Sefîne-i Evliyâ Evliyâ-yı Ebrâr Şerh-i Esmâr-ı Esrâr 8
/218/ Hulefâsı:
Şeyh Muhammed Şerefeddîn Sâdık Efendi 1278/(1861)
senesinde İstanbul’da doğmuştur. Pederi Arabkirli Halîl Efendi olup, Şeyh
Muhammed Emîn-i Tevfîkî Efendi hulefâsındandır. Şerefeddîn Efendi Şeyh
Fahreddîn Himmetî Efendi’ye intisâb edip azîzinin irtihâlinde noksân kalan
sülûkunu ikmâlen Şeyh Mustafa Sâfî hazretlerine tecdîd-i bey’at ile gelmiş ve
az zamân sonra nâil-i hilâfet olmuştur ki, hilâfet târîhi 15 Şa'bân 1341/(2
Nisan 1923) olup, Leyle-i Berât’a müsâdiftir.
Mısır Çarşısı’nda pamuk ticâretiyle meşgûl olup,
azîzimize râbıtası ziyâde olanlardandır. 25 Ramazân 1343 ve 18 Şubat
1341/(1923) Cumartesi akşamı irtihâl-i dâr-ı naîm eyleyip, Leyle-i Kadr’e
müsâdif ân-ı mağfiret-nişânda Kasımpaşa’da âsitâne-i Pîr’de defn olunmuştur. (Rahmetu’llâhi aleyh)
Şeyh Hulûsî-zâde Osmân Nûrullâh Efendi
Şumnuludur. Büyük azîzin hulefâsından Bursa’da Testereci
Hamdî Baba’nın halîfesi Havlucu Hacı Muhammed Dede Efendi’ye intisâb edip,
yedinci esmâya kadar sülûk görüp, bi'l-âhare azîzime intisâb ile ikmâl-i sülûka
muvaffak olmuş 15 Şa'bân 1341/(2 Nisan 1923) târîhinde Leyle-i Berât’ta nâil-i
hilâfet olmuştur. Tüccâr-ı mu’tebereden olup, fukarâ-perver, âşık, sâdık, ârif
bir zât-ı kerîmü’s-sıfâttır. Ricâlu'llâhtan çok kimselerle mülâkatı vardır.
Târîh-i velâdeti 1284/(1867-68)’tür.
Pederleri Diyarbakırlı Ahmed Hulûsî Efendi’dir.
Şeyh İsmâîl Cemâlî Efendi
Şeyh Mustafa Sâfî Efendi hazretlerinin yegâne mahdûmudur.
Henüz genç yaşında iken ikmâl-i sülûka muvaffak olup, 15 Şa'bân 1341/(2 Nisan
1923) târîhinde nâil-i hilâfet olmuştur. Oldukça tahsîli olup, fakat nâil-i
hilâfet olmasını müteâkib zihnen râhatsızlık zuhûra geldiğinden, bir müddet
Fransız Hastanesi’nde taht-ı tedâvîye alınıp lehü’l-hamd râhatsızlığı zâil
olmuştur.
Şeyh Tevfîk Refîk Efendi
Ümmîdir. Büyük azîz (Mustafa Hilmî-i Sâfî)’ye mensûb idi.
Azîzimizden ikmâl-i sülûka muvaffak olup 15 Şa'bân 1341/(2 Nisan 1923)
târîhinde nâil-i icâzet olmuştur.
Kömürcü Muhammed Efendi
Kudemâ-yı mensûbîn-i Uşşâkıyye’den olup, azîzimizden me'zûn olmuştur. Biga’da neşr-i tarîkat etmekte
idi.[1] Bir halîfe
yetiştirmiştir ki ismi, Hersekli Muhammed Fevzi olup, Safvetî mahlaslıdır.
Şeyh Emîn Efendi
Şeyh Fahrî Efendi-zâdedir. Fahrî Efendi’den Aksaray’da
Şekerci Sokağı’ndaki dergâha intikâl edince Şeyh Mustafa Efendi hazretleri seyr
ü sülûka çalışmak şartıyla ilbâs-ı tâc u hırka eyleyip pederinin makâmına iclâs
eylemiştir. Fakat bi'l-âhare âtîde arz edeceğim esbâba mebnî azîzimizin
aleyhinde olarak kadir-nâ-şinâsâne harekette bulunmuştur.
Deryâ-yı afvı geniş olan Hz. Şeyh yine hoş görmüş, "Azîz-zâdemdir."
diye ızhâr-ı âsâr-ı iltîfâttan hâlî
kalmamıştır.
/219/ Şeyh Ahmed Rüşdü Efendi
Ulemâdan bir zâttır. Zikre me'zûnen ahz-ı icâze
eylemiştir. Dağıstânî Şeyh Şerefeddîn Efendi hulefâsındandır. Celvetiyye’den
Şeyh Gülşen Efendi merhûmdan da müstahlef olup, Bursa’da İsmâîl Hakkı
el-Celvetî Âsitânesi şeyhidir.
Terlikçi Osmân Efendi
Hulefâ-yı Rufâiyye’den olup, yirmi otuz dervîşiyle maan
azîzimize gelip, teslîm olup bey’at etmiştir. Seyr ü sülûk görüp, mazhar-ı feyz
olarak tarîk-ı Uşşâkî’den de müstahlef olmuştur. Tesettüre meyli ziyâde olmakla
merâsim-i tarîkattan âzâde bir hayât-ı ihtifâya râgıp idi. Hattâ esnâ-yı
sülûkunda, tarîk-ı Rufâî’den şeyhine Uşşâkî Tarîkatı’na nisbetini ihsâs
etmemiştir. Manisa’da Ali Nâilî Dergâhı meşîhatı münhâl oldukta azîzinin
emriyle oraya gitmiş ve meşîhatı der-uhde eylemiştir. Meşîhat Cemâziye’l-evvel
1342/(Aralık 1923) târîhinde tevcîh olunmuştur. Mesleğine âşık bir zâttır.
Şeyh Cemâl Efendi
Pîr-i sânî Seyyid Muhammed Cemâleddîn-i Uşşâkî Âsitânesi
şeyhidir. Pederinin irtihâlinde postuna sâhib olabilmek için azîzimizden bir
icâze-nâme almıştır. İkmâl-i sülûk şartıyla ilbâs-ı tâc u hırka buyrulmuştur.
Şeyh Ali Dede
Mersinlidir. Azîzime fart-ı muhabbeti, şiddet-i râbıtası
olanlardandır. Hıdmet-i askeriyyesini îfâyı müteâkib memleketine gitmeden
hânkâha gelip hıdmet-i azîzi câna minnet bilmiştir. Âşık, sâdık bir zâttır.
1342/(1923) senesinde ikmâl-i sülûka muvaffak olarak nâil-i hilâfet olmuş idi.
Şeyh Molla Ahmed Efendi
Şeyh Mustafa Sâfî hazretleri Fındık-zâde Dergâhı şeyhi
iken ona hilâfet vermişti. Esâsen Fahrî azîzden müntakil dervîşlerden idi.
Keçeciler Dergâhı meşîhatı münhâl oldukta oranın meşîhatına tâlip olmuştur.
Hâlbuki oraya ta'yîn olunacak şeyhin Âsitâne-i Uşşâkî’de post-nişîn olan zâttan
müstahlef olması şart idi. Ahmed Efendi o şartı hâiz olmadığından âharı intihâb
olununca ismi geçen Şeyh Emîn Efendi ve âtîde tercüme-i hâli yazılacak olan
Şeyh Mustafa Efendi ve Molla Ahmed, azîzimin aleyhinde hareketle ateh getirmiş,
vesâyete muhtâc olmuş. Yaptığını bilmiyor gibi göstererek hakkında
mazbata yapmışlardı.
Molla Ahmed, azîzimin nazarına uğradığından bu sırada
hayât-ı fâniyeden tecerrüdle adâlet-hâne-i bakâya intikâl eylemiştir. Böyle
olduğu hâlde azîzim, ona acıyarak rûhunun şâd edilmesi için Fâtihalar okunmasını
emr etmişlerdir.
el-Hâc Şeyh Muhammed İzzeddîn Safiyyullâh Efendi
Azîzimin ilk mürîdi ve ilk halîfe-i güzînidir. Batum’da
Asbıra-i Ulyâ (?) Sola kazâsı
mülhakâtından Horcum karyeli olup an-asl Gürcüdür. 9 Hazîrân 1284/(21
Haziran 1867) senesinde dünyâya gelmiştir. Pederi Selîm b. Süleymân b.
Ahmed’dir. İbtidâî tahsîli Batum’dadır. Aile ismi Çalı-zâde’dir. 1303/(1887)’te
İstanbul’a gelip Mustafa Efendi hazretlerinin dersine dâhil ve sarftan bed’
edip, 1317/(1901) senesi nihâyetinde icâze almıştır.
/220/ Batum’dan kat’-ı alaka ederek İstanbul’a hicreti
1311/(1896) senesindedir. Fâtih’te Bahr-ı sefîd Ayak Kurşunlu Medresesi’nde
tahsîlde bulundular. Şeyh Mustafa Sâfî Efendi’ye intisâbı 9 Ramazân 1324/(27
Ekim 1906) târîhindedir. Hilâfeti 1334/(1916) senesine müsâdiftir. 1320/(1902)
ve 1326/(1908) senelerinde iki def'a Haremeyn-i muhteremeyni ziyâret ve Şam ve
Kudüs ve Mısır’da seyâhat etmiştir.
Ruûs imtihânında Hamîdiyye ruûsu kazandılar.
1318/(1900)’de İnegöl’de Hoca karyesi Hamîdiyye Medresesi müderrisliğine ta'yîn
olundular. Buraya hicretle Şerh-i Akâid’e kadar okuttular ve neşr-i
tarîkata me’mûr oldular. Bu sebeble İnegöl’de ihtiyâr-ı ikâmetle hüsn-i hâli ve
kudret-i ilmiyye vü irfâniyyesi i'tibârıyla halkın fevka'l-âde hüsn-i
teveccühüne mazhar olmuş ve ba'de’l-hilâfe burada neşr-i tarîkata başlamıştır.
Birkaç yüz ihvân cem'ine muvaffak olarak, fakat
İstanbul’da Keçeciler’de Şeyh Bedreddîn Dergâhı meşîhatinin inhilâlinde şart-ı
vâkıf mûcibince Âsitâne-i Uşşâkıyye’den müstahlef olanlardan birinin buraya
ta'yîni lâzım geldiğinden İzzet Efendi münâsib görülmüş ve ta'yîn edilmiştir.
Birkaç seneler buranın meşîhatini hüsn-i idâre ederek
bi'l-âhare husûle gelen zarûret üzerine mürşidinin emr ü muvâfakatiyle dergâh
meşîhatından bi’l-ferâğa İnegöl’de ihtiyâr-ı ikâmet eylemiştir. Oranın hem
müderrisi, hem de Meclis-i İdâre-i Vilâyette a'zâ idi. Ahîren yalnız câmi'
hitâbetiyle müştegıldır.
Hâlisü’l-vicdân, sâhibu’l-irfân, hâmil-i esrâr-ı
Kur’ân’dır. Azîzimin ecell-i hulefâsındandır. Kemâl-i muhabbetlerinden bu fakîri
âhiret kardeşi ittihâz eylemiştir. Orta boylu, nûr yüzlü, âlim, fâzıl ve Arabça
tekellüme muktedir bir zâttır. Azîzimin kemâlât-ı irfâniyyesini takdîr
edenlerdendir. İnegöl’de şöhretleri şâyi' olmakla halkın i'timâdı tezâyüd
etmiştir. Bu sebeble o havâlîde neşr-i feyz-i tarîkatta mazhariyyetleri de
büyüktür ve İnegöl’de Tarîkat-ı Aliyye-i Uşşâkıyye’nin yegâne nâşiridir.
Medrese ve dergâhı Yunan istîlâsında yanmış idi. Ahîren dergâhın ihyâsına
teşebbüs etmişlerdir.
Batumlu Kara Yûsuf nâmında bir halîfesi vardır. İnşâ
olunan dergâh münâsebetiyle Silsile-i Uşşâkıyye manzûmesine zeyl-i âtî ilâve
edilmiştir.
Silsile-nâme-i
Uşşâkıyye
Cenâb-ı Şeyh
Safiyyu'llâh Hacı İzzet Muhammed’dir
O zât-ı
muhteremden feyz-yâb-ı aşk u irfândır
Sivâdan yüz
çevirmiş Hazret-i Allâh’a yüz tutmuş
Edîb hoş-gû
kanâat-kâr dü-çeşmi hep dolu kandır
Hakîkat hâl
mücâhiddir fuyûzâtı müşâheddir
Safâ-bahş-ı
kulûb-ı âşıkân bir nûr-ı Sübhân’dır
Hudâ sıhhatda
dâim eylesin iş bu iki zâtı
Hayâtı ehl-i
aşka doğrusu sermâye-i şândır
Onun irşâdına
mazhar olunca İnegöl halkı
Muhakkak
bilmeli bu onlara eltâf-ı Yezdân’dır
Yapup
tevfîk-ı Hakk’la dil-nişîn Dergâh-ı Uşşâk’ı
Dem-â-dem
zikr ü fikre hasr-ı efkâr eyleyen cândır
Uluvv-ı
himmeti masrûf olup inşâ-yı dergâha
Muvaffak
eyledi Mevlâ onu bir kâmil insândır
Bütün erbâb-ı
aşkın gayreti lâhık idi bi'llâh
Hüsâmeddîn-i
Uşşâkî fuyûzu cârî el'ândır
Bin üç yüz
kırk iki târîhi-i inşâsı bu dergâhın
Gelüp zikr
ü ibâdet eyleyen uşşâk duâ-hândır
/221/ Bu
dergâh-ı münîfde zikr iden erbâb-ı îmâna
İrişsin nûr-ı
Mevlâ ki bütün dillerde reyyândır
Ah-i fi'llâh
olan ihvân u yârâna duâ-hânım
Açılsın
dîde-i ma’nâ bütün esrâr nümâyândır
Hudâ-yı
lem-yezel mes’ûd buyursun cümle Uşşâk’ı
Onun eltâfı
çün mebzûldür derde dermândır
İbâdetden
saâdet bulmak istersen eğer âşık
İbâdet-hâne-i
aşka şitâb it hânı ihsândır
Dem-â-dem
kalb ü rûhun zikr-i dâim sırrını bulsun
Bu sırra
mazhar âşıklar da nûr-ı aşk-ı tâbândır
Edeble gir
çık ey âşık bu dergâh-ı muallâya
Cenâb-ı Pîr-i
dest-gîr bunca ehlu'llâha sultândır
Amân Yâ Rab
bu abd-i kemterin Vassâf’a rahm eyle
Onun hâli
perîşandır dahîl-i bâb-ı ihsândır
Muharrir-i fakîr, azîzim Mustafa Sâfî hazretlerinin
irtihâli üzerine halîfetü’l-hulefâ olan müşârünileyhten müstahlef oldum. Bu
istihlâf mes'elesi, Vâkıât nâm eserimde nakl eylediğim vechile beş sene
evvelki bir rü'yâya müsteniden ve emr-i ma’nevîye imtisâlen şeref-vâki'
olmuştur. Ve işâret-i ma'neviyye ile azîzimin tâc u kemer ve ferâcesini bu
ahkara tekbîrlemiştir. Ve azîzimize müntesib olup, sülûkunu ikmâl etmeyen sâlik
ve sâlikelerin ikmâl-i sülûkunu bu âcize havâle eylemiştir. Kendileri
1345/(1926-27) senesinde üçüncü def'a olarak bedelen Haremeyn-i muhteremeyne
âzim olmuşlardır. 1347/(1928-29) senesinde Yenişehir müftüsü Kâmil Efendi’ye
hilâfet vermişlerdir.
- - -
“Huzûr-ı âlî-i mün’imânelerine!
Pek muhterem ah-ı fi'llâhım Efendim el-Hâc Hüseyin Vassâf
Bey!
Mektûb-ı âlîniz vusûl buldu. Dünyâ ve mâ-fîhâ derecesinde
memnûn olduk. Mukâbilinde Cenâb-ı Vâhibü'l-atâyâ hazretleri zât-ı âlî-i veliyyü'n-niama
hüsn-i âfiyet ve şifâ-i âcil ihsân buyursun.
Ne çâre efendim! Verâset-i kâmile bunu ve böyle şeyleri
gösterir. İnşâallah çileniz tamâm olmuştur. Ba'de-mâ lutf-ı ilâhî tecellî
buyurur. Çünkü dünyâ-yı denî her yüzden insânı mes'ûd etmez. Lâ yüs'el
ammâ-yef'al sonu hayır olur. Niyâz-ı mahsûs ile mübârek ellerinizi öper ve
duânıza muhtâcım. Devlet-hânenizde vâlide ve hemşîre hânım efendilere ve mahdûm
beylere arz-ı ihtirâm eylerim. Buradan muhterem misâfirlerimiz, vâlide hânımlar
ve hemşîre hânımlar harâretle niyâz ederler ve refîka-i âcizleri ve
birâder-zâdelerim ve cümle hâne halkı büyük ve küçük cümlesi niyâz ederler.
Büyük âilem Âdile câriyemiz çokça râhatsız bulunuyor. Husûsiyle geceleri hiç
yatıp, istirâhat edemez. Yürekten mudarib. Lehü'l-hamd bu gece uyudu ve râhat
sabahladı. Misâfirler vicdânen muazzeb kaldılar. Ne çâre!
Bütün ihvân ve ahibbânın ve komşuların arz-ı ihtirâmları
vardır. İmamımız Hâfız Ahmet Efendi hoca Bursa'ya nakl-i mekân eyledi. Bütün
ricâlarımızı kırdı. Yirmi gün kadar oldu. Gideli hiçbir selâmını ve nerede ve
hangi mahallede misâfir, henüz bildirmedi. Böyle ârzû etmezdim; zararı yoktur.
Bâkî oraca fakîri suâl buyuran olur ise niyâzlarımı
takdîm ederim. Bâkî, ol Bâkî'ye sizi emânet eyledim.
Ve's-selâmu aleyküm ve alâ ehli beytiküm ve alâ men
ledeyküm ve alâ meni't-tebea'l-hüdâ.
Eylül 1929
Fakîr
kardeşiniz
Muhammed
İzzeddin Safiyyullah”
Şeyh Muhammed Hazmî
Arabkir’de Şeyh Ulyâ Mahallesi’nde 1298 sene-i
hicriyyesinde (1881) kadem-zen-i âlem-i şuhûd olmuşlardır. Pederi, mezkûr
mahallenin imâmı ve hatîbi, Abdullâh Hamdî Efendi’dir. “Hoca-zâde” diye
meşhûrdur.
Arabkir’de ibtidâî tahsîlde bulunarak ilm-i kırâattan
behre-mend olmak için Malatya ve Harput’a gitmiş ve sonra makâsıd-ı ulûmu
tahsîl emeliyle 18 Temmuz 1318/(30 Temmuz 1902)’de İstanbul’a müteveccih olmuş
ise de o sırada Sultân Abdulhamîd-i sânî tarafından İstanbul’a talebe-i ulûmun
gelmesi men’ edilmek hasebiyle Karahisâr’dan avdete mecbûr olup, Kemah ve
Erzincân tarîkıyla Erzurum’a azîmet etmiştir. Orada müftünün dâhil-i halka-i
tedrîsi olup, bir sene kadar Erzurum’da kalmıştır.
Bu sırada neş’e-i tarîkat te'sîriyle meşâyıh-ı kirâm-ı
Kâdiriyye’den Ali Rızâ Efendi’ye intisâb ve bir müddet onun hizmetinde
bulunmakla kâm-yâb oldu. Ali Rızâ Efendi’nin sohbet ve irşâd şeyhi Hacı Osmân
Efendi; evrâd şeyhi Sivasî Nûr Ali Baba’dır ki, Şeyh Abdurrahmân Hâlis
et-Tâlebânî el-Kerkükî hazretlerinin halîfesidir.
Muhammed Hazmî Efendi, bir sene sonra İstanbul’a gelip
Bâyezîd Câmi'-i şerîfinde Arabkirli Hüseyin Efendi’nin dersine devâm etti.
1323/(1905) senesinde icâze ahzine muvaffak oldu. O zamânın usûlü îcâbınca ruûs
imtihânına girerek kazanmış 1326/(1908) senesinde câmi'-i şerîfte tedrîse
başlamıştır. Dokuz sene devâm ile Tasdîkât’a kadar okutmuş ve bu sırada
câmi' dersleri başka şekle taklîb edildiğinden Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medâris
Teşkîlâtı münâsebetiyle, /222/ medârisin İbtidâ-i Hâric kısmı Fârisî
müderrisliğine ta'yîn olunarak, iki sene bu müderrislikte kalmıştır. Kendisi
memleketinde hocası Ahmed Efendi’den ve Erzurum’da dîğer Hasan Efendi’den
Fârisî tahsîline de ihtimâm ile bu lisânı az vakitte elde etmekle Bâyezîd
Câmi'-i şerîfinde talebeye Fârisî’den de ders verirdi.
Mesnevî-i şerîfden hisse-yâb-ı feyz olduğundan Edirne ve Bursa
ve Selanik’te bulundukları müddetçe Mesnevî-i şerîf tedrîsine gayret-kâr
olurlardı. Fârisî müderrisliğinden sonra fıkıh müderrisliğine ve İbtidâ-yı
Dâhil medresesi edebiyyât-ı Türkiyye müderrisliğine, bir sene sonra mantık ve
âdâb-ı münâzara müderrisliğine ve terfîan Sahn Medressesi’ne nakl ile iki sene
kadar ilm-i kelâm müderrisliğine ta'yîn olunmuş idi. Medreselerin ilgâsı
sırasında açıkta kalmıştır.
Mekteb-i Bahriyye’de akâid-i dîniyye muallimliği
uhdesinde olduğu gibi, 1330/(1912) senesinde açılan müsâbaka imtihânını kazanarak
Murâd Molla Kütüphânesi hâfız-ı kütüplüğüne ta'yîn edilmiş idi. Elyevm birinci
hâfız-ı kütübdür. Nûruosmâniyye Câmi'-i şerîfinde Çarşamba günleri hadîs-i
şerîf okutmakla mükelleftir.
1336/(1918) senesinde Kasımpaşa’da Hüsâmeddîn-i Uşşâkî
Âsitânesi şeyhi Mustafa Sâfî Efendi’ye dâmâd olmuş ve ikmâl-i sülûk maksadıyla
müşârünileyhe intisâb etmiştir. Ahîren Keçeciler’de tarîkat-ı aliyye-i
Uşşâkıyye’den Bedreddîn Dergâhı münhâl olmasıyla imtihânda isbât-ı ehliyyet
ederek azîzimizin delâlet-i mahsûsasıyla buranın meşîhatı uhde-i fâzılânesine
tevcîh olunmuş ve bu vesîle-i hasene ile silsile-i zerrîn-i Uşşâkıyye’ye dâhil
olmuştur.
Birkaç senedir Ramazân-ı şerîfde, Kasımpaşa’da Câmi'-i
Kebir’de Mesnevî-i şerîf takrîrine devâm ediyorlar. Sene 1343/(1924).
Gâyet zekî, muktedir, nazm u nesrde behre-ver, âşık,
ârif, fâzıl bir zâttır. Hakâyık-ı tevhîdde sâhib-i irfândır.
Âsârı:
1.
Hüsâmeddîn-i Uşşâkî ve
meşâyıh-ı Uşşâkıyye hakkında gâyet vâkıfâne yazılmış bir eser.
2.
Salâhî-i Uşşâkî’nin Miftâhu’l-Vücûd’u
tercüme ve zeyli.
3.
İbn-i Kemâl’in Ulûm-ı
Hakâyık'ı tercümesi. Zübdetü’t-Dakâik.
4.
Büyük Rağıp Paşa’nın hocası
İbrâhîm-i Hâlebî’nin Risâle-i İrfâniyye'si tercümesi.
5.
Necmeddîn-i Kübrâ’nın Tarîkat-nâme'si
tercümesi.
6.
Dîvânçe-i eş’ârı.
7.
İmâm Şa’rânî’nin Keşfü’l-Hîcâb
tercümesi.
8.
Fazlullâh-ı Hindî’nin Tuhfetü’l-Mürsele
tercümesi.
/223/
Eş’ârından:
Cezbe-i
aşk-ı Hudâ kim şu’le-i cândır bize[2]
Lâ-mekândan
nâzil olmuş dilde mihmândır bize
Bâdiye
peymâ-yı aşkız hânumândan geçmişiz
Yekke-tâz-ı
vahdetiz bu arsa meydândır bize
Hüsn-i mutlak
âşıkıyız her ne ki manzûrumuz
Pertev-i
nûr-ı Hudâ’dır vech-i Rahmân’dır bize
Zâhidâ her
zerrede bir şems-i tâbân gizlidir
Sûretâ her
gördüğün bir katre ummândır bize
Sırr-ı
mi’râc-ı hakîkat her zamânda cilve-ger
Kâbe kavseyni
ev ednâdan nümâyândır bize
Biz
kemer-bend-i tevellâ vü teberrâ olmuşuz
Hamse-i âl-i
abânın hubbu îmândır bize
Yok hücûm-ı
leşker-i gamdan cihânda bâkimiz
Pîr
Hüsâmeddîn-i Uşşâkî ki sultândır bize
Hazmiyâ
ifşâ-yı râz it âşıkâna kıl salâ
Feyz-i Sâfî
neş’e-bahş-ı sırr-ı Yezdân’dır bize
* *
*
Bezm-i meyde
şem’ sanma nûr şeklin gösterir
Âteş-i aşk
ile dil tennûr şeklin gösterir
Derdimi
teşhîse yeltenme tabîbâ çek elin
Pister-i
gamda yatan rencûr şeklin gösterir
Gamzesi
tîrine yârin olduğıçün dil hedef
Sînemiz bak
hâne-i zenbûr şeklin gösterir
Hazmi-i
nâlân ber-dâr oldu yârin zülfüne
Âzim-i mi’râc
olup Mansûr şeklin gösterir
Recep Vahyî merhûmun bir gazelini tahmîsi olup, aslından
tahmîs daha güzel ve yüksektir:
Cümle zerrât-ı
cihânı Hakk’a burhân görmüşüz
Safha-i ekvânı
belki vech-i Rahmân görmüşüz
Bâde-i vahdetle
medhûş nice mestân görmüşüz
Âlem-i zevk
u tarabda hayli rindân görmüşüz
Gıbta-bahş-ı hûr-ı
cennet rû-yı Rahşân görmüşüz
Mâ-sivâya meylimiz
yok dildedir dildârımız
Çârşû-yı kesret içre
Hak’ladır bâzârımız
Bâğ-ı vahdet
goncasıdır dîde-i hunbârımız
Fârığ-ı
nakş-ı sivâyız azm-i Hak’dır kârımız
Bakmayız rû-yı
riyâya hüsn-i cânân görmüşüz
Hırmen-i hubb-ı
ezelden çünkü olduk hûşe-çîn
Zevk-ı ma’nâ ile
olduk hep kedûretden emîn
Âlem-i fakr u
fenâda olmuşuz vahdet-güzîn
Maksad u
matlûbumuz Rıdvân-ı ekberdir hemîn
Mürşid-i kâmil
katında feyz ü irfân görmüşüz
Bâd-ı aşk ile
olunca mevce-zen deryâ-misâl
Tâir-i evc-i bakâ
olduk hemân bî-perr ü bâl
Nûş idüp sahbâ-yı
aşkı olmuşuz âsûde-hâl
Bulmuşuz
Rûşen-dil-i zînet-fezâ-yı bî-hemâl
Vecde geldi cân u
dil biz şâh-ı devrân görmüşüz
Mahrem-i esrâr-ı
aşkız kimse bilmez hâlimiz
Olmayan aşk âşinâ
derk eylemez akvâlimiz
Aşka dâirdir
bütün akvâlimiz ef’âlimiz
Sırr-ı aşkdan
güft ü gû eyler lisân-ı hâlimiz
Öyle bir deryâ-yı
aşkız bahr-ı ummân görmüşüz
/224/ Tîşe-i
aşk ile her kim yıkılır vîrân olur
Nâil-i mülk-i
bakâ ma’mûr u âbâdân olur
Bezm-i nûş-â-nûş
aşkda vâsıl-ı cânân olur
Mevc-i
cûş-â-cûş-ı lâhûtu safâ-ı cân olur
Gark ider
envâr-ı aşka şevk-ı tâbân görmüşüz
Bir hümâ-yı
lâ-mekânım Hazmi ankâ-meşrebim
Aşk sahrâsında
çün ki sayd-ı bâzu’l-eşhebim
Her günüm îyd-ı
visâldir rûz-ı rûşen her şeyim
Vahyi’yim
ben sahn-ı gül-zâr-ı hüviyyet meşrebim
Ravza-i ezhâr
içinde ıtr-efşân görmüşüz
Bülbül-i gülistân-ı Kâdirî Osmân Şems Efendi
hazretlerinin gazeline nazîresi:
Aks ider
pertev-i dil-dâr gönülden gönüle
Şevk virir
sohbet-i ebrâr gönülden gönüle
Sem’a îsâl
olunur nefha-i sırr-ı tevhîd
Bir nefesle
dolar esrâr gönülden gönüle
Cilve-gerdir
dilini zikr ile tenvîr idene
Nazar-ı
Ahmed-i Muhtâr gönülden gönüle
Kufl-ı tevhîd
ile feth olsa maânî genci
Saçılır
lü’lü-i şeh-vâr gönülden gönüle
Dest-i sâkî-i
ecel sunsa "sakâhum" câmın
Dökülür
bâde-i serşâr gönülden gönüle
Pertev-i şems
ile dil olsa münevver her ân
Berk urur
encüm-i nevvâr gönülden gönüle
"Men araf" dersini bî-savt u
hurûf u elfâz
Okudur hâce-i
esrâr gönülden gönüle
Hayra çeşmân
göremez tal’at-ı yârı aslâ
Müncelî
cilve-i dîdâr gönülden gönüle
Kalb-i abd
üzre kurar bârgeh-i saltanatı
Hükm ider
Hazret-i Hünkâr gönülden gönüle
Giremez cümle
ki vasla ebed-i bîgâne
Onda mahrem
bulunur yâr gönülden gönüle
Âb-ı tevhîd
ile dil ravzası olsa sîr-âb
Açılır
lâ-yuad ezhâr gönülden gönüle
"Ve
nefahtu" demi kim Âdem’e rûh-efzâdır[3]
Nefh iderler
onu ahrâr gönülden gönüle
Sırr-ı hubb-ı
ezelî ber heme eşyâ sârîst
Oldu bu nükte
pedîdâr gönülden gönüle
Hazmiyâ
huzme-i şemse dilini mir’ât it
Rû-nümâ olsa
ruh-ı yâr gönülden gönüle
Şuarâ-yı Uşşâkıyye’den Behcet Dede’nin bir nazîresi:
Sâkiyâ
zannitme câmını nûr şeklin gösterir
Âteş-i
aşkınla sînem tûr şeklin gösterir
Bezm içinde
dâimâ mızrâb-ı gamdan inleyen
Kalb-i
zârımdır benim tanbûr şeklin gösterir
Halka nisbet
kendini ednâ görür ehl-i kemâl
Olsa da dehre
Süleymân mûr şeklin gösterir
Çeşm-i
ibretle nazar kıl sahne-i dünyâya bir
Ser-te-ser
vîrânedir ma’mûr şeklin gösterir
Pertev-i
dil-dâr ile tâbân olursa bir gönül
Behcetâ
âyîne-i meksûr şeklin gösterir
İlbâs-ı tâc u hırka merâsimi 17 Rebîu’l-evvel 1343 ve 16
Teşrîn-i evvel 1340/(1924) târîhine müsâdif Perşembe günü Kasımpaşa’da Hânkâh-ı
Uşşâkî’de bir mevlid-i şerîf cem'iyyet-i müteyemminesinde ve meşâyıh-ı zamân
huzûrunda azîzimiz tarafından icrâ buyuruldu.
/225/ Hazmî Efendi birâderimizin Keçeciler’deki dergâh meşîhatına
emr-i ta'yîni münâsebetiyle bir gün hânkâh-ı Hz. Pîr’de şuarâ-yı Uşşâkıyye’den
Behcet Dede ile müşterek bir manzûme-i târîhiyye tanzîm eyledik. (V)
Vassâf’a, (B) Behcet’e işârettir.
V : Muhammed
Hazmi-i Uşşâki Şeyh oldu bu dergâha
B : Makâmında
olup dâim irişsün pek büyük câhâ
V : Kulûb-ı
âşıkânı nûr-ı irşâd ile kılsın şâd
B : Cemâl-i
pertev-i ikbâli dönsün bedr olan mâha
V : Harîm-i
bezm-i irfâna girüp cânânı bulsunlar
B : Dutanlar
destini vâkıf olup sırr-ı yedu'llâha
V : Geçüp
dervîşleri tevhîd ile âsâr-ı kesretden
B : Olup
âzâde-i elvân boyansın sıbğatu'llâha
V : İrişsün
himmet-i Pîr’im bütün ihvân u yârâna
B : Husûsan
Hazmi âşık ola makbûl-ı feyiz-gâha
V : Yazup
bu nazm-ı târîhi muhibbi Behcet ü
Vassâf
B : Temennî
kıldılan cândan irişsün cümle di’l-hâha
V : Füyûz-ı
tâmme târîh-i güşâdı bâb-ı irfânın - 1342
B : Buyursunlar
salâdır cümleten uşşâk-ı âgâha
(فيوض تامه)
* *
*
Dergeh-i
Hazret-i Bedreddîn’e
Post-nişîn
oldu Muhammed Hazmî
Bütün
erbâb-ı hased cebhesine
Sedd-i Çîn
oldu Muhammed Hazmî
Gül-şen-i
aşka düşünce râhı
Kâm-bîn
oldu Muhammed Hazmî
Pûte-i
aşkda olunca sâfî
El-emîn
oldu Muhammed Hazmî
İlm ü
irfânını teslîm iderim
Pek metîn
oldu Muhammed Hazmî
Neş’e-yâb
itsin onu Hazret-i Hak
Aşk-mekîn
oldu Muhammed Hazmî
İrişüp
Hazret-i Pîr’den ona feyz
Dâne-çîn
oldu Muhammed Hazmî
Oldu dâîsi
onun Vassâf’ı
Zü’l-yakîn
oldu Muhammed Hazmî
Dede Ömer-i Rûşenî gazeline tahmîstir:
Bir fakra
yetişdim ki gınâ yâdıma gelmez
Bir dosta
kavuşdum ki sivâ yâdıma gelmez
Bir hasta-i
aşkım ki rehâ yâdıma gelmez
Bir derde
sataşdım ki devâ yâdıma gelmez
Bir rence
ulaşdım ki şifâ yâdıma gelmez
Yanmakda
gönül âteş-i hicrân ile her dem
Muzlim
görünür çeşmime ser-tâ-ser âlem
Zahm-ı dil-i
mecrûhuma bulunmadı merhem
Bir vechileyim
cevr ü cefâ vü gama hem-dem
Şâdî vü ferah
mihr ü vefâ yâdıma gelmez
Bir
Leyli'ye Mecnûn olalı deşt-neverdim
Bassın
kademin diye yüzüm yerlere serdim
Âşıklığıma
işte nişân çehre-i zerdim
Yüz türlü
suhan düzedirim dimeye derdim
Nidem ki haşâsında (?) sana yâdıma gelmez
Günden
güne bilmem ki neden mihnetim artar
Vuslat sözünü
söyleyemem firkatim artar
Ol şûhdan
ayrı düşeli hasretim artar
Ağyârla yâri
görücek hayretim artar
Deşnâ vü hecâ
(?) medh ü senâ yâdıma gelmez
Ol gonca
femin bülbülüyüm gülşeniyim kim
Ol bâğ-ı
safânın gülüyüm sûseniyim kim
Ol mısr-ı
melâhat şehinin bendesiyim kim
Men ol perin
işvesine göneneyim[4] kim
Aşkında
anın ata ana yâdıma gelmez
Bir pîr-i
mugân pendini itdim yine der-gûş
Çâh-ı zegan-ı
yârdan oldum mey-nûş
Düşdüm der-i
meyhânede oldum bî-hûş
Görsen meni
sen serhoş u âşüfte vü medhûş
Sen sorma
sakın Rûşenâ yâdıma gelmez*
Yâ Rab ne
büyük derd ü belâ tîregî-i hicr
İtdi beni pâ-mâl-i fenâ tîregî-i hicr
Hazmî'ye
yeter cevr ü cefâ tîregî-i hicr
Men Rûşenî'yim
gerçi bana tîregî-i hicr
Öyle eser
itdi safâ yâdıma gelmez
Destûr
Menem
Mecnûn-ı deşt-i gam sebak-âmûz-ı ve'l-Leyli
Menem ol dost
ile hem-dem dilimde yok sivâ meyli
Menem cânân
ile mahrem gözümde nokta-i hâli
Menem çün
mazhar-ı âdem idüp esmâ-i tekmîli
Sıfâtım zikr
ider âlem eğer ulvî eğer süflî
Sivâyı yak
lehîb-i nâr-ı sûzân-ı hakîkatdan
Ki dil kansın
zülâl-i âb-ı irfân-ı hakîkatdan
Nevâl-i
lutfun ibzâl eyle bûtsân-ı hakîkatdan
Eyâ Rahmân-ı
müşfik feyz-pistân-ı hakîkatdan
Ümîd-i şîr-i
hikmetle figân eyler gönül tıflı
Fetîl-i
aşkı ey sâlik tutuşdur tâ ki feth olsun
Kuvâ-yı nefsi
ey sâlik çalışdır tâ ki feth olsun
Bu farkı
cem'a ey sâlik ulaşdır tâ ki feth olsun
Kilîd-i zikri
ey sâlik yetişdir tâ ki feth olsun
Hakîkat
kenzini der-beste itmişdir sivâ kuflü
Aradan
gayrı terk eyle özünde kendini cem' it
Kelâmın dinle
her dilden sözünde kendini cem' it
Bakup
dîdârına yârın gözünde kendini cem' it
Görüp zülf-i
perîşânın yüzünde kendini cem' it
Eğer fark
itmek istersen dilâ cem' ile tafsîli
İrişdi
nâgehân Hazmî meşâmm-ı câna bir hoş-bû
Meğer zülfün
dağıtmış nâz ile ol gözleri âhû
Hicâb-ı zülfü
ref' eyle çeküp aşk ile bir yâ Hû
Vücûdun
zerresin mahv it cemâli mihrine karşu
Sezâyî
bir ola yârın sana hicriyle tafsîli
* *
*
Misli yok
bir mehlikâ cânânı gözler gözlerim
Nûr-ı mahz-ı
Kibriyâ cânânı gözler gözlerim
Rûhuma zevk u
safâ cânânı gözler gözlerim
Sırrıma
cilve-nümâ cânânı gözler gözlerim
Kendidir
nûr-ı hüdâ cânânı gözler gözlerim
Sûreti
elden bırakdım sîreti tahsîl içün
Kesreti
sildim gözümden vahdeti tahsîl içün
Gûşe-gîr-i
uzlet oldum kurbeti tahsîl içün
Hankân-ı aşka
girdim vuslatı tahsîl içün
Derdime olur
devâ cânânı gözler gözlerim
Mün'akisdir
hüsn ü aşkın cilvesi dilden dile
Düşmüş
istiğnâ güle feryâd u nâle bülbüle
Vâsıl-ı
vuslat-serâ-yı yâr olunca şevk ile
Bâğ-ı aşkın
bülbülü oldum nihâyet şevk ile
Goncadır ol
cân fedâ cânânı gözler gözlerim
Olmadım
hem-bezm-i vuslat ol gül-i handân ile
Girye-bâr-ı
hasretim bu âteş-i sûzân ile
Ağladım yandım
tutuşdum firkat-i cânân ile
Bâb-ı
ihsânında bükdüm boynumu hicrân ile
Âşıka eyler
atâ cânânı gözler gözlerim
Lâ-mekân-ı
vahdetim sîmurğ-ı ankâ kâfıyım
Hastegân-ı
aşka neş'emle devâ-yı şâfiyim
Hazret-i Vassâf'a
Hazmî yâdigâr-ı Sâfi'yim[5]
Bâde-i bezm-i
elestin mestiyim Vassâf'ıyım
Âh kim ol
hûş-ı ribâ cânânı gözler gözlerim
Umûm tekâyânın seddi ve tarîkatın ilgâsı sırasında
âsitâne-i Uşşâkıyye’nin seddi:
3 Eylül 1341/(1925) ve 16 Safer 1344 târîhli kânûn
mûcibince tekke ve zâviyeler bilâ-istisnâ kâmilen sed ve şeyhlik ve dervîşlik
ilgâ olunmakla, bu kânûnun neşrini müteâkib Âsitâne-i Uşşâkıyye’ye gidememiş ve
son âyînde kemâl-i teessürümden nâşî, bulunamamış idim. Türbe-i Hz. Pîr ile
semâ'-hâne ve şeyh ve dervîşân odaları geceleri me’mûrîn-i zâbıta tarafından
mühürlenmiş ve mevcûd eşyâ kayd olunmuş idi.
Azîzim Mustafa Efendi hazretleri harem dâiresinde odasına
çekilip, burada uzlet-nişîn olup, gelen giden mensûblarına neşr-i feyz-i
hakâyık buyururlardı. Sekiz ay kadar bu sûretle geçti. İrtihâlleri vukûunda
artık ihvân büsbütün târumâr oldu. Âsitâne-i Uşşâkıyye mesdûd, türbe-i pâk-i
Hz. Pîr’in kuyusu mahtûm olmakla imkân-ı ziyâret-i sûriyye mefkûd idi. Gerçi
gönül âleminde ayrılık gayrılık yok idi. Fakat sûret âlemi haylûlet ediyordu.
1346 senesi Rebîu’l-evveline (Ağustos 1927) kadar bu
mesdûdiyyet devâm eyledi. Tekke ve türbeler Maârif İdâresi’ne geçtiğinden
ahîren Kız Mektebi olarak güşâdına karâr verilmekle ta’mîrât-ı cüz’iyyeden
sonra ders-hâneler te'sîs ve talebe tedrîs olunmağa başlandı. Bu sırada türbe-i
Hz. Pîr’in (odası ?) iki buçuk seneye karîb bir zamân kapalı olunmakla, ziyâde
tozlanmış olmakla bi’l-vesîle süpürüldü. Her tarafı silindi. Fakat ber-sâbık
pencereler ve kapısı kapandı. Perdeleri çekildi. Tevhîd-hânede ne kadar levha
ve eşyâ var ise kaldırıldı. Levhaların camları kırık pencerelere konulmak üzere
çıkarttırıldı. Tevhîd-hâne, yemek salonu yapıldı.
Elyevm 28 Rebîu’l-âhir 1346/(24 Ekim 1927) târîhinde
mektep hâlindedir. Ma'sûm çocukların tahsîl-i ma'rifet eylemeleri gibi bir
saâdete cilve-gâh olan bu âsitânenin bir zamânlar hâlî durmasından ise evlâd-ı
memleketin tahsîline ârâm-gâh olması bir dereceye kadar medâr-ı tesellîdir.
Âsumândır
kubbesi hem ahterân kandîlleri
En
ziyâ-bahşâ kanâdîli güneşle mâhdır
Seddolunmakla
tekâyâ kaldırılmaz zikr-i Hak
Cümle
mevcûdât zâkirdir cihân dergâhtır
diye
ızhâr-ı hakîkat eden Hz. Remzî-i Mevlevî tercümân-ı esrâr olmuştur. Kezâ bu da
müşârünileyhindir:
İdrâk
olunur şey midir esrâr-ı hakâyık
Târîhi bu
sâl-i gamın ilgâ-i-tarâık
(الغاء طرائق) = 1344/(1925-26)
Bu bahs-i mühimmin felsefe-i beyâniyyesi Mir’ât-ı
Mücellâ-yı Hakîkat nâm eser-i âcizânemin sonunda muharrerdir.
Şeyh Hâfız Muhammed Cemâleddîn Efendi
Otuz seneden fazla bir zamândan beri Kasımpaşa’da
Hüsâmeddîn-i Uşşâkî Hânkâhı zâkirbaşılığında ve hâlen sâir tekkelerde de
zâkirbaşılık hizmetinde bulunmasından nâşî "Zâkirbaşı Cemâl Efendi"
diye beyne ehli’t-turuk yâd olunagelen bu zâttan bahs etmemek kadir-
nâ-şinâslık olur.
Cemâl Efendi 1287 sene-i Arabiyyesinde (1870)
Kasımpaşa’da Küçük Piyâle Mahallesi’nde doğmuştur. Pederi Fâtih dersiâmlarından
olup, Kasımpaşa’da Kulaksız’da medfûn bulunan Küçük Piyâle İmâmı Abdulkâdir
Efendi’dir ki, 1309/(1891-92)’da irtihâl-i dâr-ı bakâ eylemiştir.
Cemâl Efendi, Kasımpaşa’da Abdulkâdir Çavuş Mektebi’nde
ve Bahriyye Rüşdîsi’nde ibtidâî tahsîlden sonra Bâyezîd Câmi'-i şerîfinde
Akâid’e kadar okuduğu gibi meşâhîr-i meşâyıh-ı Nakşiyye'den Erbilî Es’ad Efendi
hazretlerinden hâfızlık okumuştur. Şeyh Hâfız Muhammed Efendi’den
1308/(1890-91)’de hıfz-ı Kur’ân’a muvaffak olup, Hâfız Besîm Efendi’den
kırâattan feyz-yâb olmuş 1309'da pederinin irtihâlinde mahalle imâmeti uhdesine
tevcîh kılınmıştır.
Tarîkaten intisâbına gelince 1299/(1882) senesinde
Kasımpaşa’da Başmakçı Ali Efendi Dergâhı post-nişîni Kâdiriyye-i Eşrefiyye’den
Halîl Efendi’ye nisbeti vardır. 1301/(1884)’de bu zât irtihâl edip dergâha defn
olunmuştu. Ba'dehû hocası meşâyıh-ı
Kâdiriyye’den mûmâileyh Muhammed Efendi’ye arz-ı bey’at eyleyerek bunun
da 1312/(1894-95) senesinde irtihâlinde - Büyük Piyâle Kabristanı’nda defn
olunmuştur. - Muhammed Efendi’nin
şeyhi Selanikli Muhammed Efendi’ye akd-i râbıta etmiş, 1312’de hilâfet
almıştır.
Cemâl Efendi, Yeşiltulumba’da Rufâiyye’den Şeyh Hâfız
Mustafa Efendi Dergâhı’na 1301/(1884)’den beri devâm eder, zâkirbaşılık eylerdi.
1317 senesinin Recep ayının yirmiyedinci (2 Aralık 1899) Mi'râc gecesi Mustafa
Efendi, Cemâl Efendi’ye tarîk-ı Rufâî’den
teberrüken tâc u hırka ilbâs edip, hilâfet vermiştir.
Ahîren Başmakçı Dergâhı münhâl olunca vukû' bulan
talebine binâen buranın meşîhatına ta'yîn olundular. Ancak burası vaktiyle
Hamzaviyye ricâline melce' bir Bayrâmî tekkesi idi. Bu sebeble usûl, muhâfaza-i
Üsküdar’da Himmet-zâde Dergâhı şeyhi Abdülhay Efendi’den 1328/(1910)’de
teberrüken Bayramiyye’den tâc giyip icâzet-nâme almıştır. Başmakçı Dergâhı’nda
ricâl-i Hamzaviyye’den Şeyh Seyyid Abdurrahmân ve Başmakçı Ali Efendi ve Kurt
Bey medfûndur. Cidden eâzım-ı rûhâniyyeye mâlik bir makâmdır. (Kaddesa’llâhu
esrârahum)
Cemâl Efendi, mûsikîde sâhib-i behre olup, Kasımpaşa
Mevlevîhânesi kudûm-zenbaşısı Şevki Dede ve onun telâmîzinden Mevlevî Arab
Muhammed Ali ve Bahariye (Mevlevîhânesi) kudûm-zenbaşısı Şeyh Ârif Efendilerden
ve meşhûr Zekâî Dede merhûmdan ve merhûm Mustafa İzzet Efendi telâmîzinden
Yeniköylü Hâfız Hüseyin Efendi’den ahz-ı feyz-i nagamât etmiş ve dergâhlarda
zikri idâre etmek usûlünü de Vefâ türbe-dârı Osmân Efendi merhûmdan
öğrenmiştir.
Cemâl Efendi çok çırak yetiştirmiş ve içlerinde zamânımız
mûsikî-şinâsları arasında mevki’-i bülend sâhibi erbâb-ı isti’dâd zuhûra gelmiştir.
Cemâl Efendi’nin bestelerinden, /228/ Nühüft’ten, "Bulduk safâ
tevhîd ile"; Mâhûr’dan, "O kişver-i irfâna olan
şâhen-şâh" pek güzeldir ve gâyet san’at-karâne bestelenmiştir. Arabça
şuğullerden çok zengindir.
Elyevm Hânkâh-ı Uşşâkî’de, Fâtih’te Tâhirağa Dergâh-ı
şerîfinde, Cerrahpaşa’da Taştekneler ve yine Kasımpaşa’da Arab-zâde ve
Pişmâniyye ve Sâmî Efendi tekkelerinde zâkirbaşıdır. Yeşiltulumba Dergâhı’nda
meşîhat vekâleti olup, Tarîk-ı Kâdirî’den Hamîd ve Sâlih ve Şükrü; Tarîk-ı
Rufâî’den Âşir ve Muhyiddîn ve Âdem Efendilere hilâfet vermiştir.
1303/(1886)’den 1325/(1907) senesine kadar Orman Maâdin
Muhâsebesi Vâridât Kitâbeti’nde hizmet edip, bi'l-âhare istîfâ etmiş, hayât-ı
me’mûriyyetten çekilmiştir. Hâlen Gazi Hasan Paşa Vakfı tevliyyeti kitâbeti de
uhdesindedir.
Orta boylu, esmerü’l-levn, mütenâsibü’l-endâm, halûk,
âşık, Muhammediyyü’l-meşreb bir zâttır. Sene 1343/(1924-25). (Tavvela'llâhu
ömrehû ve zâde'llâhu feyzehû)
Tarîkat-ı Aliye-i Uşşâkıyye’de Hulefâya Verilegelen
Hilâfet-nâme Sûreti:
Tahiyyât-ı bî-şumâr Ol Hakîm-i zü’l-iktidâra sezâ-vârdır
ki, sahîfe-i dü-reng-i leyl ü nehâr kabza-i hikmetinde bir tomârdır ki, (لكل شئ له آية تدل على أنه واحد)[6] zülâl-ı
maânîsi kâse-i beyzâ vü sevâdan her şeb ü rûz ülü’l-ebsâra işrâb u ızhâr eyler.
Ve kürre-i zemîn ü âsumân çevgân-ı kudretinde sergerdân-ı hâb-ı gurûr olan
cebâbireye îmâ vü iş’âr eyler.
Ve senâ-yı nâ-mahdûd Cenâb-ı Alîm ü Vedûd’a ehaktır ki,
nev’-ı Benî Âdem’i tâc u pür-ibtihâc (وَعَلَّمَ آدَمَ الأَسْمَاء كُلَّهَا)[7] ile mübtehic ve mükerrem ve vişâhu’s-sadr, (خمرت طينتى آطم بيدى)[8] ile sâir mahlûkâttan mümtâz u müsellem kıldı.
Ve salât-ı ezkâ ol pâdişâh-ı her dû-serâ ve muktedâ-yı
enbiyâ hazretlerine ahrâdır ki, serâ-perde-i Ehadiyyette resîde-i bezm-i hâssu’l-hâssı âyet-i kerîme-i
(ثُمَّ دَنَا
فَتَدَلَّى فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى)[9] ve
ziyâfet-hâne-i vahdette hıtâb-ı müstetâb-ı (خلقت الأشياء لأجلك وخلقتك لأجلى)[10] ile muhâtab ve mu’tenâdır.
Ve selâm-ı lâ-yuhsâ Cenâb-ı Habîb-i Hudâ, ser-tâc-ı rusül
ü enbiyâya evlâdır ki, mişkât-ı nübüvvetten lem’a-rîz olan (كنت نبيا وآدم بين الماء والطين)[11] ile muahhar
mübtedâ olduğunu iş’âr u îmâ ve (لى مع الله وقت لا يسعنى فيه ملك مقرب ولا نبى مرسل)[12] mazmûn-ı
ihtisâsı makrûnuyla mezîd husûsiyyeti inhâ eyledi.
Ve âl u ashâb-ı kirâm husûsan çehâr-yâr-ı zevi’l-ihtirâm
hazerâtına elyaktır ki her biri üstüvâne-i kasr-ı muallâ-yı tâk-ı ishâm ve
imâd-ı şer’-i metîn Seyyidü’l-enâm aleyhi efdalü’s-salâti ve’s-selâmdır.
/229/ Ve ba’dehû nazm-ı celîl-i Kur’ân-ı azîm ve nesk-ı
cem'îl-i Kelâm-ı kadîm’de vârid olan, (وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنسَ إِلَّا
لِيَعْبُدُونِ)[13] (ey li-ya'rifûn) müeddâsınca ibrâz-ı kevn ü
mekân ve hılkat-ı ins ü cândan maksûd bi’z-zât olan ma'rifet-i zât-ı pâk-i Hz.
Yezdân idüğini (كنت كنزاً مخفياً فأحببت أن أعرف فخلقت الخلق لأرف)[14] mazmûn-ı
hakîkat-makrûnu dahi müeyyeddir. Ma'rifet-i Rabbânî ise evvelâ (يَا أَيُّهَا
الَّذِينَ آمَنُوا تُوبُوا إِلَى اللَّهِ تَوْبَةً نَّصُوحًا...) [15] hıtâb-ı
müstetâb ve emr-i bâ-savâbını âvîze-i gûş-ı cân edip, cemî’-i mekkâre ve
gafelâttan tövbe ve inâbet ve telkîn-i mürşid-i sâhib-himmet ve teksîr-i
ezkâr-ı Cenâb-ı Rabb-i izzet ile ahlâk-ı zemâyim-i hayvâniyyeden tathîr-i fuâd
ve tehzîb-i ahlâk ile nefs-i emmâreyi munsarıf-ı semt-i meâd belki (وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا
لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا)[16] meslek-i
celîline sülûk ve (وجاهد هواك فإنه
أكبر أعداك)[17] emrince mücâhedât ve riyâzât ile nefs-i nâtıkayı evsâf-ı
beşeriyetten tahlîs ve âzâd etmeye mütevakkıf (يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ
قَاتِلُواْ الَّذِينَ يَلُونَكُم مِّنَ الْكُفَّارِ)[18] mazmûn-ı hakîkat-şiârından takrîb-kerde-i
ülü’l-ebsâr üzere hevâ-yı nefs-i bed-fermâ cümle-i küffârdan ta’dâd u şümâr
olunup ve onun kahr u istîsâli mukâtele-i küffâr-ı dalâlet-karârdan akreb u
akdem idüği âşikar olduğuna binâen Hâce-i âlem, Seyyid-i veled-i Âdem Rasûl-i
Ekrem ve nebiyy-i muhterem Muhammed el-Mustafa şefîu’l-ümem (salla'llâhu
alyehi ve selem) hazretleri (الشريعة أقوالى
والريقة أفعالى والحقيقة أحولى والمعرفة رأس مالى)[19] meâlince
sırran ve cehren tekrâr-ı ezkâr-ı Cenâb-ı Kâdıyu’l-hâcât ve tarîk-ı mücâhede ve
riyâzâtı havâss-ı ashâb-ı güzîn (rıdvânu'llâhı aleyhim ecmaîn) hazarâtına talim
ü telkîn ve hâiz-i rütbe-i isti’dâd-ı hilâfet olduklarında onlar dahi tâlib-i
tarîk-ı Hak olanlara ta’lîm u telkîn eylemeleriçün izn ü icâzet ihsân ve inâyet
buyurup, siyyemâ şîr-i Cenâb-ı Rahmân, bâb-ı Medîne-i irfân, vâkıf-ı râz-ı
rumûz-ı Tâhâ, ârif-i mes’ele-i ev ednâ, ser-tâc-ı gürûh-ı evliyâ, vâris-i
ulûm-ı hâtemi’l-enbiyâ, sâkî-i kevser-i
Aliyyü’l-a’lâ (kerrema'llâhu vechehû ve radıya'llâhu anhu) hazretlerine
izn ü icâzet ihsân buyurup,
-
Onlar dahi şurût-ı mezkûr üzere
zübde-i kibâr-ı tâbiîn, umde-i erbâb-ı yakîn, lutfunun olmayan hasrı a’nî Şeyh
Hasan-ı Basrî hazretlerine,
-
Onlar dahi hâiz-i rütbe-i
velâyet, hâris-i nâmûs-ı şerîat bende kılan Dârâ vü Cem'i a’nî Şeyh Habîb-i
A’cemî (kaddesa'llâhu sırrahû) hazretlerine
-
Onlar dahi melce-i mücâhidân,
muktedâ-yı sâlikân Şeyh Ebu Süleymân Dâvûd b. Nasîr-i Tâî (kuddise
sırrûhu) hazretlerine,
-
Onlar dahi mürebbî-i nüfûs-ı
mübtediîn, mükemmil-i noksân-ı nâkısîn, fazlı pür eyleyen, çarhî eş-Şeyh
Ebu’l-mahfûz Ma’rûf Ali Kerhî (kuddise
sırruhû) hazretlerine,
-
Onlar dahi kıdve-i erbâb-ı
kemâl, üsve-i erbâb-ı hâl Şeyh Ebu’l Hasan Seriyyü’s-Sakatî (kuddise sırruhû)
hazretlerine,
- Onlar dahi kutb-ı âfâk-ı gavs-ı uşşâk Ebu’l-Kâsım Şeyh
Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerine,
-
Onlar dahi Hakk’a tefvîz eden
umûru, kemâline nâzır görmeyen kusûru a’nî Şeyh Ebû Ali Ahmed Mimşâd-ı
Dineverî (kuddise sırruhû)
hazretlerine,
-
Onlar dahi hüzn-diller sürûru
ve vird ehlinin çeşm-i nûru a’nî Şeyh Abdullâh Muhammed-i Dineverî (kuddise sırruhû)
hazretlerine,
-
/230/ Onlar dahi
devâma irgüren zikri, Hak’ta hasr eyleyen fikri a’nî Şeyh Muhammed el-Bekrî
(kuddise sırruhû)
hazretlerine,
-
Onlar dahi zamânı adl ile mâzî,
her emirde Hakk’a râzı a’nî Şeyh Ebû Hafs Ömer Vecîhüddîn el-Kâdî el-Bekrî
(kuddise sırruhû)
hazretlerine,
-
Onlar dahi gülzâr-ı maârifin
verdi, mızmâr-ı hakîkatın ferdi a’nî Şeyh Ebu’n-Necîb Ziyâeddîn Abdülkâdir-i
Sühreverdî (kuddise sırruhû)
hazretlerine,
-
Onlar dahi düşmüşlerin
dest-gîri, meşâyıhın bî-nazîri Şeyh Ebû Reşîd Kutbeddîn-i Ebherî
(kuddise sırruhû) hazretlerine,
-
Onlar dahi rehnümâ-yı sâlikîn
pîşvâ-yı muhakkıkîn Şeyh Muhammed Rükneddîn-i Sincâsî (kuddise sırruhû)
hazretlerine,
-
Onlar dahi fezâ-yı lâhûtun
bâzı, erbâb-ı hâlin hem-râzı Şeyh Şihabeddîn Muhammed-i Tebrizî (kuddise
sırruhû) hazretlerine,
-
Onlar dahi fâris-i meydân-ı
hakâyık-ı ayne’l-yakîn, hâris-i dakâyık-ı hakka’l-yakîn Şeyh Muhammed Cemâleddîn-i Şîrâzî (kuddise
sırruhû) hazretlerine,
-
Onlar dahi hâzin-i zühd ü
takvâ-yı Sübhânî, mâlik-i gencîne-i maânî Şeyh İbrâhîm Zâhid-i Geylânî
(kuddise sırruhû) hazretlerine,
-
Onlar dahi hakâyık-ı
gevher-kânı dakâyık-ı dür-i ummânî Şeyh Kerîmüddîn Ahi Muhammed b.
Nûru’l-Halvetî (kuddise sırruhû) hazretlerine,
-
Onlar dahi pîşvâ-yı tarîk-ı Halvetî,
meşâyıhın sâhib-i himmeti Şeyh Ebu Abdullâh Sirâceddîn a’nî Pîr Ömer
el-Halvetî (kuddise sırruhû) hazretlerine, onlar
-
Onlar dahi kerâmeti bî-aded,
lutf u ihsânı lâ-yuad Şeyhu’l-Fânî Ahi Emre el-Halvetî (kuddise sırruhû)
hazretlerine,
-
Onlar dahi dest-gîr-i fukarâ vü
mesâkîn, zübde-i gürûh-ı Âbidîn Şeyh Hacı İzzeddîn el-Halvetî (kuddise
sırruhû) hazretlerine,
-
Onlar dahi ehl-i zikrin sâhib-i
devâmı, sırr-ı mektûmdan veren peyâmı Şeyh Sadreddîn-i Hıyâvî (kuddise
sırruhû) hazretlerine,
-
Onlar dahi âlim-i Rabbânî,
kutb-ı Samedânî Seyyidü’t-tâifetü’l-Halvetiyye eş-Şeyh es-Seyyid Celaleddîn
Yahyâ eş-Şirvânî (kuddise sırruhû) hazretlerine,
-
Onlar dahi sûfiyyenin merd-i
meydânı, ricâlu'llâhın kârmânı Şeyh Muhammed Pîr-i Erzincânî (kuddise
sırruhû) hazretlerine,
-
Onlar dahi medâr-ı sâlikîn,
ser-efrâz-ı ehl-i yakîn Şeyh-i kâmil Tâceddîn-i Kayserî (kuddise
sırruhû) hazretlerine,
-
Onlar dahi tehzîb eden ahlâkı,
seyr eden enfüs ü âfâkı Şeyh Alâeddîn-i Uşşâkî (Kuddise sırruhû)
hazretlerine,
-
Onlar dahi kılan her nâ-sezâdan
tehâşî, nefs ile eden her dem savaşı Şeyh Ahmed Şemseddîn Yiğitbaşı
(kuddise sırruhû) hazretlerine,
-
Onlar dahi dertlilerin dermânı,
tebdîl eden a’yânı Şeyh Hacı İzzeddîn-i Karamânî (kuddise sırruhû)
hazretlerine,
-
Onlar dahi hâfız-ı kütüp-hâne-i
îkân, hâce-i mekteb-i irfân a’nî Şeyh Ümmî Sinân (kuddise sırruhû)
hazretlerine,
-
Onlar dahi sûfiyyenin
ser-bülendi, ehlu'llâhın ercümendi Emîr Ahmed-i Semerkândî (kuddise
sırruhû) hazretlerine,
-
Onlar dahi pür eyleyen âfâkı,
pîşvâ-yı tarîk-ı Uşşâkî gavsu’l-vâsılîn pîrimiz, sultânımız Şeyh Hasan
Hüsâmeddîn-i Uşşâkî (kaddesena'llâhu bi-sırrıhi’l-Bâkî) hazretlerine,
-
Onlar dahi nüsha-i endek-yâb-ı
îkân, mecmûa-i bî-nazîr-i irfân Şeyh Memicân-ı Sarûhanî (kuddise
sırruhû) hazretlerine,
-
Onlar dahi gönüllerin habîbi,
derd-i aşkın tabîbi Şeyh Ömer-i Karîbî (kuddise sırruhû) hazretlerine,
-
Onlar dahi mefhar-ı akrân,
dillerde destan Şeyh Âlim Sinân (kuddise sırruhû) /231/
hazretlerine,
-
Onlar dahi üftâde-gânın emânı,
yahşı eden yamanı Şeyh Muhammed-i Keşânî (kuddise sırruhû) –
hazretlerine,
-
Onlar dahi sâlikân-ı delîl ilâ
tarîkı’l-Celîl a’nî Şeyh Halîl-i Gümülcinevî (kuddise sırruhû)
hazretlerine,
-
Onlar dahi delîl-i râh-ı naîm, lutf u keremi
amîm a’nî Şeyh Abdülkerîm (kuddise sırruhû) hazretlerine,
-
Onlar dahi menba-ı tevhîd u
irfân, mahzen-i sırr-ı Sübhân a’nî Şeyh Osmân-ı Gümülcinevî (kuddise
sırruhû) hazretlerine,
-
Onlar dahi ehl-i hâlin senedi,
vâkıf-ı sırr-ı Samedî Şeyh Muhammed Hamdî (kuddise sırruhû)
hazretlerine,
-
Onlar dahi meslek-i pîr üzre
tarîk-ı Uşşâkî’ye bahş eden pertevi, gavvâs-ı bahr-ı ledün, râh-ı Hak’ta
münzevî Şeyh Seyyid Muhammed Cemâleddîn-i Edirnevî (kuddise sırruhû)
hazretlerine,
-
Onlar dahi dil zahmına Lokman
olup, dermân eden bi'mârı, nûş eyleyip mey-i tahkîk ile bulan hüşyârı Şeyh
Abdullâh Salâhaddîn-i Kesriyevî (kuddise
sırruhû) hazretlerine,
-
Onlar dahi fettâh-ı kenz-i
reşâdet, “sekâhum Rabbuhum” sırrının kâili vechinden bî-aded hakka olan
vâsılı Şeyh Muhammed Zühdî-i Nâzillî (kuddise sırruhû)
hazretlerine,
-
Onlar dahi evlâd-ı zü’l-vecheyn
olup, gam-ı zü’l-cenâhayn ile bulan şerefi, mazhar-ı sırr-ı velâyet, zinde-i Ali
el-Vefî Şeyh Ali Gâlib (kuddise
sırruhû) hazretlerine,
-
Onlar dahi ahlâk-ı hamîde ile
mevsûf olup derdlülerin şefîkı, Hak ehlinin refîkı Şeyh Şeyh Muhammed-i
Tevfîkî (kuddise sırruhû)
hazretlerine,
-
Onlar dahi kâşif-i esrâr-ı
kenz-i reşâdet, ikmâl eden nukûsu, okutup sırr-ı araftan irfân eden husûsu eş-Şeyh
Ömer Hulûsî (kuddise sırruhû)
hazretlerine,
-
Onlar dahi eden mâ-sivâdan
dâimâ tevakkî, iltîfât-ı rûhâniyyesi bâis-i terakkî Şeyh Hüseyin Hakkî (kuddise sırruhû)
hazretlerine,
-
Onlar dahi mahrem-i esrâr-ı
zât-ı Hak, nokta-i kübrâ her vasfa ehak, zübdetü’l-ârifîn Tirevî Şeyh
Muhammed Emîn Tevfîk (kuddise sırruhû) hazretlerine,
-
Onlar dahi vâkıf-ı esrâr-ı
Vücûd, müstahrak-ı bahr-ı şühûd, gencîne-i künc-i Halvetî Nazillili Şeyh
Muhammed Fahreddîn-i Himmetî (kuddise
sırruhû) hazretlerine,
-
Onlar dahi ad’afü’l-âbidîn (Hüseyin
Vassâf)[20]’a izn ü
icâzet, ihsân u inâyet buyurup, bu hakîr dahi pîrân-ı azîzân (kaddesena'llâhu
bi-sırrıhi’l-Mennân) hazerâtından ahz eylediğimiz üzere sırr-ı hadd-i şer’-i kavîmden ser-i mû
inhirâf ve udûl eylemeyip, îfâ-yı ahkâm-ı şer’iyyeye müsâberet ve itbâ’-ı
sünnet-i seniyye-yi Seyyidü’l-beşer aleyhi efdalü’l-bir ve icrâ-yı zülâl-ı
rusûm tarîkat-ı aliyyeye müdâvemet şartıyla tâlib-i Hak olanlara zikr-i hafî vü
celîyi ta’lîm ü telkîn eylemeye hâmil-i hamâil-i icâzet, hulefâmızdan
mefharu’l-müsteıddîn (.........)[21] halîfeye
izn ü rûhsat vermişizdir.
Ve min’llâhi’t-tevfîk ve’l-hidâye.
Arz-ı Mütâlaa:
Bu icâzet-nâmede ta’birât pek acâib bir sûrette yazılmış
olmak hasebiyle zamânımızın lisân-ı edebine daha muvâfık bir sûrete ifrâğı
teemmül olunup, bu bâbtaki ricâ-yı mahsûs-ı dervîşânemi kabûl buyuran üdebâ-yı
asrdan İbnü’l-Emîn Mahmûd Kemâl Beyefendi ibzâl-i himmet buyurarak
icâzet-nâme-i kadîmin medlûlünü ve ba'zı münderecâtnı muhâfaza etmek sûretiyle
gâyet güzel bir icâzet-nâme müsveddesi kaleme almışlar ise de bâlâdaki
icâzet-nâme Seyyid Cemâleddîn ve Abdullâh Salâhaddîn-i Uşşâkî hazerâtının
zamânından beri intikâl edegelmiş /232/ olmak ve bunu tebdîl-i muvâfık
farz olunmamak mülâhazasıyla tervîcine taraf-dâr olmayanlar olduğundan azîzimiz
de bi’l-ızdırâr şekl-i sâbıkın muhâfazasını teemmül buyurmuşlardır.
Mîr-i Müşârünileyhin kaleme aldıkları icâzet-nâmenin sûreti:
Hüve'l-Feyyâz, Bismi'llâhi teyemmünen bi-zikrihi'l-cemîl.
Hamd-i bî-şumâr, O Hâlık-ı zü’l-celâle sezâ-vârdır ki (قُلْ هُوَ اللَّهُ أَحَدٌ. اللَّهُ
الصَّمَدُ. لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ
وَلَمْ يَكُن لَّهُ كُفُوًا أَحَدٌ. )[22] sırr-ı
ehadiyyet-nümâsını her zerre-i kâinatta envâr-ı şems-i tâb-dâr gibi ızhâr ve
kemâl-i kudret ve azamet-i Subhâniyyesini berâhîn-i bâhire ve şevâhid-i zâhire
ile vaz'-ı enzâr-ı ülü’l-ebsâr eyledi.
Senâ-yı nâ-mahdûd O Rabb-i kerîm-i müteâle ahaktır ki, (وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي آدَمَ...)[23] iltîfât-ı
kerem-âyâtıyla beyne’l-mahlûkât mümtâz u mükerrem ve (و علم آدم الأسماء كلها) kerîme-i
celîlesi ile ser-firâz ve muhterem buyurduğu nev’i Benî Âdemden, (فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ)[24] hitâb-ı
inâyet-meâbına ihâle-gûş ve (أَلاَ بِذِكْرِ
اللّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ)[25] nidâ-yı
saâdet-peymânesine vakf-gûş-ı hûş eden kulûb-ı mutmaine erbâbını müğtağrak-ı
edvâ-ı Cemâl ve îsâl-i derece-i kemâl eyledi.
Salât-ı ezkâ mahrem-i harem-i (ثم دنى فتدلى فكان قاب قوسين أو
أدنى) ve bezm-i vahdette (خلقت الأشياء لأجلك وخلقتك لأجلي ) iltîfât-ı âli’l-âli ile vâsıl-ı mertebe-i a’le’l-âlâ
olan râfiu’r-ruteb, kâşifü’l-küreb, izzü’l-Arab, rûhu’l-edeb, rasûl-i a'zam,
Habîb-i mu’azzam (salla'llâhu teâlâ aleyhi ve selem) efendimiz
hazretlerine ahrâdır ki ümmet-i merhûmesine irâe-i şâhrâh-ı hüdâ ve ta’lîm-i
zikr-i Hudâ eyledi.
Selâm-ı lâ-yuhsâ, (كنت نبيا و آدم بين الماء والطين) hadîs-i celîli ile muahhar mübtedâ
olduğunu inbâ ve (لي مع الله وقت لا يسعني فيه ملك مقرب و نبي مرسل) mazmûn-ı
ihtisâs-makrûnuyla mezîd-i husûsiyyeti inhâ buyuran o beşîr ü nezîr-i bî-nazîre
sezâdır ki, ( لِيَغْفِرَ لَكَ اللَّهُ مَا تَقَدَّمَ مِن ذَنبِكَ وَمَا
تَأَخَّرَ)[26] berât-ı mağfiret gâyâtıyla kadr-i âlîsi i’lâ buyurulduğu
hâlde zikr ü fikr-i ma’bûda vakf-ı hayât ve [27](من كان لله كان الله له)hadîs-i saâdet-engîziyle ümmet-i nebîle ve nebîhesinden
vazîfe-i nazîfe-i ubûdiyyetini îfâ eden uşşâk-ı dil-âgâha te’mîn-i necât etdi.
Tarziye vü tekrîm-i bî-hisâb âl u ashâb siyyemâ
çehâr-yâr-ı saâdet-nisâb (rıdvânu'llâhi teâlâ aleyhim ecmaîn) hazerâtına
elyaktır ki her biri umde-i dîn-i mübîn-i İslâm ve imâd-ı şer’-i metîn-i
Seyyidü’l-enâm aleyhi efdalü’s-salâti ve’s-selâmdır.
Emmâ ba’d:
Nazm-ı celîl-i Kur’ân-ı azîmde vârid olan, ( (وما خلقت الجن والإنس إلا ليعبدون /233/ âyet-i
celîlesi müeddâsınca ibrâz-ı kevn ü mekân ve hılkat-ı ins ü cândan maksûd
bi’z-zât ma'rifet-i zât-ı Hâliku’l-kâinât olup, bu hakîkat-i sâtıa (كنت كنزا مخفيا فأحببت أن أعرف فخلقت الخلق لأعرف) mazmûn-ı hakîkat-makrûnuyla da müeyyeddir.
Ma'rifet-i ilâhîye evvel-be-evvel ((ياأيهاالذين آمنوا توبوا إلى الله توبة نصوحا fermân-ı
hidâyet-resânını kurta-i kûs-ı cân u cinân edip, cemî’-i mekkâre ve gafelâttan
tövbe ve inâbet ve telkîn-i mürşid-i sâhib-himmet ve teksîr-i ezkâr-ı Rabb-i
izzet ile ahlâk-ı zemîme-i hayvâniyyeden tathîr-i fuâd ve mekârim-i ahlâk ile
nefs-i emmâreyi munsarıf-ı semt-i meâd ve husûsan ( ( والذين جاهدوا فينا لنهدينهم سبلنا mesleğine sülûk ile ( ( وجاهد هواك
فإنه أكبر أعداك emrince mücâhedât ve riyâzât ile nefs-i
nâtıkayı evsâf-ı gayr-i sâfiyeden âzâd etmeye mütevakkıf (وقاتلوا الذين يلونكم من الكفار) mazmûn-ı
hakîkat-şiârından istidlâl-i ülü’l-ebsâr üzere nefs-i leîme-i bed-fermâ cümle-i
küffârdan ma’dûd ve onun kahr u istîsâli mukâtele-i küffâr-ı dalâlet-karârdan
akdem bir kâr-ı mahmûd olmasına binâen Hâce-i âlem, Seyyid-i veled-i Âdem
Rasûl-i Ekrem ve nebiyy-i muhterem Muhammed-i Mustafa (salla'llâhu alyehi ve
selem) hazretleri (الشريعة أقوالى والطريقة أفعالى الحقيقة أحوالى والمعرفة
رأس مالى) meâlince sırran ve cehren ezkâr-ı
Cenâb-ı Kâdıyu’l-hâcâtı ve tarîk-ı mücâhede vü riyâzâtı havâss-ı ashâb-ı güzîn
(rıdvânu'llâhı aleyhim ecmaîn hazarâtına ve bilhâssa şîr-i Cenâb-ı Rahmân,
bâb-ı Medîne-i irfân, vâkıf-ı râz-ı rumûz-ı Tâhâ, ârif-i hakâik-i “ev ednâ”,
ser-tâc-ı gürûh-ı evliyâ, vâris-i ulûm-ı hâtemi’l-enbiyâ, Ali b. Ebî Tâlib
(kerreme'llâhu vechehû ve radıya'llâhu anhu) hazretlerine ta’lîm ve telkîn
buyurdukları gibi, tâlib-i tarîk-ı Hak olanlara da ta’lîm ve telkîn etmesi için
izn ü icâzet ihsân edip,
-
Onlar dahi şart-ı mezkûr üzere
zübde-i kibâr-ı tâbiîn, umde-i erbâb-ı yakîn, Ebu’s-saîd eş-Şeyh Hasan b.
Yesâr-ı Basrî - rahimehu'llâhi teâlâ -
hazretlerine,
-
Onlar dahi üsvetü’l-küberâ,
kıdvetü’l-asfiyâ eş-Şeyh Habîb-i A’cemî (kuddise
sırruhû) hazretlerine,
-
Onlar dahi melce-i mücâhidân,
muktedâ-yı sâlikân eş-Şeyhü’l-Kebîr Ebu
Süleymân Dâvûd b. Nasîr-i Tâî (kaddesa'llâhu sırrahû) hazretlerine,
-
Onlar dahi mürebbî-i nüfûs-ı
mübtediîn, mükemmil-i noksân-ı nâkısîn, eş-Şeyh Ebu’l-mahfûz Ma’rûf Aliyy-i
Kerhî (kaddesa'llâhu sırrahû)
hazretlerine,
-
Onlar dahi kıdve-i erbâb-ı
kemâl, nukâve-i kibâr-ı ricâl eş-Şeyh Ebu’l Hasan Seriyyü’s-Sakatî
(kaddesa'llâhu sırrahû) hazretlerine,
-
Onlar dahi kutb-ı âfâk-ı gavs-ı
uşşâk Seyyidü’t-Tâifeti’s-Sûfiyye Ebu’l-Kâsım Şeyh Cüneyd-i Bağdâdî
(kaddesa'llâhu sırrahû) hazretlerine,
-
Onlar dahi vâkıf-ı esrâr-ı
hakâyık, kâşif-i gıtâ-i dakâyık eş-Şeyh Ebû Ali Ahmed Mimşâd-ı Dineverî
(kaddesa'llâhu sırrahû) hazretlerine,
-
Onlar dahi server-i erbâb-ı
dâniş, rehber-i ashâb-ı bîniş eş-Şeyh Abdullâh Muhammed-i Dineverî
(kaddesa'llâhu sırrahû) hazretlerine,
-
onlar dahi imâme-i sübha-i
irfân, müsebbih-i Rabb-i Mennân a’nî eş-Şeyh Muhammed el-Bekrî
(kaddesa'llâhu sırrahû) hazretlerine,
-
Onlar dahi kâdiyu’l-urefâ,
hâkimu’l-ulemâ a’nî eş-Şeyh Ebû Hafs Ömer Vecîhüddîn el-Kâdî el-Bekrî
(kaddesa'llâhu sırrahû) hazretlerine,
-
Onlar dahi verd-i gülzâr-ı /234/
ma'rifet merd-i ferd-i hakîkat eş-Şeyh
Ebu’n-Necîb Ziyâeddîn Abdülkâdir-i Sühreverdî (kaddesa'llâhu sırrahû)
hazretlerine,
-
Onlar dahi dest-gîr-i
üftâdegân, enîs-i derd-mendân eş-Şeyh Ebû Reşîd Kutbeddîn-i Ebherî
(kaddesa'llâhu sırrahû) hazretlerine,
-
Onlar dahi reh-nümâ-yı sâlikîn
pîşvâ-yı muhakkıkîn eş-Şeyh Ebu’l-Hasan RüKneddîn Muhammed-i Nehhâsî Buhârî (kaddesa'llâhu sırrahû)
hazretlerine,
-
Onlar dahi şehbâz-ı fezâ-yı
lâhût, dânâ-yı râz-ı nâsût eş-Şeyh Şihabeddîn Muhammed-i Tebrizî
(kaddesa'llâhu sırrahû) hazretlerine,
-
Onlar dahi fâris-i meydân-ı
ayne’l-yakîn, hâris-i künûz-ı hakka’l-yakîn eş-Şeyh Muhammed Cemâleddîn-i Şîrâzî
(kaddesa'llâhu sırrahû) hazretlerine,
-
Onlar dahi hâzin-i zühd ü
takvâ, mahzen-i esrâr-ı kibriyâ eş-Şeyh İbrâhîm Zâhid-i Geylânî
(kaddesa'llâhu sırrahû) hazretlerine,
-
Onlar dahi âlim-i Rabbânî,
ârif-i maânî eş-Şeyh Kerîmüddîn Ahi Muhammed b. Nûru’l-Halvetî
(kaddesa'llâhu sırrahû) hazretlerine,
-
Onlar dahi sâlik-i râh-ı Hudâ,
kâsıd-ı tarîk-ı hüdâ Ebu Abdullâh Sirâceddîn a’nî Pîr Ömer el-Halvetî
(kaddesa'llâhu sırrahû) hazretlerine,
-
Onlar dahi revnak-ı gülzâr-ı
tarîkat, pîrâye-i hadîka-i hakîkat eş-Şeyhu’l-Fânî Ahi Emre Muhammed
el-Halvetî – kaddesa'llâhu sırrahû – hazretlerine,
-
Onlar dahi melâz-ı fukarâ vü
mesâkîn, zübde-i zâhidîn ü âbidîn eş-Şeyh Hacı İzzeddîn el-Halvetî
(kaddesa'llâhu sırrahû) hazretlerine,
-
onlar dahi ser-hayl-i zümre-i
zâkirîn, kâfile-sâlâr-ı mütefekkirîn eş-Şeyh Sadreddîn-i Hıyâvî
(kaddesa'llâhu sırrahû) hazretlerine,
-
Onlar dahi matla’-ı feyz ü
kemâl, mahrem-i harem-i cemâl seyyidü’t-tâifetü’l-Halvetiyye eş-Şeyh
es-Seyyid Celaleddîn Yahyâ eş-Şirvânî (kaddesa'llâhu sırrahû) hazretlerine,
-
Onlar dahi kân-ı ilm ü irfân eş-Şeyh
Muhammed Pîr-i Erzincânî (kaddesa'llâhu sırrahû) hazretlerine,
-
Onlar dahi sâhibü’l-fezâil, mürşidü’l-kâmil
Kayserili eş-Şeyh Tâceddîn İbrâhîm-i Kâmil (kaddesa'llâhu sırrahû)
hazretlerine,
-
Onlar dahi müzehhib-i ahlak,
sâir-i enfüs ü âfâk Kabaklılı eş-Şeyh Alâeddîn-i Uşşâkî (kaddesa'llâhu
sırrahû) hazretlerine,
-
Onlar şems-i irfân, münevvir-i
cinân Marmaracıklı eş-Şeyh Ahmed Şemseddîn Yiğitbaşı (kaddesa'llâhu
sırrahû) hazretlerine,
-
Onlar dahi tabîb-i derd-mendân,
habîb-i sâlikân eş-Şeyh Hacı İzzeddîn-i Karamânî (kaddesa'llâhu sırrahû)
hazretlerine,
-
Onlar dahi hâfız-ı kütüphâne-i
îkân, hâce-i mekteb-i irfân eş-Şeyh İbrâhîm Ümmî Sinân (kaddesa'llâhu
sırrahû) hazretlerine,
-
Onlar dahi ser-bülend-i ehlu'llâh, ercümend-i merdân-ı dil-i âgâh eş-Şeyh
es-Seyyid Ahmed-i Semerkândî (kaddesa'llâhu sırrahû) hazretlerine,
-
Onlar dahi mehbıt-ı feyz-ı
Hallâkî pîşvâ-yı tarîk-ı Uşşâkî Kutbu’l-Ârifîn Gavsu’l-vâsılîn pîrimiz,
sultânımız eş-Şeyh Hasan Hüsâmeddîn-i Uşşâkî (kaddesa'llâhu esrârahû)
hazretlerine,
-
Onlar dahi nüsha-i nâdire-i
fazîlet, mecmûa-i bî-nazîr-i ma'rifet Sarûhanlı eş-Şeyh es-Seyyid Memicân
(kaddesa'llâhu sırrahû) hazretlerine,
-
Onlar dahi mahbûb-ı kulûb-ı
mürşid-i merğûb Gelibolulu eş-Şeyh Ömer-i Karîbî (kaddesa'llâhu sırrahû)
hazretlerine,
-
Onlar dahi mefhar-ı emsâl-i
mürşid-i bî-hemâl eş-Şeyh Âlim Sinân (kaddesa'llâhu sırrahû) hazretlerine,
-
Onlar dahi enîs-i mihnet-keşân, celîs-i
bî-çâregân eş-Şeyh Muhammed-i Keşânî (kaddesa'llâhu sırrahû)
hazretlerine,
-
Onlar dahi delîl-i nebîl,
rehber-i celîl Gümülcineli eş-Şeyh Halîl (kaddesa'llâhu sırrahû)
hazretlerine,
-
Onlar dahi sirâc-ı râh-ı naîm,
mürşid-i himmet-vesîm a’nî eş-Şeyh /235/ Abdülkerîm
(kaddesa'llâhu sırrahû) hazretlerine,
-
Onlar dahi menba-ı tevhîd u
irfân, mahzen-i sırr-ı Sübhân Gümülcineli eş-Şeyh Sıdkî Osmân (kaddesa'llâhu sırrahû) hazretlerine,
-
Onlar dahi sened-i ehl-i hâl,
vâkıf-ı sırr-ı kâl eş-Şeyh Muhammed Hamdî (kaddesa'llâhu sırrahû)
hazretlerine,
-
Onlar dahi gavvâs-ı bahr-ı
ledün, muhakkık-ı serâyir-i kün, pîr-i sânî Ebu Nizâm eş-Şeyh Seyyid
Muhammed Cemâleddîn-i Edirnevî (kaddesa'llâhu sırrahû) hazretlerine,
-
Onlar dahi keşşâf-ı müşkilât-ı
dîniyye hallâl-i muaddalât-ı yakîniyye eş-Şeyh Abdullâh Salâhaddîn-i
Kesriyevî (kaddesa'llâhu sırrahû) hazretlerine,
-
Onlar dahi sened-i zâhidîn,
mürşid-i Hak-bîn Nazillili eş-Şeyh Muhammed Zühdî (kaddesa'llâhu
sırrahû) hazretlerine,
-
Onlar dahi mazhar-ı esrâr-ı
velâyet, muzhır-ı âsâr-ı kerâmet eş-Şeyh Ali Gâlib el-Vasfî
(kaddesa'llâhu sırrahû) hazretlerine,
-
Onlar dahi nâil-i feyz-i
veliyyü’t-tevfîk, mürşid-i saâdet-refîk eş-Şeyh Muhammed Tevfîkî
(kaddesa'llâhu sırrahû) hazretlerine,
-
Onlar dahi miftâh-ı kenz-i
reşâdet, gevher-i gencîne-i hakîkat eş-Şeyh Ömer Hulûsî (kaddesa'llâhu
sırrahû) hazretlerine,
-
Onlar dahi zâkir-i Hak, nâsih-i
asdak Kasabalı eş-Şeyh Hüseyin Hakkî (kaddesa'llâhu sırrahû)
hazretlerine,
-
Onlar dahi server-i sâlihîn,
mefhar-i muslihîn Tireli eş-Şeyh Muhammed Emîn Tevfîk (kaddesa'llâhu
sırrahû) hazretlerine,
-
Onlar dahi vâkıf-ı esrâr-ı
Vücûd, müstağrak-ı bahr-ı şühûd, Nazillili eş-Şeyh Muhammed Fahreddîn-i
Himmetî (kaddesa'llâhu sırrahû) hazretlerine,
-
Onlar dahi bu hakîr-i
pür-taksîr ad’afü’l-âbidîn (Ürgüplü) eş-Şeyh (Hüseyin Vassâf) fakîre izn
ü icâzet, ihsân u inâyet buyurup, bu hâdim-i ehl-i tarîk dahi pîrân, azîzân
(kaddesa'llâhu esrârahüm) efendilerimiz hazerâtından ahz eylediğimiz üzere
sırr-ı hadd-i şer’-i kavîmden ser-i mû inhirâf ve udûl eylemeyip, îfâ-yı
ahkâm-ı şer’iyyeye mübâşeret ve sünen-i seniyye-yi Seyyidü’l-beşer (aleyhi
efdalü’s-salâti ve’t-tahiyye)’ye tebaiyyet ve usûl-i tarîkat-ı aliyyeyi icrâya
müdâvemet şartıyla tâlib-i tarîk olanlara zikr-i hafî vü celîyi ta’lîm ü telkîn
eylemeye hâmil-i hamâil-i icâzet, sâlik-i râh-ı hidâyet hulefâmızdan
mefharu’l-müsteıddîn (Hüseyin Vassâf) halîfeye izn ü
rûhsat i’tâ eyledik.
Ve mina'llâhi’t-tevfîk ve’l-hidâye. Ve salla'llâhu alâ
Seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve ashâbihî ve etbâihî (rıdvânu'llâhi teâlâ
aleyhim ve rahmetu'llâhi alâ etbâı etbâihî ilâ yevmi’d-din bi-rahmetike Yâ
Erhame’r-Râhimîn. Ve selâmün ale’l-mürselîn ve’l-hamdü li'llâhi Rabbi’l-âlemîn.)
ŞUABÂT-I
TARÎKAT-I ALİYYE-İ UŞŞÂKIYYE
Cemâliyye – Salâhiyye – Muslıhiyye – Câhidiyye –
Sezâiyye-i Uşşâkıyye
Sezâiyye-i Uşşâkıyye hakkında Harîrî-zâde’nin Tibyânu’s-Selâsil
ve’t-Tarâık’ında îzâhat vardır. Hz. Sezâî’nin şeyhi La’lî-i Gülşenî
hazretleriyle, meşâyıh-ı Uşşâkıyye’den Şeyh Sâdık Efendi’nin münâsebeti vardır.
Hz. Sezâî Dîvân’ında Şeyh Sâdık Efendi hakkında sûzişli bir manzûme-i târîhiyye
bile vardır. Hz. Sezâî esâsen Tarîk-ı Gülşenî’de ictihâd buyurdukları gibi
Pîr-i sânî-i tarîk-ı Uşşâkî Seyyid Cemâleddîn hazretlerinin mertebe-i kemâlde
tekemmül etmesine ibzâl-i himmet buyurmuşlardır. Kendilerine Sezâiyye-i
Uşşâkıyye’nin müessisi denilmekten tabîatıyla ihtirâz olunup, fakat
kendilerinde Şa'bânîlik, Uşşâkîlik /236/ Gülşenîlik, Sünbülîlik,
Nakşıbendîlik cem' olduğundan beyne ehli’t-turuk kemâlât-ı ârîfâneleri şöhret
bulmuş, bu sebeble Harîrî-zâde Tibyân’ında şeyhi La’lî-i Gülşenî
hakkında serd-i hakîkat ettiği sırada,
(كان الشيخ لعلى
المذكور جامعا للطريقة الشعبانية و العشاقية والكلشنية والسنبلية والنقشبندية .
فإنه ولد بقسطموني ونشأبها وأخذ عن الشيخ اسماعيل الچورومي الشعباني وسلك على يديه إلى أن بلغ الطور الرابع ثم
رحل إلى أدرنه فأخذ أولا عن الشيخ الصادق الرومي العشاقي ثم أخذ عن الشيخ محمد سرى
الأدرنه وي الكلشني .[28]
Sezâiyye-i Uşşâkıyye’nin Şeyh Cemâleddîn-i Uşşâkî’de,
Cemâliye-i Uşşâkıyye’nin Şeyh Salâhaddîn-i Uşşâkî’de indimâc etmiş ve dîğer
şuabât munkarız olmuş olduğundan elyevm Salâhiyye-i Uşşâkıyye’den başka bir
şu'be kalmamış demek muvâfık olur zannındayım.
Hz. Pîr’den i'tibâren isimleriyle tezyîn-i sahîfe-i
i'tibâr eylediğimiz zevât-ı kirâmın mümkün mertebe tercüme-i hâllerinden bahs
edeceğim:
Şeyh Seyyid Muhammed-i Memicân Efendi
Hâfız Hüseyin-i Ayvansarayî, “Muhammed Memi Cânverdi”
diye yazıyor. Sarûhanlıdır. Vatanında
ikmâl-i tahsîlden sonra Pîr Ümmî Sinân hazretlerine arz-ı teslîmiyyetle
terbiye-i tarîkat görüp (167. sahîfedeki manzûmeye mürâcaat) sonra Hz. Pîr
Hüsâmeddîn-i Uşşâkî efendimize mülakî olmuş ve "Cânânı buldu hasta
gönünl cânı istemez." diyerek dâhil-i zümre-i uşşâk olmuş ve ikmâl-i
sülûka muvaffak olup hilâfet almıştır. Hz. Uşşâkî’nin yegâne halîfesidir.
Dersaâdet’te neşr-i tarîkata me’mûr oldular.
Şakâyık-ı Nu’mâniyye’nin cild-i sânîsinde 467.
sahîfesinde mestûr olduğu üzere nice yıllar halka-bend-i tevhîd ve tezkîr ve
dâire-i sohbeti havz-ı Kevser gibi mevrid-i ganî vü fakîr olup, teşne-lebân-ı
mâu’l-hayât-ı hakîkatı irvâ ve âyîn-i tarîkatı icrâ ederek 1008 senesi şehr-i
Zi'l-ka'de’sine (Mayıs 1599) kadar muammer olup, irtihâllerinde Emîr-i Buhârî
civârındaki hânesi dâhilinde makbere-i mahsûsalarına defn olundular. Bi'l-âhare
üzerine türbe yapılmış ise de gerek eski harîk-ı kebîrde gerek son harîk-ı
hânmân-sûzda tu’me-i lehîb olmuştur.
Elyevm erbâb-ı muhabbet etrâfına kuru duvardan hudûd
yapmışlar, medfen-i pâkin mahallini muhâfazaya gayret etmişlerdir. Burasının yola inkılâbı da mutasavvar
olmakla, bakâyâ-yı ızâmının Uşşâkî Âsitânesi’ne veya sâir münâsib bir Uşşâkî
dergâhına nakli veya türbe mahalli diye bir yer gösterilirse oraya türbe ve bir
dergâh inşâsı tasavvurları mevcûddur. Şakâyık’ta medfenleri mahalli
esâsen hâneleri olduğu muharrerdir.
İsm-i âlîleri Muhammed’dir. Memicân, Muhammed Cân’dan
kinâyedir. “Eyleyüp rûh-ı revân verdi cân-ı azîz” (ايليوب روح روان ويردى جان عزيز), “el-vâiz” (الواعظ) ve “şeyh-ı zamân” (شيخ زمان) (1008/1599-600) târîhleridir.
Lübbü’l-Usûl fî Ma'rifeti Tarîkati’l-Vusûl ve Metâlibu’s-Sülûk
isimlerindeki eserlerini cennet-mekân Sultân Murâd Hân-ı sâlis’e takdîm ederek
pâdişâhın mazhar-ı hürmeti olmuştu.
Lübbü’l-Usûl’ün müşârünileyh yazısıyla muharrer nüshası elime geçti.
Mütâlaasıyla şeref-yâb oldum. Pek mühim ve gâyet ârîfâne yazılmış bir eserdir.
Ve Hz. şeyhin derece-i kemâline burhândır. Târîh-i te'lîfi 997/(1589)’dir ki
Hz. Pîr efendimizin de manzûr-ı velâyet-penahîleri olmuş olması muhtemeldir.
/237/ Vefeyât-nâme’de
türbe mahalli, hânelerinin olduğu yer olduğunu yazıyor. Şakâyık’ta
yazılmıştır ki:
"Azîz-i müşârünileyh kemâl-i irfân ile meşhûr-ı
cân gibi mahrem-i esrâr-ı nihân, bağbân-ı riyâzu’l-Cinân-ı Cenân idi.
(Kaddesa’llâhu sırrahû)"
Üsküdar’da Selîmağa Kütüphânesi’ndeki tomârda Sinân
Efendi ve Ömer Karîbî ve İmâm Mustafa Efendi ve Fâtih Câmii vâizi Muhammed
Subhî-i Bursevî isminde dört halîfesi muharrerdir. Silsile-i Uşşâkıyye Ömer
Karîbî’den yürümüştür.
Manzûmâtından:
Men
heft-deryâyım cûş itdim dil-hâneden
Virdi
virir cânını gitmez âsitâneden
Bu bir kasîde-i tavîledir. Şeyh Abdulhay Efendi-zâde Şeyh
Nesîmî Muhammed Efendi onu nazmen şerh etmiştir. Bir dîvânçeleri vardır.
Mütâlaa ettim. Nutuklarında Cân, Memi, Memicân tahallus
ederler.
Âlemin
ma’bûdunu bilmek dilersen ey gönül
Bilmeyi
bil bilmeyi bil bildiğin bilmek değil
Ey gönül
hâlin nedir âgâh olup bak sen sana
Görünür
ayniyle aynın âyine tut sen sana
Şeyh Ömer-i Karîbî Efendi
"Kutub Ömer Efendi" diye meşhûrdur. Şeyh
Memicân hazretlerinden müstahleftir.
Gelibolu’da medfûndur. Bir dîvânçesi elime geçmiş, mütâlaa eylemiş idim.
Kemâlât-ı ârîfânesine şahit oldum.
Sarûhanlı olduğunu bir tomârda gördüm.
Karîbî
mazhar-ı irfân olan bir
şeyh-i âlîdir
Onun Dîvânçesi
esrâr-ı Kur’ân ile mâlîdir
diye
sünûhâtım oldu. Nutuklarından bir kaçını teberrüken yazıyorum:
Bu Karîbî
kul olubdur ol makâmın ehline
Varlığın
ona virüp nâmını insân eylemiş
* *
*
Karîbî
fazl-ı kudretden şarâb-ı
ilm-i hikmetden
Tarîk-ı
Hak saâdetden irağ olma muallâdan
* *
*
Seni
medh eylemek ister bu gönlüm Yâ Rasûla'llâh
Aceb
vasfına kâdir mi bu dilim Yâ Rasûla'llâh
* *
*
Karîbî
bir zaîf kuldur ayırma Sen anı Senden
Bana
senden yakın Sensin çü yazdın kalbe Kur’ân’ı
* *
*
Feth-i
bâb ister bu gönlüm Hakk’a dâim yalvarır
Yalvarır
dâim usanmaz gece gündüz yalvarır
Küntü
kenz'in mazharına irdi gönlüm cûş ider
İrse
vahdet menziline mahv olur hem yalvarır
Âlim ü
Allâm Hak’dır kuvvet ü kudret O’nun
Fazlına yokdur
nihâyet gönlü dâim yalvarır
Enbiyâ vü
evliyâ sâhib-kerâmet keşf-i Hak
Dağ u taş
sahrâ pazârı ins ü cin hep yalvarır
Allah’ım
kesme ümîdin kullarının dem-be-dem
Bu Karîbî
kulun ister Seni Senden yalvarır
* *
*
İlm-i
vahdete irüp benliğini mahv etmeyen
Bâğ-ı
hüsne irmeyen seyrânın aslın ne bilir
Bî-vücûd
ilm ile hikmet cur’asın nûş itmeyen
Hâb-ı
gafletden kalan irfânın aslın ne bilir
Gâh seyrân
gâh hayrân ol Karîbî dem-be-dem
Vâsıl-ı
Hak olmayan insânın aslın ne bilir
Halîfeleri:
Muhyiddîn Efendi – Âlim Sinân-ı Uşşâkî – el-Hâc Velî
Efendi – Ahmed Câhidî Efendi.
Şeyh Âlim Sinân
Şeyh Ömer-i Karîbî’den müstahleftir. Keşan’da medfûndur.
Aydın’da Menteşe civârında Muğla köylerinden Linelidir. Fuzalâ-yı
meşâyıhtandır. Mısır, Haleb, Şam ve Irak’ı gezip bir çok efâzıl ile mülâkât
eylediğini âsârında yazıyor. Gelibolu’da Bolayır’da otuz sene kadar ihtiyâr-ı
ikâmet eyledi. “Gelibolulu” diye şöhreti bundan kinâyedir. İlm-i hadîsten Mesâbîh’ı
tercüme eylemiştir. Manzûm Akâidnâme’si vardır. Mezkûr tercümenin
nihâyetinde:
Diyâr-ı
Menteşe’dendir ki Line hâkidir hâkim
Hüsâmeddîn
Fakîh oğlu Sinân adım Ebu’t-taksîr
/238/ Üsküdar’da Selîme Kütüphânesi’nde[29] manzûm Akâid’inin
hâtimesinde:
Meşâyıhdan
budur nakl u rivâyet
Götürdüm
Türki dilce kıl dirâyet
Gezüp Mısr
u Haleb Şâm u Irak’ı
Bulunmaya
bu nüsha ittifâkı
Gelibolu
Bolayır’dan Sinânı
Duâ-ı hayr
ile yâd it sen anı
Hulefâsı:
Dimetokalı Hasan Efendi – Gelibolulu Nûh Efendi –
Keresteci Mustafa Efendi – Selanikli Mahmûd Efendi – Dıramalı Muhammed Efendi
(“Keşanlı” da denilmiştir.)
Şeyh Kuloğlu Mustafa Efendi
Şeyh Sinân-ı Uşşâkî halîfesidir. Mesâbîh’ı nazmen
tercüme etmiştir. 1045/(1635)'te ikmâl ederek Dîvân-ı Hümân nâmını
verdiği dîvân-ı kebîri de vardır ki, her ikisinin de nüshâları kütüphâne-i
umûmîde mevcûddur. Bir de Mevlid-i Nebî manzûmesi vardır.
İlâhiyyâtından:
Sensin
kerîm zü’n-nevâl Sensin kadîm-i lâ-yezâl
Sensin
Hakîm-i bî-misâl yok hükmüne çûn ü çerâ
İnzâl idüp
âyâtını kim biliser gâyâtını
Kılgıl
mücellâ zâtını me’men ale’l-arşi’stevâ
Eyle
inâyetden eser irgür hidâyetden zafer
Lutf
eyleyüp kılgıl nazar aldı bizi nefs ü hevâ
Şeyh Muhammed Sâdık Efendi
235. sahîfede nâm-ı kudsîleriyle tezyîn-i sahîfe
eylediğim Şeyh Sâdık Efendi bu zâttır. Kuloğlu Mustafa Efendi halîfesidir.
Gülşenîler faslında da bahs olundu. Edirneli şâir Bâdî Efendi’nin Ravza-i
Edirne nâm eserinde muharrer olduğu üzere Edirneli'dir.
Hz. Sezâî şeyhi La’lî-i Gülşenî’ye tarîk-ı Uşşâkî’den
feyz-bahş olmuşlardı. Edirne’de zindân altında Tatarhan Kabristanı’nda Dârü’l-hadîs’e
giden câdde boyunda medfûndur. Hz. Sezâî, şeyh-i müşârünileyh hakkında şu
manzûmeyi inşâd ile bir taşa kazdırıp eski kabir taşının yanına vaz'
ettirmiştir.
Kutb-ı
âlem Şeyh Uşşâkî o hem nâm-ı habîb
Vâsıl
olmuşdur hakîkat ilminin esrârına
Zulmet-i
unsurdan evvel yirmi bir yıl kurtulup
Mazhar
olmuşdu o zât-ı pâk Hak envârına
Râh-ı aşka
halkı irşâd eyledi bâ-emr-i Hak
Devrini
tekmîl idüp gitdi bakâ gül-zârına
Feyz-i
istimdâd ile didim Sezâî târîhin
Hû diyüp
Sâdık Efendi gitdi vahdet dârına
)هو ديوب صادق أفندي كتدي وحدت دارينه(
Yalnız noktalı harflerle 1122/(1710)'dir. Hâlbuki Şeyh
Sâdık Efendi’nin târîh-i irtihâli 1094/(1683)'’tür. Kabrin Hz. Sezâî tarafından
tecdîden ta'mîri sırasında söyledikleri târîh, târîh-i inşâd olmak lâzım gelir.
Kim bilir belki de Sâdık Efendi’nin irtihâli 1122/(1683) târîhindedir. Târîhe
karışmış ve daha ziyâde ta'mîkına imkân
bulunamamıştır.
Şeyh Muhammed-i Keşânî: Şeyh Sinân halîfesidir.
Keşan’da şeyhinin yanında medfûndur.
Şeyh Halîl-i Gümülcinevî: Şeyh
Muhammed Keşânî halîfesidir. Gümülcine’de medfûndur.
Şeyh Abdülkerîm Efendi: Şeyh Halîl halîfesidir. Gümülcine’de
medfûndur.
Şeyh Osmân Sıdkî Efendi
Kibâr-ı meşâyıh-ı Uşşâkıyye’dendir. Edirne’de Debbağhâne
Kabristanı’nda medfûndur. Ziyâret eyledim ve toprak altında kalan mezâr taşını
meydâna çıkardım. Bi'z-zât çalıştım. O civârda dergâhı var imiş; Hamdî-i
Bağdâdî şeyhidir.
/239/ Gümülcineli'dir. Edirne’de ihtiyâr-ı ikâmet eylemiştir.
Mezâr taşındaki kitabe:
Cenâb-ı
Şeyh Osmân Efendi şeyh-i Uşşâkî*
Ki mislin
görmedi dünyâda ayn-ı âlem-i imkân
Helâl iken
vücûd-ı nâziki evc-i kerâmetde
Olup tâ ki
fenâ fi'llâh oldu vâsıl-ı cânân
Biri didi
vefâtı târihini hâtif-i kudsî
Bakâya
oldu mâil Hû diyüp kutb-ı cihân Osmân - 1110/(1699)
)بقابه اولدى مائل
هو ديوب قطب جهان عثمان(
Şeyh Hâmid-i Uşşâkî
Müşârünileyh Osmân Sıdkî Efendi halîfesidir. Şeyhinin
yanında medfûndur. Ondan sonra daha on yedi sene muammer olmuştur. Pîr-i sânî
Seyyid Muhammed Cemâleddîn-i Uşşâkî hazretleri tarafından söylenmiş olan
manzûme-i târîhiyye mezâr taşında medfûndur. Mezâr taşı devrilmiş bir hâlde
idi. Lehü’l-hamd düzelttim. Duvarlarını fiilen ta'mîre çalıştım.
Şeyh
Hâmid Efendi zümre-i Uşşâkî’den*
Çekdi bu
kesret elin düşdü vahdet iline
Râh-ı
Hak’da reh-nümâsı Şeyh Osmân hazreti
Hem civâra
cezb itdi döndü hâli aslına
Bi’t-temâm
sâl-i Muharrem gurresidir rıhleti
Kırdı
unsur bendini yol buldu dostun vaslına
Rıhleti
keşf eyleyüp virdi mukaddem ol haber
Cân atup
fermân-ber ol da'vet-i Hak kâline
Hüsn-i
hâl-i rıhletine kondu bir târîh onun
Son nefes
Allâh çeküben gitdi Hâmid aslına
(صوك نفس الله چكوبن كتدى حامد اصلنه) = 1126 + 1 = 1127
Şeyh Hamdî-i Bağdâdî
Şeyh Osmân Sıdkî Efendi halîfesidir. Meşâyıh-ı ızâm-ı
Uşşâkıyye’dendir. Edirne’de zuhûr edip, müşârünileyhten mazhar-ı kemâl
olmuştur. Pîr-i sânî Cemâl-i Uşşâkî’nin şeyhidir.
“Bağdâdî” diye teşehhürü Bağdâdlı olmasından değil
çiçek merâklısı olmalarıyla Bağdâd’a kadar bir çiçek için azm-i sefer
etmelerindendir. Çiçekle iştiğâli halktan tesettüre Bağdâd seferi ise bir emr-î
ma’nevîye müstenid olsa gerektir.
Yirmi altı sene mertebe-i irşâdda ferman-fermâ
olmuşlardır. Edirne’ye her azîmetimde kabr-i âlîlerini ziyâretle kâm-yâb oldum.
Kabirleri İstanbul yolunda büyük kabristanın orta yerindedir. Üzeri açıktır.
Demirden şebeke vardır. Mezâr taşında şu manzûmeyi okudum:
Hazret-i
şeyh-ı şuyûh-ı kâmilân
Şeyh
Muhammed ol veliyy-i muhterem
Zümre-i
Uşşâki’den ol pâk zât
Mürşid-i
tâm idi ol fevka’l-ümem
Mevti oldu
âlemin mevti gibi
İlm ü
irfânıyla olmuşdu alem
Ol fenâ
fi'llâh bakâ bi'llâh idi
Rûh-ı pâki
cismi olmuşdu adem
Zâtın
anlamazdı sûret-bîn olan
Sırrı
ilhâm ile idi dem-be-dem
Cevher-i
ye’s ile didim târihin
Vasl-ı
Hakk’ı buldu Bağdâdî bu dem
(وصل حقى بولدى بغدادى بو دم) =1136/(1723)
Şeyh Hasan-ı Şa'bânî yazar ki :
Hamdî tahallus ettiler. Edirneviyyü’l-asıldır. Bağdat’ta hayli
zamân mukîm olmuştur. Bu sebeble Bağdâdî diye şöhret buldular. Ekâbir ile
sohbet etmiş bir ümmî idi. Öyle ümmî ki
hiç okuyup yazması yok değil idi. Yazı yazar, eline bir Türkî ve Arabî kitap
geçse okur idi. Kimseden teallüm etmemiş
idi. Gâyet mükâşif ve müşâhid ve keşf-i Ma'nevîsi açık idi. Keşf-i ma'nevîsi,
keşf-i sûrîsine gâlib idi. Ârif ve âgâh olup, zikir hâlinde ekser kendine
galebe ederdi. Ma’rifet-i tevhîdde yed-i tûlâsı var idi.
/240/ Sâhib-i irşâd idi. Ammâ kendinden istirşâda
katı isti'dâdı pâk adama muhtâc idi. Zîrâ telvîn-i hâssada temkîn-i küllîsi
olduğundan herkesi âgâh edemezdi ve aşkını makâm-ı ayna ve makâm-ı aynı cem'a
getirdiğinden ona mülhid derler idi. Ve tevhîd-i ef’âlini nûr-ı vahdet ve
vücûd-ı mutlakta mahv ettiğinden ona zındık derler idi. Bu fakîr onunla
muhabbet etmemiş olsaydım tevhîd-i ef’âl ne demektir, bilmez idim. Maa-hâzâ
hayrihî ve şerrihî mine'llâhi teâlâ şuhûd-ı Hak'la îmân-ı ayne’l-yakîn değil, îmân-ı
hakka’l-yakîn var iken ol bir adam idi ki, ahvâl ü ezvâk-ı seyr ü sülûku
kendüye mahsûs bir tavr-ı âhar idi. Kendi ricâlden idi. Ricâl ile olan ahvâlini benden ketm etmezdi.
Kemâl-i i'timâdı var idi. Benimle ahd etmiş idi ki ben ölmedikçe, benim ahvâlimi kaleme getirme
diye. Zîrâ ahvâl-i ehlu'llâhı yazmakta
olduğumu bilir idi. Ahzı Debbağhâneli (Tabakhâneli) Osmân Efendi’den idi.
Nutuklarından ma'lûm olan ikisi bestelenmiştir. Birincisi
kıyâm-ı ibtidâsında cumhûr tarzında Rasttan bestelenmiştir. İkincisi Hamdiye
ta'bîr olunur, ta'âmdan sonra okunur, Uşşâk'tan ve Hicâz'dan bestelenmiştir.
Umûm ehl-i tarîk arasında Hamdiye meşhûrdur.
Aşkınla
dâim uçarız
Her dem
biz cândan geçeriz
Vahdet
meyinden içeriz
Uşşâkîler
dirler bize
Âdâb ile
erkânımız
Minnet ile
burhânımız
Hakk’a
virdik hep varımız
Uşşâkîler
dirler bize
Kullukta
yoktur ârımız
Rasûlu'llâh
muhtârımız
Hüsâmeddîn’dir
pîrimiz
Uşşâkîler
dirler bize
Cihâd
itmektir kârımız
İmâm
Ali’dir ulumuz
Dâim Allâh
dir dilimiz
Uşşâkîler
dirler bize
Ayılmadı
sekrânımız
Vuslat
idüp cânânımız
Bâğ-ı
firdevs meydânımız
Uşşâkîler
dirler bize
Âl u ashâb
yoldaşımız
Dökülsün
kanlı yaşımız
Der Bağdâdî
aşk işimiz
Uşşâkîler
dirler bize
Hamdiyye:
Allâh
bize lutf itdi
Ni'metine
gark itdi
Şükür
el-hamdü li'llâh
Hû Hû Lâ
ilâhe illa'llâh
Lâ ilâhe
illa'llâh
Bilelim
ni'metini
Öğelim
hazretini
Analım
rahmetini
Şükür
el-hamdü li'llâh
Hû Hû
Lâilâhe illa'llâh
Yoğiken
var eyledi
Arz-ı
dîdâr eyledi
Rasûle yâr
eyledi
Şükür
el-hamdü li'llâh
Hû Hû
Lâilâhe illa'llâh
Gönderdi
doğru yola
Kullar
kulluk eyleye
Hak bize
kulum diye
Şükür
el-hamdü li'llâh
Hû Hû
Lâilâhe illa'llâh
Harc
idelim varımız
Kurbân
olsun cânımız
Kur’ân’dır
îmânımız
Şükür el-hamdü li'llâh
Hû Hû Lâilâhe illa'llâh
Muhammed
kadem basdı
Şefî’
olmadır kasdı
Hakkın
sevgili dostu
Şükür
el-hamdü li'llâh
Hû Hû
Lâilâhe illa'llâh
Ol
Habîb’in yârları
Cennetdedir
cânları
Severiz
biz anları
Şükür
el-hamdü li'llâh
Hû Hû
Lâilâhe illa'llâh
Bağdâdî’nin
bu sözü
Kabûl eyle
niyâzı
Dergâha
sürdük yüzü
Şükür
el-hamdü li'llâh
Hû Hû
Lâilâhe illa'llâh
* * *
El-hamdü
li'llâh şükür
Eyledik
Hakk’a zikir
Gitdi
ihsâna fikir
Allâh
Allâh diyeli
Kalmadı
dilde gubâr
Eyledi hep
târumâr
Buldu
dertliler tîmâr
Allâh
Allâh diyeli
Dost
bağında bülbüller
Feryâd
idüp güldüler
Maksûdların
buldular
Allâh
Allâh diyeli
Doldu
gönüle nûrlar
Oldu zâkir
münevver
Melekler
rahmet diler
Allâh
Allâh diyeli
Bu tevhîdi
kim tutar
Cân terkin
ura meğer
Bağdâdî’den
yok eser
Allâh
Allâh diyeli
Hulefâsı:
Şeyh Cemâleddîn-i Uşşâkî – Şeyh Sâkî-i Uşşâkî – Şeyh
Muhammed Şükrî Efendi, Hallâç Ahmed Dede
Efendi ma'lûm olabilenleridir. Hazmî Efendi kardeşimizin tahkîk ve beyânına
göre Tersâne Emîni elhâc Yûsuf Efendi de Müşârünileyhin hulefâsındandır.
Şeyh Yûsuf Efendi
Hamdî-i Bağdâdî halîfesidir. Fi'len tekke şeyhi değildir.
Tersâne Emâneti'nde bulunmuş ve Hz. Pîr'in Âsitâne-i Uşşâkıyyesi'ni yeniden
inşâ ve ihyâya muvaffak olmuştur.
Muharrir-i fakîr Bâbıâlî Câddesi'nden gelip geçtikçe Medresetü'l-Hattâtîn
hazîresinde medfûn Tersâne Emîni el-Hâc Yûsuf Efendi kabrini gördüm ki
âsitâneyi inşâ ve ihyâ eden o zât zannederdim. Halbuki o zaman Tersâne Emâneti’nde tesâdüfen beş Yûsuf
varmış. Tercüme-i hâliyle meşgûl olmak istediğimiz Yûsuf Efendi orada medfûn olan zât olmadığı taayyün
etti.
Meşâyıh-ı Uşşâkıyyeden Muhammed Hazmî Efendi muharrir-i
fakîre yazdığı bir mektupta diyor ki:
“Cenâb-ı Bağdâdî'nin bir halîfesi de Tersâne Emîni Yûsuf
Efendidir. Bu zât-ı âlî-kadr bidâyeten Mâ’den Kalemi’nde başhalîfe iken bi’l-âhare
Rûz-nâmçe-i Evvel ve bir def’a Nişâncı olup 1160/ (1747)'da Tersâne Emîni ve
Kaptan Paşa vekîli ve daha sonra Kethüdâ-yı Sadr-ı âlî olmuştur. Latîfe-gû,
vakûr, nâfizu'l-kelim, hâzır 36 bir zât olup sohbetinden sâmiîn safâ-yâb
olurlarmış. Emîn-i mûmâileyh (nevvara'llâhu merkadehû) Pîr Zâviyesi'ni tâ
esâsından yıktırıp türbe-i şerîfeyi yeniden binâ ve müceddeden bir mescid ve
bir şeyh menzili ve haşebî bir minâre ile imâm ve müezzin vazîfeleri ta'yîn
ederek vâkıf-ı sânî olmuşdur.”
Bu ta'mîr ve inşâ keyfiyyeti 1157/(1744) târihinde vâki'
olmuştur. Kethüdâ-yı Sadr-ı âlî bulundukları zamân 1162 senesi selh-ı
Muharremü'l-harâmında ( 20 Ocak 1749) irtihâl-i dâr-ı bakâ ederek Üsküdâr'da
Karacaahmed Sultân kurbuna defn olunmuştur.
Vefâtına târîh:
Kalem yazdı çü
Ya'kûb-ı bilâ-dîde o dem târîh
Göçüp Yûsuf Efendi
Mısr-ı Firdevs'e azîz oldu
(كچوب يوسف افندى مصر
فردوسه عزيز اولدى) = 1162/(1749)
Nâdirü'n-nüsha
olan Târîh-i İzzî'de ise şu satırları okuruz:
"Yûsuf
Efendi, fi'l-asl Ma'den Kalemi küttâbından fenn-i kitâbette ve umûr-ı Mâliye'de
mahâreti olmakla üç def’a şakk-ı evvel defterdârı, ba'dehû bir müddet Tersâne-i
Âmire Emîni, Zi'l-hicce 1160/(Aralık 1747)'ta Sadrazam Kethüdâsı oldu. Umûr- ı
mehâm-ı Devlet-i Aliyye'yi kemâl-ı hulûs u sadâkat birle temşiyet ve herkesle
kardaşcığım edâsıyla ve bi-tarîkı'l-ca'lî ızhâr-ı uhuvvet ve âmîziş ü ülfet ve
husûsan tahsîl-i evliyâ-yı nu’mâda bezl-i makderette ser-hadd-i mübâlağayı
mücâvezet ederek vücûh-ı hüsn-i etvâr u sülûk-ı fetânet-i kirdârî makbûl-i enâm
u pesendîde-i hâss u âm ve her hâlde mültefit ve mükerrem ve simât-ı mebsûta-i
ni'am-ı âleme zâike-dâr muğtenem olmakla şîrîn-kâm ve henüz neyl-i visâl
muhaddere-i âmâl ile müteşebbisü'l-ezyâl-i merâm olmak hâlleri eğerçi mir'ât-i hâlinde sûret-pezîr-i irtisâm oldu.
İllet-i mi'deye mübtelâ ve vücûduna ilel ve eskâm istîlâ
etmekten nâşî da'f-ı kuvvet hüveydâ olup, gittikçe iştidâd-ı illet ile bî-tâb u
tâkat olmuş iken yine ızhâr-ı gayret ve umûr-ı ibâdı ru'yet zımnında mansıbdan ferâğat ve kapıdan müfârakata meyl
ü rağbet göstemeyip, gûyâ nefes-i pesîne dek üstâde-i makâm-ı hizmet olmak
niyyetiyle kapıda beytûtet ve âkıbet kendüde alâmet-i mevt muâyene olundukda
1162 Safer'in onbeşinci isneyn gecesi (5 Şubat 1749) taht-ı revân ile hânesine
irsâl olunmakla ol leyle-i mübârekede teslîm-i emânet eyledi.
Derviş-nihâd ve pâk-i'tikâd, evrâd u ezkâra müdâvim ve
işrâk u teheccüde kâim bir zât-ı salâh-i'tiyâd olup, tarîkat-ı aliyye-yi
sûfiyyeye dahi intisâb-ı küllîsi olmakla karşı Kasımpaşa kasabasında vâki
Âsitâne-i Uşşâkî olan tekke-i köhne binâyı müceddeden ta'mîr u ihyâ ve icrâ-yı
mâu'l-azb ile ol mahalli irvâ edip bu gûne bir eser-i cemîl îfâsıyla târik-ı
kâr u bâr olmuşdur."
Yûsuf Efendi hakkında mürâcaatım üzerine Bahriyye Târîh-i
Harb Şu'besi'ne me’mûr Mekteb-i Bahriyye târih muallimi Ali Haydar Emîr Bey birâderimin yazdığı
cevâb-nâmeye nazaran:
“Uşşâkî Dergâhı'nın bânîsi olan ve Karacaahmed'de medfûn
bulunan Yûsuf Efendi ile Cağaloğlu'nda defîn-i hâk-i gufrân kılınmış olan Yûsuf
Efendi'nin ayrı ayrı zevât oldukları muhakkaktır. Evvelkisi 1159/(1746)'da altı
ay kadar bir müddet Tersâne Emâneti'nde bulunmuştur. Sonraki, Hammâmî-zâde
Yûsuf olup, Lâleli Câmi-i şerîfinin binâ emânetini îfâ ve daha bir çok
ta'mîrât-ı cesîmeye nezâret etmiştir. Bu zâtın Tersâne eminliği 1184/(1770)'te,
ya'ni nâmdaşının irtihâlinden yirmi ki sene muahhardır.”
Şeyh Muhammed Şükrî Efendi
İstanbul’da Mısır Çarşısı kurbunda Marpuççular’da
Alacahamâm ittisâlindeki Alaca Mescid nâm câmi'-i şerîfin hazîresinde defîn-i
hâk-i gufrândır. Bu câmi'-i şerîfin imâmı olduğunu Hâfız Hüseyn-i Ayvansarayî Vefeyât-nâmesi’nde
yazıyor. Kabr-i şerîfleri müşrif-i harâb idi. Âcizleri inâyet-i ilâhiyye ve
tevfîkât-ı sübhâniyye ile onu ta'mîre, telvîne muvaffak oldum ve fi’len dahi
çalıştım. El-hamdü ilâhî hamden kesîra.
Mezâr taşı /241/ parçalanmış bir hâlde idi.
Demirden kementlerle hâl-i sâbıkına ircâ edildi. Kabirlerinin üzerindeki pehle
taşının orta yerinde çıkan bir incir ağacı kabirlerini der-âğuş ettiğinden taş
bundan kırılmış olsa gerektir.
Kabirlerinin ittisâline Evkâf İdaresi bir marpuççu dükkânı yapmış,
kiraya vermiş, bu dükkânın bir kısmı ma'at-teessüf kabrin üstüne gelmiş, bundan dolayı çok
müteessif oldum. Kabrinin ittisâline bir başka pehle taşı bulduk, koyduk, duvar
yaptık. Mezâr taşını baş tarafına koyduk. Bir de ayak taşı bulduk, koyduk.
Telvîn ettik. Taş vaktiyle güzel yapılmış, güzel bir Uşşâkî tâcı resmi vardır.
Kitabesi:
Ol
Pîr-i tarîk-ı zümre-i Uşşâkî
Kim dâim
iderdi Hakk’a bî-had şükrü
Târîh-i
vefâtın didi ehl-i niyâz
Firdevs
ola menzil-i Muhammed Şükrü
(فردوس اوله منزل محمد شكرى) = 29
Ramazân 1141/(28 Nisan 1729)
1346/(1927) senesinde câmi'-i şerîf-i mezkûr mütevellîsi
kadın, mezârlığı kaldırmak oraya dükkânlar yapmak sevdâsına düşmüştür. Hâlen
Hazret’in kabrine dokunulmamış ise de bir gün olacak zannederim kaldırılacak. Fe-sübhâna’llâh.
Kendileri ulemâdan imiş. Alaca Mescid imâmı olduğunu
Hâfız Hüseyn-i Ayvansarayî yazıyor. Asıl isimleri Alâeddîn imiş. Hoca Alâeddîn
Efendi dahi derler imiş. Elyevm mezkûr câmi'-i şerîf imâmı efendi ile görüştüm:
“Biz bu zâtı
ulemâdan ve mazanna-i kirâmdan Alâeddîn Efendi diye bilirdik.” dedi.
Hâlbuki taşında “Muhammed Şükrü” diye yazıyor. İhtimâl ki isimleri
Muhammed Alâeddîn’dir. Tarîkat ismi Şükrü’dür. Bir tomârda Muhammed yerine
“Memiş” diye görülmüştür.
İrtihâlleri 1141 senesi Ramazân-ı şerîfin yirmi dokuzuncu
(28 Nisan 1729) gece veya gündüzdür. İrtihâli gününü, vaktini şu nutuklarında
söylüyorlar ki eser-i kerâmettir:
Aşk-ı
Hudâ iledir cümle makâlâtımız
Sıdk u
hulûs iledir Hakk’a münâcâtımız
Bilmedi
kimse bizi anlamadı sırrımız
Remz-i
hafîdir bizim cümle işârâtımız
Mâh-ı
sıyâm âhiri olur ise ıydımız
Cümleye
ma’lûm olur keşf ü kerâmâtımız
Hızr
mülâkî olur bulsa hayât-ı ebed
Bir kişiye
yâr olursa ayn-ı inâyâtımız
Anlamadı Şükrüyâ
hâlini ağyâr senin
Münkir ü
bed-hâh olan bilmedi hâlâtımız
Hakk-ı âlîlerinde:
Nûr idi
ser-tâ-kadem cismi anın
Kim
Muhammed Şükrü’dür ismi anın
Hızmet
itmiş bir nice kâmillere
Vâsıl
olmuş ârif ü fâzıllara
buyuruluyor.
Hz. Pîr efendimizin ayak ucunda pencere önünde medfûn
Şeyh Ahmed Hüsâmî Efendi’nin şeyhi olup, 202. sahîfede bahsi geçti. Kabr-i
âlîlerinin olduğu mahalden câmi'-i şerîfin merdiven başına bir pencere
açtırdım. Evveli kabir duvar arasında idi. Şimdi cemâat-i müslimîn câmi'-i
şerîfe girip çıkarken görüyor. Fâtiha okuyor. İmâm Efendi bir de elektrik
lambası koyduğundan geceleri de orası rûşen olmuştur. Cenâb-ı Hak mazhar-ı
şefaatları buyursun, âmin.
/242/ Şeyh Ahmed Sâkî-i Uşşâkî
"Sakababa" nâmıyla meşhûrdur. Hamdî-i Bağdâdî
hulefâsındandır. Edirne’de el'ân ma'mûr türbe ve tekkesi vardır. Mükerreren
ziyâret ettim. Türbe-i şerîfede üç dört zât medfûndur. Hangisi Sakababa’dır,
ma'lûm değildir. Levhâları zâyi’ olmuştur. Orta yerde medfûn olan zât olmak
muhtemeldir. Târîh-i irtihâlleri
hakkında ma'lûmâta mâlik değilim. Türbede ve dergâhtaki levhâları gözden
geçirdim. Bir ser-rişte elde edemedim.
Selîmağa Kütüphânesi’nde vücûdundan bahs ettiğim tomârda
Âsitâne-i Uşşâkıyye’de seccâde-nişîn olan Yazıcı Şeyh Safvet-i Edirnevî’den
ahz-ı feyz eden Manisalı Sakaşeyh Hüseyin Hamdî Efendi başkadır. Bu zât
Manisalıdır. 1214/(1799)’te vefât etmiştir. Yerine Şeyh Muhammed Sıdkî-i
Edirnevî geçip, 1273/1857)’de irtihâl ile onun yerine oğlu Muhammed Saîd Efendi
post-nişîn olup, o da 1274/(1858) senesinde
vefât eylemiştir. O türbede medfûn olanlar bunlar olmak ihtimâli vardır.
Sakababa çok eskidir.
Dergâhın şeyhi Fidâyî Efendi de maa't-teessüf bilemedi.
Bizden öğrenmeye hâhişker oldu. Müşârünileyh Cemâleddîn-i Uşşâkî ile pîrdaştır.
Salâhaddîn-i Uşşâkî ile de hem-hâl olmuş
olsa gerektir. Hz. Sezâî Gülşenî efendimizle mülâkâtları vardır. Aynı zamânda
Edirne’de birlikte bulunmuşlardır. 231. sahîfede bahs eylediğim Sezâiyye-i
Uşşâkıyye’ye taalluk eden nutk-ı âtî Hz. Sezâî’nin dâmâd-ı mükerremleri Ahmed
Müsellem Efendi hazretlerinin Dîvân’ında musâdif-i nazar-ı dervîşânem olmuştu.
Ger
sorarsan intisâb-ı zât u nâm u şânımız
Bülbül-i
şûrîdeyiz biz Gülşenî Uşşâki’yiz
Rûz u şeb
zikr-i Hudâ’dır nâle vü efgânımız
Bülbül-i
şûrîdeyiz biz Gülşenî Uşşâkî’yiz
Biz
hevâ-yı aşkıla düşdük fezâ-yı gurbete
Kasdımız uçmakdır âhir âşiyân-ı vahdete
Bir gül-i
bî-hâr için konduk bu bâğ-ı kesrete
Bülbül-i
şûrîdeyiz biz Gülşenî Uşşâki’yiz
Cânımız
gül bezmimiz gülşen-i nem-dîde şarâb
Na’ra-i
mestânemiz Yâ Hû Müsellem dil kebâb
Biz ezel
meyhânesinde böyle olduk neş’e-yâb
Bülbül-i
şûrîdeyiz biz Gülşenî Uşşâki’yiz
Ahmed Müsellem Efendi hazretleriyle de Sâkîbaba
muâsırdır.
Şeyh Hikmetî İsmâîl Efendi
Müşârünileyh Sâkîbaba’nın halîfesidir. Tarîk-ı
Gülşenî’den şeyhim merhûm Şuayb Şerefeddîn (kuddise sırrûhu’l-metîn)
efendimin bir mektûbunda nakil buyurdukları nutuk, müşârünileyh Hikmetî
merhûmundur ki, onda “Müstahlef-i Şeyh Sâkî’yim.” diyor. Câmiu’t-turuk
bir zât imiş.
Ehl-i
tevhîdim şerîat ehlinin mısdâkıyım
Nakşıbendim
Hazret-i Sıddîk saddâkıyım
Halvetî’yim
mâye-i esrâr-ı Haydar bendedir
Kâdirîyim
zümre-i himmet-keşi mirfâkıyım
Celvtî’yim
Sa’di’yim mülk-i saâdet ehliyim
Mevlevî’yim
men hakîkat mülkünün âfâkıyım
Sîret-i
Bektâşi’yim savmın tutan Bayrâmi’yim
Gülşenî’yem
ravza-i bâğ-ı gönül varrâkıyım
Edhemîyim
Ka’be-i dildir teveccüh kıblesi
Ben Rufâî
Nûri’yim kim rûz u şeb berrâkıyım
On iki
resm-i tarîkat mazharı me'zûnuyum
Hikmetî
Uşşâki’yim müstahlef-i Şeyh Sâkî’yim
Bu da Hz. Hikmetî'nindir:
Aşkı bize sorsunlar Uşşâkî'yiz Uşşâkî
Bizden bizi görsünler
Uşşâkî'yiz Uşşâkî
Mişkât-ı visâl-i Hak
mi'yâr-ı kemâl-i Hak
Müştâk-ı cemâl-i Hak
Uşşâkî'yiz Uşşâkî
Ten bülbülümüz birle bülbül
gülümüz birle
Cân u dilimiz birle
Uşşâkî'yiz Uşşâkî
Yok aşkımda temkîn meded
kılsun Metîn
İrşâd-ı Hüsâmeddîn
Uşşâkî'yiz Uşşâkî
Hep girye kılan gelsin Hak aşkı
ile dolsun
Ey Hikmetî hamd
olsun Uşşâkî'yiz Uşşâkî
Bu zâtın irtihâli 1164/1751)’tedir. Sâkî-i Uşşâkî Türbesi’nde medfûn olanlardan
biri olsa gerektir. (Kaddesa’llâhu esrârahum)
Bu satırları yazdıkça yüreğimdeki âteş-i aşk feverâna
geliyor. Her biri saltanat-ı irfâniyye tahtına oturmuş, safâ sürmüş, fakîr ise
tehî-destim
Meded-kâr
ol meded-kâr ol ilâhî
Kerem-kâr
ol rehâ-kâr ol ilâhî
Selîmağa Kütübhânesi’ndeki tomârda[30], “Muhammed
Hamdî-i Bağdâdî halîfesi ..... Ahmed Dede, 1154/(1741)’te göçmüştür. Şeyh
İsmâîl-i Hikmetî’nin onun halîfesi....” diye gösterilmiştir. Târîh-i
irtihâli ise 1187/(1773) muharrerdir.
PÎR-İ SÂNÎ-i
TARÎK-İ UŞŞÂKÎ MUHAMMED CEMÂLEDDÎN
/243/ Şeyh Seyyid Muhammed Cemâleddîn-i Uşşâkî
Ebû Nizâmeddîn es-Seyyid Muhammed Cemâleddîn-i Uşşâkî
"Seyyid Muhammed Efendi" diye yâd olunurdu. Ekâbir-i meşâyıh-ı
Halvetiyye'den olup Edirnelidir. Şeyh-i mükerremleri Edirne'de medfûn Hamdî-i
Bağdâdî hazretleridir. Şeyhinin irtihâlinde Hz. Sezâî (kuddise sırrûhu'l-âlî)
efendimizin dâhil-i dâire-i irfânları olup bi-hakkın tekemmül ve onların da
esrârını tahammül buyurmuşlardır. Hz. Sezâî bir mektûbunda, "Cemâlî
Efendi oğlumuza selâm." diye yazar.
Dîvân-ı Sezâî'deki şu gazel Hz. Cemâlî'yi da'vet ve irşâda
nâzırdır zannına düşmüştüm:
Menem çok
mazhar-ı âdem idüp esmâ-i tekmîli
Sıfâtım zikr
ider âlem eğer ulvî eğer süflî
Eyâ Rahmân-ı
müşfik feyz-bestân-ı hakîkatdır
Ümîd-i şîr-i
hikmetle figân eyler gönül tıflı
Kilîd-i zikri
ey sâlik yetişdir tâ ki feth olsun
Hakîkat
kenzini der-beste itmişdir sivâ kuflü
Görüp zülf-i
perîşânın yüzünde kendini cem’ it
Eğer fark
itmek istersen dilâ cem' ile tafsîli
Vücûdun
zerresin mahv it Cemâlî mihrine karşı
Sezâî
bir ola yârın sana hicr ile tafsîli
Urefâ-yı Uşşâkıyye'den Şeyh Muhammed Hazmî Efendi
birâderimiz buna ihtimâl vermekle berâber cemâlinin mühründen muhaffef bir
beyân olduğunu muhâtab Hz. Cemâlî olduğunu ilâveten ve mütâlaaten beyân
eylemiştir. Muharrir-i fakîr zarîfâne bir telmîh-i beyân ile Hz. Cemâlî zımnen
maksûd Sezâî fikrine zâhibim.
Şeyhleri Hamdî-i Bağdâdî'nin irtihâlinden ondokuz, Hz.
Sezâî'nin intikâlinden dört sene kadar daha Edirne'de kalıp, işâret-i ma'nevîye
üzerine 1155/(1742) senesinde İstanbul'a hicret buyurmuşlardı. Bu sırada
Eğrikapı dışarısında Savaklarda Hırâmî[31] Ahmed Paşa
Zâviyesi meşîhatı tevcîh olunmuştur.
Hırâmî Ahmed Paşa, Yeniçeri ağası imiş. Sadrazam Siyavuş
Paşa'ya dâmâd olmuş idi. Bu dergâh 1100/(1689) târîhlerinde inşâ olunmuş ve
Cemâl-i Uşşâkî hazretlerinden mukaddem şeyh olan zât Muhammed Efendi nâmında
biridir. Kasımpaşa'da Piyâle Câmii vâizi olup, kırk bir sene meşîhatı vardır.
1155/(1742)'de vefât eylediğinde dergâh-ı şerîf meşîhatı Hz. Cemâleddîn'e
tevcîh olunarak 1164/(1751) senesine kadar icrâ-yı meşîhat buyurmuşlardır.
Hz. Cemâleddîn, seyyidü'n-nesebdir. Zamân-ı âlîlerinde
indirâsa yüz tutan tarîk-ı Uşşâkî'yi ihyâ ve usûl-i esmâ-i seb'aya furû'ât-ı
hamse ilâvesiyle neşr-i füyûzâta çalıştıkları muhakkaktır. Halîfe-i muazzamları
Hz. Şeyh Abdullâh Salâhî-i Uşşâkî efendimiz, Mir'âtü'l-Esmâ nâm eser-i
mu'teberelerinde diyorlar ki:
"Fürûâtın evveli Yâ Fettâh.
Fettâh Esmâ-i ilâhiyyeden bir isimdir. Ma'nâsı mübâlağa ile açıcı
demektir. Hz. Şeyhü'l-Ekber (kuddise sırrûhu'l-ezher) buyurur ki :
Hazret, ism-i Fettâh'ı ale'd-devâm kimse cem' eylemedi illâ ilm-i esmâ
ile Âdem (aleyhisselâm) ve cevâmiu'l-kelim ile Muhammedüni'l-Mustafâ – salla'llâhu
aleyhi ve selem – hazretleri cem' etmişlerdir. Mâ-adâları meşreb ve
isti'dâdlarınca ahyânen fütûh-ı gaybiyyeden ahz eylemişlerdir. A'nî Hz. imâm
Ali (kerrema'llâhu vechehû ve radıya'llâhu anhu) efendimiz, azîzimiz ve
mürşidimiz kutbu'l-ârifîn, gavsu'l-vâsilîn es-Seyyid Muhammed Cemâleddîn (kaddesena'llâhu
bi-sırrıhi'l-Muîn) hazretlerine bi'l-müşâfehe talim ü telkîn etmeleriyle
enseb-i medâric-i esmâ ve akrab-i medâric-i müsemmâ olduğu ale't-tertîb esrâr-ı
maânîlerinden hüveydâ ve azîz-i müşârünileyh hazretlerinin silkleri usûl-i
şecere-i Halvetiyye'den bir fer'-ı tâb-dâr olan Uşşâkıyye'den bir nihâl-i
tâb-dâr olduğu ke'ş-şems fî vasati'n-nehârdır."
Tarîk-ı Uşşâkî'de Seyr ü Sülûk:
Elyevm tarîk-i Uşşâkî'de seyr ü sülûk bu sebeble on iki
esmâ-i şerîfe üzerinedir. Bunu yedisine atvâr-ı seb'a, beşine de furûât-ı hamse
derler. Yedi tavra ait esmâ-i şerîfe şunlardır:
1.
Kelime-i Tevhîd. Lâ ilâhe
illa'llâh : Şol bir Allâh'tır ki ibâdete layık ve müstehak ondan
başka yoktur, demektir. Kelime-i tevhîd için “Doksan dokuz esmânın a'zamıdır.”
demişlerdir. Latîfe olarak /244/ şunu beyân edeyim ki, Hz. Mevlânâ min
külli'l-vücûh evlânâ efendimize, "İsm-i a’zam esmâ-i ilâhiyye içinde
hangisidir?" diye sorduklarında, "Siz bana onların içinde ism-i asğar var mı yok mu söyleyiniz. Ben de size ism-i a'zamın
hangisi olduğunu söylerim." buyurmuşlardır. Her hangi ism-i şerîf-i
ilâhî olursa olsun bir insân onu lisânen, kalben, rûhen, sırran zikr edebilirse
ism-i a’zam odur. Birinci mertebe nefs-i emmâre makâmıdır.
2.
Yâ Allâh : İsm-i
zât-ı müstecmi'-i cemî’i's-sıfâttır. Bir kimse “Yâ Allâh” dese, Hak
teâlâ hazretlerini cemî’-i sıfâtı ile yâd ve cemî-i ef'âli ile zikr etmiş olur.
İkinci mertebe, nefs-i levvâme makâmıdır.
3.
Yâ Hû : Esmâ-i
ilâhiyyeden ism-i zâttır. Ma'nâsı sırr-ı gaybtan ibârettir ki, şühûdu mümkün
olmayıp cemî'-i mevcûdât onunla zuhûra gelmiş ola. Üçünçü mertebe, nefs-i
mülhime makâmıdır.
4.
Yâ Hak : Zevâl
ve adem ve tağayyur kabûl etmez. Mevcûd, ezelî ve ebedî ve ulûhiyyet ve
vahdâniyyetinde sâbittir, ma'nâsınadır. Yine denilmiştir ki, Hakk-ı mutlak, şol
muhakkaktır ki, zâtı vâcibü'l-vücûd u sıfât, lutf u kerem ü cûddur. Vücûduna
adem târî olmakdan münezzeh ve ef'âline butlân ârız olmadan mukaddestir. Kizb ü
bühtân ile iftirâ etmez, zulm ü udvân ile kazâ eylemez, adl ü dâd onda esâstır.
Dördüncü mertebe, nefs-i mutmainne makâmıdır.
5.
Yâ Hayy : Cenâb-ı
Hak ilmen ve kudreten hayât-ı ebediyye ile Hayy olup, zâtına asla fenâ vü mevt
ve acz u kusûr ve da'f u fütûr ve naks u nevm ârız olmaz demektir.
Tarîk-ı Gülşenî'de bu ism-i şerîfe kadar Yâ
ile telkîn vâki' olup, Hayy ism-i latîfinden i'tibâren Yâ'sız
zikr olunur. Tarîk-ı Uşşâkî'de onbirinci ism-i şerîf de dâhil olduğu hâlde Yâ
ile zikr olunur. Onikinci ism-i münîfde nidâsız zikr ederler. Beşinci mertebe, nefs-i
râzıye makâmıdır.
6.
Yâ Kayyûm : İbâdını
yaratıp, rızıklandırmak tedbîri emriyle kâim demektir. Bu ism-i âlîden hazz-ı
abd, mâsivâyı derûnundan dûr edip, fikr
ü sevdâsı ve murâd u maksûdu Cenâb-ı Hak olmak gerektir. Altıncı
mertebe, nefs-i marzıyye makâmıdır.
7.
Yâ Kahhâr : Her emrin
zâhiri ve bâtını üzerine galebe-i tâmmesi olan zât-ı ecell ü a'lâdır. Ba'zılar,
“Kahhâr, kahrdandır; kahr, galebe ma'nâsınadır dediler. Kahhâr, mübâlağa ile
gâlib” demektir. Saltanat-ı rubûbiyyete taarruz edenlere gâlib olup, helâk edicidir. Yedinci mertebe,
nefs-i sâfiye makâmıdır.
Furûât-ı Hamse:
Turuk-ı sâire-i Halvetiyye'de sâlike bu makâmda hilâfet
verirler. Tarîk-ı Uşşâkî'de “furûât-ı
hamse” denilen Yâ Fettâh, Yâ Vâhid, Yâ Ehad, Yâ Samed,
Allâh esmâ-i şerîfesine ait tavrları da ikmâlden sonra hilâfete mazhar
ederler. Gâyet metîn ve çetin bir tarîk-ı sedâttır. Hâtıra gönüle bakılmaz,
isti'dâd u ehliyyet aranır. Erler yoludur.
8. /245/ Yâ Fettâh: İbâdı üzerine muğlak ve müşkil olan şeylerin cümlesi
husûsan ebvâb-ı rızk u rahmet ve nusreti hall ü keşf edici ve kulûb-ı evliyâdan
hicâbı ref' ile onlar için melekût-ı semâ ve celâl-i kibriyâsına kapı açıcı
demektir. Daha başka ma'nâlara da gelir. Pek mühim bir makâmdır. Mürşid burada
sâlike, hetk-i perde-i esrâr eder. Onu cebr-i sırftan kurtarır. İhtiyâr-ı cüz’iyyenin sırrını bildirir.
9. Yâ Vâhid: Zât u sıfât u ef'âlinde münferid ve zâtında birdir ki
taksîm u tecezzî onda mevzû’-ı bahs olmaz. Sıfâtında vâhiddir. Ne kendi bir
şeye, ne de bir şey ona şebîh olmaz. Ef'âlinde vâhiddir. Şerîk ü nazîri yoktur.
Makâm-ı cem'dir.
10.
Yâ Ehad: Zât-ı
ulûhiyyetinde aslâ teaddüd ü teşerrük ve tatarruk u teşebbüh kabûl etmez
demektir. Makâmı cem'u'l-cem'dir.
11.
Yâ Samed: Öyle bir
Bâkî'dir ki zevâlî yoktur. Şol melce ve mesnetten ibârettir ki, her fakîr ve
zengin O'na ilticâ ve isnâd edip, her hâcetinin O'ndan kazâ olunacağını bilir
ve O'na arz-ı maksad eder.
12.
Allâh: Bu makâmda
Yâ'sız zikr olunur. Hz. Salâhî buyururur ki:
"Sâlik, bu menzilde esmâ-i ilâhiyyenin cümlesi
makâm-ı rûhtan ve kalbden cem' ile cemi'-i merâtib-i ilâhiyye ve kevniyyeyi
câmi' olan mertebe-i insân-ı kâmile erişip, halkı Hakk'a da'vet etmeye; cânib-i
Hak'tan me’mûr olup, halîfetu'llâh olur."
Esmâ-i şerîfe-i mezkûrenin atvâr ve esrârını Salâhî-i
müşârünileyh, Mir'âtü'l-Esmâ'sında tafsîl etmiştir. Mütâlaası erbâb-ı
aşk u muhabbete tavsiye olunur. Bundaki nazariyyât-ı kelâmiyyenin sâha-i
tatbîki, sâlikin meydân-ı mesâî ve cihâdıdır. O sâhanın reh-nümâsı, mürşid-i
kâmil ü mükemmil olan zât-ı âlî-kadrdir; inâyet-kârı ise, cenâb-ı
Vâhibü'l-âmâldir.
Sünûhât-ı fakîrânemdendir :
Cân u
dilden zâkiriz Allâh'ı biz
Âzim-i
bâlâyız Uşşâkîleriz
Dâimâ
tevhîd-i Hak'dır kârımız
Bende-i
Mevlâyız Uşşâkîleriz
Azmimiz
gülzâr-ı vahdetdir bizim
Bülbül-i
şeydâyız Uşşâkîleriz
Lâ ilâhe
illâ'daki esrârdan
Vâkıf-ı
illâ'yız Uşşâkîleriz
Neş'e-i
tevhîd ile mest olmuşuz
Sâğar-i
sahbâyız Uşşâkîleriz
Cümlemiz Mecnûn gibi âh eyleriz
Âşık-ı
Leylâ'yız Uşşâkîleriz
Gâh olur bir
zerrenin hayrânıyız
Gâh olur
deryâyız Uşşâkîleriz
Ba'zı kerre
cezbe-i Rahmân ile
Aşk u
şevk-efzâyız Uşşâkîleriz
Ba'zı kerre zevk ile müstağrakız
Aşk ile
gûyâyız Uşşâkîleriz
Fahr-i âlem aşkıdır ser-tâcımız
Âsumân-peymâyız
Uşşâkîleriz
Ol
Hüsâmeddîn-i hak'dır pîrimiz
Aşk-ı
dil-pîrâyız Uşşâkîleriz
Mustafâ Sâfî
cenâb-ı şeyhimiz
Sâlik-i
a'lâyız Uşşâkîleriz
Gülşen-i
irfâna Vassâf olmuşuz
Mazhar-ı
esmâyız Uşşâkîleriz
/246/ Sadede rücû’ :
Seyyid Muhammed Cemâleddîn-i Uşşâkî Edirne’de iken Abdullâh
Salâhaddîn Efendi’yi kendilerine dâmâd edinmişlerdi. Onları yerlerine
hayru’l-hâlef bırakarak 1164/(1751) senesinde âlem-i nâsûtun dağdağasından
tecerrüd ve kemâlât-ı ârîfânesiyle âlem-i tevhîd-i teferrüd eylemiştir.
Medfen-i mübârekleri, dergâh-ı münîflerinin mihrâb
cihetindedir. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
Müstakîm-zâde’nin söylediği târîh:
Dediler
cümle müştâkı bu târîh-i hak-intâkı
Cemâleddîn-i
Uşşâkî ide lâhûtu vâlâ-câ
(جمال الدين عشاقى ايده لاهوتى والا جا) =
1164/(1751)
Hz.
Salâhî’nin:
Ol cenâb-ı
nûr-ı çeşm-i âşıkîn
Kurretü’l-ayn-ı
uyûn-ı sâdıkîn
Zübde-i Âl-i
Habîb-i kibriyâ
Umde-i
erbâb-ı irfân u yakîn
Zümre-i
Uşşâkiyânın kıdvesi
Şeyh
Cemâleddîn o merd-i râh-ı dîn
Nice dem
enfâs-ı rûh-efzâ ile
İtdi ihyâ-yı
kulûb-ı sâlikîn
Cezbe-i aşk
ile irdi âkıbet
Bahr-ı
istiğrâka ol dürr-i semîn
Dünye-i
fânîden el çekdi olup
Vâsıl-ı
ser-halka-i huld-i berîn
Sırr-ı
mülhemdir Salâhî târîhi
Nezd-i ünse
gitdi kutbu’l-ârifîn
(نزد انسه كتدى قطب
العارفين) = 1164
Dîğer:
Sivâdan çıkdı
hû ile irişdi vahdet-i sırfa
Cemâl-i
mutlaka hayrân olub gitdi Cemâleddîn
= 1675 – 11 =1164 )جمال مطلقه حيران اولوب كتدى جمال الدين(
Dîğer:
Kadem basdı
nüh-eflâke sivâdan eyleyip iğrâz
Cemâlu'llâha
döndü cemâl aşkıle pîrim Cemâleddîn
= 1155 + 9 = 1164 )جمال اللهه دوندي جمال عشقيله بيرم جمال الدين(
Dîğer:
Salâhî bir
gelir zâtı gibi âfâka târîh
Yem-i vasla
irişti cevher-i Seyyid Cemâleddîn
= 1163 + 1 = 1164 )يم وصله ايرشدى جوهر سيد جمال الدين(
Hz. Sezâî-i Gülşenî hulefâsından İbrâhîm Nazîrâ hazretleriyle
hem-sohbet olmaları ve pîrdaş bulunmaları hasebiyle Dîvân’ında Hz. Cemâleddîn
hakkında diyor:
Fenâ
bezminde câm elde sülûk erbâbına sâkî
Mükerrem
şeyh-i âlî-câ Cemâleddîn-i Uşşâkî
* *
*
Cemâl-i
Hakk’a mazhardır cemâli
Anınçün
şöhreti oldu Cemâlî
Celâl ızhâr
idüp tevhîd-i Hak’da
Velî tev’em
cemâline celâli
Gürûh-ı
ârif-i bi'llâh’a me’haz
Odur aslında
dâr zîrâ tâlî*
Reh-i
Uşşâkiyâ’nın rehberidir
Reh-i aşkı
komaz tenhâ vü hâlî
El aldı
Hazret-i Bağdâdî’den ol
Anınla buldu
ol kurb-ı visâli
/247/ Netîce
Hazret-i şeyhim Sezâî
Anı irşâd
idüp gitdi melâli
O şimdi
mürşididir râh-ı Hakk’ın
Murâdın
anlamak ise meâli
Varup
dâmânına yüz sür Nazîrâ
Var ise
müşkilin eyle suâli
Lisân-ı hâl
ile bilür murâdın
Duâsıdır
uzatma gel makâli
Hz. Salâhî-i Uşşâkî’nin :
Mâh-ı
nîsan idi bârânı Cemâleddîn’in
Feyz-yâb
olmada yârânı Cemâleddîn’in
Şerbet-i feyz
ile sîr-âb idi kârı her kim
Olsa bir hâl
ile mihmânı Cemâleddîn’in
Nutk-ı
cân-bahşile Lokmân idi gûyâ erdi
Nice
dil-hastaya dermânı Cemâleddîn’in
Vâridâtı nice
bahr-ı hikemi câmi’ olup
Feyz-bahş
olmada dîvânı Cemâleddîn’in
Lâne-i kudse
urûc itdi fenâdan âhir
Kıldı âyîn
ile erkânı Cemâleddîn’in
Gülleri
solmaya gül-zâr-ı fenâdan her-dem
Aşk ile pür
ola meydânı Cemâleddîn’in
Başımın tâcı
azîzimdir Efendim dilden
Olmuşum
bende-i fermânı Cemâleddîn’in
Tûtiyâ
idi gubâr-ı kademi çeşm-i dile
Oldu çün
çâker-i ihsânı Cemâleddîn’in
Feyz-bahş
olsa Salâhî n’ola na’tıyla zebân
Oldu çün
vâris-i irfânı Cemâleddîn’in
* *
*
Remz-i aşk
idi ibârâtı Cemâleddîn’in
Sırr-ı Hak
idi kinâyâtı Cemâleddîn’in
Âyet-i nûru
müfessirdi cemâl-i pâki
Nûr-bahş oldu
makâlâtı Cemâleddîn’in
Şeb-çerâğ
olsa şeb-i gaflet içinde derken
Âfitâb oldu
dile zâtı Cemâleddîn’in
Teşne-leb
oldun ise âb-ı hayât-ı Hızr’a
Kandırır
kâse-i ebyâtı Cemâleddîn’in
Ayn-ı irfân
idi serdâr-ı cüyûş-ı uşşâk
Yürüdü aşk
ile râyâtı Cemâleddîn’in
Mesleği
Hazret-i Uşşâki Hüsâmeddîn idi
İbn-i Edhem
idi hâlâtı Cemâleddîn’in
Feyz-yâb
olmuş idi Hazret-i Mevlânâ’dan
Bezl-i feyz
idi kerâmâtı Cemâleddîn’in
Şâh Mansûr
idi uşşâka nevâdan çıkdı
Evc-i lâhûta
makâmâtı Cemâleddîn’in
Tutsa âfâkı Salâhî
n’ola envâr-ı Cemâl
Âfitâb olmada
zerrâtı Cemâleddîn’in
Türbesinin muvâcehe penceresinin üstündeki levhadan:
El-hazer
mürde kıyâs itmeyin ehlu'llâhı
Reşk ider
anların emvâtına rûh ihyâ
İşte ez cümle
biri hüsn-i Cemâl-i uşşâk
Feyz alır
bunca muhibbânı yüzünden hâlâ
Türbe vü dergâh ve harem u selâmlık ve dâireyni elyevm
şeyh bulunan Cemâl Efendi’nin eniştesi
Hamdî Bey nâm sâhib-i himmet yeniden inşâ ve ihyâ eylemiştir. Gâyet
dil-nişîn olarak yapılmıştır.
Tezkire-i Râmiz’de şu satırları okudum:
"Hz. Şeyh Cemâlî, pîr-i sânîdir. Edirne’de keşf-i
cemâl ve tahsîl-i maârif ü kemâl eyledi. Ol şehrin meşhûr meşâyıhından Şeyh
Bağdâdî Muhammed Hamdî Efendi’den inâbet ve tekmîl-i lâzime-i tarîkat ile
nâil-i rütbe-i hilâfet oldular. Biraz sonra seyâhat ettiler. Nihâyet İstanbul’a
hicret ile Eğrikapı’da Hırâmî Ahmed Paşa zâviyesinde post-nişîn oldular.
Üstâd-ı ulûm idi. Meşâyıh-ı asr meyânında kesret-i erbaîn
ve hilye-i merdâne-i dervîşân ile ma'lûm sâhib-hâl bir merd-i huceste-hısâl
idi. Evsâf-ı cem'îleleri bîrûn-ı hıtta-i takrîrdir."
/248/ Şu beyitler tevhîd-hânede taşa mahkûktur:
Oldur ol
pîr-i mukaddes ki sezâdır zâtına
Dinse
deryâ-yı safâ zâ-yı hakîkat gevheri
Nesl-i âlî-i
Aliyyü’l-Murtazâ’dandır o pîr
Müncelî ol
vechile zâtında feyz-i Hayderî
Pîr-i sânî-i
tarîk-ı pâk Uşşâkî’dir ol
Sâlikân-ı
râh-ı aşkın pîşvâ vü rehberi
Bu makâm içre
kerâmet-pîşe o pîrin müdâm
Doldu nûr-ı
aşk ile elhak dil-i rûşen-teri
Oldu Yâ Hû
sâye-bahşâ-yende-i evc-i visâl
Murğ-ı rûhu
âlem-i lâhûta açdı şeh-peri
Bak şu âlî türbenin nevvâr-ı dil-pîrâsına
Ravza-i huld
ile tev’emdir desem vardır yeri
Lâkin ey zâir
veliyyu'llâhı mürde sanma sen
Kıldı ihyâ
ilm ü irfân-ı ledünnî anları
Yüz sürüp
dergâhına bulsun şîfâ-yı sermedî
Derdine
dermân taharrî eyleyen gelsin beri
Hz.
Cemâleddîn’in müretteb dîvânı vardır. “Cemâlî” tahallus buyurmuşlardır.
Nutuklarından:
Ko cânân
yoluna cânı eğer âşık isen âşık
Değiş sen
derde dermânı eğer âşık isen âşık
Gecelerde
olup bîdâr ide gör subha dek sen zâr
Akıt göz
yaşını her bâr eğer âşık isen âşık
Ezel bezm-i
meyin nûş it ebed kendini ser-hoş it
Sivâ fikrin
ferâmûş it eğer âşık isen âşık
Bu varlık
perdesin çâk it ayaklarda yüzün hâk it
Erit Hakla
özün pâk it eğer âşık isen âşık
Seni aşk ile
işğâl it tabîat fi’lin ibtâl it
Cemâlî
kâlini hâl it eğer âşık isen âşık
* *
*
Hakk’ın
yolun arar isen dilde nihân içindedir
Andan nişân
sorar isen her bir nişân içindedir
Senden
yakındır Ol sana sanma anı senden cüdâ
Senden yürü
sen var ana Ol sende cân içindedir
Ansız değil
arz u semâ anınla dolu her ara
Zannitme
bir yerde ola Ol bî-mekân içindedir
Her yerde
Oldur görünen her gözden Oldur hem gören
Her şey’i
Oldur bürünen her anda ân içindedir
İşit Cemâlî’nin
sözün anla hakîkatca özün
Ko gafleti
aç cân gözün gör Hak ıyân içindedir
* *
*
Sohbet-i
nâdân ile bîgânelikden al bizi
Sohbet-i ârif
ile âşinândan ey Çalab*
Bu Cemâlî’nin
vücûdu perdesini ref’ idüp
Bir dem
ayırma anı zevk-ı likândan ey Çalab
Hz. Cemâleddîn-i Uşşâkî’nin Tâhir Ağa Dergâhı şeyhi
el-Hâc Ali Behcet Efendi pederimiz yedinde bir mektupları elime geçti ki
müşârünileyhin hatt-ı destiyle muharrer ve mühr-i zâtîsiyle mahtûmdur.[32]
Sûreti:
Bismihî Sübhânehû ve tekaddes!
Cenâb-ı Hallâk u Hakîm ale’l-ıtlâk (cellet azametuhû ve
ammet ni’metuhû) hazretleri tabîb-i marîzân-ı millet /249/ ve
hekîm-i alîlân-ı ümmet-i Hâtemü’l-enbiyâ ve ser-çeşme-i asfiyâ aleyhi
efdalü’s-salâti ve ekmelü’t-tehiyyât hürmetine saâdet-i dâreyn ile mes’ûd ve
mesrûr ve derûn-ı bîrûnuzu muhabbet-i zât-ı ilâhiyyesiyle memlû ve mahrûr
eyleyip dâimâ esrâr-ı hafiyye-i
ilâhiyyesine vüsûldan münfek eylemeye, âmîn.
Benim nûr-ı aynım! Sadâkatlü veled-i ma'nevîm! Sıhhat ve
selâmet ile cânib-i maksûda vusûlünüzü müş’ir mektûb-ı muhabbet-âlûdunuz
derûnunda münderic hediyeniz vâsıl oldukta mahzûz olmuşuzdur.
Benim rûhum! Ma'lûmunuzdur ki istihlâftan murâd-ı zâhirî
terbiye-i fukarâ ile giran-bârî-i tahammüldür. Ol taraflarda tarîkat-ı aliyyeye
tâlib, Hakk’a râgıb âşıklar bulunursa telkîn-ı bey’at edip, tezkiye-i nefs ve
tasfiye-i kalb ettirmeye sa’y u himmet ve bezl-i kudret idesiz. Bu husûs,
hıdmet-i ma'nevîyedir. Hıdmet-i sûriyye dahi budur ki, ah-ı ma'nevîniz bizim
Dervîş Hıfzı’nın husûs-ı vücûd-pezîri ve ah-ı ma'nevîniz Seyyid Nizâmeddîn'in
dâyesi mâddesine kıyâm ve ihtimâm idersiz ve inşâa'llâhu teâlâ gerek ma'nâ ve
gerek sûret husûslarına me’mûriyyet ile, (أَلا إِنَّ أَوْلِيَاء اللّهِ لاَ
خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ)[33] zümresine
mülhak olasız. Bâkî Hüva'llâh. es-selâmü aleyküm ve rahmetu'llâh.
Ah-ı Ma'nevîniz Seyyid Nizâmeddîn ez-derûn duâlar edip,
dest-i şerîfinizi bûs ve duâ-yı hayriyenizi ricâ ederler. Ve Dervîş Hıfzı dahi
cihân cihân arz-ı hulûs ve duâ-yı mahsûs edip, dest-i şerîfinizi lesm ü takbîl
ve hüsn-i himmetinizi niyâz ederler.
Üsküdârî Seyyid İbrâhîm Halîfe, Vefâyî Halîfe, Hasan
Ayntâbî Halîfe, Mahmûd Halîfe, Süleymân Halîfe, Üsküdârî Ali Halîfe, dîğer Ali
Halîfe, İmâm Mahmûd Halîfe, Ayasofyalı Muhammed Halîfe ve sâir hücre-nişîn-i
nukebâ vü fukarânızdan olan sâir ahibbâ bâ-cem'ihim duâlar edip, hâtır-ı
şerîfinizi istifsâr ederler.
Benim veled-i ma'nevîm Paşa (ellezî şâe adlehû ve feşâ)
hazretleriyle miyân-ı muhabbette
mesdûd-ı hilâf u zamîr olan tezekkür mâddesini bir vakt-i neşâtlarında
tefhîm ve tarafımıza tahrîr u terkîm husûsuna tesâmuh ve tekâsül olunmaya.
Bâkî, ed-duâ.”
Hâdimü’l-fukarâ
ve’l-mesâkîn
eş-Şeyh
es-Seyyid Muhammed Cemâleddîn
Savaklar Dergâhı’nda Şeyh Olanlar :
Hz. Cemâleddîn’in intikâlinden sonra yerine mahdûmları
Seyyid Muhammed Nizâmedin Efendi seccâde-nişîn-i irşâd olmuşlardı. Sahife
204’te bahsi geçti. 1199/1785)’da irtihâline göre otuz beş sene kadar meşîhatı
vardır. İrtihâlinde pederinin civârında defn olundu.
Yerine büyük oğlu Seyyid Cemâleddîn geçti. Bu da pederi
gibi hem âsitâne-i Uşşâkıyye’de hem burada hıdmet-i meşîhatı îfâ eyledi. Kırk
dört sene iştigâlden sonra dâru’l-âhirete çekildi ki 1243/(1827) senesine
müsâdiftir.
Yerine mahdûmu Seyyid Alâeddîn Efendi geçti. Her iki
yerde meşîhat eyledi. Beş sene sonra mat’ûnen irtihâl eyledi. Sene 1251/(1835).
Civâr-ı Cemâleddîn’de âsûde-nişîn-i rahmettir.
Yerine oğlu Seyyid Kerâmeddîn /250/ geçti. Fakat
bu yalnız âsitâne-i meşîhatta kalmayı tercih eyledi. Cemâl-i Uşşâkî Dergâhı’na ise Eyüp’te
Bahâriye’de Şah Sultân Dergâhı şeyhi Ubeyd Efendi Nakşıbendî ayînini icrâya
me’mûren şeyh oldu. Bir sene sonra irtihâl eyledi. Sene 1252/(1835).
Yerine Şeyh Şalcı Ali Efendi şeyh oldu. Bunun da
1258/(1842)’de irtihâlinde yerine Seyyid Muhammed Efendi-zâde Şeyh Muhammed
Nûri Efendi meşîhata ta'yîn edildi. Bu zât, tarîkat-ı aliyye-i Mevleviyye’den
girift-zen ve mûsikî-şinâs olmakla berâber fahrî olması ta'bîr ettikleri yazı
ve resimlerde de iştihâr eylemiş erbâb-ı zevkten olup, garîb bir hâlini Hadîkatü’l-Cevâmi'’de okudum. Şöyle ki:
Hiçbir berbere tıraş olmaz, kendi kendini tıraş eder
imiş. Ba'zı sakallı, ba'zı def'a yalnız bıyıklı bir hâlde bulunurmuş. Meclis-i
sohbetine gelenler ziyâde imiş. Sultân Mahmûd ricâlinden meşhûr âlim Hâlet Efendi
kendine meclûb imiş. Bu sebeble dergâhı tâ'mîr etmiş ve kendi de Hâlet
Efendi’nin katlinden kırk gün sonra irtihâl-i dâr-ı bakâ eylemiştir. Hz.
Cemâleddîn’in kabri yanındaki Mevlevî sikkeli sandûka altında medfûn olan bu
zâttır.
Tedkîkât-ı târihiyyeye nazaran Muhammed Saîd Hâlet
Efendi’nin târîh-i şehâdeti 11 Rebîu’l-evvel 1238/(27 Kasım 1822)’dir. Muhammed
Nûrî Efendi’nin irtihâli, Hâlet Efendi’nin irtihâlinden kırk gün sonra vâki'
olmuştur, sözünü kabûl edersek 1258/(1842)’de Şalcı Ali Efendi yerine şeyh
olması kendinin 1238/(1823)’de irtihâl etmiş olması i'tibârıyla kâbil-i te'lîf
değildir. Belki 1238/(1823) senesinden evvel burada bulundukları muhtemeldir.
Kâdirî-hâne’deki tomârda Hacı Ali Efendi’den sonra Şeyh Muhammed Emîn Efendi
ismi mezkûrdur. İrtihâli 1291/(1874) gösterilmesine nazaran otuzüç sene kadar
icrâ-yı meşîhat ettiği anlaşılır.
Şeyh Ali Efendi, Emîn Efendi’den sonra seccâde-nişîn-i
meşîhat olmuştur. Bidâyeten tarîkat-ı Halvetiyye-yi Cerrâhiyye’den
Ser-tarîk-zâde Tekkesi şeyhinden sonra meşâyıh-ı Şa’bânîyye’den bir zâttan
sülûk görüp, dallı arâkıye giymiş ve netîceten hânkâh-ı Uşşâkî şeyhi Muhammed
Cemâleddîn Efendi merhûmdan müstahlef olmuştur.
Şeyh Cemâl Efendi 219. sahîfede bahs eylediğim vechile
pederinin irtihâlinde hânkâh-ı Uşşâkî şeyhi Mustafa Sâfî Efendi hazretlerinden
ikmâl-i sülûk şartıyla tâc giymiş, babasının postuna geçmiştir. Fakat henüz
hilâfet ve icâzet almamıştır. Babasının postunu elde ettim, diye kendini seyr ü
sülûktan vâreste kılıp, çalışmamakta olmasını azîzimiz lisân-ı teessürle
mükerreren beyân buyurmuşlardır.
/251/ Şeyh Mahmûd Bedreddîn Efendi
Hz. Cemâleddîn’in hulefâ-yı kirâmındandır. İstanbulludur.
Keçeciler Harem Çavuş Câmii karşısında binâ eylediği zâviyede seccâde-nişîn
olmuştur. 1196/(1782) Cibâli harîk-ı kebîrinde muhterık olmuş ve bir sene sonra
ya'nî 1197/(1783) senesinde âzim-i Gülşen-serâ-yı cinân olmuştur.[34]
“Da’vet-i Behişt” (دعوت بهشت)[35] târîh-i
irtihâlidir. Zâviye bi'l-âhare yeniden yapılmış ve Hz. Şeyh’in üzerine türbe
binâ olunmuştur. Dîvân-ı eş’ârını gördüm. Gâyet ârîfâne ve âşıkânedir.
Dergâhın meşîhatini evlâdiyyet üzere meşrûta kılmayıp, âsitâne-i Uşşâkıyye’de
post-nişîn olan zâttan müstahlef olmak esâsını te'sîs ettiğinden zamânımıza
kadar bu şarta riâyet olunagelmiştir. Nitekim ahîran azîzimin dâmâd-ı muhteremi
urefâ vü fuzalâdan Şeyh Muhammed Hazmî Efendi bi’l-istihkak buranın meşîhatına
revnak-fezâ olmuştur. Tercüme-i hâli 221. hahifede geçti.
Ondan evvel Şeyh İzzet Efendi (sahîfe 219) bulunmuştu. (Tavvela'llâhu
omrehumâ ve -zâde'llâhu feyzahümâ)
Hulefâsı:
Kâdirî-hâne’deki tomârda, Şeyh Muhammed Edîb-i Uşşâkî
1220/(1805), Şeyh Zuhûrî-i Uşşâkî 1172/(1759) nâmında iki halîfesi mukayyeddir.
Dergâh-ı şerîfte Hz. Bedreddîn hakkında mevcûd bir
levhadan:
Peyrev-i
isr-i kirâm şeyh-i tekâ-pû-yı enâm
Ya'nî Mahmûd
Efendi-i mehâmid-âlûd
Hazret-i Şeyh
Cemâlî’den olup müstahlef
İrdi
ser-menzil-i maksûda idüp mahv-ı vücûd
Sebk-ı aşk
ile olmuşdu Üveysî meşreb
Rû-nümâdır
ona ma’ni-i her gayb u şühûd
Pertev-endâz
idi envâr-ı hüdâ vechinde
Nûr-ı tevhîd
ü yakîn olmuş idi lem’a-nümûd
Neş’e vü aşkı
etemm sırr-ı ledünne mahrem
Mecma’-ı
hüsn-i şiyem muttasıf-ı haslet cûd
Âşık-ı şâh-ı
rusül sâlik-i merhî-i (?) sübül
Mürşid-i
zinde gönül mutlak-ı mecmû’-ı kuyûd
Yapdı bu
zâviyeyi tâ ki tesellî bulalar
Na’ş-ı ashâbı
idüp cân gibi bunda âsûd
Şevkıla oldu
hırâmân-ı harîm-i lâhût
‘İrciî’
emrini eyleyüp ol zât-ı sütûd
Eyleye
anber-i sârâ-i türâb-ı kabrin
Rahmetiyle
ide sîr-âb Cenâb-ı ma’bûd
Rıhletinde
gelüp üçlerle didi ehl-i kulûb
Cevherîn beyt
ile târîhi olunsun ma’dûd
Sırrını
eyleye takdîs onun Rabb-i Raûf
Rûh-ı pâki
ola şâyân-ı makâm-ı Mahmûd
(سرنى ايليه تقديس آنك رب رؤف)
(روح پاكي اوله شايان
مقام محمود ) = sene
1197/(1783)
Şeyh Zuhûrî-i Uşşâkî
Ahmed Ziyâeddîn Efendi’nin Gülzâr-ı Sulehâ nâm
eserinde okudum ki : Bu zât ya’ni Zuhûrî Efendi Bursa’nın Keşiş Dağı
karyelerinden birinden neş’et etmiştir. Sinn-i bâliğ oldukda İstanbul’a gelmiş
ve tab’ında tarîkat-ı aliyyeye meyl olduğundan Yenibahçe civârında tarîkat-ı
aliyye-i Uşşâkıyye’den ve Edirneli Şeyh Cemâlî Efendi hulefâsından Seyyid Şeyh
Mahmûd Efendi’den ahz-ı dest-i inâbet ve celb-i emtia-i rûhâniyyet edip ba’de
tekmîl-i sülûk nâil-i hilâfet olup Bursa’da ihyâ-yı tarîkata emr olundular.
Bursa’da Mahkeme Câmii kurbunda Hoca Muslihuddîn Mahallesi’nde merâsim-i
tarîkat-ı Uşşâkıyye’yi icrâ ve cumartesi gecesi cehren ve dâiren zikru’llâh ile
ihyâ-i kulûb-ı ahibbâ ederlerdi. Bu hâl üzere müdâvim-i ezkâr u evrâd iken
1172/(1758-59) veyâ 1173/(159-60) senelerinde mebtûnen rahîk-ı visâl-i Mevlâ’yı
içmiş ve zâviye-i köhne-esâs-ı cihândan âlem-i bâkîye göçmüştür. Zikr olunan
buk’a sâhasında mestûr-ı nemed-i turâb ve rahmet-i vâsia-i Hudâ’dan
hisse-yâbdır.
Şeyh-i mezbûr ümmî-i sâf-derûn ve âşık-ı hâlet-nümûn,
şevk u cezbesi gâlib ve ikrâm ü nevâzişi ile zühûb-i kulûb-ı fukarâyı câlib,
hıdmet-güzâr-ı her mukîm ü garîb, tavr-ı dervîşânesi acîb ve gülzâr-ı tevhîdde
bir andelîb idi. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
Mazanna-i Kirâmdan Edirneli Şeyh Muhammed Sıdkî Efendi
204. sahîfede bahs ettiğim bu zât, Bedreddîn Dergâhı’nın
son bânîsidir. Elyevm müşrif-i harâb olan binâ onun inşâ-kerdesidir. Dergâhın
hitâm-ı inşâsından bir hafta sonra burada irtihâl-i dâr-ı bakâ eyleyip,
vaktiyle meşîhat vekâletinde bulunduğu âsitâne-i Uşşâkî’ye nakl olunarak Hz.
Pîr’in türbesinde ayak ucuna defn olunmuştur.
Merhûm Şeyh Cemâl Efendi, pederinin irtihâlinde altı yedi
ve şeyhinin irtihâlinde yirmiüç yaşında idi. Ve müşârünileyh Muhammed
Efendi’den müstahlef idi. Cemâl Efendi merhûmun Filibe’ye giderek Filibeli Şeyh
Muhammed Efendi nâm zâttan da hilâfet aldığı, Fakat Muhammed Efendi’nin
hilâfet-nâmesini esâs tutup, Ahmed Efendi’den müstahlef olduğundan bahs edilse
âsâr-ı hiddet gösterdiğini Keçeciler civârındaki Kâdirî Dergâhı şeyhi Hayrullâh
Bey söylediler.
/252/ Şeyh Saîd Efendi
Muhammed Sıdkî Efendi-zâdedir. Pederinden müstahlef
olarak Keçeciler Dergâhı’na Şeyh oldu.
Fakat teverrüm edip bir sene sonra irtihâl eyledi. Türbede Hz. pederinin
yanındaki kabirde medfûndur. Sene 1274/(1858).
Şeyh Hasan Efendi
Sarac esnâfından idi. Haremi, Şeyhü'l-islâm Ârif Efendi
mahdûmu Sıddîk Bey’in dâyesi idi. Kendisi tarîk-ı Sa’dî meşâyıhından ihtiyâr
bir zât idi. Saîd Efendi’den tekke meşîhatı münhâl olunca Şeyhü'l-islâm
vâsıtasıyla meşîhata ta'yîn olundu. Bu emr-i ta’yîn şart-ı vâkıfa muğâyir olup,
beyne’l-meşâyıh güft u gûyu mûcip oldukta tarîk-ı Uşşâkî ile hiçbir münâsebeti
olmayan Eyüp’te Şah Sultân Tekkesi şeyhi Necâtî-i Sünbülî mûmâileyhe Uşşâkî
tâcı tekbirlemişti.
Filibeli Hâfız Şeyh İsmâîl Efendi
Hasan Efendi bir müddet sonra irtihâl edince yerine Filibeli
Şeyh Ahmed Efendi-zâde Şeyh İsmâîl Efendi, Cemâl Efendi merhûmdan hilâfet
alarak buraya şeyh olmuştur. 1316/(1898)’da irtihâl etmiştir. Dergâh bahçesinde
medfûndur.
İkinci Şeyh İsmâîl Efendi
Filibeli Hasan Efendi’den ve Şeyh Cemâlî Efendi’den
müstahleftir. Burada şeyh olmuş, irtihâlinde türbedeki Saîd Efendi’nin kabrine
konulmuştur. Türbe bahçesindeki taşlara göre Şeyh Saîd Süleymân 1191/(1777),
Şeyh Muhammed 1220/(1805) ve şeyh İbrâhîm 1185/(1771) ve Şeyh Abdurrahmân
1192/(1778) efendilerin de medfûn oldukları anlaşıldı.
Şeyh Câhidî Ahmed
Efendi
Şuabât-ı Uşşâkıyye’den Câhidiyye kolunun müessisidir.
Aslen Edirnelidir. Hâfız Hüseyin-i Ayvansarayî, “Bu zâtın şeyhi, kâimî şeyh
Hasan-ı Bosnevî’dir. Ondan ahz-ı tarîkat eylemiştir.” diyor. Meşâyıh-ı
Uşşâkıyye’den kimden müstahlef olduğunu tahkîk edemedim. Hâfız Şevket Bey’in
kütüp-hâne-i husûsînde gördüğüm bir tomârda Hz. Hüsâmeddîn halîfesi Şeyh
Memicân hazretlerinden müstahlef olduğu muharrerdir. Târîhçe de münâsebet
vardır. Belki sahîhi budur.
İrtihâli 1070/(1660) târîhinde ve Kilitbahir’dedir.
“İstirâhât” ( (استراحت târîhidir. Türbesi vardır. Ahvâl-i sülûka dâir mensur Kitâbü’n-Nasîha
ile müretteb Dîvân’ı vardır.
Manzûmelerinden:
Îmâna gel ko taklîdi akl-ı şeytân almış seni
Salât Hakk’ın visâlidir sücûda gel bil insânı
Kanı Ka’be yüzün bâde özün taşmış dâim Lât’a
Gönül kıblesi bil zâta dön Allâh’a bul ihsânı
Yüzünü tutmadın sağa bakarsın aceble dağa
Taparsın taşa toprağa yıkarsın beyt-i Rahmân’ı
* *
*
Câhidî’nin sözü hakdır hak bilür hakkı söyler
Zât-ı Hakk’ı diler isen durma aşku’llâha gel
* *
*
Ey Câhidî yolun râh-ı rızâ-yı Mevlâ’ya vara
Cehd eyleyüp menzil ala sabr it dostun cefâsına
* *
*
Çok teferrüc eyleyüp bakdın cihânın yüzüne
Her neye bakdım ise ibret göründü gözüme
Bir değirmendir bu dünyâ öğüdür bir gün bizi
Âkıl isen cân gözün aç dut kulak bu sözüme
Şeyh Lutfullâh Efendi
(Câhidî Ahmed Efendi’nin) bu nâmda bir oğlu olup
câ-nişîni olduğunu Vefeyât-nâme’de okudum. Kilitbahir’de zâviyesi el-ân
vardır. Fakat âtîde arz edeceğim vechile Câhidiyye kolu munkarızdır.
Şeyh Muhyiddîn Efendi
Bursa’da Üçkuzular şeyhi Bursevî mahlaslı Şeyh Muhyiddîn
Efendi merhûmun şeyhi Ali Efendi’nin şeyhinin şeyhi Câhidî Efendi imiş.
Muhyiddîn Efendi’nin târîh-i vefâtı 1091 Zi'l-hiccesi (Aralık 1680) imiş.
Gülzâr-ı Sulehâ’da okudum. Demek ki Uşşâkıyye’den Bursa’da neşre me’mûr
olmuşlardır. Oğlu Şeyh Abdî Efendi için denilir ki, 1137/(1725)’de irtihâl
etmiştir. Târîhi Abdülbâkî Efendi
söylemiştir:
Lafzan
u ma’nen didi târîhini Bâkî anın
Bin yüz
otuz yedide göçdü azîzim cennete
Azîz-i müşârünileyh, âyîn-i tarîk-ı Câhidî üzere mücâhid
ve halvet-hânelerinde tecellîyât-ı ilâhiyyeyi
müşâhid, vakûr ve edîb, müteverri’ ve mehîb idi, diyor.
Şeyh Muhyiddîn Efendi için Osmânlı Müellifleri
cild-i evvel 164. sahîfede ma'lûmât vardır. Ârif, şâir bir zâttır, denilir. Şu
eserleri varmış:
1.
Müretteb Dîvân
2.
Tevhîd-nâme
3.
İbret-nümâ
4.
Müşâhede
Hz.
Câmî’nin,
ز دريای شهادت چون نهنگ لا براورد سر
تيمم واچب آن نوح را در وقت طوفانش[36]
beytini
ârîfâne bir lisânla şerh etmiştir, deniliyor. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
Şiirde Bursavî tahallus eder.
Burusevî
gel itme zârı
Musâ’ya dindi
len terânî
Görünmez
dostun cemâli
Silinmeyince
gubârâtı
yolunda
şiirleri varmış.
/253/ Şeyh Muslihuddîn-i Karamânî
Şuabât-ı Uşşâkıyye’den Muslıhiyye kolunun müessisidir.
Karaman’dan Edirne’ye gelmiş, şu'be-i Câhidiyye’den münşaab olmak üzere
Muslıhiyye şu'besini te'sîs eylemiştir. Tibyân’da okuduğum vechile bu
iki şu'be elyevm munkarızdır. Kıllet-i mensûbîninden değil, sonraki
müntesiblerde ve meşâyıhta lâ-übâlilik ve gitgide mübâhîlik zuhûr ederek âdâb-ı
sülûk-ı tarîkat kayıp ve o müntesib ve şeyhlerde râh-ı nâ-hemvâr-ı îyş u nûşta
hâsir ü hâib olmuş, bu hâller şu'be-i Câhidiyye’nin de Muslıhiyye kulunun da
inkırâzına sebebiyet vermiştir.
- -
-
İstidrâd kabilinden arz edeyim : Çanakkale havâlîsinde Kılâ’-ı
Müstahkeme Teşkîlâtı'nda senelerce bulunmuş Saîd Paşa nâmında ahibbâdan bir zât
ile bir gece hem-sohbet olurken söz tarîkata intikâl etmesiyle o zât hangi
tarîkata müntesib olduğumu sordu. Lehü’l-hamd tarîk-ı feyz-i refîk-ı Uşşâkî’ye
arz-ı nisbet ile müftehir bulunduğumu söyledim. Hâlinde tagayyürş vaz'ında
tefekkür husûle geldi. Sebebini sordum; “Aman azîzim! Ben Gelibolu
Kilitbahir ve o havâlîde bulunduğum müddetçe Uşşâkûlerin Bektaşiliğini, lâ-ubâliliğini
îyş u işretle me’lûf olduklarını işitir ve gözümle de görürdüm. Namâz niyâzdan
fâriğ olmuşlar. Siz nasıl oldu da bunların dâm-ı iğfâline düştünüz, hâlbûki
sizi Muhammediyyü’l-meşreb görüyorum. Ashâb-ı salâttan bulunuyorsunuz. O
hallere karşı sizin bu nisbetinizi havsalam bir türlü almadı. Sizi yakmışlar,
ben de sizin bu felâketinize teessüfler içinde kaldım, bir uçuruma
gidiyorsunuz. Yakında onlar gibi olmayasınız. Hâfız-ı hakîki sizi muhâfaza
buyursun.” dedikte dûçâr-ı büht ü hayret oldum. Derhâl Câhidîler,
Muslıhîler hâtırıma geldi.
Ona Uşşâkîlik hakkında mebdeinden müntehâsına kadar
îzâhât verdim, “Biz Uşşâkîleri o heriflerle birleştirmeyiniz. Bizim onlarla
kat’â münâsebetimiz yoktur. Biz Hasan Hüsâmeddîn-i Uşşâkî, Cemâleddîn ve
Salâhaddîn-i Uşşâkî mezheb ve meşrebinde ehl-i sünnet ve’l-cemâattanız. Seyr ü
sülûkumuz âdâb u usûlümüz vardır. Rehberimiz Kur’ân, yolumuz sünnet-i
Peygamber-i zî-şândır,” dedim. Arîz u amîk anlattım. Ta’dîl ü tashîh-i fikr
etti. Ama gözü o adamlardan ne kadar korkmuş ki biz Uşşâkîlere bir türlü
ısınamadı ve âsitânemize bir kerre
gelmekten korktu
Yine bir gece Tâhir Ağa Dergâhı’nda Şeyh Behcet Efendi
yanında hem-sohbet olan bir zât sözü Uşşâkîliğe intikâl ettirerek, “Bunlar
Bektâşî-meşreb, lâubâli-mezheb adamlardır. Bir çok kimseleri dalâlete
düşürmüşler.” diye tefevvuhâtta bulunmuş. Şeyh Behcet Efendi pederim
tebyîn-i hakîkat vâdîsinde icâle-i efkâr ile o adamın tashîh-i zehâbına çalışıp, misâl olarak bu abd-i ahkar-i
kem-bidâayı misâl getirmiştir. Çünkü o zâtın fakîre çok teveccühü olduğundan, “Hüseyin
Vassâf’ı nasıl görüyorsunuz o Uşşâkî’dir. Onda kuvve-i temyîziyye vardır. /254/
Senelerce tarîkat âlemînde bulunuyor.
Onun aklı ermemiş olsa hiç Uşşâkî tarîkına sülûk eder miydi.” dedikte o
zât, hakk-ı kemterânemde tasavvurun fevkında hüsn-i zann u şehâdette bulunup, “Eğer
Uşşâkîlik Hüseyin Vassâf’ın meşrebi, mezhebi gibi ise ona diyeceğim yoktur.
Zehâbımı tashîh ettim ve bu mesleğin ulviyyetine îmân eyledim.” demiştir.
Bu bahsi îrâddan maksad-ı kem-terânem bu kara yüzlü
günâhkar, mücrim, mahrûm-ı isti’dâd, kâbiliyyetsiz, kıtmîr-i tarîkatı tezkiye
değildir. Uşşâkîlik kisvesi altında tarîk-ı nâ-hemvâre sâlik olan bî-namâz ve
bî-niyâz, ayyaş, kallâş-ı erâzilin efkâr-ı nâsta ne fenâ intibâ'lar husûle
getirdiğini serd ü îzâh eylemekten ibârettir.
Peyrevân-ı
reh-i irfân-ı Hüsâmeddîn’iz
Bende-i halka
begûşân-ı Hüsâmeddîn’iz
Âşık-ı nûr-ı
dırahşân Hüsâmeddîn’iz
Müstenîr-i
meh-i tâbân Hüsâmeddîn’iz
Bülbül-i
gül-şen-i Sultân Hüsâmeddîn’iz
Pîrimiz virdi
şeref âlem-i ehlu'llâha
Cümle
âşıkları bend itdi ulu dergâha
Rabt-ı kalb
eyledik ol mürşid-i dil-âgâha
Arz-ı
şükrân-ı firâvân ider Allâh’a
Bülbül-i
gül-şen-i Sultân Hüsâmeddîn’iz
Âşıkız aşk
ile devrân ideriz her dâim
Gönlümüz aşk
u muhabbetle doludur dâim
Zikr ü fikr
oldu bize üns-i hakîkî dâim
Nâil-i
rütbe-i ihsân oluruz her dâim
Bülbül-i
gül-şen-i Sultân Hüsâmeddîn’iz
Farz u sünnet
yoludur mesleğimiz bi'llâhi
Levh-i dilden
sileriz aşk ile gayru'llâhı
Bilmeyiz
başka yolu zikr ideriz Allâh’ı
Reh-nümâ
eylemişiz nûr-ı cemâlu'llâhı
Bülbül-i
gül-şen-i Sultân Hüsâmeddîn’iz
Şeyhimiz
mürşidimiz Mustafâ Hilmî Sâfî
Yazılır
sîne-i Uşşâk’a onun evsâfı
Düşürür acze
hakîkatda nice Vassâf’ı
Feyz ü
ikrâm-ı Hudâ pîrimizin eltâfı
Bülbül-i
gül-şen-i Sultân Hüsâmeddîn’iz
Âdâb u Usûl-i Uşşâkıyye:
Uşşâkîliğin neden ibâret olduğunu beyân mecbûriyyetinde
kaldım. Fâtih’te Millet Kütüphânesi’nde Ulûm-ı Şer’iyye kısmında 238/420
numarada birkaç resâili câmi' bir kitap vardır. Şeyh Abdullâh Salâhî diye
fihristinde mukayyeddir. Bu resâil meyânında ya Hz. Salâhî veya o asır ricâl-i
Uşşâkıyye’sinden bir zât tarafından yazılmış olduğuna şübhe olunmayan âdâb u
usûl-i Uşşâkıyye’ye dâir bir risâle-i mühimme vardır. Mezkûr kütüphânede
tasavvuf kısmında Emîrî Efendi kitaplarından 789 numaralı kitap dahi usûl-i
Uşşâkıyye’ye dâir olup, Hz. Salâhî’ye nisbetle mukayyeddir. Ondan hülâsa
edeceğim:
Sabâh Namâzı :
Sünnet-i şerîfe edâdan sonra üç ihlâs-ı şerîf okunur.
Farzdan sonra üç salavât bir fâtiha, Fahr-ı âlem Efendimiz hazretlerine ihdâ
olunur. Sonra bir fâtiha-i şerîfe, âyetü’l-kürsî ve
شَهِدَ اللّهُ أَنَّهُ لاَ إِلَـهَ
إِلاَّ هُوَ وَالْمَلاَئِكَةُ وَأُوْلُواْ الْعِلْمِ قَآئِمَاً بِالْقِسْطِ لاَ
إِلَـهَ إِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
إِنَّ الدِّينَ عِندَ اللّهِ الإِسْلاَمُ.[37]
قُلِ اللَّهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ
تُؤْتِي الْمُلْكَ مَن تَشَاء وَتَنزِعُ الْمُلْكَ مِمَّن تَشَاء وَتُعِزُّ مَن
تَشَاء وَتُذِلُّ مَن تَشَاء بِيَدِكَ الْخَيْرُ إِنَّكَ عَلَىَ كُلِّ شَيْءٍ
قَدِيرٌ ، تُولِجُ اللَّيْلَ فِي الْنَّهَارِ وَتُولِجُ النَّهَارَ فِي اللَّيْلِ
وَتُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَتُخْرِجُ الَمَيَّتَ مِنَ الْحَيِّ...[38] وهو على كل شئٍ قدير.
1 Sübhâna'llâh - 33 def’a
2 Elhamdü li'llâh - 33
def’a
3 Allâhu ekber - 33 def’a
لاإله إلا الله محمد رسول الله. لاإله ألا الله محمد نبى الله. لاإله ألا الله
محمد حبيب الله. لاإله ألا الله زحده لا شريك له، له الملك وله الحمد، يحيى ويميت
وهو على كل شئ قدير.
denilip,
duâ (ve) fâtihadan sonra sekiz def'a “Lâ ilâhe illa'llâh”, sonunda “Muhammedün
Rasûlu'llâh” hakkan ve sıdkâ, üç def'a Hû, ba'dehû fâtiha, üç def'a salât u
selâm.
İşrâk namâzı, İstihâre namâzı :
Tulû’-ı şemsten kırk yedi dakîka mürûrunda ikiden altı
rek'ata kadar işrâk namâzı, işrâk namâzından sonra iki rek'at istihâre namâzı
ba’de’s-selâm, (إِنَّ الَّذِينَ عِندَ رَبِّكَ لاَ
يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَتِهِ وَيُسَبِّحُونَهُ وَلَهُ يَسْجُدُونَ)[39] deyip secde
eder. Ber-minvâl-i sâbık, kelime-i Tevhîd, ism-i Hû, ba'dehû bir müddet uyku.
Bu sırada görülen rü'yâya dikkat lâzımdır.
Duhâ Namâzı :
Kuşluk vakti hulûlünde on iki rek'at salât-ı duhâ,
ber-minvâl-i sâbık âyât-ı kerîme okunarak duâ, tevhîd..
Öğle Namâzı :
Dört rek'at sünnet, üç ihlâs-ı şerîf, üç salavât-ı
şerîfe, dört rek'at farzı ba'de’l-edâ son sünnet dört rek'at olarak edâ. Sonra
sabâh namâzının akabindeki gibi âyât-ı kerîme, sûre-i Mülk, tilâvet-i tesbîh,
duâ, tevhîd, salavât-ı şerîfe.
İkindi Namâzı :
Dört rek'at sünnet terk olunmayacak, ale’d-devâm
kılınacak. Farzdan sonra ber-minvâl-i sâbık hareket. Ba'dehû sûre-i Nebe
kırâat, tevhîd, salavât.
Akşam Namâzı :
Gurûbtan evvel kıbleye müteveccihen oturup tevhîd ile
iştigâl olunur. Sûre-i Haşr’in nihâyeti okunur. Yine tevhîd, ism-i Hû, üç
salavât. Farzı ba'de’l-edâ selâmı müteâkib üç salavât, bir Fâtiha, sünnete
şurû’ ile dört rek'at edâ. Ba'de’s-selâm üç salavât ber-minvâl-i sâbık hareket.
Sonra iki rek'at mûnis-i kabr namâzı edâ olunduktan sonra dört rek'at evvâbîn
namâzı edâ edilir. Secde âyeti okunur, secde olunur. Bir Fâtiha, üç salavât.
Yatsı Namâzı :
Dört rek'at sünneti terk etmemeli. Üç İhlas, farzı edâ,
üç salavât bir Fâtiha. Son sünnet dört rek'at olaratk edâ. Salât-ı vitr,
teheccüdle edâ için te’hîr.
Salât-ı Mi’râc ve Usûl-i evrâd :
İki rek'at salât-ı ışâdan sonra edâ olunur. Üç İhlâs bir
Fâtiha Hz. Pîr Efendi’mize ihdâ ile yüz bir kere estağfiru'llâh çekilir. Üç
İhlâs, bir Fâtiha Hz. Âdem aleyhisselâmın rûhuna gönderilir. Yüz bir def'a
salât u selâm. sonra üç İhlas bir Fâtiha. Rûh-ı a’zam (salla'llâhu aleyhi ve
selem) efendimiz hazretlerinin mübârek, mufahham rûh-ı saâdetlerine ihdâ
edilir. Sûre-i Mülk ve nihâyet-i sûre-i Haşr’den üç âyet okunur. “Destûr Yâ
Pîr! Destûr Yâ Ricâle’l-gayb!” denilerek maa’l-huzûr yüz birden noksân
olmamak üzere tevhîd sürülür. Sâlik hangi ism-i şerîfde ise evvelkileri /256/
yüz birer def'a okur. Dersi olan ism-i şerîfi çekebildiği kadar çeker. Ba'dehû
duâ eder, Fâtiha kılar. Üç salavât-ı şerîfe getirir.
Gecenin Sülüs-i Ahîri Âdâbı :
Uykudan uyanır, abdest alır. İki rek'at şükr-i vuzû’
namâzı kılar. Sonra on iki rek'at teheccüd ve eğer vitr-i vâcibi kılmadıysa onu
kılar. Ba'dehû her şeyden ferâğatla
murâkabede bulunur. Uyku galebe ederse namâz vaktine kadar yatar. Rüyâ-yı
sâdıka vaktidir, gaflet olunmaya.
Her nakd-i vuzû’ akabinde tecdîd-i vuzû’ lâzımdır.
Devâm-ı vuzû’da çok terakkî vardır. Evliyâu'llâhın bu işleri işlemesinden
kinâyedir. Merâtib-i âliyeyi bununla kat’ etmişlerdir. Birisinin noksânı sâlikin tenezzülüne
sebebdir. Evliyâyı taklîd, fukarânın kat’-ı mertebe eylemesini bâdîdir.
Oruç :
Pazartesi, Perşembe günleri özrü yoksa sâim olmak
lâzımdır. Özrü varsa onu evliyâ-yı ızâm
afv buyurmuşlardır. Gâyet ihtimâm gerektir.
Az yemek, az içmek, az söylemek, az uyumak. Ekser zamânda
tenhâ-nişîn olmak, cümle-i âdâb-ı tarîkattandır. Yatsıdan sonra su içmemelidir. Müşâhedât-ı nevmiyye, adğâs u ahlâm olmasın.
Âdâba riâyette, usûle tevessülde ihtimâm
îcâb eder. Evrâd u usûlünü terk eylemeye. “Bir gün terkinde kırk gün sülûku
geri kalır.” demişlerdir.
Âdâbın biri budur ki, esmâ vü evrâddan her ne okuyorsa
mahrem, nâ-mahrem kimseye söylememektir.
Usûl-i kebîr :
Hânkâhta yevm-i mahsûstaki tertîb-i zikrden ibârettir.
- -
-
Hulâsaten yazdım. Tafsîline âgâh olmak için bu ameliyyâta
devâm etmek lâzımdır. İşte tarîk-i feyz-refîk-ı Uşşâkî’nin usûl ve âdâbı budur.
Bu yolda ayyaşlık, kalleşlik, sahtekârlık, mürâyîlik yoktur. Li'llâh, fi'llâh
yoludur.
Kıyamazsan
baş u câna uzak dur girme meydâna
Bu meydânda
nice başlar kesilir hiç sorar olmaz
Birkaç edebsizin Uşşâkîlik kisvesi altında, iltizâm-ı
rezâlet etmesi, Uşşâkîliğin fenâ bir yol olmasını istilzâm etmez. Her yerde,
her meslek erbâbı arasında birtakım nâ-revâlar vardır. Cenâb-ı Hak onları ıslâh
ve bizleri de gurûrdan, vesâvis-i şeytâniyyeden muhâfaza buyursun, âmin.
İlâveten şunu arz edeceğim ki, mürşidîn-i müteahhirîn
bi-hasebi’z-zamân sâlikler arasında zuhûr eden kesâlet ve atâlet hasebiyle onları melâlete sevk etmemek için
bâlâda tafsîl ettiğim usûl u âdâbı ihtisâr-ı taraf-dârî olmuşlar ve pek ziyâde
isâbet eylemişlerdir. Tarîk-ı aşkta neş’e-i tevhîde vâsıl olmuş olan erler o
âdâbı tafsîlen câmi’dirler. Tarîk-ı Uşşâkî atâlet, meskenet yolu değildir. Ölmeyecek
/257/ gibi çalışmak, evlâd ü iyâlinin maîşetini te'mîn etmek ve kimseye
bâr olmayıp herkese yâr olmak, hemen ölecek imiş gibi ibâdet etmek meslek-i
esâsîdir. “Dest be-kâr, dil be-yâr” kâide-i külliyedir. Zikr-i
dâim, mâye-i vucûddur. Hulâsa-i kelâm,
hakîki Uşşâkîlerde :
Beden
ağyâr ile gönül yâr ile
Kulak sadâ
ile gönül Hudâ ile
Göz rakîbde
gönül habîbde
Lisân güftâr
ile gönül dil-dâr ile
El san’atda
gönül hazretde
Ayak gitmede
gönül zikr etmede
Beden post
ile nâim
Gönül dost
ile kâim
Beden râhatla
mekânda
Gönül
seyâhatla cevlânda
Beden esbâb
ile kavgada
Gönül mutlak
üns-i Mevlâda’dır[40]
“Söz uzanır ger kalanın der isem” diyerek
manzûme-i âtiyeyi yazıyorum. Ve asıl bahse rücû' ediyorum:
Zikr u
tevhîd ederek aşk ile devrân ideriz
Cezbe-i aşk
ile ez cân u dil efgân ideriz
Arş-ı esrârı
temâşamıza burhân ideriz
Zevk-i irfânı
gönül âlemine cân ideriz
Hâk-i pâk-i
kadem-i Hazret-i Uşşâkîyiz
Âsitân-ı
kerem-i Pîr’de mücellâyız biz
Nûr-ı vahdet
ile pür zevk u muallâyız biz
Vech-i
tâbân-ı ilâhîye müvellâyız biz
Dü-cihân
dağdağasından da muarrâyız biz
Hâk-i pâk-i
kadem-i Hazret-i Uşşâkîyiz
Halvetî
gülşeninin bülbül-i pür-eşvâkı
Meslek-i
ehl-i dilin peyrev-i pür-ezvâkı
Tutdu ezkâr-ı
Hudâ gulgulemiz âfâkı
Sırr-ı
Hak’dır özümüz mesleğimiz Uşşâkî
Hâk-i pâk-i
kadem-i Hazret-i Uşşâkîyiz
Nâil olmak
dileriz feyz-i Salâhaddîn’e
Bağlıdır
silsilemiz nûr-ı Cemâleddîn’e
Dest
ber-sîne-i ta'zîmiz Hüsâmeddîn’e
Rûz u şeb cân
atarız Hazret-i Muhyiddîn’e
Hâk-i pâk-i
kadem-i Hazret-i Uşşâkîyiz
Neş’emizden
görünür çeşm-i dile Hazret-i Pîr
Feyzi olsun
bize dergâh-ı keremden takdîr
Bülbül-i
ravzası Vassâf’ını eyler tesrîr
Lutf-ı mahsûs
ile kalbimi eyler tenvîr
Hâk-i pâk-i
kadem-i Hazret-i Uşşâkîyiz
HAZRET-İ
ŞEYH ABDULLÂH SALÂHADDÎN-İ UŞŞÂKÎ
Bu zât-ı muhtereme o kadar hürmetim, o derece muhabbetim
vardır ki, ism-i şerîfleri yâd olunsa kalb-i fakîrânem ihtizâza gelir. Sevdim
hem çok sevdim. Vaktiyle Sefîne-i Evliyâ için hâzırladığım tercüme-i
hâlini bi'l-âhare tevsî' ile Risâle-i Salâhiyye nâmı altında bir kitap yazdım.
Burada muhtasaran /258/ yazacağım bâlâdaki resimde parmaklık içinde görülen kabr-i
envere Hz. Şeyh’in pister-nişîn-i rahmet olduğu merkad-i mukaddesleridir. Hz.
Salâhî Şeyh Elîf Efendi’nin tahsîs eylediği vechile "Türklerin
Muhyiddîn-i Arabîsi" olmuştur.
İlm-i vahdette ferîd-i zamân, meslek-i tevîdde bilâ-şübhe kutb-ı cihân
olup, âsâr-ı kıymet-dârlarıyla kütüphâne-i ma'rifeti tezyîn buyurmuşlardır.
Hz. Salâhî 1117 sene-i hicriyyesinde (1717) dağdağa-i
âleme katılmıştır.[41] Pederlerinin ismi Muhammed Abdülazîz’dir. Maskat-ı re’slerii Rumeli’deki
Gölükesriye’dir. Elli Dört Farz Şerhi nâm eser-i matbûundaki tercüme-i
hâlde ve Osmânlı Müellifleri’nde Balıkesirli diye yazılmış ise de
yanlıştır.
Kesriyeli urefâdan Hilmi Sâlih Bey, Hz. Şeyh’in Kesriyeli
olduğuna bir delîl daha buldu ki “Kesriye” (كسريه), bi-hesâb-ı
ebced 295’tir, “Abdullâh Salâhî” (عبد الله صلاحى), 281; her iki
ismin aded-i hurûfu ondört olup, cem' edildikte 295 çıkar ki, Kesriye’nin
muâdilidir. Teshîlü’l-Mübtedî nâm eserinde, pederinin, Hacı Muhammed
olup Bosnasaraylı bulunduğunu yazıyor. Bosna’dan Kesriye’ye hicret edip, Hz.
Salâhî’nin Kesriye’de sâha-i vücûda kadem basdığı anlaşılır.
Salâhaddîn-i Uşşâkî, “Salâhadîn-i Abdî”, “Abdullâh
Salâhî” nâmlarıyla zebân-zeddir. Yirmi yaşına kadar Kesriye’de ibtidâ-yı
tahsîlde bulunup, İstanbul’a gelmiş, tahsîlini biraz daha ileri götürmüştür.
Sarf ve nahivden ilerisini görmemiştir. Hz. Salâhî’nin pederi ketebeden imiş.
İstanbul’da oğlunu da silk-i kitâbete sevk ile Bâbıâlî’ye bir zâtın delâletiyle
kayd olunup kırk gün kadar Tahvîl Kalemi’ne devâm etmiştir ki, sinnen yirmi
altı yirmi yedi yaşlarında idi.
Ba'dehû Hekîmoğlu Ali Paşa dâiresine mülazîmetle az bir
müddet zarfında masraf kitâbetinde bulunup, hıdemât-ı mebrûreye muvaffak
oldular ki Paşa’nın sadâreti 1144/(1731) târîhine müsâdiftir. Paşa’nın mazhar-ı
teveccühü olup, 1149/(1736)’da Banaluka Mahârebesi’ne Paşa ile birlikte
gitdiler. 1153/(1740)’te müşârünileyhin maiyetinde Mısır’a azîmet ettiler.
Demek ki dokuz /259/ sene kadar Bâb-ı Âlî’de bulundular. Paşa’nın Dîvân
Efendisi ya'nî mektûbçusu oldular. Mısır’da iken lisân-ı Arab’ta ihtisâsları
vukûa geldi. Henüz genç yaşında iken ibtidâî bir tahsîl ile Hekîmoğlu Ali Paşa
gibi biri vezîrin hizmetinde bulunması kudret-i zekâiyyesine burhândır.
Mısır’da iken kibâr-ı meşâyıh-ı Şa'bânîye-i Bekriyye’den
Şemseddîn Muhammed el-Hafnî ve ricâl-i Nakşiyye’den Hüseyin-i Demenhurî gibi
urefâya hem-dem olmuş, onlara arz-ı nisbet etmiştir. Hüseyn-i Demenhurî’den
cifr, vefk gibi şeylerde tahsîl eylemiştir. Mısır’dan Paşa’nın izni ile avdet
eyledi. 1149/(1736)’da Paşa Rumeli’ye giderken yine berâberinde almış, birlikte
Edirne’ye geçmişti. Hz. Salâhî, Edirne’de Şeyh Seyyid Muhammed Cemâleddîn-i
Uşşâkî hazretlerine mülâkî olup, ona arz-ı râbıta eylemiş ve yazdığım vechile
Paşa’nın ma'nevî te'sîriyle hayât-ı me’mûriyyete vedâ' ederek Paşa’dan müsâade
almış, doğruca İstanbul’a gelmiş, Paşa ise hiç istemeyerek Hz. Salâhî’yi
bırakmıştır.
Hekîmoğlu Ali Paşa’dan ne sûretle müfârakatını ve ona
münâsebetini Hekîmoğlu-zâde, Metâliu’l-Âliye fî Fî Gurreti’l-Gâliye nâm
eserde tasvîren der ki:
“Ezcümle Paşa-yı merhûm ve mağfûrun Mektûbçuluk hizmetinde
perverde ve bende-i nazarlarından olup, Şeyh Seyyid Cemâleddîn-i Edirnevî
hazretlerinin âşık-ı demengîri ve müşârünileyh hazretlerinin izniyle
kûşe-nişîn-i inzivâ ve tertîb-pezîri olup, ârif ve sâhib-i maârif Salâhî Abdî
Efendi.”
Hz. Salâhî, Paşa’nın irtihâli üzerine yazdığı mersiyeyi
türbe-i şerîfesine ta’lîk etmiştir ki bunun bir sûretini Risâle-i Salâhiyye
nâmıyla müstakıllen yazdığım eserde aynen derc eyledim. Pek güzel söylenmiş bir
nazm-ı âlîdir.
Hz. Salâhî’nin Mısır’da iken hıdmet-i devletten çekilerek
İstanbul’a gelerek Eyüp civârında bir hânede sâkin olduğu Elli Dört Farz
Şerhi nâm eser-i mergûbunun mukaddimesindeki makâlede sarâhaten
mündericdir.
Cenâb-ı Salâhî
Eyüp civârında bir evde sâkin iken Seyyid Cemâleddîn kerîmesini Hz.
Salâhaddîn’e tezvîc ile kendine dâmâd etmiş idi. Sonra Savaklar’daki dergâhta
sâkin olmuştur ki, sinn-i âlîleri kırkı bulmuş idi.
Hz. Salâhî’ye bu sırada istiğrâk zuhûr ederek yedi sene
sürmüş ve bu müddet zarfında harem-i âlîleri hizmette kusûr etmemiştir.
Bir gece âlem-i ma'nâda Hz. Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i
Arabî (kuddise sırrûhu’l-Celî) efendimiz şeref-zuhûr ederek dört
satırlık bir yazı okutmuşlardır ki, biri şerîata, ikincisi tarîkata, üçüncüsü
hakîkata, dördüncüsü ma'rifete ait olmak üzere bi’l-cümle esrâr Hz. Salâhî’ye
münkeşif oluvermiştir.
Buna işâreten:
Müşkilin
kimseye zâhirde Salâhî sormaz
Hâce-i bâtına
sordu soracak esrârı
buyururlar.
Bundan sonra Hz. Salâhî’de iş değişmiştir. Hz. Cemâleddîn, câmiu’t-turuk idi.
Hz. Salâhî bu sebeble:
Celvetî
Şa'bânî Bayramî vü Sa’dî Kâdirî
Nakşıbendî
Mevlevî vü Gülşenî Uşşâkî’yiz
diye
ızhâr-ı mefharet buyururlardı.
Tahmîn-i âcizâneme ve her biriyle zamânen mülâkâtlarına
göre Hz. Salâhaddîn-i Uşşâkî’nin tarîk-ı Şa'bânî’ye nisbeti Üsküdar’da
Nasûhî-zâde Şeyh Alâeddîn Efendi hazretlerinden; tarîk-ı Celvetî’ye nisbeti
Üsküdar’da Bandırmalı Tekkesi şeyhi Hâşim Efendi’den; tarîk-ı Mevlevî’ye nisbeti
Galata Mevlevîhânesi şeyhi meşhûr Nâyî Osmân Dede Hazretlerinden; tarîk-ı
Gülşenî’ye nisbeti Edirne’de Hz. Sezâî-i Gülşenî’den olsa gerektir.
Risâle-i Salâhiyye’de esbâbını tafsîlen arz
eylediğim vechile Hz. Salâhî 1178/(1764) senesinde Fâtih’te Aşıkpaşa’da Tâhir Ağa Dergâhı
meşîhatına ta'yîn olundu. Bu dergâh tarîk-i Nakşıbendî’ye mahsûs olarak inşâ
olunmuştur. Hz. Salâhî, Târîh-i Enverî’de muharrer olduğu üzere Bursa’da
neşr-i feyz eden Kerküklü Seyyid Muhammed Emîn Efendi Hazretlerinden feyz-i
Nakşıbendî’ye de mazhar olduklarından burada usûl-i Nakşıbendî’yi icrâ
buyurmuşlardır. Câmiu’l-kelimât olmalarıyla fahren buyuruyorlar:
Nakd-i dil
verdinse cânân aldık ol bâzârda
Gezmedik
âvâre biz dahi alıp vermekteyiz
/260/ Bezl-i cân
ile Salâhî vasla yol bulduk bugün
Cennet-i
irfâna girdik güllerin dermekteyiz
Kırkaltıncı sahîfede yazdığım vechile Şeyh Alâeddîn ve
Nayî Osmân Dede ve Hâşim Efendilerle hem-dem olup, Regâibiyye’yi
yazmışlardı. Kemâlleri günden güne arttı. Onsekiz, ondokuz sene kadar dergâh
meşîhatında bulundular. 1196 senesinde Ramazânın on üçüncü Perşembe gecesi (22
Ağustos 1782) Tüfekhâne yangınında
dergâh-ı şerîf, dil-i Uşşâk gibi
yandı.
Hz. Salâhî buradan yine Savaklar’da kayın pederi Hz.
Cemâleddîn’in dergâhına nakl-i mesken eyledi. Dört buçuk ay kadar ifâkattan
sonra mübtelâ oldukları illet-i sadırdan rehâ-yâb olamayarak azm-i gülşen-i
lâhût eylediler. Sinn-i âlîleri seksen râddelerinde idi. Zamân-ı intikâlleri
1197 senesi şehr-i Muharreminin yirmidokuzcu Cuma (5 Şubat 1783) gününe müsâdiftir.
Na’ş-ı münîfleri oradan ihtirâmât-ı azîme ile Tâhir Ağa
Dergâhı’na nakl edilerek el'ân ziyâret-gâh-ı erbâb-ı aşk u muhabbet olan
merkad-i münîflerine defn edildi.
Hz. Salâhî, zamân-ı hayât-ı sûrîlerinde ziyy-i ulemâyı
ihtiyâr edip, kisve-i sûfiyye ile gezmediler. İhtifâ-yı hayâta meylleri ziyâde
idi. Azîzim nakl eylediler : Şeyhinden, Hz. Salâhî tâc-ı şerîf aldığında onu
giymiş, bi'l-âhare hürmetle saklamıştır. “Ben o tâcın altına girecek kudreti
hâiz değilim.” diye tarîk-ı tesettüre sülûk ile muhtefî bir hâlde kaldılar.
Esbâbını Hz. Salâhî lisânından dinleyelim. Hz. Salâhî’nin
Risâle-i Cevâhir-i Tâc-ı Hilâfet nâm risâlesinden:
“Tarîkatta hilâfet demek, esteîzü bi'llâh: (إِنَّا عَرَضْنَا الْأَمَانَةَ
عَلَى السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَالْجِبَالِ)[42]. Bu
âyet-i celîle maktezâsınca bâr-ı emâneti gerden-i kabûlüne tahmîlden ibârettir.
Cenâb-ı Hak, muvakkat vechile zalûm ve cehûl olmaktan hıfz eyleye. Asâ,
sünnettir. El ile tutulan mahal, âlem-i berzaha ve bâlâsı âlem-i vahdete
işârettir. Aşağısı âlem-i kesrete ve
ucunda demiri âlem-i celâle delâlet eder. Hayâlât-ı fâsideden, sûret-pezîr olan
suver-i hayât-ı muhayyeleyi asâ-yı nefs-i mu’ciz-edâya yutturup, fir’avn-ı
enâniyyeti bahr-ı hakîkata gark etmeye delâlettir. Asâ ile yürümeye, ıstılâh-ı
sûfiyyede kademeyn ta'bîr olunur. Cemâl ve Celâl ile yürümeye taalluk vardır.
Tâc, hırka, kemer, asâ gibi emânetleri mütehammil olan kimse, "Kâffe-i
menâzil ve merâtibi kat’ ve cemî’-i hazerâtı cem' eyledim. Bunlarda müşkili
olan kimlerse gelsin." diye da'vet-i âmmede bulunarak salâ ediyor
demektir. Ya her başında tâc ve eğninde
abâ ve gerdeninde ridâ ve elinde asâ olan, bu merâtib-i kusvâya erişmiş midir, diye suâl olunursa, ma'lûm
olsun ki bu devlet binde bir, belki yüzbinde bir halîfeye müyesser değildir.
Bu sebebten erbâb-ı hakîkatın ekseri sûrete i'tibâr
etmeyip ziyy-i avâmda görünmüşlerdir.
Hattâ bu abd-i hakîr-i kem-bidâa ve pür-taksîre dahi zikr olunan emânetler teberrüken ihsân u
inâyet buyurulmuştur. Lâkin (رحم الله إمرئاً عرف قدره ولم يتعد طوره)[43] müeddâsınca isti'mâllerine
kendimizde isti’dâd ve liyâkat bulamadığımızdan bin rağbet ile hırz-ı cân edip,
“Azîzlerimizin yâdigarıdır.” deyip, mahfûz-ı sandûka-i i'tibâr ettik. Ancak
kemâl ile ehliyyeti yok iken isti'mâl edenlerin taraflarından bu gûnâ i'tizâr
olunur ki, pîşvâlarımızın tahkîk ettikleri makâmât u merâtibin alâmetleridir.
İzn ü icâzetleriyle biz dahi teberrüken ve teyemmünen isti’mâl ederiz.
Mertebe-i evveli şerîat mertebesinden müstahlefleriz. Hz. Feyyâz-ı mutlak,
hüsn-i himmetleriyle merâtib-i ulyâya erişmeye muvaffak edip, (وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا مِنكُمْ
وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُم فِي الْأَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ
الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ)[44] va’d-i
kerîmleri üzere müstelzim-i incâz-ı va’d olan amellere makrûn eyleyip, (وَمَن كَفَرَ بَعْدَ ذَلِكَ فَأُوْلَئِكَ هُمُ
الْفَاسِقُونَ)[45] mâ-sadakınca müstelzim-i vaîd olan küfrân ve füsûktan
masûn u me’mûn eyleye, âmîn. "
Zamân-ı âlîlerinde kimse kadrini bilemedi. Zamân geçtikçe
eserleri elden ele dolaştıkça, kemâlât-ı aliyyeleri şâyi'’ oldu. İrtihâllerinde
vasiyetleri üzere kabir taşlarında ulemâ kavuğu resmi yapılmış, ahîren tevfîk-ı
ilâhî ile bu abd-i ahkar kabirlerini yeniden inşâ eylediğim sırada parmaklığın
köşelerine ve tepesine kavuk resmi
yaptırılmıştır.
Resimde görülen levhadaki manzûme-i târîhiyye, merhûm
Şeyh Cemâleddîn Efendi’nin rivâyetine göre Hz. Salâhî’nin zamân-ı hayâtlarında
söyledikleri târîhtir ki, son beyit olsa gerektir :
Cenâb-ı
Şeyh Abdullâh Salâhaddîn Efendi kim
Metâf olmuşdu
sahn-ı hânkâhı ehl-i irfâna
Veliyy-i
mürşid-i hikmet-şinâs u lâ mekân seyrân
Delîl ü
reh-nümâ halvet-serâ-yı vasl-ı cânâna
Sivâ-ı
mâ-sivâyı seyr idüp çeşm-i basîretle
Teveccüh
eyledi mir’ât-ı hüsn-i vech-i Yezdân’a
Vedâ’ idüp
cihândan âlem-i kudse revân oldu
Mülâkât itdi
sad-şevkiyle ervâh-ı azîzâna
Olur ceyb-i
dili ehl-i niyâz âcizin pür-feyz
Teveccüh
eylese bu merkad-i pâke hulûsâne
Bi-hakkın
hürmet-i Kur’ân idüp Hak sırrını takdîs
Füyûz u
himmeti cârî ola sadr-ı mürîdâna
Girüp kasr-ı
cinânda didiler kerrûbiyân târîh
Salâhî
şevk-ı envâr-ı cemâle oldu pervâne
(صلاحی شوق انوار جماله اولدی پروانه) - 1197
Rûh-ı şerîfleri için el-Fâtiha. Cenâb-ı Hak mazhar-ı
şefâatları buyursun.
/261/ Müstakîm-zâde’nin söylediği
târîh:
Nakşıbend
hâme yazdı sâl-i visâlin kim budur
Şeyh Abdullâh
Salâhî âh târîh-i vefât
(شيخ عبد الله صلاحي آه) - 1197
Hayru’l-islâm
Salâhaddîn târîh-i temâm
(خير الإسلام)[46]
Yazdı
hem hayru’l-kurûn târîh-i kilk-i revân
(يازدي هم خير القرون) - 1197
Hz. Şeyh’in muhiblerinden Nâşid Bey merhûmun :
Hazret-i
Abdî Efendi kim anın
Fazlına
olmuşdu hep âlem güvâh
Nice demdir
terk-i dünyâ eyleyüp
Olmuş idi
taht-ı isti’nâda şâh
Rûh-ı
Muhyiddîn’e oldu muttasıl
Andelîb-i
rûhu bâ-feyz-i ilâh
Eyleyip
müstağrak-ı rahmet Hudâ
Âşiyân-ı
adli kılsın cây-gâh
Rıhletin
gûş eyleyince ağlayup
Sîne-i
sûzâna açdım dâğ-ı âh
Yazmaya
târîh-i fevtin eyledim
Rûh-ı
pâkinden ümmîd-i intibâh
Üçler
imdâd eyleyüp Nâşîd didi
Mürşid-i
kâmil cihândan gitdi âh
(مرشد کامل جهاندن گيتدی آه )[47]
Mustafa Hâlet Efendi’nin Medhiyyesi:
Pâdişâh-ı
kişver-i ma’nâ Salâhaddîn’dir
Mazhar-ı
esrâr-ı mâ-evhâ Salâhaddîn’dir
Mahrem-i
mi’râc-ı rûhânî-i mahbûb-ı Hudâ
Âşinâ-yı
sûre-i İsrâ Salâhaddîn’dir
Vâris-i
ilm-i Nebî vü vâkıf-ı sırr-ı Ali
Muktedâ-yı
etkıyâ cânâ Salâhaddîn’dir
Sırr-ı
rûhu'llâha vâsıl olduğiçün dem-be-dem
Mürde
kalbi eyleyen ihyâ Salâhaddîn’dir
Ders-i
esmâ-i debistân-ı maârifde bütün
İtdi
ta’lîm Hâce-i dânâ Salâhaddîn’dir
Katre-i
nîsân kudsü olduğunda şübhe yok
Yekedir
nâ-sufte-i[48] beyzâ
Salâhaddîn’dir
Reh-nümâ-yı
zümre-i Uşşâkiyân-ı sâdıkân
Mürşid-i
âgâh-ı bî-hemtâ Salâhaddîn’dir
Tûtiyâ-yı
çeşm-i sâlik hâk-pâ-yı himmeti
Nûr-ı
ayn-ı âşık-ı şeydâ Salâhaddîn’dir
Çâre-sâz
olsa n’ola bu Hâlet-i bî-çâreye
Menba’-ı
lutf u atâ hakkâ Salâhaddîn’dir
Muharrir-i kemterin:
Meftûn-ı
hüsnün olduk yâ Hazret-i Salâhî
Mecnûn-ı
aşkın olduk yâ Hazret-i Salâhî
Feyzin
içün tehâlük gösterdi kalb-i uşşâk
Muhtâc-ı
lutfun olduk yâ Hazret-i Salâhî
/262/ Sevdik
seni gönülden pervâne-i cemâliz
Dil-bestegânın
olduk yâ Hazret-i Salâhî
Her
hafta cem' olurlar erbâb-ı aşk huzûrda
Dildâdegânın
olduk yâ Hazret-i Salâhî
Medhûş
u mest-i aşkız envâr-ı behcetinden
Hayrân-ı
ânın olduk yâ Hazret-i Salâhî
Hayret-fezâ-yı
Âdemdir rütbe-i kemâlin
Üftâdegânın
olduk yâ Hazret-i Salâhî
Sen
sâhib-i zamânsın erbâb-ı zikre cânsın
Hep
bendegânın olduk yâ Hazret-i Salâhî
Subh
u mesâ virirsin ehl-i garâma zevki
Süllâk-ı
râhın olduk yâ Hazret-i Salâhî
Ez
cân u dil esîriz bâbında hep fakîriz
Şâyân-ı feyzin olduk yâ Hazret-i
Salâhî
Allâh
içün kerem kıl âsâr-ı ma'rifetden
Bîçâre-gânın
olduk yâ Hazret-i Salâhî
Lutf
it bize delîl ol eltâf-ı zü’l-Celâl’e
Vassâf-ı
zâtın olduk yâ Hazret-i Salâhî
Hânkâh-ı Uşşâkî şeyhi merhûm Muhammed Safvetî Efendi
tarafından Hz. Salâhî hakkındaki mehdiye 203. sahîfede münderictir.
Hz. Salâhî’nin Dîvân’ı tamâmen garâmiyyâta aittir.
Hakâyıkı câmi'dir. Bunda gâyet âşıkâne nuût-ı şerîfe vardır. Hz. Hâlid b. Zeyd (radıya'llâhu anh)
ve Hz. Şeyhu’l-Ekber (kuddise sırrûhu’l-Athar) efendilerimiz hakkındaki
medhiyyeleri aynen Risâle-i Salâhiyye’de münderictir. Son derece
edibâne ve âşıkânedir.
Cüdâdır
zevk-ı dünyâdan Salâhî çün hayâlinle
Hayâlinle
kalır bir bî-nevâdır Yâ Rasûla'llâh
* *
*
Müdâm
câm-ı aşkınla yitirdi re’y ü tedbîrin
Salâhî
bir dahi tedbîre gelmez Yâ Rasûla'llâh
* * *
Salâhî tâb-ı
firkatle sivâ savmın tamâm itdi[49]
Visâlin
cilve-i bayrâmı geldi Yâ Rasûla'llâh
* * *
Hadîs-i
zülfünü takdîs iderse leyle-i hicrân
Salâhî
kîl ü kâlinle sabâhlar Yâ Rasûla'llâh
* *
*
صلاحى با قصور و عجز خود آمد بدركاهت
شفاعت خواهد از حضرت شفاعت يا رسول الله[50]
* *
*
بخواهد خستهء هجرت دوائى يا رسول الله
رحيمى كن ولاتقطع
رجائى يا رسول الله[51]
Bir
gün kabirlerini ziyâret esnâsında sünûh etmiştir:
Meded-kâr
ol meded-kâr ol bana sen Yâ Salâhaddîn
İnâyet-kâr
hâlâs-kâr ol bana sen Yâ Salâhaddîn
Seni çok
sevdi gönlüm olmuşum pervâne-i ravzan
Terahhum-kâr
vefâ-kâr ol bana sen Yâ Salâhaddîn
Tarîk-ı aşk-ı
Hak’da reh-nümâsın cümle uşşâka
Feyz-bahş
ol lutuf-kâr ol bana sen Yâ Salâhaddîn
Be-hakk-ı Hazret-i Pîrim Hüsâmeddîn Cemâleddîn
Elimden tut
rehâ-kâr ol bana sen Yâ Salâhaddîn
Kulun Vassâf-ı
bî-aczim ümîd-vârım kerem-kârım
Himâyet-kâr
rahîm-kâr ol bana sen Yâ Salâhaddîn
(Kaddesa’llâhu sırrahû)
Edirne’de şeref-mülâkî olduğum merhûm azîzim Şuayb
Şerefeddîn-i Gülşenî hazretleri Hz.
Salâhî’yi çok severdi. Baş ucunda muallak
şu manzûmeyi dâimâ vird-i zebân eder,
“Câmiu’l-hakâyıktır, zübdetü’d-dakâyıktır.” derlerdi.
Kesret-i
emvâc ile deryâ revâcın gösterir
Remz
idüp vahdetle kesret imtizâcın gösterir
/263/ Zulmet-i
kesretde kalma çün değilsin şeb-pereh
Nûr-ı
vahdet nice rûzundan sirâcın gösterir
Nükte-i
temsîl-i kandîle kemâl-i dikkat it
Sadr-ı
mişkâtında misbâhı zücâcın gösterir
Dîde-i
ibretle bak rûz u şeb sayf u şitâ
Kâinâta
kahr ile lutfun mizâcın gösterir
Câm-ı
zehr-âlûd-ı kahrı haste-dil eyler ise
Şerbet-i
lutf ile ol demde ilâcın gösterir
Kahr
u lutfu kabz u bast ile teâkub itmede
Her
akîb-i inkıbâz u inkırâzın gösterir
Kahrına
tâkat götürmez çün Salâhî derd-mend
Lutfunu
eyler temennâ ihtiyâcın gösterir
* * *
N’ola
remz ile cevher-pâş olursam bezm-i uşşâka
Bana
miftâh-ı kenz-i âlem-i uşşâk müsellemdir
Dilim
gencîne-i esrâr-ı gayb-ı mutlak olmuşdur
Nukûş-ı
hey’etim resm-i tılısm-ı kenz-i mübhemdir
Aceb
mi feyz-bâr olsa zebân-ı hâme-i nazmım
Salâhî
feyz-i Hak’dan bu maânî bana mülhemdir
115. sahîfede tercüme-i hâlini yazdığım mûsikîşinâs-ı
şehîr Kâzım Bey tarafından Hazret’in ba'zı na’t u nutukları bestelenmiş ve
Hâfız Kemâl ve Hâfız Sa’deddîn Efendiler tarafından da dergâhlarda okunmak
sûretiyle ehl-i aşkın harâreti tezyîd edilmekte bulunmuştur.
Gönül lutfun ile dil-hâhı görsün Yâ Rasûla'llâh
Şeb-i zulmetde nûr-ı mâhı görsün Yâ Rasûla'llâh
Kadem
bas dîde-i câna gönül mülkün müşerref kıl
Salâhî
taht-ı dilde şâhı görsün Yâ Rasûla'llâh
na’t-ı şerîfi
hicâzdan;
Gülşen-i
vaslında ey bülbül bu efgânın nedir
Aşkı
fâş etmek midir kasdın bu destânın nedir
Yâr
ile olmakdasın sîne be-sîne leb be-leb
Nûr-ı
vechinden mi yandın nâr-ı sûzânın nedir
Bezm-i
vahdetde Salâhî yâr ile hem-dem iken
Kesreti
kalbinde cem' itdin bu dîvânın nedir
ısfahândan;
Ey
gönül ağyârla yâr olmak kabâhatdir sana
Zikr
ü fikr-i Hak’da mahv olmak saâdetdir sana
Remz-i
fikr-i mûşikâf ile Salâhî dikkat it
Mekteb-i
aşk içre bir ders-i hakîkatdır sana
pencgâh
üzerinden durak olarak bestelenmiştir.
Âsâr-ı Aliyyeleri:
210’dan ziyâdedir diye rivâyet var. Tafsîli Risâle-i
Salâhiyye’dedir. Tahkîk ettiklerim bunlardır:
1 - Risâle-i Esrâr-ı Nihân Ez Hatm-i Hâcegân.
2 - Şerh-i Kasîde-i Hz. Mevlânâ.
3 - Tercüme-i Risâle-i Kudsiyye. Matbû’.
4 - Tercüme-i Risâle-i Miftâhu’l-Vücûd ilâ
Nihâyeti’l-Maksûd.
5 - Risâle-i Abdullâh Salâhî.
6 - Şerh-i Elfâzi’l-mensûbe ilâ Muhammed Ga'zâlî.
7 - İstihrâc-nâme.
8 - Risâle-i Tefsîr.
9 - Risâle-i Menâzil-i Kamer.
10 - Risâle-i Vahdet-i vücûd.
11 - Zeylü’l-Hıtâb Bi-Ahseni’l-Hıtâb.
12 - Şerh-i Ebyât-ı Mısrî.
13 - Risâle-i Cevâhir. Tâc-ı hilâfet.
14 - Mir'âtü’l-Esmâ.
15 - Tuhfetü’l-Uşşâk. Arabiyyü’l-ibâre.
16 - Usûl-i Âdâb-ı Uşşâkıyye.
17 - Hz. Muhyiddîn-i Arabî’nin Risâle-i Havzu’l-Hayât
Tercümesi (Galata Mevlevîhânesi’nde Hâlet Saîd Efendi Kütüphânesi’nde 333
numaralı bir nüsha tercümenin aynıdır.)
18 - Şerh-i Kasîde-i Hamriyye.
19 - Sûret-i Tezkire-i Hz. Mevlânâ.
20 - Harîde-i Cerîde-i Tasrîf.
21 - Havâşî Ebyât-ı Müşkile.
22 - Risâle-i Hall-i Meâkıd.
23 - Hatm-i Hâcegân vü Duâsı.
24 - Medâr-ı Mebde ve Meâd.
25 - Bir halîfelerine mektûb.
26 - Şerh-i Ebyât-ı İmâm Ali.
27 - Rumûzât-ı Atvâr.
28 - İnnâ arandâ… tefsîri. (33. Ahzâb sûresi, 72.)
29 - Ba'zı ihtirâât.
30 - Tefsîr-i Iktarebe… (21. Enbiyâ sûresi,
1)
31 - Merâtib-i İnsâniye.
32 - Şerhu Nutk-ı Nasreddîn Hoca
33 - Şerh-i Kelimât-ı İmâm Ali.
34 - Şerh-i Beyt-i Evlâd-ı Zeynel.
35 - Şerh-i Ebyât-ı Mîr Hüsrev.
36 - Şerh-i Ebyât-ı Hz. Nasûhî.
37 - Şerh-i Ebyât-ı Buhârî.
38 - Şerh-i Bâdem-i Mısr
39 - Şerh-i Ebyât-ı letâif.
40 - Şerh-i Ebyât-ı Aşık Ömer
41 - Şerh-i Ba'zı ebyât
42 - Hizb-i Seyyid Buhârî
43 - Aşru’s-Salavât.
44 - Şerh-i Muammâ.
45 - Şerh-i
Ebyât-ı Hz. Sünbül Sinân
46 - Risâle-i Miftâhu’l-Vücûd.
47 - Şerh-i Ebyât-ı Mevlânâ.
48 - Şerh-i Ebyât-ı İsmâîl Hakkı.
49 - Şerh-i Ebyât-ı
Eşref-zâde.
50 - Şerh-i Ebyât-ı Sâmî.
51 - Dîvân.
52 - On kıt'a risâle.
53 - Tahmîs-i Kasîde-i Bürde.
54 - Ebyât-ı Hassân Şerhi.
55 - Elli dört Farz Şerhi.
56 - Hilye-i Haseneyn.
57 - Regâibiyye.
58 - Mevlid-i Şerîf.
59 - Dîvân-ı Ali Şerhi Üç lisân üzere.
60 - Mir'âtü’l-A’lâm Müşkilâtu’l-Ahlâm.
61 - Usûl-i Hadîs Şerhi.
62 - Usûl-i Fıkıh’tan Menar Şerhi.
63 - Hz. Muhyiddîn-i Arabî’nin Mevâki'u’n-Nücûm Şerhi.
(Bu eser Sultân Bâyezîd’ta Kütüphâne-i Umûmî’de vardır. Ziyâret ettim, büyük
bir cilddir. Arabiyyü’l-ibâre şerhtir. Arabçası Şeyh-i Ekber lisânı gibidir.
Hz. Salâhî’nin kemâli bunda rû-nümâdır.)
64 - Miftâhu Vücûdi’l-Eşher fî Tevcîhi Kelâmı
Şeyhi’l-Ekber.
65 - Mesnevî-i Şerîf Tercümesi.
66 - Îmâm Gazzâli’nin İki Risâlesinin Tercümesi.
67 - İmâm Gazzâli’nin Gavsiyye Tercümesi.
68 - Miftâhu’r-Rumûz ve’l-Esrâri’l-Künûz.
69 - Ulûmu’l-Maznûn.
70 - Gülşen-i Tevhîd Tercümesi.
71 - Mustalahât-ı Sûfiyye Tercümesi.
72 - Şeyh Mahmûd-ı Şebüsterî’nin Mir’âtü’l-Muhakkıkîn
Tercümesi.
73 - Şeyh Ebu’l-Hasan-ı Harakânî’nin Esrâr-ı Sülûk
Tercümesi.
/265/ 74 - Şeyh Sühreverdî’nin Havâs-ı Celle Esmâ Tercümesi.
75 - Şevket, Sâib, Hâkânî hazerâtının ba'zı müşkil
gazellerinin şerhi.
76 - Arûz Şerhi.
77 - Vâhibü’l- Mevâhib fî Beyânı Mukeddemât
ve’l-Merâtib Tercümesi.
78 - Muammâ-i Esmâ-i Hüsnâ Risâlesi.
Bu eser-i şerîf ihvân-ı Uşşâkî’den Hulûsî-zâde Osmân Nûrî
Bey’in kütüb-hânesinde görülmüştür. Şu vâdîde yazılmıştır : “Allâh” (نيست حد خامه از نام اله – دم زدن بايد زبان داری نگاه)[52] Şerh-i ma’nâ-yı
muammâ : İlâh adından dem urmak hâmenin haddi ve mikdârı değildir.
Gerektir ki, dilini saklaya. Ya’nî ismu’llâhın uluvv-ı şânı bir mertebedir ki,
hâme anı ke-mâ-huve hakkuhû diyü zebân-zedlik etmek haddi değildir. Nükte-i îmâ
: Burada hâme’den murâd şol fenâ ehli kimsedir ki, kendi varlıklarından
boşalıp kâtib elindeki kalem gibi olmuştur. Onlar hakîkatta kendilerine nesne
izâfet etmezler. Onların haddi hâmûşluktur. Müddeîler gibi güft ü gûy ve hây u
hûyu yoktur.
79 - Nahvden Muğnî Şerhi.
80 - Şâfiye Şerhi.
81 - Kavâid-i Fârisî Şerhi.
82 - Mefâtîhu’d-Dürriyye Şerhi.
83 - İki cildden ibâret Makâmât-ı Hamîdiyye Şerhi.
Hz. Salâhî’nin hatt-ı destiyle muharrer nüsha Millet Kütüphânesi’ndedir.
Ziyâret ve mütâlaa eyledim. Arabça’dır.
84 - Teshîlü’l-Mübtedî. Bu eserin târîhi
“hüsnü’l-hâtime” (حسن الخاتمه)’dir ki, 1195/(780)’dir. Demek ki
irtihâllerinden (az) evvelce yazılmışlardır.
85 - Gül-i Sad-berg.
96 - Tevessül-i Bâ- Esmâ-i Hünsâ.
87 - Evrâd-ı Kahriyye.
88 - Salât-ı Salâhiyye.
89 - Sünûhât-ı Salâhî. Bu nâmda Fâtih’te Millet
Kütüphânesi’nde 887 numarada bir eser gördüm.
90 - Tavâliu Menâfiululûm min Matla’i Mevâki'u’-Nücûm
nâmında Dârülfünun Kütüphânesi’nde Hâlis Efendi merhûmun Kütüb-i tasavvufiyyesi meyânında bir eser
gördüm. Numarası 188/5690’dır.[53]
91 - Münâcat-ı Esmâ-i Hünsâ.
92 - Kasîde-i Vedûdiyye.
93 - Dîvân-ı Arabî.
94 - Câmî’nin Mir Ali’ye gönderdiği muammâlı tezkirenin
şerhi.
95 - Rakîmetü’l-Acâib fî Leyleti’r-Regâib. Arabça
manzûm.
96 - Destânçe-i Acâib der Leyle-i Regâib. Manzûm,
lisân-ı Fürs üzeredir.
Hz. Salâhî, iddiâ ederim ki, hâlen kemâlleri nisbetinde
bilinememiştir. O öyle bir dâhî-i ekremdir ki, onun sânîsi gelmedi. Hakkında
çok şeyler yazmak isterim, aczim var. Onu hakkıyla tasvîr etmek, ashâb-ı
kemâlden olmaya mütevakkıftır. Hâlbuki fakîr gibi noksânü’l-hâl olanın haddi
değildir. Bu mertebe cür’etim bile
küstâhlıktır.
Haremi:
Hz. Salâhî’nin harem-i ismet tev’emleri Cemâleddîn-i
Uşşâkî’nin kerîme-i pâkîzeleri dahi civâr-ı Hz. Salâhî’de medfûnedir. Mezâr
taşı yakın zamâna kadar varmış. Harîkta mahv olmuştur. (Rahmetu'llâhi aleyhâ
rahmeten vâsia)
Mahdûmları Şeyh Ziyâeddîn Efendi:
Muhyiddîn ve Ziyâeddîn isminde iki mahdûmu vardır.
Muhyiddîn Efendi pederlerinin hâl-i hayâtında irtihâl etmiştir. Ziyâeddîn
Efendi’nin velâdeti 1169/(1755-56)’dadır. Demek ki pederlerinin irtihâlinde 29
yaşında bulunuyorlarmış. Tarîk-ı Uşşâkî vü Nakşıbendî’den feyzleri
pederlerinden olsa gerektir. Otuzyedi sene bu makâma zînet vererek altmışbeş
yaşında olduğu hâlde 1243 senesi Saferinin onbirinci (3 Eylül 1827) günü terk-i
âlem-i nâsût eylemiştir.
İki mahdûmu vardır. Biri Mahmûd Rızâ Efendi, dîğeri Şeyh
Muhammed Tevfîk Efendi’dir. Mahmûd Rızâ Efendi, pederinden evvel vefât etmiş
olacak ki, pederi irtihâlinde onun kabrine defn olunmuştur. Mezâr taşında şöyle
yazar:
“Merhûm ve
mağfur el-muhtâc ilâ rahmeti Rabbihi’l-gafûr bu hânkâhta seccâde-nişîn-i irşâd
olan Salâhaddîn Abdullâh Efendi-zâde eş-Şeyh Muhammed Ziyâeddîn ve mahdûmları
Mahmûd Rızâ Efendiler ervâhına rızâen li'llâh Fâtiha. 11 Safer 1243
“
Şeyh Muhammed Tevfîk Efendi
Pederinin yerine geçti. Yirmi beş sene kadar meşgûl-i
irşâd oldu. O civârdaki meşhûr /266/ Karasarıklı İbrâhîm Efendi nâm
Rufâî şeyhinden feyz-yâb olduğu menvîdir. 1259/(1843) senesinde irtihâl eyledi.
Pederleri yanında medfûndur. (Kaddesa’llâhu esrârahum)
Hz. Salâhî’nin nesebi burada munkatı' olmuştur. İbrâhîm-i
Hayrânî hazretleri şeyh oldular ki, tafsîli Nakşıbendîler kısmında geçti.
Hz. Salâhî tarîk-ı Uşşâkî’den Şeyh Muhammed Zühdî Efendi
isminde Nazilli müftüsünü irşâd buyurmuşlardır ki, elyevm umûm sülâle-i
Uşşâkıyye buradan dağılır. Hz. Salâhî’nin ahzâb u salevâtı olduğunu azîzimin
yedinde gördüğüm külliyyâtda mütâlaa ettim. Müceddid ve müessislerdendir. (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
Cenâb-ı
Şeyh Abdullâh Salâhî dilde serverdir
Muazzam
muhterem âlî-şiyem bir şeyh rehberdir
Cihân-ı
ma'rifetden zevk alup kâlile hâlile
Kulûb-ı
âşıkâna şu'le salmış nûr-ı ahdardır
Ne hikmetdir
gönül meclûb-ı aşkı oldu bi'llâhi
Onun aşkıyla
gönlüm dâimâ pür zevk u şeh-perdir
Mübârek ravzasında
türbe-dâr-ı feyzidir gönlüm
Onun ism-i
şerîfi yâd olunsa şevk mukarrardır
Eyâ
ser-defter-i uşşâk Salâhaddîn-i âlî-câh
Seni sevdim
gönülden himmetinle nâmın eşherdir
Cenâb-ı Şeyh-i
Ekber aşkına feyzinle dil-şâd it
Tabîb-i derd-i
cân-gâhın cenâb-ı Şeyh-i Ekber’dir
Hem ol
sultân-ı kevneyn aşkına himmet buyur nûrum
Senin
gül-zâr-ı ihsânın keremlerle müzehherdir
Esîr-i nefs-i
emmâre olup âvâre hâlim âh
Meded-kâr ol
azîzim yoksa mahvım pek mukarrerdir
Sarıldım
ravza-i ihsânına muhtâc-ı eltâfım
Beni redditme
Allâh aşkına di feyz mübeşşerdir
Yabancı
addidüp redditme dergâh-ı inâyetden
Müzehheb
silsilende nâm-ı pâkin misl-i cevherdir
Gönül feyzinle
kuvvet bulmak ister pek bunalmıştır
Belâ-yı
mâ-sivâya mübtelâdır hâli bed-terdir
Bi-hakk-ı
Hazret-i Fahr-ı risâlet lutfunu bezl it
Ümîd-varım ki
eltâfın bana elbet müyesserdir
Efendim
ma'rifet-kânım gönülde mâh-ı tâbânım
Kapında âşıkın
Vassâf-ı bî-evsâf-ı kemterdir
Hz. Salâhî efendimizin kabrinin yanında dîğer bir kabir
açıldığı zamân gördüm ki, Hz. Şeyh’in lahidleri yek-pâre mermerdendir. Bunun
böyle olması o zamân şahs-ı kıymet-dârlarına ne kadar ehemmiyyet verildiğine
delîldir. Taşın bir tarafından ufak bir delik varmış. Ondan intişâr eden
râyiha-i tayyibe-i vücûdiyyeleriyle meşâmm-ı cân-ı uşşâk mutayyeb olmuştur.
Salâhîyem
Salâhîyem Salâhî
Salâhîlikde
buldum ben felâhı
Tâhir Ağa ve Dergâhı
Tâhir Ağa, Sultân Mustafa Hân-ı sâlisin
Kapıcıbaşılarından, ya'nî mâbeyncilerinden Seyyid Muhammed Ağa’dır. Fâtih
Câmi'-i şerîfinin inşâsına nezâreti vardır. Surre-i Humâyûn emîni oldu. Ba'zı
ahvâl dolayısıyla Şam’da i'dâm edildi. Ser-i maktûu İstanbul’a getirildi.
İnşâ-kerdesi olan dergâhta defn edildi.
İrtihâli Hz. Salâhî’den bir sene evveldir.
/267/ Ahîren evkâf kaydında da te'yîd ve tahakkuk eylediği üzere
mescid olarak inşâ kılınmış olan işbu dergâh-ı şerîfin târîh-i inşâsı
1174/(1760-61)’tür. Burada ilk def'a şeyh olan zât, meşâyıh-ı Nakşiyye’den
Sâbir Efendi olup, dört sene icrâ-yı meşîhattan sonra 1178/(1764) senesinde
irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir ki, medfeni dergâh-ı şerîf hazîresindedir. Bu
zâtın irtihâlini müteâkib meşîhata Hz. Salâhî ta'yîn olunmuş, o da ondokuz sene
meşgûl-i irşâd olup, irtihâl-i dâr-ı cinân eylemiştir.
Tâhir Ağa’nın kabir taşında:
“Sâhibü’l-hayrât ve’l-müberrât merhûm ser-bevvâbîn-i
dergâh-ı âlî el-Hâc es-Seyyid Muhammed Tâhir Ağa’nın rûhiçün el-Fâtiha
1196/(1782)” yazılıdır.
Dergâhın tevliyyeti Tâhir Ağa Sülâlesi uhdesindedir.
Ahfâdından gelip geçenlerin kabri bu dergâh hazîresindedir. (Rahmetu'llâhi
aleyhim)
1259/(1843) senesinde seccâde-nişîn-i irşâd olan İbrâhîm
Hayrânî Efendi hazretlerinden zamânımıza kadar gelen meşâyıh-ı kirâmın
tercüme-i hâlleri 2. cildde meşâyıh-ı
Nakşıbendî faslında geçti.
Şeyh Muhammed Zühdî Efendi
Hz. Salâhî’nin tarîk-ı Uşşâkî’den yegâne ve fakat merdâne
bir halîfesidir. Hadîkatü’l-Cevâmi’de 282.
sahîfede Cezerî Kasımpaşa’da Balçık Tekkesi hakkındaki bahiste bu tekke icrâ-yı
meşîhatla 1234/(1819) senesinde irtihâl eden Şeyh Sâlim Efendi’den sonra
Debbağlar yazıcısı Şeyh Muhammed Sâdık Efendi’ye Şeyhü'l-islâm Mekkî-zâde
Mustafa Âsım Efendi delâletiyle meşîhat tevcîh olunduğu ve bu Muhammed Sâdık
Efendi’nin Abdullâh Salâhî-i Uşşâkî hazretlerinden müstahlef olup, 1234
senesinde câlis-i makâm-ı meşîhat olduğu ve 1242 senesi Şevvâlinde (Mayıs 1827)
meşîhati Sa’diyye’den Seyyid Muhammed Emîn Efendi’ye ikibin kuruş mukâbile terk
ettiği ve Muhammed Sâdık Efendi’nin 20
Zi'l-ka'de 1242/(15 Haziran 1827)’de Pazartesi günü irtihâl-i dâr-ı naîm
eylediği ve Emîn Efendi’nin Taşlıburun şeyhi Sâlih Efendi’den müstahlef Ahmed
Efendi halîfesi olup Hz. Hâlid’de türbe-dâr olduğu muharrerdir.
Binâenaleyh Hz. Salâhî’nin Şeyh Muhammed Sâdık Efendi
isminde bir halîfesini kayd etmek mecbûriyyeti hâsıl olduğu ve türbe-i Hz.
Hâlid’de yakın vakte kadar âvîhte-i mevki'-i ihtirâm iken her hangi bir
kadr-nâ-şinâs tarafından kaldırılmış olan ve Hz. Salâhî tarafından tanzîm
edilmiş bulunan kasîde-i tavîle, mûmâileyh Sâdık Efendi’nin delâletiyle oraya
asıldığı dâire-i ihtimâlden hâriç bulunmadığı beyân olunur.
Kâdirî-hâne’deki tomârda dahi, Hz. Salâhî’nin Şeyh
Muhammed Zühdî ve Şeyh Sâdık-ı Debbâğî ve mahdûmu Muhammed Ziyâeddîn Efendiler
halîfesi olarak gösterilmiştir. Sâdık Efendi’nin kabri Balçık Baba Tekkesi’de
mevcûddur. Ziyâeddîn Efendi Hz. Salâhî’nin câ-nişîni olup fakat şart-ı vâkıf
îcâbı meşîhatı usûl-i Nakşiyye üzere îfâ edip, elyevm ne Muhammed Sâdık
Efendi’den ne de Ziyâeddîn Efendi’den teselsül etmiş Uşşâkî kolu yoktur.
Hz. Salâhî ne derecede mestûr kalmış ki, İstanbul’da
kendilerini kemâlât-ı ârîfânesine âgâh kimse bulunmamış ve tâ Nazilli’den Şeyh
Muhammed Zühdî Efendi gelmiş, onu bulmuş ve mertebe-i irfâna ermiştir.
Nazilli’de müftü idi. An-asıl oralı imiş. Mürşid-i
mükerremim Şeyh Mustafa Sâfî Efendi, Fahrî Azîz'den naklen beyân buyurduklarına
göre müşârünileyhin pederleri de Nazilli’de evvelce müftü imiş. Muhammed Zühdü Efendi, tarîk-ı
ilme sülûk ile ikmâl-i tahsîle muvaffak olarak icâzet almış. Pederleri, Zühdü
Efendi’ye hitâben, “Oğlum! İlm-i zâhiri okudun. Bir de ilm-i bâtın vardır.
Onu da tahsîl etmelisin.” demeleriyle, “Efendim! Bu bâbta emrinize
muntazırım.” cevâbanı arz edince, “Üç gün bana misâfir ol. Sonra hani ya
ahyânen ziyâterlerine âzim olduğunuz Abdullâh Salâhî Efendi vardır. Ona git
teslîm ol.” diye emr etmiş.
Zühdü Efendi, üç gün müsâferetten sonra İstanbul’a âzim
olur. Yanına kitaba müteallık bir şey almaz. Hz. Salâhî ise, yanındakilere
"Yahu bize ara sıra Nazilli’den Muhammed Efendi isminde biri gelirdi,
görüşürdük. Şimdi o geliyor. Haydi karşılayınız.” buyururlar.
Karşılarlar. Derhâl huzûr-ı Hz. Şeyh’e
gelir teslîm olur.
Yedi sene ikmâl-i sülûk eder, hilâfet alır.
"Zühdî" lakabıyla telkîb olunur. Nazilli’de neşr-i feyz-i tarîkata
me’mûr edilir. Tarîk-ı Uşşâkî’yi o havâlîde neşre sebeb olurlar. Nazilli’de
medfûn ve rahmet-i Hakk’a makrûndur. Müşârünileyhin iki halîfesi vardır. Biri
Nazilli’ye altıbuçuk sâat mesâfesi olan Kara(ca)sulu Süleymân Rüşdü Efendi,
dîğeri ise mahdûm-ı mükerremleri Ali el-Gâlib el-Vasfî hazretleridir. Süleymân
Rüşdü Efendi vaktiyle derebeylerinden imiş. Fakat Şeyh Muhammed Zühdî hazretleri
onu her şeyden geçirmiş, rütbe-i kemâle eriştirmiş, erenler katarına katmıştır.
Müteahhirîn-i meşâyıh-ı Uşşâkıyye’den Tâlib-i İrşâdî,
müşârünileyh hakkında Dîvân’ında terâne-senc-i medh olmuştur.
Âsitânın
olsa çârûbu yüzüm Zühdî Dedem
Hâk-pâyın
tûtiyâ itse gözüm Zühdî Dedem
Zâtına müştâk
olaldan yanmışım kül olmuşum
Âlem içre
savrulur durmaz tozum Zühdî Dedem
“Şâh Muhammed Zühdî gibi reh-nümûnum var benim”
fahriyyesiyle dem-sâz olan Hz. /268/ Rüşdî’nin kemâlât-ı ârîfânesi
yüksektir. Seyr ü sülûka ve silsile-i Uşşâkıyye’ye dâir iki eserini mütâlaa
ettim. Her ikisi manzûmdur. Sülûka müteallık olan eserin ilk beyti, "Sâlik-i
müştâk isen Allâh’a sen" diye başlar, bir çok hakâyıktan bahs eder.
Gayr-i matbû'dur. Müretteb dîvânları var imiş, göremedim. Lâkin bir çok
manzûmelerini mütâlaa ile karîrü’l-ayn oldum. Bir kaçını nakl ediyorum.
Ey gönül
kesretden el çek ehl-i Hakk’ın râhı bir
Anla ‘illâ
veche’ remzin kıl nazar-ı dîdârı bir
Sil gönülden
mâ-sivâyı vahdetin şehbâlı bir
Gir muvahhid
bezmine hem anla her bir dârı bir
Dört kitâb
nüsha yedi fen on iki esrârı bir
Gûşe dört
iklim yedi râh on iki mi’mârı bir
* * *
Sana
virmişdim ikrârı Muhammed Zühdi yâ şeyhî
Seninle buldum
esrârı Muhammed Zühdi yâ şeyhî
Beni dûr itme
bâbından cemâl-i mihr-i tâbından
Okut hüsn-i
kitâbından Muhammed Zühdi yâ şeyhî
İderim senden
istimdâd yol oldukça kim neşân
Sen eyle
müşkilim irşâd Muhammed Zühdi yâ şeyhî
Senin vechinde
Hak gördüm lebinden câvidân buldum
Seni ikrâr
idüp durdum Muhammed Zühdi yâ şeyhî
Yed-i beyzâsı
Mûsâ’nın dem-i ihyâsı Îsâ’nın
Ki sensin
kutbu devrânın Muhammed Zühdi yâ şeyhî
Muhammed’den
durur mâyen tükenmez haşre dek sâyen
Misâl-i arş u
kürsî âyen Muhammed Zühdi yâ şeyhî
Bize eltâf-ı
Rahmân’sın ten içre gizli sultânsın
Aceb sırrımda
pinhânsın Muhammed Zühdi yâ şeyhî
Bu devrânın
senin şevkın gönülde yer tutan zevkın
Meded isterler
uşşâkın Muhammed Zühdi yâ şeyhî
Beni hasret
ile yakma firâkın nârına atma
Celâlin birle
yan bakma Muhammed Zühdi yâ şeyhî
Yolunda aşkına
cân içre câna erişmişdi[54]
Senden himmet
diler Rüşdü Muhammed Zühdi yâ şeyhî
* *
*
Da'vetim
var zâhidâ meydân-ı aşka gelmeli
Cild-i
gafletden çıkup üryân-ı aşka gelmeli
Cân u dilden
gûş idüp irfân-ı aşka gelmeli
Gelmeli şâhım
diyu sultân-ı aşka gelmeli
Anlayup aşk
hikmetin dîvân-ı aşka gelmeli
Vâdi-i zühdü
geçip gel aşk ile cân bulmaya
Ma'rifet kesb
eyleyip ikrâr u îmân bulmaya
Cümle
eşyâda hîcâbsız sırr-ı cânân bulmaya
Nefs ü rabbı
anlayup esrâr-ı irfân bulmaya
Bî-tevakkuf
cân atup cânân-ı aşka gelmeli
Mâsivâyı cân u
dilden bilmeyen Âdem midir
Cân verüp
cânân-ı aşkı bulmayan Âdem midir
Men araf
dersin bu demde bilmeyen Âdem midir
Bezm-i aşka
va’d edip de dalmayan Âdem midir
Anlayıp bu
neş’eyi insân aşka gelmeli
Bildiğin terk
eyleyüp kim bilmeli bilmişleri
Bezm-i
vahdetde vücûd-ı vâhidi bulmuşları
Fehm idüp bu
aşkı hem ol yâra yâr olmuşları
Anla sultânım
bu demde hoş-şikâr olmuşları
Yâr olup onlar
eliyle yârân-ı aşka gelmeli
/269/ Gûş idüp bu Rüşdi’nin
mantûk-ı gevher-bârını
Cân u dilden
fehm idüp bu nükte-i güftârını
Taht-ı bâde
fark idüp ol noktanın esrârını
Görmek
istersen güzel cânânımın dîdârını
Baş açık yalın
ayak dîvân-ı aşka gelmeli
Dîğer:
Göründü
nûr-ı zât-ı Kibriyâ gül yüzlü mâhımda
Açıldı kenz-i
lâ-yefnâ şeker-baht-ı siyâhımda
Seçildi
hikmet-i ma’nâm ser-i devlet-nigâhımda
Bilindi
nokta-i vahdet rumûz-ı kıble-gâhımda
Yazıldı nakş-ı
‘Kerremnâ’ ser-i devlet-külâhımda
Bi-hamdi'llâh
sarâ-yı devlete dâhilden olduk biz
Cemâl-i yârı
her yüzden gören kâbilden olduk biz
Bu demde
himmet-i yâra iren nâilden olduk biz
Huzûr-ı
dergeh-i şâha varan vâsıldan olduk biz
Ne serler
gördü âşıklar benim bu seyr-gâhımda
Bizim
varlığımız varı senin kadr-i azîmindir
Hatâ vü
zellemiz afv eylemek şân-ı kerîmindir
Bu nutku var
iden bizde yine emr-i rahîmindir
Kamu şerh u
beyân itdiğimiz lutf-ı amîmindir
İnâyet genc-i
bî-pâyân durur pâdişahımda
Aceb mi mazharım unvânını cüz'î beyân etsem
Hudâ’nın
lutfunu tergîb içün sırrı ıyân itsem
Leb-i hâmem
zebâna geldiği mikdâr nişân etsem
Aceb varlık
mıdır dostum beyân-ı hâl u şân etsem
Açılsa
gonca-veş bâğ-ı visâl-i cân-gâhımda
Söz oldun
söyledin yâra zebân-ı sırr-ı Âdem’de
Göz oldun
gözledin noksânımı ecsâm-ı âlemde
Duyarsın
sırrımı vârid olan atvârımı demde
Zuhûrun
sırrına Rüşdî irişdi nakd-i Meryem’de
Muhammed
nûrunu Haydar beyân etdi penâhımda
Süleymân Rüşdî
hazretleri Nazilli havâlîsini efeliği zamânında tirtir titretirken hidâyet-i
ilâhiyye erişerek, azamet-i ilâhiyye karşısında kendisi tirtir titremeye başlamıştı.
Derebeyliği zamânında isti'mâl ettiği Yatağan bıçağını, palasını, tüfeğini
odasında oturduğu yerin duvarına asmış, kendine intisâb eden efeleri de yola
getirip, sa’y u mücâhedede tekâsülü görülenlere karşı makâm-ı tehdîdde eslihaya
sarılıp, mürîdlerini ihâfe eylediği
mervîdir.
İzmir muhassılı Lütfü Efendi Hz. şeyh ile çok
uğraşmıştır. Her Mûsâ’nın bir Fir’avn’ı olur, müşârünileyhin Fir’avn’ı da Lütfü
Efendi imiş. Vaktiyle, şîrler pençe-i kahrından lerzân olurken, Hz. Rüşdî'de
eski haller kalmadığından Hz. Rüşdî birkaç def'a mahall-i âhara bir def'asında
da Kayseri’ye nefy etmişler, hattâ Kayseri’de iken bir nutuk inşâd
buyurmuşlardır. Ve bunda vak’a-yı nefyi tafsîl etmişlerdir.
Şöhretleri bidâyeten "Semiz-zâde Süleymân Bey"
imiş. Rüşdî, tarîkat mahlasıdır.
Sonraları "Süleyman Rüşdî"
/270/ diye şöhret buldular.
Sultân Mahmûd-ı sânî Bektâşileri ifnâ eylediği zamân
Süleymân Rüşdî hazretleri hakkında da ba'zı mertebe müftereyâtta bulunmuşlar.
Bunun üzerine Server Paşa’nın kayın pederi Halîl Paşa vâsıtasıyla İstanbul’a da'vet olunmuşlardı.
Da'vet-i pâdişâhîye icâbetle İstanbul’a gelip,
Fındıklı’da sâkin olmuş ve Eyüp’te Rami Kışlası civârında Hz. Padişâh ile mülâkât etmiştir. Nezd-i şâhâneye gâyet lâubâli bir sûrette
dâhil olduğunda muhâtabının pâdişâh-ı zamân olduğunu henüz bilmiyorlardı.
Sultân Mahmûd, hattâtlığından, ata biniciliğinden, ok atıcılığından bahs ederek
zeyn-i kelâm ile pâdişâh olduğunu beyân
ile gûyâ Hz. Şeyh’i lâubâlilikten
ferâğata teveccüh eylemişler ise de, “Padişâhım! Bahs ettiğiniz
evsâftan sormazlar. Siz bir çobansınız. Sürünüzden mes'ûlsünüz. Onu sorarlar
Ona dikkat et.” diye ma'rûzâtta bulunup, huzûrdan çıktığında atiyye vermek
istemiş ise de kabûl eylememiş, pâdişâhın mazhar-ı takdîri olmuş ve hürmeti
artmıştır. Temalluka ve sûrî merâsime taraf-dâr olmadığını pâdişâha
anlatmıştır. Muazzezen memleketine avdet buyurmuşlardı.
İrtihâllerinden evvel şu iki manzûme-i târîhiyyeyi
kendileri inşâd buyurmuşlardır:
‘İrciî’
emri sımâh-ı câna geldi ez-Hudâ
Der-akab itdim
sefer kande diyu ol hûb-edâ
Rahmet-i
feyz-i ilâhî bendeye rehber olup
Dest-gîrim
oldu bî-şek nûr-ı zât-ı Mustafâ
Dergeh-i pâk-i
rızâya ben de rû-mâl olmuşum
Hamd ola arz-ı
cemâl itdi cemâl-i kibriyâ
Sundu bir
câm-ı muhabbet sâki-i dest-i ecel
Mest-i Bâkî
olmuşum fevt oldu zann itmen bana
Menzil-i dâr-ı
fenâdan fâriğ oldum hâsılı
Mesken-i pür
zevk ü şevk oldu bana dâr-ı bakâ
Rahmet ile yâd
idenler Şeyh Süleymân Rüşdi'yi
Rahmet ü ihsân
ide Rabbim teâlâ dâimâ
Fevtimin
târîhini geldi yediler didiler
Rüşdi
yâr-ı cân ile cânân ile eyle safâ
(رشدى يار جان ايله جانان ايله ايله صفا) =
1250/(1834)[55]
Dîğer:
‘İrciî’
fermânını Hak'dan bana
Hatt-ı
kudretle yazup sundu kader
Ola da'vet bir
kula ez dûstân
Kâni' olmakdır
ne ise mâ-hadar
Râh-ı Hak'da
âşık-ı dîdâr olan
Câm-ı
vaslı dest-i cânândan içer
Tâlib olmuş
cânı cânân nidelim
Âşık olan cân
ile serden geçer
Rıhletim
târîhini yazdım didim
Kıldı Rüşdî
âh diyu yâra sefer
) قيلدي رشدي آه ديو ياره سفر (
Süleymân Rüşdî hazretleri tarîk-ı Uşşâkî'ye şeref veren
ricâlu'llâhtandır. Silsile-i tarîkat, âtîde tercüme-i hallerini yazacağım Ali
Gâlib Vasfî hazretlerinden yürümüştür. (Kaddesa’llâhu esrârahüm)
/271/ Şeyh Ali Gâlib Vasfi Efendi
Şeyh Muhammed Zühdî Efendi halîfesidir ve mahdûm-ı
necîbidir. Nazilli'de gehvâre-zîb-i âlem-i şuhûd olmuştur. Tahsîli
pederlerindendi. Âlim, fâzıl bir zât-ı âlî-kadrdir. Zâhiri, bâtını ma'mûr
ricâlu'llâhtandır. Târîh-i velâdetleri 1146/(1733) târîh-i irtihâlleri
1266/(1850) senesine müsâdif olup, ömr-i şerîfleri yüzyirmidir. Kırkdört sene
müftülük hizmeti îfâ etmiş ve âlem-i mükâşefede Fahr-i âlem (salla'llâhu
aleyhi ve selem) efendimiz hazretlerinin dâimâ huzûrunda bulunmaya mazhar
olarak verdiği fetvâları dâimâ Rasûl-i Ekrem efendimize evvelden arz eder ve
müsâade-i seniyye-i nebeviyyeyi istihsâl ettikçe verdiği, menkûlâttan
bulunmuştur.
Bir gün Nazilli'de iken mahdûmuna emr eder ki, "Eşyâmızı
hâzırlayınız, Hicâz'a niyet ettik." Bunun üzerine eşyâsı hâzırlanır, âdet-i belde memleket
halkına i'lân olunur. Sâir huccâcın yaptığı gibi şehir hâricinde bir mahall-i
mahsûsta şehir halkına ziyâfet verilir. Herkesle vedâ' olunur. Bu sırada
mahdûmuna hitâben: "Oğlum eşyâmızı topla, Hicâz'a gidemeyeceğiz.
Kasabaya avdet edeceğiz." buyururlar. Mahdûmları âti't-tercüme Tevfîk
Efendi, "Aman babacığım! Nasıl olur kasaba halkına karşı bu şekil pek
çirkin gelir. Ferâgat buyurulmamış olsa pek isâbet olmuş olacak." diye
ma'rûzâtta bulunmasına karşı, "Halkın edeceği güft u gûya kulak asma.
Rasûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerinin emr-i celîl-i Muhammedîleri bu merkezdedir."
buyurup, avdet husûsunda ısrâr buyurmuşlardır. Hâlbuki bu sırada dest-i sâkî-i
ecelden şarâb-ı mevti nûş etmeleri mukarrer imiş. Fi'l-hakîka öyle oldu. (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
Hulefâ-yı Uşşâkıyye'den Gâlib Bey'in nakline göre,
hulefâsından Köylü Muhammed Dede Hicâz'a gider. Medîne-i Münevvere'ye geldiği
zamân Ravza-i Mutahhara'da esnâ-yı ziyârette bir zât Muhammed Dede'nin
Nazilli'den geldiğini haber alınca, azîzi Ali Gâlib Vasfî'ye takdîm olunmak üzere
bir mektûb verir. Muhammed Dede, “Azîzim Nazilli'den dışarı çıkmış bir kimse
değildir. Siz onunla nerede görüşdünüz, ahbâb oldunuz?” diye sorunca o zât,
"Müşârünileyhin haftada iki gece huzûr-ı saâdette bulunduğunu."
söyler.
Muhammed Dede, azîzinin kemâlâtına esâsen vâkıf olup,
bunun ehl-i beldeye bir eser-i kerâmet olacağına îmân ederek mektûbu hâmilen
avdetinde azîzine arz-ı keyfiyyet eylemiş, mektûbu takdîm etmiştir. Azîzi
gülümseyerek bu işin kendinde sır olarak kalmasını emr edip, intikâlinden sonra
Muhammed Dede tarafından işâa olunmuştur.
İrtihallerinde Büyük Kabristan'ın ortasına defn olunmuş.
Evvelce azîz-i müşârünileyhi ziyâret emeliyle başka kasabadan bir âşık
Nazilli'ye gireceği sırada mezâristânın orta yerinde Hz. Şeyh'i oturuyor görür.
Yanına gider, elini öper, müşerref olur. Oradan kasabaya dergâha gelir,
keyfiyyeti anlatır. Hâlbuki irtihâlinden haber-dâr değildi. Herkes mütehayyir
olur. Şeyhine bir kat daha hürmet muhabbet gösterir.
Bu yolda menâkıbı çoktur. Tarîk-ı Uşşâkî'ye şeref vermiş
erlerdendir. /272/ Arabî, Fârisî, Türkî eş'ârı ve bir de külliyyâtı
vardır. Külliyyâtını Şeyh Muhammed Emîn Efendi cem' ve tahrîr eylemiştir.
Latîfe:
Sâlim Baba nâmında bir zât ızhâr-ı kemâlât maksadıyla Hz.
Şeyh'e şöyle bir fahriyye göndermiş:
‘Alleme'l-esmâ’ya her dem mahremim ben sen nesin
Vird iderler dilde ism-i a'zamım ben sen nesin
Zât-ı pâk-i mutlakım nâm u nişânım nâ-bedîd
Âşikâra vü hafâya a'lemim ben sen nesin
Tâc-ı kerremnâ ile oldum mükerrem tâ ezel
Ol sebebden râh-ı Hakk'a olmuşum ben sen nesin
Zâhiren nâs arasında
oldum ammâ mübtezel
Lîk sîretde kamudan ekremim ben sen nesin
Yanmadım nârına Nemrûd'un Halîlullâh olup
Söyledim bin bir kelâm Tûr'a Kelîmu'llâh olup
Kâbe kavseyne İrişdim hem Habîbu'llâh olup
Mürde ihyâ eyledim Îsâ demim ben sen nesin
İlm-i eşyâ ilm-i sîmyâ keşf olupdur hufyeten
İlm-i teshîrât bildim vefk u tencîm cümleten
Lîk girdim gûşe-i vahdetde şimdi uzleten
Vaktin Eflâtûn'uyum
hem nâdirim ben sen nesin
Feyz-yâb oldum tarîk-ı hâne-dândan ey püser
Mâ-sivâyı terk idüp kıldım alâyıkdan güzer
Hâl-i aczimden sorarsan Sâlim'in zâhid eğer
Bir kemîne kemterim kemden kemim ben sen nesin
Tevhîd-i Zât neş'esiyle söylenen bu nutk ile âtîdeki
cevâb hakkında birden bire mütereddid bir vaz'iyyete düşmekten ise inşâa'llâh o
neş'e-i ma'nânın tecellîsine intizâren ihtiyâr-ı sükût eylemek ve kemâlât-ı
insâniyyenin hakîkatına vuslat ni'metini Hz. Vâhibü'l-âmâlden istemek lâzime-i
âdâbdandır. Şeyh Ali Gâlib Vasfî buna Nazilli şîve-i lisânıyla ve bi-hakkın
tevhîd-i Zât neş'esiyle cevâb veriyor. "Bilmemin?", "Bilmez
misin?" demektir. Nazilli lisânıdır.
Pâdişâh-ı
on sekiz bin âlemim ben bilmemin
Taht urup
eflâk-i bî-keyf ü kemim ben bilmemin
Ben
azîmü’ş-şânım itdim yoktan ızhâr âlemi
Cümleden
ey zâhidâ yâ akdemim ben bilmemin
Bir
nefesle âleme ser-tâ-kadem virdim hayât
‘Kün’
didim bu devre ne kesb nitdi bâğ-ı kâinât
Emrime râm
olmamak mümkün değildir mümkünât
Hâlık-ı
tâk-ı sipihre muhkemim ben bilmemin
Eyledim
gül-şen Halîle âteş-i Nemrûd'u ben
Görmedi
tûfân-ı Nûh’u kudretimle pîre-zen
Kıldım
ihyâ üstühân-ı hurde vü sad mürde ten
Âleme cân
bahş iden sâhib demim dilim bilmemin
Ben
değilmim sen sana akdem firâvân eyleyen
Tab’ını
mevzûn idüp iş’âr ihsân eyleyen
Ben
değilmim sen gedâyı hân u hâkân eyleyen
Kâşif-i
esrâr-ı kenz-i mübhemim ben bilmemin
Hamdü
li'llâh hâk-pâ-yı râh-ı Uşşâkî menem
Berk-i yâr
ârzû olmazsam dünyâda ne gam*
Künc-i
istiğnâda Vasfî-i fakîrin ey dedem
Bir pula
dünyâyı virmiş âdemim ben bilmemin
/273/ Na’t-ı Şerîf:
Bilâ-şek
hâk-pâyın kîmyâdır Yâ Rasûla'llâh
Uyûn-ı
âşıkâna tûtiyâdır Yâ Rasûla'llâh
Günâhım
olmasa mânend hezârân kûh-ı kâf-âsâ
Nigâhın
olsa bir dem hep hebâdır Yâ Rasûla'llâh
Behişt-i
heşti tezyîn eyleyen nûr-ı zuhûrundur
Ziyâsı
nûr-ı zâtından nümâdır Yâ Rasûla'llâh
Azâb-ı
dûzahı çekmez sana ümmet olan âdem
Fe-terdâ
sana Hak’dan bir atâdır Yâ Rasûla'llâh
Ümîd-i Vasfi-i
âciz kapında bende olmakdır
Ki baş u
cân sana ancak fedâdır Yâ Rasûla'llâh
* *
*
Hayâl itme
kabâ-yı hüsnü her bir sîm-ten geydi
Anı âlemde
ancak Yûsuf-ı gül-pîrehen geydi
Muhabbet
bir hakîkat câmesidir sûfîye bi'llâh
Kabâ-yı
zühd ü takvâyı ser-â-pâ çâk iden geydi
Vasıl bir
hil’at-ı nûrâni iken geymedi kimse
Hecir bir
âteş efserken aceb âşık neden geydi
Safâdır bu
libâs-ı nev iden terk-i sivâ geydi
Cefâ bir
köhne hil’atdır gelen geydi giden geydi
Muanven
bir abâdır ayn u zevk ey dil bu âlemde
İden çâk-ı
girîbân atlas-ı çerh-i kühen geydi
Muhakkak
hulle-i in’âm-ı Bârî’dir visâl-i yâr
Kamu
âlemde varım herkese yağma diyen geydi
Hakîkat
zâhidâ bir kisve-i nûr-ı ilâhîdir
Be-hakk-ı
Kibriyâ sen geymedin ammâ giyen geydi
Beğenmezken
harîr-i atlas-ı gerdûnu ehl-i hırs
Neden âhir
zarûrî ihtiyâr itdi kefen geydi
Serin
hâk-i der-i meyhâneye vaz' eyle ey Vasfî
Kabâ-yı
şevk-i zîbâyı ona ta'zîm iden geydi
* *
*
Gönül bir
şâh-râh-ı kibriyâdır
Gönül bir
mevsıl-ı sırr-ı Hudâ’dır
Gönül
sahrâ-yı iklîm-i vefâdır
Gönül
meydân-ı âlî cân fezâdır
Gönül bir
kişver-i bî-müntehâdır
Gönül bir
mahzen-i ilm-i ilâhî
Gönüldür
bir kitâb-ı pâdişâhî
Gönüldür
şerh iden zâtı ke-mâ-hî
Gönüldür
gösteren cânâna râhı
Gönül bir
muktedâ-yı enbiyâdır
Gönüldür
bir sarâ-yı zât-ı bî-çûn
Gönüldür
dergeh-i pîre diger-gûn
Gönüldür
lâ-cerem beyt-i hümâyûn
Gönül
sahnında lâ-şey’ sahn-ı gerdûn
Gönül
arş-ı muallâdan ulâdır
Gönüldür
mesned-i erbâb-ı hâcet
Gönüldür
pîşvâ-yı ehl-i tâat
Gönüldür
kıble-i dîn-i saâdet
Gönüldür
mescid-i nûr-ı hidâyet
Gönül bir
mustafâ nûr-ı hüdâdır
Gönüldür Vasfiyâ
şehr-i hakîkat
Gönüldür
taht-gâh-ı sırr-ı tarîkat
Gönüldür
mahrem-i sırr-ı şerîat
Gönül burcunda
vasfı kıl meşîhat
Gönül bir
mecma’-ı âl-i abâdır
Kitâbe-i seng-i mezârı:
“Nazilli’de kırkdört sene müftü olan ve Hüsâmeddîn-i
Uşşâkî tarîkından bulunan es-Seyyid eş-Şeyh Ali Vasfî Efendi hazretlerinin
rûhuçün el-Fâtiha – 1266”
Şeyh Muhammed Tevfîk Efendi
Şeyh Ali Gâlib Vasfî’nin hem oğlu, hem talebesi, hem de
mürîdidir.[56] Hilâfeti
pederindendir. Nazilli’de doğmuştur. İrtihâli de buradadır. Pederlerinin yerine
müftü olmuştu. Pederleri hâl-i ihtizârda iken ileride müftülük makâmına geçtiklerinde mazhar-ı feyz olması
için duâ talebinde buyunan Tevfîk Efendi’ye, “Oğlum! Kırk dört senedir
müftülük hizmeti îfâ ediyorum. Hz. Rasûlulah
efendimizden istiftâ etmeden bir fetvâya tasaddî etmedim. Müftülük pek zordur. Cenâb-ı Hak muînin olsun.”
diye duâ ve hüsn-i nazar buyurmalarıyla Tevfîk Efendi’de bâb-ı feyz açılmış o
dahi eser-i pedere iktifâ eylemiştir. Hem ulemâdan hem de meşâyıh-ı urefâdan
idi. Kabr-i enverleri Muhammed Zühdî hazretlerinin kabirleri yanında
Nazilli’dedir. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
Şu nutuk kendilerinindir:
Anladım
hikmet neden olmaz gönül gamdan berî
Tâlib-i
hüzn olmak ister nâr-ı aşka müşterî
Derd ile
gamdan safâdan gönlümün pervâsı yok
Sanki
iklîm-i belânın Hüsrev ü İskender’i
Âh u vâhı
âdet itmiş rûz u şeb eyler figân
Kendini
hüzne safâ sanmış bu gam hâhişkeri
Neşve-i
câm-ı cem' olsa istemez gönlüm yine
Külbe-i
ahzâna vâsıl olduğu günden beri
Şâh-ı
aşkın dest-i feyzinden kadeh nûş eyledim
Öyle mest
oldum ki çeşmim görmüyor hiçbir yeri
Ağlayup
yanmak sezâdır kalb-i sevdâ-hâhıma
Çünki oldu
merhametsiz bir perînin çâkeri
Görseler
erbâb-ı vicdân merhamet eyler bana
Sîne-i
hüznümde açdı yara sevdâ hançeri
Olmasın
aslâ mükedder hâtırın Tevfîk-ı zâr
Vâdi-i
zulmâna düşmüşü Hızır’dır rehberi
Müşârünileyhin Mustafa Fethi ve Ömer Hulûsî nâmında iki
muhterem halîfesi vardır.
Şeyh Mustafa Fethî Efendi
Muhammed Tevfîk Efendi’nin mazhar-ı feyzi olmuş
ricâlu'llâhtandır. Tahmînen 1208/(1793-94) senesinde Aydın civârında
Bozdoğan’da doğmuş, 130 sene kadar muammer olup, 28 Kânûn-ı evvel 1338/(1922)
ve 9 Cemâziye’l-evvel 1341 târîhine müsâdif Perşembe günü âlem-i cemâle intikâl
eylemiştir. Tahsîli Bozdoğan’dadır. Bidâyeten tarîkat-ı aliyye-yi Nakşıbendî-i
Hâlidî meşâyıhından bir zâta intisâb edip, hilâfet almıştır. Sonra âlem-i
ma'nâda bir gece kendilerine, “Nazilli’ye git, orada abdest al.” diye
bir ihtâr-ı ma'nevîde bulunulur ve bu rü'yâ üç def'a tekerrür eder. Bunun
üzerine yaya olarak Nazilli’ye gelir, Muhammed Tevfîk Efendi’ye mülâkî olur.
Sebebini anlatır. Muhammed Tevfîk Efendi, “Efendim ilminiz var, hilâfetiniz
var, tekrâr intisâba hâcet yoktur.” derse de ilhâh eder. “Öyle ise
yeniden bir abdest al gel.” diye emr eder. Sırr-ı rü'yâ bu sûretle nümâyân
olur. Şeyhine âşıkâne medhiyyeler yazmıştır.
Müşârünileyhe mülâkî olan Şeyh Gâlib Bey’in îzâhına göre
vasatu’l-kâme, vecîhü’n-nazar, hoş-sohbet, orta sakallı olup fes üzerine sarık
sararlar imiş. Kendileri /275/ ilm-i zâhirde de mütebahhirînden
olduklarından maddî ma'nevî neşr-i füyûzât eylemişlerdir. Bozdoğan’da yirmi
dört odalı bir medresesi ittisâlinde bir câmi'-i şerîfi ve onun yanında da
tekkesi vardır. Câmi'-i şerîfin cidârları Hz. şeyh’in sânihât-ı âşıkânelerinden
olan nu'ût-ı şerîfe ile müzeyyendir. Talebe-i ulûm ve dervîşân her gün zülâl-ı
irfânlarından hisse-mend olurdu. Bozdoğan’a talebe-i ilm ü irfân için
gelenlerden ilm-i zâhirden hisse-mend olmak için medreseye; ilm-i bâtından
zevk-yâb olmak için tekkeye devâm ederlerdi. Cem'iyyet-i dervîşân ile zikr-i
şerîf ve icrâ-yı âyîn-i latîf olunur imiş.
Kula kasabasında ve son vakitlerde Bozdoğan’da müftülük eylemiştir. Sünûhât-ı âşıkâneleri
pek vâsi’ ve zengin olup birkaç dîvân teşkîl edecek derecededir. Müretteb
dîvânından fazla birkaç torba dolusu eş’ârı olduğunu re’sü’l-ayn müşâhede eden
Gâlib Bey nakl eylemiştir. Bir Âşıkın Seyrânı diye cidden güzel bir
lisân, ârîfâne bir beyân ile yazılmış risâleleri vardır. Seyr ü sülûka dâir
ayrıca bir risâleleri var imiş.
Eş’ârından:
Ey
ehl-i taleb bak bize kim kıble-nümâyız
Her
kandedir ol mazhar-ı esrâr-ı hüdâyız
Sen ben ne
demek cümlesi mahv oldu ser-â-pâ
Her yüzde
tecellîsi göründükde fenâyız
Biz aşk
ile dil-suhteleriz mezheb-i aşkda
Cem'iyyet
idüp ders-i arefde ulemâyız
Hiç gayrı
değil cümle odur cümlesi bizde
Biz
câmiu’l-esmâ olan ol ehl-i amâyız
Biz
yek-dil ü yek-hâl olup sırr-ı ezelde
Yek
haddede merbûb olan erbâb-ı safâyız
Nefsile ne
hâcet bilinir kalbe nazarla
Yek-dîğerimiz
rabt ile bir nokta-i bâyız
Ebced
okuduk ahsen-i takvîme gelince
Bildik
hele Fethî biz o mir'ât-ı Hudâ’yız
* *
*
Gir
tarîk-ı aşka ey dil aslını zâtında bul
Taşra
bakma hâlıkı sen kendi mir'âtında bul
Sırr-ı
esmâdan urûc it seyr-i Hakk’a vâsıl ol
Kâbe
kavseyn sırrını sen sırr-ı sâdâtında bul
Len-terânî
perdesinde kalma gel zâhid gibi
Bu hıtâbın
sırrını kendi hayâlâtında bul
Görmenin
imkânı yok sanma gözün aç bak bana
Sendedir
Tûr-ı tecellî levh-ı âyâtında bul
Kenz-i
mahfîsin nümâyân olduğunda şübhe yok
Hak cevâb
istersen ey Fethî hep âyâtında bul
* *
*
Verd-i
rûhsârın gören şeydâ olur âlem bu ya
Âh u
efgâna düşer gûyâ olur âlem bu ya
Sînesin
çâk eyleyüp başın çeker halkdan yana
Terk ider
nâmûsunu rüsvâ olur âlem bu ya
Hûb
cemâlin nakşını bir kez temâşâ eyleyen
Aşkla
sermest ü bî-pervâ olur âlem bu ya
Şîve-gersin
çün elinden nâ-tüvân âşıkların
Ol kadar
dûçâr-ı istiğnâ olur âlem bu ya
Gam yeme Fethî
murâdın bir gün elbette senin
İstediğinden
dahi a’lâ olur âlem bu ya
* *
*
/276/ Mâh-ı tâbân isterim mâh-ı hilâli
neylerim
Ben
cemâl-i yâra meftûnum celâli neylerim
Fakr ile
fahr eylerim âsûde kalmak isterim
Kenz-i
aşka mâlikim ben başka mâlı neylerim
Dîde
pür-nem dilde gam dehşetli hey hey na’ralar
Rûz u şeb
budur enîsim başka hâli neylerim
Câhidim
nefsimle her dem kahramânım kahramân
Tâc-ı kerremnâyı
giydim zîb ü şâlı neylerim
Bir o bir
ben bir de nây u sûz u sâz u dem yeter
Fethi’nin
fikri budur başka kemâli neylerim
* *
*
Şehâ
dünyâda insân birbirin imdâd lâzımdır
Fitîl-i
şem’ayı elbette bir îkâd lâzımdır
Hudâ
esbâba ta’lîk eylemiş bi’l-cümle eşyâyı
Husûsan
nev’-ı insân birbirin irşâd lâzımdır
Nazar kıl
mekteb-i irfâna istikmâl içün söyler
Zavâhirle
bevâtın bilmeye üstâd lâzımdır
Terakkî-i
maârifle olur i’mâr-ı mülk ammâ
Erenlerden
velî imdâd istimdâd lâzımdır
Tefeyyüz
yolları rûşen ülü’l-ebsâra ey Fethî
Velâkin
kâbiliyyet sa’y u gayret-dâd lâzımdır
* *
*
Bilmezsin
Efendim ki bu kemterde neler var
Gencîne-i
gönüldeki ezberde neler var
Da'avât-ı
reşâdet sana bir vechile şâyân
Açtırma
benim ağzımı mızmarda neler var
Elfâzı
bırak anla nedir dürr-i maânî
Tedkîk-i
hurûf eyle bu defterde neler var
Sen sûreti
tezyîn idemezsen ayıb olmaz
Ben
sîretini yokladım anbarda neler var
Halk içre
cünûn şöhretim olduysa da Fethî
Karşında
şu Leylâ gibi dil-berde neler var
* *
*
Açık meyhânemiz vardır içen gelsin bu meydâna
Olup hüşyâr-ı aşku’llâh metânet virin îmâna
Tevâcüd eyleyüp ruhu çağırsın na’ra-i Hû Hû
Tutup dest-i tefeyyüz sıdkıla girsin bu meydâna
* *
*
Kesmezem
ümmîdi senden ey şefâat ma’deni
Sensin
Allâh’ın habîbi sırr-ı lâhût mahzeni
Ey
livâü’l-hamdinin sâhib-kırânı Mustafâ
Merhamet
kıl tut elimden al götür Hakk’a beni
Mücrimim
ammâ ümîdim kesmezem senden ebed
Salmazam
aslâ elimden ey Hudâ’nın dâmeni
Cennet ü
gılmân u hûra aldanup kalmam ebed
Hak
cemâlin bana besdir kalbim anın rûşeni
Haşr-ı
kübrâda bana sen ümmetim dirsen yeter
Nîm-nazar
kıl Fethi’ye kanda olursa meskeni
* *
*
Biz
harâbât ehliyiz sağ u şimâli neyleriz
Hırka-pûş-ı
fâniyiz ol zîb ü şâlı neyleriz
Câmiü’l-esmâdır
Âdem kim şeyâtîn bilmedi
‘Semme
vechu'llâh’ı gördük lâubâli neyleriz
Mebde-i
âlem Muhammed zübde-i Âdem’dir o
Vâris-i
irfânıyız başka kemâli neyleriz
‘Men
reânî’ sırrını îmâ ider rûhsârımız
Biz
rasûl-i vahdetiz artık suâli neyleriz
Kâle Fethî
ci’tü yâ Ahmed lenâ bi’r-rahmeti
Avnüke
illâ aleynâ başka hâli neyleriz
Müşârünileyhin lisân-ı Arab üzere söylenmiş eş’ârı olduğu
gibi ba'zan letâif vâdîsinde hakîkata dâir hoş-güftârâne söylenmiş gazellerine
de müsâdif oldum. Ez-cümle bu onlardandır :
Salâdır
gelsin erbâb-ı hüner imdâda yangın var
Tutuşmuş
her taraftan nüsha-i kübrâda yangın var
Duhânı
göklere ağdı yanar heyhât adem şehri
Yetiş gel
ey tulumbacı bu şeb rü’yâda yangın var
/277/ Sadâ-yı
tûb-ı âhımdan felekler lerze-nâk oldu
Melâikler
didiler hiç değil bâlâda yangın var
Gel ey Fethî
hemân kendin bu nâra yandı zannetme
Hurûfa bir
kulak vir ki kamu eşyâda yangın var
Bu gazelden maksad-ı nâzım şöyle münfehim olur ki:
“Mertebe-i irşâda erdim, neş’e-i zât-ı ecellîsine
uğradım. Hurûf u kelimât ve terâkîbden ibâret lafz u sûret mahv oldu. Nüsha-i
kübrâ olan vücûdum için vücûddan eser kalmadı. Âteş-i tevhîd onu yaktı, dumanı
göklere çıktı. Esâsen ademden addolunan şehr-i vücûd fânî oldu. Seyr ü sülûkta mürşide rü'yâ söylenir,
merâtib bilinir idi. Ey mürşid, artık benden böyle şey bekleme. Hepsi mahv
oldu. Sadâ-yı âhımın şiddeti o mertebe ziyâde vâki' oldu ki felekler tirtir
titredi. Melâike hayrette kalıp, âlem-i
bâlâda bir şeyler oluyor dediler. Ey Fethî! zannetme ki mahv olan senin vücûd-ı
mevhûmundur. Hurûfu elfâz ile nâmları yâd olunan cümle eşyâ dahi envâr-ı
tevhîd-i zât ile müstehlike olmuştur.
Var olan ancak Hz. Allâh-ı zü’l-Celâldir.”
demek istiyorlar. Kisve-i letâife bürünerek pîşgâh-ı ıttılâımıza çıkan gazelin
hülâsatü’l-hulâsa mefhûmu Allâhu a’lem bu olsa gerektir.
Hulefâsı:
Şeyh Mustafa Sabri Efendi – Şeyh Mustafa Fevzi Efendi –
Şeyh Hacı Süleymân Hakkı Efendi – Şeyh Muhammed Fahri Efendi – Şeyh Ali Neşâtî
Efendi – Şeyh Ali Rızâ Efendi – Şeyh Muhammed Subhî Efendi – Hâfız Hasîb
Seyfeddîn Efendi – Şeyh Ali et-Tevfîk Efendi – Şeyh Muhammed Zühdî Efendi –
Şeyh Hüseyin Cemâleddîn Efendi ( Bu zât Hz. Şeyh’in mahdûmu ve câ-nişînidir.)
Şeyh Ömer Hulûsî Efendi
Kümmelîn-i meşâyıh-ı Uşşâkıyyeden’dir. Muhammed Tevfîk
Efendi halîfesidir. Nazilli’de irşâd-ı nâsa me’mûr oldular. Bir târîhte
İstanbul’u teşrîf ile, Uzun Çarşı’da Tanburacı Hanı’nda ikâmet buyurmuşlardır.
Dervîşlerinden bir kısmı maiyyetlerinde bulunmuştur. İstanbul’da tarîk-i Uşşâkî
indirâsa yüz tutmuş iken feyz-i ma'nevîlerinin te'sîriyle ihyâya muvaffak
olmuşlardır. Nazilli’ye avdetlerinde yine irşâd ile meşgûl olup 1285 senesi
şehr-i Cemâziye’l-evvel’inin ikisi ve 1284/(1868) senesi Eylül’ünün sekizinci
Pazar günü âzim-i dâr-ı cemâl oldular. Vasiyetleri mûcibince Nazilli’de şehrin
orta yerindeki kabristana defn olundular. Ahîren bu mezârlık sokağa kalb
olundukta mürîdânı na’ş-ı şerîflerini ter ü tâze bularak ta'zîmât-ı lâyıka
ile Nazilli’deki Uşşâkî dergâhına nakl
olunmuştur.
Damâd-ı muhteremleri Şeyh Muhammed Fahreddîn Himmetî
tarafından söylenmiş olan manzûme-i târîhiyyedir:
Mazhar-ı
sırr-ı velâyet vâris-i fahr-ı cihân
Mürşid-i
kâmil mükemmil pîşvâ-yı vâsılân
Bâğ-ı
irfân içre ma’rûf Şeyh Hulûsî bağbân
Bu makâmı
Ka’betü’l-Uşşâk kıldı âsitân
Râh-ı
Uşşâkî’de yakdı Aydın ilinden çerâğ
Tutdu
âfâkı ser-â-pâ nûr-ı feyz-i ârîfân
Oldu irşâd
ile me’mûr yirmibeş yıl aşk ile
Âb-ı
hayvân kandı destinden nice bin âşıkân
/278/ Bendegâna yâdigâr koydu mükemmel bir
divân
Mürde-dil
ihyâsına bu rehnümâ-yı sâlikân
Söyledim
lâhûta azmin Himmetî târîh-i tâm
Andelîb-i
rûh-ı pâkin buldu vahdet-âşiyân
(عندليب روح پاكن بولدى وحدت آشيان) - sene 1285
Nutuklarından:
Ey gönlümün
şehrinde cevlân iden Allâh'ım
Dil tahtının
köşkünde mihmân iden Alâh’ım
Mü’minlerin
a’lâda bâkîlerin Tûbâ’da
Her sırları
eşyâda pinhân iden Allâh'ım
Kâf dağını
ünletdi gam yüklerin yükletdi
Vîrânesin
bekletdi dîvân iden Allâh'ım
Pîrin izin
izletdi özler özün özletdi
Şâhım sana
gizletdi seyrân iden Allâh'ım
Şem’ın yakup
pervâne bülbüllerin efgâna
Gülgûne-i
gülşene reyhân iden Allâh’ım
Görürsün Hulûsî’yi
hayretde vahdet gerek halvetde
Da’vâsını
kesretde unvân iden Allâh'ım
* *
*
Ol ne
âfetdir vücûdu hâliyen ihfâdadır
Menzili
esfelde ammâ meskeni a’lâdadır
Âriyetden
âridir kesretde vahdet eylemiş
Gövdesi
ser-pâ-bürehne sûret-i zîbâdadır
Söylemeden
dinlemeden söyletüp dinletmeden
Ağlamakdan
gülmeden âyîne gibi sâdedir
Ne gece
gündüz olur ana ne ây u ne güneş
Bu ne
dağda ne bağ u sahrâda ne deryâdadır
İsmi
vardır cismi yok cismi vardır resmi yok
Yemez
içmez uyumaz oynamada âmâdedir
Er durur
avrat değil avratdurur er değil
Bir sıfat
olmaz muîn alleme’l-esmâdadır
Ey Ömer
her kim bilirse bu muammâ sırrını
Başına
teller sokunsun azmeden âzâdedir
* *
*
Ey
güzeller şâhı dilber hüsnün üzre ‘ve’d-duhâ’
Sadr-ı
safhından münevver hak çekildi istivâ
Zülfünün
her bir telinden şu’lelendi âfitâb
Kendi zâtı
hem sıfâtı ayn-ı sensin evvelâ
Yüzüne
çekmişsin ey dil bunda yetmiş bin hicâb
Câna cânân
itmeseydi keşf idermiydi sana
Sûreti
Âdem sıfatın secdesi emr-i nikâb
Mahv idüp
ten mülkünü gör kim olupdur âşinâ
Zâtı
senden görmeyenler zâtını ayne’l-yakîn
Aşr-ı
isnân şehr şehrin şehresinde hel etâ
Şeyh Hulûsî
kenz-i istiğrâk içinde menzili
Kudretinden
hakkı isbât eyleyen sâhib-livâ
* *
*
Şefâat
kıl bize ihsân mürüvvet Yâ Rasûla'llâh
Gören
hüsnün olur hayrân mürüvvet Yâ Rasûla'llâh
Cemâlinden
gelen şemsin ziyâ verdi kamer zülfün
Melek cin
arz-ı insân-ı mürüvvet Yâ Rasûla'llâh
Ezelden
feyz-i tevhîdi bulanlar lâ-mekân oldu
Meded kıl
dildedir îmân mürüvvet Yâ Rasûla'llâh
Tecellîni
gören mestân olan bildi bu esrârı
Bize ihsân
olur Kur’ân mürüvvet Yâ Rasûla'llâh
/279/ Mürüvvet
ma’deni sensin iki âlemde Sultânım
Hulûsî
emrine kurbân mürüvvet Yâ Rasûla'llâh
Bu yolda nutuklarla dolu bir dîvânı vardır.
Bir gün azîzimin huzûrunda bahis Hz. Hulûsî’nin Dîvân’ına
intikâl etmekle, “Efendim! Bir çok yerlerinde zâhir i'tibârıyla ma’nâ
istihrâc olunamıyor. Şîve-i beyân i'tibârıyla insâna pek garîb beyitlere
tesâdüf ediliyor. Gerçi hakâyıkı câmi' sözlerden teşekkül olduğuna îmânım varsa
da pek o kadar zevk-âverâne hissiyyât altında kalınmıyor.” dediğimde, “Oğlum!
Bu Dîvân şâirlik nokta-i nazarından hâiz-i ehemmiyet değildir. Lâkin makâmât
nokta-i nazarından mühimdir. Bundan herkes müstefîd olamaz. Ondaki zevk-ı
ma'nâya vusûl için nutkları ziyâdece tekrâr ile mütâlaa edip, şîve-i beyânını
elde etmek lâzımdır. Ondan sonra feth-i ma’nâ zuhûr eder.” buyurdular.
Hâl-i rıhletlerinde hırkalarının cebinde bir nutukları
zuhûr etmiştir ki son beyti budur:
Şeyh Hulûsî
seyr iderken arş u kürsîden öte
Gel
dinildi ferş içinde kaldı ol mihmân baba
Rıhletlerine işârettir. Makâmât-ı âliyeye mazhar olmuş
meşâyıh-ı kirâm–ı Uşşâkıyye’dendir. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
Şeyh Hüseyin Hakkı Baba
Tahmînen 1227/(1860) senesinde İzmir’de Kasaba’da yahut Turgutlu
nâm beldede dünyâya kadem-zen olmuştur. Yetmiş sene muammer olup 13 Zi'l-hicce
1297/(17 Ekim 1880) târîhinde âlem-i Cemâl’e göçmüştür. Urefâ-yı Uşşâkıyye’den
olup, Şeyh Ömer Hulûsî hazretlerinden müstahleftir. İstanbul’a teşrîflerinde
halîfeleri Şeyh Emîn-i Tevfîkî Efendi’nin Samatya’da İmrahor’da kâin
dergâhlarında misâfir olmuşlardır.
Az köse sakallı, vasatü’l-kâme, hafîfü’r-rûh câzibeli bir
ümmî âlim idi. Hulefâ-yı Uşşâkıyye’den Gâlib Bey nakl eyledi:
Müşârünileyhin vefâtından bir sene sonra mahdûmu
Muhyiddîn Efendi’nin rü'yâsında görünüp, “Oğlum! Kabrime su geliyor. Bir
çâresine bak.” diye emr etmiş. Cemm-i gafîr ile kabri açıldıkta, hakîkat
zâhir olmuş, cesed-i latîfi ter ü tâze görülmüş yalnız kefeni sararmış Kasaba
halkı gelip ziyâret etmiş, kefeni tecdîd olunmuş, ihzâr olunan dîğer kabre
konulmuştur.
Şeyh Fahreddîn-i Himmetî tarafından söylenen manzûme-i
târîhiyyedir:
Bâğ-ı
Uşşâkîye irdi nâgehân bâğ-ı hazân
Hırmen-i
irfândan oldu yine bir dâne nihân
Mürşid-i
kâmil idi kim râh-ı Hak’da muktedâ
Mâh cemâli
sâlikân-ı encüme pertev-keşân
Dest-i
lutfundan sunardı âb-ı vahdet teşneye
Mürde-dil
ihyâsına me’mûr idi hayli zamân
Hâne-i
kalbinde dost mihmânlığı îmâ idüp
Menzilinde
kıldı kendüye makâm-ı în nüktedân
Fâtiha
bahş eyle rûhundan meded-kâr ol gönül
Bûse-gâh-ı
âşıkândır çünki bu dâru’l-emân
Himmetî
tâm söyle târîh gitdi dünyâdan hayf
Îyd-i
ekber içre Hakk’ı eyleyüp teslîm-i cân
(عيد اكبر ايجره حقى ايليوب تسليم جان) = 1297
Şeyh Muhammed Emîn-i Tevfîkî Efendi
Tireli olup, 1201/(1787) sene-i hicriyyesinde zînet-sâz-ı
âlem-i şuhûd olup, yüz yirmi bir sene muammer olmuştur. Kendileri tahsîl-i âlî
görmüş değildir. Fakat ümmî-i âlim bir veliyy-i kâmil ü mükemmildir. Nizip
Mahârebesi’nde Mısırlı İbrâhîm Paşa maiyyetinde bulunduğu mervîdir ki Nizip
Vak'ası Sultân Mahmûd-ı sânî zamânındadır.
Mürşidleri sâlifü’t-tercüme Şeyh Hüseyin Hakkî Efendi
olup, mülâkâtları Aydın havâlîsinde Kasaba veya Turgutlu’da vâki' olmuş olması muhtemeldir. Mahdûm-ı
âlîleri Şeyh Şihâb Efendi’nin ifâdelerine
göre, peder-i ekremleri İstabul’a 1285/(1868) târîhinde gelmitir ki hesâbça seksendört yaşında
idiler. O zamâna kadar taşrada ömür-güzâr olmuşlardır.[57]
İstanbul’da irşâda ve neşr-i feyz-i tarîk-ı sedâda me’mûr
oldukları zamân ibtidâ Kasımpaşa civârını
ihtiyâr ve orada ârâm-güzîn-i rahmet olan Hz. Pîr Hüsâmeddîn-i Uşşâkî (kuddise
sırrûhu’l-Bâkî) efendimizin zuhûr edecek feyzlerine yakından intizâr ile
burada bir hâne isticâr ile sâkin olmuş ve elyevm mahall-i mahsûs
bi-yedi’l-uşşâk ma’lûm olan mahalde eskicilik ile iştiğâle başlamıştır.
Kunduralarını berâ-yı tâ'mîr mürâcaat edenlerle
hem-sohbet ola ola epeyce kimseler kendisinden zevk-yâb olup temâslar çoğalmaya
başlamış ve ale’l-ekser âsitâne-i Hz. Pîr’e
giderek orada cemâatla edâ-yı salât eder ve imâmet edecek kimse olmazsa
imâmet ederlermiş. Ve âyîn-i şerîf gülerinde isbât-ı vücûd ederler imiş. Bir
sene kadar Kasımpaşa’da ikâmetten sonra
ve hayli kimseleri zevk-ı tarîkatla alâka-dâr ettikten sonra İstanbul’da
Samatya’da Mirahor’da elyevm muhterık bulunan dergâh-ı Uşşâkî karşısında olan
konağı satın almışlardır ki eskicilikle iştigâllerinin berâ-yı tessettür vâki'
olduğu bu konağı satın alacak parası olmasıyla sâbittir.
Konakta ihvân-ı tarîkatla âyîn-i Uşşâkî’yi icrâya
başlayıp, altı yedi sene kadar ikâmet buyurdular, harîkta burası yandı. Sene 1295/(1878).
Konağın karşısındaki şimdiki Uşşâkî tekkesini mütevellîsi
yeniden inşâ ile meşîhatı Muhammed Emîn-i Tevfîkî Efendi’ye tevcîh
buyrulmuştur. Konağın yanmasıyla dergâhın inşâsına kadar güzerân eden iki sene
zarfında nerede ikâmet buyurduklarını tahkîk mümkün olamadı.
Azîzleri Hüseyin Efendi bu dergâhın inşâsını müteâkib
İstanbul’u teşrîf buyurup /281/ misâfir olmuşlar. Bir müddet sonra avdet
buyurup o sene zarfında Kurbân Bayramı’nda irtihâl-i dâr-ı naîm eylemişlerdi.
Dergâhın kapısı bâlâsındaki manzûme-i târîhiyye Fahreddîn Himmetî merhûmundur:
Bi-hamdi'llâh
tamâm oldu kılup Hak lutfunu i’tâ
Yapıldı
mecmau’l-uşşâk müzeyyen bâğ-ı İrem-âsâ
Açıldı
mevsim-i gülde dilâ dergâh-ı Uşşâkî
İdelim
andelîbân-veş gülistân resmini icrâ
Muhammed
Hâlid Efendi kim esbak nâzır-ı evkâf
Esâs
vasfıyla bânîsi olup kılmış idi ebnâ
Harîk
vâki' olup sonra nice yıl muhterık kaldı
Bu kerre
duhter-i pâki mücedded eyledi inşâ
Bütün
tullâb-ı irfâna hem-ebced-hân habîbâna
Şu
cem'iyyet ki atşâna fuyûzât-bahşını îmâ
Didim
târîh-i tâmmın anınçün Himmetî dilden
Bu dâr-ı
dil-güşâ nâsa vücûh-ı bâis-i ihyâ
(بو دار دلكشا ناسه وجوه باعث احيا) = 1297
Şeyh Muhammed Efendi
Bu dergâhın evvelki şeyhi olup, Edirnelidir. Her nasılsa
müstağrak-ı düyûn olarak İstanbul’u terke
mecbûr olmuş ve orada irtihâl etmiştir.
Muhammed Emîn-i Tevfîkî mütemâdiyen İstanbul’da
bulunmayıp yirmi seneden ziyâde bir müddet Bursa, İnegöl, Kütahya, Balıkesir,
Aydın taraflarında zamân zamân seyâhatte bulunmuştur. İstanbul’dan
müfârakatları zamânında yerlerine halîfeleri Muhammed Fahreddîn-i Himmetî
Efendi’yi tevkil ederlerdi. Buradaki ihvânın ta’bîr ve tesellîsine onları me’mûr kılarlardı.
Bir çok eâzım ile mülâkatları vardır. Şeyh Ömer Hulûsî ve
Şeyh Fethi Efendiler hazerâtı ile sohbetleri vardır. Beyne’l-ihvân “Büyük
Azîz” diye yâd olunurlar.
Şeyh Hamdî Baba
Bursa’ya azîmetleri zamânında Üçkuzular Dergâhı’nda
ikâmet edip, bir çok halîfeler yetiştirmişlerdir. İlk halîfesi Hamdî Baba’dır.
Hamdî Baba tarîk-ı nâzenînden ve sâir turuktan hisse-dâr-ı zevk olmuş olduğu
hâlde hepsinden geçerek Büyük Azîz’e
teslîm olmuş ve hilâfet almıştır.
Sinn-i âlîleri seksenbeş idi. Şeklen Büyük Azîz’in
misâl-i muşahhası ıtlâkına şâyân idi. Halîm, selîm, ümmî, insân-ı kâmil idi.
Bursa’da Seyyid Usûl Dergâhı’nda medfûndur.
Mezâr taşında:
“Bu makberede tarîkat-ı aliyye-yi Uşşâkıyye meşâyıh-ı
kirâmından ârif-i bi’llâh mürşid-i ila'llâh câmi'-i müsemmâ-yı esmâ-ı aşer
Bursalı Hamdi Baba’nın cism-i mahsûsu medfûndur. Menbau mâi'l-hayât-ı ilâhiyye
olan bu şeyh-i kâmil neş’e-i dünyeviyyesinde otuzyedi sene kadar teşnegân-ı
ma'rifeti füyûzât-ı ma'neviyye ile sîr-âb etmiş idi. Seksenbeş sinninde âzim-i
dâru’n-naîm oldu. Sene 1320/( 1902)”
Bu hesâba göre târîh-i velâdeti 1235/(1820), târîh-i
hilâfeti 1283/(1866); müddet-i meşîhatı
otuzyedi senedir.
Büyük Azîz’in İstanbul’u teşrîflerinden evvel istihlâf
buyurdukları anlaşılır.
Hamdî Baba’nın san'atı desterecilik idi. Bursa’da dükkânı
vardı. Bir de hânesi vardı. Onda meclis-i zikr teşkîl ederdi. Hacı Dede
nâmındaki halîfesi pek mübârek bir adamdı. Bursa’da Deveciler Mezâristanı’nda
medfûndur.
Şeyh Muhammed Sahâvetüddîn Hacı Baba
Bursa’nın Abdâl Mahallesi’nde tevellüd edip, te'mîn-i
maîşet için Havlucu san'atıyla meşgûl iken, silk-i askerîye dâhil olarak
1269/(1853) târîhinde vukû' bulan Rusya Mahârebesi’nde çavuşluğa irtikâ etmiş,
avdetinde tarîkat-ı aliyyeye meyl ü muhabbet ederek /282/ Abdürrâzık
Mahallesi’nde kâin Aşık Yûnus Dergâhı şeyhi Tevfîk Efendi’ye inâbet etmiş ise
de, bi'l-âhare Bursa’da Pınarbaşı’nda Destûrhan Zâviyesi’nde bast-ı seccâde-i
irşâd ve ba'dehû Dersaâdet’te İmrahor civârında kâin Uşşâkî Dergâhı’na ta'yîn
ile rehber-i sâlikân-ı Rabb-i ibâd olan Şeyh Muhammed Emîn Tevfîk Efendi’nin
Bursa’da yetiştirdiği hulefâsından eş-Şeyh Hamdi Efendi’ye 1290/(1873)
târîhinde intisâb ve tekmîl-i esmâ ile ahz-ı hilâfete muvaffak olarak Elmalık
Mahallesi’ndeki hânesinde Çarşamba geceleri âyîn-i Uşşâkî’yi icrâ ile bir hayli
sâlikân yetiştirmiş, fakat ba'zı esbâb dolayısıyla ihtiyârlığı da munzam olarak
terk ile ekser evkâtını Câmi'-i Kebîr’de edâ-yı salât ve ihtiyâr-ı inzivâ ile
geçirerek, 21 Şevvâl 1331 ve 10 Eylül 1329/(22 Eylül 1913) târîhinde doksan
yaşında olduğu hâlde "irciî" emr-i celîline lebbeyk-zen-i
icâbet olup, Deveciler Kabristanı’nın garb cihetinde defîn-i hâk-i mağfiret
olmuştur.
Halîm, selîm, leyyinü’l-kelâm, âbid ve
zâhid bir şeyh-i mücâhid idi. Uzunca boylu, vasatu’l-lıhye, zaîfü’l-bünye idi.
Haremiyle, ilk zevc ve zevce olduklarından beri hüsn-i muâşeretle vakit geçirdiklerinden
maraz-ı mevtinde zevcesi pek müteessir olmakla muâhede ederler; "Seni
de yarın akşam yanıma alırım." diye va'dde bulunur. Hakîkaten yirmidört sâat sonra haremi Pembe
Hânım irtihâl etmekle ittisâlindeki kabre defn olunur. Şurası garîbtir ki, aradaki
duvardan bir taş düşerek zevcinin kabrine pencere açılır.
Mısrî şeyhi Muhammed Şemseddîn
Efendi’nin söylediği târîhtir :
Râh-ı Uşşâkıyye’ye sâlik olup
bi'l-âhare
Şeyh Hamdî’den mücâzen zevk-ı
ma’nâ eyledi
Âbid ü zâhid mücâhid mazhar-ı
tevhîd-i Zât
Hacc-ı sûrî ile ma’nâyı da îfâ
eyledi
Zevce Pembe Hânım’ile göçmeyi
va’d eylemiş
Yirmi dört sâat içinde ahde
vefâ eyledi*
Nâmdaşıdır şâfii ola onun
fahr-i rusül
Sünnet-i Peygamberîyi çünki
icrâ eyledi
Çâr etrâfa bu târîhini i’lân
itdiler
Hacı Dede
zikr ile azm-i ukbâ eyledi
(حاجى دده ذكر ايله عزم عقبى ايلدى)
Şeyh Yûnus
Dede
Şeyh Yûnus
Dede, Hamdi Baba halîfesi olup, Seyyid Usûl Dergâhı’nda medfûndur. (Kuddise sırruhû).
Bursa’da
Murâdiye Mahallesi’ndendir. Meşgûl-ı san'at idi. Destereci Hamdi Baba’nın
halîfesi olup, Hammâmî İsmâîl Efendi’den sonra terbiye-i sâlikîne me’mûr olmuş
idi. Seyyid Usûl Dergâhı’nda Cuma günleri icrâ-yı âyîn-i tarîkat eylerdi. 10
Şevvâl 1340 ve 7 Hazîrân 1338/(1922) târîhinde Çarşamba günü irtihâl etmekle
dergâh-ı mezkûr hazîresinde defn olundu. Ümmî ise de, ehl-i hâl, hüsn-i ahlâk
ile mevsûf sâhib-i kemâl idi. Mısrî şeyhi Muhammed Şemseddîn Efendi’nin
söylediği târîhtir :
Sâlik-i râh-ı Hüsâmeddîn-i Uşşâkî olup
Ahmed-i Hamdî Efendi’dir bu zâta
reh-nümâ
Sa’y idüp ikmâl içün seyr ü sülûka rûz
u şeb
İtdi itmâm lutf-ı Hak’la oldu tevhîd
âşinâ
Hayli demdir neşr-i envâr-ı tarîkat
eyleyüp
Feyz-i ma’nâ ile irşâd eyliyordu dâimâ
Gerçi ümmî idi sûretde fakat Yûnus
gibi
Ma’nevî ilm-i ledünden kalbi idi
rûşenâ
Zâhir ü bâtın sivâdan kalbini pâk eylemiş
Bahr-ı tevhîd ile müstağrak idi ehl-i
fenâ
Aslına ric’at içün eylerdi dâim
intizâr
‘İrciî’ emri gelince eyledi
terk-i sivâ
On iki esmâyı câmi' Şems-i cevher
târihi
Varlığın fânî idüp Yûnus Dede buldu
bakâ
)وارلغن فانى ايدوب يونس دده بولدى بقا (
Hüseyin
Kenzî Dede
Bursa’da
Hudâvendigâr Gâzi Mahalllesi’nde tevellüd edip, ibtidâ-yı hâlinde kasap
esnâfından iken terk-i san'at ve tarîkat-ı aliyyeye meyl ü muhabbet etmekle
Hamdi Baba’ya intisâb ile seyr ü sülûka devâm ve esmâ-i isnâ-aşarı itmâm ile
nâil-i icâzet olmuştur. Çekirge’deki hânesinde Cumartesi geceleri âyîn-i
Uşşâkî’yi icrâ etmekte idi. Bir zâviye-i Uşşâkıyye te'sîsi kurarak Çekirge’nin
fevkında mutasarrıf olduğu arazînin bir kısmını zâviye ve bir kısmını taâmiyye
olmak üzere vakf etmiş ve muâmelât-ı kânûniyyesini ikmâl üzere iken vefât
eylemiş idi.
Bursa’da
Mısrî şeyhi Muhammed Şemseddîn Efendi, Yâdigâr-ı Şems’de yazıyor:
“19 Cemâziye’l-evvel 1332 ve 2 Nîsân 1330/(14 Nisan 1914) târîhinde Çarşamba
günü sâhibü’t-tercüme pîrdaşı olan Çakırhamâmı müste'ciri Şeyh İsmâîl Efendi
ile görüşmek üzere gelmiş ise de, mûmâileyhin ba'zı umûrunun tesviyesi için
taşrada olduğunu görerek hamâmda Boşnak hademeye artık vaktin takarrub
ettiğini, hakkını helâl etmesini mûmâileyhe teblîgini tenbîh ile avdet etmiş,
râkımu’s-sutûr u pür-kusûr da o gün müsâdifen hamâmda bulunmuş ve berâ-yı
istihmâm içeride bulunup, ba'dehû çıkıldığında mûmâileyh İsmâîl Efendi fakîre
nakl ederek, “Bizim Kenzî Dede böyle bir haber bırakmış, ben de haber
gönderdim. Gideceği yeri bilsin de öyle gitsin, yolunda latîfe ettim.”
demiştir.
Hâlbuki Kenzî Dede Çekirge’ye avdetle ba'zı bakkâl ve kahveci gibi
münâsebeti olan kimseleri görüp borcunu edâ ve artık irtihâli takarrub ettiğini
îmâ ederek cümlesiyle helâlleşmiş, hânesine avdetinde su ısıttırmış, yarısını
haremine teslîm etmiş, cümle ile vedâ'laşmış Cuma günü öğle vakti biraz
râhatsızlanarak kıbleye müteveccihen âlem-i bakâya rıhlet emiştir.
Cumartesi günü Mevlidî Süleymân Efendi civârında vedîa-i rahmet-i Rahmâniyye kılınmıştır. (Kaddesa’llâhu sırrahû)”
Halîm,
selîm, esnâ-yı sohbette hafîf söz söyler, âdetâ şeyhinin numûnesi idi. Dîğer
pîrdaşları gibi bu da fenâ fi’ş-şeyh tecellîsine mazhar idi. Hayli ihvân
yetiştirmiş, neşr-i tarîkata muvaffak olmuş idi.
Şu târîh
Muhammed Şemseddîn-i Mısrî’nin olup, kitâbe-i seng-i mezârıdır:
Şeyh Ahmed Hamdi Uşşâkî'ye itmiş
intisâb
Cân u başla virdi ikrâr oldu teslîm
mürşide
Hayli demdir neşr iderdi meslek-i
sûfiyyeyi
Reh-nümâ-yı sâlikândır râh-ı Uşşâkıyye’de
Bak bu zât ümmî iken feyz-i Hak'dan
müstefîd
Oldu envâr-ı tecelliyyâtla pür-nûr ef'ide
Üç gün evvel irtihâlin söyleyüp ihvânına
Didiği vechile vâki' oldu yevm-i Cum’ada
Eylemez mahrûm erenler himmetin kılmaz
dirîğ
Gir yola âşık isen ger sen de eyva'llâh
Dede
Şâh-ı deşt-i Kerbelâ'ya nâm-daş olmuş ona
Şübhesiz yevm-i haşirde nice ihsânlar ide
Mahzen-i kalbden mücevher çıkdı bir târîh
Şems
Oldu mahz-ı genc-i cennetde Hüseyn Kenzî Dede
) - 1332[58] اولدى محض كنج
جنتده حسين كنزى دده(
Şeyh Hüseyin
Aşkî Efendi
Mûmâileyh
Bosna muhâcirlerindendir. Meslek-i adliyyede idi. Gerede müddeî-i umûmîsi iken
1343 senesi Receb-i şerîfinin ilk Cuma gecesi (29 Ocak 1925) Leyle-i Regâib'de
irtihâl-i dâr-ı bakâ etmiştir. Destereci Şeyh Hamdi Efendi'ye müntesib ve ondan
müstahlef idi.
Tabîat-ı
şi'riyyesi varsa da şeyhinin kabri
taşındaki manzûm târîhinden başka eserine tesâdüf olunamadı. Mısrî şeyhii Muhammed Şemseddîn Efendi şu
târîhi söylemiştir:
İşitince
Şemsî-i Mısrî didim târîh ona
Hakk'a vâsıl oldu Aşkî aşk ile Yâ Hayy
diyüp
- 1343 )حقه واصل اولدؤ عشقي عشق ايله يا حى ديوب(
Şeyh Şükrü
Efendi
Bursa'da
Yûnus Emre Dergâhı için meşîhat ilâve edip, Mısrî şeyhi Muhammed Şemseddîn Efendi'nin ceddi Şeyh
Haydar Efendi'nin hulefâsından Es'ad Efendi mahdûmudur. 1255/(1839) senesinde
tevellüd etmiş, Emîr Sultân Câmii imâm ve hatîbi meşhûr Hacı İsmâil Efendi'den
mebâdî-i ulûmu tahsîl ile tarîk-ı Sa'dî'ye müntesib ve Sa'dîlere mahsûs
hâl kendisinde mevcûd iken ikmâl-i sülûk
tarîkıyla meşâyih-i Uşşâkıyye’den Destereci Ahmed Hamdî Efendi'ye intisâb ve hilâfetle feyz-yâb olmuş di.
Seksen iki sene muammer olup, âhir ömründe inzivâya meyl etmiş idi. Müstecâbu'd-da've idi.
10 Receb
1337 ve 11 Şubat 1335/(1919) târîhinde Perşembe günü akşam ezânında ikmâl-i
enfâs-ı ma'dûde-i hayât etmekle vasiyeti mûcibince ertesi günü Seyyid Usûl
Dergâhı'nda şeyhinin kabri yanına defn edilmiştir.
Kasîru'l-kâme,
halîm, selîm, rind-meşreb, deryâ-dil, bir şeyh-i kâmil idi. Şu târîhi Mısrî
Şeyhi Muhammed Şemseddîn Efendi söylemiştir:
Yûnus Emre’m Dergehi şeyhi Şükür
Efendi'nin
Kabrini pür-nûr ide her demde zât-ı müsteân
Hüsn-i hulku herkesi meftûn iderdi
kendüye
Cümle halk hoşnûd idi zât-ı Hudâ'da
bî-gümân
Vâlidi Es'ad Efendi Şeyh Haydar'dan
mücâz
Kendi de râh-ı Sa'dî’ye sâlik bir zamân*
Ba'dehû Uşşâkî Şeyh Hamdî'ye itdi
intisâb
Eyleyüp ikmâl-i esmâ oldu Şeyh-i
tâlibân
Sinni seksenden tecâvüz eylemişken ‘irciî’
Emrini aldıkda oldu sû-yı Firdevs'e
revân
İstimâ’ itdikde çıkdı Şems bir
târîh-i tâm
Hû diyüp Şükrî Efendi kıldı Firdevs'i
mekân
(هو ديوب شكرى افندى قيلدى فردوسى مكان) -
1337[59]
Şeyh Hammâmî
İsmâîl Efendi
Hamdi Baba
halîfesi olup, Seyyid Usûl Dergâhı’nda
medfûndur. (Kuddise sırruhû).
İki dîdem yaş döküp Şems tamâm
târîh didim
İtdin İsmâîl Efendi cânını kurbân-ı Hak
(ايتدك اسماعيل افندى جانكى قربان حق) - 20 Sefer 1334/ (28 Kasım
1915), yevm-i Salı[60]
Büyük
Azîz’in ya'nî Emîn Efendi’nin dâmâdı idi. Hamâmı vardı. Seyyid Usûl Dergâhı
şeyhi sulehâ-i ümmetten Abdî Efendi,
Hamdi Baba hakkında nakl eyledi:
“ Hamdi Baba bir Pazartesi günü gelmiş, dergâh civârında bir yerde tıraş
olmuş, kahve borcunu vermiş, Abdî Efendi’ye gelip, “Biz Çarşamba günü size
misâfir geleceğiz.” demiş. O dahi, “Buyurunuz, muhabbet ederiz.”
cevâbını vermiş. Çarşamba sabâhı Hamdi Baba’nın oğlu ağlayarak dergâha gelip,
pederinin irtihâl eylediğini ve Seyyid Usûl Dergâhı’na defnini vasiyet
ettiğini söyledikte Çarşamba günü, “Çarşamba
günü misâfir geleceğim.” demesinin eser-i kerâmet olduğunu anlamıştır. (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
Hammâmî İsmâil Efendi için de Şeyh Abdî Efendi dedi ki: “Hâl-i
ihtizârında yanında idim. Yâ Hak ism-i şerîfini pek âşıkâne bir sûrette
zikretmekte olduğunu gördüm.”
- -
-
Sadede
rücû’:
Büyük Azîz
(Muhammed Emîn-i Tevfîkî), işte bu sûretle her gitdiği yerde insân-ı kâmiller
yetiştirmekte idi. Bir yere gidecek olsalar külfetsizce giderlerdi. Zenbil veya
heybesini aldığı gibi âzim olurdu. Tarîk-ı Uşşâkî’nin zamânımızda müceddidi
olmuştur. Gitdiği yerlerde lâ-yuad
mürîdler peydâ eder. Orada bir halîfesinin
yed-i emânetine tevdî’ eyler, geçer giderdi. Bu bâbtaki gayretlerini
ta'yîn ve tavsîften insân âciz kalır, tarîk-ı Uşşâkî’de müteferrid idi. Neş'e-i kâmilesi, gülistân-ı
Uşşâkî’yi in’itâf eylemiş idi. Nice
Bektâşîleri kendisi Bektâşî görünerek yolundan çeler, tarîk-i Uşşâkî’ye
döndürürdü. Bilmeyenler ona Bektâşî’dir
derlerdi. Bir nutkunda li-hikmetin Bektâşîliği bile medhetmiş idi. Hâlbuki onun medhi bir
siyâset-i tarîkat idi. Yoksa Muhammediyyü’l-meşreb sünniyyü’l-mezheb idi.
Hiçbir şeyde
i’tidâlini gâib etmemiş, kemâlini âsâr-ı kâmilesi ile ızhâr eylemekte bulunmuş
idi. Her nerede olsa herkesin mazhar-ı hürmeti olurdu. Ba'zı meşâyıh
tekkelerine, turuk-ı sâire meşâyıhından biri gelse derhâl o tarîka
mahsûs âyîn yaptırırlar. Şeyh Emîn Efendi Tekkesi’nde Uşşâkî âyîninden
başkasına müsâade etmez idi. Mesleği
böyle idi.
Tetebbu’-ı
âsârı per severdi. Hiç boş durmaz, âsâr-ı nâdire-i tasavvufiyyeyi toplar, sahaflarda Uşşâkîlerden her kimin
yazdığı bir eser müsâdif olursa satın alacağını /283/ söyler ve nakdî
fedâ-kârlıklar ederek bir hayli kütüb-i nefîse elde ederlerdi. Hattâ bu meyânda
Hz. Salâhî-i Uşşâkî efendimizin bir çok âsârını elde ederek külliyât vücûda
getirmişlerdir. Kısm-ı a'zamı müellif hattıyladır. İştirâsına imkân bulunamayan nâdirü’n-nüsha
olan âsârı üşenmez, usanmaz istinsah ederdi. Bu yolda cem' ü tahrîr
eylediği âsârdan mürekkeb bir kütüphâne
vücûda getirmiştir ki Samatya’daki dergâhın bahçesinde kârgîr olarak inşâsına
muvaffak olduğu binâ dâhilindedir. Bi'z-zât yazdıkları kitap ve dîvân üç yüze
karîbtir. Şeyh Nüzûlî Mustafa Efendi’nin dîvânını da yazmış ve tab'
ettirmiştir.
O derece
seyâhatta bulunan bir zâtın cem'-i âsârda ve emr-i istinsâhında gösterdiği
hârikaya hayrân olmamak elimden gelmez. Şeyh Fethi Efendi’nin eş’ârını bile istinsâha teşebbüs edip Kaf (قاف) harfine kadar
yazmışlardı. Âhir vakitlerinde za’f-ı pîrî te'sîriyle çift gözlük takarlardı. Dâimâ kitapla meşgûl
olurlardı. Huzzâra okurlar, muğlak yerlerini şerh u tefsîr ederlerdi.
Mükerreren
müşerref oldum. Hz. Salâhî meşrebinde idi. Kendilerini zevk-ı tasavvuf istîlâ
etmiş idi. Mâ-lâ-ya’ni söylemez dâimâ
hakâyıktan bahs ederlerdi. Ümmî idi, fakat ümmî âlim idi. İlm-i ledünne
mazhar idi. Zevk-ı ma’nâ yüz göstermiş, kendisi kitâb-ı kâinât olmuş
idi. Kur’ân-ı nâtık menzilesinde idi. Zevki, meşrebi, mezhebi dâimâ tevhîd-i
şerîf idi. Vahdet-i vücûdu en iyi
anlayanlardan ve dâimâ bu vâdî-i zevkte tayy-i mesâfe eyleyenlerden idi.
Fakr-ı tâm
onda üssü’l-esâs idi. Yarını düşünmezdi. Nazarında zengin fakîr müsâvî idi. Hattâ
bir gün dergâha Sultân Mahmûd-ı sânînin kerîmesi Âdile Sultân tebdîlü’l-kıyâfe
olarak gelmiş, dâhil-i harem olup esnâ-yı zikirde bulunmuştu. Ehl-i tarîk ve
muhibb-i evliyâu'llâh bir muhaddere-i
ismet idi. Büyük Azîz’e, “Efendim! Dergâhınıza Âdile Sultân geldi.
Hizmet ve muhabbet olunmasını söylemişler.” Cevâben, “Buraya gelen
mahv-ı Vücûd ederek gelmelidir. Bu dergâh fukarâ menzilidir. Bunda sultânlık
mevzû’-ı bahis olmaz. Madâmki ârzû etmiş gelmiş, efrâd hakkında olduğu gibi kahvemizi içer,
bizden fazla bir şey beklemez.” demiştir.
Sâhibe-i
kemâlât olan Âdile Sultân, şeyhin bu hâlinden münkesire değil, müftehire olarak
memnûnu’l-hâl ve münşerihu’l-bâl olarak
avdet etmiştir.
Hz. Şeyh
sülûka son derecede riâyet eder, ikmâl-i sülûka muvaffak olamayana hilâfet
vermezlerdi. Urefâ-yı sûfiyyeden Şeyh Harîrî Muhammed Kemâl Efendi bir gün,
nezd-i âlîlerine gelip, hem-sohbet olmuşlar. “Tarîkat alış verişi yapalım.
Siz bana tarîk-ı Uşşâkî’den hilâfet veriniz, ben de size tarîk-ı Rufâî’den ve
sâir turuktan hilâfet vereyim.” dedikte, “Efendim! Biz /284/
cenâzeyi gözümüzle görmedikçe namâzına hâzır olamayız. Mesleğimiz böyledir.
Tarîk-ı Uşşâkî’den müstahlef olmak istiyorsanız, intisâb edersiniz. Seyr u
sülûku ikmâl ile âdâb-ı tarîkat üzere
hilâfet alırsınız. Yoksa böyle hâtır için tarîkat ılış verişi edemeyiz.
Usûlümüze mugâyirdir.” buyurmuşlardır.
Azîzim
naklen beyân buyurdular:
Şeyh Emîn
Efendi hazretleri hakâyıka nâzır bir zât-ı âlî-kadir idi. Hz. Mısrî-i
Niyâzî’nin Dîvân’ında ma'nâca muğlak görünen ebyâtın tevîl-i ma'nâsındaki
tavr-ı beyânlarını meşâyıh-ı rüsûm ihâta
edemediklerinden aleyhine tevcîh-i efkâr
eylemişlerdi. Hattâ bir gün âsitâne-i Hz. Sünbül’de meşâyıh hem-sohbet iken
Şeyh Emîn Efendi dahi dâhil-i sohbetleri
olmuştu. Fakat tevâzuan kapı yanında bir mevki' işgâl etmiş idi. Cereyân eden
musâhabeye müstemi’ bulunuyordu. Hz. Pîr Efendimiz ber-hayât olsaydı, şöyle
hizmet ederdik, böyle yapardık diyenlerin sözünü havsalasına sığdıramayan Emîn
Efendi söze karışarak ve cümlesinin zâhir-perest, meslek-i hakîkattan uzak bir
hâlde olduklarını ızhâra kalkışarak, “Efendim! Eğer bugün Hz. Pîr
ber-hayât bulunsalardı elimizden
şeyhliğimiz, bu saltanatımız giderdi endişesiyle, müşârünileyhi sopalarla
kovalardınız.” demesi şiddetle iğbirârlarını, fart-ı inkisârlarını da'vet
ederek ihâta edemedikleri meslek ve müşvârlarını vesîle ittihâz ile[61] ya i’dâm, ya nefy veya ref’-i meşîhat hakkında arz-ı mazhar yapmışlar,
Sultân Azîz devrinin son şeyhü'l-islâmlarından olan Hayrullâh Efendi merhûma
takdîm etmişlerdir.
209. sahîfe
zeylinde tafsîlen beyân eylediğim vechile Edirne’den urefâ-yı kirâmdan İsmâîl
Rüşdü Efendi merhûm ma'nevî me’mûriyyetle
İstanbul’a gelip, Büyük Azîz’in teşrîh ve tafsîl-i hakîkat vâdîsinde
yazdığı müdâfaa-nâmeyi zamânın îcâbına, maslahatın tevfîkına göre ta’dîl etmek
sûretiyle arz-ı hizmette bulunmuştu.
Şeyhü'l-islâm
Hayrullâh Efendi, bu işin tedkîkına, ihtilâfın ref’ine Meclis-i Meşâyıh
reisi Çerkez-zâde Kazâsker Şeyh Tevfîk
Efendi’yi me’mûr eylemiş, o zât-ı
muhterem tedkîk ve ta'mîk-ı keyfiyyet eyledikte, Büyük Azîz’imin uluvv-i
kadrine ve rif’at-ı fikriyyesine vâkıf
ve meşâyıh-ı sâirenin hakîkattan münhârif olarak i’râz-ı şahsiye te'sîrine kapıldıklarına ârif olarak keyfiyyeti
Şeyhü'l-İslâm'a arz etmiştir. Şeyhü'l-islâm Efendi, Emîn Efendi ile görüşmek
ârzûsunu ızhâr ederek mülâkâtlarında Hz. Şeyh’in fikr-i hakîkatla söylediği
söze karşı iğbirârın nâ-be-mahal olduğuna ızhâr-ı kanâatle işi ber-taraf
eylemişlerdir. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
/285/
Hulefâ-yı azîzden Arabkirli Şeyh Halîl Efendi merhûmdan mahdûmu Şeyh Şerefeddîn
Efendi naklen beyân eyledi ki:
“Büyük Azîz İstanbul’u teşrîften sonra
şeyhi Hüseyin Hakkı Efendi hazretleri de teşrîf buyurmuşlardı. Kasımpaşa’da,
mûmâileyh Halîl Efendi her ikisini da'vet ettiğinden hânelerinde her ikisi
misâfir kalmıştır. Emîn Efendi, azîzine kemâl-i ehemmiyet ve i'tinâ ile
hizmet-kâr olurlardı. Hüseyin Hakkı Efendi abdest almak istediğinde ihzâr olunan leğen ibriği oda kapısının
önünde dururdu. Geceleri Emîn Efendi azîzinin yattığı odasının kapısı eşiğine
baş kodu. Tâ-be-sabâh azîzinin emrine
müterakkıb oldu. Yatağa girip yatmadı. Biz bir insânın azîzine karşı nasıl bir
vaz' ve tavır alacağını ondan öğrendik, der. Pederim merhûm bizleri o neş'eye
sâhip olmaya da'vet eylerdi.”
Hz. Şeyh’in
eseri ve dîvânı yoktur. Meşhûr olan bir nutku vardır ki aynen derc edeceğim.
Ancak defter-i hâtırâtı olup, ona pek mühim, pek kıymet-dâr şeyler derc
etmişlerdir. Mütâlaa ile şeref-yâb oldum.
Cihânda kişi kendini eğer bulmazsa
vâh eyvâh
Kadir cânında bir cânân eğer bulmazsa
vâh eyvâh
Tutup bir mürşidin destin giyüp hırka
vü tâcını
Virüp ikrârına îmân eğer bulmazsa vâh eyvâh
Ene’l-Hak kenzinin sırrı Nebî
Âdem’de hatm oldu
Arayıp mekteb-i irfân eğer bulmazsa
vâh eyvâh
Kişi Hak sûretin bilmez arar yerde vü
hem gökde
Ne imiş aslına burhân eğer bulmazsa
vâh eyvâh
Kalanlar ilm-i zâhirde gelir a’mâ
gider a’mâ
Nedir bâtındaki Kur’ân eğer bulmazsa
vâh eyvâh
Fenâdan mevc urup devre karışmak
gâyeti müşkil
Girüp uçmakda bir mekân eğer bulmazsa
vâh eyvâh*
Açup başın kılar zârî Ali bâbında
teslîmdir
Emîn derdi içün dermân eğer bulmazsa vâh eyvâh
Emîn Efendi,
beyâz uzunca sakallı, mütenâsibü’l-endâm bir zât-ı âlî-kadir idi. Dâimâ beyâz
arâkiyye üzerine yeşil sarık sararlardı. Tezyînât-ı tecemmülâta rağbetleri
olmayıp, fakat derbeder bir hâlde de gezmezlerdi. Dâimâ vakarını muhâfaza eder;
halîm, selîm, fukarâ-perver idi. Ara sıra
celâli gâlib gelince hiddet-kâr
olduğu vâki' olurdu.
Menkûldür:
Birgün Samatya’da esnâ-yı devrânda halîfesi Şeyh Fahrî Efendi merhûma zâhirde bilâ-sebeb
tokat atmıştır. Devrânda meşâyıhtan, mürîdandan ve devrân hâricinde züvvârdan
çok kimseler vardı. Herkesi büht ü hayret istîlâ etmiş. Hikmetini Fahrî Azîz idrâk eylemiş. Mes'ele vehle-i ûlâda
huzzâra kapalı kalmış idi. Meğer esnâ-yı devrânda Fahrî Azîz dünyâya müteallık bir hâtıranın
esîri olmuş, dil zikirde gönül ağyârda olduğuna azîzi keşfen muttali' olduğunda
âsâr-ı hiddet göstererek onu halkın içinde döğmekle hem îkâza hem de acı bir
imtihâna da'vet eylemişti.
Hattâ
vesîle-cû-yı fırsat olan münâfıklar aceleten vak'ayı /286/ Meclis-i
Meşâyıh’a îsâl etmeleriyle ertesi gün dergâha bir müfettiş gelmiş. O sırada
Fahri Azîz havluyu süpürüyormuş. "Burada bir vak’a olmuş, sûret-i
cereyânını tahkîka geldim.” dedikte, Fahri Azîz, “Burada öyle bir vak’a
yoktur. (Bu) işte bir yanlışlık olsa gerektir. Azîzimiz öyle şey yapmamıştır.”
diye müfettişi savmış. Fakat mertebe-i zâtiyyesini yükseltmiştir. Ve azîzine daha büyük bir
muhabbetle, hürmetle sarılmış. Onu Hz. Hakk’ın bir ihsânı diye bilmiştir.
İrtihâli:
Sinn-i
âlîleri yüzyirmibir çağında iken, 22 Rebîu’l-evvel 1331 ve 17 Şubat 1328/(29
Şubat 1912) târîhine müsâdif Cumartesi gecesi dağdağa-i dünyâdan dâmen-keş-i
ferâğat olmuşlardır.
Vasiyetleri
mûcibince azîzim Şeyh Mustafa Efendi tarafından gasl olunmuştur. Karlı bir gün
idi. Cenâzeleri Samatya’daki dergâhtan cemâat-i kübrâ ile kaldırılarak Hz. Sünbül’e götürülmüş, orada namâzı kılınarak huzûr-ı
Hz. Pîr’de tezkiye ve duâ olunarak ihtifâlât-ı lâyıka ile dergâha getirilip, kütüphânesinin önünde bahçenin
ortasında ihzâr olunan mahfaza-i kabirde kitâb-ı irfân-ı vücûdu hıfz olunmuştur. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
Kabrinin
üzeri kapalı değildir. Elyevm esnâ-yı ziyârette görünen Uşşâkî tâcını hâl-i
hayâtlarında bir mezâristanda kırılmış bir taştan parça alarak görmüş,
zenbiline koyarak dergâha getirip bir köşede hıfz eylemiş idi. Ahîren kabrinin
üstüne konulmuştur.
Gâyet
rûhâniyyetli bir kabri olup, ziyâret-gâh-ı uşşâktır. Cidden ve hakîkatan
müceddid-i tarîk-i Uşşâkî olmuşlardır. Şimdiki usûl-i devrânı ve kıyâm u kuûd
zikrinin sûret-i tertîbini Aydın havâlîsindeki dergâhlarda görüp, ta'dîl ve
ilâve ile tesîs eden müşârünileyhtir.
Şeyh
Şihâbeddîn Efendi isminde bir mahdûmları vardır. Câ-nişîn olmuşlardır. Harb-i
umûmîde dergâha cihet-i askeriyyeden cephâne doldurulup, tevhîd-hânenin döşeme
tahtaları sıklete tahammül edemeyerek yıkılmış idi. Bu sebeble icrâ-yı
âyîn olunamazdı. Cenâb-ı Hak bu abd-i
kemtere tevfîkât-ı ilâhiyyesini ihsân buyurdu. İkiyüzelli lira sarfıyla yeniden
i'mârına muvaffak oldum. ve mevlid-i şerîf cem'iyyeti teşkîl ile resm-i güşâdı
bi’l-icrâ elyevm erbâb-ı zikre cilve-gâh olmakta bulunmuştur. (el-Hamdü
li'llâhi teâlâ hamden kesîrâ)
Hulefâsı:
Şeyh Hacı
Osmân Dede Efendi: Ticâretle meşgûl idi. Manisa’da medfûn olup, müteaddid
halîfeler yetiştirmiştir.
Şeyh Hacı
Ömer Dede Efendi: Ticâretle meşgûl idi. Manisa’da medfûndur. Binâ-kerdesi
dergâhın şeyhi idi. Mahlası Abdülganî’dir. 291. sahîfedeki manzûme-i târîhiyye, dergâhına aittir.
Şeyh Hamdi
Baba Efendi: Tercüme-i hâli 281. sahîfede geçti.
Şeyh Halîl
Efendi: Bezistanlıdır. Sakız’da medfûndur.
/287/ Şeyh
Selîm Efendi: Telgraf me’mûrlarından idi. Eyüp’te Kırk Merdiven
Mezârlığı’nın sağ tarafında medfûndur.
Şeyh Mustafa
Efendi: Âsitânede medfûndur.
Şeyh İzzet
Dede: Evvelce Bektâşî iken azîzin himmetiyle
yola gelmiştir.
Şeyh Mustafa
Ziyâeddîn Efendi: Karaman’da Konya Aksaray’ında Sofuoğlu Dergâhı şeyhi idi.
Şeyh Ahmed
Dede : Uşak’taki dergâhın post-nişîni idi orada medfûndur.
Şeyh Hacı
Dede: Evvelce Nakşî şeyhi idi. Azîze
intisâb ve ikmâl-i sülûk ile kâm-yâb oldu. Dergâhta sebilci idi.
Şeyh Hacı Haydar Efendi: Bilecik’te
medfûndur.
Şeyh Hâfız
Osmân Efendi: Ulemâdan idi. Mağrûkan vefât etmiştir. Fındıklı’da
Dereiçi imâmı idi.
Şeyh
Muhammed Fahreddîn Himmetî Efendi: Tercüme-i hâli âtîde müstakıllen yazılacaktır.
Şeyh Muhammed Vuslatî Efendi:
Arabkir’de medfûndur.
Şeyh Haydar
Efendi: Karaman’da medfûndur. Tophâne müşîriyyet yâveri idi.
Arabkirli
Şeyh Halîl Efendi: Bahsi geçti.
Şeyh Mahmûd
Bedreddîn Efendi.
Şeyh Mustafa
Ziyâeddîn Efendi: Karaman’da dergâhında medfûndur. Hulefâsı müteaddittir.
Şeyh
Nûreddîn: Asitânede medfûndur. Âti’t-tercüme Muhammed Gâlib
Bey’in eniştesidir. Bir halîfesi vardır.
Şeyh Hasan
Efendi: Asitâneede medfûndur. Dergâhta sebilci idi. Avusturya sefareti
kavasbaşısı imiş.
Şeyh Beykozlu
Ahmed Efendi: Asitânede
medfûndur. Yüzbaşı idi.
Şeyh
Muhammed Gâlib Salâhaddîn Efendi
İstanbulludur.
Fâtih’te Bali Paşa Mahallesi’nde Ahmed Efendi sulbünden 1275/(1858-59)
senesinde dünyâya gelmiştir. Fâtih’te ve Şehzâde Câmi'-i Şerîfi’nde Mekke Mollası
Konyalı Hacı Muhammed Efendi merhûmun dersinden müstefîz olmuştur. Kırk beş
sene hıdmet-i devlette adliyye işlerinde bulunup, istînâf a’zâlığından takâüd
olmuştur. Büyük Azîz’e nisbet hâsıl edip, elli seneden ziyâde onun dâire-i
feyzinde yaşamıştır.
1314/(1896)
senesinde hilâfet almıştır. Aydın havâlîsinde
çok gezmiş ricâl-i Uşşâkıyye’den bir hayli zevâta mülâkî olmuş, husûsan Şeyh Mustafa Fethi
Efendi hazretlerinin teveccühüyle müftehir olup, ricâl-i Uşşâkıyye’nin canlı târîhi ıtlâkına şâyân bulunmuştur.
Âşık,
mesleğine sâdık, azîzine şiddetle
irtibâtını muhâfaza etmiş bir zât-ı
âlî-kadrdir. Cihângîr’de bir konağı, Erenköy’de
köşkü olup, son zamânlarında
Erenköy’de ikâmeti ihtiyâr ettiler. Güzel bir kütüphânesi vardır. Urefâdandır. Zavallı hâlen ağır işitir. Mâsivânın
dedikodusundan âzâde olmak i'tibârıyla onda da bir hikmet vardır.
Şeyh Hacı
Süleymân Efendi
Giresunludur.
Trabzon’da dergâhı vardı. Âşık bir zât idi. Esâsen zâbıtâ-ı bahriyyeden iken
ihtiyâr-ı tekâüdle icrâ-yı meşîhat etmiş idi. Giresun’da vefât eylemiştir.
/288/ Şeyh
Hammâmî İsmâîl Efendi : Büyük Azîz’in dâmâdı idi. Fakat hilâfeti Hamdi
Baba’dandır. 286. sahîfede yazdım.
Şeyh
Şehâbeddîn Efendi : Büyük Azîz’in oğludur. Elyevm dergâhın post-nişîni olup
tarîkına sâdıktır.
Şeyh Hacı
Halîl Efendi : Âsitâde medfûndur.
Şeyh Kömürcü
Muhammed Efendi.
Şeyh İsmâîl
Bey : Mütekâidîn-i askeriyyedendir. Gâyet lâubâlî-eşreb, lâfını saklamaz, atak
tabîatlı bir zâttır. Beykoz’da mukîmdir. Ne zamân görüytüm ise azîzinin
menâkıbını anlata anlata zek-yâb olur. Bu da bir saâdettir.
Şeyh Hasan
Tahsîn Efendi : Etıbbâdandır.
Şeyh İbrâhîm
Bey : Me’mûrîndendir.
Şeyh Hammâmî
İsmâîl Efendi
Azîzine
şiddet-i merbûtiyyetiyle mümtâzdır. Bâlâda ismi geçen Hammâmî İsmâîl Efendi’den
başka bir Hammâmî İsmâîl Efendi’dir. Garîb bir vak’ası vardır. Taht-ı
idâresindeki hamâmda otururken bir gün azîzi Emîn Efendi teşrîf eder. “İsmâîl
oğlum! Haydi gel biraz gezelim.” buyurur. Hemen yola revân olurlar. Bir
kayığa binerler. Bursa vapuruna çıkarlar. Bursa’ya giderler. Avdet
sırasında araba istîcâr ederler. Azîz
arabada iken İsmâîl Efendi’yi yolda yiyecek tedârikine me’mûr eder. O sırada
bir zât gelir. “Arabaya beni alır mısınız?” der, “Buyurun.” diye
kabûl eder. Arabacıya çek, der; araba yollanır.
İsmâîl
Efendi aldığı şeylerle arabaya gelirken arabanın yollandığını görünce
arkasından koşmaya başlar. Ta Mudanya’ya kadar gelir. Fakat azîzini daha evvel
vapura binmiş, vapuru hareket etmiş bulur. Yanında on parası bile yok imiş.
Mudanya’da hiç bildiği olmadığından çok sıkılmış. Fakat azîzinin bu hareketinde
bir cilve, kendisi için bir seyrân olduğuna kanâatla of demez, zuhûrâta
muntazır olur.
Bir kahveye
gider oturur. Bu sırada bir meczûb sebîlci gelir, selâm verir. Kahveci bize
kahve yetiştir, der. Kahveleri içerler. Sonra o meczûb, kahveciye hitâben, “Bu
zâtın yemek içmek masrafı bendedir. Ona bak.” der. Kahveci, sebîlcinin kemâlini ârif olmakla muvâfakat eder. Vapur zamânına birkaç gün olduğundan
kahve müdâvimleri bu İsmâîl Efendi’yi alırlar. Bir düğüne köye götürürler.
Orada yer içer, Mudanya’ya avdet eyler. Vapura binecek parası yok. Şalvarını
satmaya karâr verir. Bu sırada bir ermeni yolcu bunun hâlinden zarûretini
hisseder. Onun vapur biletini alır. İstanbul’a getirir. Kayığına alır Sirkeci’ye çıkarır.
Günlerden Cuma
imiş. İsmâîl Efendi doğru Samatya’ya dergâha gelir. Devrâna yetişir. Azîzinin elini öper. Garîbdir azîzi bir şey
söylemez. O da ağzını açıp bir laf etmez. Gönül âleminde alış veriş olur.
Çok âşık,
çok sâdık bir zât idi. Eyüp’te Merdivenli Mezâristan’nda sağ tarafta medfûndur.
Kabrini /289/ Şeyh Şerefeddîn Efendi buldu. Ziyâret ettik. Mezâr taşı
topraklar altında kalmış, meydâna çıkardık. Kitâbesi şöyledir:
“Tarîkat-ı
aliyye-i Uşşâkıyye hulefâsından ve Kığı kazâsı Siviklik karyesi ahâlîsinden
bende-i âl-i abâ, Hadimü’l-fukarâ es-Seyyid eş-Şeyh İsmâîl Efendi rûhuna
el-Fâtiha.”
Bir insân
şeyhine nasıl mutî’ ve munkâd olur diye misâl-i şahsî aranırsa merhûm İsmâîl
Efendi’dir.
Şeyh İbrâhîm Efendi: Perver-kâr
idi.
Şeyh Büyük
Mustafa Efendi: Rüsûmât me’mûrlarından idi.
Şeyh Emîn
Dede: Gelibolu Uşşâkî dergâhında irşâda me’mûrdur. Gâyet hararetli zikreder.
Âşık bir sâhib-i nefestir.
Şeyh İsmet
Dede: Manisa’da Uşşâkî dergâhında irşâda me’mûr idi.
Şeyh Hâfız
Emîn Efendi: Mekteb-i Rüşdî muallim ve müdürü idi. Urla’da
medfûndur.
Azîz-i
Müşârünileyhin hîn-ı irtihâllerinde söylediğim manzûme-i târîhiyyedir:
Rehnümâ-yı âşıkândır Şeyh Muhammed
(el-)Emîn
Mürşid-i Hak-gû idi ilme’l-yakîn
ayne’l-yakîn
Rehberi olmuş anın bî-şübhe tevfîk-i
ilâh
Ârif-i esrâr-ı Hak’dır ol kerîm-i
meh-cebîn
Haslet-i mümtâzesinden hisse-dâr-ı
lutf olup
Neşr-i feyz itmiş cihân-ı aşka olmuş
kâm-bîn
Tûl-ı ömre mazhar olmuş şeyh-i âlî-şân
idi
Şübhesiz halvet-sarâ-yı izzete olmuş
karîn
Âlem-i uşşâka revnak virdi bir hayli zamân
Zînet-efzâ-yı kulûb-ı âşıkîn ü ârifîn
Feyz-i tâm târîh-i
rihlet-dârıdır ol hazretin
Kalb-i uşşâk medfenidir meskeni huld-i
berîn
Kemteri Vassâf’ı kalben arz-ı
ta'zîmât ider
Rûhunu takdîs ide Allâhu
Rabbu’l-âlemîn
Müşârünileyh
âyîn günleri giydiği tâc-ı şerîfe yeşil sarık sararlardı. 196. sahîfede
yazdığım vechile ümmiyyü’l-meşreb olanlar tâc-ı şerîf üzerine yeşil sararlar. Meslekleri böyle idi.
Şuâ-ı şems-i Hakkı’dan münevver
zât-ı dil-âgâh
Cenâb-ı Şeyh Emîn-i pür-himem temdîha
şâyândır
Müeyyed sırrıdır kutb-ı zamânın ârif-i
bi'llâh
Anın kalbinde envâr-ı Hudâ dâim
furûzândır
Mübârek vech-i pâkinden göründü âlem-i esrâr
Bütün erbâb-ı aşk dergâhına her an
şitâbândır
Ne zevk-bahşâ ne rûh-efzâ ne âlî mürşid-i Hak-bîn
Emîn-i sırr-ı Haydar’dır harîm-i hâl-i
pîrândır
Halîmdir pek selîmdir tab’-ı pâki
hayra mâildir
Edîb-i nükte-pîrâ sâlik-i râh-ı azîzândır
Bu zâtın peyrev-i irfânı Şeyh Fahrî
Efendi’dir
Tarîk-i aşk-ı Hak’ta reh-nümâ-yı
semt-i cânândır
Uyûn-ârâ-yı cândır nûr-ı rû-yı
tâb-efzâsı
Enîs-i rûh-ı Vassâf âşık-ı mahbûb-ı Sübhândır
İkmâl-i
Sülûka Muvaffak Olan Hânımlar:
Hanîfe Bacı,
Hacı Nine, Hatice Hânım, Kayın vâlidesi Hatice Hânım, Halîlesi Vâhide Hânım.
Şeyh
Fahreddîn-i Himmetî
Nazilli’de
Ahmed Efendi nâm zâtın sulbünden 1265/(1849) senesi şehr-i Şa'bânında (Haziran
1849) zînet-sâz-ı âlem-i şuhûd oldu. /290/ Nazilli’de Mekteb-i Sıbyân’da
okuyup, medreseye devâm ve muallim-i mahsûstan tederrüs eylemiştir. On üç
yaşında iken 1278 senesi Muharreminde (Temmuz 1861) Nazilli kazâsı Müskirât
Kitâbeti’ne; 1284 Recebinde (Ekim 1867) Nazilli’de muhterık çarşı inşâat
komisyon kitâbetine; 1287 Zi'l-ka'desi’nde (Ocak 1871) A’şâr Kitâbetine; 1289
Muharrem’inde (Mart 1872) A’şâr Başkitâbeti’ne ta'yîn edilmiş. Ba'dehû hıdmet-i
askeriyyesini îfâ ederek Şeyh Emîn Efendi’nin ilhâhıyla İstanbul’a gelmiştir ki
Fahrî Efendi’nin henüz genç iken
müşârünileyhe intisâb eylediği nümâyân olur.
1296
Muharreminin yirmi beşinde (19 Ocak 1879) İstanbul’da Zahîre Gümrüğü
Kolculuğu’na ba'dehû Mubassırlığına, icmâl mukayyidliğine, manîfâtura
mukayyidliğine, kantâriyye mukayyidliğine, bir sene sonra tahrîrât kitâbetine
irtikâ ile İstanbul Emtia-i Ecnebiyye Gümrüğü Nezâreti tahrîrât mümeyyizi oldu.
18 Kânûn-ı evvel 1329/(30 Aralık 1913)’da
tekâüdü icrâ kılınmıştır.
Emîn
Efendi'den ikmâl-i sülûka muvaffak olup, hilâfetle kâm-yâb olmuş bir taraftan
hıdmet-i devlete müdâvim iken dîğer taraftan tarîkat-ı aliyyeye ikdâm eylerdi. Himmetî
tarîkat mahlasıdır. Azîzi seyâhata çıktıkça onu tevkîl eylerdi. Yirmi beş sene
kadar hıdmet-i vekâleti vardır. Aksaray'da Şekerci Sokağı'nda tarîkat-ı
aliyye-i Nakşıbendiyye mahsûs dergâh harîkta yandığından arsası tekke inşâ
etmek üzere Fahrî azîze tefvîz olunmakla inşâ-yı dergâha muvaffak olmuşlardı. O
zamân söylediğim târîhtir:
Bu dergâh-ı muallâyı Cenâb-ı
Pîr'e nisbetle
İden inşâ Cenâb-ı Fahrî kim
bir şeyh-i zî-şândır
Be-feyz-i himmet-i
Pîr-i celîl inşâ-yı dergâha
Becâ geldikde tam târîh-i
cevher-dâr nümâyândır
(فيض همت )
Dergâh el'ân
ma'mûr olup Pazar günleri icrâ-yı âyîn olunur ve zikirden evvel usûlen hatm-i
hâcegân yapılır, şart-ı vâkıf yerine getirilir.
Azîzinin
irtihâlinden sonra kendilerinde hayret ü istiğrak zuhûra gelip nihâyet 14
Şevvâl 1333 ve 12 Ağustos 1331/(24 Ağustos 1915) târîhinde Çarşamba günü
vedâ'-ı âlem-i fenâ edip, na'ş-ı münîfi azîzim Mustafa Efendi gasl eyleyerek
ba'de't-techîz ve't-tekfîn ikindi namâzı Vâlide Câmi'-i Şerîfi'nde
ba'de'l-edâ dergâh-ı şerîfin bahçesinde
ihzâr olunan kabirde defn olunmuştur.
Altmış sekiz
sene muammer olmuşlardır. Gâyet nâzik, halûk, tarîkına sâdık, azîzine âşık bir
zât idi. Nahîfü'l-bünye olup, kabaca sakallı, mütenâsibü'l-endâm idi. Dâiye-i
şöhretten müctenib ve pek mahviyet-kâr idi. Mubâhase-i tasavvufiyyeyi sever,
erenlerin sözlerinden zevk alırdı. Hz. Salâhî'ye çok muhabbeti olup, onun
âsârını cem' ve tahrîr husûsunda pek büyük gayret göstermişlerdi.
Mahdûmları
Emîn Efendi, pederlerinden bahs ettiği sırada ahd-i sabâvet ü şebâbetimize
tesâdüf eden eyyâm-ı ahîre-i hayâtiyyesinde Hz. Salâhî Dîvân'ıyla,
âsâr-ı âliyesinden bir kısmını pek şâyân-ı hayret bir azm u himmetle istinsâh
etmişlerdi. Aylarca meşgûl oldular. Bu esnâda /291/ uykusuz geçirdiği geceleri pek çok idi. Bu
vecd-i tahrîre ve Hz. Salâhî ile hem-bezm-i mahremiyyet olduğu bu gecelere bizi
alâka-dâr etmemek istediği için olacak ki
muâvenetimiz hakkında bir îmâ vü işâret dahi göstermemiştir.
Fahrî Efendi
merhûmun tesettüre meyli ziyâde idi. Vazîfe-i resmiyyesine devâm ettiği
müddetçe kisve-i mülkiyyeyi lâbis olurdu. Dergâhta bulundukça arâkiyye üzerine
yeşil sarık sarar kisve-i sûfiyyeye bürünürdü. Yalnız arâkiyye giydiği ve
haydarîyi lâbis olduğu da kesretle vâki' idi. Evvelce Şeyh Ömer Hulûsî Efendi
hazretlerine dâmâd olmuştu. Zevceleri irtihâl eylemiştir. Bi'l-âhare burada
teehhül edip, Muhammed Emîn ve Salâhaddîn isminde iki evlâdı dünyâya gelmiştir.
Emîn Efendi câ-nişînidir.
Bir zamânlar
şiirle iştigâl ettiğine, yazdığı birkaç manzûmeler şehâdet eyliyor. Himmetî
mahlasıyla söylenmiş manzûmelerinden bir kaçı bâlâda yazıldığı gibi, ikisini de
ber-vech-i âtî yazıyorum. Tabîat-ı şi'riyyeleri olmadığından bi'l-âhare bu
mesleği terk etmişlerdir.
Âh-ı mazlûm yerde kalmaz müntakimdir ol
Ganî
Âkıbet bulur belâsın ehl-i İslâm düşmeni
Doksan üç sâlinde vîrân itdi Moskof Rum
ilin
Kendi ilkêsında görsün an karîb on
mislini
Oldular mecbûr-ı hicret bunca yüz bin
müslimîn
Nice bin tıfl u nisâ hem kıldılar cân
terkini
Ehl-i servet nice beyler dağılup oldu
fakîr
İhtiyâr itmişdi nâçâr terk-i dâr u
meskeni
Rus
Muhârebesi esnâsında teessür hâliyle
yazdığı manzûmedendir. Duâsı yerini buldu. Rusya herc ü merc oldu.
Azîzinin
hulefâsından 286. sahîfede ismi muharrer Hacı Ömer Dede’nin rıhleti ve
Manisa’da inşâ eylediği dergâh hakkındaki manzûmesi:
Gaflet-i fânîden ârif çeşmi bîdâr eyledi
Mâ-sivâdan kesdi meyli vasl-ı dîdâr
eyledi
Hazret-i Pîr’im Hüsâmeddîn yolunda gör bu
zât
İntisâb-ı mürşid ile kesb-i esmâr eyledi
İlm-i esmâyı hakîkat mektebinden okuyup
Nefsinin etvârına âgâh olup kâr eyledi
Bezl-i nakd ile mücedded eyleyüp vaz'-ı esâs
Yapdı bu Dergâh-ı Uşşâkî’yi ol dâr eyledi
Fâtiha-hân ola ihvân rûhuna tâ haşre dek
Mecmau’l-uşşâk kılup madâmki îsâr eyledi
Yazılup târîhi dindi Şeyh Ömer
Abdü’l-Ganî
Da’vet-i Hak oldu derhâl azm-i dil-dâr
eyledi
(دعوت حق اولدى درحال عزم دلدار ايلدى) - sene 1293
İrtihâlleri
üzerine söylediğim manzûme-i târîhiyyedir:
Cenâb-ı Şeyh Fahrî âlem-i uşşâka
zînetdi
Vücûd-ı mekremet-efzûdu ehl-i aşka
ni'metdi
Tamâm altmış sekiz yıl dem-güzâr-ı âlem
olmuşdur
Edîb ü kâni’ vü hoş sohbet ü ehl-i
muhabbetdi
Nazımda Himmetî mahlaslıdır ol mürşid-i
Hak-bîn
Tarîkatda kulûb-ı ehl-i irfâna beşâretdi
Visâl-i yâr ile dil-şâd olup terk-i sûy
itdi
Be-feyz-i tâm uluvv-ı
zâtına târîh-i rıhletdi
/291/ Mübârek merkadi müstağrak-ı
envâr-ı Hak olsun
Füyûzu kalb-i Vassâf’a misâl-i
ayn-ı rahmetdi
(فيض تام) = 1331 (بفيض تام) = 1333
Müşârünileyh
ile hukûk-ı kadîme ve meveddet-i samîmiyye meyânemizde cârî idi. Târîhi ba'zı
şeyler hakkında sorduğum şeylere cevâb olmak üzere yazdığı mektûbu aynen ilsâk
ediyorum:
Kendilerini
çok severdim ve ale’l-ekser meclislerinde bulunur idim. Silsile-nâme-i
Uşşâkıyye’de Şeyh Emîn Efendi’yi beyândan sonra,
Bu zâtın peyrev-i irfânı Şeyh Fahrî
Efendi’dir
Tarîk-ı aşk-ı Hak’da reh-nümây-ı semt-i
cânândır
Uyûn-ârâ-yı cândır nûr-ı rû-yı tâb-efzâsı
Enîs-i rûh-ı Vassâf âşık-ı mahbûb-ı Sübhândır
diye arz-ı muhabbet etmiştim. Şeyh Ömer Hulûsî Efendi
hazretlerine dâmâd olmak şerefi de, kadirlerini bir kat daha i’lâ eylediği
gibi, onların irtihâllerinde Himmetî mahlasıyla söyledikleri târîh-i manzûm
dahi bir hâtıra-i muhassasa teşkîl
eylemiştir. Âtîdeki mektûb kendi yazı ve ifâdeleri olup taraf-ı fakîrânemden
vukû' bulan istîzâha cevâb makâmındadır. Teberrüken ve aynen telsîk olundu:
“Huzûr-ı
âlîlerine!
İzzetlü
Efendim Hazretleri!
“23 Mart
1328/(4 Nisan 1912) târîhiyle kerem-nâme-i aliyyelerinde te'lîf ve tertîbine
teşebbüs buyurulan Sefîne-i Evliyâ nâm kitâba derc olunmak üzere vâki'
olan emr ü taleb üzereine Hz. Pîr-i dest-gîrimiz Hüsâmeddîn-i Uşşâkî (kuddise sırrûhu’l-Bakî) efendimizin hafîd-i âlîleri
tarafından müretteb ve muvakka’ numarası bâlâsında muharrer me’haz-i mergûbeden
vaktiyle kayd u zabt edilmiş olan tercüme-i hâli ile ricâl-i Uşşâkıyye’den
Cenâb-ı Salâhaddîn’in nezdimizde mahfûz ve zevât-ı sâirede vücûdu meşhûd ve
mesmû' âsâr-ı âlîleri esâmîsini mübeyyen tanzîm kılınan pusula leffen takdîm
olunduğu gibi geçen sene Fındık-zâde Dergâhı’nda tilâvet olunan mevlüd-i şerîf
esnâsında Musullu Hâfız Osmân Efendi tarafından Pîr-i Müşârünileyh hazretleri
hakkında Şeyh-i Ekber (kuddise sırrûhu’l-ezher) hazretlerinin Fütûhât-ı
Mekkiyye’sinden kırâat olunan kıt'a-i Arabiyye fakîrce mazbût ve mukayyed
olmadığından taharrî ettirilmekte olmasına ve şâyet bulunamaz ise kendisine
mürâcaat olunması ba'zı ihvâna tenbîh
olunmuş. Binâenaleyh elde edildiğinde inşâa'llâh onunda takdîmi mukarrerdir.
Mezkûr
keremnâme-i aliyyelerinde fakîrde mahfûz âsâr-ı mevcûdenin, (Bir iki
günde istinsah edebilmek için iâre buyurulur ise emniyyeti sû-i isti’mâl
etmeyeceğim ite'mîn ederim.) ibâresiyle bir fıkra münderic idüği görülüp,
lede’t-teemmül fıkra-i mezbûre dil-i mir’âtı mukâbilimde şimdiye değin zan ve
belki mahsûs bile olmayan öyle bir fikrin vücûdunu îmâ eder sûrette âyîne-i sâfiyelerine aks-endâz olmasından
dolayı dâimâ saykal u incilâsını ârzû ettiğim o mir’âtın köşe ve bucaklarında
daha ne kadar levs ü gubârın mestûr ve muhtefî bulunduğunu mülâhaza ve tahattur
ettirerek bir mürebbi ve münebbih-i hakîkî oldu da derece-i kadr ü i'tibârını
kendisine tanıttırdı. Teşekkürler ederim. Îkâz ve irşâd buyurdunuz. Maamâfih
fakîrin zât-ı âlîlerine olan hüsn-i muhabbet ve derece-i i'timâdım îcâbınca
âsâr-ı mezkûrenin istinsâhına bilâ-te'mînât emr ve ârzû-yı aliyyelerinin zuhûr
u vürûduna her vakit âmâde ve güşâdedir.
Hz. Pîr
Efendimizin menâkıb-ı aliyyeleri meyânında taraf-ı devletten ba'zı müzekkirât-ı
mühimmede murahhas ve vekâlet sûretiyle bi'z-zât Bâbıâlî’de bulunarak ve o
mehâfil ve mecâlis riyâsetine alarak isbât-ı vücûd buyurduklarında meşhûd ve ma’lûm olan çul nîm-ten-i vücûduna
temâs eder sûrette ve üstününe de ol vakitki teşrîfât-ı esmâ nice makâma ve
sıfat-ı me’mûriyyete münasîb kürk ve sâire ilbâs buyurduğu mezkûr çulun sâir
emânetler içerisinde ziyâret-i enâm u ihtirâm olunmasıyla ve cenâzesi
Dersaâdet’e vürûdunda Üsküdar’daki Paşalimanı denilen mahalde ba'zı harikalar
zuhûru oranın nâm-ı atîkı Öküzlimanı denmekle ma’rûf olmasıyla müstedlil ise de
meşîhatına veyahut arabanın sûret-i mürûruna dâir mübâlağâta bir eserde tesâdüf olunamamıştır.
Mevsûk olan
kendi hafîdinin mürsel varakada yazmış olduğu tercüme-i hâl olması îcâb ediyor. Salâhaddîn Efendimizi gâyet nefis
ve hüsn-i hat ile muharrer daha dîğer ba'zı
âsârı münderic Dîvân-ı
âlîlerini kitapçı Niyâzî Efendi satmak
üzere dergâha getirmiş ve zât-ı âlîlerine gösterilmesini kendisine kerrâren
tenbîh ve tefhîm olunmuştu. Eğerçi gelmiş ve mübâyaa edilmiş ise hakîkaten bir
muvaffakiyettir. Mürsel müsvedde varakası da belki lüzumu vardır mülâhazasıyla
leffen ve birlikte olarak iâde kılınmıştır.
Bâkî âfiyette olunuz ve gönülden çıkarmayınız
azîzim.
1 Nîsân
1328/(13 Nisan 1912)
Muhammed
Fahrî”
Hulefâsı:
Meşhûr
Tesbîhçi Ali dede, Ahmed Efendi, Mesçi Sâlih Dede, Mustafa Sâfî Efendi, Hacı
Mustafa Efendi
Şeyh Hacı
Mustafa Efendi
Kayserilidir.
Fâtih Câmi'-i şerîfinde tahsîl-i ulûm etmiş, icâzet almış. Müddet-i medîde
kadınlara Kürsü Şeyhliğinde bulunmuştur.
Fahrî Azîz’e intisâb edip,
sinîn-i medîde çalışarak ikmâl-i sülûka
muvaffak olup, 1324 senesi şehr-i Ramazânın Leyle-i Kadr’inde (14 Kasım
1906) azîzim Mustafa Efendi ile birlikte
hilâfet almıştır. Tarîkat mahlası Sıdkî’dir.
Azîzimin
bidâyeten Fındık-zâde Dergâhı meşîhatına bi'l-âhare Âsitâne-i Hz. Pîr hizmetine
ta'yîni nasılsa bi-hasebi’l-beşeriyye Hacı Mustafa Efendi’nin hiss-i
istirkâbını uyandırmış idi. Keçeciler’deki dergâh meşîhatı münhâl olunca, “Beni
buraya ta'yîn için delâlet et, inhâda bulun.” diye mürâcaat etmekle azîzim
"Birâder! Şart-ı vâkıf îcâbınca Âsitâne-i Uşşakiyye’den müstahlef olmak
şarttır. Şartu’l-vâkıf ke-nassı’s-şâri’
nazariyyesine göre sizi oraya inhâ etmek vakfa karşı hıyânettir.” demesine
karşı, siz ayrıca hilâfet veriniz, teklîfinde bulundukta, "Azîzimin
mastaba-i irfânında yan yana bulunduk, rahle-i tedrîsinde berâber bulunduk. O
size hilâfet vermiş. Ben onu ibtâl ile yeniden size hilâfet verebilir
miyim? Rûh-ı azîz titrer , halk güler.
Ehlu'llâh la’net eder." diye
i'tizâr eylemişti.
Bu hâl hakkı
teslîm edemeyen Mustafa Efendi’de büyük bir ukde-i iğbirâr teşkîl etmiştir
Bi'l-âhare Hırka-i Şerîf’te Atîkali Paşa Câmii ittisâlinde ki hânesini tevsîan
bir Uşşâkî Zâviyesi uyandırmasına muvaffak olup, resm-i güşâdında azîzimi da'vet
etmişler ve azîzim icâbet buyurmuşlar iken azîzimin izzet-i nefsini rencide
edecek vasfiyet ihdâ eylemişlerdi. Azîzim deryâ-dil olup, onların noksânına
vermiş ve yine hoş görmüştü.
Keçeciler
Dergâhı, İzzet Efendi’den tekrâr inhilâl edince Molla Ahmed Efendi nâm halîfe
için yine aynı nakarâtı okuyarak oraya
ta'yîni emrinde ısrâr etmişler ise de kabûl buyurulmadığından azîzim için ateh
getirmiştir. Hakkı bâtılı fark u temyîzden âcizdir. Vesâyete muhtâc olacak
derecede ma’lûlu’l-efkârdır diye
aleyhinde mazbata yapıp hükûmete takdî etmişler ise de bâb-ı hükûmette bu işi
tedkîk edenler mazbatayı mühürleyenlerin hakîkattan uzaklaşmış erbâb-ı ı’râz
olduğuna kanâ'at hâsıl edip, mazbatayı hükümsüz bırakmışlar. Azîzimin
intihâb-kerdesi olan Hazmî Efendi’yi meşîhata ta'yîn eylemişlerdir. Hâl böyle
iken afvı ve deryâ-misâl vâsi’ olan azîzim bu işler hiç olmamış gibi onlara
iltîfâttan hâli kalmamıştır.
/293/ Mustafa
Efendi ziyâret-i Harameyn’e muvaffak olmuştur. Vasfî Bey nâmında bir mahdûmu
vardır. Dergâh-ı şerîfin inşâsında, “Dâru’l-füyûz-ı Uşşâkî” (دار فيوض عشاقى)[62] târîh
düşmüştür. Pazar geceleri, icrâ-yı âyîn olunur. Vâki' olan taleb ve ârzû
üzerine tarafımdan söylenen manzûmedir :
Mufahham Pîr-i dest-gîrim Hüsâmeddîn-i
Uşşâkî
Kemâl-i feyzidir bu ma’bed-i gülzâr-ı
Uşşâkî
Yapıldı lutf-ı hakkıla bin üç yüz kırkda
bu dergâh
Girenler tekke-i irfâna oldu yâr-ı Uşşâkî
Hacı Mustafâ Sıdk oldu bânî hem de
post-pîrâ
Füyûz-ı Hazret-i Pîr’e tecellî-zâr-ı Uşşâkî
Anın pek hâlisâne himmetidir iş bu âsârı
Gelirler cem' olurlar bunda hep ebrâr-ı
Uşşâkî
Kemâl-i aşk ile tevhîd ü zikr itmekdedir
uşşâk
Hakâyık-bîn olanlar görmede esrâr-ı
uşşâkî
Bütün ehl-i dile zînet-fezâdır nûr-ı
zikru'llâh
Kulûb-ı âşıkânı kapladı envâr-ı uşşâkî
Gel ey âşık safâ ashâbına in’âm-ı Hak
çokdur
Misâl-i ayn-ı hikmet rû-nümâ ser-şâr-ı
uşşâki
Hudâ tevfîkını rehber idince abdine
lutfen
Hemân hâsıl olur maksûd görür dîdâr-ı
uşşâkî
Gel ey Vassâf gözün aç gaflet itme
vakt-i fırsatdır
Açılsın dîde-i ma’nâ görünsün yâr-ı
uşşâkî
Târîh-i
velâdeti 1272/(1855-56) olup, azîzimden iki yaş büyüktür. Mutavassıtu’l-kâme,
esmerü’l-levndir.
/294/ Şeyh
Tâlib-i İrşâdî
1235/(1820)
senesinde Bayındır’da tevellüd eylemiştir Derebey-zâde Helvacıoğlu Ahmed Efendi
nâmıyla yâd olunurdu. Pederi ve vâlidesinin bir tânesi idi. Yirmi yaşına kadar
tahsîl-i ibtidâide bulunmuştur. 1255/(1839) târîhinde medresede tahsîlde iken
Şeyh Ömer-i Hulûsî ve Şeyh Hüseyin Hakkî
Efendiler hazerâtı medreseyi ziyâret kasdıyla geldiklerinde sâhib-i tercümenin hâl ü istikbâlindeki ulviyyeti
görüp, kendisini taltîf etmişlerdi. Hîn-i müfâraktında beynehümde şedîd bir
râbıta-i muhabbet husûle gelip, her iki taraf bu muhabbetin taht-ı te'sîrinde
kaldığından Hz. Hulûsî, cenâb-ı Hakkî’ye hıtâben, “Tâlib benim, irşâd senin.” buyurarak bunun üzerine Şeyh
Hakkı Efendi duâ buyurup, “ Efendim! Cân senin, cânân senin.” diye cevâb
vermiş ve bu sırada âsâr-ı feyz tecellî-nümâ
olmuştur.
Bu ülfet ü
sohbet ve nasîb u bey’at medrese kenârında akar çeşme yanında incir ağacı altında ekin tarlası yanında vâki'
olup, süt içilmiş, bal tenâvül olunmuş olduğunu öğrendim. Müşârünileyhte bir hâl zuhûr edip, aşk u
muhabbetle seyr ü sülûka başlamış on beş
sene mücâhede etmiştir. 1270/(1854) senesinde bir sırr-ı ma'nevî zuhûruyla
dağlarda, bağlarda inzivâya başlayıp, bu hâl 1277/(1860) senesine kadar
sürmüştür. Bu müddet zarfında asla tese’’üle rağbet ve avâm ile ülfet eylemeyip
saçı ve sakalı uzatmıştır.
Seyâhat ve
uzletten avdetinde bir hasır parçasına bürünmüş olduğu hâlde Hz. Hulûsî’nin
huzûruna dâhil olmuştu. Şeyh Muhammed Emîn-i Tevfîkî’nin yazdığım vechile
tarîkında rehberi olmak hasebiyle Emîn-i müşârünileyhin tedârik eylediği
elbiseyi iktisâ etmiş idi.
Ahmed
Efendi’ye, Tâlib-i İrşâdî’yi telkınde bulunan Şeyh Ömer Hulûsî Efendi’dir. “Kimine
bin kese verdi, yok anın bir pâresi” nutkundan da ayân olacağı üzere bağ,
bahçe, hâne, dükkân, arâzî gibi emlâkini hâl-i hayâtında veresesine terk ü teberrû’ eylemiş, bunların
dağdağasından âzâde kalmıştır. Hattâ mîrâsen kendilerine intikâl eden parayı
Kilitbahir’de bulundukları zamân getirdikleri hâlde bunu da hibe eylemiştir.
1277/(1860)
senesinde çille-i tarîkat ve seyr ü sülûk tamâm olup, Şeyh Hüseyin Hakkî
Efendi’den müstahlef olmuştur. İntisâbı târîhi olan 1262/(1846) târîhinden
1277/(1860) târîhine kadar on beş sene güzer eylemiştir. Yirmi bir sene Balıkesir, Karabiğa, Çardak,
Lapseki, Çanakkale, Bayramiç, Kumkale, Babakale, Edremit havâlîsinde ve
Gelibolu şibh-i ceziresinde bâ-husûs Kilibtbahir’de icrâ-yı reşâdet eyleyerek
1298/(1881) senesinde dâr-ı cemâle intikâl
eylemiştir. Müddet-i ömürleri altmış üç senedir. Kilitbahir’de inzivâ ettiler. Türbeleri
oradadır.
Tâlib-i
İrşâdî'nin bakıyye-i ömürlerini inzivâ, halvet, riyâzet, irşâd ile geçirdikleri
menkûldür. Târîh-i rıhletlerini müş’ir manzûme-i âtiye tercüme-i hâlinden bahs
olunacak olan Şeyh Hüsnü Efendi tarafından söylenmiştir.
/295/ Durma gel ey murğ-ı dil sûzân-ı
firkatdir bu sâl
Âh idüp uşşâk düşdü çün bu firkatle melâl
Râh-ı uşşâk içre bir şeyhu’l-kerîm gitdi
firâk
Cümle uşşâk ağladı zîrâ budur sâhib-kemâl
Kalmadı gitdikçe bu fânî cihânda ehl-i
dil
Cümle uşşâk eşk-i çeşmin eyledi bârân
misâl
‘İrciî’ emriyle şeyhim eyledi azm-i bakâ
Vuslat-ı cânâna irdi gitdi ol sâhib-cemâl
Söyledi cevherle târîhini Hüsnî kemteri
Göçdü çün Şâh Tâlib-i İrşâdî kıldı aşk Hak visâl*
(كوچدى چون شاه طالب
ارشادى قيلدى عشق حق وصال) = 1298
Târîhe ait
olan beytinde vezin yoktur. Ebced hesâbına uysun diye fazla husûle getirilmiş.
İrşâdiyye-i
Uşşâkıyye:
Tâlib-i
İrşâdî hazretlerinin peyrevânı, tarîklerini şuabât-ı Uşşâkıyye’den bir kol ve
müşârünileyhi müceddid addetmişlerdir.
Tâlib-i İrşâdî yedi sene dağlarda bulundukça saçı sakalı uzamış
olduğundan bu hâlde şeyhinin huzûruna avdet etmişti. Onun eserine tebean İrşâdîler
saçlarını kesmezler, kıvırıp sarığın üstünden arâkiyyenin arasına sokarlar.
Sakallarını da fazlaca uzatırlar. Bu kıyâfetleri nazara pek hoş gelir. Derviş
neşvesi verir.
Tâlib-i
İrşâdî’nin güzel söylenmiş nutukları vardır. Dîvân teşkîl edecek kadar
zengindir.
Esîr-i nefs olup kaldım yetiş imdâdıma
pîrim
Yem-i isyâna pek daldım yetiş imdâdıma
pîrim
Tutuldum dâmına nâçâr ararken vuslat-ı
dildâr
Bütün gün hâletim bed-kâr yetiş imdâdıma
pîrim
Garîbim dâr-ı gurbetde yanarım nâr-ı firkatda
Koma zindân-ı hicretde yetiş imdâdıma
pîrim
İderim senden istimdâd harâbım kıl beni
âbâd
Garîbim olmuşum berbâd yetiş imdâdıma
pîrim
Sana bende olan dervîş kalır mı bunda hiç
dil-rîş
Sana ancak sezâ bu iş yetiş imdâdıma
pîrim
Ki sensin pîr-i Uşşâkî şarâb-ı vahdete
sâkî
Gönüller derdi tiryâkî yetiş imdâdıma pîrim
Sen oldun derdine dermân bu İrşâdî’nin
ey cânân
Visâlinle gönül şâdân yetiş imdâdıma
pîrim
* *
*
Nakd-i cânı harc idüp bâzâr-ı aşkda ey
gönül
Al ene’l-Hak sırrını bir dâr-ı aşkda ey
gönül
Bülbül-i şeydâ gibi kıl zâr-ı efzûn her
seher
Zevk-ı Bâkî ile ol gülzâr-ı aşkda ey
gönül
Vuslat-ı yâra irişmezsen eğer nâ-puhtesin
Yâr-ı hicrile kebâb ol nâr-ı aşkda ey gönül
Ben sana oldum enîs gel sen de ol
hem-dem- bana
Mahremimsin sen benim esrâr-ı aşkda ey
gönül
Ba’d-ez-in İrşâdi’nin gel nushunu eyle
kabûl
Sâdık isen sâdık ol dîdâr-ı aşkda ey
gönül
* *
*
Cürm ü isyân oldu kârım rûz u şeb Yâ
Rab meded
Firkatinle âh u zârım rûz u şeb Yâ Rab
meded
Çâresiz düşdüm firâkın nârına firkatdayım
Nâr-ı hasretle yanarım rûz u şeb Yâ Rab
meded
Ömrümüz kûtâh olup geçmekdedir hicrân ile
Bilmezem leyl ü nehârım rûz u şeb Yâ Rab
meded
Eyle tevfîkın refîk İrşâdi âciz
bendene
Vuslatın dilde ararım rûz u şeb Yâ Rab
meded
*
* *
/296/ Ne güzel yâr ile halvet ne
güzel
Ne güzel dost ile ülfet ne güzel
Seni âgâh ider her demde dahi
O deme sıdk u sadâkat ne güzel
Seni sen bildin ise sende yakın
Güzelin hüsnünü ru’yet ne güzel
Özün ayırma özünden o şehin
Gönül içre ana vuslat ne güzel
Arayup girdi erenler yoluna
Tâlib-i İrşâdi’ye devlet ne güzel
* *
*
Fazl u kudret zâhir oldu gel berü seyrân senin
Kenz-i mahfî çün bilindi âdem-i devrân
senin
Kâinâta kıl nazar kim görünen gören nedir
Gün görür bu cümle âlem cân ile cânân senin
Halk buyurdu âlemi ketm-i ademden ol Hudâ
Zâhiren katresin ammâ ma’nide ummân senin
Bâğ u bustân nergis ü gül genc-i ra’nâ
hüsn-i dil
Hûr u gılmân nûr-ı Rıdvân ni’met-i Rahmân
senin
Mısr-ı kalbe nâzır oldur manzarısın
âlemin
Anıniçün didi ‘levlâk’ ey dedem
sultân senin
* *
*
Cânını ver sevdiğin cânâna sen
Cân olur cisminde cânânın senin
İster isen vuslat-ı Mevlâ’yı sen
Aşk-ı Hak’da mahv ola cânın senin
* *
*
Saâdet kişverinin şâhısın pîrim
Efendim
Sipihr-i dillerin hem mâhısın pîrim
Efendim
Yolunda sıdk ile sâlik olanlar buldu(lar) devlet
Bütün âşıkların Hak râhısın pîrim Efendim
* *
*
İstemem bu cism ü cânı dilde cânân
isterim
Akl-ı cüz’îden geçüp hem sırr-ı irfân
isterim
Pür-ziyâ itsin derûnum şehrini şems-i
ezel
Zulmeti sürsün çıkarsın nûr-ı îmân
isterim
Şemâili:
Tâlib-i
İrşâdî, uzunca boylu, zaîf vücûdlu, güler yüzlü, tatlı sözlü, uzun saç ve
sakallı, parmakları ince uzun, münevverü’l-vech, pembeye meyyâl buğday benizli,
kara gözlü, mütenâsibü’l-endâm idi.
Şeyh Kudsî
Baba
Tâlib-i
İrşâdî, Balikesir’de Garîbler Tekkesi nâmıyla bir dergâh inşâ edip, meşîhatına
hulefâsından Şeyh Kudsî Babayı me’mûr etmiştir.
(Tâlib-i
İrşâdî’nin) Sâir Hulefâsı :
- Şeyh Sâfî
Baba: Çardak’ta irşâda me’mûr idi.
- Şeyh
Hüseyin Necîb Efendi: Gelibolu’da irşâda me’mûr idi.
- Şeyh Şücâî
Baba: Çanakkale’de irşâda me’mûr idi. Şeyh Sâmî Efendi isminde bir halîfesi
vardır. Bahs olunacaktır.
- Şeyh Hasan
Niyâzî Efendi: Bayramiç’te irşâda me’mûr idi.
/297/ Şeyh Sıdkî
Baba, Şeyh Nûrî Baba, Şeyh Sâdık Baba neşr-i tarîkat eden hulefâsındandır.
- Üftâde
Şeyh Hüseyin Hüsnü Efendi: Bu zât Tâlib-i
İrşâdî’nin ecell-i hulefâsındandır. Tercüme-i
hâlinden bahs olunacaktır.
Tâlib-i
İrşâdî’nin hulefâsına sâlik olanlar arasında lâubâlilik olduğunu görenler,
işitenler nakl etmişlerdir. Cenâb-ı Hak,
onları da, bizi de ıslâh buyursun, âmîn.
Nâil-i zevk u safâ Tâlib-i İrşâdî’dir
Sâhib-i sıdk u vefâ Tâlib-i İrşâdî’dir
Revnak-efzâ-yı tarîk meslek-i uşşâkî’de
Ârif-i sırr-ı Hudâ Tâlib-i İrşâdî’dir
Cezbe-i aşk ile sahrâlara düşmüş erdir
Vâsıl-ı Mısr-ı likâ Tâlib-i İrşâdî’dir
Gül-i sad-berg-ı hakîkat dinilirse lâyık
Medh u tekrîme sezâ Tâlib-i İrşâdî’dir
Arz-ı ta'zîm ider elbet ona Vassâf’ı
Sâlik-i râh-ı hüdâ Tâlib-i İrşâdî’dir
Tarîk-ı
Uşşâkî’de Dede ta'bîri müsta’mel iken İrşâdî kolundan gelenler görülüyor
ki bu ta'bîri Baba şekline sokmuşlar. Baba ta’bîri, tarîk-ı Bektâşî’de
müsta’mel ve müteâmil olduğundan Bektâşîlik’le zerre kadar alâka ve münâsebeti
olmayan ve tamâmen ve esâsen meslek-i Muhammedî’ye tebeıyyetten ibâret bulunan tarîk-ı feyz-i
refîk-ı Uşşâkî’de bu gibi ihtirâat-ı lafziyye mevki’-i kabûl bulamaz.
Esâsen
içlerinde bir kaçı meselâ Üftade Hüseyin Hüsnü
ve Tevfîk Efendiler müstesnâ olmak üzere umûmunda Bektâşîlik neş'esi
galebe etmiş, âdâb-ı şerîattan usûl ve furû’-ı tarîkattan tecerrüd edilerek
erbâb-ı hakîkatın nazar-ı istikrâhına uğramışlardır. 253. sahîfede uzun uzadıya
ızhâr-ı âsâr-ı teessür eylediğim dakâyıkın zamânımızda hudûsuna bunlar
sebebtir. Câhidîler ve Muslihîler’de zuhûra gelen bid’atler, rezâletler nasıl
ki o şu'belerin inkırâzına sebeb olmuş
ise Hz. İrşâdî’den sonra yine o şu'belerin mesleğini uyandırmaya çalışan ve
hakîkatta Bektâşî olup, Uşşâkîlik kisvesi altında irtikâb-ı rezâil eden
kimselerin de akibeti meslekleri hüsrândan ibârettir. (إِنَّ اللّهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ
الظَّالِمِينَ)[63]
Üftâde Şeyh
Hüseyin Hüsnü Efendi
Bu zât
Tâlib-i İrşâdî’nin müteşerri’ bir halîfesidir. Kilitbahir’deki dergâhta otuz
kırk seneden beri inzivâî hayât içinde idi. Ehl-i sülûk bir zât olup hulefâ vü
mürîdânı vardır. Kilitbahir’deki
dergâhın bâis-i ihyâsıdır. Bu dergâh gâyet dil-nişîn bir tarzda Mevlevîhâneler
gibi inşâ olunmuş idi. Harb-i umûmîde iki düşmân güllesi isâbet ederek tahrîb
etmiştir. Elyevm Meydân Odası’nda Cuma
ve Pazartesi geceleri tehlîl ü tevhîd ile iştigâl ve âyîn-i tarîkat olunur
imiş.
Hüseyin
Hüsnü Efendi’nin târîh-i velâdeti 1276/(1859)’dır. Pederleri Kâtip Mûsâ Efendi olup, tarîkat-ı aliyye-yi
Rufâiyye’dendir. Tarîk-ı Uşşâkî’ye intisâbları Tâlib-i İrşâdî’yedir.
1287/(1870) senesindedir. /298/ Hilâfet târîhi 1295/(1878)’tir.
Vâlidelerinin ismi Hafize Hânım’dır. Tarîk-ı Uşşâkî müntesibelerindendir.
Birâderi Hâfız Şeyh Nûri Efendi dahi hulefâ-yı Uşşâkıyye’den olup Hüseyin Hüsnü
Efendi’den onbir yaş büyüktür.
Cemâziye’l-evvel
1343/(Aralık 1925)’te Kilitbahir’de irtihâl eylemiş ve dergâha defn olunmuştur.
Hüseyin Hüsnü Efendi hayli halîfe yetiştirmiştir ki Edirne, İstanbul, Kal’a-i
Sultâniye (Çanakkale), Bayramiç, Edremit, İzmir, Dimetoka ve Gelibolu’da neşr-i
tarîkata me’mûrdurlar.
Şeyh Nazmî
Efendi
Hüseyin Hüsnü
Efendi hulefâsındandır. Bahriyye Binbaşılarından idi. Tekâüd olup Maltepe’de
köşkünde mukîmdir. Her sene ihvân-ı tarîkatı da'vet edip müdebdeb bir
cem'iyyet-i zikr vücûda getirir, yedirir içerir. Âşık, sâdık, semîhu’l-kalb bir
zâttır.
Şeyh el-Hâc
Hâfız Muhammed Tevfîk Efendi
Hüseyin
Hüsnü Efendi’nin ecell-i hulefâsından olup, edîb, halûk, muhâfaza-i âdâba
riâyet-kâr bir zâttır. İki def'a âsitâne-i Hz. Pîr’de kendisiyle müşerref
oldum. Kal’a-i Sultâniyye’nin Câmi'-i Kebîr Mahallesi’nde 1281/(1864) târîhinde
doğmuştur.
Dört beş
yaşında iken mahalle mektebine devâma başlayıp, Hâfız Hasan Efendi’den
taallüm-i Kur’ân ve Hâfız Muhammed Efendi’den hıfz-ı Kur’ân ile 1297/(1880) senesinde İstanbul’a gelip, Fâtih
Câmi'-i Şerîfi’nde Eğinli Hacı Hâfız İbrâhîm Efendi’nin dersine devâm etmiştir.
1300/(1883) târîhinde Çarşamba’da Murâd Molla Dergâhı’nda merhûm Şeyh Ârif
Efendi zamânında imâmet ve hitâbet
hizmetini der-uhde edip, üç sene kadar devâm eylemiştir.
Bu sırada
ulemâ ve meşâyıhtan çok kimselerle hem-sohbet olup, 1304/(1887) senesinde
Şeh-zâde Seyfeddîn Efendi’ye imâm olmuştur.
Şeyh Hacı
Bekir Cezbî Efendi
(Muhammed
Tevfîk Efendi), bu sırada tarîk-ı Kâdirî’ye intisâb eylemiştir. Şeyhi es-Seyyid
el-Hâc Bekir Cezbî Efendi’dir. Bu zât Tophâne İhtiyat Alay Müftüsü olup,
Varnalı idi. Bağdâd'da tahsîl-i ulûm etmiş, Arabî, Türkî, Fârisî, Kürdî ve
Hindî lisânlarına vâkıf idi. İlm-i tefsîr, ilm-i hadîs, ilm-i nücûm, ilm-i vefk
ve ilm-i havâssa âşinâ idi.
Hind ü Yemen
ve Hicâz’da dolaşmış, İstanbul’da misâfireten ihtiyâr-ı ikâmet eylemiş
yüzondört yaşında bir pîr-i fânî iken irtihâl-i dâr-ı bakâ edip, civâr-ı Hz.
Hâlid defîn-i hâk-i mağfiret olmuştur.
Tarîk-i
Mevlevî’den dahi ahz-ı feyz edip, sâhib-i destâr olmuş idi. (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
Tevfîk
Efendi, bu zâttan müstahlef olarak Edirne ve Dimetoka’da Süvârî Onikinci Alay
İmâmeti’ni der-uhde edip, tarîk-ı Kâdirî’den hayli Dervîş cem'ine muvaffak
olmuştur.
Şahin Baba
Dimetoka’da
meşâyıh-ı Uşşâkıyye’den Şahin Baba Dergâhı’nda icrâ-yı âyîn-i Kâdirî’ye
başlayıp, bu sırada Mürsel Baba Dergâhı post-nişîni Şeyh İsmâîl Hakkî Efendi
merhûmdan /299/ teberrüken tarîk-ı Nakşıbendî’den icâzet almıştır. Bu zâtın şeyhi Akağası Ahmed Efendi, onun
şeyhi Abdullâh-ı Dehlevî hazretleridir.
Şeyh Mustafa
Kanber Efendi
Bir müddet
sonra Şeyh Muslihuddîn Dergâhı şeyhi tarîk-ı Uşşâkî’den Şeyh Mustafa Kanber
Efendi delâletiyle Kilitbahir’de Şeyh Hüseyin Hüsnü Efendi’ye intisâb
eylemiştir. Sene 1313/(1895). Müşârünileyhte
gördüğü hâl ü kemâl hasebiyle Uşak’ta karâr kılıp, ikmâl-i sülûka
muvaffak olarak intisâbtan sekiz sene sonra ya'nî 1321/(1903) senesinde tâc-ı
Uşşâkî ser-i iftihârına koymuştur.
Kal’a-i
Sultâniyye’de neşr-i feyze me’mûr edilmekle Gazi Hasan Paşa merhûmun Na’ra’da ihyâ kerdesi olan dergâh-ı şerîfin
meşîhatına nâil olup, elyevm burada ihyâ-yı tarîkata çalışmaktadır. Sene
1343/(1924).
Tevfîk
Efendi’nin pederi, Erenler Çavuşu Süleymân Dede-zâde Çiftçibaşı Murâd Ağa ,
vâlidesi Aişe Hânım’dır. Hâlen yüze karîb mürîdi vardır. Birkaç halîfe
yetiştirmiş ise de, bir halîfenin şeyhi hayât-ı sûriyye ile hay iken kimseye
hilâfet verememesi usûl u âdâb-ı tarîkattan olmakla azîzine onları takdîm edip,
icâzet-nâmelerini Hüseyin Hüsnü Efendi tahattum buyurmamış olduğunu Tevfîk
Efendi söylediler. Ziyâret-i Haremeyn’e muvaffak olmuş bir zâttır.
Şeyh Abdurrahmân
Sâmî Efendi
Şeyh
Şücâeddîn halîfesidir. Manisalıdır. Pederi urefâ-yı tarîkattan ve mevâlîden
Muhammed Âsım Efendi’dir. Onun pederi Şeyh Ahmed Nûrî Efendi’dir. Sâmî Efendi
elyevm Kasımpaşa’da Yahyâ Kethüdâ Dergâhı şeyhidir. 1296 senesi şehr-i Rebîu’l-evvelin
onikinci gecesinde (24 Şubat 1879) dünyâya kadem-zen olmuştur. Leyle-i mezkûre münâsebetiyle pederini
tebrîke gelen ve mazannadan bulunan Çöplü Dede nâm zât pederine hitâben, “Efendim!
Şimdi dünyâya gelen mahdûmunuzun ismi Abdurrahmân olsun.” demesiyle, pederi
Sâmi ilâvesiyle Abdurrahmân Sâmi tesmiye
etmiştir. Vâlideleri cihetinden Seyyide Zeynep hazretlerine …… leri[64] cihetinden
de Hz. Ömer Efendimize silsileten müntehîdir.
Mukeddimât-ı
ulûmu memleketinde ba'de’t-tahsîl ikmâl için İstanbul’a gelmiş ve Fâtih’te Hacı
Hüseyin Hüsnü Efendi’nin dersine devâm ile icâzet almıştır. Kendi nakillerine
nazaran hadâset-i sinninden beri müdâvim-i zikr
olup, bir gece âlem-i ma’nâda Fahr-i âlem (salla'llâhu aleyhi ve
selem) efendimiz hazretlerini ru'yet ile şeref-yâb olarak na’leyn-i
şerîfini ihsân buyurduğu günden i'tibâren cezbe ve aşkı galebeye başlayıp bir mürşid taharrîsi
sırasında işâret-i Peygamberî ile Çanakkale’de meşâyıh-ı Uşşâkıyye’den ve Âzâde
hazretleri sülâlesinin Ahmed Şücâeddîn Efendi’nin dâhil-i dâire-i reşâdeti
olmuştur.
İlk mülâkatı
şöyle nakl ederler. Ahmed Şücâeddîn Efendi va'z ediyor imiş hitâm-ı va'zda
mülâkî olup, elini öptükte, “Oğlum Sâmi! Ma’lûmâtım var. Nasîbinizi vermeye
ma’nen me’mûrum.” buyurup, bey’at vermiştir. Dört sene sülûkta bulunup,
tarîk-ı Uşşâkî’den icâze almışlardır. Esnâ-yı icâzette tâc-ı şerîfin /300/
biraz yüksekçe dikilmiş olmasına karşı şeyhi kabûl buyurup Sâmi Efendi’ye
giydirmiştir. Sâmi Efendi, Hz. Mısrî’yi rü’yâda görüp, elinden asâsını alır
görmesiyle şeyhi bunu hasen ta'bîr ederek, “Oğlum! Ben ümmîyim.
Senin icâze ismin Niyâzî’dir. Tâcın Niyâzî hazretlerinin tâcı gibi uzunca
olmasında beis yoktur. O hazretin de uzunca idi.” buyurmuşlar imiş.
O sırada
Sâmi Efendi, şeyhine hitâben, “Efendim! Dîğer tarîkatlardan da sâhib-i
silsile olsam, müsâade buyurulur mu?" istîzânına cevâben "Salâhî
Efendimiz hazretleri de cem' etmiştir. Esnâ-yı sülûkta olamazdı.
Ba'de’l-icâze muhayyersin."
yolunda müsâadede bulunmalarıyla dîğer tarîklerden de ayrı ayrı mazhar-ı icâze
olmuş olduğunu hikâye etti.
Tarîkat-ı
Aliyye-i Nakşıbendiyye’nin Muhammed Cân Kolu: Edirne’de Mihâl Bey Dergâhı
şeyhi Ebubekir b. Halîl Efendi’dir.
Tarîkat-ı
Aliyye-i Nakşıbendiyye’nin Behcetiyye
Kolu : Hisâr Şeyhi Muhammed Nûrullâh Efendi’dir.
Tarîkat-ı Aliyye-i
Kâdiriyye’nin Karîbu'llâh Kolu : Mısır meşâyıhından Ebu’l-Envâr Feyzeddîn halîfesi Şeyh
Hilmî Efendi’dir.
Tarîkat-ı
Aliyye-i Kâdiriyye’nin Muhyiddîn-i Arabî Kolu, Şeyh Hayrullâh
hazretlerinden;
Tarîkat-ı
Aliyye-i Sa’diyyeyi, İsmâîl
Rüşdî-i Edirnevî’den;
Tarîkat-ı
Aliyye-i Şa’bânîyye’yi, İzmirli Şeyh Ahmed Efendi’den;
Tarîkat-ı
Aliyye-i Rufaiyye vü Bedeveyye’yi, İzmirli
Şeyh Mustafa Hilmî Efendi’den;
Tarîkat-ı
Aliyye-i Gülşeniyye’yi, Edineli
Şeyh Şerefeddîn Efendi’den;
Tarîkat-ı
Aliyye-i Şâzeliyye’yi, Şeyh
Hayru'llâh Efendi’den;
Tarîkat-ı
Aliyye-i Düsûkiyye’yi, Şeyh
Abdurrahmân-ı Kalenderî’den;
Tarîkat-ı
Aliyye-i Mevleviyye’yi, Manisa’da
medfûn İsmâîl Çelebi merhûmun rûhâniyetinden almışlardır.
Âsârı (matbû') :
1.
Evrâdu’l-Mukarrebîn.
2.
Vesîletü’l-Kübrâ Şerhu Esmâi
Hünsâ.
3.
Hediyyetü’l-Âşıkîn.
4.
Müntehabât-ı Sâmiye.
5.
Mevlûd-i Müctebâ.
6.
Mi’yâru’l-Evliyâ.
Gayr-i Matbû':
1.
Şerhu Kâfîye Hulâsatu’r-Rızâ.
2.
Şerhu Emâlî Mevhibetü’l-Müteâlî.
3.
Şerhu’n-Nûniyye ed-Dürretü’l-
Meknûniyye.
4.
Tevcîhâtu’l-Îmân.
5.
Mecelletü’s-Sâfiye
fi’l-Ulûmi’l- İslâmiyye.
6.
Şerhu Futûr-ı İdrîs-i Muhtefî
ve sâire.
7.
Müretteb Dîvân.
/301/ Uşşâkîler
bahsine nihâyet vermeden evvel nutk-ı âtîyi de teberrüken derc etmeyi münasîb
gördüm. Bu nutuk bir fahriye makâmındadır. “Bende-i Uşşâkîyem” denilip
nâzımı kendisini mestûr kılmıştır. Hz. Salâhaddrin-i Uşşâkî (kuddise
sırrûhu'l-Bakî)’ye aittir diye bir zan hâsıl oldu ise, müşârünileyhin
ziyâdesiyle mestûrînden olmasına ve böyle fahriye inşâd etmesi meslekleriyle
pek de kâbil-i te'lîf-i tevfîk değildir.
Gülşen-i tevhîd içinde bülbül-i nâlâñ
benim
Nakşibendim nakş-ı levh-ı Hazret-i Selmân benim
Halvetî'yim girmişim halvet-sarâ-yı
vahdete
Hazret-i Sıddîk'a karşı sıdk ile giryân
benim
Kâdirî'yim kadr-i Geylânî'yi takdîs
eylerim
Bâz olup seb'a-semâvâta uçan bir cân
benim
Sa'diyim geldim Cibâ’ya rüşd-i takvâdan
henüz
Heykel-i kudsî-i ma'nâ menba'-ı irfân
benim
Arş-ı a'lâ-yı velâyetden alup nûr-ı safâ
Bedevîyim evc-i kudsîde hemân perrân
benim*
Mevlevî'yim sikke-pûş-ı fakr-ı fahrım
elvirir
Tekke-i hestîde devvâr hırkadan uryân
benim
Sîretâ
Bektâşiyim esrârımın envârı var
Âlem-i nîstîde yâ hû sâhib-i meydân benim
Edhemî'yim Belh-i âmmı çıkdı gözden büsbütün
Tâc u tahtı mâsivâyı terk iden sultân
benim
Gülşenî'yim sahn-ı gül-zârın hezâr-ı
zârıyım
Gonca-i hoş-bû-yı bâğ-ı Hazret-i Mennân
benim
Hem Rufâîyim derûnum nâr-ı aşka cilve-gâh
Nâr-ı Nemrûd'u o gûnâ eyleyen sûzân benim
On iki râhın kulu kurbânı aktâbı didi
Bende-i Uşşâki'yim gencîne-i irfân benim
- - -
IV. cildin
dahi tebyîzi lehü'l-hamd hitâma resîde oldu. Bu cildde umûman hitâm bulacak
zannediyordum. Hâlbuki daha ba'zı şuabât-ı Halvetiyye kalmıştır ki, onları
yazmak için bir başka deftere daha ihtiyaç husûle geldi. Demek ki beş cild
oluyor. Bi-hasebi'l-beşeriyye noksânım vardır. Erbâb-ı mütâlaa onu ikmâl ve
hatâlarımı tashîh buyurmak lutfunda bulunurlarsa minnet-dâr olurum. Aczimle
berâber senelerce ömrümü bu uğurda fedâ ettim. Çalıştım, ahfâda yâdıgâr
bırakıyorum. Bu abd-i ahkarı lutfen, keremen rahmetle yâd ve dil-şâd
buyururlarsa Cenâb-ı Hak onları şâdân buyursun.
1
Rebîu’l-evvel 1343 ve 30 Eylül
1340/(1924) yevm-i Salı
Bu günlerde
hükûmet-i milliyenin bir karârını haber aldım. O da tarîkat âlemînde ba'de-mâ
hilâfet, halîfe, hulefâ ta'bîrleri isti'mâli men' olunmuştur. İcâzet, mücîz,
mücâz denilecek imiş. Bu tasavvurlar halk arasında makâm-ı hilâfet-i
İslâmiyye’ye karşı hisler uyandırmak mülâhazasına mebnî men' edilmiş. Bu da bir hâtıra-i
târîhiyye sırasına geçecek kuyûdâttandır. Ahfâdın ma'lûmu olsun.
[1] Samsun'da (?)
mahdûmunun da'vetiyle oraya nakl-i mesken eylemiştir.
[2] 213. sahîfe başındaki gazelim buna nazîredir.
[3] (فَإِذَا سَوَّيْتُهُ وَنَفَخْتُ
فِيهِ مِن رُّوحِي فَقَعُواْ لَهُ سَاجِدِينَ) "Onu tamamladığım ve ona rûhumdan üfürdüğüm zaman,
ona hemen secdeye kapanın." 15. Hıcr sûresi, 29. (H)
[4] “Göneneyim”, râzı ve kâil olmak masdarından ism-i
fâil, “göyeneyim”olsa gerektir. “Boyanmak” ma’nâsınadır.
[5] Yâdigâr-ı Sâfî terkîbi îhâmlıdır. …. İkinci ma'nâ mektûb-ı âlîlerinde
….. Yâdigâr-ı azîzim buyurmalarıdan mülhemdir ki Hz. Vassâf, Hazmî-i
bî-çâreyi kendilerine Hz. Sâfî'nin Yâdigâr’ı olduğunu ızhâr
buyuruyorlar. Hazmî-i nâlân da bununla tefâhur
etmiş bulunuyorlar.
[6] "Her şeyde O'nun tek olduğuna delâlet eden bir
işâret vardır." (H)
[7] “Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti.” 2. Bakara sûresi,
31. (H)
[8] “Âdem’in çamırını ellerimle yoğurdum.” (H)
[9] "Sonra (Muhammed'e) yaklaştı, derken daha da
yaklaştı. O kadar ki, (birleştirilmiş) iki yay arası kadar, hatta daha da yakın
oldu." 53. Necm sûresi, 8, 9. (H)
[10] “Ben varlıkları senin için, seni de kendim için
yarattım.” (H)
[11] “Âdem su ile toprak arasında iken ben
peygamberdim.” (H)
[12] (لى مع الله وقت لايسعنى فيه ملك
مقرب ولانبى مرسل) "Benim
Allah katında öyle bir hâlim vardır ki, benim o hâlime ne bir melek
yaklaşabilir, ne de bir peygamber ulaşabilir." Bu sözün hadis tekniği
açısından değerlendirilmesi ile ilgili olarak bkz. el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ,
c. II, s. 173, bkz. Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin
Hadislerdeki Dayanakları, Ankara 2000, s. 79, 80. (H)
[13] "Ben cinleri ve insanları Bana ibâdet/kulluk
etsinler diye yarattım." 51. Zâriyât sûresi, 56. (H)
[14] (كنت كنزاً مخفياً فأحببت أن أعرف فخلقت خلقا
ًلعرفتهم فعرفونى) "Ben gizli bir hazine idim,
bilinmek istedim ve mahlûkâtı yarattım. Ben kendimi onlara öğrettim, onlar da
[15] "Ey îmân edenler! Samîmî bir tevbe ile Allah'a tevbe
ediniz." 66. Tahrîm sûresi, 8. (H)
[16] "Ama Bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi
yollarımıza eriştireceğiz..." 29.Ankebût, 69. (H)
[17] “Sen kendi nefsinin isteklerine karşı cihad et;
zîrâ en büyük düşmanın odur.” (H)
[18] "...
Kâfirlerden yakınınzda olanlara karşı
savaşın..." 9. Tavbe sûresi, 123. (H)
[19] "Şerîat sözlerim, tarîkat işlediklerim, hakîkat
hallerim ve marifet de sermâyemdir." (H)
[20] Müellif burada tevâzuundan olmalı ki ismini yazmamış,
sâdece birkaç nokta koyarak boş bırakmıştır. (H.)
[21] Müellif burada da isim yazmamış, sâdece birkaç nokta
koyarak boş bırakmıştır. (H.)
[22] "De ki : O Allah birdir. Allah sameddir. O,
doğurmamış ve doğmamıştır. Onun hiç bir dengi yoktur." 112. İhlâs sûresi,
1-4. (H)
[23] "Biz, hakîkaten insanoğlunu şan ve şeref sâhibi
kıldık..." 17. İsrâ sûresi, 70. (H)
[24] "Siz beni anın ki, Ben de sizi anayım..." 2.
Bakara sûresi, 152. (H)
[25] "... Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla
huzur bulur." 13. Ra'd sûresi, 28. (H)
[26] “Tâ ki Allah, senin geçmiş ve gelecek günahlarını
bağışlasın...” 48. Fetih sûresi, 2. (H)
[27] “Kim kendini Allah’a ait kılarsa, Allah da ona ait olur.”
[28] Mezkûr
Şeyh La’lî, Nakşıbendiyye, Sünbüliyye, Gülşeniyye, Uşşâkiyye ve Şa’bâniyye
tarîkatlarını kendisinde toplamıştı. O, Kastamonu’da doğdu ve orada yetişti.
Şa’bâni tarîkatını Şeyh İsmâîl-i Çorumî’den aldı ve onun elinde dördüncü tavra
kadar sülûkunu tamamladı. Sonra Edirne’ye gitti: burada önce Şeyh Sâdık er-Rûmî
el-Uşşâkî’den, sonra da Şeyh Muhammed Sırrî el-Edirnevî el-Gülşenî’den icâzet
aldı. (H)
[29] Bu kütüphânenin kitapları Fâtih’te Millet
Kütüphânesi’ne nakl olunmuştur.
[30] Bu tomârın
sâhibi Tabîb-zâde Muhammed Şükrü Efendi’dir. 1334/(1916) senesinde Hz. Hüdâî
Kütübhânesi’ne vakfetmiştir. Târih kısmında 123 numaradadır. Bu kitaplar
bi’l-âhare Üsküdar’da Selîmağa Kütübhânesi’ne nakl ve orada hıfz edilmiştir.
[31] Harâmî değil, Hırâmî olduğunu vilâyet müftüsü
Hasan Fehmi Efendi söylemiştir. Salınarak gezmesinden kinâye imiş.
[32] Acaba muhatab Hz. Salâhî midir, kestiremedim.
[33] “Biliniz ki, Allah’ın dostlarına hiçbir korku
yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de.” 10. Yûnus sûresi, 62. (H)
[34] Dergâh güzergâhında
bir bakkâl dükkânı önünden geçerken orasının bir gün tekke olacağını
söylemişler, hakîkaten bir müddet sonra Kâdirî Tekkesi yapılmıştır. Bunu naklen
Şeyh Hayru'llâh Bey söyledi.
[35] Bu ibârenin hesaplanmasından 1187
tarihi çıkmaktadır. (H)
[36] eğer şehâdet denizinde “lâ” timsâhı başını
kaldırırsa, tûfan vaktinde Nûh’a teyemmüm vâcip olur. (H)
[37] “Allah,
melekler ve ilim sâhipleri, O’ndan başka ilâh olmadığına adâletle şâhitlik
ettiler. O’ndan başka ilâh yoktur. O, mutlak güç sâhibidir; hüküm ve hikmet
sâhibidir.. şübhesiz Allah katında din İslâm’dır…” 3. Âli İmrân sûresi, 18, 19.
(H)
[38] “De ki : Ey
mülkün sâhibi olan Allâh’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden mülkü
çeker alırsın. Dilediğini azîz edersin, dilediğini zelîl edersin. Hayır senin
elindedir. Şübhesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin. Geceyi gündüze
katarsın, gündüzü geceye katarsın. Ölüden diriyi çıkarırsın, diriden ölüyü
çıkatırırsın. Dilediğine de hesapsız rızık verirsin.” 3. Âl-i İmrân sûresi, 26,
27. (H)
[39] “Şübhesiz
Rabbin katındaki (melek)ler O’na ibâdet etmekten büyüklenmezler. O’nu tesbîh
ederler ve yalnız O’na secde ederler.” 7. A’râf sûresi, 206. (H)
[40] Bu özler Erzurumî İbrâhîm Hakkî hazretlerinindir.
[41] Selîmağa kütüphânesi'ndeki tomarda 1130/(1717)
diye muharrer ise de kanâatim 1117 olduğudur.
[42] “Şübhesiz
biz emâneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik…” 33. Ahzâb sûresi, 72. (H)
[43] “Allah,
kadrini bilip, haddini aşmayan kişiye merhamet etsin.” (H)
[44] Allah
içniziden îmân edip de sâlih ameller işleyenlere, kendilerinden once geçenleri
egemen kıldığı gibi onları da mutlaka egemen kılacağına ……… dâir vaade
bulunmuştur.” 24. Nûr sûresi, 55. (H)
[45] “…… Artık
bundan sonra kimler inkâr ederse, işte onlar fâsıkların ta kendileridir.” 24.
Nûr sûresi, 55. (H)
[46] Bu ibârenin
hesaplanmasından verilen tarih çıkmamaktadır. (H)
[47] Bu ibârenin hesaplanmasından 1198 + 3 = 1201 çıkmaktadır.
(H)
[48] Delinmemiş inci ma'nâsınadır.
[49] Hîn-i irtihâllerinde söylemişlerdir.
[50] Salâhî, acz ve kusûruyla senin dergâhına geldi.
Huûrunda senden şefâat ister.. Şefâat et yâ Rasûla’llâh. (H)
[51] Senin ayrılığının yorgunu olan Salâhî, senden
dermân ister yâ Rasûla’llâh. Bunun için nona acı ve ümidini kesme yâ
Rasûla’llâh. (H)
[52] Allah’ın adını anmak kalemin haddi değildir.
Dilini konuşmaktan alı koymak gerkir.
(H)
[53] Bu listede 63 numadaki eserle aynı. (H)
[54] Bu mısra eksiktir. (H)
[55] Bu ibârenin hesaplanmasından 1193 + 7 = 1200 çıkmaktadır.
(H)
[56] Bu kelime
aslında “mürşididir” şeklinde yazılıdır. Öyle olması mümkün olmadığı
düşüncesiyle “mürîdidir” şeklinde yazılmıştır. (H)
[57] Tire’de imâmlık hizmetinde bulundukları gibi
medîd zamânlar seyâhatla dem-güzâr olup, Şeyh Ömer Hulûsî hazretlerinin
sohbetlerine eriştikleri ve daha pek çok eâzım ile mülâkatları vâki'dir. Hüseyin Hakkî hazretlerine intisâbta Tâlib-i İrşâdî rehberlik hizmetini îfâ eylemiştir.
[58] Bu ibârenin hesaplanmasından bu tarih çakmamaktadır. (H)
[59] Bu ibârenin hesaplanmasından bu tarih çıkmamaktadır. (H)
[60] Bu ibârenin hesaplanmasından 1337 yılı çıkmaktadır. (H)
[61] “Cenâb-ı
Hak, (اسجدوا لآدم) buyurdu da
acaba niçin duvara secde ediniz buyurmadı?”diye onlara tevcîh ettiği suâl dahi
meşâyıhın bâis-i infiâlleri olmuştu. Azîzin bundaki maksadı hakâyıka nâzırdı.
Maa't-teessüf anlaşılamamıştır.
[62] Bu ibârenin noktalı harflerinin toplanmasıyla
1300 çıkmaktadır. (H)
[63] “…. Allah, zâlimler topluluğunu hidâyete erdirmez.” 6.
En’âm sûresi, 144. (H)
[64] Burası boş bırakılmıştır. (H)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar