Print Friendly and PDF

Sefîne-i Evliyâ Evliyâ-yı Ebrâr Şerh-i Esmâr-ı Esrâr 1cild 2. bölüm




 

ENVERİYYE ŞU'BESİ

/132/ eş-ŞEYH es-SEYYİD OSMÂN NÛREDDÎN ŞEMSÎ el-ÜVEYSÎ el-KADİRÎ HAZRETLERİ

Müessisi, beyne’l-urefâ Osmân Şemsi Efendi nâmıyla meşhûr olan zât-ı âlî-kadrdir.

1229 sene-i hicriyyesi şehr-i Rabîu'l-âhirinin birinci (23 Mart 1814) Çarşamba günü sâat dörtte riyâz-ı imkâna zînet vermiştir. Maskat-ı re’s-leri, İstanbul’da, Bâb-ı Âlî civârında, Hocapaşa Mahallesi’nde kâin hâneleridir.

Peder-i ekremleri, Mâliye Nezâreti Eshâm Kalemi ser-âmedânından ve muammerînden ve tarîk-ı âlî-i Nakşibendî’den, “Hoca Emîn Efendi” diye meşhûr, Seyyid Muhammed Efendi’dir. Bi'l-âhare, Kuşadalı İbrâhîm Efendi hazretlerine intisâb edip, yirmiüç sene gûşe-i inzivâyı ihtiyâr eylemiştir. 18 Zi'l-hicce 1277/(3 Mart 1872) târîhinde, seksenüç yaşında irtihâl eylemekle, Üsküdar’da Karaca Ahmed Türbesi karşısındaki, gülistân-ı Hz. Şems’de, makbere-i mahsûsasına defn olunmuştur. Hz. Şems’in manzûme-i târîhiyyesidir ki, mezâr taşından istinsâh olunmuştur:

"Vâlidim Seyyid Muhammed müştehir “Hâce Emîn”

 İnzivâda göçdü oldu câyı Firdevs-i berîn

 Geldi nuh-tâk-ı felekden fevtine târîh-i Şems

 Müntehâ-yı sa’de oldu menzil-i rûhu’l-Emîn

 (منتهاى سعده اولدى منزل روح الأمين)

Eshâm hulefâsından ve tarîk-ı Nakşibendî ricâlinden Dervîş Osmân Şems Efendi’nin pederi Münzevî Efendi merhûmun rûh-ı şerîfî için Fâtiha. Sene 1277."

Vâlideleri, Şerîfe Fâtıma Hanım olup, 1291/(l874)’de irtihâl eylemekle o da zevcinin yanında medfûndur. Kitâbe-i seng-i mezârı :

"Vâlidem  ya’nî Şerîfe Fâtıma Hânım  be-hak

 Oldu bî-şek vâsıl-ı rahmet  be-hüsn-i hâtime

 İndi nuh-tâk-ı felekden fevtine târîh-i Şems

 Şevk ile “Allâh” diyü göçdü Şerîfe Fâtıma

 (شوق ايله الله ديو كوچدى شريفه فاطمه)

Merhûm Münzevî Muhammed Emîn Efendi zevcesi ve Dervîş Osmân Şems Efendi’nin vâlidesi merhûme ve mağfûratün lehâ hanım, rûh-ı şerîfi için li’llâhi’l-Fâtiha. Sene 1291."

/133/ Harem-i âlîleri Ayşe Hanım hazretleri 1297/(1880) senesi(nde) âzim-i dâr-ı naîm olmuş ve o da, o hazîrede defn olunmuştur:

"Bu refîkam Âyişe Hânım ecel câmın içüp

 Gitdi ol gül-zâra k'anda oldu ayn-ı câriye

 Düşdü meh burcundan anın fevtine târîh-i Şems

 Aişe Sıddîka cennetde de oldu câriye

 (عائشه صديقه جنتده ده اولدى جاريه)

Şeyh Osmân Şems Efendi’nin zevcesi hanımın rûhiçün el-Fâtiha."

Kerîmeleri Servet ve Enîse Hanımlar dahi bu civârda medfûndurlar. Mezâr taşlarından:

"Firkatâ vâveyletâ kim duhterim Servet Hanım

 Vaz’-ı haml eyler iken göçdü cihândan âh vâh

 Hatt-ı mu’cemle yazıldı fevtine târîh-i Şems

 Fâtıma Servet cinânı kıldı nâ-geh cilve-gâh

 (فاطمه ثروت جنانى قيلدى ناكه جلوه كاه)

Darb-hâne-i âmire Arayıcıbaşısı Dervîş Osmân Şems Efendi’nin kerîmesi ve bâb-ı ser-askerî rûz-nâmçe ketebesinden Ömer Lütfi Efendi’nin zevcesi merhûme ve mağfûratün lehâ Hanım. Rûh-ı şerîfiçün el-Fâtiha. Sene 1276/(1859)."

"Hayıflar kim Kerîmem bu Enîse

Göçüp dünyâdan oldu Hak enîsi

Beyân-ı fevtine Şems oldu târîh

Enîse Hânım’ın Hakdır enîsi

(انيسه خانمك حقدر انيسى)

Darb-hâne-i âmire Arayıcıbaşısı Dervîş Osmân Şems Efendi’nin kerîmesi merhûme ve mağfûratün lehâ hanım. Rûh-ı şerîfiçün el-Fâtiha. Sene 1280/(1863)."

Osmân Şems Efendi’nin meşhûr gazellerinden birinde:

Âh kim gerdiş-i dolâb cihân sîme-nisâb

Aksine devr ile idüp yine güllâb-ı serâb

İtdi bu bâğda bir serv-i revânım kem-yâb

Kıldı üftâde-i çâh-ı çemen-istân-ı türâb

Nevh-ı nâlemden olup devrine zencîr-i tınâb

Delv-i çeşmim dökülür eşk-i teri döne döne

buyurmaları kerîmelerinin zıyâ'-ı ebedîsine işârettir.

/134/ Osmân Şems Efendi hazretleri, tahsîl-i ibtidâîde bulunup, te'mîn-i maîşet fikriyle, âlâ-rivâyetin, Hoca Paşa’da tütün ticâretiyle iştigâl ve maa-hâzâ, yine bir taraftan tahsîle devâm etmişlerdir. Bu sırada, bir Bektaşî dervîş gelip, çubuğuna tütün doldurmasını söylemiş; azîz, çubuğu doldurduktan başka, bir avuç tütün de bahş etmiş. Dervîş, dükkânın ne zamân açıldığını sormuş. İki-üç ay evvel açıldığını söylemiş. Bunun üzerine Bektaşî, “Dükkânı üç ayda kaparsan, zararla kapatırsın. Altı ayda kaparsan, sermâyeyi tüketirsin. Bir sene devâm edersen, sermâyen kadar borca girersin.” demiş. Azîz, fi’l-hakîka, “Altı ayda sermâyeyi tükettim.” buyurmuşlardır.

Fıtrat-ı zâtiyyesinde meknûz olan envâr-ı irfân tecellîye başladı. Tarîk-ı mücâhede vü aşka tevessülü derpîş ile hâne-i âlîleri civârında bulunan ricâl-i Nakşiyye’den İsmâîl Efendi merhûma intisâb etmişlerdir. 1255/(1839) târîhine kadar sohbet-i aliyyelerine devâm ile sülûk-ı evveli ikmâl etmişler; müşârünileyhin irtihâli üzerine, kibâr-ı meşâyıh-ı Şa’bâniyye’den Kuşadalı İbrâhîm Efendi hazretlerine teslîm-i irâdet ve icrâ-yı bey’atla mazhar-ı feyz olarak, yedi senede ikmâl-i merâtib ile vâsıl-ı ser-menzil-i râh oldular. 1264/(1848) senesinde İbrâhîm Efendi’nin intikâline mebnî, uşşâk-ı Muhammediyye’nin terbiye ve teslîkine me’mûr iken:

Sâkiyâ başın içün câm-ı lebin sun Şems’e kim

Virdiğin şol bâde-i lezzet nisâr elvirmedi

diye, ızhâr-ı hâhişle bahr-ı hakîkate dalmak isteyerek kendine hem-râz olacak bir rehber-i irfân bulmağa çalıştı. Nihâyet, 1264/(1848) senesinde, meşâyıhı Kâdiriyye’den, zamânının ferîdi, Ünyeli Şeyh Abdurrahîm-i Üveysî hazretlerine mülâkî oldular. Abdurrahîm Efendi, Osmân Şems Efendi’de büyük bir isti’dâd gördü. Cüz'î mikdârda, gurûr-ı nefse mâlik olduğuna muttali’ olunca, “Oğlum! /135/ Bizim dâhil-i dâire-i irşâdımız olmak için odun yarıcılığı etmek lâzım. Bunu yapabilir misin?” buyurdu.

Hz. Osmân Şems, bundaki mazâmîne, irfânen kesb-i ıttılâ’ ederek, emri infâza müheyyâ olduğunu arz edince, maksad imtihân olduğunu bi’l-beyân derhâl kabûl etmiştir. Yedi sene hıdmet-i şerîfelerinde bulundular. İkmâl-i merâtib-i sülûk ile, seyr-i a’lâları mazhar-ı tasdîk buyruldu; irşâda me'zûn oldu.

ŞEYH ABDURRAHİM-İ ÜNYEVÎ

Bu zât-ı muhterem, Şeyh Müştâk-ı Kâdirî hazretlerinin şeyhi Hacı Hasanı Şirvânî’den müstahlefdir ki, Şeyh Müştâk merhûm:

“Pîrimiz sultânımız Hacı Hasan Şirvâni’dir

 Ahsen-i takvîme hayrân olmuşuz Hayrâniyiz”

diye i’lân ı mübâhât eder.

Hacı Hasan-ı Şirvânî’nin şeyhi ve silsilesi Müştâkiyye bahsinde yazıldı.

Şeyh Abdurrahîm Efendi, Ünyeliler. Cedd-i a’lâları Buhârâ’dan hicretle Ünye Kasabası’nın bânîsi olmuştur. Hz. Ömer (radıya'llâhu anh) efendimizin sülâlesinden ve Müftî-zâde hânedânındandır.

Ünye’de, ceddinin binâ-kerdesi olan Müftî Medresesi’nde ulûm-ı nakliyyeyi tahsîl ile, genç yaşında İstanbul’a gelip, Fâtih’te ulûm-ı êliye vü âliyeden feyz-yâb ve bu sırada, Hacı Hasan-ı Şirvânî’nin, Hicâz’a gitmek üzere İstanbul’u teşrîflerinde Hz. Abdurrahîm ile sevişerek, ona tarîk-ı Kâdirî’den hilâfet verip, bu sûretle kâm-yâb olmuştur. Âtıf Efendi isminde bir zât-ı sâl-dîdeden işittiğime göre, Sineklibakkâl’da sâkin imiş. Hüsn-i hattı olduğundan, dâimâ, şifâ-ı şerîf yazar, te’mîn-i maîşet ederlermiş. Pek vahdet-perver oldukları için, niyâbet teklîf olunduğu hâlde, kabûl etmediler.

1272 sene-i hicriyyesinde (1856) terk-i âlem-i nâsût ve azm-i gülşen-i lâhût eylediler. Na’ş-ı gufrân-ı nakşı, Aksaray’da, Vâlide Câmi'-i şerîfi karşısında kâin Kara Mehmed Paşa Câmi'-i Şerîfi ittisâlindeki kabristâna defn olundu. /136/ Bi'l-âhare, Osmân Şems Efendi hazretlerinin uluvv-ı himmetiyle, üzerine güzel bir taş konulup, ahîren, demir şebeke içine alındı. Taştaki manzûme-i târîhiyye müşârünileyhindir:

Silk-i pâk-ı Kâdirî’nin bir muazzam mürşidi

Pîr-i menzil Hazret-i Abdurrahîm-i Ünyevî

Kadirî meslek Üveysî meşreb-i gavs idi kim[1]

Rûhuna ta’zîm iderdi rûh-ı pâk-ı Mevlevî

Âlim ü ârif ki nakd-i hâli olmuşdu anın

Mağz-ı Kur’ân ü müfâd-ı Ma’nevîMesnevî

Şâh-ı iklîm-i fenâ şâhen-şeh-i mülk-i bakâ

Hâdimi olsa sezâ idi Emîr-i Dehlevî

Mürşidim idi tarîk-ı Hak’da  ol merd-i Hudâ

Hamdü li’llâh oldum ol sultân-ı aşkın peyrevi

İrcıî” emri ile itdi rucû-ı lâ-mekân

Düşdü ma’nâ mülküne nûr-ı cemâl-i pertevi

Didiler“ey Şems!” târîhin çıkup isnâ-aşar

İtdi seyr-i lâ-mekân Abdurrahîm-i Ünyevî

(ايتدى سير لا مكان عبد الرحيم اونيه وى) = 1272/(1856)

Şiirde, “Şems” tahâllus buyurmalarının hikmetini şu beyitte söylüyorlar :

Pertev-i zâtından ey Şems itdiğim çün iktibâs

Yadigâr aldım bu ismi Şemsi-i Tebrîz’den

Gelelim Osmân Şems hazretlerinin tercüme-i hâlini ta’kîbe:

Üdebâ-yı asırdan Mahmûd Kemâl Beyefendi ile, müşârünileyh hakkında hem-sohbet olurken, “Hz. Azîz, ile Âlî Paşa merhûmun Dîvân Kalemi’nde refâkat ettiklerini; paşanın, Mercân’daki câmi'-i şerîfinde elli seneye karîb imâmet ve hitâbette bulunan fuzalâ-yı hattâtînden ve muhibbân-ı azîzden Hâfız Hoca Tahsîn Efendi merhûmdan işitmiş /137/ idim." (dedi).

Kütüb-hânemde mahfûz mecmûada, şuarâdan Manastırlı Faik Bey tarafından yazılmış ba'zı gazeliyyâtın bâlâsında, “Bedestânî Osmân-ı Nûrî” işâretinden azîzin Bedesten’de bulunmuş olduğu istidlâl olunmuş idi. Bu gazelleri, şeyh-i mükerremin mütehayyizân-ı mürîdânından ve fazîlet-mendân-ı ümmetten Çifteler Hârâsı müdürü baytar Miralay İbrâhîm Bey merhûma göndermiş idim. Eş’âr-ı azîz meyânına kabûl etmiş idi.

Hz. Şeyh'in irtihâlinden kırk sene evvel neşr edilmiş olan Tezkire-i Fatînde, Bezistân’da vâki’ Mubâyaa Kitâbeti’ne ta’yîn kılınmıştır.” deniliyor.

Azîz-i müşârünileyh eyyâm-ı sabâvetinden beri müntesib ve muhib olan sâbık sadâret Müsteşârı Ali Fuâd Bey, Efendi, Âlî Paşa ile Dîvân-ı Hümâyun Kalem’inde bulunmadı. Hoca Paşa Mahallesi’nde komşuluk ettiler. Paşa, Dîvân’da iken, Efendi, Mâliye’de idi. Bâb-ı âlî’ye intisâb için, Paşa teşvîk edermiş. Azîz hazretleri, Bedesten’de, Hâcegî olmayıp, Arayıcıbaşılık hizmetinde bulunmuştur.” dedi, buyurdular. Hz. Şeyh’in tercüme-i hâllerini, Mahfil mecmûasında yazdığım sırada bu hakîkati de neşr eylemiş idim.

Hz. Şeyh, bir müddet sonra, inzivâ eylediler ve Üsküdar’da, İnâdiyye’de Nalçacı Halîl Efendi Dergâhı civârındaki hânelerinde irşâd-ı ibâd ile iştigâl buyurdular. Kalb-i pâki masdar-ı hakâyık olmuş idi. Te’sîr-i aşk u kemâl ile:

“Sâlikân-ı meslek-i sultân-ı Bâzu’l-Eşheb’iz

 Mazhar-ı esrâr-ı tevhîdiz Üveysî-meşrebiz

 Mu’tasım Bi’llâh’ız ancak hânkâh-ı dehrde

 Mest-i gül-câm-ı mey-i aşkız Melâmî-meşrebiz”

diye, tesettüre de meyillerini göstermekle berâber, meslek ve meşreb-i ma’nevîlerini i’lân eylediler.

Şuarâdan Ârif Hikmet Bey merhûmun, müşârünileyh Mahmûd Kemâl Beyefendi tarafından neşr olunan tercüme-i hâlinde şöyle muharrerdir:

“1277/(1861) senesi evâhirinde Ârif Hikmet Bey’in, Lâleli’de, Çukur Çeşme’de mukîm olduğu hânede, bir encümen-i şuarâ teşkîl olunmuş idi. Encümen, her Salı günü in’ikâd ederdi. Şeyh Osmân Şems Efendi, Nâmık Kemâl Bey, /138/ Ziyâ Paşa, Kâzım Paşa, Lebîb Efendi gibi, efâhim-i üdebâ ve sâir erbâb-ı sühan, encümene devâm ederlerdi. Bu encümen, Arabın Sûk-ı Ukâz’ına müşâbih idi. A'zânın bir haftada tanzîm eyledikleri nefâis-i eş’ârı, hîn-i ictimâ’da, Nâmık Kemâl Bey okurdu. Encümen bir sene muntazaman devâm etmiş idi.”

Hz. Osmân Şems, bu encümenin medâr-ı zîneti olacak derecede, nazımda da mevki’ sâhibi olduğuna şübhe yoktur. Demek ki, Cenâb-ı Şeyh’in kemâlâtı, o zamân bile takdîr olunmağa başlanılmıştır:

Hevâ-yı hüsnün ile tâ cinâna dek gideriz (Osmân Şems Efendi’nin)

Hadîka-i hat-ı müşkîn-i yâre dek gideriz (Hikmet Bey’in)

Var mı  bir ser-mest-i aşkın çeşm-i giryânım gibi (Osmân Şems Efendi’nin)

Yok mu bir ârâmı aşkın çeşm-i giryânım gibi (Hikmet Bey’in)

Yazdığım vechle, Hz. Şeyh’in inzivâya meyl-i tabiîleri var idi. Erbâb-ı aşk, meclis-i enverlerine cân atarlardı. 1300/(1883) senesine kadar, hâl-i inzivâda kaldılar. Bu sene, bir işâret-i ma’neviyye ile, Bursa’ya azîmet buyurup, onsekiz gün ikâmetten sonra, İstanbul’a gelerek, bi'l-âhare istihlâf buyurduğu Şeyh İzzî Efendi hazretlerinin Üsküdar’da Debbağlar Mahallesi’ndeki hânelerine şeref-nâzil olmuşlar, onsekiz gün ikâmetten sonra, tekrâr Bursa’ya azîmetle, burada bir hayli müddet bulunarak, nice mürde-dilleri ihyâ eylemişlerdir. 1306/(1889) senesi hitâmına kadar, arasıra İstanbul’a gelmek, Bursa’ya avdet etmek sûretiyle dem-güzâr oldular.

Müntesiblerinden Ali Efendi’nin beyânına göre, müşârünileyh, 1306 senesinden sonra, irtihâline kadar, İstanbul’da bulunmuşlardır. Nezd-i âlîlerine varanlar, lezzet-i sohbetinden bıkmaz, usanmazlardı. Dâimâ diz üstü otururlar ve lisân-ı hikmet-feşânından sâdır olan sözler; esrâr-ı Kur’âniyye ve ehâdîs-i nebevîyyeye müteallık vâridât-ı ilâhîyye idi.

/139/ Az seyrek, uzunca beyâz sakallı, uzunca lehceli; ale’l-ekser fes giyer, üzerine yemeni sarar ve ba'zan taç giyer; nûrâniyyü’l-vech bir pîr-i rûşen-zamîr idi.

Mürîdân-ı hâlisü’l-vicdânlarından pek çok zevât ile görüştüm. Derler ki:

“Hz. Şeyh’in huzûruna girildiği zamân kalbimizden mâ-sivâ kaydı ref’olur; yerine zikr-i Hak kâim olurdu.[2] Yanında bulunduğumuz müddetçe, cemâline baktıkça bakacağımız gelir, yanından ayrılmayı cânımız istemezdi. Meclis-i şerîflerinde bulunduğumuz zamânın hâtırası ve bâ-husûs, latîf hayâlleri, bir dakîka gözümüzün önünden gâib olmaz; huzûrlarında iken, herkesin muzmarât-ı kalbiyyesini keşf eder, söyler idi. Ale’l-ekser, huşûan ağlardı. Vâridât-ı Rabbâniyyeye mâlik olduklarından, sözleri pek müessir idi. Fasâhatından üdebâ, maârifinden ulemâ, tahkîkatından ehl-i felsefe, dakâyıkından büleğâ, eş’ârından şuarâ, hikmetinden ukalâ, âdâbından fukarâ, el-hâsıl, her sınıf kendine göre, fezâil ve irfânından iktibâs-ı feyz ederler idi. Kendilerinin, zâhir-i hâlde hânkâhı yoktu. Fakat her mürîdinin kalbini hânkâh-ı aşk ittihâz etmiş idi.”

Hülâsa-i kelâm Cenâb-ı Şeyh, ser-halka-ı erbâb-ı tecrîd ve sâkî-i hum-hâne-i tevhîd olmuş idi. Şiddet-i riyâzât ü mücâhededen kemâl derecede zaîf bir hâlde idiler. Bellerine bağladıkları kemeri gördüm; hemen hemen bir çocuk kemeri kadar ufak idi.

Bir eserde şu tavsîfâta müsâdif oldum:

“Hâce-i debistân-ı irfân, mürşid-i müşkil-güşâyı sâlikân, eâzım-ı ricâl-i Kâdiriyye’den, inzivâ-güzîn-i safâ ve merd-i meydân-ı sıdk u vefâ, Üsküdârî Şeyh Osmân Şems Efendi hazretleri.”

Tarîk-ı Kâdirî’de, “Enverî” kolu nâmıyla te’sîs buyurdukları şu'benin pîr-i sânîsi i’tibâr ile kendilerine, “Bâzü’l-Enver” denilmiştir.

/140/    Âb-ı hayât-ı zulmet olur Şems reşhası

Nutka gelürse hâme-i mu’ciz-beyân-ı feyz

ve

Şems oldu bu gün rehber-i şeh-râh ayânı

Göründü subuh-gâh-ı şebistân-ı Üveysî

ve

Dilistân-ı maârifde kime üstâd lâzımsa

Beni ekmel bulur ol bâbda irşâd lâzımsa

buyuran, o sultân-ı irfânın kadrini bilenler, hiç şübhesiz kazandılar. Bidâyeten anlayamayanlar ise:

Şems-i dil-sûzun bilirsin kadrini ol demde kim

Hâkde kurbân-ı tîğ-ı aşk olup medfûn olur

beyt-i hakîkat-nümâsı vechle sonradan anladılar.

Hz. Azîz'in sinn-i âlîleri seksenikiye resîde olunca, İzzî Efendi halîfesi Sa’deddîn Efendi’nin beyânına göre 1310, mezâr taşındaki mahkûk târîhe göre 1311 senesi Cümâziye’l-âhirinin onsekizinci ( 8 Aralık 1892 veya 27 Kasım 1893) Çarşamba günü cânını cânana teslîm etmekle, na’ş-ı mübârekleri Üsküdar’da, son zamânlarda ikâmet buyurduğu Selîmiye civârındaki hânelerinden, ihtifâlât-ı lâyıka ile kaldırılarak, başlar üstünde, Karaca Ahmed Türbesi karşısında, az aşağıda ve karşı sırada, yoldan beş altı adım içeride kâin medfen-i mahsûslarında, vedîa-i hâk-i gufrân kılınmıştır. (Kaddesa'llâhu sırrahû ve nefeana’llâhu bi-berekâtihî ve fuyûzâtihi. Âmîn.)

Türbelerinin üstü açıktır. Demir şebeke vardır. Mezâr taşında:

Ecille-i ricâl-i Kâdiriyye vü Üveysiyye’den es-Seyyid eş-Şeyh Osmân Nûreddîn-i Şems (kuddise sırruhû) Efendi hazretlerinin kabr-i şerîfleridir. Sinn-i şerîfleri 82, târîh-i velâdetleri 1229 fî gurreti Rebîu’s-sânî (23 Mart 1814), yevm-i Çarşamba. İrtihâlleri 1311, 18 Cemâziye’l-âhir (8 Aralık 1892) yevm-i Çarşamba.” yazılıdır. Çarşamba günü doğmuş, aynı günde rıhlet etmiştir.

Gâyet rûhanî bir makâm-ı âlî olup, erbâb-ı ziyâret hisse-mend-i zevk olurlar.

/141/ Bir zamânlar, kabr-i enverlerinin bir kenârında, taşdan bir levhada, Cenâb-ı Şeyh’in âtîdeki nutk-ı vecîzi okunmakta idi; bi'l-âhare, İzzî Efendi merhûm, her ne esbâba mebnî ise, kaldırttılar:

Mezârın ravza-i rıdvân bulurlar

İçinde çeşmini hayrân bulurlar

İner gökden melekler şekl-i bârân

Mezârın toprağında cân bulurlar

Civârından geçen bâd-ı sabâyı

Seherler bûy-ı müşk-efşân bulurlar

Derûnundan ciğer-pârem görenler[3]

Birin tennûr birin biryân bulurlar

Cefâ-yı rûz-ı gârından bu bağın

Gülünde yâre-i hicrân bulurlar

Gamınla yâr-ı Şems subh u mahşer

Yine sûzân-ı ser-gerdân bulurlar

Esnâ-yı ziyârette, rûhâniyyet-i Hazret, temessül ile şöyle hitâb buyurur:

Ben reh-nümâ-yı beyt-i visâlim ki sıdkıma

Seyr eyle gel menâzil-i râhım nişânedir

Mahv eyledi vücûdumu hep  aşk-ı bî-nişân

Mahv-ı vücûda  hâl-i tebâhım nişânedir

Vahdet sarây-ı mutlaka azm eyledikde Şems

Gel gör ki  hâkim üzre giyâhım nişânedir

                                               *    *    *

Şems  biz aşk şehîdânıyız âhir dem olur

Gelür erbâb-ı vefâ  zâir olur kabrimize

Bunlar, Cenâb-ı Şems’in burhân-ı kemâlâtı olan maâliyyâttandır.

Üsküdârî Tal’at Bey, Azîz-i müşârünileyhin intikâli üzerine şu manzûme-i târîhiyyeyi inşâd eylemiştir:

Şems-i devrân mazhar-ı feyz-i tarîk-ı Kâdirî

Ya’ni hem-nâm-ı cenâb-ı Câmi'-i nazm-i Hudâ

Eyleyince âlem-i lâhûta nâ-gâh intikâl

Çıkdı istikbâle ervâh-ı sufûf-ı evliyâ

Matla-ı şems-i hakîkat şeyh-i rûşen-dil idi

Nûr akardı vech-i pâkinden göreydin dâimâ

İnzivâ-gâhın ziyâret eyleyen erbâb-ı hâl

İtmemek kâbil değildi  ihtiyâr-ı inzivâ

/142/     Mürşid-i feyyâz idi hem de sühan erbâbına

Nazm u nesrin  hırz-ı cân eylerdi ashâb-ı nühâ

Vahdete dâir olan ebyâtının emsâli yok

Himmete dâir olan âsârı gâyet bî-riyâ

Eyledi hoş-nûd rûh-ı pâk-ı Abdülkâdir’i

Bunca demler himmet-i pîrânesin itdi ricâ

Elli yıl seccâde-i irşâdda oldu mukîm

Eyledi telkîn-i esrâr-ı tarîk-ı kibriyâ

Sohbetinden feyz alanlar ol Üveysî-meşrebin

Oldular hep vâsıl-ı Hak  târik-i hubb-ı sivâ

İtdiler kurb-ı Ebu’d-Derdâ’da tevdî’-i türâb

Nefs-i pâkin nakl idüp baş üzre erbâb-ı vefâ

Sırrını takdîs ide her dem Hudâvend-i Gafûr

Eyleye kabrin metâf-ı kudsiyân subh u mesâ

Rıhletinde Mevlevî Tal’at didi târîhini

Eyledi Osmân Efendi azm-i dergâh-ı bakâ

(ايلدى عثمان افندى عزم دركاه بقا)

Hz. Şeyh’in, İzzî Efendi zamânında tertîb olunmuş Dîvân mükemmelleri vardır. Arabî, Fârisî lisânlarıyla söylenmiş nutukları da görülmüştür.

Numûneleri:

فالغسل من الإشراك توحيد،                  

كأنك غريق في بحر الله.

بمياه الرحمة على التفريد.                      

يغنيك في موجه نور إله

من جنابة البعد تنجي،                       

لو بقا لك الشعر في اليبس واحد،

كنت يفنا في الله منجي،                     

إنك صرت في التوحيد لاحد

وهذا ليس لك من بقايا الوجود،  

وحدوا الله بكل شيء أرجو،

وليس بك الفناء في الوجود.                  

فقولوا لا موجود إلا هو [4]

ديده م مرغ سبكباز آمدى،

بر نهال سرو ممتاز آمدى                     

كفته درباغ تو شهباز نشست،

آن زبستامها شكار بتز آمدى.

وى مورى كه بر منقالش كرفت،

 بر سبيل نطق اعجاز امدى.    

هم در بين باغ ترا بيغمبر ست،

يكديكر مهروى أنباز أمدى.

كى تواند نديم سركشي،

بر نديم حق سرافراز أمدى.                  

هر كه بر حب على مرتضاست،

            شمس را دلبند وهمراز آمدى.[5]

Seyr ü sülûkuna işâreten buyuruyorlar:

Bir görüp deryâ-yı vahdetde mevâc-ı kesreti

Eyledik idrâk-ı esrâr-ı bakâdan celveti

Şübhesiz buldum fenâ-yı Hak’da sırr-ı halveti

Halvetî’yim Halvetî’yim Halvetî’yim Halvetî

Seyr idüp nakş-ı cihânı Nakşibendî’den ayân

Gerçi kıldım Kâdirî’den hatm-i seyr-i lâ-mekân

Vahdet esrârın ki bildim Halvetî’den bî-gümân

Halvetî’yim Halvetî’yim Halvetîyim Halvetî

Feyz-i envâr-ı Muhammed gûyiyâ bir cûy-bâr

Cümle pîrân-ı tarîkatdır o feyz-i çeşme-sâr

Pîr Şa’bân-ı Velî’den nisbetim var âşikâr

Halvetî’yim Halvetî’yim Halvetîyim Halvetî

Aşk u şevkıyla idüp zikr-i Hudâ şâm u seher

Seyr-i devrân eylerim arz u semâ ile döner

Almak istersen evâsıtda sülûkumdan haber

Halvetî’yim Halvetî’yim Halvetîyim Halvetî

                   *    *    *                                                                                           

Bir dilde ki zâhir ola envâr-ı Muhammed

Zâhir görünür çeşmile dîdâr-ı Muhammed

Mir’ât-ı mukâbildeki sûret gibi hâmuş

Dilden dile menkûl olur esrâr-ı Muhammed

Zencîr olana cezbe-i Rahmân irer elbet

Sevdâ-yı hum-ı zülf-i siyeh-kâr-ı Muhammed

Elbet olur Allâh evi kâşâne-i kalbi

Bir dilde ki takrîr ola ikrâr-ı Muhammed

Tâ rûz-ı ezel bâd-ı hazân ile dökülmez

Serv-i çemen-i gonca-i gül-zâr-ı Muhammed

Dîvân-ı İlâhî’de dahi bâde-perestdir

Ser-mest-i mey-i sâğar-ı ser-şâr-ı Muhammed

Huccâc gibi kâfilelerle çekilürler

Beyt-i harem-i vuslata seyyâr-ı Muhammed

/144/      Gelsün harem-i sîneye pervâne-gönüller[6]

Yandı bu gece şem’-ı şerer-bâr-ı Muhammed

Sıddîk gibi Şems oturur " mak’ad-ı sıdk"a

Kerrâr gibi her kim ki olur yâr-ı Muhammed

GAZEL

Görinür tâbiş-i dîdâr gönülden gönüle

Berk urur pertev-i envâr gönülden gönüle

Yeter ey Şems yeter lâfla keşf-i esrâr

Keşf odur kim gide esrâr gönülden gönüle

Bu gazel elli beyitten ziyâdedir. Vahdet-i vücûda dâir pek mühim hakâyıkı câmi'dir. Muharrir-i fakîrin delâletiyle birçok zevât-ı kirâm tanzîr eylediler ki, her birinin son beyitlerini yazıyorum:

Üstâd-ı muhterem Besîm Efendi’nin:

Feyz-i Şems eyledi nâlende Besîm’i intâk

Müntakıl neş’e-i akrân gönülden gönüle

Muallim Cûdî Efendi’nin:

Ten ü men savt u sühan cümlesi bîgâne kalır

Sohbet-i cân ider ahrâr gönülden gönüle

Şâir Edirneli Tal’at Bey’in:

Tal’at-ı vechi yetişdi ne güzel imdâda

Virdi tesliyyeti dîdâr gönülden gönüle

Nakîbü’l-eşrâf merhûm Abdurrezzâk İlmî Efendi’nin:

İlmiyâ ehl-i dilin bendesi ol pür-şâd ol

Hoş gelür sohbet-i dildâr gönülden gönüle

A'yândan merhûm Gâlib Bey’in:

Kesret-i reng-i tesâvîr-i şuûndur yâ Hû

Nûr-ı tevhîd nümû-dâr gönülden gönüle

Meşâyıh-ı kirâmdan Erbilî Es’ad Efendi hazretlerinin:

Kalbi zâkir idemez râbıtasız ferd-i beşer

Dökilür kevser-i ezkâr gönülden gönüle

/145/ Urefâ-yı Uşşâkiyye’den Hazmî Efendi’nin:

Hazmiyâ huzme-i Şems'e dilini mir’ât it

Rû-numâ ola rûh-ı yâr gönülden gönüle

Şuarâdan Sâfî Bey’in:

Soyunanlar bu libâs-ı beşerîden Sâfî

Vuslata oldu sezâ-vâr gönülden gönüle

Şuarâdan Sıdkı Bey’in:

Gönül âfâkını gel eyle tarassud Sıdkî

Görinür matla’-ı envâr gönülden gönüle

Muharrir-i kemterin:

Hazret-i Şems’e gönül virdi hakîri Vassâf

Feyz-bahş olmada âsâr gönülden gönüle

Ahmed Remzi Dede Efendi’nin taştîrinden:

Olma dil-beste kerâmâtına Şeyh’in Remzî

Keşf odur kim gide esrâr gönülden gönüle

Ba'zı nutuklarından:

Âşık-ı şûrîdeyim ammâ Hanefî-meşrebim*

Bâde-i tevhîd ile mestim Üveysî-meşrebim

Seyr-i lâhût itmede hem-râz-ı Bâz-ı Eşheb’im

Kâdirî’yim Kâdirî’yim Kâdirî’yim Kâdirî

                   *    *    *

Gönülde buldum esrâr-ı Üveysî

Üveysî’yim Üveysî’yim Üveysî

Ki oldum aşkının Leylâ vü Kays’ı

Üveysî’yim Üveysî’yim Üveysî

                   *    *    *

Koyup zamân u mekânı soyub kabâ-yı teni

Fedâ-yı cân iderek lâ-mekâna dek gideriz

Misâl-i Şems olup sîne dâğ dâğ-ı firâk

Huzûr-ı Hâlık-ı kevn u mekâna dek gideriz

                   *    *    *

Gözü dünyâ mı görür âşık-ı dîdâr olanın

Dil-beri sen gibi bir mâh-ı dil-âzâr olanın

Gayre meyli olamaz aşkın ile yâr olanın

Yücedir rütbesi mihrinle hevâ-dâr olanın

/146/ Bu beyit Edirneli Necâtî’nindir:

Ayağı yer mi bâsâr zülfüne ber-dâr olanın

Aşk u şevkıyla virür cân u seri döne döne[7]

                   *    *    *

Nâr-ı aşkınla yanan şem’a-ı kâfûr gibi

Sâf ider sînesin âyine-i billûr gibi

Cûş ider mevc-i dili mevc-i yem-i nûr gibi

Görinür bâng-ı “ene’llâh” ile Mansûr gibi

Tutışur meş’al-i âhı şecer-i Tûr gibi

Savrılur gönülde her bir şereri döne döne

Sana dil-beste olan zülf-i perîşânın ile

Mest olur gerçi mey-i la’l-i gül-efşânın ile

Hûn-âğışte olur hançer-i müjgânın ile

Âkıbet pârelenür pençe-i hicrânın ile

Saplanup sîh-ı gama âteş-i sûzânın ile

Laht-ı biryâna döner tâ ciğeri döne döne

Her tecellî kim ider aşk-ı dil-efrûz-ı nigâr

İnleyüb bâd açar la'lini gül-i bâğ-ı nehâr

Cûylar girye idüp na’ra urur mürg-ı hezâr

Raks ider misl-i felek vecd ile bî-sabr u karâr

Kimi bî-savt u hurûf kimi pür-nâle vü zâr

Zikr ider Hakk'ı cihân zîr ü beri döne döne

Cezbe-i aşk ile bir âleme kıldım ki hırâm

Düşdü ser-mest gönül bezmine bî-bâde vü câm

Çeşmime oldu hüveydâ nice merdân-ı kirâm

Kimi Veysî kimi Bedr u kimisi Şems-i benâm

Mevlevî gibi şebistân-ı muhabbetde müdâm

Şem’inin yanmada pervâneleri döne döne

Âh kim gerdiş-i dôlâb-ı cihân seyr-i nisâb

Aksine devr ile idüp yine küllâbı serâb

/147/  İtdi bu bağda bir serv-i revânım kem-yâb

Kıldı üftâde-i çâh-ı çemenistân türâb[8]

     Nevh-ı nâlemden olup devrine zencîr-i tınâb

Delv-i çeşmim dökilür eşk-i teri döne döne

Kıldı hasret beni ser-geşte vü mestâne revân

Nâr-ı firkat dilime açdı nice dâğ-ı nihân

Başdan başa olup râz-ı tenim dîde-i cân

Görmeğe zülfü içinde ruh-ı cânânı ayân

Şems olup hem-reviş-i mihr ü meh-i nûr-efşân

Seyr ider çarh ile şâm u seheri döne döne

Nezd-i fakîrânemde bir mufassal mektûblarının sûreti vardır ki, Haydarpaşa Hastahânesi ser-tabîbi merhûm Muhammed Paşa’ya göndermişlerdir. Hem terfî'-i rütbesi münâsebetiyle tebrîk, hem de meslek-i tabâbette zemîne münâsib hakâyık-ı tevhîd ile teslîk buyuruyorlar. Bir kısmını teberrüken nakl ediyorum. Nesirlerine misâldir:

“Nev'-i beşerden bir insânın, mukadderâttan olan me’kûlât ve meşrûbâtı havz-ı beden bulunan mi'desine vâsıl oldukta, mevâdd-ı me’kûle vü meşrûbe, hazm-i sânîde tebdîl-i vaz'-ı hey’et ederek, kısmen mâyî hâline intikâl ile, lâ-yuad ve lâ-yuhsâ eczâ-yı ferdiyyeye münkasim ve hâzıme-i mütebâkıye-i müteaddide dahi makâsım ü mecârîsinden mürûr ile, ser-â-pâ vücûda münteşir olup, hattâ mevâdd-ı me'kûlenin eczâ-yı ferdiyyesi, hey’et-i vücûd-ı insânın, eczâ-yı ferdiyye-i mürekkebesine kısmet ve nasîb olarak hey’et-i vâhidede, her cüz'-i ferd-i mürekkebe, her cüz'-i ferdden tegaddî edip, neşv ü nemâ bulduğu vâreste-i kayd u iştibâhdır. Acabâ, âlem-i vücüd-ı insânîde her cüz'-i ferd, rızk-ı maksûmu, her cüz'-i ferd hey’et-i vücûda kısmet ve nasîb eden kuvvet nedir? Ve vâsıta-i taksîm olan, muntazam bî-had âlât ve edavâtı isti’mâl ve istihdâm eden üstâd-ı kâmil, nasıl üstâd-ı sâhib-i kudret ü meziyettir. Teemmül olunursa, bu kuvvetin /148/  bi-kudreti’llâhi teâla zâhiren ve bâtınen vücûdu muhît olan rûh-ı sultânî olup, o kuvvet, onun saltanatından ser-ber-âverde-i manassa-ı zuhûr u vukû' olmuş, muhayyiru’l-ukûl bir sun’-ı bedî' olduğu bilâ-iştibâh sâbit olur.

Eğerçi ashâb-ı ukûl ve ashâb-ı fenden ba'zı zevât, rûh-ı sultânînin dem veya nefesi ve yâhud asabî-mizâc olmasına zâhib olmuşlar ise de, o sözler ma'neviyyâtdan mahcûb olup, maddiyyâta hasr-ı nazar iden ve müsebbibi bilmeyip, esbâba i'timâd kılan erbâb-ı hicâb zanniyyâtından sâdır olan makûle-i evhâm u hayâlât olup i'tibârdan sâkıtdır. Zîrâ rûh-ı sultânî, vücûd-ı insânda, be-ı’tibâr-ı matâli'-ı meşârık-ı mütefâviteden pertev-endâz-ı hey'et-i vücûd-ı imkânî olur. Bir nûr-ı latîfe-i sübhânî ve lâ-mekânî ve bir sırr-ı nefha-ı Rahmânî vü Samedânî’dir ki, anın ilm-i hakîkati, ilm-i ilâhîye mahsûsdur. Ve ilm ü irfân-ı cüz'îsi, enbiyâ-yı ızâm aleyhimü’s-selâm ve evliyâ-yı kirâm aleyhimü’t-takdîs ve’l-ıkrâm hazerâtına vedî’a olunmuş bir ilm-i keşfî-i şuhûdî-i yakînî olmakla, akl-ı maâş ile ma’kûl ve fehm ü derk-i kâsıra ile mefhûm ve idrâk olunmakdan müteâlîdir.

Ketebehû Dervîş Osmân el-Bezekî el-Üsküdârî el-Kâdirî.”

Hazret-i Şeyhin duâsı :

اللهم طهر قلبي بماء طاهر رجمتك، ونَوِّر بصري بنور جمال رؤيتك، وزين سري بحقائق دقايق أسرار معرفتك، وابعثني على سبيل طاعتك واجعل مرادي مرادك بإرادتك بحق دموع عيون حبيبك محمد عليه أفضل صلواتك. [9]

Sarı Abdullâh Efendi hazretlerinin (cild 2, sahîfe 315.) kabirleri yakınındaki bir kabrin demir parmaklığına merbût levhada şu kitâbeyi gördüm:

"Ecille-i ricâl-i Kâdiriyye vü Üveysiyye’den es-Seyyid Osmân Şems ve Muhammed İzzî Efendiler hazerâtının veled-i ma’nevîsi vâkıf-ı sırr-ı seb‘u’l-mesânî Mahmûd Nûreddîn-i Sânî Efendi’nin kabirleridir. 10 Ramazân , sene 1342/(15 Nisan 1924)"

Bu zât-ı muhterem Şeyhu'l-İslâm kapısında başkâtip olup sinni altmışa karîb idi. Pek âşık ve sâdık olup, beyne'l-ihvân mevkî'-ı mümtâzı vardı. (Rahmetullâhi aleyh)

Hz. Şeyh’in üç halîfesi vardır. Birî Üsküdar’da Cânbazlar Kahyası Şükrü, dîgeri mütekâidînden İzzî Efendilerdir. Üçüncüsü Hâfız Bekir Efendi’dir.

ŞEYH MUHAMMED ŞÜKRÜ ŞİHÂBEDDÎN EFENDİ

Şükrü Efendi, evvelce irtihâl etmiştir. Osmân Şems Efendi merhûmun dâmâdıdır. Ve Sâdberk Hanım’ın zevc-i mükerremidir. Bu hanım evlâd-ı ma’nevîsidir. Civâr-ı Hz. Şeyh’de medfûndur.

Kitâbe-i seng-i mezârı:

"Ecille-i ricâl-i Kâdiriyye vü Üveysiyyeden, şeyhu’ş-şuyûh Osmân Nûreddîn /149/ Şems Efendi hazretlerinin halîfesi ve ahlâk-ı kudsiyye-i mürşidânelerinin mazhar-ı tâmmı eş-Şeyh es- Seyyid Muhammed Şükrü Şihâbeddîn Efendi (kaddesa’llâhu sırrahumâ) hazretlerinin rûh-ı şerîfleri için el-Fâtiha. 26 Rebîu’l-evvel 1324/(28 Nisan 1908), Leyle-i Ahad, sâat: 7."

eş-Şeyh es-Seyyid Muhammed İzzî Bedreddîn Efendi hazretlerinden âtîde ayrıca bahs olunacaktır.

Hülâsa-i kelâm, ol veliyy-i kâmil, Cenâb-ı Osmân Şems gül-zâr-ı irfân-ı Muhammedî’de yetişmiş bir gül-i ra’nâ idi. Etrâfında bulunanlar da, o Hazret’in bûy-ı hakîkatından zevk-yâb olarak ser-mest-i aşk-ı tâm olmuşlardır.

Cenâb-ı Şeyh Osmân Şems Efendi pîr-i devrândır

Hakâyık gül-şeninde bülbül-i esrâr-ı irfândır

Mübârek zât-ı âlî-kadri el-hak nûr-ı Yezdân’dır

Vücûd-ı mekremet-efzûdu ehl-i aşka ihsândır

Edîb ü fâzıl u âşık enîs-i bezm-i cânândır

Bütün ahvâl ü akvâli ser-â-pâ sırr-ı Kur’ân’dır

Maâliyyât garâmiyyât vâdîsinde pür-şândır

Medâr-ı feyz-i uşşâk bâis-i zevk-i mürîdândır

O bir Şems-i münîr-i âlem-ârâ-yı edîbândır

Hakîr-i kemteri Vassâf’ının kalbinde rahşândır

                   *   *   *

Yakdın beni âteşlere ey Hazret-i Şems

Lutf eyle kerem kıl beni dil-şâd eyle

Dîvân-ı şerîfleri ser-â-pâ hakâyıkla mâlîdir. Ba'zı yerlerinde, rumûz ile mertebe-i zevklerinden haber vermişlerdir. Hele, mersiyye-i mufassalaları sırf ilhâm ile yazılmış bir bedîa-ı garrâdır. Cenâb-ı Hak sırlarını takdîs ve bizleri de mazhar-ı irfânları buyursun. Türbe-i şerîfelerine aşk ile gidip ziyâret eden erbâb-ı îmân, muhakkak mazhar-ı inşirâh ve nâil-i eltâf-ı Hz. Fettâh olur.

ŞEYH MUHAMMED İZZÎ BEDREDDİN el-ÜVEYSÎ el-KÂDİRÎ HAZRETLERİ

/150/ Müteahhirîn-i meşâyıh-ı sûfiyyenin mâ-bihi’l-iftihârıdır. 1259 sene-i hicriyyesinde (1843), Niğde’de, Bereketlimaden nâhiyesinde serîr-ârâ-yı mehd-i imkân olmuştur. 1280/(1875) târîhinde Der-saâdet’e gelip mebâdî-i ulûmu, peder-i muhteremleri tarafından tutulan bir muallim-i husûsîden tederrüs eylemiştir. Hıdmet-i devlete girerek 1292/(1875) târîhinde Zabtiye Nezâreti Mektûbî Kalemi mümeyyizliğine irtikâ etmiş; Erzurum, Van, Hakkâri vilâyetleri Evkâf Muhâsebeciliklerinde, Ankara Vilâyeti Evrâk Müdürlüğünde bulunarak, en sonra, Şehremâneti Meclis-i İdâre Başkitâbeti'ne ta’yîn olunmuştur. Tarîk-ı sûfîye hâsıl olan meyl ile, 1295 sene-i hicriyyesinde (1878) Osmân Şems Efendi hazretlerinin bezm-i irfânına dâhil olmuştur. İşrete münhemik iken, Hz. Şeyh’in enfâs-ı kudsiyyeleri, te'sîr-i âlem-i ma’nâya incizâb-ı küllî hâsıl ederek tâm ma'nâsıyla mürîd-i hâlis olup nûr-ı feyz-i Hazret’e erişmiştir. 19 Rebîul’l-evvel 1299/(30 Aralık 1881) târîhinde me’mûriyyet-i dünyeviyyeden dâmen-keş-i ferâğat olarak, seyr ü sülûka vakf-ı vücûd ile şeyhinin mazhar-ı rızâsı olarak ona iyi bir hayrü’l-hâlef olmuştur.

Azîzine olan fart-ı hürmeti hasebiyle, huzûrunda ta’zîm ile durur. Lisân-ı mihr-efşânından sâdır olacak emri infâza muntazır bulunurlar imiş. Bursa’dan avdetinde azîzinin kendisine misâfir olması, nişâne-i teveccühleri addedilmiştir. 1303/(1886) târîhinde ikmâl-i sülûk ederek hilâfet almıştır. Yedi sene maiyyet-i Hz. Şeyh’de bulunarak mü’minîn ü mü’minâtın terbiyesine ve teslîklerine vakf-ı hizmet ettiler. Hz. şeyh’in âlem-i bakâya intikâlleri üzerine, hıdmet-i ma’neviyye-i reşâdeti, bi-tamâmihâ dûş-ı tahammüllerine alarak altı ay kadar, Üsküdar’daki hânelerinde ihtiyâr-ı ikâmetten sonra ihvânının ibrâmı ve işârât-ı ma’neviyye-i ilâhîyyenin zuhûru üzerine 1311/(1893) târîhinde Salkımsöğüt’teki dergâh meşîhatini bi’l-kabûl buraya nakl eylemişlerdir. Burayı yeniden ta'mîr ve tecdîd ederek ihyâsına bâis oldular.

/151/ Uşşâk-ı Muhammediyye’nin terbiye ve teslîklerine tâm yirmisekiz sene vakf-ı cân ettiler. Bu müddet zarfında da dergâhdan dışarı çıkmadılar. İhtiyâr-ı inzivâ buyurdular. Hasan Ünsî hazretleri de burada kırk sene münzevî olmuşlardı. Bu iş herkesin kârı değildir.

İzzî Efendi, vâridât-ı kalbiyyeye mâlik, cezbe-i rahmânî sâhibi, âşık, sâdık bir zât-ı muhterem olup, halaka-ı irfânına pek çok kimseler dâhil olmuştur.

Uzun boylu, mülehham, beyâz ve uzunca sakallı, yüzünde humreti gâlib, mütenâsibü’l-endâm bir mürşid-i rûşen-zamîr idi. Lakırtıyı hafîf söylerler, esnâyı zikirde de, ale’l-ekser, zemîne, hâle münâsib hakâyıktan bahs ederler idi.

Cuma günleri ikindiye yakın bir zamânda ve leyâlî-i mübârekede ve Ramazân-ı şerîf Cuma gecelerinde icrâ-yı âyîn-i tarîkat olunurdu. Esnâ-yı zikirde tahassul eden zevk u şevk ile’l-ebed menkûş-ı hâtıra-ı fakîrânemdir.

Cem’iyyetlerde Kâdirî tâcı giyerdi. Bu tâcları uzunca ve kenârı müjgânlı olup, üzerine yeşil sarık sarar, ucunu uzatırlardı. Sâir zamânda, ale’l-ekser, Mevlevî sikkesi üzerine gayr-i muntazam yeşil destâr sararlar ve sikke-i şerîfeyi çıkardıklarında ba'zan beyâz büyükçe takiyye ve ba'zan arâkıyye giyerlerdi; mürîdân, kâmilen, uzunca arâkıyye giyerler, sarık sarmazlardı.

Yedirmeyi, içirmeyi, intizâmı sever herkesin derecesine göre taltîfinden geri durmaz idi. Mahbûbu’l-kulûb ve umûma mergûb olmuş idi. Bir zamânlar akşamları dergâhın kapısındaki parmaklığa dayanır; gelen geçeni temâşâ eder, bildiklerine iltifât eyler idi. Sonraları bundan ferâğat buyurdular.

(Bir) medîd râhatsızlığa dûçâr oldular. 16 Cemâziye'l-evvel 1338 - 8 Şubat 1336/(1919) târîhine müsadif Cumartesi günü akşamı Pazar gecesi âlem-i bakâya intikâl eylediler. Na’ş-ı mübârekleri gâyet karlı bir günde, vasiyetleri mûcibince, Azîz Mahmûd-ı Hüdâyî hazretlerinin âsitânesi /152/ hazîresinde vedîa-i rahmet-i Rahmân kılındı. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Üsküdârî Şâir Tal’at Beyefendi:

İzzî Efendi nâil-i izz-i huzûr ola

(عزي أفندي نائل عز حضور اوله)

târîhini söylemiştir.

Türbelerinin üzeri açıktır. Osmân Şems Efendi’nin türbesinin aynıdır. Mezâr taşında şöyle yazılıdır:

"Ecille-i ricâl-i Kâdiriyye-i Üveysiyye’den es-Seyyid eş-Şeyh Muhammed İzzî Bedreddîn Efendi hazretlerinin kabr-i şerîfleridir. Sinn-i şerîfleri: 79."

Bir gün, dergâh-ı şerîfinde, İbrâhîm Hâs hazretlerinin kabr-i şerîfi(ni) arıyordum, İzzî Efendi, nezd-i fakîrâneme gelerek, “Evlâdım, ne arıyorsun?” buyurdular. Keyfiyyeti arz edince, evliyâya muhabbetimden memnûn olarak, “Hazret’in kabri yanından lağım geçiyormuş, bize bildirdiler; derhâl kabirlerini açtım, kendilerini ter ü tâze buldum. Mecrâyı hemen tebdîl ve oradaki toprağı kâmilen hârice nakl ile, yerine temiz toprak celb ettim. Burada medfûndur.” diye, Hasan Ünsî hazretlerinin penceresi yanını gösterdiler. Mübârek ellerini öptüm; duâsını aldım. “Hz. Sems’in Dîvân’ını niçin basdır mıyorsunuz? Umûm istifâde eder.” dedim. “Hz. Şeyh’in henüz müsâadeleri yoktur.” buyurdular. Bu dergâh-ı şerîf zamân-ı âlîlerinde dolardı. Rıhletleriyle berâber büyük bir sükûnete mübeddel oldu.

Bülbül yuvadan uçtu gülistânı gam aldı

Müşârünileyhin, Miralay Fethi Bey nâmında bir necl-i necîbi vardı. İzmir Kumandanı refâkatine me’mûr idi. Yunanlıların İzmir’i işgâlinde, yetmişiki yerinden yaralayarak şehîd ettiler. El-yevm, orada güzel bir türbesi vardır.

Îbnü’l-Emin Mahmûd Kemâl Beyefendi, bir gün İzzî Efendi’nin yanında iken, vak’a-ı şehâdetten evvel, ”Kemâl Bey evlâdım! Devlet ve milletin halâsı için, ben Fethi’yi fedâ edeyim, sen de nemiz varsa fedâ et.” diye ızhâr-ı kerâmet buyurdular. O sırada Mahmûd Kemâl Bey’in hânesi Fransızlar tarafından işgâl ve kütüb ve eşyâsı yağma edilmişti.

Fethi Bey’in hemşîresinin bir küçük evlâdı olup, meşîhat buna teveccüh ettiğinden, el-yevm, dergâh vekâleten idâre olunmaktadır.

/153/ Süleymân Fethi Bey’in vazîfe-i askeriyyesi, Dördüncü Kolordu Ahz-ı Asker Hey'eti Riyâseti idi. İzmir’de Tilkilik civârındaki Şeyh Mahallesi’nde kâin, Rufâî Emîr Sultân Tekkesi’nde medfûndur. Seng-i mezârıındaki kitâbe:

Hüve’l-Hayyu’l-Bâkî!”

Şehîd-i muazzam, Erkân-ı Harbiye miralayı Süleymân Fethi Bey merhûm, ecille-i ricâl-i Kâdiriyye’den, Aydınoğlu Dergâh-ı şerîfinde post-nişîn-i irşâd, Şeyh İzzî Efendi hazretlerinin necl-i necîbi idi. Dördüncü Kolordu-yı Hümâyûn Ahz-ı Asker Hey'eti Reîsi iken, Yunan işgâli esnâsında İzmir’de şehîd düşmüştür. Müşârünileyhin fezâil-i zâtiyyesine inzimâm eden menkabe-i şebâdeti seyyidü’l-vakâyı’ ıtlâkına cedîr ve nâm-ı âlîsi, hâtıra-pîrâ-yı civan u pîrdir. Li’llâhi’l-Fâtiha. 23 Şa’ban 1337 - 23 Mayıs 1335/(1919).”

Urefâ-yı muharrirînden Mehmed Ali Aynî Bey’in, İzzî Efendi hazretlerine münâsebeti olup, Ma’mûretü’l-Azîz (Elâzığ) Vâliliği’ne giderken esnâ-yı râhda, arabada galeyân eden muhabbet te’sîriyle söylemiştir:

Levha-i kalbime nakş oldu hayâlin İzzî

Görünür çeşmime her yerde misâlin İzzî

Oldu tâbiş-geh-i envâr-ı cemâlin İzzî

Eseri kalmadı gönlümde kelâlin İzzî

Pîş-gâh-ı dil-i hayret-zedede bir nazarın

Perde-i zulmetini açdı leyâlin İzzî

Kevn-i câmi'de tecellî iden esrârından

Cânlı bir âyetisin Celle Celâl’in İzzî

Hâmemin mu’terifim kârı değildir medhi

Sen gibi nâdire-i fazl u kemâlin İzzî

Maksadım hürmetimi arz-ı huzûr itmekdir

Yoksa haddim mi benim vasf-ı hısâlin İzzî

Düşmede hasrete her demde fakîrin Aynî

Gelmede âkıbeti şedd-i rihâlin İzzî

İsterim çevre-i feyzinde biraz devr ideyim

Üstüme serpile tâ lutf u zılâlin İzzî

Bî-haberler ne bilir hâl-i dili sormalıdır

Teşneye kıymetini âb-ı zülâlin İzzî

 

İzzete mihnet ile vâsıl olur ehl-i tarîk

Şartıdır çille-keş-i izze visâlin İzzî

Kâniim himmetine gayri sükût eyleyeyim

Bize de vakti gelir râhat-ı bâlin İzzî

Mehmed Ali Aynî Bey’in medhiyyesine lâhika-ı âcizî, uşşâk lisânında söylenmiştir:

Sendeki nâdire-i hilkate meftûn olduk

Bizi dil-sîr ide ihsân-ı nevâlin İzzî

Âşıkız gül yüzüne bizlere himmet eyle

Medh u tavsîfe sezâ gül ruh-ı âlin İzzî

Yanarız hasret ile ez-dil ü cân  ey nûrum

Bizi yakdı o mezâhirde zevâlin İzzî

Şems-i tâbânına pervâne-misâl uşşâkız

Râyegân olsa n'olur bizlere hâlin İzzî

Mazhar-ı feyzin olursak ne şeref Vassâf’ız

Cümlemiz olmuşuz hayrân-ı hısâlin İzzî*

/154/ Şeyh İzzî Efendi hazretleri Hz. Osmân Şems’in Dîvân'ını tertîbe koyulmuş ve pek mükemmel sûretde hatt-ı ta’lîk ile yazdırmışlardır. El-yevm Sa’deddîn Efendi yedinde, mahfûz-ı kütüphâne-i ihtirâmdır. Bu Dîvân, bir bahr-ı bî-pâyândır. Divân-ı münîflerini yazan zât-ı muhterem, Bursa’da Ahmed Gazzî Dergâhı şeyhi Ali Sırrî Efendi merhûmdur. İzzî Efendi zamânında bir Cuma günü esnâ-yı zikirde, “Hû” ism-i şerîfiyle meşgûl iken teslîm-i cân eylemiştir.

                 HÛ

Zât-ı Hakk’ın Gavs-ı A’zam mahzar-ı envârıdır

Çün Aliyyü’l-Murtazâ’nın mahrem-i esrârıdır

Feyz-i akdes sırr-ı pâkinden gelir uşşâka hep

İlm-i tevhîdin muazzam hâce-i ebrârıdır

Hil’at-i beyzâ ezel ilbâs olundu kaddine

Feyz alınmak devleti ihsân olundu kabrine

Evliyâ vü asfiyâ râm oldu ol dem emrine

Kim huyûl-ı evliyânın server-i sâlârıdır

Bend ider meydân-ı kadrinde olan merdânı hep

Sayd ider kûhsâr-ı hikmetde gezen arslanı hep

Vâdi-i hayretde koymuşdur feriştehgânı hep

Bâz-ı Eşheb kim melâik ceyşinin ser-dârıdır

İlm-i hikmetle kalem dökmüşdü ism-i pâkini

Kilk-i kudret pek güzel yazmışdı hatt-ı şânını

Bâz-ı Eşheb söyledi Cibrîl-i Ekrem nâmını

Şübhe yokdur Murtazâ’nın meh-likâ dil-dârıdır

İsr-i pâkinden gelenler ser-te-ser ser-bâz-ı aşk

Bâde-i şevkıyla oldu cümleten dem-sâz-ı aşk

Oldu rindân-ı Hudâ’ya sâki-i şeh-nâz-ı aşk

Zât-ı pâki bâde-i bezm-i ezel hummârıdır

Aşk ile tev’em zuhûru târihi iş’âr ider

Gül-şen-i vahdetde güller ismini tezkâr ider

Subh u şâm bülbülleri evsâfını tekrâr ider

Hak bilir ol gavs-ı âlem ma’rifet gül-zârıdır

Ravza-i pür-feyzi oldu etkıyâya kıble-gâh

Saf olup el bağlıyor dîvânına sultân u şâh

Asfiyâ vü asdıkânın melcei ol vech-i mâh

İlm ü irfân burcunun bir mihr-i Rûşen-dârıdır

Âsitânın ilm-i hikmet dersinin kâşânesi

Gül-sitân-ı feyz-i rif’at güllerinin lânesi

Goca-fem bülbüller içün lânedir aşk mâyesi

Nutk-ı pâki feyz-i bahr-ı vahdetin enhârıdır

Bâğ-ı adlinde doğan şâhın hilâl-i nev-nihâl

Çok mudur bir demde olsa lutfu ile bu’l-kemâl

Nîm-nigâhı âşıkânı eylemez mi zi’n-nihâl

Peyrevân-ı Mustafâ’nın şübhesiz dem-dârıdır

Hem serâfîl-i hünerdir ol revânü’l-Kibriyâ

Bedri-i zârı olupdur bâb-ı lutfunda gedâ

Şems-i tâba pey-rev olmuş devr ider subh u mesâ

Burc-ı eflâk-ı Hudâ’nın şem’-i âteş-bârıdır

Merhûm Şeyh İzzî Efendi tarafından söylenmiş ve alâ-rivâyetin azîzi Osmân Şems hazretleri tarafından tashîh buyurulmuştur. Acem-aşîrân makâmında bestlenmekle dergâhlarında okunurdu.  

 

SÜLEYMÂN HİLMÎ EFENDİ

Bedreddîn İzzî Efendi merhûmun halîfesidir.[10] Aydosludur 1270 sene-i hicriyesinde (1854)  Hoca İbrâhîm Efendi sulbünden dünyâya gelmiştir. On yaşına kadar Aydos’ta bulunup tahsîl için 1280/(1863)'de İstanbul’a gelmiştir. Çarşamba’da Vâlide Sultân Medresesi’nde ibtidâî tahsîlden sonra Hoca Hâfız Priştineli İbrâhîm Efendi'nin dersine devâm ile mantıka kadar okumuştur. Hıdmet-i mülkiyyeye girerek lîmân dâiresine devâma başlamış, otuz sene devâm ile Daâvî-i Ticâriyye Kalemi mümeyyizliğine kadar irtika’ ile 1329/(1911) Kânûn-ı evvelinde tekâüd edilmiştir. Tarîkate nisbeti Osmân Şems hazretlerine Bursa’da vâki' olup 1305/(1887)'ten azîz-i müşârünileyhin irtihâllerine kadar seyr ü sülûkta bulunup ikmâl-i sülûku Şeyh İzzî Efendi merhûmdandır.

El-yevm Kesmekaya’da sâkin olup te’mîn-i maîşet derdiyle ahîren tapu dâiresinde istinsâh-ı kuyûd hizmetine müdâvim bulunuyorlar. 15 Ramazân 1345 (29 Mart 1926) târîhinde bu satırları yazarken bu hâlde idiler. Beyâz sakallı, âşık, sâdık, mahviyyet-kâr bir zât olup hoş-sohbet ve ehl-i neş’edir.

ŞEYH ALİ SIRRÎ EFENDİ

Yâdigâr-ı Şemsî’deki tercüme-i hâlini ve vak’a-ı şehâdetini aynen nakl ediyorum:

“Şeyh Ali Sırrî Efendi, Bursa’da Ahmed Gazzî Dergâhı seccâde-nişîni olup, peder tarafından Ahmed Gazzî, vâlide tarafından Eşref-zâdelerdendir. İznik’de hankâh-ı Eşrefiyye’de arz-ı hıdmet-i meşîhat etmiştir.

Osmân Şems Efendi hazretlerine müntesibtir. Bi'l-âhare Gazzî Efendi’ye tecdîd-i bey’at eylemiştir. Arasıra Der-saâdet’e giderek ikmâl-i sülûka gayret ederlerdi. Tekmîl-i esmâ ile nâil-i izn ü icâzet olmuşlardır. Maamâfih yine mürşid-i mükerreminin huzûrunda bulunmak ve meclis-i âlîlerinden müstefîd ve müstefiz olmak üzere gidip gelmekten hâlî olamaz idi.

1322/(1906) senesi yine âdetleri vechile İstanbul’a azîmet ve intâk-ı Hak kabîlinden olarak ba'zı ihvânına da âdetâ vedâ' ederek bu gidişin nihâyet gidiş olduğunu îmâ ederler. Mürşid-i âlîleriyle mülâkât ettikleri gibi, büyük azîzinin kabirlerini ziyâretten de hâli kalmaz idi.

Bir gün ziyâretten avdetinde ba'zı ahbâbına, “Bugün şeyhimin yanına uzanacağım geldi; ne güzel mahal; ferah-fezâ, cennet-âsâdır.” demiş. İki gün sonra dergâhın yevm-i mahsûsu olmakla orada bulunmuştur. İzzî Efendi, hâzır oldukları hâlde o gün, meclis-i zikirde başka bir rûhaniyyet husûle gelmiş, ism-i Hû hızb-i zikriyle iştigâle başlamıştır.

Sırrî Efendi'de bir hâl zuhûr eder. Şeyhinin huzûruna bir kaç def'a gelir gider; tekrâr halakaya girer. Üçüncü def'a da “Yâ Hayy” ism-i şerîfini okuyarak düşer. Ba'zıları cezbe zanneder. Hâlbuki koca Sırrî, îd-i vuslata kurbân olmuş, cânını cânana vermiş ve herkesi vecde getirmiştir.

/155/ Mürşidi de o esnâda şehîd-i aşkın yanına gelerek, eğilip alnından öperek “Îd-i visâlin mübârek olsun.” tebrîkinde bulunmuştur.

Ertesi Cumartesi günü (28 Safer 1322 - 30 Nîsân 1320/(1904) cemâati-i kesîre ile na’ş-ı münîfi Ayasofya Câmi'-i şerîfine nakl ve namâzı edâ olunarak Üsküdar’a geçirilmiş, Üsküdar meşâyıhı da “Biz bu zâtın cenâze namâzında bulunamadık.” diye tekrâr namâzını kılıp ihtifâlât-ı lâyıka ile azîzinin kabri yanında vedîa-i hâk-i mağfiret kılınmışlardır.

İbtidâ-yı hâlinde Bursa’da İncirli Dergâhı'nda ve bir müdded sonra cedd-i emcedinin İznik’deki makâmlarında bulunmuş, feleğin germ ü serdini görmüş, bi'l-âhare Ahmed Gazzî Dergâhında bulunmuştur.

Uzunca boylu, sarı sakallı, ela gözlü, tatlı çiçek bozuğu, yüzüne başka bir letâfet vermişti. Hatt-ı ta'lîkta imâd-ı sânî denilmeğe lâyık olup ba'zı cevâmî’ ve tekâyâda levhâları vardır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

ŞEYH EBÛ BEKİR es-SIDDÎK NECMEDDÎN EFENDİ

Osmân Şems Efendi merhûmun, bir de Şeyh Ebûbekir es-Sıddîk Necmeddîn Efendi nâmında üçüncü bir halîfeleri olduğu ahîren anlaşıldı. İzzî Efendi’nin, irtihâlinde hafîd-i mükerremine, meşîhat vekâletine ta’yîn olunan Şeyh Sa’deddîn-i Süheylî Efendi dahi irtihâlinde yerine, İzzî Efendi merhûmun halîfesi, kaymakâmlıktan mütekâid Hacı İbrâhîm Bey getirilmek istenilmiş ve dergâh, hafîd-i mûmâileyhden nez’la, Şeyh Ubeydullâh nâmında bir mussallıta tevcîh olunmak için, garaz-kârlar, vâsıtalarla mürâcaat etmiş iken, inâyet-i Hak ve himmet-i Hz. Şems ile müşârünileyh Ebûbekir Efendi, ihvân tarafından celb ve azîzlerinin makâm-ı irşâdına ik’âd olunmuş ve pek  isâbet edilmiştir.

Şeyh Ebûbekir Necmeddîn Efendi, 1281/(1864) senesinde İsparta’da doğmuştur. Onüç yaşında İstanbul’a gelip, o yaşında iken Fahr-ı Âlem (salla’llâhu aleyhi ve sellem) efendimiz hazretlerini âlem-i menâmda müşâhede şerefine mazhar olarak, “Seni bana Osmân’ım getirir.” buyurmuşlar; Osmân Şems Efendi, huzûr(da) imiş; orada görür.

Bu te’sîr ile, içine bir âteş düşer, senelerce Hz. Şems’i arar. Nihâyet, bulur ve teslîm olur ki, onsekiz-ondokuz yaşlarında bulunuyorlarmış. İrtihâllerine kadar azîzinin dâire-i feyzinde perveriş-yâb olup, 3 Cemâziye'l-evvel 1308/(16 Aralık 1890) târîhine müsâdif bir Pazartesi günü nâil-i hilâfet olur. İcâzet-nâmeyi ve silsile-nâmelerini gördüm. Azîzinin hatt-ı destiyle muharrerdir.

Bekir Efendi hâfızu’l-Kur’ân’dır. Pederi meşâyih-ı Nakşiyye’den ve Osmân-ı Şems’in mürîdlerinden Şeyh Muhammed Necâti Efendi nâm zâttır. Bekir Efendi İstanbul’da bulunduğu müddetçe birkaç sene Bâyezîd’de; sonra Fâtih’de Pekinli Arnavud Mustafa Efendi’nin halaka-i tedrîsine dâhil olup, 1312/(1894)’de icâzet almış; azîzinin irtihâliyle Isparta’ya avdetle, orada, sâatçilik ile iştigâl eylemiş, 1343/(1924) senesinde, ârzû-yı umûmî-i ihvân üzerine İstanbul’a gelmiş, meşîhat vekâletini kabûl eylemişti.

Osmân-ı Şems’i temsîl edecek kâbiliyyette, edîb, ârif, zarîf bir zâttır. Uzun saçlı, tatlı dilli, yeşil sarıklı olup, sakalları uzuncadır. Osmân Şems Efendi’ye müşâbihtir. Hâfızası kuvvetli olup, azîzinin lâ-yuad gazellerini bilâ-tekellüf okuyuverir. (Zâde’llâhu feyzehû)

Abdürrahîm-i Ünyevî hakkında, Osmân-ı Şems’in şu kıt’asını onlardan işittim:

Gavs-ı A’zam Bâzü’l-Eşheb meslek-i Veys-i sülûk

Râz-daş-ı ahfiyâ keşşâf-ı ilm-i Bâkırî

Zerre-i nâçîzi iksîr-i nazarla Şems ider

Bâzü’l-Ebyaz Hazret-i Abdü’r-Rahîm-i Kâdirî

ŞEYH MUHAMMED SA’DEDDÎN-İ SÜHEYL EFENDİ

El-yevm, dergâh-ı şerîf-i mezkûrda, icrâ-yı vekâlet etmektedir. İzzî Efendi’nin vâris-i kemâlâtıdır ve halîfesidir. Mübârek, ehl-i hâl bir zâttır. Her hâli ile, İzzî Efendi’ye hayru’l-hâlef olduklarını isbât eylemektedir.

Hâneleri, Ayasofya’da meydâna nâzır olup, vaktiyle turşuculuk ederlermiş. Bundan dolayı Turşucu Sa'deddîn Efendi diye şöhretleri vardır. El-yevm münzevîdir. Kendileriyle müşerref oldum. Bidâyeten, gerek büyük azîzin (Osmân Şems), gerek İzzî Efendi’nin tercüme-i hâlleri için mürâcaat eylemiş idim ve yazdıklarımın tashîhi ricâsında bulunmuş idim. Va’dlerini îfâ buyurdular. Bu bâbda, âcizlerini tenvîr eylediler; minnet-dâr oldum.

Sa'deddîn Efendi, on sekiz yaşında iken, Osmân Şems Efendi hazretlerine intisâb ile, yirmi dört yaşına kadar, usûl ü âdâb-ı Kâdiriyye üzere ikmâl-i sülûka muvaffak olmuş ve nâil-i hilâfet olması, sûrette mümkün iken dûr-bîn-i hakîkat olan Hz. Şems, halîfesi İzzî Efendi’ye teslîm ile, âhir-i ömrüne kadar onunla hem-hâl olarak, ona hilâfet vermiş ve irtihâl-i Hz. İzzî’de onun câ-nişîni olmakla, ihvân(ın) teveccüh-i tâmmını kazanmış idi. Mahviyyet-perver bir mürşid-i âlî-güster idi. Ârif ve âşık bir zât idi.

Esnâ-yı zikirde, azîzini temsîl edecek kuvvet-i irfân ve rütbe-i aşk sâhibi olduklarını gördüm. İzzî Efendi gibi, esnâ-yı zikirde sikke ve destâr ve beyâz takke isti’mâl ederler ve sâir vakitlerde uzunca arâkiyye, serpûşlarıdır. Sinnen altmışı mütecâvizdirler. 7 Rebîu’l-evvel 1343/(8 Ekim 1924) târîhine müsâdif Çarşamba günü altmış üç yaşında oldukları hâlde irtihâl eylediler. Üsküdar'da Selîmiye Câmii karşısında medfûndur.

Şeyhü'l-İslâm Turşucu-zâde Muhtâr Efendi merhûmun kabri yanında mahsûsan yapılmış olan demir şebekeli kabri vardır. Mezâr taşında şöyle muharrerdir:

“Ecille-i ricâl-i Kâdiriyye vü Üveysiyye’den es-Seyyid eş-Şeyh Osmân Nûreddîn-i Şems ve Muhammed İzzî Bedreddîn Efendiler hazarâtının halîfe-i bi’l-hakları es-Seyyid eş-Şeyh Muhammed Sa’dedîn-i Süheyl kuddise sırrûhû hazretlerinin merkad-i âlîleridir. Velâdetleri: 15 Şa'bân 1280/(27 Ocak 1864), yevm-i Cuma. İrtihâlleri: 7 Rebîu’l-âhir 1343/(6 Kasım 1924) yevm-i Çarşamba.”

Beş sene mesned-nişîn-i reşâdet oldular.

Şeyh Muhammed Sa'deddîn Süheylî Efendi merhûmun fakîre yazdıkları tezkiredir:

“Muhibb-i evliyâu’llâh Hüseyin Efendi hazretlerine,

Evliyâu’llâh-ı kirâm hazerâtının (kaddesa’llâhu esrârahum), tercüme-i hâllerini hâvî olmak üzere, Sefîne-i Evliyâ nâmıyla cem' u te’lîf buyurulmakta olan eser-i âlîleri, âcizâne takdîr ve bu husûstaki sa’y ü himmetlerinin ind-i evliyâ-yı kirâmda meşkûr olması temennî kılınır.

Sefîne-i müşârünileyhâya hâk-i kademleri olduğumuz, şeyhimiz, mürşidi a’zam es-Seyyid Osmân Şems Efendi hazretleriyle, halîfe-i zî-şânları Muhammed İzzî Bedreddîn Efendi hazretlerinin dahi tercüme-i hâlleri ve menâkıb-ı celîlelerinden ba'zıları dahi derc olunmak ve bu bâbdaki tedkîkatımz gözden geçirilmek üzere Cemîl Efendi muhlisiniz vâsıtasıyla irsâl buyurulan müsvedde mütâlâa kılındıkda, tahkîkât-ı vâkıalarından ba'zısı, zan ve tahmîne müstenid olmakla, vâkıa mutâbık ve hakîkat-ı hâle muvâfık görülemedi.

Taraf-ı fakîrânemizde, müşârünileyhim hazarâtının tercüme-i hâlleri, hakîkat-ı hâle mutâbık olarak tahrîr olunmakta olduğundan, gönül ârzû eder ki, taraf-ı âlîlerinden cem’ olacak husûsât tarafımızdan derdest-i tahrîr olunan esere aynen muvâfık ola. Onun içün, eğer bir mikdâr teennî buyurulursa, tamâmen zât-ı âlîlerine irsâl ile, aynen Sefîne’ye derc edersiniz, inşâa’llâh. Bu bâbda ihmâl olunamayacağına emîn olunuz.

Nûr-ı aynım! Bir de gönül ârzû eder ki, bu vesîle-i hasene ile, zât-ı âlîleri gibi muhibb-i evliyâu’llâh bir âşık-ı sâdık ile teşerrüf ile bu husûsa dâir daha ziyâde görüşelim. Eğer buna da, mümkün olur da, tenezzül buyurulursa lutf edilmiş olur, efendim.

el-Fakîr Muhammed Sa’deddîn-i Süheylî

ŞEYH İSMÂÎL EFENDİ ve HÜSEYİN RÛHÎ EFENDİ

(Şeyh İsmâîl Efendi) Tokatlıdır. Erzurum’da, Hasan Basrî Mahallesi'nde kâin tekkesi vardır. Oranın şeyhi idi. 1315/(1897) veya 1317/(1899) târîhlerinde irtihâl etmiştir. Tekkenin bahçesinde medfûndur.

Ulemâdan ve urefâdan olup, orta boylu ve kır sakallı idi.

Şeyhi, Berzenciyye-i Kâdiriyye’den Şeyh Hüseyin Rûhî Efendi olup, İstanbul’da, Haseki’de kâin Baba Efendi Dergâhı’nda medfûndur. Mükellef bir kabri vardır.

Kitâbe-i seng-i mezârı:

“Târikat-ı aliyye-i Kâdiriyye ricâlinden ve sülâle-i tâhire-i Berzenciyye’den âşinâ-yı harem-sarây-ı irfân, veliyy-i mazhar-ı dakâyık-ı Furkân, celiyye-i Cenâb-ı Seyyid Ali hulefâsından, mahrem-i esrâr-ı Kur’ânî, vâkıf-ı rumûz-ı sübhânî, ârif-i bi’llâh, ekmel-i agâh Erzurumî es-Seyyid Hüseyin Rûhî Efendi’nin makâm-ı akdesleridir. 4 Cemâziye’l-âhir, sene 1288/(25 Hazîrân 1871).”

Şeyh İsmâîl Efendi, 1310/(1892) târîhinde İstanbul’a gelmiştir. Atîde tercüme-i hâli zikr olunacak olan Mustafa Şerîf Efendi merhûmun şeyhidir.

İsmâîl Efendi’nin Hakkı ve Eşref isminde iki mahdûmu olup, Eşref Efendi, pederinin makâmına geçmiştir.

Şeyh Behcet Efendi pederimizin ifâdelerine göre. Şerîf Efendi, bidâyeten, Hüseyin Rûhî Efendi’ye intisâb edip, onun irtihâlinde İsmâîl Efendi’ye teslîm olmuştur. Berzencîler’de, Nakşibendîlik dahi olup, Hüseyin Rûhî ve İsmâîl Efendiler'de Nakşibendîlik neş’esi de gâlib idi.

ŞEYH MUSTAFA ŞERÎF EFENDİ

/156/ Müteahhirîn-i hulefâ-yı Kâdiriyye’den olup silsile-i tarîkatı Hz. Gavs-ı A’zam efendimize ber-vech-i âtî muttasıldır:

Hz. Pîr Sultân Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî (Kuddise sırruhû )

Şeyh Seyyid Abdülvahhâb       Seyyid Muhammed-i Gavs (Kuddise sırruhumâ )

Şeyh Şâh Muhyiddîn                Şeyh Hüseyin (Kuddise sırruhumâ)

Seyyid Sâlih                             Şeyh Bâkır (Kuddise sırruhumâ)

Şeyh Mûsâ                                Şeyh Muhammed (Kuddise sırruhumâ)

Şeyh Tâhir                                Şeyh Hüseyin (Kuddise sırruhumâ)

Şeyh Ahmed                             Şeyh Muhammed (Kuddise sırruhumâ)

Şeyh Yahyâ                               Şeyh Zâhid (Kuddise sırruhumâ)

Şeyh Bakâeddîn                                    Şeyh Muhyiddîn (Kuddise sırruhumâ)

Şeyh Abdülvahhâb                   Şeyh Hâmid (Kuddise sırruhumâ)

Şeyh Hasan                               Şeyh Alî (Kuddise sırruhumâ)

Şeyh Ahmed-i Şerîf                  Şeyh İbrâhîm-i Hanîf (Kuddise sırruhumâ)

Şeyh Abdülkâdir-i Cevheri      Şeyh İbrâhîm-i Abdülkerîm (Kuddise sırruhumâ)

Şeyh Mustafa Şerîf Efendi tahmînen 1258 sene-i hicriyyesinde (1842), İstanbul’da doğmuştur. Pederlerinin ismi Mahmûd, onun pederi Hâfız Seyyid Muhammed Efendi’dir. Muhtelif hıdemât-ı mâliyede ve Üçüncü Dâire-i Belediye Malmemûrluğunda ve 15 Mart 1325/(1909) târîhinde, Der-saâdet Tahrîr-i Vergi İdâresi Muhâsib Mümeyyizliğinde bulunmuş ve tekâüd olmuştur.

Kâdiriyye’den ilk şeyhi Hüseyin Rûhî, sonra İsmâîl Efendilerdir. Tarîkaten, İstanbul’da Sultân Ahmed Câmi'-i şerîfi mihrâbı tarafındaki dergâh-ı Kâdirî şeyhi Seyyid Hacı İbrâhîm Abdülkerîm Efendi’ye intisâb etmiştir. 1311 senesi Receb’inin yirmiyedinci gecesi (5 Şubat 1894) nâil-i hilâfet olmuştur.

Ahfiyâ-yı urefâdan idi. Aksaray’da hâneleri muhterik olunca, Kıztaşı’nda bir hânede ikâmet etmiş; burada, 1328 senesi Şa'bân’ının birinci günü (9 Ağustos 1910), tahmînen seksen yaşında irtihâl-i dâr-ı bakâ edip, Edirnekapısı hâricinde Çelebi merhûmun kabrinin arka tarafında defn olunmuştur.

Tetebbuât-ı ilmiyye ve tedkîkât-ı irfâniyyesi pek yüksektir. /157/ İhtifâ-yı hayâta meyilleri ziyâde olup, herkese açılmaz; sevdikleriyle, hüsn-i hâline emîn olduklarıyla hem-sohbet olurlar idi. Hz. Şeyhü’l-Ekber (kuddise sırruh'l-athar) efendimizin feyz-i ma’nevîlerine erişmiş ricâlu’llâh’dan olduğuna şübhe yoktur. Hz. Şeyh’in Emr-i Muhkemini tercüme ve tab’ ettirmişlerdi. Onu mütâlâa edenler, Mustafa Şerîf Efendi’nin kudret-i ilmiyye vü ma’neviyyesini takdîr ederler. Husûsiyle Hz. Abdülkâdir Efendi’mizin Gavsiyyesini şerh eden Cebbâr-zâde Ârif Bey merhûmun eserine yazdıkları hâşiyeyi nazar-ı tedkîkten geçirenler, kendisinin uluvv-ı ka'b u kemâlâtına hakîkaten hayrân olurlar. Selîm Baba Risâlesi üzerine de makâlât-ı mühimme yazmışlardır.

Orta boylu, beyâz sakallı, melîhu’l-vech bir zât olup, sinleri iktizâsı, yürürlerken münhanî bir vaziyette bulunurlarmış. Tercüme-i hâllerine âit fazla ma’lûmat elde edilemediği cihetle bu kadarla bi’z-zarûr iktîfâ olundu. Müşârünileyh, her hâlde İdrîs-i Muhtefî neş’esinde, ârif, kâmil bir zât-ı velâyet-simât idi. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Şeyhine, “Mısrî Hacı İbrâhîm Efendi” derler; İstanbul’da Sokollu Mehmed Paşa Dergâhı’nda medfûndur.

KAYGUSUZ ŞEYH İBRÂHÎM EFENDİ

Bu zât-ı muhterem, tarîk-ı Kâdirî’de teşehhür etmiş, ârif-i bi’llâh bir mürşid-i hakâyık- agâhtır. Bolu’da zînet-sâz-ı âlem-i şuhûd olmuştur. Pederleri, “Akkavuk-zâde” denilmekle meşhûr Hasan Efendi b. İbrâhîm’dir.

İbrâhîm Efendi, berâ-yı ticâret İstanbul’a gelip, Ayasofya’da bir tâcirin yanında bulunarak bir taraftan da tahsîl-i ulûma çalışmıştır. Bir müddet sonra, tarîkat-ı aliyye-i Kâdiriyye’den münzevî Şeyh Ömer el-Vasfî’ye müncezib olup neş’e-i tarîkatla mütezevvık olarak, netîceten bu zâtın şeyhi Mustafa Fedâyî Efendi’den müstahlef olmuştur.

Mustafa Fedâyî Efendi, Cerrahpaşa civârında, Bayrampaşa Dergâh-ı şerîfi hazîresinde medfûndur. Tarîk-ı Halvetîden Ramazân Efendi hazretlerine müntehî silsile-i tarîkatları ber-vech-i atîdir:

Şeyh Filibecikli Ali Efendi, Şeyh Keşfî İbrâhîm Efendi, Şeyh Ahmed Efendi, /158/ Şeyh Rûmî Hüseyin Efendi, Şeyh Lofçalı Ali Efendi, Şeyh Debbağ Ali er-Rûmî, Şeyh Mestci-zâde İbrâhîm Efendi, Şeyh Mestçi Ali er-Rûmî, Şeyh Kutbu’l-muvahhidîn Ramazân Efendi (kaddesa’llâhu esrârahum) hazretleri.

Mustafa Fedâyî Efendi, esâsen tarîkat-ı aliyye-i Kâdiriyye'dendir. Şeyh İbrâhîm Efendi, Haremeyn-i Muhteremeyn'i ziyârete mazhar oldukları zamân, ehlu’llâhtan pek çok zevâta mülâkî olarak iktisâb-ı kemâl eylediler. Ba’dehû İstanbul’da, Sultân Ahmed’de Karslıoğlu Muhammed Ağa Hanı’nda bir hücrede ihtiyâr-ı ikâmet ü uzlet edip, halîfesi Şeyh Mustafa Şevki Efendi delâlet ve himmetiyle, 1275/(1859) senesinde, o civârda Toprak Sokağı’nda, el-yevm mevcûd bulunan dergâh-ı şerîfin inşâsına muvaffakiyyet elverip, buraya nakil ve irşâd-ı ibâd ile meşgûl oldular. On dört sene kadar burada bulunup 1289 senesi Zi'l-ka'de’sinin on ikinci Perşembe günü (12 Ocak 1873), âlem-i cemâle intikâl etmekle, vasiyetleri mûcibince Üsküdar’da;   Karacaahmed’de merkad-i münîflerine defn olundular. Üzerlerine demirden şebeke yapılıp, el-yevm ziyâretgâh-ı enâmdır.

Mezâr taşından:

Tarîkat-ı aliyye-i Kâdiriyye meşâyıh-ı izâmından, mürşid-i agâh, el-mücâhidü fî sebîli’llâh, hâdimü’l-fukarâi ve’l-mesâkîn, bende-i Âl-i Abâ, merhûm ve mağfur el-muhtâc ilâ rahmeti Rabbihi’l-Gafûr es-Seyyid el-Hâc eş-Şeyh Kaygusuz İbrâhîm Baba-yı Boluvî b. eş-Şeyh Ömer el-Vasfî Akkavuk-zâde. Rûh-ı şerîfleriçün rızâen li’llâhi’l-Fâtiha. 12 Zi’l-kâde 1289 (11 Ocak 1873) yevm-i Perşembe.”

Onbir halîfesi, birkaç bin muhibbân ve dervîşanı olup, hulefâsının en meşhûru, Şeyh Mustafa Şevki Efendi merhûmdur. Hadâiku’l-Envâr fî Kelâmi’l-Kibâr nâm eserinde, İbrâhîm Efendi’yi tafsîlen medh u senâ eylemiştir. (Kaddesa’llâhu sırrahu)

Şu medhiyye onundur:

Gevher-i sırr-ı velâyet

Menba’-ı bahr-ı emânet

Dürr-i deryâ-yı sadâkat

Azîzim Şeyh Kaygusuz

Semt-i Fîrûzağa’da

Dergâhıdır güşâde

Şevkî kâid-i seccâde

Azîzim Şeyh Kaygusuz

ŞEYH MUSTAFA ŞEVKÎ EFENDİ

/159/ 1248/(1832) târîhinde Üsküdar’da, Salacak’ta âlem-i dünyâya zînet vermiştir. Vâlideleri Âmine Hanım’dır. Eyüp karşısında, Karaağaç’ta tarîkat-ı Bektâşiyye ricâlindan Şeyh Hasîb Baba’nın kerîmesi olup, silsile-i nesebi, Cenâbı Pîr Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî (Kuddise    sırruhu'r-Rabbânî) efendimize müntehîdir.

Emr-i tahsîle devâm ile berâber, 1268/(1852) senesinde yirmi yaşında, Bâb-ı Seraskerî Kitâbeti’ne ta’yîn olunmuştur. Neş’e-i tarîkat yüz gösterince, Şehremini’nde meşâyıh-ı Kâdiriyye’den Şeyh Rummâl Dergâhı post-nişîni Edhem Efendi’ye intisâb eylediler. Ba’dehû 1262/(1846)‘de, Kaygusuz Şeyh İbrâhîm Efendi merhûmun dâhil-i dâire-i irfânı olup, 1268/(1852)’de müstahlef oldular.

Mustafa Şevki Efendi, Kumkapı Nişânca’sında mukîm olmakla, sabâhları, akşamları şeyhinin hizmetinde senelerce fedâkârâne bir sûrette bulunup, enfâs-ı kudsiyyesine mazhar oldu. Bunun hâsıl ettiği zevkiyâtı, Hadâiku’l-Envâr nâm eserlerinde, mürşid-i mükerremlerinin tercüme-i hâli bahsinde uzun uzadıya tafsîl buyurmaktadırlar. Bu eser, iki büyük cildden mürekkep olup, mühim bir te’lîf-i güzîndir ve gayr-i matbû'dur.

Rehber-i hakîkatlarının, âlem-i cemâle irtihâlinden sonra 1289/(1872) senesinde câ-nişînleri olarak, 1338/(1920) senesine kadar, tamâm elli sekiz sene Toprak Sokağı’ndaki dergâh-ı münîfte feyz-i reşâdetlerini neşr buyurdular. 1298/(1881) ve 1321/(1903) senelerinde iki def'a, Haremeyn-i Muhteremeyn’i ziyâretle kâm-yâb oldular.

Hâk-i râhına efendim yüzüm sürmek diler gönlüm

Ravza-i pâkini tekrâr gözüm görmek diler gönlüm

Bilürem yol meşekkati bu sinn ü sâlde pek güçdür güç

Ger huzûra varamazsa yolunda kalmak diler gönlüm

*   *   *

Gel gidelim Hazret-i Peygamber’e

Yüz sürelim ravza-i pür-envere

terânesiyle dem-sâz olup, ziyâret şerefini tekrâr elde ettiler. İki def'a Konya’ya, bir def'a Ankara’ya, Hz. Mevlâna’ya ve Bayram-ı Velî /160/ ve Hacı Bektâş-ı Velî ziyâretine âzim olup, ellisekiz sene devlete, dâire-i askeriyyede arz-ı hizmetten sonra, yirmi sene âlem-i tekâüdde, iktisâb-ı neş’e-i füyûzât ile meşgûl oldular. Vakitlerini mütâlâa ve te’lîf ile geçirdiler.

1338/(1920) senesinde bir cumartesi günü hastalanıp, salı gecesi cânını cânana tevdî ile, âlem-i dünyâdan güzer buyurdular. İrtihâllerinde doksanbir yaşında idi ve kendi irtihâllerine, daha evvelden, “Âh Şeyh Şevkî Baba” (آه شيخ شوقى بابا) târîhini hesâb buyurdular ki, 1338 senesini iş’âr eder.

Mahdûm-ı âlîleri ve câ-nişînleri Şeyh Hasan Rızâ Efendi’den tahkîk ettiğime göre, irtihâllerinden evvel levâzım-ı techîziyye vü tekfîniyyesini ihzâr ile berâber, cenâzelerinin bilâ-debdebe kaldırılmasını ve Karaağaç’ta kayınpederlerinin dergâhında, daha evvelce ihzâr ettikleri lahde defnini vasiyyet buyurmuşlar; hattâ tabutuna konulacak tâc ve destârını göstermişlerdir. Na’ş-ı şerîflerini, Şehremini’nde, İnâdiyye Dergâhı şeyhi, tarîk-ı Sa’dî’den Şeyh Âkif Efendi gasl edip, namâzları Yeni Câmi'-i şerîfte ba’de’l-edâ, vasiyetleri mûcibince hareket olunmuştur. İrtihâllerinden birkaç sene evvel, hastalıklarından telâş eden efrâd-ı âilesine, doksanbir yaşına kadar izn-i Hak'la muammer olacaklarını söylemek sûretiyle kerâmet izhâr buyurmuşlardır. Fi’l-hakîka, dedikleri gibi oldu.

Orta boylu, buğday benizli, nahîf, beyâz sakallı, nûrâniyyü’l-vech bir zât-ı âlî-kadr idi. İt’âmı, ikrâmı, mübâhase-i tarîkatı sever; âdâb-ı şerîat ile müeddeb olup, güzel kemerler işler, arâkiyyelere, “gül” ta’bîr olunan alâmet-i tarîkat i'mâl ile zevk-yâb olurlar idi.

Dergâh-ı şerîflerinde, oniki tarîkatın tâclarının küçük modelini bi’z-zât tertîb ve i’mâl ile gösterdikleri zerâfet-i san’at,’ el-yevm herkesin mazhar-ı takdîri olmaktadır.

/161/ Âsâr-ı Aliyyeleri:

  1. Hadâiku’l-Envâr fî Kelâmi’l-Kibâr. İki büyük cilttir.

  2. Müretteb Dîvân.

  3. Minhâcü’l-Meveddet. Ehl-i Beyt’e dâir.

  4. Selâmü’l-İcâze.

 5. Risâle-i Hasâis-nâme.

  6. Risâle-i Kesb ve Tevekkül.

  7. Risâle-i Muhtasar.

  8. Risâle-i Yâdigâr-ı İhvân.

  9. Beyyinâtü’z-Zikr.

10. Şerh-i Nutk-ı Hazret-i Mısrî.

11. Selâm-nâme-i Makbûli’l-Hazarâtı’l-Kudsiyye.

12. Dürretü’l-Evsâf.

13. Ba'zı Ma'lûmât-ı Lâzime.

Manzûmât-ı aliyyelerinden:

Varlık hicâbını atdım

Nehr iken deryâya akdım

Ol deryânın ka’rına daldım

Cân gözüm açdım bakdım

                                      *   *   *

Keremler eyle sultânım bu mahzûn gönlümü şâd it

Lutuflar eyle hünkârım dil-i vîrânım âbâd it

Amân ey Mefhar-ı âlem bu mücrim Şevkı-i zârı

Sezâ-vâr-ı hidâyet kıl tarîk-ı Hakk’a irşâd it

                              

                   *   *   *

Şem'-i aşka cân virir bu gönlümün vîrânesi

Bilmezem gül-zâr-ı aşkın bülbül-i şeydânesi

Tâir-i kudsü gibi dil her zamân uçmak diler

Semt-i lâhûtîyi ârzûlar hoşdur lânesi*

Hâb-ı gafletden uyan aç gözünü gel Şevkiyâ

Ol zamân zâhir görünür dostun âşiyânesi*

                   *   *   *

Senin şem'-i cemâlindir dil-i sûzânıma bâis

Gidüp bu beyt-i uşşâka şehâ cevlânıma bâis

Senin fikr-i hayâlinle bu aklım târ u mâr oldu

Bilürem derd-i hicrindir yine dermânıma bâis

Senin bûy-ı latîfinden cihânı eyleyen ta’tîr

O bûyun neş’esi oldu benim irfânıma bâis

Senin envâr-ı hüsnündür görünen vech-i âdemde

O nûrun şu’lesi oldu meh-i tâbânıma bâis

Senin şevk-i cemâlinle bu miskîn Şevkî-i kemter

Döner meydân-ı aşk içre budur devrânıma bâis

                   *   *   *

/162/       Sende isti’dâd olursa gösterir dîdârı Şeyh

Gül-şen-i vasla irersen buldurur esmârı Şeyh

Bir tecellî-hânedir bil işbu âlem sû-be-sû

Alleme’l-Esmâ’yı ta’lîm eylemek efkâr-ı Şeyh

                   *    *    *

Bu gün meydân-ı aşk içre beni gûyâ iden kimdir

Bu gül-zâr-ı muhabbetde dilim şeydâ iden kimdir

                   *     *     *

İlm-i hikmet bizdedir biz ârifân-ı Haydar’ız

Derd-i firkat bizdedir biz âşıkân-ı Haydar’ız

                   *     *     *

Bülbül-i gül-zâr-ı aşkız lâ-mekândır lânemiz

Lülü-i asdâf-ı sıdkız bî-bahâdır dânemiz

                   *    *    *

Bahr-ı aşk dürdânesiyim bî-bahâdır rif’atim

Kenz-i Hak vîrânesiyim innemâdır tînetim

Gül-şen-i dehrin safâsı bî bakâdır şübhesiz

Ol sebebden terk-i tecrîd-i fenâdır himmetim

Pertev-i nûr-ı Muhammed öyle aks itdi dile

Koymadı dilde kedûret rûşenâdır tal’atım

Küntü kenz” esrârına mahrem olan ey Şevkıyâ

Bildiğim hubb-i Hudâ vü Mustafâ’dır sîretim

Hakk-ı âlîlerindeki sünûhâtımdan:

Mustafâ Şevkî Efendi ârif-i Kur’ân idi

Mürşid-i kâmil yegâne rehber-i devrân idi

Gül-sitân-ı Kâdirî’yi kendine melce’idüp

Bülbül-âsâ neş’e-yâb olmuş karîn-i cân idi

Kaygusuz şeyh-i mükerrem Hazret-i İbrâhim’in

Mazhar-ı feyzi olan bir şeyh-i âlî-şân idi

Dâimâ ezkârı hak a’mâli hak efkârı hak

Mesleği hak mezhebi hak sâhib-i irfân idi

Neşr-i âsâr-ı füyûzât eyleyüp hayli zamân

Vâkıf-ı esrâr-ı tevhîd tâlibe burhân idi

Müstefîz-i nûr-ı irfânı olanlar bahtiyâr

Halka-i tevhîdde bir seyyâre-i rahşân idi

Her gören meftûn olurdu vech-i pür-envârını

Zât-ı âlîsi hakîkat hürmete şâyân idi

Sırr-ı “mûtû”dan nişân dirdi bütün ehl-i dile

Vech-i bâkî neş’esinden mest-i ser-gerdân idi

Kendi tanzîm eylemiş târîh-i rihlet-dârını

Âh Şeyh Şevki Baba târîhi i’lân idi

Kemteri Vassâf’ı nazmen arz-ı hissiyyât ider

Mustafâ Şevki Efendi vâsıl-ı cânan idi

(آه شيخ شوقى بابا)

(Kaddesa’llâhu sırrahû)

SULTÂNÜ’L-ÂŞIKÎN İBNÜ’L-FÂRIZ HAZRETLERİ

/163/ Fâtih’te bir zamânlar halaka-bend-i tedrîs olduğum, hâce-i irfânım Muhammed Es’ad el-Mevlevî hazretleri, İbnü’l-Fârız’ın âşıklarından idi. Mısır’a mahsûsan ziyâretlerine gitmişlerdi. Bir mektûbunda der ki:

“Urefâ-yı uşşâkın ‘şeyh-i sühen-dânı” ve

روحي لك يا زائر في الليل فدا،              

إن كان فراقنا مع الصبح أبدا،

يا مونس وحشتي إذ الليل هدى.             

لا أسفر بعد ذلك صبح أبدا.[11]

rubâîsinin kâil-i hâssası Ömer b. el-Fârız Hazretlerinin türbe-i şerîfelerine rû-mâl oldum. Bir sükûn ve vakâr içinde günûde idi. Burada dûçâr-ı vecd oldum.”

Bu ifâde kalbimde pek derin izler bırakmış idi. Binâenaleyh, tercüme-i hâllerini yazmak derdine düştüm.

Ebû Hafs eş-Şeyh Ömer Şerefüddîn b. el-Fârız Ali, ekâbîr-i urefâdandır. Pederi Hamalıdır. İbn-i Fârız Mısırlıdır.

Velâdeti: Zi’l-kade, sene 576/(1181), Salı. /Bir rivâyette: Sene 556/(1161)

Vefâtı: 2 Cemâziye’l-evvel, sene 632/(24 Ocak 1235), Salı.

Müddet-i ömürleri: 56 sene veya 76 sene.

Künyesi Ebû Hafs, adı Ömer, kabîlesi Benî Sa’d, Hamaviyyü’l-asl, Mısriyyül’l-mevliddir. Babası, ulemâ-yı Mısır’ın ekâbirinden idi. Nefehâtü'l-Üns’de, 615. sahîfede, mufassalan mezkûr olduğu üzere, İbn-i Fârız, bidâyet-i hâlinde, Mısır’da vâdîlerde, dağlarda gezermiş. Arasıra babasını, gelir, görürmüş. Babasının irtihâlinde seyâhati ve sülûk-ı tarîk-ı hakîkati ihtiyâr eyledi. Feth olmamasına pek me’yûs idi.

 (İbn-i Fâriz) bir medreseye girdi. Medrese kapısında bir ihtiyâr vardı. Adına, “Pîr Bakkâl” derlerdi. Bir gün, abdest alırken, İbn-i Fârız onu tamâşâ etti. Tertîb-i mahsûsuyla abdest almıyordu. Böyle, makarr-ı ulemâ olan bir yerde bulunduğu hâlde, vech-i meşrûıyla abdest alamamasına hayrette iken, o Pîr Bakkâl, keşf-i hakîkatla, “Ey Ömer! Sana Mısır’da fetih yoktur. Fetih, Hicâz’dadır. Oraya gitmelisin.” dedi. Anladı ki, o zât, veliyyu’llâh’dır. Hemen yanına gitti ve diz çöküp oturdu. Gayr-i müretteb abdestten murâdı tesettür olduğunu anladı ve dedi ki: “Efendim! Ben nerede, Mekke nerede? Mevsim hac değil, arkadaş yok, dünyâlık ister. Nasıl gidebilirim?

Pîr Bakkâl, eliyle Mekke’yi gösterdi. Mekke derhâl zâhir oldu. İbn-i Fârız, emre itâatle, Mekke’ye teveccüh etti. Mekke, nazarından asla gâib olmadı. Fethi vukûa geldi. Bir yırtıcı cânavar, me’mûren, /164/ İbn-i Fârız’ın hizmetinde bulundu. Buna biner, yola revân olur. Beş vakit namâzı Harem-i Şerîf'te kılar, yine yola revân olurdu. Henüz, zâhirde Mekke’ye vâsıl olmamış idi. Fakat, hâlen beş vakti orada idrâk ederdi. O hayvân, İbn-i Fârız’ın yanına geldikte, (يا سيدى اركب.)[12] dermiş.

Medîne’ye teveccühünde halk o derece istikbâline mütehâlik olmuş ki, ta’rîfe sığmaz. Duâ ve bereket temennî ederlermiş. Mûsâfaha ederlermiş. Râyiha-i tayyibesinden hisse-dâr olurlarmış. Ekâbir ü rüesâ, teberrüken ziyâret ederlermiş. Bir pâdişâha edilecek ta'zîm ve tekrîm ne olmak lâzım gelirse, o yolda ta’zîmâtta bulunurlarmış. Mekke-i Mükerreme’de ikâmeti esnâsında, kuşlar, gece gündüz, hânesini tavaf eder ve zikr ü tesbîhleri işitilirmiş.

Haremeyn’de on beş sene dem-güzâr olup, bir gün gâibden, (تعال يا عمر إلى القاهرة احضر وفاتي.)[13] diye bir sadâ geldi. Bu sadâ, Pîr Bakkâl’ın sadâsı olduğunu anladı. Selâm verdi; derhâl redd-i selâm vâki oldu. Hz. Şeyh’in bu emrine itâat etti ve emrini telakkî etti. “Şâyed gelemeden bir emr-i Hak vâki’ olursa, filân mevzi’deyim. Tabutumu hâzırla, muntazır ol, dağdan bir adam gelir, onunla namâzımı kıl. Ba’dehû, Hakk’ın emrine muntazır ol.” denildi.

İbn-i Fârız yetişti. Azîzi göçmüş idi. Emri vechile hareket eyledi. Fi'l-hakîka, dağdan bir zât, kuş sür’atiyle geldi. Ayakları yere basmadan yürür idi. Memleketin halkı, onun kemâlini idrâk etmediklerinden, o adamla eğlenirlerdi. Ensesine tokat vurur, gülerlerdi. O zât, “Ey Ömer! haydi namâzı kılalım.” dedi, kıldık. Yeşil ve azîmü’l-halka bir kuş geldi. Birçok sâir yeşil kuşlar onu ta'kîb etti. Cümlesi tesbîh ederek cenâzenin etrâfında uçuştular. Büyük kuş, tabutu yuttu. Kuşlar birbirine karışarak, hepsi semâya yükseldiler. İbn-i Fârız böyle naklediyor.

(İbn-i Fârız’ın) Dîvânı ve bâ-husûs Kasîde-i Tâiyyesi pek meşhûrdur. Kasîde-i Elfiyye ve Mîmiyye ve Râiyye’si üzerine çok şerhler yazılmıştır.

Kasîde-i Tâiyye’si 750 beyittir. Seyr ü sülûku ve ahvâl-i meşâyıhı ve zevkıyyât-ı hakîkatı müş’irdir. İbn-i Fârız nakl eder ki:

"Kasîde-i Tâiyye’yi yazdım ve ekser cezbe vü hâl istîlâsında sânih olurdu. Bir gün, Rasülu’llâh (salla’llâhu aleyhi ve sellem) efendimiz hazretlerini müşâhede devletine nâil oldum; (يا عمر ما سميت قصيدتك؟)[14] suâline,“Yâ Râsûla’llâh! Levâyıhu’l-Cinân” ma’rûzâtında bulundum. “Nazmü’s-Sülûk koy” buyurdular."

/165/ Bu kasîde-i latîfe, şiir nokta-i nazarından değil, hakîkat nokta-i nazarından pek mühimdir. Hz. Sadreddîn-i Konevî, Kur’ân gibi, her mecliste bir beyit okurlardı. Halîfesi Şemseddîn-i Eykî de derdi ki: “Sûfiyyûna, bunu ezberlemek farzdır.”

İşte bu emre ittibâen, uşşâk-ı cemâl, bunu ezbere alırlardı. Hâce-i irfânım, Es’ad Dede dahi ezberlemiş idi. Sûriye ve Mısır’da, uşşâk, cümleten, bunu hâfızalarında saklarlar.

Kasîde-i Tâiyye üzerine, şârih-i Mesnevî, İsmâîl Rusûhî-i Ankaravî Hazretlerinin bir şerh-i latîfi vardır. Bâyezîd’de, Kütübhâne-i Umûmî’de ve Fâtih’te Millet Kütübhânesi’nde mevcûddur. Türkçe’dir, gayr-i matbû'dur.

Dîvân-ı şerîfi matbû'dur, yüz sahîfe kadardır. Kasîde tarzında söylenmiştir.

Şeyh Saîd-i Fergânî’nin, Tâiyye üzerine, biri Arapça, dîgeri Fârisîce iki şerhi olduğu gibi; İmâm Yâfiî ve Şeyh Şihâbeddîn-i Sühreverdî ve Hz. Muhyiddîn-i Arabî, İbn-i Fârız’ı meddâhdır. Şeyh Reşîd b. Gâlib’in şerhi matbû'dur. Zevzenî ve Şeyh Hasan-ı Bûrînî tarafından yazılan şerhler, Koca Râgıb Paşa Kütübhânesi’nde, Edebiyyât faslında, 1129 ve 1130 numaralarda mukayyeddir.

Mevlânâ Abdurrahmân-ı Câmî’nin de bir şerhi olduğu gibi, Abdülganiyy-i Nablusî ve Abdürrezzâk-ı Kâşânî’nin de ve Şeyh Abdullâh Salâhî ile Nâzım Paşa’nın şerhleri de eyâdî-i i’tibârdadır. Nâzım Paşa’nın, Elfiyye ve Mîmiyye ve Râiyye şerhleri 1328/(1910)’de, İstanbul’da basılmıştır.

Es’ad Dede merhûmun, Tâiye’den elli üç beyiti üzerine gayr-i matbû' şerhi vardır.

Azîzinin irtihâliyle Mısır’da, Câmi'ü’l-Ezher’de, salât ü ibâdetle meşgûl olup, ekâbirin sohbetine asla iltifât etmez ve belki kendilerinden kaçar ve kimseden bir şey istemezdi. Ulûm-ı dîniyye ve hakîkat-ı tasavvufiyyede bir bahr-ı ummân idi. Ba'zı garâib ahvâl ve kerâmât ü makâmâtı meşhûrdur. Kemâlât-ı ma’neviyyeye dâir eş’ârı ve kasâidi gâyet fasîh ve belîğ olup, Mısır’da ve Sûriye’de ziyâde mu'teber ve meşhûrdur.

Şeyh Burhâneddîn İbrâhîm el-Ca’berî, Hz. Şeyh’in mazhar-ı kemâli olan a’zam-ı bahtiyârândandır. Nefehât’ta, Hz. Câmî yazıyor:

Ma’nevî bir himmetle, Mısır’a, Hz. İbnü’l-Fârız’a yetişti. Hazret, hâl-i ihtizârda imiş. Cenâb-ı Ömer buyurmuş ki: “Ya İbrâhîm, /166/ Cenâb-ı Râbiatü’l-Adeviyye ne güzel söylemiş :

وعزتك ما عبدك خوفا من نارك ولا رغبةً في جنتك بل كرامة لوجهك الكريم ومحبة فيك.[15]

Bunu söyledikten sonra gülmüşler, selâm verip vedâ etmişler; (يا عمر فما تروم؟)[16] diye sormuşlar;

أروم وقد طال المدى منك نظر

وكم من دماء دون مرماي طلت

Rûz u şeb kan ağlamakdan dayre oldu gözlerim

Demleridir  rûşen it gel hânemi ey Nûr-ı çeşm

diye cevâb vermiş. “Yâ İbrâhîm, otur!” diye emr ile, gözlerini açıp, “Beşâret olsun sana ki, Hak teâlânın velîleri zümresindensin.” buyurdu. Hâlât-ı acîbe zâhir oldu, rengi tağayyür etti.

إن كان منزلتي في الحب عندكم                           

أمنية ظفرت روحي بها زمنا

            فاقد رأيت فقد ضيعت أيامي                                        

اليوم أحسبها أضغاث أحلامي[17]

buyurup irtihâl etti ve bana vereceğini verdi. İrtihâli şayi’ oldu. Evliyâu’llâh’dan cemâat-ı kesîre geldi. Böyle bir kalabalık görmedim. Muhakkak bildim ki, irtihâlinde maksûdunu verdiler, murâdını hâsıl ettiler. Hz. Rasûlu’llâh (salla’llâhu aleyhi ve sellem) efendimizin rûh-ı mukaddesleri hâzır oldu. Ervâh-ı enbiyâ vü evliyâ mevcûd idi. Rûh-ı mukaddes imâm oldu, namazını kıldılar. Ben her tâife ile namâzını kıldım. Kesret-i izdihâmdan defni gurûba kadar taahhur etti. Kimsede bir söz söylemeğe tâkat kalmamıştı. Defn olunan yer o, Pîr Bakkâl'ın cenâzesinin olduğu yer idi. (Kaddesa’llâhu sırrahû ve nefeana’llâhu bi-berekâtihî ve füyûzâtihi ve şefâatihi ve himmetihî ve keremihî. Âmin.)

Hz. Gavs-ı A’zam Abdülkâdir-i Geylânî ma’nen zuhûr ile[18], İbrâhîm el-Ca’berî’ye görünüp,

أنا بلبل الأفراح أملأ دوحها       

            طربا وفي العليا باز الأشهب

Bir bülbül-i mesrûrum nağmemle dolu gül-zâr

Pervâz urur üstünde sayd içün şâhin*

buyurdu.

Düşünmeli ki, ne saltanatlı, ne büyük bir zât idi. Rûh-ı İbni’l-Fârız’a, el-Fâtiha.

İbn-i Fârız kuluna bizleri bahş it yâ Rab

Levha-ı kalbimize aşkını nakş it yâ Rab

Medhiyye-i âcizânem:

Kıl şefâat bana  yâ Hazret-i Îbni’l-Fârız

Kıl inâyet bana yâ Hazret-i İbni’l-Fârız

Okurum menkabeni âşık-ı aşkın oldum

Kıl zuhûrat bana  yâ Hazret-i Îbni’l-Fârız

Ne büyüksün ne kadar sâhib-i pür-şân ü şeref

Kıl sahâbet bana yâ Hazret-i İbn’l-Fârız

Aşk-ı cânan ile sırr-ı defter-i uşşâk olduk

Kıl velâyet bana yâ Hazret-i İbni’l-Fârız

Bütün erbâb-ı velâyet sana hayrân  oldu

Kıl selâmet bana yâ Hazret-i İbni’l-Fârız

Aşk-ı Hak aşkına redd itme kapından nûrum

Kıl himâyet bana yâ Hazret-i Îbni’l-Fârız

Aczime bakmayarak  aşk ile Vassâf oldum

Kıl beşâret bana  yâ Hazret-i İbn’l-Fârız

Medhiyye-i şâh-ı velâyet (Radıya'llâhu anh):

Ser-halka-i cem’iyyet-i ebrâr Ali'dir

Derd ehline dermân-ı vefâ-dâr Ali'dir

Sultân-ı selâtîn-i kerem-kâr Ali'dir

İklîm-i velâyetde cihân-dâr Ali'dir

Dervâze-i gencîne-i esrâr Ali'dir

Mahbûb-ı Hudâ Hazretine yâr Ali'dir

Bir nice zamân cûy-ı revân eyledi yaşım

Düşdüm haremi gûşesine bitdi savaşım

Saldım eşiği taşına bin cân ile başım

Başımla eşiğinde ânın bir kara taşım

Dervâze-i gencîne-i esrâr Ali'dir

Mahbûb-ı Hudâ Hazretine yâr Ali'dir

Geçdim dem-i la’lî ile sahbâ vü sebûdan

Zülfü hevesiyle çözülüp bend-i gulûdan

Çıkdım hele gayrilere kayd-ı tek u pûdan

Girdim harem-i hâss-ı Hudâ'ya o kapudan

Dervâze-i gencîne-i esrâr Ali'dir

Mahbûb-ı Hudâ Hazretine yâr Ali'dir

Bu dâire-i atlas-ı ekvân Muhammed

Nüh tâk-ı serâ- perde-i eyvân Muhammed

Bu Bekr u Ömer Hazret-i Osmân Muhammed

Her birleri bir kıdve-i erkân Muhammed

Dervâze-i gencîne-i esrâr Ali'dir

Mahbûb-ı Hudâ Hazretine yâr Ali'dir

Bünyâd-ı harem-gâhı nihân-hâne-i vahdet

Manzûr-ı reh-i rûzeni pâlîz-i nübüvvet

Bir avm-i çemen-sâ-yı hep esrâr-ı hüviyyet

Derbânları sâdât-ı emîrân-ı fütüvvet

Dervâze-i gencîne-i esrâr Ali'dir

Mahbûb-ı Hudâ Hazretine yâr Ali'dir

Bülbülleri bî-savt u hurûf itmede âvâz

Gül-goncaları câm-ı şehâdet ile hem-râz

Pervânesidir şem’ine Cibrîl-i sebük-bâz

Sükkânı bütün Veysi vü Yahyâ ile dem-sâz

Dervâze-i gencîne-i esrâr Ali'dir

Mahbûb-ı Hudâ Hazretine yâr Ali'dir

Şemşîr-i kavis-tâbı salup sâye zemîne

Hem himmet-i bâzûsu veted arş-ı berrîne

Miftâh-ı ulûmu hecedir habl-i metîne

Genc-i haremi dâr-ı emân dîn-i mübîne

Dervâze-i gencîne-i esrâr Ali'dir

Mahbûb-ı Hudâ Hazretine yâr Ali'dir

Ol nûr-ı celîden biliriz ........................

Ol güfte-i mutalsımla bulunmakda ......

Ger vâkıf isen sen de eyâ Nûrî-i şeydâ

Ashâbına meftûhdur ol bâb-ı muallâ

Dervâze-i gencîne-i esrâr Ali'dir

Mahbûb-ı Hudâ Hazretine yâr Ali'dir


AHMED er-RUFÂÎ

/167/ Şeyh Hayrullâh Tâceddîn-i Rufâî’nin medhiyyesi:

Hazret-i Gavs-ı Rufâî zübde-i âl-i Rasûl

Meslek-i zî-şânına hâdim olan pür-nûr olur

Şedd olup bağla belin erkân-ı pîre Tâciyâ

Hürmetine ceddinin cürmün senin mağfûr olur

Silsile-i tarîkat-ı aliyyeleri ber-vech-i âtîdir:

- Serdâr-ı evliyâ vü asfıyâ Hz. İmâm Ali (Kerrema'llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh)

- Hz. Hasan el-Basrî (Radıya'llâhu anh)

- Hz. Habîb el-A'cemî (Kaddesa’llâhu sırrahû )

- Hz. Dâvûd-ı Tâî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Hz. Ma’rûf-ı Kerhî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Hz. Seriyyu’s-Sakatî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Seyyidü’t-tâife Hz. Cüneyd-i Bağdâdî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebû Bekr eş-Şiblî(Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ali el-Acemî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebû Aliyy-i Rûdbârî (Kaddesa’llâhu sırrahû)[19]

- Şeyh Ebû Ali, Gulâm b. Tevkân (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebu’l-Fazl-ı Bağdâdî b. Kâmih (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Aliyyü’l-Kârî el-Vâsıtî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Cenâb-ı Pîr-i dest-gir Ebû’l-alemeyn Seyyid Ahmed er-Rufâî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

/168/ Velâdetleri: 512/(1118)

Müddet-i ömrleri: 66

İrtihâlleri: 578/(1182)

 Ey milket-i velâyete sultân-ı râyegân

Ey mürşid-i müsellem ü mümtâz-ı bî-gümân

Her kime bâd-ı himmetin olursa ger vezân

Bî-iştibâh olur iki âlemde kâm-rân

Yâ Seyyid Ahmede’r-Rufâî vü pîr-i sâlikân*

Yâ Hazret-i Ebu’l-alemeyn el-amân amân

Ârif-i esrâr-ı Kitâb-ı mübîn, nûr-ı dîde-i ehl-i yakîn eş-şeyhu’l-akdem ve’l-imâmü’l-ekrem seyyidinâ ve mevlânâ, şeyhu’l-kebîr es-Seyyid Ahmed er-Rufâî hazretleri, hicretin 512/(1118) senesinde, Irak’ta Vâsıt şehrinde, Ümmü Abîde karyesinde zîver-bahş-ı mehd-i şuhûd olmuşlardır ki, “Beşîr” (بشير) ve “nûr-ı nûr” (نور نور) târîhlerine delâlet etmektedir.

Karye-i mezkûrede, seyyidinâ Şeyh Seyyid Yahyâ hazretlerinin hâne-i saâdetlerinde, şeyhu’l-kurrâ ve’l-muhaddisîn Seyyid Ali Ebu’l-Hasan b. Yahyâ el-Mekkî hazretlerinin sulb-i pâkinden, kadem-nihâde-i âlem-i vücûd olmuşlar idi.

Aktâb-ı erbaadan olup, peder cihetinden neseb-i şerîfleri ber-vech-i âtîdir:

Seyyidinâ es-Seyyid Ali Ebu’l-Hasan b. es-Seyyid Yahyâ el-Mağribî b. es-Seyyid Sâbit b. es-Seyyid Aliyyü’l-Hâzim b. es-Seyyid Ahmed el-Murtezâ b. es-Seyyid Ali b. es-Seyyid Ebu’l-Mekârim-i Rufâa el-Hasan el-Mekkî b. es-Seyyid el-Mehdî b. es-Seyyid Muhammed Ebû’l-Kâsım b. es-Seyyid el-Hasan b. es-Seyyid el-Hüseyn er-Radî b. es-Seyyid Ahmed el-Ekber b. es-Seyyid Mûsâ el-Mesânî b. es-Seyyid el-İmâm İbrâhîm el-Mürtezâ b. el-İmâm Mûsâ el-Kâzım b. el-İmâm Ca’fer es-Sâdık b. el-İmâm Muhammed el-Bâkır b. el-İmâm Zeynelâbidîn Ali b. el-İmâm el-Hüseyn es-Sıbt b. Emîri’l-Mü’minîn ve ya’sûbü’l-muvahhidîn Cenâb-ı Ali el-Mürtazâ (kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh)

Vâlide-i muhteremeleri ile cedde-i mufahhamları cihetinden ve cedd-i emcedleri Basra nakîbi Seyyid Yahyâ-yı Rufâî’nin vâlide-i mükerremeleri ile pederlerinin dördüncü cedd-i mümeccedlerinin vâlide-i azîzeleri cihetinden olan neseb-i atharlarının zikriyle dahi teberrük olunur:

Pîr-i dest-gîr Seyyid Ahmed el-Kebîr er-Rûfâî’nin vâlide-i şerîfeleri, beyne’l-evlîyâ /169/ “Bâzu’l-eşheb ve Tiryâkü’l-mücerreb” denilmekle müteârif olan şeyhu’t-tavâif Mansûr ez-Zâhide’r-Rabbânî hazretlerinin hemşîreleri, veliyyetu’llâh Ümmü’l-Fazl Fâtımetü’l-Ensâriyye bt. eş-Şeyh Yahyâ el-Kebîr b. el-İmâm es-Sûfî Muhammed b. Ebû Bekri’l-Vâsıtî b. Mûsâ b. Muhammed b. Mansûr b. Hâlid b. Zeyd b. Eyyûb b. Hâlid Ebû Eyyûb b. Zeydi’l-Ensâri en-Neccârî es-Sahâbî.

Peder-i âli-kadri Seyyid Ebû Hasan-ı Ali’nin vâlide-i mübeccelesi, ulemâi’l-ensârînin vâlide-i saîdesi ise, Seyyide Râbia bt. es-Seyyid Abdullâh et-Tâhir b. es-Seyyid Ebî Ali Sâlim b. es-Seyyid Ebû Ya’lâ b. es-Seyyid Ebu’l-Berekât Muhammed b. es-Seyyid Ebu’l-Feth Muhammed b. es-Seyyid Muhammed el-Eşter b. es-Seyyid Ubeydullâh es-Sâlis b. es-Seyyid Abdullah es-sânî b. es-Seyyid Aliyyi’s-Sâlih b. es-Seyyid Ubeydullâh el-A’rec b. es-Seyyid el-Hüseyn el-asgar b. el-İmâm Zeynelâbidîn Ali b. El İmâm el-Hüseyn sıbtu’n-Nebî.

Cedd-i kerîmleri: Seyyid Yahyâ er-Rufâi’nin vâlide-i âliyesi de, Âmine bt. Yahyâ el-Ukaylî b. en-Nâsır li-dîni’llâh Ali b. Ahmed b. Meymûn b. Ahmed b. Ali b. Abdullâh b. Ömer b. İdrîs b. İdrîsi’l-ekber b. Abdullâh el-Mahz b. el-Hasani’l-Müsennâ b. es-Seyyid el-İmâm el-Hasan sıbtu'n-Nebî.

Seyyid Yahyâ er-Rufâî’nin babası Seyyid Sâbit b. Hâzim’in ceddi Ahmed b. Rufâati’l-Hasan el-Mekkî b. es-Seyyid Ahmed el-Mehdî el-Hüseynî’nin vâlide-i halîmesi ise, Şerîfe Benhâ bt. Ahmed b. Ali b. Abdu’llâh b. Ömer b. İdrîsi’l-asğar b. İdrîsi’l-ekber b. Abdullâh el-Mahz b. el-Hasan el-Müsennâ b. el-İmâm Hasan sıbtu'n-Nebî (aleyhi's-selâm) olup, cenâb-ı pîr-i vâcibi’t-tevkîrin li-üm cedd-i mükerremleri olan Yahyâ en-Neccârî el-Ensârî’nin vâlide-i aliyyeleri de Âliye bt. el-Hasan el-Lâyıh b. Muhammed b. Yahyâ b. el-Hüseyin b. el-Kâsım Ebû Muhammed er-Resî b. İbrâhîm-i Tabataba b. İsmâîl b. İbrâhîm el-Gamr b. el-Hasan el-Müsennâ b. el-İmâm el-Hasan sıbtu'n-Nebî (Rıdvânu’llâhi teâlâ aleyhim ecmaîn).

İmâm Rufâî hazretlerinin neseb-i şerîfleri bir cihetten Sıddık-ı A’zam (radıya'llâhu anh) efendimize müntehî olur: Ecdâd-ı izâmlarından İmâm Ca’fer es-Sâdık’ın vâlideleri Ümmü Ferve bt. Kâsım b. Muhammed b. Ebû Bekr b. Ebû Kuhâfe (radıya'llâhu anhumâ)’nin duhter-i sa’d-ahteri ve Ümmü /170/ Ferve’nin vâlidesi Esmâ dahi Abdurrahmân b. Ebû Bekr b. Kuhâfe’nin kerîme-i mübeccelesidir.

Hz. Ahmed er-Rufâî efendimiz daha sabî iken pederleri irtihâl eylediğinden, dayıları, ecille-i ricâl-i asrdan Şeyh Mansûr-ı Betâyihî, fermân-ı peygamberîye imtisâlen idâresini der-uhde edip, hizmetten bir an gâfil olmamıştır. Nasıl gâfil olabilirler idi ki, Hz. Seyyid’in velâdetlerinden kırk gün evvel, Nebîyy-i Mükerrem efendimiz, rü’yâsında, “Ey Mansûr! Seni tebşîr ederim ki, kırk gün sonra Cenâb-ı Hak hemşîrenize Ahmed er-Rûfâî isminde bir evlâd verecektir. Ben reîsü’l-enbiyâ olduğum gibi, o da reîsü’l-evliyâdır. Zamân-ı terbiyeti hulûl ettiği vakit, onu, Şeyh Aliyyü’l-Kârî el-Vâsıtî’ye götürüp teslîm eyle; terbiyesine mukayyed olsun. Çünkü nezd-i ilâhîde pek azîzdir. Sakın gaflet etmeyesin.” diye fermân buyurmuş ve fi’l-vâki’, kırk gün sonra Seyyid Ahmed er-Rufâî gehvâre-pîrâ-yı vücûd olmuştur.

Şeyh Mansûr hazretlerinin taht-ı idâresine aldığı hemşîre-zâdesinin emr-i terbiyetine külliyetle müteveccih olarak ulûm-ı şer’iyye vü tasavvufiyyeyi tedrîs ü ta'lîm ve hırka-i tarîkatı ilbâs ile ber-mûcib-i emr-i âlî-i Nebevî Şeyh ibni’l-Kârî Ebu’l-Fâzl Ali el-Vâsıtî’ye teslîm eylemiştir.

Hz. Ahmed er-Rufâî ilm-i fıkhı ba’de’t-telâkkî müşârünileyhe intisâb etmiş ve bir müddet sonra hilâfet alarak, şeyhi hâl-i hayâtında seccâde-i irşâda oturtmuştur. Dervîşlerine hitâben, “Seyyid Ahmed er-Rufâî’den ahz-ı yed ile tecdîd-i bey’at edin. Eğer fermân-ı Nebevîye imtisâl-i sırrı olmasaydı ben dahi bey’at ederdim.” sûretinde, “Ben onun şeyhi isem de, hakîkatte o benim şeyhimdir.” dediler.

Şeyh Aliyyü’bnü’l-Kârî hazretlerinin, dervîşlerine hitâben vâki’ olan emr u irâdelerini, muhaddisîn-i kirâmdan Şeyh İzzeddîn Ahmed el-Fârûsî hazretlerinin, Nefha ismiyle mevsûm olan kitâbında sâlifü’z-zikr Şeyh Mansûr el-Batâyıhî hazretlerinin kerîme-zâdesi Şeyh Bedr hazretlerinden rivâyet edildiği hikâye-i mevsûka dahi te’yîd eder:

Şeyh Bedr /171/ demiştir ki:

Ben bir gün, vâlidemin pederi Şeyh Mansûr’un meclis-i va’zında bulundum idi. Dersin hitâmında, “Âh, eğer Şeyh efendimiz hazretleri çırçıplak soyunsa da, ben de elbisemi çıkarup cism-i nizârımı onun vücûd-ı mübârekine sürsem.” diye hâtırımdan geçirdim. Ben bu fikirde iken Hz. Şeyh, “Ey Bedir! Elbiseni çıkar da gel.” diye hitâb etmesiyle, hemen soyunup koştum. Savt-ı bülend ile bağırıp, bana öyle bir şamar vurdu ki, sadme-i darbeden kendileri de, ben de bir tarafa düştük. Aklım başıma geldiği sırada Hz. Şeyh, “Evet, evet.” demekte idi. Biraz sonra o dahi ayılıp, beni çağırdı. Ağlayarak gittim. “Niçün ağlıyorsun?” diye vâki’ olan bir suâline, “Nasıl ağlamayım ki, bana bir şamar vurup yere düşürdün.” deyince, “Oğlum elbiseni soyun da gel diye, seni çağırdığım sırada gayret-i ilâhîyye zuhûr etmiş ve sana doğru taraf-ı gaybtan bir ok atılmış idi. Sana vurduğum şamarla, seni okun isâbetinden kurtarıp, onu kendim telakkî ettim.” cevâbını aldım ve bu cevâbtan iktibâs-ı nûr cür’et ederek, hemen kendini kucaklayıp, esnâ-yı gaşyinde, “Evet, evet.” demesinin hikmetini sordum. Makâm-ı cevâbta, “Her zamân yanımıza gelen hemşîre-zâdem Seyyid Ahmed’i bilirsin ya. Bu çocuğun, benim hiç bilmediğim ve görmediğim bir makâma vâsıl olarak beni geçmiş olduğunu görüp kıskanmış idim. O anda, kalbime, “Ey Mansûr! Edebini takın, Ahmed bizim sevdiğimizdir, kendisini istediğimiz vechle gavâmız-ı gaybiyyeye muttali’ ederiz. Kendisi, nâib-i devlet-i Muhammediyye, arûs-ı memleket-i Mustafaviyye, şeyh-i ümmet-i Muhammediyye’dir. Senin de şeyhindir. Buna “evet” demelisin.” diye bir nidâ-yı hâtifî geldi. “Mülkümüzde istediğimiz gibi ederiz.” denildi. Cevâb olarak, “Evet, evet.” dedim idi. Senin işittiğin “evet”ler bunlardır. Seyyid Ahmed, hilkaten benim şeyhimdir. Ben de hırka ile onun şeyhiyim, dediler.

Merviyyât-ı mütevâtiredendir ki: Veliyy-i kebîr Şeyh Zeyd b. Abdullâh et-Gaydâkî el-Hâşimi, Mefhar-ı mevcûdat efendimiz hazretlerini rü’yâsında görüp /172/  “Yâ Rasûla’llâh! Bu asırda en büyük şeyh kimdir ve hangi kavimdendir.” suâlini îrad ile, ‘Ey Zeyd! Akrabâlarından Ahmed er-Rufâî’dir.” cevâbını ahz eylemiştir.

Tirkâyü’l-Muhibbîn sâhibi Takiyyüddîn el-Vâsıtî menkûlâtındandır ki:

"Seyyid Ahmed er-Rufâi’yi bir def'a Batâyıh’da, bir çok dervîşler arasında, kemâl-i ihtişâm ile görüp, bu hâlini inkâr eyleyen Şeyh Ebû Muhammed el- Kavsî'ye, önce Rasûl-i muhterem efendimiz, âlem-i menâmda Nûrbahş-ı zuhûr olup seyyid-i müşârünileyh hakkında îrâd-ı sitâyiş ü senâdan sonra, bana hitâben, “Oğlum! Seyyid Ahmed er-Rufâî ilm-i hakîkattir. Mürîdlerini makâlden ziyâde hâliyle terbiye eder. Her kim onu severse, beni de sever. Her kim ona eziyet ederse, tahkîk bana eziyet etmiş olur.” buyurdular. Titreyerek uyanıp, o pîr-i vâcibü’t-tevkîrin bulunduğu mahalle gittim. Vaktâki beni gördüler, tebessüm buyurup, “Racül-i kâmil, mürîdlerini makâlden ziyâde hâliyle terbiye eder.” dediler."

Kitâbü’ş-Şecere müellifi İbrâhîm el-Kârzûnî derler ki:

“Seyyid Ahmed er-Rufâî’nin asrında bulunan kibâr-ı evliyâ, Hz. Peygamber’i rü’yâda görmüşler, ricâl-i asrın kâffesi huzûr-ı saâdetlerinde mevcûd imiş. Sultânü’l-enbiyâ efendimiz bunlara hitâben: “Seyyid Ahmed İbnü’s-Seyyid Ebi’l-Hasan er-Rufâî, bu ümmetin şeyhi ve umûm evliyâu’llâh’ın seyyididir. Yâ Rab! Benim ona muhabbetim vardır. Sen de ona muhabbet eyle.” buyurmuşlar.”

Kılmış Cenâb-ı Hâllâk yâ Ahmed er-Rufâî

Bâbın melâz-ı uşşâk yâ Ahmed er-Rufâî

Bedr-i şeb-i rızâsın (ey) hurşid-âsumânsın

Sâlâr-ı evliyâsın yâ Ahmed er-Rufâî

Sensin cihân-ı esrâr olmuş yüzünde der-kâr

Envâr-ı vech-i Kerrâr yâ Ahmed er-Rufâî

Sen sırrısın Ali’nin âlîsi kümmelînin

Memdûhu her velînin yâ Ahmed er-Rufâî

Zâtın dür-i Necef'dir mişkât bu keşifdir

Müstecmi'-i şerefdir yâ Ahmed er-Rufâî

Mahkûmun olmuş âteş olmaz derinde serkeş

Kâbil midir sana eş Yâ Ahmed er-Rufâî

Olmuşdur âsitânın mihrâbı ârifânın

Ma’lûmudur cihânın ya Ahmed er-Rufâî

Aşkınla bî-karârım meslûb-ı ihtiyârım

Bimâr u bi-medârım yâ Ahmed er-Rufâî

Derdin devâ-yı dildir cânımla muttasıldır

Hem feyz müştemildir yâ Ahmed er-Rufâî

Âciz kulun be-gâyet senden umar inâyet

Kıl mazhar-ı şefâat yâ Ahmed er-Rufâî

/173/ Şeyh Muhammed el-Basrî hazretleri buyurmuşlardır ki:

“Biz, Seyyid Ahmed er-Rufâî’den gayri evliyâ-yı asrın makâmlarını idrâk ile seyr ü sülûklarındaki müntehâlarını öğrendik. Hâlbuki Hz. Seyyid’in müntehâ-yı seyrini bilmek kâbil değildir. Ricâl-i asrın nokta-i teveccühleri, ala’l-umûm ma'lûmdur. Herhangisi onun rütbesine irtikâ eylediğini iddiâ ederse, onu tekzîb edin. Ey ihvân! Onun nerelere irtikâ eylediği bilinmez. Çünkü alâik-ı beşeriyye ve avâik-ı nefsâniyyeden ta’rîf ü tavsîf olunmayacak bir hâlde insilâh etmişdir. Zamânımızda, şarkdan garba kadar rûy-ı zemînde ne kadar evliyâu’llâh var ise, büyük küçük, bunların kâffesi, Ahmed er-Rufâî’den ahz ü istimdâd ve o da hücre-i muattaradan istifâza ile imdâd eyler. Onun mevârid-i imdâdâtı dâmen-i kıyâmete değin gayr-i münkatı' ve bu hâl, hussâd u ehl-i inkâra rağmen zürriyyât-ı kirâmında dahi carî vü müteselsildir. Allâh ta’âlâ her istediğini işler.”

Tiryâku’l-Muhibbîn münderecâtındandır ki:

"Kutb-ı a’zam Hz. Abdu’l-Kâdir-i Geylânî (kuddise sırruhu'r-rabbânî) efendimiz buyurmuşlardır : Eyyâm-ı seyâhatimde Ümm-i Ubeyde’ye uğramış ve açlıktan fenâ bir hâle gelmiş idim. Nâ-gâh, esmeru’l-levn, münevverü’l-vech, hüsnü’l-manzar bir racül zâhir oldu. Bir elinde iki ekmek, dîgerinde bir kadeh süt var idi. Yanıma gelip, “Buyurun” diye teklîf-i tenâvül ve ba’de’l-ekl bir sâat kadar tekellüm edip avdet eyledi. Her ne söylediyse hepsini anladım. Bir sene sonra yine Ümmi Ubeyde’ye gitmiştim. Bu zât-ı kudsî-simât ke-mâ fi’s-sâbık ekmek ve süt, getirip beni it’âm ve bir sâat kadar idâre-i kelâm ederek mutasarrıf oldu. Bu def'aki sözleri dahi hakâyık-ı dekâyıkdan idi. Ertesi yıl yine gittim. Yine o zât-ı mübârekin, getirdiği ekmekle sütü tenâvül ettim. Bir sâat kadar konuştum. İhsân-ı ilâhî olan fazl u kemâline mütehayyir oldum. Kutb-ı müşârünileyhe, “Bu sözlerinin ma’nâsı nedir ve o zât kimdir?” denildikte, “O zât Seyyid Ahmed er-Rufâî’dir. İlk sene benim hâlimden ve bulunduğum makâmdan ve ikinci sene hâl-i sülûk ü temkînden, üçüncü sene de /174/  kendi hâl ve makâmından bahs eylediler.” cevâbını vermişlerdir."

Bir cemâat, şeyh Ebu’l-Münzir hazretlerinden, “Bu asırda evliyâu’llâh’ın büyükleri kimlerdir?” diye sordu. “Muhammed b. Abdu’l-Basrî ile Seyyid Ahmed er-Rufâî’dir.” cevâbını almışlar ve “Bunların hangisi azîmü’l-kadrdir?” diye suâl etmelerine de, “Seyyid Ahmed er-Rufâî’dir. Bu zât kutbu’l-aktab fi’l-arz idi. Sonra kutbu’l-aktab fi’s-semavât oldular. Ba’dehû, semavâtta dahi tasarrufa başladılar. Ondan sonra nerelere vâsıl olduklarını bilemem. Biz, eğerçi Hz. Seyyid’in cihet-i seyrini bilirsek de, müntehâ-yı makâmını bilemeyiz.” cevâbını vermişlerdir.

Olur hurşîd-i feyzin ile her gün irtifâı

Sana bende olan yâ Hazret-i Ahmed Rufâî

Hz. Ahmed-i Rufâî’nin menâkıbını hâvî, Ümmü’l-Berâhîn nâm eser-i mühim, İstanbul’da Vefâ kurbunda Şehîd Ali Paşa Kütübhânesi 1123 numarada mevcûddur. Pek mühim bir eser olup, bunun mütâlaasını hâssaten tavsiye ederim.

Cenâb-ı Melikü’l-Mennân, bu zât-ı âli-kadre niam-ı celîle ve ahvâl-i hâriku'l-âde inâyet ve ihsân buyurmuştur. Bir def'a havâss-ı mürîdânından biri dûzahdan necât için fermân niyâz ve Hz. Şeyh’e râbıta ile duâ eyledikte, semâdan bir beyâz kağıd düşmüş. Kağıdı Hz. Şeyh'in huzûruna getirdiklerinde, daha ifâde-i keyfiyyet olunmaksızın, hemen Hz. Şeyh secdeye kapanıp, (الحمد لله الذي أراني عتق أصحابي من النار في الدنيا قبل الآخرة)[20] buyurmuşlardır.

Hakîkat râhına bürhân    

Rufâî Seyyid Ahmed’dir   

Kerâmet bahrine ummân 

Rufâî Seyyid Ahmed’dir   

Ana vir gönlünü ey cân

Dilersen olmağa insân

Velâyet tahtına sultân

Rufâî Seyyid Ahmed’dir

Ana dervîş olan âdem      

Tarîkatle olur hâtem                    

Muhakkak kutb-ı dû-âlem

Rufâî Seyyid Ahmed’dir

      

Tutup makhûr iden mârı

Gülistân eyleyen nârı

Bilâ-şek nesl-i Kerrâr’ı

Rufâî Seyyid Ahmed’dir

Kabûlî’yi iden çâker

Visâl-i kurba hâhiş-ker

Kamu uşşâka ser-asker

Rufâî Seyyid Ahmed’dir

/175/ İmâm İbrâhîm el-Kârzûnî hazretlerinden rivâyet-i uhrâ ile menkûldür: Ricâlu’llâh’dan biri, âlem-i menâmda, kendini huzûr-ı pür-nûr-ı Hz. Risâlet-penâhîde görüp, “es-Seyyid Ahmed er-Rufâi’yi ben severim, Mevlâ da sevsin. Bugünkü günde, seyyidü’l-ârifin ve şefiû’l-ümmedir.” kelimât-ı celîlesini lisân-ı mü’ciz-beyân-ı nebevîden işitmiştir.

Mezkûr kitâbda, müellif-i muhteremi, “İmâm Rufâî, sultân-ı vaktdır ve asrında seyyidü’l-evliyâdır buyurup, menâkıb-ı ekâbîr-i ümmete dâir bunca te'lîfât mütâlaa ettim, sahâbe-i kirâm ile, eimme-i âl-i nebevî hazarâtından sonra tabakât-ı evliyâda, İmâm Rufâî’ye müsâvî bir kimse görmedim. Ahlâk-ı Mustafaviyyede ve kemâl-i temkînde ol mertebede kemâle resîde olmuş bir kimse bilmiyorum.” demiştir.

Hz. Pîr-i dest-gir şâfiiyyü’l-mezheb idi. Fıkh-ı Şâfiî'de yed-i tûlâsı vardı.

Mecâlis-i İmâm Rufâî nâm eserde, “Tarîkat-ı aliyyelerinin ba'zı dervîşânında, âteşin hâssiyyet-i ihrâkiyyesini izâle etmek, yılan ve akreb gibi, bi’t-tab’ fıtratında incitmek olan hayvânâtın muktezâ-yı tabîatlarını tahvîl eylemek, âlet-i cârihanın kesişini te’sîrsiz bırakıp, kimseye dahi zarar vermemek, zehr-i helâhil olsa te’sîr etmemek misillü, el-yevm nasıl hârikât meşhûr oluyor ise, ilm ü maârifte fâikul-akrân olduğuna delâlet eyleyen müellefâtı da görülüyor ki, bu âsâr-ı celîle ve havârık-ı celiyye nazar-ı insâfa alınıp takdîr olunursa ve terk-i inâd ve mükâbere edilirse, eâzım-ı ulemâ-yı târîhden ve kümmelîn-i sâlihînden Muhammed b. Ebker el-Mevsilî, târîhinde beyân ettiği üzere, pîr-i müşârünileyhin zamân-ı hayâtında hânkâh-ı şerîfi ulemâ-yı dîn için medrese olduğu gibi, zümre-i sâlîkîn için riyâzet-hâne olarak, kendileri de ricâl-i irfân için bir rehber-i bî-misâl olduğu teslîm olunur.” diye yazılmıştır.

Müverrih-i müşârünileyhin sahâif-i târîhinde gavs-ı ekrem müşârünileyhin tercüme-i hâlini irâd eylediği mahalde, “Cenâb-ı seyyid’l-aktabi’l-gavsi’l-a’zam /176/  el-imâm es-Seyyid Ahmed er-Rufâi (radıya'llâhu anh)’in sît-ı şöhret ü celâlet ü fazîleti değil Irâkayni, hâfıkaynı  leb-rîz etmiş idi. Müşârünileyh orta boylu, esmer idi. Sükûtunda mehâbetli, tekellümde ise gâyet sevimli olurdu. Gece gündüz iştigâli, ihyâ-yı şerîat ile irşâddan ibâret idi. Bâtın ve zâhir ulûmunda yektâ-yı cihân ve deryâ-yı bi-pâyân idi. Usûl-i tedrîsi, va’z u nasîhat yolunda idi. Kürsî-i va’za çıkdığı vakit etrâfını ekâbîr-i ulemâ ve fuhûl-ı fuzalâ alırdı. Sunûf-ı erbâb-ı ulûm u fuhûm istima'-ı mevâızına her taraftan koşuşurlar idi. Kelâma başladığı gibi herkese hayret gelir, münkirler mebhût olur ve ehl-i huşû’ ağlar idi. Erbâb-ı temkîn bile zühûl ederlerdi. Kendisi ise vâris olduğu cevâmiu’l-kelim ile ilkâ-yı mevâiz ederek, dinleyen cemâate göre her fenden bahs ederdi. Bunun için, fesâhatinden üdebâ müstefîd olurlar idi. Maârifinden ulemâ istîfâza ve tahkîkatından ehl-i felsefe keşf-i hakâyık ederler idi. Tibyânından erbâb-ı kelâm istifâde ederler idi. Dekâyıkından bulağâ hisse-dâr, hakâyıkından evliyâ lezzet-yâb olurlar idi. Hikmetinden ukalâ, mevâzıından üdebâ, âdâbından fukarâ, el-hâsıl her sınıf kendisine göre fazâil ü ma’lûmatından iktibâs ederler idi. Hepsi de fütühâtı gaybiyye ve füyûzât-ı ilâhîyyeye mazhariyyeti husûsunda hayrân olarak kendisi, şerîat-ı mutahharenin lübbü’l-lübâbından deryâ-yı pür-cûş ü hurûş gibi mevc-i hîz-beyân ü irfân oldukça, satvet-i fâhire-i nâtıkası inkâr-ı ehl-i gurûru muzmahil ü vîrân; ve ashâb-ı fühûmu mevâid-i fevâid ile dil-sîr-i feyz-i irfân ederdi. Ulüvden, gulüvden va’zında, sözünde bir şey bulunmazdı. Dediği gibi, hârikât-ı muharrere ve kerâmât-ı bâhiresini ta’dâdından sonra, îmân eyledim ki, Mevlâ birdir, şerîki yoktur. Kur’ân-ı Kerîm eşref-i kütüb-i semâviyyedir. Hz. Muhammed (salla’llâhu aleyhi ve sellem) efendimiz seyyidü’l-mürselîndir. Şeyyid Ahmed er-Rufâi de, seyyidü’l-evliyâ vü meşâyıhtır.” demiştir ki, hakk-ı sarîhtir.

/177/ Sâhibu’l-Berâhîn nâm kitâbdan naklen neşr olunan bir eserde, Hz. Pîr efendimiz hakkında, “Akdi sahîh, şehevâttan hâlî, sabrı şikâyetsiz, takvâsı garazsız, açlığı tâat, tokluğu kanâat idi. Eğer eline birşey geçmezse sabr eder; fütûhât olursa bezl eyler idi. Râhat bilmez, istirâhatı teemmül etmez, sıyâm ve kıyâmı çok, uykusu az, iştigâli tashîh-i nefs ile kelâm-ı kabîhden dilini muhâfaza etmek idi. Rızâ hırkasını giymiş, kazânın acısına sabırla göğüs vermiş idi. Nâsa eliyle, diliyle, mâl ü makâliyle, ef'âl ve keremiyle fâidesi olurdu. Ona, ke’s-i safâdan içmiş ve esrâr-ı kudûrât u cefâdan musaffâ olmuş ve ehl-i takvâ gömleğine bürünmüş idi.” denilmiştir.

Şeyh Ya'kûb (kuddise sırruhû) der ki: Hz. Pîr (radıya'llâhu anh)’ın züll ü inkisâr ve hudû’ u huşû' ve iftikâr u meskenet ve tevâzu u ihtikârı meşhûrdur. Hüzn ü ıztırâba mülâzım idi. Bükâsı çok idi. Nefsini riyâzet ve kalbini maârifle te’dîb eylerdi. Cülûsu, bükâsı, yemesi, içmesi, uyuması, kalkması hep edeble idi. Fukarâ meyânında oturduğu zamân susasa, kalkar kendi içerdi. Fukarâ ise, “Efendimiz, bizim içimizde size su vermeye lâyık bir kimse yok mu ki, kalkıp kendiniz içiyorsunuz?” deyip üzüldükleri vakit, müşârünileyh cevâben, “Siz bana, benim gözümden daha eazsiniz. Cenâb-ı Hak, beni, fukarâyı istihdâm etmiş olanlardan eylemesin.” derlerdi, diye uzun uzadıya Hz. Pîr efendimizin ahlâk -ı cemîlesinden bahs olunmuştur.

Hz. Pîr efendimiz, Şeyh Mansûr-ı Rabbânî’nin birâderi Ebûbekir’in kerîme-i muhteremeleri Seyyide Hatîce hazretleriyle izdivâc buyurmuşlardır. Ondan Seyyide Fâtıma ve Seyyide Zeyneb hâzarâtı tevellüd eylemiş, Seyyide Hatice irtihâl edince müşârünileyhânın hemşîresi Sitt-i Râbia’yı /178/ tezevvüc buyurmuşlar. Ondan tevellüd eden Seyyid Sâlih hazretleri, pederlerinin hâli hayâtında irtihâl eylemiştir. Sülâle-i necîbeleri kerîmelerinden teselsül etmektedir. Bunu teferruâtıyla, zamânımız meşâyıh-ı Rufâiyye'sinden Ken’an Bey, Hz. Pîr hakkında neşr eylediği eser-i mahsûsda beyân etmekte olduğundan, onun mütâlâasını tavsiye ederim. Gâyet açık bir lisân ile Hz. Pîr’in menâkıb-ı aliyyü’l-âlini beyân eden eser-i mezkûru erbâb-ı tarîkat, bâ-husûs Rufâîler okumalı ve evrâd gibi ezberlemelidirler. Şeyh-i mûmâileyhin sarf eylediği himmet, şâyan-ı takdîr ü şükrândır.

Hz. Pîr, yedi def'a Haremeyn-i muhteremeyni ziyâretle müsâb olmuşlardır. Cedd-i a’lâlarının merkad-i mübâreklerini ziyâret kasdıyla 555/(1160) senesinde mahsûsan Ümm-i Abîde karyesinden kalkıp Medîne-i Münevvere’ye gitmiş ve hulefâsıyle dervîşlerinin bir çoğunu berâberlerinde alıp götürmüştür. Mir’âtû’l-Haremeyn nâm eserde, sûret-i ziyâret, an’anesiyle tafsîlen münderictir. Erbâb-ı aşk u muhabbete, onun mütâlaasını sûret-i mahsûsada tavsiye ederim. Vaktâ ki, Medîne-i saâdet-defineye vâsıl olup, huzûr-ı sâtıu'n-nûr Hz. Risâlet-penâh-ı ekremîye çıktılar. Muvâcehe-i saâdette ârâm-güzîn olarak "es-Selâmü aleyke yâ ceddî!" diyerek arz-ı râsime-i ziyâret ü ihtirâm edip, "Ve aleyke's-selâm yâ veledî!" cevâb-ı nevâziş îcâbiyle nâil-i ni’met-i kabûl olmuşlardır.

Redd-i selâm-ı iltifât-ı kevneyn derecâtının şeref-pâş-ı mevki'-i zuhûr olması üzerine hâsıl olan vecd ü şevk, ol pîr-i âlî-kadri yed-i akdes-ı peygamberîyi takbîl etmek ricâsına kadar cebr ve sevk ettiğinden,

Nâibim olup zemîn-i hücreni takbîl içün

Rûhumu irsâl iderdim hâl-i bu’dîde şehâ

Hâzır oldu şimdi işbu devlete cismim dahi

Sun elin  bûs ideyim cânâ lebim bulsun safâ

/179/ manzûmesi meâlini şâmil olan ve ehl-i tarîk beyninde pek meşhûr bulunan,

في حالة البعد روحي كنت أرسلها،                                  

وهذه نوبة الأشباح قد حضرت،

تقبل الأرض عني وهي نائبتي،                                        

فامدد يمينك كي تحظى بها شفتى.

kıt’a-ı âşık-ânesini irâd etmiştir. Meâli “Yâ Rasûla’llâh, sûreta uzak olduğum zamânlar hâk-i pâk-ı ravzanı takbîl için ma’nen rûhumu gönderir idim. Şimdi ise, müşâhede-i cismâniyye ni’meti nasîb olmuştur. Mübârek yed-i saâdetini uzât ki, leb-i hasretim behre-yâb-ı hazz u sürûr olsun.” merkezindedir.

Şebeke-i saâdetten pertev-nümâ-yı zuhûr olan yed-i yümnâ-yı nebevîyi takbîl ile ber-murâd oldu. Seyyidü’l-Mürselin efendimiz hazretlerine külliyetle mubâyaa eylediler. Esnâ-yı mubâyaada kıbel-i celîl-i peygamberîden sâniha-pîrâ-yı sudûr olan tebşîrât ve evâmiri telakkî eylediler. Mubâyaa devâm ettiği müddetçe yed-i beyzâ-yı saâdet, seyyid-i müşârünileyhin dest-i ta’zîminde kaldığından, gerek yed-i saâdeti, gerek tebşîrât ve evâmir-i seniyyeyi sûret-i telakkîsini cemâatin bir takımı gördüler, işittiler. O kâfilede bulunup işitmemiş olanlara da söylediler. Keyfiyyet ağızdan ağıza yayılarak hârika-ı vâkıanın sûret ü keyfiyyet-i zuhûruna doksanbin ehl-i ziyâret vâkıf oldular. Seyyid Ahmed er-Rufâî’nin azamet-i şân ve meziyet-i ulviyyet-nişânını i’lân ve işâa ettiler.

Oldu ol gavs-ı muazzam mazhar-ı bezm-i kabûl

Destini sundu ana kabr-i şerîfinden Rasûl

Yed-be-yed îrâs-ı feyz itdi Muhammed Ahmed’e

Olmadı bir ferde lâyık böyle âlî bir vusûl

Bu vak’a-ı garîbe esânîd-i mütevâtire-i mevsûka ile menkûl ve mervî olmakla tahattur-ı şübühât câiz değildir.

/180/ Pîr-i muazzam ve gavs-ı muhterem Seyyid Ahmed er-Rufâî’nin havârik u kerâmâtından olmak üzere mevsûkan nakl ü rivâyet olunan hikâyât-ı sahîhaya atf-ı basar-ı basîret olunursa, kendilerinden meddü’l-yed hârika-ı fâhiresine bir istihkâk-ı ezelî nişânesi olduğuna bilâ-tereddüd hükm edilir.

Mir’atü’l-Haremeyn’de de mestûr olduğu üzere bu kerâmet-i i’câz-nümânın hîn-i zuhûrunda gavs-ı a’zam Cenâb-ı Abdulkâdir ile eâzım-ı evliyâu’ilâhtan Şeyh Hayât b. Kays el-Harrânî ve Adiy b. Müsâfir-i Şâmî ve ekâbîr-i asırdan daha birçok ehlu’llâh, Mescid-i Saâdet’te bulundukları cihetle, gerek bunlar, gerek sâir züvvâr yed-i enver-i nebevî, şeref-i ru’yetiyle müşerref olup, hattâ Şeyh Hayât b. Kays el-Harrânî, Seyyid Ahmed hazretlerinden teberrüken iktisâ-yı hırka buyurdular.

Hz. Abdulkâdir efendimiz, meşâyıh-ı Kâdiriyye’den, Şeyh Ali b. İdrîs-i Ya’kûbî’ye bu menkabeyi nakl ettikten sonra, “Ben, o gün mescid-i saâdette idim.” buyurmuş ve İbn-i İdrîs, “Acaba, züvvârdan, buna hased edenler bulundu mu?” yolunda istifsâra cür’et etmesiyle, bir müddet ağladıktan sonra, “Ey İdrîs oğlu! O saâdet-i uzmâ mele-i a’lâya bile gıbta-fermâ oldu.” buyurmuşlardır.

Adiy b. Müsâfir-i Şâmî ile şeyh Ali b. Mevhûb dahi bu kıssayı hikâye ederek, “Biz hac eylediğimiz sene, Seyyid Ahmed er-Rufâî hazretleri, muvâcehe-i saâdette durup, yanında bulunanların işitebilecekleri bir sadâ-yı hafîf ile ba'zı sözler söyledi ve sözüne nihâyet verdikte Nûrbahş-ı mevki'-i zuhûr olan yed-i athar-ı peygamberîyi takbîl ile hâiz-i gencîne-i sürûr u hubûr oldu.” demişlerdir.

İbn-i Mevhûb, kabr-i saâdetten tavîlü’l-esâbi’ bir yed-i münevver çıkıp, harem-i saâdeti numûne-nümâ-yı deryâ-yı nûr eylediğini ve mescid-i saâdette bulunanların, heybet-i saltanat-ı Muhammediyye ile lâl olup gülbang-ı tekbîr çektiklerini yemîn-i bi’llâh ile hikâye eder.

Bu hârika-ı fâhirenin vukûu arz ettiğim vechle mütevâtir ve râvîlerin cümlesi mevsûku’l-kelim ve mu'teberdir. İnkâr edenler kalblerinde muzmer /181/ olan şâibe-i nifâk u dalâli izhâr etmiş olurlar.

Medd-i yed-i hârika-i celîlesinin sûret ve zamân-ı zuhûrunu, eimme-i hadîsten, Hâfız Takiyyüddîn el-Vâsitî el-Ensâri, Tiryâku’l-Muhibbîn ve Abdurrahmân-ı Safûrî, Nüzhetü’l-Mecâlis ve İbnû’l-Hâc, Ümmü'l-Berâhîn ve Şeyh Ebû Bekr el-Ayderûsî, Necmü’s-Sâî ve kibâr-ı muhaddisînden İzzeddîn İbrâhîm b. Ömer el-Fârûsî el-Vâsitî, Nefhatü‘l-Miskiyye ve allâme İbrâhîm el-Berzencî, İcâbetü‘d-Dâî ve Abdurraûf-ı Münâvi, el-Kevâkibü’-Dürriyye ve Celâleddîn-i Suyûtî, Tenvîr ve Kutub Şa’rânî, Menâkıb-ı Sâdât ve Şeyh Abdulkerîm-i Kazvînî, Sevâdü’l-Ayneyn ve Muhammed-i Nübeys, Levâmiu’l-Envâr ve Hâfız Muhammed b. Kâsım el-Vâsıtî, Behcetü’l-Kübrâ ve Şeyhü’l-Ânî, Kâmûsu’l-Âşıkîn ve Allâme Şihâb-ı Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ ve Muhammed-i Hasbersi, Fevâidü’l-Celîle isimleriyle zînet-bahşâ-yı kitâb-hâne-i âlem eserlerinde ta'rîf ü ta’yîn eylemişlerdir.

Şeyh Sirâceddîn el-Mahzûmî dahi, Sıhâhu’l-Ahbâr fî Nesebi’s-Sâdâti’l-Fâtimiyyeti’l-Ahyâr nâm kitâbında bu bâbdaki akvâl-i muhtelifeyi ârifâne bir sûrette te'lîfe hizmet eylemiştir.

Medîne emîri Ebu’l-Hasan Ali, ashâb-ı istidlâli tasdîk ettiği sırada garkâb-ı deryâ-yı dile ve hayret eden medd-i yed-i kerâmet-i bâhiresini ta'rîf için oğlu Şerîf Muhammed’e hitâben demiştir ki: Hâkim-i Dâri’s-Sekîne bulunduğum esnâda Ümmü Abîde şehrinde bir zât-ı güzîde-sıfât garîb garîb tavırlar ibrâz ve ba'zı kerâmetler, hârik-i âde şeyler izhâr etmekte ve her fiil ve kavlini şerîat-ı garrâ ahkâmına tevfîk eylemekte olduğu cihetle ehl-i Irâk, velâyetine kâil olup, sulehâ-yı ulemânın kâffesine tercîh eylemişlerdi. Bu haberler cânib-i Hicâz’a yayıldıkta, ben gayrete gelip icrâ-yı tetkîkât u tahkîkata kalkıştım; ve bu zâtın evlâd-ı Arabdan, Benî Rufâa silsilesine mensûb ve Ahmed Ebu’l-Hasan er-Rufâî künyesiyle ma’rûf olduğunu öğrendim. Hâlbuki akl-ı beşer kendisine atf u nisbet edilen hârikaları ihâtadan âciz olmak hasebiyle, bir gün kendi nefsime hitâben dedim ki: Rivâyet olunan /182/ hâlât eğer mukârin-ı hakîkat ise o zât-ı âli-kadrin evlâd-ı Rasûl’den olması iktizâ eder. Gerçi İbrâhîm b. Edhem ve Bâyezîd-i Bestâmî gibi nice kimseler vâsıl-ı merâtib-i ilmiyye-i velâyet olmuşlar ise de, bunların velâyeti Âl-i Beyt-i Rasûl’den birine, yâ bi'z-zât hizmet veya bi'l-vâsıta arz-ı intisâb u ubûdiyyet ile hâsıl olur. Bu zâtın evlâd-ı Rasûl’den olduğuna vukûf u ıttılâımız olmadığı cihetle kendisinden sudûru haber verilen kerâmetler Âl-i Beyt-i Rasûl’e ihtisâsı olan havârıkdandır,

Mütâlaât-ı hayâliyyem buralara vardıkta kanımda cevelân ve hareket; kalbimde heyecân ve muhabbet his ettim ve kendisine bir mektûb-ı mahsûs yazıp, Seyyidü’l-kevneyn efendimiz hazretlerinin ziyâret-i müstelzim-i mağfiretine da’vet ettim. Maksadım kendinden sudûru mervî olan ahvâli harekât ve ef'âliyle muvâzene eylemek idi. Bir müddet sonra da’vetime icâbet edeceklerini, tahrîren bildirdiler.

Seyyid Ahmed er-Rufâi hazretleri bu da’vete ma’nevî bir işâret üzerine icâbet buyurmuşlardır. Bu işâretin hîn-i zuhûrunda, zât-ı âlî-i ârifâneleri, Ebu’l-Ferec Ömer el-Fârûsî gibi bir takım ehlu’llâh ile Vâsıt şehrinde vâki Dakla mevkiinde idiler, işâret-i vâkıanın hâsıl eylediği heybet îkâsıyla gâyet müdhiş bir sayha vurdular ve müteâkiben, “Hudâ-yı Müteâl hazretleri cedd-i a’zam Muhammed Mustafâ aleyhi efdalü’t tahâyâyı ziyâret etmek ve Risâlet-penâh efendimize tevdî' kılınmış olan emâneti ahz eylemek için hâk-i itr-nâk-ı Hicâz’a azîmet etmekliğimi şimdi emr u fermân buyurdu. “Ben hacca gideceğim, siz ne dersiniz?” suâlinde bulundular. Huzzârdan Seyyid Abdurrezzâk el-Hüseynî, “Her ne emr u fermân buyrulursa iktizâsını icrâ ve infâza hâzırız.” cevâbını verdikte, Ümmü Abîde’ye avdet edip lavâzımât-ı seferiyyeyi ba'de't-tedârik yola çıktılar. Sâye-bahş-ı yümn ü bereket oldukları kâfile-i mübâreke belde-i tâhireye takarrub eyledikte matıyyesinden inip, harem-i saâdete kadar yalın ayak yürüdüler. Bulundukları kâfileye Şam ve Yemen ve Mağrib-i /183/ Hicâz ve memâlik-i sâire huccâcı dahi iltihâk etmiş bulunduğundan, o kâfile-i mübâreke züvvârının adedi doksanbini geçmiş ve eâzım-ı evliyâu’llâh’tan Şeyh Adiy b. Müsâfir, Şeyh Ahmed ez-Za’ferânî el-Vâsıtî, Şeyh Ahmed ez-Zâhid el-Ensârî ile sulehâ-yı asırdan daha bir çok eızze bu kâfile-i hâfilede bulunmuştu. Mescid-i Saâdet’e girdikleri zamân Harem-i Şerîf hınca-hınç dolmuş ve Şeyh Ya’kûb b. Kürrâz ile Şeyh Ömer Ebu’l-Ferec-i Fârûsî ve Şeyh Abdüssemî’ el-Hâşîmî el-Abbâsî, Seyyid-i müşârünileyh hazretlerinin yanında birer mahalle oturmuş idi.

Hz. Seyyid, ikindi namâzını edâyı müteâkib, kıyâm ve arz-ı gül-deste-i salât u selâm edip redd-i selâm-ı iltifât-ı âlîsine mazhar oldu. Bu neş’e-i ma’neviyye ile, bâlâda derc-i sahîfe-i i'tibâr olunan kıt’a-ı mergûbesini îrâd eylediğinden şeref-i dest-i bûsî-i Muhammedî câizesiyle taltîf buyuruldu. Bu hârikayı harem-i saâdette bulunan züvvâr seyretmekte ve heybet-i saltanat-ı nebevîyyeden rehîn-i havf u heyecân olup titremekte idi. Dehşet-i ma’neviyye Mescid-i Saâdet'i öyle bir sûrette istîlâ etmiş idi ki, kıyâmet koptu zannolundu. Ben bi't-tesâdüf Harem-i saâdetin taraf-ı garbîsinde idim. Mevlâna Seyyid Ahmed er-Rufâî nezdinde bulunmadığıma te’essüfler ettim ise de, Allâh’a kasem ederim ki, yed-i yemîn-i saâdeti gördüm. Nûr-ı ru’yetiyle karîrü’l-ayn ibtihâc olduğum yed-i saâdet-i Muhammedî saykal-i yemânî gibi mücellâ idi.

Hz. Peygamber’in yed-i enver-i mübârekleri, Seyyid Ahmed er-Rufâî’nin dest-i saâdet-peyvest-i şerîflerinde iken, Ey Ahmed! Minbere çıkıp va’z u nasîhat eyle ve siyâh kisve isti’mâl et. Cenâbı Hak, arazîn ü semâvât sekenesini senin ile nef’landırdı. Şu bey’at senin ve kiyâmete kadar zürriyyetin içindir.” buyurmuşlardır. Ve bu hitâb-ı müstetâb-ı şerîfi Nemîletü’l-Hüseynî ile, Mevlâ Seyyid Ahmed er-Rufâî’ye karîb bulunanların kâffesi istimâ’ etmişlerdir.

Yed-i saâdet-i athar-ı şerîfe, Ebû Nemîle’nin nakline göre, tavîlü’l-esâbi’ ve münevver idi.

/184/ Seyyid Ahmed er-Rufâî hazretleri bundan sonra Bâbu’s-Selâm’da eşiğe yatıp Mescid-i Saâdet’ten dışarı çıkarlarken üstüne basılıp geçmelerini, ağlaya ağlaya huzzârdan ricâ ettiler. Avamm-ı nâs çiğneyip geçtiler ise de, havâss-ı züvvâr başka kapılardan çıktılar. Hz. Rufâî, hem ağlıyor, hem de, (اللهم، زدني تمكينا وإيمانا ومعرفة بك ونبيك صلى الله عليه وسلم.)[21] diye duâ ederlerdi."

Gavs-ı A’zam olan Ebu’l-alemeyn

Zât-ı memdûhu melcei’s-sekaleyn

Hâk-pâyı misâl-i kuhli’l-ayn

Hazret-i Ahmed er-Rufâî’dir

Kutb-ı efham reîs-i ehl-i velâ

Mislini görmedim disem ahrâ

Hilm ü şefkat keremde bî-hemtâ

Hazret-i Ahmed er-Rufâî’dir

Her kelâmında var nice esrâr

Hâl ü kâlinde eyleyen ızhâr

Zübde-i âl-i seyyidi’l-ebrâr

Hazret-i Ahmed er-Rufâî’dir

Babına ilticâ iden âşık

"Lâ tehaf" sırrına olur lâyık

Hâl ü kâlinde dâimâ sâdık

Hazret-i Ahmed er-Rufâî’dir

Rûz u şeb virdini iden tehlîl

Yed-i Beyzâyı eyleyen takbîl

Merza’-ı Hakk’ı eyleyen tahsîl

Hazret-i Ahmed er-Rufâî’dir

Gül-i gül-zâr-ı ma’rifet hikmet

Nûr-ı sâdât mazhar-ı rif'at

Pîr-i pîrân-ı zümre-i vahdet

Hazret-i Ahmed er-Rufâî’dir

Bülbül-i bâğ-ı Hazret-i Cânân

Nûr-ı feyzi hemîşe lem’a-feşân

Şems-i irfânı âşıka burhân

Hazret-i Ahmed er-Rufâî’dir

Nûr-ı çeşm-i cemî'-i ehl-i velâ

Gavs-ı yektâ ferîd-i ehl-i vefâ

Nazar-ı feyzi derd-i aşka devâ

Hazret-i Ahmed er-Rufâî’dir

Mefhar-ı sâlikân-ı râh-ı hüdâ

Melce-i âşıkân-ı semt-i bakâ

Râh-ı Hak’da yegâne şem’-ı Hudâ

Hazret-i Ahmed er-Rufâî’dir

Mazhar-ı sırr-ı hazret-i muhtâr

Her kelâmı ki zübdetü’l-esrâr

Kalb-i uşşâka neşr iden envâr

Hazret-i Ahmed er-Rufâî’dir

Bâb-ı medhinde bendesi Vassâf

Çok şükür oldu nâil-i eltâf

Çünki memdûhu pîr-i pür-evsâf

Hazret-i Ahmed er-Rufâî’dir

Ebu’l-Ferec-ı Fârûsî ile Gavs-ı A’zam hazretlerine otuz sene kadar hizmet /185/ eylemiş olan Ya’kub b. Kürrâz’dan menkûldür ki: Seyyid Ahmed er-Rufâî hazretleri, cemâatin arkası alındıkta, eşik üzerinden kıyâm-ı vecd-i a’zam u ekremlerine tevcîh-i veche-i tevkîr u ihtirâm ederek, “Ey cedd-i a’zamım! Ben îfâ-yı şükr edemedim bu ni’met-i celîleye mukâbil risâlet-i Muhammediyye’ni i'tirâf eden umûm ehl-i tevhîdin, üzerime basmalarını ârzû ederdim.” deyip bayılmış. İbn-i Kürrâz arkasına alıp çadırına getirmiş ise de epeyce zamân ayılmadığından, yanında bulunanlar, terk-i hayât-ı müsteâr ettiğine zâhib olup, fevka'l-âde âsâr-ı telâş göstermişlerdir..

Nihâyet akşam ezânı okunurken ayılıp ba’de’l-ığtisâl harem-i saâdete gitmişler ve Hayât b. Kays el-Harranî ile Şeyh Ukeyl ve ümerâ-yı Medîne-i Münevvere’den Muhammed el-Hüseynî’ye hırka-i tarîkat giydırmişlerdir.

Kibâr-ı meşâyıh-ı Şa’bâniyye’den Kuşadalı İbrâhîm Efendi hazretlerinin bir mektûbunda görmüş idim:

“Hz. Pîr-i dest-gîr harem-i nebevîde bulunduğu sırada, mürîdânı çadırlarda idi. Şeyh-i muhteremlerinin mazhariyyetinden kendileri de hisse-dâr olmak ümniyyesiyle çok temenniyyâtta bulundukları hâlde, kendilerine yed-i saâdet zuhûr etmemesiyle ye’s ü kederlerinden, cümlesi ifnâ-yı hayâta karar verip, her biri, eline geçen odun parçası, çadır kazığı, bıçak, demir, âteş ile vücûdlannı tahrîbe kalkışmışlar. Hz. Seyyid, çadıra avdetlerinde bu hâli görünce hayrette kalır. Şu kadar ki, mürîdanının kasdlarına karşı, üzerlerinde hiç bir te’sîr zâhir olmadığını, ya’nî âlât-ı mezkûrenin vücûd-ı mürîdânda bir eseri görülmediğini müşâhede etmekle, hemen ellerini kaldırıp, “Yâ Rab! Tarîkıma sâlik olacaklara bu esrârı bahş eyle.” diye duâ buyurmalarıyla bu esrâr el’ân tarîk-ı Rufâî sâliklerinde bâkî kalmıştır.”

Orta boylu, vesîu’l-cebhe, az esmer ve değirmi yüzlü, hafîfü’l-ârız, tatlı gülüşlü, esnâ-yı mükâlemede her sözünden /186/ bir türlü hikmet lezzeti alınır, zamân-ı sükûn u sükûtlarında kendileri de gâyet mehîb görünür olduğunu âsâr-ı müteaddide müttefikan beyân ediyorlar.

Vefâtı:

Rahîku’l-Kevser’de, Hâfız ez-Zehebî’den menkûl olduğu üzere, imâmü’l-mükerrem gavsu’l-mufahham Hz. Pîr Sultân Seyyid Ahmed er-Rufâî’nin bezm-gâh-ı kurb-ı Mevlâ’ya rıhleti 578 sene-i hicriyyesine (1182) müsâdiftir. Bâlâda yazdığım vechile, "beşîr" (بشير) velâdetlerine delâlet eder. (الله) lafz-ı şerîfi, altmışaltıyı müş’irdirdir ki, ömr-i âlîleri müddetine işâretdir. (بشير الله) ise târîh-i irtihâllerini gösterir.

Na’ş-ı münîfleri, Ümmü Abîde karyesinde, medfen-i mahsûslarında vedia-ı rahmet-i Rahmân kılınmıştır. Cenâze namâzını elli-altmışbin kişi edâ etmiştir. Cenâb-ı Hak, sırlanın takdîs ve bizleri de mazhar-ı irfân u şefâatleri buyursun. Âmin.

"Cennât-ı Adn" (جنات عدن) dahi târîh-i irtihâllerini mübeyyindir.

İntikâllerinden yirmisekiz sene mukaddem, Ümmü Abîde’de bir hânkâh-ı münîf vücûda getirdikleri, Tiryâku’l-Muhibbîn’de mezkûrdur.

Bu hânkâh dört büyük dâireden mürekkeb imiş. Her sene Şa’bânının onbeşinde yüzbin kadar züvvâr ictimâ’ eder ve devâir-i mezkûre vüs’ati hasebiyle züvvârı istîâb edecek râddede imiş. Hz. Pîr-i Celîl’in samâhati de bunca müsâfirîni it’âma kifâyet edermiş. Küllü yevm yirmibin kişiden aşağı mürîdân bulunmazmış. Bu kadar insânın it’âmı ortada büyük bir servetin vücûdunu işrâb eder ise de, gerek Hz. Pîr, gerek evlâd u ahfâdı, o servetten bi'z-zât istifâde etmek şöyle dursun, kendileri mürîdândan fark olunmayacak derecelerde, sâde hâl bulunurlarmış. Bu hâlde servet-i mevcûdenin mücerred rızk-ı fukarâ olduğuna ve kendileri de o rızkın müftekiri bulunduğuna şübhe kalmaz ki, Hazret’in kerâmât-ı bâhiresindendir.

/187/ Hz. Pîr’in mürîdânı 540/(1145) senesinde yediyüzbine bâliğ olmuş idi. Şu derecelerde kesret-i irşâdları zât-ı âlîlerinde mevhûb olan füyûzât-ı ilâhîyyenin muvâzenesine medâr olur. Hânkâhı inşâları, cem’iyyetin tevessüü üzerine vukûa gelerek, Vâsıt ve Batâyıh kasaba ve kurâsından gelen ahâlîden bu inşâata iâne etmemiş bir ferd kalmadığı târîhte görülmüştür.

Hânkâh, bir müddet sonra münkariz olmuştur. Sebeb-i inkırâz, 800/(1398) senesinde zuhûra gelen vebâ hastalığı olmuştur. Bu civâr halkının helâkine sebep olduğundan, hânkâh, tabîatiyle harâba yüz tutmuş, o muazzam ebniyyeyi kimse ta’mîre kudret bulamamıştır.

Ba'zı Rufâî dergâhlarında görülen resimlerden anlaşıldığı ve evvelce gidip görenlerin nakl eylediği vechle, Hz. Pîr’in türbeleri etrâfı açık, üstü örtülü çöl ortasında kalmış iken, Sultân Abdülhamîd-i sânî zamânında, Ebu’l-Hüdâ Efendi merhûmun delâletiyle üzerine yeniden mükellef bir türbe ve câmi' ve hânkâh-ı şerîf inşâ olunmuş ve buraya müntehî yollar yaptırılıp su isâle edilmiş, müberrât-ı Hamîdiyye sırasına idhâl olunmuştu. Buraya yeniden ahâlî iskânı ve sülâle-i tâhire-i Rufâîyye’den asker alınmaması ve ahâlinin tezâyüdüne âid teşvîkâtta bulunulmuş idi. Şeyh Ken’ân Efendi’nin neşr eylediği eserde görülen resimden türbe ve câmi'-i şerîfin ihtişâmı ve kubbesinin güzelliği rû-nümâ olmaktadır.

Şeyh Muhammed el-Merendî diyor ki:

“Hz. Kutb-ı a’zam (radıya'llâhu anh)’ın halîfeleri Şeyh Ebû Bekr el-Hivârî hazretlerinden işittim : Her kim, hâl ü hâcet umûrundan sıkılmış ise halâs olmak için iki ret’at namâz kılıp yüz kerre salât ü selâm getirsin ve bunu bir hâlî yerde yapsın ve Peygamberimizin (salla’llâhu aleyhi ve sellem) hazretlerine ve âl ü ashâbına Fâtiha okuduktan sonra kâimen Hz. /188/ Seyyid Ahmed er-Rufâî efendimizin merkad-i şerîflerinin bulunduğu Basra’da, Ümmü Abîde karyesine teveccüh etsin ve i'tikâd ve inkisâr-ı tâm ile,

يا أبا العلمين! همتك حاضرة وعنايتك باهرة، وأسرارك طاهرة، بحق جدك المصطفى وبحرمة أبيك علي المرتضى وبكرامة والدتك فاطمة الزهراء أغثني وتوجه لجدك خير الأنام وقوموا بقضاء حاجتي. فقد حارت فكرتي وقطعت وسيلتي وقلت حيلتي. أدركني، يا أحمد الأولياء يا بهجة الأتقياء، يا مجيب الداعي يا نعم المراعي يا أحمد الرفاعي: أغثني، أغثني، أغثني![22]

deyip hâcetini zikr etsin. Rûh-ı şerîflerine ve evlâd ve hulefâ ve mürîdânına Fâtiha-i şerîfe okusun. Mücerrebtir."

Seyyid Sirâceddîn dahi bunu te’yîd etmektedir:

Mefhar-ı ehl-i Hudâ Hazret-i Seyyid Ahmed

Şems-i Hak nûr-ı hüdâ Hazret-i Seyyid Ahmed

Sâkin-i Ummü Ubeyde olan ol zât-ı şerîf

Derd-i uşşâka devâ Hazret-i Seyyid Ahmed

Feyz-i irfân-ı vücûduyla cihânı tenvîr

İden ol bedr-i dücâ Hazret-i Seyyid Ahmed

Vâris-i ilm-i Nebî hâmil-i esrâr-ı Alî

Zübde-i Âl-i Abâ Hazret-i Seyyid Ahmed

Bunca âsârı delâlet idiyor rütbesine

Lâyık-ı medh u senâ Hazret-i Seyyid Ahmed

Kalb-i uşşâka şerer-pâş oluyor her hâli

Sâhib-i sıdk u safâ Hazret-i Seyyid Ahmed

Bahr-ı tevhîde çeker cümle devâ-cûyânı

Ârif-i kenz-i hafâ Hazret-i Seyyid Ahmed

Nice hikmet saçılır feyz-i dehânından anın

Bülbül-i bâğ-ı vefâ Hazret-i Seyyid Ahmed

Bütün erbâb-ı velâyet ana dil-dâde olur

 Server-i ehl-i velâ Hazret-i Seyyid Ahmed

Zer gibi hâlis ider hâki anın bir nazarı

Nazar-ı feyzi şifâ Hazret-i Seyyid Ahmed

Vâdi-i aşka düşen ehl-i muhabbet didiler

Rûh-ı uşşâka gıdâ Hazret-i Seyyid Ahmed

Bâb-ı medhinde düşer acze lisân-ı şuarâ

Medh u tekrîme sezâ Hazret-i Seyyid Ahmed

Ahkarı kemteri Vassâf’ı bunu vird itdi

Yetiş imdâdıma yâ Hazret-i Seyyid Ahmed

Hz. Pîr’in hikemiyyât ve garâmiyyâta müteallik eş’âr-ı belîğası vardır. Sânihâtından olan o âlî eş‘ârı tetebbu’ edenler fesâhat ve belâgatına hayrân olurlar; /189/ Hikemü’r-Rufâî ve Hikemü’l-Gavs nâmıyla ahîren lisânımıza tercüme edilmiş idi.

Sânihât-ı celîlelerinden:

يسألني عن سر ليلي رددته،                              

يقولون خبرنا فأنت أمينها،

بعمياء من ليلى بغير يقين.                               

وما أنا إن خبرتهم بأمين.

Ya’nî; "Benden sırr-ı Leylâ’yı sordular. Keenne ben, bilmiyormuşum gibi, red ile cevâb verdim. "Sen onun emînisin; sırlarına vâkıf olduğun aşikârdır. Her hâlde söyle." diye musır olduklarında, “Onun sırlarından haber vermiş olursam, emniyyeti sû-i isti’mâl etmiş, belki hâin olmuş olurum.” dedim." meâlindedir.

Dikkatle tedkîk ve muhâkeme olunursa, zâhirî-bâtınî hakikâtları câmi'dir.

Zâhiri budur ki: Bir kimse, bir kimseyi emîn farz eder, mahrem-i esrâr makâmına kor da, ona serâir ahvâlinden haber verirse, o kimse onu şahs-ı âhara ifşâ etmemek lâzımdır; ederse nâ-merddir.

Bâtını budur ki: Leylâ’dan maksûd, zât-ı Hak olup, onun harîm-i inâyetine dâhil olan evliyâu’llâh, derecât-ı tevhîdde vâkıf oldukları esrârı nâ-ehline ifşâ edemezler. Nâ-ehil olanlar, o esrâra tahammül getiremezler. Dûçâr-ı dalâlet olurlar. Rubûbiyyet sırrının keşfî küfürdür. (كشف سر الربوبية كفر.)[23] kazıyyesine işâreti câmi'dir.

Hz. Rufâî’ye tevcîh olunan o suâl ve verdiği cevâb-ı mezkûr, sûret-i mutlakada mazhar-ı esrâr-ı hakîkat olduğuna delâlet eder.

إذا جن ليليهم قلبي بذكركم،                              

وفوقي سحاب يمطر الهم والأسى،

أنوح كما ناح الحمام المطوق.                

وتحتي بحار بالجوى تتدفق.

سلوا أم عمر وكيف بات أسيرها، 

فلا هو مقتول وفي القتل راحة،

تفك الأسارى دونه وهو موثق.               

ولا هو ممنون عليه مختثق.

Ya’ni: “Gece oldu mu, kalbim senin zikrinle meşgûl ve hayrân olur da, kumrular gibi, inleye inleye ağlarım. Fevkimde bir sehâb vardır, üzerime gam ve gussa ve elem yağmuru yağdırır. Tahtımda ise, bir deryâ vardır, Ümmü Ömer’e sorunuz, onun esîr-i aşkı geceleri nasıl geçiriyor. Benim ne derecelerde elem ve ta’bda olduğumu o bilir. Taht-ı esâretinde olanların /190/ râbıtalarını kat’ ettiler, serbest bıraktılar. Lâkin Ümmü Ömer’in esîri hâlâ bağlıdır. O esâretten halâs olmaktan da memnûn değildir. Taht-ı esâretde yaşamayı ve o uğurda ölmeyi câna minnet ve râhat bilir.” meâlindedir.

Aşk, cânandan misâldir. Onun esîr-i aşkı olmuş, nâire-i aşkıyla yanıp kavrulmaktadır. Hz. Cânan, onun vâkıf-ı hâlidir. Vuslatla ıtlâka nâil olanlar sırasında bulunmağa da gönül râzî değildir. Hem o derdin devâmına, hem de onun uğrunda terk-i cân etmeye hâhiş-kerdir.

Dermân arardım derdime / Derdim bana dermân imiş” nazariyyesiyle, dermânın, o derd ile hem-derd olmakta olduğuna kâildir. Hz. Mevlânâ min külli’l-vücûh evlânâ efendimizin buyurduğu gibi,

هر بنده كه آزاد شود، شاد شود،

من شاد أز آنم كه ترابنده شدم.[24]

mertebesini, Hz. Nâzım, bırakmak taraftarı olmadığını ilân etmektedir.

                                               -     -     -

İzzeddîn-i Fârûsî buyurur ki:

"Kerâmât-ı celîle-i irfâniyyeleri gibi sened-i mu'teber ve tarîk-ı sahîh ile bize hiç bir taraftan rivâyet-i kerâmet vâsıl olmamıştır. Pîr-i müşârünileyhin rütbe-i refîası sûret-i kat’iyyede tahakkuk ettiğinden başka bir diyecek yoktur.”

İmâm Câmî buyurur ki: “Bu iddiâ müsellemdir. Hz. İmâm Rufâî efendimizin ef’âli, akvâli de bunu müeyyiddir.”

Kerâmet-i irfâniyyelerine bürhânen nakl idiyorum:

Ya’kûb b. Kürrâz hazretleri, azîzi Hz. Pîr efendimizin şu sözlerini bildiriyor:

يا يعقوب وحق العزيز سبحانه وتعالى. ما وجد أحد من الفقراء باطنا وظاهرا أذى إلا وجدت ألمها بقلبي، ولا هبت ريح حارة على قسطنطنية العليا إلا وجدت ألمها أثرا بين جنبي رغدا. يسألني العزيز سبحانه عن كل من تمسك بي ودعائي وأخذ عليه عهد مني ومن ذريتي.

/191/ Ya’ni: “Ey Ya’kûb! Hak Sübhânehû ve teâlâ hazretlerine kasem ederim ki, sâlikân-ı tarîkatımdan biri, gerek zâhirî, gerek bâtınî bir ezâya dûçâr olursa, bu ezâdan der-hâl müteessir olurum ve ezâyı kalbimde hissederim. Hevâ-yı aşk u muhabbet her ne vakit Kostantiniyye üzerinden esecek olursa eserini omuzlarımın arasında bulurum. Azîz olan Rabbim teâlâ ve tekaddes hazretleri, tarîkıma sülûk edenlerin cümlesini benden soracak; bana temessük ve ilticâ eden, gerek benim, gerek zürriyetim ile muâhedede bulunan fukarâ-yı tarîkattan yevm-i kıyâmette inda’llâh mes’ûlüm.” meâlindedir.

Dikkatle mütâlâa buyurulursa tezâhür eder ki, zamân-ı âlîlerinde İstanbul henüz küffâr elinde iken, bir gün gelecek burasının yed-i İslâm’a nasîb olup, tarîkat-ı aliyyelerinin İstanbul’da münteşir bulunacağını ve müntesibleri çoğalacağını, üçyüz sene evvel haber veriyorlar. Sâniyen, mürîdlerine, ilâ yevmi’l-kıyâme, rahm u şefkatlerinin ne mertebe sârî ve bâkî olduğunu i'lân buyuruyorlar. Hz. Hakk’ın inâyetiyle ızhâr-ı âsâr-ı şefkat eyliyorlar.

Yâ Hz. Allâh! Bizleri, o Hazret'in zîr-i himâyesinde sâye-bân eyle.

Hz. Pîr Efendi’mizin elkâb-ı aliyyelerinden:

Rufâî:

Cedleri, Ebu’l-Mekârim Rufâatü’l-Hasan nisbetlerinden kinâyedir: kabîle ismi değildir.

Ebu’l-alemeyn:

Gavs-ı A’zam, seyyidinâ Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin irtihâlinden sonra gavsiyyetin dahi kendilerine tevcîh buyrulmuş ve bu sûretle kutbiyyet ve gavsiyyeti cem’ eylemiş ve ilm-i zâhir ü bâtında da asırlarının ferîdi bulunmuş olmalarından dolayı tesmiye edilmiştir.

Şeyhü’l-Kebîr:

Meşâyıh-ı sâireden mümtâz bir mevki'de bulunduklarına delâleten tevsîm edilmiştir.

Men Tâat lehû’l-Esved ve’l-Efâî:

Arslanların, kara yılanların bile kendilerine râm olmasından nâşî tavsîf olunmuştur.

/192/ Siyâh sarık sarmaları :

Hz. Pîr, huzûr-ı saâdetteki iltifât sırasında telakkî eyledikleri emr-i âlî-i nebevîye tevfîkan siyâh sarık sardılar. El-yevm, tarîkat-ı aliyyelerine intisâb edenler de siyâh sarık sararlar. Bu bâbda Ferahu’r-Rûh’ta okumuştum:

كان للنبي صلى الله عليه وسلم عمامة سوداء. دخل يوم فتح مكة لابسها. وعن جابر رضي الله عنه قال: كان للنبي عليه السلام عمامة سوداء يلبسها في العيدين. صدق رسول الله صلى الله عليه وسلم.[25]

Siyâh dülbend sarınmak hakîkatte, tecellî-i celâle mazhar olup, fenâ-ı küllîye vâsıl olanların sıfatıdır. İşte Hz. Pîr efendimizin bu sünnet-i şerîfe ve bu hakîkat-i latîfeye mazhariyyet için siyâh sarmaları, bu esâsa müsteniddir.

Hz. Pîr’in fahriyyeleri:

هذه قبة الخضراء خيامي وأعلامي،

وجملة الأقطاب تحت قدمي.

هجمن على البساط بهمتي،

وجد ويسا جالسا قدامي.

ناديته هذا مقامي ورفعتي.

فقال لي: أنت شيخي ومروتي وإمامي.

                                  

أنا العرش، أنا الكرسي، أنا اللوح والقلم،                                         

لا ينسهن الشاح بعض كلامي.

                                              

وكل قطب له علم وأنا أبي العلمين،                                  

فجدي رسول الله بدر التمام.

أنا الحسين والمصطفى مقامي،

ورجال الله تحت أعلامي.[26]

Pîr-i müşârünileyh buyururlar ki:

“Ma’rifetu’llâh’ın dervâzesi ma’rifetü’n-nebîdir (salla’llâhu aleyhi ve sellem). Sâlik, her ne vakit, şefî-i rûz-ı maâd hazretlerinin hakîkatini öğrenirse, Hak sübhânehû ve teâlâ hazretlerini öğrenmiş olur. Nebîyy-i muazzam (salla’llâhu aleyhi ve sellem) efendimizin hakîkatini öğrenmek için de iki yol vardır:

Bu yolların biri tarîk-ı lafzîdir. Mütemmim-i mekârim-i ahlâk efendimizin sîret ve haslet ve ahkâm-ı şeri’at ve celâlet-i  /193/ şân-ı risâletlerinden hıfz u zabt ile nakil ve rivâyet olunmuştur.

Biri de tarîk-ı ma’nevîdir. Bu tarîk-ı saâdet, tevfîk-ı birr-i sırr-ı keşfî olup, Seyyidü’r-rusül hazretlerinin akvâl ve ef'âline tatbîk-i harekât; ve her fikr ü hareket de sünnet-i seniyye-i nebevîyyeye arz-ı mutâbaât ve nûr-ı hakîkat-ı Muhammedî ziyâsıyla seyr ü meşye, cülûs ve tevakkufa hasr-ı himmet ve zâhir ve bâtını câmi' olan erkân-ı makâmâtı istitlâa bezl-i mesâi vü makderet edilirse, müncelî ve münkeşif olur. Benim indimde, ilm-i ledün işte budur.

Fahr-ı âlem (salla’llâhu aleyhi ve sellem) efendimiz hazretlerinin, “Her kim bildiğiyle amel eder ise, Allâh teâlâ hazretleri onu bilmediği ilme vâris eder.” demekten maksadları da budur.”

Burhânü’l-Müeyyed, Mecâlis-i Ahmediyye ve Kitâbü’l-Hikem âsâr-ı aliyyelerinin başlıcalarındandır.

Îbrâhîm el-A’zeb.

İbrâhîm el-A’zeb (kuddise sırruhu'l-ahyeb) hazretleri Cenâb-ı Pîr’in, mazhar-ı feyzi olan ve şıbt-ı mükerremleri bulunan bir halîfe-i muhteremleridir. Bu zât-ı mükerremin dahi mazhar-ı iltifât-ı Muhammedî olduklarını, Tiryâku’l-Muhibhîn fî Tabakâti Hırkati’l-Meşâyıhı’l-Ârifîn nâm eserde okudum.

814/(1411) senesine kadar hânkâh-ı Hz. Pîr’de câ-nişîn-i irşâd olan meşâyıh-ı kirâmın esâmî ve terceme-i hâlleri eser-i mezkûrda mestûrdur.

Ecell-i Hulefâ-yı Hazret-i Pîr:

Şeyh Mücerredü’l-Ekber, Şeyh Ebu’l-Hasan Ali el-Harîrî, Şeyh Ya’kûb b. Kürrâz, Şeyh Ömer Ebu’l-Ferec-i Fârûsî, Şeyh Abdüssemî' el-Abbâsî el-Hâşımî, Şeyh el-muhaddis er-rahale Abdülazîm el-Vâsıtî, Şeyh Seyyid Ali b. Osmân hazerâtıdır.

Müşârünileyhimden İbrâhîm el-A’zeb hazretlerinin ellibin mürîdi varmış. Ümmü Abîde[27]  karyesinde, arz-ı Batâyıh’da 609/(1212) senesinde irtihâl eylemiş, orada defn olunmuştur.

Seyyid Ahmed-i Sayyâd Hazretleri:

/194/ Nakl olunduğu üzere İbrâhîm el-A’zeb’in irtihâlinden sonra, kutbu’l-cevâd Seyyid Ahmed es-Sayyâd hazretleri makâm-ı hilâfete geçmiştir. Tarîk-ı Rufâî’yi bilâd-ı Arabda neşr eden, bu zât-ı muhteremdir. Irak’dan Hicâz’a, Yemen’e ve Mısır’a ve oradan Şam’a gitti. Sinn-i âlîleri kırk sekize gelince Medîne-i Münevvere’ye ziyârete şitâbân oldu. Bu’dehû, Mekke-i Mükerreme’ye gidip îfâ-yı hac eyledi. Medîne-i Tâhire’ye avdetle dokuz sene mücâvir kaldı. Burada, Sakifetü’r-Rasâs’a karîb, “Ribât-ı Rufâî” denilmekle ma’rûf olan ribâtı yaptırdı. Hâkim-i Medîne, İbn-i Nemile ve İmâm Muhammed er-Râfiî ve Şeyh Alemüddîn ve Tâceddîn el-Ebyûrî gibi, eâzım-ı ulemâ, Hz. Şeyh’e intisâb ettiler.

İşâret-i ma’neviyye ile Yemen’e gittiler. Şeyh Ebû Bekr el-Adnî, Şeyh Ebû Şukeyl el-Ensârî, Şerîf Muhammed-i Alevî ve Şeyh Ebû Bekr’e hilâfet verdiler. Birçok zevâyâ-yı Rufâiyye te’sîsiyle Mısır’a geldiler. Mescid-i Hüseynî’de yedi sene kaldılar. Hayli kimseleri mertebe-i ricâlu’llâh’a erişdirip, Humus’a geldiler. Üç sene oturdular. 643/(1245)'te irtihâl-i dâr-ı cemâl eylediler. Metkîn (?) nâm mahalde medfûndur.

Mürîdânı yüzbine karîb imiş. Hüznü, huşû’ ve bükâsı ziyâde imiş; az söylerlermiş. Hüsn-i savta mâlik olduklarından, birşey okudukları zamân, sâmiîn ağlarlarmış. Evrâd ve ahzâb sâhibi bir veliyy-i ekremdir.

Zevce-i sâlihası Hadrâ Ümmü’l-hayr hazretleridir. Seyyid Sadreddîn Ali, Seyyid Şemseddîn, Seyyid Ahmed Ebû Bekr, Seyyid Mûsâ nâmında dört evlâdı dünyâya gelmiştir. Zürriyetleri Şam’da, Irak’da, Haleb’de, Bâdiye’de münteşirdir.

ŞUABÂT-I TARÎKAT-I ALÎYYE-İ RUFÂİYYE

Sayyâdiyye Kolu:

Şeyh Ahmed İzzeddîn es-Sayyâd hazretlerine mensûbdur. 574/(l178) senesinde Hz. Pîr’in irtihâllerinden dört sene evvel dünyâya gelmiş, doksanaltı sene muammer olup, 670/(1272)te irtihâl eylemiştir. Hz. Pîr’in nazar-ı feyzine mazhar olup, kemâlleri, birâderleri Ebu’l-Hasan /195/ Abdü’l-Muhsin hazretlerindendir. Şeyh Abdülmün’im-i Vâsıtî’den tefakkuh edip ilm-i tefsîr ü hadîs öğrendiler.

Sayyâdlıkla ma’rûf olmalarının sebebi: Melik-i Acem bir gün kendilerini ziyârete gelmiş idi. Hâllerine taacüb ederek, “Sanat ve kesbiniz olmadığını işittim. İyâl ve dervîşânınızın maîşetleri için şânınıza yakışacak sûrette size birşey tahsîs etmek istiyorum.” dedi. Müşârünileyh cevâben, “Benim san’atım yok değildir; avcıyım.” dedi ve der-hâl elini hırkasının altına sokup, iki arslan yavrusu çıkardı. “İşte efendim, ben bunları, şimdi yüksek dağlarda avladım.” dedi ve bununla müştehir oldu. İştihârı hiç ârzû etmediklerinden Vâsıt'tan sebeb-i hicretleri de bu oldu. Müşârünileyh hazretleri, Hz. Pîr-i dest-gîrin irtihâllerinden doksaniki sene sonra dâr-ı bakâya göçtüler.

أنا شيخ العراق والشام والكرخ،                           

وأقصى بلاد كرمان والري.

أنا عين الأقطاب، غوث البرايا،                                      

وطراز البرهان في الشمس والفي.

أنا شبل الحسين وابن علي،

وابن آل بذكرهم يرفع العي.

                                  

أنا ذاك الصياد، سبط الرفاعي،

ويكفي اقتنصت بالقلب سبعي.

سلسلتي إلى رسول الله بطوق،

ومن أعز الأصلاب من أكرم الحي[28]

yolunda uzun bir fahriyyeleri vardır. Kümmelîn-i ehlu’llâh’dan idi. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Gâyet vakûr ve heybetli olup, kemâl-i haybetlerinden nâşî yüzlerine nazar olunamazmış. Esmerü’l-levn, azîmü’r-re‘s, vesîu’l-cebhe, orta boylu, mükâlemesi nâzik imiş.

Sultân Abdülhamîd Hân-ı sânî zamânında, İstanbul’da teşehhür eden ve az vakitde saraya çatıp kazaskerliğe kadar irtikâ ve Beşiktaş’ta muhteşem dâireleri hâvî dergâh-ı Rufâî’yi inşâ eyleyen Ebu’l-Hüdâ Efendi, Sayyâdî-zâdelerden olmak üzere bu silsileye nisbetini iddiâ ederdi. Kendisi gâyet âlim, ilm-i havâssa sâhib bir kimse olup, Hz. Pîr’in manzûmât-ı hikemiyyesi üzerine bir kaç büyük cild şerh yazarak Mısır’da bastırıp teşehhür etmiş idi.

/196/ Pâdişâhın, iyiden iyiye teveccühünü celb ile, adetâ enfâs-ı kudsiyye sâhibi olduğuna âlemi inandırmış ve üzerindeki nüfûz-ı mâddî te'sîriyle merci'-i kibâr u sığâr olmuş idi. İnkılâb-ı saltanatta vücûdu ortadan kaldırılmıştır.

Mûmâileyhin, Hz. Pîr’in türbesini ve civârındaki hânkâh ve zâviyeler inşâsını ve Ümmü Abîde’de kabâil iskânını ve oranın yeniden şereflenmesini te’mîn husûsundaki mesâîsi, umulur ki, mazhar-ı afv-ı ilâhî olmasına sebeptir.

Kiyâliyye Kolu:

Şeyh İsmâîl Meczûb-ı Kiyâlî hazretlerine mensûbdur. Pederi Seyyid İbrâhîm el-Belhî el-Hüseynî’dir. Tarîkat-ı Aliyye’yi, Seyyid Necmeddîn-i Rufâî’den, o da vâlidi Kutbeddîn’den, o da vâlidi Şemseddîn’den, o da ammi Seyyid Îbrâhim el-A’zeb’den, o da ammi Seyyid Abdürrahîm’den, o da birâderi Seyyid Seyfeddîn Ali er-Rufâî’den, o da dayısı ve pederinin amcası oğlu Hz. Pîr Ahmed er-Rufâî’den almıştır.

Seyyid İsmâîl-i Kiyâlî, Haleb’de Terbene karyesinde mukîm olup 900/(1495) târîhlerinde orada vefât eylemiştir.

Harîriyye Kolu:

Şeyh Ebu’l-Hasan Ali el-Harîrî hazretlerine mensûbdur. Hz. Pîr’in kerîmeleri Seyyide Zeyneb’in oğludur. Pederleri, Şeyh Seyyid Abdulmuhsin Ebu’l-Hasan’dır. Basra’da, Harîr kasabasında sâkin iken Şam’a hicret etmiştir. 548/(1153) senesinde doğmuş, doksanyedi sene muammer olup, 645/(1247) senesinde Şam’da irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir.

Nûriyye Kolu : Şeyh Nûreddîn Habîbullâh el-Hudeysî hazretlerine mensûbdur.

İzziyye Kolu : Şeyh Hüseyn Ebu’l-Feyz-i İzzî hazretlerine mensûbdur.

Fenâriyye Kolu : Şeyh Şemseddîn Muhammed b. Hamzâtü’l-Fenârî hazretlerine mensûbdur. Rıhletleri 834/(1431) senesindedir.

Burhâniyye Kolu : Şeyh Burhâneddîn-i İbrâhîm hazretlerine mensûbdur.

Fazliyye Kolu : Şeyh Seyyid Cemâleddîn b. Fazl-ı Hindî-i Burhânbûrî’ye mensûbdûr 941/(1534)’de Hindistân’da Gücerat’ta doğmuş, 1029/(1620)'da Burhânbûr’da irtihâl buyurmuşlardır.

/197/ Cendeliyye Kolu : Şeyh Cendel b. Muhammed er-Rufâî hazretlerine mensûbdur. 675/(1276)'te irtihâl etmiştir.

Cemîliyye Kolu : Şeyh Cemâleddîn-i Irâkî hazretlerine mensûbdur.

Dîrîniyye Kolu : Şeyh İzzüddîn Ahmed ed-Dîrînî eş-Şâfiî er-Rufâî’ye mensûbdur. İrtihâli: 694/(1295)'tür.

Atâiyye Kolu : Şeyh Muhammed Atıyyetü’r-Rufâî’ye mensûbdur.

Sebsebiyye Kolu : Şeyh Süleymân-ı Sebsebî’ye mensûbdur.

Katnâniyye Kolu : Şeyh Seyyid Hasan el-Katnânî’ye mensûbdur.

İmâdiyye Kolu : Şeyh İmâdeddîn el-Ekber hazretlerine mensûbdur. Hz. Pîr’in hulefâsındandır.

Dîger Kolları:

Vâsıtiyye Kolu

Cebertiyye Kolu

Aclâniyye Kolu

Ma’rûfîyye Kolu : Şeyh Ma’rûfî’ye mensûbdur. Kartal’da tekkesinde medfûndur.

Ulvâniyye Kolu : Şeyh Ahmed el-Ulvan hazretlerine mensûbdur.

İstanbul’da, Tarîk-ı Rufâî’nin zamân ve sûret-i intişârı ve Hz. Pîr’e kadar hangi silsilelerle müntehî olduğu hakkında tedkîkâtta ve kudemâ-yı meşâyıh-ı Rufâîyye’den tahkîkatta bulundum.

Hz. Pîr’in hulefâsından Şeyh Muhammed ve Fethüddîn-i Mekkî (kaddesa’llâhu esrârahumâ)’dan teşe’’ub eden iki kolun esâs addi ve zemîn-i tahkîkin buna ibtinâsı lâzım gelmiştir.

Bu iki zât bâlâdaki şuabâttan hâriç olmak îcâb ediyor.

Şeyh Muhammed hazretlerinden gelen kol:

Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufâî (kuddise sırruhu’l-âlî), Şeyh Muhammed, Şeyh Abdurrahmân, Şeyh İzzeddîn, Şeyh Şemseddîn, Şeyh Receb, Şeyh Hasan, Şeyh Hüseyin, Şeyh Receb, Şeyh İshâk, Şeyh Ya’kûb, Şeyh Yûsuf, Şeyh Tâlib, Şeyh Hâşim, Şeyh Süleymân, Şeyh Abdullâh, Şeyh Ali, Şeyh Mehdî, Şeyh İbrâhîm, Şeyh Mahmûd-ı Hadîdî, Şeyh Abdülâlî, Şeyh Yâsîn eş-Şâmî.

ŞEYH MAHMÛD-I HADÎDÎ er-RUFÂÎ

Bâlâdaki silsile-nâmede ismi geçen bu zât, evvelâ İstanbul’a gelip, tarîk-ı Rufâî’yi neşr eden zâttır. Muhammed el-Mesânî isminde bir halîfe bırakıp gitmiştir. Üsküdar’da, Rufâî Asitâne’si denilen /198/ mahallin karşısındaki mescidde âyîn-i Rufâî’yi ilk def'a icrâ etmiştir ki, 1000/(1592) târîhinden sonradır. Şam’da, Rîha karyesinde medfûndur.

ŞEYH YÂSÎN HAZRETLERİ

Ba’dehû 1100/(1689) senesini müteâkib sâlifu’z-zikr Şeyh Yâsîn gelip neşr-i füyûzâta başlamıştır. Şeyh Osmân-ı Himâyetî, Şeyh Sâdık, Hoca-zâde Muhammed Tâhir Efendiler müstahlef olmuşlardır. Evrâd-ı Rufâiyye’yi getiren, kıyâm zikrini ta'lîm eden Şeyh Yâsîn hazretleridir.

Paşa Baba, nâm-ı dîger Hoca-zâde Tâhir Efendi, Tophâne’de, Firûz Ağa’da, dışarda medfûndur.

ŞEYH OSMÂN-I HİMÂYETÎ

Şeyh Osmân-ı Himâyetî Efendi, 1211 senesi Muharreminin dokuzunda (15 Temmuz 1796)  irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiş, Eyüb’de, Yâ Vedûd Türbesi arkasındaki kabristânda defn olunmuştur. El-yevm ziyâret olunur.

KARASARIKLI ŞEYH İBRÂHÎM SABRİ EFENDİ

Feyzi, Osmân-ı Himâyetî Efendi’dendir. İstanbul’da, Küçükmustafapaşa’da, Kara Ayşe Hatun Mescidi meşîhatini te’sis edip, yirmiüç halîfe yetiştirmişlerdir. Osmân-ı Himâyetî Efendi, İstanbullu olup, Simkeş-hâne mütevellîsi imiş. Her sene Simkeş-hâne’de mevlid-i şerîf okutur, meydânda âyîn-i Rufâî’yi icrâ edermiş. İbrâhîm Efendi, buraya müdâvemetle mazhar-ı feyz olmuştur. Karasarıklı’nın sebeb-i şöhreti ise, Küçükmustafapaşa’da attârlık ettiği esnâda, yeniçeri ağası deli olmakla, nefes edilmek üzere bu zâta getirilmiş; okumuş, bi-ınâyeti’ilâhi teâlâ, eser-i şifâ. zuhûr etmiş. Eli bağlı iken çözmüşler, serbestçe hânesine gitmiş. Bu hâl şöhret bulunca, “Karasarıklı” nâmı yayılmıştır. El-yevm, silsile-i meşâyıhta nâmı mezkûr olup, burada mükellef türbeleri varken, son harik-i kebîrde yanmıştır.

Târîh-i rıhletleri 1243 sene-i hicriyyesi (1827)’dir. Hayli menâkıb-ı cemîlesi vardır.

ŞEYH SÂDIK EFENDİ

Makâm-ı cezbede kalmıştır. Aksaray’da, Alaca Mescid civârında, Rufâî dergâhı te’sîs etmişlerse de, harîk-i kebîrde yanmıştır. Türbesi yandı. Halîfe yetiştirememişlerdir. 11 Muharrem 1227/(26 Ocak 1812)’de irtihâl eyledi.

ŞEYH SEYYİD NÛRÎ EFENDİ

Üsküdarlıdır, Karasarıklı İbrâhîm Efendi’nin halîfeleridir. Tarîk-ı Rufâî’yi neşre büyük hizmetleri taalluk etmiştir. /199/ 27 Receb 1179/(7 Ocak 1766) târîhinde Üsküdar’da zînet-sâz-ı âlem-i dünyâ olmuştur. Pederleri sâdâttan ve Hz. Ebû Eyyûbi’l-Ensârî Câmi'-i şerîfi kürsü şeyhi Seyyid Osmân Efendi; onun pederi de ricâl-i Nakşiyye’den Seyyid İbrâhîm-i Necâti Efendi'dir. Nûri Efendi, Fâtih Câmi'-i şerîfine derse müdâvemetle icâzet almış, Şeyhü’l-İslâm Müftî-zâde Ahmed Efendi’den Fütûhât ve Füsûs okumuş ve pederinden ilm-i tefsîr ü hadîs taallüm etmiştir. Fazl u kemâli ve hutût-ı Osmâniyye’deki mahâreti hasebiyle, Şeyhü’l-İslâm Mekkî Efendi merhûm delâletiyle, Sultân Selîm Hân-ı sâlisin Şehzâde ve sultânlarının ta'lîm ve tedrîsine ve Bab-ı âlî Dîvân-ı Hümâyûn kalemine me’mûr buyurulup, yirmiiki sene kadar kalem-i mezkûra devâm ile ser-halîfe olmuştur.

Bu sırada, ya'nî 1208/(1794) senesinde Lâleli civârında Alaca Mescid Şeyhi, mezkûrü'l-ism Şeyh Sâdık Efendi’ye intisâb ile, ondokuz sene hizmetinde feyz-yâb olarak, şeyhinin âlem-i cemâle intikâliyle, emr u işâreti üzerine, Fâtih civârındaki dergâhında neşr-i feyz eden Karasarıklı İbrâhîm Sabrî Efendi hazretlerinin dâhil-i dâire-i himmetleri olmuştur. Bir müddet sonra hilâfetle kâm-yâb olarak Üsküdar’da neşr-i tarîkata me’mûr oldular. Debbâğlar Meydânı’nda, ricâl-i Hamzeviyye’den Kurbân Nasûh Baba Zâviyesi’ni ihyâ ve tevsî' ile 3 Rebiu’l-evvel 1228/(6 Mart 1813) târîhinde âyîn-i celîl-i Rufâî’yi icrâya başladılar.

Kırkbeş sene kadar neşr-i füyûzât edip, sinn-i âlîleri doksanı mütecâviz olduğu hâlde 29 Muharrem 1273/(29 Eylül 1856) târîhine müsâdif Salı günü intikâl-i dâr-ı naîm eylediler. İhyâ-kerdeleri olan dergâh-ı münîfde ertesi Çarşamba günü defn olunup, üzerlerine bir türbe-i münîfe inşâ olunmuştur.

Kibâr-ı meşâyıh-ı Kâdiriyye’den Şeyh Osmân Şems Efendi hazretlerinin inşâd buyurdukları manzûme-i târîhiyyenin son beyti:

Çıkup isnâ-aşar pîrân didi ey Şems gûher târîh

Bu sâl Hazret-i Seyyid Nûri vâsıl-ı cemâl oldu*

(بو سال حضرت سيد نورى واصل جمال اولدى)

Hz. Şeyh melîhu’l-vech olup, tab'-ı kibârâneye mâlik idi. Fukarâya hizmeti hırz-ı cân edinmiş ve zamânlarında dergâh-ı münîfleri melce-i ehl-i irfân olmuş idi.

/200/ Salât-ı kemâliyye üzerine pek ârifâne şerhleri vardır. Ahiren tab’ olunmuştur. Bunun târîh-i te’lîfi :

Çıkup bir hâtif-i Gaybî didi târîhini cânâ

Müyesser oldu Nûriyye Kemâliyye Salâtı

(ميسر اولدى نوريه كواليه صلاتى)

beytinin delâletine göre 1268 senesi olup 14 Şa'bân (4 Hazîrân 1852) leyle-i Cumada tamâm olmuştur. Şerhten, teberrüken bir bahsi nakl ediyorum:

Ulûm-ı mütedâvilenin hülâsası ilm-i tefsîr ve ilm-i hadîs ve ilm-i fıkıhdır. Bunların hülâsası ilm-i tasavvufdur. İlm-i tasavvufun hülasa ve mevzûu bahs-i vücûddur. Bu bahs ise, gâyet müşkil ve dakîktir. Maâzallâh, sâlik, mazâlik-i akdâma düşüp varta-ı helâke gider. (الحال لا يعرف بالقال.)[29]

Bu ilme, “ilm-i hakîkat” dahi ta’bîr olunur. Kütüb-i sûfiyyede musarrahtır ki, cemî'-i merâtib-i ilâhîyye vü kevniyyede ancak bir vücûd vardır. O vücûd, kendi suver-i alemiyyesi ile zâhir olmuştur. Tezkiye-i nefs ve tasfiye-i kalb hâsıl edip, o nûr-ı vücûdun şu’lesiyle tâlib-i hakîkat olan sâlik, âhirete hâkikat-ı vücûd-ı arz-ı dîdâr eder ve o vâcibât-ı ma’rifetu’llâh’tır. Cenâb-ı Hakk’ı künh ü hakîkatiyle bilmek kâbil değildir. Risâlet-penâh efendimiz, (سبحانك ما عرفناك حق معرفتك.)[30] buyurdular. Hz. Sıddîk-ı Ekber (radıya'llâhu anh) efendimiz, (العجز عن درك الإدراك إدراك.)[31] buyurdular. İmâm Ali (kerrema'llâhu vecheh) efendimiz, (البحث عن سر ذات الله إشراك.)[32] buyurdular. Binâen âlâ-hazâ, Kur’ân-ı Azîmü’l-burhân’da beyân buyurulan sıfât-ı celîleleriyle bilinir. Çünkü Peygamber Efendimiz, (تفكروا في آلاء الله، ولا تفكروا في ذات الله.) buyurmuşlardır.

Ma’nâsı, “Âlâ-ı ilâhîyyeyi, ya'nî Cenâb-ı Hakk’ın ni'metlerini tefekkür ediniz. Zât-ı ilâhîyyeyi tefekkür etmeyiniz. Çünki, Zât-ı ilâhîyyenin kadrini takdîr edemezsiniz.” demektir. Ârifîn indinde, mâ-siva’llâh adem-i mahzdır. Ehl-i şuhûd indinde, Hak, bize, bi-zâtihî karîbdir. Ehl-i hicâb indinde ilmi ile karîbdir. Şuhûd indinde, her bir şeyde, Cenâb-ı Hakk’ın zuhûru bi-zâtihîdir. Ehl-i hicâb indinde, mehâsin-i sıfâtıyladır. Sâlik; “Allâh, Allâh!” demekle, füyûzât-ı ilâhîyyeye mazhar olamaz. Tâ ki, nâr-ı ism-i Celâl ile nefs-i habîsesini yakıp, pâk u tathîr ede. İsm-i a’zam, ism-i Celâl’dir.”

/201/ Şeyh Vahdî Efendi’den işitmiş idim: Bir gün Üsküdar’da bir manda kudurmuş, çarşıya saldırmış; halk kaçıyor, dükkânlar kapanıyor. Bu sırada, Şeyh Nûri Efendi hazretleri, tesâdüfen çarşıda bulunuyorlarmış. Hemen bakkâldan bir yumurta alıp, hayvânın alnına atıp tesâdüf ettirmiş; hayvân derhâl sükûnet bulmuş; boynuna bir ip taktırıp sâhibine teslîm eylemiş.

Bu hâl halkın hayretini mûcib ve Hz. Şeyh’e karşı bir kat daha hürmet ve muhabbetini artırmıştır.

Hz. Osmân Şems, hakk-ı âlîlerinde diyor ki:

Üveysî meşrebinin bir veliyy-i kutb-ı irşâdı

Reh-ı pâk-ı Rufâî’de muammer zî-kemâl oldu

İçüp câm-ı Hüseynî’den terakkî buldu ol üstâd

Geçüp doksanı sinni server-i bezm-i ricâl oldu

Tamâmen eyledi kırkbeş sene seyr ü sülûk ta'lîm

Rızâu’llâh tahsîli içün sarrâf-ı mâl oldu

Ledün esrârına vâkıf idi ta’bîr-i yektâda

Mukîm-i inzivâ iken cüdâ-yı kîl ü kâl oldu

Muhibb-i Ehl-i Beyt ü evliyâ idi dil ü cândan

Gözünden kanlı yaş dökdü o demde bî-mecâl oldu

Bidâyet kâtib ü fâzıl rüsûm ilmiyle âmildi

Nihâyet ceddi feyziyle nazîrsiz ehl-i hâl oldu

Temâşâ eyler idi âşıkân dürlü kerâmâtın

Tasarruf sâhibi olduğına irfânı dâll oldu

Melâmiyyûn kapusun bekler idi her sabâh-akşam

Melâik şevk-i nûriyle semâ-peymâ-yı bâl oldu

Hakâyık râzına mazhar künûz-ı remz-i mu’tâdı

Bu kesret içre vahdetden cihân ana hayâl oldu

Hezârân bendegân u hem muhibbânı firâkıyla

Derûn u sînesi pür-hûn olup âteş- misâl oldu

/202/ Silsile-nâmelerini muharrir-i fakîr, nazmen yazmışdım. Bir kısmı ber-vech-i atîdir:

Cenâb-ı Pîr-i dest-gîr Hazret-i Ahmed-i Rufâî’den

Himâyetle feyiz bulmuş Cenâb-ı Şeyh Osmân’dır

Çıkup burc-ı velâyetden bu Şeyh-i vâcibi’t-tekrîm

Nice cânlar uyandırmış nazîrsiz Şeyh-i devrândır

Mürîd-i râh-ı Hak Sâdık u Sabrî nâm ârifler

Şarâb-ı hâli andan nûş iden merdân-ı meydândır

Nice dem post-pîrâ-yı meşîhat oldular bunlar

Hakîkatde vücûdu nâdiren gelmiş salâ-hândır

Husûsiyle Cenâb-ı Şeyh Sâdık ârif-i bi’llâh

Bu bâbda ayrıca tebcîle nâmı zikre çesbândır

Anı Alaca Mescid Dergehi’nde buldu âşıklar

Vucûd-ı ekremi her dürlü ta’zimâta şâyândır

Uluvv-ı aşkla “Hû” ismini tezkâr iderken ol

Cihândan âlem-i ukbâya göçmüş bir velî-şândır

Muazzez Şeyh Sabrî’dir “Karasarıklı” şöhretli

Tulûuyla cihâna şu’le salmış şems-i tâbândır

Bu iki zât-ı âlînin füyûzâtiyle perverde

Olan Şeyh Nûri-i vâlâ-güher deryâ-yı irfândır

Tarîk-ı Hazret-i Ahmed Rufâî’de mükerrem şeyh

Mükemmel zât idi ezkârı dâim ism-i cânândır

Hakâyık ilminin allâmesi olmuş idi zâtı

Tabîb-i çâre-sâz-ı illet-i kalb-i mürîdândır

Beşûşdur ehl-i dildir feyz ü irfânıyla mümtâzdır

Kerîmdir hem halûkdur fi’l-hakîka medhe şâyandır

Nice dem ehl-i zikre cilve-gâh olmuşdu dergâhı

Dem-â-dem zikr u tevhîd eyleyen erbâb-ı im’ândır

Meded-hâh oldu bu Vassâf-ı kem-ter Hazret-i Pîr’den

Cenâb-ı Seyyid Ahmed bunca ehlu’llâh’a sultândır

/203/ Hulefâsı :

Üsküdarlı Şeyh Mûsâ Efendi, Tahta Minâre şeyhi Sâlih Efendi, Odabaşı Dergâhı şeyhi Abdullâh Efendi, Tesbîhci şâir Şeyh Es’ad Efendi, Sarrâc İshâk Dergâhı şeyhi Muhammed Fazlı Efendi.

Şeyh Nûri Efendi hazretlerinin irtihâllerinden sonra, mahdûmları Tevfîk Efendi, câ-nişîn-i meşîhat olmuştur. Kırkdört sene sonra, 1317 senesi Muharreminin onikinci (23 Mayıs 1899) günü, irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir.

Gûş idüp rihlet-i pâkin didi bir bendesi eyvâh

Şâh-ı merdân ile kıla Tevfîk’ı karîn*

(شاه مردان ايله قيله توفيقى قرين)

târîhidir.[33]

 Dergâh-ı şerîfin hazîresinde medfûndur. “Şuâî” mahlasıyla ba'zı nutuk ve târîhleri varmış.

ŞEYH HAYRULLÂH TÂCEDDÎN EFENDİ

Hayrullâh Tâceddîn Efendi sâdât-ı Hüseyniyye’den Üsküdarlı Şeyh Nûri Efendi-zâde merhûm Tevfîk Efendi’nin mahdûmudur. “Şeyh Oğlu” nâmıyla talakkub ve şiirde (Tâcî) mahlasıyla tahâllus eylemişdir.

1300/(1883) târîhinde Üsküdar’da tevellüd etmiş, Üsküdar’da Fıstıklı Mektebi’nde, ravza-i terakkî, Toptaşı Rüşdî-i Askerî’sinde, Üsküdar Mülkî İ’dâdîsi’nde tahsîl edip, 1317/(1899) târîhinde, mülgâ Rüsûmat Emâneti Muhâsebe-i Tahrîrât Kalemi’ne kabûl edilmiş ve 1320/(1902) târîhinde pederinden intikâl eden, mülgâ Üsküdar Rufâî Dergâhı meşîhatı ve imâmet ve hitâbet cihetleri uhdesine tevcîh edilmiş ve 1332 sene-i hicriyyesinde (1913) Üsküdar dersiâmlarından Üsküdarlı Hoca Sâlih Nâzım Efendi’den, Ahmediyye Medresesi’nde ikmâl-i tahsîl edip icâze almıştır. Hoca Hicrî Efendi merhûmdan Fârisî ve Zarîfî Ahmet Beğ ile Üsküdarî şâir Tal'at Bey merhûmdan husûsî olarak arûz ve Türk edebiyyâtı taallüm eylemiştir.

Mensûr Zübdetü’l-Ahlâk, manzûm Gül-deste ve Gül-gonca nâmında matbû' âsârı vardır. Mecmûa-i İllâhiyyât, Ravz-ı Verd, Bin ikiyüz Hadîs-i Şerîf, merhûm Osmân Şems Efendi’nin Büyük Mersiyye’sini tab’ ve neşr ettirmiştir. Rüsûmâttan sonra Defter-hâne’ye intisâb eylemiş, hâlen Beyoğlu Tapu ve Kadastro İdâresi hizmetinde müstahdem bulunmuştur.

Şer'-i pâk-ı Ahmedî’de bir diyânetdir edeb

Sabr ü tâat şükr-i ni'met hem ibâdetdir edeb

Kalma girdâb-ı sefaletde çalış sen âdem ol

İrtikâ-ı feyz için men’ûtu izzetdir edeb

Tâbi' olma sû-ı ahlâk sâhibine bir zamân

Tavr-ı ciddiyyetle izhâr-ı metânetdir edeb

Gıybet itme sû-ı zandan et tevakkî dâimâ

Cümleye ibrâz-ı âsâr-ı muhabbetdir edeb

Vüs’atin yetdiği mikdâr yardım it bî-keslere

Buhlü terk it müslimîne hoş sehâvetdir edeb

"Et-turuku küllühâ âdâb" buyurdu Müctebâ*[34]

Enbiyâ vü evliyâ’ya bir itâatdir edeb

Tâib ol cümle günâha âbid ol da ârif ol

Dest açup eyle niyâz bâb-ı nedâmetdir edeb

Nâ-halef güftârına uyma cihânda sâbit ol

Tâciyâ eslâfa rahmet ile hürmetdir edeb

El-yevm seccâde-nişîn olan Hayrullâh Tâceddîn Efendi, Tevfîk Efendi mahdûmudur. Pek genç yaşında makâm-ı meşîhate geçtiğinden isti'dâd-ı Hudâ-dâdı îcâbı mazhar-ı terakkî olarak âdâb u erkân-ı Rufâiyye’yi hüsn-i muhâfazaya vakf-ı vücûd etmiş ve el-yevm birkaç halîfe yetiştirmiş, hayli mürîd toplamış, Çarşamba günleri icrâ-yı âyîn-i tarîkat edegelmekte bulunmuştur. Nâzik, halûk, zekî, mesleğine sâdık, muhibb-i Ehl-i Beyt bir zâttır. Eş’ârı ve makalâtı vardır. Risâle sûretinde birkaç eser neşreylemiştir. İlm-i mûsikîye de intisâbı olup, Hz. Hüdâyî Âsitânesi zâkirbaşlığı da uhdesindedir. Âsar-ı kadîme-i edebiyyeden olan Müfred-i Meşhûr’e Saîd Çelebi tarafından söylenmiş tazmîn üzerine inşâd eylediği nazîre ber-vech-i âtîdir:

Müstenîr olmak diler gönlüm cemâl-i nûrdan

Len terânî” duysa da ayrılmaz aslâ Tûr’dan

Neşve-yâb-ı vecd olan kalbe nigâh endâz olup

Rûhu seyr it câm-ı feyz-efşân olan billûrdan

Devr ider şems-i münîr-âsâ semâ’-ı cân ile

Rûşenâdır mühr içinde nûrten tennûrdan

Gûş-ı irfânı açup dinle “ene’l-Hak” sırrını

Tâ sadâ-yı Hak gele ma’sûm olan Mansûr’dan

/204/      Kalbimi lebrîz-i şevk itdi cemâl-i feyz-i aşk

Çıkmaz aslâ zevk-i sevdâ bu dil-i mesrûrdan

Görmeyince zulmet-i hasret budur kalmaz karâr

İbtisâm-efzâ olur dil çehre-i pür-nûrdan

Bir nigâhiyle ider ihyâ vü ifnâ  gönlümü

Mest olur bîçâre dil ol gözleri pür-nûrdan

Gadr-ı firkat zulm-i hasretle dili târîk ider

Beklenilmez rûşenâî hiç şeb-i deycûrdan

Vasla dâir hoş gelir yârin sevimli sözleri

Görmedim gerçi vefâ va’dinde ol ma’zûrdan

Geh tegâfül gösterüp gâhîce bîdâd itmede

Hep gelen cevr ü cefâdır ol meh-i mağrûrdan

Peyrev oldun Tâciyâ tarz-ı Saîd-i kâmile

Feyz alırsın  lâ cerem  ol himmet-i mevfûrdan

Bâlâda bahsettiğim müfred budur:

Neşve ümmîd itdiğin sâgarda senden gamlıdır

Bir dokun bin âh dinle kâse-i fağfûrdan

ŞEYH SÂLİH EFENDİ

Hulefâ-i müşârünileyhimden Şeyh Sâlih Efendi, Fâtih civârında Tahta Minâre Dergâh-ı şerîfi bânîsi olup 1203/(1788)'te Karagümrük’te tevellüd eylemiştir. Fâtih’te derse devâm ile icâzet alıp Şehzâde Câmi'-i şerîfine müderris olmuştur: Hattât-ı şehîr İsmâîl Zühdî merhûmdan hüsn-i hat taallüm etmiştir. Müşârünileyhin Odabaşı Şeyhi ve Nûrî Efendi halîfesi Abdullâh Efendi ile hukûk-ı kadîmesi olmakla berâber, dâimâ meclis-i sohbetlerinde sûfîyyûna mutearrız bir mevki'de bulunduklarından, nihâyet Abdullâh Efendi'nin mürşid-i mükerremleri, müşârünileyh Nûrî Efendi hazretlerinin tasavvufta olan kemâllerinden haber-dâr olup, kendisinde gençlik i’tibâriyle de da’vâ-yı teferrüd olduğundan, Hz. Şeyhi imtihân ve techîl maksadiyle Fütûhât’tan gâyet çetin birkaç mesâil ihzâr ederek, bir Çarşamba günü, Üsküdar’da Nûrî Efendi’yi /205/ ziyâretlerinde, mâ-fi’z-zamîri mesâil-i hall ü teşrîha başlayınca, taaccüp edip, te’sîr-i hayretle berâber esîr-i râbıta-ı muhabbet olmuş ve o akşam orada kalmağa ve füyûzât-ı mâ’neviyyelerinden istifâde etmeğe karâr verip, vaktâ ki yatsı namâzı kılınmağa başlanıp ârzûları vechile imâmete geçmek ve kendisinin ilm-i kırâatteki vukûfunu göstermek geçtiği dakîkada Nûrî Efendi, Sâlih Efendi’yi mihrâba dâ’vet etmiş ve o da mihrâba geçip imâmet etmiştir.

İftitâh tekbîrini almışlar, "El-hamdü li’llâh" derler; aşağısı vârid-i hâtır olmaz. Tekrâr eder, yine okuyamaz; mihrâbdan çekilir. Nûrî Efendi mihrâba geçer, namâzı kıldırır.

O zamân anlar ki, sâhib-i tasarruf bir mürşid-i mükemmeldir. Tasdîk eder, zîr-i reşâdetlerine dâhil olur. Tam kırk yaşında imiş, 1243/(1827) târîhine müsâdiftir. Yirmiiki sene ez-dil ü cân hizmet etmiş ve tekmîl-i sülûk eyleyerek 1265/(1849) senesinde istihlâf buyurulmuşlardır. Esnâ-yı sülûkunda vâki' olan zuhûrat üzerine mürşidlerinin emriyle mesnevî-hân-ı şehîr Hoca Hüsâm Efendi hazretlerine giderek Mesnevî-i şerîf taallüm eyledi. Bi'l-âhare Karagümrük’te arsa hâlinde olan Muslihuddîn Mescidi’ni dergâh olmak üzere binâ etmişlerdir. Azîzi tarafından mahlası "Şemsî" tesmiye buyurulmuş idi.

Zü’l-cenâheyn, âşık fâzıl, kâmil, âbid, isminin tamâmiyle müsemmâsına mutâbık, sâlih, münzevî, fukarâ-yı sâbırînden, bir zât-ı mükerrem idi. Kelâm-ı Kadîm ve Delâil-i Şerîf yazar, onunla taayyüş ederdi.

Oğlum, size taş ile vuranlara siz ekmekle müdâfaa ediniz.” buyururlarmış. 1296/(1879) senesi âlem-i Cemâl’e intikâl etmiş, dergâh-ı şerîf tevhîd-hânesinde defn edilmiştir. Azîz-zâdeleri Tevfîk Efendi şu târîhi söylemiştir:

Aşr-ı âkil çıkup Şuâî târîhin didi

Terk idüp cihânı kıldı ömr-i ikbâl 

(ترك ايدوب جهانى قيلدى عمر اقبال) = 1296[35]

Âtideki fahriyye Hz. Şeyh'indir:

/206/      Hâzin-i kenz-i dekâik bize Rufâîlerdir

Vâkıf-ı remz-i hakâik bize Rufâîlerdir

Kıymet-efzâ-yı sadef dâne-i dür-dânemiz

Yâdigâr-ı bahr-ı râik bize Rufâîlerdir

Murâd-ı hâtırın devrân ise meydâna gel sûfî

Zümre-i akrâna fâik bize Rufâîler dirler

Şemsiyâ vâris-i nakd-ı ulûm evliyâyız biz

Bende-i âl-i abâyızbize Rufâîler dir[36]

ŞEYH ABDULLÂH EFENDİ

Hulefâ-i müşârünileyhimden Abdullâh Efendi berber imiş. Ziyâret-i Haremeyn’e muvaffak olmuş ve azîzinin emr ü işâretiyle Odabaşı’ndaki tekkeyi vücûda getirmişti. Pek âşık, o mertebe sâdık bir zât imiş. Mücâhedesi pek şedîd imiş. Lâtîfeye de meyilleri varmış. Hattâ Haremeyn-i muhteremeyni ziyâret esnâsında dâimâ başında tâc-ı Rufâî’yi bulundurup avdette Şap Denizi’nde vapurun küpeştesinde etrâfı temâşâ ederken nasılsa tâcı denize düşmüş. Tâcının başından gittiğini, deniz üzerinde yüzdüğünü görünce "Ey Şap Denizi! Sana hilâfet verdim.O tâc sana bahşolundu." diye huzzâra ”Siz de şâhid olunuz.” yolunda lâtîfe-gûluk etmişlerdir.

1288/(1871) senesinde irtihâl-i dâr-ı bakâ eylemiş ve dergâh-ı şerîfte odasına defn ile burası türbe hâline getirilmiş idi.

Mükerrem Şeyh Abdullâh Efendi bunda makbûrdur

Bu dergâh-ı şerîfi itdi inşâ sa’yi meşkûrdur

Harîm-i sırrı pâk Hazret-i Ahmed Rufâîdir

Nice zikr ehlini irşâd yüzünden zâtı mağfûrdur

Bütün ahlâk-ı ulviyye onun zâtında mevcûddur

Bütün ef’âl ü  etvârı hakîkat hâlde mebrûrdur

Göçüp bin iki yüz seksen sekiz sâlinde ol ârif

Visâl ile sürûr deryâsına dalmakla mesrûrdur

/207/      Gel ey Vassâf kemâl-i şevkle bir fâtiha-hân ol

Bu şeyh-i ârif-i bi’llâha kim irfânı meşhûrdur

Yerlerine mahdûmları Şeyh Hâfız Ahmet Muhtâr Efendi post-nişîn olmuştur. El-yevm hâl-i şeyhûhettedir. Dergâh, harîk-ı kebîrde yanmıştır.

Kudemâ-yı meşâyıh-ı Rufâiyye'den mübârek hoş-gû, mücâhid bir zâttır. Hilâfeti, pederinin halîfesi olup tekkede medfûn Sarraç Mahmûd Efendi-zâde Sarrâc Ahmed Efendi'dendir.

ŞEYH HÂLÎM EFENDİ b. TÂHİR EFENDİ

Velâdeti: 1240/(1825)

İrtihâli: 8 Ramazân 1313/(22 Şubat 1896)

Tarîkate nisbeti: 1265/(1849)

Târîh-i hilâfeti: 1285/(1868)

Kozyatağında dergâhı inşâsı: 1270/(1854) senesi.

Onbeş kadar halîfesi vardır. Sinni: 73. Dersten me’zûndur. Hâce-i Bağdâdî imiş.

İstanbulludur. Erenköyü’nde Kozyatağı’nda inşâsına muvaffak olduğu dergâhta neşr-i feyz eylemiştir. Şeyh Abdullâh Efendi'den müstahleftir.

Orta boylu, beyâz sakallı, uzun saçlı, nûr yüzlü bir zât-ı muhterem idi. Gâyet güzel tanbur çalar, sîne-kemânda mütehassıs olup, ney üfler idi. Üstâdı Sultân Selîm-i sâlisin mûsikî-şinâslarından Oskiyan nâmında biri idi.

Gitdi bin üçyüz onüç şehr-i sıyâmında o kim

Vuslatı îyd ile ikrâm ide Rabbü’l-âlemîn

Sem’-i cânına iriştikde hıtâb-ı “İrcıî

Rûh-ı pâkin "Hû" diyüp teslîm-i hû kıldı hemîn

Sâlikânın rehberi hem âşıkânın serveri

Şeyh Halîm’in rûhuna el-fâtiha yâ müslimîn

Dergâh hazîresinde medfûndur. Oğlu Şeyh Rızâ ve mahdûmu Şeyh Nûrî Efendiler, tarîklerine sâdık adamlardır.

ŞEYH MUHAMMED FAZLÎ EFENDİ

İstanbulludur. Dersten me’zûn olup akrâ-yı huffâzdandır. Pederi Şeyh Muhammed Dervîş Efendi, onun pederi Şeyh Hacı Ömer, onun pederi Şeyh Hüseyn Efendi olup Kâşgarî Abdullâh Efendi hazretlerinin halîfesidir. Müşârünileyhim İstanbul’da Sarrâc İshâk Dergâh’ında hatm-i hâcegân yaparlarmış.

Fazlî Efendi pederinden feyz aldığı gibi Şeyh Nûrî Efendi hazretlerine intisâb ile hıdmet-i aliyyelerinde bulunup ikmâl-i sülûk ile hilâfet almış idi. 1266/(1850) senesinde icrâ-yı âyîn-i tarîkata başlayıp, nutkundaki zerâfet, hâlindeki letâfet te'sîriyle bezm-i sohbetlerine vükelâ-yı devlet bile devâma başlamış idi. Hattâ zikr ve âyîn yevm-i mahsûsunda dergâh vükelâ, vüzerâ, ricâl-i devlet, meşâyıhtan /208/ ve’l-hâsıl züvvârdan dolarmış. Kendilerinin Tarîk-ı Şa’bânî’den dahi hilâfetleri vardı. Elli sene irşâd ile meşgûl olup son zamânlarında hareket-i arzdan dergâh münhedim olduğundan, o meclis dağılmıştı.

1316 senesi Muharreminin onikinci (1 Haziran 1898) günü câm-ı mevti nûş eyledi. Cenâze namâzı Sultân Bâyezit Câmi'-i şerîfinde edâ olunmuştu. Namâzı müteâkip husûle gelen izdihâm hâlâ gözümün önündedir. Sokaklardan mürûr ve ubûr sekteye uğramıştı. Fuzalâ-yı şuarâdan ve ricâl-i devletten Senîh Efendi merhûmun uzun bir manzûme-i târîhiyesi vardır ki son beyti:

Senîh  ıntâk-ı hak târîh-i mu’cem kalbe mülhemdir

Tecellî-i cemâle mazhar oldu Fazlî-i âgâh

(تجلئ جماله مظهر )

Müşârünileyhin, vahdet-i vücûda dâir yazılmış bir eser-i ârifânesi vardır ve gayr-i matbû'dur.

Tarîk-ı feyz-i Rufâî’de reh-nümâ-yı kerîm

Cenâb-ı Fazlı-i âgâh ki fazlıdır hâsıl

Meşâmm-ı cânına irdikde bû-yi ilm-i ledûn

Fuyûz-ı Hazret-i Pîr’den olurdu hep kâil

Uluvv-ı ka’bını tasdîk iderdi ârifler

O şeyh-i ârif-i bi’llâh Hakk’adır vâsıl

Gül-i maârif idi gül-şen-i tasavvufda

Şemîm-i feyzi ile şübheler olur zâil

Üç er gelince çıkardı vefâtı târîhin

Olunca devlet-i sırr-ı vuslata nâil

(دولت سر وصلته نائل) -1313 + 3 = 1316/(1898)

Hîn-i irtihâllerinde yetmişdört yaşında idiler. Üç mahdûmu vardır. Şeyh Muhammed Ferîd ve Şeyh Vahdî ve Şeyh Ferdî Efendilerdir.

Kâzım Paşa merhûmun söylediği târîhtir:

Şeyh Fazlî-i maârif ilminin muhteremi

Âşık-ı dil-şode-i âl-i Muhammed Dervîş

Nâil-i mâide-i fazl u kemâl olmuş idi

Bilmeden olduğun âlemde ne bir lezzet-i îş

Âzim idi hacca bu yıl Yesrib’e avn kılıcak

Ravza-i pâk-i Rasûl’e sürerek şevk ile rîş

Hîn-i mâtemde fedâ eyledi kîs-i cânın

Haseneyn uğruna bî-dağdağa vü bî-teşvîş

Yandı yakıldı bütün kalb-i ahıbbâsı dahi

Nûr-ı rahmetle Hudâ kalbini itsün tefrîş

Ben de târîh-i ciğer-sûzunu yazdım Kâzım

Gitdi “Allâh” diyü Hakk’a azîzim dervîş

(كيتدى الله دييو حقه عزيزم درويش )[37]

ŞEYH EL-HAC HÂFIZ MUHAMMED FERÎD EFENDİ

Şeyh Muhammed Ferîd Efendi, genç yaşında feyz-i irfâna mazhar olup ilmen, fazîleten, irfânen, mertebe-i bâlâ-terîni işgâl eylemiş idi. Cidden âlim, mütebahhir, mütecerrid. müteferrid riyâzet-kâr ehl-i hâl imiş. Hz. Şeyh-i Ekber’den zevk almış, deryâ-yı irfâna dalmış idi. Gayr-i matbû' bir eseri vardır ki, vahdet-i vücûda dâirdir.

Ziyâret-i Harâmeyn kasdıyla ve Mısır tarîkıyla ol cânib-i âlîye giderek, huzûr-ı saâdet-i Muhammediyye’de teslîm-i cân eylemiştir. 10 Muharrem 1288 yevm-i Perşembe (1 Nîsân 1871). Manzûme-i âtiyyeyi, müşârünileyh içün söylemiş idim:

/209/ Tarîk-ı müstefîz-i Hazret-i Ahmed Rufâî’de

Muazzez Şeyh Muhammed ibn-i Şeyh Fazlî-i Pür-irfân

Fuyûzât-ı Hudâ’ya mazhariyyetle be-kâm oldu

Nedîm-i bezm-i cânan olmağa olmuş idi şâyân

Bi-hakkın ârifâne  âşıkâne bir eser yazmış

Ana ibzâli-i eltâf buyurmuş Hazret-i Yezdân

Hakâyıkdan dekâyıkdan rumûzât-ı tasavvufdan

Çıkarmış sâha-i irfâna gerçek sırr-ı bî-pâyân

Kemâl-i aşk ile sâlik olunca râh-ı cânâna

Gice gündüz dilinden eksik olmaz âh-ı hûn-efşân

Nihâyet ravza-i arş-pâye-i Sultân-ı kevneyne

Sürünce rûyunu şevkinden itdi cânını kurban

Kerîm-i müsteândan dâimâ gönlüm temennîde

Bu dünyâ pâ-yidâr oldukça itsün rûhunu şâdan

Fenâdan nakline târîhi Şeyh-i ârif-i âgâh 

Çıkınca şübhesiz bildim ulüvv-ı ka’bına burhân

(شيخ عارف آكاه)

ŞEYH VAHDÎ EFENDİ

İstanbulludur. Hâfızdır. Birâderi Ferdî Efendi ile maan 1293/(1875) senesinde pederlerinden hilâfet almışlardır.

Şeyh İhsân, Şeyh Muhammed Hilmi, Şeyh Muhammed Hoca Selîm, Tarsûs Müftüsü Şeyh Ali, Konyalı Şeyh Süleymân ve muhaddisînden Halebli Salâcı-zâde Şeyh Muhammed Salâhî Efendiler dahi Fazlî Efendi’nin hulefâsındandır. Bunlar içinde, Ali ve Süleymân Efendilerin târîh-i hilâfeti 1268/(1852)’dir.

Vahdî Efendi, pederinin irtihâlinde câ-nişîni olmuştur. Âdâb-ı Rufâîyye’yi fürûâtına kadar ârif, kudemâ-yı meşâyıhdandır.

Bursalı Hoca-zâde Tevfık Efendi, Fesçiler kethüdâsı Bursalı Şeyh İbrâhîm Efendi, Destereci Şeyh Ömer Efendi, Akşehirli Hoca-zâde Şeyh Muhammed Efendi, Kütahyalı Ahmed Tûrâni Dergâhı şeyhi Şeyh Muhammed Emîn Efendi ve mahdûmu Şeyh Hacı Edhem Efendi, Şeyh Muhammed Hâmid Efendi (Şamlı Hayrî Efendizâde), halîfeleridir.

ŞEYH MUHAMMED HİLMÎ EFENDİ

İstanbulludur. Çemberlitaş’ta, Karababa Dergâhı şeyhidir. Fazlı Efendi halîfesidir. Târîh-i hilâfeti 15 Muharrem 1275/(Ağustos 1858)’tir. Nazik, zarîf ve zaîf bir zât idi.

Muhammed Hilmi-i ârif ki şeyh-i pâk-tînetdir

Hemân bu han-gâh-ı feyzde hak-gû idi bi’llâh

Olup sellâk-ı râh-ı Hakk’a rehber bir nice müddet

Kemâl-i aşk-ı zikru’llâh ile cânlar idüp âgâh

Harîm-i sırr-ı pâk-i Hazret-i Ahmed Rufâî’dir

Tarîk-ı aşk-ı Mevlâ’da sivâdan itdi istinzâh

Binüçyüzyirmibir sâlinde maksûda revân oldu

Nidâ-yı “İrcıî" irdikde sem’-ı cânına nâgâh

 

Muhibbân ehl ü evlâd cümleten böyle duâ eyler

Revân-ı pâkini şâdân buyursun Hazret-i Allâh

/210/ Dergâhda medfûndur. El-yevm, mahdûmları Şeyh Haydar Bey, post-nişîndir.   Haydar Bey’in hilâfeti pederindendir. Zâkirbaşı Kasımpaşalı Hâfız Mustafa Efendi, mücellid Şeyh Muhammed Efendi, Şeyh Muhammed Tâhir Efendi dahi cümle-i hulefâsındandır. Mûsikîye intisâbı, tarîkına şiddet-i irtibâtı ile mümtâzdır.

Şeyh Fazlı Efendi hulefâsından, Şeyh İhsân Efendi müsin bir zât olup, Sultân Ahmed meydânındaki Düğümlü Baba Dergâhı şeyhi idi. Kıyâmî usûlünde gâyet iyi zikir eder bir reîs idi. İrtihâl eylemişdir. Yumurtacılar Kahyası, Şeyh Muhammed Efendi kerîme-zâdesi Şihâbeddîn Efendi, hulefâsındandır.

RUFÂÎ ÂSİTANESÎ :

Üsküdar’da Menzilhâne yokuşunda, el-yevm ma’mûr olan Rufâî Âsitânesi, 1145/ (1732)’te te’sîs olunmuştur. Kapısı bâlâsında: (سيد أحمد بيرم هم قطب أنام. آستانهء رفاعى ابن مقام)[38] muharrerdir.

Şeyh Yâsîn’den sonra burada; Hoca-zâde Muhammed Tâhir, Şeyh Sâdık, Şeyh Feyzullâh, Şeyh Hâfız İbrâhîm, Şeyh Tevfîk ve Şeyh Ziyâ Efendiler post-nişîn olmuşlardır.

Şeyh Ziyâ Efendi, kendine müctehid süsü vererek, tarîk-ı feyz-refîk-i Rufâî’ye, Bektâşilik neş’esiyle, bir takım hurâfât karıştırmağa kalkarak, tarîk-ı hezeyâna sülûk etmiş ve hattâ mevlid cem'iyyetlerinde, velâdet bahsinde herkes ta’zîmen ayağa kalkıp kıbleye teveccüh ettiği sırada bu, nasıl oturduysa o cihete, ya'nî, herkesin hilâfı bir cihete müteveccih olurdu. Gûyâ ona: (...فَأَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللَّهِ...)[39] sırrı nümâyan olmuş gibi sahte-kârlık ederdi.

Tîğ-ı ecel bir an evvel harbe-i kahrına alarak, vücûdunu ortadan kaldırmışdır.

İrtihâl : Odabaşı şeyhi, Şeyh Ahmed Efendi, dün gece Kadıköyünde, Söğütlüçeşme Caddesinde, 342 numaralı hânesinde, seksen iki yaşında olduğu hâlde dûçâr olduğu hastalıktan rehâ-yâb olamayarak vefât etmiştir. Na'ş-ı mağfiret-nakşı, bugünki Pazar günü, onbuçuk raddelerinde medfen-i mahsûsana kaldırılacaktır. 27 Şa'bân 134619 Şubat 1928.”[40]

AHMED el-LİHÂS KOLU

Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufâî (kuddise sırruhû), Şeyh Fethüddîn-i Mekkî, Şeyh Şemseddîn, Şeyh Receb, Şeyh Abdürrahîm, Şeyh Mühezzibüddevle, Şeyh Yûsuf, Şeyh İbrâhîm el-A’karib, Şeyh Ziyât, Şeyh Mansûr, Şeyh Abdullâh, /211/ Şeyh Muhammed el-Meksûr, Şeyh Abdurrahmân, Şeyh Sâlih el-Mekkî, Şeyh Nasrullâh, Şeyh Şa'bân, Şeyh Muhammed el-Meksûr, Şeyh Receb, Şeyh İbrâhîm el-Meczûb, Şeyh Hüseyin el-Mekkî, Şeyh Abdülkâdir, Şeyh Hasan, Şeyh Hızır, Şeyh Süleymân er-Rufâî, Şeyh Ahmed el-Lihâs.

Şerbet-dâr Dergâhı şeyhi Abdullâh Efendi bu zâtın halîfesidir.

Abdullâh Efendi’den yürüyen kol : Şeyh Hacı Muhammed Efendi, Şeyh Hâfız Mustafa Efendi, Şeyh İbrâhîm Vehbi Efendi, Şeyh Osmân Hilmi Efendi.

KABÛLÎ ŞEYH MUSTAFA EFENDİ

Müteahhirîn-i ricâl-i Rufâîyye’dendir. Edirnelidir. Bidâyet hâllerinde, mahkeme kâtibi iken, terk-i sivâ ederek, inzivâ-yı hayâtı tercîh etmiştir. Hüsn-i hatta mâlik, ârif, âşık, bir zât-ı âlî-kadrdir. 1240/(1825) senesinde irtihâl-i dâr-ı bakâ eylemiştir. Tabîat-ı şâirânesi vardır. Hz. Şeyh-i Ekber ve Hz. Rufâî hakkındaki medhiyyeleri âşıkânedir. Edirne’de dergâh-ı münîfleri bâkîdir. Kabr-i münevverlerini ziyâret eyledim, pek rûhâniyyetlidir, İsmâîl Hakkı el-Celvetî hazretlerine muhabbet-i kâmileleri olduğundan, ale’l-ekser Rühu’l-Beyân tefsîrini istinsâh ederlermiş.

Kenzû’l-Esrâr, Mevsıletü’l-Hidâye, mürettep Dîvân, Fârisî lügatına müteallik Müşkil-güşâ cümle-i âsârındandır.

Enfâs-ı kudsiyyelerindendir:

Sanman bizi zâhid gibi beyhûde makâliz

Biz kâşif-i esrâr-ı ma’ânî vü meâliz

                   *   *   *

Ki oldur kıble vü Ka’be'm

Safâ vü Merve vü Zemzem

Tavâf-ı sırrında devrânım

Rufâî Seyyid Ahmed’dir

Kabûlî iden çâker

Visâl-i kurba hâhiş-ker

Bütün uşşâka ser-asker

Rufâî Seyyid Ahmed’dir

                   *   *   *                      

Hakîkat ilminin ümmü’l-kitâbı Şeyhü’l-Ekber’dir

Muhakkak sûret ü cismi misâl-i ayn-ı Haydar’dır

Kabûlî şöyle bildim ki velâyet ehline Hak’dan

Hakîkat ilmini muhbir o bir nâmûsu’l-Ekber’dir

/212/ ŞEYH KEN’AN BEY

Müteahhirîn-i meşâyih-ı Rufâiyye’dendir. Bidâyeten Galata Sultânî'si, Rum İ’dâdîsi ve Elyans-ı İsrâîliyyet mekteblerinde tahsîl görerek, ondokuz yaşında Karesi İ’dâdî Müdürlüğüne; biraz sonra muhtelif vilâyetler maârif müdürlüklerinde bulunduktan sonra 1312/(1894) târîhinde Dersaâdet Numûne-i Terakkî Mektebi Müdüriyyeti’ne ta’yîn olunmuştur.

Dört sene sonra, görülen işâret-i ma’neviyye üzerine hâsıl olan iştiyâka binâen, Medîne-i Münevvere’ye gidip, dört sene kadar kalmıştır. Ba’dehû İstanbul’a gelerek, Dâru’l-Muallimîn sunûf-ı âliyesi Fransızca muallimliğiyle, Te’lîf ve Tercüme Encümeni a'zâlığında, Dâruşşafaka ve Gelenbevî Sultânî Müdürlüğü'nde ve İstanbul vilâyeti Maârif Müfettişliği'nde bulunmuştur.

Vâlideleri sâlihât-ı ümmetten bir hanım idi. Şeyh Edhem Efendi’ye müntesibe olduğundan mahdûmunu da müşârünileyhin hüsn-i nazarına mazhar etmiş idi.

Edhem Efendi bir tekke şeyhi değildi. Ehl-i kemâl bir zât imiş. Ken’an Bey, Manastır Maârif Müdüriyyeti’nde iken, Şeyh-i müşârünileyh Dâr-ı Cemâle intikâl ve Ken’an Bey’i istihlâf eylemiştir. Ken’an Bey, terceme-i hâline şöyle devâm ediyor:

Numûne-i Terakkî Müdürlüğü’ne geldiğim vakit, gördüğüm işâret-i ma’nevîyye üzerine, ne kadar kazâ namâzım varsa, edâ etmekliğim, sonra da Medîne-i Münevvere’ye gitmekliğim emir buyuruldu. Bu emirden sonra, kalbime Medîne-i Münevvere ve ziyâret-i Peygamberî için düşen âteşle üç sene yandıktan sonra, vâlide-i muhterememle Medîne-i Münevvere’ye gittim. Orada ahz u telakkî edilen emr u işâret üzerine oranın şeyhü’l-meşâyıhı Seyyid Hamza-i Rufâî hazretlerinden dahi, dört sene hizmetlerinde bulunduktan sonra, icâzet aldım. Nihâyet, Derseâdet’e gelip, vâlide-i muhteremem Hatice Cenâb’ın inşâ eylediği dergâhın hâdimliğine ta’yîn buyuruldum.

Fakîr gibi bir müddet yolunu şaşırmış, dünyâda yapılabilecek alafrangalığın ve zevkin her safâhatını görmüş ve din ile samîmi bir alakaya mâlik bulunmamış olan bir câhil ü gâfile ehlu’llâha ve bendegân-ı ehlu’llâha hizmet etmek şerefini bahş buyuran Hz. Hakk’a hamd ederim.”

/213/ Ken’an Bey, bundan on beş sene kadar mukaddem Hırka-i Şerîf civârındaki dergâha seccâde-nişîn olmuştur. Vâlideleri, bu dergâh bâniyesi olup, dergâh-ı şerîf bahçesinde medfûn ve rahmet-i Hakk’a makrûndur. Cuma günleri ikindiye karîb bir zamânda, dergâh-ı şerîfde, ihvânına Mesnevî-i şerîf tedrîs eder. Kendisi yazdığı vechile bidâyeten frenk-meşreb iken, hidâyet-i İlâhîyye te’sîriyle hüsn-i hâl sâhibi olmuş. İlim ve fazlı i’tibârıyla, zamânımız meşâyıhı arasında meslek sâhibi, tarîkine âşık, edîb, kâmil bir zât olarak temeyyüz etmiştir. Uzun boylu, hâlen ellibeş-altmış yaşlarında, melîhü’l-vech bir zâttır. Hüsn-i takrîre mâliktir. Kesret-i mütâlaadan, gözlerine, zaaf târî olduğundan siyâh gözlük kullanırlar. İhtîfâya riâyet-kârdır.

Hz. Rufâî hakkında 1340/(1922) târîhinde tedkîkat-ı vâsiayı hâvî bir eser-i makbûl vücûda getirip tab’ ve neşr eylemiştir.

Tabîat-ı şâirânesi yoktur. Fakat, neş’e-i tasavvufiyye ile sânih olan manzûmeleri meyânında güzel parçalara tesâdüf olunur.

Allâh dimek Allâh ne büyük lutf-ı Hudâ’dır

Uşşâka gıdâdır

Dervîşlerin evrâdı hemân hamd ü senâdır

Maksûdu rızâdır

Kulluğunu  yokluğunu bilmek ne saâdet             

Allâh’dan inâyet

“Allâh” diyelim “Hû” diyelim kalbe cilâdır      

Ervâha sefâdır

Fâil ile mevcûdu hemân bil ki Hudâ'dır

İnkârı belâdır

Hep Hû duyulan cümlesi bir hoşca sadâdır       

Ammâ  ne nevâdır

Var olmayı istersen eğer cümleyi bir bil

Ağyârı hemân sil

Dervîş olana lâzım olan  havf ü recâdır 

Fakr içre gınâdır

Âşıkların hep varlığı ma’şûka fedâdır    

Çün bâr ü cefâdır

Başdan aşağı her ne ki var nûr u ziyâdır

İ’lân-ı bakâdır

“Allâh” diyüp ahdinde vefâ sıdk u sadakat        

Bir şeyhden inâbet

Sâlikler içün meş’ale-i râh-ı hüdâdır     

Dîninde rehâdır

/214/     Aşıkları cânân iden aşk derde devâdır    

İrfân ü sehâdır

Ma’şûk ile âşık arası kîl ne revâdır        

Zîrâ ki edâdır

Ey mazhar-ı mürşidde tecellî iden Allâh

Aşkın bana hem-râh

Aşkın dilerim gayrisi Ken’ân’a hevâdır 

Elbette hebâdır

                   *   *   *

Ben bana âşık bana âşık imiş ben bilmedim

Zıll iken Ken’ân kavuşdu Yûsuf-ı Ken’ân’ına

                   *   *   *

Gaflet bürümüş gözlerini artık ol agâh

Ken’ân gözün aç ki göresin bâkî Huve’llâh

                   *   *   *

Yâ rasûla’llâh kulun Ken’ân’a vird oldu bu söz

Bâb-ı lütfün var iken yâ ben kime yalvarayım

Manzûmelerin çoğu bestelenmiş, dergâh-ı şerîfte âdâb-ı mahsûsa ile okunmakta bulunmuştur. Ehl-i İslâm'ı, tarîk-ı Hak’da zikru’llâh ile meşgûl etmeğe masrûf olan himmetleri meşkûr olsun, âmîn.

                                                  -   -   -

Azîzleri Şeyh Hamza hazretleriyle, Medîne-i Münevvere’de iken, görüşmek şerefine mazhar olmuş idim. Kendileri mağrib delîlidir. Nahîf, zarîf, edîb, halûk bir insân-ı kâmildir. Medîne-i Münevvere’ye muvâsalatımızın ikinci günü ziyâretlerine gitmiş, bulamamış idim. Delîlimiz dediler ki:

Dün gece burada bulunsaydınız Şeyh Hamza’nın kerâmetini re’ye’l-ayn görecektiniz. Hind’den gelen ba'zı kimseler, Hz. Şeyh’den burhân istemişler. Onlara konaklarının önündeki meydânda âteş yaktırıp bir gömlek ile âteş içersine girip, zikru’llâh ile meşgûl olarak, bir kaç kerre devr etmişler, çıkmışlar. Bu burhâna, herkes mebhût u hayrân olmuştur. Biz o âteşin küllerini gözümüzle gördük.”

Sonra Harem-i Şerîf-i Nebevî’de müşerref olarak mübârek ellerini öptüm. Bir târîhde İstanbul’a geldilerdi. Burada muhayyiri’l-ukûl bürhân-ı tarîkat göstermiş, herkesin hürmetini kazanmış idi.

/215/ ŞEYH BÜYÜK HASÎB EFENDİ

Eyüplüdür. Eyüp’de, ecdâdından mevrûs dergâhda seccâde-nişîn olmuştur.

Silsile-i nesebi:                                                            Medfeni ve rihleti:

Şeyh Şa'bân Efendi                                                      Dergâhda, 1082/(1671)

Onun mahdûmu Şeyh Yahyâ Efendi                           Eyüp Câmii’nde, mihrâb önünde. 1109/ (1697)

Onun mahdûmu Şeyh Muhammed Emîn Efendi         Dergâhda, 1169/(1756)

Onun mahdûmu Şeyh Muhammed Sa’deddîn             Efendi  Dergâhda, 1205/(1792)

Onun mahdûmu Şeyh Hasîb Efendi                            Dergâhda, 1250/(1834)

Şeyh Şa'bân Efendi, meşâyih-ı Sünbüliyye’dendir. Mezâr taşında da Şünbülî tâcı vardır. Mehmed ve Mustafa ve Fethi ve Yahyâ isminde dört birâderi vardır. Kastamonu’da medfûndur. Kendisi Kastamonulu olup, oradan İstanbul’a hicretle, burada sâkin olmuştur. Kimden müstahlef olduğunu tahkîk edemedim.

Hasîb Efendi, Edirne’den, İstanbul’a gelen evlâd-ı Rufâiyye’den Şeyh Muhammed Derrâsî hazretlerinden nasîb alıp, tarîk-ı feyz-refîk-ı Rufâî’de yetişmiştir.

ŞEYH MUHAMMED-İ DERRÂSÎ EFENDİ

Dergâhda medfûndur. Kitâbe-i seng-i mezârı:

"Nûr-ı Yezdân sırr-ı Haydar Hazret-i Şeyh-i kerîm

Ârif-i bi’llâh ekmel cism-i cennât-ı naîm

Hazret-i nesl-i Rufâî’den tulû’ itdi mukaddesden

Âşıkı irşâda me’mûr böyle bir merd-i hakîm

Dahi âhir diyüp “Allâh” mülküne nakl itdi

Rûhunu anmış hakîkat zâtına oldu mukîm

Teveccüh eyleyüp Ârif didi târîh-i Sultân

Kutb Derrâsî-medâd Seyyid Muhammed müstakîm[41]

Evlâd-ı sâdât-ı Rufâiyye’den, kutb-ı erbâb-ı hakîkat, merhûm es-Seyyid eş-Şeyh Muhammed Derrâsî hazretlerinin rûh-ı şerîflerine el-Fâtiha, l Safer 1213/ (15 Temmuz 1798)."

Mülâhaza: Manzûme, o kadar fenâ yazılmış ki, müteessif olmamak mümkün değildir. Böyle ma’rûf, ilm ü irfân ile mevsûf zevâtın kitâbelerini kendi ilm ü şerefleriyle mütenâsib yazılmış görmeyi gönül ârzû eder.

Muhammed-i Derrâsî hazretleri, vâkıf-ı hakâyık-ı tevhîd bir zât-ı âlî-kadr olacak ki, Şeyh Hasib Efendi kendilerine intisâb eylemişdir. İrtihâl târîhinin 1213/(1798) olmasına göre, Hasîb Efendi, müşârünileyhden sonra otuzyedi sene daha muammer olmuşlardır.

Mübârek, halûk, âlim, ârif, sâhib-i kerâmât-ı ledünniyye bir zât imiş. Bu dergâhda müddet-i meşîhati kırkbeş senedir.

Sultân Mahmûd-ı sânî’nin mazhar-ı hürmeti olmuştur. Meşhûr Şeyh Müştâk-ı Kâdirî hazretleri, âlâ-rivâyetin bu dergâhta misâfir olup; Hasîb Efendi hazretleriyle pek sevişmiş ve hakk-ı âlîlerinde şu medhiyyeyi yazmıştır:

/216/ Medhiyye-i Yahyâ-zâde Şeyh Hasîb er-Rufâî :

أفسر تاج سر اسم مزكاى حسيب،                      

ثانى أش ثانىء قلب حكم نظم مجيب.

ثالثش ثالث حرفين، كريست رحيم،                      

ثالث اسم عظيم باى عال شير مجيب.

رابعش علم لدن، فاتحه، بسم الله،            

حرف ان نقطهء عرفان كه بشو سر عجيب.

كيست آن قبلهء جان حضرت يحي زاده،    

محيىء مرده دلان ذات نسيب شيخ حسيب.

چار حرفش كه جهار يار را ايما دارد،                    

جار ركن حرم مهر ومحبت تركيب.

حسنش ايينهء إندام بد ونيك نماست،                   

زشت را زشت كند خوب نكهبان دارد زيب.

نام باكش بلغز حرف بحرف اى مشتاق،     

نظم كردم باشارات عبارات غريب.[42]

Hasîb Efendi hazretlerinin, gülşen-i hayâtı 1250/(1834) senesinde resîde-i hazân-ı memât oldu. Dergâh-ı şerîf hazîresinde medfûndur. Târîhi:

Hak ola enfâs-ı ma’dûde tamâm

Kâr-ger olmaz müdâvâta tabîb

Düşdü bir târîh-i rengîn fevtine

   “Hû” diyüp göçdü fenâdan Şeyh Hasîb

    (هو ديوب كوچدى فنادن شيخ حسيب)

Ba’dehû mahdûmu Şeyh Muhammed Emîn Efendi, ca-nişîn olup, elliüç sene neşr-i feyz-i tarîkat eyleyerek, 1303/(1886) târîhinde dâru’l-cemâle âzim olmuştur. Dergâhda defîn-i hâk-i mağfirettir. Yerine mahdûmu Şeyh Hâfız Muhammed Hasib Efendi geçmiştir.

ŞEYH HASÎB EFENDİ

Velâdeti 1272/(1856); irtihâli 16 Recep 1329/(11 Temmuz 1911)’dur. Elliyedi sene muammer olmuşlar, yirmialtı sene neşr-i feyz-i tarîkat eylemişlerdir. Bâb-ı Meşîhatte Evrâk Müdîriyyeti'nde ve Silsile-i merâtib-i ilmiyyede bulundular. Pek edîb, zarîf, halûk bir zât-ı âlî-kadr idi.

Yahyâ Sa'deddîn Efendi nâmında birâderleri vardır. Onun velâdeti 1277/(1860)’dir. Muhammed Sirâceddîn ve Şa'bân isminde iki evlâdı kalmıştı. Sirâceddîn Efendi irtihâl eylemiştir. El-yevm Şa'bân Efendi câ-nişîn olup, fakat henüz küçük olduğundan Âraste Dergâhı şeyhi Sâdık Efendi vekâlet etmektedir.

Dergâhın bânîsi, Şeyhü’l-İslâm Sa'deddîn Efendi merhûmdur. Dergâh ittisâlinde medfûndur. Mahdûmu Esa’d Efendi’nin târîh-i irtihâli 1032/(1622)’dir.

ŞEYH YAHYÂ EFENDİ

Bâlâda yazdığım vechile Şa'bân Efendi-zâdedir. 1050/(1640) senesinde Kastamonu’da doğmuştur. Pederi, Sünbülî tarîkatinden imiş. Bu da ondan feyz-yâb olmuştur. İstanbul’a gelip Şeyhül-İslâm Hoca Sa'deddîn Efendi’nin Dârü’l-kurrâsını, oğlu Es'ad Efendi zâviye hâline kalb etmekle (...وَتَوَفَّنَا مَعَ الْأَبْرَارِ)[43] 1082/(1671)’de pederinin yerine câ-nişîn oldu. Miftâhî-zâde Şeyh Ahmed Efendi’den hilâfet aldı. (وَالْتَفَّتْ السَّاقُ بِالسَّاقِ)[44] 1109/(1699)’da vefât etti.

/217/ Eyüp Câmi'-i şerîfinin mihrâb ile kürsü hizâsında medfûndur. Eyüp’te, kürsü şeyhliği de vardır. Eş'ârı varmış, şu münâcât onundur:

Lutf eyle dil-i zâra Yâ Rab kerem eyle

Yâr olmasun ağyâra Yâ Rab kerem eyle


 

TARÎKAT-İ ALİYYE-İ BEDEVÎYYE

- Ser-halka-ı evliyâ Hz. İmâm Ali (Kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh)

- Cenâb-ı Hasan-ı Basrî (Radıya'llâhu anh)

- Habîb-i A’cemî hazretleri (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Dâvud-ı Tâî hazretleri (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Ma’rûf-ı Kerhî hazretleri (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Seriyyü’s-Sakatî hazretleri (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri( Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Muhammed el-Mağribî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebû Yûsuf Muhammed el-Kâsım (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Abdül-Kuddûs (Kaddesa’llâhu sırrahû)        

- Şeyh Ebû Tâhir Abdürrezzâk (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ali b. Hasan (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Abdülmecîd el-Mağribî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Abdülhamîd (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Zeyneddîn Abdülcelîl (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Seyyid Hasan b. Ali (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Hz. Pîr Seyyid Ahmed el-Bedevî (Kuddise sırruhu’l-alî)

(Silsilenin bir başka şekli de şöyledir) :

- Ser-halka-ı evliyâ Hz. İmâm Ali (Kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh)

- Cenâb-ı Hasan-ı Basrî (Radıya'llâhu anh)

- Habîb-i A’cemî hazretleri (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Şihâbeddîn (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ahmed-i Tebrîzî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Şemseddîn el-Mağribî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şey Abdül-Kuddûs el-Mağribî el-Fâsî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebû Tâhir Abdürrezzâk (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Abdürrezzâk (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Muhammed-i Şîrâzî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ahmed es-Sakkâ (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ali b. Hasan (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Abdülmecîd el-Mağribî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Abdülhamîd (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Zeyneddîn Abdülcelîl (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Seyyid Hasan b. Ali (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Hz. Pîr Seyyid Ahmed el-Bedevî (Kuddise sırruhu’l-alî)

Müşârünileyhin, Şeyh Ali b. Nuaym-i Bağdâdî vâsıtasıyla Seyyid Ahmed-i Rufâî hazretlerine ve bilâ-vâsıta İmâm Ebû’l-Hasan eş-Şâzelî’ye intisâbları vardır. Tabakât-ı Şa’râniyye’de muharrerdir. Hz. Rufâî’ye intisâbları, yed-i beyzâyı takbîl-i şeref-i âli’l-âline mazhariyyetleri âsâr-ı mebrûkesindendir, Hz. Rufâî’deki saltanat-ı tarîkata bakmalı ki, kendi müntesibleri arasında, Hz. Bedevî, Hz. İbrâhîm ed-Dessûkî gibi kutb-ı aktâblar yetişti. (Kaddes’llâhu esrârahum)

Kitâb-ı Cevâhiri’s-Seniyye fi’n-Nisbeti ve’l-Kerâmâti’l-Ahmediyye nâmında bir eser-i mahsûsu mütâlâa etmiş, Hz Pîr’e hayrân olmuş idim. Hz. Bedevî, ayn-ı a’yân-ı ehlî’ş-şerîati ve’l-hakîka ve sâhibü’l-esrârı’l-ilâhiyye, mâlik-i makâmâti’l-âliye bir kutb-ı efham, bir gavs-ı mükerremdir.

/220/ Hicret-i seniyyenin 596/(1200) senesinde Fas’da, dünyâya, zînet-bahşâ olmuşlardır. Sâdât-ı kirâmdan olup, silsile-i nesebi ber-vech-i atîdir:

Peder-i âlîleri Ali b. İbrâhîm b. Muhammed b. Ebî Bekr el-Makdî b. İsmâîl b. Ömer b. Ali b. Osmân b. Hüseyin b. Muhammed b. Mûsâ b. Yahyâ b.  Îsâ b. Ali b. Muhammed b. Hasan b. Ca'fer b. Ali b. Mûsâ b. Ca'fer es-Sâdık b. Muhammed b. Ali b. Hüseyin b. Hz. Ali (Rıdvânu'llâhi teâlâ aleyhim ecmaîn).

Vâlide-i muhteremelerinin ism-i şerîfi Fâtıma bt. Muhammed’dir.

Haccâc-ı Zâlim, şürefâ ve sâdâtı katl ettiği vakit ecdâd-ı kirâmları, Mağrib tarafına hicret etmişlerdir. Hz. Pîr’in birâderi buyuruyor ki: Mekke-i Mükerreme’ye işâret-i ma’nevîyye oldu. Seyyid Ahmed o zamân yedi yaşında idi. 603/(1207) senesinde pederiyle Mekke’ye hicret eylemiştir. İşâret-i ma’nevîyye şu sûretle olmuş:

Peder-i muhteremleri Seyyid Ali, âlem-i hâbda hâtif-i gaybdan; “Yâ Ali, bu diyârdan rihlet eyleyip, Mekke-i Mükerreme’de tavattun et. Orada dergâh-ı izzetten sizlere azîm şân zâhir olsa gerektir.” diye bir hitâb-ı müstetâb, sem’-ı cânına vâsıl oldukta, derhâl oğullan Seyyid Ahmed-i Bedevî ve Şerîf Hasan ile Fas şehrinden, cânib-i Hicâz’a teveccüh ederler. Yolda kabâilden pek ziyâde hürmet gördükleri gibi, Mekke-i Mükerreme’de dahi refâh-ı tâmma vâsıl olmuşlardır.

Müşârünileyh Şerîf Hasan nakl ediyor:

Dört senede Mekke-i Mükerreme’ye vâsıl olduk. Mekke-i Mükerreme’nin eşrâfı bizi kemâl-i hürmetle istikbâl ederler idi. Misâfirleri olduk. 617/(1220) senesinde, ya'nî Mekke-i Mükerreme’de on sene ikâmetten sonra pederimiz irtihâl-i dâr-ı naîm eyledi. Cennetü’l-Muallâ’ya defn olundu. Kabr-i şerîfleri ziyâret-gâh-ı enâmdır. Seyyid Ahmed yirmibir yaşında idi. Kardeşlerimizin en küçüğü Hz. Seyyid Ahmed idi. Kalben ve şecâaten ise en büyüğümüz idi. Mekke ahâlisi ona, bu şecaatinden nâşi, /221/ “Uttâb” ya'nî “yıkıcı” nâmını vermişlerdir. Henüz küçük yaşında iken cezbe-i Rahmâniyye hâsıl ve mevâhib-i Rabbanîyyeye vâsıl olup ser-mest olmuşlardır. Bî-ihtiyâr halktan ferâgat eylediler. Söz söylemediği vakit olurdu, işâretle ifhâm-ı merâm ederdi.

Âlem-i vahdetle me’nûs olduğundan cem'iyyet ve istiğrâkları gün-be-gün tezâyüd ederek, şöhre-i âfâk oldular.

Hicretin 633/(1235) senesinde, otuzyedi yaşında kendisine âlem-i ma’nâda üç kerre hâtif-i gaybdan, “Yâ Ahmed! Matla'-ı şems cânibine teveccüh kıl, ondan sonra Mısır diyârında Tanta cânibine teveccüh eyle, orada karâr et; toprağın ve makâmın oradadır.” diye bir nidâ-i ma’nevî geldi. Evlâd ü iyâli ile derhâl Mekke’den Irak’a azîmet edip, Bağdâd’a vusûlünde, cemî'-i ehl-i zâhir ve ehl-i bâtın kendilerini istikbâl ile tekrîm ve ta'zîm eylediler. Burada bir müddet ibâdât ü tâat ile meşgûl olup, bir sene sonra avdet ile diyâr-ı Mısır’a gelir iken, birkaç def'a kuttâ'-ı tarîka tesâdüf edip, bir işâretleriyle onları havf u haşyete müstağrak eylediler. Hırsızlar bir zarar îrâs edemezlerdi.

Irak’da bulundukları zamân Hz. Rufâî’nin kabr-i enverlerini ziyâret eylemiştir.

Tanta’ya vusûlleri 637/(1239) senesine müsâdifdir. Evvelâ, şeyhü’l-beled İbnü Şahîta nâm kimsenin hânesine misâfir olarak, evin sütûhunu, ya'nî üstünü (Oralardaki evlerin üstü düzdür. Yazın serin olur diye hâne halkı burada yatarlar.) menzil-gâh ittihâz edip, gece gündüz ayakta ve gözlerinin siyâhı kıpkırmızı oluncaya kadar semâya nazar ederdi. Bu hâlde, yemeden, içmeden, uyumadan, kırk gün geçdi. Tam oniki sene satıh üzerinde hayât geçirdiler.

Bundan sonra Fîşe nâhiyesine gitmiştir. Abdülâlî ve Abdülmecîd ile sohbet etti. Bu zamân elliüç yaşında idiler. Bu iki zât sâdâtdan ve evliyâu’llâhdan idi.

/222/ Mürşidi’z-Züvvâr nâm eserde gördüm, müşârünileyhimâ ile aralarında münâsebet-i külliyye husûle geldi.

Hz. Şeyh’e, “Bedevî” tesmiyesi, Bedevîler gibi ağzını burnunu kapar imiş. Bundan kinâyet olarak, kardeşi tarafından tevsîm olunmasından mütevelliddir. Sonra yüzlerini de örter oldular. Hattâ imâmesinde iki lisâm sarkıtırlar imiş. Bu sebepden kendilerine “Ebu’l-Lisâmeyn” dediler. Nikâbsız gezmezler idi.

Bu bahse taalluku i’tibârıyla derc ediyorum: “Şeyh Abdüllatîf-i Bursevî’nin Kitâb-ı Vâkıâtında., Hz. Bedevî’ye “Ebu’l-Lisâmeyn” derler. Lisâme, nikâb ma’nâsınadır. Mübârek yüzlerinde birbiri üzerine iki nikâb var idi. Asla cemâlini kimse görmez idi. Hattâ mürîdlerinden biri cemâllerini görmeye şiddetle müştâk olup, ref'-i nikâb ile görmeye ricâ-mend oldu. Hz. Bedevî ise, bu ricâdan vazgeçmesini söyledi. Zîrâ, “Onun temâşâsına tahammül edemezsin.” dedi. Çâre olmadı. Isrârda bulunmasıyla nikâbın birini ref' eden Hz. Bedevî’nin yüzünde bir nikâb olduğu hâlde, lem’a-feşân olan nûra tâkat getiremeyen o mürîd, derhâl cânı cânana verip Hakk’a vâsıl oluverdi

Mısır’da basılmış Karâfetü'l-Ebrârda bunu ta’yîn eden şu tafsîli gördüm:

Hem-sohbet oldukları Abdülmecîd hazretleri “Efendim vech-i pâkinizden nikâbı ref' ediniz, sûreten cemâl-i tâb-nâkınızı görsek olmaz mı?” diye niyâzda bulundu, Hz. Şeyh, “Lutuf ve merhamet ediniz, bu talebten vazgeçiniz, ref’i nikâb eylersem, tâkat getiremezsiniz.” buyurdular. Abdülmecîd, “Cân vermeyince cânan ele girmez.” diyerek şu beytin Arapçasını okumuştur :

Nedir cân kim  anı sen nâzenîn cânâna virmezler

Sana âşık olanlar yoluna cânâ ne virmezler

Bunun üzerine Seyyid Ahmed el-Bedevî hazretleri, müşârünileyhin hakîkaten müştâk-ı cemâl olduğunu anlayarak rûy-ı pür-envârından nikâbı ref' edip, arz-ı dîdâr eylemesiyle Abdülmecîd hazretleri, tâb-ı dîdâra tâkat getiremeyip, fi’l-hâl teslîm-i rûh eylemiştir. (Kaddesa’llâhu sırrahu)

Abdülâlî, nâm-ı dîgerle Abdülmüteâl hazretleri, Hz. Pîr’in irtihâline kadar sohbet-i aliyyelerinde bulundu. Saâdet-i uzmâ bildi, hıdmet-i şerîfesinden ayrılamadı. Ba’dehû nâil-i hilâfet oldu.

Cenâb-ı Pîr’in irşâdları, nazar ile idi. Çok kimseleri, Abdülâlî huzûra getirir bir nazar eylerse, hasta ise, bi-izni’llâh derhâl şîfâ bulurdu. Tâlib-i ma’rifet ise, kemâle vusûl ile feyz-yâb olurdu. “Haydi seni falan mahalde irşâda me’mûr ettim halîfem ol.” diye emir buyururlardı.

Bu tasarrufât-ı gaybiyye ve ahvâl-i acîbe, sutûhdan sonra zâhir ve sâdır olmuştu. /223/ Hattâ, Ahmedîlere, “Ehl-i sath, sutûhıyyûn” derler. Her kim ki, müşârünileyhe karşı kalbinde bir hiss-i inkâr u hakâret beslemiş ise, li-hikmeti’llâh muzmahil ve perîşân olmuştur.

Hakk-ı âlîlerinde lisân-ı Arab’da yazılmış menkabet-nâmeler vardır. Zamân-ı âlîlerinde hükümdâr-ı Mısır olan zât ulüvv-i kadr ü kemâllerini tasdîk ettiğinden bi'z-zât hıdmet-i aliyyelerinde bulunmuş olduğu menkûldür.

Sinn-i mübârekleri yetmişdokuza vâsıl olduğu zamân 675 sene-i hicriyyesinde (1276), âzim-i ravza-i dâri’s-selâm oldular. Cenâzelerinde azîm kalabalık olmuş ve Tanta’da vedîa-i hâk-i ıtır-nâk kılınmıştır. (Kaddesa’llâhü sirrahû ve nefeanâ’llâhü bi-berekâtihî ve himmetihî ve füyûzâtihî. Âmin.)

İntikallerinin şuyûuyla bütün ehl-i Mısır müstağrak-ı ye’s ü gam oldular. Berây-ı ta'ziye, fevc fevc ziyâretlerine geldiler ve halîfeleri Abdülmüteâl hazretlerine arz-ı tesliyet eylediler.

Hz. Pîr’in, aktâr-ı âleme gönderdikleri hulefâsı dahi nezd-i müşârünileyhe gelip, izhâr-ı teessür eylediler. Ahâlî-i Mısır ve mensûbîn-i tarîkat, her sene tekerrür-i ziyâreti âdet edindiler. El-yevm bir yevm-i mahsûs şeklini aldı. Her sene civâr-ı Hz. Pîr’de azîm bir panayır kurulmaktadır. Afrika Delîli nâm eserde okumuş idim. Her sene, Mısır’ın her tarafından buraya, her türlü ve her sınıftan yüzbini mütecâviz halk içtimâ' ederek, gerek Pîr-i müşârünileyh hazretlerinin medfûn oldukları türbe-i şerîfede ve binâ ve türbesinin dahi müştemilen mebnî bulunduğu câmi'-i şerîfde ve avlusunda ve gerek kasabanın câ-be-câ nevâhî ve havâlisinde kurulan binlerce çadırlarda sâkin olurlar. Turuk-ı aliyyeden bir takımlarına mahsûs çadırlar dahi rekz olunarak bunlarda ezkâr ve ibâdet ile iştigâl olunur. Dîger haymelerde alış veriş yaparlar, panayırlar gibi her türlü eşyâ meşheri olurmuş.

“Mevlid” nâmını da alan iş bu ictimâin son günü turuk-ı aliyye meşâyih ve dervîşânı kâfile kâfile alem-efrâz-ı gulgule ve tabl ve nekkârelerle sâmia-hırâş /224/ erbâb-ı sekînet ü murâkabe oldukları hâlde, kasaba dâhilinde bir resm-i geçit alemleri kaldırarak, ictimâa o gün nihâyet verildiğini, bu hâl ile halka ihbâr ederlermiş.

Evc-i himmet güneşi  lem’a-ı aşk-ı nebevî

Şevket- efrûz-ı Hudâ  hem nefes-i ism-i kavî

Cilve-zâr-ı kıdemin nûr-ı tecellâ-yı nevi

İncilâ-gâh-ı fuyûz-ı nazar-ı Mustafavî

Kutb-ı aktâb-ı cihân Hazret-i Seyyid Bedevî

ŞEYH EBU’L-FETH el-VÂSITÎ

Hz. Pîr’den aldığı emir ve işâret üzerine İskenderiye’ye gelip, neşr-i tarîkat etmiştir.

Şeyh Abdüsselâm el-Kuleybî, Şeyh Abdullâh el-Baltacı, Şeyh Tâceddîn Begüm en-Neccâr, Şeyh Behrâm ed-Demir, Şeyh Câmiu’l-Fazliyye ed-Denevşerî gibi zevâtı yetiştirmiştir.

Şeyh Ebu’l-Feth, şerîatta ve hakîkatta âlim olup, tarîkata duhûlünden beri arkasını hiç yere koymamıştır. Hastalandığı vakit yastığa dayanırlar imiş.

Hz. Pîr-i a’zam telâmîzinden olup, İskenderiye’de irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir.

ŞEYH ABDÜLAZÎZ HAZRETLERİ

Hz. Pîr’den mazhar-ı feyz olanlardandır. Pederleri, Ahmed b. Saîd ed-Demirî eş-Şâfiîdir. “ed-Dîrînî” demekle ma’rûftur. Sâhib-i zühd ü vera’ idi. Bilâd-ı Rabak’da ikâmet ederdi. Şeyh Ken'an Bey eserinde, müşârünileyh hakkında nakl ediyor ki, (إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ إِذَا ذُكِرَ اللَّهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ وَإِذَا تُلِيَتْ عَلَيْهِمْ آياتُهُ زَادَتْهُمْ إِيمَانًَا وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ); ya'ni "Mü’min-i kâmiller onlardır ki, Allah teâlâ zikr olundukta O'nun azamet-i celâl ü heybetinden kalpları korkar ve âyetleri tilâvet olundukta îmânları artar ve cemî'-i umûrunda Allah teâlâya tevekkül ederler."[45]

Bu âyet-i kerîmenin hakâyıkı hakkında müşârünileyh Abdülazîz:

Hakîkatte mü’min, zikru’llâh esnâsında bu sıfatı ve Kitâbu’llâh’ı istima zamânında bu hudûu hâiz olan ve Hakk’a mütevekkil ve Hakk’ın ihsânında cûdî ve tâatu’llâh’da /225/ bulunandır. Rasûlu’llâh (salla’llâhu aleyhi ve sellem) hazretleri buyurmuşlardır ki: “Memeden çıkan süt, tekrâr nasıl memeye avdet etmezse, haşyetu’llâh münâsebetiyle ağlayan mü’min dahi nâra girmez.” Kezâlik buyurmuşlardır: “Fî sebili‘illâh sabâhlayan ve mahârimden kapanan ve Allâh korkusundan ağlayan göz nâra girmez”.

Bir gün Ömer b. el-Hattâb (radıya'llâhu anh) efendimiz, birinin okumakta olduğu (إِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ)[46] âyet-i celîlesini dinlemekte iken, okuyan (وَإِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ)[47] kavl-i kerîmine gelince düştü bayıldı.

Bir gün dahi kâriin biri sûre-i Tûr’u okuyordu. Müşârünileyh hazretleri durdu, dinledi. Kâri’ (إِنَّ عَذَابَ رَبِّكَ لَوَاقِعٌ مَا لَهُ مِنْ دَافِعٍ); ya'ni, "Rabbin celle şânuhûnun azâbı elbette vâki'dir. Onu ref' edici hiç bir şey yoktur."[48] âyet-i kerîmesini okuyunca, Hz. Ömer, bir sâat kadar duvara dayanıp kaldıktan sonra, hânelerine avdet buyurdular. Bir ay kadar hasta olup, dışarı çıkamadılar.

Abdullâh b. Amr el-Âs der idi ki:

Ağlayınız, eğer ağlayamazsanız ağlar gibi yapınız. Cenâb-ı Hakk’a kasem ederim, eğer siz âkıbetinizi bilseniz, sesiniz kesilinceye kadar âh ü figân ederdiniz. Kuvvetden düşünceye kadar, tâat ve ibâdette bulunurdunuz.”

Müşârünileyhin mevâızı, kerâmâtı meşhûr olup, 600/(1204) senelerinde irtihâl eylediler. (Kaddese’llâhu sırrahû)

/226/ Şuabât-ı Tarîkat-ı Aliyye-i Bedeviyye :

Şenâviyye, Kabûliyye, Halebiyye, Beyyûmiyye, Merzûkiyye, Sütûhiyye, Ulvâniyye.

Beyyûmiyye Kolu :

Müessisi, eş-Şeyh Ali b. el-Hicâzî b. Muhammed-i Beyyûmî hazretleridir. Hicretin 1180/ (1766) senesinde, Mısır’da kâin “Beyyûm” kasabasında âlem-i nâsûtu teşrîf buyurup, Kur’ân-ı azîmü'ş-şânı hıfz ve ulûm-ı zâhire ve usûl-i hadîs tahsîl eylediği gibi, kendilerinde cezbe ve şevk-ı ilâhî dahi tecellî-nümâ-yı istiğrâk ve velâyetle meşhûr-ı âfâk oldu. Mısır’ın yarım sâat şimâlinde ve Abbâsiyye civârında medfûn, tarîkat-ı Halvetiyye eâzım-ı ricâlinden Seyyid Hasan Timurtaş hazretleriyle de tenvîr-i bezm-i muhabbet ve sülûk buyurmuşlardır. Tarîkat-ı Beyyûmiye-i Bedevîyye’de pek çok mürîdân olup, bunların, leyâlî-i mübârekede cem'iyyetle kıyâmen gâyet halâvetli zikrü’llâh ile, ihyâ-yı leyâl eylediklerini Delîlü Vâdi’n-Nîl nâm eserde okumuş idim.


 

/231/ TARÎKAT-İ ALİYYE-İ MEDYENÎYYE :

- Ser-çeşme-i evliyâ Hz. İmâm Ali (Kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh)

- Cenâb-ı Hasan el-Basrî (Radıya'llâhu anh)

- Hz. Habîb el-A’cemî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Hz. Davûd et-Tâî ((Kaddesa’llâhu sırrahû))

- Hz. Ebû Mahfûz Ma’rûf Ali el-Kerhî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Hz. Ebu’l-Hasan Seriyyü’s-Sakatî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Hz. Cüneyd el-Bağdâdî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebû Ali Rûdbârî ((Kaddesa’llâhu sırrahû))

- Şeyh Ebû Osmân el-Mağribî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebû’l-Kâsım-ı Gürgânî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebû Bekr en-Nessâc (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ahmed Ârif b. Muhammed el-Gazâlî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebû’l-Fazl Muhammed el-Bağdâdî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebû Ya’zî el-Mağribî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebû Saîd el-Endülüsî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Kutbü’l-ârifîn Şeyh Ebû’l-Medüyen[49] el-Mağribî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Hîn-i tedkîkâtımda, bu ehl-i silsilede fazla ve eksik ba'zı isimlere tesâdüf eyledim. Meselâ, Ebû Ali Rûdbârî’den sonra, ba'zı silsile-nâmelerde Ebû Ali Kâtib-i Hüseyin hazretleri gösterildiği gibi, fakîrin yazdığım silsile-nâme-i mezkûrdeki Şeyh Ebu’l-Kâsım-ı Gürcânî, ba'zı silsile-nâmelerde hiç zikr olunmamıştır. Şeyh Ebu’l-Fazl Muhammed el-Bağdâdî, ba'zı silsile-nâmelerde, Şeyh Ebu’l-Fazl İbrâhîm el-Bağdâdî sûretinde gösterilmiştir. Şeyh Ebu’l-Berekât’dan sonra, Şeyh Ebû Ya’zî el-Mağribî isminde başka silsile-nâmelerde bir isim göremedim.

ŞEYH EBÛ MEDÜYEN HAZRETLERİ 

Sâhibü’l-kerâmâti’l-hârika ve’l-akvâli’s-sâdıka bir zât-ı mükerremdir. Ebû Medüyen, “Şuayb b. Hasan et-Tilemsânî el-Mağribî” diye meşhûrdur. /232/ Birinci tabaka evliyâu’llâhdan olduğu müttefekun aleyhdir. Müddet-i medîde, tefsîr ve hadîs ve fıkıh ilimlerini tahsîlden sonra Şeyh Ebû Saîd el-Mağribî hazretlerine intisâb ile maârif-i ilâhîyyeyi tahsîl ve sülûku tekmîl eylemiştir. Cenâb-ı Gavs-ı A’zam Abdülkâdir-i Geylânî efendimize de mülâkî olup, ahz-ı feyz ettikleri menkûldür.

Tevhîd ü tevekkülde meşâyih-ı sûfiyyenin imâmı idi. Zühd ü takvâda bî-nazîr idi. Elinden şarâb-ı hâli içen nice zevât, aşk-ı Hudâ ile ser-mest olmuşlardı. Dâhil-i dâire-i irfânları olanlar meyânında Şeyhü’l-Ekber Muhyiddîni Arabî hazretleri gibi bir zât-ı ekremin bulunması uluvv-i kadr ü kemâlâtları hakkında söz söylemeğe hâcet bırakmaz.

Ebû Medüyen hazretlerinin zuhûrları Mısır’da vâki' olmuştu. Şöhretleri âleme şâyi' oldukta, halk ziyâret-i aliyyelerine şitâbân olurdu. Herkes, teberrüken mübârek ellerine yüzlerini, gözlerini sürerler idi; öperler idi. Halkın bu hâlini gören ba'zı şeyhler, Ebû Medüyen hazretlerine, “Nefsinizde, bundan bir eser-i fahr his buyuruyor musunuz?” diye suâlde bulunmuşlar, “Benim hâlim, Hacerü’l-Esved’e müşâbihtir. Bu enbiyâlar, evliyâlar onu takbîl ettiler; hâlbuki onun haceriyyeti zerre kadar tagayyür etmez.” cevâb-ı ârifânesini vermişlerdir.

Bir zât, şeytanı rü’yâsında görüp, “Ebû Medüyen ile nasılsın?” diye sormuş, şeytân ise, “Benim onu idlâle sa’yim, kilâbın deryâya tebevvülü gibidir.” demişlerdir. Bu fıkrayı Şeyh-i Ekber efendimizin Fütûhât’ında gördüm.

Ebû Medüyen hazretleri, bir kerre küffâr eline esir düşüp, bir gemiye koymuşlar, geminin seyrine hâdim rüzgâr var iken, derhâl rüzgârın kesb-i sükûnet ettiği görülmüş ve sefîne hareketten kalmıştır. Kaptan işi anlayıp Hz. Şeyh ile sâir üserâ-yı İslâmiyye'yi tahliye eylemiştir.

Hz. Muhyiddîn, Fütûhât-ı Mekkiyye’nin müteaddid yerlerinde kendilerinden bi’l-münâsebe bahs etmektedir.

/233/ Sene-i hicriyyenin 589’unda (1193) kesret-i sivâdan, halvet-i ukbâya rucû’ buyurdukta, Mısır’da makbere-i mahsûsasında rahmet-i Rahmân’a tevdî' olunmuştur. Tarîkat-ı aliyyeleri Mısır ve havâlisin de münteşirdir.

Rumeli, Anadolu ve İstanbul’da gayr-i münteşirdir.

Şu'beleri :

Cebertiyye, Meymûniyye, Dücâniyye, Ulvâniyye, Ulvâniyye-i Hamaviyye. Fakîrin istitlââtıma göre, zamân zamân yetişen evliyâu’llâh’dan bu tarîka intisâb edenlerin, başka tarîklardan da feyzleri olup, ale’l-ekser nâmları dîger tarîkatlarda teşehhür edince, tarîkat-ı Medyeniyye onlara inkılâb edivermiştir. Çünkü hâl-i hâzırda, “Filan zât tarîkat-ı Medyeniyye ricâlindedir.” diye işitilmemektedir. Ebû Medüyen hazretlerinin Kasîde-i İstiğfâriyye’leri, bir misli yazılmaz bir eser-i dil-pezîrdir. (Kaddesa’llâhü esrârahû)


 

/234/ TARÎKAT-İ ALİYYE-İ SÜHREVERDİYYE

- Ser-çeşme-i evliyâ Hz. İmâm Ali (Kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh)

- Hz. Hasen el-Basrî (Radıya'llâhu anh)

- Hz. Habîbü’l-A’cemî (Kaddesa’llâhu sırrahû )

- Hz. Dâvud et-Tâî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Hz. Ebû Mahfûz Ma’rûf Ali el-Kerhî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Hz. Ebu’l-Hasan Seriyyü’s-Sakatî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Seyyidü’t-tâife Hz. Şeyh Cüneyd el-Bağdâdî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Mimşâd ed-Dîneverî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Muhammed el-Dîneverî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Muhammed el-Bekrî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Vecîhüddîn el Kâsî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ömer el Bekri (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebu’n-Necîb Ziyâeddîn-i Sühreverdî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Cenâb-ı Pîr Ömer Şihâbeddîn-i Sühreverdî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Kıdvetü’l-muhakkıkîn, reîsü’l-müdakkıkîn bir zât-ı kerîmü’s-sıfâttır.

Velâdetleri : 547/(l152) Müddet-i ömürleri :85 sene. İrtihâlleri : 632/ (1235)

Esmâr-ı Esrâr’da. böyle muharrer ise de, vâki’ olan tedkîkatımda ba'zı eserlerde târîh-i velâdetlerini 539/ (1144), sinn-i âlîlerini doksaniki diye gösterilmiş buldum.

ŞEYH EBU’N-NECÎB es-SÜHREVERDÎ

Müşârünileyh hazretleri, meşâhîr-i ulemâdan ve kibâr-ı sûfiyyeden olup, neseb-i âlîleri onüç kuşakta Hz. Ebû Bekr es-Sıddîk (radıya'llâhu anh) efendimize müntehî olur.

Hicretin 490/(1097) senesinde, İran’da, Irâk-ı Acem’in şimâl-i garbî köşesinde ve Zencân’ın kurbunda kâin Sühreverd nâm kasabada dünyâya zînet verip, henüz genç iken, li-ecli’t-tahsîl Bağdâd’a gelerek, Ali b. Pinhân’dan ilm-i hadîs ve Es’ad-ı Mebhin’den fıkıh ve sâir ulemâdan ulûm-ı sâire tahsîl ve İsfahan’da Ebû Ali el-Haddâd’dan istimâ-ı ehâdis-i şerîfe eylemiş ve ba’dehû deryâ-yı zühd ü takvâya atılmıştır.

/235/ Bir müddet Bağdâd’da suculuk edip kedd-i yemîniyle yaşamış ve Dicle’nin garbında mürîdân için ribâtlar yaptırmış idi.

545/(1150) senesinde, fazl ü kemâli sayesinde Medrese-i Nizâmiyye’ye müderris ta’yîn olunmakla, oniki sene orada tedrîs-i ulûm ile bade’l-iştigâl, 558/(l163)’de Beyt-i Makdis’i ziyâret etmek üzre Şam’a gelip, ehl-i salîb muhârebâtından dolayı Kudüs’e gidememiş ve bir müddet Şam’da tedrîs-i hadîs-i şerîf ve va’z u nasîhat ile iştigâl eylemiştir. Melik-i âdil Nûreddîn Mahmûd tarafından rağbet ü iltifâta mazhar olmuş idi.

563/(1168) senesinde, Bağdâd’da terk-i âlem-i hayât eylemiştir. Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleriyle musâhabet ederek, istifâza da etmiş idi.

Tarî’kat-ı Halvetiyye silsilesi, bu zât-ı muhteremden ayrılır. Tarîkat-ı Sühreverdiyye ve Zeyniyye ve Dessûkıyye ve Kübreviyye de Halvetî koluyla alâkadar olup tafsîli inşâa’llâh, Halvetî bahsinde gelecektir.

CENÂB-I PÎR ÖMER ŞİHÂBEDDÎN-İ SÜHREVERDÎ

Müşârünileyh, Ziyâeddîn Ebu’n-Necîb hazretlerinin birâder-zâdeleridir. İsm-i âlîleri, Ebû Hafs Ömer b. el-Bekrî olup, eâzım-ı meşâyıhdan ve fukahâ-yı Şâfiiyyeden olup, zikri mesbûk Ziyâeddîn’in mürîdidir. Neseb-i âlîleri bi’t-tab’ Hz. Sıddîk-ı a’zam efendimize müntehî olur.

Hicretin 539/(1144) senesinde Sühreverd’de mehd-ârâ-yı âlem-i şuhûd olmuştur. Ulûm-ı lâzimeyi tahsîlden sonra, amm-i ekremine intisâb ile berâber, Cenâb-ı Gavs-ı A’zam’a dahi arz-ı nisbetle feyz alarak, zâhirini, bâtınını kemâlât ile tenvîr ederek, tedrîs ü ifâde, va’z u nasîhat yüzünden büyük şöhrete mazhar oldular.

İmâm Yâfii hazretleri, hakk-ı âlîlerinde şu sûretle vasıfta bulunuyorlar:

Üstâd-ı zamâne ve ferîd-i âvâne, matlau’l-envâr, menbau’l-esrâr, delîlü’t-tarîka, tercümânü’l-hakîka, üstâd-ı şüyûhı’l-ekâbir, /236/ el-câmi' beyne ilmeyi’l-bâtın ve’z-zâhir, kıdvetü’l-ârifîn, umdetü’s-sâlikîn, el-âlimü’r-rabbânî Şihâbeddîn Ebû Hafs Ömer b. Muhammed el-Bekrî es-Sühreverdî  (kaddesa’llâhü teâlâ sırrahû).”

İleri gelen meşâyıhtan pek çoğuyla görüşmüştür. Şakâyık-ı Nu’mâniyyede, “Ba'zı abdâllarla cezîre-i ibâdâtta bulunmuş ve Hızır (aleyhi’s-selâm)’ı bulmuştur. Hz. Abdülkâdir, müşârünileyhe buyurmuştur: Sen Irak’ta meşhûr olanların âhirisin.” diye nakl olunmaktadır.

Musannefâtı ve Fârisî ve Arabî’de söylediği şiirleri çoktur. Enfâs-ı kudsiyyelerindendir :

تصرمت وحشة الليالي،           

وأقبلت دولة الوصال.

وصار بالوصل لي حسودا،                   

من كان في هجركم رأى لي.

وحقكم بعد أن حصلتم،                     

بكل ما فات لا أبالي.

            أحييتموني وكنت ميتا،            

وبعتموني بغير غالي.[50]

Âsârından en meşhûru Avârifü’l-Maârif’tir. Def'aâtla hac eylediği gibi, bu kitâbı Mekke-i Mükerreme’de te’lîf buyurmuştur.

Her ne zamân bir müşkili olsa Allâhü teâlâ hazretlerine mürâcaat eyler ve Hâne-i Ka’be’yi tavâf eyler idi ve tevfîk isterdi ki, müşkili def’ ola. Erbâb-ı irfân-ı tarîkat, uzaktan, yakından gelip kendisinden istiftâ ederler idi.

Şeyh Sa'deddîn-i Hamevî hazretlerinden, “Şeyh Şihâbeddîn’i nasıl buldun?”diye sormuşlar. “Hz. Rasûl-i Ekrem (salla’llâhu aleyhi ve sellem)’in mütâbaati nûru, Sühreverdî’nin alnındadır.” cevâbını vermişlerdir. Şeyh Sa’dî-i Şîrâzî gibi bir mürîdinin ismini zikretmek, Hz. Şihâbeddîn’in büyüklüğünü i’lâma hizmet eder.

Hicretin 632/(1235) senesinde, irtihâl-i dâr-ı bakâ ederek, Bağdâd’da, âsitane-i aliyyelerinde medfûn ve rahmet-i Rahmân’a makrûndur. Ziyâretgâh-ı hâss u âmdır. (Kuddise sırruhu’l-azîz)

Rûhu’l-Mesnevî’de, birinci cildin 115. sahîfesinde okuduğuma göre, Şeyh Şihâbeddîn, Ömer-i Sühreverdî’nin birâder-zâdesi olan Şihâbeddîn el-Maktûl ki, hikmet-i İşrâkıyye’yi ihyâ eylemiştir. Ziyâde kalender ve misâfir idi. Melik Tâhir gününde, Haleb’e mürûr ettikte, fukahâ hased edip, “İfsâd-ı dîn ediyor.” diye şikâyette bulundular. 586/(1190) senesinde katl ettirdiler.

Erzurumlu Mehmed Nûri Efendi dedi ki:

Bu zâta, işrâkiyyûn denilmesi, Heyâkilü’n-Nûr nâmıyla te’lîf etmiş olduğu kitâbtan dolayıdır. Bu kitâbda, o mesleği kabûl ettiğinden, mutasavvıfa ile İşrâkiyyûn arasında müşterek olan bâhisleri câmi'dir. Kendisi mutasavvıfadan ve şer’-i Muhammedî’de kemâl-i tebaiyyetle feyz-yâb olanlardandır.”

ŞUABÂT-I TARÎKAT-İ SÜHREVERDİYYE :

Bedriyye, Kemâliyye, Zeyniyye, Behâiyye, Ahmediyye, Necîbiyye’dir.

Necîbiyye şu'besinin müessisi, Şeyh Necîbüddîn Ali eş-Şîrâzî (kuddise sırruh’l-Bârî), /237/ hazretleridir. İbrâhîm ed-Dessûkî bu koldan gelir. Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî hazretleri de alâkadardır. Şâzelî bahsinde zikrolunacaktır.


ŞEYH SA’DÎ ŞÎRÂZÎ HAZRETLERİ

Meşâhîr-i fuzalâ vü udebâ ve ricâlu’llahdandır. Gülistân ve Bostan nâm eserlerin müellif-i zî-iştihârıdır. İsimleri Muslihuddîn olup, İran’da yetişmiş büyüklerdendir. Şuarâ-yı İrâniyye’nin eâzımındandır. Hükemâ-yı süfiyyedendir. Felsefesi yüksektir. Gülistân nâm eseri, yakın vakte kadar mekteplerimizde okutturulurdu. Bu münâsebetle kendilerini herkes tanır.

Atabeg Sa’d b. Zengî asrında zuhûr edip, hükümdar-ı mezkûra mensûb pederi, efendisinin nâmına nisbetle Sa’dî mahlasını vermiştir. 589/(l 193)’da doğmuştur.

Kâmûsu’l-A’lâm müellifi der ki:

Yüz iki sene muammer olup, çocukluğunda geçen on iki seneden mâ-adâ, ömrünün otuz senesini tahsîl, otuz senesi seyâhat ve askerlik ile ve otuz senesini dahi inzivâ ve ibâdetle geçirdiği meşhûrdur.”

Seyâhati esnâsında, gazâ ve tahsîl kasdıyla Rum ve Hind ve sâir tarafları gezmiştir.

Hâl-i hayât-ı sûriyyelerinde iken te’lîfâtı âlem-i İslâm’da intişâr eylemiştir. Çok şöhret kazanmış idi. Her yerde hürmet ve riâyete mazhar olmuş idi.

Evvelâ Bağdâd’da Medrese-i Nizâmiyye’de, meşhûr Şeyh Ebu’l-Ferec-i Cevzî’den tahsîl-i ulûm etmiş ve bir müddet bu medresede tedrîste bulunmuştur.

Gülşen-i ma’rifetin bülbülüdür Şeyh Sa’dî

Şeyh Şihâbeddîn-i Sühreverdî hazretlerinden ahz-ı tarîkat eylediği gibi, Kutbu’l-aktâb Hz. Abdülkâdir’in dahi mazhar-ı feyz-i ma’nevîleri olduğu ba'zı âsârda görülmüştür. Ondört def'a yaya olarak, ziyâret-i Harâmeyn’e muvaffak olmuş ve ömrünün kısm-ı a’zamını Irak ve Şam’da geçirmiştir.

Mısır, Horasan, Rum ve Hind ve Mâverâünnehir ve Kaşgar’a /238/ kadar temdîd-i seyâhat eylemiş ve her gördüğünden hakâyık-ı tevhîd neş’esine mazhar olup, tezyîn-i zât u sıfât eylemiştir.

Ehl-i salîb muhârebesinde frenklerin eline esir düşüp, bir müddet Trablusşam istihkâmının inşâsında amele sırasında çalıştırılmış ve nihâyet Haleb ağniyâsından biri tarafından fidye ile tahlîs edilmiştir. Çekmediği meşakkat, görmediği cefâ kalmadıkdan sonra, Şîrâz civârında inşâ eylediği bir zâviyede, âhir vaktine değin inzivâ-yı hayât etmiştir. Gelen hedâyâ ve at’ımeden, kifâf-ı nefsinden mâ-adâsını tasadduk ederdi. Ulemâ ve ekâbir ve sulehâ ziyâret-i aliyyelerine şitâbân olurlardı ve hayır duâlarını taleb ederler idi. Zâviyesine her geleni i’zâz ü ikrâm eder, cümlesine at’ıme-i lezîze yedirir idi.

En büyük şöhreti gazeliyyâttadır. Ekseri rumûz-ı tasavvufiyyeyi ve hakâyık-ı ârifâneyi mütezâmmındır. Gülistân’ı, elsine-i muhtelifeye tercüme olunmuştur. Avrupa lisânlarının cümlesinde tercümesi vardır.

Tab’ı letâif ve zarâife nihâyet derecede mâil olmak hasebiyle, vaktini dâimâ erbâb-ı fazl ü zerâfet ile geçirmiştir.

Gülistân ve Bostan'dan başka nice âsâr-ı dil-pezîri varmış. Külliyyât-ı Sa’dî nâm eserini de pek makbûl addetmek lâzımdır.

Enîs-i rûhum Besîm Efendi hazretleri, bir mektûbunda der ki:

“Hukemâ-yı ilâhîyyûn ve urefâ-yı ahlâkiyyûndan Hz. Sa’dî-i Şîrâzî ki, eş’ar-ı şuarâ-yı Fürs’tır. Ebnâ-yı beşerin en şâyân-ı tebcîl, evliyâ-yı mufahhamdan birisidir. Kendi zâikâ-ı müstemendânemin mikyâsıyla derim ki, hakîm-i ârif, müşârünileyhin zevkinde ve fevkinde şiir söylenmemiştir. Şeyh-i a’ref, müşârünileyhin, Gavs-ı A’zam efendimizden ahz-ı feyz-i tarîkat u hakîkat eylediği muhakkakât-ı târîhiyyedendir. Ancak, bu istifâzanın bi'z-zât mı, yoksa bi'l-vâsıta mı olduğu câ-yı tavakkuf u tahkîktir. Çünki, Gavs-ı A’zam efendimizin, Gülşen-sarâ-yı visâle intikâli 561/(l165) ve şeyh-i müşârünileyhin ise 691/(1292) târîhleri olmasına göre, Gavs-ı A’zam efendimizin intikâllerinde, kendisi bir tıfl-ı nev-zâd olarak tasvîr edilse yüzyirmi seneden fazla ömür sürmüş olması lâzım gelir. Hâlbuki, Şeyh Sa’dî hazretlerinin bu kadar yaşadıkları rivâyât-ı zaîfedendir. Esahh-ı rivâyât doksan ile yüz yaş arasında müddet üzerindedir. Farz edelim ki, yüzyirmi sene yaşamıştır. Yine Gavs-ı A’zam efendimizle imkân-ı mülâkâtı vârid olamaz. Şu takdîrce gerek inâbe, gerek ifâza, bi’l-vâsıta olmak evfak-ı hâl görünür.

Fakat, Kitâb-ı Gülistân’ının ikinci bâbının, üçüncü hikâyesinde, Hz. Gavsı A’zam’ın, Harem-i Ka'be-i Muazzama’da, istiğâse-i ma'lûmelerini nâkil olan mensûrede (عبد القادر كيلاني قدس سره راديدم كه در حرم كعبة)[51] ibâresi muharrer bulunuyor ki, burada, ya Kitâb-ı Gülistân’ın müstensihleri (ديدن) "Gördüler." yerine  (ديدم) "Gördüm." ta’bîrini istinsâh ve ikâme ederek îkâ-ı sehv eylemişlerdir. Yahud müverrihler, Şeyh Sa’dî’nin târîh-i vefâtını âtîye doğru uzatarak ve bi't-tab' târîh-i hakîkî-i tevellüdünü taahhur ettirerek bu yanlışlığa sebeb-i müstakil olmuşlardır. Bunda, hall-i mes’ele vâbeste-i himmet-i vassâfi’l-asfiyâdır. Bu himmet-girân-ı kıymet-aksâ, temennâ-yı Besîm-i âteşîn-i süveydâdır.

Hz. Sadî, “Bütün hikâyât-ı mestûre nihâyetlerinde mu'tâd-ı hakîmânesi olduğu vechile, mensûre-i mesrûreyi te'yîden, tahkîmen, telmîhan, telvîhan, inşâd u ikâme eylediği kıt'a-ı bî-hemtâ tabakât-ı şi'rin tâk-ı berrînindedir. Her ne vakt okusam, beni mest-i aşk ü heyecân eder.” (der)."

691/(1292) sene-i hicriyyesinde âlem-i âhirete azm etmiş idi. Merkad-i münevverleri Şîrâz’da ziyâret-gâh-ı enâmdır.

Manzûme-i târîhiyye:

هماى روح باك شيخ سعدى،                            

چو در پرواز شد از روى إخلاص.

مه شوال بود وشام جممعه،                              

كه در درياى رحمن كشت غواص.

يكى بر سيد سال فوت كفتم،               

زخاصان بود از آن تاريخ شد خاص.[52]

بيفشاند از غبار تن بر وبال.[53]

Hz. Sa’dî cidden ve hakîkaten her ârife kendini sevdirmiş, eserlerindeki hikemiyyât-ı sûfiyyesi te’sîriyle âlem-i irfânın bi-hakkın hürmetine mazhar olmuş ekâbir-i evliyâu’llâhtandır. (Kaddesa’llâhü sırrahu)

Şeyh Sa’dî’nin mezarı bulundu :

Gülistan mübdii, şark feylosofu Şeyh Sa’dî’nin kabri bugüne kadar mechûl bulunmakta idi. Ahîren İran’da “Çihil Dervîş” denilen mahalde bu İran hakîminin mezar taşı bulunmuş ve taşındaki yazılardan Sa’dî’nin 69i sene-i hicriyyesinde vefât ettiği anlaşılmıştır. Sa’dî’nin Gülistân’ı 47 def’a tercüme edilmiştir.[54]


 

/239/ TARÎKAT-İ ALİYYE-İ ŞÂZELİYYE :

- Ser-çeşme-i evliyâ vü etkıyâ Hz. İmâm Ali (Radıya'llâhu anh)

- Hz. Hasan el-Basrî (Radıya'llâhu anh)        

- Hz. Habîb el-A’cemî (Kaddesa’llâhu sırrahû)       

- Hz. Dâvûd et-Tâî (Kaddesa’llâhu sırrahû

- Hz. Ebû Mahfûz Ma’rûf Ali el-Kerhî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Hz. Ebu’l-Hasan Seriyyü’s-Sakatî (Kaddesa’llâhu sırrahû)         

- Seyyidü’t-tâife Hz. Cüneyd el-Bağdâdî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebû Ali Rûdbârî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebû Ali Kâtib Hüseyn (Kaddesa’llâhu sırrahû)        

- Şeyh Ebû Osmân el-Mağribî (Kaddesa’llâhu sırrahû)       

- Şeyh Ebû Bekr en-Nessâc (Kaddesa’llâhu sırrahû)           

- Şeyh Ahmed Ârif b. Muhammed el-Gazâlî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebu’l-Fazl İbrâhîm el-Bağdâdî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebu’l-Berekât el-Bağdâdî (Kaddesa’llâhu sırrahû)  

- Şeyh Ebû Saîd el-Endülüsî (Kaddesa’llâhu sırrahû)         

- Şeyh Ebû Medüyen-i Mağribî (Kaddesa’llâhu sırrahû)    

- Şeyh İmâdeddîn Ebû Sâlih-i Bağdâdî (Kaddesa’llâhu sırrahû )

- Şeyh Abdurrahmân el-Medenî ez-Zebân (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Abdüsselâm b. Muhammed (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Cenâb-ı Pîr Ebu’l-Hasan Ali eş-Şâzelî b. Ebû Muhammed Abdullâh (Kaddesa’llâhu teâlâ sırrahû)

                                                           - - -

         - Ser-çeşme-i evliyâ vü etkıyâ Hz. İmâm Ali (Radıya'llâhu anh)

- Hz. Hüseyin (Radıya'llâhu anh)

- Hz. Ali Zeynelâbidîn (Radıya'llâhu anh)

- Hz. Muhammed el-Bâkır (Radıya'llâhu anh)

- Hz. Ca'fer es-Sâdık (Radıya'llâhu anh)

- Hz. Mûsâ el-Kâzım (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Hz. Ebû Mahfûz Ma’rûf Ali el-Kerhî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Hz. Ebu’l-Hasan Seriyyü’s-Sakatî (Kaddesa’llâhu sırrahû)         

- Seyyidü’t-tâife Hz. Cüneyd el-Bağdâdî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebû Ali Rûdbârî (Kaddesa’llâhu sırrahû)     

- Şeyh Ebû Ali Kâtib Hüseyn (Kaddesa’llâhu sırrahû)        

- Şeyh Ebû Osmân el-Mağribî (Kaddesa’llâhu sırrahû)       

- Şeyh Ebû Bekr en-Nessâc (Kaddesa’llâhu sırrahû)           

- Şeyh Ahmed Ârif b. Muhammed el-Gazâlî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebu’l-Fazl İbrâhîm el-Bağdâdî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebu’l-Berekât el-Bağdâdî (Kaddesa’llâhu sırrahû)  

- Şeyh Ebû Saîd el-Endülüsî (Kaddesa’llâhu sırrahû)         

- Şeyh Ebû Medüyen-i Mağribî (Kaddesa’llâhu sırrahû)    

- Şeyh İmâdeddîn Ebû Sâlih-i Bağdâdî (Kaddesa’llâhu sırrahû )

- Şeyh Abdurrahmân el-Medenî ez-Zebân (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Abdüsselâm b. Muhammed (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Cenâb-ı Pîr Ebu’l-Hasan Ali eş-Şâzelî b. Ebû Muhammed Abdullah (Kaddesa’llâhu teâlâ sırrahû)

                                                  - - -

- Ser-çeşme-i evliyâ vü etkiyâ Hz. İmâm Ali (Radıya'llâhu anh)

- Hz. Hasan el-Basrî (Radıya'llâhu anh)        

- Hz. Habîb el-A’cemî (Kaddesa’llâhu sırrahû)       

- Hz. Dâvûd et-Tâî (Kaddesa’llâhu sırrahû

- Hz. Ebû Mahfûz Ma’rûf Ali el-Kerhî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Hz. Ebu’l-Hasan Seriyyü’s-Sakatî (Kaddesa’llâhu sırrahû)         

- Şeyh Ebu’l Hasan Ali en-Nûrî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebû Ali (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebu’l-Bişr el-Hasan el-Cevherî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebu’l-Fazl Abdullâh (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebû Muhammed Abdülcelîl (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Cenâb-ı Bennûr (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebû Şuayb Eyyûb (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebû Ya’zî-dâr (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebû Medyen Şuayb (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebû Muhammed Sâlih (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebû Abdullâh Muhammed (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Cenâb-ı Pîr Ebu’l-Hasan Ali eş-Şâzelî b. Ebû Muhammed Abdullah (Kaddesa’llâhu teâlâ sırrahû)

Dîger Bir Silsile-nâmeleri:

- Hz. İmâm Hüseyn (Radıya'llâhu anh)

- Hz. Câbir b. Abdullâh el-Ensârî (Radıya'llâhu anh)

- Hz. Saîdü’l-Karvânî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Hz. Ebû Muhammed Feth es-Suûdî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Hz. Sa’d (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Hz. Şeyh Muhammed Ebû Saîd (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Hz. Ebû İshâk İbrâhîm el-Basrî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Hz. Zeynelâbidîn (Kaddesa’llâhu sırrahû)

/240/ - Şeyh Şemseddîn (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh İzzeddîn (Nûreddîn) Ali (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Takiyyüddîn el-Fakîr (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Abdurrahmân el-Medînî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Abdüsselâm (Kaddesa’llâhu sırrahû )

- Hz. İmâm Ebu’l-Hasan eş-Şâzeli (Kaddesa’llâhu sırrahû)

(Hz. İmâm Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî)

Kitâbü’l-Latîfetı’l-Marzıyye nâm eserde gördüğüm silsile-i nesebleri:

Ebu’l-Hasan Ali eş-Şâzelî b. Seyyid Abdullâh b. Seyyid Abdülcebbâr b. Seyyid Temîm b. Seyyid Hürmüz b. Seyyid Hâtem b. Seyyid Kusay b. Seyyid Yûsuf b. Seyyid Yûşa’ b. Seyyid Verd b. Seyyid Battâl (b. Seyyid Ali)[55]  b. Seyyid Ahmed b. Seyyid Muhammed b. Seyyid Îsâ b. Seyyid Muhammed[56] b. Hz. Hasan (Radıya'llâhu anh) b. Hz. Ali (Kerrama’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh).

Hicretin 593 veya 594 senesinde (1197 veya 1198) Mağrib-ı Aksâ’da, ya'nî İspanya’nın Septe civârında kâin Gammâra nâhiyesi köylerinden birinde pîrâye-i âlem-i vücûd oldular. Altmışüç veya altmışaltı sene muammer olup, 659/(1261) veya 656/(1258) senesinde irtihâl-i dâr-ı naîm eylediler. Zuhûrları, Tunus civârında kâin Şâzele beldesi olup. bu sebeble “Şâzelî” denilmiştir. Bi'l-âhare, Mısır ve Sûriye taraflarına icrâ-yı seyâhat buyurmuşlardır. İskenderiye’de bulundukları zamân ilm ü irfânını, feyz ü kerâmâtını işitenler hıdmet-i şerîfelerine şitâbân olurlardı.

Şeyh Abdüsselâm hazretlerinin feyz-i tâmmına mazhar oldukları gibi, bu zât-ı muhterem esâsen Hz. Seyyid Ahmed er-Rufâî’ye, kutb-ı mükerrem Abdurrahmân el-Medenî ve Ebû Ahmed Ca'fer b. Seyyid Bûlâd el-Huzâî vâsıtasıyla merbûttur. Abdurrahmân el-Medenî ez-Zebân, dîger bir koldan Şeyh Takıyyüddîn en-Nehrevendî ve Abdüsselâm b. Meşîş’in dîger bir şeyhi Berrî ve Şeyh Ali b. Nuaym vâsıtalarıyla /241/ dahi Cenâb-ı İmâm Rufâî’ye tarîkaten merbût bulunuyorlar. Sonraları gelen evliyâullâh Pîr-i müşârünileyhin ulüvv-i ka'b ü kemâlâtına meftûn olup, akvâl-i şerîfelerinden, îrâd-ı emsile-i hakîkat ederler. Evrâd ü ahzâbı olup, tarîkat-ı aliyyeleri el-yevm münteşirdir. Taht-ı irşâdlarına giren zevât-ı kirâmın her biri mertebe-i hakîkate ulaşmıştır. Ebu’l-Abbâs-ı Mürsî hazretleri gibi urefânın mazhar-ı hürmet-i tâmmesi olan eâzim, zümre-i mürîdânlarından idi.

el-Envâru’l-Kudsiyye nâm eserde menâkıb-ı şerîfelerinden bahs olunmuştur. Makâlât-ı aliyyelerinden ba'zılarının tercümesi teberrüken derc olunur:

“Fuhşiyyâtın ve menhiyyâtın küllî ve cüz'îsinden ve ma’nen ve mâddeten dünyâya inhimâk etmekten sakın. Ârif ol da nasıl istersen ol. Nâsın hayrından, şerrinden kaçtığın gibi kaç. Çünkü, onların hayrı kalbine, şerri ise bedenine isâbet eder. Kalbe isâbet eden ise, elbette bedenine isâbet edenden daha muzırdır. Nâsa ikrâmı ârzû et. Onların ikrâmını isteme.

Hazerât-ı sûfiyyeye müyesser olan ilm-i hakîkatin me’hazi, terk-i ihtiyâr ve ahkâm-ı şer’iyyeye nasb-ı nefs-i i’tibârdır. Terk-i dünyâ husûsunda ifrâta varma. Çünkü, birçok himmet sarfıyla dünyâdan çıktıktan sonra, belki bir gün fikr ü niyyet ve yahud bir nev' irâde ve hareketle tekrâr onun kucağına yüz döndürmeyesin. Tarîkate dâhil olmak istersen, her şeyin Allâh’tan olduğunu kalben hıfz edip, lisânen halk ile muâmelede olduğunu izhâr eylemelisin.

Cenâb-ı Hak, bir kulunun mezelletini murâd ederse onun meâyıbını nazarından örter. Bir kulunun da izzetini murâd ederse, tevbe-kâr olmak ve ictinâb etmek içün meâyıbını kendisine gösterir. Hakk’ın senden râzı olmasını istersen, kendi nefs ve iktidâr ve kuvvetinden teberrî edip, her hâlde Cenâbı-ı Hakk’a ilticâ etmelisin.”

Hz. Rasûlullâh (salla’llâhu aleyhi ve sellem) efendimizin cemâl-i tâb-dârları, /242/ bir dakîka gözümden nihân olursa kendimi müslümân add etmem.” diye şiddet-i muhabbet ve kuvvet-i râbıtasını izhâr eyleyen o sultân-ı tarîkatin, mertebe-i şuhûddaki ulviyyetini düşünmelidir.

654 sene-i hicriyyesinde (1256), hacc-ı şerîf maksadıyla Mekke-i Mükerreme’ye teveccüh edip, vâsıl oldukları bir sahrada, cânânına teslîm-i cân etmekle, oraya defn olunmuş ve o sahrânın suyu tuzlu iken, Hz. Pîr-i mükerremin defninden sonra, li-hikmeti’llâh, suyu derhâl tatlı olduğu sikadan menkûldür.

“İmâm Şarânî, Tabakatü’l-Kübrâ el-Müsemmât bi-Levâkıhı’l-Envâr fî Tabakâti’l-Ahyâr nâm eserinde, cild-i sânide derki :

(مات بصحراء عيذاب، قاصد الحج، فدفن هناك في ذي القعدة سنة ست وخمسين وستمائة.)[57] Hz. Şâzelî’nin irtihâli târîhi, Zi’l-kâ’de 656/ (1258)’dir."

Şeyh Behcet Efendi hazretlerinin, melfûf tezkiresinde Ayzâb hakkında izâhât vardır. Saîd-i Mısr kazâsında bir belde imiş, "ayzâb", "meydân" vezninde imiş. Bir Fransızca eserde türbesinin resmini görmüştüm. Fotoğrafını istinsâh eyledim, merbûttur. Ona nazar edenler, tenvîr-i uyûn ederler; o kutbu’z-zamân’ın merkad-i enverlerini görmüş olurlar. (Kaddesa’llâhu sirrûhu)”

RESİM VAR !!!!!!!

Resim altı yazısı :

“Türbe-i münevvere-i Hz. Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî”

Ali Behced Efendi’nin Ayzâb kelimesi hakkındaki söz konusu mektûbu:

Es-Selâmü aleyküm ve rahmetu’llâhi ve berakâtühû.

İmâm Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî (kuddise sırruhû) hazretlerinin mahall-i medfenleri hakkında mütereddid kalınmış idi. Ayzâb, hangi mahaldedir diye düşünülmüş idi. Hakîriniz, Kâmûs’a mürâcaat ettim. Ayzâb meydân vezninde Saîd-i Mısr kazâsında bir beldedir. Şârih der ki : Kutb-ı Rabbânî Ebu’l-Hasan eş-Şâzeli (kuddise sırruhû) onda medfûndur. Kâmûs’dan ayniyle tahrîr olunup, huzûr-ı mürşidânelerine takdîm kılınıp, müteveccihât-ı mürşidânelerini istirhâm ederim, efendim.

21 Mayıs 1927 el-hakîr Ali Behcet”

Zümre-i ashâb-ı takvânın muazzam fâzılı

Nâm-ı pâkidir Cenâb-ı Pîr Alî eş-Şâzelî

Oldu anın ârifâne zât-ı memdûhu enâm

Zâhir u bâtın ulûmun bir veliyy-i kâmili

Esmâr-ı Esrâr’da, medfeni, İskenderiye gösterilmiş ise de, Şakâyık-ı Nûmâniyye’de bu sûretle yazılmıştır. (Kaddesa’llâhü esrârahüm)

Hazret-i Pîr-i mübeccel Şâzelî

Hâtıra pîrâ kerâmâtı celî

Vasfının Vassâf’ıyım fahr eylerim

Şâzelî’dir nuhbe-i âl-i Alî

ŞUABÂT-I ŞÂZELİYYE :

Ahmediyye, Vefâiyye, Zürûkıyye, Hanefiyye, Cezûliyye, Gâziyye, Îseviyye, Nâsıriyye, İlmiyye, Mustâriyye, Afîfiyye, Medeniyye.

Sultân Abdülhamîd Hân-ı sânî, tarîk-ı Şâzelî’ye mensûb idi. Şeyhi, Zâfir Efendi’dir. Mübârek bir zât idi. Beşiktaş’tan Yıldız’a giden yolun vasatında bir dergâh-ı münîf inşâ eylemiştir. Hâlen ma’mûr olup, Cuma günleri zikr-i şerîf olunur. Bu bâbdaki tafsîlat atîde derc olunacaktır.

CEZÛLÎYYE ŞU'BESİ :

Ârif-i bi’llâh, âşık-ı Rasûl’ullâh Ebû Abdullah Muhammed b. Süleymân el-Cezûlî hazretlerine mensûbdur. Ber-vech-i atî silsile ile Hz. Pır’e kesb-i ittisâl eyler :

- İmâm Ebu’l-Hasan Ali eş-Şâzelî (Kuddise sırruhu’l-âlî)

- Şeyh Abdullâh Muhammed el-Mağribî (Kuddise sırruh’l-âlî )

- Şeyh Ebû Abbâs Ahmed el-Karânî (Kuddise sırruh’l-âlî)

- Şeyh Aynûs el-Bedevî (Kuddise sırruh’l-âlî)

- Şeyh Ebu’l-Fazl el-Hindî (Kuddise sırruh’l-âlî)

- Şeyh Ebû Zeyd Abdurrahmân er-Recrâcî (Kuddise sırruh’l-âlî)

/243/ - Şeyh Ebû Osmân Saîd el-Hintesânî (Kaddesa'llâhu sırrahû). İrtihâli : 831/ (1428)

- Şeyh Ebû Abdullâh Muhammed Şerîf b. Abdullâh (Kaddesa'llâhu sırrahû). İrtihâli : 833/(1430)

- Şeyh Ebû Abdullâh Muhammed b. Süleymân el-Cezûlî (Kaddesa'llâhu sırrahû). İrtihâli : 870/ (1465)

Sâdât-ı kirâmdan oldukları, Delâilü’l-Hayrât şerhlerinde ve icâzet-nâmelerinde muharrerdir.

Vücûd-ı mes’ûdu, Fas’da Cezûl nâm kasabada dünyâya revnak verip, kabâil-i Berberiyye’den, Sûs-ı Aksâ’da sâkin olan Cezûle ve Semlâle kabîleleri eşrâfındandır. Evvelâ Semlâl nâm beldede tahsîl-i ulûm ile sâhib-i ılm ü salâh olup, tedrîs ile bir müddet iştigâlden sonra Fas diyârına hicret edip, burada tekmîl-i tahsîl eyleyerek, tedrîs-i ilm ve irşâd-ı ibâd ile meşgûl olmuştur.

Delâilü’l-Hayrât, ecell-i âsârıdır ki, ümmet-i Muhammed tarafından aşk ü ta’zîm ile okumaktadırlar. Bunun üzerine şerh yazan Kara Dâvûd el-Fâsî nakl ediyor:

“Süleymân-ı Cezûlî, bir gün âbdest almak maksadıyla bir kuyu başına gitmiş. Fakat kuyudan su çekecek ip ve kova gibi âlât olmadığı cihetle, mütehayyir bir hâlde iken, bir kız, şeyhin şu hâlini gördükte sebebini suâl eylemiş. Hz. Şeyh, keyfiyyeti teşrîh edince, kız, “Efendim, cümle âlem sizi hayr ü kerâmet ile senâ ediyorlar. Hâlbuki suyu, kuyudan çıkarmak husûsunda mütehayyir kalmanıza taaccüb ediyorum.” demiş ve kuyunun başına gelip üfürdükde bi-ızni’llâhi teâlâ kuyunun suyu taşmış ve Hz. Şeyh abdest aldıkdan sonra, “Kızım bu kerâmete nasıl nâil oldun.” demesiyle, “Efendim, Rasûl-i Ekrem (salla’llâhu aleyhi ve sellem) efendimiz hazretlerinin sâyesinde nâile oldum.” demiştir. Bunun üzerine Hz. Şeyh salavât-ı şerîfeye şiddetle muvâzabete başlayayım diye mütefekkir bir hâlde iken, bir gece, uykusu kaçmış; nısfü’l-leylde görür ki, harem-i âlîleri, yatağından kalkıp güzel elbisesini giyinip, çarşaflanarak evden çıkıyor.

/244/ Hz. Şeyh, bu hâli görünce dûçâr-ı merâk olur, peşine düşer. Haremini ta'kîb ettikçe görür ki, hâtûnun bir önünde, bir de arkasında iki arslan var, onların taht-ı muhâfazasında gidiyor. Nihâyet bir su kenârına vâsıl olup, su üzerinden yürüyerek, uzakta bulunan ıssız bir adaya gider. Orada salât-ı teheccüdü ba’de’l-edâ aynı sûrette hânesine avdet eyler.

Bu hâl birkaç gece devâm eder. Hz. Şeyh, hareminden bu işin esrârını suâl eyler. Senelerden beri devâm ettiğini ve salavât-ı şerîfeye muvâzabet yüzünden bu saâdete erdiğini söyler. Hangi salâvât-ı şerîfeye devâm ettiğini sorarsa da cevâb-ı şâfî alamaz. Bunun üzerine, kütüb-i mu’tebereyi tedkîk ve asrında olan meşâyıh-ı izâma mürâcaatla, lisân-ı dürer-bâr-ı Nebevî’den şeref-sâdır olan salavât-ı şerîfe ile, ashâb-ı kirâmın meşgûl oldukları salavâtı kâmilen cem' ve telfîk ile bir kitâb-ı müstetâb vücûda getirip, haremine okumuş. O ise, müdâvim bulunduğu salavât-ı şerîfenin bu kitâbın birkaç yerinde mevcûd olduğu cevâbını almıştır."

Kitâbın adı Delâilü’l-Hayrât fî Şevârıku’l-Envâr’dır. Hz. Şeyh’de hâl değişip sâhil-i bahrde Esfâ diyârına azîmeti esnâsında, Şeyh Ebû Abdullâh nâm zât-ı âlî-kadre mülâkî olup, ahz-ı tarîkat eylerler. Ondört sene bu beldede ihtiyâr-ı inzivâ buyurdular. Ba’dehû, Koğal beldesine gidip, yeniden neşr-i ulûma başlamış; nice kimseleri nazar ve teveccühleri sâyesinde insân-ı kâmil zümresine idhâl eylemişlerdir. Kendileri, evrâd ve salavât-ı şerîfe ile iştigâl buyurduklarından, herkes fuyûzâtından müstefîd olmak için dâhil-i zümre-i mürîdânı olmağa cân atmıştır.

Hattâ mervîdir ki, sâhib-i kemâl ü irşâd onikibin yüzâtmışbeş zât yetiştirmişlerdir.

Hicret-i Nebevîyyenin 870 senesi Rebîu’l-evvelinin onaltıncı günü (Eylül 1465) sabâh namâzının ilk veya ikinci rek’atında, secde-i sâniyede /245/ mesmûmen nâil-i mertebe-i şehâdet olmuşlardır. (Kaddesa’llâhü esrârahüm)

Koğal’da, binâ-kerdeleri olan câmi'-i şerîf hazîresindeki medfen-i mahsûslarına defn olunmuş ise de, yetmişyedi sene sonra, bu havâliye küffârın istîlâsı hasebiyle, mürîdânı, “Biz, şeyhimizin cesedini burada bırakmayız, kemiklerini olsun bir belde-i İslâmiyyeye götürürüz.” diye kabr-i şerîflerini açtıklarında, vücûd-ı mübâreklerini çürümemiş olduğu hâlde bulmuşlardır. Fas’ın merkezi olan Merakeş’e nakl edip, üzerine mükellef bir türbe binâ eylediler. Vücûd-ı mübâreklerinin râyiha-ı tayyibesinden, züvvârın mest olmak derecelerine gelmekte olduklarını hakkındaki eser, yazıyor.

İlm-i tasavvufta mütebahhirînden idi. Riyâzu’l-Arûz ve Sübhâne’d-Dâim ismiyle mevsûm hizbleri ve fenn-i akâidden bir eser-i mu’teberleri ve Müsebbeât-ı Aşere nâm evrâdları ve Delâilü’l-Hayrat fî Şevârikı’l-Envâr  nâm eser-i latîfleri meşhûrdur.

MUSTÂRİYYE ŞU'BESİ

Ârif-i bi’llâh Şeyh Mahmûd b. el-Miknâs el-Mağribî hazretlerine mensûbdur. Mekke-i Mükerreme’de mücâvir olmuşlardır. Silsileleri Şeyh Süleymân el-Cezûlî’ye müntehîdir.

- Şeyh Süleymân el-Cezûlî (Kuddise sırruhu’l-âlî)

- Şeyh Abdülazîz et-Tübbâğ (Kuddise sırruhu’l-âlî)

- Şeyh Abdullâh el-Karvânî (Kuddise sırruhu’l-âlî)

- Şeyh Abdullâh b. Sâsî (Kuddise sırruhu’l-âlî)

- Şeyh Muhammed eş-Şerefî (Kuddise sırruhu’l-âlî)

- Şeyh Ebu’l-Kâsım-ı Şa’bânî (Kuddise sırruhu’l-âlî)

- Şeyh Mahmûd b. Ahmed el-Miknâsi (Kuddise sırruhu’l-âlî)

ÎSEVİYYE ŞU'BESİ

Ârif-i bi’llâh Seyrî Muhammed b. Îsâ el-Miknâsi es-Sıbâî el-Mağribî hazretlerine mensûbdur. Silsileleri Şeyh Süleymân el-Cezûli’ye müntehîdir.

- Şeyh Süleymân el-Cezûlî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Sıdk el-Evsâlî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Muhammed-i Süheyl (Kaddesa’llâhu sırrahû)

/246/ - Şeyh Abdülazîz el-Harrâr (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebû Fâris el-Kerrâr (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ahmed b. Umrân el-Hâris (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Muhammed  Îsâ el-Miknâsî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

İLMİYYE ŞU'BESİ

Ârif-i bi’llâh Ebû Abdullâh eş-Şerîf b. İbrâhîm Edhem-i İlmî hazretlerine mensûbdur. Süleymân el-Cezûli’ye müntehîdir.

- Şeyh Süleymân el-Cezûlî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Abdülhak (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebu’l-İmdâd Abdülazîz (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Seyyid Abdullâh el-Karavânî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebû Abdullâh Muhammed Tâlib (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebû Muhammed  Îsâ b. el-Hasan b.  Îsâ el-Misbâhî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebu'l-Abbâs Ali b. Ahmed el-Ebhurî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebû Abdullâh eş-Şerîf b. İbrâhîm Edhem-i İlmî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Delâilü’l-Hayrât İcâzet-nâmeleri:

Delâilü’l-Hayrât, me’zûnen okunmak usûlden olduğundan me’zun olan zâtın, Süleymân el-Cezûlî hazretlerine muttasıl olması lâzım gelir. Bu abd-i ahkar, iki icâzet-nâme ile müşârünileyhe arz-ı nisbet eylediğimden, her ikisinin teberrüken ve aynen dercine müsâberet kılındı :

بسم الله الرحمن الرحيم

وصلى الله على سيدنا محمد وعلى آله وصحبه حمدا لمن أجاز الأنام في مجازات الإحسان وأقر أعينهم بمسانيد الفضل والامتنان والصلاة والسلام على سيدنا محمد الذي امتازت أمته بحفظ السند مدى الأزمان وعلى آله وأصحابه المخصوصين بعظيم العناية والمدد من الملك المنان وعلى التابعين ومن تبعهم على المحبة السوية ولاسيما بدوام الصلوة والتسليم على خير البرية خلاصة المنتخبين من ولد عدنان المرفوع الذكر على منصة الأقلام والمنابر بفصيح اللسان.

أما بعد: فيقول العبد العاجز المذنب الفاني محمد مبارك بن عبد الله بن آرسلان العمري الداغستاني، لما كانت السند من خصوصيات هذه الأمة وهو سنة أكيدة مهمة إذ حفظ السند وضبط رجاله من أعظم ما ينتجه اللبيب وأحسن أحواله.

وقد بذل السلف الصالح في ذلك الهمم العلية والأفكار المعية. فميزت الطرق بأسانيدها الصحية من الصنعية فبلغوا ذلك الرتب المنفية كيف وقد قيل في هذه الشأن، إن من لم يكن له شيخ، فشيخه الشيطان.

وقال بعضهم: إنه كالسيف للمقاتل. وبعضهم قال: إنه سلم يصعد إلى أعلى المنازل. وشيوخ الإنسان آبائه في الدين، ووصلة بينه وبين رب العالمين.

فلما كان كذلك، التمس مني الماجد اللبيب والحاذق الأديب أخونا في الله تعالى حسين وصاف بن الحاج عثمان الإستانبولي – توجه الله تعالى بتاج أهل التوفيق بين العباد، وعم به النفع لكل حاضر وباد – أن أجيزه بقرائة دلائل الخيرات وشوارق الأنوار ومن غيرها الأوراد والأحزاب، ظاهرة الأنوار الذي اشتغل به. فإنه من الله تعالى بحسن الظفر ولطائف من الأسرار، وأن أذكر له سندي في ذلك. وإن لم أكن أهلا لما هنالك فاستخرت الله تعالى، وأجبته وبطريق فيها بالجميع أجزته. وأجزته أيضا بكل ما تجوز لي بروايته أو ثبت لدي درايتها كما تلقيتها كلها بالسند إلى مؤلفيها بالشروط المعتبرة عند أهلها بحق إجازتي بذلك كله عن كثير من الشيوخ الأعلام، الثابتة الأقدام ولاسيما بدلائل الخيرات في الروضة المعطرة في المدينة المنورة تجاه المصطفى صلى الله عليه وسلم عن شيخي وأستاذي زسندي محمد أمين القادري ابن السيد أحمد بن العلامة السيد رضوان أفاض الله عليهم وعلينا مزن حبيب العفو والغفران.

عن شيخه المرحوم العارف بالله سيدي علي بن يوسف الحريري المدني، عن شيخه سيدي السيد محمد بن أحمد المدغري، عن شيخه سيدي محمد بن أحمد بن أحمد المثنى عن شيخه سيدي أحمد بن الحاج، عن شيخه سيدي المقري، عن شيخه سيدي عبد القادر الفاسي، عن شيخه سيدي أحمد بن أبي العباس الصمعي، عن شيخه سيدي أحمد بن موسى السملالي؛ عن شيخه سيدي عبد العزيز التباع عن مؤلفه سيدي ومولاي السيد محمد بن السيد سايمان الجزولي الشريف الحسني نفعنا الله به وبهم أجمعين. وأوصيه بتقوى الله العظيم. فإنها أقوى سبب لنيل فضله الجسيم. وأرجو أن لا ينساني من مبارك دعواته في خلواته وجلواته؛ ولا يدعني من تضرعاته ونفحاته. وحسبنا الله وكفى؛ وسلام على عباده الذين اصطفى. برز ذلك مني في الاستانبول، في اليوم الخامس من شهر رمضان المبارك من سنة ألف وثلثمائة والسابع عشر من هجرة سيد المرسلين صلى الله عليه وعلى آله وصحبه وسلم تسليما؛ والحمد لله رب العالمين.[58]

Dîgeri:

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله فاتح أبواب الخيرات لمن استفتح؛ ومانح جزيل النوال لمن استمنح بفيض شآبيب النعم لمن يتعرض لنفحاته من أولى الهمم. وأفضل صلاة وأسماها؛ وأعطر تحيات وأزكاها؛ وأجزل تسليمات وأنماها؛ وأعلى بركات وأعلاها على من شرف الوجود ظهوره؛ وملأ الكونين ونوره باب الله الأعظم وحبيبه الأقدم ورسوله الأكرم، سيدنا محمد صلى الله عليه وسلم وعلى آله وصحبه المحبوبين لدى الرب الكريم. وبعد:

فإنه لما كانت الصلاة على النبي صلى الله عليه وسلم من أعظم القربات؛ وأجل طريق موصل إلى النجاة؛ وأقرب وسيلة لنيل أعلى الدرجات في الحياة وبعد الممات. أمر الله تعالى عباده بالصلاة والسلام عليه إجلالا وتكريما بعد أن صلى عليه هو وملائكته حبا فيه وتعظيما. فقال جل وعلا:

]إِنَّ اللَّهَ وَمَلَائِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّ يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا تَسْلِيمًا[(33سورة الأحزاب56)

وإن أحل ما رتب لهذا الشأن العظيم؛ وأبرك ما بوب لهذا الخير العميم، كتاب الصلاة الموسوم بدلائل الخيرات. فإن الأمة المحمدية، تلقته بالقبول وكيف لا وقد احتوى على أنفس صيغ الصلاة على الرسول وبما أتى به مجاز بهذا الكتاب المستطاب وسندي فيه متصل بمؤلفه حضرت السيد الشيخ الإمام الجزولي عليه رضوان الملك الوهاب.

طلب مني العارف الذكي، ولدي القلبي حسين وصاف، المتصف بأحسن الأخلاق والأوصاف بن عثمان أفندي، أن أجيزه بقراءة كتاب دلائل الخيرات المذكور.

فقد أجزته إجازة عامة، كما أجزني شيخي وسندي، وعمدتي في شدتي، مربي السالكين وإمام العارفين حسنة زمانه؛ وزهرة أوانه؛ العالم الرباني؛ والكامل الصمداني؛ تاج أهل الحقيقة والعرفان؛ وكوكب المصدقين ونادرة الزمان، السيد الشريف والعالي القدر المنيف، شيخ الطريقة المولوية في مدينة الإسلامبول المحمدية، المرحوم المغفور له مولانا السيد الشيخ عثمان ده ده أفندي، صلاح الدين والدينا، لبن السيد الناصر عبد الباقي ده ده.

وهو قال: أجازني شيخي وأستاذي، الكامل الفاضل، رئيس الأقراء، وقدوة الأتقياء الحاج الحافظ، خواجة محمد أفندي بن خليل، إمام جامع مولوي محمد باشا؛ وهو مجاز عن الشيخ ذي الانتباه، السيد حافظ إبراهيم آكاه بن محمد عبد الله، وهو مجاز، عن الشيخ حافظ القرآن محمد بن عثمان؛ وهو، عن الشيخ محمد صالح بن عبد الله؛ وهو، عن الشيخ أبي الحسن السندي المدني؛ وهو، عن الشيخ محمد حيات السندي؛ وهو عن الشيخ عبد الله بن سالم البصري المكي؛ وهو، عن الشيخ السيد عبد الرحمن المحجوب المغربي المكي؛ وهو، عن مؤلفه، وهو، الشيخ الجليل، ذو الفضائل والمجد الأثيل، صاحب المعرفة والشهود، مقتداى أهل الجمع والجود، شمع الشريعة والطريقة، ذي الجهادين حقيقة إمام الهدى واليقين، سيدنا أبو عبد الله محمد بن سليمان الجزولي السملالي. قدس الله تعالى سره العالي، ومتعنا بحياة روحانيته، وإنا لنا ثمار بركته. والحمد لله رب العالمين. والصلاة والسلام على نبيه وآله وصحبه أجمعين. آمين.

                                                                                  29 جمادى الآخر 1319

                                                                          وأنا الفقير الحقير المحتاج إلى ربه القدير

                                                                       المشتغل بتعليم كتاب المثنوي محمد أسعد المولوي[59]

Hz. müellifin, tarîkat-ı aliyye-i Bedevîyye’ye de intisâbları olduğunu Hadîkatü’l-Evliyâ nâm eserde okudum.

AHMEDİYYE-İ ŞÂZELİYYE ŞU'BESİ :

Müessisi, tarîkat-ı aliyye-i Şâzeliyye kümmelîn-i mürşidîninden Seyyid Ahmed b. İdrîs hazretleridir. Ömrünü Mekke-i Mükerreme’de geçirmiş, ârif-i bi’llâh, vâsıl-ı ila’llâh bir merd-i hakâyık-âgâhdır. Pek çok halîfe yetiştirmiş ve her birini mertebe-i kemâle îsâl eylemiştir. Bâ-husûs, meşhûr âlim Şeyh Senûsî hazretleri ser-efrâz-ı hulefâsıdır ki, terceme-i hâlini tarîkat-ı Dessûkıyye’yi müteâkiben inşâllâh yazarım.

Kutb-ı dâire-i takdîs, Mevlâna Seyyid Ahmed b. İdrîs hazretleri, şürefâdandır. Silsile-i nesebi, Hz. Hasan b. Ali (radıya'llâhu anh)’ya müntehîdir. Diyâr-ı Mağrib’de, Fas’da, sâhilde, Arâyiş beldesinde dünyâya revnak-efzâ olmuştur.

İbtidâ-yı tahsîlleri Fas’tadır. Burada, ulûm-ı zâhire tedrîsine başladılar. /250/ Şeyhleri, Abdülvehhâb et-Tâzî hazretleridir. Şeyh Muhammed es-Senûsî, el-Menhelü’r-Râik nâm eserlerinde her ikisinden bahs eyler. Ahmed b. İdrîs hakkında, “Kutbu’l-ârifin ve imâmü’l-muhakkıkîndir.” diyor.

Abdülvehhâb et-Tâzî’nin şeyhi, Seyyid Abdülazîz b. Mes’ud ed-Debbâğ el-Fâsî olup, Hızır (aleyhi’s-selâm)’dan ahz-ı feyz eylediği eser-i mezkûrda muharrerdir.

Silsile-i tarîkatleri :

- Şeyh Abdülvehhâb et-Tâzî,

- Şeyh Seyyid Muhâmmed b. Ziyât el-Kundûsî,

- Şeyh Mübârek b. Adiy el-Feylânî,

- Şeyh Muhâmmed b. Nasır ed-Der’î (Nâsıriyye şu'besinin müessisi),

- Şeyh Ahmed b. Ali el-Hâcî ed-Der’î,

- An-şeyhiş-şüyûh Ebi’l-Kâsım el-Gâzî el-müteveffa (İrtihâli : 991/(1583)

- Şeyhu’l-meşâyih seyyidinâ Ahmed-i Zürûk eş-Şâzelî (Zürûkıyye şu'besinin müessisi). (Kaddesa'llâhu esrârahum)

Evrâd ve ahzâbı vardır. 1318 /(1900) senesinde İstanbul’da pek nefîs bir sûrette basılmışdır. Doğrudan doğruya Hz. Ali (radıya'llâhu anh) efendimizden ahz-ı feyz ile te’lîf buyurulmuş bir eserdir. Delâilü’l-Hayrât tarzında okunur. Tab’ ve neşrine ekâbîr-i meşâyih-ı müteahhirînden Muhâmmed İsmâîl b. Muhâmmed Nüvvâb hazretleri sebep olmuşlardır. Hâşiyesinde, Hz. Şeyh’in tercüme-i hâl ve keramât-ı âli’l-âlinden bahs eylemiştir.

Ahmed b. İdrîs hazretleri, Mekke-i Mükerreme’ye azîmet sırasında Mısır’a uğramışlardı. Mekke-i Mükerreme’de otuz sene ikâmet eylemişler; Medîne-i Münevvere’yi mükerreren ziyâret etmişler; 1244/(1828) senesinde Yemen’e âzim olmuşlar, Zebîd ve Mahâ ve sâir bilâd-ı Yemâniyye’de dolaşmışlar; dokuz sene Yemen’de kalmışlar, 1253/(1837) senesinde burada âzim-i dâr-ı bakâ olmuşlardır. Yemen ulemâ ve urefâsı, Hz. Şeyh’in meftûn-ı irfân u kemâli oldular.

Yemen’de Habyâ nâm karyede medfen-i mübârekleri ziyâret-gâh-ı uşşâktır.

Ahz-ı feyz edenler: Medîne-i Münevvere şeyhü’l-ulemâsı Muhammed Âbid es-Sindî, Şeyh Muhammed es-Senûsî, Şeyhu'l-Arabî ed-Derkâvî, Mekke’de Şeyh Muhammed Hasan Zâfir el-Medenî, Mağrib’de Şeyh Muhammed el-Meczûbî es-Sevâkinî, Yemende Seyyid Abdürrahmân el-Ehdel, Şeyh İbrâhîm er-Reşîd. (Kaddesa’llâhü esrârahüm)

ŞEYH İBRÂHÎM er-REŞÎD HAZRETLERİ

Müşârünileyh hazretleri, Hz. Şeyh’in nefes-i nefîsine mazhar olmuş eâzım-ı sûfiyyedendir. İlâ-âhıri’l-ömr, şeyhinin mülâzım-ı sohbet ü hizmeti olmuş idi. İsmâîl-i Nüvvâb ve Ahmed-i Rendrâvî ve Ali Sayravî nâmında üç halîfe-i mükerremleri vardır.

/251/ İsmâîl-i Nüvvâb hazretleri, müşârünileyhin tercüme-i hâlini yazıp, Ahmed b. İdrîs’in evrâd ve ahzâbı hâşiyesinde tab’ ettirmişlerdir. Rasûlu’llâh (salla’llâhu aleyhi ve sellem) efendimizden ve Hızır (aleyhi’s-selâm)’dan telekkun-ı esrâr eylemiştir. Harâmeyn-i Muhteremeyn’de bulunup, Medîne’de âzim-i dâr-ı karâr olmuştur. Eâzım-ı meşâyıhı müteahhirîndendir.

İsmâîl-i Nüvvâb’ın terceme-i hâli bi'l-münâsebe Nakşibendî faslında yazılacaktır.

MEDENİYYE ŞU'BESİ:

Umde-i ehl-i irfân Şeyh Muhammed Hasan Zâfir el-Medenî hazretlerine mensûbdur. Mahdûmları Muhammed Zâfir Efendi, Envâru’l-Kudsiyye nâm eserinde, bu şu'beyi, "Tarîkat-ı Medîne" nâmıyla yâd eder ve her ne kadar tarîkat-ı Şâzeliyye’nin fürûu ise de, müşârünileyh zamânında daha ziyâde kesb-i vüs’at ederek şehir ve kasabalara ve aktâr-ı İslâmiyye’ye yayılmış olduğunu zikr eyler. Pederleri, Şeyh Hamza Zâfir el-Medenî’dir.

Şeyh Hasan Zâfir 1222/(1807) senesi hilâlinde Medîne-i Münevvere’de doğmuştur. Diyâr-ı Mağrib’e seyâhati vardır. Şeyh Muhtâr-ı Kennî el-Kâdirî hazretlerinden, şu'be- i Şâzeliyye’den, Nâsıriyye kolundan ilm-i esmâ ile esrâr:ı hurûfu almıştır. Seyyid Ahmed-i Tîcânî ve Seyyid Muhammed b. İsâ-yı Şâzelî ile ba’de’l-mülâkat 23 Safer 1223/(20 Nîsân 1808) târîhinde Fas’da kibâr-ı meşâyih-ı Şâzeliyye’den Ahmed ed-Derkâvî’ye tecdîd-i bey’at edip, dokuz sene hizmetinde bulunmuştur. Hilâfet alarak Medîne-i Tâhire’ye hicret ve üç sene hâl-i tecerrüdde ikâmet eyledi. Ba'de’l-hac Medîne’ye avdetle, Seyyid Ahmed b. İdrîs hazretleriyle mülâkâtta ve ahz-ı füyûzâtta bulundu. Fas’a gidip, Ahmed ed-Derkâvî ile hem sohbet oldu. Medîne’ye avdet sırasında Trablusgarb’a uğradı. Çok kimseler arz-ı nisbet ettiler.

Şeyh Ahmed ed-Derkâvî’nin silsile-i tarîkatı:

- Şeyh Ali el-Cemel el-Umrânî

- Şeyh Arabî b. Ahmed,

- Şeyh Ahmed b. Abdullâh,

- Şeyh Kâsım-ı Hasâsî,

- Şeyh Muhammed b. Abdullâh,

- Şeyh Abdurrahmân,

- Şeyh Yûsuf el-Fâsî,

- Şeyh Abdurrahmân,

- Şeyh Ali el-Dühacî,

- Şeyh İbrâhîm-i Efhâm,

- Şeyh Ahmed-i Zerûk,

- Şeyh Ahmed b. Ukbe el-Hadramî,

- Şeyh Yahyâ-yı Kâdirî,

- Şeyh Ali b. Vefâ,

- Şeyh Bahru’s-Safâ,

- Şeyh Muhammed,

- Şeyh Dâvûd b. Bahlâ,

- Şeyh Tâceddîn b. Ahmed b. Atâullâh el-İskenderî,

- Şeyh Ebu’l-Abbâs el-Mürsî,

- Hz. Pîr Ebu’l Hasan eş-Şâzelî. (Kaddesa’llâhü esrârahüm)

1263/(1847) senesinde, Trablusgarb’da, Mısrata’da irtihâl-i dâr-ı naîm eylediler. Mahdûmları Muhammed Zâfir Efendi’nin himmetiyle üzerlerine bir türbe inşâ olunmuştur. Ondört evlâdı vardı.

Ecell-i hulefâsı:

Şeyh Muhammed Zâfir Efendi, Şeyh Abdülkâdir, Şeyh Muhammed el-Fâsî, Şeyh Seyyid Ahmed, Şeyh Seyyid Muhammed, Şeyh Seyyid Ali Nûreddîn, Şeyh Seyyid Muhammed et-Tayyib, Şeyh Ömer-i Bâlî, Şeyh Ahmed er-Rufâî, Şeyh Ahmed es-Semenhûrî, Şeyh Abdullâh, Şeyh İbrâhîm-i Berâde hazerâtı olup, İstanbul’da, Mısır’da, Hicâz’da, Tunus’ta,. Sûriye’de, Medîne-i Münevvere’de neşr-i feyze me’mûr olmuşlardı. (Kaddesa’llâhü esrârahüm)

ŞEYH MUHAMMED ZÂFİR EFENDİ

/252/ Muhammed Zâfir el-Medenî diye yâd olunur. 1244 sene-i hicriyyesinde (1828) Trablusgarb’da Mısrata’da, dünyâya kadem-nihâde olmuştur. Pederleri, bâlâda zikr olunan Şeyh Muhammed Hasan Zâfir el-Medenî’dir. Vâlideleri, Kamer Hanım’dır. Ondokuz, yirmi yaşına kadar Mısrata’da bulunup, ibtidâî tahsîlden sonra Tunus ve Cezâyir’de seyâhat ve Mısır tarîkiyle Medîne-i Münevvere’ye azîmet eyledi ve bu sırada erbâb-ı ilm ü irfândan pek çok kimselerin mazhar-ı ılm ü feyzi oldular.

Peder-i ekremlerinin dâhil-i dâire-i terbiyetleri olduğundan, tarîkaten ondan hilâfet aldılar.

Trablus’a avdetlerinde kırküç yaşına kadar kaldılar. Birâderleri Şeyh Hamza, İstanbul’a gelmiş ve Pertevniyal Vâlide Sultân’ın mazhar-ı iltifâtı olmuşidi. Vâlide Sultân, intisâb etmek ârzûsunu izhâr edince, “Efendim, büyük birâderim ehl-i kemâldir, fakîre müsâade buyurunuz, gideyim onu getireyim.” deyip da'vet-i vâkıa üzerine almış getirmiştir ki, Sultân Abdülazîz devrine müsâdif 1287/(1870) senesindedir.

Mahmûd Nedîm Paşa, Trablus vâliliğinde müşârünileyhi iyi tanıdığından, Vâlide Sultân’a medh edip, bu sırada Şehzâde Abdülhamîd Efendi dahi Hz. Şeyh’e meclûb olmuş ve intisâb etmiştir. Unkapanı civârında Üçmihrâblı Câmii yakınında bir hâne istîcâr edilip, üç sene kadar bulundular. Abdülhamîd merhûm, buraya tebdîlen gelir gidermiş. 1290/(1873) târîhlerinde, bir saraylı hanım ile izdivâc etti. Bu sırada memlekete gitti geldi. Ba’dehû, Medîne-i Münevvere’ye âzim oldu. 1293/(1876)’te Abdülhamîd Hân câlis-i taht-ı saltanat olunca şeyhini da'vet etti. Nihâyet-i ömürlerine kadar burada kaldı. Üç def'a memleketine avdet temennîsinde bulunduğu hâlde, bırakmadılar. Beşiktaş’ta, Yıldız yolundaki dergâh-ı münîfı inşâ ile Hz. Şeyh’i burada alıkoydular.

1321 senesi şehr-i Recebinin ikinci (24 Eylül 1903) Cuma gecesi, ya'nî leyle-i Regâibde terk-i âlem-i nâsût eylediler. Dergâh ittisâlinde defn olunup, üzerine mükellef bir türbe binâ ettirdiler.

Âlim, fâzıl, ârif, edîb, kâmil bir zât idi. Pâdişâhın devre-i ikbâlinde, âmâl-i dünyeviyye peşine düşmeyen, gûşe-i vahdeti ihtiyâr eden eâzımdandır. Orta boylu, melîhu’l-vech mahbûbu’l-kulûb bir zât-ı âlî-kadr idi. (Kaddesa’llâhü sırrahû)

Cezâyir ulemâsından, Fas Müftüsü Şeyh Muhammed b. Azûz, Ahmed Zâfir, İbrâhîm Zâfir Efendiler hulefâsındandır.

el-Envâru’l-Kudsiyye fî Tenzîh-i Turukı’l-Kavmi’l-Aliyye, el-Envâru’s-Sâtı' ve’l-Bürhânu’l-Kâtı' ve Akrabu’l-Vesâil li-İdrâki Maâlî Müntehabi’r-Resâil cümle-i âsârındandır.

Ondört erkek, dokuz kız evlâdı olmuştur. İbrâhîm Zâfir Efendi el-yevm câ-nişîndir.

Haremleri: Deblec Hanım 1330 Zi'l-hicce’sinde (Kasım 1912) irtihâl etmekle türbe civârına defn olunmuştur.

Manzûme-i âtiyye Hz. Şeyh’indir:

فوض الأمر إليك،

            تجد الخير هنالك.

            إن في التفويض سرا،

            ساريا في كل سالك.

            واترك التدبير واسمع،

            اتق قول من قال بذلك.

            لا تدبر يا حبيبي،

تبق للأشياء مالك.

            مالكا قولا وفعلا،

رائق الفكر كذالك.[60]


 

TARÎKAT-I ALİYYE-İ DESSÛKİYYE

/253/ Sühreverdîyye kolundan münşeâbtır.

- Hz. Şihâbeddîn-i Sühreverdî (Kaddesa’llâhu sırrahû )

- Şeyh Nûreddîn Abdussamed (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Necmeddîn Mahmûd-ı İsfahânî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Pîr-i muhterem Hz. İbrâhîm ed-Dessûkî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

İBRÂHÎM-İ DESSÛKÎ HAZRETLERİ

Mısbâh-ı esrâr-ı tarîkat, miftâh-ı envâr-ı hakîkat, kutbu’l-aktâb İbrâhîm ed-Dessûkî hazretleri, eâzım-ı ulemâ-yı İslâmiyye’den ve ecille-i ricâl-i tarîkat-ı aliyyeden olup, aktâb-ı erbaa sırasına girmiş ve silsile-i nesebleri Hz. Ali efendimize müntehî bulunmuştur.

İbrâhîm b. Ebi’l-Mecd b. Ali Kureyş b. Muhammed et-Tayyib b. Ebu’n-Neccâr b. Ali Zeynelâbidîn b. Abdülhâlık b. Muhammed b. Muhammed Ebu’t-Tayyib b. Abdullâh el-Kâtim b. Abdülhâlık b. Ebu’l-Kâsım b. Ca’fer ez-Zekî b. Ali el-Hâdî b. Muhammed el-Cevâd b. Ali er-Rızâ b. Mûsâ el-Kâzım b. Ca'fer es-Sâdık b. Muhammed el-Bâkır b. Ali ez-Zâhid b. Ali b. Zeynelâbidîn b. Hüseyn b. Ali b. Ebî Tâlib el-Kureşi el-Hâşimî. (Kerrema'llâhu vechehû ve radıya'llâhu teâlâ anhum)

İbrâhîm-i Dessûkî hazretleri Mısır’da Reşid Kasabası civârında Kûd nâm beldeye karîb Nil nehrinin garb sâhiline mebnî Dessûk nâm karyede kutb-ı kebîr, veliyy-i şehîr Seyyid Ebu’l-Mecd hazretlerinin sulb-i pâkinden gehvâre-i zîb-i âlem-i şuhûd olmuşlardır. Târîh-i velâdetlerinde ihtilâf vardır. 603/(1206) veya 633/(1235) veyahut 653/(1255) sene-i hicriyyesine müsâdiftir. Şehr-i Şâban’ın otuzuncu gecesi olmak üzere zabt olunmuştur. Vâlide-i mükerremeleri, Şeyh Ebu’l-Feth el-Vâsıtî hazretlerinin kerîmeleri Seyyide Fâtıma hazretleridir.

Hadîkatü’l-Evliyâ’da okumuştum:

Velâdetlerinin ertesi günü yevm-i şek olmakla, ahâlî, hilâl-i Ramazân’ın ru’yetinde ihtilâf ettiklerinden mazanna-ı kirâmdan Şeyh Muhammed b. Hârûn hazretlerine mürâcaat ederler. /254/ Müşârünileyh bi-tarîki’l-mükâşefe Seyyid İbrâhîm’in tevellüd ettiği senenin Ramazân’ının ilk günü sâim olacağına vâkıf olduğundan, Seyyid İbrâhîm’in şu ilk kerâmetini ve celâlet-i kadrini sâirlere ifhâm için; “Gidiniz bu gece tevellüd eyleyen tıfl-ı mübârek, bugün meme emmiş midir, anlayınız.” buyurmuşlardı.

Hemen vâlide-i muazzezelerine mürâcaat ettiler, sordular. Kemâl-i hüzn ü endîşe ile, “Bugünün tulû'-ı fecrinden beri memeyi bıraktı, şimdi asla emmiyor.” dedi cevâbını arz ettiler:

Evlâdlarım! Evvelâ vâlidesine haber veriniz, mahzûn olmasın. Akşam, zamân-ı iftâr hulûl edince, yine memesini emer; sâniyen, ahâliye de haber veriniz, sâim olsunlar.” buyurmuşlardır.

Hz. Pîr, Şeyhu’l-Hakâyık nâm eserlerinde:

Cenâb-ı Hak, bu fakîre, sulb-i pederde iken menn ü ihsân ve rahm-i mâderde iken lutf-ı firâvân buyurdu. Dâr-ı dünyâya ibtidâ kadem-zen olduğumda, henüz ru’yet-i hilâl sâbit olmamışken, ahâliye o günün Ramazân olduğunu mübeşşir oldum ki, bu ilk kerâmetim olmuştur.” buyurmuşlardır,

Dessûk’ta 20 sene halvete kapanıp, nice te’lîfât-ı celîle vücûda getirdiler. Bir kaç lisân tekellüm buyururlarmış.

Şeyh Necmeddîn Mahmûd-ı İsfahânî hazretlerinden ahz-ı feyz ettikleri gibi, İmâm İzzeddîn Ahmed el-Fârûsî el-Kârzûnî ve Ebû İshâk eş-Şeyh İbrâhîm el-Fârûsî ve Ebû’l-Ferec eş-Şeyh Ömer el-Fârûsî vâsıtalarıyla, Hz. Pîr Ahmed er-Rufâî’den feyz-yâb oldular ve Hz. İmâm Şâzelî’den bilâ-vâsıta, iktisâ-ı hırka eylediler.

Cenâb-ı İbrâhîm, nûr-ı şems-i siyâdet, bedr-i münîr-i velâyet, gavvâs-ı deryâ-yı hakîkat, mürşid-i râh-ı vahdet, hâdi-i aşk ü muhabbet olmuşlar idi. Kerâmât-ı zâhire ve makâmât-ı fâhire sâhibi olup, şöhret-i azîmeye mâlik idiler.

Akvâl-i hikemiyye ve mevâızı vardır. Mürîdlerine dâimâ nasîhat edip, “Müteşerri’ ve nazîf ve afîf olmayanlar, evlâdım dahi olsalar benden değildir.” buyururlarmış.

Ken’an Bey’in eserinde okudum, /255/ Hz. Pîr’in hekîmâne sözleri vardır.

“Dervîş olan kimse, a'zâ-yı zâhiresini tahâret-i şer’iyye ile tathîr ve kalbini de gafletten tenzîh etmek lâzımdır. Maâsîden ictinâb muktezî olduğu gibi, hâmil-i Kur’ân olanlara lisânlarını menhiyyât-ı şer’iyye ile telvîs etmek yakışmaz. Bi'l-cümle dervîşan ve fukarâ indinde sevimli ve muhteremdir. Siz de ey evlâdlarım! Onlara muhabbet edip, öyle nazar ediniz. Ârifler, hasenâtını maâsîden addederler. Saâdet-i ebediyyeyi ârzû eden kimse her husûsta iftikâr ihtiyâr etmelidir. Mübtedînin gıdâsı açlık, yağmuru dümû'-ı ihlâstır. Mübtedînin ebvâb-ı rûhu açılıp, kalbine rikkat girinceye kadar sâim olması lâzım gelir ki, huzûr-ı kalble Kur’ân’ı ve mevâız-ı Kur’âniyye’yi bi-hakkın dinleyip intifâ’ etsin.

Zâhir-i şer’-i şerîfe muhalif bulunmadıkça, bir dervîşin hâl u şânına ve melbûsât u me’kûlâtına ve meşrûbâtına i’tirâz etmeyiniz. Zîrâ dervîşleri inkâr ve onlara i’tirâz, mûris-i vahşettir. Vahşet ise tarîk-ı ilâhîden inkıtâı mûcibtir. Şerîat, mutahhir-i asıldır. Hakîkat onun fer’idir. Şerîat, şer’-i şerîfin ahkâm-ı zâhiresi ve hakikât ahkâm-ı hafiyyesi demektir. İşte makâmât-ı evliyânın cümlesi bu ikisinde mündemiçtir. Her ikisine mahsûs ehil ve ricâl vardır. Kâmil, bunların her ikisinin beynini cem’edendir.

Şeyhlik iddiâ edip de, Rabbına âsi olmaktan sakın. Çünkü o vakit Cenâb-ı Hak sana: “Sen ne hayâsız adamsın ki bir yandan bana kurbiyyet iddiâ ediyor, bir yandan da onun külliyen hilâfını irtikâb eyliyorsun! Bana yakın olmak için, o kirli libâsını yıkamak lâzımdır; daha ne vakte kadar karnını harâm ile dolduracaksın, adımlarını günâhlarına atacaksın! Daha ne kadar uyuyacaksın ki, benim sevgililerim kıyâmdadır. Sen müddeî-i kezzâbsın.” buyurur”.

Müşârünileyh hazretlerinin, kerâmat-ı kesîresi vardır: Dervîşlerinden biri, kendilerinin bir işi için İskenderiye’ye gelmiş idi. Çarşı halkından biriyle, aldığı şey üzerine beynlerinde nizâ' vâki oldu. /256/ Çarşılı adam onu İskenderiye kadısına şikâyet etti. Kadı, dervîşleri sevmez, mütekebbir, cebbâr bir kimse idi. Şikâyet olunan dervîşi celb edip, habs ettirdi. Dervîş İbrâhîm ed-Dessûkî hazretlerine haber gönderip halâsına şefâat diledi. Müşârünileyh kadıya:

Gece okları, evtâr-ı huşû' ile veterlenmiş bulunursa hedefe isâbet eder. O okları hedefe bir takım adamlar doğrultur ki, onlar uzun uzadıya rükû’ ve sücûd ederler. Bir takım diller ile ki, göz yaşıyla dolup taşmakta olan göz kapaklarıyla berâber duâda hareket etmektedir, o oklar kirişe takılıp da bir kere atılacak olursa, zırhlarla tahassun etmenin bir faydası olmaz.” meâlinde atîdeki beyitleri hâvî bir kağıt gönderdi.

سهام الليل صائبة المرامي،

            إذا وترت بأوتار الخشوع.

            يقومها إلى المرمى رجال،

            يطيلون السجود مع الركوع.

            بالسنة تهمهم في الدعاء،

            بأجفان تفيض من الدموع.

            إذا أوترت رمين سهما،

فما يغني التحصن بالدروع.

Bundan maksat, bî-günâh dervîşlerin gördükleri gadr üzerine seherlerde bâr-gâh-ı ilâhîye ref' edecekleri âh oklarından tahzîr etmek idi. Kağıt, kadıya vâsıl olunca, varakayı getirene birçok hakâret-âmiz muâmelelerde bulunduktan sonra, ashâb-ı hevâ-dârânını toplayıp, varakayı onlara göstererek, “Şu velâyet iddiâsında bulunan adamdan gelen kâğıda bakın!” deyip, müşârünileyhe sebb ü şetm ederek beyitleri okumaya başladı. Beyitler tamâm olunca, bi-kudreti’llâhi teâlâ varakadan bir ok çıkıp göğsüne battı ve arkasından çıktı. Kadı sû-i edebinin cezâsını bu sûretle görerek vefât etti.

Hakk-ı âlîlerinde müstakillen kitaplar te’lîf olunmuş olduğu gibi, tarîkat-ı aliyyeleri Mısır’da münteşirdir. Memleketimizde intişâr edememiştir. et-Tabakâtü’l-Kübrâ nâm eserde, hakk-ı âlilerinde şu tavsîfât vardır :

هو من أجلاء مشايخ الفقراء أصحاب الحزن؛ وكان من الصدور المقربين وكان صاحب كرامات ظاهرة ومقامات فاخرة، وسرائر ظاهرة وبصائر باهرة وأحوال خارقة وأنفاس صادقة وهمم عالية ورتبة سنية ومناظر بهية وإشارات نورانية ونفحات روحانية وأسرار ملكوتية محاضرات قدسية له المعراج الأعلى في المعارف والمنهاج الأسنى في الحائق والطور الأرفع في المعالي والقدم الراسخ في أحوال النهايات واليد البيضاء في علوم الموارد والنايح الطويل في التصريف النافذ. والكشف الخارق عن حقايق الإيمان.[61]

/257/ Bâğ-ı cemâle hırâm eyledikte, Mısır’da Dessûk kasabasında âsitâne-i aliyyeleri hazîresinde türbe-i mükerremelerine defn edildi. (Nevvera’llâhu merkadahû).

Asrında herkese kendini ziyâdesiyle sevdirmiş ve o derecede hürmet ve ta’zîmine mazhar olmuş olduğuna binâen gaybubiyyet-i ebediyyesi ahâlî-i Mısır’ı dağ-dâr eylemiş idi. Her sene yevm-i velâdetine müsâdif günde, uzaktan yakından binlerce halk ziyâret-i aliyyelerine şitâbân olmakla, bundan nâşî el-yevm merâsim sırasına girmiştir.

Her sene külliyetli halk oraya gelerek binlerce çadır kurulur. Her tarîktan bir çok meşâyih ve dervîşân ve ahâli ezkâr ile iştigâl ederler imiş. Bu izdihâmdan nâşî li-ecli’t-ticâre gelen ehl-i ticâret de panayır kurarlarmış. Mevlid nâmı verilen işbu panayıra hitâm verileceği zamân, tabl u nekkâreler vurulur, bunun üzerine herkes yerli yerine dağılırmış.

Afrika Delîli nâm eserde okudum, Sernûbiyye ve Âşûriyye nâmıyla, şuabât-ı Dessûkiyye varmış.

Tarîkat-ı Dessûkiyye’nin ismi Arabî'de Burhâniyye’dir. İmâm Şarânî, Tabakât’ında, Şeyhul-hırkati’l-Burhâniyye” diye tavsîf eder. Rûm’da Dessûkiyye nâmıyla şöhret bulmuştur. Burada Dessûkiyye tarîki munkatı’dır.


 

SENÛSÎLER

/258/ SEYYİD MUHAMMED-İ SENÛSÎ

249. sahîfede yazdığım vechile, (Senûsiyye) tarîk-ı Şâzeliyye’den bir şu'bedir. Müessisi, es-Seyyid Muhammed b. es-Seyyid Ali b. es-Senûsî hazretleridir. Seyyid Ahmed b. İdrîs hazretlerinden feyz almışlardır. Mısır’da Buhayra Müdîriyyeti'ne mülhak ve İskenderiye civârında “Sîve” nâm karyede bir zâviye binâ eylemiştir.

1205/(1790) târîhinde Cezâyir müştemilâtından Mezûme kasabasında zîb-âver-i gehvâre-i şuhûd olup Fas’ta, tahsîl-i ulûm u fazâil eyledikten sonra, tarîkat-ı Kâdiriyye’ye intisâb etmiş ve muahharen Mekke-i Mükerreme’ye rıhlet edip, orada müşârünileyh Seyyid Ahmed b. İdrîs hazretlerine mülâkî olmakla, istikmâl-i füyûzât-ı ma’neviyye ederek, ba’dehû şeyhinin irtihâliyle onu istihlâf eylemiştir. Cebel-i Ebû Kubeys’te bir zâviye binâ ve burada, neşr-i feyz-i tarîkına mübâşeret eyledi. Buradan Yemen’e seyâhatla avdetinde Bingazı dâhilinde kâin Cebel-i Ahdar'a 1255/(1839) târîhinde ihtiyâr-ı muhâceret eylemiştir. Müteaddid zâviyeler te’sîs edip, mürîdânı müzdâd olmuştur.

1261/(1845)’de Seyyid Muhammed el-Mehdî ve 1263/(1847)’de Seyyid Muhammed eş-Şerîf nâmlarında iki evlâdı dünyâya gelmiştir.

Bir müddet sonra yine Cebel-i Ebû Kubeys’e giderek yedi sene ilm-i hadîs ü fıkıh okutup, sît ü şöhreti artmış ve halk başına üşüşmekle bundan tahâşî ederek Cebel-i Ahdar’a muâvedet buyurmuştur.

Esnâ-yı râhda Mısır’a uğramışlar ve teşrîflerini haber alan Mısır Vâlisi Abbâs Paşa, Mısır’da, Bâbu’l-Hadîd civârında şehir hâricinde mahsûsan bir zâviye binâsıyla, oraya da'vet eylemiş ise de, icâbet etmeyip, Cîze havâlisinde Kerdâse nâhiyesinde bir müddet ikâmet buyurmuşlar; fakat, halkın istifâza ümîdi ve ziyâret kasdı ile tehâcümü vâki' olmuş idi.

Cebel-i Ahdar’ın biraz garbında Gazyân denilen mahalle inip, burada da bir zâviye te’sîs ve iki sene ikâmet buyurmuş. Bu müddet zarfında mürîdânının ba'zılarını Sîve’den üç ve mezkûr Gazyân’dan on gün uzakta ve sahra cihetinde bulunan Ca’bûb nâm mahalle gönderip bir zâviye inşâ /259/ ettirerek 1273/(1856)’te kendisi de azîmet eylemiştir.

Bir rivâyette, âlem-i tenhâyı ârzû ederek, Mısır ile Bingâzî hudûdu üzerinde kâin Ferce vâhasında vaktiyle mezârılk olan bir mağarayı makar ittihâz etmiştir. Urbân’dan ve erbâb-ı vecd ü vicdândan pek çokları dâire-i inâbet-i aliyyelerine girmiş ve cümlesi neşe-i ma’nevîyyeye mazhar olmuştur.

Müşârünileyh hazretlerinin müellefât-ı kesîresinden, Îkâzûl-Vestân fi’l-Ameli bi’s-Sünneti ve’l-Kur’ân, es-Selsebîlü’l-în fi‘t-Tarâiki’l-Erbaîn, el-Menhelü’r-Râik fi’l-Esânîdi ve’t-Tarâik, eş-Şumûsu’ş-Şârika fî Esmâi Meşâyihi Mağâribe ve’l-Meşârika unvânlı olanlar meşhûrdur.

1276/(1859) senesinde terk-i âlemi câvidanî eyleyip, mahdûmları ve halîfeleri Seyyid Muhammed el-Mehdî hazretleri ile birâderleri Seyyid Muhammed eş-Şerîf hazretleri, makâm-ı irşâda geçmişler ve terbiye-i sâlikîne başlamışlardır.

Bundan sonra Ca’bûb karyesi, haylice ma’mûriyyet kesb edip, bir çok zâviyeler yapılmış ve her birinde tefsîr ve hadîs okutulmağa başlanmış ve bir çok kimseler burada ihtiyâr-ı inzivâ vü vahdet eylemiştir. Seyyâhîn ve misâfirîn ve mürîdîn için ziyâret-gâh olup, tarîkat-ı Senûsiyye, Mısır’ın her cihetinde, husûsiyle Mısır’dan aksâ-yı garba kadar sahrâda sâkin kabâil ve ma’mûrelerdeki ahâlî arasında ziyâdesiyle intişâr etmiştir.

Müşârünileyhimâ irtihâl-i dâr-ı naîm edince, yerlerine Muhammed el-Mehdî hazretlerinin mahdûmu Seyyid Ahmed es-Senûsî hazretleri geçmiştir.

SEYYÎD AHMED es-SENÛSÎ

Sultân Abdulhamîd Hân-ı sânî merhûm, müşârünileyhimâya izhâr-ı âsâr-ı hürmet tarîkiyle, yâverlerinden Azm-zâde Sâdık el-Müeyyed Paşa’yı Afrika’ya i’zâm etmiş ve nazar-ı feyz ü himmetlerini celbe çalışmışlar idi. Sâdık el-Müeyyed Paşa, o havâlîye olan sûret-i seyâhatini, Evrâk-ı Havâdîs’le uzun uzadıya neşr eylemiş idi.

Senûsîler, makâm-ı hilâfete karşı şiddetle merbût olduklarından Trablusgarb’ın, İtalyanlar tarafından istîlâya ma'rûz kaldığı zamân devletimize fevka'l-âde yardım etmişler ve İtalyanlara karşı müdafaât-ı dilîrânede bulunmuşlar idi. /260/ Hele harb-i umûmîde göstermiş oldukları âsâr-ı muâvenet târîhimizde yer tutar.

El-yevm, mesned-nişîn-i meşîhat olan Seyyid Ahmed es-Senûsî, İslâmiyyet’e ve Türklüğe karşı, hissiyyât-ı necîbe ile perverde olduğundan, irtibât-ı kalbîsini senelerden beri, İtalyanlara, İngilizlere karşı Türklerle birlikte harb meydânlarında mücâhede etmek ve bu uğurda emsâlsiz şahâmet âsârı göstermekle isbât etmiştir.

Bingâzi meb’ûs-ı esbakı Yûsuf Şetvân Bey, hükümet-i sâbıkanın ârzûsu ile, Hz. Şeyh’i İstanbul’a da'vete ve alıp getirmeye me’mûr olduğundan Tiryeste’den tahte'l-bahırla Bingâzî’ye gidip, müşârünileyhi alarak yine tahte'l-bahirle Tiryeste’ye getirmiştir. Harb-i umûmîde, müşârünileyhin memleketimize gelmesine düşmânlarımız olan devletler tabîî mâni' olurlardı. Bu sebebten hafiyyen getirilmişti. Henüz tahte'l-bahirle seyâhata ülfeti olmayan Hz. Şeyh’in gösterdiği cesâret kayda şâyândır.

Tiryeste’den Viyana tarîkıyla İstanbul’u teşrîf buyurdular (ki), (târîh) 22 Zi’l-kâde 1331 (23 Ekim 1913)’dir. Azîm bir istikbâl merâsimi yapıldı; pâdişâhın misâfiri oldu.

İnkılâb-ı saltanat oldukta, Mehmed Vahîdüddîn Han’ın taklîd-i seyf merâsiminde bulundular; teberrüken kendileri kılıç kuşattılar. Hükümetçe kendisine rütbe-i vezâret verildi ve fahrî olarak Ordû-yı Hümâyun ferîklik pâyesi tevcîh olundu. Fakat, Hz. Şeyh'in, mertebe-i refîa-ı ma’nevîyyesi menâsıb-ı dünyânın fevkında olduğundan, bu gibi âlâyişe firîfte olmadılar. Memleketimizi teşrîfleri, ordumuz üzerinde büyük te’sîr-i ma’nevî husûle getirdi.

Bir müddet sonra Bursa’da ikâmet buyurdular ve ehl-i beldenin hürmet ve muhabbet-i azîmesine mazhar oldular. Bu abd-i kem-ter, Câmi'-i Kebîr'de kendileriyle müşerref oldum. Mevlânâ-yı müşârünileyhi siyâhî zannediyordum, meğer, pek hafîf esmer, beyâz bir zât-ı âlî-kadr imişler.

İlk a'sâr-ı İslâmiyye’deki kıyâfeti andırır bir sîmâ, bir şekl ü şemâil; söz söylemesi gâyet latîf, tab’an gâyet zarîf, beyâz bir bornoza bürünmüş, nûraniyyü’l-vech bir zâttır, /261/ öyle nahvî bir Arapça konuşuyor ki, makâlât-ı beligânesini kolaylıkla anlamak mümkündür. Pek müteşerri’, pek mütesennin bir mücâhid-i ekremdir.

Nesl-i peygamberîden olan bu emîr-i dilîrin huzûrunda bulunduğum zamân hep hakâyıktan bahs buyurdular. Bornozdan başka sırmalı bir mişlah giydikleri ve başlarını ale'd-devâm örttükleri; kahve renginde cübbe iktisâ eyledikleri görülmüştür. Üst baş, gâyet tâhir; her sözü bir âyet, bir hadîsin ve kelâm-ı kibârın ma’kesidir. Harekât u sekenâtında, sünen-i cedd-i âlî-nejâda harfi harfine mürâât ediyor, indinde, sigara içmek harâmdır. Her sözü bir nasîhattir.

Bursa’yı Yunanlılar işgâl, edince, Ankara’ya gittiler. Anadolu’nun her tarafında dolaştılar. Her gittikleri yerde, ehl-i İslâm üzerinde büyük te’sîrler bıraktılar. Tarsûs Gazetesi muhâbirine söyleyip, tercümesi gazetelerimizle neşr olunan efkâr-ı âliyesi, kendilerinin siyâsî bir dâhî olduğunu göstermektedir. Ba'zı cümlelerini teberrüken nakl ediyorum:

Bu memleketin istikbâli, her şeyden evvel ve her şeyin üstünde, ahlâk-ı İslâmiyye umdesine istinâd ediyor. Bu umde üzerindedir ki, şanlı yarının binâsını kuracağız. Evet, bu memleketin istikbâli, dinimizin ahkâmına riâyette, nevâhîsinden ictinâbtadır.”

Bu dîn, en yüksek medeniyyetin, fikrî ve ahlâki terakkînin, ahlâk-ı fâzılânenin dînidir. Bize saâdet-i dareyni tekeffül eden ancak bu dîndir. Dînimiz bize, adâleti, iyiliği, îcâdı, ictihâdı, vatan muhabbetini, sa’yi, ikdâmı, izzet-i nefsimizin muhâfazasını emr ediyor. Dînimiz en ahlâkî ve ictimâî bir dîndir. Peygamberimiz (salla’llâhu aleyhi ve sellem): (بعثت لأتمم مكارم الأخلاق.) buyurmuşlar. Ya'nî, “Mekârim-i ahlâkı itmâm için ba’s olundum.” buyuruyorlar. Dînimiz bizi, fuhşiyyâttan, müskirâttan, sefâhattan, tefrikadan, atâletten, cehâletten, bütün mesâvî-i ahlâkiyyeden nehy ediyor. Binânenaleyh millete bir vazîfe terettüb ediyor: Dîni /262/ bütün hakîkatıyla anlamak ve onunla amel etmek; bizi izrâr eden, kuvvet ve şevketimizi yıkan, düşmânlarımızı itmâ’ eyleyen en büyük sebeb hiç şüphesiz ki, dînimizi ihmâl etmekliğimizdir; hissiyyâtımıza mağlub olmaklığımızdır. Netîcede yıkıcı olduk, basar ve basîretimizi körleten, vicdânlarımızın bütün, asîl ve temiz seslerini boğar bir cehâlet bizi fuhşiyyâta sürüklüyor. Bize, hakîkî vazîfelerimizi unutturuyor. Hâdisât, ihmâllerimiz netîcesi olarak bize acı bir ders oldu. Artık, şimdi kendimizi islâh etmek bize vazîfedir. Yoksa büyük zaferin bize hâzırladığı gâyeye vusûl müyesser olamaz. Dîn, yalnız dîn; dîn hayâtımızdır; onsuz hayât olamaz.”

Hz. Şeyh, Kürdistân’a kadar seyâhat buyurdular. Ankara’ya avdeti ve hâl-i harbin zâil olması üzerine, ârzû-yi zâtiyyeleriyle ve Mısır tarîkıyla 12 Rebîu’l-evvel 1343/(11 Ekim 1924) târîhinde vatan-ı aslîlerine döndüler.

Afrika Delîli nâm eserde gördüm. Sudan’da bulunan zevâyânın adedi üçyüzü mütecâvizdir. Bu zevâyânın her biri birer darü'l-fünûn sûretinde müessestir. Tarîkat-ı Senûsîyye’ye dâhil olanlara da, sâir tarîkatlarda olduğu gibi “ihvân” derler. İhvândan olanlara bütün Araplar, hattâ harâmîler hürmet ederler.

Seyyid Muhammed es-Senûsî, akîdesini, mesleğini, Mekke-i Mükerreme’de neşre başladığı zamân, turuk-ı sâireye hücûm etmediğinden pek ziyâde muvaffak olmuş idi. Senûsîlik, Hicâz ve Yemen ve Cezîretü’l-Arab’da da tevessü’ edivermiş idi. Şeyh, mürîdlerine ezkârdan ziyâde, Şerîat-ı Ahmediyye’ye temessükü tavsiye eder. Hülâsa-i kelâm Senûsîlik, çölde pek iyi bir sâik-i medeniyyet olmuş ve yavaş yavaş çölün vahşî kabîleleri, bu sâyede terk-i huşûnet etmeye başlamıştır.


 

ZEYNÎLER

/263/ Silsile-i Zeyniyye :

- Cenâb-ı Pîr Ömer Şihâbeddîn es-Sühreverdî (Kuddise sırruhu’l-âlî)

- Şeyh Necîbüddîn Ali Şîrâzî (Kuddise sırruhu’l-âlî)

- Şeyh Nûreddîn Abdussamed-i Nazarî (Kuddise sırruhu’l-âlî)

- Şeyh Necmeddîn Mahmûd-i Isfahânî (Kuddise sırruhu’l-âlî)

- Şeyh Hüseyin Hüsameddîn-i Şemşîrî (Kuddise sırruhu’l-âlî)

- Şeyh Cemâleddîn Yûsuf-ı Gûrânî (Kuddise sırruhu’l-âlî)

- Şeyh Abdurrahmân Nûreddîn-i Mısrî (Kuddise sırruhu’l-âlî)

Müşârünileyh hazretlerinin, Zahîrüddîn Îsâ el-Mısrî hazretlerine de münâsebeti olduğuna mebnî, bu nisbetleri Şeyh Abdüsselâm-ı Kuleybî ve Şeyh Ebu’l-Feth-i Vâsıtî hazerâtı vesâtatıyla Hz. Pîr-i a’zam Seyyid Ahmed er-Rufâî (kuddise sırruhu’l-azîz)’ye vâsıl olur ki, tarîkat-ı Zeyniyye, esrâr-ı Rûfâîyye’yi dahi câmi' bir şeh-râh-ı irfândır.

Hz. Pîr, Muhammed Zeyneddîn el-Hâfî (kaddesa’llâhu sırrahu’l-âlî) : Velâdeti : 757/(1356), irtihâli : 838/(1435), müddet-i ömrü : 81 sene.

Kutbu’l-ârifîn, mürebbiyü’s-sâlikîn olan Şeyh Zeyneddîn Ebûbekir Muhammed b. Muhammed-i Hâfî rahîmehu’l-kâfî hazretleri, "Şeyh Zeyneddîn-i Hâfî" denilmekle meşhûrdur. Maskat-ı re’sleri, Horasan’da Hâf şehridir. 757 senesi şehr-i Rebîu’l-evvel’inin 15’inde (19 Mart 1356) dünyâya şeref vermiştir.

İbtidâ-yı hâllerinde Mısır’a giderek Şeyh Nûreddîn Abdurrahmân-ı Mısrî hazretlerinin dâhil-i dâire-i irfânı olup, hilâfet aldı. Vâridât-ı gaybiyye ve fütûhât-ı lâ-raybiyye sâhibi oldu. Çok zamânlar ihtiyâr-ı halvet ederlerdi. Makâm-ı hakîkatte yer tutmuş eâzım sırasına geçmişlerdir. Ba’dehû seyâhata çıkıp, pek çok yerleri gezdikten, makâmât-ı âliyeyi ziyâretten, ashâb-ı kemâlâta mülâkâttan sonra Horasan’a kadar gittiler. Bağdâd’da iken, şeyhinin icâzet-nâmesini zâyi' ettiğinden tekrâr Mısır’a gelmiş ise de, şeyhinin irtihâli haberini aldığından, fakat /264/ hücrelerinde bir sûretine dest-rest olduğundan, alıp Bağdâd’a gelmiştir.

Bir müddet sonra, Hâf şehrine avdetle neşr-i envâr-ı tarîkat buyurmuşlardır. Sonra, ziyâret-i Haremeyn emeliyle âzim-i râh-ı Hicâz olup, avdette Kuds-i şerîfte bulundular. Tekrâr seyâhata çıktılar: Mâleynî nâm kasabaya vâsıl oldukları zamân, ol gencîne-i esrâr-ı ilâhîyye 838 şehr-i Şevvâlinin ikinci (1 Mayıs 1435) Pazar gecesi, seksenbir yaşında iken irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiş ve bi'l-âhare nâ’ş-ı mükerremleri Dervîş-âbâd’a nakl olunmuştur. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Hz. Şeyh’in ictihâdlarına binâen kendilerinden yürüyen silsile-i tarîkatta nâmlarına, “pîr” ve tarîklarına, “Zeynî” denilmiştir. Kabr-i âlîleri Herât’ta imiş. Demek ki, Dervîş-âbad, Herât civârında bir mahal olacak.

Zamânının cidden eâzımından bir zât-ı celîl ve müteşerri’ idi. Hz. Pîr Muhammed Bahâeddîn Şâh-ı Nakşıbend (kuddise sırruhu's-samed) efendimizin Zeyneddîn-i Hâfî hazretleriyle sohbeti olup, nezd-i âlîlerinde, üç gün halvet-güzîn oldukları menkûldür. Vasâyâ nâmında bir eser-i kıymet-dârları varmış.

ŞEYH ABDULLATÎF-İ KUDSÎ

Hz. Pîr (Zeyneddîn-i Hâfî)’nin hulefâsındandır. Bursa’da Emîr Sultân türbesi civârında, Zeynîler Tekkesi denilen bir mahalde, câmi' harâbesi önünde müstağrak-ı mehd-i rahmettir. İlm-i zâhir ü bâtında mâhir bir velîyy-i kâmil idi. Bir eserde nıüşarünileyh hakkında şu ma'lûmâta dest-rest oldum :

Şeyh Abdüllatîf b. Abdurrahmân b. Ahmed b. Ali b. Gânim el-Kudsî el-Ensârî hazretlerinin vücûd-ı pür-sûdları 786 senesi Receb’inin yirminci Cum’a (8 Eylül 1384) gecesi burc-ı saâdetten fürû’-endâz-ı âlem olmuştur.”

Ulûm-ı zâhire tahsîlinden sonra Şeyh Abdulazîz hazretlerine intisâb ve birçok hizmetten sonra feyz-yâb olmuş; sonra, mürşid-i sâfî Zeyneddîn-i Hâfî hazretleri Kuds-i şerîfe kadem-zen olmakla, saâdet-hânelerine misâfir edip, kudûmlerini /265/ mahz-ı ni'met bilerek, zât-ı âlîlerini tevkîr ve i’zâz etmiştir.

Zeyneddîn-i Hâfî hazretleri maiyyetinde Hicâz’a azîmet ve ba’de’l-avde birlikte Horasan’a gidip, hıdmet-i aliyyelerinde bulunmuş ve şeyhinin emriyle Câm beldesine gidip, Mevlâna Şeyh Sâmî ve Ahmed-i Nâmıkî-ı Câmî merkadlerinde kırk gün çille-nişîn-i riyâzet olup, avdetinde Hz. Şeyh’ten icâzet almıştır. Sonra berâ-yı ziyâret Konya’ya gelerek, civâr-ı Hz. Mevlânâ’da bir sene kadar ikâmetle 852/(1448) senesinde Bursa’yı teşrîf etmişlerdir.

Hz. Şeyh’in kemâlini idrâk eden zevât-ı kirâm, bâ-husûs Şemseddîn-i Fenârî hazretleri, Cenâb-ı Şeyh’in hânelerinde toplanır, encümen-i ilm ü irfân teşkîl ederlermiş.

856 senesi Rebîu’l-evvel’i gurresinde (22 Mart 1452) terk-i âlem-i dünyâ buyurdular. Tuhfetü’l-Mevâhib nâmında eserleri vardır.

Merkad-i münîfleri civârında üçyüz kadar evliyâu’llâh medfûn imiş. Lehü’l-hamd mükerreren ziyâret şerefine mazhar oldum. Halen Bursa’nın en harâb bir kısmındadır. Kabirlerinin üstü açıktır; etrâfında demir parmaklık vardır. Bursa’da, tarîkat-ı Zeyniyye’yi bu zât-ı muhterem neşr eylemiştir. Zeynîlerin mezâr taşları bu şekildedir :

(MEZAR TAŞI ŞEKLİ VAR) !!!!!!

Kıble-nümâ-yı Ka’betti’l-Uşşâk nâm eserde tafsîlat vardır. Merkad-i münevverleri, rûhâniyyet-i azîme içindedir.

ŞEYH AHMED-İ ZEYNÎ

Meşâhîr-i hulefâsından Şeyh Ahmed Efendi, Fâtih civârında Âşık Paşa mescidinde neşr-i tarîk ve irşâd-ı ibâd eylemiş ve 846 Muharreminde (Mayıs 1442) irtihâli üzerine mescid-i mezkûr hazîresine defn olunmuştur.

ÂŞIK PAŞA-ZÂDE

Dervîş Ahmed Âşıkî b. Şeyh Yahyâ b. Şeyh Süleymân b. Âşık Paşa, Abdüllatîf-i Kudsî halîfesidir; Amasyalıdır. 908/(1502) senesi ricâlindendir. Fâtih’te, Âşıkpaşa Mahallesi'nde dâmâdı Seyyid Velâyet türbesi hazîresinde medfûn olmak muhtemeldir. Osmânlı Müellifleri’nin üçüncü cildinde 84. sahîfede tercüme-i hâli vardır.

ŞEYH ABDURRAHÎM-İ ZEYNÎ

Şeyh Abdürrahîm Nizâmeddîn-i Zeynî, Sarı Danişmend Emîr Azîz Efendi-zâde olup, Çelebi Sultân Mehmed devri meşâyih-ı ızâmındandır. /266/ Tasavvuftan İrşâdü’l-Enâm eseriyle, Aşk-nâmesi, Divânçe-i İlâhiyyât’ı vardır.

Hz. Pîr Zeyneddîn-i Hâfî’den ikmâl-i sülûk etmiştir. Pîrine Mısır’da mülâkî olup, bade’s-sülûk birlikte Horasan’a kadar seyâhat ederek, Merzifon’a avdetinde, irşâd-ı tâlibîn ile meşgûl oldular. Şiirde Rûmî tahallus etmiştir. Mürşidleri, müşârünileyh hakkında: "Bir aşk kütüğünü yakıp, diyâr-ı Rûm’a attık." buyurmuşlardır.

Manzûmesinden:

Tevbe Yâ Rabbi hatâ yoluna gitdiklerime

Bilüp itdiklerime bilmeyüp itdiklerime

ŞEYH MAHMÛD HAYRÂN-I ZEYNÎ

Bursa’da Zeynîler zâviyesinde çille-nişîn-i inzivâ ve müstağrak-ı tevhîd idi. Bir gün çarşıya çıkıp, cümle ihvânına, “Tekkeye buyurun, bir fakîr cenâzesi var, hizmetinde bulununuz.” demiş; cemâat cem' olmuş. Hâlbuki o gün kendisi nûr-ı tevhîde nigerân ve vâsıl-ı rahmet-i Rahmân olup, huzzârı ağlatmıştır. Bursa’da Zeynîlerde medfûndur. (Kuddise sırruhû)

ŞEYH ABDULLÂH-I ZEYNÎ

Paçacı Halîfe diye meşhûrdur, Kastamonuludur. Şeyh Taceddîn Zeynî halîfesidir. Abdüllatîf-i Kudsî dergâhına şeyh oldu. Vefâtlarında Hazret'in civârında defn olundu. İlm-i hakîkat ü tarîkat âlimi idi.

ŞEYH MUHAMMED-İ ZEYNÎ

Boluludur. İlm-i zâhirde mâhir idi. Hacı Halîfe’den kemâlât-ı bâtıniyyeyi ahz edip, müstahlef oldu. Ba’dehû yerine seccâde-i irşâda oturup, mürde-dilleri ihyâya başladı. Rûhu arşa hirâm eyledikte, cesed-i şerîfi Abdüllatîf-i Kudsî civârında defn olundu.

ŞEYH SAFİYYÜDDÎN-İ ZEYNÎ

Hz. Ebû Bekr es-Sıddîk efendimizin ensâl-i kirâmındandır. Bolulu müşârünileyh Muhammed Efendi’den ahz-ı feyz eyledi. İlm-i zâhir ü bâtında âlim bir veliyy-i bâhirü’l-kerâme idi. Zeynîler Dergâhı’nda şeyh oldu. Kezzâb dünyâ ona da vefâ etmeyip, sıdk ile Hakk’a vâsıl oldu. Zeynîler’de medfûndur.

/267/ MUALLİM-ZÂDE ŞEYH MUSTAFA ZEYNÎ

Manisalıdır. Bursa’yı teşrîf eyledi. İlm ve kemâli ziyâde idi. Hacı Halîfe’den feyz ve hilâfet alıp, kırk sene salât-ı terâvîhi hatimle edâ eylemiştir. Ziyâde mücâhid idi. Zeynîler’de medfûndur.

ŞEYH SEYYlD ALİ ZEYNÎ

Nasûh Efendi halîfesidir. Zâhir ve bâtın ilimlerinde mâhir ricâlu’llâh’tan idi. Muallim-zâde yerine şeyh oldu. Zeynîler’de medfûn ve rahmet-i Yezdân’a makrûndur.

ŞEYH ABDÜLAZÎZ-Î ZEYNÎ

Ma'mûrü’l-cevânib, erbâb-ı kerâmetten bir zât-ı kerîmi’s-sıfâttır. Vücûd-ı azîzi Zeynîler Dergâhı postuna revnak verdi. 997/(1589)’de fenâdan uzlet eyledikte, Zeynîler dâiresine defn olundu.

ŞEYH ABDULLÂH-I ZEYNÎ

Kâmil ve mükemmil, erbâb-ı hâlden bir mürşid-i tarîkat idi. 1006/(1597-8)’da irtihâl eyledi. Zâviye-i Zeyniyye’de, uzlet-nişîn-i kûşe-i makâbirdir.

ŞEYH ABDÜLGANİYY-İ ZEYNÎ

Amasyalıdır. Şeyh Rasûl hulefâsındandır. Kerâmâtı çoktur; kibâr-ı evliyâdandır. Bursa’da Ali Paşa Câmii kurbünde Kâsım Subaşı Zâviyesi’nde mürşid idi. Kendi andadır. Târîh-i irtihâli 1028/(1619)’dir.

ŞEYH MUHAMMED el-HALVETÎ

Pederi, Zeynîler şeyhi Muhammed Efendi yerine şeyh oldu. Şeyh Ahmed el-Gazzî’den, Kâdî Tefsîri taallüm edip, bâtınen dahi feyz aldı. Evliyâu’llâh’tandır. Zeynîler dâiresinde kabr-i münevveri, kubûr-ı sâdâtı tezyîn eyledi. Târîh-i irtihâli 1135/(1723)’tir.

ŞEYH SA'DEDDÎN-İ ZEYNÎ

Zeynîler Dergâhı’nda seccâde-nişîn-i irşâd olmuştur. 1157/(1744)’de irtihâl eyledi. Burada medfûndur. Vâcibü’z-ziyâre bir zât-ı kerîm olduğunu, Şeyh Abdullatîf-i Gazzî hazretleri eserinde beyân eder.

ALLÂME-İ CİHAN MOLLA ŞEMSEDDÎN FENÂRÎ HAZRETLERİ

Cedleri, Mâverâünnehir’dendir. Kendileri Fenâr karyesinden ve evlâd-ı mülûk-ı Hind’dendir. Allâme-i zamân, dürr-i yektâ-yı cihân oldu.

Yıldırım Bâyezîd Hân devrinde meşîhat-ı İslâmiyye'ye zînet verdi. Âsâr-ı mu'tebere-i adîdesiyle âlem-i İslâmiyyet’e büyük hizmetler ettiler. Hz. Abdullatîf-i Kudsî’den hilâfet aldılar. Müşârünileyhi evvel emirde irşâd eden, Bursa’da medfûn Abdal Mehmed nâm bir velî idi. Hamîdeddîn-i Aksarâyî hazretleriyle mülâkâtları vâki' olmuştur.

/268/ Peder-i mükerremlerinin, sadru’l-mille ve’d-din Hz. Sadreddîn-i Konevî’ye münâsebeti olup, bi'l-vesîle ondan da feyz-yâb oldukları menkûldür. Hz. Sadreddîn’in, Miftâhu’l-Gayb nâm eser-i bedîine, mükemmel bir şerh yazmışlardır. Tefsîr-i Fâtiha’sı meşhûrdur.

İstanbul’da Fâtih-Çarşamba’da Murâd Molla Kütüphânesi’nde, yazdığı Fâtiha-ı Şerîfe Tefsîri mahfûzdur. Ziyâret ettim; (kitâbın) numarası 137’dir. Hz. Şemseddîn’in oğlu, Hz. Şeyh’in Fütûhât’ını yazmıştır. Yazdığı nüsha-i nefîse, Yeni Câmi' Kütüphânesinde iken, Sultân Süleymân Kütüphâne-i umûmîsine nakl olunmuştur, ârzû eden orada ziyâret edebilir.

Osmânlı Şeyhü’l-İslâmlarının tercüme-i hâline dâir, Makâm-ı Meşîhat tarafından vaktiyle neşr olunan mecmûalardan birinde, “Şemseddîn Molla Fenârî’nin de tercüme-i hali neşr olunmuştur. Üstâdları, Alâeddîn-i Esved ile Şeyh Cemâleddîn-i Aksarâyî’dir.” denilmiştir. Haremeyn-i muhteremeyni ziyâretle, ulemâ-yı cihân ile müşâfehesi vardır. Mısır Sultânı Müeyyed’in iltifâtına mazhar olmuştur. Mısır’da Şeyh Ekmeleddîn hazretlerinden ahz-ı feyz ile Rûm'a gelmiştir. Bursa kadılığında, Manastır müderrisliğinde bulundu. 828/(1425)’de merkez-i hükûmette istihdâm edildi. II. Sultân Murâd Han’a müşavir-i şer’î oldu. Son zamânlarında kendilerine, amâ târî oldu.

Âsârı :

1. Fusûlü’l-Bedâyi’ fi Usûli’ş-Şerâyi’,

2. Sûre-i Fâtiha Tefsîri,

3. Enmûzeci’l-Ulûm,

4. Ferâiz Şerhi.

(Şemseddîn Molla Fenârî) cidden zâhir ve bâtınını ma’mûr etmiş erlerdendir. Bursa’da bulunduğum sırada, bi'l-hâssa türbe-i münevverelerini ziyâret ettim. Bursa’nın üstünde dağ cihetindedir. Pek rûhâniyyetli ve münşerih bir mahall-i mübârektir. Kabr-i şerîflerinin üstü açık olup, Zeynîlere mahsûs mezâr taşı vardır. "Cennetü’l-Firdevs" (جنة الفردوس) 834/(1430-31) târîh-i irtihâlidir.

MOLLA HAYÂLÎ HAZRETLERİ

Ricâl-i Zeyniyye’den olup, ism-i şerîfleri Ahmed’dir. İzniklidir. 875/(1470) senesinde otuzüç yaşında iken irtihâl-ı dâr-ı bakâ eylediler. Bursa’da, Molla Hüsrev civârında, Zeynîler yakınındadır. Türbelerinin üstü açıktır; Sultân Abdülhamîd Hân-ı sânînin Baş Mâbeyncisi Hacı Ali Paşa merhûm ta’mîr ve tecdîd eylemişti. Ziyâret ettim.

Âsâr-ı aliyyeleri:

1. Ta'lîkât Âlâ Şerhi'l-Makâsıd,

2. Hâşiyetü’l-Ferâiz,

3. Hâşiye Âlâ Evâili Tecdîd,

4. Hâşiyetü Şerhi Akâid.

Fazîlet-i celîlelerini, ulûm-ı zâhire üzerinde de gösterdikleri, âsâr-ı aliyyeleri ile sâbittir. Şeyh Abdürrâhîm-i Merzifonî’den ahz-ı tarîkat eylediler ki, bu zâtın tercüme-i hâlini bâlâda yazmıştım. Kendilerine “Hayâlî” denilmesi, efkâr-ı dakîka ashâbından olup, her şeyi inceden inceye tedkîk eylemesinden kinâye olduğu menkûldür.

ŞEYH ŞİHÂBEDDÎN-İ SİVASÎ

Zeyneddîn-i Hâfi hazretlerinin halîfesi, Şeyh Muhammed Efendi’den müstahlef olup, ârif ü mükemmil bir zâttır. 860 senesi Rebîu’l-evvelinin ikinci Pazar gecesi (9 Şubat 1456) irtihâl edip, Kuşadası ile Ayasuluğ (Selçuk) arasındaki merkad-i mübârekleri ziyâret-gâhtır.

Uyûnu’t-Tefâsîr isminde iki cilt tefsîri, Risâletü’n-Necât min Şerri’s-Sıfât isminde bir eser-i tasavvufîleri vardır. Bursalı Mehmed Tâhir Bey, bu zâtın tercüme-i hâlini neşre himmet etmiştir.

/269/ ŞEYH ÖMER b. HAMZA HAZRETLERİ

Ricâl-i Zeyniyye’dendir; Edirnelidir. Enîsü’l-Celîs nâmındaki eseri, 986/(1578) senesinde te’lîf eylediler.

ŞEYH MUHAMMED ÂRİF EFENDİ

Zeyniyye meşâyihinden olup, Denizli’dendir. İstanbul’da ikmâl-i sülûktan sonra İzmit’te neşr-i feyz eylemişlerdir. Ravzâtü’t-Tevhîd isminde eseri vardır. İzmit’te Orhan Gâzî Câmi'-i şerîfi yukarısındaki mezâristânda, mahdûmu Ahmed Efendi ile medfûndur. Kabr-i enverleri pek rûhâniyyetlidir; ziyâret eylemiştim. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

ŞEYH AHMED EFENDİ

Müşârünileyhin mahdûmudur. Mazanna-ı kirâmdandır. İzmit’te şöhretleri şâyi’ olmuş idi. Kabr-i şerîfleri, ziyâret-gâh-ı meşhûrdur, teberrük olunur. Nüzhetü’l-Muvahhidîn ismindeki manzûm eserlerini görmüştüm. 971(1563) ricâlinden oldukları anlaşılmıştır. (Kaddesa’llâhu esrârahüm)

ŞEYH VEFÂ HAZRETLERİ

Kibâr-ı evliyâu’llâhtan ve eâzım-ı ricâl-i Zeyniyye’dendir. İsm-i âlîleri, Şeyh Muslihuddîn el-Hâc Mustafa Vefâ olup, peder-i mükerremleri Ahmed es-Sadrî’dir ve sâdâttandır. Konyalıdır. “Muslihuddîn b. Vefâ” yahut “Bu’l-Vefâ” da derler.

İlm-i tasavvufta ve fıkh ve mûsikîde ve şiir ve inşâda ve ilm-i havâsta mâhir ve hattâ ilm-i nücûmda sâhib-i ihtisâs idi. Sultân Fâtih ve Bâyezîd asrı ricâlindendir. Tarîkata bidâyeten intisâbı, Edirne’de, Debbâğlar imâmı, meşhûr Muslihuddîn Halîfe’dendir. Sonra onun emr ü işâretiyle, bâlâda ism-i mübârekleri geçen Şeyh Abdullatîf-i Kudsî hazretlerine arz-ı nisbetle istikmâl-i füyûzât eyledi.

Debbâğlar imâmı Şeyh Muslihuddîn hazretleri, Edirne’de, Debbâğlar mahallesinde Şeyh Şücâeddîn Zâviyesi kurbunda bir mescidde otuz yıl ikâmet ve îfâ-yı hıdmet-i imâmet eyleyip, gece gündüz, ibâdât ve tââtla meşgûl olmuş idi. Fart-ı zühd ü takvâ ile şöhret buldular. Her gece, sabâha kadar, yüz rek'at namâz kılar ve her iki rek'atta tecdîd-i vuzû’ eylemeyi âdet edinmiş imiş. Bu derecelerde taabbüd ile, vech-i âleme nazar etmeyerek dâimâ zikru’llâh ile /270/ tevaggul eylediler.

İrşâd-nâme nâmıyla bir risâle te’lîf eyleyip, Şeyh Vefâ’ya göndermişti. 847/(1443) târîhinde Edirne’de vefât edip, kabr-i şerîfi, imâmı olduğu câmi'-i şerîfin mihrâbı önündedir.

Şeyh Vefâ hazretlerinin zamânında, Hırıstiyanlarca, Paskalya’nın gününü ta’yînde ihtilâf olmuştu. Müşârünileyhin, ilm-i nücûmdaki ihtisâsı hasebiyle kendisine vâki' olan mürâcaata, “Mart içinde giren arabî ayının onbeşinden sonra gelen Çarşamba’nın Pazarı, Paskalya günüdür.” cevâbını verdiği menkûlâttandır. Fi’l-hakîka bu hesâb hiç şaşmıyor. İlâ-nihâye bir düstûr demektir. Bu Mart ayını, Rûmî Mart ayı olmak üzere bilmek lâzımdır, efrencî değildir. Hz. Şeyh’in Hıristiyanlara târîhî ve ebedî bir yâdigâr-ı ilmîsi olmuştur.

Ebu’l-Feth Sultân Mehmed Han zamânında, Şeyh Vefâ, Dersaâdet’e gelmiştir. Zühd ü takvâ; va’z u irşâd ile şöhret buldu. Usûl ve makâmat üzerine nice evrâd ü ezkâr tertîb eylemiştir. Hz. Pâdişâh kendisiyle mükerreren görüşmüş ve duâlarını almıştır.

Şeyh Vefâ hazretleri, her nereye baş vurursa, her ne taleb ve ârzû eylese, li-hikmeti’llâh, nâil-i maksad olurdu. Bir müddet Mısır’da dahi bulunmuş. O sene, li-hikmetin, bereketsizlik olmakla, ahâlî-i Mısır, müşârünileyhe mürâcaat eylemişler; o da, dergâh-ı Rabb-i izzete müteveccih olup, niyâzda bulunmasıyla, âsâr-ı bereket sür’atle nümâyân olmuş ve ahâlî-i Mısır, mesrûr olarak, ziyâde teveccüh göstermiş ve hüküm-dâr-ı Mısır, hâk-pâyına kadar gelip, müsâhebetiyle şeref bulmuştur.

Vaz’-ı evkât etmekte, yed-i beyzâ göstermiş ve vakar ve temkîn ve salâbet-i dîniyye ile şöhretleri artmıştır. Îfâ-yı farîza-ı hacc-ı şerîf niyetiyle, Konya’dan Antalya’ya inip, oradan râkib olduğu sefîne, Rodos korsanları tarafından tutulup, içindekiler esîr edilmekle, Şeyh Vefâ kız karındaşıyla bu meyânda esir düşmüş ve sâir üserâ ile birlikte Rodos’a gönderildiği halde, Karaman emîri İbrâhîm Bey, korsanlardan satın alıp /271/ kurtarmıştı. Ondan sonra İstanbul’a gelip, irşâd-ı ibâd ile meşgûl oldular.

Zâhiren ne kadar celâli gâlip ise de, sohbetlerinde bi'l-akis o kadar münbasıtu’l-cemâl idi. Dünyâya i’tibâr etmez; müteveccih ve mütevekkil bir merd-i hoş-hâl ve mürşid-i sâhib-kemâl idi.

Bir gün Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, Fir’avn hakkında, "( مات طاهراً مطهراً)[62] der imiş, "Siz ne buyurursunuz?" diye kendisinden suâl olundukta, “Keşke, bizim hakkımızda da böyle şehâdet eden iki mü’min bulunaydı.” cevâb-ı hikmet-nisâbını vermişlerdir. Bir def'asında "Mansûr, “Ene’l-Hak!” demiş, ne buyuruyorsunuz?" denildikte, “Yâ. ene’l-bâtıl mı desin!” cevâb-ı zarîfini vermişlerdir.

Yine buyururlarmış ki; “Cennet ve hûr u kusûr için tâat ve ibâdet, hevâ ve hebâdır. Merd-i Hakk’a, zâtu’llâh’tan gayrı bir şey murâd edinmek, ayn-ı hatâdır.”

Her bir sözü, bir nutk-ı irfân olmak üzere telakkîye şâyân bir şeyh-i nüktedân idi. Evâhir-i ömründe, inzivâyı ihtiyâr buyurup, sokağa pek az çıkar ve bâb-ı irfân-ı reşâdetlerine, ümerâ ve a'yân ve küberâdan bile gelen olsa, yine, gönülleri istemezse çıkmazlar idi. Sohbet-i küberâ vü ricâl ile mütelezziz ve mesrûrü’l-hâl olmaktan ziyâde, hem-bezm-i gedâ vü fukarâ olmaktan münşerihü’l-bâl olurlar idi. Tab’-ı pâk-ı tâb-nâkları vâridât-ı nazmiyyeye de mâil idi. Arabî, Türkî, Fârisî nutk ve ilâhiyyâtı vardır. Ba'zı nutkları pek muğlaktır. İbtidâ-yı hâlde bulunanlar, temyîz-i maâni edemezler.

Yak beni aşk âteşine Yâ Vedûd

Kül olunca cümle a’zâ-yı vücûd

                   *   *   *

Yazdığın çün ki ezelde dost tağyîr eylemez

Her ki ârifdir bu remzi bildi tedbîr eylemez

(تجوع  تراني  تجرد  تصل)[63] mazmûnen hadîs-i kudsîdir. Fakat rızk için bu yolda serd olunmuştur. Buna Şeyh Vefâ, mısra’ ilâvesiyle.

Tecevva’, terânî; tecerred, tasıl

 Sana ben gereksem, sivâdan kesil.” diye tercüme olunmuştur.

(بر ستيدن حق براى بهشت لود يش ارباب دل سخت زشت.)[64]

/272/Düşdü gönlüm Yâ Muhammed Cânım ârzûlar seni

nat-ı şerîfi pek âşıkânedir.

 “Rûhun cemâle âyîne olsa beşîr olur

   Yâhûd celâle âyînedir hod nezîr olur

                          *   *   *

“Ol tevhîdi zikr it

  Sonra cürmünü fikr it

  Var yoluna doğru git

  Dervîş olayım dirsen.”

matla'lı nutk-ı şerîfleri, Cebbâr-zâde Ârif Bey merhûm tarafından şerh olunmuştur. (Şerhin) ismi, Râfiu’z-Zulem li-Kulûbi’l-Ümemdir. Hz. Şeyh’in, İstanbul’un, tûl ü arzına dâir rûz-nâmçesi olduğunu, Hüsnü’l-İktizâ Rûz-nâmçe-i Şeyh Vefâ ismiyle, riyâzıyyûndan birinin şerh yazdığını Tâhir Bey yazıyor. Tâcu’t-Tevârih’te bahsi vardır.

Bâlâdaki nutkun tamâmı, ber-vech-i atîdir :

Ol tevhîdi zikr it

Sonra cürmünü fikr it

Var yoluna doğru git

Dervîş olayım dirsen

Bir şeyh-i kâmil ara

Niçün oldun âvâre

Hemân söz tut bî-çâre

Dervîş olayım dirsen

Rü’yâya yalan katma

Elden söz alup satma

Vakt-i seherde yatma

Dervîş olayım dirsen

Her yerde ayak basma

İhsândan elin kesme

Çok söze kulak asma

Dervîş olayım dirsen

Gaflet ile çalışma

Çok gezmeye alışma

Hiç bir şeye ilişme

Dervîş olayım dirsen

Hak söze inâd itme

Refîksiz yola gitme

Eyvallâhı terk itme

Dervîş olayım dirsen

Şeyhlikde kusûr görme

Meclisinde çok durma

Nafile yire yorma

Dervîş olayım dirsen

Harâm lokmayı yutma

Hiç kimseye kin tutma

Şeyh Vefâ’yı unutma

Dervîş olayım dirsen

Dersaâdet’te, Şehzâde Câmi'-i şerîfi yakınında, fetihten evvel Ayateodori /273/ nâmındaki kilisenin olduğu mahalde ahiren bir câmi'-i şerîf inşâ ve hücreler binâ olunarak, Hz. Vefâ burada sâkin olmuştu. Kilise, câmie tahvîl olunmuş diye, bir kayd varsa da, yakın vakitte kadar câmi'-i şerîf mevcûd idi, kiliseden muhavvel değildi. İhtimâl ki, kiliseden tebdîl edilen câmi'-i şerîf bi'l-âhare hareket-i arzdan münhedim olup, yerine yeniden bir câmi'-i şerîf yapılmıştır. Son zamânlarda bu câmi'-i şerîf dahi, hareket-i arzdan müşrif-i harâb olunca, yeniden inşâ olunmak üzere hedm edilmiş ise de, yenisi yapılamamıştır. El-yevm bu hâldedir. Hücreler dahi harâbtır. Kilisenin câmi'ye tahvilinde, “Câmi'-i hâkâniyye” (جامع خاقانيه) terkîbi târîh düşmüştür ki, 881/(1476)’i müş‘irdir.

Hz. Şeyh, 896 sene-i hicriyyesi, şehr-i Ramazân’ının ilk (8 Temmuz 1491) Pazartesi günü  terk-i hayât-ı müsteâr eylemesiyle, câmi'-i şerîf civârındaki türbe-i mahsûsada defn olunmuştur. El-ân ma’mûr, ziyâret-gâhtır.

خواهى كى بدانى سفر شيخ وفارا

            درياب نه تاريخ الى رحمة ربه 896[65]

Türbe-i muattaraları, pek rûhaniyyetli olup, el-yevm, âsâr-ı celâl meşhûddur. Esbak Sadrazam Ali Paşa kerîmesi Selmâ Hanım tarafından söylenilip, yazılan levha-ı nefisede:

Muktedâ-yı ehl-i ma’nâ Muslihuddîn Bu’l-Vefâ

A’yün-i uşşâka hâk-i merkadıdır tûtiyâ

beytiyle, arz-ı ta’zîmat olunmaktadır.

Menâkıb ve kerâmâtı çoktur. Şeyh Abdullatîf-i Kudsî hazretleri müşârünileyhin, silsile-i aliyyelerini îrâd sırasında hakk-ı âlîlerinde, (هذه السلسلة المقدسة السهروردية الجنيدية العلوية الولية النبوية عليه أزكى التسليم والتحية.)[66] (demiştir).

/274/ Sonraları, ehl-i tarîk ile, ulemâ beyninde tahaddüs eden ihtilâf netîcesi olarak, ulemâ orayı medrese ittihâz eylemişler ve bir aralık yine âyîn-i tarîkat olunmağa başlanmış ise de yine evvelki hâle rücû’ etmiştir. Hücreler, yakın zamâna kadar medrese halinde idi.

Kapısı üzerindeki taşta mahkûk ebyât:

Hazret-i Şeyh Vefâ mürşid-i ashâb-ı safâ

Hâce-i Fâtih iken ya'ni o zât-ı yektâ

 

Sevk idüp Fâtih’i bu câmi' vü bu hânkâhı

Eylemişler o zamân himmet ile tarh u binâ

Hücreler muhterik olmuş idi bir yangından

Himmet-i şâh-ı Hamîd eyledi oldu ihyâ

Sa’yi meşkûr ola ol şâh-ı zamânın dâim

Ne güzel medrese hem tekye-i erbâb-ı vefâ

Sultân Hamîd-i evvel zamânında söylenilmiş bir târîhtir. Abdulhamîd-i sânî zamânında ta’mîr ve şekl-i nevine tahvîl edilmiş idi.

ŞEYHÜ’L-İSLÂM ZENBİLLİ ALİ EFENDİ

Sultân Bâyezîd-i sânî ve Selîm-i evvel ve Süleymân-ı Kânunî devirlerinde, yirmi dört sene meşîhat-ı İslâmiyye’yi idâre eden fâzıl-ı bî-müdânî Zenbilli Ali Efendi hazretleri, Şeyh Vefâ’nın sohbetine yetişmiş ve mazhar-ı feyzi olmuştur. Müşârünileyhin tercüme-i hâli bir çok âsârda tafsîlen vardır. Sarf-ı nazar olundu. "Vefât-ı âlim-i Râbbânî" (وفات عالم ربانى) ve "Temme fetvâhu" (تم فتواه) 932/(1526) târîhidir.

Zeyrek’te yol üzerinde medfûn ve rahmet-i Rahmân’a makrûndur.

MEŞHÛR SİNAN PAŞA

Hz. Şeyh’in, bezm-i sohbetinde bulunanlardandır. 890 Saferinin yirmidördünde (12 Mart 1485) irtihâl eylemiştir. Tercüme-i hâli târîhlere geçmiştir. Meşhûr, Tazarru’-nâme sâhibidir.

Hz. Sünbül âsitanesinde, Cuma günleri, zikrin hitâmına yakın esnâ-yı devrânda, “Allâh, Vâhid, Ahad, Samed”, esmâ-ı ilâhîyyesinin zikriyle, soldan sağa devrân yapılır ki, buna, “Şeyh Vefâ devri” derler. Hz. Sünbül, zamân-ı alîlerinde, Şeyh Vefâ hazretlerinin, bi-hasebi’l-esrâr, bu usûl-i zikrini âdet edinmişlerdir. Bu bâbda, bir takım hurâfât yol almış ise de, şâyan-ı iltifât değildir.

Vefâ âsitanesi meşîhatı, Sünbülîlere intikâl etmiştir.



[1] Üveysî tarîkatı yoktur. Üveysîlik bir meşreb-i mahsûstur.

[2] "Evliyâ o kimselerdir ki, görüldükleri zamân, görenlerin kalbine zikr-i Hak gelir." hadîs-i şerîfine temâs eder.

[3] Kerîmesi Sadberk Hanım evvelce irtihâl ile burada defn olunmuştu. Sonra, Osmân Şems Efendi, vasiyeti üzerine o da bu kabre defn edilmiştir. İşte bu sözler ona işârettir ve kendilerine de îmâdır, diye İzzî Efendi dâmâdı Şükrü Bey Efendi böyle söylediler.

[4] "Tefrîd üzerine yağan rahmet suları ile şirk koşmadan yıkanmak tevhîddir. (O zamân) sen sanki Allâh’ın (Vahdet) denizine dalmış olursun. Bu seni nûr-ı İlâhî dalgasında boğulmuş hâle getirir.

Uzaklık cünüblüğünden kurtulur, Allâh’ta fenâlık bulur kurtuluşa erersin. Bir tüyün kuru kalacak olsa, elbette sen tevhîdde münkir olmuş olursun.

Varlığın bakâyâsından sende bulundukça, varlıkta gerçek fânîlik sende yok demektir. İstiyorum ki, her şeyle Allâhı tevhîd ediniz. “Allâh’tan başka hiç bir varlık yok” deyiniz." (H)

[5]      Hafifçe ve rahat uçan kuş, yüksek servinin dalına konmuş, bir karıncayı gagasına aldı. sözü ile mucizeler söylemede:

Senin bahçende bir Peygamber vardır. Bir diğer ay yüzlü ile ortak olmada. Hakkın nedîmine serkeş bir nedîm nasıl bir kumandan olabilir.

Kim Aliyy-i Murtazâ’nın sevgisi üzere ise, Güneşin gönülden vurgunu ve sırdaşı olmaktadır. (H)

[6] Neş’e-i irşâd ile da’vet-i celîledir. Bilenler anlayanlar kazandı. Sırr-ı irşâdın zuhûrunda söylenilmiştir.

[7] Bu beyit Edirneli Necâtî’nindir.

[8] Kerîmesi Sadberg Hanım hakkında söylemişlerdir.

[9] "Yâ Rabbi! Kalbimi, rahmetinin temiz suyu ile temizle. Gözümü, Senin cemâlini görmenin nuru ile nûrlandır. Sırrımı, ma’rifetine erişmenin esrârının ince hakîkatleriyle süsle. Beni Sana itâat yolundakiler (arasında) haşret. Salâvâtın en efdaline lâyık habîbin Muhammed (salla’llâhu aleyhi ve sellem)in göz yaşları hakkı için benim murâdımı kendi murâdına uygun kıl." (H)

[10] Bu tercümeyi mûmâileyhin ifâdesine atfen yazmıştım. İzzî Efendi merhûmun dâmâdı, Şükrü Bey Efendi, "Süleymân Hilmî Efendi, Izzî Efendi’den hilâfet almamıştır." dedi.

[11]  "Ey, beni gece vakti ziyâret eden, rûhum sana feda olsun. Gece olunca korkumu gideren, sabâhleyin ebedî olarak ayrılacaksak, bundan sonra, artık sabâh olmasın isterim." (H)

[12] “Efendim! Buyrun binin.” (H)

[13] “Ey Ömer! Kâhire’ye gel. Vefâtımda hâzır bulun.” (H)

[14] “Ey Ömer! Kasîdene ne ad verdin?” (H)

[15] "İzzetin hakkı için, nârının korkusundan veya cennetine olan rağbetten dolayı sana ibâdet etmedim. Belki yüce rızân ve sana olan muhabbetimden dolayı ibâdet ediyorum." (H)

[16] “Ne dilersin.?” (H)

[17] "Eğer benim, sizin yanınızdaki sevgide bir değerim yoksa, anladım ki bütün günlerimi boşa harcamışım.

Bir zamânlar rûhumun elde ettiği ümitler, bugün bir yığın karışık düşlerden ibârettir zannındayım." (H)

[18] Hz. Gavs’ın irtihâli 561/(1166)’dır. İbn-i Fârız’in velâdetinden evveldir. Rûhâniyyetleri maksûddur.

[19] Şeyh Aliyy-i Rûdbârî Hazretleri’nin ism-i şerîfi Ahmed b. Muhammed b. Kasım b. Mansûr'dur. Künyeleri Ebû Ali, lakabları Şemseddîn'dir. Vezir-zâdelerden idi. Nesebi Kisrâ’ya yetişir.

Reh-revân içre buldu şân-ı celî

Ya’nî ibnü’l-vezîr Şeyh Ebû Alî

Sebeb-i inâbetleri şudur ki:

Bir gün Şeyh Cüneyd-i Bağdâdî, Bağdâd’da, Câmi'-i Kebir’de va’z ederken ve nice türlü rumûzât beyân eylerken, fukarâdan birine, (اسمع يا هذا) "Ey şu! Dinle!” der. Ebû Ali de orada olduğundan, hitâbı kendisine sanıp şeyhin sözünden hisse alarak ayağa kalkar. Hemen bey’at ve inâbet edip, tarîkata sülûk eder. Terbiyesi, Hz. Cüneyd’dendir. Âlim, fakîh, müfessir ve muhaddis idi. İlm-i kelâm ve eş’ârda edîb, keşf-i müşkilâtla habîb, derdli âşıklara tabîb idi.

[20] "Âhiretten önce, daha dünyâda iken, sohbet arkadaşlarımın cehennemden hâlâslarını bana gösteren Allâh’a hamdolsun." (H)

[21] Allâh’ım! Temkînimi ve îmânımı, kendine ve Rasûlüne olan ma’rifetimi artır. diye duâ ediyorlardı.” (H)

[22] "Ey Ebu’l-Alemeyn (Ahmed Er Rufâî)! Senin himmetin hâzır, sırların ve inâyetin açıktır. Ceddin Mustafa hakkı için, baban Aliyyü’l-Murtazâ’mn hürmetine ve annen Fâtımatü’z-Zehrâ kerâmeti ile bana rahmetini indir, insânların en hayırlısı olan ceddine yönelt. Hâcetimin yerine gelmesini sağla. Aklım karmakarışık oldu, bana vesîle olan yollar kapandı, çârem tükendi. Bana yetiş, ey velîlerin Ahmed’i; ey müttakîlerin nuru; ey duâlara îcâbet eden; ey iyi koruyup gözeten; ey Ahmed er-Rufâî. Bana rahmetini indir, bana rahmetini indir, bana rahmetini indir." (H)

[23] "Rubûbiyyetin sırrını ortaya çıkarmak küfürdür." (H)

[24] "Hürriyyetine kavuşan her kul mutluluğa erer. Ben ise sana kul olduğum için mutluyum." (H)

[25] "Rasûlullâh’ın bir siyâh sarığı vardı. Fetih günü, o siyâh sarığı giyerek Mekke’ye girmişti. Câbir (radıyallâhu anh)’den şöyle dediği rivâyet edildi. Rasûlullâh’ın Ramazân ve Kurban bayramlarında giydiği siyâh bir sarığı vardı." (H)

[26] "Bu yeşil kubbe benim çadırımdır, bayrağımdır. Bütün kutublar ise, ayağımın altındadır.

Bu kubbe himmetimle yere indi ve bu sırada Veys’i dizime oturmuş buldu.

Onu benim bu makâmıma ve yüceliğime çağırdım. Bunun üzerine o şöyle dedi: Sen benim şeyhim, mürüvvetim ve imâmımsın.

Ben arşım, ben kürsîyim, ben levh u kalemim. Hiç kimse benim sözümün bir kısmını unutmasın.

Her kutbun bir alemi vardır. Ben iki alemin babasıyım. Ceddim Rasûlullâh, tam bir bedirdir.

Ben Hüseyin ve Mustafa makâmıyım. Allâh erleri, benim bayraklarımın altındadır" (H)

[27] Sefîne vezninde okunmalı imiş.

[28] "Ben Irak, Şam, Kerh ile Kirman ve Rey gibi beldelerin şeyhiyim.

Ben kutupların gözdesi, mahlukâtın gavsıyım. Güneşte ve gölgede delîlin tâ kendisiyim.

Ben Ali’nin oğlu, Hüseyin’in arslan yavrusuyum ve Ehl-i Beyt’in evlâdıyım ki, onların zikriyle güçlük ve azgınlık yok olur.

Ben o avcıyım ki, Ahmed er-Rufâî’nin torunuyum. Delîl olarak benim (doğan) kuşumun kalbi avlaması kâfîdir.

Benim silsilem, en değerli insânların sülâlesinden gelen ve çok azîz olan Hz. Muhammed (salla’llâhu aleyhi ve sellem.)’e ulaşır." (H)

[29] "Hâl, kâl ile bilinmez." (H)  

[30] "(Allâh’ım) seni her türlü noksân sıfatlardan tenzîh ederiz. Seni lâyıkıyla bilemedik." (H)

[31] "Kişinin, idrâk edemediğini bilmiş olması da bir nevi idrâk sayılır." (H)

[32] "Allâh’ın zâtı hakkında konuşmak şirktir." (H)

[33] Târih ibârenin hesaplanmasından verilen tarih çıkmamaktadır. (H)

[34] (الطرق كلها آداب)  “Tarîkatlar, bütünüyle edeblerden ibârettir.” (H)

[35] Verilen ibârenin hesaplanmasından 1300 çıkmaktadır. (H)

[36] Bu şiirini erzin bozuktur. (H)

[37] Bu ibârenin hesaplanmasından 1317 çıkmaktadır. (H)

[38] "Bu makâm Rufâî dergâhıdır. Pîr Seyyid Ahmed ise insânların kutbudur" (H)

[39] “Nereye dönerseniz, Allâh’ın yönü orasıdır.” 2. Bakara sûresi, 115 (H)

[40] Bir gazetede çıkan ölüm ilanı müellif tarafından aynen konulmuştur. (H)

[41] Bu şiirin vezninde bozukluklar vardır. (H)

[42] "Tâcların tâcı “Hasîb" temiz isminin başıdır. Onun isminin ikinci harfi; "Mücîb" (olan Allâhın) hikmetli nazmının kalbinin ikinci harfidir.

Onun harflerinin üçüncüsü "Kerîm" ve "Rahîm" isimlerinin harfi, üçüncü harfi olan iki harf ve “Azîm” isminin üçüncü harfi; (Allâh)ın Aslanı Ali (ismi)nin "yâ"sıdır.

Onun harflerinin dördüncüsü, ilm-i ledün, “Bismillâh’ın” fâtihası (başı), onun harfi; irfân noktası (beşer gibi) “sırrı acîb”dir.

Kimdir o cân kıblesi? Hazret-i Yahyâ-zâde, gönlü ölü olanları hayâta kavuşturucu akrabamız/eniştemiz Şeyh Hasîb.

Onun dört harfi ki: “Dört Yâr”ı îmâ eder; Harem-i şerîfin dört rüknü, mihr ve muhabbetle terkîb edilmiştir.

Onun güzelliği, endâm aynası gibidir ki, iyi ve kötüyü gösterici, çirkini çirkin eder, güzel bakışlıları ise süsler.

Onun temiz adını bilmece ile harf-be-harf, garîb işâret ve ibâreler ile nazm ettim ey Müştâk." (H)

[43] “Bizim cânımızı, iyilerle berâber al.” 3.Âl-i İmrân Sûresi, 193. (H)

[44] “(O gün) bacaklar birbirine dolaşır.” 76. Kıyâmet Sûresi, 29. (H)

[45] 8. Enfâl sûresi, 2. (H)

[46] “Güneş, katlanıp durulduğu zamân:’ 81. Tekvîr sûresi, 1. (H)

[47] “Amel defterleri açıldığı zamân.” 81. Tekvîr sûresi, 10. (H)

[48] 52. Tûr sûresi, 7 ve 8 (H)

[49] Müellif bu kelimeyi böyle okunacak şekilde hareke koymuştur. (H)

[50] "Gecenin korkunç karanlığı kalkınca, yerine visâl mutluluğu geldi.

Sizden ayrı olanlar hakkında benim bir görüşüm olduğu gibi, bu vuslatımdan dolayı, bana hased edenler de çıktı.

Elde ettiğiniz şeyler sizin hakkınızdır. Kaybolan hiçbir şey beni ilgilendirmez.

Ölü iken beni dirilttiniz. Ancak beni (çok) ucuza satın aldınız." (H)

[51] "Abdülkâdir-i Geylânî’yi Kâ’be’nin hareminde gördüm." (H)

[52] "Şeyh Sâ’di’nin saâdet kuşu gibi temiz olan rûhu, ihlasla uçmaya başladığında:

Şevval ayının Cum’a gecesi idi ki, dalgıç, Rahmân’ın deryâsına daldı.

 Bir Seyyidin Vefâtına târîh düştüm ki , zâten has insânlardan idi, bu târîhten sonra da has oldu." (H)

[53] "Vücûdunun tozundan kol kanat açtı." (H)

[54] Bu gazete haberi, müellif tarafından kesilip buraya yapışıtırılmıştır. (H)

[55] Bu isim Şeyh Muhammed Zâfir Efendi'nin Envâr-ı Kudsiyye nâm eserinde gayr-ı mezkûrdur. Battâl Alî olmak muhtemeldir.

[56] Şeyh Ken’an Bey eserinde Seyid  Îsâ’dan sonra "b. İdrîs b. Ömer b. Abdullâh b. el-Hasan el-Müsennâ b. Saîd Şebâb-ı ehli’l-cenne Ebî Muhammed el-Hasen b. Hz. Alî" diye ikmâl ediyor.

[57] "656/ (l258) senesinin Zi’l-kâde ayında, hacca giderken Ayzâb sahrasında vefât etti ve orada defn edildi." (H)

[58]     "Bi'smi'llâhi'r-Rahmâni'r-Rahîm!

Cenâb-ı Hak, efendimiz Muhammed (salla’llâhu aleyhi ve sellem)’e, âline ve ashâbına, salât u selâm etsin. Bütün insânları en güzel karşılıklarla mükâfatlandıran, iyilik ve fazîlet yollarıyla onları mutlu kılan Allâh’a hamd ederim. Salât ü selâm, himmeti, sened ilminin muhâfazasıyla geçmiş ümmetlerden üstün kılınmış olan Muhammed’e, âline, Cenâb-ı Hakk’ın meded ve husûsi inâyetine mazhar olan ashâbına ve onlara doğru delîl üzere tâbi olanlara olsun.

Özellikle minberlerle ve kalem erbâbının yazdıklarıyla zikri yüceltilen hatiplerin hitâbeleriyle, Adnânoğullarından gelen neslin hülâsası ve mülâkâtın en hayırlısı olan Hz. Muhammed (salla’llâhu aleyhi ve sellem)’e devâmlı salât u selâm getirenlere olsun.

Bundan sonra: Âciz, günâhkâr ve fânî bir kul olan Muhammed Mübârek b. Abdullâh b. Arslan el-Ömerî ed-Dağistânî şöyle diyor: Sened bu ümmetin özelliklerinden olunca (ki o, kesin ve önemli bir sünnettir. Zîrâ senedin ve ricâlinin korunması ve yazılması, ahvâlinin güzelliği insân aklının ortaya çıkardığı en büyük iş durumundadır.)

Selef-i sâlih bu konuda, büyük gayretler ve değerli fikirler ortaya koydular. Bu sâyede, sahih senedler vâsıtasıyla uydurma olanlar ortaya çıkmış oldu. Böylece bunlar yüksek mertebelere ulaştı. Nasıl ulaşmasınlar ki, çünkü bu meyânda, “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.” denildi. Ba'zıları, “Sened, savaşçının elindeki kılıç gibidir.” dediler. Ba'zıları da, senedin, insânı en yüksek yerlere yükselten bir merdiven, insânların şeyhlerinin de dinî açıdan, ecdâdı ve Rabbiyle kendisi arasında vâsıta olduğunu söylediler. Durum böyle olunca güzel ahlâk sâhibi, akıllı, mâhir ve edîb bir kişi olan Allâh dostumuz Hüseyin Vassâf b. el-Hâc Osmân el-İstanbulî (Allâh ona kulları arasında, tevfik ehlinin tâcını giydirsin ve onun menfaati hemen herkese dokunsun), benden, Delâilü’l-Hayrat fî Şevâriku’l-Envâr ve buna benzer, nûrları zâhir olan diğer evrâd ve ezkâr kitaplarını okutmaya icâzet vermemi istedi.

Bu kitaplarla meşgûl olanlara, Allâh güzel bir zafer ve latîf sırlar bahş eder. Hüseyin Vassâf, her ne kadar bu husûslara ehil değilsem de, benden, bu konudaki senedimi zikretmemi de istedi. Ben de bunun üzerine Allâh teâlâya istihârede bulundum. Böylece, isteğini yerine getirdim ve icâzetli olduğum rivâyet yoluyla icâzet vermeye salâhiyetli bulunduğum veya okurken kendi kendime öğrendiğim bütün yollarda, müellifine kadar ulaşan bir silsile ve ehli indinde icâzet vermem hakkındaki mu'teber şartlarla aldığım gibi, ona icâzet verdim.

Medîne-i Münevvere’de, mübârek Ravza-i Mutahhara’da, Rasûlullâh’ın huzûrunda şeyhim ve üstâdım Muhammed Emîn el-Kâdirî b. es-Seyyid Ahmed b. el-Allâme es-Seyyid Rıdvân’dan (Allâh, afv ve gufrân bulutlarını onların ve bizim üzerimize göndersin.), özellikle Delâilü’l-Hayrât icâzeti aldım. Şeyhim Muhammed Emîn el-Kâdirî’nin silsilesi şöyledir:

- eş-Şeyh-i merhûm, ârif-i billâh, Seyyid Alî b. Yûsuf el-Harîrî el-Medenî,

- eş-Şeyh Seyyid Muhammed b. Ahmed Müdgarî(?),

- eş-Şeyh Seyyid Muhammed b. Ahmed b. Ahmed el Müsennâ,

- eş-Şeyh Seyyid Ahmed b. el Hâc,

- eş-Şeyh Seyyid Ahmed el Makarrî,

- eş-Şeyh Seyyid Abdülkâdir el-Fâsî,

- eş-Şeyh Seyyid Ahmed b. Ebu’l Abbâs es-Samaî,

- eş-Şeyh Seyyid Ahmed b. Mûsâ es-Semlâlî,

- eş-Şeyh Seyyid Abdülazîz et-Tübbâğ

- Müellif seyyidim, efendim, Seyyid Muhammed b. es-Seyyid Süleymân el-Cezûlî eş-Şerîf el-Hasenî, (Allâh bizi ve onların cümlesini hayır ve nimetleriyle faydalandırsın.).

Hüseyin Vassâf’a, yüce Allâh’tan korkmasını tavsiye ederim. Zîrâ, takvâ, Allâh’ın büyük lûtfuna nâil olmanın en kuvvetli sebebidir. Halvet ve celvet anındaki mübârek duâlarında, tazarru' ve niyâzlarında beni unutmamasını temennî ederim. Allâh bize kâfîdir. Selâm Allâh’ın has, hâlis kulları üzerine olsun.

Bu ifâdeleri, Hicrî 5 Ramazân 1317/(7 Ocak 1900) senesinde İstanbul’da kaleme aldım." (H)

[59] "Bi'smi'llâhi'r-Rahmâni'r-Rahîm!

İsteyene hayır kapılarını açan, nimet dalgalarının feyziyle dileyene bol bol nimet veren ve ihsânını dileyen himmet sâhiblerine ihsânda bulunan Allâh’a hamd olsun. Salâtın en fazîletli ve en yücesi, tahiyyâtın en güzeli ve en temizi; selâmın en iyisi ve en yükseği; teberrükün en yücesi, zuhûruyla mevcûdatın, nûruyla kâinatın dolup taştığı, Yüce Allâh’ın kapısı, en önde gelen habîbi, rasûl-i ekremi, efendimiz Muhammed Mustafa (salla’llâhu aleyhi ve sellem)’e, âline ve Allâh indinde-sevgili ashâbına olsun.

Hz. Peygamber’e salavât getirmek, ona yaklaşmanın en güzel vesîlesi, insânı kurtuluşa erdiren yolların en büyüğü; dünyâda ve âhirette ise insânın yüce mertebelere ulaşması için en yakın yol olunca, Allâh teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’inde salât ettikten sonra, kullarına da, rasûlü için cömertlik ve ihtirâm için, salât u selâm getirmelerini emretti. Yine Allâh teâlâ, meleklerine de, rasûlüne karşı sevgi ve ta’zim olması için salât u selâm getirmelerini şöylece emretti:

“Şüphesiz Allâh ve melekleri Peygamber Muhammed’i överler. Ey îmân edenler! Siz de onu övün, ona salât ve selâm getirin.” (33. Ahzâb sûresi, 6)

Bu önemli konuda tertîb ve tasnîf olunan en büyük ve mübârek eser, Delâilü’l-Hayrât diye isimlendirilmiş olan Kitâbu’s-Salât’tır. Muhammed ümmeti bu kitâbı büyük bir kabûlle ezberledi. Nasıl kabûl etmezdi ki, çünkü o, Rasûlullâh (salla’llâhu aleyhi ve sellem)’e getirilen en güzel salât ve selâmları ihtivâ etmekteydi. Bana da bu güzel kitâbı okutma icâzeti verildi, Bu konudaki senedim, kitâbın müellifi olan eş-Şeyh es-Seyyid el-İmâm el-Cezûlî (Allâh ondan razı olsun)’ye kadar ulaşmaktadır.

En güzel sıfat ve ahlaklarla muttasıf olan, ma’nevî evlâdım zekî ve ârif bir zât olan Hüseyin Vassâf b. Osmân Efendi, yukarıda adı geçen Delâilü’l-Hayrât isimli kitâbı okutması için benden kendisine icâzet vermemi istedi.

Bunun üzerine, bana bu kitâbı okutmak üzere icâzet veren, sıkıntılı zamânlarımda dayanağım ve şeyhim olan, sâlikleri terbiye eden, âriflerin imâmı, zamânının en güzel ahlâklısı, ma’nevîyât âleminin göz bebeği, irfân ve hakîkat ehlinin tâcı, sıddîklerin yıldızı ve zamânının nâdir şahsiyetlerinden, İstanbul’da Mevlevî tarîkatı şeyhlerinden merhûm es-Seyyid eş-Şeyh Osmân Dede b. Abdülbâkî Dede gibi, ben de kendisine umûmî olarak icâzet verdim.

Osmân Dede de, “Bana, müttakîlerin önderi, kâmil ve fazîletli bir zât olan reîsülkurrâ, Mevlevî Mehmed Paşa Câmii imâmı, şeyhim ve üstâdım el-Hâc el-Hâfız Mehmed Efendi b. Halil, icâzet verdi.” demiştir. Bundan önceki silsile ise şöyledir:

- es-Seyyid Hâfız İbrahîm Âgâh b. Muhammed b. Abdullâh,

- eş-Şeyh Hâfız Muhammed b. Osmân,

- eş-Şeyh Muhammed Sâlih b. Abdullâh,

- eş-Şeyh Ebu’l-Hasan es-Sindî el-Medenî,

- eş-Şeyh Muhammed Hayât es-Sindî,

- eş-Şeyh Abdullâh b. Sâlim el-Basrî el-Mekkî,

- eş-Şeyh es-Seyyid Abdurrahmân el-Mahcûb el-Mağribî el-Mekkî,

- Ebû Abdullâh Muhammed b. Süleymân el-Cezûlî es-Semlâlî (Kuddise sırruhû).

(Allâh, bizi rûhaniyetiyle ve bereketiyle nimetlendirsin. Hamd âlemlerin rabbinedir. Salât ve selâm da, O’nun rasûlüne, âline ve bütün ashâbına olsun. Âmin.)

29 Cemâziye'l-âhir 1319/(13 Ekim 1901) Muhâmmed Es’ad el-Mevlevî" (H)

[60] "Bir iş sana havale edildiği zamân, bunda hayır bulursun,

Bu havalede her sâlike sirâyet eden bir sır vardır.

Tedbiri bırak da, şöyle diyen kişinin sözüne kulak ver;

“Ey dost! Hiç bir tedbir alma ki, her şeyin tek mâliki kalasın.

Bu mâlikiyyet söz ve fiildedir. Böylece endişelenmekten sakın." (H)

[61] "O, hüzün sâhibi, fukarâ şeyhlerin en büyüklerinden ve kalbi Allâh’a yakın; apaçık kerâmetlere ve yüce makâmlara sâhib idi. Sırrı açık, basîreti kuvvetli; hârikulâde halleri olan doğru nefesli (sözü doğru, duâsı makbûl), himmeti yüce, derecesi öğülen, güzel görünüşlü olan, nûrlu işâretleri ve rûhanî nefesleri, melekût âlemine âit sırları, kudsî kültürü bulunan bir zât idi. Onun maârifde yüce miracı ve hakîkatlerde de öğülen bir gidiş tarzı, yüceliklere götüren yüksek bir tavrı, son hallerde sağlam adımları vardır. O vâridât ilimlerinde nûrlu bir seyyid; geçerli olan târifte esrârı yüksek sesle açıklayıcıdır. Îmân hakîkatlerini örten perdeleri yırtıp açıcıdır." (H)

[62] "Temiz olarak öldü." (H)

[63] "Aç kal, beni görürsün; halktan uzak dur, bana ulaşırsın." (H)

[64] "Hakk'a Cennet için ibâdet etmek, gönül sâhiblerine göre pek çirkindir." (H)

[65] Şeyh Vefâ'nın âhirete seferinin târîhini bilmek istersen: Bul (bulabilirsen) “Onun Rabbının Rahmetine kavuşmasına târîh olabilir mi?” (H)

[66] "Sühreverdiyye, Cüneydiyye, Aleviyye'nin bu mukaddes silsilesi, Hz. Peygamber (en temiz salât ü selâm ona olsun)'e ulaşan bir silsiledir." (H)

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar