Print Friendly and PDF

DİVAN EDEBİYATI KİMİN

Bunlarada Bakarsınız


[*]

Orhan Şaîk Gökyay

Bu bir sohbet toplantısıdır her zaman olduğu gibi. Bu kaydı koyduğum zaman hepimiz aynı konu etrafında toplanmış bulunuyoruz. Yani ben aranızdayım. Ter­cih ederdim aranızda olmayı; çünkü sohbet dediğimiz zaman sohbet ayrı olmaz, hepimiz bir aradayız. Benim sohbetimin konusu ve başlığı da bir iddialı konu ve başlıktır. Divan edebiyatı kimin? Yani bunu, kimin olduğunu şimdiye kadar öğrenmedik mi? Yani kimin olduğunu bilmiyor muyuz ki böyle bir başlıkla sizin karşınıza çıkmak cesaretini gösteriyorum. Evet, bu cesaret nereden geliyor? Bu cesaret şuradan geliyor! Bir defa bu edebiyat bizim mi? 600 senedir, bizim şairleri­miz söylemişler mi, konuşmuşlar mı, yazmışlar mı, halk benimsemiş mi? Şu halde bunu bir okur yazar sınıfının, sadece medrese tahsili görmüş insanların tekelinde bir edebiyat saymayı doğru bulmuyorum, bulmadım. Ama vaktiyle ben de böyle okuttum. Henüz daha çiçeğimiz burnumuzda mıydı, neydi bilmiyorum ben. Öğrencilerimize de bu aldığımızı sattık. Ama sonradan ben bu işin içine dalıp da bu şairleri ele alan, şairlerimizi tartmaya çalışan kaynaklara geçtiğim zaman gördüm ki mesele öyle değil. Hem de bana ağır geliyor zaten. Bizim olan bir şeyi inkâr edip orada durup kalmak. O bakımdan bu divan edebiyatı kimin sorusunun cevabı bu sorunun içindedir bence. Bir şeyi unutmamak lâzım, o da bizim milletçe şair oluşumuzdur. Onu hiç unutmamak lâzım. Bu bir tutkudur, nerede okur yaza­rından tutun, pazarcısına kadar bırakalım bu edebiyatın içine giren manileri, türküleri, ağıtları bırakalım, ki bunların hepsi birer irticai konusudur. Yani kalemsiz kâğıtsız söylenen şeylerdir. Fakat pazarcılar kavununu da karpuzunu da kafi­yeli sözlerle satıyor. Nereden geliyor bu? Bu tutku? Hatta daha ileri gidince tel­evizyon reklâmlarına dikkat ediyorum. Kafiyeli olmaya özeniyorlar. Ha, demek ki bu bir kendimize ait, kendimizin özelliğini veren bir noktadır bizim için. Bir de Türkçe bir mecaz dilidir. Yani bir şiir gibidir.

Nereden anlıyoruz? Çok misaller var, ama ben birkaç tanesini arz etmek isti­yorum. Sigara içmiyoruz, yahut birkaç tane içiyoruz, bırakmışız. Sigara içmeyen bir arkadaşımıza, yani henüz daha böyle aslından ayrılmamış birine sigara veriyo­ruz. O demiyor ki-benimki başka olacaktır, ben o zıkkımı bırakalı çok oldu; ben öyle derdim. Ama o diyor ki içeni severim. Bu “içeni severim” başkadır. Ne diyor bana? “Allah acını unutturmasın!” diyor. İlk defa ben çok yadırgadım bu temen­niyi, Türkçeyi çok az biliyormuşum o zamanlar. Ben “bu acıyı çek, dur” diye an­lamışım. Hayır, Allah, bu acıyı bastıracak başka bir acı göstermesin demek istiyor o bize. Yani lügatleri açsak daha nice kelimeler bulabiliriz bunun içerisinde biz. Nekes, cimri, eli sıkı. Çoğaltabiliriz daha çünkü. Ben onu bilir, söyleyemem. Ama ne diyor halk? Onun cebinde akrep var. Şimdi onun cebinde akrep var başka bir şeydir, yüklü bir mâna taşır. Onlar aciz kelimelerdir. Ha bu bakımdan, böyle olun­ca Türklerin şiir tutkusunu anlamak çok kolay. Ama biz bakıyoruz ki, divan ede­biyatına baktığımız zaman sanıyoruz ki diliyle, hayalleriyle, duyuşlarıyla, halktan uzak düşmüş bir toplumun eseri gibi sayıyoruz. Medrese tahsili görmüş, seviyesi yükselmiş, halktan kopmuş insanların eseri gibi görüyoruz. Hatta bu, bizim okul kitaplarına düşmüş bir görüşümüzdür. Okul kitaplarında biz böyle anlattık. Öyle mi acaba? Sahiden öyle mi?

Öyle olmadığını ben şimdi elimden geldiği kadar, inandığım için göstermeye çalışacağım. Şimdi bu bizim okul kitaplarından uzaklaştırdığımız, kırpıp kuşa çevir­diğimiz gazeller var ya, şiirler var ya, onlar aslında bizden, yani bu konuyu benim­semiş olan kimselerden bir şeyler söylüyor. Yani ölümden sonra bir dirilme bekli­yor. Gelmişiz, bir daha uğramıyoruz yanına. Şimdi ben o mezarlıkta neler buldu­ğumu, neler gördüğümü anlatmak istiyorum. Bir defa hiçbir edebiyat tek bir şairin malı değildir. O, geçmişinden gelen birtakım unsurları hazmetmiştir, onu bize ver­mektedir. Tıpkı ağaca baktığımız gibi, onu beslediğimiz gibi. Bakıyorsunuz ki çi­çek açıyor, meyveyi veriyor. O gibi kültür merkezleri var. Yani bu işi besleyen bir­takım merkezler var. Bunların bakanlığı var bir bakıma, yani bu edebiyatın. Ne onlar, bir defa İstanbul merkez. İstanbul bir saltanatm, devletin, bir imparatorlu­ğun merkezi. Onun yanında Diyarbakır, Amasya, Ankara, Konya, Kastamonu. Daha sayacağımız yerler var. Sonra bunları bize XVI. yüzyıldaki eserler başka isimlerle tanıtıyor. Konya deyip kesmiyor. Menba-ı şuarâ ... Yani şiirden anlayan insanların, ince ruhlu insanların vatanı burasıdır diyor. Hangisini söylüyor? Üsküp için söylüyor, Filibe için söylüyor bunu. Küçük kentler için söylüyor. Kasabalar için söylüyor. Sade o kadar söylemekle kalmıyor. Prezerin-i Zerrin diyor, onu an­latırken.

Hele bir şey var, bana öyle geliyor ki, bu millet, bu edebiyatı tek başına be­nimser gibi geliyor bana. O zaman bana susmak düşecek. Diyor ki, Prezerin’de oğlan doğsa göbek adından önce mahlas koyarlar. Başka ne söyliyeyim? Öyle küçük bir kasabada oğlan doğacak. Ana baba bunun ilerde şair olacağını kestirip daha önce mahlas koyuyor. İşte bu demektir ki bu kültür sadece İstanbul’da med­resenin içerisine sığmış bir şey değil. Bütün imparatorluğu kaplamış bir şey. Menba-ı urefâ ve zurafâ. Yani oramn ocağı. Yani şair de yetiştirir, zarif insanlar da ye­tiştirir burası.

Bütün imparatorluğun içine serpilmiş olan bu yerler, bu kadar kuvvetle şiiri temsil ediyorlarsa, ne diye biz bunu sadece üç beş kişinin tekelinde bırakalım, di­yorum. Sonra bu kültür merkezleri dediğimiz yerlerde âdeta o devrin umumî klüpleri var. Ne bu klüpler? Bu klüpler, bahçeler; bu klüpler, konaklar; bu klüpler, meyhaneler. Yani nerede toplanıyorsa şairler, orada bir şiir pazarı kurulu­yor. Bütün şairler mallarını döküyorlar ortaya. Alış veriş oluyor, nazireler yazılı­yor, okunuyor karşılıklı. Bir değiş tokuş var.

Şimdi bu kahve sadece bir yerde değil ki. Lüks de değil, pahalı da değil. Yıl başı kahvesi de değil. Herkesin gidebileceği, çayını, kahvesini içebileceği bir yer. Tekkeler de öyle. Yani bu kültür merkezleri bütün şairlerin toplandığı, birbirlerini tanıdığı, birbirlerinin şiirleriyle haşır neşir olduğu yerler. Yani şair tek başına değil. Halkın içersinde, halkla beraber. Bahçeler var, hem öyle bahçeler ki bunlar. Bahçe merakı ayrıca şiir merakı gibi bir şey bizde. Durup dururken XVIII. yüzyılda bir lâlenin 800’den fazla adı olmaz. Türkiye’nin nüfusu kadar lâle adı var.

Yani konan isimler kadar lâle çeşidi var. Bir Mustafa Paşa bahçesi var. Bu adam varını yoğunu çiçeğe vermiş, meyveye vermiş. İlle de yerlerde, sözlerde ara­mayalım bunu. Çiçeklere ad koyuyor kendisi. Çiçeklere ad koymakta mucit bu adam. Yani bir çiçek yetiştiriyor, ama onun adını da veriyor. Sadece sümbüldü, güldü deyip geçmiyor. Bu, ayrı bir şairlik konusudur, ihtisasıdır çiçeklere ad ver­mek.

Nigârî var, zengin; gemici bu adam. Kitabı var, şiirleri de var. Konağı bütün şairlere açık. Şairlere açık dediğimiz zaman protokole tâbi değil bu konaklar. Kim istiyorsa, kim şairse, kim şiirden hoşlanıyorsa kapı her zaman sonuna kadar herke­se açık. Onun içindir ki kolayca bu kültür merkezlerinde bu şiir hevesi dağılabili­yor. Tanınmış meyhaneler var; buralar yabancıların keyiflendikleri, zevk aldıkları yerler ama. Efe Meyhanesi var, hangi sayfayı açmışsam, şairlerle beraber Efe Meyhanesi çıkıyor karşıma. Ha demek ki orası şairlerin klübü gibi, onların gittik­leri yer. Sonra onlar oraya yalmz da gitmiyorlar. Bir mezeci var, şair adam. Uğru­yorlar mezeciye, mezelerini alıyorlar, beraberce kol kola, el ele meyhaneye gidi­yorlar. Demek ki bir alış veriş var. Yazılı değil, kontratlı değil, mukaveleleli değil, senetli sepetli değil, ama alış veriş ediyorsunuz yani birbirinizle, şiir alıp şiir veri­yorsunuz bu meyhanelerde. Bir tanesi de Şems Meyhanesi, Bursa’da. Sonra kahvehaneler. Kahve yayıldıktan sonra, yani kahve Türkiye’de içilmeye başladık­tan sonra kahvehaneler çoğalmış, bu kahvehaneler de bütün bu şairlerin toplandı­ğı yerler. Bir taraftan kahvesini içiyor, bir taraftan şiirini okuyor, bir taraftan onla­rı dinliyoruz, diyeceğim, bunlar da kültür merkezleri; böyle dediğim zaman, sadece böyle medreseler yahut okullar diye almıyorum onu. Halkın rahatça kültür alabile­ceği, kendi kültürünü değiştirebileceği, kendi kültürünü pazarlayabileceği yerler ola­rak alıyorum. Şairler, sonra, birbirine bağlı. Yusuf Sine-Çâk öldükten bir sene sonra şair arkadaşları onun mezarına gidiyorlar, orada bir ihtifal yapıyorlar, Necati’nin mezarım bir şair arkadaşı, Sehî yeniden yaptırıyor, yani bunlar öldüğü zaman ar­tık, bizim yaptığımız gibi kesmiyorlar ilgilerini, onları beraberce yaşatıyorlar. Bun­ların adlarını çoğaltmak istemiyorum; çünkü bu, bir kitabm bütün sayfalarını bera­berce buraya geçirmek anlamına gelecektir.

Bir de şairler var. Efendim, deminden beri neden bahsediyorum, şairlerden bahsediyorum, ama bunlar başka. Neden, çünkü bu, şairler dediğimiz zaman bir tek şair değil ki başta kim, bunun bir öncüsü var. Arapların bir sözü var, belki de bizi de etkiler bu söz. Halk baştakinin gittiği yola gider. O baştakilerin gittiği yol şiir yoludur. Osmanh İmparatorluğu içersinde hatta Osman Gazi’ye bile bir şiir at­federler; o bir tarihî sebeptir ama şiir onun değil. Fakat II. Murat’tan sonra bütün padişahlar şair, şehzadeler şair. Olsun efendim, tabu olsun. Kanunî diyor ki, be­nim imparatorluğumun en büyük zevki Bakî gibi bir şairi tanımaktır, onun kıyme­tini bilmektir. Şimdi padişah Kanunî böyle dedikten sonra ne kalıyor geriye? Ama Kanunî de yarış halinde. Yarış halinde, çünkü mektuplar yazıyor, şiirlerini gönde­riyor Kanunî Bakî’ye, ötekilere. Nazire yazsınlar diye. Bakî’nin cevabı, padişahım üç tane nazire yazdım aynı gazele, sizin kâ’bınıza varmak mümkün değil. O, tabiî biraz da Bakî’nin padişahı sevmesinden geliyor. Ama padişah şiirle meşgul. Bir şa­ir bununla beraber. O Manisa’da şehzade iken, Sultan Dağında yaylada beraber­ler. Sıtma tutuyor adamı inerken padişahın arabasında. Yani arada bir mesafe yok. Sadrazamla padişahın arasında mesafe var, ama şairle yok. Bunların arasmda kadın şairler var. Hanım sultanlar var, şair. Gerçi hepsi şair değil, ama Korkut gi­bi, Cem gibi, ama şair. Ne diyorlar, biliyor musunuz kadın şairlerden bahseder­ken: Erkek arslanlar arslan da dişi arslanlar arslan değil mi? O halde, demek ka­dınlara verdiği değer de var.

II. Beyazıt’m şehzadesi Ahmet, Amasya’da padişahlık stajında. Onlar orada oldukları zaman orada bir saltanat kurulur. O saltanatın en olgun, en çok yürürlükte olan bir emeği şiirle musiki. Kimler var burada? Bu devrin şairleri var. Ve kim var? Biz var mı, yok mu bilmiyoruz ya, Zeynep Hatunla Mihrî Hatun var. Hem de bir şiir yarışmalarında bunlar. Herkes kendi şiirini okuyor ve bunlar İs­tanbul’daki şairlerle mektuplaşıyorlar. Şiirlerini gönderiyorlar. Ve yazdıkları şiirle­re nazireler geliyor, erkek şair arkadaşlarından tâ İstanbullardan... Ve bu gayet ta­biî bir şey.

Nasıl şimdi romanlarda aşk varsa bunlarda da var. Mihrî Hatun mezarını zi­yarete gittiği zaman sevgilisi şair için yazdığı şiirde diyor ki mezarının yanından geçtim. Mihrî, Mihrî diye bana seslendiğini duydum. Efendim, şimdi bu, masalda bu olur mu? Olur, efendim. Şimdi biz eğer bunları sahiden yaşamıyorsak, bizim hayalimiz bunların yaşanabileceğini kestirmelidir, ancak ondan sonradır ki, benim aklım almıyor, böyle olacağını almıyor, diyelim. Her akıl bir değil ki, benimki al­maz, seninki alır. Sonra bir şey söyleyeceğim. Bana da pek inanılmaz gibi geldi. Şairler aylıklı. Bazı kitaplar okuduk, son yıllarda, ne diyor bize: “Bunlar dalka­vuktur. Bunlar padişahlarımızı metheder, kasideler yazar, onlardan bahşiş alırlar­dı.” Yok öyle bir şey, bunlar şair oldukları için ne padişaha, ne şehzadeye kaside yazmak mecburiyetinde değiller, sırf şair oldukları için değerlendirilmişler ve ge­çimlerini bu yoldan temin etmişler; yani II. Beyazıt’tan bu yana bunlara ve devlet hâzinesinden maaş alanlara bakıyoruz ki bir yığın maaşlı şair var. Şimdi bunların yazdıktan şiirlerin hepsi aynı ayarda mı? Hangi şairin yazdığı bütün şiirler aynı ayarda ki bunlarınki aynı ayarda olsun. O ayrı bir şiir, bu ayrı bir şey. Ama elbette şiirler yazıyorlar. Gazavatnameler yazıyorlar. Yani bizim tarihimizi yazıyorlar bun­lar. İster manzum yazsın bunları, isterse mensur yazsın. Adlan bunların sahibi olarak geliyor bize. Demek istediğim padişahı övme karşılığı yazılmış şiirler de­ğil onlarınki.

Galiba bana kalsa tanıklar gittikçe kuvvetleniyor gibi geliyor, onun için söyle­mek istiyorum. 30 yıl imparatorluğun şeyhülislâmlığım yapmış olan Ebussuûd Efendi var. Fetva vermiş. Her hususta. Fetvayı muhakkak mahkeme vermez. Sen gidersin fetva istersin, şeyhülislâm onu vermeye mecbur olur. Şiirin haram olup ol­madığı hakkında bir konu var. Şiir haramdır diyor. Kuran-ı Kerim’de şiir haram edilmiştir diyor. Bunun tafsilâtına girmek istemiyorum. Haram mıydı, değil miydi? Kimler için haramdı, kimler için değildi? Ebussuûd Efendinin oğlunun ölümü üstüne yazdığı bir gazeli var. Bu mersiye dünya mersiye edebiyatında ön sırada yer alıyor. Bu şiir, başka şiir. Kalkıp da seni beni baştan çıkarmak için uydurulmuş mısralar başka şey demek ister o.

Gazel şöyle bitiyor:

Niyaz u davet ise eyledin tamam ey dil

O yâr gelmedi, gel bâri biz varâlım, gel!

Bu şiirde oğlunu çağınyor. Sonunda o gelmedi, bari biz gidelim diyor. Şimdi şiire haram diye fetva veren bir adamın kaleminden bu şiir çıkıyorsa, bu sadece onun malı değildir, hepimizin malıdır. Sonra bir şiir var dâva mevzuu. Gubârî’nin bu şiir. Şimdi belki aşağıda gelecek, Gubârî bu şairin mahlasıdır, biraz sonra şair­lerin kendi işledikleri sanatlara göre mahlas aldıklarını göreceğiz, bu da esrarkeş. Bir beyti var. Diyor ki:

Bufakr u felâketle bir altun vereyim

Kim nazire derse bu şi’r-i zîbâ üstüne

Meydan okuyor, kim bu gazelime bir nazire söylerse ben fakir bir insanım, ama ona bir altın vereceğim. Tabiî bu bir yarış iddiası. Tabiî bunu yazacak şair de var. Biri yazmış. Benim şiirim ondan üstün, bu parayı vermiyor, söylediği halde. Ve şeyhülislâm bilir kişi toplamaya hacet kalmaksızın kendi karar veriyor ki, Gubârînin altınlaıı ödemesine lüzum yoktur. Demek istiyorum ki bu kadar halkın içerisine girmiş, bu kadar konu olmuş, halkın alâkasını çekmiş birtakım olaylar var işin içerisinde. Onun için ben pek büyük bir mâna görmüyorum bunda.

Şimdi geldik asıl okuyup yazması olmayan şairlere. Yani bir medrese tahsili görmeksizin şair olan kimselere geldik. Asıl benim konumun yapısı, desteği bura­da yatıyor.

Medrese tahsili görmemiş, şiir okumamış, şairlik yapmamış, bir yere mensup değil, ama şair. Kim bunlar? Bunları ben ayırdım, bir defa ordu şairleri, demek ye­niçeri, demek sipahi ve esnaf, yani demirci. Yalnız bunların şiire düşkünlüğü, tutkusu benim gibi edebiyat hocalarının tutkusundan daha zengin, daha çok. Ne anlatıyor bunlar hakkında şuarâ tezkireleri? O demiş ki şair için: Kuloğullarından yeniçeri taifesindendir, ilim ve sanatla meşgul olanlardandır. Şimdi anlatıyor bu meşguliyet neydi? Onun arkadaşları, yani asker arkadaşları torba taşırdı, bu mektebe ekmek taşırdı. Yani onlar talime çıkarlardı, bu mektebe ekmek taşırdı. Yani onlar talime çıkarlardı, bu mektebe giderdi. Onlar kapıya çıkmak isterdi, kendini gösterip ye­tişmek ve saraydan bir vazifeyle çıkmak. Bu, kitapta fasıldan bâba çıkmak isterdi. Yani ikinci bölümlerden birinci bölümlere. Daha çetrefilli, daha büyük bölümlere geçmek isterdi. Onlar buçuk havasındaydı. Buçuk, askerin yevmiyesine, ulûfesine yapılan bir zammın, aylığına bir ilâvenin adıdır. Onlar, buçuk havasındaydı. Bu, dilber sevdasındaydı. Onlar kartal tüyü takınırdı. Savaşta yararlık gösteren asker­lerin kartal tüyü takması, bir nişan gibi. Onlar kartal tüyü takınırlardı. Bu, dilberin zülfü sevdasında ahi başından eksik olmaktan sakınırdı. Onlar burmalı nacak sokunurdu. Onlar Ok Meydanında ok atarlardı; bu, yay kaşlıların vasfında hayaller bulmak için nice oklar atardı. Şimdi bu bir yeniçeri şairidir. Hâ demek ki sadece mesele okumakla olmuyor. Zaten rahmetli hocam Fuad Köprülü’nün bir sözü var­dır bize. Şair olmaya gelmişseniz, şimdiden fakülteyi bırakın! Şiirin başka tarafları ile meşgul olunuz!

Bunların içerisinde daha başkaları da var; ben onların hepsini buraya koy­mak istemiyorum, yalnız bir tanesinde duracağım. O, Edirneli Nazmi isminde bir yeniçeri şairidir. Edirneli Nazmi türlü bakımlardan bizim edebiyatımızda yeri olan, anılması gereken bir şair. Bir nazireler mecmuası var, yani bir şair bir şiir yazıyor, herkesin hoşuna gidiyor, zamanm bütün şairleri, daha sonraki­ler de ona nazireler yazıyor. Bunları toplamış, sayısı üç bin. Nazireler ve ona nazire yazanlar. Şimdi ben üç bin şiire ve onları yazanlara bakıyorum; arkama dönüyorum, göremiyorum neredeler. Ben üç bin şiir okudum mu, zannetmiyo­rum. O üç bin tane şiir topluyor. Kendi yazdığı şiirler başka, bunların içinde, aynca 286 manzume var. Hiçbirinde Arapça, Farsça bir kelime yok. Biz bu­nun ardındayız, bunun üzerinde çalışmalar yapıyoruz, savaşlar veriyoruz.

Geldik Nazmi’nin Türkçe divanından ahnmış bir parçaya. Bu şiirlerin adı Türkî-i basit. Ne var orada, söyleyeceğim, sevgilinin, yarinin eneği, bir elma; elma demiyor o, alma diyor. Çünkü buna Kastamonu alma diyor, Anadolu al­ma diyor. Sevgilim diyor ki bana adımı alma. Sonra ne yaptım onu ben. Yari­mi öpmek isterim, bana der ki alma. Şimdi ben bu gün Kastamonu’da yaşamasaydım, gençliğim orada geçmeseydi, bu şiirde geçen kelimelerin çoğunu an­lamayacaktım.

Nazmi’nin bu müstezadından birkaç dize okuduktan sonra bu konuda söylenecek sözler olacaktır:

Yendek bana der ol eneği gül gibi alma

Adım dile alma!

Benzim sararup olduğı ol nite ki ayva

Hey neyleyim eyvâ!

Yendek bana kınnışlar edüp ol gözü gözel

Verüp elime el

Sunup dudağın ağzıma der gel berü em mâ!

Pes yine der umma!

Bu şiir baştan başa Türkçe sözlerle yazılmıştır, ama sözlüğe bakmadan an­layan beri gelsin. Yendek “daima” demektir.. Enek “çene” demektir. Çene, divan şiirinde, nedense hep “elma”ya benzetilmiştir. Hele son dizedeki “gel berü em mâ” daki “mâ” yı sözlüklerde bulamadığımız gibi, Kastamonu’da do­ğup büyüme birinden işitmeden yahut ona sormadan da çıkaramazsınız. Bu, birine bir şey uzattığınızda söylenen bir sözdür: “nah, al işte, na” demektir. Mesele şiirin dilinde, hangi dilde yazıldığında değil. Bir başka deyişle, kelime­lerde değil, sözlükte değil. Sözlükte karşılığını bulursunuz kelimenin, yine de mânasını çıkaramazsınız.

Şimdi bu esnaf şairleri ayrıca, devam ediyorum, esnaf şairler var. Bunların hangi sanatı işledikleri, aldıkları mahlaslardan bellidir. Siyâbî, diyoruz, adı Siyâbîyse. Şimdi benim müdafaama gerek olmayan bir tarafını söyleyeceğim bu Hadîbî’nin, bu terzidir. Hadîbî, demirci, bildiğiniz demirci yani. Manzum Osmanlı tarihi yazmış bu şair. Ve diyorlar ki ona “sen bu kadar bilgiyle neden devlet kapısına intisap etmiyorsun?”. Ben hürriyetimi değişmem diye karşılık veriyor. Yani bir yandan bunların dilleri, şairlikleri kadar karakterlerini görüyoruz. Ben hürriyetimi değişmem. Bunların çoğu hemen âmîlik ve ümmi­likle meşhur. Yani anadan doğma cahil bunların çoğu. Ama şairler. Kimisi bunların, sanatlarını söylüyorum, ipekçi, ipek ticareti yapıyor; kimisi manifatu­racı, bez alıp satıyor. Kimisi helvacı, kimisi şekerci. Bu şekerci nasıl şair ol­muş. Şekerci, Hacı Bekir veya bir başkası.

Ahmet Paşa tarihte şairlerin beyni, başı sayılıyor o devirde. Şeker almaya gidiyor, bakıyor ki şiire hevesi var adamın, sahip çıkıyor. Ve ondan sonra ama gene şeker dökücüsü diyorlar bunlar, döktüğü şekerlerle türlü şekiller yapıyor. Ne yapıyor, borazan mı yapıyor, tüfek mi yapıyor, kılıç mı yapıyor. Bunları döküyor adam, bakıyor musahip Paşa da şekerden şekiller yapan tarafından kapılmış, ama şiirlere döktüğü şekerler kadar tatlıdır.

Bir Nasûhi var, aktar bu. Bildiğimiz aktar. Yani onun Mısır Çarşısında bir dükkânı vardır demektir bunun mânası. Adamın dükkânı parfümeri dükkânı gibi, hani var ya pahalı parfümeri dükkânları, onun gibi. Sonra işi şerbete döküyor, şerbet diyorsak hemen ağzımız tatlanmasın. Bir köşede şişeler var, onlardan bir yandan, esrar satıyor bir yandan; çünkü o devirde esrar yasak değil. Belki o kadar büyük bir tehlikesi yoktu. Fakat bu aktar otlan tanımakta, onlardan ilâç yapmakta, onlardan şerbet yapmakta. Bu, birtakım maddeleri ta­nımakta, âdeta zamanın İbni Baytar’ı gibidir. Şimdi bu şairden ne yapalım biz, bu kadar. Ne hekimbaşılık tahsili var ama bu ilâçların, otların içerisinde yetiş­miş, bu şerbetleri yapmış, satmış ama satarken bunun gayesi hastalan iyi et­mek değil aslında, fakat görmüş ki bu adam bunları tanıyor, başhekim olmuş.

Dahası var, kimisi hanende bunların, kimisi mukallit, bu işe başlamış, son­ra Arabistan’a gitmiş, sonra mukallit olmuş. Şimdi çok sıkı durmak lâzım gali­ba. tki tane cambaz var, efendim. Bildiğimiz cambaz, ipte oynayan cambaz, ama şair. İlk defa diyor ip üzerinde zincirle oynamayı bu icat etmiştir. Ama şi­irlerini de hiçbir zaman yabana atmıyor. Başta dediğim gibi, bu şairlerin şiirleri ille de Bakî ayarında, Fuzulî ayarında diye almıyorum ben; ama şürin bir tut­ku olduğunu ve bu yolda askerliğini bıraktığım; sanatım bıraktığım; hocalığım bıraktığım; çoğu bunların talebeyken bırakmışlar okumayı, şairliğe dönmüşler. Yani şairlik o tarihte bir ayrı meslek.

Şimdi asıl dayandığım nokta şu. Şu üç kişi. Bunların hiç mi hiç okuması yazması yok. Yani kara cahil bunlar, ama şair. Kara cahil, ama şair. Bir insanı kültürlü seviyeye çıkaracak olan ne varsa onların hiçbirinden nasibi yok bunla­rın. Ümmîlik ve âmilik ile şöhretleri buradan geliyor. Ama şair adam, doğuş­tan şair. Ve o kadar güzel şiirler yazıyor ki, okumasına yazmasına hacet yok. O bakımdan hem bunun şiirlerine itiraz ediyor arkadaşları; alaycılar var ya. Burada şu hata var, burada şu yanlış var, burada şu kafiye bozuk, vezin bozuk filân diyorlar. Farkında değil; neyin farkında değil: Bozuk olmadığının farkında değil. Bozukluğunun farkında olsa, olmasa o başka mesele. Ama demek ki bu, konuşma yaşına gelmiş gibi bir şiir söylüyor; vezni yerinde, kafiyesi yerinde, yazıyor; ama doğrusu nerede, eğrisi nerede, onun farkında değil. Bir tabiî isti­dadın neticesi. Sonra yine bir ümmî ve âmi var, şair; bu Nabî adında bir şair. Bunun okuduğu, okumadığı belli değil. Rivayete göre Arap harflerini okumuş. Diğer bir rivayete göre Kuran’ın son dört sûresinden, dördüncüye kadar oku­muş, öğrenmiş. Geri tarafı yok. Ama şairlik istidadı bakımından da üzerine yok.

Şimdi bunların daha üstünde, bunların, hatta okumuş yazmış gibi olan bi­rine geliyoruz, Enverî bu şair. Bu Enverî sûzanger. Ben bunun için İngilizce lügatlere baktım, Türkçe lügatlere baktım, işin içinden çıkamadım. Hanıma sordum, bu ne diye, ama o İngilizcesinden değil de ne olabileceğini kestirdi. Bu, hanım arkadaşlar gayet iyi bilecekler, yorganlara kapitone yapan yorgancı. Öyle bir sanatı var. El işleri, nakış yapıyor. Kanaviçe işliyor. Böyle bir adam. Yani nakış, iğnesiyle türlü nakışlar yapabilen bir adam bu. Okumaz yazmaz bu adam. Diyor ki Âşık Celebi, elifi doğruluğundan tanırdı, kef harfini eğriliğin­den tanırdı. Yani ne harfi bu belli değil, ama bunda nokta var, bunda nokta yok derdi, o kadar. Ama şairlik bakımından okur yazar arkadaşlarının hiçbir zaman gerisinde değil.

Bir de kumbaracımız var. Yani maytaplar yapıyor bu. Padişahın sarayında kumbaracı. Şimdi görüyoruz ya günün tekniğinde yapılan maytapları biz. Çıkı­yor türlü renklerde yıldızlara dağılıyor filân. Bunu yapıyor bu adam. Yok bu­nun üstüne. Bir yandan şair, bir yandan da bu sanatı var. Ve padişahın sara­yında has kumbaracıbaşı. Ne oluyor ama? Bir gün daha mükemmel, daha gösterişli bir maytap yapmak istiyor o. Fitilin otu, nedir ot? Bu, topu veya füzeyi ateşlemek için kullanılan ilk barut. Şimdi geleceğim oraya, otu bilmiyo­ruz da. Divan edebiyatına takılıyoruz. Maalesef bu kıvılcım, bu şairin kendisini, evini, bütün şiirlerini, divamnı ve evinde ne var ne yok, hepsini yakıyor. Ona bu gün biz hâlâ üzülüyoruz. Şöyle bir adam, elifi görse mertek zannedecek bir adam şair, divanı var ve biz ondan mahrumuz. Neydi acaba, bu gün elimizde olsaydı, mukayese edecektik. Bir tek şiiri kalmış elimizde onun.

Bütün bunlar bize ister divan edebiyatı, ister halk edebiyatı, isterse adlan kitaba geçmemiş olan halkın içinden yetişmiş, mani söyleyen, ağıt söyleyen şa­irler hepsi birden bir sofranın etrafında toplanmış bulunuyorlar, benim kanaa­timce.

Şimdi bunun bir ortak tarafına geliyorum. O da güzellik anlayışıdır. Divan şairi güzeli ayrı, halk şairi ayrı, anneler ayrı, gelinler ayrı, kaynanalar ayrı. Bu, ne ortak güzellik anlayışıdır bizim masallarımızda ve hikâyelerimizde, destanla­rımızda, hatta bu gün hâlâ hayatta olan birtakım görenekler, âdetler var. Anne oğlunu evlendirmek için etrafına konu komşuyu topluyor, kız görmeye gidiyor. Beğendik kızı. Nasıl anlatacak ahbaplarına, eve geldiği zaman görümcelere, ab­lalara nasıl anlatacak? Şöyle anlatılacak. Yani bunun reçetesini yaptığımız za­man bize âdeta divan şairi olsun, halk şairi olsun, masallarımız, hikâyelerimiz olsun aym güzeli anlatıyorlar, tek bir güzel var, tek resim onu anlatıyorlar gibi. Halbuki öyle değil.

Neden öyle değil ve neden öyle? Şundan ötürü öyle. Şimdi bakıyoruz güzeli nasıl anlatıyor o. Badem gözlü, çekik gözlü o beğendiğimiz kız. Çatık ve keman kaşlı. Şimdi zannettim ki bu günün hanımları daha güzel olmanın yolla­rını buldular. Onlar da aynı şeyi kullanıyorlar. Çatık kaşlı makbul. Arasını boyuyor. Boyuyor da boya belli değil. Kaşının renginde boyuyor, kaşının siyahlı­ğında boyuyor. Çatık kaş veya çatma kaşlı. Yani iki kaşı birleştiren. Yahut ka­lemcilerin çaldığı kalem kaşlı. Selvi gibi, fidan gibi uzun boylu; saç simsiyah daima. Ağız hokka gibi, küçük yani. Dede Korkut hikâyelerinde “koşa badem sığmayan dar ağızlum” diye geçiyor. Sonra dudak kiraz gibi, mercan gibi, kır­mızı yanak güz elması gibi, Dede Korkut’ta. Güz elmasındaki elmanın bir ta­rafı pembeleşir, kızarır. Onu hâlâ da bilmem, ama bizim evde işittim ben onu: gül tırnak ve karanfil tırnak, iki çeşit tırnak var. Belki bilen arkadaşlarımız vardır. Hangisi daha güzel bilmiyorum, mademki biri güldür, biri karanfildir, ikisi de güzeldir. İnce ve karınca belli. Karıncanın beli var mı, yok mu, belli değildir. Şimdi orada bir tek müstesna var, Nedim’in bir koşmasında biz bir defa olarak bütün divan edebiyatında mavi gözlü bir güzelle karşılaşıyoruz. O da bir koşmasında. Diğer tarafta bütün kızlar siyah gözlü. Bir defa Güzel Sanadar Akademisinde bir talebem eksik sınıfta, bir kız talebem. Nerede bu diye sordum; adını bilmiyorum diye sordum. Şimdi öbür kız arkadaştan söylüyorlar san saçlı, siyah saçlı, şöyle böyle. Kızım, dedim, hiç o boyalardan bahsetmeyin bana; çünkü her gün biri değişiyor.

Bütün bunlar divan edebiyatında bu. Ama anlatıştan anlatışa fark var. Şimdi bütün kızlanmız bu gün söylese ki kısa saçlıdır ve diyor ki Necati, bir yandan benim bahtı siyahım, kara bahtım, bir yandan bunun kara saçlan beni ayaklan altına aldılar. Bu hayali biz gözümüzün önüne getiremedikçe bu divan edebiyatı mânâsız bir şey olur. Ne diyor Necati? Hiç merak etmeyin, gönlünüz sizden gittimi divan edebiyatındaki sevginizin saçlarındadır. Elinizle koymuş gi­bi bulursunuz onu. Çünkü bu zülf-i siyah topuklara dökülüyor. Gönlümüz de orada olduğuna göre oraya dökülüp orada çiğneniyor. Yani bu ille de bunun adım çoğumuza yabancı olan televizyondan duyduğumuz isimleri kullanmıyo­rum. Bunu söylemek için bu hayali şair Necati bize takdim ediyor. Bunlar bi­zim hayal gücümüze bağlıdır.

Akif’in bizim dilimize katkısını ben ileri atarken bunları kastediyorum. Ya­ni halkın kullandığı tabirleri kullanıyor. İster misiniz size soğan hikâyesini anla­tayım. İki paşa canlan sıkılıyor, oyun oynamak istiyorlar. Beç hokkası diye bir oyun tahtası var. Uşağı çağırıyorlar, diyorlar ki, git komşu paşadan Beç hokka­sını al, gel. Uşak gitti gelmez, neden sonra elinde beş okka soğanla döner. Pa­şa hayretle sorar: Haydi “beş”i “Beç”den, “okka”yı “hokka”dan aldın, ya so­ğanı nereden aldın? Cevap şu: Bakkaldan! Şiirden anlamak, biraz da Beç hok­kası ile “beş okka soğanı” ayırt etmeye bağlıdır.

Şimdi son olarak dile geldi bir soru! Bence bu başka bir konudur. Biz bu­nu anlamıyoruz, o halde bizim değil. Senin anlamadığın o değil ki. Sen o dili ne yapsan anlayamazsın, şairin kullandığı dili. Neden, o dile o kendi mânâsım katmış. Kendi hayalini anlatmak için kullanmış o dili. İlle de sen her divan şii­rini, her şiiri açtığın zaman oradaki her kelime senin sözlükte bulduğun kelime olmaz.

Sözlük denilen şey sabit. Şair onu alır, canlandırır. Ona ayn bir mâna ve­rir. Şimdi “insan” kelimesi için sözlük ne diyecek size? Anlatacak. İnsanı anla­tacak: Yaratık. Ama siz bir şiir yazar da bir insan derseniz bunun lügatte mâ­nası yok. Onun oradaki anlamı şairin verdiği mânadır ancak. Bizim bildiğimiz etten kemikten ibaret yaratıktan ibaret saymıyor insanı o. O başka bir şey söylemek istiyor. Şairin dilinde biz birtakım başka şeyler bulursak sebebi budur. Bunun anahtarı, bu şiiri anlamanın anahtarı sözcüklerden, kelimelerden ibaret değildir. Şimdi sevmiyorum, ama söylemek istiyorum, gün yapıyoruz biz, haftalar yapıyoruz şairlerimize. Yakında işte Mehmet Âkife yaptık. Kaç tane yanlış buluyoruz biz Mehmet Akif i anlatmak isteyenlerde. Demek ki Mehmet Akif gibi bizim olmuş, İstiklâl Marşının sahibini anlamakta biz hâlâ güçlük çe­kiyoruz. Ne diyor? “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar!” “Ulusun korkma nasıl böyle bir imam boğar? Medeniyet dediğin tek dişi kalmış cana­var!” Bunları biz hâlâ bu gün tek dişi kalmış canavarı domuz sürüsünden yal­nız dişisi kalmış anlamına alıyoruz. Olmaz. Onun için başka bir cihet, bunların üzerinde oradan buradan konuşurken bizim kendimizi çok kontrol altında tut­mamız gerekiyor.

Demin paşama arz ettiğim gibi, anlamanın yolu önce anlamadığım anla­maktır. Ben burada bir şey anlamıyorum dersen anlamanın çaresine bakarsın, ama anlıyorum dersen neye bakacaksın? Yanlışlar devam eder gider. Böyle yaptığınız zaman, yani bu sözlüklere bakıp da şiirleri anlamak için bir yol ara­dığınız zaman benim kanaatimce şairin payım lütfen ayıralım. Hem şair kaybo­luyor, hem biz kayboluyoruz. Onun için hangi devir kelimesi, memleketimizin hangi köşesi olursa olsun biz bunlan bu bakımdan acaba altında hangi mânalar yatıyor diye sorup anlamadıkça şiiri anlayacağımızı zannetmiyorum. Bu dil de, bize kılavuz olacak dil, şairin kullandığı dildir. Nerede, hangi mânada kullan­mış bunu. Benim kanaatimce bu böyledir. Geçmişte böyledir. Gelecekte de böyle olacaktır.

Bunu, milletin tarihinden ve ondan kaynaklandığından söz ederken onlar­dan gelen yaşlılardan söyledik. İşte bu gün kamım Höt Dağı gibi şişti. Ne ol­du yani? Benim onu sormadığım kimse kalmadı. Hiçbir cevap alamadım doğru dürüst. İşe yarar bir cevap alamadım. Kimisi Uhut dağı dedi, kimisi Uhut da­ğında şişlik filân olmadı ki bu Uhut dağı olsun, dedi. Çocuklara dedim ki, ço­cuklar lütfen bunu annelerinize, babalarınıza soracaksınız, ninelerinize soracak­sınız. Bir öğrencinin 45 yaşındaki kayın validesi: “Sen ne biçim talebesin yahu demiş. Bu kadarak şeyi bilmiyorsun. Yani Uygurlarda bin inanca, bu gün bizim dilimizde hâlâ yaşamakta olan Uygur menkabesine dayanıyor bu deyimin ucu.

Birkaç misal verip bitirmek istiyorum. Adnî var, Mahmut Paşa. Sadrazam şair diyor ki:

Ger suya bakmağıla bilineydi sırr-ı gayb

Adnî bakup yüzüne bilürdü dehamnı

Şimdi eğer gaip, meydanda olmayan bir sır suya bakmakla bilinseydi... Ne anlayalım suya bakmakla. Çünkü efendim hâlâ suya bakan falcılar var. Sana söylüyor ne istiyorsun, mektup mu gelecek, mektup mu gidecek. Sınıf mı geçeçeksin. Ne anlayacaksın bunu bilmiyorsan sen, suya bakarak fal bakıldığını, ga­ipten haber verildiğini. Biz bunu bilmiyoruz.

Geldik Fuzulî’ye.

Gül âteşin bir avuç hâksâra salup

Kül eylemiş, komuş adını bülbül-i şeydâ

Diyor ki gül, ateşini bir avuç toprağa salmış kül etmiş, o toprağın adını bülbül koymuş. Şimdi bülbül besleyenler yahut bülbül görenler bana söylesin­ler. Bülbül şu kadarcık bir yumak tüy; gülün dalında ötüyor. Onun için gül bu ateşim toprağa salmış, onu kül etmiş ve adını bülbül koymuş. Niye? Bülbülü tanıyacağız. Bülbülü tanımadan bunun anlamı yok.

Bir de yanlışlığımız hâlâ devam ediyor.

Perişan-hâlin oldum, sormadın hâl-i perişanım

Gamından derde düştüm, kılmadın tedbir-i dermanım.

Şimdi ben açıklamalarda görüyorum kitaplarda, bir eksik tarafı söyleyeyim size. Hayır, gördüğü o değil. Perişan-halini gördüm, benleri gördüm, benleri. Ordaki hâl noktalı bir harftir, püskürme benlerdir; eskinin bir süslenme yolu­dur.

Şimdi bir son beyit söyleyeyim Nedim’den. Nedim diyor ki bize Şehit Ali Paşa için yazdığı kasidede:

Tâ hükm-i ism-i pâki muizz ü müzîl müdam

İmanı, küfre hâlet-i mâh u ketan verir

Bu sadrazamın imam, sağlam inancı, ay ışığının ve ketenin hâlini anlatıyor. Hadi anladık, ay ışığı iman olsun. Şimdi kız arkadaşlarım, lütfen annenize, ba­banıza, ninenize sorun. Neden keten çamaşırları ay ışığına sermezler? Çünkü ay ışığının keten bezini çürütme hassası vardır. Ey, bunu bilmeden, sen burada keteni biliyorsun, imam biliyorsun. İşte benim demek istediğim bu: Milletin sa­hip olduğu nesi varsa, inanç mı, folklor mu, masal mı, din mi, onları bilmeden ne divan edebiyatım, ne halk edebiyatmı anlayamıyoruz.

Çünkü halk edebiyatı bizim karşımıza çıkıyor da okuyor muyuz? Yoo. Leb değmez nedir? Dudakları birbirine değdirmeden söyleyeceksin şiiri, hem de irticalen. Muamması var, bilmecesi var. Şu halde, bu şiiri bütün bir millete mal etmekten başka çare yok, anlamak için; çünkü onda da aynı şeyler var.

Şimdi galiba sonuna geldik işin. Eski yeni şairlerimizin daha belirgin ola­rak halkımızın kültür kelimesinde toplayacağımız hâzinesine sahip olmadıkça her divanın ilk sayfasını açar açmaz duraklayacağımızın önüne geçmemizin ça­resi yoktur. Saz şairlerimiz de öyledir. Ben divan edebiyatının bir zamanlar toplumun her tabakasından insanının malı olduğuna inandığımı sözümün sonun­da bir kez daha tekrarlıyorum. Ondaki bütün güçlüklere katılıyorum. Zannet­meyin ki ben her güçlüğün içinden sıyrılıyorum. Sıyrılmıyorum, ama soruyo­rum ben.

Müsaade ederseniz sözümü toparlayacağım. Sınıfta Yunus’u okuyoruz. Yu­nus Emre’den bir parça okuyoruz. Ben hâlâ metinleri daha önce bakıp anlayıp anlamadığımı kontrol etmeden sınıfa girmem. O gün girmişim. Çünkü o günler­de herkes Yunus gibi yazalım sevdasında, iddiasında. Girdim sınıfa, karşıma “yumuldu göz, çekildi kaş” dizesi çıktı. Gözün yumulduğunu biliyorum ben, bir ölümden bahsediyor, ama çekildi kaş yok. Gayet rahatımdır o bakımdan, yani bilmediğim şeyleri çocuklara rahatça sorarım ben. İsterse onlar hoca bunu bil­medi desin. Evet, onu bilmedim. Onların söylemesine lüzum yok. Odaya gittik, 11 kişiyiz odada edebiyat hocası. Dedim ki Yunus’ta böyle bir şey geldi başıma. Ne dersiniz? Hiçbir edebiyatçı arkadaşım üstünde durmadı. Ben ikinci şubede dersim vardı, oraya gittim. Orada tekrarladım suali. Bir kızcağız çıktı, “Ben gördüm, dedi. Tesadüfen bir gün ölmekte olan insanın yanındaydım, bunun gözlerini yumdular ve kaşlarını düzelttiler.” Şimdi Türkçe bu kelimeler. Gözün kapanması da, kaşın çekilmesi de Türkçe. Ama ne diyor Yunus? Çizdiği levha bizim için karanlık.

Evet, bunların karşısında bulduğum tek teselli şu. Müsaade ederseniz söyle­yeyim. Bir şiiri anlamak hangi Türkçeyle yazılırsa yazılsın, herkesin harcı olma­dığı meydandadır. Şimdilik bu kadar. Saygılarımla.



[*] 26 Şubat 1987 günü Türk Dil Kurumunda yapılan konuşma.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar