtıra pîrâ
kerâmâtı celî
Vasfının Vassâf’ıyım fahr eylerim
Şâzelî’dir
nuhbe-i âl-i Alî
ŞUABÂT-I
ŞÂZELİYYE :
Ahmediyye, Vefâiyye,
Zürûkıyye, Hanefiyye, Cezûliyye, Gâziyye, Îseviyye, Nâsıriyye, İlmiyye, Mustâriyye,
Afîfiyye, Medeniyye.
Sultân Abdülhamîd
Hân-ı sânî, tarîk-ı Şâzelî’ye mensûb idi. Şeyhi, Zâfir Efendi’dir. Mübârek bir
zât idi. Beşiktaş’tan Yıldız’a giden yolun vasatında bir dergâh-ı münîf inşâ
eylemiştir. Hâlen ma’mûr olup, Cuma günleri zikr-i şerîf olunur. Bu bâbdaki
tafsîlat atîde derc olunacaktır.
CEZÛLÎYYE
ŞU'BESİ :
Ârif-i
bi’llâh, âşık-ı Rasûl’ullâh Ebû Abdullah Muhammed b. Süleymân el-Cezûlî
hazretlerine mensûbdur. Ber-vech-i atî silsile ile Hz. Pır’e kesb-i ittisâl
eyler :
- İmâm Ebu’l-Hasan
Ali eş-Şâzelî (Kuddise sırruhu’l-âlî)
- Şeyh Abdullâh
Muhammed el-Mağribî (Kuddise sırruh’l-âlî )
- Şeyh Ebû Abbâs Ahmed el-Karânî (Kuddise sırruh’l-âlî)
- Şeyh Aynûs el-Bedevî (Kuddise sırruh’l-âlî)
- Şeyh Ebu’l-Fazl
el-Hindî (Kuddise sırruh’l-âlî)
- Şeyh Ebû Zeyd Abdurrahmân er-Recrâcî (Kuddise sırruh’l-âlî)
/243/ - Şeyh Ebû
Osmân Saîd el-Hintesânî (Kaddesa'llâhu sırrahû). İrtihâli : 831/ (1428)
- Şeyh Ebû Abdullâh Muhammed Şerîf b. Abdullâh (Kaddesa'llâhu sırrahû).
İrtihâli : 833/(1430)
- Şeyh Ebû Abdullâh Muhammed b. Süleymân el-Cezûlî (Kaddesa'llâhu
sırrahû). İrtihâli : 870/ (1465)
Sâdât-ı
kirâmdan oldukları, Delâilü’l-Hayrât şerhlerinde ve icâzet-nâmelerinde muharrerdir.
Vücûd-ı
mes’ûdu, Fas’da Cezûl nâm kasabada dünyâya revnak verip, kabâil-i Berberiyye’den,
Sûs-ı Aksâ’da sâkin olan Cezûle ve Semlâle kabîleleri eşrâfındandır. Evvelâ Semlâl
nâm beldede tahsîl-i ulûm ile sâhib-i ılm ü salâh olup, tedrîs ile bir müddet
iştigâlden sonra Fas diyârına hicret edip, burada tekmîl-i tahsîl eyleyerek,
tedrîs-i ilm ve irşâd-ı ibâd ile meşgûl olmuştur.
Delâilü’l-Hayrât, ecell-i âsârıdır ki, ümmet-i Muhammed
tarafından aşk ü ta’zîm ile okumaktadırlar. Bunun üzerine şerh yazan Kara Dâvûd
el-Fâsî nakl ediyor:
“Süleymân-ı Cezûlî, bir gün âbdest almak maksadıyla bir
kuyu başına gitmiş. Fakat kuyudan su çekecek ip ve kova gibi âlât olmadığı cihetle,
mütehayyir bir hâlde iken, bir kız, şeyhin şu hâlini gördükte sebebini suâl
eylemiş. Hz. Şeyh, keyfiyyeti teşrîh edince, kız, “Efendim,
cümle âlem sizi hayr ü kerâmet ile senâ ediyorlar. Hâlbuki suyu, kuyudan
çıkarmak husûsunda mütehayyir kalmanıza taaccüb ediyorum.” demiş ve kuyunun
başına gelip üfürdükde bi-ızni’llâhi teâlâ kuyunun suyu taşmış ve Hz. Şeyh
abdest aldıkdan sonra, “Kızım bu kerâmete nasıl nâil oldun.” demesiyle,
“Efendim, Rasûl-i Ekrem (salla’llâhu aleyhi ve sellem) efendimiz hazretlerinin
sâyesinde nâile oldum.” demiştir. Bunun üzerine Hz. Şeyh salavât-ı şerîfeye
şiddetle muvâzabete başlayayım diye mütefekkir bir hâlde iken, bir gece, uykusu
kaçmış; nısfü’l-leylde görür ki, harem-i âlîleri, yatağından kalkıp güzel
elbisesini giyinip, çarşaflanarak evden çıkıyor.
/244/ Hz.
Şeyh, bu hâli görünce dûçâr-ı merâk olur, peşine düşer. Haremini ta'kîb ettikçe
görür ki, hâtûnun bir önünde, bir de arkasında iki arslan var, onların taht-ı
muhâfazasında gidiyor. Nihâyet bir su kenârına vâsıl olup, su üzerinden
yürüyerek, uzakta bulunan ıssız bir adaya gider. Orada salât-ı teheccüdü
ba’de’l-edâ aynı sûrette hânesine avdet eyler.
Bu hâl birkaç gece devâm eder. Hz. Şeyh, hareminden bu işin
esrârını suâl eyler. Senelerden beri devâm ettiğini ve salavât-ı şerîfeye
muvâzabet yüzünden bu saâdete erdiğini söyler. Hangi salâvât-ı şerîfeye devâm
ettiğini sorarsa da cevâb-ı şâfî alamaz. Bunun üzerine, kütüb-i mu’tebereyi
tedkîk ve asrında olan meşâyıh-ı izâma mürâcaatla, lisân-ı dürer-bâr-ı
Nebevî’den şeref-sâdır olan salavât-ı şerîfe ile, ashâb-ı kirâmın meşgûl
oldukları salavâtı kâmilen cem' ve telfîk ile bir kitâb-ı müstetâb vücûda
getirip, haremine okumuş. O ise, müdâvim bulunduğu salavât-ı şerîfenin bu
kitâbın birkaç yerinde mevcûd olduğu cevâbını almıştır."
Kitâbın adı Delâilü’l-Hayrât fî Şevârıku’l-Envâr’dır. Hz. Şeyh’de hâl değişip sâhil-i bahrde Esfâ diyârına
azîmeti esnâsında, Şeyh Ebû Abdullâh nâm zât-ı âlî-kadre mülâkî olup, ahz-ı
tarîkat eylerler. Ondört sene bu beldede ihtiyâr-ı inzivâ buyurdular. Ba’dehû, Koğal
beldesine gidip, yeniden neşr-i ulûma başlamış; nice kimseleri nazar ve
teveccühleri sâyesinde insân-ı kâmil zümresine idhâl eylemişlerdir. Kendileri,
evrâd ve salavât-ı şerîfe ile iştigâl buyurduklarından, herkes fuyûzâtından
müstefîd olmak için dâhil-i zümre-i mürîdânı olmağa cân atmıştır.
Hattâ
mervîdir ki, sâhib-i kemâl ü irşâd onikibin yüzâtmışbeş zât yetiştirmişlerdir.
Hicret-i
Nebevîyyenin 870 senesi Rebîu’l-evvelinin onaltıncı günü (Eylül 1465) sabâh
namâzının ilk veya ikinci rek’atında, secde-i sâniyede /245/ mesmûmen
nâil-i mertebe-i şehâdet olmuşlardır. (Kaddesa’llâhü esrârahüm)
Koğal’da, binâ-kerdeleri
olan câmi'-i şerîf hazîresindeki medfen-i mahsûslarına defn olunmuş ise de,
yetmişyedi sene sonra, bu havâliye küffârın istîlâsı hasebiyle, mürîdânı, “Biz,
şeyhimizin cesedini burada bırakmayız, kemiklerini olsun bir belde-i
İslâmiyyeye götürürüz.” diye kabr-i şerîflerini açtıklarında, vücûd-ı
mübâreklerini çürümemiş olduğu hâlde bulmuşlardır. Fas’ın merkezi olan Merakeş’e
nakl edip, üzerine mükellef bir türbe binâ eylediler. Vücûd-ı mübâreklerinin
râyiha-ı tayyibesinden, züvvârın mest olmak derecelerine gelmekte olduklarını
hakkındaki eser, yazıyor.
İlm-i
tasavvufta mütebahhirînden idi. Riyâzu’l-Arûz ve Sübhâne’d-Dâim ismiyle mevsûm hizbleri ve fenn-i akâidden bir eser-i
mu’teberleri ve Müsebbeât-ı Aşere nâm evrâdları ve Delâilü’l-Hayrat fî Şevârikı’l-Envâr nâm eser-i latîfleri
meşhûrdur.
MUSTÂRİYYE ŞU'BESİ
Ârif-i
bi’llâh Şeyh Mahmûd b. el-Miknâs el-Mağribî hazretlerine mensûbdur. Mekke-i
Mükerreme’de mücâvir olmuşlardır. Silsileleri Şeyh Süleymân el-Cezûlî’ye
müntehîdir.
- Şeyh Süleymân
el-Cezûlî (Kuddise sırruhu’l-âlî)
- Şeyh Abdülazîz
et-Tübbâğ (Kuddise sırruhu’l-âlî)
- Şeyh Abdullâh
el-Karvânî (Kuddise sırruhu’l-âlî)
- Şeyh Abdullâh
b. Sâsî (Kuddise sırruhu’l-âlî)
- Şeyh Muhammed
eş-Şerefî (Kuddise sırruhu’l-âlî)
- Şeyh Ebu’l-Kâsım-ı
Şa’bânî (Kuddise sırruhu’l-âlî)
- Şeyh Mahmûd
b. Ahmed el-Miknâsi (Kuddise sırruhu’l-âlî)
ÎSEVİYYE ŞU'BESİ
Ârif-i
bi’llâh Seyrî Muhammed b. Îsâ el-Miknâsi es-Sıbâî el-Mağribî hazretlerine mensûbdur.
Silsileleri Şeyh Süleymân el-Cezûli’ye müntehîdir.
- Şeyh Süleymân
el-Cezûlî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Sıdk el-Evsâlî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Muhammed-i Süheyl (Kaddesa’llâhu sırrahû)
/246/ - Şeyh Abdülazîz
el-Harrâr (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebû Fâris el-Kerrâr (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ahmed b. Umrân el-Hâris (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Muhammed Îsâ el-Miknâsî (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
İLMİYYE ŞU'BESİ
Ârif-i
bi’llâh Ebû Abdullâh eş-Şerîf b. İbrâhîm Edhem-i İlmî hazretlerine mensûbdur.
Süleymân el-Cezûli’ye müntehîdir.
- Şeyh Süleymân
el-Cezûlî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Abdülhak (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebu’l-İmdâd Abdülazîz (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Seyyid Abdullâh el-Karavânî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebû Abdullâh Muhammed Tâlib (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebû Muhammed Îsâ b. el-Hasan
b. Îsâ el-Misbâhî (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
- Şeyh Ebu'l-Abbâs Ali b. Ahmed el-Ebhurî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebû Abdullâh eş-Şerîf b. İbrâhîm Edhem-i İlmî (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
Delâilü’l-Hayrât İcâzet-nâmeleri:
Delâilü’l-Hayrât, me’zûnen
okunmak usûlden olduğundan me’zun olan zâtın, Süleymân el-Cezûlî hazretlerine
muttasıl olması lâzım gelir. Bu abd-i ahkar, iki icâzet-nâme ile müşârünileyhe
arz-ı nisbet eylediğimden, her ikisinin teberrüken ve aynen dercine müsâberet
kılındı :
بسم الله الرحمن الرحيم
وصلى الله على سيدنا محمد وعلى آله وصحبه حمدا لمن أجاز الأنام في مجازات
الإحسان وأقر أعينهم بمسانيد الفضل والامتنان والصلاة والسلام على سيدنا محمد الذي
امتازت أمته بحفظ السند مدى الأزمان وعلى آله وأصحابه المخصوصين بعظيم العناية
والمدد من الملك المنان وعلى التابعين ومن تبعهم على المحبة السوية ولاسيما بدوام
الصلوة والتسليم على خير البرية خلاصة المنتخبين من ولد عدنان المرفوع الذكر على
منصة الأقلام والمنابر بفصيح اللسان.
أما بعد: فيقول العبد العاجز المذنب الفاني محمد مبارك بن عبد الله بن
آرسلان العمري الداغستاني، لما كانت السند من خصوصيات هذه الأمة وهو سنة أكيدة
مهمة إذ حفظ السند وضبط رجاله من أعظم ما ينتجه اللبيب وأحسن أحواله.
وقد بذل السلف الصالح في ذلك الهمم العلية والأفكار المعية. فميزت الطرق
بأسانيدها الصحية من الصنعية فبلغوا ذلك الرتب المنفية كيف وقد قيل في هذه الشأن،
إن من لم يكن له شيخ، فشيخه الشيطان.
وقال بعضهم: إنه كالسيف للمقاتل. وبعضهم قال: إنه سلم يصعد إلى أعلى المنازل.
وشيوخ الإنسان آبائه في الدين، ووصلة بينه وبين رب العالمين.
فلما كان كذلك، التمس مني الماجد اللبيب والحاذق الأديب أخونا في الله تعالى
حسين وصاف بن الحاج عثمان الإستانبولي – توجه الله تعالى بتاج أهل التوفيق بين
العباد، وعم به النفع لكل حاضر وباد – أن أجيزه بقرائة دلائل الخيرات وشوارق
الأنوار ومن غيرها الأوراد والأحزاب، ظاهرة الأنوار الذي اشتغل به. فإنه من الله
تعالى بحسن الظفر ولطائف من الأسرار، وأن أذكر له سندي في ذلك. وإن لم أكن أهلا
لما هنالك فاستخرت الله تعالى، وأجبته وبطريق فيها بالجميع أجزته. وأجزته أيضا بكل
ما تجوز لي بروايته أو ثبت لدي درايتها كما تلقيتها كلها بالسند إلى مؤلفيها
بالشروط المعتبرة عند أهلها بحق إجازتي بذلك كله عن كثير من الشيوخ الأعلام،
الثابتة الأقدام ولاسيما بدلائل الخيرات في الروضة المعطرة في المدينة المنورة
تجاه المصطفى صلى الله عليه وسلم عن شيخي وأستاذي زسندي محمد أمين القادري ابن
السيد أحمد بن العلامة السيد رضوان أفاض الله عليهم وعلينا مزن حبيب العفو
والغفران.
عن شيخه المرحوم العارف بالله سيدي علي بن يوسف
الحريري المدني، عن شيخه سيدي السيد محمد بن أحمد المدغري، عن شيخه سيدي محمد بن
أحمد بن أحمد المثنى عن شيخه سيدي أحمد بن الحاج، عن شيخه سيدي المقري، عن شيخه
سيدي عبد القادر الفاسي، عن شيخه سيدي أحمد بن أبي العباس الصمعي، عن شيخه سيدي
أحمد بن موسى السملالي؛ عن شيخه سيدي عبد العزيز التباع عن مؤلفه سيدي ومولاي
السيد محمد بن السيد سايمان الجزولي الشريف الحسني نفعنا الله به وبهم أجمعين.
وأوصيه بتقوى الله العظيم. فإنها أقوى سبب لنيل فضله الجسيم. وأرجو أن لا ينساني
من مبارك دعواته في خلواته وجلواته؛ ولا يدعني من تضرعاته ونفحاته. وحسبنا الله
وكفى؛ وسلام على عباده الذين اصطفى. برز ذلك مني في الاستانبول، في اليوم الخامس
من شهر رمضان المبارك من سنة ألف وثلثمائة والسابع عشر من هجرة سيد المرسلين صلى
الله عليه وعلى آله وصحبه وسلم تسليما؛ والحمد لله رب العالمين.[58]
Dîgeri:
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله فاتح أبواب الخيرات لمن استفتح؛ ومانح جزيل النوال لمن استمنح
بفيض شآبيب النعم لمن يتعرض لنفحاته من أولى الهمم. وأفضل صلاة وأسماها؛ وأعطر
تحيات وأزكاها؛ وأجزل تسليمات وأنماها؛ وأعلى بركات وأعلاها على من شرف الوجود
ظهوره؛ وملأ الكونين ونوره باب الله الأعظم وحبيبه الأقدم ورسوله الأكرم، سيدنا
محمد صلى الله عليه وسلم وعلى آله وصحبه المحبوبين لدى الرب الكريم. وبعد:
فإنه لما كانت الصلاة على النبي صلى الله عليه وسلم من أعظم القربات؛ وأجل
طريق موصل إلى النجاة؛ وأقرب وسيلة لنيل أعلى الدرجات في الحياة وبعد الممات. أمر
الله تعالى عباده بالصلاة والسلام عليه إجلالا وتكريما بعد أن صلى عليه هو
وملائكته حبا فيه وتعظيما. فقال جل وعلا:
]إِنَّ اللَّهَ وَمَلَائِكَتَهُ
يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّ يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ
وَسَلِّمُوا تَسْلِيمًا[(33سورة الأحزاب56)
وإن أحل ما رتب لهذا الشأن العظيم؛ وأبرك ما بوب لهذا الخير العميم، كتاب
الصلاة الموسوم بدلائل الخيرات. فإن الأمة المحمدية، تلقته بالقبول وكيف لا وقد
احتوى على أنفس صيغ الصلاة على الرسول وبما أتى به مجاز بهذا الكتاب المستطاب
وسندي فيه متصل بمؤلفه حضرت السيد الشيخ الإمام الجزولي عليه رضوان الملك الوهاب.
طلب مني العارف الذكي، ولدي القلبي حسين وصاف، المتصف بأحسن الأخلاق
والأوصاف بن عثمان أفندي، أن أجيزه بقراءة كتاب دلائل الخيرات المذكور.
فقد أجزته إجازة عامة، كما أجزني شيخي وسندي، وعمدتي في شدتي، مربي السالكين
وإمام العارفين حسنة زمانه؛ وزهرة أوانه؛ العالم الرباني؛ والكامل الصمداني؛ تاج
أهل الحقيقة والعرفان؛ وكوكب المصدقين ونادرة الزمان، السيد الشريف والعالي القدر
المنيف، شيخ الطريقة المولوية في مدينة الإسلامبول المحمدية، المرحوم المغفور له
مولانا السيد الشيخ عثمان ده ده أفندي، صلاح الدين والدينا، لبن السيد الناصر عبد
الباقي ده ده.
وهو قال: أجازني شيخي وأستاذي، الكامل الفاضل، رئيس الأقراء، وقدوة الأتقياء
الحاج الحافظ، خواجة محمد أفندي بن خليل، إمام جامع مولوي محمد باشا؛ وهو مجاز عن
الشيخ ذي الانتباه، السيد حافظ إبراهيم آكاه بن محمد عبد الله، وهو مجاز، عن الشيخ
حافظ القرآن محمد بن عثمان؛ وهو، عن الشيخ محمد صالح بن عبد الله؛ وهو، عن الشيخ
أبي الحسن السندي المدني؛ وهو، عن الشيخ محمد حيات السندي؛ وهو عن الشيخ عبد الله
بن سالم البصري المكي؛ وهو، عن الشيخ السيد عبد الرحمن المحجوب المغربي المكي؛
وهو، عن مؤلفه، وهو، الشيخ الجليل، ذو الفضائل والمجد الأثيل، صاحب المعرفة
والشهود، مقتداى أهل الجمع والجود، شمع الشريعة والطريقة، ذي الجهادين حقيقة إمام
الهدى واليقين، سيدنا أبو عبد الله محمد بن سليمان الجزولي السملالي. قدس الله
تعالى سره العالي، ومتعنا بحياة روحانيته، وإنا لنا ثمار بركته. والحمد لله رب
العالمين. والصلاة والسلام على نبيه وآله وصحبه أجمعين. آمين.
29
جمادى الآخر 1319
وأنا الفقير الحقير المحتاج إلى ربه القدير
المشتغل بتعليم كتاب المثنوي محمد أسعد المولوي[59]
Hz. müellifin, tarîkat-ı aliyye-i Bedevîyye’ye de intisâbları olduğunu Hadîkatü’l-Evliyâ nâm eserde okudum.
AHMEDİYYE-İ ŞÂZELİYYE ŞU'BESİ :
Müessisi,
tarîkat-ı aliyye-i Şâzeliyye kümmelîn-i mürşidîninden Seyyid Ahmed b. İdrîs
hazretleridir. Ömrünü Mekke-i Mükerreme’de geçirmiş, ârif-i bi’llâh, vâsıl-ı
ila’llâh bir merd-i hakâyık-âgâhdır. Pek çok halîfe yetiştirmiş ve her birini
mertebe-i kemâle îsâl eylemiştir. Bâ-husûs, meşhûr âlim Şeyh Senûsî hazretleri
ser-efrâz-ı hulefâsıdır ki, terceme-i hâlini tarîkat-ı Dessûkıyye’yi müteâkiben
inşâllâh yazarım.
Kutb-ı dâire-i takdîs, Mevlâna Seyyid Ahmed b. İdrîs hazretleri,
şürefâdandır. Silsile-i nesebi, Hz. Hasan b. Ali (radıya'llâhu anh)’ya
müntehîdir. Diyâr-ı Mağrib’de, Fas’da, sâhilde, Arâyiş beldesinde dünyâya
revnak-efzâ olmuştur.
İbtidâ-yı tahsîlleri Fas’tadır. Burada, ulûm-ı zâhire tedrîsine
başladılar. /250/
Şeyhleri, Abdülvehhâb et-Tâzî hazretleridir. Şeyh Muhammed es-Senûsî, el-Menhelü’r-Râik nâm eserlerinde her ikisinden
bahs eyler. Ahmed b. İdrîs hakkında, “Kutbu’l-ârifin ve imâmü’l-muhakkıkîndir.”
diyor.
Abdülvehhâb et-Tâzî’nin şeyhi, Seyyid Abdülazîz b. Mes’ud ed-Debbâğ
el-Fâsî olup, Hızır (aleyhi’s-selâm)’dan ahz-ı feyz eylediği eser-i
mezkûrda muharrerdir.
Silsile-i tarîkatleri :
- Şeyh Abdülvehhâb et-Tâzî,
- Şeyh Seyyid Muhâmmed b. Ziyât el-Kundûsî,
- Şeyh Mübârek b. Adiy el-Feylânî,
- Şeyh Muhâmmed b. Nasır ed-Der’î (Nâsıriyye
şu'besinin müessisi),
- Şeyh Ahmed b. Ali el-Hâcî ed-Der’î,
- An-şeyhiş-şüyûh Ebi’l-Kâsım el-Gâzî
el-müteveffa (İrtihâli : 991/(1583)
- Şeyhu’l-meşâyih seyyidinâ Ahmed-i Zürûk
eş-Şâzelî (Zürûkıyye şu'besinin müessisi). (Kaddesa'llâhu esrârahum)
Evrâd ve ahzâbı vardır. 1318 /(1900) senesinde İstanbul’da pek nefîs bir
sûrette basılmışdır. Doğrudan doğruya Hz. Ali (radıya'llâhu anh)
efendimizden ahz-ı feyz ile te’lîf buyurulmuş bir eserdir. Delâilü’l-Hayrât tarzında okunur. Tab’ ve neşrine
ekâbîr-i meşâyih-ı müteahhirînden Muhâmmed İsmâîl b. Muhâmmed Nüvvâb hazretleri
sebep olmuşlardır. Hâşiyesinde, Hz. Şeyh’in tercüme-i hâl ve keramât-ı
âli’l-âlinden bahs eylemiştir.
Ahmed b. İdrîs hazretleri, Mekke-i Mükerreme’ye azîmet sırasında Mısır’a
uğramışlardı. Mekke-i Mükerreme’de otuz sene ikâmet eylemişler; Medîne-i
Münevvere’yi mükerreren ziyâret etmişler; 1244/(1828) senesinde Yemen’e âzim
olmuşlar, Zebîd ve Mahâ ve sâir bilâd-ı Yemâniyye’de dolaşmışlar; dokuz sene Yemen’de
kalmışlar, 1253/(1837) senesinde burada âzim-i dâr-ı bakâ olmuşlardır. Yemen
ulemâ ve urefâsı, Hz. Şeyh’in meftûn-ı irfân u kemâli oldular.
Yemen’de Habyâ nâm karyede medfen-i mübârekleri ziyâret-gâh-ı uşşâktır.
Ahz-ı
feyz edenler: Medîne-i Münevvere şeyhü’l-ulemâsı Muhammed Âbid es-Sindî, Şeyh Muhammed
es-Senûsî, Şeyhu'l-Arabî ed-Derkâvî, Mekke’de Şeyh Muhammed Hasan Zâfir
el-Medenî, Mağrib’de Şeyh Muhammed el-Meczûbî es-Sevâkinî, Yemende Seyyid
Abdürrahmân el-Ehdel, Şeyh İbrâhîm er-Reşîd. (Kaddesa’llâhü esrârahüm)
ŞEYH İBRÂHÎM er-REŞÎD
HAZRETLERİ
Müşârünileyh hazretleri, Hz. Şeyh’in nefes-i nefîsine mazhar olmuş
eâzım-ı sûfiyyedendir. İlâ-âhıri’l-ömr, şeyhinin mülâzım-ı sohbet ü hizmeti olmuş
idi. İsmâîl-i Nüvvâb ve Ahmed-i Rendrâvî ve Ali Sayravî nâmında üç halîfe-i
mükerremleri vardır.
/251/ İsmâîl-i Nüvvâb hazretleri,
müşârünileyhin tercüme-i hâlini yazıp, Ahmed b. İdrîs’in evrâd ve ahzâbı
hâşiyesinde tab’ ettirmişlerdir. Rasûlu’llâh (salla’llâhu aleyhi ve sellem)
efendimizden ve Hızır (aleyhi’s-selâm)’dan telekkun-ı esrâr eylemiştir. Harâmeyn-i
Muhteremeyn’de bulunup, Medîne’de âzim-i dâr-ı karâr olmuştur. Eâzım-ı meşâyıhı
müteahhirîndendir.
İsmâîl-i Nüvvâb’ın terceme-i hâli bi'l-münâsebe Nakşibendî faslında
yazılacaktır.
MEDENİYYE ŞU'BESİ:
Umde-i ehl-i irfân Şeyh Muhammed Hasan Zâfir el-Medenî hazretlerine mensûbdur.
Mahdûmları Muhammed Zâfir Efendi, Envâru’l-Kudsiyye nâm eserinde, bu şu'beyi,
"Tarîkat-ı Medîne" nâmıyla yâd eder ve her ne kadar tarîkat-ı Şâzeliyye’nin
fürûu ise de, müşârünileyh zamânında daha ziyâde kesb-i vüs’at ederek şehir ve
kasabalara ve aktâr-ı İslâmiyye’ye yayılmış olduğunu zikr eyler. Pederleri, Şeyh
Hamza Zâfir el-Medenî’dir.
Şeyh Hasan Zâfir 1222/(1807) senesi hilâlinde Medîne-i Münevvere’de
doğmuştur. Diyâr-ı Mağrib’e seyâhati vardır. Şeyh Muhtâr-ı Kennî el-Kâdirî
hazretlerinden, şu'be- i Şâzeliyye’den, Nâsıriyye kolundan ilm-i esmâ ile
esrâr:ı hurûfu almıştır. Seyyid Ahmed-i Tîcânî ve Seyyid Muhammed b. İsâ-yı
Şâzelî ile ba’de’l-mülâkat 23 Safer 1223/(20 Nîsân 1808) târîhinde Fas’da
kibâr-ı meşâyih-ı Şâzeliyye’den Ahmed ed-Derkâvî’ye tecdîd-i bey’at edip, dokuz
sene hizmetinde bulunmuştur. Hilâfet alarak Medîne-i Tâhire’ye hicret ve üç
sene hâl-i tecerrüdde ikâmet eyledi. Ba'de’l-hac Medîne’ye avdetle, Seyyid
Ahmed b. İdrîs hazretleriyle mülâkâtta ve ahz-ı füyûzâtta bulundu. Fas’a gidip,
Ahmed ed-Derkâvî ile hem sohbet oldu. Medîne’ye avdet sırasında Trablusgarb’a
uğradı. Çok kimseler arz-ı nisbet ettiler.
Şeyh Ahmed ed-Derkâvî’nin silsile-i tarîkatı:
- Şeyh Ali el-Cemel el-Umrânî
- Şeyh Arabî b. Ahmed,
- Şeyh Ahmed b. Abdullâh,
- Şeyh Kâsım-ı Hasâsî,
- Şeyh Muhammed b. Abdullâh,
- Şeyh Abdurrahmân,
- Şeyh Yûsuf el-Fâsî,
- Şeyh Abdurrahmân,
- Şeyh Ali el-Dühacî,
- Şeyh İbrâhîm-i Efhâm,
- Şeyh Ahmed-i Zerûk,
- Şeyh Ahmed b. Ukbe el-Hadramî,
- Şeyh Yahyâ-yı Kâdirî,
- Şeyh Ali b. Vefâ,
- Şeyh Bahru’s-Safâ,
- Şeyh Muhammed,
- Şeyh Dâvûd b. Bahlâ,
- Şeyh Tâceddîn b. Ahmed b.
Atâullâh el-İskenderî,
- Şeyh Ebu’l-Abbâs el-Mürsî,
- Hz. Pîr Ebu’l Hasan eş-Şâzelî.
(Kaddesa’llâhü esrârahüm)
1263/(1847) senesinde, Trablusgarb’da, Mısrata’da irtihâl-i dâr-ı naîm
eylediler. Mahdûmları Muhammed Zâfir Efendi’nin himmetiyle üzerlerine bir türbe
inşâ olunmuştur. Ondört evlâdı vardı.
Ecell-i hulefâsı:
Şeyh Muhammed Zâfir Efendi, Şeyh Abdülkâdir, Şeyh Muhammed el-Fâsî, Şeyh Seyyid
Ahmed, Şeyh Seyyid Muhammed, Şeyh Seyyid Ali Nûreddîn, Şeyh Seyyid Muhammed
et-Tayyib, Şeyh Ömer-i Bâlî, Şeyh Ahmed er-Rufâî, Şeyh Ahmed es-Semenhûrî, Şeyh
Abdullâh, Şeyh İbrâhîm-i Berâde hazerâtı olup, İstanbul’da, Mısır’da, Hicâz’da,
Tunus’ta,. Sûriye’de, Medîne-i Münevvere’de neşr-i feyze me’mûr olmuşlardı. (Kaddesa’llâhü
esrârahüm)
ŞEYH MUHAMMED ZÂFİR EFENDİ
/252/ Muhammed Zâfir el-Medenî diye
yâd olunur. 1244 sene-i hicriyyesinde (1828) Trablusgarb’da Mısrata’da, dünyâya
kadem-nihâde olmuştur. Pederleri, bâlâda zikr olunan Şeyh Muhammed Hasan Zâfir
el-Medenî’dir. Vâlideleri, Kamer Hanım’dır. Ondokuz, yirmi yaşına kadar Mısrata’da
bulunup, ibtidâî tahsîlden sonra Tunus ve Cezâyir’de seyâhat ve Mısır tarîkiyle
Medîne-i Münevvere’ye azîmet eyledi ve bu sırada erbâb-ı ilm ü irfândan pek çok
kimselerin mazhar-ı ılm ü feyzi oldular.
Peder-i ekremlerinin dâhil-i dâire-i terbiyetleri olduğundan, tarîkaten
ondan hilâfet aldılar.
Trablus’a avdetlerinde kırküç yaşına kadar kaldılar. Birâderleri Şeyh
Hamza, İstanbul’a gelmiş ve Pertevniyal Vâlide Sultân’ın mazhar-ı iltifâtı
olmuşidi. Vâlide Sultân, intisâb etmek ârzûsunu izhâr edince, “Efendim, büyük
birâderim ehl-i kemâldir, fakîre müsâade buyurunuz, gideyim onu getireyim.”
deyip da'vet-i vâkıa üzerine almış getirmiştir ki, Sultân Abdülazîz devrine
müsâdif 1287/(1870) senesindedir.
Mahmûd Nedîm Paşa, Trablus vâliliğinde müşârünileyhi iyi tanıdığından, Vâlide
Sultân’a medh edip, bu sırada Şehzâde Abdülhamîd Efendi dahi Hz. Şeyh’e meclûb
olmuş ve intisâb etmiştir. Unkapanı civârında Üçmihrâblı Câmii yakınında bir
hâne istîcâr edilip, üç sene kadar bulundular. Abdülhamîd merhûm, buraya
tebdîlen gelir gidermiş. 1290/(1873) târîhlerinde, bir saraylı hanım ile
izdivâc etti. Bu sırada memlekete gitti geldi. Ba’dehû, Medîne-i Münevvere’ye
âzim oldu. 1293/(1876)’te Abdülhamîd Hân câlis-i taht-ı saltanat olunca şeyhini
da'vet etti. Nihâyet-i ömürlerine kadar burada kaldı. Üç def'a memleketine
avdet temennîsinde bulunduğu hâlde, bırakmadılar. Beşiktaş’ta, Yıldız yolundaki
dergâh-ı münîfı inşâ ile Hz. Şeyh’i burada alıkoydular.
1321 senesi şehr-i Recebinin ikinci (24 Eylül 1903) Cuma gecesi, ya'nî
leyle-i Regâibde terk-i âlem-i nâsût eylediler. Dergâh ittisâlinde defn olunup,
üzerine mükellef bir türbe binâ ettirdiler.
Âlim, fâzıl, ârif, edîb, kâmil bir zât idi. Pâdişâhın devre-i ikbâlinde,
âmâl-i dünyeviyye peşine düşmeyen, gûşe-i vahdeti ihtiyâr eden eâzımdandır.
Orta boylu, melîhu’l-vech mahbûbu’l-kulûb bir zât-ı âlî-kadr idi. (Kaddesa’llâhü
sırrahû)
Cezâyir ulemâsından, Fas Müftüsü Şeyh Muhammed b. Azûz, Ahmed Zâfir, İbrâhîm
Zâfir Efendiler hulefâsındandır.
el-Envâru’l-Kudsiyye
fî Tenzîh-i Turukı’l-Kavmi’l-Aliyye, el-Envâru’s-Sâtı'
ve’l-Bürhânu’l-Kâtı' ve Akrabu’l-Vesâil
li-İdrâki Maâlî Müntehabi’r-Resâil cümle-i âsârındandır.
Ondört erkek, dokuz kız evlâdı olmuştur. İbrâhîm Zâfir Efendi el-yevm
câ-nişîndir.
Haremleri: Deblec Hanım 1330 Zi'l-hicce’sinde (Kasım 1912) irtihâl
etmekle türbe civârına defn olunmuştur.
Manzûme-i âtiyye Hz. Şeyh’indir:
فوض الأمر إليك،
تجد
الخير هنالك.
إن
في التفويض سرا،
ساريا
في كل سالك.
واترك
التدبير واسمع،
اتق
قول من قال بذلك.
لا
تدبر يا حبيبي،
تبق للأشياء مالك.
مالكا
قولا وفعلا،
رائق الفكر كذالك.[60]
TARÎKAT-I ALİYYE-İ DESSÛKİYYE
/253/ Sühreverdîyye kolundan
münşeâbtır.
- Hz. Şihâbeddîn-i Sühreverdî (Kaddesa’llâhu sırrahû )
- Şeyh Nûreddîn Abdussamed (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
- Şeyh Necmeddîn Mahmûd-ı
İsfahânî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Pîr-i muhterem Hz. İbrâhîm
ed-Dessûkî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
İBRÂHÎM-İ DESSÛKÎ HAZRETLERİ
Mısbâh-ı esrâr-ı tarîkat, miftâh-ı envâr-ı hakîkat, kutbu’l-aktâb İbrâhîm
ed-Dessûkî hazretleri, eâzım-ı ulemâ-yı İslâmiyye’den ve ecille-i ricâl-i tarîkat-ı
aliyyeden olup, aktâb-ı erbaa sırasına girmiş ve silsile-i nesebleri Hz. Ali
efendimize müntehî bulunmuştur.
İbrâhîm b. Ebi’l-Mecd b. Ali Kureyş b. Muhammed et-Tayyib b. Ebu’n-Neccâr
b. Ali Zeynelâbidîn b. Abdülhâlık b. Muhammed b. Muhammed Ebu’t-Tayyib b.
Abdullâh el-Kâtim b. Abdülhâlık b. Ebu’l-Kâsım b. Ca’fer ez-Zekî b. Ali el-Hâdî
b. Muhammed el-Cevâd b. Ali er-Rızâ b. Mûsâ el-Kâzım b. Ca'fer es-Sâdık b.
Muhammed el-Bâkır b. Ali ez-Zâhid b. Ali b. Zeynelâbidîn b. Hüseyn b. Ali b.
Ebî Tâlib el-Kureşi el-Hâşimî. (Kerrema'llâhu vechehû ve radıya'llâhu teâlâ anhum)
İbrâhîm-i Dessûkî hazretleri Mısır’da Reşid Kasabası civârında Kûd nâm
beldeye karîb Nil nehrinin garb sâhiline mebnî Dessûk nâm karyede kutb-ı kebîr,
veliyy-i şehîr Seyyid Ebu’l-Mecd hazretlerinin sulb-i pâkinden gehvâre-i zîb-i
âlem-i şuhûd olmuşlardır. Târîh-i velâdetlerinde ihtilâf vardır. 603/(1206)
veya 633/(1235) veyahut 653/(1255) sene-i hicriyyesine müsâdiftir. Şehr-i
Şâban’ın otuzuncu gecesi olmak üzere zabt olunmuştur. Vâlide-i mükerremeleri, Şeyh
Ebu’l-Feth el-Vâsıtî hazretlerinin kerîmeleri Seyyide Fâtıma hazretleridir.
Hadîkatü’l-Evliyâ’da okumuştum:
Velâdetlerinin ertesi günü yevm-i şek olmakla, ahâlî, hilâl-i Ramazân’ın ru’yetinde
ihtilâf ettiklerinden mazanna-ı kirâmdan Şeyh Muhammed b. Hârûn hazretlerine
mürâcaat ederler. /254/
Müşârünileyh bi-tarîki’l-mükâşefe Seyyid İbrâhîm’in tevellüd ettiği senenin
Ramazân’ının ilk günü sâim olacağına vâkıf olduğundan, Seyyid İbrâhîm’in şu ilk
kerâmetini ve celâlet-i kadrini sâirlere ifhâm için; “Gidiniz bu gece
tevellüd eyleyen tıfl-ı mübârek, bugün meme emmiş midir, anlayınız.”
buyurmuşlardı.
Hemen
vâlide-i muazzezelerine mürâcaat ettiler, sordular. Kemâl-i hüzn ü endîşe ile,
“Bugünün tulû'-ı fecrinden beri memeyi bıraktı, şimdi asla emmiyor.”
dedi cevâbını arz ettiler:
“Evlâdlarım!
Evvelâ vâlidesine haber veriniz, mahzûn olmasın. Akşam, zamân-ı iftâr hulûl
edince, yine memesini emer; sâniyen, ahâliye de haber veriniz, sâim olsunlar.”
buyurmuşlardır.
Hz. Pîr, Şeyhu’l-Hakâyık nâm eserlerinde:
“Cenâb-ı Hak, bu fakîre, sulb-i pederde iken menn ü ihsân ve rahm-i
mâderde iken lutf-ı firâvân buyurdu. Dâr-ı dünyâya ibtidâ kadem-zen olduğumda,
henüz ru’yet-i hilâl sâbit olmamışken, ahâliye o günün Ramazân olduğunu
mübeşşir oldum ki, bu ilk kerâmetim olmuştur.” buyurmuşlardır,
Dessûk’ta
20 sene halvete kapanıp, nice te’lîfât-ı celîle vücûda getirdiler. Bir kaç
lisân tekellüm buyururlarmış.
Şeyh Necmeddîn Mahmûd-ı İsfahânî hazretlerinden ahz-ı feyz ettikleri
gibi, İmâm İzzeddîn Ahmed el-Fârûsî el-Kârzûnî ve Ebû İshâk eş-Şeyh İbrâhîm
el-Fârûsî ve Ebû’l-Ferec eş-Şeyh Ömer el-Fârûsî vâsıtalarıyla, Hz. Pîr Ahmed
er-Rufâî’den feyz-yâb oldular ve Hz. İmâm Şâzelî’den bilâ-vâsıta, iktisâ-ı
hırka eylediler.
Cenâb-ı İbrâhîm, nûr-ı şems-i siyâdet, bedr-i münîr-i velâyet, gavvâs-ı
deryâ-yı hakîkat, mürşid-i râh-ı vahdet, hâdi-i aşk ü muhabbet olmuşlar idi.
Kerâmât-ı zâhire ve makâmât-ı fâhire sâhibi olup, şöhret-i azîmeye mâlik
idiler.
Akvâl-i hikemiyye ve mevâızı vardır. Mürîdlerine dâimâ nasîhat edip, “Müteşerri’
ve nazîf ve afîf olmayanlar, evlâdım dahi olsalar benden değildir.”
buyururlarmış.
Ken’an Bey’in
eserinde okudum, /255/ Hz. Pîr’in hekîmâne sözleri vardır.
“Dervîş olan kimse, a'zâ-yı zâhiresini tahâret-i şer’iyye
ile tathîr ve kalbini de gafletten tenzîh etmek lâzımdır. Maâsîden ictinâb
muktezî olduğu gibi, hâmil-i Kur’ân
olanlara lisânlarını menhiyyât-ı şer’iyye ile telvîs etmek yakışmaz.
Bi'l-cümle dervîşan ve fukarâ indinde sevimli ve muhteremdir. Siz de ey
evlâdlarım! Onlara muhabbet edip, öyle nazar
ediniz. Ârifler, hasenâtını maâsîden addederler. Saâdet-i ebediyyeyi ârzû eden kimse her husûsta iftikâr ihtiyâr etmelidir. Mübtedînin gıdâsı açlık, yağmuru dümû'-ı
ihlâstır. Mübtedînin ebvâb-ı rûhu açılıp, kalbine rikkat girinceye kadar sâim
olması lâzım gelir ki, huzûr-ı kalble Kur’ân’ı ve mevâız-ı Kur’âniyye’yi
bi-hakkın dinleyip intifâ’ etsin.
Zâhir-i şer’-i şerîfe muhalif bulunmadıkça, bir dervîşin
hâl u şânına ve melbûsât u me’kûlâtına ve meşrûbâtına i’tirâz etmeyiniz. Zîrâ
dervîşleri inkâr ve onlara i’tirâz, mûris-i vahşettir. Vahşet ise tarîk-ı
ilâhîden inkıtâı mûcibtir. Şerîat, mutahhir-i asıldır. Hakîkat onun fer’idir.
Şerîat, şer’-i şerîfin ahkâm-ı zâhiresi ve hakikât ahkâm-ı hafiyyesi demektir.
İşte makâmât-ı evliyânın cümlesi bu ikisinde mündemiçtir. Her ikisine mahsûs
ehil ve ricâl vardır. Kâmil, bunların her ikisinin beynini cem’edendir.
Şeyhlik iddiâ edip de, Rabbına âsi olmaktan sakın. Çünkü o
vakit Cenâb-ı Hak sana: “Sen ne hayâsız adamsın ki bir
yandan bana kurbiyyet iddiâ ediyor, bir yandan da onun külliyen hilâfını
irtikâb eyliyorsun! Bana yakın olmak için, o kirli libâsını yıkamak lâzımdır;
daha ne vakte kadar karnını harâm ile dolduracaksın, adımlarını günâhlarına
atacaksın! Daha ne kadar uyuyacaksın ki, benim sevgililerim kıyâmdadır. Sen
müddeî-i kezzâbsın.” buyurur”.
Müşârünileyh hazretlerinin, kerâmat-ı kesîresi vardır: Dervîşlerinden
biri, kendilerinin bir işi için İskenderiye’ye gelmiş idi. Çarşı halkından
biriyle, aldığı şey üzerine beynlerinde nizâ' vâki oldu. /256/ Çarşılı adam onu İskenderiye
kadısına şikâyet etti. Kadı, dervîşleri sevmez, mütekebbir, cebbâr bir kimse
idi. Şikâyet olunan dervîşi celb edip, habs ettirdi. Dervîş İbrâhîm ed-Dessûkî hazretlerine
haber gönderip halâsına şefâat diledi. Müşârünileyh kadıya:
“Gece okları, evtâr-ı huşû' ile veterlenmiş bulunursa hedefe isâbet
eder. O okları hedefe bir takım adamlar doğrultur ki, onlar uzun uzadıya rükû’
ve sücûd ederler. Bir takım diller ile ki, göz yaşıyla dolup taşmakta olan göz
kapaklarıyla berâber duâda hareket etmektedir, o oklar kirişe takılıp da bir
kere atılacak olursa, zırhlarla tahassun etmenin bir faydası olmaz.”
meâlinde atîdeki beyitleri hâvî bir kağıt gönderdi.
سهام الليل صائبة المرامي،
إذا
وترت بأوتار الخشوع.
يقومها
إلى المرمى رجال،
يطيلون
السجود مع الركوع.
بالسنة
تهمهم في الدعاء،
بأجفان
تفيض من الدموع.
إذا
أوترت رمين سهما،
فما يغني التحصن بالدروع.
Bundan maksat, bî-günâh dervîşlerin gördükleri gadr üzerine seherlerde
bâr-gâh-ı ilâhîye ref' edecekleri âh oklarından tahzîr etmek idi. Kağıt, kadıya
vâsıl olunca, varakayı getirene birçok hakâret-âmiz muâmelelerde bulunduktan
sonra, ashâb-ı hevâ-dârânını toplayıp, varakayı onlara göstererek, “Şu
velâyet iddiâsında bulunan adamdan gelen kâğıda bakın!” deyip,
müşârünileyhe sebb ü şetm ederek beyitleri okumaya başladı. Beyitler tamâm
olunca, bi-kudreti’llâhi teâlâ varakadan bir ok çıkıp göğsüne battı ve
arkasından çıktı. Kadı sû-i edebinin cezâsını bu sûretle görerek vefât etti.
Hakk-ı âlîlerinde müstakillen kitaplar te’lîf olunmuş olduğu gibi,
tarîkat-ı aliyyeleri Mısır’da münteşirdir. Memleketimizde intişâr edememiştir. et-Tabakâtü’l-Kübrâ nâm eserde, hakk-ı âlilerinde şu
tavsîfât vardır :
هو من أجلاء مشايخ الفقراء أصحاب الحزن؛
وكان من الصدور المقربين وكان صاحب كرامات ظاهرة ومقامات فاخرة، وسرائر ظاهرة وبصائر
باهرة وأحوال خارقة وأنفاس صادقة وهمم عالية ورتبة سنية ومناظر بهية وإشارات
نورانية ونفحات روحانية وأسرار ملكوتية محاضرات قدسية له المعراج الأعلى في
المعارف والمنهاج الأسنى في الحائق والطور الأرفع في المعالي والقدم الراسخ في
أحوال النهايات واليد البيضاء في علوم الموارد والنايح الطويل في التصريف النافذ.
والكشف الخارق عن حقايق الإيمان.[61]
/257/ Bâğ-ı cemâle hırâm eyledikte, Mısır’da
Dessûk kasabasında âsitâne-i aliyyeleri hazîresinde türbe-i mükerremelerine
defn edildi. (Nevvera’llâhu merkadahû).
Asrında
herkese kendini ziyâdesiyle sevdirmiş ve o derecede hürmet ve ta’zîmine mazhar
olmuş olduğuna binâen gaybubiyyet-i ebediyyesi ahâlî-i Mısır’ı dağ-dâr eylemiş idi.
Her sene yevm-i velâdetine müsâdif günde, uzaktan yakından binlerce halk
ziyâret-i aliyyelerine şitâbân olmakla, bundan nâşî el-yevm merâsim sırasına
girmiştir.
Her sene külliyetli halk oraya gelerek binlerce çadır kurulur. Her
tarîktan bir çok meşâyih ve dervîşân ve ahâli ezkâr ile iştigâl ederler imiş.
Bu izdihâmdan nâşî li-ecli’t-ticâre gelen ehl-i ticâret de panayır kurarlarmış.
Mevlid nâmı verilen işbu panayıra hitâm verileceği zamân, tabl u nekkâreler
vurulur, bunun üzerine herkes yerli yerine dağılırmış.
Afrika
Delîli nâm eserde
okudum, Sernûbiyye ve Âşûriyye nâmıyla, şuabât-ı Dessûkiyye varmış.
Tarîkat-ı Dessûkiyye’nin ismi Arabî'de Burhâniyye’dir. İmâm Şarânî, Tabakât’ında, “Şeyhul-hırkati’l-Burhâniyye”
diye tavsîf eder. Rûm’da Dessûkiyye nâmıyla şöhret bulmuştur. Burada Dessûkiyye
tarîki munkatı’dır.
SENÛSÎLER
/258/ SEYYİD
MUHAMMED-İ SENÛSÎ
249. sahîfede yazdığım vechile, (Senûsiyye) tarîk-ı Şâzeliyye’den bir
şu'bedir. Müessisi, es-Seyyid Muhammed b. es-Seyyid Ali b. es-Senûsî
hazretleridir. Seyyid Ahmed b. İdrîs hazretlerinden feyz almışlardır. Mısır’da Buhayra
Müdîriyyeti'ne mülhak ve İskenderiye civârında “Sîve” nâm karyede bir zâviye
binâ eylemiştir.
1205/(1790) târîhinde Cezâyir müştemilâtından Mezûme kasabasında
zîb-âver-i gehvâre-i şuhûd olup Fas’ta, tahsîl-i ulûm u fazâil eyledikten
sonra, tarîkat-ı Kâdiriyye’ye intisâb etmiş ve muahharen Mekke-i Mükerreme’ye
rıhlet edip, orada müşârünileyh Seyyid Ahmed b. İdrîs hazretlerine mülâkî
olmakla, istikmâl-i füyûzât-ı ma’neviyye ederek, ba’dehû şeyhinin irtihâliyle
onu istihlâf eylemiştir. Cebel-i Ebû Kubeys’te bir zâviye binâ ve burada, neşr-i
feyz-i tarîkına mübâşeret eyledi. Buradan Yemen’e seyâhatla avdetinde Bingazı
dâhilinde kâin Cebel-i Ahdar'a 1255/(1839) târîhinde ihtiyâr-ı muhâceret eylemiştir.
Müteaddid zâviyeler te’sîs edip, mürîdânı müzdâd olmuştur.
1261/(1845)’de Seyyid Muhammed el-Mehdî ve 1263/(1847)’de Seyyid Muhammed
eş-Şerîf nâmlarında iki evlâdı dünyâya gelmiştir.
Bir müddet sonra yine Cebel-i Ebû Kubeys’e giderek yedi sene ilm-i hadîs ü
fıkıh okutup, sît ü şöhreti artmış ve halk başına üşüşmekle bundan tahâşî
ederek Cebel-i Ahdar’a muâvedet buyurmuştur.
Esnâ-yı râhda Mısır’a uğramışlar ve teşrîflerini haber alan Mısır Vâlisi Abbâs
Paşa, Mısır’da, Bâbu’l-Hadîd civârında şehir hâricinde mahsûsan bir zâviye
binâsıyla, oraya da'vet eylemiş ise de, icâbet etmeyip, Cîze havâlisinde Kerdâse
nâhiyesinde bir müddet ikâmet buyurmuşlar; fakat, halkın istifâza ümîdi ve
ziyâret kasdı ile tehâcümü vâki' olmuş idi.
Cebel-i Ahdar’ın biraz garbında Gazyân denilen mahalle inip, burada da
bir zâviye te’sîs ve iki sene ikâmet buyurmuş. Bu müddet zarfında mürîdânının
ba'zılarını Sîve’den üç ve mezkûr Gazyân’dan on gün uzakta ve sahra cihetinde
bulunan Ca’bûb nâm mahalle gönderip bir zâviye inşâ /259/ ettirerek 1273/(1856)’te kendisi
de azîmet eylemiştir.
Bir rivâyette, âlem-i tenhâyı ârzû ederek, Mısır ile Bingâzî hudûdu
üzerinde kâin Ferce vâhasında vaktiyle mezârılk olan bir mağarayı makar ittihâz
etmiştir. Urbân’dan ve erbâb-ı vecd ü vicdândan pek çokları dâire-i inâbet-i
aliyyelerine girmiş ve cümlesi neşe-i ma’nevîyyeye mazhar olmuştur.
Müşârünileyh hazretlerinin müellefât-ı kesîresinden, Îkâzûl-Vestân fi’l-Ameli bi’s-Sünneti ve’l-Kur’ân, es-Selsebîlü’l-în
fi‘t-Tarâiki’l-Erbaîn, el-Menhelü’r-Râik fi’l-Esânîdi ve’t-Tarâik, eş-Şumûsu’ş-Şârika
fî Esmâi Meşâyihi Mağâribe ve’l-Meşârika unvânlı olanlar meşhûrdur.
1276/(1859)
senesinde terk-i âlemi câvidanî eyleyip, mahdûmları ve halîfeleri Seyyid
Muhammed el-Mehdî hazretleri ile birâderleri Seyyid Muhammed eş-Şerîf
hazretleri, makâm-ı irşâda geçmişler ve terbiye-i sâlikîne başlamışlardır.
Bundan sonra Ca’bûb karyesi, haylice ma’mûriyyet kesb edip, bir çok
zâviyeler yapılmış ve her birinde tefsîr ve hadîs okutulmağa başlanmış ve bir
çok kimseler burada ihtiyâr-ı inzivâ vü vahdet eylemiştir. Seyyâhîn ve
misâfirîn ve mürîdîn için ziyâret-gâh olup, tarîkat-ı Senûsiyye, Mısır’ın her
cihetinde, husûsiyle Mısır’dan aksâ-yı garba kadar sahrâda sâkin kabâil ve
ma’mûrelerdeki ahâlî arasında ziyâdesiyle intişâr etmiştir.
Müşârünileyhimâ irtihâl-i dâr-ı naîm edince, yerlerine Muhammed el-Mehdî
hazretlerinin mahdûmu Seyyid Ahmed es-Senûsî hazretleri geçmiştir.
SEYYÎD AHMED es-SENÛSÎ
Sultân Abdulhamîd Hân-ı sânî merhûm, müşârünileyhimâya izhâr-ı âsâr-ı
hürmet tarîkiyle, yâverlerinden Azm-zâde Sâdık el-Müeyyed Paşa’yı Afrika’ya
i’zâm etmiş ve nazar-ı feyz ü himmetlerini celbe çalışmışlar idi. Sâdık
el-Müeyyed Paşa, o havâlîye olan sûret-i seyâhatini, Evrâk-ı
Havâdîs’le uzun
uzadıya neşr eylemiş idi.
Senûsîler, makâm-ı hilâfete karşı şiddetle merbût olduklarından Trablusgarb’ın, İtalyanlar
tarafından istîlâya ma'rûz kaldığı zamân devletimize fevka'l-âde yardım
etmişler ve İtalyanlara karşı müdafaât-ı dilîrânede bulunmuşlar idi. /260/ Hele harb-i umûmîde göstermiş
oldukları âsâr-ı muâvenet târîhimizde yer tutar.
El-yevm,
mesned-nişîn-i meşîhat olan Seyyid Ahmed es-Senûsî, İslâmiyyet’e ve Türklüğe
karşı, hissiyyât-ı necîbe ile perverde olduğundan, irtibât-ı kalbîsini
senelerden beri, İtalyanlara, İngilizlere karşı Türklerle birlikte harb
meydânlarında mücâhede etmek ve bu uğurda emsâlsiz şahâmet âsârı göstermekle
isbât etmiştir.
Bingâzi meb’ûs-ı esbakı Yûsuf Şetvân Bey, hükümet-i sâbıkanın ârzûsu ile,
Hz. Şeyh’i İstanbul’a da'vete ve alıp getirmeye me’mûr olduğundan Tiryeste’den
tahte'l-bahırla Bingâzî’ye gidip, müşârünileyhi alarak yine tahte'l-bahirle Tiryeste’ye
getirmiştir. Harb-i umûmîde, müşârünileyhin memleketimize gelmesine
düşmânlarımız olan devletler tabîî mâni' olurlardı. Bu sebebten hafiyyen
getirilmişti. Henüz tahte'l-bahirle seyâhata ülfeti olmayan Hz. Şeyh’in
gösterdiği cesâret kayda şâyândır.
Tiryeste’den Viyana tarîkıyla İstanbul’u teşrîf buyurdular (ki), (târîh)
22 Zi’l-kâde 1331 (23 Ekim 1913)’dir. Azîm bir istikbâl merâsimi yapıldı;
pâdişâhın misâfiri oldu.
İnkılâb-ı saltanat oldukta, Mehmed Vahîdüddîn Han’ın taklîd-i seyf
merâsiminde bulundular; teberrüken kendileri kılıç kuşattılar. Hükümetçe
kendisine rütbe-i vezâret verildi ve fahrî olarak Ordû-yı Hümâyun ferîklik
pâyesi tevcîh olundu. Fakat, Hz. Şeyh'in, mertebe-i refîa-ı ma’nevîyyesi
menâsıb-ı dünyânın fevkında olduğundan, bu gibi âlâyişe firîfte olmadılar.
Memleketimizi teşrîfleri, ordumuz üzerinde büyük te’sîr-i ma’nevî husûle
getirdi.
Bir
müddet sonra Bursa’da ikâmet buyurdular ve ehl-i beldenin hürmet ve muhabbet-i
azîmesine mazhar oldular. Bu abd-i kem-ter, Câmi'-i Kebîr'de kendileriyle müşerref
oldum. Mevlânâ-yı müşârünileyhi siyâhî zannediyordum, meğer, pek hafîf esmer, beyâz
bir zât-ı âlî-kadr imişler.
İlk a'sâr-ı İslâmiyye’deki kıyâfeti andırır bir sîmâ, bir şekl ü şemâil;
söz söylemesi gâyet latîf, tab’an gâyet zarîf, beyâz bir bornoza bürünmüş,
nûraniyyü’l-vech bir zâttır, /261/ öyle nahvî bir Arapça konuşuyor ki, makâlât-ı beligânesini kolaylıkla
anlamak mümkündür. Pek müteşerri’, pek mütesennin bir mücâhid-i ekremdir.
Nesl-i
peygamberîden olan bu emîr-i dilîrin huzûrunda bulunduğum zamân hep hakâyıktan
bahs buyurdular. Bornozdan başka sırmalı bir mişlah giydikleri ve başlarını
ale'd-devâm örttükleri; kahve renginde cübbe iktisâ eyledikleri görülmüştür.
Üst baş, gâyet tâhir; her sözü bir âyet, bir hadîsin ve kelâm-ı kibârın
ma’kesidir. Harekât u sekenâtında, sünen-i cedd-i âlî-nejâda harfi harfine
mürâât ediyor, indinde, sigara içmek harâmdır. Her sözü bir nasîhattir.
Bursa’yı Yunanlılar işgâl, edince, Ankara’ya gittiler. Anadolu’nun her
tarafında dolaştılar. Her gittikleri yerde, ehl-i İslâm üzerinde büyük
te’sîrler bıraktılar. Tarsûs Gazetesi muhâbirine söyleyip, tercümesi
gazetelerimizle neşr olunan efkâr-ı âliyesi, kendilerinin siyâsî bir dâhî
olduğunu göstermektedir. Ba'zı cümlelerini teberrüken nakl ediyorum:
“Bu
memleketin istikbâli, her şeyden evvel ve her şeyin üstünde, ahlâk-ı İslâmiyye
umdesine istinâd ediyor. Bu umde üzerindedir ki, şanlı yarının binâsını
kuracağız. Evet, bu memleketin istikbâli, dinimizin ahkâmına riâyette,
nevâhîsinden ictinâbtadır.”
“Bu dîn,
en yüksek medeniyyetin, fikrî ve ahlâki terakkînin, ahlâk-ı fâzılânenin
dînidir. Bize saâdet-i dareyni tekeffül eden ancak bu dîndir. Dînimiz bize,
adâleti, iyiliği, îcâdı, ictihâdı, vatan muhabbetini, sa’yi, ikdâmı, izzet-i
nefsimizin muhâfazasını emr ediyor. Dînimiz en ahlâkî ve ictimâî bir dîndir.
Peygamberimiz (salla’llâhu aleyhi ve sellem): (بعثت لأتمم مكارم الأخلاق.) buyurmuşlar. Ya'nî, “Mekârim-i ahlâkı itmâm için ba’s
olundum.” buyuruyorlar. Dînimiz bizi, fuhşiyyâttan, müskirâttan, sefâhattan,
tefrikadan, atâletten, cehâletten, bütün mesâvî-i ahlâkiyyeden nehy ediyor.
Binânenaleyh millete bir vazîfe terettüb ediyor: Dîni /262/ bütün
hakîkatıyla anlamak ve onunla amel etmek; bizi izrâr eden, kuvvet ve
şevketimizi yıkan, düşmânlarımızı itmâ’ eyleyen en büyük sebeb hiç şüphesiz ki,
dînimizi ihmâl etmekliğimizdir; hissiyyâtımıza mağlub olmaklığımızdır. Netîcede
yıkıcı olduk, basar ve basîretimizi körleten, vicdânlarımızın bütün, asîl ve
temiz seslerini boğar bir cehâlet bizi fuhşiyyâta sürüklüyor. Bize, hakîkî
vazîfelerimizi unutturuyor. Hâdisât, ihmâllerimiz netîcesi olarak bize acı bir
ders oldu. Artık, şimdi kendimizi islâh etmek bize vazîfedir. Yoksa büyük
zaferin bize hâzırladığı gâyeye vusûl müyesser olamaz. Dîn, yalnız dîn; dîn
hayâtımızdır; onsuz hayât olamaz.”
Hz. Şeyh, Kürdistân’a kadar seyâhat buyurdular. Ankara’ya avdeti ve hâl-i
harbin zâil olması üzerine, ârzû-yi zâtiyyeleriyle ve Mısır tarîkıyla 12
Rebîu’l-evvel 1343/(11 Ekim 1924) târîhinde vatan-ı aslîlerine döndüler.
Afrika
Delîli nâm eserde
gördüm. Sudan’da bulunan zevâyânın adedi üçyüzü mütecâvizdir. Bu zevâyânın her
biri birer darü'l-fünûn sûretinde müessestir. Tarîkat-ı Senûsîyye’ye dâhil
olanlara da, sâir tarîkatlarda olduğu gibi “ihvân” derler. İhvândan olanlara
bütün Araplar, hattâ harâmîler hürmet ederler.
Seyyid
Muhammed es-Senûsî, akîdesini, mesleğini, Mekke-i Mükerreme’de neşre başladığı
zamân, turuk-ı sâireye hücûm etmediğinden pek ziyâde muvaffak olmuş idi. Senûsîlik,
Hicâz ve Yemen ve Cezîretü’l-Arab’da da tevessü’ edivermiş idi. Şeyh, mürîdlerine
ezkârdan ziyâde, Şerîat-ı Ahmediyye’ye temessükü tavsiye eder. Hülâsa-i kelâm Senûsîlik,
çölde pek iyi bir sâik-i medeniyyet olmuş ve yavaş yavaş çölün vahşî
kabîleleri, bu sâyede terk-i huşûnet etmeye başlamıştır.
ZEYNÎLER
/263/ Silsile-i Zeyniyye :
- Cenâb-ı Pîr Ömer Şihâbeddîn es-Sühreverdî (Kuddise sırruhu’l-âlî)
- Şeyh Necîbüddîn Ali Şîrâzî (Kuddise
sırruhu’l-âlî)
- Şeyh Nûreddîn Abdussamed-i Nazarî (Kuddise
sırruhu’l-âlî)
- Şeyh Necmeddîn Mahmûd-i Isfahânî (Kuddise
sırruhu’l-âlî)
- Şeyh Hüseyin Hüsameddîn-i Şemşîrî (Kuddise
sırruhu’l-âlî)
- Şeyh Cemâleddîn Yûsuf-ı Gûrânî (Kuddise
sırruhu’l-âlî)
- Şeyh Abdurrahmân Nûreddîn-i Mısrî (Kuddise
sırruhu’l-âlî)
Müşârünileyh hazretlerinin, Zahîrüddîn Îsâ el-Mısrî hazretlerine de
münâsebeti olduğuna mebnî, bu nisbetleri Şeyh Abdüsselâm-ı Kuleybî ve Şeyh Ebu’l-Feth-i
Vâsıtî hazerâtı vesâtatıyla Hz. Pîr-i a’zam Seyyid Ahmed er-Rufâî (kuddise
sırruhu’l-azîz)’ye vâsıl olur ki, tarîkat-ı Zeyniyye, esrâr-ı Rûfâîyye’yi
dahi câmi' bir şeh-râh-ı irfândır.
Hz. Pîr, Muhammed Zeyneddîn el-Hâfî (kaddesa’llâhu
sırrahu’l-âlî) : Velâdeti
: 757/(1356), irtihâli : 838/(1435), müddet-i ömrü : 81 sene.
Kutbu’l-ârifîn, mürebbiyü’s-sâlikîn olan Şeyh Zeyneddîn Ebûbekir Muhammed
b. Muhammed-i Hâfî rahîmehu’l-kâfî hazretleri, "Şeyh Zeyneddîn-i
Hâfî" denilmekle meşhûrdur. Maskat-ı re’sleri, Horasan’da Hâf şehridir.
757 senesi şehr-i Rebîu’l-evvel’inin 15’inde (19 Mart 1356) dünyâya şeref vermiştir.
İbtidâ-yı hâllerinde Mısır’a giderek Şeyh Nûreddîn Abdurrahmân-ı Mısrî
hazretlerinin dâhil-i dâire-i irfânı olup, hilâfet aldı. Vâridât-ı gaybiyye ve
fütûhât-ı lâ-raybiyye sâhibi oldu. Çok zamânlar ihtiyâr-ı halvet ederlerdi.
Makâm-ı hakîkatte yer tutmuş eâzım sırasına geçmişlerdir. Ba’dehû seyâhata
çıkıp, pek çok yerleri gezdikten, makâmât-ı âliyeyi ziyâretten, ashâb-ı
kemâlâta mülâkâttan sonra Horasan’a kadar gittiler. Bağdâd’da iken, şeyhinin
icâzet-nâmesini zâyi' ettiğinden tekrâr Mısır’a gelmiş ise de, şeyhinin
irtihâli haberini aldığından, fakat /264/ hücrelerinde bir sûretine
dest-rest olduğundan, alıp Bağdâd’a gelmiştir.
Bir
müddet sonra, Hâf şehrine avdetle neşr-i envâr-ı tarîkat buyurmuşlardır. Sonra,
ziyâret-i Haremeyn emeliyle âzim-i râh-ı Hicâz olup, avdette Kuds-i şerîfte
bulundular. Tekrâr seyâhata çıktılar: Mâleynî nâm kasabaya vâsıl oldukları
zamân, ol gencîne-i esrâr-ı ilâhîyye 838 şehr-i Şevvâlinin
ikinci (1 Mayıs 1435) Pazar gecesi, seksenbir yaşında iken irtihâl-i dâr-ı naîm
eylemiş ve bi'l-âhare nâ’ş-ı mükerremleri Dervîş-âbâd’a nakl olunmuştur. (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
Hz. Şeyh’in ictihâdlarına binâen kendilerinden yürüyen silsile-i
tarîkatta nâmlarına, “pîr” ve tarîklarına, “Zeynî” denilmiştir. Kabr-i âlîleri Herât’ta
imiş. Demek ki, Dervîş-âbad, Herât civârında bir mahal olacak.
Zamânının cidden eâzımından bir zât-ı celîl ve müteşerri’ idi. Hz. Pîr Muhammed
Bahâeddîn Şâh-ı Nakşıbend (kuddise sırruhu's-samed) efendimizin Zeyneddîn-i Hâfî
hazretleriyle sohbeti olup, nezd-i âlîlerinde, üç gün halvet-güzîn oldukları
menkûldür. Vasâyâ nâmında bir eser-i kıymet-dârları
varmış.
ŞEYH ABDULLATÎF-İ KUDSÎ
Hz. Pîr (Zeyneddîn-i Hâfî)’nin hulefâsındandır. Bursa’da Emîr Sultân
türbesi civârında, Zeynîler Tekkesi denilen bir mahalde, câmi' harâbesi önünde
müstağrak-ı mehd-i rahmettir. İlm-i zâhir ü bâtında mâhir bir velîyy-i kâmil
idi. Bir eserde nıüşarünileyh hakkında şu ma'lûmâta dest-rest oldum :
“Şeyh Abdüllatîf b. Abdurrahmân b. Ahmed b. Ali b. Gânim el-Kudsî
el-Ensârî hazretlerinin vücûd-ı pür-sûdları 786 senesi Receb’inin yirminci
Cum’a (8 Eylül 1384) gecesi burc-ı saâdetten fürû’-endâz-ı âlem olmuştur.”
Ulûm-ı
zâhire tahsîlinden sonra Şeyh Abdulazîz hazretlerine intisâb ve birçok
hizmetten sonra feyz-yâb olmuş; sonra, mürşid-i sâfî Zeyneddîn-i Hâfî
hazretleri Kuds-i şerîfe kadem-zen olmakla, saâdet-hânelerine misâfir edip,
kudûmlerini /265/ mahz-ı ni'met bilerek, zât-ı âlîlerini tevkîr ve
i’zâz etmiştir.
Zeyneddîn-i Hâfî hazretleri maiyyetinde Hicâz’a azîmet ve ba’de’l-avde
birlikte Horasan’a gidip, hıdmet-i aliyyelerinde bulunmuş ve şeyhinin emriyle Câm
beldesine gidip, Mevlâna Şeyh Sâmî ve Ahmed-i Nâmıkî-ı Câmî merkadlerinde kırk
gün çille-nişîn-i riyâzet olup, avdetinde Hz. Şeyh’ten icâzet almıştır. Sonra
berâ-yı ziyâret Konya’ya gelerek, civâr-ı Hz. Mevlânâ’da bir sene kadar
ikâmetle 852/(1448) senesinde Bursa’yı teşrîf etmişlerdir.
Hz. Şeyh’in kemâlini idrâk eden zevât-ı kirâm, bâ-husûs Şemseddîn-i
Fenârî hazretleri, Cenâb-ı Şeyh’in hânelerinde toplanır, encümen-i ilm ü irfân
teşkîl ederlermiş.
856 senesi Rebîu’l-evvel’i gurresinde (22 Mart 1452) terk-i âlem-i dünyâ
buyurdular. Tuhfetü’l-Mevâhib nâmında eserleri vardır.
Merkad-i
münîfleri civârında üçyüz kadar evliyâu’llâh medfûn imiş. Lehü’l-hamd
mükerreren ziyâret şerefine mazhar oldum. Halen Bursa’nın en harâb bir
kısmındadır. Kabirlerinin üstü açıktır; etrâfında demir parmaklık vardır. Bursa’da,
tarîkat-ı Zeyniyye’yi bu zât-ı muhterem neşr eylemiştir. Zeynîlerin mezâr
taşları bu şekildedir :
(MEZAR
TAŞI ŞEKLİ VAR) !!!!!!
Kıble-nümâ-yı
Ka’betti’l-Uşşâk nâm eserde tafsîlat vardır.
Merkad-i münevverleri, rûhâniyyet-i azîme içindedir.
ŞEYH AHMED-İ ZEYNÎ
Meşâhîr-i hulefâsından Şeyh Ahmed Efendi, Fâtih civârında Âşık Paşa
mescidinde neşr-i tarîk ve irşâd-ı ibâd eylemiş ve 846 Muharreminde (Mayıs
1442) irtihâli üzerine mescid-i mezkûr hazîresine defn olunmuştur.
ÂŞIK PAŞA-ZÂDE
Dervîş Ahmed Âşıkî b. Şeyh Yahyâ b. Şeyh Süleymân b. Âşık Paşa, Abdüllatîf-i
Kudsî halîfesidir; Amasyalıdır. 908/(1502) senesi ricâlindendir. Fâtih’te, Âşıkpaşa
Mahallesi'nde dâmâdı Seyyid Velâyet türbesi hazîresinde medfûn olmak
muhtemeldir. Osmânlı Müellifleri’nin üçüncü cildinde 84. sahîfede tercüme-i hâli vardır.
ŞEYH ABDURRAHÎM-İ ZEYNÎ
Şeyh Abdürrahîm Nizâmeddîn-i Zeynî, Sarı Danişmend Emîr Azîz Efendi-zâde
olup, Çelebi Sultân Mehmed devri meşâyih-ı ızâmındandır. /266/ Tasavvuftan İrşâdü’l-Enâm eseriyle, Aşk-nâme’si, Divânçe-i İlâhiyyât’ı vardır.
Hz. Pîr Zeyneddîn-i Hâfî’den ikmâl-i sülûk etmiştir. Pîrine Mısır’da
mülâkî olup, bade’s-sülûk birlikte Horasan’a kadar seyâhat ederek, Merzifon’a
avdetinde, irşâd-ı tâlibîn ile meşgûl oldular. Şiirde Rûmî tahallus etmiştir. Mürşidleri, müşârünileyh hakkında: "Bir
aşk kütüğünü yakıp, diyâr-ı Rûm’a attık." buyurmuşlardır.
Manzûmesinden:
Tevbe Yâ Rabbi
hatâ yoluna gitdiklerime
Bilüp
itdiklerime bilmeyüp itdiklerime
ŞEYH MAHMÛD HAYRÂN-I ZEYNÎ
Bursa’da Zeynîler zâviyesinde çille-nişîn-i inzivâ ve müstağrak-ı tevhîd
idi. Bir gün çarşıya çıkıp, cümle ihvânına, “Tekkeye buyurun, bir fakîr
cenâzesi var, hizmetinde bulununuz.” demiş; cemâat cem' olmuş. Hâlbuki o
gün kendisi nûr-ı tevhîde nigerân ve vâsıl-ı rahmet-i Rahmân olup, huzzârı
ağlatmıştır. Bursa’da Zeynîlerde medfûndur. (Kuddise
sırruhû)
ŞEYH ABDULLÂH-I ZEYNÎ
Paçacı
Halîfe diye meşhûrdur, Kastamonuludur. Şeyh Taceddîn Zeynî halîfesidir. Abdüllatîf-i
Kudsî dergâhına şeyh oldu. Vefâtlarında Hazret'in civârında defn olundu. İlm-i
hakîkat ü tarîkat âlimi idi.
ŞEYH MUHAMMED-İ ZEYNÎ
Boluludur. İlm-i zâhirde mâhir idi. Hacı Halîfe’den kemâlât-ı bâtıniyyeyi
ahz edip, müstahlef oldu. Ba’dehû yerine seccâde-i irşâda oturup, mürde-dilleri
ihyâya başladı. Rûhu arşa hirâm eyledikte, cesed-i şerîfi Abdüllatîf-i Kudsî
civârında defn olundu.
ŞEYH SAFİYYÜDDÎN-İ ZEYNÎ
Hz. Ebû Bekr es-Sıddîk efendimizin ensâl-i kirâmındandır. Bolulu
müşârünileyh Muhammed Efendi’den ahz-ı feyz eyledi. İlm-i zâhir ü bâtında âlim
bir veliyy-i bâhirü’l-kerâme idi. Zeynîler Dergâhı’nda şeyh oldu. Kezzâb dünyâ
ona da vefâ etmeyip, sıdk ile Hakk’a vâsıl oldu. Zeynîler’de medfûndur.
/267/ MUALLİM-ZÂDE ŞEYH MUSTAFA
ZEYNÎ
Manisalıdır. Bursa’yı teşrîf eyledi. İlm ve kemâli ziyâde idi. Hacı
Halîfe’den feyz ve hilâfet alıp, kırk sene salât-ı terâvîhi hatimle edâ
eylemiştir. Ziyâde mücâhid idi. Zeynîler’de medfûndur.
ŞEYH SEYYlD ALİ ZEYNÎ
Nasûh Efendi halîfesidir. Zâhir ve bâtın ilimlerinde mâhir
ricâlu’llâh’tan idi. Muallim-zâde yerine şeyh oldu. Zeynîler’de medfûn ve
rahmet-i Yezdân’a makrûndur.
ŞEYH ABDÜLAZÎZ-Î ZEYNÎ
Ma'mûrü’l-cevânib, erbâb-ı kerâmetten bir zât-ı kerîmi’s-sıfâttır.
Vücûd-ı azîzi Zeynîler Dergâhı postuna revnak verdi. 997/(1589)’de fenâdan
uzlet eyledikte, Zeynîler dâiresine defn olundu.
ŞEYH ABDULLÂH-I ZEYNÎ
Kâmil ve mükemmil, erbâb-ı hâlden bir mürşid-i tarîkat idi.
1006/(1597-8)’da irtihâl eyledi. Zâviye-i Zeyniyye’de, uzlet-nişîn-i kûşe-i
makâbirdir.
ŞEYH ABDÜLGANİYY-İ ZEYNÎ
Amasyalıdır. Şeyh Rasûl hulefâsındandır. Kerâmâtı çoktur; kibâr-ı
evliyâdandır. Bursa’da Ali Paşa Câmii kurbünde Kâsım Subaşı Zâviyesi’nde mürşid
idi. Kendi andadır. Târîh-i irtihâli 1028/(1619)’dir.
ŞEYH MUHAMMED el-HALVETÎ
Pederi, Zeynîler şeyhi Muhammed Efendi yerine şeyh oldu. Şeyh Ahmed
el-Gazzî’den, Kâdî Tefsîri taallüm edip, bâtınen dahi feyz
aldı. Evliyâu’llâh’tandır. Zeynîler dâiresinde kabr-i münevveri, kubûr-ı sâdâtı
tezyîn eyledi. Târîh-i irtihâli 1135/(1723)’tir.
ŞEYH SA'DEDDÎN-İ ZEYNÎ
Zeynîler Dergâhı’nda
seccâde-nişîn-i irşâd olmuştur. 1157/(1744)’de irtihâl eyledi. Burada medfûndur. Vâcibü’z-ziyâre bir zât-ı
kerîm olduğunu, Şeyh Abdullatîf-i Gazzî hazretleri eserinde beyân eder.
ALLÂME-İ CİHAN MOLLA ŞEMSEDDÎN
FENÂRÎ HAZRETLERİ
Cedleri, Mâverâünnehir’dendir. Kendileri Fenâr karyesinden ve evlâd-ı
mülûk-ı Hind’dendir. Allâme-i zamân, dürr-i yektâ-yı cihân oldu.
Yıldırım Bâyezîd Hân devrinde meşîhat-ı İslâmiyye'ye zînet verdi. Âsâr-ı
mu'tebere-i adîdesiyle âlem-i İslâmiyyet’e büyük hizmetler ettiler. Hz. Abdullatîf-i
Kudsî’den hilâfet aldılar. Müşârünileyhi evvel emirde irşâd eden, Bursa’da
medfûn Abdal Mehmed nâm bir velî idi. Hamîdeddîn-i Aksarâyî hazretleriyle
mülâkâtları vâki' olmuştur.
/268/ Peder-i mükerremlerinin,
sadru’l-mille ve’d-din Hz. Sadreddîn-i Konevî’ye münâsebeti olup, bi'l-vesîle
ondan da feyz-yâb oldukları menkûldür. Hz. Sadreddîn’in, Miftâhu’l-Gayb nâm eser-i bedîine, mükemmel bir
şerh yazmışlardır. Tefsîr-i Fâtiha’sı meşhûrdur.
İstanbul’da Fâtih-Çarşamba’da Murâd Molla Kütüphânesi’nde, yazdığı Fâtiha-ı Şerîfe Tefsîri mahfûzdur. Ziyâret ettim;
(kitâbın) numarası 137’dir. Hz. Şemseddîn’in oğlu, Hz. Şeyh’in Fütûhât’ını yazmıştır. Yazdığı nüsha-i
nefîse, Yeni Câmi' Kütüphânesinde iken, Sultân Süleymân Kütüphâne-i umûmîsine
nakl olunmuştur, ârzû eden orada ziyâret edebilir.
Osmânlı Şeyhü’l-İslâmlarının tercüme-i hâline dâir, Makâm-ı Meşîhat
tarafından vaktiyle neşr olunan mecmûalardan birinde, “Şemseddîn Molla
Fenârî’nin de tercüme-i hali neşr olunmuştur. Üstâdları, Alâeddîn-i Esved ile
Şeyh Cemâleddîn-i Aksarâyî’dir.” denilmiştir. Haremeyn-i muhteremeyni
ziyâretle, ulemâ-yı cihân ile müşâfehesi vardır. Mısır Sultânı Müeyyed’in
iltifâtına mazhar olmuştur. Mısır’da Şeyh Ekmeleddîn hazretlerinden ahz-ı feyz
ile Rûm'a gelmiştir. Bursa kadılığında, Manastır müderrisliğinde bulundu. 828/(1425)’de
merkez-i hükûmette istihdâm edildi. II. Sultân Murâd Han’a müşavir-i şer’î
oldu. Son zamânlarında kendilerine, amâ târî oldu.
Âsârı :
1. Fusûlü’l-Bedâyi’ fi Usûli’ş-Şerâyi’,
2. Sûre-i Fâtiha Tefsîri,
3. Enmûzeci’l-Ulûm,
4. Ferâiz Şerhi.
(Şemseddîn Molla Fenârî) cidden zâhir ve bâtınını ma’mûr etmiş
erlerdendir. Bursa’da bulunduğum sırada, bi'l-hâssa türbe-i münevverelerini
ziyâret ettim. Bursa’nın üstünde dağ cihetindedir. Pek rûhâniyyetli ve münşerih
bir mahall-i mübârektir. Kabr-i şerîflerinin üstü açık olup, Zeynîlere mahsûs
mezâr taşı vardır. "Cennetü’l-Firdevs" (جنة الفردوس) 834/(1430-31) târîh-i irtihâlidir.
MOLLA HAYÂLÎ HAZRETLERİ
Ricâl-i Zeyniyye’den olup, ism-i şerîfleri Ahmed’dir. İzniklidir.
875/(1470) senesinde otuzüç yaşında iken irtihâl-ı dâr-ı bakâ eylediler. Bursa’da,
Molla Hüsrev civârında, Zeynîler yakınındadır. Türbelerinin üstü açıktır; Sultân
Abdülhamîd Hân-ı sânînin Baş Mâbeyncisi Hacı Ali Paşa merhûm ta’mîr ve tecdîd
eylemişti. Ziyâret ettim.
Âsâr-ı aliyyeleri:
1. Ta'lîkât Âlâ Şerhi'l-Makâsıd,
2. Hâşiyetü’l-Ferâiz,
3. Hâşiye Âlâ Evâili Tecdîd,
4. Hâşiyetü Şerhi Akâid.
Fazîlet-i celîlelerini, ulûm-ı zâhire üzerinde de gösterdikleri, âsâr-ı
aliyyeleri ile sâbittir. Şeyh Abdürrâhîm-i Merzifonî’den ahz-ı tarîkat
eylediler ki, bu zâtın tercüme-i hâlini bâlâda yazmıştım. Kendilerine “Hayâlî”
denilmesi, efkâr-ı dakîka ashâbından olup, her şeyi inceden inceye tedkîk
eylemesinden kinâye olduğu menkûldür.
ŞEYH ŞİHÂBEDDÎN-İ SİVASÎ
Zeyneddîn-i Hâfi hazretlerinin halîfesi, Şeyh Muhammed Efendi’den
müstahlef olup, ârif ü mükemmil bir zâttır. 860 senesi Rebîu’l-evvelinin ikinci
Pazar gecesi (9 Şubat 1456) irtihâl edip, Kuşadası ile Ayasuluğ (Selçuk) arasındaki
merkad-i mübârekleri ziyâret-gâhtır.
Uyûnu’t-Tefâsîr isminde iki cilt tefsîri, Risâletü’n-Necât min Şerri’s-Sıfât isminde bir eser-i tasavvufîleri
vardır. Bursalı Mehmed Tâhir Bey, bu zâtın tercüme-i hâlini neşre himmet
etmiştir.
/269/ ŞEYH ÖMER b. HAMZA
HAZRETLERİ
Ricâl-i Zeyniyye’dendir; Edirnelidir. Enîsü’l-Celîs nâmındaki eseri, 986/(1578)
senesinde te’lîf eylediler.
ŞEYH MUHAMMED ÂRİF EFENDİ
Zeyniyye meşâyihinden olup, Denizli’dendir. İstanbul’da ikmâl-i sülûktan
sonra İzmit’te neşr-i feyz eylemişlerdir. Ravzâtü’t-Tevhîd isminde eseri vardır. İzmit’te Orhan
Gâzî Câmi'-i şerîfi yukarısındaki mezâristânda, mahdûmu Ahmed Efendi ile
medfûndur. Kabr-i enverleri pek rûhâniyyetlidir; ziyâret eylemiştim. (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
ŞEYH AHMED EFENDİ
Müşârünileyhin mahdûmudur. Mazanna-ı kirâmdandır. İzmit’te şöhretleri
şâyi’ olmuş idi. Kabr-i şerîfleri, ziyâret-gâh-ı meşhûrdur, teberrük olunur. Nüzhetü’l-Muvahhidîn ismindeki manzûm eserlerini
görmüştüm. 971(1563) ricâlinden oldukları anlaşılmıştır. (Kaddesa’llâhu
esrârahüm)
ŞEYH VEFÂ HAZRETLERİ
Kibâr-ı
evliyâu’llâhtan ve eâzım-ı ricâl-i Zeyniyye’dendir. İsm-i âlîleri, Şeyh
Muslihuddîn el-Hâc Mustafa Vefâ olup, peder-i mükerremleri Ahmed es-Sadrî’dir
ve sâdâttandır. Konyalıdır. “Muslihuddîn b. Vefâ” yahut “Bu’l-Vefâ” da derler.
İlm-i tasavvufta ve fıkh ve mûsikîde ve şiir ve inşâda ve ilm-i havâsta
mâhir ve hattâ ilm-i nücûmda sâhib-i ihtisâs idi. Sultân Fâtih ve Bâyezîd asrı
ricâlindendir. Tarîkata bidâyeten intisâbı, Edirne’de, Debbâğlar imâmı, meşhûr Muslihuddîn
Halîfe’dendir. Sonra onun emr ü işâretiyle, bâlâda ism-i mübârekleri geçen Şeyh
Abdullatîf-i Kudsî hazretlerine arz-ı nisbetle istikmâl-i füyûzât eyledi.
Debbâğlar imâmı Şeyh Muslihuddîn hazretleri, Edirne’de, Debbâğlar
mahallesinde Şeyh Şücâeddîn Zâviyesi kurbunda bir mescidde otuz yıl ikâmet ve
îfâ-yı hıdmet-i imâmet eyleyip, gece gündüz, ibâdât ve tââtla meşgûl olmuş idi.
Fart-ı zühd ü takvâ ile şöhret buldular. Her gece, sabâha kadar, yüz rek'at
namâz kılar ve her iki rek'atta tecdîd-i vuzû’ eylemeyi âdet edinmiş imiş. Bu
derecelerde taabbüd ile, vech-i âleme nazar etmeyerek dâimâ zikru’llâh ile /270/ tevaggul eylediler.
İrşâd-nâme nâmıyla bir risâle te’lîf
eyleyip, Şeyh Vefâ’ya göndermişti. 847/(1443) târîhinde Edirne’de vefât edip,
kabr-i şerîfi, imâmı olduğu câmi'-i şerîfin mihrâbı önündedir.
Şeyh
Vefâ hazretlerinin zamânında, Hırıstiyanlarca, Paskalya’nın gününü ta’yînde
ihtilâf olmuştu. Müşârünileyhin, ilm-i nücûmdaki ihtisâsı hasebiyle kendisine
vâki' olan mürâcaata, “Mart içinde giren arabî ayının onbeşinden sonra gelen
Çarşamba’nın Pazarı, Paskalya günüdür.” cevâbını verdiği menkûlâttandır.
Fi’l-hakîka bu hesâb hiç şaşmıyor. İlâ-nihâye bir düstûr demektir. Bu Mart
ayını, Rûmî Mart ayı olmak üzere bilmek lâzımdır, efrencî değildir. Hz. Şeyh’in
Hıristiyanlara târîhî ve ebedî bir yâdigâr-ı ilmîsi olmuştur.
Ebu’l-Feth Sultân Mehmed Han zamânında, Şeyh Vefâ, Dersaâdet’e gelmiştir.
Zühd ü takvâ; va’z u irşâd ile şöhret buldu. Usûl ve makâmat üzerine nice evrâd
ü ezkâr tertîb eylemiştir. Hz. Pâdişâh kendisiyle mükerreren görüşmüş ve
duâlarını almıştır.
Şeyh Vefâ hazretleri, her nereye baş vurursa, her ne taleb ve ârzû
eylese, li-hikmeti’llâh, nâil-i maksad olurdu. Bir müddet Mısır’da dahi
bulunmuş. O sene, li-hikmetin, bereketsizlik olmakla, ahâlî-i Mısır,
müşârünileyhe mürâcaat eylemişler; o da, dergâh-ı Rabb-i izzete müteveccih olup,
niyâzda bulunmasıyla, âsâr-ı bereket sür’atle nümâyân olmuş ve ahâlî-i Mısır,
mesrûr olarak, ziyâde teveccüh göstermiş ve hüküm-dâr-ı Mısır, hâk-pâyına kadar
gelip, müsâhebetiyle şeref bulmuştur.
Vaz’-ı evkât etmekte, yed-i beyzâ göstermiş ve vakar ve temkîn ve
salâbet-i dîniyye ile şöhretleri artmıştır. Îfâ-yı farîza-ı hacc-ı şerîf
niyetiyle, Konya’dan Antalya’ya inip, oradan râkib olduğu sefîne, Rodos
korsanları tarafından tutulup, içindekiler esîr edilmekle, Şeyh Vefâ kız
karındaşıyla bu meyânda esir düşmüş ve sâir üserâ ile birlikte Rodos’a
gönderildiği halde, Karaman emîri İbrâhîm Bey, korsanlardan satın alıp /271/ kurtarmıştı. Ondan sonra İstanbul’a
gelip, irşâd-ı ibâd ile meşgûl oldular.
Zâhiren ne kadar celâli gâlip ise de, sohbetlerinde bi'l-akis o kadar
münbasıtu’l-cemâl idi. Dünyâya i’tibâr etmez; müteveccih ve mütevekkil bir
merd-i hoş-hâl ve mürşid-i sâhib-kemâl idi.
Bir gün Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, Fir’avn hakkında, "( مات طاهراً
مطهراً)[62] der imiş, "Siz ne
buyurursunuz?" diye kendisinden suâl olundukta, “Keşke, bizim
hakkımızda da böyle şehâdet eden iki mü’min bulunaydı.” cevâb-ı
hikmet-nisâbını vermişlerdir. Bir def'asında "Mansûr, “Ene’l-Hak!”
demiş, ne buyuruyorsunuz?" denildikte, “Yâ. ene’l-bâtıl mı desin!”
cevâb-ı zarîfini vermişlerdir.
Yine buyururlarmış ki; “Cennet ve hûr u kusûr için tâat ve ibâdet,
hevâ ve hebâdır. Merd-i Hakk’a, zâtu’llâh’tan gayrı bir şey murâd edinmek,
ayn-ı hatâdır.”
Her
bir sözü, bir nutk-ı irfân olmak üzere telakkîye şâyân bir şeyh-i nüktedân idi.
Evâhir-i ömründe, inzivâyı ihtiyâr buyurup, sokağa pek az çıkar ve bâb-ı
irfân-ı reşâdetlerine, ümerâ ve a'yân ve küberâdan bile gelen olsa, yine,
gönülleri istemezse çıkmazlar idi. Sohbet-i küberâ vü ricâl ile mütelezziz ve
mesrûrü’l-hâl olmaktan ziyâde, hem-bezm-i gedâ vü fukarâ olmaktan
münşerihü’l-bâl olurlar idi. Tab’-ı pâk-ı tâb-nâkları vâridât-ı nazmiyyeye de
mâil idi. Arabî, Türkî, Fârisî nutk ve ilâhiyyâtı vardır. Ba'zı nutkları pek
muğlaktır. İbtidâ-yı hâlde bulunanlar, temyîz-i maâni edemezler.
Yak beni aşk
âteşine Yâ Vedûd
Kül olunca
cümle a’zâ-yı vücûd
* * *
Yazdığın çün
ki ezelde dost tağyîr eylemez
Her ki
ârifdir bu remzi bildi tedbîr eylemez
(تجوع تراني تجرد
تصل)[63] mazmûnen hadîs-i kudsîdir. Fakat
rızk için bu yolda serd olunmuştur. Buna Şeyh Vefâ, mısra’ ilâvesiyle.
“Tecevva’,
terânî; tecerred, tasıl
Sana ben gereksem, sivâdan kesil.” diye tercüme olunmuştur.
(بر ستيدن حق براى بهشت لود يش
ارباب دل سخت زشت.)[64]
/272/ “Düşdü gönlüm Yâ Muhammed Cânım ârzûlar seni”
nat-ı şerîfi pek âşıkânedir.
“Rûhun cemâle âyîne olsa beşîr olur
Yâhûd celâle âyînedir hod nezîr olur”
*
* *
“Ol tevhîdi
zikr it
Sonra cürmünü fikr it
Var yoluna doğru git
Dervîş olayım dirsen.”
matla'lı
nutk-ı şerîfleri, Cebbâr-zâde Ârif Bey merhûm tarafından şerh olunmuştur.
(Şerhin) ismi, Râfiu’z-Zulem
li-Kulûbi’l-Ümem’dir. Hz. Şeyh’in, İstanbul’un,
tûl ü arzına dâir rûz-nâmçesi olduğunu, Hüsnü’l-İktizâ
Rûz-nâmçe-i Şeyh Vefâ ismiyle, riyâzıyyûndan birinin
şerh yazdığını Tâhir Bey yazıyor. Tâcu’t-Tevârih’te bahsi vardır.
Bâlâdaki
nutkun tamâmı, ber-vech-i atîdir :
Ol tevhîdi
zikr it
Sonra
cürmünü fikr it
Var yoluna
doğru git
Dervîş
olayım dirsen
Bir şeyh-i
kâmil ara
Niçün oldun
âvâre
Hemân söz
tut bî-çâre
Dervîş
olayım dirsen
Rü’yâya
yalan katma
Elden söz
alup satma
Vakt-i
seherde yatma
Dervîş
olayım dirsen
Her yerde
ayak basma
İhsândan
elin kesme
Çok söze
kulak asma
Dervîş
olayım dirsen
Gaflet ile
çalışma
Çok gezmeye
alışma
Hiç bir şeye
ilişme
Dervîş
olayım dirsen
Hak söze
inâd itme
Refîksiz
yola gitme
Eyvallâhı
terk itme
Dervîş
olayım dirsen
Şeyhlikde
kusûr görme
Meclisinde
çok durma
Nafile yire
yorma
Dervîş
olayım dirsen
Harâm
lokmayı yutma
Hiç kimseye
kin tutma
Şeyh Vefâ’yı unutma
Dervîş
olayım dirsen
Dersaâdet’te, Şehzâde Câmi'-i
şerîfi yakınında, fetihten evvel Ayateodori /273/ nâmındaki kilisenin olduğu
mahalde ahiren bir câmi'-i şerîf inşâ ve hücreler binâ olunarak, Hz. Vefâ
burada sâkin olmuştu. Kilise, câmie tahvîl olunmuş diye, bir kayd varsa da,
yakın vakitte kadar câmi'-i şerîf mevcûd idi, kiliseden muhavvel değildi.
İhtimâl ki, kiliseden tebdîl edilen câmi'-i şerîf bi'l-âhare hareket-i arzdan
münhedim olup, yerine yeniden bir câmi'-i şerîf yapılmıştır. Son zamânlarda bu
câmi'-i şerîf dahi, hareket-i arzdan müşrif-i harâb olunca, yeniden inşâ
olunmak üzere hedm edilmiş ise de, yenisi yapılamamıştır. El-yevm bu hâldedir.
Hücreler dahi harâbtır. Kilisenin câmi'ye tahvilinde, “Câmi'-i hâkâniyye” (جامع خاقانيه) terkîbi târîh düşmüştür ki, 881/(1476)’i
müş‘irdir.
Hz. Şeyh, 896 sene-i hicriyyesi, şehr-i Ramazân’ının ilk (8 Temmuz 1491)
Pazartesi günü terk-i hayât-ı müsteâr
eylemesiyle, câmi'-i şerîf civârındaki türbe-i mahsûsada defn olunmuştur. El-ân
ma’mûr, ziyâret-gâhtır.
خواهى كى بدانى سفر شيخ وفارا
درياب
نه تاريخ الى رحمة ربه 896[65]
Türbe-i
muattaraları, pek rûhaniyyetli olup, el-yevm, âsâr-ı celâl meşhûddur. Esbak Sadrazam
Ali Paşa kerîmesi Selmâ Hanım tarafından söylenilip, yazılan levha-ı nefisede:
Muktedâ-yı
ehl-i ma’nâ Muslihuddîn Bu’l-Vefâ
A’yün-i
uşşâka hâk-i merkadıdır tûtiyâ
beytiyle, arz-ı ta’zîmat
olunmaktadır.
Menâkıb ve kerâmâtı çoktur.
Şeyh Abdullatîf-i Kudsî hazretleri müşârünileyhin, silsile-i aliyyelerini îrâd
sırasında hakk-ı âlîlerinde, (هذه
السلسلة المقدسة السهروردية الجنيدية العلوية الولية النبوية عليه أزكى التسليم
والتحية.)[66] (demiştir).
/274/ Sonraları, ehl-i tarîk
ile, ulemâ beyninde tahaddüs eden ihtilâf netîcesi olarak, ulemâ orayı medrese
ittihâz eylemişler ve bir aralık yine âyîn-i tarîkat olunmağa başlanmış ise de
yine evvelki hâle rücû’ etmiştir. Hücreler, yakın zamâna kadar medrese halinde
idi.
Kapısı
üzerindeki taşta mahkûk ebyât:
Hazret-i Şeyh
Vefâ mürşid-i ashâb-ı safâ
Hâce-i Fâtih
iken ya'ni o zât-ı yektâ
Sevk idüp Fâtih’i
bu câmi' vü bu hânkâhı
Eylemişler o
zamân himmet ile tarh u binâ
Hücreler
muhterik olmuş idi bir yangından
Himmet-i
şâh-ı Hamîd eyledi oldu ihyâ
Sa’yi meşkûr
ola ol şâh-ı zamânın dâim
Ne güzel
medrese hem tekye-i erbâb-ı vefâ
Sultân Hamîd-i evvel zamânında söylenilmiş bir târîhtir. Abdulhamîd-i
sânî zamânında ta’mîr ve şekl-i nevine tahvîl edilmiş idi.
ŞEYHÜ’L-İSLÂM ZENBİLLİ ALİ
EFENDİ
Sultân Bâyezîd-i sânî ve Selîm-i evvel ve Süleymân-ı Kânunî devirlerinde,
yirmi dört sene meşîhat-ı İslâmiyye’yi idâre eden fâzıl-ı bî-müdânî Zenbilli
Ali Efendi hazretleri, Şeyh Vefâ’nın sohbetine yetişmiş ve mazhar-ı feyzi
olmuştur. Müşârünileyhin tercüme-i hâli bir çok âsârda tafsîlen vardır. Sarf-ı
nazar olundu. "Vefât-ı âlim-i Râbbânî" (وفات عالم
ربانى) ve
"Temme fetvâhu" (تم فتواه) 932/(1526) târîhidir.
Zeyrek’te yol üzerinde medfûn ve rahmet-i Rahmân’a makrûndur.
MEŞHÛR SİNAN PAŞA
Hz. Şeyh’in, bezm-i sohbetinde bulunanlardandır. 890 Saferinin
yirmidördünde (12 Mart 1485) irtihâl eylemiştir. Tercüme-i hâli târîhlere
geçmiştir. Meşhûr, Tazarru’-nâme sâhibidir.
Hz. Sünbül âsitanesinde, Cuma günleri, zikrin
hitâmına yakın esnâ-yı devrânda, “Allâh, Vâhid, Ahad, Samed”, esmâ-ı
ilâhîyyesinin zikriyle, soldan sağa devrân yapılır ki, buna, “Şeyh Vefâ devri”
derler. Hz. Sünbül, zamân-ı alîlerinde, Şeyh Vefâ hazretlerinin,
bi-hasebi’l-esrâr, bu usûl-i zikrini âdet edinmişlerdir. Bu bâbda, bir takım
hurâfât yol almış ise de, şâyan-ı iltifât değildir.
Vefâ âsitanesi meşîhatı, Sünbülîlere intikâl
etmiştir.
[1] Üveysî tarîkatı yoktur.
Üveysîlik bir meşreb-i mahsûstur.
[2]
"Evliyâ o kimselerdir ki, görüldükleri zamân, görenlerin kalbine zikr-i
Hak gelir." hadîs-i şerîfine temâs eder.
[3]
Kerîmesi Sadberk Hanım evvelce irtihâl ile burada defn olunmuştu. Sonra, Osmân
Şems Efendi, vasiyeti üzerine o da bu kabre defn edilmiştir. İşte bu sözler ona
işârettir ve kendilerine de îmâdır, diye İzzî Efendi dâmâdı Şükrü Bey Efendi
böyle söylediler.
[4] "Tefrîd üzerine yağan
rahmet suları ile şirk koşmadan yıkanmak tevhîddir. (O zamân) sen sanki
Allâh’ın (Vahdet) denizine dalmış olursun. Bu seni nûr-ı İlâhî dalgasında
boğulmuş hâle getirir.
Uzaklık
cünüblüğünden kurtulur, Allâh’ta fenâlık bulur kurtuluşa erersin. Bir tüyün
kuru kalacak olsa, elbette sen tevhîdde münkir olmuş olursun.
Varlığın
bakâyâsından sende bulundukça, varlıkta gerçek fânîlik sende yok demektir.
İstiyorum ki, her şeyle Allâhı tevhîd ediniz. “Allâh’tan başka hiç bir varlık
yok” deyiniz." (H)
[5] Hafifçe
ve rahat uçan kuş, yüksek servinin dalına konmuş, bir karıncayı gagasına aldı.
sözü ile mucizeler söylemede:
Senin
bahçende bir Peygamber vardır. Bir diğer ay yüzlü ile ortak olmada. Hakkın
nedîmine serkeş bir nedîm nasıl bir kumandan olabilir.
Kim
Aliyy-i Murtazâ’nın sevgisi üzere ise, Güneşin gönülden vurgunu ve sırdaşı
olmaktadır. (H)
[6] Neş’e-i irşâd ile da’vet-i
celîledir. Bilenler anlayanlar kazandı. Sırr-ı
irşâdın zuhûrunda söylenilmiştir.
[7] Bu
beyit Edirneli Necâtî’nindir.
[8]
Kerîmesi Sadberg Hanım hakkında söylemişlerdir.
[9] "Yâ Rabbi! Kalbimi, rahmetinin temiz suyu ile
temizle. Gözümü, Senin cemâlini görmenin nuru ile nûrlandır. Sırrımı,
ma’rifetine erişmenin esrârının ince hakîkatleriyle süsle. Beni Sana itâat
yolundakiler (arasında) haşret. Salâvâtın en efdaline lâyık habîbin Muhammed (salla’llâhu
aleyhi ve sellem)in göz yaşları hakkı için benim murâdımı kendi murâdına
uygun kıl." (H)
[10] Bu
tercümeyi mûmâileyhin ifâdesine atfen yazmıştım. İzzî Efendi merhûmun dâmâdı,
Şükrü Bey Efendi, "Süleymân Hilmî Efendi, Izzî Efendi’den hilâfet
almamıştır." dedi.
[11] "Ey, beni gece vakti ziyâret eden, rûhum
sana feda olsun. Gece olunca korkumu gideren, sabâhleyin ebedî olarak
ayrılacaksak, bundan sonra, artık sabâh olmasın isterim." (H)
[12] “Efendim! Buyrun binin.” (H)
[13] “Ey Ömer! Kâhire’ye gel.
Vefâtımda hâzır bulun.” (H)
[14] “Ey Ömer! Kasîdene ne ad verdin?” (H)
[15] "İzzetin hakkı için,
nârının korkusundan veya cennetine olan rağbetten dolayı
[16] “Ne dilersin.?” (H)
[17] "Eğer benim, sizin
yanınızdaki sevgide bir değerim yoksa, anladım ki bütün günlerimi boşa
harcamışım.
Bir
zamânlar rûhumun elde ettiği ümitler, bugün bir yığın karışık düşlerden
ibârettir zannındayım." (H)
[18] Hz. Gavs’ın irtihâli
561/(1166)’dır. İbn-i Fârız’in velâdetinden evveldir. Rûhâniyyetleri maksûddur.
[19] Şeyh
Aliyy-i Rûdbârî Hazretleri’nin ism-i şerîfi Ahmed b. Muhammed b. Kasım b.
Mansûr'dur. Künyeleri Ebû Ali, lakabları Şemseddîn'dir. Vezir-zâdelerden idi.
Nesebi Kisrâ’ya yetişir.
Reh-revân içre buldu şân-ı celî
Ya’nî ibnü’l-vezîr Şeyh Ebû Alî
Sebeb-i
inâbetleri şudur ki:
Bir
gün Şeyh Cüneyd-i Bağdâdî, Bağdâd’da, Câmi'-i Kebir’de va’z ederken ve nice
türlü rumûzât beyân eylerken, fukarâdan birine, (اسمع يا هذا) "Ey şu! Dinle!” der. Ebû Ali de orada olduğundan,
hitâbı kendisine sanıp şeyhin sözünden hisse alarak ayağa kalkar. Hemen bey’at
ve inâbet edip, tarîkata sülûk eder. Terbiyesi, Hz. Cüneyd’dendir. Âlim, fakîh,
müfessir ve muhaddis idi. İlm-i kelâm ve eş’ârda edîb, keşf-i müşkilâtla habîb,
derdli âşıklara tabîb idi.
[20] "Âhiretten önce, daha dünyâda iken, sohbet
arkadaşlarımın cehennemden hâlâslarını bana gösteren Allâh’a hamdolsun."
(H)
[21] “Allâh’ım!
Temkînimi ve îmânımı, kendine ve Rasûlüne olan ma’rifetimi artır. diye duâ
ediyorlardı.” (H)
[22]
"Ey Ebu’l-Alemeyn (Ahmed Er Rufâî)! Senin himmetin hâzır, sırların ve
inâyetin açıktır. Ceddin Mustafa hakkı için, baban Aliyyü’l-Murtazâ’mn
hürmetine ve annen Fâtımatü’z-Zehrâ kerâmeti ile bana rahmetini indir,
insânların en hayırlısı olan ceddine yönelt. Hâcetimin yerine gelmesini sağla.
Aklım karmakarışık oldu, bana vesîle olan yollar kapandı, çârem tükendi. Bana
yetiş, ey velîlerin Ahmed’i; ey müttakîlerin nuru; ey duâlara îcâbet eden; ey
iyi koruyup gözeten; ey Ahmed er-Rufâî. Bana rahmetini indir, bana rahmetini
indir, bana rahmetini indir." (H)
[23]
"Rubûbiyyetin sırrını ortaya çıkarmak küfürdür." (H)
[24]
"Hürriyyetine kavuşan her kul mutluluğa erer. Ben ise sana kul olduğum
için mutluyum." (H)
[25]
"Rasûlullâh’ın bir siyâh sarığı vardı. Fetih günü, o siyâh sarığı giyerek
Mekke’ye girmişti. Câbir (radıyallâhu anh)’den şöyle dediği rivâyet
edildi. Rasûlullâh’ın Ramazân ve Kurban bayramlarında giydiği siyâh bir sarığı
vardı." (H)
[26]
"Bu yeşil kubbe benim çadırımdır, bayrağımdır. Bütün kutublar ise,
ayağımın altındadır.
Bu kubbe himmetimle yere indi
ve bu sırada Veys’i dizime oturmuş buldu.
Onu benim bu makâmıma ve
yüceliğime çağırdım. Bunun üzerine o şöyle dedi: Sen benim şeyhim, mürüvvetim
ve imâmımsın.
Ben arşım, ben kürsîyim, ben
levh u kalemim. Hiç kimse benim sözümün bir kısmını unutmasın.
Her kutbun bir alemi vardır.
Ben iki alemin babasıyım. Ceddim Rasûlullâh, tam bir bedirdir.
Ben Hüseyin ve Mustafa
makâmıyım. Allâh erleri, benim bayraklarımın altındadır" (H)
[27]
Sefîne vezninde okunmalı imiş.
[28]
"Ben Irak, Şam, Kerh ile Kirman ve Rey gibi beldelerin şeyhiyim.
Ben
kutupların gözdesi, mahlukâtın gavsıyım. Güneşte ve gölgede delîlin tâ
kendisiyim.
Ben
Ali’nin oğlu, Hüseyin’in arslan yavrusuyum ve Ehl-i Beyt’in evlâdıyım ki,
onların zikriyle güçlük ve azgınlık yok olur.
Ben o
avcıyım ki, Ahmed er-Rufâî’nin torunuyum. Delîl olarak benim (doğan) kuşumun
kalbi avlaması kâfîdir.
Benim
silsilem, en değerli insânların sülâlesinden gelen ve çok azîz olan Hz.
Muhammed (salla’llâhu aleyhi ve sellem.)’e ulaşır." (H)
[29] "Hâl,
kâl ile bilinmez." (H)
[30] "(Allâh’ım)
seni her türlü noksân sıfatlardan tenzîh ederiz. Seni lâyıkıyla
bilemedik." (H)
[31] "Kişinin, idrâk edemediğini bilmiş olması da bir
nevi idrâk sayılır." (H)
[32] "Allâh’ın zâtı hakkında konuşmak şirktir." (H)
[33]
Târih ibârenin hesaplanmasından verilen tarih çıkmamaktadır. (H)
[34] (الطرق كلها آداب) “Tarîkatlar, bütünüyle
edeblerden ibârettir.” (H)
[35]
Verilen ibârenin hesaplanmasından 1300 çıkmaktadır. (H)
[36] Bu
şiirini erzin bozuktur. (H)
[37] Bu
ibârenin hesaplanmasından 1317 çıkmaktadır. (H)
[38]
"Bu makâm Rufâî dergâhıdır. Pîr Seyyid Ahmed ise insânların kutbudur"
(H)
[39]
“Nereye dönerseniz, Allâh’ın yönü orasıdır.” 2. Bakara sûresi, 115 (H)
[40] Bir
gazetede çıkan ölüm ilanı müellif tarafından aynen konulmuştur. (H)
[41] Bu
şiirin vezninde bozukluklar vardır. (H)
[42]
"Tâcların tâcı “Hasîb" temiz isminin başıdır. Onun isminin ikinci
harfi; "Mücîb" (olan Allâhın) hikmetli nazmının kalbinin ikinci
harfidir.
Onun harflerinin üçüncüsü
"Kerîm" ve "Rahîm" isimlerinin harfi, üçüncü harfi olan iki
harf ve “Azîm” isminin üçüncü harfi; (Allâh)ın Aslanı Ali (ismi)nin
"yâ"sıdır.
Onun harflerinin dördüncüsü,
ilm-i ledün, “Bismillâh’ın” fâtihası (başı), onun harfi; irfân noktası (beşer
gibi) “sırrı acîb”dir.
Kimdir o cân kıblesi? Hazret-i
Yahyâ-zâde, gönlü ölü olanları hayâta kavuşturucu akrabamız/eniştemiz Şeyh
Hasîb.
Onun dört harfi ki: “Dört
Yâr”ı îmâ eder; Harem-i şerîfin dört rüknü, mihr ve muhabbetle terkîb
edilmiştir.
Onun güzelliği, endâm aynası
gibidir ki, iyi ve kötüyü gösterici, çirkini çirkin eder, güzel bakışlıları ise
süsler.
Onun temiz adını bilmece ile
harf-be-harf, garîb işâret ve ibâreler ile nazm ettim ey Müştâk." (H)
[43] “Bizim cânımızı, iyilerle berâber al.” 3.Âl-i İmrân
Sûresi, 193. (H)
[44] “(O gün) bacaklar birbirine dolaşır.” 76. Kıyâmet
Sûresi, 29. (H)
[45] 8.
Enfâl sûresi, 2. (H)
[46]
“Güneş, katlanıp durulduğu zamân:’ 81. Tekvîr sûresi, 1. (H)
[47]
“Amel defterleri açıldığı zamân.” 81. Tekvîr sûresi, 10. (H)
[48] 52.
Tûr sûresi, 7 ve 8 (H)
[49]
Müellif bu kelimeyi böyle okunacak şekilde hareke koymuştur. (H)
[50]
"Gecenin korkunç karanlığı kalkınca, yerine visâl mutluluğu geldi.
Sizden ayrı olanlar hakkında
benim bir görüşüm olduğu gibi, bu vuslatımdan dolayı, bana hased edenler de
çıktı.
Elde ettiğiniz şeyler sizin
hakkınızdır. Kaybolan hiçbir şey beni ilgilendirmez.
Ölü iken beni dirilttiniz.
Ancak beni (çok) ucuza satın aldınız." (H)
[51]
"Abdülkâdir-i Geylânî’yi Kâ’be’nin hareminde gördüm." (H)
[52]
"Şeyh Sâ’di’nin saâdet kuşu gibi temiz olan rûhu, ihlasla uçmaya
başladığında:
Şevval ayının Cum’a gecesi idi
ki, dalgıç, Rahmân’ın deryâsına daldı.
Bir Seyyidin Vefâtına târîh düştüm ki
, zâten
has insânlardan idi, bu târîhten sonra da has oldu." (H)
[53]
"Vücûdunun tozundan kol kanat açtı." (H)
[54] Bu
gazete haberi, müellif tarafından kesilip buraya yapışıtırılmıştır. (H)
[55] Bu
isim Şeyh Muhammed Zâfir Efendi'nin Envâr-ı Kudsiyye nâm eserinde gayr-ı
mezkûrdur. Battâl Alî olmak muhtemeldir.
[56] Şeyh Ken’an Bey eserinde Seyid Îsâ’dan sonra "b. İdrîs b. Ömer b.
Abdullâh b. el-Hasan el-Müsennâ b. Saîd Şebâb-ı ehli’l-cenne Ebî Muhammed
el-Hasen b. Hz. Alî" diye ikmâl ediyor.
[57] "656/ (l258) senesinin
Zi’l-kâde ayında, hacca giderken Ayzâb sahrasında vefât etti ve orada defn
edildi." (H)
[58] "Bi'smi'llâhi'r-Rahmâni'r-Rahîm!
Cenâb-ı
Hak, efendimiz Muhammed (salla’llâhu aleyhi ve sellem)’e, âline ve
ashâbına, salât u selâm etsin. Bütün insânları en güzel karşılıklarla
mükâfatlandıran, iyilik ve fazîlet yollarıyla onları mutlu kılan Allâh’a hamd
ederim. Salât ü selâm, himmeti, sened ilminin muhâfazasıyla geçmiş ümmetlerden
üstün kılınmış olan Muhammed’e, âline, Cenâb-ı Hakk’ın meded ve husûsi
inâyetine mazhar olan ashâbına ve onlara doğru delîl üzere tâbi olanlara olsun.
Özellikle
minberlerle ve kalem erbâbının yazdıklarıyla zikri yüceltilen hatiplerin
hitâbeleriyle, Adnânoğullarından gelen neslin hülâsası ve mülâkâtın en
hayırlısı olan Hz. Muhammed (salla’llâhu aleyhi ve sellem)’e devâmlı
salât u selâm getirenlere olsun.
Bundan
sonra: Âciz, günâhkâr ve fânî bir kul olan Muhammed Mübârek b. Abdullâh b.
Arslan el-Ömerî ed-Dağistânî şöyle diyor: Sened bu ümmetin özelliklerinden
olunca (ki o, kesin ve önemli bir sünnettir. Zîrâ senedin ve ricâlinin
korunması ve yazılması, ahvâlinin güzelliği insân aklının ortaya çıkardığı en
büyük iş durumundadır.)
Selef-i
sâlih bu konuda, büyük gayretler ve değerli fikirler ortaya koydular. Bu
sâyede, sahih senedler vâsıtasıyla uydurma olanlar ortaya çıkmış oldu. Böylece
bunlar yüksek mertebelere ulaştı. Nasıl ulaşmasınlar ki, çünkü bu meyânda, “Şeyhi
olmayanın şeyhi şeytandır.” denildi. Ba'zıları, “Sened, savaşçının
elindeki kılıç gibidir.” dediler. Ba'zıları da, senedin, insânı en yüksek
yerlere yükselten bir merdiven, insânların şeyhlerinin de dinî açıdan, ecdâdı
ve Rabbiyle kendisi arasında vâsıta olduğunu söylediler. Durum böyle olunca
güzel ahlâk sâhibi, akıllı, mâhir ve edîb bir kişi olan Allâh dostumuz Hüseyin Vassâf b. el-Hâc Osmân el-İstanbulî (Allâh ona kulları arasında, tevfik
ehlinin tâcını giydirsin ve onun menfaati hemen herkese dokunsun), benden, Delâilü’l-Hayrat fî
Şevâriku’l-Envâr ve
buna benzer, nûrları zâhir olan diğer evrâd ve ezkâr kitaplarını okutmaya
icâzet vermemi istedi.
Bu
kitaplarla meşgûl olanlara, Allâh güzel bir zafer ve latîf sırlar bahş eder. Hüseyin Vassâf, her ne kadar bu husûslara ehil değilsem de, benden, bu konudaki
senedimi zikretmemi de istedi. Ben de bunun üzerine Allâh teâlâya istihârede
bulundum. Böylece, isteğini yerine getirdim ve icâzetli olduğum rivâyet yoluyla
icâzet vermeye salâhiyetli bulunduğum veya okurken kendi kendime öğrendiğim
bütün yollarda, müellifine kadar ulaşan bir silsile ve ehli indinde icâzet
vermem hakkındaki mu'teber şartlarla aldığım gibi, ona icâzet verdim.
Medîne-i
Münevvere’de, mübârek Ravza-i Mutahhara’da, Rasûlullâh’ın huzûrunda şeyhim ve
üstâdım Muhammed Emîn el-Kâdirî b. es-Seyyid Ahmed b. el-Allâme es-Seyyid
Rıdvân’dan (Allâh, afv ve gufrân bulutlarını onların ve bizim üzerimize
göndersin.), özellikle Delâilü’l-Hayrât icâzeti
aldım. Şeyhim Muhammed Emîn el-Kâdirî’nin silsilesi şöyledir:
- eş-Şeyh-i merhûm, ârif-i billâh,
Seyyid Alî b. Yûsuf el-Harîrî el-Medenî,
- eş-Şeyh Seyyid Muhammed b. Ahmed
Müdgarî(?),
- eş-Şeyh Seyyid Muhammed b. Ahmed
b. Ahmed el Müsennâ,
- eş-Şeyh Seyyid Ahmed b. el Hâc,
- eş-Şeyh Seyyid Ahmed el Makarrî,
- eş-Şeyh Seyyid Abdülkâdir
el-Fâsî,
- eş-Şeyh Seyyid Ahmed b. Ebu’l
Abbâs es-Samaî,
- eş-Şeyh Seyyid Ahmed b. Mûsâ
es-Semlâlî,
- eş-Şeyh Seyyid Abdülazîz
et-Tübbâğ
- Müellif seyyidim, efendim, Seyyid
Muhammed b. es-Seyyid Süleymân el-Cezûlî eş-Şerîf el-Hasenî, (Allâh bizi ve
onların cümlesini hayır ve nimetleriyle faydalandırsın.).
Hüseyin
Vassâf’a, yüce Allâh’tan korkmasını tavsiye ederim. Zîrâ, takvâ, Allâh’ın büyük
lûtfuna nâil olmanın en kuvvetli sebebidir. Halvet ve celvet anındaki mübârek
duâlarında, tazarru' ve niyâzlarında beni unutmamasını temennî ederim. Allâh
bize kâfîdir. Selâm Allâh’ın has, hâlis kulları üzerine olsun.
Bu
ifâdeleri, Hicrî 5 Ramazân 1317/(7 Ocak 1900) senesinde İstanbul’da kaleme
aldım." (H)
[59]
"Bi'smi'llâhi'r-Rahmâni'r-Rahîm!
İsteyene
hayır kapılarını açan, nimet dalgalarının feyziyle dileyene bol bol nimet veren
ve ihsânını dileyen himmet sâhiblerine ihsânda bulunan Allâh’a hamd olsun.
Salâtın en fazîletli ve en yücesi, tahiyyâtın en güzeli ve en temizi; selâmın
en iyisi ve en yükseği; teberrükün en yücesi, zuhûruyla mevcûdatın, nûruyla
kâinatın dolup taştığı, Yüce Allâh’ın kapısı, en önde gelen habîbi, rasûl-i
ekremi, efendimiz Muhammed Mustafa (salla’llâhu aleyhi ve sellem)’e,
âline ve Allâh indinde-sevgili ashâbına olsun.
Hz.
Peygamber’e salavât getirmek, ona yaklaşmanın en güzel vesîlesi, insânı
kurtuluşa erdiren yolların en büyüğü; dünyâda ve âhirette ise insânın yüce
mertebelere ulaşması için en yakın yol olunca, Allâh teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’inde
salât ettikten sonra, kullarına da, rasûlü için cömertlik ve ihtirâm için,
salât u selâm getirmelerini emretti. Yine Allâh teâlâ, meleklerine de, rasûlüne
karşı sevgi ve ta’zim olması için salât u selâm getirmelerini şöylece emretti:
“Şüphesiz
Allâh ve melekleri Peygamber Muhammed’i överler. Ey îmân edenler! Siz de onu
övün, ona salât ve selâm getirin.” (33. Ahzâb sûresi, 6)
Bu
önemli konuda tertîb ve tasnîf olunan en büyük ve mübârek eser, Delâilü’l-Hayrât diye
isimlendirilmiş olan Kitâbu’s-Salât’tır. Muhammed ümmeti bu kitâbı büyük bir
kabûlle ezberledi. Nasıl kabûl etmezdi ki, çünkü o, Rasûlullâh (salla’llâhu
aleyhi ve sellem)’e getirilen en güzel salât ve selâmları ihtivâ
etmekteydi. Bana da bu güzel kitâbı okutma icâzeti verildi, Bu konudaki
senedim, kitâbın müellifi olan eş-Şeyh es-Seyyid el-İmâm el-Cezûlî (Allâh
ondan razı olsun)’ye kadar ulaşmaktadır.
En
güzel sıfat ve ahlaklarla muttasıf olan, ma’nevî evlâdım zekî ve ârif bir zât
olan Hüseyin Vassâf b. Osmân Efendi, yukarıda adı geçen Delâilü’l-Hayrât isimli
kitâbı okutması için benden kendisine icâzet vermemi istedi.
Bunun
üzerine, bana bu kitâbı okutmak üzere icâzet veren, sıkıntılı zamânlarımda
dayanağım ve şeyhim olan, sâlikleri terbiye eden, âriflerin imâmı, zamânının en
güzel ahlâklısı, ma’nevîyât âleminin göz bebeği, irfân ve hakîkat ehlinin tâcı,
sıddîklerin yıldızı ve zamânının nâdir şahsiyetlerinden, İstanbul’da Mevlevî
tarîkatı şeyhlerinden merhûm es-Seyyid eş-Şeyh Osmân Dede b. Abdülbâkî Dede
gibi, ben de kendisine umûmî olarak icâzet verdim.
Osmân
Dede de, “Bana, müttakîlerin önderi, kâmil ve fazîletli bir zât olan
reîsülkurrâ, Mevlevî Mehmed Paşa Câmii imâmı, şeyhim ve üstâdım el-Hâc el-Hâfız
Mehmed Efendi b. Halil, icâzet verdi.” demiştir. Bundan önceki silsile ise
şöyledir:
-
es-Seyyid Hâfız İbrahîm Âgâh b. Muhammed b. Abdullâh,
- eş-Şeyh Hâfız Muhammed b. Osmân,
- eş-Şeyh Muhammed Sâlih b. Abdullâh,
- eş-Şeyh Ebu’l-Hasan es-Sindî el-Medenî,
- eş-Şeyh Muhammed Hayât es-Sindî,
- eş-Şeyh Abdullâh b. Sâlim el-Basrî el-Mekkî,
- eş-Şeyh es-Seyyid Abdurrahmân el-Mahcûb el-Mağribî
el-Mekkî,
- Ebû Abdullâh Muhammed b. Süleymân el-Cezûlî
es-Semlâlî (Kuddise sırruhû).
(Allâh, bizi rûhaniyetiyle ve bereketiyle
nimetlendirsin. Hamd âlemlerin rabbinedir. Salât ve selâm da, O’nun rasûlüne,
âline ve bütün ashâbına olsun. Âmin.)
29
Cemâziye'l-âhir 1319/(13 Ekim 1901) Muhâmmed Es’ad el-Mevlevî" (H)
[60]
"Bir iş sana havale edildiği zamân, bunda hayır bulursun,
Bu
havalede her sâlike sirâyet eden bir sır vardır.
Tedbiri
bırak da, şöyle diyen kişinin sözüne kulak ver;
“Ey
dost! Hiç bir tedbir alma ki, her şeyin tek mâliki kalasın.
Bu
mâlikiyyet söz ve fiildedir. Böylece endişelenmekten sakın." (H)
[61]
"O, hüzün sâhibi, fukarâ şeyhlerin en büyüklerinden ve kalbi Allâh’a
yakın; apaçık kerâmetlere ve yüce makâmlara sâhib idi. Sırrı açık, basîreti
kuvvetli; hârikulâde halleri olan doğru nefesli (sözü doğru, duâsı makbûl),
himmeti yüce, derecesi öğülen, güzel görünüşlü olan, nûrlu işâretleri ve rûhanî
nefesleri, melekût âlemine âit sırları, kudsî kültürü bulunan bir zât idi. Onun
maârifde yüce miracı ve hakîkatlerde de öğülen bir gidiş tarzı, yüceliklere
götüren yüksek bir tavrı, son hallerde sağlam adımları vardır. O vâridât
ilimlerinde nûrlu bir seyyid; geçerli olan târifte esrârı yüksek sesle
açıklayıcıdır. Îmân hakîkatlerini örten perdeleri yırtıp açıcıdır." (H)
[62]
"Temiz olarak öldü." (H)
[63]
"Aç kal, beni görürsün; halktan uzak dur, bana ulaşırsın." (H)
[64]
"Hakk'a Cennet için ibâdet etmek, gönül sâhiblerine göre pek
çirkindir." (H)
[65] Şeyh Vefâ'nın âhirete
seferinin târîhini bilmek istersen: Bul (bulabilirsen) “Onun Rabbının Rahmetine
kavuşmasına târîh olabilir mi?” (H)
[66]
"Sühreverdiyye, Cüneydiyye, Aleviyye'nin bu mukaddes silsilesi, Hz.
Peygamber (en temiz salât ü selâm ona olsun)'e ulaşan bir
silsiledir." (H)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar