Sefîne-i Evliyâ Evliyâ-yı Ebrâr Şerh-i Esmâr-ı Esrâr 12
SEFÎNE-İ EVLİYÂ
Osmânzâde Hüseyin
VASSÂF
(1872-1930)
CİLT: 5
Yayına
Hazırlayanlar:
Prof. Dr. Mehmet
AKKUŞ
Prof. Dr. Ali YILMAZ
Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi
Öğretim Üyesi
Öğretim Üyesi
İstanbul - 2005
Halvetiyye’den
TARÎKAT-I ALIYYE-İ RAMAZÂNİYYE
/6/ Şeyh Ramazâneddîn-i
Mahfî
Bir
pîr-i muhteremdir. Silsile-i tarîkatları ber-vech-i âtîdir:
Hz. Şeyh Ahmed Şemseddîn Yiğitbaşı (Kuddise
sırruhû)
Şeyh el-Hâc İzzedddîn-i
Karamânî (Kuddise sırruhû)
Şeyh Kâsım-ı İnegölî (Kuddise
sırruhû)
Şeyh Muhyiddîn-i Karahisârî (Kuddise
sırruhû)
Hz. Şeyh Ramazâneddîn-i Mahfî
Velâdeti:
949 (1542).
Müddet-i
Ömr: 76.
Müddet-i
meşîhatleri: 32.
İrtihâli:
1025/(1616).
Maskat-ı
re’sleri Afyonkarahisarı’dır. Ulûm-ı akliyye vü nakliyyeyi tahsîlden sonra tarîk-ı
tasavvufa sülûk edip Şeyh Kâsım Çelebi’den terbiye-i tarîkat görüp, onun
halîfesi Şeyh Muhyiddîn-i Halvetî Efendi’den mazhar-ı kemâl olmuştur. 994/(1586)
senesinde İstanbul’u teşrîf buyurmuşlardır.[1]
Şeyh
Muhyiddîn-i Karahisârî, Kâsım Çelebi halîfesidir. İsmi Vefâ Muhammed
Çelebi’dir.
Ramazân
Efendi, Kocamustafapaşa civârında Bezistânî Hâce Hüsrev Bey’in binâ-kerdesi
olan hânkâh-ı şerîfte post-nişîn olmuştur. “Mahfî” mahlasından da anlaşılacağı
üzere, müşârünileyh tarîk-ı tesettüre meyyâl olmağla zamânlarında kemâlleri
nisbetinde şöhret bulmamışlardır; binâenaleyh tafsîli câmi’ bir terceme-i hâli
yoktur.
Hz.
Sünbül, müşârünileyh hakkında eser-i kerâmet göstermiştir. Şöyle ki:
Hz.
Ramazân’ın türbesinin olduğu yer evvelce bahçe hâlinde imiş. /7/
Hz. Sünbül bir gün buradan geçerken oturmuşlar, “Buradan tevhîd kokusu geliyor.”
buyurmuşlardır. Halbuki Hz. Ramazân henüz bu mahalde bulunmuyorlardı ve hattâ
âlem-i dünyâya kadem-zen olmamışlardı. Fi’l-hakîka bi’l-âhare buraya şeref
verdiler.
Hilm
ü vakâr sâhibi olup, erbâb-ı muhabbetin izz ü i’tibârına mazhar idi. Dâhil-i dâire-i
kemâli olan birçok zevât vardır. İlm-i ta’bîrde yed-i tûlâsı var imiş.
O
zamânın vüzerâsından Güzelce Mahmûd Paşa, Hz. Şeyh’e meftûn olanlardan idi.
Sadr-ı a’zam Yemişci Hasan Paşa’nın yed-i gadrinden kaçıp Ramazân Efendi’ye
ilticâ etmekle dergâh-ı şerîfde, (وَمَن دَخَلَهُ كَانَ آمِنًا)[2]
sırrına mazhar olmuş idi. Sadr-ı a’zam, onun burada ihtifâ ettiğini haber alınca
tevkîfi zımnında adamlar göndermiş ise de, Hz. Şeyh vermemiştir. Bir gün bi'z-zât
gelmiş istemiş, ısrâr etmiş. Hz. Şeyh, “Bizim dergâhımızda paşa yoktur,
cümlesi derviştir. İsterseniz gelsinler, görünüz, hangisi ise alınız.”
diyerek emretmiş, gelmişler; bu miyânda Mahmûd Paşa abâ giymiş olarak
bulunuyordu, Hasan Paşa, onu bu hâlde görünce, “İşte budur.” demeğe
muktedir olamamış, savuşup gitmiştir. Tasarruf sâhibi bir mürşidin kemâli ne büyüktür.
Hz.
Nasûhî halîfesi Hasan Efendi tarafından yazılmış bir eserde gördüm ki, 1011/(1602-03)
tarihinde Yemişci Hasan Paşa, ale’l-gafle hânkâha gelip Şeyh’e mülâkî oldu. Hz.
Şeyh ise Mahmûd Paşa’ya, “Hemen içlerinden çıkıp gidesin, Hak taâlânın hıfz
u emânında olasın. Bize sorarlarsa doğrusunu söyleriz.” buyurmuşlar. Mahmûd
Paşa, Yemişci Hasan Paşa ve etbâının önünden geçti gitti, hiç biri âgâh olmadı.
Vezir ise, “Pâdişahın makhûru olan Mahmûd Paşa sizde imiş. Burada saklanmış.
Onun teslîmi fermân olunmuştur.” demesiyle, Ramazân-ı Mahfî cevâbında, “O
şimdi sizin gözünüzün önünde buradan çıktı gitti; niçin tutmadınız.” dedi.
Hasan Paşa ise, teessüf-günân olarak avdete mecbûr oldu.
Ramazân
Efendi son zamânlarında halktan münkatı’ olup mücâhede ve müşâhedesini artırdı.
"Rızâ-i pâk" (رضاء پاك) ve "eş-Şeyhu'l-mücâhid"
(الشيخ
المجاهد) terkîblerinin nâtık olduğu üzere, 1025/(1616) senesinde rûh-ı
pür-fütûhu a’lâ-yı ılliyyîne ulaşmağla vücûd-ı mübârekleri hânkâh-ı şerîfde
ihzâr olunan medfen-i pâke defn olundu. /8/ Türbeleri vardır, hucurât
ittisâlindedir. Fakat hâlen müşrif-i harâbtır.
Hakk-ı âlîlerinde söylenilmiş, türbede mevki'-i ihtirâma
konulmuş olan levhalardan:
Habbezâ
ârif-i bi’llâh şeh-i devrân-ı zamân
Mazhar-ı
nûr-ı ilâhî bu Efendi Ramazân
Nice
dem âh iderek gül-şen-i irfân içre
Gül-i
tevhîdin olup bülbülü itmiş efgân
Nefsi
cû’ u ataş-ı nâr ile ihrâkından
Ramazân
Mahfi diyü tesmiye olmuş şâyân
İtdi
sâliklerini zikr-i Hudâ’ya teşvîk
Buldular
“hû” diyerek cümlesi feyz-i Yezdân
Diğer:
Budur
ol Hazret-i Sultân Ramazân-ı Mahfî
Vâris-i
ilm-i Nebî vâkıf-ı esrâr-ı Hudâ
Mazhar-ı
cûd u kerem menba’-ı eltâf u himem
Sünbül-i
bâğ-ı İrem gonca-i gül-zâr-ı vefâ
Şems-i
devlet ki doğup Karahisâr ufkundan
İtdi ol
şehri cemâliyle behişt-i a’lâ
Şeyh-i
zî-şânı olan Karahisârî Muhyî
Eyledi
sırrını takdîs ü makâmın a’lâ
Sâl-i
târîh dokuzyüz ile doksanüçde
Emr-i
pîrân ile İstanbul’u kıldı me’vâ
Abd-i
dergâhının en âcizi bir sâhib-i hayr
Zât-ı
vâlâlarına itdi bu dergâhı binâ
/9/ Otuziki sene neşr eyledi ilm ü rüşdü
Zâhir ü
bâtın idüp hizmet-i şer’-i ulyâ
Hâşiye
tarh kılup şerh-i akâyid üzre
Kal’a-i
dîne meğer urdu esâs-ı ma’nâ [3]
Duysa
ki ilmini âkıl olur idi mecnûn
Bilse
ger aşkını Mecnûn olur idi Leylâ
Halvetî
râhın idüp aşk ile bu Îsâ-dem
Feyz-i
i’câz-ı kerâmet-şiyemiyle ihyâ
Ramazâniyye
kolu nâmına mensûb olarak
Açdı bir
yol ki sonu îyd-i visâl-i Mevlâ
Gerd-i
hâk-i deri dermân-ı cefâ deryâ hôd
Rûze-dârân-ı
gama sofra-i iftâr-ı safâ
'İrciî'
emri ile binyigirmibeşde[4]
Rûh-ı
âlîsi bulup izzet ile vasl-ı Hudâ
Ârifâ
merhamet-efzâ-yı suâl-i zuafâ
Ey ki
dânâ-yı kemâl-i keremin arz u semâ
Acz ü
hırmân-ı hicâb ile dahîlin oldum
Beni
dûr eyleme bâb-ı kereminden iclâ
Olsun
iftâr-ı atâyân ile dil-sîr-i merâm
Hasta
dil teşne-i aşk ismet-i bî-berk ü nevâ
Nâil-i
feyz ide Mevlâ bizi lutfen keremen
Ramazân
hürmetine eyleyelim îyd-i safâ
/10/
Dergâhın hîn-i inşâsında Sâî merhûmun söylediği târîhtir:
Hamdü
li’llâh Murâd Hân-ı zamân
Adl ile
oldu şöhre-i âfâk*
Kalb-i
uşşâk gibi yanmış idi bu dergâh*
Şu’le-rîz
olmuş idi misl-i çerâk
Hacı
Hüsrev-i Gulâm Hâce imâd
Böyle
hayrâta buldu istihkâk
Yapdı
bu câmii ki ehl-i safâ
Oldular
hep ibâdete müştâk
Tekye-gâh
u mesâkin fukarâ
Geldi
bünyâd nice tâk-ı revâk
Çün
tamâm oldu Sâî-i dâî
Didi
târîh “ka’betü’l-uşşâk”[5]
(كعبة العشاق) = (994 –
1586)
Hz. Şeyh'in, Mahfî mahlaslı ba'zı
ilâhiyyât-ı ârifâneleri vardır
Mahfî bugün
gözleyüp
Girdi
yola aşk özleyüp
Âşıkların
cem' eyleyüp
Gitsin
bugün "Hû Hû" diyü
(Halifeleri):
/11/
Şayh
Ya’kûb Efendi
İstanbulludur. Ramazân Efendi hulefâsındandır. Ser-efrâz-ı
ehlu’llâhtan idi. İlm ü irfânı yüksek, kerâmet-i irfâniyyesi bâlâ-ter idi.
Bursa’ya me’mûr oldu. Karaağaç Mahallesi’nde zâviye te’sîs etti. 1058 (1648)’de
terk-i hayât-ı müsteâr eyledi. Türbesi el’ân ziyâret-gâhdır. (Kuddise
sırruhû)
Şeyh Bekir Efendi
Müşârünileyh Ya’kûb Efendi halîfesidir. Evliyâu’llâhtan
idi. Bursa’da Za’feranlık Mescidi’nde irşâd-ı ibâd ederdi. 1077 (1866-67)
senesinde göçtü. Hâlen kabirlerinde pertev-i nûr-ı rûhu âşıkları ihyâ eder.
Mescid-i mezkûr kurbundadır. (Kuddise sırruhû)
Şeyh Abdülgaffâr Efendi
Kânûnî Sultan Süleyman devri meşâyıhındandır. Mudurnuludur.
Pederi Şeyh Muhammed Şâh’ın vefâtında genç bulunmağla İstanbul ve Edirne’de
tahsîl-i ilm ederek bi’l-âhare tâbi’-i hevâ vü heves olmuş idi. Bir gece
rü’yâda pederinden vecî’ bir dayak yediğini görmesiyle tevbe ve istiğfâr ile
şeyh-i mükerrem Ramazân Efendi hazretlerine intisâb eyledi. Çalışarak ikmâl-i
sülûk edip hilâfet aldı. Vatanına avdetle neşr-i feyz-i irfâna meşgûl oldu. Türbe-i
münevveresi oradadır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Şeyh Abdülhalîm Efendi
Hz. Pîr halîfesidir ve mahdûm-ı mükerremidir. Pederinin
irtihâlînde câ-nişîni olmuş idi. "Ey Halîm ol pîri kıl cennet-mekân" (اى حليم اول بيرى قيل جنت مكان) (ibâresi) târîh-i
irtihâlidir ki, 1062/(1652)’dir.
Şeyh Abdullâh Efendi
Esmâr-ı Esrâr’da Hz. Pîr’den sonra bu zât (Abdülhalîm
Efendi), ondan sonra Şeyh Abdullâh Efendi gösterilmiş ise de, Şeyh Abdullâh
Efendi de Hz. Ramazân’ın halîfesi olup, onun târîh-i irtihâli, "tevhîd-i
Hudâ" (توحيد خدا) 1033 (1624) olduğuna göre, Hz. Pîr’i
müteâkib bu zâtın seccâde-nişîn-i irşâd /12/ olduğu ve Abdülhalîm
Efendi’nin ta’kîb eylediği nümâyân olur. Abdullâh Efendi zâhir ve bâtın ulûmunda
mütebahhir idi. Hz. Pîr’in karîninde defîn-i hâk- i rahmettir. (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
Şeyh Celâleddîn Efendi
Hz. Pîr’in ikinci mahdûmu ve halîfesidir. Hânkâhda bir
müddet seccâde-nişîn olup, hücre-gâh-ı bakâya çekilip gitti. Civâr-ı Hz. Pîr’de
âsûde-nişîn-i rahmettir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Şeyh Mahmûd Efendi
Hz. Pîr hulefâsındandır. Sadr-ı a’zam Ferhad Paşa’ya çok
himmeti taalluk etmiş bir şeyh-i kâmildir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Kırîmî Şeyh Murâd Efendi
Hz. Pîr hulefâsındadır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Sevdim
seni ey Hazret-i Nakşî ez-cân
Himmet
buyurup bizleri kıl sen şâdân
Şeyh Ali Nakşî Efendi
Akkirmanlıdır. Ramazân Efendi halîfesi olan müşârünileyh
Şeyh Murâd halîfesidir. Hâfız Hüseyn-i Ayvansarayî, onu, “Doğrudan doğruya
Hz. Ramazan’dan nâil-i hilâfet olmuştur.” diye yazıyor ve Akkirman’a irşâda
me’mûren i’zâm kılındığını te’yîd ediyor. İrtihâli 1065/(1655) senesine
müsâdiftir. "Hasta" (خسته) târîh-i
irtihâlidir. Akkirman’da zâviyesinde medfûn imiş. Oraları Rus istîlâsında herc
ü merce uğradığından şimdi ne hâldedir, zâviye ve türbesi pâyidâr mı değil mi
mechûlâttandır.
Bursalı Tâhir Bey, bu zâtın tamâm Dîvân’ını
elde etmiş ve Ramazân Efendi Dergâhı kütübhânesine ihdâ eylemiş olduğunu beyân
ve basılan dîvânın nâ-tamâm idiğini der-miyân etti. Ser-levhasında "Dîvân-ı
Şâh-ı Nakşıbend" yazılması yanlıştır.
Terceme-i hâli, Sünbülîler bahsinde yazılan İbrâhîm Nakşî-i
Sünbülî’ye isnâd olunan,
“Eyâ
sen sanma kim senden bu güftârı dehân
söyler”
/13/
nutku Ali Nakşî-i Akkirmânî’nindir. Tâhir Bey de bunu te’yîd etti.
Âsâr-ı kaleminden risâleleri de var imiş; Manzûme-i
Aynü’l-Hayât, Vâkıât, Bey’at-nâme
ve Manzûme-i Gavriyye isimlerindedir.
“Bugün
ol îyd-i ekberdir gelür meydâna âşıklar
Giyerler câme-i gül-gûn kıyarlar câna âşıklar
Başın top eyledi Nakşî
girüp meydâna aşk içre
Salâdır cem’ olup gelsün bugün dükkâna âşıklar”
nutku
nâil-i mertebe-i irşâd olmuş bir sâhib-i zamân idiğini gösteriyor. “Salâdır.”
demesi, da’vettir. Dükkandan maksad, dâire-i irşâdlarıdır. Tafsîli câmi’,
muhtasar bir kelâm-ı ârifânedir.
İrtihâlleri târîhi hakkında ihtilâfa ma'rûz kalmadım. Tâhir
Bey, "târâc-ı Nakşî" (تاراج نقشى) = 1062 /(1652)
diye yazmıştır. Her hâlde iki târihden birisi doğrusudur. el-ilmü ınde’llâh.
Hazret-i Nakşî, Dîvân’ında derki:
Tavâf eyle gelüp şeyhim Murâd’ı
Ki
ansız âşıkın bitmez kanadı
Ana
ikrâr idüp ümmet olanlar
Geçerler
ra’d-veş anlar sırâtı
Nice
İskender ü Hüsrevler anın
Eteğin
yaslanup kem-ter ibâdı
Bir nutuklarını tahmîsi ile berâber dercediyorum:
Cemâlin
vasfın ey dil-ber eğerçi tende cân söyler
Lebin
esrârını aşkın velâkin râyegân söyler
Ki
nutkun emr-i hakdan “men aref” sırrın ayân söyler
Eyâ
sen sanma kim senden bu güftârı dehân söyler
Veyâ
terkîb olan unsur veyâ lahm-ı zebân söyler
Cemâlin
hüsnünü tezyîn idüp bu hayme-i tende
Kemâl-i
hikmetin göstermek içün sûret-i cânda
Yed-i
kudretle yazdı ism-i fazlın şekl-i insânda
Yaratdı
cümle eşyâyı özün pinhân idüp anda
Göründü
nice bin yüzden velî kendi nihân söyler
/14/ Kelâmu’llâhı vechinde bulanlar eyledi
ezber
Değildir
Mushaf-ı hak zâhidâ sen bildiğin defter
Tarîk-ı
aşkda elbette sana ma’lûm ider Haydar
Kimindir
bunca cünbüşler kimindir nutk ider
gevher
Özünden
olmadın ârif ki senden özge kân söyler
Bilenler
sırr-ı mi’râc-ı Rasûl’e didiler “illâ”
Velî
echel olanlar bilmeyüp cismen sanur hâlâ
Bu bir
sırr-ı ilâhîdir değildir herkese iclâ
Seni
ol sana bildirmek murâdın kasd idüp Mevlâ
Anâsırdan
kesüp bir don yüzünden tercemân söyler
Vücûdun
hatların cânâ okusan bil ki sen ersin
Ne
bilsün câhil-i nâdân senin kadrin ne gevhersin
Anadan
doğma a’mâlar seni görmez ne enversin
Olar
kim bilmedi nefsin “aref”den almadı dersin[6]
Değildir
Hakk’a ârifler özin bilmez yalan söyler
Zihî
Hâlık ki halk itdi bu halkı kâf ile nûndan
Gönülde
gizli nutk eyler ki bilmezler anı kanden
Suâl
ile anâsır perdesin çâk eyleyen cândan
Hayâl-i
zıl yeter ibret görünen hayme-i tenden
Değildir
nutk iden sûret derûnunda duran söyler
Vücûdun
şehrinin râhın açan âşıklar ey Nakşî
Bulardır
mevt varile göçen âşıklar ey Nakşî
Halîlî
gibi varından geçen âşıklar ey Nakşî
“Sekâhüm rabbühüm”
hamrin içen âşıklar ey Nakşî[7]
İrer
ma’şûkuna anlar mekândan lâ-mekân söyler
/15/
Nakşî-i müşârünileyhin yazma dîvânı Sultan Bâyezid’te Kütübhâne-i
Umûmî’de 4603 numaralıdır. Sûret-i mahsûsada tedkîk ve tetebbu’ eyledim,
neş’eye müstağrak oldum; ser-â-pâ vahdetten söylemiştir. Gâyet mühim bir
dîvândır. İntihâb sûretiyle birkaç nutuk istinsâh eyledim, onları buraya
dercediyorum. Tevhîdi, bu nutuklar pek ârifâne vâzıh bir sûrette beyân
etmektedir.
Bul
dilâ genc-i nihânı sen de serverlik budur
Şirk-i
ahfâdan halâs ol gel dil-âverlik budur
Perde-i
kesret-nümâdan seyr idüp bu vahdeti
Keşf-i
râz itme sakın kim pîr-perverlik budur
Onsekizbin
âlemin sırrın temâşâ eyleyüp
Sûret-i
hakdan güzâr it sen de serverlik budur
Cur’a-i
câm-ı elesti dest-i kudretden bugün
Nûş idüp
ayılmasın kim haşre dek erlik budur
Bâb-ı
aşkın mektebinden ders-i hakkı Nakşiyâ
Bî-hurûf
(u) bî-nutuk oku ki rehberlik budur
* *
*
Hitâb-ı
"alleme’l-esmâ" rumûzu sırr-ı insândır[8]
Kitâb-ı
nokta-i evvel hakîkat ehl-i irfândır
Lisân-ı
ilm-i esrârın o kim fehm eylemez remzin
Görünür
sûretâ ammâ velî ma’nâda hayvândır
Olar
kim rû-yı dil-dârı temâşâ itdi her
yüzden
Çıkarlar
aradan anlar bu ma’nâ özge seyrândır
Binâ-yı
dest-i kudretdir yıkılmaz bilmiş ol Nakşî
Libâsın tâzeler her dem
akıllar bunda hayrândır
* * *
Kendi
nefsin bilmeyen ol yâri bilmez kandedir
Almayan
dilden haber dil-dârı bilmez kandedir
Reh-nümâ-yı
âlemin şehrin temâşâ eylemek
Benzer
ol a’mâya kim yolları bilmez kandedir
Kokmayanlar
her seher çün bâğ-ı hüsnün güllerin
Sûretâ
bülbül gibi gül-zârı bilmez kandedir
Ref’
idüp kendin aradan olmayan cân içre cân
Da’visi
bâtıldır anın varı bilmez kandedir
Levh-ı
dilden silmeyen zulmet sehâbın Nakşiyâ
Şem’i
görmez gözleri envârı bilmez kandedir
* * *
Fâris-i
meydân-ı aşkız kim muhebbet bekleriz
Pâs-pânız
intihâ-yı sırr-ı ser-had bekleriz
/16/
Bâde-i aşk-ı ilâhî cânımız mest ideli
Ol
şarâb-ı lâ-yezâlî ile sohbet bekleriz
“Men aref”
dersin bu dil mülkünde ketm eyleyeli
Ârif-i
hakka’l-yakîniz künc-i vahdet bekleriz
Sırr-ı
ahfâ mahv idelden mâ-sivâ-yı kesreti
Yâr ile
tenhâ gönül mülkünde halvet bekleriz
Tîğ-ı “lâ”dan
feth olalı zâhidâ iklîm-i dil
Fî-sebîli’llâh
mücâhid bâb-ı rahmet bekleriz
Nakşiyâ
“el-fakru fahrî” câmını nûş ideli[9]
Lâ-mekânın
mestiyiz biz evc-i rif’at bekleriz
* * *
Levh-ı
dilden sil hicâbı ey gönül gel câna bak
Gir
vücûdun içre cânâ aç gözün cânâna bak
Bilmek
istersen eğer sen “küntü kenz”in sırrını[10]
Mekteb-i
hüsnünde dâim okunan Kur’ân’a bak
Bir
avuç hâk eylese gör zâtının mir’âtını
Gösterir
dâim yüzünden kendüsin merdâna bak
Mîşe-zâr-ı
âlem içre sanma herkes hâlidir
Ara dur
her bir gönülde aç gözün Yezdân’a bak
Onsekizbin
âlemin bilmek dilersen aslını
Ârif ol
âlemde Nakşî gel beri insâna bak
* * *
İçmeyen
la’lin şarâbın merd-i meydân olmadı
Düşmeyen
zencîr-i aşka mest ü hayrân olmadı
Mülk-i
Ken’ân içre cânâ bulmayan dil Yûsuf’un
Çâh-ı
zulmet içre kaldı Mısr’a sultân olmadı
Geçmeyen
benlik hicâbından o gâfiller gibi
Kaldı
kesret içre âhir gitdi insân olmadı
Derd-i
aşkın çâresin gel sorma andan kim dilâ
Defter-i
uşşâk içinde derde Lokmân olmadı
İçmeyen
cânân elinden Nakşi kudret câmını
Bilmeyüp
öz nefsini hayvân olup cân olmadı
* * *
/17/ Sun ey sâkî bize lutf it getir câm-ı
musaffâyı
Açılsun
sâf olup diller içüp ol câm-ı sahbâyı
İdüp
peymâneler devri bugün bezm içre ey sâlik
Açılsun
bâde-i vahdet beyân it gel muammâyı
Güşâd
eyle bu uşşâka nikâbı ref’ idüp dilden
Cemâlin
görsün âşıklar bugün gel kıl tecellâyı
Görüp
hayrân u mest olsun gönül Mecnûn gibi âhir
Sunup
la’lin şarâbından uyandır aşk-ı Leylâ’yı
Açup
cân gözlerin göster cemâlin bunda sen cânâ
Ki
görmez bunda görmezse yarın anda dil-ârâyı
Kemâl-i
kudretin hakkı bu Nakşî’yi cüdâ itme
Kalupdur
kîl ü kâl içre ider bir kuru da’vâyı
Görülüyor ya, Hz. Nakşî, cihân-ı tevhîdde esrâr-ı cânânı
elde etmiş bir şeyh-i rûşen-zamîrdir. Bu kadar dîvân mütâlaa ettim, onun kadar
garîk-ı bahr-i tevhîd olarak söylenilmiş sözlere nâdiren tesâdüf eyledim.
Mevki’-i bülendine hayrânım. Cenâb-ı Hak bizleri de, bâ-husûs bu abd-i ahkarı
Hüseyin Vassâf kem-terini de o hafâyâ-yı beyândan âgâh ve her hâlde vâsıl-ı
ila’llâh etsin. Âmîn bi-hurmet-i nebiyyyi’l-emîn.
Ali
Nakşî Efendi bir gül-i ra’nâ-yı irfândır
Tarîk-ı
Halvetî’de mürşid-i dânâ-yı devrândır
Hulûsî-zâde
Nûri oldu meftûn şeyh-i irfâna
Anın
hoş sözleri uşşâk-ı Hakk’a nây-ı cânândır
/18/
Ramazâneddîn-i Mahfî hazretlerinden yürüyen silsilede Nûreddîn-i
Cerrâhî, Seyyid Ahmed-i Raûfî, Hasan Burhâneddîn-i Cihângîrî, Muhammed
el-Buhûrî gibi eâzım yetişmiştir.
Halîfeleri Mestci-zâde Ali Efendi hazretlerinden gelen
koldan Nûreddîn-i Cerrâhî, Seyyid Raûfî, Muhammed el-Buhûrî; diğer halîfeleri
Şerbetçi Muhammed Efendi’den Hasan-ı
Cihângîrî zuhûr etmiştir. (Kaddesa’llâhu esrârahüm)
Pîr-i müşârünileyhin hânkâhında zamânımıza kadar
seccâde-nişîn olan zevât-ı kirâm:
Şeyh Abdülhalîm Efendi (Kuddise sırruhû)(irtihâli:
1062/(1652),
Şeyh Abdullâh Efendi (Kuddise sırruhû) (irtihâli:
1033/(1624),
Şeyh Celâl Efendi (Kuddise sırruhû) (Ramazân Efendi-zâdedir),
Şeyh Hamîdî Muhammed Efendi (Kuddise sırruhû) (irtihâli:
1131/(1719),
Şeyh Mûsâ Şekûrî Efendi (Kuddise sırruhû). (“Eyleriz
her lahzada yüzbin hatâ – Rabbenâ yâ Rabbenâ fa’ğfir-lenâ” onundur.)
Şeyh Osmân-ı Ma’nâ Efendi (Kuddise sırruhû),
Şeyh Muhammed Emîn Efendi (Kuddise sırruhû)
(irtihâli: 1179/(1765-66),
Şeyh Muhammed Kâsım Efendi (Kuddise sırruhû),
Şeyh Ahmed Nûreddin Efendi (Kuddise sırruhû),
Şeyh Abdülazîz Efendi (Kuddise sırruhû),
Şeyh Yahyâ Efendi (Kuddise sırruhû),
Şeyh Hüseyin Efendi (Kuddise sırruhû),
Şeyh Hâfız Mustafa Fevzî Efendi (Kuddise sırruhû),
Şeyh Hâfız Mustafa Şükrü Efendi (Kuddise sırruhû).
Azîzân-ı müşârünileyhim türbe-i Ramazân’da muntazır-ı îyd-i
cemâl olarak yatıyorlar. (Kaddesa’llâhü esrârahüm)
Şeyh Hâfız Mustafa Şükrü Efendi
Hânkâh-ı Sünbülî hazîresinde medfûndur. Bu zât-ı muhterem
pek edîb, halûk, âşık bir zât idi. Hz. Sünbül’de /19/
pîş-kademlik ederdi. Hilâfeti Şeyh Rızâeddîn-i Sünbülî’dendir. 18 Zilhicce 1324
(2 Şubat1907) târîhinde âzim-i gül-zâr-ı cinân oldu. Çok mübârek bir şeyh-i
kâmil idi.
Şeyh Ya’kûb-ı Fânî
Meşâyıh-ı Halvetiyye’nin ser-bülendi umdetü’l-vâsılîn Şeyh
Ya’kûb Efendi İstanbul’dan zuhûr edip, Hz. Ramazân’ın halîfesi Şerbetci Şeyh
Muhammed Efendi’nin hayli zamân hizmetinde bulunarak kâm-yâb olmuştur.
Bir
gün riyâz-ı Yûsuf-ı güm-geştesin bulur
Ya’kûb-ı dil murâda irüp
kâm-yâb olur
Şeyhinin câ-nişîni olup, Cihângîrî Hasan Efendi, Çamlıcalı
Muhammed Efendi, Üçbaş şeyhi Muhammed Efendi ve Derviş Muhammed Efendi
neş’e-yâb-ı feyz olanlardandır. Bursa’da Ya’kûb Efendi tekkesi vardı ki,
Karaağaç mahallesindedir.
Gitdi
ukbâya meded Ya’kûb Efendi hû dedi
Ser-halka-i ehl-i tevhîd ü kırâat-i Kur’ân idi. Namâzda
uzun sûreler okur, tesbîh namazı çok kılar, teheccüde ziyâde riâyet eylerdi.
1052 senesi Cemâziyelevvelinin onyedinci (12 Eylül 1642) Pazartesi günü irtihâl
eyledi.
Şeyh Muhammed Efendi
(Ya’kûb Efendi’nin) mahdûmu Şeyh Muhammed Efendi,
pederinden müstefîz olanlardandır.
Nakl itdi bu cihândan Ya'kûb Efendi-zâde
(نقل ايتدى بو جهاندن يعقوب افندى زاده) = 1077
(1666-67)[11]
Hû idüp Ya'kûb Efendi-zâde rıhlet eyledi
(هو ايدوب يعقوب افندى زاده رحلت ايلدى) = 1077 (1666-67)
Ârif ü kâmil bir zât idi. Bî-çâre
mahlaslı ilâhiyyâtı vardır.
Ey
Hâlık-ı rabbü’l-enâm ey Râzık-ı hâss ile âmm
/20/ Ey Mâlik-i yevmi’l-kıyâm senden meded
senden meded
Bî-çâre’ye
kılsan atâ mahv ola küllî mâ-sivâ
Fazlından
ümmîdim Hudâ’m senden meded senden meded
Tarîkat-nâme’si
vardır.
Muhammed Efendi’den sonra mahdûmu İbrahim Efendi’ye, ondan
sonra İbrahim Efendi-zâde Muhammed Saîd Efendi’ye, ondan sonra Muhammed Saîd
Efendi-zâde Muhammed Nûri Efendi’ye intikâl etmiş; (Nûri Efendi’nin) bilâ-veled
vefâtında mahlûlden meşîhat, Ahmed Ziyâeddîn Efendi’ye, sonra oğlu Fahreddîn
Efendi’ye, sonra oğlu Nâfiz Efendi’ye tevcîh olunmuş ise de, ahîren tekke
yanmış, yeri kısmen yola gitmiş, civârdan arsasına tecâvüz edilip, el-yevm
kısmen arsası mevcûd bulunmuştur. Kabirlerden nişân kalmamıştır.
Ömer Avnî Efendi b. Mustafa
Hüsn-i hatta mazhar büyüklerdendir. Sâhib-i irfân bir zât-ı
mu’teberdir. Tuhfe-i Hattâtîn’de Müstakîm-zâde hazretleri yazar ki:
“Târîhte keyfiyyet-i hâline zafer müyesser olmamıştır.
Dolmabahçe civârında hayrı olan câmi’ ve mektebi vakfiyyesine Küçük Evkâf’da
bakılıp, onda hâlen nişancılık pâyesiyle mütekâid, reis-i erbâb-ı irfân, hâce-i
cihân-ı hüsn-i hatt u inşâ-yı zamân diyü vasf olunup Tophâneli Mahmûd
Efendi’den hüsn-i hattı tahsîl etti. Şeyh Hasan-ı Cihângîrî’den ahz-i tarîkat
eylemiştir. Câmii civârında medfûndur. Rahmetu'llâhi aleyh."
/21/
Şeyh
Yûnus-ı Bahrî Efendi
Zamânımızda İstanbul’da bulunan bu zât-ı şerîf herkesin
nazar-ı dikkatini celb eder. Uzun boylu, beyaz sakallı, nûr yüzlü, siyah
cübbeli, siyah amâmeyi hâvî Halvetî taclı bir pîr-i nûrânîdir.
1260/(1844) senesinde Köstendil’de Kalem Abdullâh Efendi
sulbünden dünyâya gelmiştir. Ümmî-i âlimdir. Köstendil’de kibâr-ı meşâyıh-ı
Ramazâniyye-i Halvetiyye’den ve veliyy-i kâmil Müderris Baba sülâlesinden Şeyh
Ali Efendi’ye onaltı yaşında intisâb edip, otuz sene dâire-i feyzinde yaşamış
ve nihâyet ikmâl-i sülûka muvaffak olarak tâc-ı Halvetî giymiştir.
Şeyh Ali Efendi’nin pederi Muhammed Âdil Efendi, onun
pederi Şeyh Sâlih Efendi, onun pederi Müderris Baba’dır.
Şeyh Ali Efendi, Yûnus Efendi’de gördüğü feyz ve terbiye
hasebiyle kendisine dâmâd edinerek onu şeref-i sıhriyyetine mazhar kılmış idi.
Köstendil’de tekkesi, onun yirmiden kadar halîfesi vardır.
Şeyh Yûnus Efendi, 1293/(1876)’teki Rus muhârebesi
esnâsında Köstendil’den hicretle İştip’e gidip, iki buçuk sene Müderris Baba
halîfelerinden Şeyh Sâdık Efendi Dergâhı’nda kalmış, 1296 (1879) senesinde
Selânik’e gelip, burada otuz sene ihtiyâr-ı ikâmet buyurmuştur. Mahall-i ikâmeti
Pinti Hasan Mahallesi’nde Kula Kahvesi civârında ve bir aralık Koca Kasımpaşa
Mahallesi'nde idi. Merzâ-yı müslimîni li-ecli’ş-şifâ okumakla dem-güzâr olur ve
te’mîn-i maîşet ederdi. Muhârebe-i ahîrede, Selânik’in sükûtunda İstanbul’a
gelmeğe mecbûr olup, Ayasofya’da Sultan Murâd-ı sâlisin şeh-zâdegânı
türbe-dârlığı uhdesine tevcîh olunmuştur. /22/ Elyevm
Zincirlikuyu’da Ârif Efendi sokağında, dâmâdıyla berâber bir hânede mukîm iken,
mübâdeleye tâbi’ Rumların emlâkinden Fener’de bir hâne kendilerine temlîk
edilmiştir. Tekkesi ve meşîhati yoktur. Ara sıra dergâhlara gider, meşâyıhla
temâs eder. Fukarâ-yı sâbirînden olup, ehl-i keşf bir zât-ı âlî-kadrdir. Ne
hâlinden kimse haber-dâr, ne de onun feyzinden hisse-dârdır. Kendisiyle mükerreren
şeref-yâb oldum.
Bir gün türbe-i mezkûrede berâber bulunuyor idik. Kunduramı
ve yeni aldığım ipekli ve kıymetli bir şemsiyyemi kapı dışında bırakmış idim.
Oturduğumuz yerden görünmüyor idi. Kendi zevk-i vahdetten bir bahis açmış,
anlatıyordu. Bu sırada kalbimi kundura ve şemsiyye işgâl etti. “Oradan biri
alırsa.” diye endîşe-nâk oldum. Yûnus Efendi gözlerini açarak hiddetle, “Evlâdım,
aklını mâ-sivâdan çek, kalbindeki endîşeyi at, beni cân kulağınla dinle.”
buyurdu. Bir dakîka kadar gözlerini yumdu, bir heyecân geçirdi. Hicâbımdan
kızardım, utandım; hâlimi hissetti. “Benim ba’zı böyle garîb hallerim
vardır, kalbimin haber verdiği bir şey’i sevdiklerimden saklayamam. Hoş gör.”
buyurdu. Kerâmet dedikleri bundan başka bir şey değil ya. Cidden ehl-i sülûk
bir zâttır.
Bir gece Tâhir Ağa Dergâhı’nda Şeyh Behcet Efendi
pederimizi ziyârete gelmiş idi. Behcet Efendi’nin ona çok hürmeti, muhabbeti vardır.
Sâir tekkelerde müşârünileyhin bu derecede kadrini, kıymetini bilmezler. Fakat
Behcet Efendi onun tasarrufuna kâni’ ve velâyetine kâildir. Esnâ-yı zikr,
hâlât-ı acîbe rû-nümâ oldu. Behcet Efendi şeyhlik makâmından kalkıp
dervişleriyle bir safta zikr etti. Anladım ki, ona ta’zîm eyledi. “O
meydânda o var iken benim zikr /23/ idâresinde
bulunmaklığım mugâyir-i edeb olur, mülâhazasına düştüm.” dedi. Bu bir
anlayıştır, bir görüştür. Fahr-i âlem ( salla'llâhu aleyhi ve sellem ) efendimiz
hazretlerinin akl-ı beşerin ihâta edemediği ulviyyetini idrâk eden eâzım-ı
ashâb olmakla berâber, ona beşeriyyeti sıfatıyla, “Ebû Tâlib’in yetîmi”, “Deve
çobanı” deyen Ebû Cehil dahi zuhûr etmiş idi. Bu bir kâbiliyyet-i
isti’dâdiyyedir.
Bir gece Yûnus Efendi, fakîre işâret eyledi, kalktım.
Fakîre sarıldı; fakîr de ona sarıldım, birlikte semâ’ eyledik. A’zâ-yı
vücûdunun her zerresi zikr-i lisân ve zikr-i kalbden hisse-dâr olmuş, tir tir
titriyordu. Sinnen seksen yaşını geçmiş bir çağda onun cezbesine mütehayyir
kaldım. Hâli fakîre de in’ikâs eyledi, gaşy oldum.
Ne
bilür kadrini erbâb-ı kemâlin câhil
Varlığı
ayn-ı hicâbdır anı görmez gâfil
Silsile-i
tarîkatı:
Şeyh
Ali Efendi: Sofyalı Bâlî Efendi koluna da nisbeti vardır.
Selânik’te medfûndur.
Şeyh
Hüseyin Efendi: Köstendillidir. Müderris Baba dervişidir. Ümmî idi.
Fakat çok halîfesi vardır. Köstendil’de türbesi vardır.
Şeyh
Hacı İsmâîl Zühdî Efendi: Hicâz’da kalmıştır.
Şeyh
İbrâhîm Halîfe: İsmâîl Zühdî Efendi’nin pederidir. Köstendil’de
medfûndur.
Şeyh
Süleyman Efendi: Dobnice’de medfûndur.
Seyyid
Bedreddîn Mustafa Efendi: Köstendil’de medfûndur.
Hacı
Şâkir Muhammed Efendi: Samakov’da medfûndur.
/24/
Şeyh Abdullâh Efendi b. Fâzıl Ali Efendi: Nûreddîn-i Cerrâhî
ser-tarîkı olup, Eyüp’te medfûn bulunan Şeyh Râşid Efendi Dergâhı’nda
medfûndur.
Şeyh
Fâzıl Ali Efendi: Köstendilli Ali Efendi’nin şeyhidir.
Üsküdar’da Selâmî Dergâhı’nda medfûndur.
Şeyh
Debbâğ Ali Efendi,
Şeyh
İbrâhîm-i Rûmî,
Şeyh
Mestci Ali Efendi,
Onun şeyhi Hz. Pîr Şeyh Ramazâneddîn-i Mahfî
(Kuddise sırruhû)
* * *
Tekkelerin ve türbelerin seddedildiği sırada hizmet-kârı
olduğu türbe dahi seddolunmağla ve ahîren maâş olan 7 lira dahi kat’ edilmekle
zavallı müfrit bir zarûrete düşmüş ve mekteb muallimeliği eden kerîmesinin
muâvenetine iftikâr eylemiş idi. Kerîmesi ise ince hastalığa dûçâr olduğundan
vazîfe-i ta’lîmiyyesine devâm edememesi, dolayısıyla muallimelik maâşı dahi
verilmemesi o zarûreti teşdîd eylemekte idi. Zavallı Yûnus Efendi, 1346
(1927-28) senesinde sinnen seksenaltıya kadem-zen olduğu bir sırada emr-i
maîşet kendini pek tazyîk ediyordu. Miyânemizde hakîkî bir muhabbet cârî idi.
Fakîr-hâneye gelir giderdi. Elimden geldiği kadar arz-ı hizmette bulunulur idi.
1346 senesi şehr-i Şâbânının onbeşinde (7 Şubat 1928) Berât gecesini müteâkib
bir gün gelmiş, evlâd ü ıyâlim tarafından i’zâz olunmuş idi. Tesâdüfen
bulunamadığıma müteessirim. Âdetâ irtihâlini îmâen sözler söylemiş, vedâ’
eylemişti. Fakat evlâd ü ıyâlimin ziyâde teessürüne meydân vermemek üzere, “İnşâa’llah
yakında yine geleceğim, Ramazânda iftâr ederim.” /25/ buyurmuş
idi. Halbuki avdetinden birkaç gün sonra, birkaç sâatlik hastalığı müteâkib
rahmet-i Rahmân’a kavuşmuştur. Bir ay sonra haber aldım. Çok müteessir oldum. (Rahmetu'llâhi
aleyhim rahmeten vâsia.)
Tam tarîkat terbiyesi görmüş, ehl-i sülûk idi. Ümmî olduğu hâlde
âlim-i tarîkat ve vâkıf-ı hakîkat idi. Görüştüğüm ehl-i tarîkat arasında
zamânen onun ka’bında bir zât hatırlayamıyorum; son postası olmuştur. Bi-hakkın
mütesennin, müteşerri’ âdâb-ı hakîkat ile müeddeb idi.
Uzun boylu, pamuk gibi beyaz sakallı, melîhu’l-veche bir
zât idi. Herkese cebren şapka giydirildiği sırada başındaki tâcı çıkarmamış,
destârını çıkararak o tâcın üzerine siyah satenden bir kılıf geçirerek onu
giyerdi. Li-hikmetin zâbıta ses çıkarmazdı. Ekseriyyetle asâ-be-dest idi.
Fukarâ-yı sâbirînden idi. Tarîkat-ı Ramazâniyye’de zamânen
ondan başka burada kimse kalmamış idi. Zannederim, onunla inkıtâ’-ı silsile
vukûa gelmiştir.
Atınca
kendini deryâ-yı aşka
Kavuşdu
rahmet-i Rahmân’a Yûnus
Çıkup üç er
didi târîhi Vassâf
Dalınca
bahr-i bî-pâyâna Yûnus
“Kemâl-i
Hakk’a mazhar” târîhidir
Ulaşdı
âkıbet cânâna Yûnus
(كمال حقه مظهر) (1349 – 3 = 1346)
HALVETİYYE’NİN
CİHÂNGÎR KOLU
/26/ Şeyh Hasan Burhâneddîn-i
Cihângîrî
Meşâhîr-i meşâyıh-ı Halvetiyye’den kuvve-i kudsiyye sâhibi
bir zât-ı âlî-kadrdir.
Velâdeti: 1000 (1592)[12]
İrtihâli: 1074 (1663-64)
Müddet-i Ömrü: 74 sene.
Şeyhi Bursalı Ya’kûb-ı Fânî’dir. 19. sahîfede terceme-i
hâli yazıldı. (Kuddise sırruhû). Onun şeyhi Şerbetçi Şeyh Muhammed
Efendi, onun şeyhi Hz. Pîr Ramazâneddîn-i Mahfî - Kuddise sırruhu'l-âlî -dir.
Hazret-i
Kutb-ı Cihângîrî Hasan burhân-ı dîn
Mülk-i
aşkın bir hüküm-rân-ı celîlü’ş-şânıdır
Merkad-i
pür-nûrunun hâkinde var bû-yı kemâl
Sıdk
ile her yüz süren müstağrak-ı rahşânıdır
An-asl Harput nevâhîsinden Perçenç[13] nâm
mahalde dünyâya gelip sinn-i âlîleri bülûğa vusûlden sonra Der-saâdet’e
gelmişlerdir.
Ramazân Efendi hazretlerine intisâblarından bahseden
eserler vardır. Hz. Pîr’in irtihâlinde Hasan Efendi alâ-rivâyetin yirmibeş
yaşında idi. Ba’dehû Bursa’da Şeyh Ya’kûb-ı Fânî’ye mürâcaat ve tecdîd-i bey’at
edip, ondan müstahlef olarak katâr-ı evliyâya dâhil oldular.[14] 1067
(1857) senesinde İstanbul’a avdetle dört sene kadar Eyüp’te Baba Haydar
Zâviye-i Nakşıbendî’sinde zâviye-nişîn olarak, ba’dehû Tophâne’de Cihângîr
Câmi’-i şerîfine nakl ile civârında bir zâviye inşâsına muvaffakiyyetle irşâd-ı
ibâda başlamışlardır.
/27/
Sadede rucû' edelim:
Ramazân Efendi, Hasan Efendi’ye mazhariyyet-i
müstakbelesini evvelce haber vermişti. Onun buraya gelmesi hususunda o haber
âmil-i müessir olmuştur. Zâhir ve bâtın ulûmunda mütebahhirînden idi. Âşık,
ârif bir veliyy-i kâmil ü mükemmil idi. Azîz Mahmûd-ı Hüdâyî hazretleriyle
hem-sohbet oldukları gibi, azîz-i müşârünileyhin mükerreren Cihângîr’e gelip,
kendileriyle görüşüp taltîf buyurdukları ve beynehümâda birtakım garâib esrâr
cârî olduğunu okumuş ve işitmiş idim. Hz. Nasûhî ile Şeyh Îsâ Efendi arasında
da vâki’ olan hasta kerîme mes’elesinin müşârünileyhimâ arasında da vâki’
olduğu ve Hz. Hüdâyî’nin de öyle bir fedâ-kârlık ettiği menkûldür.
Elyevm ba’zı dergâhlarda, “Cihângîr usûlü tevhîd”
diye meşhûr olan usûl-i zikr, müşârünileyhin te’sîr-i hâl ile tertîb ettikleri
bir şeydir. Alâ-rivâyetin fekk-i lenger etmek üzere bulunan bir kimsenin
tâifesi tarafından lahn-ı mahsûs ile demir zincirini çekmeleri, o mevki’-i
bülendde Hz. Hasan-ı Cihângîrî’nin sâmia-i aşkına vâsıl olup, onların hazin
hazin sadâları Hz. Şeyh’de vecd zuhûra getirmiş. Gemicilerin sadâ-yı hazînine
uydurarak zikr-i şerîfe başlayıp neş’e-mend olmuş olmasından dolayı o usûl-i
zikr vücûda gelmiştir ve zamânımıza kadar ittisâl peydâ etmiştir ki, bunun
müteselsilen muhâfazası Hz. Şeyh’in kerâmeti ve erbâb-ı zikrin kıymet-şinâslığı
eseridir.
/28/
Menâkıb-ı şerîfelerini hulefâsından Mustafa Nehcî Efendi yazmış
ise de, müsâdif-i nazar-ı âcizî olmadı.
Sülûk-i Halvetiyye’ye âid bir risâlesi ve etvâr-ı seb’aya
âid bir eseri vardır. “Cihângîrî” tesmiyesi Cihangir’deki hânkâhından
kinâyedir.
Yetmişdört yaşında iken, 1074 senesinde şehr-i Rabîülâhirin
yirmiüçüncü Cumartesi gecesi veya o gün ba’de’l-asr (25 Kasım 1663) âzim-i
gül-şen-serâ-yı cemâl oldular. Merkad-i münevverleri câmi’-i şerîf
hazîresindedir. "Zamânın kutbu idi." diye şöhret buldular. Mükellef
mezâr taşı var idi. Kitâbesi:
“Kutbu’l-ârifîn Cihângîrî merhûm eş-Şeyh Hasan Efendi –
kuddise sırruhû ve nefeana’ll’ahu bi-şefâatihî – el-Fâtiha. Sene 1074”
Bi'l-âhare Şeyh Cemâl Efendi tarafından üzerine türbe
yapılmış ve mezâr taşı sanduka içinde kalmıştır.
Oldu
Hasan Efendi cennetde de cihângîr
(اولدى حسن افندى جنتده ده جهانكير) = 1074
Olmasa
bir eksiği târîh-i kâmil fevtine
Rüşdiyâ olur
idi “kad mâte mevla’l-ârifîn”
(قد مات مولى العارفين) = 1073 + 1 = 1074
İlâhiyâtından:
Bakdım
hüsnün mushafına gördüm O’nun âyâtını
Anladım
gördüm nûrunu okudum beyyinâtını
Varını
mahv idüp Hasan yârin yolunda cümleten
Yok
oldu gitdi aradan gördü şühûd-ı zâtını
Bu (Cihangir) Câmi’-i şerîfin(nin) bânîsi Kânûnî Sultan
Süleyman’dır. Cihângîr nâmındaki şehzâdenin nâmına olarak 967 (1559-60) senesinde
yaptırmışlardır. Bu şehzâde, Halebü’ş-şehbâ’da vefât etmiş ve na’şı İstanbul’a
nakl ve birâderi Şeh-zâde Muhammed’in Şehzâde Câmi’-i şerîfi hazîresindeki türbesinde defn olunmuştur.
Firdevs’i
ide makâm Cihângîr’i Ol Celîl
(فردوسى ايده مقام جهانكيرى اول جليل) (970 - 1562-63)
târîhidir.
Hadîka’nın
beyânına göre, bu câmi’-i şerîf târîh-i binâsından i’tibâren dört def’a yanmış,
yapılmıştır. 1133 (1721)’deki tecdîden inşâsından sonra yanınca, 1238 (1822-23)
târîhinde Sadr-ı a’zam Silahdar Ali Paşa müceddeden inşâsına muvaffak olmuş
idi. Bir zamân sonra yeniden yapıldı ki, beşinci def’adır. Sultan Abdülhamîd-i
sânî (devrin)de 1307/(1889-90) târîhinde müceddeden yapılmıştır.
Câmi’-i şerîf 1238/(1822-23) harîk-ı kebîrinde muhterik
olmuş ve bâlâda yazdığım vechle o zamân sadr-ı a’zam bulunan Silahdar Ali Paşa
tarafından ta’mîr olunmuş ise de, mürûr-ı zamân ile müşrif-i harâb olmağla
devr-i Abdülhamîd Hân-ı sânîde /29/ yeniden gâyet metîn ve dil-nişîn
bir sûrette inşâ olunmuştur.
Ebu’l-fütûh
Süleymân Hân-ı Kânûnî
İdüp bu
ma’bedi şeh-zâdesi içün inşâ
O şâh-zâdenin
ism-i şerîfine nisbet
Konuldu
nâmı Cihângîr Câmii hattâ
Cenâb-ı
Şeyh-i mükerrem Hasan Efendi kim
Yegâne
pîr-i reşâdet-semîr idi hakkâ
Virüp
bu câya şeref yinrmi sâlinde
Makâmın
itdi tamâm ellidört yıl ihyâ
Tarîk-ı
feyz eser-i Halvetî’den irşâdı
Nice
mürîde virirdi tesâff-ı ızz ü alâ
Mahall-i
zikr ü ibâdet iken bu câ-yı latîf
Geçüp
sinîn idüp evvel-i zât azm-i bakâ
Zamân
zamân dahi beş def’a muhterik oldu
Hudâ’ya
şükr bu kerre yine olundu binâ
Bak
işte sâye-i Abdülhamîd-i Hânî'de
İmârı
eskilerinden de oldu çok a’lâ
Salât-ı
hamsede her zikr akîbinde*
İdilsün
ol şeh-i zî-şâna bunda hayr-duâ
Şeyh
şimdi şu altıncıdır didim târîh*
Becâ
yapıldı metîn işbu câmi’-i ra’nâ
(بجا يابلدى متين اشبو جامع رعنا) = 1307 (1889-90)
Bu manzûmeden câmi’-i şerîfin beş def’a muhterik olduğu,
mükerreren yapıldığı anlaşılmakta olduğu gibi, Hasan Efendi hazretlerinin /30/
1020/(1611) târîhinde, henüz yirmi yaşında iken Ramazâneddîn-i Mahfî
hazretlerinin mazhar-ı feyz ü teveccühleri olduğu ve ellidört yıl mertebe-i irşâdda
bulunduğu müstedeldir. Ya’kûb-ı Fânî’den ne târîhinde müstahlef olduğu gayr-i
ma’lûm olup, manzûmede Ramazân-ı Mahfî ile nisbet esâs addolunmuştur. (Îzâh
edilmiş idi.) (Kaddesa'llâhu sırrahû.)
Nasûhî halîfesi Hasan Efendi Risâle’sinde
görmüştüm ki: “Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretleri merhûm Hasan Efendi hakkında,
"Fukarâmızın her geceki kesbini Hasan Efendi ve fukarâsı elimizden alırlar."
diye latîfe-güzâr olurlar imiş. Gâyet mücâhid bir zât imiş. İki def’a
şeyhü’l-islâm olan Sâdık Efendi onlardan münîb olup tavr-ı sâbia dek görerek,
sonra Fethi Efendi’ye, ikmâl-i sülûk ile müstahlef oldu.
Müşârünileyh Sâdık Efendi, Hasan-ı Cihângîrî’den çok
acâibât nakl ederdi. Husûsan Fethi merhûmdan tefsîre ve esrâr-ı Kur’ân’a dâir çok
müşkil nakl etmiştir. Halbuki Fethi Efendi, sûre-i Kevser’den yukarısını
bilmezdi.” diyor.
(Hasan Efendi’nin) adeden kırkdörde varan hulefâ-yı
kirâmının ileri gelenlerinden ba’zıları:
Şeyh Fethî-i Ümmî
Hasan Efendi’nin hem helîfesi hem dâmâdıdır. Sûre-i
Kevser’den yukarısını bilmediği hâlde esrâr ü müşkilât-ı Kur’âniyyeyi hall ü
tefsîr ederdi. 1113 senesinde Recebin onüçüncü Cum’a gecesi (13 Aralık 1701)
irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. “Fethullah Efendi” diye meşhûrdur. Hz. Şeyh’in
câ-nişîni olmuşlardır. Yanında medfûndur.
Hasan-ı Cihângîrî irtihâllerinden bir gün evvel Fethi
Efendi’yi bi'z-zât kendi postuna iclâs etmiştir. 39 sene burada meşîhati
vardır. 1113 Recebinin ondördüncü günü Fethi Efendi’nin hafîdi posta geçti. 14
Muharrem 1113 (21 Haziran 1701)’te irtihâl etti. Hâric-i türbeye defn olundu,
sonra Zâkir Ahmed Dede Efendi posta oturup bir buçuk sene irşâd-ı fukarâ ile
meşgûl oldular ki, bu zât hicretin 1052/(1642) senesinde Cihangir'de doğmuştur.
İlâhiyyâta, terennümâta âşinâ bir merd-i rûşenâ idi. 1120 senesi Zi'l-hicce-i
müberrâsında (Şubat 1709) Cuma gecesi beyne'l-ışâayn irtihâl etti. Türbe
hâricinde medfûndur. Hâlen medfeni bî-nişândır. Kendisiyle hem-sohbet olanlar
birkaç ay zevk-ı sohbetinden mütezevvık olurlardı.
Şeyh İbrâhîm Vehbî-i Nakî
Hasan Efendi halîfesidir. Hekimoğlu Ali Paşa Câmii’ne kalb
olunan Abdâl Ya’kûb Zaviyesi şeyhi idi. Hizmet-i fukarâda iken, "nakş'ül-hayâl" (نقش الخيالى) terkîbinin delâleti üzere 1122/(1710) senesinde irtihâl-i
dâr-ı cinân eylemiştir. Hekimoğlu Ali Paşa Türbesi’nde, Abdâl Ya’kûb’un yanında
defîn-i hâk-i gufrândır.
Güzel eş’ârı
vardır. Bu, onlardandır:
Feyz-yâb oldu dil ü cân nefha-i
cânâneden
Mest-i lâ-ya’kıl gibi dil bâde-i
hum-hâneden
Keşf idüp vech-i
cemâlin kıldı mir’âta nazar
“Lî-maa’llâh” sırrı zâhir oldu ol sad-pâreden[15]
Ey gül-i rû-yı atûf ü
ma’den-i lutf u vefâ
Bir nefes zikrin ayırma bu dil-i
pür-pâreden
Tâ ki fazlına irişsün
matlab-ı a’lâya dil
Şehd-i ulyâya iregör ref’ kıl
vîrâneden
Vehbiyâ zikr-i Hudâ’da bulunur derde devâ
/31/ Mâye-i
tevhîd ile sür mâ-sivâyı aradan
Şeyh Muhammed Efendi
Çamlıcalıdır.
Hasan Efendi halîfesidir. Mazanna-i kirâmdan idi. 1030 (1621)’da Hasan
Efendi’den bey’at edip, 1039 (1629-30)’da Üsküdar’da hilâfetle neşr-i tarîkatla
me’mûr edildi, hattâ Hasan Efendi der imiş ki: “Eğer beni Muhammed Efendi
kabûl etseydi hizmetini kabûl edip tarîk-ı terbiyeyi ondan alırdım.” buyururlar
imiş. Hattâ kendine gelenleri Muhammed Efendi'ye gönderirler imiş.
Zâhirü’l-keşfi’s-sûrî ve ve’l-ma’nevî, bâhirü’l-kerâme bir zât-ı âlî-kadr imiş.
1104 Ramazânının
ibtidâsında (Mayıs 1693) vefât etmiştir. Üsküdar’da Çavuşderesi’nde İdrîs
Efendi Tekkesi’nde medfûndur.
Şeyh İdrîs Efendi
Muhammed Efendi
halîfesidir. Mezkûr tekkenin şeyhidir. Orada medfûndur.
Şeyh Kelâmî Mustafa Efendi
Şeyh Fethullah
Efendi halîfesidir. Topkapı civârında Odabaşı çarşısında dergâhı var idi.[16]
Mustafa Efendi, "el-kesret" (الكثرت) = 1151 (1738) senesinde irtihâl eyledi.
Merkez Efendi Kabristanı’nda medfûn ve rahmet-i Hakk’a makrûndur.
Şu na’t onundur:
Ben ol nâlende-şeydâ-yı hevâyım
Yâ Rasûla’llâh
Garîk-ı bahr-i isyân-ı devâyım Yâ
Rasûla’llâh
Ne mümkin ola meddâhın
Kelâmî gibi bir mücrim
Heme-ân tâlib-i afv ü
atâyım Yâ Rasûla’llâh
Cihângîr Câmi’-i
şerîfinde Şeyh Cemâl Efendi tarafından tertîb olunan levhanın sûreti:
"Yâ Hz.
Pîr Ramazâneddîn el-Mahfî (Kuddise
sırruhu'l-celî) mahmiyye-i İstanbul’da Koca Mustafa Paşa kurbünde kâin Bâzergân Hacı
Hüsrev nâm sâhibü’l-hayrâtın binâ-kerdesi olan hânkâh-ı feyz-penâhda defîn-i
hâk-i ıtır-nâk olan kudvetü’l-meşâyıhı’l-ızâm ve umdetü’l-evliyâi’l-kirâm
kutbü’l-ârifîn ve pîşvâ-yı vâsılîn ve bürhânü’l-hakkı ve’d-dîn huccetü’s-sıdkı
ve’l-yakîn cenâb-ı Pîr Ramazân-ı Mahfî (Kuddise
sırruhu's-sâmî ) hazretlerinin mazhar-ı feyzi olup Cihângîr /32/ Câmi’-i şerîfine i’zâm buyurmuş oldukları matlau
envâri’l-kerâmât ve menbau âsâri’l-ilhâmât mazhar-ı esrâr-ı sübhânî Cenâb-ı
şeyhü’ş-şüyûh pîr-i sânî Hasan Burhâneddîn-i Cihângîrî-i Halvetî (Kuddise
sırruhu'l-âlî) hazretleriyle ol vakitden beri bu
makâm-ı âlîde seccâde-nişîn-i meşîhat olan zevât-ı kirâmın târîh-i iclâslarıyla
müddet-i meşîhat ve târîh-i irtihâllerini mübeyyindir."
Hz. Pîr’in
terceme-i hâllerini yazdım, târîhlerini tedkîk ile netîcesinden bahs ettim. Bu
levhada bazı noktalarda mübâyenet vardır. Şeyh Ya’kûb-ı Fânî ve Şerbetci
Muhammed Efendi tayyolunur ki yanlıştır.
Bu cihet nazar-ı dikkate alınmalıdır.
Kutbü’l-ârifîn
Cenâb-ı Pîr-i sânî Hasan
Burhâneddîn Cihângîrî-i Halvetî:
Bidâyet-i meşîhati:
1020/(1611).
Müddet-i meşîhati:
54 sene, 3 ay, 23 gün.
İrtihâli: 1074/(1663-64)
Kutbü’l-âşıkîn
eş-Şeyh Fethullâh Efendi:
Bidâyet-i
meşîhati: 1074/(1663-64).
Müddet-i meşîhati:
3 sene, 3 ay, 13 gün.
İrtihâli: 1113/(1701)
Şeyh Muhammed Dervîş:
Bidâyet-i
meşîhati: 1113/(1701).
Müddet-i meşîhati:
4 sene, 25 gün.
İrtihâli: 1117/(1705)
Şeyh Ali Efendi:
Bidâyet-i
meşîhati: 1117/(11705).
Müddet-i meşîhati:
23 sene, 8 ay, 9 gün.
İrtihâli: 1140/(1727-28)
Şeyh Mahmûd Efendi (Şeyh Ali Efendi'nin mahdûmu):
Bidâyet-i
meşîhati: 1140/(1727-28).
Müddet-i meşîhati:
58 sene, 10 ay, 12 gün.
İrtihâli: 1199/(1785)
Bu üç zât
Karacaahmed civârında medfûndurlar.
Şeyh İbrâhîm Hakkı Efendi:
Mevlevî-hâne
kapısında Kurşunlu Mihrâb Câmii önünde medfûndur.
Bidâyet-i
meşîhati: 1199/(1785).
Müddet-i meşîhati:
8 sene, 3 ay, 3 gün.
İrtihâli: 1207/(1792-93)
Şeyh Hacı Muhammed Zâhid Efendi (İbrâhîm Hakkı Efendi'nin mahdûmu):
Ramazân Efendi
Hânkâhı’nda medfûndur.
Bidâyet-i
meşîhati: 1207/(1792-93).
Müddet-i meşîhati:
30 sene, 12 gün.
İrtihâli: 1238
(1822-23)
/33/ Şeyh Rızâ
Efendi:
Hz. Mısrî’nin
birâderinin Merkez Efendi’de kâin kabri yanında medfûndur.
Bidâyet-i
meşîhati: 1244 (1828-29).
Müddet-i meşîhati:
2 sene.
İrtihâli:
1246/(1830-31)
Şeyh Hâfız Ahmed Efendi:
Karacaahmed’de
medfûndur.
Bidâyet-i
meşîhati: 1246/(1830-31).
Müddet-i meşîhati:
16 sene, 8 ay, 1 gün.
İrtihâli:
1263/(1847)
Ahmed Rızâ Efendi b. Seyyid Mustafa:
Karacaahmed’de
medfûndur.
Bidâyet-i
meşîhati: 1263/(1847).
Müddet-i meşîhati:
44 sene, 11 ay, 5 gün.
İrtihâli: 1307/(1889-90)
Şeyh Seyyid Hâfız Resmî Efendi
Mustafa
Efendi-zâdedir. 1307/(1889-90) senesinde post-nişîn olup, 1318/(1900)’de
irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Hilâfeti Hz. Sünbül Âsitânesi şeyhi merhûm
Rızâeddîn Efendi hazretlerindendir. Burada onbir sene icrâ-yı meşîhat etmiş
âşık, ehl-i hâl bir zât-ı âlî-kadrdir. Ehl-i cezbe idi.
Dergâh-ı şerîfin
ihyâsına cidden hizmet etmiştir. Elyevm câmi’-i şerîf derûnunda görünen ve
hiçbir dergâhda misline tesâdüf olunmayan elvâh-ı nefîse orasını meşher-i
nefâis-i hutût hâline getirmiştir. Cidden pek büyük bir yâdigâr-ı kıymet-dârîdir.
Nahîfü’l-bünye,
müzellef sakallı, buğday benizli, orta boylu idi.
Altmışbeş yaşında
irtihâl-i dâr-ı bakâ eyledi. Ramazâneddîn-i Mahfî Dergâhı’nda imâmeti, Hz.
Sünbül Hânkâhı’nda zâkirbaşılığı var idi. Hazîne-i Hâssa'ya devâm ile
mümeyyizliğe kadar irtikâ etmiş idi. Ricâlu’llâhdan hayli zevât ile mülâkâtı
vardır. Câmi’-i şerîf yeniden binâ olunup burada icrâ-yı âyîn-i tarîkat
olunmağa başlanıldıkta erbâb-ı gaflet, “Câmi’de bid’at ihtiyâr olunmaz,
devrân ve zikr câiz değildir.” diye da’vâlar açtılar. /34/ Resmî Efendi ye’s ü fütûra kapılmayarak uğraştı, onlara galebe etti.
Her hafta zikr ü ibâdet ve icrâ-yı âyîn-i tarîkat ile dem-sâz oldu. (Kaddesa'llâhu
sırrahû).
Hz. Hasan-ı
Cihângîrî’nin türbesinde medfûn ve rahmet-i Rahmân’a makrûndur. Halîfesi yoktur.
(Kaddesa'llâhu sırrahû).
Şeyh Hâfız Muhammed Cemâleddîn
Efendi
Hâfız Resmî
Efendi’den sonra 1318/(1900) senesinde seccâde-i meşîhate câlis oldu. Hz.
Pîr’in üzerine türbe inşâ eden bu zâttır. Ser-komiserlikte bulunmuş idi. Hüsn-i
savta mâlik olup, alâ-rivâyetin Sultan Abdülazîz merhûmun nezdinde Kur’ân okur
imiş. Pek nâzik ve halûk bir zât idi. Hz. Sünbül hânkâhı şeyhi Kutbî Efendi
merhûmdan müstahlef idi. Türbede medfûndur.
Şeyh Eşref Efendi
Mûmâileyh Cemâl
Efendi halîfesidir. Şeyhinin irtihâlinde meşîhat ona tevcîh olunmuş idi. 23
Kanûnıevvel 1337/(23 Aralık 1921) târîhinde irtihâl-i dâr-ı bakâ eyledi ve
eslâfına hem-civâr oldu.
İfâde:
Cihângîr Dergâhı
meşîhati evlâdiyyet değildir. Kudemâ-yı hulefâ-yı Sünbüliyye’ye meşrûtadır.
Onun için bu şarta elyevm riâyet oluna gelmektedir.
Şeyh Hâfız İhsân Efendi
1289/(1872)
senesinde İstanbul’da, Galata’da, Arap Câmii Mahallesi’nde doğmuştur. Pederi
Erzurumlu Hacı Mustafa Efendi’dir. Bahriyeli ve Canik Vapuru süvârisi idi.
İhsân Efendi,
ibtidâî tahsîlden sonra Fâtih dersiâmlarından Erzurûmî Müftî-zâde Ahmed Efendi
merhûmun dersine devâm ile, 1319/(1901)’da icâzet almıştır. Tarîkat-ı aliyyeye
nisbeti, 1307/(1889-90)’de Hz. Sünbül Hânkâhı şeyhi Rızâ Efendi merhûmdandır.
Ondan arâkiyye giymiştir. /35/ Hilâfeti Hâfız Resmî Efendi
merhûmdandır. Hilâfet cem’iyyeti Cihângîr’de dergâhda olmuştur. Galata
Mevlevî-hânesi şeyhi Ataâullâh Efendi merhûmdan da semâa me’zûndur. Hıfzı kâyınpederi
Yeni Câmi imâmı Hâfız Ethem Efendi’dendir. Galatalı Hoca Selîm Efendi’den vücûh
okumuştur.
Kordon Evkâf Vezndârlığı'nda,
Nükûd-ı Mevkûfe Kalemi'nde yedi sene kadar bulunmuştur. Arap Câmi’-i şerîfinde
Malak Hâfız merhûma onsekiz sene hitâbet vekâleti ve hâlen dahi imâmet ve hitâbet
vekâleti uhdesindedir. 1337(1921) senesi Kânûnısânîsinde Eşref Efendi’nin
yerine Cihângîr Dergâhı meşîhatine ta’yîn olunmuştur. Hüsn-i hizmeti,
mesleğinde sadâkati görülmektedir.
İlm-i mûsikîye
intisâbı olup, Galatalı Mûcib Bey’den ve Hacı Rif’at Bey’den feyz-yâb olmuştur.
Hüsn-i savta mâliktir. Burada her ne kadar meşâyıh-ı Sünbüliyye icrâ-yı meşîhat
ediyorsa da, yine Ramazâniyye usûlü üzere sûre-i Mülk okunur, kuûden kelime-i
tevhîd çekilir, cumhûr ilâhîsiyle devrâna kalkılır. Hâfız Resmî Efendi Sünbülî
şeyhi olduğundan, bu teselsül ondan tevellüd etmiş olduğunu Hâfız İhsân Efendi
söyledi.
TARÎKAT-I ALİYYE-İ CERRÂHİYYE-İ HALVETİYYE
/37/ - Şeyh Ramazâneddîn-i Mahfî (Kuddise
sırruhu'l-celi),
- Şeyh Mestci Ali
er-Rûmî (Kuddise sırruhu'l-celi),
- Şeyh
Mestci-zâde İbrâhîm (kuddise sırruhu'l-celi): Ali er-Rûmî’nin oğludur.
- Şeyh Debbâğ Ali
er-Rûmî (Kuddise sırruhu'l-celi),
- Şeyh Lofçalı
Fâzıl Ali er-Rûmî (Kuddise sırruhu'l-celi),
- Şeyh el-Ma’rûf
Ali el-Köstendilî (Kuddise sırruhu'l-celi),
- Hz. Pîr Nûreddîn
Muhammed el-Cerrâhî (Kuddise sırruhu'l-âlî).
Şeyh Ali Alâeddîn Efendi
Köstendillidir.
Ulûm-ı akliyye vü nakliyyeyi hakkıyla tahsîl etmiş eâzım-ı ümmettendir.
Köstendil’de müftü idi. İlm-i hadîste mütebahhir idi.
Eyüp Sultan
Türbesi kapısında, müstakil bir türbede medfûn Dârü’s-saâde Ağası Koca Beşîr
Ağa, Medîne-i Münevvere’de Şeyhu’l-Harem iken bir vak’aya şâhid olmuştu. O da,
Köstendil müftüsü; huzûr-ı saâdete gelip dâimâ tahkîk-i ehâdîs eder imiş. Beşîr
Ağa, Der-saâdet’e avdetinde Sultan Ahmed Hân-ı sâlisin huzûruna kabûl olunarak,
orada gördüğü ahvâl-i garîbeden bahs ederken, “Efendim, Harem-i Şerîf’in
geceleri kapıları kapandıktan sonra, bir mübârek zât muvâcehe penceresinin
önüne doğru gelip, iki üç gecede bir muvâcehede bulunurdu. Bir müddet sonra
avdet ederdi. Esnâ-yı avdette gözden nihân olurdu. Bu, merâkımı mûcib oldu. Bir
gece mutarassıd idim, yine geldi, avdetinde karşıladım, kim olduğunu sordum.
Köstendil Müftüsü olduğunu, tahkîk-i ehâdîs için huzûr-ı saâdete gelip
gittiğini söyledi.” dedikte pâdişâh, “Bu zâtı İstanbul’a da’vet edelim,
görüşeyim.” diye ârzû-keş oldu. /38/ Şeyhu'l-islâm
Efendi vasıtasıyla vukû’ bulan da’vet üzerine Köstendil’den Der-saâdet’i teşrîf
buyurmuşlardır.
Şeyhu'l-islâma
mülâkâtında, pâdişâhın kendilerine maâş tahsîsi buyurduğundan bahs olundukta,
bilâ-sebeb hukûk-ı beytü’l-mâlden maâş almak, mesleğine muvâfık gelmediğinden
arz-ı i’tizâr ile tekrâr avdetine müsâade buyurulmasını ricâ etmiştir. Şeyhu'l-islâm
keyfiyyeti hünkâra bildirdikte, “İstanbul’da kalmaları ehass-ı âmâlimdir.
Bir tekke meşîhatinin kendilerine tevcîhiyle burada bulunmalarının te’mîni
lâzımdır.” yolunda irâde zuhûr etmiş ve o sırada Üsküdar’da Selâmî Dergâhı
meşîhati münhal olmak hasebiyle, meşîhat-i mezkûre der-hâl bâ-berât uhdelerine
tevcîh olundukta, “Mâ-dâmki vaktin pâdişâhı böyle ârzû etti, şeyhu'l-islâmı da
delâlet etti; ulü’l-emre itâat lâzımdır.” diyerek kabûl buyurdular ve “Burada
kalmaklığımız mukadder imiş.” dediler. Köstendil’de bulunan âilesini
getirdiler, irşâd-ı ibâda başladılar. Ricâlu’llahdan nice kimseler meydâna
çıkardılar. Ez-cümle Nûreddîn-i Cerrâhî, Seyyid Ahmed er-Raûfî ve Muhammed-i
Şuhûdî gibi zevât-ı kirâm şâyân-ı kayd ü tezkârdır.
1143/(1730-31)
târîhinde dâr-ı gurûrdan sarây-ı sürûra intikâl eyledi. Selâmî Dergâhı
hazîresinde medfûndur. Zevce-i muhteremeleri Havvâ Hanım da yanlarında yatmaktadır.
Kasîde-i Münferice üzerine şerhi, Ta’bîr-nâme veyâ Tarîkat-nâme’si olduğu menkûldür.
Hz. Şeyh’in
târîh-i irtihâlinin daha mukaddem olmasını tahmîn ediyorum. Bunda bir yanlışlık
vardır.
/39/ Şuhûdî Şeyh Muhammed Efendi
Babaeskilidir.
Köstendil Müftüsü Ali Efendi’ye müntesibdir. İkmâl-i sülûktan sonra vatanında
irşâd ile meşgûl oldu. 1126/(1714)’da irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Taraf-ı
sübhânîden, “Abdurrahîm-i Rahmânî” diye telkîb edildiği ilhâm olunmağla âsâr-ı
mensûresinde, “Abdurrahîm” diye imzâ koymuştur. Mürşidinin kelimât-ı
ârifânesini câmi’ bir eseriyle tezkiresi ve “Şuhûdî” mahlaslı Dîvân’ı veTelvîhât-ı Sübhâniyye isminde te’lîfi vardır.
/40/ Muhammed Nûreddîn-i Cerrâhî Hazretleri
(Mazhar-ı nûr-ı tecellî-i mübîn, ma’den-i feyz-i Hudâ Nûreddîn)
Velâdeti: 1083/(1672)
Müddet-i Ömrleri:
5O sene.
İrtihâli: 1133/(1721)
Müddet-i meşîhati:
18 sene.
Müddet-i
kutbiyyeti: 4 sene.
Şehriyyü’l-asıldır.
İstanbul’da Cerrâhpaşa Câmi-i şerîfi pîş-gâhında “Yağcı-zâde Konağı” denilmekle
ma’rûf hânede 1071/(1660-61), diğer bir rivâyette 1083 senesi şehr-i Rabîulevvelinin
onikinci gecesi (7 Temmuz 1672) bu âlem-i kevne mânend-i mihr-i münîr şa’şaa-pâş-ı
tulû’ oldular. Pederleri Mîrahûr Abdullâh Ağa nâm zâttır. Silsilelerinin
ashâb-ı kirâmdan Ubeydetü’l-Cerrâh (radıya'llâhu anh ) hazretlerine
vusûlü hasebiyle “Cerrâhî” denilmiştir. “Cerrahpaşalı olmasından kinâyettir.”
diyenler de vardır. Ekseriyyet rivâyet-i uhrâda müttefiktir.
Hengâm-ı
sabâvetlerinde Kur’ân-ı Kerîm taallüm buyurdukları mekteb Cerrahpaşa
Mektebi’dir. Hocaları Yûsuf Efendi olup, câmi’-i şerîf makberesinde makbûrdur.
Hz. Nûreddîn-i Cerrâhî’nin büyük pederi ve büyük vâlideleri dahi ol mahalde
medfûndurlar.
Hz. Nûreddîn
tarîk-ı ilmiyyeye sülûk buyurmuşlardı. 1101/(1689-90) târîhinde henüz genç iken
Mısır mevleviyyeti uhde-i aliyyelerine tevcîh buyurulmasıyla, Mısır’a azîmet
üzere Üsküdar’da Tekkekapısı nâm mahalde dayıları bulunan ricâl-i devletten
Hüseyin Efendi’nin konağında müsâfireten sâkin olarak havânın müsâadesinde
râkib olacakları sefînenin hareketine muntazır bulundukları hâlde, bir
Pasartesi gecesi, sâhib-i hâne karşılarında bulunan Selâmî Dergâh-ı şerîfine
azîmet ve salât-ı ışâyı ba’de’l-edâ âyîn-i tarîkat-ı aliyyeyi temâşâ ârzûsunu
izhâr etmekle, birlikte dergâh-ı mezkûra gitmişlerdir. Bâlâda terceme-i hâli
geçen Köstendil müftüsü Şeyh /41/ Ali Efendi burada post-nişîn idi. Hz. Nûreddîn, şeyhin elini öptükte, “Oğlum Nûreddîn,
safâ geldiniz.” diye nâmını zikr etmiş, büyük bir incizâb ve muhabbet hâsıl
edip, esnâ-yı zikrde vecde gelmiş ve ba’dehû şeyhin ayaklarını öpüp, hizmetine
kabûlünü istirhâm eylemiştir. Hz. Şeyh, kabûl buyurarak, “Oğlum Nûreddîn,
mâ-sivâdan tecerrüd edip tecdîd-i vudû’ eyle.” diye tenbîh eylemeleriyle
Hz. Nûreddîn derhâl mevleviyyet fermânıyla nişânını Şeyhu'l-islâma teslîm etmek
üzere kethüdâsına tevdî’ ve her bir umûr-ı dünyeviyyesini ona sipâriş eyleyip,
mâ-sivâdan ihtiyâr-ı tecerrüd ettiler. Mürşid-i müşârünileyh bir abâ, bir kemer
ihsân edip, ba’de’l-vudû’ halvete koydular. Erbaîn tekmîlinde, azîm bir
cem’iyyet huzûrunda halvetten bi’l-ihrâc ilbâs-ı hırka vü tâc ile berâber icâze
vermişler ve “Oğlum, Nûreddîn İstanbul’a git, Karagümrük kurbunda, dört yol
ağzında, Kethüdâ Cân-fedâ nâm merhûmenin binâ-kerdesi olan câmi’-i şerîf
derûnunda, minberin cânib-i yemîninde Bakkal İsmâîl Efendi nâmında bir zât
senin için bir hücre binâ eyledi. Onda ibâdetle meşgûl ol. Gerektir ki, senin
için o civârda bir dergâh binâ olunur, irşâd-ı tarîkat eylersin ve
pîr-daşlarından Süleymân Veliyyüddîn ve Muhammed Hüsâmeddîn efendiler
maiyyetinde bulunacaklardır. Terbiyeleri senin yüzünden ikmâl olunacaktır.”
diyerek Fâtiha buyurmuşlardır.
Hz. Nûreddîn,
şeyhinin emriyle pîr-daşlarıyla maan geldi, İsmâîl Efendi, hücre-i mezkûrenin
miftâhını kendilerine teslîm ve emr-i peygamberî ile binâ eylediğini beyân
eylemiştir. 1115/(1703-04) senesinde, kudât-ı kirâm kapı kethüdâlarından Bekir
Efendi’nin vukû'-ı vefâtı hasebiyle o civârda /42/ kâin konağı
münhal kalmış idi. Dârü’s-saâde Ağası Beşir Ağa, Hz. Pîr’i rü’yâsında görmekle,
mezkûr konağı mahlûlden satın almak hengâmında iken, o rü’yânın aynı Sultan
Ahmed Hân’da da zuhûr etmekle, imâm-ı pâdişâhî Yahyâ Efendi’yi celb ile,
rü’yâyı ta’bîr ettirmişler. Bunun üzerine, “Konağı üçyüz altuna satun
alsunlar.” diye bedelini Hz. Nûreddîn’e Yahyâ Efendi ile göndermişlerse de,
parayı kabûl etmediler ve bir dergâh binâ buyursalar daha makbûle geçeceğini
söylediler. Yahyâ Efendi nezdlerinden mufârakat sırasında elini öperken Hz. Nûreddîn’in
Ali Efendi’ye intisâbı zamânında vukû’ bulan hâlin aynı Yahyâ Efendi’de zuhûr
etmekle hizmet-i aliyyelerinde kalmak ârzû etmiş ve getirdiği parayı yanındaki
adam vâsıtasıyla taraf-ı sultânîye iâde eylemiştir. Bunun üzerine pâdişâh
irâdesiyle konak alınıp yerine dergâh binâ olundu. Hz. Pîr, burada irşâd-ı ibâda
başladı.
1129/(1727)
senesinde sırr-ı kutbiyyetin kendilerinde tecellî eylediği menkûldür.
Olanlar bende-i dergâh-ı Nûreddîn-i
Cerrâhî
Bulur zahm-ı derûna merhem-i bebûd-ı
iflâhı
Silsile-nâme-i Cerrâhî’de manzûr-ı âcizânem olmuştur:
“ Pîr-i
müşârünileyh her sene îyd-i adhâda Edirnekapısı hâricinde Topçular câddesinde,
Ser-tekke yâhud Hayrettepe[17]
nâm mahalde arafe günü ba’de salât-ı asr kıbleye müteveccihen kâimen tekbîr ve
telbiye eyledikleri şu sûretle menkûldür:
Hz. Pîr, 1129
senesi şehr-i Zilhiccenin dokuzuncu (28 Temmuz 1727) arafe günü ol mahalde
defîn-i hâk-i ıtır-nâk olan /43/ ekâbir-i ricâl-i Halvetiyye’den Nûreddîn Efendi-zâde Muslihuddîn Efendi
hazretlerinin ziyâret-i aliyyelerine girip, mahall-i mezkûrda kâin namâz-gâhda
salât-ı asrı ba’de’l-edâ kutbiyyet teveccüh etmesiyle ol anda huccâc-ı
müslimînin cebel-i Arafat’ta cümlesini görmüş ve telbiyelerini işitmiş,
kendileri de huccâca tebeıyyet ederek telbiye etmiştir. Bunun için her sene
mahall-i mezkûrda âyîn-i şerîf icrâsı teberrük addolunmuştur.”
Fukarâ-yı tarîkat
burada toplanıp sûre-i Mülk kırâat ve salavât-ı şerîfe tilâvetle, kelime-i
tevhîd çekerler. Ervâh-ı azîzâna ba’de’l-ihdâ ikindi namâzını kılarlar ve
tekrâr sûre-i Mülk ve kelime-i tevhîd ve ism-i Celâl okurlar, hatm-i şerîf
indirilür, duâdan sonra kâimen ve kıbleye müteveccihen üç def’a salât ü selâm
getirilür ve üç def’a tekbîr ve üç def’a telbiye olunur.”
Hz. Pîr’in
velâdetleri Pazartesi gecesine müsâdif olduğu gibi, kutbiyyete mazhariyyetleri
de Pazartesi gecesinde vâki' olmuştur. Mürşid-i âlîleri Ali Efendi'ye
intisâbları Pazartesi gecesine müsâdif olmağla, hânkâhlarında elyevm Pazartesi
günleri icrâ-yı âyîn-i tarîkat olunur.
Kızışdır halka-i tevhîdi yansun
kalb-i âteş-nâk
Fetîl almaksa maksad koyma elden
öyle misbâhı
Yanup sızlarsa sînen
Yaradan râhında âh itme
Sarar heb merhem-i
lutfuyla Nûreddîn-i Cerrâhî
Urefâ-yı müteahhirînden
Cebbâr-zâde Ârif Beyefendi pek güzel söylemiştir.
Hânkâh-ı
münîflerinin güşâdı 1115 sene-i hicriyyesindedir (1703-04). Peder-i
mükerremleri Mîrahur Abdullâh Ağa bu sene irtihâl-i dâr-ı bakâ eylemekle,
Edirnekapı hâricinde, “Dürrî-zâde Tarlası” demekle meşhûr kabristandaki /44/ makbere-i mahsûsasına defn olunmuştur. Kâdirî-hâne şeyhi Abdurrahmân
Efendi güzel bir târîh söylemiştir. Hz. Pîr’in bir hemşîreleri ile, iki mahdûm
ve bir kerîmesi pederleri yanında medfûndur. Vâlide-i azîzeleri Emîne Nesîme
Hanım hânkâh-ı şerîf türbesinde makbûrdur. Târîh-i irtihâli 1118 Şevvâlinin
yirmidördüncü Cum’a (29 Ocak 1707) günüdür. Hemşîreleri Hadîce Hanım 1128 senesi
Muharreminin dokuzuncu günü (4 Ocak 1716) irtihâl eylediğinden vâlidesinin
yanında ârâm-güzîndir. Birâderi Şeyh İbrâhîm Efendi, 1171(1757-58)’de irtihâl
eylediğinden vâlidesinin cânib-i yesârındadır. Hz. Pîr’in halîle-i muhteremesi
Fâtıma Zehrâ Hânım 1134 senesi şehr-i Şevvâlin yirmidördüncü günü (7 Ağustos 1722)
irtihâl edip zevc-i mükerreminin yanındadır. Hemşîre-zâdesi Şeyh Hüsâmeddîn 1197/(1783)’de göçüp, civâr-ı pîrdedir.
Meşâyıh-ı
Mısriyye’den İmâm Şernûbî, Tabakâtü’l-Evliyâ
nâm kitabında
pîr-i müşârünileyh hakkında şöyle yazar:
ومنهم سيدى نور الدين الجراحى ساكن
استانبول العليا بأنى بعام خمسة عشر ومائة والف بعيش من العمر أربعة وأربعين سنة
ومن كراماته أن الله تعالى يكرم عليه بدخول الجنة يوم موته ومن كراماته أن يطلع
على مقامه فى الآخرة وهو فى الدار الدنيا ومنها أنه يسأل الله تعالى وهو فى عالم
الغيب أن يكرم زواره له فاستجاب الله دعائه[18].
İrtihâli:
Onsekiz sene
meşgûl-i irşâd olduktan sonra 1133 senesinde şehr-i Zilhiccenin dokuzuncu
Pazartesi günü (1 Ekim 1721) bu âlem-i fenâdan kişver-i bakâya mürg-ı rûh-ı
lâhûtîleri bâl-güşâ oldu. Cenâze namâzı ba’de salâti’z-zuhr Fâtih Câmi’-i
şerîfinde cemâat-i kübrâ ile edâ olunarak âsitâne-i aliyyeleri hazîresinde
elyevm ziyâret-gâh olan türbe-i mukaddeseleri derûnunda defn olundu. /45/ Cenâb-ı Hak, sırlarını takdîs buyursun.
Âmîn.
Harîrî-zâde
Seyyid Muhammed Kemâleddîn Efendi merhûm Hz. Pîr’in terceme-i hâlini, el-Kavlü’l-Mübîn fî Usûli Şeyh Nûreddîn nâmıyla yazmıştır. İzzî Süleyman
Efendi Târîh’inde de mezkûr olduğunu, Osmanlı Müellifleri nâm eserde okudum.
Târîhi:
Geçdi tevhîd ile Nûreddîn Kutb el
(كجدى توحيد ايله نور الدين قطب ال)[19]
Cenâb-ı şeyhin, Mürşid, Dervîşân ve Risâle isimleriyle üç
eseri, Evrâd-ı Kebîr’î ve Vird-i Sağîr’i ve pek ârifâne yazılmış İlâhiyyât’ı vardır.
İlâhiyyât-ı ârifânelerinden:
Dil beytini pâk iden
Dervîşi Ankâ iden
Âlem-i lâhûta giden
Mevlâ zikridir zikri
Zikrden hâlet alan
Âşinâ-yı rûh olan
Ukbâda devlet bulan
Mevlâ zikridir zikri
Terk ehline karışan
Hem zevka irişen
Bahr-i ledünnü bildiren
Mevlâ zikridir zikri
Sürerler heb demini
..............................[20]
Dervîşlerin muîni
Mevlâ zikridir zikri
Şeyh elini kim tutar
Ref’-i hicâb ol ider
Cânân iline gider
Mevlâ zikridir zikri
Nûreddîn’i diri kılan
Tevhîd ile çerâğı yakan
Bi-hamdi’llâh tevfîk alan
Mevlâ zikridir zikri
Hulefâsı:
Yedi halîfesi
vardır: Şeyh Süleymân Veliyyüddîn Efendi, Şeyh Hüsâmeddîn Efendi, Şeyh Muhammed
Emîn Efendi, Şeyh Yahyâ Efendi, Şeyh Yûnus Efendi, Şeyh Mustafa Muslihuddîn
Efendi, Şeyh Muhammed Efendi (Kaddesa'llâhu esrârahum).
/46/ Şeyh Süleymân Veliyyüddîn Efendi
Vâris-i esrâr-ı
tarîkat Şeyh Süleymân Veliyyüddîn Efendi, Hz. Pîr’in şeyhi tarafından kendisine
devr olunan ve ikmâl-i sülûku emr edilen zevât-ı kirâmdandır. İstanbulludur.
1084/(1673) senesinde dünyâya kadem basıp 1108/(1696-97)’de yirmiiki[21]
yaşında Köstendilli Ali Efendi’ye intisâb eylemiş, 1115/(1703-04)’te Hz. Nûreddîn
tarafından istihlâf olunmuş olduğu gibi, 1133 senesi Zi'l-ka’desi ibtidâsı
Pazartesi günü (27 Ağustos 1721) pîr-i müşârünileyh tarafından kendi
seccâdelerine kâim-i makâmlık sûretiyle iclâs edilip otuzdokuz gün sonra
Cenâb-ı Pîr’in dâr-ı cemâle intikâlinde Süleyman Efendi fi’len meşîhate geçerek
yirmibeş sene irşâd-ı ibâd ile meşgûl olmuş ve 1158 senesi Ramazânının
yirmiyedinci günü (23 Ekim 1745), hem Cum’aya, hem Kadir’e tesâdüf eden bir zamânda
müteâzim-i dâr-ı bakâ olarak Hz. Nûreddîn’in ayak ucuna defn olundu. Müddet-i
ömürleri 74 senedir. Kuddise sırruhû.
Şeyh Muhammed Hüsâmeddîn Efendi
“İkinci Şeyh
Muhammed Efendi” diye meşhûrdur. 1158/(1745)’de âsitâne-i Pîr’de post-nişîn
olup on sene neşr-i feyz-i tarîk eyledi. Mübârek bir zâttır. 1168 senesi
Recebinin yirmiyedinci günü (9 Mayıs 1755) terk-i câme-i hayât-ı müsteâr
eyleyip, Süleyman Efendi’nin yanına defn olundu. Müddet-i ömrleri 82’dir. (Kaddesa'llâhu
sırrahû).
Ser-tarîk-zâde
Şeyh Seyyid Muhammed Emîn Efendi
Ârif, âlim bir
mürşid-i kâmildir. Dört sene post-nişîn oldu. 1172 senesi Şevvâlinin onuncu
günü (6 Haziran 1759) bakâya rıhlet eyledi. Müddet-i ömürleri yetmişdört
senedir. Eyüp Nişancası’nda Devâd Ağa Câmii ittisâlinde kendi binâları olan
dergâh-ı şerîfde defîn-i hâk-i ıtır-nâktır.
Bu dergâh elyevm
ma’mûrdur. “Ser-tarîk-zâde Tekkesi” (diye) ma’rûf olup, bir tomârda silsile-i tarîk-ı
Cerrâhiyye'nin müşârünileyhden şu şekilde yürümüş olduğunu gördüm:
Ser-tarîk-zâde:
1. Moralı
Muhammed Efendi, Şeyh Ahmed Efendi, Şeyh Muhammed Şâkir Efendi, Şeyh Latîf
Efendi.
2. Etyemez Hâfız Mustafa Efendi.
Mustafa
Efendi’nin Hulefâsı:
-
Şeyh Süleyman,
-
Şeyh Sa’deddîn Muhammed,
-
Şeyh Şâmî Muhammed,
-
Şeyh Ali,
-
Şeyh Mustafa,
-
Şeyh Ömer İsmâil Hilmî,
-
Şeyh Vâiz Mustafa,
-
Şeyh Seyyid Ahmed,
-
Şeyh Mustafa.
Kırk sene ulûm-ı
âliye tahsîl ve neşriyle me’lûf olup, Fâtih Câmi’-i şerîfinde tefsîr-i şerîf /47/ ve Şeyh-i Ekber’in Fusûs’unu tedrîs eylemiştir. Kırkı
mütecâviz hulefâsı olup, âdâb-ı sülûkta âsâr-ı şerîfesi vardır. Fâtih’te,
Kumrulu Mescid ittisâlinde kütüb-hâneleri olup mahall-i mezkûrdaki dergâhda
dahi vaz’-ı seccâde-i meşîhat eylemişlerdir. (Kaddesa'llâhu sırrahû).
Şeyh Seyyid Abdülazîz Efendi
Meşîhat, Moralı
Yahyâ Efendi’ye teveccüh ediyordu. (Fakat o), Mora’da bulunduklarından,
âsitâne-i Pîr’de seccâde-nişîn (Abdülazîz Efendi) olmuştur. İki sene kadar
meşîhatte bulunarak,Yahyâ Efendi’nin avdetine mebnî meşîhati ona terk ile 1174/(1760-61)
senesinde Kâsımpaşa’da, hânesinde uzlet-nişîn olup, irtihâlinde Doymazdere
Kabristanı’nda defn olunmuştur. Altmışdört sene muammer oldular. Muhemmed Emîn
Efendi hulefâsından idi. (Kaddesa'llâhu sırrahû).
Şeyh Yahyâ Efendi
Moralıdır. Hz.
Pîr hulefâsındandır. 1174/(1760-61) senesinde âsitânede seccâde-nişîn oldu. On
sene irşâd-ı ibâd ile iştigâl eylediler. Âhir vaktinde meşîhati mahdûmu
Abdüşşekûr Efendi’ye kasr-ı yed edip, kırk gün sonra 1184 senesinde şehr-i
Muharremin ikinci Pazartesi günü (28 Nisan 1770), esnâ-yı zikru’llâhta
irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Na’ş-ı münîfi Kâdirî-hâne şeyhi, Şerîf-i sânî
tarafından gasl olunup, muvâcehe-i Hz. Pîr’de tabutuyla bir gece kalıp, ertesi
gün Sultân Selîm Câmi’-i şerîfinde cenâze namâzı ba’de’l-edâ türbe-i Hz. Pîr’de
Şeyh Süleymân Efendi’nin ayak ucunda defn olundu.
Şeyh Abdüşşekûr Efendi
Sâdâttandır.
Âsitâne-i Pîr’de üç sene terbiye-i sâlikîn ile meşgûl olup, 1187 senesi Şa’bânının
beşinci Cum’a günü (21 Ekim 1773) nâil-i ni’met-likâ oldu. Cenâze namâzı Fâtih’te
kılınıp, türbe-i Pîr’de Hüsâmeddîn /48/ Efendi'nin yanında defn olundu. Müddet-i ömrü seksendokuz senedir.
Üsükdar’da
Bandırmalı Tekkesi’nde medfûn Şeyh Yûsuf-ı Halvetî’nin hemşîre-zâdesidir. (Kuddise
sırruhû).
Şeyh Hacı İbrâhîm Efendi
Altı sene
âsitâne-i Pîr’de seccâde-nişîn-i meşîhat oldular. 1193 senesi Zi'l-ka’desinin
üçüncü Salı günü (12 Kasım 1779), âzim-i dâr-ı âhiret olup, civâr-ı Hz. Pîr’de
defn olundu.
Evliyâu’llâhdan
mübârek bir zât idi. "Mâte şâhu velâyet" (مات شاه ولايت) târîh-i
rıhletidir[22]. Ser-tarîk-zâde Muhammed
Efendi merhûmdan müstahlef idi. Yetmişdört sene muammer olmuşlardır.
Moralı Şeyh Muhammed Efendi
Sâlik-i râh-ı
Hudâ ve tesliyet-bahşâ-yı fukarâ idi. 1193/(1779) senesinde âsitâne-i Pîr’de
şeyh olup, onaltı sene irşâd-ı sâlikîn ile uğraştı. 1196/(1782)’de harîk-ı
kebîrde âsitâne muhterik olmağla dört sene mürûrunda himmet ü gayret edip,
1200/(1786) senesinde kadîmi vechle müceddeden inşâsına muvaffak oldu. Kendi
için hazırladığı kabirde iki def’a erbaîn çıkardı.
Kerâmâtı menkûl
bir zât-ı âlî-kadrdir. 1209/1794-95) senesinde terk-i dünyâ eyledi. Lahd-i
mahsûsunda müstağrak-ı rahmet-i Yezdân’dır. Nice zamân sonra kabirleri açılmış,
alâmet-i hayâttan şeb-nem gibi dür müşâhede olunduğu menkûldür. Altmışaltı sene muammer oldular. (Kaddesa'llâhu
sırrahû).
Şeyh Hacı Abdurrahmân Hilmî Efendi
Süleymân
Veliyyüddîn Efendi’ye nisbeti olup, ikmâl-i sülûku Şeyh Muhammed Hüsâmeddîn
Efendi merhûmdandır. Altı sene seccâde-nişîn olup, 1215/(1800-01) senesinde
göçmekle muvâcehe-i Hz. Pîr’de, âğûş-ı mehd-i rahmette der-âğûş olmuştur.
Müddet-i ömr-i şerîfleri yüzonbeş senedir. "Izhâr-ı Hak" (اظهار حق) târîhidir. (kaddesa'llâhu sırrahû).
/49/ Şeyh Muhammed
Sâdık Efendi
Âsitâne-i Pîr’de sekiz ay post-nişîn
oldu. 1216 Muharreminde (Mayıs-Haziran 1801) âzim-i dârü’s-selâm olup, Ser-tarîk-zâde
Dergâhı'nda defn olundu. Ahz-i tarîkatları Eğribozlu Şeyh Muhammed
Efendi’dendir ki, Ser-tarîk-zâde’nin halîfesidir. "Âhirü'l-emr irdi mekâna"
(آخر
الأمر ايردى مكانه) târîh-i vefâtıdır[23].
Şeyh Hacı Mustafa Efendi
“Makarnacı” denilmekle meşhûrdur. Üç sene âsitânede post-nişîn
oldular. 1219(1804)’te terk-i dünyâ eylediler (Kaddesa'llâhu sırrahû).
Civâr-ı Hz. Pîr’dedir. Müddet-i ömr-i şerîfleri doksanbir
senedir. Şeyh Halîl Nizâmüddîn’den hilâfet almıştır. Bu zât da,
Ser-tarîk-zâde’den müstahlefdir. "Hakk-ı hilâfet" (حق خلافت) târîh-i
vefâtını müş’irdir.
Şeyh Muhammed Efendi
“Kadı Emin Efendi” diye meşhûrdur. Âsitâne-i Pîr’de bir
sene meşîhati vardır. 1220 senesi Recebinde (Eylül-Ekim 1805) irtihâl eyledi.
Civâr-ı Pîr’de müstağrak-ı nûr-ı vahdettir. Moralı Şeyh Muhammed Efendi
halîfesidir. Yetmiş sene muammer olmuştur. (Kaddesa'llâhu sırrahû).
Şeyh Muhammed Ârif Dede Efendi
Şeyh Abdüşşekûr Efendi-zâdedir. Üsküdar’da Kapuağası nâm mahalde,
1164/(1741) senesinde tevellüd edip, bidâyet-i ahvâlde, hâcegân-ı Dîvân-ı
Humâyûn’dan olup, tersânede havuz emînliği me’mûriyyetiyle evkât-güzâr iken,
merhûm Muhammed Emîn Efendi’nin irtihâlinde Şeyhu'l-islâmın emriyle âsitâne-i
Pîr’de seccâde-nişîn olmuştur.
Şeyh Abdurrahmân Hilmî Efendi halîfesi idi. 1233/(1818)
senesinde dergâh-ı şerîfi ta’mîre muvaffak olup, me’mûren Ordu-yı Humâyûn’da
bulundu. Onsekiz sene meşîhati vardır. 1238 senesi Şevvâlinin yirmibirinci
Pazar günü (30 Haziran 1823) vefât eyledi. Civâr-ı Hz. Pîr’de medfûndur. "Câh-ı
rıhlet" (جاه رحلت) târîh-i vefâtıdır[24].
Müddet-i ömrü altmışdokuz senedir. (Kaddesa'llâhu sırrahû).
/50/
Şeyh
Seyyid Abdülazîz Zihnî Efendi
Zâhir ve bâtını ma’mûr ricâl-i Halvetiyye’dendir. Otuzüç
sene âsitâne-i aliyyede seccâde-pîrâ olmuş idi. Hânkâhın mükerreren ta’mîrine
muvaffak olmuştur. Bir ta’mîr Sultan Mahmûd-ı sânî merhûmun zamânında, 1252/(1836)’da,
diğer ta’mîr Sultan Abdülmecîd merhûmun zamânında, 1274/(1857-58) senesinde
vâki’ olup, o vakit emr-i ta’mîr hakkında şu târîh söylenilmiştir:
Şâh-ı
şâhân-ı cihân Abdülmecîd*
Neyyir-i
burc-ı kerem mihr-i münîr
Pertev-i
dergeh-i Nûreddîn’i
Hüsn-i
i’mâr ile itdiği tevkîr
Hak
ziyâ-güster ide saltanatın
Çeşm-i
âlem ola adl ile karîr
Evliyâ
menzilin itdi ihyâ
Ola
sultân-ı rusül ana zahîr
Söyledi
Sâmî kulu târîhi
Pîr
dergâhı olundu ta’mîr
(بير دركاهى اولندى تعمير) = 1274 (1867)[25]
Her iki pâdişâh mükerreren hânkâha berây-ı ziyâret
gelmişlerdir. Elyevm mahfil-i mahsûsu mevcûddur. Hz. Şeyh’in Haremeyn-i
muhteremeyni ziyâret şerefine mazhariyyeti olup, 1269 senesi şehr-i Şevvâlinin
yirmidördüncü Salı gecesi (31 Temmuz 1853) dervîşânı odasına da’vet edip, zikr
ve tevhîd esnâsında ism-i Celâl zikrinde tekmîl-i enfâs-ı ma’dûde-i hayât
eylemiştir. Civâr-ı Hz. Pîr'de medfûndur. (Kaddesa'llâhu sırrahû).
Esâmî-i hulefâsı:
Şeyh Râif Efendi, Şeyh Yesârî Ahmed Efendi, Şeyh Nûreddîn
Efendi, Şeyh İsmâîl Efendi, Şeyh Sâdık Efendi Hamza-zâde, Şeyh Hakkı Efendi,
Şeyh Saîd Efendi, Şeyh Yahyâ Gâlib
Efendi, Şeyh Sahvî Mustafa Efendi, Şeyh Halîl Aşkî Efendi, Şeyh Âkif Efendi,
Şeyh Hâfız Muhammed Efendi, Şeyh Sâlih Efendi.
Yesârî Ahmed Efendi’den yürüyen kolu: Şeyh Ali Rızâ Efendi,
Şeyh Süleymân Efendi.
Şeyh
Yahyâ Gâlib Efendi
Abdülazîz Efendi-zâdedir. 1247/(1831-32) senesinde dünyâya
gelip, yirmiiki yaşında seccâde-nişîn olmuş idi. Âlim, fâzıl bir şeyh-i kâmil
sırasına geçip 1315/(1897-98) senesinde irtihâl-i dâr-ı naîm eyledi. Kırkbeş
sene meşîhati vardır. Hânkâh kapısının yanında ayrıca bir türbede medfûndur. Bu
türbenin bir tarafı türbe-i Pîr’e muttasıldır.
/51/
Şeyh
Muhammed Ziyâeddîn Yaşar Efendi
Abdülazîz Efendi-zâdedir. Yahyâ Gâlib Efendi’nin birâderi ve
halîfesidir. Onbeş sene kadar icrâ-yı meşîhat edip, terk-i âlem-i nâsût eyledi.
Birâderinin yanında medfûndur. Safvet-i kalbe mâlik kendi hâlinde bir zât idi.
(Kuddise sırruhû).
Şeyh
Fahreddîn Efendi
Rızâeddîn Efendi-zâdedir
ve ondan müstahleftir. Pederinin irtihâlinde câ-nişîni olmuştu. Tarîkına
âşık, pîrine ve mesleğine sâdık bir zâttır.
Bu satırları yazdığım zamân husûle gelen şevk-ı azîm te’sîriyle
Hz. Pîr’i ziyârete şitâbân olmuş idim. Pazartesi gününe ve yevm-i mahsûsa
tesâdüf etmekle zikr-i şerîfte bulunarak, ba’dehû meydân odasında mûmâileyh
Şeyh Fahrî Efendi ile görüştüm. Hz. Pîr’in menâkıbına bahsimiz intikâl edince:
“İstanbullulardan kutub zuhûr etmemiş, meşâyıh-ı kirâmın
kısm-ı a’zamı taşradan gelip, burada te’sîs-i tarîkat etmekle, İstanbullulardan
bu şerefi kazanan olmamış” diyenlere karşı Hz. Pîr, “Nûreddîn-i
Cerrâhî'yi gösteririz.” dediler. “Hay - (حى) ism-i
şerîfi be-hisâb-ı ebced, 18 rakamını iş’âr eder ki, müddet-i meşîhatleridir.”
buyurdular. “Tâc-ı şerîfin tepesinin rengini sarı olarak intihâb buyuran Hz.
Pîr midir?” dedim. “Evet” diye cevâp verdiler. “Hay” ism-i şerîfinin
tecellîsini düşündüm, bu tavrın, reng-i nûru sarı olmağla, o tecellî te’sîriyle
tâc-ı şerîflerinin renginin sarı olarak intihâbındaki hikmeti buldum.
Hz. Pîr efendimizin hîn-i irtihâllerinde, kırkdört yaşında,
kara sakallı olduklarını söyledilerse de, hesâbâta göre, /52/
sinn-i şerîfleri elli olmak lâzım geliyor. Mısır mevleviyyetine ta’yîninde
sinni onsekiz olduğu gibi, Şeyh Ali Efendi hazretlerine intisâbla altı yedi
sene kadar dâire-i terbiyelerinde kalıp, ikmâl-i seyr ü sülûk ettikleri 1115/(1703-04)’te
meşîhete ta’yîn olundukları esnâ-yı musâhabede teeyyüd etti. “Cerrâhî”
denilmesi Ubeyde b. el-Cerrâh sülâlesinden olmasına mı, Cerrahpaşa’da ikâmetine
mi mahmûl olduğunu sorduğumda, “Kuvvetlisi Cerrahpaşalı olması cihetine
nâzırdır, rivâyet-i uhrâ pek zaîfdir.” dediler. “Arafe günleri, el-ân
Hayret Tepe’ye gidiliyor mu?” diye sordum. “Gidiyoruz, orada ikindi
namâzı kılar, ba’dehû sûret-i ma’lûmede icrâ-yı âyîn ederiz; fakat burada Nûreddîn-zâde
(Cild-i sâlis, sahîfe: 228) hazretlerinin kabri vardı. Harb-i Umûmî’de
askerde bulunduğum zamân, o civârı şühedâ mezarlığı yaparken, askerler o kabri,
hâk ile yeksân etmişler. Büyük küfeki taşları dikili idi. Lahdin etrâfı taşla
muhât bulunuyordu. Taşlar kaldırılmış, yeri dümdüz olmuş. Bursa meb’ûs-ı esbakı
Tâhir Bey delâletiyle, o zamân Şeyhu'l-islâm bulunan Hayri Efendi ve Harbiye
Nâzırı Enver Paşa merhûmlara ma’lûmât verdik. Hattâ bir arafe günü biz orada
namaz kılarken Şeyhu'l-islâm Hayri Efendi müsteşârı Evliyâ Efendi ile geldiler,
bizim ile namaz kıldılar, âyînde bulundular. Enver Paşa, Hz. Pîr’in lebbeyk-zen
olduğu o kabir civârına bir namaz-gâh yapılmasını ve her sene Kurban Bayramı
arafesinde umûm şühedânın rûhlarına ithâf-ı Fâtiha olunmak üzere bu merâsimin
tevsîiyle umûmî bir şekle ifrâğını emr etmiş idi. İnkılâb /53/
vukû’ bulunca bu cihet mensî bir hâlde kalmıştır.” dediler. “Nûreddîn-zâde’nin
mezâr taşında yazı var mı idi?” diye sordum, “Kalın, dört köşe küfeki
taşından ma’mûl mezâr idi. Baş taraftaki taşın ortası oyuk olup, buradaki
mermer levhanın mürûr-ı zamân ile düşmesi hasebiyle yazıdan eser görünmediğini”
söylediler.
Söz İmâm Şernûbî’nin Hz. Pîr hakkındaki şehâdetine intikâl
eyledikte, “İmâm Şernûbî, Hz. Pîr efendimizden çok evvel gelip, aktâb-ı
erbaadan İbrâhîm ed-Dessûkî hazretlerinin mazhar-ı feyzi olanlardan olduğunu ve
nâil oldukları merâtib-i ulyâ te’sîriyle levh-ı mahfûzdan haber verip, 1320/(1902)
senesine kadar gelecek aktâbın sûret ü zamân-ı zuhûrlarını haber verdiği
sırada, Hz. Pîr efendimiz hakkındaki ma’lûmât-ı mahsûsasını Tabakât’ına
yazdığını (Sahîfe: 44) ve bu cümle-i kerâmâtından olduğunu” söylediler ve
kabr-i enverlerinin mahall-i isticâbet-i duâ olması ve âhirette nâil olacağı
makâmâta muttali’ bulunması ve cennetle tebşîr edilmesi cümle-i kerâmâtından
olarak zikr edildiğini ilâve ettiler.
İmâm Şernûbî’nin ne büyük makâm sâhibi olduğuna delâlet
eden beyânâtı makbûl ve ınde ehli’t-tarîk mu’teber olduğu gibi Hz. Nûreddîn’in
de ulüvv-i ka’b u kemâlâtının da bürhânı addine şâyândır. Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i
Rûmî dahi Dede Ömer-i Rûşenî ve İbrâhîm-i Gülşenî hazretlerini üçyüz sene evvel
haber vermişti:
[26](ديدم رخ خوب گلشنى را ان چشم چراغ روشنى را)
buyurmuştu.
/54/
Türbe-i şerîfelerinin muvâcehe penceresinin üzerine, (إذا تحيرتم فى الأمور فاستعينوا من إهل
القبور)[27] hadîs-i şerîfini
yazmışlardır ki, züvvâra çok güzel bir hitâb-ı celîl-i nebevîdir. Hz. Nûreddîn’in
nâil olduğu kemâlât-ı ilâhiyye te'sîriyle nezd-i Celîl-i ilâhîde mazhar-ı
mertebe-i nâz u niyâz olmuş eızze-i kirâmdan olması i’tibâriyle onun kabr-i
enverini ziyâret ve dergâh=ه azamet-i ilâhiyyeden istid’â-yı merhamet ü re’fet eden ehl-i
îmânın müsterîhu’l-hâl ve nâil-i sürûr u bâl olacağına işâret vardır. Hz.
Nûreddî'in ism-i şerîfi yâd olunsa gönül mühtez olur. Bâis-i iftihârımız bir
pîr-i rûşen-zamîr-i tarîk-ı Halvetî’dir. İctihâd buyurdukları âlem-i tarîkatta
bi’l-ittifâk pîr addolunmuş ve uluvv-i kerem ü himmetlerinin dâimâ ibzâli ehl-i
aşk u muhabbet tarafından temennî edilmekte bulunmuştur.
El-hazer
mürde kıyâs eyleme ehlu’llâhı
Sanma
herkes gibidir rıhlet-i ehlu’llâhı
Türbe-i münîfe tevhîd-hânenin sağ tarafındadır. Orta yerde
Hz. Pîr’in kabr-i enveri olup, civârında akrabâ vü taallukâtı ve şimdiye kadar
güzerân eden meşâyıh-ı kirâmın merkadleri vardır. Hey’et-i umûmiyyesi
i’tibâriyle gâyet mehîb ve rûhâniyyetli bir türbe-i şerîfedir.
Ey
ârif-i esrâr-ı Hudâ Nûreddîn
Ey
mazhar-ı tevfîk-ı hüdâ Nûreddîn
Ser-defter-i
uşşâk-ı ilâhîsin sen
Ey
zînet-i erbâb-ı velâ Nûreddîn
Açdın
bize bir râh-ı sedâd-ı irfân
Ey
kutb-ı zamân pîr-i safâ Nûreddîn
Sâliklere
âşıklara feyz-âver olursun
Ey
menba’-ı âsâr-ı vefâ Nûreddîn
Rahm
eyle bu memlûkun olan Vassâf’ına
Bekler
kerem ü lutfunu yâ Nûreddîn
/56/
Mülâhaza:
Âtîde arz eylediğim Şeyh Nasrullâh hakkında Hadîkatü’l-Cevâmi’de
gördüğüm ma’lûmât, elyevm Yıldız Dede Dergâhı şeyhi Nûri Efendi tarafından
bildirilen terceme-i hâliyle muvâfık düşmüyor. Nûri Efendi’nin dediğini
yazdığım gibi, Hadîka’dan da biraz bahs edeyim:
“Yıldız Dede’nin ismi Necmeddîn’dir. Hîn-i fetihte
Yıldız hamâmının yeri kilise imiş, kendisine temlîk olunmuş, o da hamâm
yaptırmış, hamâmın külhanında vefât etmiş, oraya defn olunmuştur. Kabri
fi’l-hakîka hamâmın arkasına müsâdiftir. Bu hamâmda bir kurna vardır ki, şeyh-i
mûmâileyh yıkanırmış. El-ân alâmeti vardır. Merzâ burada yıkanır, hâceti
olanlar teberrüken gusl ederler.
Aradan zamânlar geçmiş, Köstendilli Ali Efendi
hulefâsından Seyyid Mustafa Dede, hamâm sâhibi Kemânkeş Muhammed Efendi’den
aldığı müsâade ile, hamâm civârında sâkin olmuş. Sultan Mahmûd Hân-ı evvelin
ibtidâ-yı cülûsunda rikâb-ı Humâyûn’a arzuhâl vererek burada keşfen kendine
ma’lûm olan kabrin ihyâsını ricâ etmiş. Pâdişâh-ı nev-câh, ibtidâ-yı hayr
olarak is’âf mes’ûlünü emr edip, kabir keşf olunmuş. İttisâlinde yeniçeri
çorbacılarından onbeş bölük çorbacının hânesi satın alınarak bir mescid ve
türbe ve iki hücre inşâ edilmiştir.”
Hadîka’daki
ma’lûmât burada bitti.
Şeyh
Nasrullah Efendi
Nûri Efendi der ki:
İstanbul’da Bahçekapısı civârındaki Yıldız Dede tekkesinde
medfûndur. Fâtih Sultan Mehmed ile İstanbul fethinde bulunan eâzım-ı
sûfiyyedendir. Bu Yıldız Dede Tekkesi ve civârı Mûsevî milletinin ârâm-gâhı imiş.
Bahçekapısına “Bâb-ı Cuhûd” derler imiş. Şeyh Nasrullah Efendi, yine o civârda
medfûn Şeyh Muhammed-i Geylânî ile hîn-i fetihde bu kapı ve civârını istîlâ
eden mücâhidîn-i İslâmiyyedendir. Şeyh Geylânî Arpacılar Câmii’nin altında medfûndur.
Şeyh Nasrullah’ın merkadi mürûr-ı zamân ile gâib olup, âtîde tafsîl olunduğu
üzere Abdülhamîd-i evvel zamânında meydâna çıkarılmıştır. Elyevm türbesi
ma’mûrdur. Ricâl-i Bayramiyye’den olması me’mûldür. (Kaddesa'llâhu sırrahû).
/57/
Şeyh Seyyid Mustafa Yıldız Efendi
Köstendilli Ali Efendi hulefâsındandır. Gerezelidir, orada
dergâhı var imiş. Sultan Mahmûd-ı evvelin devrinde İstanbul’a gelerek Sarây-ı
Humâyûn’da müsâfir olmuş idi. Bu sırada Şeyh Nasrullah Efendi isminde bir zâtı
rü’yâsında görür ve devr-i Fâtih’ten beri medfûn olduğu mahallin mürûr-ı zamân
ile ma’rûz-ı tecâvüz olarak elyevm mezbele-gâh bulunduğundan, bundan tahlîsı teklîf
eder. O da Bahçekapısı’nda elyevm Hamîdiyye Sebîli civârındaki mahalli
ta’rîfen, rü’yâsını bi’l-vâsıta pâdişâh Sultan Mahmûd-ı evvele arzeder. Emr-i
pâdişâhî ile kendisi ve bir mâ-beynci gelirler, rü’yâda gördüğü mahalli
bulurlar. Buraları Hıristiyan mahallesi olup, bir Hıristiyan tâcirin konağı
imiş. Bahçesinde dört-beş arşın kazdırırlar, lahd zuhûr eder. Bunun üzerine
türbe yapılmasını pâdişâh emr eder.
Şeyh Mustafa Efendi bu esnâda memleketine azîmet için
pâdişâhın müsâadesini temennî ederse de, pâdişâh, “Memleketteki dergâhını
başkasına devr etsin, keşf olunan
mezârın civârına bir dergâh binâ olunup meşîhati kendisine tevcîh edeceğim.”
buyurur.[28] Azîmetine müsâade
olunmaz. Bunun üzerine Mustafa Efendi burada kalır.
Sülâle-i tâhireden kaviyyü’l-azîme bir mürşid-i muhterem
imiş. İrtihâllerinde bu dergâh-ı şerîfde defn olunmuşlardır. 1143/(1730-31)
senesine müsâdiftir. [29]
Bu menkabeyi elyevm şeyh bulunan Nûreddîn Efendi nakl
eylediler ki, kendisi Mustafa Efendi’nin yedinci batın evlâdıdır. Çarşamba
günleri zikr-i şerîf âyîni icrâ olunur. Dergâh-ı şerîfin kapısı bâlâsında, “Hânkâh-ı
pîşvâ-yı vâsılîn Şeyh Mustafa” manzûmesi yazılıdır. “Yıldız Dede Tekkesi”
diye meşhûrdur. Zamânımızda mükemmelen ta’mîr ve tecdîd edilmiştir. Sene: 1343/(1924-25)
/58/
Şeyh
Şâkir Muhammed Efendi
Meşâyıh-ı Cerrâhiyye’dendir. Fâtih’te Nişânî Muhammed Paşa
Zâviyesi’nde, yol üzerinde medfûndur. Medfeninin tevsî’-i turuk münâsebetiyle
yola gitmesi me’mûl-i kavîdir. Bu zâviyede meşîhati vardır. Etvâr-ı seb’a
hakkında bir risâlesi ve bir de Dîvân’ı vardır. 1269/(1853)’da
irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir.
“Muazzez
göçdü yâ hû Şeyh Şâkir bezm-i dîdâra”
(معزز كوجدى يا هو شيخ شاكر بزم ديداره)
târîhidir.[30]
RAÛFİYYE-İ HALVETİYYE
/59/
Şeyh
Seyyid Ahmed Raûf î Hazretleri:
Hz. Nûreddîn-i Cerrâhî ile pîr-daştır. 1068/(1658)
senesinde Üsküdar’da zînet-sâz-ı âlem-i şuhûd olmuştur. Tarîkat-ı aliyye-i Ramazâniyye
şuabâtından Raûfiyye kolunun müessisi olup, seyyidü’n-nesebtir. Köstendilli
Şeyh Ali Efendi’den mazhar-ı feyz olmuşlardı. Üsküdar’da Salacak İskelesi ve
Doğancılar yakınında Sinân Paşa Mescidi’nin imâmeti uhde-i ârifânelerinde idi.
Sülâle-i tâhireden olduklarına dâir yedlerinde nakîbü’l-eşrâfın tasdîkini hâvî
bir şecere-nâme olduğunu müşârünileyh söylerler imiş. Üsküdarlı oldukları
mertebe-i hakîkatte olmayıp dâire-i ihtimâldedir. Bu cihetleri meşâyıh-ı
Raûfiyye’den merhûm Servet Efendi söylemişlerdir.
Sinan Paşa, fâtih-i Yemen olan Sinan Paşa’dır. Üsküdar
harîk-ı kebîrinde masûn kalmıştır. Burada imâmetten başka hitâbet de
uhdelerinde idi. İbtidâ-yı emrde ulemâ-yı asrdan ulûm-ı akliyye vü nakliyyeyi
tahsîl ile müstefîd olarak Üsküdar’da Kapı Ağası müderrisliğine ta’yîn
olunmuşlardı. Muhabbet-i ezelî onu, bir mürşid-i kâmil taharrîsine sevk eyledi.
Selâmsız’daki dergâh-ı münîfde Ali Efendi hazretlerine mülâkî olup, onun
dâire-i feyzinde yetişti. O ne dâire-i feyz idi ki, pîrler yetiştirdi.
Ayvansarâyî merhûm yazıyor ki:
"Köstendilli Ali Efendi merhûmdan
müstahlef oldukta, o civârdaki hânelerinde icrâ-yı âyîn-i tarîkat ederlerdi."
Bu hâne son harîk-ı kebîre kadar mevcûd idi. Müşârünileyhin
ahfâdından Hıfzı Beyefendi sâkin idi. Bir gece fakîri da’vet eyledi. /60/ Gerçi
zamânımıza kadar vakit vakit ta’mîr olunagelmiş ise de, şekl-i aslîsi muhâfaza
edilmiş bir hâlde idi. Erbaîn için halvet-hânesi ve zikr-i şerîf için
tevhîd-hâne vardır. Gâyet köhneleşmiş olan bu binânın içinde bulunduğum
müddetce bir ma’mûrede bulunduğumu hissediyordum.
Hz. Raûfî’nin vücûd-ı mukaddesine cilve-gâh olan o odalar,
o tevhîd-hânenin her zerresinden sadâ-yı tevhîd sâmia-i ıttılâıma, bû-yı aşk u
temcîd meşâmm-ı cânıma geliyordu. Tevhîd-hânenin mihrâbı köşede idi. Hazretin
postu orada idi. Hattâ zamânında yanan büyük mumların bakıyyesi bile hüsn-i
muhâfaza edilmiş, duruyordu. Burada akşam namazı ve gece usûlü yapmış idik. Hz.
Şeyh’in rûhâniyyeti her hâlde bizim ile berâber idi. Tevhîd-hânenin kapısı
bâlâsında gördüğüm bir levhadan âtîdeki ebyâtı istinsâh eylemiş idim:
Şümûs-ı
lem’a-i nûr-ı hüviyyet ârif-i bi’llâh
O
mahz-ı âb-ı rû feyz-i tarîkat mürşid-i âgâh
Sezâdır
kutb-ı zînet olsa gavs-ı menzilet şânı
Şuyûhân
zümresinde bî-bedel a’lâ’l-eâlî-câh
Kerâmet
pîşe-i kenz-i rumûzdur nüsha-i zâtı
O
kâmûs-ı hakâyıkdır müfessir hey’et-i efkâh
O
nihrîr-i fazîlet lücce-i ilm içre müstağrak
İder
enmûzec-i rüşd-i maânî nutkuna efvâh
Fuâdı
hikmet-i âlem-nümâ mir’ât-veş keşşâf
Zamîri
metn-i şârih câmi’ olmuş hulku istifkâh
/61/ Ki a’nî Hazret-i Şeyh-i Raûfî Ahmed ü
Eşref
Tavâf-gâh-ı
melâik hânkâhı sâmiye dergâh
Siyâdetle
nesîb-i pâk-vâlâdır eben-an-ced
Olurdu
mâ-verâsın vasfa mu’ciz hâmemiz bi’llâh
Sezâdır
âsitânı kıble-gâh-ı sâlikân olsa
Gelen
ehl-i dilân elbet olur bir remzle âgâh
Nikâb-ı
zuhruf-âsâ dest-res bulsa melâik hep
İnerler
Hızr-ı destâr-ı şerîfin burka’-ı aynâh
İden
sıdk-ı Nasûhî üzre teşebbüs dâmen-i pâkin
Girüp
hemm ü gamından ba’d-ez-ân hiç eylemez âvâh
Sitâyiş
vasfını temdîh ne mümkin mû-be-mû ta’rîf
Yine
ilhâm olur himmetle isti’dâdım ey va’llâh
Şebân-rûz
vasf-ı şânın zikre teşbîh-i şumâr itsem
Ne
dürlü medh idersem idemem bir şemme lâ va’llâh
Husûsan
zâdegân âlî-cenâbın gûş-ı irfânda
İki
cevher zümürrüd gûş-vâre mihr ile ol mâh
Kerâmât-ı
himemle Hızr-mânend rehber ol nûra
Şeb-âsâ
zulmet-i deycûr içinde dil bula hem-râh
Semâ’-âver
olur meydân-ı kırtâs üzre devrânda
Fütûr
gelmez kümeyt-i kilke dir lîk şeyhim illa’llâh
Kimine Hâfız-ı
dâî ider âmâl-i tasdî’dan
Hemân
maksad duâ-yı nutk-ı pâkindir olan dil-hâh
Merâm
ancak cenâbından duâdır ey hümâ-vâye
Nüfûs-ı
re’fetinle kâm-yâb oldum bi-hamdi’llâh
/62/
Bu manzûmeyi yazan Hâfız, Hz. Şeyh’in Beykoz’daki halîfesi
Hâfız Muhammed Efendi merhûm olacak.
Tevhîd-hânenin olduğu mahal Doğancılar’da Kasap Sokağı’nda idi.
25 Rebîulevvel 1336 (9 Ocak 1917) târîhindeki harîk-ı kebîrde maa’t-teessüf
yanmıştır. Elyevm arsası mevcûddur. Hz. Şeyh’in cilve-gâhı olan bu makâm-ı
mübârekin tu'me-i lehîb-i hân-mân-sûz olması bâis-i elemdir.
Burada irşâd-ı ibâd ile meşgûl oldular. Şöhretten müctenib,
uzlete meyyâl evliyâ-yı mestûrînden idiler. Erbâb-ı aşk u muhabbet dâire-i
feyzlerine dâhil olmak isterse dirîğ-ı himmet buyurmazlardı. O zamân pâdişâh
bulunan Sultan Osman Hân-ı sâlis Hz. Şeyh’in meftûn-ı kemâlâtı idi. Mükerreren
ziyâret-i aliyyelerine şitâbân olmuşlardı.
Yirmi ve belki ziyâde halîfe yetiştirmişlerdir. En
meşhûrları:
Şeyh
Hâfız Muhammed Efendi: Beykoz’da el-ân tekkesi vardır.
Orada medfûndur. Pazartesi geceleri icrâ-yı âyîn olmaktadır. İrtihâli: 27
Şevvâl 1208 (27.05.1794).
Şeyh
İsmâîl Efendi: Yeniköy’de el-ân tekkesi vardır. Orada medfûndur. Salı
geceleri icrâ-yı âyîn olunmaktadır.
Şeyh
Kirişci Beşe: Silivri Kapısı’nın karşısındaki mezârlığın sağ taraf
köşesinde medfûndur. “Kirişci Paşa” diye yanlış yazılmıştır.
Şeyh
Arap İsmâîl Efendi: İstanbul kadısı idi.
Vezir
Hüseyin Paşa: Sulehâdan, urefâdan bir zât idi. Târîhlerde terceme-i
hâli mezkûrdur.
Şeyh
Muhammed Halîfe: Karacaahmed’de medfûndur.
/63/
Şeyh Hasan Halîfe: Sinân Paşa Mescidi hazîresinde
medfûndur.
Şeyh
Süleymân Halîfe: Karacaahmed Mezâristânı’nda
medfûndur.
Hz. Raûfî, mücâhede ve riyâzet ashâbından idi. Haremeyn-i
muhteremeyni ziyâret emeliyle cânib-i Hicâz’a âzim olup, o havâlî-i mübârekede,
27 Zilhicce 1170/(11 Eylül 1757) târîhinde nefs-i nâtıkaları âlem-i ılliyyîne
pervâz eyledi. Üsküdar’da irtihâl eylediğinden bahs edenler de vardır.
Ayvansarâyî merhûm, “Sinan Paşa Mescidi hazîresinde medfûndur.” diyor.
Halbuki elyevm oradaki mezâr taşının müşârünileyh nâmına bi’l-âhare konulduğu
menkûldür.
Mezâr taşının kitâbesi:
“Hüve'l-Hayyü'l-Bâkî!
Hâdimü’l-fukarâ merhûm ve mağfûr el-muhtâc ilâ rahmeti
rabbihi’l-gafûr es-Seyyid eş-Şeyh Raûfî Ahmed Efendi’nin rûh-ı şerîfi içün
el-Fâtiha.”
Hz. Raûfî, eâzım-ı meşâyıh-ı Halvetiyye’dendir. Raûfiyye-i
Helvetiyye’nin pîri addolunmuştur. Zâhir ü bâtını ma’mûr ulemâ vü urefâdan idi.
Kurretü’l-Uyûn
isminde bir eseri, gayr-i matbû’ Dîvân’ı olduğu gibi, 1160/(1747)
senesinde te’lîf buyurdukları altmışaltı meclis üzerine müretteb, Mecâlis
nâm te’lîf-i güzîni Galata Mevlevîhânesi kütüb-hânesinde mevcûd imiş.
Kurretü’l-Uyûn,
sülûk-ı esmâ üzerine yazılmış bir eserdir. Dîvân’ını gördüm;
mutasavvıfânedir. Bazı nutuklarını teberrüken yazacağım. İhtifâ-yı hayât
meslekleri olmağla, şöretleri yoktur. Raûfiyye nâmıyla zamânımıza kadar
muttasıl olmuş tekkeler vardır. Sülâlesi elyevm bâkîdir. Elyevm ber-hayât
Mustafa Bey, o gül-istân-ı nesebin bir gül-i ra’nâsıdır.
/64/
Müstakîm-zâde’nin Hz. Pîr hakkında söyledikleri târîhtir:
Yazıldı
bir adîmü’l-misl târîh intikâlinde
Raûfâ
kıl Raûfî’ye makâmın mesned-i me’vâ
( رؤفا قيل
رؤفييه مقامن مسند مأوى ) = 27 Zilhicce 1170
Târîh-i intikâllerinin Zilhicceye tesâdüfüne, Zilhiccenin
ise Kurbân bayramına müsâdif olmasına göre, Hz. Şeyh’in Hicâz’da irtihâli,
târîh münâsebetiyle de kesb-i kuvvet ediyor. Demek ki, Arafât’tan avdetten
sonra, ihtimâl ki, Medîne-i Münevvere’ye azîmet sırasında vâki’ olmuştur.
Hz. Nûreddîn’den sonra otuzyedi sene muammer odukları
münfehimdir. Hz. Nasûhî zamânını da idrâk eylemiştir. Hem-civâr olmalarına göre
sohbetleri de olsa gerektir.
Raûfî
Seyyid Ahmed mürşid-i mümtâz-ı devrândır
Nesebde
pâk-tînet bir gül-i sâdât-ı zî-şândır
Tarîkat
gül-şeninde zînet-efzâ-yı mürîdândır
Hakîkat
âleminde bahr-ı bî-pâyân-ı ummândır
Nutuklarından:
Ey
şefâat âftâbı şâh-ı kevneyn-i ilâh
“Kâbe kavseyn”[31]
“lî-maa’llâh” oldu sana cilve-gâh
Hâk-pâ-yı
izzetinde âsumân âyetleri
Parmağında
hâtem oldu seyr iden şems ile mâh
İsm-i
âdem nakş-ı âlemden eser nâ-bûd iken
Zât-ı
pâkin itmiş idi Hak cemâlin kıble-gâh
/65/ Enbiyâ vü mürselînin
seyyidi hem hâtemi
Cümle
âlem rahmetine nûr-ı vechinden güvâh
Gül-şen-i
zahrındaki mihr-i risâlet ey hümâm
Fâtiha’yla
hâtime cem’ itdi sende ol ilâh
Ümmet
içre bir fakîrindir Raûfî âcizin
Vir
civâr-ı hazretinde ona bir seccâde-gâh
* * *
Es-salâtü
ve’s-selâm yâ nûr-ı ayn-ı asfiyâ
Salli
ve sellim aleyk yâ Hâtimetü’l-enbiyâ
* * *
Hak
isteyen merd hüner
Tevhîd
içinde gizlidir
Mısr-ı
hakîkatden haber
Tevhîd
içinde gizlidir
Gönül
yüzünü açmağa
Îmân
çerâğın yakmağa
Minnetsiz
uçmak uçmağa
Tevhîd içinde
gizlidir
Zikru’llâhın
her keresi
Gönül yüzünün sürmesi
Âşık
murâda ermesi
Tevhîd içinde
gizlidir
Deryâ-yı
ummân cevheri
Hem
burc-ı irfân serveri
Bâkî
hayâtın kevseri
Tevhîd içinde
gizlidir
İki
cihânın bülbülü
Söyler
hakâyıkdan dili
Olmak
dilersen hâs velî
Tevhîd içinde
gizlidir
Dâim
sûret-i ismu’llâhı
Eyler
tavâf arşullâhı
Ayân
görmek vechu’llâhı
Tevhîd içinde gizlidir
Esrâr-ı
tevhîd bî-gümân
Oldu Raûfî’ye
ayân
Hakka’l-yakîn
kavî bürhân
Tevhîd içinde
gizlidir
* * *
Ey
gâfil men-fi’l-beden ihsâna gel tevhîd ile
Aç
gözünü al hisseden iz’âna gel tevhîd ile
Mevtin
şarâbın içmeden cânın teninden uçmadan
Kabrin
evine göçmeden îmâna gel tevhîd ile
İster
isen bâkî naîm-i gül-şende olmağa mukîm
Hâzâ
sırât-ı müstakîm meydâna gel tevhîd ile
Bulmak
dilersen ger necât rûh-ı Rasûl’e vir salât
Uçmağa
tahsîl it kanat cevlâna gel tevhîd ile
Kalma
ayakda pür-kusûr kable’l-mecî yevmü’n-nüşûr
Hakk’a
giden kurbân olur kurbâna gel tevhîd ile
Hamd eyleyüp
ihsânına iriş şefâat kânına
Gir
Halvetî meydânına devrâna gel tevhîd ile
Bu âtîde(ki) nutuk âyîn geceleri devrân için ayağa
kalktıkta, sabâ ve uşşâk ve beste-nigâr nağamâtıyla, segâh ve dügâh karâr-gâhı
yolunda beste-i mahsûsuyla cümleten okunur:
/66/ Gündüzlerin sâim ol yatma geceler kâim
ol
Zikr
eyle Hakk’a dâim ol uyana gel tevhîd ile
Dünyâ
ondan göçmeğe ekdiğin varup biçmeğe
N’olduğun
anda seçmeğe seyrâna gel tevhîd ile
Cânın
evi dolmağa nûr çıksun derûnundan gurûr
Serinde
bulmağa huzûr cevlâna gel tevhîd ile
Nefsiyle
cânı tek iden kurtuldu cümle perdeden
Hak
bilmeğe her zerreden irfâna gel tevhîd ile
Çalış Raûfî
lem’a al gitsün zamîrinden cidâl
Gel
vahdetin bahrına dal ummâna gel tevhîd ile
*
* *
Doldu derûn savmile
nûr
Geldi şükür mâh-i Receb
Kamu
âlem buldu sürûr
Geldi
şükür mâh-ı Receb
Ey
gevher-i bahr-i vücûd
Eyle
inâyet Yâ Vedûd
Etdi
zuhûr envâ’-ı cûd
Geldi şükür
mâh-ı Receb
Dil
hastası buldu şifâ
Derd-i
günâhına devâ
Gül-şen-serâ
doldu safâ
Geldi şükür
mâh-ı Receb
Mü’minler
erdi izzete
Tââtle
ayru vuslata
Gark
oldu nûr-ı vahdete
Geldi şükür
mâh-ı Receb
Seyyid Raûfî
gözün aç
Ceddin itdi
anda mi’râc
Sen de
giydin başına tâc
Geldi şükür
mâh-ı Receb
* * *
Eyâ
Rab-i teâlâ hasbiya’llâh
Beni
kıl gül-şen-i zâtınla handân
İlâhî
Kâdir ü Hayy ü Hüva’llâh
Beni kıl gül-şen-i zâtınla handân
Sana
sâil olup geldim kapuna
Kamu
yokluk ile durdum tapuna
İrişdin
fazlın ile hazretine
Beni kıl gül-şen-i zâtınla handân
Bana
ihsân idip lutfun atâ it
Fakîrindir
bu hasta-dil şifâ it
Tesellîdir
cemâlinden devâ it
Beni kıl
gül-şen-i zâtınla handân
Mücerred
kıl gide mutlak kamu
Heb
gide cândan cihân-ârâ kala kalb
Bu fânî varlığı mahv eyle Yâ Rab
Beni kıl gül-şen-i zâtınla handân
Tecellî
eyledikce kalbe her ân
Gönül
arşında yansun kandîl-i cân
Kemâlinden
alup rûhum çok ihsân
Beni kıl gül-şen-i zâtınla handân
Sana
muhtâc olupdur cümle âlem
İçinde
eşrefidir ibn-i Âdem
Raûfî’nin
demine eyleyüp dem
Beni kıl
gül-şen-i zâtınla handân
* * *
Uryân
olup hevâdan pâk ol dâim sivâdan
Olmağa
âşinâdan meydâna gel tevhîde
Cân
gözüyle cânân-ı meydâna gel tevhîde *
Arz
eyleyüp ummânı merdâne gel tevhîde
/67/ Su gibi sen de arın
ak ola yüzün yarın
Görmeğe
Hak dîdârın dermâna gel tevhîde
Geç
âlem-i memâtdan iç kevser-i hayâtdan
Cümle
hicâb-ı Zât’dan sultâna gel tevhîde
Aç ol
genc-i nihânı gör cân içinde cânânı
Ol
sırr-ı “kün-fe-kân”ı vicdâna gel
tevhîde[32]
Raûfî olup
hayrân cân ü ciğeri büryân
Ey
dîdeleri giryân handâna gel tevhîde
* * *
Gönül
mir’âtına şems-i inâyet
Tecellî
eyledi el-hamdü li’llâh
Zuhûr itdikce
ol nûr-ı hüviyyet
Tecellî
eyledi el-hamdü li’llâh
Tarîkatda
tutardım istikâmet
Bana telkîn idüp sâhib-i şerîat
Dilerken
Hâlık’ımdan istiânet
Tecellî
eyledi el-hamdü li’llâh
Hakîkat
reh-nümâsıdır bil ey cân
Dil ü
cân gül-şeninde mâh-ı tâbân
Derûnum
şehrine bu gün o sultân
Tecellî
eyledi el-hamdü li’llâh
Nübüvvet
merkezi ol kutb-ı eflâk
Risâlet
ma’deni ol sırr-ı “levlâk"[33]
İşâret
eyleyüp gösterdi idrâk
Tecellî eyledi el-hamdü li’llâh
Hüviyyetden
irişdi bana itmâm
Ana müştâkiken heb hâss ile âm
Raûfî’ye
tarîkat oldu in’âm
Tecellî
eyledi el-hamdü li’llâh[34]
*
* *
Cemâlin
şem’ine Yâ Rab yanan dil mest ü hayrândır
/68/ O dildir çeşme-i hayvân
akar âbı firâvândır
Çalışup
dest-i himmetle habâisden dili pâk it
Bulup
kîmyâ-yı Rahmânî ana âşık hezârândır
Kanı
bir dîdesi açık kamu akrânını sâbık
Bu
meydândan alan oldun o cân içinde cânândır
İki âlem kuyûdunu bugün
kat’ eyleyen ârif
Düğünün merkezin buldu
beğim ol kutb-ı devrândır
Kemâlât isteyen âşık
nazar kılsun bugün mâha
Terakkîde tenezzülde
katî ibret nümâyândır
Kamer-veş sen dahi seyr
it bu eflâk-ı maârifde
Görüp
dil âsumânından alan mührü Süleymândır
Dilinde
gevher-i rahmet görürse münkirin aynı
Bugün
vuslat sarâyında o âşık şâh-ı mârândır
Visâlin
şehrine akan bugün ol bahr-ı bî-pâyân
O yolun
tâciri her ân tükenmez bir kâr-bândır*
Gönül
bir katre-i mâsın derûnun gâyeti ummân
O
deryâdan çıkan gavvâs bu gün şâh-ı süvârândır
Gönül
gâyet bidâyetle irüp vahdet sarâyına
Raûfî
pîrler içinde bugün pîr-i Horâsândır
Bu son beyit Hz. Şeyh’in kemâlât-ı ârifânelerine delâlet
ediyor. Hz. Raûfî halîm, selîm, mütevâzi’, mahviyyet-perver, ihtifâyı sever bir
zât-ı âlî-kadr imiş. Hz. Pîr, irtihâlinde yüziki yaşında idi. Muammerînden
oldukları nümâyândır. (Kaddesa'llâhu sıırrahû)
/69/
Şeyh
Halef Muhammed Efendi
O asırda kubbe şeyhi bulunan ve elyevm Kâsımpaşa’da medfûn
bulunan Halef Muhammed Efendi merhûm, Hz. Şeyh’in meftûn-ı kamâlâtı olanlardan
idi. Bu zât, Bağdâdlıdır, tarîk-ı Kâdiriyye’den müstahleftir. Şeyh Süleyman Efendi-zâde
el-Hâc Muhammed Emîn Efendi vefât eyledikte Kubbe Tekkesi’ine şeyh olmuş idi.
1179/(1765-66) senesinde irtihâl eylemiştir.
"Şeyhu'l-makbûlîn" (شيخ
المقبولين) târîhidir.
Bu na’t-ı şerîf onundur:
Gönülde
âteş-i aşkın nihândır Yâ Rasûla’llâh
Velî
nâr-ı muhabbet bî-emândır Yâ Rasûla’llâh
Halef
kurbânın olsun bendegânından şumâr ile
Senin
kurbânın olmak ana şândır Yâ Rasûla’llâh
Servet Bey merhûm, Hz. Şeyh (Raûfî)’nin nazar-ı
kîmyâ-eserine bürhân olarak şu menkabeyi nakl etmişlerdi:
İşte bu zât (Halef Muhammed Efendi), mübtelâ olduğu illetin
te’sîriyle ayakta duramayacak derecede esîr-i firâş iken, bir gün Raûfî
hazretlerini ziyâret iştiyâkının taht-ı te’sîrinde kalarak gitmeğe teşebbüs
etmiş idi. Ahibbâsı her ne kadar gidecek hâlde olmadığından ferâgat eylemesini
teklîf etmişler ise de, mümkün değil ârzûsundan vazgeçiremedikleri cihetle
çâr-nâ-çâr bir dest-gereye koyarak Kubbe Dergâh-ı şerîfinden Bahçekapısı’na
indirmişler, kayıkla Salacak İskelesi’ne çıkarmışlar, koltuklarına girip birçok
mihen ü meşekkatle, Hz. Raûfî’in bulundukları dergâh-ı münîfe götürürler. O
sırada Hz. Şeyh, dergâhın önünü süpürüyor imiş; Şeyh Muhammed Efendi, müşârünileyhi
gördüğü gibi, koltuklarını tutanlara, “Beni bırakınız, yalnız gideceğim.”
der. Onlar da yalnız bırakırlar. Serbestce yürümeğe başlar. Hâzırûn, /70/
bu hâline hayret ederler. Hz. Raûfî’nin Şeyh Muhammed Efendi’ye nazarının
taalluku, ondaki marazı mahva sebeb-i müstakil olmuş idi. Hâki zer eden o
nazar, nazar-ı kîmyâ-eser idi. Muhammed Efendi, Hz. Pîr’den sonra daha dokuz sene muammer olmuştur.
BUHÛRİYYE-İ
HALVETİYYE
/71/
Şeyh
Muhammed el-Buhûrî:
Ramazâniyye şuabâtındandır. Şeyhi İbrâhîm Efendi b.
Mestci-zâde Ali er-Rûmî, onun şeyhi Ali er-Rûmî, onun şeyhi Ramazâneddîn-i
Mahfî – kuddise sırruhû -hazretleridir.
Ederneli olup, 1039/(1629-30) senesinde irtihâl-i dâr-ı
bakâ eylemiştir. Harîrî-zâde’nin Tibyân’ında pek az
ma’lûmât vardır. Başka bir eserde fazla ma’lûmât yoktur.
HAYÂTİYYE-İ
HALVETİYYE
Şeyh
Muhammed Hayâtî Efendi
Ramazâniyye şuabâtındandır.
MISRİYYE-İ HALVETİYYE
/72/ Şeyh Muhammed
Niyâzî-i Mısrî
Eâzım-ı evliyâu’llâhtan bir pîr-i rûşen-zamîrdir. Gül-zâr-ı
Halvetî’nin nâdir yetiştirdiği güllerdendir.
O
bi’smi’llâh ile çekmiş alem-i erbâb-ı îmâna
Cemî’-i
kudsiyâna muktedâdır Hazret-i Mısrî
Bütün
erbâb-ı irfâna tasarrufda müsellemdir
Celîs-i
taht-ı kutbiyyet-fezâdır Hazret-i Mısrî
Odur ol
Mısri-i sâhib-zamân u nokta-i devrân
Gubâr-ı
dergehi kuhl-i cilâdır Hazret-i Mısrî
Avâlim
mülkünü itmiş ihâta nûr-ı sırrıyla
Anınçün
Halvetî’de pîşvâdır Hazret-i Mısrî
Rızâ
bâbı çü feth oldu hilâfet sırrıla ey şâh
Cemîan
ehl-i aşka muktedâdır Hazret-i Mısrî
Hz. Mısrî’yi çok severim, ona büyük bir muhabbetim,
şiddetli bir meclûbiyyetim vardır. İsm-i mübâreki her nerede yâd olunsa kalb-i
fakîrânemde âdetâ âsâr-ı vecd zuhûra gelir. Cenâb-ı Hak, mazhar-ı şefâati
buyursun. Mevliden Malatyalı, meskenen Bursalı, medfenen Limnili olup, pederi
Malatya eşrâfından “Soğancı-zâde” demekle meşhûr ve tarîk-ı Nakşıbendî
ricâlinden Ali Çelebi’dir.
1027 senesi şehr-i Rebîulevvelinin onikinci Cuma (9 Mart 1618)
gecesi meydân-ı şuhûda kadem bastı. Malatya’da ulûm-ı ibtidâiyye vü âliyeyi
tahsîl ile, ibâdât u ferâiz ve sünen ü nevâfile riâyâtı mütezâyid oldu. Tarîk-i
ilmîden icâzesi vardır. Neşr-i ulûm ve va’z u nasîhate başladı. Muhabbetu’llâh
gün-be-gün deryâ-yı zamîrinde temevvüce başladı. Hubb-ı dünyâdan münkatı' oldu.
Malatyalı Şeyh Hasan Efendi nâmında bir zât ile dâimâ hem-sohbet olurlardı.
İntisâb ile kisve-i tarîkata büründü. Biraz zamân sonra şeyhi irtihâli-i dâr-ı
bakâ eyledikte Hz. Mısrî dâğ-dâr oldu. Zîrâ ziyâde muhebbet bağlamış idi. Şiddet-i
tahassürün te’sîriyle seyâhate karar verdi. 1048/(1638-39) târîhinde, henüz /73/ yirmibir
yaşında iken sahrâ-yı seyâhate çıktılar.
Gâyet zekî, fıtraten son derece müsteid bulunmağla, çok az zamânda
ulûm-ı akliyye vü nakliyyeden ve neş’e-i taîkattan behre-mend olması ondaki
isti’dâd-ı Hudâ-dâdın en büyük mahsûlüdür.
Diyarbakır-Mardin tarîkıyla Bağdâd’a vâsıl oldu. Buradaki
eimme-i ızâmı ve evliyâ-yı kirâmı, bâ-husûs gavs-ı a’zam cenâb-ı pîr Sultân
Abdülkâdir-i Geylânî (kuddise
sırruhu'r-rabbânî)’yi ziyâretle kâm-yâb oldu. Birçok zevât-ı kirâma mülâkî
olup, Meşhed-i Kerbelâ’ya revân ve İmâm Hüseyin (radıya'llâhu anh)
efendimizi ziyâretle müstağrak-ı fahr-i bî-pâyân olarak Bağdâd’a avdet eyledi.
Dört sene ulûm-ı aliyye tahsîline devâm eylediler. Sonra Mısru'l-Kâhire'ye
giderek burada defîn-i hâk-i gufrân olan mazanna-i fihâmı ziyâretle musâb
oldular. Şeyhûniyye nâm mahalde tarîkat-ı aliyye-i Kâdiriyye meşâyıhından bir
zâtın zâviyesine müsâfir olarak şeyhinin nazar-ı dikkatini celb eylediler. O da
şeyhine muhabbet hâsıl edip tecdîd-i bey’at ettiler. Bu sırada keşfi açılmağa
başladı. Câmiu’l-Ezher’e devâm ile, hem tederrüs, hem de tedrîs ile iştigâl
edip, eyyâm-ı mübârekede kürsüye çıkar, va’z ederler imiş. Bu sırada, lisân-ı
Arab'ı fesâhatiyle, belâgatiyle elde ettiklerinden gâyet güzel Arapça
konuşuyorlardı.
Hz. Mısrî irfâna kanâat etmiyor, izdiyâdına tâlib bulunuyor
ve Hz. Hakk’a bu yoldaki münâcâtıyla tullâb-ı irfâna yol gösteriyorlardı:
Yâ Rab
bize ihsân it vuslat yolunu göster
Sûretde
koma cân it uzlet yolunu göster
Nefsimi
hevâdan kes kalbimi riyâdan kes
/74/ Meylimi sivâdan kes
halvet yolunu göster
Cândan
sana tâlib kıl her tâate râgıb kıl
Bir
pîre musâhib kıl hizmet yolunu göster
Ta’lîm
idüp esmâyı bildir bize eşyâyı
Duymağa
'ev ednâ'yı hikmet yolunu göster
Hâr
içre biter gül-zâr zâr içre doğar envâr
Her
şeyde tecellin var ru’yet yolunu göster
Sevdiğim
ola vuslatda halvet bula halvetde
Bu Mısrî’ye
kesretde halvet yolunu göster
“Mısrî” tahallusu Mısır’da bulunmalarından kinâyedir.
İsimleri Muhammed, mahlasları Niyâzî’dir. Şiirde gâh Niyâzî, gâh Mısrî tahallus
buyururlar. Hz. Mısrî o terâne ile dem-sâz ve şiddet-i riyâzet ü ibâdetle
ser-efrâz oldu. Bu sırada bir gece âlem-i menâmda, cenâb-ı gavs-ı a’zam
Abdülkâdir-i Geylânî (kuddise sırruhu's-samedânî)’yi görürler. Bakar ki,
bir taht-ı muazzamda oturuyorlar, etrâfına huddâm ve kurenâsı toplanmışlar. Hz.
Mısrî, kendi(sini) bunların arasında görünce, kemâl-i hicâbından nâşî taşraya çıkmağa
yol aradığı sırada, Hz. Gavs nezd-i âlîlerine da’vet buyurup bir kese altun
bahş eylemekle berâber, “Nasîbin diyâr-ı Rûm’dadır, Mısır’da değildir.”
buyurmuşlardır. Bu rü’yâyı şeyhine anlattıkta, “Hüsn-i ta’bîr nümâyândır.”
diye hemân hilâfet verip duâ etmiş.
Hz. Mısrî, Mısır’da ikâmetinin dördüncü senesinde, 1056/(1746)
senesinde Dersaâdet’e muvâselet buyurmuşlardır. İstanbul’da, Sultanahmed
civârında Sokollu Mehmed Paşa Dergâhı’nda /75/ ikâmetle erbaîn
çıkarmışlardır. Hücreleri el-ân mahfûzdur. Oturdukları post teberrüken ziyâret
olunur.
Hücrenin kapısındaki levhada:
Cenâb-ı
şöhre-bahş-ı ümm-i dünyâ Şeyh Mısrî kim
Bu
dergâh-ı şerîfi erbaîni eylemiş ihyâ
İdüp
esmâ-i sıbteyn ile bâb-ı hücreyi tezyîn
Sezâdır
âsitânı hâss u âmma olsa bu şeş-câ
kıt’ası
yazılmıştır.
Tahtaları el-ân o zamân Hz. Mısrî’nin pâ-yı mübârekinin
değdiği, göz yaşlarının döküldüğü tahtalardır. Buraya hem-civâr olan bir
konakta mukîm sadr-ı esbak Halîl Rif’at Paşa merhûm odanın döşemesinin
tecdîdine teşebbüs ettiği sırada Hz. Mısrî’yi âlem-i ma’nâda görüp, “Gözlerimin
yaşıyla yıkanmış olan tahtaları muhâfaza ediniz.” diye emr ü ihtâr
buyurmalarıyla, tahtaları muhâfaza şartıyla emr-i tersînine i’tinâ eylemiştir.
Şeyh Elîf Efendi, Tenşîtu’l-Muhibbîn’de
yazıyorlar ki, şeyhu’l-ârifîn kudvetü’l-muhakkıkîn Hz. Şeyh Mısrî en-Niyâzî (kuddise
sırruhû) İstanbul’da, Yedikule civârında Hacı Evhadüddîn Dergâhı’nda bir
hücrede i’tikâf buyurmuşlardır. Bu hücre el-ân hüsn-i muhâfaza olunur. Burada
bilâhare Mesnevî-hân Hüsâmeddîn Efendi merhûm teberrüken oturmuştur.
Kasımpaşa’da pîr-i tarîk-ı Uşşâkî Hasan Hüsâmeddîn - kuddise
sırruhu'l-metîn- efendimizin hânkâhlarında da müsâferetleri olup, burada
teberrüken kazdırdıkları kuyu el-ân mevcûddur. Suyu li-hikmetin tatlıdır.
İslâm, Hıristiyan merzâları gelirler, o sudan içerler, gözlerine sürerler. Göz
ağrısına gâyet iyidir. Bu sudan alır götürürler. /76/ “Şifâ
Kuyusu Mısrî kapısı” diye şöhreti vardır. Muharrir-i fakîr, bu kuyunun tulumba
vâsıtasıyla şadırvana îsâline delâlet ettim. Her yerde su çekilir, bu kuyunun
suyu bitmez. Hz. Mısrî’nin eser-i kerâmetidir.
Bursa’da Âsitâne-i Mısrî şeyhi Muhammed Şemseddîn Efendi, “Elde,
âsârda, müşârünileyhin böyle bir kuyu
hafr ettirdiğine dâir kayd yoktur.” diyorlar. Lâkin zamânımıza kadar
teselsül etmiş bir rivâyet vardır ve böyle bir kuyu kazdırmaları, Âsitâne-i
Uşşâkî’de bulunmaları şeref-i zâtîlerine nakîsa verecek bir şey değildir.
Vesîle-i rahmet olan şu eser-i hayrdan halkın yüzünü çevirmek Hz. Mısrî’ye
karşı edilen hürmeti, okunan rahmeti kesre sebep olur. Şâyân-ı iltifât
görülmemiştir.
Hz. Mısrî’nin âtîde îzâh olunacağı üzere, da’vet-i pâdişâhî
üzerine İstanbul’a ikinci def’a teşrîfleri vâki’ olmuştur. Buralardaki
ikâmetleri hangi zamânlara âiddir, bilinemiyor; ilk teşrîflerinde Muhammed Paşa
Dergâhı’nda ikâmetleri anlaşılıyor.
Hz. Mısrî, İstanbul’da bir müddet ikâmetten sonra, 1071
evâhiri ve 1072 evâilinde (Ağustos-Eylül 1661)) Bursa’ya bi’l-azîme, Câmi’-i
Kebîr kurbundaki medresede meşgûl-i ibâdât u tâât olup, gördüğü rü’yânın
te’sîriyle Uşak’a azîmet etmiştir.
Uşak’ta Sinân-ı Ümmî Elmalı[35]
hazretlerinin halîfesi Şeyh Uşşâkî Zâviyesi’ne müsâfir olup, Şeyh Sinân-ı Ümmî
dahi, keşf-i hakîkatle Hz. Mısrî’yi taltîf etmek üzere Elmalı’dan Uşak’a gelip,
“Muhammed Mısrî isminde bir dervîş geldi mi?” diye istifsâr(da)
bulununca, “Evet sultânım, geldi. Efendimize teslîm olmak için teşrîf-i
âlînize /77/ muntazırdır.” diyerek Hz. Mısrî’yi o şeyh-i
âlî-câha takdîm eyledi. Hz. Mısrî kemâl-i ta’zîm ile yed-i mübâreğini teslîm
etti. 1057/(1647) senesinde tecdîd-i bey’at kıldılar. Birlikte Elmalı’ya gidip,
dergâhda imâmet ve hitâbet ve tedrîs gibi hıdemât-ı nâfiada bulunup, ikmâl-i
âdâb-ı sülûk eyledi.
Azîzinin müsâadesiyle memleketine gidip avdetinde dokuz
sene şeyhine sadâkatle hizmet eyleyerek ilbâs-ı tâc u hırka olunup irşâda
me’mûr oldular. Evvelâ 1066/(1656) senesinde Uşak’a gittiler.
Azîzleri, Hz. Mısrî hakkında, “Bi-kudreti’l-Meliki’s-Settâr,
bizler görmez isek, sizler görürsünüz; bizim Mısrî Muhammed dervîş, câlis-i
mansıb-ı kutb-ı kibâr ve mürşid-i pür-iştihâr olacaktır.” buyurmuşlardı.
Fi’l-hakîka öyle oldu.
Medhiyye-i Misrî-i Niyâzî:
Hazret-i
Mısrî Niyâzî kâmilânın akranı*
Nutk-ı
âlîsiyle cân bulmakdadır heb ârifân
Müstenîr
ol himmet-i kudsiyyesiyle Tâciyâ
İlm ü
irfân kânıdır hem ilticâ-gâh-ı cihân
Burada biraz tevakkufla Sinân-ı Ümmî'nin kim olduğundan
bahs edelim.[36]
/81/
Hz. Mısrî, Uşak’ta ve ba’dehû (Afyon)karahisar’da bir müddet irşâd ile meşgûl
olarak Bursa’yı teşrîf ve halkın ârzû ve istirhâmı üzerine, Şeker Hoca
Mahallesi câmi’-i şerîfinde Cum’a geceleri icrâ-yı âyîn-i behîn-i tarîkat
eylemiştir. Beş vakitte namâzı cemâatle edâya muvâzabet ve Câmi’-i Kebîr’de
ale’l-ekser Kur’ân-ı Kerîm tilâvet ve hasbeten li’llâh imâmet ve bazı def’a
va’z u nasîhat eylerdi. Va’z ettikleri mahal, Bursalılarca mukaddes
addolunduğundan Ramazân-ı şerîfde ve eyyâm-ı sâirede, nice âşıklar bu mahalde
imrâr-ı evkât ederler. Bu abd-i âciz dahi, Bursa’ya her gittiğimde orada iki
rek’at namaz kılar, duâ ederim. Cidden rûhâniyyet-i Hz. Mısrî orada
müstevlîdir.
Hz. Mısrî bir müddet sonra teehhül eyledi. Bir erkek bir
kız evlâdı dünyâya gelmiştir.
Bu sırada cemâl-i bâ-kemâl-i Muhammedî’yi müşâhede ile ve
iltifât-ı celîle-i nebeviyyeye mazhariyyet ile kâm-yâb olarak şeref-şâyân
buyurulan müsâade-i inâyet-i mu’tâde-i peygamberî ile, 1075/(1664-65) senesinde
Kasîde-i
Bür’e’yi tesbî’ eylemiştir. Bunu mütâlaa edenler Hz.
Mısrî’nin lisân-ı Arab’daki kudret-i ilmiyyesine ve garâmiyyâttaki mertebe-i
ulviyyesine hayrân olurlar.
Ba'zı bed-hâhânın ilkâât-ı fâsideleriyle tekkelerde icrâ-yı
âyîn men’ olunmağla ehl-i tarîkat ziyâdesiyle mahzûn olmuştu. Vâiz-i meşhûr
Vânî Efendi, ehl-i tarîkatın, bâ-husûs Hz. Mısrî’nin hasm-ı cânı kesilmiş ve
Mevlevîhâneleri de seddettirmişti. Hâsıl olan ihtiyâc üzerine Sultân Mehmed
Hân-ı râbi’, Hz. Mısrî’yi İstanbul’a da’vet etti. Tarîkat-ı aliyye lehinde /82/
Ayasofya’da va’z etmeğe me’mûr buyuruldu. Da’vete icâbetle gelip, câmi’-i
şerîfde, pâdişâh-ı müşârünileyh ve ulemâ ve urefâ ve meşâyıh ve erkân-ı devlet
hâzır olduğu hâlde kürsüye çıktı, edille-i muknie ile tarîkatın hak olduğuna ve
âyîn-i ehlu'llâhın mugâyir-i şer'-i şerîf bulunmadığına dâir îrâd-ı hakîkat
eyledi. Öyle mühim te’sîrler husûle getirdi ki, derhâl ber-sâbık icrâ-yı âyîn
olunmasına müsâade edildi. Sene: 1086/(1675).
Vânî Efendi, bir sebeple dûçâr-ı gazab olup, Bursa’ya nefy
edildi. Müstakîm-zâde’nin şu kıt’a(sı) ne hoştur:
Vâni
cânî gelince devlete
Eyledi
âyîn-i Mevlânâ’yı red
Hazret-i
Monla anı bir atdı kim
Ez-cüdâyîhâ
şikâyet mî-kuned
Hz. Mısrî, 1086’da Bursa’ya avdetle yine irşâda devâm
eyledi. Bir Cum’a gecesi zikr-i şerîf sadâsı o civârda menfiyyen sâkin bulunan
Vânî merhûmun kulağına erişmiş; ertesi günü bir mecliste, “Dün gece av’ave-i
kilâbdan râhat uyuyamadım.” demesi,
Hz. Mısrî’nin sâmia-i ıttılâına erişince, “Mahalleye yabancı bir kelb
geldi, o gürültü onun üzerine idi.” diye pek güzel bir cevâb-ı zarîfde
bulunmuştur. Esteîzü bi’llâh, (وَلَا تَنِيَا فِي ذِكْرِي)[37] âyet-i kerîmesinin ma’nâ-yı münîfinde, “Benim
zikrimde vânî olmayınız.” diye Vânî’ye telmîhde bulunan Hz. Mısrî’nin Vânî
merhûma ne kadar iğbirâr-ı kalbî hâsıl ettiği nümâyândır.
Hz. Mısrî’nin şöhreti günden güne tezâyüd eyledi. 1080/(1669-70)
târîhinde Bursa’daki dergâh inşâ olundu. Bir rivâyette Abdal Çelebi nâmında bir
zât bu emr-i hayra delâlet etti. Müştâkân-ı aşk cem’ olmağa başladı. Mürîdân
arttıkça arttı.
Hz. Mısrî’nin tarîk-ı mükâşefede ve ilm-i münâzaradaki /83/
ihâtası şöhret buldu. Rusya ile harb zuhûr eyledikte enfâs-ı kudsiyyelerinden
istifâde emeliyle Köprülü-zâde Fâzıl Ahmed Paşa, pâdişâh nâmına Edirne’ye
da’vet etti. Üçyüz kadar mürîdânıyla maan orduya li-ecli’l-iltihâk Edirne’ye
âzim oldular. Arz-ı hıdmet ederek avdet buyurdular.
1083/(1672) târîhinde ordumuz Kamaniçe seferinde iken
ikinci def’a Edirne’ye geldiler. Câmi’-i Atîk’ta (bir rivâyette Sultân Selîm
Câmi’inde) va’z ederken kendilerinden hâlet-i garîbe ârızasıyla ba'zı kelîmât-ı
acîbe zuhûr etti. Devletin emr-i idâresindeki yolsuzlukları ve muhârebât
zuhûrunun millet ve devlet üzerindeki te’sîrât-ı elîmesini şerh ve tafsîl ile,
pâdişâhı, erkân-ı hükûmeti ye’se düşürecek sözler söyledi. Hak söz acıdır, hoşa
gitmediğinden, Edirne’de Hz. Şeyh’in devâm-ı vücûdu, sözlerinin hükûmet
aleyhine ve orduda teşevvüşe bâis olacağı korkusu ile Hz. Mısrî’yi Rodos’a nefy
ettiler. Fakat dokuz ay sonra Bursa’da li-ecli’l-ikâme avdetine müsâade olunmuş
idi. Yine va’zda mesâil-i cifriyyeden bahs ile ba'zı vukûâttan haber vermesi hoşa
gitmediğinden 1088/(1677) senesinde, bazı münâfıkların kurbân-ı iftirâsı olarak
Limni’ye nefy olundu.
Burada oniki (bir rivâyette onbeş veya yirmi) sene kaldı.[38] Zikr
ü irşâd ile meşgûl oldu. Alâ-rivâyetin, “Aşık Yûnus’un kabri” diye bir kabir
keşf eyledi. Köprülü-zâde Mustafa Paşa’nın delâletiyle ıtlâk olundu. Bursa’ya
avdetinde, tekrâr Limni’ye geleceğini ve mahall-i kabrini keşf ü beyân etti.
/84/
1104 Şevvâlinde (Haziran-Temmuz 1693), “Taraf-ı Hak’tan
sefere me’mûr olduk.” diye tekrâr Edirne’ye gelerek Sultan Selîm Câmi’-i
şerîfine nâzil olmuşlar. Ziyâret-i aliyyelerine şitâbân olan cemâat-i uzmâya
va’z ederken umûr-ı devlete müteallık havsalasız sözler sarf ve yine cifirden
bahs etmekle yine menfiyyen Limni’ye i’zâm olunmuştur. Hz. Mısrî, bu def’a gazab-nâk
idi. Bu gazabın te’sîriyle Edirne’de, hareket-i arz gibi ba'zı hâdisâtın
vukûuna şâhid olan ve ehlu’llâhdan bulunan kimseler, müşârünileyhin teskîn-i
hiddetine bâis olmağa çalışmışlardır.
Âdet-i
Hakk’a muhâlif bir iş itmez yoksa
İtse
seyr it o zamân kudret-i ehlu’llâhı
Zîr ü
bâlâyı ider emrine münkâd ü mutî’
Virse
bir abdine Hak rütbet-i ehlu’llâhı
Hattâ meşhûrdur, bir öküz arabasına bindirmişler, Gelibolu
tarîkıyla Limni’ye sevk olunurmuş. O zamân Hz. Pîr Hasan Sezâî-i Gülşenî henüz
küçük yaşta imiş. Şeyhi La’lî-i Gülşenî, "Aman evlâdım, koş Hz.
Mısrî’ye yetiş, arabasının önüne yat, afv dile, nazarlarını celâlden cemâle
çevirmeğe çalış." diye emredince, Hz. Sezâî yetişir, aldığı emir gibi
hareket eder. Hz. Mısrî’de hâl değişir, fakat müsâdif oldukları yer İstanbul
Mezarlığı yolunda imiş. Hz. Mısrî, “Evlâdım bizim âsâr-ı celâlimiz bâkî
kalsaydı, kudret-i ilâhiyye ile şehri zîr ü zeber eder idik.” diye bir
mezâr taşını hiddetle sallayınca, li-hikmeti’llâhi taâlâ, Edirne’(de) zelzele
olmuştur. Herkes havf u hirâs içinde kaldı. /85/ “İltifâta,
makâmât-ı aliyyeye sezâsın.” diye taltîfi, “Sezâî” tahallusuna sebep oldu.
Inde’l-hisâb o zamân yirmidört yaşlarında bulunduğu anlaşılan Hz. Sezâî’ye
duâlar etti. Ehl-i İslâm’ın saâdetini temennî eyledi, yola revân oldu. Hükûmet
tarafından Azbî Çavuş isminde bir muhâfız yanına terfîk olunmuştur.
Edirne’de vâli Kaymakam Osman Paşa idi. Hz. Şeyh’e karşı
âsâr-ı şiddet göstermiş idi.
Azbî Çavuş, Hz. Mısrî’ye refâkat ettikçe kemâlâtına meftûn
olup, arz-ı nisbet etmiş ve emrine münkâd olmuştur. Sâdıkâne hizmet yüzünden
nâil-i kemâl olup hilâfet almıştır. Erenköy’de Merdiven karyesindeki Bektaşî
Dergâhı’nda seccâde-nişîn olmuştu. Orada medfûndur. Terceme-i hâli
yazılacaktır.
Hz. Mısrî’nin tekrâr Limni’ye nefy olunmasına bir takım
sebepler vardır:
Birincisi, Bursa’ya avdetinde
istikbâline şitâbân olmadık kimse kalmamış; tabl, kudüm çalarak, evrâd ü ezkâr
ile karşılanmış, fakat bu hâl hükûmetin nazar-ı dikkatini celb eylemiş idi. İkincisi,
Hak sözü söylemek zamânı gelirse söylemekten çekinmezdi; ne pâdişâh, ne erkân-ı
hükûmet, hiç birinden pervâ eylemezdi. Üçüncüsü, vahdet-i vücûda ve ba'zı
mertebe-i hakâyıka dâir söylediği sözler ehl-i zâhirin havsalasına sığmıyordu.
Mugâyir-i dîn farzolunan akvâl-i şerîfesiyle kendini ithâma kalkışanlar
bulunuyordu. Nitekim âtîde bir kısmı tafsîl olunacaktır. Dördüncüsü,
onun kemâlini, şöhretini istirkâb edenler çok ziyâde idi.
Erbâb-ı
kemâli çekemez nâkıs olanlar
Rencîde
olur dîde-i huffâş ziyâdan
/86/
Beşincisi, celâli cemâline gâlib
idi. Şedîdü’l-hâl idi. Bi’l-farz Sadrazam Köprülü Mustafa Fâzıl Paşa’ya yazdığı
âteşîn mektûb celâline delâlet eder:
“Ey Köprülü-zâde! Mısrî’yi tağlît için kütüb-i evliyâyı
zabt u halel ile doldurdun. Bugün bâb-ı ferâset’e bir mikdâr baktım. Tamâm mütâlaa
ve müşâkele ve mümâsele ile doldurup, Hasan Efendi ile göndermişsin.
Ey Köprülü-zâde! Bâb-ı ferâsetin bir nev’i vardır. Onu
ehlu’llâh yazmamışlardır. Odur ki, nûr-ı ferâsetle bir şey’e ârif ve muttali’ olsa,
onu izhâr etmekte mahzûr var mıdır, yok mudur? Olduğu sûrette zarar kendisine
midir, dostlarına mıdır, yâhûd düşmânlarına mıdır? Zarar kendisine ise, velev
ba’de-zamân ise, onun izhârını terk eder. Kendüye “Câhil
imiş, eşek imiş, ahmak imiş.” derler. İzhâr etmez, ikinci kendüye izhâr
etmekte nef’i var, lâkin dervîşlerine zarar var; bu dahi velev ba’de-zamân ise
de, terk-i tağyîr ve ta’yîbi kabûl eder.
Üçüncü odur ki, izhârında kendisine nef’i vardır;
dostlarına dahi. Yâhûd nef’ ve zarar müeerred düşmânlarına olur; ârif onu izhâr
etmekte iki veche nâzırdır: Kâmil olan, düşmâna gelen zararı kayırmaz, izhâr
eder. Ammâ ekmel olan ârif de, dosta gelecek zararı nice kayırırsa, düşmâna
gelecek zararı dahi öyle kayırır. Zîrâ düşmân kalıcak, ârif terakkîden kalır.
Dost ile düşmân iki ayak gibidir. Düşmân giderse bir ayak ile kalır. Bir ayak
ile hod menzile varılmaz. Bu hâli her ârife Allâhu azîmü’ş-şân vermemiştir. Her
peygamber bir kemâl ile fahr eylemiştir. Mısrî Efendi dahi düşmânlarıyla fahr
eyler. Onsekiz sene habsde olduğuna fahr u şükr eyler.
İlâhî, sen şol fazl u minen sâhibisin ki, hadd ü pâyânın
yoktur. Cemî’ cevâhir ü araza ve ecnâs-ı envâ’-ı efrâda şumûlü bir katresine
noksân getirmez. Cümle usâtın cürmünü bir katresi mahv eder. Ben şumûl ü hıtâb
sâhibiyim ki, cürmüme hadd ü pâyân yoktur. Beni afv eyle /87/
bî-nihâye fazlın ile. Hâl ehline ma’lûmdur. Ma’zûr ola. Ve’s-selâmu alâ meni’ttebea’l-hüdâ.
Hâdimü’l-fukarâ Muhamed-i Mısrî.”
Hz. Mısrî’yi zincîr ve bukâı altında terk-i hayât
ettirdikleri mervîdir. Alâ rivâyetin, Nübüvvet-i Haseneyn hakkında yazdıkları
risâlenin mazmûnunu avâm tabakası kavrayamadığından dedi-kodu tevessu’ etmiş ve
bu gürültü esâsen iki sene kadar ortada çalkanmıştır. Bunun üzerine Şeyhu'l-islâm
Tiryâkî Feyzullâh Efendi, Hz. Mısrî-i Niyâzî’nin katline fetvâ verip, fakat
bundan bi’l-âhare ferâgatle gûyâ mesmûmen irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir.
Bursalı İsmâîl Hakkı hazretlerinin, şeyh-i müşârünileyh
aleyhinde yazılan bir mektûbunu gördüm. Diyor ki:
“Zamânımızda, Bursa’da Şeyh Mısrî nâmında bir müfsid zuhûr
edip, nübüvvet-i Hasaneyn'e kâil olup, nice bin âdemi derece-i ilhâda ve belki
mertebe-i küfre eriştirdikte Şam’da ba'zı ehl-i ilhâd te’vîli husûsunda risâle
yazıp Bursa’ya irsâl etmiştir. Bu dahi ke’l-evvel bâtıldır. Zîrâ evliyâda
nübüvvet-i örfiyye olmasını ve icmâ’-ı ümmeti ve belki nass-ı sarîhi nefy-i
müstelzem olan ibâret ısgâ olunmaz. Gerek onda te’vîl ola, gerek olmaya. Zîrâ
te’vîl-i zaîf ile teevvül olunsa belki ifsâd fi’l-arz hâsıl olur ve küfr ü îmân
birbirine tedâhül bulur ve bir kimse ihtilâl-i âleme bâis ve akâid-i nâsı
ifsâda sebep olup, bid’at-i fâhişeyi dâî olsa tesvîl ve tezvîrine nazar
olunmayıp katl olunur. Nitekim emr-i da’vâ-yı nübüvvet iki sene müstemir
olduktan sonra Şeyhu'l-islâm Tiryâki Feyzullâh Efendi, Şeyh Mısrî’nin katline
fetvâ verip, mesmûmen intikâl-i dârü’l-cezâ’ eyledi ve bu asr ehlinin ihtilâl-i
dîni şol dereceye geldi ki, Karabaş Ali Efendi ve Şeyh Mısrî’nin ilâ-hâza’l-ân
etbâına ruhsat verip, /88/ hâlleri üzere terk
etmişlerdir ve bunlardan sonra dahi eşrât-ı sâatten olan nice deccâllar zuhûr edip,
her biri zen-i dünyâyı kendine tezvîc için hîle vü mekrini tervîc etmektedir.
Binâen-alâ-hâzâ hâlen etrâf-ı bilâdda olan küffâr ü eşrâr istîlâ-ı tâm ve
hücûm-ı âmm üzeredir.”
İsmâîl Hakkı merhûm, bu şerhi, (Niyâzî-i Mısrî’nin)
Hasaneyn efendilerimizin nübüvvetleri hakkında yazmış olduğu risâle üzerine
yazmıştır. Bu risâle ahîran 1271/(1854) târîhinde Hasan Rızâ Efendi tarafından
tab' edilmiş idi.
Mülâhaza:
Hz. Mısrî ve İsmâîl Hakkı merhûm büyük adamlardır.
Beynlerinde cârî olan bu sözler mülâtafe kabîlinden addolunur. Ancak dikkat
edilecek bir nokta vardır: İsmâîl Hakkı’nın ibtidâ-yı hâlinde, Hz. Mısrî
müntehâda idi. İsmâîl Hakkı hazretleri, henüz talebelik hayâtındaki bir sinde
iken ne Karabaş Velî’nin vahdet-i vücûd mes’elelerine, ne de Hz. Mısrî’nin
te’vîlât âlemine yanaşacak, henüz bu meydânda at oynatacak bir çağda değildi.
Sonraları kendi de vahdet-i vücûda kâil olup, sözlerinde zâhiri bile muhâfaza
edemez bir hâle gelip, o da nefy ve iclâ olunduğu gibi, tarîk-ı te’vîlde
eserler yazmış, ilm-i zâhir ulemâsına ta’n-endâz olmuş, akla hayâle gelmez
tevcîhât-ı kelâmiyyede sâhib-i meydân olduğunu âleme i’lân etmiştir. Bâlâdaki
yazıları ibtidâ-yı hâlinde yazılmış şeydir. Buraya nakilden /89/ maksad-ı
fakîrânem, aleyhinde icâle-i efkârda bulunmak değildir. Hâşâ iki velî arasına
girilmez. Bir eserinde gördüm, onda da Hz. Mısrî’ye gâyet mülâyim bir lisân ile
hitâb ediyor:
Gel bu
sırrı Mısriyâ fâş eyleme
Hân-ı
hâssı âmmeye aş eyleme
Açma
Yûsuf yüzünü a’mâlara
Çeşm-i
nâ-bînâları yaş eyleme
Nûn içinde gizle bu gevherleri
Virme
nâdâna anı taş eyleme
“Bâ”-yı
bi’smillâhdan tâ “mîm”e dek
“Sîn”i
tut bu yüzleri fâş eyleme
Her
yolun bir sâliki var lâ-cerem
Vâsılı
mahcûba yoldaş eyleme
İsm-i
a’zam vechine nâzır isen
Halkın
ayaklarını baş eyleme
Ne ile
tutdun taayyün Hakkıyâ
Noktayı
anınla kardaş eyleme
Görülüyor ya, bu sözlerinden Hz. Mısrî’nin kemâline uluvv-i
mertebesine îmân izhâr ediyor ve onun açık sözlerinin halk üzerindeki
te’sîrâtından korkuyor, mestûrînden olmasını tavsiye eyliyor. Bi’l-münâsebe arz
ettim, Hz. Mısrî’nin intikâli 1105/(1693-94) senesindedir. İsmâîl Hakkı
merhûmun intikâli 1137/(1724-25) senesindedir. Demek arada otuziki senelik bir
fark vardır. Mısrî’nin intihâ-yı makâmı zamânında Hz. Hakkı ibtidâ ve vasat hâlde
idi. Onun için ta’rîzât-ı kelâmiyyesini hiç şüphe etmem, Hz. Mısrî hoş
görmüştür.
Nübüvvet-i Hasaneyn mes’elesi:
Kibâr-ı meşâyıh-ı Şa’bâniyye’den Şeyh Ömerü’l-Fuâdî
hazretleri, Levâyıhu’l-Envâr Şerhi’inde der ki:
“Ulemâ-i kâmilîne ma’lûm olsun, urefâ-yı kâmilîn ve
fuzalâ-yı vâsılîn /90/ tahkîk ve tedkîklerinde nübüvveti
ikiye ayırırlar; nübüveet-i ta’rîfiyye, nübüvvet-i teşrîiyyedir. Dirgir (?) ki,
ehline ke-mâ-kân ma’lûm ve ma’rûzdur. Veliyy-i kâmil ü sâdık nübüvvet-i
ta’rîfiyyeye vâsıl olur. Lâkin nübüvvet-i teşrîiyyeye vâsıl olmaz. Şerh-i Akâid’de,
i’tikâdât bâbında, “Velî derece-i nübüvvete vâsıl olmaz.” dedikleri nübüvvet-i
teşrîiyyedir, nübüvvet-i ta’rîfiyye değildir. Velînin bu vechle vusûlü mücerred
irfân-ı kâmil ile değildir; illâ amel-i şerîat-ı Muhammediyye ve tâat ü
ibâdet-i hamdiyye kuvvetiyle ve bu hâlde devâm ve istikâmetle vâsıl olur. Bu
ecilden ârif ve sâdıklar, fenâ-yı ma’nevî ve bakâ-yı ma’nevî-i hâlî ve
bi-hasebi’l-bâtın mevt-i ma’nevî kemâl bulduktan sonra fenâ-yı sûrî olan ve zâhirî hükmüyle âlem-i sûret ve vücûd-ı
küllîden âlem-i bakâya vâsıl olunca aslâ amel-i şerîatı ve hâl-i ibâdeti terk
etmez.”
Merhûm Şeyh Şuayb Şerefeddîn-i Gülşenî’ye, “Mezkûr
risâle hakkında ne dersiniz?”diye soruldukta, “Oğlum Hz. Mısrî efendimizin
murâd-ı âlîleri anlaşılamamıştır. Müşârünileyhin murâdları nübüvvet-i
ta’rîfiyyeye nâzırdır. Nübüvveti teşrîiyye ve ta’rîfiyye ile ayırmayanlar,
i’tirâzda kalmışlardır. Hasaneyn efendilerimizden ziyâde, haktan hakîkatten
haber veren olmadı. Hz. Mısrî’nin risâlesi mu’teberdir.” buyurup, şu
hikâyeyi nakl buyurdular:
Tarîkaten Mevlevî, sîreten Bektaşî olan Kahyâ-zâde Ârif
Molla’ya bazı muârızlar gelmiş, “Hz. Mısrî’nin nübüvvet-i Hasaneyn
hakkındaki beyânına ne dersiniz?” diye sormuşlar. “Ben Hz. Hasanaeyn’in
de, fazla olarak Hz. Fâtıma’nın da nübüvvetlerine kâilim. Zîrâ, “Hasaneyn
bendendir. Ben de onlardanım. Fâtıma benden bir parçadır.” buyurdu. Ayrı
gayrı yoktur. Şecere-i nübüvvetin dalları aslından fer’dir, i’tirâz götürmez.”
cevâbını vermiştir.
Bir gün Müstakîm-zâde’nin Dîvân-ı Hz. Ali Şerhi’ni
mütâlaa ediyordum. 29. sahîfesinde okudum ki:
“Sûfiyye-i kirâm derler ki: Nübüvet Hak
taâlânın zât ve sıfât ve esmâ ve ahkâmından haber vermektir. Eğer siyâset ile
me’mûr ise nübüvveti teşrîiyyedir ve eğer değil ise, nübüvveti ta’rîfiyyedir
ki, kendisinden mukaddem gelmiş olan şerîatı ta’rîf ve te’yîd ve takviyesidir.
Nasıl nebî ol peygamberdir ki, min-tarafi’llâh ona gelen ve hattâ mutazammın
olduğu şerîatla kendi âmil ola. Eğer ol şerîatı âhara teblîğ ile me’mûr olursa
rasûldür. (s.86) Hasaneyn’e isnâd olunan nübüvvet ta’rîfiyyedir. Onların
nübüvvetleri teşrîiyye olmadığından kat’-ı nazar-ı vücûhla te’vîli mümkin
olduğu mütebahhirîne ayândır. Şühûd-ı mahall-i teşnî’ değildir, buyurulmuştur.”
/91/
Şeyh Abdüllatîf Gazzî hazretlerinin Vâkıât[39]
nâm eseri vardır. Millet Kütübhânesi’nde Pertev Paşa merhûmun kitapları miyânında,
341 numaradadır. Onda aynen şu satırları okudum:
Bir sûfî, Şeyhu'l-islâm (sellemehü’s-selâm)
hazretlerine varıp, “Efendim, Hasaneyn peygamberdir." diyenlerin
cezâsı nedir ve şerân ne iktizâ eder?" diye istiftâ eyledi. Şeyhu'l-islâm
efendi, ârif ve kâmil idi. “Hz. Mısrî’den gayri her kim söyler ise şer’an
katl olunur.” buyurdu. “Ammâ Mısrî ( kuddise sırruhû ) söyler ise, onun kelâmında bir hikmet vardır
ve bir sırr-ı mektûma mebnîdir. Zîrâ Mısrî’nin ilm-i zâhirde dahi kemâlâtı Nil
ve Fırat mânendidir. Seyyidü’l-enâm Hz. Muhammed (aleiyhi's-selâm)’ın
hâtemü’l-enbiyâ olduğunu Mısrî bizden iyi bilir. Bu takdîrce, elbette,
‘Hasaneyn peygamberdir.’ demesinde bir hikmet vardır. Onlar kâmillerdir. Biz
onlara dil uzatmağa kâdir değiliz.” diye sûfîyi iskât buyurdular.
Bursa’da Hânkâh-ı Hz. Mısrî şeyhi Muhammed Şemseddîn
Efendi’den istîzâhıma aldığım cevâb-nâmede, “Bursa hâkimi merhûm Âsım Molla
ile olan mübâhasemiz esnâsında vârid-i hâtır olan şu, (أشهد أن لاإله إلا الله و أشهد أن محمدا
رسول الله وأن الحسن و الحسين سبطاه رسولان من رسول الله.)[40]
Burada, (من
الله)[41] dememişlerdir. Ahkâm-ı şer’iyyeyi
halka teblîğe cedleri tarafından me’mûrlardır, demek olur.”
demiştim de pek hoşuna gitmiş idi. Allah rahmet eylesin, vefâtına kadar dergâha
devâm ederdi.
Yine Vâkıât’ta Şeyh Emîn Efendi’(nin), Gazzî-zâde’ye
şöyle buyurduğunu okudum: “Mısrî ile Hakkı’yı mı soruyorsun? Hakkı, Mısrî’ye
değil, /92/ belki Gazzî’ye muâdil olur. Mısrî nerede, Hakkı nerede?
Mısrî’nin bir nutku, Hakkı’nın cemî’-i âsârıyla vezn edilse Mısrî’ninki râcih
gelir. Zîrâ Mısrî âşıkân-ı şâtırândandır. Hakkı sâlikân-ı zâhidândandır.”
buyurmuşlardır.
Hakkı merhûmun Vâridât-ı Kübrâ’sında,
bir gün, “Sen peygambersin.” demişler, o da, “Evet peygamberim, ammâ
sâhib-i şerîat değil, nübüvvet-i ta’rîfiyye ile peygamberim.” demiş.
Müşârünileyh Emîn Efendi hazretleri, buyuruyor ki: Kendi
nübüvvetini böyle te’vîl ettiği hâlde, Hz. Mısrî’nin risâlet-i Hasaneyn
mes’elesini ne için te’vîl etmemiş? (Kaddesa'llâhu esrârahum).
Yine Gülzâr-ı Mısrî’ye dercettiğim ve
kendi hatt-ı destiyle muharrer Mecmûa’sından istihrâc
eylediğim bir makâlesi vardır. Bunda, “Nübüvvet ikidir: Biri teşrîiyye,
diğeri ta’rîfiyyedir. Ta’rîfiyye bu ümmetten münkatı’ olmaz.” diyorlar.
Sûret-i kat’iyyede anlaşılıyor ki, (İsmâîl Hakkı), bidâyet
zamânlarında Hz. Mısrî’ye mütecâviz olmuşlardır. Yoksa kendileri de aynı
hakîkate vâsıl olunca aynı sözleri söylemiştir.
Kibâr-ı meşâyıh-ı Şa’bâniyye’den Çerkeşî Mustafa Efendi hazretleri,
Risâle
fî Tahkîki’t-Tasavvuf nâm eserinde diyor ki:
“Emr-irşâd, Cenâb-ı Hakk’ın inâyet-i
ezeliyye ve cezbe-i rabbâniyyesidir ki, bir kulunu ef’âlen ve sıfâten ve zâten
kendine cezb edip, nice müddet kasr-ı cemâlinde mihmân ve taht-ı visâlinde sultân
kıldıktan sonra, tekmîlen li’l-irşâd, makâm-ı beşerîye inzâl ve irsâl edip,
tavâif-i selâse ki, küffâr, avâm, havâstır; küffârı küfürden îmâna, avâmmı
ma’sıyyetten tâata, havâssı mâ-sivâdan vuslata da’vetle me’mûr ve taraf-ı Rabbânîden
hilâfetle mansûr olurlar. Bu abd, enbiyâdan ise, 'nübüvvet-i teşrîiyye' ve
evliyâdan ise 'nübüvvet-i ta’rîfiyye'ye dâhil olur.”
Hakîkat nasıl tecellî-nümâ-yı zuhûr oluyor? İbret!
/93/
İrtihâli:
Limni’de menfî bulundukları son zamânlarında, bir gün mürîdlerine
hitâben (söylediği) "Niyâzî (نيازى), ebced
hesâbında yetmişsekizdir. Bizim sinnimiz buna resîde olmuştur, vakit tamâmdır.”
buyurmuşlardır. 1105 senesi şehr-i Recebinin yirminci (17.03.1694) Çarşamba günü vakt-i duhâda terk-i dağdağa-i hayât
eylediler. Na’ş-ı münîfleri, elyevm üzerine türbe yapılan mahalde kendi ârzûları
vechile defn olundu. (Tayyeba’llâhu serâhu ve ceale’l-cennete mesvâhu)
Tezkire-i
Safâî’de deniliyor ki:
“Ol mîve-i nahl-i kerâmet, hurşîd-i
ufk-ı hidâyet Limni’de câmi’-i şerîf köşesinde sâim u kâim ve seccâde-nişîn,
müteveccih-i kıble-i mihrâb-niyâz iken târik-i savmaa-i cihân ve vâsıl-ı
rahmet-i Rahmân olmuştur.”
Fâtih Millet Kütübhânesi’nde 1048/2109 numarada muharrer
olan Tezkire-i Safâî’de, Hz. Pîr hakkında deniliyor ki:
“Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, Ankâ-yı Mağrib
nâm te’lîf-i latîfinde bu ibârâtı işâret etmekle Mısrî’nin rütbe-i refîasını yüzlerce sene evvel keşfen buyurmuşlardır:
سيأتى رجل من هذه الطريقة العلية كان
اسمه موافقاً لاسمنا هو المحمد المصرى الملاطى البصلى و هو يصير وارثاً لعرفانى[42]
Tarîkatda
reîsü’l-evliyâsın Hazret-i Mısrî
Zamânın
kutbusın feyz-intimâsın Hazret-i Mısrî
Tasavvuf
gül-şeninde bülbül-i hoş-gû-yı irfânsın
Hakîkat
mülküne bir reh-nümâsın Hazret-i Mısrî
Ne âlî
sözlerin vardır ki insânı ider medhûş
Ukûl-ı
âdeme hayret-fezâsın Hazret-i Mısrî
Gönül
ez-cân u dil sevdi seni yâ Hazret-i Mısrî
Şebistân-ı
edebde muktedâsın Hazret-i Mısrî
Gönül
mühtezz olur nâm-ı şerîfin yâd olundukda
Ferah-bahşâ-yı
erbâb-ı velâsın Hazret-i Mısrî
Gece
gündüz tavâf eyler mübârek türbeni rûhum
Dil-i Vassâf'a
dâim zev- fezâsın Hazret-i Mısrî
Hz. Mısrî, kümmelîn-i ehlu’llâhdan bir zât-ı
kerîmü’s-sıfâttır. İlm ü irfânıyla mümtâz, meslek-i müstesnâsıyla ser-efrâz
olmuştur. Tahkîkte ferîd, ma’rifette vahîd idi. Zamân geçtikçe, âsârı tetebbu’
olundukça kadr ü kıymeti artmış. Ba’zan hasebü’l-îcâb vâki’ olan rumûzât-ı
beyâniyyesi zâhir-bîn olanları hayrette bırakmıştır. /94/
Onlar bu hayretleriyle dalâlette kalmışlar, urefâ-yı kirâm ise o sözlerdeki
dekâyık-ı tasavvufiyyeyi idrâk ile bahr-ı irfâna dalmışladır.
“Zât-ı
Hak’da mahrem-i irfân olan anlar bizi
İlm-i sırda bahr-ı bî-pâyân olan anlar bizi
Ey Niyâzî
katremiz deryâya saldık biz bugün
Katre nice anlasun ummân olan anlar bizi”
diye
meydân okuyan o ma’den-i irfân içün vâdî-i temdîhde söz söylemeğe kendimde
cür’et bulamıyorum.
İrtihâlleri üzerine söylenmiş manzûmelerden:
Kutb-ı
âlem Hazret-i Mısrî Efendi menzilin
Tekye-gâh-ı
arsa-i me’vâda ihrâz eyledi
Düşdü
çâr-etrâfa mâtem didiler târîhini
Rûh-ı
Mısrî mahfil-i âlîye pervâz eyledi
(روح مصرى محفل عالييه برواز ايلدى) = 1109 – 4 =1105
Bu târîh Bursalı Belîğ Efendi’nindir.
* * *
Kutb-ı
sipihr-i irfân gavs-ı zamâne Mısrî
Rıhlet
idüp fenâdan mülk-i bakâya göçdü
Ayak
çeküp yudu el bu meclis-i cihândan*
Cennetde
kevser içdi hûr-ı cinânı koçdu
Pervâz
idince Adn’e didim Nazîm târîh*
Cân-ı
azîz-i Mısrî bir kumru gibi uçdu*
(جان عزيز مصرى بر قمرى كبى اوچدى)[43]
* * *
Seng-i mezârında:
Mazhar-ı
feyz-i tarîkat kâşif-i sırr-ı ilâh
Mürşid-i
ehl-i hakîkat ârif-i pür-intibâh
Ömrünü
takvâ vü zikru’llâh ile itdi tamâm
Câ-yı ârâyiş
değildir bildi kim bu hânkâh
Tekye-gâh-ı
âlemi mısr-ı teni terk eyleyüp
Âlem-i
lâhûta gitdi şevk ile bî-iştibâh
/95/ Dâi-i pür-şevkı Hâsib
söyledi târîhini
Eyleye Mısrî
Efendi kasr-ı Adn’i cây-gâh
(ايليه مصرى افندى قصر عدنى جايكاه)
Limni, Yunânîlerin eline düştüğünden, türbe-i şerîfeleri
elyevm ne hâldedir ma’lûm değildir. Miralay mütekâidlerinden ve urefâ-yı
Nakşıbendiyye’den Hasan Rızâ Bey, Limni’de hayli zamân bulunmakla, âsitâne ve
türbenin musattah resmini çıkartmış, bu fakîre göstermiş idi. Bir sûretini
buraya naklediyorum:
|
Türbe |
|
Yalı
Caddesi |
Çile-hane |
|
|
||||
Avlu |
|
|||||||||
Namaz-gah |
Câmi’ |
|||||||||
Kale
yolu |
|
|
||||||||
Avlu |
Muvakkit-hâne |
|
|
|||||||
|
||||||||||
|
|
|
|
|
|
|||||
Tevhîd-hâne |
|
|||||||||
|
|
|||||||||
|
|
|||||||||
|
İtdin
bize de keşf ü beyân Hazret-i Mısrî
Lutf
eyle bize himmetini eyleme mahrûm
Feyz ü
keremin ola rev$an Hazret-i Mısrî
Sen
menba’-ı esrâr-ı velâyet oldun
Lutfundan
olur cümle ayân Hazret-i Mısrî
Şemsî kulunun
leyl ü nehâr senden ümmîdi
Ey hâli
ile kâli yamân Hazret-i Mısrî
Kabr-i
şerîflerinin üstü açıktır. Mezâr taşı vardır. Kendileri ayağında bukâı ve
zincîr olduğu hâlde defnini vasiyet etmiş ve öylece defn olunmuştur. Mezâr
taşında zincîrin resmi vardır. Gören bir zât böyle ta’rîf etti.
Tevhîd-hânenin üstü kubbe ile mestûrdur.
Ey
kutb-ı cihân gavs-ı zamân Hazret-i Mısrî
V’ey
ârif-i esrâr-ı nihân Hazret-i Mısrî
Sen vâkıf olup ilm-i
ledünnî-i Hudâ’ya
/96/ İtdin bize de keşf ü beyân Hazret-i
Mısrî
Lutf
eyle bize himmetini eyleme mahrûm
Feyz ü
keremin ola revân Hazret-i Mısrî
Şems
kulunun leyl ü nehâr senden ümîdi
Ey hâli
ile kâli yamân Hazret-i Mısrî
Bursa’da Mısrî âsitânesi şeyhi Muhammed Şemseddîn
Efendi’nindir.
Sultan Abdülmecîd merhûm Selânik’e giderken fırtına
münâsebetiyle vapur Limni’ye ilticâ ettikte uzaktan gördüğü kubbeyi, “Neresidir?”
diye sormuş; maiyyetindeki zevâttan biri ehl-i tarîk olup, vukûfu i’tibârıyla
arz-ı îzâhât ederek ser-güzeştini anlatınca Hz. Mısrî’nin kabrini ziyârete
müştâk olmuş ve Limni’ye çıkmıştır.
1260/(1844) senesinde Hz. Pâdişâh’ın Selânik’e giderken Limni’ye
uğraması(nın), Kuşadalı İbrâhîm Efendi hazretlerinin tavsiyesi üzerine vukû’
bulduğunu çok kimselerden işittiğini Bursa’da Mısrî Âsitânesi şeyhi Şemseddîn
Efendi de fakîre yazmıştır. Bilâhare Limni’ye Yahyâ Bey’le kurban gönderilmiş,
habsi için nutk-ı âlîleri hîn-i tefe’ülde çıkmış, sene 1275/(1858-59)’tir.
Hz. Mısrî makhûren ve âdeten pranga-bend olarak terk-i
hayât etmiş ve müsebbiblerine bed-duâ eylemiş ve az vakitte cümlesi perîşân
olmuş idi. Hâkân-ı müşârünileyh türbeye dâhil olup eslâfının irtikâb eylediği
hatîeyi ta’mîren makâm-ı terdıyyede tazarrua başlamış ve Hz. Mısrî’nin
rûhâniyyâtına hitâben, “Ey Hz. Mısrî, kıymetini takdîr edemeyen kimselere
bed-duâ eylemişsin, ahlâfın bir kabâhati yok. Bizlere hüsn-i nazar-ı feyzinin
müncelî olduğu kalbime ilhâm olunmadıkça türbenden dışarı çıkmam.” diye
feryâd etmiş, Kur’ânlar /97/ okunmuş, rûh-ı şerîfine ihdâ
edilmiş; Abdülmecîd merhûma in’ikâs vâki’ olup mesrûren ve münşerihan türbeden
çıkmıştır. Türbe ve nevâhîsinin mükemmelen ta’mîrini emretmiş ve az vakitte
i’mâr kılınmıştır.
IV. cildde, 64. sahîfede terceme-i hâlini yazdığım Ali
Efendi, o zamân pâdişâhın maiyyetinde Selânik’e gidenler meyânında olduğundan
aynen meşhûdâtını nakl eylemiş idi. Hattâ Bursa’daki hânkâh-ı şerîflerini dahi
ta’mîr ettiklerine, kapısı bâlâsındaki şu târîh şâhiddir:
Dergeh-i
Mısrî’ye girmez dîv ü şeytân gâviye
Hiç anılmaz
münâfık yerleridir hâviye
Bâreka’llâh
hûb u zîbâ tekye-i Mısrî-i dîn
Olsun
a’dâsı hemîşe ser-nigûn hâviye
Mü’minîn
eyler imâret istemez ehl-i nifâk
Hâşa
li’llâh fırkateyn olsun mu yâ hû sâviye
Halvetî
vü Kâdirî dergâhıdır olma cüdâ
Çirk-i
şirki def’a kâdir derd-i kalbe dâviye
Zâikâ
sahfî lisânından didim târîhini
Devr-i
Hân Abdülmecîd’de vüs’a buldu zâviye
(دور خان عبد المجيدده وسعه بولدى زاويه)
Bu manzûme meşâyıh-ı Mısriyye’den ve şuarâ-yı hicviyyeden
Şeyh Zâik merhûmundur. Hz. Mısrî’nin a’dâsına karşı güzel söylenmiştir.
Hz. Mısrî’yi çok severim. Onun ism-i şerîfi yâd olundukça
gönlüm cûş u hurûşa gelir. Âsâr-ı âliyesi kütüb-hâne-i irfâna şeref verir.
Cidden eâzımdandır. Hz. Şeyh-i Ekber efendimizin lisânımızda tercemânıdır.
/98/ “Ben halk
içre âyîneyim herkes bakar bir ân görür
Her ne görür kendin görür ger yahşı ger yaman
görür”
buyuruyor.
Mir’ât-ı mücellâ-yı hakîkat olmuşlar; inkâr ile bakanlar inkâra, ikrâr ile
bakanlar ikrâra nâil olmuşlardır. Onların felsefe-i tasavvufiyyeleri, neş’e-i zevkıyyeleri
çok yüksektir. Vahdet-i Zât’tan söylerler. Ba’zan makâm-ı farktan şu yolda
terennüm-sâz olurlar:
Zulmet-i
hecrinde bîdâr olmuşum Yâ Rab meded
İntizâr-ı
subh-ı dîdâr olmuşum Yâ Rab meded
Gül-şen-i
vaslın nesîmin irgürüp bâd-ı sabâ
Andelîb-i
bâğ-ı gül-zâr olmuşum Yâ Rab meded
Kalmışım
zindân-ı cism içre bu gün tenhâ garîb
Bu
kafesde rûz u şeb zâr olmuşum Yâ Rab meded
Şol
şarâbı kim bana sundu anı rûz-ı” elest”
Ol
zamândan mest ü hüşyâr olmuşum Yâ Rab meded
Her nere
varsam yakar bu cânımı aşk âteşi
Yana
yana küllü pür-nâr olmuşum Yâ Rab meded
Bu Niyâzî düşdü
varlık çâhına Yûsuf gibi
Al elim
kurtar ki nâ-çâr olmuşum Yâ Rab meded
Ba’zan şiddet-i aşk-ı Muhammedî ile nağme-perdâz olurlar:
Zuhûr-ı
kâinâtın ma’denisin Yâ Rasûla’llâh
Rumûz-ı
“küntü kenz”in mahzenisin Yâ Rasûla’llâh
Beşer
dinen bu âlemde senin sûretle şahsındır
Hakîkatde
hüviyyetde değilsin Yâ Rasûla’llâh
Vücûdun
cümle mevcûdâtı nice câmi’ olduysa
Dahi
ilmin muhît oldu kamusın Yâ Rasûla’llâh
Dehânın
menba’-ı esrâr-ı ilm-i “min-ledünnî”dir[44]
Hakâyık
ilminin sen mahremisin Yâ Rasûla’llâh
/99/ Cihân bâğında insân bir şecerdir
gayriler yaprak
Nebîler
mîvedir sen zübdesisin Yâ Rasûla’llâh
Şefâat
kılmasan varlık Niyâzî’yi yoğ iderdi
Vücûdu
zahmının sen merhemisin Yâ Rasûla’llâh
Bu nutk-ı münîf ve na’t-ı şerîfi sûret-i basîtada okuyup
geçmemelidir. Her beytinde bin hakîkat mündemicdir. Uluvv-i kadr-i Muhammedîyi
ta’yînde rûhen yükselip acze düşeni, bu sultân-ı irfân için, “Fahr-i âlemden
sonra sâhib-i şerîat bir nebî geleceğine kâni’dir.” demek ne büyük
cinâyettir.
Hz. Mısrî, vahdet-i vücûd zevkına dalarak o deryâdan dürr-i
güherler çıkarıyor ve buyuruyor:
Ey bu
cümle kâinâtın aslını bir cân iden
Âdem’i
kudretle ol câna sevüp cânân iden
Alleme’l-esmâ
ile hem tâc-ı “kerremnâ” ile
Arş-ı
a’lâda melekler cem’ine sultân iden
Vech-i
âdemle cihân fânûsunu tenvîr idüp
Künh-i
zâtına o vechi huccet ü bürhân iden
Evvelin
âdem sonun hâtem kılup bu âlemin
Hâtemi
Mahmûd-ı cennet zübde-i insân iden
Nokta-i
pergâr-ı âlem Ahmed-i zâtın kılup
Sırrını
kutb-ı hakîkat mazhar-ı Rahmân iden
Enbiyâ
vü evliyâ heb mazhar-ı envâr-ı Hak
Mustafâ’da
her şuûnun cem’ idüp bir şân iden
/100/ İsm ü resmi mahv iken
bu âciz ü bî-çârenin
Nâmını Mısrî virüp
dillerde ad u sân iden
Hz. Mısrî, cân u dilden âşık-ı sâdık olanları bezm-i irfâna
da’vet ediyor ve diyor ki:
Kim ki
candan geçmez ise di’n bize yâr olmasun
Âr u
ırzıyla gelüp âşıklara bâr olmasun
Remz-i
Hakk’a mahrem olmak değmenin kârı değil
Kim
dilerse aşk ile yâr olsun ağyâr olmasun
Cümle
efkârın hurûfun cem’ idüp tevhîd ile
Nokta-i
vahdetde haşr ol gayrı efkâr olmasun
Ey Niyâzî hâl-i
aşkı herkese fâş eyleme
Sırr-ı
Hak’dır ana bîgâne haber-dâr olmasun
Hz. Şeyh’in bunca kemâline karşı çektiği âlâmı düşündüm.
Edirne’de Kaymakam Osman Paşa’nın müşârünileyhe ettiği ezâ, cefâ hâtırıma
geldi, tüylerim ürperdi. Fakat bu âlem âlem-i ibtilâdır. Her Mûsâ’nın bir
Fir’avun’u olacağını teemmül edince tesellî buldum. Çekilen çileler âsâr-ı
kemâlden olduğundan, rütbe-i ma’neviyyede daha ziyâde yükselmelerine sebep
olmuştur.
Devre-i
Arşiyye nâm eseri münâsebetiyle,
Devre-i Arşiyye’den
her kim haber-dâr olduysa
Ol bilür ancak Niyâzî ilm
ü irfânım benim
buyuruyorlar.
Hulâsa-i kelâm Hz. Mısrî, gül-istân-ı irfânda bir andelîb-i hoş-elhândır.
Urefâ-yı sûfiyye arasında müşârün bi’l-benândır.
/101/
Mektûbât-ı aliyyelerinden:
Halîfeleri Şeyh Ahmed-i Gazzî’ye yazmışlardır:
“İnşâa’llâhu taâlâ Bursa’da izzetlü ve fazîletlü oğlum
Ahmed Efendi hazretlerine bi’l-hayr. Limni’den Bursa’ya:
İzzetlü ve fazîletlü veled-i mükerremim huzûrlarına
bî-had selâmlar ve hayr-duâlar takdîminden sonra hâtır-ı şerîfleri suâl olunur.
Bu taraf ahvâlimizden suâl olunursa, el-hamdü li’llâhi taâlâ sıhhat ve âfiyet
üzereyiz. Cümle ihvân ile duâ-yı bi’l-hayrlarına müdâvim bilüp nokta-i şükûku
tard u hakkeyleyip tarîkat-ı aliyyenin muktezâsı üzere amelden hâlî olmayıp,
ihvân ile hüsn-i muâşereti efdal-i a’mâl bileler. Bizim tarîkımızda oniki
esmâyı câmi’ olan kalbin devleti keşf ü kerâmet değildir, ancak hüsn-i
muâşeret-i ihvândır. Bundan efdal bir hulk ve bir amel bunlar katında yoktur.
İzzetlü Şenek-zâde(?) Çelebi’ye selâmımızı teblîğ edip,
onlar ile bir hoşca geçinmeniz matlûbumuzdur ve oğlumuz Kâsım Çelebi-zâde’ye
selâmlar olunur ve birâderine ve oğluna selâmlar eder, teblîğ edesiniz.
El-Fakîr efkarü’l-verâ
Hâdemü’l-fukarâ Muhammed el-Mısrî”
Mezkûr mektûbun hâmiş sûreti:
“Cümle dervîşâna selâm olunur, teblîğ edesiniz.
Tarîkat-ı aliyyenin ameline müdâvemet üzere olalar ve bizim Bekir hulûs üzere selâm
edip, dest-i şerîfinizi bûs ederler ve bizim Kavala şeyhi dahi hulûs u muhabbet
birle selâmlar eder; kabûlü ricâ olunur. Bunlar dahi mestûr ve gayr-i
mestûru’l-esâmî olan cümle-i dervîşâna selâmlar ederler; teblîğ edesiniz ve
bunda olan ihvân selâmlar ederler, kabûlü mercûdur.”
/102/
Diğer mektûb:
“Mısrî’nin her şey’i yağma oldu, ancak görünür bir
cesedi kaldı ki, içi dolu yılandır. Mısrî’yi şimdiden sonra isteyen, muhebbet
ehli ise gönülde arasun. Ma'rifet ehli ise sözlerinde arasın, bulur. Dervîşânın
cümlesinden, erkeğinden, dişisinden Mısrî hoş-nûddur. Evvelden ikrârı olanlardan
biz ayrı değiliz, her ne kadar uzak isek. İnkârı olanlar bizi göremez, her ne
kadar yakında olsak. Eğer hakîkî âşinâlık ise, gönüle uzak yakın birdir.
Ve’s-selâm alâ meni’t-tebea’l-hüdâ.”
Diğer mektûb:
“Mu’cizât-ı enbiyâ ve kerâmât-ı evliyâyı ve cemî’-i havârik-ı
âdeyi ba’de’z-zevk heme-ûst bilâ-te’vîl kabûlüne yetişen urefâ vü zurefânın
ayakları altında Mısrî’nin yüzü topraktır. Te’vîl yükünün altına giren çıkamaz.
Meşhûr meseldir ki, zırva te’vîl kabûl etmez. Zırva zirvedan ola ki, zirve her
şey’in a’lâsı demektir. Bu hakîkat dahi cemî’ ulûmun zirve ve a’lâsıdır. (رَّبِّ زِدْنِي عِلْمًا)[45] bu
alemdir ki, gayr-i mahsûstur ve ism-i ayn-ı müsemmâ olduğuna ba’de’l-ilm aynen
zevkını ve kalbden himmetini ve dilde zikrini iksârının ve niyyet ile,
keyfiyyet-i mahsûsa ile hareket-i a’zâsının, hattâ eldeki kalemin te’sîrinin ve
eşyâ birbirinin aynı olduğunun aynıyla müşâhedesini Allah müyesser eyleye.
Âmîn.
Benim cânım! Hangi bir çanağa dokunsan, kendi sadâsından
gayri sadâ vermez. Bizim gayri bildiğimiz yoktur, ma’zûr ola ve bundan gayri
ma’rifete dahi isğâ etmeyiz ve cemî'-i kümmelîn "ba'de-zevkın
heme-ûst"da karâr etmişlerdir. Zîrâ nefsü’l-emrde karâr yok ise de,
dâirenin /103/ nokta-i sâniyesi nokta-i evvele yetişemeyince dâire
tamâm olmaz. Zîrâ cemî’ maârif-i nücûm bu şemsü’l-maâriftir. Allâh taâlâ size
ve bize zevkını müyesser eyleye. Âmîn, yâ Muîn bi-hurmeti seyyidi’l-mürselîn.
Efkarü’l-verâ hâdimü’l-urefâ
Muhammed el-Mısrî”
Birâder-i mükerremi Şeyh Ahmed Efendi’ye[46]
gönderdikleri mektûbun sûretidir:
“Gözüm nûru birâderim Ahmed Efendi hazretlerine,
Hezâr iştiyâk ile selâmlar ve duâlar iblâğından sonra
i’lâm olunur: Benim cânım, ne hâlde ve ne âlemdesiniz? Elemde ve ceza’ u feza’dasınız,
yâhûd derd içinde dermân bulup, gece karanlığında gün bulanlar gibi, sen de
bulup, hasta gönlün sağ olup, yediğin
yürekte yağ olup her dağ üstü bâğ oldu mu? Karındaşım, nefsini bildin mi,
Rabbini buldun mu? Alâmet vardır. Yetmişiki millete bir gözüyle bakıp, cümle
halk ile bir uğurdan barışıp, esteîzü bi’llâh, (فَأَيْنَمَا تُوَلُّواْ فَثَمَّ وَجْهُ اللّهِ)[47] zâhir oldu mu?
Cemâlini
nice yüzden göreyim diyen diller
Şikest
âyîneler gibi pâre pâre gerek
Karındaşım! Çünki bu arsa-i bî-nişân ve lâ-mekân
illerine geldik. Kudret yularıyla yedildik. Çıka geldin, gözünü açtın, kendini
bir ulu hengâme içinde buldun. Ol kesrete aldanmayıp, izini izlemeyip, geldiğin
kapıyı bulagör. Yokluk yolunda bî-nişân ü lâ-mekân illeri ki, vatan-ı aslîdir,
ulaşagör ki, (حب الوطن من الإيمان)[48] oldur. Yolunu yitürdün
ise, bilene sor. Şöyle ki, yüzünü eşiklerine koy, ya’nî yüzünü sür,
hizmetlerine sa’y eyle, hizmetlerinden ayrılma, derdine dermân onlarda bulunur.
Kâmiller bahîl olmazlar. Tek hemân /104/ tâlib ü râgıb
ol. Âşık-ı sâdık ol. Azıcık yokluk ile gelürsen, (مالا عين رأت)[49]’e
mazhar olursun. Dürr-i yetîmlerini ve cevâhirlerini ki, babası oğluna
görtermeğe kıyamazdı, senin eline teslîm ederler. Tek sen sözlerini anlamağa
liyâkat kesb eyle. Cümle riyâzât, cümle müşâhedât ki, vardır, bunları işlemek
lezzet değildir. Belki insân-ı kâmil sözünü anlamağa liyâkat kesb etmek
içindir. Eğer bir kimse onların sözlerini anlaya, onun irfânı ayn-ı
mücâhededir. Benim karındaşım, münâsıb bir söz söyledim. İbârât söyleyebilecek
zerâfetim yok. Kerâmet bilecek velâyetim yok. Karpuz gibi bir top düzdüm, önüne
yuvarladım. Çevgân elinde, hemân her nereye çekersen ve her nereye çalarsan, ol
semte gider, muhâlefet etmez. Ammâ sen çevgânı elinden bırakıp onu kapasın ki,
asıl maslahat oldur. Sene: 1068 (1658)
Efkaru’l-verâ hâdimü’l-fukarâ
eş-Şeyh Muhammed el-Mısrî”
Inde’l-hisâb bu mektûbu kırkbir yaşında iken yazdıkları ve
daha o zamân medâric-i a’lâ-yı irfânda pervâz ettikleri nümâyândır.
Mescid
ü meyhâneyi fark eylemem ben zâhidâ
Merhûm Şerefeddîn Efendi hazretleri, Cenâb-ı Mısrî’nin bu
beyitindeki rumûzâtı şöyle ta’rîf buyurmuşlardı: Mescid ile meyhânenin şerîatta
farkı vardır. Şerîatta mescid mahall-i ibâdet, meyhâne ise mahall-i isyândır.
Tarîkatta mescid mazhar-ı cemâl, ya’nî Hakk’ın cemâl yüzüdür, meyhâne celâl
yüzüdür. Lâkin hakîkatte farkı yoktur. Hz. Mısrî, ehl-i hakîkat olduğundan öyle
söylemiştir. Çünki, (فاينما تولوا فثم وجه الله) beyân-ı ilâhîsine göre her nereye teveccüh etseniz Hakk’ın
yüzüdür, gerek mescid, gerek meyhâne.
Âsâr-ı
Aliyyeleri
1.
Mevâidü’l-İrfân Avâidü’l-İhsân:
Yetmişbir mâide üzerine müretteb ve gayr-i matbû’ Arabiyyü’l-ibâre bir eser-i
kıymet-dârdır.
2.
Devre-i Arşiyye:
Üç bâb bir hâtime üzerine müretteb mühim bir eserdir.
3.
Şerh-i Esmâ-i Hüsnâ:
Te’sîs buyurdukları şu’be-i Halvetiyye’nin esmâsını şerhdir.
4.
Risâle-i Eşrâtü’s-Sâat:
Türkçe ve gayr-i matbû’ bir eserdir. İlm-i cifirden istihsâl olunmuş
birçok hakâyık-ı müstakbeleye rumûzu câmi’dir ve çok ehemmiyetlidir.
5.
Es’ile vü Ecvibe-i Hz. Mısrî:
Türkçe ve matbû’dur. En mühim mesâil-i sûfiyyeyi câmi’dir.
6.
Risâle-i Tevhîd:
Merâtib-i tevhîd-i ilâhîye dâir ve gayr-i matbû’dur.
7.
Câmiu’l-Künûz Şerhu’l-Bürde:
Tesbî’-i Kasîde-i Bür’e’dir. Arabiyyü’l-ibâredir. Hz.
Mısrî’nin kemâlât-ı âşıkânesine mir’ât-ı mücellâdır.
8.
Tefsîr-i Sûre-i Yûsuf:
Türkî ve gayr-i matbû’dur.
9.
Risâle-i Mebde’ ve’l-Meâd:
Türkî ve gayr-i matbû’dur.
10. Risâletü’l-Hızriyye: Türkî ve gayr-i matbû’dur.
11. Dîvân-ı belîğu’l-beyânları: Türkî ve matbû’dur.
12. Risâle-i Mısrî: Gayr-i matbû’dur.
13. Tefsîr-i Fâtiha: Arabiyyü’l-ibâre ve gayr-i matbû’dur.
14. Risâle-i Vâhide: Gayr-i matbû’dur.
Fâtih’te, Millet Kütübhânesi’nde Râşid Efendi kitâbları miyânında,
1218 numaralı kitâb, Hz. Mısrî’nin el mecmûasıdır.
Pek kıymet-dâr bir mecmûa-i nefîsedir. Ziyâret olunmağa şâyândır. 438 numaralı
mecmûa dahi Hz. Pîr’in ba'zı âsârıyla alâka-dârdır.
(Yine) Fâtih’te Millet Kütübhânesi’nde Râşid Efendi
kitâbları meyânında 492 numaralı yazma eserin nâmı, Vâridât-ı
Ârif-i İlâhî Şeyh-i Kâmil Niyâzî olup, üzerine, “Risâle-i Mısrî-i
Niyâzî” yazılması yanlıştır. Çünkü bu eser, Hz. Mısrî’nin
değildir. Şeyh Nûreddîn-zâde kolundan gelen Şeyh Mısrî Abdulhâlık
Efendi’(nin)dir. Pâdişâh-ı zamân tarafından sorulan suâller üzerine zamân zamân
yazdıkları mektûbât-ı celîleden ibârettir. Büyük bir eserdir. İkinci bir nüshası
olmayan nâdire-i irfândır.
İlâve:
Fransız müsteşriklerinden Lui Masignon Hallâc-ı Mansûr’un
meslek-i felsefîsi âşıklarındandır. Hallâc hakkında yazdığı ve tab’ u neşrine
muvaffak olduğu iki cild eserinin II. cildinin 440. sahîfesinde Hz. Hallâc’a
neş’e-i tevhîdde alâka-dâr olan Hz. Mısrî-i Niyâzî hakkında bir bahs-i mühimmi
vardır. Bunun Mahemmed Ali Aynî Bey tarafından
bir tercümesi icrâ olunmuş idi. Bursa’da Mısrî Hânkâhı şeyhi Muhammed Şemseddîn
Efendi’ye bir sûretini göndermiş idim. Yazdığı mufassal cevâb-nâme şâyân-ı
mütâlaa vü istifâde olup, bir arada cem’ ettiğim mektûbâtı meyânındadır.
Lui Masignon, Hz. Mısrî’nin, Mansûr-ı Bağdâdî için 970
beyitten mürekkeb bir manzûmesinden bahs eder. Mısrî (Dergâhı) şeyhi diyor ki:
“ Cenâb-ı Mısrî’nin böyle bir eseri yoktur. Limni’ye
seyâhatimde böyle bir Mansûr-nâme gösterdiler.
Tedkîkâtımda bu eserin Hz. Mısrî’nin olmadığını öğrendim. Mürîdî-i Aydınî nâm zâtın, -Mısrî-i Niyâzî değil - Dervîş Niyâzî nâm mechûlü’l-hâl zâtın, Mansûr-nâme-i
Hallâc nâm eserine nazîresi imiş. Bursalı Tâhir Bey Osmanlı
Müellifleri’nin II. cildinin ikinci kısmının 415.
sahîfesinde, Mürîdî-i Aydınî nâm zâtın terceme-i hâlinde bahsi vardır. Mısrî-i
Niyâzî’nin Mansûr-nâme’si yoktur.”
/106/
Tuhfetü’l-Asrî fî Menâkıbi’l-Mısrî diye matbû’ ve mufassal
bir menâkıb-nâme sâha-ârâ-yı âlem-i matbûât olmuştur. Mutâlaasını tavsiye
ederim.
Medhiyye-i âciz-ânem:
Zulmet-i
tende nümâyân hilâlin Mısrî
Bizlere
oldu hilâl-i îd-i visâlin Mısrî
Mazhar-ı
tâmm-ı inâyâtısın ey Hazret-i Pîr
Niam-ı
Hazret-i Rabbü’l-müteâlin Mısrî
Sen
gibi nâdire-i ma’rifete hayrânız
Bizi
dil-şâd ide ihsân-ı nevâlin Mısrî
Himmet-i
kudsiyene âşık oldu gönül*
Lâyık-ı
medh u senâdır senin hâlin Mısrî*
Mazhar-ı
feyzin olursa ne şeref Vassâf'a
Feyz-bahş
itdi hakîkatde makâlin Mısrî
/77/
Sinân Ümmî[50]
Konya mülhakâtından Elmalı’dandır. Kibâr-ı
evliyâu’llâhdandır. Rütbe-i kemâline, Hz. Mısrî gibi, bir sultânın ona bende
olması delâlet eder. Ümmî ta’bîri, hazmen li-nefsihî isti’mâl olunmuş bir
şeydir; ümmî-i âlemdir. Kutbu’l-Maâlî isminde mensûr bir
eseri, müretteb ve matbû’ bir Dîvân’ı vardır. 1075/(1664-65)[51]
senesinde Elmalı’da irtihâl eylemiştir. Orada medfûndur.
Demek ki, Hz. Mısrî’nin müşârünileyhe intisâbından
i’tibâren onbir sene dâire-i feyzlerinde kaldığı müstedeldir.
Askerî ve Kâşif efendiler dahi, Hz. Şeyh’in ecell-i
hulefâsındandır. Onların terceme-i hâllerinden de bi’l-âhare bahs olunacaktır.
/78/
Sinân-ı Ümmî’nin nutuklarından:
Yâ Rabbi
lutf eyle bana bi-hakk-ı nûr-ı Mustafâ
Cümle
işim ayân sana ey Âlim-ı sırr u hafâ
Sensin
Alîm ol İlâh sensin Hakîm pâdişâh
Senden
gelir ey ulu şâh sad-hezârân derde şifâ
* * *
Şerîat
sâhibi sultân tarîkat sâhibi merdân
Meded
kıl yâ veliyya’llâh şefâat yâ Rasûla’llâh
Ma’rifet
sâhibi merdân hakîkat sâhibi sultân
Meded
kıl yâ veliyya’llâh şefâat yâ Rasûla’llâh
Bu
nefsim zulmeti çokdan beni dûr eyledi Hak’dan
Halâs
eyle bu tuzakdan elim tut düşdüm ayakdan
İnâyet
şerbetin Hak’dan yetişdir bahr-ı mutlakdan
Meded
kıl yâ veliyya’llâh şefâat yâ Rasûla’llâh
Sinân Ümmî helâk
oldu ki yoldan çıkdı dâll oldu
Özü hem
bî-mecâl oldu dahi bî-perr ü bâl oldu
Ki ömrü
pây-mâl oldu büküldü kad menâl oldu
Meded
kıl yâ veliyya’llâh şefâat yâ Rasûla’llâh
* * *
Gel kul
isen kulluk eyle hasbeten li’llâha bak
Onsekizbin
âlemi var eyleyen Allâh’a bak
Ger
Halîl olmak dilersen bekle hıdmet kapusın
Kara
donlu Ka’be’yi yapan Halîlu’llâh’a bak
Yok
iken bu yir ü gök arş u kürsî nefs ü cân
Evvel
âhir bir olan “küntü kenzu’llâh’a bak
/79/ Gör ki senden
gördüler anın münezzeh zâtını
Gör Muhammed
Mustafâ’yı ayn-ı zâtu’llâha bak
Gizli
râzı gün gibi fâş eyledim anlayana
Mürşid-i
kâmil yüzünden sırr-ı ehlu’llâha bak
Tıfl-i
ma’nâ zikr-i kalbinden olur ayne’l-yakîn
Ahsen-i
takvîm yüzünden gel bu vechu’llâha bak
Dört
kitâbın ma’nisin keşf eyleyen tevhîd imiş
Oku gel
ümmü’l-kitâbı sen kelâmu’llâha bak
Âlem-i
kübrâyı bilmez cân iline girmeyen
Gir
gönül iklîmine seyr eyle arşu’llâha bak
Mü’minin
kalbin Hudâ kendüye mir’ât eyledi
Gel
musaffâ eyle kalbi sen bu beytu’llâha bak
Yok ile
nefsin vücûdun bir ider tevhîd-i zât
'Şâbb-ı emred'in
yüzünden gel cemâlu’llâha bak
Enbiyâdan
mu’cize oldu bu kerâmet evliyâ
Ey Sinân Ümmî
gözün aç sen bu zikru’llâha bak
* * *
N'eylerim
cân u cihânı bana Rahmân’ım gerek
Tâ ezel
'kâlû belâ'da ahd ü peymânım gerek[52]
Bülbülüm
âh u figânımdan murâdım her nefes
Ol
gül-istânım bağında nûr-ı Yezdân’ım gerek
Bahr-ı
mutlak kuşu idim bunda pervâz eyledim
Bir
kanadım açdığımdan bahr-ı ummânım gerek
/80/ Pâdişâh-ı lâ-yezâlin şem’ine pervâneyim
Aşka
fermân olduğumdan yine ol hânım gerek
Ben
muhabbet denizinden nûş iderdim akl ü cân
Bu Sinân Ümmî
gerekmez bana erkânım gerek
* * *
Ey
cismine cân isteyen gel mâh-ı kevnden al haber
Ey
kâmil îmân isteyen gel doğru dînden al haber
Ey ilm
ü irfân isteyen bir zerreden kâr isteyen
Ey
hükm-i Kur’ân isteyen 'kâf' ile 'nûn'dan
al haber
Bir
mürşide vir özünü gafletden aç gel gözünü
Özle
özlüğü izini sen yine senden al haber*
Al tevhidi
dilden dile ola ki cânın yol bula
Sen
şehrini sorma ele ayne’l-yakîndan al haber
Ten
fenâdır eyle fenâ her giz kurma nefse binâ*
Gir
bâtının esrârına ilm-i ledünden al haber
Ol
ma’den-i sıdk u safâ ya’nî Muhammed Mustafâ
Geldi
cihâna hoş safâ buldunsa andan al haber
Gaflet
seni bağlamasun dünyâya cân ağlamasun
Bân mülkünü
dağlamasun çeşm-i bâtından al haber
Nefs ü
câna olan kuvâ vahdet bulursa hoş ridâ*
Budur
sülûka intihâ ins ile cinden al haber
Ey
tâlib-i vahdet olan Rahmân’ını ârzû kılan
Gel
hazrete vuslat bulan Ümmî Sinân’dan al haber[53]
/106/
(Mısrî Dergâhı):
Hz. Mısrî’nin Bursa’daki hânkâhı Câmi’-i Kebîr’in
karşısında, sokak içindedir. Hâlen müşrif-i harâbdır. Kapısı bâlâ(sı)nda:
“Ümm-i
dünyânın güzîde mefhar-ı asrı budur
Şekker-istân-ı hakâyık Dergeh-i Mısrî budur”
yazılıdır.
Burada zamânımıza kadar post-nişîn olan zevât-ı kirâm:
- Mahdûm-ı Hz. Mısrî Şeyh Ali Çelebi Efendi (kuddise
sırruhû),
- Şeyh el-Hâc Muhammed Sahfî Efendi (kuddise sırruhû),
- Şeyh Ali Efendi b. Muhammed Sahfî Efendi (kuddise
sırruhû),
- Şeyh Ahmed b. Ali Efendi (kuddise sırruhû),
- Şeyh Zeyneddîn b. Ahmed Efendi (kuddise sırruhû),
- Şeyh Ahmed Şemseddîn b. Zeyneddîn Efendi (kuddise
sırruhû),
- Şeyh Muhammed Emîn Zâik Efendi b. Zeynelâbidîn
Efendi (kuddise sırruhû),
- Şeyh Necât b. Zâik Efendi (kuddise
sırruhû),
- Şeyh İsmâil Nazîf b. Ahmed Şemseddîn
Efendi (kuddise sırruhû),
- Şeyh Muhammed Şemseddîn Efendi b.
İsmâîl Nazîf Efendi (kuddise sırruhû).
Çelebi
Şeyh Ali Efendi
Mahdûm-ı Hz. Mısrî olup, zâhir u bâtını ma’mûr erlerdendir.
Pederinin câ-nişîni oldu. Velâdeti 1075/(1664-65), irtihâli 1125/(1713)’tir.
Yirmi sene post-nişîn olup, elli sene muammer olmuştur. Bursa’da, hânkâhın
harîminde vâlide ve hemşîrelerine karîndir. (Kaddesallâhu sırrahû)
Râsimâ
gûş eyleyince fevtine târîh içün
Didi
Mısrî-zâde’ye gül-zâr-ı cennet ola câ
(مصرى زاده يه
كلزار جنت اوله جا ) [54]
/107/
Şeyh
Muhammed-i Sahfî
Bursa’da Şehâbeddîn Mahallesi’nde nice zamân tahsîl-i
ulûm-ı zâhirî ve kitâb bey’ u şirâsıyla iştigâl etmiştir. Bundan dolayı “Sahfî”
(tahallus) eylediler. Hz. Mısrî’den ahz-i feyz edip, nâil-i hilâfet olarak
hânkâh-ı şerîfde seccâde-i irşâda câlis olmuştur. 1146/(1733-34) senesinde
terk-i hayât-ı müsteâr eyledi. Bursa’da Âsitâne-i Hz. Mısrî’de medfûndur. (Kaddesa'llâhu
sırrahû).
İlâhî
cilve-gâh-ı Şeyh Sahfî'i cinân eyle
= 1146 )الهي جلوه كاه شيخ صحفي ئي جنان ايله(
İlâhiyâtından:
Şarâb-ı
aşk ile sekrân bize Mısrîliler dirler
Safâ-yı
mâyede sûzân bize Mısrîliler dirler
Diğer:
Dilâ
sen mantıku’t-tayrı özü insân olandan
sor
Dilersen
“küntü kenzen” remzini erkân olandan sor
(Sahfî’nin)
Âsâr-ı Aliyyesi:
1. Zeyn-i A’yâd: Hz. Bayram-ı
Velî’nin, “Çalabım bir şâr yaratmış / İki cihân arasında” nutku
şerhidir.
2. Şerh-i Gazel-i Eşref-zâde: “Tecellî
şevk-ı dîdârın beni mest eyledi hayrân” gazeli(nin şerhi)dir.
3. Şerh-i Gazel-i Mısrî-i Niyâzî.
İsmi Keşfü’r-Rumûz fî Halli’l-Künûz’dur. “Müşkilim
var Hak dostları eyleyin güşâd”
4. Manzûme-i Mi’râciyye.
5. Mecmûa-i İlâhiyyât.
Şeyh
Ali Efendi
Muhammed Sahfî Efendi’nin mahdûmudur. Pederinin irtihâlinde
Hânkâh-ı Mısrî’de câ-nişîn oldu. Feyzi pederindendir. Otuzdört sene şeyh olup,
1180/(1766-67)’de irtihâl eyledi. Hânkâhda pîr-zâdeye karînen medfûndur.
/108/ Ni’metî Şeyh
Ahmed Efendi
Ali Efendi-zâdedir. 23 sene meşîhati vardır. İrtihâli 1203/(1788-89)’tedir.
Semâ’-hânenin kapısı karşısında medfûndur. (Kuddise sırruhû)
Şeyh
Zeyneddîn Efendi
Ahmed Efendi-zâdedir. 29 sene meşîhati vardır. İrtihâli
1232/(1817)’dedir. Hicâz’da beyne’l-Haremeyn vefât etmiştir. Bursa’da hem
reîsü’l-kurrâ, hem reîsü’l-hattâtîn idi. (Kuddise sırruhû)
Şeyh
Ahmed Şemseddîn Efendi
Zeyneddîn Efendi-zâdedir. 1217/(1802)’de doğmuş, otuzbeş
sene meşîhat etmiş, 1267/(1851)’de irtihâl eylemiştir. Dergâhın harîminde, Şeyh
Ahmed Efendi karîbindedir. (Kuddise sırruhû)
Şeyh
Muhammed Emîn Zâik Efendi
Zeyneddîn Efendi-zâdedir. 1208/(1793-94)’de doğmuş,
otuzyedi sene meşîhat etmiş, 1269/(1853)’da irtihâl-i dâr-ı bakâ eylemiştir. Urefâ-yı
şuârâdandır. Hicivde fevka’l-âde mütehassıs idi. Hânkâhın avlusunda medfûndur.
Kitâbe-i seng-i mezârı:
Bu
dergâh-ı şerîfe hıdmeti makbûledir zannım
Ki
hıdmet bitmeyince çekmedi pâyin bu mihverden
Fedâ-yı
hâk-pâ-yı âl ü evlâd eyleyen cismin
Hüseynî'ye
çıkar Mısrî yolunda hubb-i Haydar’dan
Güher
mühmel şu söz târîh-i fevti ihtirâıdır
Sızupdur
Zâik-i bî-şükr Mısr-ı hüner-hardan*
(صيزوبدر ذائق بي شكر مصر هنر خردن)
Noktalı naktasız ayrı ayrı 1269’u iş'âr eder.[55]
Dîvân’ı
beyne’ş-şuarâ makbûldür. Hânkâh-ı Mısrî için söylediği târîh 97. sahîfededir.
Gazeli:
Nâz
iderse çeşm-i mest ü bî-karâra nâz ider
Saff-ı
müjgânı ser-â-ser hûşyâra nâz ider
/109/ Vech-i cânân âb u âteşle olursa rû-be-rû
Gösterir
yüz dürlü sûret âb u nâra nâz ider
Cûy-bâr-ı
ye’s olur hatt-ı çemen üzre revân
Gül-şen-i
hüsn-i gühen-tarzı bahâra nâz ider
Feyz-i
nef’i reşha-pâk olursa nûk-i kilkime
Tavr-ı
şi’rim Örfii sâhib-vakâra nâz ider
Görmedim
Zâik gibi küstâh-ı cür’î hilkati
Hem
güneh-kâr-ı kavî hem Kird-gâra nâz ider
Şeyh
Necât Efendi
Zâik Efendi-zâdedir. 1236/(1821)’da doğmuş, yirmibeş sene
seccâde-nişîn olmuş, 1294/(1877)’te irtihâl eylemiştir. Pederinin kabrinde
karîn-i rahmettir. (Kaddesa'llâhu sırrahû).
Şeyh
Hâfız İsmâîl Nazîf Efendi
Şeyh Ahmed Şemseddîn Efendi-zâdedir. 1253/(1837)’te doğmuş,
1305 (1887-88)’te irtihâl eylemiştir. Pederiyle bir kabirde âsûde-nişîn-i
rahmettir (Kuddise sırruhû).
Şeyh
Muhammed Şemseddîn Efendi
Şeyh İsmâîl Nazîf Efendi-zâdedir.Bursa’da 26 Şa’bân 1283/(30
Kasım 1869) (yevm-i perşembe) târîhinde zînet-sâz-ı mehd-i şuhûd olup, zamân-ı
tahsîl hulûlünde mekteb-i Rüşdî’ye devâm ile, şehâdet-nâme (almış), pederinden
ve şeyhinden ve Münzevî Dergâhı şeyhi Vahyî Efendi[56]
hazretlerinden tahsîl-i ulûm eylemiş ve akâid ve tasavvuf okumuştur. İhtilâs-ı
vakt ettikçe hey’et ve hikmet gibi fünûnun mütâlaasına da rağbet eylemiştir.
Bu beyit, târîh-i velâdetleridir:
Velâdet
târihim Şemsî ne hoş ni’me’t-tesâdüfdür
Gelürken
âleme rûhum muhibb-i âl-i beyt geldi
(كلوركن عالمه روحم محب آل بيت كلدى)
(22 Kânûn-ı evvel 1282 ve 3 Kânûn-ı sânî 1867, ba’de’l-fecr
kable’t-tulû’)
Tarîkaten nisbeti Atinavî Dergâhı bânîsi Şeyh Mustafa
Lutfullâh Efendi’yedir ki, onun şeyhi pederi Ali Rızâ Efendi, bunun şeyhi Ahmed Bedreddîn Efendi
olup, Hz. Merkez Kabristan’ında birâder-i Hz. Mısrî Ahmed Efendi kabri
civârında medfûndur ve İmâm Mûsâ Kâzım’ın otuzdördüncü batın oğludur.
Mısrî Şeyhi Şemseddîn Efendi bir mektûbunda, “Ahmed
Bedreddîn Efendi’ye kadar bir veyâ iki şeyh daha arada vardır.” diyor.
/110/
Ahmed Bedreddîn Efendi’nin şeyhi Muhammed Tâhir Efendi, onun şeyhi Ahmed Emîr
Efendi, onun şeyhi Ali Efendi, onun şeyhi Hasan Efendi olup, Hz. Mısrî
halîfesidir.
Şemseddîn Efendi baba tarafından neslen Hz. Mısrî halîfesi
Şeyh Muhammed Sahfî ahfâdındandır. Vâlidelerinin ceddi Sa’dî Dergâhı şeyhi
Haydar Efendi dolayısıyla tarîk-ı Sa’dî’nin de neş’esini hâmildirler.
1310/(1893) senesinde ikmâl-i sülûka muvaffak olarak hânkâh-ı
şerîfte seccâde-i irşâda oturmuşlardır. Bursa meşâyıhının içinde erbâb-ı
kalemden, müellifînden, şuarâdan, urefâdan, zurefâdan olmak i’tibârıyla mümtâz
bir sîmâdır.
Pınarbaşı Câmi’-i şerîfinin hatîbi ve Câmi’-i Kebîr’de
devr-hândır. İsmâîl Hakkı ve Çarşanba Dergâhlarında meşîhat vekâletinde
bulunmuşlardır.
Dergâh-ı Mısrî’nin vâridâtı kâfî olmadığından Düyûn-ı
Umûmiyye idâresine müdâvemetle te’mîn-i maîşet yoluna da bi’l-ızdırâr sâlik
olmuşlardı. Bu münâsebetle yazarlar ki:
“Dergâhın vâridâtı cüz’î olmak münâsebetiyle, (الكاسب حبيب الله)[57]
muktezâsınca eslâf-ı kirâmımızın her birinin kedd-i yemîn ile geçindikleri
gibi, fakîr de Düyûn-ı Umûmiyye Dâiresi’nde ihtiyâc oldukça gider, mevki’-i
kitâbette bulunurdum. Aldığım maâş ile hem kendimizin, hem de dergâhın ihtiyâcına
sarf ederdim. Gerçi bu nev’ meşgûliyyet mâni’-i mütâlaa oluyorsa da, oraya
buraya âb-rû dökmekten ise bu iştigâl müstahsen göründü. Bir kısım münkirîne
sebeb-i ta’n olan atâlet-i dervîşânenin /111/ aslı
olmadığını göstermek ve ıhvâna çalışma husûsunda numûne-i imtisâl olmak üzere
sa’y ettim. Birkaç senedir çekilen zarûret sırasında birçok dergâhlar mesdûd
olduğu hâlde, lutf-ı Hak ile, hânkâh-ı Mısrî’yi leyâlî-i mübârekede ve eyyâm-ı
mahsûsada açtım ve it’âm-ı fukarâya çalıştım. El-Minnetü li’llâh.”
Uzunca boylu, nahîfü’l-bünye, ela gözlü, buğday benizli,
kır sakallı, tâmmü’l-a’zâ bir zât olup, usûl-i âyîn-i tarîkat-ı Mısriyye
üzerinde ba’zı muhdesâtı vardır.
Tetebbüât-ı mahsûsa ve kudret-i fikriyye ve sünûhât-ı
şi’riyyesi te’sîriyle eserleri vardır:
1.
Gül-zâr-ı Mısrî.
Gayr-i matbû’dur.
2. Yâdigâr-ı Şemsî. İki cilddir. Cild-i
evveli Abbas Halîm Paşa’nın Bursa vâliliği zamânında tab’ edilmiştir.
Bursa’daki meşâyıh-ı sâlife vü lâhıkanın terâcim-i ahvâline dâir mühim eserdir.[58]
3. Zeyl-i Yâdigâr, nâm-ı diger Bahâr-ı Şemsî.
1260/(1844-45)’tan sonra gelen hulefâ-yı tarîkat, ulemâ-yı şerîat ve şuarâ-yı
tabîatın terâcim-i ahvâlini hâvîdir.
4. Tuhfetü’ş-Şemsiyye (İftihâr-ı Şemsî),
nâm-ı diger Kitâb-ı Kıstâsü’l-Müstakîm. İftirâk-ı ümmete bâis olan tevellâ
ve teberrâdan ve şeref-i Ehl-i Beyt’ten bâhistir.
5. Tarîkat-nâme-i Şemsî. Usûl ü fürû’-ı
tarîkat-ı Mısriyye’ye dâir olup, esmâ-i seb’a ve fürûât ve sâir esmâ-i
şerîfenin meânîsiyle merâtibine âiddir.
/112/ 6.
Ber-güzâr-ı
Şemsî. Vahdet-i vücûd, tabîat, cem’, sa’y, ahlâk, dervîş,
insân, şeyh nedir onu beyân eder.
7. Tashîhât-ı Şemsiyye (Ayâr-ı Şemsî).
Târîhî yanlışlıkları tedkîk ve beyân eder bir eserdir.
8. İbret-nümâ-yı Şemsî (Çeşme-sâr-ı
Şemsî). Bir hayli makâlâtı câmi’dir.
9. Güftâr-ı Şemsî (Eş’âr-ı Şemsî).
Âsâr-ı manzûmeyi hâvî dîvândır.
Mütebâkî âsârı:
10. Âsâr-ı Şemsî.
11. Esmâr-ı Şemsî.
12. İhtiyâr-ı Şemsî.
13. Ezhâr-ı Şemsî.
14. Envâr-ı Şemsî.
15. Mesâr-ı Şemsî.
16. Nigâr-ı Şemsî.
17. Efkâr-ı Şemsî.
18. Pâzâr-ı Şemsî.
19. Cûy-bâr-ı Şemsî.
20. Mûsikâr-ı Şemsî
21. Mürg-zâr-ı Şemsî.
22. Şeh-süvâr-ı Şemsî.
23. İğbirâr-ı Şemsî.
24. Karâr-ı Şemsî.
25. Dil-fikâr-ı Şemsî.
26. İnkisâr-ı Şemsî.
27. Gûş-vâr-ı Şemsî.
28. İ’tizâr-ı Şemsî.
Manzûmelerinden:
Avâlim
nûra gark oldu bu şeb Fahr-i cihân geldi
Risâlet
tahtının şâhı habîb-i Müsteân geldi
Bütün
mahlûku Allâh’ın sevindi şâd-mân oldu
Hayât-ı
kâinât cân-ı cenân eşbâha cân geldi
İmâmü’l-enbiyâ
şâh-ı rusül nûr-ı ilâhîdir
Münevver
oldu âlemler hayât-ı câvidân geldi
Melâz-ı
müznibîn cümle usâtın dest-gîridir
Vücûdu
âleme rahmet şefî’-ı âsiyân geldi
Muhammed
Mustafâ Ahmed Habîbu’llâh Rasûlu’llâh
Nebîler
hâtemi peygamber-i âhir-zamân geldi
Dahîlim
dergeh-i âl-i abâya Şemsî-i Mısrî
Gelirken
âleme rûhum muhibb-i hânedân geldi
* * *
Sînede
yokdur tahammül eyleyem ıhfâ-yı aşk
Şîşe-i
sabrım kırıldı eyledin ifşâ-yı aşk
Âlem-i
ma’nâda cismim aşk ile tahmîr olup
/113/ Âlem-i sûretde oldum lâ-cerem me’vâ-yı aşk
Mebdeim
aşkdır meâdım aşk olmuşdur benim
Katre
olsam da ne gamdır merciim deryâ-yı aşk
Aşka
nisbetle avâlim bir avuç toprak-misâl
Zâhidâ
sığmaz ukûle vüs’at-i sahrâ-yı aşk
Aşk-ı
cânândan harâb oldum harâb oldum harâb
Şemsiyâ
rüsvâ-yı aşkım Şemsiyâ rüsvâ-yı aşk
Bir na’tından:
Cemî’-i
enbiyânın efdali sensin bilâ-şübhe
Şeref-yâb
oldu nûrun ile âdem Yâ Rasûl’llâh
Cihânı
zulmet istîlâ idüp halk cehle düşmüşdü
Kudûmünle
münevver oldu âlem Yâ Rasûla’llâh
Bu
halvet-hâne-i Hak'da tecelliyyât-ı külliyye
Sana
ihsân olunmuşdur dem-â-dem Yâ Rasûla’llah
Beşer
lafzı mecâzendir hakîkat sırr-ı Mevlâ’sın
Hüviyyetde
mükerremsin mufahham Yâ Rasûla’llâh
Günâhım
hadden aşmışdır ümîdim sende kalmışdır
Büyükdür
şefkatin aslâ şek itmem Yâ Rasûla’llâh
* * *
Bâb-ı
Haydar’da gedâdır Şemsi-i Mısrî fakîr
Şehr-i
ilmim bâb-ı Haydar merci’-i küldür Alî
* * *
Nokta-i
tevhîde bak itme nazar sağ u sola
Ol
zamân dil-hânesi aşk-ı ilâhiyle dola
/114/ Şemsi-i Mısrî
o kimse feyz-i Mevlâ’yı bula
Kim ki
‘mâ-zâğa’l-basar’ sultânının tıflı ola[59]
* * *
Mısriyâ
şol feyz-i akdes nûru oldu dâyesi
* * *
Cümle
eşyâ sırr-ı Hak’dır eyleme çûn ü çerâ
Şems-i Mısrî bendesinin
zikri eyva’llâh olur
Hz. Mısrî hakkındaki medhiyye-i fakîrânemi ber-vech-i âtî
tahmîs eylemişlerdir:
Muhibb-i
hânedân-ı Mustafâ’sın Hazret-i Mısrî
Bütün
müsterşidâna pîşvâsın Hazret-i Mısrî
Ledün
ilmini ârif sırr-ı 'bâ'sın Hazret-i Mısrî
Tarîkatda
reîsü’l-evliyâsın Hazret-i Mısrî
Zamânın
kutbusun feyz-intimâsın Hazret-i Mısrî
Bilâ-şek
mazhar-ı nûr-ı tecelliyyât-ı Rahmân’sın
Füyûzât-ı
Muhammed hem Alî ile nümâyânsın
Fedâ-yı
hâk-pâ-yı Hazret-i Şâh-ı şehîdânsın
Tasavvuf
gül-şeninde bülbül-i hoş-gû-yı irfânsın
Hakîkat
mülküne bir reh-nümâsın Hazret-i Mısrî
Mübârek
nutkunu her kim iderse gûşuna menkûş
Bilür
esrâr-ı tevhîdi dimez bir söz olup hâmûş
Geçer
benlikden ol tâlib hakîkatla olur bî-hûş
Ne
âlî sözlerin vardır ki insânı ider medhûş
Ukûl-ı
âdeme hayret-fezâsın Hazret-i Mısrî
Sevenler
bahtiyâr oldu seni Yâ Hazret-i Mısrî
Bu
yolda vakf idüp cân ü teni Yâ Hazret-i Mısrî
Kerem
kıl feyz-yâb eyle beni Yâ hazret-i Mısrî
Gönül
ez-cân u dil sevdi seni Yâ Hazret-i Mısrî
Şebistân-ı
edebde muktedâsın Hazret-i Mısrî
Muhibbim
bendeyim Şems’im dahîl-i zevrak-ı
Nûh’um
Ezelden
tâ ebed pîrim füyûzâtınla meftûhum
Senin
vasfında Vassâf’ı idüp tahmîs
memdûhum
Gice
gündüz tavâf eyler mübârek türbeni rûhum
Dil-i Vassâf’a
dâim zevk-fezâsın Hazret-i Mısrî
Mehmed Şemseddîn-i Mısrî ile meyânemizde muhabbet-i samîmiyye
cârîdir. Dâimâ muhâbere /115/ ederiz. Cenâb-ı Hak feyz ü
irfânını müzdâd eylesin.
Gül-şen-i
aşka hezâr Hazret-i Şemseddîn'e
Şeyh-i pür-feyz ü vakâr Hazret-i Şemseddîn'e
Arz-ı
ta’zîmiderek aşk niyâz it Vassâf
Lutf u
ihsânı taşar Hazret-i Şemseddîn'e
Bir tahmîsinden:
Âdeme
olmaz saâdet Hakk’a kurbiyyet gibi
Feyze
bâis var mıdır sâlik içün hıdmet gibi
Ma’nevî
lezzet olur mu ârife sohbet gibi
Halk
içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya
devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi
Hz. Mısrî-i Niyâzî’nin bakâyâ-yı ızâmının Limni’den
Bursa’ya nakli hâtır-ı fakîrâneme geldi, Şeyh Mehmed Şemseddîn Efendi’ye yazmış
idim. İzmir’de meşâyıh-ı Mısriyye’nin ser-bülendi Ali Efendi dahi İzmir’e
naklini düşünmüş, Şemseddîn Efendi Hz. Pîr’den bir işâret-i ma’neviyye olmak
şartıyla İzmir’e değil, Bursa’ya nakline taraf-dâr olduğunu cevâben
bildirdiler. Bakalım zuhûr ne yüzden tecellî edecek.
Ricâl-i resmiyye-i zamândan ve erkân-ı Hâriciyye’den bir
zât ile bir husûsta görüştüğümde, “Böyle bir teşebbüs hükûmetin meslekine
göre kat’iyyen muvâfık değildir. Zîrâ bakâ-yı ızâmın nakli içün Hâriciyye
Vekâleti’nin teşebbüsü lâzım. Lâ-dînî olan bir hükûmetin Hâriciyye Vekâleti
böyle bir teşebbüste bulunamaz. Bi’l-farz bulunsa da nakli imkânı olsa, meselâ
Bursa’ya nakli içün Mudanya’ya gidildikte halk bunu istikbâl ve ta’zîm derdine
düşecek, ictimâ’ olacak; buna ise hükûmet kat’iyyen müsâade etmez. Vazgeçmek
evlâdır.” dedi.
Şeyh Şemseddîn Efendi, Bursa’daki kütübhânelerdeki âsârın
tahrîr-i esâmîsine de me’mûr olup, bu hizmeti hüsn-i îfâ eylemiştir. Vilâyet
Târîh Encümeni’nde dahi hıdemât-ı hasenesi mesbûk olmuştur.
Muhammed
Şemseddîn’in Mektûbları:
“Ârif-i hakâyıkı’l-yakîniyye,
vâkıf-ı dekâyıkı’l-ledünniyye efendim,
23 Cemaziye'l-evvel 1345/(29 Kasım 1926)
târîhli kerem-nâme-i fâzılâneleri ve taltîfât-ı bî-gâye ile mâlî inâyet-nâme-i
ârifânelerini dest-i iftihâra alarak kirâmen mirâran mütâlaa ve her mütâlaasından
birçok istifâde-i mâddiyye ve istifâde-i ma’neviyyeye nâil oldum. Evvel ü âhir
iltifâtlarınıza müstağrak buyurarak haddimin fevkındaki hüsn-i nazarınıza arz-ı
teşekkürler ile berâber, “men ânem ki, men dânem” muktezâsınca ben kendimin
hangi dereceye kadar ne olduğumu bildiğimden hüsn-i zannınız iktizâsı üzere
hakk-ı nâcizânemde gösterilen teveccühe lâyık olmadığımı bilirim. Maa-mâ-fîh
her dâim arz ettiğim vechle kendi mir’ât-ı hakîkıyyenizde yine aks eden kendi
hakîkatinizdir, derim. Evet, bu suâle zannederim nihâyet 97. suâl lafzının
hesâb-ı ebcedîsine kadar irtikâ edecektir. Nasıl etmesin ki, Cenâb-ı Pîr-i
dest-gîrim,
“Müşkili
çokdur Niyâzî’ninvelî biri de bu”
buyuruyor.
Hz. Pîrim böyle derler. Müşkilinin çokluğundan bahs buyururlarsa bu abd-i
âcizin milyonlarla müşkili olduğuna şübhe edilir mi? Gerçi Hz. Pîr’in bunu
böyle söylemesi fakîr gibi bilmediğinden değil ya, işte, vesîle-i muhabbet olsun
veyâhûd beyne’l-ihvân ihtiyâr içün olsun diye böyle buyurmuşlar. Âh bu fakîr-i pür-taksîrin
bir müşkili hallolsa yerine bini çıkar. Ne ise Hak erenler hall-i müşkil eyleye.
Geçenki arîzalarımın birinde arz etmiştim, 1171/(1759)
târîhinde yazılan bir Dîvân-ı Pîr’de, yine ammim
Zâik Efendi merhûmun hattıyla olan dîvânda bu nutuk şöyle muharrerdir:
“İlim
bahr-i vücûd-ı esdâf anın dür-dânesiyim ben
Maârif-kenz ü dil vassâf anın dür-dânesiyim
ben”
İlim bahrı hakkındaki mütâlaa-i vâkıfâneleri pek
ârifânedir. Zannederim rûhâniyyet-i pîr bunu yazarken kalemlerini harekete
getirmiş. Bizde tekemmülde değildir, tekellümde hitâb-ı gaybetin, hitâb-ı
gaybın vâsıtası murâd olmak gerektir. Nasıl ki, şecerden (إِنَّنِي أَنَا اللَّهُ)[60] sadâsı
gelmiştir. Şu hâlde “küntü” ile sem’an ve basaran ve lisânen sırrına
mazhariyyetini îmâ ettikleri fikrindeyim. "Ne Mısrîyim, ne mehdîyim."
kelâm-ı âlîlerinde bu zannı te’yîd ediyor gibi geliyor. Size tuhaf bir şey’i
hatırlatayım. İnşâallâh hîn-i mülâkâtımızda takdîm edeceğim eser-i âcizîde İğbirâr-ı Şemsî’yi
yazmakta ne kadar haklı olduğumu tasdîk buyuracağınızdan şübhem yok.
Sivâsîlerden
Nazîmî mi, Nazmî mi, bir zât var, Tâhir Bey merhûm onun terceme-i hâlinde biraz
işâret etmiş geçmiş.İşte o zâta mensûb bir ihtiyâr şeyh efendiyle oğlunu geçen
sene İstanbul’da görüştüm. Zannım Yûsuf Efendi nâmında olacaktır. Bosna’dan
otuz sene evvel Bursa’ya gelmiş, birkaç gün bizde kalmıştı. Onda bir kitâb
gördüm, mensûr bir şey idi. Şurasına burasına bakarken, Hz. Mısrî Efendi
hakkında garaz-kârâne, daha doğrusu câhilâne demeyeyim ammâ, gayr-i vâkıfâne
bir şeyler yazılmış gördüm. Hattâ hâmişinde de urefâdan bir zât olacak, tenkîd
etmiş. Nazmî Efendi bunda çok haksızlık etmiştir. Zîrâ Hz. Mısrî’yi gerek
zamânının urefâsı ve gerek kendisinden sonra gelen bi’l-cümle meşâyıh-ı kirâm
ve fuzalâ-i mutasavvife onun büyüklüğünü tasdîk etmiştir, diye yazmış.
İşte o kitabda Nazmi Efendi diyor ki: Mısrî Efendi,
mehdîlik da’vâsına kalkmış, gittim kendisiyle görüştüm, ilzâm ettim. Ertesi gün
ilâhî söylemiş, “Ne mehdîyim, ne Îsâ’yım.” diye mehdîlikten vaz geçti, diyor. Haniyaşu
anlayış yok mu? Ne diyeyim, bilmem. Zavallı sâye-i Mısrî’de kendisini teşhîr
etmek istemiş. Böyle garaz-kârlar düşünmüyorlar ki, kendisinin zuhûrundan
beşyüz sene evvel Cenâb-ı Şeyhu’l-Ekber ve üçyüz sene evvel Hz. Yûnus,
aşk-nâmesinde Dîvân’ında sarâhatle işâretle bahs ediyorlar. Tezkire-i Safâî’de
tafsîlâtı olduğu vechle, Hz. Muhyiddîn, ismiyle resmiyle beyân ediyor. Âşık
Yûnus da, Mısrîcileyin, “Çağırırım dost dost.” diyor. Sonra ilmi, fazlı
âsârından ma’lûm olan bir zâtın ve “Hâtemü’n-nebiyyîn” âyetini görmeyecek kadar
ve mehdinin de eimme-i isnâ-aşarın onikincisi olduğunu fark etmeyecek derecede
zâhil olamayız, d emiyorsa ne acâib ahvâldir.
Niyâzî taht-ı yâ’da nokta oldu
Ali’nin sırrına olalı mahrem
Bu beyit fakîre kalırsa
tekmîl-i Dîvân-ı mübâreklerinin muhteviyyâtını câmi’dir. Çünki
mazhar-ı kül olduklarını beyân buyuruyorlar. Mehdînin ism-i Hâdî’ye mazhar ve
bir mürşid-i kâmil olduğunu anlayamayan Nazmî Efendi bî-çâresi, kabaca
temsildir, topal eşekle kervana karışıyor demektir. Her ne ise bu nutk-ı
mübârekten bahs olunurken bu hâtıra geldi.
Ne güzel şerh buyurmuşsunuz,
biraz daha tafsîlât verilse, ya’ni diger beyitler de ikmâl edilse, peka’lâ
Cenâb-ı Salâhaddîn-i Uşşâkî’ye pey-rev olmuş olursunuz. Fakîrde altı-yedi kadar
nutk-ı âlîlerinin şerhi vardır. Salâheddîn hazretlerinin iki, Hz. Sezâî’nin
bir, Hz. Nasûhî'nin bir, Ced merhûmun bir, Mustafa Aczî Ağa’nın bir, iki mi üç
mü Kemâleddîn Sabrî’nin şerhleri vardır. Bu da onların meyânına gi(re)r,
mecmûamızı tezyîn eder. Hattâ bu bende onların alt tarafına yazacağım ya,
ikmâle himmet buyur(ur)lar ise daha hoş olur. Nâ-tamâm yazmaktan ise, tamâmı
daha güzel olur.
Mektûbumun vusûlü gecesi
rûhâniyyet-i Hz. Pîr’e tevessül ettiğiniz, inşâallâh muvaffakiyyet-i Hızr’dır.
Harîk, Uzunçarşı’nın en
mu’tenâ ve en zengin mahallini mahv etti. Sâat dokuzdu, artık uyuyamadım.
Zîrdeki manzûme zuhûr etti, fakîr de el defterime geçirdim, sâat onbir idi. Kuturak
Hanı’nın kapısının alt tarafından Tuzpazarı’nın bir kısmına kadar yaktı. Ne
yapalım, kazâu’llâh, her ne ise, Hâfız-ı Hakîkî celâlinden muhâfaza buyursun.
Birâder-i âcizî ellerinizden
öper. Lutfiye Hanım bacı aşk-ı niyâz eder. Çocuklar dest-bûs ederler. Âile-i
muhteremelerine, gerek onların gerek bizim hâne halkı hürmetler, ihtirâmlar eylerler.
Muhdûm-ı âcizî ve kerîmelerim kezâ ellerinizden öper. Fakîr ise nev-cihân-ı
âlîlerinin niyâzıyla arz-ı ihlâs ederim efendim. 29 Cemâziye’l-evvel 1345/(05
Aralık 1926)
el-Fakîr
Mehmed Şemseddîn el-Mısrî”
Hakk-ı âlîlerindeki temennî doğrusu ya, hani birisi
evlenecekmiş, fakat aklı bir şeyi idrâk etmezmiş gibi davranarak, alacağımız
kız nasıl olsun suâline "Eh" demiş,
“Kaşı gözü kara olsun da, kendisi ne kadar beyâz olursa olsun zarar etmez, hoş
görürüm.” demesine dönmüş. (إذا تم الفقر فهو الله)[61] sırrına mazhariyyetinizi
ba’de’l-fenâ bakâ-i küllî ile nâil-i tecellî olmanızı ne güzel taleb
buyurmuşsunuz. Cenâb-ı Hak cümlemizi tecellî-i cemâliyyesine mazhar buyursun.
Evvel ü âhir yazdığım vechle müsveddesiz ne çekerse mektûb öylecedir. Artık
ibâresinde ma’nâsındaki yanlışlıkları hüsn-i niyyetime bağlarsınız.
Fâil-i
mutlak Hudâ’dır hikmetinden yok suâl
Zevk u
mihnet bu cihânda oldu rü’yâya misâl
Kimi
zevk-ı ma’nevîye daldı kimi sûriye
Bir
dakîka gibidir geçmekde olan mâh u sâl
Ma’nevî
zevkı dadanlar zâhire meyl eylemez
Zevk-ı
sûrî oldu âtî kaldı fikrinde hayâl
Doğru
bir yol ister isen ol muhibb-i hânedân
Ehl-i
Beyt-i Mustafâ’ya ittibâ’ it imtisâl
Olma
mağrûr bu fenâda mâla câha nakşına
Zulme
râzî olmaz Allâh eyler elbet pây-mâl
Bir
harîk itdi zuhûr çârşûda Allâh def’ ide
İşte
mahv oldu bir ânda bunca mâl ile menâl
Şemsi-i Mısrî
Hudâ’ya it tevekkül bul safâ
Ol
mukârin ehl-i hâle bulasın feyz ü kemâl
(Sâat:
11)
Bizim es’ile, zannım sekseniki beyit olarak takdîm
edilmişti. Biraz daha ilâve edildi. Artık bunların sırası ba’dehû tertîb
edilecektir:
“Küntü kenz”in
sırrı ile “men aref”de nükte ne
Hem “elest”
bezminde kavl-i “neam ü belâ” nedir*
Fahş ü
münkerden salâtdır men’ ider iksîr-i zikr
Cümleten
ahlâkı câmi’ âyet-i küberâ nedir
A’zam-ı
âyât-ı Kur’ân hangi âyetdir aceb
Ehl-i
isyânı mübeşşir âyet-i ircâ nedir
Enbiyâ
mı efdal oldu evliyâ mı yoksa kim
Gavs u
efrâd ile aktâb Hakk’a reh-nümâ nedir
Yer
döner gökler döner ecrâm döner her şey’ döner
Var
mıdır âyetde delîl var arz-ı “dehâhâ”
nedir[62]*
İşte Kur’ân-ı
Kerîm’de var işârât-ı fünûn
Lîk
bildir hey’et ü hikmetle tıb kîmyâ nedir
Dîn
dimek ahlâk dimekdir hüsn-i ahlâkdır behişt
Sû-i
ahlâkdır cehennem it beyân bana nedir
Her ne
var Kur’ân’da emr-i Kibriyâ nâfi’ bütün
Her
nevâhîde mazarrat müctemi’ hayfâ nedir
Benzeyor
Hakk’ın sıfâtından sıfât-ı âdemî
Böyle
halk olmakda gâye maksad-ı Mevlâ nedir
“Lâ tesübbu’r-rîha”[63]
zîrâ nefes-i Rahmân’dan o
Dindi “ed-dehru
hüva’llâh”[64]bunda
muammâ nedir
Oldu Mûsâ'ya
şecerden "ene Rabbuke"
hitâb[65]*
Yâ “ene’l-hak”
diyu insândan gelen sadâ nedir
Gâh
ibâdât gâh umûr-ı dünyevîde virilen
Hîle-i
şer’iyye vardır diye bu fetvâ nedir
Bir
hakîkat bahrinin gavvâsı lâzımdır ki ol
Çıkara
deryâ-yı ma’nâdan o ki dür-dânedir
Hall-i
müşkil eylesün Hak ism-i Hâdî-i zahîr
İntizârım
lutf-ı Rahmân’dan gelen ihsânadır
Oldu
doksanyedi beyt ile müsâvî-i suâl
Arz-ı
kâlâ itmeyin zann-ı gâyem istiânedir
Ufak tefek, saçma sapan âsâr-ı âcizânemin esâmîsini
müş’ir manzûmeyi bilmem yazdım mı? Yazdım ise bir daha gözlerinizi yormuş
olacağım, yazmadım ise tenezzülen okuyarak beyitlerde esere âid îmâlar muvâfık
mıdır, değil midir, iş’ârınızı temennî ederim:
Hâlıkım
Rabbim Efendim Kird-gârımdır benim
Şâfiim
Peygamberim âlî-tebârımdır benim
Lutf
idüp yazdırdılar mevlûd-i pâk-i Ahmed’i
Bâis-i
izz ü saâdet ol mesârımdır benim
Bir de
manzûmen yazıp mi’râc-ı Fahr-i âlemi
Serde
tâcımdır gönülde hem Nigâr'ımdır benim
Mevlid-i
Şâh-ı Velâyet oldu manzûm bir eser
Hubb-ı
Haydar kalbim içre Müşg-bâr'ımdır benim
Mevlid-i
Fahrü’n-Nisâ'yı eyledim peyrev ana
Dürr-i
deryâ-yı nübüvvetden Nisâr'ımdır benim
Yazmışım
sıbteyn-i pâk-i Ahmed içün mevlidi
Hamse-i Ebrâr olan
bu Bahtiyâr'ımdır benim
Mu’cizât
u hârika hakkında yazdım bir eser
İşbu Âsâr
her zamânda gam-güsârımdır benim
Medh-i
Kerrâr’ı tazammun eyleyen iki na’t
Şerhidir
Esmâr u Efkâr
âşikârımdır benim
Hazret-i
Şâh-ı Şehîd-i Kerbelâ’nın hâlini
Yazmışım
ez-cân u dil Envâr varımdır benim
Tuhfetü’ş-Şemsiyye’nin
kıstâsı nâm-ı dîğeri
Hakk-ı
Ehl-i Beyt’dedir bu İftihâr'ımdır benim
Münkirîne
karşu te’lîf eyledim bir muhtasar
Feyz-i
deryâ-yı Nebî’den Cûy-bâr'ımdır benim
Pîr-i
vâlâ-şânımın nâmına yazdım menkabe
Bâğ-ı
aşka bülbülüm ol Gül-izâr'ımdır benim
Bursa’da
mevcûd tekâyânın yazup ahvâlini
Cümle
ihvân-ı tarîka Yâdigâr'ımdır benim
Yâdigâr’a
zeyl yazup eslâfı tahrîr eyledim
Müstefîd
olur okuyan çün Bahâr'ımdır benim
Meslek-i
Mısriyye üzre bir fütüvvet-nâmede
Yazmışım
Esrâr-ı kalbi hûşyârımdır benim
Muhtelif
mevzûa dâir cem’ u te’lîf eyledim
Oldu
bir hayli makâlât Ber-güzâr'ımdır benim
İntihâb
itdim geçen şâirlerin eş’ârını
Zevkıma
gitmiş eserler İhtiyâr'ımdır benim
Hayli
ebyât ü mesârı’ cem’ ile tertîb idüp
İşte
meydân-ı edebde çün Bâzâr'ımdır benim
Bursa’dan
geçmiş bütün şâirleri cem’ eyledim
Bâğ-ı
dilde açılan Ezhâr hârımdır benim
Hayli
ibretler bulup cem’ eyledim bir nev eser
Atşı
râfi’dir ki zîrâ Çeşme-sâr'ımdır benim
Eyledim
tashîh rivâyât-ı sakîmi aczle
Mihke
urdum hâlisâne çün Ayâr'ımdır benim
Muhtasar
târîhleri derc eyleyüp te’lîfime
Vâkıât-ı
mâziyi Ezbâr hârımdır benim
Hayder-i
Kerrâr’a ta’n itmiş adûlar sad-hayf
Redd
ider bu ta’nı yazdım Dil-fikâr'ımdır benim
Gâh
gıbta gâh hasedden zemm iden eslâf içün
Yazmağa
bâdî vü bâis-i İğbirâr'ımdır benim
İhtilâfâtdan
nümûne cem’ idüp yazdım bunu
Gayret-âmîz
olduğiçün İ’tikâr'ımdır benim
Üç aded
mecmûada tesbît ü tührîr eyledim
Mürg-zâr'ım
Şâh-vârım Mûsikâr'ımdır
benim
Bursa’da
meşhûr olan Câmi’-i Kebîr’in hakkına
Eyledim
tahrîr zîrâ İ’timâr'ımdır benim
Vakt ü
hâli oldu hâkî itdim İhzâr
nâm ana
Redd-i
vâiz eyleyüp Izhâr şiârımdır benim
Bursa’da
mevcûd makâbirde kim medfûn ise
Yazmışım
çünki nihâyet ol Karâr'ımdır benim
Yazmışım
doksanyedi beyit ile muğlak suâl
Çok
zamândır dildeki Izmâr kârımdır benim
Geldi
bir dîvân vücûda lutf-ı Hak’la Şemsi’den
Sâye-i
Mısrî’deki Eş’âr zârımdır benim
Kendi haklarındaki yoklukta varlık, fenâdan sonra bakâ
temennîsini okuduktan sonra o gece fakîr de şöyle bir şey yazdım, daha müsvedde
defterindedir:
Hakk’a
karşu yokluk oldu dervişin sermâyesi[66]
Yokluğun
Hak varlığıyla varlık oldu gâyesi
Hakk’a
vuslat aşkla mümkin olup yok başka yol
Aşk-ı
cânândır cemâl-i âşıkın pîrâyesi
Aşkla
bezm-i ezelde tîneti tahmîr olup
Ârifin
aşk-ı ilâhî oldu çünkim mâyesi
Âşıkın
ma’şûka karşu rütbe-i kurbiyyeti
Aşka merbûtiyyeti
artdıkca artar pâyesi
Bende-i
âl-i abâyım çâker-i Âl-i Rasûl
Şemsi-i Mısrî’nin
anlardır dü-âlem vâyesi
28
Cemâziye'l-Evvel 1345/(5 Aralık 1926) Yevm-i Cumartesi, sâat: 12.
Hâdimü’l-fukarâ
Mehmed Şemseddîn
Nigeh-bân-ı
Hânkâh-ı Hz. Mısrî en-Niyâzî (Kuddise sırruhu'l-âlî)
BURSA"
“Nazar-gâh-ı kâmilânelerine,
Ma’rûz-ı dervîşânedir.
16 Teşrîn-i sânî târîhli ikinci bir taltîf-nâme-i
vefâ-kârîleri dâîlerini pür-şevk u sürûr eyledi. Ale’l-husûs mürşid-i âgâh-dil
Mustafa Sâfî Efendi hazretlerinin hakk-ı dervîşânemdeki teveccüh ve
iltifâtlarına ne derece minnet-dâr kaldığımı ifhâm edemem. Teşekkürler eder,
himmetlerini nazarlarını niyâz eylerim. İyi kötü her ne ise, fakîrden zuhûr
eden bu gibi sözler işte böyle zevât-ı âliyenin fakîre olan teveccüh-i
ma’neviyyeleri âsârı olduğuna şübhe etmem. Söyleyen yine onlardır, ben kimim
ki, zerrece söz söyleyeyim.
Cenâb-ı pîr-i dest-gîrimin Âsitâne-i Uşşâkî’de kuyusu
olduğu ve orada erbaîn çıkardıklarını işitmiştim. Hattâ bir iki def’a da
ziyâretleriyle müşerref oldum. Nutk-ı âcizîyi tahmîsiyle tekrâr ale’t-tekrâr
iltifâta sezâ-vâr buyurmanız mûcib-i menn ü şükrân-ı bî-şumâr oldu. Hz. Pîr
efendimizin birâder-i âlîlerine yazdıkları mektûb peder-mânde olarak mevcûddur.
Ancak Cenâb-ı Mısrî’ye ma’nen müncezib olan Tâhir Ağa Dergâhı’nda medfûn
urefâ-yı meşâyıh-ı Uşşâkıyye’den ârif-i bi’llâh Salâhaddîn el-Uşşâkî
hazretlerinin Vâridât-ı Hz. Pîr’den bir
kısmını şerh buyurmuşlardır. Fakîrde bir iki tânesi vardır. Bunlardan başka
mevcûd ise onların istinsâhıyla irsâline inâyet buyurulur ise çok teşekkür
ederim.
Gelelim Hakkı merhûma; buna dâir evvelce bazı ma’rûzâtta
bulunmuştum. Gerek Karabaş Velî, gerek Hz. Pîr hakkındaki bu lafları, haydi
diyelim gençlik münâsebetiyle söylemiş, yazmış; pek a’lâ Şam’da iken ihvânına yazdığı
mektûbunda Mevâidü’l-İrfân-ı âlîsindeki sözlerine
ne diyelim? Kendi ayarında değil. Ma’nevî şöyle dursun, mâddeten çok fevkinde
ulemâ Cenâb-ı Mısrî’ye intisâbla müftehirdirler: Ez-cümle İshâk Hocası Ahmed
Efendi, Ahmed-i Gazzî, Ayn-ı Ekber Muhammed Efendi, Câmi’-i Kebîr imâmları,
Gelibolu müftüsü, ceddim merhûm. Bunlar o zamânın mütebahhirîninden, âdetâ
Bursa’da neşr-i ulûm-ı zâhire vü bâtına eden fuhûlîndendir. Ne ise, büyüklerin
arasına girmek haddimiz değilse de mensûbîn-i Mısriyye’den olduğumuz içün
tabîîdir ki, gönlümüz kırıktır. Hattâ taş atana ekmekle mukâbele etmek meslek-i
Mısrî olduğundan onbeş sene kadar ber-vech-i hasebî İsmâîl Hakkı Dergâhı’nda
hizmette bulundum. Belki aralarındaki iğbirâr mündefi’ olur dedim. Burada bir
mes’ele vardır azîzim. Nihâyet-i hâlinde mâ-dâmki bu dakîkaya vâkıf olmuş, Sa'deddîn-i
Taftazânî gibi bir bir yazmalı. Bu bahis benim evvelce anladığım gibi değilmiş.
Mısrî’nin iddiâsı muhık imiş; mes’ele şöyle imiş, diye tavzîh etmiş olsa idi
hoş olmaz mı idi. Eğer sahîh ise Cenâb-ı Pîr’in İmâm Hasan (aleyhi’s-selâm)
efendimize ittibâen mesmûmen şehîd olmuş demektir. Bu sözleri nerededir? Mecmûu
geçmiş midir? Bu bir rekâbet netîcesidir. Hattâ mecmûasının birisinde, Hz.
........... şeyhi Osmân-ı Atpazârî’nin karşısında gâyet mütevâzıâne oturmuş. Şeyhi
de ................ anladım ki, şeyhim Mısrî’den mertebeten büyüktür. (Tuhaf
şey, Hz. Mısrî ................. böyle vaz’iyyeti küçüklüğünde îmâ etsin.
(Mısrî gibi bir balçığı her bir ayak ........... başka büyüklük aranır mı? Şu
sözlerinde de Mısrî’nin avenesini ............ İşte bu avene yukarıda
isimlerinin ba'zısını yazdığım fuzalâdır. O sultân-ı velînin teveccühüyle
olmuştur, diyor. Eser-i firâzeye de biraz atıyor. Hz. Mevlânâ ile şüyûh-ı
selâseyi ölçtüğünde de ötekiler .................... Tarîk-ı Celvetî’den başka
Hakk’a yol yoktur, diyor. Haniya ......... isteyor. Her ne ise, ne diyelim?
Olmuş bitmiş bir işler. Evet, evâhir-i ömrüne yakın ............ hattâ bütün
mertebesini ihrâzını da musır, Hz. Pîr’in müşkilim var nutkunu ............
suâllerine cevâblar yazmışlar, bir taraftan Mısrî’nin aleyhinde diğer cihetten
de .......... bir tecellî. (اللهم أرنا الحق حقاً و ارزقنا اتباعه)[67]
Mektubunuzu aldığım ve .......... bir zuhûrât oldu.
Kusûrunu tashîh ve mektûbumun da nasıl doğduysa öyle .......... nazar-ı
müsâmaha ile görmenizi ricâ ile maa'l-ihtirâm aşk u niyâz ve takdîr ..........
Melâz-ı
sâlikân-ı Mısrî penâh-ı âcizân-ı Mısrî
Muîn-i bendegân-ı Mısrî
.........................
Senin
feyz ü kemâline hasûdân itdiler gıbta
Alî'nin
sırrına mahrem ...........................
İmâmeyn
aşkına kıldın fedâ-yı cân ile cismin
Cihânda
şöhret ü şânın .............................
Ne
bilsün kadrini zerrâk riyâ-kâr müddeî zâhid
Alî'nin
kadrini ...............................
Hüseyn'i
sevmeyenlerdir seni her kim ki sevmezse
Muhibb-i
Ehl-i Beyt'sin sen ........................
Senin
dergâhına hizmet benimçün mahz-ı ni'metdir
İdersin
feyzine ..................................
Niyâzı
kuluyum bâb-ı niyâzda durdu Şemseddîn
Senin
dergâhın olmuştur bana dârü'l-emân Mısrî
22
Teşrîn-i sânî[68]
/117/Hulefâ-i Hz.
Mısrî
Çelebi
Şeyh Ali Efendi
Âsitâne-i Pîr’de seccâde-i irşâda oturmuş idi. Zâhir ü
bâtını ma’mûr evliyâu’llâhdandır.
Şenik-zâde
Şeyh Muhammed Efendi
Bursa’da Mahkeme-i Şer’iyye başkâtibi idi. Bi’l-külliyye
terk-i me’mûriyyet ile ahz-i bey’at eyledi. Hz. Mısrî’nin ahass-ı
hulefâsındandır. Âsitâne-i Mısrî’de bir müddet vekâleti vardır. Bu vekâlet
zamân-ı Hz. Mısrî’dedir. Bir aralık mahdûm-ı Hz. Pîr’e de vekâleti mevzû’-ı bahistir.
1109/(1697-98) târîhinde irtihâl-i dâr-ı bekâ eyledi. Pınarbaşı Kabristanı’nda
îyd-gâha karîb çenâr-ı kebîr civârında
defîn-i hâk-i gufrândır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Şeyh
Muhammed Kâsım Efendi
“Eâzımü’l-mekârim yâr-ı dâim” diye mevsûf olan bu zâtın
pederi Yahyâ, onun pederi Kâsım-ı Eyyûbî’dir. 1044 Rabîinde (Temmuz 1634)
dünyâya gelmiştir. “Verdî” diye meşhûrdur. Bursa’da Çelebi Sultan Mehmed
Medresesi’nde talebeden olup, Ahmedbey Mahallesi imâmı idi. Hz. Mısrî’ye meftûn
olup hizmetini câna minnet bildi. Ziyâret ede ede ona nisbet hâsıl eyledi. Tuhfetü’l-Mısrî’de
menâkıbı vardır. Aksak-zâde Zâviye’sine şeyh olmuş idi. 1135 Cemâziye'l-âhirinin
âhir haftası Çarşamba gecesi (Haziran 1722) nısfü’l-leylde 91 yaşında irtihâl
eyledi. Cenâzesinde meşâyıh-ı kirâm-ı zamân hâzır olup, Ayasofya’dan Fâtih’e
kadar götürülmüş, orada namâzı ba’de’l-edâ Eyüp’e nakl olunmuş idi. "Mahzu'n-nûr"
(محض
النور) târîhidir. İstanbul’da Eyüp’te Yahyâ-zâde Tekkesi’nde vasiyeti
mûcibince medfûndur. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
İlâhiyyâtından:
Abd-i
Rabbim Rabb-i ubbâd olmazam
Mürşidim
hak mâ-sivâyı bilmezem
Rûh-ı
kudsü bana söyler dil ile
Verdiyâ
ben bâkiyem yıl olmazam
Şeyh
Muhammed Sahfî Efendi
Bursa’da Şehâbeddîn Mahallesi’nde nice zamân tahsîl-i
ulûm-ı zâhirîde bulundu. Kitâbcılıkla iştigâl eylerdi. Bu münâsebetle “Sahfî”
diye şöhret buldu. Elyevm âsitâne-i Mısrî’deki Şeyh Şemseddîn Efendi bunun
sülâlesindendir. /118/ 1144/(1731-32) târîhinde terk-i
hayât-ı müsteâr eyledi. Bursa’da âsitâne-i Hz. Mısrî’de medfûndur. Terceme-i hâlinin
tafsîli yazılmış idi.
Şeyh
Ahmed Efendi
Hz. Mısrî’nin hem birâderi, hem halîfesidir. 1068/(1658)’de
Cenâb-ı Mısrî’nin müşârünileyhe yazdığı mektûbu bâlâda derc etmiş idim.
İstanbul’da Merkez Efendi Kabristanı’nda medfûndur. İrtihâlleri 1114/(1702-03)
târîhinde olduğu mervîdir.
Meşâyıh-ı Mısriyye’den Ahmed Bedreddîn Efendi de bu civârda
medfûndur.
Yahşı-zâde
Şeyh Ahmed Efendi
Zâhir ü bâtını ma’mûr erlerdendir. Kütahyalı olup orada
Halvetî dergâhında medfûn imiş.
Şeyh
İshâk Hoca
Efâzıl-ı ulemâdan ve eâzım-ı urefâdandır. Terceme-i hâlî Gül-deste’de
vardır. Gül-zâr-ı Mısrî’ye de derc olunmuştur. 1120/(1708)
târîhinde Bursa’da irtihâl-i dâr-ı naîm eyledi. Deveciler Kabristanı’nda
medfûndur.
Şeyh
Bekir Efendi
Bursalı olup, mübârek bir zât imiş.
Tablî-zâde
Şeyh Ahmed Efendi
Şuarâ-yı be-nâmdan ve fuzalâ-yı zevi’l-ihtirâmdandır.
Fenârî Ahmed Paşa Dergâhı’nda post-nişîn olmuş, 1116/(1704-05) târîhinde
irtihâl eylemiştir. Yeniyer, nâm-ı diğer Mar’â Mezarlığı’nda medfûndur.
Kavalalı
Şeyh Mustafa Efendi
Asrının ferîdlerinden idi. Kavalalıdır. “Kavala Şeyhi”
denilmekle ma’rûf idi. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Şeyh
Azbî Mustafa Efendi
Mevliden Kütahyalıdır. Hz. Mısrî Edirne’den Limni’ye iclâ
olunurken, hükûmet tarafından onun muhâfazasına ve Limni’ye îsâline me’mûr edilmişti.
Esnâ-yı râhda müşârünileyhin kemâlât-ı ârifânesine muttali’ olunca, onun esîri
olup hıdmet-kârından daha sâdıkâne arz-ı hıdmet etmiş ve bilâhare intisâb
ederek nâil-i feyz ü kemâl olmuştu. Hz. Mısrî’nin irtihâlinden sonra Limni’den
İstanbul’a gelerek Bektaşî ricâlinden ba’zı kimselerle muhabbet edip, bu sırada
Erenköy civârında Merdiven /119/ köyünde kâin
dergâhın meşîhati kendisine tevcîh olunmuştur. “Azbî” diye şiirde tahallus
ettiği gibi, mürşid-i mükerremi Mısrî-i müşârünileyhin Dîvân'ını
ser-â-pâ tahmîs eylemiş ve bu dîvân 1284/(1867-68) târîhinde Matbaacı Rızâ
Efendi tarafından tab’ u neşr edilmiş ise de elyevm nüsah-ı matbûası mefkûddur.
Ayrıca bir de dîvânı vardır. Rengîn eş’ârı vardır.
Azîzinin irtihâlinden sonra 55 sene daha muammer olarak,
1160/(1747) târîhinde irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiş ve mezkûr dergâh hazîresinde
medfûndur; ziyâret eyledim. "Müteveccihü'r-rûhâniyye" (متوجه الروحانيه ) târîh-i
vefâtıdır[69].
Bilen
anlar hayır söyler ya bilmez anlamaz söyler
Rumûz-ı
nutfeden söyle beyân olsun nice ma’nâ
Bu güfte dahi kendilerinindir, teberrüken naklolundu:
Ne safâdan
kederim var ne cefâdan hazerim
Düşmeni
dost bilirim ikisini bir severim
Kimsenin
hayrı ile şerrine yokdur nazarım
Bir
kuru laklakadır elde olunca hünerim
Ne
alandan haberim var ne satandan haberim
Serserî
kevne gelelden beri sersem gezerim
Gâh
olur kendi özüm âlem içinde bulamam
Gâh
olur hâl ile nâzımı hiç söyleyemem
Ne Alî'yim
ne velîyim ne deliyim bilemem
Bir
pula mâzi vü müstakbeli virsen dilemem
Ne
alandan haberim var ne satamdan haberim
Serserî
kevne gelelden beri sersem gezerim
Bahs-i
ilme gelicek kîl ile kâl eyleyemem
Her ne
dirlerse diyem hakkı cidâl eyleyemem
Ne
belâdır başıma kayd-ı zevâl eyleyemem
Bir
dahi tevbe idüp arz-ı kemâl eyleyemem
Ne alandan
haberim var ne satamdan haberim
Serserî
kevne gelelden beri sersem gezerim
Âh-ı Âzbî
gibi bir derd-i derûnum diyemem
Gâh
olur sâmit olup sohbet-i cân eyleyemem
Yâri
idrâk idüp fark-ı adû eyleyemem
Her ne
dirlerse disün kimseyi zemm eyleyemem
Ne alandan
haberim var ne satamdan haberim
Serserî
kevne gelelden beri sersem gezerim
/120/
Şeyh
Ahmed Efendi
Bursa’da Câmi’-i Kebîr imamı idi. Sulehâ-yı ümetten bir zât
idi.
Şeyh
Abdurrahîm Efendi
Câmi’-i Kebîr’de imâm-ı sânî idi. Sâhib-i kerâmet bir
zâttır. 1114/(1703-04)’te katlden kurtulmuştur. Ahmed-i Gazzî’nin dâmâdıdır.
Vefâtı 1135/(1722-23)’tedir. “Sandâlî-zâde” diye ma’rûfdur.
Şeyh
Sükûnî Muhammed Efendi
Mudurnuludur. Ulemâdan idi. Gelibolu’ya müftü olmuştur. Hz.
Mısrî’nin emriyle bir aralık Bursa’da Kâsım Subaşı Zâviyesi’nde irşâd-ı ibâd
ile meşgûl olmuşlar, sonra Gelibolu’ya gitmişlerdir. Gelibolu’da da irşâd-ı
ibâd ile meşgûl oldular. Ziyâret kasdıyla Bursa’ya geldiler, 1103/(1692)
târîhinde terk-i hayât-ı müsteâr eylemişlerdir. Deveciler Kabristanı’nda
medfûndur.
Târîh-i vefâtı:
Cenâb-ı
Sükûnî Şeyh Muhammed Efendi
Ki genc
idi ilm-i ledünnile derûnu
Revân
oldu Firdevs-i a’lâ-yı ünse
Koyup
vahşet-âbâd-ı dünyâ-yı dûnu
Didim
sâl-i fevtine târîh Tâlib
Ola
sâkin-i arş rûh-ı Sükûnî
(اوله ساكن عرش روح سكونى)
(Sükûnî'nin)Te’lîfâtı:
Dürre isminde, Kasîde-i Bür’e’ye nazîre ve buna Gurre nâmıyla şerhleri.
Mevlânâ Câmî ile
Mevlânâ İsâm aralarındaki ta’rîzâta Fevâid-i Aliyye nâmıyla yazdıkları Faysal-nâme.
Seksenbeş beyitli
Arabiyyü’l-ibâre medhiyye-i nebeviyye.
Şeyh Muhammed Dede Efendi
Sâlih Dede’nin
oğludur, Bursalıdır. Mesnevî-hân idi. Cenâb-ı Mısrî ile latîf
mâ-cerâları vardır. Ehl-i hâl bir zât idi.
Şeyh Mustafa Efendi
Bursa’nın Arap
Mahallesi sâkinlerinden idi. Hz. Pîr’e karâbeti vardır. İstanbul’da Fâtih’de
Âşıkpaşa Tekkesi’nde medfûndur.
Şeyh Seyyid Muhammed Çelebi
“Sandalî-zâde”
demekle meşhûrdur. Azîzinin hizmetini câna minnet bilip, gece gündüz gözleri
önünden ayrılmazlarmış.
Şeyh el-Hâc Hasan Dede Efendi
Kasap esnâfından
ve sulehâdan olup, gece gündüz azîzinin hizmetine vakf-ı cân etmiştir.
/121/ Şeyh el-Hâc Muhammed Dede
Efendi
Bursalıdır.
“Gümüş Ayak” diye meşhûrdur.
Şeyh Ali Dede Efendi
Bursa’da Veled-i
Enbiyâ Câmi’-i şerîfi kayyımı olup, Hz. Pîr Bursa’ya geldiğinde en evvel onun
hânesinde misâfir olmuştur. Sulehâ-yı ümmetten idi.
Şeyh Muhammed Çelebi Efendi
Cenâb-ı Şeyh’in
berberi olup, Limnilidir. Vesvese-i dünyâyı kalbinden çıkarmağa muvaffak olmuş
erlerdendir.
İstanbullu Şeyh Ali Nazmi Fefendi
Fenn-i mûsikîde
mâhir ve emsâli nâdir bir azîzdir. “Derviş Ali” demekle şehîr idi. Hz. Şeyh’in
zâkirbaşısı idi. “Sûre-i Furkân” (سورة الفرقان) (1128) târîh-i vefâtıdır İstanbul’da Hekimoğlu Ali Paşa
Câmi’-i şerîfi şadırvanı kurbunda medfûndur. Gazeliyyâtı vardır.
Yeter ma’mûr oldun bir zamân
vîrâne ol gönül
Hudâ’ya âşinâ ol gayriye bî-gâne ol
gönül
Şeyh Mustafa Efendi
Câmi’-i Kebîr ser-müezzini
olup, “Kara Oğlan” denmekle meşhûrdur. Mûsikîde mahâret-i kâmilesi vardı. Hz.
Pîr’le mâ-cerâsı ibret-nümâdır.
Şeyh Mustafa Efendi (1129/1717)
Câmi’-i Kebîr
ser-müezzinidir. "Ak Hâşiyeli" denmekle meşhûrdur. Fenn-i mûsikîde
mâhir olduğu gibi, sesi de gâyet güzel imiş. Selîs ifâdeye muktedir,
müderrisînden bir güzîde-i zümre-i zâkirân ü fırka-i sâlikân idi. Elli sene
salât-ı subhu cemâatle kılmıştır. Azîz Limni’de iken hânkâhda vekâlet etti.
Pınarbaşı’nda Mevlevî-hâne karşısında medfûndur.
Şeyh Ahmed Efendi
Hz. Pîr’in
hıdmet-i dâimesinde bulunup, bu da berber-i hâssı idi.
Emîr Kâsım-zâde Şeyh Muhammed Emîn
Efendi
Sülâle-i sâdat-ı
kirâmdandır. Hâlisü’l-fuâd ve ulûm-ı mütenevviadan müstefâd bir zât-ı kerîmdir.
“Seyyid" malasıyla ma’rûf olup, müretteb Dîvân-ı İlâhî’leri vardır. 1134/(1722)’te ism-i “Hû” ile hatm-i enfâs eyleyip,
Bursa’da Şeyh Hüsâmeddîn Efendi Dergâhı altındaki Mısrî Tekkesi Kabristanı’na
defn olunmuştur.
Târîh-i irtihâli:
Şeyh Efendi bezm-i Adn'e
"Hû" ile buldu vusûl
(شيخ افندي بزم عدنه هو ايله بولدي وصول)
/122/
İlâhiyyâtından:
Cânâna
virüp cânı cânân olalım âşık
Bu
râh-ı hakîkatde bürhân olalım âşık
Sıdkile
eğer mü’min tutar kese sivâ savmın
Gel îyd-i
visâle kurbân olalım âşık
Aşkile
olup zinde dostu bulalım dilde
Gel
ilm-i ledünnîde Lokmân olalım âşık
Şeyh
Mahmûd Efendi
Kastamonu’da Boyabat kasabasında pâ-nihâde-i mehd-i vücûd
olup, müddet-i medîde tahsîl-i ulûm ile istikmâl-i kemâl eyledikten sonra
hıdmet-i Şeyh'e dâhil ve hilâfete nâil olup, emr-i Şeyh’le neşr-i tarîk için
memleketine avdet eylemişti. Hz. Mısrî’nin Limni’de civâr-ı rahmet-medârındaki
Mahmûd Efendi, Şeyh Mahmûd Efendi bu zât olsa gerektir. Azîzinin Limni’de
ziyâretine gelmiş olması melhûzdur. Kabri el-ân mevcûddur.
Îyd-i
Ekber Şeyh Muhammed Efendi
Ebkişehirlidir. 1135/(1723)’te irtihâl eylemiştir. Bursa’da
Emîr Sultân Câmi’-i şerîfinin Azapkapısı civârında medfûndur. Fevâid-i
Zümrüdiyye nâmıyla, Hz. Mısrî’nin Kasîde-i Bür’e’si
üzerine şerhi vardır.
Şeyh
Kâsım-ı Verdî Efendi
Emîn Yahyâ b. Kâsım-ı Eyyûbî’dir. 1044/(1634-35)’te
doğmuştur. Cemâziye'l-âhir 1135 (Mart-Nisan 1722) "mahzu'n-nûr" (محض النور) târîh-i
irtihâlidir. 91 sene muammer olmuştur. Akbıyık Zâviyesi’nde şeyh idi. Eyüp’te
Yahyâ-zâde Tekkesi hazîresinde medfûndur. Bunun tafsîli yukarıda geçmiştir. (s.117)
Şeyh
Ahmed-i Gazzî
Kuds-i Şerîf tevâbiinden Gazze kasabasında 1054/(1644)
senesinde dünyâya gelip, henüz küçük yaşında iken ulûm-ı zâhireyi tahsîl ile,
onsekiz yaşında iken muhaddis olmuş, Mısır’da Câmiü’l-Ezher’de yedi sene Şeyh
Ahmed-i Beşîşî’den ulûm-ı âliye tahsîlinde bulunmuş ve orada neşr-i ulûm
etmiştir. Onsekiz kerre hacca gittiği gibi, evlâd-ı vüzerâdan olduğu mervîdir.
Şeyh-i müşârünileyhin emriyle 1087/(1676)’de Bursa’ya hicret edip Câmi’-i
Kebîr’de tedrîs-i ulûmla iştigâl etti. Molla Fenârî Medresesi müderrisliği
uhdesine tevcîh olundu. Reîsü’l-muhaddisîn oldu.
1094/(1683)’te tekrâr hacca azîmetinde esnâ-yı râhda ba’zı
ahvâl ü esrâr zuhûra geldi. Bidâyeten münkir-i tarîkat iken, bunun üzerine,
1103/(1691-92)’te Hz. Mısrî’ye mürâcaatla ahz-i inâbet etti, bir sene sonra
nâil-i hilâfet oldu. Hz. Üftâde ve şeyhinin işâret-i ma’neviyyesiyle
1114/(1702-03) senesinde Bursa’da güzel bir dergâh inşâ eyledi ki, Bursalı /122/
Belîğ Efendi şu târîhi söylemiştir:
Bu
hayrâtın ki bânîsi Cenâb-ı Ahmed-i Gazzî
Fazîletle
vücûdu âsumân-ı ilm-i mâhîdir
Esâsından
binâ itdi bu zîbâ tekyeyi çûn kim
Anın
her gûşesi erbâb-ı tevhîdin penâhıdır
Tamâm
itse aceb mi dest-i himmetle bu âsârı
Muhakkak
Şeyh Mısrî’nin ana feyz-i nigâhıdır
Şerefdir
çıksa ayyûka sadâsı anda tevhîdin
Müselsel
okunan şâm u seher zikr-i ilâhîdir
Misâli
gelmemişdir bu ibâdet-gâh-ı vâlânın
Zuhûr
itmiş var ise ol dahi sun’-ı ilâhîdir
Arak-rîz
oldu sanma devr ile a’zâ-yı uşşâkı
Çıkan
hep âteş-i tevhîd ile âb-ı günâhıdır
Didi
itmâmını gördükde târîhin Belîğ-i
zâr
Bu
tekye kudsiyân-ı âsumânî cilve-gâhıdır
(بو تكيه قدسيان آسماني جلوه كاهيدر)
Süleyman Efendi nâmında bir zât tarafından yazılan bir
terceme-i hâlleri elime geçti, mütâlaasıyla şeref-yâb oldum.
Ahmed-i Gazzî cidden eâzım-ı ulemâ vü urefâdandır.
Pederleri Şeyh Müferricü’l-Kâdirî, onun babası Şeyh Îsâ nâm zâttır. Gerek
Câmi’-i Kebîr’de, gerek Câmiü’l-Ezher’de beş def’a Kur’ân-ı azîmü’ş-şânı tefsîr
ile hatm etmiş idi. Ulûm-ı zâhire vü bâtınada yektâ-yı zamân ve mağbût-ı cihân
olmuşidi. Bir Tefsîr’i, bir de Mîzânü’l-Akâid’i
ile Ta’lîkât-ı Gazziyye’si vardır, gayr-i matbû’dur. Âsâr-ı
sâiresi de varmış, fakat gayr-i ma’lûmumdur.
Kıble-nümâ-yı
Ka’betü’l-Uşşâk nâm eserde mütâlaa-güzâr-ı âciz-ânem
olduğuna göre, 1120/(1708) senesinde Acem seferi fütûhâtından kırk kese akça
gazâ mâlı hediye gelmiş, fakat kabûl etmeyip cümlesini Câmi’-i Kebîr’in
ta’mîrine sarf eylemiştir. Hâlâ minberde asılı olan dört sancak Hz.
Gazzî’nindir. Bi'l-âhare bunlar tecdîd edilmiştir. Dâire-i Kübrâ ricâlinden
olduğu müttefakun aleyhdir. Âsitânelerinde kırk sene inzivâ edip çıkmamış, çok
kerâmâtı görülerek, Kerâmât-ı Gazziyye diye bir mecelle-i
kebîre yazılmıştır.
1150/(1737-38) senesi âzim-i dâr-ı bakâ ve nâil-i ni’met-i
likâ olduklarına müsâdiftir. Kabr-i âlîleri dergâh-ı şerîf derûnundadır.
Lehü’l-hamd mükerreren ziyâretle şeref-yâb oldum. Orada gördüğüm bir levhadan
şu beyitleri istinsâh eyledim:
/124/ Fahr-ı râh-ı Halvetî Şeyh Ahmed-i Gazzî ki
ol
Merd-i
âlem pîr-i pür-nûr iftihârü’l-vâsılîn
Mürşid-i
ashâb-ı memlûk zâhid ü takvâ-şiyem
Mazhar-ı
feyz-i ilâhî iftihârü’s-sâlikîn
Nahl-i
bûstân-ı tarîkat necm-i burc-i âfitâb
Şems-i
râh-ı istikâmet iftihârü’z-zâhidîn
Fahr-ı
Râzî-menkabet allâme-i devr-i cihân
Pîr-i
meydân-ı kerâmet iftihârü’l-ârifîn
İlm-i
tefsîr ü ehâdîsin İmâm-ı A’zam’ı
Nûr-bahşâ-yı
tesellî iftihârü’l-fâzılîn
Milk-i
Adn’e göçmeden kâtib mülâkî olmadan
Türbe-bânî
şu azîzi iftihârü’l-kâmilîn
Asâ-yı şerîfleri sandûkalarının yanında mahfûzdur.
İrtihâlleri târîhlerinden:
Âh-ı
dil-sûzu çeküp dilden didim târîhini
Kabrini
nûr ile memlû eyleye Rabbü’l-ibâd
(قبريني نور ايله مملو ايليه رب العباد) = 1156 – 6 = 1150
Diğer:
Harf-i cevher-dâr
ile Hâlis didim târîhini
Ahmed-i
Gazzî naîm-i Adn'e göçdü Hû ile
(احمد غزي معيم عدنه كوجدي هو ايله)
Diğer:
Bâm-ı
cevher çıkdı üç er didiler târîhini
Kutb-ı
Bursa Şeyh Ahmed azm-i ukbâ eyledi
(قطب برسا شيخ احمد عزم عقبي ايلدي) 1153 – 3 = 1150
Sandûkalarının önündeki levhada şu ma’lûmât mündericdir:
“Şeyh Ahmed el-Gazzî, Gazze’de tevellüd eyledi. Onsekiz
yaşında muhaddis olup, otuz sene Câmiü’l-Ezher’de neşr-i ulûm eyledi. Onsekiz
kerre haccetti. Reîsü’l-muhaddisîn olup, işâretle Bursa’ya geldi. Hz. Mısrî’den
hilâfet aldı. Bursa’da bu âsitâneyi binâ eyledi. Beş def’a tefsîr-i şerîf
tedrîs ile Kur’ân-ı Kerîm’i hatm etti. Zâhir ü bâtını ma’mûr idi. 1150 senesi
Şevvâlinin altıncı (27 Ocak 1738) Pazartesi gecesi irtihâl-i dâr-ı bakâ buyurdu
azîzim.
Cârûb-keş-i
Dergeh-i Şeyh Ahmed el-Gazzî
Eşref-i Rûmî-zâde es-Seyyid Ali Sırrî”
Şeyh
Abdüllatîf Efendi
Müşârünileyhin evlâdından Şeyh Abdüllatîf Efendi hazretleri
zamânında bir takım ahvâl-i garîbe zuhûr etmiş idi. Pederinin irtihâlinden
evvel 1143 veya 1147 senesi şehr-i Recebin onunda (19 Ocak 1731 veya 6 Aralık
1734) kırk yaşında iken şehîden âzim-i dâr-ı ukbâ oldu. Zâhir ü bâtını ma’mûr
erlerden idi. Dünyâya aslâ rağbet etmemiştir. Âsitâne-i Gazzî hazîresinde
taltîf-i /125/ Hudâ’ya mazhardır, ziyâret ettim. Gül-deste
ta’bîr olunur Vefeyât-ı Ervâh-ı Kudsiyye nâmında eseri vardır.
Şeyh
Muhammed Ayn-ı Kebîr
Bursaviyyü’l-asıldır. Velâdeti Bursa’da Kaya Pazarı’nda
târîh-i hicrînin 1055/(1645) veya 1056/(1646) senelerinde vâki’ olup, Vânî’den,
Tefsîrî’den ve İshâk Hoca Ahmed Efendi’den tekmîl-i mevâddeyleyip, tekrâr Çömez
Ali Efendi’den Hikmetü’l-Ayn ve İsbât-ı Vâcib'i
itmâm eyledikten sonra, Cüz’iyyât'ı
maa’l-cam’u’l-havâşî tekmîl müyesser olup, ba’dehû İstanbul’a gelerek yine
tedrîs ile iştigâl etmiştir. Mevâlî-i ızâmın ekseri şâkirdidir. Ba’dehû yine
Bursa’ya gidip, anda tedrîse meşgûl iken, bir gece âlem-i ma’nâda Hz. Mısrî
Efendi’yi müşâhede edip, “Ey Ayn-ı Ekber! Nice bir kışr-ı zâhirdesin, biraz
da lübb-i kıbâb-ı ma’nâya gel.” diye işâret buyurduklarından, ertesi günü
Ulu Câmi’ kürsüsünden dahi ayn-ı ma’nâyı keşf edince bî-ihtiyâr Mısrî’nin
hânkâhlarına varıp, (10)97/(1686)’de irâdet ve inâbet ve nefes-i sânîye gelince
etvâr-ı seb’ayı dördüncü dâireye dek, ki makâm-ı mutmainnedir, seyr ü müşâhede
ve vefâtlarından sonra Kâsım Efendi hazretlerinden tecdîd-i bey’at ve etvâr-ı
seb’ayı bi-tamâmihâ onlardan gördük diye lisânlarından bu fakîr ber-vech-i âtî
istimâ’ ettim. Hakkâ ki, bir merd-i âlim ü kâmil ve fâzıl u âmil-i müteverri’
ve mettekî ve âdâb-ı şer’ u tarîkata mürâî idi. Vaktini ulûm-ı nâfiaya hasr
edip mevâddı âhara havâle eder idi. Müddet-i vâfire ülfet olunmadıkca fazîleti
ma’lûm olmaz idi. Mestûru’l-hâl bir zât-ı sütûde-sıfât idi.
Vâfir tahrîrâtı vardır. Ez-cümle Şemâil-i Şerîfe’yi
Türkî nazm etmiştir. Bir eser-i bî-nazîrdir.
On sene mikdârı bu fakîr şeref-i sohbetleriyle teşerrüf
etmiştir. Husûsan Bursa’da Kâsım Efendi ve Ayn-ı Ekber Muhammed Efendi ve Hz.
Emîr türbe-dârı Seyyid Reşîd Çelebi ile kırk gün kırk gece sohbet olmuştur ki,
kâbil-i ta’bîr değildir.
Orta boylu, kebîrü’l-ayn ve’r-ra’s, sâhibü’s-sekîneti
ve’l-vakâr, dâimü’l-murâkabe ve’l-huzûr idi. Pür-aşk u şevk, tâ-be-sabâh bîdâr
ve kesret-i bükâdan ağrıklı idi.
Ba’dehû (11)33/(1721) senesinde Kâsım Efendi İstanbul’a gelip,
“Aynı Ekber efendimiz ne âlemdedir?” diye suâl ettiğimde, beşâşeten
buyurdular ki: “Oğlum, Hasan’ım! Muhammed Ayn-ı ekber, cümle berzahlardan
halâs oldu, müşkili kalmadı, emâneti kendilerine teslîm ettik.”
Merhûm Ayn-ı Ekber Efendi, ızhâr-ı hârık-ı âde vü kerâmeti
sevmezler idi. Kendiliğinden kendinden zuhûr ederse mağmûm olur idi.
Vefâtları 1134 senesi aşr-ı Zi'l-hiccesindedir (21 Ağustos
1722). Kâsım Efendi’den yedi mâh mukaddem vefât edip hâlen Bursa’da medfûndur. (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
(Hz. Nasûhî halîfesi Şeyh Hasan Efendi risâlesinden aynen)
Şeyh
Mustafa Nesîb Efendi
Gazzî-zâdedir. Zâhiren pederinden, bâtınen Hz. Mısrî’den
feyz-yâb olmuştur. 1135/(1723) senesinde Bursa’da tevellüd eylemiştir ve
müşârünileyh Abdüllatîf Efendi’nin oğludur.
Bir gece beyne’n-nevm ve’l-yakaza Hz. Mısrî zuhûr etmiş, “Abdest
al.” buyurmuş. Abdest aldıktan sonra huzûruna da’vetle oniki ismi telkîn
etmiş ve “Halîfemsin.” buyurmuş. “Ceddine söyle, böyle yapsın, zîrâ
vakit dardır.” buyurup gâib olmuş. Hazret, bu rü’yânın dehşetinden gözünü
açmış, kendisini odanın ortasında kıbleye müteveccih oturur bulmuş. Sabâh yakın
olmağla tecdîd-i vudû’ içün dışarı çıkmış. Ceddi Cenâb-ı Gazzî de odasından
çıkarak karşılaşmışlar, “Oğlum, âbdest al da gel.” buyurmuş, o da abdest
almış, büyük pederinin huzûruna varmış.
Rü’yâda gördüğü gibi aynıyla kendisine oniki esmâyı telkîn ederek
hilâfet vermiş. "Oğlum, o gördüğün azîzim ve senedim Hz. Mısrî’dir, bu
nutukları azm-i âhiret etmemize delîldir." buyurmuşlar. Fi’l-hakîka
Hz. Gazzî bir müddet-i kasîreden sonra âlem-i bakâya göçmüştür.
Mustafa Nesîb Efendi pek mübârek bir zât idi. Ulûm-ı şettâ
ve tasavvufda mâhir idi. Zâhir ü bâtını ma’mûr idi. Pederinden zâhir ü bâtın
ulûmunu almıştır.
Aşk-nâme
isminde bir kitâbı ve bir Dîvân’ı
ve tarîkat-ı aliyye sülûkuna dâir Tezyînü’l-Makâmât ve Tebyînü’l-Merâtibât
nâmında diğer bir eseri ve Kâdî Beyzâvî Tefsîri’ne ta’lîkâtı
vardır.
Hz. Gazzî’nin irtihâlinden sonra 51 sene Âsitâne-i Gazzî’de
post-nişîn oldu. 1202 sene-i hicriyyesinin Muharreminin onsekizinci günü (30
Ekim 1787) terk-i câme-i hayât eylediğinden na’ş-ı şerîfleri âsitâne
hazîresinde rahmet-i rahmâna tevdî’ olunmuştur.
/126/
Târîhi:
Çok
cevher itdim îsâr buldum tamâm
Şeyh
Mustafâ Efendi İrem’de buldu mesken
( شيخ مصطفى
افندى ارمده بولدى مسكن)
Şu na’t müşârüniliyhindir:
Sûziş-i
nâr-ı muhabbet cânıma itdi eser
Mevt-i
kalb-i cân ile âmâde geldim Yâ Rasûl
Bâb-ı
lutfundan şefâat-cû olupdur bu Nesîb
Bî-tekellüf
zât-ı pâke sâde geldim Yâ Rasûl
Bir nutku:
Şâh-ı
şâhân-ı velâyetdir gürûh-ı Halvetî
Kevn-i
aşkda zü’l-kerâmetdir gürûh-ı Halvetî
Cümle
uşşâk-ı turuk bir bülbül-i şeydâsıdır
Anda
bustân-ı letâfetdir gürûh-ı Halvetî
Zât-ı
mutlak maksadıdır anların rûzân şeb
Ma’den-i
zât-ı hüviyyetdir gürûh-ı Halvetî
Cânib-i
Hak tâlibânına cilâdır cümleten
Mûsıl-ı
zevk-ı hidâyetdir gürûh-ı Halvetî
Âsitân-ı
dil-güşâdır Halvetî’ye sür yüzün
Ey Nesîb
sâhib-selâmetdir gürûh-ı Halvetî
Şeyh
Mısrî Efendi
Reîsü’l-ulemâ idi. Mısrî tahallusunun sebebi, pederi
muhaddisînden Mısrî Efendi olmasındandır. Bir gün eyyâm-ı taallümünde, Şeyh
Ahmed-i Gazzî hazretlerinin ziyâretine gitti. Azîz-i müşârünileyh, “Allah
Taâlâ sana cemî’ ulûmu keşf eylesün.” diye duâ etti. Bi-izni’llâh cümle
ulûm kendine müsahhar oldu. Hattâ tefsîr okurken bilâ-mütâlaa bilâ-kitâb tedrîs
edip, “Bu inâyet bana Hz. Azîz’dendir.” buyururlarmış. 1198/(1784)’de
irtihâl-i dâr-ı naîm eyledi. Bursa’da Mevlevî-hâne karşısında medfûndur. (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
Şeyh
Halîl Efendi
Kemter Ali Efendi mahdûmu olup, “Nasûhî-zâde” denmekle
meşhûrdur. Şeyh Ahmed-i Gazzî halîfesidir. Kibâr-ı evliyâu’llâhdan, zâhir ü
bâtını ma’mûr erlerdendir. Bursa’da Nasûhî Zâviyesi’nde şeyh idi. Kurb-ı
tekkede meşâyıh merâkidindedir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Şeyh
Ahmed Efendi
“Kütükcü-zâde” diye meşhûrdur. Ahmed-i Gazzî hulefâsındandır.
A’lemü’l-ulemâ ve aslahu’s-sulehâdan bir veliyy-i kâmildir. Bursa’da
Pınarbaşı’nda /127/ medfûndur. Bir tenhâ hücrede kütükler vaz’ edip,
onların her birini birer adam farz eyleyip, berâ-yı mümârese ders ta’lîm
edermiş. Hattâ kütüklerin her birine şürekâsından birinin ismini verip, bu
yolda çok çalışmıştır. Gençliğinde bu hâli müşâhede olunduğuna mebnî, “Kütükcü”
ta’bîr olunmuş ve fakat sonraları ferîd-i zamân olmuştur, rütbe-i velâyete
kadem basanlardandır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Şeyh Ahmed
Efendi
“Sûfî-zâde” derler. Şeyh Ahmed-i Gazzî hazretlerinin
mazhar-ı feyzi olanlardandır. Kemâl-i zühd ü salâh ile ârâste bir zât-ı şerîf
olup, mazanna-i kirâmdandır. Yüz yaşında 1217/(1802-03) senesinde göçtü. Emîr
Sultân civârında medfûndur. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Şeyh
Muhammed Dede
Makâm-ı cem’e vâsıl olmuş bir meczûb-ı Hudâ idi. Ahmad-i
Gazzî müntesiblerinden olup, kerâmâtı görülmüştür. 1188/(1774)’de irtihâl-i
dâr-ı naîm eyleyip Pınarbaşı Kabristânı’nda medfûndur. (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
Şeyh
Muhammed Es’ad el-Hafîd Efendi
Gazzî-zâde Şeyh Mustafa Nesîb hazretlerinin mahdûmu olup,
1192/(1778) senesinde irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Câmi’-i Kebîr’de imâmeti
var idi.
el-Hâc
Şeyh Abdüllatîf Efendi
Müşârünileyh Es’ad Efendi’nin muhdûmudur. Ârif-i bi’llâh
bir mürşid-i dil-âgâhdır. Gurre-i garrâ-yı vücûdu 1191/(1777) senesinde
Bursa’da tulû’ etmiştir. Henüz bir yaşında iken pederleri irtihâl etmekle,
büyük pederi Mustafa Nesîb Efendi’nin taht-ı terbiyesinde perveriş-yâb
olmuştur. Sinn-i âlîleri beşe resîde oldukta taallüme bed’ edip, dokuz yaşına
bâlığ olasıya kadar mebâdî-i ulûmu iyiden iyiye tahsîl eylemiştir.
/128/ Büyük
pederleri bir cum’a günü Abdüllatîf’i alıp türbe-i Hz. Gazzî huzûruna getirerek
orada kendisine bey’at ettirmiştir. Bir müddet sonra Mustafa Nesîb Efendi
iritihâl eyledikte Abdüllatîf Efendi, onbir yaşında yetîm kalmıştır. Tekkenin
meşîhati âhara geçmemek için ehl-i hayrdan bir zât Abdüllatîf’i alıp İstanbul’a
getirerek Beşiktaş’ta Neccâr-zâde Şeyh Muhammed Sıddîk Efendi’nin himmet ü muâvenet-i
mahsûsasıyla, tekkenin meşîhati evlâdiyyet üzere te’sîs ve Abdullatîf’e tevcîh
ettirilip, sinnen kemâle resîde olasıya kadar vekâleten idâresi takarrur
eylemiş ve tahsîline devâm etmek üzere Bursa’ya avdet etmiştir.
Fuzalâdan Hoca Hüseyin Efendi’den ulûm-ı âliye ve fıkh-ı
şerîfden Kudûrî okumuş ve Hoca Seyyid Ahmed Efendi’den ilm-i kırâat ve Halebî
taallüm ve Seyyid Nûh Efendi’den Fârisî ve sâire tederrüs eylemiştir. Sinn-i
âlîleri onbeşe erdikte Üftâde-zâde Şeyh Mustafa Efendi’ye teslîm olup seyr ü
sülûka başlamış, yedi sene bu yolda sa’y-i tâm üzere bulunmuştur. Ba’dehû tarîk-ı
Celvetî vü Kâdirî’den me’zûn olup, Narlı şeyhi Bedreddîn Efendi’nin dâire-i
feyzine girdiler. Bu zât tarîk-ı Halvetî’den Yiğitbaşı Ahmed Efendi
kolundandır. Bir müddet sonra icâzet aldılar, yine ulûm-ı zâhirîyi tekmîle
hasr-ı evkât ederek Hacı Bekir Efendi nâm zâttan üç sene mütemâdiyen ilm-i
usûl-i tefsîr ü hadîs okutmuştur. Derse devâm etmekle berâber her gün, şeyhi Bedreddîn
Efendi’nin huzûruna varırdı. Feyz-i sohbet ve hüsn-i nazar-ı mürşid-ânelerine
mazhar olurdu. Bedreddîn Efendi, Abdüllatîf’i tarîk-ı Mısrî üzere sülûktan dahi
mücâz kıldı.
/129/
Bedreddîn’in şeyhi Sadri Efendi meşhûr âlim Şeyh Murâd-ı Nakşıbendî
hazretlerine mülâkî olarak, ondan feyz-i Nakşıbendî’ye mazhar olduğundan, Bedreddîn’de
mütecellî olan bu feyzden de Abdüllatîf Efendi hisse-dâr olarak hatm-i
hâcegân-ı Nakşıbendî’den izin almıştır. Kümmelîn sırasına geçmekle isti’dâdı
yüz göstermeğe başladı. 1213/(1798-99) senesinde henüz yirmiiki yaşında iken
Bursa’da Câmi’-i Kebîr’de tedrîs-i ulûma başladılar ve bu sırada Âsitâne-i
Gazzî’de post-nişîn oldular. 1216/(1801-02)’da Üftâde-zâde’den teberrüken
tarîk-ı Celvetî’den me’zûn oldular. Cemî’-i Esmâ’yı tekmîl ile icâzet aldıktan
sonra irşâd-ı nâsa başlayıp, şöhretleri artmağa başladı.
İlm-i tefsîrde behresi ziyâde idi. Fütûhâtu Kenzi’l-Kur’ân
ismindeki eserlerini yazmağa başladılar ki, Fâtiha tefsîridir. Gayr-i matbû’dur.
Lutf-ı Hak’la elime geçti, okudum. Birçok yerlerini istinsâh ettim, çok
istifâde eyledim.
Bu aralık İstanbul’a gelerek ahibbâsından Kal’a-zâde
halîfesi Ahmed Efendi merhûmun konağına misâfir oldular. Eyüp Sultân Câmi’-i
şerîfinde defeâtla va’z buyurdular. Ehl-i aşka hazîne-i irfândan bir hayli
cevâhir bahş eylediler. İstanbul’a teşrîfleri şuyû’ bulunca herkes fevc fevc
meclis-i sohbetine cân atmağa başladılar. Keyfiyyet, Şeyhu'l-islâm Samânî-zâde
Ömer Hulûsî Efendi merhûmun mesmûu olmağla meclis-i mahsûslarından zevk-yâb
olarak İstanbul’da kalmasını ârzû edip, Fâtih’de Otlukçu yokuşunda münhal
bulunan tekkenin meşîhatini Abdullatîf Efendi’ye /130/
tevcîh eylemiştir. Fakat işâret-i ma’neviyye üzerine Hz. Abdüllatîf’e Bursa’ya
avdet görünmekle bi’l-ıztırâr mecbûr-ı avdet olarak yine şeyhi Bedreddîn’e
mülâkî olmuştur. Bir müddet sonra Bedreddîn’in ve Hoca Bekir Efendi’nin âlem-i
bakâya irtihâlleri vukû’ buldu. Bu sırada tefsîr-i şerîf hitâma ermiş idi. Hz.
Abdüllatîf,
شربت الحب كأسًا بعد كأ س
و ما نفد الشراب و لا رويت[70]
Neş’esine
mazhar olarak yine bir şeyh-i kâmil bulmak sevdâsıyla İstanbul’a geldiler.
Meşhûr âlim Hoca Neş’et Efendi’ye mülâkî oldular ki, terceme-i hâlini Nakşıbendîler faslında tafsîlen yazmış idim.
Abdüllatîf Efendi, yine bir işâret-i ma’neviyye üzerine
Bursa’ya avdetle Hoca müşârrünileyhin şeyhi Bursalı Emîn Efendi hazretlerine
mülâkî oldular ve aradıklarını bularak ulûm-ı âliye-i ma’neviyyeyi bu zât-ı
muhteremden tahsîl ettiler. Üç sene mütemâdiyen hıdmet-i şerîfelerinde
bulundular. Ba’dehû erbaîne girdiler. Emîn Efendi İstanbul’a gelerek bir sene
kadar ikâmetten sonra avdet ettikte mâ-beynlerinde esrâr zuhûra geldi. Tarîk-ı
Nakşıbendî’den tekrâr me’zûniyyet aldılar. 1228/(1813)’de Emîn Efendi terk-i
âlem-i nâsût eylediler.
Hz. Emîn ile 13 sene kadar bulundular. Huzûr-ı âlîlerinde
bulunduğu zamân hakâyıka müteallık ne kadar söz cereyân eylediyse cümlesini
zabt ederek bir eser-i mühim vücûda getirmişlerdir.
Bir gün azîzinin huzûrunda, “Azîzim Hz. Üftâde ile Hz.
Hüdâî (kaddesa'llâhu esrârahumâ ) beyninde
cereyân eden kelimât-ı sohbet-i gâyât bi’l-âhare Hz. Hüdâî tarafından cem’ u
tahrîr olunmuş /131/ ve Vâkıât
nâmıyla bir eser vücûda gelmiş, "Müsâade buyurulursa şimdiye kadar
beynimizde cereyân eden esrâr-ı sohbet ma’rifeti kulunuzda cem’ u tahrîr edeyim.”
yolunda istîzân-ı keyfiyyet etmiş ve Abdüllatîf’in kadir-şinâslık ve hakîkat-perverlik
vâdîsinde gösterdiği şu hareket cenâb-ı Şeyh’in memdûhu olmağla, Vâkıât
nâmıyla beşyüz büyük sahîfeden mürekkeb te’lîf-i güzîni vücûda getirmişlerdir. Vâkıât’ın
hitâm-ı tahrîri, Hz. Şeyh’in irtihâlinden üç sene sonra, ya’nî 1231/(1816) senesine
müsâdifdir ki, bu sırada kırk yaşına ermişler idi.
Dâimâ tahsîl, dâimâ tedrîs ü irşâd yegâne mesleği idi.
Kırkbeş yaşında 1236/(1820-21) senesinde Haremeyn-i muhteremeyni ziyâret
etmiştir. Dergâh-ı şerîf merci'-i hâss u âmm olmuş idi. Her gelen tâlibin
gönlünü tatyîbe çalışır, kimseyi mahzûn bırakmak istemez idi. Ale'l-ekser
dergâhdan çıkmaz, inzivâ ederdi. Alîlü'l-vücûd ve nâzik mizâc idi.
Gâyet halîm, selîm, mütevâzi’, mahviyyet-perver olup
vâridât-ı ilâhiyyeye mâlik idi. Âsârında zâhir ü bâtın ilimleri tecellî ederdi.
Mücâhede ve riyâzeti pek sever. Ale’l-ekser gündüzleri sâim, geceleri kâim idi.
Arapcayı bir münşî-i Arap gibi bilir, yazar; Fârisîyi lisân-ı mâder-zâdı gibi
anlar idi. Mesnevî-i şerîfden ba’zı ebyât-ı latîfe îrâd buyurur, gâyet
ârifâne bir sûrette şerh eylemişlerdir. Türkcede iktidârı, bâlâ-ter idi. Gâyet
açık yazar, kesik ibâre ile tebyîn-i hakîkate meyl ederdi. Herkesin muhabbet-i
kâmilesini kazanmış bir insân-ı kâmil idi.
/132/
Âlem-i bakâya intikâlleri 13 Şa’bân 1247/(17 Ocak 1832) târîhine müsâdifdir.
Muharrir-i fakîr, müşârünileyhe çok irtibât-ı kalbî hâsıl edenlerdenim. O
sebeble bu tâtîhi söyledim:
“Zevk-ı
tâm” târîhidir ey yâr-ı cân
Rütbe-i
Abdüllatîf oldu ayân
(ذوق تام) = 1247
Diger:
Hazret-i
Abdüllatîf’dir zînet-efzâ-yı cinân
Nâtıku’l-Kur’ân
idi bir rehber-i sâhib-emân
Âsitân-ı
feyzine dâhil olan erbâb-ı dil
Vâdi-i
takdîr de izhâr-ı acz eyler hemân
Şeyh
Emîn-i pür-füyûzun bezminin hayrânıdır
Nükte-i
çûn u çerâyı anlamış ol yâr-ı cân
Halvetî
gül-zârının bir bülbül-i hôş-gûyudur
Ârif-i
esrâr-ı vahdet mürşid-i âlî-beyân
“Zevk-ı
tâm” târîh-i rıhletdir ider ol hazretin
Dâimâ Vassâf’ının
kalbinde nûrudur ayân
Bir târîhte mezkûr dergâhda secce-nişîn olan Fazlı
Efendi-zâde Şeyh Vahdî Efendi, Şeyh Abdüllatîf Efendi hazretlerinin zamânını
idrâk eylemiş bir ihtiyâr Bursalıdan naklen söyledi:
Şeyh Abdüllatîf Efendi bir gün hânkâhında Mevlid-i
şerîf okutmuş, ekâbir ü a’yân u meşâyıh-ı zamân ve hattâ o zamân Bursa’da mukîm
Şerîf Abdülmuttalib hazretleri de o meclis-i şerîfde hâzır bulunmuştur.
Cem’iyyet dağıldıktan sonra Abdüllatîf Efendi irtihâl-i dâr-ı cemâl eylemiştir.
Mevlid-i
şerîf okunduğu gün Şa’bânın ondördüncü günü
ve akşamı ise leyle-i Berâta müsâdifdir. Bursa’da irtihâllerinin şuyûu
herkesi ağlatmıştır. Ertesi gün cenâzeleri hâzırlanmış, Şerîf Abdülmuttalib
dahi bulunmuştur. Hz. Şeyh’in hîn-i gaslinde yardım etmiş ve kabre bi’z-zât
kucaklayıp indirmiş, /133/ nezdinde sakladığı gubâr-ı
saâdetten baş ucuna serpmişlerdir.
Öyle
bir sâhib-fazîletdir ki ol Abdüllatîf
İlm ü
irfân çeşmesinden yıkanup olmuş nazîf
Arz-ı
ta’zîmât ile Vassâf’ı fahr itmekdedir
Hazret-i
Abdüllatîf’in dâfini olmuş Şerîf
(Kaddesa'llâhu sırrahû)
Âsârı:
1. Fütûhâtü Kenzi’l-Kur’ân: Beşyüz doksanüç
mes’eleden bâhis Fâtiha tefsîridir. Hakâyıkı câmi’ bir eserdir.
2.
Zübdetü’l-Beyân:
Sûre-i Nisâ’dan sûre-i Nahl’e kadar tefsîrdir.
3.
Mecmau’l-Bahreyn:
Fıkıhdan olup gâyet mu’teberdir.
4.
Hâşiye-i Dürer:
Âdâb-ı dîniyyeye müteallıktır.
5.
Ravzâtü’l-Müflihûn: Terâcim-i ahvâle dâirdir.
6.
Pertev-i Envâr.
7.
Menâkıb-ı Evliyâ.
8.
Zâirü’l-Kuds.
9.
Kerâmât-ı Ahmed-i Gazzî: Gâyet büyük bir kitâbdır.
10. Mergûbü’s-Sâlikîn.
11. Şerhu Miftâhu’l-Gayb: Aslı Sadreddîn-i Konevî’nindir. Pek mühim bir eserdir. Lisân-ı havâs
üzre yazılmıştır.
12. Nâsih u Mensûh:
Usûl-i tefsîre dâirdir.
13. Hulâsatü’l-Vefeyât – Kıble-nümâ-yı Ka'betü’l-Uşşâk: Bursa’daki ehlu’llâh’ın terâcim-i
ahvâlini hâvîdir.
14. Tercemetü’l-Cânibi’l-Garbî
fî-Halli Müşkilâtı İbni Arabî: Mühim eserdir.
15. Vâkıât: Tafsîli
geçti.
/134/ 16.
İhtisâr-ı
Furûk-ı Hakkî: İsmâîl Hakkî hazretlerinin Furûk
nâm eserinin muhtarasırıdır.
17. Mecmûa-i İlâhiyyât: Na’t ve kasâid-i ilâhiyyâta dâir
vâridât-ı mahsûsalarını hâvîdir.
18. Temhîdül-Makâmât.
19. Rûhu’l-Kuds.
20. Risâletü’z-Zeyniyye fî-Mesleki’l-Aliyye.
21. Andelîb-i Uşşâk fi’s-Semâ’.
22. Risâletü’l-Ayârâti ve’t-Ta’bîr.
23. Risâletü’l-Cihâd.
24. Kerâmâtü’l-Evliyâ.
25. Reddü’z-Zenâdika.
26. İrşâdü Ehli’s-Sülûk
27. Mecmûatü’l-Fevâid.
28. Mecâlis.
29. Vakâyi-ı Baba Paşa.
30. Tercemetü’z-Zahîra.
31. Dürretü’l-Beyzâ fî-Beyâni Mevlidi’n-Nebiyyi’l-Müctebâ.
Câmi’-i Kebîr ve
Orhan Kütübhânelerine hayli âsâr ihdâ buyurmuşlardır.
Âsâr-ı
kıymet-dârları fazl u irfân ve tahkîk u îkânlarına dâldir. Şu kadar var ki,
nasılsa tab’ına himmet olunamadığından fazl u kemâlleri nisbetinde şöhret-yâb
olamamışlardır.
Bursa’ya her
azîmetimde be-heme-hâl hânkâh-ı irfân-penâhlarına rû-mâl olurum. Tevhîd-hâne ve
müştemilâtını ehl-i dîn ve muhibb-i erbâb-ı yakîn Reşîd Bey isminde bir zât
esbâbını te’mîn ederek yeniden inşâya muvaffak olmuşlardır. Türbe-i şerîfeleri
tevhîd-hâneye muttasıldır ve fevkânîdir.
1318/(1900-01)
senesinde istediği manzûmeyi levha hâlinde türbelerine takdîm eylemiştim:
Hazret-i Abdüllatîf’dir şârihu
Ümmi’l-Kitâb
Mazhar-ı sırr-ı velâyet olduğu
bî-irtiyâb
Öyle bir zât-ı mekârim-perverin
ahvâlini
Arz içün cildler dolar kâfî değildir
bir kitâb
Bâ-husûs ilm-i hadîsde kudreti
bâlâyidi
İlm-i tefsîrde dahi ol nisbet üzre
bil savâb
/135/ Ârif-i sırr u hikemdir bunca âsârı delîl
Gâfil olma bir oku âsârını ol hisse-yâb
Gaflet izhâr eyleyüp hürmetsiz olma
kabrine
Bir vücûd-ı âliye ârâm-gehdir
bâ-nikâb
Öyle bir sâhib-fazîletdir ki ol
Abdüllatîf
Çeşme-i irfândan nûş ile olmuş
neş’e-yâb
Arz-ı ta’zîmât ile Vassâf zâir ol hemân
Hazret-i Abdüllatîf’in kabrini ol
kâm-yâb
Âlim ü fâzıl hem âmil mürşid-i kâmil
idi
Böyle bir zâtı ziyâretle olursun
kâm-yâb
Ey Hudâ-yı lem-yezel senden recâ
eyler kulun
İşbu abdin hürmetine kıl ziyâretle
müsâb
Evlâdı:
Muhammed Saîd,
Atâullâh ve Ahmed Hasîb isminde üç oğlu; Zeynep, Zehrâ ve Hüsniye nâmında üç
kerîmesi olup, Zehrâ Hanım’dan zürrriyetleri bâkî kalmıştır. Zehrâ Hanım’dan İncirli
Dergâhı şeyhi Ziyâeddîn ve Gâlib Efendiler vücûda gelip, Şeyh Ali Sırrî Efendi
Gâlib Efendi’nin oğludur.
Bu dergâh Vefîk
Paşa’nın zamân-ı vilâyetinde meşâyıh-ı Rufâiyye’den İstanbullu Şeyh Muhammed
Fazlî Efendi’ye tevcîh olunup, mahdûmları Şeyh Vahdî ve Ferdî Efendiler bir
müddet icrâ-yı âyîn eylemişler ise de, Ali Sırrî Efendi bi’d-da’vâ hak
kazanarak seccâde-i meşîhate oturmuştur.
Güzel ta’lîk
yazar hüsn-i hâl ashâbından idi. Ana tarafından Eşref-zâde Rûmî hazretlerine,
baba tarafından Ahmed-i Gazzî hazretlerine silsile-i nesebi muttasıldır.
İstanbul’da Salkımsöğüt’te Aydınoğlu /136/ Dergâhı’nda
icrâ-yı meşîhat eden Gazzî Efendi merhûma müntesib idi. Esnâ-yı zikirde “Hû”
ism-i şerîfini yâd ederek terk-i hayât-ı müsteâr eylemiş idi (1322/1904). Civâr-ı
Hz. Sems’de medfûndur. Tafsîli Kâdirîler faslında geçti.
Bu dergâh Sırrî
Efendi’den sonra sönmüştür. (Sırrî Efendi’nin) iki mahdûmu vardır; biri mekteb
muallimi, diğeri avukat kâtibidir. Âlem-i tasavvufla alâka-dâr olamamışlardır.
Bir hemşîreleri vardır.
/137/ Gül-âboğlu Şeyh Askerî Muhammed Efendi
Hz. Mısrî’nin
pîr-daşıdır. Sinân-ı Ümmî hazretlerinden müstahlefdir. Kütahya kurâsından Zemha
karyesinden olup, Afyonkarahisar’ında Çavuşlar Sultân Mezârlığı’nda medfûndur.
Gayr-i müretteb
bir Dîvân’ı ve seyr ü sülûka dâir manzûme-i ârif-ânesi olup,
gayr-i matbû’dur. Mütâlaa ile şeref-yâb oldum.
Dîvân’ında:
“Mürşidimdir Pîr Sinân Ümmî
azîzim aşkına
Pâdişâhım bizi bizden lutf idüp itme suâl”
buyururlar.
Dîvân’ları ser-â-pâ hakâyıka müteallık olup o zamânın
şîvesinin lisânen düzgün söylenmiş sözleri câmi’dir.
Fahriyyesinden:
“Küntü kenz”in sırrını fâş eyleyen irfân menem
Bâd-ı aşk ile temevvüc eyleyen ummân
menem
Askerî zâtım gül-istânında bülbüldür menem
Gül-şen-i gayb-ı amâda ol gül-i
reyhân menem
*
* *
Mekânım yok mekân içre mekânsız
lâ-mekân oldum
İrişdim şâna şân içre nişânsız
bî-nişân oldum
Sıfâtımdır sıfâtu'llâh ki rûhum rûh-ı Rûhu’llâh
Ben ol enfâs-ı kudsîyim kamu cânlara
cân oldum
*
* *
“Küntü kenz”in mazharı sultânı buldum çok şükür
Kâinâtın rehberi burhânı buldum çok
şükür
*
* *
Nûş idüp dil-dâr elinden
cân-fezâ-yı câm-ı aşk
Sâfi-i ehl-i safâyız îş ü işret
bizdedir
*
* *
Andelîb-i bâğ-ı kudsüz zârdır
gamzârımız
Tâzedir solmaz açılmaz dâimâ
gül-zârımız
Mazhar-ı irfân-ı Hak’dır sîret-i
insânımız
Kenz-i mahfî nûrunun âsârıdır
izhârımız
Gelmişiz çün kân-ı aşka şâh-ı
kevneyn aşkına
Cânla baş oynamakdır dost yolunda
kârımız
Ka’be-i râh-ı visâle eyledik azm-i
sefer
Şîr-i Yezdân-ı Aliyyü’l-Murtazâ ser-dârımız
/138/ Askeriyyâ ehl-i hâle sırrımız günden ayân
Ehl-i kâle mahrem olmaz gizlidir
esrârımız
*
* *
Kalmadı inkârımız ikrâra irmişlerdeniz
Terk idüp ağyârı biz dil-dâra
irmişlerdeniz
“Küntü kenz”in sırrına mahrem olupdur cânımız
Askerî vahdet ilinde yâra irmişlerdeniz
Ne güzeldir:
Benim ey Askerî şimdi o vakt-i “lî-maa’llâh”da
Melek mürsel nebî sığmaz bir özge
âlemi vardır
*
* *
Aşk-ı Hak meydânının merdânesidir
gönlümüz
Zât-ı matlû’ şem’inin pervânesidir
gönlümüz
*
* *
Bûy-ı vuslat âşıka gül-zâr-ı
kudretden gelür
Ebr-i rahmet sâdıka enhâr-ı
kudretden gelür
Ârifin nutku hüve’l-Hak’dır inan
mü’min isen
Söylediği her sözü güftâr-ı
kudretden gelür
*
* *
Meskenim zâhid sorarsan dâimâ
mey-hânedir
Kim riyâdan hâlidir gerçi eğer
hum-hânedir
Aklımız
başdan alup ol mest ü hayrân eyleyen
Sâki-i
bezm-i "elest"in sunduğu peymânedir
* *
*
Biz bezm-i elest sâkî-i peymâne-i
aşkız
Ferzend-i cihân zübde-i rindâne-i
aşkız
Nûş eylemişiz bezm-i ezel câm-ı
safâyı
Biz ehl-i harâbâtız mestâne- i aşkız*
Hem-sohbet olup mey-gedede pîr-i
mugâna
Her subh u mesâ sâkin-i meyhâne-i
aşkız
Cân virmek içün gelmişiz ol yâr
yolunda
Meydân-ı “ene’l-hak”da çü merdâne-i aşkız
Mahv eyleyüben varlığımız şem’-i
cemâle
Yandık bütün hep şevkla pervâne-i
aşkız
Hem mevc-i muhabbet denizi atdı
kenâra
Ummân-ı “fe-ahbabtü”de dür-dâne-i aşkız
Mâil değiliz âlem-i nâsût-ı fenâya
Lâhût-ı bakâ mülküne şâhâne-i aşkız
Mesken idinüp tutdu bakâ sidre-i
cânda
Şol kâf-ı hakîkatde biz ol lâne-i
aşkız
Mecnûn-sıfatız vâdi-i hayretde
dem-â-dem
Sevdâ-yı ser-i zülfle dîvâne-i aşkız
Gönlümüz olup kenz-i hafî gencine
mahzen
Ten oldu harâb şöyle ki vîrâne-i
aşkız
/139/ Dil buldu sivâdan idinüp tecrid-i yektâ
Dir Askeri şimdi hele ferdâne-i aşkız
*
* *
Şimdi irfân vaktidir takvâya
hâcet kalmadı
Zevk-ı vicdân vaktidir ferdâya hâcet
kalmadı
Ehl-i vahdetden olanlar ilm-i tevhîd
dersini
Gizli irfân buldular fetvâya hâcet
kalmadı
“Lî-maa’llâh” bâdesi çün cânı ser- mest eyledi
Doldu dil peymânesi sahbâya hâcet
kalmadı
Hamdü li’llâh sûfiyâ aldık
müsemmâdan haber
Zâta mazhardır gönül esmâya hâcet
kalmadı
İtdi şems-i ehadiyyet burc-ı
hazretden tulû’*
Leyl-i firkat zâil oldu aya hâcet
kalmadı
Kande kim kılsam nazar hak âlemine
olur ayân
Berzah u bâtındaki rü’yâya hâcet
kalmadı
Ravza-i bâğ-ı behiştdir cümle âlem
ârife
Askeriyyâ cennet-i me’vâya hâcet kalmadı
Şeyh Kâşif Efendi Hazretleri
Hz. Mısrî-i
Niyâzî ile pîr-daşdır. Sinân Ümmî Elmalı hazretlerinin hulefâsındandır.
Karahisârlıdır. Kütahya’da, bir rivâyette Karahisar’da Tavşanlı karyesinde
medfûndur.
Pek âşık, o
mertebe muhterem bir zât-ı âlî-kadrdir. 1074/(1663-64) senesinden sonra
teşehhür etmiştir.
Kâşifü’l-Esrâr isminde bir risâlesi, bir de müretteb
Dîvân’ı vardır; gayr-i matbû’dur. Her ikisini meşâyıh-ı
Uşşâkıyye’den Şeyh Muhammed Tevfîk Emîn Efendi, yüzon yaşını mütecâviz bir
sinde iken istinsâh eylemiş, ahibbâdan birinin vâsıtasıyla mütâlaasına
muvaffakiyyet elvermişidi.
Kâşifü’l-Esrâr risâlesi tabaka-i âliyede yazılmış bir
eser-i kıymet-dârdır. Bunda aşk hakkındaki bahsin bir kısmını nümûne olarak
teberrüken yazıyorum:
“Aşk mâdde-i
vücûddur, aşk iskât-ı kuyûddur, aşk âyîne-i cemâl-i Hak’dır, zât-ı vücûd-ı
mutlaktır, aşk cevher-i lâ-mekândır, aşk asl-ı zemîn ü âsumândır, aşk şevk-ı
tûtî-i cândır, aşk zevk-ı lezzet-i şekker-şândır, aşk der-i tecelliyât-ı (كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِي شَأْنٍ)[71];
aşktır şuûnât-ı (كان الله و
لم يكن معه شيئ و هو إلا علا ما عليه كان)[72];
aşktır kemâlât-ı Ehad; aşktır sırr-ı bünyân-ı Ahmed; ne evvel ne âhir ibârâtına
sığar; /140/ ne zâhir işârâtına sığar; belki “evvel aşk, âhir aşk, bâtın
aşk, zâhir aşk” demek mahzâ ıstılâhdır. Nitekim (العشق أصل الكائنات از وى عيان ذات و
صفات )[73].
Aşk dedikleri, “ayn”, “şîn”, “kâf” değildir. Terkîb-i hurûf ile bilinir. Sanma
ki, cümle kemâlât-ı ilâhiyye ve şuûnât-ı kevniyye ondan zâhir olmuştur. Aşktan
gayri yok, aşk îmân-ı kâmilden ibârettir. Aşk cümlenin metbûudur; cümle
mevcûdât ona tâbi’dir. (العشق هو الله)[74]
kelâm-ı kibârdır.”
Dîvân’ından:
Fâş
oldu dilâ âleme âvâz-ı muhabbet
Her
zerrede çalındı tırâbâz-ı muhabbet
Keşf
eyledi mahbûb nikâbı kereminden
Gösterdi
bize nâz ile bir râz-ı muhabbet
Âfâka
dolup velvele-i kûs-ı “ene’l-Hak”
Mansûr
ile pür oldu nev-âğâz-ı muhabbet
Elbette
korum pâyine ben başımı aşkın
Her dem
olurum serv-i ser-efrâz-ı muhabbet
Uşşâka
müdâm emr ile kılmakda nevâziş
Lutf u
keremi bendeye gammâz-ı muhabbet
Keşf
eylese esrârını aşkın n’ola kâşif
Kalbi
doludur nükte-i ibrâz-ı muhabbet
* * *
Mey-i
zevkın nice biz bunda humârın çekelim
Câm-ı
zevkın getir ey sâki ki varın çekelim
Saklamış
duhter-i zevkı harem-i meygedede
Feleğin
anda varup gizli nigârın çekelim
Sûfiyâ
halvetine girmek içün dil-dârın
Sücce-i
câm ile evrâd-ı hezârın çekelim
Pîr-i
meyhâne kerâmetle açarmış gözler
Tûtiyâsız
alalım çeşme gubârın çekelim
Kâşifâ
meyle halâs eyle vücûdun gamdan
Nice
bir arz-ı vakârın dahi yarın çekelim
* * *
Derûn-ı
derdin yeter ben gayri dermân istemem*
Ârif-i
derd olduğumdan özge irfân istemem
Gelmişim
bezm-i ezelden derdine âşık olup
Cânıma
cânân bilüp ben gayri cânân istemem
Ka’be-i
vaslında cânâ cânı kurbân eyledim
Hacc-ı
ekberde yeter cân özge kurbân istemem
Mürşidim
nûr-ı Hudâ’dır bende-i fermânıyım
Râh-ı
vahdetde dem-â-dem dilde fermân istemem
/141/ Vahdet-i Hakk’a ezel îmân u ikrâr eyledim
Kâşifâ şimdi
ebed teksîr-i îmân istemem
* * *
Dil mi
var gencîne-i râz-ı nihânın olmaya
Cân mı
var âşufte-i emr-i ayânın olmaya
Bir
mekân hâlî değil emr ü sıfâtın olmadık
Görmedim
bir nesne âlemde kim anın olmaya
“Mâ-vesi’anî”
hükmünü gönlümde ızhâr eyledin[75]
Var mı
bir âşık dili kim âşiyânın olmaya
Onzekiz
bin âlemi bir dilde peydâ eyledin
Nice
mümkin rûh-ı ârif lâ-mekânın olmaya
Bî-nişândır
zât-ı pâkin akl idrâk eylemez
Zevk-ı
rûhânî kanı zevk-ı nişânın olmaya
Kâşifâ tevhîd-i
zevka irmek istersen eğer
Şöyle
nâ-bûd ol ki asla ad u sanın olmaya
Müşârünileyh hazretleri Dîvân’ına şeyhinin
irtihâline dâir Es’ad Efendi nâm zâtın yazdığı manzûmeyi derc ile berâber, ona
pey-rev olarak, kendileri de nazmen izhâr-ı teessür buyuruyorlar ki, her
ikisini de mücerred bir hâtıra-i târîhiyye olarak derc eyliyorum:
Bulmadı
dest-i ecelden bir kişi ey dil rehâ
Seyr idüp
bir iki gün âhir kılar azm-i fenâ
Gâfilin
dünyâ mekânıdır ki bilmez gayri câ
Âkıl
olan melce-i bâkîye eyler ilticâ
Ol
sebebden itdi rıhlet Hak ile bâkî ola
Gitdi
dünyâdan Sinân Ümmî vedâ olsun ana
Tâlib
olmuşdu cemâlin görmeğe bây u fakîr
Tavk-ı
tesbîhinde nice ârif olmuşdu esîr
Terk idüp varın nice
vâiz müderris şeyhdir
Dest-bûsiçün
azîmet eyler idi o emîr
Ol
sebebden itdi rıhlet Hak ile bâkî ola
Gitdi
dünyâdan Sinân Ümmî vedâ’ olsun ana
Gül-sitân-ı
zikr içinde olmuş idi andelîb
Zevk
ile nûr-ı şuhûda irse gam mı ol habîb
Rû-be-rû
mezkûr u zâkir bir vücûd-ı dil-firîb
Sûret-i
cismiyle oldum diyu dünyâda karîb
Ol
sebebden itdi rıhlet Hak ile bâkî ola
Gitdi
dünyâdan Sinân Ümmî vedâ’ olsun ana
/142/ Azm-i sûy-ı vahdet idüp Hak ile oldu
vahîd
Cism ü
cismânîde görmez gayr-i Hakk’ı ol ferîd
Zevk-ı
rûhânîde her dem çağırup “hel min-mezîd”[76]
Cümle
etvârında ef’âlinde olmuşdu saîd
Ol
sebebden itdi rıhlet Hak ile bâkî ola
Gitdi
dünyâdan Sinân Ümmî vedâ’ olsun ana
Bende-i
hâki idi hep tâlibân-ı ma’rifet
Pây-dâr
olsun n’ola erbâb-ı fakr u meskenet
Dest-bûsunda
bulurlar idi her dem meymenet
Anın
içün her cevâbından olupdu meymenet
Ol
sebebden itdi rıhlet Hak ile bâkî ola
Gitdi
dünyâdan Sinân Ümmî vedâ’ olsun ana
Es’adâ
cehd eyleyüp isrine eyle iktidâ
Bulasın
dünyâ vü ukbâda bakâ-ender-bakâ
Nice
yıllar sa’y idüp medh eylesen bî-intihâ
Binde
bir vasfın beyân itmekde dil hayrân ola
Ol
sebebden itdi rıhlet Hak ile bâkî ola
Gitdi
dünyâdan Sinân Ümmî vedâ’ olsun ana
Kâşif Efendi hazretlerinin:
Dest-i
gamdan bu fenâda bulmadı bir dil amân
Ehl-i
Hakk olan velîler tutmadı bunda mekân
Kâmil
olanlar bilürler kim fenâdır bu cihân
Âlem-i
ukbâdadır cânı bakâ-yı câvidân
Rıhlet
itdi kutb-ı Hak pîrim rızâ-yı müsteân
Merkad-i
pâkine açılsun anın bâb-ı cinân
Gelmeyiserdir
cihâna böyle bir pîr-i ayân
Her
nefes vuslatda idi Hakk’ıla ol bî-gümân
Yoluna
cân virse gam mı mâr u mûr(u) ins ü cân
Zîre
olmuş idi cân içinde sultân-ı cihân
Rıhlet
itdi kutb-ı Hak pîrim rızâ-yı müsteân
Merkad-i
pâkine açılsun anın bâb-ı cinân
Seyr-i
sırrı her nefesde vahdet-i cânân idi
Cümle
âlem cism idi ol rûh-ı cism ü cân idi
Sûretâ
cismi ve-lâkin "men-aleyhâ fân”
idi[77]
“Küllü nefsin
zâikatü’l-mevt” hôd burhân idi[78]
Rıhlet
itdi kutb-ı Hak pîrim rızâ-yı müsteân
Merkad-i
pâkine açılsun anın bâb-ı cinân
Zikr-i
tevhîd idi kârı cümleten şâm u seher
Vahdet-i
cânân idüpdü cismile câna eser
Arada
hâil olan ancak vücûd idi meğer
Terk
idüp varını kıldı sû-yı ukbâya sefer
Rıhlet
itdi kutb-ı Hak pîrim rızâ-yı müsteân
Merkad-i
pâkine açılsun anın bâb-ı cinân
/143/ Gam değil nefs-i
nefîsi olsa o zât eşrefin
Kalbi
pür idi dem-i Hak’la o cism-i eltafın
Dilden
ihrâc eyledi varın fenâ-yı ez’afın
Kâşifâ kadri
bilinmezdi o pîr-i a’rafın
Rıhlet
itdi kutb-ı Hak pîrim rızâ-yı müsteân
Merkad-i
pâkine açılsun anın bâb-ı cinân
Şu fahriyyelerini de teberrüken yazdım:
Mahzen-i
dür-dâne-i esrâr olan anlar bizi
“Men araf”
nûruyla pür-envâr olan anlar bizi
Bende-i
fermân-ı aşkız âsitân-ı Hak’dayız
Âsitân-ı
aşka hıdmet-kâr olan anlar bizi
Kahr u
lutfu dil-berin minnet gelür cânımıza
Gül ile
gül hâr ile hem-hâr olan anlar bizi
Münsabığdır
sıbğatu’llâh ile cism ü cânımız
Rengimiz
içre muvâfık yâr olan anlar bizi
Hâb-ı
gafletden uyandı kalbimiz irfân ile
Giceler
tâ subha dek bîdâr olan anlar bizi
Sırr-ı
vahdet rûşen oldu gayr-i Hakk’ı görmeyiz
Kendiliğin
kendide bî-zâr olan anlar bizi
Her
nefesde biz “ene’l-Hak” söyleriz tevhîd ile
Keşf-i
aşkın dârına ber-dâr olan anlar bizi
Gül
gibi hoş-bûyumuz âfâka doldu nutkıla
Bülbül
ü pür-âteş ü pür-zâr olan anlar bizi
Gayb-ı
mutlak gibi mestûruz mezâhirde yakîn
Cilvemizde
Kâşif-i esrâr olan anlar
bizi
Bu satırları (s. 118-125 ve 137-143) yazan ümerâ-yı
mümtâze-i bahriyyeden Ahmed Râsim Bey kardeşimdir. Sefîne-i Evliyâ’da
onun da yazısı bulunmayı vesîle-i şefâat addettiğimden tevâzuuna rağmen, bu
ibâreyi fakîr söyledim, kendine cebren yazdırdım. Cenâb-ı Hak ondan râzı olsun.
MEVLEVÎLER
KISMININ ZEYLİ
/144/ Nahîfî Süleymân
Efendi
İstanbulludur. Yeniçeri Ocağında yazıcı idi. Sonra hâcegân
sınıfına geçmiştir. Bir müddet hıdmet-i devlette bulundu. 1100/(1688-89)
târîhinde Acem diyârına sefâretle gitmiş olan Muhammed Paşa maiyyetinde
bulunmuştur. Tezkire-i Sâlim’de uzun uzadıya tafsîlât vardır.
İrân’da iken edebiyyât-ı Îrâniyye’deki dehâsına üdebâ-yı
Acem hayrân olmuşlar ve noksanları ondan ikmâl etmişlerdir. 1131/(1719)’de Engürüs
elçisi maiyyetiyle o havâliye gidip, İstanbul’a avdetinde Şıkk-ı sânî
Defter-dârlığıyla tekâüdü icrâ olunmuş ve doksan yaşında 1151/(1738-39)
târîhinde irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Bu hesâba göre târîh-i velâdetleri
1061/(1651) senesine müsâdifdir.
Şuarâ-yı zamândan ve urefâ-yı Mevleviyyân'dandır. Kime
arz-ı nisbetle intisâb ettikleri ma’lûm değildir.
Kabr-i enverleri Topkapı hâricinde Maltepe Hastahânesi yolu
üzerinde, sol tarafdadır. Mezâr taşında Müstakîm-zâde merhûmun şu manzûmesi
muharrerdir:
Göçdü
dünyâdan bu zât-ı pâk-i mevsûfu’l-kemâl
Rahmet-i
Hak cânına olsun nisâr u lâyiha
Kim
gelürse kabrine târîh-i fevtin okusun
Bu
Süleymân-ı Nahîfî ruhuna el-Fâtiha
(بو سليمان نحيفى روحنه الفاتحه)
= 1151
Kibâr-ı evliyâu’llâhdan, kırk sene oruç tutup, Hızır ile
dâimâ mülâkî olduğu eserinden anlaşılan Süleymân Nahîfî hazretleri.
Müstakîm-zâde, müşârünileyhin akrabâsından imiş. Bu târîh de onundur:
O kâmil
dil olunca pür-güşâ yazdı kalem târîh
Süleymân-devletin
mûr-ı nahîfi uçdu me’vâya
(سليمان دولتك مور نحيفى اوجدى مأوايه) = 1151[79]
/145/
Evliyâ-yı mestûrînden olup, şiddet-i savm u riyâzetin te’sîriyle nehâfet-i
fevka’l-âdeye dûçâr olmasından veyahut idrâk-ı maâlî vâdîsindeki kemâl-i
aczinden dolayı Nahîfî tahallus etmiş olsa gerektir. Pek mühim ve kıymet-dâr
eserleri vardır:
Hılyetü’l-Envâr,
Mevdi-i
Nebevî Manzûmesi, Mesnevî-i şerîfin
nazmen tercemesi, Kasîde-i Bürde’yi Arabî, Fârisî ve
Türkî lisânlarıyla tahmîs. Bânet Suâd kasîde-i meşhûresini
tahmîs, Câmî'nin üç na't-ı meşhûresini tahmîs ve sâir nice âsârı vardır.
Kasîde-i
Mudariyye tercemesi ve tahmîsi, Haber-i Âhiret,
Âsaf-nâme,
Dîvân’ı
gayr-i matbû’ olup, eş’ârı gâyet üstâdânedir. İbnü’l-Emîn Mahmûd Kemâl
Beyefendinin kütüb-hânelerinde vardır. Lutfen iâre buyurdular, âtîdeki eş’ârı
seçdim, yazdım. Yine mîr-i müşârünileyhin kütüb-hânesinde, müellif hattıyla
muharrer Kasîde-i Bür'e ve Bânet Suâd tahmîslerini
görmek şerefine mazhar oldum.
Pederlerinin ismi Abdurrahmân’dır. Menâmda Hz. Hâlid b.
Zeyd (radıya'llâhu anh) ve Hz.
Câbir delâletiyle hâk-pâ-yı hâcet-i ridâ-yı Hz. Risâlet-penâhî’ye rû-mâl olup,
mazhar-ı iltifât-ı âlü’l-âl olduğunu kendi hattıyla muharrer eser-i mezkûrda
yazıyor. Hz. Hâlid’in türbesinde iki hılye-i saâdet görmüş. Bunda Hz. Câbir’den
menkûl ehâdîs-i şerîfeyi doğrudan doğruya kendisinden tahkîk eylediğini de
ilâve ediyor.
Tarîk-ı Mevleviyye’ye nisbetini şu kıt’a ile beyân ediyor:
Aceb mi
hâlet-efzâ-yı dil-i inhâb-ı aşk olsam
Bu
gül-zârın menem bir andelîb-i hâlet-engîzi
Nahîfî’yim
n’ola rû-gülden istimdâd-ı feyz itsem
Senin
bir bende-i nâçîzinim yâ Şems-i Tebrîzî
* * *
/146/ Vakt-i iftâr
temâşâ-yı cemâlinle senin
Âşıka
her gice gûyâ şeb-i Kadri oldu
* * *
Ey
taht-ı melâhatde şeh-i hûbânım
Vey
burc-ı letâfetde meh-i tâbânım
Aşkınla
Nahîfî gice gündüz ağlar
Bî-çâreye
rahm eyle ne var sultânım
* * *
Bezm-i
visâlin oldum mahmûr-ı iftirâkı
Def’-i
humâra lutf it bir himmet ile sâkî
Ömründe
görmedi Kays Ferhâd çekmedi hiç
Ben
gördüğüm belâyı ben çekdiğim firâkı
Pür-sûz-ı
tâb-ı hecrim bu yâd ilde şimdi
Lerzende
eyler âhım bu kâh-ı nüh-revâkı
Ben zâr
u nâ-tüvânı bî-tâb u tâkat itdi
Cânânın
iftirâkı yârânın iştiyâkı
Biz
hem-reh-i sabâyız uşşâk-ı bî-nevâyız
Azm
idüp İsfahân’a kesb idelim Irâk’ı
Kuhl-i
cilâ iderler şevkıla hâk-pâyın
Bu
hüsnle görenler sâkî-i sîm-i sâkı
Bî-derd-i
aşk olanlar kadr-i visâli bilmez
İtme
harîf meclis-i her-şahs-ı bî-mezâkı
Bin
sa’y idersen olmaz maksûdun üzre işret
Kâbil
olursa eyle bir zevk-ı ittifâkı
Şâyestedir
Nahîfî bu nazm-ı dil-güşâya
Selmân
olursa teslîm tahsîn iderse Bâkî
* * *
Yine
bir gonca-i gül-zâr-ı hüsne andelîb oldum
Yine
feryâd ü efgân eylemekde bî-şekîb oldum
Gözümden sakınur oldum o mâh-ı âlem-ârâyı
Belâ-yı
aşkı gör kim kendime kendim rakîb oldum
Benimle
guft u gû-yı hüsn Leylâ ile Âdem yok
Gel ey
Mecnûn ki ben şehr-i muhabbetde garîb oldum
Ser-â-pâ
sînem itdim dâğ dâğ-ı şu’le-i hasret
Çemen-zâr-ı
gamma hoş-kâr-ı tarh-ı nakş u zîb oldum
Nahîfî
şâm-ı bahtım rûşen oldu şem’-i rûyundan
Bu şeb
tâ subha dek zânû-be-zânû-ı habîb oldum
Hz. Mevlânâ’nın gazelini tahmîs:
Ey
hüsnü viren revnak bu günbed-i devrâna
Şem’-i
ruhuna uşşâk bin cân ile pervâne
Mâhiyyet-i
dîdârın bilsem nedir eyâ ne
[80]ماهست نميدانم خورشيد رخت يانه
Bu ayrılık oduna
cânım nice bir yana
Âh-ı
dil-i nâlâna olsa ne aceb bî-had
Hicrân-ı
elemi itdi derd-i dilimi müşted
/147/ Vaslınla müdârâ kıl
rahm it bükâ-yı gül-had
[81]مردم ز فراق تو مردم همه ميداند
Aşk odu nihân olmaz
yandıkca irer câna
Her
gamzesi itmekde tîr ol nigehi câzû
Nâvek-i
fiken işve ol çeşm-i siyeh her mû
Tâkat
nice mümkindir Yâ Rab çekilür mi bu
[82]صد تير زند بر دل آن ترك كمان ابرو
Fitnelü ala gözlü çok
uyhudan uyana
İtsem
n’ola hayretle her lahzada vâveylâ
Leylâ
bana rûz itdi rûz itdi bana Leylâ
Gark
itse aceb âfâkı bu benim başım seyli
[83]سوداى رخ ليلى شد حاصل ما خيلى
Mecnûn gibi vâveylâ
oldum yine dîvâne
Neşr
olmada zülfünden bir nefha-i zîbâ-dem
Ol
nefhaya dil-beste cinn ü melek ü âdem
Bir
gıbta ile düşdü mülk-i hüsne mâtem
[84]از نافه شد بوچين يكسر همه كى عالم
Her vakt-i
seher yili zülfüne kılur şâne
Tâ ki
elem devri tâ ki bu gam-ı cân-gâh
Dil
nutkuna hasret-keş cân vaslına havâtır-hâh
İtmekde
Nahîfî-veş hasretle dem-â-dem âh
[85]از لعل لبت ملا افتاده جدا ناكاه
Hakdır ki
gözüm döker yâkûtla dür-dâne
* * *
Biz
bugün meydân-ı aşkın bî-ser ü sâmânıyız
İbn-i
vaktiz zevk u şevkıla muhabbet kânıyız
Âsitân-ı
Mevlevî’de âlemin sultânıyız
Hazret-i
Monlâ-yı Rûm’un kuluyuz kurbânıyız
* * *
Ey
Hâlık-ı Yektâ-yı adîmü’l-eşbâh
Cûyende-i
lutf u keremin bende vü şâh
Mahrûm
ola hâşâ der-i ihsânından
Bir kul
ki diye sıtk ile Allâh Allâh
Dâhiliye nâzır-ı esbakı Memdûh Paşa’nın gazel-i Nahîfî’yi
tahmîsi:
Bir şeb
ki hayâlindi benim yâr u penâhım
Düşdüm
yola feryâd ile Allâh güvâhım
Aşk
illerine çıkdı nihâyet ser-i râhım
Göz
gördü gönül sevdi ey yüzü mâhım*
Kurbân
olayım var mı benim bunda günâhım
Gamzen
dile zahm açmağa mâil mi değildir
Bir
kimse ki cellâd ola kâtil mi değildir
Âlem
sana cân virmeğe kâil mi değildir
Âşıklığıma
şâhid-i âdil mi değildir
Evzâ’-ı
hazînimle garîbâna nigâhım
Hûn
oldu ciğer gûşe-i firkatde gamınla
Dil
niceye dek ağlaya cevr ü siteminle
Aç
gonca gibi gönlümü gül-hadd-i feminle
Memnûn-ı
visâl eyle beni gel kereminle
Yansun
hased âteşlerine baht-ı siyâhım
Kânûn-ı
derûnumdan olup aşk-ı şerer-gîr
Cân
şu’le-i cevvâleyi eyler bana zencîr
Sad-Kays'ın
ider dâğ-ı dilim kabrini tenvîr
Ey
seng-i dil itmez mi senin kalbine te’sîr
Hârâları
hâkister iden âteş-i âhım
Fâik
gibi ey şûh melâmet-zededir dil
Zennitme
felekden ki felâket-zededir dil
Sen
âfete meyl ideli âfet-zededir dil
Bir
bağrı yanık âşık-ı hasret-zededir dil
Ağlatma Nahîfî
kulunu cevr ile şâhım
Müstakîm-zâde merhûmun Tuhfe-i Hattâtîn
nâm eserinden:
“Şehr-i bedr evâil hâlinde:
Atâ-yı
fazlına tâlib Nahîfî-i şeydâ
Ridâ-yı
lutfuna muhtâc o bende-i bîmâr
diyerek,
sülüs ve neshi nâm-daş câmiü’l-Kur’ân Hâfız Osmân merhûmdan temeşşuk ile
icâzet-yâb olup kalem-i ta’lîkta dahi hoş-nüvîs idi. Yeniçeri Kalemi
hulefâsından olup,
Nahîfî bir
zamân mısr u safâ-hân idi meşhûrun
Diyâr-ı Beç’de bilsem
şimdi gurbetle nedir hâlin
meâli
üzre diyâr-ı Îrân ve canıb-i Engürüs’e sefîrân-ı İslâm’la me’mûriyyet ve bu tarîkla seyr ü seyâhat edip,
terceme-i Mesnevî-i şerîf dîbâcesinde tasrîhleri üzre avdet-i hacc-ı
şerîfde Konya’da tarîka-i Mevleviyye’ye intisâb ve küleh-keş-i âlî-cenâb
olmuştur. Kazasker Ârif Efendi merhûmun halîlesini, sadr-ı sâbık Ali Paşa-yı
şehîdin tenbîhi üzre tezevvüc ve iki sene mürûrunda tatlîk edip ve bundan mâ-adâ
teehhül eylemedi. Defterî-i Şıkk-ı Sânî ve sinîn-i sinni doksanı mütecâviz iken
1151’de vefât edip, Topkapı hâricinde Sarı Abdullâh Efendi mezârı ile Kâdî-zâde
Şeyh Muhammed merkadi miyânında münâsib hâli olmağla defîn-i türbet olmuştur.
Bu beyit ile bu fakîrin mazbûtudur:
O kâmil dil olunca pür-güşâ yazdı kalem târîh
Süleymân devletin mûr-ı
Nahîfî uçdu me’vâya
(سليمان دولتك مور نحيفى اوجدى مأوايه)[86]”
Terceme-i mezbûreden mâ-adâ âsâr-ı latîfesi Tezkire-i Sâlim’de
mufassalan ifâde olunmuştur. Risâle-i Hızriyye ve sâir âsârı ve Dîvân-ı
eş’ârı olup, tab’-ı şi’rîlerine Vekâlet-nâme’sinde
Seyyid Vehbî îmâ ve bâlâda mezkûr teehhüllerine işâret edip demiştir:
Kamâlât
ile şimdi câ-nişîn-i ârif olmuşdur
Müsellem
hüsn-i hatt u nazm u nesr u fazl u
irfânı
Halâvet
var sözünde pîridir şâirlerin şimdi
Söze
gelse şeker çiğner sanur gûş eyleyen anı*
/149/ Şeyh Galib
el-Mevlevî
Ricâl-i Mevleviyye arasında mümtâz sîmâlardandır. Semâ’-hâne-i
Edeb’de muharrer terceme-i hâlini iktibâsen yazmağı münâsib
gördüm:
“Ser-nâme-i mecmûa-i şuarâ, hurşîd-i dîdâr-ı envâr-ı mevâhib,
a’nî bihî eş-Şeyh Muhammed Es’ad Gâlib hazretleri İstanbul’da Mevlevî-hâne
Yenikapısı nâm mahalde 1171/(1757-58) târîhinde, Mustafa Reşîd Efendi gibi bir
zâtın sulb-i pâkinden kadem-nihâde-i âlem-i hestî olmuştur. Velâdetine,
Târîhi
imiş Gâlib-i zârın “eser-i aşk”
(اثر عشق) = 1171
ve
“cezbetu’llâh” (حذبة الله) cümleleri târîhdir. Hz. Gâlib, Mevlevî
ibn-i Mevlevî’dir. Çünki ceddi Muhammed Efendi için, Ârif Ahmed Dede’den ahz-i
inâbetle zâhirü’l-kerâme bir zât-ı âlî oldukları gibi, pederleri Mustafa Reşîd
Efendi dahi Mûsâ Dede’den telebbüs-i külâh-ı Mevlevî eylemiştir.
Şeyh Gâlib, esnâ-yı tufûliyyette vâye-mend-i ulûm u fünûn
olup, pederlerinden Şâhidî manzûme-i ma’rûfesini okumuş ve
II. cildde 95. sahîfede bahs eylediğim Hoca Süleymân Neş’et Efendi merhûmdan Mesnevî taallüm
etmiştir. “Es’ad” mahlasını müşârünileyh Neş’et Efendi vermiştir.
Neş’et
didi pîrân zebânından idüp gûş
Mahlas
ana Es’ad ne saâdet bu ne şândır
Yirmialtı yaşında iken Hüsn ü Aşk’ı yazmıştır
ki, manzûm bir eserdir. Şiir âleminde yeni bir çığır açan Şeyh Gâlib’in nâm-ı
bülendi bu sebeble âleme yayılmıştır.
Üdebâ-yı kirâmdan Recâî-zâde Ekrem Bey merhûm, müşârünileyh
hakkında diyorlar ki:
“Hüsn ü Aşk şâiri kimdir?”
diye bana böyle bir suâl îrâd eden bulunsa, “Evreng-i bülend-i hayâlin
sultân-ı ebed-nişîni bir dâhîdir.” cevâbını vermekte tereddüt etmem.
Tarz-ı
selefe tekaddüm itdim
Bir
başka lugat tekellüm itdim
/150/ da’vâsı
nasıl teslîm olunmaz ki, o lehce-i hâssü’l-hâs beyânı ile istînâsı hâsıl
edilmedikce şâiri bi-hakkın anlamak mümkin değildir.”
Üdebâdan Cenâb Şahâbüddîn Bey der ki:
“Şeyh Gâlib, ne Fuzûlî kadar yanık bir bülbül-i muhabbet,
ne Nedîm gibi bürehne-dil bir rind-i sevdâ-perest, ne de Nef’îler ve hattâ Nazmîler,
Sâmîler derecesinde metîn ü mukâvim bir şeh-suvâr-ı elfâz olmamakla berâber,
bizim büyük şâirlerimizden biridir.
Şeyh Gâlib, Nedîm gibi bîhûş-ı huzûzât bir sadr-ı a’zamın
peymâne-i sefâhatinde devrân parlamış değildi. Dede’nin dest-i perestişi ancak
sâye-zâr-ı i’tikâfda ma’bûd-ı eâzıma müteveccih kalmıştı. Maa-mâ-fîh Şeyh’in
tasavvurâtında bir tâzelik vardır. Sanki şâirin hayâl-i tasavvuf-nişîni
ser-çeşme-i tevhîdde bir tarâvet-i dâime buluyordu.”
Süleymân Nazîf Bey der ki:
“Şeyh Gâlib’in meziyyât-ı edebiyyesini ahlâfı olan
eslâfımız takdîr edememişti. Bunu en evvel keşf ü i’lân eden üstâd Ekrem'dir.”
Muallim Nâci merhûm der ki:
“Hz. Şeyh tabîat-i şâir-âne ashâbının fevka’l-âde
yaradılmışlarından ma’dûddur. Bize göre Şeyh Gâlib, pek büyüktür. Eşher-i âsârı
olan Hüsn ü Aşk’ı Galattan, haşivden sâlim olmamakla berâber pek parlak
parçaları hâvîdir. Lisânımızda Mesnevî tarzında yazılmış
eş’âr-ı eslâfın en güzellerindendir.”
/151/ Ahmed
Hikmet merhûm der ki:
“Şeyh Gâlib merhûm, reng ü âheng, hayâl-i muhâl ve tezâd u
iğrâk şâiridir. Bülbülden ziyâde gülün meftûnudur. Aşktan fazla hüsne mâildir.
Hassâs (çok hisli) olmaktan ziyâde hayâlîdir.”
Hüsn
ü Aşk’ı Ebuzziyâ Tevfîk Bey merhûm tarafından tab’ olunmuş
idi. Bi’l-âhare Tâhirü’l-Mevlevî Beyefendi tarafından da sene-i ahîrede tab’ u
neşr edilmiş idi.
Urefâ-yı Mevleviyye ve üdebâ-yı lisâniyyemizden Muhammed Bahâeddîn
Veled Çelebi Efendi, Şeyh Gâlib hakkında yazdığı bir makâle-i mufassalada[87]
bi-hakkın medhiyye-hân olmuştur.
Mecmûa-i
Muallim’in 15. sahîfesinde Nâcî merhûm, müşârünileyh hakkında
terâne-senc-i medh oldukları sırada, Şeyh’in mahlası Es’ad idi. Zamânında zuhûr
eden yâve-gû Es’adlardan temeyyüz maksadıyla “Gâlib” tahallus etmiş, evâil-i
hâlinde “Hüznî” tahallus ederdi.
Surûrî nâm şâir ta’rîzen:
Bilmem
ey menhûs adın Es’ad mıdır Gâlib midir
Zâtını
ta’rîf kıl kimsin kime mensûbsun
Gerçi
dirsin şâirâna ben tagallüb eyledim
Pîş-i
erbâb-ı sühanda gâlibâ mağlûbsun
demesiyle,
Şeyh Gâlib cevâbında:
Mağrûrluğun
olmada günden güne efzûn
Şâyeste
idi mahlasın olsaydı gurûrî
Gâlib
görünen Es’ad’a menhûs diyorsun
Hüznî’yi
unutduk mu ne yapdın a Surûrî
buyurmuştur.
/152/ Hz.
Şeyh’in enîsi ve perverdesi Esrâr Dede, Tezkire-i Şuarâ-yı Mevleviyye’sinde
buyuruyar ki:
“Hz. Gâlib Dede efendimiz, isti’dâd-ı hârıku’l-âdesi
iânetiyle ulûm u fünûn-ı müteaddideden vâye-gîr idi. Hâlbuki babasından yalnız
Şâhidî Dede manzûme-i lugaviyyesinden başka Fârisîye ve ilm-i şi’re âid kimseden
bir şey taallüm eylememişti. Fakat neş’e-i asliyye-i Mevleviyye ve mâye-i
kadîme-i evleviyyeleriyle bülegâ-yı asra tefavvuk etmiş idi. Tertîb-i dîvân eylediği
zamân yirmidört yaşında bulunuyordu. Sonra diyâr-ı Rûm’da lisân-ı Türkî üzre,
bir misli daha görülmeyen Hüsn ü Aşk’ı te’lîf eylemiştir.
Fârisî şiirlerinde Şevket ve Sâib’i tetebbu’ etmiştir.
Türkçe şiirlerinde hayâlât-ı gâmızası ve rengîn ta’bîrâtı görülürse de, âsârı
hakkıyla okunursa kendi ihtirâ’ eyledikleri şîve-i cedîd ve vâdî-i ferîdden ayrılmamış
ve şuarâ-yı Rûm’un eslâf ve ahlâfını sebk ederek fusahâ-yı asrı ve bülegâ-yı
dehri hayretlerde bırakmıştır.
Veled Çelebi der ki:
“Hz. Şeyh’in mekteb ve medresede uzun uzun tahsîline dâir
bir kayd görmüyoruz. Halbuki Trabzonî Şeyh Ahmed Kösec hazretlerinin es-Sohbetü’s-Sâfiye
nâmındaki hakâyıktan bir eserlerine gâyet fasîh ü belîğ bî-ayb u kusûr bir Arapça
ile câ-be-câ hâşiyeler yazmıştır. Bu hâşiyeleri Yenikapı Mevlevî-hânesi’nde
bulunan kendi hatt-ı destiyle vücûda gelmiş mecmûasından bi’n-nefs mecmûama
nakl eyledim. Mebâhis nihâyetlerinde, “Mevlevî bendesi Es’ad Gâlib” diye
imzâları vardır. Kezâlik Hz. Sîne-çâk’ın Cezîre-i Mesnevî’sine
neş’e-i sûfiyâne ile bir şerh yazıp, Mesnevî şârihlerine
bir nümûne /153/ göstermiştir. Bu iki eseri Sütlüce’de el’ân mevcûr olan
hânesinde Hz. Sîne-çâk’ın hâb-gâh-ı ebedîsine baka baka yazmıştır.”
Seyyid Ebû Bekir Çelebi’nin evâhir-i meşîhatlerinde
Konya’ya gidip, Çelebî-i müşârünileyhin sohbetiyle müşerref olmuş ve avdetinde
Yenikapı Mevlevî-hânesi şeyhi Seyyid Nutkî Ali Dede’nin esnâ-yı meşîhatlerinde
1200/(1785-86) senesinde yirmidokuz yaşında matbah-ı ibtidâya ikrâr vermiştir.
Tekmîl-i çille-i mukannene ile hücre-i intihâya duhûllerine değin kelâm-ı
mevzûn söylememesini ba’zılar sedd-i sünûhâta haml etmişlerdir.
1204/(1791-92) senesinde Sütlüce’(de), Yûsuf-ı Sîne-çâk’ın
kabri civârında tedârik eylediği hânede ikâmet eylediler. 1205 senesi
Şevvâlinin dokuzuncu (11 Temmuz 1791) Cumartesi günü, destâr-ı gîsû-dâr-ı
meşîhatle, Galata Dârü’l-Mev(levî)si’nde mesned-nişîn-i irşâd olmuştur.
Esrâr Dede, Hz. Şeyh’in yâr-ı gârı ve enîs-i gam-güsârı
idi; 1211/(1796-97)’de irtihâl eyledi. Şeyh Gâlib, bunun hakkında mersiyye yazmış
idi.
Sultân Selîm-i sâlis Şeyh Gâlib’e mu’tekid ve eş’ârına
dil-rubûde idi. Saraydan Mevlevîhâne’ye gelirdi. Burada İskender Paşa
Kütübhânesi vardır: orada buluşurlar imiş. Bir gün kemâl-i samimîmiyyet ü muhabbetinden, Şeyh Gâlib’in dizine başını koymuş,
o da menâkıb-ı Hz. Pîr’den bahs ediyormuş. Selîm-i sâlis, “Hz. Mevlânâ’nın
zamânımızda da cârî bir kerâmeti var mıdır?” diye sorunca, “Amân pâdişâhım!
Hiç şübhe etme, koca bir halîfe-i rûy-i zemîn, Cenâb-ı Mevlânâ’nın miskîn bir
dervîşinin dizine başını /154/ koymuş, bundan
büyük bir kerâmet-i câriye olur mu?” demesi Selîm-i sâlisi ağlatmıştır.
Selîm-i sâlis Şeyh Galib’in Dîvân’ını
yazdırmıştır ve ol mertebe tezyîn ettirmiştir ki, yalnız teclîd ve tezhîbine
3000 altun sarf olunduğunu eserler yazıyor.
Hâce-i irfânım Mesnevî-hân Muhammed
Es’ad el-Mevlevî, bir gün derste zevk-ı inzivâdan bahsettiği sırada Şeyh
Gâlib’den bir misâl getirdiler:
Hz. Şeyh’in şöhreti fevka’l-âde şâyi’ olunca, “Hazret! Mevlevîhâne’ye
şitâbân olanların adedi çoğaldı, dergâhdaki dedelerin hizmetten şikâyetleri
çoğaldı. Biz bu gürültüye tâkat getiremiyoruz, hizmetten dolayı sohbetinizden
kaldık. Amân efendim, siz bilirsiniz, bir çâre bulunuz, istirhâm ederiz.”
diye arz-ı hâl ettiler. Bunun üzerine Şeyh Gâlib, “Siz bana, ‘Yâ Hz. Muâviye’
diye bir levha yazdırıp, çerçeveletip getiriniz.” emrini verdi. Onlar bu
emri infâza müsâraat kıldılar, levhayı getirdiler, Hz. Şeyh’e gösterdiler.
Kapının yanını göstererek, “Şimdilik şuraya koyunuz.” buyurdular.
Dervîşler, maksatlarıyla bundaki hikmeti te’lîf edemediler. Fakat zuhûr edecek netîceye
müterakkıb oldular. Âyîn günü ber-mu’tâd şeyh odası ulemâ, urefâ, meşâyıh,
ağniyâ, ahibbâ ile doldu. Ulemâ sınıfı o levhanın kapu yanında perde olmasını
hoş görmediler, "Hz. Rasûlu’llâh (salla'llâhu aleyhi ve sellem )
efendimize vahiy kâtibliği etmiş bir zât-ı âlî-kadrin ve şeref-i sıhriyyete
mazhar olmuş bir sahâbî-i celîlin, ism-i şerîfini münâfî-i hürmet bir yere
atmış, bu adam râfizîdir." zannına düşüp dergâha gelmez oldular. Şuyûu
üzerine /155/ ricâl-i ilmiyye dahi tekkeye gitmek,
Şeyh Gâlib ile görüşmek istemediler. Şimdi iş meşâyıhın kesr-i rağbetine
teveccüh edince, o levhayı odada postunun olduğu yerin üstüne, bir mevki’-i
hürmete ta’lîk eyledi. Gelen meşâyıh, “Allah Allah, hânedân-ı Hz. Fahr-i âleme
hayâneti sâbit olmuş, Haseneyn-i ahseneyne ve Cenâb-ı Ali’ye tertîbât-ı
mahsûsada bulunarak ümmet-i Muhammed’in yüreğinde iltiyâm bulmaz bir yara açmış
olan bir zâlimin ismini böyle i’tinâ-yı mahsûs ile yazdırıp baş ucuna ta’lîk
etmesi, hânedân-ı Ehl-i Beyt’e karşı demek ki, izhâr-ı âsâr-ı buğz etmekte
olmasına delîl-i bâhirdir.” mütâlaasını yürüterek onlar da gelmez oldular.
Agniyâya gelince, onlara, “Efendim, tekkenin şuna ihtiyâcı var, agniyânın
sarf-ı nakdîne-i himmet etmesi lâzım geliyor. Lutf ediniz, bir çâresine
bakınız.” teklîfine, “Para isteme benden, buz gibi soğurum senden.” nazariyyesiyle
mukâbele ederek onlar da ayaklarını kestiler. Ekâbir geldikce intifâ’ ümmîdine
düşerek dergâha şitâbân olan fukarâ-yı züvvâr, gelenlerin azalmasıyla
emellerini suya düşmüş görünce, artık rağbet etmez oldular. Dergâhın izdihâmı
bu sûretle zâil oldu. O zamân Hz. Şeyh, dervîşleriyle kendi âleminde zevk-ı
ma’nevî sürmeğe ber-sâbık devâm eylediler.
Şeyh Gâlib, 42 sene muammer olmuştur. Pek genç iken âlem-i
fenâya vedâ’ eylemiştir. İrtihâli âlem-i edeb ü irfânı sarsmıştır. Herkes
ağlamıştır. İrtihâlleri 1213 sene-i hicriyyesi şehr-i Recebinin yirmiyedisine (4
Ocak 1799) leyle-i Mi’râca müsâdifdir.
Menkûldür ki, vefâtında pederi Mustafa Reşîd Efendi
ber-hayât idi. Oğlu gasl olunurken, “Evlâdımı bir daha /156/
göreyim.” diye mugassile gidip gördüğünde, ak sakalından yaşlar
akıtarak, “Âh oğul! Bu tahtaya o kara sakal yaraşmıyor.” diye ric’at
etmiştir.
Dergâh-ı şerîfin havlısında İsmâîl-i Ankaravî hazretlerinin
türbesinde ayak ucunda defn olunmuştur. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
29 Hazîran 1328/(1912) târîhinde müşârünileyhin tezkâr-ı
nâmı için dergâhda bir ihtifâl tertîb edilmiş idi. Bu ihtifâle hulefâ-yı
Mevleviyye’den Mehmed Ziyâ Beyefendi delîl olmuş ve gazetelerle üdebâ-yı kirâm
mütâlaa-nâmeler neşr etmişler idi. Hattâ o zamân sâha-i matbûâtta “Hak”
nâmıyla bir gazete vardı. Bu bir nüsha-i fevka’l-âde neşr etmiştir. Bunda
zamânımız üdebâsı ve bâ-husûs Veled Çelebi taraflarından, Hz. Şeyh’in fazâil-i
edebiyye ve kemâlât-ı ârif-ânesine dâir makâleler münderic idi. Bir nüshasını
hıfz ediyordum, bir hâtıra olmak üzere kitâbımıza telsîk olunmuştur. Merbût
resim dahi o nüshasının merbûtu idi. Hz. Şeyh’in irtihâli leyle-i Mi’râca
müsâdiftir. İhtifâl o gün tertîb edilmiş idi. Esâsen o leyle-i mebrûkenin
mukaddes olması i’tibâriyle kalbler envâr-ı muhammediyyeye cilve-gâh olmak
münâsebetiyle Cenâb-ı Şeyh’e olan tevessülât-ı ma’neviyye bu vesîle-i cemîle
ile bir kat daha revnak-dâr olmuş idi. Dergâhın içi dişi öyle dolmuştu ki,
zannederim öyle bir kalabalığı henüz kimse idrâk etmemiştir. İhtifâlât-ı azîme
ile Mevlid-i şerîf okundu. Enderûn efendilerinden biri kürsüde ve
herkes velâdet-i muhammediyyeyi musavvir ebyât okunduğu bir sırada, ayakta
olduğu hâlde Hz. Şeyh’in el’ân kimse tarafından /157/ tanzîr
edilemeyen şu na’t-ı şerîfini okumuştur. Herkes aglayarak kemâl-i edeb ü
hürmetle dinlemiştir:
Sen
şâh-ı rusül fahr-i mümeccedsin efendim
Dîvân-ı
ilâhîde ser-âmedsin efendim
Menşûr-ı
“le-amrük”le müeyyedsin efendim[88]
Bî-çârelere
devlet-i sermedsin efendim
Sen
Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin efendim
Hak’dan
bize sultân-ı müeyyedsin efendim
Hutben
okunur minber-i iklîm-i bakâda
Hükmün
tutulur mahkeme-i rûz-ı cezâda
Gül-bâng-i
kudûmün çekilür arş-ı Hudâ’da
Esmâ-yı
şerîfen anılur arz u semâda
Sen
Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin efendim
Hak’dan
bize sultân-ı müeyyedsin efendim
Tâbişde-i
.......................................
.......................................................
Âyîne-i
dîdâr-ı tecellî nazarındır.
Bû Bekr
Ömer Osmân u Alî yâr-gerindir
Sen
Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin efendim
Hak’dan
bize sultân-ı müeyyedsin efendim
Bir gün
ki dalup bahr-i gama fikrete gitdim
İlden
yetürüp kendimi bî-hûdluğa yetdim
İsyânım
anup âkıbetimden hazer itdim
Bu
matlaı yâd eyledi bir seyyid işitdim
Sen
Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin efendim
Hak’dan
bize sultân-ı müeyyedsin efendim
Ol dem
ki nebîlerle velîler kala hayrân
“Nefsî”
diyu dehşetle kopa cümleden efgân
Ye’s
ile usâtın olıcak hâli perîşân
Destûr-ı
şefâatle senindir yine meydân
/158/ Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin efendim
Hak’dan
bize sultân-ı müeyyedsin efendim
Ümmîddeyiz
ye’sle âh eylemeyiz biz
Ser-mâye-i
îmânı tebâh eylemeyiz biz
Bâbın
koyup ağyârı penâh eylemiyiz biz
Bir
kimseye sâyende nigâh eylemeyiz biz
Sen Ahmed
ü Mahmûd u Muhammed’sin efendim
Hak’dan
bize sultân-ı müeyyedsin efendim
Bî-çâredir
ümmetlerin isyânına bakma
Dest-i
red urup hasretile dûzaha kakma
Rahm
eyle amân âteş-i hicrânına yakma
Ez-cümle
kulun Gâlib-i pür-cürmü bırakma
Sen
Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin efendim
Hak’dan
bize sultân-ı müeyyedsin efendim
Mevlid-i
şerîfin hıtâmında türbe-i şerîfe önünde ba’zı zevât, müşârünileyhin fazâil ve
kemâlâ-ı irfâniyye vü edebiyyesine dâir nutuklar îrâd ettiler. Rûh-ı şerîfine
Fâtihalar ihdâ olundu. Her sene bu merâsimin yapılması tasavvur olunmuş ise de,
Hz. Şeyh’in zamân-ı hayâtında bile ihtifâya, istitâra olan meylin netîce-i
ma’neviyyesi olarak tekerrür etmemiş, yalnız bir def’a ile iktifâ olunmuştur.
Gâlib Dede'nin el yazısı:
Fikr-i
sebzân-ı perî-sûretle pürdür sînemiz
Rû-nümâdır
kişver-i Keşmîr'den âyînemiz
Lâ-mekân
pervâz-ı fakrız kim hümâ-yı himmete
Bâl ü
perdir rîze rîze hırka-i peşmînemiz
Sâye-i
zülfün muhalleddir harâb-ı la'line
Vâye-dâr-ı
mihr-i mahşerdir şeb-i âzînemiz
Pür-safâ-âyîneyiz
âyîne-i zırhız velî
Bezm ü
rezme âşinâdır sûret-i dîrînemiz
Baht-ı
hûn-âlûdede kesme sabûh-ı şefkatin
Çeşmin
olmuşken bî-himmet mey-i dûşînemiz*
Şâh-ı
istiğnâ-yı aşkız nîstî mülkünde biz
Gevher-i
fakr ile mâl-â-mâldir gencînemiz
Âdemiz
âlemde âdemde tılısm-ı hayretiz
Gufl-i
endîşeyle feth olmaz der-i gencînemiz
Subh-ı enfâs-ı
füyûz şems olup âyîne-dâr
Kalmamışdır
çerhıla Gâlib gubâr-ı kînemiz
(Reşâd Fuâd Beyefendi tarafından ihdâ edilmiştir.)[89]
Resim 1: Gâlib Dede'nin medfûn olduğu türbe.
Resim 2: Gâlib Dede'nin sandukası.
Sîne-çâk
Yûsuf Dede
Şeyh Sinâneddîn Yûsuf-ı Sîne-çâk hazretlerinin, Şeyh
Gâlib’in terceme-i hâli sırasında ism-i mübârekleri geçmiş idi. Bu zât-ı
muhterem Yenicelidir. Birâderi Hayretî ile berâber İstanbul’a gelip, ârzûsuyla
Konya’ya giderek Âsitâne-i Hz. Mevlânâ’da tekmîl-i hıdmetten sonra Kuds-i şerîf
Mevlevîhânesi’ne şeyh olmuş idi. Burada hıdmet-i fukarâda iken, li-zarûretin
İstanbul’a avdetle, Sütlüce’de birkaç gün ikâmetle, “insân-ı şîrîn-kâr” (انسان شيرينكار) terkîbinin
delâleti vechle 953/(1546) târîhinde irtihâl-i dâr-ı bakâ eylemiştir. Kabr-i
münevverleri Sütlüce’de Sa’dî Dergâh-ı şerîfinin kapısı yanındadır. Üzeri
açıktır, demir parmaklıkla muhâttır. Her zamân ziyâretle kâm-yâb olurum.
Eâzım-ı Mevleviyyân'dandır. Müretteb ve pek makbûl Dîvân’ı
ve Yûsuf (u) Zelîhâ’sı vardır.
Erbâb-ı
tabîat bizi Yûsuf bilür ammâ
Ashâb-ı
hased gözüne ey dost Sinân’ız
Mezâr taşında Ârifî merhûmun şu beyti mahkûktur:
Garîbim
derd-nâkim Sîne-çâk’im
Sirâr-ı
rûh-ı pâkim gerçi hâkim
(Kaddesa'llâhu sırrahû)
Şâhidî
İbrâhîm Dede
Bu zât-ı muhteremin de ismi geçti. Seyyidü’n-nesebdir.
Pederi es-Seyyid Sâlih Efendi olup, müşârünileyh Muğla’da mevlevîhâne şeyhi
idi. Tarîkaten şeyhi, Dîvânî Muhammed Efendi’dir. Onu ziyâret kasdıyla Afyonkarahisarı’na
gelip, birkaç râhatsızlığı müteâkib âzim-i dâr-ı cinân oldu. Şeyhi nezdinde
medfûndur. Lugaviyyûndan idi. Şu mısra’-ı garîb târîhidir:
Ez-çi
neden çûn nete niçün çerâ
(از جه ، نه دن ، جون ، نته نيجون ، جرا )
= 957[90]
Sekseniki sene muammer olmuştur. Tuhfe-i Şâhidî
ve manzûm Gülşen-i Vahdet'i ve sâir âsârı
vardır. Urefâ-yı kirâmdandır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
/160/ Şeyh Muhammed
Dîvânî Semâî Efendi
Şâhidî merhûmun şeyhidir. Evlâd-ı Mevlânâ’dan olup, Dîvân-ı Kebîr’i
Acem’den getiren bu zâttır. Onun için “Dîvânî” tahallus etmiştir. Âsitâne-i Hz.
Pîr’de post-nişîn oldu. Sonra terk edip Karahisâr’da mevlevîhâne binâ ve onda
azm-i bakâ eylemiştir.
Bir aralık sakal ve bıyığı traş etmiştir. Cenâb-ı Pîr’in Mesnevî-i
şerîfde, cild-i evvelde bahs eylediği Cavlakîler gibi bir hâli ihtiyâr
eylemiştir. Maksadı halktan tesettürden ibâret olduğuna şübhe yokdur. Sultân
Selîm-i evvelin ziyâdesiyle mazhar-ı hürmet ü ta’zîmi olmuş eâzımdandır.
Bakâ
mülküne çekdi askerin Sultân-ı Dîvânî
(بقا ملكبنه چكدى عسكرين سلطان ديوانى)
târîhidir
ki, 936/(1529-30) senesini müş’irdir . Şuarâ-yı
sûfiyyedendir.
Virmez
vücûd gayriye ayn-ı zuhûru gör
Te’sîr-i
sırr-ı gayret-i ism-i Gayûr’u gör
Bak
sûz-ı sînesine semâı pîrin*
Feth-i
fütûh-ı hâsıl-ı mâ-fi’s-sudûru gör
İstanbul’a teşrîflerinde Galata Mevlevîhânesi’nin olduğu mahalde
henüz tekke inşâ olunmuş idi. Burada sâkin olmuşlar, Hadîkatü’l-Cevâmi’in
beyânına göre, orada bir servi ağacı dikmişler ve yakın zamâna kadar pâyidâr
olmuştur. Tekkenin binâsı altmışbir sene evveldir; burada ikâmetlerini Hadîkatü’l-Cevâmi’
ilk şeyh olarak telakkî ediyor.
Mısır’a teşrîfleri ve İbrâhîm-i Gülşenî hazretlerini
mahbesden kurtarması mes’elesini Sefîne’mizin İbrâhîm-i
Gülşenî kısmında okumak lâzımdır. Eâzımdan bir zât-ı âlî-kadr
idi. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
/161/ Şeyh İsmâîl-i
Ankaravî
Galata Mevlevîhânesi şeyhi idi. Şeyh Gâlib Dede onun
türbesinde medfûndur. Bu zât hakkında Bursalı Mehmed Tâhir Bey, sûret-i
mahsûsada terceme-i hâl yazmıştır. Ekâbir-i Mevleviyye’den fâzıl, ârif bir
zâttır. Ulûm-ı mütedâvileyi maskat-ı re’sleri olan Ankara ulemâsından
ba’de’t-tahsîl tarîkat-ı aliyye-i Bayramiyye’ye intisâb ile meşgûl-i ilm ü
ibâdet oldukları esnâda gözlerine ârız olan hastalığın tedâvîsi içün,
bâ-işâret-i ma’neviyye Konya’ya azîmetle cümle-i kerâmât-ı Cenâb-ı Mevlânâ ile
ber’-i tâmma nâil ve bu sebeble tarîkat-ı feyz-refîk-ı Mevlevî’ye dâhil olarak
çilleyi ikmâle âyîn-i meslek-i Mevlânâ’yı telakkî ve istihsâle muvaffakiyyetten
sonra, "er-rusûh" (الرسوخ) kelimesinin delâlet ettiği 897/(1492)
târîhinde İskender Paşa tarafından Galata Mevlevîhânesi’nde post-nişîn olan
Kâsımpaşa Mevlevîhânesi
bânîsi Abdi Dede Efendi yerine ta’yîn olarak Der-saâdet’e gelip, ilâ-âhiri’l-ömr
tedrîs ve terbiye ile dem-güzâr oldular ki, Vecdî ve Cevrî gibi urefâ-yı şuarâ
bu âvân-ı feyz-iktirânda perveriş-yâb-ı kemâl olan tâlibîn-i irfânın
mütemeyyizlerindendir.
Zamân-ı âlîlerinde âyîn ü erkân-ı mutasavvıfa hakkında
zuhûr eden i’tirâzâta karşı müdâfaa-i fâzılâne vü ârifânede bulunan irfân
ashâbının yegânelerindendir. Hattâ bu husûsa dâir ârif-i esrâr-ı ilâhî Azîz
Mahmûd-ı Hüdâyî hazretlerinin, (رسخ الله القوى قدم إقدام الرسوخى فى
مقابلة المقابلين وشحذ سيف أبحاثه فى حسم عروق إشكال المعاندين)[91] ibâresiyle musaddar olan
takdîr-nâmelerine mazhar olmuşlardır.
Mesnevî-i
şerîfin yedinci cildi olmak üzere, o târîhlerde meydâna çıkan /162/
cüz’ü de eczâ-yı şerîfe-i Mesneviyye’den zannıyla ayrıca şerh etmişlerse de,
her nasılsa bu bâbda zuhûl ettikleri fâzıl-ı şehîr Cevdet Paşa merhûmun
resâil-i mevkûteden Mekteb gazetesinin 8 Haziran 1311/( 20
Haziran 1895) târîh ve 30 numaralı nüshasıyla münteşir cevâb-nâmelerinden
müstebân olmaktadır.
Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi merhûm Ebu’l-bürhân Celâleddîn
Dede Efendi hazretleri buyururlar ki:
“Şârih-i Mesnevî İsmâîl-i
Ankaravî hazretleri üçüncü cildin şerhi mukaddimesinde üçüncü cildi kalb-i Mesnevî kılmak
için ibtidâ-yı Mesnevî’deki 18 beyt-i
şerîfi bir cild i’tibâr ederek mecmû’-ı Mesnevî-i
şerîfin bu tertîb ile yedi cild olduğunu îzâh u beyân buyurmuşlar ise de, bu da
hiçbir delîl ve esere müstenid değildir. Belki sonradan yedinci cild olmak
üzere Hz. Pîr’e izz ü isnâd olunan kitâb-ı ma’hûdu mecbûren kabûl ve şerh
eylemesiyle merdûd ve menkûz olduğu erbâb-ı tedkîk nezdinde muayyendir.”
Hâce-i irfânım Muhammed Es’ad el-Mevlevî hazretleri, suâlim
üzerine fakîre buyurmuşlardı ki:
“Oğlum! Yedinci cild yoktur. Mesnevî-i
şerîf altı cilddir. Altıncı cildin ibtidâsında,
بيشكش
مى آرمت اى معنوى
جلد
سادس در تمام مثنوى
شش
جهت را نورده زين شش صحف
كى
يطوف حوله من لم يطف[92]
buyurmuşulardır.
Bu muhakkaktır, yedinci cild yoktur. Yedinci cild diye ortada mütedâvil eser,
İdrîs-i Bitlîsi’nin olup, Hz. Pîr’in değildir. Hz. Şârih Ankaravî, o zamân
uzayan dedi-koduya nihâyet vermesi için pâdişâh tarafından cebren
müşârünileyhe, ya’nî İsmâîl-i /163/
Ankaravî’ye şerh ettirilmiştir. Buna şerh denilmez, te’vîl nâmı verilir.
Müşârünileyh cebr ü tazyîk ile bunu te’vîl etmiştir.”
Hz. Şârih, kerâmât-ı kevniyye ve maârif-i ma’neviyyeye
sâhibdir. Sefîne-i Mevleviyye’de tafsîlât vardır.
1041/(1631-32)’de irtihâl-i dâr-ı naîm eylediler. Elyevm
ziyâret-gâh olan türbe-i şerîfeleri ma’mûrdur. Şeyh Gâlib’in türbe penceresi
yanında, taşa mahkûk şu beyti okunur:
Râh-ı
Mevlânâ’da ey Gâlib budur şeyhu’ş-şuyûh
Hazret-i
Şârih Rusûhî kudve-i ehl-i rusûh
"Hıtâm" (ختام) târîh-i
irtihâllerini müş’irdir.
Mecmû’-ı âsârını Tâhir Bey yirmiiki kadar yazmış ise de,
Hâfız Hüseyn-i Ayvansarâyî, eserinde, “Büyük-küçük kırkaltı parça te’lîfi
vardır.” diyor.
Bu rubâî müşârünileyhindir:
Bu
tekye bizim tekye-i işret-gedemizdir
Dervîşleriz
Hazret-i Âdem dedemizdir
Mesken
ezelî Cennet idi bizlere ammâ
Dûr
eyleyen andan bizi Havvâ anamızdır
* * *
Gel Rusûhî’nin
sözin dinle semâa hâzır ol
(كى تكون بين اهل العشق من اهل الشرف)[93]
Ma’lûm olabilen âsârı:
1.
Şerh-i Mesnevî-i Şerîf
el-müsemmâ bi-Mefâtîhi’l-Ebyât. Matbû’dur.
2.
Şerh-i Fusûsu’l-Hikem.
Matbû’dur.
3.
Hall-i Müşkilât-ı Mesnevî.
4.
Şerh-i Kasîde-i Tâiyye-i İbn-i
Fâriz.
5.
Şerh-i Kasîde-i Münferice.
Matbû’dur.
6.
Minhâcü’l-Fukarâ.
Matbû’dur.
/164/ 7. Şerh-i
Heyâkili’n-Nûr el-müsemmâ bi-Îzâhü’l-Hükm.
8.
Huccetü’s-Semâ’.
Semâ’ ve devrân hakkındadır.
9.
Câmiu’l-Âyât.
10. Tefsîr-i Sûre-i Fâtiha el-müsemmâ bi'l-Fâtihatü’l-Gaybiyye.
11. Simâtü’l-Mûkınîn fî-Şerhi’l-Elfâzi’l-Arabiyyeti’l-Vâkıati
fî-Dîbâceti’l-Mesnevî.
12. Misbâhu’l-Esrâr.
13. er-Risâletü’t-Tenzîhiyye
fî-Şe’ni’l-Mevleviyye.
14. Şerh-ı Ehâdîs.
15. Şerhu Nakşi’l-Fusûs
el-müsemmâ bi-Zübdeti’l-Fuhûs.
16. el-Fâtihatü’l-Gaybiyye.
17. Şerhu Mâ-vakaa fî-Kitâbi’l-Mesnevî
mine’l-Ebyâti’l-Arabiyye.
18. Miftâhu’l-Belâğa ve Mısbâhu’l-Fesâha.
Edebî, mühim bir eserdir.
19. Müretteb Dîvân.
20. Nikâbü’l-Mevlevî
fî-İntihâbi’l-Mesnevî.
21. Minhâcü’s-Sâlikîn.
22. Tarîkat-nâme.
Şeyh Gâlib, Hz. Şârih’e şu sûretle medhiyye-hân oluyorlar:
Ey
kâşif-i esrâr-ı nihân Hazret-i Şârih
Rû-pûş-ı
tecellî-i ayân Hazret-i Şârih
Bâ-nûr-ı
yakîn sâlik-i etvâr-ı hakîkat
Sâhib-kadem-i
keşf ü beyân Hazret-i Şârih
Olmuş
lakabın ilm-i ledünnîde Rusûhî
İrfân
ile memdûh-ı cihân Hazret-i Şârih
Var
şerhine hem Mesnevî-i Pîr’de îmâ
Hem her
sühanın mahrem-i cân Hazret-i Şârih
Hem-nâm-ı
zebîh olduğunu eyledi icrâ
Zemzem
gibi bu nutk-ı revân Hazret-i Şârih
Vasfın
bu vilâyetde velâyetle değil mi
Ser-menkabe-i
Mevleviyân Hazret-i Şârih
Var ise
senin cevher-i tahkîklerindir
Reşk-âver-i
yem gıbta-i kân Hazret-i Şârih
Te’vîline
tevfîkına hayrân olur âdem
Pür-fazl
u hüner nâdire-dân Hazret-i Şârih
Hakkâ
ki şerîatda tarîkatda mükedder
İtmek
ile ref’-i halecân Hazret-i Şârih
Her
beyt birer meh-rû anın pertevi şerhin
Eyler
nice dilde lemeân Hazret-i Şârih
/165/ Müşkil komayup Mesnevî-i
Pîr’de hakkâ
Halleyledi
bî-rayb u gümân Hazret-i Şârih
Başdan
başa yâkût u zümürrüdle komuşdur
Cân
ka’besine seng-i nişân Hazret-i Şârih
Geçdi
nice devrân dahi el’ân yine sensin
Ser-kâfile-i
nükte-verân Hazret-i Şârih
Tafsîl
ider icmâlini tafdîl ider el-hak
Anlar
bunu rindân-ı zamân Hazret-i Şârih
Sultân-ı
semâînin idüp dergehin ihyâ
Tâ
arşda itdi devrân Hazret-i Şârih
İskender
ü Hızr âb-ı hayât isteyen âşık
Gel
bundadır itme cevelân Hazret-i Şârih
Diğer:
Merhabâ
ey muktedân-ı âşıkân-ı Mevlevî
Şeyh
İsmâîl şârih kahramân-ı ma’nevî
Meşrebindir
çeşme-i irfân u feyzin maksemi
Kalb-i
pâkin vâris-i mîrâs-ı genc-i Mesnevî
Mazhar-ı
Hızr-ı hayât odur ger istersen delîl
Olduğudur
tekye-i İskenderî'de münzevî
Muhbir-i
fazlından itsün bâde-i tahkîki nûş
Zanniden
efsâne câm-ı bî-nefâz-ı hüsrevi
Dir
gören mecmûa-i esrârını budur hemân
Tâmmetü’l-kübrâda
cem’ olan kibâr-ı Kübrevî
Mesnevî’nin
yek-be-yek şerh eyleyen ebyâtını
Arş-ı
a'lâsında olmuş çerhı aşkın müstevî
Ayru
düşmez zerresi metnin sevâd-ı şerhine
Sâye
salmış gûyiyâ ol âftâbın pertevi
Süllem-i
ebyâtı tatbîk eyleyüp âyâta heb
Her
sözü olmuş delîl-i tâm bürhân-ı kavî
Himmetin
Hızr eyleyüp ey reh-nümâ-yı sâlikân
Koyma
bî-kes Gâlib-i güm-geşte râh-ı kec-revi
Hz. Şârih’in üzerine yapılan türbe ahşâbdan idi. Şeyh
Gâlib’in ahibbâsından ve hulefâ-yı Mevleviyye’den Hâlet Saîd Efendi, hâl-i
hâzırda görülen türbeyi inşâ etmiştir ki, her tarafı tâm kârgîr ve mermerden
masnû’dur. Nitekim bâlâdaki resimde görülür. Kapının yanındaki sebîl ve fevkına
kütüb-hâne ve kapının yanındaki türbeyi onun eser-i hayrı olmak üzere âsâr kayd
eder.
İkmâl-i
inşâât 1235 senesi Cemâziye’l-evvelinin yirmibirinci (7 Mart 1820) Çarşamba /166/
gününe müsâdif olmağla, 29 Cemâziye’l-âhir 1235/(13 Nisan 1820) Perşembe günü
bi’l-umûm turuk-ı aliyye meşâyıhı da’vet olunarak türbe-i muallâ-yı Hz. Şârih
önünde hatm-i şerîfden sonra şerbetler içilerek pilav, zerde yenilerek ve
sebîlden sebîl-hâneden şerbetler tevzî’ olunarak resm-i güşâdı icrâ olunmuştur.
Muhammed
Hâlet Saîd Efendi
Hulefâ-yı Mevleviyye’den olup Sultân Mahmûd Hân-ı sânî
devrinde târîh-i Osmânî’de yer tutmuş ve Konya’da i’dâm olunarak cesedi türbe-i
Hz. Mevlânâ civârında ve ser-i maktûu da İstanbul’da Galata Mevlevîhânesi’nde
kapının yanındaki türbede Kudretullâh Efendi’nin ayak ucunda defn olunmuştur.
Orada bir taş vardır.
İzzet
bu mısrâ’-ı tâm târîh-i mâtem efendi
Hâlet
Saîd Efendi pîrâna hem-dem olsun
(
حالت
سعيد افندى بيرانه همدم اولسون)
11
Rabîu’l-evvel 1338/(4 Aralık 1919)
Tevkîî-i Dîvân-ı Hûmâyûn idi. Hayât-ı siyâsiyyesi Cevdet Târîhi’nde
tafsîlen vardır. Âsitâne-i Pîr’de Muhammed Saîd Hemdem Çelebi tarafından nâil-i
icâzet olmuş ve destârlı sikkeye nâiliyyetle şeref bulmuştur.
Hâlet Saîd Efendi’nin, bu mevlevîhânenin sokak üstünde bir
kütüb-hânesi vardır. Kütüb-i nefîse ile tezyîn olunmuş idi. Bu kütüb-hânenin
kitâbları ahîren Süleymâniye Kütübhâne-i umûmîmisine nakl olunmuştur. Sene:
1346/(1927).
* * *
Hz. Şârih’in yanındaki sandukalarda “Şeyh Îsâ Efendi (sene:
1185/1771-72)”, “Şeyh Hüseyin Efendi (sene: 1197/1783)” ve “Şeyh Selîm Efendi
(sene: 1191/1777)” yazılarından zevât-ı müşârünileyhin medfûn oldukları
müstebân olur.
Şeyh
Hüseyin Âdem Dede Efendi
Antalyalıdır. Hz. Şârih’in hizmetinde bulunup mazhar-ı feyz
oldu. Rıhletinde zâviye-nişîn olarak Hicâz’dan avdetinde Mısır’da irtihâl etti.
Orada mevlevîhânede defn olundu. "Şehin-şâh-ı ârifân" (شهنشاه عارفان) târîhidir
(1063/1653). Âsâr ve eş’ârı vardır.
Sükût
itsem safâlanmaz açılsam bana râm olmaz
Kıyâmet
kopmayınca kıssa-i aşkım tamâm olmaz
Görünce
bildim Âdem ben anın keyfiyyet-i hâlin
Olur
gâhî safâ-yı câm-ı mey ammâ müdâm olmaz
[1] Bu Şeyh Kâsım Çelebi III. Cildde 225.
sahîfede bahs olunan Kâsım Çelebi değildir.
Bu zât İnegöl’de medfûndur. Tahkîki IV. Cildde dahi bi’l-münâsebe beyân
olundu.
[2]
"... Kim oraya girerse emniyette olur...” 3. Âl-i İmrân sûresi, 97.
[3] Ba’zıları matbû' ilm-i akâid şerhini
müşârünileyh yazmış zannederler. Halbuki o şerh Ramazân-ı Behiştî’nindir.
[4] (ارْجِعِي إِلَى
رَبِّكِ رَاضِيَةً مَّرْضِيَّةً) "Sen
O'ndan, O da senden râzı olarak Rabbine dön." 89. Fecr sûresi, 28. (H)
[5] Bu
manzûmenin vezninde hatâlar vardır. (H)
[6] (من عرف نفسه فقد عرف ربه) "Nefsini bilen Rabbini de bilir." el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ,
c. II, s. 262. Bu sözün hadis tekniği açısından değerlendirilmesi ile ilgili
olarak bkz. Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki
Dayanakları, Ankara 2000, s. 229. (H)
[7] (وَسَقَاهُمْ
رَبُّهُمْ شَرَابًا طَهُورًا ً)
"...Rableri onlara tertemiz bir içecek içirecektir." 76. İnsân
sûresi, 21. (H)
[8] (وَعَلَّمَ
آدَمَ الأَسْمَاء كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلاَئِكَةِ فَقَالَ
أَنبِئُونِي بِأَسْمَاء هَـؤُلاء إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ )
"Allah Âdem'e bütün isimleri öğretti. Sonra onları melekleri arzedip,
'Eğer siz sözünüzde sâdık iseniz şunların isimlerini bana bildirin.'
dedi." 2. Bakara sûresi, 31. (H)
[9] (الفقر فخرى)
"Fakirlik iftihâr vesilemdir." el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, c.II,
s.87; bkz. Ahmet Yıldırım, a.g.e., s. 402. (H)
[10] (كنت كنزاً مخفياً
فأحببت أن أعرف فخلقت خلقا ًلعرفتهم فعرفونى)
"Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim ve mahlûkâtı yarattım. Ben
kendimi onlara öğrettim, onlar da Beni bildi." el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ,
c.II, s.132; bkz. Ahmet Yıldırım,
a.g.e., s. 98, 99. (H)
[11] Bu
iİbârenin hesaplanmasından 1076 çıkmaktadır. (H)
[12] Hadîkatü’l-Cevâmi’’de
970 (1562-62) diye muharrerdir. Bu hesâba göre 104 sene muammer olmuşlardır. Şeyh Hasan-ı Şa’bânî
de Risâle’sinde 970 göstermiştir.
[13] Bir
eserde Perdeçenç diye yazılmış gördüm.
[14] Bir eserde evvelâ
Bursa’da Şeyh Ya’kûb-ı Fânî’ye intisâbı, sonra İstanbul’da Şeyh Ramazân-ı
Mahfî’ye arz-ı nisbetle sekiz sene sülûk görüp 1020 (1611)’de hilâfet aldığı
muharrerdir.
[15] (لى مع الله وقت
لايسعنى فيه ملك مقرب ولانبى مرسل)
"Benim Allah katında ölme bir halim vardır ki, benim o hâlime ne bir melek
yaklaşabilir, ne de bir peygamber ulaşabilir." el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ,
c. II, s. 173, bkz. Ahmet Yıldırım, a.g.e., s. 79, 80. (H)
[16] Bu dergâh meşîhati elyevm Şeyh Es’ad-ı Erbilî
hazretlerinin uhdesindedir. Cum’a günleri yüzlerce ehl-i zikrin cilve-gâhıdır.
[17] Harb-i Umûmî-i ahîrde
yaralanıp bi’l-âhare nâil-i rütbe-i şehâdet olan asâkir için burası şehîdlik
ittihâz ve duvarla tahdîd olunmuştur.
[18] "Onlardan yüce
İstanbul'da oturan efendim Nûreddîn el-Cerrâhî, 1115 senesine geldiğinde
kırkdört sene yaşamıştı. Cenâb-ı Hakk'ın onu vefat ettiği gün cennete sokması
Allah'ın ona ikrâm ettiği kerâmetlerdendir. Kerâmetlerinden bir başkası da,
âhiretteki makâmına dünyada iken muttali olmasıdır.
Bir başka kerâmeti de kendisi gayb
âlemindeyken Cenâb-ı Hak'tan ziyâretlerine ikramda bulunması ve Allah'ın da bu
duâyı kabul etmiş olmasıdır." (H)
[19]
Verilen ibâre eksiktir. (H)
[20] Bu
mısra metinde yoktur. (H)
[21]
Verilen tarihlere göre 24 yaşında olmalı. (H)
[22] Verilen ibârenin hesaplanmasından 1194
çıkmaktadır. “Şeh” yazılırsa istenilen târih elde edilir. (H)
[23] Verilen ibârenin hesaplanmasından 1414 tarihi
çıkmamaktadır. (H)
[24] Verilen ibârenin hesaplanmasından anılan
tarih çıkmamaktadır. (H)
[25] Verilen ibârenin hesaplanmasından 1273
çıkmaktadır. (H)
[26]
"Gülşenî'nin güzel yüzünü gördüm ki o Rûşenî lambasının
gözü gibidir." (H)
[27] "İşlerden
bunaldığınızda kabir ehlinden yardım dileyin."
el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, I, 85. (H)
[28] (Bu dergah), 1189/(1775) senesinde
Abdülhamîd-i evvel zamânında ta’mîr olunmuştur.
[29] Hadîkatü’l-Cevâmi’de
Şeyh Mustafa Efendi’nin irtihâli, 1166/(1753) gösterilmiştir. Yıldız Dede
kurbunda defn olunduğunu yazıyor. Yerine halîfesi Seyyid Muhammed Dede şeyh
olup, yirmidört sene meşîhatten sonra, 1190/(1776)’da irtihâl edip, şeyhi
yanında vedîa-i hâk-i rahmet kılınmış, yerine akrabâsından Seyyid Ömer Efendi
şeyh olmuştur.
[30] Verilen ibârenin noktalı harflerinin
hesaplanmasından 1266 çıkmaktadır. (H)
[31] (فَكَانَ قَابَ
قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى) "(Peygamber'e olan mesâfasi)
iki yay arası kadar, yahut daha da yakın oldu. 53 Necm sûresi, 9. (H)
[32] Bu ibare Kur'ân-ı
Kerîm'de birçok âyette (كُن
فَيَكُونُ) şeklinde geçmektedir. 2. Bakara sûresi, 117; 3. Âl-i İmrân
sûresi, 47, 59; 6. En'âm sûresi, 73 ve başkaları. (H)
[33] (لولاك لولاك ما خلقت الأفلاك) "Sen olmasaydın, sen olmasaydın kâinatı
yaratmazdım." el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, II, 164; bkz. Ahmet Yıldırım, Tasavvufun
Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, s. 121, 122. (H)
[34] Bu nutk-ı şerîf Hz.
Şeyh’in mazhar-ı tecellî-i Zât olduğuna ve kendisine tarîkat ihsân
buyurulduğuna bürhân-ı azîmdir.
[35] Ümmî Sinan başkadır, dikkat buyurula.
[36] Sinân-ı Ümmî hakkındaki
kısım Niyâzî-i Mısrî'nin anlatıldığı bu bölümün sonunda (Sefîne V,
s.106'dan sonra) verilmiştir. (H)
[37]
"... Beni anmakta gevşeklik göstermeyin." 20. Tâhâ sûresi, 42. (H)
[38] 86. sahîfedeki mektûbdan onsekiz sene olduğu
tahakkuk eyledi. Rivâyetlerin hükmü sâkıttır.
[39] Vâkıât isminde bir
eser daha vardır ki, Bursa Mevlevî Şeyhi Muhammed Efendi’nin muhibbânından
Râkım Efendi’nin eseridir. Hz. Mısrî-i Niyâzî hakkında yazılmıştır. “Tuhfetü’l-Asrî
fî-Menâkıbi’l-Mısrî nâm eser bu Vâkıât’ın mahv u isbât tarîkıyla
yazılmış nüshasıdır. Abdüllatîf Efendi’nin yazdığı Vâkıât başkadır.” diye Bursa’da
âsitâne-i Mısrî şeyhi Muhammed Şemseddîn Efendi, sûret-i mahsûsada îzâhâtta
bulundular.
[40] "Allah'dan başka
ilah olmadığına ve Muhammed'in O'nun rasûlü şehâdet ederim. Hz. Pergamber'in
iki torunu olan Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin Allah Rasûlü'nün iki elçisidir."
(H)
[41]
“Allâh’ın Rasûlüdür.” (H)
[42] "Bu yüce tarîkattan
bir adam gelecek, ismi ismimize uygun olacak; bu isim de Muhammed el-Mısrî
el-Malâtî el-Basalî'dir. Bu kişi benim irfânıma vâris olacaktır." (H)
[43] Bu ibârenin hesaplanmasından 1106
çıkmaktadır. (H)
[44] (...قَدْ بَلَغْتَ مِن لَّدُنِّي عُذْرًا ) "... Doğrusu, tarafımdan (dilenecek son) özre ulaştın (bu
son özür dileyişin)." 18. Kehf sûresi, 76. (H)
[45] "... Rabbim ilmimi artır." 20. Tâhâ
sûresi, 114. (H)
[46] Şeyh Ahmed Efendi, Merkez
Efendi Kabristânı’nda medfûndur. Demirden türbesi vardır. Kabristânın Haliç tarafında duvar
yakınındadır. “Birâder-i Hz. Mısrî Ahmed Efendi, 1114 (1702-03)" yazılı
taşı mevcûddur. (IV. Cild, 177. sahîfe).
[47]
"... Nereye dönerseniz Allâh'ın vechi (zâtı) işte oradadır..." 2.
Bakara sûresi, 115. (H)
[48]
"Vatan sevgisi îmandandır." el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, c. I, s.
345. (H)
[49]
"Gören hiç bir gözün olmadığı..." Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2,
313, 370. (H)
[50] Bu
kısım /77/. Sayfadan gelmiştir.
[51] Bursa’da Mısrî Hânkâhı
şeyhi Muhammed Şerefüddîn Efendi, “1069
(1658-59) târîhi doğrusudur.” dedi; bu târîh yanlıştır.
[52] (...أَلَسْتُ
بِرَبِّكُمْ قَالُواْ بَلَى شَهِدْنَا...) "... 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' (demişti). Onlar
da, 'Evet (Rabimizsin), buna şâhidiz.'
dediler..." 7. A'râf sûresi, 172. (H)
[53] “Sinân Ümmî” yerine, “Ümmî Sinân” da
buyurdukları vâki’dir.
[54] Bu ibârenin hesaplanmasından 1129
çıkmaktadır. (H)
[55] İbarenin hesaplanmasından verilen tarih
çıkmamaktadır. (H)
[56] Terceme-i hâli Nakşîler faslında geçti.
[57]
“Kazananı Allah sever.” (H)
[58] Bu eser, (Prof. Dr.) Mustafa Kara ve Kadir
Atlansoy tarafından hazırlanarak günümüz alfabesiyle yeniden basılmıştır. (Uludağ Yayınları,
Bursa 1997). (H)
[59] (مَا زَاغَ الْبَصَرُ
وَمَا طَغَى) "Göz (gördüğünde) şaşmadı ve (onu) aşmadı." 53.Necm
sûresi, 17. (H)
[60] “Ben Allâh’ım.” 20. Tâhâ Sûresi, 14. âyetinin başlangıç
cümlesi.
[61]
“Allah dışındaki her şeyden tecerrüd anlamında fakr tama olunca, işte o zaman
Allah’a ulaşılır.” (H)
[62] (وَالْأَرْضَ بَعْدَ
ذَلِكَ دَحَاهَا) "Bunun ardından yeri
düzenleyip döşedi." 79. Nâziât sûresi, 30. (H)
[63] "Rürgara
sövmeyiniz." Bkz.
Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları,
s. 81.(H)
[64]
"Zaman, işte o Allah'dır." (H)
[65] (إِنِّي أَنَا
رَبُّكَ...) "Şüphesiz ben senin Rabbinim..." 20. Tâhâ sûresi,
12. (H)
[66] Hakk’a karşu yokluk oldu âşıkın ser-mâyesi.
[67]
"Allah'ım! Bize hakkı hak olarak göster ve ona tâbi olmakla bizi
rızıklandır." (H)
[68]
Sayfanın kenarının kopmuş olmasından dolayı satır sonuna gelen bazı kısımlar
okunamadı. (H)
[69] Bu ibârenin hesaplamasından verilen
tarih çıkmamaktadır. (H)
[70]
"Kâse kâse içtim sevgiyi, ne şarap tükendi ne de kandım." (H)
[71]
"... O, her an yeni bir ilâhî tasarruftadır." 55. Rahmân sûresi, 29.
(H)
[72] "Hiç bir şey yokken
Allah vardı, O olduğu hal üzere yücedir. " el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ,
c. II, 130-131; bkz.
Ahmet Yıldırım, a.g.e., s. 90, 91. (H)
[73]
"Aşk kâinâtın aslıdır, zât ve sıfat onda ayândır.” (H)
[74] “Aşk, işte o, Allah’dır. (H.)
[75] (ما وسعنى سمائى
ولاأرضى ولكن وسعنى قلب عبدى الؤمن)
"Ben göklere ve yere sığmadım, fakat mü'min kulumun kalbine sığdım."
el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, c. II, s. 195; bkz. Ahmet Yıldırım, a.g.e., s.
240. (H)
[76] (يَوْمَ نَقُولُ
لِجَهَنَّمَ هَلِ امْتَلَأْتِ وَتَقُولُ هَلْ مِن مَّزِيدٍ)
"O gün cehenneme, 'Doldun mu?' deriz. O da, 'Daha var mı?' der." 50.
Kâf sûresi, 30. (H)
[77] (كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا
فَانٍ) "Her şey yok olacaktır." 49. Hucurât sûresi, 26. (H)
[78] (كُلُّ نَفْسٍ
ذَآئِقَةُ الْمَوْتِ...) "Her nefis/canlı ölümü
tadacaktır..." 3. Âl-i İmrân sûresi, 185. (H)
[79] Verilen târih ibâresinden 1141 çıkmaktadır.
(H)
[80]
"Güneş gibi olan yüzün ay mıdır, yoksa bir şey midir bilmiyorum?" (H)
[81]
"Senin ayrılığından dolayı öldüğümü, bütün insanlar biliyor." (H)
[82]
"Kaşı yay gibi olan o Türk güzelinin gönlüne yüz ok attılar." (H)
[83]
"Leylâ’nın yanağının sevdâsı, aynen hayâlimdeki gibi hâsıl oldu.” (H)
[84] “Bütün âlem ceylanın göbeğinden misk topluyor.”
(H)
[85]
"Senin yakut gibi olan dudağının etkisinden dolayı Molla anzsızın
kendinden geçti." (H)
[86] Bu târih ibâresinin hesaplanmasından 1141
çıkmaktadır. (H)
[87] Hak Gazetesi 121 numaralı ilâvesi.
[88] (لَعَمْرُكَ إِنَّهُمْ
لَفِي سَكْرَتِهِمْ يَعْمَهُونَ)
"Ey Muhammed! Senin hayâtına kasem olsun ki, onlar sarhoşlukları içinde
bocalayıp duruyorlardı." 15. Hicr sûresi, 72. (H)
[89] Gezelin başında
"nemekahû lene'l-fakîr" şeklinde bir not vardır. Bu not Reşâd Fuâd
Bey'e ait olmalıdır. (H)
[90] Verilen ibârenin bu
şekliyle hesaplanmasından 962 çıkmaktadır. Ancak, “neden”, (ندن) şeklinde
yazılırsa 957 eder. (H)
[91] "Allah,
karşılananları karşılarken Rusûhî'nin adımlarına kuvvet versin. Düşmanlarının
vücutlarındaki damarları kesmede söz kılıcını keskinleştirsin." (H)
[92] "Ey Ma'nevî! Mesnevî'yi
tamamlayan altıncı cildi sana hediye getirdim.Bu altı kitap altı cihete nur
saçıyor, tavaf etmeyen bunu tavaf
etsin" (H)
[93]
"Aşk ehli arasında şereflilerden olmak için Rusûhî'nin sözünü dinle de
semâa hazır ol." (H)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar