Print Friendly and PDF

Sefîne-i Evliyâ Evliyâ-yı Ebrâr Şerh-i Esmâr-ı Esrâr 12



SEFÎNE-İ EVLİYÂ

Osmânzâde Hüseyin VASSÂF

(1872-1930)

CİLT: 5

Yayına Hazırlayanlar:

Prof. Dr. Mehmet AKKUŞ                                    Prof. Dr. Ali YILMAZ

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi               Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi

Öğretim Üyesi                                                      Öğretim Üyesi

İstanbul - 2005

 

Halvetiyye’den

TARÎKAT-I ALIYYE-İ RAMAZÂNİYYE

/6/ Şeyh Ramazâneddîn-i Mahfî

Bir pîr-i muhteremdir. Silsile-i tarîkatları ber-vech-i âtîdir:

            Hz. Şeyh Ahmed Şemseddîn Yiğitbaşı (Kuddise sırruhû)

            Şeyh el-Hâc İzzedddîn-i Karamânî  (Kuddise sırruhû)

            Şeyh Kâsım-ı İnegölî (Kuddise sırruhû)

            Şeyh Muhyiddîn-i Karahisârî (Kuddise sırruhû)  

            Hz. Şeyh Ramazâneddîn-i Mahfî

Velâdeti: 949 (1542).

Müddet-i Ömr: 76.    

Müddet-i meşîhatleri: 32.

İrtihâli: 1025/(1616).            

Maskat-ı re’sleri Afyonkarahisarı’dır. Ulûm-ı akliyye vü nakliyyeyi tahsîlden sonra tarîk-ı tasavvufa sülûk edip Şeyh Kâsım Çelebi’den terbiye-i tarîkat görüp, onun halîfesi Şeyh Muhyiddîn-i Halvetî Efendi’den mazhar-ı kemâl olmuştur. 994/(1586) senesinde İstanbul’u teşrîf buyurmuşlardır.[1]

Şeyh Muhyiddîn-i Karahisârî, Kâsım Çelebi halîfesidir. İsmi Vefâ Muhammed Çelebi’dir.                                                             

Ramazân Efendi, Kocamustafapaşa civârında Bezistânî Hâce Hüsrev Bey’in binâ-kerdesi olan hânkâh-ı şerîfte post-nişîn olmuştur. “Mahfî” mahlasından da anlaşılacağı üzere, müşârünileyh tarîk-ı tesettüre meyyâl olmağla zamânlarında kemâlleri nisbetinde şöhret bulmamışlardır; binâenaleyh tafsîli câmi’ bir terceme-i hâli yoktur.

Hz. Sünbül, müşârünileyh hakkında eser-i kerâmet göstermiştir. Şöyle ki:

Hz. Ramazân’ın türbesinin olduğu yer evvelce bahçe hâlinde imiş. /7/ Hz. Sünbül bir gün buradan geçerken oturmuşlar, “Buradan tevhîd kokusu geliyor.” buyurmuşlardır. Halbuki Hz. Ramazân henüz bu mahalde bulunmuyorlardı ve hattâ âlem-i dünyâya kadem-zen olmamışlardı. Fi’l-hakîka bi’l-âhare buraya şeref verdiler.

Hilm ü vakâr sâhibi olup, erbâb-ı muhabbetin izz ü i’tibârına mazhar idi. Dâhil-i dâire-i kemâli olan birçok zevât vardır. İlm-i ta’bîrde yed-i tûlâsı var imiş.

O zamânın vüzerâsından Güzelce Mahmûd Paşa, Hz. Şeyh’e meftûn olanlardan idi. Sadr-ı a’zam Yemişci Hasan Paşa’nın yed-i gadrinden kaçıp Ramazân Efendi’ye ilticâ etmekle dergâh-ı şerîfde, (وَمَن دَخَلَهُ كَانَ آمِنًا)[2] sırrına mazhar olmuş idi. Sadr-ı a’zam, onun burada ihtifâ ettiğini haber alınca tevkîfi zımnında adamlar göndermiş ise de, Hz. Şeyh vermemiştir. Bir gün bi'z-zât gelmiş istemiş, ısrâr etmiş. Hz. Şeyh, “Bizim dergâhımızda paşa yoktur, cümlesi derviştir. İsterseniz gelsinler, görünüz, hangisi ise alınız.” diyerek emretmiş, gelmişler; bu miyânda Mahmûd Paşa abâ giymiş olarak bulunuyordu, Hasan Paşa, onu bu hâlde görünce, “İşte budur.” demeğe muktedir olamamış, savuşup gitmiştir. Tasarruf sâhibi bir mürşidin kemâli ne büyüktür.  

Hz. Nasûhî halîfesi Hasan Efendi tarafından yazılmış bir eserde gördüm ki, 1011/(1602-03) tarihinde Yemişci Hasan Paşa, ale’l-gafle hânkâha gelip Şeyh’e mülâkî oldu. Hz. Şeyh ise Mahmûd Paşa’ya, “Hemen içlerinden çıkıp gidesin, Hak taâlânın hıfz u emânında olasın. Bize sorarlarsa doğrusunu söyleriz.” buyurmuşlar. Mahmûd Paşa, Yemişci Hasan Paşa ve etbâının önünden geçti gitti, hiç biri âgâh olmadı. Vezir ise, “Pâdişahın makhûru olan Mahmûd Paşa sizde imiş. Burada saklanmış. Onun teslîmi fermân olunmuştur.” demesiyle, Ramazân-ı Mahfî cevâbında, “O şimdi sizin gözünüzün önünde buradan çıktı gitti; niçin tutmadınız.” dedi. Hasan Paşa ise, teessüf-günân olarak avdete mecbûr oldu.

Ramazân Efendi son zamânlarında halktan münkatı’ olup mücâhede ve müşâhedesini artırdı. "Rızâ-i pâk" (رضاء پاك) ve "eş-Şeyhu'l-mücâhid" (الشيخ المجاهد) terkîblerinin nâtık olduğu üzere, 1025/(1616) senesinde rûh-ı pür-fütûhu a’lâ-yı ılliyyîne ulaşmağla vücûd-ı mübârekleri hânkâh-ı şerîfde ihzâr olunan medfen-i pâke defn olundu. /8/ Türbeleri vardır, hucurât ittisâlindedir. Fakat hâlen müşrif-i harâbtır.

Hakk-ı âlîlerinde söylenilmiş, türbede mevki'-i ihtirâma konulmuş olan levhalardan:

            Habbezâ ârif-i bi’llâh şeh-i devrân-ı zamân

            Mazhar-ı nûr-ı ilâhî bu Efendi Ramazân

            Nice dem âh iderek gül-şen-i irfân içre

            Gül-i tevhîdin olup bülbülü itmiş efgân

            Nefsi cû’ u ataş-ı nâr ile ihrâkından

            Ramazân Mahfi diyü tesmiye olmuş şâyân

            İtdi sâliklerini zikr-i Hudâ’ya teşvîk

            Buldular “hû” diyerek cümlesi feyz-i Yezdân

Diğer:

            Budur ol Hazret-i Sultân Ramazân-ı Mahfî

            Vâris-i ilm-i Nebî vâkıf-ı esrâr-ı Hudâ

            Mazhar-ı cûd u kerem menba’-ı eltâf u himem

            Sünbül-i bâğ-ı İrem gonca-i gül-zâr-ı vefâ

            Şems-i devlet ki doğup Karahisâr ufkundan

            İtdi ol şehri cemâliyle behişt-i a’lâ

            Şeyh-i zî-şânı olan Karahisârî Muhyî

            Eyledi sırrını takdîs ü  makâmın a’lâ

            Sâl-i târîh dokuzyüz ile doksanüçde

            Emr-i pîrân ile İstanbul’u kıldı me’vâ

            Abd-i dergâhının en âcizi bir sâhib-i hayr

            Zât-ı vâlâlarına itdi bu dergâhı binâ

/9/        Otuziki sene neşr eyledi ilm ü rüşdü

            Zâhir ü bâtın idüp hizmet-i şer’-i ulyâ

            Hâşiye tarh kılup şerh-i akâyid üzre

            Kal’a-i dîne meğer urdu esâs-ı ma’nâ [3]

           

            Duysa ki ilmini âkıl olur idi mecnûn

            Bilse ger aşkını Mecnûn olur idi Leylâ

            Halvetî râhın idüp aşk ile bu Îsâ-dem

            Feyz-i i’câz-ı kerâmet-şiyemiyle ihyâ

            Ramazâniyye kolu nâmına mensûb olarak

            Açdı bir yol ki sonu îyd-i visâl-i Mevlâ

            Gerd-i hâk-i deri dermân-ı cefâ deryâ hôd

            Rûze-dârân-ı gama sofra-i iftâr-ı safâ

            'İrciî' emri ile binyigirmibeşde[4]

            Rûh-ı âlîsi bulup izzet ile vasl-ı Hudâ

            Ârifâ merhamet-efzâ-yı suâl-i zuafâ

            Ey ki dânâ-yı kemâl-i keremin arz u semâ

            Acz ü hırmân-ı hicâb ile dahîlin oldum

            Beni dûr eyleme bâb-ı kereminden iclâ

            Olsun iftâr-ı atâyân ile dil-sîr-i merâm

            Hasta dil teşne-i aşk ismet-i bî-berk ü nevâ

            Nâil-i feyz ide Mevlâ bizi lutfen keremen

            Ramazân hürmetine eyleyelim îyd-i safâ

/10/ Dergâhın hîn-i inşâsında Sâî merhûmun söylediği târîhtir:

           

            Hamdü li’llâh Murâd Hân-ı zamân

            Adl ile oldu şöhre-i âfâk*

            Kalb-i uşşâk gibi yanmış idi bu dergâh*

            Şu’le-rîz olmuş idi misl-i çerâk

            Hacı Hüsrev-i Gulâm Hâce imâd

            Böyle hayrâta buldu istihkâk

            Yapdı bu câmii ki ehl-i safâ

            Oldular hep ibâdete müştâk

            Tekye-gâh u mesâkin  fukarâ

            Geldi bünyâd nice tâk-ı revâk

            Çün tamâm oldu Sâî-i dâî

            Didi târîh “ka’betü’l-uşşâk”[5]

                               (كعبة العشاق) = (994 – 1586)

Hz. Şeyh'in, Mahfî mahlaslı ba'zı ilâhiyyât-ı ârifâneleri vardır

            Mahfî bugün gözleyüp

            Girdi yola aşk özleyüp

            Âşıkların cem' eyleyüp

            Gitsin bugün "Hû Hû" diyü

(Halifeleri):

/11/ Şayh Ya’kûb Efendi

İstanbulludur. Ramazân Efendi hulefâsındandır. Ser-efrâz-ı ehlu’llâhtan idi. İlm ü irfânı yüksek, kerâmet-i irfâniyyesi bâlâ-ter idi. Bursa’ya me’mûr oldu. Karaağaç Mahallesi’nde zâviye te’sîs etti. 1058 (1648)’de terk-i hayât-ı müsteâr eyledi. Türbesi el’ân ziyâret-gâhdır. (Kuddise sırruhû)

Şeyh Bekir Efendi

Müşârünileyh Ya’kûb Efendi halîfesidir. Evliyâu’llâhtan idi. Bursa’da Za’feranlık Mescidi’nde irşâd-ı ibâd ederdi. 1077 (1866-67) senesinde göçtü. Hâlen kabirlerinde pertev-i nûr-ı rûhu âşıkları ihyâ eder. Mescid-i mezkûr kurbundadır. (Kuddise sırruhû)

Şeyh Abdülgaffâr Efendi

Kânûnî Sultan Süleyman devri meşâyıhındandır. Mudurnuludur. Pederi Şeyh Muhammed Şâh’ın vefâtında genç bulunmağla İstanbul ve Edirne’de tahsîl-i ilm ederek bi’l-âhare tâbi’-i hevâ vü heves olmuş idi. Bir gece rü’yâda pederinden vecî’ bir dayak yediğini görmesiyle tevbe ve istiğfâr ile şeyh-i mükerrem Ramazân Efendi hazretlerine intisâb eyledi. Çalışarak ikmâl-i sülûk edip hilâfet aldı. Vatanına avdetle neşr-i feyz-i irfâna meşgûl oldu. Türbe-i münevveresi oradadır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Şeyh Abdülhalîm Efendi

Hz. Pîr halîfesidir ve mahdûm-ı mükerremidir. Pederinin irtihâlînde câ-nişîni olmuş idi. "Ey Halîm ol pîri kıl cennet-mekân" (اى حليم اول بيرى قيل جنت مكان) (ibâresi) târîh-i irtihâlidir ki, 1062/(1652)’dir.

Şeyh Abdullâh Efendi

Esmâr-ı Esrâr’da Hz. Pîr’den sonra bu zât (Abdülhalîm Efendi), ondan sonra Şeyh Abdullâh Efendi gösterilmiş ise de, Şeyh Abdullâh Efendi de Hz. Ramazân’ın halîfesi olup, onun târîh-i irtihâli, "tevhîd-i Hudâ" (توحيد خدا) 1033 (1624) olduğuna göre, Hz. Pîr’i müteâkib bu zâtın seccâde-nişîn-i irşâd /12/ olduğu ve Abdülhalîm Efendi’nin ta’kîb eylediği nümâyân olur. Abdullâh Efendi zâhir ve bâtın ulûmunda mütebahhir idi. Hz. Pîr’in karîninde defîn-i hâk- i rahmettir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Şeyh Celâleddîn Efendi

Hz. Pîr’in ikinci mahdûmu ve halîfesidir. Hânkâhda bir müddet seccâde-nişîn olup, hücre-gâh-ı bakâya çekilip gitti. Civâr-ı Hz. Pîr’de âsûde-nişîn-i rahmettir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Şeyh Mahmûd Efendi

Hz. Pîr hulefâsındandır. Sadr-ı a’zam Ferhad Paşa’ya çok himmeti taalluk etmiş bir şeyh-i kâmildir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Kırîmî Şeyh Murâd Efendi

Hz. Pîr hulefâsındadır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

            Sevdim seni ey Hazret-i Nakşî ez-cân

            Himmet buyurup bizleri kıl sen şâdân         

Şeyh Ali Nakşî Efendi

Akkirmanlıdır. Ramazân Efendi halîfesi olan müşârünileyh Şeyh Murâd halîfesidir. Hâfız Hüseyn-i Ayvansarayî, onu, “Doğrudan doğruya Hz. Ramazan’dan nâil-i hilâfet olmuştur.” diye yazıyor ve Akkirman’a irşâda me’mûren i’zâm kılındığını te’yîd ediyor. İrtihâli 1065/(1655) senesine müsâdiftir. "Hasta" (خسته) târîh-i irtihâlidir. Akkirman’da zâviyesinde medfûn imiş. Oraları Rus istîlâsında herc ü merce uğradığından şimdi ne hâldedir, zâviye ve türbesi pâyidâr mı değil mi mechûlâttandır.

Bursalı Tâhir Bey, bu zâtın tamâm Dîvân’ını elde etmiş ve Ramazân Efendi Dergâhı kütübhânesine ihdâ eylemiş olduğunu beyân ve basılan dîvânın nâ-tamâm idiğini der-miyân etti. Ser-levhasında "Dîvân-ı Şâh-ı Nakşıbend" yazılması yanlıştır.

Terceme-i hâli, Sünbülîler bahsinde yazılan İbrâhîm Nakşî-i Sünbülî’ye isnâd olunan,

            “Eyâ sen sanma kim  senden bu güftârı dehân söyler

/13/ nutku Ali Nakşî-i Akkirmânî’nindir. Tâhir Bey de bunu te’yîd etti.

Âsâr-ı kaleminden risâleleri de var imiş; Manzûme-i Aynü’l-Hayât, Vâkıât, Bey’at-nâme ve Manzûme-i Gavriyye isimlerindedir.

            “Bugün ol îyd-i ekberdir gelür meydâna âşıklar

             Giyerler câme-i gül-gûn kıyarlar câna âşıklar

             Başın top eyledi Nakşî girüp meydâna aşk içre

             Salâdır cem’ olup gelsün bugün dükkâna âşıklar

nutku nâil-i mertebe-i irşâd olmuş bir sâhib-i zamân idiğini gösteriyor. “Salâdır.” demesi, da’vettir. Dükkandan maksad, dâire-i irşâdlarıdır. Tafsîli câmi’, muhtasar bir kelâm-ı ârifânedir.

İrtihâlleri târîhi hakkında ihtilâfa ma'rûz kalmadım. Tâhir Bey, "târâc-ı Nakşî" (تاراج نقشى) = 1062 /(1652) diye yazmıştır. Her hâlde iki târihden birisi doğrusudur. el-ilmü ınde’llâh.

Hazret-i Nakşî, Dîvân’ında derki:

            Tavâf  eyle gelüp şeyhim Murâd’ı

            Ki ansız âşıkın bitmez kanadı

            Ana ikrâr idüp ümmet olanlar

            Geçerler ra’d-veş anlar sırâtı

            Nice İskender ü Hüsrevler anın

            Eteğin yaslanup kem-ter ibâdı

Bir nutuklarını tahmîsi ile berâber dercediyorum:

           

            Cemâlin vasfın ey dil-ber eğerçi tende cân söyler

            Lebin esrârını aşkın velâkin râyegân söyler

            Ki nutkun emr-i hakdan “men aref” sırrın ayân söyler

            Eyâ sen sanma kim senden bu güftârı dehân söyler

            Veyâ terkîb olan unsur veyâ lahm-ı zebân söyler

            Cemâlin hüsnünü tezyîn idüp bu hayme-i tende

            Kemâl-i hikmetin göstermek içün sûret-i cânda

            Yed-i kudretle yazdı ism-i fazlın şekl-i insânda

            Yaratdı cümle eşyâyı özün pinhân idüp anda

            Göründü nice bin yüzden velî kendi nihân söyler

/14/      Kelâmu’llâhı vechinde bulanlar eyledi ezber

            Değildir Mushaf-ı hak zâhidâ sen bildiğin defter

            Tarîk-ı aşkda elbette sana ma’lûm ider Haydar

            Kimindir bunca cünbüşler kimindir nutk ider gevher

            Özünden olmadın ârif ki senden özge kân söyler

            Bilenler sırr-ı mi’râc-ı Rasûl’e didiler “illâ

            Velî echel olanlar bilmeyüp cismen sanur hâlâ

            Bu bir sırr-ı ilâhîdir değildir herkese iclâ

            Seni ol sana bildirmek murâdın kasd idüp Mevlâ

            Anâsırdan kesüp bir don yüzünden tercemân söyler

            Vücûdun hatların cânâ okusan bil ki sen ersin

            Ne bilsün câhil-i nâdân senin kadrin ne gevhersin

            Anadan doğma a’mâlar seni görmez ne enversin

            Olar kim bilmedi nefsin “aref”den almadı dersin[6]

            Değildir Hakk’a ârifler özin bilmez yalan söyler

            Zihî Hâlık ki halk itdi bu halkı kâf ile nûndan

            Gönülde gizli nutk eyler ki bilmezler anı kanden

            Suâl ile anâsır perdesin çâk eyleyen cândan

            Hayâl-i zıl yeter ibret görünen hayme-i tenden

            Değildir nutk iden sûret derûnunda duran söyler

            Vücûdun şehrinin râhın açan âşıklar ey Nakşî

            Bulardır mevt varile göçen âşıklar ey Nakşî

            Halîlî gibi varından geçen âşıklar ey Nakşî

            Sekâhüm rabbühüm” hamrin içen âşıklar ey Nakşî[7]

            İrer ma’şûkuna anlar mekândan lâ-mekân söyler

/15/ Nakşî-i müşârünileyhin yazma dîvânı Sultan Bâyezid’te Kütübhâne-i Umûmî’de 4603 numaralıdır. Sûret-i mahsûsada tedkîk ve tetebbu’ eyledim, neş’eye müstağrak oldum; ser-â-pâ vahdetten söylemiştir. Gâyet mühim bir dîvândır. İntihâb sûretiyle birkaç nutuk istinsâh eyledim, onları buraya dercediyorum. Tevhîdi, bu nutuklar pek ârifâne vâzıh bir sûrette beyân etmektedir.

            Bul dilâ genc-i nihânı sen de serverlik budur

            Şirk-i ahfâdan halâs ol gel dil-âverlik budur

            Perde-i kesret-nümâdan seyr idüp bu vahdeti

            Keşf-i râz itme sakın kim pîr-perverlik budur

            Onsekizbin âlemin sırrın temâşâ eyleyüp

            Sûret-i hakdan güzâr it sen de serverlik budur

            Cur’a-i câm-ı elesti dest-i kudretden bugün

            Nûş idüp ayılmasın kim haşre dek erlik budur

            Bâb-ı aşkın mektebinden ders-i hakkı Nakşiyâ

            Bî-hurûf (u) bî-nutuk oku ki rehberlik budur

                                   *   *   * 

            Hitâb-ı "alleme’l-esmâ" rumûzu sırr-ı insândır[8]

            Kitâb-ı nokta-i evvel hakîkat ehl-i  irfândır

            Lisân-ı ilm-i esrârın o kim fehm eylemez remzin

            Görünür sûretâ ammâ velî ma’nâda hayvândır

            Olar kim rû-yı  dil-dârı temâşâ itdi her yüzden

            Çıkarlar aradan anlar bu ma’nâ özge seyrândır

           

            Binâ-yı dest-i kudretdir yıkılmaz bilmiş ol Nakşî

                        Libâsın tâzeler her dem akıllar bunda hayrândır

                                               *   *   *

            Kendi nefsin bilmeyen ol yâri bilmez kandedir

            Almayan dilden haber dil-dârı bilmez kandedir

            Reh-nümâ-yı âlemin şehrin temâşâ eylemek

            Benzer ol a’mâya kim yolları bilmez kandedir

            Kokmayanlar her seher çün bâğ-ı hüsnün güllerin

            Sûretâ bülbül gibi gül-zârı bilmez kandedir

            Ref’ idüp kendin aradan olmayan cân içre cân

            Da’visi bâtıldır anın varı bilmez kandedir

            Levh-ı dilden silmeyen zulmet sehâbın Nakşiyâ

            Şem’i görmez gözleri envârı bilmez kandedir

                                   *   *   *

                        Fâris-i meydân-ı aşkız kim muhebbet bekleriz

            Pâs-pânız intihâ-yı sırr-ı ser-had bekleriz

/16/      Bâde-i aşk-ı ilâhî cânımız mest ideli

            Ol şarâb-ı lâ-yezâlî ile sohbet bekleriz

            “Men aref” dersin bu dil mülkünde ketm eyleyeli

            Ârif-i hakka’l-yakîniz künc-i vahdet  bekleriz

            Sırr-ı ahfâ mahv idelden mâ-sivâ-yı kesreti

            Yâr ile tenhâ gönül mülkünde halvet bekleriz

            Tîğ-ı “”dan feth olalı zâhidâ iklîm-i dil

            Fî-sebîli’llâh mücâhid bâb-ı rahmet bekleriz

            Nakşiyâel-fakru fahrî” câmını nûş ideli[9]

            Lâ-mekânın mestiyiz biz evc-i rif’at bekleriz

                                   *   *   *

            Levh-ı dilden sil hicâbı ey gönül gel câna bak

            Gir vücûdun içre cânâ aç gözün cânâna bak

            Bilmek istersen eğer sen “küntü kenz”in sırrını[10]

            Mekteb-i hüsnünde dâim okunan Kur’ân’a bak

            Bir avuç hâk eylese gör zâtının mir’âtını

            Gösterir dâim yüzünden kendüsin merdâna bak

            Mîşe-zâr-ı âlem içre sanma herkes hâlidir

            Ara dur her bir gönülde aç gözün Yezdân’a bak

            Onsekizbin âlemin bilmek dilersen aslını

            Ârif ol âlemde Nakşî gel beri insâna bak

                                   *   *   *

            İçmeyen la’lin şarâbın merd-i meydân olmadı

            Düşmeyen zencîr-i aşka mest ü hayrân olmadı

            Mülk-i Ken’ân içre cânâ bulmayan dil Yûsuf’un

            Çâh-ı zulmet içre kaldı Mısr’a sultân olmadı

            Geçmeyen benlik hicâbından o gâfiller gibi

            Kaldı kesret içre âhir gitdi insân olmadı

            Derd-i aşkın çâresin gel sorma andan kim dilâ

            Defter-i uşşâk içinde derde Lokmân olmadı

            İçmeyen cânân elinden Nakşi kudret câmını

            Bilmeyüp öz nefsini hayvân olup cân olmadı

                                   *   *   *

/17/      Sun ey sâkî bize lutf it getir câm-ı musaffâyı

            Açılsun sâf olup diller içüp ol câm-ı sahbâyı

            İdüp peymâneler devri bugün bezm içre ey sâlik

            Açılsun bâde-i vahdet beyân it gel muammâyı

            Güşâd eyle bu uşşâka nikâbı ref’ idüp dilden

            Cemâlin görsün âşıklar bugün gel kıl tecellâyı

            Görüp hayrân u mest olsun gönül Mecnûn gibi âhir

            Sunup la’lin şarâbından uyandır aşk-ı Leylâ’yı

            Açup cân gözlerin göster cemâlin bunda sen cânâ

            Ki görmez bunda görmezse yarın anda dil-ârâyı

            Kemâl-i kudretin hakkı bu Nakşî’yi cüdâ itme

            Kalupdur kîl ü kâl içre ider bir kuru da’vâyı

Görülüyor ya, Hz. Nakşî, cihân-ı tevhîdde esrâr-ı cânânı elde etmiş bir şeyh-i rûşen-zamîrdir. Bu kadar dîvân mütâlaa ettim, onun kadar garîk-ı bahr-i tevhîd olarak söylenilmiş sözlere nâdiren tesâdüf eyledim. Mevki’-i bülendine hayrânım. Cenâb-ı Hak bizleri de, bâ-husûs bu abd-i ahkarı Hüseyin Vassâf kem-terini de o hafâyâ-yı beyândan âgâh ve her hâlde vâsıl-ı ila’llâh etsin. Âmîn bi-hurmet-i nebiyyyi’l-emîn.

            Ali Nakşî Efendi  bir gül-i ra’nâ-yı irfândır

            Tarîk-ı Halvetî’de mürşid-i dânâ-yı devrândır

            Hulûsî-zâde Nûri oldu meftûn şeyh-i irfâna

            Anın hoş sözleri uşşâk-ı Hakk’a nây-ı cânândır

/18/ Ramazâneddîn-i Mahfî hazretlerinden yürüyen silsilede Nûreddîn-i Cerrâhî, Seyyid Ahmed-i Raûfî, Hasan Burhâneddîn-i Cihângîrî, Muhammed el-Buhûrî gibi eâzım yetişmiştir.

Halîfeleri Mestci-zâde Ali Efendi hazretlerinden gelen koldan Nûreddîn-i Cerrâhî, Seyyid Raûfî, Muhammed el-Buhûrî; diğer halîfeleri Şerbetçi Muhammed Efendi’den  Hasan-ı Cihângîrî zuhûr etmiştir. (Kaddesa’llâhu esrârahüm)

Pîr-i müşârünileyhin hânkâhında zamânımıza kadar seccâde-nişîn olan zevât-ı kirâm:

Şeyh Abdülhalîm Efendi (Kuddise sırruhû)(irtihâli: 1062/(1652),

Şeyh Abdullâh Efendi (Kuddise sırruhû) (irtihâli: 1033/(1624),

Şeyh Celâl Efendi (Kuddise sırruhû)  (Ramazân Efendi-zâdedir),

Şeyh Hamîdî Muhammed Efendi (Kuddise sırruhû) (irtihâli: 1131/(1719),

Şeyh Mûsâ Şekûrî Efendi (Kuddise sırruhû). (“Eyleriz her lahzada yüzbin hatâ – Rabbenâ yâ Rabbenâ fa’ğfir-lenâ” onundur.)

Şeyh Osmân-ı Ma’nâ Efendi (Kuddise sırruhû),

Şeyh Muhammed Emîn Efendi (Kuddise sırruhû) (irtihâli: 1179/(1765-66),

Şeyh Muhammed Kâsım Efendi (Kuddise sırruhû),

Şeyh Ahmed Nûreddin Efendi (Kuddise sırruhû),

Şeyh Abdülazîz Efendi (Kuddise sırruhû),

Şeyh Yahyâ Efendi (Kuddise sırruhû),

Şeyh Hüseyin Efendi (Kuddise sırruhû),

Şeyh Hâfız Mustafa Fevzî Efendi (Kuddise sırruhû),

Şeyh Hâfız Mustafa Şükrü Efendi (Kuddise sırruhû).

Azîzân-ı müşârünileyhim türbe-i Ramazân’da muntazır-ı îyd-i cemâl olarak yatıyorlar. (Kaddesa’llâhü esrârahüm)

Şeyh Hâfız Mustafa Şükrü Efendi

Hânkâh-ı Sünbülî hazîresinde medfûndur. Bu zât-ı muhterem pek edîb, halûk, âşık bir zât idi. Hz. Sünbül’de /19/ pîş-kademlik ederdi. Hilâfeti Şeyh Rızâeddîn-i Sünbülî’dendir. 18 Zilhicce 1324 (2 Şubat1907) târîhinde âzim-i gül-zâr-ı cinân oldu. Çok mübârek bir şeyh-i kâmil idi.

Şeyh Ya’kûb-ı Fânî

Meşâyıh-ı Halvetiyye’nin ser-bülendi umdetü’l-vâsılîn Şeyh Ya’kûb Efendi İstanbul’dan zuhûr edip, Hz. Ramazân’ın halîfesi Şerbetci Şeyh Muhammed Efendi’nin hayli zamân hizmetinde bulunarak kâm-yâb olmuştur.

                        Bir gün riyâz-ı Yûsuf-ı güm-geştesin bulur

                        Ya’kûb-ı dil murâda irüp kâm-yâb olur

Şeyhinin câ-nişîni olup, Cihângîrî Hasan Efendi, Çamlıcalı Muhammed Efendi, Üçbaş şeyhi Muhammed Efendi ve Derviş Muhammed Efendi neş’e-yâb-ı feyz olanlardandır. Bursa’da Ya’kûb Efendi tekkesi vardı ki, Karaağaç mahallesindedir.

            Gitdi ukbâya meded Ya’kûb Efendi hû dedi

Ser-halka-i ehl-i tevhîd ü kırâat-i Kur’ân idi. Namâzda uzun sûreler okur, tesbîh namazı çok kılar, teheccüde ziyâde riâyet eylerdi. 1052 senesi Cemâziyelevvelinin onyedinci (12 Eylül 1642) Pazartesi günü irtihâl eyledi.

Şeyh Muhammed Efendi

(Ya’kûb Efendi’nin) mahdûmu Şeyh Muhammed Efendi, pederinden müstefîz olanlardandır.

Nakl itdi bu cihândan Ya'kûb Efendi-zâde

(نقل ايتدى بو جهاندن يعقوب افندى زاده) = 1077 (1666-67)[11]

Hû idüp Ya'kûb Efendi-zâde rıhlet eyledi

(هو ايدوب يعقوب افندى زاده رحلت ايلدى) = 1077 (1666-67)

Ârif ü kâmil bir zât idi. Bî-çâre mahlaslı ilâhiyyâtı vardır.

            Ey Hâlık-ı rabbü’l-enâm ey Râzık-ı hâss ile âmm

/20/      Ey Mâlik-i yevmi’l-kıyâm senden meded senden meded

            Bî-çâre’ye kılsan atâ mahv ola küllî mâ-sivâ

            Fazlından ümmîdim Hudâ’m senden meded senden meded

Tarîkat-nâme’si vardır.

Muhammed Efendi’den sonra mahdûmu İbrahim Efendi’ye, ondan sonra İbrahim Efendi-zâde Muhammed Saîd Efendi’ye, ondan sonra Muhammed Saîd Efendi-zâde Muhammed Nûri Efendi’ye intikâl etmiş; (Nûri Efendi’nin) bilâ-veled vefâtında mahlûlden meşîhat, Ahmed Ziyâeddîn Efendi’ye, sonra oğlu Fahreddîn Efendi’ye, sonra oğlu Nâfiz Efendi’ye tevcîh olunmuş ise de, ahîren tekke yanmış, yeri kısmen yola gitmiş, civârdan arsasına tecâvüz edilip, el-yevm kısmen arsası mevcûd bulunmuştur. Kabirlerden nişân kalmamıştır.

Ömer Avnî Efendi b. Mustafa

Hüsn-i hatta mazhar büyüklerdendir. Sâhib-i irfân bir zât-ı mu’teberdir. Tuhfe-i Hattâtîn’de Müstakîm-zâde hazretleri yazar ki:

“Târîhte keyfiyyet-i hâline zafer müyesser olmamıştır. Dolmabahçe civârında hayrı olan câmi’ ve mektebi vakfiyyesine Küçük Evkâf’da bakılıp, onda hâlen nişancılık pâyesiyle mütekâid, reis-i erbâb-ı irfân, hâce-i cihân-ı hüsn-i hatt u inşâ-yı zamân diyü vasf olunup Tophâneli Mahmûd Efendi’den hüsn-i hattı tahsîl etti. Şeyh Hasan-ı Cihângîrî’den ahz-i tarîkat eylemiştir. Câmii civârında medfûndur. Rahmetu'llâhi aleyh."

/21/ Şeyh Yûnus-ı Bahrî Efendi

Zamânımızda İstanbul’da bulunan bu zât-ı şerîf herkesin nazar-ı dikkatini celb eder. Uzun boylu, beyaz sakallı, nûr yüzlü, siyah cübbeli, siyah amâmeyi hâvî Halvetî taclı bir pîr-i nûrânîdir.

1260/(1844) senesinde Köstendil’de Kalem Abdullâh Efendi sulbünden dünyâya gelmiştir. Ümmî-i âlimdir. Köstendil’de kibâr-ı meşâyıh-ı Ramazâniyye-i Halvetiyye’den ve veliyy-i kâmil Müderris Baba sülâlesinden Şeyh Ali Efendi’ye onaltı yaşında intisâb edip, otuz sene dâire-i feyzinde yaşamış ve nihâyet ikmâl-i sülûka muvaffak olarak tâc-ı Halvetî giymiştir.

Şeyh Ali Efendi’nin pederi Muhammed Âdil Efendi, onun pederi Şeyh Sâlih Efendi, onun pederi Müderris Baba’dır.

Şeyh Ali Efendi, Yûnus Efendi’de gördüğü feyz ve terbiye hasebiyle kendisine dâmâd edinerek onu şeref-i sıhriyyetine mazhar kılmış idi.

Köstendil’de tekkesi, onun yirmiden kadar halîfesi vardır.

Şeyh Yûnus Efendi, 1293/(1876)’teki Rus muhârebesi esnâsında Köstendil’den hicretle İştip’e gidip, iki buçuk sene Müderris Baba halîfelerinden Şeyh Sâdık Efendi Dergâhı’nda kalmış, 1296 (1879) senesinde Selânik’e gelip, burada otuz sene ihtiyâr-ı ikâmet buyurmuştur. Mahall-i ikâmeti Pinti Hasan Mahallesi’nde Kula Kahvesi civârında ve bir aralık Koca Kasımpaşa Mahallesi'nde idi. Merzâ-yı müslimîni li-ecli’ş-şifâ okumakla dem-güzâr olur ve te’mîn-i maîşet ederdi. Muhârebe-i ahîrede, Selânik’in sükûtunda İstanbul’a gelmeğe mecbûr olup, Ayasofya’da Sultan Murâd-ı sâlisin şeh-zâdegânı türbe-dârlığı uhdesine tevcîh olunmuştur. /22/ Elyevm Zincirlikuyu’da Ârif Efendi sokağında, dâmâdıyla berâber bir hânede mukîm iken, mübâdeleye tâbi’ Rumların emlâkinden Fener’de bir hâne kendilerine temlîk edilmiştir. Tekkesi ve meşîhati yoktur. Ara sıra dergâhlara gider, meşâyıhla temâs eder. Fukarâ-yı sâbirînden olup, ehl-i keşf bir zât-ı âlî-kadrdir. Ne hâlinden kimse haber-dâr, ne de onun feyzinden hisse-dârdır. Kendisiyle mükerreren şeref-yâb oldum.

Bir gün türbe-i mezkûrede berâber bulunuyor idik. Kunduramı ve yeni aldığım ipekli ve kıymetli bir şemsiyyemi kapı dışında bırakmış idim. Oturduğumuz yerden görünmüyor idi. Kendi zevk-i vahdetten bir bahis açmış, anlatıyordu. Bu sırada kalbimi kundura ve şemsiyye işgâl etti. “Oradan biri alırsa.” diye endîşe-nâk oldum. Yûnus Efendi gözlerini açarak hiddetle, “Evlâdım, aklını mâ-sivâdan çek, kalbindeki endîşeyi at, beni cân kulağınla dinle.” buyurdu. Bir dakîka kadar gözlerini yumdu, bir heyecân geçirdi. Hicâbımdan kızardım, utandım; hâlimi hissetti. “Benim ba’zı böyle garîb hallerim vardır, kalbimin haber verdiği bir şey’i sevdiklerimden saklayamam. Hoş gör.” buyurdu. Kerâmet dedikleri bundan başka bir şey değil ya. Cidden ehl-i sülûk bir zâttır.

Bir gece Tâhir Ağa Dergâhı’nda Şeyh Behcet Efendi pederimizi ziyârete gelmiş idi. Behcet Efendi’nin ona çok hürmeti, muhabbeti vardır. Sâir tekkelerde müşârünileyhin bu derecede kadrini, kıymetini bilmezler. Fakat Behcet Efendi onun tasarrufuna kâni’ ve velâyetine kâildir. Esnâ-yı zikr, hâlât-ı acîbe rû-nümâ oldu. Behcet Efendi şeyhlik makâmından kalkıp dervişleriyle bir safta zikr etti. Anladım ki, ona ta’zîm eyledi. “O meydânda o var iken benim zikr /23/ idâresinde bulunmaklığım mugâyir-i edeb olur, mülâhazasına düştüm.” dedi. Bu bir anlayıştır, bir görüştür. Fahr-i âlem ( salla'llâhu aleyhi ve sellem ) efendimiz hazretlerinin akl-ı beşerin ihâta edemediği ulviyyetini idrâk eden eâzım-ı ashâb olmakla berâber, ona beşeriyyeti sıfatıyla, “Ebû Tâlib’in yetîmi”, “Deve çobanı” deyen Ebû Cehil dahi zuhûr etmiş idi. Bu bir kâbiliyyet-i isti’dâdiyyedir.

Bir gece Yûnus Efendi, fakîre işâret eyledi, kalktım. Fakîre sarıldı; fakîr de ona sarıldım, birlikte semâ’ eyledik. A’zâ-yı vücûdunun her zerresi zikr-i lisân ve zikr-i kalbden hisse-dâr olmuş, tir tir titriyordu. Sinnen seksen yaşını geçmiş bir çağda onun cezbesine mütehayyir kaldım. Hâli fakîre de in’ikâs eyledi, gaşy oldum.

            Ne bilür kadrini erbâb-ı kemâlin câhil

            Varlığı ayn-ı hicâbdır anı görmez gâfil

Silsile-i tarîkatı:

Şeyh Ali Efendi: Sofyalı Bâlî Efendi koluna da nisbeti vardır. Selânik’te medfûndur.

Şeyh Hüseyin Efendi: Köstendillidir. Müderris Baba dervişidir. Ümmî idi. Fakat çok halîfesi vardır. Köstendil’de türbesi vardır.

Şeyh Hacı İsmâîl Zühdî Efendi: Hicâz’da kalmıştır.

Şeyh İbrâhîm Halîfe: İsmâîl Zühdî Efendi’nin pederidir. Köstendil’de medfûndur.

Şeyh Süleyman Efendi: Dobnice’de medfûndur.

Seyyid Bedreddîn Mustafa Efendi: Köstendil’de medfûndur.

Hacı Şâkir Muhammed Efendi: Samakov’da medfûndur.

/24/ Şeyh Abdullâh Efendi b. Fâzıl Ali Efendi: Nûreddîn-i Cerrâhî ser-tarîkı olup, Eyüp’te medfûn bulunan Şeyh Râşid Efendi Dergâhı’nda medfûndur.

Şeyh Fâzıl Ali Efendi: Köstendilli Ali Efendi’nin şeyhidir. Üsküdar’da Selâmî Dergâhı’nda medfûndur.

Şeyh Debbâğ Ali Efendi,

Şeyh İbrâhîm-i Rûmî,

Şeyh Mestci Ali Efendi,

Onun şeyhi Hz. Pîr Şeyh Ramazâneddîn-i Mahfî (Kuddise sırruhû)

                                   *   *   *

Tekkelerin ve türbelerin seddedildiği sırada hizmet-kârı olduğu türbe dahi seddolunmağla ve ahîren maâş olan 7 lira dahi kat’ edilmekle zavallı müfrit bir zarûrete düşmüş ve mekteb muallimeliği eden kerîmesinin muâvenetine iftikâr eylemiş idi. Kerîmesi ise ince hastalığa dûçâr olduğundan vazîfe-i ta’lîmiyyesine devâm edememesi, dolayısıyla muallimelik maâşı dahi verilmemesi o zarûreti teşdîd eylemekte idi. Zavallı Yûnus Efendi, 1346 (1927-28) senesinde sinnen seksenaltıya kadem-zen olduğu bir sırada emr-i maîşet kendini pek tazyîk ediyordu. Miyânemizde hakîkî bir muhabbet cârî idi. Fakîr-hâneye gelir giderdi. Elimden geldiği kadar arz-ı hizmette bulunulur idi. 1346 senesi şehr-i Şâbânının onbeşinde (7 Şubat 1928) Berât gecesini müteâkib bir gün gelmiş, evlâd ü ıyâlim tarafından i’zâz olunmuş idi. Tesâdüfen bulunamadığıma müteessirim. Âdetâ irtihâlini îmâen sözler söylemiş, vedâ’ eylemişti. Fakat evlâd ü ıyâlimin ziyâde teessürüne meydân vermemek üzere, “İnşâa’llah yakında yine geleceğim, Ramazânda iftâr ederim.” /25/ buyurmuş idi. Halbuki avdetinden birkaç gün sonra, birkaç sâatlik hastalığı müteâkib rahmet-i Rahmân’a kavuşmuştur. Bir ay sonra haber aldım. Çok müteessir oldum. (Rahmetu'llâhi aleyhim rahmeten vâsia.)

Tam tarîkat terbiyesi görmüş, ehl-i sülûk idi. Ümmî olduğu hâlde âlim-i tarîkat ve vâkıf-ı hakîkat idi. Görüştüğüm ehl-i tarîkat arasında zamânen onun ka’bında bir zât hatırlayamıyorum; son postası olmuştur. Bi-hakkın mütesennin, müteşerri’ âdâb-ı hakîkat ile müeddeb idi.

Uzun boylu, pamuk gibi beyaz sakallı, melîhu’l-veche bir zât idi. Herkese cebren şapka giydirildiği sırada başındaki tâcı çıkarmamış, destârını çıkararak o tâcın üzerine siyah satenden bir kılıf geçirerek onu giyerdi. Li-hikmetin zâbıta ses çıkarmazdı. Ekseriyyetle asâ-be-dest idi.

Fukarâ-yı sâbirînden idi. Tarîkat-ı Ramazâniyye’de zamânen ondan başka burada kimse kalmamış idi. Zannederim, onunla inkıtâ’-ı silsile vukûa gelmiştir.

            Atınca kendini deryâ-yı aşka

            Kavuşdu rahmet-i Rahmân’a Yûnus

            Çıkup üç er didi târîhi Vassâf

            Dalınca bahr-i bî-pâyâna Yûnus

            “Kemâl-i Hakk’a mazhar” târîhidir

            Ulaşdı âkıbet cânâna Yûnus

            (كمال حقه مظهر)  (1349 – 3 = 1346)


HALVETİYYE’NİN CİHÂNGÎR KOLU

/26/ Şeyh Hasan Burhâneddîn-i Cihângîrî

Meşâhîr-i meşâyıh-ı Halvetiyye’den kuvve-i kudsiyye sâhibi bir zât-ı âlî-kadrdir.

Velâdeti: 1000 (1592)[12]

İrtihâli: 1074 (1663-64)

Müddet-i Ömrü: 74 sene.

Şeyhi Bursalı Ya’kûb-ı Fânî’dir. 19. sahîfede terceme-i hâli yazıldı. (Kuddise sırruhû). Onun şeyhi Şerbetçi Şeyh Muhammed Efendi, onun şeyhi Hz. Pîr Ramazâneddîn-i Mahfî - Kuddise sırruhu'l-âlî -dir.

            Hazret-i Kutb-ı Cihângîrî Hasan burhân-ı dîn

            Mülk-i aşkın bir hüküm-rân-ı celîlü’ş-şânıdır

            Merkad-i pür-nûrunun hâkinde var bû-yı kemâl

            Sıdk ile her yüz süren müstağrak-ı rahşânıdır

An-asl Harput nevâhîsinden Perçenç[13] nâm mahalde dünyâya gelip sinn-i âlîleri bülûğa vusûlden sonra Der-saâdet’e gelmişlerdir.

Ramazân Efendi hazretlerine intisâblarından bahseden eserler vardır. Hz. Pîr’in irtihâlinde Hasan Efendi alâ-rivâyetin yirmibeş yaşında idi. Ba’dehû Bursa’da Şeyh Ya’kûb-ı Fânî’ye mürâcaat ve tecdîd-i bey’at edip, ondan müstahlef olarak katâr-ı evliyâya dâhil oldular.[14] 1067 (1857) senesinde İstanbul’a avdetle dört sene kadar Eyüp’te Baba Haydar Zâviye-i Nakşıbendî’sinde zâviye-nişîn olarak, ba’dehû Tophâne’de Cihângîr Câmi’-i şerîfine nakl ile civârında bir zâviye inşâsına muvaffakiyyetle irşâd-ı ibâda başlamışlardır.  

/27/ Sadede rucû' edelim:

Ramazân Efendi, Hasan Efendi’ye mazhariyyet-i müstakbelesini evvelce haber vermişti. Onun buraya gelmesi hususunda o haber âmil-i müessir olmuştur. Zâhir ve bâtın ulûmunda mütebahhirînden idi. Âşık, ârif bir veliyy-i kâmil ü mükemmil idi. Azîz Mahmûd-ı Hüdâyî hazretleriyle hem-sohbet oldukları gibi, azîz-i müşârünileyhin mükerreren Cihângîr’e gelip, kendileriyle görüşüp taltîf buyurdukları ve beynehümâda birtakım garâib esrâr cârî olduğunu okumuş ve işitmiş idim. Hz. Nasûhî ile Şeyh Îsâ Efendi arasında da vâki’ olan hasta kerîme mes’elesinin müşârünileyhimâ arasında da vâki’ olduğu ve Hz. Hüdâyî’nin de öyle bir fedâ-kârlık ettiği menkûldür.

Elyevm ba’zı dergâhlarda, “Cihângîr usûlü tevhîd” diye meşhûr olan usûl-i zikr, müşârünileyhin te’sîr-i hâl ile tertîb ettikleri bir şeydir. Alâ-rivâyetin fekk-i lenger etmek üzere bulunan bir kimsenin tâifesi tarafından lahn-ı mahsûs ile demir zincirini çekmeleri, o mevki’-i bülendde Hz. Hasan-ı Cihângîrî’nin sâmia-i aşkına vâsıl olup, onların hazin hazin sadâları Hz. Şeyh’de vecd zuhûra getirmiş. Gemicilerin sadâ-yı hazînine uydurarak zikr-i şerîfe başlayıp neş’e-mend olmuş olmasından dolayı o usûl-i zikr vücûda gelmiştir ve zamânımıza kadar ittisâl peydâ etmiştir ki, bunun müteselsilen muhâfazası Hz. Şeyh’in kerâmeti ve erbâb-ı zikrin kıymet-şinâslığı eseridir.

/28/ Menâkıb-ı şerîfelerini hulefâsından Mustafa Nehcî Efendi yazmış ise de, müsâdif-i nazar-ı âcizî olmadı.

Sülûk-i Halvetiyye’ye âid bir risâlesi ve etvâr-ı seb’aya âid bir eseri vardır. “Cihângîrî” tesmiyesi Cihangir’deki hânkâhından kinâyedir.

Yetmişdört yaşında iken, 1074 senesinde şehr-i Rabîülâhirin yirmiüçüncü Cumartesi gecesi veya o gün ba’de’l-asr (25 Kasım 1663) âzim-i gül-şen-serâ-yı cemâl oldular. Merkad-i münevverleri câmi’-i şerîf hazîresindedir. "Zamânın kutbu idi." diye şöhret buldular. Mükellef mezâr taşı var idi. Kitâbesi:

Kutbu’l-ârifîn Cihângîrî merhûm eş-Şeyh Hasan Efendi – kuddise sırruhû ve nefeana’ll’ahu bi-şefâatihî – el-Fâtiha. Sene 1074

Bi'l-âhare Şeyh Cemâl Efendi tarafından üzerine türbe yapılmış ve mezâr taşı sanduka içinde kalmıştır.

            Oldu Hasan Efendi cennetde de cihângîr

            (اولدى حسن افندى جنتده ده جهانكير) = 1074

            Olmasa bir eksiği târîh-i kâmil fevtine

            Rüşdiyâ olur idi “kad mâte mevla’l-ârifîn”

            (قد مات مولى العارفين) = 1073 + 1 = 1074

İlâhiyâtından:

            Bakdım hüsnün mushafına gördüm O’nun âyâtını

            Anladım gördüm nûrunu okudum beyyinâtını

            Varını mahv idüp Hasan yârin yolunda cümleten

            Yok oldu gitdi aradan gördü şühûd-ı zâtını

Bu (Cihangir) Câmi’-i şerîfin(nin) bânîsi Kânûnî Sultan Süleyman’dır. Cihângîr nâmındaki şehzâdenin nâmına olarak 967 (1559-60) senesinde yaptırmışlardır. Bu şehzâde, Halebü’ş-şehbâ’da vefât etmiş ve na’şı İstanbul’a nakl ve birâderi Şeh-zâde Muhammed’in Şehzâde Câmi’-i şerîfi  hazîresindeki türbesinde defn olunmuştur.

            Firdevs’i ide makâm Cihângîr’i Ol Celîl

            (فردوسى ايده مقام جهانكيرى اول جليل) (970 - 1562-63)

târîhidir.

Hadîka’nın beyânına göre, bu câmi’-i şerîf târîh-i binâsından i’tibâren dört def’a yanmış, yapılmıştır. 1133 (1721)’deki tecdîden inşâsından sonra yanınca, 1238 (1822-23) târîhinde Sadr-ı a’zam Silahdar Ali Paşa müceddeden inşâsına muvaffak olmuş idi. Bir zamân sonra yeniden yapıldı ki, beşinci def’adır. Sultan Abdülhamîd-i sânî (devrin)de 1307/(1889-90) târîhinde müceddeden yapılmıştır.

Câmi’-i şerîf 1238/(1822-23) harîk-ı kebîrinde muhterik olmuş ve bâlâda yazdığım vechle o zamân sadr-ı a’zam bulunan Silahdar Ali Paşa tarafından ta’mîr olunmuş ise de, mürûr-ı zamân ile müşrif-i harâb olmağla devr-i Abdülhamîd Hân-ı sânîde /29/ yeniden gâyet metîn ve dil-nişîn bir sûrette inşâ olunmuştur.

            Ebu’l-fütûh Süleymân Hân-ı Kânûnî

            İdüp bu ma’bedi şeh-zâdesi içün inşâ

            O şâh-zâdenin ism-i şerîfine nisbet

            Konuldu nâmı Cihângîr Câmii hattâ

            Cenâb-ı Şeyh-i mükerrem Hasan Efendi kim

            Yegâne pîr-i reşâdet-semîr idi hakkâ

            Virüp bu câya şeref yinrmi sâlinde

            Makâmın itdi tamâm ellidört yıl ihyâ

   

            Tarîk-ı feyz eser-i Halvetî’den irşâdı

            Nice mürîde virirdi tesâff-ı ızz ü alâ

            Mahall-i zikr ü ibâdet iken bu câ-yı latîf

            Geçüp sinîn idüp evvel-i zât azm-i bakâ

            Zamân zamân dahi beş def’a muhterik oldu

            Hudâ’ya şükr bu kerre yine olundu binâ

            Bak işte sâye-i Abdülhamîd-i Hânî'de

            İmârı eskilerinden de oldu çok a’lâ

            Salât-ı hamsede her zikr akîbinde*

            İdilsün ol şeh-i zî-şâna bunda hayr-duâ

            Şeyh şimdi şu altıncıdır didim târîh*

            Becâ yapıldı metîn işbu câmi’-i ra’nâ

            (بجا يابلدى متين اشبو جامع رعنا) = 1307 (1889-90)

Bu manzûmeden câmi’-i şerîfin beş def’a muhterik olduğu, mükerreren yapıldığı anlaşılmakta olduğu gibi, Hasan Efendi hazretlerinin /30/ 1020/(1611) târîhinde, henüz yirmi yaşında iken Ramazâneddîn-i Mahfî hazretlerinin mazhar-ı feyz ü teveccühleri olduğu ve ellidört yıl mertebe-i irşâdda bulunduğu müstedeldir. Ya’kûb-ı Fânî’den ne târîhinde müstahlef olduğu gayr-i ma’lûm olup, manzûmede Ramazân-ı Mahfî ile nisbet esâs addolunmuştur. (Îzâh edilmiş idi.) (Kaddesa'llâhu sırrahû.)

Nasûhî halîfesi Hasan Efendi Risâle’sinde görmüştüm ki: “Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretleri merhûm Hasan Efendi hakkında, "Fukarâmızın her geceki kesbini Hasan Efendi ve fukarâsı elimizden alırlar." diye latîfe-güzâr olurlar imiş. Gâyet mücâhid bir zât imiş. İki def’a şeyhü’l-islâm olan Sâdık Efendi onlardan münîb olup tavr-ı sâbia dek görerek, sonra Fethi Efendi’ye, ikmâl-i sülûk ile müstahlef oldu.

Müşârünileyh Sâdık Efendi, Hasan-ı Cihângîrî’den çok acâibât nakl ederdi. Husûsan Fethi merhûmdan tefsîre ve esrâr-ı Kur’ân’a dâir çok müşkil nakl etmiştir. Halbuki Fethi Efendi, sûre-i Kevser’den yukarısını bilmezdi.” diyor.

(Hasan Efendi’nin) adeden kırkdörde varan hulefâ-yı kirâmının ileri gelenlerinden ba’zıları:

Şeyh Fethî-i Ümmî

Hasan Efendi’nin hem helîfesi hem dâmâdıdır. Sûre-i Kevser’den yukarısını bilmediği hâlde esrâr ü müşkilât-ı Kur’âniyyeyi hall ü tefsîr ederdi. 1113 senesinde Recebin onüçüncü Cum’a gecesi (13 Aralık 1701) irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. “Fethullah Efendi” diye meşhûrdur. Hz. Şeyh’in câ-nişîni olmuşlardır. Yanında medfûndur.

Hasan-ı Cihângîrî irtihâllerinden bir gün evvel Fethi Efendi’yi bi'z-zât kendi postuna iclâs etmiştir. 39 sene burada meşîhati vardır. 1113 Recebinin ondördüncü günü Fethi Efendi’nin hafîdi posta geçti. 14 Muharrem 1113 (21 Haziran 1701)’te irtihâl etti. Hâric-i türbeye defn olundu, sonra Zâkir Ahmed Dede Efendi posta oturup bir buçuk sene irşâd-ı fukarâ ile meşgûl oldular ki, bu zât hicretin 1052/(1642) senesinde Cihangir'de doğmuştur. İlâhiyyâta, terennümâta âşinâ bir merd-i rûşenâ idi. 1120 senesi Zi'l-hicce-i müberrâsında (Şubat 1709) Cuma gecesi beyne'l-ışâayn irtihâl etti. Türbe hâricinde medfûndur. Hâlen medfeni bî-nişândır. Kendisiyle hem-sohbet olanlar birkaç ay zevk-ı sohbetinden mütezevvık olurlardı.

Şeyh İbrâhîm Vehbî-i Nakî

Hasan Efendi halîfesidir. Hekimoğlu Ali Paşa Câmii’ne kalb olunan Abdâl Ya’kûb Zaviyesi şeyhi idi. Hizmet-i fukarâda iken, "nakş'ül-hayâl" (نقش الخيالى) terkîbinin delâleti üzere 1122/(1710) senesinde irtihâl-i dâr-ı cinân eylemiştir. Hekimoğlu Ali Paşa Türbesi’nde, Abdâl Ya’kûb’un yanında defîn-i hâk-i gufrândır.

Güzel eş’ârı vardır. Bu, onlardandır:

            Feyz-yâb oldu dil ü cân nefha-i cânâneden

            Mest-i lâ-ya’kıl gibi dil bâde-i hum-hâneden

           

            Keşf idüp vech-i cemâlin kıldı mir’âta nazar

            “Lî-maa’llâh” sırrı zâhir oldu ol sad-pâreden[15]

           

            Ey gül-i rû-yı atûf ü ma’den-i lutf u vefâ

            Bir nefes zikrin ayırma bu dil-i pür-pâreden

            Tâ ki fazlına irişsün matlab-ı a’lâya dil

            Şehd-i ulyâya iregör ref’ kıl vîrâneden

            Vehbiyâ zikr-i Hudâ’da bulunur derde devâ

/31/      Mâye-i tevhîd ile sür mâ-sivâyı aradan

Şeyh Muhammed Efendi

Çamlıcalıdır. Hasan Efendi halîfesidir. Mazanna-i kirâmdan idi. 1030 (1621)’da Hasan Efendi’den bey’at edip, 1039 (1629-30)’da Üsküdar’da hilâfetle neşr-i tarîkatla me’mûr edildi, hattâ Hasan Efendi der imiş ki: “Eğer beni Muhammed Efendi kabûl etseydi hizmetini kabûl edip tarîk-ı terbiyeyi ondan alırdım.” buyururlar imiş. Hattâ kendine gelenleri Muhammed Efendi'ye gönderirler imiş. Zâhirü’l-keşfi’s-sûrî ve ve’l-ma’nevî, bâhirü’l-kerâme bir zât-ı âlî-kadr imiş.

1104 Ramazânının ibtidâsında (Mayıs 1693) vefât etmiştir. Üsküdar’da Çavuşderesi’nde İdrîs Efendi Tekkesi’nde medfûndur.

Şeyh İdrîs Efendi

Muhammed Efendi halîfesidir. Mezkûr tekkenin şeyhidir. Orada medfûndur.

Şeyh Kelâmî Mustafa Efendi

Şeyh Fethullah Efendi halîfesidir. Topkapı civârında Odabaşı çarşısında dergâhı var idi.[16] Mustafa Efendi, "el-kesret" (الكثرت) = 1151 (1738) senesinde irtihâl eyledi. Merkez Efendi Kabristanı’nda medfûn ve rahmet-i Hakk’a makrûndur.

Şu na’t onundur:

            Ben ol nâlende-şeydâ-yı hevâyım Yâ Rasûla’llâh

            Garîk-ı bahr-i isyân-ı devâyım Yâ Rasûla’llâh

            Ne mümkin ola meddâhın Kelâmî gibi bir mücrim

            Heme-ân tâlib-i afv ü atâyım Yâ Rasûla’llâh

Cihângîr Câmi’-i şerîfinde Şeyh Cemâl Efendi tarafından tertîb olunan levhanın sûreti:

"Yâ Hz. Pîr Ramazâneddîn el-Mahfî (Kuddise sırruhu'l-celî) mahmiyye-i İstanbul’da Koca Mustafa Paşa kurbünde kâin Bâzergân Hacı Hüsrev nâm sâhibü’l-hayrâtın binâ-kerdesi olan hânkâh-ı feyz-penâhda defîn-i hâk-i ıtır-nâk olan kudvetü’l-meşâyıhı’l-ızâm ve umdetü’l-evliyâi’l-kirâm kutbü’l-ârifîn ve pîşvâ-yı vâsılîn ve bürhânü’l-hakkı ve’d-dîn huccetü’s-sıdkı ve’l-yakîn cenâb-ı Pîr Ramazân-ı Mahfî  (Kuddise sırruhu's-sâmî ) hazretlerinin mazhar-ı feyzi olup Cihângîr /32/ Câmi’-i şerîfine i’zâm buyurmuş oldukları matlau envâri’l-kerâmât ve menbau âsâri’l-ilhâmât mazhar-ı esrâr-ı sübhânî Cenâb-ı şeyhü’ş-şüyûh pîr-i sânî Hasan Burhâneddîn-i Cihângîrî-i Halvetî (Kuddise sırruhu'l-âlî)  hazretleriyle ol vakitden beri bu makâm-ı âlîde seccâde-nişîn-i meşîhat olan zevât-ı kirâmın târîh-i iclâslarıyla müddet-i meşîhat ve târîh-i irtihâllerini mübeyyindir."

Hz. Pîr’in terceme-i hâllerini yazdım, târîhlerini tedkîk ile netîcesinden bahs ettim. Bu levhada bazı noktalarda mübâyenet vardır. Şeyh Ya’kûb-ı Fânî ve Şerbetci Muhammed Efendi tayyolunur ki  yanlıştır. Bu cihet nazar-ı dikkate alınmalıdır.

Kutbü’l-ârifîn Cenâb-ı Pîr-i sânî Hasan Burhâneddîn Cihângîrî-i Halvetî:

Bidâyet-i meşîhati: 1020/(1611). 

Müddet-i meşîhati: 54 sene, 3 ay, 23 gün.

İrtihâli: 1074/(1663-64)

Kutbü’l-âşıkîn eş-Şeyh Fethullâh Efendi:

Bidâyet-i meşîhati: 1074/(1663-64). 

Müddet-i meşîhati: 3 sene, 3 ay, 13 gün.

İrtihâli: 1113/(1701)

Şeyh Muhammed Dervîş:

Bidâyet-i meşîhati: 1113/(1701). 

Müddet-i meşîhati: 4 sene, 25 gün.

İrtihâli: 1117/(1705)

Şeyh Ali Efendi:

Bidâyet-i meşîhati: 1117/(11705). 

Müddet-i meşîhati: 23 sene, 8 ay, 9 gün.

İrtihâli: 1140/(1727-28)

Şeyh Mahmûd Efendi (Şeyh Ali Efendi'nin mahdûmu):

Bidâyet-i meşîhati: 1140/(1727-28). 

Müddet-i meşîhati: 58 sene, 10 ay, 12 gün.

İrtihâli: 1199/(1785)

Bu üç zât Karacaahmed civârında medfûndurlar.

Şeyh İbrâhîm Hakkı Efendi:

Mevlevî-hâne kapısında Kurşunlu Mihrâb Câmii önünde medfûndur.

Bidâyet-i meşîhati: 1199/(1785). 

Müddet-i meşîhati: 8 sene, 3 ay, 3 gün.

İrtihâli: 1207/(1792-93)

Şeyh Hacı Muhammed Zâhid Efendi (İbrâhîm Hakkı Efendi'nin mahdûmu):

Ramazân Efendi Hânkâhı’nda medfûndur.

Bidâyet-i meşîhati: 1207/(1792-93). 

Müddet-i meşîhati: 30 sene, 12 gün.

İrtihâli: 1238 (1822-23)

/33/ Şeyh Rızâ Efendi:

Hz. Mısrî’nin birâderinin Merkez Efendi’de kâin kabri yanında medfûndur.

Bidâyet-i meşîhati: 1244 (1828-29). 

Müddet-i meşîhati: 2 sene.

İrtihâli: 1246/(1830-31)

Şeyh Hâfız Ahmed Efendi:

Karacaahmed’de medfûndur.

Bidâyet-i meşîhati: 1246/(1830-31). 

Müddet-i meşîhati: 16 sene, 8 ay, 1 gün.

İrtihâli: 1263/(1847)

 Ahmed Rızâ Efendi b. Seyyid Mustafa:

Karacaahmed’de medfûndur.

Bidâyet-i meşîhati: 1263/(1847). 

Müddet-i meşîhati: 44 sene, 11 ay, 5 gün.

İrtihâli: 1307/(1889-90)

Şeyh Seyyid Hâfız Resmî Efendi

Mustafa Efendi-zâdedir. 1307/(1889-90) senesinde post-nişîn olup, 1318/(1900)’de irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Hilâfeti Hz. Sünbül Âsitânesi şeyhi merhûm Rızâeddîn Efendi hazretlerindendir. Burada onbir sene icrâ-yı meşîhat etmiş âşık, ehl-i hâl bir zât-ı âlî-kadrdir. Ehl-i cezbe idi.

Dergâh-ı şerîfin ihyâsına cidden hizmet etmiştir. Elyevm câmi’-i şerîf derûnunda görünen ve hiçbir dergâhda misline tesâdüf olunmayan elvâh-ı nefîse orasını meşher-i nefâis-i hutût hâline getirmiştir. Cidden pek büyük bir yâdigâr-ı kıymet-dârîdir.

Nahîfü’l-bünye, müzellef sakallı, buğday benizli, orta boylu idi.  

Altmışbeş yaşında irtihâl-i dâr-ı bakâ eyledi. Ramazâneddîn-i Mahfî Dergâhı’nda imâmeti, Hz. Sünbül Hânkâhı’nda zâkirbaşılığı var idi. Hazîne-i Hâssa'ya devâm ile mümeyyizliğe kadar irtikâ etmiş idi. Ricâlu’llâhdan hayli zevât ile mülâkâtı vardır. Câmi’-i şerîf yeniden binâ olunup burada icrâ-yı âyîn-i tarîkat olunmağa başlanıldıkta erbâb-ı gaflet, “Câmi’de bid’at ihtiyâr olunmaz, devrân ve zikr câiz değildir.” diye da’vâlar açtılar. /34/ Resmî Efendi ye’s ü fütûra kapılmayarak uğraştı, onlara galebe etti. Her hafta zikr ü ibâdet ve icrâ-yı âyîn-i tarîkat ile dem-sâz oldu. (Kaddesa'llâhu sırrahû).

Hz. Hasan-ı Cihângîrî’nin türbesinde medfûn ve rahmet-i Rahmân’a makrûndur. Halîfesi yoktur. (Kaddesa'llâhu sırrahû).

Şeyh Hâfız Muhammed Cemâleddîn Efendi

Hâfız Resmî Efendi’den sonra 1318/(1900) senesinde seccâde-i meşîhate câlis oldu. Hz. Pîr’in üzerine türbe inşâ eden bu zâttır. Ser-komiserlikte bulunmuş idi. Hüsn-i savta mâlik olup, alâ-rivâyetin Sultan Abdülazîz merhûmun nezdinde Kur’ân okur imiş. Pek nâzik ve halûk bir zât idi. Hz. Sünbül hânkâhı şeyhi Kutbî Efendi merhûmdan müstahlef idi. Türbede medfûndur.

Şeyh Eşref Efendi

Mûmâileyh Cemâl Efendi halîfesidir. Şeyhinin irtihâlinde meşîhat ona tevcîh olunmuş idi. 23 Kanûnıevvel 1337/(23 Aralık 1921) târîhinde irtihâl-i dâr-ı bakâ eyledi ve eslâfına hem-civâr oldu.

İfâde:

Cihângîr Dergâhı meşîhati evlâdiyyet değildir. Kudemâ-yı hulefâ-yı Sünbüliyye’ye meşrûtadır. Onun için bu şarta elyevm riâyet oluna gelmektedir.

Şeyh Hâfız İhsân Efendi

1289/(1872) senesinde İstanbul’da, Galata’da, Arap Câmii Mahallesi’nde doğmuştur. Pederi Erzurumlu Hacı Mustafa Efendi’dir. Bahriyeli ve Canik Vapuru süvârisi idi.

İhsân Efendi, ibtidâî tahsîlden sonra Fâtih dersiâmlarından Erzurûmî Müftî-zâde Ahmed Efendi merhûmun dersine devâm ile, 1319/(1901)’da icâzet almıştır. Tarîkat-ı aliyyeye nisbeti, 1307/(1889-90)’de Hz. Sünbül Hânkâhı şeyhi Rızâ Efendi merhûmdandır. Ondan arâkiyye giymiştir. /35/ Hilâfeti Hâfız Resmî Efendi merhûmdandır. Hilâfet cem’iyyeti Cihângîr’de dergâhda olmuştur. Galata Mevlevî-hânesi şeyhi Ataâullâh Efendi merhûmdan da semâa me’zûndur. Hıfzı kâyınpederi Yeni Câmi imâmı Hâfız Ethem Efendi’dendir. Galatalı Hoca Selîm Efendi’den vücûh okumuştur.

Kordon Evkâf Vezndârlığı'nda, Nükûd-ı Mevkûfe Kalemi'nde yedi sene kadar bulunmuştur. Arap Câmi’-i şerîfinde Malak Hâfız merhûma onsekiz sene hitâbet vekâleti ve hâlen dahi imâmet ve hitâbet vekâleti uhdesindedir. 1337(1921) senesi Kânûnısânîsinde Eşref Efendi’nin yerine Cihângîr Dergâhı meşîhatine ta’yîn olunmuştur. Hüsn-i hizmeti, mesleğinde sadâkati görülmektedir.

İlm-i mûsikîye intisâbı olup, Galatalı Mûcib Bey’den ve Hacı Rif’at Bey’den feyz-yâb olmuştur. Hüsn-i savta mâliktir. Burada her ne kadar meşâyıh-ı Sünbüliyye icrâ-yı meşîhat ediyorsa da, yine Ramazâniyye usûlü üzere sûre-i Mülk okunur, kuûden kelime-i tevhîd çekilir, cumhûr ilâhîsiyle devrâna kalkılır. Hâfız Resmî Efendi Sünbülî şeyhi olduğundan, bu teselsül ondan tevellüd etmiş olduğunu Hâfız İhsân Efendi söyledi.


TARÎKAT-I ALİYYE-İ CERRÂHİYYE-İ HALVETİYYE

/37/     - Şeyh Ramazâneddîn-i Mahfî (Kuddise sırruhu'l-celi),

- Şeyh Mestci Ali er-Rûmî (Kuddise sırruhu'l-celi),

- Şeyh Mestci-zâde İbrâhîm (kuddise sırruhu'l-celi): Ali er-Rûmî’nin oğludur.

- Şeyh Debbâğ Ali er-Rûmî (Kuddise sırruhu'l-celi),

- Şeyh Lofçalı Fâzıl Ali er-Rûmî (Kuddise sırruhu'l-celi),

- Şeyh el-Ma’rûf Ali el-Köstendilî (Kuddise sırruhu'l-celi),

- Hz. Pîr Nûreddîn Muhammed el-Cerrâhî (Kuddise sırruhu'l-âlî).

Şeyh Ali Alâeddîn Efendi

Köstendillidir. Ulûm-ı akliyye vü nakliyyeyi hakkıyla tahsîl etmiş eâzım-ı ümmettendir. Köstendil’de müftü idi. İlm-i hadîste mütebahhir idi.

Eyüp Sultan Türbesi kapısında, müstakil bir türbede medfûn Dârü’s-saâde Ağası Koca Beşîr Ağa, Medîne-i Münevvere’de Şeyhu’l-Harem iken bir vak’aya şâhid olmuştu. O da, Köstendil müftüsü; huzûr-ı saâdete gelip dâimâ tahkîk-i ehâdîs eder imiş. Beşîr Ağa, Der-saâdet’e avdetinde Sultan Ahmed Hân-ı sâlisin huzûruna kabûl olunarak, orada gördüğü ahvâl-i garîbeden bahs ederken, “Efendim, Harem-i Şerîf’in geceleri kapıları kapandıktan sonra, bir mübârek zât muvâcehe penceresinin önüne doğru gelip, iki üç gecede bir muvâcehede bulunurdu. Bir müddet sonra avdet ederdi. Esnâ-yı avdette gözden nihân olurdu. Bu, merâkımı mûcib oldu. Bir gece mutarassıd idim, yine geldi, avdetinde karşıladım, kim olduğunu sordum. Köstendil Müftüsü olduğunu, tahkîk-i ehâdîs için huzûr-ı saâdete gelip gittiğini söyledi.” dedikte pâdişâh, “Bu zâtı İstanbul’a da’vet edelim, görüşeyim.” diye ârzû-keş oldu. /38/ Şeyhu'l-islâm Efendi vasıtasıyla vukû’ bulan da’vet üzerine Köstendil’den Der-saâdet’i teşrîf buyurmuşlardır.

Şeyhu'l-islâma mülâkâtında, pâdişâhın kendilerine maâş tahsîsi buyurduğundan bahs olundukta, bilâ-sebeb hukûk-ı beytü’l-mâlden maâş almak, mesleğine muvâfık gelmediğinden arz-ı i’tizâr ile tekrâr avdetine müsâade buyurulmasını ricâ etmiştir. Şeyhu'l-islâm keyfiyyeti hünkâra bildirdikte, “İstanbul’da kalmaları ehass-ı âmâlimdir. Bir tekke meşîhatinin kendilerine tevcîhiyle burada bulunmalarının te’mîni lâzımdır.” yolunda irâde zuhûr etmiş ve o sırada Üsküdar’da Selâmî Dergâhı meşîhati münhal olmak hasebiyle, meşîhat-i mezkûre der-hâl bâ-berât uhdelerine tevcîh olundukta, “Mâ-dâmki vaktin pâdişâhı böyle ârzû etti, şeyhu'l-islâmı da delâlet etti; ulü’l-emre itâat lâzımdır.” diyerek kabûl buyurdular ve “Burada kalmaklığımız mukadder imiş.” dediler. Köstendil’de bulunan âilesini getirdiler, irşâd-ı ibâda başladılar. Ricâlu’llahdan nice kimseler meydâna çıkardılar. Ez-cümle Nûreddîn-i Cerrâhî, Seyyid Ahmed er-Raûfî ve Muhammed-i Şuhûdî gibi zevât-ı kirâm şâyân-ı kayd ü tezkârdır.

1143/(1730-31) târîhinde dâr-ı gurûrdan sarây-ı sürûra intikâl eyledi. Selâmî Dergâhı hazîresinde medfûndur. Zevce-i muhteremeleri Havvâ Hanım da yanlarında yatmaktadır.

Kasîde-i Münferice üzerine şerhi, Ta’bîr-nâme veyâ Tarîkat-nâme’si olduğu menkûldür.

Hz. Şeyh’in târîh-i irtihâlinin daha mukaddem olmasını tahmîn ediyorum. Bunda bir yanlışlık vardır.

/39/ Şuhûdî Şeyh Muhammed Efendi

Babaeskilidir. Köstendil Müftüsü Ali Efendi’ye müntesibdir. İkmâl-i sülûktan sonra vatanında irşâd ile meşgûl oldu. 1126/(1714)’da irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Taraf-ı sübhânîden, “Abdurrahîm-i Rahmânî” diye telkîb edildiği ilhâm olunmağla âsâr-ı mensûresinde, “Abdurrahîm” diye imzâ koymuştur. Mürşidinin kelimât-ı ârifânesini câmi’ bir eseriyle tezkiresi ve “Şuhûdî” mahlaslı Dîvân’ı veTelvîhât-ı Sübhâniyye isminde te’lîfi vardır.


/40/ Muhammed Nûreddîn-i Cerrâhî Hazretleri

        (Mazhar-ı nûr-ı tecellî-i mübîn, ma’den-i feyz-i Hudâ Nûreddîn)

Velâdeti: 1083/(1672)

Müddet-i Ömrleri: 5O sene.     

İrtihâli: 1133/(1721) 

Müddet-i meşîhati: 18 sene.                        

Müddet-i kutbiyyeti: 4 sene.

Şehriyyü’l-asıldır. İstanbul’da Cerrâhpaşa Câmi-i şerîfi pîş-gâhında “Yağcı-zâde Konağı” denilmekle ma’rûf hânede 1071/(1660-61), diğer bir rivâyette 1083 senesi şehr-i Rabîulevvelinin onikinci gecesi (7 Temmuz 1672) bu âlem-i kevne mânend-i mihr-i münîr şa’şaa-pâş-ı tulû’ oldular. Pederleri Mîrahûr Abdullâh Ağa nâm zâttır. Silsilelerinin ashâb-ı kirâmdan Ubeydetü’l-Cerrâh (radıya'llâhu anh ) hazretlerine vusûlü hasebiyle “Cerrâhî” denilmiştir. “Cerrahpaşalı olmasından kinâyettir.” diyenler de vardır. Ekseriyyet rivâyet-i uhrâda müttefiktir.

Hengâm-ı sabâvetlerinde Kur’ân-ı Kerîm taallüm buyurdukları mekteb Cerrahpaşa Mektebi’dir. Hocaları Yûsuf Efendi olup, câmi’-i şerîf makberesinde makbûrdur. Hz. Nûreddîn-i Cerrâhî’nin büyük pederi ve büyük vâlideleri dahi ol mahalde medfûndurlar.

Hz. Nûreddîn tarîk-ı ilmiyyeye sülûk buyurmuşlardı. 1101/(1689-90) târîhinde henüz genç iken Mısır mevleviyyeti uhde-i aliyyelerine tevcîh buyurulmasıyla, Mısır’a azîmet üzere Üsküdar’da Tekkekapısı nâm mahalde dayıları bulunan ricâl-i devletten Hüseyin Efendi’nin konağında müsâfireten sâkin olarak havânın müsâadesinde râkib olacakları sefînenin hareketine muntazır bulundukları hâlde, bir Pasartesi gecesi, sâhib-i hâne karşılarında bulunan Selâmî Dergâh-ı şerîfine azîmet ve salât-ı ışâyı ba’de’l-edâ âyîn-i tarîkat-ı aliyyeyi temâşâ ârzûsunu izhâr etmekle, birlikte dergâh-ı mezkûra gitmişlerdir. Bâlâda terceme-i hâli geçen Köstendil müftüsü Şeyh /41/ Ali Efendi burada post-nişîn idi. Hz. Nûreddîn, şeyhin elini öptükte, “Oğlum Nûreddîn, safâ geldiniz.” diye nâmını zikr etmiş, büyük bir incizâb ve muhabbet hâsıl edip, esnâ-yı zikrde vecde gelmiş ve ba’dehû şeyhin ayaklarını öpüp, hizmetine kabûlünü istirhâm eylemiştir. Hz. Şeyh, kabûl buyurarak, “Oğlum Nûreddîn, mâ-sivâdan tecerrüd edip tecdîd-i vudû’ eyle.” diye tenbîh eylemeleriyle Hz. Nûreddîn derhâl mevleviyyet fermânıyla nişânını Şeyhu'l-islâma teslîm etmek üzere kethüdâsına tevdî’ ve her bir umûr-ı dünyeviyyesini ona sipâriş eyleyip, mâ-sivâdan ihtiyâr-ı tecerrüd ettiler. Mürşid-i müşârünileyh bir abâ, bir kemer ihsân edip, ba’de’l-vudû’ halvete koydular. Erbaîn tekmîlinde, azîm bir cem’iyyet huzûrunda halvetten bi’l-ihrâc ilbâs-ı hırka vü tâc ile berâber icâze vermişler ve “Oğlum, Nûreddîn İstanbul’a git, Karagümrük kurbunda, dört yol ağzında, Kethüdâ Cân-fedâ nâm merhûmenin binâ-kerdesi olan câmi’-i şerîf derûnunda, minberin cânib-i yemîninde Bakkal İsmâîl Efendi nâmında bir zât senin için bir hücre binâ eyledi. Onda ibâdetle meşgûl ol. Gerektir ki, senin için o civârda bir dergâh binâ olunur, irşâd-ı tarîkat eylersin ve pîr-daşlarından Süleymân Veliyyüddîn ve Muhammed Hüsâmeddîn efendiler maiyyetinde bulunacaklardır. Terbiyeleri senin yüzünden ikmâl olunacaktır.” diyerek Fâtiha buyurmuşlardır.

Hz. Nûreddîn, şeyhinin emriyle pîr-daşlarıyla maan geldi, İsmâîl Efendi, hücre-i mezkûrenin miftâhını kendilerine teslîm ve emr-i peygamberî ile binâ eylediğini beyân eylemiştir. 1115/(1703-04) senesinde, kudât-ı kirâm kapı kethüdâlarından Bekir Efendi’nin vukû'-ı vefâtı hasebiyle o civârda /42/ kâin konağı münhal kalmış idi. Dârü’s-saâde Ağası Beşir Ağa, Hz. Pîr’i rü’yâsında görmekle, mezkûr konağı mahlûlden satın almak hengâmında iken, o rü’yânın aynı Sultan Ahmed Hân’da da zuhûr etmekle, imâm-ı pâdişâhî Yahyâ Efendi’yi celb ile, rü’yâyı ta’bîr ettirmişler. Bunun üzerine, “Konağı üçyüz altuna satun alsunlar.” diye bedelini Hz. Nûreddîn’e Yahyâ Efendi ile göndermişlerse de, parayı kabûl etmediler ve bir dergâh binâ buyursalar daha makbûle geçeceğini söylediler. Yahyâ Efendi nezdlerinden mufârakat sırasında elini öperken Hz. Nûreddîn’in Ali Efendi’ye intisâbı zamânında vukû’ bulan hâlin aynı Yahyâ Efendi’de zuhûr etmekle hizmet-i aliyyelerinde kalmak ârzû etmiş ve getirdiği parayı yanındaki adam vâsıtasıyla taraf-ı sultânîye iâde eylemiştir. Bunun üzerine pâdişâh irâdesiyle konak alınıp yerine dergâh binâ olundu. Hz. Pîr, burada irşâd-ı ibâda başladı.

1129/(1727) senesinde sırr-ı kutbiyyetin kendilerinde tecellî eylediği menkûldür.

            Olanlar bende-i dergâh-ı Nûreddîn-i Cerrâhî

            Bulur zahm-ı derûna merhem-i bebûd-ı iflâhı

Silsile-nâme-i Cerrâhî’de manzûr-ı âcizânem olmuştur:

Pîr-i müşârünileyh her sene îyd-i adhâda Edirnekapısı hâricinde Topçular câddesinde, Ser-tekke yâhud Hayrettepe[17] nâm mahalde arafe günü ba’de salât-ı asr kıbleye müteveccihen kâimen tekbîr ve telbiye eyledikleri şu sûretle menkûldür:

Hz. Pîr, 1129 senesi şehr-i Zilhiccenin dokuzuncu (28 Temmuz 1727) arafe günü ol mahalde defîn-i hâk-i ıtır-nâk olan /43/ ekâbir-i ricâl-i Halvetiyye’den Nûreddîn Efendi-zâde Muslihuddîn Efendi hazretlerinin ziyâret-i aliyyelerine girip, mahall-i mezkûrda kâin namâz-gâhda salât-ı asrı ba’de’l-edâ kutbiyyet teveccüh etmesiyle ol anda huccâc-ı müslimînin cebel-i Arafat’ta cümlesini görmüş ve telbiyelerini işitmiş, kendileri de huccâca tebeıyyet ederek telbiye etmiştir. Bunun için her sene mahall-i mezkûrda âyîn-i şerîf icrâsı teberrük addolunmuştur.

Fukarâ-yı tarîkat burada toplanıp sûre-i Mülk kırâat ve salavât-ı şerîfe tilâvetle, kelime-i tevhîd çekerler. Ervâh-ı azîzâna ba’de’l-ihdâ ikindi namâzını kılarlar ve tekrâr sûre-i Mülk ve kelime-i tevhîd ve ism-i Celâl okurlar, hatm-i şerîf indirilür, duâdan sonra kâimen ve kıbleye müteveccihen üç def’a salât ü selâm getirilür ve üç def’a tekbîr ve üç def’a telbiye olunur.”

Hz. Pîr’in velâdetleri Pazartesi gecesine müsâdif olduğu gibi, kutbiyyete mazhariyyetleri de Pazartesi gecesinde vâki' olmuştur. Mürşid-i âlîleri Ali Efendi'ye intisâbları Pazartesi gecesine müsâdif olmağla, hânkâhlarında elyevm Pazartesi günleri icrâ-yı âyîn-i tarîkat olunur.

            Kızışdır halka-i tevhîdi yansun kalb-i âteş-nâk

            Fetîl almaksa maksad koyma elden öyle misbâhı

            Yanup sızlarsa sînen Yaradan râhında âh itme

            Sarar heb merhem-i lutfuyla Nûreddîn-i Cerrâhî

Urefâ-yı müteahhirînden Cebbâr-zâde Ârif Beyefendi pek güzel söylemiştir.

Hânkâh-ı münîflerinin güşâdı 1115 sene-i hicriyyesindedir (1703-04). Peder-i mükerremleri Mîrahur Abdullâh Ağa bu sene irtihâl-i dâr-ı bakâ eylemekle, Edirnekapı hâricinde, “Dürrî-zâde Tarlası” demekle meşhûr kabristandaki /44/ makbere-i mahsûsasına defn olunmuştur. Kâdirî-hâne şeyhi Abdurrahmân Efendi güzel bir târîh söylemiştir. Hz. Pîr’in bir hemşîreleri ile, iki mahdûm ve bir kerîmesi pederleri yanında medfûndur. Vâlide-i azîzeleri Emîne Nesîme Hanım hânkâh-ı şerîf türbesinde makbûrdur. Târîh-i irtihâli 1118 Şevvâlinin yirmidördüncü Cum’a (29 Ocak 1707) günüdür. Hemşîreleri Hadîce Hanım 1128 senesi Muharreminin dokuzuncu günü (4 Ocak 1716) irtihâl eylediğinden vâlidesinin yanında ârâm-güzîndir. Birâderi Şeyh İbrâhîm Efendi, 1171(1757-58)’de irtihâl eylediğinden vâlidesinin cânib-i yesârındadır. Hz. Pîr’in halîle-i muhteremesi Fâtıma Zehrâ Hânım 1134 senesi şehr-i Şevvâlin yirmidördüncü günü (7 Ağustos 1722) irtihâl edip zevc-i mükerreminin yanındadır. Hemşîre-zâdesi Şeyh Hüsâmeddîn  1197/(1783)’de göçüp, civâr-ı pîrdedir.

Meşâyıh-ı Mısriyye’den İmâm Şernûbî, Tabakâtü’l-Evliyâ nâm kitabında pîr-i müşârünileyh hakkında şöyle yazar:

ومنهم سيدى نور الدين الجراحى ساكن استانبول العليا بأنى بعام خمسة عشر ومائة والف بعيش من العمر أربعة وأربعين سنة ومن كراماته أن الله تعالى يكرم عليه بدخول الجنة يوم موته ومن كراماته أن يطلع على مقامه فى الآخرة وهو فى الدار الدنيا ومنها أنه يسأل الله تعالى وهو فى عالم الغيب أن يكرم زواره له فاستجاب الله دعائه[18].                                                

İrtihâli:

Onsekiz sene meşgûl-i irşâd olduktan sonra 1133 senesinde şehr-i Zilhiccenin dokuzuncu Pazartesi günü (1 Ekim 1721) bu âlem-i fenâdan kişver-i bakâya mürg-ı rûh-ı lâhûtîleri bâl-güşâ oldu. Cenâze namâzı ba’de salâti’z-zuhr Fâtih Câmi’-i şerîfinde cemâat-i kübrâ ile edâ olunarak âsitâne-i aliyyeleri hazîresinde elyevm ziyâret-gâh olan türbe-i mukaddeseleri derûnunda defn olundu. /45/ Cenâb-ı Hak, sırlarını takdîs buyursun. Âmîn.

Harîrî-zâde Seyyid Muhammed Kemâleddîn Efendi merhûm Hz. Pîr’in terceme-i hâlini, el-Kavlü’l-Mübîn fî Usûli Şeyh Nûreddîn nâmıyla yazmıştır. İzzî Süleyman Efendi Târîh’inde de mezkûr olduğunu, Osmanlı Müellifleri nâm eserde okudum.

Târîhi:

            Geçdi tevhîd ile Nûreddîn Kutb el

            (كجدى توحيد ايله نور الدين قطب ال)[19]

Cenâb-ı şeyhin, Mürşid, Dervîşân ve Risâle isimleriyle üç eseri, Evrâd-ı Kebîr’î ve Vird-i Sağîr’i ve pek ârifâne yazılmış İlâhiyyât’ı vardır.

İlâhiyyât-ı ârifânelerinden:

            Dil beytini pâk iden

            Dervîşi Ankâ iden

            Âlem-i lâhûta giden

            Mevlâ zikridir zikri

            Zikrden hâlet alan

            Âşinâ-yı rûh olan

            Ukbâda devlet bulan

            Mevlâ zikridir zikri

            Terk ehline karışan

            Hem zevka irişen

            Bahr-i ledünnü bildiren

            Mevlâ zikridir zikri

            Sürerler heb demini

            ..............................[20]

            Dervîşlerin muîni

            Mevlâ zikridir zikri

            Şeyh elini kim tutar

            Ref’-i hicâb ol ider

            Cânân iline gider

            Mevlâ zikridir zikri

            Nûreddîn’i diri kılan

            Tevhîd ile çerâğı yakan

            Bi-hamdi’llâh tevfîk alan

            Mevlâ zikridir zikri

Hulefâsı:

Yedi halîfesi vardır: Şeyh Süleymân Veliyyüddîn Efendi, Şeyh Hüsâmeddîn Efendi, Şeyh Muhammed Emîn Efendi, Şeyh Yahyâ Efendi, Şeyh Yûnus Efendi, Şeyh Mustafa Muslihuddîn Efendi, Şeyh Muhammed Efendi (Kaddesa'llâhu esrârahum).

/46/ Şeyh Süleymân Veliyyüddîn Efendi

Vâris-i esrâr-ı tarîkat Şeyh Süleymân Veliyyüddîn Efendi, Hz. Pîr’in şeyhi tarafından kendisine devr olunan ve ikmâl-i sülûku emr edilen zevât-ı kirâmdandır. İstanbulludur. 1084/(1673) senesinde dünyâya kadem basıp 1108/(1696-97)’de yirmiiki[21] yaşında Köstendilli Ali Efendi’ye intisâb eylemiş, 1115/(1703-04)’te Hz. Nûreddîn tarafından istihlâf olunmuş olduğu gibi, 1133 senesi Zi'l-ka’desi ibtidâsı Pazartesi günü (27 Ağustos 1721) pîr-i müşârünileyh tarafından kendi seccâdelerine kâim-i makâmlık sûretiyle iclâs edilip otuzdokuz gün sonra Cenâb-ı Pîr’in dâr-ı cemâle intikâlinde Süleyman Efendi fi’len meşîhate geçerek yirmibeş sene irşâd-ı ibâd ile meşgûl olmuş ve 1158 senesi Ramazânının yirmiyedinci günü (23 Ekim 1745), hem Cum’aya, hem Kadir’e tesâdüf eden bir zamânda müteâzim-i dâr-ı bakâ olarak Hz. Nûreddîn’in ayak ucuna defn olundu. Müddet-i ömürleri 74 senedir. Kuddise sırruhû.

Şeyh Muhammed Hüsâmeddîn Efendi

“İkinci Şeyh Muhammed Efendi” diye meşhûrdur. 1158/(1745)’de âsitâne-i Pîr’de post-nişîn olup on sene neşr-i feyz-i tarîk eyledi. Mübârek bir zâttır. 1168 senesi Recebinin yirmiyedinci günü (9 Mayıs 1755) terk-i câme-i hayât-ı müsteâr eyleyip, Süleyman Efendi’nin yanına defn olundu. Müddet-i ömrleri 82’dir. (Kaddesa'llâhu sırrahû).

Ser-tarîk-zâde  Şeyh Seyyid Muhammed Emîn Efendi

Ârif, âlim bir mürşid-i kâmildir. Dört sene post-nişîn oldu. 1172 senesi Şevvâlinin onuncu günü (6 Haziran 1759) bakâya rıhlet eyledi. Müddet-i ömürleri yetmişdört senedir. Eyüp Nişancası’nda Devâd Ağa Câmii ittisâlinde kendi binâları olan dergâh-ı şerîfde defîn-i hâk-i ıtır-nâktır.

Bu dergâh elyevm ma’mûrdur. “Ser-tarîk-zâde Tekkesi” (diye) ma’rûf olup, bir tomârda silsile-i tarîk-ı Cerrâhiyye'nin müşârünileyhden şu şekilde yürümüş olduğunu gördüm:

Ser-tarîk-zâde:

1. Moralı Muhammed Efendi, Şeyh Ahmed Efendi, Şeyh Muhammed Şâkir Efendi, Şeyh Latîf Efendi.

2.  Etyemez Hâfız Mustafa Efendi.

Mustafa Efendi’nin Hulefâsı:

-        Şeyh Süleyman,

-        Şeyh Sa’deddîn Muhammed,

-        Şeyh Şâmî Muhammed,

-        Şeyh Ali,

-        Şeyh Mustafa,

-        Şeyh Ömer İsmâil Hilmî,

-        Şeyh Vâiz Mustafa,

-        Şeyh Seyyid Ahmed,

-        Şeyh Mustafa.

Kırk sene ulûm-ı âliye tahsîl ve neşriyle me’lûf olup, Fâtih Câmi’-i şerîfinde tefsîr-i şerîf /47/ ve Şeyh-i Ekber’in Fusûs’unu tedrîs eylemiştir. Kırkı mütecâviz hulefâsı olup, âdâb-ı sülûkta âsâr-ı şerîfesi vardır. Fâtih’te, Kumrulu Mescid ittisâlinde kütüb-hâneleri olup mahall-i mezkûrdaki dergâhda dahi vaz’-ı seccâde-i meşîhat eylemişlerdir. (Kaddesa'llâhu sırrahû).

Şeyh Seyyid Abdülazîz Efendi

Meşîhat, Moralı Yahyâ Efendi’ye teveccüh ediyordu. (Fakat o), Mora’da bulunduklarından, âsitâne-i Pîr’de seccâde-nişîn (Abdülazîz Efendi) olmuştur. İki sene kadar meşîhatte bulunarak,Yahyâ Efendi’nin avdetine mebnî meşîhati ona terk ile 1174/(1760-61) senesinde Kâsımpaşa’da, hânesinde uzlet-nişîn olup, irtihâlinde Doymazdere Kabristanı’nda defn olunmuştur. Altmışdört sene muammer oldular. Muhemmed Emîn Efendi hulefâsından idi. (Kaddesa'llâhu sırrahû).

Şeyh Yahyâ Efendi

Moralıdır. Hz. Pîr hulefâsındandır. 1174/(1760-61) senesinde âsitânede seccâde-nişîn oldu. On sene irşâd-ı ibâd ile iştigâl eylediler. Âhir vaktinde meşîhati mahdûmu Abdüşşekûr Efendi’ye kasr-ı yed edip, kırk gün sonra 1184 senesinde şehr-i Muharremin ikinci Pazartesi günü (28 Nisan 1770), esnâ-yı zikru’llâhta irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Na’ş-ı münîfi Kâdirî-hâne şeyhi, Şerîf-i sânî tarafından gasl olunup, muvâcehe-i Hz. Pîr’de tabutuyla bir gece kalıp, ertesi gün Sultân Selîm Câmi’-i şerîfinde cenâze namâzı ba’de’l-edâ türbe-i Hz. Pîr’de Şeyh Süleymân Efendi’nin ayak ucunda defn olundu.  

Şeyh Abdüşşekûr Efendi

Sâdâttandır. Âsitâne-i Pîr’de üç sene terbiye-i sâlikîn ile meşgûl olup, 1187 senesi Şa’bânının beşinci Cum’a günü (21 Ekim 1773) nâil-i ni’met-likâ oldu. Cenâze namâzı Fâtih’te kılınıp, türbe-i Pîr’de Hüsâmeddîn /48/ Efendi'nin yanında defn olundu. Müddet-i ömrü seksendokuz senedir.

Üsükdar’da Bandırmalı Tekkesi’nde medfûn Şeyh Yûsuf-ı Halvetî’nin hemşîre-zâdesidir. (Kuddise sırruhû).

 

Şeyh Hacı İbrâhîm Efendi

Altı sene âsitâne-i Pîr’de seccâde-nişîn-i meşîhat oldular. 1193 senesi Zi'l-ka’desinin üçüncü Salı günü (12 Kasım 1779), âzim-i dâr-ı âhiret olup, civâr-ı Hz. Pîr’de defn olundu.

Evliyâu’llâhdan mübârek bir zât idi. "Mâte şâhu velâyet" (مات شاه ولايت) târîh-i rıhletidir[22]. Ser-tarîk-zâde Muhammed Efendi merhûmdan müstahlef idi. Yetmişdört sene muammer olmuşlardır.

Moralı Şeyh Muhammed Efendi

Sâlik-i râh-ı Hudâ ve tesliyet-bahşâ-yı fukarâ idi. 1193/(1779) senesinde âsitâne-i Pîr’de şeyh olup, onaltı sene irşâd-ı sâlikîn ile uğraştı. 1196/(1782)’de harîk-ı kebîrde âsitâne muhterik olmağla dört sene mürûrunda himmet ü gayret edip, 1200/(1786) senesinde kadîmi vechle müceddeden inşâsına muvaffak oldu. Kendi için hazırladığı kabirde iki def’a erbaîn çıkardı.

Kerâmâtı menkûl bir zât-ı âlî-kadrdir. 1209/1794-95) senesinde terk-i dünyâ eyledi. Lahd-i mahsûsunda müstağrak-ı rahmet-i Yezdân’dır. Nice zamân sonra kabirleri açılmış, alâmet-i hayâttan şeb-nem gibi dür müşâhede olunduğu menkûldür. Altmışaltı  sene muammer oldular. (Kaddesa'llâhu sırrahû).

Şeyh Hacı Abdurrahmân Hilmî Efendi

Süleymân Veliyyüddîn Efendi’ye nisbeti olup, ikmâl-i sülûku Şeyh Muhammed Hüsâmeddîn Efendi merhûmdandır. Altı sene seccâde-nişîn olup, 1215/(1800-01) senesinde göçmekle muvâcehe-i Hz. Pîr’de, âğûş-ı mehd-i rahmette der-âğûş olmuştur. Müddet-i ömr-i şerîfleri yüzonbeş senedir. "Izhâr-ı Hak" (اظهار حق) târîhidir. (kaddesa'llâhu sırrahû).

/49/ Şeyh Muhammed Sâdık Efendi

Âsitâne-i Pîr’de sekiz ay post-nişîn oldu. 1216 Muharreminde (Mayıs-Haziran 1801) âzim-i dârü’s-selâm olup, Ser-tarîk-zâde Dergâhı'nda defn olundu. Ahz-i tarîkatları Eğribozlu Şeyh Muhammed Efendi’dendir ki, Ser-tarîk-zâde’nin halîfesidir. "Âhirü'l-emr irdi mekâna" (آخر الأمر ايردى مكانه) târîh-i vefâtıdır[23].

Şeyh Hacı Mustafa Efendi

“Makarnacı” denilmekle meşhûrdur. Üç sene âsitânede post-nişîn oldular. 1219(1804)’te terk-i dünyâ eylediler (Kaddesa'llâhu sırrahû).

Civâr-ı Hz. Pîr’dedir. Müddet-i ömr-i şerîfleri doksanbir senedir. Şeyh Halîl Nizâmüddîn’den hilâfet almıştır. Bu zât da, Ser-tarîk-zâde’den müstahlefdir. "Hakk-ı hilâfet" (حق خلافت) târîh-i vefâtını müş’irdir.

Şeyh Muhammed Efendi

“Kadı Emin Efendi” diye meşhûrdur. Âsitâne-i Pîr’de bir sene meşîhati vardır. 1220 senesi Recebinde (Eylül-Ekim 1805) irtihâl eyledi. Civâr-ı Pîr’de müstağrak-ı nûr-ı vahdettir. Moralı Şeyh Muhammed Efendi halîfesidir. Yetmiş sene muammer olmuştur. (Kaddesa'llâhu sırrahû).

Şeyh Muhammed Ârif Dede Efendi

Şeyh Abdüşşekûr Efendi-zâdedir. Üsküdar’da Kapuağası nâm mahalde, 1164/(1741) senesinde tevellüd edip, bidâyet-i ahvâlde, hâcegân-ı Dîvân-ı Humâyûn’dan olup, tersânede havuz emînliği me’mûriyyetiyle evkât-güzâr iken, merhûm Muhammed Emîn Efendi’nin irtihâlinde Şeyhu'l-islâmın emriyle âsitâne-i Pîr’de seccâde-nişîn olmuştur.

Şeyh Abdurrahmân Hilmî Efendi halîfesi idi. 1233/(1818) senesinde dergâh-ı şerîfi ta’mîre muvaffak olup, me’mûren Ordu-yı Humâyûn’da bulundu. Onsekiz sene meşîhati vardır. 1238 senesi Şevvâlinin yirmibirinci Pazar günü (30 Haziran 1823) vefât eyledi. Civâr-ı Hz. Pîr’de medfûndur. "Câh-ı rıhlet" (جاه رحلت) târîh-i vefâtıdır[24]. Müddet-i ömrü altmışdokuz senedir. (Kaddesa'llâhu sırrahû).

/50/ Şeyh Seyyid Abdülazîz Zihnî Efendi

Zâhir ve bâtını ma’mûr ricâl-i Halvetiyye’dendir. Otuzüç sene âsitâne-i aliyyede seccâde-pîrâ olmuş idi. Hânkâhın mükerreren ta’mîrine muvaffak olmuştur. Bir ta’mîr Sultan Mahmûd-ı sânî merhûmun zamânında, 1252/(1836)’da, diğer ta’mîr Sultan Abdülmecîd merhûmun zamânında, 1274/(1857-58) senesinde vâki’ olup, o vakit emr-i ta’mîr hakkında şu târîh söylenilmiştir:

            Şâh-ı şâhân-ı cihân Abdülmecîd*

            Neyyir-i burc-ı kerem mihr-i münîr

            Pertev-i dergeh-i Nûreddîn’i

            Hüsn-i i’mâr ile itdiği tevkîr

            Hak ziyâ-güster ide saltanatın

            Çeşm-i âlem ola adl ile karîr

            Evliyâ menzilin itdi ihyâ

            Ola sultân-ı rusül ana zahîr

            Söyledi Sâmî kulu târîhi

            Pîr dergâhı olundu ta’mîr

              (بير دركاهى اولندى تعمير) = 1274 (1867)[25]

Her iki pâdişâh mükerreren hânkâha berây-ı ziyâret gelmişlerdir. Elyevm mahfil-i mahsûsu mevcûddur. Hz. Şeyh’in Haremeyn-i muhteremeyni ziyâret şerefine mazhariyyeti olup, 1269 senesi şehr-i Şevvâlinin yirmidördüncü Salı gecesi (31 Temmuz 1853) dervîşânı odasına da’vet edip, zikr ve tevhîd esnâsında ism-i Celâl zikrinde tekmîl-i enfâs-ı ma’dûde-i hayât eylemiştir. Civâr-ı Hz. Pîr'de medfûndur. (Kaddesa'llâhu sırrahû).

Esâmî-i hulefâsı:

Şeyh Râif Efendi, Şeyh Yesârî Ahmed Efendi, Şeyh Nûreddîn Efendi, Şeyh İsmâîl Efendi, Şeyh Sâdık Efendi Hamza-zâde, Şeyh Hakkı Efendi, Şeyh Saîd Efendi,     Şeyh Yahyâ Gâlib Efendi, Şeyh Sahvî Mustafa Efendi, Şeyh Halîl Aşkî Efendi, Şeyh Âkif Efendi, Şeyh Hâfız Muhammed Efendi, Şeyh Sâlih Efendi.

Yesârî Ahmed Efendi’den yürüyen kolu: Şeyh Ali Rızâ Efendi, Şeyh Süleymân Efendi.

Şeyh Yahyâ Gâlib Efendi

Abdülazîz Efendi-zâdedir. 1247/(1831-32) senesinde dünyâya gelip, yirmiiki yaşında seccâde-nişîn olmuş idi. Âlim, fâzıl bir şeyh-i kâmil sırasına geçip 1315/(1897-98) senesinde irtihâl-i dâr-ı naîm eyledi. Kırkbeş sene meşîhati vardır. Hânkâh kapısının yanında ayrıca bir türbede medfûndur. Bu türbenin bir tarafı türbe-i Pîr’e muttasıldır.

/51/ Şeyh Muhammed Ziyâeddîn Yaşar Efendi

Abdülazîz Efendi-zâdedir. Yahyâ Gâlib Efendi’nin birâderi ve halîfesidir. Onbeş sene kadar icrâ-yı meşîhat edip, terk-i âlem-i nâsût eyledi. Birâderinin yanında medfûndur. Safvet-i kalbe mâlik kendi hâlinde bir zât idi. (Kuddise sırruhû).

Şeyh Fahreddîn Efendi

Rızâeddîn Efendi-zâdedir  ve ondan müstahleftir. Pederinin irtihâlinde câ-nişîni olmuştu. Tarîkına âşık, pîrine ve mesleğine sâdık bir zâttır.

Bu satırları yazdığım zamân husûle gelen şevk-ı azîm te’sîriyle Hz. Pîr’i ziyârete şitâbân olmuş idim. Pazartesi gününe ve yevm-i mahsûsa tesâdüf etmekle zikr-i şerîfte bulunarak, ba’dehû meydân odasında mûmâileyh Şeyh Fahrî Efendi ile görüştüm. Hz. Pîr’in menâkıbına bahsimiz intikâl edince:

İstanbullulardan kutub zuhûr etmemiş, meşâyıh-ı kirâmın kısm-ı a’zamı taşradan gelip, burada te’sîs-i tarîkat etmekle, İstanbullulardan bu şerefi kazanan olmamış” diyenlere karşı Hz. Pîr, “Nûreddîn-i Cerrâhî'yi gösteririz.” dediler. “Hay -  (حى) ism-i şerîfi be-hisâb-ı ebced, 18 rakamını iş’âr eder ki, müddet-i meşîhatleridir.” buyurdular. “Tâc-ı şerîfin tepesinin rengini sarı olarak intihâb buyuran Hz. Pîr midir?” dedim. “Evet” diye cevâp verdiler. “Hay” ism-i şerîfinin tecellîsini düşündüm, bu tavrın, reng-i nûru sarı olmağla, o tecellî te’sîriyle tâc-ı şerîflerinin renginin sarı olarak intihâbındaki hikmeti buldum.

Hz. Pîr efendimizin hîn-i irtihâllerinde, kırkdört yaşında, kara sakallı olduklarını söyledilerse de, hesâbâta göre, /52/ sinn-i şerîfleri elli olmak lâzım geliyor. Mısır mevleviyyetine ta’yîninde sinni onsekiz olduğu gibi, Şeyh Ali Efendi hazretlerine intisâbla altı yedi sene kadar dâire-i terbiyelerinde kalıp, ikmâl-i seyr ü sülûk ettikleri 1115/(1703-04)’te meşîhete ta’yîn olundukları esnâ-yı musâhabede teeyyüd etti. “Cerrâhî” denilmesi Ubeyde b. el-Cerrâh sülâlesinden olmasına mı, Cerrahpaşa’da ikâmetine mi mahmûl olduğunu sorduğumda, “Kuvvetlisi Cerrahpaşalı olması cihetine nâzırdır, rivâyet-i uhrâ pek zaîfdir.” dediler. “Arafe günleri, el-ân Hayret Tepe’ye gidiliyor mu?” diye sordum. “Gidiyoruz, orada ikindi namâzı kılar, ba’dehû sûret-i ma’lûmede icrâ-yı âyîn ederiz; fakat burada Nûreddîn-zâde (Cild-i sâlis, sahîfe: 228) hazretlerinin kabri vardı. Harb-i Umûmî’de askerde bulunduğum zamân, o civârı şühedâ mezarlığı yaparken, askerler o kabri, hâk ile yeksân etmişler. Büyük küfeki taşları dikili idi. Lahdin etrâfı taşla muhât bulunuyordu. Taşlar kaldırılmış, yeri dümdüz olmuş. Bursa meb’ûs-ı esbakı Tâhir Bey delâletiyle, o zamân Şeyhu'l-islâm bulunan Hayri Efendi ve Harbiye Nâzırı Enver Paşa merhûmlara ma’lûmât verdik. Hattâ bir arafe günü biz orada namaz kılarken Şeyhu'l-islâm Hayri Efendi müsteşârı Evliyâ Efendi ile geldiler, bizim ile namaz kıldılar, âyînde bulundular. Enver Paşa, Hz. Pîr’in lebbeyk-zen olduğu o kabir civârına bir namaz-gâh yapılmasını ve her sene Kurban Bayramı arafesinde umûm şühedânın rûhlarına ithâf-ı Fâtiha olunmak üzere bu merâsimin tevsîiyle umûmî bir şekle ifrâğını emr etmiş idi. İnkılâb /53/ vukû’ bulunca bu cihet mensî bir hâlde kalmıştır.” dediler. “Nûreddîn-zâde’nin mezâr taşında yazı var mı idi?” diye sordum, “Kalın, dört köşe küfeki taşından ma’mûl mezâr idi. Baş taraftaki taşın ortası oyuk olup, buradaki mermer levhanın mürûr-ı zamân ile düşmesi hasebiyle yazıdan eser görünmediğini” söylediler.

Söz İmâm Şernûbî’nin Hz. Pîr hakkındaki şehâdetine intikâl eyledikte, “İmâm Şernûbî, Hz. Pîr efendimizden çok evvel gelip, aktâb-ı erbaadan İbrâhîm ed-Dessûkî hazretlerinin mazhar-ı feyzi olanlardan olduğunu ve nâil oldukları merâtib-i ulyâ te’sîriyle levh-ı mahfûzdan haber verip, 1320/(1902) senesine kadar gelecek aktâbın sûret ü zamân-ı zuhûrlarını haber verdiği sırada, Hz. Pîr efendimiz hakkındaki ma’lûmât-ı mahsûsasını Tabakât’ına yazdığını (Sahîfe: 44) ve bu cümle-i kerâmâtından olduğunu” söylediler ve kabr-i enverlerinin mahall-i isticâbet-i duâ olması ve âhirette nâil olacağı makâmâta muttali’ bulunması ve cennetle tebşîr edilmesi cümle-i kerâmâtından olarak zikr edildiğini ilâve ettiler.

İmâm Şernûbî’nin ne büyük makâm sâhibi olduğuna delâlet eden beyânâtı makbûl ve ınde ehli’t-tarîk mu’teber olduğu gibi Hz. Nûreddîn’in de ulüvv-i ka’b u kemâlâtının da bürhânı addine şâyândır. Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî dahi Dede Ömer-i Rûşenî ve İbrâhîm-i Gülşenî hazretlerini üçyüz sene evvel haber vermişti:

            [26](ديدم رخ خوب گلشنى را        ان چشم چراغ روشنى را)

buyurmuştu.  

 /54/ Türbe-i şerîfelerinin muvâcehe penceresinin üzerine, (إذا تحيرتم فى الأمور فاستعينوا من إهل القبور)[27] hadîs-i şerîfini yazmışlardır ki, züvvâra çok güzel bir hitâb-ı celîl-i nebevîdir. Hz. Nûreddîn’in nâil olduğu kemâlât-ı ilâhiyye te'sîriyle nezd-i Celîl-i ilâhîde mazhar-ı mertebe-i nâz u niyâz olmuş eızze-i kirâmdan olması i’tibâriyle onun kabr-i enverini ziyâret ve dergâh azamet-i ilâhiyyeden istid’â-yı merhamet ü re’fet eden ehl-i îmânın müsterîhu’l-hâl ve nâil-i sürûr u bâl olacağına işâret vardır. Hz. Nûreddî'in ism-i şerîfi yâd olunsa gönül mühtez olur. Bâis-i iftihârımız bir pîr-i rûşen-zamîr-i tarîk-ı Halvetî’dir. İctihâd buyurdukları âlem-i tarîkatta bi’l-ittifâk pîr addolunmuş ve uluvv-i kerem ü himmetlerinin dâimâ ibzâli ehl-i aşk u muhabbet tarafından temennî edilmekte bulunmuştur.

            El-hazer mürde kıyâs eyleme ehlu’llâhı

            Sanma herkes gibidir rıhlet-i ehlu’llâhı

Türbe-i münîfe tevhîd-hânenin sağ tarafındadır. Orta yerde Hz. Pîr’in kabr-i enveri olup, civârında akrabâ vü taallukâtı ve şimdiye kadar güzerân eden meşâyıh-ı kirâmın merkadleri vardır. Hey’et-i umûmiyyesi i’tibâriyle gâyet mehîb ve rûhâniyyetli bir türbe-i şerîfedir.

            Ey ârif-i esrâr-ı Hudâ Nûreddîn

            Ey mazhar-ı tevfîk-ı hüdâ Nûreddîn

            Ser-defter-i uşşâk-ı ilâhîsin sen

            Ey zînet-i erbâb-ı velâ Nûreddîn

            Açdın bize bir râh-ı sedâd-ı irfân

            Ey kutb-ı zamân pîr-i safâ Nûreddîn

            Sâliklere âşıklara feyz-âver olursun

            Ey menba’-ı âsâr-ı vefâ Nûreddîn

            Rahm eyle bu memlûkun olan Vassâf’ına

            Bekler kerem ü lutfunu yâ Nûreddîn

/56/ Mülâhaza:

Âtîde arz eylediğim Şeyh Nasrullâh hakkında Hadîkatü’l-Cevâmi’de gördüğüm ma’lûmât, elyevm Yıldız Dede Dergâhı şeyhi Nûri Efendi tarafından bildirilen terceme-i hâliyle muvâfık düşmüyor. Nûri Efendi’nin dediğini yazdığım gibi, Hadîka’dan da biraz bahs edeyim:

Yıldız Dede’nin ismi Necmeddîn’dir. Hîn-i fetihte Yıldız hamâmının yeri kilise imiş, kendisine temlîk olunmuş, o da hamâm yaptırmış, hamâmın külhanında vefât etmiş, oraya defn olunmuştur. Kabri fi’l-hakîka hamâmın arkasına müsâdiftir. Bu hamâmda bir kurna vardır ki, şeyh-i mûmâileyh yıkanırmış. El-ân alâmeti vardır. Merzâ burada yıkanır, hâceti olanlar teberrüken gusl ederler.

Aradan zamânlar geçmiş, Köstendilli Ali Efendi hulefâsından Seyyid Mustafa Dede, hamâm sâhibi Kemânkeş Muhammed Efendi’den aldığı müsâade ile, hamâm civârında sâkin olmuş. Sultan Mahmûd Hân-ı evvelin ibtidâ-yı cülûsunda rikâb-ı Humâyûn’a arzuhâl vererek burada keşfen kendine ma’lûm olan kabrin ihyâsını ricâ etmiş. Pâdişâh-ı nev-câh, ibtidâ-yı hayr olarak is’âf mes’ûlünü emr edip, kabir keşf olunmuş. İttisâlinde yeniçeri çorbacılarından onbeş bölük çorbacının hânesi satın alınarak bir mescid ve türbe ve iki hücre inşâ edilmiştir.”

Hadîka’daki ma’lûmât burada bitti.

Şeyh Nasrullah Efendi

Nûri Efendi der ki:

İstanbul’da Bahçekapısı civârındaki Yıldız Dede tekkesinde medfûndur. Fâtih Sultan Mehmed ile İstanbul fethinde bulunan eâzım-ı sûfiyyedendir. Bu Yıldız Dede Tekkesi ve civârı Mûsevî milletinin ârâm-gâhı imiş. Bahçekapısına “Bâb-ı Cuhûd” derler imiş. Şeyh Nasrullah Efendi, yine o civârda medfûn Şeyh Muhammed-i Geylânî ile hîn-i fetihde bu kapı ve civârını istîlâ eden mücâhidîn-i İslâmiyyedendir. Şeyh Geylânî Arpacılar Câmii’nin altında medfûndur. Şeyh Nasrullah’ın merkadi mürûr-ı zamân ile gâib olup, âtîde tafsîl olunduğu üzere Abdülhamîd-i evvel zamânında meydâna çıkarılmıştır. Elyevm türbesi ma’mûrdur. Ricâl-i Bayramiyye’den olması me’mûldür. (Kaddesa'llâhu sırrahû).

/57/ Şeyh Seyyid Mustafa Yıldız Efendi

Köstendilli Ali Efendi hulefâsındandır. Gerezelidir, orada dergâhı var imiş. Sultan Mahmûd-ı evvelin devrinde İstanbul’a gelerek Sarây-ı Humâyûn’da müsâfir olmuş idi. Bu sırada Şeyh Nasrullah Efendi isminde bir zâtı rü’yâsında görür ve devr-i Fâtih’ten beri medfûn olduğu mahallin mürûr-ı zamân ile ma’rûz-ı tecâvüz olarak elyevm mezbele-gâh bulunduğundan, bundan tahlîsı teklîf eder. O da Bahçekapısı’nda elyevm Hamîdiyye Sebîli civârındaki mahalli ta’rîfen, rü’yâsını bi’l-vâsıta pâdişâh Sultan Mahmûd-ı evvele arzeder. Emr-i pâdişâhî ile kendisi ve bir mâ-beynci gelirler, rü’yâda gördüğü mahalli bulurlar. Buraları Hıristiyan mahallesi olup, bir Hıristiyan tâcirin konağı imiş. Bahçesinde dört-beş arşın kazdırırlar, lahd zuhûr eder. Bunun üzerine türbe yapılmasını pâdişâh emr eder.

Şeyh Mustafa Efendi bu esnâda memleketine azîmet için pâdişâhın müsâadesini temennî ederse de, pâdişâh, “Memleketteki dergâhını başkasına devr  etsin, keşf olunan mezârın civârına bir dergâh binâ olunup meşîhati kendisine tevcîh edeceğim.” buyurur.[28] Azîmetine müsâade olunmaz. Bunun üzerine Mustafa Efendi burada kalır.

Sülâle-i tâhireden kaviyyü’l-azîme bir mürşid-i muhterem imiş. İrtihâllerinde bu dergâh-ı şerîfde defn olunmuşlardır. 1143/(1730-31) senesine müsâdiftir. [29]

Bu menkabeyi elyevm şeyh bulunan Nûreddîn Efendi nakl eylediler ki, kendisi Mustafa Efendi’nin yedinci batın evlâdıdır. Çarşamba günleri zikr-i şerîf âyîni icrâ olunur. Dergâh-ı şerîfin kapısı bâlâsında, “Hânkâh-ı pîşvâ-yı vâsılîn Şeyh Mustafa” manzûmesi yazılıdır. “Yıldız Dede Tekkesi” diye meşhûrdur. Zamânımızda mükemmelen ta’mîr ve tecdîd edilmiştir. Sene: 1343/(1924-25)

/58/ Şeyh Şâkir Muhammed Efendi

Meşâyıh-ı Cerrâhiyye’dendir. Fâtih’te Nişânî Muhammed Paşa Zâviyesi’nde, yol üzerinde medfûndur. Medfeninin tevsî’-i turuk münâsebetiyle yola gitmesi me’mûl-i kavîdir. Bu zâviyede meşîhati vardır. Etvâr-ı seb’a hakkında bir risâlesi ve bir de Dîvân’ı vardır. 1269/(1853)’da irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir.

            “Muazzez göçdü yâ hû Şeyh Şâkir bezm-i dîdâra”

                     (معزز كوجدى يا هو شيخ شاكر بزم ديداره)

târîhidir.[30]


 

RAÛFİYYE-İ HALVETİYYE

/59/ Şeyh Seyyid Ahmed Raûf î Hazretleri:

Hz. Nûreddîn-i Cerrâhî ile pîr-daştır. 1068/(1658) senesinde Üsküdar’da zînet-sâz-ı âlem-i şuhûd olmuştur. Tarîkat-ı aliyye-i Ramazâniyye şuabâtından Raûfiyye kolunun müessisi olup, seyyidü’n-nesebtir. Köstendilli Şeyh Ali Efendi’den mazhar-ı feyz olmuşlardı. Üsküdar’da Salacak İskelesi ve Doğancılar yakınında Sinân Paşa Mescidi’nin imâmeti uhde-i ârifânelerinde idi. Sülâle-i tâhireden olduklarına dâir yedlerinde nakîbü’l-eşrâfın tasdîkini hâvî bir şecere-nâme olduğunu müşârünileyh söylerler imiş. Üsküdarlı oldukları mertebe-i hakîkatte olmayıp dâire-i ihtimâldedir. Bu cihetleri meşâyıh-ı Raûfiyye’den merhûm Servet Efendi söylemişlerdir.

Sinan Paşa, fâtih-i Yemen olan Sinan Paşa’dır. Üsküdar harîk-ı kebîrinde masûn kalmıştır. Burada imâmetten başka hitâbet de uhdelerinde idi. İbtidâ-yı emrde ulemâ-yı asrdan ulûm-ı akliyye vü nakliyyeyi tahsîl ile müstefîd olarak Üsküdar’da Kapı Ağası müderrisliğine ta’yîn olunmuşlardı. Muhabbet-i ezelî onu, bir mürşid-i kâmil taharrîsine sevk eyledi. Selâmsız’daki dergâh-ı münîfde Ali Efendi hazretlerine mülâkî olup, onun dâire-i feyzinde yetişti. O ne dâire-i feyz idi ki, pîrler yetiştirdi.

Ayvansarâyî merhûm yazıyor ki:

"Köstendilli Ali Efendi merhûmdan müstahlef oldukta, o civârdaki hânelerinde icrâ-yı âyîn-i tarîkat ederlerdi."

Bu hâne son harîk-ı kebîre kadar mevcûd idi. Müşârünileyhin ahfâdından Hıfzı Beyefendi sâkin idi. Bir gece fakîri da’vet eyledi. /60/ Gerçi zamânımıza kadar vakit vakit ta’mîr olunagelmiş ise de, şekl-i aslîsi muhâfaza edilmiş bir hâlde idi. Erbaîn için halvet-hânesi ve zikr-i şerîf için tevhîd-hâne vardır. Gâyet köhneleşmiş olan bu binânın içinde bulunduğum müddetce bir ma’mûrede bulunduğumu hissediyordum.

Hz. Raûfî’nin vücûd-ı mukaddesine cilve-gâh olan o odalar, o tevhîd-hânenin her zerresinden sadâ-yı tevhîd sâmia-i ıttılâıma, bû-yı aşk u temcîd meşâmm-ı cânıma geliyordu. Tevhîd-hânenin mihrâbı köşede idi. Hazretin postu orada idi. Hattâ zamânında yanan büyük mumların bakıyyesi bile hüsn-i muhâfaza edilmiş, duruyordu. Burada akşam namazı ve gece usûlü yapmış idik. Hz. Şeyh’in rûhâniyyeti her hâlde bizim ile berâber idi. Tevhîd-hânenin kapısı bâlâsında gördüğüm bir levhadan âtîdeki ebyâtı istinsâh eylemiş idim:

            Şümûs-ı lem’a-i nûr-ı hüviyyet ârif-i bi’llâh

            O mahz-ı âb-ı rû feyz-i tarîkat mürşid-i âgâh

            Sezâdır kutb-ı zînet olsa gavs-ı menzilet şânı

            Şuyûhân zümresinde bî-bedel a’lâ’l-eâlî-câh

            Kerâmet pîşe-i kenz-i rumûzdur nüsha-i zâtı

            O kâmûs-ı hakâyıkdır müfessir hey’et-i efkâh

            O nihrîr-i fazîlet lücce-i ilm içre müstağrak

            İder enmûzec-i rüşd-i maânî nutkuna efvâh

            Fuâdı hikmet-i âlem-nümâ mir’ât-veş  keşşâf

            Zamîri metn-i şârih câmi’ olmuş hulku istifkâh

/61/      Ki a’nî Hazret-i Şeyh-i Raûfî Ahmed ü Eşref

            Tavâf-gâh-ı melâik hânkâhı sâmiye dergâh

            Siyâdetle nesîb-i pâk-vâlâdır eben-an-ced

            Olurdu mâ-verâsın vasfa mu’ciz hâmemiz bi’llâh

            Sezâdır âsitânı kıble-gâh-ı sâlikân olsa

            Gelen ehl-i dilân elbet olur bir remzle  âgâh

            Nikâb-ı zuhruf-âsâ dest-res bulsa melâik hep

            İnerler Hızr-ı  destâr-ı şerîfin burka’-ı aynâh

            İden sıdk-ı Nasûhî üzre teşebbüs dâmen-i pâkin

            Girüp hemm ü gamından ba’d-ez-ân hiç eylemez âvâh

            Sitâyiş vasfını temdîh ne mümkin mû-be-mû ta’rîf

            Yine ilhâm olur himmetle isti’dâdım ey va’llâh

            Şebân-rûz vasf-ı şânın zikre teşbîh-i şumâr itsem

            Ne dürlü medh idersem idemem bir şemme lâ va’llâh

            Husûsan zâdegân âlî-cenâbın gûş-ı irfânda

            İki cevher zümürrüd gûş-vâre mihr ile ol mâh

            Kerâmât-ı himemle Hızr-mânend  rehber ol nûra

            Şeb-âsâ zulmet-i deycûr içinde dil bula hem-râh

            Semâ’-âver olur meydân-ı kırtâs üzre devrânda

            Fütûr gelmez kümeyt-i kilke dir lîk şeyhim illa’llâh

            Kimine Hâfız-ı dâî ider âmâl-i tasdî’dan

            Hemân maksad duâ-yı nutk-ı pâkindir olan dil-hâh

            Merâm ancak cenâbından duâdır ey hümâ-vâye

            Nüfûs-ı re’fetinle kâm-yâb oldum bi-hamdi’llâh

/62/ Bu manzûmeyi yazan Hâfız, Hz. Şeyh’in Beykoz’daki halîfesi Hâfız Muhammed Efendi merhûm olacak.

Tevhîd-hânenin olduğu mahal Doğancılar’da Kasap Sokağı’nda idi. 25 Rebîulevvel 1336 (9 Ocak 1917) târîhindeki harîk-ı kebîrde maa’t-teessüf yanmıştır. Elyevm arsası mevcûddur. Hz. Şeyh’in cilve-gâhı olan bu makâm-ı mübârekin tu'me-i lehîb-i hân-mân-sûz olması bâis-i elemdir.

Burada irşâd-ı ibâd ile meşgûl oldular. Şöhretten müctenib, uzlete meyyâl evliyâ-yı mestûrînden idiler. Erbâb-ı aşk u muhabbet dâire-i feyzlerine dâhil olmak isterse dirîğ-ı himmet buyurmazlardı. O zamân pâdişâh bulunan Sultan Osman Hân-ı sâlis Hz. Şeyh’in meftûn-ı kemâlâtı idi. Mükerreren ziyâret-i aliyyelerine şitâbân olmuşlardı.

Yirmi ve belki ziyâde halîfe yetiştirmişlerdir. En meşhûrları:

Şeyh Hâfız Muhammed Efendi: Beykoz’da el-ân tekkesi vardır. Orada medfûndur. Pazartesi geceleri icrâ-yı âyîn olmaktadır. İrtihâli: 27 Şevvâl 1208 (27.05.1794).

Şeyh İsmâîl Efendi: Yeniköy’de el-ân tekkesi vardır. Orada medfûndur. Salı geceleri icrâ-yı âyîn olunmaktadır.

Şeyh Kirişci Beşe: Silivri Kapısı’nın karşısındaki mezârlığın sağ taraf köşesinde medfûndur. “Kirişci Paşa” diye yanlış yazılmıştır.

Şeyh Arap İsmâîl Efendi: İstanbul kadısı idi.

Vezir Hüseyin Paşa: Sulehâdan, urefâdan bir zât idi. Târîhlerde terceme-i hâli mezkûrdur.

Şeyh Muhammed Halîfe: Karacaahmed’de medfûndur.

/63/ Şeyh Hasan Halîfe: Sinân Paşa Mescidi hazîresinde medfûndur.

Şeyh Süleymân Halîfe: Karacaahmed Mezâristânı’nda medfûndur.

Hz. Raûfî, mücâhede ve riyâzet ashâbından idi. Haremeyn-i muhteremeyni ziyâret emeliyle cânib-i Hicâz’a âzim olup, o havâlî-i mübârekede, 27 Zilhicce 1170/(11 Eylül 1757) târîhinde nefs-i nâtıkaları âlem-i ılliyyîne pervâz eyledi. Üsküdar’da irtihâl eylediğinden bahs edenler de vardır. Ayvansarâyî merhûm, “Sinan Paşa Mescidi hazîresinde medfûndur.” diyor. Halbuki elyevm oradaki mezâr taşının müşârünileyh nâmına bi’l-âhare konulduğu menkûldür.

Mezâr ta‏‎şının kitâbesi:

“Hüve'l-Hayyü'l-Bâkî!

Hâdimü’l-fukarâ merhûm ve mağfûr el-muhtâc ilâ rahmeti rabbihi’l-gafûr es-Seyyid eş-Şeyh Raûfî Ahmed Efendi’nin rûh-ı şerîfi içün el-Fâtiha.”

Hz. Raûfî, eâzım-ı meşâyıh-ı Halvetiyye’dendir. Raûfiyye-i Helvetiyye’nin pîri addolunmuştur. Zâhir ü bâtını ma’mûr ulemâ vü urefâdan idi. Kurretü’l-Uyûn isminde bir eseri, gayr-i matbû’ Dîvân’ı olduğu gibi, 1160/(1747) senesinde te’lîf buyurdukları altmışaltı meclis üzerine müretteb, Mecâlis nâm te’lîf-i güzîni Galata Mevlevîhânesi kütüb-hânesinde mevcûd imiş.

Kurretü’l-Uyûn, sülûk-ı esmâ üzerine yazılmış bir eserdir. Dîvân’ını gördüm; mutasavvıfânedir. Bazı nutuklarını teberrüken yazacağım. İhtifâ-yı hayât meslekleri olmağla, şöretleri yoktur. Raûfiyye nâmıyla zamânımıza kadar muttasıl olmuş tekkeler vardır. Sülâlesi elyevm bâkîdir. Elyevm ber-hayât Mustafa Bey, o gül-istân-ı nesebin bir gül-i ra’nâsıdır.

/64/ Müstakîm-zâde’nin Hz. Pîr hakkında söyledikleri târîhtir:

            Yazıldı bir adîmü’l-misl târîh intikâlinde

            Raûfâ kıl Raûfî’ye makâmın mesned-i me’vâ

            ( رؤفا قيل رؤفييه مقامن مسند مأوى )      = 27 Zilhicce 1170

Târîh-i intikâllerinin Zilhicceye tesâdüfüne, Zilhiccenin ise Kurbân bayramına müsâdif olmasına göre, Hz. Şeyh’in Hicâz’da irtihâli, târîh münâsebetiyle de kesb-i kuvvet ediyor. Demek ki, Arafât’tan avdetten sonra, ihtimâl ki, Medîne-i Münevvere’ye azîmet sırasında vâki’ olmuştur.

Hz. Nûreddîn’den sonra otuzyedi sene muammer odukları münfehimdir. Hz. Nasûhî zamânını da idrâk eylemiştir. Hem-civâr olmalarına göre sohbetleri de olsa gerektir.

            Raûfî Seyyid Ahmed mürşid-i mümtâz-ı devrândır

            Nesebde pâk-tînet bir gül-i sâdât-ı zî-şândır

            Tarîkat gül-şeninde zînet-efzâ-yı mürîdândır

            Hakîkat âleminde bahr-ı bî-pâyân-ı ummândır

Nutuklarından:

            Ey şefâat âftâbı şâh-ı kevneyn-i ilâh

            “Kâbe kavseyn[31]lî-maa’llâh” oldu sana cilve-gâh

            Hâk-pâ-yı izzetinde âsumân âyetleri

            Parmağında hâtem oldu seyr iden şems ile mâh

            İsm-i âdem nakş-ı âlemden eser nâ-bûd iken

            Zât-ı pâkin itmiş idi Hak cemâlin kıble-gâh

/65/      Enbiyâ vü mürselînin seyyidi hem hâtemi

            Cümle âlem rahmetine nûr-ı vechinden güvâh

            Gül-şen-i zahrındaki mihr-i risâlet ey hümâm

            Fâtiha’yla hâtime cem’ itdi sende ol ilâh

            Ümmet içre bir fakîrindir Raûfî âcizin

            Vir civâr-ı hazretinde ona bir seccâde-gâh

                                   *   *   *

            Es-salâtü ve’s-selâm yâ nûr-ı ayn-ı asfiyâ

            Salli ve sellim aleyk yâ Hâtimetü’l-enbiyâ

                                   *   *   *  

            Hak isteyen merd hüner

            Tevhîd içinde gizlidir

            Mısr-ı hakîkatden haber

            Tevhîd içinde gizlidir

            Gönül yüzünü açmağa

            Îmân çerâğın yakmağa

            Minnetsiz uçmak uçmağa

            Tevhîd içinde gizlidir

            Zikru’llâhın her keresi

             Gönül yüzünün sürmesi

            Âşık murâda ermesi

            Tevhîd içinde gizlidir

            Deryâ-yı ummân cevheri

            Hem burc-ı irfân serveri

            Bâkî hayâtın kevseri

            Tevhîd içinde gizlidir

            İki cihânın bülbülü

            Söyler hakâyıkdan dili

            Olmak dilersen hâs velî

            Tevhîd içinde gizlidir

            Dâim sûret-i ismu’llâhı

            Eyler tavâf arşullâhı

            Ayân görmek vechu’llâhı

             Tevhîd içinde gizlidir

            Esrâr-ı tevhîd bî-gümân

            Oldu Raûfî’ye ayân

            Hakka’l-yakîn kavî bürhân

            Tevhîd içinde gizlidir

                                               *   *   *    

  

           Ey gâfil men-fi’l-beden ihsâna gel tevhîd ile

            Aç gözünü al hisseden iz’âna gel tevhîd ile

            Mevtin şarâbın içmeden cânın teninden uçmadan

            Kabrin evine göçmeden îmâna gel tevhîd ile

            İster isen bâkî naîm-i gül-şende olmağa mukîm

            Hâzâ sırât-ı müstakîm meydâna gel tevhîd ile

            Bulmak dilersen ger necât rûh-ı Rasûl’e vir salât

            Uçmağa tahsîl it kanat cevlâna gel tevhîd ile

            Kalma ayakda pür-kusûr kable’l-mecî yevmü’n-nüşûr

            Hakk’a giden kurbân olur kurbâna gel tevhîd ile

            Hamd eyleyüp ihsânına iriş şefâat kânına  

            Gir Halvetî meydânına devrâna gel tevhîd ile

                                  

Bu âtîde(ki) nutuk âyîn geceleri devrân için ayağa kalktıkta, sabâ ve uşşâk ve beste-nigâr nağamâtıyla, segâh ve dügâh karâr-gâhı yolunda beste-i mahsûsuyla cümleten okunur:

/66/      Gündüzlerin sâim ol yatma geceler kâim ol

            Zikr eyle Hakk’a dâim ol uyana gel tevhîd ile

            Dünyâ ondan göçmeğe ekdiğin varup biçmeğe

            N’olduğun anda seçmeğe seyrâna gel tevhîd ile

            Cânın evi dolmağa nûr çıksun derûnundan gurûr

            Serinde bulmağa huzûr cevlâna gel tevhîd ile

            Nefsiyle cânı tek  iden kurtuldu cümle perdeden

            Hak bilmeğe her zerreden irfâna gel tevhîd ile

            Çalış Raûfî lem’a al gitsün zamîrinden cidâl

            Gel vahdetin bahrına dal ummâna gel tevhîd ile

                                                    *   *   *

                        Doldu derûn savmile nûr

                         Geldi şükür mâh-i Receb

            Kamu âlem buldu sürûr

            Geldi şükür mâh-ı Receb

            Ey gevher-i bahr-i vücûd

            Eyle inâyet Yâ Vedûd

            Etdi zuhûr envâ’-ı cûd

            Geldi şükür mâh-ı Receb

            Dil hastası buldu şifâ

            Derd-i günâhına devâ

            Gül-şen-serâ doldu safâ

            Geldi şükür mâh-ı Receb

            Mü’minler erdi izzete

            Tââtle ayru vuslata

            Gark oldu nûr-ı vahdete

            Geldi şükür mâh-ı Receb

            Seyyid Raûfî gözün aç

            Ceddin itdi anda mi’râc

            Sen de giydin başına tâc

            Geldi şükür mâh-ı Receb

                                   *   *   *

            Eyâ Rab-i  teâlâ hasbiya’llâh

            Beni kıl gül-şen-i zâtınla handân

            İlâhî Kâdir ü Hayy ü Hüva’llâh

                         Beni  kıl gül-şen-i zâtınla handân

            Sana sâil olup geldim kapuna

            Kamu yokluk ile durdum tapuna

            İrişdin fazlın ile hazretine

             Beni kıl gül-şen-i zâtınla handân

            Bana ihsân idip lutfun atâ it

            Fakîrindir bu hasta-dil şifâ it

            Tesellîdir cemâlinden devâ it

            Beni kıl gül-şen-i zâtınla handân

            Mücerred kıl gide mutlak kamu

            Heb gide cândan cihân-ârâ kala kalb

             Bu fânî varlığı mahv eyle Yâ Rab

             Beni kıl gül-şen-i zâtınla handân

            Tecellî eyledikce kalbe her ân

            Gönül arşında yansun kandîl-i cân

            Kemâlinden alup rûhum çok ihsân

             Beni kıl gül-şen-i zâtınla handân

            Sana muhtâc olupdur cümle âlem

            İçinde eşrefidir ibn-i Âdem

            Raûfî’nin demine eyleyüp dem

            Beni kıl gül-şen-i zâtınla handân

                                               *   *   *

            Uryân olup hevâdan pâk ol dâim sivâdan

            Olmağa âşinâdan meydâna gel tevhîde

         Cân gözüyle cânân-ı meydâna gel tevhîde *

            Arz eyleyüp ummânı merdâne gel tevhîde

           

/67/      Su gibi sen de arın ak ola yüzün yarın

            Görmeğe Hak dîdârın dermâna gel tevhîde

           

            Geç âlem-i memâtdan iç kevser-i hayâtdan

            Cümle hicâb-ı Zât’dan sultâna gel tevhîde

           

            Aç ol genc-i nihânı gör cân içinde cânânı

            Ol sırr-ı “kün-fe-kân”ı vicdâna gel tevhîde[32]

           

            Raûfî olup hayrân cân ü ciğeri büryân

            Ey dîdeleri giryân handâna gel tevhîde

                                   *   *   *

            Gönül mir’âtına şems-i inâyet

            Tecellî eyledi el-hamdü li’llâh

            Zuhûr itdikce ol nûr-ı hüviyyet

            Tecellî eyledi el-hamdü li’llâh

            Tarîkatda tutardım istikâmet

             Bana telkîn idüp sâhib-i şerîat

            Dilerken Hâlık’ımdan istiânet

            Tecellî eyledi el-hamdü li’llâh

           

            Hakîkat reh-nümâsıdır bil ey cân

            Dil ü cân gül-şeninde mâh-ı tâbân

            Derûnum şehrine bu gün o sultân

            Tecellî eyledi el-hamdü li’llâh

           

            Nübüvvet merkezi ol kutb-ı eflâk

            Risâlet ma’deni ol sırr-ı “levlâk"[33]

            İşâret eyleyüp gösterdi idrâk

             Tecellî eyledi el-hamdü li’llâh

           

            Hüviyyetden irişdi bana itmâm

             Ana müştâkiken heb hâss ile âm

            Raûfî’ye tarîkat oldu in’âm

            Tecellî eyledi el-hamdü li’llâh[34]

                             *   *   *

            Cemâlin şem’ine Yâ Rab yanan dil mest ü hayrândır

/68/      O dildir çeşme-i hayvân akar âbı firâvândır

            Çalışup dest-i himmetle habâisden dili pâk it

            Bulup kîmyâ-yı Rahmânî ana âşık hezârândır

            Kanı bir dîdesi açık kamu akrânını sâbık

            Bu meydândan alan oldun o cân içinde cânândır

           

                        İki âlem kuyûdunu bugün kat’ eyleyen ârif

                        Düğünün merkezin buldu beğim ol kutb-ı devrândır

                        Kemâlât isteyen âşık nazar kılsun bugün mâha

                        Terakkîde tenezzülde katî ibret nümâyândır

                        Kamer-veş sen dahi seyr it bu eflâk-ı maârifde

            Görüp dil âsumânından alan mührü Süleymândır

            Dilinde gevher-i rahmet görürse münkirin aynı

            Bugün vuslat sarâyında o âşık  şâh-ı mârândır

            Visâlin şehrine akan bugün ol bahr-ı bî-pâyân

            O yolun tâciri her ân tükenmez bir kâr-bândır*

            Gönül bir katre-i mâsın derûnun gâyeti ummân

            O deryâdan çıkan gavvâs bu gün şâh-ı süvârândır

            Gönül gâyet bidâyetle irüp vahdet sarâyına

            Raûfî pîrler içinde bugün pîr-i Horâsândır

Bu son beyit Hz. Şeyh’in kemâlât-ı ârifânelerine delâlet ediyor. Hz. Raûfî halîm, selîm, mütevâzi’, mahviyyet-perver, ihtifâyı sever bir zât-ı âlî-kadr imiş. Hz. Pîr, irtihâlinde yüziki yaşında idi. Muammerînden oldukları nümâyândır. (Kaddesa'llâhu sıırrahû)

/69/ Şeyh Halef Muhammed Efendi

O asırda kubbe şeyhi bulunan ve elyevm Kâsımpaşa’da medfûn bulunan Halef Muhammed Efendi merhûm, Hz. Şeyh’in meftûn-ı kamâlâtı olanlardan idi. Bu zât, Bağdâdlıdır, tarîk-ı Kâdiriyye’den müstahleftir. Şeyh Süleyman Efendi-zâde el-Hâc Muhammed Emîn Efendi vefât eyledikte Kubbe Tekkesi’ine şeyh olmuş idi. 1179/(1765-66) senesinde irtihâl eylemiştir.  "Şeyhu'l-makbûlîn" (شيخ المقبولين) târîhidir.

Bu na’t-ı şerîf onundur:

            Gönülde âteş-i aşkın nihândır Yâ Rasûla’llâh

            Velî nâr-ı muhabbet bî-emândır Yâ Rasûla’llâh

            Halef kurbânın olsun bendegânından şumâr ile

            Senin kurbânın olmak ana şândır Yâ Rasûla’llâh

Servet Bey merhûm, Hz. Şeyh (Raûfî)’nin nazar-ı kîmyâ-eserine bürhân olarak şu menkabeyi nakl etmişlerdi:

İşte bu zât (Halef Muhammed Efendi), mübtelâ olduğu illetin te’sîriyle ayakta duramayacak derecede esîr-i firâş iken, bir gün Raûfî hazretlerini ziyâret iştiyâkının taht-ı te’sîrinde kalarak gitmeğe teşebbüs etmiş idi. Ahibbâsı her ne kadar gidecek hâlde olmadığından ferâgat eylemesini teklîf etmişler ise de, mümkün değil ârzûsundan vazgeçiremedikleri cihetle çâr-nâ-çâr bir dest-gereye koyarak Kubbe Dergâh-ı şerîfinden Bahçekapısı’na indirmişler, kayıkla Salacak İskelesi’ne çıkarmışlar, koltuklarına girip birçok mihen ü meşekkatle, Hz. Raûfî’in bulundukları dergâh-ı münîfe götürürler. O sırada Hz. Şeyh, dergâhın önünü süpürüyor imiş; Şeyh Muhammed Efendi, müşârünileyhi gördüğü gibi, koltuklarını tutanlara, “Beni bırakınız, yalnız gideceğim.” der. Onlar da yalnız bırakırlar. Serbestce yürümeğe başlar. Hâzırûn, /70/ bu hâline hayret ederler. Hz. Raûfî’nin Şeyh Muhammed Efendi’ye nazarının taalluku, ondaki marazı mahva sebeb-i müstakil olmuş idi. Hâki zer eden o nazar, nazar-ı kîmyâ-eser idi. Muhammed Efendi, Hz. Pîr’den sonra daha  dokuz sene muammer olmuştur.


BUHÛRİYYE-İ HALVETİYYE

/71/ Şeyh Muhammed el-Buhûrî:

Ramazâniyye şuabâtındandır. Şeyhi İbrâhîm Efendi b. Mestci-zâde Ali er-Rûmî, onun şeyhi Ali er-Rûmî, onun şeyhi Ramazâneddîn-i Mahfî – kuddise sırruhû -hazretleridir.

Ederneli olup, 1039/(1629-30) senesinde irtihâl-i dâr-ı bakâ eylemiştir. Harîrî-zâde’nin Tibyân’ında pek az ma’lûmât vardır. Başka bir eserde fazla ma’lûmât yoktur.

HAYÂTİYYE-İ HALVETİYYE

Şeyh Muhammed Hayâtî Efendi

Ramazâniyye şuabâtındandır.


 

MISRİYYE-İ HALVETİYYE

/72/ Şeyh Muhammed Niyâzî-i Mısrî

Eâzım-ı evliyâu’llâhtan bir pîr-i rûşen-zamîrdir. Gül-zâr-ı Halvetî’nin nâdir yetiştirdiği güllerdendir.

 

            O bi’smi’llâh ile çekmiş alem-i erbâb-ı îmâna  

            Cemî’-i kudsiyâna muktedâdır Hazret-i Mısrî

            Bütün erbâb-ı irfâna tasarrufda müsellemdir

            Celîs-i taht-ı kutbiyyet-fezâdır Hazret-i Mısrî

            Odur ol Mısri-i sâhib-zamân u nokta-i devrân

            Gubâr-ı dergehi kuhl-i cilâdır Hazret-i Mısrî

            Avâlim mülkünü itmiş ihâta nûr-ı sırrıyla

            Anınçün Halvetî’de pîşvâdır Hazret-i Mısrî

            Rızâ bâbı çü feth oldu hilâfet sırrıla ey şâh

            Cemîan ehl-i aşka muktedâdır Hazret-i Mısrî

                                              

Hz. Mısrî’yi çok severim, ona büyük bir muhabbetim, şiddetli bir meclûbiyyetim vardır. İsm-i mübâreki her nerede yâd olunsa kalb-i fakîrânemde âdetâ âsâr-ı vecd zuhûra gelir. Cenâb-ı Hak, mazhar-ı şefâati buyursun. Mevliden Malatyalı, meskenen Bursalı, medfenen Limnili olup, pederi Malatya eşrâfından “Soğancı-zâde” demekle meşhûr ve tarîk-ı Nakşıbendî ricâlinden Ali Çelebi’dir.

1027 senesi şehr-i Rebîulevvelinin onikinci Cuma (9 Mart 1618) gecesi meydân-ı şuhûda kadem bastı. Malatya’da ulûm-ı ibtidâiyye vü âliyeyi tahsîl ile, ibâdât u ferâiz ve sünen ü nevâfile riâyâtı mütezâyid oldu. Tarîk-i ilmîden icâzesi vardır. Neşr-i ulûm ve va’z u nasîhate başladı. Muhabbetu’llâh gün-be-gün deryâ-yı zamîrinde temevvüce başladı. Hubb-ı dünyâdan münkatı' oldu. Malatyalı Şeyh Hasan Efendi nâmında bir zât ile dâimâ hem-sohbet olurlardı. İntisâb ile kisve-i tarîkata büründü. Biraz zamân sonra şeyhi irtihâli-i dâr-ı bakâ eyledikte Hz. Mısrî dâğ-dâr oldu. Zîrâ ziyâde muhebbet bağlamış idi. Şiddet-i tahassürün te’sîriyle seyâhate karar verdi. 1048/(1638-39) târîhinde, henüz /73/ yirmibir yaşında iken sahrâ-yı seyâhate çıktılar.

Gâyet zekî, fıtraten son derece müsteid bulunmağla, çok az zamânda ulûm-ı akliyye vü nakliyyeden ve neş’e-i taîkattan behre-mend olması ondaki isti’dâd-ı Hudâ-dâdın en büyük mahsûlüdür.

Diyarbakır-Mardin tarîkıyla Bağdâd’a vâsıl oldu. Buradaki eimme-i ızâmı ve evliyâ-yı kirâmı, bâ-husûs gavs-ı a’zam cenâb-ı pîr Sultân Abdülkâdir-i Geylânî  (kuddise sırruhu'r-rabbânî)’yi ziyâretle kâm-yâb oldu. Birçok zevât-ı kirâma mülâkî olup, Meşhed-i Kerbelâ’ya revân ve İmâm Hüseyin (radıya'llâhu anh) efendimizi ziyâretle müstağrak-ı fahr-i bî-pâyân olarak Bağdâd’a avdet eyledi. Dört sene ulûm-ı aliyye tahsîline devâm eylediler. Sonra Mısru'l-Kâhire'ye giderek burada defîn-i hâk-i gufrân olan mazanna-i fihâmı ziyâretle musâb oldular. Şeyhûniyye nâm mahalde tarîkat-ı aliyye-i Kâdiriyye meşâyıhından bir zâtın zâviyesine müsâfir olarak şeyhinin nazar-ı dikkatini celb eylediler. O da şeyhine muhabbet hâsıl edip tecdîd-i bey’at ettiler. Bu sırada keşfi açılmağa başladı. Câmiu’l-Ezher’e devâm ile, hem tederrüs, hem de tedrîs ile iştigâl edip, eyyâm-ı mübârekede kürsüye çıkar, va’z ederler imiş. Bu sırada, lisân-ı Arab'ı fesâhatiyle, belâgatiyle elde ettiklerinden gâyet güzel Arapça konuşuyorlardı.

Hz. Mısrî irfâna kanâat etmiyor, izdiyâdına tâlib bulunuyor ve Hz. Hakk’a bu yoldaki münâcâtıyla tullâb-ı irfâna yol gösteriyorlardı:

            Yâ Rab bize ihsân it vuslat yolunu göster

            Sûretde koma cân it uzlet yolunu göster

            Nefsimi hevâdan kes kalbimi riyâdan kes

/74/      Meylimi sivâdan kes halvet yolunu göster

            Cândan sana tâlib kıl her tâate râgıb kıl

            Bir pîre musâhib kıl hizmet yolunu göster

            Ta’lîm idüp esmâyı bildir bize eşyâyı

            Duymağa 'ev ednâ'yı hikmet yolunu göster

            Hâr içre biter gül-zâr zâr içre doğar envâr

            Her şeyde tecellin var ru’yet yolunu göster

           

            Sevdiğim ola vuslatda halvet bula halvetde

            Bu Mısrî’ye kesretde halvet yolunu göster

“Mısrî” tahallusu Mısır’da bulunmalarından kinâyedir. İsimleri Muhammed, mahlasları Niyâzî’dir. Şiirde gâh Niyâzî, gâh Mısrî tahallus buyururlar. Hz. Mısrî o terâne ile dem-sâz ve şiddet-i riyâzet ü ibâdetle ser-efrâz oldu. Bu sırada bir gece âlem-i menâmda, cenâb-ı gavs-ı a’zam Abdülkâdir-i Geylânî (kuddise sırruhu's-samedânî)’yi görürler. Bakar ki, bir taht-ı muazzamda oturuyorlar, etrâfına huddâm ve kurenâsı toplanmışlar. Hz. Mısrî, kendi(sini) bunların arasında görünce, kemâl-i hicâbından nâşî taşraya çıkmağa yol aradığı sırada, Hz. Gavs nezd-i âlîlerine da’vet buyurup bir kese altun bahş eylemekle berâber, “Nasîbin diyâr-ı Rûm’dadır, Mısır’da değildir.” buyurmuşlardır. Bu rü’yâyı şeyhine anlattıkta, “Hüsn-i ta’bîr nümâyândır.” diye hemân hilâfet verip duâ etmiş.

Hz. Mısrî, Mısır’da ikâmetinin dördüncü senesinde, 1056/(1746) senesinde Dersaâdet’e muvâselet buyurmuşlardır. İstanbul’da, Sultanahmed civârında Sokollu Mehmed Paşa Dergâhı’nda /75/ ikâmetle erbaîn çıkarmışlardır. Hücreleri el-ân mahfûzdur. Oturdukları post teberrüken ziyâret olunur.

Hücrenin kapısındaki levhada:

            Cenâb-ı şöhre-bahş-ı ümm-i dünyâ Şeyh Mısrî kim

            Bu dergâh-ı şerîfi erbaîni eylemiş ihyâ

            İdüp esmâ-i sıbteyn ile bâb-ı hücreyi tezyîn

            Sezâdır âsitânı hâss u âmma olsa bu şeş-câ

kıt’ası yazılmıştır.

Tahtaları el-ân o zamân Hz. Mısrî’nin pâ-yı mübârekinin değdiği, göz yaşlarının döküldüğü tahtalardır. Buraya hem-civâr olan bir konakta mukîm sadr-ı esbak Halîl Rif’at Paşa merhûm odanın döşemesinin tecdîdine teşebbüs ettiği sırada Hz. Mısrî’yi âlem-i ma’nâda görüp, “Gözlerimin yaşıyla yıkanmış olan tahtaları muhâfaza ediniz.” diye emr ü ihtâr buyurmalarıyla, tahtaları muhâfaza şartıyla emr-i tersînine i’tinâ eylemiştir.

Şeyh Elîf Efendi, Tenşîtu’l-Muhibbîn’de yazıyorlar ki, şeyhu’l-ârifîn kudvetü’l-muhakkıkîn Hz. Şeyh Mısrî en-Niyâzî (kuddise sırruhû) İstanbul’da, Yedikule civârında Hacı Evhadüddîn Dergâhı’nda bir hücrede i’tikâf buyurmuşlardır. Bu hücre el-ân hüsn-i muhâfaza olunur. Burada bilâhare Mesnevî-hân Hüsâmeddîn Efendi merhûm teberrüken oturmuştur.

Kasımpaşa’da pîr-i tarîk-ı Uşşâkî Hasan Hüsâmeddîn - kuddise sırruhu'l-metîn- efendimizin hânkâhlarında da müsâferetleri olup, burada teberrüken kazdırdıkları kuyu el-ân mevcûddur. Suyu li-hikmetin tatlıdır. İslâm, Hıristiyan merzâları gelirler, o sudan içerler, gözlerine sürerler. Göz ağrısına gâyet iyidir. Bu sudan alır götürürler. /76/ “Şifâ Kuyusu Mısrî kapısı” diye şöhreti vardır. Muharrir-i fakîr, bu kuyunun tulumba vâsıtasıyla şadırvana îsâline delâlet ettim. Her yerde su çekilir, bu kuyunun suyu bitmez. Hz. Mısrî’nin eser-i kerâmetidir.

Bursa’da Âsitâne-i Mısrî şeyhi Muhammed Şemseddîn Efendi, “Elde, âsârda, müşârünileyhin böyle bir kuyu  hafr ettirdiğine dâir kayd yoktur.” diyorlar. Lâkin zamânımıza kadar teselsül etmiş bir rivâyet vardır ve böyle bir kuyu kazdırmaları, Âsitâne-i Uşşâkî’de bulunmaları şeref-i zâtîlerine nakîsa verecek bir şey değildir. Vesîle-i rahmet olan şu eser-i hayrdan halkın yüzünü çevirmek Hz. Mısrî’ye karşı edilen hürmeti, okunan rahmeti kesre sebep olur. Şâyân-ı iltifât görülmemiştir.

Hz. Mısrî’nin âtîde îzâh olunacağı üzere, da’vet-i pâdişâhî üzerine İstanbul’a ikinci def’a teşrîfleri vâki’ olmuştur. Buralardaki ikâmetleri hangi zamânlara âiddir, bilinemiyor; ilk teşrîflerinde Muhammed Paşa Dergâhı’nda ikâmetleri anlaşılıyor.

Hz. Mısrî, İstanbul’da bir müddet ikâmetten sonra, 1071 evâhiri ve 1072 evâilinde (Ağustos-Eylül 1661)) Bursa’ya bi’l-azîme, Câmi’-i Kebîr kurbundaki medresede meşgûl-i ibâdât u tâât olup, gördüğü rü’yânın te’sîriyle Uşak’a azîmet etmiştir.

Uşak’ta Sinân-ı Ümmî Elmalı[35] hazretlerinin halîfesi Şeyh Uşşâkî Zâviyesi’ne müsâfir olup, Şeyh Sinân-ı Ümmî dahi, keşf-i hakîkatle Hz. Mısrî’yi taltîf etmek üzere Elmalı’dan Uşak’a gelip, “Muhammed Mısrî isminde bir dervîş geldi mi?” diye istifsâr(da) bulununca, “Evet sultânım, geldi. Efendimize teslîm olmak için teşrîf-i âlînize /77/ muntazırdır.” diyerek Hz. Mısrî’yi o şeyh-i âlî-câha takdîm eyledi. Hz. Mısrî kemâl-i ta’zîm ile yed-i mübâreğini teslîm etti. 1057/(1647) senesinde tecdîd-i bey’at kıldılar. Birlikte Elmalı’ya gidip, dergâhda imâmet ve hitâbet ve tedrîs gibi hıdemât-ı nâfiada bulunup, ikmâl-i âdâb-ı sülûk eyledi.

Azîzinin müsâadesiyle memleketine gidip avdetinde dokuz sene şeyhine sadâkatle hizmet eyleyerek ilbâs-ı tâc u hırka olunup irşâda me’mûr oldular. Evvelâ 1066/(1656) senesinde Uşak’a gittiler.

Azîzleri, Hz. Mısrî hakkında, “Bi-kudreti’l-Meliki’s-Settâr, bizler görmez isek, sizler görürsünüz; bizim Mısrî Muhammed dervîş, câlis-i mansıb-ı kutb-ı kibâr ve mürşid-i pür-iştihâr olacaktır.” buyurmuşlardı. Fi’l-hakîka öyle oldu.

Medhiyye-i Misrî-i Niyâzî:

            Hazret-i Mısrî Niyâzî kâmilânın akranı*

            Nutk-ı âlîsiyle cân bulmakdadır heb ârifân

            Müstenîr ol himmet-i kudsiyyesiyle Tâciyâ

            İlm ü irfân kânıdır hem ilticâ-gâh-ı cihân

Burada biraz tevakkufla Sinân-ı Ümmî'nin kim olduğundan bahs edelim.[36]

/81/ Hz. Mısrî, Uşak’ta ve ba’dehû (Afyon)karahisar’da bir müddet irşâd ile meşgûl olarak Bursa’yı teşrîf ve halkın ârzû ve istirhâmı üzerine, Şeker Hoca Mahallesi câmi’-i şerîfinde Cum’a geceleri icrâ-yı âyîn-i behîn-i tarîkat eylemiştir. Beş vakitte namâzı cemâatle edâya muvâzabet ve Câmi’-i Kebîr’de ale’l-ekser Kur’ân-ı Kerîm tilâvet ve hasbeten li’llâh imâmet ve bazı def’a va’z u nasîhat eylerdi. Va’z ettikleri mahal, Bursalılarca mukaddes addolunduğundan Ramazân-ı şerîfde ve eyyâm-ı sâirede, nice âşıklar bu mahalde imrâr-ı evkât ederler. Bu abd-i âciz dahi, Bursa’ya her gittiğimde orada iki rek’at namaz kılar, duâ ederim. Cidden rûhâniyyet-i Hz. Mısrî orada müstevlîdir.

Hz. Mısrî bir müddet sonra teehhül eyledi. Bir erkek bir kız evlâdı dünyâya gelmiştir.

Bu sırada cemâl-i bâ-kemâl-i Muhammedî’yi müşâhede ile ve iltifât-ı celîle-i nebeviyyeye mazhariyyet ile kâm-yâb olarak şeref-şâyân buyurulan müsâade-i inâyet-i mu’tâde-i peygamberî ile, 1075/(1664-65) senesinde Kasîde-i Bür’e’yi tesbî’ eylemiştir. Bunu mütâlaa edenler Hz. Mısrî’nin lisân-ı Arab’daki kudret-i ilmiyyesine ve garâmiyyâttaki mertebe-i ulviyyesine hayrân olurlar.

Ba'zı bed-hâhânın ilkâât-ı fâsideleriyle tekkelerde icrâ-yı âyîn men’ olunmağla ehl-i tarîkat ziyâdesiyle mahzûn olmuştu. Vâiz-i meşhûr Vânî Efendi, ehl-i tarîkatın, bâ-husûs Hz. Mısrî’nin hasm-ı cânı kesilmiş ve Mevlevîhâneleri de seddettirmişti. Hâsıl olan ihtiyâc üzerine Sultân Mehmed Hân-ı râbi’, Hz. Mısrî’yi İstanbul’a da’vet etti. Tarîkat-ı aliyye lehinde /82/ Ayasofya’da va’z etmeğe me’mûr buyuruldu. Da’vete icâbetle gelip, câmi’-i şerîfde, pâdişâh-ı müşârünileyh ve ulemâ ve urefâ ve meşâyıh ve erkân-ı devlet hâzır olduğu hâlde kürsüye çıktı, edille-i muknie ile tarîkatın hak olduğuna ve âyîn-i ehlu'llâhın mugâyir-i şer'-i şerîf bulunmadığına dâir îrâd-ı hakîkat eyledi. Öyle mühim te’sîrler husûle getirdi ki, derhâl ber-sâbık icrâ-yı âyîn olunmasına müsâade edildi. Sene: 1086/(1675).

Vânî Efendi, bir sebeple dûçâr-ı gazab olup, Bursa’ya nefy edildi. Müstakîm-zâde’nin şu kıt’a(sı) ne hoştur:

            Vâni cânî gelince devlete

            Eyledi âyîn-i Mevlânâ’yı red

            Hazret-i Monla anı bir atdı kim

            Ez-cüdâyîhâ şikâyet mî-kuned

Hz. Mısrî, 1086’da Bursa’ya avdetle yine irşâda devâm eyledi. Bir Cum’a gecesi zikr-i şerîf sadâsı o civârda menfiyyen sâkin bulunan Vânî merhûmun kulağına erişmiş; ertesi günü bir mecliste, “Dün gece av’ave-i kilâbdan râhat uyuyamadım.” demesi,  Hz. Mısrî’nin sâmia-i ıttılâına erişince, “Mahalleye yabancı bir kelb geldi, o gürültü onun üzerine idi.” diye pek güzel bir cevâb-ı zarîfde bulunmuştur. Esteîzü bi’llâh,  (وَلَا تَنِيَا فِي ذِكْرِي)[37]  âyet-i kerîmesinin ma’nâ-yı münîfinde, “Benim zikrimde vânî olmayınız.” diye Vânî’ye telmîhde bulunan Hz. Mısrî’nin Vânî merhûma ne kadar iğbirâr-ı kalbî hâsıl ettiği nümâyândır.

Hz. Mısrî’nin şöhreti günden güne tezâyüd eyledi. 1080/(1669-70) târîhinde Bursa’daki dergâh inşâ olundu. Bir rivâyette Abdal Çelebi nâmında bir zât bu emr-i hayra delâlet etti. Müştâkân-ı aşk cem’ olmağa başladı. Mürîdân arttıkça arttı.

Hz. Mısrî’nin tarîk-ı mükâşefede ve ilm-i münâzaradaki /83/ ihâtası şöhret buldu. Rusya ile harb zuhûr eyledikte enfâs-ı kudsiyyelerinden istifâde emeliyle Köprülü-zâde Fâzıl Ahmed Paşa, pâdişâh nâmına Edirne’ye da’vet etti. Üçyüz kadar mürîdânıyla maan orduya li-ecli’l-iltihâk Edirne’ye âzim oldular. Arz-ı hıdmet ederek avdet buyurdular.

1083/(1672) târîhinde ordumuz Kamaniçe seferinde iken ikinci def’a Edirne’ye geldiler. Câmi’-i Atîk’ta (bir rivâyette Sultân Selîm Câmi’inde) va’z ederken kendilerinden hâlet-i garîbe ârızasıyla ba'zı kelîmât-ı acîbe zuhûr etti. Devletin emr-i idâresindeki yolsuzlukları ve muhârebât zuhûrunun millet ve devlet üzerindeki te’sîrât-ı elîmesini şerh ve tafsîl ile, pâdişâhı, erkân-ı hükûmeti ye’se düşürecek sözler söyledi. Hak söz acıdır, hoşa gitmediğinden, Edirne’de Hz. Şeyh’in devâm-ı vücûdu, sözlerinin hükûmet aleyhine ve orduda teşevvüşe bâis olacağı korkusu ile Hz. Mısrî’yi Rodos’a nefy ettiler. Fakat dokuz ay sonra Bursa’da li-ecli’l-ikâme avdetine müsâade olunmuş idi. Yine va’zda mesâil-i cifriyyeden bahs ile ba'zı vukûâttan haber vermesi hoşa gitmediğinden 1088/(1677) senesinde, bazı münâfıkların kurbân-ı iftirâsı olarak Limni’ye nefy olundu.

Burada oniki (bir rivâyette onbeş veya yirmi) sene kaldı.[38] Zikr ü irşâd ile meşgûl oldu. Alâ-rivâyetin, “Aşık Yûnus’un kabri” diye bir kabir keşf eyledi. Köprülü-zâde Mustafa Paşa’nın delâletiyle ıtlâk olundu. Bursa’ya avdetinde, tekrâr Limni’ye geleceğini ve mahall-i kabrini keşf ü beyân etti.

/84/ 1104 Şevvâlinde (Haziran-Temmuz 1693), “Taraf-ı Hak’tan sefere me’mûr olduk.” diye tekrâr Edirne’ye gelerek Sultan Selîm Câmi’-i şerîfine nâzil olmuşlar. Ziyâret-i aliyyelerine şitâbân olan cemâat-i uzmâya va’z ederken umûr-ı devlete müteallık havsalasız sözler sarf ve yine cifirden bahs etmekle yine menfiyyen Limni’ye i’zâm olunmuştur. Hz. Mısrî, bu def’a gazab-nâk idi. Bu gazabın te’sîriyle Edirne’de, hareket-i arz gibi ba'zı hâdisâtın vukûuna şâhid olan ve ehlu’llâhdan bulunan kimseler, müşârünileyhin teskîn-i hiddetine bâis olmağa çalışmışlardır.

            Âdet-i Hakk’a muhâlif bir iş itmez yoksa

            İtse seyr it o zamân kudret-i ehlu’llâhı

            Zîr ü bâlâyı ider emrine münkâd ü mutî’

            Virse bir abdine Hak rütbet-i ehlu’llâhı

Hattâ meşhûrdur, bir öküz arabasına bindirmişler, Gelibolu tarîkıyla Limni’ye sevk olunurmuş. O zamân Hz. Pîr Hasan Sezâî-i Gülşenî henüz küçük yaşta imiş. Şeyhi La’lî-i Gülşenî, "Aman evlâdım, koş Hz. Mısrî’ye yetiş, arabasının önüne yat, afv dile, nazarlarını celâlden cemâle çevirmeğe çalış." diye emredince, Hz. Sezâî yetişir, aldığı emir gibi hareket eder. Hz. Mısrî’de hâl değişir, fakat müsâdif oldukları yer İstanbul Mezarlığı yolunda imiş. Hz. Mısrî, “Evlâdım bizim âsâr-ı celâlimiz bâkî kalsaydı, kudret-i ilâhiyye ile şehri zîr ü zeber eder idik.” diye bir mezâr taşını hiddetle sallayınca, li-hikmeti’llâhi taâlâ, Edirne’(de) zelzele olmuştur. Herkes havf u hirâs içinde kaldı. /85/İltifâta, makâmât-ı aliyyeye sezâsın.” diye taltîfi, “Sezâî” tahallusuna sebep oldu. Inde’l-hisâb o zamân yirmidört yaşlarında bulunduğu anlaşılan Hz. Sezâî’ye duâlar etti. Ehl-i İslâm’ın saâdetini temennî eyledi, yola revân oldu. Hükûmet tarafından Azbî Çavuş isminde bir muhâfız yanına terfîk olunmuştur.

Edirne’de vâli Kaymakam Osman Paşa idi. Hz. Şeyh’e karşı âsâr-ı şiddet göstermiş idi.

Azbî Çavuş, Hz. Mısrî’ye refâkat ettikçe kemâlâtına meftûn olup, arz-ı nisbet etmiş ve emrine münkâd olmuştur. Sâdıkâne hizmet yüzünden nâil-i kemâl olup hilâfet almıştır. Erenköy’de Merdiven karyesindeki Bektaşî Dergâhı’nda seccâde-nişîn olmuştu. Orada medfûndur. Terceme-i hâli yazılacaktır.

Hz. Mısrî’nin tekrâr Limni’ye nefy olunmasına bir takım sebepler vardır:

Birincisi, Bursa’ya avdetinde istikbâline şitâbân olmadık kimse kalmamış; tabl, kudüm çalarak, evrâd ü ezkâr ile karşılanmış, fakat bu hâl hükûmetin nazar-ı dikkatini celb eylemiş idi. İkincisi, Hak sözü söylemek zamânı gelirse söylemekten çekinmezdi; ne pâdişâh, ne erkân-ı hükûmet, hiç birinden pervâ eylemezdi. Üçüncüsü, vahdet-i vücûda ve ba'zı mertebe-i hakâyıka dâir söylediği sözler ehl-i zâhirin havsalasına sığmıyordu. Mugâyir-i dîn farzolunan akvâl-i şerîfesiyle kendini ithâma kalkışanlar bulunuyordu. Nitekim âtîde bir kısmı tafsîl olunacaktır. Dördüncüsü, onun kemâlini, şöhretini istirkâb edenler çok ziyâde idi.

            Erbâb-ı kemâli çekemez nâkıs olanlar

            Rencîde olur dîde-i huffâş ziyâdan

/86/ Beşincisi, celâli cemâline gâlib idi. Şedîdü’l-hâl idi. Bi’l-farz Sadrazam Köprülü Mustafa Fâzıl Paşa’ya yazdığı âteşîn mektûb celâline delâlet eder:

Ey Köprülü-zâde! Mısrî’yi tağlît için kütüb-i evliyâyı zabt u halel ile doldurdun. Bugün bâb-ı ferâset’e bir mikdâr baktım. Tamâm mütâlaa ve müşâkele ve mümâsele ile doldurup, Hasan Efendi ile göndermişsin.

Ey Köprülü-zâde! Bâb-ı ferâsetin bir nev’i vardır. Onu ehlu’llâh yazmamışlardır. Odur ki, nûr-ı ferâsetle bir şey’e ârif ve muttali’ olsa, onu izhâr etmekte mahzûr var mıdır, yok mudur? Olduğu sûrette zarar kendisine midir, dostlarına mıdır, yâhûd düşmânlarına mıdır? Zarar kendisine ise, velev ba’de-zamân ise, onun izhârını terk eder. Kendüye “Câhil imiş, eşek imiş, ahmak imiş.” derler. İzhâr etmez, ikinci kendüye izhâr etmekte nef’i var, lâkin dervîşlerine zarar var; bu dahi velev ba’de-zamân ise de, terk-i tağyîr ve ta’yîbi kabûl eder.

Üçüncü odur ki, izhârında kendisine nef’i vardır; dostlarına dahi. Yâhûd nef’ ve zarar müeerred düşmânlarına olur; ârif onu izhâr etmekte iki veche nâzırdır: Kâmil olan, düşmâna gelen zararı kayırmaz, izhâr eder. Ammâ ekmel olan ârif de, dosta gelecek zararı nice kayırırsa, düşmâna gelecek zararı dahi öyle kayırır. Zîrâ düşmân kalıcak, ârif terakkîden kalır. Dost ile düşmân iki ayak gibidir. Düşmân giderse bir ayak ile kalır. Bir ayak ile hod menzile varılmaz. Bu hâli her ârife Allâhu azîmü’ş-şân vermemiştir. Her peygamber bir kemâl ile fahr eylemiştir. Mısrî Efendi dahi düşmânlarıyla fahr eyler. Onsekiz sene habsde olduğuna fahr u şükr eyler.

İlâhî, sen şol fazl u minen sâhibisin ki, hadd ü pâyânın yoktur. Cemî’ cevâhir ü araza ve ecnâs-ı envâ’-ı efrâda şumûlü bir katresine noksân getirmez. Cümle usâtın cürmünü bir katresi mahv eder. Ben şumûl ü hıtâb sâhibiyim ki, cürmüme hadd ü pâyân yoktur. Beni afv eyle /87/ bî-nihâye fazlın ile. Hâl ehline ma’lûmdur. Ma’zûr ola.  Ve’s-selâmu alâ meni’ttebea’l-hüdâ.

Hâdimü’l-fukarâ Muhamed-i Mısrî.”

Hz. Mısrî’yi zincîr ve bukâı altında terk-i hayât ettirdikleri mervîdir. Alâ rivâyetin, Nübüvvet-i Haseneyn hakkında yazdıkları risâlenin mazmûnunu avâm tabakası kavrayamadığından dedi-kodu tevessu’ etmiş ve bu gürültü esâsen iki sene kadar ortada çalkanmıştır. Bunun üzerine Şeyhu'l-islâm Tiryâkî Feyzullâh Efendi, Hz. Mısrî-i Niyâzî’nin katline fetvâ verip, fakat bundan bi’l-âhare ferâgatle gûyâ mesmûmen irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir.

Bursalı İsmâîl Hakkı hazretlerinin, şeyh-i müşârünileyh aleyhinde yazılan bir mektûbunu gördüm. Diyor ki:

Zamânımızda, Bursa’da Şeyh Mısrî nâmında bir müfsid zuhûr edip, nübüvvet-i Hasaneyn'e kâil olup, nice bin âdemi derece-i ilhâda ve belki mertebe-i küfre eriştirdikte Şam’da ba'zı ehl-i ilhâd te’vîli husûsunda risâle yazıp Bursa’ya irsâl etmiştir. Bu dahi ke’l-evvel bâtıldır. Zîrâ evliyâda nübüvvet-i örfiyye olmasını ve icmâ’-ı ümmeti ve belki nass-ı sarîhi nefy-i müstelzem olan ibâret ısgâ olunmaz. Gerek onda te’vîl ola, gerek olmaya. Zîrâ te’vîl-i zaîf ile teevvül olunsa belki ifsâd fi’l-arz hâsıl olur ve küfr ü îmân birbirine tedâhül bulur ve bir kimse ihtilâl-i âleme bâis ve akâid-i nâsı ifsâda sebep olup, bid’at-i fâhişeyi dâî olsa tesvîl ve tezvîrine nazar olunmayıp katl olunur. Nitekim emr-i da’vâ-yı nübüvvet iki sene müstemir olduktan sonra Şeyhu'l-islâm Tiryâki Feyzullâh Efendi, Şeyh Mısrî’nin katline fetvâ verip, mesmûmen intikâl-i dârü’l-cezâ’ eyledi ve bu asr ehlinin ihtilâl-i dîni şol dereceye geldi ki, Karabaş Ali Efendi ve Şeyh Mısrî’nin ilâ-hâza’l-ân etbâına ruhsat verip, /88/ hâlleri üzere terk etmişlerdir ve bunlardan sonra dahi eşrât-ı sâatten olan nice deccâllar zuhûr edip, her biri zen-i dünyâyı kendine tezvîc için hîle vü mekrini tervîc etmektedir. Binâen-alâ-hâzâ hâlen etrâf-ı bilâdda olan küffâr ü eşrâr istîlâ-ı tâm ve hücûm-ı âmm üzeredir.”

İsmâîl Hakkı merhûm, bu şerhi, (Niyâzî-i Mısrî’nin) Hasaneyn efendilerimizin nübüvvetleri hakkında yazmış olduğu risâle üzerine yazmıştır. Bu risâle ahîran 1271/(1854) târîhinde Hasan Rızâ Efendi tarafından tab' edilmiş idi.

Mülâhaza:

Hz. Mısrî ve İsmâîl Hakkı merhûm büyük adamlardır. Beynlerinde cârî olan bu sözler mülâtafe kabîlinden addolunur. Ancak dikkat edilecek bir nokta vardır: İsmâîl Hakkı’nın ibtidâ-yı hâlinde, Hz. Mısrî müntehâda idi. İsmâîl Hakkı hazretleri, henüz talebelik hayâtındaki bir sinde iken ne Karabaş Velî’nin vahdet-i vücûd mes’elelerine, ne de Hz. Mısrî’nin te’vîlât âlemine yanaşacak, henüz bu meydânda at oynatacak bir çağda değildi. Sonraları kendi de vahdet-i vücûda kâil olup, sözlerinde zâhiri bile muhâfaza edemez bir hâle gelip, o da nefy ve iclâ olunduğu gibi, tarîk-ı te’vîlde eserler yazmış, ilm-i zâhir ulemâsına ta’n-endâz olmuş, akla hayâle gelmez tevcîhât-ı kelâmiyyede sâhib-i meydân olduğunu âleme i’lân etmiştir. Bâlâdaki yazıları ibtidâ-yı hâlinde yazılmış şeydir. Buraya nakilden /89/ maksad-ı fakîrânem, aleyhinde icâle-i efkârda bulunmak değildir. Hâşâ iki velî arasına girilmez. Bir eserinde gördüm, onda da Hz. Mısrî’ye gâyet mülâyim bir lisân ile hitâb ediyor:

            Gel bu sırrı Mısriyâ fâş eyleme

            Hân-ı hâssı âmmeye aş eyleme

            Açma Yûsuf yüzünü a’mâlara

            Çeşm-i nâ-bînâları yaş eyleme

            Nûn  içinde gizle bu gevherleri

            Virme nâdâna anı taş eyleme

           

            “”-yı bi’smillâhdan tâ “mîm”e dek

            “Sîn”i tut bu yüzleri fâş eyleme

           

            Her yolun bir sâliki var lâ-cerem

            Vâsılı mahcûba yoldaş eyleme

           

            İsm-i a’zam vechine nâzır isen

            Halkın ayaklarını baş eyleme

           

            Ne ile tutdun taayyün Hakkıyâ

            Noktayı anınla kardaş eyleme

Görülüyor ya, bu sözlerinden Hz. Mısrî’nin kemâline uluvv-i mertebesine îmân izhâr ediyor ve onun açık sözlerinin halk üzerindeki te’sîrâtından korkuyor, mestûrînden olmasını tavsiye eyliyor. Bi’l-münâsebe arz ettim, Hz. Mısrî’nin intikâli 1105/(1693-94) senesindedir. İsmâîl Hakkı merhûmun intikâli 1137/(1724-25) senesindedir. Demek arada otuziki senelik bir fark vardır. Mısrî’nin intihâ-yı makâmı zamânında Hz. Hakkı ibtidâ ve vasat hâlde idi. Onun için ta’rîzât-ı kelâmiyyesini hiç şüphe etmem, Hz. Mısrî hoş görmüştür.

Nübüvvet-i Hasaneyn mes’elesi:

Kibâr-ı meşâyıh-ı Şa’bâniyye’den Şeyh Ömerü’l-Fuâdî hazretleri, Levâyıhu’l-Envâr Şerhi’inde der ki:

“Ulemâ-i kâmilîne ma’lûm olsun, urefâ-yı kâmilîn ve fuzalâ-yı vâsılîn /90/ tahkîk ve tedkîklerinde nübüvveti ikiye ayırırlar; nübüveet-i ta’rîfiyye, nübüvvet-i teşrîiyyedir. Dirgir (?) ki, ehline ke-mâ-kân ma’lûm ve ma’rûzdur. Veliyy-i kâmil ü sâdık nübüvvet-i ta’rîfiyyeye vâsıl olur. Lâkin nübüvvet-i teşrîiyyeye vâsıl olmaz. Şerh-i Akâid’de, i’tikâdât bâbında, “Velî derece-i nübüvvete vâsıl olmaz.” dedikleri nübüvvet-i teşrîiyyedir, nübüvvet-i ta’rîfiyye değildir. Velînin bu vechle vusûlü mücerred irfân-ı kâmil ile değildir; illâ amel-i şerîat-ı Muhammediyye ve tâat ü ibâdet-i hamdiyye kuvvetiyle ve bu hâlde devâm ve istikâmetle vâsıl olur. Bu ecilden ârif ve sâdıklar, fenâ-yı ma’nevî ve bakâ-yı ma’nevî-i hâlî ve bi-hasebi’l-bâtın mevt-i ma’nevî kemâl bulduktan sonra fenâ-yı sûrî olan  ve zâhirî hükmüyle âlem-i sûret ve vücûd-ı küllîden âlem-i bakâya vâsıl olunca aslâ amel-i şerîatı ve hâl-i ibâdeti terk etmez.”

Merhûm Şeyh Şuayb Şerefeddîn-i Gülşenî’ye, “Mezkûr risâle hakkında ne dersiniz?”diye soruldukta, “Oğlum Hz. Mısrî efendimizin murâd-ı âlîleri anlaşılamamıştır. Müşârünileyhin murâdları nübüvvet-i ta’rîfiyyeye nâzırdır. Nübüvveti teşrîiyye ve ta’rîfiyye ile ayırmayanlar, i’tirâzda kalmışlardır. Hasaneyn efendilerimizden ziyâde, haktan hakîkatten haber veren olmadı. Hz. Mısrî’nin risâlesi mu’teberdir.” buyurup, şu hikâyeyi nakl buyurdular:

Tarîkaten Mevlevî, sîreten Bektaşî olan Kahyâ-zâde Ârif Molla’ya bazı muârızlar gelmiş, “Hz. Mısrî’nin nübüvvet-i Hasaneyn hakkındaki beyânına ne dersiniz?” diye sormuşlar. “Ben Hz. Hasanaeyn’in de, fazla olarak Hz. Fâtıma’nın da nübüvvetlerine kâilim. Zîrâ, “Hasaneyn bendendir. Ben de onlardanım. Fâtıma benden bir parçadır.” buyurdu. Ayrı gayrı yoktur. Şecere-i nübüvvetin dalları aslından fer’dir, i’tirâz götürmez.” cevâbını vermiştir.

Bir gün Müstakîm-zâde’nin Dîvân-ı Hz. Ali Şerhi’ni mütâlaa ediyordum. 29. sahîfesinde okudum ki:

Sûfiyye-i kirâm derler ki: Nübüvet Hak taâlânın zât ve sıfât ve esmâ ve ahkâmından haber vermektir. Eğer siyâset ile me’mûr ise nübüvveti teşrîiyyedir ve eğer değil ise, nübüvveti ta’rîfiyyedir ki, kendisinden mukaddem gelmiş olan şerîatı ta’rîf ve te’yîd ve takviyesidir. Nasıl nebî ol peygamberdir ki, min-tarafi’llâh ona gelen ve hattâ mutazammın olduğu şerîatla kendi âmil ola. Eğer ol şerîatı âhara teblîğ ile me’mûr olursa rasûldür. (s.86) Hasaneyn’e isnâd olunan nübüvvet ta’rîfiyyedir. Onların nübüvvetleri teşrîiyye olmadığından kat’-ı nazar-ı vücûhla te’vîli mümkin olduğu mütebahhirîne ayândır. Şühûd-ı mahall-i teşnî’ değildir, buyurulmuştur.”

/91/ Şeyh Abdüllatîf Gazzî hazretlerinin Vâkıât[39] nâm eseri vardır. Millet Kütübhânesi’nde Pertev Paşa merhûmun kitapları miyânında, 341 numaradadır. Onda aynen şu satırları okudum:

Bir sûfî, Şeyhu'l-islâm (sellemehü’s-selâm) hazretlerine varıp, “Efendim, Hasaneyn peygamberdir." diyenlerin cezâsı nedir ve şerân ne iktizâ eder?" diye istiftâ eyledi. Şeyhu'l-islâm efendi, ârif ve kâmil idi. “Hz. Mısrî’den gayri her kim söyler ise şer’an katl olunur.” buyurdu. “Ammâ Mısrî  ( kuddise sırruhû )  söyler ise, onun kelâmında bir hikmet vardır ve bir sırr-ı mektûma mebnîdir. Zîrâ Mısrî’nin ilm-i zâhirde dahi kemâlâtı Nil ve Fırat mânendidir. Seyyidü’l-enâm Hz. Muhammed  (aleiyhi's-selâm)’ın hâtemü’l-enbiyâ olduğunu Mısrî bizden iyi bilir. Bu takdîrce, elbette, ‘Hasaneyn peygamberdir.’ demesinde bir hikmet vardır. Onlar kâmillerdir. Biz onlara dil uzatmağa kâdir değiliz.” diye sûfîyi iskât buyurdular.

Bursa’da Hânkâh-ı Hz. Mısrî şeyhi Muhammed Şemseddîn Efendi’den istîzâhıma aldığım cevâb-nâmede, “Bursa hâkimi merhûm Âsım Molla ile olan mübâhasemiz esnâsında vârid-i hâtır olan şu, (أشهد أن لاإله إلا الله و أشهد أن محمدا رسول الله وأن الحسن و الحسين سبطاه رسولان من رسول الله.)[40] Burada, (من الله)[41] dememişlerdir. Ahkâm-ı şer’iyyeyi halka teblîğe cedleri tarafından me’mûrlardır, demek olur.” demiştim de pek hoşuna gitmiş idi. Allah rahmet eylesin, vefâtına kadar dergâha devâm ederdi.

Yine Vâkıât’ta Şeyh Emîn Efendi’(nin), Gazzî-zâde’ye şöyle buyurduğunu okudum: “Mısrî ile Hakkı’yı mı soruyorsun? Hakkı, Mısrî’ye değil, /92/ belki Gazzî’ye muâdil olur. Mısrî nerede, Hakkı nerede? Mısrî’nin bir nutku, Hakkı’nın cemî’-i âsârıyla vezn edilse Mısrî’ninki râcih gelir. Zîrâ Mısrî âşıkân-ı şâtırândandır. Hakkı sâlikân-ı zâhidândandır.” buyurmuşlardır.

Hakkı merhûmun Vâridât-ı Kübrâ’sında, bir gün, “Sen peygambersin.” demişler, o da, “Evet peygamberim, ammâ sâhib-i şerîat değil, nübüvvet-i ta’rîfiyye ile peygamberim.” demiş.

Müşârünileyh Emîn Efendi hazretleri, buyuruyor ki: Kendi nübüvvetini böyle te’vîl ettiği hâlde, Hz. Mısrî’nin risâlet-i Hasaneyn mes’elesini ne için te’vîl etmemiş? (Kaddesa'llâhu esrârahum).  

Yine Gülzâr-ı Mısrî’ye dercettiğim ve kendi hatt-ı destiyle muharrer Mecmûa’sından istihrâc eylediğim bir makâlesi vardır. Bunda, “Nübüvvet ikidir: Biri teşrîiyye, diğeri ta’rîfiyyedir. Ta’rîfiyye bu ümmetten münkatı’ olmaz.” diyorlar.

Sûret-i kat’iyyede anlaşılıyor ki, (İsmâîl Hakkı), bidâyet zamânlarında Hz. Mısrî’ye mütecâviz olmuşlardır. Yoksa kendileri de aynı hakîkate vâsıl olunca aynı sözleri söylemiştir.

Kibâr-ı meşâyıh-ı Şa’bâniyye’den Çerkeşî Mustafa Efendi hazretleri, Risâle fî Tahkîki’t-Tasavvuf nâm eserinde diyor ki:

Emr-irşâd, Cenâb-ı Hakk’ın inâyet-i ezeliyye ve cezbe-i rabbâniyyesidir ki, bir kulunu ef’âlen ve sıfâten ve zâten kendine cezb edip, nice müddet kasr-ı cemâlinde mihmân ve taht-ı visâlinde sultân kıldıktan sonra, tekmîlen li’l-irşâd, makâm-ı beşerîye inzâl ve irsâl edip, tavâif-i selâse ki, küffâr, avâm, havâstır; küffârı küfürden îmâna, avâmmı ma’sıyyetten tâata, havâssı mâ-sivâdan vuslata da’vetle me’mûr ve taraf-ı Rabbânîden hilâfetle mansûr olurlar. Bu abd, enbiyâdan ise, 'nübüvvet-i teşrîiyye' ve evliyâdan ise 'nübüvvet-i ta’rîfiyye'ye dâhil olur.”

Hakîkat nasıl tecellî-nümâ-yı zuhûr oluyor? İbret!

/93/ İrtihâli:

Limni’de menfî bulundukları son zamânlarında, bir gün mürîdlerine hitâben (söylediği) "Niyâzî (نيازى), ebced hesâbında yetmişsekizdir. Bizim sinnimiz buna resîde olmuştur, vakit tamâmdır.” buyurmuşlardır. 1105 senesi şehr-i Recebinin yirminci (17.03.1694) Çarşamba  günü vakt-i duhâda terk-i dağdağa-i hayât eylediler. Na’ş-ı münîfleri, elyevm üzerine türbe yapılan mahalde kendi ârzûları vechile defn olundu. (Tayyeba’llâhu serâhu ve ceale’l-cennete mesvâhu)

Tezkire-i Safâî’de deniliyor ki:

Ol mîve-i nahl-i kerâmet, hurşîd-i ufk-ı hidâyet Limni’de câmi’-i şerîf köşesinde sâim u kâim ve seccâde-nişîn, müteveccih-i kıble-i mihrâb-niyâz iken târik-i savmaa-i cihân ve vâsıl-ı rahmet-i Rahmân olmuştur.”

Fâtih Millet Kütübhânesi’nde 1048/2109 numarada muharrer olan Tezkire-i Safâî’de, Hz. Pîr hakkında deniliyor ki:

Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, Ankâ-yı Mağrib nâm te’lîf-i latîfinde bu ibârâtı işâret etmekle Mısrî’nin rütbe-i refîasını  yüzlerce sene evvel keşfen buyurmuşlardır:

سيأتى رجل من هذه الطريقة العلية كان اسمه موافقاً لاسمنا هو المحمد المصرى الملاطى البصلى و هو يصير وارثاً لعرفانى[42]

           

            Tarîkatda reîsü’l-evliyâsın Hazret-i Mısrî

            Zamânın kutbusın feyz-intimâsın Hazret-i Mısrî

            Tasavvuf gül-şeninde bülbül-i hoş-gû-yı irfânsın

            Hakîkat mülküne bir reh-nümâsın Hazret-i Mısrî

            Ne âlî sözlerin vardır ki insânı ider medhûş

            Ukûl-ı âdeme hayret-fezâsın Hazret-i Mısrî

            Gönül ez-cân u dil sevdi seni yâ Hazret-i Mısrî

            Şebistân-ı edebde muktedâsın Hazret-i Mısrî

            Gönül mühtezz olur nâm-ı şerîfin yâd olundukda

            Ferah-bahşâ-yı erbâb-ı velâsın Hazret-i Mısrî

            Gece gündüz tavâf eyler mübârek türbeni rûhum

            Dil-i Vassâf'a dâim zev- fezâsın Hazret-i Mısrî

Hz. Mısrî, kümmelîn-i ehlu’llâhdan bir zât-ı kerîmü’s-sıfâttır. İlm ü irfânıyla mümtâz, meslek-i müstesnâsıyla ser-efrâz olmuştur. Tahkîkte ferîd, ma’rifette vahîd idi. Zamân geçtikçe, âsârı tetebbu’ olundukça kadr ü kıymeti artmış. Ba’zan hasebü’l-îcâb vâki’ olan rumûzât-ı beyâniyyesi zâhir-bîn olanları hayrette bırakmıştır. /94/ Onlar bu hayretleriyle dalâlette kalmışlar, urefâ-yı kirâm ise o sözlerdeki dekâyık-ı tasavvufiyyeyi idrâk ile bahr-ı irfâna dalmışladır.

            “Zât-ı Hak’da mahrem-i irfân olan anlar bizi

             İlm-i sırda bahr-ı bî-pâyân olan anlar bizi

             Ey Niyâzî katremiz deryâya saldık biz bugün

             Katre nice anlasun ummân olan anlar bizi”

diye meydân okuyan o ma’den-i irfân içün vâdî-i temdîhde söz söylemeğe kendimde cür’et bulamıyorum.

İrtihâlleri üzerine söylenmiş manzûmelerden:

            Kutb-ı âlem Hazret-i Mısrî Efendi menzilin

            Tekye-gâh-ı arsa-i me’vâda ihrâz eyledi

            Düşdü çâr-etrâfa mâtem didiler târîhini

            Rûh-ı Mısrî mahfil-i âlîye pervâz eyledi

            (روح مصرى محفل عالييه برواز ايلدى) = 1109 – 4 =1105

Bu târîh Bursalı Belîğ Efendi’nindir.

                                   *   *   *

            Kutb-ı sipihr-i irfân gavs-ı zamâne Mısrî

            Rıhlet idüp fenâdan mülk-i bakâya göçdü

            Ayak çeküp yudu el bu meclis-i cihândan*

            Cennetde kevser içdi hûr-ı cinânı koçdu

            Pervâz idince Adn’e didim Nazîm târîh*

            Cân-ı azîz-i Mısrî bir kumru gibi uçdu*

                (جان عزيز مصرى بر قمرى كبى اوچدى)[43]

                                   *   *   *

Seng-i mezârında:

            Mazhar-ı feyz-i tarîkat kâşif-i sırr-ı ilâh

            Mürşid-i ehl-i hakîkat ârif-i pür-intibâh

           

            Ömrünü takvâ vü zikru’llâh ile itdi tamâm

            Câ-yı ârâyiş değildir bildi kim bu hânkâh

            Tekye-gâh-ı âlemi mısr-ı teni terk eyleyüp

            Âlem-i lâhûta gitdi şevk ile bî-iştibâh

/95/      Dâi-i pür-şevkı Hâsib söyledi târîhini

            Eyleye Mısrî Efendi kasr-ı Adn’i cây-gâh

                (ايليه مصرى افندى قصر عدنى جايكاه)

Limni, Yunânîlerin eline düştüğünden, türbe-i şerîfeleri elyevm ne hâldedir ma’lûm değildir. Miralay mütekâidlerinden ve urefâ-yı Nakşıbendiyye’den Hasan Rızâ Bey, Limni’de hayli zamân bulunmakla, âsitâne ve türbenin musattah resmini çıkartmış, bu fakîre göstermiş idi. Bir sûretini buraya naklediyorum:

 

 

Türbe

 

Yalı Caddesi

Çile-hane

 

 

Avlu

 

 

Namaz-gah

Câmi’

Kale yolu

 

 

Avlu

Muvakkit-hâne

 

 

 

 

 

 

 

 

Tevhîd-hâne

 

 

 

 

 

 

 

            İtdin bize de keşf ü beyân Hazret-i Mısrî

            Lutf eyle bize himmetini eyleme mahrûm

            Feyz ü keremin ola rev$an Hazret-i Mısrî

            Sen menba’-ı esrâr-ı velâyet oldun

            Lutfundan olur cümle ayân Hazret-i Mısrî

            Şemsî kulunun leyl ü nehâr senden ümmîdi

            Ey hâli ile kâli yamân Hazret-i Mısrî

Kabr-i şerîflerinin üstü açıktır. Mezâr taşı vardır. Kendileri ayağında bukâı ve zincîr olduğu hâlde defnini vasiyet etmiş ve öylece defn olunmuştur. Mezâr taşında zincîrin resmi vardır. Gören bir zât böyle ta’rîf etti.

Tevhîd-hânenin üstü kubbe ile mestûrdur.

            Ey kutb-ı cihân gavs-ı zamân Hazret-i Mısrî

            V’ey ârif-i esrâr-ı nihân Hazret-i Mısrî

                       

                        Sen vâkıf olup ilm-i ledünnî-i Hudâ’ya

/96/      İtdin bize de keşf ü beyân Hazret-i Mısrî

            Lutf eyle bize himmetini eyleme mahrûm

            Feyz ü keremin ola revân Hazret-i Mısrî

            Şems kulunun leyl ü nehâr senden ümîdi

            Ey hâli ile kâli yamân Hazret-i Mısrî

Bursa’da Mısrî âsitânesi şeyhi Muhammed Şemseddîn Efendi’nindir.

  

Sultan Abdülmecîd merhûm Selânik’e giderken fırtına münâsebetiyle vapur Limni’ye ilticâ ettikte uzaktan gördüğü kubbeyi, “Neresidir?” diye sormuş; maiyyetindeki zevâttan biri ehl-i tarîk olup, vukûfu i’tibârıyla arz-ı îzâhât ederek ser-güzeştini anlatınca Hz. Mısrî’nin kabrini ziyârete müştâk olmuş ve Limni’ye çıkmıştır.

1260/(1844) senesinde Hz. Pâdişâh’ın Selânik’e giderken Limni’ye uğraması(nın), Kuşadalı İbrâhîm Efendi hazretlerinin tavsiyesi üzerine vukû’ bulduğunu çok kimselerden işittiğini Bursa’da Mısrî Âsitânesi şeyhi Şemseddîn Efendi de fakîre yazmıştır. Bilâhare Limni’ye Yahyâ Bey’le kurban gönderilmiş, habsi için nutk-ı âlîleri hîn-i tefe’ülde çıkmış, sene 1275/(1858-59)’tir.

Hz. Mısrî makhûren ve âdeten pranga-bend olarak terk-i hayât etmiş ve müsebbiblerine bed-duâ eylemiş ve az vakitte cümlesi perîşân olmuş idi. Hâkân-ı müşârünileyh türbeye dâhil olup eslâfının irtikâb eylediği hatîeyi ta’mîren makâm-ı terdıyyede tazarrua başlamış ve Hz. Mısrî’nin rûhâniyyâtına hitâben, “Ey Hz. Mısrî, kıymetini takdîr edemeyen kimselere bed-duâ eylemişsin, ahlâfın bir kabâhati yok. Bizlere hüsn-i nazar-ı feyzinin müncelî olduğu kalbime ilhâm olunmadıkça türbenden dışarı çıkmam.” diye feryâd etmiş, Kur’ânlar /97/ okunmuş, rûh-ı şerîfine ihdâ edilmiş; Abdülmecîd merhûma in’ikâs vâki’ olup mesrûren ve münşerihan türbeden çıkmıştır. Türbe ve nevâhîsinin mükemmelen ta’mîrini emretmiş ve az vakitte i’mâr kılınmıştır.

IV. cildde, 64. sahîfede terceme-i hâlini yazdığım Ali Efendi, o zamân pâdişâhın maiyyetinde Selânik’e gidenler meyânında olduğundan aynen meşhûdâtını nakl eylemiş idi. Hattâ Bursa’daki hânkâh-ı şerîflerini dahi ta’mîr ettiklerine, kapısı bâlâsındaki şu târîh şâhiddir:

            Dergeh-i Mısrî’ye girmez dîv ü şeytân  gâviye

            Hiç anılmaz münâfık yerleridir hâviye

            Bâreka’llâh hûb u zîbâ tekye-i Mısrî-i dîn

            Olsun a’dâsı hemîşe ser-nigûn  hâviye

            Mü’minîn eyler imâret istemez ehl-i nifâk

            Hâşa li’llâh fırkateyn olsun mu yâ hû sâviye

            Halvetî vü Kâdirî dergâhıdır olma cüdâ

            Çirk-i şirki def’a kâdir derd-i kalbe dâviye

            Zâikâ sahfî lisânından didim târîhini

            Devr-i Hân Abdülmecîd’de vüs’a buldu zâviye

 (دور خان عبد المجيدده وسعه بولدى زاويه)

Bu manzûme meşâyıh-ı Mısriyye’den ve şuarâ-yı hicviyyeden Şeyh Zâik merhûmundur. Hz. Mısrî’nin a’dâsına karşı güzel söylenmiştir.

Hz. Mısrî’yi çok severim. Onun ism-i şerîfi yâd olundukça gönlüm cûş u hurûşa gelir. Âsâr-ı âliyesi kütüb-hâne-i irfâna şeref verir. Cidden eâzımdandır. Hz. Şeyh-i Ekber efendimizin lisânımızda tercemânıdır.

/98/      Ben halk içre âyîneyim herkes bakar bir ân görür

             Her ne görür kendin görür ger yahşı ger yaman görür”

buyuruyor. Mir’ât-ı mücellâ-yı hakîkat olmuşlar; inkâr ile bakanlar inkâra, ikrâr ile bakanlar ikrâra nâil olmuşlardır. Onların felsefe-i tasavvufiyyeleri, neş’e-i zevkıyyeleri çok yüksektir. Vahdet-i Zât’tan söylerler. Ba’zan makâm-ı farktan şu yolda terennüm-sâz olurlar:

            Zulmet-i hecrinde bîdâr olmuşum Yâ Rab meded

            İntizâr-ı subh-ı dîdâr olmuşum Yâ Rab meded

            Gül-şen-i vaslın nesîmin irgürüp bâd-ı sabâ

            Andelîb-i bâğ-ı gül-zâr olmuşum Yâ Rab meded

            Kalmışım zindân-ı cism içre bu gün tenhâ garîb

            Bu kafesde rûz u şeb zâr olmuşum Yâ Rab meded

            Şol şarâbı kim bana sundu anı rûz-ı” elest”

            Ol zamândan mest ü hüşyâr olmuşum Yâ Rab meded

            Her nere varsam yakar bu cânımı aşk âteşi

            Yana yana küllü pür-nâr olmuşum Yâ Rab meded

            Bu Niyâzî düşdü varlık çâhına Yûsuf gibi

            Al elim kurtar ki nâ-çâr olmuşum Yâ Rab meded

Ba’zan şiddet-i aşk-ı Muhammedî ile nağme-perdâz olurlar:

            Zuhûr-ı kâinâtın ma’denisin Yâ Rasûla’llâh

            Rumûz-ı “küntü kenz”in mahzenisin Yâ Rasûla’llâh

            Beşer dinen bu âlemde senin sûretle şahsındır

            Hakîkatde hüviyyetde değilsin Yâ Rasûla’llâh

            Vücûdun cümle mevcûdâtı nice câmi’ olduysa

            Dahi ilmin muhît oldu kamusın Yâ Rasûla’llâh

            Dehânın menba’-ı esrâr-ı ilm-i “min-ledünnî”dir[44]

            Hakâyık ilminin sen mahremisin Yâ Rasûla’llâh

/99/      Cihân bâğında insân bir şecerdir gayriler yaprak

            Nebîler mîvedir sen zübdesisin Yâ Rasûla’llâh

            Şefâat kılmasan varlık Niyâzî’yi yoğ iderdi

            Vücûdu zahmının sen merhemisin Yâ Rasûla’llâh

Bu nutk-ı münîf ve na’t-ı şerîfi sûret-i basîtada okuyup geçmemelidir. Her beytinde bin hakîkat mündemicdir. Uluvv-i kadr-i Muhammedîyi ta’yînde rûhen yükselip acze düşeni, bu sultân-ı irfân için, “Fahr-i âlemden sonra sâhib-i şerîat bir nebî geleceğine kâni’dir.” demek ne büyük cinâyettir.

Hz. Mısrî, vahdet-i vücûd zevkına dalarak o deryâdan dürr-i güherler çıkarıyor ve buyuruyor:

            Ey bu cümle kâinâtın aslını bir cân iden

            Âdem’i kudretle ol câna sevüp cânân iden

            Alleme’l-esmâ ile hem tâc-ı “kerremnâ” ile

            Arş-ı a’lâda melekler cem’ine sultân iden

            Vech-i âdemle cihân fânûsunu tenvîr idüp

            Künh-i zâtına o vechi huccet ü bürhân iden

            Evvelin âdem sonun hâtem kılup bu âlemin

            Hâtemi Mahmûd-ı cennet zübde-i insân iden

            Nokta-i pergâr-ı âlem Ahmed-i zâtın kılup

            Sırrını kutb-ı hakîkat mazhar-ı Rahmân iden

            Enbiyâ vü evliyâ heb mazhar-ı envâr-ı Hak

            Mustafâ’da her şuûnun cem’ idüp bir şân iden

/100/    İsm ü resmi mahv iken bu âciz ü bî-çârenin

            Nâmını Mısrî virüp dillerde ad u sân iden

Hz. Mısrî, cân u dilden âşık-ı sâdık olanları bezm-i irfâna da’vet ediyor ve diyor ki:

            Kim ki candan geçmez ise di’n bize yâr olmasun

            Âr u ırzıyla gelüp âşıklara bâr olmasun

            Remz-i Hakk’a mahrem olmak değmenin kârı değil

            Kim dilerse aşk ile yâr olsun ağyâr olmasun

            Cümle efkârın hurûfun cem’ idüp tevhîd ile

            Nokta-i vahdetde haşr ol gayrı efkâr olmasun

            Ey Niyâzî hâl-i aşkı herkese fâş eyleme

            Sırr-ı Hak’dır ana bîgâne haber-dâr olmasun

Hz. Şeyh’in bunca kemâline karşı çektiği âlâmı düşündüm. Edirne’de Kaymakam Osman Paşa’nın müşârünileyhe ettiği ezâ, cefâ hâtırıma geldi, tüylerim ürperdi. Fakat bu âlem âlem-i ibtilâdır. Her Mûsâ’nın bir Fir’avun’u olacağını teemmül edince tesellî buldum. Çekilen çileler âsâr-ı kemâlden olduğundan, rütbe-i ma’neviyyede daha ziyâde yükselmelerine sebep olmuştur.

Devre-i Arşiyye nâm eseri münâsebetiyle,

            Devre-i Arşiyye’den her kim haber-dâr olduysa

             Ol bilür ancak Niyâzî ilm ü irfânım benim

buyuruyorlar. Hulâsa-i kelâm Hz. Mısrî, gül-istân-ı irfânda bir andelîb-i hoş-elhândır. Urefâ-yı sûfiyye arasında müşârün bi’l-benândır.

/101/ Mektûbât-ı aliyyelerinden:

Halîfeleri Şeyh Ahmed-i Gazzî’ye yazmışlardır:

“İnşâa’llâhu taâlâ Bursa’da izzetlü ve fazîletlü oğlum Ahmed Efendi hazretlerine bi’l-hayr. Limni’den Bursa’ya:

İzzetlü ve fazîletlü veled-i mükerremim huzûrlarına bî-had selâmlar ve hayr-duâlar takdîminden sonra hâtır-ı şerîfleri suâl olunur. Bu taraf ahvâlimizden suâl olunursa, el-hamdü li’llâhi taâlâ sıhhat ve âfiyet üzereyiz. Cümle ihvân ile duâ-yı bi’l-hayrlarına müdâvim bilüp nokta-i şükûku tard u hakkeyleyip tarîkat-ı aliyyenin muktezâsı üzere amelden hâlî olmayıp, ihvân ile hüsn-i muâşereti efdal-i a’mâl bileler. Bizim tarîkımızda oniki esmâyı câmi’ olan kalbin devleti keşf ü kerâmet değildir, ancak hüsn-i muâşeret-i ihvândır. Bundan efdal bir hulk ve bir amel bunlar katında yoktur.

İzzetlü Şenek-zâde(?) Çelebi’ye selâmımızı teblîğ edip, onlar ile bir hoşca geçinmeniz matlûbumuzdur ve oğlumuz Kâsım Çelebi-zâde’ye selâmlar olunur ve birâderine ve oğluna selâmlar eder, teblîğ edesiniz.

                                                            El-Fakîr efkarü’l-verâ

Hâdemü’l-fukarâ Muhammed el-Mısrî”

Mezkûr mektûbun hâmiş sûreti:

“Cümle dervîşâna selâm olunur, teblîğ edesiniz. Tarîkat-ı aliyyenin ameline müdâvemet üzere olalar ve bizim Bekir hulûs üzere selâm edip, dest-i şerîfinizi bûs ederler ve bizim Kavala şeyhi dahi hulûs u muhabbet birle selâmlar eder; kabûlü ricâ olunur. Bunlar dahi mestûr ve gayr-i mestûru’l-esâmî olan cümle-i dervîşâna selâmlar ederler; teblîğ edesiniz ve bunda olan ihvân selâmlar ederler, kabûlü mercûdur.”

/102/ Diğer mektûb:

“Mısrî’nin her şey’i yağma oldu, ancak görünür bir cesedi kaldı ki, içi dolu yılandır. Mısrî’yi şimdiden sonra isteyen, muhebbet ehli ise gönülde arasun. Ma'rifet ehli ise sözlerinde arasın, bulur. Dervîşânın cümlesinden, erkeğinden, dişisinden Mısrî hoş-nûddur. Evvelden ikrârı olanlardan biz ayrı değiliz, her ne kadar uzak isek. İnkârı olanlar bizi göremez, her ne kadar yakında olsak. Eğer hakîkî âşinâlık ise, gönüle uzak yakın birdir. Ve’s-selâm alâ meni’t-tebea’l-hüdâ.”

Diğer mektûb:

“Mu’cizât-ı enbiyâ ve kerâmât-ı evliyâyı ve cemî’-i havârik-ı âdeyi ba’de’z-zevk heme-ûst bilâ-te’vîl kabûlüne yetişen urefâ vü zurefânın ayakları altında Mısrî’nin yüzü topraktır. Te’vîl yükünün altına giren çıkamaz. Meşhûr meseldir ki, zırva te’vîl kabûl etmez. Zırva zirvedan ola ki, zirve her şey’in a’lâsı demektir. Bu hakîkat dahi cemî’ ulûmun zirve ve a’lâsıdır. (رَّبِّ زِدْنِي عِلْمًا)[45] bu alemdir ki, gayr-i mahsûstur ve ism-i ayn-ı müsemmâ olduğuna ba’de’l-ilm aynen zevkını ve kalbden himmetini ve dilde zikrini iksârının ve niyyet ile, keyfiyyet-i mahsûsa ile hareket-i a’zâsının, hattâ eldeki kalemin te’sîrinin ve eşyâ birbirinin aynı olduğunun aynıyla müşâhedesini Allah müyesser eyleye. Âmîn.

Benim cânım! Hangi bir çanağa dokunsan, kendi sadâsından gayri sadâ vermez. Bizim gayri bildiğimiz yoktur, ma’zûr ola ve bundan gayri ma’rifete dahi isğâ etmeyiz ve cemî'-i kümmelîn "ba'de-zevkın heme-ûst"da karâr etmişlerdir. Zîrâ nefsü’l-emrde karâr yok ise de, dâirenin /103/ nokta-i sâniyesi nokta-i evvele yetişemeyince dâire tamâm olmaz. Zîrâ cemî’ maârif-i nücûm bu şemsü’l-maâriftir. Allâh taâlâ size ve bize zevkını müyesser eyleye. Âmîn, yâ Muîn bi-hurmeti seyyidi’l-mürselîn.

Efkarü’l-verâ hâdimü’l-urefâ

                                                                                Muhammed el-Mısrî”

Birâder-i mükerremi Şeyh Ahmed Efendi’ye[46] gönderdikleri mektûbun sûretidir:

“Gözüm nûru birâderim Ahmed Efendi hazretlerine,

Hezâr iştiyâk ile selâmlar ve duâlar iblâğından sonra i’lâm olunur: Benim cânım, ne hâlde ve ne âlemdesiniz? Elemde ve ceza’ u feza’dasınız, yâhûd derd içinde dermân bulup, gece karanlığında gün bulanlar gibi, sen de bulup, hasta gönlün sağ olup,  yediğin yürekte yağ olup her dağ üstü bâğ oldu mu? Karındaşım, nefsini bildin mi, Rabbini buldun mu? Alâmet vardır. Yetmişiki millete bir gözüyle bakıp, cümle halk ile bir uğurdan   barışıp, esteîzü bi’llâh, (فَأَيْنَمَا تُوَلُّواْ فَثَمَّ وَجْهُ اللّهِ)[47] zâhir oldu mu?

            Cemâlini nice yüzden göreyim diyen diller

            Şikest âyîneler gibi pâre pâre gerek

Karındaşım! Çünki bu arsa-i bî-nişân ve lâ-mekân illerine geldik. Kudret yularıyla yedildik. Çıka geldin, gözünü açtın, kendini bir ulu hengâme içinde buldun. Ol kesrete aldanmayıp, izini izlemeyip, geldiğin kapıyı bulagör. Yokluk yolunda bî-nişân ü lâ-mekân illeri ki, vatan-ı aslîdir, ulaşagör ki, (حب الوطن من الإيمان)[48] oldur. Yolunu yitürdün ise, bilene sor. Şöyle ki, yüzünü eşiklerine koy, ya’nî yüzünü sür, hizmetlerine sa’y eyle, hizmetlerinden ayrılma, derdine dermân onlarda bulunur. Kâmiller bahîl olmazlar. Tek hemân /104/ tâlib ü râgıb ol. Âşık-ı sâdık ol. Azıcık yokluk ile gelürsen, (مالا عين رأت)[49]e mazhar olursun. Dürr-i yetîmlerini ve cevâhirlerini ki, babası oğluna görtermeğe kıyamazdı, senin eline teslîm ederler. Tek sen sözlerini anlamağa liyâkat kesb eyle. Cümle riyâzât, cümle müşâhedât ki, vardır, bunları işlemek lezzet değildir. Belki insân-ı kâmil sözünü anlamağa liyâkat kesb etmek içindir. Eğer bir kimse onların sözlerini anlaya, onun irfânı ayn-ı mücâhededir. Benim karındaşım, münâsıb bir söz söyledim. İbârât söyleyebilecek zerâfetim yok. Kerâmet bilecek velâyetim yok. Karpuz gibi bir top düzdüm, önüne yuvarladım. Çevgân elinde, hemân her nereye çekersen ve her nereye çalarsan, ol semte gider, muhâlefet etmez. Ammâ sen çevgânı elinden bırakıp onu kapasın ki, asıl maslahat oldur. Sene: 1068 (1658)

Efkaru’l-verâ hâdimü’l-fukarâ

eş-Şeyh Muhammed el-Mısrî”

Inde’l-hisâb bu mektûbu kırkbir yaşında iken yazdıkları ve daha o zamân medâric-i a’lâ-yı irfânda pervâz ettikleri nümâyândır.

            Mescid ü meyhâneyi fark eylemem ben zâhidâ

Merhûm Şerefeddîn Efendi hazretleri, Cenâb-ı Mısrî’nin bu beyitindeki rumûzâtı şöyle ta’rîf buyurmuşlardı: Mescid ile meyhânenin şerîatta farkı vardır. Şerîatta mescid mahall-i ibâdet, meyhâne ise mahall-i isyândır. Tarîkatta mescid mazhar-ı cemâl, ya’nî Hakk’ın cemâl yüzüdür, meyhâne celâl yüzüdür. Lâkin hakîkatte farkı yoktur. Hz. Mısrî, ehl-i hakîkat olduğundan öyle söylemiştir. Çünki,    (فاينما تولوا فثم وجه الله) beyân-ı ilâhîsine göre her nereye teveccüh etseniz Hakk’ın yüzüdür, gerek mescid, gerek meyhâne.

Âsâr-ı Aliyyeleri

1.     Mevâidü’l-İrfân Avâidü’l-İhsân: Yetmişbir mâide üzerine müretteb ve gayr-i matbû’ Arabiyyü’l-ibâre bir eser-i kıymet-dârdır.

2.       Devre-i Arşiyye: Üç bâb bir hâtime üzerine müretteb mühim bir eserdir.

3.          Şerh-i Esmâ-i Hüsnâ: Te’sîs buyurdukları şu’be-i Halvetiyye’nin esmâsını şerhdir.

4.     Risâle-i Eşrâtü’s-Sâat: Türkçe ve gayr-i matbû’ bir eserdir. İlm-i cifirden istihsâl olunmuş birçok hakâyık-ı müstakbeleye rumûzu câmi’dir ve çok ehemmiyetlidir.

5.     Es’ile vü Ecvibe-i Hz. Mısrî: Türkçe ve matbû’dur. En mühim mesâil-i sûfiyyeyi câmi’dir.

6.     Risâle-i Tevhîd: Merâtib-i tevhîd-i ilâhîye dâir ve gayr-i matbû’dur.

7.     Câmiu’l-Künûz Şerhu’l-Bürde: Tesbî’-i Kasîde-i Bür’e’dir. Arabiyyü’l-ibâredir. Hz. Mısrî’nin kemâlât-ı âşıkânesine mir’ât-ı mücellâdır.

8.     Tefsîr-i Sûre-i Yûsuf: Türkî ve gayr-i matbû’dur.

9.     Risâle-i Mebde’ ve’l-Meâd:  Türkî ve gayr-i matbû’dur.

10.  Risâletü’l-Hızriyye: Türkî ve gayr-i matbû’dur.

11.  Dîvân-ı belîğu’l-beyânları: Türkî ve matbû’dur.

12.  Risâle-i Mısrî: Gayr-i matbû’dur.

13.  Tefsîr-i Fâtiha: Arabiyyü’l-ibâre ve gayr-i matbû’dur.

14.  Risâle-i Vâhide: Gayr-i matbû’dur.

Fâtih’te, Millet Kütübhânesi’nde Râşid Efendi kitâbları miyânında, 1218 numaralı kitâb, Hz. Mısrî’nin el mecmûasıdır. Pek kıymet-dâr bir mecmûa-i nefîsedir. Ziyâret olunmağa şâyândır. 438 numaralı mecmûa dahi Hz. Pîr’in ba'zı âsârıyla alâka-dârdır.

(Yine) Fâtih’te Millet Kütübhânesi’nde Râşid Efendi kitâbları meyânında 492 numaralı yazma eserin nâmı, Vâridât-ı Ârif-i İlâhî Şeyh-i Kâmil Niyâzî olup, üzerine, “Risâle-i Mısrî-i Niyâzî” yazılması yanlıştır. Çünkü bu eser, Hz. Mısrî’nin değildir. Şeyh Nûreddîn-zâde kolundan gelen Şeyh Mısrî Abdulhâlık Efendi’(nin)dir. Pâdişâh-ı zamân tarafından sorulan suâller üzerine zamân zamân yazdıkları mektûbât-ı celîleden ibârettir. Büyük bir eserdir. İkinci bir nüshası olmayan nâdire-i irfândır.

İlâve:

Fransız müsteşriklerinden Lui Masignon Hallâc-ı Mansûr’un meslek-i felsefîsi âşıklarındandır. Hallâc hakkında yazdığı ve tab’ u neşrine muvaffak olduğu iki cild eserinin II. cildinin 440. sahîfesinde Hz. Hallâc’a neş’e-i tevhîdde alâka-dâr olan Hz. Mısrî-i Niyâzî hakkında bir bahs-i mühimmi vardır. Bunun Mahemmed Ali Aynî Bey tarafından bir tercümesi icrâ olunmuş idi. Bursa’da Mısrî Hânkâhı şeyhi Muhammed Şemseddîn Efendi’ye bir sûretini göndermiş idim. Yazdığı mufassal cevâb-nâme şâyân-ı mütâlaa vü istifâde olup, bir arada cem’ ettiğim mektûbâtı meyânındadır.

Lui Masignon, Hz. Mısrî’nin, Mansûr-ı Bağdâdî için 970 beyitten mürekkeb bir manzûmesinden bahs eder. Mısrî (Dergâhı) şeyhi diyor ki:

Cenâb-ı Mısrî’nin böyle bir eseri yoktur. Limni’ye seyâhatimde böyle bir Mansûr-nâme gösterdiler. Tedkîkâtımda bu eserin Hz. Mısrî’nin olmadığını öğrendim. Mürîdî-i Aydınî nâm zâtın, -Mısrî-i Niyâzî değil - Dervîş Niyâzî nâm mechûlü’l-hâl zâtın, Mansûr-nâme-i Hallâc nâm eserine nazîresi imiş. Bursalı Tâhir Bey Osmanlı Müellifleri’nin II. cildinin ikinci kısmının 415. sahîfesinde, Mürîdî-i Aydınî nâm zâtın terceme-i hâlinde bahsi vardır. Mısrî-i Niyâzî’nin Mansûr-nâme’si yoktur.”

/106/ Tuhfetü’l-Asrî fî Menâkıbi’l-Mısrî diye matbû’ ve mufassal bir menâkıb-nâme sâha-ârâ-yı âlem-i matbûât olmuştur. Mutâlaasını tavsiye ederim.

 

Medhiyye-i âciz-ânem:

            Zulmet-i tende nümâyân hilâlin Mısrî

            Bizlere oldu hilâl-i îd-i visâlin Mısrî

            Mazhar-ı tâmm-ı inâyâtısın ey Hazret-i Pîr

            Niam-ı Hazret-i Rabbü’l-müteâlin Mısrî

            Sen gibi nâdire-i ma’rifete hayrânız

            Bizi dil-şâd ide ihsân-ı nevâlin Mısrî

            Himmet-i kudsiyene âşık oldu gönül*

            Lâyık-ı medh u senâdır senin hâlin Mısrî*

            Mazhar-ı feyzin olursa ne şeref Vassâf'a

            Feyz-bahş itdi hakîkatde makâlin Mısrî

/77/ Sinân Ümmî[50]

Konya mülhakâtından Elmalı’dandır. Kibâr-ı evliyâu’llâhdandır. Rütbe-i kemâline, Hz. Mısrî gibi, bir sultânın ona bende olması delâlet eder. Ümmî ta’bîri, hazmen li-nefsihî isti’mâl olunmuş bir şeydir; ümmî-i âlemdir. Kutbu’l-Maâlî isminde mensûr bir eseri, müretteb ve matbû’ bir Dîvân’ı vardır. 1075/(1664-65)[51] senesinde Elmalı’da irtihâl eylemiştir. Orada medfûndur.

Demek ki, Hz. Mısrî’nin müşârünileyhe intisâbından i’tibâren onbir sene dâire-i feyzlerinde kaldığı müstedeldir.

Askerî ve Kâşif efendiler dahi, Hz. Şeyh’in ecell-i hulefâsındandır. Onların terceme-i hâllerinden de bi’l-âhare bahs olunacaktır.

/78/ Sinân-ı Ümmî’nin nutuklarından:

            Yâ Rabbi lutf eyle bana bi-hakk-ı nûr-ı Mustafâ

            Cümle işim ayân sana ey Âlim-ı sırr u hafâ

            Sensin Alîm ol İlâh sensin Hakîm pâdişâh

            Senden gelir ey ulu şâh sad-hezârân derde şifâ

                                               *   *   *

            Şerîat sâhibi sultân tarîkat sâhibi merdân

            Meded kıl yâ veliyya’llâh şefâat yâ Rasûla’llâh

            Ma’rifet sâhibi merdân hakîkat sâhibi sultân

            Meded kıl yâ veliyya’llâh şefâat yâ Rasûla’llâh

            Bu nefsim zulmeti çokdan beni dûr eyledi Hak’dan

            Halâs eyle bu tuzakdan elim tut düşdüm ayakdan

            İnâyet şerbetin Hak’dan yetişdir bahr-ı mutlakdan

            Meded kıl yâ veliyya’llâh şefâat yâ Rasûla’llâh

            Sinân Ümmî helâk oldu ki yoldan çıkdı dâll oldu

            Özü hem bî-mecâl oldu dahi bî-perr ü bâl oldu

            Ki ömrü pây-mâl oldu büküldü kad menâl oldu

            Meded kıl yâ veliyya’llâh şefâat yâ Rasûla’llâh

                                   *   *   *

            Gel kul isen kulluk eyle hasbeten li’llâha bak

            Onsekizbin âlemi var eyleyen Allâh’a bak

            Ger Halîl olmak dilersen bekle hıdmet kapusın

            Kara donlu Ka’be’yi yapan Halîlu’llâh’a bak

            Yok iken bu yir ü gök arş u kürsî nefs ü cân

            Evvel âhir bir olan “küntü kenzu’llâh’a bak

/79/      Gör ki senden gördüler anın münezzeh zâtını

            Gör Muhammed Mustafâ’yı ayn-ı zâtu’llâha bak

            Gizli râzı gün gibi fâş eyledim anlayana

            Mürşid-i kâmil yüzünden sırr-ı ehlu’llâha bak

            Tıfl-i ma’nâ zikr-i kalbinden olur ayne’l-yakîn

            Ahsen-i takvîm yüzünden gel bu vechu’llâha bak

            Dört kitâbın ma’nisin keşf eyleyen tevhîd imiş

            Oku gel ümmü’l-kitâbı sen kelâmu’llâha bak

           

            Âlem-i kübrâyı bilmez cân iline girmeyen

            Gir gönül iklîmine seyr eyle arşu’llâha bak

           

            Mü’minin kalbin Hudâ kendüye mir’ât eyledi

            Gel musaffâ eyle kalbi sen bu beytu’llâha bak

            Yok ile nefsin vücûdun bir ider tevhîd-i zât

            'Şâbb-ı emred'in yüzünden gel cemâlu’llâha bak

            Enbiyâdan mu’cize oldu bu kerâmet evliyâ

            Ey Sinân Ümmî gözün aç sen bu zikru’llâha bak

                                   *   *   *

            N'eylerim cân u cihânı bana Rahmân’ım gerek

            Tâ ezel 'kâlû belâ'da ahd ü peymânım gerek[52]

            Bülbülüm âh u figânımdan murâdım her nefes

            Ol gül-istânım bağında nûr-ı Yezdân’ım gerek

            Bahr-ı mutlak kuşu idim bunda pervâz eyledim

            Bir kanadım açdığımdan bahr-ı ummânım gerek

/80/      Pâdişâh-ı lâ-yezâlin şem’ine pervâneyim

            Aşka fermân olduğumdan yine ol hânım gerek

            Ben muhabbet denizinden nûş iderdim akl ü cân

            Bu Sinân Ümmî gerekmez bana erkânım gerek

                                   *   *   *

            Ey cismine cân isteyen gel mâh-ı kevnden al haber

            Ey kâmil îmân isteyen gel doğru dînden al haber

            Ey ilm ü irfân isteyen bir zerreden kâr isteyen

            Ey hükm-i Kur’ân isteyen 'kâf' ile 'nûn'dan al haber

            Bir mürşide vir özünü gafletden aç gel gözünü

            Özle özlüğü izini sen yine senden al haber*

            Al tevhidi dilden dile ola ki cânın yol bula

            Sen şehrini sorma ele ayne’l-yakîndan al haber

            Ten fenâdır eyle fenâ her giz kurma nefse binâ*

            Gir bâtının esrârına ilm-i ledünden al haber

            Ol ma’den-i sıdk u safâ ya’nî Muhammed Mustafâ

            Geldi cihâna hoş safâ buldunsa andan al haber

            Gaflet seni bağlamasun dünyâya cân ağlamasun

            Bân mülkünü dağlamasun çeşm-i bâtından al haber

            Nefs ü câna olan kuvâ vahdet bulursa hoş ridâ*

            Budur sülûka intihâ ins ile cinden al haber

            Ey tâlib-i vahdet olan Rahmân’ını ârzû kılan        

            Gel hazrete vuslat bulan Ümmî Sinân’dan al haber[53]

/106/ (Mısrî Dergâhı):

Hz. Mısrî’nin Bursa’daki hânkâhı Câmi’-i Kebîr’in karşısında, sokak içindedir. Hâlen müşrif-i harâbdır. Kapısı bâlâ(sı)nda:

            “Ümm-i dünyânın güzîde mefhar-ı asrı budur

             Şekker-istân-ı hakâyık Dergeh-i Mısrî budur”

yazılıdır. Burada zamânımıza kadar post-nişîn olan zevât-ı kirâm:

- Mahdûm-ı Hz. Mısrî Şeyh Ali Çelebi Efendi (kuddise sırruhû),

- Şeyh el-Hâc Muhammed Sahfî Efendi (kuddise sırruhû),

- Şeyh Ali Efendi b. Muhammed Sahfî Efendi (kuddise sırruhû),  

- Şeyh Ahmed b. Ali Efendi (kuddise sırruhû),

- Şeyh Zeyneddîn b. Ahmed Efendi (kuddise sırruhû),

- Şeyh Ahmed Şemseddîn b. Zeyneddîn Efendi (kuddise sırruhû),

- Şeyh Muhammed Emîn Zâik Efendi b. Zeynelâbidîn Efendi (kuddise sırruhû),  

- Şeyh Necât b. Zâik Efendi (kuddise sırruhû),

- Şeyh İsmâil Nazîf b. Ahmed Şemseddîn Efendi (kuddise sırruhû),

- Şeyh Muhammed Şemseddîn Efendi b. İsmâîl Nazîf Efendi (kuddise sırruhû).  

Çelebi Şeyh Ali Efendi

Mahdûm-ı Hz. Mısrî olup, zâhir u bâtını ma’mûr erlerdendir. Pederinin câ-nişîni oldu. Velâdeti 1075/(1664-65), irtihâli 1125/(1713)’tir. Yirmi sene post-nişîn olup, elli sene muammer olmuştur. Bursa’da, hânkâhın harîminde vâlide ve hemşîrelerine karîndir. (Kaddesallâhu sırrahû)

            Râsimâ gûş eyleyince fevtine târîh içün

            Didi Mısrî-zâde’ye gül-zâr-ı cennet ola câ

            (مصرى زاده يه كلزار جنت اوله جا )      [54]     

/107/ Şeyh Muhammed-i Sahfî

Bursa’da Şehâbeddîn Mahallesi’nde nice zamân tahsîl-i ulûm-ı zâhirî ve kitâb bey’ u şirâsıyla iştigâl etmiştir. Bundan dolayı “Sahfî” (tahallus) eylediler. Hz. Mısrî’den ahz-i feyz edip, nâil-i hilâfet olarak hânkâh-ı şerîfde seccâde-i irşâda câlis olmuştur. 1146/(1733-34) senesinde terk-i hayât-ı müsteâr eyledi. Bursa’da Âsitâne-i Hz. Mısrî’de medfûndur. (Kaddesa'llâhu sırrahû).

            İlâhî cilve-gâh-ı Şeyh Sahfî'i cinân eyle

                                   = 1146  )الهي جلوه كاه شيخ صحفي ئي جنان ايله(           

İlâhiyâtından:

            Şarâb-ı aşk ile sekrân bize Mısrîliler dirler

            Safâ-yı mâyede sûzân bize Mısrîliler dirler

Diğer:

            Dilâ sen  mantıku’t-tayrı özü insân olandan sor

            Dilersen “küntü kenzen” remzini erkân olandan sor

           

(Sahfî’nin) Âsâr-ı Aliyyesi:

1. Zeyn-i A’yâd: Hz. Bayram-ı Velî’nin, “Çalabım bir şâr yaratmış / İki cihân arasında” nutku şerhidir.

2. Şerh-i Gazel-i Eşref-zâde: “Tecellî şevk-ı dîdârın beni mest eyledi hayrân” gazeli(nin şerhi)dir.

3. Şerh-i Gazel-i Mısrî-i Niyâzî. İsmi Keşfü’r-Rumûz fî Halli’l-Künûz’dur. “Müşkilim var Hak dostları eyleyin güşâd

4. Manzûme-i Mi’râciyye.

5. Mecmûa-i İlâhiyyât.

Şeyh Ali Efendi

Muhammed Sahfî Efendi’nin mahdûmudur. Pederinin irtihâlinde Hânkâh-ı Mısrî’de câ-nişîn oldu. Feyzi pederindendir. Otuzdört sene şeyh olup, 1180/(1766-67)’de irtihâl eyledi. Hânkâhda pîr-zâdeye karînen medfûndur.

/108/ Ni’metî Şeyh Ahmed Efendi

Ali Efendi-zâdedir. 23 sene meşîhati vardır. İrtihâli 1203/(1788-89)’tedir. Semâ’-hânenin kapısı karşısında medfûndur. (Kuddise sırruhû)

Şeyh Zeyneddîn Efendi

Ahmed Efendi-zâdedir. 29 sene meşîhati vardır. İrtihâli 1232/(1817)’dedir. Hicâz’da beyne’l-Haremeyn vefât etmiştir. Bursa’da hem reîsü’l-kurrâ, hem reîsü’l-hattâtîn idi. (Kuddise sırruhû)

Şeyh Ahmed Şemseddîn Efendi

Zeyneddîn Efendi-zâdedir. 1217/(1802)’de doğmuş, otuzbeş sene meşîhat etmiş, 1267/(1851)’de irtihâl eylemiştir. Dergâhın harîminde, Şeyh Ahmed Efendi karîbindedir. (Kuddise sırruhû)

Şeyh Muhammed Emîn Zâik Efendi

Zeyneddîn Efendi-zâdedir. 1208/(1793-94)’de doğmuş, otuzyedi sene meşîhat etmiş, 1269/(1853)’da irtihâl-i dâr-ı bakâ eylemiştir. Urefâ-yı şuârâdandır. Hicivde fevka’l-âde mütehassıs idi. Hânkâhın avlusunda medfûndur.

Kitâbe-i seng-i mezârı:

            Bu dergâh-ı şerîfe hıdmeti makbûledir zannım

            Ki hıdmet bitmeyince çekmedi pâyin bu mihverden

           

            Fedâ-yı hâk-pâ-yı âl ü evlâd eyleyen cismin

            Hüseynî'ye çıkar Mısrî yolunda hubb-i Haydar’dan

            Güher mühmel şu söz târîh-i fevti ihtirâıdır

            Sızupdur Zâik-i bî-şükr  Mısr-ı hüner-hardan*

            (صيزوبدر ذائق بي شكر مصر هنر خردن)

Noktalı naktasız ayrı ayrı 1269’u iş'âr eder.[55]

Dîvân’ı beyne’ş-şuarâ makbûldür. Hânkâh-ı Mısrî için söylediği târîh 97. sahîfededir.

Gazeli:

            Nâz iderse çeşm-i mest ü bî-karâra nâz ider

            Saff-ı müjgânı ser-â-ser hûşyâra nâz ider

/109/    Vech-i cânân âb u âteşle olursa rû-be-rû

            Gösterir yüz dürlü sûret âb u nâra nâz ider

            Cûy-bâr-ı ye’s olur hatt-ı çemen üzre revân

            Gül-şen-i hüsn-i gühen-tarzı bahâra nâz ider

            Feyz-i nef’i reşha-pâk olursa nûk-i kilkime

            Tavr-ı şi’rim Örfii sâhib-vakâra nâz ider

            Görmedim Zâik gibi küstâh-ı cür’î hilkati

            Hem güneh-kâr-ı kavî hem Kird-gâra nâz ider

Şeyh Necât Efendi

Zâik Efendi-zâdedir. 1236/(1821)’da doğmuş, yirmibeş sene seccâde-nişîn olmuş, 1294/(1877)’te irtihâl eylemiştir. Pederinin kabrinde karîn-i rahmettir. (Kaddesa'llâhu sırrahû).

Şeyh Hâfız İsmâîl Nazîf Efendi

Şeyh Ahmed Şemseddîn Efendi-zâdedir. 1253/(1837)’te doğmuş, 1305 (1887-88)’te irtihâl eylemiştir. Pederiyle bir kabirde âsûde-nişîn-i rahmettir (Kuddise sırruhû).

Şeyh Muhammed Şemseddîn Efendi

Şeyh İsmâîl Nazîf Efendi-zâdedir.Bursa’da 26 Şa’bân 1283/(30 Kasım 1869) (yevm-i perşembe) târîhinde zînet-sâz-ı mehd-i şuhûd olup, zamân-ı tahsîl hulûlünde mekteb-i Rüşdî’ye devâm ile, şehâdet-nâme (almış), pederinden ve şeyhinden ve Münzevî Dergâhı şeyhi Vahyî Efendi[56] hazretlerinden tahsîl-i ulûm eylemiş ve akâid ve tasavvuf okumuştur. İhtilâs-ı vakt ettikçe hey’et ve hikmet gibi fünûnun mütâlaasına da rağbet eylemiştir.

Bu beyit, târîh-i velâdetleridir:

            Velâdet târihim Şemsî ne hoş ni’me’t-tesâdüfdür

            Gelürken âleme rûhum muhibb-i âl-i beyt geldi

                    (كلوركن عالمه روحم محب آل بيت كلدى)

(22 Kânûn-ı evvel 1282 ve 3 Kânûn-ı sânî 1867, ba’de’l-fecr kable’t-tulû’)

Tarîkaten nisbeti Atinavî Dergâhı bânîsi Şeyh Mustafa Lutfullâh Efendi’yedir ki, onun şeyhi pederi Ali Rızâ  Efendi, bunun şeyhi Ahmed Bedreddîn Efendi olup, Hz. Merkez Kabristan’ında birâder-i Hz. Mısrî Ahmed Efendi kabri civârında medfûndur ve İmâm Mûsâ Kâzım’ın otuzdördüncü batın oğludur.

Mısrî Şeyhi Şemseddîn Efendi bir mektûbunda, “Ahmed Bedreddîn Efendi’ye kadar bir veyâ iki şeyh daha arada vardır.” diyor.

/110/ Ahmed Bedreddîn Efendi’nin şeyhi Muhammed Tâhir Efendi, onun şeyhi Ahmed Emîr Efendi, onun şeyhi Ali Efendi, onun şeyhi Hasan Efendi olup, Hz. Mısrî halîfesidir.

Şemseddîn Efendi baba tarafından neslen Hz. Mısrî halîfesi Şeyh Muhammed Sahfî ahfâdındandır. Vâlidelerinin ceddi Sa’dî Dergâhı şeyhi Haydar Efendi dolayısıyla tarîk-ı Sa’dî’nin de neş’esini hâmildirler.

1310/(1893) senesinde ikmâl-i sülûka muvaffak olarak hânkâh-ı şerîfte seccâde-i irşâda oturmuşlardır. Bursa meşâyıhının içinde erbâb-ı kalemden, müellifînden, şuarâdan, urefâdan, zurefâdan olmak i’tibârıyla mümtâz bir sîmâdır.

Pınarbaşı Câmi’-i şerîfinin hatîbi ve Câmi’-i Kebîr’de devr-hândır. İsmâîl Hakkı ve Çarşanba Dergâhlarında meşîhat vekâletinde bulunmuşlardır.

Dergâh-ı Mısrî’nin vâridâtı kâfî olmadığından Düyûn-ı Umûmiyye idâresine müdâvemetle te’mîn-i maîşet yoluna da bi’l-ızdırâr sâlik olmuşlardı. Bu münâsebetle yazarlar ki:

Dergâhın vâridâtı cüz’î olmak münâsebetiyle, (الكاسب حبيب الله)[57] muktezâsınca eslâf-ı kirâmımızın her birinin kedd-i yemîn ile geçindikleri gibi, fakîr de Düyûn-ı Umûmiyye Dâiresi’nde ihtiyâc oldukça gider, mevki’-i kitâbette bulunurdum. Aldığım maâş ile hem kendimizin, hem de dergâhın ihtiyâcına sarf ederdim. Gerçi bu nev’ meşgûliyyet mâni’-i mütâlaa oluyorsa da, oraya buraya âb-rû dökmekten ise bu iştigâl müstahsen göründü. Bir kısım münkirîne sebeb-i ta’n olan atâlet-i dervîşânenin /111/ aslı olmadığını göstermek ve ıhvâna çalışma husûsunda numûne-i imtisâl olmak üzere sa’y ettim. Birkaç senedir çekilen zarûret sırasında birçok dergâhlar mesdûd olduğu hâlde, lutf-ı Hak ile, hânkâh-ı Mısrî’yi leyâlî-i mübârekede ve eyyâm-ı mahsûsada açtım ve it’âm-ı fukarâya çalıştım. El-Minnetü li’llâh.”

Uzunca boylu, nahîfü’l-bünye, ela gözlü, buğday benizli, kır sakallı, tâmmü’l-a’zâ bir zât olup, usûl-i âyîn-i tarîkat-ı Mısriyye üzerinde ba’zı muhdesâtı vardır.

Tetebbüât-ı mahsûsa ve kudret-i fikriyye ve sünûhât-ı şi’riyyesi te’sîriyle eserleri vardır:

1.     Gül-zâr-ı Mısrî. Gayr-i matbû’dur.

2. Yâdigâr-ı Şemsî. İki cilddir. Cild-i evveli Abbas Halîm Paşa’nın Bursa vâliliği zamânında tab’ edilmiştir. Bursa’daki meşâyıh-ı sâlife vü lâhıkanın terâcim-i ahvâline dâir mühim eserdir.[58]

3. Zeyl-i Yâdigâr, nâm-ı diger Bahâr-ı Şemsî. 1260/(1844-45)’tan sonra gelen hulefâ-yı tarîkat, ulemâ-yı şerîat ve şuarâ-yı tabîatın terâcim-i ahvâlini hâvîdir.

4. Tuhfetü’ş-Şemsiyye (İftihâr-ı Şemsî), nâm-ı diger Kitâb-ı Kıstâsü’l-Müstakîm. İftirâk-ı ümmete bâis olan tevellâ ve teberrâdan ve şeref-i Ehl-i Beyt’ten bâhistir.

5. Tarîkat-nâme-i Şemsî. Usûl ü fürû’-ı tarîkat-ı Mısriyye’ye dâir olup, esmâ-i seb’a ve fürûât ve sâir esmâ-i şerîfenin meânîsiyle merâtibine âiddir.

 /112/ 6. Ber-güzâr-ı Şemsî. Vahdet-i vücûd, tabîat, cem’, sa’y, ahlâk, dervîş, insân, şeyh nedir onu beyân eder.

7. Tashîhât-ı Şemsiyye (Ayâr-ı Şemsî). Târîhî yanlışlıkları tedkîk ve beyân eder bir eserdir.

8. İbret-nümâ-yı Şemsî (Çeşme-sâr-ı Şemsî). Bir hayli makâlâtı câmi’dir.

9. Güftâr-ı Şemsî (Eş’âr-ı Şemsî). Âsâr-ı manzûmeyi hâvî dîvândır.

Mütebâkî âsârı:

10. Âsâr-ı Şemsî.

11. Esmâr-ı Şemsî.

12. İhtiyâr-ı Şemsî.  

13. Ezhâr-ı Şemsî.

14. Envâr-ı Şemsî.

15. Mesâr-ı Şemsî.

16. Nigâr-ı Şemsî.  

17. Efkâr-ı Şemsî.

18. Pâzâr-ı Şemsî.

19. Cûy-bâr-ı Şemsî.

20. Mûsikâr-ı Şemsî

21. Mürg-zâr-ı Şemsî.

22. Şeh-süvâr-ı Şemsî.

23. İğbirâr-ı Şemsî.

24. Karâr-ı Şemsî.

25. Dil-fikâr-ı Şemsî.

26. İnkisâr-ı Şemsî.

27. Gûş-vâr-ı Şemsî.

28. İ’tizâr-ı Şemsî.

Manzûmelerinden:

            Avâlim nûra gark oldu bu şeb Fahr-i cihân geldi

            Risâlet tahtının şâhı habîb-i Müsteân geldi

            Bütün mahlûku Allâh’ın sevindi şâd-mân oldu

            Hayât-ı kâinât cân-ı cenân eşbâha cân geldi

            İmâmü’l-enbiyâ şâh-ı rusül nûr-ı ilâhîdir

            Münevver oldu âlemler hayât-ı câvidân geldi

            Melâz-ı müznibîn cümle usâtın dest-gîridir

            Vücûdu âleme rahmet şefî’-ı âsiyân geldi

            Muhammed Mustafâ Ahmed Habîbu’llâh Rasûlu’llâh

            Nebîler hâtemi peygamber-i âhir-zamân geldi

            Dahîlim dergeh-i âl-i abâya Şemsî-i Mısrî

            Gelirken âleme rûhum muhibb-i hânedân geldi

                                   *   *   *

            Sînede yokdur tahammül eyleyem ıhfâ-yı aşk

            Şîşe-i sabrım kırıldı eyledin ifşâ-yı aşk

            Âlem-i ma’nâda cismim aşk ile tahmîr olup

/113/  Âlem-i sûretde oldum lâ-cerem me’vâ-yı aşk

            Mebdeim aşkdır meâdım aşk olmuşdur benim

            Katre olsam da ne gamdır merciim deryâ-yı aşk

            Aşka nisbetle avâlim bir avuç toprak-misâl

            Zâhidâ sığmaz ukûle vüs’at-i sahrâ-yı aşk

            Aşk-ı cânândan harâb oldum harâb oldum harâb

            Şemsiyâ rüsvâ-yı aşkım Şemsiyâ rüsvâ-yı aşk

Bir na’tından:

            Cemî’-i enbiyânın efdali sensin bilâ-şübhe

            Şeref-yâb oldu nûrun ile âdem Yâ Rasûl’llâh

            Cihânı zulmet istîlâ idüp halk cehle düşmüşdü

            Kudûmünle münevver oldu âlem Yâ Rasûla’llâh

            Bu halvet-hâne-i Hak'da tecelliyyât-ı külliyye

            Sana ihsân olunmuşdur dem-â-dem Yâ Rasûla’llah

            Beşer lafzı mecâzendir hakîkat sırr-ı Mevlâ’sın

            Hüviyyetde mükerremsin mufahham Yâ Rasûla’llâh

            Günâhım hadden aşmışdır ümîdim sende kalmışdır

            Büyükdür şefkatin aslâ şek itmem Yâ Rasûla’llâh

                                   *   *   *

            Bâb-ı Haydar’da gedâdır Şemsi-i Mısrî fakîr

            Şehr-i ilmim bâb-ı Haydar merci’-i küldür Alî

                                   *   *   *

            Nokta-i tevhîde bak itme nazar sağ u sola

            Ol zamân dil-hânesi aşk-ı ilâhiyle dola

/114/    Şemsi-i Mısrî o kimse feyz-i Mevlâ’yı bula

            Kim ki ‘mâ-zâğa’l-basar’ sultânının tıflı ola[59]

                                   *   *   *

            Mısriyâ şol feyz-i akdes nûru oldu dâyesi

                                   *   *   *

            Cümle eşyâ sırr-ı Hak’dır eyleme çûn ü çerâ

            Şems-i Mısrî bendesinin zikri eyva’llâh olur

           

Hz. Mısrî hakkındaki medhiyye-i fakîrânemi ber-vech-i âtî tahmîs eylemişlerdir:

            Muhibb-i hânedân-ı Mustafâ’sın Hazret-i Mısrî

            Bütün müsterşidâna pîşvâsın Hazret-i Mısrî

            Ledün ilmini ârif sırr-ı 'bâ'sın Hazret-i Mısrî

            Tarîkatda reîsü’l-evliyâsın Hazret-i Mısrî

            Zamânın kutbusun feyz-intimâsın Hazret-i Mısrî

            Bilâ-şek mazhar-ı nûr-ı tecelliyyât-ı Rahmân’sın

            Füyûzât-ı Muhammed hem Alî ile nümâyânsın

            Fedâ-yı hâk-pâ-yı Hazret-i Şâh-ı şehîdânsın

            Tasavvuf gül-şeninde bülbül-i hoş-gû-yı irfânsın

            Hakîkat mülküne bir reh-nümâsın Hazret-i Mısrî

            Mübârek nutkunu her kim iderse gûşuna menkûş

            Bilür esrâr-ı tevhîdi dimez bir söz olup hâmûş

            Geçer benlikden ol tâlib  hakîkatla olur bî-hûş

            Ne âlî sözlerin vardır ki insânı ider medhûş

            Ukûl-ı âdeme hayret-fezâsın Hazret-i Mısrî

            Sevenler bahtiyâr oldu seni Yâ Hazret-i Mısrî

            Bu yolda vakf idüp cân ü teni Yâ Hazret-i Mısrî

            Kerem kıl feyz-yâb eyle beni Yâ hazret-i Mısrî

            Gönül ez-cân u dil sevdi seni Yâ Hazret-i Mısrî

            Şebistân-ı edebde muktedâsın Hazret-i Mısrî

            Muhibbim bendeyim Şems’im dahîl-i zevrak-ı Nûh’um

            Ezelden tâ ebed pîrim füyûzâtınla meftûhum

            Senin vasfında Vassâf’ı idüp tahmîs memdûhum

            Gice gündüz tavâf eyler mübârek türbeni rûhum

            Dil-i Vassâf’a dâim zevk-fezâsın Hazret-i Mısrî

Mehmed Şemseddîn-i Mısrî ile meyânemizde muhabbet-i samîmiyye cârîdir. Dâimâ muhâbere /115/ ederiz. Cenâb-ı Hak feyz ü irfânını müzdâd eylesin.

            Gül-şen-i aşka hezâr Hazret-i Şemseddîn'e

            Şeyh-i pür-feyz ü vakâr Hazret-i Şemseddîn'e

            Arz-ı ta’zîmiderek aşk niyâz it Vassâf

            Lutf u ihsânı taşar Hazret-i Şemseddîn'e

Bir tahmîsinden:

            Âdeme olmaz saâdet Hakk’a kurbiyyet gibi

            Feyze bâis var mıdır sâlik içün hıdmet gibi

            Ma’nevî lezzet olur mu ârife sohbet gibi

            Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi

            Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi

Hz. Mısrî-i Niyâzî’nin bakâyâ-yı ızâmının Limni’den Bursa’ya nakli hâtır-ı fakîrâneme geldi, Şeyh Mehmed Şemseddîn Efendi’ye yazmış idim. İzmir’de meşâyıh-ı Mısriyye’nin ser-bülendi Ali Efendi dahi İzmir’e naklini düşünmüş, Şemseddîn Efendi Hz. Pîr’den bir işâret-i ma’neviyye olmak şartıyla İzmir’e değil, Bursa’ya nakline taraf-dâr olduğunu cevâben bildirdiler. Bakalım zuhûr ne yüzden tecellî edecek.

Ricâl-i resmiyye-i zamândan ve erkân-ı Hâriciyye’den bir zât ile bir husûsta görüştüğümde, “Böyle bir teşebbüs hükûmetin meslekine göre kat’iyyen muvâfık değildir. Zîrâ bakâ-yı ızâmın nakli içün Hâriciyye Vekâleti’nin teşebbüsü lâzım. Lâ-dînî olan bir hükûmetin Hâriciyye Vekâleti böyle bir teşebbüste bulunamaz. Bi’l-farz bulunsa da nakli imkânı olsa, meselâ Bursa’ya nakli içün Mudanya’ya gidildikte halk bunu istikbâl ve ta’zîm derdine düşecek, ictimâ’ olacak; buna ise hükûmet kat’iyyen müsâade etmez. Vazgeçmek evlâdır.” dedi.

Şeyh Şemseddîn Efendi, Bursa’daki kütübhânelerdeki âsârın tahrîr-i esâmîsine de me’mûr olup, bu hizmeti hüsn-i îfâ eylemiştir. Vilâyet Târîh Encümeni’nde dahi hıdemât-ı hasenesi mesbûk olmuştur.

Muhammed Şemseddîn’in Mektûbları:

 “Ârif-i hakâyıkı’l-yakîniyye, vâkıf-ı dekâyıkı’l-ledünniyye efendim,

23 Cemaziye'l-evvel 1345/(29 Kasım 1926) târîhli kerem-nâme-i fâzılâneleri ve taltîfât-ı bî-gâye ile mâlî inâyet-nâme-i ârifânelerini dest-i iftihâra alarak kirâmen mirâran mütâlaa ve her mütâlaasından birçok istifâde-i mâddiyye ve istifâde-i ma’neviyyeye nâil oldum. Evvel ü âhir iltifâtlarınıza müstağrak buyurarak haddimin fevkındaki hüsn-i nazarınıza arz-ı teşekkürler ile berâber, “men ânem ki, men dânem” muktezâsınca ben kendimin hangi dereceye kadar ne olduğumu bildiğimden hüsn-i zannınız iktizâsı üzere hakk-ı nâcizânemde gösterilen teveccühe lâyık olmadığımı bilirim. Maa-mâ-fîh her dâim arz ettiğim vechle kendi mir’ât-ı hakîkıyyenizde yine aks eden kendi hakîkatinizdir, derim. Evet, bu suâle zannederim nihâyet 97. suâl lafzının hesâb-ı ebcedîsine kadar irtikâ edecektir. Nasıl etmesin ki, Cenâb-ı Pîr-i dest-gîrim,

            “Müşkili çokdur Niyâzî’ninvelî  biri de bu”

buyuruyor. Hz. Pîrim böyle derler. Müşkilinin çokluğundan bahs buyururlarsa bu abd-i âcizin milyonlarla müşkili olduğuna şübhe edilir mi? Gerçi Hz. Pîr’in bunu böyle söylemesi fakîr gibi bilmediğinden değil ya, işte, vesîle-i muhabbet olsun veyâhûd beyne’l-ihvân ihtiyâr içün olsun diye böyle buyurmuşlar. Âh bu fakîr-i pür-taksîrin bir müşkili hallolsa yerine bini çıkar. Ne ise Hak erenler  hall-i müşkil eyleye.

Geçenki arîzalarımın birinde arz etmiştim, 1171/(1759) târîhinde yazılan bir Dîvân-ı Pîr’de, yine ammim Zâik Efendi merhûmun hattıyla olan dîvânda bu nutuk şöyle muharrerdir:

            “İlim bahr-i vücûd-ı esdâf anın dür-dânesiyim ben

             Maârif-kenz ü dil vassâf anın dür-dânesiyim ben”

İlim bahrı hakkındaki mütâlaa-i vâkıfâneleri pek ârifânedir. Zannederim rûhâniyyet-i pîr bunu yazarken kalemlerini harekete getirmiş. Bizde tekemmülde değildir, tekellümde hitâb-ı gaybetin, hitâb-ı gaybın vâsıtası murâd olmak gerektir. Nasıl ki, şecerden (إِنَّنِي أَنَا اللَّهُ)[60] sadâsı gelmiştir. Şu hâlde “küntü” ile sem’an ve basaran ve lisânen sırrına mazhariyyetini îmâ ettikleri fikrindeyim. "Ne Mısrîyim, ne mehdîyim." kelâm-ı âlîlerinde bu zannı te’yîd ediyor gibi geliyor. Size tuhaf bir şey’i hatırlatayım. İnşâallâh hîn-i mülâkâtımızda takdîm edeceğim eser-i âcizîde İğbirâr-ı Şemsî’yi yazmakta ne kadar haklı olduğumu tasdîk buyuracağınızdan şübhem yok.

 Sivâsîlerden Nazîmî mi, Nazmî mi, bir zât var, Tâhir Bey merhûm onun terceme-i hâlinde biraz işâret etmiş geçmiş.İşte o zâta mensûb bir ihtiyâr şeyh efendiyle oğlunu geçen sene İstanbul’da görüştüm. Zannım Yûsuf Efendi nâmında olacaktır. Bosna’dan otuz sene evvel Bursa’ya gelmiş, birkaç gün bizde kalmıştı. Onda bir kitâb gördüm, mensûr bir şey idi. Şurasına burasına bakarken, Hz. Mısrî Efendi hakkında garaz-kârâne, daha doğrusu câhilâne demeyeyim ammâ, gayr-i vâkıfâne bir şeyler yazılmış gördüm. Hattâ hâmişinde de urefâdan bir zât olacak, tenkîd etmiş. Nazmî Efendi bunda çok haksızlık etmiştir. Zîrâ Hz. Mısrî’yi gerek zamânının urefâsı ve gerek kendisinden sonra gelen bi’l-cümle meşâyıh-ı kirâm ve fuzalâ-i mutasavvife onun büyüklüğünü tasdîk etmiştir, diye yazmış.

İşte o kitabda Nazmi Efendi diyor ki: Mısrî Efendi, mehdîlik da’vâsına kalkmış, gittim kendisiyle görüştüm, ilzâm ettim. Ertesi gün ilâhî söylemiş, “Ne mehdîyim, ne Îsâ’yım.” diye mehdîlikten vaz geçti, diyor. Haniyaşu anlayış yok mu? Ne diyeyim, bilmem. Zavallı sâye-i Mısrî’de kendisini teşhîr etmek istemiş. Böyle garaz-kârlar düşünmüyorlar ki, kendisinin zuhûrundan beşyüz sene evvel Cenâb-ı Şeyhu’l-Ekber ve üçyüz sene evvel Hz. Yûnus, aşk-nâmesinde Dîvân’ında sarâhatle işâretle bahs ediyorlar. Tezkire-i Safâî’de tafsîlâtı olduğu vechle, Hz. Muhyiddîn, ismiyle resmiyle beyân ediyor. Âşık Yûnus da, Mısrîcileyin, “Çağırırım dost dost.” diyor. Sonra ilmi, fazlı âsârından ma’lûm olan bir zâtın ve “Hâtemü’n-nebiyyîn” âyetini görmeyecek kadar ve mehdinin de eimme-i isnâ-aşarın onikincisi olduğunu fark etmeyecek derecede zâhil olamayız, d emiyorsa ne acâib ahvâldir.

            Niyâzî taht-ı yâ’da nokta oldu

            Ali’nin sırrına olalı mahrem

Bu beyit fakîre kalırsa tekmîl-i Dîvân-ı mübâreklerinin muhteviyyâtını câmi’dir. Çünki mazhar-ı kül olduklarını beyân buyuruyorlar. Mehdînin ism-i Hâdî’ye mazhar ve bir mürşid-i kâmil olduğunu anlayamayan Nazmî Efendi bî-çâresi, kabaca temsildir, topal eşekle kervana karışıyor demektir. Her ne ise bu nutk-ı mübârekten bahs olunurken bu hâtıra geldi.

Ne güzel şerh buyurmuşsunuz, biraz daha tafsîlât verilse, ya’ni diger beyitler de ikmâl edilse, peka’lâ Cenâb-ı Salâhaddîn-i Uşşâkî’ye pey-rev olmuş olursunuz. Fakîrde altı-yedi kadar nutk-ı âlîlerinin şerhi vardır. Salâheddîn hazretlerinin iki, Hz. Sezâî’nin bir, Hz. Nasûhî'nin bir, Ced merhûmun bir, Mustafa Aczî Ağa’nın bir, iki mi üç mü Kemâleddîn Sabrî’nin şerhleri vardır. Bu da onların meyânına gi(re)r, mecmûamızı tezyîn eder. Hattâ bu bende onların alt tarafına yazacağım ya, ikmâle himmet buyur(ur)lar ise daha hoş olur. Nâ-tamâm yazmaktan ise, tamâmı daha güzel olur.

Mektûbumun vusûlü gecesi rûhâniyyet-i Hz. Pîr’e tevessül ettiğiniz, inşâallâh muvaffakiyyet-i Hızr’dır.

Harîk, Uzunçarşı’nın en mu’tenâ ve en zengin mahallini mahv etti. Sâat dokuzdu, artık uyuyamadım. Zîrdeki manzûme zuhûr etti, fakîr de el defterime geçirdim, sâat onbir idi. Kuturak Hanı’nın kapısının alt tarafından Tuzpazarı’nın bir kısmına kadar yaktı. Ne yapalım, kazâu’llâh, her ne ise, Hâfız-ı Hakîkî celâlinden muhâfaza buyursun.

Birâder-i âcizî ellerinizden öper. Lutfiye Hanım bacı aşk-ı niyâz eder. Çocuklar dest-bûs ederler. Âile-i muhteremelerine, gerek onların gerek bizim hâne halkı hürmetler, ihtirâmlar eylerler. Muhdûm-ı âcizî ve kerîmelerim kezâ ellerinizden öper. Fakîr ise nev-cihân-ı âlîlerinin niyâzıyla arz-ı ihlâs ederim efendim. 29 Cemâziye’l-evvel 1345/(05 Aralık 1926)

                                                                                         el-Fakîr             

                                                                            Mehmed Şemseddîn el-Mısrî”

Hakk-ı âlîlerindeki temennî doğrusu ya, hani birisi evlenecekmiş, fakat aklı bir şeyi idrâk etmezmiş gibi davranarak, alacağımız kız nasıl olsun suâline "Eh"  demiş, “Kaşı gözü kara olsun da, kendisi ne kadar beyâz olursa olsun zarar etmez, hoş görürüm.” demesine dönmüş. (إذا تم الفقر فهو الله)[61] sırrına mazhariyyetinizi ba’de’l-fenâ bakâ-i küllî ile nâil-i tecellî olmanızı ne güzel taleb buyurmuşsunuz. Cenâb-ı Hak cümlemizi tecellî-i cemâliyyesine mazhar buyursun. Evvel ü âhir yazdığım vechle müsveddesiz ne çekerse mektûb öylecedir. Artık ibâresinde ma’nâsındaki yanlışlıkları hüsn-i niyyetime bağlarsınız.

            Fâil-i mutlak Hudâ’dır hikmetinden yok suâl

            Zevk u mihnet bu cihânda oldu rü’yâya misâl

            Kimi zevk-ı ma’nevîye daldı kimi sûriye

            Bir dakîka gibidir geçmekde olan mâh u sâl

            Ma’nevî zevkı dadanlar zâhire meyl eylemez

            Zevk-ı sûrî oldu âtî kaldı fikrinde hayâl

            Doğru bir yol ister isen ol muhibb-i hânedân

            Ehl-i Beyt-i Mustafâ’ya ittibâ’ it imtisâl

            Olma mağrûr bu fenâda mâla câha nakşına

            Zulme râzî olmaz Allâh eyler elbet pây-mâl

            Bir harîk itdi zuhûr çârşûda Allâh def’ ide

            İşte mahv oldu bir ânda bunca mâl ile menâl

           

            Şemsi-i Mısrî Hudâ’ya it tevekkül bul safâ

            Ol mukârin ehl-i hâle bulasın feyz ü kemâl

                                                                       (Sâat: 11)

Bizim es’ile, zannım sekseniki beyit olarak takdîm edilmişti. Biraz daha ilâve edildi. Artık bunların sırası ba’dehû tertîb edilecektir:

            “Küntü kenz”in sırrı ile “men aref”de nükte ne

            Hem “elest” bezminde kavl-i “neam ü belâ” nedir*

            Fahş ü münkerden salâtdır men’ ider iksîr-i zikr

            Cümleten ahlâkı câmi’ âyet-i küberâ nedir

            A’zam-ı âyât-ı Kur’ân hangi âyetdir aceb

            Ehl-i isyânı mübeşşir âyet-i ircâ nedir

            Enbiyâ mı efdal oldu evliyâ mı yoksa kim

            Gavs u efrâd ile aktâb Hakk’a reh-nümâ nedir

            Yer döner gökler döner ecrâm döner her şey’ döner

            Var mıdır âyetde delîl var arz-ı “dehâhâ” nedir[62]*

            İşte Kur’ân-ı Kerîm’de var işârât-ı fünûn

            Lîk bildir hey’et ü hikmetle tıb kîmyâ nedir

            Dîn dimek ahlâk dimekdir hüsn-i ahlâkdır behişt

            Sû-i ahlâkdır cehennem it beyân bana nedir

            Her ne var Kur’ân’da emr-i Kibriyâ nâfi’ bütün

            Her nevâhîde mazarrat müctemi’ hayfâ nedir

           

            Benzeyor Hakk’ın sıfâtından sıfât-ı âdemî

            Böyle halk olmakda gâye maksad-ı Mevlâ nedir

            “Lâ tesübbu’r-rîha[63] zîrâ nefes-i Rahmân’dan o

            Dindi “ed-dehru hüva’llâh[64]bunda muammâ nedir

            Oldu Mûsâ'ya şecerden  "ene Rabbuke" hitâb[65]*

            Yâ “ene’l-hak” diyu insândan gelen sadâ nedir

            Gâh ibâdât gâh umûr-ı dünyevîde virilen

            Hîle-i şer’iyye vardır diye bu fetvâ nedir

            Bir hakîkat bahrinin gavvâsı lâzımdır ki ol

            Çıkara deryâ-yı ma’nâdan o ki dür-dânedir

            Hall-i müşkil eylesün Hak ism-i Hâdî-i zahîr

            İntizârım lutf-ı Rahmân’dan gelen ihsânadır

            Oldu doksanyedi beyt ile müsâvî-i suâl

            Arz-ı kâlâ itmeyin zann-ı gâyem istiânedir

Ufak tefek, saçma sapan âsâr-ı âcizânemin esâmîsini müş’ir manzûmeyi bilmem yazdım mı? Yazdım ise bir daha gözlerinizi yormuş olacağım, yazmadım ise tenezzülen okuyarak beyitlerde esere âid îmâlar muvâfık mıdır, değil midir, iş’ârınızı temennî ederim:

            Hâlıkım Rabbim Efendim Kird-gârımdır benim

            Şâfiim Peygamberim âlî-tebârımdır benim

            Lutf idüp yazdırdılar mevlûd-i pâk-i Ahmed’i

            Bâis-i izz ü saâdet ol mesârımdır benim

           

            Bir de manzûmen yazıp mi’râc-ı Fahr-i âlemi

            Serde tâcımdır gönülde hem Nigâr'ımdır benim

            Mevlid-i Şâh-ı Velâyet oldu manzûm bir eser

            Hubb-ı Haydar kalbim içre Müşg-bâr'ımdır benim

            Mevlid-i Fahrü’n-Nisâ'yı eyledim peyrev ana

            Dürr-i deryâ-yı nübüvvetden Nisâr'ımdır benim

            Yazmışım sıbteyn-i pâk-i Ahmed içün mevlidi

            Hamse-i Ebrâr olan bu Bahtiyâr'ımdır benim

            Mu’cizât u hârika hakkında yazdım bir eser

            İşbu Âsâr her zamânda gam-güsârımdır benim

           

            Medh-i Kerrâr’ı tazammun eyleyen iki na’t

            Şerhidir Esmâr u Efkâr  âşikârımdır benim

            Hazret-i Şâh-ı Şehîd-i Kerbelâ’nın hâlini

            Yazmışım ez-cân u dil Envâr varımdır benim

            Tuhfetü’ş-Şemsiyye’nin kıstâsı nâm-ı dîğeri

            Hakk-ı Ehl-i Beyt’dedir bu İftihâr'ımdır benim

            Münkirîne karşu te’lîf eyledim bir muhtasar

            Feyz-i deryâ-yı Nebî’den Cûy-bâr'ımdır benim

            Pîr-i vâlâ-şânımın nâmına yazdım menkabe

            Bâğ-ı aşka bülbülüm ol Gül-izâr'ımdır benim

            Bursa’da mevcûd tekâyânın yazup ahvâlini

            Cümle ihvân-ı tarîka Yâdigâr'ımdır benim

            Yâdigâr’a zeyl yazup eslâfı tahrîr eyledim

            Müstefîd olur okuyan çün Bahâr'ımdır benim

            Meslek-i Mısriyye üzre bir fütüvvet-nâmede

            Yazmışım Esrâr-ı kalbi hûşyârımdır benim

            Muhtelif mevzûa dâir cem’ u te’lîf eyledim

            Oldu bir hayli makâlât Ber-güzâr'ımdır benim

            İntihâb itdim geçen şâirlerin eş’ârını

            Zevkıma gitmiş eserler İhtiyâr'ımdır benim

            Hayli ebyât ü mesârı’ cem’ ile tertîb idüp

            İşte meydân-ı edebde çün Bâzâr'ımdır benim

            Bursa’dan geçmiş bütün şâirleri cem’ eyledim

            Bâğ-ı dilde açılan Ezhâr hârımdır benim

            Hayli ibretler bulup cem’ eyledim bir nev eser

            Atşı râfi’dir ki zîrâ Çeşme-sâr'ımdır benim

            Eyledim tashîh rivâyât-ı sakîmi aczle

            Mihke urdum hâlisâne çün Ayâr'ımdır benim

            Muhtasar târîhleri derc eyleyüp te’lîfime

            Vâkıât-ı mâziyi Ezbâr hârımdır benim

            Hayder-i Kerrâr’a ta’n itmiş adûlar sad-hayf

            Redd ider bu ta’nı yazdım Dil-fikâr'ımdır benim

            Gâh gıbta gâh hasedden zemm iden eslâf içün

            Yazmağa bâdî vü bâis-i İğbirâr'ımdır benim

            İhtilâfâtdan nümûne cem’ idüp yazdım bunu

            Gayret-âmîz olduğiçün İ’tikâr'ımdır benim

            Üç aded mecmûada tesbît ü tührîr eyledim

            Mürg-zâr'ım Şâh-vârım Mûsikâr'ımdır benim

            Bursa’da meşhûr olan Câmi’-i Kebîr’in hakkına

            Eyledim tahrîr zîrâ İ’timâr'ımdır benim

            Vakt ü hâli  oldu hâkî itdim İhzâr nâm ana

            Redd-i vâiz eyleyüp Izhâr şiârımdır benim

            Bursa’da mevcûd makâbirde kim medfûn ise

            Yazmışım çünki nihâyet ol Karâr'ımdır benim

            Yazmışım doksanyedi beyit ile muğlak suâl

            Çok zamândır dildeki Izmâr kârımdır benim

            Geldi bir dîvân vücûda lutf-ı Hak’la Şemsi’den

            Sâye-i Mısrî’deki Eş’âr zârımdır benim

Kendi haklarındaki yoklukta varlık, fenâdan sonra bakâ temennîsini okuduktan sonra o gece fakîr de şöyle bir şey yazdım, daha müsvedde defterindedir:

            Hakk’a karşu yokluk oldu dervişin sermâyesi[66]

            Yokluğun Hak varlığıyla varlık oldu gâyesi

            Hakk’a vuslat aşkla mümkin olup yok başka yol

            Aşk-ı cânândır cemâl-i âşıkın pîrâyesi

           

            Aşkla bezm-i ezelde tîneti tahmîr olup

            Ârifin aşk-ı ilâhî oldu çünkim mâyesi

           

            Âşıkın ma’şûka karşu rütbe-i kurbiyyeti

            Aşka merbûtiyyeti artdıkca artar pâyesi

            Bende-i âl-i abâyım çâker-i Âl-i Rasûl

            Şemsi-i Mısrî’nin anlardır dü-âlem vâyesi

            28 Cemâziye'l-Evvel 1345/(5 Aralık 1926) Yevm-i Cumartesi, sâat: 12.

                                   Hâdimü’l-fukarâ Mehmed Şemseddîn

            Nigeh-bân-ı Hânkâh-ı Hz. Mısrî en-Niyâzî (Kuddise sırruhu'l-âlî)

                                                           BURSA"

“Nazar-gâh-ı kâmilânelerine,

Ma’rûz-ı dervîşânedir.

16 Teşrîn-i sânî târîhli ikinci bir taltîf-nâme-i vefâ-kârîleri dâîlerini pür-şevk u sürûr eyledi. Ale’l-husûs mürşid-i âgâh-dil Mustafa Sâfî Efendi hazretlerinin hakk-ı dervîşânemdeki teveccüh ve iltifâtlarına ne derece minnet-dâr kaldığımı ifhâm edemem. Teşekkürler eder, himmetlerini nazarlarını niyâz eylerim. İyi kötü her ne ise, fakîrden zuhûr eden bu gibi sözler işte böyle zevât-ı âliyenin fakîre olan teveccüh-i ma’neviyyeleri âsârı olduğuna şübhe etmem. Söyleyen yine onlardır, ben kimim ki, zerrece söz söyleyeyim.

Cenâb-ı pîr-i dest-gîrimin Âsitâne-i Uşşâkî’de kuyusu olduğu ve orada erbaîn çıkardıklarını işitmiştim. Hattâ bir iki def’a da ziyâretleriyle müşerref oldum. Nutk-ı âcizîyi tahmîsiyle tekrâr ale’t-tekrâr iltifâta sezâ-vâr buyurmanız mûcib-i menn ü şükrân-ı bî-şumâr oldu. Hz. Pîr efendimizin birâder-i âlîlerine yazdıkları mektûb peder-mânde olarak mevcûddur. Ancak Cenâb-ı Mısrî’ye ma’nen müncezib olan Tâhir Ağa Dergâhı’nda medfûn urefâ-yı meşâyıh-ı Uşşâkıyye’den ârif-i bi’llâh Salâhaddîn el-Uşşâkî hazretlerinin Vâridât-ı Hz. Pîr’den bir kısmını şerh buyurmuşlardır. Fakîrde bir iki tânesi vardır. Bunlardan başka mevcûd ise onların istinsâhıyla irsâline inâyet buyurulur ise çok teşekkür ederim.

Gelelim Hakkı merhûma; buna dâir evvelce bazı ma’rûzâtta bulunmuştum. Gerek Karabaş Velî, gerek Hz. Pîr hakkındaki bu lafları, haydi diyelim gençlik münâsebetiyle söylemiş, yazmış; pek a’lâ Şam’da iken ihvânına yazdığı mektûbunda Mevâidü’l-İrfân-ı âlîsindeki sözlerine ne diyelim? Kendi ayarında değil. Ma’nevî şöyle dursun, mâddeten çok fevkinde ulemâ Cenâb-ı Mısrî’ye intisâbla müftehirdirler: Ez-cümle İshâk Hocası Ahmed Efendi, Ahmed-i Gazzî, Ayn-ı Ekber Muhammed Efendi, Câmi’-i Kebîr imâmları, Gelibolu müftüsü, ceddim merhûm. Bunlar o zamânın mütebahhirîninden, âdetâ Bursa’da neşr-i ulûm-ı zâhire vü bâtına eden fuhûlîndendir. Ne ise, büyüklerin arasına girmek haddimiz değilse de mensûbîn-i Mısriyye’den olduğumuz içün tabîîdir ki, gönlümüz kırıktır. Hattâ taş atana ekmekle mukâbele etmek meslek-i Mısrî olduğundan onbeş sene kadar ber-vech-i hasebî İsmâîl Hakkı Dergâhı’nda hizmette bulundum. Belki aralarındaki iğbirâr mündefi’ olur dedim. Burada bir mes’ele vardır azîzim. Nihâyet-i hâlinde mâ-dâmki bu dakîkaya vâkıf olmuş, Sa'deddîn-i Taftazânî gibi bir bir yazmalı. Bu bahis benim evvelce anladığım gibi değilmiş. Mısrî’nin iddiâsı muhık imiş; mes’ele şöyle imiş, diye tavzîh etmiş olsa idi hoş olmaz mı idi. Eğer sahîh ise Cenâb-ı Pîr’in İmâm Hasan (aleyhi’s-selâm) efendimize ittibâen mesmûmen şehîd olmuş demektir. Bu sözleri nerededir? Mecmûu geçmiş midir? Bu bir rekâbet netîcesidir. Hattâ mecmûasının birisinde, Hz. ........... şeyhi Osmân-ı Atpazârî’nin karşısında gâyet mütevâzıâne oturmuş. Şeyhi de ................ anladım ki, şeyhim Mısrî’den mertebeten büyüktür. (Tuhaf şey, Hz. Mısrî ................. böyle vaz’iyyeti küçüklüğünde îmâ etsin. (Mısrî gibi bir balçığı her bir ayak ........... başka büyüklük aranır mı? Şu sözlerinde de Mısrî’nin avenesini ............ İşte bu avene yukarıda isimlerinin ba'zısını yazdığım fuzalâdır. O sultân-ı velînin teveccühüyle olmuştur, diyor. Eser-i firâzeye de biraz atıyor. Hz. Mevlânâ ile şüyûh-ı selâseyi ölçtüğünde de ötekiler .................... Tarîk-ı Celvetî’den başka Hakk’a yol yoktur, diyor. Haniya ......... isteyor. Her ne ise, ne diyelim? Olmuş bitmiş bir işler. Evet, evâhir-i ömrüne yakın ............ hattâ bütün mertebesini ihrâzını da musır, Hz. Pîr’in müşkilim var nutkunu ............ suâllerine cevâblar yazmışlar, bir taraftan Mısrî’nin aleyhinde diğer cihetten de .......... bir tecellî. (اللهم أرنا الحق حقاً و ارزقنا اتباعه)[67]

Mektubunuzu aldığım ve .......... bir zuhûrât oldu. Kusûrunu tashîh ve mektûbumun da nasıl doğduysa öyle .......... nazar-ı müsâmaha ile görmenizi ricâ ile maa'l-ihtirâm aşk u niyâz ve takdîr ..........

            Melâz-ı sâlikân-ı Mısrî penâh-ı âcizân-ı Mısrî

            Muîn-i bendegân-ı Mısrî .........................

            Senin feyz ü kemâline hasûdân itdiler gıbta

            Alî'nin sırrına mahrem ...........................

            İmâmeyn aşkına kıldın fedâ-yı cân ile cismin

            Cihânda şöhret ü şânın .............................

            Ne bilsün kadrini zerrâk riyâ-kâr müddeî zâhid

            Alî'nin kadrini ...............................

            Hüseyn'i sevmeyenlerdir seni her kim ki sevmezse

            Muhibb-i Ehl-i Beyt'sin sen ........................

            Senin dergâhına hizmet benimçün mahz-ı ni'metdir

            İdersin feyzine ..................................

            Niyâzı kuluyum bâb-ı niyâzda durdu Şemseddîn

            Senin dergâhın olmuştur bana dârü'l-emân Mısrî

                                                                       22 Teşrîn-i sânî[68]    

/117/Hulefâ-i Hz. Mısrî

Çelebi Şeyh Ali Efendi

Âsitâne-i Pîr’de seccâde-i irşâda oturmuş idi. Zâhir ü bâtını ma’mûr evliyâu’llâhdandır.

Şenik-zâde Şeyh Muhammed Efendi

Bursa’da Mahkeme-i Şer’iyye başkâtibi idi. Bi’l-külliyye terk-i me’mûriyyet ile ahz-i bey’at eyledi. Hz. Mısrî’nin ahass-ı hulefâsındandır. Âsitâne-i Mısrî’de bir müddet vekâleti vardır. Bu vekâlet zamân-ı Hz. Mısrî’dedir. Bir aralık mahdûm-ı Hz. Pîr’e de vekâleti mevzû’-ı bahistir. 1109/(1697-98) târîhinde irtihâl-i dâr-ı bekâ eyledi. Pınarbaşı Kabristanı’nda îyd-gâha karîb çenâr-ı kebîr  civârında defîn-i hâk-i gufrândır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Şeyh Muhammed Kâsım Efendi

“Eâzımü’l-mekârim yâr-ı dâim” diye mevsûf olan bu zâtın pederi Yahyâ, onun pederi Kâsım-ı Eyyûbî’dir. 1044 Rabîinde (Temmuz 1634) dünyâya gelmiştir. “Verdî” diye meşhûrdur. Bursa’da Çelebi Sultan Mehmed Medresesi’nde talebeden olup, Ahmedbey Mahallesi imâmı idi. Hz. Mısrî’ye meftûn olup hizmetini câna minnet bildi. Ziyâret ede ede ona nisbet hâsıl eyledi. Tuhfetü’l-Mısrî’de menâkıbı vardır. Aksak-zâde Zâviye’sine şeyh olmuş idi. 1135 Cemâziye'l-âhirinin âhir haftası Çarşamba gecesi (Haziran 1722) nısfü’l-leylde 91 yaşında irtihâl eyledi. Cenâzesinde meşâyıh-ı kirâm-ı zamân hâzır olup, Ayasofya’dan Fâtih’e kadar götürülmüş, orada namâzı ba’de’l-edâ Eyüp’e nakl olunmuş idi. "Mahzu'n-nûr" (محض النور) târîhidir. İstanbul’da Eyüp’te Yahyâ-zâde Tekkesi’nde vasiyeti mûcibince medfûndur. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

İlâhiyyâtından:

            Abd-i Rabbim Rabb-i ubbâd olmazam

            Mürşidim hak mâ-sivâyı bilmezem

            Rûh-ı kudsü bana söyler dil ile

            Verdiyâ ben bâkiyem yıl olmazam

Şeyh Muhammed Sahfî Efendi

Bursa’da Şehâbeddîn Mahallesi’nde nice zamân tahsîl-i ulûm-ı zâhirîde bulundu. Kitâbcılıkla iştigâl eylerdi. Bu münâsebetle “Sahfî” diye şöhret buldu. Elyevm âsitâne-i Mısrî’deki Şeyh Şemseddîn Efendi bunun sülâlesindendir. /118/ 1144/(1731-32) târîhinde terk-i hayât-ı müsteâr eyledi. Bursa’da âsitâne-i Hz. Mısrî’de medfûndur. Terceme-i hâlinin tafsîli yazılmış idi.

Şeyh Ahmed Efendi

Hz. Mısrî’nin hem birâderi, hem halîfesidir. 1068/(1658)’de Cenâb-ı Mısrî’nin müşârünileyhe yazdığı mektûbu bâlâda derc etmiş idim. İstanbul’da Merkez Efendi Kabristanı’nda medfûndur. İrtihâlleri 1114/(1702-03) târîhinde olduğu mervîdir.

Meşâyıh-ı Mısriyye’den Ahmed Bedreddîn Efendi de bu civârda medfûndur.

Yahşı-zâde Şeyh Ahmed Efendi

Zâhir ü bâtını ma’mûr erlerdendir. Kütahyalı olup orada Halvetî dergâhında medfûn imiş.

Şeyh İshâk Hoca

Efâzıl-ı ulemâdan ve eâzım-ı urefâdandır. Terceme-i hâlî Gül-deste’de vardır. Gül-zâr-ı Mısrî’ye de derc olunmuştur. 1120/(1708) târîhinde Bursa’da irtihâl-i dâr-ı naîm eyledi. Deveciler Kabristanı’nda medfûndur.

Şeyh Bekir Efendi

Bursalı olup, mübârek bir zât imiş.

Tablî-zâde Şeyh Ahmed Efendi

Şuarâ-yı be-nâmdan ve fuzalâ-yı zevi’l-ihtirâmdandır. Fenârî Ahmed Paşa Dergâhı’nda post-nişîn olmuş, 1116/(1704-05) târîhinde irtihâl eylemiştir. Yeniyer, nâm-ı diğer Mar’â Mezarlığı’nda medfûndur.

Kavalalı Şeyh Mustafa Efendi

Asrının ferîdlerinden idi. Kavalalıdır. “Kavala Şeyhi” denilmekle ma’rûf idi. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Şeyh Azbî Mustafa Efendi

Mevliden Kütahyalıdır. Hz. Mısrî Edirne’den Limni’ye iclâ olunurken, hükûmet tarafından onun muhâfazasına ve Limni’ye îsâline me’mûr edilmişti. Esnâ-yı râhda müşârünileyhin kemâlât-ı ârifânesine muttali’ olunca, onun esîri olup hıdmet-kârından daha sâdıkâne arz-ı hıdmet etmiş ve bilâhare intisâb ederek nâil-i feyz ü kemâl olmuştu. Hz. Mısrî’nin irtihâlinden sonra Limni’den İstanbul’a gelerek Bektaşî ricâlinden ba’zı kimselerle muhabbet edip, bu sırada Erenköy civârında Merdiven /119/ köyünde kâin dergâhın meşîhati kendisine tevcîh olunmuştur. “Azbî” diye şiirde tahallus ettiği gibi, mürşid-i mükerremi Mısrî-i müşârünileyhin Dîvân'ını ser-â-pâ tahmîs eylemiş ve bu dîvân 1284/(1867-68) târîhinde Matbaacı Rızâ Efendi tarafından tab’ u neşr edilmiş ise de elyevm nüsah-ı matbûası mefkûddur. Ayrıca bir de dîvânı vardır. Rengîn eş’ârı vardır.  

Azîzinin irtihâlinden sonra 55 sene daha muammer olarak, 1160/(1747) târîhinde irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiş ve mezkûr dergâh hazîresinde medfûndur; ziyâret eyledim. "Müteveccihü'r-rûhâniyye" (متوجه الروحانيه ) târîh-i vefâtıdır[69].

            Bilen anlar hayır söyler ya bilmez anlamaz söyler

            Rumûz-ı nutfeden söyle beyân olsun nice ma’nâ

Bu güfte dahi kendilerinindir, teberrüken naklolundu:

            Ne safâdan kederim var ne cefâdan hazerim

            Düşmeni dost bilirim ikisini bir severim

            Kimsenin hayrı ile şerrine yokdur nazarım

            Bir kuru laklakadır elde olunca hünerim

            Ne alandan haberim var ne satandan haberim

            Serserî kevne gelelden beri sersem gezerim

            Gâh olur kendi özüm âlem içinde bulamam

            Gâh olur hâl ile nâzımı hiç söyleyemem

            Ne Alî'yim ne velîyim ne deliyim bilemem

            Bir pula mâzi vü müstakbeli virsen dilemem

            Ne alandan haberim var ne satamdan haberim

            Serserî kevne gelelden beri sersem gezerim

            Bahs-i ilme gelicek kîl ile kâl eyleyemem

            Her ne dirlerse diyem hakkı cidâl eyleyemem

            Ne belâdır başıma kayd-ı zevâl eyleyemem

            Bir dahi tevbe idüp arz-ı kemâl eyleyemem

            Ne alandan haberim var ne satamdan haberim

            Serserî kevne gelelden beri sersem gezerim

            Âh-ı Âzbî gibi bir derd-i derûnum diyemem

            Gâh olur sâmit olup sohbet-i cân eyleyemem

            Yâri idrâk idüp fark-ı adû eyleyemem

            Her ne dirlerse disün kimseyi zemm eyleyemem

            Ne alandan haberim var ne satamdan haberim

            Serserî kevne gelelden beri sersem gezerim

/120/ Şeyh Ahmed Efendi

Bursa’da Câmi’-i Kebîr imamı idi. Sulehâ-yı ümetten bir zât idi.

Şeyh Abdurrahîm Efendi

Câmi’-i Kebîr’de imâm-ı sânî idi. Sâhib-i kerâmet bir zâttır. 1114/(1703-04)’te katlden kurtulmuştur. Ahmed-i Gazzî’nin dâmâdıdır. Vefâtı 1135/(1722-23)’tedir. “Sandâlî-zâde” diye ma’rûfdur. 

Şeyh Sükûnî Muhammed Efendi

Mudurnuludur. Ulemâdan idi. Gelibolu’ya müftü olmuştur. Hz. Mısrî’nin emriyle bir aralık Bursa’da Kâsım Subaşı Zâviyesi’nde irşâd-ı ibâd ile meşgûl olmuşlar, sonra Gelibolu’ya gitmişlerdir. Gelibolu’da da irşâd-ı ibâd ile meşgûl oldular. Ziyâret kasdıyla Bursa’ya geldiler, 1103/(1692) târîhinde terk-i hayât-ı müsteâr eylemişlerdir. Deveciler Kabristanı’nda medfûndur.

Târîh-i vefâtı:

            Cenâb-ı Sükûnî Şeyh Muhammed Efendi

            Ki genc idi ilm-i ledünnile derûnu

            Revân oldu Firdevs-i a’lâ-yı ünse

            Koyup vahşet-âbâd-ı dünyâ-yı dûnu

            Didim sâl-i fevtine târîh Tâlib

            Ola sâkin-i arş rûh-ı Sükûnî

            (اوله ساكن عرش روح سكونى)

(Sükûnî'nin)Te’lîfâtı:

Dürre isminde, Kasîde-i Bür’e’ye nazîre ve buna Gurre nâmıyla şerhleri.

Mevlânâ Câmî ile Mevlânâ İsâm aralarındaki ta’rîzâta Fevâid-i Aliyye nâmıyla yazdıkları Faysal-nâme.

Seksenbeş beyitli Arabiyyü’l-ibâre medhiyye-i nebeviyye.

Şeyh Muhammed Dede Efendi

Sâlih Dede’nin oğludur, Bursalıdır. Mesnevî-hân idi. Cenâb-ı Mısrî ile latîf mâ-cerâları vardır. Ehl-i hâl bir zât idi.

Şeyh Mustafa Efendi

Bursa’nın Arap Mahallesi sâkinlerinden idi. Hz. Pîr’e karâbeti vardır. İstanbul’da Fâtih’de Âşıkpaşa Tekkesi’nde medfûndur.

Şeyh Seyyid Muhammed Çelebi

“Sandalî-zâde” demekle meşhûrdur. Azîzinin hizmetini câna minnet bilip, gece gündüz gözleri önünden ayrılmazlarmış.

Şeyh el-Hâc Hasan Dede Efendi

Kasap esnâfından ve sulehâdan olup, gece gündüz azîzinin hizmetine vakf-ı cân etmiştir.

/121/ Şeyh el-Hâc Muhammed Dede Efendi

Bursalıdır. “Gümüş Ayak” diye meşhûrdur.

Şeyh Ali Dede Efendi

Bursa’da Veled-i Enbiyâ Câmi’-i şerîfi kayyımı olup, Hz. Pîr Bursa’ya geldiğinde en evvel onun hânesinde misâfir olmuştur. Sulehâ-yı ümmetten idi.

Şeyh Muhammed Çelebi Efendi

Cenâb-ı Şeyh’in berberi olup, Limnilidir. Vesvese-i dünyâyı kalbinden çıkarmağa muvaffak olmuş erlerdendir.

 

İstanbullu Şeyh Ali Nazmi Fefendi

Fenn-i mûsikîde mâhir ve emsâli nâdir bir azîzdir. “Derviş Ali” demekle şehîr idi. Hz. Şeyh’in zâkirbaşısı idi. “Sûre-i Furkân” (سورة الفرقان) (1128) târîh-i vefâtıdır İstanbul’da Hekimoğlu Ali Paşa Câmi’-i şerîfi şadırvanı kurbunda medfûndur. Gazeliyyâtı vardır.

            Yeter ma’mûr oldun bir zamân vîrâne ol gönül

            Hudâ’ya âşinâ ol gayriye bî-gâne ol gönül

Şeyh Mustafa Efendi

Câmi’-i Kebîr ser-müezzini olup, “Kara Oğlan” denmekle meşhûrdur. Mûsikîde mahâret-i kâmilesi vardı. Hz. Pîr’le mâ-cerâsı ibret-nümâdır.

Şeyh Mustafa Efendi (1129/1717)

Câmi’-i Kebîr ser-müezzinidir. "Ak Hâşiyeli" denmekle meşhûrdur. Fenn-i mûsikîde mâhir olduğu gibi, sesi de gâyet güzel imiş. Selîs ifâdeye muktedir, müderrisînden bir güzîde-i zümre-i zâkirân ü fırka-i sâlikân idi. Elli sene salât-ı subhu cemâatle kılmıştır. Azîz Limni’de iken hânkâhda vekâlet etti. Pınarbaşı’nda Mevlevî-hâne karşısında medfûndur.

Şeyh Ahmed Efendi

Hz. Pîr’in hıdmet-i dâimesinde bulunup, bu da berber-i hâssı idi.

Emîr Kâsım-zâde Şeyh Muhammed Emîn Efendi

Sülâle-i sâdat-ı kirâmdandır. Hâlisü’l-fuâd ve ulûm-ı mütenevviadan müstefâd bir zât-ı kerîmdir. “Seyyid" malasıyla ma’rûf olup, müretteb Dîvân-ı İlâhî’leri vardır. 1134/(1722)’te ism-i “Hû” ile hatm-i enfâs eyleyip, Bursa’da Şeyh Hüsâmeddîn Efendi Dergâhı altındaki Mısrî Tekkesi Kabristanı’na defn olunmuştur.

Târîh-i irtihâli:

            Şeyh Efendi bezm-i Adn'e "Hû" ile buldu vusûl

                  (شيخ افندي بزم عدنه هو ايله بولدي وصول)

/122/ İlâhiyyâtından:

            Cânâna virüp cânı cânân olalım âşık

            Bu râh-ı hakîkatde bürhân olalım âşık

            Sıdkile eğer mü’min tutar kese sivâ savmın

            Gel îyd-i visâle kurbân olalım âşık

            Aşkile olup zinde dostu bulalım dilde

            Gel ilm-i ledünnîde Lokmân olalım âşık

Şeyh Mahmûd Efendi

Kastamonu’da Boyabat kasabasında pâ-nihâde-i mehd-i vücûd olup, müddet-i medîde tahsîl-i ulûm ile istikmâl-i kemâl eyledikten sonra hıdmet-i Şeyh'e dâhil ve hilâfete nâil olup, emr-i Şeyh’le neşr-i tarîk için memleketine avdet eylemişti. Hz. Mısrî’nin Limni’de civâr-ı rahmet-medârındaki Mahmûd Efendi, Şeyh Mahmûd Efendi bu zât olsa gerektir. Azîzinin Limni’de ziyâretine gelmiş olması melhûzdur. Kabri el-ân mevcûddur.

Îyd-i Ekber Şeyh Muhammed Efendi

Ebkişehirlidir. 1135/(1723)’te irtihâl eylemiştir. Bursa’da Emîr Sultân Câmi’-i şerîfinin Azapkapısı civârında medfûndur. Fevâid-i Zümrüdiyye nâmıyla, Hz. Mısrî’nin Kasîde-i Bür’e’si üzerine şerhi vardır.

Şeyh Kâsım-ı Verdî Efendi

Emîn Yahyâ b. Kâsım-ı Eyyûbî’dir. 1044/(1634-35)’te doğmuştur. Cemâziye'l-âhir 1135 (Mart-Nisan 1722) "mahzu'n-nûr" (محض النور) târîh-i irtihâlidir. 91 sene muammer olmuştur. Akbıyık Zâviyesi’nde şeyh idi. Eyüp’te Yahyâ-zâde Tekkesi hazîresinde medfûndur. Bunun tafsîli yukarıda geçmiştir. (s.117)

Şeyh Ahmed-i Gazzî

Kuds-i Şerîf tevâbiinden Gazze kasabasında 1054/(1644) senesinde dünyâya gelip, henüz küçük yaşında iken ulûm-ı zâhireyi tahsîl ile, onsekiz yaşında iken muhaddis olmuş, Mısır’da Câmiü’l-Ezher’de yedi sene Şeyh Ahmed-i Beşîşî’den ulûm-ı âliye tahsîlinde bulunmuş ve orada neşr-i ulûm etmiştir. Onsekiz kerre hacca gittiği gibi, evlâd-ı vüzerâdan olduğu mervîdir. Şeyh-i müşârünileyhin emriyle 1087/(1676)’de Bursa’ya hicret edip Câmi’-i Kebîr’de tedrîs-i ulûmla iştigâl etti. Molla Fenârî Medresesi müderrisliği uhdesine tevcîh olundu. Reîsü’l-muhaddisîn oldu.

1094/(1683)’te tekrâr hacca azîmetinde esnâ-yı râhda ba’zı ahvâl ü esrâr zuhûra geldi. Bidâyeten münkir-i tarîkat iken, bunun üzerine, 1103/(1691-92)’te Hz. Mısrî’ye mürâcaatla ahz-i inâbet etti, bir sene sonra nâil-i hilâfet oldu. Hz. Üftâde ve şeyhinin işâret-i ma’neviyyesiyle 1114/(1702-03) senesinde Bursa’da güzel bir dergâh inşâ eyledi ki, Bursalı /122/ Belîğ Efendi şu târîhi söylemiştir:

            Bu hayrâtın ki bânîsi  Cenâb-ı Ahmed-i Gazzî

            Fazîletle vücûdu âsumân-ı ilm-i mâhîdir

            Esâsından binâ itdi bu zîbâ tekyeyi çûn kim

            Anın her gûşesi erbâb-ı tevhîdin penâhıdır

            Tamâm itse aceb mi dest-i himmetle bu âsârı

            Muhakkak Şeyh Mısrî’nin ana feyz-i nigâhıdır

            Şerefdir çıksa ayyûka sadâsı anda tevhîdin

            Müselsel okunan şâm u seher zikr-i ilâhîdir

            Misâli gelmemişdir bu ibâdet-gâh-ı vâlânın

            Zuhûr itmiş var ise ol dahi sun’-ı ilâhîdir

            Arak-rîz oldu sanma devr ile a’zâ-yı uşşâkı

            Çıkan hep âteş-i tevhîd ile âb-ı günâhıdır

            Didi itmâmını gördükde târîhin Belîğ-i zâr

            Bu tekye kudsiyân-ı âsumânî cilve-gâhıdır

                    (بو تكيه قدسيان آسماني جلوه كاهيدر)

Süleyman Efendi nâmında bir zât tarafından yazılan bir terceme-i hâlleri elime geçti, mütâlaasıyla şeref-yâb oldum.

Ahmed-i Gazzî cidden eâzım-ı ulemâ vü urefâdandır. Pederleri Şeyh Müferricü’l-Kâdirî, onun babası Şeyh Îsâ nâm zâttır. Gerek Câmi’-i Kebîr’de, gerek Câmiü’l-Ezher’de beş def’a Kur’ân-ı azîmü’ş-şânı tefsîr ile hatm etmiş idi. Ulûm-ı zâhire vü bâtınada yektâ-yı zamân ve mağbût-ı cihân olmuşidi. Bir Tefsîr’i, bir de Mîzânü’l-Akâid’i ile Ta’lîkât-ı Gazziyye’si vardır, gayr-i matbû’dur. Âsâr-ı sâiresi de varmış, fakat gayr-i ma’lûmumdur.

Kıble-nümâ-yı Ka’betü’l-Uşşâk nâm eserde mütâlaa-güzâr-ı âciz-ânem olduğuna göre, 1120/(1708) senesinde Acem seferi fütûhâtından kırk kese akça gazâ mâlı hediye gelmiş, fakat kabûl etmeyip cümlesini Câmi’-i Kebîr’in ta’mîrine sarf eylemiştir. Hâlâ minberde asılı olan dört sancak Hz. Gazzî’nindir. Bi'l-âhare bunlar tecdîd edilmiştir. Dâire-i Kübrâ ricâlinden olduğu müttefakun aleyhdir. Âsitânelerinde kırk sene inzivâ edip çıkmamış, çok kerâmâtı görülerek, Kerâmât-ı Gazziyye diye bir mecelle-i kebîre yazılmıştır.

1150/(1737-38) senesi âzim-i dâr-ı bakâ ve nâil-i ni’met-i likâ olduklarına müsâdiftir. Kabr-i âlîleri dergâh-ı şerîf derûnundadır. Lehü’l-hamd mükerreren ziyâretle şeref-yâb oldum. Orada gördüğüm bir levhadan şu beyitleri istinsâh eyledim:

 /124/   Fahr-ı râh-ı Halvetî Şeyh Ahmed-i Gazzî ki ol

            Merd-i âlem pîr-i pür-nûr iftihârü’l-vâsılîn

            Mürşid-i ashâb-ı memlûk zâhid ü takvâ-şiyem

            Mazhar-ı feyz-i ilâhî iftihârü’s-sâlikîn

            Nahl-i bûstân-ı tarîkat necm-i burc-i âfitâb

            Şems-i râh-ı istikâmet iftihârü’z-zâhidîn

            Fahr-ı Râzî-menkabet allâme-i devr-i cihân

            Pîr-i meydân-ı kerâmet iftihârü’l-ârifîn

            İlm-i tefsîr ü ehâdîsin İmâm-ı A’zam’ı

            Nûr-bahşâ-yı tesellî iftihârü’l-fâzılîn

            Milk-i Adn’e göçmeden kâtib mülâkî olmadan

            Türbe-bânî şu azîzi iftihârü’l-kâmilîn

Asâ-yı şerîfleri sandûkalarının yanında mahfûzdur.

İrtihâlleri târîhlerinden:

            Âh-ı dil-sûzu çeküp dilden didim târîhini

            Kabrini nûr ile memlû eyleye Rabbü’l-ibâd

            (قبريني نور ايله مملو ايليه رب العباد) = 1156 – 6 = 1150

Diğer:

            Harf-i cevher-dâr ile Hâlis didim târîhini

            Ahmed-i Gazzî naîm-i Adn'e göçdü Hû ile

                 (احمد غزي معيم عدنه كوجدي هو ايله)

Diğer:

            Bâm-ı cevher çıkdı üç er didiler târîhini

            Kutb-ı Bursa Şeyh Ahmed azm-i ukbâ eyledi

            (قطب برسا شيخ احمد عزم عقبي ايلدي) 1153 – 3 = 1150

Sandûkalarının önündeki levhada şu ma’lûmât mündericdir:

Şeyh Ahmed el-Gazzî, Gazze’de tevellüd eyledi. Onsekiz yaşında muhaddis olup, otuz sene Câmiü’l-Ezher’de neşr-i ulûm eyledi. Onsekiz kerre haccetti. Reîsü’l-muhaddisîn olup, işâretle Bursa’ya geldi. Hz. Mısrî’den hilâfet aldı. Bursa’da bu âsitâneyi binâ eyledi. Beş def’a tefsîr-i şerîf tedrîs ile Kur’ân-ı Kerîm’i hatm etti. Zâhir ü bâtını ma’mûr idi. 1150 senesi Şevvâlinin altıncı (27 Ocak 1738) Pazartesi gecesi irtihâl-i dâr-ı bakâ buyurdu azîzim.

                                               Cârûb-keş-i Dergeh-i Şeyh Ahmed el-Gazzî

                                                   Eşref-i Rûmî-zâde es-Seyyid Ali Sırrî

Şeyh Abdüllatîf Efendi

Müşârünileyhin evlâdından Şeyh Abdüllatîf Efendi hazretleri zamânında bir takım ahvâl-i garîbe zuhûr etmiş idi. Pederinin irtihâlinden evvel 1143 veya 1147 senesi şehr-i Recebin onunda (19 Ocak 1731 veya 6 Aralık 1734) kırk yaşında iken şehîden âzim-i dâr-ı ukbâ oldu. Zâhir ü bâtını ma’mûr erlerden idi. Dünyâya aslâ rağbet etmemiştir. Âsitâne-i Gazzî hazîresinde taltîf-i /125/ Hudâ’ya mazhardır, ziyâret ettim. Gül-deste ta’bîr olunur Vefeyât-ı Ervâh-ı Kudsiyye nâmında eseri vardır.

Şeyh Muhammed Ayn-ı Kebîr

Bursaviyyü’l-asıldır. Velâdeti Bursa’da Kaya Pazarı’nda târîh-i hicrînin 1055/(1645) veya 1056/(1646) senelerinde vâki’ olup, Vânî’den, Tefsîrî’den ve İshâk Hoca Ahmed Efendi’den tekmîl-i mevâddeyleyip, tekrâr Çömez Ali Efendi’den Hikmetü’l-Ayn ve İsbât-ı Vâcib'i itmâm eyledikten sonra, Cüz’iyyât'ı maa’l-cam’u’l-havâşî tekmîl müyesser olup, ba’dehû İstanbul’a gelerek yine tedrîs ile iştigâl etmiştir. Mevâlî-i ızâmın ekseri şâkirdidir. Ba’dehû yine Bursa’ya gidip, anda tedrîse meşgûl iken, bir gece âlem-i ma’nâda Hz. Mısrî Efendi’yi müşâhede edip, “Ey Ayn-ı Ekber! Nice bir kışr-ı zâhirdesin, biraz da lübb-i kıbâb-ı ma’nâya gel.” diye işâret buyurduklarından, ertesi günü Ulu Câmi’ kürsüsünden dahi ayn-ı ma’nâyı keşf edince bî-ihtiyâr Mısrî’nin hânkâhlarına varıp, (10)97/(1686)’de irâdet ve inâbet ve nefes-i sânîye gelince etvâr-ı seb’ayı dördüncü dâireye dek, ki makâm-ı mutmainnedir, seyr ü müşâhede ve vefâtlarından sonra Kâsım Efendi hazretlerinden tecdîd-i bey’at ve etvâr-ı seb’ayı bi-tamâmihâ onlardan gördük diye lisânlarından bu fakîr ber-vech-i âtî istimâ’ ettim. Hakkâ ki, bir merd-i âlim ü kâmil ve fâzıl u âmil-i müteverri’ ve mettekî ve âdâb-ı şer’ u tarîkata mürâî idi. Vaktini ulûm-ı nâfiaya hasr edip mevâddı âhara havâle eder idi. Müddet-i vâfire ülfet olunmadıkca fazîleti ma’lûm olmaz idi. Mestûru’l-hâl bir zât-ı sütûde-sıfât idi.

Vâfir tahrîrâtı vardır. Ez-cümle Şemâil-i Şerîfe’yi Türkî nazm etmiştir. Bir eser-i bî-nazîrdir.

On sene mikdârı bu fakîr şeref-i sohbetleriyle teşerrüf etmiştir. Husûsan Bursa’da Kâsım Efendi ve Ayn-ı Ekber Muhammed Efendi ve Hz. Emîr türbe-dârı Seyyid Reşîd Çelebi ile kırk gün kırk gece sohbet olmuştur ki, kâbil-i ta’bîr değildir.

Orta boylu, kebîrü’l-ayn ve’r-ra’s, sâhibü’s-sekîneti ve’l-vakâr, dâimü’l-murâkabe ve’l-huzûr idi. Pür-aşk u şevk, tâ-be-sabâh bîdâr ve kesret-i bükâdan ağrıklı idi.

Ba’dehû (11)33/(1721) senesinde Kâsım Efendi İstanbul’a gelip, “Aynı Ekber efendimiz ne âlemdedir?” diye suâl ettiğimde, beşâşeten buyurdular ki: “Oğlum, Hasan’ım! Muhammed Ayn-ı ekber, cümle berzahlardan halâs oldu, müşkili kalmadı, emâneti kendilerine teslîm ettik.”

Merhûm Ayn-ı Ekber Efendi, ızhâr-ı hârık-ı âde vü kerâmeti sevmezler idi. Kendiliğinden kendinden zuhûr ederse mağmûm olur idi.

Vefâtları 1134 senesi aşr-ı Zi'l-hiccesindedir (21 Ağustos 1722). Kâsım Efendi’den yedi mâh mukaddem vefât edip hâlen Bursa’da medfûndur. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

(Hz. Nasûhî halîfesi Şeyh Hasan Efendi risâlesinden aynen)

Şeyh Mustafa Nesîb Efendi

Gazzî-zâdedir. Zâhiren pederinden, bâtınen Hz. Mısrî’den feyz-yâb olmuştur. 1135/(1723) senesinde Bursa’da tevellüd eylemiştir ve müşârünileyh Abdüllatîf Efendi’nin oğludur.

Bir gece beyne’n-nevm ve’l-yakaza Hz. Mısrî zuhûr etmiş, “Abdest al.” buyurmuş. Abdest aldıktan sonra huzûruna da’vetle oniki ismi telkîn etmiş ve “Halîfemsin.” buyurmuş. “Ceddine söyle, böyle yapsın, zîrâ vakit dardır.” buyurup gâib olmuş. Hazret, bu rü’yânın dehşetinden gözünü açmış, kendisini odanın ortasında kıbleye müteveccih oturur bulmuş. Sabâh yakın olmağla tecdîd-i vudû’ içün dışarı çıkmış. Ceddi Cenâb-ı Gazzî de odasından çıkarak karşılaşmışlar, “Oğlum, âbdest al da gel.” buyurmuş, o da abdest almış, büyük pederinin huzûruna varmış.  Rü’yâda gördüğü gibi aynıyla kendisine oniki esmâyı telkîn ederek hilâfet vermiş. "Oğlum, o gördüğün azîzim ve senedim Hz. Mısrî’dir, bu nutukları azm-i âhiret etmemize delîldir." buyurmuşlar. Fi’l-hakîka Hz. Gazzî bir müddet-i kasîreden sonra âlem-i bakâya göçmüştür.

Mustafa Nesîb Efendi pek mübârek bir zât idi. Ulûm-ı şettâ ve tasavvufda mâhir idi. Zâhir ü bâtını ma’mûr idi. Pederinden zâhir ü bâtın ulûmunu almıştır.

Aşk-nâme isminde bir kitâbı ve bir Dîvân’ı ve tarîkat-ı aliyye sülûkuna dâir Tezyînü’l-Makâmât ve Tebyînü’l-Merâtibât nâmında diğer bir eseri ve Kâdî Beyzâvî Tefsîri’ne ta’lîkâtı vardır.

Hz. Gazzî’nin irtihâlinden sonra 51 sene Âsitâne-i Gazzî’de post-nişîn oldu. 1202 sene-i hicriyyesinin Muharreminin onsekizinci günü (30 Ekim 1787) terk-i câme-i hayât eylediğinden na’ş-ı şerîfleri âsitâne hazîresinde rahmet-i rahmâna tevdî’ olunmuştur.

/126/ Târîhi:

            Çok cevher itdim îsâr buldum tamâm

            Şeyh Mustafâ Efendi İrem’de buldu mesken

                ( شيخ مصطفى افندى ارمده بولدى مسكن)

Şu na’t müşârüniliyhindir:

            Sûziş-i nâr-ı muhabbet cânıma itdi eser

            Mevt-i kalb-i  cân ile âmâde geldim Yâ Rasûl

            Bâb-ı lutfundan şefâat-cû olupdur bu Nesîb

            Bî-tekellüf zât-ı pâke sâde geldim Yâ Rasûl

Bir nutku:

            Şâh-ı şâhân-ı velâyetdir gürûh-ı Halvetî

            Kevn-i aşkda zü’l-kerâmetdir gürûh-ı Halvetî

            Cümle uşşâk-ı turuk bir bülbül-i şeydâsıdır

            Anda bustân-ı letâfetdir gürûh-ı Halvetî

            Zât-ı mutlak maksadıdır anların rûzân şeb

            Ma’den-i zât-ı hüviyyetdir gürûh-ı Halvetî

            Cânib-i Hak tâlibânına cilâdır cümleten

            Mûsıl-ı zevk-ı hidâyetdir gürûh-ı Halvetî

            Âsitân-ı dil-güşâdır Halvetî’ye sür yüzün

            Ey Nesîb sâhib-selâmetdir gürûh-ı Halvetî

Şeyh Mısrî Efendi

Reîsü’l-ulemâ idi. Mısrî tahallusunun sebebi, pederi muhaddisînden Mısrî Efendi olmasındandır. Bir gün eyyâm-ı taallümünde, Şeyh Ahmed-i Gazzî hazretlerinin ziyâretine gitti. Azîz-i müşârünileyh, “Allah Taâlâ sana cemî’ ulûmu keşf eylesün.” diye duâ etti. Bi-izni’llâh cümle ulûm kendine müsahhar oldu. Hattâ tefsîr okurken bilâ-mütâlaa bilâ-kitâb tedrîs edip, “Bu inâyet bana Hz. Azîz’dendir.” buyururlarmış. 1198/(1784)’de irtihâl-i dâr-ı naîm eyledi. Bursa’da Mevlevî-hâne karşısında medfûndur. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Şeyh Halîl Efendi

Kemter Ali Efendi mahdûmu olup, “Nasûhî-zâde” denmekle meşhûrdur. Şeyh Ahmed-i Gazzî halîfesidir. Kibâr-ı evliyâu’llâhdan, zâhir ü bâtını ma’mûr erlerdendir. Bursa’da Nasûhî Zâviyesi’nde şeyh idi. Kurb-ı tekkede meşâyıh merâkidindedir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Şeyh Ahmed Efendi

“Kütükcü-zâde” diye meşhûrdur. Ahmed-i Gazzî hulefâsındandır. A’lemü’l-ulemâ ve aslahu’s-sulehâdan bir veliyy-i kâmildir. Bursa’da Pınarbaşı’nda /127/ medfûndur. Bir tenhâ hücrede kütükler vaz’ edip, onların her birini birer adam farz eyleyip, berâ-yı mümârese ders ta’lîm edermiş. Hattâ kütüklerin her birine şürekâsından birinin ismini verip, bu yolda çok çalışmıştır. Gençliğinde bu hâli müşâhede olunduğuna mebnî, “Kütükcü” ta’bîr olunmuş ve fakat sonraları ferîd-i zamân olmuştur, rütbe-i velâyete kadem basanlardandır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

 Şeyh Ahmed Efendi

“Sûfî-zâde” derler. Şeyh Ahmed-i Gazzî hazretlerinin mazhar-ı feyzi olanlardandır. Kemâl-i zühd ü salâh ile ârâste bir zât-ı şerîf olup, mazanna-i kirâmdandır. Yüz yaşında 1217/(1802-03) senesinde göçtü. Emîr Sultân civârında medfûndur. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Şeyh Muhammed Dede

Makâm-ı cem’e vâsıl olmuş bir meczûb-ı Hudâ idi. Ahmad-i Gazzî müntesiblerinden olup, kerâmâtı görülmüştür. 1188/(1774)’de irtihâl-i dâr-ı naîm eyleyip Pınarbaşı Kabristânı’nda medfûndur. (Kaddesa'llâhu sırrahû

Şeyh Muhammed Es’ad el-Hafîd Efendi

Gazzî-zâde Şeyh Mustafa Nesîb hazretlerinin mahdûmu olup, 1192/(1778) senesinde irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Câmi’-i Kebîr’de imâmeti var idi.

el-Hâc Şeyh Abdüllatîf Efendi

Müşârünileyh Es’ad Efendi’nin muhdûmudur. Ârif-i bi’llâh bir mürşid-i dil-âgâhdır. Gurre-i garrâ-yı vücûdu 1191/(1777) senesinde Bursa’da tulû’ etmiştir. Henüz bir yaşında iken pederleri irtihâl etmekle, büyük pederi Mustafa Nesîb Efendi’nin taht-ı terbiyesinde perveriş-yâb olmuştur. Sinn-i âlîleri beşe resîde oldukta taallüme bed’ edip, dokuz yaşına bâlığ olasıya kadar mebâdî-i ulûmu iyiden iyiye tahsîl eylemiştir.

/128/ Büyük pederleri bir cum’a günü Abdüllatîf’i alıp türbe-i Hz. Gazzî huzûruna getirerek orada kendisine bey’at ettirmiştir. Bir müddet sonra Mustafa Nesîb Efendi iritihâl eyledikte Abdüllatîf Efendi, onbir yaşında yetîm kalmıştır. Tekkenin meşîhati âhara geçmemek için ehl-i hayrdan bir zât Abdüllatîf’i alıp İstanbul’a getirerek Beşiktaş’ta Neccâr-zâde Şeyh Muhammed Sıddîk Efendi’nin himmet ü muâvenet-i mahsûsasıyla, tekkenin meşîhati evlâdiyyet üzere te’sîs ve Abdullatîf’e tevcîh ettirilip, sinnen kemâle resîde olasıya kadar vekâleten idâresi takarrur eylemiş ve tahsîline devâm etmek üzere Bursa’ya avdet etmiştir.

Fuzalâdan Hoca Hüseyin Efendi’den ulûm-ı âliye ve fıkh-ı şerîfden Kudûrî okumuş ve Hoca Seyyid Ahmed Efendi’den ilm-i kırâat ve Halebî taallüm ve Seyyid Nûh Efendi’den Fârisî ve sâire tederrüs eylemiştir. Sinn-i âlîleri onbeşe erdikte Üftâde-zâde Şeyh Mustafa Efendi’ye teslîm olup seyr ü sülûka başlamış, yedi sene bu yolda sa’y-i tâm üzere bulunmuştur. Ba’dehû tarîk-ı Celvetî vü Kâdirî’den me’zûn olup, Narlı şeyhi Bedreddîn Efendi’nin dâire-i feyzine girdiler. Bu zât tarîk-ı Halvetî’den Yiğitbaşı Ahmed Efendi kolundandır. Bir müddet sonra icâzet aldılar, yine ulûm-ı zâhirîyi tekmîle hasr-ı evkât ederek Hacı Bekir Efendi nâm zâttan üç sene mütemâdiyen ilm-i usûl-i tefsîr ü hadîs okutmuştur. Derse devâm etmekle berâber her gün, şeyhi Bedreddîn Efendi’nin huzûruna varırdı. Feyz-i sohbet ve hüsn-i nazar-ı mürşid-ânelerine mazhar olurdu. Bedreddîn Efendi, Abdüllatîf’i tarîk-ı Mısrî üzere sülûktan dahi mücâz kıldı.

/129/ Bedreddîn’in şeyhi Sadri Efendi meşhûr âlim Şeyh Murâd-ı Nakşıbendî hazretlerine mülâkî olarak, ondan feyz-i Nakşıbendî’ye mazhar olduğundan, Bedreddîn’de mütecellî olan bu feyzden de Abdüllatîf Efendi hisse-dâr olarak hatm-i hâcegân-ı Nakşıbendî’den izin almıştır. Kümmelîn sırasına geçmekle isti’dâdı yüz göstermeğe başladı. 1213/(1798-99) senesinde henüz yirmiiki yaşında iken Bursa’da Câmi’-i Kebîr’de tedrîs-i ulûma başladılar ve bu sırada Âsitâne-i Gazzî’de post-nişîn oldular. 1216/(1801-02)’da Üftâde-zâde’den teberrüken tarîk-ı Celvetî’den me’zûn oldular. Cemî’-i Esmâ’yı tekmîl ile icâzet aldıktan sonra irşâd-ı nâsa başlayıp, şöhretleri artmağa başladı.

İlm-i tefsîrde behresi ziyâde idi. Fütûhâtu Kenzi’l-Kur’ân ismindeki eserlerini yazmağa başladılar ki, Fâtiha tefsîridir. Gayr-i matbû’dur. Lutf-ı Hak’la elime geçti, okudum. Birçok yerlerini istinsâh ettim, çok istifâde eyledim.

Bu aralık İstanbul’a gelerek ahibbâsından Kal’a-zâde halîfesi Ahmed Efendi merhûmun konağına misâfir oldular. Eyüp Sultân Câmi’-i şerîfinde defeâtla va’z buyurdular. Ehl-i aşka hazîne-i irfândan bir hayli cevâhir bahş eylediler. İstanbul’a teşrîfleri şuyû’ bulunca herkes fevc fevc meclis-i sohbetine cân atmağa başladılar. Keyfiyyet, Şeyhu'l-islâm Samânî-zâde Ömer Hulûsî Efendi merhûmun mesmûu olmağla meclis-i mahsûslarından zevk-yâb olarak İstanbul’da kalmasını ârzû edip, Fâtih’de Otlukçu yokuşunda münhal bulunan tekkenin meşîhatini Abdullatîf Efendi’ye /130/ tevcîh eylemiştir. Fakat işâret-i ma’neviyye üzerine Hz. Abdüllatîf’e Bursa’ya avdet görünmekle bi’l-ıztırâr mecbûr-ı avdet olarak yine şeyhi Bedreddîn’e mülâkî olmuştur. Bir müddet sonra Bedreddîn’in ve Hoca Bekir Efendi’nin âlem-i bakâya irtihâlleri vukû’ buldu. Bu sırada tefsîr-i şerîf hitâma ermiş idi. Hz. Abdüllatîf,

شربت الحب كأسًا بعد كأ س

و ما نفد الشراب و لا رويت[70]

Neş’esine mazhar olarak yine bir şeyh-i kâmil bulmak sevdâsıyla İstanbul’a geldiler. Meşhûr âlim Hoca Neş’et Efendi’ye mülâkî oldular ki, terceme-i hâlini Nakşıbendîler  faslında tafsîlen yazmış idim.

Abdüllatîf Efendi, yine bir işâret-i ma’neviyye üzerine Bursa’ya avdetle Hoca müşârrünileyhin şeyhi Bursalı Emîn Efendi hazretlerine mülâkî oldular ve aradıklarını bularak ulûm-ı âliye-i ma’neviyyeyi bu zât-ı muhteremden tahsîl ettiler. Üç sene mütemâdiyen hıdmet-i şerîfelerinde bulundular. Ba’dehû erbaîne girdiler. Emîn Efendi İstanbul’a gelerek bir sene kadar ikâmetten sonra avdet ettikte mâ-beynlerinde esrâr zuhûra geldi. Tarîk-ı Nakşıbendî’den tekrâr me’zûniyyet aldılar. 1228/(1813)’de Emîn Efendi terk-i âlem-i nâsût eylediler.

Hz. Emîn ile 13 sene kadar bulundular. Huzûr-ı âlîlerinde bulunduğu zamân hakâyıka müteallık ne kadar söz cereyân eylediyse cümlesini zabt ederek bir eser-i mühim vücûda getirmişlerdir.

Bir gün azîzinin huzûrunda, “Azîzim Hz. Üftâde ile Hz. Hüdâî   (kaddesa'llâhu esrârahumâ ) beyninde cereyân eden kelimât-ı sohbet-i gâyât bi’l-âhare Hz. Hüdâî tarafından cem’ u tahrîr olunmuş /131/ ve Vâkıât nâmıyla bir eser vücûda gelmiş, "Müsâade buyurulursa şimdiye kadar beynimizde cereyân eden esrâr-ı sohbet ma’rifeti kulunuzda cem’ u tahrîr edeyim.” yolunda istîzân-ı keyfiyyet etmiş ve Abdüllatîf’in kadir-şinâslık ve hakîkat-perverlik vâdîsinde gösterdiği şu hareket cenâb-ı Şeyh’in memdûhu olmağla, Vâkıât nâmıyla beşyüz büyük sahîfeden mürekkeb te’lîf-i güzîni vücûda getirmişlerdir. Vâkıât’ın hitâm-ı tahrîri, Hz. Şeyh’in irtihâlinden üç sene sonra, ya’nî 1231/(1816) senesine müsâdifdir ki, bu sırada kırk yaşına ermişler idi.

Dâimâ tahsîl, dâimâ tedrîs ü irşâd yegâne mesleği idi. Kırkbeş yaşında 1236/(1820-21) senesinde Haremeyn-i muhteremeyni ziyâret etmiştir. Dergâh-ı şerîf merci'-i hâss u âmm olmuş idi. Her gelen tâlibin gönlünü tatyîbe çalışır, kimseyi mahzûn bırakmak istemez idi. Ale'l-ekser dergâhdan çıkmaz, inzivâ ederdi. Alîlü'l-vücûd ve nâzik mizâc idi.   

Gâyet halîm, selîm, mütevâzi’, mahviyyet-perver olup vâridât-ı ilâhiyyeye mâlik idi. Âsârında zâhir ü bâtın ilimleri tecellî ederdi. Mücâhede ve riyâzeti pek sever. Ale’l-ekser gündüzleri sâim, geceleri kâim idi. Arapcayı bir münşî-i Arap gibi bilir, yazar; Fârisîyi lisân-ı mâder-zâdı gibi anlar idi. Mesnevî-i şerîfden ba’zı ebyât-ı latîfe îrâd buyurur, gâyet ârifâne bir sûrette şerh eylemişlerdir. Türkcede iktidârı, bâlâ-ter idi. Gâyet açık yazar, kesik ibâre ile tebyîn-i hakîkate meyl ederdi. Herkesin muhabbet-i kâmilesini kazanmış bir insân-ı kâmil idi.

/132/ Âlem-i bakâya intikâlleri 13 Şa’bân 1247/(17 Ocak 1832) târîhine müsâdifdir. Muharrir-i fakîr, müşârünileyhe çok irtibât-ı kalbî hâsıl edenlerdenim. O sebeble bu tâtîhi söyledim:

            “Zevk-ı tâm târîhidir ey yâr-ı cân

            Rütbe-i Abdüllatîf oldu ayân

                                               (ذوق تام) = 1247

Diger:

            Hazret-i Abdüllatîf’dir zînet-efzâ-yı cinân

            Nâtıku’l-Kur’ân idi bir rehber-i sâhib-emân

            Âsitân-ı feyzine dâhil olan erbâb-ı dil

            Vâdi-i takdîr de izhâr-ı acz eyler hemân

           

            Şeyh Emîn-i pür-füyûzun bezminin hayrânıdır

            Nükte-i çûn u çerâyı anlamış ol yâr-ı cân

            Halvetî gül-zârının bir bülbül-i hôş-gûyudur

            Ârif-i esrâr-ı vahdet mürşid-i âlî-beyân

            “Zevk-ı tâm” târîh-i rıhletdir ider ol hazretin

            Dâimâ Vassâf’ının kalbinde nûrudur ayân

Bir târîhte mezkûr dergâhda secce-nişîn olan Fazlı Efendi-zâde Şeyh Vahdî Efendi, Şeyh Abdüllatîf Efendi hazretlerinin zamânını idrâk eylemiş bir ihtiyâr Bursalıdan naklen söyledi:

Şeyh Abdüllatîf Efendi bir gün hânkâhında Mevlid-i şerîf okutmuş, ekâbir ü a’yân u meşâyıh-ı zamân ve hattâ o zamân Bursa’da mukîm Şerîf Abdülmuttalib hazretleri de o meclis-i şerîfde hâzır bulunmuştur. Cem’iyyet dağıldıktan sonra Abdüllatîf Efendi irtihâl-i dâr-ı cemâl eylemiştir. Mevlid-i şerîf okunduğu gün Şa’bânın ondördüncü günü  ve akşamı ise leyle-i Berâta müsâdifdir. Bursa’da irtihâllerinin şuyûu herkesi ağlatmıştır. Ertesi gün cenâzeleri hâzırlanmış, Şerîf Abdülmuttalib dahi bulunmuştur. Hz. Şeyh’in hîn-i gaslinde yardım etmiş ve kabre bi’z-zât kucaklayıp indirmiş, /133/ nezdinde sakladığı gubâr-ı saâdetten baş ucuna serpmişlerdir.

            Öyle bir sâhib-fazîletdir ki ol Abdüllatîf

            İlm ü irfân çeşmesinden yıkanup olmuş nazîf

            Arz-ı ta’zîmât ile Vassâf’ı fahr itmekdedir

            Hazret-i Abdüllatîf’in dâfini olmuş Şerîf

(Kaddesa'llâhu sırrahû)

Âsârı:

1. Fütûhâtü Kenzi’l-Kur’ân: Beşyüz doksanüç mes’eleden bâhis Fâtiha tefsîridir. Hakâyıkı câmi’ bir eserdir.

2.     Zübdetü’l-Beyân: Sûre-i Nisâ’dan sûre-i Nahl’e kadar tefsîrdir.

3.     Mecmau’l-Bahreyn: Fıkıhdan olup gâyet mu’teberdir.

4.     Hâşiye-i Dürer: Âdâb-ı dîniyyeye müteallıktır.

5.     Ravzâtü’l-Müflihûn: Terâcim-i ahvâle dâirdir.

6.     Pertev-i Envâr.

7.     Menâkıb-ı Evliyâ.

8.     Zâirü’l-Kuds.

9.     Kerâmât-ı Ahmed-i Gazzî: Gâyet büyük bir kitâbdır.

10.   Mergûbü’s-Sâlikîn.

11.   Şerhu Miftâhu’l-Gayb: Aslı Sadreddîn-i Konevî’nindir. Pek mühim bir eserdir. Lisân-ı havâs üzre yazılmıştır.

12.   Nâsih u Mensûh: Usûl-i tefsîre dâirdir.

13.   Hulâsatü’l-Vefeyât – Kıble-nümâ-yı Ka'betü’l-Uşşâk: Bursa’daki ehlu’llâh’ın terâcim-i ahvâlini hâvîdir.

14.  Tercemetü’l-Cânibi’l-Garbî fî-Halli Müşkilâtı İbni Arabî: Mühim eserdir.

15.   Vâkıât: Tafsîli geçti.

/134/  16. İhtisâr-ı Furûk-ı Hakkî: İsmâîl Hakkî hazretlerinin Furûk nâm eserinin muhtarasırıdır.

17.  Mecmûa-i İlâhiyyât: Na’t ve kasâid-i ilâhiyyâta dâir vâridât-ı mahsûsalarını hâvîdir.

18.  Temhîdül-Makâmât.

19.   Rûhu’l-Kuds.

20.   Risâletü’z-Zeyniyye fî-Mesleki’l-Aliyye.

21.   Andelîb-i Uşşâk fi’s-Semâ’.

22.   Risâletü’l-Ayârâti ve’t-Ta’bîr.

23.   Risâletü’l-Cihâd.

24.   Kerâmâtü’l-Evliyâ.

25.   Reddü’z-Zenâdika.

26.   İrşâdü Ehli’s-Sülûk

27.   Mecmûatü’l-Fevâid.

28.   Mecâlis.

29.   Vakâyi-ı Baba Paşa.

30.   Tercemetü’z-Zahîra.

31.   Dürretü’l-Beyzâ fî-Beyâni Mevlidi’n-Nebiyyi’l-Müctebâ.

Câmi’-i Kebîr ve Orhan Kütübhânelerine hayli âsâr ihdâ buyurmuşlardır.

Âsâr-ı kıymet-dârları fazl u irfân ve tahkîk u îkânlarına dâldir. Şu kadar var ki, nasılsa tab’ına himmet olunamadığından fazl u kemâlleri nisbetinde şöhret-yâb olamamışlardır.

Bursa’ya her azîmetimde be-heme-hâl hânkâh-ı irfân-penâhlarına rû-mâl olurum. Tevhîd-hâne ve müştemilâtını ehl-i dîn ve muhibb-i erbâb-ı yakîn Reşîd Bey isminde bir zât esbâbını te’mîn ederek yeniden inşâya muvaffak olmuşlardır. Türbe-i şerîfeleri tevhîd-hâneye muttasıldır ve fevkânîdir.

1318/(1900-01) senesinde istediği manzûmeyi levha hâlinde türbelerine takdîm eylemiştim:

            Hazret-i Abdüllatîf’dir şârihu Ümmi’l-Kitâb

            Mazhar-ı sırr-ı velâyet olduğu bî-irtiyâb

            Öyle bir zât-ı mekârim-perverin ahvâlini

            Arz içün cildler dolar kâfî değildir bir kitâb

            Bâ-husûs ilm-i hadîsde kudreti bâlâyidi

            İlm-i tefsîrde dahi ol nisbet üzre bil savâb

/135/    Ârif-i sırr u hikemdir bunca âsârı delîl

            Gâfil olma bir oku âsârını ol hisse-yâb

            Gaflet izhâr eyleyüp hürmetsiz olma kabrine

            Bir vücûd-ı âliye ârâm-gehdir bâ-nikâb

            Öyle bir sâhib-fazîletdir ki ol Abdüllatîf

            Çeşme-i irfândan nûş ile olmuş neş’e-yâb

            Arz-ı ta’zîmât ile Vassâf zâir ol hemân

            Hazret-i Abdüllatîf’in kabrini ol kâm-yâb

            Âlim ü fâzıl hem âmil mürşid-i kâmil idi

            Böyle bir zâtı ziyâretle olursun kâm-yâb

            Ey Hudâ-yı lem-yezel senden recâ eyler kulun

            İşbu abdin hürmetine kıl ziyâretle müsâb

Evlâdı:

Muhammed Saîd, Atâullâh ve Ahmed Hasîb isminde üç oğlu; Zeynep, Zehrâ ve Hüsniye nâmında üç kerîmesi olup, Zehrâ Hanım’dan zürrriyetleri bâkî kalmıştır. Zehrâ Hanım’dan İncirli Dergâhı şeyhi Ziyâeddîn ve Gâlib Efendiler vücûda gelip, Şeyh Ali Sırrî Efendi Gâlib Efendi’nin oğludur.

Bu dergâh Vefîk Paşa’nın zamân-ı vilâyetinde meşâyıh-ı Rufâiyye’den İstanbullu Şeyh Muhammed Fazlî Efendi’ye tevcîh olunup, mahdûmları Şeyh Vahdî ve Ferdî Efendiler bir müddet icrâ-yı âyîn eylemişler ise de, Ali Sırrî Efendi bi’d-da’vâ hak kazanarak seccâde-i meşîhate oturmuştur.

Güzel ta’lîk yazar hüsn-i hâl ashâbından idi. Ana tarafından Eşref-zâde Rûmî hazretlerine, baba tarafından Ahmed-i Gazzî hazretlerine silsile-i nesebi muttasıldır. İstanbul’da Salkımsöğüt’te Aydınoğlu /136/ Dergâhı’nda icrâ-yı meşîhat eden Gazzî Efendi merhûma müntesib idi. Esnâ-yı zikirde “Hû” ism-i şerîfini yâd ederek terk-i hayât-ı müsteâr eylemiş idi (1322/1904). Civâr-ı Hz. Sems’de medfûndur. Tafsîli Kâdirîler faslında geçti.

Bu dergâh Sırrî Efendi’den sonra sönmüştür. (Sırrî Efendi’nin) iki mahdûmu vardır; biri mekteb muallimi, diğeri avukat kâtibidir. Âlem-i tasavvufla alâka-dâr olamamışlardır. Bir hemşîreleri vardır.

/137/ Gül-âboğlu Şeyh Askerî Muhammed Efendi

Hz. Mısrî’nin pîr-daşıdır. Sinân-ı Ümmî hazretlerinden müstahlefdir. Kütahya kurâsından Zemha karyesinden olup, Afyonkarahisar’ında Çavuşlar Sultân Mezârlığı’nda medfûndur.

Gayr-i müretteb bir Dîvân’ı ve seyr ü sülûka dâir manzûme-i ârif-ânesi olup, gayr-i matbû’dur. Mütâlaa ile şeref-yâb oldum.

Dîvân’ında:

            “Mürşidimdir Pîr Sinân Ümmî azîzim aşkına

             Pâdişâhım bizi bizden lutf idüp itme suâl

buyururlar.

Dîvân’ları ser-â-pâ hakâyıka müteallık olup o zamânın şîvesinin lisânen düzgün söylenmiş sözleri câmi’dir.

Fahriyyesinden:

            Küntü kenz”in sırrını fâş eyleyen irfân menem

            Bâd-ı aşk ile temevvüc eyleyen ummân menem

            Askerî zâtım gül-istânında bülbüldür menem

            Gül-şen-i gayb-ı amâda ol gül-i reyhân menem

                                   *   *   *

            Mekânım yok mekân içre mekânsız lâ-mekân oldum

            İrişdim şâna şân içre nişânsız bî-nişân oldum

            Sıfâtımdır sıfâtu'llâh  ki rûhum rûh-ı Rûhu’llâh

            Ben ol enfâs-ı kudsîyim kamu cânlara cân oldum

                                   *   *   *

            Küntü kenz”in mazharı sultânı buldum çok şükür

            Kâinâtın rehberi burhânı buldum çok şükür

                                   *   *   *

            Nûş idüp dil-dâr elinden cân-fezâ-yı câm-ı aşk

            Sâfi-i ehl-i safâyız îş ü işret bizdedir

                                   *   *   *  

            Andelîb-i bâğ-ı kudsüz zârdır gamzârımız

            Tâzedir solmaz açılmaz dâimâ gül-zârımız

            Mazhar-ı irfân-ı Hak’dır sîret-i insânımız

            Kenz-i mahfî nûrunun âsârıdır izhârımız

            Gelmişiz çün kân-ı aşka şâh-ı kevneyn aşkına

            Cânla baş oynamakdır dost yolunda kârımız

            Ka’be-i râh-ı visâle eyledik azm-i sefer

            Şîr-i Yezdân-ı Aliyyü’l-Murtazâ ser-dârımız

/138/   Askeriyyâ ehl-i hâle sırrımız günden ayân

            Ehl-i kâle mahrem olmaz gizlidir esrârımız

                                   *   *   *  

            Kalmadı inkârımız ikrâra irmişlerdeniz

            Terk idüp ağyârı biz dil-dâra irmişlerdeniz

            “Küntü kenz”in sırrına mahrem olupdur cânımız

            Askerî vahdet ilinde yâra irmişlerdeniz

Ne güzeldir:

            Benim ey Askerî şimdi o vakt-i “lî-maa’llâh”da

            Melek mürsel nebî sığmaz bir özge âlemi vardır

                                   *   *   *

            Aşk-ı Hak meydânının merdânesidir gönlümüz

            Zât-ı matlû’ şem’inin pervânesidir gönlümüz

                                   *   *   *

            Bûy-ı vuslat âşıka gül-zâr-ı kudretden gelür

            Ebr-i rahmet sâdıka enhâr-ı kudretden gelür

            Ârifin nutku hüve’l-Hak’dır inan mü’min isen

            Söylediği her sözü güftâr-ı kudretden gelür

                                   *   *   *

            Meskenim zâhid sorarsan dâimâ mey-hânedir

            Kim riyâdan hâlidir gerçi eğer hum-hânedir

                        Aklımız başdan alup ol mest ü hayrân eyleyen

                        Sâki-i bezm-i "elest"in sunduğu peymânedir

                                               *  *  * 

            Biz bezm-i elest sâkî-i peymâne-i aşkız

            Ferzend-i cihân zübde-i rindâne-i aşkız

            Nûş eylemişiz bezm-i ezel câm-ı safâyı

            Biz ehl-i harâbâtız mestâne- i aşkız*

            Hem-sohbet olup mey-gedede pîr-i mugâna

            Her subh u mesâ sâkin-i meyhâne-i aşkız

            Cân virmek içün gelmişiz ol yâr yolunda

            Meydân-ı “ene’l-hak”da çü merdâne-i aşkız

            Mahv eyleyüben varlığımız şem’-i cemâle

            Yandık bütün hep şevkla pervâne-i aşkız

            Hem mevc-i muhabbet denizi atdı kenâra

            Ummân-ı “fe-ahbabtü”de dür-dâne-i aşkız

            Mâil değiliz âlem-i nâsût-ı fenâya

            Lâhût-ı bakâ mülküne şâhâne-i aşkız

            Mesken idinüp tutdu bakâ sidre-i cânda

            Şol kâf-ı hakîkatde biz ol lâne-i aşkız

            Mecnûn-sıfatız vâdi-i hayretde dem-â-dem

            Sevdâ-yı ser-i zülfle dîvâne-i aşkız

           

            Gönlümüz olup kenz-i hafî gencine mahzen

            Ten oldu harâb şöyle ki vîrâne-i aşkız

/139/    Dil buldu sivâdan idinüp tecrid-i yektâ

            Dir Askeri şimdi hele ferdâne-i aşkız

                                   *   *   *

            Şimdi irfân vaktidir takvâya hâcet kalmadı

            Zevk-ı vicdân vaktidir ferdâya hâcet kalmadı

            Ehl-i vahdetden olanlar ilm-i tevhîd dersini

            Gizli irfân buldular fetvâya hâcet kalmadı

            “Lî-maa’llâh” bâdesi çün cânı ser- mest eyledi

            Doldu dil peymânesi sahbâya hâcet kalmadı

            Hamdü li’llâh sûfiyâ aldık müsemmâdan haber

            Zâta mazhardır gönül esmâya hâcet kalmadı

            İtdi şems-i ehadiyyet burc-ı hazretden tulû’*

            Leyl-i firkat zâil oldu aya hâcet kalmadı

            Kande kim kılsam nazar hak âlemine olur ayân

            Berzah u bâtındaki rü’yâya hâcet kalmadı

            Ravza-i bâğ-ı behiştdir cümle âlem ârife

            Askeriyyâ cennet-i me’vâya hâcet kalmadı

Şeyh Kâşif Efendi Hazretleri

Hz. Mısrî-i Niyâzî ile pîr-daşdır. Sinân Ümmî Elmalı hazretlerinin hulefâsındandır. Karahisârlıdır. Kütahya’da, bir rivâyette Karahisar’da Tavşanlı karyesinde medfûndur.

Pek âşık, o mertebe muhterem bir zât-ı âlî-kadrdir. 1074/(1663-64) senesinden sonra teşehhür etmiştir.

Kâşifü’l-Esrâr isminde bir risâlesi, bir de müretteb Dîvân’ı vardır; gayr-i matbû’dur. Her ikisini meşâyıh-ı Uşşâkıyye’den Şeyh Muhammed Tevfîk Emîn Efendi, yüzon yaşını mütecâviz bir sinde iken istinsâh eylemiş, ahibbâdan birinin vâsıtasıyla mütâlaasına muvaffakiyyet elvermişidi.

Kâşifü’l-Esrâr risâlesi tabaka-i âliyede yazılmış bir eser-i kıymet-dârdır. Bunda aşk hakkındaki bahsin bir kısmını nümûne olarak teberrüken yazıyorum:

“Aşk mâdde-i vücûddur, aşk iskât-ı kuyûddur, aşk âyîne-i cemâl-i Hak’dır, zât-ı vücûd-ı mutlaktır, aşk cevher-i lâ-mekândır, aşk asl-ı zemîn ü âsumândır, aşk şevk-ı tûtî-i cândır, aşk zevk-ı lezzet-i şekker-şândır, aşk der-i tecelliyât-ı (كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِي شَأْنٍ)[71]; aşktır şuûnât-ı (كان الله و لم يكن معه شيئ و هو إلا علا ما عليه كان)[72]; aşktır kemâlât-ı Ehad; aşktır sırr-ı bünyân-ı Ahmed; ne evvel ne âhir ibârâtına sığar; /140/ ne zâhir işârâtına sığar; belki “evvel aşk, âhir aşk, bâtın aşk, zâhir aşk” demek mahzâ ıstılâhdır. Nitekim (العشق أصل الكائنات از وى عيان ذات و صفات )[73]. Aşk dedikleri, “ayn”, “şîn”, “kâf” değildir. Terkîb-i hurûf ile bilinir. Sanma ki, cümle kemâlât-ı ilâhiyye ve şuûnât-ı kevniyye ondan zâhir olmuştur. Aşktan gayri yok, aşk îmân-ı kâmilden ibârettir. Aşk cümlenin metbûudur; cümle mevcûdât ona tâbi’dir. (العشق هو الله)[74] kelâm-ı kibârdır.”

Dîvân’ından:

            Fâş oldu dilâ âleme âvâz-ı muhabbet

            Her zerrede çalındı tırâbâz-ı muhabbet

            Keşf eyledi mahbûb nikâbı kereminden

            Gösterdi bize nâz ile bir râz-ı muhabbet

            Âfâka dolup velvele-i kûs-ı “ene’l-Hak

            Mansûr ile pür oldu nev-âğâz-ı muhabbet

            Elbette korum pâyine ben başımı aşkın

            Her dem olurum serv-i ser-efrâz-ı muhabbet

            Uşşâka müdâm emr ile kılmakda nevâziş

            Lutf u keremi bendeye gammâz-ı muhabbet

            Keşf eylese esrârını aşkın n’ola kâşif

            Kalbi doludur nükte-i ibrâz-ı muhabbet

                                   *   *   *

            Mey-i zevkın nice biz bunda humârın çekelim

            Câm-ı zevkın getir ey sâki ki varın çekelim

            Saklamış duhter-i zevkı harem-i meygedede

            Feleğin anda varup gizli nigârın çekelim

            Sûfiyâ halvetine girmek içün dil-dârın

            Sücce-i câm ile evrâd-ı hezârın çekelim

            Pîr-i meyhâne kerâmetle açarmış gözler

            Tûtiyâsız alalım çeşme gubârın çekelim

            Kâşifâ meyle halâs eyle vücûdun gamdan

            Nice bir arz-ı vakârın dahi yarın çekelim

                                   *   *   *

            Derûn-ı derdin yeter ben gayri dermân istemem*

            Ârif-i derd olduğumdan özge irfân istemem

            Gelmişim bezm-i ezelden derdine âşık olup

            Cânıma cânân bilüp ben gayri cânân istemem

            Ka’be-i vaslında cânâ cânı kurbân eyledim

            Hacc-ı ekberde yeter cân özge kurbân istemem

            Mürşidim nûr-ı Hudâ’dır bende-i fermânıyım

            Râh-ı vahdetde dem-â-dem dilde fermân istemem

/141/    Vahdet-i Hakk’a ezel îmân u ikrâr eyledim

            Kâşifâ şimdi ebed teksîr-i îmân istemem

                                   *   *   *

            Dil mi var gencîne-i râz-ı nihânın olmaya

            Cân mı var  âşufte-i emr-i ayânın olmaya

            Bir mekân hâlî değil emr ü sıfâtın olmadık

            Görmedim bir nesne âlemde kim anın olmaya

            “Mâ-vesi’anî” hükmünü gönlümde ızhâr eyledin[75]

            Var mı bir âşık dili kim âşiyânın olmaya

            Onzekiz bin âlemi bir dilde peydâ eyledin

            Nice mümkin rûh-ı ârif lâ-mekânın olmaya

            Bî-nişândır zât-ı pâkin akl idrâk eylemez

            Zevk-ı rûhânî kanı zevk-ı nişânın olmaya

            Kâşifâ tevhîd-i zevka irmek istersen eğer

            Şöyle nâ-bûd ol ki asla ad u sanın olmaya

Müşârünileyh hazretleri Dîvân’ına şeyhinin irtihâline dâir Es’ad Efendi nâm zâtın yazdığı manzûmeyi derc ile berâber, ona pey-rev olarak, kendileri de nazmen izhâr-ı teessür buyuruyorlar ki, her ikisini de mücerred bir hâtıra-i târîhiyye olarak derc eyliyorum:

            Bulmadı dest-i ecelden bir kişi ey dil rehâ

            Seyr idüp bir iki gün âhir kılar azm-i fenâ

            Gâfilin dünyâ mekânıdır ki bilmez gayri câ

            Âkıl olan melce-i bâkîye eyler ilticâ

            Ol sebebden itdi rıhlet Hak ile bâkî ola

            Gitdi dünyâdan Sinân Ümmî vedâ olsun ana

            Tâlib olmuşdu  cemâlin görmeğe bây u fakîr

            Tavk-ı tesbîhinde nice ârif olmuşdu esîr

                        Terk idüp varın nice vâiz müderris şeyhdir

            Dest-bûsiçün azîmet eyler idi o emîr

            Ol sebebden itdi rıhlet Hak ile bâkî ola

            Gitdi dünyâdan Sinân Ümmî vedâ’ olsun ana

            Gül-sitân-ı zikr içinde olmuş idi andelîb

            Zevk ile nûr-ı şuhûda irse gam mı ol habîb

            Rû-be-rû mezkûr u zâkir bir vücûd-ı dil-firîb

            Sûret-i cismiyle oldum diyu dünyâda karîb

            Ol sebebden itdi rıhlet Hak ile bâkî ola

            Gitdi dünyâdan Sinân Ümmî vedâ’ olsun ana

/142/    Azm-i sûy-ı vahdet idüp Hak ile oldu vahîd

            Cism ü cismânîde görmez gayr-i Hakk’ı ol ferîd

            Zevk-ı rûhânîde her dem çağırup “hel min-mezîd[76]

            Cümle etvârında ef’âlinde olmuşdu  saîd

            Ol sebebden itdi rıhlet Hak ile bâkî ola

            Gitdi dünyâdan Sinân Ümmî vedâ’ olsun ana

            Bende-i hâki idi hep tâlibân-ı ma’rifet

            Pây-dâr olsun n’ola erbâb-ı fakr u meskenet

            Dest-bûsunda bulurlar idi her dem meymenet

            Anın içün her cevâbından olupdu meymenet

            Ol sebebden itdi rıhlet Hak ile bâkî ola

            Gitdi dünyâdan Sinân Ümmî vedâ’ olsun ana

            Es’adâ cehd eyleyüp isrine eyle iktidâ

            Bulasın dünyâ vü ukbâda bakâ-ender-bakâ

            Nice yıllar sa’y idüp medh eylesen bî-intihâ

            Binde bir vasfın beyân itmekde dil hayrân ola

            Ol sebebden itdi rıhlet Hak ile bâkî ola

            Gitdi dünyâdan Sinân Ümmî vedâ’ olsun ana

Kâşif Efendi hazretlerinin:

            Dest-i gamdan bu fenâda bulmadı bir dil amân

            Ehl-i Hakk olan velîler tutmadı bunda mekân

            Kâmil olanlar bilürler kim fenâdır bu cihân

            Âlem-i ukbâdadır cânı bakâ-yı câvidân

            Rıhlet itdi kutb-ı Hak pîrim rızâ-yı müsteân

            Merkad-i pâkine açılsun anın bâb-ı cinân

           

            Gelmeyiserdir cihâna böyle bir pîr-i ayân

            Her nefes vuslatda idi Hakk’ıla ol bî-gümân

            Yoluna cân virse gam mı mâr u mûr(u) ins ü cân

            Zîre olmuş idi cân içinde sultân-ı cihân

            Rıhlet itdi kutb-ı Hak pîrim rızâ-yı müsteân

            Merkad-i pâkine açılsun anın bâb-ı cinân

           

            Seyr-i sırrı her nefesde vahdet-i cânân idi

            Cümle âlem cism idi ol rûh-ı cism ü cân idi

            Sûretâ cismi ve-lâkin "men-aleyhâ fân” idi[77]

            “Küllü nefsin zâikatü’l-mevt” hôd burhân idi[78]

            Rıhlet itdi kutb-ı Hak pîrim rızâ-yı müsteân

            Merkad-i pâkine açılsun anın bâb-ı cinân

           

            Zikr-i tevhîd idi kârı cümleten şâm u seher

            Vahdet-i cânân idüpdü cismile câna eser

            Arada hâil olan ancak vücûd idi meğer

            Terk idüp varını kıldı sû-yı ukbâya sefer

            Rıhlet itdi kutb-ı Hak pîrim rızâ-yı müsteân

            Merkad-i pâkine açılsun anın bâb-ı cinân

           

/143/  Gam değil nefs-i nefîsi olsa o zât  eşrefin

            Kalbi pür idi dem-i Hak’la o cism-i eltafın

            Dilden ihrâc eyledi varın fenâ-yı ez’afın

            Kâşifâ kadri bilinmezdi o pîr-i a’rafın

            Rıhlet itdi kutb-ı Hak pîrim rızâ-yı müsteân

            Merkad-i pâkine açılsun anın bâb-ı cinân

Şu fahriyyelerini de teberrüken yazdım:

            Mahzen-i dür-dâne-i esrâr olan anlar bizi

            “Men araf” nûruyla pür-envâr olan anlar bizi

            Bende-i fermân-ı aşkız âsitân-ı Hak’dayız

            Âsitân-ı aşka hıdmet-kâr olan anlar bizi

            Kahr u lutfu dil-berin minnet gelür cânımıza

            Gül ile gül hâr ile hem-hâr olan anlar bizi

            Münsabığdır sıbğatu’llâh ile cism ü cânımız

            Rengimiz içre muvâfık yâr olan anlar bizi

            Hâb-ı gafletden uyandı kalbimiz irfân ile

            Giceler tâ subha dek bîdâr olan anlar bizi

            Sırr-ı vahdet rûşen oldu gayr-i Hakk’ı görmeyiz

            Kendiliğin  kendide bî-zâr olan anlar bizi

            Her nefesde biz “ene’l-Hak” söyleriz tevhîd ile

            Keşf-i aşkın dârına ber-dâr olan anlar bizi

            Gül gibi hoş-bûyumuz âfâka doldu nutkıla

            Bülbül ü pür-âteş ü pür-zâr olan anlar bizi

            Gayb-ı mutlak gibi mestûruz mezâhirde yakîn

            Cilvemizde Kâşif-i esrâr olan   anlar bizi

Bu satırları (s. 118-125 ve 137-143) yazan ümerâ-yı mümtâze-i bahriyyeden Ahmed Râsim Bey kardeşimdir. Sefîne-i Evliyâ’da onun da yazısı bulunmayı vesîle-i şefâat addettiğimden tevâzuuna rağmen, bu ibâreyi fakîr söyledim, kendine cebren yazdırdım. Cenâb-ı Hak ondan râzı olsun.


 

MEVLEVÎLER KISMININ ZEYLİ

/144/ Nahîfî Süleymân Efendi

İstanbulludur. Yeniçeri Ocağında yazıcı idi. Sonra hâcegân sınıfına geçmiştir. Bir müddet hıdmet-i devlette bulundu. 1100/(1688-89) târîhinde Acem diyârına sefâretle gitmiş olan Muhammed Paşa maiyyetinde bulunmuştur. Tezkire-i Sâlim’de uzun uzadıya tafsîlât vardır.

İrân’da iken edebiyyât-ı Îrâniyye’deki dehâsına üdebâ-yı Acem hayrân olmuşlar ve noksanları ondan ikmâl etmişlerdir. 1131/(1719)’de Engürüs elçisi maiyyetiyle o havâliye gidip, İstanbul’a avdetinde Şıkk-ı sânî Defter-dârlığıyla tekâüdü icrâ olunmuş ve doksan yaşında 1151/(1738-39) târîhinde irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Bu hesâba göre târîh-i velâdetleri 1061/(1651) senesine müsâdifdir.

Şuarâ-yı zamândan ve urefâ-yı Mevleviyyân'dandır. Kime arz-ı nisbetle intisâb ettikleri ma’lûm değildir.

Kabr-i enverleri Topkapı hâricinde Maltepe Hastahânesi yolu üzerinde, sol tarafdadır. Mezâr taşında Müstakîm-zâde merhûmun şu manzûmesi muharrerdir:

            Göçdü dünyâdan bu zât-ı pâk-i mevsûfu’l-kemâl

            Rahmet-i Hak cânına olsun nisâr u lâyiha

            Kim gelürse kabrine târîh-i fevtin okusun

            Bu Süleymân-ı Nahîfî ruhuna el-Fâtiha

            (بو سليمان نحيفى روحنه الفاتحه) = 1151

Kibâr-ı evliyâu’llâhdan, kırk sene oruç tutup, Hızır ile dâimâ mülâkî olduğu eserinden anlaşılan Süleymân Nahîfî hazretleri. Müstakîm-zâde, müşârünileyhin akrabâsından imiş. Bu târîh de onundur:

            O kâmil dil olunca pür-güşâ yazdı kalem târîh

            Süleymân-devletin mûr-ı nahîfi uçdu me’vâya

                   (سليمان دولتك مور نحيفى اوجدى مأوايه) = 1151[79]

/145/ Evliyâ-yı mestûrînden olup, şiddet-i savm u riyâzetin te’sîriyle nehâfet-i fevka’l-âdeye dûçâr olmasından veyahut idrâk-ı maâlî vâdîsindeki kemâl-i aczinden dolayı Nahîfî tahallus etmiş olsa gerektir. Pek mühim ve kıymet-dâr eserleri vardır:

Hılyetü’l-Envâr, Mevdi-i Nebevî Manzûmesi, Mesnevî-i şerîfin nazmen tercemesi, Kasîde-i Bürde’yi Arabî, Fârisî ve Türkî lisânlarıyla tahmîs. Bânet Suâd kasîde-i meşhûresini tahmîs, Câmî'nin üç na't-ı meşhûresini tahmîs ve sâir nice âsârı vardır.

Kasîde-i Mudariyye tercemesi ve tahmîsi, Haber-i Âhiret, Âsaf-nâme, Dîvân’ı gayr-i matbû’ olup, eş’ârı gâyet üstâdânedir. İbnü’l-Emîn Mahmûd Kemâl Beyefendinin kütüb-hânelerinde vardır. Lutfen iâre buyurdular, âtîdeki eş’ârı seçdim, yazdım. Yine mîr-i müşârünileyhin kütüb-hânesinde, müellif hattıyla muharrer Kasîde-i Bür'e ve Bânet Suâd tahmîslerini görmek şerefine mazhar oldum.

Pederlerinin ismi Abdurrahmân’dır. Menâmda Hz. Hâlid b. Zeyd  (radıya'llâhu anh) ve Hz. Câbir delâletiyle hâk-pâ-yı hâcet-i ridâ-yı Hz. Risâlet-penâhî’ye rû-mâl olup, mazhar-ı iltifât-ı âlü’l-âl olduğunu kendi hattıyla muharrer eser-i mezkûrda yazıyor. Hz. Hâlid’in türbesinde iki hılye-i saâdet görmüş. Bunda Hz. Câbir’den menkûl ehâdîs-i şerîfeyi doğrudan doğruya kendisinden tahkîk eylediğini de ilâve ediyor.

Tarîk-ı Mevleviyye’ye nisbetini şu kıt’a ile beyân ediyor:

            Aceb mi hâlet-efzâ-yı dil-i inhâb-ı aşk olsam  

            Bu gül-zârın menem bir andelîb-i hâlet-engîzi

            Nahîfî’yim n’ola rû-gülden istimdâd-ı feyz itsem

            Senin bir bende-i nâçîzinim yâ Şems-i Tebrîzî

                                   *   *   *

/146/   Vakt-i iftâr temâşâ-yı cemâlinle senin

            Âşıka her gice gûyâ şeb-i Kadri  oldu

 

                                   *   *   *

            Ey taht-ı melâhatde şeh-i hûbânım

            Vey burc-ı letâfetde meh-i tâbânım

            Aşkınla Nahîfî gice gündüz ağlar

            Bî-çâreye rahm eyle ne var sultânım

                                   *   *   *

            Bezm-i visâlin oldum mahmûr-ı iftirâkı

            Def’-i humâra lutf it bir himmet ile sâkî

            Ömründe görmedi Kays Ferhâd çekmedi hiç

            Ben gördüğüm belâyı ben çekdiğim firâkı

           

            Pür-sûz-ı tâb-ı hecrim bu yâd ilde şimdi

            Lerzende eyler âhım bu kâh-ı nüh-revâkı

            Ben zâr u nâ-tüvânı bî-tâb u tâkat itdi

            Cânânın iftirâkı yârânın iştiyâkı

            Biz hem-reh-i sabâyız uşşâk-ı bî-nevâyız

            Azm idüp İsfahân’a kesb idelim Irâk’ı

            Kuhl-i cilâ iderler şevkıla hâk-pâyın

            Bu hüsnle görenler sâkî-i sîm-i sâkı

           

            Bî-derd-i aşk olanlar kadr-i visâli bilmez

            İtme harîf meclis-i her-şahs-ı bî-mezâkı

           

            Bin sa’y idersen olmaz maksûdun üzre işret

            Kâbil olursa eyle bir zevk-ı ittifâkı

            Şâyestedir Nahîfî bu nazm-ı dil-güşâya

            Selmân olursa teslîm tahsîn iderse Bâkî

                                   *   *   *

            Yine bir gonca-i gül-zâr-ı hüsne andelîb oldum

            Yine feryâd ü efgân eylemekde bî-şekîb oldum

             Gözümden sakınur oldum o mâh-ı âlem-ârâyı

            Belâ-yı aşkı gör kim kendime kendim rakîb oldum

            Benimle guft u gû-yı hüsn Leylâ ile Âdem yok

            Gel ey Mecnûn ki ben şehr-i muhabbetde garîb oldum

            Ser-â-pâ sînem itdim dâğ dâğ-ı şu’le-i hasret

            Çemen-zâr-ı gamma hoş-kâr-ı tarh-ı nakş u zîb oldum

            Nahîfî şâm-ı bahtım rûşen oldu şem’-i rûyundan

            Bu şeb tâ subha dek zânû-be-zânû-ı habîb oldum

Hz. Mevlânâ’nın gazelini tahmîs:

            Ey hüsnü viren revnak bu günbed-i devrâna

            Şem’-i ruhuna uşşâk bin cân ile pervâne

            Mâhiyyet-i dîdârın bilsem nedir eyâ ne

          [80]ماهست نميدانم خورشيد رخت يانه

            Bu ayrılık oduna cânım nice bir yana

            Âh-ı dil-i nâlâna olsa ne aceb bî-had

            Hicrân-ı elemi itdi derd-i dilimi müşted

/147/  Vaslınla müdârâ kıl rahm it bükâ-yı gül-had

          [81]مردم ز فراق تو مردم همه ميداند

            Aşk odu nihân olmaz yandıkca irer câna

            Her gamzesi itmekde tîr ol nigehi câzû

            Nâvek-i fiken işve ol çeşm-i siyeh her mû

            Tâkat nice mümkindir Yâ Rab çekilür mi bu

            [82]صد تير زند بر دل آن ترك كمان ابرو

            Fitnelü ala gözlü çok uyhudan uyana

            İtsem n’ola hayretle her lahzada vâveylâ

            Leylâ bana rûz itdi rûz itdi bana Leylâ

            Gark itse aceb âfâkı bu benim başım seyli

          [83]سوداى رخ ليلى شد حاصل ما خيلى

            Mecnûn gibi vâveylâ oldum yine dîvâne

            Neşr olmada zülfünden bir nefha-i zîbâ-dem

            Ol nefhaya dil-beste cinn ü melek ü âdem

            Bir gıbta ile düşdü mülk-i  hüsne mâtem

          [84]از نافه شد بوچين يكسر همه كى عالم

            Her vakt-i seher yili zülfüne kılur şâne

            Tâ ki elem devri tâ ki bu gam-ı cân-gâh

            Dil nutkuna hasret-keş cân vaslına havâtır-hâh

            İtmekde Nahîfî-veş hasretle dem-â-dem âh

          [85]از لعل لبت ملا افتاده جدا ناكاه

            Hakdır ki gözüm döker yâkûtla dür-dâne

                                   *   *   *

            Biz bugün meydân-ı aşkın bî-ser ü sâmânıyız

            İbn-i vaktiz zevk u şevkıla muhabbet kânıyız

            Âsitân-ı Mevlevî’de âlemin sultânıyız

            Hazret-i Monlâ-yı Rûm’un kuluyuz kurbânıyız

                                   *   *   *

            Ey Hâlık-ı Yektâ-yı adîmü’l-eşbâh

            Cûyende-i lutf u keremin bende vü şâh

            Mahrûm ola hâşâ der-i ihsânından

            Bir kul ki diye sıtk ile Allâh Allâh

Dâhiliye nâzır-ı esbakı Memdûh Paşa’nın gazel-i Nahîfî’yi tahmîsi:

            Bir şeb ki hayâlindi benim yâr u penâhım

            Düşdüm yola feryâd ile Allâh güvâhım

            Aşk illerine çıkdı nihâyet ser-i râhım

            Göz gördü gönül sevdi  ey yüzü mâhım*

            Kurbân olayım var mı benim bunda günâhım

            Gamzen dile zahm açmağa mâil mi değildir

            Bir kimse ki cellâd ola kâtil mi değildir

            Âlem sana cân virmeğe kâil mi değildir

            Âşıklığıma şâhid-i âdil mi değildir

            Evzâ’-ı hazînimle garîbâna nigâhım

           

            Hûn oldu ciğer gûşe-i firkatde gamınla

            Dil niceye dek ağlaya cevr ü siteminle

            Aç gonca gibi gönlümü gül-hadd-i feminle

            Memnûn-ı visâl eyle beni gel kereminle

            Yansun hased âteşlerine baht-ı siyâhım

            Kânûn-ı derûnumdan olup aşk-ı şerer-gîr

            Cân şu’le-i cevvâleyi eyler bana zencîr

            Sad-Kays'ın ider dâğ-ı dilim kabrini tenvîr

            Ey seng-i dil itmez mi senin kalbine te’sîr

            Hârâları hâkister iden âteş-i âhım

            Fâik gibi ey şûh melâmet-zededir dil

            Zennitme felekden ki felâket-zededir dil

            Sen âfete meyl ideli âfet-zededir dil

            Bir bağrı yanık âşık-ı hasret-zededir dil

            Ağlatma Nahîfî kulunu cevr ile şâhım

Müstakîm-zâde merhûmun Tuhfe-i Hattâtîn nâm eserinden:

“Şehr-i bedr evâil hâlinde:

            Atâ-yı fazlına tâlib Nahîfî-i şeydâ

            Ridâ-yı lutfuna muhtâc o bende-i bîmâr

diyerek, sülüs ve neshi nâm-daş câmiü’l-Kur’ân Hâfız Osmân merhûmdan temeşşuk ile icâzet-yâb olup kalem-i ta’lîkta dahi hoş-nüvîs idi. Yeniçeri Kalemi hulefâsından olup,

                        Nahîfî bir zamân mısr u safâ-hân idi meşhûrun

                        Diyâr-ı Beç’de bilsem şimdi gurbetle nedir hâlin

meâli üzre diyâr-ı Îrân ve canıb-i Engürüs’e sefîrân-ı İslâm’la  me’mûriyyet ve bu tarîkla seyr ü seyâhat edip, terceme-i Mesnevî-i şerîf dîbâcesinde tasrîhleri üzre avdet-i hacc-ı şerîfde Konya’da tarîka-i Mevleviyye’ye intisâb ve küleh-keş-i âlî-cenâb olmuştur. Kazasker Ârif Efendi merhûmun halîlesini, sadr-ı sâbık Ali Paşa-yı şehîdin tenbîhi üzre tezevvüc ve iki sene mürûrunda tatlîk edip ve bundan mâ-adâ teehhül eylemedi. Defterî-i Şıkk-ı Sânî ve sinîn-i sinni doksanı mütecâviz iken 1151’de vefât edip, Topkapı hâricinde Sarı Abdullâh Efendi mezârı ile Kâdî-zâde Şeyh Muhammed merkadi miyânında münâsib hâli olmağla defîn-i türbet olmuştur. Bu beyit ile bu fakîrin mazbûtudur:

                        O kâmil  dil olunca pür-güşâ yazdı kalem târîh

                        Süleymân devletin mûr-ı Nahîfî uçdu me’vâya

                        (سليمان دولتك مور نحيفى اوجدى مأوايه)[86]

Terceme-i mezbûreden mâ-adâ âsâr-ı latîfesi  Tezkire-i Sâlim’de mufassalan ifâde olunmuştur. Risâle-i Hızriyye ve sâir âsârı ve Dîvân-ı eş’ârı olup, tab’-ı şi’rîlerine Vekâlet-nâme’sinde Seyyid Vehbî îmâ ve bâlâda mezkûr teehhüllerine işâret edip demiştir:

            Kamâlât ile şimdi  câ-nişîn-i ârif olmuşdur

            Müsellem hüsn-i hatt u nazm u  nesr u fazl u irfânı

            Halâvet var sözünde pîridir şâirlerin şimdi

            Söze gelse şeker çiğner sanur gûş eyleyen anı*

/149/ Şeyh Galib el-Mevlevî

Ricâl-i Mevleviyye arasında mümtâz sîmâlardandır. Semâ’-hâne-i Edeb’de muharrer terceme-i hâlini iktibâsen yazmağı münâsib gördüm:

“Ser-nâme-i mecmûa-i şuarâ, hurşîd-i dîdâr-ı envâr-ı mevâhib, a’nî bihî eş-Şeyh Muhammed Es’ad Gâlib hazretleri İstanbul’da Mevlevî-hâne Yenikapısı nâm mahalde 1171/(1757-58) târîhinde, Mustafa Reşîd Efendi gibi bir zâtın sulb-i pâkinden kadem-nihâde-i âlem-i hestî olmuştur. Velâdetine,

            Târîhi imiş Gâlib-i zârın “eser-i aşk”

            (اثر عشق) = 1171

ve “cezbetu’llâh” (حذبة الله) cümleleri târîhdir. Hz. Gâlib, Mevlevî ibn-i Mevlevî’dir. Çünki ceddi Muhammed Efendi için, Ârif Ahmed Dede’den ahz-i inâbetle zâhirü’l-kerâme bir zât-ı âlî oldukları gibi, pederleri Mustafa Reşîd Efendi dahi Mûsâ Dede’den telebbüs-i külâh-ı Mevlevî eylemiştir.

Şeyh Gâlib, esnâ-yı tufûliyyette vâye-mend-i ulûm u fünûn olup, pederlerinden Şâhidî manzûme-i ma’rûfesini okumuş ve II. cildde 95. sahîfede bahs eylediğim Hoca Süleymân Neş’et Efendi merhûmdan Mesnevî taallüm etmiştir. “Es’ad” mahlasını müşârünileyh Neş’et Efendi vermiştir.

            Neş’et didi pîrân zebânından idüp gûş

            Mahlas ana Es’ad ne saâdet bu ne şândır

Yirmialtı yaşında iken Hüsn ü Aşk’ı yazmıştır ki, manzûm bir eserdir. Şiir âleminde yeni bir çığır açan Şeyh Gâlib’in nâm-ı bülendi bu sebeble âleme yayılmıştır.

Üdebâ-yı kirâmdan Recâî-zâde Ekrem Bey merhûm, müşârünileyh hakkında diyorlar ki:

Hüsn ü Aşk şâiri kimdir?” diye bana böyle bir suâl îrâd eden bulunsa, “Evreng-i bülend-i hayâlin sultân-ı ebed-nişîni bir dâhîdir.” cevâbını vermekte tereddüt etmem.

            Tarz-ı selefe tekaddüm itdim

            Bir başka lugat tekellüm itdim

/150/ da’vâsı nasıl teslîm olunmaz ki, o lehce-i hâssü’l-hâs beyânı ile istînâsı hâsıl edilmedikce şâiri bi-hakkın anlamak mümkin değildir.”

Üdebâdan Cenâb Şahâbüddîn Bey der ki:

“Şeyh Gâlib, ne Fuzûlî kadar yanık bir bülbül-i muhabbet, ne Nedîm gibi bürehne-dil bir rind-i sevdâ-perest, ne de Nef’îler ve hattâ Nazmîler, Sâmîler derecesinde metîn ü mukâvim bir şeh-suvâr-ı elfâz olmamakla berâber, bizim büyük şâirlerimizden biridir.

Şeyh Gâlib, Nedîm gibi bîhûş-ı huzûzât bir sadr-ı a’zamın peymâne-i sefâhatinde devrân parlamış değildi. Dede’nin dest-i perestişi ancak sâye-zâr-ı i’tikâfda ma’bûd-ı eâzıma müteveccih kalmıştı. Maa-mâ-fîh Şeyh’in tasavvurâtında bir tâzelik vardır. Sanki şâirin hayâl-i tasavvuf-nişîni ser-çeşme-i tevhîdde bir tarâvet-i dâime buluyordu.”

Süleymân Nazîf Bey der ki:

“Şeyh Gâlib’in meziyyât-ı edebiyyesini ahlâfı olan eslâfımız takdîr edememişti. Bunu en evvel keşf ü i’lân eden üstâd Ekrem'dir.”

Muallim Nâci merhûm der ki:

“Hz. Şeyh tabîat-i şâir-âne ashâbının fevka’l-âde yaradılmışlarından ma’dûddur. Bize göre Şeyh Gâlib, pek büyüktür. Eşher-i âsârı olan Hüsn ü Aşk’ı Galattan, haşivden sâlim olmamakla berâber pek parlak parçaları hâvîdir. Lisânımızda Mesnevî tarzında yazılmış eş’âr-ı eslâfın en güzellerindendir.”

/151/ Ahmed Hikmet merhûm der ki:

“Şeyh Gâlib merhûm, reng ü âheng, hayâl-i muhâl ve tezâd u iğrâk şâiridir. Bülbülden ziyâde gülün meftûnudur. Aşktan fazla hüsne mâildir. Hassâs (çok hisli) olmaktan ziyâde hayâlîdir.”

Hüsn ü Aşk’ı Ebuzziyâ Tevfîk Bey merhûm tarafından tab’ olunmuş idi. Bi’l-âhare Tâhirü’l-Mevlevî Beyefendi tarafından da sene-i ahîrede tab’ u neşr edilmiş idi.

Urefâ-yı Mevleviyye ve üdebâ-yı lisâniyyemizden Muhammed Bahâeddîn Veled Çelebi Efendi, Şeyh Gâlib hakkında yazdığı bir makâle-i mufassalada[87] bi-hakkın medhiyye-hân olmuştur.

Mecmûa-i Muallim’in 15. sahîfesinde Nâcî merhûm, müşârünileyh hakkında terâne-senc-i medh oldukları sırada, Şeyh’in mahlası Es’ad idi. Zamânında zuhûr eden yâve-gû Es’adlardan temeyyüz maksadıyla “Gâlib” tahallus etmiş, evâil-i hâlinde “Hüznî” tahallus ederdi.

Surûrî nâm şâir ta’rîzen:

            Bilmem ey menhûs adın Es’ad mıdır Gâlib midir

            Zâtını ta’rîf kıl kimsin kime mensûbsun

            Gerçi dirsin şâirâna ben tagallüb eyledim

            Pîş-i erbâb-ı sühanda gâlibâ mağlûbsun

demesiyle, Şeyh Gâlib cevâbında:

            Mağrûrluğun olmada günden güne efzûn

            Şâyeste idi mahlasın olsaydı gurûrî

            Gâlib görünen Es’ad’a menhûs diyorsun

            Hüznî’yi unutduk mu ne yapdın a Surûrî

buyurmuştur.

/152/ Hz. Şeyh’in enîsi ve perverdesi Esrâr Dede, Tezkire-i Şuarâ-yı Mevleviyye’sinde buyuruyar ki:

“Hz. Gâlib Dede efendimiz, isti’dâd-ı hârıku’l-âdesi iânetiyle ulûm u fünûn-ı müteaddideden vâye-gîr idi. Hâlbuki babasından yalnız Şâhidî Dede manzûme-i lugaviyyesinden başka Fârisîye ve ilm-i şi’re âid kimseden bir şey taallüm eylememişti. Fakat neş’e-i asliyye-i Mevleviyye ve mâye-i kadîme-i evleviyyeleriyle bülegâ-yı asra tefavvuk etmiş idi. Tertîb-i dîvân eylediği zamân yirmidört yaşında bulunuyordu. Sonra diyâr-ı Rûm’da lisân-ı Türkî üzre, bir misli daha görülmeyen Hüsn ü Aşk’ı te’lîf eylemiştir.

Fârisî şiirlerinde Şevket ve Sâib’i tetebbu’ etmiştir. Türkçe şiirlerinde hayâlât-ı gâmızası ve rengîn ta’bîrâtı görülürse de, âsârı hakkıyla okunursa kendi ihtirâ’ eyledikleri şîve-i cedîd ve vâdî-i ferîdden ayrılmamış ve şuarâ-yı Rûm’un eslâf ve ahlâfını sebk ederek fusahâ-yı asrı ve bülegâ-yı dehri hayretlerde bırakmıştır.

Veled Çelebi der ki:

“Hz. Şeyh’in mekteb ve medresede uzun uzun tahsîline dâir bir kayd görmüyoruz. Halbuki Trabzonî Şeyh Ahmed Kösec hazretlerinin es-Sohbetü’s-Sâfiye nâmındaki hakâyıktan bir eserlerine gâyet fasîh ü belîğ bî-ayb u kusûr bir Arapça ile câ-be-câ hâşiyeler yazmıştır. Bu hâşiyeleri Yenikapı Mevlevî-hânesi’nde bulunan kendi hatt-ı destiyle vücûda gelmiş mecmûasından bi’n-nefs mecmûama nakl eyledim. Mebâhis nihâyetlerinde, “Mevlevî bendesi Es’ad Gâlib” diye imzâları vardır. Kezâlik Hz. Sîne-çâk’ın Cezîre-i Mesnevî’sine neş’e-i sûfiyâne ile bir şerh yazıp, Mesnevî şârihlerine bir nümûne /153/ göstermiştir. Bu iki eseri Sütlüce’de el’ân mevcûr olan hânesinde Hz. Sîne-çâk’ın hâb-gâh-ı ebedîsine baka baka yazmıştır.”

Seyyid Ebû Bekir Çelebi’nin evâhir-i meşîhatlerinde Konya’ya gidip, Çelebî-i müşârünileyhin sohbetiyle müşerref olmuş ve avdetinde Yenikapı Mevlevî-hânesi şeyhi Seyyid Nutkî Ali Dede’nin esnâ-yı meşîhatlerinde 1200/(1785-86) senesinde yirmidokuz yaşında matbah-ı ibtidâya ikrâr vermiştir. Tekmîl-i çille-i mukannene ile hücre-i intihâya duhûllerine değin kelâm-ı mevzûn söylememesini ba’zılar sedd-i sünûhâta haml etmişlerdir.

1204/(1791-92) senesinde Sütlüce’(de), Yûsuf-ı Sîne-çâk’ın kabri civârında tedârik eylediği hânede ikâmet eylediler. 1205 senesi Şevvâlinin dokuzuncu (11 Temmuz 1791) Cumartesi günü, destâr-ı gîsû-dâr-ı meşîhatle, Galata Dârü’l-Mev(levî)si’nde mesned-nişîn-i irşâd olmuştur.

Esrâr Dede, Hz. Şeyh’in yâr-ı gârı ve enîs-i gam-güsârı idi; 1211/(1796-97)’de irtihâl eyledi. Şeyh Gâlib, bunun hakkında mersiyye yazmış idi.

Sultân Selîm-i sâlis Şeyh Gâlib’e mu’tekid ve eş’ârına dil-rubûde idi. Saraydan Mevlevîhâne’ye gelirdi. Burada İskender Paşa Kütübhânesi vardır: orada buluşurlar imiş. Bir gün kemâl-i samimîmiyyet  ü muhabbetinden, Şeyh Gâlib’in dizine başını koymuş, o da menâkıb-ı Hz. Pîr’den bahs ediyormuş. Selîm-i sâlis, “Hz. Mevlânâ’nın zamânımızda da cârî bir kerâmeti var mıdır?” diye sorunca, “Amân pâdişâhım! Hiç şübhe etme, koca bir halîfe-i rûy-i zemîn, Cenâb-ı Mevlânâ’nın miskîn bir dervîşinin dizine başını /154/ koymuş, bundan büyük bir kerâmet-i câriye olur mu?” demesi Selîm-i sâlisi ağlatmıştır.

Selîm-i sâlis Şeyh Galib’in Dîvân’ını yazdırmıştır ve ol mertebe tezyîn ettirmiştir ki, yalnız teclîd ve tezhîbine 3000 altun sarf olunduğunu eserler yazıyor.

Hâce-i irfânım Mesnevî-hân Muhammed Es’ad el-Mevlevî, bir gün derste zevk-ı inzivâdan bahsettiği sırada Şeyh Gâlib’den bir misâl getirdiler:

Hz. Şeyh’in şöhreti fevka’l-âde şâyi’ olunca, “Hazret! Mevlevîhâne’ye şitâbân olanların adedi çoğaldı, dergâhdaki dedelerin hizmetten şikâyetleri çoğaldı. Biz bu gürültüye tâkat getiremiyoruz, hizmetten dolayı sohbetinizden kaldık. Amân efendim, siz bilirsiniz, bir çâre bulunuz, istirhâm ederiz.” diye arz-ı hâl ettiler. Bunun üzerine Şeyh Gâlib, “Siz bana, ‘Yâ Hz. Muâviye’ diye bir levha yazdırıp, çerçeveletip getiriniz.” emrini verdi. Onlar bu emri infâza müsâraat kıldılar, levhayı getirdiler, Hz. Şeyh’e gösterdiler. Kapının yanını göstererek, “Şimdilik şuraya koyunuz.” buyurdular. Dervîşler, maksatlarıyla bundaki hikmeti te’lîf edemediler. Fakat zuhûr edecek netîceye müterakkıb oldular. Âyîn günü ber-mu’tâd şeyh odası ulemâ, urefâ, meşâyıh, ağniyâ, ahibbâ ile doldu. Ulemâ sınıfı o levhanın kapu yanında perde olmasını hoş görmediler, "Hz. Rasûlu’llâh (salla'llâhu aleyhi ve sellem ) efendimize vahiy kâtibliği etmiş bir zât-ı âlî-kadrin ve şeref-i sıhriyyete mazhar olmuş bir sahâbî-i celîlin, ism-i şerîfini münâfî-i hürmet bir yere atmış, bu adam râfizîdir." zannına düşüp dergâha gelmez oldular. Şuyûu üzerine /155/ ricâl-i ilmiyye dahi tekkeye gitmek, Şeyh Gâlib ile görüşmek istemediler. Şimdi iş meşâyıhın kesr-i rağbetine teveccüh edince, o levhayı odada postunun olduğu yerin üstüne, bir mevki’-i hürmete ta’lîk eyledi. Gelen meşâyıh, “Allah Allah, hânedân-ı Hz. Fahr-i âleme hayâneti sâbit olmuş, Haseneyn-i ahseneyne ve Cenâb-ı Ali’ye tertîbât-ı mahsûsada bulunarak ümmet-i Muhammed’in yüreğinde iltiyâm bulmaz bir yara açmış olan bir zâlimin ismini böyle i’tinâ-yı mahsûs ile yazdırıp baş ucuna ta’lîk etmesi, hânedân-ı Ehl-i Beyt’e karşı demek ki, izhâr-ı âsâr-ı buğz etmekte olmasına delîl-i bâhirdir.” mütâlaasını yürüterek onlar da gelmez oldular. Agniyâya gelince, onlara, “Efendim, tekkenin şuna ihtiyâcı var, agniyânın sarf-ı nakdîne-i himmet etmesi lâzım geliyor. Lutf ediniz, bir çâresine bakınız.” teklîfine, “Para isteme benden, buz gibi soğurum senden.” nazariyyesiyle mukâbele ederek onlar da ayaklarını kestiler. Ekâbir geldikce intifâ’ ümmîdine düşerek dergâha şitâbân olan fukarâ-yı züvvâr, gelenlerin azalmasıyla emellerini suya düşmüş görünce, artık rağbet etmez oldular. Dergâhın izdihâmı bu sûretle zâil oldu. O zamân Hz. Şeyh, dervîşleriyle kendi âleminde zevk-ı ma’nevî sürmeğe ber-sâbık devâm eylediler.

Şeyh Gâlib, 42 sene muammer olmuştur. Pek genç iken âlem-i fenâya vedâ’ eylemiştir. İrtihâli âlem-i edeb ü irfânı sarsmıştır. Herkes ağlamıştır. İrtihâlleri 1213 sene-i hicriyyesi şehr-i Recebinin yirmiyedisine (4 Ocak 1799) leyle-i Mi’râca müsâdifdir.

Menkûldür ki, vefâtında pederi Mustafa Reşîd Efendi ber-hayât idi. Oğlu gasl olunurken, “Evlâdımı bir daha /156/ göreyim.” diye mugassile gidip gördüğünde, ak sakalından yaşlar akıtarak, “Âh oğul! Bu tahtaya o kara sakal yaraşmıyor.” diye ric’at etmiştir.

Dergâh-ı şerîfin havlısında İsmâîl-i Ankaravî hazretlerinin türbesinde ayak ucunda defn olunmuştur. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

29 Hazîran 1328/(1912) târîhinde müşârünileyhin tezkâr-ı nâmı için dergâhda bir ihtifâl tertîb edilmiş idi. Bu ihtifâle hulefâ-yı Mevleviyye’den Mehmed Ziyâ Beyefendi delîl olmuş ve gazetelerle üdebâ-yı kirâm mütâlaa-nâmeler neşr etmişler idi. Hattâ o zamân sâha-i matbûâtta “Hak” nâmıyla bir gazete vardı. Bu bir nüsha-i fevka’l-âde neşr etmiştir. Bunda zamânımız üdebâsı ve bâ-husûs Veled Çelebi taraflarından, Hz. Şeyh’in fazâil-i edebiyye ve kemâlât-ı ârif-ânesine dâir makâleler münderic idi. Bir nüshasını hıfz ediyordum, bir hâtıra olmak üzere kitâbımıza telsîk olunmuştur. Merbût resim dahi o nüshasının merbûtu idi. Hz. Şeyh’in irtihâli leyle-i Mi’râca müsâdiftir. İhtifâl o gün tertîb edilmiş idi. Esâsen o leyle-i mebrûkenin mukaddes olması i’tibâriyle kalbler envâr-ı muhammediyyeye cilve-gâh olmak münâsebetiyle Cenâb-ı Şeyh’e olan tevessülât-ı ma’neviyye bu vesîle-i cemîle ile bir kat daha revnak-dâr olmuş idi. Dergâhın içi dişi öyle dolmuştu ki, zannederim öyle bir kalabalığı henüz kimse idrâk etmemiştir. İhtifâlât-ı azîme ile Mevlid-i şerîf okundu. Enderûn efendilerinden biri kürsüde ve herkes velâdet-i muhammediyyeyi musavvir ebyât okunduğu bir sırada, ayakta olduğu hâlde Hz. Şeyh’in el’ân kimse tarafından /157/ tanzîr edilemeyen şu na’t-ı şerîfini okumuştur. Herkes aglayarak kemâl-i edeb ü hürmetle dinlemiştir:

            Sen şâh-ı rusül fahr-i mümeccedsin efendim

            Dîvân-ı ilâhîde ser-âmedsin efendim

            Menşûr-ı “le-amrük”le müeyyedsin efendim[88]

            Bî-çârelere devlet-i sermedsin efendim

            Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin efendim

            Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim

            Hutben okunur minber-i iklîm-i bakâda

            Hükmün tutulur mahkeme-i rûz-ı cezâda

            Gül-bâng-i kudûmün çekilür arş-ı Hudâ’da

            Esmâ-yı şerîfen anılur arz u semâda

            Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin efendim

            Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim

            Tâbişde-i .......................................

            .......................................................

            Âyîne-i dîdâr-ı tecellî nazarındır.

            Bû Bekr Ömer Osmân u Alî yâr-gerindir

            Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin efendim

            Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim

            Bir gün ki dalup bahr-i gama fikrete gitdim

            İlden yetürüp kendimi bî-hûdluğa yetdim

            İsyânım anup âkıbetimden hazer itdim

            Bu matlaı yâd eyledi bir seyyid işitdim

            Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin efendim

            Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim

            Ol dem ki nebîlerle velîler kala hayrân

            “Nefsî” diyu dehşetle kopa cümleden efgân

            Ye’s ile usâtın olıcak hâli perîşân

            Destûr-ı şefâatle senindir yine meydân

 

/158/    Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin efendim

            Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim

            Ümmîddeyiz ye’sle âh eylemeyiz biz

            Ser-mâye-i îmânı tebâh eylemeyiz biz

            Bâbın koyup ağyârı penâh eylemiyiz biz

            Bir kimseye sâyende nigâh eylemeyiz biz

            Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin efendim

            Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim

            Bî-çâredir ümmetlerin isyânına bakma

            Dest-i red urup hasretile dûzaha kakma

            Rahm eyle amân âteş-i hicrânına yakma

            Ez-cümle kulun Gâlib-i pür-cürmü bırakma

            Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin efendim

            Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim

Mevlid-i şerîfin hıtâmında türbe-i şerîfe önünde ba’zı zevât, müşârünileyhin fazâil ve kemâlâ-ı irfâniyye vü edebiyyesine dâir nutuklar îrâd ettiler. Rûh-ı şerîfine Fâtihalar ihdâ olundu. Her sene bu merâsimin yapılması tasavvur olunmuş ise de, Hz. Şeyh’in zamân-ı hayâtında bile ihtifâya, istitâra olan meylin netîce-i ma’neviyyesi olarak tekerrür etmemiş, yalnız bir def’a ile iktifâ olunmuştur.

Gâlib Dede'nin el yazısı:

            Fikr-i sebzân-ı perî-sûretle pürdür sînemiz

            Rû-nümâdır kişver-i Keşmîr'den âyînemiz

            Lâ-mekân pervâz-ı fakrız kim  hümâ-yı himmete

            Bâl ü perdir rîze rîze hırka-i peşmînemiz

            Sâye-i zülfün muhalleddir harâb-ı la'line

            Vâye-dâr-ı mihr-i mahşerdir şeb-i âzînemiz

            Pür-safâ-âyîneyiz âyîne-i zırhız velî

            Bezm ü rezme âşinâdır sûret-i dîrînemiz

            Baht-ı hûn-âlûdede kesme sabûh-ı şefkatin

            Çeşmin olmuşken bî-himmet mey-i dûşînemiz*

            Şâh-ı istiğnâ-yı aşkız nîstî mülkünde biz

            Gevher-i fakr ile mâl-â-mâldir gencînemiz

            Âdemiz âlemde âdemde tılısm-ı hayretiz

            Gufl-i endîşeyle feth olmaz der-i gencînemiz

            Subh-ı enfâs-ı füyûz şems olup âyîne-dâr

            Kalmamışdır çerhıla Gâlib gubâr-ı kînemiz

(Reşâd Fuâd Beyefendi tarafından ihdâ edilmiştir.)[89]

Resim 1: Gâlib Dede'nin medfûn olduğu türbe.

Resim 2: Gâlib Dede'nin sandukası.  

Sîne-çâk Yûsuf Dede

Şeyh Sinâneddîn Yûsuf-ı Sîne-çâk hazretlerinin, Şeyh Gâlib’in terceme-i hâli sırasında ism-i mübârekleri geçmiş idi. Bu zât-ı muhterem Yenicelidir. Birâderi Hayretî ile berâber İstanbul’a gelip, ârzûsuyla Konya’ya giderek Âsitâne-i Hz. Mevlânâ’da tekmîl-i hıdmetten sonra Kuds-i şerîf Mevlevîhânesi’ne şeyh olmuş idi. Burada hıdmet-i fukarâda iken, li-zarûretin İstanbul’a avdetle, Sütlüce’de birkaç gün ikâmetle, “insân-ı şîrîn-kâr” (انسان شيرينكار) terkîbinin delâleti vechle 953/(1546) târîhinde irtihâl-i dâr-ı bakâ eylemiştir. Kabr-i münevverleri Sütlüce’de Sa’dî Dergâh-ı şerîfinin kapısı yanındadır. Üzeri açıktır, demir parmaklıkla muhâttır. Her zamân ziyâretle kâm-yâb olurum. Eâzım-ı Mevleviyyân'dandır. Müretteb ve pek makbûl Dîvân’ı ve Yûsuf (u) Zelîhâ’sı vardır.

            Erbâb-ı tabîat bizi Yûsuf bilür ammâ

            Ashâb-ı hased gözüne ey dost Sinân’ız

Mezâr taşında Ârifî merhûmun şu beyti mahkûktur:

            Garîbim derd-nâkim Sîne-çâk’im

            Sirâr-ı rûh-ı pâkim gerçi hâkim

(Kaddesa'llâhu sırrahû)

Şâhidî İbrâhîm Dede

Bu zât-ı muhteremin de ismi geçti. Seyyidü’n-nesebdir. Pederi es-Seyyid Sâlih Efendi olup, müşârünileyh Muğla’da mevlevîhâne şeyhi idi. Tarîkaten şeyhi, Dîvânî Muhammed Efendi’dir. Onu ziyâret kasdıyla Afyonkarahisarı’na gelip, birkaç râhatsızlığı müteâkib âzim-i dâr-ı cinân oldu. Şeyhi nezdinde medfûndur. Lugaviyyûndan idi. Şu mısra’-ı garîb târîhidir:

            Ez-çi neden çûn nete niçün çerâ

            (از جه ، نه دن ، جون ، نته نيجون ، جرا )  = 957[90]

Sekseniki sene muammer olmuştur. Tuhfe-i Şâhidî ve manzûm Gülşen-i Vahdet'i ve sâir âsârı vardır. Urefâ-yı kirâmdandır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

/160/ Şeyh Muhammed Dîvânî Semâî Efendi

Şâhidî merhûmun şeyhidir. Evlâd-ı Mevlânâ’dan olup, Dîvân-ı Kebîr’i Acem’den getiren bu zâttır. Onun için “Dîvânî” tahallus etmiştir. Âsitâne-i Hz. Pîr’de post-nişîn oldu. Sonra terk edip Karahisâr’da mevlevîhâne binâ ve onda azm-i bakâ eylemiştir.

Bir aralık sakal ve bıyığı traş etmiştir. Cenâb-ı Pîr’in Mesnevî-i şerîfde, cild-i evvelde bahs eylediği Cavlakîler gibi bir hâli ihtiyâr eylemiştir. Maksadı halktan tesettürden ibâret olduğuna şübhe yokdur. Sultân Selîm-i evvelin ziyâdesiyle mazhar-ı hürmet ü ta’zîmi olmuş eâzımdandır.

            Bakâ mülküne çekdi askerin Sultân-ı Dîvânî

            (بقا ملكبنه چكدى عسكرين سلطان ديوانى)

târîhidir ki, 936/(1529-30) senesini müş’irdir . Şuarâ-yı sûfiyyedendir.

            Virmez vücûd gayriye ayn-ı zuhûru gör

            Te’sîr-i sırr-ı gayret-i ism-i Gayûr’u gör

            Bak sûz-ı sînesine semâı pîrin*

            Feth-i fütûh-ı hâsıl-ı mâ-fi’s-sudûru gör

İstanbul’a teşrîflerinde Galata Mevlevîhânesi’nin olduğu mahalde henüz tekke inşâ olunmuş idi. Burada sâkin olmuşlar, Hadîkatü’l-Cevâmi’in beyânına göre, orada bir servi ağacı dikmişler ve yakın zamâna kadar pâyidâr olmuştur. Tekkenin binâsı altmışbir sene evveldir; burada ikâmetlerini Hadîkatü’l-Cevâmi’ ilk şeyh olarak telakkî ediyor.

Mısır’a teşrîfleri ve İbrâhîm-i Gülşenî hazretlerini mahbesden kurtarması mes’elesini Sefîne’mizin İbrâhîm-i Gülşenî kısmında okumak lâzımdır. Eâzımdan bir zât-ı âlî-kadr idi. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

/161/ Şeyh İsmâîl-i Ankaravî

Galata Mevlevîhânesi şeyhi idi. Şeyh Gâlib Dede onun türbesinde medfûndur. Bu zât hakkında Bursalı Mehmed Tâhir Bey, sûret-i mahsûsada terceme-i hâl yazmıştır. Ekâbir-i Mevleviyye’den fâzıl, ârif bir zâttır. Ulûm-ı mütedâvileyi maskat-ı re’sleri olan Ankara ulemâsından ba’de’t-tahsîl tarîkat-ı aliyye-i Bayramiyye’ye intisâb ile meşgûl-i ilm ü ibâdet oldukları esnâda gözlerine ârız olan hastalığın tedâvîsi içün, bâ-işâret-i ma’neviyye Konya’ya azîmetle cümle-i kerâmât-ı Cenâb-ı Mevlânâ ile ber’-i tâmma nâil ve bu sebeble tarîkat-ı feyz-refîk-ı Mevlevî’ye dâhil olarak çilleyi ikmâle âyîn-i meslek-i Mevlânâ’yı telakkî ve istihsâle muvaffakiyyetten sonra, "er-rusûh" (الرسوخ) kelimesinin delâlet ettiği 897/(1492) târîhinde İskender Paşa tarafından Galata Mevlevîhânesi’nde post-nişîn olan Kâsımpaşa Mevlevîhânesi bânîsi Abdi Dede Efendi yerine ta’yîn olarak Der-saâdet’e gelip, ilâ-âhiri’l-ömr tedrîs ve terbiye ile dem-güzâr oldular ki, Vecdî ve Cevrî gibi urefâ-yı şuarâ bu âvân-ı feyz-iktirânda perveriş-yâb-ı kemâl olan tâlibîn-i irfânın mütemeyyizlerindendir.

Zamân-ı âlîlerinde âyîn ü erkân-ı mutasavvıfa hakkında zuhûr eden i’tirâzâta karşı müdâfaa-i fâzılâne vü ârifânede bulunan irfân ashâbının yegânelerindendir. Hattâ bu husûsa dâir ârif-i esrâr-ı ilâhî Azîz Mahmûd-ı Hüdâyî hazretlerinin, (رسخ الله القوى قدم إقدام الرسوخى فى مقابلة المقابلين وشحذ سيف أبحاثه فى حسم عروق إشكال المعاندين)[91] ibâresiyle musaddar olan takdîr-nâmelerine mazhar olmuşlardır.

Mesnevî-i şerîfin yedinci cildi olmak üzere, o târîhlerde meydâna çıkan /162/ cüz’ü de eczâ-yı şerîfe-i Mesneviyye’den zannıyla ayrıca şerh etmişlerse de, her nasılsa bu bâbda zuhûl ettikleri fâzıl-ı şehîr Cevdet Paşa merhûmun resâil-i mevkûteden Mekteb gazetesinin 8 Haziran 1311/( 20 Haziran 1895) târîh ve 30 numaralı nüshasıyla münteşir cevâb-nâmelerinden müstebân olmaktadır.

Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi merhûm Ebu’l-bürhân Celâleddîn Dede Efendi hazretleri buyururlar ki:

Şârih-i Mesnevî İsmâîl-i Ankaravî hazretleri üçüncü cildin şerhi mukaddimesinde üçüncü cildi kalb-i Mesnevî kılmak için ibtidâ-yı Mesnevî’deki 18 beyt-i şerîfi bir cild i’tibâr ederek mecmû’-ı Mesnevî-i şerîfin bu tertîb ile yedi cild olduğunu îzâh u beyân buyurmuşlar ise de, bu da hiçbir delîl ve esere müstenid değildir. Belki sonradan yedinci cild olmak üzere Hz. Pîr’e izz ü isnâd olunan kitâb-ı ma’hûdu mecbûren kabûl ve şerh eylemesiyle merdûd ve menkûz olduğu erbâb-ı tedkîk nezdinde muayyendir.”

Hâce-i irfânım Muhammed Es’ad el-Mevlevî hazretleri, suâlim üzerine fakîre buyurmuşlardı ki:

Oğlum! Yedinci cild yoktur. Mesnevî-i şerîf altı cilddir. Altıncı cildin ibtidâsında,

بيشكش مى آرمت اى معنوى

جلد سادس در تمام مثنوى    

شش جهت را نورده زين شش صحف                            

كى يطوف حوله من لم يطف[92]

buyurmuşulardır. Bu muhakkaktır, yedinci cild yoktur. Yedinci cild diye ortada mütedâvil eser, İdrîs-i Bitlîsi’nin olup, Hz. Pîr’in değildir. Hz. Şârih Ankaravî, o zamân uzayan dedi-koduya nihâyet vermesi için pâdişâh tarafından cebren müşârünileyhe, ya’nî İsmâîl-i /163/ Ankaravî’ye şerh ettirilmiştir. Buna şerh denilmez, te’vîl nâmı verilir. Müşârünileyh cebr ü tazyîk ile bunu te’vîl etmiştir.”

Hz. Şârih, kerâmât-ı kevniyye ve maârif-i ma’neviyyeye sâhibdir. Sefîne-i Mevleviyye’de tafsîlât vardır.

1041/(1631-32)’de irtihâl-i dâr-ı naîm eylediler. Elyevm ziyâret-gâh olan türbe-i şerîfeleri ma’mûrdur. Şeyh Gâlib’in türbe penceresi yanında, taşa mahkûk şu beyti okunur:

            Râh-ı Mevlânâ’da ey Gâlib budur şeyhu’ş-şuyûh

            Hazret-i Şârih Rusûhî kudve-i ehl-i rusûh

"Hıtâm" (ختام) târîh-i irtihâllerini müş’irdir.

Mecmû’-ı âsârını Tâhir Bey yirmiiki kadar yazmış ise de, Hâfız Hüseyn-i Ayvansarâyî, eserinde, “Büyük-küçük kırkaltı parça te’lîfi vardır.” diyor.

Bu rubâî müşârünileyhindir:

            Bu tekye bizim tekye-i işret-gedemizdir

            Dervîşleriz Hazret-i Âdem dedemizdir

            Mesken ezelî Cennet idi bizlere ammâ

            Dûr eyleyen andan bizi Havvâ anamızdır

                                   *   *   *

            Gel Rusûhî’nin sözin dinle semâa hâzır ol

            (كى تكون بين اهل العشق من اهل الشرف)[93]

Ma’lûm olabilen âsârı:

1.     Şerh-i Mesnevî-i Şerîf el-müsemmâ bi-Mefâtîhi’l-Ebyât. Matbû’dur.

2.     Şerh-i Fusûsu’l-Hikem. Matbû’dur.

3.     Hall-i Müşkilât-ı Mesnevî.

4.     Şerh-i Kasîde-i Tâiyye-i İbn-i Fâriz.

5.     Şerh-i Kasîde-i Münferice. Matbû’dur.

6.     Minhâcü’l-Fukarâ. Matbû’dur.

/164/  7.   Şerh-i Heyâkili’n-Nûr el-müsemmâ bi-Îzâhü’l-Hükm.

8.     Huccetü’s-Semâ’. Semâ’ ve devrân hakkındadır.

9.     Câmiu’l-Âyât.

10.  Tefsîr-i Sûre-i Fâtiha el-müsemmâ bi'l-Fâtihatü’l-Gaybiyye.

11.  Simâtü’l-Mûkınîn fî-Şerhi’l-Elfâzi’l-Arabiyyeti’l-Vâkıati fî-Dîbâceti’l-Mesnevî.

12.   Misbâhu’l-Esrâr.

13.   er-Risâletü’t-Tenzîhiyye fî-Şe’ni’l-Mevleviyye.

14.   Şerh-ı Ehâdîs.

15.   Şerhu Nakşi’l-Fusûs el-müsemmâ bi-Zübdeti’l-Fuhûs.

16.   el-Fâtihatü’l-Gaybiyye.

17.   Şerhu Mâ-vakaa fî-Kitâbi’l-Mesnevî mine’l-Ebyâti’l-Arabiyye.

18.   Miftâhu’l-Belâğa ve Mısbâhu’l-Fesâha. Edebî, mühim bir eserdir.

19.   Müretteb Dîvân.

20.   Nikâbü’l-Mevlevî fî-İntihâbi’l-Mesnevî.

21.   Minhâcü’s-Sâlikîn.

22.   Tarîkat-nâme.

Şeyh Gâlib, Hz. Şârih’e şu sûretle medhiyye-hân oluyorlar:

            Ey kâşif-i esrâr-ı nihân Hazret-i Şârih

            Rû-pûş-ı tecellî-i ayân Hazret-i Şârih

            Bâ-nûr-ı yakîn sâlik-i etvâr-ı hakîkat

            Sâhib-kadem-i keşf ü beyân Hazret-i Şârih

            Olmuş lakabın ilm-i ledünnîde Rusûhî

            İrfân ile memdûh-ı cihân Hazret-i Şârih

            Var şerhine hem Mesnevî-i Pîr’de îmâ

            Hem her sühanın mahrem-i cân Hazret-i Şârih

            Hem-nâm-ı zebîh olduğunu eyledi icrâ

            Zemzem gibi bu nutk-ı revân Hazret-i Şârih

            Vasfın bu vilâyetde velâyetle değil mi

            Ser-menkabe-i Mevleviyân Hazret-i Şârih

            Var ise senin cevher-i tahkîklerindir

            Reşk-âver-i yem gıbta-i kân Hazret-i Şârih

            Te’vîline tevfîkına hayrân olur âdem

            Pür-fazl u hüner nâdire-dân Hazret-i Şârih

            Hakkâ ki şerîatda tarîkatda mükedder

            İtmek ile ref’-i halecân Hazret-i Şârih

            Her beyt birer meh-rû anın pertevi şerhin

            Eyler nice dilde lemeân Hazret-i Şârih

/165/    Müşkil komayup Mesnevî-i Pîr’de hakkâ

            Halleyledi bî-rayb u gümân Hazret-i Şârih

            Başdan başa yâkût u zümürrüdle komuşdur

            Cân ka’besine seng-i nişân Hazret-i Şârih

            Geçdi nice devrân dahi el’ân yine sensin

            Ser-kâfile-i nükte-verân Hazret-i Şârih

            Tafsîl ider icmâlini tafdîl ider el-hak

            Anlar bunu rindân-ı zamân Hazret-i Şârih

            Sultân-ı semâînin idüp dergehin ihyâ

            Tâ arşda itdi devrân Hazret-i Şârih

            İskender ü Hızr âb-ı hayât isteyen âşık

            Gel bundadır itme cevelân Hazret-i Şârih

Diğer:

           

            Merhabâ ey muktedân-ı âşıkân-ı Mevlevî

            Şeyh İsmâîl şârih kahramân-ı ma’nevî

            Meşrebindir çeşme-i irfân u feyzin maksemi

            Kalb-i pâkin vâris-i mîrâs-ı genc-i Mesnevî

           

            Mazhar-ı Hızr-ı hayât odur ger istersen delîl

            Olduğudur tekye-i İskenderî'de münzevî

            Muhbir-i fazlından itsün bâde-i tahkîki nûş

            Zanniden efsâne câm-ı bî-nefâz-ı hüsrevi

            Dir gören mecmûa-i esrârını budur hemân

            Tâmmetü’l-kübrâda cem’ olan kibâr-ı Kübrevî

           

            Mesnevî’nin yek-be-yek şerh eyleyen ebyâtını

            Arş-ı a'lâsında olmuş çerhı aşkın müstevî

            Ayru düşmez zerresi metnin sevâd-ı şerhine

            Sâye salmış gûyiyâ ol âftâbın pertevi

           

            Süllem-i ebyâtı tatbîk eyleyüp âyâta heb

            Her sözü olmuş delîl-i tâm bürhân-ı kavî

           

            Himmetin Hızr eyleyüp ey reh-nümâ-yı sâlikân

            Koyma bî-kes Gâlib-i güm-geşte râh-ı kec-revi

Hz. Şârih’in üzerine yapılan türbe ahşâbdan idi. Şeyh Gâlib’in ahibbâsından ve hulefâ-yı Mevleviyye’den Hâlet Saîd Efendi, hâl-i hâzırda görülen türbeyi inşâ etmiştir ki, her tarafı tâm kârgîr ve mermerden masnû’dur. Nitekim bâlâdaki resimde görülür. Kapının yanındaki sebîl ve fevkına kütüb-hâne ve kapının yanındaki türbeyi onun eser-i hayrı olmak üzere âsâr kayd eder.

İkmâl-i inşâât 1235 senesi Cemâziye’l-evvelinin yirmibirinci (7 Mart 1820) Çarşamba /166/ gününe müsâdif olmağla, 29 Cemâziye’l-âhir 1235/(13 Nisan 1820) Perşembe günü bi’l-umûm turuk-ı aliyye meşâyıhı da’vet olunarak türbe-i muallâ-yı Hz. Şârih önünde hatm-i şerîfden sonra şerbetler içilerek pilav, zerde yenilerek ve sebîlden sebîl-hâneden şerbetler tevzî’ olunarak resm-i güşâdı icrâ olunmuştur.

Muhammed Hâlet Saîd Efendi

Hulefâ-yı Mevleviyye’den olup Sultân Mahmûd Hân-ı sânî devrinde târîh-i Osmânî’de yer tutmuş ve Konya’da i’dâm olunarak cesedi türbe-i Hz. Mevlânâ civârında ve ser-i maktûu da İstanbul’da Galata Mevlevîhânesi’nde kapının yanındaki türbede Kudretullâh Efendi’nin ayak ucunda defn olunmuştur. Orada bir taş vardır.

            İzzet bu mısrâ’-ı tâm târîh-i mâtem efendi

            Hâlet Saîd Efendi pîrâna hem-dem olsun

            ( حالت سعيد افندى بيرانه همدم اولسون)

                                               11 Rabîu’l-evvel 1338/(4 Aralık 1919)

Tevkîî-i Dîvân-ı Hûmâyûn idi. Hayât-ı siyâsiyyesi Cevdet Târîhi’nde tafsîlen vardır. Âsitâne-i Pîr’de Muhammed Saîd Hemdem Çelebi tarafından nâil-i icâzet olmuş ve destârlı sikkeye nâiliyyetle şeref bulmuştur.

Hâlet Saîd Efendi’nin, bu mevlevîhânenin sokak üstünde bir kütüb-hânesi vardır. Kütüb-i nefîse ile tezyîn olunmuş idi. Bu kütüb-hânenin kitâbları ahîren Süleymâniye Kütübhâne-i umûmîmisine nakl olunmuştur. Sene: 1346/(1927).

                                               *   *   *

Hz. Şârih’in yanındaki sandukalarda “Şeyh Îsâ Efendi (sene: 1185/1771-72)”, “Şeyh Hüseyin Efendi (sene: 1197/1783)” ve “Şeyh Selîm Efendi (sene: 1191/1777)” yazılarından zevât-ı müşârünileyhin medfûn oldukları müstebân olur.

Şeyh Hüseyin Âdem Dede Efendi

Antalyalıdır. Hz. Şârih’in hizmetinde bulunup mazhar-ı feyz oldu. Rıhletinde zâviye-nişîn olarak Hicâz’dan avdetinde Mısır’da irtihâl etti. Orada mevlevîhânede defn olundu. "Şehin-şâh-ı ârifân" (شهنشاه عارفان) târîhidir (1063/1653). Âsâr ve eş’ârı vardır.

            Sükût itsem safâlanmaz açılsam bana râm olmaz

            Kıyâmet kopmayınca kıssa-i aşkım tamâm olmaz

            Görünce bildim Âdem ben anın keyfiyyet-i hâlin

            Olur gâhî safâ-yı câm-ı mey ammâ müdâm olmaz



[1]  Bu Şeyh Kâsım Çelebi III. Cildde 225. sahîfede bahs olunan Kâsım Çelebi değildir.  Bu zât İnegöl’de medfûndur. Tahkîki IV. Cildde dahi bi’l-münâsebe beyân olundu.     

[2] "... Kim oraya girerse emniyette olur...” 3. Âl-i İmrân sûresi, 97.

[3]  Ba’zıları matbû' ilm-i akâid şerhini müşârünileyh yazmış zannederler. Halbuki o şerh Ramazân-ı Behiştî’nindir.

[4] (ارْجِعِي إِلَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَّرْضِيَّةً) "Sen O'ndan, O da senden râzı olarak Rabbine dön." 89. Fecr sûresi, 28. (H)

[5] Bu manzûmenin vezninde hatâlar vardır. (H)

[6] (من عرف نفسه فقد عرف ربه) "Nefsini bilen Rabbini de bilir." el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, c. II, s. 262. Bu sözün hadis tekniği açısından değerlendirilmesi ile ilgili olarak bkz. Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, Ankara 2000, s. 229. (H)

[7] (وَسَقَاهُمْ رَبُّهُمْ شَرَابًا طَهُورًا ً) "...Rableri onlara tertemiz bir içecek içirecektir." 76. İnsân sûresi, 21. (H)

[8] (وَعَلَّمَ آدَمَ الأَسْمَاء كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلاَئِكَةِ فَقَالَ أَنبِئُونِي بِأَسْمَاء هَـؤُلاء إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ ) "Allah Âdem'e bütün isimleri öğretti. Sonra onları melekleri arzedip, 'Eğer siz sözünüzde sâdık iseniz şunların isimlerini bana bildirin.' dedi." 2. Bakara sûresi, 31. (H)

[9] (الفقر فخرى) "Fakirlik iftihâr vesilemdir." el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, c.II, s.87; bkz. Ahmet Yıldırım, a.g.e., s. 402. (H)

[10] (كنت كنزاً مخفياً فأحببت أن أعرف فخلقت خلقا ًلعرفتهم فعرفونى) "Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim ve mahlûkâtı yarattım. Ben kendimi onlara öğrettim, onlar da Beni bildi." el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, c.II, s.132;  bkz. Ahmet Yıldırım, a.g.e., s. 98, 99. (H)

[11] Bu iİbârenin hesaplanmasından 1076 çıkmaktadır. (H)

[12] Hadîkatü’l-Cevâmide 970 (1562-62) diye muharrerdir. Bu hesâba göre 104 sene muammer              olmuşlardır. Şeyh Hasan-ı Şa’bânî de Risâle’sinde 970 göstermiştir.

[13] Bir eserde Perdeçenç diye yazılmış gördüm.

[14] Bir eserde evvelâ Bursa’da Şeyh Ya’kûb-ı Fânî’ye intisâbı, sonra İstanbul’da Şeyh Ramazân-ı Mahfî’ye arz-ı nisbetle sekiz sene sülûk görüp 1020 (1611)’de hilâfet aldığı muharrerdir.

[15] (لى مع الله وقت لايسعنى فيه ملك مقرب ولانبى مرسل) "Benim Allah katında ölme bir halim vardır ki, benim o hâlime ne bir melek yaklaşabilir, ne de bir peygamber ulaşabilir." el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, c. II, s. 173, bkz. Ahmet Yıldırım, a.g.e., s. 79, 80. (H)

[16] Bu dergâh meşîhati elyevm Şeyh Es’ad-ı Erbilî hazretlerinin uhdesindedir. Cum’a günleri yüzlerce ehl-i zikrin cilve-gâhıdır.

[17] Harb-i Umûmî-i ahîrde yaralanıp bi’l-âhare nâil-i rütbe-i şehâdet olan asâkir için burası şehîdlik ittihâz ve duvarla tahdîd olunmuştur.

[18] "Onlardan yüce İstanbul'da oturan efendim Nûreddîn el-Cerrâhî, 1115 senesine geldiğinde kırkdört sene yaşamıştı. Cenâb-ı Hakk'ın onu vefat ettiği gün cennete sokması Allah'ın ona ikrâm ettiği kerâmetlerdendir. Kerâmetlerinden bir başkası da, âhiretteki makâmına dünyada iken muttali olmasıdır.   Bir başka kerâmeti de kendisi gayb âlemindeyken Cenâb-ı Hak'tan ziyâretlerine ikramda bulunması ve Allah'ın da bu duâyı kabul etmiş olmasıdır." (H)

[19] Verilen ibâre eksiktir. (H)

[20] Bu mısra metinde yoktur. (H)

[21] Verilen tarihlere göre 24 yaşında olmalı. (H)

[22]  Verilen ibârenin hesaplanmasından 1194 çıkmaktadır. “Şeh” yazılırsa istenilen târih elde edilir. (H)

[23]  Verilen ibârenin hesaplanmasından 1414 tarihi çıkmamaktadır. (H)

[24]  Verilen ibârenin hesaplanmasından anılan tarih çıkmamaktadır. (H)

[25]  Verilen ibârenin hesaplanmasından 1273 çıkmaktadır. (H)

[26] "Gülşenî'nin güzel yüzünü gördüm ki o Rûşenî lambasının gözü gibidir." (H)

[27] "İşlerden bunaldığınızda   kabir ehlinden yardım dileyin." el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, I, 85. (H)

[28]  (Bu dergah), 1189/(1775) senesinde Abdülhamîd-i evvel zamânında ta’mîr olunmuştur.

[29] Hadîkatü’l-Cevâmi’de Şeyh Mustafa Efendi’nin irtihâli, 1166/(1753) gösterilmiştir. Yıldız Dede kurbunda defn olunduğunu yazıyor. Yerine halîfesi Seyyid Muhammed Dede şeyh olup, yirmidört sene meşîhatten sonra, 1190/(1776)’da irtihâl edip, şeyhi yanında vedîa-i hâk-i rahmet kılınmış, yerine akrabâsından Seyyid Ömer Efendi şeyh olmuştur.

[30]  Verilen ibârenin noktalı harflerinin hesaplanmasından 1266 çıkmaktadır. (H)

[31] (فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى) "(Peygamber'e olan mesâfasi) iki yay arası kadar, yahut daha da yakın oldu. 53 Necm sûresi, 9. (H)

[32] Bu ibare Kur'ân-ı Kerîm'de birçok âyette (كُن فَيَكُونُ) şeklinde geçmektedir. 2. Bakara sûresi, 117; 3. Âl-i İmrân sûresi, 47, 59; 6. En'âm sûresi, 73 ve başkaları. (H)

[33] (لولاك لولاك ما خلقت الأفلاك)  "Sen olmasaydın, sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım." el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, II, 164; bkz. Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, s. 121, 122. (H)

[34] Bu nutk-ı şerîf Hz. Şeyh’in mazhar-ı tecellî-i Zât olduğuna ve kendisine tarîkat ihsân buyurulduğuna bürhân-ı azîmdir.

[35]  Ümmî Sinan başkadır, dikkat buyurula.

[36] Sinân-ı Ümmî hakkındaki kısım Niyâzî-i Mısrî'nin anlatıldığı bu bölümün sonunda (Sefîne V, s.106'dan sonra) verilmiştir. (H)

[37] "... Beni anmakta gevşeklik göstermeyin." 20. Tâhâ sûresi, 42. (H)

[38]   86. sahîfedeki mektûbdan onsekiz sene olduğu tahakkuk eyledi. Rivâyetlerin hükmü sâkıttır.

[39] Vâkıât isminde bir eser daha vardır ki, Bursa Mevlevî Şeyhi Muhammed Efendi’nin muhibbânından Râkım Efendi’nin eseridir. Hz. Mısrî-i Niyâzî hakkında yazılmıştır. “Tuhfetü’l-Asrî fî-Menâkıbi’l-Mısrî nâm eser bu Vâkıât’ın mahv u isbât tarîkıyla yazılmış nüshasıdır. Abdüllatîf Efendi’nin yazdığı  Vâkıât başkadır.” diye Bursa’da âsitâne-i Mısrî şeyhi Muhammed Şemseddîn Efendi, sûret-i mahsûsada îzâhâtta bulundular.

[40] "Allah'dan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in O'nun rasûlü şehâdet ederim. Hz. Pergamber'in iki torunu olan Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin Allah Rasûlü'nün iki elçisidir." (H)

[41] “Allâh’ın Rasûlüdür.”  (H)

[42] "Bu yüce tarîkattan bir adam gelecek, ismi ismimize uygun olacak; bu isim de Muhammed el-Mısrî el-Malâtî el-Basalî'dir. Bu kişi benim irfânıma vâris olacaktır." (H)

[43]  Bu ibârenin hesaplanmasından 1106 çıkmaktadır. (H)

[44] (...قَدْ بَلَغْتَ مِن لَّدُنِّي عُذْرًا ) "... Doğrusu, tarafımdan (dilenecek son) özre ulaştın (bu son özür dileyişin)." 18. Kehf sûresi, 76. (H)

[45]  "... Rabbim ilmimi artır." 20. Tâhâ sûresi, 114. (H)

[46] Şeyh Ahmed Efendi, Merkez Efendi Kabristânı’nda medfûndur. Demirden türbesi vardır.       Kabristânın Haliç tarafında duvar yakınındadır. “Birâder-i Hz. Mısrî Ahmed Efendi, 1114 (1702-03)" yazılı taşı mevcûddur. (IV. Cild, 177. sahîfe). 

[47] "... Nereye dönerseniz Allâh'ın vechi (zâtı) işte oradadır..." 2. Bakara sûresi, 115. (H)

[48] "Vatan sevgisi îmandandır." el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, c. I, s. 345. (H)

[49] "Gören hiç bir gözün olmadığı..." Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2, 313, 370. (H)

[50] Bu kısım  /77/. Sayfadan gelmiştir.

[51] Bursa’da Mısrî Hânkâhı şeyhi Muhammed  Şerefüddîn Efendi, “1069 (1658-59) târîhi doğrusudur.” dedi; bu târîh yanlıştır.

[52] (...أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ قَالُواْ بَلَى شَهِدْنَا...) "... 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' (demişti). Onlar da, 'Evet (Rabimizsin), buna şâhidiz.' dediler..." 7. A'râf sûresi, 172. (H)

[53]  “Sinân Ümmî” yerine, “Ümmî Sinân” da buyurdukları vâki’dir.

[54]  Bu ibârenin hesaplanmasından 1129 çıkmaktadır. (H)

[55]  İbarenin hesaplanmasından verilen tarih çıkmamaktadır. (H)

[56]  Terceme-i hâli Nakşîler faslında geçti.

[57] “Kazananı Allah sever.” (H)

[58]  Bu eser, (Prof. Dr.) Mustafa Kara ve Kadir Atlansoy tarafından hazırlanarak günümüz alfabesiyle     yeniden basılmıştır. (Uludağ Yayınları, Bursa 1997). (H)

[59] (مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى) "Göz (gördüğünde) şaşmadı ve (onu) aşmadı." 53.Necm sûresi, 17. (H)

[60]  “Ben Allâh’ım.”  20. Tâhâ Sûresi, 14. âyetinin başlangıç cümlesi.

[61] “Allah dışındaki her şeyden tecerrüd anlamında fakr tama olunca, işte o zaman Allah’a ulaşılır.” (H)

[62] (وَالْأَرْضَ بَعْدَ ذَلِكَ دَحَاهَا) "Bunun ardından yeri düzenleyip döşedi." 79. Nâziât sûresi, 30. (H)

[63] "Rürgara sövmeyiniz." Bkz. Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, s. 81.(H)

[64] "Zaman, işte o Allah'dır." (H)

[65] (إِنِّي أَنَا رَبُّكَ...) "Şüphesiz ben senin Rabbinim..." 20. Tâhâ sûresi, 12. (H)

[66]  Hakk’a karşu yokluk oldu âşıkın ser-mâyesi.

[67] "Allah'ım! Bize hakkı hak olarak göster ve ona tâbi olmakla bizi rızıklandır." (H)

[68] Sayfanın kenarının kopmuş olmasından dolayı satır sonuna gelen bazı kısımlar okunamadı. (H)

[69]  Bu ibârenin hesaplamasından verilen tarih  çıkmamaktadır. (H)

[70] "Kâse kâse içtim sevgiyi, ne şarap tükendi ne de kandım." (H)

[71] "... O, her an yeni bir ilâhî tasarruftadır." 55. Rahmân sûresi, 29. (H)

[72] "Hiç bir şey yokken Allah vardı, O olduğu hal üzere yücedir. " el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, c. II, 130-131; bkz. Ahmet Yıldırım, a.g.e., s. 90, 91. (H) 

[73] "Aşk kâinâtın aslıdır, zât ve sıfat onda ayândır.” (H)

[74]  “Aşk, işte o, Allah’dır. (H.)

[75] (ما وسعنى سمائى ولاأرضى ولكن وسعنى قلب عبدى الؤمن) "Ben göklere ve yere sığmadım, fakat mü'min kulumun kalbine sığdım." el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, c. II, s. 195; bkz. Ahmet Yıldırım, a.g.e., s. 240. (H)

[76] (يَوْمَ نَقُولُ لِجَهَنَّمَ هَلِ امْتَلَأْتِ وَتَقُولُ هَلْ مِن مَّزِيدٍ) "O gün cehenneme, 'Doldun mu?' deriz. O da, 'Daha var mı?' der." 50. Kâf sûresi, 30. (H)

[77] (كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ) "Her şey yok olacaktır." 49. Hucurât sûresi, 26. (H)

[78] (كُلُّ نَفْسٍ ذَآئِقَةُ الْمَوْتِ...) "Her nefis/canlı ölümü tadacaktır..." 3. Âl-i İmrân sûresi, 185. (H)

[79]  Verilen târih ibâresinden 1141 çıkmaktadır. (H)

[80] "Güneş gibi olan yüzün ay mıdır, yoksa bir şey midir bilmiyorum?" (H)

[81] "Senin ayrılığından dolayı öldüğümü, bütün insanlar biliyor." (H)

[82] "Kaşı yay gibi olan o Türk güzelinin gönlüne yüz ok attılar." (H)

[83] "Leylâ’nın yanağının sevdâsı, aynen hayâlimdeki gibi hâsıl oldu.” (H)

[84] “Bütün âlem ceylanın göbeğinden misk topluyor.” (H)

[85] "Senin yakut gibi olan dudağının etkisinden dolayı Molla anzsızın kendinden geçti." (H)

[86]  Bu târih ibâresinin hesaplanmasından 1141 çıkmaktadır. (H)

[87]  Hak Gazetesi 121 numaralı ilâvesi.

[88] (لَعَمْرُكَ إِنَّهُمْ لَفِي سَكْرَتِهِمْ يَعْمَهُونَ) "Ey Muhammed! Senin hayâtına kasem olsun ki, onlar sarhoşlukları içinde bocalayıp duruyorlardı." 15. Hicr sûresi, 72. (H)

[89] Gezelin başında "nemekahû lene'l-fakîr" şeklinde bir not vardır. Bu not Reşâd Fuâd Bey'e ait olmalıdır. (H)

[90] Verilen ibârenin bu şekliyle hesaplanmasından 962 çıkmaktadır. Ancak, “neden”, (ندن) şeklinde yazılırsa 957 eder. (H)

[91] "Allah, karşılananları karşılarken Rusûhî'nin adımlarına kuvvet versin. Düşmanlarının vücutlarındaki damarları kesmede söz kılıcını keskinleştirsin." (H)

[92] "Ey Ma'nevî! Mesnevî'yi tamamlayan altıncı cildi sana hediye getirdim.Bu altı kitap altı cihete nur saçıyor, tavaf etmeyen bunu  tavaf etsin" (H)

[93] "Aşk ehli arasında şereflilerden olmak için Rusûhî'nin sözünü dinle de semâa hazır ol." (H)

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar