Sefîne-i Evliyâ Evliyâ-yı Ebrâr Şerh-i Esmâr-ı Esrâr 2
ABDULLÂH MÜNZEVÎ-İ
NAKŞİBENDÎ
Buhârâlıdır. Bursa’ya gelip tahsîl-i kemâlât ederek icâzet
almış, Karaşeyh Mahallesi’nde bir hânede münzevîyâne yaşamaya başlayıp cuma
günleri Câmi'-i Kebîr’e, evkât-ı sâirede mahalle mescidine cemâate hâzır
olurmuş. Tarîk-ı Nakşıbendî’den feyz-yâb oldukta muhterik hükûmet konağı
civârında bir hâne, bir dergâh, bir câmi'-i şerîf ve kendine çile-hâne inşâ
eylemiş ve vakıflar te’mîn etmiştir. Elyevm Câmi'-i Kebîr’deki kütüp-hâneyi
dahi te’sîse muvaffak olup kıymetli kitaplar ihdâsıyla âlem-i irfâna pek büyük
hizmet eylemiştir.
Ders şerîklerinden olup, Eskişehir’de tedrîs-i ulûm ile
meşgûl Osmân Efendi, Abdullâh Efendi’ye hitâben, “Ben kaç def'adır icâzet
veriyorum. Sen ise münzevîyâne bir hayât içindesin.” diye muâhiz-kârâne bir
mektûb yazmış. O da “Siz tedrîs-i ulûm ile iştigâlinize mağrûr olmayınız,
birkaç günlük ömrünüz kalmıştır. Kitâbları Câmi'-i Kebîr kütüp-hânesine
vakfediniz.” diye cevâb vermiş. Fi'l-hakîka karîben irtihâl eylemiştir.
İrtihâlinden evvel kitâblarını mezkûr kütüb-hâneye vakf edip, îsâl ve teslîmini
vasiyyet etmiştir.
Bu bâbta birçok kerâmâtı ve ahvâl-i hâriku’l-âdesi
menkûldür.
Bursa’da Mısrî Hânkâhı şeyhi Muhammed Şemseddîn Efendi
yazdığı bir mektûbda, “Bu zât Buhârâlı değil, Karaman’ın Aladağ kazâsı kurâsından
Kâhdâme, nâm-ı dîğer Irhal karyesindendir. Kayseri’den gelmiş, Ankara’ya
gitmiş. Bu tercüme-i hâl Ravzâtü’l-Müflihîn’dendir.” diyor.
Ba'zı zevâtın dergâha ihdâ ettikleri et’ımeyi Abdullâh
Efendi toprağa gömdürür imiş. Dervîşleri arasında güft-u-gû olmuş ve dervîşin
biri gelen et’ımeden bir mikdârını gizlice hücresine saklamış. Hz. Şeyh, vâkıf
olup, onu hücreden meydâna çıkarttığında, haşerât-ı mü’ziyeden ibâret olduğunu
o dervîş ve dîğerleri görünce Abdullâh Efendi “Evlâdlarım! Her gelen taâm
hemen yenilmez. Harâm ile muhammer olan bu gibi şeyleri yemek, seyr ü sülûka en
büyük engel olan şeylerdendir. Tîb lokma yemeğe bakınız.” diye onları intibâha
da’vetle kerâmet göstermiştir.
/239/ Abdullâh-ı Münzevî’nin irtihâli
1210/(1795) senesindedir. Dergâhın bahçesinde medfûndur. Mezâr taşındaki
manzûme:
Kutb-ı çarh-ı zühd ü takvâ gavs-ı mülk-i ittikâ
Şeyh Abdullâh Efendi kabr-i cennet-râyiha
Fakrını fahr eylemiş sultân-ı istiğnâ idi
Vasf u tahrîrinde kâsırdır lisân-ı mâdiha
Fakr iken hâli nice vîrânı âbâd eyledi
Kalb-i dâru’n-nasrı kudretden bulurdu lâyiha
Câmi’-i Bursa’da tertîb-i kütüb hoş-hayr idi
Olmamış bir hâtıra bu zâta dek bu sâniha
Ehl-i servet kâm-resi olmadığı hayr-ı cemîl
Geldi yüzünden dahi nice husûsu fâyiha
Gitdi üçler cânib-i gayba duâ-yı hayr ile
Rûh-ı pâkine di sıdk-ı kalb ile el-Fâtiha
(روح باكينه دى صدق
قلب ايله الفاتحه) – 1213 -3 = 1210/(1795)
(Kaddesa'llâhu sırrahû)
Şeyh Osmân Efendi
Abdullâh Efendi halîfesidir. Dergâha şeyh olmuştur.
1232/(1817)’de vefât etmiştir.
Şeyh Muhammed Emîn
Efendi
Osmân Efendi’nin irtihâli(nden sonra) câ-nişîni olmuştur.
1232/(1817)’de vefât etmiştir. Dergâh hazîresinde defîn-i hâk-i gufrândır. (Kuddise
sırruhû)
Şeyh Muhammed Sâdık
Efendi
89. sahîfede tercüme-i hâlini yazdığım Emîniyye Dergâhı
şeyhi, ârif-i maârif-i ilâhî Şeyh Muhammed Emîn Efendi hazretlerinden
müstahlefdir. Ulûm-ı akliyye vü nakliyyeden mücâzdır. Ders okutup icâzet
vermiştir. Reîsü’l-kurrâ Şeyh Kerîm Efendi’nin mahdûmudur. Şeyh Kerîm Efendi,
Selâmî Dergâhı şeyhi ve Hz. Selâmî evlâdından idi. Şeyh Emîn Efendi’den sonra,
Münzevî Abdullâh Efendi Dergâhı’na şeyh olmuştur. 1262/(1846) senesine kadar
otuz sene seccâde-nişîn-i irşâd olarak âzim-i dâr-ı cinân olmakla dergâh
hazîresinde defn edilmiştir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Şeyh el-Hâc Ahmed
Ferîd Efendi
Muhammed Saîd Efendi-zâdedir. Mûmâileyh Sâdık Efendi’nin dâmâdıdır.
Sâdık Efendi’den kırâât-i seb’a ve aşereden ve ulûm-ı akliyye vü nakliyyeden
me’zûn olup Hicâz’a azîmetinde (sahîfe 161), Muhammed Cân Efendi hazretlerinden
tarîk-ı Nakşıbendî’den müstahlef olarak nâil-i feyz olmuştur. Sâdık Efendi’den
sonra dergâha seccâde-nişîn olup, yirmi iki sene mesned-i irşâdda neşr-i feyz
eylemiştir.
1284/(1867) senesinde irtihâl etmekle dergâh-ı şerîf hazîresine
defn olunmuştur. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
ŞEYH MUSTAFA VAHYÎ
EFENDİ
Ahmed Ferîd Efendi-zâde’dir. 1263/(1847)’de kadem-zen-i
mihnet-gâh-ı âlem olmuştur. İbtidâî ve rüşdî tahsîlden sonra müderrisîn-i
fâzıladan el-Hâc Hasan Zühdî Efendi b. Ali el-Konevî merhûmun dersine devâm ile
1293/(1876)’de icâzet ve pederinden tarîk-ı Nakşıbendî’yi almış ve pederinin irtihâlinde
dergâh-ı mezkûr meşîhatine nâil olmuştur.
/240/
Bursalıdır. Altmış seneden beri post-nişîndir. Bursa’da reîsü’l-meşâyıhdan;
ders okutmuş, icâzet vermiş, tetebbuât-ı ilmiyyede pek ileri gitmişlerdendir.
Bursa’da adliyye mahkemeleri a’zâlığında ve riyâsetinde ve bir müddet belediyye
riyâsetinde bulunarak memleketine hıdmet-i mâddiyyede de bulunmuştur.
Mustafa Vahyî Efendi ile mükerreren müşerref oldum.
Cidden ve hakîkaten bir şeyh-i kâmildir. Şöhretten müctenib, uzlete meyyâl
ilm-i tasavvufta mütebahhir bir ferîd-i asrdır. 227. sahîfede tercümelerini
yazdığım Şeyh Seyyid Abdülkâdir-i Belhî’ye hâl-i hayâtında mülâkî olup, ondan
da ahz-i feyze muvaffak olmuş, mertebe-i ma’neviyyesini bâlâ-ter eylemiştir.
Ba'zı âsâr-ı ilmiyye yazmağa teşebbüs etmiş ve kısmen
yazılmış iken, işâret-i ma’neviyye ile bundan ferâgata mecbûr olduğunu, mahrem
olarak söylediği bir zât îmâ eyledi.
Pazartesi geceleri cehren zikr ederler. Dergâh-ı şerîf ve
havâlîsi vaktiyle gâyet geniş iken, kısmen dâire-i hükûmetin tevsîinde, kısmen
yolun güşâdında alındığından, elyevm mahdûd bir sâha içinde kalmıştır.
Mustafa Vahyî Efendi, meşâyıh-ı zamân arasında, vücûduyla
iftihâr olunacak eâzımdandır. Ahmed ve Âgâh isminde iki mahdûm-ı necîbi vardır.
Millete büyük hizmetler etmekte bulunmuşlardır.
İrtihâli :
Bir gün dergâh civârında Alboyacılar Hamamı’na gidip,
hamamda ayağı kayarak üç def'a düşmekle vücûdu hırpalanmış, bacağı sakatlanmış
idi. Zavallı, bir müddet hasta yatarak, nihâyet ifâkat bulmamış, 16 Rebîu’l-evvel
1344/(3 Ekim 1925)’te irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Emîr Sultân Türbesi civârındaki
makberede, fabrikatör Osmân Efendi’nin kabri yanında defîn-i hâk-i mağfirettir.
Mısrî Dergâhı şeyhinin söylediği târîhdir:
Münzevî Dergâhı şeyhi idi bu zât-ı kerîm
Nakşıbendî mesleğini neşr iderdi sâl ü mâh
Sâlikânın hıdmetine sa’y idüp altmış sene
Şeyh u dervîşâna maddî ma’nevî olmuş penâh
Meclis-i Şeyhân’a olmuşdu reîs-i muhterem
Fâzıl u kâmil idi ol ârif-i pür-intibâh
Vâkıf-ı ilm-i tasavvuf ârif-i sırr-ı meâd
Misli gelmez bir daha bu sözüme halkdır güvâh
Seksenüç yaşında geldi ‘irciî’ emri ana
Mazhar-ı afv-ı Hudâ’dır bunda yokdur iştibâh
Âfiyet ile muammer eyleyüp evlâdların
Eylesün Mevlâ-yı Kâdir ayn-ı lutf ile nigâh
Söyledim Şemsî-i
Mısrî ana bir târîh-i tâm
Oldu Şeyh Vahyî Efendi vâsıl-ı bezm-i ilâh
(اولدى شيخ وحيى
افندى واصل بزم اله)[1]
TARÎKAT-I ALİYYE-İ ÇEŞTİYYE
/241/ ŞEYH EBÛ AHMED ABDÂL-I ÇEŞTÎ
Ekâbir-i evliyâu’llâh’dan olup, Hindistan’da neş’et
eylemiştir. “Çeşt” orada bir beldenin ismi olup, yâ-yı nisbetle, “Çeştî” denilmiştir. Silsile-i tarîkatları bervech-i atî, Hz. Alî (radıya'llâhu
anh) efendimize müntehî olur:
Hz. Pîr Ebû Ahmed-i Çeştî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Şeyh Ebû İshâk-ı Şâmî "
Şeyh Mimşâd Aliyy-i Dîneverî "
Şeyh Emînüddîn Sîretü’l-Basrî Ebû Hübeyre "
Şeyh Huzeyfe el-Mar’aşî "
Şeyh İbrâhîm Edhem el-Belhî "
Şeyh Fudayl b. İyâz "
Şeyh Abdülvâhid b. Zeyd "
Hz. Hasan el-Basrî (Radıya'llâhu
anh)
Ser-çeşme-i evliyâ Hz. Alî (Kerrema'llâhu
vechehû ve radıya'llâhu anh).
Hindistan’da Fersnağa (فرسناغه) sultânının oğludur. 260 sene-i hicriyyesinde (874) dünyâya zînet-efzâ olmuştur. Yirmi yaşına
kadar pederlerinin sarayında büyüdü. Bir gün pederleriyle ava çıkmışlardı.
Dağda kırk kişiye rast geldi. Bunların içinde vaktiyle kendisinin velâdetini,
vukuundan evvel pederine haber veren Şeyh Ebû İshâk-ı Şâmî hazretlerini gördü.
Nûr-ı ferâset ü irfân ile tanıştılar. Ona meclûb oldu. Altındaki atını,
üstündeki silâhını terk ile pederinin müsâadesiyle Hz. Ebû İshâk’a teslîm oldu.
Ondan ulûm-ı mâddiyye vü ma’neviyyeden müstefîd olup, isti’dâd-ı ezelîsi îcâbı
az vakitte her iki âlemde ferîd-i zamân denilecek râddeye geldi. İlm ve fazl u
irfânına meftûn olanlar çoğaldı. Şark ve garb ulemâsı ona gıbta eylediler,
ziyâretine şitâbân oldular. Hindistan’da İmâm-ı tarîkat addedildi.
Fâtih Kütübhânesi’nde[2] Harîrî-zâde’nin üç cildden
mürekkep Tibyânu’t-Tarâik’inin I. cildinin 220. sahîfesinde hakk-ı
âlîlerinde tafsîlat vardır.
Siyerü’l-Aktâb sâhibi diyor ki:
“Hz. Şeyh yatsı namâzı abdestiyle sabâh namâzını
kılardı.”
İntikâli şöyle oldu:
Yatsı namâzından sonra hücre-i hâssına girdi. Mürîdânı
çekildiler. Mahremân-ı /242/
dergâhı olanlar, bâb-ı saâdet-meâbında derbân kaldılar. Gece ayak sesi
işittiler, gûyâ biri geliyordu. Bir sadâ, sâmia-i ıttılâ’larına vâsıl oldu.
İçeri girdiler, baktılar; Hz. Şeyh sâkin bir hâldedir. Sabâh namâzı vakti oldu.
Seslendiler, cevâb alamadılar. Bi’l-ızdırâr nezd-i ekremlerine girdiler. Hz.
Şeyh’i Hakk’a ulaşmış buldular. O gece evliyâu’llâh’dan nice zevât-ı kirâm,
Fahr-i âlem, güzîde-i benî-Âdem (salla'llâhu aleyhi ve sellem) efendimiz
hazretlerini rü’yâda görmüşler, “Allâh’ın mahbûbu geliyor. Onu istikbâl
ediniz.” buyurmuşlardır.
Fi'l-hakîka o gece nûr-ı dîde-i uşşâk, terk-i âlem-i
nâsût, azm-i âlem-i lâhût eyledi. Fevka'l-âde hüsn-i cemâle mâlik olmakla berâber
mehâsin-i ahlâkı ve rütbe-i irfânı cihânı kendisine meclûb eylemişti. İrtihâli
haberiyle Hindistan, yerinden oynamıştır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Tezkiretü’l-Âşıkîn nâm eserde dahi menâkıb-ı
latîfeleri mündericdir. Hârikulâde hâllerinden uzun uzadıya bahs olunur.
İrtihâlleri 355 Recebinin altıncı (29 Haziran 966)
Pazartesi gününe müsâdiftir. Demek ki, yetmişbeş sene muammer oldular. Sâdât-ı
ızâm-ı Hüseyniyye’den olduğu eser-i mezkûrda muharrerdir.
Te’sîs buyurdukları tarîk-ı Çeştî’de dört mertebe-i zikr
vardır:
Birincisi, “Allâhu Allâh”. Birinci ism-i şerîfin
“hâ”sının zammı ve ikincisinin sükûnuyladır.
İkincisi, “Allah Allah”. Kuvvet ve şiddetle ve
cehr ü fevr ile.
Üçüncüsü, lafzatu'llâh. Hizb-i zikrin şiddetiyle ve
cehr-i müfrit iledir ki, nûrdan bir dâire-i tevhîd içinde hayâlini bu ism-i
mübârekde ifnâ şarttır.
Dördüncüsü, “Lâ-ilâhe illa'llâh”, kelime-i
tevhîdiyyesi ile meşgûl olmaktır.
Hindistan’da ziyâdesiyle intişâr eylemiş; Nizâmiyye ve
Sâbiriyye nâmıyla iki şu'beye ayrılıp zamânımıza kadar vâsıl olmuştur. 23.
sahîfede şecere-i tarîkatı yazmış idim. İmâm Rabbânî, Sâbiriyye kolundandır.
123. sahîfede bahs eylediğim Şeyh İmdâdullâh Efendi hazretleri de ricâl-i
Çeştiyye’dendir.
HÂCE MUHAMMED B.
EBÛ AHMED-İ ÇEŞTÎ
Ebû Ahmed-i Çeştî hazretlerinin necl-i necîbidir.
Pederinin âlem-i cemâle intikâlinde câ-nişîni olmuştur. Pederlerinin teşvîkiyle
ulûm-ı dîniyye tahsîl etti. Henüz yirmidört /243/ yaşında iken ulûm-ı dîniyye ve maârif-i yakîniyyede ferîd-i
asr oldu. Zühd ü veraı mükemmel idi. Dünyâdan ve ehl-i dünyâdan i’râz eyledi.
Pederlerinin mesleğini tuttu. Riyâzet ve ibâdette şiddet yolunu tuttu. Terk-i
dünyâ mukarrer olunca, “Ona bel bağlanmak, aldanmak cinnettir.” diye
herkesi fenâya da’vet eder oldu.
Sultân Mahmûd Sebüktekin, Sümnân (سومنان) gazâsına gittiği
zamân müşârünileyhe işâret-i ma’neviyye vâki’ olmuş ki, sultâna yardım ede. O
zamân yetmiş yaşında idi. Birkaç dervîşi aldı, gazâya iştirâk eyledi. Netîceten
düşmâna galebe vâkı’ olduğundan, âlem-i İslâm’a şu sûretle mâddeten dahi
yardımı taalluk eyledi. Pederinin mazhar olduğu hürmet kendileri hakkında da
tecellî eyledi. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
ŞEYH MUÎNÜDDÎN-İ
ÇEŞTÎ
Tarîkat-ı aliyye-i Çeştiyye kibâr-ı meşâyıhından ve
Hindistan’ın mazanna-i kirâmından ârif-i bi’llâh bir zât-ı şerîf olan Şeyh
Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin pîr-i tarîkata kadar olan silsilesi ber-vech-i
atîdir:
- Seyyidinâ Hâce Muînüddîn-i Çeştî (Kaddesa'llâhu
sırrahû). İrtihâli: 6 Receb 633/(16 Mart 1236).
- Seyyidinâ
Hâce Osmân-ı Hârûnî (Kaddesa'llâhu sırrahû). İrtihâli: 6 Şevvâl 603/(7
Mayıs 1207).
- Seyyidinâ
Hâce Hacı Şerîf (Kaddesa'llâhu sırrahû). İrtihâli: 3 Receb 612/(28 Ekim
1215).
- Seyyidinâ
Hâce Mevdûd (Kaddesa'llâhu sırrahû). İrtihâli: Receb 521/(Temmuz-Ağustos
1127).
- Seyyidinâ
Hâce Ebû Yûsuf (Kaddesa'llâhu sırrahû). İrtihâli: 3 Receb 359/(12 Mayıs
970).
- Seyyidinâ
Hâce Ebû Muhammed (Kaddesa'llâhu sırrahû). İrtihâli: 3 Rebîu’l-âhir
331/(15 Aralık 942).
- Pîr-i
tarîk-ı Çeştî Hâce Ebû Ahmed (Kaddesa'llâhu sırrahû). İrtihâli: 3 Cemâziye’l-âhir
323/(10 Mayıs 935).[3]
Bu satırları yazdığım zamân 3 Receb 1342/(9 Şubat 1924)
târîhine tesâdüf ediyordu ki, Hz. Şeyh’in irtihâliyle aradan 809 sene geçmişti.
Kendisiyle bir muârefe-i mâddiyyem olmadığı hâlde, 809 sene sonra tercüme-i
hâlini yazdıran ve hakkında galeyân-ı hürmet ü muhabbeti husûle getiren kuvve-i
ma’neviyyeyi düşündüm. Bu muhabbet ve hürmet dolayısıyla müşârünileyhin uluvv-i
himmet ü inâyetini dilerim.
Bu zât an-asıl Sebistanlı olduğu hâlde Hindistan’a mücâhede
tarîkıyla rıhlet /244/ eyleyip,
Şihâbeddîn Şâh Gavrî zamânında ber-hayât bulunmuştur. Müşârünileyhin Gavs-ı
A’zam neslinden olduğu ve Hind’e Bağdâd’dan teşrîf buyurduğu bir eserde
görülmüş ise de derece-i sıhhati tahkîk ulunamadı.
Fahr-ı âlem (salla'llâhu aleyhi ve sellem)
efendimiz hazretleri bu zât-ı mübârekin âlem-i menâmında zuhûr edip, “Yâ
Hâce Muînüddîn! Hindistan’a git.” buyurmaları üzerine hemen nısfü’l-leylde
yola revân olmuş ve Hind’e muvâsaletinde elyevm Hindistan müslümânları meyânında
çalışkan ve yek-dîğerlerine karşı muhib, sâdık ve mütesânid bir zümre-i azîme
teşkîl eden ve “Mîmin” (ميمن), ya'nî “mü’min” tesmiye olunan
milyonlarca nüfûs derhâl îmâna gelmiştir.
Dehli şehin-şâhları tarafından müşârünileyh için Acmir
şehrinde bir dergâh-ı şerîf binâ edilmiş ve kuvve-i kudsiyye ve enfâs-ı
mübârekesi sâyesinde oranın Mecûsîleri ekseriyyetle dîn-i mübîn-i İslâm’ı kabûl
ederek mukaddemce mecûsî memleketi olan Acmir ve havâlisi bu sâyede
beldetü’l-İslâm olmuştur.
Hindistan’da “Fakîr” tesmiye edilip, Avrupaca gâyetle
meşhûr olan ashâb-ı riyâzât, (Şeyh Muînüddîn’i) umûmiyyetle pîrleri olmak üzere
tanırlar ve merkad-i mübârekini takdîs ederler. Bunun esbâbını bildireceği
cihetle bu bâbda Hindistan’ca gâyet meşhûr bir hikâyeyi arz ediyorum:
Muhammed Tuğluk Şâh’ın eyyâm-ı saltanatında Mecûsî
ulemâsı ve fakîrleri, din hakkında ulemâ-yı İslâm ile imtihân edilmelerini
taleb etmişler. “Ulemâ-yı İslâm bize galebe ederlerse, biz de dîn-i İslâm’ı
kabûl eyleriz. Fakat biz galebe çalarsak, siz de, bizim dînimize hürmet ediniz.”
demişler. Bunun üzerine Muhammed Tuğluk Şâh, ulemâ-yı İslâm ile fakîrleri cem’
eder. Fakirlerden biri havâya suûda başlar. Herkes dûçâr-ı hayret olur.
Muhammed Tuğluk Şâh, ulemâ-yı İslâm’dan mukâbele ister.
Herkes hayret içinde yek dîğerine bakmakta iken Hâce Muînüddîn önünde bulunan
ayakkablarına hitâb ederek, “Bu cühelâ önünde bizi mahcûb etmeyiniz.”
deyince, ayakkabıları hemen fakîrin peşi sıra semâya suûda başlar ve tamâm
fakîrin başı üzerine geldiği zamân, fakîrin başına vura vura aşağıya indirir.
Hazret’in bu kerâmet-i bâhiresi üzerine hemen orada pek çok Mecûsî ihtidâ
eylemiş ve fakîrler o günden i'tibâren bu zât-ı şerîfe hürmete başladıkları
gibi, ba’de’l-vefât /245/ dahi merkad-i mukaddeslerini ta’zîm ve
takdîs etmekte bulunmuşlardır. Hindistan’dan veliyy-i müşârünileyhin avdeti
için be-tekrâr irâde-i Cenâb-ı Nebeviyye şeref-zuhûr etmediği cihetle,
nihâyet-i ömrüne kadar Hindistan’dan ayrılmamış, 15 Receb 633 târîh-i hicrîsinde
(25 Mart 1236) Acmir’de doksanyedi yaşında bir pîr-i fânî olduğu hâlde ikmâl-i
enfâs-ı ma’dûde-i hayât eylemiştir.
Tabîat-ı şi’riyyesi olup, Dîvân-ı ârifânesi vardır. Hâlen türbe-i mübârekesine hem
müslümânların hem de Mecûsîlerin vakıfları yekûnu mühim bir mikdâra bâliğ
olmakta imiş. Türbeleri pek musanna’ ve müzeyyendir.
Yevm-i irtihâli olan 15 Receb-i şerîfde merkad-i
mübâreklerini ziyâret için Hindistan’ın her tarafından binlerce halk Acmir’e
gelirmiş. Müddet-i ziyâret onbeş gündür. Türbe-i şerîfe müslümânların olduğu
kadar mecûsîlerin de ziyâret-gâhıdır.
Bir eserde mütâlâa ettiğime göre, 1322/(1904) senesinde
Hindistan’ın her tarafından gelen züvvârın yekûnu üçyüzkırkbin kişiye bâliğ
olmuştur. Cenâb-ı Hak sırlarını takdîs ve bizleri de nâil-i himmetleri
buyursun; âmîn.
Müşârünileyh hazretlerinden zamânımıza kadar gelen
silsile-i tarîkatları:
Seyyidinâ Hâce Kutbeddîn Kâkî-i Dehlevî. 13 Rebîu'l-evvel
633/(25 Aralık 1235),
Seyyidinâ Şâh Ferîdüddîn. 5 Muharrem 660/(30 Aralık
1261),
Seyyidinâ Şâh Mahdûm-ı Alâeddîn. 13 Rebîu'l-evvel 670/(19
Ekim 1271),
Seyyidinâ Şâh Şemseddîn. 19 Şa’bân 715/(18 Kâsım 1315),
Seyyidinâ Şâh Celâleddîn. 13 Rebîu'l-evvel 765/(20 Aralık
1363),
Seyyidinâ Şâh Ahmed Abdülhak. 15 Cemâziye'l-âhir 832/(22
Mart 1429),
Seyyidinâ Şâh Ârif b. Ahmed. 21 Şevvâl 836/C10 Haziran
1433),
Seyyidinâ Şâh Muhammed b. Ârif. 3 Rebîu'l-evvel 898/(22
Ocak 1493),
Seyyidinâ Şâh Abdulkuddûs. 2 Cemâziye'l-âhir 932/(16 Mart
1526),
Seyyidinâ Şâh Celâleddîn. 23 Zi'l-hicce 989/(18 Ocak
1582),
Seyyidinâ Şâh Nizâmeddîn. (8 Receb ...)
Seyyidinâ Şâh Ebû Saîd. 2 Rebîu'l-âhir 1039/(19 Kâsım
1629),
Seyyidinâ Şâh Muhibbullâh. 30 Rebîu'l-âhir 1058/(24 Mayıs
1648),
/246/ Seyyidinâ Şâh Muhammed Feyyâz. 3 Receb
1107/(7 Şubat 1696),
Seyyidinâ Şâh Muhammed Hâmid. (10 Receb ...)
Seyyidinâ Şâh Adudüddîn. 2 Receb 1123/(16 Ağustos 1711),
Seyyidinâ Şâh Abdülhâdî. 27 Ramazân 1190/(10 Ekim 1776),
Seyyidinâ Şâh Abdülbârî. 11 Şa’bân 1226/(31 Ağustos
1811),
Seyyidinâ Şâh Abdürrahîm. 3 Ramazân 1227/(10 Eylül 1812),
Seyyidinâ Şâh Nûr Muhammed. 3 Şevvâl 1259/(27 Ekim 1843),
Seyyidinâ Mevlânâ Şeyh Hâfız İmdâdullâh el-Mekkî. 12
Cemâziye'l-âhir 1317/(18 Ekim 1899).
Müşârünileyh İmdâdullâh hazretlerinin tercüme-i hâlini,
Nakşıbendîler faslında, 125. sahîfede yazmış idim. Bu kol, Çeştiyye’nin
Sâbiriyye nâmındaki şu'besidir.
Hz. Şeyh’in İstanbul’da iki halîfesi vardı. Biri Mevlevî
Es’ad Dede hazretleridir. Dîğeri Şeyh el-Hâc Ali Behcet Efendi’dir. Her
ikisinin tercüme-i hâlleri yazılmış ve bundan bahs olunmuştu.
Şeyh Muînüddîn-i Çeştî’nin Dîvân’ı hakkında Mahfil
risâle-i mevkûtesinde okuduğum makâleye göre, bu Dîvân, orta kıt’ada doksaniki sahîfelık bir kitâb olup, Litoğrafi
ile Lahor’da basılmıştır. Târîh-i tab’ı 1886’dır. Münderecâtı hurûf-ı hecâ
tertibiyle gazeliyyâttan ibârettir. Gazellerin adedi 123’tür.
İlk gazel:
بود جان و دلم را
جمال نام خدا
نواخت تشنه لبان
را زلال نام خدا[4]
matlaıyla
başlıyor. Sözlerinde zevk-ı tasavvuf gâlibdir.
ترا سزد طيران در
فضاى عالم قدسى
بشرط آن كه پيرى ببال نام خدا
"Sana
âlem-i kuds fezâsında uçmak yakışır. Fakat Allâh'ın ismini kendine kanat yapmak
şartıyla."
كفتمش تا چند در برده نهان خواهى شدن
وقت آن آمد كه
ديكر رونپوشانى ز ما
كفت من بى پرده ام كر پرده بينى آن تويى
تا تو هستى در
هزاران پرده بنهانى ز ما
“Sevgilime, “Ne vakte kadar perde arkasında
gizleneceksin? Bizden /247/ setr-i cemâl etmemenin sırası geldi.” dedim.
Bana,”Perde olacak hicâb yoktur. Perde görüyorsan o perde sensin. Sen
oldukça ya'nî şu mevhûm varlığın bulundukça bize karşı binlerce perde
arkasındasın.” cevâbını verdi.”
پردهء هستى اكر سوزى
بنار لا اله
آن زمان بى پرده بينى نور الا الله ما
“Varlık
perdesini ‘lâ-ilâhe’ (لا اله) âteşiyle yakacak olursan
o vakit, ‘illa’llâh’ (الا الله)' ımızın nûrunu perdesiz
olarak görürsün.”
ŞEYH NİZÂMEDDÎN-İ
EVLİYÂ
Hindistan’ca meşhûr evliyâ-yı kirâmdan ve tarîkat-ı
Çeştiyye meşâyıhındandır. Müşârünileyhin ecdâdından Ahmed b. Danyal, Gazne, yâhûd
Buhârâ’dan hicretle Bedâven beldesinde tavattun etmiş, 633/(1236) veyâ
634/(1237) senesinde bu beldede tavattun eylemiştir. Beş yaşında iken pederi
Hâce Muhammed vefât eylediği cihetle, terbiyesine vâlidesi bakmıştır. Sinn-i
kemâle gelince tahsîl-i ilme koyulmuş ve mübâhese ile kesret-i iştigâlinden, “Bahhâs” ve “Mahfil-şiken” telkîb olunmuş idi.
Fusûsu’l-Hikem ve Mevâkiu’n-Nücûm ile onların şerhlerinden Fıkh-ı Ebû Hânîfe (rahimehu'llâh)
ile tefsîr, hadîs ve usûlden mükemmel istihzârı vardı.
Şeyh Kutbeddîn Bahtiyâr-ı Kâkî’nin ser-halîfesi olan
eâzım-ı meşâyıhdan, Ferîdüddîn Mes’ûd Şekergenc’e yirmi yaşlarında intisâb
etmiş ve beş sene sonra şeyhinin işâretiyle vâlidesiyle birlikte Dehlî’ye
giderek Gıyaspur Mahallesi’nde irşâda başlamıştır.
Doksaniki yaşında iken 725/(1325) senesinde irtihâl
ederek, üzerine türbe yapılmıştır. Türbe-i şerîfe Muhammed Âdil Tuğluk Şâh
tarafından yaptırılmış olan dergâh dâhilinde ve gâyet müzeyyendir ki, Kutbeddîn-i
Bahtiyâr hazretlerine ait türbenin şark cihetindedir. Bu türbede Hind hüküm-dârlarından
Refîüşşân Bahâdır’ın oğlu Sultân İbrâhîm ile Nâdir Şâh medfûndur. Kapısı
üstünde:
سرور هر دو سرا محبوب باك كبريا
حضرت خواجه نظام
الدين جراغ اوليا[5]
beyiti
mahkûktur. “Nizâm” ve “Nergis” mahlasıyla eş’âr-ı latîfesi vardır.
مرغ باغ قدسيم با قدسيان بودم بسى
چند كاهى شد كه هست اين فرش خاكى مسكنم[6]
Şevvâlin son haftasında Hindistan’ın her tarafından
züvvâr gelir, türbe civârı mahşerden nümûne-nümâ olur. Herkes gül mevsiminde
gül getirir, türbesine koyarlar. Kabr-i şerîfin üzeri gül ile dolar imiş.
Meşâyıh ve dervîşân türbe önünde zikr ederler imiş. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
BAYRAMİYYE TARİKATI
SİLSİLE-İ CELÎLE-İ BAYRAMİYYE
/251/ - Hz. İmâm
Alî (Radıya'llâhu anh)
- Hz. Hasan el-Basrî (Radıya'llâhu anh)
- Hz. Habîb-i A’cemî (Radıya'llâhu anh)
- Hz. Dâvûd-ı Tâî (Radıya'llâhu anh)
- Hz. Ma’rûf ı Kerhî (Radıya'llâhu anh)
- Hz. Seriyy-i Sakatî (Radıya'llâhu anh)
- Seyyidü’t-tâife Hz. Cüneyd-i Bağdâdî (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
- Şeyh Mimşâd-ı Dîneverî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- Şeyh Muhammed-i Dîneverî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- Şeyh Muhammed-i Bekri (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- Şeyh Vecîhüddîn el-Kâdî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- Şeyh Ömer-i Bekrî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebu’n-Necîb-i Sühreverdî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- Şeyh Kutbüddîn-i Ebherî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- Şeyh Rükneddîn-i Sincâsî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- Şeyh Şihâbeddîn-i Tebrîzî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- Şeyh Seyyid Cemâleddîn-i Ezherî (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
- Şeyh İbrâhîm Zâhid-i Geylânî (Kuddise sırruhû)
- Şeyh Safiyyüddîn-i Erdebîlî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- Şeyh Sadreddîn Mûsâ Erdebîlî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- Şeyh Hâce Alî Erdebîlî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- Şeyh İbrâhîm el-ma’rûf bi-Erdebîlî (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
- Şeyh Hamîdüddîn-i Aksarâyî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- Pîr-i tarîkat-ı aliyye-i Bayramiyye el-Hâc Bayram-ı
Velî (Kuddise sırruhu’l-celî) hazretleri. Velâdeti : 758. İrtihâli :
833. Müddet-i ömr : 75.
/252/ ŞEYH MİMŞÂD-I DÎNEVERÎ
İsm-i şerîfleri Ahmed
Mimşâd, künyeleri Ebu’l-Fevâris ve Ebû Alî’dir.
Tabakâ-i sâlise ricâlinden ve meşâyıh-ı Irak’ın ekâbirinden olup, eâzım-ı
evliyâu’llâh’dandır. Beyne’l-ulemâ, “Miftâhu’l-mezheb” nâmıyla ma’rûfdur. Fıkıhda yed-i
tûlâsı vardı. Te’lîfât-ı kesîre vücûda getirmişlerdi. Hızır (aleyhi's-selâm)’ın
delâletiyle Hz. Cüneyd’den iktibâs-ı füyûzât eylemiştir.
“Mürîdin edebi, meşâyıhın hürmetlerini istilzâm eder.
Karındaşlarına hürmet ve esbâb-ı dünyeviyyeyi terk ve nefs üzerine âdâb-ı
şer’iyyeyi muhâfaza cümle-i âdâbdandır.” buyururlar imiş. Kelimât-ı hakâyık-âyâtlarından
olarak, “Âriflerin derûnunda Allâh teâlâ, bir âyîne koymuştur ki, ona ârif
sırran nazar eder. Onda gayb u şehâdeti ve cemâl ü kemâl müşâhede eyler. O
âyîne gönülde bir makâmdadır ki, ona âriflerden başka kimse muttali’ değildir.”
sözü meşhûrdur.
İrtihâlleri târîhinde ihtilâf vardır: 299/(911-912) veyâ
297/(909910) ve yâhûd 311/(923)’dir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
ŞEYH MUHAMMED-İ
DÎNEVERÎ
İsm-i şerîfleri Muhammed, künyeleri Ebû Abdullâh; peder-i âlîlerinin ismi Abdülhâlık’dır. Buhârâ
kurbünde Ramten karyesinde doğmuştur. Ba’de’t-tahsîl Bağdâd’a giderek, Şeyh
Mimşâd-ı Dîneverî’den ahz-i füyûzât eylemiştir. Şeyhinin irtihâli üzerine bir
müddet Vâdi’l-Kurâ’da neşr-i tarîkat buyurmuşlardır. Te’lîfât ve muharrerâtı
vardır. Sinni yüz yaşını tecâvüz etmiştir. 370/(980-981) veyâ 375/(985)
senesinde terk-i dünyâ buyurdular.
Fasîhu’l-lisân, sahîhu’l-beyân olup fevka'l-âde edîb,
ârif-i bi’llâh idi. Dâimâ yaya olarak hacca gider, gelir imiş. (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
ŞEYH MUHAMMED-İ
BEKRÎ
Kuds-i şerîfde dünyâya revnak-fezâ olup ba’de’t-tahsîl
Şeyh Muhammed-i Dîneverî hazretlerinin meclis-i sohbetine erişmiştir. Hz. Ebû
Bekir es-Sıddîk efendimizin nesl-i pâkindendir. Vaktini dâimâ va’z u nasîhatle
geçirir, muttakî, sâlih bir pîr-i rûşen-zamîr idi.
Cenâb-ı Şeyh, bir gün esnâ-yı va’zında, “Meclis-i ilm
o kadar müessirdir ki, hâzır olanlar safâ bulur ve mağfûrînden olurlar. Gayr-i
müslim bile meclise dâhil olsa, şeref-i İslâm ile müşerref olur.” demesiyle
ehl-i meclis birbirlerine bakmağa başlar. Bu sırada içlerinden birine hitâben,
“Gel bu saâdetten mahrûm kalma; İslâm’a gelerek saâdet-i şeref sâhibi ol.”
buyurur. Hemen o şahıs ki, bu şeyh keşf-i kulûb ediyormuş, “Beni tanıyabilir
mi?” diye tecrübe için gelmiş imiş. /253/
Ayağa kalkarak kelime-i şehâdet getirmiş, şeref-i İslâm ile müşerref olmuştur.
Hz. Şeyh’in hizmetinde bulunarak mazhar-ı saâdet olduğu
menkûldür. Şeyh’in Hicâz’dan avdetinde 380/(990) târîhinde Kuds-i şerîfde
âzim-i bâr-gâh-ı Hudâ olduğu mestûr-ı sahîfe-i âsârdır. (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
ŞEYH VECÎHÜDDÎN
el-KÂDÎ
"Vahyüddîn" yazanlar da olmuştur. Doğrusu
Vecîhüddîn’dir. İsm-i şerîfleri Ömer’dir. Sülâle-i tâhire-i Sıddîkıyye’dendir.
Şeyh Muhammed el-Bekrî’den ahz-ı tarîkat buyurdular. Pederleri Şeyh Ömerî(?)’den
ve Şeyh Ahî Ferâh-ı Zencânî’den dahi iktibâs-ı feyz-i saâdet eylediler.
Sühreverd’de doğmuş, Bağdâd’da tahsîl etmişti. Kâdılıkta
bulunarak bi'l-âhare terk-i meslek eyledi. Târîh-i intikâli 442/(1050) veyâ
452/(1060)’dir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
ŞEYH ÖMER el-BEKRÎ
Sülâle-i Sıddîkiyye’dendir. Vecîhüddîn el-Kâdî’nin
halîfesidir. 520/(1126)’de intikâl eyledi. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
EBU’N-NECÎB-İ
SÜHREVERDÎ
Ekâbir-i ehlu’llâhdan bir zât-ı âlî-kadrdir. Mufassal
tercüme-i hâlleri yazılmıştır. Müstakillen neşr olunmuştur. Târîh-i intikâlleri
563/(1168)’tür.
ŞEYH KUTBEDDÎN-İ
EBHERÎ
“Ebherî” veyâ “Ebhurî” sûretinde okunur. Nâmları Kutbeddîn; künyeleri Ebû Reşîd; pederleri Ahmed b. Muhammed el-Ebherî’dir.
Semerkand’da Ebher karyesinde dünyâya gelmiş, Merâga’da
büyümüş, Azerbaycân’da tahsîl ile Ebu’n-Necîb’den feyz-yâb olmuştur. Gâyet âlim
ve fâzıl ve ârif idi.
622/(1225)’de terk-i âlem-i dünyâ ettiler.
ŞEYH RÜKNEDDÎN-İ SİNCÂSÎ
“Sincâs” hakkında, hulefâ-yı Uşşâkiyye’den ve fuzalâdan
Hazmî Efendi dedi ki:
“Câmî hazretlerinin tashîhinden geçen Nefehât nüsha-i asliyyesinde, üç yerde
Sincâs olduğu mazbûttur. “Sincâs” bir mahal ismi olup, Rükneddîn hazretlerinin
maskat-ı re’sidir. Müşârünileyhin bakırcılık etmesinden kinâyeten “Nehhâs”
diyenler de vardır. "Garîbî",
"Sincâsî" veyâ "Nehhâsî", “Necâşî”ye tahvîl olunup, tarîkat silsile-nâmelerinde böyle
yazılıyor. Necâşî, Habeş hükümdârına derler. Müşârünileyhe isnâdı galat-ı fâhiştir.”
İsm-i âlîleri Alî, künyeleri Ebu’l-Hasan, lakabları Rükneddîn’dir. Kümmelînden bir zâttır.
Lemezât’ta tercüme-i hâlleri
mufassalan mündericdir.
628/(1231)’de âlem-i bakâya göçtüler. (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
ŞEYH SAFİYYÜDDÎN-İ
ERDEBÎLÎ
Meşâhîr-i sûfîyyeden olup Erdebîl’de zâviye-nişîn idi.
İmâm Mûsâ Kâzım (radıya'llâhu anh) efendimizin nesline mensûbdur. Zâhid
el-Geylânî hazretleri yedinden şarâb-ı hâli içmekle nihâyet kendinden ve cemî'-i
mâ-sivâdan geçmiştir.
/254/ Bu zât
hakkında Timurlenk’in ol kadar hürmet ve i’timâdı vardı ki, Anadolu cihetinden
almış olduğu bir çok üserâyı, bunun iltimâsı tahlîs etmiştir.
Mülûk-ı Safaviyye’nin ceddidir. Evlâd u ahfâdı Erdebîl’de
câ-nişîn-i irşâd olmuş ve giderek Uzun Hasan ile sıhriyyet peydâ husûle
gelerek, bunlardan Şâh İsmâîl, meşîhatı saltanata tebdîl ve mülûk-ı Safaviyye
devletini te’sîs eylemiştir. Safiyyüddîn-i Erdebîlî bunun zuhûrunu rü'yâsında
görmüş ve haber vermiştir. Şöyle ki :
Bir gece âlem-i ma’nâda karnında köpek yavruları görür.
Uyandıkta ağlamağa başlayarak, “Benim sülâlemden Benî Ümeyye gibi halef
kimseler gelse gerektir.” buyurmuşlardır. Fi'l-hakîka Kızılbaş tâifesinden
olan mezkûr mülûk-ı Safaviyye zuhûr etmiştir. Şâh İsmaîl, Şâh Tahmasb ve Şâh
Abbâs bunlardandır. Âlem-i İslâm’a fitne ve fesâd sokmuşlardır. Hâlen
zamânımızda bile te’sîrât-ı mazarrat-bahşâsını görüyoruz.
ŞEYH SADREDDÎN MÛSÂ
Safiyyüddîn’in küçük oğludur. Lezzet-i ma’rifeti
pederinden tatmış ve bezm-i vahdette safâlar sürmüş bir zât-ı velâyet-simâttır.
HÂCE ALİYY-İ
ERDEBÎLÎ
Hz. Sadreddîn’in oğludur. Libâs-ı takvâyı pederi
giydirip, kendi eliyle şerbet-i tarîkatı içirmiştir. Pek çok kerâmâtı görülmüş
bir merd-i rûşen-dildir.
ŞEYH İBRÂHÎM-İ
ERDEBÎLÎ
Hâce Alî’nin oğludur. Pederinden iktibâs-ı envâr edip,
tâc-ı kerâmet ve hırka-i tarîkatı giymiş ve deryâ-yı ma’rifete dalmıştır. Bunun
oğlu Şeyh Cüneyd, onun oğlu Şeyh Haydar olup, Nûşirevân tarafından katl
olunmuştur. Râfizîler ile mülûk-ı Safaviyye ondan türedi.
ŞEYH HAMÎDÜDÎN-İ
AKSARÂYÎ
“Şeyh Hâmid” ve “Hamîdüddîn-i Velî el-Aksarâyî” diye meşhûrdur. Kayserili Şeyh
Şemseddîn-i Mûsâ nâm zâtın oğludur. Kayseri’de dünyâya revnak-fezâ olmuştur.
Tarîkat neş’esine bidâyeten pederinden vâsıl olup, onun
terbiyesiyle ba'zı makâmâta erişmiştir. Ba’dehû seyâhata çıkıp, pek çok
meşâyıh-ı ızâm ile görüştükten sonra, Şâm-ı şerîfe gelmiş ve mürşid-i kâmil
bulmak ümniyyesiyle Tebrîz’e kadar gidip, Hâce Aliyy-i Erdebîlî hazretlerinin
bezm-i irfânına erişmiştir. Ba'zı nüshalarda, “Hâce Alâeddîn” sûretinde
yazılmıştır.
Müşârünileyhden ahz-ı feyzden ve kemâlât-ı hakîkiyyeden
ne bulduysa, müşârünileyh yüzünden bulduktan sonra, bir müddet inzivâ ve
mücâhede ile dem-güzâr olup, ba’dehû şeyhinin irşâd ve işâretiyle Bursa’ya
gelip, ümmî tavrı takınarak ekmekçilik ile taayyüşe başlamıştır.
/255/ O zamân
mutasarrıf-ı vakt imiş. Berâ-yı teessür o san’atla meşgûl olurlar imiş.
Bursa’daki Molla Fenârî Mahallesi'ndeki fırınları el’ân
mevcûd ve ziyâret-gâhtır. Ekmek sattıkları mahal Ulucâmi'-i şerîfin kapısı
karşısında Sahaflar Çarşısı’nın orta mahallidir. Hâlen bahçe hâline konulmuş,
teberrüken başka bir şey yapılmamıştır. Her hafta Cuma günleri ahâlîden bir
kısım burada toplanır, duâ ederler.
“Somuncu Baba” diye
şöhretleri vardır. Bu sıralarda Ulucâmi’in inşâatı hitâma ermekle Yıldırım Bâyezîd
Hân, dâmâdı Emîr Sultân’dan minberde va’z eylemesini ricâ ettikte “Efendim!
Şu direğin arkasında Ekmekçi Dede vardır, benden âlimdir.” diyerek Hamîdüddîn’i
ortaya sürmüştür.
“Hây Emîr hây, niçin bizi faş ettin?” diyerek
bi’z-zarûr hutbeyi okumuşlar; sûre-i Fâtiha’ya yedi türlü ma’nâ vermişlerdir.
Hâzır bulunanlardan allâme-i cihân ve Şeyhü'l-islâm Molla Fenârî,
müşârünileyhin irfân u kemâline hayrân olmuştur. Kıssaları uzun ve meşhûrdur.
Cemâat dağılırken, Hz. Hamîdüddîn’i her üç kapıdan
çıkarken görmüşlerdir. Bursa müderrislerinden Hacı Bayram Efendi, Ekmekçi
Dede’nin bu hâline vâkıf oldukta, dâmen-i irfânına yapışıp, âkıbet ondan
şarab-ı hâli içmeğe muvaffak olmuştur. Her nereye giderse maiyyetinden
ayrılmayacağını te’mîn eylemesiyle, birlikte Şam’a, ba’dehû Haremeyn-i muhteremeyne
gittiler. Aksaray kasabasına avdet ettiler. (Hacı Bayram), azîzinin irtihâline
kadar orada kaldılar, hıdmet-i şerîfelerinde bulundular. Aksaray kasabasında
medfûndur, “Aksarâyî” bundan kinâyeten denilmiştir.
Gegbûze (Gebze)’de bir türbe gördüm. Hamîdüddîn-i
Aksarâyî hazretlerine nisbet edilmiş. Ahâlî-i mahalliyyenin rivâyetine nazaran
mazannadan ba'zı zevât keşfen böyle söylemişler, türbe yapılmış, hâlbuki
hakîkat değildir.
“Tâc-ı ârifîn: (تاج عارفين) terkîbi târîh-i
intikâlleri olan 815/(1412)’i iş’âr eder.
Şerh-i Hadîs-i
Erbain nâmıyla
bir eserleri vardır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Müşârün ileyhin Bâyezîd-i Bistâmî vâsıtasıyla Sıddîk-ı
A’zam efendimize müntehî bir silsile-i tarîkları müsâdif-i nazar-ı fakîranem
olmuştur :
- Şeyh Hamîdüddîn-i Aksarâyî (Kuddise sırruhû),
- Şeyh Şâdî er-Rûmî (Kuddise sırruhû),
- Şeyh Ibrâhîm el-Busîrî (Kuddise sırruhû),
- Şeyh Süleymân-ı İskenderanî (Kuddise sırruhû),
/256/ - Şeyh
Hasan-ı Esterâbâdî (Kuddise sırruhû),
- Şeyh Mahmûd-ı Basrî (Kuddise sırruhû),
- Şeyh Osmân-ı Rûmî (Kuddise sırruhû),
- Şeyh Mahmûd-ı Kerhî (Kuddise sırruhû),
- Şeyh Sa’deddîn-i Bağdâdî (Kuddise sırruhû)
- Şeyh İshâk-ı Hârezmî (Kuddise sırruhû),
- Şeyh Süleymân-ı Necdî (Kuddise sırruhû),
- Şeyh Süleymân-ı İsfahânî (Kuddise sırruhû),
- Şeyh Ahmed-i Horâsânî (Kuddise sırruhû),
- Şeyh Ebu’l-Hasan-ı Cürcânî (Kuddise sırruhû),
- Şeyh Mûsâ el-Bestâmî (Kuddise sırruhû),
- Şeyh İbrâhîm-i Hindistânî (Kuddise sırruhû),
- Hz. Şeyh Bâyezîd-i Bestâmî (Kuddise sırruhû).
CENÂB-I PÎR HACI BAYRAM-I
VELÎ
Kutb-ı zamân olan bu zât-ı muhterem Ankara’da Solfasıl
(Zülfazl) nâm karyede yediyüz ellisekiz (1357) senesinde âlem-i nâsûta
kadem-zen olmuştur.
Peder-i muhteremlerinin ismi Koyunluca Ahmed’dir; üç
evlâdı olup, büyüğü Bayram, ortancası Safiyyüddîn, küçüğü Abdâl Murâd’dır.
Hz. Bayram, tahsîl-i ulûm ederek müderrislikle, Ankara ve
Bursa şehirlerinde bulunmuştur. Bursa’da Çelebi Sultân Mehmed Medresesi’nde
ikâmet ettikleri oda el’ân ziyâret olunur.
Bursa’da iken Hamîdüddîn hazretlerinin şeref-i himâyetine
mazhar olup, zamân-ı tesâdüf Kurban Bayramı’nda vâki’ olmağla, mürşidleri, “Bayram” tesmiye etmiş idi. Bu zât-ı muhteremle Şam’ı ve Haremeyn-i muhteremeyni
ziyâretle Aksaray’a gittiği menkûldür. Müstahlef olup Bursa’ya me’mûr oldular.
Bidâyeten Bursa’da Emîr Sultân hazretleriyle çok görüşüp, hattâ Hz. Emîr’in
intikâlinde gasl edip, namâzını kıldırmıştır.
Âlim, âmil bir müderris-i fâzıl olup, zamânının kıdve-i enâmı
ve merci’-i hâss u âmmı olmuşidi. Hattâ Germiyân’a giderken, Fâtih Sultân
Mehmed’in pederi Sultân Murâd-ı sânî haber alıp, kendine vezîr etmek istemiş
ise de, hussâd mâni’ olup ba'zı hedâyâ ile tatyîbini kâfî gördüler. O erbâb-ı
gaflet, Hz. Bayram’ın esâsen böyle bir teklîfe cevâb-ı muvâfakat vermeyeceğini tahmîn
edemediler.
/257/ Âhir
vakitlerini Ankara’da geçirip irşâd ile meşgûl olmuş ve kendi kedd-i yemîniyle
ekip biçtiği burçakla taayyüş edip, ağniyâdan topladığı sadakaları erbâb-ı fakr
u ihtiyâca tevdî’ etmeyi i’tiyâd edinmiş idi. Kerâmât-ı zâhire ve makâmât-ı
ma’neviyye sâhibi idi.
Sultân Murâd-ı sânî bunu pek iyi takdîr ettiğinden,
hussâdın sözünü dinlemeyerek Edirne’ye da’vet edip, salâh u kemâlini görünce
duâsını taleb ve rızâsını celb etmiştir ve Câmi'-i Atîk’te va’z u nasîhat
eylemesini temennî kılmasıyla pâdişâhın ârzûsunu yerine getirmiştir.
Câmi’-i Atîk, Yıldırım Bâyezîd’in oğlu Emîr Süleymân
tarafından başlatılıp Çelebi Sultân Mehmed tarafından ikmâline muvaffak olunan
ma’bed-i mukaddestir. Cenâze penceresi yanında Hz. Pîr’in va’z u nasîhat esnâsında
oturdukları kürsü el’ân mevcûddur. Elyevm teberrüken ziyâret olunur. Muharrir-i
fakîr, mükerreren Edirne’ye azîmetimde ziyâret ettim.
Evliyâ Çelebi, Seyâhat-nâme’sinde yazar ki:
“Anadolu’da büyük bir nüfûz-ı ma’nevîsi bulunan Hacı Bayram-ı Velî, bu
câmi’de mevâızda bulunmuştur ve i’tikâfa girip çok ibâdet ederek, nice yüzbin
âdemi va’z u nasîhatla irşâd etmişlerdir. Hâlen kürsî-i şerîfleri bir köşede
teberrüken mahfûzdur. Bir kimse o kürsüye çıkıp va’z etmeye kâdir değildir.
Zîrâ erenler mekânıdır. Sultân Ahmed Hân, Edirne’ye geldikte bir fuzûl şeyh,
isbât-ı vücûd için Hacı Bayram kürsüsüne çıkmak ister. Câmi’ hademesi men’
ederler. “Çıkman sultânım!” derler. Ricâ ederler, herîf dinlemeyip
kürsüye urûc ederse de, “Bi’smi’llâh” demeye kâdir olamadı. Lâl u hayrân
bir hâlde kaldı. Bir kaç def'a kendini zorladıysa da muktedir olamayıp,
kürsüden iner. O asırdan beri öyle kalmış bir kürsü ve mekân-ı kibârdır.”
Hz. Bayram-ı Velî, Gülşenî Veli Dede Dergâhı’nda minberin
sağ tarafındaki mahalde bir erbaîn çıkarmıştır. Azîzim merhûm Şerefeddîn Efendi
dâimâ burada oturur, Hz. Pîr’in enfâs-ı kudsiyyelerinden istifâza buyururlar
idi.
Hz. Bayram, Ankara’ya avdet buyurdular. Sohbet ve
mükâleme-i reşâdetleri gâyet müessir idi. Nutk-ı şerîfleri herkesin üzerinde
te’sîr husûle getirir idi. Bir çok kimseleri zirve-i velâyete ulaştırdıktan
sonra, "irtihâlü'l-insân" (ارتحال الانسان) /258/ ve "el-hayr" (الخير)[7] kelimesinin nâtık olduğu üzere
833/(1430)’te âlem-i âhirete intikâl eylediler. Ankara’da medfûndur. Müstakil
ve müzeyyen bir türbesi vardır.
1328/(1910) senesinde İstanbul’dan sûret-i mahsûsada
ziyâret-i aliyyeleri kasdıyla Ankara’ya gittim. el-Hamdü li’llâhi teâlâ
ziyâretle kâm-yâb oldum. Sandûkalarının üzeri sırma işlemeli bir pûşîde ile mestûrdur.
Etrâfında pirinçten ma’mûl bir şebeke vardır. Tâc-ı şerîfleri, hırka-i
latîfleri, kamîs-i nazîfleri, mahfûz-ı mevki’-i ihtirâmdır. Esnâ-yı ziyâretteki
safâ-yı derûn lisân-ı vasfa sığmaz.
Türbe-i şerîfelerinde âvihte-i mevki’-i ihtirâm olan
elvâh-ı medhiyyeyi istinsâh etmiş idim. Teberrüken her birini ber-vech-i zîr
nakl ediyorum:
Pîşvâ-yı urefâ Hazret-i Bayram-ı Velî
Kutb-ı aktâb-ı Hudâ Hazret-i Bayram-ı Velî
Bâde-i aşk-ı hakîkî ile ser-mest olarak
Bulmuş envâ’-ı safâ Hazret-i Bayram-ı Velî
Lutfuna hem de kerâmâtına yokdur gâyet
Melce-i bây u gedâ Hazret-i Bayram-ı Velî
Anla kudsiyyetini Şeyh Hamîdü’d-dîn’in
Eyledi hıdmet ana Hazret-i Bayram-ı Velî
Dâhil-i dâire-i feyz olan uşşâka
İder ihsân u atâ Hazret-i Bayram-ı Velî
Müstefîz eyle dahîl-i keremindir Sa’dî
Yetiş imdâdına Yâ Hazret-i Bayram-ı Velî
* * *
Ey olan bâsıra-i kalbi elemle tîre
Sür yüzün türbe-i ulyâ-yı Cenâb-ı Pîr’e
* * *
Câm-ı aşkın mazharıdır Hacı Bayram-ı Velî
Ehl-i Hak’kın rehberidir Hacı Bayram-ı Velî
Âsitânın bekleyen elbet irer maksûduna
Ârifânın serveridir Hacı Bayram-ı Velî
Giydi pîrlik tâcını çü oluben gavs-ı Hudâ
Çeşm-i kudret manzarıdır Hacı Bayram-ı Velî
Kişver-i ma’nâda şâh-ı mazhar-ı tevhîd olup
Câmiu’l-aşk hem-seridir Hacı Bayram-ı Velî
Şehr-i vahdet içre oldu sâki-i peymân-ı aşk
Câm-ı feyzin haydarıdır Hacı Bayram-ı Velî
Nûş iden bir cur’asın elbet olur mest-i elest
Mâye-i feyz gevheridir Hacı Bayram-ı Velî
Hamdü li’llâh ravzasın itdim ziyâret bâ-rızâ
Nûr-ı Hakk’ın ezheridir Hacı Bayram-ı Velî
İtmede ervâh-ı akdes dergehin dâim tavâf
Kâ’be-i ma’nâ deridir Hacı Bayram-ı Velî.
Mesleğin sâlik olan aldı “araf”dan bir sebak
Vech-i zâtın perveridir Hacı Bayram-ı Velî
Bâde-i “lâ-yahzenûn”[8] câmın olup
humm-ı safâ
Şems-i tahkîk-hâveridir Hacı Bayram-ı Velî
Çün dimâğ-ı Rüşdi’ye
irdi derinden bir meşâm
Bû-yı şevkın anberidir Hacı Bayram-ı Velî
* * *
/259/ Şark u garba nûru olmuş müncelî
Hisse-mend-i feyzidir Anadolı
Râh-ı irfânı güşâde eylemiş
Hazret-i el-Hâc Bayram-ı Velî
* * *
Garka-i bahr-i melâlim Hazret-i Bayram meded
Teşne-i âb-ı visâlim Hazret-i Bayram meded
Sen tabîb-i derd-i dil-i bî-çâregân(sın)*
Ben marîz-ı bî-mecâlim Hazret-i Bayram meded
Dil yanar hasretle zehr-i âbı ke’sin çeşmesin
Telh-kâm-ı bî-misâlim Hazret-i Bayram meded
Zîver-i unvân-ı mektûb-ı velâyetsin kulun
Nokta-i vasfînda lâlim Hazret-i Bayram meded
Ey gül-istân-ı kerâmet gül-bünü vâ hasretâ
Andelîb-i beste-bâlim Hazret-i Bayram meded
* * *
كر بيا رند دركهت
روى سيه باشد سفيد
از سياهى بخت نالم
حضرت بايرام مدد
انتساب دولت دارين
بى شك ادهما
كرجه بر جرم دو
بالم حضرت بايرام مدد[9]
* * *
Evliyânın ayn-gâhı Hacı Bayram-ı Velî
Asfıyânın pâdişâhı Hacı Bayram-ı Velî
Ehl-i diller ârzûlar yüz süreler dergâhına
Sâlikânın dilde hâhı Hacı Bayram-ı Velî
Ey velâyet çarhının devvâr-ı kutb-ı neyyiri
Âsumânın mihr ü mâhı Hacı Bayram-ı Velî
Hâzin-i ilm-i ledünn ü mahzen-i esrâr-ı Hak
Derd-mendânın penâhı Hacı Bayram-ı Velî
Tâc-dârısın velîler ceyşinin devrinde hem
Server-i bî-iştibâhı Hacı Bayram-ı Velî
Mürde-dil uşşâka ger itse teveccühle nazar
Cân-bahş eyler nigâhı Hacı Bayram-ı Velî
Yevm-i mahşerde şefâat kıl bu Sırrî bendene
El-emân çokdur günâhı Hacı Bayram-ı Velî
Hicâz Valisi Hacı Reşîd Paşa merhûmundur:
Şeh-i iklîm-i velâyet Hacı Bayram-ı Velî
Hâkim-i mülk-i hidâyet Hacı Bayram-ı Veli
Solfasıl karyesidir mehd-i vücûdu ammâ
Ankara şehrine ni’met Hacı Bayram-ı Velî
Tıfl iken hârika-i rûh ile mânend-i Mesîh
İtdi izhâr-ı kerâmet Hacı Bayram-ı Velî
Müstefîz oldu kemâliyle Ebû Hâmid’den
Hazret-i Pîr-i tarîkat Hacı Bayram-ı Velî
İlm ü irfânı ile âleme şâyi' oldu
Söylenür tâ-be-kıyâmet Hacı Bayram-ı Velî
Fukarâsı çok idi şimdi dahi pek çokdur
Eyliyor cümleye himmet Hacı Bayram-ı Velî
Feth-i İstanbul içün Hazret-i Şemseddîn’e
Gayreti kıldı vasiyyet Hacı Bayram-ı Velî
Yazıcı-zâde’ye yazdırdı Kitâb-ı Aşk’ı
İtdi îsâr-ı muhabbet Hacı Bayram-ı Velî
Nâil-i vaslı olan Hâcı
Reşîd’e elbet
Bahş ider feyz-i reşâdet Hacı Bayram-ı Velî
* * *
/260/
Ser-firâz-ı kutbiyândır Hacı Bayram-ı Velî
Şâh-ı irfân-ı cihândır Hacı Bayram-ı Velî
Eşgine yüz süren elbette rehâ-yı nâr olur
Şâfi’-i üftâdegândır Hacı Bayram-ı Velî
Mürşid-i râh-ı hakîkat mahrem-i râz-ı Hudâ
Menba’-ı feyz-i İlâhî kümmelîn-i evliyâ
Vuslat-ı mahbûb-ı Hak’dan âşinâdır dâimâ
Reh-nümâ-yı sâlikândır Hacı Bayram-ı Veli
Şem’-i nûr-ı himmeti yanmakdadır rûz u şebân
Âsitân-ı feyz-i cûdu sû-be-sû olmuş revân
Âb-ı aşkın teşnegânı oldu sîr-âb bî-gümân
Mevc-i eltâf ı revândır Hacı Bayram-ı Velî
Nefsile hem-râh-ı dâim işim oldu pür-hatâ
Ez-miyân-ı bahr-ı isyân bulmadım bir ân rehâ
Yüz sürüp hâk-i der-i ulyâsına eyle recâ
Dest-gîr-i mücrimândır Hacı Bayram-ı Velî
Râşid-i kem-ter kulun geldi huzûra zâr zâr
Nâ-sevâbım cürm ü taksîr ü günâhım bî-şümâr
Rû-siyâh ile varup dergâhına kıl i’tizâr
Yâver-i bî-çâregândır Hacı Bayram-ı Velî
* * *
Ey şeh-i iklîm-i irfân ey velîyy-i zü’l-kerem
Vey şehen-şâh-ı tarîkat Hacı Bayram-ı Velî
Ey maârif bahrına gavvâs olanlar rehberi
Âşinâ-yı sırr-ı vahdet Hacı Bayram-ı velî
Mültecâ-yı tâlib-i Hak dest-gîr-i sâlikân
Vâkıf-ı sırr-ı hidâyet Hacı Bayram-ı Velî
Teşnegân-ı vaslı kâni’ eyler ednâ himmetin
Sâki-i atşân-ı vuslat Hacı Bayram-ı Velî
Dünye vü ukbâsını îyd itmeğe züvvârının
Nâm-ı pâkindir işâret Hacı Bayram-ı Velî
Çeşm-i nâ-bînâ ile geldim sana hâl arzına
Kâhil-i kuhl-ı hakîkat Hacı Bayram-ı Velî
Hâk-i dergâhın gözümde tûtiyâ yâ nûr-ı Hak
El-emân eyle mürüvvet Hacı Bayram-ı Veli
Kem-ayârım dest-i nakkâd-ı maârif isterim
Kân-ı iksîr-i velâyet Hacı Bayram-ı Velî
Gerçi bed-kârım kabûle nâ-revâyım el-meded
Ey hakîm-i derd-i firkat Hacı Bayram-ı Velî
Çünki yokdur ey velîler serveri mahbûb-ı Hak
Lutf-ı ehlu’llâh’a gâyet Hacı Bayram-ı Velî
Nüsha-i âmâlime pûşîde olsun himmetin
Görmeyem rûz-ı kıyâmet Hacı Bayram-ı Velî
Feyz-i imdâdınla nâmın haşrde kem-ter Saîd
Bula defterde saâdet Hacı Bayram-ı Velî
Esnâ-yı ziyârette bu abd-i rû-siyâha sânih olmuştur:
Reh-i Mevlâ’da hırâm eyledi Bayram-ı Velî
Şevkını zevkını tâm eyledi Bayram-ı Velî
Ne mübârek ne güzel pîr-i tarîkatdır o
Herkesi kendine râm eyledi Bayram-ı Velî
Aşk ile türbe-i pür-ıtrına dâhil oldum
Beni ser-mest ü müdâm eyledi Bayram-ı Velî
Ankara halkı vücûduyla tefâhur itsün
Nûr ile def’-ı zalâm eyledi Bayram-ı Velî
Zâir-i hâlisi Vassâf'ını taltîf iderek
Îyd-i vuslatla be-kâm eyledi Bayram-ı Velî
/261/ Hz. Pîr,
kerîmeleri Hayrunnisâ hazretlerini, Eşref-zâde Abdullâh-ı Rûmî hazretlerine
tezvîc buyurmuşlardı. Emîr Sultân hazretleri tavassut edip, hattâ onbir sene
Hacı Bayram-ı Velî’ye İmâmet etmiş ve hıdmet-i şerîfelerinde bulunmuştur.
İbtidâ-yı sülûkları müşârünileyhden idi. Nitekim Kâdirîler bahsinde tafsîli
geçti.
Ankara’daki müşâhedâtım:
Hz. Pîr’in türbesi kârgîrdir. Üzeri kubbelidir. Müşrif-i
harâb iken zamânımızda meşâyıh-ı Bayramiyye’den Hüsâmeddîn Efendi uluvv-i
himmet izhâr ederek ta’mîre muvaffak olmuştur. Türbe-i şerîfeleri ittisâlinde
bir câmi'-i şerîf vardır. Minâresi iki şerefelidir. Câmi'-i şerîf gâyet dil-nişîn
ve ma’mûr ve müzeyyen olup, gerek mihrâbının, gerek duvarlarının çinileri pek
nefîstir. Husûsiyle minberi saç ağacından ma’mûl ve pek kıymet-dâr ve
musanna’dır. Câmi'-i şerîf vaktiyle Hz. Pîr zamânında inşâ olunan hânkâhın
mahallindedir. Târîhine bakdım, 1126/(1714)’dır. Demek ki vaktiyle yapılan
hânkâh müşrif-i harâb olunca bu câmi'-i şerîf 300 sene sonra yapılmıştır. Câmi'-i
şerîfin kapısı bâlâsındaki târîh:
Mürşid-i râh-ı hakîkat menba’-ı cûd u sehâ
Şeyh Muhammed Baba nesl-i Hacı Bayram-ı Velî
Câmi’-i ceddini ta’mir itdi bâ-avn-i Hudâ
Ola yâ Rab dergehin çâkerlerinin ekremi
Göricek itmâmını Râzî
didi târîhini
Câmi’-i rahmet-meâb Hacı Bayram-ı Velî
(جامع رحمت مآب
حاجى بيرام ولى) = 1126/(1714)
Bu târîhden anlaşılıyor ki, sülâleleri teselsül etmiş ve
Şeyh Muhammed nâmında ahfâdından biri zamânında câmi'-i şerîf ta’mîr
edilmiştir. Ta’mîr ta’bîrinden binânın Hz. Pîr zamânından kaldığı da istidlâl
olunabilir.
Dîğer târîh:
من اولياء الله بيرام
الولى الذى
قد كان بان لهذا
الجامع الفاخرا
لما بدى حزبه من
الغدا والعشى
أهم عمرانه شيخ
نجد الورى
لقد قال من رأى
إتمام تعميره
بالشوق تاريخه ذا
جامع عمرا[10]
Câmi'-i şerîfin ittisâlinde hücreler ve müteaddid
dâireler vardır. Bu hücrelerde birçok erbâb-ı riyâzet ü sülûk göreceğim
zannediyordum. Hâlbuki her taraf,
يوم نوبت ميزند پر طارم افراسياب
پرده دارى ميكند در قصر قيصر انكبود[11]
/262/ diye
lisân-ı hâl ile göz yaşları döküyor gibi hisseyledim. Câmi'-i şerîfin altındaki
odalar, matbah ve çile-hâneyi ziyâret ettim. Odalar birer çile-hânedir.
Birincisi Akşemseddîn hazretlerinin, ikincisi Yazıcı-zâde Muhammed Efendi
hazretlerinin, üçüncüsü Eşref-zâde Abdullâh-ı Rûmî hazretlerinindir. Her üçünün
birleşip huzûr-ı Hz. Pîr de zikr ettikleri hücre dahi ziyâret olunmuştur. Burada
Hz. Pîr’in kemeri, mübârek surrelerine Hz. Rasûl-i Ekrem (salla'llâhu aleyhi
ve sellem) efendimizin sünnet-i seniyyelerine tebean koydukları siyâh taş
mevcûddur. Her birini yüzüme, gözüme sürdüm.
Ankara ahâlîsinde Hz. Pîr’e hiss-i muhabbet yokdur. Her
hâlde vaktiyle ziyâde imiş, sonraları zâil olmuştur. Sebebi ise seccâde-nişîn-i
meşîhat olan zevâtın zevk-ı tasavvufdan, ilm ü irfândan mahrûm olup, ezvâk-ı
dünyâya dalmaları ve halk üzerinde o makâm-ı ulvînin te’sîrini izâle edecek
etvâr ve harekâttan ibârettir. Hâlen oraya bir insân-ı kâmil gelmiş olsa, Hz.
Pîr’in uluvv-i mertebe ve makâmât-ı âliyesini onlara ifhâm eder sûrette hareket
etse, avâmm-ı halk orasını kıble-i irfân ittihâz eder. Ankara’da altmış yaşına
gelmiş bir ihtiyâr ile görüştüğümde, “Efendi bu yaşa geldim, oraya girmedim.”
demiş ve fakîri hayrette bırakmış idi.
Burada da seccâde-nişîn olanlara, “Çelebi” derler.
Vâridât-ı Bayramiyye-i vakfiyye çoktur. Çelebiler, vâridâtı kendilerine hasr
eylemişler ve fukarâ ve seyyâhîne bakmaz olmuşlardır. Hattâ yakında Ankara’dan
gelen bir arkadaşım, “Hz. Pîr’in türbesi toz, toprak, örümcek içindedir. Muvâcehe
penceresi o mertebe kirlidir ki, içerisi görünmez. Dışarısını da badana etmek,
silmek süpürmek bile kimsenin hâtırına gelmez. Her taraf hüzn ü elem içinde bir
hâl-i harâbî arz ediyor.” dediği zamân, o hânkâh-ı muazzamın vâridâtıyla yaşâyân
çelebi efendiye la’net ettim. Zevk u safâya dalmışlar, hânkâhı unutmuşlar. Bu
hâle teessüfler etmemek elden gelmiyor.
Hulefâ-yı Kirâmı :
İnce Bedreddîn, Meczûb Akbıyık, Kızılca Bedreddîn, Baba
Nühhâs-ı Ankaravî, Salâhaddîn-i Mevlevî, Muslihuddîn Halîfe, Yazıcı-zâde
Muhammed Efendi, Akşemseddîn, Molla Zeyrek, Ramazân Halîfe, Şeyh Muk’ad Hızır
Dede, Şeyhoğlu Edhem Baba, Yûsuf-ı Hakîkî hazerâtıdır. Daha ba'zı hulefâsı da vardır.
Müşârünileyhimden Akşemseddîn’den tarîk-ı Bayramî, Şeyh Hızır Dede’den tarîk-ı
Celvetî zuhûr etmiştir.
/263/ Hz. Bayram-ı Velî’nin Manzûmeleri :
Lisân-ı tasavvufla söylenmiş gazel ve ilâhiyyâtı vardır.
İsmâîl Hakkî hazretleri bir gazelini şerh eylemişlerdir.
Nutuklarından:
Niceler bu yolda varın terk idüp
Şâdî virüp satun aldılar gamı
* * *
Bilmek istersen sen seni
Cân içre ara cânı
Geç cânından bul Anı
Sen seni bil sen seni
Kim bildi ef’âlini
O bildi sıfâtını
Andan gördü zâtını
Sen seni bil sen seni
Görünen sıfâtındır
Anı gören zâtındır
Gayriye ne hâcetdir
Sen seni bil sen seni
Kim ki hayrete vardı,
Nûra müstağrak oldu
Tevhîd-i Zât’ı buldu
Sen seni bil sen seni
Bayram özünü bildi
Bileni anda buldu
Bilen ol kendi oldu
Sen seni bil sen seni
Hz. Pîr’in şeyhâne ve mutasavvıfâne pek çok âsâr-ı
manzûmeleri olduğunu eski bir eser haber veriyor. Şiiri pek severler imiş ve “Nazm
evliyânın kerâmâtındandır; gerek âlim olsun, gerek ümmî olsun. Zîrâ âlem-i
hakâyık onu îrâs eder; Yûnus Emre gibi ki, aslında ümmî-i mahzdır; lâkin
kemâlâtı âlemde intişâr-ı tâm bulmuştur.” buyururlar imiş.
Dürre-i bahr-ı keremdir Hacı Bayram-ı Velî
Bülbül-i bâğ-ı İrem’dir Hacı Bayram-ı Velî
Fazl u irfânı ile âleme şöhret virdi
Mâlik-i genc-i himemdir Hacı Bayram-ı Velî
Meclis-i feyzine dâhil olan uşşâk didiler
Dâfi’-i hemm ü elemdir Hacı Bayram-ı Velî
Her gören zâtını olmuş idi aşkın mesti
Sâki-i meclis-i cemdir Hacı Bayram-ı Velî
Der-i lutfundaki Vassâf’ını
tesrîr eyler
Sâhib-i lutf u keremdir Hacı Bayram-ı Velî
Hulâsa-i kelâm Hz. Pîr, vücûd-ı enveriyle âlem-i irfâna
pertev-pâş olmuş bir neyyir-i hakîkat idi. Müntesiblerin her birini zirve-i velâyete
ulaştırmıştır. İkinci devir şuarâsından Şeyh Sinân Efendi’nin, Hz. Pîr ile
şeref-yâb olanlardan olduğu ve iktibâs-ı envâr-ı tasavvuf eylediği ve Şeyh
Ulvân-ı Şîrâzî nâmında bir halîfeleri daha bulunduğu mervîdir.
Hz. Bayram-ı Velî’nin bir halîfesine yazdıkları mektûb
sûretidir:
الحمد لله الذى جذب اوليائه إلى باب حضرته وأمدها بإمداد
غيبه فتحققوا بشهود أزليته وأبديته وأخذ وجودهم عنهم بإفنائهم فى وجوده. ففرقوا فى
بحر هويته وصلى الله على أكمل مظاهره محمد المصطفى من خليقته الذى شهد له اعلام
الوجود بكمال خصوصيته وأكمليته وعلى آله وأصحابه
وإخوانه الكاملين من ورثته.[12]
Ol ah-ı İlâhî üzerine dahi ittihâz-ı zâtî münbais olan duâ-yı sâlih ihdâ
olunduktan sonra i’lâm olunur ki, mukaddemen bu cânibe irsâl buyurulan mektûb-ı
şerîfinizle karındaşımız Muhammed Efendi’nin (rahmetu'llâhi aleyh) bu
menzil-i kesretten âlem-i vahdete ve dâr-ı ağyardan serây-ı dil-dâra intikâl
ettikleri i’lâm olunmuş. (الحكم لله والأمر
بيد الله)[13] Hak teâlâ hazretleri kemâl-i lutfundan
ibâdu’llâh-ı sâlihîn ve ervâh-ı mukarrabîn zümresinden edip, haşre dek huzûr-ı
akdes ve âlem-i ünsde şarâb-ı vuslat ile sîr-râb edip ve vech-i izzette ref-i
nikâb ve keşf-i hicâb ile ber-hûrdâr etmiş ola. (وَمَا جَعَلْنَا
لِبَشَرٍ مِّن قَبْلِكَ الْخُلْدَ) [14]
Bu dâr-ı mihnet, dâr-ı huld-i ikâmet değildir. Belki tahsîl-i kemâlât u
maârif-i ilâhiyye ve tekmîl-i merâtib-i imkâniyye-i vücûbiyyeden sonra abdin
sıfat-ı zâtiyyesi olan fakr-ı küllî ile Hakk’a ibâdet ve müşâhede-i vech-i
hakîkat ve muâyene-i Cemâl-i Hz. Ulûhiyyet mahallidir: (وَمَن كَانَ فِي
هَـذِهِ أَعْمَى فَهُوَ فِي الآخِرَةِ أَعْمَى)[15]
Eğer görmezse kişi bunda yârın
O gözsüz kande görür yârı yarın
Bilişen dost ile bunda bilişür
Göremez yâd olan yarın nigârın
O gördü dahi buldu bunda yârın
Fedâ kılan yoluna cümle varın
(وَتَرَى
الْجِبَالَ تَحْسَبُهَا جَامِدَةً وَهِيَ تَمُرُّ مَرَّ السَّحَابِ)[16] (بَلْ
هُمْ فِي لَبْسٍ مِّنْ خَلْقٍ جَدِيدٍ)[17]
Bu âlem mahall-i tebeddül ü tagayyürdür. Dâimâ halk içinde nihâyet i’lâm
ile îcâdından tagayyürü müşâhed değildir. Öyle olsa ân-ı vâhidde i’lâm ile îcâd
beyninde olan vücûdun ne mikdâr bakâsı olsa gerekdir. Tâ kim, miskîn ibn-i Âdem
ona i’timâd eyleye. İmdi, dîde-i basîreti, kuhl-i tevfîk-i ilâhî ile mükahhal
ve mir’ât-ı kalbi nûr-ı îmân, îkân u ihsân ile musaykal olan ihvân-ı
muvahhidîne lâzım budur ki, mevhûm olan vücûdun bakiyye-i ömrünü dergâh-ı
izzetin ibâdetinde ifnâ edip, Arş-ı İlâhî ve Beyt-i Rahmânî ve mahzen-i ilm-i
ledünnî ve maskat-ı envâr-ı Sübhânî ve âyîne-i cemâl-ı Samadânî olan kalbi
müşâhede-i Hak’dan hâlî tutmayıp, Hakk’ın zikr ü fikrinde murâkabe ve huzûrunda
olalar.
(ما وسعنى أرضى ولاسمائى ولكن وسعنى قلب الؤمن)[18] mûcebince kalblerinde Hakk'ı
hâzır bileler. Zîrâ insânın (kalbi) esmâ ve mütekâbile tasarrufunda olmağın
dâimâ takallübdedir. Cemî' eşyânın suver-i in’ikâsına kâbiliyyeti vardır. Herhangi
sûret kalbin içinde mün’akis olursa ol insân, onun sıfatı ile muttasıf olur.
Eğer ol hînde intikâl ederse, (وعلى تموتون تحشرون)[19]
ona göre haşr olunur. Onun için mübtedî olan ehl-i sülûk kulûbunda her ân
Hak’dan gâfil değillerdir. Yâhûd mezâhir-i ilâhiyye olan kümmeli mürşid ve
muktedâ ittihâz edip kulûbunda nakş ederler. Yâhûd suver-i eşyâyı mezâhir-i
esmâ-ı ilâhiyye bilip cümlesinde vech-i Hakk’ı mülâhaza ederler. Bu hâl üzerine
intikâl ederler ise gaflet-i küllî ile intikâl etmezler. Mütevassıtîn olanlar
kulûbunu beyt-i ilâhî bilip müşâhededen bir ân münfek değillerdir. Müntehî
olanlar Hak’dan gayri nesne bilmezler. (فَلاَ
خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ)[20]
Benim rûhum! Zâhiren ve bâtınen, kavlen ve fi’len, hâlen ve ilmen, keşfen
ve zevkan Hz. Rasûlu’llâh (salla'llâhu aleyhi vesellem)’e imtisâl edip
tarîkına sülûk etmek gerektir. Tâ kim, vilâyet-i hâssa-i Muhammediyye’ye duhûl
ve vusûl müyesser ola. Zîrâ herkesin kurb-ı rûhânîsi nice ise, verâset-i
Muhammediyye’den ol kadar vâristir. (رِجَالٌ صَدَقُوا مَا عَاهَدُوا اللَّهَ
عَلَيْهِ)[21]
Bu âyet, gerçi evliyâ-yı Muhammediyye’nin beyânındadır. Ya'nî, “Hak’dan
gayri bir şey’e ibâdet ve Hak’dan gayri bir zerreye meyl ü muhabbet olunmaya.”
diyü onlardan âlem-i ervâhda ve âlem-i ulvîde me’hûz olan ahd üzerine bu âlem-i
şehâdette sâbit olup sâdık olalar. Ya'nî Arş’dan Tahte’s-serâ’ya varınca olan
mükevvenâttan her bir zerreye gönül vermeyip Hak’dan gayri bir şey’e muhabbet
etmeyenlerdir. Hadd-i racüliyyete dâhil olup hakîkat-ı Muhammediyye’den âgâh
olanlar ona göre fırsat eldeyken sa’y-i belîğ ve cidd-i refî’ gerektir.
Şöyle ola : Benim rûhum! Mektûb icmâl olundukda bî-huzûrluğa haml etmeyesin.
Râbıta-i kalb olana ma’lûmdur. (المؤمن ينظر بنور
الله)[22] Ammâ ba'zı ahyânda mevânî’ zuhûr eyler, icmâl
olundukta lutfunuzdan ma’zûr tutasınız. Kelime-i vahide kâfîdir. İnşâa’llâhu teâlâ
mümkin oldukça tafsîl olunur. Bâkî selâmun aleyküm ve berekâtüh.
الحمد لله الذى نور روحكم بنور محبته وعشقكم بشوق مودته
وأدبكم بأركلن شريعته وأسلككم بسلوك طريقته وجعلكم وارثاً نبوته."[23]
- - -
Ahmed-i Buhârî Dergâhı şeyhi Alî Efendi hazretleri,
kibâr-ı meşâyıh-ı Şa’bâniyye’den Ömer el-Fuâdî hazretlerinin bir eserinden naklen
ber-vech-i âtî beyân buyurdular:
Hacı Bayram-ı Velî, hîn-i irtihâlinde cenâze namâzında
hâzır bulunanların nâr-ı cehennemden âzâd olmasını Hz. Hak’dan istirhâm etmiş
ve temenniyyâtı nezd-i Celîl-i Sübhânî’de mazhar-ı hüsn-i kabûl olmuştur.
İrtihâli vukûunda Ankara halkı namâzına şitâbân olmuşlar.
Bu sırada bir köylü, kırılan saban demirini berây-ı
ta’mîr Ankara’ya geldiğinde, keyfiyyetten haber-dâr olunca, namâza şitâbân
olarak, getirdiği demiri beline sokup edâ-yı salât eylemiştir.
Bidâyeten hânkâhlarından tâbûtu kaldıracakları zamân, tâbût
yerinden kımıldamadığından, halkın merâkını mûcib olarak, ber-hayât bulunan
vâlide-i mükerremelerine haber vermişler. O da hemen gelip tâbûtun kapağını
açtırıp Hz. Bayram-ı Velî’nin kulağına eğilip bir şey söylemiş. Ba’dehû kapağı
kapatıp, “Haydi kaldırınız.” demesiyle tâbût kalkmıştır. Erbâb-ı merâk
bunun sebebini vâlide-i muhteremelerinden suâl edince, keyfiyeti anlatmış, “Kulağına
eğilip söylediğim şey, ‘İstediğin oldu. Ne duruyorsun? Cemâata zahmet
verme."den ibâret idi.
Tâbûtun yerinden kaldırılamaması sebebi, köyünde, Hz.
Bayram’ın irtihâlini haber alarak Ankara’ya şitâbân olan köylünün, Hz.
Bayram’ın namâzında hâzır bulunabilmesini te’mîn için, teahhurât vukûunu
kasden, pîr-i müşârünileyhin bir kerâmeti idi. Köylü yetişince vâlidesinin de
mün’im-i kerâmeti üzerine, tâbût seng-i musallaya berâ-yı nakl yerinden
kaldırılabilmiştir.
Ba’dehû o köylü demirini berâ-yı ta’mîr demirciye
götürmüş, o da, âteşe salmış, demir bir türlü kızmamış. Bunun sebebi bu sûretle
tezâhür etmiş ki, namâzda hâzır bulunanlar, nâr-ı cehennemden âzâd
olduklarından o köylünün belinde sokulu bulunan ve namâzda köylü ile berâber
olan demir dahi âteşten masûn kalmış ve bundan dolayı kızmamıştır. Bu demiri
halk köylüden alıp, türbelerinde saklamışlardır. Fakat, mürûr-ı zamân ile
dûçâr-ı zıyâ’ olduğundan, elyevm mevcûd değildir. (Kaddesa’llâhu sırrahû ve
nefeana’llâhu bi-şefâatihî, âmîn bi-hurmeti Tâhâ vü Yâsîn)
HACI BAYRAM CÂMİ’ VE TÜRBESİ RESİMLERİ
:
1.
Hacı Bayram Câmii
2.
Ankara Hacı Bayram Câmii Medhali
3.
Ankara Hacı Bayram Civârı
4.
Hacı Bayram Câddesi
5.
Hacı Bayram Câmii Medhali
ŞEYH ULVÂN-I ŞÎRÂZÎ
Şeyh Ulvân’ın ecdâdı Şîrâzlı imiş. Bu sebebe mebnî, /264/ “Şîrâzî” denilmiştir. Sultân
Murâd-ı evvel zamânında zuhûr edip, Sultân Murâd-ı sânî zamânında irtihâl
etmiştir.
Nazar her kande kim kılsam cemâl-i hüsn-i Mevlâ’dır
Göz ile görünür andan meğer nûr-ı tecellâdır
yolunda
ârifâne sözleri vardır. Gül-şen-i Râz’ı
tercüme eylemiştir.
ŞEYH İNCE BEDREDDÎN
ve KIZILCA BEDREDDÎN
Hz. Hamîdüddîn ile diyâr-ı Acem’den gelip Hacı Bayram-ı
Velî’den tekmîl-i tarîkat etmişlerdir. Ricâlu’llâh’dan oldukları menkûldür. (Kaddesa'llâhu
esrârahumâ)
SALÂHADDÎN-İ BOLUVÎ
“Salâhaddîn-i Tavîl” diye meşhûrdur. Göynük
kasabasındandır.
ŞEYH EDHEM BABA
İstanbul fethinde bulunanlardandır. Eyüp’de,
Nişâncılar’da Arpacı Hayreddîn Câmi'-i şerîfi ittisâlinde türbe-i mahsûsada
medfûndur.
AKŞEMSEDDÎN
Kibâr-ı evliyâu’llâh’dandır. İsm-i âlîleri Şeyh Muhammed b. Hamza’dır. Hz. Şihâbeddîn-i
Sühreverdî neslindendir. Nesebi Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk efendimize müntehîdir.
Şam’da tevellüd etmiştir. Sabî iken pederiyle diyâr-ı Rûm’a hicret ile Osmancık
ve Amasya’da bulunmuştur. Pederlerine, “Şerefeddîn
Hamza-i Şâmî” derler imiş. Şakâyık-ı Nu’mâniyye’de kendilerinin
fi’l-hakîka Şamlı olduğu, vâlidesinin Osmancıklı
bulunduğu muharrerdir. Amasya Târîhi’nde
pederinin Amasya’da medfûn olduğu yazılıdır.
Akşemseddîn, zekî bir adam idi. Tahsîlde zekâvet-i fevka'l-âdesinin
ziyâde yardımı olmağla, az vakitte ilm-i tıb elde ederek Osmancık kasabasında
müderris olmuştu. Bu vecihle ulûm-ı zâhireyi ikmâl ettikten sonra ilm-i bâtın
tahsîli hevesine düşerek, tarîk-ı sûfîye meyl etmiştir. Ba'zı zevât Hacı Bayram-ı
Velî’ye intisâbı tavsiye eylemişler ise de veliyy-i müşârünileyh, muhtâcîn ve
medyûnlara tevzî’ etmek üzere ötekinden berikinden para istemeği ve fukarâ ve
mahbûbînin işleri için öteye beriye koşup hizmet etmeği i’tiyâd etmiş bir pîr
olduğundan, Akşemseddîn, Hz. Şeyh’in bu hâlini öteden beri beğenmiyor ve ulûm-ı
zâhire ve müderrislik pâyesinin verdiği gurûr, böyle bir zâtın hizmetine
girmesine mâni’ oluyordu. Binâenaleyh, Haleb’de kesb-i iştihâr eden Zeyneddîn-i
Hâfî hazretlerine intisâb etmek üzere o tarafa azîmet etmiş ise de, Haleb’e vusûlünde
âlem-i menâmda boynunda bir zincîr olduğunu ve bu zincîrin ucunu Hacı Bayram-ı
Velî’nin tutup çektiğini görünce, uyanır uyanmaz hemen Ankara’ya avdet etmek
üzere yola /265/ çıkıp, vusûlünde
Hacı Bayram-ı Velî hazretlerini mürîdleriyle berâber orak biçmekle meşgûl
bulur. Şeyh kendisine aslâ rûy-ı iltifât göstermediğinden, bu da mürîdlere
katılarak yardıma başlayıp, netîce-i esrâra müterakkıb olmuştur. İşden fâriğ
oldukları zamân Hz. Şeyh, yemek hazırlayıp köpeklere de ayrıca yiyecek ihzâr ve
tefrik ederek, mürîdlerini başına toplayıp kendilerine ihzâr edilen yemeği ekle
şürû’ ederler ve Akşemseddîn’i çağırmazlar. Akşemseddîn nûr-ı ferâsetle anlar
ki, Hz. Şeyh hakkındaki sû-i zannın cezâsına dûçâr oluyor. Enâniyyetini
ber-taraf edip köpeklerin yanına giderek, onlara tefrîk olunan yiyecekten
nevâle-çîn olmağa şitâbân olduğunu Hz. Şeyh görünce, derhâl da’vetle sofrasına
almıştır.
Akşemseddîn, Cenâb-ı Pîr’in irşâd ve delâletiyle
tasfıye-i derûn etti. Sülûkunda az bir müddet içinde derecât-ı âliyeyi buldu.
Kemâlât-ı ilmiyyesi şöhret buldu. Tabâbetteki ihtisâsı da ayrıca yer tuttu.
Göynük ve Torbalı’da irşâd-ı nâs ile meşgûl olup, mürşid-i mükerremi Hz. Bayram-ı
Velî’nin âlem-i bakâya intikâlinden sonra câ-nişîni oldu.
Fâtih Sultân Mehmed Hân tarafından isticlâb-ı rûhâniyyetleri
ümniyyesiyle, pîr-daşı Akbıyık Abdullâh Sultân ile berâber ordû-yı hümâyûna
da’vet olunmuş, Edirne’ye azîmetinde mazhar-ı iltifât ü hürmetleri olmuş idi.
İstanbul’un fethinde Hz. Pâdişâh’ın berâberinde bulunarak nasîhatlarıyla
kemâlât-ı âliye vü ma’neviyyesiyle cümleyi müstefîd eylemiştir. Bu sırada kevnî
ve irfânî kerâmetleri zâhir oldu. Fetihden üç gün evvel veyâ sonra Okmeydânı’nda
hayme-nişîni ârâm olan Akşemseddîn ile Hz. Fâtih muhâbere ederek, gece sekizde
veliyy-i müşârünileyhin menzil-i ârifânesine gelmişlerdi. Hz. Şeyh, Cenâb-ı
Fâtih’i der-âgûş ile çadırına aldı. Bi'l-umûm ümerâ-yı guzât, dest-i pâk-i
Şeyh’i kemâl-i hürmetle takbîl etmişlerdir.
Fetih müyesser olunca, daha ziyâde ta’zîme mazhar oldu ve
Hz. Pâdişâh’a vâdî-i teselli vü cesârette büyük hizmetlerde bulundu.
Kara gün dostu imiş (Fâtih’in) Akşemseddîn
Ki yüzünden lemeân itdi anın feth-i mübîn
Nusreti çeşm-i hakîkatla görüp virdi haber
Böyle her kârı uzakdan gören erbâb-ı yakîn
/266/ Hz.
Fâtih sabâha kadar şeyhin yanında bulunarak salât-ı fecri birlikte edâ
eylemişlerdir. Fethi müteakip Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin merkad-i
münevverlerinin Kostantiniyye sûruna karîb bir mahalde olduğunu târîh
kitaplarında evvelce okumuş olduğundan bahisle, bu kabrin keşfini Hz. Şeyh’den
ricâ etmiştir.
Bunun üzerine Hz. Fatih’le birlikte kabrin bulunduğu mahall-i
mukaddese gittiler. Buraları dümdüz ve kabirden nişâne yok idi. Hz. Şeyh
asâsının baş pâresini alnına vaz’ ile ittikâ ederek müddet-i medîde murâkabeye
daldı. Muahharan başını kaldırıp Hz. Fâtih’e, “Kabr-i mübârek şurasıdır.”
diyerek aldığı çınar dallarının birini baş, dîğerini ayak ucuna dikti. Hz.
Fâtih, kalb-i hümâyûnundaki tereddüdün külliyen izâlesi maksadıyla, o gece
hafiyyen silâh-dârını göndererek Şeyh’in rekz ettiği çınar dallarının vasatına
kendi parmaklarındaki yüzüğü defn ettikten sonra, mezkûr dalları yirmi adım
kadar kıble tarafına nakl etmesini kendisine emr ve tenbîh etti.
Silâh-dâr ağa Pâdişâh’ın ârzûsu vechile hareket etti.
Ertesi gün Hz. Fâtih, cenâb-ı Şeyh’e tekrâr ta’yîn-i kabr eylemesi için haber
gönderip derhal yine türbenin olduğu mahalle geldi. Pâdişâh dahi bulundu. Hz.
Şeyh-i dil-âgâh, gece Silâh-dâr Ağa tarafından başka yere rekz edilmiş olan
çınar dallarına atf-ı nigâh etmeyerek, doğruca kabrin yanına gitti. “Benim
dün rekz ettiğim çınar dalları başka yere nakl olunmuş, işte burasıdır.”
diyerek Hz. Pâdişâh’a teveccühle oraya gömülen mühr-i hümâyunu çıkarıp, “Yed-i
şâhânelerine teslîm ediniz.” diye huzzâra hitâb etti.
Pâdişâh, kalbindeki şekkin zâil olduğunu söylemekle berâber,
kabrin fi’l-hakîka burası olduğuna bir nişâne ibrâz olunsa, ilmlerinin
ayne’l-yakîn mertebesine vâsıl olacağını der-meyân etmişlerdi. Bunun üzerine
Hz. Şeyh, kabrin baş tarafından iki arşın kadar hafr edilirse hatt-ı İbranî
ile, ( هذا قبر خالد)[24] ibâresi mahkûk bir beyâz taş
çıkarak, keşiflerini te’yîd edeceğini arz etti. Fi’l-hakîka kazdılar, dediği
gibi çıkınca, Hz. Fâtih’in hürmet ve muhabbeti iki kat olup, mürîdleri sırasına
girmek ve halvet etmek istid’âsında bulunmuşlar ise de, Şeyh hazretleri, “Pâdişâhlara
lâzım olan şey adâlettir. Halvet, saltanata münâfîdir.” diye men’
etmişlerdir.
Pâdişâh-ı müşârünileyh merkad-i mekşûf üzerine türbe
yaptırmıştır ve bu türbe Sultân Selîm-i sâlis zamânında tecdîd ve son zamânda
mükemmelen ta’mîr edilmiştir.
/267/ Fâtih
hazretleri bu münâsebetle Cenâb-ı Şeyh için zâviyeler te’sîsini ârzû etmişlerse
de, kendisi burada durmak istemeyip vatan ittihâz etmiş olduğu Göynük ya'nî
Torbalı kasabasına avdetle, vefâtlarına kadar orada zikr ve ibâdetle ve
teşfiye-i merzâ ile meşgûl olmuşlardır.
İstanbul’da, Fâtih Câmi'-i şerîfinin ilerisinde, Hırka-i
Şerîf Câmi’-i münîfinin yakınında, müşârünileyhe nisbetle inşâ olunmuş bir
câmi’ vardır. “Akşemseddîn Câmii” derler. Bundan başka Tanin Gazetesi’nin 2341
numaralı ve 12 Haziran 1331/(24 Haziran 1915) târîhli nüshasında okuduğuma
göre, Üsküdar’da Salacak nâm mahalde Hz. Fâtih tarafından müşârünileyh nâmına
bir mescid-i şerîf binâ buyrulmuştur. Feth-i celîl-i Kostantıniyye’de binlerce
mürîdânı ile fî-sebîli’llâh cihâda bi’l-iştirâk, maddî, ma’nevî hüsn-i hizmeti
sebk etmiş olan müşârünileyhin akîb-i fethde, kendisine mahsûs olan “Sala” (صله) aşîreti efrâdından bir kısmını Üsküdar’da
Salacak’ta iskân ile ilk Türk mahallesini te’sîs ederek, mescid-i şerîf-i
mezkûrda sinîn-i vefîre irşâd ile meşgûl olmuşlar imiş.
Şu hâtırayı tebcîlen 12 Şa’bân 1333/(25 Haziran 1915)
târîhinde bir ihtifâl tertîb olunmuş idi. Her sene tecdîdi takarrür etmiş iken,
inkılâbât te’sîriyle adem-âbâd-ı nisyân olmuştur.
Hâfız Hüseyin-i Ayvansarâyî, Hz. Şeyh’in bir müddet
Zeyrek Câmii’nde - ki kiliseden muhavveldir- ikâmet eylediklerini Vefeyât’ında
yazıyor.
İrtihâli :
“Kurretü’l-Ayn" (قرة العين)[25] ve "Kâşif-i esrâr" ( كاشف اسرار) terkîblerinin beyânı vechile 863 senesi şehr-i Cemâziye'l-âhirinin
beşince (9 Nisan 1459) günü âlem-i bakâya irtihâl eylemişlerdir. Türbeleri Göynük’te
ma’mûr ve ziyâret-gâhdır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Âsârı:
Teveccühü’l-Vahdet ve tasavvufa müteallik Risâletü’n-Nûr unvânıyla bir eser-i makbûlü
metâin-i sûfîyyeye karşı bir risâlesi ve tıbba müteallik Mücerrebât’ı ile dîğer bir kitabı vardır.
Nutuklarından:
Gördüm çü Hak’ın vechini ayne’l-yakîn “Yâ Hû”
dirim
Ki sûfî “lâ”dan dem urur ben her dem “illâ Hû”
dirim *
* * *
Zihî cân kim münevverdir bugün nûr-ı tecellâdan
Zihî dil kim muattardır hevâ-yı aşk-ı Leylâ’dan
/268/ Harâbat içre uşşâkı görüp ta’n eyleme zâhid
Ki ol rüsvâ-yı aşk olmuş yanar derd-i dil-ârâdan
Cihânın mâ-verâsında kurulmuş çeşme-i uşşâk
Dü-âlemden haber bilmez dahi şol arş-ı a’lâdan
Velî dil-dâra kim virdi cihânda kılmadı ârâm
Yürür âvâre ser-gerdân geçüp dünyâ vü ukbâdan
Temâşasın duyan âşık nazar kılmadı ağyâra
Ki dâim aşk u şevk ister usanmaz ol bu sevdâdan
Hudâ’nın âşıkı çokdur misâl-i Akşemseddîn*
Kanı bir gerçek âşık kim yanar ol derd-i Mevlâ’dan
“Müşârünileyhe “Akşemseddîn” denilmesi, sakal ve bıyıktan mahrûm köse olmasından kinâyedir.”
denilmektedir. Âsârda buna dâir sarâhat görülmüyor.
Evlâdı :
Oniki evlâdı dünyâya gelmiştir. En küçüğü olan Nûrulhüdâ
meczûb ve abdâl olduğundan taraf-ı pâdişâhîden nâmına vakıflar ta’yîn
kılınmıştır.
Muhammed Hamdullah
Efendi
Muhammed Hamdullah Efendi, dîğer mahdûmudur. Evvelâ tarîk-ı
ilme sülûk ile iktisâb-ı kemâlât ettikten sonra manâsıb-ı devlete ve hattâ bir
vazîfeye dahi meyl ve rağbet etmeyip, gûşe-i kanâati ihtiyâr etmiş idi.
Gazeliyyâtı o kadar latîf değilse de, mesnevîsi pek hoştur.
Yûsuf u Züleyhâ, Leylâ vü Mecnûn, Mevlid-i Cismânî, Mevlid-i Rûhânî ve Kıyâfet-nâme unvânlarıyla beş manzûmesi
vardır. En meşhûru Yûsuf u Züleyhâ’sıdır ki, Molla Câmî’nin
manzûme-i Fârisiyyesinden tercüme etmiş ve hayli ilâveler derc eylemiştir.
Sultân Bâyezîd-i sânî devrinde yaşamış ve 914/(1508)’de
vefât eylemiştir. Yûsuf u Züleyhâ nâm
eserini yazar, satar, onunla geçinir imiş.
Şeyh Muhammed Zeynî
Müşârünileyh Muhammed Hamdullah’ın oğludur. Seksen
yaşında vefât etmiştir. Vefâtına, Enîsî bu târîhi söylemiştir:
Kabrini Allâh anın pür-nûr ide
(قبرنى الله آنك پر نور ايده) = 977/(1569)
Pederinin yanında medfûn imiş. Mahall-i medfenini tahkîk
edemedim.
Nutku:
Sözüm dinle benim kardaş unutma hâlet-i nez’ı
Gidersin bu yola yoldaş unutma hâlet-i nez’ı
Vedâ’ idip ahibbâya gidersin dâr-ı ukbâya
/269/ Sakın meyl itme dünyâya unutma hâlet-i nez’ı
Kanı âbâ vü ecdâdın kanı ashâb u evlâdın
Senin de kalıser adın unutma hâlet-i nez’ı
Bu fânî dâra aldanma vefâsız yâre aldanma
Kanı mekkâra aldanma unutma hâlet-i nez’ı
Gider Zeynî hevâ
fikrin düşür kalbe Hudâ zikrin
Bu derde kıl devâ fikrin unutma hâlet-i nez’ı
Şeyh Emrullâh
Efendi
Akşemseddîn-zâdedir. Zâhir ve bâtını ma’mûr ricâldendir.
Bursa’da Zeynîler havalîsinden Fıstık Çeşmesi kurbünde, Molla Çelebi menzilinde
medfûndur.
AKŞEMSEDDÎN’İN HULEFÂSI
Kaç zâttır, gayr-i ma’lûmdur. İbrâhîm el-Kayserî
hazretleri meşâhîr-i hulefâsındandır.
İBRÂHÎM-İ KAYSERÎ
“İbrâhîm-i Tennûrî” de derler. Gül-zâr-ı Ma’nevî’nin
nâzımıdır. Kayseri’de medfûndur. Târîh-i irtihâli 887/(1482)’dir. Pederi Sivaslı,
vâlidesi Amasyalıdır. Amasya’da doğmuştur.
Şeyh İbrâhîm-i Tennûrî hazretleri hakkında Şakâyık-ı
Nu’mâniyye’nin 247. sahîfesinde tercüme-i hâline dâir îzâhat vardır. Onun
zübdesi şundan ibârettir:
“Esâsen Sivaslıdır[26]. Mevtınen Kayserilidir. Mebâdî-i ulûmu Konya’da
Müderris Ya’kûb’dan öğrendi. Kayseri’de Hândî (Hunat) Hâtûn Medresesi’nde
müderris oldu. Fakat Şâfiiyyül-mezheb idi. Hâlbuki o medresenin müderrisliği Hânefîlere
meşrûta idi. Kendinin tasarrufu hilâf-ı şart-ı vâkıf olmakla medreseden ferâğat
etti. Cezebât-ı ilâhiyye te’sîriyle tarîk-ı tasavvufa meyl hâsıl etti.
Akşemseddîn’in dâire-i tasarrufuna düştü. Akşemseddîn’i bulmak için
Beypazarı’na gitmiş, bulmuştur. Akşemseddîn, Hz. İbrâhîm’e, “Kimsin? Nereden
geliyorsun?” diye sordu. “Efendim, Kayseri müderrisiyim, oradan
geliyorum.” dedi. “Ne gibi hediye getirdin?” diye suâline karşı, “Efendim,
fakîr bir adamım, hediyye takdîmine kudretim yoktur.” dedi. Akşemseddîn, “Benim
hediyyeden maksadım vâkıâttır.” diye tesellî etti, halvete soktu.
O gece rü’yâ gördü ve arz eyledi. Hâlbuki, şimdiye kadar gördüğü rü’yâları
zabt edemez imiş. O gece gördüğü rü’yânın tamâmen mazbûtu olarak kaldığını
görünce, bu, şeyhin berekâtındandır kanâatine mazhar oldu.
Beynlerinde esrâr-ı acîbe zuhûra geldi. İkmâl-i sülûkdan sonra Şeyh
İbrâhîm’i Kayseri’de irşâd-ı nâsa me’mûr eyledi. Fakat bu sırada bir kabz-ı
azîmin istîlâsına ma’rûz kaldı. Def' u ref’ine muktedir olamadı. Azîzine
mülâkat emeline düştü. Bu sırada bir gece rü’yâda azîzi kendisine, “Bir germ
tennûra (bildiğimiz tandır) üzre oturup ziyâdece terlemelisin.” diye
emretti. Ertesi sabâh azîzinin emrini yerine getirdi. Kabz hâli basta döndü. Bu
vartadan halâs oldu. Şeyhine mülâkatında bunu anlattı. Şeyhi hâlini istihsân
eyledi.
Şeyh İbrâhîm, irşâdına dâhil olanlardan âlem-i kabza düşenleri sıcak bir
tennûr üzerine oturtup ziyâdece su içirip fazlaca terletirlerdi. Tennûrîlik
buradan kalmıştır.
Ekser evkâtta istiğrâk istîlâ eder, cezebât-ı ilâhîyye zuhûra gelirmiş.
Etvâr-ı sülûk üzerine olan te’lîfi vardır ki, Gül-zâr tesmiye etmiştir.
(قبر او بادا هميشه منزل روحانيان) mısraı târîhdir (887/1482)[27].” (Kaddesa'llâhu esrârahumâ)
Şeyh Yavsı Muhyiddîn Muhammed Efendi de hulefâsındandır.
277. sahîfede bahsi gelecektir.
ŞEYH HURREM VELÎ
Akşemseddîn’(in) halîfesidir. Esnâ-yı fethde şehîd
olmuştu. Merkad-i mübâreki İstanbul’da, Hekîmoğlu Ali Paşa civârında,
Altımermer’de kâindir. Türbesi harîk-ı kebîrde yanmıştı. Kabri hâlen
kaybolmuştur, zannederim. Harîkdan evvel türbesini ziyâret etmiş idim. Sandûkası
önündeki levhada şu beyitleri okumuştum :
Cenâb-ı Akşemseddîn Efendi menba’-ı irfân
Anın feyz-i kemâli zâhir olmuş evliyâu’llâh
Kerâmâtın görüp çok cân uyandı hâb-ı gafletden
Açıldı cân gözü anlarda keşf oldu Cemâlu’llâh
O zâtın yeddini Hurrem Velî tutmuşdu evvelce
Hulûs-ı kalbile teslîm olup tevhîd-i zikru’llâh
Ki ol şeyhinden aldı ol zamân feyzi tarîkatda
Göründü mazhar-ı irşâd ile bir ârif-i bi’llâh
Ne hâlse belde-i feth-i Stanbul içre birlikde
Gelüp Fâtih ile bunlar şehîd oldu bi-hükmi’llâh
O hengâm-ı gazâda her birisi ser virüp bunda
Düşüp kalmış idi ol dem bu cism-i pâk-i rûhu’llâh
Bunun kasrı harâba yüz tutup birçok zamân sonra
Erenler himmetiyle keşf olup ma’nen li-vechi’llâh
Bu yolda nakdini sarf eyleyüp o sa’y ü gayretle
Mücedded yapdı İbrâhîm Efendi hasbeten li’llâh
Gelüp bir er didi yahşı anın târîh-i mantûkun
Budur dil-keş makâmı şâd ola Hurrem Veliyyu’llâh
(بودر دلكش مقامى
شاد اوله حرم ولى الله)
/270/ Hamza Baba
Akşemseddîn hulefâsındadır. Makâmât-ı Evliyâ müellifidir.
Abdurrahîm Efendi
Akşemseddîn hulefâsındandır. Vahdet-nâme müellifidir. Karahisârlıdır.
Yûsuf Baba
Akşemseddîn hulefâsındandır. Sivrihisârlıdır. “Ravza-i
rahmet” (روضهء رحمت) târîh-i irtihâli olan
917/(1511)[28] senesini gösterir. Eyüp’de
türbe-i şerîfe civârında medfûndur.
Muhammed Şâmî
Efendi
Akşemseddîn hulefâsındandır.
Şeyh Abdurrahîm
Efendi
Akşemseddîn hulefâsındandır. Münyetü’l-Ebrâr ve Gunyetü’l-Ahbâr, Vahdet-nâme ve
Kasîde-i Râiyye cümle-i âsârındandır. Karahisâr’da nâmına muzâf câmi'-i
şerîf hazîresinde medfûndur.
Manzûmâtından:
Gerçi oldu mevlidim Karahisâr
Yüzüm ağ it kalbimi bî-şerm-sâr*
YAZICI-ZÂDE
MUHAMMED-İ BÎCÂN EFENDİ HAZRETLERİ
Kıdvetü’l-ârifîn, umdetü’l-âşıkîn, seyyid-i ehli’l-firâk
ve’l-uşşâk bir zât-ı âlî-kadrdir. Malkara muzâfâtından Kadıköy nâm karyede
dünyâya revnak-efzâ olmuştur. Hâneleri el’ân mahfûz ve ziyâret-gâh imiş.
Bidâyet-i hâlde işrete mübtelâ iken Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin Gelibolu
tarîkıyla Edirne’ye azîmetinde mazhar-ı nazar-ı kerâmeti olup, bundan sonra aşk
ile sûzân ve emr-i tahsîle şitâbân oldu. Nihâyet zâhir ü bâtın ilimlerinde
ricâlu’llâh sırasına geçmiştir. Tabîat-ı şi’riyyesi fevka'l-âde idi.
Gelibolu hâricinde elyevm mevcûd ve ziyâret-gâh olan
zâviyesinde ibâdâtla meşgûl olup, 855/(1451) târîhinde irtihâl-i dâr-ı bakâ
eyledi. Medfen-i mübârekleri, zâviyeleri hazîresindedir. Üzerine türbe
yapılmış, fakat açıktır. Ziyâret-gâh-ı ehl-i aşk u muhabbettir. Çanakkale
Boğazı’ndan gelip geçen vapur ve sefâin yolcularından erbâb-ı îmân olanlar,
Gelibolu hizâsından mürûr ederken müşârünileyhin rûh-ı şerîfine Fâtiha ihdâ
ederler; âdet sırasına geçmiştir.
Ehl-i tasavvufun ser-âmedânındandır. Tahsîl-i ulûm için
İran ve Mâverâünnehir taraflarına gitmiş ve kesb-i maârif ve derk-i hakâyık
için çok seyâhatte bulunup, nice evliyâu’llâh ile görüşmüş ve Hacı Bayram-ı
Velî’nin taht-ı terbiyesinde nâil-i rütbe-i kemâl olmuştur.
İsmaîl Hakkî-i Celvetî, Muhammediyye Şerhi’nde,
“Efdalü’l-evliyâi’l-müteahhirîn Üftâde Efendi’den menkûldür ki, sâhib-i Muhammediyye, ilm ü irfânında şeyhi
Hacı Bayram-ı Velî’nin /271/ fevkındadır. Gerçi Bayram-ı Velî’de
kuvvet-i tasarruf var idi. Ammâ rütbe-i irfânda sâhib-i Muhammediyye
kadar değil idi.” yazılmıştır.
Muhammed Efendi hazretleri, Hüdâvendigâr Gâzî zamânında
sefâretle Mısır’da bulunmuşlardır. Fakat bi'l-âhare hayât-ı resmiyyeden
tecerrüd ile gavvâs-ı bahr-ı fenâ olmuşlardır. Son zamânlarında Gelibolu’da
ikâmetle hâlet-i feyzâ-feyz inzivâlarında, çile-hânelerinde ömür geçirmişler; riyâzet
ve mücâhede ve ülfet-i nâsdan uzlet ve inkıtâ’da ve Hakk’a teveccühde o derece
azm ü metânet göstermişlerdir ki, yedi sene âteşde pişmiş yemek yememiş ve
zikru’llâh ile dem-güzâr olmuştur.
Âlemin nakşını hayâl gördüm
O hayâl içre bir cemâl gördüm.
Heme âlem çü mazhar-ı Hak’dır
Anın içün kamu kemâl gördüm
diyen
o hazret, Muhammediyye nâm kitâb-ı bedîini
bu çile-hânede emr-i âlî-i peygamberî ile ilhâma müsteniden yazmıştır. Bu
kitâb-ı celîlin kavâid-i te’lîfi ve mebânî-i tasnîfi oniki ilmin netâyici
üzerine mübtenîdir. Zâhir ü bâtında ne kadar tefsîr ve tahkîk var ise mecmûunun
hulâsasıdır.
Müşârünileyh hakkında eslâfın ittifâkı üzere, sıdk ve
sülûk u riyâzette Bâyezîd-i Bestâmî-i sânî ve san’at-ı nazm ü inşâda Pîr-i Hâkânî
ve hall ü akd-ı elfâzda muallim Sa’dî-i Şîrâzî ve istinbât-ı hakâyık u maârifte
bir ârif-i Rabbânî ve âlim-i hakkânî ve ulûm-ı zâhire vü bâtınada mütefennin ve
mütebahhir ve dakâik u hakâyıkta fâiku’l-akrân bir merd-i âlî-şândır.
Mağâribü’z-Zemân nâm kitâb-ı latîfini oniki bâb
üzerine tasnif ile, Muhammediyye nâm
mecelle-i bî-nazîrine o kitabı me’haz kılmıştır. Târîh-i te’lîfi, irtihâlinden
oniki sene evvel, ya'nî 843/(1439) senesine müsâdiftir. Muhammediyye va’z u nasîhat ve âsâr-ı hikmet ve ahbâr-ı ibret ve
esâs-ı ulûm-ı dîn ü maârif ve hakâyık-ı yakînde kemâl-i sıhhat üzere olmağla
cumhûr-ı ulemâ ve zümre-i fuzalâ pek makbûl tutmuşlardır.
Bu kitâb’-ı şerîfde, “Elâ ey server-i mahbûb
mine’l-eyn ile’l-eyn” diye başlayan kasîde-i âşıkâneyi yazarken nâr-ı aşkın
dil-i mecrûhundaki te’sîrât-ı kaviyyesinden çektiği âh-ı âteş-nâk ile elindeki
sahîfe simsiyâh olmuştur.
Mâ-cerâ-yı aşkı tasvîr eylemekse maksadın
Cân-ı dilden çekdiğin bir âh kâfidir gönül
/272/ Sultân
Abdülmecîd ve Sultân Abdülazîz merhûmlar, Gelibolu’dan geçerken, işbu nişâne-i
aşk u muhabbeti ziyâretle şeref- yâb olmuşlardı.
Hicâz’a giderken Gelibolu’ya uğradım. Türbe-i
münevverelerini ve Muhammediyye’lerini
ziyârete şitâbân oldum. Türbeye muttasıl tevhîd-hâne mihrâbının üstünde bir
dolabda mahfûz olan ve hazretin mübârek kalemiyle yazılmış bulunan Muhammediyye’yi türbe-dâr efendi
kemâl-i ta’zîm ile indirdi. İpek ve sırma işlenmiş bohçalara sarılı idi ve
çekmece derûnunda idi. Bir sehbânın üzerine koydu, salat u selâm ile açtık,
lehü’l-hamd ziyâret ettim.
Alâ-rivâyetin bu eseri, müellif-i muhteremi, Hz. Fahr-i
âlem (salla'llâhu aleyhi ve sellem) efendimize takdîm etmiş, nazar-ı
tashîh-i Muhammedî’den geçmiş; çizilmiş yerleri vardır, okunmuyor. Kasîde-i
mezkûrenin muharrer olduğu sahîfeyi açtık, fi'l-hakîka siyâh olmuş, âteş
kavrulması gibi bir hâlde siyâh yazılar beyâzlanmış, beyâz kağıt siyâhlanmış.
Yüzümü gözümü sürdüm. Kalbim envâr-ı Muhammediyye ile meşhûn oldu.
Türbe-i şerîfede bir levhada şu medhiyyeyi gördüm:
Elâ ey kutb-ı envâr-ı velâyet Yazıcı-zâde
Şuâ-ı şems-i iklîm-i hidâyet Yazıcı-zâde
N’ola mâh-ı münîr olsa müdevver evc-i ravzanda
Ki şems-i mihr-i âfâk-ı kerâmet Yazıcı-zâde
Seni bir zât-ı âlî-şâna vassâf itdi Mevlâ kim
Giyer “levlâk”dan eflâke hil’at Yazıcı-zâde
Anın aşkıyla âh itdin tutuşdu elde evrâkın
Eyâ şem’-i harîm bezm-i basîret Yazıcı-zâde
Hicâz-ı Kâbe-i uşşâkına gelsün tavâf itsün
Seni ins ü melek kılsun ziyâret Yazıcı-zâde
Bu rûhâniyyeti Firdevs’den Rıdvân mı gönderdi
Nedir kabrinde yâ hû bu letâfet Yazıcı-zâde
Eser subh u mesâ sayf u şitâ kabr-i şerîfinde
Nesîm-i nefha-i kuds-i hüviyyet Yazıcı-zâde
Gubâr-ı hâk-pâyin tûtiyâdır çeşm-i uşşâka
Diyu geldim sana ey kân-ı şefkat Yazıcı-zâde
Habîbu’llâh aşkın hürmeti âşıklığın hakkı
Bulam ben dahi dâreynde selâmet Yazıcı-zâde
Yüzün dergâhına kim sürdü elbet olmaya mahrûm
Benim de iltimâsım vardır elbet Yazıcı-zâde
Gelibolu ser-â-pâ mazhar-ı feyz ü saâdetdir
Kitâbın bu söze eyler şehâdet Yazıcı-zâde
Bizi de anlara ilhâk idüp hep asl u fer’imle
Be-hakk-ı Ahmed-i Muhtâr şefâat Yazıcı-zâde
Geçer âkil rumûzâtın tefekkür kılsa kendinden
Eyâ mecmûa-i esrâr-ı hikmet Yazıcı-zâde
Ne esrâr itdin izhâr evvel-i satr-ı muhabbetde
Okunmaz anlaşılmaz hatt-ı kudret Yazıcı-zâde
Çekerdi kârbân-ı hecrini çokdan beru Zihnî
Bi-hamdi’llâh irişdi rûz-ı vuslat Yazıcı-zâde
/273/ Buna nazîre
olarak berây-ı istişfâ’ âtîdeki manzûme-i fakîrâne sânih oldu:
Elâ ey mahzen-i irfân u hikmet Yazıcı-zâde
Seni ez-cân (u) dil sevdim hakîkat Yazıcı-zâde
Kemâl-i şevk ile itsem ziyâret kabrini dirken
Muvaffak eyledi ol Rabb-i İzzet Yazıcı-zâde
Şeref yâb-ı ziyâret olduğum ân-ı saâdetde
Dil-i mahzûnuma geldi meserret Yazıcı-zâde
Mübârek kabrini gördüm ser-â-pâ nûra gark olmuş
Sana züvvâr olan eyler şehâdet Yazıcı-zâde
Kitâb-ı müstetâbındır hakîkat bahrinin dürrü
Bulunmaz âlem-i zâhirde kıymet Yazıcı-zâde
Şerîatdan tarîkatdan hakîkatdan dakâyıkdan
Güzelce eylemişsin serd-i hikmet Yazıcı-zâde
Eyâdî-i muhabbetde gezer te’lîf-i mergûbun
Gece gündüz okurlar cümle ümmet Yazıcı-zâde
Garîk-ı bahr-ı aşk-ı Hazret-i Fahr-i cihânsın sen
Eyâ şem’-i şebistân-ı muhabbet Yazıcı-zâde
Seninçün ümmetin kalbinde vardır mevkı’-ı âlî
Sana beslerler elbet hiss-i hürmet Yazıcı-zâde
Cenâb-ı Fahr-i âlem aşkına dil-sûz olmuşsun
Elâ ey server-i uşşâk-ı Hazret Yazıcı-zâde
Tasavvuf âleminde sözlerin iksîr-i a’zamdır
Gül-i gül-zâr-ı erbâb-ı tarîkat Yazıcı-zâde
Cemîan ehl-i aşka şerbet-i zevki virir hâlin
İdersin dâimâ ibzâl-i himmet Yazıcı-zâde
Mükerrem nâmını zîver iderler dillere uşşâk
Hakâyık bülbülü ihsân-ı kudret Yazıcı-zâde
Kemâl-i aşkına burhân olan âsâr-ı mergûben
Kabûl-i Hazret-i Fahr-i risâlet Yazıcı-zâde
Reîsü’l-evliyâsîn mazhar-ı feyz-i Rasûlü’llâh
Eyâ misbâh-ı erbâb-ı selâmet Yazıcı-zâde
Künûz-ı hikmetin miftâhı olmuşsun maârifde
Sana herkes ider tâ’zîm ü hürmet Yazıcı-zâde
Yanardı nâr-ı hecrinle nice demden beri Vassâf
İrişdi bezm-i vuslat kıl inâyet Yazıcı-zâde
Hattât-ı merhûm Hâfız Tahsîn Efendi, bunu güzelce yazmış
idi. Ahîren çerçeveye koyarak türbe-i şerîfeye muttasıl tevhîd-hânede âvîhte-i
mevki'-i muhabbet kılınmıştır.
Muhammed Efendi hazretlerinin peder ve vâlidesi
semâ’-hânenin bir köşesinde medfûndur. Birâderleri Ahmed-i Bîcân hazretleri
ayrıca bir türbede medfûndur.
Âsârı :
Muhammed Efendi hazretlerinin, Muhammediyye’den
başka Fâtiha-i Şerîfe Tefsîri olduğu
gibi, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin Fusûs’u
üzerine bir şerh yazdıkları menkûldür. Bunda Hz. Muhyiddîn’e bir çok
i’tirâzâtta bulunduğu mervî ise de, vâkıf-ı esrâr-ı tevhîd olan müşârünileyhin
böyle bir hâlde bulunmayacağına kanâat etmek lâzım gelir. Fusûs’a mu’tarız olan, tabiî onu şerh etmeye
kalkışmaz. Şerhden maksad, metnin erbâb-ı ma’rifete kapalı olan cihetlerini
açmaktır ve Hz. Müellifin eserini ta’mîm etmekten ibârettir. Tabîî i’tirâzla tevfîk
kabûl etmez.
/274/
Köstendilli Şeyh Süleymân Efendi merhûmun Bahru’l-Velâye
nâm eserinde yazıldığı üzere, bu eser birâderleri Ahmed-i Bîcân’ın olması
ihtimâli mevcûddur. Yâhud, Bursalı Mehmed Tâhir Bey’in istidlâli vechile Hacı Bayram-ı
Velî’ye mülâkattan ve zevk-i ma’nâya vusûlden mukaddem yazılmış olması melhûzdur.
AHMED-İ BÎCÂN HAZRETLERİ
Yazıcı-zâde’nin birâderidir. Meşâhîr-i meşâyıh u
üdebâdandır. Yazıcı-zâde’nin Magâribü’z-Zamân
li-Gurûbi’l-Eşyâ fi’l-Ayni ve’l-Ayân nâm eserinin bâis-i te’lîfi
olmuşlardır. Bu eser-i âlî-kadrden kendisi de müstefîd olup, Envâru’l-Âşıkîn nâmında eser-i
mu’teberlerini vücûda getirmişlerdir. Dürr-i
Meknûn, Acâibu’l- Mahlûkât ve Müntehâ
nâmlarında âsârı vardır. Envâru’l-Âsıkîn’e
"Ahmediyye" dahi derler.
Her ikisinin meşîhatı teselsül etmemiştir. Her ikisi de
müstağrak-ı deryâ-yı aşk olup, sırr-ı irşâda sâhib olmağa meyl etmemişlerdir.
Eserleri erbâb-ı aşka mürşidlik hizmetini görmektedir. Gerek Muhammediyye, gerek Ahmediyye Anadolu’da pek ziyâde
münteşirdir. Herkes bir zamân adetâ evrâd gibi bunu okumağa hâhiş-ker
bulunurlardı. Muhammediyye okunup
bitince hatim cem’iyyeti gibi cem’iyyetler yaparlar imiş. Sinn-i sabâvetimde
pek iyi hâtırlarım; vâlidem merhûmenin Muhammediyye
ve Ahmediyye kitapları elinden düşmez,
komşular bir araya gelirlerse dedikodu edeceklerine Muhammediyye’den
okurlar, ağlarlar idi.
Halkın bu inhimâki azalmış, tabiî feyz-i Muhammedî
bizlerden uzaklaşmış, başımıza bunca felâketler gelmiştir.
Muhammed Efendi hazretlerine, “Yazıcı-zâde” denilmesi,
pederlerinin erbâb-ı hatt u kitâbetten olmasından ve Ahmed-i Bîcân hazretlerine
“Bîcân” denilmesi de, nehâfet-i vücûdiyyelerinden mütevellid bulunduğunu İsmaîl
Hakkî merhûm beyân buyurmaktadır. Cenâb-ı Hak cümlemizi mazhar-ı feyz ü şafâatleri
buyursun, âmîn bi-hurmeti Nebiyyi’l-Emîn.
Her ikisinin ervâh-ı şerîfesine bir Fâtiha-i şerîfe ihdâ
buyuran erbâb-ı îmân mazhar-ı ihsân-ı Mennân olsun.
Yazıcı-zâde’nin şeyhi hakkında bir medhiyyesi vardır. Bir
beyiti:
Cihânın kutbu mâhı Hâcı Bayram
Cihânın şeyh u şâhı Hâcı Bayram
Muhammediyye’sini İsmaîl Hakkı hazretleri iki büyük cildde şerh
etmiştir.
/275/AKBIYIK SULTÂN
Meczûb Abdullâh'dır. Şöhreti, Akbıyık Sultân’dır. Sultân
Murâd-ı sânî devrinde zuhûr eden eâzımdandır. Hz. Bayram-ı Velî’nin taht-ı
terbiyesine dâhil oldular. Halvet esnâsında mâl ve servet ârzûsunu bir vecihle
fikir ve gönülden çıkaramadığından, şeyhi her ne kadar terk-i dünyâya teşvîk
etmiş ise de, te’sîri görülmediğinden, “Evlâdım Mâdâmki dünyâdan
geçemiyorsun, bizi terk et, sana izin, benimle münâsebetin munkatı’dır.”
diye tard edilmiştir. Dışarı çıkarken başındaki serpûş, kapıya ilişerek yere
düştüğünden, bunu şeyhinin kerâmetine haml ederek, bir daha başına bir şey
giymeyip, açık baş gezmiş ve saçını uzatmıştır. Meczûb ve abdâl olduğu hâlde li-hikmeti’llâh
mâl ve serveti gittikçe artmış, Bursa’da vâsi’ bir binâ inşâsıyla gelip geçen
müsâfirîn-i fukarâ ü mesâkîne yedirir içirir, ikrâm eder olmuş idi.
Bu hâliyle berâber Alâeddîn-i Arabî hazretlerinin dersine
devâm ile tahsîl-i ilm etti. Bi'l-âhare şeyhinin mazhar-ı kabûlü olup, ikmâl-i
sülûk ile nâil-i rütbe-i hilâfet olmuştur. Kendini meczûb ve abdâl sûretinde
göstermeyi meslek ittihâz etmiş idi. Hâlbuki hakîkatte insân-ı kâmil idi.
Bi'l-âhare Akşemseddîn hazretleriyle İstanbul fethinde
bulunup Hz. Fâtih’in mazhar-ı hürmeti olmuş idi. Sultânahmed civârında el’ân
nâm-ı âlîlerine nisbetle bir mahalle vardır.
Âhir ömrünü Bursa’da inzivâ ile geçirip 860/(1456)
senesinde irtihâl-i dâr-ı naîm eyledi. Bursa şehrinde el’ân mevcûd âsâr-ı
hayriyyesi ve tekkesi vardır. Tekke civârında türbesi ma’mûr ve müzeyyendir.
Ziyâret eyledim. Âsâr-ı heybet rû-nümâdır.
Türbesinin kapısında (şöyle) yazılıdır:
أعوذ بالله من الشيطان الرجيم. بسم الله الرحمن الرحيم. فاعلم
أنه لاإله إلاَ الله محمد رسول الله. ألا إن اولياء الله لا خوف عليهم ولاهم
يحزنون. إذا تحيرتم فى الأمور فاستعينوا من أهل القبور.[29]
Akbıyık Sultân hazretlerinin rûhu için el-Fâtiha.
İsmaîl Hakkı hazretleri buyuruyor:
“Bu üç zât-ı âlî-kadrden sâhib-i Muhammediyye’nin maârifi cümlesine gâlib
idi. Çünki, garka-i deryâ-yı fenâdır. Akşemseddîn hazretleri ziyâde müteşerri’
olup, her yüzden cemâli, âsârından zâhir ve envârından bâhirdir ve sâhib-i temkîndir.
Akbıyık Meczûb’un ise, ba'zı ahvâlde bunların ikisine de galebesi vardır.”
/276/ ALÂEDDÎN-İ
ARABÎ
Meşâhîr-i ulemâdandır. Sultân Bâyezîd-i sânî devrinde
meşîhat-i İslâmiyye’ye geçmiştir. Haleblidir. Orada tahsîlden sonra Dersaâdet’e
gelerek Molla Gürânî’nin halaka-i tedrîsine dâhil olmuş ve ba’dehû Hızır Bey’in
dersinden istifâde eylemişti. İkmâl-i tahsîlden sonra Edirne’de Dârü’l-Hadîs
Medresesi’nde Fahreddîn-i Acemî’nin muîdi ve muahharan Bursa’da Kaplıca
Medresesi’nin müderrisi olmuştu.
Orada Şeyh Alâeddîn-i Halvetî’ye intisâb ile tarîk-ı
tasavvufa dahi sülûk etmiş ve şeyh-i müşârünileyh İstanbul’dan teb’îd olunduktan
sonra, sâhib-i tercüme dahi Manisa’ya gönderilerek, orada tedrîs ile meşgûl
iken, çok geçmeden Dersaâdet’e celb olunup, müstevfî vazîfe ile Semâniyye
Medresesi’ne ve 900/(1495) târîhinde mesned-i fetvâya nasb olunmuş ve bir sene
sonra 901/(1496)’de vefât edip, Eyüp’te türbe-i mahsûsasında vedîa-i hâk-i
mağfiret kılınmıştır.
Fıkıh ve tefsîr ve hadîsde yed-i tûlâ sâhibidir. Kütüb-i
mütedâvîleye dâir ba'zı havâşî ve ta’lîkâtı vardır. Doksandokuz evlâdı(nın)
dünyâya geldiğini garâbetle okudum.
MOLLA ZEYREK
Hz. Bayram-ı Velî hulefâsındandır. İstanbul fethinde
bulunmuştur. Nâmına nisbet edilen mahallede inşâ edilen medreseye müderris
ta’yîn edilmişti. Ba’dehû cümlesini terk edip Bursa’ya gelerek ricâlu’llâh
katarına girdi. Pınarbaşı Kabristânı’nda medfûndur. Ziyâretle şeref-yâb oldum.
RAMAZÂN HALÎFE
Hz. Bayram hulefâsındandır. Edirne’de neşr-i tarîkata
me’mûr olmuş idi. Sultân Bâyezîd Hân-ı sânî zamânında irtihâl edip, Edirne’de
Gazi Hoca Mahallesi’nde defîn-i hâk-i ıtır-nâktır. Mürûr-ı zamân ile münderis
olan merkad-i şerîf ve dergâh-ı münîfi ile müştemilâtı ve çeşmesi ahîren
ashâb-ı hayrâttan bir zât tarafından müceddeden inşâ olunmuştur.
ŞEYH YÛSUF-I HAKÎKÎ
Şeyh Hamîdüddîn-i Aksarâyî hazretlerinin mahdûmudur. Hz. Bayram-ı
Velî’den ikmâl-i tarîkat eylediler. Pederlerinin yanında medfûn olduğu
menkûldür.
Matâliu’l-îmân nâmında bir eseri ve Muhammediyye tarzında iki cild Hakîkî-nâme’si vardır.
Nutuklarından:
Ubbâd anın ibâdeti zevkinde dil-fürûz
Uşşâk anın muhabbeti şevkinde cân-feşân
Kim vasf idebilir Hakîkî bu râzı çün
Sığmaz bu ma’rifetde hemân kül(?) olur lisân
/277/ ABDÂL MÛRÂD
Alâ-rivâyetin, Hacı Bayram-ı Velî’nin birâderleridir.
Oğlu Abdâl Mûsa ile kerâmetleri görülmüştür. Târîhen tedkîkıma nazaran pek
vech-i münâsebet bulamadım. Çünkü bunlar Bursa fethinde Sultân Orhân’a yardım etmişlerdi.
Küffâra attığı taşları hisârda dibek yapmışlardır. Kuvve-i ma’neviyye ile
atılan taşlardır. Türbesine çıkılırken yol üzerinde bulunan bir kayayı, kılıç
ile kerâmeten iki parça etmiştir. Oğlu Abdâl Mûsa beyne’n-nâs “Mûsa Baba” diye
meşhûrdur.
ŞEYH YAVSI
MUHYİDDÎN MUHAMMED
Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin âlem-i bakâya
intikâllerinden sonra Akşemseddîn hazretlerinden Bayramî ve Hızır Dede
hazretlerinden Celvetî (tarîkatının) zuhûr ettiğini
yazmıştım. Akşemseddîn halîfesi İbrâhîm-i Tennûrî hazretlerinin halîfesi olan
Şeyh Yavsı’dan bahs ve Hızır Dede’yi yazdıktan sonra Bayramî kolunun tafsîline
girişeceğim.
İskiliplidir. Edirne’de neşr-i tarîkat etmiştir. Şeyh
Şuca’ Zâviyesi’nde bir hayli müddet post-nişîn olup, bir rivâyette
922/(1516)’de yüz yaşında âlem-i âhirete rıhlet edip orada defn edilmiştir.
İbrâhîm el-Kayserî halîfesidir. Kâmil ve mükemmil bir zât-ı âlî-kadr olup
kerâmât-ı kevniyyeleri meşhûr ve hâlât-ı aliyyeleri mevfûrdur.[30]
Şeyh Yavsı hakkında Hâfız Hüseyin-i Ayvansarâyi, Vefeyât’ında
diyor ki:
“Pederi Mustafa el-İmâdî, onun pederi Muhammed el-İskilîbî’dir. Amcası Ali
Kuşçu’dan ve sâir erbâb-ı ilimden ulûm-ı zâhire tahsîl etti. Şeyh Muslihuddîn-i
Foçavî’den Tefsîr-i Beyzâvî okudu. “Şeyh-zâde” diye ma’rûftur. Şeyh İbrâhîm-i Tennûrî hazretlerinden tarîkat-ı Bayramiyye’yi
aldı, müstahlef oldu. Haremeyn’i ziyârete gitti. Amasya’da o zamân Sultân
Bâyezîd vâli idi. Hîn-ı azîmetinde Bâyezîd’e, “Avdetimde sizi taht-ı
Osmânî’ye câlis olarak bulacağım.” demişti. Fi’l-hakîka avdetlerinde öyle
buldular. Hünkâr bu zâta muhabbet etti. “Hünkâr
Şeyhi” diye şöhret buldu. Bir
kiliseyi câmiye tahvîl ve Hz. Şeyh için hânkâh ittihâz etti. Hâlen, “Sivâsî Tekkesi” denilmekle meşhûrdur.”
922/(1516) târîhinde İskilip’te vefât etti. Yazı ile,
“Dokuzyüz yirmiiki” (طقوز يوز يكرمى
ايكي) târîh-i
irtihâlini be-hesâb-ı ebced müş’irdir.[31]
Pâdişâh’a, “Bu gece saray hâricinde açıkta yatsınlar.”
diye haber göndermiş, pâdişâhın kendisine pek hürmet ve i’timâdı olduğundan, “Bu
haberde bir hikmet vardır.” diye o gece tebdîl-i hâb-gâh eyler. Bâ-emri’llâh
bir zelzele-i azîme olur. Halvet-hâne-i Sultânî’nin sakfı çöker. Pâdişâh,
derhâl şeyhin nezdine gider. Ne görsün, her taraf yıkılmış, çile-hâneye bir şey
olmamış. Görüşmüşler, Cenâb-ı Pâdişâh’a duâ etmişlerdir. (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
Şeyhü'l-İslâm Ebussuûd Efendi hazretlerinin peder-i
ekremleridir (c. III, s. lll’e mürâcaat.). Mahdûmlarının tercüme-i hâli (için),
c. III, s. 230’a mürâcaat.
Şeyh Bedreddîn hakkında eser yazan, Dârü’l-Fünûn
müderrislerinden Muhammed Şerefeddîn Efendi, eserinin 31. sahîfesi zeylinde bu
zât hakkında îzâhât veriyor ve Ebussuûd’un pederi olduğuna delîller buluyor.
Fakat gösterdiği târîh-i irtihâli yanlıştır. Bu zâtın Varidat Şerhi varmış. Buna dâir de, o eserde îzâhât vardır. Bedreddîn
nazariyyât-ı fikriyyesinin mürevvici imiş.
Şeyh Îsâ nâmında bir halîfesi vardır ki, “Mecdüddîn-i
Akhisârî” diye meşhûrdur.
Şeyh Îsa’nın da bir oğlu vardır ki, “İbn Îsâ” diye
meşhûrdur. Âdâb u esrâr-ı tarîkata dâir bir eser yazıp Sultân Selîm-i sânîye ihdâ
eylemiştir. 958/(1551) senesinde yazılmıştır. Manisa’da bulunmuştur.
/278/ ŞEYH MUK’AD
HIZIR DEDE
Hacı Bayram-ı Velî hulefâsındandır. Bursa civârında
Mihalıç tarafında koyun çobanlığıyla te’mîn-i maîşet ederken, ayaklarına
hastalık ârız olup kötürüm olacak bir hâle gelmiştir. Zâten kendilerine “Muk’ad” lakabı bundan kalmıştır. Ma’neviyyâtı mâddiyyâtına gâlib olup,
mâ-sivâdan büsbütün i’râz ile Bursa’ya gelip Câmi'-i Kebîr’in eski minâre
dibinde ihtiyâr-ı ikâmet ve mücâhede ve riyâzet eylemiştir. Hz. Bayram-ı
Veli’ye intisâbı bundan evvel mi, yoksa sonra mıdır? Tahkîkına imkân
bulunamadı.
Hz. Pîr’den mazhar-ı hilâfet olunca, erbâb-ı isti’dâdı
cezb etmeye başlamıştı. Hz. Bayram-ı Velî ile münâsebetlerine sebeb,
müşârünileyhin Emir Sultân hazretlerini görmek için Bursa’yı teşrîfleridir.
910/(1504) târîhinde âlem-i bakâya intikâl ettiler (kaddesa'llâhu
sırrahû). Bursa’da Pınarbaşı Kabristanı’nın üstünde Üçkuzular nâm mahalde
vedîa-i rahmet-i Rahmân kılındı. Ziyâretle kâm-yâb oldum. Pek rûhâniyyetli bir
mahall-i mubârektir.
Hz. Uftâde’nin mürşid-i mükerremi olup, rütbe-i irfânı,
Hz. Üftâde gibi bir mürîd yetiştirmesiyle sâbittir.
* * *
Akşemseddîn hazretlerinden yürüyen silsile ikiye ayrılır.
Birincisi Hamzavîleri ikincisi Bayramîleri şâmildir. Hamzavîler müşârünileyhin
hulefâsından Şeyh Emîr Sikkînî hazretlerinden; Bayramîler ise yine hulefâdan
Şeyh Cemâleddîn-i Şâmî’den gelmiştir. Evvelâ Hamzavîlerden bahs edelim:
(HAMZAVÎLER)
- Şeyh Akşemseddîn hazretleri (Kuddise rırruhû),
- Şeyh Emîr Sikkînî Dede Ömer hazretleri (Kuddise
rırruhû),
- Şeyh Bünyâmîn-i Ayâşî hazretleri (Kuddise rırruhû),
- Şeyh Pîr Aliyy-i Aksarâyî hazretleri (Kuddise
rırruhû),
- Şeyh Çelebi hazretleri (Kuddise rırruhû),
- Şeyh Ahmed-i Sârbân hazretleri (Kuddise rırruhû),
- Şeyh Hüsâmeddîn hazretleri (Kuddise rırruhû),
- Şeyh Hamza hazretleri (Kuddise rırruhû),
- Şeyh Hâce Alî er-Rûmî hazretleri (Kuddise rırruhû),
- Şeyh Hacı Kabâyî hazretleri (Kuddise rırruhû),
/279/ - Şeyh
Beşîr Sultân hazretleri (Kuddise rırruhû),
- Şeyh Muhammed Hâşim hazretleri (Kuddise rırruhû).
ŞEYH EMÎR SİKKÎNÎ
DEDE ÖMER
“Emîr” denilmesi, seyyidü’n-neseb olmasından; “Sikkînî” denilmesi Bursa’da bıçakçı bulunmasından; “Dede” denilmesi,
tarîkatta kıdem ve liyâkatından mütevelliddir.
Zamânının vahîdi, akrânının ferîdi olmuş idi. Terbiyesi
Akşemseddîn hazretlerinden olup, fart-ı zekâsı ve şiddet-i isti’dâdı hasebiyle
araları açılmış, fakat bi'l-âhare te’lîf husûle gelmiştir. Aralarının açılması
mesâil-i tarîkatta zuhûra gelen ihtilâf-ı efkârdır. Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin
şeref-i sohbetine ve hüsn-i nazarına ermiş ricâlu’llâh’tandır.
Akşemseddîn ile aralarının açılacağını Hz. Bayram keşf
edip bir gün Dede Ömer’e hitâben, “Ak Şeyh ile senin mâ-beynini âteş te’lîf
eder.” diye işâret buyurmuşlardır. Fi’l-hakîka öyle olmuştur. Akşemseddîn,
Dede Ömer’i ümmîlik ile ithâm edip, irşâd dâiyyesine kalkışmamasını tenbîh ile,
“Azîzin tâc ve hırka ve seccâdesi, tesbîh ve asâsı bizdedir.” demiştir.
Dede Ömer, bundan münfail olup, burhân göstermek
sûretiyle müdâfaaya kıyâm ile, bir yere odun yığdırıp yaktırmış; Akşemseddîn’e,
“Azîzimin tâc ve hırkası ve tesbîh ve seccâdesi bu fakîrinizde de vardır.
Eğer zevk ve hâlet, tâc ve abâda ise, vücûdumuz âteş olsun; tâc u abâ yanmasın.
Hâlet-i aşk u muhabbet bizde ise, tâc u abâ yansın, vücûdumuza zarar terettüb
etmesin. Bi’smi’llâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm.” diye, âteşe girdi. Envâ’-ı vecd ü
zevk ile semâ’ ederek üzerinde olan tâc ve abâ ve seccâde ve asâ hâkister oldu.
Bunun üzerine şeyheyn hazerâtının arası bulunmuş, muânaka etmişler.
Dede Ömer bu vak’adan sonra tâc ve hırka giymemiş. İşte
tarîk-ı Melâmî’de tâc ve hırka gibi şeylerin memnûiyyeti bu vak’adan
mütevelliddir. Bu tâc ve hırka mes'elesinden hâdis olan iğbirâr, tarîkat-i
aliyye-i Bayramiyye’nin ikiye inkısâmını müstelzim olmuş, biri Melâmiyye-i Bayramiyye,
dîğeri Şemsiyye-i Bayramiyye nâmını almıştır.
Melâmiyye-i kadîmiyyeye yeniden ber-hayât veren Dede
Ömer-i Sikkînî hazretleridir (Kaddesa'llâhu sırrahû). La’lî-zâde
Abdülbâkî Efendi ve Müstakîm-zâde eserlerinde fazla ma’lûmât vermişlerdir.
Onların mütâlâasını tavsiye ederim.
Bunların neş’esi çok yüksektir. Binâenaleyh, o neş’enin
hisse-dârıyım. Onlara /280/
muhabbetim yüksektir. Esrâr-ı tevhîde cândan vâkıf olmuş erlerdir. Âtîde
yazacağım tercüme-i hâllerden bu hâl tezâhür edecektir.
Dede Ömer hazretleri, Göynük’te, Akşemseddîn hazretleri
yakınında medfûndur. Târîh-i irtihâli 880/(1475)’dir. Akşemseddîn’den sonra
onyedi sene muammer olmuştur.
ŞEYH BÜNYÂMÎN-İ
AYÂŞÎ
Ârif-i bi’llâh idi. Dede Ömer hazretlerinin vâris-i esrâr
u kemâlâtıdır. 916/(1510) senesinde âzim-i dâr-ı cemâl olmuştur. Şeyhinden
sonra yirmialtı sene câ-nişîn-i makâm-ı hilâfet olmuştur. Ayaşlı olup,
zannedersem yine orada medfûndur. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Şeyh Müştâk-ı Kâdirî hazretleri Dîvân’ında müşârünileyhe
izhâr-ı hürmet ediyor ve Ayaş’ta ziyâretlerine gittiğini söylüyor ki, orada
medfûn olduğunu bu eş’âr te’yîd ediyor.
Dîvân’ında şöyle yazılıdır:
“Der-sitâyiş-i şehr-i Ayâş ki, Hazret-i Şeyh İbn-i Yâmin
der ân-câ medfûnest:
Tâc-ı ser-i Ayâş dil-i kâm-kân durur
Ya’nî ki kân-ı ma’den-i sâhib-dilân durur
“Yâ”yı yâ-yı yümn ü yenâbî’-ı feyzdür*
İkinci elf-i sânî elf-i emân durur*
“Şîn”ı ki şîn-ı şehr-i safâ vü şehr-i Rûm*
Yâ şîn-ı şems-i şa’şaa-i âsmân durur
Hor görme kör olur gözün ey bed-nazar hazer
Hâmîsi İbn-i Yâmin-i kutb-ı cihândurur
Ey pâdişâh-ı şehr-i atâ sâkin-i Ayâş
Müştâk geldi dergehine mihmân durur*
Deryûzeni feyiz-i amîm itse tan
mıdır
Lütfün cemî-i âleme çün râyegân durur
PÎR ALÂEDDÎN ALÎ
“Aksarâyî” diye meşhûrdur. Lârendeli olduğu da mervîdir.
“Sâkî-i Kevser-i tarîkat, reh-nümâ-yı cezbe-i Rahmânî” diye tavsîf edilmiştir.
Kerâmât-ı bâhiresinden uzun uzadıya bahs ederler. Silsile-i Bayramiyye’de,
Bünyâmîn-i Ayâşî hazretlerinden sonra gösterilmiş ise de “Karamânî” lakabıyla
meşhûr Semerkandlı Şeyh Ali halîfesi Şeyh Hayreddîn Efendi’den müstahlef olduğu
menkûldür.
Hz. Şeyh-i Ekber efendimizin, Ankâ-ı Mağrib nâm
eser-i âlîlerini şerh etmiştir. Peçevî Târîhi’nde muharrer olduğu üzere
Şeyh-i Ekber müşârünileyh bu eserde 940/(1533) târîhinde, “harf-i evveli, (ayn:
ع) olan şeyh, (sin: س) olan
pâdişâh-ı zîşân ile; evveli, (kaf: ق) âhiri
(he: ه) olan Konya şehrinde mülâkî olalar.” diye sarîhan belirttiği
gibi Şeyh Alî’nin Sultân Süleymân ile, Bağdâd seferinde Konya’da görüştükleri
ve beynehümâda büyük bir muhabbet husûle geldiği muhakkaktır. Bursa’da Başçı
İbrâhîm Bey Câmi'-i şerîfi hazîresinde medfûndur. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
/281/ ŞEYH İSMÂÎL-İ
MA’ŞÛK
Pîr Alâaddîn’in mahdûmudur. “Şeyh Çelebi” ve “Oğlan Şeyh” dahi derler. Kibâr-ı evliyâu’llâh’dandır.
Zeyl-i Şakâyık-ı Atâyî’de, “Oğlan Şeyh denilmekle meşhûrdur. Bâis-i fitne
olmuştur.” deniliyor. Müstakîm-zâde Ahvâl-i
Melâmiyye nâm eserde müşârünileyh hakkında, “Oğlan Şeyh denilmesinin
sebebi, hayret-efzâ bir hüsne mâlik olup, onsekiz-ondokuz yaşlarında iken, bir
sene müddetle Ayasofya Câmii’nde îrâd eylemiş olduğu nasâyıh ve mevâızı, sâmiîn
ve âşıkîni hayretlere düşürüp, bu yaşta bir gençden sâdır olan bu vâridât
herkesi kendisine meftûn etmiş olmasından kinâyedir. İbn Kemâl fetvâsıyla yirmi
yaşında iken nâil-i rütbe-i şehâdet olduğu menkûldür.” diyor.
“Oğlan Şeyh” nâmıyla şöhretini Şeyh İbrâhîm Efendi, Dil
ü Dânâ kasîdesinde,
“Hakîkat meşrıkı şems-i hüviyyet Pîr İsmâîl
Ki Oğlan Şeyh dimekle
nâmı olmuşdur cihân-ârâ”
buyuruyorlar.
Pederinin irtihâlinden altı ay sonra nâil-i rütbe-i
kutbiyyet olduğunu Tomâr-ı Turuk-ı
Aliyye sâhibi naklediyor.
La’lî-zâde yazıyor ki:
“Makâm-ı fark’a vâsıl olmuş evliyâu’llâh’dandır. Maârif-i hakkânî ve
esrâr-ı Rahmânî’yi mutazammın Türkçe eş’ârı vardır. Edirne’den İstanbul’a
geldiğinde ondokuz yaşında idi. Ayasofya ve Süleymâniyye cevâmi’-i şerîfesinde
va’z etmiştir. Halk o derece rağbet ve teveccüh göstermişti ki, bâ-emr-i sultânî,
memleketine azîmeti lüzumu zâhir olmuş idi. Fakat, “Ben kaderime râzıyım, ne
olacağını biliyorum.” diye azîmet teklîfini kabûl etmemiştir.
Kalbi vâridât-ı ilâhiyyeye mazhar olmuş olduğundan, tahsîl-i kemâlât ile, o
sinde elde edilecek ilm-i zâhirîyi bile kûteh-nazarân ona çok gördüler.
Bâ-husûs hakâyık ve dakâyıkdan bahs ettikçe onu, havsala-i idrâklerine
sığdıramayanlar, vücûd-ı şerîfini lâzimü’l-izâle addettiler. Gûyâ, fitne-i
âleme bâis oluyormuş diye dedi-koduya sebeb oldular.
935 sene-i hicriyyesinde (1524) Atmeydânı kurbunda Üçler Câmii’nin olduğu mahalde,
oniki mürîdiyle maan İbn Kemâl fetvâsına istinâden şehîd ettiler ve başı
gövdesinden ayrı olduğu hâlde denize attılar.”
Lugât-ı Târîhiyye
vü Coğrâfiyye’nin beyânına göre Atmeydanı’nda püşte
üzerinde şehîd ettiler.
La’lî-zâde’nin beyânına göre Atmeydânı’nda Hayalî Mescidi
önünde şehîd ettiler.
“Oldu İsmâîl kurbân-ı tarîk” (اولدى اسماعيل قربان طريق) târîhidir.
/282/ Hikâye
olunur ki, mürîdlerinden birinin rü'yâsında görünüp “Rumeli Hisârı’nda,
Kayalar Mezâristanı’nda cesedime müntazır ol, evvelâ cesedim, sonra başım
gelecek, oraya defn edesin.” buyurmasıyla, o mürîd hayretle bu hâle
müntazır olur. Hakîkaten ibtidâ cesed-i şerîfleri dalgaların muâvenetiyle o sâhile
gelir. Bir gün sonra da ser-i mübârekleri zuhûr eder. Emirleri mûcebince defn
olunmuştur. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Bir eserde, “Emvâc-ı envâr ve sevk-ı ilâhî ile oraya
geldi.” diye beyân-ı hâl olunur.
Sûret-i mahsûsada ziyâret-i aliyyelerini kasdederek
Rumeli Hisârı’na gittim, aradım buldum. Bebek’e daha yakındır. İttisâlinde bir
tekke vardır. Rıhtım kenârında duvar içindedir. Muvâcehe penceresinden ziyâret
olunur. Mezâr taşında, “Tarîkat-ı aliyye-i Bayramiyye ricâlinden Aksaraylı
Pîr Ali Efendi’nin mahdûmu kutbu’l-ârifîn, gavsü’l-vâsılîn Şehîd İsmâîl-i
Ma’şûkî hazretlerinin rûh-ı saâdetlerine li’llâhi’l-Fâtiha. Sene: 935/(1529)”
muharrerdir.
“İsmâîl-i Ma’şûkî” denildiği
gibi, “Ma’şûk” dahi derler. Mezâr taşında, “Ma’şûkî” muharrerdir. Sâdık Vicdânî Bey, “Ma’şûkî” diye yazmıştır.
Müşârünileyhin feyzi, peder-i ekremlerindendir. Sultân
Süleymân ile esnâ-yı mülâkatta, ricâsı üzerine onsekiz yaşındaki Pîr Alâeddîn
mahdûmlarını İstanbul’a göndermişler ve şehîd olacağını Pâdişâh’a haber
vermişlerdir.
RESİMLER VAR !!!!!
1.
Resim : İsmâîl-i Ma’şûkî seng-i mezârının aşağı
tarafı.
2.
Resim : Rumeli Hisarı Kayalı Mescidi hazîresi,
İsmâîl-i Ma’şûkî hazretleri medfeni.
ŞEYH AHMED-İ SÂRBÂN
Defîne-i ilm-i hakîkattir. Ricâlu’llâh’dandır. Ser-i
serbân-ı velî ki, “Sârbân Ahmed” diye meşhûrdur. Elyevm Hayrabolu’da Sârbân
Tekkesi derûnunda medfûndur. Müstakîm-zâde’nin beyânına nazaran bu zât-ı
muhterem Pîr Aliyy-i Aksarâyî hazretlerinin halîfe-i etemmi ve vâris-i
ekmelidir. Bidâyeten ihtifâ-yı hâl ü hayât edip, bi'l-âhare 940/(1533)’ta
Sultân Süleymân hazretleriyle Irak seferine şütür-bân-ı hâssa ile azîmet
etmiştir. O zamân Sârbânbaşı idi. Esnâ-yı râhda Karaman’da müsâdif olduğu Alî hazretleri,
zâtında kâbiliyyet-i külliyye müşâhede ederek, kendisine nasîhat ve himmet
buyurmakla, teslîm ü bende-i fermânı olmuştur. Seferden avdetinde Hayrabolu’da
yine ihtiyâr-ı uzlet ve ancak kendi asdıkâsıyla ülfet ederek, onyedi sene
sâkî-i bezm-i aşk-ı ilâhî oldular.
Halîm, selîm bir zât-ı âlî-kadr idi. Hânumânına fenâ
vererek 953/(1546)’te kadem-nihâde-i râh-ı hakîkat oldu. “Şütürbân” (شتربان) târîh-i irtihâlidir.
Halk arasında, “Kaygusuz Sultân” diye meşhûrdur.
Mektûbâtı ve mürettep Dîvân’ları olup, ilâhiyyâtında /283/ gâh “Kaygusuz” gâh “Ahmed” ve “Ahmedî”
tahallus ederler. Bir kaçı teberrüken naklolundu :
Varımı ol dosta virdim hânümânım kalmadı
Cümlesinden el yudum pes dû-cihânım kalmadı
Çünki hubbullâh irişdi çekdi beni kendüye
Açdı gönlüm gözünü ayruk humârım kalmadı
Dost cemâli aks salmadı bu gönlüm iline
Anı görelden beri sabr u karârım kalmadı
Ayn-ı tevhîd açılup hakka’l-yakîn gördüm anı
Şirki sürdüm aradan şekk ü gümânım kalmadı
Çok fenâ fi’llâh içinde beni ifnâ eyledi
Ol sebebdendir benim nâm u nişânım kalmadı
Evliyânın himmeti yakdı beni kâl eyledi
Sâfiyim buldum safâ jeng u gubârım kalmadı
Ahmedî eydür ilâhî sana şükrüm oldurur
Hamdü lillâh aşk-ı Hak’dan gayri varım kalmadı
* * *
Merd isen meydân-ı aşkda cân virüp cânânı gör
Sâdık isen aşk içinde iste bul sultânı gör
Ol sana senden yakın sen O’ndan olmagıl ırak
Kesreti ko vahdeti bul mâni vü irfânı gör
“Vedduhâ” yüzün (ü) “velleyl” saçındır mutlakâ*
Oku hüsnün mushafını Sûre-i Furkânı gör
Pertev-i nûr-ı Hudâ’sın gönlünün bil kadrini
Mazhar-ı zât u sıfât ol rahmet-i Rahmânı gör
Kaygusuz “El fakru fahrî” kim buyurdu ol
Resûl
Fakr ile fahr eyleyüp gel küfrü ko îmânı gör
* * *
Görmeyen cân Yûsufun Ken'ân'ı bilmez kandedir
Öz vücûd-ı Mısr’ının sultânı bilmez kandedir
/284/ Cehd
idüp tavr-ı beşerden çıkmayan tâlib bugün
Kaldı nisyân içre ol nisyânı bilmez kandedir
Cism ü cânın sırrını fehm itmeyen âvâreler
Gerçi âşıkdır velî cânânı bilmez kandedir
İçmeyen vuslat şarâbın yâr elinden her zamân
Benzer ol mâhîye kim ummânı bilmez kandedir
Sırr-ı cânı bilmeyüp seyr eyleyen ser-geşteler
Devr idüp devrân ile devrânı bilmez kandedir
Mübtelâ-yı aşk olup cânânesini bilmeyen
Derd ile dermândadır dermânı bilmez kandedir
Cân kulağıyla işit Ahmed Muhammed nutkudur
Kendi nefsin bilmeyen Rahmân'ı bilmez kandedir
* * *
Ey rûh-ı pâk-ı âlem Vasfîn beyâna gelmez
Vey nûrdan musavver mislin cihâna gelmez
Câm-ı mey-i “sekâhüm” ol la’l-i cân-fezâdır
Bir zerresin kim içse sırrı beyâna gelmez
* * *
Her kim bize ta’n eylerise cins-i beşerden
Hak saklasın âlemde anı havf ü hatardan
Zemm eyleyüben aybımızı söyler olursa
Mahşerde emîn ide Hudâ şûr ile şerden
İnkârı ko bak ahsen-i takvîme berü gel
Âyîne-i dil rûşen olur sâf-ı nazardan
* * *
Yûsuf-ı Mısrı bulam dirsen eğer insân ile
Cümle varlıkdan güzer kıl cân içinde câna bak
Câhilî-sûret olanlar bilmediler âdemi
Ârif-i sır oldun ise pertev-i Sübhâna bak
* * *
Hamdü lillâh şimdi bir âlî-cenâbım var benim
Evliyânın himmetiyle feth-i bâbım var benim
Gönlümüz esrâr-ı Hakk’ın mahzen ü deryâsıdır
Âlemi garka virir bir katre âbım var benim
Mektûbâtından:
الحمد لله الذى أنعم علينا وهدانا للإسلام وجعلنا من أمة
محمد حبيبه عليه الصلاة والسلام. قُلْ إِن كُنتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ
فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللّهُ.[32] “
/285/ Sizinle
bizim aramızda olan muhabbet şol muhabbettir ki, Hz. Rasûlu’llâh (aleyhi's-salâtü
ve's-selâm)’la ashâb-ı güzîn arasında idi. Ol, muhabbetu’llâh’dır. Buna şek
getüren mutlak kâfirdir. Yalancının yüzü kara olsun. İki cihânda hem karadır.
Bu muhabbetin husûlünden sonra Hâtemü’l-enbiyâ ile, ser-çeşme-i evliyâ nice yıl
birlik ettiler. Bu hadîsten fehm oluna : (قال عليه السلام : لحمك لحمى يا على، جسمك جسمى يا على، دمك دمى يا على.)[33] Ya’nî demektir ki, “Şol lahm,
şol cism, şol ruh ve şol dem ki, benim değildir, senin dahi değildir ve şol nesne
ki senindir, ol benimdir.” Seninle bizim aramızda olan muhabbet öyle bir
muhabbet idiğine inandınız ise, birliğimiz ve dirliğimiz onun birliği ve
dirliği gibi gerektir. Ol şey ki, bizim değildir, sizin de değildir. Ol şey ki,
bizimdir, sizindir. Belki bu muhabbetin husûlünden hakkânî muhabbet vücûd
bulur. Hakîkat-ı maânî zâhir oldu. Esteîzü bi'llâh: (فَأَوْحَى
إِلَى عَبْدِهِ مَا أَوْحَى، مَا كَذَبَ الْفُؤَادُ مَا رَأَى)[34]
Hâk teâlâ her birinize hakkânî muhabbeti mübârek eylesin.
Hiç fikreder misiniz, ne vecihle hâsıl oldu? Bu vecihle hâsıl oldu ki, siz
kendinizi bi'l-külliyye bize teslîm etmekle sizin olan bizim oldu, bizim olan
sizin oldu. Bu mezkûrâttan asıl birlik ne idiği ma’lûm oldu. Cümle ihvân-ı safâ
bir araya gelip, hep kendi vücûdunuzdan istiğfâr eyleyesiniz. Zîrâ Hak’tan ayrı
götüren ve birbirinizden ayıran sizin varlığınızdır. Onun için Rasûl (aleyhi's-selâm)
buyurdu ki: (وجودك ذنب لايقاس عليه ذنب آخر)[35]
Cenâb-ı Hak buyurur: (إِنَّ اللّهَ لاَ
يَغْفِرُ أَن يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذَلِكَ لِمَن يَشَاء)[36]
Hiç bundan büyük günâh olur mu? Sizi dosttan ayıra ve
aranıza iftirâk bıraka.
Çü sen sende seni gördün beğendin
Sen İblîs eyledin kendine kendin
İmdi lutf edip, şeytanı kahr edesiniz, her biriniz kendi
vücûdunuzu ifnâ etmekle, gönül yüzünü yere koyup âdet-i kadîmeniz üzere
bakâsınız. Allâh teâlâ’nın lutf u keremi ve Habîbu’llâh’ın nübüvveti ve
evliyânın yüce himmeti erişip her birinize tamâm mertebe safâ-yı hâzır ola inşâ'llâh.
Hak zâttır. Cümle cihân sâyedir. Hiç sâyede ihtiyâr var
mıdır? İmdi yok olunuz, bâkî kerem Hakk’ındır. Mürüvvet ve kereme lâyık ne ise
onu icrâ edesiniz.”
Hâdimu’l-Fukarâ
Ahmed-i Sârbân”
/286/ VİZE’Lİ
ALÂEDDÎN EFENDİ HAZRETLERİ
Ahmed-i Sârbân hazretlerinin mazhar-ı feyzi ve nâil-i
hilâfeti olanlardandır. 970/(1562-63) târîhinde irtihâl-i dâr-ı naîm
eylemiştir. Vize’de medfûndur.
Bu zât-ı muhteremden, Şeyh Gazanfer Dede Efendi feyz-yâb
olmuştur. Bidâyeten debâgat ile meşgûl idi. Sonra ferâğatla, Hz. Şeyh’in fâiz-i
icâzet ü hilâfeti oldular.
Vize’de neşr-i tarîkat edip, 974/(1566-67) târîhinde
vâsıl-ı dâr-ı karâr oldu. Ümmî iken maârif i sûfîyyede allâme-i asr olarak
cezebât-ı ilâhiyye ile şöhret buldular.
Atîde tercüme-i hâl-i ârifânelerinden bahs olunacak olan
Hâşimî Seyyid Osmân Efendi dahi müşârunileyhden feyz bulanlardandır.
ŞEYH HÜSÂMEDDÎN-İ
ANKARAVÎ HAZRETLERİ
Gavvâs-ı deryâ-yı hakîkat, bir mürşid-i
meâlî-menkabettir. Ankara’ya yakın Kutluhân nâm mahalde tevellüd eyledi. Ulûm-ı
akliyye vü nakliyyeyi tahsîlden sonra kemâlât-ı bâtıniyyeyi Ahmed-i Sârbân
hazretlerinden iktisâb eyledi.
Müstakîm-zâde buyurur ki:
“Ahmed-i Sârbân ile, Hüsâmeddîn arasında pek büyük bir muhabbet husûle
gelmiş ve bir zamânlar mükâtebât ile perveriş-yâb-ı kemâl olmuşlardır.”
Ahmed-i Sârbân’ın Cenâb-ı Hüsâmeddîn’e gönderdikleri
mektûbâttan:
“Bismi’llâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm.
Oğlum! Mevlâ Hüsâmü’l-mükerrem kıbeline ba’de’s-selâm
bi’l-ızzi ve’l-ikrâm ma’lûm ola ki, bu tarîk-ı Hakk’a kapu düşüptür. Nitekim, Çehâr-yâr-ı
güzîn, Hz. Rasûlu'llâh (salla'llâhu aleyhi ve sellem)’e mahrem düştüğü gibi siz
dahi delîl düştünüz. İmdi ciğer-köşem, bilir misiniz ki, durduğunuz cennet
dîdâr dâiresidir. “Neden?” derseniz, Allâh’ın kerem ve lütfu gönlünüze tulû’
itmedi mi? Gıdâ-yı ruh bulunmadı mı? Mâ-sivâu’llâh kalbinizden çıkup, Hakkânî
muhabbet zuhûr itmedi mi? Sizinle evvelce mülâkî olduğumuz vakit bu dâire
sizlere zâhir olmuştu. Ben sâlûsluk bilmezem. Aşka riyâ katmazam. Aşka riyâ
katan kâfirdir.
Azîzim şöyle buyurmuştur : Lokması kursağımıza düşen
yaradılmış yabanda kalmaya, gönlü Yaradan ululuğuna erişe. Biz dahi deriz ki,
sizlerin de bu muhabbet üzerinde hakkınız çoktur. Ammâ sâbıkta niçün o yok
düşüptür? Allâh’ın inâyeti ve Habîbu’llâh’ın şefâati ve nübüvveti ve evliyânın
yüce himmeti nice erişip, mübârek yüzünüzden kerem yurdunu müjde verdiler.
Mevlânâ! Şöyle bilesiniz. Erenler mâ-beyninde size Molla
Hüdâvendigâr hâli verilipdir, denildi. Bilir miyiz ki oğul, bu hâl sizlerde
hâsıl olmaya? Siz dahi zevk ve şevk hâsıl edesiz. Feyz-i Rabbânî, nûr-ı
Muhammedi hâsıl ola. Yüce himmet-i evliyâ iznimiz budur ki, tenhânızda çokluk
oturmayasız. /287/ Dervîşlerle sohbet edesiniz.
Zîrâ tarîk böyledir ki, birbirinizin yüzünden ma’rifet söyleye söyleye hâl
hâsıl olur. Biz sizlere hakîkatta ata düştük, sizler dahi hakîkatta oğul
düştünüz. (الولد سر أبيه)[37] Ata dâimâ yerine oğul
kaldığını istemez mi? Arada buhl yok, buhulda ar yok, meğer Allâh onarmamış
ola. Vay ana kim, Allâhu Azîmü’ş-şân onarmaya. Hak yıkdığını kimse yapamaz ve
Hak yaptığını kimse yıkamaz.
Ata, nûr olıcak, oğul dahi nûr olur. İkisi dahi, nûrun-alâ-nûr
olur. İmdi oğlum, şu dediğimiz dâire size hâsıl olmadıysa biz yalancılardan
oluruz.
Oğlum! Sizlerden bir istimdâdımız dahi vardır. Cevher
gösterene siz boncuk gösteresiniz; boncuk gösterene sakız gösteresiniz. Hakkânî
muhabbet gözedeni gözden bırakmayasız.
“Ata dahi nedir?” derseniz; Şerîat, şerîat, yine şeriât. Allâh’ın
izni, rûh-ı Muhammed’in sırrı, gerçeklerin âlî-himmeti hep sizlere verilmiştir
ve dahi mürîd-i murâdî vardır ve mürîd-i hâs dahi vardır. Mürîd-i mürted dahi
vardır. Sizi ve bizi cümle yaradılmış gerçeğin gözünden ve gönlünden düşmekten
saklasun. Gafîl me-bâş.
Nice cân u nice başlar yola kurbân içün geldi
Kabûl olur ise Hak’dan bulara kutlu Bayramdır
Sırr-ı hakîkat oğlumuz! Âb u gil değil, cân u diliz. Muhabbetinizi
bir an dirîğ itmeyip, gönülden çıkarmayasız. Bendeniz yüzünden sizlere
gönlünüzde Allâh nûru cezbesi hâsıl olmuştur. Sizlere Allâh Azîmü’ş-şân emâneti
mübârek eylesün. Cümlenize ilm-i ibret, ilm-i hikmet esrârı hâsıl olmuştur. Bu
tarîkin hak idügüni sizlerden isteriz. Zîrâ sizler şehâdet etmeyince nice
inanalım. Sizler dahi bu tarîktan zevk ve şevk tahsîl etmişsiz. Cümle âlem
gerçek yüzünden muhabbet etseler hâli hâsıl olur. İkrâr edenün fâidesi kendüye
ve inkâr edenün ziyanı kezâlik yine kendüyedür. Biz keşf ü hayâlât bilmeyiz.
Pazarımız el elcedir. Bir kişinin hâlini söyleriz.
Anın taht-ı yedindedür makâmât
Anın huddâmıdur ehl-i kerâmât
Duyup işit kemâlin evliyânın
Anın aşkı ile mest ola cânın
*
* *
Cümle vâr ol bir kişidür ol kişi
Yapmak u yıkmak durur kem-ter işi
Gönülden ve gözden ayırmayup, muhabbeti dahi ziyâde
idesüz. Ve’s-selâmü âlâ men-ittebea’l-hüdâ.
Efkaru’l-verâ Hâdimü’l-Fukarâ
Ahmed-i
Sârbân”
/288/ Azîzinin
nefes-i nefîsine mazhar olup, nâil-i hilâfet oldular. Azîzinin âlem-i cemâle
intikâlinden sonra seccâde-nişîn-i meşîhat ve erîke-pîrâ-yı velâyet oldular.
Cezbe-i ilâhiyye kendilerinde kemâl üzere zuhûr ettiğinden, hakâyık
mesleklerinden bî-haber olan ashâb-ı ağrâz mahz-ı hakîkat ve ayn-ı hikmet olan
sözlerini havsala-i idrâklerine sığdıramadılar. İstanbul’a hakkında ihbârât-ı
kâzibede bulundular. Teftîş ve tashîh-i ahvâli maksadıyla Hz. Şeyh’i Ankara
kalesine habs ettiler. Ertesi günü terk-i cân etmiş buldular.
Ankara havalîsindeki zâviyeleri sahasında defîn-i hâk-ı
ıtır-nâk oldular. Rıhletleri 964/(1557) senesine müsâdiftir.
Mesleklerini o zamân hussâd çok yanlış anlamışlar.
Erbâb-ı kemâlin başına hep böyle hâller gelmiştir. Kümmelînden bir zât-ı
âlîkadr idi.
Manzûmelerinden:
Ey taleb-kâr-ı Hudâvend-i Kerîm-i zü’l-atâ
Sâdıku’l-va’di uluvvü’l-himmet ü abd-i rızâ
Bir latîfedir gönülden söyleriz tâliblere
“Kalb-i mü’min beyt-i Rahmân’dır” buyurdu Mustafâ
Gönle gir ki “Ve men dahalehû kâne âminâ”*[38]
Hakk’ın evidir ana giren emîn olur şehâ
Dünyevî yâ uhrevî efkâr gelse eyle red
Mâ-sivâdan fikr-i Hak’dan gayri hep ey müctebâ
Varlığını Hakk’a vir varlık Hak’ın olsun hemîn
Sen çık aradan hemân kalsun Yaradan Mustafâ
Mahv ide öz varlığın tâ kim göre Hak’dan likâ
Kendiliksiz vâsıl oldu enbiyâ vü evliyâ
Ey Hüsâmeddîn
bu üslûb üzre gönlün bekleyen
Fâni olur kendözünden Hak ile bulur bakâ
Mürettep Dîvân’ları vardır. Pek çok hakâyık u
dakâyık-ı tevhîdi câmi’dir. Pek çok zevât kendilerinden ahz-ı feyz etmişlerdir.
Şeyh Hasan Kabadüz, Şeyh Hamza, Şeyh Abdullâh-ı Bosnavî gibi eâzım bu
meyândadır.
ŞEYH HASAN KABADÜZ
Müstakîm-zâde’nin beyânına nazaran Hasan Kabadüz’ün irtihâli
1010/(1601) tarîhindedir. Meşgûl oldukları san’at i’tibâriyle “Kabadüz” diye şöhret bulmuşlardır. Abacılık ederler imiş.
Şeyh Hüsâmeddîn’in kendilerine yazdığı bir mektûb elime
geçti :
أعوذ بالله من الشيطان الرجيم. بسم الله الرحمن الرحيم. ما
شاء الله كان لم يشاء لم يكن. قُلْ إِن كُنتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ
فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللّهُ.[39]
"Hâmil-i varaka sizlere vusûl bulduğunda, gönül
yüzünü yere koyunuz. Her birinize bî-hadd ü hisâb duâlar olunduktan sonra,
cümlenizden mercûdur ki, birbirinize fânî nazar edip her birinizdeki zuhûr-ı
keremi Hakk’ın bilesiniz, kendi nefsinizden bilmeyesiniz. Zîrâ nefsinizden /289/ nice bilesiniz? Bu tarîk-ı Hakk’a
şurû’ ettiğimiz, bundan ötürü varlığımız ve ona mensûb olan her ne var ise Hak
baktığımız yere teslîm eyledik.
Nice cânlar nice başlar yola kurbân içün geldi
Kabûl olur ise Hak’dan bulara kutlu Bayramdır
Anlar dahi lutf u keremlerinden bizim cümlemiz yüzümüz
karasıyla götürü varlığımızı yok eylediler ve bu yokluk burcundan varlık
âfıtâbı ile onun şevkı ve muhabbeti ve ilm ü ma’rifeti zuhûr edip, (من عرف نفسه فقد عرف ربه)[40] ma’nâsı hâsıl oldu.
Zübde-i ma’nâ budur ki, bir kimse kendi nefsinin
yokluğunu bile ve müşâhede eyleye, bâkî varlık ve kerem, zevk ü şevk, muhabbet
ve kudret ve ilim ü ma’rifet ve cümle zuhûrat Hakk’ın olduğunu bile ve sırr-ı
evliyâ ki, sırr-ı Hak’tır, her birinizden kendi diliyle kendiye söyleye ve
kendi kulağıyla kendi işide ve kendi muhabbetiyle kendini seve, mütelezziz ola.
Diyen ü işiden hemân O imiş
Sen ü benliğimiz bahâne imiş
Burada ziyâde mütenebbih olmak gerektir. Ol sultânın
zuhûrunu kendi zuhûrunuz zannetmeyesiniz. el-Hâsıl gayret-i Hak ve erlik budur
ki, Hakk’ın varlığını isbât edip, kendi varlığınızı ve Hak’tan gayrı ne ki
varlık vâr ise, reddedip belki la’net edesiniz.
Umûm enbiyâ vü evliyânın ve ulemâ-yı ehl-i yakînin ilm ü işâreti
budur ki, sâlikin kendi varlığı, zâtı olup, Hak varlığı sâlikin aynı ve
hakîkati olmakdır. Bundan gayrı anlayış küfr ü dalâlettir. Va’llâhu teâlâ a'lem.
el-Fakîr
Hüsâmeddîn-i Ankaravî”
HELVÂYÎ YA’KÛB
EFENDİ
Pîr Alî Aksarâyî’nin dâmâdı ve İsmâîl-i Ma’şûk’un
eniştesidir. Sultân Süleymân-ı Kânûnî’nin ârzûsuyla müşârünileyh Ya’kûb Efendi,
Pîr Ahmed-i Eyyûbî - Bu zât Eyüp’te Yâ Vedûd Türbesi civârında medfûndur. - ile
berâber İsmâîl-i Ma’şûk’u alıp İstanbul’a getirmişlerdi. İsmâîl-i Ma’şûk’un
şehâdetinde her ikisi Akkâ’ya nefy ve kalede habs edilmişlerdir.
Acem Seferi’ndeki adem-i muvaffakiyyet üzerine Pâdişâh
bunları ıtlâk ile duâlarını ricâ etmiş ve li-hikmeti’llâh muzafferiyyet rû-nümâ
olunca, Ya’kup Efendi’ye İstanbul’da Şehzâdebaşı civârında Bozdoğan Kemeri ittisâlinde
hücreler yaptırılmış ve Pâdişâh bir gün ziyâretinde burhân talebinde bulunmuş,
derhâl helvâ tabh ve ihzâr ve takdîm edince, fi’l-hakîka Pâdişâh’ın kalbinden
helvâ geçmiş olmasına karşı mahzûziyyet-i şâhâne vâki’ olmuştur. “Helvâyî
Ya’kûb” bundan kinâyeten kalmıştır.
İrtihâlleri 997/(1589) veyâ 1000/(1592) târîhlerine müsâdiftir.
Şakâyık-ı Nu’mâniyye’de (c. II., s.
15) 1000/(1592) târîhinde irtihâli mevzû-ı bahsdir.
Bu menkabeyi Helvâyî Ya’kûb Dergâhı şeyhi Muhammed Tâhir
Efendi nakl eyledi. Târîhe nazaran İsmaîl-i Ma’şûk hazretlerinden sonra çokça
muammer olmuşlardır.
“Helvâyî Baba” diye Şehzâde Câmii avlusunda medfûn olan
zât Helvâyî Ya’kup olmayıp, Cevlân Dede nâmında bir zât imiş. Mezkûr hucurât
bir zamânlar kimlerin elinde kaldıysa kalıp, bi'l-âhare dergâha kalb
edilmiştir. Hattâ Himmet-zâdelerden Şeyh Ömer Tevfîk Efendi, evkâf idâresinde
kuyûd-ı atîkada Abdülhamîd Hân-ı evvel zamânında burası için biri meşîhata merbût
türbe-dârlık, dîğeri îkâd-ı kanâdile me’mûr hizmet-kârlık olmak üzere iki cihet
te’sîs ve berât i’tâ olunduğuna dâir kayd gördüğünü söyledi.
Bir aralık Rufâî meşâyıhının eline düşüp, iki şeyh
sırasıyla burada icrâ-yı meşîhat ederek Ya’kûb Efendi’nin yanında defn
olunmuşlardır.
Bu civârda vaktiyle konağı bulunan Mısırlı Mustafa Fâzıl
Paşa merhûm tekkeyi ez-ser-i nev ihyâya muvaffak olup, o sırada Rufâî şeyhi
bulunan Şeyh Ahmed Efendi-zâde Şeyh Muhammed Tâhir Efendi tarîk-ı Bayramî’den
ve Himmet-zâdelerden Şeyh Muhyiddîn Şerîf Efendi’ye kerîmesini tezvîc ile
meşîhatı ona ferağ eylemiş. O da burada şeyh olmuştur. Sene 1293/(1876).
Yirmi sene kadar icrâ-yı meşîhatle tahmînen 1313/(1895) târîhinde
âzim-i dâr-ı bakâ olup, Şehremîni’nde Himmet-zâde Tekkesi’nde defn edilmiştir.
Yerine mahdûmu Muhammed Tâhir Efendi geçmiştir.
Muhammed Tâhir Efendi’nin târîh-i tevellüdü 1294 (1877)
senesidir. Sığar-ı sinni hasebiyle ricâl-i Bayramiyye’den ba'zı zevât vekâlet
etmiş, bi'l-âhare Himmet-zâdelerden Şeyh Hüsâmeddîn Efendi, dâire-i terbiyesine
alarak hilâfet vermiş ve makâm-ı meşîhata iclâs etmiştir.
Birinci dâire-i belediyyede hizmette bulunarak el-yevm
Mezâd Bedesteni’nde kontrol me’mûrluğundadır. Sene 1343/(1924).
Dergâh-ı şerîf hayli seneler mesdûd iken 1343/(1924)
senesi şehr-i Cemâziye’l-âhirinde Perşembe geceleri güşâd olunarak, zikru’llâh
ve icrâ-yı âyîn-i ehlu’llâh olunmaktadır.
/290/ OLANLAR ŞEYHİ İBRÂHÎM EFENDİ
Ricâl-i Bayramiyye’den ve eâzım-ı meşâyıhdan bir zât-ı
âlîkadr’dir. “Doğduğu bin târîhidir, Hz. İbrâhîm’in” nazmı müfâdınca
1000 sene-i hicriyyesinde (1592) Konya Aksaray’ında Eğridere’de ve zaîf bir
rivâyette İstanbul Aksaray’ında kadem-nihâde-i âlem-i şuhûd oldu. Tarîk-ı
tahsîlde senelerce çalışıp ve kemâl sâhibi olup Seyyid Seyfullâh Efendi hulefâsından
Hakîkî-zâde Osmân Efendi’den müstahlef olduğu mervîdir.
Bir eserde okuduğuma göre, Ahmed-i Sârbân hazretlerinin hulefâsından
Şeyh Tıbtıb Şâh’ın küçükten beri perverde-i feyz ü irfânları olduğundan, nihâyet
ondan tekmîl-i sülûk eylemişlerdir. Kırk sene mesned-nişîn-i hilâfet oldukları
halîfeleri Şeyh Sun’ullâh’ın atîde zikr olunacak menkûlâtından anlaşılır.
Maamâfih pîr-i tarîk-i Celvetî Aziz Mahmûd-ı Hüdâyî ve
Şeyh Abdülehad en-Nûrî ve Hüseyn-i Lâmekânî hazarâtından da ahz-ı feyz ettikleri
mestûr-ı sahâif-i tevârîhdir. Dîvânında “Kitâbı yazmağa bâdî Hüseyin’dir.”
diye müşârünileyhe işâret-i sarîhaları vardır.
Târîh-i intikâlleri bir rivâyette 1055/(1645) ve
rivâyet-i uhrâya göre 1066/(1656)’dır. Sahîhi 1065 senesi Rebîu’l-âhirinin
yirmiikinci Çarşamba günü vakt-i subhdur. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Hattâ, İstanbul Dârü'l-fünûn Kütübhânesi’ne Yıldız Sarayı
Kütübhânesi’nden menkûl kitâblar meyânında 3700’den 3703 numaraya kadar olan
dört cild Müstakîm-zâde âsârından Hülâsatü’l-İlâhiyye
nâm eserde gördüm ki, “hasta” (خسته) kelimesinin ihtiva ettiği 1065/(1655) senesi Rebîu’l-evvelinde
rıhlet ettiği muharrerdir.
Bir yazma dîvânın mukaddimesinde târîh-i irtihâli 1065
gösterilmiştir.
Aksaray’da Olanlar Dergâhı’nda türbe-i mahsûsada medfûn
ve rahmet-i Hakk'a makrûndur. Türbeleri el-yevm ma’mûr ve müzeyyendir. “Cennet
olsun makâmın İbrâhîm” (جنت اولسون مقامك
ابراهيم) dahi
târîh-i rıhletidir ki, Tal’atî Hüseyin Efendi’nin söylemiş olduğu Hülâsatü’l-Hediyye’de mezkûrdur.
İbrâhîm Efendi pek mühim ve o nisbette ehl-i kemâl bir
mürşid-i âlî-tebârdır. Feylesof Rızâ Tevfîk Bey’in ona Bektaşîlik isnâdı ve
“İbrâhîm Baba” diye eserine yazması bühtân-ı azîmdir.
Dergâh-ı mezkûrun şeyhi Hüsnü Efendi merhûmun ârzûsu
üzerine şeyh-i müşârünileyhe söylediğim manzûme-i târîhiyye türbesinde levha
halindedir:
Şeyh İbrâhîm Efendi menba’-ı feyz ü kemâl
Hamzavîler
serveri bir pîr-i âlî ehl-i hâl
Gel
ziyâret kıl kemâl-i aşk ile bu hazreti
Feyz-yâb-ı
sırrı olsun mülk-i dil gitsün melâl
Çıkdı
bir târîh-i cevher rıhleti i’lân içün
Sırr-ı
Hakk’ın mazharıdır âzim-i dârü’n-nevâl
(سر حقك مظهريدر
عازم دار النوال) = 1067 – 1 =1066/(1656)
İbrâhîm Efendi, “Oğlanlar
Şeyhi” nâmıyla şöhret
almıştır. Sebebini, Sohbet-nâme-i İbrâhîm
Efendi nâm eser yazıyor:
“Henüz yedi yaşında iken Ahmed-i Sârbân hazretlerinin:
Varımı ol dosta virdim hân-mânım kalmadı
nutkunu
ezberler iken, şeyhleri Tıbtıb Şâh yanında imiş. Onlara hitâben, “Bu nutuk
/291/ sahîhan Ahmed-i Sârbân’ın mıdır?” dedikte, “evet”
cevâbını alınca, “Çok şey kendinin varı var imiş de böyle söylemiş.”
demesi üzerine, bu söz şeyhinin hoşuna gittiğinden, “Bu oğlan şeyhdir.”
buyurmaları üzerine “Oğlan Şeyh” diye zebân-zed olmuştur. Müstakîm-zâde, Hulâsatü’l-Hediyye’sinde,
“Oğlan Şeyhi” diye yazıyor.
Elyevm “Oğlanlar Şeyhi”, “Oğlanlar Tekkesi” diye yâd
edilegelmesi bundan münbaistir. “Olanlar Şeyhi”, “Olanlar Tekkesi” diyenler de
vardır.
Bu dergâh İstanbul’da Hz. Fâtih zamânında en evvel inşâ
olunan Kâdirî Tekkesi imiş. Bânî-i evveli Fâtih hazretlerinin ser-sekbânı Ya’kûb
Ağa burada medfûndur. “Oldu Ya’kub vâsıl-ı Mısr-ı Naîm” (اولدى يعقوب واصل مصر نعيم) târîhidir.
Sohbet-nâme-i
Sun’ullâh-ı Gaybî’de gördüm ki:
“Sakızlı Hüseyin Efendi’den işittim. Şârih-i Fusûs Bosnevî Abdullâh Efendi’ye, “Aksaraylı İbrâhîm Efendi’yi
nice bilirsiniz sultânım?” diye suâl eyledim. Buyurdular ki: “Uzamâ-yı
meşâyıhdan, asrının ferîdi ve kibâr-ı evliyâdan vaktinin vahîdi bir adam
biliriz.” “Sultânım, ya bu halk arasında zındık ve ilhâd ile ma’rûfdur, ona ne
buyurursunuz?” dedim. “Sıddîklardan yetmiş adam, filân adam mülhid ve
zındıktır demedikçe, mertebe-i velâyete kadem basılmaz. Onların uluvv-ı şânına
ve gâyet-i kemâline ve bizim sözümüzün sadâkatına halkın töhmeti şâhid-i
kâfîdir.” buyurdular. (Kaddesa'llâhu esrârahum)”
Ya’kûb Ağa rü'yâsında Hz. Abdülkâdir’i görmek şerefine
mazhar olmuş, “Buraya bir dergâh inşâ et.” diye emirlerini şeref telakkî
etmiştir. Sonraları müşrif-i harâb olmuş, Hamzavîlere geçmiş; son zamânda yine
Kâdirîlerde karâr kılmıştır. Elyevm Kâdirî Tekkesi’dir. Bu tekkeye bu sebeple
“Gavsî Tekkesi” derlermiş. Eski bir yazma dîvânın mukaddimesine yazılmış;
gördüm.
İbrâhîm Efendi burada icrâ-yı meşîhat eylediler. Kırk
sene kadar bulundular. Hamzavîlere karşı o zamânın hükûmeti şiddet-i i’dâm
siyâseti gösterdiğinden Hz. Şeyh, ziyâdesiyle tesettür etmiş ve Hakîkî Osmân
Efendi’ye ve Abdülehad en-Nûrî’ye ve Hz. Hüdâyî’ye arz-ı nisbet ederek Halvetî
ve Celvetî’den görünmüştür.
Hulûl-ı ecel-i mev’ûduyla irtihâl eden ricâl-i
Hamzaviyye’dendir. Dil-i Dânâ nâmıyla
vahdet-i vücûda dâir bir manzûmesi ve mürettep bir Dîvân’ı vardır.
“Yazıldı bin yirmiüç târîhinde” diye Dîvân’da işâretleri
vardır. Teberrüken ba'zı nutuklarından nakl olundu:
İlâhâ ilmine yok hadd ü gâyet
Hudâyâ
vasfına hiç yok nihâyet
Bütün
eşyâya zâtındır müsemmâ
İdersin
her nefesde bin tecellâ
Şerîkin
yok nazîrin yok Ahad’sin
Münezzeh
zâtın Allâhu’s-Samed’sin
Kemâl
ü hikmetin ânen-fe-ânen
Zuhûr
itmekde dâim âşikâren
Hüve’l-Evvel
Hüve’l-Âhir’sin ey Hak
Hüve’l-Bâtın
Hüve’z-Zâhir’sin ey Hak
Cemî’-i
şeyde nûrun oldu zâhir
Bütün
şey nûruna oldu mezâhir
Dü-âlem
nûruna garkdır ser-â-pâ
Ne
varsa sun’una âyât-ı kübrâ
Gören
gözlerde nûrundur ilâhî
Görünen
yüzde nûrundur ilâhî
Senin
nûrunla söyler cümle diller
Senin
nûrunla pür-nûrdur gönüller
* * *
/292/
Dil-i insân-ı dânâ hidmetinde pâsbân oldum
Gönül
sîmurğ-ı ankâsına kalbde âşyân oldum
Gönül
âyînesin pâk eyledim gayrın hayâlinden
Tecellî
eyledi Hak zâhir oldu ben nihân oldum
Kuruldu
sohbet-i kudret içildi bâde-i vahdet
Yed-i sâkî-i bâkîde şarâb-ı erguvân oldum
İçüp vahdet şarâbın teşne-diller oldular ser-mest
Ol içmekden oların cânına rûh-ı revân oldum
Bu sûret âleminde zâhirim bir şey değil ammâ
Bu sûret âleminde Hak ile cân-ı cihân oldum
Bu cismânî cihânda cismimin adıdır İbrâhîm
Dehir âyînesinde ân-ı dâimde zamân oldum
* * *
Eğer
Hakk’ın cemâlin görmeye müştâk isen âşık
Nazar
kıl sûret-i İbrâhîm’e eyyâm-ı fırsatdır
* * *
Hak’ın
kurbünde İbrâhîm mukarreb
Olaldan
hâsıl itdi âlî-meşreb
* * *
Gehî
ismim okurlar Şeyh İsmâîl Oğlan Şeyh
Gehî
ismim okurlar Sârbân Ahmed kerem-kârâ
Gehî
ismim Alâeddîn olur gâhî Hüsâmeddîn
Gehî
bî-ism ü bî-sûret zuhûrum ideler icrâ
Gehî
ismim okurlar Hamza Beğ gâhî İmâm İdrîs
Gehi
İbrâhîm ismiyile Oğlan Şeyh olur cem’â
Kasîde-i Elfiyye’sinden:
Fuyûzât-ı
ilâhî bana ceddim Şâh Alî’dendir
O
dahi Sârbân Ahmed’den almışdır yed-i tûlâ
Babası
Pîr Alî’den sonra Kutb-ı âlem olmuşdur
Zamânında
tulûu olmuş idi âftâb-âsâ
O
dahi İbn-i Yâmin’den irişdi zât-ı Rahmân’a
Şeb-i
vuslatda vahdet itdi Sübhâne’llezî esrâ
O
dahi sırr-ı Sikkîn’den kim almışdı hakîkatde
O
dahi Hacı Bayram’dan alupdur sırrı âmennâ
/293/ Bu tertîb üzre sır sârî durur
âlemde âdemde
Bu
sırrın sırrını İbrâhim’e kim eyledi îmâ
Dîvân’ından:
Sorarsan
her nefes zevkim benim câm-ı safâdandır
Bu
âlem içre irşâdım Muhammed Mustafâ’dandır
Gözüm
yumsam fenâ fi’llâh gözüm açsam bakâ bi’llâh
Bana
bu lutf u bu ihsân Cenâb-ı Kibriyâ’dandır
Benim
takrîr ü tahkîkim değildir kendi kendimden
Ebû
Bekr u Ömer Osmân Aliyyü’l-Murtazâ’dandır
Dışım
âşık içim ma’şûk haber-dâr ol bu ma’nâdan
Bu
hâliyle bu hâsılım gönüldeki cilâdandır
Yürü
zâhid senin aklın bizim tevhîdimiz bilmez
Bu
gencin fethi İbrâhîm’e erden evliyâdandır
Müstakîm-zâde’nin
Risâle-i Şattâriyye’sinde gördüğüm
manzûmelerinden:
Sırr-ı
Hak’dan zâtı rahmet ismi Abdullâh olan
Zât-ı
eşyâya ke-mâ-hî ârif ü âgâh olan
Çün
cemâliyle kemâliyle o zât-ı Kird-gâr
Şüphesiz
zansız Hüsâmeddîn’den oldu aşikâr
Pertevin
saldı o yüzden âleme ol bî-nişân
Sâbit
oldur gördüler oldur nişân-ı bî-nişân
Hamza
Beğ’de zâhir oldukda o sırr-ı zât-ı pâk
Niceler
ol matla’-ı hurşîdden oldu tâb-nâk
Cezbe-i
câm ile nice cânı ser-hoş eyledi
Feyze
kâbil dilleri ol mest ü medhûş eyledi
Aşikâr
oldukda İdrîs-i Velî’de sırr-ı Zât
Gözlüler
gördüler oldur bi’l-aşiyyi ve’l-gadât
Nutk-ı
pâkinden ayân olmuşdur esrâr-ı nihân
Yüzünü
gören kişi eyledi ol dem terk-i cân
Burc-ı
keyvâna tulû’ itdikde ol şahs-ı kadîm
Görmediler
niceler ol nûru oldular racîm
* * *
/294/
Vech-i pâkinden nümâyân itdi sırr-ı kün fe-kân
Cân-ı
pâkinden nihân olmuşdu Zât-ı Müsteân
“Bâ”
vü “Şîn” u “Râ”da perde tutdu rû-yı Zât*
Vech-i
İbrâhîm göründü hall olundu müşkilât
ŞEYH HÜSEYN-İ
LÂMEKÂNÎ
Bosnalıdır. Tahsîl-i maârifden sonra, tarîk-ı tasavvufa
sülûk etmiş idi. Melâmiyye-i Bayramiyye’den Bursalı Kabadüz hazretlerinin
hulefâsındandır. 1034/(1625) senesinde irtihâl eyledi. İstanbul’da Dâvudpaşa civârında
Sultân Şâh Câmi'-i şerîfi hazîresinde defîn-i hâk-i gufrândır. Kabirlerini, lehü’l-hamd
ziyâret ettim. Üzerinde iki büyük ve yazısız taş sütün vardır.
Müşârünileyh Peşteli veyâ Bosnalı veyâhud Hûrpeştelidir
diye tereddüd edenler vardır. Vahdet-nâme
isminde Türkçe bir eseri ve daha birkaç te’lîfi âlem-i irfânı tezyîn
etmektedir.
Şâhsultân Câmi'-i şerîfinde zikr eder ve ders okuturmuş.
Târîh-i vefâtını Müstakîm-zâde merhûm muammalı olarak söylemiştir:
Şeyh Hüseyin’in oldu câru’l-kabri perîşân
(شيخ حسينك اولدى
جار القبرى بريشان) = Sene 1034/(1625)[41]
Manzûmeleri ve mektûbları makbûldür:
Pâk
eyle gönül çeşmesini tâ durulunca
Dik
tut gözünü gönle gönülün göz olunca
İnkârı
ko dil destisin ol çeşmeye tut dur
Ol
âb-ı safâ-bahş ile bu desti dolunca
Çün
Hak seni derbân-ı der-i Hânesi itdi
Dur
kapıda gayrı koma tâ anı bulunca
Sen
çık aradan Hânesini sâhibine vir
Bî-şek
gelir Allâh evine sen savulunca
Evvel
koma kim sonra çıkarmak güç olur güç
Şeytân
çerisi hâne-i kalbe koyulunca
Çekdin
bu cihân içre nice mihnet ü zahmet
Ol
pîr-i Hudâ mürşid-i kâmili bulunca
Ey
Lâi-mekân'ım seni ben çok aradım
çok
Sînemde
mukîm olducağın tâ duyulunca
Semâ ve devrânı münkir olan Belgradlı Münîrî Efendi’ye
yazdıkları mektup, Müstakîm-zâde’nin kitabında görülmekle ehemmiyyetine binâen derc
olundu:
بسم الله الرحمن الرحيم. الحمد لله الذى حققنا بتحقيق
الإيمان وأكرمنا بكرامة تكريم الإذعان والإيقان و وفقنا بتوفيق الإناية الأزلية
طريق العرفان ويسرنا سلوك مسالك أهل الذوق والوجدان. والصلاة والسلام على من أظهر
منشأ الأرواح والأبدان المبعوث إلى كافة الناس والجان لإعلام علوم المبدأ والمعاد
بنص القرآن. وعلى آله وأصحابه الذين هم المهديين بالكتاب والسنة إلى مدارج الجنان.[42]
“Emmâ ba’d : İzzetli, fazîletli karındaşım Münîrî
Efendi hazretlerinin huzûr-ı şerîflerine hakkânî /295/ muhabbeti müş’ir, derûnî selâm ve duâlar ithâfından sonra
inhâ-yı muhibbâne budur ki:
Nedir hâliniz? İyi ve hoş, müyesser-i sohbet ü âfiyyette
olasınız. Bundan mukaddem bu hayır-hâhınıza irsâl eylediğiniz mektûbunuza cevâb
gönderilmekte te’hîr vâki’ olmakla bir mikdâr hâtır-mândeliğinizi iş’âr
buyurmuş idiniz. İmdi müfârekat vâki’ olalıdan beri mektûbunuz gelmediğine biz
dahi dil-gîr olduğumuzu i’lâm için bizim Hacı Bey muhlisleriyle mektûb-ı
muhabbet-üslûb ısdâr olundu. İnşâa’llâhu teâlâ avdet eylediklerinde
selâmetinizi ihbâra himmet eyleyesiniz. Vürûdu bâis-i inşirâh-ı sudûr-ı ahbâb
olacağında iştibâh yoktur.
Eğer bu cânib ahvâlinden istifsâr olunursa,
li’llâhi’l-hamdi ve’l-minne, dâire-i sıhhatte olup, hakkânî dostlar ile dîdâr
müşâhedesi üzerindeyiz. Hudâ-yı Rabbi’l-izze, gayrîlere dahi müyesser eyleye,
bi-mennihî.
Evkâtımız fukarâ ile gâh musâhabe ve gâh mütâlâa ve gâh
evliyâ-yı kirâm ve meşâyıh-ı izâm (kaddesa'llâhu esrârahum) hazarâtının vaz’
buyurdukları tarîk-ı müstahsene muktezâsınca, zikru’llâha iştigâl üzre
güzârendedir. Eğerçi, tarîkımızda devrân ile semâ’ olagelmemiştir. Lâkin
cevâmi’ ü mesâcid ve hânkâh u zevâyâda fukarâ-yı sâlikîn ve meşâyıh-ı kümmelîn
cem’ olup devrân ve semâ’ ediyorlar. Fî-zamâninâ ulemâ-yı kirâmdan nice fuhûl
ve eşrâf hâzır olup, men’ eylemediklerinden mâ-adâ, istimâ’-ı semâ’ ile
mütelezziz ve cezebât-ı ilâhiyye ile müncezibdirler. Ol ecilden biz dahi onların
tarîkat ve sünnetlerin men’ etmeyi revâ görmeyip, belki fukarânın şevkları
galebesiyle tevâcüd ve vecdlerinin izdiyâdına müteallik umûrda müsâmaha
etmelidir.
Bâ-husûs bu bâbda Seyyidü’l-mürselîn ve Hâtemü’n-nebiyyîn
ve Rahmeten li’l-âlemin aleyhi’s-salavâtü’l-Meliki’l-Muîn hazretlerinin ashâb-ı
suffe (rıdvânu'llâhi teâlâ aleyhim ecmaîn) ile vâki’ olan muâmelât ve
muvânesâtları ve kavm-i Habeşe’nin raks ve semâlarını men’ buyurmayıp, Hz.
Âişe-i Sıddîka (radıya'llâhu anhâ)’ya bi'z-zât seyr ettirdikleri ve ashâbdan
bir kaç kimseye sürûr u neşâtı mûris ba'zı kelimât buyurduklarında, onlar dahi
kemâl-i zevklerinden huzûr-ı şerîflerinde kıyâm ve semâ’ eyledikleri hâlde men’
buyurmayıp, inşirâh âsârı gösterdikleri hadd-i tevâtüre vâsıl olmuştur. Bundan
mâ-adâ şerîat ve tarîkatın pîşvâsı Seyyidü’l-enbiyâ, ser-halka-i asfiyâ aleyhi
salavâtu’llâhi’l-Meliki’l-a’lâ’nın ümmetinden olup, kalbleri mehbit-ı tecelliyyât-ı
ilâhiyye ve mahzen-i esrâr-ı Rabbâniyye olan kâmil ü mükemmiller bu âna değin
men’ buyurmayıp belki âlem-i imkândan inkıtâa sebeb ve tahsîl-i ma’rifet-i
ulûm-ı ledünniyyeye bâis bilip, sulukların onların üzerine /296/ binâ eylemişlerdir. Onlara muhâlefet üzere olup, evkât-ı
azîzemizi bunların men’inde izâadan ise, kendi nefsimizde olan menhiyyâtı men’
ve ref'e sa’y etmemiz evlâ ve ahrâ idüğü ulü’l-elbâba zâhirdir. Zîrâ kendi
hâlimizden suâl, aharın ahvâlinden takdîm olunacağında iştibâh yoktur.
Benim rûhum! İstimâ’ olundu ki, bu makûlelerin bâbında ba'zı
tahrîrâta mübâşeret ve mecâlis ü mahâfilde def’leri husûsunda mübâderet
olunurmuş. Eğerçi, tavâif-i sûfîyye müsâvî olmayıp zevk etmiş ile etmemişin
rütbesi ve hâli, (قُلْ
هَلْ يَسْتَوِي الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ)[43] âyet-i kerîmesi mısdâkınca
bir değildir. Fakat bilmeyenleri, bilenlere takdîm ediyorlar. (من تشبه بقوم فهو منهم)[44] ve emsâli ehâdîs-i şerîfe
muktezâsınca tahkîk ricâsına taklîd ediyorlar.
Husûsan bir kavm ki, tarîkatlarının sünnetini bizim
sözümüz ile terk ihtimâli her giz me’mûl değildir. Men’lerine kalkışmak, ancak
tezyî’-ı evkâttan gayri bir şey değildir. Sizinle hakkânî uhuvvetimiz hasebiyle
bu bir kaç sözü sâha-i kırtâsa döktük. Bundan dolayı hâtırınıza gubâr târî olmasın.
Zîrâ hakkânî muhabbet elbette veliyy-i sâdık ile münâsahayı mûcibdir. (كما قال رسو ل الله صلى الله عليه وسلم : إذا أحب أحدكم أخاه فليعلمه إياه
وكما قال الله تبارك وتعالى : وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ.)[45]
Sadaka'llâhu'l-azîm ve belleğa Rasûluhu'l-kerîm. Bâkî
selâmu'llâhi aleykum ve rahmetu'llâhi ve berekâtuh.
Ed’afu’z-zuafâ,
hâdimü’l-fukarâ
eş-Şeyh Hüseyn-i Lâmekânî”
ŞEYH OSMÂN-I HAKÎKÎ
“Hakîkî-zâde” dahi
derler. “Şeyh Hakîkî Bey” diye yazanlar da olmuştur. İstanbulludur.
Seyyid Nizâm-zâde Seyyid Seyfullâh Efendi hazretlerinin hulefâsındandır.
İbrâhîm Efendi müşârünileyhden ahz-ı feyz edenlerdendir. Eğrikapı dâhilinde
kâin hânesini tekkeye kalb ve tarîk-ı meşâyıha vakfetmiştir. 1037/(1628)’de irtihâl
ile zâviyesi mezâristanına defn edildi. "Kelimetü’t-takvâ": (كلمة التقوى) târîhidir. Mürettep Dîvân’ı
vardır.
Hakîkat ehli olanlar bilür nûr-ı Hudâ zikrin
Mukallid ayn-ı a’mâdır göremez evliyâ sırrın
Şular kim nakş ile hem-reng olub cismini cân itmez
Karîn-i dîvdir bilmez Mesîh-i cân-fezâ sırrın
Ne bilsün aşkı nâkıslar kemâl ehlinin esrârın
Çü bilmez Bû Leheb kurb-ı makâm-ı Mustafâ sırrın
/297/ Maârif nûruna vâsıl olan insân-ı
kâmilden
Sülûku Hakk’adır dâim bilür ol kibriyâ sırrın
Hakîkî sırr-ı vahdetden irişdi ilm-i tahkîka
Anınçün inkişâf itdi cihânda dû-serâ sırrın
Gazel
Firkatinden âlemi tutdu figânım gel yetiş
Tende cânım kalmadı rûh-ı revânım gel yetiş
Vaktidir cân viresin cânsızlara hem çün Mesîh
Çâre kıl ey nutk-ı hayy-i câvidânım gel yetiş
Düşmüşüm bahr-ı gamın ka’rına gavvâs olmuşum
Dürr-i vaslın isterim ey bahr-kânım gel yetiş
Çekdi girdâb-ı gamın aldı vücûdum zevrakın
Kıl meded ey dest-i hasret Lâmekân’ım gel yetiş
Zulmet-i zulm-i felekden bu Hakîkî bendeni
Kurtar ey mihr-i cihân sâhib-zebânım gel yetiş
* * *
Bülbül-i şûrîdeyim gülden nasîbim vâr benim
Sanmanız bî-hûdedir gülden nasîbim vâr benim
Bû-yı Hak’dan Derviş
Osmân lezzet almışdır hemân
Sanmanız bî-hûdedir gülden nasîbim vâr benim
Silsile-i Sinâniyye bu zâttan yürümüştür. IV. cildde 176.
sahîfede Sinânîler bahsinde tafsîlât derc olunmuştur. Mürâcaat buyurula.
Bir hâtıra:
Acabâ Hakîkî başka, Dervîş Osmân başka
mıdır? Ba'zı manzûmelerde "Hakîkî", ba'zılarında "Dervîş Osmân" denilmesi
tereddüdü bâis oldu. Hâlen elde ve kütüphhânelerde Dîvân’ına tesâdüf olunamadı. Binaenaleyh hall-i
müşkil edilemedi. Kendine, “Şeyh
Osmân-ı Hakîkî” ve “Şeyh Hakîkî” ve “Hakîkî-zâde” denilmesi fakîri tereddüdden
kurtaramadı.
ŞEYH HÂDÎ AHMED
EFENDİ
Urefâ-yı sûfîyyedendir. Hüseyn-i Lâmekânî halîfesidir.
Vahdete dâir bir eseri ve silsile-i Bayramiyye hakkında latîf bir manzûmesi
vardır.
ŞEYH SUN’ULLÂH-I
GAYBÎ
Eâzım-ı ricâl-i Halvetiyye’den Hz. Merkez’in hulefâsından
Şeyh Ahmed-i Beşîr’in[46] hafîdidir. Pederi Ahmed
Efendi’dir. Eâzım-ı sûfîyyeden çok yüksek bir zât-ı âlî-kadrdır.
Hamzavîlere karşı hücûmun şiddet kesb ettiği bir zamânda
pek ziyâde tesettüre mecbûr olduğundan, tercüme-i hâllerine dâir kimse hiç bir
şey elde edememiştir. Esâsen Gaybî tahallusu da âlem-i ihtifâda yaşadığını
göstermektedir.
Elde bulunan âsâr ve eş’ârıyla mümkin mertebe hakk-ı
âlîlerinde ma’lûmât edinilebildi.
An-asl Kütahyalıdır. Kütahya’da irtihâl eylemiştir. Orada
“Musallâ” denilen câmi'-i şerîf hazîresinde medfûn ve rahmet-i Rahmân’a
makrûndur.
Müretteb Dîvân’ı, Keşfü’l-Gıtâ isminde bir manzûmesi, Tarîku’l-Hak fi’t-Teveccühi’l-Mutlak, Rûhu’l-Hakîka,
Sohbet-nâme, Bey’at-nâme cümle-i âsârındandır.
Rûhu’l-Hakîka’yı 1072/(1662) senesinde yazmış. Demek ki, şeyhi olan,
Olanlar Şeyhi /298/ İbrâhîm Efendi hazretlerinin irtihâlinden yedi sene
sonra ber-hayât bulunuyorlardı. İstanbul’a gelip gelmedikleri anlaşılamıyor.
İbrâhîm Efendi ile berây-ı mülâkat gelmiş olmaları ihtimâli kuvvetlidir.
Feylesof Rızâ Tevfîk Bey, Şeyh Sun’ullâh’ı Bektaşî ve
Hurûfî diye kitâbına almış ve “Gaybî Baba” diye Bektaşî neş’esiyle yazmıştır. Hâlbuki
onun dahi, şeyhi gibi, Bektaşîlikle alâkası yoktur. Bunların ilmi esrâr-ı
tevhîdde yüksek düşünceleri, sözleri olmak hasebiyle, Bektâşîler arasında ne
büyük cânlar yetişmiş diye berây-ı işhâd bunları, “Baba” diye ortaya sürmesi
muğâyir-i edeb ü hakîkattir. Gaybî hazretleri, Hurûfîliğin rakam ve hesâbâtına
ve te’vîlât-ı garîbesine atf-ı nazar-ı ehemmiyyet etmeyerek, felsefe-i hakîkati
tedkîk etmiş büyüklerdendir, ve’s-selâm.
Kemâlât-ı ârifânesi, şeyhi İbrâhîm Efendi’dendir.
Meslek-i ârifânesini öğrenmek için Bey’at-nâme’sini ve Rûhu’l-Hakîka
nâm eserini mütâlâa elzemdir efendim. Keşfü’l-Gıtâ nâm eseri doksandokuz
beyittir. Bu mevzûn kasîde, selâsetten mahrûm olup, ifâdede kusûrlu ise de
târîh ve felsefe i’tibâriyle pek mühimdir. Vesâik-i sûfîyyedendir. Bir kaç
beyit nakl ediyorum:
Bir vucuddur cümle eşyâ ayn-ı eşyâdır Hudâ
Hep hüviyyetdir görünen yok Hudâ’dan mâ-adâ
matla’ıyla
başlayan bu uzun kasîdenin bi’l-hâssa şu beyitleri şâyân-ı dikkattir; maksûd-ı
âlem olan âdeme hitâb ediyor:
Âlem-i kuvvetde her bir nesne kim mevcûd idi
Âdem’e geldikde fi’le geldi bî-çûn ü çerâ
Cümle-i esmâyı câmi’ nüshadır zâtın senin
Zât-ı Hak’dan şânına nâzil değil mi küllühâ
Hayy-ı âlemsin ki zâtın bahş ider her-dem hayât
Âşiyân-ı âleme sensin bilürsin ol hümâ
Âlemin sensin murâdı hep irâdet sendedir
Zâtın ile hâsıl oldu âleme hep mâ-yeşâ
Nutk-ı âlemsin ki âlem buldu nutkundan vücûd
Ayn-ı cân-bahşın ser-âlem bir şecerdir gûyâ
Ayn-ı âlemsin ki âlem sende gördü vechini
Dîde-i hak-bînin ile seyr ider hüsn ü bahâ
Âlemin sensin kulağı olmasaydın sen eğer
İşidilmezdi kalurdu nutk ile savt u sadâ
Sohbet-nâme’sinden:
“Azîzim efendim! Bu hakîrleri taltîfen biz sizin vâlid-i hakîkîniziz. Müstehıkk-ı
maâşınız muntazam olsun olmasun, gönlünüz bizimle olmak kâfîdir. Âbâ vü ecdâdınızın
yolunu terk etmemek, onların âyîn ve erkânları üzere ahbâba va’z u pend ve
ihyâ, geceleri tevhîd-i şerîf ve deverândan hâlî olmamak gerektir buyurdular.”
İnsân-ı kâmil ve nefs hakkında bir iki zarîf Türkçe şiir
söylemiştir. “İnsân-ı kâmili bu mertebe görünce, dünyâda tasarruf sâhibi
olduğuna bi't-tab’ sıdkla inanıyor. Öyle olunca gönül kırmamalı. Hele
evliyânın, kâmil insânların gönlüne dokunmamalı, onlar sâhib-i tasarruftur. Bir
âh ederlerse, gidersin gürültüye.” diyor. Bu ma’nâda garîb bir şiiri
vardır:
Erenlere hor bakma
Sâkin berbâd olursun
/299/ Gönüllerini
yıkma
Sâkin berbâd olursun
Özün tutgıl yüzüne
Ayak basgıl izine
Toz kondurma sözüne
Sakın berbâd olursun
Aşk üzerine de güzel şiirleri vardır. En iyi Türkçe şiir
yazan, şuarâ-yı sûfîyyemizdendir. Hem sathî nazar değil, felsefesini iyi anlar
ve iyi anlatır bir şeyh-i muhteremdir. Kütahyalılar arasında, “Hudâ Rabbim” diye şöhret bulmuştur. Akâide müteallik bir kasîdesinden kinâyedir.
Erzurumlu İbrâhîm Hakkı hazretlerinin Ma’rifet-nâme’sinin
nüsha-i matbûasında 262. sahîfesinde, “Nev’-i Râbi'” bahsinde, “Hudâ Rabbim”
diye başlayan uzun manzûme, Sun’ullâh-ı Gaybî’nin iken sehven, nasılsa İbrâhîm
Hakkı’nın diye neşr olunmuştur. Ma’rifetnâme’ye işâret eyledim.
Sun’ullâh-ı Gaybî hazretlerinin ne yüksek ve sağlam i’tikâdı olduğu, bununla da
nümâyândır, azîzim. 116 beyitten ibârettir.
Rûhu’l-Hakîka’sından:
“Benim azîzim âgâh ola ki, tarîkimizin mebnâsı muhabbet ve resm-i
âyînimizin muktezâsı sohbet ve netîce ve gâyeti ma’rifettir. İbtidâ-yı hâlde
muhabbette fenâ ve esnâ-yı hâlde sohbete mülâzemette vefâ ve intihâ-yı hâlde
ma’rifette bakâdır. Ya'nî evvelâ şeyhin yoluna mâl ve ten ve cân sakınmayıp,
şeyhini Allâh’ı sever gibi sevmek, sâniyen, şeyhin hizmetine bel bağlayıp,
ale’d-devâm sohbetine mülâzım olmaktır. Şeyhinin ağzından çıkan kelimât-ı
kudsiyye ve esrâr-ı ledünniyyeyi cân u gönülden kabûl eyleyip sözünü dinlemek
ve anlamaktır. Sâir tarîklarda olan riyâzât-ı şâkka ve mücâhedât-ı bedeniyye ve
kesret-i evrâd ü ezkâr ve deverâna ısrâr üzre i’tibâr-ı tarîkimizin esâsı ve
resm-i âyînimizin mebnâsı değildir. Zîrâ cemî'-i a’mâlin kemâli, ashâbını
cennete ve cennet içinde rif'ata nâil eylemektir. Ammâ aşk u muhabbetin meâli
erbâbını ma’rifete ve nûr-ı ma’rifetle ru’yete ve vahdete vâsıl eylemektir.”
Şeyh Sun’ullâh-ı Gaybî hakkında bir el mecmûasında şu satırları
okudum:
“Gaybî hazretleri devr-i fıtriyyeyi ve kemâl-i insâniyyeti âsâr ve
eş’ârında mevzû'-ı bahs eder. Şöyle ki: Bu mevcûdât kendini idrâk edebilecek
bir hâlde değildi. O rûh-ı âlem her sûrette tecellî ederek ikmâl-i devr edince,
nihâyet insân sûretinde cilve-i cemâlini gösterdi. “İstivâ” bu demektir.
Tecellî-i insânda devr tamâm oldu, durdu, istivâ etti. İnsânın vücûdu Arş’tır.
Kelâm, akl ü idrâk, kemâliyle insânda göründü ve zuhûr etti. Binâenaleyh kenz-i
mahfî aşikâr olmuş oldu. Ya'nî kendini idrâk edip bilmek isteyen tabîat-ı
külliyye, terkîb-i kuvâ ederek insânı vecde getirince, insânın akl ü idrâki sâyesinde
kendini de bilmiş, tanımış oldu, demektir.
Kuvâ-yı tabîiyyenin böyle bir insân vücûda getirecek sûrette toplanması
‘haşr’dır. Mevt-i zâhirî ile fenâ-pezîr olup da, eczâ-yı bedenin yine tabîat-ı
câmideye rucûu da ‘neşr’dir. O hâlde insân sahîhan hilkatte maksûd-ı yegânedir,
maksûd-ı aslîdir. Adetâ ağacın meyvesi gibidir. Meyve nasıl bütün bir ağacın
kabiliyyetini câmi’ ise nüsha-i kübrâ ve berzah-ı câmi’ olan insân dahi bütün
şu kâinât-ı mâddiyyenin zübdesidir, özüdür.
Akl ü idrâki i’tibâriyle de kulağıdır, gözüdür. Âdî ve şakî adamlar ham
yemişe benzerler. Kâmiller olgun yemiştir. Ondan tekrâr bir ağaç vücûda
gelebilir ve binlerce yemiş verir. İnsândan koca bir kâinât çıkar. Cennet ve
Cehennem, Arş ve Kürsî hep ondadır. Tabiî, çekirdekten ağacın, ağaçtan
çekirdeğin peydâ olması da ‘devr’ demektir. Tabîatta bütün bu kevn ü fesâd, bir
insân-ı kâmil yetiştirmek içindir.”
Gaybî hazretleri işte bu felsefenin en ince tafsîlâtına
vâkıftır. Ağaç ve çekirdek teşbîhi mühimdir. Şu şiirinde neler söyler:
Bir
vücûddur cümle eşyâ ayn-ı eşyâdır Hudâ
Hep
hüviyyetdir görünen yok Hudâ’dan mâ-adâ
Bu
nutkundan bahs olundu. Uzun bir kasîdedir.
Bir
şecer farz idelüm başdan başa bu âlemi
Fehm
idevüz tâ murâdımuz murâd üzre dilâ
Dâiye
düşdü nevâya kendi zâtın bilmeye
Bâtınından
kopdu nâçâr kuvvet-i neşv ü nemâ
Geldi
hâke anda dahi bulmadı kendüzini
Gitdi
sâka tâ ki ola derdine andan devâ
Bu
felsefesini anlattıktan sonra yaprağa, çiçeğe gelir. Nihâyet yine meyve
sûretinde kemâlini bulup tekmîl-i devr eylemiş olur :
Âkıbet
bunları da terk itdi geldi meyveye
Gördü
kendini temâmet zâtına itdi senâ
İşte bu bir devr-i nâ-mütenâhî teşkîl ider. “İnşân ve
insâniyyet hayy-i lâ yemûttur” demek istiyor.
Çün kemâle irdi meyve hatm olur anda işi
Meyve-i âhar tekâzâsına düşer iştihâ
Sûret-i misliyyesine cilve eyler ol yine
Devr-i dâim bu tecellî üzre olur rû-nümâ
Bu nutku pek mühimdir :
Sana âlem görünen hakîkatda Allâh’dır
Allâh
birdir va’llâhi sanma kim bir kaç ola
Bir
ağaçdır bu âlem meyvesi olmuş Âdem
Meyvedir
maksûd olan sanma kim ağaç ola
Bu
Âdem meyvesinin çekirdeği sözündür,
Sözsüz
bu âdem ü âlem bir anda târâc ola[47]
Bu
sözlerin meâli kişi kendin bilmekdir
Kendi
kendin bilene hakîkat mi’râc ola[48]
Hak
denilen özündür özündeki sözündür
Gaybî özün bilene rubûbiyyet tâc ola[49]
Ricâ-yı fakîranem:
Seyr ü sülûku ikmâl etmeyen, vahdet-i vücûd esrârını
anlamayan kimseler, bu bahisler üzerinde tevakkuf etmemelidir. Zamân-ı
inkişâf-ı hakîkata ta’lîk-i hâl ederek bu bahsi geçmelidir. Zîra dalâlete
düşer. Hakîkatta, tevhîd-i zâta âşinâ bir merd-i rûşenâ olan Hz. Gaybî’nin
sözlerini anlamak için feyz-i ilâhî lâzımdır, nûr-ı aynım.
Manzûmelerinden:
Ne
O budur ne bu O’dur kamu O
Hemân
varlık O’dur şirkden elin yu
Enâniyyet
sana perde olupdur
Tecellî
eyler ise sen seni ko
Ayân
olmaz muhakkak mâ-hüve’l-Hak
Kalırsa
sende senlikden ser-i mû
Hakîkatda
hüviyyet bu nefesdir
İşâretdir
ana gûyâ bu hâ hû
Nefes
hak olduğuna Gaybi hüccet
Münezzehdir
denilmez ana şu bu
* * *
Ne
meczûb-ı ilâhî ol şerâyı’da kusûr eyle
Ne
mahcûb-ı ilâhî ol hakâyıkda küsûr eyle
Ne
hâli ko ne kâli ko olagör mecmau’l-bahreyn
Tenin
şer’a muvâfık kıl dilin sırra kubûr eyle
Ne
mest ol aşkıla dâim ne ayık ol bu gafletle
Miyân-ı
zühd ile irfânı cem’ idüp ubûr eyle
/300/ Celâl ile cemâlin imtizâcından
durur âlem
Ne
mahzûn ol bu dehr içre dem-â-dem ne sürûr eyle
Bu
kesret zehrine mahlût olupdur sekr-i vahdet(de)
Aceb
ma’cûn-ı ekberdir yiyüp Gaybî huzûr
eyle
* * *
Hakîkatda
amel ey Hakk’a tâlib
Gönülden
olmadır pîre murâkıb
Kamu
bildiklerin kaldır aradan
Fenâ
kesb eyle kalmasın meâyib
Mücellâ
olsa dil levs-i kederden
Dem-â-dem
aks ide ilm-i mevâhib
Vücûdun
zerresin aşk ile mahv it
Sana
hâzır ola hep cümle gâib
Hakîkatde
ledün tâliblerine
Maârifle
hakâyıkdır manâsıb
Gönüldür
çün tecellî-gâh-ı Hazret
Sivâ-yı
Hak hiç olur mu metâlib
Özün
vahdetde yeksân eyle Gaybî
Bir
ola tâ sana mağlûb u gâlib
* * *
Hakk’a
irmek ister isen sohbet it merdân ile
Ya'ni
ten kaydını ko zevk üzre ol cânân ile
Cân
ile tenin arası bunca yıllık yoldurur
İrmeğe
mi’râc-ı câna sâlik ol vicdân ile
Mâh-ı
nev kalbin mukâbil eyle pîr-i şemse kim
Aks
üzre ilm ledünnî dolasın irfân ile
Hulk-ı
Hak ile tahalluk itmeğe sa’y eyle var
Kalb-i
pâkin Cennet ola hûr ile gılmân ile
Aşk
ile zenb-i vücûdu mahv idüp Gaybî yok
ol
Alem-i
vahdetde birlik süresin Sübhân ile
Bey’at-nâme’sinden:
“Ulular cemî-i zamânda, “Şeyh bir, dervîş bir olur.” demişlerdir.
Görmez misin, Hz. Risâlet-penâh (salla’llâhu aleyhi ve sellem)
efendimizin zamân-ı saâdetlerinden bu âna kadar gelince, “Esrâr-ı
ilâhiyyeden âgâh olan kibâr, her devirde hakîkat-i bey’ata mahal ve müstahak
olup, hâmil-i sırr-ı Hudâ olmağa kâbil ancak bir yârdır. Sâiri, ahyâr ve ebrâr
ve a’vân u ensârdır.” diye buyurdular. Yoksa zamânımız şeyhleri gibi,
sûret-i insânda olan hayvânın her birini bey’ata mahal ve sezâ-vâr /301/ görüp, “Filân şu
kadar bin adama bey’at verdim, bu kadar dervîşim vardır.” diye iftihâr
eylememişlerdir. Belki her biri, “Asrımızda bey’at verecek adam bulmadık.”
diyü şikâyet eylemişlerdir. Hattâ Molla Hünkâr hazretleri “Bir buçuk dervîşe
kâdir oldum.” buyurmuşlardır. Cedd-i a’lâmız Kalburcu şeyhi Pîr Efendi
hazretlerini, Ca’fer Paşa ziyârete gelip, bi’l-münâsebe, “Sultânım!
Dervîşiniz çok mu?” demiş; “Gelir gider çokdur.” demiş. “Dervîşim
vardır.” dememişlerdir.
Azîzim, mürşidim İbrâhîm Efendi hazretleri, “İstanbul’da kırk sene
mikdârı vardır vahdet davulunu çalıyoruz, ancak bir adama eriştirebildik. Ondan
gayrı muhabbetimize giriftâr ve sırr-ı hakîkatımıza yâr yoktur. Sâir gelip
gidenler müellefetü’l-kulûb makûlesidir.” buyurdular.”
Benim azîzim âgâh ola ki, Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Azîm’inde (لَقَدْ
رَضِيَ اللَّهُ عَنِ الْمُؤْمِنِينَ إِذْ يُبَايِعُونَكَ تَحْتَ الشَّجَرَةِ)[50] buyuruyor. Cemî-i müfessirîn bu
âyet-i kerîmenin nüzûlü hakkında demişlerdir ki:
“Fahr-i âlem (salla'llâhu aleyhi ve sellem) hazretleri, Hudeybiyye
dedikleri yere indiler. Ashâbdan Harrâş b. Ümeyye’yi Mekke-i Mükerreme’ye
gönderdiler ve “Mekke kavmine bizden haber ver. Ceng ü cidâl için gelmedik.
Maksadımız umreye varmaktır, mümâneat etmesinler.” buyurmuşlardır.
Harrâş, bu emr-i celîli Mekke kavmine teblîğ etti. Sözünü dinlemediler,
men’ ettiler. Fahr-i âlem efendimiz, Hz. Osmân’ı gönderdi, habs ettiler. “Şehîd
oldu.” diye şâyiât dahi oldu. Ol zamân Rasûl-i ekrem (salla'llâhu aleyhi
ve sellem), ashâbını toplayıp, bir ağaç dibinde bunlara bey’at verdi.
Bey’atin mazmunu bu idi ki, “Kim benim yoluma, benim sözüme, mâl ve cân ve
teni fedâ eyleyip, dostumu dost, düşmânımı düşmân bilir de her hâlde bana
mütâbeat ve muvâfakat eder ve sözünde sâbit kadem olur?” buyurunca ashâb-ı
kirâm, zekâ ve kiyâset ve nûr-ı firâset ile anladılar ki, Fahr-i âlem (salla'llâhu
aleyhi ve sellem) efendimiz hazretleri kendilerinden emîn değildir.
Habîb-i Hudâ’ya, bi-kemâlihî i’timâd hâsıl olsun diye cümlesi tecdîd-i
bey’at eylediler de, Rasûl-i Ekrem’in elini birer birer ellerine alıp, “Senin
yoluna, senin sözüne mâlımızı, cânımızı, tenimizi fedâ ile her hâlde sana muvâfakat
eder ve bir vechle rızâ-yı risâlet-penâhına muhâlefette bulunmayacağımıza ahd
eyleriz.” dediler.”
/302/ Şeyhinin
lisân-ı hakâyık-beyânından sâdır olan sözleri hemen sebt-i sahîfe-i irfân
edegeldiğinden bu esere, Sohbet-nâme-i İbrâhîm Efendi nâmını vermiş ve ona da, Bey’at-nâme-i Sun’ullâh diye bir zeyl yazmıştır.
Sohbet-nâme’sinden:
"Muhabbet-i kâmile hâsıl oldukça ilhâm ve rü’yâ-yı sâliha ile cümle
müşkiller hallolunur. Muhabbetten tıfl-ı ma’nâ hâsıl olur.
Bir şeyh-i kâmilin söylediği sözü, mürîd derhâl kabûl eylerse, nikâh-ı
ma’nevî hâsıl olur.
İbâdât u tâattan ve mücâhedât ve riyâzâttan ve esmâ vü ezkârdan ve evrâd u
uzletten ve çile vü halvetten maksûd ve netîce, tâlib, kendi hakîkatına erişmek
ve kendi özünden haber-dâr olmak, bi-kemâlihî mâhiyyetini bilmektir. Bu maksada
yol ise, ikiden hâlî değildir : Yâ mücâhede-i bedeniyye ki, vâdî-i berzahîdir.
Yâ cezbe-i ma’neviyye ki, şâh-râh-ı ma’nevî ve râh-ı vahdetidir. Nitekim Kâsım
Envâr, bu beyit-i ra’nalâriyla aşikâr buyurmuşlardır:
از دو بيرون نيست ره كر مرد راهى اين بدان
يا طريق جذبه بايد يا طريق اجتهاد[51]
Huzûr isteyen, zuhûr istemez; zuhûr isteyen, huzûr istemez. Muhabbet
isti’dâdın cilâsıdır. Halkın mâ-lâ-ya’nî ile iştigâli, sohbet kadrini
bilmediklerindendir. Sıddîklar hakkında, yetmiş adam, “Filân kimse
mülhiddir, zındıktır.” demedikçe mertebe-i velâyete kadem basılmaz.
Namâzın hakîkati, Hak’la dâimâ vuslat olduğunu beyân sadedinde :
نماز ابلهان سهو سجودست
نماز عارفان محو وجودست[52]
buyururlar imiş. (Kaddesa'llâhu
sırrahû)”
Cenâb-ı Şeyh Sun’ullâh-ı Gaybî rehber-i pür-şân
Serîr-i ma’rifetde câlis olmuş bir şeh-i devrân
Azîzi mürşidi İbrâhim’e peyrev olup gelmiş
Hakîkat âleminde sâhib-i esrâr-ı bî-pâyân
İlâhî bizleri esrâr-ı zâtından haber-dâr it
Günâh-kârız inâyet kıl bi-hakk-ı Hazret-i Kur’ân
(HAMZAVÎLER)
/303/ eş-ŞEYH
BÂLÎ-İ BOSNEVÎ eş-ŞEHÎR bi-HAMZA
Ricâl-i Hamzeviyye’nin pîş-vâsı olan bu zât-ı muhterem,
târîh-i Osmânî’de bile yer tutmuş ve cidden bir meslek-i hakîkat ta’kîb
eylemiştir.
Ankaralı Şeyh Hüsâmeddîn’den ahz-ı velâyet edenlerden
biri de bu zâttır. Gençliğinde ba'zı vüzerâ hizmetinde ve ziyy-i avâmda olup,
lâkin kesret-i riyâzetle ser-mest-i bâde-i muhabbet idi. Esrâr-ı dili ketm ü
ihfâda olup, kıble-i aşk u muhabbete müteveccih ferîd ü yektâ idiler.
Hüsâmeddîn’in yerine geçtikten sonra Bosna’ya nakl ü
hicret etmişlerdir. Mervîdir ki, Bosna mey-gedelerine varıp, müsteid adamlar
gördükte, “Ey oğul! Hamrın ne neş’esi olacak, tâib ol; bana gel, sana bâde-i
Rahmân vereyim; nûş eyle, kıyâmete değin sekrân olasın.” diye halkı tarîk-ı
Hakk’a da’vet ederdi.
“Hamzevîlik” nâm-ı bülendi, bu zât-ı pür-irfânın
tâbiînine verilmiş bir ism-i şerîfdir. Şakayık
zeyli Atâî’de: “Bosnaviyyü’l-asl olup, dört-beş sene mikdârı hilâfet-i
ma’neviyye emrinde kâim-i makâm olmuştur. Şer’-i şerîfe nâ-mülâyim ahvâli zuhûr
eyledikte, İstanbul’da Tahtakale’de boynu vuruldu.” deniliyor ve ilâveten,
“Bosna kadısı Bâlî merhûmun ol diyârda mürîdleri nâmına olan mürdeyi teftîş
ile hayli kimse ahz ü katl olundu.” diye yazıyor.
Hamza-i Bâlî’nin şehâdetine sebeb olan, meşâyıh-ı
Halvetîyyeden Şeyh Nûreddîn’dir. Seyyid Seyfullâh Efendi, Câmiu’l-Avârif'inde
der ki:
“Şeyh Hamza nâmında bir kimse zuhûr edip, halkı kendüye tâbi’ kılıp, “Ammâ
mezhebinde vüs’at, ef'âlinde kabâhat vardır.” diye söylerlerdi. Nureddîn
Efendi gayret-i dîn için dâmân der-miyân edip, müftüye ve kadıya gitti, def' u
ref'ine ikdâm etti. Boynunu vurdurdu. Etrâfında yüzden ziyâde ahbâbını da
öldürttü.”
Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh.
Nûreddîn’in oğlu Şeyh Mustafa Efendi “Nureddîn-zâde” diye
şöhret-gîrdir. Ammâ babasının zevkinde, meşrebinde değildi. Bi-hakkın evliyâu’llâh’dan
idi. Hamzavîliği, hakîkatta anlayanlar pek az idi. Meşhûrdur, o zamân, Kadıköy’de,
Fenerbahçe’de onbin kadar insânı “Hamzavî” diye kılıçtan geçirdiler. Orada
el’ân rûhâniyyetleri vardır.
Şehîd-i müşârünileyhin ismi “Bâlî Ağa”dır. “Hamza” nâm-ı
bülendini Cenâb-ı Hüsameddîn-i Ankaravî tevsîm buyurmuşlardır. Ebussuûd fetvâsıyla
969/(1562) senesinde İstanbul’da Tahtakale civârında Devoğlu Çeşmesi’nde şehîd
edilmiş olduğu muhakkaktır. Bu mahalde meşhed-i mubârekleri el’ân mevcûd ve
ziyâret-gâh-ı erbâb-ı şuhûddur. Mezâr taşında, “Kutbu’l-ârifîn,
gavsu’l-vâsilîn eş-Şeyh Hâce Hamza kuddise sırruhû hazretlerinin merkad-i
münevverleridir 969.” yazılıdır.
Muvâcehe penceresinin bâlâsında ise, “Tarîkat-ı
aliyye-i Bayramiyye ricâlinden Hüsâmeddîn-i Ankaravî halîfesi Bosnevî eş-Şeyh
Hâce Hamza (kuddise sırruhû) hazretlerinin merkad-i münevverleridir. Kendileri
müstağrak-i cezbe-i ilâhî ve mukârin-i sohbeti olanlar ise bî-ihtiyâr müncezib
olurlardı. Ba'zı hâlât-ı acîbesi istidrâca haml olunduğundan, bu makâmda nâil-i
rütbe-i şehâdet olmuşlardır. 969.” ibâresi yazılıdır. (Rahmetu'llâhi
aleyh)
Nâm-ı şerîflerine istinâden, el-hâletü hâzihî, “Hoca
Hamza Mahallesi” nâmıyla bir mahalle vardır. Kıymetini bilen, takdîr eden
erbâb-ı kemâl eksik olmamıştır. Ba’de-mâ da yine olmayacaktır.
La’lî-zâde, Risâle’sinde diyor ki:
“Nice ulemâ ve sulehâ ve ehl-i kerâmet adamlara, “Hamzavî’dir.” diye
töhmet ve mülâhadeden olmak üzere mezemmet ve umûr-ı şenîa isnâdıyla şutûm ve
şemâtet eder. Bi-takdîri’llâhi teâlâ halkın bu husûsta erâcîfi melâmiyyûna setr
olup, tarîkat-ı aliyye fukarâsı Hamzavîlik ile müttehemdir. (ذَلِكَ تَقْدِيرُ
الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ)”[53]
La’lî-zâde, bu zât-ı mükerremi kutbiyyet ile tavsîf
ediyor.
Müstakîm-zâde, Risâle’sinde yazıyor ki:
“Hüsâmeddin-i Ankaravî (kuddise sırruhu'l-celî)'den /304/ fâiz-i rütbe-i
hilâfet ve vâsıl-ı gencîne-i velâyet olanlardan birisi, bu zât-ı muhteremdir.
Bosnavîyyü’l-asıldır. Dört-beş sene emr-i hilâfette kâim olup, ba'zı ashâb-ı
ağrâz ol pâk-nijâdın haklarında iftirâ-i mahz olmak üzere isnâd-ı mâ-lem-yekün
ile İstanbul’da Tahtakale’de Devoğlu Çeşmesi pîşgâ-hında 969/(1562) târîhinde
şerbet-i şehâdet iskâsıyla şehîd ettiler. Mervîdir, hîn-i şehâdetinde
mürîdânından biri zümre-i teber-dârândan olmak üzere mesmû’dur. Pîrinin
şehâdetini muâyene eyledikte hemen elindeki hançer ile kendisini kurbân
eylemiştir. Hz. Şeyh’in na’şını dostları cellâdlara bahşîş vererek alıp,
Silivrikapı hâricinde Mevlevî-hâne kapısına giden yolun sol tarafında defn
eylediler. ”
Müstakillen bir türbesi el’ân mevcûddur. Taşdirekler
üzerine binâ olunmuş, üzeri açıktır. Türbenin bir tarafında, “Türbe-i
âliye-i Hz. Bâlî şehîd; eser-i hayr-ı Mehmed Ali Paşa-yı vahîd”
muharrerdir.
Taşında böyle yazılıdır:
قد انتقل السعيد الشهيد المعصوم
المغفور بالى من دار الفناء إلى دار البقاء.[54]
Türbeyi yaptıran Mehmed Ali Paşa nâmında bir vâkıf-ı
hakîkattir. Pek rûhânî, ferah-fezâ bir merkad-i enverdir. Lehü’l-hamd
mükerreren ziyâret olunmuştur.
Müşârünileyhin, “Hamza” lakabıyla telkîb olunmalarının
sebebi şudur:
Hüsâmeddin-i Ankaravî, Ankara civârındaki mescid ve
zâviyeyi inşâ ve ikmâl buyurunca, bir Cuma günü resm-i güşâdında hâzır bulunmak
üzere ahibbâ ve asdıkâ ve mürîdânını da’vet buyururlar. Hz. Bâlî Ağa’ya da
mektûb yazarlar. Bu yevm-i mev’ûdda her kes hâzır olur. Namâz vakti yaklaşır. Hz.
Şeyh, mürîdânına hitâben, “Bâlî Ağa geldi mi?” diye bir iki def'a suâl
buyururlar. Biraz sonra görürler ki Bâlî Ağa, aceleten geliyor. Vusûlünde hemen
Hz. Şeyh’in hâk-i pâyine yüz sürer. Şeyhi latîfeten, “Ten-perver olmuşsun,
sende evvelki riyâzet kalmamış. Her gün tavuk suyuyla çorba içerim dersin. Bu
ne garîb hâldir?” diye ta’rizde bulununca, “Sultânım! Fi’l-hakîka riyâzetimde
kusûrum vardır. Yalan değil, tavuk suyuyla çorbayı nefs-i bedim kemâl-i heyecân
ile isterse tahkîr için İstanbul’da evlerin sokak pencerelerinin yanında köpek
ve tavuklara mahsûs yalaklardan arasıra nevâle-çîn olmağa azm ederim. Sûret-i mîzâhda
ahbâbıma bunu hikâye eylediğimden, efendimin sâmia-i mürşidânesine âhar sûrette
aksettirilmiş, keyfiyyet bundan ibârettir.” cevâbında bulundular.
Hz. Azîz, bu yolda erâcîfde bulunanlara /305/ şiddetle nazar buyurup, “Benim
de senden me’mûlum budur. Rabbü’l-âlemîn celle şânuhû seni âhirette,
sultânüş-şühedâ, amm-i Hz. Mustafâ, Hamza-i bâ-safânın zîr-i livâsında haşr
eylesün ve fî-mâ-ba’d ismin Hamza olsun.” buyurdular.
Bu şekl-i beyândan Şeyh Hamza, başına gelecek saâdet-i
şehâdeti anladı ve anladığını da ahibbâsına nakl eyledi. İşte bundan sonra
beyne’n-nâs, “Şeyh Hamza” diye
şöhret buldu. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Hz. Şeyh’in kemâlât-ı ârifânesi yüksektir. İlm-i
tevhîddeki mertebesi ve bu mertebeden sözleri, herkesin havsala-i idrâkine
sığmamıştır. Mukadder olduğu ve şeyhinin işâret ettiği vechile câm-ı şehâdeti
nûş eylemiştir. Âsitân-ı irfânı avâmm u havâssın melcei idi. Nice vüzerâ-yı
devlet, hânkâh-ı irfânına derbân olmuş idi. Cenâb-ı Hak cümlemizi mazhar-ı şafâatleri
buyursun, âmîn bi-hurmeti Nebiyyi’l-emîn.
Bir mülâhaza-i
Ârifâne:
Şeyh Muhammed Elîf Efendi, Tuhfetü’l-Mürsele Şerhi’nde
bu gibi erbâb-ı kemâlin uğradığı su-i tefehhümlere, telehhüf ederek diyor ki:
“Zâhir-bîn olanların bu gibi hatâlarından ve sû-i tefehhümlerinden büyük
büyük zevât ba'zı evliyâu’llâh ve ârifân-ı bi’llâha ta’rîzlere ve inkârlara,
hattâ tekfîrlere kadar cür’etle i’dâmlar bile vukû’ bulmuş ve bu gibi hatîâttan
az kimse tashîh-i fikr ile nedâmet etmiş; ekseri musırran bu âlemden gitmiştir.
Lâkin hayf-sad-hayf ki, bu yüzden bir çok zâyiât olmuş ve hâlâ da bu gûne
galatât ve hatîât içinde, yâ seleflerine taklîden yâhûd ale’l-gafle pûyân olan
mukallidler de vâr. Esteîzü bi’llâh mimmâ yefterûn.”
İbn-i Kemâl’in vahdet-i vücûda kâil olarak, hattâ bu
bâbda risâle yazması, evvelce bu meslek erbâbına karşı verdiği i’dâm fetvâsına
nâdim olup, kendisinin dahi bu mesleği hak bildiğine delîldir. Ammâ ne çâre ki,
İsmâîl-i Maşûk’un i’dâmı onun fetvâsıyla vâki’ olmuştu. Kâşki bu sırr-ı
hakîkata evvelden vâkıf ve o gibi âlî-kadr zevâtın i’dâmının cinâyet olacağını
ârif olaydı.
“Oldu nâdim işine ba’de harâbi’l-Basra”
RESİM VAR !!!!!!
1.
Resim : Hz. Hazma-i Bâlî’nin Silivrikapı’daki
medfeni.
2.
Resim : Hz. Hazma-i Bâlî hazretlerinin meşhedi.
/306/ İDRÎS-İ MUHTEFÎ HÂCE ALİYY-İ RÛMÎ HAZRETLERİ
Eâzım-ı ricâl-i Hamzaviyye’den ve ekâbir-i evliyâu'llâh'dandır.
Mübârek ism-i latîfleri Hacı Ali Bey’dir.
“İdrîsî” diye tesmiye eden mürşid-i muazzamları Hüsâmeddîn hazretleridir. “Muhtefî” diye tevsîm eyleyen ferîd-i zamân Seyyid Osmân Hâşîmiyy-i
Hamzavî’dir.
Hacı Ali Bey, Tırhala’da 941/(1534) senesinde zînet-sâz-ı
âlem-i şuhûd oldu. Müstakîm-zâde’nin beyânına göre, pederleri sulehâdan bir zât
olup amm-i kerîmleri sadrâzam Rüstem Paşa’nın Terzibaşısı idi. Rüstem Paşa, Ali
Bey’i küçük yaşında zîr-i himâyesine alıp, terbiyesine ihtİmâm etmiş ve
terzilik san’atını iktisâba sevk eylemiştir. 955/(1548) târîhinde henüz onbeş
yaşında iken amcaları berâberinde ve Sultân Süleymân’ın rikâbında harbe âzim
oldular.
Amcası muhibb-i meşâyıh u sulehâ olduğundan, Ankara’dan
geçerlerken, burada Şeyh Hüsâmeddîn Efendi hazretlerinin şöhretinden haber-dâr
olarak ziyâretlerine şitâbân oldular. Ali Bey, Hz. Şeyh’in nazar-ı dikkatini
celb etti ve hıdmet-i aliyyelerine kabûl buyuruldu. Terzilikle meşgûl
olmasından nâşî, “İdrîs” tesmiye edildi. Hayli zamân hıdmet-i
şerîfelerinde bulunarak isti’dâd-ı mahsûsları îcâbınca kesb-i kemâlât
eylediler. Ba’dehû İstanbul’u teşrîf ile burada teşnegân-ı hakîkati dil-şâd
ettiler. Altmış seneye karîb irşâd-ı nâsda bulundular.
Nazarları gâyet keskin olup, bir kimseyi bir nazarda
cezbe-dâr ederler idi. Sâkî-i cezbe-i Rahmânî idi. O zamân, Melâmiyyûn,
Hamzaviyyûn hakkında pek ziyâde dedi-kodu meydân almış, hakîkattan ve neş’e-i
tevhîdden gafîl olan kimselerin te’sîriyle i’dâmlarına kadar gidilmiş idi. Bu
sebeble Hz. Şeyh, ihtifâ-yı hayâtı ihtiyâr etmiş, zâhirde halkla, bâtında Hak’la
meşgûl olmuş idi. Ni’met-i irşâdlarından hisse-dâr olan binlerce halk, aynı
şeyhe müntesib olduğundan haber-dâr olamayacak derecede mahrem-i esrâr
olmuşlar, ketm-i meslek eylemişlerdir.
(O) zamân öyle icâb ediyordu. Sultân Selîm civârında,
Muhammed Ağa Câmii’ne yakın bir yerde hâneleri olup, mahalle halkı, “Hacı Ali
Bey” diye tanıyorlardı.
Mükerreren Haremeyn-i muhteremeyni ziyârete gitmişlerdir.
Evâil-i hâllerinde ticâret tarîkıyla, Belgrad, Sofya, Filibe ve Edirne’ye sefer
eyledikleri de vâki olmuştur. Sonraları bu hânelerinde büsbütün inzivâ ve
halkdan inkıtâ’ ettiler. Sırru’s-sır olarak yaşadılar. İşte “Muhtefî” bundan
kinâyet oldu.
Esrâr-ı Aliyye-i
Melâmiyye risâlesinde
Müstakîm-zâde naklediyor ki:
/307/ “İstanbul’un ekâbir-i meşâyıhından Sivâsî Abdülmecîd
Efendi ve Tercümân şeyhi Ömer Efendi, hayli zamândan beri bu Hazret’in
aleyhinde câmi’ kürsülerinde zebân-dırâzlık ettiklerinden, nihâyet taraf-ı
devletten, “Bu âdem bulunsun, hakkından gelinsin.” diye fermân-ı kazâ
cereyân-ı zuhûruna sebeb olmuşlardır. Fe-sübhâne’llâhi’l-azîm.
İdrîs-i Muhtefî’yi me’mûrîn-i mahsûsa bulup der-dest etmeğe çalışıyor.
Fakat bir türlü ser-rişte elde edemiyorlar idi, âciz kalıyorlar idi. Hâlbuki,
Hz. Şeyh içlerinde geziyor, dolaşıyor, erbâb-ı aşka şarâb-ı ilâhîden sâkîlik
eyliyordu. Garîbi şu ki, mûmâileyh Şeyh Ömer Efendi, her gün İdrîs-i Muhtefî
ile hem-sohbet oluyor, onunla düşüp kalkıyor. Lâkin onun şiddetle aleyhinde
bulunduğu zât olduğunu bilmiyordu. Hattâ pek tuhafdır, Ömer Efendi, Hacı Ali
Bey’i âhiret arkadaşı ittihâz etmiş idi. Bir mahallede bulunuyorlardı.
Bir gün Hacı Ali Bey’i hânesine da’vet etti. İdrîs-i Muhtefî denilen adamın
ne sûretle elde edilebileceğini sevk-ı kelâm ile istişâreye kalkıştı. Çünki
Hacı Ali Bey’in şiddet-i kıyâsetine vâkıf, re’yinden istifâde olunacağını ârif
idi. İ’tikâdı bu merkezde idi. Müşârünileyhe, hitâben dedi ki:
“Şehrimizde hâlen bir fitne-i azîme peydâ olup, hiçbir vesîle ile def'ine
imkân bulunamıyor. Bilemeyiz ki, âkıbet-i kâr neye müncer olur? Ne dersiniz?”
diye istîzâh etti.
Hacı Ali Bey, tecâhülden gelerek, “Ne gibi fitnedir, îzâh buyurur
musunuz?” dedi. Ömer Efendi tafsîl-i hâle başladı:
“İdrîs nâmıyla dâll ü mudil bir adam zuhûr etmiş, halkı idlâl, efkârını
ihlâl ediyor. Vücûdu lâzımü’l-izâledir. Binlerce ehl-i İslâm’ı dalâlet yoluna
saptırmış. Başına ehl-i hevâyı toplamış. Hakkında fetvâ lâhık olmuş. Katli için
arıyorlar, bulamıyorlar, nâm u nişânından bir haber alınamıyor. Mürîdlerinden
biri elde edilmedikçe ser-rişte bulmak mümkin olamayacak.” dedi.
Hacı Ali Bey, “Siz o adamı hiç gördünüz mü ve hakkındaki erâcîfden
dolayı huzûrunuzda i’tirâfda bulundu mu? Size bir tarîkla ilm-i şer’î geldi mi?”
suâllerinde bulundu. “Hayır” cevâbını aldı. “O hâlde, ma’lûmunuz
olmayan bir müslümân hakkında bu mertebe ifrât ve tağlît niçin ihtiyâr
olunuyor?” dedi.
Ömer Efendi söylediklerine pişmân oldu. Bunun üzerine Hacı Ali Bey, keşf-i
/308/ perde-râz ile, “İdrîs
dedikleri adam, işte benim. İsmim Ali, lakabım İdrîs’tir. Benî nasıl
biliyorsunuz?” buyurunca, Ömer Efendi, istiğfar ve istihlâle başladı. “Ben
sizi salâh u takvâda rükn-i râsih ve cebel-i şâmih bilirim. Pîrim, azîzim,
efendimsin, size teberrüken size bey’at etmeğe cân atarım.” dedi. “O
hâlde böyle biliniz.” cevâbında bulundular.
Münkirler onu göremediler. Onu hakkıyla gören dîde-i hak-bîn ister. Mürîd-i
sâdıklar buldular. Nâil-i nûr-ı muhabbet oldular. Altmış seneye karîb
erîke-pîrâ-yı reşâdet oldular. 1024/(1615) senesinde cân gibi dîdeden nihân
oldular.”
Müddet-i ömr-i şerîfleri 83 veyâ 84’tür. Cenâzelerinde
40.000 kişi râddesinde cemâat hâzır bulunmuş olduğu ve 24.000 kadar mürîdi
bulunduğu mervîdir. Hattâ cenâzesinde hâzır bulunanlardan baba, oğul, kardeş
yekdîğerini o gün Hz. Şeyh’e müntesib olarak tanımışlar. O güne kadar bu sırdan
haber-dâr olamamışlardır.
Şeyh Hasan-ı Şa’bânî, eserinde derler ki:
“Azîz-i müşârünileyh, azîm cezbe ile meşhûr-ı emîn-i
dürr-i meknûn idi. (Kaddesa'llâhu sırrahû)”
Kabr-i şerîfleri Kâsımpaşa’da, Kulaksız Câmi'-i şerîfinin
karşısında ve tersâne arkasındaki tepenin üstündedir. Mükerreren ziyâret ile şeref-yâb
oldum. Haliç’ten vapurla, kayıkla geçilirken, tersâne arkasındaki tepede mezârlığa
atf-ı nazar-ı hürmet edilince görülür. Rûhâniyyet-i azîme vardır. Zâirân, hiç
şüphesiz mazhar-ı feyz-i Rahmân olurlar.
Mezâr taşında,
“Rıhlet idüp ol
azîz-i muhterem
Ravza-i cennet
ana Adn-ı hurrem
Rahmet olsun
didiler cümle ümem
Nâmıdır Hacı Ali
âlî-himem
Hem Rebîu’l-evvel
ayı âhiri
Binyiğirmidört
idi sâl-i rakam”
yazılı
olduğu gibi, dîğer bir taşta, “İdrîs-i Muhtefî hazretlerinin kabr-i
şerîfleri burasıdır.” diye muharrerdir.
Ayak ucundaki taşta, (انتقل المرحوم اسماعيل بن حاجى على 991)[55] ibâresinden, kendilerinden
yirmibeş sene evvel irtihâl eden mahdûmlarının kabri olduğu ve âile kabristanı
olmak i'tibârıyla, kendilerinin de buraya defn edildiği anlaşıldı.
Müşârünileyhin tercüme-i hâllerinin tamâmı Sarı Abdullâh
Efendi hazretlerinin tercüme-i hâlleriyle memzûcdur. Onun da mütâlaasıyla
uluvv-ı mertebeleri daha ziyâde tezahür eyler.
/309/ İdrîs-i
Muhtefî’nin gâyet muammâlı bir nutku vardır. Şekl-i zâhirîsi i'tibâriyle efsâne
addolunur. Ma’nâ-yı ledünnîsi i'tibârıyla ayn-ı hakîkatdır. Şeyh Mahmûd Efendi
merhûm ile tetebbu' ettiğimizde, ser-â-pâ sülûk ve hakîkati câmi’ bir beyyine-i
tasavvufiyye olduğuna kâni’ olduk. Zevk-i ma’nâya vâsıl olan ricâlu’llâh dahi
teslîm eylemişler ve hattâ bir zât-ı muhterem tarafından şerh ve tafsîl
olunmuştur:
1. İşbu deme irince üç kez doğdum anadan
Bunca yavru
uçurdum nice kâşâneden
2. Dört doğurdum az mı hâmil oldum babamdan
Babam dokuz
ayaklı anlama efsâneden
3. On tayaya emzirdim iki yüzlü bir çocuk
Kara libâs
giydirüp gösterüp kâşâneden
4. Kâf dağını arkama yüklendim itme aceb
Bahr-ı muhîti
içüp kanmadın ammâ neden
5. Altmış arşun menâre çıkup anın üstüne
Bağıruben
cihânı doldurdum efsâneden
6. Yüz tınâblı bir çâdır diktirdim seyr içün
Ana tutdum boynumu
dönmem ol kâr-hâneden
7. Fir’avn ile görüşüp biraz nasîhat ettim
Didi sözün tutmazam dönmezem Hâmâne’den
8. Ak sakallı bir avrat düşdü benim peşime
Zînet itmiş kendüzin lü'lü’-i dür-dâneden
9. Yedi başlı bir yılan gördüm ki hâkim olmuş
Sûreti hayvân
değil bilmezem ammâ neden
10. Yetmişiki dillice düdük aldım çarşudan
Çaldım anın sadâsı gecdi asmâneden
11. Bir top atdım meşrıkdan geldi düşdü mağribe
Bu bir zengin remzdir anlama efsâneden
12. Bir mektebe uğradım kuş dilini okurlar
Sivrisinek
halîfe hocası pervâneden
/310/ 13.
Alâimü’s-semâyı olta idüp sarkıtdım
Bin bıyıklı bir balık çıkardım deryâneden
14. Gördüm Nûh’un gemisini girdim onun içine
Onda buldum necâtı korkmazam tûfâneden
15. Senin İdrîs
hakîkat bu rumûzlu sözlerin
Anladı insân olan bilmedi hayvâneden[56]
Şerhi
1. Beyit:
1.
Mısra’:
Bu
mısraın ma’nâsı tafsîl olunur: 1) Âlem-i amâdan dünyâya gelip âdem-i ma’nâ ve
insân-ı kâmil olmağa işârettir. Âdemî-zâde, ukûl-i tis’a’dan, nüzûl ve hübût
ile tavran-ba’de-tavrin mevâlîd-i selâseye güzer etmektir. Buna, “nüzûl-i
ma’nevî” dahi derler. Mevâlid-i selâse, ma’den, nebât ve hayavândır. Ma’den bu
arz ve topraktır. 2) Baba sulbünden ana rahmine nüzuldür. 3) Ana rahminden
hurûcdur. İnsân-ı kâmil terbiyesine mazhariyyetle adam olmaktır.
2.
Mısra’:
Ukûl-i
tis’adan nüzûl-i ma’nevî ile hübût vâki’ oldukça, nice nice avâlimi, ya'nî bir
âlemden nüzûl ve hübût ve mürûr, her birini birer gûnâ tavr-ı ubûr eylemeği ve
her demde bir dem, her nefeste bir nefes güzerân eylemeği müş’irdir.
2. Beyit:
1.
Mısra’:
Anâsır-ı
erbaa ki, âb, âteş, rüzgâr ve hâk ile imtizâca işârettir. Tabâyı’-ı erbaadır.
Bu tabâyı’-ı semavîden semavî olduğu hasebiyle semâvât-ı seb’a ve ukûl-i tis’a,
arza nisbetle babadır. “Baba da tabâyı’-ı erbaa-i mezkûreyi ma’nen hâmile olup,
bi’n-nisbe ana i’tibâr olunan arza imtizâc ve istizvâc-ı ma’nevî çâr-unsuru
doğurdum” demektir.
2.
Mısra:
Vücûd-ı
insânî, görünen kevn ü mekân ve-mâ-fîhâsını belki her dû-serâyı câmi’ ve aynı
ve ayn-ı aynıdır. Onun için ukûl ki, “dokuz” demektir. Fi’l-mesel dokuz ayaklı
olan göklere, “babamız” derler. Bu müsteârâtı ve kelâm-ı evliyâ vü meşâyıhı
efsâne zannetme.
3. Beyit:
“İki
yüzlü çocuk”, nefs-i nâtıka-i insânîdir. İki yüzlüdür, biri âlem-i gayba, biri
âlem-i kevn ü mekâna nâzırdır. Âlem-i kevn ü mekâna nâzır olan cihetini
“emmâre, levvâme, mülheme” sıfatlarından geçirip, mutmeinneye vusûlünde nefs-i
nâtıka, âyîne-misâl musaykal ve mücellâ oldukta, âlem-i gayb tarafına olan yüzü
güşâd olup, râzıyye, merzıyye ve kâmileye varır. Kalb, musaykal ve mücellâ
olmak için, “On tayaya emzirdim.” demesi, “On şeyhe vardım, telkîn aldım, onu
tasfiye için emzirdim.” demektir. (Bu) mısrâ’-ı sânî fenâ fi’llâh sırrıdır.
4. Beyit:
1.
Mısra:
Emânetu’llâh’dır.
Mesned-i hilâfet-i ma’nevîyyedir.
2.
Mısra:
Emmâre,
levvâme, mülheme ve mutmeinne âlemlerini geçip vuslata erince ona kanılır mı?
Ulûm-ı zâhiriyye vü bâtıniyyenin inkişâfıdır.
5. Beyit:
Ba’de’z-zevk
ebu’l-vakt olmaktır.
6. Beyit:
Ma’nâsı,
derecât-ı mâye olan sülûkdan murâd, ancak kalbine duhûl ve mi’râc-ı
ma’neviyyeye urûc için bir sırrı beyândır. Kemâl-i tav’ ile tarîk-ı irfâna
sülûk etmeğe o zevk ile teveccüh ettim. Kemâl-i sıdk u hulûsumdan nâşî yüz
çevirmedim.
7. Beyit:
Fir’avun’dan
murâd, nefs-i şeytanîdir. Esnâ-yı sulûkta bir derekeye varır ki, başlar sâhibine
niyâz etmeğe; “Ben senin nefsin değil miyim? Biraz da bana bak, sana
mütercimim.” der. O zamân sâhibi olan sâhib-i himmet ona nasîhata başlar. “Bana
râm ol.” diye ibrâm eder. O ise muktezâ-yı tabîatı, sâhibini çengellerle
siccîn-i tabîata, habse çeker. İşte, “Fir’avn-sıfat nefsimi görüp, nasîhat
ettim. Kabûl ettiremedim. Fakat bana dedi ki: Fir’avun’a mahsûs olan tabîat-ı
Hâmân’ından dönmem.”
8. Beyit:
Nefs-i
emmâresine mergûb olan çok kocamış dünyâ benim ardıma düştü. Dünyâ kendinden
yüz çevirenin peşine, kendine râgıb olanın önüne düşer. Dünyâ o kadar
zînetlenmiş ki, o kimseyi sicn-i tabîata indirmek için uğraşır. Cehenneme
düşürmeğe çalışır.
9. Beyit:
Yedi
başlı ejderhâ, nefs-i bed-hûdur. Seyr ü sülûk sâhiblerine bunun ma’nâsı
ma’lûmdur.
10. Beyit:
Yetmiş
iki mezhebdir. Esnâ-yı sülûkta hakîkatlerini gördüm ve bildim ve güzer eyledim
ve hakîkate erdim. Âsumân-ı kalbimde cümlesinin mâhiyyeti ma'lûmum oldu.
11. Beyit:
Kelime-i
tevhîddir; lâ-ı nâfiyesi toptur, “İllâ’llâh”ı meşrık-ı insânî olan süveydâ-yı
kalbime hizb ettim.
12. Beyit:
Hânkâh-ı
evliyâdır. Gördüm ki, orada ilm-i tevhîd, ilm-i ledün müzâkere ederler.
Sivrisinek ta’bîrinden murâd, ashâb-ı riyâzettir. Gece gündüz âh u enîn
üzeredir. Kemâl-i nehâfetten kinâyedir. Halîfe ta’bîri ise, Allâh’a tâlib, rızâ-yı
şeyhe râgıb olup, şeyhlerine istihlâfa şâyân olarak half-i şeyhde müterakkıb
olmağa işârettir.
13. Beyit:
Esnâ-yı
sülûkta, semâ-i dilde olan himmetim kavs-i kuzahını olta edip, deryâ-yı
hakîkate sarkıttım. Gördüğüm nesneyi hak sandım. Nice nice şuûnât-ı ilâhiyyeyi
müşâhede ettim. Ancak o menzilde tevekkuf etmek, vartaları ve mezâlık-ı akdâmı
câmi’dir. Bilâ-tevekkuf edeb-i ma’neviyye ile geçtim. Bin bıyıklı balık,
deryâ-yı hakîkatteki müşâhededir. O müşâhede bin türlü merâhileden ibâret imiş.
Hemân kendimi necât tarafına attım, kurtuldum.
14. Beyit:
Ta’bîrât-ı
meşâyıhda “küçük”den murâd, şeriât sâlikleridir. Gemiden murâd, şerîat-ı
garrâ-yı Muhammediyye’dir. Tûfân-ı dalâletten necât verici şer’-i şerîfe
temessük edip emriyle âmil oldum. Şerîat gemisine binip şerîat-ı Ahmediyye ile
âmil oldum. Allâhu teâlâ, dalâletten beni halâs etti. Siz de sülûkunuzda şer’
ile amele müdâvemet ediniz ki, tûfân-ı dalâletden necât bulaşınız.
15. Beyit:
Ey
İdris! Senin bu sözlerinin cümlesi hakîkatten hikâye, rumûzdan ibârettir. Bu
kelimât-ı hakîkat-âmiz, sözlerini erbâb-ı sülûk olup bu hâlâta vâkıf olanlar
anlar. Sûreti insân, sîreti hayvân olanların anlayacağı şey değildir.
Meşâyıh-ı Nakşiyye’den La’lî-i Şermî Efendi tarafından
yapılan şerh:
1. Beyit:
1)
Velâdet-i zâhiriyye, 2) Zuhûr-ı veled-i kalb, 3) Kemâl-i veled-i kalb.
Yetiştirdiği
hulefâ.
2. Beyit:
(1.
Mısra) Mâye-i Muhammedi’nin mürşidden mürîde intikâli. (2. Mısra) Eflâk-i
tis’a.
3. Beyit:
(1.
Mısra) Kuvâ-yı hamse-i zâhire, kuvâ-yı hamse-i bâtına.
(2.
Mısra) Sıbğa-i hakîkat-i Muhammediyye’ye boyanmak. Fenâfi’llâh sırrı.
4. Beyit:
(1.
Mısra) (…إِنَّا عَرَضْنَا الْأَمَانَةَ عَلَى
السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَالْجِبَالِ فَأَبَيْنَ أَن يَحْمِلْنَهَا وَأَشْفَقْنَ
مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْإِنسَانُ)[57]
“Kâf
(ق) bi-hisâb-ı ebced: 100. Esmâ-i Hüsnâ: 100. Ona işâret, makâm-ı
kutbiyyet.
(2. Mısra) “Şarâb-ı aşkı kâse kâse içtim. Ne
ben kandım, ne o bitti.” ma’nâsına işârettir.
5. Beyit:
Makâm-ı
beşeriyyete nüzul ile tevhîde da’vet.
6. Beyit
:
Esmâ-i
Hüsnâ.
7. Beyit:
Maksad
nefs ve ona muhâlefet. Hâmân, vezîr-i Fir’avn.
8. Beyit:
Dünyâ,
mâ-sivâ, enâniyyet.
9. Beyit:
Nüfûs-ı
seb’a.
10. Beyit:
Lisân-ı
tevhîd, her bir lisâna gelir.
11. Beyit:
Maksad,
kelime-i tevhîdi sağdan sola zikr.
12. Beyit:
Rumûzât-ı
tasavvufiyye.
13. Beyit:
Kalbin
kemâle erişmesi ve binbir esmânın mazharı olması. Balıktan maksad, kalbdir.
- - -
Lâyiha:
“Hamzavîler” denilen bu zümre-i nâciye, sırr-ı tevhîdde
mütebahhir olup, zevk-ı ma’nâda sâhib-i serbestidir. Vahdet-i vücûd mübâhesesi
o zamân mutaassıblarının, hattâ âlimlerinin havsala-i idrâklerine
sığmadıklarından bu kâfile-i hâfile-i hakîkatin sözleri, meslekleri şer’-i
şerîfe muhâlif addolundu. Hayât-ı fâniyelerine nihâyet verilmeye kalkışıldı. Fetvâlar
yazıldı. Süllâk-ı râh-ı hakîkatten bir haylisi şerbet-i şehâdeti nûş etti.
Fakat bu meslek erbâbının çoğalmasına mâni’ olamadılar. Biri şehîd edildiyse,
yerine yüz kişi zâhir oldu, önüne geçemediler.
Takdîr-i Hudâ kuvvet-i pâzû ile sönmez
Bir şem’a ki Mevlâ yaka bir vechile sönmez
Müşârünileyhimin mektûblarını, gazellerini, nutuklarını,
mesleklerini yazdım ve daha da yazacağım mütâlâa ile anlaşılır ki, hiç biri
şerîatten hâriç meslek ta’kîb etmediler. Akîde-i tevhîdde düşünceleri
yüksektir. Hz. Muhyiddîn-i Arabi, Bedreddîn-i Simâvî meşrebinde zevk-ı tevhîd
ile mütezevvık olmalarından dolayı sözlerindeki nikât-ı rakîkanın
ledünniyyâtına vâsıl olamayanların hıkd u hasedlerine kurbân oldular. Hz.
Mısrî-i Niyâzi bile Dîvân’ında lisân-ı teessür ile, “Cümle milletden
Hamzavî hordur” buyurmuşlar ve bu gibi zevât-ı âliyenin kıymetlerinin
takdîr olunamamasına teessüflerini izhâr etmek istemişlerdir.
Kemâliyle tedkîk olunursa şu netîce hâsıl olur ki,
hazerât-ı müşârünileyhimin mesleklerine taraf-dâr ve her birine intisâb ile
pür-iftihâr zevât günden güne çoğalmış ve el-hâletü hâzihî, zamânımıza kadar
teselsül etmiştir. Tercüme-i hâllerinin mütâlâasından hisse alınacak birçok
hakâyık vardır. Müntesiblerinden ketm-i esrâr için ne büyük haslet nümâyândır.
Her biri aynı şeyhe râbıta-bend /311/
olan aynı âile efrâdı, senelerce yek-dîğerini haber-dâr etmeyenler olduğu
müstedeldir. İdrîs-i Muhtefî’nin tercüme-i hâli bunu müeyyiddir.
Ba'zıları tesettürü ihtiyâr ile rumûzlu, ba'zıları
açıktan açığa beyânlı vahdet-i vücûd bahisleri ortaya koymuşlardır. Kimisi
mestûru’l-hâl olup tesettürü muhâfazaten ve zâhiren sâir meşâyıh-ı kirâmdan ba'zılarına
müntesib görünerek bu vechle dem-güzâr olmuşlardır.
Hâşimî Osmân Efendi’nin Nûreddîn-zâde hazretlerine,
Olanlar Şeyhi İbrâhîm Efendi’nin Hakîkî Osmân Efendi’ye ve Abdülehad en-Nûrî’ye,
şârih-i Mesnevî Abdullâh Efendi’nin
ve vezîr-i a’zam Halîl Paşa’nın Azîz Mahmûd-ı Hüdâyî hazretlerine nisbetleri bu
kabildendir.
Kim ne derse desin, bu zevât-ı kirâmın neş’elerinde
cidden zevk-ı ma’nâ vardır. Aradan bunca seneler geçtiği hâlde onlara, râbıta-ı
aşkıyyesi olan erbâb-ı tarîkat u muhabbet eksik olmuyor. Esâmî-i şerîfelerini
yâd ile ferah-yâb oluyor. Sırları sârî, imdâd ve tasarrufları cârîdir. Hamd
olsun, zamânımızda cümlesine hiss-i hürmet besleyen ashâb-ı irfân çoktur. (Kaddesa’llâhu esrârahum ve nefeana’llâhu
bi-berekâtihim ve füyûzâtihim)
Bunlara seng-endâz-ı taarruz olmağa gelmez. İnsân perîşân
ve dûçâr-ı hüsrân olur. Her birine hürmet, muhabbet göstermek, imdâd-ı rûhâniyyetlerinden
hisse-dâr olmak gerektir. Hiç şübhe etmemelidir. Hz. Allâh’ı bizlerden iyi ve
yüksek bilmiş, bulmuş, olmuş erlerdir. Her biri Kur’ân-ı nâtıktır. Sözleri
hakîkat, lübb-i ma’rifettir. Anlamamak dolayısıyla mutaarrız olmaktan ise, “Ben
de anlayayım.” diye inâyet-i Mevlâ’ya sığınarak bir insân-ı kâmilin dâire-i
edeb ü irfânında himmet-i evliyâya ilticâ evlâdır, azîzim.
“Söyleyenler kendisin bilmez bilenler söylemez.”
Bu böyledir; eslim, teslem.
Şu nutk-ı mübârek kendilerinin imiş:
İtmeyen tebdîl-i ahlâk himmet-i pîran ile
Haşr olur mezmûm sıfatla menzili nîrân imiş
Bunun elbette tamâmı vardır. Ne çâre ki, ele geçmedi.
Sünbül Efendi Hânkâhı şeyhi merhûm Rızâ Efendi, sık sık
türbesine gider, kendilerinde cilve-i esrâr zuhûra gelir imiş. Görenlerden
işitmiş idim.
İdrîs-i Muhtefî eâzım-ı evliyâu’llâh’dan bir zât-ı
âlî-kadrdir.
Dâimâ Fâtihâ-hân olmadayım İdrîs’e.
RESİM VAR !!!!!
İdrîs-i Muhtevfî Hacı Ali Bey’in Kâsımpaşa’daki medfeni.
/312/ İdrîs-i Muhtefî Hazretlerinden Mazhar-ı
Feyz-i İrşâd Olanlar:
ŞEYH TIFLÎ EFENDİ
1070/(1660) senesinde irtihâl etmiştir. Silivrikapı
hâricinde Şeyh Hamza Bâlî’nin kabri civârında âsûde-nişîn-i rahmet-i
Sübhân’dır.
Şeyh Abdülehad en-Nûrî halîfesi Şeyh Nazmî Efendi
tarafından söylenilen manzûme-i târîhiyye:
O üstâd-ı yegâne şeyh-i fen Tıflî’nin ey Mevlâ
Duâsın zîver-i levh-i zebân-ı hâss u âmm eyle
Bu hâristân-ı dünyâdan göçüp azm itdi ukbâya
Miyân-ı Cennet-i Adn’i ana câ-yı hırâm eyle
Ricâ eyle Cenâb-ı Hakk’a Nazmî fevtine târîh
Didim gehvâre-i cennetde Tıflî’ye makâm eyle
(ديدم كهواره جنتده طفلييه مقام ايله) = 1070/(1660)
Devr-i Murâd Hân-ı râbî’de musâhib-i şehriyârî imiş.
Kocamustafapaşa civârında sâkin olup, şârih-i Mesnevî Abdullâh Efendi ile hem-bezm-i sohbet olmuşlar ve onun delâletiyle
İdrîs-i Muhtefî hazretlerinin şeref-i kabûlüne mazhar olup saâdet bulmuşlardır.
Mühim ve manzûm bir silsile-nâmeleri vardır. Müstakîm-zâde, Risâle’sinde
ondan bahs ediyor.[58]
Bu silsile-nâmede şeyhi hakkında diyor ki:
Müstağrak-ı nûr-ı Zât İdrîs
Firdevs-i tecelliyât İdrîs
شد عشق خدا دليل
راهست
حاجى بود كعبه در
بناهست[59]
Cân-ı âşık rûh-ı yektâ*
Kendisi mahfî kemâli peydâ*
Tâ vasl ola intihâ-i râhı
Mahfî gerek âşık-ı ilâhî
Şimdi o şehen-şeh-i velâyet
Ahbâbına eylemekde himmet
Gâhî ki ider nühüfte dîvân
Ol devlete evliyâdır erkân
Ol mihr-i kerem ki lütfu çokdur
Bahşâyişinin hisâbı yokdur
Ey Tıfli-i bî-medâr şâd ol
Ey bî-bedel u bî-şiâr şâd ol*
Ol mazhar-ı kâmil-i tecellî
Bir gün seni de ider tesellî
Üstâd-ı dakîka-dân hakîkî
Hâssân-ı suhan-verân hakîkî
Oldu hüneriyle pâk u tâhir
Kalbinde hakîkat oldu zâhir
Tutdu dili bûd u nîstî*
Tâ ki bu kadar emel-perestî
Ol cezbe-i aşkla hem-âğûş
Nâ-pohtedir âteş-i siyâğûş
Oldu dil âşinâ-yı dergâh*
Âteş-gede-i muhabbetu’llâh
/313/ Ey âyet-i
Kibriyâ-yı dâver
Vey sohbet-i kâtı’-ı Peyâmber
Ey meşrık-ı âftâb-ı tevhîd
Ey mazhar-ı sırr-ı sırr-ı câvîd
Ey câmi’-i her-zuhûr-ı evvel
Deryâ-yı muhît-ı nûr-ı kümmel
Birdenbire nûr-ı evliyâ hem
Zâtında göründü tâ-be-Âdem
Tıflî kapunu penâh idindi
Dîdârını secde-gâh idindi
Bu bende-i bî-vücûdu kul it
Nâ-lâyık isem de sen kabûl it
Ey mu’cize-sâz-ı mahrem-i Hay
Eyle beni mazhar-ı dem-i Hay
Pîr Ser-Tıraş
Kırkçeşme civârında sâkin imiş. Medfenleri mechûldür.
el-Hâc Hüseyin Ağa
Şârih-i Mesnevî Sarı
Abdullâh Efendi’nin babalığıdır. 1040/(1630-31)’ta irtihâl-i dâr-ı naîm eyledi.
Şeyh-i mükerremleri civârında medfûndur. Müstakîm-zâde hazretleri, “Kabr-i
şerîflerini aradım, bulamadım.” diye yazıyor.
Vezîr-i A’zam Halîl
Paşa
Sarı Abdullâh Efendi’nin vâlidelerinin pederi Mehmed
Paşa’nın birâderleridir. Sultân (I.) Ahmed, (I.) Mustafa, (II.) Osmân ve (IV.)
Murâd zamânlarında mesned-nişîn-i sadâret olmuştur. Şeyhlerinin irtihâlinden
sonra emr ü işâretleriyle Hz. Hüdâyî’ye ilticâ eylediler.
Müstakîm-zâde’nin beyânına göre Âsitâne-i Hüdâyî
civârında zâviye ve türbe binâ edip nezâretini Âsitâne-i Hz. Azîz’de
seccâde-nişîn-i irşâd olanlara şart eyleyerek 1040/(1630-3l)’ta sadâretten
ma’zûl olduğu hâlde dâr-ı bakâya intikâl eylediler ve i’dâd ettikleri türbeye
defn olundular.
Sarı Abdullâh Efendi, bidâyeten paşanın Divid-dârı imiş.
Bir gün bir dervîş konağa gelip, paşaya takdîm olunmak üzere bir arzıhâl
veriyor. Çavuşlar kabûl etmiyor. Abdullâh Efendi bunu görünce arzıhâli alıyor,
okuyor. Meâli, İdrîs[60] Ali Efendi tarafından, Şeyh
Sivâsî’den şikâyetten ve keff-i lisân etmesi için, fermân-ı âlî sâdır olması
için temennîden ibârettir. Paşaya arz ediyor. Paşa, “Sivâsî Efendi fi’l-hakîka
dahhâl ve medîdü’l-lisândır.” diye, te’dîbi için Bursa’ya nefy olunmasını
emrediyor.
Fakat, “Bu arzıhâl sâhibini nereden biliyorsun?”
diye Abdullâh Efendi’yi sıkıştırıyor. O da, Babalığım Hacı Hüseyin Ağa delâletiyle
mazhar-ı feyzleri olduğundan bahsediyor. Bunun üzerine paşa, hâk-pâ-yı
mürşidânelerine /314/ ruh-sûde
olduğuna dâir bir arîza yazdırıyor. Bin altun ile berâber Hz. İdrîs’e
gönderiyor ve Sivâsî Efendi’yi bir iki güne kadar Bursa’ya nefy edeceğini
söylüyor. O dervîş bunları Hz. Şeyh’e nakl ediyor. İksîr-i a’zam olan nazarları
paşayı mazhar-ı füyûzât eyliyor. Bilmedikleri şeyler ma’lûm oluyor. Esrâr-ı
Melâmiyye’de Müstakîm-zâde böyle yazıyor.
Halîl Paşa’nın, son zamânlarında, halkın ve ulemânın bu
meslekteki ehl-i kemâle hücûmları hasebiyle tebdîl-i câme ederek Âsitâne-i Hz.
Hüdâyî de ihtiyâr-ı inzivâ eylediği menkûldür.
Edîb-i zamân Mahmûd Kemâl Beyefendi, bir gün fakîre bir
garîbe nakl eylediler:
Sahhâflar’da ahibbâsından olan bir zât, perâkende kütüb ü
resâilden bir yığın arz ederek, bunları toptan pek cüz’î bir bedel mukâbilinde
satın almış, hânesine getirmiş. Bir hayli zamân durmuş. Bir gün, “Bunları
bir gözden geçireyim.” diye tedkîke koyulmuş. Eline geçen mücelled nüshânın
kâmilen Azîz Mahmûd-ı Hüdâyî hazretlerinin mübârek hatt-ı destiyle, Halîl
Paşa’ya hitâben yazılmış mekâtîb-i şerîfeyi câmi’ olduğunu görünce, derece-i
nihâyede sevinmiş. Mücerred sevk-ı ilâhî ile o nüsha-i celîlenin kendisine
ihsân olunduğuna kanâat etmiştir. Halîl Paşa bu mektûbları tezhîb ve teclîd
ettirerek kitâb-hâne-i ihtirâmında saklamış. Sonra elden ele geçmiş, Mahmûd
Kemâl Beyefendi’ye intikâl eylemiştir. Yüzümü, gözümü sürdüm; ziyâret ettim.
Hz. Pîr’in mübârek yazılarıdır. Halîl Paşa ile evvelden münâsebet husûle
gelmiş; zamân zamân irşâd-kâr, nasîhat-âmîz bir lisân-ı bülend ile bu
mektûbların yazılmış olduğu anlaşıldı.
Halîl Paşa, bu dünyâ-yı bî-bakânın dâm-ı iğfâline
aldanmamış, neş’e-i tevhîdden haber-dâr olmağa çalışmış, ricâlu’llâh’a
kurbiyyet yüzünden mazhar-ı feyz-i ilâhî olmuş ricâl-i mübâreke-i sûfîyyedendir
(Kaddesa'llâhu sırrahû)
Hz. Hüdâyî’nin ise, bu gibi ricâl-i Hamzaviyye’yi
ârifâne, âkılâne bir sûrette himâye ederek, o zamân cehele-i zalemesinin
taarruzlarından muhâfaza emrinde gösterdikleri gayret ve âsâr-ı kiyâset tebcîle
şâyândır.
Halîl Paşa bir rivâyette âsitânenin aşçı dedeliği
vazîfesini görmüştür. “Halîl Paşa da Hamzavî imiş.” diye mükerreren
dergâhı taharrîye geldikleri zamân, “Burada Halîl Paşa isminde kimse yoktur.”
diye cevâb vermişti. (Kaddesa'llâhu esrârahum)
/315/ SARI ABDULLÂH EFENDİ
Pederi Seyyid Muhammed, Mağrib
şehzâdelerindendir. İstanbul’a hicret ve burada ikâmet etmekle, taraf-ı
devletten münâsib mikdâr maâş tahsîs olundu. Sadrazam Halîl Paşa’nın birâderi
Mehmed Paşa’nın kerîmesini tezevvüc etmekle, 992/(1584) senesinde Abdullâh
Efendi, mehd-ârâ-yı âlem-i şuhûd olmuştur.
Halîl Paşa, Abdullâh Efendi’nin tahsîl ve terbiyesine
nezâret etmekle berâber, az zamân zarfında beyne’l-akrân mümtâz olmasına sebeb
olmuşlar ve kendilerine divit-dâr ta’yîn etmişlerdir.
Sadrazam Halîl Paşa Dâiresi’nde kemâl tahsîl ettikleri
gibi, hüsni hatt-ı Şeyhâne’yi, Hâlid Efendi’den istikmâl eyledi. Sâir yazıları
da mümtâz olarak yazıp, Tuhfe-i Hattâtîn’de Müstakîm-zâde, Sivâsî
Şeyh Abdülmecîd Efendi’nin zâviyeleri evkâfından birinin vakfiyyesi vakt-i riyâsetlerinde
yazılmak iktizâ eylediğinde, teberrüken bi-nefsihî tahrîr buyurdukları
muharrerdir. Ziyâret dahi ettiğini Müstakîm-zâde yazıyor.
Abdullâh Efendi’de zevk-ı ma’nâ yüz gösterince, babalığı
Hacı Hüseyin Ağa delâletiyle İdrîs-i Muhtefî hazretlerine mülâkî olmuştur.
Müstakîm-zâde, Risâle-i Melâmiyye’de beyân buyuruyorlar:
“Hacı Hüseyin Ağa, mürşid-i mükerreminin emriyle mürîdlerin ahvâl-i
kalbiyyesine göre, devâ-yı ma’nevî tertîbiyle meşgûl olmak üzere Kırkçeşme
kurbunda, peştemâl dokuyucu odalarına müdâvemet eder. Abdullâh Efendi,
onbeş-onaltı yaşında iken Hacı Hüseyin Ağa, “Oğlum, ben ihtiyâr oldum,
rıhletim karîbdir. Seni hakkânî dostlarımla görüştürmek isterim.” dedi,
peştemâlcı odalarına götürdü. Esnâ-yı râhda, “Oğlum, şimdi varacağımız
mecliste, “Buraya gelmekten maksûdun nedir?” diye sorarlar. “Maksûd
u matlûbum Allâh’dır. Taleb-i Hakk’a geldim.” diye cevâb ver.” yolunda
tenbîhâtta bulunur. Abdullâh Efendi diyor:
Oraya vardık. Bir pîr-i fânîyi dest-gâh başında peştemâl dokuyor gördüm.
Selâm verdim, ellerini öptüm. Pederim ona hitâben, “Oğlumdur, kalbine
bakmağa getirdim.” dedi. O pîr-i muhterem, “Peki ammâ, efendimizden
me’zûn musunuz?” suâlinde bulundukta, “Onun müsâadesi olmadan mümkün
olur mu? Elbette müsâadesini aldım.” dedi. Pîr-i muhterem, babalığımın bana
ta’lîm ettiği suâli sordu. Ta’rîfi vechile cevâb verdim. O pîr derhâl hücrenin
duvarını vurdu. Beş-on aded münevverü’l-vech zâtlar zuhûr etti. Halka oldular
beni ortaya aldılar. Suâli tekrâr ettiler. O sûretle cevâb verdim. O zamân
pîr-i muhterem, “Oğlum, fi’l-hakîka garazın Allâh ise, derûnundan mâ-sivâyı
bi’l-külliyye çıkar. Bu hâl ile Hakk’a teveccüh edelim. Bakalım hakkınızda
feyz-i Hak ne mertebe zuhûr eder.” buyurunca, o ânda derûnumda mâ-sivâya
müteallık bir şey kalmadı. Teveccüh-i tâmda bulundum. Bu hâl üzre iken, “Allâh!”
diye sayha edip bî-hûd oldum. Bir sâat kadar bu vechile kaldım. Sahva
geldiğimde gözümü açınca gördüm ki o azîzler gitmiş, yalnız dest-gâh başında
pîr-i muhterem kalmış, işiyle meşgûldür. Bu sırada babalığım, “Haydi kalk
oğlum gidelim.” dedi. Pîr-i muhteremin elini öptük. Kalbimde zuhûr eden nûr
o mertebe zâhir oldu ki, baş gözümle muâyene ettim, /316/ kimse görmesin
diye libâsımı kavuşturmağa çalıştım. Pîr-i muhterem tebessümle “Oğlum! Setre
hâcet yoktur. Onu her göz görmez, onu ibkâya çalış.” buyurdu.
Doğru evimize geldik. Her ân u zamân hâtırımda yer tutmuştu ki “Efendimiz”
dedikleri zât kimdir acabâ? Onu görmekle müşerref olamaz mıyım?
Bir zamân sonra babalığım bir Cuma günü Ayasofya’ya götürdü. Salât-ı
Cum’ayı edâ ettik. Meyyit kapısı tarafından çıkmak üzere idik. Pederim arkasına
bakıp, hemen geri geri çekilerek selâma müterakkıb olarak durdu. Bir pîr-i
muhterem hizâmıza geldi, selâm verdi. “Hacı! Oğlun bu mudur?” dedi. “Evet.”
cevâbını arz eyledi. Ben dahi kemâl-i ihtirâm ile elini öptüm. Kalbime derhâl
muhabbeti aks etti. Kalbimde mâ-sivâ’llâh’dan eser kalmadı. “Allâh” diye sayha ederek düştüm bayıldım. Halk etrâfımıza toplanmış, “Bu
ne hâldir?” diye sorarlarmış. Pederim “Sar’ası tuttu.” dermiş. Beni
bir hammâlın arkasına verip evimize getirmiş. Ondan sonra iş değişmiştir.”
-
- -
Abdullâh Efendi böyle nakl ediyor. O nazar ne nazardır
ki, toprağı altın eder. Yâ Rab! Bizleri de öyle bir nazar-ı kîmyâ-esere müsâdif
kıl, bi-hurmet-i Nebiyyi’l-Emîn, âmîn.
İdrîs-i Muhtefî hazretlerinin irtihâlinden sonra Abdullâh
Efendi, Halîl Paşa’nın delâletiyle Azîz Mahmûd-ı Hüdâyî hazretlerine intisâb
eylemiştir. Kocamustafapaşa Âsitânesi şeyhi Necmeddîn Hasan ve Adlî Efendiler
hazerâtının sohbetlerinde dahi bulunarak iktisâb-ı füyûzât eylemişlerdir.
Müstakîm-zâde, Tuhfe-i
Hattâtîn’de yazıyor ki:
“Tarîkat-ı aliyyede ibtidâ intisâbları Hüdâyî Efendi’yedir. Hüdâyî, merhûm
oldukta, Bayramiyye’den Hacı Beşîr Ağa kendilerini irşâd-ı beşâretle seyr
eylemiştir. Bir kerre Tezkireci, iki def'a Reîsülküttâb oldu.”
1036/(1627) senesinde Halîl Paşa’ya Divit-dâr, ya'nî
Mektûbcu oldu. Paşa ile İran’a seferi vardır. 1037/(1628)’de Hâriciyye Nâzırı,
o zamânın ta’bîrince Reîsülküttâb olup, Halîl Paşa azl olundukta bu da ma’zûl
olarak, her ikisi tebdîl-i câme edip, Hz. Hüdâyî Âsitânesi’ne ilticâ eylediler.
O sene Hz. Pîr’in irtihâli ve Halîl Paşa’nın da intikâli üzerine Abdullâh
Efendi, on sene kadar burada ihtiyâr-ı inzivâ ile te’lîfât vücûda getirmiş ve
1047/(1637) senesinde Sultân Murâd ile Bağdâd Seferi’ne âzim olmuştur.
1065/(1655) senesine kadar muhtelif me’mûriyyetlerde bulunduktan sonra büsbütün
çekilerek 22 Safer 1071/(27 Ekim 1660) senesinde âzim-i gül-şen-serây-ı cinân
oldu.
Kabr-i âlîleri Topkapı hâricinde Maltepe Hastahânesi’ne
giden yolun sol tarafında; mahsûs bir sofada ziyâret-gâh-ı erbâb-ı irfândır.
Mükerreren ziyâret ettim, elhamdü li’llâh. Bu civârda çok Hamzavî medfûndur.
Elyevm mevcûd taşlarıyla sâbittir (Kaddesa'llâhu sırrahû)
/317/ Seng-i mezârı,
Hamzavîlere mahsûs taşların aynıdır. Kitâbesi, “Merd-i ma’nevî, şârih-i
Mesnevî, sâbıkan
reîsü’l-küttâb Abdullâh Efendi.” diye mahkûktur.
İrtihâline söylenen târîhlerden Nisârî Hüseyin
Efendi’nin:
Yazık ser-şîşe-i bezm-i bahâristân-ı âlemden
Yine kaldırdı bir zerrîn-kadeh rind-i ecel nâ-gâh
Ki a’nî bâğbân-ı vahdet Abdullâh Efendi kim
Dimâğ-ı tab’ına olmuşdu bû-yı ma’rifet dil-hâh
Beşîr olup sabâ-yı subh-gâh-ı “irciî” nâ-gâh
Meşâm-ı rûhunu pür-feyz-i tebşîr eyleye Allâh
Makâmı bâğ-ı cennetde “tesurru’n-nâzırîn”[61] olsun
Varınca kurb-ı Hakk’a ravza-i îmân ola hem-râh
Nisârî fevti için bâğbân-ı dil didi târîh
Gül-i nesrîn-i Adn ola ilâhî Sarı Abdullâh
(كل نسرين عدن اوله
الهى صارى عبد الله) =1071/(1661)
Nâilî-i Kadîm’in:
Fukarâ melcei bir pîr idi dünyâda dahi
Dâr-ı ukbâda da makbûlü ola dergâhın
Hak bu kim zîver-i ser-nâme-i a’mâli idi
Mansıb-ı âhiret ol hâce-i âlî-câhın
Vakt-i rıhletde didim Nâiliyâ târîhin
Zâir-i Adn ola rûhu Sarı Abdullâh’ın
(زائر عدن اوله
روحى صارى عبد اللهك)
Müşârünileyh nâdire-i zamân, mecmûa-i ilm ü irfân idi. Mesnevî-i şerîfin birinci cildine beş cild üzerine yazdıkları şerh
hasebiyle, “Şârih-i Mesnevî” diye şöhret
bulmuşlardır. Sarışın olmaları da, “Sarı
Abdullâh Efendi” diye
teşehhürlerine bâdî olmuştur.
Asâr-ı Aliyyeleri:
1. Cevâhir-i Bevâhir-i
Mesnevî. Beş cilddir.
2. Meslekü’l-Uşşâk. Arabçadır. Nûr-ı Osmâniyye Kütübhânesi’nde
bir nüshasını gördüm. 2400 numaralıdır. Bir kasîde-i tavîledir. 1062/(1652)’de
yazmıştır. Mütâlâa ettim.
3. Cevâhirü’l-Bidâye fi
Dürreti’n-Nihâye.
4. Semerâtü’l-Fuâd.
5. Mir'âtü’l-Asfiyâ fî Sıfâti'l-Melâmiyyeti’l-Ahfiyâ
ve Uluvvi Şâni’l-Evliyâ. Bu eseri Arabca yazılmıştır. Şehzâde
Câmii civârındaki Şehîd Ali Paşa Kütübhânesi’nde, tasavvuf kısmında, 1401 numarada mukayyeden mevcûddur. Müellifin hatt-ı destiyle
muharrerdir. Ziyâret ettim. Hafîdi La’lî-zâde Abdülbâki Efendi’nin de, üstünde imzâ
makâmında mührü vardır. Nâdirü’n-nüsha enfes-i âsârdan bir te'lîf-i behîn olup,
Melâmîliğin hakîkatından haber-dâr olmak isteyen müştâkân-ı ma’rifete tavsiye
ederim.
Bunda
der ki :
بالملامية وهم
الرجال الذين حلوا من الولاية فى أقصى درجاتها وما فوقهم الأدرجة النبوة وهذا يسمى
مقام القربة فى الولاية فهم الأصفياء.[62]
Kitabın
üzerine La’lî-zâde’nin yazdığı yazı:
تشرف بتملكه العبد الضعيف الفانى عبد الباقى الحسينى ابن
شيخ محمد لعلى زاده نال ما أراده ورحمه الله أباه وأجداده.[63]
6. Tercüme-i Makâsıdu’n-Neyyirîn.
7. Nasîhatü’l-Mülûk.
8. Câmiu’l-Âyât.
9. Ricâlü’l-Gayb.
10.
Tevfîkât-ı Selâtîn-i Osmâniyye.
11.
Islâhu’n-Nüshateyn.
12.
Tedbîrü’n-Neş’eteyn.
/318/ İstanbul’da Nûr-ı Osmâniyye Kütübhânesi’nde, 2400 numarada, Risâle fî Merâtibi’l-Vücûd nâmıyla bir
eserini daha gördüm.
Âsâr-ı manzûmeleri (de) vardır. Şiirde, “Abdî” tahallus eylemişlerdir.
Müstakîm-zâde, müşârünileyhi ilm-i eşcâr u ezhârda mahâret-i
kâmile sâhibi olmak üzere tavsîf ile, Sultân İbrâhîm zamânında memâlik-i
Osmâniyye’de bu ilmin ta’mîmine me’mûren haklarında bir fermân-ı hümâyûn sâdır
olduğunu beyân ve gördüğü berât-ı hümâyûnu aynen Risâle’sine derc
etmiştir.
Manzûmâtından:
Suâl
itsen bu rûha menzilinden
Düşünce
gurbete lâhût ilinden
Neler
gördü bu devrânın ilinden
“Usur yüsr”a irüp insâna geldik
Bu
emvâc-ı anâsırdan vücûdun
Nice
girdâba düşmüşdür unutdun
Giden
gitdi şükür menzile yetdin*
Gönül
şehrin bugün seyrâna geldik
Bi-hamdi’llâh
atâlar kıldı ol Hak
Sivâ-yı
zulmeti nûru idüp şak
Hurûş
itdi bihâr-ı aşk-ı mutlak
Şinâverlik
idüp ummâna geldik
Edeb
gözle sakın şimdengerü sen
Sivâyı
yu hemân pâk it dili sen
Yolunda
bir kılı kırk pâre gör sen
Huzûr-ı
Hazret-i Sultân’a geldik
Umarız
Abdiyâ ol şâh-ı ekrem
Bize
göstermeseydi bir dahi gam
Atâsın
döndürür mü hiç ol erham
Nevâl-i
rahmet-i Rahmân’a geldik
Sarı Abdullâh
Efendi’den feyz alan zevât-ı kirâm:
1. Mevlevî Neşâtî Ahmed Dede.
2. Cevrî
İbrâhîm Çelebi: İstanbullu şuarâdan bir zâttır. 1065/(1655)’de vefât
etmiştir. Sarı Abdullâh Efendi merhûmun hamele-i esrârı idi. Yazısı güzel imiş.
Sipâriş olunan bir hayli kitâbları yazmıştır. Sarı Abdullâh Efendi’nin ekserî
âsârını yazan bu zâttır. Tarîkat-ı Bayramiyye’den müstefîd olanlardandır.
3. La’lî
Muhammed Efendi.
4. Mustafa
Resmî Efendi: (Sarı) Abdullâh Efendi’nin oğludur. Hâcegândan imiş. Me’mûren
Mora’ya, oradan Gelibolu’ya gidip orada vefât etmiştir.
5. La’lî-zâde
Abdülbâkî Efendi: Pederi Lâ’lî Muhammed Efendi’den feyz almış imiş. Şeyh Seyyid
Murâd Efendi’ye intisâb etmiş. Vezîr-ı a’zâm Dâmâd Ali Paşa’ya muallimlik
etmiş. Varadin’deki meş’ûm hezîmet ve Ali Paşa’nın şehâdeti üzerine Limni’ye
nefy olunmuş, Şeyh Murâd’ın iltimâsıyla kurtulmuş. İlmiyyeden kazaskerliğe
kadar irtikâ etmiş. Ba’dehû Eyüp’te hânesinde inzivâ edip, irtihâline kadar
münzevî olmuştur. Abdülkerîm-i Cîlî’nin el-İnsânü’l-Kâmil
nâm eserini tercüme etmiş, müşârunileyhin Zülfetü’l-Mekîn nâm eseriyle, Gazâlî’nin Kîmyâ-yı Saâdet nâm eserini tercüme eylemiştir. Mebde’ ü Meâd ismiyle bir eseri vardır.
Hamzavîler hakkında bir risâlesi vardır. Şiirde “Yetîm” mahlasını kullanırdı. Büyüklerdendir.
Konya’da Âsitâne-i Hz. Mevlânâ’da seccâde-nişîn-i reşâdet
merhûm Abdülvâhid Çelebi hazretleri tarafından bu abd-i kem-tere irsâl buyrulan
inâyet-nâmedir :
"İzzetlü Cemîlü’ş-Şiyem Efendim!
Cedd-i a’zamım Ferîdûn-ı cihân-ı ma’nevî, sâhib-i kitâb-ı
âlî-i Mesnevî efendimiz hazretlerine fart-ı aşk u muhabbet-vâlâlarına dâll
olmak üzre zâde-i tab’-ı âşıkâneleri olan ba'zı manzûmenin ihdâ buyurulduğunu
mutazammın olan muhabbet-nâme-i ârifâneleri resîde-i dest-i tevkîr u ihtirâm
oldu. Şemsü’l-evliyâ, nâşir-i nûr-ı Hudâ efendimiz hazretlerine aşk u muhabbet
izhârına muvaffakiyyet-i ezelî bir keyfiyyet ve binâenaleyh mûcib-i fevz ü
saâdet olduğuna ve zâtı ârifânelerinin dahi izhâr-ı aşk u muhabbetle kavlen ve
fi’len vâki’ olan teslîmiyyetleri mûcib-i sürûr u memnûniyyet bulunduğuna mebnî
devâm-ı feyz ü terakkîleri, gül-bângî metâf-ı kudsiyân-ı menâzil-i kerrûbiyân
olan huzûr-ı lâmiu’n-nûr Hz. Müşârünileyh efendimizde yâd u tilâvet kılınmış
olmağla beyân-ı mahzûziyyet ü muhabbet olunur efendim. 22 Haziran 1322/(4
Temmuz 1906)."[64]
/319/ ŞEYHÜLİSLAM EBU’L-MEYÂNMİN b. MUSTAFA
EFENDİ
İdrîs-i Muhtefî’nin yetiştirdiği zevât-ı ârifedendir.
953/(1546)’te tevellüd edip ba’de’t-tahsîl tayy-i merâtib-i dünyâ ile makâm-ı
Meşîhat-i İslâmiyye’ye vâsıl olmuştur. Sultân Mehmed Hân-ı sâlis zamânında,
1011/(1603)’de Şeyhü'l-islâm olmuştu. Sultân Ahmed Hân-ı evvel zamânında ihtiyâr-ı
inzivâ eyledi. 1015/(1606)’te def'a-i sâniye câlis-i makâm-ı fetvâ oldu. 12
Receb 1015/(13 Kâsım 1606)’te irtihâl-i dâr-ı bakâ edip, cenâze namâzı Fâtih Câmi'-i
şerîfinde ba’de’l-edâ medfen-i mahsûsuna defn edildi.
Cenâb-ı İdrîs’e münâsebet-i şedîdesi olup, bu neş’e ile
bir aralık ihtifâ-yı hayâta karâr vermişti.
Şeyh Habîb Efendi şu târîhi söylemiştir:
كنت أدعو له بأن
له
عند باريه جنة
المأوى
هاتف قال فيه
تاريخا
أدخل الله روحه
فيها[65]
FÂZIL ALİ BEY
Şeyh Edebâli hazretleri neslindendir. Belgrad ve Bağdâd
seferlerinde bulunmuş ve tahsîl-i ulûm ile berâber seyr ü seyâhat etmiştir.
İstanbul’a geldiklerinde, Eyüp civârında, Sütlüce’de sâkin oldular. Şöhretleri
hasebiyle pâdişâh-ı zamân ve vüzerâ ve a’yân ve ulemânın mazhar-ı iltifâtı
olup, feyz-i ilmleriyle cümleyi behre-yâb ettiler. Bu sırada İdrîs-i Muhtefî
hazretlerinin mâlik-i esrârı olup ikmâl-i sülûk eylediler.
Hz. Nasûhî halîfesi Şeyh Hasan Efendi eserinde gördüm ki,
İznik’den zuhûr etmiştir. Pederi, “Hüsrev” nâmında bir zâttır. “Fâzıl Ali Bey” diye şöhret bulmuştur.
Evâil-i hâlinde, pederi mahlûlünden dâhil-i silk-i erbâb-ı zeâmet olup Belgrad
seferi zamânında farîza-i cihâd etti. Sonra zühd ü riyâzet tarîkına girdi.
Tahsîl-i maârif eyledi, şöhret-gîr oldu. Nice def'a harem-i hâss-ı pâdişâhîye
da’vet olundu. Vüzerâ ve ulemâ, Hazret’in ziyâretine gelirlerdi.
Sultân Ahmed Hân-ı evvel, 1012/(1603)’de, câlis-i serîr-i
Osmânî olunca, türbe-i Hz. Hâlid’de, Hz. Pâdişâh’a bu zât-ı muhterem kılıç
kuşattı. 1018/(1609) hilâlinde âlem-i ukbâya irtihâl etti. Türbe-i Hz. Hâlid
harîminde medfûndur.
Müstakîm-zâde, hakk-ı âlîlerinde diyor ki:
“Azîz-i müşrünileyh fazâil-i celîle ve cezbe-i Rahmâniyye ile meşhûr bahr-ı
muhît-i ilm-i Rabbânî, genc-i defîne-i esrâr-ı Kur’ânî, kütüb-i münzelenin
zebândân-ı rumûzu, dürr-i meknûn-ı ilâhînin rehâmûz-ı künûzu, muktebis-i envâr-ı
işrâkıyyûn, pîr-i ferişte-nihâd, âbid ve zâhid, pâk-i’tikâd idi.
Âsâr-ı aliyyelerinden Kasîde-i
Sa’lûkiyye Şerhi, Kaza ve Kader Risâlesi ve mesâil-i
gâmıza tahkîkine dâir risâleler vardır. Mecmû’-ı âsârı onsekize bâliğ olmakta
olduğu mervîdir. (Fezleke-i Kâtip Çelebi
s. 233-234) Şeyh-i kâmil, irşâd-penâh Üsküdârî Azîz Mahmûd-ı Hüdâyî
hazretlerine, (من أضعف الخليفة إلى أكمل أرباب الطريقة)[66] fıkrasıyla musadder istirşâdı mutazammın
yazdıkları mektûba, müşârünileyh tarafından,
من أضعف الفقراء إلى أعلم العلماء : إن الإستمداد من أهل
الإرشاد إن كان أصلا عظيما فى نيل المراد الا إن أحسن الإعتقاد مباشرة الأسباب
يسهل الأمور الصعاب ويوصل إلى رباب الأرباب والله مفتح الأبواب والهادى إلى سبيل
الصواب.[67]
/320/ yolunda cevâb verilmiştir.” (Kaddesa'llâhu
esrârahum)
Ârif-i sırr-ı Hudâ Hazret-i Fâzıl Ali Beğ
Mâlik-i kenz-i hafâ Hazret-i Fâzıl Ali Beğ
Hamzavî bâğına olmuş idi bir bülbül-i aşk
Pîşvâ-yı urefâ Hazret-i Fâzıl Ali Beğ
Herkese ilm ile irfân ile himmet itmiş
Nûr-ı ayn-ı zurefâ Hazret-i Fâzıl Ali Beğ
Zevk-ı tevhîd-i şerîf kalbini leb-rîz itmiş
Nâil-i zevk-ı likâ Hazret-i Fâzıl Ali Beğ
Cân u dilden sevivirdi anı Vassâf-ı hazîn
Server-i ehl-i verâ Hazret-i Fâzıl Ali Beğ
ŞEYH HACI KABÂYÎ
İsm-i şerîfleri Keyvân’dır. Beyne’l-ihvân, “Hacı Kabâyî”, “Hacı Efendi” diye meşhûrdur. “Hacı Bayram” diye yâd olunduğu da anlaşılıyor. Pîrleri İdrîs-i Muhtefî
hazretleridir. Azîzlerinin intikâlinden sonra oniki sene kadar irşâd-ı ibâd ile
meşgûl oldular. Bi'l-âhare zühd ü takvâsı galebe ederek, daha doğrusu
Hamzavîlere hücûmun şiddetinden dolayı halktan uzlet ettiler. Pek az zamân
sonra irtihâl-i dâr-ı naîm eylediler. Sene: 1037/(1628).
Sandal Bedesteni’nde abâ satmasından kinâyeten, “Kabâyî” denilmiştir.
Kabr-i enverleri, Topkapı hâricinde, Takkeci Câmi'-i
şerîfi karşısında, caddenin sağ tarafındaki mezârlığın caddeye karîb
mahallinde, nazara çarpacak bir mevki-i muallâdadır. Mükerreren sûret-i
mahsûsada ziyâretle kâm-yâb oldum. Azîm rûhâniyyet vardır. Esnâ-yı ziyârette
hâsıl olan zevk-ı ma’nâyı lisân-ı kâl ile anlatamam.
Kabirlerinin üzerine demirden şebeke yapılmıştır. Mezâr
taşları o zamândan kalmadır.
Kitâbesi:
“Lâ-ilâhe illa’llâh Muhammedün-Rasûlü’llâh.
el-Merhûm
ve’l-Mağfûr el-Hâc Bayram
Terk idüp bu
fâniyi eyledi azm-i bakâ
Acınup idüp gazâsın
ehl-i diller cem’ olup
Didiler târîhini
rûhuna rahmet dâimâ
1037/(1628)
Silivrikapı hâricinde Seyyid Nizâm hazretlerine gidecek
yolun kenârındaki Hacı /32l/ Bayram
Çeşmesi bu zâtın olmak ihtimâli kuvvetlidir.
LEBENÎ ŞEYH BEŞÎR
AĞA
La’lî-zâde, bu zât-ı muhterem için, “Şems-i felek, cezbe-i Rahmân’dır.” diyor. Arnavutluk’ta Konca kazâsından
zuhûr edip sarây-ı hümâyûnda hizmeti vardır.
“Leben”, “süt” ma’nâsına olup, sütçülükle iştigâli
münâsebetiyle, “Lebenî” denilmiştir.
Hacı Kabâyî’nin meftûn-ı kemâlâtı olup, ona teslîm
olmuştu. “Sütçü Beşîr Ağa” derler. Fukarâ ve ahbâbını dâimâ
âdâb-ı şeriât u tarîkat ile terbiyeye çalışırlar imiş. Erbâb-ı a’râzın
te’sîriyle doksan yaşında şehîden irtihâl eylemiştir. Cidden eâzımdandır.
Ricâl-i Hamzaviyye içinde müteferridlerdendir. Hakk-ı âlîlerinde biraz îzâhât
arz edip, işbu eser-i fakîranemi lütfen nazar-ı iltifât u mütâlaaya alan
erbâb-ı muhabbetin tezyîd-i neş’esine hizmet etmek isterim.
Müstakîm-zade, risâle-i mahsûsasında diyor ki:
“Bidâyeten sarây-ı hümâyûnda Bostâncı ocağında imiş. Zühd ü salâhı olup,
hizmetinden me’zûn oldukça adetâ beş vakit namâzı Ayasofya Câmi'-i şerîfinde
kılar imiş. Burada, Terler Direk’in karşısında bir meczûb dâimâ Beşîr Ağa’nın
nazar-ı dikkatini celb ettiğinden bir zamân sonra konuşabilmeye bir zemîn
bulmuştur. “Sultânım! Benim derdime bir çâre bulunuz. Lutfediniz, beni
bendeliğe kabûl buyurunuz.” demesiyle, “İnşâa’llâh, bakayım. Eğer imkân
bulursam, dirîg-ı lutf etmem.” cevâbını almıştır.
Müterrakkıb-ı hâl iken, bir gece sarây-ı hümâyûnda, nısfu’l-leylde odasının
kapısı açılmış, o meczûb-ı ilâhî zâhir olup, “Kalk gideceğiz.” diye
Beşîr Ağa’yı almış, sarayın dış kapısını açık görünce, Beşir Ağa, hayretlere dûçâr
olmuştur. Ayasofya Câmii’nde o mahalle gelmişler. Orada mihrâbda bulunan dîğer
bir meczûba takdîm olunmuşlardır. Dikkat buyuruluyor mu, geceleri sarây-ı
hümâyûn ve câmi'-i şerîfin kapıları kapalı olduğu hâlde onlara karşı, mesdûd
bir şey kalmıyor. Mihrâb önündeki meczûb, Beşir Ağa’yı kabûl etmiyor, red
ediyor. Beşîr Ağa yine hücresine iâde olunmuştur. “Merâk etme daha büyük
mertebede biriyle mülâkat nasîb olacak.” diye tesellî edilmiştir.
Beşîr Ağa’nın bu ser-güzeşti hayret ve talebini arttırdığından,
ahibbâsından bir zâtın delâletiyle Kırkçeşme’de Pîr-i Sertırâş’ın şeref-i
sohbetine cân atmış idi. Gider orada tıraş olur, Pîr-i Sertırâş’ın nazarıyla
cezbeye uğrar. Fakat bir şey açamaz. Pâdişâh, Dâvud Paşa Sarayı’na nakl edince,
Beşîr Ağa her gün buradan gelir geçer, pîr-i muhteremin cemâlini /322/ temâşâ eyler imiş.
Etin pek az olduğu bir zamânda, tedârik ettiği dört-beş okka eti hediyye etmeye
karâr verir. Götürür dükkânda Hazret’i tenhâ bulunca sevinir, hediyyenin
kabûlünü ricâ eder. “Ben fakîr bir adamım. Et darlığı zamânında benim gibi
bir adama bunun getirilmesindeki maksadın nedir?” suâline ma’rûz kalır. “Sultânım,
gönlüm size müncezib oldu. Tâlib-i Hakk’ım, lütfedip, beni bendeliğe kabûl
buyurunuz.” demesiyle, “Mâdâmki tâlib-i Hak’sın, mahrûm olmazsın. Seni
evlâdım yerine kabûl ettim.” tebşîriyle beşîr olur. “Şerîat-ı
mutahharaya ziyâde rağbet eyle. Şerîatsız tarîkat ele girmez.” diye nasîhat
buyurdular.
Hayli zamân tenhâda sohbet edilmiş idi. Bir gün Fâtih Câmi'-i şerîfinin
türbe kapısının Karadeniz cihetinden geçerken Pîr-i Sertırâş’ın yanında iki
pîr-i mehîb oturuyor görür. Hemen attan inip, öyle yere bakârak yaya bir hâlde
geçerken, o iki pîrden biri, Sertıraş’a, “Bu kimdir?” diye suâl
etmesiyle, “Sultânım, size arz ettiğim evlâdlığım bostâncıdır.” cevâbını
vermiş. “Edeb sâhibi bir adamdır. Böylelerinden ketm-i esrâr olunmaz.”
buyurulmuş. Fakat Beşîr Ağa, bu sırada medhûş olup, saraya nasıl avdet ettiğini
idrâk edememiştir.
Ertesi gün, Pîr-i Sertırâş’ın nezdine gelip, “Onlar kimler idi?”
diye sorar. Birinin Hâce İdrîs-i Ali, dîğerinin Hacı Kabâyî denilen zevât-ı
kirâm olduklarını söyler. Bunun üzerine Beşîr Ağa’ya âdâb-ı tarîkat-ı aliyyeyi
ve rusûm-ı sülûk-ı mücâhedeyi ta’lîm etmiştir. Beşîr Ağa, ketm-i esrârda ziyâde
mukayyed olup, hayli zamân o zât-ı muhteremin menba’-ı feyzinden hisse-yâb
oldu. İrtihâlinde Kabâyî Hacı Keyvân’a râbıta-bend oldu. Bu sırada sarây-ı
hümâyûndan mütekâid olup, şeyhinin Topkapı hâricinde hânelerine yakın bir yerde
ikâmet ettiler.
Bir gün sabâh namâzı vakti şeyhinin hânesine uğrar. Onu hastalanmış bulur.
“Oğlum, bizim tâifeyi size sipariş ediyorum, size emânettir.” buyurup,
hücre-i inzivâlarına çekilirler. Beşîr Ağa ağlayarak evine gelip, hâl-i
vahdette iken cemî’-i mahlûkâtı kendine secde eder görmüş. O sırada Hz. Şeyh’in
hânelerinden feryâd kopunca koşmuş, intikâlinden haber-dâr olunca yanmış
yakılmış. Emr-i techîz ü tekfîni bi’l-îfâ medfen-i şerîfinde tevdî’-i rahmet-i
Rahmân eylemiştir. Beşîr Ağa’nın lisânından böylece menkûldür.”
/323/ Beşîr Ağa, şeyhinin dâr-ı cemâle intikâlinden sonra yazın Silivri
kurbundaki çiftliğinde, kışın İstanbul’daki konaklarında bulunurlarmış. Dâimâ
iki üç, inek besleyip, âilesine ve etbâına kifâyet eden südün fazlasını
sattıklarından kinâyeten “Sütçü Beşîr Ağa” diye şöhret bulmuştur.
Otuzaltı sene mertebe-i irşâdda neşr-i fuyûzât edip,
1072/(1662) senesinde sinn-i şerîfleri doksana karîb iken ba'zı hussâd-ı
bed-nihâdın ilkâ-ı mefsedetleriyle şehîd ettiler. Cesed-i şerîflerini denize
attılar. Kabr-i şerîfleri bahr-ı rahmet-i Rahmân oldu. (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
Kümmelînden bir zât-ı âlî-kadr idi. Hz. Şeyh, mürîdânını
sükûta ve ketm-i esrâra da’vetden hâlî kalmazlar idi.
O zamân hükûmetin Hamzavîler hakkındaki yanlış
nazariyyesine yanıyorum. Erbâb-ı kemâl ü irfâna karşı yapılan nâ-revâ tecâvüze
dil-hûn oluyorum. Bunların mugâyir-i şerîat hiç bir hâlleri yoktur. Müşârünileyhin
elime geçen bir mektûbunun sûretini nakl ediyorum. Ricâ ederim, dikkatle
mütâlâa buyurulsun. Bu adamın katline hükmü îcâb edecek bir şekl-i beyân vâr
mıdır?
“Hüve’l-Feyyâzu bi’smihî Sübhânehû ve teâlâ,
Vâsılân-ı nûr-ı likâ, âşıkân-ı sırr-ı enbiyâ vü evliyâ,
tâlibân-ı vasl-ı Hudâ! Nedir hâliniz? Her biriniz tenhânızda kendi vücûdunuzdan
istiğfâr edip, muhabbetu’llâh’a sa’y u gûşiş eyliyor ve nûr-ı zât-ı pâk-ı
lâ-yezâl ile mütecellî oluyor musunuz? Ef'âlde ve akvâlde şer’-î şerîf üzere
hareket eylemenizi isterim. Zinhâr hilâf-ı şer’, kendi zu’munuz üzre söz
söylemeyiniz. Şerîat, şerîat, yine şeriât.
Zâhirinizi şerîatla âraste, bâtınınızı nûr-ı
muhabbetu’llâh ile pîrâste eylemek gerektir. Birbirinizle mülâkî olduğunuzda
tenezzül ve muhabbet eylediğinizden sonra, ahkâm-ı şerîat ve âdâb-ı tarîkat
muktezâsınca ma’nâya delâlet eder söz söyleyip, mâ-lâya’nîden tevakkî edesiniz.
Yüzbin kelâm bir pula değmez. Kelâm, ma’nâ yolunu bilmek, bulmak içündür. Câna
necât ma’nâ iledir. Söz ile necât bulunmaz. İmdi her biriniz yolunuzu cândan
izleyip, ma’nâya vusûl ve nefs ü şeytân mekrinden halâs bulmak içün, Cenâb-ı
Rabbü’l-âlemin’e teveccüh-i tâm ile müteveccih olup, bî-hâsıl kelimâttan
tevakkî eyleyesiniz. Ma’rifet sanıp, sattığınız kelimâttan hazer terettüb
ettiğini bilmez misiniz?
Harâmdan perhîz /324/ edip,
devre müteallik kelimâtı, min-ba’d lisânınıza getürmeyesiniz. Her kim
mütenebbih olmayıp, hilâf-ı şer’ hareket ederse bizden değildir. Onun lisânını
kesmek lâzımdır. Tenezzülü dil ile edip, diz ve yer öpmeyesiniz. Rızâm yoktur,
bu kadar. Musâfahayı ehl-i şer’ kabûl eder. Tenezzül gönülden olup, birlik
içindir.
Ve’s-selâmu âlâ men-ittebea’l-hüdâ.
Hâdimü’l-Fukarâ Beşîr”
Beşîr Ağa Hazretlerine
Peyrev Olan Eâzım-ı Hamzaviyye:
1. Hacı Beşîr Ağa’nın dâmâdı Hacı Osmân Efendi.
2. Seyyid
Hâşim Efendi : Vefâtı 1088/(1677). Edirnekapısı hâricinde Emîr Buhârî
Zâviyesi civârında İbn-i Kemâl hazretlerinin merkadi karşısında medfûndur.
Melâmîler, Beşîr Ağa’dan sonra kutbiyyetin bu zâta geçmiş olduğunu söylerler.
Pek ziyâde iltizâm-ı ihtiyât ile sırlarını ifşâ etmemişlerdir.
3. Gedâyî
Ali Efendi : Vefâtı 1090/(1679).
4. Habeşî-zâde
Abdürrahîm Rahmi Bey : Sefîne-i
Evliyâ’nın III. cildinde 294. sahîfede tercüme-i hâlini yazdım. Oraya mürâcaat
buyurula. Hz. Sezâî’den de feyz alanlardandır. Mektûbât-ı Sezâî’de ona mektûbları vardır. Sünbül Efendi
Hânkâhı’nda seccâde-nişîn Seyyid Nûreddîn Efendi hazretleriyle sohbetleri
vardı. Habeşî-zâde, Hânkâh-ı Sünbülî’de medfûndur.
5.
Habeşî-zâde etbâından Zaîm Ali Ağa.
6. Sultân
III. Mustafa zamânında Reîsülküttâblık eden Dilâver Ağa-zâde Ömer Efendi.
7. Emîr
Halîl Ağa : Serdengeçti Ağalığı’ndan mütekâid idi. 1134/(1722)’te irtihâl
etmiştir. Habeşî-zâde ile berâber Seyyid Nûreddin-i Sünbülî’ye irşâd-kârlıkları
vâr idi.
Tafsîli, Sefîne-i
Evliyâ III. cild, s.294’tedir.
HÂŞİMÎ EMÎR OSMÂN
EFENDİ
Ahmed-i Sârbân hulefâsından Vizeli Alâeddîn Efendi
halîfesi Şeyh Gazanfer Dede Efendi’den ahz-ı feyz etmiştir. “Emîr Efendi” diye meşhûr olup, an-asıl Sivas’lıdır.
Ahfâdından Şeyh Muhammed Süreyyâ Efendi, müşârünileyhin
tercüme-i hâllerini tahrîr ve neşr eylemişlerdir. Diyorlar ki:
“Emîr Osmân el-Hâşimî olan ser-tâc-ı ibtihâcım, dû-cihânda melce’ ve
melâzım, mürşid-i dil-i âgâh, her mültecî için bir penâh, seyyid-i âlî-makâm,
an-nesl-i Haydar-ı Kerrâr cedd-i bozorg-vârım, dâd-res-i feryâd u zârım, efendim
hazretleri, 919/(1513) târîhinde Sivas şehrinde âlem-i vücûda gelip, henüz sabî
iken Dersaâdet’e gelerek, Sahn-ı Semân’da ya'nî Fâtih Dârü’l-ulûm’unda tahsîl-i
ilm ü kemâle bezl-i mâ-hasal-ı makderetle tînet-i pâk ve fitnat ve idrâk-ı
siyâdetleri i'tibârıyla az zamânda iktisâb-ı füyûzât eylemişlerdir. Hılkatları
aslına kesb-i vusûl-i emeli zâten kalb-i münevverlerinde şu’le-pâş olmakta
olduğundan, her nerede bir sâhib-i esrâr-ı hakîkat işitseler hemen teşerrüf-i
sohbetleri için tayy-i merâhilden geri durmazlardı.
Bu sıralarda bir gece âlem-i menâmda Hz. Ali efendimizi düldül-süvâr ve
dest-i haydarânelerinde Zülfikâr olduğu hâlde müşâhade ederler. Hz. Ali
kendisine, “Oğlum Osmân! Eğer beni ister isen Vize’ye gel, beni orada
bulursun.” buyururlar. Osmân Efendi,
bîdâr olunca, hemen sefer tedârikini görüp Vize’ye âzim olur. Şehre vusûlü
tulû’ zamânına tesâdüf etmekle, işrâkı temâşâ etmekte olan süvârî bir zâta rast
gelir. Bu zât Hz. Emîr’e hitâben:
“Ey Emîr! Ali’yi ister isen, işte Ali benim. Bu süvâr olduğum at
Düldül’dür.” buyurur. Hz. Emîr, ma’nâyı tahatturla, “Güzel ammâ,
Efendim! Onun Zülfikâr’ı /325/ var idi.” demesiyle, o zât-ı şerîf
belindeki kemere muallak bulunan tesbîhi çekmesiyle, tesbîh, Zülfikâr şeklini
aldığı gibi, “İşte evlâdım, bizim Zülfikâr’ımız.” cevâbına karşı, Hz.
Emîr, bir sayha ile yere düşer; bir müddet bî-hûd olur. Ba’de’s-sahv ol zât-ı
şerîfin hizmetini kabûl eyler ki, bu zât-ı muhterem Şeyh Ali Alâeddîn olup,
silsile-i tarîkatları ber-vech-i atîdir:
- Hacı Bayram-ı Velî,
- Şeyh Ömer-i Sikkînî,
- Şeyh Bünyâmîn-i Ayâşî,
- Pîr Alî,
- İsmâîl-i Ma’şûkî ,
- Ahmed-i Sârbân,
- Ali Alâeddîn-i Vizevî ,
- Şeyh Gazanfer Efendi,
- Seyyid Emîr Osmân el-Hâşimî, ceddim Hz. Emîr Osmân.
Şeyh Ali Alâeddîn-i Vizevî ve Şeyh Gazanfer Efendi hazretleriyle bir hayli
zamân, hem-sohbet olarak hıdmet-i şerîfelerinde bulunarak tekmîl-i sülûka
bezl-i mâ-hasal ikdâm ederler. Bu meyânda Şeyh Ali, halîfesi Gazanfer Efendi
kerîmesini Hz. Emîr’e tezvîc buyururlar. Ali Alâeddîn hazretlerinin bir müddet
sonra âlem-i cemâle intikâliyle sırr-ı tarîkat Şeyh Gazanfer Efendi’de rû-nümâ
olup, Hz Emîr’e Amasya’ya seyâhati emrettiğinden, emre bi’l-itâa’ Amasya’ya
azîmet eylemiştir.
Amasya’da neşr-i feyz-i tarîkat eyledikleri sırada azîzi Gazanfer Efendi
terk-i dâr-ı dünyâ eylemekle Hz. Emîr, İstanbul’a geldi. Nûreddîn-zâde
Dergâhı’na misâfir oldu. Nûreddîn-zâde hazretlerinden teberrüken Halvetî (tâcı)
giydi ve teberrüken erbaîne dâhil oldu.
Nûreddîn-zâde hazretlerinin fukarâsı, her sabâh rü’yâlarını azîzlerine arz
etmeleri mu’tâd olmakla, bu meyânda, Hz. Emîr’in hiç bir rü’yâ arzı vâki’
olmaması bâis-i teaccüb olmakta iken, bir gece rü'yâsında, Fahr-i âlem (salla'llâhu
aleyhi ve sellem) efendimizi dest-i mübâreklerinde yeşil renkli bir
dest-mâlden üç yapraklı tâze bir ayva çıkarıp Nûreddîn-zâde’ye veriyorlar,
yolundaki müşâhedât üzerine, ertesi sabâh, “Yâ Emîr! Sen hiç rü’yâ görmez
misin? Zîrâ ta’bîr için hiç mürâcaat etmiyorsun.” buyurunca Hz. Emîr,
Cenâb-ı Şeyh’in rü'yâda gördüğü üç yapraklı ayvayı hırkası altından çıkarıp, “Efendim,
işte fakîrinizin rü’yâsı.” diye ayvayı takdîm eylemiştir. Bunun üzerine, “Ey
Emîr! Artık senin bize ihtiyâcın kalmadı. İki arslan bir postta olmaz. Var
artık kendi postuna sâhib ol.” diye icâzet vermişlerdir.
Bu emre imtisâlen Kâsımpaşa’da, Kulaksız’da, elyevm ma’mûr olan dergâh-ı
münîfi inşâ /326/ ederek, tâlibân-ı
Hak olan sâlikânı çeşme-i füyûzât-ı mürşidânelerinden sârî zülâl-i
ma’rifetu’llâh ile sîrâb etmişlerdir.
Ceddim, 1003 târîh-i hicrîsinde (1595) vâsıl-ı cânân olup, binâ-kerdeleri
olan dergâh-ı şerîfe muttasıl türbe-i mahsûsada vedîa-i rahmet-i Rahmân
kılınmışlardır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)”
- - -
Hz. Şeyh’in, “Saçlı
Emir Efendi” diye şöhreti
olduğu gibi, “Hâşimî hazretleri” diye de zebân-zeddirler. Saçlarını uzatırlar
imiş. Bundan kinâyeten, “Saçlı Emîr Efendi” denilmiştir.
Zamân-ı âlîlerinde, Hamzavîlere karşı şiddet devâm
ediyordu. Berâ-yı tesettür Nûreddîn-zâde hazretlerine ber-vech-i muharrer
nisbet eylemişlerdi. Böyle olduğu hâlde, erbâb-ı a’râz çekemediler. Zîrâ
dergâh-ı münîfleri melce-i uşşâk olmuş idi. “İsmâîl-i Ma’şûk ve Şeyh Hamza
tarîkındandır.” diye işââtta bulundular. Fakat, el-hamdü li’llâhi teâlâ, müşârünileyhe
bir şey yapamadılar.
İrtihâlleri 11 Zi’l-ka’de 1003/(18 Temmuz 1595) târîhine müsâdiftir.
Pîr-i tarîk-ı Uşşâkî Hüsâmeddîn (kuddise sırruhu'l-metîn) efendimizle de
hem-sohbet oldukları mervîdir.
Müstakîm-zâde hazretleri, Risâle-i Melâmiyye’sinde,
müşârünileyh için, “Azîz-i tarîkat Emîr Efendi hazretleri cezbe-i azîme ile
meşhûr, âteş-i efrûz-ı aşk u muhabbet, mâlik-i iksîr-i hakîkat, mu’tekid, âlim,
şeyh-i mükerrem idi.” diyor.
Tarîkat-ı Sünbüliyye bahsinde, Seyyid Nûreddîn Efendi
tercüme-i hâlinde isimleri zikrolunacak olan Habeşî-zâde Rahîmî Bey ve Seyyid
Halîl Ağa, müşârünileyh Hâşimî hazretlerinin hulefâ-yı kirâmındandır.
Türbe-i şerîfelerinde mahdûmları Seyyid Ca’fer (öl.:
1051/1641), hafîdi Seyyid İbrâhîm-i Tavîl (öl. 1099/1688) ve Gazanfer Efendi
(öl.: 1102/1691) medfûndur. Bunlardan başka, sülâlelerinden gelen meşâyıh-ı
kirâm âsûde-nişîn-i rahmettir.
Türbe-i şerîfelerinin muvâcehe penceresinin üstünde şu
beyitleri okudum:
Kutb-ı âlem nakd-i vakt-i Hacı Bayram-ı Velî
Mustafâ vü Murtazâ sırrına mazharsın belî
Zât-ı pâkinde konulmuşdur Hudâ’dan tâ ezel
Serverâ hulk-ı Muhammed’le kerâmât-ı Alî
Kutb-ı âlem mürşid-i kâmil mürüvvet ma’deni
Hazret-i Osmân Efendi’dir velâyet ma’deni
Dîğer bir levhada:
Hamzaviyye kutbunun bu kabr-i cennet fâyıha
Rûhu içün oku üç İhlâs ile bir Fâtiha
/327/ Hz.
Şeyh’in bir Tarîkat-nâme’leri vardır. Mütâlâa ettim. Hamzavîlikten
tesettür için, üstâdâne yazılmış bir eser-i mu’teberdir.
Nazımda, “Hâşimî” tahallus buyurmuşlardır. Bir Dîvânçe’leri
vardır. Ahîren tab’ ve neşr olunmuştur.
Silsile-i nesebleri hakkındaki nazm-ı ârifânelerinden:
Hâşimî’yim hem fakîrim Müctebâ’dır sevdiğim
Âl
ü evlâd-ı Muhammed Mustafâ’dır sevdiğim
Çâr-yâr-ı
pâk-gevher ümmehât-ı mü’minîn
Suffe-i
ashâb yârân-ı vefâdır sevdiğim
Hazret-i
şâh-ı velâyet şibr-i şebîr-i cân*
Pîr-i
ecder kanber-i Selmân safâdır sevdiğim
Zeyd
Kâsım ibn-i Abbâs Veys Ca’fer Erkam’ı
Ser-i
esbât mazhar-ı fakr u fenâdır sevdiğim
Seyyidü’s-sâdât
Zeynelâbidîn ibnü’ş-şehîd
Kerbelâ’da
mazhar-ı cûd u cefâdır sevdiğim
Ol
İmâmu’l-evliyâ tevhîd-i ilmin Bâkır’ı
Ol
kerîm ibnü’l-kerîm sâhib-atâdır sevdiğim
Evvelîn
ü âhirînin mazhar olan sırrına
Ca’fer-i
Sâdık veliyyü’l-evliyâdır sevdiğim
Kâzımu’l-gayz
hâdi-i dîn meş’al-i ehl-i yakîn
Mûsa-i
Kâzım İmâm-ı etkıyâdır sevdiğim
“Kâf”
u “nûn”un menba’ı ol kıble-i erbâb-ı dîn
Kâşif-i
sırr-ı Alî ayn-ı Rızâ’dır sevdiğim
Menbau’l-cûd
mürşidü’l-hak ol cevâd ibnü’l-İmâm
Kim
Muhammed’dir Nakî’dir muktedâdır sevdiğim
Fazl-ı
Hak’dır hem Nakî’dir hem Alî’dir hem velî
İlm
ü irfân menbaı ayn-ı hayâdır sevdiğim
Mülk-i
bâtın şâhıdır hem Askerî ehl-i fenâ
Hem
Hasan’dır hem Alî sâhib-livâdır sevdiğim
Nesl-i
pâk-i Mustafâ vü Murtazâ’dır Hâşimî
Mehdi-i
sâhib-zamân Âl-i Abâ’dır sevdiğim
Pîrini
medh ediyor:
Pîrim
sultân-ı evliyâ
Kerem
itmiş Sübhân sana
Bir
cân sana ne nesnedir
Fedâ
yüz bin cihân sana
Sen
ol üçlerin birisin
İçlerinde
serverisin
Evliyânın
rehberisin
Kâmûsu
mihribân sana
Âlimsin
evvelâ bâbsın
Hak
habîbine ashâbsın
Âleme
kutbu’l-aktâbsın
Meşrık
mağrib yeksân sana
Sensin
uşşâkın talebi
Yüzler
ayağın türâbı
Sen
idersin feth-i bâbı
Muhtâc
ehl-i irfân sana
Bahr-ı
aşka gönül daldı
Ma’rifet
kânını buldu
Hâşimî gerçeğe irdi
Yeter
bu dîn îmân sana
*
*
*
/328/ Bâde-i aşkı ezel câmından
içdinse eğer
Mest-i
aşk oldun sana lâzım değil mâ-i ıneb
*
* *
Bizi
bizden soran âşık
Gelsin
anlasın hâlimiz
Hazret
kılavuz bize
Kudret
ilidir ilimiz
Rahmet
kapısın açarız
Aleme
nurdan saçarız
Onunla
konar göçeriz
Dost
ili bizim ilimiz
Erenlerden
yalan olmaz
Âb-ı
hayât içen ölmez
Yetmişiki
millet bilmez
Ol
dildir bizim dilimiz
Gâh
mahv oluben ölürüz
Gâh
ölür hayât buluruz
Gâh
olur ki mest oluruz
Dost
ili bizim ilimiz
Çün
Hızır oldu yâr bize
Hâşimî Muhammed Muhtâr bize
Mağrib
u meşrık yeksân bize
Kudret
ilidir ilimiz
* * *
Kadd-i
mevzûnun eyâ nahl-ı harîm-i Kureşî
Çemen-istân-ı
hakâyıkda onun yokdur eşi
Serv-i
bâlâna berâber mi olur serv-i çemen
Bâğ-ı
âlemde anun göklere irişe başı
Sana
mânend olamaz zerre kadar şems-i cihân
Şems-i
zâtında olan burc-ı saâdet güneşi
Türbe-i
pâkine yüz sürmeğe Cibrîl-i Emîn
Germ
olup ceyşi hevâ ile ider keşme-keşi
Perde-dâr-ı
harem-i hâssın olur şems ü kamer
Âsitânın
gözetir “külle gadâtin ve aşîy”
Vâsıl-ı
âb-ı hayât olsam eğer nûş idemem
Kevser-i
la’l-i lebin teşnesi çekmez ataşı
Gayra
yer yok güzelim zâviye-i sînemde
Nûr-ı
hüsnünle rızânın doludur içi dışı
Hâşimî hâlini görseydi eğer şâh Habeşî
Terk
ider idi o sevdâ ile mülk-i Habeş’i
Şeyhini
medh ediyor:
Cümle
evliyâ serveri
Pîrim
Gazanfer Sultân’dır
İçlerinde
dîn rehberi
Pîrim
Gazanfer Sultân’dır
Arşu’llâh’ı
seyrân kılan
Meydânında
cevlân uran
Hakk’a
cânın kurbân kılan
Pîrim
Gazanfer Sultân’dır
Üçler
yediler önünde
Baş
u cân virmiş yolunda
Muhammed
medhi dilinde
Pîrim
Gazanfer Sultân’dır
Hâşimî dir ey tâlibân
Gice
gündüz eylen figân
Derdinize
dermân olan
Pîrim
Gazanfer Sultân’dır
* * *
/329/
Merd isen meydân-ı aşkda cân virüp cânânı gör
Sâdık
isen aşk içinde iste bul sultânı gör
Ol
sana senden yakın sen olma gel ana ırak
Kesreti
ko vahdeti bul ma’ni-i irfânı gör
“Ve’d-duhâ” yüzündürür “ve’l-leyl” saçın mutlakâ
Oku
hüsnün mushafını Sûre-i Furkân'ı gör
Pertev-i
nûr-ı Hudâ’sın bile gör gel kadrini
Mazhar-ı
zât u sıfat rahmet-i Rahmân-ı gör
Hâşimî “el-fakru fahrî”[68] buyurdu ol Rasûl
Fakr
ile fahr idüben gel küfrü ko îmânı gör
* * *
Bu
dil-i vîrânemi ma’mûr idelden Hâşimî
Hem
Kelîm’im hem ana Tûr-ı münâcât olmuşum
* * *
Râzını
nâdâna keşf itme sâkin ey Hâşimî
Cân
u dilden virmeyince Hak yoluna baş u cân
* * *
Bahr-ı
aşka gark olaldan varlığım ey Hâşimî
Cümlesin
virdim fenâya aşk ile kaldım hemân
* * *
Şol
vücûdun Mısr'ını feth eyledinse sûfîyâ
Hâşimî-veş
varup anda Şâh-ı Sultân ol yürü
* * *
Hâşimî sen Hak yolunda fakrı eyle ihtiyâr
Fakr
ile fahr eylemekdir çün tarîk âkıllara
ŞEYH MUHAMMED-İ
LEDÜNNÎ EFENDİ
Hâşimî hazretlerinin dergâhında bir müddet vekâlet
sûretiyle îfâyı hıdmet-i meşîhat etmiştir. 1145/(1732) târîhinde intikâl ile Okmeydânı’nda
Sinân Paşa Câmi'-i şerîfi önündeki makberede defîn-i hâk-i gufrân kılınmıştır.
Kabrini buldum. Taşında; “Seyyid Osmân-ı Hâşimî Tekkesi şeyhi Muhammed-i Ledünnî Efendi rûhu
için el-Fâtiha, 1145.” Yazılıdır. (Rahmetu’llâhi aleyh)
Hâşimî hazretleri hakkında şu medhiyyeyi yazıyor:
Âmil olan şerîatı
Seyyid Osmân-ı Hâşimî
Kâmil olan tarîkatı
Seyyid Osmân-ı Hâşimî
Tevhîd ile meşgûl idi
İrfânını mebzûl idi
Hak katında makbûl idi
Seyyid Osmân-ı Hâşimî
Hacı Bayram tarîkını
Hem Halvetî tarîkını
Cem’ eyledi ikisini
Seyyid Osmân-ı Hâşimî
İster isen tafsîlini
Şerh ideyim sana anı
Oldu sâlik Hak yolunu
Seyyid Osmân-ı Hâşimî
Evvel Vize’ye vardılar
Şeyh Ali’yle buluşdular
Bey’at Ali’ye itdiler
Seyyid Osmân-ı Hâşimî
/330/ Şeyh
Ali’nin hem künyeti
Pîr Alâeddîn’dürür
Oldu anın hıdmetinde
Seyyid Osmân-ı Hâşimî
Bu azîzin bir şöhreti
Kaygusuz’dur hem mahlası
Oldu mazhar-ı du’âsı
Seyyid Osmân-ı Hâşimî
Pîrim Ali Allâh diyüp
Buldu vuslat cânânına
Defn itdi anı Vize’de
Seyyid Osmân-ı Hâşimî
Şeyh Ali’nin yerine de
Şeyh Gazanfer oturdular
Anın duâsın aldılar
Seyyid Osmân-ı Hâşimî
Şeyh Gazanfer virdi kızın
Dâmâd idindi Emîr’i
Sırrına mazhar oldular
Seyyid Osmân-ı Hâşimî
Şeyh Gazanfer dahi ecel
Câmın içüp nakl eyledi
Kıldı anın namâzını
Seyyid Osmân-ı Hâşimî
Bundan sonra ahzân ile
Yola çıkup ihvân ile
İstanbul’a dek geldiler
Seyyid Osmân-ı Hâşimî
Gavs-ı a’zam Şeyh Bâlî’nin
Halîfesinin yanında
Sâkin olup oturdular
Seyyid Osmân-ı Hâşimî
Şöhreti ol halîfenin
Şeyh Nûreddin-zâde'dir
Oldu teslîm ana dahi
Seyyid Osmân-ı Hâşimî
Dest-i Nûreddîn-zâde’den
Halvetî tâcı giydiler
Esrâra mâlik oldular
Seyyid Osmân-ı Hâşimî
Ezkâr ile evrâd ile
İrşada me’zûn oldular
Kâsımpaşa’ya geldiler
Seyyid Osmân-ı Hâşimî
Bu tekkeyi yaptırdılar
Sûfîlere tevhîd içün
Kâmil mükemmil oldular
Seyyid Osmân-ı Hâşimî
Zikr eyleyüp devrân ile
Tevhîd idüp vicdân ile
Envâra vâsıl oldular
Seyyid Osmân-ı Hâşimî
Çok erbaînler çıkarup
Halvetlerde dizler çöküp
Âlemlere kutb oldular
Seyyid Osmân-ı Hâşimî
Şeyh Hulvî Lemezât’da
Böylece tahrîr eyledi
Merdân-ı Hak’dan idiler
Seyyid Osmân-ı Hâşimî
Tuhfe adlu târîhinde
Hacı Alî yazdı bunu
Sırr-ı Zât’a vâsıl idi
Seyyid Osmân-ı Hâşimî
Hicret binüç oldukda
İçdi ecel şerbetini
Âşiyânın Firdevs ola
Seyyid Osmân-ı Hâşimî
Bu Ledünnî-i
derd-mendin
İdüp kabûl niyâzım
Vâsıl eyle esrârına
Seyyid Osmân-ı Hâşimî
Merhûm Osmân Rahmî Efendi’nin medhiyyesi:
Şâh-ı mülk-i fazl u irfândır Cenâb-ı Hâşimî
Mâh-ı burc-ı ilm ü îkândır Cenâb-ı Hâşimî
Vâkıf-ı esrâr-ı Sübhân’dır Cenâb-ı Hâşimî
Kâşif-i her remz-i pinhândır Cenâb-ı Hâşimî
Nâm-daş-ı ibn-i Affân’dır Cenâb-ı Hâşimî
Şem’-ı bezm-ârâ-yı pîrân nûr-ı ayn-ı ârifân
Dürretü’t-tâc-ı azîzân pîşvâ-yı sâlikân
Ser-firâz-ı âşıkân mümtâz-ı erbâb-ı dilân
Reh-nümâ-yı râh-ı Yezdân ârif-i hikmet-nişân
Sâhib-i irşâd u burhândır Cenâb-ı Hâşimî
Merkadin her kim ziyâretle murâdın yâd ider
Rûh-ı pâk-i pür-fütûhâtından istimdâd ider
Herkese her müşkilinde himmet ü imdâd ider
Feyz-i rûhâniyyeti züvvârını dil-şâd ider
Bir veliyyu’llâh-ı zî-şândır Cenâb-ı Hâşimî
/331/ Seyyid-i
âlî-nesebdir lutfunun yok gâyeti
Bezl-i ihsân u atâyâdır hemîşe âdeti
Rahmiyâ haddin değil hüsn-i edâ-yı midhati
Hizmetinde dâim ol el-hak dilersen himmeti
Pek büyük devletlü sultândır Cenâb-ı Hâşimî
Türbe-i şerîfeleri son derece müferrih olup, envâr-ı rûhâniyyetleriyle
züvvârın kulûbunu tenvîr ederler. Cidden bu derece inbisât verici bir kabir pek
enderdir. Kalb-i âcizânem müstağrak-ı neş’e-i ma’neviyye oldu. (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
ŞEYH SEYYİD AHMED
HAMDÎ EFENDİ
Siroz’dan gelip, Şeyh Hâşimî Osmân Efendi’ye dâmâd
olmuştur ve intisâb ile hilâfet almıştır. Kâsımpaşa’da, Okmeydânı’nda, Sinân
Paşa Câmi'-i şerîfi ittisâlinde türbe-i mahsûsasında medfûndur.
İrtihâli 1048/(1638) senesine müsâdif olup, “Sâat-i nâsût”
(ساعت ناسوت) târîhidir. Bu
türbe civârında zâviyesi vardı. İcrâ-yı meşîhat ederdi. İlâhiyyâtı vardır :
Ey habîb-i zü’l-kerem ey muhsin-i cümle enâm
Merhamet kıl eyle ihsân kapına geldim kıyâm
Ey Nebiyy-i muhterem lutfunladır cümle merâm
Merhamet kıl eyle ihsân kapına geldim kıyâm
ŞEYH BAŞMAKÇI ALİ
DEDE
III. cild 30. sahîfede bahs olunan Keşfî Osmân Efendi’nin
kayınpederidir. Emîr Hâşimî Osmân Efendi halîfesidir. Kâsımpaşa’da tekkesi
vardır. Son zamânda şeyhi Uşşâkîler faslında âsitâne-i Uşşâkî zâkirbaşısı Hâfız
Cemâl Efendi nâm zâttır.
Tekke ma’mûr idi. Tekkenin hazîresinde medfûn olan
Başmakçı Ali Efendi’nin kabrinde azîm rûhâniyyet vardır. Dede Ömer-i Sikkînî
kolu medhûldür. Bu koldan gelenlerin çoğu şems-i şeriâtla maktûldür.
Sâhibü’t-Tekâiyye(?) tahkîki üzere içlerinde cezbesi gâlib adamlar gelmiş,
hakîkat-i hâlleri, Âlimü’s-sırrı vel-hafâya’ya havâle olunmuştur.
ŞEYHÜLİSLÂM
BAŞMAKÇI-ZÂDE SEYYİD ALİ EFENDİ
Edirnekapı’da kenârı taş parmaklık ile muhât âile mezârı
mevcûddur. Beşir Ağa’nın dâmâdı Hacı Osmân Ağa’nın yanındadır. (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
/332/ ŞEYH GAZANFER DEDE
Yukarda 286. sahîfede biraz bahsettiğim bu zât-ı muhterem
eâzımdandır. Fakat cezbesi gâlib idi. Şakâyık’ta, II. cild 78. sahîfede okumuştum. Bu zât-ı muhterem hakkında o
zamân Hamzavîlere karşı hükûmetin şiddet-kârâne vaz’iyyeti hasebiyle, hakkında
çok dedi-kodu olmuştur.
Vizeli Alâeddîn Efendi merhûmdan mazhar-ı feyz olmuştur.
Vizeli Bâlî ve İstanbul’da Emîr Hâşimî Osmân Efendilerin şeyhi idi. Gazanfer
Dede hakkında vezîr-i a’zam, şeyhü'l-islâm-ı zamân Ebussuûd Efendi merhûmdan
sorduğu suâle şu cevâbı alıyor:
أيد الله عز وجل أركان السلطنة الزاهرة ودعائمها أو شيد
بنيان الخلافة الباهرة وقوائمها أمين يا رب العالمين."[69]
Ârâ-yı âlem-ârâya inhâ-yı fakîr budur ki:
Şeyh Gazanfer nâm kimesne hakkında söylenen sözler ve hîn-i teftîşde vâki’
olan kelimât ve zâhir olan defterler ve arzlar, Çavuş bendeleriyle irsâl
olunup, fakîrin dahi bu husûslara i’tikâdım nicedir, iş’âr olunmağa işâret
kılınmış. İlm-i şerîfe hafî olmaya ki, zekât hakkında, helâl ve harâm hakkında
merkûma isnâd olunan kelimât bi'l-fi'l sâbit olursa, yâhûd sâbıkan sâbit olmuş
ise zındıka ve ilhâdı muhakkak olur. Min-ba’d kabûl olunmak yoktur. Cidden
katli vâcib olur. Defterde tahrîr olunan mikdâr nâ-tamâmdır.
“Halîl ile Hatîb hakkında söylediği sözler, Sinân Kadı meclisinde bu
rütbe sâbit olup, sicil olunmuştur.” dediklerinde, müfettiş sicille mürâcaat
edip, “Mestûr mudur, değil midir? Mestûr ise şer’ ile sâbit olmuş mudur,
değil midir? Sâbit ise mazmûnu şimdi sâbit olur mu, olmaz mı? Mestûr değilse,
ibtidâ mestûr olmamış mıdır, yâhûd sonra ihraç olunmuş (mu)dur?”, beyân
etmek gerek idi. Etmemiş. Sonra Dîvân-ı Humâyûn’da teftîş olundukta hakîkat-i
hâl münkeşif oldu ise, mûcebince amel olunmak lâzımdır. Eğer hakkında sû-i
zanneden şeyhlerden sû-i zannına sebeb ne idiği istikşâf olunmağa hâcet vâr
ise, istifsâr olunmak münâsibdir.
Gazanfer Dede’ye ulemâdan dahi hüsn-i zann eylemiş, ba'zı sika ve
mu’temed-aleyh kimseler istimâ’ olunur. Onlardan dahi istifsâr olunup, hüsn-i
zanları sâir sulehâ ve fukarâya hüsn-i zanları makûlesinden midir, yâhûd
i’tikâd sâhibleri vâr ise sebebi tefahhus olunup /333/ şimdiye kadar
tahsîl eyledikleri ulûmdan zâid ba'zı esrâr-ı hafiyye müşâhede eyledikleri için
ise, beyân ettirilip maârif-i ilâhiyyesi ahkâm-ı şerîat-ı şerîfeye ve meşâyıh-ı
İslâmiyye’nin sülûk ettikleri tarîkata mutâbık ise, bî-çâre ıtlâk olunup belki
riâyet olunmak lâzım gelir. Bir vech ile, eğer muhâlif olup bu vechen-mine’l-vücûh
tevfîk mümkin olmazsa zındıka ve ilhâdı mukarrerdir.
Meşâyıh-ı İslâmiyye’nin şeriât ve hakîkat dedikleri, şerîat-ı şerîfenin
zübdesi ve hulâsasıdır. Aslâ muhâlefet, bir mâddede muhâlefeti yoktur. Her
nesne ki, şeriât-ı şerîfeye tevfîka muhâlif olup esâtîn-i ulemâ-yı dîn bir vechile
ahkâm-ı şer’-i şerîfe tevfîka kâdir olmayalar; ol nesne ki, küfr ü ilhâddır ve
dalâldır. Mucibi icrâ olunmak lâzımdır. Eğer kabîlinden dahi hâl münkeşif
olmayıp, ilâ-âhir zâhir olan üzerine kalırsa, izhâr için hadd-i imkânda olan
sa’y ve ictihâd vücûda geldi. Min-ba’d zimmet-i himmetinizde ahd-i teklîf nesne
kalmaz. Ona mütaallık fakîre bir ilm-i kat’î yoktur. Hıdmet-i aliyyeye i’lâm
etmekle inda’llâh muâhaze olam. Şol mertebe vardır ki, Oğlan Şeyh
silsilesindendir. Dedikleri vâki’ ise hayır yoktur. Onun katli üzerinde fakîr
hadd-i mu’tâddan hâric tevekkuf ve teennî etmişimdir.
Merhûm Mevlânâ Şeyhî Çelebi, ilhâdına hükm ettikleri, sonra ikiüç meclis
dahi tevekkuf edip, aslâ tevcîhe mecâl kalmayıp ihtimâl münkatı’ olmayınca hükm
olmamıştır. Bunun ol tarîktan idiği sâbit olmadan onun mecrâsına icrâ olunmak
meşrû’ değildir. Eğer avâm, çokluk tâifesine ittibâ’ edip hıdmet-i mu’tâddan
fazla onun üslûbu üzre ta’zîm ettikleri meşhûr olmak alâmet-i hayr değildir.
Ammâ bu mertebe ile katle ruhsat yoktur. Bir fitne ve fesâdı müeddî olmayıcak ıtlâk
olunmak meşrû’dur. Çünkü, ehl-i İslâm’ın bu mikdâr kîl ü kâli olup pâye-i
serîr-i âlem-i masîre arz olunup, mesâfe-i baîdeden getirilip habsi teftîş
buyuruldu. Ber-vecih olmak lâzım olur ki, kendi hâlini bilip, hadden tecâvüz
etmeyip, şimdiye kadar kendi hâlini bilip hadden tecâvüz etmeyip, şimdiye değin
evzâın hiç birini terk etmekte kendinde ve ilde mecâl ve tâkat kalmayıp,
rençberlik eyleyip, sulâhâ ve fukarâ gibi kendi hâlinde olup, nefsini ıslâha
meşgûl olarak halkı ıslâh ve irşâd da’vâsın eylemeye. Va’llâhu teâlâ a’lemu
bi-hakîkati’l-hâl."
Hamzavîler hakkında hükûmetçe o mertebe şiddet-kârlık
zuhûr etti ki, Hâşimî Osmân Efendi /334/(Şakayık,
463) hakkında silsile-i tarîkatı maktûl-i şemşîr-i şeriât olan Hamza ve Oğlan
Şeyh’e pey-veste ve urve-i vüskâ addettiği ser-rişte-i sırr-ı tevhîd Ömer-i
Sikkînî ve Bünyâmîn-i Ayâşî koluna beste olmakla medhûldür. Ulemâ vü sulehâ
tarafından efkâr-ı bi-küllihî habs ve teftîş emrinde ittifâk ve ızrâr müşâhede
edip ser-çeşme-i tarîkat Nûreddîn-zâde’nin himâyesine girerek kurtuldu.
Meşâyıhdan Sivâsî Efendi ve Tercümân Şeyhi Ömer Efendi,
kürsüde onların ilhâdından bahs edip taraf-ı hükûmetten, “Bunlar elbette
bulunsun, hakkından gelinsin.” diye fermân ısdâr olundu. (306. sahîfeye mürâcaat).
Hamzavîlere hükûmetin buğz u adâveti kesb-i şiddet etti.
Hattâ mestûr-ı tevârîh olduğuna göre, Kadıköy civârında elyevm Fenerbahçe
denilen mahalde otuzbin kadar Hamzavî kılıçtan geçirilmiştir.
Hamzavîlik o mertebe mestûr bir hâle girdi ki, onları
bulmak, bilmek de o derece güç oldu. Bâlâda tercüme-i hâllerden ma’lûm olur.
Elyevm mezâristânlarda dört köşe yazısız taşlar hep Hamzavî mezârının işâretidir.
Bu kadar şehîd vermişler iken, hükûmet yine başa çıkamamış, onların pey-rev
oldukları meslek neş’elerine haylûlet edememiştir.
ŞEYH MUHAMMED SÜREYYÂ
EFENDİ
Hâşimî Emîr Osmân Efendi sülâlesinden olup, elyevm Kâsımpaşa’da
Kulaksız’da Hâşimî-i müşârünileyhin dergâhı şeyhidir. Hâşimî hazretlerinin
seyyidü’n-neseb olmasına göre, mûmâileyhin de şeref-i siyâdete mazhariyyeti
tabiîdir.
Pederi, mülgâ Bahriyye Nezâreti ketebesinden İhsân Bey; vâlidesi,
sülâle-i Hâşimiyye’den olup, meşîhat, büyük pederi mezkûr dergâh şeyhi Hamdî
Efendi’nin erkek evlâdı olmaması hasebiyle, kerîmesi olan hânımın oğlu Muhammed
Süreyyâ Efendi’ye teveccüh etmiştir. Süreyyâ Efendi’nin İhsân Müeyyed isminde
bir birâderi vardır ki, Kâsımpaşa’da, nâmına nisbetle bir eczâ-hânenin sâhibidir.
Muhammed Süreyyâ Efendi, tahmînen 1289/(1872) târîhinde Kâsımpaşa’da
kadem-zen-i âlem-i şuhûd olmuştur. İbtidâî ve Rüşdî tahsîlden sonra Dâire-i
Bahriyye’ye intisâb ile, sinîn-i medîde Şûrâ-yı Bahriyye’de silk-i kitâbette
bulunmuştur.
O dergâh esâsen Bayramiyye-i Hamzaviyye’den iken, nasılsa
Kâdirî âyîni icrâ olunageldiğinden Muhammed Süreyyâ Efendi, Kâsımpaşalı Şeyh Hâfız
Muhammed Efendi’den, tarîk-ı Kâdirî’den müstahlef olmuştur ki, zâkirbaşı ve
Başmak Dergâhı şeyhi Cemâl Efendi ile pîr-daştır.
Meşîhat makâmını işgâli yirmi seneyi mütecâvizdir.
Çarşamba günleri icrâ-yı âyîn-i tarîkat-ı Kâdiriyye olunur. Muhammed Süreyyâ
Efendi’ye, peder-i vâlide tarafından Bektaşîlik neş’esi sârî olup, tarîkı
feyz-i refîk-ı Kâdirî-i Muhammedî’yi tecâvüzle Karaağaç’ta Bektaşî Hüseyin Baba’ya
da intisâb etmiştir. Pederi ise, Çaylıca’daki Nûr Baba’ya müntesib idi. Maa't-teessüf
mahrûm-ı feyz-i hakîkat olup, hâlinde, kıyâfetinde Bektaşîlik neş’esinin gâlib
olduğu rû-nümâdır.
İnkılâb-ı ahîrde Bahriyye Dâiresi’nde kadro hârici
edilip, tekâüde sevk olunmakla te’mîn-i maîşet derdiyle Kâsımpaşa’da bakkallık,
tütüncülük ile bir müddet dem-güzâr olarak Tophâne Fabrikası’nda yevmiyye ile
kâtiblik ediyormuş.
Mûsikîden, Şeyh Cemâl Efendi’den behre-yâb olup, bi'l-âhare
saza merâk edip, Kanunî Arap Muhammed Ali Efendi’den taallüm ile, cura isminde
âşık sazını kendi kendine çalmaya ve tanbûrla meşgûl olduktan sonra, rebâb
nâmıyla Hindistan cevizi kabuğundan i'mâl eylediği bir çalgıyı ilerletmiş ve
kemâle getirmiştir. Mükerreren dinledim; hakîkaten gönülleri cezbeye getirecek
derecede müessir ve muhrik bir sazdır.
1329/(1911) senesinde ceddinin Dîvânçe’sini tab’
ve neşre muvaffak olmuştur. Kendinin de tabîat-ı şi’riyye(si) vardır:
Akar hûn-âbe-i eşk-i nedâmet dîdeden bi’llâh
Zelîlim ahkarım hâlim yamandır âkıbet eyvâh
Meded sensin benim ahvâl-i me’yûsâneme âgâh
Bu istişfâı zikr eyler mürüvvet beklerim her gâh
Garîk-ı bahr-ı isyânım dahîlek yâ Rasûla’llâh
Şifâ-cûyâne geldim bâbına red itme yâ Muhtâr
Benim âsî vü mücrim bir kulun kim hâsir ü bîmâr
Amân yâ Fahr-ı âlem feyzinin muhtâcıyım her-bâr
Yüzüm yok lutfunun tahsîline rüsvâlığım der-kâr
Garîk-ı bahr-ı isyânım dahîlek yâ Rasûla’llâh
Cenâb-ı Hâlıku’l-âlem buyurdu şânına “lev-lâk”[70]
Anınçün halk olunmuşdur zemîn ü âsumân eflâk
Kapandım dergeh-i lutf u atâna gözlerim nem-nâk
Sirişk-efşân olup söyler Süreyyâ sînesi sad-çâk
Garîk-ı bahr-ı isyânım dahîlek yâ Rasûla’llâh
* * *
Gönlümde o sûretle ki bir aşk-ı Alî vâr
Kalbimde Alî aşkına meyl-i ezelî vâr
Bir cezbe ki ulviyyet-i sevdâ ile mergûb
Rûhun anı takdîse şedîd bir emeli vâr
Bir safvet ü behcetle fuyûzât-ı Alî’den
Rûhumda benim nûr-ı tecellâ-yı celî vâr
Envâr-ı Muhammed ki tecellî ide dilde
Dilden dile bir feyz-i temâdî-i velî vâr
Vakf-ı dil idüp beste-i aşk ol ki Süreyyâ
Bâğ-ı emelin gonca-i nev-reste güli vâr
* * *
Aşk ehli nüsha-i kübrâ-yı aşkı bilmeli
Bî-hurûf u lafz u savt ma’nâ-yı aşkı bilmeli
Bilmeli âdem’deki sevdâ-yı aşkı bilmeli
Meşrık-ı nûr-ı Hudâ kâlâ-yı aşkı bilmeli
Sırr-ı mir’âtı bilüp Leylâ-yı aşkı bilmeli
Sırr-ı emr-i “Üscüdû” yu[71] bilmeli âdem olan
Mazhar-ı lutf-ı Hudâ olmaz tereddüdde kalan
Durma ey âşık uyan bu hâb-ı gafletden uyan
Hâk-ı râh-ı Mustafâ’ya bî-mehâbâ baş koyan
Terk-i ağyâr itmeli Mevlâ-yı aşkı bilmeli
Sâki-i bezm-i ezel sahbâ-yı aşkı sunsa da
Halka-i tevhîde girse mest ü medhûş olsa da
Kalbinin her gûşesinde bir tecellî bulsa da
Sînesi nûr-ı Muhammed nûr-ı Hak’la dolsa da
Dürr-i meknûn-ı Hudâ mînâ-yı aşkı bilmeli
Vâkıf-ı her bir rumûz-ı “Hel etâ”[72] olsan da sen
Âşina-yı râz-dân-ı Müctebâ olsan da sen
Vâsıl-ı ser-menzil-i sırr-ı velâ olsan da sen
Bir muhibb-i Mustafâ’ya mübtelâ olsan da sen
Sırr-ı pinhân nükte-i âlâ-yı aşkı bilmeli
Bir kadeh sun sâkiyâ sahbâ-yı aşkından amân
Bekliyor senden şehâ vuslat şarâbın teşnegân
Neş’e-i ümmîdimi feyzinle eyle kâm-rân
Ey Süreyyâ nağme-i “küntü türâbâ”yı[73] duyan
Tûr-ı cismi çâk idüp Mûsâ-yı aşkı bilmeli
* * *
Mazhar-ı zât-ı tecelliyyât-ı Sübhân’dır Ali
Vâkıf-ı her bir rumûz-ı sırr-ı Kur’ân’dır Ali
Mü’minin kalbinde feyz-i nûr-ı îmândır Ali
Ben muhibb-i hâk-pâ-yı hânedân-ı Haydar’ım
Mûsi-i Kâzım Rızâ vü Şâh Takî kân-ı atâ
Şeh Nakî vü Askerî vü Mehdi-i sâhib-livâ
Ey Süreyyâ nakd-i cân îsârıdır sıdk-ı vefâ
Ben muhibb-i hâk-pâ-yı hânedân-ı Haydar’ım
BOSNAVÎ ABDULLÂH
EFENDİ
Şârih-i Fusûs’dur.
Fuzalâ vü urefâ-yı Bayramiyye’dendir. Câmiu’l-kemâlât bir zât-ı âlî-kadrdir.
Bosnalı olup İstanbul’da tahsîl-i kemâlât eylemiştir. Bursa’da Şeyh Hasan
Kabadüz (s. 288) hazretlerine intisâb eylediler ve senelerce hıdmet-i
şerîfesinde bulunarak feyz-yâb oldular.
Hilâfete mazhar olduktan sonra Mısır’a gidip, 1046/(1636)
senesinde Haremeyn-i muhteremeyni ziyâretle kâm-yâb oldular. Şam’a gelip,
umde-i ehli’l-hakîka ve’l-keşf ve’ş-şuhûd ve insân-ı ayn-ı ehl-i
vahdeti’l-vücûd Şeyhü’l-Ekber ve’n-nûru’l-ezfer Muhyiddîn İbnü’l-Arabî
el-Hâtemî (kuddise sırruhu's-sâmî) efendimiz hazretlerinin âsitân-ı
muallâlarında ihtiyâr-ı inzivâ ve iktisâb-ı feyz ü safâ eylediler.
Sene-i mezkûre zarfında Hz. Şeyh’in emr-i âlîleriyle
Konya’ya gelerek Hz. Mevlânâ min-külli’l-vücûh evlâna efendimizi ve Cenâb-ı
Sadreddîn’i ziyâret ile, Hânkâh-ı Hz. Pîr’de inzivâ ettiler. Sekiz sene burada
kaldılar. Dâr-ı cemâle intikâl eyledikte civâr-ı Hz. Sadreddîn’de defn
olundular. Vasiyyetleri üzerine kabir taşlarına: (هذا قبر غريب الله فى أرضه وسمائه عبد الله بوسنوى رومئ
بيرامى)[74] yazılmıştır. (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
Zamânının ekâbir-i ulemâ vü urefâsı ulüvv-i ka’b u
kemâlâtını tasdîk ettikleri gibi, altmış kadar âsârı ülüvv-i irfânına birer
şâhiddir.
Hulefâsı:
Şeyh Garsüddîn-i Halîlî, Şeyh Muhammed Mirzâ es-Surûcî
ed-Dımeşkî es-Sûfî, Şeyh Muhammed el-Mekkî el-Medenî, Şeyh Seyyid Muhammed b.
Ebû Bekir el-Ukûd ecell-i hulefâsındandır.
Fusûs şerhi, pek yüksek yazılmış bir
eserdir. Cenâb-ı Şeyh’in vâris-i kemâli olduğuna delîldir. Ancak gâyet mübhem
yazılıp, şerhi fehm etmek, metnini idrâkten daha zordur. Tab’ olunmuş ve
erbâb-ı kemâlin kütüb-hânesini tezyîn etmekte bulunmuştur.
Şu na’t-ı şerîf kendilerinindir:
Bir gül-i ruh-sârın oldum cân ile efkendesi
Zâr ider bülbül misâli dil anın giryendesi
Haste-i aşkım bu gün ey şehlerin şeh-bendesi
Bu firâş-ı mihnet içre kalmışım dil-bestesi
Ben gibi vâr mı cihânda olmaya
hiç kimsesi
Gel yetiş imdâdıma ey
kimsesizler kimsesi
/338/ Bosnavî’yim
kemterîyim şâh-velâyet gel yetiş
Deşt-i gamda kalmışım tâc-ı saâdet gel yetiş
Kûh-ı firkat içre kaldım kıl hidâyet gel yetiş
Pây-mâl oldum meded eyle inâyet gel yetiş
Ben gibi vâr mı cihânda olmaya
hiç kimsesi
Gel yetiş imdadıma ey
kimsesizler kimsesi
Berây-ı istişfâ’-ı Hz. Şeyh’e pey-rev olarak şu na’t-ı
şerîf tanzîm olunmuştur:
Iftirâk-ı nûr-ı rahşândan gönül durmaz yanar
Derd-i bî-hemtâ-yı hicrândan gönül durmaz yanar
Hasret-i pür-sûz-ı cânândan gönül durmaz yanar
Çâre-sâz ol derdime ey çâresizler
çâresi
Gel yetiş imdadıma ey
kimsesizler kimsesi
Ey Rasûl-i Müctebâ cânım sana olsun fedâ
Lutf idüp göster cemâlin yâ Kerîm-i pür-vefâ
Hasret ü firkatle feryâd eylerim subh u mesâ
Çare-sâz ol derdime ey çâresizler
çaresi
Gel yetiş imdadıma ey
kimsesizler kimsesi
Vâdi-i hasretde kalmış rû-siyeh âvâreyim
Hem zuhûr-ı lutfuna muhtâc bir bî-çâreyim
Gözleri yollarda kalmış âşık-ı hem-vâreyim
Çâre-sâz ol derdime ey çâresizler
çâresi
Gel yetiş imdadıma ey
kimsesizler kimsesi
Bâb-ı lutfunda gedâ-yı hâk-sârım el-meded
Dâimâ muhtâcınım şefkât-nisârım el-meded
Âşık-ı şûrîde-i pür-intizârım el-meded
Çâre-sâz ol derdime ey çâresizler
çâresi
Gel yetiş imdadıma ey
kimsesizler kimsesi
Merhamet re’fet kerem senden umar her ümmetin
Âlemi dil-sîr ider elbette hân-ı rahmetin
Ahkarın Vassâf'a melce’ âsitân-ı devletin
Çâre-sâz ol derdime ey çâresizler
çâresi
Gel yetiş imdadıma ey
kimsesizler kimsesi
/341/ ŞEYH HİMMET EFENDİ
Merkez-i dâire-i yakîn, burhânü’l-vâsılîn, matla’-ı
envâr-ı ma’rifet, ma’den-i esrâr-ı hakîkat evsâfıyla mevsûf olan Şeyh Himmet
Efendi hazretleri an-asıl Bolu’da Dökmeci Mahallesi’nde mehd-ârâ-yı âlem-i
vücûd olup, hicretin 1036/(1727) târîhinde berây-ı tahsîl İstanbul’a
gelmişlerdir. Dâvudpaşa Medresesi’nde ikâmetle tahsîl-i ulûma başlayıp
senelerce sa’y ü gayretten sonra ulûm-ı akliyye vü nakliyyeden me’zûn ve ahz-i
icâzeye muvaffak olmuşlar ve ruûs imtihânında dahi mümtâz bir mevki’
kazanmışlardır.
Bir gün medresede odasında kendisinde hakîkat-bînlik
zuhûr ederek re'sini önüne koyup, “Ey Himmet! Şimdi müderris olacaksın. Farz
edelim ki, alâ-merâtibihim kat’-ı menâzil ede ede kazasker ve nihâyet şeyhü'l-islâm
oldun. Ondan sonra olacağın hiçtir. Bu kadar dâğdağa-i kesretten sonra o netîceye
vusûlden ise, şimdiden hiç olmağa bak.”
diyerek bir hâl-i cezbe zâhir olmakla, odasının kapısını kapar[75]. Çıkar giderken, meşâyıh-ı
kirâm-ı Halvetiyye’den Hüseyin Hüsâmeddîn Efendi hazretlerine mülâkî olurlar.
Hz. Şeyh kuvvet-i mükâşefe ile Cenâb-ı Himmet’in hâline ittilâ’ hâsıl eder.
İsti’dâd-ı Hudâ-dâdını görür. “Oğlum Himmet! Aradığın bizdedir.”
buyurmaları üzerine Hz. Himmet’te meczûbiyyet-i kalbiyye hâsıl olup, derhâl
dâhil-i dâire-i feyzleri olarak intisâb eyler. Hayli zamân mücâhedât ve
riyâzâtda bulunup, ikmâl-i sülûk eyler, müstahlef olur.
Hüseyin Hüsâmeddîn Efendi, tarîk-ı Halvetî’nin orta
kolundandır. Silsile-i tarîkatları Yiğitbaşı Ahmed Efendi hazretlerine
müntehîdir. Halvetî bahsinde tafsîli gelecektir.
Himmet Efendi, şeyhinden aldığı müsâade üzerine
memleketine azîmet eder. Fakat aldığı neş’e-i tarîkatın daha ilerisine vusûl
derdine düşüp, Bolu’da meşâhîr-i meşâyıh-ı Bayramiyye’den Bolulu Ahmed Efendi
hazretlerine mülâkî olduklarında sevk-ı ma’nevî ile onlara dahi inâbet buyurup,
hayli zamân Ahmed Efendi’nin hıdmet-i şerîfesinde bulunmuşlar. Usûl-i Bayramiyye
üzere tekmîl-i merâtib-i sülûk ederek ondan da hilâfet almışlardır. Her iki
tarîkin esrârını cem’ ile /342/ mecmau’l-bahreyn oldular.
Hz. Bayram-ı Velî’ye müntehî olan silsile-i tarîkatları
budur:
Bolulu Şeyh Ahmed Efendi (Kaddesa'llâhu sırrahû),
Şeyh Muhammed eş-Şâmî (Kaddesa'llâhu sırrahû),
Şeyh Cemâleddîn eş-Şâmî (Kaddesa'llâhu sırrahû),
Şeyh Akşemseddîn (Kaddesa'llâhu sırrahû),
Pîr-i Ekrem Hz. Bayram-ı Velî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Himmet Efendi, başında Bayramî tâcı olduğu hâlde
İstanbul’u teşrîf buyururlar. Tesâdüfen ilk şeyh-i mükerremleri Hüseyin
Hüsâmeddîn Efendi ile mülâkî olurlar. “Başka şeyhe intisâb etmiş.” diye
müşârünileyhin kalbi rencîde olmasın emeliyle, Himmet Efendi yanındaki abdest
havlusunu hemen tâcının üstüne örtmek isterler de, havlunun dört ucunu biraraya
getirip, tâcın üstüne korlar. Hâlbuki, müşârünileyh Hüseyin Hüsâmeddîn Efendi
vâkıf-ı hakîkat bir şeyh-i zî-şân olduğundan Hz. Himmet’i sıkmamış, onlarda
tecellî eden envâr-ı ma’rifet-i Rabbâniyye’yi görüp, “Oğlum Himmet! Tarîk-ı Bayramî’de
bu da senin ictihâdın olsun.” diyerek Hz. Himmet’in ictihâdına reh-nümâ
oluvermiş idi ki, Himmetî kolunda tâc üzerine dört terk bundan kalmıştır.
Hazret bundan sonra Tarîk-ı Bayramî’de ictihâd etti; Himmetiyye kolunun
müessisi addedildi.
Hâne-i âlîleri İstanbul’da Yüksekkaldırım civârında
olduğundan, burası merci’-i ehl-i muhabbet olmuş idi. Gelenler kesret buldukta,
icrâ-yı âyîn-i tarîkat buyurmaya başladılar.
Ulûm-ı akliyye vü nakliyyede yed-i tûlâsı vardı. İlm-i
bâtında da zevk ve isti’dâdları zuhûr ile, kalb-i enveri bir bahr-ı bî-pâyân
misâli olmuş; lisân-ı dürer-bârı, miftâh-ı hazâin-i esrâr-ı hikmet addedilmiş
idi. Neş’e-i kâmile-i Muhammediyye’nin kendilerinde tecellîsi hâline başka bir
zevk bahş eylediğinden, her gören meftûn olurdu. Edîb, halûk, hoş-gû bir
rehber-i hak-bîn idi. Vücûd-ı pür-sûd-ı âlîleri misâl-i kitâb-ı esrâr olduğundan,
her gelen, zevk ve isti'dâdına göre makâlinden ve hâlinden müstefîd ve müstefîz
olurdu.
Kendilerine kürsü şeyhliği tevcîh olunmuş idi. Hattâ Kâsımpaşa
Câmi'-i şerîfi vâizliğinde de bulunmuşlardır. Bu vâizliği 1080/(1669) târîhinde
mahdûm-ı mükerremleri Şeyh Abdullâh Efendi’ye tevcîh ettirmiş ise de,
1090/(1688) senesinde halkın ilhâh ve ibrâmıyla tekrâr bu vâizliği der-uhde
eylemiştir. Mahdûmuna Fâtih’de /343/
Halîl Paşa Câmi'-i şerîfi va’ziyyesi tevcîh olunmuştu. Bu sırada Hüseyin
Hüsâmeddîn Efendi, irtihâl-i dâr-ı bakâ eylediğinden, medfen-i mahsûsasında
vedîa-ı rahmet-i Rahmân kılındı.
Üsküdar’da, Divitçiler’de kâin tekkenin şeyhi âtîde
tercüme-i hâli yazılacak olan ve Hüseyin Hüsâmeddîn’in şeyhi bulunan Bezci-zâde
Muhyiddîn Efendi idi. Âlem-i bakâya intikâlinde ber-mûcib-i şart halîfesi
Hüseyin Hüsâm Efendi, buraya şeyh olacak idi. Hâlbuki Hüseyin Hüsâm Efendi,
Muhyiddîn Efendi’den evvel irtihâl edince, meşîhat, Hüseyin Hüsâm Efendi
halîfesi Şeyh Himmet Efendi’ye teveccüh etti.
Himmet Efendi, oğlu Abdullâh Efendi’yi İstanbul’da yerine
ikâme ile Üsküdar’a nakl-i hâne edip bu tekkenin meşîhatine revnak-efzâ
olmuşlardır. Gerek Halvetî, gerek Bayramî tarîklarının âyînini icrâya başlayıp
irşâd-ı talibîn ile iştigâl buyurdular.
Hâfız Hüseyin Ayvânsarâyî, Vefeyât’ında
müşârünileyhin târîh-i velâdetlerini 1000/(1592) ve târîh-i rıhletlerini
1095/(1684) gösteriyor ve diyor ki:
“Dervîş Himmet Efendi (kuddise sırruhû), tarîkat-ı Bayramiyye’den
hilâfetle İstanbul’a gelip ahâlîsiyle hüsn-i ülfet üzere iken, Defter-dâr
İbrâhîm Paşa, kendine Nakkâş Paşa Sarayı kurbünde bir zâviye binâ edip onda sâkin
ve Kâsım Paşa ve Halîl Paşa Câmi’lerinde vâiz iken, “hâtime-i evliyâ” (خاتمهء اوليا) 1095/(1684)
Saferinde rıhlet ve Üsküdar’da Abdüşşekûr Efendi’nin zâviyesinde medfûn
kılınmıştır. Tekkesi, oğlu Abdullâh Efendi’ye tevcîh olunmuştur.”
“Rahmet be-himmet” (رحمت بهمت) dahi târîhidir. Medfen-i münevverleri dergâh-ı şerîfin
derûnunda, Muhyiddîn Efendi merhûmun yanındadır. Ziyâretle şeref-yâb olduk.
Azîm bir zevk-ı ma’nâ husûle geldi, el-hamdü li’ ilâh.
Sandûkalarının önündeki levhadan :
Hayf ki kutb-ı zamân eyledi azm-i bakâ
Sırrını takdîs ide Hazret-i Bârî-i Hudâ
Gitdi sefer eyleyüp bendesin itdi garîb
Merkad-i hâkin idem çeşm-tere tûtiyâ
Pîr idi her vechile mürşid-i âgâh idi
Talibe her nazra-i pâki idi kîmyâ
Nice efgân itmeyem hecr-i cihân-ı sûzdan
Hâlime rahm eyleyüp dostlar ağlan bana
Didi biri ye’sle nâle-i cân-gâh idüp
Fevtine târîhdir “hâtime-i evliyâ”[76]
(خاتمهء اوليا)
/344/ Sıdkî
Emetullâh Hânım[77] nâm şâirenin söylediği târîh:
Didim târîh-i fevtin Sıdkı Mevlâ’dan olup mülhem
Bugün Himmet Efendi Adn’i kıldı kendüye me’vâ
(بو كون همت افندى
عدنى قيلدى كندويه مأوى)
Ba’de’z-ziyâre şu manzûme sânih oldu:
Gül-i gül-zâr-ı Bayramî Cenâb-ı Şeyh Himmet’dir
İden dünyâda bayramı Cenâb-ı Şeyh Himmet’dir
Vücûd-ı ekremi ta’zîm ü tebcîlâta lâyıkdır
Tarîkat burcunun mâhı Cenâb-ı Şeyh Himmet’dir
Ne rûh-efzâ ne zevk-bahşâ ne âlî mürşid-i hak-bîn
Maârif bahrinin dürrü Cenâb-ı Şeyh Himmet’dir
Kemâl-i aşka mazhar rehber-i râh-ı azîzândır
Muhıkk-ı menba’-ı esrâr Cenâb-ı Şeyh Himmet’dir
Mübârek ravza-i âlîsine yüz sürdü Vassâf'ı
Veliyy-i ârif-i bi’llâh Cenâb-ı Şeyh Himmet’dir
Âsârı :
Manzûme-i Mi’râciyye, Tarîkat-nâme
(adlı eserleri vardır. Ayrıca) Zübdetü’d-Dakâyık
isminde Fârisîce bir eserlerini, Gâyetü’d-Dekâyık
ismiyle, Dağıstânî Hâfız Muhammed Efendi tercüme etmiştir. 1292/(1875)
senesinde, kenârında metn-i Fârisîsi olduğu hâlde Mısır’da tab’ edildiği ve
İstanbul’da da yalnız tercümesinin tab’ edildiğini Tâhir Bey yazmıştır.
Müretteb Dîvân’ları o zamânki harîk-ı kebîrde
yanmış imiş. Sonra hâfıza-pîrâ-yı uşşâk olanları toplanarak birkaç cüz’ü vücûda
getirilmiştir. Nutuklarından bir kısmı bestelenmiş ve elsine-i pîrâ-yı zâkirân
bulunmuştur. Ba'zıları:
Yine bir sevdâya düşdüm aşkın elinden elinden*
Yine ummân olup taşdım aşkın elinden elinden*
* * *
Sivâdan kalbini pâk it gönül mir’ât-ı Rahmân’dır
Safâdan sîneni çâk it gönül mir’ât-ı Rahmân’dır
Bu âlem nüsha-i suğrâ nedir bil nüsha-i kübrâ
Çekilmiş tuğra-i garrâ gönül mir’ât-ı Rahmân’dır
Sürersen mâ-sivâ’llâh’ı bulursun Hakk’ı bi’llâhi
Taleb kıl Vech-i li’llâh’ı gönül mir’ât-ı Rahmân’dır
Gel ey Himmet şikâr eyle gönülden özge kâr eyle
Bu sırrı aşikâr eyle gönül mir’ât-ı Rahmân’dır
* * *
Genc-i aşkı ister isen dil-i vîrânda ara*
Hızr’dan âb-ı hayâtı zulmeti tende ara
/345/ Râh-ı
Hakk’a seni irşâd eyleyen ma’nâyı bul
Âdem-i ma’nâya tâlib ol da insânda ara
Her hacerden gevher olmaz ma’den olmaz her türâb
Zâhidâ gir bahr-i aşka derdi ummânda ara
“Alleme’l-esmâ”[78] rumûzun, “men araf” dersin dahi
Anlamak şânından ise ehl-i irfânda ara
Onsekiz bin âlemi geşt eylesen bulmak muhâl
Seni yokdan var iden Mevlâ’yı var sen de ara
Tâlib-i Mevlâ olup her kişiden Himmet dile
Gâfîl olma matlabı var sırr-ı Kur’ân’da ara
* * *
Uyan behey gafil hâb-ı gafletden
Ömrün geldi geçdi haberin vâr mı
Bir haber aldın mı sırr-ı vahdetden
Mürg-i cânın uçdu haberin var mı
Azığın var mıdır yola gitmeğe
Döşeğin hâzır mı varup yatmağa
Ejderhâlar gibi seni yutmağa
Yerler ağzını açdı haberin var mı
Ma’siyyet yükünü aldın boynuna
Câdûyı denîyi aldın koynuna
Aldanma sakın onun oynuna
Yakasız gömlek biçildi haberin var mı
Dervîş Himmet senden evvel gelenler
Kimi kul kimi sultân olanlar
Dünyâ benim diyüp gezenler
Ecel câmın içdi haberin var mı
Dîğer :
Çün ki yandı aşk odu
Küllî kül olmakdır merâm
Düşüp ayak altına
Toprak yol olmakdır merâm
İşbu kesretden geçüp
Vahdet iline uçup
Lâ-mekâna per açup
Mürg-i dil olmakdır merâm
Himmet’i sorana
Dost yoluna varana
Hak’dan haber verene
Hâs kul olmakdır merâm
/346/ BEZCİ-ZÂDE
MUHYİDDÎN EFENDİ
Hüseyin Hüsâmeddîn Efendi’nin şeyhidir. Konyalıdır.
Ulûm-ı resmiyyeyi tahsîlden sonra meşâyıh-ı Halvetiyye’den Ezelî-zâde Şeyh
Nûrullâh Efendi’ye intisâb ve tekmîl-i sülûk ile feyz-yâb oldular. Ba’dehû
İstanbul’a gelerek, İdrîs-i Muhtefî hazretlerinin meclis-i şerîflerinden
hisse-dâr-ı aşk olup, feyz-i nazarlarına uğradılar.
Memleketlerine avdetlerinde irşâd-ı ibâd ile iştigâl
eylediler. Sultân Ahmed devrinde tekrâr İstanbul’a geldiklerinde Dârüssaâde
Ağası Muhammed Ağa merhûmun Çarşamba’da ihyâ eylediği zâviyenin meşîhatı
uhdelerine tevcîh olundu. Burada va’z ve irşâd ile dem-güzâr iken 1020/(1611)
târîhinde; yâhud Vefeyât-ı Hâfız Hüseyn-i
Ayvansarâyî’de mezkûr olduğuna ve “Mülâkât-ı mevt” (ملاقات موت) terkîbinin delâletine göre 1018/(1609) târîhinde irtihâl-i
dâr-ı bakâ eylemiştir. Üsküdar’da Divitçiler’de kâin mezkûr tekkede ilk def'a
şeyh idi. Orada defîn-i hâk-i gufrândır.
Sâlifu’z-zikr Vefeyât’da
şu îzâhât vardır:
“İznik’den gelip, Nûreddîn-zâde hazretlerinden ahz-ı feyz-i tarîkat etmiş.
Üsküdar’da Vâlide Sultân Câmi'-i şerîfinde vâiz ve tekkesine Vişne Muhammed
Efendi yerine şeyh olmuştu. Şekûrî Efendi Tekkesi’ne ibtidâ defn olunan zâtdır.
Muğni’l-Lebîb Şerhi vardır.”
Ezelî-zâde Şeyh Nûrullâh Efendi, Nureddin-zâde’den
kinâyet olsa gerektir. Bir de, Vâlide Tekkesi’ne de şeyh oldukları beyân-ı
vâki’den münfehim olmaktadır.
Müstakîm-zâde buyurur ki:
“Azîzleri Hâce Ali er-Rûmî tarafından nazar-endâz-ı kulûb-ı âşıkân
hizmetinde istihdâm buyurulup, kendilerinin mürîdânının ehaslarından gayrı bir
ferdin bu sırra ıttılâı yoktu. Hz. Şeyh, zamânın îcâbına göre ne mertebe
perde-i istitâr altında yaşamışlar, kimse onun Hamzavîliğine muttali’
olamamış.” (Kaddesa'llâhu sırrahû)
İlâhiyyâtından:
Arz it cemâlin göreyim ey mâh-ı tâbân Mustafâ
Ref it nikâb-ı rûyunu mihr-i dırahşân Mustafâ
Hakk’ın sen oldun mazharı sensin kamunun rehberi
Seni seven olur velî gevherlere kân Mustafâ
/347/ İren sana irdi Hakk’a aşk zincîrin boynuna
taka
Tâ Hak Cemâl’ine bakâ ey nûr-ı cânân Mustafâ
Seninle oldu âftâb gönderdi Hak sana Kitâb
Âşıklara feth oldu bâb ey derde dermân Mustafâ
* * *
Derd ehli libâsını aşk ile giysin gelsün
Zühd ü şeker gibi zevk ile yiyen gelsün
Ol günleri sâim hem giceleri kâim
Fukarâ âteşine dâim sabr ile yanan gelsün
Hakk’a irmez kimse atlas libâs ile
Öz kendi eliyle cânına kıyan gelsün
Kâl ü kîl ile hergiz menzile irişilmez
Kendüliğiyle olmaz mürşide uyan gelsün
Aldanma sakın Muhyî
her âline dünyânın
Öz varlığını bugün yokluğa sayan gelsün
* * *
Cümlenin mahbûbu sensin ey Habîb-i Ezelî
Cümle Yûsuf lar içinde ey güzeller güzeli
“Kuntu kenz”in[79] sanadır matlab-ı a’lâ sensin
Mazhar-ı zât-ı Hudâ'sın nakş-ı rûhun yazalı
Cümle ümmet âşık oldu sana ey seyyid-i halk
Himmetinle gitdi gayri bâğ-ı vahdet gezeli
Cümle âlem kapuna yalvara geldi ey Şefî’
Hep kabûl oldu dilekleri Ehad-i lem-yezelî
Oldu uşşâk gözü giryân dili püryân ey Habîb
Oldu mecnûn u divâne Muhyî
hüsnün sezeli[80]
ŞEYH ABDULLÂH
EFENDİ
Himmet-zâde’dir. 1050/(1640) târîhinde, İstanbul’da
dünyâya kadem-zen olmuşlardır. Silkü’d-Dürer
ve Tezkire-i Sâlim’in beyânına ve tedkîkâtıma nazaran, “Himmet-zâde” nâmıyla şöhret-şiâr olan bu zât-ı muhterem, peder-i
mükerremlerinden tahsîl-i ulûma başlayıp, ilm-i bâtından da hisse-dâr-ı zevk
olmak emeliyle, yine pederlerine intisâb eylemişlerdir. Ekmel-i sülûk ile
müstahlef olduktan sonra, 1080/(1669) târîhinde pederlerinin yerine Kâsım Paşa Câmi'-i
şerîfi vâizliğine ta’yîn olunup, on sene bu hizmeti edâ eylemiştir. Ba’dehû
Halîl Paşa Câmii vâizliğine ta’yîn olundukta, Kasım Paşa vâizliği, yine
pederlerine kalmıştır. Peder-i muazzamlarının 1095/(1684) senesinde âlem-i
bakâya irtihâlinde câ-nişîni oldular.
/348/
1110/(1698-99) târîhinde Sultân Mehmed Hân-ı râbi' Defter-dârlarından İbrâhîm
Efendi, Abdullâh Efendi nâmına, İstanbul’da Yüksekkaldırım civârındaki dergâh-ı
şerîfi inşâ eylemiştir.
Himmet-zâde Dergâhı’nın[81] bahçe kapısındaki manzûme-i
târîhiyyedir :
Şeyh Bayramî Hüsâmeddîn Efendi yümnile
Açdı bu dergâh-ı âlî-şâna bâb-ı müstetâb
Bâreke’llâh aldı bir de arsa bindörtyüz zirâ’
Eyledi sarf-ı nükûd u himmet ol âlî-cenâb
Yapdı bir nev-dâire tevsî’-i dergâh eyledi
Sâlikânı kıldı şad ol şeyh-i kudsiyyet-nisâb
Cedd-i pâki pîr-i rûşen-dil Cenâb-ı Himmet’in
Eyledi hoş-nûd rûh-ı pâkini bî-irtiyâb
İtdi Bayramîleri memnûn bu sa’y ü gayreti
Himmetinden oldu Bayram-ı Velî’nin feyz-yâb
Bâni-i sânî disem lâyık o zâtın şânına
Hak teâlâ ömrün efzûn ide tâ-rûz-ı hisâb
Pertev-i mihr-i yakîn itsün münevver kalbini
Feyz-bahşâ-yı cihân oldukça mihr-i intisâb
Dergeh-i tevhîde râh açdı bu bâb-ı dil-güşâ
Nâmını koydu anun çün “Bâb-ı Âlî”
şeyh u şâb
Bir düşer ancak Bahâî böyle târîh-i güher
İtdi bu dergâha Allâhu teâlâ feth-i bâb
(اتدى بو دركاهه
الله تعالى فتح باب) =1315/(1897)
Hadîkatü’l-Cevâmi’ yazıyor:
“Şeyhü'l-islâm Ebû Saîd Efendi-zâde Feyzullâh Efendi zamânında Halîl Paşa Câmii
vâizliğini âhara ferâğ eyleyip, 1099/(1688) senesinde Haremeyn-i muhteremeyni
ziyârete âzim olmuştur. Huzûr-ı Saâdet’e vardıkları zamân vâridât-ı
kalbiyyeleri mahsûlü olan şu na’t-ı şerîf Hüseynî makâmından bestelenmiştir.
Elsine-pîrâyı zâkirândır:
Ravzana çün yüz süren bulur emân
El-emân ey Fahr-ı âlem el-emân
Her gelen dil-haste bulur tâze cân
El-emân ey Fahr-ı âlem el-emân
Oldum aşkınla diyârımdan cüdâ
Tâ dühûl-i ravzana olam sezâ
Hamdü li’llâh Hak nasîb itdi bana
El-emân ey Fahr-i âlem el-emân
Anda ki medfûn ola nâzük tenin
Cennet-i a’lâya benzer medfenin
Dervîş Abdullâh garîbindir senin
El-emân ey Fahr-ı âlem el-emân
Hicâz’dan avdetlerinde yine irşâd-ı nâsa başlayarak kendilerinin bir
deryâ-yı irfân olduğuna vâkıf olan Şeyhü'l-islâm efendi, umûmun istifâdesini
te’mîn için, katar şeyhleri sırasına sokarak, 1103 senesi Cemâziye'l-âhirinde
(Şubat-Mart 1692) Sultân Selîm; 1105 senesi Cemâziye-l-âhirinde (Şubat 1694)
Fâtih; 1120 senesi Cemâziye'l-evvelinde (Temmuz-Ağustos 1708) Bâyezîd; 1122
senesi Rabîu'l-evvelinde (Mayıs 1710) Süleymâniyye cevâmi’-i şerîfesi vâizliğine
sıra ile ta’yîn olunup, sene-i mezkûre (1122) Şevvâlinde mürg-ı rûhu ravza-i
Rıdvân’a pervâz eylemiştir. Kabr-i şerîfleri Üsküdar’da pederlerinin
yanındadır.”
Ahibbâsından Hacı İsmet Efendi bu târîhi söylemiştir:
Kâşif-i sırr-ı hakîkat vâkıf-ı ilm-i ledün
Şeyh Himmet-zâde Abdullâh Efendi ol hümâm
Mürg-i rûhu lâne-sâz-ı gül-şen-i Adn itdi tâ
İde ervâh-ı safâ-me’nûs ile zevk-ı müdâm
Gûş idince İsmetâ
kıldım duâ târîh içün
İde Himmet-zâde Yâ Rab Arş-ı a’lâyı makâm
(ايده همت زاده يا
رب عرش اعلايى مقام) = 1122/(1710)
Dîvân-ı eş’ârı
olduğunu Hâfız Hüseyn-i Ayvânsarâyî yazıyor. Tezkire-i Sâlim’de
deniliyor ki:
“Abdullâh Efendi, nâzik-tabîat, hoş-sohbet, erbâb-ı
irfânın serveri bir zât-ı âlî-kadr idi. Şîrîn edâ, sâhib-i ulâ idi. /349/ Müretteb Dîvân-ı bülend-unvânı,
husûsan matâli’da azîm ulüvv-i şânı vâr idi. Şiirde “Abdî” tahallus
buyururlardı.”
Müşârünileyhin hüsn-i hatta dahi mâlik olduğunu Tezkiretü’l-Hattâtîn böyle haber
veriyor:
“Himmet-zâde Şeyh Abdullâh Efendi hazretleri meşâhîrden ve Hâfız Osmân
Efendi hazretleri me’zûnlarından olup, leyl ü nehâr himmet-verziş ü kûşiş ile
âlî-mertebe olmuştur.”
Menâkıb-i Evliyâ’da ise, “Zât-ı irfân-simâtları
nâzik-tabîat, hoş-sohbet, ser-bülend-i ehl-i dilân, rehber-i sâlikân bir
vücûd-ı bî-hemtâ idi.” deniliyor.
Eş’ârından :
İltifât itmez fenâ mülküne ehl-i hâller
Mülk-i bâkîye heves eyler bu ferruh-fâller
Hak içün bir ilm oku oldur seninle kalacak
Sen gidersen bunda kalur cümle kîl ü kâller
Devlet oldur kim müeyyed ola fânî olmaya
Vasf-ı fânîdir bu idbâr ile bu ikbâller
Derviş Abdullâh figân eyler işitmezsin sözün
Tâ-be-key ey nefs-i bed-hûd sende bu ihmâller
* * *
Kendimin gönlümde buldum yâresin
İsterim Mevlâ’dan anın çâresin
Hakk’a irmeğe gerekdir reh-nümâ
Bilmediğin yola nice varasın
Elde iken uymayanlar mürşide
Varsun ömrü olduğunca arasın
Âb-ı tevhîd ile şüst ü şûlar it
Silmek istersen derûnun karasın
Benden Abdullâh dilersen
himmeti
Nefsinin fehm eylesün emmâresin
* * *
Mezâhir kesretinden vâr mı mâni’ vahdet-i Zât’a
Tecellî-i sıfâtı cilve-gerdir cümle zerrâta
Heyûliyyü’l-mizâc olmak gerekdir tâlib-i ma’nâ
Ki zîrâ kâbil ister levh-ı kalbi cümle hey’âta
Şular kim rütbe-i Ma’bûd’u gördü nîk ü bed bilmez
Bu menzil sâhibi bakmaz ibâdâta hatîâta
Perestiş-kâr zât-ı baht olurlar vâsılân-ı Hak
Ki görmezler sezâ bir zât-ı mahbûbu ibâdâta
Eğer bir çeşm-i hak-bîn eyledinse Abdiyâ peydâ
Nazar sal pertev-i hûrşîde bakma cûş-ı zerrâta
* *
*
/350/
Âsitânın ey şeh-i “levlâk” me’mendir bana
Hâk-pâyın tûtiyâ-yı çeşm-i rûşendir bana
* * *
Hırâm ile giyüp kaftân-ı âlî dirse bî-diller
Kad-i bâlânı âl ile temâşâ itmek isterler
Âsârı:
Dîvân’larından başka bir tezkire-i şuarâ kaleme
almışlar imiş. Şerh-i Kasîde-i Molla
Örfî nâmıyla bir eserlerini mütâlâa ettim. Bunun şerhi mukaddimesinde,
“Açsun dir isen bâb-ı atâyı Fâtih
Olsun dir isen feyz-i
ilâhî sânih
Meşrûh ola dirsen
dil-i sahtın Abdî
İhlâs ile ol
na’t-ı Nebî’yi şârih”
diye
başlıyor. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
ŞEYH ABDÜSSAMED
EFENDİ
Şeyh Abdullâh Efendi-zâde’dir. 1081/(1670) senesinde
İstanbul’da dünyâya gelmiştir. Büyük pederlerinin irtihâlinde ondört yaşında
imiş. Onların da hüsn-i nazarlarına nâil olduğu müstedeldir.
Silkü’d-Dürer’de okudum:
“Pederleri Abdullâh Efendi’den tahsîlde bulunup nisbetleri dahi onadır.
Kudret-i ilmiyyeleri şöhret-gîr-i âfâk-ı âlem oldu. Pederlerinin irtihâlinde
kırkbir yaşında idi. 1122/(1720) senesinde Yüksekkaldırım’daki dergâh
meşîhatine nâil oldular. Va’z u irşâdda yed-i tûlâsı vardı. Süleymâniyye Câmi'-i
şerîfi vâizliğinde bulundular. Şöhret-i azîmesi hasebiyle umûm halk kendilerine
karşı pek ziyâde âsâr-ı hürmet göstermiş ve dergâh-ı âlîleri ziyâret-gâh
olmuştu.”
1151 sene-i hicriyyesinde (1738), Vefeyât’ın
yazdığına göre 1150/(1737) târîhinde azm-i gül-şen-serây-ı cinân eylemiştir.
Na’ş-ı mübârekleri Üsküdar’a nakl olunup, pederlerinin yanında defn edilmiştir.
“Düşdü bir târîh Şeyh Abdüssamed”
(شيخ عبد الصمد)
târîh-i
rıhletidir.
Vâlideleri tarafından siyâdeti vardır. Ordu şeyhliğinde
de bulunmuştur.
Esrâr-ı aşk u tevhîde müteallik gazeliyyâtı vardır.
Atîdeki na’t-ı şerîf kendilerinindir. Hicâz makâmından bestelenmiş, elyevm
mevlid-i şerîf cem’iyyetlerinde ikinci bahrde okurlar:
Tende cânım cânda cânânım Muhammed Mustafâ
Mülk-i dil tahtında sultânım Muhammed Mustafâ
Muntazırdır mâh cemâlin görmeğe âşıkların
Gel tulû’ it mâh-ı tâbânım Muhammed Mustafâ
Cilve-gerdir dâimâ nakş-ı cemâlin sînede
Hâne-i kalbimde mihmânım Muhammed Mustafâ
Derd-mendim âşık-ı bî-çârenim üftâdenim
El-emân ey derde dermânım Muhammed Mustafâ
Yâ Rasûla’llâh garîbindir senin Abdüssamed
Kıl şefâat ey kerem-kânım Muhammed Mustafâ
Abdüssamed Efendi’nin sandûkalarının önündeki levhadan
manzûme-i âtiyeyi istinsâh ettim:
Kutb-ı asr(dır) zümre-i Bayramiyân
Şeyh Himmet-zâde ol âlî-sened
Kumri-i “hû hû”-zen-i aşk-ı Hudâ
Sebha-gerdân-ı duâ-yı lâ-yurad
/351/ Feyz-bahşâ-yı derûn-ı sâlikîn
Çâre-sâz-ı hâtır-ı erbâb-ı derd
Bulmayup bânû-yı dehrin ismetin
Kurb-ı Hakk’ı kıldı aksâ-yı emed
“İrciî” emrine itdi imtisâl
Almadı çeşm-i ümîde nîk ü bed
İştiyâk-ı “semme vechu’llâh”[82] ile
İtdi hubb-ı mâ-sivâyı tard u re d
“Lî-maa’llâh”[83] sohbetine cân atup
İtdi gayra dirliğin hep kasr-ı yed
Dûd-ı ah-ı asdıkâsından n ola
Arş’a dek peyveste olsa sad-amed
Eyleye ol vâiz-i gevher-nisâr
Kürsi-i Adn üzre bülbül-veş gıred
Cedd-i pâki Himmet-i kudsiyyesin
Eyleye Hak afv u gufrâna meded
Eyleyüp a’mâlin ıhlâsa karîn
Kabrini pür-nûr ide Rabb-i Ehad
İntikâl itdikde levh-ı hâtıra
Düşdü bir târîh Şeyh Abdüssamed
ŞEYH SEYYİD
NÛRULLÂH EFENDİ
(Şeyh Abdüssamed Efendi’nin) yerine, oğlu Nûrullâh Efendi
şeyh olup, Sultân Ahmed şeyhi iken irtihâl etmiştir, “Vâiz-i Sultân” (واعظ سلطان) 1180/(1866)[84] (vefât) târîhine müsâdiftir. Zâviyesi
hazîresinde medfûndur.
/352/ ŞEYH
İBRÂHÎM-İ CEZBÎ
Tırhala’dan zuhûr ile kesb-i kemâlât edip, Himmet-zâde Abdullâh
ve Abdüssamed efendiler hazerâtının şeref-i sohbetine mazhar olmuş ve onlardan
istifâza eylemiştir.
Bidâyet-i hâllerinde Başmakcı-zâde Seyyid Ali Efendi’nin
kazaskerliği zamânında Rumeli Kalemi’ne devâm edip ba'zı yerlerde kâdîlık dahi
etmiş idi. Müstağrak-ı deryâ-yı cezbe olduklarından, “Cezbî” tahallus etmişler.
Âlem-i tasavvufda söylediği sözler ehl-i zâhirin hoşuna gitmediğinden, bî-çâre
Dersaâdet’ten teb’îd olunmuştur. Bir rivâyette burada şehîd edilip Edirnekapı
hâricinde defîn-i hâk-i rahmettir. "Şer’-i şerîf" (شرع شريف) 1160/(1747) (vefât)
târîhidir.
Kıymeti maa't-teessüf bilinememiştir. Müretteb Dîvân’ı
vardır. Mütâlâa ettim. Gayr-i matbû'dur. Pek kıymet-dârdır.
Der-i lutfun bize dârü’l-emândır yâ Rasûla’llâh
Saâdet re’fet andan râyegândır yâ Rasûla’llâh
Kerem-dîde kemînendir umar ihsânını Cezbî
Kapunda zâr u üftâde gedâdır yâ Rasûla’llâh
* * *
Derd-i aşkı ister isen gel beru kim kân budur
Ger ilâç ister isen zahm-ı dil-i Lokmân budur
Gayriye hâcet bırakmaz Himmetî’nin himmeti
İşte her yüzden devâ-yı himmeti dermân budur
Gel tarîk-ı Hazret-i Sultân Hacı Bayram’a ir
İster isen kim gönül menşûrunu sultân budur
Vâsıl-ı Rabb olmak istersen eğer zâhid yürü
Halka-i tevhîde irgür ki özün dîvân budur
Ko şu âlâyîşi terk it kâmilen dil-dârını
Vâkıf ı sırr-ı “aref’ olmak dilersen şân budur
Bulmak istersen eğer dürr-i maârif dânesin
Gir hakîkat bahrına gör bahr-ı bî-pâyân budur
Râbıtayla dik gözün Cezbî
tecellî beytine
Her seher durma tavâf it sûret-i irfân budur
* * *
/353/ Eyâ gül yüzlü sultânım gönül sensiz karâr itmez
Tabîbim derde dermânım gönül sensiz karâr itmez
Ne yerlerde karâr itsem dahi seyr ü şikâr itsem
Aceb mi âh u zâr itsem gönül sensiz karâr itmez
Cihânın bâğ u bostânı dahi seyr-i gülistânı
Bana arz itdiler anı gönül sensiz karâr itmez
Görünmez gözüme âlem olamam dâimâ hurrem
Çü sensin cümleden akdem gönül sensiz karâr itmez
Karârım yok bu yerlerde aceb kim uğradım derde
Figân idüp seherlerde gönül sensiz karâr itmez
Bu Cezbî şem’-ı cânâna dolaşup misl-i pervâne
Düşüp nâra Halîlâne gönül sensiz karâr itmez
* * *
Mekteb-i dilden açıldı nüsha-i tefsîrimiz
Ehl-i aşka bahş-ı cân eyler bütün takrîrimiz
Tâlib-i ilm-i maânî anlamaz zâhid anı
Bir muammâ söyleriz esrârdır tâ’bîrimiz
Biz Mesîhâ-demleriz hem haste-i cânân içün
Bir devâdır ehl-i derde nefha-i iksîrimiz
Biz gürûh-ı Himmetî’yiz sorar isen zâhidâ
Mümtezicdir çün nüfûs-ı aşk ile tahmîrimiz
Gelmişizdir aşk ile Cezbî
cihân iklîmine
Çün uyanmışdır ezelden şem’a-i takdîrimiz
ŞEYH BAHÂEDDÎN
EFENDİ
Şeyh Nûrullâh Efendi-zâdedir. Pederlerinin yerine
Yüksekkaldırım’daki dergâha şeyh olmuşlardır. İrtihâlinde dergâh hazîresinde defn
olundu.
ŞEYH ABDÜLHAY
EFENDİ
Şeyh Bahâeddîn Efendi-zâde’dir. Hayli zamân irşâd-ı uşşâk
ile meşgûl olup, 1275/(1859) senesinde âzim-i dâr-ı naîm oldu. Üsküdar’da
civâr-ı Hz. Himmet’de âsûde-nişîn-i rahmettir.
Şu na’t kendilerinindir:
Ey Habîbu’llâh Muhammed Mustafâ
Eyle feyzin ni’metine ihtidâ
Zât-ı pâkin rahmeten li’l-âlemîn
Müznibîne şâfi’ (ol) rûz-ı cezâ
Tâ ki cânım tendedir olmam şehâ
Bâb-ı lutfunda cüdâ subh u mesâ
İstinâdım intisâbım sanadır
Dâmenin elden bırakmam dâimâ
Kıl şefâat rahm idüp Abdülhay’a
Çünki sensin şâfi’-i rûz-ı ceza
Abdülhay Efendi’nin iki mahdûmu vardır.
ŞEYH HÜSÂMEDDÎN
EFENDİ
(Abdülhay Efendi’nin bu iki oğlundan) büyüğü,[85] hayli zamân vazîfe-i meşîhati
îfâ ile âzim-i dâr-ı bakâ olunca, küçüğü (olan) Şeyh Hüsâmeddîn Efendi, câ-nişîn-i
irşâd olmuştur.
Nûrâniyyü’l-vech, ehl-i zikr, hoş-sohbet, edîb, halûk,
ahlâk-ı cemîle sâhibi bir rehber-i hak-bîn idi. Kendileriyle görüştüm. Pek
mütezevvık oldum. Evkâf-ı Bayramiyye’den güç hâl ile tedârik ettiği paraya,
ashâb-ı muhabbetin inzimâm eden nakdîne-i himmeti ile Ankara’da Hz. /354/ Pîr Bayram-ı Velî efendimizin
türbesini ta’mîr ve sırmalı pûşîde i’mâl ve pirinçden şebeke inşâ ile tezyînine
bezl-i gayret etmiş ve bu hıdmet-i şerîfe yüzünden müftehir olmakta bulunmuş
idi. 1329 senesi şehr-i Rebîu’l-evvelinde (Mart 1911), İzmir’de irtihâl-i dârı
bakâ eylemiştir. (Rahmetu'llâhi
aleyhi rahmeten vâsiaten)
Şeyh Hüsâmeddîn Efendi, Şehremîni’ndeki dergâhın bahçesini
1400 zîrâ’ ilâvesiyle tevsîa ve dergâhı i’mâra muvaffak olmuş idi. Fakat son
harîk-ı kebîrde tu’ma-i lehîb olmuştur. Elyevm yeri bostândır. Sultân
Abdülmecîd Hân zamânında, 1265/(1849)’te ta’mîr olunduğu, kapısı bâlâsındaki şu
târîhten nümâyândır:
Uluvv-i himmet-i vâlâsıdır Abdülmecîd Hân’ın
Ki bünyân-ı cihânı kıldı âbâdân o Zıllu’llâh
O mihr-i şevketin âfâk-ı kevne eylesün memdûd
Felek devr eyledikçe pertev-i ikbâlini Allâh
Yıkılmışdı esâsından yapıldı işte ez-cümle
Bu dergâh-ı Cenâb-ı Himmet-i ser-tâc-ı ehlu’llâh
Kerâmetle sürüp devrân içinde Şeyh Abdülhay
Duâ-yı şehr-yârı sıdkıla derd eyledi her gâh
Gel imdi himmet al âlemde yâ hû feyz-i Himmet’le
Bulur bir özge âlem bunda ehl-i âlem-i eşbâh
Şehin-şâh-ı cihânın mâ-hasal envâr-ı ihsânı
Uyandırdı çerâğ-ı Himmeti Allâh li-vechi’llâh
Bu lü’lü’-sübha-i târîhin al da destine Nâfi’
Cenâb-ı Himmet’in gel dergehinde eyle zikru’llâh
(جناب همتن كل
دركهنده ايله ذكر الله) =1265
ŞEYH ABDÜŞŞEKÛR
EFENDİ
Bâlâda tercüme-i hâliyle tezyîn-i sahîfe eylediğim Şeyh
Abdüssamed Efendi’nin birâderi Abdullâh Efendi’nin mahdûmu, Hz. Himmet’in
torunudur.
Silsile-i selâtîne dâhil olup Ayasofya şeyhi iken,
“Vâiz-i Ayasofya” (واعظ آياصوفيه) terkîbinin delâleti vechile
1180/(1766) senesinde âzim-i dâr-ı cinân olmuştur. Kırkdört sene irşâd ile
meşgûl olup, medfen-i pâki civâr-ı Hz. Himmet’dedir.
Kitâbu’l-Vâkıât’da, Şeyh Abdüllatîf Bursevî nakl ederler ki, Şeyh
Abdüşşekûr Efendi hazretlerinin bir gün Ayasofya’da va’z buyurdukları sırada
biri, kürsüye bir kağıt uzatmış, o da almış, okumuş; sâilin maksadı devrân-ı
sûfıyye hakkında ve müntesibîn-i tarîkat aleyhinde, ulemâ-yı zâhire tarafından
vukû’ bulan iddiâya göre, hangi tarafın haklı olduğunu meydâna çıkarması idi.
Hz. Şeyh, buna kestirme cevâb vereceğim diye, “Hangi taraf beyâz baldır ile sarı altından mu’rız ise o taraf
haklıdır.” /355/ buyurmuşlardır. Beyâz baldırdan
murâd, nefse hâkim olup onu kahrederek rûhâniyyet sıfatıyla muttasıf kılmadan kinâyedir.
Sarı altından murâd, dünyâya meyl eylemeyip, dînini dünyâya satmayarak, ehl-i
hak olmaktır. Ehl-i hak olanın her hâl ü kârı ve kâli hak üzerine olur. Cevâb
pek muhtasardır. Lâkin birçok hakâyıkı câmi’ olduğu gibi, o zamânda iki tarafın
galeyân eden efkârı üzerinde büyük te’sîr göstermiştir. Allâh râzı olsun.
Vefeyât nâm kitâbdan istidlâl eylediğime
göre, Abdüşşekûr Efendi’nin Üsküdar’da ayrı bir zâviyesi vardı. Yerine dâmâdı post-nişîn
olmuştur.
Asâr-ı kalemiyyesi vardır. Kur’ân-ı azîmü’ş-şânı mev’ıza
tarîki üzre tefsîr eyleyip, iki def'a tefsîr-i şerîf hatmi müyesser olmuştur. Dîvân’ı
varmış, görmedim. “Düşdü gönlüm burcuna tîr-i muhabbet yâ Rasûla’llâh”
kendilerinindir.
Sandûkalarının önündeki levhadan:
Kutb-ı âlem Hacı Bayram-ı Velî
Sırrını takdîs ide Hayy ü Sabûr
Sâlıkânı zümresinin ekmeli
Şeyh-i kâmil vâsıl-ı sırr-ı Şekûr
Âlim-i tefsîr-i Kur’ân u hadîs
Zâkir-i esmâ-i Gaffâr u Gafûr
Âşık-ı Hak nesl-i pâk-i Üveyis
İbn-i Himmet Şeyh Abdüşşekûr*
Âlem-i dünyâdan el çekdi o zât
Eyledi azm-i bakâ dârü’s-sürûr
Ravza-i cennet ide Hak medfenin
Hem-demi ola anın gılmân u hûr
Bir duâ ile didim târîhini
Meskeni Firdevs ola hem kabri nûr
(مسكنى فردوس اوله
هم قبرى نور) =1185/(1771)
Târîh-i irtihâlinde ihtilâf buldum. Bu manzûmeye göre 1185/(1752)’dir.
Vefeyât’ın beyânında ise, 1180/(1766)’dır. Vefeyât’a daha ziyâde
i’timâd edeceğim. Bu manzûme sonradan yazılmış olacak. Vefeyât sâhibi o zamâna
yetişmiştir.
ŞEYH ABDULGAFÛR
EFENDİ
Abdüşşekûr Efendi-zâde’dir. 1220/(1805) târîhine kadar
seccâde-nişîn-i irşâd olmuşlardır. Pederlerinin târîh-i irtihâli, 1185/(1771)
i’tibâr olunursa 35 sene, 1180/(1766) farz olunursa kırk sene meşîhatleri
olduğu anlaşılır.
Pederlerinin yanında medfûndur. Baş ucundaki levhadan :
Kutb-ı âlem Hazret-i Abdülgafûr
Çekdi dünyâ-yı denîden dâmeni
/356/ Zikr ü tevhîd ile
gitdi ol velî
Buldu vuslatda huzûr-ı me’meni
Olıcak nâil makâm-ı vahdete
Pister-i rahmet-nişîn oldu teni
Rahmetu’llâhi aleyh dir zâirân
Hoş ziyâret-gâh olmuş medfeni
Bir dahi mislini görmez bu felek
Gitdi halkın melcei hem meymeni
Âleme her dem aceb iksîr idi
Dahi Himmet uçmağının ma’deni
Pertev-i feyz-i hakîkatdir bu şeyh
Hâne-i keşf ü kerâmet revzeni
Hall iderdi Hızr-veş her müşkili
Eyler idi herkesi dil-rûşeni
Geldi Şehdî bir nidâ târîhine
Ola cennet gibi pür-nûr meskeni
(اوله جنت كبى بر
نور مسكنى) + (ندا) =
1220/(1805)
Sonra Yahyâ Efendi, sonra mahdûmu Ali Baba şeyh olmuştur.
Bu zât, hem Nakşıbendî, hem Bayramî’dir. Sonra Şeyh Abdülhay Efendi şeyh
olmuştur. Bi'l-âhare mahdûmu Şeyh Abdüşşekûr Mahvî Efendi seccâde-nişîn olup,
1303/(1886)’da irtihâl eyledi; hâric-i türbede medfûndur. Ba’dehû Abdülhayy
Efendi de bir müddet dem-güzâr-ı meşîhat oldu. (Kaddesa’llâhu esrârahum).
Elyevm şeyhi Nâsıh Efendi isminde kâmil, edîb bir zâttır.
TARÎKAT-I ALİYYE-İ CELVETİYYE
/361/
Tarîkat-ı aliyye-i Bayramiyye’den teşe’’ub eder bir şeh-râh-ı sedâddır. Hz. Bayram-ı
Velî halîfesi Şeyh Muk’ad Hızır Dede hazretleri her iki tarîk arasında
râbıta-benddir. Celvetîlikte ictihâd eden Azîz Mahmûd-ı Hüdâî hazretleridir.
Şeyh Muk'ad Hızır Dede
Bursa civârında Mihalıç tarafında koyun çobanlığıyla
te'mîn-i maîşet ederken ayaklarına hastalık ârız olup, "kötürüm"
denilecek bir hâle gelmiştir. Kendilerine, "Muk'ad" denilmesi bundan
kinâyedir.
Ma'neviyyâtı mâddiyyâtına gâlib olup, sonraları mâ-sivâdan
büsbütün i'râz ile Bursa'ya gelip Câmi'-i Kebîr'in eski minâre dibinde ihtiyâr-ı
ikâmet ve mücâhede ve riyâzet eylemiştir. Hz. Bayram-ı Velî'ye intisâbı bundan
evvel mi, sonra mı tahkîkı imkânı bulunamadı. Hz. Pîr'den mazhar-ı hilâfet
olunca erbâb-ı isti'dâdı cezb etmeğe başladı. Bayram-ı Velî ile münâsebetlerine
sebeb müşârünileyhin Emîr Sultân hazretlerini görmek ârzûsuyla Bursa'yı teşrîfleri
olmuştur. 910/1504-05) târîhinde âlem-i bakâya intikâlleri vâki’ olmakla Bursa’da
Pınarbaşı Kabristanı’nın üstünde Üçkuzular nâm mahalde vedîa-i rahmet-i Rahmân
kılınmıştır. Ziyâretle kâm-yâb oldum. Pek rûhâniyyetli bir mahall-i
mukaddestir.
Hz. Üftâde'nin mürşid-i mükerremi olup kibâr-ı
evliyâu'llâhdan olduğuna ba'zı âsârda işâret vardır. Rütbe-i ilmiyyeleri Hz.
Üftâde gibi bir halef yetiştirmelerinden nümâyândır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Hızır Dede esrâr-ı Hakk’ı ârifdir
Hızır Dede ilm-i ledünne vâkıfdır
Hızır Dede bâğ-ı tasavvufa güldür
Hızır Dede gül-şen-serây-ı aşka bülbüldür
Hızır Dede bir mürşid-i hakâyık-bîn
Hızır Dede bir rehber-i dakâyık-bîn
Hızır Dede ab-ı hayâta mazhardır
Hızır Dede’nin feyzi günden azhardır
Hızır Dede olmuş velîlere ser-dâr
Hızır Dede kâmil edîb-i feyz-âsâr
Hızır Dede irmiş harîm-i cânâna
Hızır Dede âşık Hudâ-yı zî-şâna
Hızır Dede virivir feyz-i aşkı Vassâf'a
Bi-hakk-ı Hazret-i Uftâde irsün eltâfa
/362/ HZ. ŞEYH
UFTÂDE
Kevneynden âzâde, Hakk’a dil-dâde Hz. Şeyh Muhammed
Uftâde, eâzım-ı evliyâdandır. İsm-i şerîfleri, Muhammed Efendi olup,
lakabları “Üftâde”, mahlasları “Muhyiddîn”dir.
Bedr-i münîr-i velâyet, defîne-i nûr-ı hakîkattir.
Sâdâttan olduğu mervîdir. Bunun için bir eserde, “Nûr-ı şems-i siyâdet” diye
tavsîf olunmuştur:
Mürşid-i râh-ı hakîkat Hazret-i Üftâde’dir
Rehber-i ehl-i tarîkat Hazret-i Üftâde’dir
Menba’-ı feyz-i fütûh-ı ma’nevîdir şübhesiz
Nâşir-i envâr-ı vahdet Hazret-i Üftâde’dir
Hızr elinden âb-ı hayvân nûş idüp buldu ledün
Vâkıf-ı esrâr-ı Celvet Hazret-i Üftâde’dir
Âsitânına anın her kim (ki) itse ilticâ
İtmeyen mahrûm-ı himmet Hazret-i Üftâde’dir
Sâha-i medhinde tahrîk-i kemiyyet-hâmeye
Bahş iden Şemsî’ye kudret Hazret-i Üftâde’dir
Hz. Üftâde 895/(1490) târîhinde Bursa’da Araplar Mahallesi’nde
kadem-nihâde-i âlem-i şuhûd oldular. Vâlidesi vâkıasında nev-zâdını bir süt deryâsına
dalıp çıkarken gördüğünü endîşe ile zevcine anlatdıkda, “Oğlumuzun ehl-i ilm
ü kemâl olacağına delâlet eder.” diye tefsîr ettiğini Silsile-nâme-i Celvetiyye’de okudum. Zamân-ı tahsîl gelince
yazmağa, okumağa başladılar. Zekâ-yı fevka’l-âdeye mâlik, sâhib-i isti’dâd
olduğundan, tahsîlleri henüz ilm-i nahv ile iştigâlleri zamânında güşâyiş
bulmuş, pek az zamân sonra istihrâc etmediği ilim kalmamış idi.
Bir gece âlem-i menâmda Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî
efendimizi görürler; “Bizim Mesnevî’mizden de bahs ediniz.”
emrine karşı, Lisân-ı Fârisî ile iştigâlleri olmadığını arzedince, “Siz
başlayınız. O lisân size, münkeşif olur.” buyurulmuştur.
Hz. Uftâde, esnâ-yı va’z u tedrîsde, Mesnevî-i şerîfden de bir kaç beyit okur,
lisân-ı tasavvuf üzere tahkîkât-ı belîğa ve tedkîkât-ı bedîada bulunurlardı.
Sesi gâyet güzel olduğundan, Bursa’da Câmi'-i Kebîr’de ve ba'zı mescidlerde,
hasbeten li’llâh, ezân okurlar imiş. Halk ise, âsâr-ı tehâlük gösterir, dinlerler
imiş. Sonra kendilerine maâş bağlamışlar, fakat rü'yâsında, “Mertebenizden
üftâde oldular.” dediklerinden, bundan sonra /363/ müteessiren maâşı
derhâl terk edip, ke-mâ-kân riyâzetinde devâm ile kendini, “Üftâde” diye telkîb
eylemişlerdir. Bundan evvel “Muhyîddîn” tahallus edip, bu mahlasla ba'zı kelimât
îrâd buyurdukları menkûldür. Hadîkatü’l-Cevâmî’
nâm eserde muharrer olduğuna göre, feyz-i ma’nâ tecellî edince, İstanbul’a
gelerek Hz. Sünbül Sinân-ı Halvetî’den nisbet alarak âsitâne-i Hz. Pîr’de,
pîş-kadem olmuştu. Bu zamânı tahayyül ettiğimde dûçâr-ı vecd olurum. Hz.
Sünbül’ün etrâfında, Hz. Merkez, Hz. Hayreddîn-i Tokâdî, Hz. Şa’bân-ı Velî, Hz.
Şeyh Ya’kûb ve Hz. Üftâde gibi her biri zamânının kutbu olmuş zevât-ı kirâmın
buradaki sohbet-i ma’nâları ne zevk-âverdir.
Hz. Üftâde, Bursa’da henüz sığar-ı sinninde iken Hızır
Dede hazretlerinden de tarîk-ı Bayramî’yi alarak mecmau’l-bahreyn olmuşlar idi.
İctihâdları tarîk-ı Bayramî’den zuhûr ile Celvetî meslekini açmışlardır.
Kemâlât-ı ârifâneleri hakkında İsmâîl Hakkı hazretleri
tarafından ba'zı âsârında tesâdüf ettiğim fıkraları nakl ediyorum:
“Üftâde hazretleri, merhûm Şeyhü’l-Ekber (kuddise sırruhu'l-athar)
hazretlerinin meşrebinde idiler. Fahrü’l-müteahhirîndirler.
Emselü’l-müteeddibîndirler. Mürşidleri Hızır Dede’nin vefâtından sonra, Şeyh-i
Ekber hazretlerinin rûhâniyyetlerinden istifâza buyurdukları, Vâkıât nâm eserde okunmuştur.
Evâil-i hâlinde Bursa Kaplıcası’na giderken, yolda rast geldikleri bir
müderris, Hz. Şeyh’e ta’rîz ve istihzâ tarîkıyla Şeyhü’l-Ekber hazretlerinin, (أنا القرآن والسبع المثانى)[86] makâle-i hakîkat-üslûbunu arz eder. Hz. Üftâde,
tarîka-i te’vîle sülûk ile, (أنا القرآن رجل
عدل)[87] kabîlindendir, (أنا قارى القرآن)[88] ma’nâsınadır.” cevâbını verince, müderris, şu cevâb-ı iknâîye hayrân, Hz.
Şeyh’e meftûn olur.
Ulemâ-yı münkirînden biri, bir gün eziyyet ve imtihân tarîkıyla Hz.
Üftâde’nin nezd-i âlîlerine gelip, hakâyık-ı Sülemî’den bahs edince, Şeyh
hazretleri bi-tarîkı’t-tevâzu', “Biz onun ehli değiliz. Lâkin niyyetinizi Mesnevî-i şerîfden tefe’’ül
edelim.” buyurup Mesnevî-i şerîfden açtıklarında, bu beyt-i garrâ
zuhûr eylemiştir:
رهرو راه طريقت اين بود
كاو باحكام شريعت ميرود[89]
/364/ O münkir bu hâli görünce, “Bu iş bizim
anladığımız gibi değilmiş.” diyerek derhâl terk-i inkâr eylemiş ve ol
Hazret’e bende olmuştur.”
Muhammediyye Şerhi’nde nakl olunur ki:
“Şeyh Üftâde hazretleri (tarafından), yeşil, libâs-ı sâdât olmakla
teeddüben terk olunup, yalnız tâcda ihtiyâr olundu. Onun için tarîk-ı
Celvetî’de hâlâ yeşil tâc ile teberrük ederler.”
Müstakîm-zâde, Tâc
Risâlesi’nde der ki:
“Şeyh Muhammed Üftâde’nin tâcı oniki terklidir ki Lemezât’da
mezkûrdur.”
O zamânın şuarâsından Cinânî, Hz. Şeyh’i temdîhan der:
Düşenler anınla bulurdu kıyâm
Ana gerçi Üftâde dirlerdi nâm
Hızır Dede’nin intikâlinde Hz. Üftâde, onyedi yaşında
olmak üzere hisâb olunur. Sekiz sene hıdmet-i aliyyelerinde bulunmuş, nâil-i
hilâfet olup, şeyhinin intikâlinden sonra, keşfinin açıldığı menkûldür.
Muharrir-i fakîr, bunda bir yanlışlık buluyorum. Onyedi
yaşında hilâfet verilmez. Yâ Hızır Dede’nin irtihâl târîhi daha sonradır, yâhûd
Hz. Üftâde’nin târîh-i velâdeti daha evveldir. Herhâlde bunda muhtâc-ı tedkîk
bir cihet vardır. Sekiz sene hıdmet-i aliyyelerinde bulunduysa, dokuz yaşında
intisâb etmiş oluyor. Bu yaşta bir çocuk velevki fevka'l-âde bir tînette
yaratılmış olsa bile, hakâyık-ı zevkiyyeye muttali’ olamaz. Târîhçe olan
mübâyeneti Yâdigâr-ı Şemsî nâm
eserde Şeyh Şemseddîn-i Mısrî dahi nazar-ı dikkate alarak te’lîfe uğraşmıştır.
Hz. Üftâde’ye Üveysîlik dahi isnâd ederler. Pek şiddetli riyâzet
ve mücâhedede bulunduklarını Silsile-nâme-i
Celvetî’de okudum.
Elyevm, türbe-i şerîfelerinin karşısındaki câmi'-i şerîfi
bidâyeten ahşâb olarak inşâya delâlet edip, âtîde beyân olunacağı üzere hafîdi
zamânında kârgîr olarak inşâ olunmuştur.
Hz. Üftâde, Emîr Sultân Câmi'-i şerîfinde vazîfe-i hitâbeti
de îfâ için halk tarafından gösterilen eser-i ilhâh u ibrâma karşı gelmeyip
kabûl etmiş; fakat maâşını fukarâ-yı tarîkata tevzî’ eylemiştir.
Azîz Mahmûd-ı Hüdâyî hazretlerinin mürşid-i mükerremleri
olup dâire-i kübrâ ricâlinden olduklarına urefâ müttefiktir.
Kemâlât-ı ârifânelerine ıttılâ’ husûlü için mürîd-i
muhteremleri Hz. Hüdâyî tarafından kaleme alınan Arabiyyü’l-ibâre Vâkıât ile bunun kısmen tercümesi olan Kelimât-ı
Âliyât-ı Câriye Beyne Üftâde Efendi ve
Azîz Mahmûd-ı Hüdâyî Efendi nâm eseri okumak lâzımdır.
Osmânlı Müellifleri
sâhibi Bursalı
Tâhir Bey, /365/ yazıyor ki:
“Hz. Hüdâyî tarafından Vâkıât nâmıyla
Arabiyyü’l-ibâre bir eser-i kebîr vardır. İsmi et-Tibrü’l-Mesbûk el-Müştemilü alâ-mâ-Cedâ mine’l-Latâifi fî-Esnâi’s-Sülûk’tur. Bursa’da Câmi'-i
Kebîr Kütübhânesi’nde, İstanbul’da Bâyezîd Câmi'-i Şerîfi derûnundaki kütüb-hânede
ve Âsitâne-i Hüdâyî’de ve Üsküdar’da Atlamataşı Kütübhânelerinde mevcûddur. Ba'zı
parçalarının tercümesi de Bâyezîd Câmi'-i şerîfi derûnundaki Veliyyüddîn Efendi
Kütübhânesi’nde mevcûddur.
Hz. Hüdâyî, şeyhinin huzûr-ı âlîlerinde iken lisân-ı şerîflerinden sâdır
olan kelimât-ı hakâyık-âyâtı zabt etmiş ve bu eser vücûda gelmiştir.”
Maârif-i ilâhiyye ve esrâr-ı tarîkata dâir kelimât-ı
aliyyelerini câmi’ bir hutbe mecmûası ve bir Dîvânçe’leri vardır. Dîvânçe’leri ahîren tab’ ve neşr olunmuştur.
İrtihâli:
Hz. Üftâde'nin, doksanüç yaşında iken 988/(1580)’de
intikâl eylediği menkûldür.
Düşdü iskât-ı yâ ile
târîh
Geçdi Üftâde Bursa’nın kutbu
(كجدى افتاده بروسه
نك قطبى)
Müstakîm-zâde merhûmun:
Düşdü dile kalemden Üftâde
Târîh-i irtihâl-i Üftâde Üftâde
(افتاده افتاده)[90]
Türbe-i münevvereleri Bursa’da Hisâriçi’ndedir. Zât-ı
kerîmânelerine pek büyük bir râbıta-i kalbiyyem olduğundan mükerreren ziyâretle
kâm-yâb oldum, elhamdü li’llâhi teâlâ.
Türbe-i şerîfelerinde Hz. Hüdâyî’nin şu levhaları
mevzû’-ı mevki’-i hürmettir:
Mültecâ-yı derd-mendân türbe-i Üftâde’dir
Mürtecâ-yı müstemendân türbe-i Üftâde’dir
Meskenetle gel münevver eyle maksûdun yüzün
Mehbıt-ı envâr-ı Rahmân türbe-i Üftâde’dir
* * *
Yüz süre gel gir azîzim türbe-i Üftâde’ye
Kıl ziyâretde riâyet hürmet-i mu’tâdeye
Başı tâcıydı Hüdâî’nin fütâde sen dahi
Ser-firâz olmak dilersen bende ol âzâdeye
* * *
Bâğ-ı aşkın andelîbi Hazret-i Üftâde’dir
Derdli âşıklar tabîbi Hazret-i Üftâde’dir
/366/ Vâsıl-ı kâmil odur tevhîd-i Zât’a şübhesiz
Dost ilinin reh-nümâsı Hazret-i Üftâde’dir
Eyleyen rûhundan istimdâd irişür matlaba
Hall ider her müşkilâtı Hazret-i Üftâde’dir
Mürşid-i âlî dilersen dâmen-i pâkini tut
Gösteren râh-ı Hudâ’yı Hazret-i Üftâde’dir
Sıdkıla kul ol Hüdâyî
eşiğinde dâimâ
Bil hakîkat kutb-ı aktâb Hazret-i Üftâde’dir
Kemerleriyle tesbîhleri teberrüken hıfz olunmuştur,
ziyâret olunur. Türbeyi yüz sene evvel sadrazam Dervîş Paşa ve devr-i
Abdülmecîd-i Hânî’de cihân ser-askeri Rızâ Paşa mükemmelen ta’mîr
eylemişlerdir.
Hz Şeyh’in fazâili hakkında İsmaîl Hakkı hazretleri
buyururlar ki :
“İmâretten nevâle-çîn olmaktan ve çok et yemekten ihtirâz-ı tâmları vardı.
Her sene Muharremde aşûre pişirtip fukarâya yedirir ve leyâlî-i mübârekede
fukârâ-yı tarîkatla salât-ı nevâfile rağbet ederlerdi. Her sene mevlid okutup
Cenâb-ı Risâlet-penâh’a ta’zîm ederdi. Meclis-i şerîflerine çocuk ve kadın
kabûl etmezdi.
Bursa’da Hazret’in ba'zı makâmâtı vardır. Atîk Ali Paşa Câmii’nde halvet,
Kaygan Câmii’nde i’tikâf etmiştir. Umurbey Câmi'-i şerîfinde bir zamânlar cuma namâzı
kılarlardı. Sonraları dîğer câmi’lere de müdâvim olmuşlardır.
Şeyh Üftâde hazretleri kümmel-i evliyâdan ma’dûd olup fenâ ve bakâyı cem’
eylemiş ve fark-ı cem’den kelimât-ı âliye söylemiştir. Onun şartı üzre Hakk’a vusûlüne
bu nazmı delâlet eder:
Geçesin âlem-i ferşi
Dahi hem Kürsî vü Arş’ı
Gele muştucular karşı
Digil Yâ Hû ve Yâ men-hû
Şeyh Üftâde her makâmın sırrına vâkıf olmuştur ki, hem ma’lûm, hem mechûldür.
Ma’lûmiyyeti budur ki, zâhirde beşeriyyet mertebesindedir. Mechûliyyeti budur
ki, sırrı gaybü’l-gaybdadır. Hak’dan gayrı hiç bir kimsenin ona ıttılâı yoktur.
Bu cihetten Şeyh Üftâde, “Beni ehl ü evlâd u etbâımdan hiç bir ferd
bilememiştir.” buyurur. Bu kelâmdan murâdları onu ancak nefs-i nefîs-i
evlâdından olanların bildiğini beyândır.”
(Onlar da), intikâllerinden sonra makâm-ı ma’nevîde
seccâde-nişîn-i irşâd olan halîfeleridir. (Bunlardan) biri Kemâl Dede nâm
zâttır ki, Pınarbaşı Kabristânı’nda medfûndur.
Bu zât şerîattan, /367/ tarîkat ve ma’rifet ve
hakîkattan hisse-mend olmuş bir zât-ı âlî-kadrdir. Fakat hilâfet yönünden
(Üftâde’nin) vârisi Hz. Hüdâyî (kuddise sırruhu'l-âlî)’dir.
Hz. Üftâde’nin nutklarından:
Yâ İlâhî yârî kıl bana
Ki Sen’den gayri yârim yok
Ne yüzle varayım Sana
Günâhdan gayri kârım yok
Gönül yâd itdi Sübhân’ı
Gözüm yaşı ile kanı
Komuşum baş ile cânı
Bu yolda ihtiyârım yok
Yine bir menzile irdim
Nedâmet bahrına daldım
Hayli aşka dûş oldum
Sabâ gibi karârım yok
Ne dervîşim ferâgatde
Ne tâc u taht-ı devletde
Bu fânî dâr-ı gurbetde
Garîb oldum anarım yok
Benim âsî yüzü kara
Garîb Üftâde bî-çâre
Tutuşmuşum ki bir nâra
Yanımca büryânım yok
* * *
Derdimin dermânı sensin yüce sultânım meded
Cânımın cânânı sensin yüce sultânım meded
Gurbete düşdüm ilinden firkat odu yakdı âh
Vaslını eyle müyesser yüce sultânım meded
Derd-mend Üftâde’nin yokdur murâdı dâimâ
Hûb cemâlin görmek ister yüce sultânım meded
* * *
Yine düş oldu gönül cemâli şem’ine
* * *
Aslını bilen kişi itmez bu illerde karâr
Bunlar ilâhîdir. Meşâyıh-ı Melâmiyye’den Selânikli Urfî
Efendi şerh etmiştir.
Bursa’da(ki) Câmi'-i Kebîr hakkında:
يا جامع الكبير
ويا مجمع الكبار
طوبى لمن يزورك فى
الليل والنهار[91]
beyitini
inşâd buyurmuşlardır. Câmi'-i Kebîr’de levha hâlindedir.
/368/ Yâ İlâhî düşdüğüm yerde koma kaldır beni
Nice demdir ağlarım bir demde de güldür beni
Vaslının sevdâsına virdim bütün ben varımı
Müflis ü bî-çâreyim nûrun ile doldur beni
Pâdişâhım sol zamân ki da’vet idersin beni
Zâtın ile kıl tecellî ba’dehû öldür beni
Bir kerem kânı Hudâ’sın yâ Kerîm u yâ Rahîm
Rahmet ü gufrânının deryâsına daldır beni
Bahr-ı hayretde gezer Üftâde’yim yâ Rabbenâ
Rûz-gârım kıl muvâfık vaslına irgür beni
15 Zi’l-hicce 1335/(2 Ekim 1917) târîhinde Bursa’da esnâ-yı
ziyârette sânih olmuş idi:
Oldum sana dildâre
Yâ Hazret-i Üftâde
Senden olmam âzâde
Yâ Hazret-i Üftâde
Zâtın kerem-kândır
Bendelik bize şândır
Bâbın ulu âsitândır
Yâ Hazret-i Üftâde
Sen ziyâ-yı dînsin
Nûr-ı aşk-ı mübînsin
Bir mürşid-i hak-bînsin
Yâ Hazret-i Üftâde
Sevdim seni pek ziyâde
Geldim senden istimdâda
Delîlsin râh-ı Hudâ’da
Yâ Hazret-i Üftâde
Senden dilerim şefâat
Bulmak isterim saâdet
Eyle îsâr-ı himmet
Yâ Hazret-i Üftâde
Bâbında garîb Vassâf
Her ân muhtâc-ı eltâf
Yâ şeyh-i pür-evsâf
Yâ Hazret-i Üftâde
Türbe-i şerîfede medfûn olan zevât-ı kirâm:
Şeyh Muhammed Efendi b. Üftâde Efendi, Şeyh Mustafa
Efendi b. Üftâde Efendi, Şeyh Muzaffer Efendi, Şeyh Muhammed Efendi, Şeyh
Hayreddîn Efendi, Şeyh Mustafa Efendi, Seyyid Şeyh Ahmed Efendi, Hz. Uftâde’nin
harem-i muhteremeleriyle kerîmeleri. (Kaddesa’llâhu
esrârahüm)
Müşârünileyhim hep âl-i Üftâde'dir.
RESİM VAR !!!!
- Üftâde hazretlerinin türbe-i şerîfesi.
PÎR-İ TARÎK-I CELVETÎ HZ. AZZ MAHMÛD-I HÜDÂYÎ
(Kuddise sırruhu’l-âlî)
/372/ Mufahham pîr-i feyz-efzâ Azîz Mahmûd
Hüdâyî’dir
Hûda’ya âşık-ı şeydâ Azîz Mahmûd Hüdâyî’dir
Gül-istân-ı hakîkatda gül-i hoş-bû-yı irfândır
İden mürde-dili ihyâ Azîz Mahmûd Hüdâyî’dir
Tarîk-ı Celvetî’de reh-nümâ-yı vâcibü’t-tebcîl
Mükerrem şeyh-i âlî-câ Azîz Mahmûd Hüdâyî’dir
Kulûb-ı zâirâna dâimâ bezl-i himem eyler
Bu zât-ı muhterem cânâ Azîz Mahmûd Hüdâyî’dir
Ziyâ-yı şems-i feyziyle dil-i Vassâf münevverdir
Veliyy-i kâmil-i yektâ Azîz Mahmûd Hüdâyî’dir
Erbâb-ı tarîkatın tâcı olan ve “Hüdâyî” mahlasıyla
şöhret bulan bu zât-ı mükerrem, eâzım-ı ricâlu’llâh’dan bir mürşid-i
muazzamdır. Mevlid-i şerîfi Koçhisâr veyâ Seferîhisâr olup 950/(1543) senesinde
dünyâya zînet vermiştir. Hz. Cüneyd-i Bağdâdî neslinden olduğu mervîdir.
Mukaddimât-ı ulûmu vatanları ulemâsından öğrendikten
sonra, İstanbul’a gelerek Küçük Ayasofya’daki medresede ikâmet ve derse
müdâvemet buyurmuşlardır ki, odalarını el’ân ahlâf-ı hasen muhâfaza
etmişlerdir; ziyâret ettim. Ba’dehû Edirne’ye azîmetle Mevlânâ Nâzır-zâde’den
ulûm-ı êliye vü âliyeyi tahsîl ile kâdılık yoluna sâlik olmuşlardır. İsti'dâdları
pek yüksek olup, az vakitte Edirne, Şam, Mısır mevleviyyetlerine nâil oldular.
Mısır’da bulundukları zamân ulûm-ı bâtınadan da hisse-mend olmak emeliyle
meşâyıh-ı Halvetiyye’den Şeyh Abdülkerîm Efendi’ye intisâb ettiler. Fakat
bâis-i feyz ve kemâl-i tâmları bu zât olması mukadder olmadığından, isti’dâd-ı
kâmilleri nisbetinde terakkî edemediler.
981/(1573) senesinde otuzbir yaşında iken Bursa’da, hem
Ferhâdiyye Medresesi’ne müderris, hem de mahkeme-i suğrâya nâib ta’yîn
olunmalarıyla Bursa’ya şeref verdiler. Bu esnâda bir gece âlem-i ma’nâda
cehennemi görürler. Makâmı cennet olmak üzere tahmîn eylediği ashâb-ı hayr u
salâhdan ba'zı kimseleri cehennemde yanar müşâhede ederler. Uyandıkta terk-i
mâ-sivâyı kurar. Bâlâda tercüme-i hâli yazılan Eskici Muhammed Dede’yi bulur.
Ondan bir müddet feyz almağa başlar. Alâ-rivâyetin, “Nasîbiniz bizden değildir. Hz. Üftâde’dendir.” /373/
diye ona sevk etmiştir.
Fakat dîğer menkûlâta göre, Hz. Hüdâyî’nin bu zât-ı
âlî-kadrden, ya'nî Muhammed Dede’den aldığı feyz netîcesinde kalbindeki aşk
galeyâna başlar ve arasıra Kaygan Câmi'-i şerîfinde va’z eden Hz. Üftâde’nin de
meclisinde bulunurlardı. Vazîfe-i ilmiyye vü şer’iyyesiyle meşgûl olmakta iken,
atîde tafsîlen muharrer rü’yâ mâddesi kendisinin büsbütün terk-i mâ-sivâ ile
gavvâs-ı deryâ-yı ma’rifet olmasına sebeb olur.
Bursa’da zâtın biri, her sene hac için niyyet eder,
muvaffak olamazmış. Haremi ise, “Her sene böyle söylüyorsun, gidemiyorsun.”
diye ta’rîz-kâr olur. Bunun üzerine, “İnşâa’llâh bu sene gideceğim,
gidemezsem aramızdaki nikâh sâkıt olsun.” der. O sene mevsim-i hac hulûl
eder. Nasılsa avârız-ı dünyeviyye te’sîriyle gidemeyince, haremi, kendisine
söylenmeğe başlar. Nihâyet, “Efendi artık eve gelme. Zîrâ ben artık sana
nâ-mahrem oldum.” diye zevcini eve kabûlde beyân-ı i’tizâr ile işin bu râddeye
gelmesi, bî-çâre adamı pek müşkil bir mevkie sevk ettiğinden, mes’eleden
haber-dâr olan ahibbâsı, bu işte bir ma’nevî himmet sâik olmak lâzım geleceği
kanâatiyle, “Kutbu’l-urefâ Hz. Üftâde’ye mürâcaat ve arz-ı keyfiyyet ile, o
senin bu işine devâ-sâz olur.” derler. Hemân huzûr-ı Hazret’e gider. Arz-ı
hâl eyler. Müşârünileyh, “Merâk etme, bunun bir çâresi vardır. İnâyet-i Hak
ile müşkilin âsân olur.” diye tebşîrâtta bulunur ve çâre olarak buyururlar
ki: “Haydi bizim eskici Muhammed Dede’ye git. Bizden selâm söyle, seni Hicâz’a
götürsün.”
(O kişi), bunun üzerine Muhammed Dede’yi bulur, anlatır.
Günlerden o gün yevm-i arafe imiş. Huccâc tabiî Arafat’ta bulunuyorlardı.
Muhammed Dede, kuvve-i ma’neviyye ile bu zâta tayy-i mekân ettirip Beytu’llâh’ı
tavâf ile Arafat’ta vakfeye yetiştirir. Arafat’ta Bursalı dostlarından mülâkî
olduklarından birine, “Siz benden evvel avdet ederseniz, şu mektûbumu
Bursa’daki âileme teslîm ediniz. Selâmımı söyleyiniz. Görüştüğümüzü, sıhhatimi
bildiriniz.” diye ricâ eder, bir mektûb verir.
Bu hâl vâki’ olduktan sonra, bayram günü, doğru hânesine
gelir, kapıyı çalar. Haremi mümâneat eder. Zevci, “Ben Hicâz’dan geliyorum.
Orada ahibbâdan falan zâta da bir mektûb verdim.” demiş. Haremi, böyle iki
üç gün içinde Hicâz’a gidip gelmek mâddeten gayr-i mümkin olduğundan, zevcinin
sözünü /374/ eser-i cinnete haml
eder. Mektûbun gelmesi için o zamânın seyr ü seferine göre lâ-ekal dört ay
müddet lâzım idi. Zevci ısrâr eder, zevce mümâneat eyler. Bu bâbda bir hükm-i
şer’î istihsâli için mahkemeye mürâcaata karâr verirler.
Mahkeme-i suğrâ nâibi Ebu’l-Fuyûz Mevlânâ es-Seyyid Azîz
Mahmûd-ı Hüdâyî Efendi hazretleri idi. Mes’ele hâkim-i müşârünileyhe arz
olunur. “Mâ-dâmki zevcin sana bir mektûb yollamış. Bakalım, o zât hakîkaten
öyle bir mektûb getirip teslîm edecek mi? Şâyed teslîm ederse, o zamân zevcinin
taht-ı nikâhında olduğuna hüküm lâhık olur.” diye kadına cevâb i’tâ ve mektûbun
vürûduna kadar kendisinin zevcesi hânesine gidemeyeceğini de zevcine inbâ
eyler.
Mürûr-ı zamândan sonra o adam gelir. Hakîkaten öyle bir mektûb
getirir. Arafat’ta zevciyle görüştüğünü de söyler. Hâtûn ve zevci tekrâr
huzûr-ı hâkime varırlar, mes’elenin netîcesini arzederler. Hâkim mektûbu görür,
kanâat hâsıl eder. Zevcinin taht-ı nikâhında olduğunu zevce-i mûmâileyhâya
söyler.
Tefhîm-i hükmden sonra, zevc olan adamı biraz alıkor. Bir
odada ikisi kalırlar. Bu hâle kimin delâlet ve himmetiyle mazhar olduğunu
sorar, keyfiyyeti anlar. Hz. Hüdâyî, bunun üzerine, doğru huzûr-ı Hz. Üftâde’ye
varır, kendisinin mürîdliğe kabûlünü ricâ eyler. Hz. Üftâde, kabûle şart
olarak, evvelâ mâldan mülkden, sâniyen me’mûriyyetinden vazgeçmeği, sâlisen
nefsi ayak altına almağı teklîf eyler. Hz Mahmûd hepsini kabûl eyler, söz
verir. Dâhil-i dâire-i reşâdeti olur. Nefsi ayak altına almak imtihânına uğrar.
Yevm-i intisâb l Zi'l-ka'de 984/(20 Ocak 1577) yevm-i
Cumartesi olmak üzre mukayyeddir. O zamân otuzaltı yaşında idi. Hz. Üftâde, “Haydi
evlâdım, bir sırık ciğeri omuzuna alıp, üç gün Bursa sokaklarını dolaşıp satmalısın.”
diye emreder. Hz. Hüdâyî, sırığı samur kürkü üzerine, omuzuna alarak çarşı
çarşı dolaşır. Bu hâli gören Bursa halkı, “Hâkim çıldırmış.” diye,
aleyhinde şiddetli bir dedi-kodu cereyânı meydân almıştır. Hâkimlikten azl
edilerek yerine dîğer bir hâkimin ta’yîni Dârü’l-Hilâfe’ye inhâ olunur.
Hz. Hüdâyî, şeyhinin bu emrini ifâdan sonra dergâhın helâlarını
tathîre me’mûr olur. Bir gün abdest-hâneleri yıkarken kulağına davul-dümbelek
sesi gelir. Meğer yeni ta’yin olunan hâkim geliyormuş. Âdet-i belde îcâbınca,
onu /375/ istikbâl için ahâlî ictimâ’
etmiş, i’lân-ı sürûr ediliyormuş. Gelen sesten bu hâle muttali’ olunca, kendi
kendine, “Yeni hâkim geliyor ha! Bî-çâre Mahmûd, sen böyle bir mesnedi terk
eyledin. Şimdi abdest-hâne hizmet-kârı oldun.” yolunda nefsin iğvâsı
yüzünden ye’se dûçâr olmak akabinde, derhâl kendini toplayarak, “Mahmûd! Sen
şeyhine, nefsini ayak altına alacağına dâir söz vermedin mi idi?” deyip,
kalbinden geçen şu hâle bile tevbe-kâr oldu ve nefsini tahkîr için elindeki
süpürgeyi atarak sakalıyla helâ taşını süpürmek emeliyle kendini taşın üstüne
atacağı bir hengâmda Hz. Üftâde, Hızır gibi yetişti. “Evlâdım sakal mübârek
şeydir. Onunla böyle bir şey yapılmaz.” diyerek omuzundan yakaladı. “Maksad
bu mertebeyi atlatmak idi.” buyurdu ve aldı götürdü. Beynlerinde her ne
olduysa oldu, Mahmûd Efendi, şeyhinin bu kemâline büsbütün hayrân olarak, ona
dil-dâde olup üç sene hıdmet-i aliyyelerinde bulundu. Seyr ü sülûkunu itmâma
muvaffak oldu.
“Hüdâyî” mahlasını veren, Hz. Üftâde’dir. Bu zamâna kadar
“Mahmûd Efendi” diye yâd olunurken bundan sonra, “Hüdâyî” diye dillerde destân
oldu, hilâfet-nâmesini aldı.
Vâkıât-ı Mahmûdiyye’de manzûrum oldu ki, Hz. Hüdâyî,
esnâyı sülûkunda bir gün, reîsü’l-evliyâ Hz. Üftâde’nin câmi'-i şerîfine gider,
öğle namâzını edâdan sonra, Hz. Üftâde va’z u tezkîre başladığı sırada Hz.
Hüdâyî murâkabesinde görür ki, ricâlü’l-gayb bunun cesedini alıp hisâr duvârına
vura vura cesedi bal mumu gibi yumuşamış, hamur gibi olmuş. Sonra bu hamuru
kurutmuşlar. Elekten un gibi elemişler. Sonra tekrâr hamur etmişlerdir. Hz.
Hüdâyî, “Meğer benim tînetimin aslı o hamur imiş.” diye kendi sırrına işâret
buyuruyorlar.
Şurası garîbdir ki, Hz. Hüdâyî’nin böyle bir müddet-i
kalîle zarfında nâil-i hilâfet olmasını çekemeyen sâir mürîdân, Hz. Üftâde’ye iştikâ-yı
hâl eylemişlerdir.
Mevsim kış imiş, Hz. Üftâde esnâ-yı taâmda sofraya pilâv
konduğu zamân, “Şimdi bağdan tâze kopmuş üzüm gelse idi, şu pilav ile
güzelce yenir idi.” buyurunca mürîdân birbirinin yüzüne bakmağa başladılar.
Çünki ortalık kar ile mestûrdur, üzüm mevsimi değildir. Hz. Hüdâyî, şeyhinin
teklîfindeki rumûzu keşf ile, “Efendim, müsâade buyurulursa emr-i âlîlerini
infâza şitâbân olayım.” diye ma’rûzâtta bulunur. Şeyhi ise, “Memnûn
olurum.” demesiyle Hüdâyî, /376/
bâğa gider. Ortalık karla mestûr olduğu hâlde, bâğda kütüklerde üzümler görür
ve iki sepet üzüm doldurur. İşbu inâyet-i ilâhiyyeye müteşekkir kalır.
Sevincinden esnâ-yı râhda vecd ü semâa dûçâr olur. İlâhî ve kasâid okuyarak
avdet sırasında kazâen ayağı kayar, çamura batar. Kurtulayım diye uğraştıkça
halâs zorlaşır. Sepetleri cânından ziyâde muhâfazaya azm eder. Bu sırada bir
zât zuhûr eder. Hâlini görür, “Evlâdım, elini uzat seni kurtarayım.”
der. Hüdâyî ona, kim olduğunu sorar. Hızır (aleyhi's-selâm) olduğunu
söyler. “Efendim Üftâde’ye uzatılan el başkasına verilmez.” cevâbını
verir. Hızır’a iltifât etmez. Sırr-ı rûhâniyyeti kuvvetiyle bataktan halâs
olur. Üzümü huzûr-ı Hz. Şeyh’e getirir ve mâ-cerâyı da anlatır.
Şeyhi çok memnûn olmakla berâber, dîğer mürîdân bu hâle
mütehayyir kalırlar. Bu sırada Hz. Şeyh, “Mürîdlerim! Hüdâyî’nin kemâlini
sizler de anladınız ya, o, bu hilâfete çoktan kesb-i istihkâk eylemiştir.”
diyerek cümlesini iskât etti.
Bağa gitmek, üzümü getirmek Hz. Şeyh’in pilavı yediği
hengâm-ı kasîrdedir.
Mazhar-ı hilâfet olduktan sonra Seferîhisâr’a me’mûr
olmağla, evlâd ü iyâlini oraya götürüp altı ay ikâmet eylemiştir. Hâlbuki, Hz.
Hüdâyî, henüz Seferihisâr’da iken Halvetî erenlerinden, Baba Yûsuf nâmında bir
mürşid-i dil-âgâhdan bir mikdâr tarîk-ı esmâ görmüş ve tecelliyyât-ı ilmiyyeden
hayli merâtibe ermiş idi.
Bu kerre avdetinde Baba Yûsuf'u dünyâdan güzer etmiş
bulmasıyla hâl-i murâkabede zâhir olup, “Hoş geldiniz. Bu makâm artık bizim
değil, sizindir.” buyurmuştu. Hz. Hüdâyî, bir müddet sonra işâret-i
ma’neviyye ile Bursa’ya avdet ve Cenâb-ı Üftâde ile sohbet ederek bir müddetcik
daha hıdmet-i aliyyelerinde bulunmağı câna minnet bilmiştir.
Hz. Üftâde seherî olmağla, Hüdâyî dâimâ daha evvel
kalkar, hizmetine şitâbân olurdu. Bir sabâh havâ çok soğuk olduğundan, ber-mu’tâd
abdest suyunun ısıtılması geç kaldığından, şeyhi kalkıp su isteyince Cenâb-ı
Hüdâyî ibriği alıp odadan dışarı çıkar. Kalbinin üstüne kor. Zikru’llâh ile
ısıtmağa azm eder. Ba’dehû şeyhinin eline su dökmeğe başlar. Hz. Şeyh, “Oğlum!
Bu su âteşle ısınmış değil. Haydi, evlâdım! İki arslan bir postta oturamaz.”
derler. “Size Üsküdar tarafı zâhir oldu.” buyurur.
/377/ Bu ibrik
topraktan ma’mûldür. El’ân Üsküdar’da, Âsitâne-i Hüdâyî’de mahfûzdur.
Teberrüken ziyâret olunur.
Azîzinin emriyle Üsküdar’a gelen Hz. Hüdâyî, evvelâ
Çamlıca’da, elyevm ziyâret-gâh olup, elsine-i nâsda, “Hüdâyî Çile-hânesi” denilen
mahalde iki oda inşâsıyla, bir müddet burada uzlet-nişîn olmuştur. Ba’dehû Rûm
Muhammed Paşa Câmi'-i şerîfi kurbünde bir odaya nakl-i mekân ederek, burada tamâm
onaltı sene mücâhede eylemiştir.
Bu esnâda Rumeli Kazaskeri bulunan Sun’ullâh Efendi
tavsiyesiyle, Hz. Hüdâyî, Fâtih Câmi'-i şerîfine vâiz ta’yin olundu. Bir şeyh-i
huluvvü’l-lisân ve fâzıl-ı kârvân olmağla, erkân u ümerâ-yı devlet kendilerinin
meftûn-ı irfânı oldular.
Halkın Hz. Azîz’e gösterdiği bu rağbet-i muhıkkâneyi
çekemeyenler çoğaldı. Hâlbuki Hz. Hüdâyî’nin halaka-i va’zına şitâb edenler
mütezâyid olup, hattâ vükelâ-yı devlet bile Perşembe ve Cuma günleri va’zında
bulunmağa başladılar. İş bir dereceye vardı ki, pâdişâh-ı zamân Sultân Murâd
Hân-ı sâlis hazretleri bile uluvv-i kadrini musaddık olup, kutbiyyetine şehâdet
eylemiştir.
Sonra Rüstem Paşa kerîmesi Âişe Sultân, müşârünileyhe
câmi' ve hânkâh yaptırıp, artık vâizlikten fâriğ olarak uzleti ihtiyâr
buyurdular. Şeyh Ebû’l-Vefâ tarzında, câmi’-i mezkûrda İmâmeti kendi îfâ
eyleyip, meşgûl bi’l-irşâd oldu. Sîyt ü şöhreti âlem-gîr idi. Vasf u senâları
dillerde deverâna başladı.
Murâd-ı sâlisden sonra câ-nişîn-i saltanat olan Sultân
Ahmed Hân-ı evvelin görmüş olduğu bir rü’yâyı muabbirler ta’bîrden âciz
kalmağla, Azîz’e mürâcaatlarında, güzelce ta’bîr buyurulması, pâdişâhın memnûniyyetini
mûcib olarak, bir iltifât-ı mahsûs olmak üzre bin altun ihdâ eylemiş ise de,
kabûl etmeyip haremine hediyye etmiştir.
Pâdişâh, Cenâb-ı Şeyh’de gördüğü kemâlâta meftûn olarak
tebdîlen gelip intisâb eylemiştir. Meşhûrdur ki, bir gün sarây-ı hümâyûnda
abdest alırken suyunu pâdişâh dökmüş, havlusunu vâlide sultân tutmuştur.
Vâlide sultân, “Şu zât hakkında birçok şeyler söylüyorlar.
Bize bir kerâmet gösterse de görsek.” diye kalbinden geçirdiği bir sırada
Hz. Hüdâyî, vâlide sultâna hitâben, “Suyumu pâdişâh döktü. Havlumu vâlide
sultân tuttu. Bundan büyük kerâmet olur mu?” diye latîfe buyurmuşlardır.
Sultân Ahmed, Şeyh’in dâimâ rikâbında yürür imiş.
/378/ Evliyâ Çelebi Seyâhat-nâmesi’nde okuduğuma göre, yedi pâdişâh müşârünileyhin
elini öpmüştür. Yüzyetmişbin mürîde irâdet vermiştir. Evsâfı hadden bîrûndur.
Hayrât ü hasenâtı binden efzûndur.
Sultân Ahmet Câmi'-i şerîfinin resm-i güşâdına müsâdif
ilk Cuma günü hutbeyi pâdişâhın ârzûsuyla müşârünileyh kırâat eylemiştir.
Ekâbir-i devletin teveccühât-ı mahsûsası üzerine,
zâviyesine 80.000 kuruş vakfiyye tahsîs edilmiş idi. Bir rivâyete göre
zâviyesini mâl kudretiyle kendisi inşâ eylemiştir. Çekmiş oldukları bunca mihen
ü meşekkatin mükâfâtı dünyâ cihetinden dahi hâsıl olmuştur. Zîrâ Bursa’da iken,
izzet-i vücûdu var iken müderrislik ve niyâbetten tecerrüd ittiler. Hattâ
kendileri latîfe olarak, “Müderris olduk, nâib olduk. Hiç bir kimse
üzerimize bir nokta koymadı. Âhirine biz bir nokta koyup nâib iken tâib olduk.”
buyurmuşlardır.
İsmâîl Hakkı hazretleri buyururlar ki:
“Menâsıb-ı dünyâ sâlik-i ila’llâh olanlara maâsî makûlesinden ma’dûddur.
Zîrâ sedd-i râh ve hicâb-ı Cenâb-ı İlâh vardır. Ol vaktte ki, dünyâdan kendini
azl eyledi. Hânesinde dahi mâl ü mülkünü tevzî’ edip kuru ekmek ile iktifâ
kıldı ve zarûret-i dünyâdan nice geceler çuha yerine abâ giydi. Seherde vakt-i
vudû’da mâ-i cârîden, “Yâ dâim, Yâ dâim.” zikrini işitirdi. Kendisinin kemâl-i
isti’dâdı ve şeyhinin kuvve-i irşâdıyla, otuz senede hâsıl olacak maânî
kendisine üç senede hâsıl oldu. (ذَلِكَ فَضْلُ اللّهِ يُؤْتِيهِ مَن
يَشَاء)[92] Azîz’in sülûku da şeyhinin evâhir-i ömründe vâki’
olmuş idi ki, zamân-ı ittisâlinden gâyete dek dört sene kadar vardı.”
Bir vakitler münzeviyâne yaşamayı tercîh buyuran Hz.
Hüdâyî, bundan sonra Mihrimâh Sultân ve sâir cevâmi’-i şerîfede avâmm-ı nâsa
tebyîn-i lisân-ı şeriât ve dergâh-ı münîflerinde havâss-ı ümmete telkîn-i
zebân-ı ma’rifet buyurmağa başladılar. İşte bu vechle otuz küsûr sene meşgûl-i
irşâd olarak, pek çok ashâb-ı vecd ü hâli, âb-ı zülâl-i irfânlarıyla sîr-âb
eylediler.
Fâtih-i Bağdâd Sultân Murâd-ı râbia ibtidâ-i cülûsunda
Türbe-i Hz. Hâlid’de taklîd-i seyfi Hz. Hüdâyî icrâ eylemiştir.
Ahîren neşr olunan tercüme-i hâllerine müteallik eserde
deniliyor ki:
/379/ “Hz. Hüdâyî, Rûm Mehmed Paşa Câmi'-i şerîfi
yesârındaki odada bir müddet ârâm-güzîn-i uzlet olduktan sonra, 997/(1589)
târîhinde âsitane-i aliyyelerinin yerini tedârikle, 1003/(1595) târîhinde emr-i
inşââtını icrâ buyurmuşlardır.
Tarîkat-ı aliyye-i Celvetiyye’nin zamân-ı âlîlerinde bedr hâlindeki
inkişâfına bâdî, bâhirü’l-füyûzât, pîr-i a’zam müşârünileyhin ulviyyet-i
kıyâset-i fıtriyyelerine, her kula müyesser olmayan müktesebât ve sia-i
ilmiyyeleri ve pek az müddet zarfında mütecellî fazâil-i ma’neviyye-i
ârifâneleri inzimâm ederek, hattâ tefâsîre bilâ-mürâcaa karîha-i vâsia-i
mülhemelerinden tefsîr-i şerîf tahrîr buyurmak ve birçok âsârı kıymet-dâr
vücûda getirmek gibi bâlâ-terîn olduğunu isbât eden kemâlât-ı ulyâlarından
istifâza-i enâm maksadıyla 1002 senesi Cemâziye’l-âhirinde (Ocak-Şubat 1594)
Fâtih Câmi'-i şerîfi Cuma vâizliği ve müzekkir, müfessir ve muhaddislik
cihetleri uhde-i siyâdetlerine tevcîh olunarak nice uşşâk-ı Muhammediyye
mazhar-ı füyûzât-ı mâddiyye vü ma’neviyyeleri olmuştur. Hattâ müellefât-ı
aliyyelerinden Tecelliyyât nâmındaki
Arabiyyü’l-ibâre eser-i âlî bi'l-âhare eâzım-ı mutasavvıfe-i Arabdan
Abdülganî-i Nâblûsî (kuddise sırruhu'l-âlî) hazretleri tarafından şerh
ve tavzîh ve kudret-i ilmiyye-i Cenâb-ı Pîr, medh ü tasrîh olunmuş olması,
Azîz-i müşârünileyhin fazl ü kemâline burhân-ı celîdir. Kadrini tebcîlen
pâdişâh-ı zamân tarafından 1007 senesi Muharreminde (Ağustos 1598) yüz akçe
yevmî vazîfe-i muayyene ile levâzım-ı ikrâmları itmâm olunmuş ise de, o sırada
âsitane-i aliyyelerinin mescid-i şerîfi minber vaz’ıyla câmie tahvîl ve emr-i hitâbetin
îfâsına bi'z-zât kendileri ikdâm ile, sâlifü’z-zikr Cuma vâizliğinden kat’-ı
meyl ile buna mukâbil Üsküdar’da İskele’deki Mihrimâh Vâlide Sultân Câmii’nde
Perşembe günleri kabûl-i vazîfe-i kürsî vü nasîhat buyurmuşlardır.”
Rûm Mehmed Paşa Câmi'-i şerîfinde bulundukları müddetçe
meşîhat ve nikâbet cihetleri vaz’ olunarak bir müddet neşr-i tarîkat
buyurmuşlardır.
Üç def'a hacc-ı şerîfe muvaffak olup, birincisinin târîhi
mazbût değilse de, ikincisi 1027/(1618) târîhinde ve zevce-i mükerremeleri Âişe
Sultân[93] ile birlikte; üçüncüsü
1029/(1620) târîhindedir.
Müntesibîn-i aliyyelerinden Okçu-zâde Şâhî Muhammed
Efendi merhûmun Ahsenü’l-Hadîs /380/ tercümesinde ve Âyât-ı Erbaîn mukaddimesinde beyân
olunduğu üzre azîz-i müşârünileyhin hâiz oldukları şeref ü ulâdan mâ-adâ Silsiletü’z-Zeheb,
âl-i kirâma insilâk u intizâm ile kadr-i vâlâ-makâmları bir kat daha
murakka’ ve menşûr, uluvv-i menkabetleri şeref-i damgâ-yı âl ü siyâdet ile
muvakka'dır.
İrtihâli :
“Şeyh Mahmûd-ı Hudâyî” (شيخ محمود هدائى) ve “Ekmelü’ş-Şuyûh” (اكمل الشيوخ) terkîblerinin nâtık olduğu üzre, 1038 veya 1037 sene-i
hicriyyesi Saferü'l-hayrının ikinci (13 Ekim 1627 veyâ 1 Ekim 1628) Salı gecesi
temcîd vaktinden sonra, doksaniki yaşında terk-i âlem-i dünyâ buyurmuşlardır. Cenâzeleri
ihtifâlât-ı azîme ile kaldırılarak hânkâh-ı feyz-penâhlarında elyevm
ziyâret-gâh-ı ins ü cân olan makâm-ı âlîde vedîa-i rahmet-i Rahmân kılınmıştır.
(Kaddesa'llâhu esrârahum)
Müstakîm-zâde, Tâc
Risâlesi’nde diyor ki:
“Celvetî tâcı, oniki esmâ üzerine oniki ve min-haysi’l-mecmû’ i’tibârıyla
bir dahi add olunup onüç terk, şeyh Mahmûd-ı Hudâyî ihtirâıdır ve ismin aded-i
hurûfu ve hesâbı dahi târîh-i rıhleti olmak garâib-i ittifâkiyyedendir.”
Zeyl-i Şakayık sâhibi Nev’î-zâde Atâyî
tarafından şu târîh söylenmiştir:
قد مضى شيخ الشيوخ
الآفاق
خصه الله تعالى
بالجود
سرت بالسر وعانيت
غداً
روض لطف ومقام
محمود
زينت جنة عدن
وقصور
برياض وحياض مورود
طوق الحور نحوراً
بالنور
مثل غلمان لذى دار
حلود
سائل الخاطر عن
صاحبها
هاتف قال الشيخ
محمود[94]
İsmaîl Hakkı Hazretleri, Silsile-nâme-i Celvetî’de,
“Hz. Hüdâyî’nin kutbiyyetine şevâhid-i kesîre vardır.” buyururlar da,
te’sîsine sa’y u ictihâd buyurdukları tarîk-ı mes’adet-refîk-ı Celvetî, İbrâhîm
Zâhid-i Geylânî zamânında hilâl; Hz. Üftâde zamânında kamer, devr-i Azîz’de
bedr-i kâmil hâline teşbîh ederler.
Kenz-i Mahfî nâm eserlerinde yazarlar:
“Bir cuma günü türbe-i Hz. Hüdâyî (kuddise sırruhû) ziyâretinde iken
perde-i münîf-i kabr üzerinde resm-i (د) mersûm oldu ki, bu (dâl) harfi delîl-i
Hakk’a işârettir. Ya'nî, erbâb-ı irşâddır ki, sülûk-ı tarîk-ı Hak onlarla
temhîd olunur. Ba’dehû, (صاحب الفضيلة
العظمى)[95] ibâresini mersûm olmuş gördüm. Hz. Hüdâyî’nin, bakâ
bi’llâh mertebesine vusûlünü iş’ârdır. Zîrâ, fenâ fi’llâh ki, mertebe-i
cem’dir; rütbe-i ulyâ ve bakâ bi’llâh ki, mertebe-i fark-ı sânîdir, /381/ fazîlet-i uzmâ ve mertebe-i cem’u’l-cem’ ki, cem’ u fark mertebelerinin
mecmûunu cem’dir. Cem’iyyet-i kübrâdır ki, makâm-ı teblîğ ü irşâddır ve bu makâmın
ashâbına “kümmel-i evliyâ” derler ki, cemî’-i berâzih u kuyûddan
halâs olmuşlar; vahdet ve kesreti birbirinden bulmuşlardır ve kemâli inşirâh-ı
sadr ve inbisât-ı dil ü câna sebep olan nûr-ı tecelli ile dolmuşlardır.”
İsmaîl Hakkı hazretleri, Şerh-i Muhammediyye’sinde böyle buyuruyor:
“Bir gün Hüdâyî merhûmun türbesine pür-girye vü zârî girip ve âğâz-ı
tahiyyet edip dil-i rûh-ı pâkine, “Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llâhi ve
berekâtüh” dediğimde derûn-ı kabrden, “ve aleykümü’s-selâm yâ büneyye!”
nidâsı mün’akis olup, temessül ve tecessüd etti ve kendi münşeâtı olan hutab-ı
muhtasarasını ihsân buyurdu ve “Bu hutbe Şeyh-i Ekber hazretlerinin hutab-ı
mufassalasından icmâl ve ihtisâr olunmuştur.” buyurdu.”
Mu’tedilü’l-kâme ve hafîfü’l-liyhedir.
Şu beyit Hazret-i Pîr’indir:
Fenâ bulup hayât-ı elem şu dem ki aşk-ı yârımdan*
Muhabbet isteyen gelsin haber sorsun mezârımdan
Türbe-i şerîfeleri pek ma’mûr ve pek müzeyyendir.
1340/(1921-22) senesinde i’tinâ-yı mahsûs ile ta’mîr ve tefrîş olunmuştur.
Tafsîli üçüncü cildde inşâ'llâh derc olunacaktır.
Fıkra-i latîfe:
Sultân Ahmed Hân-ı evvel, Hz. Hüdâî’ye hediyye
göndermişler, Hz. Şeyh kabûl buyurmamış. Pâdişâh, Şeyh Abdülmecîd-i Sivâsî’ye
göndermiş, o kabûl etmiş. Pâdişâh, “Bu hediyeyi Hz. Hüdâyî’ye gönderdiğim
hâlde kabûl etmedi.” demesiyle, Şeyh Abdülmecîd-i Sivâsî, “Pâdişâhım!
Hüdâyî bir ankâdır. Lâşeye tenezzül etmez.” cevâb-ı vazîini vermiş. Birkaç
gün sonra Hz. Hüdâyî’ye mülâkatta, “Hediyyeyi Şeyh Abdülmecîd kabûl etti.”
buyurunca, “Pâdişâhım! Şeyh Abdülmecîd bir bahrdır. Bahra bir katre çirkâb-ı
mâ-sivâ düşmekle bahr mülevves olmaz.” diye izhâr-ı zerâfet ü hakîkat
buyurmuşlardır. (Kaddesa'llâhu esrârahum.)
Üsküdar Mevlevîhânesi şeyhi Ahmed Remzî Dede Efendi'ye
merhûm Şeyh Gülşen Efendi, Hz. Hüdâî'nin ahîren sâha-ârâ-yı âlem-i matbûât olan
Dîvân-ı şerîfini hediyye ettikte söyledikleri manzûme-i medhiyyedir :
Erenler bendegânı râh-ı Mevlâ'da fadâîdir
Anınçün cümlesi vâreste-i kayd-ı cüdâîdir
Yüzün sür hâk-ı dergâha olursun âkıbet Mahmûd
Azîzim saltanat ister isen fakr-ı Hudâî'dir
Oku âsârını nâil olursun mansıb-ı feyze
Muazzam sâhib-i Dîvân-ı iclâli Hüdâî'dir
[1] Tarih ibaresinin hesaplanmasından 1352 çıkmaktadır. (H)
[2] Fâtih
Kütüphânesi, hâlen İstanbul Süleymâniye Kütüphânesi’nde bir bölümdür. (H)
[3] Bu
tarihi Hindistan’da matbû' bir silsile-nâmede gördüm. Tibyân’da da 329/(941) muharrerdir.
Tarihlerde tehâlüf vardır.
[4] “Gönlümde ve dilimde
Hâlık’ın isminin cemâli var. Dudağı susuzluktan kuruyanlara Allâh’ın ismi suya
kandırıcıdır.” (H)
[5] “Hâce Nizâmüddin, Allâh Teâlâ’nın sevgilisi, her
iki âlemin efendisi ve evliyânın ışığıdır.”(H)
[6] “Kudsî âlemin bağının kuşuyum. Uzun zamân kudsî
âlemin sâkinleriyle berâberdim. Bir süredir de dünyâ meskenim oldu.” (H)
[7] Bu ibarenin hesaplanmasından 841
çıkmaktadır. (H)
[8] (لا يحزنون) “Onlar mahzun da olmayacaklar.” şeklinde 12 âyette geçmektedir. Bunlardan birisi
şöyledir:
(فَمَن تَبِعَ هُدَايَ
فَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ) "Kimler benim hidayetime
uyarsa artık onlara bir korku yoktur ve onlar mah zun da olmayacaklar."
2. Bakara
sûresi, 38. (H)
[9] “Dergâhına yüz süren kara
yüzlüler, bahtiyâr olur. Ey Hz. Bayram meded! Bahtımın karalığından
inlemekteyim.
Ey Edhem! Her ne kadar vebâl ve günâhla doluysam
da, Hacı Bayram-ı Velî’ye intisâbla şübhesiz iki cihân saâdetine erişirsin. Ey
Hz. Bayram meded!” (H)
[10] “Allâh’ın velîlerinden Bayram-ı Velî-ki, bu
yapıyı binâ edendir Hacı ve öğülecek bir zâttır.
Gece-gündüz grubu
ortaya çıkınca ümranına himmet etti, ötelerin kahraman şeyhi.
Tamirinin tamâmlandığını gören, sevinçle bu câmi
tamir edildi diye târîhini söyledi.” (H)
[11] “Afrâsiyab’ın kubbesinde (baykuş) nöbet tutuyor.
Kayser’in sarayında da, örümcek perdedârlık yapıyor.” (H)
[12] “Dostlarının kalblerini Hazretin kapısına
cezbeyleyen ve o kalblere görünmeyen bir sûrette yardım eden Allâh’a hamd
olsun. Bundan dolayı onlar, Hz. Allâh’ın ezelî ve ebedî oluşunu kesin olarak
gördüler. Onların varlığını, kendi yüce varlığında yok etti. Böylece onlar,
Allâh’ın zâtının denizinde dağıldılar.
Salât ve selâm ise, yaratıkları
arasından seçerek gönderdiği ve en kâmil kulu olan Hz. Muhammed (a.s.)’a olsun
ki, varlık âleminin önde gelenleri, onun kemâline ve husûsiyetine şehâdet
etmişlerdir. Ayrıca âline, ashâbına ve vârislerinden kâmil ihvânına da (salât
ve selâm olsun.)” (H)
[13]
“Hüküm Allâh’ındır ve işler Allâh’ın kudret elindedir.” (H)
[14] “Senden
önce hiçbir insana ebedî hayat vermedik.” 21. Enbiyâ sûresi, 34. (H)
[15] “Şu dünyada
kör olan kimse âhirette de kördür.” 17. İsrâ sûresi, 72. (H)
[16] "Sen dağları görürsün
de, onları yerinde durur sanırsın. Oysa onlar, bulutun yürümesi gibi
yürümektedirler." 27. Neml
sûresi, 88. (H)
[17] “... Hayır
onlar yeni bir yaratılıştan şübhe etmektedirler.” 50. Kâf sûresi, 15. (H)
[18] “Ben yere ve
göğe sığmam. Ancak mü’min kulumun kalbine sığarım.” Hadisçiler bunu sahîh hadîs
olarak
[19] “Nasıl
ölürseniz öyle haşrolunursunuz.” (H)
[20] “Artık
onlara bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.” 2. Bakara Sûresi,
38. (H)
[21] “... Öyle
adamlar vardır ki, Allah’a vermiş oldukları ahde sadakat gösterirler.” 33. Ahzâb
sûresi, 23. (H)
[22] (اتقوا فراسة
المؤمن فانه ينظر بنور الله) “Mü’minin ferâsetinden korkunuz. Çünkü
o, Allah’ın nûru ile bakâr.” et-Tirmizî Sünen,
Tefsîri-i sre, 15,16. (H)
[23] “Muhabbetinin nûruyla gönlünüzü nurlandıran,
sevgisinin şevkıyla kendisine âşık kılan, şerîatının erkânıyla edeplendiren,
sizi kendi yoluna sokan, ma’rifesini anlamayı öğreten, gerçeği tam mânâsıyla
kavrayıp peygamberine vâris kılan Allah’a hamd olsun.” (H)
[24] "Bu Hâlid’in kabridir." (H)
[25] Bu ibârenin hesaplanmasından 861
çıkmaktadır. (H)
[26] Kendilerine
“Sivaslı” diye Şakâyık’da yazılması, pederinin Sivaslı olmasından
kinâyedir. Vâlidesi ise Amasyalıdır. Hz. İbrâhîm, Amasya’da doğmuştur. Hafız
Hüseyn-i Ayvansarâyî
böyle yazar.
[27] Bu ibârenin hesaplanmasından verilen tarih
çıkmamaktadır. (H)
[28] Bu ibârenin hesaplanmasından verilen tarih çıkmamaktadır.
(H)
[29] “Koğulmuş
şeytandan Allah’a sığınırım. Rahîm ve Rahmân olan Allah’ın adıyla iyi bilin ki,
haberiniz olsun, Allah’tan başka ilâh yoktur. Muhammed Allah’ın elçisidir.
Allah’ın dostlarına korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. (Yûnus
sûresi, 10). İşler husûsunda çaresizliğe düştüğünüz zaman kabir ehlinden yardım
dileyiniz.” (Son kısım için el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c.I, s. 85’de. (H)
[30] Bu paragraf, konuya uygun olduğu için, Sefîne 269.
sayfadan buraya hakledilmiştir. (H)
[31] Bu ibârenin hesaplanmasından
verilen tarih çıkmamaktadır. (H)
[32] "Bize nimet veren, İslâm'la
şereflendiren, bizi sevgilisi Muhammed (aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'ın
ümmetinden kılan Allah'a hamd olsun. 'Eğer Allâh'ı seviyorsanız, bana itâat
edin ki, Allah da sizi sevsin.' (3. Âl-i İmrân suresi, 31)" (H)
[33] Rasûlüllah
(s.a.s.) şöyle buyurdu: Yâ Ali! Senin etin, benim etim; senin cismin,
benim cismim; senin kanın, benim kanım.” (H)
[34] “Allah,
vahyettiği şeyi bunun üzerine vahyetti. Gördüğünü kalbi yalanlamadı.” 53. Necm
Sûresi, 10-11. (H)
[35] “Senin
varlığın, başka bir günahın kendisiyle mukâyese edilemeyeceği bir günahtır.”
(H)
[36] “Allah,
kendisine ortak koşulmasını aslâ bağışlamaz; bundan başkasını dilediği kimse
için bağışlar.” 4. Nisâ sûresi, 48. (H)
[37] "Çocuk, babasının sırrını
taşır." (H)
[38] (وَمَن
دَخَلَهُ كَانَ آمِنًا)
«Orada apaçık deliller vardır. İbrâhîm’in makamı vardır. Kim oraya girerse
emniyette olur.” Âl-i İmrân sûresi, 97. (H)
[39] “Taşlanarak
(kovulmuş) şeytandan Allah’a sığınırım. Rahman ve Rahim olan Allah’a
sığınırım. Allah’ın dilediği olur, dilemediği olmaz. De ki:
[40] “Nefsini
bilen kişi Rabbini de bilir.” el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ,
c.II. s. 262. (H)
[41] Bu ibârenin hesaplanmasından verilen tarih çıkmamaktadır.
(H)
[42] "Rahmân ve Rahîm olan Allâh'ın adıyla. Bizi imânın gerçeğine ulaştıran, bir işi en
iyi yapıp kavrama imkânını ikrâm eden, irfan yolunun ezelî inâyetine muvaffak
kılan, manevî zevk ve vicdân ehlinin yoluna girmeyi bize kolaylaştıran Allah'a
hamd olsun. Salât ü selâm, rûhun ve bedenin menşeini açıklayan, bütün insanlara
ve cinlere gönderilip onlara Kur'ân nassıyla mebde' ve meâd ilmini öğreten
(Rasulu'llâh)'a, onun, Kitap ve Sünnetle hidâyete erdirici olan âline ve
ashâbınadır." (H)
[43] “Hiç bilenler bilmeyenler bir olur mu?” 39. Zümer
sûresi, 9. (H)
[44] “Kim bir kavme benzerse o, ondan olur.”
el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, II, 240. (H)
[45] Rasûlullah (s.a.s.)’in
buyurduğu gibi: “Biriniz bir kardeşini seviyorsa, bunu ona bildirsin.” Tirmizî,
sünen, zühd, 54; Ebû Dâvûd, Sünen, Edeb, 113. (H)
Allah Teâlâ’nın buyurduğu gibi:
“Birbirine Hakk’ı tavsiye ederler...” 103. Asr sûresi, 3.) (H)
[46] Bu zât
Kalburcu şeyhi Pîr Ahmed Efendi ise, Hz. Sünbül’ün halîfesidir. III. cildde 278. sahifede bahsi
geçti.
[47] Yani senden
maksûd, ilâhiyyü’l-asl olan kelimâtdır.
[48] “Men aref
sırrı budur. İnsanın kendi vicdânına girip, bu hakîkati tayakkun etmesi
mi’râc-ı hakîkattir.
[49] Sırr-ı
ulûhîyyetin vicdânda tecelli ettiğini ve vicdânın, Arş-ı Rahmân olduğunu
anlaması, rubûbiyyeti de anlamış olmaktır, demek istiyor.
[50] “Andolsun ki, o ağacın altında
[51] “Şunu bil ki, eğer bir yolun adamıysan şu iki halin
dışında değilsin: Ya cezbe yolu gerek, ya da ictihad yolu.” (H)
[52]
“Abdâlların namâzında sevih secdeleri bulunur. (Hâlbuki) âriflerin
namâzında vücûd mahvolur.” (H)
[53] “... Bu, her şeye gâlip olan ve her şeyi bilen
Allah’ın takdîridir.” 6. En’am sûresi, 96; 36. Yasin sûresi, 38. (H)
[54] “Seyyid, şehîd, ma’sûm, mağfûr
Bâlî, fenâ yurdundan bakâ yurduna yer değiştirdi.” (H)
[55] “Merhûm İsmaîl b. Hacı Ali,
991/(1583) (senesinde) vefât etti.” (H)
[56] Bu manzûmenin vezninde bozukluklar vardır. (H)
[57] “Biz
emâneti göklere, yere ve dağlara teklîf ettik de, onlar bunu yüklenmekten
kaçındılar ve korktular. Onu insan yüklendi...” 33. Ahzâb Sûresi, 72.
(H)
[58] Mehmed Ali
Aynî Bey, Hacı Bayrâm-ı Velî nâm
eserinde 127. sahifede bu zâtı âlî-kadrden bahs eder. (Evkâf-ı İslâmiyye
Matbaası, İstanbul, 1343).
[59] “Allâh’ın aşkı yolda delîldir. Hacı için de Ka'be kapısı sığınaktır.” (H)
[60] İdrîs-i
Muhtefi Hazretleridir. Cilve-i ilâhiyyeye ibretle nazar eyle sevgili kâri’.
[61] (تَسُرُّ
النَّاظِرِينَ) “Bakanlar
memnun olurlar.” 2. Bakara sûresi, 69. (H)
[62] “O kimseler ki, velâyet
derecesinin en yükseğine ulaştılar. Onların üstünde, nübüvvet derecesi vardır.
Bu derecedeki velâyete “gurbet” makamı denir. Bunlar kendilerini gizlerler.”
(H)
[63] “Bu zayıf, fânî kul Abdülbâkî el-Hüseynî b.
eş-Şeyh Muhammed La’lî-zâde, o kitaba mâlik olmakla şereflendi. O, istediğine nâil oldu. Ona ve ecdâdına
Allâh rahmet etsin.” (H)
[64] Mektuptaki mühürde “Abdülvâhid b. Hz. Mevlânâ”
yazılıdır. (H)
[65] “Rabbinin
indinde ona Cennetü’l-me’vâ olması için duâ ediyorum. Hâtifden gelen bir ses
ona târîh dedi: Allâh, onun rûhunu cennete dâhil etsin.” (H)
[66] “En
zayıf halîfeden tarîkat erbâbının en kâmiline.” (H)
[67]
“Fakirlerin en zayıfından en büyük âlime: Ehl-i irşâddan meded ummak,
mûrâda nâil olmakta büyük bir temeldir, itikadın en güzeli, doğrudan erbâba
ulaşmaktır. Bu da zor işleri kolaylaştırır ve Rabbu’l-erbâb’a ulaştırır.
Kapıları açan Allâh’dır, doğru yola ileten de O’dur.” (H)
[68] (الفقر فخرى) “Fakirlik iftihar vesîlemdir.” el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, c.II. s. 87. (H)
[69] “Cenâb-ı Allâh, bu parlak saltanatın temellerini ve direklerini
güçlendirsin. Göz kamaştırıcı
hilâfetin de binasını ve o binanın üzerinde durduğu ayakları da te’yîd etsin.” (H)
[70] “Sen
olmasaydın, sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım.” el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ,
c.II. s. 164. (H)
[71] (وَإِذْ
قُلْنَا لِلْمَلاَئِكَةِ اسْجُدُواْ لآدَمَ فَسَجَدُواْ إِلاَّ إِبْلِيسَ )َ Yine bir zaman, meleklere “Âdem’e secde edin.” demiştik.
Bunun üzerine İblis hariç, onlar Âdem’e secde ettiler...” 2. Bakara sûresi, 34 ve
çeşitli âyetler. (يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا
ارْكَعُوا وَاسْجُدُوا وَاعْبُدُوا رَبَّكُمْ) “Ey îman edenler,
rukû edin, secde edin, Rabbinize ibâdet edin.” 22. Hac Sûresi, 77. (H)
[72] (هَلْ
أَتَى عَلَى الْإِنسَانِ حِينٌ مِّنَ الدَّهْرِ لَمْ يَكُن شَيْئًا مَّذْكُورًا ) “İnsan yaratılıp, bahse değer bir şey haline gelmeden evvel,
üzerinden uzun bir zaman geçmemiştir.” 76. İnsan sûresi, 1. (H)
[73] (إِنَّا
أَنذَرْنَاكُمْ عَذَابًا قَرِيبًا يَوْمَ يَنظُرُ الْمَرْءُ مَا قَدَّمَتْ يَدَاهُ
وَيَقُولُ الْكَافِرُ يَا لَيْتَنِي كُنتُ تُرَابًا) "Biz sizi, yakın bir azapla
uyardık. O gün kişi
önceden kendi elleriyle yaptığı amellere bakâr. Kâfir ise, “Keşke
toprak olsaydım.” der."
78. Nebe’
sûresi, 40. (H)
[74] “Bu,
Allâh’ın, yeryüzünde ve semâda garîb bir kulu olan Abdullâh-ı Bosnavî-i Rûmî-i
Bayramî’nin kabridir.” (H)
[75]
Bu oda el’ân mevcûd olup, ziyâret-gâh-ı erbâb-ı aşktır. Odayı
kapadıkları için bi-hasebi’l-esrâr hiç kimsenin orada ikâmeti müyesser
olamamakta imiş.
[76] Bu
manzûmenin vezninde bozukluklar vardır. (H)
[77] Bu hanım,
Hz. Himmet’in müntesibelerindendir. 1105/(1694)’de intikâl eylemiştir.
“Emetullâh Kadın” nâmıyla meşhûr olup, sâhib-i Dîvân’dır. Şiirde,
“Sıdkî” tahallus eylemiştir. Kadı Kametî-zâde kerîmesidir. Tezkire-i Sâlim’de
okudum.
[78] (وَعَلَّمَ
آدَمَ الأَسْمَاء كُلَّهَا)
“Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti...” 2. Bakara sûresi, 31. (H)
[79] (كنت كنزا مخفيا فاردت
أن أعرف فخلقت الخلق)
“Ben bilinmeyen bir hazîne idim, bilinmek istedim ve mahlûkatı yaratım. Ben
kendimi onlara öğrettim, onlar da beni bildi.” el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c.II, s. 132.
(H)
[80] Bu
manzûmenin vezninde kusurlar vardır. (H)
[81] Şimdi
bu dergâh-ı münîfin bir taşı da kalmamış, zemininden daha da aşağı inilmiş ve
yerine Zeynep Kâmil Hastahânesi müştemilatından bir binâ yapılmış, taşları da
Selîmiyye (Pertevpaşa) Tekkesi hazîresine nakl-i kabul yapılmadan
götürülmüştür. Buna sebep Dr. Fahri Ata Bey’dir. O zamân başhekimi idi. (Süheyl
Ünver)
[82]
(فَثَمَّ وَجْهُ اللّه)"Allah’ın yüzü (zatı) oradadır."
2. Bakara sûresi,
115 . (H)
[83] (لى مع الله وقت لايسعنى فيه ملك مقرب ولا نبى مرسل) “Benim Allah katında
öyle bir hâlim vardır ki, benim o hâlime, ne bir melek yaklaşabilir, ne bir
peygamber ulaşabilir.” el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c.II, s. 173. (H)
[84] Bu ibârenin hesaplanmasından 1127 çıkmaktadır. (H)
[85] Abdülhay
Efendi’nin büyük oğlunun ismi yazılmamıştır. Sonradan yazılmak üzere boşluk
bırakılmış, fakat, tamamlanmamıştır. (H)
[86] “Ben Kur’ân’ım ve
seb’u’l-Mesânî’yim.” (H)
[87] “Ben Kur’ân (okuyan) âdil bir kişiyim.” (H)
[88] “Ben Kur’ân okuyucusuyum.” (H)
[89] “Tarîkat yolunun yolcusu budur
ki, onun yolunda şeriât hükümleri söz sâhibidir.” (H)
[90] Bu iki ibârenin hesaplamasından 982 çıkmaktadır. (H)
[91] “Ey Ulu Câmi, Uluların
toplandığı makam! Gece gündüz seni ziyâret edene müjdeler olsun.” (H)
[92] “...
Bu, Allah’ın bir lutfudur. Dilediğine verir...” 5. Mâide sûresi, 54. (H)
[93] Kanunî Sultan
Süleymân’ın kerîmesi Mihrimâh Sultan’ın kerîmeleridir.
[94] "Kâinâtın şeyhlerinin
şeyhi geçti. Allâh ona cömertliği tahsîs buyurmuştur.
Gizlice gittim ve
ertesi gün lütuf bahçesine ve Makam-ı Mahmûd’a ulaştım.
Adn Cenneti ve
köşkler, gelen bahçeler ve havuzlarla ve hûrîlerin nurla parlayan gerdanlıkları
ile süslendi.
Sanki o, ebedîlik
yurdunun sâhibi bir gılman gibiydi.
Hâfıza bunların
sâhibini sordu. Hâtiften bir ses: “Şeyh Mahmûd’dur.” diye cevâb verdi.”
(الشيخ محمود) ibâresinden 1039 çıkmaktadır. (H)
[95] En büyük
fazîletin sahibi (H)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar