[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] ALTMIŞ SEKİZİNCİ KISMI
Rahman ve
Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla
FASIL
İÇİNDE VASIL
Gündüz ve Gecesinde Arafat’ta
Vakfenin Vakti
Bilginler,
şu konuda görüş birliğindedir: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem Arafat’ta zeval vaktinden sonra durmuş, öğlen ve ikindi namazını
kıldıktan sonra namazgahından kalkmış, güneş batana kadar dua etmişti. Güneş
battığında ise, Müzdelife’ye ayrılmıştı. Bilginler şu konuda da görüş birliğine
varmıştır: Zeval vaktinden önce Arafat’ta vakfe yapan biri, Arafat’tan ayrılmış
olsa bile bu önemsenmez. Bu kişi, geriye dönmese veya zevalden sonra durmasa
veya fecir doğumundan önce o gece vakfe yapsa bile, haccı yerine getirmemiş
sayılır.
Bilmelisin ki, Araplar ve onların
kullanageldikleri takvim ve zaman anlayışında gece gündüzden öncedir. Bu, asla
göre yapılan bir değerlendirmedir. Zamanın yaratıcısı -ki Allah Teâlâ’dırşöyle
buyurur. ‘Geceden gündüzü çekip çıkartmamız onlara bir örnektir.’342 Burada Allah Teâlâ, geceyi asil
yapmış, tıpkı koyunun derisinden soyulması gibi, gündüzü ondan çıkartmıştır.
Öyleyse ortaya çıkma geceye aittir. Gündüz ise, gecede gizlidir. Bu durum, koyunun
postunun onun üzerinde bir örtü olarak gözükmesine benzer. Sonunda koyun, o
posttan soyulur. Hakk da şehadeti gaybten, varlığımızı yokluktan çıkarttı.
Arapların (zaman) bilgisi, (bu
yorumla) Arap olmayanlarınkinden üstündür. Çünkü güneş takvimine göre hareket
edenler, gündüzü geceye öncelemiştir. Onların ise,, başka bir ayetle
benzerlikleri vardır ki, bu ayette Allah Teâlâ ‘Bir
anda onlar karanlıkta kalır’343 buyurur. ‘Bir anda’ anlamındaki iza edatı,
şimdiki veya gelecek zamanı gösteren bir edattır. Bir şeyin karanlıkla
nitelenmesi, bu ayette gecenin var olmasına bağlıdır. Öyleyse gündüz onun
üzerinde bir örtüdür, sonra ondan çıkartılır, yani soyutlanır ve onlar
karanlıkta kalır. Başka bir ifadeyle hükmü karanlık olan gece ortaya çıkar ve
insanlar karanlıkta kalır.
Mümkün mevcut olsa bile, yok
hükmündedir. Arapların söylediği en doğru söz olan bir mısrada şair Lebid şöyle
der:
Dikkat ediniz! Allah
Teâlâ’dan başka her şey batıldır
Batıl ise yokluktur.
Arap olmayanların zamanla ilgili bu
yaklaşımları, Arap örfünde Arafat günü ortaya çıktı. Araplar ve (onların
adetini dikkate alan) şeriat, Arafat’ın gündüzünü gecenin ardına bırakmıştır.
Nitekim Arap olmayanlar da böyle yapar. Öyleyse Arap örfü, Arife gecesini
Arife gününün gelecek gecesi sayar. O gecenin sabahı ise, onuncu gün olan
kurban günüdür. Araplara göre diğer zamanlarda gece, sabahını teşkil eden güne
aittir. Arap olmayanlarda Cuma gecesinin sabahı, Cumartesidir. Böylece Araplar
ve yabancılar, bu geceyi gündüzün ardında bırakmada görüş birliğine varmıştır.
Bunu ise cem’ (birlik, toplanma) diye isimlendirilen Müzdelife makamı
gerektirir. Orada Araplar ve Arap olmayanlar, tek bir hükümde bir araya gelerek
Arife gecesini önceki güne ait sayarlar. Bunun nedeni, Şari’nin şöyle buyurmuş
olmasıdır: ‘Fecirden önce cem’ gecesinde Arafat’ta durma imkanı bulan, hiç kuşkusuz,
hacca yetişmiş demektir.’ Başka bir hadiste ise Peygamber ‘Hac Arafat’tır’
buyurur.
Her gün gecesiyle tamamlanır.
Araplarda bu, güneşin batınımdan tekrar batımına kadar sürerken Arap
olmayanlara göre güneşin doğumundan doğumuna kadarki süredir. Arife ise, böyle
değildir. O, günün dörtte üçünden yaklaşık iki saat fazla bir gündür. Bu gün
güneşin batmaya yönelmesinden fecrin doğumuna kadarki süredir. Bu süre, Arife
gününün zamanının bilinen günden güneşin doğumundan zeval vaktine kadar olan
süre kadar eksiltir. Bunu nedeni şudur: Arife, Allah Teâlâ’nın bize vacip
kıldığı kendisini bilme makamı sayılmıştır. Allah Teâlâ’nın zatını ve ilah
olması bakımından kendisine zorunlu nitelikleri bilinceye kadar O’nu bilenlere
bu adı vermemeliyiz. O’nu bu şekilde bildiğimizde ise, kendisini bilmiş
sayılırız.
Allah Teâlâ’yı bilmek, iki yarım
teşkil eder: Birinci yarım zatı bilmek, diğer yarım ise, O’nun ilah olduğunu
bilmektir. Onu araştırdığımızda ise, akli delillerle araştırır ve şerî
delillere yöneliriz. Zatın varlığını ispat eder, hakikatini ise bilemeyiz.
Ardından ilahlığın O’na ait olduğunu ispatlarız. Bu ise, marifetin yarısıdır.
Çeyrek ise, O’nun varlığıdır. Başka bir ifadeyle, kendisine ilahlığın nispet
edildiği zatın varlığıdır. Dördüncü çeyrek ise, O’nun hakikatini bilmektir. O
halde, O’nun hakikatinin bilgisine Ulaşmamız mümkün değilken O’na ulaşmak da
mümkün değildir. Bilemediğimiz çeyreğe ilave şey ise, kendisine nispet
ettiğimiz hükümleri bilmeyişimizdir. Biz nispet olması yönünden bir nispeti
bilsek bile, hiç kuşkusuz, nispetin sahibini bilmediğimiz için bu özel nispeti
de bilemeyiz.
Böylelikle marifet, güneşin zeval
vaktinden fecrin doğumuna kadarlık süreyi içermiştir. Fecrin doğumundan güneşin
doğumuna kadarki süre ise, nispeti bilemeyiz. Güneşin doğumundan zeval vaktine
kadar ise -ki günün dörtte bildiridirzatı bilemedik. Öyleyse Arife günü Allah
Teâlâ hakkındaki bilgiden zamanının verdiğini vermiştir. Bunu bilmelisin!
Allah Teâlâ’nın zatını bilmek, bütün
bilinenleri bilmek derecesinden daha eksiktir. Bir şeyi hakikatiyle bilemesek
O’nu bilmemiş sayılırız. Zatın birliğini zat olarak değil, (mümkünlerin
kendisine) dayanması bakımından bildik. Bu bağlamda ilahlığın O’nunla ilişkisini
de öğrendik, fakat ilişkinin niteliğini bilemedik. Bu da bilginin yarısıdır. Bu
yarım ise, iki çeyreği içerir: Birinci çeyrek, selb ve tenzih niteliklerini
bilmek; ikinci çeyrek ise, fiil ve nispet niteliklerini bilmektir.
Öyleyse Allah Teâlâ hakkında elde
ettiğimiz şey, bilginin dörtte üçüdür. (Bir çeyrek balcımından ise, O’nu hiçbir
şekilde bilemeyiz). Bir çeyreği ise, hiçbir zaman bilemeyiz. Çeyreğe ilave
olmaya uygun olarak kalan marifet ise, fecrin doğumundan güneşin doğumuna
kadarki süredir. Bu bölüm, Hakkın kendisini nitelediği teşbih niteliklerinin
kendisiyle ilişkisini bilmeyişimize benzer. Dolayısıyla biz, bunun Hakka nasıl
nispet edildiğini bilemeyiz. Bununla birlikte ona inandığımız gibi içeriğini
bilmeden de bu hükmü Allah Teâlâ adına -keyfiyetinin bilgisine kendisine
bırakarakispatlarız. İşte bu, günün çeyreğine ilave şeyin karşılığmdadır. Bu
nedenle Arife günü, diğer günlerden eksiktir. Öyleyse Arife gününün zeval
vaktinden fecrin doğumuna kadar sürdüğünü iyice öğrenmelisin.
FASIL
İÇİNDE VASIL
İmamdan Önce Arafat’tan
Ayrılan İnsanın Durumu
İslam bilginleri, zeval vaktinden sonra Arafat’ta
durup imamdan önce ve güneşin batanından sonra oradan inen kimsenin durumu hakkında
görüş ayrılığına düşmüştür. Bir kısmına göre bu kişi Arafat’ta durmuş sayılır,
çünkü o Arafat’ta geceyle gündüzü bir araya getirmiştir. Güneşin batımından
önce ayrılırsa, bazı bilginlere göre kan borcu varken, bazı bilginlere göre
yükümlülüğü yoktur ve haccı tamdır. Benim görüşüme göre ise, hiçbir
yükümlülüğü yoktur. Onun haccı, rükünleri bakımından tam, pratikleri
bakımından eksiktir. .
Farz olmayan konularda Peygambere
uymayla ilgili bir hususu terk eden kişi, terk ettiği şey ölçüsünde Allah
Teâlâ’nın sevgisinden yoksun kalır. Ya da o, tam olarak Peygambere uymadığı
için Allah Teâlâ’yı sevmek iddiasında kendisini yalanlamış sayılır. Allah
Teâlâ yolunun ehline göre bir insan, bütün işlerinde Peygambere uysa ve farz
olmayan hususlardan birinde bile peygambere uymamış olsa, gerçekte uymuş
sayılmaz. Kendisine uyup uymamanın serbest bırakıldığı hususlarda bile
Peygamberin sünnetine uymasa, yine uymuş sayılmaz. Böyle bir insan Peygambere
değil, kendi arzusuna uymuştur. Bununla birlikte uyma gerçekleşmediği için
zorunlu lalan nedenler de ortadan kalkar. Bu, bizce bir kabuldür.
Allah Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve selleme şöyle buyurur: ‘Ey Muhammed ümmetine de ki: Allah Teâlâ’yı
seviyorsanız, bana uyun,’344 Burada Allah Teâlâ,
uymayı bir kanıt saydı. Halbuki herhangi bir konuda uymayı söylemedi. ‘Allah
Teâlâ da sizi sevsin.’345 Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sizin
için Allah Teâlâ’nın peygamberinde en güzel örnek vardır.’346 Bu ise, uyma demektir. Başka bir
ayette ise ‘Ahdimi yerine getirin’347 -ki kast edilen Allah Teâlâ’yı
sevmek iddiasıdır‘Ben de size olan ahdimi yerine
getireyim.’34* Bu ise, Hakla sevme iddianıza karşı
O’nun da sizi sevmesidir. Allah Teâlâ onların doğru sözlü olmalarının delilini,
Allah Teâlâ’nın kendilerini sevmesi saymıştır. Allah Teâlâ’nın onları sevmesi
ise, uymanın delilidir. Uymak ne kadar eksikse sevgi de o kadar eksilir. Allah
Teâlâ ehline göre peygambere uymak, eksiklik kabul etmez. Özür ise, onu
eksiltemez, çünkü özür halinde insan, herhangi bir konuda uymadan Allah Teâlâ
tarafından engellenmiştir. Dolayısıyla böyle bir durumda Hakk onun yerini alır.
HİKAYE
Ebu Yezid bu konuda şöyle der: Anneme karşı yaptığım iyiliklerde nefsimin arzusunu değil,
bana anneye iyilik yapmamı emreden şeriatı yüceltmeyi hedeflediğimi
zannediyordum. Bu nedenle de içimde büyük bir haz duyuyor ve hazzın -nefsime
uymaktan değilHakkı yüceltmiş olmaktan kaynaklandığını zannediyordum. Annem
soğuk bir gece bana şöyle dedi: ‘Ebu Yezid! Su getir.’ Kalkıp hareket etmek
bana ağır geldi ve şöyle dedim: ‘Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, benden yapmamı
istediği şeyin verdiği güçlüğü bana kolaylaştıran şey, farkında olmadığım bir
yönden nefsimde gördüğüm arzuya uyma duygusuydu.’ Bunun üzerine Ebu Yezid
amelini geçersiz saymış ve onu sahiplenmemiştir.
Ebu Yezid
şöyle devam eder: ‘Zorlanarak kalktım ve kaseyi anneme getirdim. Bir de baktım
ki, annem uyumuş. Elimde kaseyle uyanıncaya kadar başucunda bekledim, sonra
kaseyi ona uzattım. Şiddetli soğuk nedeniyle parmağımdan kopan deri kasenin
kulpuna yapışmıştı. Annem ise üzüldü.’ "
Ebu Yezid şöyle der: ‘Nefsime dönerek
şöyle dedim: Yaptığm ibadette ve peygambere uyarkenki dinçliğinin Allah Teâlâ
sevgisinden olduğunu zannettiğin ibadetin boşa çıktı! Allah Teâlâ kendisine
sevimli bir şeyi yapman için seni yükümlü tutmuş, onu sana farz kılmış v eseni
teşvik etmiştir. Sevilenin emrettiği her şey, seven için güzeldir. Ailah’m insana
emrettiği şeylerden biri de -ey nefsimannene iyilik ve ihsanda bulunmaktı.
Seven ise, sevdiğinin hoşlandığı şeyi yerine getirmekten haz alır. Gördüm ki,
tembelleştin, yere çakıldın ve su istemeyle ilgili annenin isteğini yerine
getirmek sana ağır geldi. Tembelce ve ağırdan alarak kalktın. Anladım ki,
tembellik ve ağırdan alarak değil, heyecan ve coşkuyla yerine getirdiğin bütün
amelleri, Allah Teâlâ için değil o amellerdeki arzum nedeniyle yerine getirmişsin.
Çünkü Allah Teâlâ için olsalardı, annene ihsanda bulunmak sana ağır gelmezdi.
Anneye iyilik, Allah Teâlâ’nın senden istediği ve sana emrettiği bir
davranıştır. Halbuki sen, Allah Teâlâ’yı sevdiğini iddia ediyorsun. O’nu sevmek
ise, ibadetini yerine getirirken sende coşku ve haz oluşturur.’
Bunun üzerine Ebu Yezid bu kadarını
bile nefsine bırakmamıştır.
Ebu Yezid’in dışında, Allah Teâlâ
ehlinden olan başkaları da böyle yapmıştır. Onlardan birisi, yetmiş küsur yıl
birinci safta namaz kılmış. Bu ibadeti Allah Teâlâ’nın teşvik ettiği bir şeye
duyduğu arzu nedeniyle yaptığını iddia ediyordu. Buradaki amacı, Allah Teâlâ’ya
uymak idi. Bir gün, bir engel onun birinci safta namaz kılmasını engelledi.
Aklına birinci safında namaz kıldığı cemaatin kendisini göremeyince, ‘bu adam
nerede?’ diyecekleri geldi. Bunun üzerine ağladı ve nefsine şöyle dedi: ‘Beni
aldatmışsın. Yetmiş küsur senedir Allah Teâlâ için namaz kıldığımı zannederdim,
halbuki senin arzun içinmiş. Seni bulamazlarsa ne olur ki?’ Bunun üzerine tövbe
etmiş. Bu adamın bir daha belirli bir mescitte veya mescitteki belirli bir
yerde durduğu görülmemiş. İşte Allah Teâlâ adamları olan sûfiler kendilerini
böyle hesaba çekerdi. Bu Hakk sahip birisi, bu nitelikten yoksun birisiyle
denk değildir. Aynı şekilde imam ile birlikte Arafat’ta bulunan kişi de
böyledir. Çünkü bu, imamın bulunmasının şart olduğu bir ibadettir. Bu kişi de,
uymada imamdan önce Arafat5tan ayrılan İçişiyle bir değildir.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Arafat’ın Urne Bölgesinde
Duranın Durumu
Bilginler,
Arafat’ta Urne bölgesinde vakfe yapanın durumu hakkında görüş
ayrılığına düşmüştür. Bazıları, haccının tam olduğu, fakat kan borcu olduğunu
söylemiştir. Bir kısmı ise, haccının tamamlanmadığını söylemiştir. Urne,
İblis’in Arafat’taki durma yeridir. İblis, her sene hac yapar ve bu yer onun
durduğu yerdir. İblis orada Rabbinin itaatindeki mahrumiyetine ağlar. İblis,
gerçekte kulları saptırmada mecburdur. Bununla birlikte o, Rabbine karşı
yaptığı yemini yerine getirmek üzere bunu seçimiyle yapar. Gerçekte İblis’in
bunu yapacağı önceden belirlenmiş ise de, onun hüküm gerçekleştikten sonra
efendisinin emrine bağlainmada bir kuşkusu vardı. Söz konusu hüküm, bir ayette
belirtilen azap hükmüdür. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Git ve onları kandır, kendine
çek ve onlara vaatte bulun.’ İblis, bu davranışla bir rahatlama bulur. Bununla
birlikte o, Arafat ehlini kuşatan rahmeti görmekle üzülür. İblis de,
Arafat’tadır, dolayısıyla ona göre, belirli bir süre sonra bile olsa İlâhî
ihsanın kendisine de ulaşması zorunludur. Bu, onun Rabbi hakkındaki zannıdır.
İblis’in Cehennemden çıkmasına ise yol yoktur. Çünkü o ve kendisine uyan
müşrikler -ki onlar Cehennemliktirile Allah Teâlâ cehennemi doldurur. Dolduktan
sonra ise, onda bir eksilme olmayacağı gibi çıkma da söz konusu değildir.
Allah Teâlâ hacıya İblis’in bulunduğu
yerden uzaklaşmayı emretti. Orası, uzaklaşma yeridir. İblis el-Baid isminin
hükmü altındayken Arafat’takiler el-Karib isminin hükmü altındadır. O halde
onların hiç biri, isimlerin hükmünden ayrı kalmamıştır. Urne’de hacı yapan
kişi, o bölge Arafat’tan sayıldığı için tam hacıdır, fakat sevabı eksiktir.
Nitekim imamdan önce Arafat’tan ayrılmada da aynı şeyi açıklamıştık. O halde
Urne bölgesi, şeytana ortaklık anlamı taşıdığı için vakfe için kerih sayılmış
bir yerdir.
Dikkat ediniz! Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem orada sabah namazını kaçırdığı vadinin içinden ayrılmış,
bunun nedenini belirtirken şöyle demişti: ‘Burası şeytanın bulunduğu bir
vadidir.’ Çünkü İblis Bilal’i uyutup fecri gözetmesine engel olmuştu. Bir
hadiste şöyle denilir: ‘Şeytan her birinizin başma bir ip bağlar. Uyuduğunda
her bir düğüm yerine üç düğüm daha artar. Uzun bir geceden sonra kalkacaksın.’
Öyleyse Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Urne’nin içinden hızla
ayrılmakla şeytana komşuluktan uzaklaşmayı kastetmiştir. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem orada namaz kılmış olsaydı, bu geçerli olurdu. Başka bir
ifadeyle kendisine uyku fitnesinin isabet ettiği o yerde namaz kılsaydı,
geçerli olurdu. Halbuki Peygamber tenzih anlamıyla o yerden ayrılmıştı, yoksa
haram kılma şeklinde ayrılmamıştı.
İblis’in de marifetten payı vardır.
Bu nedenle melekler onu Arafat’tan uzaklaştıramamış, o da burada vakfe
yapmıştı. Şu var ki, insanlar imamları indiği için onun başka bir yerine inmiştir.
Arafat’ın her bir yeri, durma yeridir ve Urne de Arafat’tandır. Öyleyse bize
belirttiğimiz nedenle Urne’nin içinden yukarı çıkmak emredildi.
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin bu emrini farz anlamında yorumlayan kimse, haccı
geçersiz sayar. Hacılar, Arafat’tan inerken Urne’nin içinden ayrılır. Çünkü
Müzdelife’nin sınırı, Urne’den ibaret olan vadinin ucudur. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Arafat’tan ayrıldığınızda.”49 Herhangi bir mekanı belirtmemiş,
bütünüyle Müzdelife’ye çıkmayı kastetmiştir. Buradan Allah Teâlâ’nın hacı olan
ve olmayan bütün vakfe yapanları bağışladığını anladık: Allah Teâlâ’nın
rahmeti her şeyi kuşatır. Sınırlama ise, mutlak varlık sahibinin bir niteliği
değildir. Allah Teâlâ’nın rahmetiyle Allah Teâlâ’dan başka her varlık hayat
bulur ve rızıldanır. Öyleyse rahmet, kuşatıcıdır. O her yerde o yerin gereğine
göre verir. Bu rahmetin söz gelişi ateşteki etkisi, cennetteki etkisinden
farklıdır. Allah Teâlâ, başarıya erdirendir. O’ndan başka Rab yoktur. •
FASIL
İÇİNDE VASIL
Müzdelife
Bilginler, Müzdelife’de
geceleyip orada akşam ve yatsı namazını kılan,
kurban günü ise sabah namazını kılan, namazdan sonra ise gün aydınlanıncaya
kadar orada duran, sonra Mina’ya geçen hacının haccının tam olduğunda görüş
birliğindedir. Bununla birlikte Müzdelife’de durmanın sabah namazından sonra
mı; orada gecelemenin haccın farzı mı sünneti olduğu hususunda görüş ayrılığına
düşmüşlerdir. Bazı bilginler, Müzdelife’de durmanın haccın farzı olduğunu
söylemiştir. Durmayanın, kan borcu (küçükbaş hayvan kurban etmek) vardır ve
haccetmesi gereldr. Bir kısmına göre ise, Müzdelife’de durmayan ve orada
gecelemeyen kişinin kan borcu vardır. Bir kısmı ise şöyle demiştir: Orada
sabah namazı kılmazsa kan borcu vardır.
Müzdelife yalcınlık anlamı taşır.
Amel de yaklaştırıcıdır. Yalcınlık mahallinde yalçınlaşmayı yitiren kimse, hac
yapamamış sayılır. Çünkü hac bütün bu fiillerden meydana gelen yetkin bir
yapıdır. Öyleyse hac için bu şart, sahibi için nefsi (zorunlu) nitelildere
benzer. Bu niteliklerden birisi olmadığında, nitelenenin varlığı ortadan
kalkar. Farklı şeylerden meydana gelen her ibadet, ancak o şeylerin bütünüyle
birlikte geçerli olabilir. Söz konusu unsurlar ‘rükünler’ diye isimlendirilir. Böylelikle
ibadetlerde rükünler diye isimlendirilen bu şeyler zat ve varlıklarda unsurlar
diye isimlendirilir. Bu yapıların kendilerini koruyan nefsi nitelikleri olsa
bile, aynı zamanda onların ayrılmaz özellikleri de vardır. Bunlar resmi
tanımlarda var olan şeylerdir, çünkü onlar kendilerini niteleyen şeyden ayrılmaz.
Bazı bilginler ise, nitelenenin
onlardan ayrılmayacağını söylemiştir. Örnek olarak insan için gülmeyi
verebiliriz. Bunlar da nefsi niteliğe benzer. Böyle düşünen bilginler, lazım
olmadığında melzumun da olamayacağını söyler. Bir kısmı ise, bir şeyin özsel
tanımının lazım (ayrılmaz özellik) olmaksızın geçerli olabileceğini düşünerek
şöyle demiştir: Ayrılmaz özellik dışta kalkmaksızın, zihinde ortadan kalkarsa
bir şey için batıllık hükmü verilemez.
Allah Teâlâ orayı Meşar-i Haram diye
isimlendirdi. Bunun amacı, (meşar kelimesinin köklerinden biri olan şuurla
ilişkili olarak) bu ibadetimizi Allah Teâlâ’nın kabul ettiğini bize
hissettirmek ve buna bağlı olarak mağfiret ve inayeti dile getirmekti. Allah
Teâlâ orayı haramlık özelliğiyle de niteledi. Çünkü orası Harem’de (yasak yer)
bulunur ve bu nedenle Harem’deki her şey haram saydır, çünkü o da oranın bir
parçasıdır. Allah Teâlâ’nın orada belirttiğimiz şekilde zikredilmesi emredildi,
çünkü bir şey adının söylenmesiyle zikredilmez. O, ancak övücü nitelikleriyle
zikredilebilir. İsimler ille anlamında nitelik olarak değd, isimlendirileni
tanıtmak üzere konulmuştur. Dolayısıyla özel isim, bu övücü niteliklere sahip
olan zikredilenin kim olduğunu tanıtmak üzere zikredilir.
Taş Atmak
Akabe cemreleri hakkında görüş birliğine varılan husus, güneş doğduktan sonra istiva
vaktine yaklaşıncaya kadar, kurban günü yedi taşın atılmasıdır. O gün başta taş
atılmaz. Bilginler, fecirden önce taş atımı hususunda görüş ayrılığına
düşmüştür. Bir kısmı, caiz olmadığını ve yinelenmesi, yani atmanın yinelenmesi
gerektiğini söylemiştir. Bir kısmı ise, caiz olduğunu ve güneşin doğumundan
sonra atılmasının müstehap olduğunu söylemiştir ki ben de bu görüşteyim. Bir
kısmı ise şöyle demiştir: Taşların kurban günü güneşin batımından önce atılması,
yeterhdir ve yükümlülük gerekmez. Bazı bilginler ise, kurban günü güneşin
batımından sonra taşları atanın kan akıtmasının müstehap olduğunu söylemişken
güneş batıncaya kadar atmayıp gece ya da daha sonra taş atan kimsenin durumu
hakkında görüş ayrılığına düşülmüştür. Bir kısmı onun kan borcu olduğunu
söylemiştir. Bazı bilginler ise, geceleyin taşı attığında bir borcu
olmayacağını, ertesi güne bırakırsa kan borcu olduğunu söylemiştir. Bir kısmı
ise, taş atmayı sonraki güne ertelese bile, yükümlülüğü olmayacağını
söylemiştir.
Dönme’ye gelirsek, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem bu konuda onlara ruhsat vermiştir. Bazı bilginler
şöyle demiştir: Dönme’de ruhsatın anlamı, kurban gününün geçmiş olmasıdır.
Bundan sonra, Akabe cemreleri atılır. Sonra üçüncü gün gelir. Bu gün, ilk
ayrılma günüdür. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem o günde ve sonraki
günde taş atmaya izin vermişti. Ayrılırlarsa, tamamlamış olurlar. Ertesi güne
kadar kalırlarsa, diğer insanlarla birlikte taş atarlar ve ayrılırlar.
Bilginlere göre ruhsatın anlamı, bir günde iki günü toplamaktır. Malik’e göre
ise, vacip şey bir araya getirilir. Böylece üçüncü günde toplanır ve ikinci ve
üçüncü gün adına atılır. Çünkü Malik’e göre vacip olanların dışındaki fiiller
nedeniyle kimse günahkar olmaz. Bilginlerin çoğu, izafe edilen günün öne
alınması veya geciktirilmesi bir olduğu halde, iki günü bir günde toplamaya
ruhsat verir.
Bu fiiller içinden Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin sonra yaptığını öne alan veya onun öne aldığını
sonraya bırakan kişinin durumu hakkında da görüş ayrılığına düşülmüştür. Bazı
bilginler, Akabe cemresini atmadan önce
tıraş olanın fidye borcu olduğunu
söylemiştir. Bazı bilginler ise, yükümlülüğünün olmadığını söylemiştir. Hac
ile ilgili Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden gelen rivayeder daha
sonra zikredilecek ve sen de onları öğreneceksin. Bu esnada her rivayetin
içeriği hakkında ikazlar yapılacaktır. Bazı bilginler şöyle demiştir: Taş
atmazdan veya kurban kesmezden tıraş olan kimse küçükbaş kurban kesmelidir
(kan borcu). Kıran haccı yapıyorsa, iki, bazı bilginler ise üç küçükbaş hayvan
kesmek zorunda olduğunu söylemiştir. Bunlardan ikisi kıran, birisi ise önceden
tıraş olmanın cezasıdır.
Bilginler ifaza tavafını taş atmazdan
ve tıraş olmazdan önce yapanın tavafını yinelemesi gerektiğinde de görüş
birliğine varmıştır. Bazı bilginler ise, bunun gerekmediğini söylemiştir. Evzai
ise, Akabe taşlarını atmazdan ifaza tavafını yapar, sonra eşiyle cinsel
ilişkiye girerse, küçükbaş kurban kesmesi gerektiğini söylemiştir.
Bilginler hacının toplam olarak
atacağı taşların sayısının yetmiş olduğunda görüş birliğine varmıştır. Bunların
yedisi kurban günü atılır. Akabe taşlarını başından ya da ortasından veya
aşağısından attığında ise, bunların hepsi mümkündür. Doğru olan ise,
Peygamberin yaptığıdır ki, o da vadinin içinde atılmalarıdır.
Bilginler, taş Akabe’ye düşmediğinde
atışın yinelenmesi gerektiğinde de görüş birliğine varmıştır. Onlara göre
teşrik günlerinin her birisinde üç kez olmak üzere, yirmi bir taş atılır. Her
atışta yedi taş atılır. iki gün atıp üçüncü gün atmamak da caizdir. Onlara
göre, bu taşların sayısı düşen taşlar sayısınca hesaplanır. Teşrik günü
taşların atılışındaki sünnet, ilkinin atılıp sonra durulup dua edilmesidir.
İkincide de böyle yapılır ve duruş uzatılır. Sonra üçüncü atılır ve artık orada
beklenilmez. Bilginlere göre, her taş atarken tekbir getirmek güzel bir davranıştır.
Teşrik günlerinin taş atımının zeval vaktinden sonra olması da güzeldir.
Bilginler, taşların teşrik günü zevalden sonra atılıp atılmayacağı hususunda
görüş ayrılığına düşmüştür. Çoğu, zevalden sonra atmanın yinelenmesi
gerektiğini söylemiştir. Ehl-i Beyt bilginlerinin bir kısmından ise, güneşin
doğumundan batışına kadar taş atılabileceğini görüşü aktarılmıştır.
Bilginler, teşrik günleri güneş son
günde batıncaya kadar taşları atmamış kimsenin onu bir daha atamayacağında
görüş birliğine varmıştır. Böyle bir insana kurban veya kefaretin vacip olup
olmadığında ise görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bazı bilginler, bütün taşları
veya bir kısmını veya birisini atmazsa kan borcu (küçükbaş hayvan) olduğunu
söylemiştir. Bir kısmı ise, hepsini atmazsa kan borcu olduğunu; bir veya daha
fazla taşı atmazsa, her taş karşılığında bir yoksulu doyurmak şeklindeki bir
kefaret gerektiğini söylemiştir. Ta ki, hepsini terk etmesi derecesine
ulaşıncaya kadar böyle devam eder. Akabe cemreleri ise böyle değildir. Onları
terk eden ldşi, küçükbaş kurban kesmelidir. Bazı bilginler ise, her bir taşta
bir ölçek yemek, iki taşta iki ölçek yemek, üç taşta ise bir kurban borcu
olduğunu söylemiştir. Sevri de benzer bir şey söylemiş, fakat kurbanın dördüncü
taşta olabileceğini ileri sürmüştür.
Tabiin’den bir grup tek bir taşa izin
vererek şöyle demiştir: Tek bir taşa bir şey gerekmez. Zâhir ehli şöyle
demiştir: ‘Bu konuda bir şey gerekmez.’ Allah Teâlâ izin verirse, zikrettiğimiz
görüşlerin rivayetleri daha sonra aktaracağız. Bilginlerin çoğu ise, Akabe
cemresinin haccın bir rüknü olmadığı görüşündedir.
Hacdan çıkmak ise, iki türlüdür: Birisi
büyüktür ki o, ifaza tavafıdır. Diğeri ise küçüktür, o da Akabe taşlarını
atmaktır.
Bölümün bâtını yorumu: Cemreler,
cemaatlerdir. Her bir cemre, bir topluluktur. Temizlikte taş kullanmak
(isticmar), bu kelimeden (cemre) gelir. Bu nedenle taşın topluluk anlamı
taşıması için birden fazla kullanılması gereldr. Tek taşla temizlik
yapılabileceğini söylemenin anlamı yoktur, çünkü onun üç harfi vardır. Araplar
tek bir taşın cemre olduğunu söylemez. Ayrıca taşla temizlik tek sayıda
yapılmalıdır. Bu ise, üç ve daha fazla sayılardır. En çoğu ise, dilde olmasa
da, ibadette yedidir, çünkü bir cemre yedi taştır. Zamansal cemreler de bununla
ilgilidir. Bunlar, şiddetli soğuk mevsimin sona erdiğini bildirir. Her cemre
Şubat ayında yedi gündür. Bunlar, bitişik olarak üç gündür. Her cemre ise yedi
gündür. Böylece, Şubat ayından yirmi bir günü geçmesiyle cemreler biter.
Bunlar, Akabe’de atılan yirmi bir taşa benzer. Bunlar da, üç cemredir. Aynı
şekilde, İlâhî mertebeye de üç anlam karşılığında zat, sıfatlar ve fiiller
denilir. Cemrelerin atılması, selbe (olumsuzlama) işaret eden kanıt ve
burhanlar veya ispata işaret eden ya da nispet ve izafete işaret eden kanıt ve
burhanlara benzer.
Öyleyse ille cemrenin kanıtları zatın
bilinmesine aittir. Bu nedenle kapalı olduğu için orada bulunmaya işaret
ederek, onun sınırında durulur. Zatı bilmek, onunla ilgili olumsuzlamaları
bilmektir. Çünkü belirli bir niteliğin sıfatı yoluyla zat bilinemeyeceği gibi
onun farklı nefsi niteliklerinin olması da mümkün değildir. Bilakis, onun niteliği
kendisidir ve başka bir şey söz konusu değildir. Dolayısıyla, subûtî-nefsî niteliği
bir şey olabilir Ki, o da sadece kendisidir. Bu yönüyle Hakk, hakikati
bilinmeyen, kendisine muhtaç olmak özelliğiyle bilinendir. Bu ise, Allah
Teâlâ’nın mutlak birliğinin bilinmesidir.
Bu bağlamda imkânı düşünerek, zata
karşı şeytanî kuşku insana gelir. Hacı, bir tercih edene muhtaçlık taşıyla onu
atar. Tercih eden, özü gereği varlığı zorunlu olandır. Hacı delil suretiyle
akılların ölçütlerinin düzenine göre kanıtını getirir. Bu ise, ilk cemrenin
ille taşıdır.
Kişi tekbir getirerek taşı atar.
Yani, bu imkan özelliğini Hakka nispet etmekten Hakkı yüceltir. Bu durumda
ikinci kez şeytanî düşünce kendisine Allah Teâlâ’nın bir cevher olduğunu
düşündürmek üzere gelir. Hacı ise, ikinci taş ile onu atar. Bu taş, cevherin
yerleşmeye muhtaç olduğu ya da başkası nedeniyle varlığa muhtaçlık delilidir.
Bu kez şeytanî kuşku, Allah Teâlâ’nın cisim olabileceğini kendisine getirir.
Hacı, bileşiklik ve boyut araçlarına muhtaçlık taşıyla bu düşünceyi kendinden
atar. Bu kez şeytan, O’nun araz olduğu filerini getirir. Hacı ise, arazın yere,
var olmamışken var olmaya muhtaçlık özelliğiyle onu atar. Bu kez kuşku, onun
neden olabileceği kuşkusunu getirir. Hacı, beşinci taş ile onu atar. Bu taş,
nedenlinin onunla varlıkta eşit olmasıdır. Halbuki Allah Teâlâ vardı ve O’nunla birlikte başka bir
şey yoktu. Bu kez kuşku ona doğada gelir. Hacı ise, altıncı taş ile onu atar.
Bu ise, çokluğun onunla ilişkisi ve doğanın ferderinden her birinin doğal
cisimleri var edişte kendisiyle birleşmek üzere bir başka şeye muhtaçlığıdır.
Çünkü doğa iki fail ve edilgenin toplamından ibarettir. Bunlar sıcaklık,
soğulduk, yaşlık ve kuruluktur. Bunlar, kendileri nedeniyle bir araya
gelemeyeceği gibi kendileri nedeniyle de ayrılamaz. Bunlar ancak sıcak, yaş ve
kuruda var olabilir. Bu kez şeytanî düşünce yoklukta kendisine gelir ve şöyle
der: Bu yoksa, şu da yoksa -böylece zikredilenlerin hepsini bir bir sayaröyleyse
hiçbir şey yoktur! Hacı ise, yedinci taş ile onu atar. Yedinci taş Allah
Teâlâ’nın mümkündeki delilleridir. Allah Teâlâ’nın mümkündeki delilleri,
mümkünün bir tercih ediciye muhtaç olmasıyla sabittir. O, özü gereği varlığı
zorunlu olandır ve bizim tercih edici olarak ispat ettiğimiz kimsedir. Böylece
ilk taş atma tamamlanır.
Sonra, ikinci cemreye geliriz.
Burası, manevi nitelikler mertebesidir. Kuşku insana şöyle der: Mümkünün
varlığını tercih eden bir zatın varlığını kabul ettik. Bazı kimseler, bu zatın
kendisinden zuhur ettiği şeyi bildiğini söylemiştir. Biz, bu kuşkuyu ilk taş
ile atarız. Hacıya gelen ille düşünce bu ise, durum böyledir. Bazen, başka bir
nitelikte hacıya bir kuşku gelebilir. Hacı ise, yedi niteliği tamamlayıncaya
kadar kendisine gelen kuşkuya göre taşı atar. Bu yedi nitelik hayat, irade, bilgi,
kudret, kelam, duyma ve görmedir. Bazı arkadaşlarımız, bu üçü, yani duyma,
görme ve kelamı aidi deliller içinde şart görmeyip onları sabit olduklarında
şeriattan öğrenir. Onların yerine ise, üç şey yerleştirir. Bunlar, bilgiye
gerekli olan, hakkında caiz olan ve imkansız olan şeylerdir. Bununla birlikte,
diğer dört nitelik sabittir ki onlar bilgi, kudret, irade ve hayattır. Böylece
şeytan, onlardan her birine ait bir kuşku getirir. Hacı, bütün akli delillerin
taşlarıyla gereken şekilde sahih ölçüye göre kuşkuları atar. Hacı burada direnç
göstermeyi sürdürür. Bu ise, orta cemrede beklemek ve dua etmek demektir.
Sonra, hacı üçüncü cemreye gelir.
Burası da, fiiller mertebesidir ve bunlar da yedidir. Hacının aklına önce
türeyenler ve bunların kendi başlarına var oldukları kuşkusu gelir. Hacı, bu
kuşkuyu onların özel bir yönden Hakka muhtaç olmaları taşıyla atar. Şeytanî
düşünce, hacının muhtaçlık hakkındaki bilgisinden geri dönmediğini öğrenince,
ona muhtaçlığın Haktan başka bir nedene olduğunu gösterir. Bu sebep ise,
unsurlardır. Musul’da unsurlara ibadet edenleri gördük. Şeytan hacıya bu
kuşkuyu getirdiğinde, Hakkın bu unsurlarda etkin olduğu düşüncesini
sağlayabilir. Güç yetiremezse, yapabileceği nihai şey, unsurları ortak kabul
etmesini sağlamaktır. Hacı ise, ikinci taş ile bunları atar. Şey. / 4 ı
' • tana bu unsurların tıpkı kendilerinden türeyenler gibi başkasına muhtaç
olduklarını delille gösterir ki, o başkası Allah Teâlâ’dır. Arif her zaman
mümkünde bulunan özel yöne bakar. Bu özel yön, Allah Teâlâ’dan kendisine
dönüktür. Yoksa, o şeyin neden veya şart olarak kendisine nedenseli ile yoluyla
bağlandığı ve dayandırıldığı şeye bakmaz. Bizim arkadaşlarımızın bakışı budur.
Ben bizden öncekilerden veya bildiğim kadarıyla zamanımızdakilerden hiç
kimsenin her mümkündeki bu özel yönü var saydığını görmedim. Bununla birlikte
bunu bilmiyor değillerdir. Fakat
Allah Teâlâ şu sözünde haklıdır: ‘Biz
ona sizden daha yakınız:350 Kast edilen sebeplerdir. ‘Fakat siz görmezsiniz.’351 Yani siz o şeyin sebebe değil bize
dayandığını görmezsiniz. Gözümüzü her mümkündeki bu özel yönü görmek üzere açan
Allah Teâlâ’ya hamd olsun.
Hacı üçüncü taşı zikrettiğimiz
şekilde attığında, şeytan ona unsurların varlığının dayandığı sebebi
düşündürür. O da, Felek’tir. Şeytan şöyle der: Bu unsurları var eden,
Felek’tir. Söylediğimde de haklıyım. Hacı ise, üçüncü taş ile bunu atar. Bu da
Feleğin -ki şekildirdaha önce zikrettiğimiz şekilde özel yönden Allah Teâlâ’ya
muhtaçlığıdır. Bunun üzerine, muhtaçlıkta kendisini tasdik eder ve şöyle der:
Yanılıyorsun! Şekil cisme muhtaçtır. O olmasaydı, şekil (felek) ortaya
çıkmazdı. Hacı ise, dördüncü taş ile bu kuşkuyu atar. Bu taş, cismin özel
anlamda Allah Teâlâ’ya muhtaçlığıdır. Şeytan da kendisini tasdik eder ve
kendisine şöyle der: Söylediğin var olan muhtaçlık yönünden doğrudur. Fakat
Felek, akılcıların ‘tüm heyula’ diye isimlendirdiği Heba cevherine muhtaçtır.
Cismin sureti ancak onda ortaya çıkar. Hacı bu kuşkuyu beşinci taş ile atar.
Bu ise Heba’nın daha önce zikrettiğimiz gibi Allah Teâlâ’ya muhtaçlığın
delilidir. Bunun üzerine şeytan şöyle der: Bilakis o dinde Levh-i mahfuz diye
ifade edilen tümel nefse aittir. Hacı ise, altıncı taş ile onu atar. Bu ise,
tümel nefsin yine özel yönden Allah Teâlâ’ya muhtaç olması delilidir. Şeytan
muhtaçlıkta kendisini tasdik eder fakat şöyle der. O ilk akıla muhtaçtır. İlk
akıl ise, bu nefsin kendisinden doğduğu yüce Kalem’dir. Hacı yedinci taş ile bu
kuşkuyu atar. Yedinci taş ille akılın Allah Teâlâ’ya muhtaçlığıdır. Allah
Teâlâ’nın ardında ise, varılacak bir hedef yoktur. Öyleyse şeytan Allah
Teâlâ’dan sonra söyleyebilecek bir şey bulamaz. Bu nedenle de haçı artık, Akabe
cemresinde duramaz. Burası cemrelerin sonuncusudur. Çünkü daha önce de
söylediğimiz gibi Allah Teâlâ’nın ardında bir hedef yoktur.
İşte bu, ariflerin Mina’da attıkları
taşların ifadesidir. Burası temenni ve arzulara (ve güvene) ulaşma mekanıdır.
Çünkü burası yemek, içmek, cinsel ilişkiye girmek ve nimetlenme günlerinin
gerçekleştiği yerdir. Öyleyse burası dünyadaki cennettir ve orada hacıdan kir,
pislik, toprak ve çamur temizlenir. Bu bölgenin Mina diye isimlendirilmesin!
sağlayan temenni gücü, sahibinin -ki o arzu ettiği şeyden mahrum kalan
İçişidirtemennisinin nezdinde bulunduğu kimsenin mertebesine bilfiil ve en yetkin
şekilde ulaştırmasıdır. Bu temenni şuna benzer: Zengin bir insan, türlü
iyilikler yapar ve malını Allah Teâlâ’nın rızası uğruna harcar. Yoksul ise, bu
zengin kadar malı olsa da onun yapabilmeyi temenni eder. Bu iki insan, ecirde
eşittir, hatta yoksul daha çok ecir alır. Çünkü o, hesaba çekilmeksizin en
yetkin tarzda tam sevap elde eder. Bu iyiliği yapan insana malım nereden
topladığı, harcarken ihlaslı olup olmadığı sorulacaktır. Bu meşakkadi ve yorucu
işlerden sonra ödüle ulaşır. Temenni eden ise, yorulmadan ve hesaba çekilmezden
nimete ulaşır.
Taşları attıktan sonra hacı başını
tıraş eder. Kast edilen, kurban günü Akabe taşlarıdır. Bunlar çoğul olarak
isimlendirilmiştir, halbuki o gün tek bir cemre vardır. Çünkü taşların her biri
diğerine tamlamayla çoğul diye isimlendirilir. Öyleyse o, bu bakışa göre
çoğuldur. ‘İki cevher bir araya geldiğinde, iki cisim olur’ dersin. Başka bir
ifadeyle, onlardan her birine diğeriyle bir araya gelmek nedeniyle cisim adı
verilir. Öyleyse bu ikisi bu bakışa göre iki cisimdir. Nitekim Allah Teâlâ
şöyle buyurur ‘Her şeyi çift yarattık.’352
Allah Teâlâ, her şeyden -söz gelişi erkek ve dişi gibitek bir çift yarattık
der. Böylece onu belirttiğimiz yorumla çift diye isimlendirdi. Çünkü her bir
şey diğeri kendisine eklenmeksizin çift olamaz. Diğeri eklendiğinde ise, her
birine çift adı verilir ve onlardan iki çift diye söz edilir. Allah Teâlâ,
Kuran’da bunu dikkate aldığı için biz de bundan sonra cemreleri atar dedik ve
Akabe cemresini cemreler diye çoğul olarak isimlendirdik. Çünkü oradaki taşlar
fazladır. Biz söz tekrar etmeyiz, çünkü ilâhî genişlik nedeniyle varlıkta
tekrar yoktur.
Hacı Akabe cemresini attığında saçını
tıraş eder. Bu ise, saçı kısaltmaktan daha uygundur. Çünkü bir şeyin farkına
varmak (şuur ve saç anlamındaki şa’r ilişkisi), o şeyi tam ve ayrıntılı bilmeye
benzemez. Kul burada bir şeyin olduğunu zanneder ve onu elde ettiğinde ise şuur
kalkar ve fark ettiği şeyin ayrıntısıyla tam bir bilgi sahibi olur. Nitekim
mücmelde o şeyin ayrıntılı Hakk geldiğini bilmezden önce tafsili fark eden
kimse bu durumdadır. O halde şuuru aktarmak, bilginin varlığıyla şuuru izale
etmek demektir. Şuurun aktarımı, (zâhirde) bilginin varlığıyla ‘saçın
kesilmesi’ demektir, çünkü saç başa bir örtüdür (bilgisizliğin simgesi).
Sonra Hacı, güzel koku sürünür ki,
ulaştığı helallik durumunun kokusu ortaya çıksın. Söz konusu şey daha önce
kendisine yas aleti. Nitekim ihrama girerken de ihram için koku sürünmüştü.
Onun amacı, kendisine intikal ettiği ve temiz yaptığı şeyin kokusunun meydana
gelmesini sağlamaktı. Çünkü her iki durumda da meşru ve Allah Teâlâ’ya
yaklaştırıcı bir iyiliğe geçmiştir. Allah Teâlâ temizdir ve temizi kabul eder. Allah
Teâlâ çirkini temizden ayırır. Allah Teâlâ her iki durumda da temizi fiillerin
temizliğine bir uyarı yaptı.
Sonra hacı, kurbanını keser. Bunu
yaparken o hayvanın canını bu karanlık doğal heykel hapsinden yüce aleme, yani
genişlik ve iyilik alemine göndermeyi niyetlenir. Bize göre bütün canlılar,
ruh ve akıl sahibidir. Onlar, (bilgiyi) Allah Teâlâ’dan akleder. Bu nedenle Allah
Teâlâ onlar hakkında ‘Hepsi namaz ve tespihini bildi’353 demiştir. Bu hayvanların ruhlarını Allah
Teâlâ’ya şükür olarak bu günde serbest bıraktık. Nitekim biz de o gün
sınırlanma halinden çıktık. Sınırlanma, üzerinde bulunduğumuz ihram halidir.
Biz de, o halden helallik ve Allah Teâlâ’ya yaklaştırıcı mubahlarda serbestçe
davranma haline çıktık. Sonra, onların bir parçası bizde bulunsun diye kurbanın
ederinden yeriz. Böylece zevk yoluyla onlara özgü zikrin ne olduğun müşahede
ederiz ve onu Allah Teâlâ’ya itaat ederken bize gereldi harekette yardımcı bir
unsur yaparız. Çünkü beslenmek zorunlu ise böyle bir besini almak daha
yerindedir.
Sonra Rabbimizi ziyaret etmek üzere
Evi’ne konuk olduk. Allah Teâlâ ihramlı iken bizi gördüğü gibi kendisine bir
şükür olarak ihramsız olarak da bizi görür. Allah Teâlâ gözlerimizi açmış ve
bize yasakladığı işlerde tasarruf izni vermiş, biz de bunun karşılığında bir
saygı ve biat olarak O’nün sağ elini öperiz. Sonra, etrafında yedi kez döner ve
İbrahim makamının ardına ulaşırız. Tavafta kastedilen şeyler ve küdum tavafındaki
namazla ilgili hususlardan daha önce konuşmuştuk. Fakat İbrahim makamının bir
namazgah edinilmesine dikkat çekmemiştik. Orada halimizin verdiği miktarda bir
dostluğa ulaşırız, çünkü Allah Teâlâ bize orayı namazgah edinmeyi emretti. Allah
Teâlâ, dikkatimizi Peygambere dua etme niteliğinin anlamına da çekti. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: ‘Allah Teâlâ’m! Muhammed’e ve onun
âline (ehline) merhamet eyle.’ Bütün müminler, onun alidir. ‘İbrahim’e merhamet
ettiğin gibi.’ Özellikle İbrahim’in seçilmesinin nedeni, dostluktur. Bu
dostlukla Peygamber için dua ettiğimizde, Allah Teâlâ duamıza olumlu karşılık
vermiştir ki, onun nezdinde bir yer kazanalım. Allah Teâlâ, bu dua nedeniyle
bize on kat merhamet etmiştir. Böylelikle Allah Teâlâ, peygamberi adına ödülü
kendisi vermiştir.
Bu ise, Peygambere inayetinin ve bizi
şerefli kılmasının bir sonucudur. Çünkü Allah Teâlâ bu mükafatı bir meleğe veya
başkasına bırakmamıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, kendisi için
yaptığımız duaya Allah Teâlâ’nın olumlu karşılık vermesi nedeniyle bu esnada
şöyle demiştir: ‘Ben bir dost edinseydim, Ebu Bekir’i dost edinirdim.’ Fakat
arkadaşınız -kendisiAllah Teâlâ’nın dostudur.’ Bu dostluk, ümmetinin kendisi
hakkındaki duasından önce gerçekleşmiş olsaydı, o konudaki duamız yararsız
olurdu. Başka bir ifadeyle bu konuda peygambere yaptığımız dua yararsız
kalırdı.
Şöyle denilebilir: Daha önce
sahabenin duasıyla Peygamber için dostluk gerçekleşmiş olmalıdır. Bizim
duamızın yararı ne ola? Bize bu vakitte -dostluk gerçekleşmiş olsa
bilepeygambere dua etmek emredildi. Birinci neslin hükmü de böyle olabilir.
Belki de, sahabenin duasından önce Peygamber için bu makam gerçekleşmiştir. Bu
durumda sahabinin bu konudaki duası, bizim duamız gibidir. Şöyle deriz: Dostluk
makamının gereği burada değil, ahirette ortaya çıkacaktır. Anlama ait hüküm,
anlam gerçekleştikten sonra gerçekleşebilir. Öyleyse anlam bir yerde bilfiil
var olduğunda, hükmü orada zorunlu olarak ortaya çıkar. Ahirette ise, hükmünün
ortaya çıkması nedeniyle dostluğa ulaşılır. Dünya hayatında dostluktan ortaya
çıkan şey, ondan gözüken ve kişinin dosduğa ehil olup ilgiye mazhar olduğunu
gösteren parıltılardır. Doğru yorum budur.
Gerçek cevap şudur: içimizden her
birinin Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden bir payı vardır. Bu ise,
insanın bâtınında bulunan surettir. Başka bir ifadeyle her insanın bâtınında
Peygamberden bir parça vardır. Peygamber, her nefste o şahsın kendisi
hakkındaki inancına göre bulunur. Bu nedenle herkes, zikredilen duayla
Peygambere dua eder. Ondaki Muhammedi suret ise, yapılan o duayla ve salavat
ile dua edilen hali elde eder. Bu yönden Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
ancak her nefsin duasından sonra dostluğu elde edebilir. Allah Teâlâ ehli,
keşflerinde bunu böyle bulmuştur, bunu bilmelisin!
VAKIA
Allah Teâlâ seni başarıya erdirsin,
bilmelisin ki, Halil İbrahim makamında ve yerinde bu
sözü yazıyordum. Allah Teâlâ bu makam için ‘hakkını
ödeyen İbrahim’354 demişti. Çünkü o, oğlunu gördüğü
rüyanın gereğini yerine getirmişti. Bu esnada beni bir uyku aldı. Ansızın ruhlardan’
birisi, bana Allah Teâlâ’dan şöyle aktarıyordu: ‘O çok ah çeken ve bağışlayıcıdır.’
Sonra bana ‘İbrahim ah çeken ve hilim sahibiydi5355 ayetini
okudu. Anladım ki, Allah Teâlâ bana kendisiyle beraber hilim de bulunan bir
güç verecektir. Çünkü kudretsiz hilim, hilim değildir. Bir takım insanların
benim şerefim hakkında söz etmesiyle Allah Teâlâ’nın beni sınayacağını anladım.
Ben ise, gücüm yettiği halde onlara karşı hilim gösterecek ve pek çok eziyet
görecektim. Çünkü burada mübalağa kalıbıyla halîm (çok bağışlayan) ismi
getirilmişti. Sonra İbrahim, evvah (çok ah çeken, inleyen) diye isimlendirildi.
Bunun anlamı, sürekli inleyen ve ah çeken demektir. İbrahim Allah Teâlâ’nın
celalini müşahede ediyor ve Hakkın bu İlâhî celaline layık saygıyı gösterecek
şekilde davranamayacağını biliyordu. Hiçbir yaratık, Allah Teâlâ’nın celalinin
gereği olan büyüklük ve güce karşı koyamaz. İbrahim’in makamını namazgah
edinmemizin nedeni budur. Yani, namazda duanın ya da namazın ardından bu
makama ve niteliğe ulaşmamız için bize dua etmek emredildi. Bu nitelik, Allah Teâlâ’nın
dostu olan İbrahim’in niteliği, onun hah ve makamıdır. Biz de, bu dosduktan bir
payımız olmasını umarız. Nitekim kemalden, sonluktan ve bu ümmet içerisinde
eşyaya yayılan üstünlük derecesinden -bu konudaki müjde nedeniylebol bir pay
elde edilmiştir.
İbrahim’in makamıyla ilgili bir husus
da, onun Allah Teâlâ için ayağa kalkmış bir ümmet olmasıdır. O, Allah Teâlâ’ya
ortak koşmayan, nimetlerine şükreden bir kuldu. Allah Teâlâ onu seçmiş ve doğru
yola yönlendirmişti. Burada, yıldızlar hakkında söylediği ‘0 benim Rabbimdir’356
sözü gibi kendisiyle ilişkilendirilen bağışlanmış ya da kınanmış genel anlamda
şirk ve ortak koşma kastedilmiştir.
İbrahim’in makamının bir yönü, Allah Teâlâ’nın
birliği hakkında kanıtın kendisine verilmesi ve nimederine şükreden olmasıydı. Allah
Teâlâ, onu seçmiş ve bu nedenle İbrahim seçilmiştir. Ona hidayet etmiş, yani
kendisine gösterdiği şeye ulaştırmıştır. Onu dosdoğru yola ulaştırmıştır.
Bu yol, Hud Peygamberin sözünde geçen
‘Rabbin yolu’dur. Hud Peygamber ‘Rabbim doğru
yoldadır’357 der. Bu
makamın başka bir özelliği ise, İbrahim’in hanif olmasıdır. Başka bir ifadeyle
o, bütün hallerinde bir müşahede ve görüye dayanarak Allah Teâlâ’ya yönelir; Allah
Teâlâ’nın emrinden ve O’nun mertebesini yeğlemesi nedeniyle nefsinden Allah
Teâlâ’ya yönelirdi. Bunu ise, yerleştirildiği makam ve gördüğü müşahedeye göre
yapardı. Kısaca İbrahim, kendisinden meyletmek gereken her şeyden Allah Teâlâ’nın
emriyle (Allah Teâlâ’ya) meyleder ve yönelirdi.
İbrahim’in makamının bir özelliği de,
onun ‘müslüman’ (teslim) olmasıydı. Başka bir ifadeyle, herhangi bir tereddüt
olmaksızın, kendisini davet ettiği işte Allah Teâlâ’ya boyun eğerdi.
Ümmet iyiliğin öğretmenidir. Biz de,
insanlara bu bilgiyi öğretirken, iyiliğin öğretmeni olmaktan nasiplenmeyi
umarız. Kimsenin Allah Teâlâ’nın katından, yani O’nun bilgisinden başkasıyla
ortak olmadığımız bir hususun bize tahsisini ve onu öğrenmeyi umarız. O konu
sadece bize özgü olduğu için, o konuda ümmet (ve öğretmen) olmayı umarız. Kanıt
ise, Allah Teâlâ’ya itaat eden demektir. Ben de, gizli ve açıkta Allah Teâlâ’ya
itaat edenlerden olmayı umarım. İtaat ancak ilâhı adetler ve hitaba bağh
emirler esnasında söz konusu olabilir. Ben, Allah Teâlâ’nın sırrımda emir
verdiği ve doğrudan emirlerine bağlanan kimselerden olmayı umarım.
İbrahim Peygamberin makamının bir
özelliği de, salah (iyilik) idi. Bize göre salah, kulun ulaşabileceği, dünya ve
ahirette nitelenebileceği en şerefli makamdır. Çünkü salah, Allah Teâlâ’nın
seçkin kullarına ihsan ettiği bir niteliktir. O, her peygamber ve nebinin
ulaşmayı arzuladığı bir niteliktir. Bizde, peygamberlerden varis olduğumuz ve
bizden başkasında bulunduğunu görmediğimiz bu konuda büyüle bir zevk vardır.
Salah, meleklere ve ruhanilere özgü niteliktir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle demiştir: ‘Kul teşehhüdünde salat bize ve Allah Teâlâ’nın salih
kullarının üzerine olsun dediğinde, gökte ve yerde bulunan bütün salih kullara
bu dua ulaşır.’
İbrahim’in makamının bir özelliği, Allah
Teâlâ’nın dünyada hayattayken ödülünü vermiş olmasıdır. Bu, her peygamberin ‘benim
ücretim Allah Teâlâ’ya kalmıştır’358 demesidir. Kastedilen, tebliğ
ücretidir. İbrahim’in ücreti, Allah Teâlâ’nın onu ateşten kurtararak ateşi ona
serin ve esenlik yapmasıdır. Ben de, benden çıkan her türlü günah ve
itaatsizliğin hükmünü İbrahim’in atıldığı ateş gibi yapmasını Allah Teâlâ’dan
umarım. Bunu ise, bir amel karşılığında değil, Allah Teâlâ’nın bir ihsanı
olarak beklerim. ‘O ahirette de talihlerden idi.’359
Yani bu ödül nedeniyle dünya hayatında Allah Teâlâ’nın kendisini kurtarmış
olması, ahirette ulaşacağı ödülü hiçbir şekilde eksiltmez.
İbrahim’in makamının bir özelliği de,
ahde vefadır, çünkü o sözüne vefa gösteren kimsedir. Ben de, ‘Allah
Teâlâ’ya verdikleri sözü yerine getiren, sözleşmeyi bozmayan, Allah Teâlâ’nın
birleştirmeyi emrettiği şeyi birleştiren, Rablerinden korkarak kötü hesaba
çekilmekten korkanlardan’360 olmayı umarım. İnsanları sürekli
buna teşvik ettiğim gibi arkadaşlarımı da bu konuda yönlendiririm. Sözümü
dinleyenlerin, az ya da çok hayırla ilgili olarak Allah Teâlâ karşısında
verdiği sözü bozmasına rıza göstermedim. Böyle bir insanın günaha düşürmeyecek
bir ruhsat nedeniyle bile olsa verdiği sözü bozmasına müsaade etmedim. Ruhsat
bulunsa bile insan Allah Teâlâ’ya verdiği sözü yerine getirir ve en üst makam
nedeniyle tam ve yetkin bir şekilde sözünü yerine getirir ve onu bozmaz. Sözü
bozmaya alışıp onu ihlal etmeyi helal sayan bir neftsen hiçbir şey meydana
gelmez.
Bütün bunlar, Allah Teâlâ’nın bize
namazgah edinmeyi emrettiği İbrahim’in makamının özellikleridir. Allah Teâlâ
bize şöyle buyurdu: ‘İbrahim’in makamını namazgah ediniz.’361 Başka bir iadeyle, orada namaz
kılarken İbrahim adına gerçekleşmiş bu makamlara ulaşmak için dua ediniz. Nitekim
bunu daha önce ifade etmiştik.
Bu vakıada bana şöyle denildi:
‘Arkadaşlarına söyle, yolculuğumdan önce varlığımı ganimet bilsinler.’ Ben de,
içinde bu sözlerin de bulunduğu şu şiiri yazdım. Üyandıktan sonra da şöyle
dedim:
Bana bir hitap geldi Gayemin
bulunduğu mertebeden.
Bir söz söyleyeyim diye
Bütün dindaşlarıma
Varlığımı nimet sayın
Yolculuğumdan önce
Gözlerimle göreyim diye
Kıblemin kim olduğunu
Varlığımda da kimdir .
Benim
İlletim ve sebebim.
Çünkü
ben, yoksulum.
Kapayamam
gediğimi
Benim
sevgim makamımdır.
Hal ise dostluğumdur. ,
Onun
kendisi ise varlığımdır
Bilgi
elbisemdir
Kendimi
davet ettim
Yüz çevirdiğinde
zikirden.
Ben o
değilim
O da
benden bağımsız değil
Tecelli
ettiğinde ise
Hilallerle
birlikte
Varlığımı
görmeye.
Perdemin
ardından benim.
Bana bir
sağ el uzattı
Sırf
öpeyim diye.
Ben de
kendimden başkasını görmedim
O benim
cümlemdendi.
Bu vakıada, Hakka yaklaştırıcı ve
Hakkın ihsan ve inayetine delil olan ilâhî müjdeler gördüm. Allah Teâlâ’dan
bunu dışta da gerçekleştirmesini umarım. Çünkü saygı bu gibi durumlarda Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin söylediğini söylemeyi gerektirir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle derdi: ‘(Rüya) Allah Teâlâ nezdinden ise, Allah
Teâlâ onu gerçekleştirir.’ Bununla birlikte onun Allah Teâlâ katından olduğunu
biliyordu. Ben de, hakkında benzer bir şeyi söylediğim her vakıanın sabah
aydınlığı gibi çıktığını gördüm. Ben o sözü söylerken Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve selleme uyuyor ve onu örnek alıyorum. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem, rüyada Cibril’in Aişe’yi kızıl-ipek örtü içinde getirip ‘bu senin
eşindir’ dediğini görmüş. Rüyasını arkadaşlarına anlattığında, şöyle demişti:
‘Bu rüya Allah Teâlâ katından ise, Allah Teâlâ onu gerçekleştirir.’ Burada uyku
ve hayal mertebesinin gereği olan ihtimalin etkisi nedeniylç, şartlı cümle
kursa bile, rüya Peygamberin gördüğü ve kendisine söylendiği gibi gerçekleşti,
rüyanın ardından Aişe ile evlendi. Ben de gördüğüm her rüyada bunu örnek
edindim ve Peygambere uymada ondan yararlandım. Bütün bunları ise, ‘Rabbini
nimetini zikret’362 ayetindeki
Allah Teâlâ’nın emrine uymak için söyledim. Kitap ve Sünnete uygun olan bu
İlâhî nimederden daha büyük ne olabilir ki?
Konumuza dönüp şöyle deriz: Hacı
ifaza tavafmı tamamladığında üzerinde sa’y kalmışsa, daha önce sa’yden söz
ederken belirttiğimiz şekilde onu tamamlamak üzere çıkar. Yoksa zemzeme gelir,
suyunu yudumlar. Zemzem bir kuyu iken (Bâtınî yorumda ise) doğal-unsurî surette
gizlenmiş bilgidir. Bu su, o surette gizlenmiştir ve nefsler onunla hayat
bulur. Bu su, sırf kulluğa işaret eder. Allah Teâlâ’nın doğadaki hükmü,
göklerde ve yerdeki hükmünden güçlüdür, çünkü o ikisi, bize göre doğa
âlemindendir. Doğal âleminden ise, her cismani beden ulvî ve süflî âlemin hakikatlerinin
birleşimden ortaya çıkar.
FASIL
İÇİNDE VASIL
‘Sana hilallerden sorarlar,
de ki onlar insanlar ve hac için vakitlerdir’361 Ayeti Hakkında.
Burada Allah Teâlâ hac için demiş, hacı için dememiştir.
Böylece ayette haccı, insanların konumuna yerleştirmiş ve onu -anlam kendisini
talep etse bileborç ve alış» verişlerin konumuna yerleştirmemiştir. Buradan Allah
Teâlâ katında haccın hükmünün ayların dikkate alındığı, başka bir ifadeyle ay
ölçülerinin dikkate alındığı eşyanın hükmüyle bir olmadığını anladık. -
Hac özel, belirli ve tamlama yapılan
bir davranıştır. İnsan onu diğer alış veriş ve borçlanmalarındaki fiilleri
gibi yapar. Bu nedenle Şari, bu özel fiillerin zikrine özen göstermiştir, çünkü
onlar, amaçlı olarak
' >
416 Fütûhât-ı Mekkiyye 5
Allah Teâlâ için yapılan özel
fiillerdir. Kulun bu fiilde bedensel riyazetten ibaret olan az bir yararın
dışında dünyevi bir yararı yoktur. Bu nedenle haccın hükmü, pek çok halinde ve
nedenli fiillerinde diğer ibadetlerden ayrışır. Haccın fiillerinin büyüle
kısmı, salt taabbüdi fiillerdir (ibadet maksatlı). Fakihlere göre bu fiillerin
bilinen bir sebebi yoktur. Öyleyse özü gereği bu fiil, hikmetin kendisidir,
yoksa onu zorunlu kılan bir hileme t nedeniyle konulmamıştır. Hacda diğer
ibadederde bulunmayan sevap bulunduğu gibi diğer amellerde bulunmayan İlâhî bir
tecelli de vardır.
Vakfe ayının başında hilal, sayılara
göre bir sayısı konumundadır. Hilalin o gecenin başındaki görünümü, Hakkın
kulda iman ile tecellisi gibidir. İman yükümlü insanda şeriatın talep ettiği
ille şeydir. İman bir ruhtur, bedeni ise ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’
demektir. Hilalin ille gecesini de görürüz. Sonra, tecelli sayıların
yalınlarında büyür ve dokuzuncu geceye ulaşır. Bu gece, tek sayıların
basiderinin son gecesidir. Böylece hilalin görünümü, basit-tek sayılarda
olgunluğa ulaşır. Böylelikle Arafat’ta dokuzuncu gün durulur ve hacı için
yalınların kemaliyle Allah Teâlâ’yı bilmek gerçekleşir. Hacı, O’nun karşısında
bulunur ve oraya dikişli elbiselerden soyutlanarak girer. Bunun anlamı,
bileşildikten soyunmaktır. Dikkat ediniz! Hacı onuncu gün dikişli elbise
giyer, çünkü o, tek sayılardan ille bileşik sayılara ulaşmıştır ki, o da ondur.
Bileşiklik ve akit (bağ), iki şeyin
birbirine atfedilmesi ve bağlanmasıyla iki şey arasında gerçekleşir. Bu ise,
iki kısımdır: Birincisi ilmekli, diğeri ise ilmeksizdir. İlmekli akit, verilen
sözde ve Allah Teâlâ’nın aldığı sözde hızla bozulmaya maruz kalır. Böyle
olmayan ise, hızla bozulmaz.
Yediden sonra haccın geride üç fiili
kalır. Bunlar Müzdelife, Mina ve İfaza tavafıdır. Müzdelife’ye özgü fiil,
fecrin (tan yerinin ağarması) başından doğumuna kadardır. Müzdelife’de
gecelemek, ona özgü değildir, çünkü o, Arife gecesidir. Müzdelife’de ise, gece
yoktur, orada geceleme vardır. Tıpkı Şevde b. Züm’a’nın gecesi gibi. Gece ona
ait iken geceleme (Peygamberin diğer eşi) Aişe’ye aitti. Öyleyse Sevde’ye ait
olan geceleme değil, gece; Aişe’ye ait olan ise, Sevde’nin gecesi değil,
gecesinin gecelemesiydi. Bu nedenle bu gece, sözde Sevde’ye izafe edilmişti.
Aynı şekilde, dokuzdan sonra sayı
mertebelerinden geride üç kalır: Bunlar, on, yüz ve bindir. Belirttiklerimizden
başka sayı mertebesi yoktur. Aynı şekilde, ifaza tavafından sonra da hacının
hacda kendisine helal bir şeyi yasaklayacak bir görevi kalmaz. Bu sayede o,
artık bütünüyle Hil bölgesine ulaşır. Bundan sonra, Mekkeli olmayan için
sadece veda tavafı kalmıştır. Çünkü o, sayı mertebelerine veda etmiş,
kendisinde ise sonsuza dek bileşiklik kalmıştır. İşte bu on iki mertebeyi kul,
sayının kemal tecellilerinde gerçekleştirir. Ardından on üçüncü geceye hilal,
dolunay olarak girer. Bu gece, oruç tutmamanın teşvik edildiği teşrik
günlerinin (mukabilinde) oruç tutulması teşvik edilmiş bîz gecelerindendir
(dolunay geceleri). Bu gecelerde temettü hacı yapan yabancı, oruç tutar.
Kendimize çıkmayla, Allah Teâlâ’dan
sülük etmeyi içeren ayın yarısı sona erer. Biz, sadece O’nu amaçlarız. Sonra
ayın ikinci kısmında bu kez kendisimizden O’na sülük ederiz. Ay, gizlenme
gecesine ulaşır. Bu gece, tam olarak gizlenmedir. Nitekim önceki yarımda ay,
tam görünür haldeydi. Böylece ay, bir yandan görünmezken bir yandan görünürdür,
ikinci hilalle ve başka bir hükümle de, dünya ve ahirette bu sıra böyle döner.
Çünkü Allah Teâlâ, cenneti nitelerken şöyle demişti: ‘Sabah
akşam orada rmkları vardır:364 Allah Teâlâ, cenneti tıpkı dünya
gibi Araplarca bilinen bir zamanın mekanı yaptı.
Hacda hacı, zamanın meyvesini, Zilhicce
ayma özgü İlâhî bilgileri devşirir. Bunun yanı sıra hacı, İlâhî bilgilerde
sayının meyvesini devşirir. Sayının bu konularda bir etkisi vardır. Dikkat
ediniz! Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’yı
belirli günlerde zikrediniz-’36S Peygamber
ise ‘Allah Teâlâ’nın doksan dokuz ismi vardır’ der. Böylece Allah Teâlâ özel
isimlerle sayı hükmü altına girer. Peygamber ise, ‘Allah Teâlâ’nın üç yüz huyu
vardır’ demiştir. Burada Peygamber İlâhî huyları, saymm hükmü altına soktu.
Öyleyse sayının ilahiyat konularında bir otoritesi vardır ve bu otorite,
zikir, isim ve huy alanında geçerlidir. Sayıyı öğrenmeyen kimse, Allah Teâlâ
hakkmdaki bilgiden pek çok şeyi yitirir. Bu nedenle bu bölümde birlikteki çokluğun
ve çokluktaki birlerin varlığını önce zikrettik ki, bu sayınının hükmüdür.
Öyleyse sayı sayanlara yarar sağlayan şeydir. ‘Dediler
ki, bir veya birkaç gün kaldık.’366 Sayanlara sorun.’ Bir ayette ise ‘Bilmiyorsanız,
zikir ehline sorun’367 denilir. Böylece Allah Teâlâ, sayı
sayanları bilenlere kattı. Hac da, hacıya içerdiği İlâhî bilgileri verendir. Bu
nedenle hac vakti, hilalle ilişkilendirildi, insanlara ait yapıldığı gibi
hacıyla ilişkilendirilmedi. '
Allah Teâlâ hilalleri daha önce
belirttiğimiz gibi vakit ölçüleri yaptı, çünkü fiil, ayda ayın yarısına ulaşır.
Bu ise, gerçekte bir tamlık ve kemaldir. Yarım, yarım olduğu için eksik
sayılamaz. Eksiklik olsaydı, diğer yarım onun adına gerçekleşmeyeceği için,
hiç kuşkusuz eksikliği gerçekleştirirken yarım kalırdı. Diğer yarım onun adına gerçekleşseydi,
bu da eksik kalırdı. Allah Teâlâ kutsi bir hadiste şöyle buyurur: ‘Namazı
kendim ile kulum arasmda ikiye böldüm: Yarısı bana, yarısı kuluma aittir.’ Hakkın
kemali, namazın yarısında ortaya çıkar. İkinci yarımı gerçekleştirmekle
nitelenseydi, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ’ya yaraşan kemalde eksiklik olurdu.
Kulun kemali: ise, namazın yarısmı gerçekleştirmede ortaya çıkar. Diğer yarımın
gerçekleşmesiyle nitelenseydi, kulluğunun kemalinde ve bu konuda kendisine
yakışan kemalde eksildik meydana gelirdi. Böylece kul, kendisine ait değil
iken, Rabbin nitelikleriyle nitelenirdi.
Dikkat ediniz! Allah Teâlâ’ya ortak
koşan müşrikin bu zulmünü Allah Teâlâ bağışlamaz. Çünkü bu zulüm, Allah Teâlâ’nın
hakkından değil, başkasının hakkındandır. Allah Teâlâ’nın kul üzerinde bulunup
da kulun ihlal ettiği hakkını Allah Teâlâ’nın bağışlaması, O’nun kereminin
gereğidir. Çünkü kulun hakikati ihmaldir ve ihmalden onu ancak Allah Teâlâ
koruyabilir. Öyleyse kulun hakikatinin gereği olan bir konuda korunmak,
kendisine değil, Allah Teâlâ’ya ve Onun tasarrufuna kalabilir. Hakikatinden
çıkmayan kimse, bundan dolayı yükümlü değildir. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın
yaratıklarına karşı tam delili ortaya çıkar. Öyleyse şirkin kullara karşı
yapılmış zulümlerden olduğu ortaya çıkmıştır.
Çünkü Allah Teâlâ’ya ortak koşulan
yıldız, bitki, hayvan, taş ve insan gibi şeyler kıyamet günü gelir ve şöyle
der: ‘Rabbim! Beni ilah yapana ve beni bana yaraşmayan şeyle niteleyene sor:
Bana yapılan haksızlığın karşılığını ondan al.’ Allah Teâlâ ise, o şeye yapılan
haksızlığı şirk koşandan alır ve şirk koşulan şeyleri kendileriyle birlikte
cehennemde ebediyen bırakır. Bunun böyle olması, o şeylerin yıldız, taş, hayvan
ve bidd olmasından kaynaklanır. Ortak koşulan şey şirkten razı olmayan veya
zâhirde veya bâtında bunu yasaklayan ve kerih gören bir insan ise, şirk koşanla
birlikte ateşe düşmez. Ortak koşma o insanın sözünden veya emrinden
kaynaklanmış ve birlemeksizin ve tövbe etmeksizin ölmüşse, o da şirk koşanlarla
birlikte cehenneme girer.
Dikkat ediniz! Bu davranıştan razı
olmayan kimsenin bir örneği müşrik için ortaya konulur ve onunla birlikte azap
görmek üzere cehenneme girer. Yıldızın, ağacın ve hayvanın üzerine azap
yoktur. Onlar, azaplarına ilave olsun diye ortak koşanlarla birlikte cehenneme
girer. Şirk koşanlar, söz konusu nesnelerin kendilerini ateşten kurtaramadığını
görür. Allah Teâlâ şöyle buyurur. ‘Siz ve Allah
Teâlâ’dan başka ibadet ettikleriniz cehennem yakıtıdır. Oraya varacaksınız.’368 Müşrikler ise, ‘bunlar
ilah oy saydı oraya girmezlerdi’369 der. ‘Onun
yakıtı insanlar ve taşlardır.’370 Onlar cehennem taşlarıdır. Öyleyse
insanlar, şirk koşanlar; taşlar ise ibadet edilenlerdir.
Haklarında iyiliğin takdir edildiği
kimseler, kendilerinin ilah edinilmesini emretmeyen ve bundan razı olmayan
kimselerdir. Onlar bu davranıştan münezzehtir. Örnek olarak İsa, Üzeyr ve Ah b.
Ebu Talib’i verebiliriz. İlah olduğu iddia edilen muduların ise örneklerini Allah
Teâlâ şirk koşanlarla birlikte cehenneme sokar. Söz konusu örnekler, kiliselerde
ve başka yerlerde onları anlatmak üzere çiziliyordu. Çünkü her ibadet eden
müşrik, içinde tahayyül ettiği mabudunun suretinin örneğine bağlanır. Tahayyül
edilen bu suret, onda ceseüenir. Allah Teâlâ ise, onu kendisiyle beraber
cehenneme sokar, çünkü müşrik ancak içinden bağlandığı bu surete tapmıştır.
Tahayyül edilen anlamların
bedenlenmesi, din ve akıl bakımından reddedilmemiştir. Bu noktada akla
gelirsek, her hayal sahibi, bunu bilir. Dine gelirsek, kuşkusuz, amellerin
surete gireceği şeriatta geçer. Ameller ise, arazlardir. Dikkat ediniz! Ölüm
-ki o göreli ve nispi bir anlamdırruhun bedenden ayrılmasıdır. Allah Teâlâ
kıyamet günü ölümü, insanlara parlak bir koç suretinde misallendirir ve onu
cennet ile cehennem arasına yerleştirerek keser. İşte misaller de böyledir.
Kendine zulmeden müşriklere gelirsek,
onun nefsi Allah Teâlâ katında kendisine yapılan zulmün cezasını talep eder.
Nefse yapılan zulümden daha şiddedisi yoktur. Dikkat ediniz! Nefsini öldüren
(intihar) kimseye cennet haram kılındı.
Böylelikle bir şeyin kemalinin o şeyi
hakikatinden çıkartmayan şey olduğu anlaşıldı. Hakikatinden ve zatının Hakk
ettiği şeyden çıkartan özellik ise, eksikliktir. Bu nedenle şöyle dedik: Yarım,
miras sahibinin malındaki payında kemal sayılır. Söz konusu mal, üçe, dörde,
altıya, sekize, üçte ikiye, yarıma, altıda bire bölünebilir. Her parça Hakk
sahibine ulaştığında, nasibinin tamamını elde etmiş demektir. Öyleyse bu ki'
şi, malın altıda biri kendisine ait ise, altıda birini almış olsa bile nasibindeki
kemale ulaşmıştır ve eksildik söz konusu olmaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Haccı
ve umreyi Allah Teâlâ için tamamlayınız.’371 Umre, hiç kuşkusuz, fiilleri
bakımından haccın fiillerinden eksiktir. Onun kemali ise, emredildiği gibi
yapılmasıdır. Haccın sureti de, tam olarak yerine getirildiğinde kemalle
nitelenir ve varlığı kemale erer. Her İlcisi de, yükümlü kulun Allah Teâlâ’nın
kendisine vermiş olduğu özellikle yerine getirdiği ibadetlerdir. Bu özellik, Allah
Teâlâ’nın insanı kendi suretine göre yaratmasıdır ve bu nedenle Rablıktan ona
bir pay verilir. Bu pay, kula fiil ve inşa gücünün verilmesidir. Bu pay
nedeniyle kul kulluğundan perdelenirse, nakıs ve bedbaht olduğu gibi aynı
zamanda hasta sayılır. Bu hastalığa karşı Allah Teâlâ ona bir ilaç vermiş ve
peygamberin diliyle şöyle buyurmuştur: ‘Hayvan yaralamasında kısas yoktur.’
Burada yaralama -Ki fiildirkelimesi hayvana tamlama yapıldı. İnsan fail olduğu
için Rablik iddiasında bulunursa, hayvandan daha üstün olduğunu anlar. Fiili o
ikisine nispet ederse, nefsi kırılır. Bu ilacı kullandığında ise, hastalıktan
şifa bulur.
İnsan,
şeriat üzerinde düşünür. Şeriat hayvanın yarasını tedavi etmiştir. İnsanın
yarası ise, kısas yoluyla alınır. Bununla birlikte hayvanın yaralamasında, bir
iradede ve ihtiyarı vardır. Falca t hayvan yaralananın eziyet görmesi
hedeflemez, sadece sıkıntıyı kendinden uzaklaştırma hedefi taşır. Dolaylı
olarak da, yara ve acı ortaya çıkar. İnsan ise, öyle değildir, çünkü o bazen
eziyet vermeyi hedefler. Bu yönüyle hayvanlığı bakımından eziyeti kendinden
uzaklaştırırken insanlığı bakımından eziyet vermeyi hedefler. ,
Kul acelecidir, kerim Rab ise
yaratır. Böylelikle şekli belirlemiş, bütünde parçaları ayrıştırmıştır. Sonra ‘Rahman
Kuran’ı insana öğretti, insanı yarattı ve ona beyanı öğretti.’372 Beyan, dilin ifade ettiğidir. Sonra
en kerim Rab kalem ile öğretti. Burada, parmakların yazdığını kast etmiştir.
İnsan, Kerim, Ekrem ve Rahman Rabbin yarattığı bir yapıdır. Bu dört isim,
suyun yaratılışına yönelir ve böylelikle ‘her
şeyi sudan canlı yapmıştır.’373 Çünkü Allah Teâlâ’nın Arş’ı su
üstünde idi. Yaratılmış âlem,
Allah Teâlâ’nın gölgesidir. Sonra,
gölgesini kendisine çevirir. Öyleyse ilka dürülme, lika ise, parçalanmadır. Bu
parçalanmayla gök yerden, üst alttan farklılaşır. İnsanın yaratılışını sağlam
yapmış, onu hitap mertebesinde ihsan müşahedesiyle iman boyasıyla boyadı.
Yazdığında ise, her şeyin yerini belirlemiş, vezinlerini yerleştirmiş ve
teraziyi koymuştur.
Her parçanın kendine özgü bir hükmü vardır
Kendiliğinde,
her zaman kardeşlerinden farklı.
Hepsi
hepsindedir, akıl sahiplerine verilmiş bir örnek!
Hesap
gelişiyle anlayışa verilmiştir.
Çünkü onu
dalgalarda düzenledi.
Onu
düzgün bir şekilde düzenledi
Onu kendi
suretine göre yarattı.
Hakk onda
mizanını yerleştirdi
Asıl
benden, ölçünün hükmü ondandır
Bu
nedenle vezinlerinin hükümleri onu dışta izhar etti
Ulvi
âlemi ona yerleştirdi
Ona
kendinden imkan sınırı vererek.
Böylece
ayrıştırmış iken onu birlik haline getirdi.
0 dış
varlıkların hakikatlerinden meydana geldi
Bu cem
ile suretini elde etmek mümkün oldu
Bu ise
imanın hükmü olmasaydı, bilinmeyecekti.
Bilgice
işin gerçekte farklı olduğunu anladı.
Bu durum Kuranın ayetlerinden farklıdır.
Onu
okuyan bilir ki furkanın hükmünde kalmayı sürdürmektedir.
Nefsin şerefi olmasaydı, hayvan
eziyeti kendinden uzaklaştıramayacağı gibi başkasma eziyeti de hedefleyemezdi.
Bununla birlikte insan, hakikatte ortak oldukları için, kendisinin ayrılmaz
özelliğinin başkası için de ayrılmaz özellik olduğunu bilmez. İnsan eziyeti
kendinden uzaklaştırdığında da, Haktan kendisine bir yükümlülük gelmez. Aşırıya
gider ve kısasta haddi aşarsa ya da kendiliğinden bir saldırıda bulunursa,
cezalandırılır. Fakat insan ancak insan olması bakımından haddi aşar. Bu
durumda onun hayvanilik yönü, insanilik yönüyle yer değiştirmiştir. Bu
aşmadaki asıl ise, asıldan kaynaklanır, çünkü asıl, zenginlik ve istiğna
sahibidir. Onun hükmü nerede, ‘İnsanlar ve cinleri O’na ibadet
etsinler diye yarattı'374 ayetinin hükmü nerede! Bu durum da,
Halık’tan, yani el-Gani isminden değil, Yaratan isminden kaynaklanır. Hac veya
umrenizden ‘Mahsur kalırsanız, imkân bulduğunuz kurbanı kesersiniz'375 .
FASIL
İÇİNDE VASIL
Mahsur Kalmak
Bilginler,
ayette zikredilen hastalık veya düşman nedeniyle
‘mahsur kalan’ın durumu hakkında görüş ayrılığına düşmüştür: Acaba mahsur
kalmak olarak ayette zikredilen şey, düşman mı yoksa hastalık nedeniyle mi
mahsur kalmaktır? Bir kısmı kastedilenin düşman, bir kısmı hastalık nedeniyle
mahsur kalmak olduğunu söylemiştir. Bir kısmı ise, hac veya umreden herhangi
bir nedenle engellenen kimse olduğunu söylemiştir ki, güçlü görüş budur. Ayetin
maksadını dikkate aldığımda, ben de bu kanaatteyim. Bilginlerin bu konudaki
görüş ayrılıklarının nedeni dille ilgilidir. Çünkü ayette kelime ifal
(ettirgen) babından gelmiştir. Bu kalıp, hastalık mahsur etti anlamında
hasarahu’l-marazu veya ehsarahu’l-aduv şeldinde kullanılır.
Düşman nedeniyle mahsur kalmaya
gelirsek, bilginlerin büyüle kısmı, böyle bir insanın mahsur kaldığı gün
ihramdan çıkmış olacağını söylemiştir. Sevri ve Hasan b. Salih şöyle demiştir:
‘Sadece kurban günü ihramdan çıkar.’ Ben birinci görüşteyim. Söz konusu kişi
mahsur kaldığı gün ihramdan çıkar. Şu var ki ben, mahsur kalma hakkında aynı
görüşü paylaştığım insanların düşüncesine bir şey eklerim. O da, ihramlının
ihrama girerken şöyle demesidir: ‘İhramdan çıkacağım yer, hapsedildiğim
yerdir.’ Bu durumda kurban gerekmez ve mahsur kaldığı yerde ihramdan çıkar.
Bunu veya bu anlamda bir şey dememişse, kurban keser. Mahsur kaldığı yerde
ihramdan çıkacağını söyleyenlerin bir kısmı kurbanın ona vacip olduğunu
söylemiştir. Bunlar, hac veya umrede şart koşup koşmayışımıza göre, kurbanın
yeri (ve vakti) hakkında görüş ayrılığına düşmüştür. Bazı bilginler, böyle
birine kurban düşmeyeceğini söylemiştir. Nafile kurbanı varsa, ihramdan
çıktığında onu keser. Benim görüşüm budur.
Bazı bilginler böyle birine kurban
düşmeyeceğini söylemiştir. Yanında gönüllü kurban getirmişse, ihramdan çıktığı
yerde onu keser. Ben de gönüllü kurbanın ihramdan çıkılan yerde kesilmesi
gerektiği görüşündeyim. Bazı bilginler, kurbanın ona farz olduğunu, bazı bilginler
ise, küçükbaş hayvan kesmeyi şart görmüştür.
Bazı bilginler, böyle birinin haccını
yinelemesi gerekmediğini söylemiştir. Ben de, yinelemede bir güçlük var ise,
gönüllü hac ve umrede bu görüşteyim. Güçlük yok ise, haccı yinelemelidir. Farza
gelirsek, yinelemeden ölürse hac ondan düşer. Allah Teâlâ daha önce yaptığını
farz yerine sayar. Hatta ihrama girmek rüknünü yerine getirse veya sadece niyet
ve bunun için hazırlık yapsa bile, öldüğü takdirde Allah Teâlâ haccını kabul
eder. Bazı bilginler şöyle demiştir: Hac için ihrama girerse, umre ve hac
yapması gerekir. Kıran haccı yaparsa, hac ve iki umre yapması gerekir. Umre
yapmış ise, umresini kaza eder ve saçını kısaltmaz. Bu görüşü benimseyenlerin
bir kısmı kısaltmayı tercih etmiştir.
Bazı bilginler, hastalık ve benzeri
nedenlerle mahsur kalan kişinin kaza etmesi gerektiği hususunda bir icma’dan
söz etmiştir. Fakat burada hangi icmadan söz edildiğini bilmiyorum. Fakihler
icma sözünü kullandıklarında, bazen onu ilk tanımından başka bir anlamda
kullanabilir. Bu bağlamda onlar, icmayı iki mezhebin veya dört mezhebin görüş
birliği anlamında kullanabilir. Fakat buradaki icma, Kitap ve mütevatir
Sünnette hükmü bulunmadığı sürece, delil sayılamaz.
Böylelikle bilginlerin bu meselede
düştükleri görüş ayrılıklarını zikrettik. Şimdilik gerek duymadığımız hususları
ise bırakıyoruz. Tekrar yolumuza dönüp şöyle deriz: ‘Mahsur
kaldığınızda’376 ayetinde
kelime sülasi değil (hasare), ifal babından olan ahsare şeklinde getirilmiştir.
Bu bağlamda bir fiilin yapılmasını ifade etmek üzere feale, başka bir insanın
zorlamasını anlatmak üzere ise efale kalıbı kullanır. Söz gelişi darabe zeydun
amren (Zeyd Amr’a vurdu) kelimesini verebiliriz.
Burada fiil Zeyd’e aittir. Birinin
başkasını dövmeye zorladığından söz edersek, edrabe amrun zeyden (Zeyd Amr’ı
dövdürdü) deriz. Dilde hastalık halinde etken, ahsarahu’l-maraz (hastalık onu
mahsur bıraktı) ve düşman söz konusu olduğunda ise hasarahu’l-adüv (düşman
masur bıraktı) şeklinde kullanılır. Böylece hastalık söz konusu olduğunda ifal
babı, düşman olduğunda ise sülasi babı kullanılır. Kul İlâhî fiillerin
kendisinde gözüktüğü bir yerdir ve fiilin duyuda ondan meydana geldiği görülür
ve bundan başkası mümkün değildir. Bu nedenle Allah Teâlâ, fiili kula nispet
ettiği gibi insanlar da fiili kula nispet eder. Halbuki Hakk kulu yapmaya
zorlamış, kul da onu yapmıştır. Burada yapmak kelimesi fiili kula ait yaparken
zorlama kalıbı ise (ifal, ettirgen) onu Allah Teâlâ’ya ait yapar.
Bazı bilginler fiildeki ettirgenliği
dikkate alarak, mahsur kalan kimseye kurbanı zorunlu tutmamıştır. Çünkü asıl
olan, kuldan fiilin meydana gelmeyişidir. Hakkın onu zorlayıp o fiilin meydana
geldiğini dikkate alanlar ise, kurbanı vacip saydı. Bu nedenle bu meseleyi ayrıntılı
olarak açıklayıp şöyle dedik: ‘Beni hapsettiği yerde ihramdan çıkarım’ derse,
hiç kuşkusuz kul, (hastalık veya düşman nedeniyle) mahsur kaldığı yerde
ihramdan çıkmış sayılır ve kendisine kurban düşmez. Bunu söylemezse, terkin bir
cezası olarak, kurban vacip olur. O halde yaratılmış fiil, kula aittir, çünkü
fiil, işe girişme bakımından kuldan ortaya çıkmıştır ki, bu, gözle görülen bir
olgudur. Yaratıktan ortaya çıkan fiil, Hakka'da nispet edilir. Çünkü Hakk kulu
bu fiile zorlamış Böylelikle kul Hakk için bir araç haline gelmiştir. Araç ise,
fiili yapandır. Böylece fiil, göz ve akla göre, aletten başkasına nispet
edilir. Söz gelişi Zeyd dövendir. Dövme işini yapan ve bu fiilin kendisinden
gözüktüğü şey ise, kırbaçtır. Kulların fiilleri de böyledir. Onlar, Hakkın
karşısında marangoza, ya da oymacıya veya terziye ait araca benzer. Bu
kadarıyla ceza ve yükümlülük, aracın bir ihtiyarı bulunduğu için, ortaya çıkar.
Meselenin anlaşılmayışındaki esas
neden, insanı etkisi altına alan gaflettir. Bu, son derece kapalı ve ince bir
meseledir. Aldın fiili yaratılmış kuldan olumsuzlayacağı bir delili
olamayacağı gibi Şari de bu konuda tevile kapalı bir nas getirmedi. Öyleyse
yaratıkların fiilleri Hakk tarafından takdir edilmiş, sebepleri ise asıl
bakımından Allah Teâlâ tarafından var edildi. Kulun bu fiillerde ‘yaratma’
etkisi yoktur. Bu fiilleri kulun izhar etmesi veya onun vasıtasıyla ortaya
çıkmaları bakımından ise, kulun bir etkisinden söz edilebilir. Bir şeyi
yapmayı bildiği halde, yaparken araç elvermediği için bozuk bir şekilde yapana
‘şunu şöyle yanlış yaptı’ denilir. Veya kendisine ‘sen bu işi bildiğin halde
niçin bunu böyle kötü yaptın’ diye sorulur. O da şöyle yanıt verir: ‘Araç
bildiğimi ortaya çıkartmaya yardımcı olmadı.’ Yapılan şey ise şöyle der: ‘Bir
eksiklik yok.’ Eksikliğin olmayışı, yapanın kastı bakımından değil, yapılan
şeyin dış varlığının ortaya çıkmasına göredir. Yapılmış şeydeki sanat
bakımından, hiçbir şey bozuk değildir. Yapım nesnesi söz konusu olduğunda ise
-sanat kötü uygulanmışsasanatçının iradesi ile yapım şeyi birbirinden
farklıdır.
Sani (yapan) Yaratıcı ise,
yaratmasında herhangi bir bozukluk yoktur, çünkü iradenin ilgisinde bir
eksiklik olamayacağı için her şey amaçlıdır. O halde gerçekleşen ve gerçekleşmeyen
her şey, iradelidir. Allah Teâlâ bir arazın yaratılmasını irade edip arazın
kendisinde bulunacağı yeri yaratmak istememiş olabilir. Bu durumda o yer var
olmadıkça, bu arazın yaratılması mümkün değildir. Dolayısıyla arazın varlığının
olabilmesi için yerin bulunması zorunludur. Arazın varhğı ise seçimli olduğu
gibi yerin var olması ihtiyarî olmamaksızın yaratılmıştır. Yaratmanın ise,
zorunlu olması mümkün değildir, çünkü bu arazın var olması gereklidir. O halde
oluşun zorunluluğu, bu gerçek ve kesin ihtiyarın olmayışının hakikatinden
kaynaklanır. Bunu bil!
Hakikatleri yönünden işleri
anlamazsan, âlemin Hakkın suretine göre ortaya çıktığını da bilemezsin.
Alemdeki bütün hakikatler İlâhî hakikatlerle irtibatlıdır. Bu, anlaşılması güç
bir meseledir. Üzerinde, keşf ve akılla ortadan kalkamayacak pek çok perde
vardır. Öyleyse iş, Hakkın yaratılmışa ve yaratığın Hakka etkisi arasında döner
durur. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bana dua ettiğinde, dua endin duasına
karşılık veririm”77 Başka bir ayette ise ‘Çünkü
onlar Allah Teâlâ’ya öfkelendirecek şeye uydular”73 deniür. Öyleyse, devenin, yani
Salih’in devesinin bir içim hakkı vardır. Onun içme hakla, belli bir gün
değildir. Bu, akıllı bir topluluğa verilmiş örnektir. Her birimizin ise, belli
bir makamı vardır. Sınırlama varlığı kuşatır. Her varlık bir şekilde
sınırlanmıştır. Allah Teâlâ ise, sınırlanamaz.
Kuşkusuz sana keşfin ve teorik aldın
kanıtının ortadan kaldıramayacağı bir hususu açıkladım. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır”79
Harem’de ve İhram’da Av Öldürenin Hükümleri
Daha önce,
avlanmanın hükmünden kısaca söz etmiştik. Burada ise, avlanmadan
değil, Harem’de veya Hil’de av öldürmenin hükmünden söz edeceğiz. Çünkü Allah
Teâlâ ‘ihramlı iken avı öldürmeyiniz’380 buyurur. Bu ayet, muhkem bir
ayettir. Bilginler, kendi anlayışlarına göre, ayetin ayrıntılarında görüş
ayrılığına düşmüştür. Konulardan birisi, vacip olan şeyin onun bedeli mi,
yoksa misli mi olduğudur? Bazı bilginler, bu durumda kişinin yerine getirmesi
gereken şeyin avın misli olduğunu söylemiştir. Bazı bilginler ise, kıymet veya
misil konusunda serbest olduğunu söylemiştir.
Avı öldürmek, av için şehadettir.
Çünkü o, rızıklanan bir canlıdır ve Allah Teâlâ yolunda Hakk yere olmaksızın
had aşılarak öldürüldü. Allah Teâlâ’nın yolu, O’nun haremidir. Harem, hareme
girenin niteliği ve yeridir. Haddin aşıldığı bu av, ya bu iki nitelilde veya
onlardan birisiyle olabilir. Onu ihramlı iken veya Harem bölgesinde kasıtlı
olarak öldüren kimse haddi aşmıştır. İhramlı iken veya Harem’de avı kasıtlı
öldüren insan, zulüm yapmış demektir. Böylelikle avı öldürme isteği, kendisinde
bilfiil bulunmasa bile, öldürene döner. ‘Size
kim haksızlık yaparsa haksızlık yapıldığı gibi ona karşılık verin.’381 Av öldürülmüştür, ölü değildir.
Öldüren ise, öldürülmüş değil ölüdür. Yükümlü ölü budur. Sorgu esnasında
kabrindeki ölüden cevap istenilecek, halbuki onu ölü diye nitelemiştir. İşte
bu, manevi ölümdür. Böylelikle (av öldüren insan) bir karşılık olarak ‘Bir deve
öldürmüşse, Kâbe’de bir kurban keser.’ ‘Ya da yoksullan yedirecek veya bunun
karşılığında yaptığı işin vebalini tatsın diye oruç kefareti tutacaktır.’
Nitekim ölü de kabrinde azap görecektir. Böyle bir fiille dönen kimseden Allah
Teâlâ intikam alır. Bu intikam, söz gelişi cezanın yenilenmesi olabilir, çünkü
yaptığı bir vebaldir ve vebal intikam demektir. Ya da, ondan dünyada bu
belirli vebal düşer. Allah Teâlâ ise, kendisini sınamış olduğu bir musibede
dünyada veya ahirette -yeri belirlememiştirondan intikamını alır.
Bilmelisin ki, ancak ehline ihsan
edilen ve gayret hâzinelerinde korunan sırh ilimlerden her bilgi, Harem
konusunda saklanan ava benzer.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem söz konusu bilgiler hakkmda ‘Hikmeti ehil olmayana vermeyin, hikmete
yazık edersiniz’ buyurur. Bu av, Harem korusunda veya ihramlıyken veya her
ikisinde birlikte bulunabilir. Onu öldürdüğünde -ki o bilginin ehli olmayana
verilip değerinin bilinmeyip o kişinin nezdinde ölmesidiryükümlülük kendine
döner. Böylelikle, bu bilgiden dolayı (ceza olarak söz gelişi) tekfir edilir
veya zındık sayılır. İşte bu, cezanın ta kendisidir. İki adil kişi -Kitap ve
Sünnetbu konuda hüküm vermiştir. Bir ceza olduğunda, söz gelişi, kadrini
bilmeyen cahilde bulunan hikmet soruşturulur. Böylelikle onun için hikmetin
değeri ortaya çıkar ve kalbi onunla canlanır. Bu durumda, bu şahısta bulunan
ve bilginin zayi olmasının nedeni olan bilgisizlik kasıtlı olarak öldürülür.
Cezanın ve vebalin tarzı ise, cahildeki bilgisizlik hikmetinin yasak olmasıydı.
Böylece cahil, onu kötülenmiş ve yasaklanmış, Allah Teâlâ’ya sığınılmış bir
nitelik olarak görür. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Cahillerden
olmaktan Allah Teâlâ’ya sığınırım.™2 Böylece gerçekte kemal olan bir şey,
haram oldu. Çünkü bilgisizlik, cahillerin varlıklarında saklanmış
sırlardandır. Onların korunması ise, âlemin onlardan uzaklaşmasıdır. Adeta
onlar, kendi hakikatlerinden uzaklaşmıştır. Bilgisizlikten uzak duranlar ise,
ona düşer. Çünkü onlar anlamış olsalardı, cehalede bilgisizlikten uzaklaşmışlardır.
Onlarm bilgisizliklerini kendiliklerindeki hükmü, bilgisizlerin
bilgisizliğinden büyüktür. Onlar, Allah Teâlâ’nın şu sözünü iyice anlamamıştır:
‘Cahillerden olma,’383 Böylece onun
nezdinde kesinleşmiş bilinen bir şeyden uzak durmuştur. Bilgisizliği
bilmeseydi, neyin ona yasaklandığını da bilemeyecekti. Bunu öğrendiğinde ise,
onunla nitelenmiş olurdu. Bilgisizlik zevk olmadığı takdirde öğrenilemez, o
da, zevk ilimlerinden biridir.
Dikkat ediniz! Sûfiler, Allah Teâlâ’yı
bilmenin O’nu bilmemek olduğunu söylemiştir. Allah Teâlâ cahil hakkında şöyle
der: ‘Bu onların bilgiden ulaşacağı şeydir.m4 Allah Teâlâ bilgisizliği, anlayan
için, bilgi diye isimlendirdi. Bilgi-, sizlik kula ait gerçek ve var olan bir
niteliktir. İnsan bu nitelikten' uzaklaşırsa, kınanır, onda kalırsa övülür.
Çünkü Allah Teâlâ’dan ancak O’nun nezdinde bulunan ve tükenen şey -çünkü O’nun
nezdindediröğrenilir. ‘O Odur’ olan ise tükenmez. ‘O O’dur’ ise, bilgisizliğin
ta kendisi (çünkü hiçbir şekilde bilinemez), O’nun nezdinde bulunan ise
bilgidir. O, delalet, delil ve delil olandır. Öyleyse bilmemek, Allah Teâlâ’yı
bilmenin ta kendisidir.
Allah Teâlâ’yı
bilmek, bilmenin olumsuzlanmasıdır '
İspat ise, unutmayla
nitelenenin niteliğidir.
Öyleyse bilgi, hakikat bir olduğu için, bilgisizlik •
Bilgisizlik, Allah Teâlâ
bilinmezlik mertebesinde bulunduğu için bilgidir.
Altmış sekizinci kısım sona erdi, onu
altmış dokuzuncu kısım kip edecektir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar