Sanayileşmenin Gizli Tarihi Üzerine
COĞRAFİ
BİLİMLER DERGİSİ CBD 15 (1), 109-112 (2017)
1 .Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Coğrafya
Anabilim Dalı, Ankara.
Ha-Joon
CHANG (2012) Sanayileşmenin Gizli Tarihi
(altıncı basım), (Çev. Emin Akçaoğlu), Efil Yayınevi, Ankara. (ISBN:
978-605-4160-44-0, 377 sayfa)
Disiplinsiz, gevşek, yenilikten bihaber ve tembel Japonlar;
kalın kafalı, miskin ve disiplinsiz Almanlar...
Bugün bu nitelemeleri Japonlar ve Almanlar için söylemek
birçok insana asılsız ve kulağı tırmalayan ifadeler olarak gelse de bahsi geçen
milletlerin geçmişte bu türden nitelemelerle anıldıklarını örneklerle ispat
eden Ha-Joon Chang’in incelememize konu olan eseri birçok yönüyle kalıpları yıkan bir okumadır.
Birçok disiplinin ilgi alanına giren kalkınma, özellikle
1970’lerden bu yana dünya gündemini meşgul etmektedir. Bu gündem; birinci,
ikinci, üçüncü dünya ya da gelişmiş, gelişmekte olan ve geri kalmış ülke gibi
kategorileştirmeleri beraberinde getirmiş ve kalkınmayı başaran ülkelerin
başarı hikâyeleri ile bunu başaramamış olan ülkelerin hikâyeleri çeşitli
platformlarda dillendirilmiştir. Bu yoğun ve tartışmalı gündem, kalkınmayı
yaratan unsurların ortaya çıkarılmasını gerekli kılmaktadır. Bu vesileyle kalkınma
hususunun akademik ve politik çevrelerin ajandasında önemli bir yer edinmesini
de sağlamaktadır. İncelenen bu eser, Uzak Doğu Asya ülkelerinin gelişiminin
altında yatan dinamiklere ilişkin bir takım iddialar ortaya atarken, bu
iddiasını ana akım kalkınma iktisadının aksini gösteren kanıtlarla da
desteklemektedir. Bunu yaparken bir taraftan ABD ve İngiltere gibi bugün
itibariyle tamamen serbest piyasa ekonomisini benimsemiş, kalkınmayı pür
serbest piyasada gören ve bunu gelişmekte olan ülkelere çeşitli araçlarla adeta
“dayatan” ülkelerin gelişme öykülerini ele almakta, diğer taraftan ise
bütünüyle serbest piyasa politikasını benimsememiş ancak gelişmiş olan Japonya,
Güney Kore ve Singapur gibi ülke örnekleri üzerinden karşılaştırmalar
yapmaktadır.
Kitabın genel hatlarıyla üç bölümden oluştuğu söylenebilir.
İlkinde bugün itibariyle serbest piyasa ekonomisini kabul eden ve bunu diğer
ülkelere “dikte eden”, dünya ekonomisini yönlendiren ABD ve İngiltere gibi
gelişmiş ülkelerin başlangıç koşullarında uyguladıkları politikalarla bugün
ulaştıkları gelişmişlik düzeyi arasındaki ilişki kurulmuş; ikincisinde gelişmiş
ülkeler düzeyine ulaşmış ve bugün bile tam olarak serbest piyasa ekonomisini
uygulamayan ülkelerin bugünkü kalkınmışlık düzeyleriyle uyguladıkları politikalar
arasındaki ilişkiye odaklanılmış; üçüncüsünde ise özellikle geri kalmış
ülkelere cesaret verebilecek bir bakış açısıyla kaleme alınan kültürel
determinizme yönelik eleştiriler dile getirilmiştir. Eser, okuyucuyu
sanayileşmenin tarihsel ölçekteki gizemini çözen bir yolculuğa çıkarmakla
birlikte, kalkınmanın gizemini çözmeye yardımcı olacak bir perspektifi de
zihinlere yerleştirmektedir.
Yazar, gelişmiş ülkelerin zenginliklerini nasıl
kazandıklarını ve gelişmekte olan ülkelerin hangi süreçlerle gelişebileceğine
ilişkin bilgi verirken geçmişteki örnekleri kendi argümanlarını destekleyecek
şekilde kullanmıştır. Bu anlamda eser, neoklasik iktisadi bakış açısını
eleştiren ve olayları olabildiğince deterministik ya da indirgemeci bakış
açısından uzaklaştırarak sunma arzusunun yoğun bir şekilde hissedildiği bir
anlayışla kaleme alınmıştır. Bu yönleriyle, Boratav (2013:127-8)’ın
Schumpeter’i referans göstererek söylediği kapitalizmin özünü tahrip eden
olarak tanımlanan Keynesyen politikaları
savunan; Polanyi’yi referans göstererek söylediği ve uygarlığın temellerini
tahrip eden olarak tanımlanan piyasa
teslimiyetçiliğine karşı duruşun yoğun bir şekilde hissedildiği bir
eserdir.
Eserde, gelişmiş ülkelerin izlediği politikalar eleştirel
bir bakış açısıyla ele alınmakta, gelişmekte olan ülkelere gelişmiş ülkelerin
bugün verdiği tavsiyeler ele alınmakta ve aynı zamanda gelişmekte olan ülkelere
yapılan tavsiye reçetelerin gelişmiş ülkelerin kalkınma sürecindeki yeri yani,
gelişmiş ülkelerin varsıllığının ardında gelişmekte olan ülkelere dayatılan
reçetelerin uygulanıp uygulanmama durumu sorgulanmakta ve günümüzün gelişmiş
ülkelerinin sahip olduğu varsıllığın kaynağı eleştirel bir bakış açısıyla
ortaya konulmaktadır. Refah ve varsıllığın kaynağını farklı bir perspektiften
okuma imkanı sunan yazar, başta çeşitli disiplinlerden akademik çevreler olmak
üzere, politika yapıcılar ve kalkınma konularına ilgi duyanlara da olayları
farklı perspektiflerden okuma fırsatı sunabilecek fikirler sunmaktadır.
Yukarıda bahsedilen hususlar eserde geçen ifadelerle
somutlaştırıldığında ortaya çıkan manzara gerçekten de kalkınma konusundaki ana
akım yaklaşımın tekrar düşünülmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Buna ilişkin
birkaç husus şöyle sıralanabilir;
Örneğin ilk küreselleşme dalgasının mimarı olarak ifade
edilen İngiltere’nin 1932’de gümrük tarifelerini yeniden yürürlüğe koyduğu;
İngiltere, ABD, Almanya gibi bugünün gelişmiş ülkelerinin başlangıç
koşullarında dünyanın en korumacı ülkeleri oldukları; gelişmekte olan ülkelerin
neoliberal politikaları uygulamaya başladıktan sonraki büyüme hızlarının söz
konusu politikaları uygulamadan önceki hızlarının ancak yarısına eriştikleri;
neoliberal iddiayı ispatlayan istisnai bir örnek olarak bahsedilen Hong Kong’un
da hiçbir zaman bağımsız bir ülke olmadığı; “modern Amerika’yı yapan adam”
olarak adlandırılan Hamilton’un bebek endüstriler teziyle devlet korumasının
belli bir süre devam ettirilmesi gerektiği şeklindeki görüşü, neoklasik
anlayışa dayalı kalkınma reçetesinin aslında gelişmiş ülkeler tarafından da
kullanılmadığını gösteren örnekler olarak sunulmaktadır. Eğer gerçekten de
kalkınmayı sağlayan şey neoklasiklerin yaptığı gibi “laissez faire-bırakınız
geçsinler” felsefesi ise Hamilton’un Amerika’nın inşasındaki önemli rolü ve ona
atfen yapılan “modern Amerika’yı inşa eden adam” nitelemesi hangi bağlamda
değerlendirilecekti? Bu niteleme aslında kalkınmayı ve refahı sağlayan şeyin ne
olduğuna ilişkin önemli ipuçları sunmaktadır. Peki gelişmiş ülkelerin kendi
ekonomilerini kurduktan sonra gelişmekte olan dünyayı serbest piyasa
politikasını benimsemeye kanalize etmeleri ve liberal politikaları olumlayan
uygulamaları dayatmaları ne ile ilişkilidir?
Yazar, bu eseriyle kafalarda oldukça fazla soru işareti oluşmasını sağladığı
gibi, kimi sorulara cevap olabilecek ipuçları da sunuyor. Bu bağlamda
gelişmekte olan ülkelere küreselleşme adı altında
Sanayileşmenin Gizli Tarihi
Keynesyen müdahaleci ve korumacı iktisat ve sanayileşme
politikasının savunuculuğunu yapan yazar, bu pozisyonundan hareketle savunduğu
fikirleri kanıtlamak için ekonomik anlamda başarılı olan ancak tamamıyla
serbest piyasa politikasını uygulamayan ülkeler üzerinden de değerlendirmeler
yaparak fikirlerini ispat etmeye çalışmıştır. Singapur ve Güney Kore’deki
KIT’lerin ulusal gelir içindeki payının Arjantin ve Filipinler’deki ulusal gelir
payındaki oranlarından katbekat fazla olmasına rağmen, yaygın bir şekilde Kore
ve Singapur’daki kalkınmanın başarısı özel sektör güdümündeki başarı hikâyeleri
olarak ön plana çıkarılarak alkışlanırken, Arjantin ve Filipinler’deki
başarısızlıkların devletin aşırı büyümesiyle ilişkilendirilmesi soru
işaretlerinin çoğalmasını sağlamaktadır. Yazar örneklerini sadece Doğu Asya ile
sınırlandırmamakta; Avusturya, Finlandiya, Fransa, Norveç ve İtalya gibi pek
çok Avrupa ekonomisinin başarısının da -en azından 1980’lere kadar çok geniş
bir şekilde- KİT’ler sayesinde elde edildiği vurgulanmaktadır. Dünyanın en iyi
havayolu şirketleri arasında gösterilen Singapur Havayolları’nın devlet
mülkiyetinde olması neoklasik iktisadın argümanlarını çürüten örnekler olarak gösterilmektedir.
Ya da devlet mülkiyetinde olup başarısız olduğu için satılması planlanan
işletmelerin özel sektörün ilgisini çekebilmesi için devlet tarafından yeniden
yapılandırılarak kârlı bir kuruluş haline getirilerek satılması, devlet
mülkiyetinde de performansın iyileştirilebildiğini göstermesi açısından önemli
örneklerdir ki bu da neoklasiklerin tezini tamamen çürüten bir başka örnek
olarak sunulmaktadır.
Yazar tarafından işlenen bir başka husus kültürel
determinizme yönelik olarak getirilen eleştiriler temelinde şekillenmektedir.
Bu anlamda da başta da belirtildiği gibi bilinenin aksine argümanlar ileri
sürülmekte ve bu argümanlar çeşitli örneklerle kanıtlanmaktadır. Bunun en tipik
örneği; günümüzde Uzakdoğu Asya’nın başarısında önemli faktörlerden birisi
olarak sunulan konfüçyan ahlakın,
sanayileşmeden önce geri kalmışlığın sebebi olarak suçlanmasıydı. Buradan
çıkarılabilecek en önemli sonuç yazarın da ifade ettiği üzere insan
davranışlarının kültür tarafından belirlenmediği, başarı ya da başarısızlığın
altında yatan şeyin kültür olamayacağı, kültürlerinden dolayı toplumların geri
kalmışlığa hapsedilemeyeceği ve değişmez gibi görünen birçok kültürel
alışkanlığın ekonomik koşullara bağlı olarak değiştirilebileceğidir. Kültürel
determinizme dayalı kalkınma anlayışına getirilen eleştirilerin örneklere
dayandırılması yazarın inandırıcılığını artırmakta ve eserin özgünlüğüne katkı
sağlamaktadır. Verilen örnekler, kültür ve ekonomik kalkınma arasındaki
nedensellik ilişkisinin kültürün ekonomik kalkınmayı etkilemesi şeklinde değil,
ekonomik kalkınmanın kültürü etkilediği şeklindedir. Bu yönüyle, kültüre bağlı
geri kalmışlık çürütülmekle kalmayıp, bu gerekçelerle geri kalmışlığa adeta
hapsedilen ülkelerin sıkıştıkları tuzaktan kurtulmalarını sağlayabilecek ve onlara
cesaret verebilecek bir yol da çizilmektedir.
Birçok örnek ve tecrübeye dayandırılarak bugün zengin olan
ülkelerin serbest piyasa politikasıyla zengin olmadıklarını kanıtlarıyla
birlikte ortaya koyan bu eser, ana akım söylemleri alaşağı etmekte, neoklasik
anlayışa karşı bir duruş geliştirmekte, bunu da teorik ve olgusal olarak
anlatmaya çalışmaktadır. Bu yönüyle okuyucularına farklı bir pencere açmakta,
bu da kitabın güçlü bir yönü olarak dikkatleri çekmektedir.
Bu eserin eleştirdiği ve desteklediği görüşler terimsel ve
kavramsal ifadelerle somutlaştırılacak olursa, eleştirilen hususlar; neoliberal
anlayış ve laissez faire-serbest piyasa politikası, kültürel determinizm;
desteklenen görüşler ise; bebek endüstriler, belli bir aşamaya getirilene kadar
devlet koruması, gelişmekte olan ülkelerin sübvansiyonlar kullanması gerektiği
ve milletlerin kaderinin kültüre hapsedilemeyeceği şeklinde özetlenebilir.
Eserin başlığının
içerikle tam bir uyum içinde olmaması bir eleştiri konusu yapılabilir. Nitekim sanayileşme
üzerinden ülkelerin kalkınmışlıkları ele alınmasına rağmen yani kalkınmanın
gizli tarihi sunulmasına rağmen başlık olarak ‘‘kalkınma’’ yerine
‘‘sanayileşme’’ ifadesinin kullanılması zaman zaman kafalarda soru
işaretlerinin oluşmasına neden olabiliyor. Oysa kalkınmaya ilişkin olarak
çalışan bilimcilerin yaygın bir biçimde kabul ettiği üzere kalkınma ile
sanayileşme birbirinden ayrı değerlendirilebilecek kavramsallaştırmalardır.
Ayrıca kalkınma ve sanayileşme ilişkisinden bahsedilen eserde sanayinin
niteliğine ilişkin bilgi olmaması da eleştiri konusu olabilecek bir başka husus
olarak belirmektedir. Gerçekten de sanayileşme çok geniş bir çerçeveden olayı
ele almakla beraber, sanayinin niteliği ve bu ilişkin olarak yaratılan katma
değer bugün kalkınmayı sağlayan en önemli husus olarak göze çarpmaktadır.
Kalkınmayı işleyen eserin bu hususu göz ardı etmesi de bir eksiklik olarak göze
çarpmaktadır. Ayrıca yazarın, kalkınmanın keynesyen korumacı politikalara
dayalı olarak gerçekleşebileceğine ilişkin yaptığı güçlü vurgu, kalkınmayı
sağlayan diğer hususların etkisini görmezden gelmesine neden olmuştur. Etkisi
görmezden gelinen en önemli husus, kalkınmayı sağlayan kurumsal ortamdır.
Kurumsal ortam şartları daha çok serbest piyasacı liberaller tarafından savunulduğundan,
bu hususun göz ardı edilmesi yazarın teorik pozisyonuyla ilişkilendirildiğinde,
liberallerin savunduğu politikanın propagandasını yapmamak adına mantıklı
karşılanabilir.
Heterodoks iktisat
perspektifiyle yazılmış olan bu eser, akademik ve politik çevrelerin ana akım
kalkınma yaklaşımını sorgulamalarına imkân vermekte ve söz konusu çevrelere
eleştirel perspektif kazandırabilecek bir niteliktedir. Ana akım iktisadi bakış
açısına getirdiği eleştiriler ve ona karşı mesafeli duruşuyla, özelde ekonomik
coğrafya ve kalkınma iktisadı alanlarına genelde ise sosyal bilimcilere
olayları farklı perspektiflerden değerlendirme imkânı sunabilecek bir yapıya
sahiptir. Özellikle de ekonomik coğrafyacıların yapacakları çalışmalara
heterodoks anlayıştan beslenen arka planı sunması açısından teorik bir
zenginlik katabilecek yapıdadır. Savunulan ve eleştirilen fikirlerin örneklerle
destekleyen ve okuyucuya rafine bilgiler sunan yazar, 2008’de yaşanan dünya
ekonomik krizinden sonra korumacı politikaların yeniden gündeme geldiği bir
dönemde değerlendirmeye alınmayı fazlasıyla hak ettiği gibi kayda değer bir
eser olarak da okuyucusunu beklemektedir.
Boratav, K. (2013) “Anti-emperyalist
mücadeleler ve ulus devlet”, İçinde Emperyalizm,
Sosyalizm ve Türkiye, 3.
basım, Yordam Kitap,
İstanbul, 127-137.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar