Print Friendly and PDF

Sefîne-i Evliyâ Evliyâ-yı Ebrâr Şerh-i Esmâr-ı Esrâr 2

Bunlarada Bakarsınız



ABDULLÂH MÜNZEVÎ-İ NAKŞİBENDÎ

Buhârâlıdır. Bursa’ya gelip tahsîl-i kemâlât ederek icâzet almış, Karaşeyh Mahallesi’nde bir hânede münzevîyâne yaşamaya başlayıp cuma günleri Câmi'-i Kebîr’e, evkât-ı sâirede mahalle mescidine cemâate hâzır olurmuş. Tarîk-ı Nakşıbendî’den feyz-yâb oldukta muhterik hükûmet konağı civârında bir hâne, bir dergâh, bir câmi'-i şerîf ve kendine çile-hâne inşâ eylemiş ve vakıflar te’mîn etmiştir. Elyevm Câmi'-i Kebîr’deki kütüp-hâneyi dahi te’sîse muvaffak olup kıymetli kitaplar ihdâsıyla âlem-i irfâna pek büyük hizmet eylemiştir.

Ders şerîklerinden olup, Eskişehir’de tedrîs-i ulûm ile meşgûl Osmân Efendi, Abdullâh Efendi’ye hitâben, “Ben kaç def'adır icâzet veriyorum. Sen ise münzevîyâne bir hayât içindesin.” diye muâhiz-kârâne bir mektûb yazmış. O da “Siz tedrîs-i ulûm ile iştigâlinize mağrûr olmayınız, birkaç günlük ömrünüz kalmıştır. Kitâbları Câmi'-i Kebîr kütüp-hânesine vakfediniz.” diye cevâb vermiş. Fi'l-hakîka karîben irtihâl eylemiştir. İrtihâlinden evvel kitâblarını mezkûr kütüb-hâneye vakf edip, îsâl ve teslîmini vasiyyet etmiştir.

Bu bâbta birçok kerâmâtı ve ahvâl-i hâriku’l-âdesi menkûldür.

Bursa’da Mısrî Hânkâhı şeyhi Muhammed Şemseddîn Efendi yazdığı bir mektûbda, “Bu zât Buhârâlı değil, Karaman’ın Aladağ kazâsı kurâsından Kâhdâme, nâm-ı dîğer Irhal karyesindendir. Kayseri’den gelmiş, Ankara’ya gitmiş. Bu tercüme-i hâl Ravzâtü’l-Müflihîn’dendir.” diyor.

Ba'zı zevâtın dergâha ihdâ ettikleri et’ımeyi Abdullâh Efendi toprağa gömdürür imiş. Dervîşleri arasında güft-u-gû olmuş ve dervîşin biri gelen et’ımeden bir mikdârını gizlice hücresine saklamış. Hz. Şeyh, vâkıf olup, onu hücreden meydâna çıkarttığında, haşerât-ı mü’ziyeden ibâret olduğunu o dervîş ve dîğerleri görünce Abdullâh Efendi “Evlâdlarım! Her gelen taâm hemen yenilmez. Harâm ile muhammer olan bu gibi şeyleri yemek, seyr ü sülûka en büyük engel olan şeylerdendir. Tîb lokma yemeğe bakınız.” diye onları intibâha da’vetle kerâmet göstermiştir.

/239/ Abdullâh-ı Münzevî’nin irtihâli 1210/(1795) senesindedir. Dergâhın bahçesinde medfûndur. Mezâr taşındaki manzûme:

Kutb-ı çarh-ı zühd ü takvâ gavs-ı mülk-i ittikâ

Şeyh Abdullâh Efendi kabr-i cennet-râyiha

Fakrını fahr eylemiş sultân-ı istiğnâ idi

Vasf u tahrîrinde kâsırdır lisân-ı mâdiha

Fakr iken hâli nice vîrânı âbâd eyledi

Kalb-i dâru’n-nasrı kudretden bulurdu lâyiha

Câmi’-i Bursa’da tertîb-i kütüb hoş-hayr idi

Olmamış bir hâtıra bu zâta dek bu sâniha

Ehl-i servet kâm-resi olmadığı hayr-ı cemîl

Geldi yüzünden dahi nice husûsu fâyiha

Gitdi üçler cânib-i gayba duâ-yı hayr ile

Rûh-ı pâkine di sıdk-ı kalb ile el-Fâtiha

(روح باكينه دى صدق قلب ايله الفاتحه) – 1213 -3 = 1210/(1795)

(Kaddesa'llâhu sırrahû)

Şeyh Osmân Efendi

Abdullâh Efendi halîfesidir. Dergâha şeyh olmuştur. 1232/(1817)’de vefât etmiştir.

Şeyh Muhammed Emîn Efendi

Osmân Efendi’nin irtihâli(nden sonra) câ-nişîni olmuştur. 1232/(1817)’de vefât etmiştir. Dergâh hazîresinde defîn-i hâk-i gufrândır. (Kuddise sırruhû)

Şeyh Muhammed Sâdık Efendi

89. sahîfede tercüme-i hâlini yazdığım Emîniyye Dergâhı şeyhi, ârif-i maârif-i ilâhî Şeyh Muhammed Emîn Efendi hazretlerinden müstahlefdir. Ulûm-ı akliyye vü nakliyyeden mücâzdır. Ders okutup icâzet vermiştir. Reîsü’l-kurrâ Şeyh Kerîm Efendi’nin mahdûmudur. Şeyh Kerîm Efendi, Selâmî Dergâhı şeyhi ve Hz. Selâmî evlâdından idi. Şeyh Emîn Efendi’den sonra, Münzevî Abdullâh Efendi Dergâhı’na şeyh olmuştur. 1262/(1846) senesine kadar otuz sene seccâde-nişîn-i irşâd olarak âzim-i dâr-ı cinân olmakla dergâh hazîresinde defn edilmiştir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Şeyh el-Hâc Ahmed Ferîd Efendi

Muhammed Saîd Efendi-zâdedir. Mûmâileyh Sâdık Efendi’nin dâmâdıdır. Sâdık Efendi’den kırâât-i seb’a ve aşereden ve ulûm-ı akliyye vü nakliyyeden me’zûn olup Hicâz’a azîmetinde (sahîfe 161), Muhammed Cân Efendi hazretlerinden tarîk-ı Nakşıbendî’den müstahlef olarak nâil-i feyz olmuştur. Sâdık Efendi’den sonra dergâha seccâde-nişîn olup, yirmi iki sene mesned-i irşâdda neşr-i feyz eylemiştir.

1284/(1867) senesinde irtihâl etmekle dergâh-ı şerîf hazîresine defn olunmuştur. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

ŞEYH MUSTAFA VAHYÎ EFENDİ

Ahmed Ferîd Efendi-zâde’dir. 1263/(1847)’de kadem-zen-i mihnet-gâh-ı âlem olmuştur. İbtidâî ve rüşdî tahsîlden sonra müderrisîn-i fâzıladan el-Hâc Hasan Zühdî Efendi b. Ali el-Konevî merhûmun dersine devâm ile 1293/(1876)’de icâzet ve pederinden tarîk-ı Nakşıbendî’yi almış ve pederinin irtihâlinde dergâh-ı mezkûr meşîhatine nâil olmuştur.

/240/ Bursalıdır. Altmış seneden beri post-nişîndir. Bursa’da reîsü’l-meşâyıhdan; ders okutmuş, icâzet vermiş, tetebbuât-ı ilmiyyede pek ileri gitmişlerdendir. Bursa’da adliyye mahkemeleri a’zâlığında ve riyâsetinde ve bir müddet belediyye riyâsetinde bulunarak memleketine hıdmet-i mâddiyyede de bulunmuştur.

Mustafa Vahyî Efendi ile mükerreren müşerref oldum. Cidden ve hakîkaten bir şeyh-i kâmildir. Şöhretten müctenib, uzlete meyyâl ilm-i tasavvufta mütebahhir bir ferîd-i asrdır. 227. sahîfede tercümelerini yazdığım Şeyh Seyyid Abdülkâdir-i Belhî’ye hâl-i hayâtında mülâkî olup, ondan da ahz-i feyze muvaffak olmuş, mertebe-i ma’neviyyesini bâlâ-ter eylemiştir.

Ba'zı âsâr-ı ilmiyye yazmağa teşebbüs etmiş ve kısmen yazılmış iken, işâret-i ma’neviyye ile bundan ferâgata mecbûr olduğunu, mahrem olarak söylediği bir zât îmâ eyledi.

Pazartesi geceleri cehren zikr ederler. Dergâh-ı şerîf ve havâlîsi vaktiyle gâyet geniş iken, kısmen dâire-i hükûmetin tevsîinde, kısmen yolun güşâdında alındığından, elyevm mahdûd bir sâha içinde kalmıştır.

Mustafa Vahyî Efendi, meşâyıh-ı zamân arasında, vücûduyla iftihâr olunacak eâzımdandır. Ahmed ve Âgâh isminde iki mahdûm-ı necîbi vardır. Millete büyük hizmetler etmekte bulunmuşlardır.

İrtihâli :

Bir gün dergâh civârında Alboyacılar Hamamı’na gidip, hamamda ayağı kayarak üç def'a düşmekle vücûdu hırpalanmış, bacağı sakatlanmış idi. Zavallı, bir müddet hasta yatarak, nihâyet ifâkat bulmamış, 16 Rebîu’l-evvel 1344/(3 Ekim 1925)’te irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Emîr Sultân Türbesi civârındaki makberede, fabrikatör Osmân Efendi’nin kabri yanında defîn-i hâk-i mağfirettir.

Mısrî Dergâhı şeyhinin söylediği târîhdir:

Münzevî Dergâhı şeyhi idi bu zât-ı kerîm

Nakşıbendî mesleğini neşr iderdi sâl ü mâh

Sâlikânın hıdmetine sa’y idüp altmış sene

Şeyh u dervîşâna maddî ma’nevî olmuş penâh

Meclis-i Şeyhân’a olmuşdu reîs-i muhterem

Fâzıl u kâmil idi ol ârif-i pür-intibâh

Vâkıf-ı ilm-i tasavvuf ârif-i sırr-ı meâd

Misli gelmez bir daha bu sözüme halkdır güvâh

Seksenüç yaşında geldi ‘irciî’ emri ana

Mazhar-ı afv-ı Hudâ’dır bunda yokdur iştibâh

Âfiyet ile muammer eyleyüp evlâdların

Eylesün Mevlâ-yı Kâdir ayn-ı lutf ile nigâh

Söyledim Şemsî-i Mısrî ana bir târîh-i tâm

Oldu Şeyh Vahyî Efendi vâsıl-ı bezm-i ilâh

(اولدى شيخ وحيى افندى واصل بزم اله)[1]

 


 

TARÎKAT-I ALİYYE-İ ÇEŞTİYYE

/241/ ŞEYH EBÛ AHMED ABDÂL-I ÇEŞTÎ

Ekâbir-i evliyâu’llâh’dan olup, Hindistan’da neş’et eylemiştir. “Çeşt” orada bir beldenin ismi olup, yâ-yı nisbetle, “Çeştî” denilmiştir. Silsile-i tarîkatları bervech-i atî, Hz. Alî (radıya'llâhu anh) efendimize müntehî olur:

Hz. Pîr Ebû Ahmed-i Çeştî                                       (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Şeyh Ebû İshâk-ı Şâmî                                                          "

Şeyh Mimşâd Aliyy-i Dîneverî                                            "

Şeyh Emînüddîn Sîretü’l-Basrî Ebû Hübeyre                      "

Şeyh Huzeyfe el-Mar’aşî                                                      "

Şeyh İbrâhîm Edhem el-Belhî                                              "

Şeyh Fudayl b. İyâz                                                              "

Şeyh Abdülvâhid b. Zeyd                                                     "

Hz. Hasan el-Basrî                                                    (Radıya'llâhu anh)

Ser-çeşme-i evliyâ Hz. Alî                (Kerrema'llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh).

Hindistan’da Fersnağa (فرسناغه) sultânının oğludur. 260 sene-i hicriyyesinde (874)  dünyâya zînet-efzâ olmuştur. Yirmi yaşına kadar pederlerinin sarayında büyüdü. Bir gün pederleriyle ava çıkmışlardı. Dağda kırk kişiye rast geldi. Bunların içinde vaktiyle kendisinin velâdetini, vukuundan evvel pederine haber veren Şeyh Ebû İshâk-ı Şâmî hazretlerini gördü. Nûr-ı ferâset ü irfân ile tanıştılar. Ona meclûb oldu. Altındaki atını, üstündeki silâhını terk ile pederinin müsâadesiyle Hz. Ebû İshâk’a teslîm oldu. Ondan ulûm-ı mâddiyye vü ma’neviyyeden müstefîd olup, isti’dâd-ı ezelîsi îcâbı az vakitte her iki âlemde ferîd-i zamân denilecek râddeye geldi. İlm ve fazl u irfânına meftûn olanlar çoğaldı. Şark ve garb ulemâsı ona gıbta eylediler, ziyâretine şitâbân oldular. Hindistan’da İmâm-ı tarîkat addedildi.

Fâtih Kütübhânesi’nde[2] Harîrî-zâde’nin üç cildden mürekkep Tibyânu’t-Tarâik’inin I. cildinin 220. sahîfesinde hakk-ı âlîlerinde tafsîlat vardır.

Siyerü’l-Aktâb sâhibi diyor ki:

“Hz. Şeyh yatsı namâzı abdestiyle sabâh namâzını kılardı.”

İntikâli şöyle oldu:

Yatsı namâzından sonra hücre-i hâssına girdi. Mürîdânı çekildiler. Mahremân-ı /242/ dergâhı olanlar, bâb-ı saâdet-meâbında derbân kaldılar. Gece ayak sesi işittiler, gûyâ biri geliyordu. Bir sadâ, sâmia-i ıttılâ’larına vâsıl oldu. İçeri girdiler, baktılar; Hz. Şeyh sâkin bir hâldedir. Sabâh namâzı vakti oldu. Seslendiler, cevâb alamadılar. Bi’l-ızdırâr nezd-i ekremlerine girdiler. Hz. Şeyh’i Hakk’a ulaşmış buldular. O gece evliyâu’llâh’dan nice zevât-ı kirâm, Fahr-i âlem, güzîde-i benî-Âdem (salla'llâhu aleyhi ve sellem) efendimiz hazretlerini rü’yâda görmüşler, “Allâh’ın mahbûbu geliyor. Onu istikbâl ediniz.” buyurmuşlardır.

Fi'l-hakîka o gece nûr-ı dîde-i uşşâk, terk-i âlem-i nâsût, azm-i âlem-i lâhût eyledi. Fevka'l-âde hüsn-i cemâle mâlik olmakla berâber mehâsin-i ahlâkı ve rütbe-i irfânı cihânı kendisine meclûb eylemişti. İrtihâli haberiyle Hindistan, yerinden oynamıştır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Tezkiretü’l-Âşıkîn nâm eserde dahi menâkıb-ı latîfeleri mündericdir. Hârikulâde hâllerinden uzun uzadıya bahs olunur.

İrtihâlleri 355 Recebinin altıncı (29 Haziran 966) Pazartesi gününe müsâdiftir. Demek ki, yetmişbeş sene muammer oldular. Sâdât-ı ızâm-ı Hüseyniyye’den olduğu eser-i mezkûrda muharrerdir.

Te’sîs buyurdukları tarîk-ı Çeştî’de dört mertebe-i zikr vardır:

Birincisi, “Allâhu Allâh”. Birinci ism-i şerîfin “hâ”sının zammı ve ikincisinin sükûnuyladır.

İkincisi, “Allah Allah”. Kuvvet ve şiddetle ve cehr ü fevr ile.

Üçüncüsü, lafzatu'llâh. Hizb-i zikrin şiddetiyle ve cehr-i müfrit iledir ki, nûrdan bir dâire-i tevhîd içinde hayâlini bu ism-i mübârekde ifnâ şarttır.

Dördüncüsü, “Lâ-ilâhe illa'llâh”, kelime-i tevhîdiyyesi ile meşgûl olmaktır.

Hindistan’da ziyâdesiyle intişâr eylemiş; Nizâmiyye ve Sâbiriyye nâmıyla iki şu'beye ayrılıp zamânımıza kadar vâsıl olmuştur. 23. sahîfede şecere-i tarîkatı yazmış idim. İmâm Rabbânî, Sâbiriyye kolundandır. 123. sahîfede bahs eylediğim Şeyh İmdâdullâh Efendi hazretleri de ricâl-i Çeştiyye’dendir.

HÂCE MUHAMMED B. EBÛ AHMED-İ ÇEŞTÎ

Ebû Ahmed-i Çeştî hazretlerinin necl-i necîbidir. Pederinin âlem-i cemâle intikâlinde câ-nişîni olmuştur. Pederlerinin teşvîkiyle ulûm-ı dîniyye tahsîl etti. Henüz yirmidört /243/ yaşında iken ulûm-ı dîniyye ve maârif-i yakîniyyede ferîd-i asr oldu. Zühd ü veraı mükemmel idi. Dünyâdan ve ehl-i dünyâdan i’râz eyledi. Pederlerinin mesleğini tuttu. Riyâzet ve ibâdette şiddet yolunu tuttu. Terk-i dünyâ mukarrer olunca, “Ona bel bağlanmak, aldanmak cinnettir.” diye herkesi fenâya da’vet eder oldu.

Sultân Mahmûd Sebüktekin, Sümnân (سومنان) gazâsına gittiği zamân müşârünileyhe işâret-i ma’neviyye vâki’ olmuş ki, sultâna yardım ede. O zamân yetmiş yaşında idi. Birkaç dervîşi aldı, gazâya iştirâk eyledi. Netîceten düşmâna galebe vâkı’ olduğundan, âlem-i İslâm’a şu sûretle mâddeten dahi yardımı taalluk eyledi. Pederinin mazhar olduğu hürmet kendileri hakkında da tecellî eyledi. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

ŞEYH MUÎNÜDDÎN-İ ÇEŞTÎ

Tarîkat-ı aliyye-i Çeştiyye kibâr-ı meşâyıhından ve Hindistan’ın mazanna-i kirâmından ârif-i bi’llâh bir zât-ı şerîf olan Şeyh Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin pîr-i tarîkata kadar olan silsilesi ber-vech-i atîdir:

- Seyyidinâ Hâce Muînüddîn-i Çeştî (Kaddesa'llâhu sırrahû). İrtihâli: 6 Receb 633/(16 Mart 1236).

- Seyyidinâ Hâce Osmân-ı Hârûnî (Kaddesa'llâhu sırrahû). İrtihâli: 6 Şevvâl 603/(7 Mayıs 1207).

- Seyyidinâ Hâce Hacı Şerîf (Kaddesa'llâhu sırrahû). İrtihâli: 3 Receb 612/(28 Ekim 1215).

- Seyyidinâ Hâce Mevdûd (Kaddesa'llâhu sırrahû). İrtihâli: Receb 521/(Temmuz-Ağustos 1127).

- Seyyidinâ Hâce Ebû Yûsuf (Kaddesa'llâhu sırrahû). İrtihâli: 3 Receb 359/(12 Mayıs 970).

- Seyyidinâ Hâce Ebû Muhammed (Kaddesa'llâhu sırrahû). İrtihâli: 3 Rebîu’l-âhir 331/(15 Aralık 942).

- Pîr-i tarîk-ı Çeştî Hâce Ebû Ahmed (Kaddesa'llâhu sırrahû). İrtihâli: 3 Cemâziye’l-âhir 323/(10 Mayıs 935).[3]

Bu satırları yazdığım zamân 3 Receb 1342/(9 Şubat 1924) târîhine tesâdüf ediyordu ki, Hz. Şeyh’in irtihâliyle aradan 809 sene geçmişti. Kendisiyle bir muârefe-i mâddiyyem olmadığı hâlde, 809 sene sonra tercüme-i hâlini yazdıran ve hakkında galeyân-ı hürmet ü muhabbeti husûle getiren kuvve-i ma’neviyyeyi düşündüm. Bu muhabbet ve hürmet dolayısıyla müşârünileyhin uluvv-i himmet ü inâyetini dilerim.

Bu zât an-asıl Sebistanlı olduğu hâlde Hindistan’a mücâhede tarîkıyla rıhlet /244/ eyleyip, Şihâbeddîn Şâh Gavrî zamânında ber-hayât bulunmuştur. Müşârünileyhin Gavs-ı A’zam neslinden olduğu ve Hind’e Bağdâd’dan teşrîf buyurduğu bir eserde görülmüş ise de derece-i sıhhati tahkîk ulunamadı.

Fahr-ı âlem (salla'llâhu aleyhi ve sellem) efendimiz hazretleri bu zât-ı mübârekin âlem-i menâmında zuhûr edip, “Yâ Hâce Muînüddîn! Hindistan’a git.” buyurmaları üzerine hemen nısfü’l-leylde yola revân olmuş ve Hind’e muvâsaletinde elyevm Hindistan müslümânları meyânında çalışkan ve yek-dîğerlerine karşı muhib, sâdık ve mütesânid bir zümre-i azîme teşkîl eden ve “Mîmin” (ميمن), ya'nî “mü’min” tesmiye olunan milyonlarca nüfûs derhâl îmâna gelmiştir.

Dehli şehin-şâhları tarafından müşârünileyh için Acmir şehrinde bir dergâh-ı şerîf binâ edilmiş ve kuvve-i kudsiyye ve enfâs-ı mübârekesi sâyesinde oranın Mecûsîleri ekseriyyetle dîn-i mübîn-i İslâm’ı kabûl ederek mukaddemce mecûsî memleketi olan Acmir ve havâlisi bu sâyede beldetü’l-İslâm olmuştur.

Hindistan’da “Fakîr” tesmiye edilip, Avrupaca gâyetle meşhûr olan ashâb-ı riyâzât, (Şeyh Muînüddîn’i) umûmiyyetle pîrleri olmak üzere tanırlar ve merkad-i mübârekini takdîs ederler. Bunun esbâbını bildireceği cihetle bu bâbda Hindistan’ca gâyet meşhûr bir hikâyeyi arz ediyorum:

Muhammed Tuğluk Şâh’ın eyyâm-ı saltanatında Mecûsî ulemâsı ve fakîrleri, din hakkında ulemâ-yı İslâm ile imtihân edilmelerini taleb etmişler. “Ulemâ-yı İslâm bize galebe ederlerse, biz de dîn-i İslâm’ı kabûl eyleriz. Fakat biz galebe çalarsak, siz de, bizim dînimize hürmet ediniz.” demişler. Bunun üzerine Muhammed Tuğluk Şâh, ulemâ-yı İslâm ile fakîrleri cem’ eder. Fakirlerden biri havâya suûda başlar. Herkes dûçâr-ı hayret olur.

Muhammed Tuğluk Şâh, ulemâ-yı İslâm’dan mukâbele ister. Herkes hayret içinde yek dîğerine bakmakta iken Hâce Muînüddîn önünde bulunan ayakkablarına hitâb ederek, “Bu cühelâ önünde bizi mahcûb etmeyiniz.” deyince, ayakkabıları hemen fakîrin peşi sıra semâya suûda başlar ve tamâm fakîrin başı üzerine geldiği zamân, fakîrin başına vura vura aşağıya indirir. Hazret’in bu kerâmet-i bâhiresi üzerine hemen orada pek çok Mecûsî ihtidâ eylemiş ve fakîrler o günden i'tibâren bu zât-ı şerîfe hürmete başladıkları gibi, ba’de’l-vefât /245/ dahi merkad-i mukaddeslerini ta’zîm ve takdîs etmekte bulunmuşlardır. Hindistan’dan veliyy-i müşârünileyhin avdeti için be-tekrâr irâde-i Cenâb-ı Nebeviyye şeref-zuhûr etmediği cihetle, nihâyet-i ömrüne kadar Hindistan’dan ayrılmamış, 15 Receb 633 târîh-i hicrîsinde (25 Mart 1236) Acmir’de doksanyedi yaşında bir pîr-i fânî olduğu hâlde ikmâl-i enfâs-ı ma’dûde-i hayât eylemiştir.

Tabîat-ı şi’riyyesi olup, Dîvân-ı ârifânesi vardır. Hâlen türbe-i mübârekesine hem müslümânların hem de Mecûsîlerin vakıfları yekûnu mühim bir mikdâra bâliğ olmakta imiş. Türbeleri pek musanna’ ve müzeyyendir.

Yevm-i irtihâli olan 15 Receb-i şerîfde merkad-i mübâreklerini ziyâret için Hindistan’ın her tarafından binlerce halk Acmir’e gelirmiş. Müddet-i ziyâret onbeş gündür. Türbe-i şerîfe müslümânların olduğu kadar mecûsîlerin de ziyâret-gâhıdır.

Bir eserde mütâlâa ettiğime göre, 1322/(1904) senesinde Hindistan’ın her tarafından gelen züvvârın yekûnu üçyüzkırkbin kişiye bâliğ olmuştur. Cenâb-ı Hak sırlarını takdîs ve bizleri de nâil-i himmetleri buyursun; âmîn.

Müşârünileyh hazretlerinden zamânımıza kadar gelen silsile-i tarîkatları:

Seyyidinâ Hâce Kutbeddîn Kâkî-i Dehlevî. 13 Rebîu'l-evvel 633/(25 Aralık 1235),

Seyyidinâ Şâh Ferîdüddîn. 5 Muharrem 660/(30 Aralık 1261),

Seyyidinâ Şâh Mahdûm-ı Alâeddîn. 13 Rebîu'l-evvel 670/(19 Ekim 1271),

Seyyidinâ Şâh Şemseddîn. 19 Şa’bân 715/(18 Kâsım 1315),

Seyyidinâ Şâh Celâleddîn. 13 Rebîu'l-evvel 765/(20 Aralık 1363),

Seyyidinâ Şâh Ahmed Abdülhak. 15 Cemâziye'l-âhir 832/(22 Mart 1429),

Seyyidinâ Şâh Ârif b. Ahmed. 21 Şevvâl 836/C10 Haziran 1433),

Seyyidinâ Şâh Muhammed b. Ârif. 3 Rebîu'l-evvel 898/(22 Ocak 1493),

Seyyidinâ Şâh Abdulkuddûs. 2 Cemâziye'l-âhir 932/(16 Mart 1526),

Seyyidinâ Şâh Celâleddîn. 23 Zi'l-hicce 989/(18 Ocak 1582),

Seyyidinâ Şâh Nizâmeddîn. (8 Receb ...)

Seyyidinâ Şâh Ebû Saîd. 2 Rebîu'l-âhir 1039/(19 Kâsım 1629),

Seyyidinâ Şâh Muhibbullâh. 30 Rebîu'l-âhir 1058/(24 Mayıs 1648),

/246/ Seyyidinâ Şâh Muhammed Feyyâz. 3 Receb 1107/(7 Şubat 1696),

Seyyidinâ Şâh Muhammed Hâmid. (10 Receb ...)

Seyyidinâ Şâh Adudüddîn. 2 Receb 1123/(16 Ağustos 1711),

Seyyidinâ Şâh Abdülhâdî. 27 Ramazân 1190/(10 Ekim 1776),

Seyyidinâ Şâh Abdülbârî. 11 Şa’bân 1226/(31 Ağustos 1811),

Seyyidinâ Şâh Abdürrahîm. 3 Ramazân 1227/(10 Eylül 1812),

Seyyidinâ Şâh Nûr Muhammed. 3 Şevvâl 1259/(27 Ekim 1843),

Seyyidinâ Mevlânâ Şeyh Hâfız İmdâdullâh el-Mekkî. 12 Cemâziye'l-âhir 1317/(18 Ekim 1899).

Müşârünileyh İmdâdullâh hazretlerinin tercüme-i hâlini, Nakşıbendîler faslında, 125. sahîfede yazmış idim. Bu kol, Çeştiyye’nin Sâbiriyye nâmındaki şu'besidir.

Hz. Şeyh’in İstanbul’da iki halîfesi vardı. Biri Mevlevî Es’ad Dede hazretleridir. Dîğeri Şeyh el-Hâc Ali Behcet Efendi’dir. Her ikisinin tercüme-i hâlleri yazılmış ve bundan bahs olunmuştu.

Şeyh Muînüddîn-i Çeştî’nin Dîvân’ı hakkında Mahfil risâle-i mevkûtesinde okuduğum makâleye göre, bu Dîvân, orta kıt’ada doksaniki sahîfelık bir kitâb olup, Litoğrafi ile Lahor’da basılmıştır. Târîh-i tab’ı 1886’dır. Münderecâtı hurûf-ı hecâ tertibiyle gazeliyyâttan ibârettir. Gazellerin adedi 123’tür.

İlk gazel:

بود جان و دلم را جمال نام خدا

نواخت تشنه لبان را زلال نام خدا[4]

matlaıyla başlıyor. Sözlerinde zevk-ı tasavvuf gâlibdir.

ترا سزد طيران در فضاى عالم قدسى

بشرط آن كه پيرى ببال نام خدا

"Sana âlem-i kuds fezâsında uçmak yakışır. Fakat Allâh'ın ismini kendine kanat yapmak şartıyla."

كفتمش تا چند در برده نهان خواهى شدن

وقت آن آمد كه ديكر رونپوشانى ز ما

كفت من بى پرده ام كر پرده بينى آن تويى

تا تو هستى در هزاران پرده بنهانى ز ما

“Sevgilime, “Ne vakte kadar perde arkasında gizleneceksin? Bizden /247/ setr-i cemâl etmemenin sırası geldi.” dedim. Bana,”Perde olacak hicâb yoktur. Perde görüyorsan o perde sensin. Sen oldukça ya'nî şu mevhûm varlığın bulundukça bize karşı binlerce perde arkasındasın.” cevâbını verdi.

پردهء  هستى اكر سوزى بنار لا اله

آن زمان بى پرده  بينى نور الا الله ما

“Varlık perdesini ‘lâ-ilâhe’ (لا اله) âteşiyle yakacak olursan o vakit, ‘illa’llâh’ (الا الله)' ımızın nûrunu perdesiz olarak görürsün.”

ŞEYH NİZÂMEDDÎN-İ EVLİYÂ

Hindistan’ca meşhûr evliyâ-yı kirâmdan ve tarîkat-ı Çeştiyye meşâyıhındandır. Müşârünileyhin ecdâdından Ahmed b. Danyal, Gazne, yâhûd Buhârâ’dan hicretle Bedâven beldesinde tavattun etmiş, 633/(1236) veyâ 634/(1237) senesinde bu beldede tavattun eylemiştir. Beş yaşında iken pederi Hâce Muhammed vefât eylediği cihetle, terbiyesine vâlidesi bakmıştır. Sinn-i kemâle gelince tahsîl-i ilme koyulmuş ve mübâhese ile kesret-i iştigâlinden, “Bahhâs” ve “Mahfil-şiken” telkîb olunmuş idi.

Fusûsu’l-Hikem ve Mevâkiu’n-Nücûm ile onların şerhlerinden Fıkh-ı Ebû Hânîfe (rahimehu'llâh) ile tefsîr, hadîs ve usûlden mükemmel istihzârı vardı.

Şeyh Kutbeddîn Bahtiyâr-ı Kâkî’nin ser-halîfesi olan eâzım-ı meşâyıhdan, Ferîdüddîn Mes’ûd Şekergenc’e yirmi yaşlarında intisâb etmiş ve beş sene sonra şeyhinin işâretiyle vâlidesiyle birlikte Dehlî’ye giderek Gıyaspur Mahallesi’nde irşâda başlamıştır.

Doksaniki yaşında iken 725/(1325) senesinde irtihâl ederek, üzerine türbe yapılmıştır. Türbe-i şerîfe Muhammed Âdil Tuğluk Şâh tarafından yaptırılmış olan dergâh dâhilinde ve gâyet müzeyyendir ki, Kutbeddîn-i Bahtiyâr hazretlerine ait türbenin şark cihetindedir. Bu türbede Hind hüküm-dârlarından Refîüşşân Bahâdır’ın oğlu Sultân İbrâhîm ile Nâdir Şâh medfûndur. Kapısı üstünde:

سرور هر دو سرا محبوب باك كبريا

حضرت خواجه نظام الدين جراغ اوليا[5]

beyiti mahkûktur. “Nizâm” ve “Nergis” mahlasıyla eş’âr-ı latîfesi vardır.

مرغ باغ قدسيم با قدسيان بودم بسى

چند كاهى شد كه هست اين فرش خاكى مسكنم[6]

Şevvâlin son haftasında Hindistan’ın her tarafından züvvâr gelir, türbe civârı mahşerden nümûne-nümâ olur. Herkes gül mevsiminde gül getirir, türbesine koyarlar. Kabr-i şerîfin üzeri gül ile dolar imiş. Meşâyıh ve dervîşân türbe önünde zikr ederler imiş. (Kaddesa'llâhu sırrahû)


 

BAYRAMİYYE TARİKATI

SİLSİLE-İ CELÎLE-İ BAYRAMİYYE

/251/ - Hz. İmâm Alî (Radıya'llâhu anh)

- Hz. Hasan el-Basrî (Radıya'llâhu anh)

- Hz. Habîb-i A’cemî (Radıya'llâhu anh)

- Hz. Dâvûd-ı Tâî (Radıya'llâhu anh)

- Hz. Ma’rûf ı Kerhî (Radıya'llâhu anh)

- Hz. Seriyy-i Sakatî (Radıya'llâhu anh)

- Seyyidü’t-tâife Hz. Cüneyd-i Bağdâdî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Şeyh Mimşâd-ı Dîneverî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Şeyh Muhammed-i Dîneverî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Şeyh Muhammed-i Bekri (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Şeyh Vecîhüddîn el-Kâdî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Şeyh Ömer-i Bekrî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebu’n-Necîb-i Sühreverdî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Şeyh Kutbüddîn-i Ebherî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Şeyh Rükneddîn-i Sincâsî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Şeyh Şihâbeddîn-i Tebrîzî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Şeyh Seyyid Cemâleddîn-i Ezherî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Şeyh İbrâhîm Zâhid-i Geylânî (Kuddise sırruhû)

- Şeyh Safiyyüddîn-i Erdebîlî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Şeyh Sadreddîn Mûsâ Erdebîlî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Şeyh Hâce Alî Erdebîlî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Şeyh İbrâhîm el-ma’rûf bi-Erdebîlî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Şeyh Hamîdüddîn-i Aksarâyî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Pîr-i tarîkat-ı aliyye-i Bayramiyye el-Hâc Bayram-ı Velî (Kuddise sırruhu’l-celî) hazretleri. Velâdeti : 758. İrtihâli : 833. Müddet-i ömr : 75.

/252/ ŞEYH MİMŞÂD-I DÎNEVERÎ

İsm-i şerîfleri Ahmed Mimşâd, künyeleri Ebu’l-Fevâris ve Ebû Alî’dir. Tabakâ-i sâlise ricâlinden ve meşâyıh-ı Irak’ın ekâbirinden olup, eâzım-ı evliyâu’llâh’dandır. Beyne’l-ulemâ, “Miftâhu’l-mezheb” nâmıyla ma’rûfdur. Fıkıhda yed-i tûlâsı vardı. Te’lîfât-ı kesîre vücûda getirmişlerdi. Hızır (aleyhi's-selâm)’ın delâletiyle Hz. Cüneyd’den iktibâs-ı füyûzât eylemiştir.

Mürîdin edebi, meşâyıhın hürmetlerini istilzâm eder. Karındaşlarına hürmet ve esbâb-ı dünyeviyyeyi terk ve nefs üzerine âdâb-ı şer’iyyeyi muhâfaza cümle-i âdâbdandır.” buyururlar imiş. Kelimât-ı hakâyık-âyâtlarından olarak, “Âriflerin derûnunda Allâh teâlâ, bir âyîne koymuştur ki, ona ârif sırran nazar eder. Onda gayb u şehâdeti ve cemâl ü kemâl müşâhede eyler. O âyîne gönülde bir makâmdadır ki, ona âriflerden başka kimse muttali’ değildir.” sözü meşhûrdur.

İrtihâlleri târîhinde ihtilâf vardır: 299/(911-912) veyâ 297/(909910) ve yâhûd 311/(923)’dir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

ŞEYH MUHAMMED-İ DÎNEVERÎ

İsm-i şerîfleri Muhammed, künyeleri Ebû Abdullâh; peder-i âlîlerinin ismi Abdülhâlık’dır. Buhârâ kurbünde Ramten karyesinde doğmuştur. Ba’de’t-tahsîl Bağdâd’a giderek, Şeyh Mimşâd-ı Dîneverî’den ahz-i füyûzât eylemiştir. Şeyhinin irtihâli üzerine bir müddet Vâdi’l-Kurâ’da neşr-i tarîkat buyurmuşlardır. Te’lîfât ve muharrerâtı vardır. Sinni yüz yaşını tecâvüz etmiştir. 370/(980-981) veyâ 375/(985) senesinde terk-i dünyâ buyurdular.

Fasîhu’l-lisân, sahîhu’l-beyân olup fevka'l-âde edîb, ârif-i bi’llâh idi. Dâimâ yaya olarak hacca gider, gelir imiş. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

ŞEYH MUHAMMED-İ BEKRÎ

Kuds-i şerîfde dünyâya revnak-fezâ olup ba’de’t-tahsîl Şeyh Muhammed-i Dîneverî hazretlerinin meclis-i sohbetine erişmiştir. Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk efendimizin nesl-i pâkindendir. Vaktini dâimâ va’z u nasîhatle geçirir, muttakî, sâlih bir pîr-i rûşen-zamîr idi.

Cenâb-ı Şeyh, bir gün esnâ-yı va’zında, “Meclis-i ilm o kadar müessirdir ki, hâzır olanlar safâ bulur ve mağfûrînden olurlar. Gayr-i müslim bile meclise dâhil olsa, şeref-i İslâm ile müşerref olur.” demesiyle ehl-i meclis birbirlerine bakmağa başlar. Bu sırada içlerinden birine hitâben, “Gel bu saâdetten mahrûm kalma; İslâm’a gelerek saâdet-i şeref sâhibi ol.” buyurur. Hemen o şahıs ki, bu şeyh keşf-i kulûb ediyormuş, “Beni tanıyabilir mi?” diye tecrübe için gelmiş imiş. /253/ Ayağa kalkarak kelime-i şehâdet getirmiş, şeref-i İslâm ile müşerref olmuştur.

Hz. Şeyh’in hizmetinde bulunarak mazhar-ı saâdet olduğu menkûldür. Şeyh’in Hicâz’dan avdetinde 380/(990) târîhinde Kuds-i şerîfde âzim-i bâr-gâh-ı Hudâ olduğu mestûr-ı sahîfe-i âsârdır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

ŞEYH VECÎHÜDDÎN el-KÂDÎ

"Vahyüddîn" yazanlar da olmuştur. Doğrusu Vecîhüddîn’dir. İsm-i şerîfleri Ömer’dir. Sülâle-i tâhire-i Sıddîkıyye’dendir. Şeyh Muhammed el-Bekrî’den ahz-ı tarîkat buyurdular. Pederleri Şeyh Ömerî(?)’den ve Şeyh Ahî Ferâh-ı Zencânî’den dahi iktibâs-ı feyz-i saâdet eylediler.

Sühreverd’de doğmuş, Bağdâd’da tahsîl etmişti. Kâdılıkta bulunarak bi'l-âhare terk-i meslek eyledi. Târîh-i intikâli 442/(1050) veyâ 452/(1060)’dir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

ŞEYH ÖMER el-BEKRÎ

Sülâle-i Sıddîkiyye’dendir. Vecîhüddîn el-Kâdî’nin halîfesidir. 520/(1126)’de intikâl eyledi. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

EBU’N-NECÎB-İ SÜHREVERDÎ

Ekâbir-i ehlu’llâhdan bir zât-ı âlî-kadrdir. Mufassal tercüme-i hâlleri yazılmıştır. Müstakillen neşr olunmuştur. Târîh-i intikâlleri 563/(1168)’tür.

ŞEYH KUTBEDDÎN-İ EBHERÎ

“Ebherî” veyâ “Ebhurî” sûretinde okunur. Nâmları Kutbeddîn; künyeleri Ebû Reşîd; pederleri Ahmed b. Muhammed el-Ebherî’dir.

Semerkand’da Ebher karyesinde dünyâya gelmiş, Merâga’da büyümüş, Azerbaycân’da tahsîl ile Ebu’n-Necîb’den feyz-yâb olmuştur. Gâyet âlim ve fâzıl ve ârif idi.

622/(1225)’de terk-i âlem-i dünyâ ettiler.

ŞEYH RÜKNEDDÎN-İ SİNCÂSÎ

“Sincâs” hakkında, hulefâ-yı Uşşâkiyye’den ve fuzalâdan Hazmî Efendi dedi ki:

Câmî hazretlerinin tashîhinden geçen Nefehât nüsha-i asliyyesinde, üç yerde Sincâs olduğu mazbûttur. “Sincâs” bir mahal ismi olup, Rükneddîn hazretlerinin maskat-ı re’sidir. Müşârünileyhin bakırcılık etmesinden kinâyeten “Nehhâs” diyenler de vardır. "Garîbî", "Sincâsî" veyâ "Nehhâsî", “Necâşî”ye tahvîl olunup, tarîkat silsile-nâmelerinde böyle yazılıyor. Necâşî, Habeş hükümdârına derler. Müşârünileyhe isnâdı galat-ı fâhiştir.”

İsm-i âlîleri Alî, künyeleri Ebu’l-Hasan, lakabları Rükneddîn’dir. Kümmelînden bir zâttır. Lemezât’ta tercüme-i hâlleri mufassalan mündericdir.

628/(1231)’de âlem-i bakâya göçtüler. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

ŞEYH SAFİYYÜDDÎN-İ ERDEBÎLÎ

Meşâhîr-i sûfîyyeden olup Erdebîl’de zâviye-nişîn idi. İmâm Mûsâ Kâzım (radıya'llâhu anh) efendimizin nesline mensûbdur. Zâhid el-Geylânî hazretleri yedinden şarâb-ı hâli içmekle nihâyet kendinden ve cemî'-i mâ-sivâdan geçmiştir.

/254/ Bu zât hakkında Timurlenk’in ol kadar hürmet ve i’timâdı vardı ki, Anadolu cihetinden almış olduğu bir çok üserâyı, bunun iltimâsı tahlîs etmiştir.

Mülûk-ı Safaviyye’nin ceddidir. Evlâd u ahfâdı Erdebîl’de câ-nişîn-i irşâd olmuş ve giderek Uzun Hasan ile sıhriyyet peydâ husûle gelerek, bunlardan Şâh İsmâîl, meşîhatı saltanata tebdîl ve mülûk-ı Safaviyye devletini te’sîs eylemiştir. Safiyyüddîn-i Erdebîlî bunun zuhûrunu rü'yâsında görmüş ve haber vermiştir. Şöyle ki :

Bir gece âlem-i ma’nâda karnında köpek yavruları görür. Uyandıkta ağlamağa başlayarak, “Benim sülâlemden Benî Ümeyye gibi halef kimseler gelse gerektir.” buyurmuşlardır. Fi'l-hakîka Kızılbaş tâifesinden olan mezkûr mülûk-ı Safaviyye zuhûr etmiştir. Şâh İsmaîl, Şâh Tahmasb ve Şâh Abbâs bunlardandır. Âlem-i İslâm’a fitne ve fesâd sokmuşlardır. Hâlen zamânımızda bile te’sîrât-ı mazarrat-bahşâsını görüyoruz.

ŞEYH SADREDDÎN MÛSÂ

Safiyyüddîn’in küçük oğludur. Lezzet-i ma’rifeti pederinden tatmış ve bezm-i vahdette safâlar sürmüş bir zât-ı velâyet-simâttır.

HÂCE ALİYY-İ ERDEBÎLÎ

Hz. Sadreddîn’in oğludur. Libâs-ı takvâyı pederi giydirip, kendi eliyle şerbet-i tarîkatı içirmiştir. Pek çok kerâmâtı görülmüş bir merd-i rûşen-dildir.

ŞEYH İBRÂHÎM-İ ERDEBÎLÎ

Hâce Alî’nin oğludur. Pederinden iktibâs-ı envâr edip, tâc-ı kerâmet ve hırka-i tarîkatı giymiş ve deryâ-yı ma’rifete dalmıştır. Bunun oğlu Şeyh Cüneyd, onun oğlu Şeyh Haydar olup, Nûşirevân tarafından katl olunmuştur. Râfizîler ile mülûk-ı Safaviyye ondan türedi.

ŞEYH HAMÎDÜDÎN-İ AKSARÂYÎ

“Şeyh Hâmid” ve “Hamîdüddîn-i Velî el-Aksarâyî” diye meşhûrdur. Kayserili Şeyh Şemseddîn-i Mûsâ nâm zâtın oğludur. Kayseri’de dünyâya revnak-fezâ olmuştur.

Tarîkat neş’esine bidâyeten pederinden vâsıl olup, onun terbiyesiyle ba'zı makâmâta erişmiştir. Ba’dehû seyâhata çıkıp, pek çok meşâyıh-ı ızâm ile görüştükten sonra, Şâm-ı şerîfe gelmiş ve mürşid-i kâmil bulmak ümniyyesiyle Tebrîz’e kadar gidip, Hâce Aliyy-i Erdebîlî hazretlerinin bezm-i irfânına erişmiştir. Ba'zı nüshalarda, “Hâce Alâeddîn” sûretinde yazılmıştır.

Müşârünileyhden ahz-ı feyzden ve kemâlât-ı hakîkiyyeden ne bulduysa, müşârünileyh yüzünden bulduktan sonra, bir müddet inzivâ ve mücâhede ile dem-güzâr olup, ba’dehû şeyhinin irşâd ve işâretiyle Bursa’ya gelip, ümmî tavrı takınarak ekmekçilik ile taayyüşe başlamıştır.

/255/ O zamân mutasarrıf-ı vakt imiş. Berâ-yı teessür o san’atla meşgûl olurlar imiş.

Bursa’daki Molla Fenârî Mahallesi'ndeki fırınları el’ân mevcûd ve ziyâret-gâhtır. Ekmek sattıkları mahal Ulucâmi'-i şerîfin kapısı karşısında Sahaflar Çarşısı’nın orta mahallidir. Hâlen bahçe hâline konulmuş, teberrüken başka bir şey yapılmamıştır. Her hafta Cuma günleri ahâlîden bir kısım burada toplanır, duâ ederler.

“Somuncu Baba” diye şöhretleri vardır. Bu sıralarda Ulucâmi’in inşâatı hitâma ermekle Yıldırım Bâyezîd Hân, dâmâdı Emîr Sultân’dan minberde va’z eylemesini ricâ ettikte “Efendim! Şu direğin arkasında Ekmekçi Dede vardır, benden âlimdir.” diyerek Hamîdüddîn’i ortaya sürmüştür.

Hây Emîr hây, niçin bizi faş ettin?” diyerek bi’z-zarûr hutbeyi okumuşlar; sûre-i Fâtiha’ya yedi türlü ma’nâ vermişlerdir. Hâzır bulunanlardan allâme-i cihân ve Şeyhü'l-islâm Molla Fenârî, müşârünileyhin irfân u kemâline hayrân olmuştur. Kıssaları uzun ve meşhûrdur.

Cemâat dağılırken, Hz. Hamîdüddîn’i her üç kapıdan çıkarken görmüşlerdir. Bursa müderrislerinden Hacı Bayram Efendi, Ekmekçi Dede’nin bu hâline vâkıf oldukta, dâmen-i irfânına yapışıp, âkıbet ondan şarab-ı hâli içmeğe muvaffak olmuştur. Her nereye giderse maiyyetinden ayrılmayacağını te’mîn eylemesiyle, birlikte Şam’a, ba’dehû Haremeyn-i muhteremeyne gittiler. Aksaray kasabasına avdet ettiler. (Hacı Bayram), azîzinin irtihâline kadar orada kaldılar, hıdmet-i şerîfelerinde bulundular. Aksaray kasabasında medfûndur, “Aksarâyî” bundan kinâyeten denilmiştir.

Gegbûze (Gebze)’de bir türbe gördüm. Hamîdüddîn-i Aksarâyî hazretlerine nisbet edilmiş. Ahâlî-i mahalliyyenin rivâyetine nazaran mazannadan ba'zı zevât keşfen böyle söylemişler, türbe yapılmış, hâlbuki hakîkat değildir.

“Tâc-ı ârifîn: (تاج عارفين) terkîbi târîh-i intikâlleri olan 815/(1412)’i iş’âr eder.

Şerh-i Hadîs-i Erbain nâmıyla bir eserleri vardır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Müşârün ileyhin Bâyezîd-i Bistâmî vâsıtasıyla Sıddîk-ı A’zam efendimize müntehî bir silsile-i tarîkları müsâdif-i nazar-ı fakîranem olmuştur :

- Şeyh Hamîdüddîn-i Aksarâyî (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Şâdî er-Rûmî (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Ibrâhîm el-Busîrî (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Süleymân-ı İskenderanî (Kuddise sırruhû),

/256/ - Şeyh Hasan-ı Esterâbâdî (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Mahmûd-ı Basrî (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Osmân-ı Rûmî (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Mahmûd-ı Kerhî (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Sa’deddîn-i Bağdâdî (Kuddise sırruhû)

- Şeyh İshâk-ı Hârezmî (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Süleymân-ı Necdî (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Süleymân-ı İsfahânî (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Ahmed-i Horâsânî (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Ebu’l-Hasan-ı Cürcânî (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Mûsâ el-Bestâmî (Kuddise sırruhû),

- Şeyh İbrâhîm-i Hindistânî (Kuddise sırruhû),

- Hz. Şeyh Bâyezîd-i Bestâmî (Kuddise sırruhû).

CENÂB-I PÎR HACI BAYRAM-I VELÎ

Kutb-ı zamân olan bu zât-ı muhterem Ankara’da Solfasıl (Zülfazl) nâm karyede yediyüz ellisekiz (1357) senesinde âlem-i nâsûta kadem-zen olmuştur.

Peder-i muhteremlerinin ismi Koyunluca Ahmed’dir; üç evlâdı olup, büyüğü Bayram, ortancası Safiyyüddîn, küçüğü Abdâl Murâd’dır.

Hz. Bayram, tahsîl-i ulûm ederek müderrislikle, Ankara ve Bursa şehirlerinde bulunmuştur. Bursa’da Çelebi Sultân Mehmed Medresesi’nde ikâmet ettikleri oda el’ân ziyâret olunur.

Bursa’da iken Hamîdüddîn hazretlerinin şeref-i himâyetine mazhar olup, zamân-ı tesâdüf Kurban Bayramı’nda vâki’ olmağla, mürşidleri, “Bayram” tesmiye etmiş idi. Bu zât-ı muhteremle Şam’ı ve Haremeyn-i muhteremeyni ziyâretle Aksaray’a gittiği menkûldür. Müstahlef olup Bursa’ya me’mûr oldular. Bidâyeten Bursa’da Emîr Sultân hazretleriyle çok görüşüp, hattâ Hz. Emîr’in intikâlinde gasl edip, namâzını kıldırmıştır.

Âlim, âmil bir müderris-i fâzıl olup, zamânının kıdve-i enâmı ve merci’-i hâss u âmmı olmuşidi. Hattâ Germiyân’a giderken, Fâtih Sultân Mehmed’in pederi Sultân Murâd-ı sânî haber alıp, kendine vezîr etmek istemiş ise de, hussâd mâni’ olup ba'zı hedâyâ ile tatyîbini kâfî gördüler. O erbâb-ı gaflet, Hz. Bayram’ın esâsen böyle bir teklîfe cevâb-ı muvâfakat vermeyeceğini tahmîn edemediler.

/257/ Âhir vakitlerini Ankara’da geçirip irşâd ile meşgûl olmuş ve kendi kedd-i yemîniyle ekip biçtiği burçakla taayyüş edip, ağniyâdan topladığı sadakaları erbâb-ı fakr u ihtiyâca tevdî’ etmeyi i’tiyâd edinmiş idi. Kerâmât-ı zâhire ve makâmât-ı ma’neviyye sâhibi idi.

Sultân Murâd-ı sânî bunu pek iyi takdîr ettiğinden, hussâdın sözünü dinlemeyerek Edirne’ye da’vet edip, salâh u kemâlini görünce duâsını taleb ve rızâsını celb etmiştir ve Câmi'-i Atîk’te va’z u nasîhat eylemesini temennî kılmasıyla pâdişâhın ârzûsunu yerine getirmiştir.

Câmi’-i Atîk, Yıldırım Bâyezîd’in oğlu Emîr Süleymân tarafından başlatılıp Çelebi Sultân Mehmed tarafından ikmâline muvaffak olunan ma’bed-i mukaddestir. Cenâze penceresi yanında Hz. Pîr’in va’z u nasîhat esnâsında oturdukları kürsü el’ân mevcûddur. Elyevm teberrüken ziyâret olunur. Muharrir-i fakîr, mükerreren Edirne’ye azîmetimde ziyâret ettim.

Evliyâ Çelebi, Seyâhat-nâme’sinde yazar ki:

“Anadolu’da büyük bir nüfûz-ı ma’nevîsi bulunan Hacı Bayram-ı Velî, bu câmi’de mevâızda bulunmuştur ve i’tikâfa girip çok ibâdet ederek, nice yüzbin âdemi va’z u nasîhatla irşâd etmişlerdir. Hâlen kürsî-i şerîfleri bir köşede teberrüken mahfûzdur. Bir kimse o kürsüye çıkıp va’z etmeye kâdir değildir. Zîrâ erenler mekânıdır. Sultân Ahmed Hân, Edirne’ye geldikte bir fuzûl şeyh, isbât-ı vücûd için Hacı Bayram kürsüsüne çıkmak ister. Câmi’ hademesi men’ ederler. “Çıkman sultânım!” derler. Ricâ ederler, herîf dinlemeyip kürsüye urûc ederse de, “Bi’smi’llâh” demeye kâdir olamadı. Lâl u hayrân bir hâlde kaldı. Bir kaç def'a kendini zorladıysa da muktedir olamayıp, kürsüden iner. O asırdan beri öyle kalmış bir kürsü ve mekân-ı kibârdır.”

Hz. Bayram-ı Velî, Gülşenî Veli Dede Dergâhı’nda minberin sağ tarafındaki mahalde bir erbaîn çıkarmıştır. Azîzim merhûm Şerefeddîn Efendi dâimâ burada oturur, Hz. Pîr’in enfâs-ı kudsiyyelerinden istifâza buyururlar idi.

Hz. Bayram, Ankara’ya avdet buyurdular. Sohbet ve mükâleme-i reşâdetleri gâyet müessir idi. Nutk-ı şerîfleri herkesin üzerinde te’sîr husûle getirir idi. Bir çok kimseleri zirve-i velâyete ulaştırdıktan sonra, "irtihâlü'l-insân" (ارتحال الانسان) /258/ ve "el-hayr" (الخير)[7] kelimesinin nâtık olduğu üzere 833/(1430)’te âlem-i âhirete intikâl eylediler. Ankara’da medfûndur. Müstakil ve müzeyyen bir türbesi vardır.

1328/(1910) senesinde İstanbul’dan sûret-i mahsûsada ziyâret-i aliyyeleri kasdıyla Ankara’ya gittim. el-Hamdü li’llâhi teâlâ ziyâretle kâm-yâb oldum. Sandûkalarının üzeri sırma işlemeli bir pûşîde ile mestûrdur. Etrâfında pirinçten ma’mûl bir şebeke vardır. Tâc-ı şerîfleri, hırka-i latîfleri, kamîs-i nazîfleri, mahfûz-ı mevki’-i ihtirâmdır. Esnâ-yı ziyâretteki safâ-yı derûn lisân-ı vasfa sığmaz.

Türbe-i şerîfelerinde âvihte-i mevki’-i ihtirâm olan elvâh-ı medhiyyeyi istinsâh etmiş idim. Teberrüken her birini ber-vech-i zîr nakl ediyorum:

Pîşvâ-yı urefâ Hazret-i Bayram-ı Velî

Kutb-ı aktâb-ı Hudâ Hazret-i Bayram-ı Velî

Bâde-i aşk-ı hakîkî ile ser-mest olarak

Bulmuş envâ’-ı safâ Hazret-i Bayram-ı Velî

Lutfuna hem de kerâmâtına yokdur gâyet

Melce-i bây u gedâ Hazret-i Bayram-ı Velî

Anla kudsiyyetini Şeyh Hamîdü’d-dîn’in

Eyledi hıdmet ana Hazret-i Bayram-ı Velî

Dâhil-i dâire-i feyz olan uşşâka

İder ihsân u atâ Hazret-i Bayram-ı Velî

Müstefîz eyle dahîl-i keremindir Sa’dî

Yetiş imdâdına Yâ Hazret-i Bayram-ı Velî

                     *   *   *

Ey olan bâsıra-i kalbi elemle tîre

Sür yüzün türbe-i ulyâ-yı Cenâb-ı Pîr’e

                     *   *   *

Câm-ı aşkın mazharıdır Hacı Bayram-ı Velî

Ehl-i Hak’kın rehberidir Hacı Bayram-ı Velî

Âsitânın bekleyen elbet irer maksûduna

Ârifânın serveridir Hacı Bayram-ı Velî

Giydi pîrlik tâcını çü oluben gavs-ı Hudâ

Çeşm-i kudret manzarıdır Hacı Bayram-ı Velî

Kişver-i ma’nâda şâh-ı mazhar-ı tevhîd olup

Câmiu’l-aşk hem-seridir Hacı Bayram-ı Velî

Şehr-i vahdet içre oldu sâki-i peymân-ı aşk

Câm-ı feyzin haydarıdır Hacı Bayram-ı Velî

Nûş iden bir cur’asın elbet olur mest-i elest

Mâye-i feyz gevheridir Hacı Bayram-ı Velî

Hamdü li’llâh ravzasın itdim ziyâret bâ-rızâ

Nûr-ı Hakk’ın ezheridir Hacı Bayram-ı Velî

İtmede ervâh-ı akdes dergehin dâim tavâf

Kâ’be-i ma’nâ deridir Hacı Bayram-ı Velî.

Mesleğin sâlik olan aldı “araf”dan bir sebak

Vech-i zâtın perveridir Hacı Bayram-ı Velî

Bâde-i “lâ-yahzenûn[8] câmın olup humm-ı safâ

Şems-i tahkîk-hâveridir Hacı Bayram-ı Velî

Çün dimâğ-ı Rüşdi’ye irdi derinden bir meşâm

Bû-yı şevkın anberidir Hacı Bayram-ı Velî

                     *   *   *

/259/  Şark u garba nûru olmuş müncelî

Hisse-mend-i feyzidir Anadolı

Râh-ı irfânı güşâde eylemiş

Hazret-i el-Hâc Bayram-ı Velî

                     *   *   *

Garka-i bahr-i melâlim Hazret-i Bayram meded

Teşne-i âb-ı visâlim Hazret-i Bayram meded

Sen tabîb-i derd-i dil-i bî-çâregân(sın)*

Ben marîz-ı bî-mecâlim Hazret-i Bayram meded

Dil yanar hasretle zehr-i âbı ke’sin çeşmesin

Telh-kâm-ı bî-misâlim Hazret-i Bayram meded

Zîver-i unvân-ı mektûb-ı velâyetsin kulun

Nokta-i vasfînda lâlim Hazret-i Bayram meded

Ey gül-istân-ı kerâmet gül-bünü vâ hasretâ

Andelîb-i beste-bâlim Hazret-i Bayram meded

              *   *   *

كر بيا رند دركهت روى سيه باشد سفيد

از سياهى بخت نالم حضرت بايرام مدد

انتساب دولت دارين بى شك ادهما

كرجه بر جرم دو بالم حضرت بايرام مدد[9]

                     *   *   *

Evliyânın ayn-gâhı Hacı Bayram-ı Velî

Asfıyânın pâdişâhı Hacı Bayram-ı Velî

Ehl-i diller ârzûlar yüz süreler dergâhına

Sâlikânın dilde hâhı Hacı Bayram-ı Velî

Ey velâyet çarhının devvâr-ı kutb-ı neyyiri

Âsumânın mihr ü mâhı Hacı Bayram-ı Velî

Hâzin-i ilm-i ledünn ü mahzen-i esrâr-ı Hak

Derd-mendânın penâhı Hacı Bayram-ı Velî

Tâc-dârısın velîler ceyşinin devrinde hem

Server-i bî-iştibâhı Hacı Bayram-ı Velî

Mürde-dil uşşâka ger itse teveccühle nazar

Cân-bahş eyler nigâhı Hacı Bayram-ı Velî

Yevm-i mahşerde şefâat kıl bu Sırrî bendene

El-emân çokdur günâhı Hacı Bayram-ı Velî

Hicâz Valisi Hacı Reşîd Paşa merhûmundur:

Şeh-i iklîm-i velâyet Hacı Bayram-ı Velî

Hâkim-i mülk-i hidâyet Hacı Bayram-ı Veli

Solfasıl karyesidir mehd-i vücûdu ammâ

Ankara şehrine ni’met Hacı Bayram-ı Velî

Tıfl iken hârika-i rûh ile mânend-i Mesîh

İtdi izhâr-ı kerâmet Hacı Bayram-ı Velî

Müstefîz oldu kemâliyle Ebû Hâmid’den

Hazret-i Pîr-i tarîkat Hacı Bayram-ı Velî

İlm ü irfânı ile âleme şâyi' oldu

Söylenür tâ-be-kıyâmet Hacı Bayram-ı Velî

Fukarâsı çok idi şimdi dahi pek çokdur

Eyliyor cümleye himmet Hacı Bayram-ı Velî

Feth-i İstanbul içün Hazret-i Şemseddîn’e

Gayreti kıldı vasiyyet Hacı Bayram-ı Velî

Yazıcı-zâde’ye yazdırdı Kitâb-ı Aşk’ı

İtdi îsâr-ı muhabbet Hacı Bayram-ı Velî

Nâil-i vaslı olan Hâcı Reşîd’e elbet

Bahş ider feyz-i reşâdet Hacı Bayram-ı Velî

                     *   *   *

/260/ Ser-firâz-ı kutbiyândır Hacı Bayram-ı Velî

Şâh-ı irfân-ı cihândır Hacı Bayram-ı Velî

Eşgine yüz süren elbette rehâ-yı nâr olur

Şâfi’-i üftâdegândır Hacı Bayram-ı Velî

Mürşid-i râh-ı hakîkat mahrem-i râz-ı Hudâ

Menba’-ı feyz-i İlâhî kümmelîn-i evliyâ

Vuslat-ı mahbûb-ı Hak’dan âşinâdır dâimâ

Reh-nümâ-yı sâlikândır Hacı Bayram-ı Veli

Şem’-i nûr-ı himmeti yanmakdadır rûz u şebân

Âsitân-ı feyz-i cûdu sû-be-sû olmuş revân

Âb-ı aşkın teşnegânı oldu sîr-âb bî-gümân

Mevc-i eltâf ı revândır Hacı Bayram-ı Velî

Nefsile hem-râh-ı dâim işim oldu pür-hatâ

Ez-miyân-ı bahr-ı isyân bulmadım bir ân rehâ

Yüz sürüp hâk-i der-i ulyâsına eyle recâ

Dest-gîr-i mücrimândır Hacı Bayram-ı Velî

Râşid-i kem-ter kulun geldi huzûra zâr zâr

Nâ-sevâbım cürm ü taksîr ü günâhım bî-şümâr

Rû-siyâh ile varup dergâhına kıl i’tizâr

Yâver-i bî-çâregândır Hacı Bayram-ı Velî

                     *   *   *

Ey şeh-i iklîm-i irfân ey velîyy-i zü’l-kerem

Vey şehen-şâh-ı tarîkat Hacı Bayram-ı Velî

Ey maârif bahrına gavvâs olanlar rehberi

Âşinâ-yı sırr-ı vahdet Hacı Bayram-ı velî

Mültecâ-yı tâlib-i Hak dest-gîr-i sâlikân

Vâkıf-ı sırr-ı hidâyet Hacı Bayram-ı Velî

Teşnegân-ı vaslı kâni’ eyler ednâ himmetin

Sâki-i atşân-ı vuslat Hacı Bayram-ı Velî

Dünye vü ukbâsını îyd itmeğe züvvârının

Nâm-ı pâkindir işâret Hacı Bayram-ı Velî

Çeşm-i nâ-bînâ ile geldim sana hâl arzına

Kâhil-i kuhl-ı hakîkat Hacı Bayram-ı Velî

Hâk-i dergâhın gözümde tûtiyâ yâ nûr-ı Hak

El-emân eyle mürüvvet Hacı Bayram-ı Veli

Kem-ayârım dest-i nakkâd-ı maârif isterim

Kân-ı iksîr-i velâyet Hacı Bayram-ı Velî

Gerçi bed-kârım kabûle nâ-revâyım el-meded

Ey hakîm-i derd-i firkat Hacı Bayram-ı Velî

Çünki yokdur ey velîler serveri mahbûb-ı Hak

Lutf-ı ehlu’llâh’a gâyet Hacı Bayram-ı Velî

Nüsha-i âmâlime pûşîde olsun himmetin

Görmeyem rûz-ı kıyâmet Hacı Bayram-ı Velî

Feyz-i imdâdınla nâmın haşrde kem-ter Saîd

Bula defterde saâdet Hacı Bayram-ı Velî

Esnâ-yı ziyârette bu abd-i rû-siyâha sânih olmuştur:

Reh-i Mevlâ’da hırâm eyledi Bayram-ı Velî

Şevkını zevkını tâm eyledi Bayram-ı Velî

Ne mübârek ne güzel pîr-i tarîkatdır o

Herkesi kendine râm eyledi Bayram-ı Velî

Aşk ile türbe-i pür-ıtrına dâhil oldum

Beni ser-mest ü müdâm eyledi Bayram-ı Velî

Ankara halkı vücûduyla tefâhur itsün

Nûr ile def’-ı zalâm eyledi Bayram-ı Velî

Zâir-i hâlisi Vassâf'ını taltîf iderek

Îyd-i vuslatla be-kâm eyledi Bayram-ı Velî

/261/ Hz. Pîr, kerîmeleri Hayrunnisâ hazretlerini, Eşref-zâde Abdullâh-ı Rûmî hazretlerine tezvîc buyurmuşlardı. Emîr Sultân hazretleri tavassut edip, hattâ onbir sene Hacı Bayram-ı Velî’ye İmâmet etmiş ve hıdmet-i şerîfelerinde bulunmuştur. İbtidâ-yı sülûkları müşârünileyhden idi. Nitekim Kâdirîler bahsinde tafsîli geçti.

Ankara’daki müşâhedâtım:

Hz. Pîr’in türbesi kârgîrdir. Üzeri kubbelidir. Müşrif-i harâb iken zamânımızda meşâyıh-ı Bayramiyye’den Hüsâmeddîn Efendi uluvv-i himmet izhâr ederek ta’mîre muvaffak olmuştur. Türbe-i şerîfeleri ittisâlinde bir câmi'-i şerîf vardır. Minâresi iki şerefelidir. Câmi'-i şerîf gâyet dil-nişîn ve ma’mûr ve müzeyyen olup, gerek mihrâbının, gerek duvarlarının çinileri pek nefîstir. Husûsiyle minberi saç ağacından ma’mûl ve pek kıymet-dâr ve musanna’dır. Câmi'-i şerîf vaktiyle Hz. Pîr zamânında inşâ olunan hânkâhın mahallindedir. Târîhine bakdım, 1126/(1714)’dır. Demek ki vaktiyle yapılan hânkâh müşrif-i harâb olunca bu câmi'-i şerîf 300 sene sonra yapılmıştır. Câmi'-i şerîfin kapısı bâlâsındaki târîh:

Mürşid-i râh-ı hakîkat menba’-ı cûd u sehâ

Şeyh Muhammed Baba nesl-i Hacı Bayram-ı Velî

Câmi’-i ceddini ta’mir itdi bâ-avn-i Hudâ

Ola yâ Rab dergehin çâkerlerinin ekremi

Göricek itmâmını Râzî didi târîhini

Câmi’-i rahmet-meâb Hacı Bayram-ı Velî

(جامع رحمت مآب حاجى بيرام ولى) = 1126/(1714)

Bu târîhden anlaşılıyor ki, sülâleleri teselsül etmiş ve Şeyh Muhammed nâmında ahfâdından biri zamânında câmi'-i şerîf ta’mîr edilmiştir. Ta’mîr ta’bîrinden binânın Hz. Pîr zamânından kaldığı da istidlâl olunabilir.

Dîğer târîh:

من اولياء الله بيرام الولى الذى

قد كان بان لهذا الجامع الفاخرا

لما بدى حزبه من الغدا والعشى

أهم عمرانه شيخ نجد الورى

لقد قال من رأى إتمام تعميره

بالشوق تاريخه ذا جامع عمرا[10]

Câmi'-i şerîfin ittisâlinde hücreler ve müteaddid dâireler vardır. Bu hücrelerde birçok erbâb-ı riyâzet ü sülûk göreceğim zannediyordum. Hâlbuki her taraf,

يوم نوبت ميزند پر طارم افراسياب

پرده دارى ميكند در قصر قيصر انكبود[11]

/262/ diye lisân-ı hâl ile göz yaşları döküyor gibi hisseyledim. Câmi'-i şerîfin altındaki odalar, matbah ve çile-hâneyi ziyâret ettim. Odalar birer çile-hânedir. Birincisi Akşemseddîn hazretlerinin, ikincisi Yazıcı-zâde Muhammed Efendi hazretlerinin, üçüncüsü Eşref-zâde Abdullâh-ı Rûmî hazretlerinindir. Her üçünün birleşip huzûr-ı Hz. Pîr de zikr ettikleri hücre dahi ziyâret olunmuştur. Burada Hz. Pîr’in kemeri, mübârek surrelerine Hz. Rasûl-i Ekrem (salla'llâhu aleyhi ve sellem) efendimizin sünnet-i seniyyelerine tebean koydukları siyâh taş mevcûddur. Her birini yüzüme, gözüme sürdüm.

Ankara ahâlîsinde Hz. Pîr’e hiss-i muhabbet yokdur. Her hâlde vaktiyle ziyâde imiş, sonraları zâil olmuştur. Sebebi ise seccâde-nişîn-i meşîhat olan zevâtın zevk-ı tasavvufdan, ilm ü irfândan mahrûm olup, ezvâk-ı dünyâya dalmaları ve halk üzerinde o makâm-ı ulvînin te’sîrini izâle edecek etvâr ve harekâttan ibârettir. Hâlen oraya bir insân-ı kâmil gelmiş olsa, Hz. Pîr’in uluvv-i mertebe ve makâmât-ı âliyesini onlara ifhâm eder sûrette hareket etse, avâmm-ı halk orasını kıble-i irfân ittihâz eder. Ankara’da altmış yaşına gelmiş bir ihtiyâr ile görüştüğümde, “Efendi bu yaşa geldim, oraya girmedim.” demiş ve fakîri hayrette bırakmış idi.

Burada da seccâde-nişîn olanlara, “Çelebi” derler. Vâridât-ı Bayramiyye-i vakfiyye çoktur. Çelebiler, vâridâtı kendilerine hasr eylemişler ve fukarâ ve seyyâhîne bakmaz olmuşlardır. Hattâ yakında Ankara’dan gelen bir arkadaşım, “Hz. Pîr’in türbesi toz, toprak, örümcek içindedir. Muvâcehe penceresi o mertebe kirlidir ki, içerisi görünmez. Dışarısını da badana etmek, silmek süpürmek bile kimsenin hâtırına gelmez. Her taraf hüzn ü elem içinde bir hâl-i harâbî arz ediyor.” dediği zamân, o hânkâh-ı muazzamın vâridâtıyla yaşâyân çelebi efendiye la’net ettim. Zevk u safâya dalmışlar, hânkâhı unutmuşlar. Bu hâle teessüfler etmemek elden gelmiyor.

Hulefâ-yı Kirâmı :

İnce Bedreddîn, Meczûb Akbıyık, Kızılca Bedreddîn, Baba Nühhâs-ı Ankaravî, Salâhaddîn-i Mevlevî, Muslihuddîn Halîfe, Yazıcı-zâde Muhammed Efendi, Akşemseddîn, Molla Zeyrek, Ramazân Halîfe, Şeyh Muk’ad Hızır Dede, Şeyhoğlu Edhem Baba, Yûsuf-ı Hakîkî hazerâtıdır. Daha ba'zı hulefâsı da vardır. Müşârünileyhimden Akşemseddîn’den tarîk-ı Bayramî, Şeyh Hızır Dede’den tarîk-ı Celvetî zuhûr etmiştir.

/263/ Hz. Bayram-ı Velî’nin Manzûmeleri :

Lisân-ı tasavvufla söylenmiş gazel ve ilâhiyyâtı vardır. İsmâîl Hakkî hazretleri bir gazelini şerh eylemişlerdir.

Nutuklarından:

Niceler bu yolda varın terk idüp

Şâdî virüp satun aldılar gamı

              *   *   *

Bilmek istersen sen seni

Cân içre ara cânı

Geç cânından bul Anı

Sen seni bil sen seni

Kim bildi ef’âlini

O bildi sıfâtını

Andan gördü zâtını

Sen seni bil sen seni

Görünen sıfâtındır

Anı gören zâtındır

Gayriye ne hâcetdir

Sen seni bil sen seni

Kim ki hayrete vardı,

Nûra müstağrak oldu

Tevhîd-i Zât’ı buldu

Sen seni bil sen seni

Bayram özünü bildi

Bileni anda buldu

Bilen ol kendi oldu

Sen seni bil sen seni

Hz. Pîr’in şeyhâne ve mutasavvıfâne pek çok âsâr-ı manzûmeleri olduğunu eski bir eser haber veriyor. Şiiri pek severler imiş ve “Nazm evliyânın kerâmâtındandır; gerek âlim olsun, gerek ümmî olsun. Zîrâ âlem-i hakâyık onu îrâs eder; Yûnus Emre gibi ki, aslında ümmî-i mahzdır; lâkin kemâlâtı âlemde intişâr-ı tâm bulmuştur.” buyururlar imiş.

Dürre-i bahr-ı keremdir Hacı Bayram-ı Velî

Bülbül-i bâğ-ı İrem’dir Hacı Bayram-ı Velî

Fazl u irfânı ile âleme şöhret virdi

Mâlik-i genc-i himemdir Hacı Bayram-ı Velî

Meclis-i feyzine dâhil olan uşşâk didiler

Dâfi’-i hemm ü elemdir Hacı Bayram-ı Velî

Her gören zâtını olmuş idi aşkın mesti

Sâki-i meclis-i cemdir Hacı Bayram-ı Velî

Der-i lutfundaki Vassâf’ını tesrîr eyler

Sâhib-i lutf u keremdir Hacı Bayram-ı Velî

Hulâsa-i kelâm Hz. Pîr, vücûd-ı enveriyle âlem-i irfâna pertev-pâş olmuş bir neyyir-i hakîkat idi. Müntesiblerin her birini zirve-i velâyete ulaştırmıştır. İkinci devir şuarâsından Şeyh Sinân Efendi’nin, Hz. Pîr ile şeref-yâb olanlardan olduğu ve iktibâs-ı envâr-ı tasavvuf eylediği ve Şeyh Ulvân-ı Şîrâzî nâmında bir halîfeleri daha bulunduğu mervîdir.

Hz. Bayram-ı Velî’nin bir halîfesine yazdıkları mektûb sûretidir:

الحمد لله الذى جذب اوليائه إلى باب حضرته وأمدها بإمداد غيبه فتحققوا بشهود أزليته وأبديته وأخذ وجودهم عنهم بإفنائهم فى وجوده. ففرقوا فى بحر هويته وصلى الله على أكمل مظاهره محمد المصطفى من خليقته الذى شهد له اعلام الوجود بكمال خصوصيته وأكمليته وعلى آله وأصحابه  وإخوانه الكاملين من ورثته.[12]

Ol ah-ı İlâhî üzerine dahi ittihâz-ı zâtî münbais olan duâ-yı sâlih ihdâ olunduktan sonra i’lâm olunur ki, mukaddemen bu cânibe irsâl buyurulan mektûb-ı şerîfinizle karındaşımız Muhammed Efendi’nin (rahmetu'llâhi aleyh) bu menzil-i kesretten âlem-i vahdete ve dâr-ı ağyardan serây-ı dil-dâra intikâl ettikleri i’lâm olunmuş. (الحكم لله والأمر بيد الله)[13] Hak teâlâ hazretleri kemâl-i lutfundan ibâdu’llâh-ı sâlihîn ve ervâh-ı mukarrabîn zümresinden edip, haşre dek huzûr-ı akdes ve âlem-i ünsde şarâb-ı vuslat ile sîr-râb edip ve vech-i izzette ref-i nikâb ve keşf-i hicâb ile ber-hûrdâr etmiş ola. (وَمَا جَعَلْنَا لِبَشَرٍ مِّن قَبْلِكَ الْخُلْدَ) [14]

Bu dâr-ı mihnet, dâr-ı huld-i ikâmet değildir. Belki tahsîl-i kemâlât u maârif-i ilâhiyye ve tekmîl-i merâtib-i imkâniyye-i vücûbiyyeden sonra abdin sıfat-ı zâtiyyesi olan fakr-ı küllî ile Hakk’a ibâdet ve müşâhede-i vech-i hakîkat ve muâyene-i Cemâl-i Hz. Ulûhiyyet mahallidir: (وَمَن كَانَ فِي هَـذِهِ أَعْمَى فَهُوَ فِي الآخِرَةِ أَعْمَى)[15]

Eğer görmezse kişi bunda yârın

O gözsüz kande görür yârı yarın

Bilişen dost ile bunda bilişür

Göremez yâd olan yarın nigârın

O gördü dahi buldu bunda yârın

Fedâ kılan yoluna cümle varın

(وَتَرَى الْجِبَالَ تَحْسَبُهَا جَامِدَةً وَهِيَ تَمُرُّ مَرَّ السَّحَابِ)[16] (بَلْ هُمْ فِي لَبْسٍ مِّنْ خَلْقٍ جَدِيدٍ)[17]

Bu âlem mahall-i tebeddül ü tagayyürdür. Dâimâ halk içinde nihâyet i’lâm ile îcâdından tagayyürü müşâhed değildir. Öyle olsa ân-ı vâhidde i’lâm ile îcâd beyninde olan vücûdun ne mikdâr bakâsı olsa gerekdir. Tâ kim, miskîn ibn-i Âdem ona i’timâd eyleye. İmdi, dîde-i basîreti, kuhl-i tevfîk-i ilâhî ile mükahhal ve mir’ât-ı kalbi nûr-ı îmân, îkân u ihsân ile musaykal olan ihvân-ı muvahhidîne lâzım budur ki, mevhûm olan vücûdun bakiyye-i ömrünü dergâh-ı izzetin ibâdetinde ifnâ edip, Arş-ı İlâhî ve Beyt-i Rahmânî ve mahzen-i ilm-i ledünnî ve maskat-ı envâr-ı Sübhânî ve âyîne-i cemâl-ı Samadânî olan kalbi müşâhede-i Hak’dan hâlî tutmayıp, Hakk’ın zikr ü fikrinde murâkabe ve huzûrunda olalar.

(ما وسعنى أرضى ولاسمائى ولكن وسعنى قلب الؤمن)[18] mûcebince kalblerinde Hakk'ı hâzır bileler. Zîrâ insânın (kalbi) esmâ ve mütekâbile tasarrufunda olmağın dâimâ takallübdedir. Cemî' eşyânın suver-i in’ikâsına kâbiliyyeti vardır. Herhangi sûret kalbin içinde mün’akis olursa ol insân, onun sıfatı ile muttasıf olur. Eğer ol hînde intikâl ederse, (وعلى تموتون تحشرون)[19] ona göre haşr olunur. Onun için mübtedî olan ehl-i sülûk kulûbunda her ân Hak’dan gâfil değillerdir. Yâhûd mezâhir-i ilâhiyye olan kümmeli mürşid ve muktedâ ittihâz edip kulûbunda nakş ederler. Yâhûd suver-i eşyâyı mezâhir-i esmâ-ı ilâhiyye bilip cümlesinde vech-i Hakk’ı mülâhaza ederler. Bu hâl üzerine intikâl ederler ise gaflet-i küllî ile intikâl etmezler. Mütevassıtîn olanlar kulûbunu beyt-i ilâhî bilip müşâhededen bir ân münfek değillerdir. Müntehî olanlar Hak’dan gayri nesne bilmezler. (فَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ)[20]

Benim rûhum! Zâhiren ve bâtınen, kavlen ve fi’len, hâlen ve ilmen, keşfen ve zevkan Hz. Rasûlu’llâh (salla'llâhu aleyhi vesellem)’e imtisâl edip tarîkına sülûk etmek gerektir. Tâ kim, vilâyet-i hâssa-i Muhammediyye’ye duhûl ve vusûl müyesser ola. Zîrâ herkesin kurb-ı rûhânîsi nice ise, verâset-i Muhammediyye’den ol kadar vâristir. (رِجَالٌ صَدَقُوا مَا عَاهَدُوا اللَّهَ عَلَيْهِ)[21]

Bu âyet, gerçi evliyâ-yı Muhammediyye’nin beyânındadır. Ya'nî, “Hak’dan gayri bir şey’e ibâdet ve Hak’dan gayri bir zerreye meyl ü muhabbet olunmaya.” diyü onlardan âlem-i ervâhda ve âlem-i ulvîde me’hûz olan ahd üzerine bu âlem-i şehâdette sâbit olup sâdık olalar. Ya'nî Arş’dan Tahte’s-serâ’ya varınca olan mükevvenâttan her bir zerreye gönül vermeyip Hak’dan gayri bir şey’e muhabbet etmeyenlerdir. Hadd-i racüliyyete dâhil olup hakîkat-ı Muhammediyye’den âgâh olanlar ona göre fırsat eldeyken sa’y-i belîğ ve cidd-i refî’ gerektir.

Şöyle ola : Benim rûhum! Mektûb icmâl olundukda bî-huzûrluğa haml etmeyesin. Râbıta-i kalb olana ma’lûmdur. (المؤمن ينظر بنور الله)[22] Ammâ ba'zı ahyânda mevânî’ zuhûr eyler, icmâl olundukta lutfunuzdan ma’zûr tutasınız. Kelime-i vahide kâfîdir. İnşâa’llâhu teâlâ mümkin oldukça tafsîl olunur. Bâkî selâmun aleyküm ve berekâtüh.

الحمد لله الذى نور روحكم بنور محبته وعشقكم بشوق مودته وأدبكم بأركلن شريعته وأسلككم بسلوك طريقته وجعلكم وارثاً نبوته."[23]

                                                           -    -    -

Ahmed-i Buhârî Dergâhı şeyhi Alî Efendi hazretleri, kibâr-ı meşâyıh-ı Şa’bâniyye’den Ömer el-Fuâdî hazretlerinin bir eserinden naklen ber-vech-i âtî beyân buyurdular:

Hacı Bayram-ı Velî, hîn-i irtihâlinde cenâze namâzında hâzır bulunanların nâr-ı cehennemden âzâd olmasını Hz. Hak’dan istirhâm etmiş ve temenniyyâtı nezd-i Celîl-i Sübhânî’de mazhar-ı hüsn-i kabûl olmuştur. İrtihâli vukûunda Ankara halkı namâzına şitâbân olmuşlar.

Bu sırada bir köylü, kırılan saban demirini berây-ı ta’mîr Ankara’ya geldiğinde, keyfiyyetten haber-dâr olunca, namâza şitâbân olarak, getirdiği demiri beline sokup edâ-yı salât eylemiştir.

Bidâyeten hânkâhlarından tâbûtu kaldıracakları zamân, tâbût yerinden kımıldamadığından, halkın merâkını mûcib olarak, ber-hayât bulunan vâlide-i mükerremelerine haber vermişler. O da hemen gelip tâbûtun kapağını açtırıp Hz. Bayram-ı Velî’nin kulağına eğilip bir şey söylemiş. Ba’dehû kapağı kapatıp, “Haydi kaldırınız.” demesiyle tâbût kalkmıştır. Erbâb-ı merâk bunun sebebini vâlide-i muhteremelerinden suâl edince, keyfiyeti anlatmış, “Kulağına eğilip söylediğim şey, ‘İstediğin oldu. Ne duruyorsun? Cemâata zahmet verme."den ibâret idi.

Tâbûtun yerinden kaldırılamaması sebebi, köyünde, Hz. Bayram’ın irtihâlini haber alarak Ankara’ya şitâbân olan köylünün, Hz. Bayram’ın namâzında hâzır bulunabilmesini te’mîn için, teahhurât vukûunu kasden, pîr-i müşârünileyhin bir kerâmeti idi. Köylü yetişince vâlidesinin de mün’im-i kerâmeti üzerine, tâbût seng-i musallaya berâ-yı nakl yerinden kaldırılabilmiştir.

Ba’dehû o köylü demirini berâ-yı ta’mîr demirciye götürmüş, o da, âteşe salmış, demir bir türlü kızmamış. Bunun sebebi bu sûretle tezâhür etmiş ki, namâzda hâzır bulunanlar, nâr-ı cehennemden âzâd olduklarından o köylünün belinde sokulu bulunan ve namâzda köylü ile berâber olan demir dahi âteşten masûn kalmış ve bundan dolayı kızmamıştır. Bu demiri halk köylüden alıp, türbelerinde saklamışlardır. Fakat, mürûr-ı zamân ile dûçâr-ı zıyâ’ olduğundan, elyevm mevcûd değildir. (Kaddesa’llâhu sırrahû ve nefeana’llâhu bi-şefâatihî, âmîn bi-hurmeti Tâhâ vü Yâsîn)

            HACI BAYRAM CÂMİ’ VE TÜRBESİ RESİMLERİ :

1.     Hacı Bayram Câmii

2.     Ankara Hacı Bayram Câmii Medhali

3.     Ankara Hacı Bayram Civârı

4.     Hacı Bayram Câddesi

5.     Hacı Bayram Câmii Medhali

ŞEYH ULVÂN-I ŞÎRÂZÎ

Şeyh Ulvân’ın ecdâdı Şîrâzlı imiş. Bu sebebe mebnî, /264/ “Şîrâzî” denilmiştir. Sultân Murâd-ı evvel zamânında zuhûr edip, Sultân Murâd-ı sânî zamânında irtihâl etmiştir.

Nazar her kande kim kılsam cemâl-i hüsn-i Mevlâ’dır

Göz ile görünür andan meğer nûr-ı tecellâdır

yolunda ârifâne sözleri vardır. Gül-şen-i Râz’ı tercüme eylemiştir.

ŞEYH İNCE BEDREDDÎN ve KIZILCA BEDREDDÎN

Hz. Hamîdüddîn ile diyâr-ı Acem’den gelip Hacı Bayram-ı Velî’den tekmîl-i tarîkat etmişlerdir. Ricâlu’llâh’dan oldukları menkûldür. (Kaddesa'llâhu esrârahumâ)

SALÂHADDÎN-İ BOLUVÎ

“Salâhaddîn-i Tavîl” diye meşhûrdur. Göynük kasabasındandır.

ŞEYH EDHEM BABA

İstanbul fethinde bulunanlardandır. Eyüp’de, Nişâncılar’da Arpacı Hayreddîn Câmi'-i şerîfi ittisâlinde türbe-i mahsûsada medfûndur.

AKŞEMSEDDÎN

Kibâr-ı evliyâu’llâh’dandır. İsm-i âlîleri Şeyh Muhammed b. Hamza’dır. Hz. Şihâbeddîn-i Sühreverdî neslindendir. Nesebi Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk efendimize müntehîdir. Şam’da tevellüd etmiştir. Sabî iken pederiyle diyâr-ı Rûm’a hicret ile Osmancık ve Amasya’da bulunmuştur. Pederlerine, “Şerefeddîn Hamza-i Şâmî” derler imiş. Şakâyık-ı Nu’mâniyye’de kendilerinin fi’l-hakîka Şamlı olduğu, vâlidesinin Osmancıklı bulunduğu muharrerdir. Amasya Târîhi’nde pederinin Amasya’da medfûn olduğu yazılıdır.

Akşemseddîn, zekî bir adam idi. Tahsîlde zekâvet-i fevka'l-âdesinin ziyâde yardımı olmağla, az vakitte ilm-i tıb elde ederek Osmancık kasabasında müderris olmuştu. Bu vecihle ulûm-ı zâhireyi ikmâl ettikten sonra ilm-i bâtın tahsîli hevesine düşerek, tarîk-ı sûfîye meyl etmiştir. Ba'zı zevât Hacı Bayram-ı Velî’ye intisâbı tavsiye eylemişler ise de veliyy-i müşârünileyh, muhtâcîn ve medyûnlara tevzî’ etmek üzere ötekinden berikinden para istemeği ve fukarâ ve mahbûbînin işleri için öteye beriye koşup hizmet etmeği i’tiyâd etmiş bir pîr olduğundan, Akşemseddîn, Hz. Şeyh’in bu hâlini öteden beri beğenmiyor ve ulûm-ı zâhire ve müderrislik pâyesinin verdiği gurûr, böyle bir zâtın hizmetine girmesine mâni’ oluyordu. Binâenaleyh, Haleb’de kesb-i iştihâr eden Zeyneddîn-i Hâfî hazretlerine intisâb etmek üzere o tarafa azîmet etmiş ise de, Haleb’e vusûlünde âlem-i menâmda boynunda bir zincîr olduğunu ve bu zincîrin ucunu Hacı Bayram-ı Velî’nin tutup çektiğini görünce, uyanır uyanmaz hemen Ankara’ya avdet etmek üzere yola /265/ çıkıp, vusûlünde Hacı Bayram-ı Velî hazretlerini mürîdleriyle berâber orak biçmekle meşgûl bulur. Şeyh kendisine aslâ rûy-ı iltifât göstermediğinden, bu da mürîdlere katılarak yardıma başlayıp, netîce-i esrâra müterakkıb olmuştur. İşden fâriğ oldukları zamân Hz. Şeyh, yemek hazırlayıp köpeklere de ayrıca yiyecek ihzâr ve tefrik ederek, mürîdlerini başına toplayıp kendilerine ihzâr edilen yemeği ekle şürû’ ederler ve Akşemseddîn’i çağırmazlar. Akşemseddîn nûr-ı ferâsetle anlar ki, Hz. Şeyh hakkındaki sû-i zannın cezâsına dûçâr oluyor. Enâniyyetini ber-taraf edip köpeklerin yanına giderek, onlara tefrîk olunan yiyecekten nevâle-çîn olmağa şitâbân olduğunu Hz. Şeyh görünce, derhâl da’vetle sofrasına almıştır.

Akşemseddîn, Cenâb-ı Pîr’in irşâd ve delâletiyle tasfıye-i derûn etti. Sülûkunda az bir müddet içinde derecât-ı âliyeyi buldu. Kemâlât-ı ilmiyyesi şöhret buldu. Tabâbetteki ihtisâsı da ayrıca yer tuttu. Göynük ve Torbalı’da irşâd-ı nâs ile meşgûl olup, mürşid-i mükerremi Hz. Bayram-ı Velî’nin âlem-i bakâya intikâlinden sonra câ-nişîni oldu.

Fâtih Sultân Mehmed Hân tarafından isticlâb-ı rûhâniyyetleri ümniyyesiyle, pîr-daşı Akbıyık Abdullâh Sultân ile berâber ordû-yı hümâyûna da’vet olunmuş, Edirne’ye azîmetinde mazhar-ı iltifât ü hürmetleri olmuş idi. İstanbul’un fethinde Hz. Pâdişâh’ın berâberinde bulunarak nasîhatlarıyla kemâlât-ı âliye vü ma’neviyyesiyle cümleyi müstefîd eylemiştir. Bu sırada kevnî ve irfânî kerâmetleri zâhir oldu. Fetihden üç gün evvel veyâ sonra Okmeydânı’nda hayme-nişîni ârâm olan Akşemseddîn ile Hz. Fâtih muhâbere ederek, gece sekizde veliyy-i müşârünileyhin menzil-i ârifânesine gelmişlerdi. Hz. Şeyh, Cenâb-ı Fâtih’i der-âgûş ile çadırına aldı. Bi'l-umûm ümerâ-yı guzât, dest-i pâk-i Şeyh’i kemâl-i hürmetle takbîl etmişlerdir.

Fetih müyesser olunca, daha ziyâde ta’zîme mazhar oldu ve Hz. Pâdişâh’a vâdî-i teselli vü cesârette büyük hizmetlerde bulundu.

Kara gün dostu imiş (Fâtih’in) Akşemseddîn

Ki yüzünden lemeân itdi anın feth-i mübîn

Nusreti çeşm-i hakîkatla görüp virdi haber

Böyle her kârı uzakdan gören erbâb-ı yakîn

/266/ Hz. Fâtih sabâha kadar şeyhin yanında bulunarak salât-ı fecri birlikte edâ eylemişlerdir. Fethi müteakip Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin merkad-i münevverlerinin Kostantiniyye sûruna karîb bir mahalde olduğunu târîh kitaplarında evvelce okumuş olduğundan bahisle, bu kabrin keşfini Hz. Şeyh’den ricâ etmiştir.

Bunun üzerine Hz. Fatih’le birlikte kabrin bulunduğu mahall-i mukaddese gittiler. Buraları dümdüz ve kabirden nişâne yok idi. Hz. Şeyh asâsının baş pâresini alnına vaz’ ile ittikâ ederek müddet-i medîde murâkabeye daldı. Muahharan başını kaldırıp Hz. Fâtih’e, “Kabr-i mübârek şurasıdır.” diyerek aldığı çınar dallarının birini baş, dîğerini ayak ucuna dikti. Hz. Fâtih, kalb-i hümâyûnundaki tereddüdün külliyen izâlesi maksadıyla, o gece hafiyyen silâh-dârını göndererek Şeyh’in rekz ettiği çınar dallarının vasatına kendi parmaklarındaki yüzüğü defn ettikten sonra, mezkûr dalları yirmi adım kadar kıble tarafına nakl etmesini kendisine emr ve tenbîh etti.

Silâh-dâr ağa Pâdişâh’ın ârzûsu vechile hareket etti. Ertesi gün Hz. Fâtih, cenâb-ı Şeyh’e tekrâr ta’yîn-i kabr eylemesi için haber gönderip derhal yine türbenin olduğu mahalle geldi. Pâdişâh dahi bulundu. Hz. Şeyh-i dil-âgâh, gece Silâh-dâr Ağa tarafından başka yere rekz edilmiş olan çınar dallarına atf-ı nigâh etmeyerek, doğruca kabrin yanına gitti. “Benim dün rekz ettiğim çınar dalları başka yere nakl olunmuş, işte burasıdır.” diyerek Hz. Pâdişâh’a teveccühle oraya gömülen mühr-i hümâyunu çıkarıp, “Yed-i şâhânelerine teslîm ediniz.” diye huzzâra hitâb etti.

Pâdişâh, kalbindeki şekkin zâil olduğunu söylemekle berâber, kabrin fi’l-hakîka burası olduğuna bir nişâne ibrâz olunsa, ilmlerinin ayne’l-yakîn mertebesine vâsıl olacağını der-meyân etmişlerdi. Bunun üzerine Hz. Şeyh, kabrin baş tarafından iki arşın kadar hafr edilirse hatt-ı İbranî ile, ( هذا قبر خالد)[24] ibâresi mahkûk bir beyâz taş çıkarak, keşiflerini te’yîd edeceğini arz etti. Fi’l-hakîka kazdılar, dediği gibi çıkınca, Hz. Fâtih’in hürmet ve muhabbeti iki kat olup, mürîdleri sırasına girmek ve halvet etmek istid’âsında bulunmuşlar ise de, Şeyh hazretleri, “Pâdişâhlara lâzım olan şey adâlettir. Halvet, saltanata münâfîdir.” diye men’ etmişlerdir.

Pâdişâh-ı müşârünileyh merkad-i mekşûf üzerine türbe yaptırmıştır ve bu türbe Sultân Selîm-i sâlis zamânında tecdîd ve son zamânda mükemmelen ta’mîr edilmiştir.

/267/ Fâtih hazretleri bu münâsebetle Cenâb-ı Şeyh için zâviyeler te’sîsini ârzû etmişlerse de, kendisi burada durmak istemeyip vatan ittihâz etmiş olduğu Göynük ya'nî Torbalı kasabasına avdetle, vefâtlarına kadar orada zikr ve ibâdetle ve teşfiye-i merzâ ile meşgûl olmuşlardır.

İstanbul’da, Fâtih Câmi'-i şerîfinin ilerisinde, Hırka-i Şerîf Câmi’-i münîfinin yakınında, müşârünileyhe nisbetle inşâ olunmuş bir câmi’ vardır. “Akşemseddîn Câmii” derler. Bundan başka Tanin Gazetesi’nin 2341 numaralı ve 12 Haziran 1331/(24 Haziran 1915) târîhli nüshasında okuduğuma göre, Üsküdar’da Salacak nâm mahalde Hz. Fâtih tarafından müşârünileyh nâmına bir mescid-i şerîf binâ buyrulmuştur. Feth-i celîl-i Kostantıniyye’de binlerce mürîdânı ile fî-sebîli’llâh cihâda bi’l-iştirâk, maddî, ma’nevî hüsn-i hizmeti sebk etmiş olan müşârünileyhin akîb-i fethde, kendisine mahsûs olan “Sala” (صله) aşîreti efrâdından bir kısmını Üsküdar’da Salacak’ta iskân ile ilk Türk mahallesini te’sîs ederek, mescid-i şerîf-i mezkûrda sinîn-i vefîre irşâd ile meşgûl olmuşlar imiş.

Şu hâtırayı tebcîlen 12 Şa’bân 1333/(25 Haziran 1915) târîhinde bir ihtifâl tertîb olunmuş idi. Her sene tecdîdi takarrür etmiş iken, inkılâbât te’sîriyle adem-âbâd-ı nisyân olmuştur.

Hâfız Hüseyin-i Ayvansarâyî, Hz. Şeyh’in bir müddet Zeyrek Câmii’nde - ki kiliseden muhavveldir- ikâmet eylediklerini Vefeyât’ında yazıyor.

İrtihâli :

“Kurretü’l-Ayn" (قرة العين)[25] ve "Kâşif-i esrâr" ( كاشف اسرار) terkîblerinin beyânı vechile 863 senesi şehr-i Cemâziye'l-âhirinin beşince (9 Nisan 1459) günü âlem-i bakâya irtihâl eylemişlerdir. Türbeleri Göynük’te ma’mûr ve ziyâret-gâhdır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Âsârı:

Teveccühü’l-Vahdet ve tasavvufa müteallik Risâletü’n-Nûr unvânıyla bir eser-i makbûlü metâin-i sûfîyyeye karşı bir risâlesi ve tıbba müteallik Mücerrebât’ı ile dîğer bir kitabı vardır.

Nutuklarından:

Gördüm çü Hak’ın vechini ayne’l-yakîn “Yâ Hû” dirim

Ki sûfî “”dan dem urur ben her dem “illâ Hû” dirim *

                     *   *   *

Zihî cân kim münevverdir bugün nûr-ı tecellâdan

Zihî dil kim muattardır hevâ-yı aşk-ı Leylâ’dan

/268/  Harâbat içre uşşâkı görüp ta’n eyleme zâhid

Ki ol rüsvâ-yı aşk olmuş yanar derd-i dil-ârâdan

Cihânın mâ-verâsında kurulmuş çeşme-i uşşâk

Dü-âlemden haber bilmez dahi şol arş-ı a’lâdan

Velî dil-dâra kim virdi cihânda kılmadı ârâm

Yürür âvâre ser-gerdân geçüp dünyâ vü ukbâdan

Temâşasın duyan âşık nazar kılmadı ağyâra

Ki dâim aşk u şevk ister usanmaz ol bu sevdâdan

Hudâ’nın âşıkı çokdur misâl-i Akşemseddîn*

Kanı bir gerçek âşık kim yanar ol derd-i Mevlâ’dan

 “Müşârünileyhe “Akşemseddîn” denilmesi, sakal ve bıyıktan mahrûm köse olmasından kinâyedir.” denilmektedir. Âsârda buna dâir sarâhat görülmüyor.

Evlâdı :

Oniki evlâdı dünyâya gelmiştir. En küçüğü olan Nûrulhüdâ meczûb ve abdâl olduğundan taraf-ı pâdişâhîden nâmına vakıflar ta’yîn kılınmıştır.

Muhammed Hamdullah Efendi

Muhammed Hamdullah Efendi, dîğer mahdûmudur. Evvelâ tarîk-ı ilme sülûk ile iktisâb-ı kemâlât ettikten sonra manâsıb-ı devlete ve hattâ bir vazîfeye dahi meyl ve rağbet etmeyip, gûşe-i kanâati ihtiyâr etmiş idi. Gazeliyyâtı o kadar latîf değilse de, mesnevîsi pek hoştur.

Yûsuf u Züleyhâ, Leylâ vü Mecnûn, Mevlid-i Cismânî, Mevlid-i Rûhânî ve Kıyâfet-nâme unvânlarıyla beş manzûmesi vardır. En meşhûru Yûsuf u Züleyhâ’sıdır ki, Molla Câmî’nin manzûme-i Fârisiyyesinden tercüme etmiş ve hayli ilâveler derc eylemiştir.

Sultân Bâyezîd-i sânî devrinde yaşamış ve 914/(1508)’de vefât eylemiştir. Yûsuf u Züleyhâ nâm eserini yazar, satar, onunla geçinir imiş.

Şeyh Muhammed Zeynî

Müşârünileyh Muhammed Hamdullah’ın oğludur. Seksen yaşında vefât etmiştir. Vefâtına, Enîsî bu târîhi söylemiştir:

Kabrini Allâh anın pür-nûr ide

 (قبرنى الله آنك پر نور ايده) = 977/(1569)

Pederinin yanında medfûn imiş. Mahall-i medfenini tahkîk edemedim.

Nutku:

Sözüm dinle benim kardaş unutma hâlet-i nez’ı

Gidersin bu yola yoldaş unutma hâlet-i nez’ı

Vedâ’ idip ahibbâya gidersin dâr-ı ukbâya

/269/  Sakın meyl itme dünyâya unutma hâlet-i nez’ı

Kanı âbâ vü ecdâdın kanı ashâb u evlâdın

Senin de kalıser adın unutma hâlet-i nez’ı

Bu fânî dâra aldanma vefâsız yâre aldanma

Kanı mekkâra aldanma unutma hâlet-i nez’ı

Gider Zeynî hevâ fikrin düşür kalbe Hudâ zikrin

Bu derde kıl devâ fikrin unutma hâlet-i nez’ı

Şeyh Emrullâh Efendi

Akşemseddîn-zâdedir. Zâhir ve bâtını ma’mûr ricâldendir. Bursa’da Zeynîler havalîsinden Fıstık Çeşmesi kurbünde, Molla Çelebi menzilinde medfûndur.

AKŞEMSEDDÎN’İN HULEFÂSI

Kaç zâttır, gayr-i ma’lûmdur. İbrâhîm el-Kayserî hazretleri meşâhîr-i hulefâsındandır.

İBRÂHÎM-İ KAYSERÎ

“İbrâhîm-i Tennûrî” de derler. Gül-zâr-ı Ma’nevî’nin nâzımıdır. Kayseri’de medfûndur. Târîh-i irtihâli 887/(1482)’dir. Pederi Sivaslı, vâlidesi Amasyalıdır. Amasya’da doğmuştur.

Şeyh İbrâhîm-i Tennûrî hazretleri hakkında Şakâyık-ı Nu’mâniyye’nin 247. sahîfesinde tercüme-i hâline dâir îzâhat vardır. Onun zübdesi şundan ibârettir:

“Esâsen Sivaslıdır[26]. Mevtınen Kayserilidir. Mebâdî-i ulûmu Konya’da Müderris Ya’kûb’dan öğrendi. Kayseri’de Hândî (Hunat) Hâtûn Medresesi’nde müderris oldu. Fakat Şâfiiyyül-mezheb idi. Hâlbuki o medresenin müderrisliği Hânefîlere meşrûta idi. Kendinin tasarrufu hilâf-ı şart-ı vâkıf olmakla medreseden ferâğat etti. Cezebât-ı ilâhiyye te’sîriyle tarîk-ı tasavvufa meyl hâsıl etti. Akşemseddîn’in dâire-i tasarrufuna düştü. Akşemseddîn’i bulmak için Beypazarı’na gitmiş, bulmuştur. Akşemseddîn, Hz. İbrâhîm’e, “Kimsin? Nereden geliyorsun?” diye sordu. “Efendim, Kayseri müderrisiyim, oradan geliyorum.” dedi. “Ne gibi hediye getirdin?” diye suâline karşı, “Efendim, fakîr bir adamım, hediyye takdîmine kudretim yoktur.” dedi. Akşemseddîn, “Benim hediyyeden maksadım vâkıâttır.” diye tesellî etti, halvete soktu.

O gece rü’yâ gördü ve arz eyledi. Hâlbuki, şimdiye kadar gördüğü rü’yâları zabt edemez imiş. O gece gördüğü rü’yânın tamâmen mazbûtu olarak kaldığını görünce, bu, şeyhin berekâtındandır kanâatine mazhar oldu.

Beynlerinde esrâr-ı acîbe zuhûra geldi. İkmâl-i sülûkdan sonra Şeyh İbrâhîm’i Kayseri’de irşâd-ı nâsa me’mûr eyledi. Fakat bu sırada bir kabz-ı azîmin istîlâsına ma’rûz kaldı. Def' u ref’ine muktedir olamadı. Azîzine mülâkat emeline düştü. Bu sırada bir gece rü’yâda azîzi kendisine, “Bir germ tennûra (bildiğimiz tandır) üzre oturup ziyâdece terlemelisin.” diye emretti. Ertesi sabâh azîzinin emrini yerine getirdi. Kabz hâli basta döndü. Bu vartadan halâs oldu. Şeyhine mülâkatında bunu anlattı. Şeyhi hâlini istihsân eyledi.

Şeyh İbrâhîm, irşâdına dâhil olanlardan âlem-i kabza düşenleri sıcak bir tennûr üzerine oturtup ziyâdece su içirip fazlaca terletirlerdi. Tennûrîlik buradan kalmıştır.

Ekser evkâtta istiğrâk istîlâ eder, cezebât-ı ilâhîyye zuhûra gelirmiş. Etvâr-ı sülûk üzerine olan te’lîfi vardır ki, Gül-zâr tesmiye etmiştir. (قبر او بادا هميشه منزل روحانيان) mısraı târîhdir (887/1482)[27].” (Kaddesa'llâhu esrârahumâ)

Şeyh Yavsı Muhyiddîn Muhammed Efendi de hulefâsındandır. 277. sahîfede bahsi gelecektir.

ŞEYH HURREM VELÎ

Akşemseddîn’(in) halîfesidir. Esnâ-yı fethde şehîd olmuştu. Merkad-i mübâreki İstanbul’da, Hekîmoğlu Ali Paşa civârında, Altımermer’de kâindir. Türbesi harîk-ı kebîrde yanmıştı. Kabri hâlen kaybolmuştur, zannederim. Harîkdan evvel türbesini ziyâret etmiş idim. Sandûkası önündeki levhada şu beyitleri okumuştum :

Cenâb-ı Akşemseddîn Efendi menba’-ı irfân

Anın feyz-i kemâli zâhir olmuş evliyâu’llâh

Kerâmâtın görüp çok cân uyandı hâb-ı gafletden

Açıldı cân gözü anlarda keşf oldu Cemâlu’llâh

O zâtın yeddini Hurrem Velî tutmuşdu evvelce

Hulûs-ı kalbile teslîm olup tevhîd-i zikru’llâh

Ki ol şeyhinden aldı ol zamân feyzi tarîkatda

Göründü mazhar-ı irşâd ile bir ârif-i bi’llâh

Ne hâlse belde-i feth-i Stanbul içre birlikde

Gelüp Fâtih ile bunlar şehîd oldu bi-hükmi’llâh

O hengâm-ı gazâda her birisi ser virüp bunda

Düşüp kalmış idi ol dem bu cism-i pâk-i rûhu’llâh

Bunun kasrı harâba yüz tutup birçok zamân sonra

Erenler himmetiyle keşf olup ma’nen li-vechi’llâh

Bu yolda nakdini sarf eyleyüp o sa’y ü gayretle

Mücedded yapdı İbrâhîm Efendi hasbeten li’llâh

Gelüp bir er didi yahşı anın târîh-i mantûkun

Budur dil-keş makâmı şâd ola Hurrem Veliyyu’llâh

(بودر دلكش مقامى شاد اوله حرم ولى الله)

/270/ Hamza Baba

Akşemseddîn hulefâsındadır. Makâmât-ı Evliyâ müellifidir.

Abdurrahîm Efendi

Akşemseddîn hulefâsındandır. Vahdet-nâme müellifidir. Karahisârlıdır.

Yûsuf Baba

Akşemseddîn hulefâsındandır. Sivrihisârlıdır. “Ravza-i rahmet” (روضهء رحمت) târîh-i irtihâli olan 917/(1511)[28] senesini gösterir. Eyüp’de türbe-i şerîfe civârında medfûndur.

Muhammed Şâmî Efendi

Akşemseddîn hulefâsındandır.

Şeyh Abdurrahîm Efendi

Akşemseddîn hulefâsındandır. Münyetü’l-Ebrâr ve Gunyetü’l-Ahbâr, Vahdet-nâme ve Kasîde-i Râiyye cümle-i âsârındandır. Karahisâr’da nâmına muzâf câmi'-i şerîf hazîresinde medfûndur.

Manzûmâtından:

Gerçi oldu mevlidim Karahisâr

Yüzüm ağ it kalbimi bî-şerm-sâr*

YAZICI-ZÂDE MUHAMMED-İ BÎCÂN EFENDİ HAZRETLERİ

Kıdvetü’l-ârifîn, umdetü’l-âşıkîn, seyyid-i ehli’l-firâk ve’l-uşşâk bir zât-ı âlî-kadrdir. Malkara muzâfâtından Kadıköy nâm karyede dünyâya revnak-efzâ olmuştur. Hâneleri el’ân mahfûz ve ziyâret-gâh imiş. Bidâyet-i hâlde işrete mübtelâ iken Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin Gelibolu tarîkıyla Edirne’ye azîmetinde mazhar-ı nazar-ı kerâmeti olup, bundan sonra aşk ile sûzân ve emr-i tahsîle şitâbân oldu. Nihâyet zâhir ü bâtın ilimlerinde ricâlu’llâh sırasına geçmiştir. Tabîat-ı şi’riyyesi fevka'l-âde idi.

Gelibolu hâricinde elyevm mevcûd ve ziyâret-gâh olan zâviyesinde ibâdâtla meşgûl olup, 855/(1451) târîhinde irtihâl-i dâr-ı bakâ eyledi. Medfen-i mübârekleri, zâviyeleri hazîresindedir. Üzerine türbe yapılmış, fakat açıktır. Ziyâret-gâh-ı ehl-i aşk u muhabbettir. Çanakkale Boğazı’ndan gelip geçen vapur ve sefâin yolcularından erbâb-ı îmân olanlar, Gelibolu hizâsından mürûr ederken müşârünileyhin rûh-ı şerîfine Fâtiha ihdâ ederler; âdet sırasına geçmiştir.

Ehl-i tasavvufun ser-âmedânındandır. Tahsîl-i ulûm için İran ve Mâverâünnehir taraflarına gitmiş ve kesb-i maârif ve derk-i hakâyık için çok seyâhatte bulunup, nice evliyâu’llâh ile görüşmüş ve Hacı Bayram-ı Velî’nin taht-ı terbiyesinde nâil-i rütbe-i kemâl olmuştur.

İsmaîl Hakkî-i Celvetî, Muhammediyye Şerhi’nde, “Efdalü’l-evliyâi’l-müteahhirîn Üftâde Efendi’den menkûldür ki, sâhib-i Muhammediyye, ilm ü irfânında şeyhi Hacı Bayram-ı Velî’nin /271/ fevkındadır. Gerçi Bayram-ı Velî’de kuvvet-i tasarruf var idi. Ammâ rütbe-i irfânda sâhib-i Muhammediyye kadar değil idi.” yazılmıştır.

Muhammed Efendi hazretleri, Hüdâvendigâr Gâzî zamânında sefâretle Mısır’da bulunmuşlardır. Fakat bi'l-âhare hayât-ı resmiyyeden tecerrüd ile gavvâs-ı bahr-ı fenâ olmuşlardır. Son zamânlarında Gelibolu’da ikâmetle hâlet-i feyzâ-feyz inzivâlarında, çile-hânelerinde ömür geçirmişler; riyâzet ve mücâhede ve ülfet-i nâsdan uzlet ve inkıtâ’da ve Hakk’a teveccühde o derece azm ü metânet göstermişlerdir ki, yedi sene âteşde pişmiş yemek yememiş ve zikru’llâh ile dem-güzâr olmuştur.

Âlemin nakşını hayâl gördüm

O hayâl içre bir cemâl gördüm.

Heme âlem çü mazhar-ı Hak’dır

Anın içün kamu kemâl gördüm

diyen o hazret, Muhammediyye nâm kitâb-ı bedîini bu çile-hânede emr-i âlî-i peygamberî ile ilhâma müsteniden yazmıştır. Bu kitâb-ı celîlin kavâid-i te’lîfi ve mebânî-i tasnîfi oniki ilmin netâyici üzerine mübtenîdir. Zâhir ü bâtında ne kadar tefsîr ve tahkîk var ise mecmûunun hulâsasıdır.

Müşârünileyh hakkında eslâfın ittifâkı üzere, sıdk ve sülûk u riyâzette Bâyezîd-i Bestâmî-i sânî ve san’at-ı nazm ü inşâda Pîr-i Hâkânî ve hall ü akd-ı elfâzda muallim Sa’dî-i Şîrâzî ve istinbât-ı hakâyık u maârifte bir ârif-i Rabbânî ve âlim-i hakkânî ve ulûm-ı zâhire vü bâtınada mütefennin ve mütebahhir ve dakâik u hakâyıkta fâiku’l-akrân bir merd-i âlî-şândır.

Mağâribü’z-Zemân nâm kitâb-ı latîfini oniki bâb üzerine tasnif ile, Muhammediyye nâm mecelle-i bî-nazîrine o kitabı me’haz kılmıştır. Târîh-i te’lîfi, irtihâlinden oniki sene evvel, ya'nî 843/(1439) senesine müsâdiftir. Muhammediyye va’z u nasîhat ve âsâr-ı hikmet ve ahbâr-ı ibret ve esâs-ı ulûm-ı dîn ü maârif ve hakâyık-ı yakînde kemâl-i sıhhat üzere olmağla cumhûr-ı ulemâ ve zümre-i fuzalâ pek makbûl tutmuşlardır.

Bu kitâb’-ı şerîfde, “Elâ ey server-i mahbûb mine’l-eyn ile’l-eyn” diye başlayan kasîde-i âşıkâneyi yazarken nâr-ı aşkın dil-i mecrûhundaki te’sîrât-ı kaviyyesinden çektiği âh-ı âteş-nâk ile elindeki sahîfe simsiyâh olmuştur.

Mâ-cerâ-yı aşkı tasvîr eylemekse maksadın

Cân-ı dilden çekdiğin bir âh kâfidir gönül

/272/ Sultân Abdülmecîd ve Sultân Abdülazîz merhûmlar, Gelibolu’dan geçerken, işbu nişâne-i aşk u muhabbeti ziyâretle şeref- yâb olmuşlardı.

Hicâz’a giderken Gelibolu’ya uğradım. Türbe-i münevverelerini ve Muhammediyye’lerini ziyârete şitâbân oldum. Türbeye muttasıl tevhîd-hâne mihrâbının üstünde bir dolabda mahfûz olan ve hazretin mübârek kalemiyle yazılmış bulunan Muhammediyye’yi türbe-dâr efendi kemâl-i ta’zîm ile indirdi. İpek ve sırma işlenmiş bohçalara sarılı idi ve çekmece derûnunda idi. Bir sehbânın üzerine koydu, salat u selâm ile açtık, lehü’l-hamd ziyâret ettim.

Alâ-rivâyetin bu eseri, müellif-i muhteremi, Hz. Fahr-i âlem (salla'llâhu aleyhi ve sellem) efendimize takdîm etmiş, nazar-ı tashîh-i Muhammedî’den geçmiş; çizilmiş yerleri vardır, okunmuyor. Kasîde-i mezkûrenin muharrer olduğu sahîfeyi açtık, fi'l-hakîka siyâh olmuş, âteş kavrulması gibi bir hâlde siyâh yazılar beyâzlanmış, beyâz kağıt siyâhlanmış. Yüzümü gözümü sürdüm. Kalbim envâr-ı Muhammediyye ile meşhûn oldu.

Türbe-i şerîfede bir levhada şu medhiyyeyi gördüm:

Elâ ey kutb-ı envâr-ı velâyet Yazıcı-zâde

Şuâ-ı şems-i iklîm-i hidâyet Yazıcı-zâde

N’ola mâh-ı münîr olsa müdevver evc-i ravzanda

Ki şems-i mihr-i âfâk-ı kerâmet Yazıcı-zâde

Seni bir zât-ı âlî-şâna vassâf itdi Mevlâ kim

Giyer “levlâk”dan eflâke hil’at Yazıcı-zâde

Anın aşkıyla âh itdin tutuşdu elde evrâkın

Eyâ şem’-i harîm bezm-i basîret Yazıcı-zâde

Hicâz-ı Kâbe-i uşşâkına gelsün tavâf itsün

Seni ins ü melek kılsun ziyâret Yazıcı-zâde

Bu rûhâniyyeti Firdevs’den Rıdvân mı gönderdi

Nedir kabrinde yâ hû bu letâfet Yazıcı-zâde

Eser subh u mesâ sayf u şitâ kabr-i şerîfinde

Nesîm-i nefha-i kuds-i hüviyyet Yazıcı-zâde

Gubâr-ı hâk-pâyin tûtiyâdır çeşm-i uşşâka

Diyu geldim sana ey kân-ı şefkat Yazıcı-zâde

Habîbu’llâh aşkın hürmeti âşıklığın hakkı

Bulam ben dahi dâreynde selâmet Yazıcı-zâde

Yüzün dergâhına kim sürdü elbet olmaya mahrûm

Benim de iltimâsım vardır elbet Yazıcı-zâde

Gelibolu ser-â-pâ mazhar-ı feyz ü saâdetdir

Kitâbın bu söze eyler şehâdet Yazıcı-zâde

Bizi de anlara ilhâk idüp hep asl u fer’imle

Be-hakk-ı Ahmed-i Muhtâr şefâat Yazıcı-zâde

Geçer âkil rumûzâtın tefekkür kılsa kendinden

Eyâ mecmûa-i esrâr-ı hikmet Yazıcı-zâde

Ne esrâr itdin izhâr evvel-i satr-ı muhabbetde

Okunmaz anlaşılmaz hatt-ı kudret Yazıcı-zâde

Çekerdi kârbân-ı hecrini çokdan beru Zihnî

Bi-hamdi’llâh irişdi rûz-ı vuslat Yazıcı-zâde

/273/ Buna nazîre olarak berây-ı istişfâ’ âtîdeki manzûme-i fakîrâne sânih oldu:

Elâ ey mahzen-i irfân u hikmet Yazıcı-zâde

Seni ez-cân (u) dil sevdim hakîkat Yazıcı-zâde

Kemâl-i şevk ile itsem ziyâret kabrini dirken

Muvaffak eyledi ol Rabb-i İzzet Yazıcı-zâde

Şeref yâb-ı ziyâret olduğum ân-ı saâdetde

Dil-i mahzûnuma geldi meserret Yazıcı-zâde

Mübârek kabrini gördüm ser-â-pâ nûra gark olmuş

Sana züvvâr olan eyler şehâdet Yazıcı-zâde

     

Kitâb-ı müstetâbındır hakîkat bahrinin dürrü

Bulunmaz âlem-i zâhirde kıymet Yazıcı-zâde

Şerîatdan tarîkatdan hakîkatdan dakâyıkdan

Güzelce eylemişsin serd-i hikmet Yazıcı-zâde

Eyâdî-i muhabbetde gezer te’lîf-i mergûbun

Gece gündüz okurlar cümle ümmet Yazıcı-zâde

Garîk-ı bahr-ı aşk-ı Hazret-i Fahr-i cihânsın sen

Eyâ şem’-i şebistân-ı muhabbet Yazıcı-zâde

Seninçün ümmetin kalbinde vardır mevkı’-ı âlî

Sana beslerler elbet hiss-i hürmet Yazıcı-zâde

Cenâb-ı Fahr-i âlem aşkına dil-sûz olmuşsun

Elâ ey server-i uşşâk-ı Hazret Yazıcı-zâde

Tasavvuf âleminde sözlerin iksîr-i a’zamdır

Gül-i gül-zâr-ı erbâb-ı tarîkat Yazıcı-zâde

Cemîan ehl-i aşka şerbet-i zevki virir hâlin

İdersin dâimâ ibzâl-i himmet Yazıcı-zâde

Mükerrem nâmını zîver iderler dillere uşşâk

Hakâyık bülbülü ihsân-ı kudret Yazıcı-zâde

Kemâl-i aşkına burhân olan âsâr-ı mergûben

Kabûl-i Hazret-i Fahr-i risâlet Yazıcı-zâde

Reîsü’l-evliyâsîn mazhar-ı feyz-i Rasûlü’llâh

Eyâ misbâh-ı erbâb-ı selâmet Yazıcı-zâde

Künûz-ı hikmetin miftâhı olmuşsun maârifde

Sana herkes ider tâ’zîm ü hürmet Yazıcı-zâde

Yanardı nâr-ı hecrinle nice demden beri Vassâf

İrişdi bezm-i vuslat kıl inâyet Yazıcı-zâde

Hattât-ı merhûm Hâfız Tahsîn Efendi, bunu güzelce yazmış idi. Ahîren çerçeveye koyarak türbe-i şerîfeye muttasıl tevhîd-hânede âvîhte-i mevki'-i muhabbet kılınmıştır.

Muhammed Efendi hazretlerinin peder ve vâlidesi semâ’-hânenin bir köşesinde medfûndur. Birâderleri Ahmed-i Bîcân hazretleri ayrıca bir türbede medfûndur.

Âsârı :

Muhammed Efendi hazretlerinin, Muhammediyye’den başka Fâtiha-i Şerîfe Tefsîri olduğu gibi, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin Fusûs’u üzerine bir şerh yazdıkları menkûldür. Bunda Hz. Muhyiddîn’e bir çok i’tirâzâtta bulunduğu mervî ise de, vâkıf-ı esrâr-ı tevhîd olan müşârünileyhin böyle bir hâlde bulunmayacağına kanâat etmek lâzım gelir. Fusûs’a mu’tarız olan, tabiî onu şerh etmeye kalkışmaz. Şerhden maksad, metnin erbâb-ı ma’rifete kapalı olan cihetlerini açmaktır ve Hz. Müellifin eserini ta’mîm etmekten ibârettir. Tabîî i’tirâzla tevfîk kabûl etmez.

/274/ Köstendilli Şeyh Süleymân Efendi merhûmun Bahru’l-Velâye nâm eserinde yazıldığı üzere, bu eser birâderleri Ahmed-i Bîcân’ın olması ihtimâli mevcûddur. Yâhud, Bursalı Mehmed Tâhir Bey’in istidlâli vechile Hacı Bayram-ı Velî’ye mülâkattan ve zevk-i ma’nâya vusûlden mukaddem yazılmış olması melhûzdur.

AHMED-İ BÎCÂN HAZRETLERİ

Yazıcı-zâde’nin birâderidir. Meşâhîr-i meşâyıh u üdebâdandır. Yazıcı-zâde’nin Magâribü’z-Zamân li-Gurûbi’l-Eşyâ fi’l-Ayni ve’l-Ayân nâm eserinin bâis-i te’lîfi olmuşlardır. Bu eser-i âlî-kadrden kendisi de müstefîd olup, Envâru’l-Âşıkîn nâmında eser-i mu’teberlerini vücûda getirmişlerdir. Dürr-i Meknûn, Acâibu’l- Mahlûkât ve Müntehâ nâmlarında âsârı vardır. Envâru’l-Âsıkîn’e "Ahmediyye" dahi derler.

Her ikisinin meşîhatı teselsül etmemiştir. Her ikisi de müstağrak-ı deryâ-yı aşk olup, sırr-ı irşâda sâhib olmağa meyl etmemişlerdir. Eserleri erbâb-ı aşka mürşidlik hizmetini görmektedir. Gerek Muhammediyye, gerek Ahmediyye Anadolu’da pek ziyâde münteşirdir. Herkes bir zamân adetâ evrâd gibi bunu okumağa hâhiş-ker bulunurlardı. Muhammediyye okunup bitince hatim cem’iyyeti gibi cem’iyyetler yaparlar imiş. Sinn-i sabâvetimde pek iyi hâtırlarım; vâlidem merhûmenin Muhammediyye ve Ahmediyye kitapları elinden düşmez, komşular bir araya gelirlerse dedikodu edeceklerine Muhammediyye’den okurlar, ağlarlar idi.

Halkın bu inhimâki azalmış, tabiî feyz-i Muhammedî bizlerden uzaklaşmış, başımıza bunca felâketler gelmiştir.

Muhammed Efendi hazretlerine, “Yazıcı-zâde” denilmesi, pederlerinin erbâb-ı hatt u kitâbetten olmasından ve Ahmed-i Bîcân hazretlerine “Bîcân” denilmesi de, nehâfet-i vücûdiyyelerinden mütevellid bulunduğunu İsmaîl Hakkî merhûm beyân buyurmaktadır. Cenâb-ı Hak cümlemizi mazhar-ı feyz ü şafâatleri buyursun, âmîn bi-hurmeti Nebiyyi’l-Emîn.

Her ikisinin ervâh-ı şerîfesine bir Fâtiha-i şerîfe ihdâ buyuran erbâb-ı îmân mazhar-ı ihsân-ı Mennân olsun.

Yazıcı-zâde’nin şeyhi hakkında bir medhiyyesi vardır. Bir beyiti:

Cihânın kutbu mâhı Hâcı Bayram

Cihânın şeyh u şâhı Hâcı Bayram

Muhammediyye’sini İsmaîl Hakkı hazretleri iki büyük cildde şerh etmiştir.

/275/AKBIYIK SULTÂN

Meczûb Abdullâh'dır. Şöhreti, Akbıyık Sultân’dır. Sultân Murâd-ı sânî devrinde zuhûr eden eâzımdandır. Hz. Bayram-ı Velî’nin taht-ı terbiyesine dâhil oldular. Halvet esnâsında mâl ve servet ârzûsunu bir vecihle fikir ve gönülden çıkaramadığından, şeyhi her ne kadar terk-i dünyâya teşvîk etmiş ise de, te’sîri görülmediğinden, “Evlâdım Mâdâmki dünyâdan geçemiyorsun, bizi terk et, sana izin, benimle münâsebetin munkatı’dır.” diye tard edilmiştir. Dışarı çıkarken başındaki serpûş, kapıya ilişerek yere düştüğünden, bunu şeyhinin kerâmetine haml ederek, bir daha başına bir şey giymeyip, açık baş gezmiş ve saçını uzatmıştır. Meczûb ve abdâl olduğu hâlde li-hikmeti’llâh mâl ve serveti gittikçe artmış, Bursa’da vâsi’ bir binâ inşâsıyla gelip geçen müsâfirîn-i fukarâ ü mesâkîne yedirir içirir, ikrâm eder olmuş idi.

Bu hâliyle berâber Alâeddîn-i Arabî hazretlerinin dersine devâm ile tahsîl-i ilm etti. Bi'l-âhare şeyhinin mazhar-ı kabûlü olup, ikmâl-i sülûk ile nâil-i rütbe-i hilâfet olmuştur. Kendini meczûb ve abdâl sûretinde göstermeyi meslek ittihâz etmiş idi. Hâlbuki hakîkatte insân-ı kâmil idi.

Bi'l-âhare Akşemseddîn hazretleriyle İstanbul fethinde bulunup Hz. Fâtih’in mazhar-ı hürmeti olmuş idi. Sultânahmed civârında el’ân nâm-ı âlîlerine nisbetle bir mahalle vardır.

Âhir ömrünü Bursa’da inzivâ ile geçirip 860/(1456) senesinde irtihâl-i dâr-ı naîm eyledi. Bursa şehrinde el’ân mevcûd âsâr-ı hayriyyesi ve tekkesi vardır. Tekke civârında türbesi ma’mûr ve müzeyyendir. Ziyâret eyledim. Âsâr-ı heybet rû-nümâdır.

Türbesinin kapısında (şöyle) yazılıdır:

أعوذ بالله من الشيطان الرجيم. بسم الله الرحمن الرحيم. فاعلم أنه لاإله إلاَ الله محمد رسول الله. ألا إن اولياء الله لا خوف عليهم ولاهم يحزنون. إذا تحيرتم فى الأمور فاستعينوا من أهل القبور.[29]

Akbıyık Sultân hazretlerinin rûhu için el-Fâtiha.

İsmaîl Hakkı hazretleri buyuruyor:

“Bu üç zât-ı âlî-kadrden sâhib-i Muhammediyye’nin maârifi cümlesine gâlib idi. Çünki, garka-i deryâ-yı fenâdır. Akşemseddîn hazretleri ziyâde müteşerri’ olup, her yüzden cemâli, âsârından zâhir ve envârından bâhirdir ve sâhib-i temkîndir. Akbıyık Meczûb’un ise, ba'zı ahvâlde bunların ikisine de galebesi vardır.”

/276/ ALÂEDDÎN-İ ARABÎ

Meşâhîr-i ulemâdandır. Sultân Bâyezîd-i sânî devrinde meşîhat-i İslâmiyye’ye geçmiştir. Haleblidir. Orada tahsîlden sonra Dersaâdet’e gelerek Molla Gürânî’nin halaka-i tedrîsine dâhil olmuş ve ba’dehû Hızır Bey’in dersinden istifâde eylemişti. İkmâl-i tahsîlden sonra Edirne’de Dârü’l-Hadîs Medresesi’nde Fahreddîn-i Acemî’nin muîdi ve muahharan Bursa’da Kaplıca Medresesi’nin müderrisi olmuştu.

Orada Şeyh Alâeddîn-i Halvetî’ye intisâb ile tarîk-ı tasavvufa dahi sülûk etmiş ve şeyh-i müşârünileyh İstanbul’dan teb’îd olunduktan sonra, sâhib-i tercüme dahi Manisa’ya gönderilerek, orada tedrîs ile meşgûl iken, çok geçmeden Dersaâdet’e celb olunup, müstevfî vazîfe ile Semâniyye Medresesi’ne ve 900/(1495) târîhinde mesned-i fetvâya nasb olunmuş ve bir sene sonra 901/(1496)’de vefât edip, Eyüp’te türbe-i mahsûsasında vedîa-i hâk-i mağfiret kılınmıştır.

Fıkıh ve tefsîr ve hadîsde yed-i tûlâ sâhibidir. Kütüb-i mütedâvîleye dâir ba'zı havâşî ve ta’lîkâtı vardır. Doksandokuz evlâdı(nın) dünyâya geldiğini garâbetle okudum.

MOLLA ZEYREK

Hz. Bayram-ı Velî hulefâsındandır. İstanbul fethinde bulunmuştur. Nâmına nisbet edilen mahallede inşâ edilen medreseye müderris ta’yîn edilmişti. Ba’dehû cümlesini terk edip Bursa’ya gelerek ricâlu’llâh katarına girdi. Pınarbaşı Kabristânı’nda medfûndur. Ziyâretle şeref-yâb oldum.

RAMAZÂN HALÎFE

Hz. Bayram hulefâsındandır. Edirne’de neşr-i tarîkata me’mûr olmuş idi. Sultân Bâyezîd Hân-ı sânî zamânında irtihâl edip, Edirne’de Gazi Hoca Mahallesi’nde defîn-i hâk-i ıtır-nâktır. Mürûr-ı zamân ile münderis olan merkad-i şerîf ve dergâh-ı münîfi ile müştemilâtı ve çeşmesi ahîren ashâb-ı hayrâttan bir zât tarafından müceddeden inşâ olunmuştur.

ŞEYH YÛSUF-I HAKÎKÎ

Şeyh Hamîdüddîn-i Aksarâyî hazretlerinin mahdûmudur. Hz. Bayram-ı Velî’den ikmâl-i tarîkat eylediler. Pederlerinin yanında medfûn olduğu menkûldür.

Matâliu’l-îmân nâmında bir eseri ve Muhammediyye tarzında iki cild Hakîkî-nâme’si vardır.

Nutuklarından:

Ubbâd anın ibâdeti zevkinde dil-fürûz

Uşşâk anın muhabbeti şevkinde cân-feşân

Kim vasf idebilir Hakîkî bu râzı çün

Sığmaz bu ma’rifetde hemân kül(?) olur lisân

/277/ ABDÂL MÛRÂD

Alâ-rivâyetin, Hacı Bayram-ı Velî’nin birâderleridir. Oğlu Abdâl Mûsa ile kerâmetleri görülmüştür. Târîhen tedkîkıma nazaran pek vech-i münâsebet bulamadım. Çünkü bunlar Bursa fethinde Sultân Orhân’a yardım etmişlerdi. Küffâra attığı taşları hisârda dibek yapmışlardır. Kuvve-i ma’neviyye ile atılan taşlardır. Türbesine çıkılırken yol üzerinde bulunan bir kayayı, kılıç ile kerâmeten iki parça etmiştir. Oğlu Abdâl Mûsa beyne’n-nâs “Mûsa Baba” diye meşhûrdur.

ŞEYH YAVSI MUHYİDDÎN MUHAMMED

Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin âlem-i bakâya intikâllerinden sonra Akşemseddîn hazretlerinden Bayramî ve Hızır Dede hazretlerinden Celvetî (tarîkatının) zuhûr ettiğini yazmıştım. Akşemseddîn halîfesi İbrâhîm-i Tennûrî hazretlerinin halîfesi olan Şeyh Yavsı’dan bahs ve Hızır Dede’yi yazdıktan sonra Bayramî kolunun tafsîline girişeceğim.

İskiliplidir. Edirne’de neşr-i tarîkat etmiştir. Şeyh Şuca’ Zâviyesi’nde bir hayli müddet post-nişîn olup, bir rivâyette 922/(1516)’de yüz yaşında âlem-i âhirete rıhlet edip orada defn edilmiştir. İbrâhîm el-Kayserî halîfesidir. Kâmil ve mükemmil bir zât-ı âlî-kadr olup kerâmât-ı kevniyyeleri meşhûr ve hâlât-ı aliyyeleri mevfûrdur.[30]

Şeyh Yavsı hakkında Hâfız Hüseyin-i Ayvansarâyi, Vefeyât’ında diyor ki:

“Pederi Mustafa el-İmâdî, onun pederi Muhammed el-İskilîbî’dir. Amcası Ali Kuşçu’dan ve sâir erbâb-ı ilimden ulûm-ı zâhire tahsîl etti. Şeyh Muslihuddîn-i Foçavî’den Tefsîr-i Beyzâvî okudu. “Şeyh-zâde” diye ma’rûftur. Şeyh İbrâhîm-i Tennûrî hazretlerinden tarîkat-ı Bayramiyye’yi aldı, müstahlef oldu. Haremeyn’i ziyârete gitti. Amasya’da o zamân Sultân Bâyezîd vâli idi. Hîn-ı azîmetinde Bâyezîd’e, “Avdetimde sizi taht-ı Osmânî’ye câlis olarak bulacağım.” demişti. Fi’l-hakîka avdetlerinde öyle buldular. Hünkâr bu zâta muhabbet etti. “Hünkâr Şeyhi” diye şöhret buldu. Bir kiliseyi câmiye tahvîl ve Hz. Şeyh için hânkâh ittihâz etti. Hâlen, “Sivâsî Tekkesi” denilmekle meşhûrdur.”

922/(1516) târîhinde İskilip’te vefât etti. Yazı ile, “Dokuzyüz yirmiiki” (طقوز يوز يكرمى ايكي) târîh-i irtihâlini be-hesâb-ı ebced müş’irdir.[31]

Pâdişâh’a, “Bu gece saray hâricinde açıkta yatsınlar.” diye haber göndermiş, pâdişâhın kendisine pek hürmet ve i’timâdı olduğundan, “Bu haberde bir hikmet vardır.” diye o gece tebdîl-i hâb-gâh eyler. Bâ-emri’llâh bir zelzele-i azîme olur. Halvet-hâne-i Sultânî’nin sakfı çöker. Pâdişâh, derhâl şeyhin nezdine gider. Ne görsün, her taraf yıkılmış, çile-hâneye bir şey olmamış. Görüşmüşler, Cenâb-ı Pâdişâh’a duâ etmişlerdir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Şeyhü'l-İslâm Ebussuûd Efendi hazretlerinin peder-i ekremleridir (c. III, s. lll’e mürâcaat.). Mahdûmlarının tercüme-i hâli (için), c. III, s. 230’a mürâcaat.

Şeyh Bedreddîn hakkında eser yazan, Dârü’l-Fünûn müderrislerinden Muhammed Şerefeddîn Efendi, eserinin 31. sahîfesi zeylinde bu zât hakkında îzâhât veriyor ve Ebussuûd’un pederi olduğuna delîller buluyor. Fakat gösterdiği târîh-i irtihâli yanlıştır. Bu zâtın Varidat Şerhi varmış. Buna dâir de, o eserde îzâhât vardır. Bedreddîn nazariyyât-ı fikriyyesinin mürevvici imiş.

Şeyh Îsâ nâmında bir halîfesi vardır ki, “Mecdüddîn-i Akhisârî” diye meşhûrdur.

Şeyh Îsa’nın da bir oğlu vardır ki, “İbn Îsâ” diye meşhûrdur. Âdâb u esrâr-ı tarîkata dâir bir eser yazıp Sultân Selîm-i sânîye ihdâ eylemiştir. 958/(1551) senesinde yazılmıştır. Manisa’da bulunmuştur.

/278/ ŞEYH MUK’AD HIZIR DEDE

Hacı Bayram-ı Velî hulefâsındandır. Bursa civârında Mihalıç tarafında koyun çobanlığıyla te’mîn-i maîşet ederken, ayaklarına hastalık ârız olup kötürüm olacak bir hâle gelmiştir. Zâten kendilerine “Muk’ad” lakabı bundan kalmıştır. Ma’neviyyâtı mâddiyyâtına gâlib olup, mâ-sivâdan büsbütün i’râz ile Bursa’ya gelip Câmi'-i Kebîr’in eski minâre dibinde ihtiyâr-ı ikâmet ve mücâhede ve riyâzet eylemiştir. Hz. Bayram-ı Veli’ye intisâbı bundan evvel mi, yoksa sonra mıdır? Tahkîkına imkân bulunamadı.

Hz. Pîr’den mazhar-ı hilâfet olunca, erbâb-ı isti’dâdı cezb etmeye başlamıştı. Hz. Bayram-ı Velî ile münâsebetlerine sebeb, müşârünileyhin Emir Sultân hazretlerini görmek için Bursa’yı teşrîfleridir.

910/(1504) târîhinde âlem-i bakâya intikâl ettiler (kaddesa'llâhu sırrahû). Bursa’da Pınarbaşı Kabristanı’nın üstünde Üçkuzular nâm mahalde vedîa-i rahmet-i Rahmân kılındı. Ziyâretle kâm-yâb oldum. Pek rûhâniyyetli bir mahall-i mubârektir.

Hz. Uftâde’nin mürşid-i mükerremi olup, rütbe-i irfânı, Hz. Üftâde gibi bir mürîd yetiştirmesiyle sâbittir.

                                                                       *    *    *

Akşemseddîn hazretlerinden yürüyen silsile ikiye ayrılır. Birincisi Hamzavîleri ikincisi Bayramîleri şâmildir. Hamzavîler müşârünileyhin hulefâsından Şeyh Emîr Sikkînî hazretlerinden; Bayramîler ise yine hulefâdan Şeyh Cemâleddîn-i Şâmî’den gelmiştir. Evvelâ Hamzavîlerden bahs edelim:

(HAMZAVÎLER)

- Şeyh Akşemseddîn hazretleri (Kuddise rırruhû),

- Şeyh Emîr Sikkînî Dede Ömer hazretleri (Kuddise rırruhû),

- Şeyh Bünyâmîn-i Ayâşî hazretleri (Kuddise rırruhû),

- Şeyh Pîr Aliyy-i Aksarâyî hazretleri (Kuddise rırruhû),

- Şeyh Çelebi hazretleri (Kuddise rırruhû),

- Şeyh Ahmed-i Sârbân hazretleri (Kuddise rırruhû),

- Şeyh Hüsâmeddîn hazretleri (Kuddise rırruhû),

- Şeyh Hamza hazretleri (Kuddise rırruhû),

- Şeyh Hâce Alî er-Rûmî hazretleri (Kuddise rırruhû),

- Şeyh Hacı Kabâyî hazretleri (Kuddise rırruhû),

/279/ - Şeyh Beşîr Sultân hazretleri (Kuddise rırruhû),

- Şeyh Muhammed Hâşim hazretleri (Kuddise rırruhû).

ŞEYH EMÎR SİKKÎNÎ DEDE ÖMER

“Emîr” denilmesi, seyyidü’n-neseb olmasından; “Sikkînî” denilmesi Bursa’da bıçakçı bulunmasından; “Dede” denilmesi, tarîkatta kıdem ve liyâkatından mütevelliddir.

Zamânının vahîdi, akrânının ferîdi olmuş idi. Terbiyesi Akşemseddîn hazretlerinden olup, fart-ı zekâsı ve şiddet-i isti’dâdı hasebiyle araları açılmış, fakat bi'l-âhare te’lîf husûle gelmiştir. Aralarının açılması mesâil-i tarîkatta zuhûra gelen ihtilâf-ı efkârdır. Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin şeref-i sohbetine ve hüsn-i nazarına ermiş ricâlu’llâh’tandır.

Akşemseddîn ile aralarının açılacağını Hz. Bayram keşf edip bir gün Dede Ömer’e hitâben, “Ak Şeyh ile senin mâ-beynini âteş te’lîf eder.” diye işâret buyurmuşlardır. Fi’l-hakîka öyle olmuştur. Akşemseddîn, Dede Ömer’i ümmîlik ile ithâm edip, irşâd dâiyyesine kalkışmamasını tenbîh ile, “Azîzin tâc ve hırka ve seccâdesi, tesbîh ve asâsı bizdedir.” demiştir.

Dede Ömer, bundan münfail olup, burhân göstermek sûretiyle müdâfaaya kıyâm ile, bir yere odun yığdırıp yaktırmış; Akşemseddîn’e, “Azîzimin tâc ve hırkası ve tesbîh ve seccâdesi bu fakîrinizde de vardır. Eğer zevk ve hâlet, tâc ve abâda ise, vücûdumuz âteş olsun; tâc u abâ yanmasın. Hâlet-i aşk u muhabbet bizde ise, tâc u abâ yansın, vücûdumuza zarar terettüb etmesin. Bi’smi’llâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm.” diye, âteşe girdi. Envâ’-ı vecd ü zevk ile semâ’ ederek üzerinde olan tâc ve abâ ve seccâde ve asâ hâkister oldu. Bunun üzerine şeyheyn hazerâtının arası bulunmuş, muânaka etmişler.

Dede Ömer bu vak’adan sonra tâc ve hırka giymemiş. İşte tarîk-ı Melâmî’de tâc ve hırka gibi şeylerin memnûiyyeti bu vak’adan mütevelliddir. Bu tâc ve hırka mes'elesinden hâdis olan iğbirâr, tarîkat-i aliyye-i Bayramiyye’nin ikiye inkısâmını müstelzim olmuş, biri Melâmiyye-i Bayramiyye, dîğeri Şemsiyye-i Bayramiyye nâmını almıştır.

Melâmiyye-i kadîmiyyeye yeniden ber-hayât veren Dede Ömer-i Sikkînî hazretleridir (Kaddesa'llâhu sırrahû). La’lî-zâde Abdülbâkî Efendi ve Müstakîm-zâde eserlerinde fazla ma’lûmât vermişlerdir. Onların mütâlâasını tavsiye ederim.

Bunların neş’esi çok yüksektir. Binâenaleyh, o neş’enin hisse-dârıyım. Onlara /280/ muhabbetim yüksektir. Esrâr-ı tevhîde cândan vâkıf olmuş erlerdir. Âtîde yazacağım tercüme-i hâllerden bu hâl tezâhür edecektir.

Dede Ömer hazretleri, Göynük’te, Akşemseddîn hazretleri yakınında medfûndur. Târîh-i irtihâli 880/(1475)’dir. Akşemseddîn’den sonra onyedi sene muammer olmuştur.

ŞEYH BÜNYÂMÎN-İ AYÂŞÎ

Ârif-i bi’llâh idi. Dede Ömer hazretlerinin vâris-i esrâr u kemâlâtıdır. 916/(1510) senesinde âzim-i dâr-ı cemâl olmuştur. Şeyhinden sonra yirmialtı sene câ-nişîn-i makâm-ı hilâfet olmuştur. Ayaşlı olup, zannedersem yine orada medfûndur. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Şeyh Müştâk-ı Kâdirî hazretleri Dîvân’ında müşârünileyhe izhâr-ı hürmet ediyor ve Ayaş’ta ziyâretlerine gittiğini söylüyor ki, orada medfûn olduğunu bu eş’âr te’yîd ediyor.

Dîvân’ında şöyle yazılıdır:

“Der-sitâyiş-i şehr-i Ayâş ki, Hazret-i Şeyh İbn-i Yâmin der ân-câ medfûnest:

Tâc-ı ser-i Ayâş dil-i kâm-kân durur

Ya’nî ki kân-ı ma’den-i sâhib-dilân durur

“Yâ”yı yâ-yı yümn ü yenâbî’-ı feyzdür*

İkinci elf-i sânî elf-i emân durur*

“Şîn”ı ki şîn-ı şehr-i safâ vü şehr-i Rûm*

Yâ şîn-ı şems-i şa’şaa-i âsmân durur

Hor görme kör olur gözün ey bed-nazar hazer

Hâmîsi İbn-i Yâmin-i kutb-ı cihândurur

Ey pâdişâh-ı şehr-i atâ sâkin-i Ayâş

Müştâk geldi dergehine mihmân durur*

Deryûzeni feyiz-i amîm itse tan mıdır       

Lütfün cemî-i âleme çün râyegân durur

PÎR ALÂEDDÎN ALÎ

“Aksarâyî” diye meşhûrdur. Lârendeli olduğu da mervîdir. “Sâkî-i Kevser-i tarîkat, reh-nümâ-yı cezbe-i Rahmânî” diye tavsîf edilmiştir. Kerâmât-ı bâhiresinden uzun uzadıya bahs ederler. Silsile-i Bayramiyye’de, Bünyâmîn-i Ayâşî hazretlerinden sonra gösterilmiş ise de “Karamânî” lakabıyla meşhûr Semerkandlı Şeyh Ali halîfesi Şeyh Hayreddîn Efendi’den müstahlef olduğu menkûldür.

Hz. Şeyh-i Ekber efendimizin, Ankâ-ı Mağrib nâm eser-i âlîlerini şerh etmiştir. Peçevî Târîhi’nde muharrer olduğu üzere Şeyh-i Ekber müşârünileyh bu eserde 940/(1533) târîhinde, “harf-i evveli, (ayn: ع) olan şeyh, (sin: س) olan pâdişâh-ı zîşân ile; evveli, (kaf: ق) âhiri (he: ه) olan Konya şehrinde mülâkî olalar.” diye sarîhan belirttiği gibi Şeyh Alî’nin Sultân Süleymân ile, Bağdâd seferinde Konya’da görüştükleri ve beynehümâda büyük bir muhabbet husûle geldiği muhakkaktır. Bursa’da Başçı İbrâhîm Bey Câmi'-i şerîfi hazîresinde medfûndur. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

/281/ ŞEYH İSMÂÎL-İ MA’ŞÛK

Pîr Alâaddîn’in mahdûmudur. “Şeyh Çelebi” ve “Oğlan Şeyh” dahi derler. Kibâr-ı evliyâu’llâh’dandır. Zeyl-i Şakâyık-ı Atâyî’de, “Oğlan Şeyh denilmekle meşhûrdur. Bâis-i fitne olmuştur.” deniliyor. Müstakîm-zâde Ahvâl-i Melâmiyye nâm eserde müşârünileyh hakkında, “Oğlan Şeyh denilmesinin sebebi, hayret-efzâ bir hüsne mâlik olup, onsekiz-ondokuz yaşlarında iken, bir sene müddetle Ayasofya Câmii’nde îrâd eylemiş olduğu nasâyıh ve mevâızı, sâmiîn ve âşıkîni hayretlere düşürüp, bu yaşta bir gençden sâdır olan bu vâridât herkesi kendisine meftûn etmiş olmasından kinâyedir. İbn Kemâl fetvâsıyla yirmi yaşında iken nâil-i rütbe-i şehâdet olduğu menkûldür.” diyor.

“Oğlan Şeyh” nâmıyla şöhretini Şeyh İbrâhîm Efendi, Dil ü Dânâ kasîdesinde,

Hakîkat meşrıkı şems-i hüviyyet Pîr İsmâîl

 Ki Oğlan Şeyh dimekle nâmı olmuşdur cihân-ârâ

buyuruyorlar.

Pederinin irtihâlinden altı ay sonra nâil-i rütbe-i kutbiyyet olduğunu Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye sâhibi naklediyor.

La’lî-zâde yazıyor ki:

“Makâm-ı fark’a vâsıl olmuş evliyâu’llâh’dandır. Maârif-i hakkânî ve esrâr-ı Rahmânî’yi mutazammın Türkçe eş’ârı vardır. Edirne’den İstanbul’a geldiğinde ondokuz yaşında idi. Ayasofya ve Süleymâniyye cevâmi’-i şerîfesinde va’z etmiştir. Halk o derece rağbet ve teveccüh göstermişti ki, bâ-emr-i sultânî, memleketine azîmeti lüzumu zâhir olmuş idi. Fakat, “Ben kaderime râzıyım, ne olacağını biliyorum.” diye azîmet teklîfini kabûl etmemiştir.

Kalbi vâridât-ı ilâhiyyeye mazhar olmuş olduğundan, tahsîl-i kemâlât ile, o sinde elde edilecek ilm-i zâhirîyi bile kûteh-nazarân ona çok gördüler. Bâ-husûs hakâyık ve dakâyıkdan bahs ettikçe onu, havsala-i idrâklerine sığdıramayanlar, vücûd-ı şerîfini lâzimü’l-izâle addettiler. Gûyâ, fitne-i âleme bâis oluyormuş diye dedi-koduya sebeb oldular.

935 sene-i hicriyyesinde (1524) Atmeydânı kurbunda Üçler Câmii’nin olduğu mahalde, oniki mürîdiyle maan İbn Kemâl fetvâsına istinâden şehîd ettiler ve başı gövdesinden ayrı olduğu hâlde denize attılar.”

Lugât-ı Târîhiyye vü Coğrâfiyye’nin beyânına göre Atmeydanı’nda püşte üzerinde şehîd ettiler.

La’lî-zâde’nin beyânına göre Atmeydânı’nda Hayalî Mescidi önünde şehîd ettiler.

“Oldu İsmâîl kurbân-ı tarîk” (اولدى اسماعيل قربان طريق) târîhidir.

/282/ Hikâye olunur ki, mürîdlerinden birinin rü'yâsında görünüp “Rumeli Hisârı’nda, Kayalar Mezâristanı’nda cesedime müntazır ol, evvelâ cesedim, sonra başım gelecek, oraya defn edesin.” buyurmasıyla, o mürîd hayretle bu hâle müntazır olur. Hakîkaten ibtidâ cesed-i şerîfleri dalgaların muâvenetiyle o sâhile gelir. Bir gün sonra da ser-i mübârekleri zuhûr eder. Emirleri mûcebince defn olunmuştur. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Bir eserde, “Emvâc-ı envâr ve sevk-ı ilâhî ile oraya geldi.” diye beyân-ı hâl olunur.

Sûret-i mahsûsada ziyâret-i aliyyelerini kasdederek Rumeli Hisârı’na gittim, aradım buldum. Bebek’e daha yakındır. İttisâlinde bir tekke vardır. Rıhtım kenârında duvar içindedir. Muvâcehe penceresinden ziyâret olunur. Mezâr taşında, “Tarîkat-ı aliyye-i Bayramiyye ricâlinden Aksaraylı Pîr Ali Efendi’nin mahdûmu kutbu’l-ârifîn, gavsü’l-vâsılîn Şehîd İsmâîl-i Ma’şûkî hazretlerinin rûh-ı saâdetlerine li’llâhi’l-Fâtiha. Sene: 935/(1529)” muharrerdir.

“İsmâîl-i Ma’şûkî” denildiği gibi, “Ma’şûk” dahi derler. Mezâr taşında, “Ma’şûkî” muharrerdir. Sâdık Vicdânî Bey, “Ma’şûkî” diye yazmıştır.

Müşârünileyhin feyzi, peder-i ekremlerindendir. Sultân Süleymân ile esnâ-yı mülâkatta, ricâsı üzerine onsekiz yaşındaki Pîr Alâeddîn mahdûmlarını İstanbul’a göndermişler ve şehîd olacağını Pâdişâh’a haber vermişlerdir.

RESİMLER VAR !!!!!

1.     Resim : İsmâîl-i Ma’şûkî seng-i mezârının aşağı tarafı. 

2.     Resim : Rumeli Hisarı Kayalı Mescidi hazîresi, İsmâîl-i Ma’şûkî hazretleri medfeni.

ŞEYH AHMED-İ SÂRBÂN

Defîne-i ilm-i hakîkattir. Ricâlu’llâh’dandır. Ser-i serbân-ı velî ki, “Sârbân Ahmed” diye meşhûrdur. Elyevm Hayrabolu’da Sârbân Tekkesi derûnunda medfûndur. Müstakîm-zâde’nin beyânına nazaran bu zât-ı muhterem Pîr Aliyy-i Aksarâyî hazretlerinin halîfe-i etemmi ve vâris-i ekmelidir. Bidâyeten ihtifâ-yı hâl ü hayât edip, bi'l-âhare 940/(1533)’ta Sultân Süleymân hazretleriyle Irak seferine şütür-bân-ı hâssa ile azîmet etmiştir. O zamân Sârbânbaşı idi. Esnâ-yı râhda Karaman’da müsâdif olduğu Alî hazretleri, zâtında kâbiliyyet-i külliyye müşâhede ederek, kendisine nasîhat ve himmet buyurmakla, teslîm ü bende-i fermânı olmuştur. Seferden avdetinde Hayrabolu’da yine ihtiyâr-ı uzlet ve ancak kendi asdıkâsıyla ülfet ederek, onyedi sene sâkî-i bezm-i aşk-ı ilâhî oldular.

Halîm, selîm bir zât-ı âlî-kadr idi. Hânumânına fenâ vererek 953/(1546)’te kadem-nihâde-i râh-ı hakîkat oldu. “Şütürbân” (شتربان) târîh-i irtihâlidir.

Halk arasında, “Kaygusuz Sultân” diye meşhûrdur. Mektûbâtı ve mürettep Dîvân’ları olup, ilâhiyyâtında /283/ gâh “Kaygusuz” gâh “Ahmed” ve “Ahmedî” tahallus ederler. Bir kaçı teberrüken naklolundu :

Varımı ol dosta virdim hânümânım kalmadı

Cümlesinden el yudum pes dû-cihânım kalmadı

Çünki hubbullâh irişdi çekdi beni kendüye

Açdı gönlüm gözünü ayruk humârım kalmadı

Dost cemâli aks salmadı bu gönlüm iline

Anı görelden beri sabr u karârım kalmadı

Ayn-ı tevhîd açılup hakka’l-yakîn gördüm anı

Şirki sürdüm aradan şekk ü gümânım kalmadı

Çok fenâ fi’llâh içinde beni ifnâ eyledi

Ol sebebdendir benim nâm u nişânım kalmadı

Evliyânın himmeti yakdı beni kâl eyledi

Sâfiyim buldum safâ jeng u gubârım kalmadı

Ahmedî eydür ilâhî sana şükrüm oldurur

Hamdü lillâh aşk-ı Hak’dan gayri varım kalmadı

                     *   *   *

Merd isen meydân-ı aşkda cân virüp cânânı gör

Sâdık isen aşk içinde iste bul sultânı gör

Ol sana senden yakın sen O’ndan olmagıl ırak

Kesreti ko vahdeti bul mâni vü irfânı gör

Vedduhâ yüzün (ü) “velleyl saçındır mutlakâ*

Oku hüsnün mushafını Sûre-i Furkânı gör

Pertev-i nûr-ı Hudâ’sın gönlünün bil kadrini

Mazhar-ı zât u sıfât ol rahmet-i Rahmânı gör

Kaygusuz “El fakru fahrî” kim buyurdu ol Resûl

Fakr ile fahr eyleyüp gel küfrü ko îmânı gör

                     *   *   *

Görmeyen cân Yûsufun Ken'ân'ı bilmez kandedir

Öz vücûd-ı Mısr’ının sultânı bilmez kandedir

/284/ Cehd idüp tavr-ı beşerden çıkmayan tâlib bugün

Kaldı nisyân içre ol nisyânı bilmez kandedir

Cism ü cânın sırrını fehm itmeyen âvâreler

Gerçi âşıkdır velî cânânı bilmez kandedir

İçmeyen vuslat şarâbın yâr elinden her zamân

Benzer ol mâhîye kim ummânı bilmez kandedir

Sırr-ı cânı bilmeyüp seyr eyleyen ser-geşteler

Devr idüp devrân ile devrânı bilmez kandedir

Mübtelâ-yı aşk olup cânânesini bilmeyen

Derd ile dermândadır dermânı bilmez kandedir

Cân kulağıyla işit Ahmed Muhammed nutkudur

Kendi nefsin bilmeyen Rahmân'ı bilmez kandedir

                     *   *   *

Ey rûh-ı pâk-ı âlem Vasfîn beyâna gelmez

Vey nûrdan musavver mislin cihâna gelmez

Câm-ı mey-i “sekâhüm” ol la’l-i cân-fezâdır

Bir zerresin kim içse sırrı beyâna gelmez

                     *   *   *

Her kim bize ta’n eylerise cins-i beşerden

Hak saklasın âlemde anı havf ü hatardan

Zemm eyleyüben aybımızı söyler olursa

Mahşerde emîn ide Hudâ şûr ile şerden

İnkârı ko bak ahsen-i takvîme berü gel

Âyîne-i dil rûşen olur sâf-ı nazardan

                     *   *   *

Yûsuf-ı Mısrı bulam dirsen eğer insân ile

Cümle varlıkdan güzer kıl cân içinde câna bak

Câhilî-sûret olanlar bilmediler âdemi

Ârif-i sır oldun ise pertev-i Sübhâna bak

                     *   *   *

Hamdü lillâh şimdi bir âlî-cenâbım var benim

Evliyânın himmetiyle feth-i bâbım var benim

Gönlümüz esrâr-ı Hakk’ın mahzen ü deryâsıdır

Âlemi garka virir bir katre âbım var benim

Mektûbâtından:

الحمد لله الذى أنعم علينا وهدانا للإسلام وجعلنا من أمة محمد حبيبه عليه الصلاة والسلام. قُلْ إِن كُنتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللّهُ.[32]

/285/ Sizinle bizim aramızda olan muhabbet şol muhabbettir ki, Hz. Rasûlu’llâh (aleyhi's-salâtü ve's-selâm)’la ashâb-ı güzîn arasında idi. Ol, muhabbetu’llâh’dır. Buna şek getüren mutlak kâfirdir. Yalancının yüzü kara olsun. İki cihânda hem karadır. Bu muhabbetin husûlünden sonra Hâtemü’l-enbiyâ ile, ser-çeşme-i evliyâ nice yıl birlik ettiler. Bu hadîsten fehm oluna : (قال عليه السلام : لحمك لحمى يا على، جسمك جسمى يا على، دمك دمى يا على.)[33] Ya’nî demektir ki, “Şol lahm, şol cism, şol ruh ve şol dem ki, benim değildir, senin dahi değildir ve şol nesne ki senindir, ol benimdir.” Seninle bizim aramızda olan muhabbet öyle bir muhabbet idiğine inandınız ise, birliğimiz ve dirliğimiz onun birliği ve dirliği gibi gerektir. Ol şey ki, bizim değildir, sizin de değildir. Ol şey ki, bizimdir, sizindir. Belki bu muhabbetin husûlünden hakkânî muhabbet vücûd bulur. Hakîkat-ı maânî zâhir oldu. Esteîzü bi'llâh: (فَأَوْحَى إِلَى عَبْدِهِ مَا أَوْحَى، مَا كَذَبَ الْفُؤَادُ مَا رَأَى)[34]

Hâk teâlâ her birinize hakkânî muhabbeti mübârek eylesin. Hiç fikreder misiniz, ne vecihle hâsıl oldu? Bu vecihle hâsıl oldu ki, siz kendinizi bi'l-külliyye bize teslîm etmekle sizin olan bizim oldu, bizim olan sizin oldu. Bu mezkûrâttan asıl birlik ne idiği ma’lûm oldu. Cümle ihvân-ı safâ bir araya gelip, hep kendi vücûdunuzdan istiğfâr eyleyesiniz. Zîrâ Hak’tan ayrı götüren ve birbirinizden ayıran sizin varlığınızdır. Onun için Rasûl (aleyhi's-selâm) buyurdu ki: (وجودك ذنب لايقاس عليه ذنب آخر)[35]

Cenâb-ı Hak buyurur: (إِنَّ اللّهَ لاَ يَغْفِرُ أَن يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذَلِكَ لِمَن يَشَاء)[36]

Hiç bundan büyük günâh olur mu? Sizi dosttan ayıra ve aranıza iftirâk bıraka.

Çü sen sende seni gördün beğendin

Sen İblîs eyledin kendine kendin

İmdi lutf edip, şeytanı kahr edesiniz, her biriniz kendi vücûdunuzu ifnâ etmekle, gönül yüzünü yere koyup âdet-i kadîmeniz üzere bakâsınız. Allâh teâlâ’nın lutf u keremi ve Habîbu’llâh’ın nübüvveti ve evliyânın yüce himmeti erişip her birinize tamâm mertebe safâ-yı hâzır ola inşâ'llâh.

Hak zâttır. Cümle cihân sâyedir. Hiç sâyede ihtiyâr var mıdır? İmdi yok olunuz, bâkî kerem Hakk’ındır. Mürüvvet ve kereme lâyık ne ise onu icrâ edesiniz.”

Hâdimu’l-Fukarâ Ahmed-i Sârbân”

/286/ VİZE’Lİ ALÂEDDÎN EFENDİ HAZRETLERİ

Ahmed-i Sârbân hazretlerinin mazhar-ı feyzi ve nâil-i hilâfeti olanlardandır. 970/(1562-63) târîhinde irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Vize’de medfûndur.

Bu zât-ı muhteremden, Şeyh Gazanfer Dede Efendi feyz-yâb olmuştur. Bidâyeten debâgat ile meşgûl idi. Sonra ferâğatla, Hz. Şeyh’in fâiz-i icâzet ü hilâfeti oldular.

Vize’de neşr-i tarîkat edip, 974/(1566-67) târîhinde vâsıl-ı dâr-ı karâr oldu. Ümmî iken maârif i sûfîyyede allâme-i asr olarak cezebât-ı ilâhiyye ile şöhret buldular.

Atîde tercüme-i hâl-i ârifânelerinden bahs olunacak olan Hâşimî Seyyid Osmân Efendi dahi müşârunileyhden feyz bulanlardandır.

ŞEYH HÜSÂMEDDÎN-İ ANKARAVÎ HAZRETLERİ

Gavvâs-ı deryâ-yı hakîkat, bir mürşid-i meâlî-menkabettir. Ankara’ya yakın Kutluhân nâm mahalde tevellüd eyledi. Ulûm-ı akliyye vü nakliyyeyi tahsîlden sonra kemâlât-ı bâtıniyyeyi Ahmed-i Sârbân hazretlerinden iktisâb eyledi.

Müstakîm-zâde buyurur ki:

“Ahmed-i Sârbân ile, Hüsâmeddîn arasında pek büyük bir muhabbet husûle gelmiş ve bir zamânlar mükâtebât ile perveriş-yâb-ı kemâl olmuşlardır.”

Ahmed-i Sârbân’ın Cenâb-ı Hüsâmeddîn’e gönderdikleri mektûbâttan:

Bismi’llâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm.

Oğlum! Mevlâ Hüsâmü’l-mükerrem kıbeline ba’de’s-selâm bi’l-ızzi ve’l-ikrâm ma’lûm ola ki, bu tarîk-ı Hakk’a kapu düşüptür. Nitekim, Çehâr-yâr-ı güzîn, Hz. Rasûlu'llâh (salla'llâhu aleyhi ve sellem)’e mahrem düştüğü gibi siz dahi delîl düştünüz. İmdi ciğer-köşem, bilir misiniz ki, durduğunuz cennet dîdâr dâiresidir. “Neden?” derseniz, Allâh’ın kerem ve lütfu gönlünüze tulû’ itmedi mi? Gıdâ-yı ruh bulunmadı mı? Mâ-sivâu’llâh kalbinizden çıkup, Hakkânî muhabbet zuhûr itmedi mi? Sizinle evvelce mülâkî olduğumuz vakit bu dâire sizlere zâhir olmuştu. Ben sâlûsluk bilmezem. Aşka riyâ katmazam. Aşka riyâ katan kâfirdir.

Azîzim şöyle buyurmuştur : Lokması kursağımıza düşen yaradılmış yabanda kalmaya, gönlü Yaradan ululuğuna erişe. Biz dahi deriz ki, sizlerin de bu muhabbet üzerinde hakkınız çoktur. Ammâ sâbıkta niçün o yok düşüptür? Allâh’ın inâyeti ve Habîbu’llâh’ın şefâati ve nübüvveti ve evliyânın yüce himmeti nice erişip, mübârek yüzünüzden kerem yurdunu müjde verdiler.

Mevlânâ! Şöyle bilesiniz. Erenler mâ-beyninde size Molla Hüdâvendigâr hâli verilipdir, denildi. Bilir miyiz ki oğul, bu hâl sizlerde hâsıl olmaya? Siz dahi zevk ve şevk hâsıl edesiz. Feyz-i Rabbânî, nûr-ı Muhammedi hâsıl ola. Yüce himmet-i evliyâ iznimiz budur ki, tenhânızda çokluk oturmayasız. /287/ Dervîşlerle sohbet edesiniz. Zîrâ tarîk böyledir ki, birbirinizin yüzünden ma’rifet söyleye söyleye hâl hâsıl olur. Biz sizlere hakîkatta ata düştük, sizler dahi hakîkatta oğul düştünüz. (الولد سر أبيه)[37] Ata dâimâ yerine oğul kaldığını istemez mi? Arada buhl yok, buhulda ar yok, meğer Allâh onarmamış ola. Vay ana kim, Allâhu Azîmü’ş-şân onarmaya. Hak yıkdığını kimse yapamaz ve Hak yaptığını kimse yıkamaz.

Ata, nûr olıcak, oğul dahi nûr olur. İkisi dahi, nûrun-alâ-nûr olur. İmdi oğlum, şu dediğimiz dâire size hâsıl olmadıysa biz yalancılardan oluruz.

Oğlum! Sizlerden bir istimdâdımız dahi vardır. Cevher gösterene siz boncuk gösteresiniz; boncuk gösterene sakız gösteresiniz. Hakkânî muhabbet gözedeni gözden bırakmayasız.

“Ata dahi nedir?” derseniz; Şerîat, şerîat, yine şeriât. Allâh’ın izni, rûh-ı Muhammed’in sırrı, gerçeklerin âlî-himmeti hep sizlere verilmiştir ve dahi mürîd-i murâdî vardır ve mürîd-i hâs dahi vardır. Mürîd-i mürted dahi vardır. Sizi ve bizi cümle yaradılmış gerçeğin gözünden ve gönlünden düşmekten saklasun. Gafîl me-bâş.

Nice cân u nice başlar yola kurbân içün geldi

Kabûl olur ise Hak’dan bulara kutlu Bayramdır

Sırr-ı hakîkat oğlumuz! Âb u gil değil, cân u diliz. Muhabbetinizi bir an dirîğ itmeyip, gönülden çıkarmayasız. Bendeniz yüzünden sizlere gönlünüzde Allâh nûru cezbesi hâsıl olmuştur. Sizlere Allâh Azîmü’ş-şân emâneti mübârek eylesün. Cümlenize ilm-i ibret, ilm-i hikmet esrârı hâsıl olmuştur. Bu tarîkin hak idügüni sizlerden isteriz. Zîrâ sizler şehâdet etmeyince nice inanalım. Sizler dahi bu tarîktan zevk ve şevk tahsîl etmişsiz. Cümle âlem gerçek yüzünden muhabbet etseler hâli hâsıl olur. İkrâr edenün fâidesi kendüye ve inkâr edenün ziyanı kezâlik yine kendüyedür. Biz keşf ü hayâlât bilmeyiz. Pazarımız el elcedir. Bir kişinin hâlini söyleriz.

Anın taht-ı yedindedür makâmât

Anın huddâmıdur ehl-i kerâmât

Duyup işit kemâlin evliyânın

Anın aşkı ile mest ola cânın

            *   *   *

Cümle vâr ol bir kişidür ol kişi

Yapmak u yıkmak durur kem-ter işi

Gönülden ve gözden ayırmayup, muhabbeti dahi ziyâde idesüz. Ve’s-selâmü âlâ men-ittebea’l-hüdâ.

Efkaru’l-verâ Hâdimü’l-Fukarâ

                                                                                                                      Ahmed-i Sârbân”

/288/ Azîzinin nefes-i nefîsine mazhar olup, nâil-i hilâfet oldular. Azîzinin âlem-i cemâle intikâlinden sonra seccâde-nişîn-i meşîhat ve erîke-pîrâ-yı velâyet oldular. Cezbe-i ilâhiyye kendilerinde kemâl üzere zuhûr ettiğinden, hakâyık mesleklerinden bî-haber olan ashâb-ı ağrâz mahz-ı hakîkat ve ayn-ı hikmet olan sözlerini havsala-i idrâklerine sığdıramadılar. İstanbul’a hakkında ihbârât-ı kâzibede bulundular. Teftîş ve tashîh-i ahvâli maksadıyla Hz. Şeyh’i Ankara kalesine habs ettiler. Ertesi günü terk-i cân etmiş buldular.

Ankara havalîsindeki zâviyeleri sahasında defîn-i hâk-ı ıtır-nâk oldular. Rıhletleri 964/(1557) senesine müsâdiftir.

Mesleklerini o zamân hussâd çok yanlış anlamışlar. Erbâb-ı kemâlin başına hep böyle hâller gelmiştir. Kümmelînden bir zât-ı âlîkadr idi.

Manzûmelerinden:

Ey taleb-kâr-ı Hudâvend-i Kerîm-i zü’l-atâ

Sâdıku’l-va’di uluvvü’l-himmet ü abd-i rızâ

Bir latîfedir gönülden söyleriz tâliblere

“Kalb-i mü’min beyt-i Rahmân’dır” buyurdu Mustafâ

Gönle gir ki “Ve men dahalehû kâne âminâ”*[38]

Hakk’ın evidir ana giren emîn olur şehâ

Dünyevî yâ uhrevî efkâr gelse eyle red

Mâ-sivâdan fikr-i Hak’dan gayri hep ey müctebâ

Varlığını Hakk’a vir varlık Hak’ın olsun hemîn

Sen çık aradan hemân kalsun Yaradan Mustafâ

Mahv ide öz varlığın tâ kim göre Hak’dan likâ

Kendiliksiz vâsıl oldu enbiyâ vü evliyâ

Ey Hüsâmeddîn bu üslûb üzre gönlün bekleyen

Fâni olur kendözünden Hak ile bulur bakâ

Mürettep Dîvân’ları vardır. Pek çok hakâyık u dakâyık-ı tevhîdi câmi’dir. Pek çok zevât kendilerinden ahz-ı feyz etmişlerdir. Şeyh Hasan Kabadüz, Şeyh Hamza, Şeyh Abdullâh-ı Bosnavî gibi eâzım bu meyândadır.

ŞEYH HASAN KABADÜZ

Müstakîm-zâde’nin beyânına nazaran Hasan Kabadüz’ün irtihâli 1010/(1601) tarîhindedir. Meşgûl oldukları san’at i’tibâriyle “Kabadüz” diye şöhret bulmuşlardır. Abacılık ederler imiş.

Şeyh Hüsâmeddîn’in kendilerine yazdığı bir mektûb elime geçti :

أعوذ بالله من الشيطان الرجيم. بسم الله الرحمن الرحيم. ما شاء الله كان لم يشاء لم يكن. قُلْ إِن كُنتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللّهُ.[39]

"Hâmil-i varaka sizlere vusûl bulduğunda, gönül yüzünü yere koyunuz. Her birinize bî-hadd ü hisâb duâlar olunduktan sonra, cümlenizden mercûdur ki, birbirinize fânî nazar edip her birinizdeki zuhûr-ı keremi Hakk’ın bilesiniz, kendi nefsinizden bilmeyesiniz. Zîrâ nefsinizden /289/ nice bilesiniz? Bu tarîk-ı Hakk’a şurû’ ettiğimiz, bundan ötürü varlığımız ve ona mensûb olan her ne var ise Hak baktığımız yere teslîm eyledik.

Nice cânlar nice başlar yola kurbân içün geldi

Kabûl olur ise Hak’dan bulara kutlu Bayramdır

Anlar dahi lutf u keremlerinden bizim cümlemiz yüzümüz karasıyla götürü varlığımızı yok eylediler ve bu yokluk burcundan varlık âfıtâbı ile onun şevkı ve muhabbeti ve ilm ü ma’rifeti zuhûr edip, (من عرف نفسه فقد عرف ربه)[40] ma’nâsı hâsıl oldu.

Zübde-i ma’nâ budur ki, bir kimse kendi nefsinin yokluğunu bile ve müşâhede eyleye, bâkî varlık ve kerem, zevk ü şevk, muhabbet ve kudret ve ilim ü ma’rifet ve cümle zuhûrat Hakk’ın olduğunu bile ve sırr-ı evliyâ ki, sırr-ı Hak’tır, her birinizden kendi diliyle kendiye söyleye ve kendi kulağıyla kendi işide ve kendi muhabbetiyle kendini seve, mütelezziz ola.

Diyen ü işiden hemân O imiş

Sen ü benliğimiz bahâne imiş

Burada ziyâde mütenebbih olmak gerektir. Ol sultânın zuhûrunu kendi zuhûrunuz zannetmeyesiniz. el-Hâsıl gayret-i Hak ve erlik budur ki, Hakk’ın varlığını isbât edip, kendi varlığınızı ve Hak’tan gayrı ne ki varlık vâr ise, reddedip belki la’net edesiniz.

Umûm enbiyâ vü evliyânın ve ulemâ-yı ehl-i yakînin ilm ü işâreti budur ki, sâlikin kendi varlığı, zâtı olup, Hak varlığı sâlikin aynı ve hakîkati olmakdır. Bundan gayrı anlayış küfr ü dalâlettir. Va’llâhu teâlâ a'lem.

el-Fakîr Hüsâmeddîn-i Ankaravî”

HELVÂYÎ YA’KÛB EFENDİ

Pîr Alî Aksarâyî’nin dâmâdı ve İsmâîl-i Ma’şûk’un eniştesidir. Sultân Süleymân-ı Kânûnî’nin ârzûsuyla müşârünileyh Ya’kûb Efendi, Pîr Ahmed-i Eyyûbî - Bu zât Eyüp’te Yâ Vedûd Türbesi civârında medfûndur. - ile berâber İsmâîl-i Ma’şûk’u alıp İstanbul’a getirmişlerdi. İsmâîl-i Ma’şûk’un şehâdetinde her ikisi Akkâ’ya nefy ve kalede habs edilmişlerdir.

Acem Seferi’ndeki adem-i muvaffakiyyet üzerine Pâdişâh bunları ıtlâk ile duâlarını ricâ etmiş ve li-hikmeti’llâh muzafferiyyet rû-nümâ olunca, Ya’kup Efendi’ye İstanbul’da Şehzâdebaşı civârında Bozdoğan Kemeri ittisâlinde hücreler yaptırılmış ve Pâdişâh bir gün ziyâretinde burhân talebinde bulunmuş, derhâl helvâ tabh ve ihzâr ve takdîm edince, fi’l-hakîka Pâdişâh’ın kalbinden helvâ geçmiş olmasına karşı mahzûziyyet-i şâhâne vâki’ olmuştur. “Helvâyî Ya’kûb” bundan kinâyeten kalmıştır.

İrtihâlleri 997/(1589) veyâ 1000/(1592) târîhlerine müsâdiftir. Şakâyık-ı Nu’mâniyye’de (c. II., s. 15) 1000/(1592) târîhinde irtihâli mevzû-ı bahsdir.

Bu menkabeyi Helvâyî Ya’kûb Dergâhı şeyhi Muhammed Tâhir Efendi nakl eyledi. Târîhe nazaran İsmaîl-i Ma’şûk hazretlerinden sonra çokça muammer olmuşlardır.

“Helvâyî Baba” diye Şehzâde Câmii avlusunda medfûn olan zât Helvâyî Ya’kup olmayıp, Cevlân Dede nâmında bir zât imiş. Mezkûr hucurât bir zamânlar kimlerin elinde kaldıysa kalıp, bi'l-âhare dergâha kalb edilmiştir. Hattâ Himmet-zâdelerden Şeyh Ömer Tevfîk Efendi, evkâf idâresinde kuyûd-ı atîkada Abdülhamîd Hân-ı evvel zamânında burası için biri meşîhata merbût türbe-dârlık, dîğeri îkâd-ı kanâdile me’mûr hizmet-kârlık olmak üzere iki cihet te’sîs ve berât i’tâ olunduğuna dâir kayd gördüğünü söyledi.

Bir aralık Rufâî meşâyıhının eline düşüp, iki şeyh sırasıyla burada icrâ-yı meşîhat ederek Ya’kûb Efendi’nin yanında defn olunmuşlardır.

Bu civârda vaktiyle konağı bulunan Mısırlı Mustafa Fâzıl Paşa merhûm tekkeyi ez-ser-i nev ihyâya muvaffak olup, o sırada Rufâî şeyhi bulunan Şeyh Ahmed Efendi-zâde Şeyh Muhammed Tâhir Efendi tarîk-ı Bayramî’den ve Himmet-zâdelerden Şeyh Muhyiddîn Şerîf Efendi’ye kerîmesini tezvîc ile meşîhatı ona ferağ eylemiş. O da burada şeyh olmuştur. Sene 1293/(1876).

Yirmi sene kadar icrâ-yı meşîhatle tahmînen 1313/(1895) târîhinde âzim-i dâr-ı bakâ olup, Şehremîni’nde Himmet-zâde Tekkesi’nde defn edilmiştir. Yerine mahdûmu Muhammed Tâhir Efendi geçmiştir.

Muhammed Tâhir Efendi’nin târîh-i tevellüdü 1294 (1877) senesidir. Sığar-ı sinni hasebiyle ricâl-i Bayramiyye’den ba'zı zevât vekâlet etmiş, bi'l-âhare Himmet-zâdelerden Şeyh Hüsâmeddîn Efendi, dâire-i terbiyesine alarak hilâfet vermiş ve makâm-ı meşîhata iclâs etmiştir.

Birinci dâire-i belediyyede hizmette bulunarak el-yevm Mezâd Bedesteni’nde kontrol me’mûrluğundadır. Sene 1343/(1924).

Dergâh-ı şerîf hayli seneler mesdûd iken 1343/(1924) senesi şehr-i Cemâziye’l-âhirinde Perşembe geceleri güşâd olunarak, zikru’llâh ve icrâ-yı âyîn-i ehlu’llâh olunmaktadır.

/290/ OLANLAR ŞEYHİ İBRÂHÎM EFENDİ

Ricâl-i Bayramiyye’den ve eâzım-ı meşâyıhdan bir zât-ı âlîkadr’dir. “Doğduğu bin târîhidir, Hz. İbrâhîm’in” nazmı müfâdınca 1000 sene-i hicriyyesinde (1592) Konya Aksaray’ında Eğridere’de ve zaîf bir rivâyette İstanbul Aksaray’ında kadem-nihâde-i âlem-i şuhûd oldu. Tarîk-ı tahsîlde senelerce çalışıp ve kemâl sâhibi olup Seyyid Seyfullâh Efendi hulefâsından Hakîkî-zâde Osmân Efendi’den müstahlef olduğu mervîdir.

Bir eserde okuduğuma göre, Ahmed-i Sârbân hazretlerinin hulefâsından Şeyh Tıbtıb Şâh’ın küçükten beri perverde-i feyz ü irfânları olduğundan, nihâyet ondan tekmîl-i sülûk eylemişlerdir. Kırk sene mesned-nişîn-i hilâfet oldukları halîfeleri Şeyh Sun’ullâh’ın atîde zikr olunacak menkûlâtından anlaşılır.

Maamâfih pîr-i tarîk-i Celvetî Aziz Mahmûd-ı Hüdâyî ve Şeyh Abdülehad en-Nûrî ve Hüseyn-i Lâmekânî hazarâtından da ahz-ı feyz ettikleri mestûr-ı sahâif-i tevârîhdir. Dîvânında “Kitâbı yazmağa bâdî Hüseyin’dir.” diye müşârünileyhe işâret-i sarîhaları vardır.

Târîh-i intikâlleri bir rivâyette 1055/(1645) ve rivâyet-i uhrâya göre 1066/(1656)’dır. Sahîhi 1065 senesi Rebîu’l-âhirinin yirmiikinci Çarşamba günü vakt-i subhdur. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Hattâ, İstanbul Dârü'l-fünûn Kütübhânesi’ne Yıldız Sarayı Kütübhânesi’nden menkûl kitâblar meyânında 3700’den 3703 numaraya kadar olan dört cild Müstakîm-zâde âsârından Hülâsatü’l-İlâhiyye nâm eserde gördüm ki, “hasta” (خسته) kelimesinin ihtiva ettiği 1065/(1655) senesi Rebîu’l-evvelinde rıhlet ettiği muharrerdir.

Bir yazma dîvânın mukaddimesinde târîh-i irtihâli 1065 gösterilmiştir.

Aksaray’da Olanlar Dergâhı’nda türbe-i mahsûsada medfûn ve rahmet-i Hakk'a makrûndur. Türbeleri el-yevm ma’mûr ve müzeyyendir. “Cennet olsun makâmın İbrâhîm” (جنت اولسون مقامك ابراهيم) dahi târîh-i rıhletidir ki, Tal’atî Hüseyin Efendi’nin söylemiş olduğu Hülâsatü’l-Hediyye’de mezkûrdur.

İbrâhîm Efendi pek mühim ve o nisbette ehl-i kemâl bir mürşid-i âlî-tebârdır. Feylesof Rızâ Tevfîk Bey’in ona Bektaşîlik isnâdı ve “İbrâhîm Baba” diye eserine yazması bühtân-ı azîmdir.

Dergâh-ı mezkûrun şeyhi Hüsnü Efendi merhûmun ârzûsu üzerine şeyh-i müşârünileyhe söylediğim manzûme-i târîhiyye türbesinde levha halindedir:

Şeyh İbrâhîm Efendi menba’-ı feyz ü kemâl

Hamzavîler serveri bir pîr-i âlî ehl-i hâl

Gel ziyâret kıl kemâl-i aşk ile bu hazreti

Feyz-yâb-ı sırrı olsun mülk-i dil gitsün melâl

Çıkdı bir târîh-i cevher rıhleti i’lân içün

Sırr-ı Hakk’ın mazharıdır âzim-i dârü’n-nevâl

(سر حقك مظهريدر عازم دار النوال) = 1067 – 1 =1066/(1656)

İbrâhîm Efendi, “Oğlanlar Şeyhi” nâmıyla şöhret almıştır. Sebebini, Sohbet-nâme-i İbrâhîm Efendi nâm eser yazıyor:

“Henüz yedi yaşında iken Ahmed-i Sârbân hazretlerinin:

Varımı ol dosta virdim hân-mânım kalmadı

nutkunu ezberler iken, şeyhleri Tıbtıb Şâh yanında imiş. Onlara hitâben, “Bu nutuk /291/ sahîhan Ahmed-i Sârbân’ın mıdır?” dedikte, “evet” cevâbını alınca, “Çok şey kendinin varı var imiş de böyle söylemiş.” demesi üzerine, bu söz şeyhinin hoşuna gittiğinden, “Bu oğlan şeyhdir.” buyurmaları üzerine “Oğlan Şeyh” diye zebân-zed olmuştur. Müstakîm-zâde, Hulâsatü’l-Hediyye’sinde, “Oğlan Şeyhi” diye yazıyor.

Elyevm “Oğlanlar Şeyhi”, “Oğlanlar Tekkesi” diye yâd edilegelmesi bundan münbaistir. “Olanlar Şeyhi”, “Olanlar Tekkesi” diyenler de vardır.

Bu dergâh İstanbul’da Hz. Fâtih zamânında en evvel inşâ olunan Kâdirî Tekkesi imiş. Bânî-i evveli Fâtih hazretlerinin ser-sekbânı Ya’kûb Ağa burada medfûndur. “Oldu Ya’kub vâsıl-ı Mısr-ı Naîm” (اولدى يعقوب واصل مصر نعيم) târîhidir.

Sohbet-nâme-i Sun’ullâh-ı Gaybî’de gördüm ki:

“Sakızlı Hüseyin Efendi’den işittim. Şârih-i Fusûs Bosnevî Abdullâh Efendi’ye, “Aksaraylı İbrâhîm Efendi’yi nice bilirsiniz sultânım?” diye suâl eyledim. Buyurdular ki: “Uzamâ-yı meşâyıhdan, asrının ferîdi ve kibâr-ı evliyâdan vaktinin vahîdi bir adam biliriz.” “Sultânım, ya bu halk arasında zındık ve ilhâd ile ma’rûfdur, ona ne buyurursunuz?” dedim. “Sıddîklardan yetmiş adam, filân adam mülhid ve zındıktır demedikçe, mertebe-i velâyete kadem basılmaz. Onların uluvv-ı şânına ve gâyet-i kemâline ve bizim sözümüzün sadâkatına halkın töhmeti şâhid-i kâfîdir.” buyurdular. (Kaddesa'llâhu esrârahum)”

Ya’kûb Ağa rü'yâsında Hz. Abdülkâdir’i görmek şerefine mazhar olmuş, “Buraya bir dergâh inşâ et.” diye emirlerini şeref telakkî etmiştir. Sonraları müşrif-i harâb olmuş, Hamzavîlere geçmiş; son zamânda yine Kâdirîlerde karâr kılmıştır. Elyevm Kâdirî Tekkesi’dir. Bu tekkeye bu sebeple “Gavsî Tekkesi” derlermiş. Eski bir yazma dîvânın mukaddimesine yazılmış; gördüm.

İbrâhîm Efendi burada icrâ-yı meşîhat eylediler. Kırk sene kadar bulundular. Hamzavîlere karşı o zamânın hükûmeti şiddet-i i’dâm siyâseti gösterdiğinden Hz. Şeyh, ziyâdesiyle tesettür etmiş ve Hakîkî Osmân Efendi’ye ve Abdülehad en-Nûrî’ye ve Hz. Hüdâyî’ye arz-ı nisbet ederek Halvetî ve Celvetî’den görünmüştür.

Hulûl-ı ecel-i mev’ûduyla irtihâl eden ricâl-i Hamzaviyye’dendir. Dil-i Dânâ nâmıyla vahdet-i vücûda dâir bir manzûmesi ve mürettep bir Dîvân’ı vardır.

Yazıldı bin yirmiüç târîhinde” diye Dîvân’da işâretleri vardır. Teberrüken ba'zı nutuklarından nakl olundu:

İlâhâ ilmine yok hadd ü gâyet

Hudâyâ vasfına hiç yok nihâyet

Bütün eşyâya zâtındır müsemmâ

İdersin her nefesde bin tecellâ

Şerîkin yok nazîrin yok Ahad’sin

Münezzeh zâtın Allâhu’s-Samed’sin

Kemâl ü hikmetin ânen-fe-ânen

Zuhûr itmekde dâim âşikâren

Hüve’l-Evvel Hüve’l-Âhir’sin ey Hak

Hüve’l-Bâtın Hüve’z-Zâhir’sin ey Hak

Cemî’-i şeyde nûrun oldu zâhir

Bütün şey nûruna oldu mezâhir

Dü-âlem nûruna garkdır ser-â-pâ

Ne varsa sun’una âyât-ı kübrâ

Gören gözlerde nûrundur ilâhî

Görünen yüzde nûrundur ilâhî

Senin nûrunla söyler cümle diller

Senin nûrunla pür-nûrdur gönüller

                     *   *   *

/292/  Dil-i insân-ı dânâ hidmetinde pâsbân oldum

Gönül sîmurğ-ı ankâsına kalbde âşyân oldum

Gönül âyînesin pâk eyledim gayrın hayâlinden

Tecellî eyledi Hak zâhir oldu ben nihân oldum

Kuruldu sohbet-i kudret içildi bâde-i vahdet

Yed-i sâkî-i bâkîde şarâb-ı erguvân oldum

İçüp vahdet şarâbın teşne-diller oldular ser-mest

Ol içmekden oların cânına rûh-ı revân oldum

Bu sûret âleminde zâhirim bir şey değil ammâ

Bu sûret âleminde Hak ile cân-ı cihân oldum

Bu cismânî cihânda cismimin adıdır İbrâhîm

Dehir âyînesinde ân-ı dâimde zamân oldum

                     *   *   *

Eğer Hakk’ın cemâlin görmeye müştâk isen âşık

Nazar kıl sûret-i İbrâhîm’e eyyâm-ı fırsatdır

                     *   *   *

Hak’ın kurbünde İbrâhîm mukarreb

Olaldan hâsıl itdi âlî-meşreb

                     *   *   *

Gehî ismim okurlar Şeyh İsmâîl Oğlan Şeyh

Gehî ismim okurlar Sârbân Ahmed kerem-kârâ

Gehî ismim Alâeddîn olur gâhî Hüsâmeddîn

Gehî bî-ism ü bî-sûret zuhûrum ideler icrâ

Gehî ismim okurlar Hamza Beğ gâhî İmâm İdrîs

Gehi İbrâhîm ismiyile Oğlan Şeyh olur cem’â

Kasîde-i Elfiyye’sinden:

Fuyûzât-ı ilâhî bana ceddim Şâh Alî’dendir

O dahi Sârbân Ahmed’den almışdır yed-i tûlâ

Babası Pîr Alî’den sonra Kutb-ı âlem olmuşdur

Zamânında tulûu olmuş idi âftâb-âsâ

O dahi İbn-i Yâmin’den irişdi zât-ı Rahmân’a

Şeb-i vuslatda vahdet itdi Sübhâne’llezî esrâ

O dahi sırr-ı Sikkîn’den kim almışdı hakîkatde

O dahi Hacı Bayram’dan alupdur sırrı âmennâ

/293/ Bu tertîb üzre sır sârî durur âlemde âdemde

Bu sırrın sırrını İbrâhim’e kim eyledi îmâ

Dîvân’ından:

Sorarsan her nefes zevkim benim câm-ı safâdandır

Bu âlem içre irşâdım Muhammed Mustafâ’dandır

Gözüm yumsam fenâ fi’llâh gözüm açsam bakâ bi’llâh

Bana bu lutf u bu ihsân Cenâb-ı Kibriyâ’dandır

Benim takrîr ü tahkîkim değildir kendi kendimden

Ebû Bekr u Ömer Osmân Aliyyü’l-Murtazâ’dandır

Dışım âşık içim ma’şûk haber-dâr ol bu ma’nâdan

Bu hâliyle bu hâsılım gönüldeki cilâdandır

Yürü zâhid senin aklın bizim tevhîdimiz bilmez

Bu gencin fethi İbrâhîm’e erden evliyâdandır

Müstakîm-zâde’nin Risâle-i Şattâriyye’sinde gördüğüm manzûmelerinden:

Sırr-ı Hak’dan zâtı rahmet ismi Abdullâh olan

Zât-ı eşyâya ke-mâ-hî ârif ü âgâh olan

Çün cemâliyle kemâliyle o zât-ı Kird-gâr

Şüphesiz zansız Hüsâmeddîn’den oldu aşikâr

Pertevin saldı o yüzden âleme ol bî-nişân

Sâbit oldur gördüler oldur nişân-ı bî-nişân

Hamza Beğ’de zâhir oldukda o sırr-ı zât-ı pâk

Niceler ol matla’-ı hurşîdden oldu tâb-nâk

Cezbe-i câm ile nice cânı ser-hoş eyledi

Feyze kâbil dilleri ol mest ü medhûş eyledi

Aşikâr oldukda İdrîs-i Velî’de sırr-ı Zât

Gözlüler gördüler oldur bi’l-aşiyyi ve’l-gadât

Nutk-ı pâkinden ayân olmuşdur esrâr-ı nihân

Yüzünü gören kişi eyledi ol dem terk-i cân

Burc-ı keyvâna tulû’ itdikde ol şahs-ı kadîm

Görmediler niceler ol nûru oldular racîm

                     *   *   *

/294/  Vech-i pâkinden nümâyân itdi sırr-ı kün fe-kân

Cân-ı pâkinden nihân olmuşdu Zât-ı Müsteân

“Bâ” vü “Şîn” u “Râ”da perde tutdu rû-yı Zât*

Vech-i İbrâhîm göründü hall olundu müşkilât

ŞEYH HÜSEYN-İ LÂMEKÂNÎ

Bosnalıdır. Tahsîl-i maârifden sonra, tarîk-ı tasavvufa sülûk etmiş idi. Melâmiyye-i Bayramiyye’den Bursalı Kabadüz hazretlerinin hulefâsındandır. 1034/(1625) senesinde irtihâl eyledi. İstanbul’da Dâvudpaşa civârında Sultân Şâh Câmi'-i şerîfi hazîresinde defîn-i hâk-i gufrândır. Kabirlerini, lehü’l-hamd ziyâret ettim. Üzerinde iki büyük ve yazısız taş sütün vardır.

Müşârünileyh Peşteli veyâ Bosnalı veyâhud Hûrpeştelidir diye tereddüd edenler vardır. Vahdet-nâme isminde Türkçe bir eseri ve daha birkaç te’lîfi âlem-i irfânı tezyîn etmektedir.

Şâhsultân Câmi'-i şerîfinde zikr eder ve ders okuturmuş. Târîh-i vefâtını Müstakîm-zâde merhûm muammalı olarak söylemiştir:

Şeyh Hüseyin’in oldu câru’l-kabri perîşân

(شيخ حسينك اولدى جار القبرى بريشان) = Sene 1034/(1625)[41]

Manzûmeleri ve mektûbları makbûldür:

Pâk eyle gönül çeşmesini tâ durulunca

Dik tut gözünü gönle gönülün göz olunca

İnkârı ko dil destisin ol çeşmeye tut dur

Ol âb-ı safâ-bahş ile bu desti dolunca

Çün Hak seni derbân-ı der-i Hânesi itdi

Dur kapıda gayrı koma tâ anı bulunca

Sen çık aradan Hânesini sâhibine vir

Bî-şek gelir Allâh evine sen savulunca

Evvel koma kim sonra çıkarmak güç olur güç

Şeytân çerisi hâne-i kalbe koyulunca

Çekdin bu cihân içre nice mihnet ü zahmet

Ol pîr-i Hudâ mürşid-i kâmili bulunca

Ey Lâi-mekân'ım seni ben çok aradım çok

Sînemde mukîm olducağın tâ duyulunca

Semâ ve devrânı münkir olan Belgradlı Münîrî Efendi’ye yazdıkları mektup, Müstakîm-zâde’nin kitabında görülmekle ehemmiyyetine binâen derc olundu:

بسم الله الرحمن الرحيم. الحمد لله الذى حققنا بتحقيق الإيمان وأكرمنا بكرامة تكريم الإذعان والإيقان و وفقنا بتوفيق الإناية الأزلية طريق العرفان ويسرنا سلوك مسالك أهل الذوق والوجدان. والصلاة والسلام على من أظهر منشأ الأرواح والأبدان المبعوث إلى كافة الناس والجان لإعلام علوم المبدأ والمعاد بنص القرآن. وعلى آله وأصحابه الذين هم المهديين بالكتاب والسنة إلى مدارج الجنان.[42]

Emmâ ba’d : İzzetli, fazîletli karındaşım Münîrî Efendi hazretlerinin huzûr-ı şerîflerine hakkânî /295/ muhabbeti müş’ir, derûnî selâm ve duâlar ithâfından sonra inhâ-yı muhibbâne budur ki:

Nedir hâliniz? İyi ve hoş, müyesser-i sohbet ü âfiyyette olasınız. Bundan mukaddem bu hayır-hâhınıza irsâl eylediğiniz mektûbunuza cevâb gönderilmekte te’hîr vâki’ olmakla bir mikdâr hâtır-mândeliğinizi iş’âr buyurmuş idiniz. İmdi müfârekat vâki’ olalıdan beri mektûbunuz gelmediğine biz dahi dil-gîr olduğumuzu i’lâm için bizim Hacı Bey muhlisleriyle mektûb-ı muhabbet-üslûb ısdâr olundu. İnşâa’llâhu teâlâ avdet eylediklerinde selâmetinizi ihbâra himmet eyleyesiniz. Vürûdu bâis-i inşirâh-ı sudûr-ı ahbâb olacağında iştibâh yoktur.

Eğer bu cânib ahvâlinden istifsâr olunursa, li’llâhi’l-hamdi ve’l-minne, dâire-i sıhhatte olup, hakkânî dostlar ile dîdâr müşâhedesi üzerindeyiz. Hudâ-yı Rabbi’l-izze, gayrîlere dahi müyesser eyleye, bi-mennihî.

Evkâtımız fukarâ ile gâh musâhabe ve gâh mütâlâa ve gâh evliyâ-yı kirâm ve meşâyıh-ı izâm (kaddesa'llâhu esrârahum) hazarâtının vaz’ buyurdukları tarîk-ı müstahsene muktezâsınca, zikru’llâha iştigâl üzre güzârendedir. Eğerçi, tarîkımızda devrân ile semâ’ olagelmemiştir. Lâkin cevâmi’ ü mesâcid ve hânkâh u zevâyâda fukarâ-yı sâlikîn ve meşâyıh-ı kümmelîn cem’ olup devrân ve semâ’ ediyorlar. Fî-zamâninâ ulemâ-yı kirâmdan nice fuhûl ve eşrâf hâzır olup, men’ eylemediklerinden mâ-adâ, istimâ’-ı semâ’ ile mütelezziz ve cezebât-ı ilâhiyye ile müncezibdirler. Ol ecilden biz dahi onların tarîkat ve sünnetlerin men’ etmeyi revâ görmeyip, belki fukarânın şevkları galebesiyle tevâcüd ve vecdlerinin izdiyâdına müteallik umûrda müsâmaha etmelidir.

Bâ-husûs bu bâbda Seyyidü’l-mürselîn ve Hâtemü’n-nebiyyîn ve Rahmeten li’l-âlemin aleyhi’s-salavâtü’l-Meliki’l-Muîn hazretlerinin ashâb-ı suffe (rıdvânu'llâhi teâlâ aleyhim ecmaîn) ile vâki’ olan muâmelât ve muvânesâtları ve kavm-i Habeşe’nin raks ve semâlarını men’ buyurmayıp, Hz. Âişe-i Sıddîka (radıya'llâhu anhâ)’ya bi'z-zât seyr ettirdikleri ve ashâbdan bir kaç kimseye sürûr u neşâtı mûris ba'zı kelimât buyurduklarında, onlar dahi kemâl-i zevklerinden huzûr-ı şerîflerinde kıyâm ve semâ’ eyledikleri hâlde men’ buyurmayıp, inşirâh âsârı gösterdikleri hadd-i tevâtüre vâsıl olmuştur. Bundan mâ-adâ şerîat ve tarîkatın pîşvâsı Seyyidü’l-enbiyâ, ser-halka-i asfiyâ aleyhi salavâtu’llâhi’l-Meliki’l-a’lâ’nın ümmetinden olup, kalbleri mehbit-ı tecelliyyât-ı ilâhiyye ve mahzen-i esrâr-ı Rabbâniyye olan kâmil ü mükemmiller bu âna değin men’ buyurmayıp belki âlem-i imkândan inkıtâa sebeb ve tahsîl-i ma’rifet-i ulûm-ı ledünniyyeye bâis bilip, sulukların onların üzerine /296/ binâ eylemişlerdir. Onlara muhâlefet üzere olup, evkât-ı azîzemizi bunların men’inde izâadan ise, kendi nefsimizde olan menhiyyâtı men’ ve ref'e sa’y etmemiz evlâ ve ahrâ idüğü ulü’l-elbâba zâhirdir. Zîrâ kendi hâlimizden suâl, aharın ahvâlinden takdîm olunacağında iştibâh yoktur.

Benim rûhum! İstimâ’ olundu ki, bu makûlelerin bâbında ba'zı tahrîrâta mübâşeret ve mecâlis ü mahâfilde def’leri husûsunda mübâderet olunurmuş. Eğerçi, tavâif-i sûfîyye müsâvî olmayıp zevk etmiş ile etmemişin rütbesi ve hâli, (قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ)[43] âyet-i kerîmesi mısdâkınca bir değildir. Fakat bilmeyenleri, bilenlere takdîm ediyorlar. (من تشبه بقوم فهو منهم)[44] ve emsâli ehâdîs-i şerîfe muktezâsınca tahkîk ricâsına taklîd ediyorlar.

Husûsan bir kavm ki, tarîkatlarının sünnetini bizim sözümüz ile terk ihtimâli her giz me’mûl değildir. Men’lerine kalkışmak, ancak tezyî’-ı evkâttan gayri bir şey değildir. Sizinle hakkânî uhuvvetimiz hasebiyle bu bir kaç sözü sâha-i kırtâsa döktük. Bundan dolayı hâtırınıza gubâr târî olmasın. Zîrâ hakkânî muhabbet elbette veliyy-i sâdık ile münâsahayı mûcibdir. (كما قال رسو ل الله صلى الله عليه وسلم : إذا أحب أحدكم أخاه فليعلمه إياه وكما قال الله تبارك وتعالى : وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ.)[45]

Sadaka'llâhu'l-azîm ve belleğa Rasûluhu'l-kerîm. Bâkî selâmu'llâhi aleykum ve rahmetu'llâhi ve berekâtuh.

Ed’afu’z-zuafâ, hâdimü’l-fukarâ

eş-Şeyh Hüseyn-i Lâmekânî”

ŞEYH OSMÂN-I HAKÎKÎ

“Hakîkî-zâde” dahi derler. “Şeyh Hakîkî Bey” diye yazanlar da olmuştur. İstanbulludur. Seyyid Nizâm-zâde Seyyid Seyfullâh Efendi hazretlerinin hulefâsındandır. İbrâhîm Efendi müşârünileyhden ahz-ı feyz edenlerdendir. Eğrikapı dâhilinde kâin hânesini tekkeye kalb ve tarîk-ı meşâyıha vakfetmiştir. 1037/(1628)’de irtihâl ile zâviyesi mezâristanına defn edildi. "Kelimetü’t-takvâ": (كلمة التقوى) târîhidir. Mürettep Dîvân’ı vardır.

Hakîkat ehli olanlar bilür nûr-ı Hudâ zikrin

Mukallid ayn-ı a’mâdır göremez evliyâ sırrın

Şular kim nakş ile hem-reng olub cismini cân itmez

Karîn-i dîvdir bilmez Mesîh-i cân-fezâ sırrın

Ne bilsün aşkı nâkıslar kemâl ehlinin esrârın

Çü bilmez Bû Leheb kurb-ı makâm-ı Mustafâ sırrın

/297/ Maârif nûruna vâsıl olan insân-ı kâmilden

Sülûku Hakk’adır dâim bilür ol kibriyâ sırrın

Hakîkî sırr-ı vahdetden irişdi ilm-i tahkîka

Anınçün inkişâf itdi cihânda dû-serâ sırrın

Gazel

Firkatinden âlemi tutdu figânım gel yetiş

Tende cânım kalmadı rûh-ı revânım gel yetiş

Vaktidir cân viresin cânsızlara hem çün Mesîh

Çâre kıl ey nutk-ı hayy-i câvidânım gel yetiş

Düşmüşüm bahr-ı gamın ka’rına gavvâs olmuşum

Dürr-i vaslın isterim ey bahr-kânım gel yetiş

Çekdi girdâb-ı gamın aldı vücûdum zevrakın

Kıl meded ey dest-i hasret Lâmekân’ım gel yetiş

Zulmet-i zulm-i felekden bu Hakîkî bendeni

Kurtar ey mihr-i cihân sâhib-zebânım gel yetiş

                     *   *   *

Bülbül-i şûrîdeyim gülden nasîbim vâr benim

Sanmanız bî-hûdedir gülden nasîbim vâr benim

Bû-yı Hak’dan Derviş Osmân lezzet almışdır hemân

Sanmanız bî-hûdedir gülden nasîbim vâr benim

Silsile-i Sinâniyye bu zâttan yürümüştür. IV. cildde 176. sahîfede Sinânîler bahsinde tafsîlât derc olunmuştur. Mürâcaat buyurula.

Bir hâtıra:

Acabâ Hakîkî başka, Dervîş Osmân başka mıdır? Ba'zı manzûmelerde "Hakîkî", ba'zılarında "Dervîş Osmân" denilmesi tereddüdü bâis oldu. Hâlen elde ve kütüphhânelerde Dîvân’ına tesâdüf olunamadı. Binaenaleyh hall-i müşkil edilemedi. Kendine, “Şeyh Osmân-ı Hakîkî” ve “Şeyh Hakîkî” ve “Hakîkî-zâde” denilmesi fakîri tereddüdden kurtaramadı.

ŞEYH HÂDÎ AHMED EFENDİ

Urefâ-yı sûfîyyedendir. Hüseyn-i Lâmekânî halîfesidir. Vahdete dâir bir eseri ve silsile-i Bayramiyye hakkında latîf bir manzûmesi vardır.

ŞEYH SUN’ULLÂH-I GAYBÎ

Eâzım-ı ricâl-i Halvetiyye’den Hz. Merkez’in hulefâsından Şeyh Ahmed-i Beşîr’in[46] hafîdidir. Pederi Ahmed Efendi’dir. Eâzım-ı sûfîyyeden çok yüksek bir zât-ı âlî-kadrdır.

Hamzavîlere karşı hücûmun şiddet kesb ettiği bir zamânda pek ziyâde tesettüre mecbûr olduğundan, tercüme-i hâllerine dâir kimse hiç bir şey elde edememiştir. Esâsen Gaybî tahallusu da âlem-i ihtifâda yaşadığını göstermektedir.

Elde bulunan âsâr ve eş’ârıyla mümkin mertebe hakk-ı âlîlerinde ma’lûmât edinilebildi.

An-asl Kütahyalıdır. Kütahya’da irtihâl eylemiştir. Orada “Musallâ” denilen câmi'-i şerîf hazîresinde medfûn ve rahmet-i Rahmân’a makrûndur.

Müretteb Dîvân’ı, Keşfü’l-Gıtâ isminde bir manzûmesi, Tarîku’l-Hak fi’t-Teveccühi’l-Mutlak, Rûhu’l-Hakîka, Sohbet-nâme, Bey’at-nâme cümle-i âsârındandır.

Rûhu’l-Hakîka’yı 1072/(1662) senesinde yazmış. Demek ki, şeyhi olan, Olanlar Şeyhi /298/ İbrâhîm Efendi hazretlerinin irtihâlinden yedi sene sonra ber-hayât bulunuyorlardı. İstanbul’a gelip gelmedikleri anlaşılamıyor. İbrâhîm Efendi ile berây-ı mülâkat gelmiş olmaları ihtimâli kuvvetlidir.

Feylesof Rızâ Tevfîk Bey, Şeyh Sun’ullâh’ı Bektaşî ve Hurûfî diye kitâbına almış ve “Gaybî Baba” diye Bektaşî neş’esiyle yazmıştır. Hâlbuki onun dahi, şeyhi gibi, Bektaşîlikle alâkası yoktur. Bunların ilmi esrâr-ı tevhîdde yüksek düşünceleri, sözleri olmak hasebiyle, Bektâşîler arasında ne büyük cânlar yetişmiş diye berây-ı işhâd bunları, “Baba” diye ortaya sürmesi muğâyir-i edeb ü hakîkattir. Gaybî hazretleri, Hurûfîliğin rakam ve hesâbâtına ve te’vîlât-ı garîbesine atf-ı nazar-ı ehemmiyyet etmeyerek, felsefe-i hakîkati tedkîk etmiş büyüklerdendir, ve’s-selâm.

Kemâlât-ı ârifânesi, şeyhi İbrâhîm Efendi’dendir. Meslek-i ârifânesini öğrenmek için Bey’at-nâme’sini ve Rûhu’l-Hakîka nâm eserini mütâlâa elzemdir efendim. Keşfü’l-Gıtâ nâm eseri doksandokuz beyittir. Bu mevzûn kasîde, selâsetten mahrûm olup, ifâdede kusûrlu ise de târîh ve felsefe i’tibâriyle pek mühimdir. Vesâik-i sûfîyyedendir. Bir kaç beyit nakl ediyorum:

Bir vucuddur cümle eşyâ ayn-ı eşyâdır Hudâ

Hep hüviyyetdir görünen yok Hudâ’dan mâ-adâ

matla’ıyla başlayan bu uzun kasîdenin bi’l-hâssa şu beyitleri şâyân-ı dikkattir; maksûd-ı âlem olan âdeme hitâb ediyor:

Âlem-i kuvvetde her bir nesne kim mevcûd idi

Âdem’e geldikde fi’le geldi bî-çûn ü çerâ

Cümle-i esmâyı câmi’ nüshadır zâtın senin

Zât-ı Hak’dan şânına nâzil değil mi küllühâ

Hayy-ı âlemsin ki zâtın bahş ider her-dem hayât

Âşiyân-ı âleme sensin bilürsin ol hümâ

Âlemin sensin murâdı hep irâdet sendedir

Zâtın ile hâsıl oldu âleme hep mâ-yeşâ

Nutk-ı âlemsin ki âlem buldu nutkundan vücûd

Ayn-ı cân-bahşın ser-âlem bir şecerdir gûyâ

Ayn-ı âlemsin ki âlem sende gördü vechini

Dîde-i hak-bînin ile seyr ider hüsn ü bahâ

Âlemin sensin kulağı olmasaydın sen eğer

İşidilmezdi kalurdu nutk ile savt u sadâ

Sohbet-nâme’sinden:

“Azîzim efendim! Bu hakîrleri taltîfen biz sizin vâlid-i hakîkîniziz. Müstehıkk-ı maâşınız muntazam olsun olmasun, gönlünüz bizimle olmak kâfîdir. Âbâ vü ecdâdınızın yolunu terk etmemek, onların âyîn ve erkânları üzere ahbâba va’z u pend ve ihyâ, geceleri tevhîd-i şerîf ve deverândan hâlî olmamak gerektir buyurdular.”

İnsân-ı kâmil ve nefs hakkında bir iki zarîf Türkçe şiir söylemiştir. “İnsân-ı kâmili bu mertebe görünce, dünyâda tasarruf sâhibi olduğuna bi't-tab’ sıdkla inanıyor. Öyle olunca gönül kırmamalı. Hele evliyânın, kâmil insânların gönlüne dokunmamalı, onlar sâhib-i tasarruftur. Bir âh ederlerse, gidersin gürültüye.” diyor. Bu ma’nâda garîb bir şiiri vardır:

Erenlere hor bakma

Sâkin berbâd olursun

/299/ Gönüllerini yıkma

Sâkin berbâd olursun

Özün tutgıl yüzüne

Ayak basgıl izine

Toz kondurma sözüne

Sakın berbâd olursun

Aşk üzerine de güzel şiirleri vardır. En iyi Türkçe şiir yazan, şuarâ-yı sûfîyyemizdendir. Hem sathî nazar değil, felsefesini iyi anlar ve iyi anlatır bir şeyh-i muhteremdir. Kütahyalılar arasında, “Hudâ Rabbim” diye şöhret bulmuştur. Akâide müteallik bir kasîdesinden kinâyedir.

Erzurumlu İbrâhîm Hakkı hazretlerinin Ma’rifet-nâme’sinin nüsha-i matbûasında 262. sahîfesinde, “Nev’-i Râbi'” bahsinde, “Hudâ Rabbim” diye başlayan uzun manzûme, Sun’ullâh-ı Gaybî’nin iken sehven, nasılsa İbrâhîm Hakkı’nın diye neşr olunmuştur. Ma’rifetnâme’ye işâret eyledim. Sun’ullâh-ı Gaybî hazretlerinin ne yüksek ve sağlam i’tikâdı olduğu, bununla da nümâyândır, azîzim. 116 beyitten ibârettir.

Rûhu’l-Hakîka’sından:

“Benim azîzim âgâh ola ki, tarîkimizin mebnâsı muhabbet ve resm-i âyînimizin muktezâsı sohbet ve netîce ve gâyeti ma’rifettir. İbtidâ-yı hâlde muhabbette fenâ ve esnâ-yı hâlde sohbete mülâzemette vefâ ve intihâ-yı hâlde ma’rifette bakâdır. Ya'nî evvelâ şeyhin yoluna mâl ve ten ve cân sakınmayıp, şeyhini Allâh’ı sever gibi sevmek, sâniyen, şeyhin hizmetine bel bağlayıp, ale’d-devâm sohbetine mülâzım olmaktır. Şeyhinin ağzından çıkan kelimât-ı kudsiyye ve esrâr-ı ledünniyyeyi cân u gönülden kabûl eyleyip sözünü dinlemek ve anlamaktır. Sâir tarîklarda olan riyâzât-ı şâkka ve mücâhedât-ı bedeniyye ve kesret-i evrâd ü ezkâr ve deverâna ısrâr üzre i’tibâr-ı tarîkimizin esâsı ve resm-i âyînimizin mebnâsı değildir. Zîrâ cemî'-i a’mâlin kemâli, ashâbını cennete ve cennet içinde rif'ata nâil eylemektir. Ammâ aşk u muhabbetin meâli erbâbını ma’rifete ve nûr-ı ma’rifetle ru’yete ve vahdete vâsıl eylemektir.”

Şeyh Sun’ullâh-ı Gaybî hakkında bir el mecmûasında şu satırları okudum:

“Gaybî hazretleri devr-i fıtriyyeyi ve kemâl-i insâniyyeti âsâr ve eş’ârında mevzû'-ı bahs eder. Şöyle ki: Bu mevcûdât kendini idrâk edebilecek bir hâlde değildi. O rûh-ı âlem her sûrette tecellî ederek ikmâl-i devr edince, nihâyet insân sûretinde cilve-i cemâlini gösterdi. “İstivâ” bu demektir. Tecellî-i insânda devr tamâm oldu, durdu, istivâ etti. İnsânın vücûdu Arş’tır. Kelâm, akl ü idrâk, kemâliyle insânda göründü ve zuhûr etti. Binâenaleyh kenz-i mahfî aşikâr olmuş oldu. Ya'nî kendini idrâk edip bilmek isteyen tabîat-ı külliyye, terkîb-i kuvâ ederek insânı vecde getirince, insânın akl ü idrâki sâyesinde kendini de bilmiş, tanımış oldu, demektir.

Kuvâ-yı tabîiyyenin böyle bir insân vücûda getirecek sûrette toplanması ‘haşr’dır. Mevt-i zâhirî ile fenâ-pezîr olup da, eczâ-yı bedenin yine tabîat-ı câmideye rucûu da ‘neşr’dir. O hâlde insân sahîhan hilkatte maksûd-ı yegânedir, maksûd-ı aslîdir. Adetâ ağacın meyvesi gibidir. Meyve nasıl bütün bir ağacın kabiliyyetini câmi’ ise nüsha-i kübrâ ve berzah-ı câmi’ olan insân dahi bütün şu kâinât-ı mâddiyyenin zübdesidir, özüdür.

Akl ü idrâki i’tibâriyle de kulağıdır, gözüdür. Âdî ve şakî adamlar ham yemişe benzerler. Kâmiller olgun yemiştir. Ondan tekrâr bir ağaç vücûda gelebilir ve binlerce yemiş verir. İnsândan koca bir kâinât çıkar. Cennet ve Cehennem, Arş ve Kürsî hep ondadır. Tabiî, çekirdekten ağacın, ağaçtan çekirdeğin peydâ olması da ‘devr’ demektir. Tabîatta bütün bu kevn ü fesâd, bir insân-ı kâmil yetiştirmek içindir.”

Gaybî hazretleri işte bu felsefenin en ince tafsîlâtına vâkıftır. Ağaç ve çekirdek teşbîhi mühimdir. Şu şiirinde neler söyler:

Bir vücûddur cümle eşyâ ayn-ı eşyâdır Hudâ

Hep hüviyyetdir görünen yok Hudâ’dan mâ-adâ

Bu nutkundan bahs olundu. Uzun bir kasîdedir.

Bir şecer farz idelüm başdan başa bu âlemi

Fehm idevüz tâ murâdımuz murâd üzre dilâ

Dâiye düşdü nevâya kendi zâtın bilmeye

Bâtınından kopdu nâçâr kuvvet-i neşv ü nemâ

Geldi hâke anda dahi bulmadı kendüzini

Gitdi sâka tâ ki ola derdine andan devâ

Bu felsefesini anlattıktan sonra yaprağa, çiçeğe gelir. Nihâyet yine meyve sûretinde kemâlini bulup tekmîl-i devr eylemiş olur :

Âkıbet bunları da terk itdi geldi meyveye

Gördü kendini temâmet zâtına itdi senâ

İşte bu bir devr-i nâ-mütenâhî teşkîl ider. “İnşân ve insâniyyet hayy-i lâ yemûttur” demek istiyor.

Çün kemâle irdi meyve hatm olur anda işi

Meyve-i âhar tekâzâsına düşer iştihâ

Sûret-i misliyyesine cilve eyler ol yine

Devr-i dâim bu tecellî üzre olur rû-nümâ

Bu nutku pek mühimdir :

Sana âlem görünen hakîkatda Allâh’dır

Allâh birdir va’llâhi sanma kim bir kaç ola

Bir ağaçdır bu âlem meyvesi olmuş Âdem

Meyvedir maksûd olan sanma kim ağaç ola

Bu Âdem meyvesinin çekirdeği sözündür,

Sözsüz bu âdem ü âlem bir anda târâc ola[47]

Bu sözlerin meâli kişi kendin bilmekdir

Kendi kendin bilene hakîkat mi’râc ola[48]

Hak denilen özündür özündeki sözündür

Gaybî özün bilene rubûbiyyet tâc ola[49]

Ricâ-yı fakîranem:

Seyr ü sülûku ikmâl etmeyen, vahdet-i vücûd esrârını anlamayan kimseler, bu bahisler üzerinde tevakkuf etmemelidir. Zamân-ı inkişâf-ı hakîkata ta’lîk-i hâl ederek bu bahsi geçmelidir. Zîra dalâlete düşer. Hakîkatta, tevhîd-i zâta âşinâ bir merd-i rûşenâ olan Hz. Gaybî’nin sözlerini anlamak için feyz-i ilâhî lâzımdır, nûr-ı aynım.

Manzûmelerinden:

Ne O budur ne bu O’dur kamu O

Hemân varlık O’dur şirkden elin yu

Enâniyyet sana perde olupdur

Tecellî eyler ise sen seni ko

Ayân olmaz muhakkak mâ-hüve’l-Hak

Kalırsa sende senlikden ser-i mû

Hakîkatda hüviyyet bu nefesdir

İşâretdir ana gûyâ bu hâ hû

Nefes hak olduğuna Gaybi hüccet

Münezzehdir denilmez ana şu bu

                     *   *   *

Ne meczûb-ı ilâhî ol şerâyı’da kusûr eyle

Ne mahcûb-ı ilâhî ol hakâyıkda küsûr eyle

Ne hâli ko ne kâli ko olagör mecmau’l-bahreyn

Tenin şer’a muvâfık kıl dilin sırra kubûr eyle

Ne mest ol aşkıla dâim ne ayık ol bu gafletle

Miyân-ı zühd ile irfânı cem’ idüp ubûr eyle

/300/ Celâl ile cemâlin imtizâcından durur âlem

Ne mahzûn ol bu dehr içre dem-â-dem ne sürûr eyle

Bu kesret zehrine mahlût olupdur sekr-i vahdet(de)

Aceb ma’cûn-ı ekberdir yiyüp Gaybî huzûr eyle

                     *   *   *

Hakîkatda amel ey Hakk’a tâlib

Gönülden olmadır pîre murâkıb

Kamu bildiklerin kaldır aradan

Fenâ kesb eyle kalmasın meâyib

Mücellâ olsa dil levs-i kederden

Dem-â-dem aks ide ilm-i mevâhib

Vücûdun zerresin aşk ile mahv it

Sana hâzır ola hep cümle gâib

Hakîkatde ledün tâliblerine

Maârifle hakâyıkdır manâsıb

Gönüldür çün tecellî-gâh-ı Hazret

Sivâ-yı Hak hiç olur mu metâlib

Özün vahdetde yeksân eyle Gaybî

Bir ola tâ sana mağlûb u gâlib

                     *   *   *

Hakk’a irmek ister isen sohbet it merdân ile

Ya'ni ten kaydını ko zevk üzre ol cânân ile

Cân ile tenin arası bunca yıllık yoldurur

İrmeğe mi’râc-ı câna sâlik ol vicdân ile

Mâh-ı nev kalbin mukâbil eyle pîr-i şemse kim

Aks üzre ilm ledünnî dolasın irfân ile

Hulk-ı Hak ile tahalluk itmeğe sa’y eyle var

Kalb-i pâkin Cennet ola hûr ile gılmân ile

Aşk ile zenb-i vücûdu mahv idüp Gaybî yok ol

Alem-i vahdetde birlik süresin Sübhân ile

Bey’at-nâme’sinden:

“Ulular cemî-i zamânda, “Şeyh bir, dervîş bir olur.” demişlerdir. Görmez misin, Hz. Risâlet-penâh (salla’llâhu aleyhi ve sellem) efendimizin zamân-ı saâdetlerinden bu âna kadar gelince, “Esrâr-ı ilâhiyyeden âgâh olan kibâr, her devirde hakîkat-i bey’ata mahal ve müstahak olup, hâmil-i sırr-ı Hudâ olmağa kâbil ancak bir yârdır. Sâiri, ahyâr ve ebrâr ve a’vân u ensârdır.” diye buyurdular. Yoksa zamânımız şeyhleri gibi, sûret-i insânda olan hayvânın her birini bey’ata mahal ve sezâ-vâr /301/ görüp, “Filân şu kadar bin adama bey’at verdim, bu kadar dervîşim vardır.” diye iftihâr eylememişlerdir. Belki her biri, “Asrımızda bey’at verecek adam bulmadık.” diyü şikâyet eylemişlerdir. Hattâ Molla Hünkâr hazretleri “Bir buçuk dervîşe kâdir oldum.” buyurmuşlardır. Cedd-i a’lâmız Kalburcu şeyhi Pîr Efendi hazretlerini, Ca’fer Paşa ziyârete gelip, bi’l-münâsebe, “Sultânım! Dervîşiniz çok mu?” demiş; “Gelir gider çokdur.” demiş. “Dervîşim vardır.” dememişlerdir.

Azîzim, mürşidim İbrâhîm Efendi hazretleri, “İstanbul’da kırk sene mikdârı vardır vahdet davulunu çalıyoruz, ancak bir adama eriştirebildik. Ondan gayrı muhabbetimize giriftâr ve sırr-ı hakîkatımıza yâr yoktur. Sâir gelip gidenler müellefetü’l-kulûb makûlesidir.” buyurdular.”

Benim azîzim âgâh ola ki, Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Azîm’inde (لَقَدْ رَضِيَ اللَّهُ عَنِ الْمُؤْمِنِينَ إِذْ يُبَايِعُونَكَ تَحْتَ الشَّجَرَةِ)[50] buyuruyor. Cemî-i müfessirîn bu âyet-i kerîmenin nüzûlü hakkında demişlerdir ki:

“Fahr-i âlem (salla'llâhu aleyhi ve sellem) hazretleri, Hudeybiyye dedikleri yere indiler. Ashâbdan Harrâş b. Ümeyye’yi Mekke-i Mükerreme’ye gönderdiler ve “Mekke kavmine bizden haber ver. Ceng ü cidâl için gelmedik. Maksadımız umreye varmaktır, mümâneat etmesinler.” buyurmuşlardır.

Harrâş, bu emr-i celîli Mekke kavmine teblîğ etti. Sözünü dinlemediler, men’ ettiler. Fahr-i âlem efendimiz, Hz. Osmân’ı gönderdi, habs ettiler. “Şehîd oldu.” diye şâyiât dahi oldu. Ol zamân Rasûl-i ekrem (salla'llâhu aleyhi ve sellem), ashâbını toplayıp, bir ağaç dibinde bunlara bey’at verdi. Bey’atin mazmunu bu idi ki, “Kim benim yoluma, benim sözüme, mâl ve cân ve teni fedâ eyleyip, dostumu dost, düşmânımı düşmân bilir de her hâlde bana mütâbeat ve muvâfakat eder ve sözünde sâbit kadem olur?” buyurunca ashâb-ı kirâm, zekâ ve kiyâset ve nûr-ı firâset ile anladılar ki, Fahr-i âlem (salla'llâhu aleyhi ve sellem) efendimiz hazretleri kendilerinden emîn değildir.

Habîb-i Hudâ’ya, bi-kemâlihî i’timâd hâsıl olsun diye cümlesi tecdîd-i bey’at eylediler de, Rasûl-i Ekrem’in elini birer birer ellerine alıp, “Senin yoluna, senin sözüne mâlımızı, cânımızı, tenimizi fedâ ile her hâlde sana muvâfakat eder ve bir vechle rızâ-yı risâlet-penâhına muhâlefette bulunmayacağımıza ahd eyleriz.” dediler.”

/302/ Şeyhinin lisân-ı hakâyık-beyânından sâdır olan sözleri hemen sebt-i sahîfe-i irfân edegeldiğinden bu esere, Sohbet-nâme-i İbrâhîm Efendi nâmını vermiş ve ona da, Bey’at-nâme-i Sun’ullâh diye bir zeyl yazmıştır.

Sohbet-nâme’sinden:

"Muhabbet-i kâmile hâsıl oldukça ilhâm ve rü’yâ-yı sâliha ile cümle müşkiller hallolunur. Muhabbetten tıfl-ı ma’nâ hâsıl olur.

Bir şeyh-i kâmilin söylediği sözü, mürîd derhâl kabûl eylerse, nikâh-ı ma’nevî hâsıl olur.

İbâdât u tâattan ve mücâhedât ve riyâzâttan ve esmâ vü ezkârdan ve evrâd u uzletten ve çile vü halvetten maksûd ve netîce, tâlib, kendi hakîkatına erişmek ve kendi özünden haber-dâr olmak, bi-kemâlihî mâhiyyetini bilmektir. Bu maksada yol ise, ikiden hâlî değildir : Yâ mücâhede-i bedeniyye ki, vâdî-i berzahîdir. Yâ cezbe-i ma’neviyye ki, şâh-râh-ı ma’nevî ve râh-ı vahdetidir. Nitekim Kâsım Envâr, bu beyit-i ra’nalâriyla aşikâr buyurmuşlardır:

از دو بيرون نيست ره كر مرد راهى اين بدان

يا طريق جذبه بايد يا طريق اجتهاد[51]

Huzûr isteyen, zuhûr istemez; zuhûr isteyen, huzûr istemez. Muhabbet isti’dâdın cilâsıdır. Halkın mâ-lâ-ya’nî ile iştigâli, sohbet kadrini bilmediklerindendir. Sıddîklar hakkında, yetmiş adam, “Filân kimse mülhiddir, zındıktır.” demedikçe mertebe-i velâyete kadem basılmaz.

Namâzın hakîkati, Hak’la dâimâ vuslat olduğunu beyân sadedinde :

نماز ابلهان سهو سجودست

نماز عارفان محو وجودست[52]

buyururlar imiş. (Kaddesa'llâhu sırrahû)”

Cenâb-ı Şeyh Sun’ullâh-ı Gaybî rehber-i pür-şân

Serîr-i ma’rifetde câlis olmuş bir şeh-i devrân

Azîzi mürşidi İbrâhim’e peyrev olup gelmiş

Hakîkat âleminde sâhib-i esrâr-ı bî-pâyân

İlâhî bizleri esrâr-ı zâtından haber-dâr it

Günâh-kârız inâyet kıl bi-hakk-ı Hazret-i Kur’ân


(HAMZAVÎLER)

/303/ eş-ŞEYH BÂLÎ-İ BOSNEVÎ eş-ŞEHÎR bi-HAMZA

Ricâl-i Hamzeviyye’nin pîş-vâsı olan bu zât-ı muhterem, târîh-i Osmânî’de bile yer tutmuş ve cidden bir meslek-i hakîkat ta’kîb eylemiştir.

Ankaralı Şeyh Hüsâmeddîn’den ahz-ı velâyet edenlerden biri de bu zâttır. Gençliğinde ba'zı vüzerâ hizmetinde ve ziyy-i avâmda olup, lâkin kesret-i riyâzetle ser-mest-i bâde-i muhabbet idi. Esrâr-ı dili ketm ü ihfâda olup, kıble-i aşk u muhabbete müteveccih ferîd ü yektâ idiler.

Hüsâmeddîn’in yerine geçtikten sonra Bosna’ya nakl ü hicret etmişlerdir. Mervîdir ki, Bosna mey-gedelerine varıp, müsteid adamlar gördükte, “Ey oğul! Hamrın ne neş’esi olacak, tâib ol; bana gel, sana bâde-i Rahmân vereyim; nûş eyle, kıyâmete değin sekrân olasın.” diye halkı tarîk-ı Hakk’a da’vet ederdi.

“Hamzevîlik” nâm-ı bülendi, bu zât-ı pür-irfânın tâbiînine verilmiş bir ism-i şerîfdir. Şakayık zeyli Atâî’de: “Bosnaviyyü’l-asl olup, dört-beş sene mikdârı hilâfet-i ma’neviyye emrinde kâim-i makâm olmuştur. Şer’-i şerîfe nâ-mülâyim ahvâli zuhûr eyledikte, İstanbul’da Tahtakale’de boynu vuruldu.” deniliyor ve ilâveten, “Bosna kadısı Bâlî merhûmun ol diyârda mürîdleri nâmına olan mürdeyi teftîş ile hayli kimse ahz ü katl olundu.” diye yazıyor.

Hamza-i Bâlî’nin şehâdetine sebeb olan, meşâyıh-ı Halvetîyyeden Şeyh Nûreddîn’dir. Seyyid Seyfullâh Efendi, Câmiu’l-Avârif'inde der ki:

“Şeyh Hamza nâmında bir kimse zuhûr edip, halkı kendüye tâbi’ kılıp, “Ammâ mezhebinde vüs’at, ef'âlinde kabâhat vardır.” diye söylerlerdi. Nureddîn Efendi gayret-i dîn için dâmân der-miyân edip, müftüye ve kadıya gitti, def' u ref'ine ikdâm etti. Boynunu vurdurdu. Etrâfında yüzden ziyâde ahbâbını da öldürttü.”

Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh.

Nûreddîn’in oğlu Şeyh Mustafa Efendi “Nureddîn-zâde” diye şöhret-gîrdir. Ammâ babasının zevkinde, meşrebinde değildi. Bi-hakkın evliyâu’llâh’dan idi. Hamzavîliği, hakîkatta anlayanlar pek az idi. Meşhûrdur, o zamân, Kadıköy’de, Fenerbahçe’de onbin kadar insânı “Hamzavî” diye kılıçtan geçirdiler. Orada el’ân rûhâniyyetleri vardır.

Şehîd-i müşârünileyhin ismi “Bâlî Ağa”dır. “Hamza” nâm-ı bülendini Cenâb-ı Hüsameddîn-i Ankaravî tevsîm buyurmuşlardır. Ebussuûd fetvâsıyla 969/(1562) senesinde İstanbul’da Tahtakale civârında Devoğlu Çeşmesi’nde şehîd edilmiş olduğu muhakkaktır. Bu mahalde meşhed-i mubârekleri el’ân mevcûd ve ziyâret-gâh-ı erbâb-ı şuhûddur. Mezâr taşında, “Kutbu’l-ârifîn, gavsu’l-vâsilîn eş-Şeyh Hâce Hamza kuddise sırruhû hazretlerinin merkad-i münevverleridir 969.” yazılıdır.

Muvâcehe penceresinin bâlâsında ise, “Tarîkat-ı aliyye-i Bayramiyye ricâlinden Hüsâmeddîn-i Ankaravî halîfesi Bosnevî eş-Şeyh Hâce Hamza (kuddise sırruhû) hazretlerinin merkad-i münevverleridir. Kendileri müstağrak-i cezbe-i ilâhî ve mukârin-i sohbeti olanlar ise bî-ihtiyâr müncezib olurlardı. Ba'zı hâlât-ı acîbesi istidrâca haml olunduğundan, bu makâmda nâil-i rütbe-i şehâdet olmuşlardır. 969.” ibâresi yazılıdır. (Rahmetu'llâhi aleyh)

Nâm-ı şerîflerine istinâden, el-hâletü hâzihî, “Hoca Hamza Mahallesi” nâmıyla bir mahalle vardır. Kıymetini bilen, takdîr eden erbâb-ı kemâl eksik olmamıştır. Ba’de-mâ da yine olmayacaktır.

La’lî-zâde, Risâle’sinde diyor ki:

“Nice ulemâ ve sulehâ ve ehl-i kerâmet adamlara, “Hamzavî’dir.” diye töhmet ve mülâhadeden olmak üzere mezemmet ve umûr-ı şenîa isnâdıyla şutûm ve şemâtet eder. Bi-takdîri’llâhi teâlâ halkın bu husûsta erâcîfi melâmiyyûna setr olup, tarîkat-ı aliyye fukarâsı Hamzavîlik ile müttehemdir. (ذَلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ)”[53]

La’lî-zâde, bu zât-ı mükerremi kutbiyyet ile tavsîf ediyor.

Müstakîm-zâde, Risâle’sinde yazıyor ki:

“Hüsâmeddin-i Ankaravî (kuddise sırruhu'l-celî)'den /304/ fâiz-i rütbe-i hilâfet ve vâsıl-ı gencîne-i velâyet olanlardan birisi, bu zât-ı muhteremdir. Bosnavîyyü’l-asıldır. Dört-beş sene emr-i hilâfette kâim olup, ba'zı ashâb-ı ağrâz ol pâk-nijâdın haklarında iftirâ-i mahz olmak üzere isnâd-ı mâ-lem-yekün ile İstanbul’da Tahtakale’de Devoğlu Çeşmesi pîşgâ-hında 969/(1562) târîhinde şerbet-i şehâdet iskâsıyla şehîd ettiler. Mervîdir, hîn-i şehâdetinde mürîdânından biri zümre-i teber-dârândan olmak üzere mesmû’dur. Pîrinin şehâdetini muâyene eyledikte hemen elindeki hançer ile kendisini kurbân eylemiştir. Hz. Şeyh’in na’şını dostları cellâdlara bahşîş vererek alıp, Silivrikapı hâricinde Mevlevî-hâne kapısına giden yolun sol tarafında defn eylediler. ”

Müstakillen bir türbesi el’ân mevcûddur. Taşdirekler üzerine binâ olunmuş, üzeri açıktır. Türbenin bir tarafında, “Türbe-i âliye-i Hz. Bâlî şehîd; eser-i hayr-ı Mehmed Ali Paşa-yı vahîd” muharrerdir.

Taşında böyle yazılıdır:

قد انتقل السعيد الشهيد المعصوم المغفور بالى من دار الفناء إلى دار البقاء.[54]

Türbeyi yaptıran Mehmed Ali Paşa nâmında bir vâkıf-ı hakîkattir. Pek rûhânî, ferah-fezâ bir merkad-i enverdir. Lehü’l-hamd mükerreren ziyâret olunmuştur.

Müşârünileyhin, “Hamza” lakabıyla telkîb olunmalarının sebebi şudur:

Hüsâmeddin-i Ankaravî, Ankara civârındaki mescid ve zâviyeyi inşâ ve ikmâl buyurunca, bir Cuma günü resm-i güşâdında hâzır bulunmak üzere ahibbâ ve asdıkâ ve mürîdânını da’vet buyururlar. Hz. Bâlî Ağa’ya da mektûb yazarlar. Bu yevm-i mev’ûdda her kes hâzır olur. Namâz vakti yaklaşır. Hz. Şeyh, mürîdânına hitâben, “Bâlî Ağa geldi mi?” diye bir iki def'a suâl buyururlar. Biraz sonra görürler ki Bâlî Ağa, aceleten geliyor. Vusûlünde hemen Hz. Şeyh’in hâk-i pâyine yüz sürer. Şeyhi latîfeten, “Ten-perver olmuşsun, sende evvelki riyâzet kalmamış. Her gün tavuk suyuyla çorba içerim dersin. Bu ne garîb hâldir?” diye ta’rizde bulununca, “Sultânım! Fi’l-hakîka riyâzetimde kusûrum vardır. Yalan değil, tavuk suyuyla çorbayı nefs-i bedim kemâl-i heyecân ile isterse tahkîr için İstanbul’da evlerin sokak pencerelerinin yanında köpek ve tavuklara mahsûs yalaklardan arasıra nevâle-çîn olmağa azm ederim. Sûret-i mîzâhda ahbâbıma bunu hikâye eylediğimden, efendimin sâmia-i mürşidânesine âhar sûrette aksettirilmiş, keyfiyyet bundan ibârettir.” cevâbında bulundular.

Hz. Azîz, bu yolda erâcîfde bulunanlara /305/ şiddetle nazar buyurup, “Benim de senden me’mûlum budur. Rabbü’l-âlemîn celle şânuhû seni âhirette, sultânüş-şühedâ, amm-i Hz. Mustafâ, Hamza-i bâ-safânın zîr-i livâsında haşr eylesün ve fî-mâ-ba’d ismin Hamza olsun.” buyurdular.

Bu şekl-i beyândan Şeyh Hamza, başına gelecek saâdet-i şehâdeti anladı ve anladığını da ahibbâsına nakl eyledi. İşte bundan sonra beyne’n-nâs, “Şeyh Hamza” diye şöhret buldu. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Hz. Şeyh’in kemâlât-ı ârifânesi yüksektir. İlm-i tevhîddeki mertebesi ve bu mertebeden sözleri, herkesin havsala-i idrâkine sığmamıştır. Mukadder olduğu ve şeyhinin işâret ettiği vechile câm-ı şehâdeti nûş eylemiştir. Âsitân-ı irfânı avâmm u havâssın melcei idi. Nice vüzerâ-yı devlet, hânkâh-ı irfânına derbân olmuş idi. Cenâb-ı Hak cümlemizi mazhar-ı şafâatleri buyursun, âmîn bi-hurmeti Nebiyyi’l-emîn.

Bir mülâhaza-i Ârifâne:

Şeyh Muhammed Elîf Efendi, Tuhfetü’l-Mürsele Şerhi’nde bu gibi erbâb-ı kemâlin uğradığı su-i tefehhümlere, telehhüf ederek diyor ki:

“Zâhir-bîn olanların bu gibi hatâlarından ve sû-i tefehhümlerinden büyük büyük zevât ba'zı evliyâu’llâh ve ârifân-ı bi’llâha ta’rîzlere ve inkârlara, hattâ tekfîrlere kadar cür’etle i’dâmlar bile vukû’ bulmuş ve bu gibi hatîâttan az kimse tashîh-i fikr ile nedâmet etmiş; ekseri musırran bu âlemden gitmiştir.

Lâkin hayf-sad-hayf ki, bu yüzden bir çok zâyiât olmuş ve hâlâ da bu gûne galatât ve hatîât içinde, yâ seleflerine taklîden yâhûd ale’l-gafle pûyân olan mukallidler de vâr. Esteîzü bi’llâh mimmâ yefterûn.”

İbn-i Kemâl’in vahdet-i vücûda kâil olarak, hattâ bu bâbda risâle yazması, evvelce bu meslek erbâbına karşı verdiği i’dâm fetvâsına nâdim olup, kendisinin dahi bu mesleği hak bildiğine delîldir. Ammâ ne çâre ki, İsmâîl-i Maşûk’un i’dâmı onun fetvâsıyla vâki’ olmuştu. Kâşki bu sırr-ı hakîkata evvelden vâkıf ve o gibi âlî-kadr zevâtın i’dâmının cinâyet olacağını ârif olaydı.

Oldu nâdim işine ba’de harâbi’l-Basra

RESİM VAR !!!!!!

1.     Resim : Hz. Hazma-i Bâlî’nin Silivrikapı’daki medfeni.

2.     Resim : Hz. Hazma-i Bâlî hazretlerinin meşhedi.

/306/ İDRÎS-İ MUHTEFÎ HÂCE ALİYY-İ RÛMÎ HAZRETLERİ

Eâzım-ı ricâl-i Hamzaviyye’den ve ekâbir-i evliyâu'llâh'dandır. Mübârek ism-i latîfleri Hacı Ali Bey’dir. “İdrîsî” diye tesmiye eden mürşid-i muazzamları Hüsâmeddîn hazretleridir. “Muhtefî” diye tevsîm eyleyen ferîd-i zamân Seyyid Osmân Hâşîmiyy-i Hamzavî’dir.

Hacı Ali Bey, Tırhala’da 941/(1534) senesinde zînet-sâz-ı âlem-i şuhûd oldu. Müstakîm-zâde’nin beyânına göre, pederleri sulehâdan bir zât olup amm-i kerîmleri sadrâzam Rüstem Paşa’nın Terzibaşısı idi. Rüstem Paşa, Ali Bey’i küçük yaşında zîr-i himâyesine alıp, terbiyesine ihtİmâm etmiş ve terzilik san’atını iktisâba sevk eylemiştir. 955/(1548) târîhinde henüz onbeş yaşında iken amcaları berâberinde ve Sultân Süleymân’ın rikâbında harbe âzim oldular.

Amcası muhibb-i meşâyıh u sulehâ olduğundan, Ankara’dan geçerlerken, burada Şeyh Hüsâmeddîn Efendi hazretlerinin şöhretinden haber-dâr olarak ziyâretlerine şitâbân oldular. Ali Bey, Hz. Şeyh’in nazar-ı dikkatini celb etti ve hıdmet-i aliyyelerine kabûl buyuruldu. Terzilikle meşgûl olmasından nâşî, “İdrîs” tesmiye edildi. Hayli zamân hıdmet-i şerîfelerinde bulunarak isti’dâd-ı mahsûsları îcâbınca kesb-i kemâlât eylediler. Ba’dehû İstanbul’u teşrîf ile burada teşnegân-ı hakîkati dil-şâd ettiler. Altmış seneye karîb irşâd-ı nâsda bulundular.

Nazarları gâyet keskin olup, bir kimseyi bir nazarda cezbe-dâr ederler idi. Sâkî-i cezbe-i Rahmânî idi. O zamân, Melâmiyyûn, Hamzaviyyûn hakkında pek ziyâde dedi-kodu meydân almış, hakîkattan ve neş’e-i tevhîdden gafîl olan kimselerin te’sîriyle i’dâmlarına kadar gidilmiş idi. Bu sebeble Hz. Şeyh, ihtifâ-yı hayâtı ihtiyâr etmiş, zâhirde halkla, bâtında Hak’la meşgûl olmuş idi. Ni’met-i irşâdlarından hisse-dâr olan binlerce halk, aynı şeyhe müntesib olduğundan haber-dâr olamayacak derecede mahrem-i esrâr olmuşlar, ketm-i meslek eylemişlerdir.

(O) zamân öyle icâb ediyordu. Sultân Selîm civârında, Muhammed Ağa Câmii’ne yakın bir yerde hâneleri olup, mahalle halkı, “Hacı Ali Bey” diye tanıyorlardı.

Mükerreren Haremeyn-i muhteremeyni ziyârete gitmişlerdir. Evâil-i hâllerinde ticâret tarîkıyla, Belgrad, Sofya, Filibe ve Edirne’ye sefer eyledikleri de vâki olmuştur. Sonraları bu hânelerinde büsbütün inzivâ ve halkdan inkıtâ’ ettiler. Sırru’s-sır olarak yaşadılar. İşte “Muhtefî” bundan kinâyet oldu.

Esrâr-ı Aliyye-i Melâmiyye risâlesinde Müstakîm-zâde naklediyor ki:

/307/ “İstanbul’un ekâbir-i meşâyıhından Sivâsî Abdülmecîd Efendi ve Tercümân şeyhi Ömer Efendi, hayli zamândan beri bu Hazret’in aleyhinde câmi’ kürsülerinde zebân-dırâzlık ettiklerinden, nihâyet taraf-ı devletten, “Bu âdem bulunsun, hakkından gelinsin.” diye fermân-ı kazâ cereyân-ı zuhûruna sebeb olmuşlardır. Fe-sübhâne’llâhi’l-azîm.

İdrîs-i Muhtefî’yi me’mûrîn-i mahsûsa bulup der-dest etmeğe çalışıyor. Fakat bir türlü ser-rişte elde edemiyorlar idi, âciz kalıyorlar idi. Hâlbuki, Hz. Şeyh içlerinde geziyor, dolaşıyor, erbâb-ı aşka şarâb-ı ilâhîden sâkîlik eyliyordu. Garîbi şu ki, mûmâileyh Şeyh Ömer Efendi, her gün İdrîs-i Muhtefî ile hem-sohbet oluyor, onunla düşüp kalkıyor. Lâkin onun şiddetle aleyhinde bulunduğu zât olduğunu bilmiyordu. Hattâ pek tuhafdır, Ömer Efendi, Hacı Ali Bey’i âhiret arkadaşı ittihâz etmiş idi. Bir mahallede bulunuyorlardı.

Bir gün Hacı Ali Bey’i hânesine da’vet etti. İdrîs-i Muhtefî denilen adamın ne sûretle elde edilebileceğini sevk-ı kelâm ile istişâreye kalkıştı. Çünki Hacı Ali Bey’in şiddet-i kıyâsetine vâkıf, re’yinden istifâde olunacağını ârif idi. İ’tikâdı bu merkezde idi. Müşârünileyhe, hitâben dedi ki:

Şehrimizde hâlen bir fitne-i azîme peydâ olup, hiçbir vesîle ile def'ine imkân bulunamıyor. Bilemeyiz ki, âkıbet-i kâr neye müncer olur? Ne dersiniz?” diye istîzâh etti.

Hacı Ali Bey, tecâhülden gelerek, “Ne gibi fitnedir, îzâh buyurur musunuz?” dedi. Ömer Efendi tafsîl-i hâle başladı:

İdrîs nâmıyla dâll ü mudil bir adam zuhûr etmiş, halkı idlâl, efkârını ihlâl ediyor. Vücûdu lâzımü’l-izâledir. Binlerce ehl-i İslâm’ı dalâlet yoluna saptırmış. Başına ehl-i hevâyı toplamış. Hakkında fetvâ lâhık olmuş. Katli için arıyorlar, bulamıyorlar, nâm u nişânından bir haber alınamıyor. Mürîdlerinden biri elde edilmedikçe ser-rişte bulmak mümkin olamayacak.” dedi.

Hacı Ali Bey, “Siz o adamı hiç gördünüz mü ve hakkındaki erâcîfden dolayı huzûrunuzda i’tirâfda bulundu mu? Size bir tarîkla ilm-i şer’î geldi mi?” suâllerinde bulundu. “Hayır” cevâbını aldı. “O hâlde, ma’lûmunuz olmayan bir müslümân hakkında bu mertebe ifrât ve tağlît niçin ihtiyâr olunuyor?” dedi.

Ömer Efendi söylediklerine pişmân oldu. Bunun üzerine Hacı Ali Bey, keşf-i /308/ perde-râz ile, “İdrîs dedikleri adam, işte benim. İsmim Ali, lakabım İdrîs’tir. Benî nasıl biliyorsunuz?” buyurunca, Ömer Efendi, istiğfar ve istihlâle başladı. “Ben sizi salâh u takvâda rükn-i râsih ve cebel-i şâmih bilirim. Pîrim, azîzim, efendimsin, size teberrüken size bey’at etmeğe cân atarım.” dedi. “O hâlde böyle biliniz.” cevâbında bulundular.

Münkirler onu göremediler. Onu hakkıyla gören dîde-i hak-bîn ister. Mürîd-i sâdıklar buldular. Nâil-i nûr-ı muhabbet oldular. Altmış seneye karîb erîke-pîrâ-yı reşâdet oldular. 1024/(1615) senesinde cân gibi dîdeden nihân oldular.”

Müddet-i ömr-i şerîfleri 83 veyâ 84’tür. Cenâzelerinde 40.000 kişi râddesinde cemâat hâzır bulunmuş olduğu ve 24.000 kadar mürîdi bulunduğu mervîdir. Hattâ cenâzesinde hâzır bulunanlardan baba, oğul, kardeş yekdîğerini o gün Hz. Şeyh’e müntesib olarak tanımışlar. O güne kadar bu sırdan haber-dâr olamamışlardır.

Şeyh Hasan-ı Şa’bânî, eserinde derler ki:

“Azîz-i müşârünileyh, azîm cezbe ile meşhûr-ı emîn-i dürr-i meknûn idi. (Kaddesa'llâhu sırrahû)”

Kabr-i şerîfleri Kâsımpaşa’da, Kulaksız Câmi'-i şerîfinin karşısında ve tersâne arkasındaki tepenin üstündedir. Mükerreren ziyâret ile şeref-yâb oldum. Haliç’ten vapurla, kayıkla geçilirken, tersâne arkasındaki tepede mezârlığa atf-ı nazar-ı hürmet edilince görülür. Rûhâniyyet-i azîme vardır. Zâirân, hiç şüphesiz mazhar-ı feyz-i Rahmân olurlar.

Mezâr taşında,

 “Rıhlet idüp ol azîz-i muhterem

  Ravza-i cennet ana Adn-ı hurrem

  Rahmet olsun didiler cümle ümem

  Nâmıdır Hacı Ali âlî-himem

  Hem Rebîu’l-evvel ayı âhiri

  Binyiğirmidört idi sâl-i rakam”

yazılı olduğu gibi, dîğer bir taşta, “İdrîs-i Muhtefî hazretlerinin kabr-i şerîfleri burasıdır.” diye muharrerdir.

Ayak ucundaki taşta, (انتقل المرحوم اسماعيل بن حاجى على 991)[55] ibâresinden, kendilerinden yirmibeş sene evvel irtihâl eden mahdûmlarının kabri olduğu ve âile kabristanı olmak i'tibârıyla, kendilerinin de buraya defn edildiği anlaşıldı.

Müşârünileyhin tercüme-i hâllerinin tamâmı Sarı Abdullâh Efendi hazretlerinin tercüme-i hâlleriyle memzûcdur. Onun da mütâlaasıyla uluvv-ı mertebeleri daha ziyâde tezahür eyler.

/309/ İdrîs-i Muhtefî’nin gâyet muammâlı bir nutku vardır. Şekl-i zâhirîsi i'tibâriyle efsâne addolunur. Ma’nâ-yı ledünnîsi i'tibârıyla ayn-ı hakîkatdır. Şeyh Mahmûd Efendi merhûm ile tetebbu' ettiğimizde, ser-â-pâ sülûk ve hakîkati câmi’ bir beyyine-i tasavvufiyye olduğuna kâni’ olduk. Zevk-i ma’nâya vâsıl olan ricâlu’llâh dahi teslîm eylemişler ve hattâ bir zât-ı muhterem tarafından şerh ve tafsîl olunmuştur:

1. İşbu deme irince üç kez doğdum anadan

   Bunca yavru uçurdum nice kâşâneden

2. Dört doğurdum az mı hâmil oldum babamdan

   Babam dokuz ayaklı anlama efsâneden

3. On tayaya emzirdim iki yüzlü bir çocuk

    Kara libâs giydirüp gösterüp kâşâneden

4. Kâf dağını arkama yüklendim itme aceb

    Bahr-ı muhîti içüp kanmadın ammâ neden

5. Altmış arşun menâre çıkup anın üstüne

    Bağıruben cihânı doldurdum efsâneden

6. Yüz tınâblı bir çâdır diktirdim seyr içün

   Ana tutdum boynumu dönmem ol kâr-hâneden

7. Fir’avn ile görüşüp biraz nasîhat ettim

    Didi sözün tutmazam dönmezem Hâmâne’den

8. Ak sakallı bir avrat düşdü benim peşime

    Zînet itmiş kendüzin lü'lü’-i dür-dâneden

9. Yedi başlı bir yılan gördüm ki hâkim olmuş

    Sûreti hayvân değil bilmezem ammâ neden

10. Yetmişiki dillice düdük aldım çarşudan

      Çaldım anın sadâsı gecdi asmâneden

11. Bir top atdım meşrıkdan geldi düşdü mağribe

      Bu bir zengin remzdir anlama efsâneden

12. Bir mektebe uğradım kuş dilini okurlar

       Sivrisinek halîfe hocası pervâneden

/310/ 13. Alâimü’s-semâyı olta idüp sarkıtdım

      Bin bıyıklı bir balık çıkardım deryâneden

14. Gördüm Nûh’un gemisini girdim onun içine

      Onda buldum necâtı korkmazam tûfâneden

15. Senin İdrîs hakîkat bu rumûzlu sözlerin

      Anladı insân olan bilmedi hayvâneden[56]

Şerhi

1. Beyit:

1. Mısra’:

Bu mısraın ma’nâsı tafsîl olunur: 1) Âlem-i amâdan dünyâya gelip âdem-i ma’nâ ve insân-ı kâmil olmağa işârettir. Âdemî-zâde, ukûl-i tis’a’dan, nüzûl ve hübût ile tavran-ba’de-tavrin mevâlîd-i selâseye güzer etmektir. Buna, “nüzûl-i ma’nevî” dahi derler. Mevâlid-i selâse, ma’den, nebât ve hayavândır. Ma’den bu arz ve topraktır. 2) Baba sulbünden ana rahmine nüzuldür. 3) Ana rahminden hurûcdur. İnsân-ı kâmil terbiyesine mazhariyyetle adam olmaktır.

2. Mısra’:

Ukûl-i tis’adan nüzûl-i ma’nevî ile hübût vâki’ oldukça, nice nice avâlimi, ya'nî bir âlemden nüzûl ve hübût ve mürûr, her birini birer gûnâ tavr-ı ubûr eylemeği ve her demde bir dem, her nefeste bir nefes güzerân eylemeği müş’irdir.

2. Beyit:

1. Mısra’:

Anâsır-ı erbaa ki, âb, âteş, rüzgâr ve hâk ile imtizâca işârettir. Tabâyı’-ı erbaadır. Bu tabâyı’-ı semavîden semavî olduğu hasebiyle semâvât-ı seb’a ve ukûl-i tis’a, arza nisbetle babadır. “Baba da tabâyı’-ı erbaa-i mezkûreyi ma’nen hâmile olup, bi’n-nisbe ana i’tibâr olunan arza imtizâc ve istizvâc-ı ma’nevî çâr-unsuru doğurdum” demektir.

2. Mısra:

Vücûd-ı insânî, görünen kevn ü mekân ve-mâ-fîhâsını belki her dû-serâyı câmi’ ve aynı ve ayn-ı aynıdır. Onun için ukûl ki, “dokuz” demektir. Fi’l-mesel dokuz ayaklı olan göklere, “babamız” derler. Bu müsteârâtı ve kelâm-ı evliyâ vü meşâyıhı efsâne zannetme.

3. Beyit:

“İki yüzlü çocuk”, nefs-i nâtıka-i insânîdir. İki yüzlüdür, biri âlem-i gayba, biri âlem-i kevn ü mekâna nâzırdır. Âlem-i kevn ü mekâna nâzır olan cihetini “emmâre, levvâme, mülheme” sıfatlarından geçirip, mutmeinneye vusûlünde nefs-i nâtıka, âyîne-misâl musaykal ve mücellâ oldukta, âlem-i gayb tarafına olan yüzü güşâd olup, râzıyye, merzıyye ve kâmileye varır. Kalb, musaykal ve mücellâ olmak için, “On tayaya emzirdim.” demesi, “On şeyhe vardım, telkîn aldım, onu tasfiye için emzirdim.” demektir. (Bu) mısrâ’-ı sânî fenâ fi’llâh sırrıdır.

4. Beyit:

1. Mısra:

Emânetu’llâh’dır. Mesned-i hilâfet-i ma’nevîyyedir.

2. Mısra:

Emmâre, levvâme, mülheme ve mutmeinne âlemlerini geçip vuslata erince ona kanılır mı? Ulûm-ı zâhiriyye vü bâtıniyyenin inkişâfıdır.

5. Beyit:

Ba’de’z-zevk ebu’l-vakt olmaktır.

6. Beyit:

Ma’nâsı, derecât-ı mâye olan sülûkdan murâd, ancak kalbine duhûl ve mi’râc-ı ma’neviyyeye urûc için bir sırrı beyândır. Kemâl-i tav’ ile tarîk-ı irfâna sülûk etmeğe o zevk ile teveccüh ettim. Kemâl-i sıdk u hulûsumdan nâşî yüz çevirmedim.

7. Beyit:

Fir’avun’dan murâd, nefs-i şeytanîdir. Esnâ-yı sulûkta bir derekeye varır ki, başlar sâhibine niyâz etmeğe; “Ben senin nefsin değil miyim? Biraz da bana bak, sana mütercimim.” der. O zamân sâhibi olan sâhib-i himmet ona nasîhata başlar. “Bana râm ol.” diye ibrâm eder. O ise muktezâ-yı tabîatı, sâhibini çengellerle siccîn-i tabîata, habse çeker. İşte, “Fir’avn-sıfat nefsimi görüp, nasîhat ettim. Kabûl ettiremedim. Fakat bana dedi ki: Fir’avun’a mahsûs olan tabîat-ı Hâmân’ından dönmem.”

8. Beyit:

Nefs-i emmâresine mergûb olan çok kocamış dünyâ benim ardıma düştü. Dünyâ kendinden yüz çevirenin peşine, kendine râgıb olanın önüne düşer. Dünyâ o kadar zînetlenmiş ki, o kimseyi sicn-i tabîata indirmek için uğraşır. Cehenneme düşürmeğe çalışır.

9. Beyit:

Yedi başlı ejderhâ, nefs-i bed-hûdur. Seyr ü sülûk sâhiblerine bunun ma’nâsı ma’lûmdur.

10. Beyit:

Yetmiş iki mezhebdir. Esnâ-yı sülûkta hakîkatlerini gördüm ve bildim ve güzer eyledim ve hakîkate erdim. Âsumân-ı kalbimde cümlesinin mâhiyyeti ma'lûmum oldu.

11. Beyit:

Kelime-i tevhîddir; lâ-ı nâfiyesi toptur, “İllâ’llâh”ı meşrık-ı insânî olan süveydâ-yı kalbime hizb ettim.

12. Beyit:

Hânkâh-ı evliyâdır. Gördüm ki, orada ilm-i tevhîd, ilm-i ledün müzâkere ederler. Sivrisinek ta’bîrinden murâd, ashâb-ı riyâzettir. Gece gündüz âh u enîn üzeredir. Kemâl-i nehâfetten kinâyedir. Halîfe ta’bîri ise, Allâh’a tâlib, rızâ-yı şeyhe râgıb olup, şeyhlerine istihlâfa şâyân olarak half-i şeyhde müterakkıb olmağa işârettir.

13. Beyit:

Esnâ-yı sülûkta, semâ-i dilde olan himmetim kavs-i kuzahını olta edip, deryâ-yı hakîkate sarkıttım. Gördüğüm nesneyi hak sandım. Nice nice şuûnât-ı ilâhiyyeyi müşâhede ettim. Ancak o menzilde tevekkuf etmek, vartaları ve mezâlık-ı akdâmı câmi’dir. Bilâ-tevekkuf edeb-i ma’neviyye ile geçtim. Bin bıyıklı balık, deryâ-yı hakîkatteki müşâhededir. O müşâhede bin türlü merâhileden ibâret imiş. Hemân kendimi necât tarafına attım, kurtuldum.

14. Beyit:

Ta’bîrât-ı meşâyıhda “küçük”den murâd, şeriât sâlikleridir. Gemiden murâd, şerîat-ı garrâ-yı Muhammediyye’dir. Tûfân-ı dalâletten necât verici şer’-i şerîfe temessük edip emriyle âmil oldum. Şerîat gemisine binip şerîat-ı Ahmediyye ile âmil oldum. Allâhu teâlâ, dalâletten beni halâs etti. Siz de sülûkunuzda şer’ ile amele müdâvemet ediniz ki, tûfân-ı dalâletden necât bulaşınız.

15. Beyit:

Ey İdris! Senin bu sözlerinin cümlesi hakîkatten hikâye, rumûzdan ibârettir. Bu kelimât-ı hakîkat-âmiz, sözlerini erbâb-ı sülûk olup bu hâlâta vâkıf olanlar anlar. Sûreti insân, sîreti hayvân olanların anlayacağı şey değildir.

Meşâyıh-ı Nakşiyye’den La’lî-i Şermî Efendi tarafından yapılan şerh:

1. Beyit:

1) Velâdet-i zâhiriyye, 2) Zuhûr-ı veled-i kalb, 3) Kemâl-i veled-i kalb.

Yetiştirdiği hulefâ.

2. Beyit:

(1. Mısra) Mâye-i Muhammedi’nin mürşidden mürîde intikâli. (2. Mısra) Eflâk-i tis’a.

3. Beyit:

(1. Mısra) Kuvâ-yı hamse-i zâhire, kuvâ-yı hamse-i bâtına.

(2. Mısra) Sıbğa-i hakîkat-i Muhammediyye’ye boyanmak. Fenâfi’llâh sırrı.

4. Beyit:

(1. Mısra) (…إِنَّا عَرَضْنَا الْأَمَانَةَ عَلَى السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَالْجِبَالِ فَأَبَيْنَ أَن يَحْمِلْنَهَا وَأَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْإِنسَانُ)[57]

“Kâf (ق) bi-hisâb-ı ebced: 100. Esmâ-i Hüsnâ: 100. Ona işâret, makâm-ı kutbiyyet.

 (2. Mısra) “Şarâb-ı aşkı kâse kâse içtim. Ne ben kandım, ne o bitti.” ma’nâsına işârettir.

5. Beyit:

Makâm-ı beşeriyyete nüzul ile tevhîde da’vet.

6. Beyit :

Esmâ-i Hüsnâ.

7. Beyit:

Maksad nefs ve ona muhâlefet. Hâmân, vezîr-i Fir’avn.

8. Beyit:

Dünyâ, mâ-sivâ, enâniyyet.

9. Beyit:

Nüfûs-ı seb’a.

10. Beyit:

Lisân-ı tevhîd, her bir lisâna gelir.

11. Beyit:

Maksad, kelime-i tevhîdi sağdan sola zikr.

12. Beyit:

Rumûzât-ı tasavvufiyye.

13. Beyit:

Kalbin kemâle erişmesi ve binbir esmânın mazharı olması. Balıktan maksad, kalbdir.

                                                           -   -   -

Lâyiha:

“Hamzavîler” denilen bu zümre-i nâciye, sırr-ı tevhîdde mütebahhir olup, zevk-ı ma’nâda sâhib-i serbestidir. Vahdet-i vücûd mübâhesesi o zamân mutaassıblarının, hattâ âlimlerinin havsala-i idrâklerine sığmadıklarından bu kâfile-i hâfile-i hakîkatin sözleri, meslekleri şer’-i şerîfe muhâlif addolundu. Hayât-ı fâniyelerine nihâyet verilmeye kalkışıldı. Fetvâlar yazıldı. Süllâk-ı râh-ı hakîkatten bir haylisi şerbet-i şehâdeti nûş etti. Fakat bu meslek erbâbının çoğalmasına mâni’ olamadılar. Biri şehîd edildiyse, yerine yüz kişi zâhir oldu, önüne geçemediler.

Takdîr-i Hudâ kuvvet-i pâzû ile sönmez

Bir şem’a ki Mevlâ yaka bir vechile sönmez

Müşârünileyhimin mektûblarını, gazellerini, nutuklarını, mesleklerini yazdım ve daha da yazacağım mütâlâa ile anlaşılır ki, hiç biri şerîatten hâriç meslek ta’kîb etmediler. Akîde-i tevhîdde düşünceleri yüksektir. Hz. Muhyiddîn-i Arabi, Bedreddîn-i Simâvî meşrebinde zevk-ı tevhîd ile mütezevvık olmalarından dolayı sözlerindeki nikât-ı rakîkanın ledünniyyâtına vâsıl olamayanların hıkd u hasedlerine kurbân oldular. Hz. Mısrî-i Niyâzi bile Dîvân’ında lisân-ı teessür ile, “Cümle milletden Hamzavî hordur” buyurmuşlar ve bu gibi zevât-ı âliyenin kıymetlerinin takdîr olunamamasına teessüflerini izhâr etmek istemişlerdir.

Kemâliyle tedkîk olunursa şu netîce hâsıl olur ki, hazerât-ı müşârünileyhimin mesleklerine taraf-dâr ve her birine intisâb ile pür-iftihâr zevât günden güne çoğalmış ve el-hâletü hâzihî, zamânımıza kadar teselsül etmiştir. Tercüme-i hâllerinin mütâlâasından hisse alınacak birçok hakâyık vardır. Müntesiblerinden ketm-i esrâr için ne büyük haslet nümâyândır. Her biri aynı şeyhe râbıta-bend /311/ olan aynı âile efrâdı, senelerce yek-dîğerini haber-dâr etmeyenler olduğu müstedeldir. İdrîs-i Muhtefî’nin tercüme-i hâli bunu müeyyiddir.

Ba'zıları tesettürü ihtiyâr ile rumûzlu, ba'zıları açıktan açığa beyânlı vahdet-i vücûd bahisleri ortaya koymuşlardır. Kimisi mestûru’l-hâl olup tesettürü muhâfazaten ve zâhiren sâir meşâyıh-ı kirâmdan ba'zılarına müntesib görünerek bu vechle dem-güzâr olmuşlardır.

Hâşimî Osmân Efendi’nin Nûreddîn-zâde hazretlerine, Olanlar Şeyhi İbrâhîm Efendi’nin Hakîkî Osmân Efendi’ye ve Abdülehad en-Nûrî’ye, şârih-i Mesnevî Abdullâh Efendi’nin ve vezîr-i a’zam Halîl Paşa’nın Azîz Mahmûd-ı Hüdâyî hazretlerine nisbetleri bu kabildendir.

Kim ne derse desin, bu zevât-ı kirâmın neş’elerinde cidden zevk-ı ma’nâ vardır. Aradan bunca seneler geçtiği hâlde onlara, râbıta-ı aşkıyyesi olan erbâb-ı tarîkat u muhabbet eksik olmuyor. Esâmî-i şerîfelerini yâd ile ferah-yâb oluyor. Sırları sârî, imdâd ve tasarrufları cârîdir. Hamd olsun, zamânımızda cümlesine hiss-i hürmet besleyen ashâb-ı irfân çoktur.   (Kaddesa’llâhu esrârahum ve nefeana’llâhu bi-berekâtihim ve füyûzâtihim)

Bunlara seng-endâz-ı taarruz olmağa gelmez. İnsân perîşân ve dûçâr-ı hüsrân olur. Her birine hürmet, muhabbet göstermek, imdâd-ı rûhâniyyetlerinden hisse-dâr olmak gerektir. Hiç şübhe etmemelidir. Hz. Allâh’ı bizlerden iyi ve yüksek bilmiş, bulmuş, olmuş erlerdir. Her biri Kur’ân-ı nâtıktır. Sözleri hakîkat, lübb-i ma’rifettir. Anlamamak dolayısıyla mutaarrız olmaktan ise, “Ben de anlayayım.” diye inâyet-i Mevlâ’ya sığınarak bir insân-ı kâmilin dâire-i edeb ü irfânında himmet-i evliyâya ilticâ evlâdır, azîzim.

Söyleyenler kendisin bilmez bilenler söylemez.” Bu böyledir; eslim, teslem.

Şu nutk-ı mübârek kendilerinin imiş:

İtmeyen tebdîl-i ahlâk himmet-i pîran ile

Haşr olur mezmûm sıfatla menzili nîrân imiş

Bunun elbette tamâmı vardır. Ne çâre ki, ele geçmedi.

Sünbül Efendi Hânkâhı şeyhi merhûm Rızâ Efendi, sık sık türbesine gider, kendilerinde cilve-i esrâr zuhûra gelir imiş. Görenlerden işitmiş idim.

İdrîs-i Muhtefî eâzım-ı evliyâu’llâh’dan bir zât-ı âlî-kadrdir.

Dâimâ Fâtihâ-hân olmadayım İdrîs’e.

RESİM VAR !!!!!

İdrîs-i Muhtevfî Hacı Ali Bey’in Kâsımpaşa’daki medfeni.

/312/ İdrîs-i Muhtefî Hazretlerinden Mazhar-ı Feyz-i İrşâd Olanlar:

ŞEYH TIFLÎ EFENDİ

1070/(1660) senesinde irtihâl etmiştir. Silivrikapı hâricinde Şeyh Hamza Bâlî’nin kabri civârında âsûde-nişîn-i rahmet-i Sübhân’dır.

Şeyh Abdülehad en-Nûrî halîfesi Şeyh Nazmî Efendi tarafından söylenilen manzûme-i târîhiyye:

O üstâd-ı yegâne şeyh-i fen Tıflî’nin ey Mevlâ

Duâsın zîver-i levh-i zebân-ı hâss u âmm eyle

Bu hâristân-ı dünyâdan göçüp azm itdi ukbâya

Miyân-ı Cennet-i Adn’i ana câ-yı hırâm eyle

Ricâ eyle Cenâb-ı Hakk’a Nazmî fevtine târîh

Didim gehvâre-i cennetde Tıflî’ye makâm eyle

(ديدم كهواره  جنتده طفلييه مقام ايله) = 1070/(1660)

Devr-i Murâd Hân-ı râbî’de musâhib-i şehriyârî imiş. Kocamustafapaşa civârında sâkin olup, şârih-i Mesnevî Abdullâh Efendi ile hem-bezm-i sohbet olmuşlar ve onun delâletiyle İdrîs-i Muhtefî hazretlerinin şeref-i kabûlüne mazhar olup saâdet bulmuşlardır. Mühim ve manzûm bir silsile-nâmeleri vardır. Müstakîm-zâde, Risâle’sinde ondan bahs ediyor.[58]

Bu silsile-nâmede şeyhi hakkında diyor ki:

Müstağrak-ı nûr-ı Zât İdrîs

Firdevs-i tecelliyât İdrîs

شد عشق خدا دليل راهست

حاجى بود كعبه در بناهست[59]

Cân-ı âşık rûh-ı yektâ*

Kendisi mahfî kemâli peydâ*

Tâ vasl ola intihâ-i râhı

Mahfî gerek âşık-ı ilâhî

Şimdi o şehen-şeh-i velâyet

Ahbâbına eylemekde himmet

Gâhî ki ider nühüfte dîvân

Ol devlete evliyâdır erkân

Ol mihr-i kerem ki lütfu çokdur

Bahşâyişinin hisâbı yokdur

Ey Tıfli-i bî-medâr şâd ol

Ey bî-bedel u bî-şiâr şâd ol*

Ol mazhar-ı kâmil-i tecellî

Bir gün seni de ider tesellî

Üstâd-ı dakîka-dân hakîkî

Hâssân-ı suhan-verân hakîkî

Oldu hüneriyle pâk u tâhir

Kalbinde hakîkat oldu zâhir

Tutdu dili bûd u nîstî*

Tâ ki bu kadar emel-perestî

Ol cezbe-i aşkla hem-âğûş

Nâ-pohtedir âteş-i siyâğûş

Oldu dil âşinâ-yı dergâh*

Âteş-gede-i muhabbetu’llâh

/313/  Ey âyet-i Kibriyâ-yı dâver

Vey sohbet-i kâtı’-ı Peyâmber

Ey meşrık-ı âftâb-ı tevhîd

Ey mazhar-ı sırr-ı sırr-ı câvîd

Ey câmi’-i her-zuhûr-ı evvel

Deryâ-yı muhît-ı nûr-ı kümmel

Birdenbire nûr-ı evliyâ hem

Zâtında göründü tâ-be-Âdem

Tıflî kapunu penâh idindi

Dîdârını secde-gâh idindi

Bu bende-i bî-vücûdu kul it

Nâ-lâyık isem de sen kabûl it

Ey mu’cize-sâz-ı mahrem-i Hay

Eyle beni mazhar-ı dem-i Hay

Pîr Ser-Tıraş

Kırkçeşme civârında sâkin imiş. Medfenleri mechûldür.

el-Hâc Hüseyin Ağa

Şârih-i Mesnevî Sarı Abdullâh Efendi’nin babalığıdır. 1040/(1630-31)’ta irtihâl-i dâr-ı naîm eyledi. Şeyh-i mükerremleri civârında medfûndur. Müstakîm-zâde hazretleri, “Kabr-i şerîflerini aradım, bulamadım.” diye yazıyor.

Vezîr-i A’zam Halîl Paşa

Sarı Abdullâh Efendi’nin vâlidelerinin pederi Mehmed Paşa’nın birâderleridir. Sultân (I.) Ahmed, (I.) Mustafa, (II.) Osmân ve (IV.) Murâd zamânlarında mesned-nişîn-i sadâret olmuştur. Şeyhlerinin irtihâlinden sonra emr ü işâretleriyle Hz. Hüdâyî’ye ilticâ eylediler.

Müstakîm-zâde’nin beyânına göre Âsitâne-i Hüdâyî civârında zâviye ve türbe binâ edip nezâretini Âsitâne-i Hz. Azîz’de seccâde-nişîn-i irşâd olanlara şart eyleyerek 1040/(1630-3l)’ta sadâretten ma’zûl olduğu hâlde dâr-ı bakâya intikâl eylediler ve i’dâd ettikleri türbeye defn olundular.

Sarı Abdullâh Efendi, bidâyeten paşanın Divid-dârı imiş. Bir gün bir dervîş konağa gelip, paşaya takdîm olunmak üzere bir arzıhâl veriyor. Çavuşlar kabûl etmiyor. Abdullâh Efendi bunu görünce arzıhâli alıyor, okuyor. Meâli, İdrîs[60] Ali Efendi tarafından, Şeyh Sivâsî’den şikâyetten ve keff-i lisân etmesi için, fermân-ı âlî sâdır olması için temennîden ibârettir. Paşaya arz ediyor. Paşa, “Sivâsî Efendi fi’l-hakîka dahhâl ve medîdü’l-lisândır.” diye, te’dîbi için Bursa’ya nefy olunmasını emrediyor.

Fakat, “Bu arzıhâl sâhibini nereden biliyorsun?” diye Abdullâh Efendi’yi sıkıştırıyor. O da, Babalığım Hacı Hüseyin Ağa delâletiyle mazhar-ı feyzleri olduğundan bahsediyor. Bunun üzerine paşa, hâk-pâ-yı mürşidânelerine /314/ ruh-sûde olduğuna dâir bir arîza yazdırıyor. Bin altun ile berâber Hz. İdrîs’e gönderiyor ve Sivâsî Efendi’yi bir iki güne kadar Bursa’ya nefy edeceğini söylüyor. O dervîş bunları Hz. Şeyh’e nakl ediyor. İksîr-i a’zam olan nazarları paşayı mazhar-ı füyûzât eyliyor. Bilmedikleri şeyler ma’lûm oluyor. Esrâr-ı Melâmiyye’de Müstakîm-zâde böyle yazıyor.

Halîl Paşa’nın, son zamânlarında, halkın ve ulemânın bu meslekteki ehl-i kemâle hücûmları hasebiyle tebdîl-i câme ederek Âsitâne-i Hz. Hüdâyî de ihtiyâr-ı inzivâ eylediği menkûldür.

Edîb-i zamân Mahmûd Kemâl Beyefendi, bir gün fakîre bir garîbe nakl eylediler:

Sahhâflar’da ahibbâsından olan bir zât, perâkende kütüb ü resâilden bir yığın arz ederek, bunları toptan pek cüz’î bir bedel mukâbilinde satın almış, hânesine getirmiş. Bir hayli zamân durmuş. Bir gün, “Bunları bir gözden geçireyim.” diye tedkîke koyulmuş. Eline geçen mücelled nüshânın kâmilen Azîz Mahmûd-ı Hüdâyî hazretlerinin mübârek hatt-ı destiyle, Halîl Paşa’ya hitâben yazılmış mekâtîb-i şerîfeyi câmi’ olduğunu görünce, derece-i nihâyede sevinmiş. Mücerred sevk-ı ilâhî ile o nüsha-i celîlenin kendisine ihsân olunduğuna kanâat etmiştir. Halîl Paşa bu mektûbları tezhîb ve teclîd ettirerek kitâb-hâne-i ihtirâmında saklamış. Sonra elden ele geçmiş, Mahmûd Kemâl Beyefendi’ye intikâl eylemiştir. Yüzümü, gözümü sürdüm; ziyâret ettim. Hz. Pîr’in mübârek yazılarıdır. Halîl Paşa ile evvelden münâsebet husûle gelmiş; zamân zamân irşâd-kâr, nasîhat-âmîz bir lisân-ı bülend ile bu mektûbların yazılmış olduğu anlaşıldı.

Halîl Paşa, bu dünyâ-yı bî-bakânın dâm-ı iğfâline aldanmamış, neş’e-i tevhîdden haber-dâr olmağa çalışmış, ricâlu’llâh’a kurbiyyet yüzünden mazhar-ı feyz-i ilâhî olmuş ricâl-i mübâreke-i sûfîyyedendir (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Hz. Hüdâyî’nin ise, bu gibi ricâl-i Hamzaviyye’yi ârifâne, âkılâne bir sûrette himâye ederek, o zamân cehele-i zalemesinin taarruzlarından muhâfaza emrinde gösterdikleri gayret ve âsâr-ı kiyâset tebcîle şâyândır.

Halîl Paşa bir rivâyette âsitânenin aşçı dedeliği vazîfesini görmüştür. “Halîl Paşa da Hamzavî imiş.” diye mükerreren dergâhı taharrîye geldikleri zamân, “Burada Halîl Paşa isminde kimse yoktur.” diye cevâb vermişti. (Kaddesa'llâhu esrârahum)

/315/ SARI ABDULLÂH EFENDİ

Pederi Seyyid Muhammed, Mağrib şehzâdelerindendir. İstanbul’a hicret ve burada ikâmet etmekle, taraf-ı devletten münâsib mikdâr maâş tahsîs olundu. Sadrazam Halîl Paşa’nın birâderi Mehmed Paşa’nın kerîmesini tezevvüc etmekle, 992/(1584) senesinde Abdullâh Efendi, mehd-ârâ-yı âlem-i şuhûd olmuştur.

Halîl Paşa, Abdullâh Efendi’nin tahsîl ve terbiyesine nezâret etmekle berâber, az zamân zarfında beyne’l-akrân mümtâz olmasına sebeb olmuşlar ve kendilerine divit-dâr ta’yîn etmişlerdir.

Sadrazam Halîl Paşa Dâiresi’nde kemâl tahsîl ettikleri gibi, hüsni hatt-ı Şeyhâne’yi, Hâlid Efendi’den istikmâl eyledi. Sâir yazıları da mümtâz olarak yazıp, Tuhfe-i Hattâtîn’de Müstakîm-zâde, Sivâsî Şeyh Abdülmecîd Efendi’nin zâviyeleri evkâfından birinin vakfiyyesi vakt-i riyâsetlerinde yazılmak iktizâ eylediğinde, teberrüken bi-nefsihî tahrîr buyurdukları muharrerdir. Ziyâret dahi ettiğini Müstakîm-zâde yazıyor.

Abdullâh Efendi’de zevk-ı ma’nâ yüz gösterince, babalığı Hacı Hüseyin Ağa delâletiyle İdrîs-i Muhtefî hazretlerine mülâkî olmuştur. Müstakîm-zâde, Risâle-i Melâmiyye’de beyân buyuruyorlar:

“Hacı Hüseyin Ağa, mürşid-i mükerreminin emriyle mürîdlerin ahvâl-i kalbiyyesine göre, devâ-yı ma’nevî tertîbiyle meşgûl olmak üzere Kırkçeşme kurbunda, peştemâl dokuyucu odalarına müdâvemet eder. Abdullâh Efendi, onbeş-onaltı yaşında iken Hacı Hüseyin Ağa, “Oğlum, ben ihtiyâr oldum, rıhletim karîbdir. Seni hakkânî dostlarımla görüştürmek isterim.” dedi, peştemâlcı odalarına götürdü. Esnâ-yı râhda, “Oğlum, şimdi varacağımız mecliste, “Buraya gelmekten maksûdun nedir?” diye sorarlar. “Maksûd u matlûbum Allâh’dır. Taleb-i Hakk’a geldim.” diye cevâb ver.” yolunda tenbîhâtta bulunur. Abdullâh Efendi diyor:

Oraya vardık. Bir pîr-i fânîyi dest-gâh başında peştemâl dokuyor gördüm. Selâm verdim, ellerini öptüm. Pederim ona hitâben, “Oğlumdur, kalbine bakmağa getirdim.” dedi. O pîr-i muhterem, “Peki ammâ, efendimizden me’zûn musunuz?” suâlinde bulundukta, “Onun müsâadesi olmadan mümkün olur mu? Elbette müsâadesini aldım.” dedi. Pîr-i muhterem, babalığımın bana ta’lîm ettiği suâli sordu. Ta’rîfi vechile cevâb verdim. O pîr derhâl hücrenin duvarını vurdu. Beş-on aded münevverü’l-vech zâtlar zuhûr etti. Halka oldular beni ortaya aldılar. Suâli tekrâr ettiler. O sûretle cevâb verdim. O zamân pîr-i muhterem, “Oğlum, fi’l-hakîka garazın Allâh ise, derûnundan mâ-sivâyı bi’l-külliyye çıkar. Bu hâl ile Hakk’a teveccüh edelim. Bakalım hakkınızda feyz-i Hak ne mertebe zuhûr eder.” buyurunca, o ânda derûnumda mâ-sivâya müteallık bir şey kalmadı. Teveccüh-i tâmda bulundum. Bu hâl üzre iken, “Allâh!” diye sayha edip bî-hûd oldum. Bir sâat kadar bu vechile kaldım. Sahva geldiğimde gözümü açınca gördüm ki o azîzler gitmiş, yalnız dest-gâh başında pîr-i muhterem kalmış, işiyle meşgûldür. Bu sırada babalığım, “Haydi kalk oğlum gidelim.” dedi. Pîr-i muhteremin elini öptük. Kalbimde zuhûr eden nûr o mertebe zâhir oldu ki, baş gözümle muâyene ettim, /316/ kimse görmesin diye libâsımı kavuşturmağa çalıştım. Pîr-i muhterem tebessümle “Oğlum! Setre hâcet yoktur. Onu her göz görmez, onu ibkâya çalış.” buyurdu.

Doğru evimize geldik. Her ân u zamân hâtırımda yer tutmuştu ki “Efendimiz” dedikleri zât kimdir acabâ? Onu görmekle müşerref olamaz mıyım?

Bir zamân sonra babalığım bir Cuma günü Ayasofya’ya götürdü. Salât-ı Cum’ayı edâ ettik. Meyyit kapısı tarafından çıkmak üzere idik. Pederim arkasına bakıp, hemen geri geri çekilerek selâma müterakkıb olarak durdu. Bir pîr-i muhterem hizâmıza geldi, selâm verdi. “Hacı! Oğlun bu mudur?” dedi. “Evet.” cevâbını arz eyledi. Ben dahi kemâl-i ihtirâm ile elini öptüm. Kalbime derhâl muhabbeti aks etti. Kalbimde mâ-sivâ’llâh’dan eser kalmadı. “Allâh diye sayha ederek düştüm bayıldım. Halk etrâfımıza toplanmış, “Bu ne hâldir?” diye sorarlarmış. Pederim “Sar’ası tuttu.” dermiş. Beni bir hammâlın arkasına verip evimize getirmiş. Ondan sonra iş değişmiştir.”

                                               -   -   -

Abdullâh Efendi böyle nakl ediyor. O nazar ne nazardır ki, toprağı altın eder. Yâ Rab! Bizleri de öyle bir nazar-ı kîmyâ-esere müsâdif kıl, bi-hurmet-i Nebiyyi’l-Emîn, âmîn.

İdrîs-i Muhtefî hazretlerinin irtihâlinden sonra Abdullâh Efendi, Halîl Paşa’nın delâletiyle Azîz Mahmûd-ı Hüdâyî hazretlerine intisâb eylemiştir. Kocamustafapaşa Âsitânesi şeyhi Necmeddîn Hasan ve Adlî Efendiler hazerâtının sohbetlerinde dahi bulunarak iktisâb-ı füyûzât eylemişlerdir.

Müstakîm-zâde, Tuhfe-i Hattâtîn’de yazıyor ki:

“Tarîkat-ı aliyyede ibtidâ intisâbları Hüdâyî Efendi’yedir. Hüdâyî, merhûm oldukta, Bayramiyye’den Hacı Beşîr Ağa kendilerini irşâd-ı beşâretle seyr eylemiştir. Bir kerre Tezkireci, iki def'a Reîsülküttâb oldu.”

1036/(1627) senesinde Halîl Paşa’ya Divit-dâr, ya'nî Mektûbcu oldu. Paşa ile İran’a seferi vardır. 1037/(1628)’de Hâriciyye Nâzırı, o zamânın ta’bîrince Reîsülküttâb olup, Halîl Paşa azl olundukta bu da ma’zûl olarak, her ikisi tebdîl-i câme edip, Hz. Hüdâyî Âsitânesi’ne ilticâ eylediler. O sene Hz. Pîr’in irtihâli ve Halîl Paşa’nın da intikâli üzerine Abdullâh Efendi, on sene kadar burada ihtiyâr-ı inzivâ ile te’lîfât vücûda getirmiş ve 1047/(1637) senesinde Sultân Murâd ile Bağdâd Seferi’ne âzim olmuştur. 1065/(1655) senesine kadar muhtelif me’mûriyyetlerde bulunduktan sonra büsbütün çekilerek 22 Safer 1071/(27 Ekim 1660) senesinde âzim-i gül-şen-serây-ı cinân oldu.

Kabr-i âlîleri Topkapı hâricinde Maltepe Hastahânesi’ne giden yolun sol tarafında; mahsûs bir sofada ziyâret-gâh-ı erbâb-ı irfândır. Mükerreren ziyâret ettim, elhamdü li’llâh. Bu civârda çok Hamzavî medfûndur. Elyevm mevcûd taşlarıyla sâbittir (Kaddesa'llâhu sırrahû)

/317/ Seng-i mezârı, Hamzavîlere mahsûs taşların aynıdır. Kitâbesi, Merd-i ma’nevî, şârih-i Mesnevî, sâbıkan reîsü’l-küttâb Abdullâh Efendi.” diye mahkûktur.

İrtihâline söylenen târîhlerden Nisârî Hüseyin Efendi’nin:

Yazık ser-şîşe-i bezm-i bahâristân-ı âlemden

Yine kaldırdı bir zerrîn-kadeh rind-i ecel nâ-gâh

Ki a’nî bâğbân-ı vahdet Abdullâh Efendi kim

Dimâğ-ı tab’ına olmuşdu bû-yı ma’rifet dil-hâh

Beşîr olup sabâ-yı subh-gâh-ı “irciî” nâ-gâh

Meşâm-ı rûhunu pür-feyz-i tebşîr eyleye Allâh

Makâmı bâğ-ı cennetde “tesurru’n-nâzırîn[61] olsun

Varınca kurb-ı Hakk’a ravza-i îmân ola hem-râh

Nisârî fevti için bâğbân-ı dil didi târîh

Gül-i nesrîn-i Adn ola ilâhî Sarı Abdullâh

(كل نسرين عدن اوله الهى صارى عبد الله) =1071/(1661)

Nâilî-i Kadîm’in:

Fukarâ melcei bir pîr idi dünyâda dahi

Dâr-ı ukbâda da makbûlü ola dergâhın

Hak bu kim zîver-i ser-nâme-i a’mâli idi

Mansıb-ı âhiret ol hâce-i âlî-câhın

Vakt-i rıhletde didim Nâiliyâ târîhin

Zâir-i Adn ola rûhu Sarı Abdullâh’ın

(زائر عدن اوله روحى صارى عبد اللهك)

Müşârünileyh nâdire-i zamân, mecmûa-i ilm ü irfân idi. Mesnevî-i şerîfin birinci cildine beş cild üzerine yazdıkları şerh hasebiyle, “Şârih-i Mesnevî diye şöhret bulmuşlardır. Sarışın olmaları da, “Sarı Abdullâh Efendi” diye teşehhürlerine bâdî olmuştur.

Asâr-ı Aliyyeleri:

1. Cevâhir-i Bevâhir-i Mesnevî. Beş cilddir.

2. Meslekü’l-Uşşâk. Arabçadır. Nûr-ı Osmâniyye Kütübhânesi’nde bir nüshasını gördüm. 2400 numaralıdır. Bir kasîde-i tavîledir. 1062/(1652)’de yazmıştır. Mütâlâa ettim.

3. Cevâhirü’l-Bidâye fi Dürreti’n-Nihâye.

4. Semerâtü’l-Fuâd.

5. Mir'âtü’l-Asfiyâ fî Sıfâti'l-Melâmiyyeti’l-Ahfiyâ ve Uluvvi Şâni’l-Evliyâ. Bu eseri Arabca yazılmıştır. Şehzâde Câmii civârındaki Şehîd Ali Paşa Kütübhânesi’nde, tasavvuf kısmında, 1401 numarada mukayyeden mevcûddur. Müellifin hatt-ı destiyle muharrerdir. Ziyâret ettim. Hafîdi La’lî-zâde Abdülbâki Efendi’nin de, üstünde imzâ makâmında mührü vardır. Nâdirü’n-nüsha enfes-i âsârdan bir te'lîf-i behîn olup, Melâmîliğin hakîkatından haber-dâr olmak isteyen müştâkân-ı ma’rifete tavsiye ederim.

Bunda der ki :

بالملامية وهم الرجال الذين حلوا من الولاية فى أقصى درجاتها وما فوقهم الأدرجة النبوة وهذا يسمى مقام القربة فى الولاية فهم الأصفياء.[62]

Kitabın üzerine La’lî-zâde’nin yazdığı yazı:

تشرف بتملكه العبد الضعيف الفانى عبد الباقى الحسينى ابن شيخ محمد لعلى زاده نال ما أراده ورحمه الله أباه وأجداده.[63]

6. Tercüme-i Makâsıdu’n-Neyyirîn.

7. Nasîhatü’l-Mülûk.

8. Câmiu’l-Âyât.

9. Ricâlü’l-Gayb.

10. Tevfîkât-ı Selâtîn-i Osmâniyye.

11. Islâhu’n-Nüshateyn.

12. Tedbîrü’n-Neş’eteyn.

/318/ İstanbul’da Nûr-ı Osmâniyye Kütübhânesi’nde, 2400 numarada, Risâle fî Merâtibi’l-Vücûd nâmıyla bir eserini daha gördüm.

Âsâr-ı manzûmeleri (de) vardır. Şiirde, “Abdî” tahallus eylemişlerdir.

Müstakîm-zâde, müşârünileyhi ilm-i eşcâr u ezhârda mahâret-i kâmile sâhibi olmak üzere tavsîf ile, Sultân İbrâhîm zamânında memâlik-i Osmâniyye’de bu ilmin ta’mîmine me’mûren haklarında bir fermân-ı hümâyûn sâdır olduğunu beyân ve gördüğü berât-ı hümâyûnu aynen Risâle’sine derc etmiştir.

Manzûmâtından:

Suâl itsen bu rûha menzilinden

Düşünce gurbete lâhût ilinden

Neler gördü bu devrânın ilinden

Usur yüsr”a irüp insâna geldik

Bu emvâc-ı anâsırdan vücûdun

Nice girdâba düşmüşdür unutdun

Giden gitdi şükür menzile yetdin*

Gönül şehrin bugün seyrâna geldik

Bi-hamdi’llâh atâlar kıldı ol Hak

Sivâ-yı zulmeti nûru idüp şak

Hurûş itdi bihâr-ı aşk-ı mutlak

Şinâverlik idüp ummâna geldik

Edeb gözle sakın şimdengerü sen

Sivâyı yu hemân pâk it dili sen

Yolunda bir kılı kırk pâre gör sen

Huzûr-ı Hazret-i Sultân’a geldik

Umarız Abdiyâ ol şâh-ı ekrem

Bize göstermeseydi bir dahi gam

Atâsın döndürür mü hiç ol erham

Nevâl-i rahmet-i Rahmân’a geldik

Sarı Abdullâh Efendi’den feyz alan zevât-ı kirâm:

1. Mevlevî Neşâtî Ahmed Dede.

2. Cevrî İbrâhîm Çelebi: İstanbullu şuarâdan bir zâttır. 1065/(1655)’de vefât etmiştir. Sarı Abdullâh Efendi merhûmun hamele-i esrârı idi. Yazısı güzel imiş. Sipâriş olunan bir hayli kitâbları yazmıştır. Sarı Abdullâh Efendi’nin ekserî âsârını yazan bu zâttır. Tarîkat-ı Bayramiyye’den müstefîd olanlardandır.

3. La’lî Muhammed Efendi.

4. Mustafa Resmî Efendi: (Sarı) Abdullâh Efendi’nin oğludur. Hâcegândan imiş. Me’mûren Mora’ya, oradan Gelibolu’ya gidip orada vefât etmiştir.

5. La’lî-zâde Abdülbâkî Efendi: Pederi Lâ’lî Muhammed Efendi’den feyz almış imiş. Şeyh Seyyid Murâd Efendi’ye intisâb etmiş. Vezîr-ı a’zâm Dâmâd Ali Paşa’ya muallimlik etmiş. Varadin’deki meş’ûm hezîmet ve Ali Paşa’nın şehâdeti üzerine Limni’ye nefy olunmuş, Şeyh Murâd’ın iltimâsıyla kurtulmuş. İlmiyyeden kazaskerliğe kadar irtikâ etmiş. Ba’dehû Eyüp’te hânesinde inzivâ edip, irtihâline kadar münzevî olmuştur. Abdülkerîm-i Cîlî’nin el-İnsânü’l-Kâmil nâm eserini tercüme etmiş, müşârunileyhin Zülfetü’l-Mekîn nâm eseriyle, Gazâlî’nin Kîmyâ-yı Saâdet nâm eserini tercüme eylemiştir. Mebde’ ü Meâd ismiyle bir eseri vardır. Hamzavîler hakkında bir risâlesi vardır. Şiirde “Yetîm” mahlasını kullanırdı. Büyüklerdendir.

Konya’da Âsitâne-i Hz. Mevlânâ’da seccâde-nişîn-i reşâdet merhûm Abdülvâhid Çelebi hazretleri tarafından bu abd-i kem-tere irsâl buyrulan inâyet-nâmedir :

"İzzetlü Cemîlü’ş-Şiyem Efendim!

Cedd-i a’zamım Ferîdûn-ı cihân-ı ma’nevî, sâhib-i kitâb-ı âlî-i Mesnevî efendimiz hazretlerine fart-ı aşk u muhabbet-vâlâlarına dâll olmak üzre zâde-i tab’-ı âşıkâneleri olan ba'zı manzûmenin ihdâ buyurulduğunu mutazammın olan muhabbet-nâme-i ârifâneleri resîde-i dest-i tevkîr u ihtirâm oldu. Şemsü’l-evliyâ, nâşir-i nûr-ı Hudâ efendimiz hazretlerine aşk u muhabbet izhârına muvaffakiyyet-i ezelî bir keyfiyyet ve binâenaleyh mûcib-i fevz ü saâdet olduğuna ve zâtı ârifânelerinin dahi izhâr-ı aşk u muhabbetle kavlen ve fi’len vâki’ olan teslîmiyyetleri mûcib-i sürûr u memnûniyyet bulunduğuna mebnî devâm-ı feyz ü terakkîleri, gül-bângî metâf-ı kudsiyân-ı menâzil-i kerrûbiyân olan huzûr-ı lâmiu’n-nûr Hz. Müşârünileyh efendimizde yâd u tilâvet kılınmış olmağla beyân-ı mahzûziyyet ü muhabbet olunur efendim. 22 Haziran 1322/(4 Temmuz 1906)."[64]

/319/ ŞEYHÜLİSLAM EBU’L-MEYÂNMİN b. MUSTAFA EFENDİ

İdrîs-i Muhtefî’nin yetiştirdiği zevât-ı ârifedendir. 953/(1546)’te tevellüd edip ba’de’t-tahsîl tayy-i merâtib-i dünyâ ile makâm-ı Meşîhat-i İslâmiyye’ye vâsıl olmuştur. Sultân Mehmed Hân-ı sâlis zamânında, 1011/(1603)’de Şeyhü'l-islâm olmuştu. Sultân Ahmed Hân-ı evvel zamânında ihtiyâr-ı inzivâ eyledi. 1015/(1606)’te def'a-i sâniye câlis-i makâm-ı fetvâ oldu. 12 Receb 1015/(13 Kâsım 1606)’te irtihâl-i dâr-ı bakâ edip, cenâze namâzı Fâtih Câmi'-i şerîfinde ba’de’l-edâ medfen-i mahsûsuna defn edildi.

Cenâb-ı İdrîs’e münâsebet-i şedîdesi olup, bu neş’e ile bir aralık ihtifâ-yı hayâta karâr vermişti.

Şeyh Habîb Efendi şu târîhi söylemiştir:

كنت أدعو له بأن له

عند باريه جنة المأوى

هاتف قال فيه تاريخا

أدخل الله روحه فيها[65]

FÂZIL ALİ BEY

Şeyh Edebâli hazretleri neslindendir. Belgrad ve Bağdâd seferlerinde bulunmuş ve tahsîl-i ulûm ile berâber seyr ü seyâhat etmiştir. İstanbul’a geldiklerinde, Eyüp civârında, Sütlüce’de sâkin oldular. Şöhretleri hasebiyle pâdişâh-ı zamân ve vüzerâ ve a’yân ve ulemânın mazhar-ı iltifâtı olup, feyz-i ilmleriyle cümleyi behre-yâb ettiler. Bu sırada İdrîs-i Muhtefî hazretlerinin mâlik-i esrârı olup ikmâl-i sülûk eylediler.

Hz. Nasûhî halîfesi Şeyh Hasan Efendi eserinde gördüm ki, İznik’den zuhûr etmiştir. Pederi, “Hüsrev” nâmında bir zâttır. “Fâzıl Ali Bey” diye şöhret bulmuştur. Evâil-i hâlinde, pederi mahlûlünden dâhil-i silk-i erbâb-ı zeâmet olup Belgrad seferi zamânında farîza-i cihâd etti. Sonra zühd ü riyâzet tarîkına girdi. Tahsîl-i maârif eyledi, şöhret-gîr oldu. Nice def'a harem-i hâss-ı pâdişâhîye da’vet olundu. Vüzerâ ve ulemâ, Hazret’in ziyâretine gelirlerdi.

Sultân Ahmed Hân-ı evvel, 1012/(1603)’de, câlis-i serîr-i Osmânî olunca, türbe-i Hz. Hâlid’de, Hz. Pâdişâh’a bu zât-ı muhterem kılıç kuşattı. 1018/(1609) hilâlinde âlem-i ukbâya irtihâl etti. Türbe-i Hz. Hâlid harîminde medfûndur.

Müstakîm-zâde, hakk-ı âlîlerinde diyor ki:

“Azîz-i müşrünileyh fazâil-i celîle ve cezbe-i Rahmâniyye ile meşhûr bahr-ı muhît-i ilm-i Rabbânî, genc-i defîne-i esrâr-ı Kur’ânî, kütüb-i münzelenin zebândân-ı rumûzu, dürr-i meknûn-ı ilâhînin rehâmûz-ı künûzu, muktebis-i envâr-ı işrâkıyyûn, pîr-i ferişte-nihâd, âbid ve zâhid, pâk-i’tikâd idi.

Âsâr-ı aliyyelerinden Kasîde-i Sa’lûkiyye Şerhi, Kaza ve Kader Risâlesi ve mesâil-i gâmıza tahkîkine dâir risâleler vardır. Mecmû’-ı âsârı onsekize bâliğ olmakta olduğu mervîdir. (Fezleke-i Kâtip Çelebi s. 233-234) Şeyh-i kâmil, irşâd-penâh Üsküdârî Azîz Mahmûd-ı Hüdâyî hazretlerine, (من أضعف الخليفة إلى أكمل أرباب الطريقة)[66] fıkrasıyla musadder istirşâdı mutazammın yazdıkları mektûba, müşârünileyh tarafından,

من أضعف الفقراء إلى أعلم العلماء : إن الإستمداد من أهل الإرشاد إن كان أصلا عظيما فى نيل المراد الا إن أحسن الإعتقاد مباشرة الأسباب يسهل الأمور الصعاب ويوصل إلى رباب الأرباب والله مفتح الأبواب والهادى إلى سبيل الصواب.[67]

/320/ yolunda cevâb verilmiştir.” (Kaddesa'llâhu esrârahum)

Ârif-i sırr-ı Hudâ Hazret-i Fâzıl Ali Beğ

Mâlik-i kenz-i hafâ Hazret-i Fâzıl Ali Beğ

Hamzavî bâğına olmuş idi bir bülbül-i aşk

Pîşvâ-yı urefâ Hazret-i Fâzıl Ali Beğ

Herkese ilm ile irfân ile himmet itmiş

Nûr-ı ayn-ı zurefâ Hazret-i Fâzıl Ali Beğ

Zevk-ı tevhîd-i şerîf kalbini leb-rîz itmiş

Nâil-i zevk-ı likâ Hazret-i Fâzıl Ali Beğ

Cân u dilden sevivirdi anı Vassâf-ı hazîn

Server-i ehl-i verâ Hazret-i Fâzıl Ali Beğ

ŞEYH HACI KABÂYÎ

İsm-i şerîfleri Keyvân’dır. Beyne’l-ihvân, “Hacı Kabâyî”, “Hacı Efendi” diye meşhûrdur. “Hacı Bayram” diye yâd olunduğu da anlaşılıyor. Pîrleri İdrîs-i Muhtefî hazretleridir. Azîzlerinin intikâlinden sonra oniki sene kadar irşâd-ı ibâd ile meşgûl oldular. Bi'l-âhare zühd ü takvâsı galebe ederek, daha doğrusu Hamzavîlere hücûmun şiddetinden dolayı halktan uzlet ettiler. Pek az zamân sonra irtihâl-i dâr-ı naîm eylediler. Sene: 1037/(1628).

Sandal Bedesteni’nde abâ satmasından kinâyeten, “Kabâyî” denilmiştir.

Kabr-i enverleri, Topkapı hâricinde, Takkeci Câmi'-i şerîfi karşısında, caddenin sağ tarafındaki mezârlığın caddeye karîb mahallinde, nazara çarpacak bir mevki-i muallâdadır. Mükerreren sûret-i mahsûsada ziyâretle kâm-yâb oldum. Azîm rûhâniyyet vardır. Esnâ-yı ziyârette hâsıl olan zevk-ı ma’nâyı lisân-ı kâl ile anlatamam.

Kabirlerinin üzerine demirden şebeke yapılmıştır. Mezâr taşları o zamândan kalmadır.

Kitâbesi:

“Lâ-ilâhe illa’llâh Muhammedün-Rasûlü’llâh.

  el-Merhûm ve’l-Mağfûr el-Hâc Bayram

  Terk idüp bu fâniyi eyledi azm-i bakâ

  Acınup idüp gazâsın ehl-i diller cem’ olup

  Didiler târîhini rûhuna rahmet dâimâ

 1037/(1628)

Silivrikapı hâricinde Seyyid Nizâm hazretlerine gidecek yolun kenârındaki Hacı /32l/ Bayram Çeşmesi bu zâtın olmak ihtimâli kuvvetlidir.

LEBENÎ ŞEYH BEŞÎR AĞA

La’lî-zâde, bu zât-ı muhterem için, “Şems-i felek, cezbe-i Rahmân’dır.” diyor. Arnavutluk’ta Konca kazâsından zuhûr edip sarây-ı hümâyûnda hizmeti vardır.

“Leben”, “süt” ma’nâsına olup, sütçülükle iştigâli münâsebetiyle, “Lebenî” denilmiştir.

Hacı Kabâyî’nin meftûn-ı kemâlâtı olup, ona teslîm olmuştu. “Sütçü Beşîr Ağa” derler. Fukarâ ve ahbâbını dâimâ âdâb-ı şeriât u tarîkat ile terbiyeye çalışırlar imiş. Erbâb-ı a’râzın te’sîriyle doksan yaşında şehîden irtihâl eylemiştir. Cidden eâzımdandır. Ricâl-i Hamzaviyye içinde müteferridlerdendir. Hakk-ı âlîlerinde biraz îzâhât arz edip, işbu eser-i fakîranemi lütfen nazar-ı iltifât u mütâlaaya alan erbâb-ı muhabbetin tezyîd-i neş’esine hizmet etmek isterim.

Müstakîm-zade, risâle-i mahsûsasında diyor ki:

“Bidâyeten sarây-ı hümâyûnda Bostâncı ocağında imiş. Zühd ü salâhı olup, hizmetinden me’zûn oldukça adetâ beş vakit namâzı Ayasofya Câmi'-i şerîfinde kılar imiş. Burada, Terler Direk’in karşısında bir meczûb dâimâ Beşîr Ağa’nın nazar-ı dikkatini celb ettiğinden bir zamân sonra konuşabilmeye bir zemîn bulmuştur. “Sultânım! Benim derdime bir çâre bulunuz. Lutfediniz, beni bendeliğe kabûl buyurunuz.” demesiyle, “İnşâa’llâh, bakayım. Eğer imkân bulursam, dirîg-ı lutf etmem.” cevâbını almıştır.

Müterrakkıb-ı hâl iken, bir gece sarây-ı hümâyûnda, nısfu’l-leylde odasının kapısı açılmış, o meczûb-ı ilâhî zâhir olup, “Kalk gideceğiz.” diye Beşîr Ağa’yı almış, sarayın dış kapısını açık görünce, Beşir Ağa, hayretlere dûçâr olmuştur. Ayasofya Câmii’nde o mahalle gelmişler. Orada mihrâbda bulunan dîğer bir meczûba takdîm olunmuşlardır. Dikkat buyuruluyor mu, geceleri sarây-ı hümâyûn ve câmi'-i şerîfin kapıları kapalı olduğu hâlde onlara karşı, mesdûd bir şey kalmıyor. Mihrâb önündeki meczûb, Beşir Ağa’yı kabûl etmiyor, red ediyor. Beşîr Ağa yine hücresine iâde olunmuştur. “Merâk etme daha büyük mertebede biriyle mülâkat nasîb olacak.” diye tesellî edilmiştir.

Beşîr Ağa’nın bu ser-güzeşti hayret ve talebini arttırdığından, ahibbâsından bir zâtın delâletiyle Kırkçeşme’de Pîr-i Sertırâş’ın şeref-i sohbetine cân atmış idi. Gider orada tıraş olur, Pîr-i Sertırâş’ın nazarıyla cezbeye uğrar. Fakat bir şey açamaz. Pâdişâh, Dâvud Paşa Sarayı’na nakl edince, Beşîr Ağa her gün buradan gelir geçer, pîr-i muhteremin cemâlini /322/ temâşâ eyler imiş. Etin pek az olduğu bir zamânda, tedârik ettiği dört-beş okka eti hediyye etmeye karâr verir. Götürür dükkânda Hazret’i tenhâ bulunca sevinir, hediyyenin kabûlünü ricâ eder. “Ben fakîr bir adamım. Et darlığı zamânında benim gibi bir adama bunun getirilmesindeki maksadın nedir?” suâline ma’rûz kalır. “Sultânım, gönlüm size müncezib oldu. Tâlib-i Hakk’ım, lütfedip, beni bendeliğe kabûl buyurunuz.” demesiyle, “Mâdâmki tâlib-i Hak’sın, mahrûm olmazsın. Seni evlâdım yerine kabûl ettim.” tebşîriyle beşîr olur. “Şerîat-ı mutahharaya ziyâde rağbet eyle. Şerîatsız tarîkat ele girmez.” diye nasîhat buyurdular.

Hayli zamân tenhâda sohbet edilmiş idi. Bir gün Fâtih Câmi'-i şerîfinin türbe kapısının Karadeniz cihetinden geçerken Pîr-i Sertırâş’ın yanında iki pîr-i mehîb oturuyor görür. Hemen attan inip, öyle yere bakârak yaya bir hâlde geçerken, o iki pîrden biri, Sertıraş’a, “Bu kimdir?” diye suâl etmesiyle, “Sultânım, size arz ettiğim evlâdlığım bostâncıdır.” cevâbını vermiş. “Edeb sâhibi bir adamdır. Böylelerinden ketm-i esrâr olunmaz.” buyurulmuş. Fakat Beşîr Ağa, bu sırada medhûş olup, saraya nasıl avdet ettiğini idrâk edememiştir.

Ertesi gün, Pîr-i Sertırâş’ın nezdine gelip, “Onlar kimler idi?” diye sorar. Birinin Hâce İdrîs-i Ali, dîğerinin Hacı Kabâyî denilen zevât-ı kirâm olduklarını söyler. Bunun üzerine Beşîr Ağa’ya âdâb-ı tarîkat-ı aliyyeyi ve rusûm-ı sülûk-ı mücâhedeyi ta’lîm etmiştir. Beşîr Ağa, ketm-i esrârda ziyâde mukayyed olup, hayli zamân o zât-ı muhteremin menba’-ı feyzinden hisse-yâb oldu. İrtihâlinde Kabâyî Hacı Keyvân’a râbıta-bend oldu. Bu sırada sarây-ı hümâyûndan mütekâid olup, şeyhinin Topkapı hâricinde hânelerine yakın bir yerde ikâmet ettiler.

Bir gün sabâh namâzı vakti şeyhinin hânesine uğrar. Onu hastalanmış bulur. “Oğlum, bizim tâifeyi size sipariş ediyorum, size emânettir.” buyurup, hücre-i inzivâlarına çekilirler. Beşîr Ağa ağlayarak evine gelip, hâl-i vahdette iken cemî’-i mahlûkâtı kendine secde eder görmüş. O sırada Hz. Şeyh’in hânelerinden feryâd kopunca koşmuş, intikâlinden haber-dâr olunca yanmış yakılmış. Emr-i techîz ü tekfîni bi’l-îfâ medfen-i şerîfinde tevdî’-i rahmet-i Rahmân eylemiştir. Beşîr Ağa’nın lisânından böylece menkûldür.”

/323/ Beşîr Ağa, şeyhinin dâr-ı cemâle intikâlinden sonra yazın Silivri kurbundaki çiftliğinde, kışın İstanbul’daki konaklarında bulunurlarmış. Dâimâ iki üç, inek besleyip, âilesine ve etbâına kifâyet eden südün fazlasını sattıklarından kinâyeten “Sütçü Beşîr Ağa” diye şöhret bulmuştur.

Otuzaltı sene mertebe-i irşâdda neşr-i fuyûzât edip, 1072/(1662) senesinde sinn-i şerîfleri doksana karîb iken ba'zı hussâd-ı bed-nihâdın ilkâ-ı mefsedetleriyle şehîd ettiler. Cesed-i şerîflerini denize attılar. Kabr-i şerîfleri bahr-ı rahmet-i Rahmân oldu. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Kümmelînden bir zât-ı âlî-kadr idi. Hz. Şeyh, mürîdânını sükûta ve ketm-i esrâra da’vetden hâlî kalmazlar idi.

O zamân hükûmetin Hamzavîler hakkındaki yanlış nazariyyesine yanıyorum. Erbâb-ı kemâl ü irfâna karşı yapılan nâ-revâ tecâvüze dil-hûn oluyorum. Bunların mugâyir-i şerîat hiç bir hâlleri yoktur. Müşârünileyhin elime geçen bir mektûbunun sûretini nakl ediyorum. Ricâ ederim, dikkatle mütâlâa buyurulsun. Bu adamın katline hükmü îcâb edecek bir şekl-i beyân vâr mıdır?

Hüve’l-Feyyâzu bi’smihî Sübhânehû ve teâlâ,

Vâsılân-ı nûr-ı likâ, âşıkân-ı sırr-ı enbiyâ vü evliyâ, tâlibân-ı vasl-ı Hudâ! Nedir hâliniz? Her biriniz tenhânızda kendi vücûdunuzdan istiğfâr edip, muhabbetu’llâh’a sa’y u gûşiş eyliyor ve nûr-ı zât-ı pâk-ı lâ-yezâl ile mütecellî oluyor musunuz? Ef'âlde ve akvâlde şer’-î şerîf üzere hareket eylemenizi isterim. Zinhâr hilâf-ı şer’, kendi zu’munuz üzre söz söylemeyiniz. Şerîat, şerîat, yine şeriât.

Zâhirinizi şerîatla âraste, bâtınınızı nûr-ı muhabbetu’llâh ile pîrâste eylemek gerektir. Birbirinizle mülâkî olduğunuzda tenezzül ve muhabbet eylediğinizden sonra, ahkâm-ı şerîat ve âdâb-ı tarîkat muktezâsınca ma’nâya delâlet eder söz söyleyip, mâ-lâya’nîden tevakkî edesiniz. Yüzbin kelâm bir pula değmez. Kelâm, ma’nâ yolunu bilmek, bulmak içündür. Câna necât ma’nâ iledir. Söz ile necât bulunmaz. İmdi her biriniz yolunuzu cândan izleyip, ma’nâya vusûl ve nefs ü şeytân mekrinden halâs bulmak içün, Cenâb-ı Rabbü’l-âlemin’e teveccüh-i tâm ile müteveccih olup, bî-hâsıl kelimâttan tevakkî eyleyesiniz. Ma’rifet sanıp, sattığınız kelimâttan hazer terettüb ettiğini bilmez misiniz?

Harâmdan perhîz /324/ edip, devre müteallik kelimâtı, min-ba’d lisânınıza getürmeyesiniz. Her kim mütenebbih olmayıp, hilâf-ı şer’ hareket ederse bizden değildir. Onun lisânını kesmek lâzımdır. Tenezzülü dil ile edip, diz ve yer öpmeyesiniz. Rızâm yoktur, bu kadar. Musâfahayı ehl-i şer’ kabûl eder. Tenezzül gönülden olup, birlik içindir.

Ve’s-selâmu âlâ men-ittebea’l-hüdâ.

Hâdimü’l-Fukarâ Beşîr

Beşîr Ağa Hazretlerine Peyrev Olan Eâzım-ı Hamzaviyye:

1. Hacı Beşîr Ağa’nın dâmâdı Hacı Osmân Efendi.

2. Seyyid Hâşim Efendi : Vefâtı 1088/(1677). Edirnekapısı hâricinde Emîr Buhârî Zâviyesi civârında İbn-i Kemâl hazretlerinin merkadi karşısında medfûndur. Melâmîler, Beşîr Ağa’dan sonra kutbiyyetin bu zâta geçmiş olduğunu söylerler. Pek ziyâde iltizâm-ı ihtiyât ile sırlarını ifşâ etmemişlerdir.

3. Gedâyî Ali Efendi : Vefâtı 1090/(1679).

4. Habeşî-zâde Abdürrahîm Rahmi Bey : Sefîne-i Evliyâ’nın III. cildinde 294. sahîfede tercüme-i hâlini yazdım. Oraya mürâcaat buyurula. Hz. Sezâî’den de feyz alanlardandır. Mektûbât-ı Sezâî’de ona mektûbları vardır. Sünbül Efendi Hânkâhı’nda seccâde-nişîn Seyyid Nûreddîn Efendi hazretleriyle sohbetleri vardı. Habeşî-zâde, Hânkâh-ı Sünbülî’de medfûndur.

5. Habeşî-zâde etbâından Zaîm Ali Ağa.

6. Sultân III. Mustafa zamânında Reîsülküttâblık eden Dilâver Ağa-zâde Ömer Efendi.

7. Emîr Halîl Ağa : Serdengeçti Ağalığı’ndan mütekâid idi. 1134/(1722)’te irtihâl etmiştir. Habeşî-zâde ile berâber Seyyid Nûreddin-i Sünbülî’ye irşâd-kârlıkları vâr idi.

Tafsîli, Sefîne-i Evliyâ III. cild, s.294’tedir.

HÂŞİMÎ EMÎR OSMÂN EFENDİ

Ahmed-i Sârbân hulefâsından Vizeli Alâeddîn Efendi halîfesi Şeyh Gazanfer Dede Efendi’den ahz-ı feyz etmiştir. “Emîr Efendi” diye meşhûr olup, an-asıl Sivas’lıdır.

Ahfâdından Şeyh Muhammed Süreyyâ Efendi, müşârünileyhin tercüme-i hâllerini tahrîr ve neşr eylemişlerdir. Diyorlar ki:

“Emîr Osmân el-Hâşimî olan ser-tâc-ı ibtihâcım, dû-cihânda melce’ ve melâzım, mürşid-i dil-i âgâh, her mültecî için bir penâh, seyyid-i âlî-makâm, an-nesl-i Haydar-ı Kerrâr cedd-i bozorg-vârım, dâd-res-i feryâd u zârım, efendim hazretleri, 919/(1513) târîhinde Sivas şehrinde âlem-i vücûda gelip, henüz sabî iken Dersaâdet’e gelerek, Sahn-ı Semân’da ya'nî Fâtih Dârü’l-ulûm’unda tahsîl-i ilm ü kemâle bezl-i mâ-hasal-ı makderetle tînet-i pâk ve fitnat ve idrâk-ı siyâdetleri i'tibârıyla az zamânda iktisâb-ı füyûzât eylemişlerdir. Hılkatları aslına kesb-i vusûl-i emeli zâten kalb-i münevverlerinde şu’le-pâş olmakta olduğundan, her nerede bir sâhib-i esrâr-ı hakîkat işitseler hemen teşerrüf-i sohbetleri için tayy-i merâhilden geri durmazlardı.

Bu sıralarda bir gece âlem-i menâmda Hz. Ali efendimizi düldül-süvâr ve dest-i haydarânelerinde Zülfikâr olduğu hâlde müşâhade ederler. Hz. Ali kendisine, “Oğlum Osmân! Eğer beni ister isen Vize’ye gel, beni orada bulursun.” buyururlar.  Osmân Efendi, bîdâr olunca, hemen sefer tedârikini görüp Vize’ye âzim olur. Şehre vusûlü tulû’ zamânına tesâdüf etmekle, işrâkı temâşâ etmekte olan süvârî bir zâta rast gelir. Bu zât Hz. Emîr’e hitâben:

Ey Emîr! Ali’yi ister isen, işte Ali benim. Bu süvâr olduğum at Düldül’dür.” buyurur. Hz. Emîr, ma’nâyı tahatturla, “Güzel ammâ, Efendim! Onun Zülfikâr’ı /325/ var idi.” demesiyle, o zât-ı şerîf belindeki kemere muallak bulunan tesbîhi çekmesiyle, tesbîh, Zülfikâr şeklini aldığı gibi, “İşte evlâdım, bizim Zülfikâr’ımız.” cevâbına karşı, Hz. Emîr, bir sayha ile yere düşer; bir müddet bî-hûd olur. Ba’de’s-sahv ol zât-ı şerîfin hizmetini kabûl eyler ki, bu zât-ı muhterem Şeyh Ali Alâeddîn olup, silsile-i tarîkatları ber-vech-i atîdir:

- Hacı Bayram-ı Velî,

- Şeyh Ömer-i Sikkînî,

- Şeyh Bünyâmîn-i Ayâşî,

- Pîr Alî,

- İsmâîl-i Ma’şûkî ,

- Ahmed-i Sârbân,

- Ali Alâeddîn-i Vizevî ,

- Şeyh Gazanfer Efendi,

- Seyyid Emîr Osmân el-Hâşimî, ceddim Hz. Emîr Osmân.

Şeyh Ali Alâeddîn-i Vizevî ve Şeyh Gazanfer Efendi hazretleriyle bir hayli zamân, hem-sohbet olarak hıdmet-i şerîfelerinde bulunarak tekmîl-i sülûka bezl-i mâ-hasal ikdâm ederler. Bu meyânda Şeyh Ali, halîfesi Gazanfer Efendi kerîmesini Hz. Emîr’e tezvîc buyururlar. Ali Alâeddîn hazretlerinin bir müddet sonra âlem-i cemâle intikâliyle sırr-ı tarîkat Şeyh Gazanfer Efendi’de rû-nümâ olup, Hz Emîr’e Amasya’ya seyâhati emrettiğinden, emre bi’l-itâa’ Amasya’ya azîmet eylemiştir.

Amasya’da neşr-i feyz-i tarîkat eyledikleri sırada azîzi Gazanfer Efendi terk-i dâr-ı dünyâ eylemekle Hz. Emîr, İstanbul’a geldi. Nûreddîn-zâde Dergâhı’na misâfir oldu. Nûreddîn-zâde hazretlerinden teberrüken Halvetî (tâcı) giydi ve teberrüken erbaîne dâhil oldu.

Nûreddîn-zâde hazretlerinin fukarâsı, her sabâh rü’yâlarını azîzlerine arz etmeleri mu’tâd olmakla, bu meyânda, Hz. Emîr’in hiç bir rü’yâ arzı vâki’ olmaması bâis-i teaccüb olmakta iken, bir gece rü'yâsında, Fahr-i âlem (salla'llâhu aleyhi ve sellem) efendimizi dest-i mübâreklerinde yeşil renkli bir dest-mâlden üç yapraklı tâze bir ayva çıkarıp Nûreddîn-zâde’ye veriyorlar, yolundaki müşâhedât üzerine, ertesi sabâh, “Yâ Emîr! Sen hiç rü’yâ görmez misin? Zîrâ ta’bîr için hiç mürâcaat etmiyorsun.” buyurunca Hz. Emîr, Cenâb-ı Şeyh’in rü'yâda gördüğü üç yapraklı ayvayı hırkası altından çıkarıp, “Efendim, işte fakîrinizin rü’yâsı.” diye ayvayı takdîm eylemiştir. Bunun üzerine, “Ey Emîr! Artık senin bize ihtiyâcın kalmadı. İki arslan bir postta olmaz. Var artık kendi postuna sâhib ol.” diye icâzet vermişlerdir.

Bu emre imtisâlen Kâsımpaşa’da, Kulaksız’da, elyevm ma’mûr olan dergâh-ı münîfi inşâ /326/ ederek, tâlibân-ı Hak olan sâlikânı çeşme-i füyûzât-ı mürşidânelerinden sârî zülâl-i ma’rifetu’llâh ile sîrâb etmişlerdir.

Ceddim, 1003 târîh-i hicrîsinde (1595) vâsıl-ı cânân olup, binâ-kerdeleri olan dergâh-ı şerîfe muttasıl türbe-i mahsûsada vedîa-i rahmet-i Rahmân kılınmışlardır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)”

                                               -   -   -

Hz. Şeyh’in, “Saçlı Emir Efendi” diye şöhreti olduğu gibi, “Hâşimî hazretleri” diye de zebân-zeddirler. Saçlarını uzatırlar imiş. Bundan kinâyeten, “Saçlı Emîr Efendi” denilmiştir.

Zamân-ı âlîlerinde, Hamzavîlere karşı şiddet devâm ediyordu. Berâ-yı tesettür Nûreddîn-zâde hazretlerine ber-vech-i muharrer nisbet eylemişlerdi. Böyle olduğu hâlde, erbâb-ı a’râz çekemediler. Zîrâ dergâh-ı münîfleri melce-i uşşâk olmuş idi. “İsmâîl-i Ma’şûk ve Şeyh Hamza tarîkındandır.” diye işââtta bulundular. Fakat, el-hamdü li’llâhi teâlâ, müşârünileyhe bir şey yapamadılar.

İrtihâlleri 11 Zi’l-ka’de 1003/(18 Temmuz 1595) târîhine müsâdiftir. Pîr-i tarîk-ı Uşşâkî Hüsâmeddîn (kuddise sırruhu'l-metîn) efendimizle de hem-sohbet oldukları mervîdir.

Müstakîm-zâde hazretleri, Risâle-i Melâmiyye’sinde, müşârünileyh için, “Azîz-i tarîkat Emîr Efendi hazretleri cezbe-i azîme ile meşhûr, âteş-i efrûz-ı aşk u muhabbet, mâlik-i iksîr-i hakîkat, mu’tekid, âlim, şeyh-i mükerrem idi.” diyor.

Tarîkat-ı Sünbüliyye bahsinde, Seyyid Nûreddîn Efendi tercüme-i hâlinde isimleri zikrolunacak olan Habeşî-zâde Rahîmî Bey ve Seyyid Halîl Ağa, müşârünileyh Hâşimî hazretlerinin hulefâ-yı kirâmındandır.

Türbe-i şerîfelerinde mahdûmları Seyyid Ca’fer (öl.: 1051/1641), hafîdi Seyyid İbrâhîm-i Tavîl (öl. 1099/1688) ve Gazanfer Efendi (öl.: 1102/1691) medfûndur. Bunlardan başka, sülâlelerinden gelen meşâyıh-ı kirâm âsûde-nişîn-i rahmettir.

Türbe-i şerîfelerinin muvâcehe penceresinin üstünde şu beyitleri okudum:

Kutb-ı âlem nakd-i vakt-i Hacı Bayram-ı Velî

Mustafâ vü Murtazâ sırrına mazharsın belî

Zât-ı pâkinde konulmuşdur Hudâ’dan tâ ezel

Serverâ hulk-ı Muhammed’le kerâmât-ı Alî

Kutb-ı âlem mürşid-i kâmil mürüvvet ma’deni

Hazret-i Osmân Efendi’dir velâyet ma’deni

Dîğer bir levhada:

Hamzaviyye kutbunun bu kabr-i cennet fâyıha

Rûhu içün oku üç İhlâs ile bir Fâtiha

/327/ Hz. Şeyh’in bir Tarîkat-nâme’leri vardır. Mütâlâa ettim. Hamzavîlikten tesettür için, üstâdâne yazılmış bir eser-i mu’teberdir.

Nazımda, “Hâşimî” tahallus buyurmuşlardır. Bir Dîvânçe’leri vardır. Ahîren tab’ ve neşr olunmuştur.

Silsile-i nesebleri hakkındaki nazm-ı ârifânelerinden:

Hâşimî’yim hem fakîrim Müctebâ’dır sevdiğim

Âl ü evlâd-ı Muhammed Mustafâ’dır sevdiğim

Çâr-yâr-ı pâk-gevher ümmehât-ı mü’minîn

Suffe-i ashâb yârân-ı vefâdır sevdiğim

Hazret-i şâh-ı velâyet şibr-i şebîr-i cân*

Pîr-i ecder kanber-i Selmân safâdır sevdiğim

Zeyd Kâsım ibn-i Abbâs Veys Ca’fer Erkam’ı

Ser-i esbât mazhar-ı fakr u fenâdır sevdiğim

Seyyidü’s-sâdât Zeynelâbidîn ibnü’ş-şehîd

Kerbelâ’da mazhar-ı cûd u cefâdır sevdiğim

Ol İmâmu’l-evliyâ tevhîd-i ilmin Bâkır’ı

Ol kerîm ibnü’l-kerîm sâhib-atâdır sevdiğim

Evvelîn ü âhirînin mazhar olan sırrına

Ca’fer-i Sâdık veliyyü’l-evliyâdır sevdiğim

Kâzımu’l-gayz hâdi-i dîn meş’al-i ehl-i yakîn

Mûsa-i Kâzım İmâm-ı etkıyâdır sevdiğim

Kâf” u “nûn”un menba’ı ol kıble-i erbâb-ı dîn

Kâşif-i sırr-ı Alî ayn-ı Rızâ’dır sevdiğim

Menbau’l-cûd mürşidü’l-hak ol cevâd ibnü’l-İmâm

Kim Muhammed’dir Nakî’dir muktedâdır sevdiğim

Fazl-ı Hak’dır hem Nakî’dir hem Alî’dir hem velî

İlm ü irfân menbaı ayn-ı hayâdır sevdiğim

Mülk-i bâtın şâhıdır hem Askerî ehl-i fenâ

Hem Hasan’dır hem Alî sâhib-livâdır sevdiğim

Nesl-i pâk-i Mustafâ vü Murtazâ’dır Hâşimî

Mehdi-i sâhib-zamân Âl-i Abâ’dır sevdiğim

Pîrini medh ediyor:

Pîrim sultân-ı evliyâ

Kerem itmiş Sübhân sana

Bir cân sana ne nesnedir

Fedâ yüz bin cihân sana

Sen ol üçlerin birisin

İçlerinde serverisin

Evliyânın rehberisin

Kâmûsu mihribân sana

Âlimsin evvelâ bâbsın

Hak habîbine ashâbsın

Âleme kutbu’l-aktâbsın

Meşrık mağrib yeksân sana

Sensin uşşâkın talebi

Yüzler ayağın türâbı

Sen idersin feth-i bâbı

Muhtâc ehl-i irfân sana

Bahr-ı aşka gönül daldı

Ma’rifet kânını buldu

Hâşimî gerçeğe irdi

Yeter bu dîn îmân sana

         *   *   *

/328/ Bâde-i aşkı ezel câmından içdinse eğer

Mest-i aşk oldun sana lâzım değil mâ-i ıneb

         *   *   *

Bizi bizden soran âşık

Gelsin anlasın hâlimiz

Hazret kılavuz bize

Kudret ilidir ilimiz

Rahmet kapısın açarız

Aleme nurdan saçarız

Onunla konar göçeriz

Dost ili bizim ilimiz

Erenlerden yalan olmaz

Âb-ı hayât içen ölmez

Yetmişiki millet bilmez

Ol dildir bizim dilimiz

Gâh mahv oluben ölürüz

Gâh ölür hayât buluruz

Gâh olur ki mest oluruz

Dost ili bizim ilimiz

Çün Hızır oldu yâr bize

Hâşimî Muhammed Muhtâr bize

Mağrib u meşrık yeksân bize

Kudret ilidir ilimiz

                    

                     *   *   *

Kadd-i mevzûnun eyâ nahl-ı harîm-i Kureşî

Çemen-istân-ı hakâyıkda onun yokdur eşi

Serv-i bâlâna berâber mi olur serv-i çemen

Bâğ-ı âlemde anun göklere irişe başı

Sana mânend olamaz zerre kadar şems-i cihân

Şems-i zâtında olan burc-ı saâdet güneşi

Türbe-i pâkine yüz sürmeğe Cibrîl-i Emîn

Germ olup ceyşi hevâ ile ider keşme-keşi

Perde-dâr-ı harem-i hâssın olur şems ü kamer

Âsitânın gözetir “külle gadâtin ve aşîy

Vâsıl-ı âb-ı hayât olsam eğer nûş idemem

Kevser-i la’l-i lebin teşnesi çekmez ataşı

Gayra yer yok güzelim zâviye-i sînemde

Nûr-ı hüsnünle rızânın doludur içi dışı

Hâşimî hâlini görseydi eğer şâh Habeşî

Terk ider idi o sevdâ ile mülk-i Habeş’i

Şeyhini medh ediyor:

Cümle evliyâ serveri

Pîrim Gazanfer Sultân’dır

İçlerinde dîn rehberi

Pîrim Gazanfer Sultân’dır

Arşu’llâh’ı seyrân kılan

Meydânında cevlân uran

Hakk’a cânın kurbân kılan

Pîrim Gazanfer Sultân’dır

Üçler yediler önünde

Baş u cân virmiş yolunda

Muhammed medhi dilinde

Pîrim Gazanfer Sultân’dır

Hâşimî dir ey tâlibân

Gice gündüz eylen figân

Derdinize dermân olan

Pîrim Gazanfer Sultân’dır

                     *   *   *

/329/  Merd isen meydân-ı aşkda cân virüp cânânı gör

Sâdık isen aşk içinde iste bul sultânı gör

Ol sana senden yakın sen olma gel ana ırak

Kesreti ko vahdeti bul ma’ni-i irfânı gör

Ve’d-duhâ yüzündürür “ve’l-leyl saçın mutlakâ

Oku hüsnün mushafını Sûre-i Furkân'ı gör

Pertev-i nûr-ı Hudâ’sın bile gör gel kadrini

Mazhar-ı zât u sıfat rahmet-i Rahmân-ı gör

Hâşimî el-fakru fahrî[68] buyurdu ol Rasûl

Fakr ile fahr idüben gel küfrü ko îmânı gör

                     *   *   *

Bu dil-i vîrânemi ma’mûr idelden Hâşimî

Hem Kelîm’im hem ana Tûr-ı münâcât olmuşum

                     *   *   *

Râzını nâdâna keşf itme sâkin ey Hâşimî

Cân u dilden virmeyince Hak yoluna baş u cân

                     *   *   *

Bahr-ı aşka gark olaldan varlığım ey Hâşimî

Cümlesin virdim fenâya aşk ile kaldım hemân

                     *   *   *

Şol vücûdun Mısr'ını feth eyledinse sûfîyâ

Hâşimî-veş varup anda Şâh-ı Sultân ol yürü

                     *   *   *

Hâşimî sen Hak yolunda fakrı eyle ihtiyâr

Fakr ile fahr eylemekdir çün tarîk âkıllara

ŞEYH MUHAMMED-İ LEDÜNNÎ EFENDİ

Hâşimî hazretlerinin dergâhında bir müddet vekâlet sûretiyle îfâyı hıdmet-i meşîhat etmiştir. 1145/(1732) târîhinde intikâl ile Okmeydânı’nda Sinân Paşa Câmi'-i şerîfi önündeki makberede defîn-i hâk-i gufrân kılınmıştır.

Kabrini buldum. Taşında; “Seyyid Osmân-ı Hâşimî Tekkesi şeyhi Muhammed-i Ledünnî Efendi rûhu için el-Fâtiha, 1145.” Yazılıdır. (Rahmetu’llâhi aleyh)

Hâşimî hazretleri hakkında şu medhiyyeyi yazıyor:

Âmil olan şerîatı

Seyyid Osmân-ı Hâşimî

Kâmil olan tarîkatı

Seyyid Osmân-ı Hâşimî

Tevhîd ile meşgûl idi

İrfânını mebzûl idi

Hak katında makbûl idi

Seyyid Osmân-ı Hâşimî

Hacı Bayram tarîkını

Hem Halvetî tarîkını

Cem’ eyledi ikisini

Seyyid Osmân-ı Hâşimî

İster isen tafsîlini

Şerh ideyim sana anı

Oldu sâlik Hak yolunu

Seyyid Osmân-ı Hâşimî

Evvel Vize’ye vardılar

Şeyh Ali’yle buluşdular

Bey’at Ali’ye itdiler

Seyyid Osmân-ı Hâşimî

/330/ Şeyh Ali’nin hem künyeti

Pîr Alâeddîn’dürür

Oldu anın hıdmetinde

Seyyid Osmân-ı Hâşimî

Bu azîzin bir şöhreti

Kaygusuz’dur hem mahlası

Oldu mazhar-ı du’âsı

Seyyid Osmân-ı Hâşimî

Pîrim Ali Allâh diyüp

Buldu vuslat cânânına

Defn itdi anı Vize’de

Seyyid Osmân-ı Hâşimî

Şeyh Ali’nin yerine de

Şeyh Gazanfer oturdular

Anın duâsın aldılar

Seyyid Osmân-ı Hâşimî

Şeyh Gazanfer virdi kızın

Dâmâd idindi Emîr’i

Sırrına mazhar oldular

Seyyid Osmân-ı Hâşimî

Şeyh Gazanfer dahi ecel

Câmın içüp nakl eyledi

Kıldı anın namâzını

Seyyid Osmân-ı Hâşimî

Bundan sonra ahzân ile

Yola çıkup ihvân ile

İstanbul’a dek geldiler

Seyyid Osmân-ı Hâşimî

Gavs-ı a’zam Şeyh Bâlî’nin

Halîfesinin yanında

Sâkin olup oturdular

Seyyid Osmân-ı Hâşimî

Şöhreti ol halîfenin

Şeyh Nûreddin-zâde'dir

Oldu teslîm ana dahi

Seyyid Osmân-ı Hâşimî

Dest-i Nûreddîn-zâde’den

Halvetî tâcı giydiler

Esrâra mâlik oldular

Seyyid Osmân-ı Hâşimî

Ezkâr ile evrâd ile

İrşada me’zûn oldular

Kâsımpaşa’ya geldiler

Seyyid Osmân-ı Hâşimî

Bu tekkeyi yaptırdılar

Sûfîlere tevhîd içün

Kâmil mükemmil oldular

Seyyid Osmân-ı Hâşimî

Zikr eyleyüp devrân ile

Tevhîd idüp vicdân ile

Envâra vâsıl oldular

Seyyid Osmân-ı Hâşimî

Çok erbaînler çıkarup

Halvetlerde dizler çöküp

Âlemlere kutb oldular

Seyyid Osmân-ı Hâşimî

Şeyh Hulvî Lemezât’da

Böylece tahrîr eyledi

Merdân-ı Hak’dan idiler

Seyyid Osmân-ı Hâşimî

Tuhfe adlu târîhinde

Hacı Alî yazdı bunu

Sırr-ı Zât’a vâsıl idi

Seyyid Osmân-ı Hâşimî

Hicret binüç oldukda

İçdi ecel şerbetini

Âşiyânın Firdevs ola

Seyyid Osmân-ı Hâşimî

Bu Ledünnî-i derd-mendin

İdüp kabûl niyâzım

Vâsıl eyle esrârına

Seyyid Osmân-ı Hâşimî

Merhûm Osmân Rahmî Efendi’nin medhiyyesi:

Şâh-ı mülk-i fazl u irfândır Cenâb-ı Hâşimî

Mâh-ı burc-ı ilm ü îkândır Cenâb-ı Hâşimî

Vâkıf-ı esrâr-ı Sübhân’dır Cenâb-ı Hâşimî

Kâşif-i her remz-i pinhândır Cenâb-ı Hâşimî

Nâm-daş-ı ibn-i Affân’dır Cenâb-ı Hâşimî

Şem’-ı bezm-ârâ-yı pîrân nûr-ı ayn-ı ârifân

Dürretü’t-tâc-ı azîzân pîşvâ-yı sâlikân

Ser-firâz-ı âşıkân mümtâz-ı erbâb-ı dilân

Reh-nümâ-yı râh-ı Yezdân ârif-i hikmet-nişân

Sâhib-i irşâd u burhândır Cenâb-ı Hâşimî

Merkadin her kim ziyâretle murâdın yâd ider

Rûh-ı pâk-i pür-fütûhâtından istimdâd ider

Herkese her müşkilinde himmet ü imdâd ider

Feyz-i rûhâniyyeti züvvârını dil-şâd ider

Bir veliyyu’llâh-ı zî-şândır Cenâb-ı Hâşimî

/331/ Seyyid-i âlî-nesebdir lutfunun yok gâyeti

Bezl-i ihsân u atâyâdır hemîşe âdeti

Rahmiyâ haddin değil hüsn-i edâ-yı midhati

Hizmetinde dâim ol el-hak dilersen himmeti

Pek büyük devletlü sultândır Cenâb-ı Hâşimî

Türbe-i şerîfeleri son derece müferrih olup, envâr-ı rûhâniyyetleriyle züvvârın kulûbunu tenvîr ederler. Cidden bu derece inbisât verici bir kabir pek enderdir. Kalb-i âcizânem müstağrak-ı neş’e-i ma’neviyye oldu. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

ŞEYH SEYYİD AHMED HAMDÎ EFENDİ

Siroz’dan gelip, Şeyh Hâşimî Osmân Efendi’ye dâmâd olmuştur ve intisâb ile hilâfet almıştır. Kâsımpaşa’da, Okmeydânı’nda, Sinân Paşa Câmi'-i şerîfi ittisâlinde türbe-i mahsûsasında medfûndur.

İrtihâli 1048/(1638) senesine müsâdif olup, “Sâat-i nâsût” (ساعت ناسوت) târîhidir. Bu türbe civârında zâviyesi vardı. İcrâ-yı meşîhat ederdi. İlâhiyyâtı vardır :

Ey habîb-i zü’l-kerem ey muhsin-i cümle enâm

Merhamet kıl eyle ihsân kapına geldim kıyâm

Ey Nebiyy-i muhterem lutfunladır cümle merâm

Merhamet kıl eyle ihsân kapına geldim kıyâm

ŞEYH BAŞMAKÇI ALİ DEDE

III. cild 30. sahîfede bahs olunan Keşfî Osmân Efendi’nin kayınpederidir. Emîr Hâşimî Osmân Efendi halîfesidir. Kâsımpaşa’da tekkesi vardır. Son zamânda şeyhi Uşşâkîler faslında âsitâne-i Uşşâkî zâkirbaşısı Hâfız Cemâl Efendi nâm zâttır.

Tekke ma’mûr idi. Tekkenin hazîresinde medfûn olan Başmakçı Ali Efendi’nin kabrinde azîm rûhâniyyet vardır. Dede Ömer-i Sikkînî kolu medhûldür. Bu koldan gelenlerin çoğu şems-i şeriâtla maktûldür. Sâhibü’t-Tekâiyye(?) tahkîki üzere içlerinde cezbesi gâlib adamlar gelmiş, hakîkat-i hâlleri, Âlimü’s-sırrı vel-hafâya’ya havâle olunmuştur.

ŞEYHÜLİSLÂM BAŞMAKÇI-ZÂDE SEYYİD ALİ EFENDİ

Edirnekapı’da kenârı taş parmaklık ile muhât âile mezârı mevcûddur. Beşir Ağa’nın dâmâdı Hacı Osmân Ağa’nın yanındadır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

/332/ ŞEYH GAZANFER DEDE

Yukarda 286. sahîfede biraz bahsettiğim bu zât-ı muhterem eâzımdandır. Fakat cezbesi gâlib idi. Şakâyık’ta, II. cild 78. sahîfede okumuştum. Bu zât-ı muhterem hakkında o zamân Hamzavîlere karşı hükûmetin şiddet-kârâne vaz’iyyeti hasebiyle, hakkında çok dedi-kodu olmuştur.

Vizeli Alâeddîn Efendi merhûmdan mazhar-ı feyz olmuştur. Vizeli Bâlî ve İstanbul’da Emîr Hâşimî Osmân Efendilerin şeyhi idi. Gazanfer Dede hakkında vezîr-i a’zam, şeyhü'l-islâm-ı zamân Ebussuûd Efendi merhûmdan sorduğu suâle şu cevâbı alıyor:

أيد الله عز وجل أركان السلطنة الزاهرة ودعائمها أو شيد بنيان الخلافة الباهرة وقوائمها أمين يا رب العالمين."[69]

Ârâ-yı âlem-ârâya inhâ-yı fakîr budur ki:

Şeyh Gazanfer nâm kimesne hakkında söylenen sözler ve hîn-i teftîşde vâki’ olan kelimât ve zâhir olan defterler ve arzlar, Çavuş bendeleriyle irsâl olunup, fakîrin dahi bu husûslara i’tikâdım nicedir, iş’âr olunmağa işâret kılınmış. İlm-i şerîfe hafî olmaya ki, zekât hakkında, helâl ve harâm hakkında merkûma isnâd olunan kelimât bi'l-fi'l sâbit olursa, yâhûd sâbıkan sâbit olmuş ise zındıka ve ilhâdı muhakkak olur. Min-ba’d kabûl olunmak yoktur. Cidden katli vâcib olur. Defterde tahrîr olunan mikdâr nâ-tamâmdır.

Halîl ile Hatîb hakkında söylediği sözler, Sinân Kadı meclisinde bu rütbe sâbit olup, sicil olunmuştur.” dediklerinde, müfettiş sicille mürâcaat edip, “Mestûr mudur, değil midir? Mestûr ise şer’ ile sâbit olmuş mudur, değil midir? Sâbit ise mazmûnu şimdi sâbit olur mu, olmaz mı? Mestûr değilse, ibtidâ mestûr olmamış mıdır, yâhûd sonra ihraç olunmuş (mu)dur?”, beyân etmek gerek idi. Etmemiş. Sonra Dîvân-ı Humâyûn’da teftîş olundukta hakîkat-i hâl münkeşif oldu ise, mûcebince amel olunmak lâzımdır. Eğer hakkında sû-i zanneden şeyhlerden sû-i zannına sebeb ne idiği istikşâf olunmağa hâcet vâr ise, istifsâr olunmak münâsibdir.

Gazanfer Dede’ye ulemâdan dahi hüsn-i zann eylemiş, ba'zı sika ve mu’temed-aleyh kimseler istimâ’ olunur. Onlardan dahi istifsâr olunup, hüsn-i zanları sâir sulehâ ve fukarâya hüsn-i zanları makûlesinden midir, yâhûd i’tikâd sâhibleri vâr ise sebebi tefahhus olunup /333/ şimdiye kadar tahsîl eyledikleri ulûmdan zâid ba'zı esrâr-ı hafiyye müşâhede eyledikleri için ise, beyân ettirilip maârif-i ilâhiyyesi ahkâm-ı şerîat-ı şerîfeye ve meşâyıh-ı İslâmiyye’nin sülûk ettikleri tarîkata mutâbık ise, bî-çâre ıtlâk olunup belki riâyet olunmak lâzım gelir. Bir vech ile, eğer muhâlif olup bu vechen-mine’l-vücûh tevfîk mümkin olmazsa zındıka ve ilhâdı mukarrerdir.

Meşâyıh-ı İslâmiyye’nin şeriât ve hakîkat dedikleri, şerîat-ı şerîfenin zübdesi ve hulâsasıdır. Aslâ muhâlefet, bir mâddede muhâlefeti yoktur. Her nesne ki, şeriât-ı şerîfeye tevfîka muhâlif olup esâtîn-i ulemâ-yı dîn bir vechile ahkâm-ı şer’-i şerîfe tevfîka kâdir olmayalar; ol nesne ki, küfr ü ilhâddır ve dalâldır. Mucibi icrâ olunmak lâzımdır. Eğer kabîlinden dahi hâl münkeşif olmayıp, ilâ-âhir zâhir olan üzerine kalırsa, izhâr için hadd-i imkânda olan sa’y ve ictihâd vücûda geldi. Min-ba’d zimmet-i himmetinizde ahd-i teklîf nesne kalmaz. Ona mütaallık fakîre bir ilm-i kat’î yoktur. Hıdmet-i aliyyeye i’lâm etmekle inda’llâh muâhaze olam. Şol mertebe vardır ki, Oğlan Şeyh silsilesindendir. Dedikleri vâki’ ise hayır yoktur. Onun katli üzerinde fakîr hadd-i mu’tâddan hâric tevekkuf ve teennî etmişimdir.

Merhûm Mevlânâ Şeyhî Çelebi, ilhâdına hükm ettikleri, sonra ikiüç meclis dahi tevekkuf edip, aslâ tevcîhe mecâl kalmayıp ihtimâl münkatı’ olmayınca hükm olmamıştır. Bunun ol tarîktan idiği sâbit olmadan onun mecrâsına icrâ olunmak meşrû’ değildir. Eğer avâm, çokluk tâifesine ittibâ’ edip hıdmet-i mu’tâddan fazla onun üslûbu üzre ta’zîm ettikleri meşhûr olmak alâmet-i hayr değildir. Ammâ bu mertebe ile katle ruhsat yoktur. Bir fitne ve fesâdı müeddî olmayıcak ıtlâk olunmak meşrû’dur. Çünkü, ehl-i İslâm’ın bu mikdâr kîl ü kâli olup pâye-i serîr-i âlem-i masîre arz olunup, mesâfe-i baîdeden getirilip habsi teftîş buyuruldu. Ber-vecih olmak lâzım olur ki, kendi hâlini bilip, hadden tecâvüz etmeyip, şimdiye kadar kendi hâlini bilip hadden tecâvüz etmeyip, şimdiye değin evzâın hiç birini terk etmekte kendinde ve ilde mecâl ve tâkat kalmayıp, rençberlik eyleyip, sulâhâ ve fukarâ gibi kendi hâlinde olup, nefsini ıslâha meşgûl olarak halkı ıslâh ve irşâd da’vâsın eylemeye. Va’llâhu teâlâ a’lemu bi-hakîkati’l-hâl."

Hamzavîler hakkında hükûmetçe o mertebe şiddet-kârlık zuhûr etti ki, Hâşimî Osmân Efendi /334/(Şakayık, 463) hakkında silsile-i tarîkatı maktûl-i şemşîr-i şeriât olan Hamza ve Oğlan Şeyh’e pey-veste ve urve-i vüskâ addettiği ser-rişte-i sırr-ı tevhîd Ömer-i Sikkînî ve Bünyâmîn-i Ayâşî koluna beste olmakla medhûldür. Ulemâ vü sulehâ tarafından efkâr-ı bi-küllihî habs ve teftîş emrinde ittifâk ve ızrâr müşâhede edip ser-çeşme-i tarîkat Nûreddîn-zâde’nin himâyesine girerek kurtuldu.

Meşâyıhdan Sivâsî Efendi ve Tercümân Şeyhi Ömer Efendi, kürsüde onların ilhâdından bahs edip taraf-ı hükûmetten, “Bunlar elbette bulunsun, hakkından gelinsin.” diye fermân ısdâr olundu. (306. sahîfeye mürâcaat).

Hamzavîlere hükûmetin buğz u adâveti kesb-i şiddet etti. Hattâ mestûr-ı tevârîh olduğuna göre, Kadıköy civârında elyevm Fenerbahçe denilen mahalde otuzbin kadar Hamzavî kılıçtan geçirilmiştir.

Hamzavîlik o mertebe mestûr bir hâle girdi ki, onları bulmak, bilmek de o derece güç oldu. Bâlâda tercüme-i hâllerden ma’lûm olur. Elyevm mezâristânlarda dört köşe yazısız taşlar hep Hamzavî mezârının işâretidir. Bu kadar şehîd vermişler iken, hükûmet yine başa çıkamamış, onların pey-rev oldukları meslek neş’elerine haylûlet edememiştir.

ŞEYH MUHAMMED SÜREYYÂ EFENDİ

Hâşimî Emîr Osmân Efendi sülâlesinden olup, elyevm Kâsımpaşa’da Kulaksız’da Hâşimî-i müşârünileyhin dergâhı şeyhidir. Hâşimî hazretlerinin seyyidü’n-neseb olmasına göre, mûmâileyhin de şeref-i siyâdete mazhariyyeti tabiîdir.

Pederi, mülgâ Bahriyye Nezâreti ketebesinden İhsân Bey; vâlidesi, sülâle-i Hâşimiyye’den olup, meşîhat, büyük pederi mezkûr dergâh şeyhi Hamdî Efendi’nin erkek evlâdı olmaması hasebiyle, kerîmesi olan hânımın oğlu Muhammed Süreyyâ Efendi’ye teveccüh etmiştir. Süreyyâ Efendi’nin İhsân Müeyyed isminde bir birâderi vardır ki, Kâsımpaşa’da, nâmına nisbetle bir eczâ-hânenin sâhibidir.

Muhammed Süreyyâ Efendi, tahmînen 1289/(1872) târîhinde Kâsımpaşa’da kadem-zen-i âlem-i şuhûd olmuştur. İbtidâî ve Rüşdî tahsîlden sonra Dâire-i Bahriyye’ye intisâb ile, sinîn-i medîde Şûrâ-yı Bahriyye’de silk-i kitâbette bulunmuştur.

O dergâh esâsen Bayramiyye-i Hamzaviyye’den iken, nasılsa Kâdirî âyîni icrâ olunageldiğinden Muhammed Süreyyâ Efendi, Kâsımpaşalı Şeyh Hâfız Muhammed Efendi’den, tarîk-ı Kâdirî’den müstahlef olmuştur ki, zâkirbaşı ve Başmak Dergâhı şeyhi Cemâl Efendi ile pîr-daştır.

Meşîhat makâmını işgâli yirmi seneyi mütecâvizdir. Çarşamba günleri icrâ-yı âyîn-i tarîkat-ı Kâdiriyye olunur. Muhammed Süreyyâ Efendi’ye, peder-i vâlide tarafından Bektaşîlik neş’esi sârî olup, tarîkı feyz-i refîk-ı Kâdirî-i Muhammedî’yi tecâvüzle Karaağaç’ta Bektaşî Hüseyin Baba’ya da intisâb etmiştir. Pederi ise, Çaylıca’daki Nûr Baba’ya müntesib idi. Maa't-teessüf mahrûm-ı feyz-i hakîkat olup, hâlinde, kıyâfetinde Bektaşîlik neş’esinin gâlib olduğu rû-nümâdır.

İnkılâb-ı ahîrde Bahriyye Dâiresi’nde kadro hârici edilip, tekâüde sevk olunmakla te’mîn-i maîşet derdiyle Kâsımpaşa’da bakkallık, tütüncülük ile bir müddet dem-güzâr olarak Tophâne Fabrikası’nda yevmiyye ile kâtiblik ediyormuş.

Mûsikîden, Şeyh Cemâl Efendi’den behre-yâb olup, bi'l-âhare saza merâk edip, Kanunî Arap Muhammed Ali Efendi’den taallüm ile, cura isminde âşık sazını kendi kendine çalmaya ve tanbûrla meşgûl olduktan sonra, rebâb nâmıyla Hindistan cevizi kabuğundan i'mâl eylediği bir çalgıyı ilerletmiş ve kemâle getirmiştir. Mükerreren dinledim; hakîkaten gönülleri cezbeye getirecek derecede müessir ve muhrik bir sazdır.

1329/(1911) senesinde ceddinin Dîvânçe’sini tab’ ve neşre muvaffak olmuştur. Kendinin de tabîat-ı şi’riyye(si) vardır:

Akar hûn-âbe-i eşk-i nedâmet dîdeden bi’llâh

Zelîlim ahkarım hâlim yamandır âkıbet eyvâh

Meded sensin benim ahvâl-i me’yûsâneme âgâh

Bu istişfâı zikr eyler mürüvvet beklerim her gâh

Garîk-ı bahr-ı isyânım dahîlek yâ Rasûla’llâh

Şifâ-cûyâne geldim bâbına red itme yâ Muhtâr

Benim âsî vü mücrim bir kulun kim hâsir ü bîmâr

Amân yâ Fahr-ı âlem feyzinin muhtâcıyım her-bâr

Yüzüm yok lutfunun tahsîline rüsvâlığım der-kâr

Garîk-ı bahr-ı isyânım dahîlek yâ Rasûla’llâh

Cenâb-ı Hâlıku’l-âlem buyurdu şânına “lev-lâk[70]

Anınçün halk olunmuşdur zemîn ü âsumân eflâk

Kapandım dergeh-i lutf u atâna gözlerim nem-nâk

Sirişk-efşân olup söyler Süreyyâ sînesi sad-çâk

Garîk-ı bahr-ı isyânım dahîlek yâ Rasûla’llâh

                     *   *   *

Gönlümde o sûretle ki bir aşk-ı Alî vâr

Kalbimde Alî aşkına meyl-i ezelî vâr

Bir cezbe ki ulviyyet-i sevdâ ile mergûb

Rûhun anı takdîse şedîd bir emeli vâr

Bir safvet ü behcetle fuyûzât-ı Alî’den

Rûhumda benim nûr-ı tecellâ-yı celî vâr

Envâr-ı Muhammed ki tecellî ide dilde

Dilden dile bir feyz-i temâdî-i velî vâr

Vakf-ı dil idüp beste-i aşk ol ki Süreyyâ

Bâğ-ı emelin gonca-i nev-reste güli vâr

                     *   *   *

Aşk ehli nüsha-i kübrâ-yı aşkı bilmeli

Bî-hurûf u lafz u savt ma’nâ-yı aşkı bilmeli

Bilmeli âdem’deki sevdâ-yı aşkı bilmeli

Meşrık-ı nûr-ı Hudâ kâlâ-yı aşkı bilmeli

Sırr-ı mir’âtı bilüp Leylâ-yı aşkı bilmeli

Sırr-ı emr-i “Üscüdû” yu[71] bilmeli âdem olan

Mazhar-ı lutf-ı Hudâ olmaz tereddüdde kalan

Durma ey âşık uyan bu hâb-ı gafletden uyan

Hâk-ı râh-ı Mustafâ’ya bî-mehâbâ baş koyan

Terk-i ağyâr itmeli Mevlâ-yı aşkı bilmeli

Sâki-i bezm-i ezel sahbâ-yı aşkı sunsa da

Halka-i tevhîde girse mest ü medhûş olsa da

Kalbinin her gûşesinde bir tecellî bulsa da

Sînesi nûr-ı Muhammed nûr-ı Hak’la dolsa da

Dürr-i meknûn-ı Hudâ mînâ-yı aşkı bilmeli

Vâkıf-ı her bir rumûz-ı “Hel etâ[72] olsan da sen

Âşina-yı râz-dân-ı Müctebâ olsan da sen

Vâsıl-ı ser-menzil-i sırr-ı velâ olsan da sen

Bir muhibb-i Mustafâ’ya mübtelâ olsan da sen

Sırr-ı pinhân nükte-i âlâ-yı aşkı bilmeli

Bir kadeh sun sâkiyâ sahbâ-yı aşkından amân

Bekliyor senden şehâ vuslat şarâbın teşnegân

Neş’e-i ümmîdimi feyzinle eyle kâm-rân

Ey Süreyyâ nağme-i “küntü türâbâ”yı[73] duyan

Tûr-ı cismi çâk idüp Mûsâ-yı aşkı bilmeli

                     *   *   *

Mazhar-ı zât-ı tecelliyyât-ı Sübhân’dır Ali

Vâkıf-ı her bir rumûz-ı sırr-ı Kur’ân’dır Ali

Mü’minin kalbinde feyz-i nûr-ı îmândır Ali

Ben muhibb-i hâk-pâ-yı hânedân-ı Haydar’ım

Mûsi-i Kâzım Rızâ vü Şâh Takî  kân-ı atâ

Şeh Nakî vü Askerî vü Mehdi-i sâhib-livâ

Ey Süreyyâ nakd-i cân îsârıdır sıdk-ı vefâ

Ben muhibb-i hâk-pâ-yı hânedân-ı Haydar’ım

BOSNAVÎ ABDULLÂH EFENDİ

Şârih-i Fusûs’dur. Fuzalâ vü urefâ-yı Bayramiyye’dendir. Câmiu’l-kemâlât bir zât-ı âlî-kadrdir. Bosnalı olup İstanbul’da tahsîl-i kemâlât eylemiştir. Bursa’da Şeyh Hasan Kabadüz (s. 288) hazretlerine intisâb eylediler ve senelerce hıdmet-i şerîfesinde bulunarak feyz-yâb oldular.

Hilâfete mazhar olduktan sonra Mısır’a gidip, 1046/(1636) senesinde Haremeyn-i muhteremeyni ziyâretle kâm-yâb oldular. Şam’a gelip, umde-i ehli’l-hakîka ve’l-keşf ve’ş-şuhûd ve insân-ı ayn-ı ehl-i vahdeti’l-vücûd Şeyhü’l-Ekber ve’n-nûru’l-ezfer Muhyiddîn İbnü’l-Arabî el-Hâtemî (kuddise sırruhu's-sâmî) efendimiz hazretlerinin âsitân-ı muallâlarında ihtiyâr-ı inzivâ ve iktisâb-ı feyz ü safâ eylediler.

Sene-i mezkûre zarfında Hz. Şeyh’in emr-i âlîleriyle Konya’ya gelerek Hz. Mevlânâ min-külli’l-vücûh evlâna efendimizi ve Cenâb-ı Sadreddîn’i ziyâret ile, Hânkâh-ı Hz. Pîr’de inzivâ ettiler. Sekiz sene burada kaldılar. Dâr-ı cemâle intikâl eyledikte civâr-ı Hz. Sadreddîn’de defn olundular. Vasiyyetleri üzerine kabir taşlarına: (هذا قبر غريب الله فى أرضه وسمائه عبد الله بوسنوى رومئ بيرامى)[74] yazılmıştır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Zamânının ekâbir-i ulemâ vü urefâsı ulüvv-i ka’b u kemâlâtını tasdîk ettikleri gibi, altmış kadar âsârı ülüvv-i irfânına birer şâhiddir.

Hulefâsı:

Şeyh Garsüddîn-i Halîlî, Şeyh Muhammed Mirzâ es-Surûcî ed-Dımeşkî es-Sûfî, Şeyh Muhammed el-Mekkî el-Medenî, Şeyh Seyyid Muhammed b. Ebû Bekir el-Ukûd ecell-i hulefâsındandır.

Fusûs şerhi, pek yüksek yazılmış bir eserdir. Cenâb-ı Şeyh’in vâris-i kemâli olduğuna delîldir. Ancak gâyet mübhem yazılıp, şerhi fehm etmek, metnini idrâkten daha zordur. Tab’ olunmuş ve erbâb-ı kemâlin kütüb-hânesini tezyîn etmekte bulunmuştur.

Şu na’t-ı şerîf kendilerinindir:

Bir gül-i ruh-sârın oldum cân ile efkendesi

Zâr ider bülbül misâli dil anın giryendesi

Haste-i aşkım bu gün ey şehlerin şeh-bendesi

Bu firâş-ı mihnet içre kalmışım dil-bestesi

Ben gibi vâr mı cihânda olmaya hiç kimsesi

Gel yetiş imdâdıma ey kimsesizler kimsesi

/338/ Bosnavî’yim kemterîyim şâh-velâyet gel yetiş

Deşt-i gamda kalmışım tâc-ı saâdet gel yetiş

Kûh-ı firkat içre kaldım kıl hidâyet gel yetiş

Pây-mâl oldum meded eyle inâyet gel yetiş

Ben gibi vâr mı cihânda olmaya hiç kimsesi

Gel yetiş imdadıma ey kimsesizler kimsesi

Berây-ı istişfâ’-ı Hz. Şeyh’e pey-rev olarak şu na’t-ı şerîf tanzîm olunmuştur:

Iftirâk-ı nûr-ı rahşândan gönül durmaz yanar

Derd-i bî-hemtâ-yı hicrândan gönül durmaz yanar

Hasret-i pür-sûz-ı cânândan gönül durmaz yanar

Çâre-sâz ol derdime ey çâresizler çâresi

Gel yetiş imdadıma ey kimsesizler kimsesi

Ey Rasûl-i Müctebâ cânım sana olsun fedâ

Lutf idüp göster cemâlin yâ Kerîm-i pür-vefâ

Hasret ü firkatle feryâd eylerim subh u mesâ

Çare-sâz ol derdime ey çâresizler çaresi

Gel yetiş imdadıma ey kimsesizler kimsesi

Vâdi-i hasretde kalmış rû-siyeh âvâreyim

Hem zuhûr-ı lutfuna muhtâc bir bî-çâreyim

Gözleri yollarda kalmış âşık-ı hem-vâreyim

Çâre-sâz ol derdime ey çâresizler çâresi

Gel yetiş imdadıma ey kimsesizler kimsesi

Bâb-ı lutfunda gedâ-yı hâk-sârım el-meded

Dâimâ muhtâcınım şefkât-nisârım el-meded

Âşık-ı şûrîde-i pür-intizârım el-meded

Çâre-sâz ol derdime ey çâresizler çâresi

Gel yetiş imdadıma ey kimsesizler kimsesi

Merhamet re’fet kerem senden umar her ümmetin

Âlemi dil-sîr ider elbette hân-ı rahmetin

Ahkarın Vassâf'a melce’ âsitân-ı devletin

Çâre-sâz ol derdime ey çâresizler çâresi

Gel yetiş imdadıma ey kimsesizler kimsesi

/341/ ŞEYH HİMMET EFENDİ

Merkez-i dâire-i yakîn, burhânü’l-vâsılîn, matla’-ı envâr-ı ma’rifet, ma’den-i esrâr-ı hakîkat evsâfıyla mevsûf olan Şeyh Himmet Efendi hazretleri an-asıl Bolu’da Dökmeci Mahallesi’nde mehd-ârâ-yı âlem-i vücûd olup, hicretin 1036/(1727) târîhinde berây-ı tahsîl İstanbul’a gelmişlerdir. Dâvudpaşa Medresesi’nde ikâmetle tahsîl-i ulûma başlayıp senelerce sa’y ü gayretten sonra ulûm-ı akliyye vü nakliyyeden me’zûn ve ahz-i icâzeye muvaffak olmuşlar ve ruûs imtihânında dahi mümtâz bir mevki’ kazanmışlardır.

Bir gün medresede odasında kendisinde hakîkat-bînlik zuhûr ederek re'sini önüne koyup, “Ey Himmet! Şimdi müderris olacaksın. Farz edelim ki, alâ-merâtibihim kat’-ı menâzil ede ede kazasker ve nihâyet şeyhü'l-islâm oldun. Ondan sonra olacağın hiçtir. Bu kadar dâğdağa-i kesretten sonra o netîceye vusûlden ise, şimdiden hiç olmağa bak.” diyerek bir hâl-i cezbe zâhir olmakla, odasının kapısını kapar[75]. Çıkar giderken, meşâyıh-ı kirâm-ı Halvetiyye’den Hüseyin Hüsâmeddîn Efendi hazretlerine mülâkî olurlar. Hz. Şeyh kuvvet-i mükâşefe ile Cenâb-ı Himmet’in hâline ittilâ’ hâsıl eder. İsti’dâd-ı Hudâ-dâdını görür. “Oğlum Himmet! Aradığın bizdedir.” buyurmaları üzerine Hz. Himmet’te meczûbiyyet-i kalbiyye hâsıl olup, derhâl dâhil-i dâire-i feyzleri olarak intisâb eyler. Hayli zamân mücâhedât ve riyâzâtda bulunup, ikmâl-i sülûk eyler, müstahlef olur.

Hüseyin Hüsâmeddîn Efendi, tarîk-ı Halvetî’nin orta kolundandır. Silsile-i tarîkatları Yiğitbaşı Ahmed Efendi hazretlerine müntehîdir. Halvetî bahsinde tafsîli gelecektir.

Himmet Efendi, şeyhinden aldığı müsâade üzerine memleketine azîmet eder. Fakat aldığı neş’e-i tarîkatın daha ilerisine vusûl derdine düşüp, Bolu’da meşâhîr-i meşâyıh-ı Bayramiyye’den Bolulu Ahmed Efendi hazretlerine mülâkî olduklarında sevk-ı ma’nevî ile onlara dahi inâbet buyurup, hayli zamân Ahmed Efendi’nin hıdmet-i şerîfesinde bulunmuşlar. Usûl-i Bayramiyye üzere tekmîl-i merâtib-i sülûk ederek ondan da hilâfet almışlardır. Her iki tarîkin esrârını cem’ ile /342/ mecmau’l-bahreyn oldular.

Hz. Bayram-ı Velî’ye müntehî olan silsile-i tarîkatları budur:

Bolulu Şeyh Ahmed Efendi (Kaddesa'llâhu sırrahû),

Şeyh Muhammed eş-Şâmî (Kaddesa'llâhu sırrahû),

Şeyh Cemâleddîn eş-Şâmî (Kaddesa'llâhu sırrahû),

Şeyh Akşemseddîn (Kaddesa'llâhu sırrahû),

Pîr-i Ekrem Hz. Bayram-ı Velî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Himmet Efendi, başında Bayramî tâcı olduğu hâlde İstanbul’u teşrîf buyururlar. Tesâdüfen ilk şeyh-i mükerremleri Hüseyin Hüsâmeddîn Efendi ile mülâkî olurlar. “Başka şeyhe intisâb etmiş.” diye müşârünileyhin kalbi rencîde olmasın emeliyle, Himmet Efendi yanındaki abdest havlusunu hemen tâcının üstüne örtmek isterler de, havlunun dört ucunu biraraya getirip, tâcın üstüne korlar. Hâlbuki, müşârünileyh Hüseyin Hüsâmeddîn Efendi vâkıf-ı hakîkat bir şeyh-i zî-şân olduğundan Hz. Himmet’i sıkmamış, onlarda tecellî eden envâr-ı ma’rifet-i Rabbâniyye’yi görüp, “Oğlum Himmet! Tarîk-ı Bayramî’de bu da senin ictihâdın olsun.” diyerek Hz. Himmet’in ictihâdına reh-nümâ oluvermiş idi ki, Himmetî kolunda tâc üzerine dört terk bundan kalmıştır. Hazret bundan sonra Tarîk-ı Bayramî’de ictihâd etti; Himmetiyye kolunun müessisi addedildi.

Hâne-i âlîleri İstanbul’da Yüksekkaldırım civârında olduğundan, burası merci’-i ehl-i muhabbet olmuş idi. Gelenler kesret buldukta, icrâ-yı âyîn-i tarîkat buyurmaya başladılar.

Ulûm-ı akliyye vü nakliyyede yed-i tûlâsı vardı. İlm-i bâtında da zevk ve isti’dâdları zuhûr ile, kalb-i enveri bir bahr-ı bî-pâyân misâli olmuş; lisân-ı dürer-bârı, miftâh-ı hazâin-i esrâr-ı hikmet addedilmiş idi. Neş’e-i kâmile-i Muhammediyye’nin kendilerinde tecellîsi hâline başka bir zevk bahş eylediğinden, her gören meftûn olurdu. Edîb, halûk, hoş-gû bir rehber-i hak-bîn idi. Vücûd-ı pür-sûd-ı âlîleri misâl-i kitâb-ı esrâr olduğundan, her gelen, zevk ve isti'dâdına göre makâlinden ve hâlinden müstefîd ve müstefîz olurdu.

Kendilerine kürsü şeyhliği tevcîh olunmuş idi. Hattâ Kâsımpaşa Câmi'-i şerîfi vâizliğinde de bulunmuşlardır. Bu vâizliği 1080/(1669) târîhinde mahdûm-ı mükerremleri Şeyh Abdullâh Efendi’ye tevcîh ettirmiş ise de, 1090/(1688) senesinde halkın ilhâh ve ibrâmıyla tekrâr bu vâizliği der-uhde eylemiştir. Mahdûmuna Fâtih’de /343/ Halîl Paşa Câmi'-i şerîfi va’ziyyesi tevcîh olunmuştu. Bu sırada Hüseyin Hüsâmeddîn Efendi, irtihâl-i dâr-ı bakâ eylediğinden, medfen-i mahsûsasında vedîa-ı rahmet-i Rahmân kılındı.

Üsküdar’da, Divitçiler’de kâin tekkenin şeyhi âtîde tercüme-i hâli yazılacak olan ve Hüseyin Hüsâmeddîn’in şeyhi bulunan Bezci-zâde Muhyiddîn Efendi idi. Âlem-i bakâya intikâlinde ber-mûcib-i şart halîfesi Hüseyin Hüsâm Efendi, buraya şeyh olacak idi. Hâlbuki Hüseyin Hüsâm Efendi, Muhyiddîn Efendi’den evvel irtihâl edince, meşîhat, Hüseyin Hüsâm Efendi halîfesi Şeyh Himmet Efendi’ye teveccüh etti.

Himmet Efendi, oğlu Abdullâh Efendi’yi İstanbul’da yerine ikâme ile Üsküdar’a nakl-i hâne edip bu tekkenin meşîhatine revnak-efzâ olmuşlardır. Gerek Halvetî, gerek Bayramî tarîklarının âyînini icrâya başlayıp irşâd-ı talibîn ile iştigâl buyurdular.

Hâfız Hüseyin Ayvânsarâyî, Vefeyât’ında müşârünileyhin târîh-i velâdetlerini 1000/(1592) ve târîh-i rıhletlerini 1095/(1684) gösteriyor ve diyor ki:

“Dervîş Himmet Efendi (kuddise sırruhû), tarîkat-ı Bayramiyye’den hilâfetle İstanbul’a gelip ahâlîsiyle hüsn-i ülfet üzere iken, Defter-dâr İbrâhîm Paşa, kendine Nakkâş Paşa Sarayı kurbünde bir zâviye binâ edip onda sâkin ve Kâsım Paşa ve Halîl Paşa Câmi’lerinde vâiz iken, “hâtime-i evliyâ” (خاتمهء اوليا) 1095/(1684) Saferinde rıhlet ve Üsküdar’da Abdüşşekûr Efendi’nin zâviyesinde medfûn kılınmıştır. Tekkesi, oğlu Abdullâh Efendi’ye tevcîh olunmuştur.”

“Rahmet be-himmet” (رحمت بهمت) dahi târîhidir. Medfen-i münevverleri dergâh-ı şerîfin derûnunda, Muhyiddîn Efendi merhûmun yanındadır. Ziyâretle şeref-yâb olduk. Azîm bir zevk-ı ma’nâ husûle geldi, el-hamdü li’ ilâh.

Sandûkalarının önündeki levhadan :

Hayf ki kutb-ı zamân eyledi azm-i bakâ

Sırrını takdîs ide Hazret-i Bârî-i Hudâ

Gitdi sefer eyleyüp bendesin itdi garîb

Merkad-i hâkin idem çeşm-tere tûtiyâ

Pîr idi her vechile mürşid-i âgâh idi

Talibe her nazra-i pâki idi kîmyâ

Nice efgân itmeyem hecr-i cihân-ı sûzdan

Hâlime rahm eyleyüp dostlar ağlan bana

Didi biri ye’sle nâle-i cân-gâh idüp

Fevtine târîhdir “hâtime-i evliyâ”[76]

(خاتمهء اوليا)

/344/ Sıdkî Emetullâh Hânım[77] nâm şâirenin söylediği târîh:

Didim târîh-i fevtin Sıdkı Mevlâ’dan olup mülhem

Bugün Himmet Efendi Adn’i kıldı kendüye me’vâ

(بو كون همت افندى عدنى قيلدى كندويه مأوى)

Ba’de’z-ziyâre şu manzûme sânih oldu:

Gül-i gül-zâr-ı Bayramî Cenâb-ı Şeyh Himmet’dir

İden dünyâda bayramı Cenâb-ı Şeyh Himmet’dir

Vücûd-ı ekremi ta’zîm ü tebcîlâta lâyıkdır

Tarîkat burcunun mâhı Cenâb-ı Şeyh Himmet’dir

Ne rûh-efzâ ne zevk-bahşâ ne âlî mürşid-i hak-bîn

Maârif bahrinin dürrü Cenâb-ı Şeyh Himmet’dir

Kemâl-i aşka mazhar rehber-i râh-ı azîzândır

Muhıkk-ı menba’-ı esrâr Cenâb-ı Şeyh Himmet’dir

Mübârek ravza-i âlîsine yüz sürdü Vassâf

Veliyy-i ârif-i bi’llâh Cenâb-ı Şeyh Himmet’dir

Âsârı :

Manzûme-i Mi’râciyye, Tarîkat-nâme (adlı eserleri vardır. Ayrıca) Zübdetü’d-Dakâyık isminde Fârisîce bir eserlerini, Gâyetü’d-Dekâyık ismiyle, Dağıstânî Hâfız Muhammed Efendi tercüme etmiştir. 1292/(1875) senesinde, kenârında metn-i Fârisîsi olduğu hâlde Mısır’da tab’ edildiği ve İstanbul’da da yalnız tercümesinin tab’ edildiğini Tâhir Bey yazmıştır.

Müretteb Dîvân’ları o zamânki harîk-ı kebîrde yanmış imiş. Sonra hâfıza-pîrâ-yı uşşâk olanları toplanarak birkaç cüz’ü vücûda getirilmiştir. Nutuklarından bir kısmı bestelenmiş ve elsine-i pîrâ-yı zâkirân bulunmuştur. Ba'zıları:

Yine bir sevdâya düşdüm aşkın elinden elinden*

Yine ummân olup taşdım aşkın elinden elinden*

                     *   *   *

Sivâdan kalbini pâk it gönül mir’ât-ı Rahmân’dır

Safâdan sîneni çâk it gönül mir’ât-ı Rahmân’dır

Bu âlem nüsha-i suğrâ nedir bil nüsha-i kübrâ

Çekilmiş tuğra-i garrâ gönül mir’ât-ı Rahmân’dır

Sürersen mâ-sivâ’llâh’ı bulursun Hakk’ı bi’llâhi

Taleb kıl Vech-i li’llâh’ı gönül mir’ât-ı Rahmân’dır

Gel ey Himmet şikâr eyle gönülden özge kâr eyle

Bu sırrı aşikâr eyle gönül mir’ât-ı Rahmân’dır

                     *   *   *

Genc-i aşkı ister isen dil-i vîrânda ara*

Hızr’dan âb-ı hayâtı zulmeti tende ara

/345/ Râh-ı Hakk’a seni irşâd eyleyen ma’nâyı bul

Âdem-i ma’nâya tâlib ol da insânda ara

Her hacerden gevher olmaz ma’den olmaz her türâb

Zâhidâ gir bahr-i aşka derdi ummânda ara

Alleme’l-esmâ[78] rumûzun, “men araf” dersin dahi

Anlamak şânından ise ehl-i irfânda ara

Onsekiz bin âlemi geşt eylesen bulmak muhâl

Seni yokdan var iden Mevlâ’yı var sen de ara

Tâlib-i Mevlâ olup her kişiden Himmet dile

Gâfîl olma matlabı var sırr-ı Kur’ân’da ara

                                                           *   *   *

Uyan behey gafil hâb-ı gafletden

Ömrün geldi geçdi haberin vâr mı

Bir haber aldın mı sırr-ı vahdetden

Mürg-i cânın uçdu haberin var mı

Azığın var mıdır yola gitmeğe

Döşeğin hâzır mı varup yatmağa

Ejderhâlar gibi seni yutmağa

Yerler ağzını açdı haberin var mı

Ma’siyyet yükünü aldın boynuna

Câdûyı denîyi aldın koynuna

Aldanma sakın onun oynuna

Yakasız gömlek biçildi haberin var mı

Dervîş Himmet senden evvel gelenler

Kimi kul kimi sultân olanlar

Dünyâ benim diyüp gezenler

Ecel câmın içdi haberin var mı

            Dîğer :

Çün ki yandı aşk odu

Küllî kül olmakdır merâm

Düşüp ayak altına

Toprak yol olmakdır merâm

İşbu kesretden geçüp

Vahdet iline uçup

Lâ-mekâna per açup

Mürg-i dil olmakdır merâm

Himmet’i sorana

Dost yoluna varana

Hak’dan haber verene

Hâs kul olmakdır merâm

/346/ BEZCİ-ZÂDE MUHYİDDÎN EFENDİ

Hüseyin Hüsâmeddîn Efendi’nin şeyhidir. Konyalıdır. Ulûm-ı resmiyyeyi tahsîlden sonra meşâyıh-ı Halvetiyye’den Ezelî-zâde Şeyh Nûrullâh Efendi’ye intisâb ve tekmîl-i sülûk ile feyz-yâb oldular. Ba’dehû İstanbul’a gelerek, İdrîs-i Muhtefî hazretlerinin meclis-i şerîflerinden hisse-dâr-ı aşk olup, feyz-i nazarlarına uğradılar.

Memleketlerine avdetlerinde irşâd-ı ibâd ile iştigâl eylediler. Sultân Ahmed devrinde tekrâr İstanbul’a geldiklerinde Dârüssaâde Ağası Muhammed Ağa merhûmun Çarşamba’da ihyâ eylediği zâviyenin meşîhatı uhdelerine tevcîh olundu. Burada va’z ve irşâd ile dem-güzâr iken 1020/(1611) târîhinde; yâhud Vefeyât-ı Hâfız Hüseyn-i Ayvansarâyî’de mezkûr olduğuna ve “Mülâkât-ı mevt” (ملاقات موت) terkîbinin delâletine göre 1018/(1609) târîhinde irtihâl-i dâr-ı bakâ eylemiştir. Üsküdar’da Divitçiler’de kâin mezkûr tekkede ilk def'a şeyh idi. Orada defîn-i hâk-i gufrândır.

Sâlifu’z-zikr Vefeyât’da şu îzâhât vardır:

“İznik’den gelip, Nûreddîn-zâde hazretlerinden ahz-ı feyz-i tarîkat etmiş. Üsküdar’da Vâlide Sultân Câmi'-i şerîfinde vâiz ve tekkesine Vişne Muhammed Efendi yerine şeyh olmuştu. Şekûrî Efendi Tekkesi’ne ibtidâ defn olunan zâtdır. Muğni’l-Lebîb Şerhi vardır.”

Ezelî-zâde Şeyh Nûrullâh Efendi, Nureddin-zâde’den kinâyet olsa gerektir. Bir de, Vâlide Tekkesi’ne de şeyh oldukları beyân-ı vâki’den münfehim olmaktadır.

Müstakîm-zâde buyurur ki:

“Azîzleri Hâce Ali er-Rûmî tarafından nazar-endâz-ı kulûb-ı âşıkân hizmetinde istihdâm buyurulup, kendilerinin mürîdânının ehaslarından gayrı bir ferdin bu sırra ıttılâı yoktu. Hz. Şeyh, zamânın îcâbına göre ne mertebe perde-i istitâr altında yaşamışlar, kimse onun Hamzavîliğine muttali’ olamamış.” (Kaddesa'llâhu sırrahû)

İlâhiyyâtından:

Arz it cemâlin göreyim ey mâh-ı tâbân Mustafâ

Ref it nikâb-ı rûyunu mihr-i dırahşân Mustafâ

Hakk’ın sen oldun mazharı sensin kamunun rehberi

Seni seven olur velî gevherlere kân Mustafâ

/347/  İren sana irdi Hakk’a aşk zincîrin boynuna taka

Tâ Hak Cemâl’ine bakâ ey nûr-ı cânân Mustafâ

Seninle oldu âftâb gönderdi Hak sana Kitâb

Âşıklara feth oldu bâb ey derde dermân Mustafâ

                     *   *  *

Derd ehli libâsını aşk ile giysin gelsün

Zühd ü şeker gibi zevk ile yiyen gelsün

Ol günleri sâim hem giceleri kâim

Fukarâ âteşine dâim sabr ile yanan gelsün

Hakk’a irmez kimse atlas libâs ile

Öz kendi eliyle cânına kıyan gelsün

Kâl ü kîl ile hergiz menzile irişilmez

Kendüliğiyle olmaz mürşide uyan gelsün

Aldanma sakın Muhyî her âline dünyânın

Öz varlığını bugün yokluğa sayan gelsün

                     *   *   *

Cümlenin mahbûbu sensin ey Habîb-i Ezelî

Cümle Yûsuf lar içinde ey güzeller güzeli

Kuntu kenzin[79] sanadır matlab-ı a’lâ sensin

Mazhar-ı zât-ı Hudâ'sın nakş-ı rûhun yazalı

Cümle ümmet âşık oldu sana ey seyyid-i halk

Himmetinle gitdi gayri bâğ-ı vahdet gezeli

Cümle âlem kapuna yalvara geldi ey Şefî’

Hep kabûl oldu dilekleri Ehad-i lem-yezelî

Oldu uşşâk gözü giryân dili püryân ey Habîb

Oldu mecnûn u divâne Muhyî hüsnün sezeli[80]

ŞEYH ABDULLÂH EFENDİ

Himmet-zâde’dir. 1050/(1640) târîhinde, İstanbul’da dünyâya kadem-zen olmuşlardır. Silkü’d-Dürer ve Tezkire-i Sâlim’in beyânına ve tedkîkâtıma nazaran, “Himmet-zâde” nâmıyla şöhret-şiâr olan bu zât-ı muhterem, peder-i mükerremlerinden tahsîl-i ulûma başlayıp, ilm-i bâtından da hisse-dâr-ı zevk olmak emeliyle, yine pederlerine intisâb eylemişlerdir. Ekmel-i sülûk ile müstahlef olduktan sonra, 1080/(1669) târîhinde pederlerinin yerine Kâsım Paşa Câmi'-i şerîfi vâizliğine ta’yîn olunup, on sene bu hizmeti edâ eylemiştir. Ba’dehû Halîl Paşa Câmii vâizliğine ta’yîn olundukta, Kasım Paşa vâizliği, yine pederlerine kalmıştır. Peder-i muazzamlarının 1095/(1684) senesinde âlem-i bakâya irtihâlinde câ-nişîni oldular.

/348/ 1110/(1698-99) târîhinde Sultân Mehmed Hân-ı râbi' Defter-dârlarından İbrâhîm Efendi, Abdullâh Efendi nâmına, İstanbul’da Yüksekkaldırım civârındaki dergâh-ı şerîfi inşâ eylemiştir.

Himmet-zâde Dergâhı’nın[81] bahçe kapısındaki manzûme-i târîhiyyedir :

Şeyh Bayramî Hüsâmeddîn Efendi yümnile

Açdı bu dergâh-ı âlî-şâna bâb-ı müstetâb

Bâreke’llâh aldı bir de arsa bindörtyüz zirâ’

Eyledi sarf-ı nükûd u himmet ol âlî-cenâb

Yapdı bir nev-dâire tevsî’-i dergâh eyledi

Sâlikânı kıldı şad ol şeyh-i kudsiyyet-nisâb

Cedd-i pâki pîr-i rûşen-dil Cenâb-ı Himmet’in

Eyledi hoş-nûd rûh-ı pâkini bî-irtiyâb

İtdi Bayramîleri memnûn bu sa’y ü gayreti

Himmetinden oldu Bayram-ı Velî’nin feyz-yâb

Bâni-i sânî disem lâyık o zâtın şânına

Hak teâlâ ömrün efzûn ide tâ-rûz-ı hisâb

Pertev-i mihr-i yakîn itsün münevver kalbini

Feyz-bahşâ-yı cihân oldukça mihr-i intisâb

Dergeh-i tevhîde râh açdı bu bâb-ı dil-güşâ

Nâmını koydu anun çün “Bâb-ı Âlî şeyh u şâb

Bir düşer ancak Bahâî böyle târîh-i güher

İtdi bu dergâha Allâhu teâlâ feth-i bâb

(اتدى بو دركاهه الله تعالى فتح باب) =1315/(1897)

Hadîkatü’l-Cevâmi’ yazıyor:

“Şeyhü'l-islâm Ebû Saîd Efendi-zâde Feyzullâh Efendi zamânında Halîl Paşa Câmii vâizliğini âhara ferâğ eyleyip, 1099/(1688) senesinde Haremeyn-i muhteremeyni ziyârete âzim olmuştur. Huzûr-ı Saâdet’e vardıkları zamân vâridât-ı kalbiyyeleri mahsûlü olan şu na’t-ı şerîf Hüseynî makâmından bestelenmiştir. Elsine-pîrâyı zâkirândır:

Ravzana çün yüz süren bulur emân

El-emân ey Fahr-ı âlem el-emân

Her gelen dil-haste bulur tâze cân

El-emân ey Fahr-ı âlem el-emân

Oldum aşkınla diyârımdan cüdâ

Tâ dühûl-i ravzana olam sezâ

Hamdü li’llâh Hak nasîb itdi bana

El-emân ey Fahr-i âlem el-emân

Anda ki medfûn ola nâzük tenin

Cennet-i a’lâya benzer medfenin

Dervîş Abdullâh garîbindir senin

El-emân ey Fahr-ı âlem el-emân

Hicâz’dan avdetlerinde yine irşâd-ı nâsa başlayarak kendilerinin bir deryâ-yı irfân olduğuna vâkıf olan Şeyhü'l-islâm efendi, umûmun istifâdesini te’mîn için, katar şeyhleri sırasına sokarak, 1103 senesi Cemâziye'l-âhirinde (Şubat-Mart 1692) Sultân Selîm; 1105 senesi Cemâziye-l-âhirinde (Şubat 1694) Fâtih; 1120 senesi Cemâziye'l-evvelinde (Temmuz-Ağustos 1708) Bâyezîd; 1122 senesi Rabîu'l-evvelinde (Mayıs 1710) Süleymâniyye cevâmi’-i şerîfesi vâizliğine sıra ile ta’yîn olunup, sene-i mezkûre (1122) Şevvâlinde mürg-ı rûhu ravza-i Rıdvân’a pervâz eylemiştir. Kabr-i şerîfleri Üsküdar’da pederlerinin yanındadır.”

Ahibbâsından Hacı İsmet Efendi bu târîhi söylemiştir:

Kâşif-i sırr-ı hakîkat vâkıf-ı ilm-i ledün

Şeyh Himmet-zâde Abdullâh Efendi ol hümâm

Mürg-i rûhu lâne-sâz-ı gül-şen-i Adn itdi tâ

İde ervâh-ı safâ-me’nûs ile zevk-ı müdâm

Gûş idince İsmetâ kıldım duâ târîh içün

İde Himmet-zâde Yâ Rab Arş-ı a’lâyı makâm

(ايده همت زاده يا رب عرش اعلايى مقام) = 1122/(1710)

Dîvân eş’ârı olduğunu Hâfız Hüseyn-i Ayvânsarâyî yazıyor. Tezkire-i Sâlim’de deniliyor ki:

“Abdullâh Efendi, nâzik-tabîat, hoş-sohbet, erbâb-ı irfânın serveri bir zât-ı âlî-kadr idi. Şîrîn edâ, sâhib-i ulâ idi. /349/ Müretteb Dîvân-ı bülend-unvânı, husûsan matâli’da azîm ulüvv-i şânı vâr idi. Şiirde “Abdî” tahallus buyururlardı.”

Müşârünileyhin hüsn-i hatta dahi mâlik olduğunu Tezkiretü’l-Hattâtîn böyle haber veriyor:

“Himmet-zâde Şeyh Abdullâh Efendi hazretleri meşâhîrden ve Hâfız Osmân Efendi hazretleri me’zûnlarından olup, leyl ü nehâr himmet-verziş ü kûşiş ile âlî-mertebe olmuştur.”

Menâkıb-i Evliyâ’da ise, “Zât-ı irfân-simâtları nâzik-tabîat, hoş-sohbet, ser-bülend-i ehl-i dilân, rehber-i sâlikân bir vücûd-ı bî-hemtâ idi.” deniliyor.

Eş’ârından :

İltifât itmez fenâ mülküne ehl-i hâller

Mülk-i bâkîye heves eyler bu ferruh-fâller

Hak içün bir ilm oku oldur seninle kalacak

Sen gidersen bunda kalur cümle kîl ü kâller

Devlet oldur kim müeyyed ola fânî olmaya

Vasf-ı fânîdir bu idbâr ile bu ikbâller

Derviş Abdullâh figân eyler işitmezsin sözün

Tâ-be-key ey nefs-i bed-hûd sende bu ihmâller

                     *   *   *

Kendimin gönlümde buldum yâresin

İsterim Mevlâ’dan anın çâresin

Hakk’a irmeğe gerekdir reh-nümâ

Bilmediğin yola nice varasın

Elde iken uymayanlar mürşide

Varsun ömrü olduğunca arasın

Âb-ı tevhîd ile şüst ü şûlar it

Silmek istersen derûnun karasın

Benden Abdullâh dilersen himmeti

Nefsinin fehm eylesün emmâresin

                     *   *   *

Mezâhir kesretinden vâr mı mâni’ vahdet-i Zât’a

Tecellî-i sıfâtı cilve-gerdir cümle zerrâta

Heyûliyyü’l-mizâc olmak gerekdir tâlib-i ma’nâ

Ki zîrâ kâbil ister levh-ı kalbi cümle hey’âta

Şular kim rütbe-i Ma’bûd’u gördü nîk ü bed bilmez

Bu menzil sâhibi bakmaz ibâdâta hatîâta

Perestiş-kâr zât-ı baht olurlar vâsılân-ı Hak

Ki görmezler sezâ bir zât-ı mahbûbu ibâdâta

Eğer bir çeşm-i hak-bîn eyledinse Abdiyâ peydâ

Nazar sal pertev-i hûrşîde bakma cûş-ı zerrâta

                     *    *    *

/350/ Âsitânın ey şeh-i “levlâk me’mendir bana

Hâk-pâyın tûtiyâ-yı çeşm-i rûşendir bana

                     *   *   *

Hırâm ile giyüp kaftân-ı âlî dirse bî-diller

Kad-i bâlânı âl ile temâşâ itmek isterler

Âsârı:

Dîvân’larından başka bir tezkire-i şuarâ kaleme almışlar imiş. Şerh-i Kasîde-i Molla Örfî nâmıyla bir eserlerini mütâlâa ettim. Bunun şerhi mukaddimesinde,

“Açsun dir isen bâb-ı atâyı Fâtih

  Olsun dir isen feyz-i ilâhî sânih

  Meşrûh ola dirsen dil-i sahtın Abdî

  İhlâs ile ol na’t-ı Nebî’yi şârih”

diye başlıyor. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

ŞEYH ABDÜSSAMED EFENDİ

Şeyh Abdullâh Efendi-zâde’dir. 1081/(1670) senesinde İstanbul’da dünyâya gelmiştir. Büyük pederlerinin irtihâlinde ondört yaşında imiş. Onların da hüsn-i nazarlarına nâil olduğu müstedeldir.

Silkü’d-Dürer’de okudum:

“Pederleri Abdullâh Efendi’den tahsîlde bulunup nisbetleri dahi onadır. Kudret-i ilmiyyeleri şöhret-gîr-i âfâk-ı âlem oldu. Pederlerinin irtihâlinde kırkbir yaşında idi. 1122/(1720) senesinde Yüksekkaldırım’daki dergâh meşîhatine nâil oldular. Va’z u irşâdda yed-i tûlâsı vardı. Süleymâniyye Câmi'-i şerîfi vâizliğinde bulundular. Şöhret-i azîmesi hasebiyle umûm halk kendilerine karşı pek ziyâde âsâr-ı hürmet göstermiş ve dergâh-ı âlîleri ziyâret-gâh olmuştu.”

1151 sene-i hicriyyesinde (1738), Vefeyât’ın yazdığına göre 1150/(1737) târîhinde azm-i gül-şen-serây-ı cinân eylemiştir. Na’ş-ı mübârekleri Üsküdar’a nakl olunup, pederlerinin yanında defn edilmiştir.

Düşdü bir târîh Şeyh Abdüssamed

 (شيخ عبد الصمد)

târîh-i rıhletidir.

Vâlideleri tarafından siyâdeti vardır. Ordu şeyhliğinde de bulunmuştur.

Esrâr-ı aşk u tevhîde müteallik gazeliyyâtı vardır. Atîdeki na’t-ı şerîf kendilerinindir. Hicâz makâmından bestelenmiş, elyevm mevlid-i şerîf cem’iyyetlerinde ikinci bahrde okurlar:

Tende cânım cânda cânânım Muhammed Mustafâ

Mülk-i dil tahtında sultânım Muhammed Mustafâ

Muntazırdır mâh cemâlin görmeğe âşıkların

Gel tulû’ it mâh-ı tâbânım Muhammed Mustafâ

Cilve-gerdir dâimâ nakş-ı cemâlin sînede

Hâne-i kalbimde mihmânım Muhammed Mustafâ

Derd-mendim âşık-ı bî-çârenim üftâdenim

El-emân ey derde dermânım Muhammed Mustafâ

Yâ Rasûla’llâh garîbindir senin Abdüssamed

Kıl şefâat ey kerem-kânım Muhammed Mustafâ

Abdüssamed Efendi’nin sandûkalarının önündeki levhadan manzûme-i âtiyeyi istinsâh ettim:

Kutb-ı asr(dır) zümre-i Bayramiyân

Şeyh Himmet-zâde ol âlî-sened

Kumri-i “hû hû”-zen-i aşk-ı Hudâ

Sebha-gerdân-ı duâ-yı lâ-yurad

/351/ Feyz-bahşâ-yı derûn-ı sâlikîn

Çâre-sâz-ı hâtır-ı erbâb-ı derd

Bulmayup bânû-yı dehrin ismetin

Kurb-ı Hakk’ı kıldı aksâ-yı emed

İrciî emrine itdi imtisâl

Almadı çeşm-i ümîde nîk ü bed

İştiyâk-ı “semme vechu’llâh[82] ile

İtdi hubb-ı mâ-sivâyı tard u re d

Lî-maa’llâh[83] sohbetine cân atup

İtdi gayra dirliğin hep kasr-ı yed

Dûd-ı ah-ı asdıkâsından n ola

Arş’a dek peyveste olsa sad-amed

Eyleye ol vâiz-i gevher-nisâr

Kürsi-i Adn üzre bülbül-veş gıred

Cedd-i pâki Himmet-i kudsiyyesin

Eyleye Hak afv u gufrâna meded

Eyleyüp a’mâlin ıhlâsa karîn

Kabrini pür-nûr ide Rabb-i Ehad

İntikâl itdikde levh-ı hâtıra

Düşdü bir târîh Şeyh Abdüssamed

ŞEYH SEYYİD NÛRULLÂH EFENDİ

(Şeyh Abdüssamed Efendi’nin) yerine, oğlu Nûrullâh Efendi şeyh olup, Sultân Ahmed şeyhi iken irtihâl etmiştir, “Vâiz-i Sultân” (واعظ سلطان) 1180/(1866)[84] (vefât) târîhine müsâdiftir. Zâviyesi hazîresinde medfûndur.

/352/ ŞEYH İBRÂHÎM-İ CEZBÎ

Tırhala’dan zuhûr ile kesb-i kemâlât edip, Himmet-zâde Abdullâh ve Abdüssamed efendiler hazerâtının şeref-i sohbetine mazhar olmuş ve onlardan istifâza eylemiştir.

Bidâyet-i hâllerinde Başmakcı-zâde Seyyid Ali Efendi’nin kazaskerliği zamânında Rumeli Kalemi’ne devâm edip ba'zı yerlerde kâdîlık dahi etmiş idi. Müstağrak-ı deryâ-yı cezbe olduklarından, “Cezbî” tahallus etmişler. Âlem-i tasavvufda söylediği sözler ehl-i zâhirin hoşuna gitmediğinden, bî-çâre Dersaâdet’ten teb’îd olunmuştur. Bir rivâyette burada şehîd edilip Edirnekapı hâricinde defîn-i hâk-i rahmettir. "Şer’-i şerîf" (شرع شريف) 1160/(1747) (vefât) târîhidir.

Kıymeti maa't-teessüf bilinememiştir. Müretteb Dîvân’ı vardır. Mütâlâa ettim. Gayr-i matbû'dur. Pek kıymet-dârdır.

Der-i lutfun bize dârü’l-emândır yâ Rasûla’llâh

Saâdet re’fet andan râyegândır yâ Rasûla’llâh

Kerem-dîde kemînendir umar ihsânını Cezbî

Kapunda zâr u üftâde gedâdır yâ Rasûla’llâh

                     *   *   *

Derd-i aşkı ister isen gel beru kim kân budur

Ger ilâç ister isen zahm-ı dil-i Lokmân budur

Gayriye hâcet bırakmaz Himmetî’nin himmeti

İşte her yüzden devâ-yı himmeti dermân budur

Gel tarîk-ı Hazret-i Sultân Hacı Bayram’a ir

İster isen kim gönül menşûrunu sultân budur

Vâsıl-ı Rabb olmak istersen eğer zâhid yürü

Halka-i tevhîde irgür ki özün dîvân budur

Ko şu âlâyîşi terk it kâmilen dil-dârını

Vâkıf ı sırr-ı “aref’ olmak dilersen şân budur

Bulmak istersen eğer dürr-i maârif dânesin

Gir hakîkat bahrına gör bahr-ı bî-pâyân budur

Râbıtayla dik gözün Cezbî tecellî beytine

Her seher durma tavâf it sûret-i irfân budur

                     *   *   *

/353/ Eyâ gül yüzlü sultânım gönül sensiz karâr itmez

Tabîbim derde dermânım gönül sensiz karâr itmez

Ne yerlerde karâr itsem dahi seyr ü şikâr itsem

Aceb mi âh u zâr itsem gönül sensiz karâr itmez

Cihânın bâğ u bostânı dahi seyr-i gülistânı

Bana arz itdiler anı gönül sensiz karâr itmez

Görünmez gözüme âlem olamam dâimâ hurrem

Çü sensin cümleden akdem gönül sensiz karâr itmez

Karârım yok bu yerlerde aceb kim uğradım derde

Figân idüp seherlerde gönül sensiz karâr itmez

Bu Cezbî şem’-ı cânâna dolaşup misl-i pervâne

Düşüp nâra Halîlâne gönül sensiz karâr itmez

                     *   *   *

Mekteb-i dilden açıldı nüsha-i tefsîrimiz

Ehl-i aşka bahş-ı cân eyler bütün takrîrimiz

Tâlib-i ilm-i maânî anlamaz zâhid anı

Bir muammâ söyleriz esrârdır tâ’bîrimiz

Biz Mesîhâ-demleriz hem haste-i cânân içün

Bir devâdır ehl-i derde nefha-i iksîrimiz

Biz gürûh-ı Himmetî’yiz sorar isen zâhidâ

Mümtezicdir çün nüfûs-ı aşk ile tahmîrimiz

Gelmişizdir aşk ile Cezbî cihân iklîmine

Çün uyanmışdır ezelden şem’a-i takdîrimiz

ŞEYH BAHÂEDDÎN EFENDİ

Şeyh Nûrullâh Efendi-zâdedir. Pederlerinin yerine Yüksekkaldırım’daki dergâha şeyh olmuşlardır. İrtihâlinde dergâh hazîresinde defn olundu.

ŞEYH ABDÜLHAY EFENDİ

Şeyh Bahâeddîn Efendi-zâde’dir. Hayli zamân irşâd-ı uşşâk ile meşgûl olup, 1275/(1859) senesinde âzim-i dâr-ı naîm oldu. Üsküdar’da civâr-ı Hz. Himmet’de âsûde-nişîn-i rahmettir.

Şu na’t kendilerinindir:

Ey Habîbu’llâh Muhammed Mustafâ

Eyle feyzin ni’metine ihtidâ

Zât-ı pâkin rahmeten li’l-âlemîn

Müznibîne şâfi’ (ol) rûz-ı cezâ

Tâ ki cânım tendedir olmam şehâ

Bâb-ı lutfunda cüdâ subh u mesâ

İstinâdım intisâbım sanadır

Dâmenin elden bırakmam dâimâ

Kıl şefâat rahm idüp Abdülhay’a

Çünki sensin şâfi’-i rûz-ı ceza

Abdülhay Efendi’nin iki mahdûmu vardır.

ŞEYH HÜSÂMEDDÎN EFENDİ

(Abdülhay Efendi’nin bu iki oğlundan) büyüğü,[85] hayli zamân vazîfe-i meşîhati îfâ ile âzim-i dâr-ı bakâ olunca, küçüğü (olan) Şeyh Hüsâmeddîn Efendi, câ-nişîn-i irşâd olmuştur.

Nûrâniyyü’l-vech, ehl-i zikr, hoş-sohbet, edîb, halûk, ahlâk-ı cemîle sâhibi bir rehber-i hak-bîn idi. Kendileriyle görüştüm. Pek mütezevvık oldum. Evkâf-ı Bayramiyye’den güç hâl ile tedârik ettiği paraya, ashâb-ı muhabbetin inzimâm eden nakdîne-i himmeti ile Ankara’da Hz. /354/ Pîr Bayram-ı Velî efendimizin türbesini ta’mîr ve sırmalı pûşîde i’mâl ve pirinçden şebeke inşâ ile tezyînine bezl-i gayret etmiş ve bu hıdmet-i şerîfe yüzünden müftehir olmakta bulunmuş idi. 1329 senesi şehr-i Rebîu’l-evvelinde (Mart 1911), İzmir’de irtihâl-i dârı bakâ eylemiştir.  (Rahmetu'llâhi aleyhi rahmeten vâsiaten)

Şeyh Hüsâmeddîn Efendi, Şehremîni’ndeki dergâhın bahçesini 1400 zîrâ’ ilâvesiyle tevsîa ve dergâhı i’mâra muvaffak olmuş idi. Fakat son harîk-ı kebîrde tu’ma-i lehîb olmuştur. Elyevm yeri bostândır. Sultân Abdülmecîd Hân zamânında, 1265/(1849)’te ta’mîr olunduğu, kapısı bâlâsındaki şu târîhten nümâyândır:

Uluvv-i himmet-i vâlâsıdır Abdülmecîd Hân’ın

Ki bünyân-ı cihânı kıldı âbâdân o Zıllu’llâh

O mihr-i şevketin âfâk-ı kevne eylesün memdûd

Felek devr eyledikçe pertev-i ikbâlini Allâh

Yıkılmışdı esâsından yapıldı işte ez-cümle

Bu dergâh-ı Cenâb-ı Himmet-i ser-tâc-ı ehlu’llâh

Kerâmetle sürüp devrân içinde Şeyh Abdülhay

Duâ-yı şehr-yârı sıdkıla derd eyledi her gâh

Gel imdi himmet al âlemde yâ hû feyz-i Himmet’le

Bulur bir özge âlem bunda ehl-i âlem-i eşbâh

Şehin-şâh-ı cihânın mâ-hasal envâr-ı ihsânı

Uyandırdı çerâğ-ı Himmeti Allâh li-vechi’llâh

Bu lü’lü’-sübha-i târîhin al da destine Nâfi’

Cenâb-ı Himmet’in gel dergehinde eyle zikru’llâh

(جناب همتن كل دركهنده ايله ذكر الله) =1265

ŞEYH ABDÜŞŞEKÛR EFENDİ

Bâlâda tercüme-i hâliyle tezyîn-i sahîfe eylediğim Şeyh Abdüssamed Efendi’nin birâderi Abdullâh Efendi’nin mahdûmu, Hz. Himmet’in torunudur.

Silsile-i selâtîne dâhil olup Ayasofya şeyhi iken, “Vâiz-i Ayasofya” (واعظ آياصوفيه) terkîbinin delâleti vechile 1180/(1766) senesinde âzim-i dâr-ı cinân olmuştur. Kırkdört sene irşâd ile meşgûl olup, medfen-i pâki civâr-ı Hz. Himmet’dedir.

Kitâbu’l-Vâkıât’da, Şeyh Abdüllatîf Bursevî nakl ederler ki, Şeyh Abdüşşekûr Efendi hazretlerinin bir gün Ayasofya’da va’z buyurdukları sırada biri, kürsüye bir kağıt uzatmış, o da almış, okumuş; sâilin maksadı devrân-ı sûfıyye hakkında ve müntesibîn-i tarîkat aleyhinde, ulemâ-yı zâhire tarafından vukû’ bulan iddiâya göre, hangi tarafın haklı olduğunu meydâna çıkarması idi. Hz. Şeyh, buna kestirme cevâb vereceğim diye, “Hangi taraf beyâz baldır ile sarı altından mu’rız ise o taraf haklıdır.” /355/ buyurmuşlardır. Beyâz baldırdan murâd, nefse hâkim olup onu kahrederek rûhâniyyet sıfatıyla muttasıf kılmadan kinâyedir. Sarı altından murâd, dünyâya meyl eylemeyip, dînini dünyâya satmayarak, ehl-i hak olmaktır. Ehl-i hak olanın her hâl ü kârı ve kâli hak üzerine olur. Cevâb pek muhtasardır. Lâkin birçok hakâyıkı câmi’ olduğu gibi, o zamânda iki tarafın galeyân eden efkârı üzerinde büyük te’sîr göstermiştir. Allâh râzı olsun.

Vefeyât nâm kitâbdan istidlâl eylediğime göre, Abdüşşekûr Efendi’nin Üsküdar’da ayrı bir zâviyesi vardı. Yerine dâmâdı post-nişîn olmuştur.

Asâr-ı kalemiyyesi vardır. Kur’ân-ı azîmü’ş-şânı mev’ıza tarîki üzre tefsîr eyleyip, iki def'a tefsîr-i şerîf hatmi müyesser olmuştur. Dîvân’ı varmış, görmedim. “Düşdü gönlüm burcuna tîr-i muhabbet yâ Rasûla’llâh” kendilerinindir.

Sandûkalarının önündeki levhadan:

Kutb-ı âlem Hacı Bayram-ı Velî

Sırrını takdîs ide Hayy ü Sabûr

Sâlıkânı zümresinin ekmeli

Şeyh-i kâmil vâsıl-ı sırr-ı Şekûr

Âlim-i tefsîr-i Kur’ân u hadîs

Zâkir-i esmâ-i Gaffâr u Gafûr

Âşık-ı Hak nesl-i pâk-i Üveyis

İbn-i Himmet Şeyh Abdüşşekûr*

Âlem-i dünyâdan el çekdi o zât

Eyledi azm-i bakâ dârü’s-sürûr

Ravza-i cennet ide Hak medfenin

Hem-demi ola anın gılmân u hûr

Bir duâ ile didim târîhini

Meskeni Firdevs ola hem kabri nûr

(مسكنى فردوس اوله هم قبرى نور) =1185/(1771)

Târîh-i irtihâlinde ihtilâf buldum. Bu manzûmeye göre 1185/(1752)’dir. Vefeyât’ın beyânında ise, 1180/(1766)’dır. Vefeyât’a daha ziyâde i’timâd edeceğim. Bu manzûme sonradan yazılmış olacak. Vefeyât sâhibi o zamâna yetişmiştir.

ŞEYH ABDULGAFÛR EFENDİ

Abdüşşekûr Efendi-zâde’dir. 1220/(1805) târîhine kadar seccâde-nişîn-i irşâd olmuşlardır. Pederlerinin târîh-i irtihâli, 1185/(1771) i’tibâr olunursa 35 sene, 1180/(1766) farz olunursa kırk sene meşîhatleri olduğu anlaşılır.

Pederlerinin yanında medfûndur. Baş ucundaki levhadan :

Kutb-ı âlem Hazret-i Abdülgafûr

Çekdi dünyâ-yı denîden dâmeni

/356/  Zikr ü tevhîd ile gitdi ol velî

Buldu vuslatda huzûr-ı me’meni

Olıcak nâil makâm-ı vahdete

Pister-i rahmet-nişîn oldu teni

Rahmetu’llâhi aleyh dir zâirân

Hoş ziyâret-gâh olmuş medfeni

Bir dahi mislini görmez bu felek

Gitdi halkın melcei hem meymeni

Âleme her dem aceb iksîr idi

Dahi Himmet uçmağının ma’deni

Pertev-i feyz-i hakîkatdir bu şeyh

Hâne-i keşf ü kerâmet revzeni

Hall iderdi Hızr-veş her müşkili

Eyler idi herkesi dil-rûşeni

Geldi Şehdî bir nidâ târîhine

Ola cennet gibi pür-nûr meskeni

(اوله جنت كبى بر نور مسكنى) + (ندا) = 1220/(1805)

Sonra Yahyâ Efendi, sonra mahdûmu Ali Baba şeyh olmuştur. Bu zât, hem Nakşıbendî, hem Bayramî’dir. Sonra Şeyh Abdülhay Efendi şeyh olmuştur. Bi'l-âhare mahdûmu Şeyh Abdüşşekûr Mahvî Efendi seccâde-nişîn olup, 1303/(1886)’da irtihâl eyledi; hâric-i türbede medfûndur. Ba’dehû Abdülhayy Efendi de bir müddet dem-güzâr-ı meşîhat oldu. (Kaddesa’llâhu esrârahum).

Elyevm şeyhi Nâsıh Efendi isminde kâmil, edîb bir zâttır.


TARÎKAT-I ALİYYE-İ CELVETİYYE

/361/ Tarîkat-ı aliyye-i Bayramiyye’den teşe’’ub eder bir şeh-râh-ı sedâddır. Hz. Bayram-ı Velî halîfesi Şeyh Muk’ad Hızır Dede hazretleri her iki tarîk arasında râbıta-benddir. Celvetîlikte ictihâd eden Azîz Mahmûd-ı Hüdâî hazretleridir.

Şeyh Muk'ad Hızır Dede

Bursa civârında Mihalıç tarafında koyun çobanlığıyla te'mîn-i maîşet ederken ayaklarına hastalık ârız olup, "kötürüm" denilecek bir hâle gelmiştir. Kendilerine, "Muk'ad" denilmesi bundan kinâyedir.

Ma'neviyyâtı mâddiyyâtına gâlib olup, sonraları mâ-sivâdan büsbütün i'râz ile Bursa'ya gelip Câmi'-i Kebîr'in eski minâre dibinde ihtiyâr-ı ikâmet ve mücâhede ve riyâzet eylemiştir. Hz. Bayram-ı Velî'ye intisâbı bundan evvel mi, sonra mı tahkîkı imkânı bulunamadı. Hz. Pîr'den mazhar-ı hilâfet olunca erbâb-ı isti'dâdı cezb etmeğe başladı. Bayram-ı Velî ile münâsebetlerine sebeb müşârünileyhin Emîr Sultân hazretlerini görmek ârzûsuyla Bursa'yı teşrîfleri olmuştur. 910/1504-05) târîhinde âlem-i bakâya intikâlleri vâki’ olmakla Bursa’da Pınarbaşı Kabristanı’nın üstünde Üçkuzular nâm mahalde vedîa-i rahmet-i Rahmân kılınmıştır. Ziyâretle kâm-yâb oldum. Pek rûhâniyyetli bir mahall-i mukaddestir.

Hz. Üftâde'nin mürşid-i mükerremi olup kibâr-ı evliyâu'llâhdan olduğuna ba'zı âsârda işâret vardır. Rütbe-i ilmiyyeleri Hz. Üftâde gibi bir halef yetiştirmelerinden nümâyândır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Hızır Dede esrâr-ı Hakk’ı ârifdir

Hızır Dede ilm-i ledünne vâkıfdır

Hızır Dede bâğ-ı tasavvufa güldür

Hızır Dede gül-şen-serây-ı aşka bülbüldür

Hızır Dede bir mürşid-i hakâyık-bîn

Hızır Dede bir rehber-i dakâyık-bîn

Hızır Dede ab-ı hayâta mazhardır

Hızır Dede’nin feyzi günden azhardır

Hızır Dede olmuş velîlere ser-dâr

Hızır Dede kâmil edîb-i feyz-âsâr

Hızır Dede irmiş harîm-i cânâna

Hızır Dede âşık Hudâ-yı zî-şâna

Hızır Dede virivir feyz-i aşkı Vassâf'a

Bi-hakk-ı Hazret-i Uftâde irsün eltâfa

/362/ HZ. ŞEYH UFTÂDE

Kevneynden âzâde, Hakk’a dil-dâde Hz. Şeyh Muhammed Uftâde, eâzım-ı evliyâdandır. İsm-i şerîfleri, Muhammed Efendi olup, lakabları “Üftâde”, mahlasları “Muhyiddîn”dir.

Bedr-i münîr-i velâyet, defîne-i nûr-ı hakîkattir. Sâdâttan olduğu mervîdir. Bunun için bir eserde, “Nûr-ı şems-i siyâdet” diye tavsîf olunmuştur:

Mürşid-i râh-ı hakîkat Hazret-i Üftâde’dir

Rehber-i ehl-i tarîkat Hazret-i Üftâde’dir

Menba’-ı feyz-i fütûh-ı ma’nevîdir şübhesiz

Nâşir-i envâr-ı vahdet Hazret-i Üftâde’dir

Hızr elinden âb-ı hayvân nûş idüp buldu ledün

Vâkıf-ı esrâr-ı Celvet Hazret-i Üftâde’dir

Âsitânına anın her kim (ki) itse ilticâ

İtmeyen mahrûm-ı himmet Hazret-i Üftâde’dir

Sâha-i medhinde tahrîk-i kemiyyet-hâmeye

Bahş iden Şemsî’ye kudret Hazret-i Üftâde’dir

Hz. Üftâde 895/(1490) târîhinde Bursa’da Araplar Mahallesi’nde kadem-nihâde-i âlem-i şuhûd oldular. Vâlidesi vâkıasında nev-zâdını bir süt deryâsına dalıp çıkarken gördüğünü endîşe ile zevcine anlatdıkda, “Oğlumuzun ehl-i ilm ü kemâl olacağına delâlet eder.” diye tefsîr ettiğini Silsile-nâme-i Celvetiyye’de okudum. Zamân-ı tahsîl gelince yazmağa, okumağa başladılar. Zekâ-yı fevka’l-âdeye mâlik, sâhib-i isti’dâd olduğundan, tahsîlleri henüz ilm-i nahv ile iştigâlleri zamânında güşâyiş bulmuş, pek az zamân sonra istihrâc etmediği ilim kalmamış idi.

Bir gece âlem-i menâmda Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî efendimizi görürler; “Bizim Mesnevî’mizden de bahs ediniz.” emrine karşı, Lisân-ı Fârisî ile iştigâlleri olmadığını arzedince, “Siz başlayınız. O lisân size, münkeşif olur.” buyurulmuştur.

Hz. Uftâde, esnâ-yı va’z u tedrîsde, Mesnevî-i şerîfden de bir kaç beyit okur, lisân-ı tasavvuf üzere tahkîkât-ı belîğa ve tedkîkât-ı bedîada bulunurlardı. Sesi gâyet güzel olduğundan, Bursa’da Câmi'-i Kebîr’de ve ba'zı mescidlerde, hasbeten li’llâh, ezân okurlar imiş. Halk ise, âsâr-ı tehâlük gösterir, dinlerler imiş. Sonra kendilerine maâş bağlamışlar, fakat rü'yâsında, “Mertebenizden üftâde oldular.” dediklerinden, bundan sonra /363/ müteessiren maâşı derhâl terk edip, ke-mâ-kân riyâzetinde devâm ile kendini, “Üftâde” diye telkîb eylemişlerdir. Bundan evvel “Muhyîddîn” tahallus edip, bu mahlasla ba'zı kelimât îrâd buyurdukları menkûldür. Hadîkatü’l-Cevâmî’ nâm eserde muharrer olduğuna göre, feyz-i ma’nâ tecellî edince, İstanbul’a gelerek Hz. Sünbül Sinân-ı Halvetî’den nisbet alarak âsitâne-i Hz. Pîr’de, pîş-kadem olmuştu. Bu zamânı tahayyül ettiğimde dûçâr-ı vecd olurum. Hz. Sünbül’ün etrâfında, Hz. Merkez, Hz. Hayreddîn-i Tokâdî, Hz. Şa’bân-ı Velî, Hz. Şeyh Ya’kûb ve Hz. Üftâde gibi her biri zamânının kutbu olmuş zevât-ı kirâmın buradaki sohbet-i ma’nâları ne zevk-âverdir.

Hz. Üftâde, Bursa’da henüz sığar-ı sinninde iken Hızır Dede hazretlerinden de tarîk-ı Bayramî’yi alarak mecmau’l-bahreyn olmuşlar idi. İctihâdları tarîk-ı Bayramî’den zuhûr ile Celvetî meslekini açmışlardır.

Kemâlât-ı ârifâneleri hakkında İsmâîl Hakkı hazretleri tarafından ba'zı âsârında tesâdüf ettiğim fıkraları nakl ediyorum:

“Üftâde hazretleri, merhûm Şeyhü’l-Ekber (kuddise sırruhu'l-athar) hazretlerinin meşrebinde idiler. Fahrü’l-müteahhirîndirler. Emselü’l-müteeddibîndirler. Mürşidleri Hızır Dede’nin vefâtından sonra, Şeyh-i Ekber hazretlerinin rûhâniyyetlerinden istifâza buyurdukları, Vâkıât nâm eserde okunmuştur.

Evâil-i hâlinde Bursa Kaplıcası’na giderken, yolda rast geldikleri bir müderris, Hz. Şeyh’e ta’rîz ve istihzâ tarîkıyla Şeyhü’l-Ekber hazretlerinin, (أنا القرآن والسبع المثانى)[86] makâle-i hakîkat-üslûbunu arz eder. Hz. Üftâde, tarîka-i te’vîle sülûk ile, (أنا القرآن رجل عدل)[87] kabîlindendir, (أنا قارى القرآن)[88] ma’nâsınadır.” cevâbını verince, müderris, şu cevâb-ı iknâîye hayrân, Hz. Şeyh’e meftûn olur.

Ulemâ-yı münkirînden biri, bir gün eziyyet ve imtihân tarîkıyla Hz. Üftâde’nin nezd-i âlîlerine gelip, hakâyık-ı Sülemî’den bahs edince, Şeyh hazretleri bi-tarîkı’t-tevâzu', “Biz onun ehli değiliz. Lâkin niyyetinizi Mesnevî-i şerîfden tefe’’ül edelim.” buyurup Mesnevî-i şerîfden açtıklarında, bu beyt-i garrâ zuhûr eylemiştir:

رهرو راه طريقت اين بود

كاو باحكام شريعت ميرود[89]

/364/ O münkir bu hâli görünce, “Bu iş bizim anladığımız gibi değilmiş.” diyerek derhâl terk-i inkâr eylemiş ve ol Hazret’e bende olmuştur.”

Muhammediyye Şerhi’nde nakl olunur ki:

“Şeyh Üftâde hazretleri (tarafından), yeşil, libâs-ı sâdât olmakla teeddüben terk olunup, yalnız tâcda ihtiyâr olundu. Onun için tarîk-ı Celvetî’de hâlâ yeşil tâc ile teberrük ederler.”

Müstakîm-zâde, Tâc Risâlesi’nde der ki:

“Şeyh Muhammed Üftâde’nin tâcı oniki terklidir ki Lemezât’da mezkûrdur.”

O zamânın şuarâsından Cinânî, Hz. Şeyh’i temdîhan der:

Düşenler anınla bulurdu kıyâm

Ana gerçi Üftâde dirlerdi nâm

Hızır Dede’nin intikâlinde Hz. Üftâde, onyedi yaşında olmak üzere hisâb olunur. Sekiz sene hıdmet-i aliyyelerinde bulunmuş, nâil-i hilâfet olup, şeyhinin intikâlinden sonra, keşfinin açıldığı menkûldür.

Muharrir-i fakîr, bunda bir yanlışlık buluyorum. Onyedi yaşında hilâfet verilmez. Yâ Hızır Dede’nin irtihâl târîhi daha sonradır, yâhûd Hz. Üftâde’nin târîh-i velâdeti daha evveldir. Herhâlde bunda muhtâc-ı tedkîk bir cihet vardır. Sekiz sene hıdmet-i aliyyelerinde bulunduysa, dokuz yaşında intisâb etmiş oluyor. Bu yaşta bir çocuk velevki fevka'l-âde bir tînette yaratılmış olsa bile, hakâyık-ı zevkiyyeye muttali’ olamaz. Târîhçe olan mübâyeneti Yâdigâr-ı Şemsî nâm eserde Şeyh Şemseddîn-i Mısrî dahi nazar-ı dikkate alarak te’lîfe uğraşmıştır.

Hz. Üftâde’ye Üveysîlik dahi isnâd ederler. Pek şiddetli riyâzet ve mücâhedede bulunduklarını Silsile-nâme-i Celvetî’de okudum.

Elyevm, türbe-i şerîfelerinin karşısındaki câmi'-i şerîfi bidâyeten ahşâb olarak inşâya delâlet edip, âtîde beyân olunacağı üzere hafîdi zamânında kârgîr olarak inşâ olunmuştur.

Hz. Üftâde, Emîr Sultân Câmi'-i şerîfinde vazîfe-i hitâbeti de îfâ için halk tarafından gösterilen eser-i ilhâh u ibrâma karşı gelmeyip kabûl etmiş; fakat maâşını fukarâ-yı tarîkata tevzî’ eylemiştir.

Azîz Mahmûd-ı Hüdâyî hazretlerinin mürşid-i mükerremleri olup dâire-i kübrâ ricâlinden olduklarına urefâ müttefiktir.

Kemâlât-ı ârifânelerine ıttılâ’ husûlü için mürîd-i muhteremleri Hz. Hüdâyî tarafından kaleme alınan Arabiyyü’l-ibâre Vâkıât ile bunun kısmen tercümesi olan Kelimât-ı Âliyât-ı Câriye Beyne Üftâde Efendi ve Azîz Mahmûd-ı Hüdâyî Efendi nâm eseri okumak lâzımdır.

Osmânlı Müellifleri sâhibi Bursalı Tâhir Bey, /365/ yazıyor ki:

“Hz. Hüdâyî tarafından Vâkıât nâmıyla Arabiyyü’l-ibâre bir eser-i kebîr vardır. İsmi et-Tibrü’l-Mesbûk el-Müştemilü alâ-mâ-Cedâ mine’l-Latâifi fî-Esnâi’s-Sülûk’tur. Bursa’da Câmi'-i Kebîr Kütübhânesi’nde, İstanbul’da Bâyezîd Câmi'-i Şerîfi derûnundaki kütüb-hânede ve Âsitâne-i Hüdâyî’de ve Üsküdar’da Atlamataşı Kütübhânelerinde mevcûddur. Ba'zı parçalarının tercümesi de Bâyezîd Câmi'-i şerîfi derûnundaki Veliyyüddîn Efendi Kütübhânesi’nde mevcûddur.

Hz. Hüdâyî, şeyhinin huzûr-ı âlîlerinde iken lisân-ı şerîflerinden sâdır olan kelimât-ı hakâyık-âyâtı zabt etmiş ve bu eser vücûda gelmiştir.”

Maârif-i ilâhiyye ve esrâr-ı tarîkata dâir kelimât-ı aliyyelerini câmi’ bir hutbe mecmûası ve bir Dîvânçe’leri vardır. Dîvânçe’leri ahîren tab’ ve neşr olunmuştur.

İrtihâli:

Hz. Üftâde'nin, doksanüç yaşında iken 988/(1580)’de intikâl eylediği menkûldür.

Düşdü iskât-ı yâ ile târîh

Geçdi Üftâde Bursa’nın kutbu

(كجدى افتاده بروسه نك قطبى)

Müstakîm-zâde merhûmun:

Düşdü dile kalemden Üftâde

Târîh-i irtihâl-i Üftâde Üftâde

(افتاده افتاده)[90]

Türbe-i münevvereleri Bursa’da Hisâriçi’ndedir. Zât-ı kerîmânelerine pek büyük bir râbıta-i kalbiyyem olduğundan mükerreren ziyâretle kâm-yâb oldum, elhamdü li’llâhi teâlâ.

Türbe-i şerîfelerinde Hz. Hüdâyî’nin şu levhaları mevzû’-ı mevki’-i hürmettir:

Mültecâ-yı derd-mendân türbe-i Üftâde’dir

Mürtecâ-yı müstemendân türbe-i Üftâde’dir

Meskenetle gel münevver eyle maksûdun yüzün

Mehbıt-ı envâr-ı Rahmân türbe-i Üftâde’dir

                     *   *   *

Yüz süre gel gir azîzim türbe-i Üftâde’ye

Kıl ziyâretde riâyet hürmet-i mu’tâdeye

Başı tâcıydı Hüdâî’nin fütâde sen dahi

Ser-firâz olmak dilersen bende ol âzâdeye

                     *   *   *

Bâğ-ı aşkın andelîbi Hazret-i Üftâde’dir

Derdli âşıklar tabîbi Hazret-i Üftâde’dir

/366/ Vâsıl-ı kâmil odur tevhîd-i Zât’a şübhesiz

Dost ilinin reh-nümâsı Hazret-i Üftâde’dir

Eyleyen rûhundan istimdâd irişür matlaba

Hall ider her müşkilâtı Hazret-i Üftâde’dir

Mürşid-i âlî dilersen dâmen-i pâkini tut

Gösteren râh-ı Hudâ’yı Hazret-i Üftâde’dir

Sıdkıla kul ol Hüdâyî eşiğinde dâimâ

Bil hakîkat kutb-ı aktâb Hazret-i Üftâde’dir

Kemerleriyle tesbîhleri teberrüken hıfz olunmuştur, ziyâret olunur. Türbeyi yüz sene evvel sadrazam Dervîş Paşa ve devr-i Abdülmecîd-i Hânî’de cihân ser-askeri Rızâ Paşa mükemmelen ta’mîr eylemişlerdir.

Hz Şeyh’in fazâili hakkında İsmaîl Hakkı hazretleri buyururlar ki :

“İmâretten nevâle-çîn olmaktan ve çok et yemekten ihtirâz-ı tâmları vardı. Her sene Muharremde aşûre pişirtip fukarâya yedirir ve leyâlî-i mübârekede fukârâ-yı tarîkatla salât-ı nevâfile rağbet ederlerdi. Her sene mevlid okutup Cenâb-ı Risâlet-penâh’a ta’zîm ederdi. Meclis-i şerîflerine çocuk ve kadın kabûl etmezdi.

Bursa’da Hazret’in ba'zı makâmâtı vardır. Atîk Ali Paşa Câmii’nde halvet, Kaygan Câmii’nde i’tikâf etmiştir. Umurbey Câmi'-i şerîfinde bir zamânlar cuma namâzı kılarlardı. Sonraları dîğer câmi’lere de müdâvim olmuşlardır.

Şeyh Üftâde hazretleri kümmel-i evliyâdan ma’dûd olup fenâ ve bakâyı cem’ eylemiş ve fark-ı cem’den kelimât-ı âliye söylemiştir. Onun şartı üzre Hakk’a vusûlüne bu nazmı delâlet eder:

Geçesin âlem-i ferşi

Dahi hem Kürsî vü Arş’ı

Gele muştucular karşı

Digil Yâ Hû ve Yâ men-hû

Şeyh Üftâde her makâmın sırrına vâkıf olmuştur ki, hem ma’lûm, hem mechûldür. Ma’lûmiyyeti budur ki, zâhirde beşeriyyet mertebesindedir. Mechûliyyeti budur ki, sırrı gaybü’l-gaybdadır. Hak’dan gayrı hiç bir kimsenin ona ıttılâı yoktur. Bu cihetten Şeyh Üftâde, “Beni ehl ü evlâd u etbâımdan hiç bir ferd bilememiştir.” buyurur. Bu kelâmdan murâdları onu ancak nefs-i nefîs-i evlâdından olanların bildiğini beyândır.”

(Onlar da), intikâllerinden sonra makâm-ı ma’nevîde seccâde-nişîn-i irşâd olan halîfeleridir. (Bunlardan) biri Kemâl Dede nâm zâttır ki, Pınarbaşı Kabristânı’nda medfûndur.

Bu zât şerîattan, /367/ tarîkat ve ma’rifet ve hakîkattan hisse-mend olmuş bir zât-ı âlî-kadrdir. Fakat hilâfet yönünden (Üftâde’nin) vârisi Hz. Hüdâyî (kuddise sırruhu'l-âlî)’dir.

Hz. Üftâde’nin nutklarından:

Yâ İlâhî yârî kıl bana

Ki Sen’den gayri yârim yok

Ne yüzle varayım Sana

Günâhdan gayri kârım yok

Gönül yâd itdi Sübhân’ı

Gözüm yaşı ile kanı

Komuşum baş ile cânı

Bu yolda ihtiyârım yok

Yine bir menzile irdim

Nedâmet bahrına daldım

Hayli aşka dûş oldum

Sabâ gibi karârım yok

Ne dervîşim ferâgatde

Ne tâc u taht-ı devletde

Bu fânî dâr-ı gurbetde

Garîb oldum anarım yok

Benim âsî yüzü kara

Garîb Üftâde bî-çâre

Tutuşmuşum ki bir nâra

Yanımca büryânım yok

                     *   *   *

Derdimin dermânı sensin yüce sultânım meded

Cânımın cânânı sensin yüce sultânım meded

Gurbete düşdüm ilinden firkat odu yakdı âh

Vaslını eyle müyesser yüce sultânım meded

Derd-mend Üftâde’nin yokdur murâdı dâimâ

Hûb cemâlin görmek ister yüce sultânım meded

                     *   *   *

Yine düş oldu gönül cemâli şem’ine

                     *   *   *

Aslını bilen kişi itmez bu illerde karâr

Bunlar ilâhîdir. Meşâyıh-ı Melâmiyye’den Selânikli Urfî Efendi şerh etmiştir.

Bursa’da(ki) Câmi'-i Kebîr hakkında:

يا جامع الكبير ويا مجمع الكبار

طوبى لمن يزورك فى الليل والنهار[91]

beyitini inşâd buyurmuşlardır. Câmi'-i Kebîr’de levha hâlindedir.

/368/ Yâ İlâhî düşdüğüm yerde koma kaldır beni

Nice demdir ağlarım bir demde de güldür beni

Vaslının sevdâsına virdim bütün ben varımı

Müflis ü bî-çâreyim nûrun ile doldur beni

Pâdişâhım sol zamân ki da’vet idersin beni

Zâtın ile kıl tecellî ba’dehû öldür beni

Bir kerem kânı Hudâ’sın yâ Kerîm u yâ Rahîm

Rahmet ü gufrânının deryâsına daldır beni

Bahr-ı hayretde gezer Üftâde’yim yâ Rabbenâ

Rûz-gârım kıl muvâfık vaslına irgür beni

15 Zi’l-hicce 1335/(2 Ekim 1917) târîhinde Bursa’da esnâ-yı ziyârette sânih olmuş idi:

Oldum sana dildâre

Yâ Hazret-i Üftâde

Senden olmam âzâde

Yâ Hazret-i Üftâde

Zâtın kerem-kândır

Bendelik bize şândır

Bâbın ulu âsitândır

Yâ Hazret-i Üftâde

Sen ziyâ-yı dînsin

Nûr-ı aşk-ı mübînsin

Bir mürşid-i hak-bînsin

Yâ Hazret-i Üftâde

Sevdim seni pek ziyâde

Geldim senden istimdâda

Delîlsin râh-ı Hudâ’da

Yâ Hazret-i Üftâde

Senden dilerim şefâat

Bulmak isterim saâdet

Eyle îsâr-ı himmet

Yâ Hazret-i Üftâde

Bâbında garîb Vassâf

Her ân muhtâc-ı eltâf

Yâ şeyh-i pür-evsâf

Yâ Hazret-i Üftâde

Türbe-i şerîfede medfûn olan zevât-ı kirâm:

Şeyh Muhammed Efendi b. Üftâde Efendi, Şeyh Mustafa Efendi b. Üftâde Efendi, Şeyh Muzaffer Efendi, Şeyh Muhammed Efendi, Şeyh Hayreddîn Efendi, Şeyh Mustafa Efendi, Seyyid Şeyh Ahmed Efendi, Hz. Uftâde’nin harem-i muhteremeleriyle kerîmeleri.   (Kaddesa’llâhu esrârahüm)

Müşârünileyhim hep âl-i Üftâde'dir.

RESİM VAR !!!!

- Üftâde hazretlerinin türbe-i şerîfesi.


PÎR-İ TARÎK-I CELVETÎ HZ. AZZ MAHMÛD-I HÜDÂYÎ

(Kuddise sırruhu’l-âlî)

/372/  Mufahham pîr-i feyz-efzâ Azîz Mahmûd Hüdâyî’dir

Hûda’ya âşık-ı şeydâ Azîz Mahmûd Hüdâyî’dir

Gül-istân-ı hakîkatda gül-i hoş-bû-yı irfândır

İden mürde-dili ihyâ Azîz Mahmûd Hüdâyî’dir

Tarîk-ı Celvetî’de reh-nümâ-yı vâcibü’t-tebcîl

Mükerrem şeyh-i âlî-câ Azîz Mahmûd Hüdâyî’dir

Kulûb-ı zâirâna dâimâ bezl-i himem eyler

Bu zât-ı muhterem cânâ Azîz Mahmûd Hüdâyî’dir

Ziyâ-yı şems-i feyziyle dil-i Vassâf münevverdir

Veliyy-i kâmil-i yektâ Azîz Mahmûd Hüdâyî’dir

Erbâb-ı tarîkatın tâcı olan ve “Hüdâyî” mahlasıyla şöhret bulan bu zât-ı mükerrem, eâzım-ı ricâlu’llâh’dan bir mürşid-i muazzamdır. Mevlid-i şerîfi Koçhisâr veyâ Seferîhisâr olup 950/(1543) senesinde dünyâya zînet vermiştir. Hz. Cüneyd-i Bağdâdî neslinden olduğu mervîdir.

Mukaddimât-ı ulûmu vatanları ulemâsından öğrendikten sonra, İstanbul’a gelerek Küçük Ayasofya’daki medresede ikâmet ve derse müdâvemet buyurmuşlardır ki, odalarını el’ân ahlâf-ı hasen muhâfaza etmişlerdir; ziyâret ettim. Ba’dehû Edirne’ye azîmetle Mevlânâ Nâzır-zâde’den ulûm-ı êliye vü âliyeyi tahsîl ile kâdılık yoluna sâlik olmuşlardır. İsti'dâdları pek yüksek olup, az vakitte Edirne, Şam, Mısır mevleviyyetlerine nâil oldular. Mısır’da bulundukları zamân ulûm-ı bâtınadan da hisse-mend olmak emeliyle meşâyıh-ı Halvetiyye’den Şeyh Abdülkerîm Efendi’ye intisâb ettiler. Fakat bâis-i feyz ve kemâl-i tâmları bu zât olması mukadder olmadığından, isti’dâd-ı kâmilleri nisbetinde terakkî edemediler.

981/(1573) senesinde otuzbir yaşında iken Bursa’da, hem Ferhâdiyye Medresesi’ne müderris, hem de mahkeme-i suğrâya nâib ta’yîn olunmalarıyla Bursa’ya şeref verdiler. Bu esnâda bir gece âlem-i ma’nâda cehennemi görürler. Makâmı cennet olmak üzere tahmîn eylediği ashâb-ı hayr u salâhdan ba'zı kimseleri cehennemde yanar müşâhede ederler. Uyandıkta terk-i mâ-sivâyı kurar. Bâlâda tercüme-i hâli yazılan Eskici Muhammed Dede’yi bulur. Ondan bir müddet feyz almağa başlar. Alâ-rivâyetin, “Nasîbiniz bizden değildir. Hz. Üftâde’dendir. /373/ diye ona sevk etmiştir.

Fakat dîğer menkûlâta göre, Hz. Hüdâyî’nin bu zât-ı âlî-kadrden, ya'nî Muhammed Dede’den aldığı feyz netîcesinde kalbindeki aşk galeyâna başlar ve arasıra Kaygan Câmi'-i şerîfinde va’z eden Hz. Üftâde’nin de meclisinde bulunurlardı. Vazîfe-i ilmiyye vü şer’iyyesiyle meşgûl olmakta iken, atîde tafsîlen muharrer rü’yâ mâddesi kendisinin büsbütün terk-i mâ-sivâ ile gavvâs-ı deryâ-yı ma’rifet olmasına sebeb olur.

Bursa’da zâtın biri, her sene hac için niyyet eder, muvaffak olamazmış. Haremi ise, “Her sene böyle söylüyorsun, gidemiyorsun.” diye ta’rîz-kâr olur. Bunun üzerine, “İnşâa’llâh bu sene gideceğim, gidemezsem aramızdaki nikâh sâkıt olsun.” der. O sene mevsim-i hac hulûl eder. Nasılsa avârız-ı dünyeviyye te’sîriyle gidemeyince, haremi, kendisine söylenmeğe başlar. Nihâyet, “Efendi artık eve gelme. Zîrâ ben artık sana nâ-mahrem oldum.” diye zevcini eve kabûlde beyân-ı i’tizâr ile işin bu râddeye gelmesi, bî-çâre adamı pek müşkil bir mevkie sevk ettiğinden, mes’eleden haber-dâr olan ahibbâsı, bu işte bir ma’nevî himmet sâik olmak lâzım geleceği kanâatiyle, “Kutbu’l-urefâ Hz. Üftâde’ye mürâcaat ve arz-ı keyfiyyet ile, o senin bu işine devâ-sâz olur.” derler. Hemân huzûr-ı Hazret’e gider. Arz-ı hâl eyler. Müşârünileyh, “Merâk etme, bunun bir çâresi vardır. İnâyet-i Hak ile müşkilin âsân olur.” diye tebşîrâtta bulunur ve çâre olarak buyururlar ki: “Haydi bizim eskici Muhammed Dede’ye git. Bizden selâm söyle, seni Hicâz’a götürsün.”

(O kişi), bunun üzerine Muhammed Dede’yi bulur, anlatır. Günlerden o gün yevm-i arafe imiş. Huccâc tabiî Arafat’ta bulunuyorlardı. Muhammed Dede, kuvve-i ma’neviyye ile bu zâta tayy-i mekân ettirip Beytu’llâh’ı tavâf ile Arafat’ta vakfeye yetiştirir. Arafat’ta Bursalı dostlarından mülâkî olduklarından birine, “Siz benden evvel avdet ederseniz, şu mektûbumu Bursa’daki âileme teslîm ediniz. Selâmımı söyleyiniz. Görüştüğümüzü, sıhhatimi bildiriniz.” diye ricâ eder, bir mektûb verir.

Bu hâl vâki’ olduktan sonra, bayram günü, doğru hânesine gelir, kapıyı çalar. Haremi mümâneat eder. Zevci, “Ben Hicâz’dan geliyorum. Orada ahibbâdan falan zâta da bir mektûb verdim.” demiş. Haremi, böyle iki üç gün içinde Hicâz’a gidip gelmek mâddeten gayr-i mümkin olduğundan, zevcinin sözünü /374/ eser-i cinnete haml eder. Mektûbun gelmesi için o zamânın seyr ü seferine göre lâ-ekal dört ay müddet lâzım idi. Zevci ısrâr eder, zevce mümâneat eyler. Bu bâbda bir hükm-i şer’î istihsâli için mahkemeye mürâcaata karâr verirler.

Mahkeme-i suğrâ nâibi Ebu’l-Fuyûz Mevlânâ es-Seyyid Azîz Mahmûd-ı Hüdâyî Efendi hazretleri idi. Mes’ele hâkim-i müşârünileyhe arz olunur. “Mâ-dâmki zevcin sana bir mektûb yollamış. Bakalım, o zât hakîkaten öyle bir mektûb getirip teslîm edecek mi? Şâyed teslîm ederse, o zamân zevcinin taht-ı nikâhında olduğuna hüküm lâhık olur.” diye kadına cevâb i’tâ ve mektûbun vürûduna kadar kendisinin zevcesi hânesine gidemeyeceğini de zevcine inbâ eyler.

Mürûr-ı zamândan sonra o adam gelir. Hakîkaten öyle bir mektûb getirir. Arafat’ta zevciyle görüştüğünü de söyler. Hâtûn ve zevci tekrâr huzûr-ı hâkime varırlar, mes’elenin netîcesini arzederler. Hâkim mektûbu görür, kanâat hâsıl eder. Zevcinin taht-ı nikâhında olduğunu zevce-i mûmâileyhâya söyler.

Tefhîm-i hükmden sonra, zevc olan adamı biraz alıkor. Bir odada ikisi kalırlar. Bu hâle kimin delâlet ve himmetiyle mazhar olduğunu sorar, keyfiyyeti anlar. Hz. Hüdâyî, bunun üzerine, doğru huzûr-ı Hz. Üftâde’ye varır, kendisinin mürîdliğe kabûlünü ricâ eyler. Hz. Üftâde, kabûle şart olarak, evvelâ mâldan mülkden, sâniyen me’mûriyyetinden vazgeçmeği, sâlisen nefsi ayak altına almağı teklîf eyler. Hz Mahmûd hepsini kabûl eyler, söz verir. Dâhil-i dâire-i reşâdeti olur. Nefsi ayak altına almak imtihânına uğrar.

Yevm-i intisâb l Zi'l-ka'de 984/(20 Ocak 1577) yevm-i Cumartesi olmak üzre mukayyeddir. O zamân otuzaltı yaşında idi. Hz. Üftâde, “Haydi evlâdım, bir sırık ciğeri omuzuna alıp, üç gün Bursa sokaklarını dolaşıp satmalısın.” diye emreder. Hz. Hüdâyî, sırığı samur kürkü üzerine, omuzuna alarak çarşı çarşı dolaşır. Bu hâli gören Bursa halkı, “Hâkim çıldırmış.” diye, aleyhinde şiddetli bir dedi-kodu cereyânı meydân almıştır. Hâkimlikten azl edilerek yerine dîğer bir hâkimin ta’yîni Dârü’l-Hilâfe’ye inhâ olunur.

Hz. Hüdâyî, şeyhinin bu emrini ifâdan sonra dergâhın helâlarını tathîre me’mûr olur. Bir gün abdest-hâneleri yıkarken kulağına davul-dümbelek sesi gelir. Meğer yeni ta’yin olunan hâkim geliyormuş. Âdet-i belde îcâbınca, onu /375/ istikbâl için ahâlî ictimâ’ etmiş, i’lân-ı sürûr ediliyormuş. Gelen sesten bu hâle muttali’ olunca, kendi kendine, “Yeni hâkim geliyor ha! Bî-çâre Mahmûd, sen böyle bir mesnedi terk eyledin. Şimdi abdest-hâne hizmet-kârı oldun.” yolunda nefsin iğvâsı yüzünden ye’se dûçâr olmak akabinde, derhâl kendini toplayarak, “Mahmûd! Sen şeyhine, nefsini ayak altına alacağına dâir söz vermedin mi idi?” deyip, kalbinden geçen şu hâle bile tevbe-kâr oldu ve nefsini tahkîr için elindeki süpürgeyi atarak sakalıyla helâ taşını süpürmek emeliyle kendini taşın üstüne atacağı bir hengâmda Hz. Üftâde, Hızır gibi yetişti. “Evlâdım sakal mübârek şeydir. Onunla böyle bir şey yapılmaz.” diyerek omuzundan yakaladı. “Maksad bu mertebeyi atlatmak idi.” buyurdu ve aldı götürdü. Beynlerinde her ne olduysa oldu, Mahmûd Efendi, şeyhinin bu kemâline büsbütün hayrân olarak, ona dil-dâde olup üç sene hıdmet-i aliyyelerinde bulundu. Seyr ü sülûkunu itmâma muvaffak oldu.

“Hüdâyî” mahlasını veren, Hz. Üftâde’dir. Bu zamâna kadar “Mahmûd Efendi” diye yâd olunurken bundan sonra, “Hüdâyî” diye dillerde destân oldu, hilâfet-nâmesini aldı.

Vâkıât-ı Mahmûdiyye’de manzûrum oldu ki, Hz. Hüdâyî, esnâyı sülûkunda bir gün, reîsü’l-evliyâ Hz. Üftâde’nin câmi'-i şerîfine gider, öğle namâzını edâdan sonra, Hz. Üftâde va’z u tezkîre başladığı sırada Hz. Hüdâyî murâkabesinde görür ki, ricâlü’l-gayb bunun cesedini alıp hisâr duvârına vura vura cesedi bal mumu gibi yumuşamış, hamur gibi olmuş. Sonra bu hamuru kurutmuşlar. Elekten un gibi elemişler. Sonra tekrâr hamur etmişlerdir. Hz. Hüdâyî, “Meğer benim tînetimin aslı o hamur imiş.” diye kendi sırrına işâret buyuruyorlar.

Şurası garîbdir ki, Hz. Hüdâyî’nin böyle bir müddet-i kalîle zarfında nâil-i hilâfet olmasını çekemeyen sâir mürîdân, Hz. Üftâde’ye iştikâ-yı hâl eylemişlerdir.

Mevsim kış imiş, Hz. Üftâde esnâ-yı taâmda sofraya pilâv konduğu zamân, “Şimdi bağdan tâze kopmuş üzüm gelse idi, şu pilav ile güzelce yenir idi.” buyurunca mürîdân birbirinin yüzüne bakmağa başladılar. Çünki ortalık kar ile mestûrdur, üzüm mevsimi değildir. Hz. Hüdâyî, şeyhinin teklîfindeki rumûzu keşf ile, “Efendim, müsâade buyurulursa emr-i âlîlerini infâza şitâbân olayım.” diye ma’rûzâtta bulunur. Şeyhi ise, “Memnûn olurum.” demesiyle Hüdâyî, /376/ bâğa gider. Ortalık karla mestûr olduğu hâlde, bâğda kütüklerde üzümler görür ve iki sepet üzüm doldurur. İşbu inâyet-i ilâhiyyeye müteşekkir kalır. Sevincinden esnâ-yı râhda vecd ü semâa dûçâr olur. İlâhî ve kasâid okuyarak avdet sırasında kazâen ayağı kayar, çamura batar. Kurtulayım diye uğraştıkça halâs zorlaşır. Sepetleri cânından ziyâde muhâfazaya azm eder. Bu sırada bir zât zuhûr eder. Hâlini görür, “Evlâdım, elini uzat seni kurtarayım.” der. Hüdâyî ona, kim olduğunu sorar. Hızır (aleyhi's-selâm) olduğunu söyler. “Efendim Üftâde’ye uzatılan el başkasına verilmez.” cevâbını verir. Hızır’a iltifât etmez. Sırr-ı rûhâniyyeti kuvvetiyle bataktan halâs olur. Üzümü huzûr-ı Hz. Şeyh’e getirir ve mâ-cerâyı da anlatır.

Şeyhi çok memnûn olmakla berâber, dîğer mürîdân bu hâle mütehayyir kalırlar. Bu sırada Hz. Şeyh, “Mürîdlerim! Hüdâyî’nin kemâlini sizler de anladınız ya, o, bu hilâfete çoktan kesb-i istihkâk eylemiştir.” diyerek cümlesini iskât etti.

Bağa gitmek, üzümü getirmek Hz. Şeyh’in pilavı yediği hengâm-ı kasîrdedir.

Mazhar-ı hilâfet olduktan sonra Seferîhisâr’a me’mûr olmağla, evlâd ü iyâlini oraya götürüp altı ay ikâmet eylemiştir. Hâlbuki, Hz. Hüdâyî, henüz Seferihisâr’da iken Halvetî erenlerinden, Baba Yûsuf nâmında bir mürşid-i dil-âgâhdan bir mikdâr tarîk-ı esmâ görmüş ve tecelliyyât-ı ilmiyyeden hayli merâtibe ermiş idi.

Bu kerre avdetinde Baba Yûsuf'u dünyâdan güzer etmiş bulmasıyla hâl-i murâkabede zâhir olup, “Hoş geldiniz. Bu makâm artık bizim değil, sizindir.” buyurmuştu. Hz. Hüdâyî, bir müddet sonra işâret-i ma’neviyye ile Bursa’ya avdet ve Cenâb-ı Üftâde ile sohbet ederek bir müddetcik daha hıdmet-i aliyyelerinde bulunmağı câna minnet bilmiştir.

Hz. Üftâde seherî olmağla, Hüdâyî dâimâ daha evvel kalkar, hizmetine şitâbân olurdu. Bir sabâh havâ çok soğuk olduğundan, ber-mu’tâd abdest suyunun ısıtılması geç kaldığından, şeyhi kalkıp su isteyince Cenâb-ı Hüdâyî ibriği alıp odadan dışarı çıkar. Kalbinin üstüne kor. Zikru’llâh ile ısıtmağa azm eder. Ba’dehû şeyhinin eline su dökmeğe başlar. Hz. Şeyh, “Oğlum! Bu su âteşle ısınmış değil. Haydi, evlâdım! İki arslan bir postta oturamaz.” derler. “Size Üsküdar tarafı zâhir oldu.” buyurur.

/377/ Bu ibrik topraktan ma’mûldür. El’ân Üsküdar’da, Âsitâne-i Hüdâyî’de mahfûzdur. Teberrüken ziyâret olunur.

Azîzinin emriyle Üsküdar’a gelen Hz. Hüdâyî, evvelâ Çamlıca’da, elyevm ziyâret-gâh olup, elsine-i nâsda, “Hüdâyî Çile-hânesi” denilen mahalde iki oda inşâsıyla, bir müddet burada uzlet-nişîn olmuştur. Ba’dehû Rûm Muhammed Paşa Câmi'-i şerîfi kurbünde bir odaya nakl-i mekân ederek, burada tamâm onaltı sene mücâhede eylemiştir.

Bu esnâda Rumeli Kazaskeri bulunan Sun’ullâh Efendi tavsiyesiyle, Hz. Hüdâyî, Fâtih Câmi'-i şerîfine vâiz ta’yin olundu. Bir şeyh-i huluvvü’l-lisân ve fâzıl-ı kârvân olmağla, erkân u ümerâ-yı devlet kendilerinin meftûn-ı irfânı oldular.

Halkın Hz. Azîz’e gösterdiği bu rağbet-i muhıkkâneyi çekemeyenler çoğaldı. Hâlbuki Hz. Hüdâyî’nin halaka-i va’zına şitâb edenler mütezâyid olup, hattâ vükelâ-yı devlet bile Perşembe ve Cuma günleri va’zında bulunmağa başladılar. İş bir dereceye vardı ki, pâdişâh-ı zamân Sultân Murâd Hân-ı sâlis hazretleri bile uluvv-i kadrini musaddık olup, kutbiyyetine şehâdet eylemiştir.

Sonra Rüstem Paşa kerîmesi Âişe Sultân, müşârünileyhe câmi' ve hânkâh yaptırıp, artık vâizlikten fâriğ olarak uzleti ihtiyâr buyurdular. Şeyh Ebû’l-Vefâ tarzında, câmi’-i mezkûrda İmâmeti kendi îfâ eyleyip, meşgûl bi’l-irşâd oldu. Sîyt ü şöhreti âlem-gîr idi. Vasf u senâları dillerde deverâna başladı.

Murâd-ı sâlisden sonra câ-nişîn-i saltanat olan Sultân Ahmed Hân-ı evvelin görmüş olduğu bir rü’yâyı muabbirler ta’bîrden âciz kalmağla, Azîz’e mürâcaatlarında, güzelce ta’bîr buyurulması, pâdişâhın memnûniyyetini mûcib olarak, bir iltifât-ı mahsûs olmak üzre bin altun ihdâ eylemiş ise de, kabûl etmeyip haremine hediyye etmiştir.

Pâdişâh, Cenâb-ı Şeyh’de gördüğü kemâlâta meftûn olarak tebdîlen gelip intisâb eylemiştir. Meşhûrdur ki, bir gün sarây-ı hümâyûnda abdest alırken suyunu pâdişâh dökmüş, havlusunu vâlide sultân tutmuştur.

Vâlide sultân, “Şu zât hakkında birçok şeyler söylüyorlar. Bize bir kerâmet gösterse de görsek.” diye kalbinden geçirdiği bir sırada Hz. Hüdâyî, vâlide sultâna hitâben, “Suyumu pâdişâh döktü. Havlumu vâlide sultân tuttu. Bundan büyük kerâmet olur mu?” diye latîfe buyurmuşlardır. Sultân Ahmed, Şeyh’in dâimâ rikâbında yürür imiş.

/378/ Evliyâ Çelebi Seyâhat-nâmesi’nde okuduğuma göre, yedi pâdişâh müşârünileyhin elini öpmüştür. Yüzyetmişbin mürîde irâdet vermiştir. Evsâfı hadden bîrûndur. Hayrât ü hasenâtı binden efzûndur.

Sultân Ahmet Câmi'-i şerîfinin resm-i güşâdına müsâdif ilk Cuma günü hutbeyi pâdişâhın ârzûsuyla müşârünileyh kırâat eylemiştir.

Ekâbir-i devletin teveccühât-ı mahsûsası üzerine, zâviyesine 80.000 kuruş vakfiyye tahsîs edilmiş idi. Bir rivâyete göre zâviyesini mâl kudretiyle kendisi inşâ eylemiştir. Çekmiş oldukları bunca mihen ü meşekkatin mükâfâtı dünyâ cihetinden dahi hâsıl olmuştur. Zîrâ Bursa’da iken, izzet-i vücûdu var iken müderrislik ve niyâbetten tecerrüd ittiler. Hattâ kendileri latîfe olarak, “Müderris olduk, nâib olduk. Hiç bir kimse üzerimize bir nokta koymadı. Âhirine biz bir nokta koyup nâib iken tâib olduk.” buyurmuşlardır.

İsmâîl Hakkı hazretleri buyururlar ki:

“Menâsıb-ı dünyâ sâlik-i ila’llâh olanlara maâsî makûlesinden ma’dûddur. Zîrâ sedd-i râh ve hicâb-ı Cenâb-ı İlâh vardır. Ol vaktte ki, dünyâdan kendini azl eyledi. Hânesinde dahi mâl ü mülkünü tevzî’ edip kuru ekmek ile iktifâ kıldı ve zarûret-i dünyâdan nice geceler çuha yerine abâ giydi. Seherde vakt-i vudû’da mâ-i cârîden, “Yâ dâim, Yâ dâim.” zikrini işitirdi. Kendisinin kemâl-i isti’dâdı ve şeyhinin kuvve-i irşâdıyla, otuz senede hâsıl olacak maânî kendisine üç senede hâsıl oldu. (ذَلِكَ فَضْلُ اللّهِ يُؤْتِيهِ مَن يَشَاء)[92] Azîz’in sülûku da şeyhinin evâhir-i ömründe vâki’ olmuş idi ki, zamân-ı ittisâlinden gâyete dek dört sene kadar vardı.”

Bir vakitler münzeviyâne yaşamayı tercîh buyuran Hz. Hüdâyî, bundan sonra Mihrimâh Sultân ve sâir cevâmi’-i şerîfede avâmm-ı nâsa tebyîn-i lisân-ı şeriât ve dergâh-ı münîflerinde havâss-ı ümmete telkîn-i zebân-ı ma’rifet buyurmağa başladılar. İşte bu vechle otuz küsûr sene meşgûl-i irşâd olarak, pek çok ashâb-ı vecd ü hâli, âb-ı zülâl-i irfânlarıyla sîr-âb eylediler.

Fâtih-i Bağdâd Sultân Murâd-ı râbia ibtidâ-i cülûsunda Türbe-i Hz. Hâlid’de taklîd-i seyfi Hz. Hüdâyî icrâ eylemiştir.

Ahîren neşr olunan tercüme-i hâllerine müteallik eserde deniliyor ki:

/379/ “Hz. Hüdâyî, Rûm Mehmed Paşa Câmi'-i şerîfi yesârındaki odada bir müddet ârâm-güzîn-i uzlet olduktan sonra, 997/(1589) târîhinde âsitane-i aliyyelerinin yerini tedârikle, 1003/(1595) târîhinde emr-i inşââtını icrâ buyurmuşlardır.

Tarîkat-ı aliyye-i Celvetiyye’nin zamân-ı âlîlerinde bedr hâlindeki inkişâfına bâdî, bâhirü’l-füyûzât, pîr-i a’zam müşârünileyhin ulviyyet-i kıyâset-i fıtriyyelerine, her kula müyesser olmayan müktesebât ve sia-i ilmiyyeleri ve pek az müddet zarfında mütecellî fazâil-i ma’neviyye-i ârifâneleri inzimâm ederek, hattâ tefâsîre bilâ-mürâcaa karîha-i vâsia-i mülhemelerinden tefsîr-i şerîf tahrîr buyurmak ve birçok âsârı kıymet-dâr vücûda getirmek gibi bâlâ-terîn olduğunu isbât eden kemâlât-ı ulyâlarından istifâza-i enâm maksadıyla 1002 senesi Cemâziye’l-âhirinde (Ocak-Şubat 1594) Fâtih Câmi'-i şerîfi Cuma vâizliği ve müzekkir, müfessir ve muhaddislik cihetleri uhde-i siyâdetlerine tevcîh olunarak nice uşşâk-ı Muhammediyye mazhar-ı füyûzât-ı mâddiyye vü ma’neviyyeleri olmuştur. Hattâ müellefât-ı aliyyelerinden Tecelliyyât nâmındaki Arabiyyü’l-ibâre eser-i âlî bi'l-âhare eâzım-ı mutasavvıfe-i Arabdan Abdülganî-i Nâblûsî (kuddise sırruhu'l-âlî) hazretleri tarafından şerh ve tavzîh ve kudret-i ilmiyye-i Cenâb-ı Pîr, medh ü tasrîh olunmuş olması, Azîz-i müşârünileyhin fazl ü kemâline burhân-ı celîdir. Kadrini tebcîlen pâdişâh-ı zamân tarafından 1007 senesi Muharreminde (Ağustos 1598) yüz akçe yevmî vazîfe-i muayyene ile levâzım-ı ikrâmları itmâm olunmuş ise de, o sırada âsitane-i aliyyelerinin mescid-i şerîfi minber vaz’ıyla câmie tahvîl ve emr-i hitâbetin îfâsına bi'z-zât kendileri ikdâm ile, sâlifü’z-zikr Cuma vâizliğinden kat’-ı meyl ile buna mukâbil Üsküdar’da İskele’deki Mihrimâh Vâlide Sultân Câmii’nde Perşembe günleri kabûl-i vazîfe-i kürsî vü nasîhat buyurmuşlardır.”

Rûm Mehmed Paşa Câmi'-i şerîfinde bulundukları müddetçe meşîhat ve nikâbet cihetleri vaz’ olunarak bir müddet neşr-i tarîkat buyurmuşlardır.

Üç def'a hacc-ı şerîfe muvaffak olup, birincisinin târîhi mazbût değilse de, ikincisi 1027/(1618) târîhinde ve zevce-i mükerremeleri Âişe Sultân[93] ile birlikte; üçüncüsü 1029/(1620) târîhindedir.

Müntesibîn-i aliyyelerinden Okçu-zâde Şâhî Muhammed Efendi merhûmun Ahsenü’l-Hadîs /380/ tercümesinde ve Âyât-ı Erbaîn mukaddimesinde beyân olunduğu üzre azîz-i müşârünileyhin hâiz oldukları şeref ü ulâdan mâ-adâ Silsiletü’z-Zeheb, âl-i kirâma insilâk u intizâm ile kadr-i vâlâ-makâmları bir kat daha murakka’ ve menşûr, uluvv-i menkabetleri şeref-i damgâ-yı âl ü siyâdet ile muvakka'dır.

İrtihâli :

“Şeyh Mahmûd-ı Hudâyî” (شيخ محمود هدائى) ve “Ekmelü’ş-Şuyûh” (اكمل الشيوخ) terkîblerinin nâtık olduğu üzre, 1038 veya 1037 sene-i hicriyyesi Saferü'l-hayrının ikinci (13 Ekim 1627 veyâ 1 Ekim 1628) Salı gecesi temcîd vaktinden sonra, doksaniki yaşında terk-i âlem-i dünyâ buyurmuşlardır. Cenâzeleri ihtifâlât-ı azîme ile kaldırılarak hânkâh-ı feyz-penâhlarında elyevm ziyâret-gâh-ı ins ü cân olan makâm-ı âlîde vedîa-i rahmet-i Rahmân kılınmıştır. (Kaddesa'llâhu esrârahum)

Müstakîm-zâde, Tâc Risâlesi’nde diyor ki:

“Celvetî tâcı, oniki esmâ üzerine oniki ve min-haysi’l-mecmû’ i’tibârıyla bir dahi add olunup onüç terk, şeyh Mahmûd-ı Hudâyî ihtirâıdır ve ismin aded-i hurûfu ve hesâbı dahi târîh-i rıhleti olmak garâib-i ittifâkiyyedendir.”

Zeyl-i Şakayık sâhibi Nev’î-zâde Atâyî tarafından şu târîh söylenmiştir:

قد مضى شيخ الشيوخ الآفاق

خصه الله تعالى بالجود

سرت بالسر وعانيت غداً

روض لطف ومقام محمود

زينت جنة عدن وقصور

برياض وحياض مورود

طوق الحور نحوراً بالنور

مثل غلمان لذى دار حلود

سائل الخاطر عن صاحبها

هاتف قال الشيخ محمود[94]

İsmaîl Hakkı Hazretleri, Silsile-nâme-i Celvetî’de, “Hz. Hüdâyî’nin kutbiyyetine şevâhid-i kesîre vardır.” buyururlar da, te’sîsine sa’y u ictihâd buyurdukları tarîk-ı mes’adet-refîk-ı Celvetî, İbrâhîm Zâhid-i Geylânî zamânında hilâl; Hz. Üftâde zamânında kamer, devr-i Azîz’de bedr-i kâmil hâline teşbîh ederler.

Kenz-i Mahfî nâm eserlerinde yazarlar:

“Bir cuma günü türbe-i Hz. Hüdâyî (kuddise sırruhû) ziyâretinde iken perde-i münîf-i kabr üzerinde resm-i (د) mersûm oldu ki, bu (dâl) harfi delîl-i Hakk’a işârettir. Ya'nî, erbâb-ı irşâddır ki, sülûk-ı tarîk-ı Hak onlarla temhîd olunur. Ba’dehû, (صاحب الفضيلة العظمى)[95] ibâresini mersûm olmuş gördüm. Hz. Hüdâyî’nin, bakâ bi’llâh mertebesine vusûlünü iş’ârdır. Zîrâ, fenâ fi’llâh ki, mertebe-i cem’dir; rütbe-i ulyâ ve bakâ bi’llâh ki, mertebe-i fark-ı sânîdir, /381/ fazîlet-i uzmâ ve mertebe-i cem’u’l-cem’ ki, cem’ u fark mertebelerinin mecmûunu cem’dir. Cem’iyyet-i kübrâdır ki, makâm-ı teblîğ ü irşâddır ve bu makâmın ashâbına “kümmel-i evliyâ” derler ki, cemî’-i berâzih u kuyûddan halâs olmuşlar; vahdet ve kesreti birbirinden bulmuşlardır ve kemâli inşirâh-ı sadr ve inbisât-ı dil ü câna sebep olan nûr-ı tecelli ile dolmuşlardır.”

İsmaîl Hakkı hazretleri, Şerh-i Muhammediyye’sinde böyle buyuruyor:

“Bir gün Hüdâyî merhûmun türbesine pür-girye vü zârî girip ve âğâz-ı tahiyyet edip dil-i rûh-ı pâkine, “Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llâhi ve berekâtüh” dediğimde derûn-ı kabrden, “ve aleykümü’s-selâm yâ büneyye!” nidâsı mün’akis olup, temessül ve tecessüd etti ve kendi münşeâtı olan hutab-ı muhtasarasını ihsân buyurdu ve “Bu hutbe Şeyh-i Ekber hazretlerinin hutab-ı mufassalasından icmâl ve ihtisâr olunmuştur.” buyurdu.”

Mu’tedilü’l-kâme ve hafîfü’l-liyhedir.

Şu beyit Hazret-i Pîr’indir:

Fenâ bulup hayât-ı elem şu dem ki aşk-ı yârımdan*

Muhabbet isteyen gelsin haber sorsun mezârımdan

Türbe-i şerîfeleri pek ma’mûr ve pek müzeyyendir. 1340/(1921-22) senesinde i’tinâ-yı mahsûs ile ta’mîr ve tefrîş olunmuştur. Tafsîli üçüncü cildde inşâ'llâh derc olunacaktır.

Fıkra-i latîfe:

Sultân Ahmed Hân-ı evvel, Hz. Hüdâî’ye hediyye göndermişler, Hz. Şeyh kabûl buyurmamış. Pâdişâh, Şeyh Abdülmecîd-i Sivâsî’ye göndermiş, o kabûl etmiş. Pâdişâh, “Bu hediyeyi Hz. Hüdâyî’ye gönderdiğim hâlde kabûl etmedi.” demesiyle, Şeyh Abdülmecîd-i Sivâsî, “Pâdişâhım! Hüdâyî bir ankâdır. Lâşeye tenezzül etmez.” cevâb-ı vazîini vermiş. Birkaç gün sonra Hz. Hüdâyî’ye mülâkatta, “Hediyyeyi Şeyh Abdülmecîd kabûl etti.” buyurunca, “Pâdişâhım! Şeyh Abdülmecîd bir bahrdır. Bahra bir katre çirkâb-ı mâ-sivâ düşmekle bahr mülevves olmaz.” diye izhâr-ı zerâfet ü hakîkat buyurmuşlardır. (Kaddesa'llâhu esrârahum.)

Üsküdar Mevlevîhânesi şeyhi Ahmed Remzî Dede Efendi'ye merhûm Şeyh Gülşen Efendi, Hz. Hüdâî'nin ahîren sâha-ârâ-yı âlem-i matbûât olan Dîvân-ı şerîfini hediyye ettikte söyledikleri manzûme-i medhiyyedir :

Erenler bendegânı râh-ı Mevlâ'da fadâîdir

Anınçün cümlesi vâreste-i kayd-ı cüdâîdir

Yüzün sür hâk-ı dergâha olursun âkıbet Mahmûd

Azîzim saltanat ister isen fakr-ı Hudâî'dir

Oku âsârını nâil olursun mansıb-ı feyze

Muazzam sâhib-i Dîvân-ı iclâli Hüdâî'dir

 

 



[1] Tarih ibaresinin hesaplanmasından 1352 çıkmaktadır. (H)

[2]       Fâtih Kütüphânesi, hâlen İstanbul Süleymâniye Kütüphânesi’nde bir bölümdür. (H)

[3]       Bu tarihi Hindistan’da matbû' bir silsile-nâmede gördüm. Tibyân’da da 329/(941) muharrerdir. Tarihlerde tehâlüf vardır.

[4] “Gönlümde ve dilimde Hâlık’ın isminin cemâli var. Dudağı susuzluktan kuruyanlara Allâh’ın ismi suya kandırıcıdır.” (H)

[5] “Hâce Nizâmüddin, Allâh Teâlâ’nın sevgilisi, her iki âlemin efendisi ve evliyânın ışığıdır.”(H)

[6] “Kudsî âlemin bağının kuşuyum. Uzun zamân kudsî âlemin sâkinleriyle berâberdim. Bir süredir de dünyâ meskenim oldu.” (H)

[7] Bu ibarenin hesaplanmasından 841 çıkmaktadır. (H)

[8]          (لا يحزنون) “Onlar mahzun da olmayacaklar.” şeklinde 12 âyette geçmektedir. Bunlardan birisi şöyledir:

            (فَمَن تَبِعَ هُدَايَ فَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ) "Kimler benim hidayetime uyarsa artık onlara bir korku yoktur ve onlar mah zun da olmayacaklar." 2. Bakara sûresi, 38. (H)

[9] “Dergâhına yüz süren kara yüzlüler, bahtiyâr olur. Ey Hz. Bayram meded! Bahtımın karalığından inlemekteyim.

Ey Edhem! Her ne kadar vebâl ve günâhla doluysam da, Hacı Bayram-ı Velî’ye intisâbla şübhesiz iki cihân saâdetine erişirsin. Ey Hz. Bayram meded!” (H)

[10] “Allâh’ın velîlerinden Bayram-ı Velî-ki, bu yapıyı binâ edendir Hacı ve öğülecek bir zâttır.

Gece-gündüz grubu ortaya çıkınca ümranına himmet etti, ötelerin kahraman şeyhi.

Tamirinin tamâmlandığını gören, sevinçle bu câmi tamir edildi diye târîhini söyledi.” (H)

[11] “Afrâsiyab’ın kubbesinde (baykuş) nöbet tutuyor. Kayser’in sarayında da, örümcek perdedârlık yapıyor.” (H)

[12] “Dostlarının kalblerini Hazretin kapısına cezbeyleyen ve o kalblere görünmeyen bir sûrette yardım eden Allâh’a hamd olsun. Bundan dolayı onlar, Hz. Allâh’ın ezelî ve ebedî oluşunu kesin olarak gördüler. Onların varlığını, kendi yüce varlığında yok etti. Böylece onlar, Allâh’ın zâtının denizinde dağıldılar.

Salât ve selâm ise, yaratıkları arasından seçerek gönderdiği ve en kâmil kulu olan Hz. Muhammed (a.s.)’a olsun ki, varlık âleminin önde gelenleri, onun kemâline ve husûsiyetine şehâdet etmişlerdir. Ayrıca âline, ashâbına ve vârislerinden kâmil ihvânına da (salât ve selâm olsun.)” (H)

[13]   “Hüküm Allâh’ındır ve işler Allâh’ın kudret elindedir.” (H)

[14]     “Senden önce hiçbir insana ebedî hayat vermedik.” 21. Enbiyâ sûresi, 34. (H)

[15]     “Şu dünyada kör olan kimse âhirette de kördür.” 17. İsrâ sûresi, 72. (H)

[16]       "Sen dağları görürsün de, onları yerinde durur sanırsın. Oysa onlar, bulutun yürümesi gibi yürümektedirler." 27. Neml sûresi, 88. (H)

[17]       “... Hayır onlar yeni bir yaratılıştan şübhe etmektedirler.” 50. Kâf sûresi, 15. (H)

[18]       “Ben yere ve göğe sığmam. Ancak mü’min kulumun kalbine sığarım.” Hadisçiler bunu sahîh hadîs olarak kabul etmemişlerdir. Bkz. el-Aclûnî Keşfu’l-Hafâ c.II, s. 190. (H)

[19]    “Nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz.” (H)

[20]       “Artık onlara bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.” 2. Bakara Sûresi, 38. (H)

[21]       “... Öyle adamlar vardır ki, Allah’a vermiş oldukları ahde sadakat gösterirler.” 33. Ahzâb sûresi, 23. (H)

[22]       (اتقوا فراسة المؤمن فانه ينظر بنور الله) “Mü’minin ferâsetinden korkunuz. Çünkü o, Allah’ın nûru ile bakâr.” et-Tirmizî Sünen, Tefsîri-i sre, 15,16. (H)

[23]     “Muhabbetinin nûruyla gönlünüzü nurlandıran, sevgisinin şevkıyla kendisine âşık kılan, şerîatının erkânıyla edeplendiren, sizi kendi yoluna sokan, ma’rifesini anlamayı öğreten, gerçeği tam mânâsıyla kavrayıp peygamberine vâris kılan Allah’a hamd olsun.” (H)

[24] "Bu Hâlid’in kabridir." (H)

[25] Bu ibârenin hesaplanmasından 861 çıkmaktadır. (H)

[26]     Kendilerine “Sivaslı” diye Şakâyık’da yazılması, pederinin Sivaslı olmasından kinâyedir. Vâlidesi ise Amasyalıdır. Hz. İbrâhîm, Amasya’da doğmuştur. Hafız Hüseyn-i Ayvansarâyî böyle yazar.

[27]   Bu ibârenin hesaplanmasından verilen tarih çıkmamaktadır. (H)

[28] Bu ibârenin hesaplanmasından verilen tarih çıkmamaktadır. (H)

[29] “Koğulmuş şeytandan Allah’a sığınırım. Rahîm ve Rahmân olan Allah’ın adıyla iyi bilin ki, haberiniz olsun, Allah’tan başka ilâh yoktur. Muhammed Allah’ın elçisidir. Allah’ın dostlarına korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. (Yûnus sûresi, 10). İşler husûsunda çaresizliğe düştüğünüz zaman kabir ehlinden yardım dileyiniz.” (Son kısım için el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c.I, s. 85’de. (H)

[30] Bu paragraf, konuya uygun olduğu için, Sefîne 269. sayfadan buraya  hakledilmiştir. (H)

[31] Bu ibârenin hesaplanmasından verilen tarih çıkmamaktadır. (H)

[32] "Bize nimet veren, İslâm'la şereflendiren, bizi sevgilisi Muhammed (aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'ın ümmetinden kılan Allah'a hamd olsun. 'Eğer Allâh'ı seviyorsanız, bana itâat edin ki, Allah da sizi sevsin.' (3. Âl-i İmrân suresi, 31)" (H)

[33]     Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurdu: Yâ Ali! Senin etin, benim etim; senin cismin, benim cismim; senin kanın, benim kanım.” (H)

[34]     “Allah, vahyettiği şeyi bunun üzerine vahyetti. Gördüğünü kalbi yalanlamadı.” 53. Necm Sûresi, 10-11. (H)

[35]     “Senin varlığın, başka bir günahın kendisiyle mukâyese edilemeyeceği bir günahtır.” (H)

[36]     “Allah, kendisine ortak koşulmasını aslâ bağışlamaz; bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar.” 4. Nisâ sûresi, 48. (H)

[37] "Çocuk, babasının sırrını taşır." (H)

[38]       (وَمَن دَخَلَهُ كَانَ آمِنًا) «Orada apaçık deliller vardır. İbrâhîm’in makamı vardır. Kim oraya girerse emniyette olur.” Âl-i İmrân sûresi, 97. (H)

[39]       “Taşlanarak (kovulmuş) şeytandan Allah’a sığınırım. Rahman ve Rahim olan Allah’a sığınırım. Allah’ın dilediği olur, dilemediği olmaz. De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin...” (Son cümle: 3. Âl-i İmrân sûresi, 31.) (H)

[40]       “Nefsini bilen kişi Rabbini de bilir.” el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c.II. s. 262. (H)

[41] Bu ibârenin hesaplanmasından verilen tarih çıkmamaktadır. (H)

[42] "Rahmân ve Rahîm olan Allâh'ın adıyla.  Bizi imânın gerçeğine ulaştıran, bir işi en iyi yapıp kavrama imkânını ikrâm eden, irfan yolunun ezelî inâyetine muvaffak kılan, manevî zevk ve vicdân ehlinin yoluna girmeyi bize kolaylaştıran Allah'a hamd olsun. Salât ü selâm, rûhun ve bedenin menşeini açıklayan, bütün insanlara ve cinlere gönderilip onlara Kur'ân nassıyla mebde' ve meâd ilmini öğreten (Rasulu'llâh)'a, onun, Kitap ve Sünnetle hidâyete erdirici olan âline ve ashâbınadır." (H)

[43]       “Hiç bilenler bilmeyenler bir olur mu?” 39. Zümer sûresi, 9. (H)

[44]    “Kim bir kavme benzerse o, ondan olur.” el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, II, 240. (H)

[45]        Rasûlullah (s.a.s.)’in buyurduğu gibi: “Biriniz bir kardeşini seviyorsa, bunu ona bildirsin.” Tirmizî, sünen, zühd, 54; Ebû Dâvûd, Sünen, Edeb, 113. (H)

            Allah Teâlâ’nın buyurduğu gibi: “Birbirine Hakk’ı tavsiye ederler...” 103. Asr sûresi, 3.) (H)

[46]       Bu zât Kalburcu şeyhi Pîr Ahmed Efendi ise, Hz. Sünbül’ün halîfesidir. III. cildde 278. sahifede bahsi geçti.

[47]       Yani senden maksûd, ilâhiyyü’l-asl olan kelimâtdır.

[48]       Men aref sırrı budur. İnsanın kendi vicdânına girip, bu hakîkati tayakkun etmesi mi’râc-ı hakîkattir.

[49]       Sırr-ı ulûhîyyetin vicdânda tecelli ettiğini ve vicdânın, Arş-ı Rahmân olduğunu anlaması, rubûbiyyeti de anlamış olmaktır, demek istiyor.

[50] “Andolsun ki, o ağacın altında sana bîat ettiklerinde, Allah, mü’minlerden râzı olmuştur...” 48. Feth sûresi, 18. (H)

[51]  “Şunu bil ki, eğer bir yolun adamıysan şu iki halin dışında değilsin: Ya cezbe yolu gerek, ya da ictihad yolu.” (H)

[52]  “Abdâlların namâzında sevih secdeleri bulunur. (Hâlbuki) âriflerin namâzında vücûd mahvolur.” (H)

[53]   “... Bu, her şeye gâlip olan ve her şeyi bilen Allah’ın takdîridir.” 6. En’am sûresi, 96; 36. Yasin sûresi, 38. (H)

[54]   “Seyyid, şehîd, ma’sûm, mağfûr Bâlî, fenâ yurdundan bakâ yurduna yer değiştirdi.” (H)

[55] “Merhûm İsmaîl b. Hacı Ali, 991/(1583) (senesinde) vefât etti.” (H)

[56] Bu manzûmenin vezninde bozukluklar vardır. (H)

[57]     “Biz emâneti göklere, yere ve dağlara teklîf ettik de, onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve korktular. Onu insan yüklendi...” 33. Ahzâb Sûresi, 72. (H)

[58]     Mehmed Ali Aynî Bey, Hacı Bayrâm-ı Velî nâm eserinde 127. sahifede bu zâtı âlî-kadrden bahs eder. (Evkâf-ı İslâmiyye Matbaası, İstanbul, 1343).

[59]  “Allâh’ın aşkı yolda delîldir. Hacı için de Ka'be kapısı sığınaktır.” (H)

[60]     İdrîs-i Muhtefi Hazretleridir. Cilve-i ilâhiyyeye ibretle nazar eyle sevgili kâri’.

[61]     (تَسُرُّ النَّاظِرِينَ) Bakanlar memnun olurlar.” 2. Bakara sûresi, 69. (H)

[62] “O kimseler ki, velâyet derecesinin en yükseğine ulaştılar. Onların üstünde, nübüvvet derecesi vardır. Bu derecedeki velâyete “gurbet” makamı denir. Bunlar kendilerini gizlerler.” (H)         

[63] “Bu zayıf, fânî kul Abdülbâkî el-Hüseynî b. eş-Şeyh Muhammed La’lî-zâde, o kitaba mâlik olmakla şereflendi.    O, istediğine nâil oldu. Ona ve ecdâdına Allâh rahmet etsin.” (H)

[64] Mektuptaki mühürde “Abdülvâhid b. Hz. Mevlânâ” yazılıdır. (H)

[65] “Rabbinin indinde ona Cennetü’l-me’vâ olması için duâ ediyorum. Hâtifden gelen bir ses ona târîh dedi: Allâh, onun rûhunu cennete dâhil etsin.” (H)

[66] “En zayıf halîfeden tarîkat erbâbının en kâmiline.” (H)

[67]  “Fakirlerin en zayıfından en büyük âlime: Ehl-i irşâddan meded ummak, mûrâda nâil olmakta büyük bir temeldir, itikadın en güzeli, doğrudan erbâba ulaşmaktır. Bu da zor işleri kolaylaştırır ve Rabbu’l-erbâb’a ulaştırır. Kapıları açan Allâh’dır, doğru yola ileten de O’dur.” (H)

[68]           (الفقر فخرى) “Fakirlik iftihar vesîlemdir.” el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, c.II. s. 87. (H)

[69] “Cenâb-ı Allâh, bu parlak saltanatın temellerini ve direklerini güçlendirsin. Göz kamaştırıcı hilâfetin de binasını ve o binanın üzerinde durduğu ayakları da te’yîd etsin.” (H)

[70]       “Sen olmasaydın, sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım.” el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c.II. s. 164. (H)

[71]     (وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلاَئِكَةِ اسْجُدُواْ لآدَمَ فَسَجَدُواْ إِلاَّ إِبْلِيسَ )َ Yine bir zaman, meleklere “Âdem’e secde edin.” demiştik. Bunun üzerine İblis hariç, onlar Âdem’e secde ettiler...” 2. Bakara sûresi, 34 ve çeşitli âyetler. (يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا ارْكَعُوا وَاسْجُدُوا وَاعْبُدُوا رَبَّكُمْ) “Ey îman edenler, rukû edin, secde edin, Rabbinize ibâdet edin.” 22. Hac Sûresi, 77. (H)

[72]     (هَلْ أَتَى عَلَى الْإِنسَانِ حِينٌ مِّنَ الدَّهْرِ لَمْ يَكُن شَيْئًا مَّذْكُورًا ) “İnsan yaratılıp, bahse değer bir şey haline gelmeden evvel, üzerinden uzun bir zaman geçmemiştir.” 76. İnsan sûresi, 1. (H)

[73] (إِنَّا أَنذَرْنَاكُمْ عَذَابًا قَرِيبًا يَوْمَ يَنظُرُ الْمَرْءُ مَا قَدَّمَتْ يَدَاهُ وَيَقُولُ الْكَافِرُ يَا لَيْتَنِي كُنتُ تُرَابًا) "Biz sizi, yakın bir azapla uyardık. O gün kişi önceden kendi elleriyle yaptığı amellere bakâr. Kâfir ise, “Keşke toprak olsaydım.” der." 78. Nebe’ sûresi, 40. (H)

[74] “Bu, Allâh’ın, yeryüzünde ve semâda garîb bir kulu olan Abdullâh-ı Bosnavî-i Rûmî-i Bayramî’nin kabridir.” (H)

[75]  Bu oda el’ân mevcûd olup, ziyâret-gâh-ı erbâb-ı aşktır. Odayı kapadıkları için bi-hasebi’l-esrâr hiç kimsenin orada ikâmeti müyesser olamamakta imiş.

[76] Bu manzûmenin vezninde bozukluklar vardır. (H)

[77]       Bu hanım, Hz. Himmet’in müntesibelerindendir. 1105/(1694)’de intikâl eylemiştir. “Emetullâh Kadın” nâmıyla meşhûr olup, sâhib-i Dîvân’dır. Şiirde, “Sıdkî” tahallus eylemiştir. Kadı Kametî-zâde kerîmesidir. Tezkire-i Sâlim’de okudum.

[78]       (وَعَلَّمَ آدَمَ الأَسْمَاء كُلَّهَا) “Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti...” 2. Bakara sûresi, 31. (H)

[79]      (كنت كنزا مخفيا فاردت أن أعرف فخلقت الخلق) “Ben bilinmeyen bir hazîne idim, bilinmek istedim ve mahlûkatı yaratım. Ben kendimi onlara öğrettim, onlar da beni bildi.” el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c.II, s. 132. (H)

[80] Bu manzûmenin vezninde kusurlar vardır. (H)

[81]     Şimdi bu dergâh-ı münîfin bir taşı da kalmamış, zemininden daha da aşağı inilmiş ve yerine Zeynep Kâmil Hastahânesi müştemilatından bir binâ yapılmış, taşları da Selîmiyye (Pertevpaşa) Tekkesi hazîresine nakl-i kabul yapılmadan götürülmüştür. Buna sebep Dr. Fahri Ata Bey’dir. O zamân başhekimi idi. (Süheyl Ünver)

[82]  (فَثَمَّ وَجْهُ اللّه)"Allah’ın yüzü (zatı) oradadır." 2. Bakara sûresi, 115 . (H)

[83]     (لى مع الله وقت لايسعنى فيه ملك مقرب ولا نبى مرسل) “Benim Allah katında öyle bir hâlim vardır ki, benim o hâlime, ne bir melek yaklaşabilir, ne bir peygamber ulaşabilir.” el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c.II, s. 173. (H)

[84] Bu ibârenin hesaplanmasından 1127 çıkmaktadır. (H)

[85]     Abdülhay Efendi’nin büyük oğlunun ismi yazılmamıştır. Sonradan yazılmak üzere boşluk bırakılmış, fakat, tamamlanmamıştır. (H)

[86] “Ben Kur’ân’ım ve seb’u’l-Mesânî’yim.” (H)

[87] “Ben Kur’ân (okuyan) âdil bir kişiyim.” (H)

[88] “Ben Kur’ân okuyucusuyum.” (H)

[89] “Tarîkat yolunun yolcusu budur ki, onun yolunda şeriât hükümleri söz sâhibidir.” (H)

[90] Bu iki ibârenin hesaplamasından 982 çıkmaktadır. (H)

[91] “Ey Ulu Câmi, Uluların toplandığı makam! Gece gündüz seni ziyâret edene müjdeler olsun.” (H)

[92]       “... Bu, Allah’ın bir lutfudur. Dilediğine verir...” 5. Mâide sûresi, 54. (H)

[93]       Kanunî Sultan Süleymân’ın kerîmesi Mihrimâh Sultan’ın kerîmeleridir.

[94] "Kâinâtın şeyhlerinin şeyhi geçti. Allâh ona cömertliği tahsîs buyurmuştur.

Gizlice gittim ve ertesi gün lütuf bahçesine ve Makam-ı Mahmûd’a ulaştım.

Adn Cenneti ve köşkler, gelen bahçeler ve havuzlarla ve hûrîlerin nurla parlayan gerdanlıkları ile süslendi.

Sanki o, ebedîlik yurdunun sâhibi bir gılman gibiydi.

Hâfıza bunların sâhibini sordu. Hâtiften bir ses: “Şeyh Mahmûd’dur.” diye cevâb verdi.”

(الشيخ محمود) ibâresinden 1039 çıkmaktadır. (H)

[95]       En büyük fazîletin sahibi (H)

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar