Print Friendly and PDF

Sefîne-i Evliyâ Evliyâ-yı Ebrâr Şerh-i Esmâr-ı Esrâr 4



           

Osmânzâde Hüseyin VASSÂF

(1872-1930)

Sefîne-i Evliyâ Evliyâ-yı Ebrâr

Şerh-i Esmâr-ı Esrâr

CİLT - 2

Yayına Hazırlayanlar:

Prof. Dr. Mehmet AKKUŞ                                    Prof. Dr. Ali YILMAZ

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi               Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi

Öğretim Üyesi                                                      Öğretim Üyesi

 

Bahr-ı füyûz u kenz-i hafâ hâce-i bülend

Hem-nâm-ı muktedâ-yı rusül Ş^âh-ı Nakşıbend

NAKŞIBENDÎLER

         Nakşıbendîler aceb kâfile-sâlârlarıdır

            Gizli yoldan iletirler Harem’e kâfileyi

/1/ Silsile-i Nakşıbendî :

- Nûr-ı dîde-i ehl-i tarîk Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (Radıya'llâhu anh)

- Hz. Selmân-ı Fârisî (Radıya'llâhu anh)

- Hz. Kâsım b. Muhammed b. Ebî Bekir es-Sıddîk (Radıya'llâhu anh)

- Hz. İmâm Ca'fer es-Sâdık (Radıya'llâhu anh)

- Hz. Şeyh Bâyezîd-i Bistâmî (Radıya'llâhu anh)

- Hz. Şeyh Ebu’l-Hasen el-Harakânî (Radıya'llâhu anh)

- Hz. Şeyh Ebû Alî el-Fâremedî et-Tûsî (Kuddise sırruhû)

- Hz. Şeyh Hâce Yûsuf-ı Hemedânî (Kuddise sırruhû)

- Hz. Şeyh Hâce Abdulhâlık el-Gucdüvânî (Kuddise sırruhû)

- Hz. Şeyh Hâce Ârif-i Rîvgirî (Kuddise sırruhû)

- Hz. Şeyh Hâce Mahmûd İncîr-i Fağnevî (Kuddise sırruhû)

- Hz. Şeyh Hâce Alî er-Râmitenî (Kuddise sırruhû)

- Pîr-i Nessâc Hâce Muhammed Baba Simmâsî (Kuddise sırruhû)

- Hz. Şeyh Seyyid Emîr Gülâl b. Hamza (Kuddise sırruhû)

- Hâce-i bozorg Şâh Muhammed Bahâeddîn Nakşıbendî el-Üveysî el-Buhârî (Kuddise sırruhu'l-Bârî)

SELMÂN-I FÂRİSÎ

Diyâr-ı Isfahân’da İremhürmüz nâm karyede tevellüd eylemiş ve alâ-rivâyetin ikiyüzelli sene muammer olmuştur. Rasûl-i Ekrem (salla'llâhu aleyhi ve sellem) efendimiz hazretlerine kendini çok sevdirmiş ve pek çok arz-ı hıdemât eylemiştir. Hz. Osmân (radıya'llâhu anh) efendimizin zamânında âlem-i bakâya irtihâl etmiştir. Kuds-i şerîfde ma’mûr türbeleri vardır. Ziyâret şerefine lehü’l-hamd mazhar oldum. Hz. Alî efendimizden tekmîl-i tarîkat buyurdukları da mervîdir.

Hakk-ı âlîlerinde yazılmış pek çok menkabet-nâmeler vardır. Târîh-i İslâm’da pek mühim mevkii görünür. Hendek Gazvesi’nde âlem-i İslâm’a ettikleri hizmet hoşnûdî-i Nebevî'yi celbetmiş idi. Silsile-i zerrîn-i Nakşibendî’ye şeref veren eâzım-ı sûfıyyeden ve ecille-i kirâmdandır.

Cenâb-ı Hak cümlemizi mazhar-ı şefâatleri buyursun. Âmîn.

/2/ BÂYEZÎD-İ BİSTÂMÎ

Lâkabları “Sultânü’l-ârifin”; ism-i âlîleri “Tayfûr b. Îsâ b. Âdem b. Sürûşân”; künyeleri “Bâyezîd”dir. Server-i aktâb-ı dîn, burhân-ı evliyâ-yı ârifîn olan bu zât-ı muhteremin ceddi Sürûşân, sâhib-i nüfûz u i’tibâr bir merd-i âlî-şân idi. Ebû İbrâhîm-i Urne’nin delâleti üzerine şeref-i İslâm ile müşerref olmuşlar ve Kur’ân-ı azîmü’ş-şânı hıfz eylemişler idi.

Sürûşân’ın hafîd-i âlîleri ve Hz. Bâyezîd’in peder-i mükerremleri Cenâb-ı Îsâ dahi, âlim, zâhid ve sohbet-i ulemâ vü fuzalâya râgıb bir zât-ı sütûde-sıfât idiler. Hicâz’dan avdetlerinde Şam’a uğrayarak sülahâdan bir zâtın kerîmesini almışlardır ki, o dürr-i ismetten, Âdem, Alî, Tayfûr (Bâyezîd budur) nâmında üç oğlu ile iki kızı dünyâya gelmiştir. Bunlardan sâhib-i tercüme (Bâyezîd) (kuddise sırruhû), 88/(707) senesinde kadem-nihâde-i âlem-i şuhûd olmuşlardır. Cenâb-ı Bâyezîd, henüz yedi yaşında iken mükâşefeye müstağrak olup müşâhedeye mütelâşî bulundukları rivâyât-ı mevsûkadandır.

Menâkıb-ı mahsûsasında münderic olduğu üzre, şeyhu’l-meşâyıh Dâstânî ve Şeyh Attâr buyururlar ki: Server-i ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri, üçyüzonüç üstâda hizmet etmiştir. En sonraki üstâdı İmâm Ca’fer es-Sâdık hazretleridir. Hoca-zâde merhûmun Mir’ât-ı Bâyezîd ve Ebu’l-Hasen el-Harakânî nâm risâlesinde beyânına göre Cenâb-ı Bâyezîd 117/(735) senesinde irtihâl eden İmâm Nâfi’ ile Hz. Katâde’ye yetişmiştir. 120/(738) târîhinde vefât eden Muhammed b. Vâsi’ hazretlerinin şeref-i sohbetleriyle müşerref olmuştur. Mâlik b. Enes hazretleriyle, 136/(753-754) senesinde vefât eden Mâlik b. Dînâr, 124/(742)’de vefât eden Zührî gibi zevâtın muâsırı olup onlarla da mulâkî olması muhtemeldir.

150/(767) târîhinde irtihâl eden İmâm-ı A’zam efendimiz hazretleriyle, İbnü Cüreyh’in ve 148/(765) senesinde vefât eden Cerîrî ve Süfyân-ı Sevrî ve emsâli zevât-ı âliyenin muâsırı idi. Zevât-ı müşârünileyhimden iktibâs-ı füyûzât eylemiştir.

Hz. Bâyezîd, İmâm Ca’fer-i Sâdık hazretlerini görmek âteş-i iştiyâkıyla İmâm-ı müşârünileyhin dâr-ı feyzlerine varıp bir müddet hıdmet-i aliyyelerinde bulunmuştur.

Mevlânâ Fahreddîn-i Râzî hazretleri, kütüb-i kelâmiyyeden olan müellefâtının ekserinde ve Şeyh Attâr (kuddise sırruhû), Tezkiretü’l-Evliyâ nâm eserinde buyururlar ki:

"Efdal-i meşâyıh Bâyezîd-i Bistâmî, İmâm Ca’fer-i Sâdık’ın âsitânesinde hıdmet-i sikâyeti îfâ ederdi. /3/ Bir gün İmâm-ı müşârünileyh hazretleri Cenâb-ı Bâyezîd’e, sofadaki rafın üzerinde bulunan kitaplarını getirmelerini emir buyurmaları üzerine Hz. Bâyezîd, “Hangi rafdan?” diye suâl edince, Hz. İmâm, “Birçok zamândır bizim sohbetimizde bulunuyorsunuz, henüz rafı görmediniz mi?” buyurmuş; Hz. Bâyezîd ise, “Efendim ben rafı görmek için gelmedim. Nazarım kıble-i maksûd olan dil-i tâb-nâkınızadır.” cevâbını vermiştir. Bunun üzerine Hz. İmâm, Bâyezîd’e, “Mücâhede ve mübâade görüyorum. Bâri Bistâm’a gidiniz, orada neşr-i füyûzât ediniz.” diye ruhsat buyurarak, Bistâm’a i’zâm eylemiştir."

Kâmûsların beyânına göre, Bistâm (""nın kesriyledir), İran’da Horasan’ın cenûb-i şarkîsinde bir kasaba olup Hz. Şeyh’in türbesi, kasabanın vasatındadır. “Bistâmî” bundan dolayı alem olmuştur. Bâyezîd-i Bistâmî, Cenâb-ı İmâm’ın bu sûretle doğrudan doğruya cismâniyyet-i kudsiyyelerinden istifâza-i envâr-ı saâdet eylediğine kâni' olanlar olduğu gibi, aksini iltizâm edenler de vardır.

Silsile-i nesebi, dîğer bir kol ile de Cenâb-ı Sıddîk-ı A’zam’a müntehî olur: Şeyh Râî, Şeyh Şihâbeddîn, Şeyh Muhammed-i Karrî, Seyyid Ebu’l-Fazl, Selmân-ı Fârisî hazretleri, Hz. Sıddîk-ı A’zam. (Radıya'llâhu anh).

Mülâhaza :

Hz. Bâyezîd’in gerek velâdetinde, gerek intikâlinde, târîhce çok yanlışlıklar vardır. Ba'zı âsâr, hicretin 160/(777) târîhinde zînet-efzâ-yı âlem-i şuhûd olup, 231/(845-46) veyâ 234/(848-49) ve İbn-i Hallikân’ın rivâyetine göre 261/(875) veyâ 264/(877-78) târîhinde terk-i âlem-i dünyâ eylemişlerdir. Bu târîhlerin sıhhatına kâni’ olursak, 148/(765)’de âlem-i ukbâya âzim olan İmâm Ca’fer-i Sâdık hazretlerinin rûhâniyyet-i aliyyeleriyle perveriş-yâb-ı feyz ü kemâl olduklarına i’timâd lâzım gelir. Şeyh Salâhaddîn-i Uşşâkî hazretleri, Risâle-i Kudsiyye Tercümesi’nde bu ciheti tahkîk buyuruyorlar; diyorlar ki:

"Şeyh Ebû Yezîd-i Bistâmî hazretlerinin tasavvufa intisâbı İmâm Ca’fer-i Sâdık (radıya'llâhu anh) hazretlerinedir ve onların terbiyetleri İmâm Ca’fer-i Sâdık hazretlerinin ruhâniyyetlerindendir. Nakl-i sahîh ile sâbittir ki, Şeyh Ebû Yezîd’in velâdeti İmâm Ca’fer Sâdık hazretlerinin intikâlinden sonradır."

Hoca-zâde Hilmî Bey merhûm, risâle-i mahsûsasında şöyle yazıyor:

"Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinin, Cenâb-ı İmâm’ın doğrudan doğruya cismâniyyet-i kudsiyyelerinden istifâza-i envâr-ı saâdet eyledikleri muhakkak iken, ba'zı müteahhirînin yalnız rûhâniyyet-i kudsiyyelerinden iktibâs-ı füyûzât etmiş olduklarını îrâd /4/ etmeleri câ-yı istiğrâbdır. Çünkü silsile-i şerîfenin Hz. Sıddîk-i A’zam’a vâsıl olduğu esânîd-i sahîha delâletiyle mütebeyyin olmakla, anların tevehhüm ettiği inkıtâ-ı silsile-i Nakşıbendî kolu, tamâmen muhâlif-i hakîkattir. Hz. Bâyezîd, Cenâb-ı İmâm Ca’fer-i Sâdık ile mülâkat ederek, hizmetlerinde bulunduğuna, Hazînetü’l-Asfıyâ sâhibinin, “Bâyezîd-i Bistâmî, İmâm Ca’fer-i Sâdık’ın eâzım-ı ashâbındandır. Hz. İmâm’ın ni’met-i maâriflerinden füyûzât-ı vefîreye nâil ve kümmelîn sırasına dâhil olduktan sonra memleketine avdet etmiştir.” kavli gibi vesâik-i hakîkiyye şehâdet ve Esrâru’t-Tevhîd fî Mâkâmâtı Ebî Saîd nâm kitâbda ve Fahru’r-Râzî ekser müellefâtında ve Şeyh Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ’da ve Şeyh Rızâ, Kitâbu’t-Tarâik’ında ve Tecrîd üzerine yazılmış şerhte bu hakîkati tebyîn ederler."

Mervî olduğu üzere Hz. Şeyh, aşkta istiğrâkı; ibâdât u tâatta mücâhedeyi ol dereceye vardırmışlar idi ki, namâz kılarken Cenâb-ı Hakk’ın heybet ve celâlinden ve şerîat-ı mutahharaya kemâl-i ta’zîminden nâşî göğsünün gıcırdadığını, yanında bulunanların işittikleri menkûlâttandır.

Eâzım-ı evliyâ, Hz. Bâyezîd’in uluvv-ı mertebesini tasdîk ederler ve her makâmın hâlât-ı mahsûsasına Cenâb-ı Bâyezîd’i misâl getirirler. Bir nâdire-i hilkattir; tarîkatın İmâmı, hakîkatin pîridir. Şu rubâî kendilerinindir.

اى عشق تو كشته عارف و عاميرا

سوداى تو كم كرده نكو ناميرا

شوق لب ميكون تو آوردهء برون

از صومعهء بايزيد بسطامى را[1]

 Hz. Şeyh’ın mübârek cism-i âlîleri beyâz, boyları uzun ve mübârek sakalı seyrek idi. İrtihâlleri, Mecmau’l-Ahyâr fî Menâkıbı’l-Ahbâr nâm kitâbın beyânına göre, yetmişüç yaşında oldukları hâlde 161/(778) sene-i hicriyyesindedir. Zamân-ı vefâtlarını hissedince, (إلهى! ما ذكرتك إلا عن غفلة وما خدمتك إلا عن فترة)[2] buyurup, âzim-i huld-i berîn olmuşlardır. (Kaddesa'llâhu sırrahû ve nefeana'llâhu bi-berekâtihî ve füyûzâtihî ve şefâatihî. Âmîn.)

Haleb’de, Maraş’ın merkezi olan Elbistan kasabasında dahi Hz. Şeyh’ın bir makâmı ve üzerinde türbe-i mahsûsası vardır. Alâ-rivâyetin burası mahall-i velâdetleri imiş.

Ba'zı âsâr, Şam civârında âlem-i dünyâya zînet verdiklerini yazıyor. Mir’ât-ı Bayezîd’de daha ziyâde tafsîlat vardır. Kümmelîn-i evliyâu'llâhdan hiç bir velî yoktur ki, Hz. Bâyezîd’in ahvâlinden misâl getirmesin. Her hâli bir hakîkat idi.

/5/ Mevlânâ Hâlid Ziyâeddîn’in, Dehlî (Delhi)’ye azîmetinde Bistâm’a uğrayıp, merkad-i münevver-i Hz. Şeyh’e rû-mâl oldukları sırada inşâd eylemiştir :

يا رب بحق تربت شاه جهان بايزيد

يا رب بحق طينت برهان بايزيد

يا رب بآشيانهء شهباز لامكان

يعنى بقرب ومنزلت جان بايزيد

يا رب بحق وسعت آن مشرب كريم           

يا رب به تشنكى فراوان بايزيد   

يا رب بسوز سينه آن پير نيك بخت

يا رب بنور مشعل ايمان بايزيد

وز حضرت غلام على تا پير الحسن

يك يك بحق جمله مريدان بايزيد

بر خالد شكسته بيچاره غريب

بكشاد رى ز مخزن عرفان بايزيد

لب تشنه زلال هدايت بو دورا

سيراب كن ز قلزم احسان بايزيد

او را نجود رسان وز خود بينش دهان

ادهم يكى شود ز غلامان بايزيد[3]

EBU’L-HASAN EL-HARAKÂNÎ

Kibâr-ı meşâyıhdandır. İsm-i âlîleri Ali b. Ca’fer’dir. Velâdetleri, Hz. Bâyezîd’in irtihâlinden sonra olduğundan, oniki sene Hz. Bâyezîd’in türbe-i şerîfesine muvâzebetle rûhâniyyet-i aliyyelerinden feyz-yâb olmuştur. Bir nâdire-i hilkattir. Sîyt u irfânı ve âvâze-i velâyetleri cihâna yayılmıştır. Salâhaddîn-i Uşşâkî hazretleri, Risâle-i Kudsiyye’lerinde, müşârünileyh için buyururlar ki;

"Pîşvâ-yı meşâyıh ve vaktin kutbu idiler. Vakt olurdu ki, tâlibân-ı sâdık-ı küberâ-i dîn ve muktedâyân-ı ehl-i yakînden birinin sohbet ve mütâbeatlarında olduklarından sonra, ol muktedâları olan zât-ı şerîfin murg-ı rûhâniyyeti vâsıta-i teslîm-i tasarrufât ile beyzâ-i beşeriyyetten küllü ile hâriç oldukta, mükemmil-i kâmilânın kesretinden nâşî bir gayrîsinde nazar-ı terbiyet devşirirler idi ve şeref-i sohbet ve saâdet-i hizmetlerle şeref-yâb olurlardı. Ve onlardan envâr-ı ilm ü irfân u ahvâl iktibâs ederlerdi."

Tabîat-ı şi’riyyeleri rengîndir. Şu rubâî enfâs-ı müteberrikelerindendir:

 اسرار ازلرا نه تودانى ونه من

وين حرف معما نه تو خواني ونه من

هست از پس پرده كفتكوى من وتو

كر پرده بر افتد نه تومانى ونه من[4]

Müşârünileyh hazretlerine, “Nasıl imrâr-ı vakt ediyorsun?” diye sormuşlar. Cevâben, “Var kıyâs et, nasıl olmalıdır bir şahsın hâli? Bir taraftan Cenâb-ı Hak kendisinden hâlisâne ferâiz-i îmân ister; bir taraftan Hz. Rasûl, sünnet-i seniyyesine ve ahkâm-ı Kur’âniyyeye mütâbeat ister. Bir taraftan İblîs, temerrüd ve isyân ister. Bir taraftan melekü’l-mevt kabz-ı cân ister. Bir taraftan evlâd u ıyâl âb u nân ister.” buyurmuşlardır.

/6/ EBÛ ALÎ el-FÂREMEDÎ

Tasavvufda intisâbı iki tarafadır. Biri, şeyh-i bozorg-vâr Ebu’l-Kâsım-ı Gürgânî’den Şeyh Ebû Osmân-ı Mağribî ve Şeyh Ebû Aliyy-i Kâtib ve Şeyh Ebû Aliyy-i Rûdbârî vâsıtasıyla Cüneyd-i Bağdâdî’ye müntehî olur ki, ba'zı silsile-nâmelerde görülen mübâyenet bundan olsa gerektir. Horasan’ın şeyhu’ş-şuyûhu olup 477/(1084-85)’de terk-i âlem-i nâsût eylemiştir.

HÂCE YÛSUF-I HEMEDÂNÎ

(Ebû Ya’kûb Hâce Yûsuf-ı Hemedânî b. Eyyûb b. Yûsuf b. el-Hasen b. Vehre)

Huccetü’l-İslâm İmâm Gazâlî’nin de şeyhidir (kaddesa'llâhu sırrahû). Künyesi Ebû Ya’kûb’dur. 440/(1048-49) veyâ 441/(1049-1050)’de, civâr-ı Hemedân’da Bûzincîrd kasabasında dünyâyı teşrîf buyurmuştur. Tahsîl-i irfâna koyuldukları ilk devrede Şeyh Ebû İshâk-ı Şîrâzî’nin mülâzım-ı meclis-i irfânı olmuştu. İlm-i tefsîr ü hadîste pek şöhreti vardı.

Şeyh Ebû İshâk hazretleri, müşârünileyhi sinnen kendisinden büyük olan ba'zı zevâta tercîh ve takdîm eylerdi. Yûsuf-ı Hemedânî, ibâdet ve mücâhede ve riyâzet tarîkını tutmuş ve Şeyh Ebû Aliyy-i Fâremedî hazretlerine intisâb etmiş idi. Nice evliyâu’llâh ile hem-sohbet olup Herât’tan Merv şehrine giderken, yolda âlem-i dünyâyı terk etmiş ve mahall-i vefâtında defn olunmuş ise de, meftûn-ı mehâsin-i ahlâkı ve hayrân-ı hasâil-i cemîlesi olan bir hayli zevât, cesed-i mübâreklerini, bir müddet sonra makber-i mezkûrdan, bi'l’âhare Merv şehrine nakl ü defn eylediler. Elyevm ziyâret-gâh-ı ins ü cândır. Târîh-i irtihâlleri 535/(1140-41)’dir.

Uzun zamân Buhârâ’da bulunmuştur. Hânefiyyü’l-mezhebdir. Merv kasabasında Hânkâhı vardı. Horasan’ın kâ’besi makâmına kâim idi. 515/(1121) senesinde Bağdâd’a geldi. Medrese-i Nizâmiyye’de bulundu. Halîfesi Hâce Abdülhâlık-ı Gucdüvânî, azîzi hakkında, Makâmât-ı Yûsuf-ı Hemedânî diye eser yazdı.

Uzun boylu; çiçek bozuğu, uzun kumral sakallı, zaîf bir zât idi. Yünden ve dâimâ yamalı elbise giyer, dünyâ işlerine ehemmiyyet vermezdi. Pâdişâhların, büyüklerin evlerine gitmezdi. Eline ne geçerse fukarâya verir, kimseden birşey kabûl etmezdi. Yetmiş beş sene mücerred bulunduktan sonra, nihâyet evlenmiş ve zevcesi kendisinden kırk gün evvel vefât etmiştir. Herkese karşı gâyet mültefit, halîm, rahîm davranır; zikr-i kalbî ederek, nefsi habsettiği için çok terlerdi. Dâimâ Kur’ân-ı Kerîm tilâvetiyle iştigâl ederdi.

Rütbetü’l-Hayât, Menâzilüs’s-Sâirîn, Menâzilü’s-Sâlikîn, Aynü’l-Kudât ve daha ba'zı müellefât-ı mu’teberesi vardır.

Türk Edebiyyâtında İlk Mutasavvıflar nâm eserde 72. sahîfede hakk-ı âlîlerinde tafsîlât vardır.[5]

Aynü’l-Kudât’ı mütâlâa ettim; gâyet yüksek tevcîhât ve mütâlaât ve tahkîkâtı câmi’dir. Türkçeye terceme dahi olunmuştur.[6]

Müşârünileyh eâzımdandır. Cenâb-ı Hak, mazhar-ı şefâati buyursun.

Hz. Gavs-ı A’zam Abdülkâdir-ı Geylânî, kendilerine mülâkî olmuştur. Cenâb-ı Gavs, Hz. Yûsuf’u senâ eder.

Müşârünileyhin dört halîfesi vardır :

1. Hâce Abdullâh-ı Berkî,

2. Hâce Hasan-ı Endâkî,

3. Hâce Ahmed-i Yesevî,

4. Hâce Abdülhâlık-ı Gucdüvânî (kaddesa'llâh esrârahum)

Hadîkatü’l-Evliyâ’da, her biri hakkında tafsîlât vardır. Hele müşârünileyhimden Ahmed-i Yesevî, çok şöhret alanlardandır. Cild-i evvelde, son kısımda uzun uzadıya bahsettim. Avrupa müsteşriklerinin cümlesinin yazdıkları eserlerde onun yeri vardır.

Mazhar-ı sıdk u safâ Hazret-i Ahmed Yesevî

Vâkıf-ı sırr-ı Hudâ Hazret-i Ahmed Yesevî

/7/ ABDÜLHÂLIK-I GUCDÜVÂNÎ

Pîşvâ-yı erbâb-ı tarîkat ve reh-nümâ-yı ashâb-ı ilm ü ma’rifettir. Pek mübârek bir mürşid-i muhterem idi. 575/(1179-80) veyâ 585/(1189)’de Buhârâ’ya altı sâat mesâfesi olan Gucdüvân’da irtihâl-ı dâr-ı bakâ buyurmuştur. "Yâr-ı mahbûbî-i Nebiyy-i müctebâ" (يار  محبوبئ نبى مجتبى) (vefâtı için söylenmiş) târîhtir[7].

HÂCE ÂRİF-İ RÎVGERÎ

Abdülhâlık’ın halîfesidir. Buhârâ civârında Rîvger kasabasında gehvâre-zîb-i âlem-i şuhûd olmuştur. İlim, hilm, zühd, takvâ, riyâzet, ibâdet ve mütâbeat-i sünnet ile temeyyüz etmiştir. 715/(1315)’te terk-i hayât edip, kasaba-i mezkûrede türbe-i mahsûsalarında müstağrak-ı nûr-ı tevhîddir. (kaddesa'llâhu sırrahû)

HÂCE MAHMÛD İNCÎR-İ FAĞNEVÎ

Hâce Ârif'in halîfe-i güzînidir. Halvet ve celvette hem-râzı idi. Buhârâ yakınında Fağne kasabasında tevellüd etmiştir. Zikr-i cehrîye râgıb idi. Kerâmât ve hâvârıkı hadden efzûndur. 715/(1315) veyâ 717/(1317) târîhinde irtihâl buyurdular. "Hem be-hân : Mahmûd tâcü'l-asfiyâ" (هم بخوان محمود  تاج الأصفيا) târîh-i rıhletlerini müş’irdir.[8]

HÂCE ALİYY-İ RÂMİTENÎ

Hâce Mahmûd’dan feyz aldı. Meşâyıh-i izâmdandır. Silsile-i tarîkat içerisinde, “Hâce-i Azîzân Alî” lakabıyla müştehir oldukları gibi, “Hâce Nessâc” dahi derler imiş. Çulhacılıkla taayyüş ederlerdi. Buhârâ’ya yakın, Râmiten kasabasında dünyâya gelmiştir. Şeyh Hasan-ı Bulgârî’nin ekâbir-i ashâbından Şeyh Bedreddîn-i Hemedânî, Hâce-i müşârünileyhin huzûruna gelip, “(اذْكُرُوا اللَّهَ ذِكْرًا كَثِيرًاً)[9] nazm-ı celîlinde me’mûr olduğumuz zikr, zikr-i cehri midir, zikr-i hafî midir?” diye istifsâr edince, şeyh-i sâhib-i irfân, “Mübtedîye göre cehrî, müntehîye göre hafîdir.” buyurmuşlardır. Kerâmâtı menkûldür. Hicretin 715 senesi şehr-i Zi'l-ka'desinin yirmisekizinci (23 Şubat 1316) Pazartesi günü, beyne’s-salâteyn yüzotuz yaşında oldukları hâlde Hârezm’de irtihâl buyurdular. (kaddesa'llâhu sırrahû)

Yediyüzonbeşinde târîhin

Mâh-ı Zi’l-ka’de âhirinde dilâ

Ol Cüneyd-i zamân u Şibli-i vakt

Eyledi azm-i bâr-gâh-ı bakâ

HÂCE MUHAMMED BABA SİMMÂSÎ

Hâce Alî’nin yetiştirmesidir. Çok zamân hıdmet-i şerîfesinde bulunup duâsını almıştır. Mesken ve mavtını, Râmiten civârında Simmâs kasabasıdır. Hz. Şâh-ı Nakşıbend efendimizin peder-i ma’nevîleridir. Kerâmâtı menkûldür. Menâkıb-ı latîfesi vardır. 755/(1354)’de rıhlet-i âlem-i bakâ eyledi. Simmâs’ta medfûndur. Hem, "Muhammed-i müttekî cân-ı cihân" ( محمد متقى جان جهان) târîh düşmüştür. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

/8/ SEYYİD EMÎR GÜLÂL

Şeyh Simmâsî hulefâsının ecellidir. İlm-i zâhir ü bâtında ferîd-i asr idi. Sûhâr nâm beldede doğmuştur. Sâdât-ı kirâmdandır. 772/(1370) târîhinde rûh-ı pür-fütûhu, âric-i maâric-i kuds olup Sûhâr’da medfûn ve rahmet-i Hakk’a makrûndur. "Mîr Seyyid-i pîşvâ emced-i Gülâl" (مير سيد پيشوا امجد كلال) târîhidir. Rütbe-i kemâli, Hz. Şâh-ı Nakşıbend gibi bir halîfesi olmakla sâbittir.


HZ. PÎR MUHAMMED BAHÂEDDÎN ŞÂH-I NAKŞIBEND (kaddesa'llâhu sırrahû)

Hz. Mevlânâ Mesnevî-i şerîfte kerâmeten buyurur :

تو نقش نقشبندانرا چه دانی

تو شکل پيکر جانرا جه دانی

نقشبندانند در جو فلك

کارسازانند بهر لی و لك[10]

Müstakîm-zâde Mecelletü’n-Nisâb’da buyurur :

إن الشيخ بهاء الدين توجه إلى الحج مع خليفته الثانى خواجه محمد پارسا وأرسل من نصف الطريق مريديه المرافقين مع پارسا وتنجى عنهم الملاقات الشيخ زين الدين تبايباد فتلاقيا فى المسجد وصافحا وقال الزين له براى ما نقشى ببند يعنى ارسم لنا نقشاً فأجاب له بقوله : آمد ايم كه نقشى بديم يعنى أتيناكم لنزوركم ونذهب بنقشٍ ثم أقام فيها ثلاثة ايام فسافر إلى الحجاز فتلك سنة رحلة كل منها قدس سرهما.[11]   

İsm-i mübârekleri Hâce Muhammed’dir. Ricâl-i Nakşiyye’ye, “hâce” ve umûmu murâd olunursa, “hâcegân” derler. “Şâh” denilmesi, sultânü’l-evliyâ olmasından kinâyedir. “Nakşıbend” denilmesinin, ne gibi esrâra müstenid olduğuna dâir, Şeyh Behcet Efendi hazretlerinin Defter-i Hâtırât’ında, Şeyh Tâceddîn'in[12] îzâhına atfen şöyle yazılmıştır :

أى ربط النقش وهو صورة الكمال الحقيقى فى القلب وكان ذكرهم فى الأول إلى زمان هذا الشيخ بهاء الدين - رحمه الله تعالى - فى الإنفراد خفيةً وفى الجمع جهراً. فأمرهم الشيخ بهاء الدين بالخفية بأمر له من الخواجه عبد الخالق غجدوانى - شيخ مشايخه – فى عالم السير. فكان يسرَ بالذكر إنفراداً وجمعاً هو وجماعته. فيصير من ذكرهم كذلك فى قلب المريد تأثير البليغ. فكان يقال لذلك التأثير نقش وذلك الذكر بنداى ربط والنقش هو صورة الطابع إذا طبع يد على شمع ونحوه وربطه بقائه من غير صحوٍ. وصفات الله تعالى هى المتوجهة على خلق آدم عليه السلام وبنيه يتوجه من أنوار العلية الأزلية حيث لاكيف ولا أين. فظهر آدم وظهرت بنوه بعده على صورة مخصوصة مسماة بأسماء المتوجهة تعالى موصوفة بأوصافه لها ذات يصح نسبته ذلك إليها. ولها أفعال كماله أفعال ولها أحكام منها على غيرها. كما له أحكام كذلك فنقش الذات والصفات والأسماء والأفعال والأحكام ظهر بظهور آدم وبنيه. ولكن من بنيه محا بعض ذلك النقش بغلبة الحيوانية عليه وضعف الإنسانية الكاملة فيه ومنهم من كحل نقشه فيسمى نقش بند أى لازم النقش ومربوط النقش والكلمة الصالحة لغير ذلك أيضاً[13].

ذكر الشيخ العارف بالله عبد الله بلخى فى كتاب خوارق الأحباب فى معرفة الأقطاب فى الباب الخامس والعشرين فى ذكر قطب العباد وغوص البلاد خواجه بهاء الحق والحقيقة والدين محمد بن محمد النقشبندى - رضى الله تعالى عنه - قال :

سمعت عن لسان خواجكى /9/ سرمست وهو سمع عن المشايخ الكاملين المعمرين الساكنين فى بلدة بخارا وهم يحكون أن الغوث الأظم – رضى الله عنه – وقف يوماً مع جماعة على سطح وتوجه إلى طرف بخارا وشم رائحة الكرام وقال بعد وفاتى بمرور مائة وسبعة وخمسين عاماً يولد رجل قلندى محمد المشرب المسمى ببهاء الدين محمد النقشبندى ويفوز بنعمته.

ويروى أن شاه النقشبندى لمَا أخذ العهد وتلقن عن شيخه السيد أمير كلال وأمره بالإشتغال باسم ذات الملك المتعال وما تمكن فى قلبه نقش الاسم الأعظم وحصل للشاه منه انقباض إثم وخرج إلى الصحراء فرأى الحضر عليه السلام جائئاً إليه فاستقبله الشاه وسلم عليه فقال له الحضر :

يا بهاء الدين! إن الاسم الأعظم وصلنى من الغوث الأعظم وأنا أنبهك. فتوجه إلى حضرته لتفوز عاجلاً ببركته. ففى الليلة المستقبلة راى الشاه فى المنام حضرت غوث الأنام وقد أشار بأصابع يده اليمنى إلى صدره ونقش الاسم الأعظم فى باطنه. لأن الأصابع الخمس كنقش لفظة الله ورأى الشاه شيئا يرى فيه الله.

فلما اشتهر هذا الذكر (الرؤيا) فى دياره سألوه عنه فقال :

هذا فيض من الفيوضات وعناية من العنايات فى الليله المباركة التى أنعم علىَ بهاء الغوث الأعظم ومن تلك الليلة أرى ازدياد حالى عن الحال المقدم ووجه شهرة اسمه الشاه النقشبندى. نقش الغوث الأعظم فى قلبه وهو ينقش فى قلوب الطالبين من حزبهز

وسألوا منه ما تقول فى قةل الغوث : (قدمى هذه على رقبت كل ولى الله) فقال بهاء الدين :

على عينى أو على بصيرتى رضوان الله تعالى عليهم أجمعين[14].     

/9/ Târîh-i Velâdet ve Neseb-i Şerîfleri :

718/(1318) senesinde Buhârâ civârında Kasr-ı ârifân denilen karyede mehd ârâ-yı âlem-i şuhûd olmuşlardır. Silsile-i neseb-i lâtifleri ber-vech-i atîdir:

Hz. Muhammed Bahâeddîn b. Seyyid Muhammed-i Buhârî b. Seyyid Celâl b. Seyyid Burhâneddîn b. Seyyid Abdullâh b. Seyyid Zeynelâbidîn b. Seyyid Kâsım b. Seyyid Şa’bân b. Seyyid Burhâneddîn b. Seyyid Mahmûd b. Seyyid Bulâk b. Seyyid Takî Sûfî-i Halvetî b. Seyyid Fahreddîn b. Seyyid Alî Ekber b. İmâm Hasan-ı Askerî b. İmâm Aliyy-i Nakî b. İmâm Muhammed-i Takî b. İmâm Mûsâ Rızâ b. İmâm Mûsâ Kâzım b. İmâm Ca’feri es-Sâdık (radıya'llâhü anhüm).

Tahsîlleri ve Nisbetleri :

Buhârâ’da tahsîl-i kemâlât eylemişlerdir. Hâce Muhammed Baba es-Simmâsî hazretleri, müşârünileyhi, yüksekliği hasebiyle evlâdlığa kabûl etmiş idi. İntisâbları Emîr Gülâl’edir. Hâce Abdülhâlık-ı Gucdüvânî’den de iktibâs-ı feyz eylemiş idi. Emîr Gülâl’in halaka-i zikr ü tesbîhine devâm ettiği hâlde, Hâce Abdülhâlık-ı Gucdüvânî’nin /10/ feyz-i rûhâniyyetlerinden iktibâs sırasındaki emr ve vasiyyeti üzerine zikr-i alenîye dâhil olmazlardı.

Halîl Atâ İle Mülâkatları :

Ba’dehû yedi sene Mevlânâ Ârif ile görüşerek Halîl Atâ hazretlerine mülâkî olmuştur. Halîl Atâ, dil-âgâh bir mürşid-i irfân-penâh idi. Hz. Bahâeddîn, bir gece rü'yâsında kendisinin bir dervîşe ısmarlandığını, ya'nî onun taht-ı himâye ve terbiye-i mürşidânesine tevdî olunduğunu görür. Uyandığı vakit dervîşin şekl ü şemâili zîver-i hâfizası olduğu hâlde, keyfiyyeti, sâlihât-ı ümmetten olan ceddesine arz ve hikâye eder. Müşârünileyhâ da, “Evlâdım, size meşâyıh-ı Türkden bir nasîb erişse gerektir.” buyurur. Bunun üzerine Cenâb-ı Bahâeddîn (kuddise sırruhu'l-metîn), o zâtı görmek ârzûsuna düşerek taharrîden hâlî kalmaz idi.

Bir gün Buhârâ pazarında, âlem-i ma’nâda gördüğü zâta aynen müşâbih birini görünce, hemen ismini sorar. Halîl Atâ isminde biri olduğunu anlar. Fakat orada mükâleme müyesser olmadığından, meserret ve mahzûniyyetinin imtizâcından mütevellid bir hâl-ı mütefekkirâne ile hâne-i mübâreklerine avdet eder. O gün akşam üzeri, biri hâne-i Hz. Bahâeddîn’e gelir, “Efendim Dervîş Halîl sizi istiyor.” der. Müşârünileyh, biraz meyve tedârik edip Halîl Ata hazretlerinin huzûr-ı ârifânelerine gider. Evvelce gördüğü rü'yâyı söylemek hevesi gönlüne gelirse de, Halîl Ata derhal, “Söyleyeceğiniz şey bize ayândır. Söylemeye hâcet yoktur.” buyurur. Hz. Bahâeddîn, bu vuslattan memnûn olup, hayli zamân sohbet ve muhabbetlerinde bulunarak ahvâl-i acîbe vü garîbe müşâhede etmişlerdir. Halîl Ata’ya Mâverâünnehr halîfeliği teveccüh edince, Hz. Bahâeddîn berâberinde bulunmuş, hârikulâde husûsâtına şâhid olmuştur. Oniki sene hizmetlerinde bulundular; âdâb u esrâr-ı tarîkat ü ma’rifeti öğrendiler. Hakkıyla bir mürşid-i mükemmil oldular.

İki def'a hacca azîmet buyurdular. Birinde meşhûr Hâce Muhammed Parsâ hazretleri berâberlerinde bulunmuştur.

Makâmât-ı Nakşıbendiyye nâm eser-i matbû'da deniliyor ki:

“Hz. Hâce-i bozorg, ikinci def'ada ziyâret-i beytu’llâh ile müşerref olup, avdetlerinde Bağdâd’a geldiler. Ulemâ, fukarâ ve umûm ehl-i Bağdâd, ziyâretlerine şitâbân oldular idi.”

Bu sırada Hz. Abdulkâdir-i Geylânî’nin kabr-i enverlerini ziyâret buyurdular. Rûhâniyyet-i Hz. Gavs-ı Ekrem’e hitâben (يا پير دستكير دست مرا ببكير تا كه كوبيم دستكير)[15] demesiyle Hz. Gavs, (بادشاه نقشبند قلب مرا بند تا كه كوبم نقشبند)[16] cevâbını vermiştir. (بادشاه هر دو عالم شاه عبد القادرست)[17] beytiyle başlayan kıt’a-i meşhûreyi îrâd ettiler. Beynehumâda nice esrâr-ı azîme zuhûra /11/ gelmiş olduğu mervîdir. Fakat gerek Makâmât-ı Nakşibendiyye, gerek Risâle-i Bahâiyye[18] nâm eserlerde buna dâir bir bahis görmedim. İhtimâl ki, Nakşibendîler bi’t-tab’ pîrlerini dîğer pîrândan istifâzadan müstağnî bilmelerinden ve Kâdirîler ise, Hz. Gavs-ı A’zamı her pîre ifâza-i envâr-ı hakîkat eder addetmelerinden dolayı, bu hâdise, Nakşıbendî menâkıb-nâmelerine geçmemiş; Kâdirî menâkıb-nâmelerinde zikrolunmuştur.

Bu gibi eâzım-ı evliyâu’llâh arasında zuhûr eden cilveleri tedkîk ve tahlîl etmek için onlar kâbiliyyetinde yaratılmış bir kuvve-i mümeyyize-i fikriyyeye mâlik olmak lâzım gelir. Elde böyle bir kuvvet olmadıkça söz söylemek küstâhâne (bir) bî-edebliktir. Cümlesinin dâire-i feyzine ilticâ, inâyetlerini recâ eylemek cümle-i âdâb-ı tarîkdandır. Ayrılık gayrılık mübtedîler arasında mevzû'-ı bahs olan mesâildendir.

Hz. Şâh-ı Nakşıbend efendimiz (gibi), (الطريقة كلها آداب)[19] hükmüyle bu tarîkat-ı aliyyeye sâlik ve tâlib olan merdân-ı Hudâ’ya kemâl-i edeb şarttır.

 با ادب در طريق عشق ورا

طرق العشق كلها ادب[20]

buyuruyorlar.

Cenâb-ı pîrin Zeyneddîn-i Hâfî hazretlerini ziyâret için Hindistan’da kâin Herât’a gidip müşârünileyh ile üç gün musâhabetten sonra Hicâz’a geldikleri menkûldür. Buhârâ’ya avdetlerinde bakıyye-i ömr-i şerîflerini burada imrâr ile Emîr Gülâl hazretlerinin vasiyyeti üzerine, yerlerine seccâde-nişîn-i reşâdet oldular. Hânefiyyü’l-mezhebdir.

Şahs-ı kıymet-dârları halkın nazarında lâyık olduğu mevki'-i hürmeti bulmuş ve şöhret-i ârifâneleri cihâna yayılmış; şarkdan garbdan gelen erbâb-ı aşk u muhabbet ve tâlib-i irfân u hakîkatin yegâne merci'-i hâssı olmuş idi. Envâr-ı feyzinden müstefîd olanlar çoğaldıkça kıymetleri de o nisbette yükseliyordu. Fârisiyyü'l-ibâre Enîsü’t-Tâlibîn ve Uddetü’s-Sâlikîn nâmında bir eser vardır. Bunu yazan Salâhaddîn b. Mübârek el-Buhârî’dir. 785/(1383) senesinde Alâeddîn-i Attâr hazretlerinin sohbetine yetişmiş, onların vâsıtasıyla, Hz. Pîr efendimizin nazar-ı kabûlleriyle müşerref olmuştur. Zât-ı celîl-i mürşidânelerinin kayd ve zabt edebildiği, efâl ü akvâl ve ahvâl-i münîfelerini cem’ ile o eseri meydâna getirmiş ki, her hâlde i’timâda şâyân bir vesîka-i mu’teberedir.

/12/ Hz. Pîr, bu eserin kendileri hâl-i hayât-ı sûriyyede bulundukları zamânda neşrine me’zûniyyet vermemişlerdir. Âlem-i âhirete intikâllerinden sonra ikmâl ve neşr olunmuştur. İstanbul’da Mûrâd Molla Dergâhı şeyhi Ali Efendi merhûmun teşvîkiyle Süleymân İzzî Efendi tarafından lisânımıza tercüme edilmiş, 1328/(1910) senesinde İstanbul’da Matbaa-i Bahriyye’de tab’ olunmuştur. Bunun mütâlâasını erbâb-ı ma’rifete sûret-i mahsûsada tavsiye ederim. Mütâlâa edilirse Hz. Pîr’in nasıl bir gencîne-i hakîkat olduğu anlaşılır.[21]

Müşârünileyh Alâeddîn-i Attâr buyururlar ki:

"Vaktâ ki, Hâce hazretlerinin kabûlleriyle müşerref oldum; muhabbetleri bende o eseri bıraktı ki, karâr ve ârâmım kalmadı. Bezm-i sohhbetlerinden mufârakate kudretim olmazdı. Bu hâlde iken, bir gün bana teveccüh-i hitâb ile, “Sen mi beni dost edindin, ben mi seni dost ittihâz ettim?” buyurduklarında, “Zât-ı kerâmet-meâbınız tenezzülen ve taltîfen bu abd-i ahkarınıza iltifât etmek maksadındasınız. Fakîriniz, efendimizi dost ittihâz ettim.” dedim. Bunun üzerine Hz. Hâce, “Bir sâat sâkin ol, bu hâl size münkeşif olur.” buyurdular. Bir sâat sonra gördüm ki, Hz. Hâce’ye bende muhabbet eseri kalmamış. O zamân, “Gördünüz mü bizden midir, sizden midir?” buyurmuşlardır."

Cenâb-ı Pîr’in lisân-ı Fârisîde ihtisâs-ı tâmları, Arabîde ise kudret-i kâmileleri vardı. İntâk-ı Hikem-i Âyât’ını mütâlâa edenler, kudret-i şi’riyyesinin de hayrânıdır. Evrâd-ı latîfeleri ise pek yüksek bir eser-i sânihâttır. Tamâmen lisân-ı haktır.

Hz. Pîr efendimiz, zirâatle de iştigâl edip emr-i maîşetlerini kesbi halâl ile te’mîne pek ziyâde i’tinâ buyururlar imiş. Hattâ pek çok zevât, “Haydi gidelim, Hz. Bahâeddîn’in her türlü şaibeden masûn taâmından nevâle-çîn olalım.” diye tehâlük gösterirler imiş. Semâhatları fevka'l-âde olduğundan, it’âm yüzünden pek ziyâde neş’e-yâb olurlar imiş.

Şemâil-i Latîfeleri :

Orta boylu, tıknazca ve kır sakallı, ya'nî beyâzı siyâhına gâlib, değirmi yüzlü, yanakları humrete mâil, iki kaşının arası açık olup, bıyıklarını sünnet-i seniyye dâiresinde keserler imiş. Çeşm-i hak-bînleri sarı, şehdâne elâ göz ki, “kestâne karası” ta’bir olunur. Bu hey’et ve bu şekil üzere teveccüh edilir. (Risâle-i Bahâiyye’den).

/13/                               Hâtem-i kenz-i velâyet vâkıf-ı kenz-i kazâ

Kutb-ı âlem şübhesiz Hâce Bahâeddîn’dir

Tutdu âfâkı velâyetle sedâ-yı şöhreti

Burc-ı ahkâm-ı şerîatde ziyâü’d-dîndir

Kass-ı kalbi nakş-ı esrâr-ı hakîkat-resm iden

Nakşıbend-i hâcegân şâh-ı livâü’d-dîndir

Alâeddîn-i Attâr nakl ediyor:

"Hâce hazretlerinin sıfât-ı seniyyesi fakr u fâka, terk-i dünyâ, tecerrüd-i mâ-sivâ, nefy-i vücûd-ı fânî müşâhede-i vücûd-ı hakkânî idi. Dâimâ fakrı medh ü senâ edip, sâlikleri fakra tergîb ve teşvîk ederlerdi. Kendilerinin fakrı o mertebede idi ki, hâne-i saâdetlerinde eyyâm-ı şitâda mescid-i şerîflerine ferşedecek bir şeyi yok idi. Bir köhne kilim döşerler idi. Maîşetleri halâl-i hâssı idi. Şübühâttan ictinâbları harâmdan ictinâbları gibi idi. “Bizler her ne bulduk ise sıfat-ı fakr ile bulduk.” buyururlar idi. Fakr u fâkaları bu rütbede iken, kerem ve atâları, ihsân ve îsârları a’lâ derecede idi. Bir kimse bir hediye takdîm etse, emsâli yâhûd iki misli kıymetinde bir şeyle mukâbele buyururlar idi. (تهادَوا تحابَوا)[22] hadîs-i şerîfi mantûkıyla amel ederler idi. Bildiği bilmediği kimselerden biri hânelerine gelse beşâşet ile onu istikbâl edip yer gösterirler idi. Mâ-hazar olan taâmdan ne varsa ikrâm ederler idi. Mihmâna bi'z-zât hizmet edip, başkasına o hizmeti gördürmez idi. Hava soğuk olsa müsâfir üşümesün diye kendine mahsûs olan şeyleri onun üstüne örterler, kendileri soğuğun meşekkatine tahammül ederlerdi. Ekser evkâtta yemeği kendileri pişirirler, sofra hizmetini kendileri görürler idi. Taâm ederken sâliklere huzûr-ı maa’llâha ve vukûfa riâyet emr ederler idi."

Gerek Makâmât-ı Nakşıbendiyye’de ve gerek Risâle-i Bahâiyye’de birçok menâkıb-ı şerîfesi ahvâl ü ef'âl ü akvâl-i lâtifesi vardır. Herhangi tarîka mensûb bir sâlik bunları mükerreren be-heme-hâl okumalı. İnsân-ı kâmil olabilmek için ne gibi fazâili câmi’ olmak lâzım geleceğini öğrenmelidir. Her ikisi mağz-ı Kur'ân'dır.

Kendilerinden istîzâhan, “Şeyh Cüneyd’in (قطع القارؤن ووصل الصوفيون)[23] kavlinde kâri’ ve sûfî kimdir?” diye sormuşlar. “Kâri isme meşgûl olan ve sûfî müsemmâ ile meşgûl bulunandır.” buyurmuşlardır.

Sûfîyyûnun, (الفقير لايحتاج إلى الله)[24] kavillerinden murâdları nedir?” diye vâki’ /14/ olan suâle, “Sûfîlerin ‘fakr’dan murâdlan fakr-ı hakîkîdir. Fakr-ı hakîkî olan kimse teeddüb edip Hak Teâlâ’ya arz-ı ihtiyâc etmez. Sûfîyyenin ‘fakr’dan ihtiyâcı selb etmeleri buna binâendir. Yoksa mahlûk bi'z-zât Hâlık’a muhtâcdır ve (حسبى عن سؤالى علمه بحالى)[25] kabîlindendir” buyurmuşlardır.

Yine bir gün, "(إذا تم الفقر فهو الله)[26] kelâmının te’vili nedir?” diye sordular, “Bu fakrdan murâd fenâ-yı tamdır. Bu fenâ-yı tâmmın sâlikde husûlü indinde, Allâh Teâlâ onun kalbinde tecellî eder. İmdi ol fakr, tecellîye sebep olduğu için bu kelâm denildi:

چون كه نبودى كه بود جمله خدا بود بس

چون تو نماندى كه ماند جمله خدا اى كدا[27]

urefâ kelâmı olmak üzere Hâce hazretleri, (لاتصح معرفة العارفين يتضرعون إلى الله)[28]Bu kelâm âriflerin varlıklarına ve vücûd-ı beşeriyyete avdet ve ric’atlerine delîldir. Zirâ tazarru’, firkat ve hicâblık ahvâlindendir.” buyurdular.

Hâce hazretleri tarafından rivâyet olunur ki, Şeyh Ebû Saîd’den suâl ettiler ki,

- Senin cenâzen önünde hangi âyeti okuyalım?

Onlar, “Cenâzemîn önünde âyet okumak büyük iştir. Lâkin bu beyiti okuyun.” dediler :

چيست ازين خوبتر در همه آفاقكار

دوست رسد نزد دوست بار بنزديك يار[29]

Hâce hazretleri, “Beyt-i mezkûru benim cenâzemîn önünde okumak da büyük bir iştir. Lâkin,

“Bir alay müflisleriz geldik der-i ihsânına

 Şey'-i li’llâh eyleriz hüsn-i rûy-ı tâbânına”

meâlinde olan,

مفلسانيم آمديم در كوى تو

شئ لله از جمال روى تو

beytini okuyun.” diye vasiyyet buyurmuşlardır.

Hz. Pîr efendimizin irtihâlleri yaklaştığı vakit, (الموت راحة للمؤمن)[30] hadîs-i şerîfini okudular. Bu hadîs-i sahîhin te’vîli şöyledir:

Mevt, likâ-yı Hak teâlâ ve tekaddes ile müşerref olmağa bâis olmasıyla, vesîle-i râhattır. Yine lisân-ı Rasûl-i Kibriyâ’dan (ما راحة للمؤمن دون لقاء الله تعالى) hadîs-i şerîfi şeref-sâdır olmuştur. Ma’nâ-yı celîli, “Mü’min için likâ-yı ilâhîden gayrı bir râhat yoktur.” demektir. O cihet ile ki, bu zindân-ı dünyâda, hicâb-ı ten ile devlet-i likâ-yı ilâhî’ye vusûl mümkin değildir. Bu da (الدنيا سجن المؤمن)[31] hadîs-i şerîfi ile müsbettir. O devlet ile müşerref /15/ olmak, lâ-cerem şerbet-i mevti nûş etmeye mütevakkıftır, buyurdular.

Mevti çok yâd ederlermiş. Husûsan âhir-i hayâtlarında, “Dostların gittikleri o âlem-i âhiret gâyet hoş.” buyururlar imiş. Ba’dehû tabakât-ı hâcegânı zikredip, rıhletlerine yakın bir zamânda dahi, Hz. Aişe’den rivâyeten, “Benim ülü’l-azm ihvânım ile Rusül-i kirâm bundan daha eşedd belâlara sabr ettiler ve kendi hâlleriyle giderek Rablarına vâsıl oldular ki, Cenâb-ı Hak, onlara pek azîm ikrâm ve pek cezîl sevâb ihsân buyurdu. Ve bence ehabbolan şey, ihvân ve ahavâtıma luhûk etmektir.” hadîs-i şerîfini nakl ü beyân buyurmuşlardır.

Sûret-i İrtihâlleri :

Bir müddet sonra, âlem-i âhirete intikâl emmâreleri göründü; hâl-i ihtizâr zuhûr etti. Alâeddîn-i Attâr  nakl ediyor:

“İrtihâlleri zamânında Yâsîn-i şerîf sûresini okurduk. Nısfına eriştiğimiz gibi, envâr zâhir olmağa başladı. Kelime-i tevhîde meşgûl olduktan sonra, nefes-i şerîfleri munkatı’ oldu."

Bu vak’a-i mühimme 791 senesi Rebîu'l’evvel ayının üçüncü (2 Mart 1389)  Pazartesi gecesine müsâdiftir.

Hengâm-ı irtihâllerinde iki ellerini kaldırıp, kendi tarîklarına sâlik olanlarla, olacakların cümlesi hakkında hayır duâ eyleyip, dest-i mübâreklerini vech-i saâdetlerine sürdükleri menkûldür. (Kaddesa’llâhu sırrahû ve efâza aleynâ birrehû ve ihsânehû).

Sinn-i şerîfleri yetmişüçe resîde olmuştu. İrtihâlleri târîhini hâvi manzûme:

خواجه اعظم بهاء الحق والدين نقشبند

آنكه مشهور ولايت شد كمال ملتش

مسكن و مأوى او چون بود قصر عارفان

قصر عارفان زين سبب آمد حساب رحلتش

Tercümesi:

Gitdi Şâh-ı Nakşıbend ol hâce-i dünyâ vü dîn

Ol ki oldu şâh-râh-ı dîn ü devlet milleti

Oldu çün me’vâ vü menzil ona Kasr-ı Ârifân

Bu sebebden Kasr-ı Ârifân oldu sâl-i rıhleti

Reşehât’ın zabtı:

رفت شاه نقشبند آن خواجه دنيا و دين

آنكه بودى شاه راه دين و دولت ملتش

مسكن و مأوى او چون بود قصر عارفان

قصر عارفان زين سبب آمد حساب رحلتش[32]

Sene: 791.

/16/ Kasr-ı Ârifân, Buhârâ’ya pek yakın bir mahaldir. Hz. Pîr efendimizin ma’mûr ve müzeyyen türbe-i latîfeleri ziyâret-gâh-ı ins ü cândır. (Rahmetu’llâhi aleyhi rahmeten vâsia)

Mezkûr risâlelerde menkûldür:

Şeyh-i zamân Abdülkuddûs (kuddise sırruhû) dedi ki :

“Hâce hazretlerini kabri münevverlerine vaz’ ettik. Gördüm ki, vech-i mübârekleri tarafindan (القبر روضة من رياض الجنة)[33] hükmü üzere Cennet’den bir pencere kabr-i şerîflerine açıldı. O pencereden iki hûrî gelip, onlara selâm verdiler. “Bizleri Hak teâlâ sizin için halk etti ve halk ettiği vakitten beri sizlere muntazırız.” dediler. Hâce hazretleri onlara dedi ki: “Ben Hak teâlâ hazretleriyle ahd ettim ki, dîdâr-ı bâhirü’l-envâr-ı ilâhîsiyle müşerref olmadıkça ve bana müntesib olanlara ve benden hakkı işitip, amel edenlere şefâat etmedikçe hiç bir şey ve hiç bir kimse ile meşgûl olmam.”

Yine menkûldür:

Hâce hazretlerinin vefâtı haberi geldikte, gâyet meksûr-ı hâtır oldum. Nefsime dedim ki, “Bundan sonra yine medreseme giderim.” diye karâr verdim. O gece kendilerini rü'yâda gördüm. (أَفَإِن مَّاتَ أَوْ قُتِلَ انقَلَبْتُمْ عَلَى أَعْقَابِكُمْ)[34] âyet-i kerîmesini okudular. Bîdâr oldum. Bu âyeti okumalarından istidlâl ettim ki, bi-hasebi’r-rûhâniyye, cümle fukarâ ve dervîşâna imdâd ve iânet edeceklerdir.

Yine rü'yâda gördüm, buyurdular: Zeyd b. Haris şöyle dedi: (الدين واحد ودائم)[35] Bu işâretten anlaşıldı, kendilerinin hakkâniyyetine delîldir. Onlar hayât ve memâtında sâlikleri, Kitap ve Sünnet’e ve eser-i ashâba sevk ve teslîk edip Hakk’a irşâd ederler. (Radıya'llâhu anhu)

                  Hâce-i Pîr-i Bahâeddîn şâh-ı Nakşıbend

Himmetinden mürdeler buldu hayât-ı câvidân

Rîze-çîn-i hân-ı feyzi oldu erbâb-ı sülûk

Zâhir ü bâtın ider imdâd-ı halka bî-gümân

 

Zeyn idüp nûr-ı velâyetle kerâmet kişverin

İtdi izhâr-ı kerâmetle tarîkin gül-sitân

Şark ile garbı ihâta itd’onun kutbiyyeti

Doldu esrâr-ı derûnundan zemîn ü âsumân

Âlem-i gayb u şehâdetde tasarruf eyledi

Oldu fermân-ber tarîkatda ana hep ins ü cânn

Âsârı :

Hayât-nâme unvânıyla mevâız ve nasâyıha müteallik bir manzûmesi ve Delîlü’l-Âşıkîn unvânıyla, tasavvufa dâir bir kitâbı ve Evrâd-ı Bahâiyye’si, âlem-i irfâna zînet veren âsâr-ı âliye-i mübârekedendir.[36]

Evlâd-ı Kirâmı :

Bir kerîmesiyle, Hasan-ı Attâr, Şihâbeddîn, Mübârek ve Alâeddîn nâmında dört erkek evlâdı dünyâya şeref-bahş olmuştur.

Kerîmesini Alâeddîn-i Attâr’a tezvîc eylemiştir. Alâeddîn-i Attâr’ın ismi Muhammed b. Muhammed el-Buhârî’dir. /17/ Cenâb-ı Pîr’in yerine seccâde-nişîn-i reşâdet olmuştur (Kuddise sırruhû).

İfâde :

Tarîkat-ı aliyye-i Nakşiyye’de dahi, Mevlevîler gibi şu’be ihdâs olunmamıştır. Binâenaleyh şu’besi yoktur. Esâs şecere ne ise odur. Fakat sonraları zamân zamân zuhûr eden kibâr-ı meşâyıhın her birine nisbetle turuk-ı sâirede olduğu gibi isimler vermişler, hattâ Esmâr-ı Esrâr’da, Ahrâriyye, Nâcîye, Kâşâniyye, Müceddidiyye, Murâdiyye, Mazhariyye, Melâmiyye-i Nûriyye, Câmiiyye, Sa’diyye, Reşîdiyye, Hâlidiyye’den bahsolunmuştur. Sâbiriyye, Nizâmiyye, Kudsiyye-i Haseniyye, Tabîbiyye, Nasîriyye, Behcetiyye nâmlarını da ilâve edenler görülmüştür.

Şeyh Behcet Efendi pederimizle bu husûsta görüşüldükte, “Tarîkat-ı Nakşiyye’de şimdiye kadar şu'beden ve şu'be müessisliğinden bahsolunmazken, bunu son zamânlarda işâa etmişlerdir. Mevlânâ Hâlid Ziyâeddîn, müceddid olarak mazhar-ı i’tibâr olmuş idi. Nakşîlerde şu'be yoktur.” buyurdular.

Sûret ü Sebeb-i İntişâr :

Hz. Seyyid Muhammed Bahâeddîn Şâh-ı Nakşibend (kuddise sırruhu's-Samed) efendimizin te’sîs buyurdukları tarîkat-ı aliyyeye “Nakşıbendî tarîki” ve sâliklerine “Nakşıbendî” ve şeyhlerine, yakın vakte kadar hâceve umûmu murâd olununca Hâcegândenilmiştir. Şeyhtâbiri sonraları kâim olmuştur.

Bu tarîkat-ı aliyyede ihdâs olunmuş bid’at olmadığından ve mesleklerine lâubalîlik girmediğinden efkâr-ı umûmiyye-i İslâmiyye'de hakkıyla hüsn-i kabûl görmüş ve pek sür’atle intişâr etmiştir. Bu intişârında âmil-i müessir ise, ekseriyyetle ulemâ-i İslâmiyye’nin rağbet-kâr olmasıdır. İlm-i zâhir ve ilm-i bâtınla müzeyyen ricâlu’llâhın emr-i zuhûrunda cilve-ger olmuştur. Zühd ü takvâ, şiddetle her hâle galebe ederek, halkın rağbetine ve hemen intisâbına yegâne bir kuvvet zuhûr etmiş ve Asya kıt’asını ekseriyyet i’tibâriyle müntesibîni istîlâ eylemiştir. Hindistan, Buhârâ, İran, Bağdâd, Arabistan, Suriye, Anadolu, Rumeli ve Mısır havâlisinde münteşirdir.

Bu tarîkat ehli arasında hakîkaten eâzım-ı İslâmiyye yetişmiştir. /18/ Tarîkat-ı aliyye’nin vücûduna muârız ve münkir olan ulemâ-ı zâhirenin, bir zamânlar tahâssul eden şiddetlerine karşı, onları râm edecek ve bu tarîkatın bir hakîkat olduğuna îmân ettirecek bir meslek-i Muhammedî olduğuna kavî bir müdafî’, tarîkat-ı aliyye-i Nakşiyye olmuş idi. Bu sebeple ulemâ-ı İslâmiyye’nin hemen hemen cümlesi, inkârdan ikrâra geçerek intisâb ile kâm-yâb olmuşlardır. El’ân zamânımızda bile böyledir. Bundan yüz sene mukaddem zuhûr ve ufûl eden Mevlânâ Hâlid Ziyâeddîn, açtığı çığır ile, müteahhirîn-i ulemâ-ı İslâmiyye’yi kendisine bend etmişti. El’ân fî-zamâninâ, ulûm-ı zâhire ricâli müntesib olagelmekte bulunmuştur. Tarîk-ı Nakşî sâlikleri için, turuk-ı sâirede olduğu gibi bir kisve-i mahsûsa yoktur. Herkes mesleğine göre, ne yolda telebbüs ediyorsa, o esâstır. Nakşî şeyhleri de, ale’l-ekser ziyy-i ulemâda bulunurlar. Bunların tâc-ı Nakşıbendî isti’mâl edenleri de vardır.

Zikr-i Cehrî, Zikr-i Hafî :

Nakşîlerde cehrî ve hafî kolu vardır. Nakşîlerde, Halvetîler gibi deverânen, Rufâîler gibi kıyâmen zikretmek usûlü yoktur. Onlar, oturdukları yerde zikrederler. Zikr-i şerîften mukaddem hatm-i hâcegân yapılır. Sonra tarz-ı mahsûs ile, zikr-i şerîfle iştigâl edilir. Hâlidîlerde zikr-i hafî esâstır. Onlar zikr-i kalbîye müdâvim olurlar. Râbıta, tarîk-ı Nakşîde de rükn-i rekîndir. Sâliklerinde cezbe ziyâde olur. Esnâ-ı zikirde, bağırmak, şiddetli sayhalarla feryâd u figân etmek, ağlamak, ıslık çalar gibi sadâlar çıkarmak ve titremek gibi hâlât, zikr-i hafîye meşgûl olanlar arasında pek çoktur. Ricâl-i tarîkat bunu makbûl addetmezler. Cezbe-i hakîkiyye için kimse bir şey diyemez. Hakîkî cezbe hakkında denilmiştir:

Bedreka-i kurb-ı Hudâ cezbedir

Rehber-i erbâb-ı Hudâ cezbedir

Kâşif-i esrâr-ı künûz-ı rumûz

Fâtih-i erbâb-ı atâ cezbedir

Kayd-ı sıvâdan geçüren sâliki

Râbıta-i ehl-i fenâ cezbedir

Cümle ibâdâta müvâzî olan

Mûsıla-i bâb-ı rızâ cezbedir

Hâtıralar nakşını dilden silen

Rûha cilâ kalbe safâ cezbedir

/19/ Ulemâ-yı sûfîyye, esnâ-yı zikirde bu hâli makbûl addetmezler. Anâsır sıkıntısı addederler. Sâlik-i mübtedîde zuhûr eder bir hâldir. Mürşid-i kâmilin en mühim hizmetlerinden biri, sâliki bu vartadan geçirmektir. Makâm-ı cezbede kalan mürşid olamaz.

Zikr-i cehrî ve zikr-i hafînin her ikisi hakkında âyet ve hadîs bulunmakla, efdaliyyetinde ihtilâf olunmuştur. Ba'zıları, “Amel-i kesîr i’tibâriyle zikr-i cehrî efdal, ba'zıları riyâdan masûniyyeti cihetiyle zikr-i hafî efdal.” demişler. Bir kısım ulemâ da, beynlerini cem’ ederek, “Mübtedîye zikr-i cehrî te’sirde ziyâde olmakla efdal, müntehîye zikr-i hafî efdaldir.” yolunda idâre-i kelâm etmişlerdir. Her iki zikir hakkındaki hadîs-i kudsîde (إذا ذكرني عبدي في نفسه ذكرته في نفسي وإذا ذكرني في ملائه خير من ملائه) ya'nî, “Kulum beni kendi nefsinde yalnız zikr ederse, ben de onu kendim zikr ederim. Eğer cemâat içinde zikr ederse, ben de onu, onun cemâatinden hayırlı cemâat içinde zikr ederim.” buyrulmuştur ki, bunda zikr-i cehrî ve hafî mertebelerine işâret olunmuştur.

Zikr-i hafî hakkındaki âyet-i kerîme, (وَاذْكُر رَّبَّكَ فِي نَفْسِكَ تَضَرُّعاً وَخِيفَةً)[37] beyyine-i Kur’âniyyesidir.

(فَاذْكُرُواْ اللّهَ كَذِكْرِكُمْ آبَاءكُمْ أَوْ أَشَدَّ ذِكْرًاً)[38] âyet-i kerîmesi de, zikr-i cehrîye nâzırdır.

Hatm-i Hâcegân :

Herkes kemâl-i âdâb ve râbıta ile diz üstü oturup, gözlerini kapar. Şeyh efendi, “Ervâh-ı akdes-i Hâcegân-ı âlî-şân-ı Nakşıbendî-râ ve sırr-ı enbiyâ-râ ber-tarîk-ı niyâz, el-Fâtiha!” der. Yine şeyh efendinin işâretiyle, yedi Fâtiha-i şerîfe, yüz salavât-ı şerîfe, yetmişdokuz (Elem neşrah leke sûresi), 1001 İhlâs-ı şerîf, yüz salavât-ı şerîfe, yedi Fâtiha-i şerîfe okumak lâzımdır. Buna “Hatm-i Hâcegân” derler.

Şeyh Abdullâh Salâhaddîn-i Uşşâkî hazretleri, İzhâr-ı Esrâr-ı Nihân Ez-Envâr-ı Hatm-i Hâcegân nâm eserinde, “Bâyezîd-i Bistâmî, Hâce Hasan-ı Harakânî, Hâce Yûsuf-ı Hemedânî, Hâce Abdulhâlık-ı Gucdüvânî ve Hâce Bahâeddîn Şâh-ı Nakşıbend (kaddesa'llâhu esrârahum) hazerâtı, ba'zı umûr ve hengâm-ı şedâidde suhûlet ve kahr-ı a’dâ ve def-i belâ için bu tertîb ile kırâatine devâm eylediklerinden, onlara nisbet olunup, “Hatm-i Hâcegân” denildi.” (buyurur.)

/20/ Anadolu’da, ale’l-husûs İstanbul’da, Nakşî tarîk-ı âlîsi sâlikânı, sâir turuk müntesiblerinden ziyâdedir. Hele son zamânda Erbilî Es’ad Efendi tarafından her tarafa sevk olunan hulefâsı delâletiyle müntesibînin mikdârı mühim bir yekûne bâliğ olmuştur.

Hatm-i Hâcegân’ın medhi vâdîsinde bir zât-ı muhterem şöyle söylemiştir.

İrer maksûduna ol kimse Hatm-i Hâcegân eyler

Cihânın câh u iclâlinde kesb-i izz ü sân eyler

Bu hatmi okumak kesret virir emvâl ü evlâda

Girif-dârı ider âzâd gamından şâdumân eyler

Bu hatmile bulur hâif selâmet şerr-i a’dâdan

Edâ-yı deyni ol medyûn olanlardan damân eyler

Şifâlar bahş idüp ashâb-ı emrâza virir sıhhat

Sülük erbâbına esrârını Hakk’ın ayân eyler

Bu hatmin feyz-i rûhâniyyetin ol kimse anlar kim

Tarîk-ı Nakşıbendî üzre Hatm-i Hâcegân eyler

Silsile-i Nakşıyye ekseriyyet i’tibâriyle Hz. Pîr’in dâmâd ve halîfe-i muhteremeleri Hâce Alâeddîn-i Attâr hazretlerinden yürümüştür. İmâm-ı Rabbâni’ye kadar olan zevât-ı kirâm ber-vech-i atîdir:

- Şeyh Muhammed el-Buhârî el ma’rûf bi-Alâeddîn-ı Attâr (Kuddise sırruhû)

- Şeyh Ya’kûb el-Çerhî el-Hisârî (Kuddise sırruhû)

- Şeyh Hâce Nâsıruddîn Ubeydullâh b. Muhammed Şihâbeddîn-i Ahrâr-ı Nakşibendî (Kuddise sırruhû)

- Mevlânâ Muhammed ez-Zâhid-i Bedâhşî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Mevlânâ Dervîş Muhammed (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Mevlânâ Hâcegî es-Semerkandî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

- Mevlânâ Ahmed el-Fârûkî es-Serhendî (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Şuabât-ı Tarîk-ı Nakşıbendî :

Ahrâriyye, Nâciye, Kâşâniyye, Müceddidiyye, Murâdiyye, Mazhariyye, Melâmiyye-i Nûriyye, Câmiiyye, Sa’diyye, Reşîdiyye, Hâlidiyye.

ALÂEDDÎN-İ ATTÂR

Tercüme-i hâlinden bâlâda kısmen bahs olunmuş idi. Onu mütemmim olarak yazıyorum. Müşârünileyh, 802 sene-i hicriyyesi Receb-i şerîfinin ikinci (28 Şubat 1400) Pazartesi günü irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Demek ki, Hz. Pîr’den sonra 11 sene 3 ay kadar daha muammer olmuşlardır.

Vedîa-i rahmet-i ilâhiyye oldukları gece, mürîdânından bir dervîş Hz. Hâce’yi rü'yâsında görüp, “Hakkımızda ibzâl buyrulan ikrâmât u in’âmât-ı ilâhiyye tahrîr ve takrîrden bîrûndur. Hattâ kabrimin kırk fersah murabbaındaki mesâfede medfûn bulunanların benim şefâatimle afv ve mağfiret buyrulacağı va’d buyurulmuştur.” dediğini nakleder. Kabr-i şerîfleri, Cefanyan’da ziyâret-gâh-ı enâmdır.

/21/عجب تاريخ وصلش جلوه كر شد

                  زنور دين علاء الدين عطار [39]

beyti târîhini gösterir.

YA’KÛB-I ÇERHÎ

Alâeddîn-i Attâr’ın ecell-i hulefâsından olup câ-nişîni bir zât-ı âlî-kadrdir. Hz. Şâh-ı Nakşıbend’in şeref-i sohbetine erişmiştir. Allâme-i dehr ve ferîd-i asr idi. Gazne muzâfâtından Çerh kasabasındandır. Bidâyeten Mısır’da tahsîl-i ulûm edip, cezbe-i Rahmânî zuhûr etmekle Hz. Şâh-ı Nakşıbend efendimizin bulunduğu mahalle kadar şedd-i rahl eyler. Esnâ-yı râhda bir meczûb fakîre rast gelip, “Ey Ya’kûb! Çabuk çabuk adım at ki, senin makbûller zümresinden olacak zamânın gelmiştir.” diye yer yüzüne bir çizgi çizer. Hâce Ya’kûb, aceleten Buhârâ’ya vâsıl oldukta, Mushaf şerîfi açar, ilk satırında, (أُوْلَـئِكَ الَّذِينَ هَدَى اللّهُ فَبِهُدَاهُمُ اقْتَدِهْ)[40] âyet-i celîlesine tesâdüf eder. Bu işâret-i garîbeden kendisine kanâat gelmiş, Hz. Şâh-ı Nakşıbend’in huzûr-ı irfânına varıp inâbet ârzûsunda bulunduklarını söylemiştir. Hz. Pîr efendimiz de, zikr-i şerîfi telkîn ile Hâce Attâr’a teslîm buyurdular.

İrtihâlleri 851/(144/) senesidir. Helganû nâm karyede defîn-i hâk-i ıtırnâkdır. Manzûme-i târîhiyyesi şudur:

وصل او كامل ملك سيرت بخوان

هم بدان يعقوب محجوب خدا[41]

HÂCE NÂSIRUDDÎN-İ UBEYDULLÂH

Ya’kûb-ı Çerhî’nin ekâbir-i hulefâsından ve eâzım-ı evliyâu'llâhdandır. Vâlide-i mükerremeleri cihetinden onyedi vâsıta ile silsile-i nesebi Hz. Ömer (radıya'llâhu anh) efendimize müntehî olur. “Ahrâr” lakabıyla meşhûrdur. Menâkıb-ı aliyyeleri zînet-sâz-ı sahîfe-i i’tibârdır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

806 sene-i hicriyyesi Ramazânı hilâlinde (13 Mart 1404), Bâğistan nâm karyede kadem-nihâde-i âlem-i şuhûd oldular. Yirmiiki yaşında Semerkand’a azîmet ile, iki sene tahsîl-i ilm eylediler. Evliyâu’llâhdan Seyyid Kâsım-ı Envâr hazretlerinin şeref-i sohbetlerine mazhar oldular. Daha pek çok zevât-ı kirâm ile mülâkâtı vardır.

Vâkıât’ta mütâlaa-güzâr-ı fakîrânem olmuş idi. Müşârünileyhin binden ziyâde çiftliği varmış. Her çiftlikte lâ-yuad mâl mevcûd imiş. Fakat hazret bunlara kalben alâka-dâr olmamıştır.

895 senesi Rebîu'l-evvel’inin yirmidokuzuncu Cuma (14 Şubat 1490) günü âlem-i dünyâdan güzer ettiler. Sinn-i şerîfleri seksendokuza erişmiş idi.

Dîvân-ı Alî Şerhi’nde okumuştum: (Sahîfe 144) Müşârünileyh(in), evâhır-ı ömrlerinde kemâl-i herem ü şeyhûhat ve ifrât-ı fütûriyyetleri ve mehâfetleri hasebiyle, ekser eyyâmda mürîdân-ı kâmilânı ayaklarını oğarlardı. İttifâken bir mürîd bir hizmete der-kâr iken, bir emr-i zarûrî lâzım gelip, yerine bir sâhib-i cemâl oğlu eczâ-yı meclisten bulunmakla, hıdmet-i şeyhi ona ihâle ve teşerrüfüyle kesb-i kemâle tergîb eder. Civânın keffi, pâ-yı hâceyi mess edicek, derhâl ayağını çekip, hıdmet-i civândan ibâ ve tâlibân ve sâlikâna sebebi takrîr ve inhâ buyurmuşlar ki, onun harâret-i destinden, hiss-i nefs vâkî’ oldu. “Bu sinn ü sâl ve mücâhedât-ı bâl ve riyâzet-i hâl ile, bende bu hâl vâki’ olursa, sizlerdeki hâli düşününüz.” diye cümleyi dâire-i cihâd ve intibâha da’vet buyurdu. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

/22 / HÂCE MUHAMMED ez-ZÂHİD

Asrının ekâbir-i ulemâsından ve meşâhîr-i urefâsından idi. Hâce Ubeydullâh’ın ilk halîfesidir. Tercüme-i hâl ve kerâmât-ı bâhiresi Hadarâtu’l-Kuds nâm eserde muharrerdir. Târîh-i irtihâlleri 936/(1530) olup Rahşî nâm kasabada medfûndur. "Rakım kon Şeyh Zâhid irtihâleş" (رقم كن شيخ زاهد ارتحالش)[42] irtihâlini müş’irdir.

HÂCE DERVÎŞ MUHAMMED

Mevlânâ Muhammed ez-Zâhid’den feyz almış kibâr-ı evliyâu’llâhdandır. Hz. Hızır (aleyhi's-selâm) ile görüşmüş olduğuna dâir menkûlât vardır. 970/(1563)’te Püster muzâfâtından Dasfirâr nâm mevzî’de defîn-i hâk-i ıtır-nâktır.

Târîhi :

نه سرور مست عشق آمد وصالش

ديارا عاشق رهبر محمد[43]

HÂCEGÎ es-SEMERKANDÎ

Emkinekî sûretinde de muharrerdir Müşârünileyhin oğludur. Zâhir ve bâtını ma’mûrdur. 918/(1512)’de tevellüd edip, Semerkand muzâfâtından Emkinek kasabasında sâkin olurlardı. 1008/(1599)’de doksan yaşında irtihâl-i ravza-i dârus’s-selâm ederek Emkinek karyesinde defîn-i hâk-i mağfirettir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Târîhi:

چو شد خواجكى باوج بهشت

جلوه كر كشت چون مه انور

هست شيخ زمان وصال او

هم بخوان خواجهء يقين اكبر[44]

HÂCE MUHAMMED-İ BÂKÎ

Vaktinin muktedâsı, zamânının fahru’l-urefâsı idi. Zâhir ve bâtını ma’mûr erlerdendir. Hâce Ubeydullâh-ı Ahrâr’ın rûhâniyyetinden fevâid ve füyûzât-ı kesîre iktisâb eylemiştir. Semerkand’da tahsîlden sonra, Hâce Emkinekî hazretlerinden ulûm-ı bâtına öğrenmiştir. İbâdât ve tâatda pek ileri gitmiştir. 1013 şehr-i Cemâziye’l-âhirinin yirmialtıncı (19 Kâsım1604) Pazar günü kırk yaşında irtihâl-ı dâr-ı naîm eylemiştir. Dehli’de medfûndur.

Târîhi:

چو باقى راهى ملك بقا شد

باهل دهر كفت هذا فراقى

ندا آمد ز هاتف وقت ترحيل

بجاى ملك باقى رفت باقى[45]

AHMED el-FÂRÛKÎ

(Mevlânâ Ahmed el-Fârûkî es-Serhendî Müceddid-i elf-i sânî İmâm Rabbânî)

Efdal-i ulemâ-yı râsihîn, gavsu’l-vâsılîn, mazhar-ı havârık u kerâmât, câmi’-i derecât-ı bî-gâyât, İmâm-ı tarîkat ve muktedâ-yı ehl-i hakîkattir. Neseb-i şerîfleri yirmisekiz vâsıta ile Hz. Ömer el-Fârûk efendimize müntehîdir:

/23/ İmâm Rabbânî Ahmed Fârûkî-i Serhendî b. Şeyh Abdulehad b. Şeyh Zeynelâbidîn b. Şeyh Abdulhayy b. Şeyh Habîbullâh b. Şeyh İmâm Refîuddîn b. Şeyh Nasîruddîn b. Şeyh Süleymân b. Şeyh Yûsuf b. Şeyh Abdullâh b. Şeyh İshâk b. Şeyh Abdullâh b. Şeyh Şuayb b. Şeyh Ahmed b. Şeyh Yûsuf b. Şeyh Şihâbeddîn b. Şeyh Nasîruddîn b. Şeyh Mahmûd b. Şeyh Süleymân b. Şeyh Mes’ûd b. Şeyh Abdullâh vâiz-i asğar b. Şeyh Abdullâh vâiz-i ekber b. Şeyh Ebu’l-Feth b. Şeyh İshâk b. Şeyh İbrâhîm b. Seyyid Nâsır b. Sâhib-i Rasûli'llâh Hz. Abdullâh b. Emîru’l-mü’minîn Hz. Ömer el-Fârûk. (Radıya'llâhu anhüm ve emeddenâ bi-imdâdihim ve min-nefehâtihim)

971 şehr-i Muharreminin onunda (30 Ağustos1563), Serhend’de gehvâre-i zîb-i âlem-i şuhûd olmuşlardır. Hîn-i murâkabede iltifât-ı âli’l-âl cenâb-ı peygamberîye nâil olmuş ekâbir-i evliyâu’llâhdandır.

İmâm Rabbânî’nin Mektûbât’ı vardır ve pek meşhûrdur. Fârisiyyü’l-ibâredir. Bunları Müstakîmzâde Süleymân Sa'deddîn Efendi hazretleri tercüme eylemiş idi. Devr-i ahîrde tab’ u neşr olunmuştur.

Müşârunileyh Hz. Şeyhu’l-Ekber’in vahdet-i vücûd mes'elesinde buna muârız gibi göründükleri mervî ise de, erbâb-ı irfândan ba'zıları vahdet-i vücûdu vahdet-i mevcûd sûretinde anlayan kâsır-nazar anı halâs etmek nazariyyesine tebean öyle göründüklerini, yoksa Hz. Şeyh-i Ekber gibi âlî-nazar bir sultân-ı ma’rifetin meslek-i ârifânesine mugâyir mesleği, Hz. İmâm’ın da tervîc-kâr olmadığını serdeylemişlerdir.

Müşârunileyhin Kâdiriyye, Sâbiriyye-i Çeştiyye, Sühreverdiyye, Kübreviyye ve Nakşiyye tarîklarına intisâbı vardır. Her birinin silsilesi ber-vech-i âtîdir:

Şerece-i Kâdiriyye:

Kutbu’l-aktâb Hz. Pîr Abdülkâdir-i Geylânî (kuddise sırruhû), Şeyh Seyyid Abdurrezzâk, Şeyh Seyyid Şerefeddîn, Şeyh Seyyid Bahâeddîn, Şeyh Seyyid Abdülvehhâb, Şeyh Seyyid Ukayl, Şeyh Seyyid Şemseddîn-i Sahrâî, Şeyh el-Mü’min, Şeyh Rahmân, Şeyh Ebu’l-Hasan, Şeyh Gedâ-yı Rahmân, Şeyh Şâh Fudayl, Şeyh Gedâ-yı Rahmân, Şeyh Şâh Kemâl Ketbelî, Şeyh Şâh İskender-i Künhelî ve Şeyhu’l-Meşâyıh İmâm Rabbânî. (Kaddesa'llâhu esrârahüm)

Şecere-i Çeştiyye-i Behiştiyye:

Hz. Alî (kerrema'llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh), Hz. Hasan el-Basrî (radıya'llâhu anh), Şeyh Abdülvâhid b. Zeyd, Şeyh Fudayl b. lyâz, Şeyh İbrâhîm-i Edhem, Şeyh Huzeyfe-i Mar’aşî, Şeyh Emînüddîn Sîretü’l-Basrî Ebû Hubeyre, Şeyh Mimşâd Uluvv-ı Dîneverî, Şeyh Ebû İshâk-ı Şâmî, Hz. Pîr Ebû Ahmed-i Çeştî, Şeyh Muhammed Muhterem-i Çeştî, Şeyh Yûsuf-ı Çeştî, Şeyh Mevdûd-i Çeştî, Şeyh Hacı Şerîf-i Zindânî, Şeyh Osmân-ı Hârûnî, Hz. Hace-i Hâcegân ve Hâce-i Muînüddîn Hasan Sencer-i Çeştî, Şeyh Kutbeddîn Necyâr Kâkî-i Ûşî, Şeyh Ferîdüddîn-i Genceşkerî, Şeyh Mahdûm İlmî Sâbır, /24/ Şeyh Şemseddîn-i Türk, Şeyh Muhammed Celâleddîn, Şeyh Abdülhak Tûte, Şeyh Muhammed Ârif Abdülhak, Şeyh Muhammed Abdülhak, Şeyh Abdülkuddûs-i Gühengî, Şeyh Zeyneddîn, Şeyh Abdülehad, Şeyh bedrü’l-mille ve’d-dîn İmâm Rabbânî. (Kaddesa'llâhu esrârahüm)

İmâm Rabbânî’nin tercüme-i hâline devâm sırasında şecere-i Çeştiyye’den ba'zı zevât hakkında ma’lûmât i’tâsı münâsip görüldü :

ŞEYH FUDAYL b. IYÂZ HAZRETLERİ

İsmi Ebû Alî, künyesi el-Müteyemmî et-Tâlekânî el-Gandînî’dir. Kibâr-ı evliyâdan ve eâzım-ı sûfîyyedendir. Hindistan’da Ebyurd muzâfâtından Fendin karyesinde doğmuş ve Ebyurd’dan neş’et edip, ba'dehû Kûfe’ye gelmiş ve zühd ü takvâ ve irşâd ve mev’ıze ile iştigâl edip ba'dehû Mekke-i Mükerreme’ye azîmetle bakıyye-i ömrünü orada geçirmiş ve 187/(803) senesinde irtihâl eylemiştir. Hârûn er-Reşîd ile mâ-cerâları ve birçok kelimât-ı ârifânesiyle mev’ızaları vardır. Bişr-i Hafî ve Seriyyü’s-Sakatî hazarâtı müşârunileyhin mazhar-ı feyzi olanlardandır.

ŞEYH İBRÂHÎM-İ EDHEM

Künyesi Ebû İshâk; mevlidi Belh; târîh-i irtihâlî 166/(783)’dır. Belh ebnâ-yı mülûkünden olduğu hâlde, terk-i saltanatla zümre-i evliyâ-yı kirâma dâhil olmuş büyük bir zâttır. Avda tavşan kovalarken ve gâyet mükellef bir yatak içinde zümre-i sâlihîne iltihâkın tarîkını düşünürken, hidâyet-i ilâhiyye erişip irşâd buyrulduğundan, hemen iyâl ü menâlini terk ederek râh-ı Hakk’a sülûk eyledi. Bir müddet Belh dağlarında inzivâ ve dokuz sene Nîşâbûr’da bir mağarada ibâdetle tahsîl-i rızâ eyledikten sonra, Mekke-i Mükerreme’ye gelmiş, İmâm Bâkır ve emsâli zevât ile görüşmüştür.

Bir aralık tedârîk-i tîb için Şam’da bağ bekçiliği ettikleri mervîdir. En sonra Lazkiye’de vefât edip, “Cebele-i Edhemî” denilen mahalle defn olunduğu menkûldür. Hâlbuki, muharrir-i fakîr, Kuds-i şerîfde sûret-i mahsûsada bir türbe-i münîfelerini gördüm ve burada medfûn olduklarını öğrendim. Ziyâret eylemiştim. İhtimâl ki, Kudüs’de bulundukları zamân burada ikâmetlerinden kinâyeten makâm ittihâz olunmuştur. Fudayl b. İyâz’ın mazhar-ı feyzi olmuş idi.

Târîh-i irtihâli 166 sene-i hicriyyesidir (783). Belh’de rahm-ı mâderde bıraktığı evlâdı büyüyüp pederini görmek ârzûsuyla vâlidesi ve birçok hadem ü haşemiyle Mekke-i Mükerreme’ye gelmiş idi. Baba-oğul birbirini görmedikleri hâlde, Hz. İbrâhîm (Edhem), esnâ-ı tavâfda çocuğunu tanıyıp mürîdlerine, "Allâhu a’lem, bu çocuk benim oğlum olsa gerektir. Zîrâ, gönlüm pek ziyâde meyl etti." (buyurdu). /25/ Mürîdler gelip çocuğunu getirdiler; çocuk babasını gördüğü gibi, fevka'l-âde bir meserretle ayaklarını takbîl eyledikten sonra, yanına oturdu. Artık öksüzlüğe tahammül edemeyerek vâlidesiyle berâber geldiğini ve birlikte avdet ricâsında olduğunu, kemâl-i sûz ü güdâz ile pederine ma’rûzâtta bulundu.

Azizim! Şu noktada, İbrâhîm-i Edhem hazretlerinin mevkiini düşününüz. Bir tarafında muhabbet-i ilâhiyye, bir tarafında evlâd ve saltanat muhabbeti olduğu hâlde, terk-i saltanat etmesinde âmil ve müessir olan Allâh muhabbeti daha yüksek olarak, bi’t-takdîr evlâdına me’mûlü gibi rû-yı iltifât göstermedi. İbrâhîm-i Edhem, ellerini kaldırdı, kemâl-i hüzn ile dergâh-ı azamete yüz tuttu: “Ey Hâlık-ı ins ü cânn! Hâlim sana ayândır. Bu çocuk kalbimde yer tutacak olursa âkibetim hüsrândır. Senden ümîdim lutf u ihsândır.” diye duâ etmesini müteâkib mahdûmu rahmet-i Rahmân’a kavuştu.

Dîğer bir rivâyete göre, İbrâhîm-i Edhem hazretleri Belh’de dünyâya gelmeyip, vâlidesi edâ-yı hac için Mekke-i Mükerreme’ye geldiği vakit dünyâya getirmiş ve esnâ-yı tavâfda, “Yâ Rab! Bu çocuğu zümre-i sâlihîne ilhâk eyle.” diye duâ buyurmuş ve duâsı kabûl olmuştur.

Âşık Yûnus, bir ilâhîsinde müşârünileyhi kasd edip der ki:

“Gönül hayrân olupdur aşk elinden

 Ciğer püryân olupdur aşk elinden

 Niceler tâc ü tahtı mâl ü mülkü terk

 İdüp üryân olupdur aşk elinden”

İbrâhîm-i Edhem hazretleri fakrı ihtiyâr ile, halkın iltifâtından ve kendisine ettikleri ta’zîm ve tekrîmden nefsime gurûr gelmesin diye kaçarlar imiş. Hattâ Basra’da ikâmetleri sırasında, pek ziyâde mücâhede ve riyâzet ettikleri cihetle, Basra halkı, başına cem’ olup, iltifâta başladılar. Müşârünileyh bir gece Kâ’be’ye giden bir kâfileye katılıp hacca revân oldu. Ehl-i Mekke, evsâf-ı hamîdesini işittikleri cihetle, gâibâne taaşşuk etmişlerdi. Kâfile halkı müşârünileyhi tanımadılar. Zîrâ fenâda idi. Kervân, Kâ’be’ye bir konak kaldıkta, ehl-i kervânın bir kısmı, evvelce Kâ’be’ye revân oldular. Ehl-i Kâ’be, onların nereden geldiğini öğrendiklerinde, İbrâhîm-i Edhem hazretlerinden suâl etmişler, ma'lûmâtları olmadığını, fakat kervânda o isimde bir dervîş olduğunu söylediklerinden, ehl-i Mekke istikbâline çıkmışlardır. Müşârünileyh, kervânın önünde giderler imiş. Bi’t-tesâdüf sormuşlar ki, “İbrâhîm-i Edhem’i bilir misin? Biz onun istikbâline çıktık.” demeleriyle, nefsi hazzedip istedi ki, “Benim.” diye cevâb vere. Derhal hazz-ı nefsinden ve iltifât-ı halkdan /26/ ictinâb için onlara hitâb ile, “Hâlinize hayret ediyorum. O adam bir mülhiddir. Ondan ne umarsınız? Bu kadar halk istikbâline çıkmışsınız. İhtiyâr eylediğiniz zahmete değmez.” demiş idi.

Müstakbilîn ise,”Sen öyle bir sâhib-i velâyete mülhiddir diye isnâdâtta bulunursun. Seni münâsebetsiz herîf!” diyerek, sopa ile döğmüşlerdir. Döğdükleri adamın İbrâhîm-i Edhem olduğunun farkında değillerdi. Hz. İbrâhîm-i Edhem, bu dakîkada nefsine hitâben, “Ey nefs-i leîm! Sana halkın ikrâm ve i’zâzindân ziyâde böyle dayak atması evlâdır.” buyurmuşlardır. Mekke-i Mükerreme’de kimseye kendisini tanıttırmamıştır. (Minhâcü’l-Fukarâ’dan)

Şuabât-ı Çeştiyye :

Sâbiriyye, Nizâmiyye ve Kudsiyye-i Haseniyye nâmıyla üç şu'beye ayrılır.

Nizâmiyye şu'besi de, Tabîbiyye ve Nasîriyye nâmıyla iki kola inkısâm eder.

Bu şuabât tamâmen Hindistan’da münteşirdir. Sâbiriyye-i Çeştiyye’yi son zamânlarda temsîl eden eş-Şeyh Hâfız İmdâdullâh Efendi hazretleri idi. Tercüme-i hâlleri âtîde gelecektir. I. cildde Muhammed Es’ad el-Mevlevî hazretlerinin tercüme-i hâli sırasında (s. 330) ism-i mübârekleri geçmişti. (Kaddesa'llâhu esrârahüm)

Şecere-i Sühreverdiyye:

Hz. Pîr İmâmü’t-tarîka Şeyh Şihâbeddîn-i Sühreverdî, Şeyh Bahâeddîn Zekeriyyâ-yı Mültanî, Şeyh Sadreddîn Muhammed, Şeyh Rükneddîn Ebu’l-Feth-i Tebrîzî, Şeyh Seyyid Celâleddîn-i Buhârî, Şeyh Seyyid Ahmed-i Ciyûnpûrî, Şeyh Berhen-i Behrâyicî, Şeyh Ahmed-i Dâvârî, Şeyh Dervîş Muhammed, Şeyh Abdülkuddûs-i Kenkûhî, Şeyh Rükneddîn-i Kenkûhî, Şeyh Abdülehad, Şeyh İmâm Rabbânî. (Kaddesa'llâhu esrârahüm)

Şecere-i Kübreviyye :

Hz. Pîr Necmeddîn-i Kübrâ, Şeyh Baba Kemâl-i Hucendî, Şeyh Ahmed, Şeyh Ebü’l-Atâyâ, Şeyh Şemseddîn b. Muhammed, Şeyh Hamîdüddîn-i Semerkandî, Şeyh Ecmel-i Ciyûnpûrî, Şeyh Berhen-i Behrâyicî, Şeyh Dervîş Ahmed-i Edrehî, Şeyh Abdülkuddûs, Şeyh Rükneddîn, Şeyh Abdülehad, Şeyh bedrü’l-mille İmâm Rabbânî. (Kaddesa'llâhu esrârahüm)

            İmâm Rabbânî’nin Âsârı :

1. Mektûbât-ı Kudsiyye.

2. Risâle-i Tehlîliyye.

3. Risâle-i İsbâti’n-Nübüvve.

4. Risâle-i Mebde’ ve’l-Meâd /27/ ve’l-Mükâşefetü’l-Gaybiyye.

5. Âdâbü’l-Mürîdîn.

6. er-Risâletü’l-Medeniyye fi’r-Reddi alâ Şîa.

7. Ta’lîkât alâ Avârifi’l-Maârif.

8. Şerhu Rubâiyyât li-Abdülbâkî.

Birkaç cildden mürekkeb Fârisiyyü’l-ibâre Mektûbât’ını Müstakîm-zâde, iki cild olarak Türkçe’ye tercüme etmiştir. Matbû'dur. Mektûbât-ı Ahmediyye nâmındadır.[46]

İmâm Rabbânî’nin Evlâd-ı Kirâmı :

Hâce Muhammed Sâdık, Hâzinü’r-Rahme Şeyh Ahmed Saîd, Urvetü’l-Vüskâ, Şeyh Muhammed Ma’sûm, Muhammed Eşref, Muhammed Ferah, Muhammed İsâ, Muhammed Yahyâ.

Şeyh Ahmed Saîd, peder-i mükerremine halef olmuştur.

İmâm-Rabbânî 1034 senesi Saferu’l-hayr’ının ondördüncü günü (26 Kâsım 1624),  altmışüç yaşında oldukları hâlde terk-i dünyâ-yı nâ-pâyidâr ve azm-i gül-şen-sarây-ı dârü’l-karâr eylemiştir.

Târîhi :

الإمام الربانى لما توفى

حياء تاريخه رفيع المراتب[47]

MEVLÂNÂ MUHAMMED el-MA’SÛM

Silsile-i Nakşıbendî’ye zînet veren meşâyihdandır. İmâm Rabbânî evlâdındandır. Vaktinin kutbu, zamânının mürşidi idi. 1009/(1600)’da dünyâya gelmiş ve pederlerinden feyz almıştır. Âleme şöhret vermiş idi. Mürîdânının adedinin yüzbini mütecâviz olduğu mervîdir. 1079/(1668)’da yetmiş yaşında Serhend’de irtihâl eylemiştir. Kabr-i münîfleri ziyâret-gâh-ı enâmdır. (Kaddesa'llâhu sırrahu)

مجدد نقشبند نقش يزدان

شه معصوم عالى رتبه مخدوم

جو توليدش ز هاتف هست سرور

ز دل شد يار حق مخدوم معلوم[48]

MEVLÂNÂ SEYFEDDÎN

Mahdûm-ı İmâm Rabbânî’dir. Ulûm-ı zâhire vü bâtınayı câmi’ ve kemâlât-ı sûriyye vü ma’neviyyeyi hâvî zühd ü takvâ ile muttasıf, “Muhyi’s-sünne” lakabıyla mulakkab idiler. 1098/(1687) senesinde târik-i âlem-i nâsût ve vâsıl-ı ile’l-hayyı’llezî lâ-yemût oldular.

Târîh :

رقم كن : باصفا شمشير دينى[49]

MEVLÂNÂ SEYYİD MUHAMMED NÛRU’L-BEDVÂNÎ

Allâme-i yegâne, kutb-ı zamâne idi. Hz. Seyfeddîn’den feyz aldı. Pek büyük zevât-ı kirâm ile görüşerek, istiğrâk ve cezbeleri ziyâde idi. 1135’de şehr-i Zi'l-ka’desinin onbirinci (13 Ağustos 1723) günü irtihâl-i dâri’s-selâm eyledi.

Târîh :

عجب سال وصالش جلوه كر شد

ز مخدوم زمن نور محمد[50]

/28/ MEVLÂNÂ ŞEMSEDDÎN HABÎBULLAH b. MİRZÂ CÂN-I CÂNÂN

Sâdât-ı ızâm-ı Aleviyye’den ve Muhammed-i Bedvânî’nin ekâbir-i hulefâsındandır. Neseb-i şerîfleri yirmisekiz vâsıta ile Hz. Alî efendimize müntehîdir. Emîr Abdüssübhân müşârünileyhin cedd-i emcedleri olup, târikat-ı aliyye-i Çeştiyye’ye /28/ müntesib bir merd-i kâmil idi. Şeyh Şemseddîn, 1111/(1699)’de doğmuş, 16 yaşında iken pederleri Mirzâ Cânân, vâsıl-ı rahmet-i Rahmân olmuştur. 1190 senesi Muharreminin dokuzuncu (1 Mart 1776) yevm-i Cuma iki ellerini kaldırıp Fâtiha okuyarak hitâm-ı kırâatında Lafza-i Celâl’i zikr eyleyerek teslîm-i rûh etmiştir.

MEVLÂNÂ ABDULLÂH-I DEHLEVÎ

"Gulâm Aliyy-i Dehlevî" diye meşhûrdur. Müceddidlerdendir. Sâdâttan ve Mirzâ Cânân’ın hulefâsındandır. 1158/(1745)’de Pencap civârında Bitala kasabasında gehvâre-zîb-i âlem-i şuhûd oldular. Eızze-i kirâmdan iktibâs-ı füyûzât eylemiştir. Yirmiiki yaşında iken Mevlânâ Cân-ı Cânân hazretlerinin halaka-i feyz-i enverlerine vâsıl ve tekmîl-i sülûk eylemiştir. Kerâmât ve makâmât sâhibidir.

“Kutbu’l-aktâb”, “Gavsü’ş-şeyh ve’ş-şâb”, “Müceddid-i mie-i sâlise-i aşer”, “Nâib-i hayri’l-beşer” ve “Mürevvic-i şerîat-ı Mustafâ” evsâfıyla mevsûfdur. 1240 sene-i hicriyyesi Saferü’l-hayrının yirmiikinci (11 Ekim 1824) günü işrâk vaktinde, sekseniki yaşında olduğu hâlde dâr-ı pür-melâlden kurb-ı Mevlâ-yı Zü’l-Cemâl’e irtihâl etmiştir.

Târîh :

               حضرت قطب الدهلوى رغب الحق مرحبه

فلهذا إذا رخو نوَر الله مضجعه[51]

Hulefâsı :

Şeyh Ziyâeddîn Hâlid, Mevlevî Beşâretullâh-ı Behrâyicî ve Şeyh Ebû Saîd ecell-i hulefâsındandır.

ŞEYH EBÛ SAÎD

Seccâde-nişîn-i reşâdet olan erlerdendir. İmâm Rabbânî evlâdındandır. Zamânının ferîdi olmuş idi. Fârisiyyü’l-ibâre Hidâyetü’t-Tâlibîn nâm eseri Arapça ve Türkçeye tercüme (edilmiş ve) tab’ olunmuştur.

ŞEYH MUHAMMED HAKKI EFENDİ

Abdullâh-ı Dehlevî’den feyz alan evliyâdandır. 1215/(1800)’de Mekke-i Mükerreme’de intikâl eylemiştir. Maskat-ı re’si Nazilli’dir.

Hazînetü’l-Esrâr ve Celîletü’l-Ezkâr, Masrau’l-Halâyık, Sünûhât-ı Mekkiyye, Tıbbu’l-Kur’ân ve Hubbu’r-Rahmân, Tefhîmü’l-İhvân fî Tecvîdi’l-Kur’ân ve Ahkâmü’l-Mezâhib fî Atvâri’l-Lihâ ve’ş-Şevârib nâmlarında Arapça eserler yazmış ve tab’ olunmuştur. Zâhir ve bâtını ma’mûr ricâlu’llâhdandır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

ŞEYH MUHAMMED MA’SÛM ed-DEHLEVÎ

İbnü'ş-şeyh Ahmed Reşîd Efendi (ve) İmâm Rabbânî hazretlerinin ahfâdındandır. Bir asra karîb bir zamândan beri Medîne-i Münevvere’de mutavattın ve tarîkat-ı aliyye-i Nakşıbendiyye’nin Müceddidiyye meşâyıhından idi. Mekke-i Mükerreme’de 1341/(1923) senesinde irtihâl eylemiştir.

/29/ Âlim ve fâzıl bir şeyh-i kâmil idi. Hindî, Arabî ve Fârisî lisânlarıyla yazılmış matbû' ve gayr-i matbû' birçok âsâr ve müellefâtı ve Medîne-i Münevvere’de, İstanbul’da, Buhârâ’da ve hâssaten Hindistan’da milyonlara varan mürîdân ve mensûbânı vardı. (Rahmetu'llâhi aleyhi rahmeten vâsıa)

İfâde

Mevlânâ Hâlid Ziyâeddîn’den yürüyen silsile zamânen kesb-i ehemmiyyet etmiştir. Bunu bahsimizin sonuna bırakarak dîğer kollardan gelen ehl-i silsilenin tercüme-i hâllerinin beyânına şurû’ olundu.

ŞEYH ABDULLÂH-I İLÂHÎ es-SİMÂVÎ

Fâtih Sultân Mehmed Hân’ın İstanbul’u fethini müteâkib gelen ilk Nakşıbendî şeyhidir. Kendileri an-asıl Hudâvendigâr vilâyeti dâhilinde Simav kasabasına yakın Tekellüf karyesinden neş’et eylemiştir. Kibâr-ı meşâyıhdan ve keşf u kerâmet ashâbındandır.

Simav’da tahsîl-i ibtidâîde bulunarak, Dersaâdet’te Zeyrek Medresesi’nde bulunmuş - ki bu medrese el-yevm tekke hâline kalb olunmuş idi ve ba’dehû li-ecli’s-seyâha İran’a gidip Aliyy-i Tûsî hazretlerine mülâkî olmuştur. Bir müddet Kirmân’da müşârünileyhin dersine devâm eyleyerek terk-i dünyâ hevesine düşmekle, kitaplarını toplayıp yakmak veyâ suya atmak tereddüdünde iken, bir fakîr görmekle, satmak üzere ona bahşedip, oradan mürşid taharrîsi zımnında Semerkand’a kadar gitmiştir. Burada Hâce Ubeydullâh-ı Ahrâr (s. 21) hazretlerinin sohbet-i aliyyelerine mazhar oldu. İkmâl-i sülûkdan sonra Buhârâ’da Hz. Pîr Şâh-ı Nakşıbend efendimizin türbe-i münîfesinde mu’tekif olup Hz. Pîr’in rûhâniyyetleriyle feyz-yâb olduktan sonra Hâce Ubeydullâh’ın işâretiyle vatan-ı aslîsine avdet ve Hz. Abdurrahmân-ı Câmî ile musâhabet etti. Bir müddet sonra İstanbul’a gelip pek çok cânları uyandırarak ve hattâ Emîr Buhârî hazretlerini yerlerine makâm-ı irşâda ik'âd ile kendisi Evrenos-zâde Ahmed Bey’in teşvîkiyle Yenice-i Vardar’a azîmet buyurdu. Orada tâlib-i Hak olanları irşâda himmet etmekte iken 893/(1488)’te; bir rivâyette, "rahmet-i birr-i ilâhî" (رحمت بر الهى) terkîbinin nâtık olduğu vechile 896/(1491)’da irtihâl-i dâr-ı bakâ eyledi.

Kemâl-nâme-i İsmâîl Hakkî nâm eser-i âcizânemin 23. sahîfe ilâvesinde ve Sefîne-i Evliyâ’nın cild-i sâlisinde 31. sahîfe ilâvesinde şerh vardır.

İstanbul’dan mufârakatinin, halkın kesretle hücûmundan münbais olduğunu, İsmâîl Hakkı merhûm Silsile-nâme’sinde Zâkir-zâde bahsinde yazar.

Türbesi ziyâret-gâh idi. Şimdi oralarının ehl-i İslâm’dan tecrîd edilmiş olmasına nazaran, Yunanlılar’ın bu türbeyi hâk ile yeksân etmiş olduklarına şüphe edilemez.

Târîh-i rihleti :

            غريق رحمت حق شد از آن رو

شدش تاريخ رحمت بر الهى[52]

Kümmel-i müşâyıhdan ve zümre-i berâzıhdandır. Âdâb-ı sülûka müteallik Zâdü’l-Müştâkîn ve /30/ Necâtü’l-Ervâh (isimli) risâleleri meşhûrdur. İstanbul’da 1261/(1845)’de tab’ olunmuş Risâle-i Molla İlâhî nâm eser müşârünileyhindir. Bu eserin, bâlâda ismi geçen risâleden başka bir eser olup olmadığını tahkîk edemedim. Tab’ olunan eserde ismi yoktur. Mukaddimesini teberrüken ve aynen nakl ediyorum :

“Molla İlâhî ki, ulemânın fâiki, hukemânın hâzıkı idi. Maârif-i ilâhiyyede rif'at hâsıl edip, takarrub mülküne yetişmişti. Merhûm Fâtih Sultân Mehmed Hân b. Gâzî Murâd Hân asrında diyâr-ı Buhârâ’dan Rûm’a gelmiş idi.

Bârgâh-ı sultânîde be-gâyet makbûliyyet ve rağbet âsârı gösterilmiş idi. İstanbul’da engüşt-nümâ-yı zamâne olmuş idi. Şöyle ki; onun tezkîrine cem’ olan âşıkân, ârifân ve sâdıkân, meclislerine sığmaz oldu. Ayasofya Câmii, mev’ızesini dinleyici halk ile doldu. 874 sene-i hicriyyesinde (1469) Sultân Mehmed devrinde Ayasofya Câmii’nde minbere çıkıp va’z ederdi. Meclisinde erbâb-ı basîret ve ashâb-ı hakîkat ve ahbâb-ı tarîkat bulunurlardı. Bir def'asında, Sultân Mehmed Hân ve vükelâsı hâzır olmuştu.

İstitrâd: Müşârünileyh Simâvlı’dır. Buhârâ’ya gidip, Rûm’a avdetinden kinâyeten, “Buhârâ’dan geldi.” denilmesi muhtemeldir.

Ahîren, Meslekü’t-Tâlibîn isminde gayr-ı matbû' bir eseri elime geçti. Mütâlaasıyla şeref-yâb oldum. Gâyet ârifâne yazılmış bir eser-i mübârektir. Azîm istifâdeler ettim. İlm-i vahdeti pek âlimâne bir sûrette tasvîr ve tavzîh eylemiştir. Vahdet-i vücûd zevkına bi-hakkın sâlik bir merd-i kerîm olduğu rû-nümâdır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Mertebesi hakîkaten yüksek ricâlu’llâhdandır. Lisân-ı Fürs üzre söylenmiş eş’ârı vardır:

چار چيز است نا بكا ما نرا مراد اندر جهان

ترك مال وترك جاه وترك راحت ترك جان[53]

                                               *   *   *

چون تو تسليم رضاى حق شوى بى خويش باش

يفعل الله ما يشاء ويحكم الله ما يريد[54]

Rubâî:

كر كار تو نيكست به تدبير تو نيست

در نيز بداست هم ز تقصير تو نيست

تسليم و رضا بيشه كن وشاد برى

كه نيك و بد جهان به تدبير تو نيست[55]

Arabiyyü’l-ibâre Şerhu alâ Vâridâti Kübrâ li’ş-Şeyh Bedreddîn-i Simâvî, Şerh alâ Miftâhi’l-Gayb li’ş-Şeyh Sadreddîn-i Konevî, Esrâr-nâme, Meslekü’t-Tâlibîn, Manzûme-i Mi’râciyye ve Faslü’l-Vusûl dahi cümle-i âsâr-ı aliyyelerindendir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

İstanbul’da Unkapanı civârında Yeşil Tulumba’da “Şeyh İlâhî Sokağı” diye nâmına nisbetle bir sokak vardır. Burada bir hânede oturmuş olmaları melhûzdur. Bir de Zeyrek’de Kilise Câmii ittisâlindeki zâviyede, gerek kendilerinin gerek halîfeleri Emir Buhârî hazretlerinin ikâmet buyurdukları, orada pencere üstündeki kitâbeden müstebândır.


/31/ SEYYİD AHMED b. MUHAMMED BUHÂRÎ-İ HÜSEYNÎ

Sâdât-ı kirâmdan ve meşâyıh-ı Nakşıbendiyye’den büyük bir zâttır. İsm-i âlîleri Ahmed’dir. An-asl Buhârâlı ve Hüseyniyyü’l-asldır. 859/(1445)’da dünyâyı teşrîf buyurdular. Bidâyeten Hâce Ubeydullâh-ı Ahrâr hazretlerine mülâkî olmuşlardır. Şakâyık’ın beyânına göre, Hâce Ubeydullâh’a karîn olup onun emriyle Şeyh Abdullâh-ı İlâhî’ye intisâb eylemiştir. Hâce Ubeydullâh, Emîr Buhârî’ye fevka'l-âde ta’zîm ederler imiş. Emîr Buhârî ise, bu hâlden fevka'l-âde sıkılır imiş. Bir gün, bu hâlini ihsâs edince Hâce Ubeydullâh, “Biz size nasıl ta’zîm etmeyelim ki, siz hem nesl-i pâk-i Rasûl’densiniz, hem de Hâce Mahmûd-ı Fağnevî ahfâdındansınız.” buyurmuşlardır.

Şeyh Abdullâh-ı İlâhî’ye mülâkatları Buhârâ’dadır. Abdullâh-ı İlâhî Buhârâ’dan Rûm’a avdet buyuracağı zamân, Ahmed-i Buhârî, evlâd u ıyâlini, mâl ü menâlini Buhârâ’da terkedip, şeyhiyle berâber hicret etmiştir. Simav kasabasına gelmişler, birkaç sene berâber bulunmuşlar, burada Ahmed-i Buhârî seyr ü sülûkunu ikmâl eylemiştir.

Şeyh İlâhî, Emîr Buhârî’yi gözü gibi severdi. Hattâ “Seyyid Buhârî, bize altı sene yatsı abdestiyle sabâh namâzını kıldırdı.” diye i’lân-ı mefharet ederdi. Emîr Buhârî, Kudüs tarîkıyla Haremeyn-i Muhteremeyn’i ziyârete gitmişti. Şeyhinin irtihâli üzerine, İstanbul’da câ-nişîn oldular.

İstanbul’da ilk def'a olarak Nakşıbendî Dergâhı’nı te’sîs ve inşâ eden Ahmed-i Buhârî hazretleridir. Eğrikapı dâhilinde, Ayvansaray üstündeki mescid ve zevâyâyı inşâ eylemiştir. Burada irşâd-ı ibâd ile meşgûl olmuştur. Hz. Fâtih, daha yakın bir mahalde bulunmalarını ârzû edip, hâlen Fâtih civârında kâin mahalde bir dergâh te’sîsine şurû' edip, Mahdûmları Sultân Bâyezîd-i Sânî ikmâle ve hücreler te’sîsine muvaffak olmuştur. Hz. Şeyh, buraya nakl-i mekân eylediler. Her taraftan birçok tâlibler gelip, hıdemât-ı şerîfesine râgıb oldular. Her gelenler, isti’dâdlarına göre feyz buldular.

Menâkıb-nâmelerinde mestûr olduğu üzre, Emîr Buhârî hazretlerinin mülâzım-ı meclis-i âdâb u tarîkatları olan ahâlî ve eâlî ve mevâlîden birçok sekene-i memleket, huzûr-ı şerîf ve dâire-i füyûzât-ı redîflerinde öyle bir sûret-i ta’zîm-kârânede zânû-zede-i edeb ü terbiyet olurlardı ki, zât-ı âlîlerini başlarına bir hümâ-yı saâdet konmuş farz ederek ve az bir hareket etseler uçacak /32/ ve kendilerini şu dünyâ-değer ni’met ve saâdetten mahrûm bırakacak zanneyleyerek sâatlerce bulundukları yerden kımıldamak şöyle dursun, başlarını oynatamazlardı. Zât-ı âlîleri az yer, az uyur, çok ibâdet eyler ve dâimâ sünnet-i seniyye üzre hareket ederdi. A’lem-i ulemâdan idi. Bir âyet-i kerîmeye üç-dört vecih üzre ma’nâ verirlerdi.

İstanbul’a geldikleri zamân, bu belde-i mübâreke kendilerine bir diyâr-ı gurbet gelmiş. Çünkü ne kimse kendilerini, ne de kendileri kimseyi bilmediklerinden, yalnız, derece-i nihâyede muhabbet-i kalbiyyesi olan Şeyh Vefâ hazretlerinin makâm-ı âlîsini suâl ve taharrî ile Câmi'-i şerîflerine gider ve bir tarafta ikindi namâzını edâ ederler. O aralık, Şeyh Vefâ hazretleri, dervîşleriyle maan meşgûl-i zikru’llâh idi. Nazarları yek-dîğerine mün’atıf olunca, ikisi de, berâ-yı musâfaha pâber-cây-ı kıyâm u ihtirâm olup, Şeyh Vefâ hazretleri müşârünileyhi der-âğûş ederek sohbet-i ezeliyyelerini izhâr ve irâe ve zât-ı şerîflerini mürîdlerine, “Misâfir-i muhteremimizdir. Hakk-ı âlîsinde hürmet gösteriniz. Mihmân-perverlik ediniz.” diye emretmiştir.

Hakâyık-ı sûfîyeden bâhis pek çok manzûmeleri vardır:

هست تاج عارفان اندر جهان چار ترك

ترك دنيا ترك عقبى ترك هستى ترك ترك[56]

                                                           *   *   *

مبادر كوى ما نا كرده ترك دينى وعقبى

كه اين بازار را اى خواجه سوداى ديكر دارى[57]

Emîr Buhârî hazretlerinin bir Dîvânçe’sini gördüm. Türkçedir. Vefâ’da Âtıf Bey    Kütübhânesi’nin tasavvuf kısmında 1398 numarada, Risâle-i Türkiyye li-Hazret-i Sünbül Efendi nâm eserin zeylindedir. Bir gazelini teberrüken yazıyorum:

Gazel:

Halk içinde gerçi biz dîvâneyüz

Hakk’ı bilmiş halkdan bîgâneyüz

Duymuşuz dîvânelikden kadrini

Sanmanuz kim bir dahi uslanayuz

Şem’-i ruh-sârı görüp cân atmışuz

Dôstlar pervâneyüz püryâneyüz

Hamdü li’llâh genc-i ma’nâ bizdedür

Sûretâ gerçi ki (biz) vîrâneyüz

Hakk’a virdük biz Buhârî gönlümüz

Hîç ola mı gayrile aldanayuz

O zamânın şîve-i beyânı olup, harfiyyen yazılmıştır.

Hz. Emîr’in altı oğlu vardı. Gerek bu altı evlâdı, gerek dâmâdı Mahmûd Çelebi, ricâlu’llâh sırasına geçmiş zevât-ı kirâmdandır.

Bidâyeten Buhârâ’dan gelirken evlâd ü iyâlini orada bırakmışlardı. İhtimâl ki, sonradan cümlesini buraya celb buyurmuşlardır.

Sinn-i âlîleri altmışüç çağında iken 922 senesi şehr-i Cemâziye'l-âhiresinde (Temmuz 1516)  bir Pazartesi günü, vakt-i duhâdan evvel âlem-i bakâya rıhlet ve hâlet-i nez’da cümle ahbâb u yârân ve ashâbıyla vedâ’ ve istihlâl ederek ve her birine icrâ-yı vesâyâ vü nasîhat buyurarak büyüklüklerini göstermişlerdir.

Gasl olunurken üç kere gözlerini açıp gassâle nazar buyurdukları gibi, kabre indirilirken yatırıldıkta, hemen kıble cânibine ve sağ tarafı üzerine döndüklerini hâzır bulunan huffâz ve mürîdân görüp hep bir ağızdan salât ü selâm getirdikleri meşhûr ve mütevâtirdir.

Hakk-ı âlîlerinde söylenen târîhlerden:

/33/                                  Kanı ol şems-i hakîkat sâye-i lutf-ı ilâh

Kutb-ı irşâd-ı tarîkat mürşid-i gerdûn-penâh

 

Şu'le salmışdı Buhârâ’dan doğup Rûm üstüne

Mefhar-i âl-i abâ idi vü mülk-i dîne şâh

Koydu encüm gibi ashâbın dolandı meh-sıfât

Gaym-ı gamdan oldu lâ-büd çehre-i âlem siyâh

Cân dimâğın çünki bu sevdâ buhârı kapladı

Dil didi târîh “ey Seyyid Buhârî vâh vâh

(اى سيد بخارى واه واه)

                                   *   *   *

Müşkil imiş firkati şeyhin be-gâyet âh şeyh

Kande gitdi hey dirîğ ol mazhar-ı Allâh şeyh

Bu firâk u hasrete bu derde vü bu hâlete

Gönlüme didim ki di târîh didi “vâh şeyh

(واه شيخ)

Câmi’, türbe, konak ve hücreler, yakın vakte kadar ma’mûr idi. Fakat meşhûr Cibâli harîk-ı kebîrinde kâmilen yanmıştır. Elyevm müşrif-i harâbdır.

Dâmâdları Hâce Mahmûd Efendi, 938/(1515)’de irtihâl etmiştir. Halîleleri Şerîfe Fâtıma Hânım 921/(1515)’te vefât etmiştir. Türbe karşısındaki kabristânda medfûndurlar. Hâce Abdullâh-ı İlâhî’nin hafîdi Hâce Ahmed Sâdık b. Hâce Muhammed Abdüsemî’ el-Hüseynî, 994/(1586)’te vefât eylemiştir; minâre dibinde medfûndur. “Ahmed Sâdık Efendi gitdi dünyâdan” (أحمد صادق افندى كتدى دنيادن)[58] târîhidir.

Muhammed Abdüssemî’ Efendi 953/(1546)’te Kaşgar’da vefât etmiştir. Sâdık Efendi-zâde Hâce Ziyâeddîn 1111/(1699)’de vefât etmiştir. Baba Ca’fer’in, Zindânkapısı’ndaki türbesinde medfûndur.

Eğrikapı Dâhilindeki Dergâh ve Muslihuddîn Mustafa Efendi

Ahmed-i Buhârî hazretleri, ilk def'a burayı te’sîs buyurmuştu. Burası mülk olduğundan, veresesi yedinde kaldı. Kerîme-zâdesini tezevvüc eden Hâcegân-ı Nakşıbedî’den Muslihuddîn Mustafa Efendi, (burayı) vakfa tahvîl eyledi.

(Muslihuddîn Efendi) 1068/(1658)’de irtihâl eyledi. “Rızâu’llâh” (رضاء الله) (vefâtına) târîhdir. Mihrâb önünde medfûndur. Mezâr taşı mevcûddur. Kitâbesi:

Rıhlet itdi yine bir kân-ı kerem dünyâdan

Yürü kan ağla dilâ başla hemân feryâda

Yoğıdı zerre kadar meyl-i fenâ gül-şenine

Uçmağa mürg-ı dili olmuşıdı âmâde

Rûhı’ çün bir Fâtiha okuyan îmânla gide

Muslî Efendi aceb itdi mesken bakâya*

(مصلى افندى عجب ايتدى مسكن بقايه) = 1068[59]

/34/ Onun yerine halîfesi Şeyh Hüseyin Efendi; sonra Şeyh Yûsuf Efendi, (ذو الجلال والاكرام) (ibâresinin ifâde ettiği) 1100/(1689)’de; sonra Şeyh Osmân Efendi (1137/1725); sonra da Karamânî-zâde Şeyh Ahmed Efendi câ-nişîn oldular.

Karamânî-zâde Şeyh Ahmed Efendi

Ahmed Efendi, Çelebi Şeyh Muhammed-i Halvetî’den ahz-ı feyz eyledi. 1149/(1736)’da irtihâl eyledi. “Ta’bîr-i râhat” (تعبير راحت) târîhidir.[60] Ashâb-ı kirâmdan Ebû Şeybe el-Hudrî Türbesi hâricinde, Toklu İbrâhîm Dede kurbünde medfûndur.

Târîh beyti:

Câr olunca ekrem-i ashâba ol pîr-i kemâl

Geçdi Şeyh Ahmed didiler târîh tamâm

                       (كجدى شيخ أحمد) = 1149[61]

Senin zâtın kamu medhe ehakdır yâ Resûla’llâh” matla'lı na’t-ı şerîfi ve sâir âsâr-ı manzûmesi vardır.

KIRIMÎ ŞEYH AHMED EFENDİ

(Karamânî-zâde Ahmed Efendi’den sonra) Kırımî Ahmed Efendi seccâde-nişîn olmuştur. Mekke-i Mükerreme’de iken Şeyh Yekdest Ahmed Efendi’den el-alıp müstahlef oldu. 1156/(1743) senesine kadar burada icrâ-yı meşîhat eyledi. Sene-i mezkûrede irtihâl etti. "İntekale'l-mürşid" (انتقل المرشد) târîhidir.

Mihrâb önünde medfûndur. Mezârı mevcûddur. Kitâbesi:

Ahmed Efendi pîr-i mübârek

Tatar şöhret ahrâr-ı bâya

Rûh-ı latîfi çapdı fenâdan

Sür’atle vardı kurb-ı Hudâ’ya

Ol konağın Adn ide Mevlâ

Eyleye nâil hûr u likâya

Bir Fâtiha ile yazdım târîh

Şeyh Ahmed göçdü bakâya[62]

(شيخ أحمد كوجدى بقايه)[63]

Tabîat-ı şi’riyyesi varmış. “Hidâyet bahrinin gevheri sensin yâ Rasûla’llâh” na’t-ı şerîfi hoştur.

TOKÂDÎ ŞEYH MUHAMMED EMÎN EFENDİ HAZRETLERİ

Ahmed Efendi’nin irtihâlinde dergâh meşîhati müşârünileyhe tevcîh olunmuştur. Ma’den-i ilm ü irfân olan bu zât-ı muhterem, hem meşâyıhdan, hem huffâz ve hattâtîndendir. Seyyid Yahyâ nâmında bir muhibbi, hakk-ı âlîlerinde güzel bir menâkıb-nâme yazmıştır. Fâtih’de Millet Kütübhânesi’nde 862 numarada ve târîh kısmındadır.[64] Bunun mütâlâasından müstebân olduğuna göre, pederleri Hasan, onun pederi Ömer en-Nakkâş-ı Tokâdî’dir. Tezkire-i Sâlim’de “Pederleri, kibâr-ı meşâyıh-ı Nakşiyye’den Rûmiyye şeyhi Seyyid Muhammed Efendi” diye muharrer ise de, doğrusu Seyyid Yahyâ Efendi’nin sözüdür.

Muhammed Emîn Efendi, Tokat’ta doğmuştur. 1100/(1689) târîhinde İstanbul’a gelmiş, “Soğukkuyu” denilmekle ma’rûf ve Zeyrek civârındaki Pîrîpaşa Medresesi’ne misâfir olmuştur.[65] Bir müddet sonra Kîsedâr Ali Efendi’nin /35/ oğluna hocalık etmeye başlar. Reîs Kalemi Kitâbeti'ne Ârif mahlasıyla ta’yîn olunur. Şeyhzâde Câmi'-i şerîfinde ve mûmâileyh Ali Efendi’nin evinde tedrîs-i ulûm ile meşgûl olup, feyz ü irfânından müstefîd olanlar çoğalmıştır. Sonra Ali Efendi ile Edirne’ye azîmet ve avdet etmiştir.

Muhammed Emîn Efendi’nin mûsikîye intisâbı olduğundan, meşâhîr-i mûsikî-şinâsândan Hâfız Post ve Itrî Çelebi ve Küçük Müezzin ve Nazîm Çelebi’den iktisâb-ı feyz-i nağamât ve sâhib-i makâmât olarak, Mısru’l-Kâhire’ye azîmet edip, bir müddet sonra Hicâz’a âzim olmuştur ki, 1115/(1703) senesine müsâdiftir. Hasanpaşa-zâde Kımılkımıl Bey’in İmâmeti vazîfesini der-uhde etmesi münâsebetiyle, Mısru’l-Kâhire’ye gitmeye muvaffak olmuşlardır.

Bir eserlerinde, Mekke-i Mükerreme’ye vusûlünde, Yekdest Ahmed-i Cûryânî-i Nakşıbendî hazretlerine sûret-i intisâblannı ber-vech-i âtî bahsediyorlar:

“Sâlik-i râh-ı hakîkata vâcibdir ki, bir kutb-ı vakitden veyâhud mürîd-i kutubdan ahz-i feyz ede. Ve ene - fe-li’llâhi’l-hamd ve’l-minne - nezîl-i Mekke-i Mükerreme’de iken, kıbletü’l-aktâb ve merciu’l-evtâd ve’l-encâb, sâhib-i füyûzât-ı Muhammed-i Ma’sûm Hz. Ahmed-i Cûryânî eş-şehîr bi-Yekdest (kaddesa'llâhu sırrahû ve nefe’ana’llâhu bi-berekâtihî ve berekât-i enfâsihî fi’d-dünyâ ve’l-âhire) hazretlerinden ahz ettim. Sene 1115/(1703), der-Mekke-i Mükerreme.

Azîzimin lisân-ı şerîflerinden, "El-hamdu li’llâhi teâlâ seni kabûl ettiler." diye hâcegân-ı âlî-şândan beşâret-resân oldular. Bana kıyâmete değin sermâye-i şereftir.”

Silsile-i tarîkatları:

Şeyh Ahmed-i Yekdest, Şeyh Mîr Gelân b. Seyyid Mahmûd-ı Belhî, Şeyh Molla Ekber-i Şirgânî, Mevlânâ Hored el-Azîzân, Hâce Emkinekî, Hâce Dervîş Muhammed-i Velî, Hâce Muhammed el-Kâdî eş-şehîr bi-Zâhid, Hâce Ubeydullâh Ahrâr-ı Taşkendî, Hâce Ya’kûb-ı Çerhî, Hz. Pîr İmâmu’t-tarîka Şâh-ı Nakşıbend (Kuddise sırruhu's-Samed)

Ahmed-i Buhârî ittisâliyle olan silsile-i tarîkatları:

Şeyh Karâmânî-zâde Ahmed Efendi, Şeyh Osmân Efendi, Şeyh Yûsuf Efendi, Şeyh Hüseyin Efendi, Şeyh Muslihuddîn Mustafa Efendi, Şeyh Seyyid Ahmed el-Buhârî, Şeyh Abdullâh-ı İlâhî, Hâce Ubeydullâh Ahrâr-ı Taşkendî, Hâce Ya’kûb-ı Çerhî, Hz. Pîr İmâmu’t-tarîka Şâh-ı Nakşıbend (Kuddise sırruhu's-Samed).

/36/ Mektûbât-ı İmâm-Rabbânî (Tercümesi)’nin I. cildinde, halîfe-i mükerremleri Müstakîm-zâde Süleymân Sa’deddîn Efendi hazretleri, cenâb-ı şeyhin tercüme-i hâl ve menâkıb-ı âli’l-âlinden bahs eder.

Tarîkât-ı aliyye-i Kâdiriyye vü Şâzeliyye’ye olan nisbetleri be-vech-i âtîdir:

Silsile-i Kâdiriyye:

Hz. Abdulkâdir-i Geylânî (kuddise sırruhû), Şeyh Tâceddîn (kuddise sırruhû), Şeyh Seyyid Şerefeddîn (kuddise sırruhû), Şeyh Seyyid Bahâeddîn (kuddise sırruhû), Şeyh Seyyid Ukayl (kuddise sırruhû), Şeyh Şemseddîn (kuddise sırruhû), Şeyh Seyyid Gedâ-yı Rahmân b. Ebi’l-Hasan (kuddise sırruhû), Şeyh Seyyid Şemseddîn (kuddise sırruhû), Seyyid Gedâ-ı Rahmân Fuzayl (kuddise sırruhû), Şeyh Kümmel (kuddise sırruhû), Şeyh İskender (kuddise sırruhû), Şeyh Ahmed-i Fârûkî (kuddise sırruhû), Şeyh Muhammed Ma’sûm (kuddise sırruhû), Şeyh Murâd el-Kâdirî en-Nakşıbendî (kuddise sırruhû), Şeyh Yekdest Ahmed-i Cûryânî (kuddise sırruhû), Şeyh Emîn-i Tokâdî (kuddise sırruhû).

Silsile-i Şâzeliyye:

Hz. Ebu’l-Hasan Alî eş-Şâzelî (kaddesa'llâhu sırrahû), Şeyh Ebu’l-Abbâs Ahmed b. Ömer el-Mürsî (kaddesa'llâhu sırrahû), Şeyh Tâcüddîn Ahmed b. Atâullah-ı İskenderânî (kaddesa'llâhu sırrahû), Şeyh Yâsîn ed-Dımeşkî (kaddesa'llâhu sırrahû), Şeyh Zekeriyyâ Yahyâ Muhyiddîn (kaddesa'llâhu sırrahû) 676/(1277), Şeyh Yûsuf el-Müzenî, Şeyh Ömer et-Telgînî, Şeyh Sâlih, Şeyh Celâleddîn-i Süyûtî, Şeyh Yûsuf-ı Ermiyûnî, Şeyh Ali ez-Ziyâdî, Şeyh Muhammed-i Bâbilî, Şeyh Ahmed-i Nahlî el-Mekkî 1127/(1715), Şeyh Muhammed Emîn-i Tokâdî.

(Aynı silsilenin Şeyh Zekeriyyâ Yahyâ Muhyiddîn’den i'tibâren gelen bir tarîkı da şu şekildedir):

... Şeyh İbnü’l-Habbâz, Şeyh el-Bedrü’l-Kabbânî, Şeyh Burhân el-Makdisî, Şeyh Abdülvahhâb, Şeyh Alî eş-Şinnâvî, Şeyh Ahmed, Şeyh Muhammed-i Satîha, Şeyh İbnü’l-Cemâl, Şeyh Ahmed-i Nahlî el-Mekkî, Şeyh Muhammed Emîn-i Tokâdî.

Müstakîm-zâde merhûm Tâc risâlesi’nde der ki:

“Hâce-i dest-gîrim, üstâd u pîrim hamiyyetü’t-tarîka, ebu’l-emânât eş-Şeyh Muhammed Emîn-i Tokâdî (kuddise sırruhû), mürşidi olan cenâb-ı güzîde-i ehl-i yemîn Yekdest eş-Şeyh Ahmed-i Mekkî-i Cûryânî’den hîn-ı vedâ’da bir hademesinden ricâ eyledikde, teberrüken kendi başında olan kisve ki, Sâreta’bîr olunan sikke-i mu’tâde-i hindiyândan Pesmân’da bulunan hırka-ı tarîkat mesnûn olmak üzere atâ kılmışlardır ki, zîver-pîş-i tahte-i hıfzları idi. Eğerçi tâc olsa idi, sâlikânına ziyy-i hey'et kılıp ve seng-i mezâra vaz’ ile emr buyururlar idi. Zamân-ı rıhletlerinde târik-i mâdde-i cismâniyyet ve sâlik-i câdde-i rûhâniyyet olmazdan üç gün evvel, za’f-ı bîmârîleri hâlinde destâr-ı yevmiyyelerini sarıp, tâbût üzerinde nihâde diyu resm ile, seng-i mezâra istâre kılınmak üzere alenen vasiyyet buyurdular idi.”

Hicâz’da iken, muhaddisîn-i kirâmdan Şeyh Ahmed-i Nahlî hazretlerinden me’zûn olmuşlardı ki, bu zât-ı muhterem bâlâdaki silsile-i Şâzeliyye’de ism-i âlîleri geçen mürşid-i muhteremdir. Muhammed Emîn Efendi, İstanbul’a avdetlerinde neşr-i feyz-i tarîkat eylediler. Ancak, tesettüre ve ihtifâ-i hayâta meyl-i azîmleri vardı. İstanbul’da elli sene dem-güzâr olmuşlardır. 1100/(1689)’de gelmiş olmalarına ve elli sene kalmış bulunmalarına bakılırsa, sekiz sene seyâhatle vakit geçirdikleri anlaşılır. 1158 senesi Şa'bânının (Eylül 1745) evâhirinde mübtelâ oldukları şîr-pençe illetinin te’sîriyle terk-i hayât-ı müste'âr eylediler.[66]

Bukleli Câmi'-i şerîfi İmâmı işâret-i ma’neviyye ile gelip gasl eylemiş; cenâze namâzı Fâtih Câmi'-i şerîfinde ba’de’l-edâ mezkûr medresenin /37/ hazîresinde defn edilmiştir. Kabr-i âlîleri ziyâret-gâh-ı ehl-i aşk u muhabbettir. Türbelerinin üstü açıktır. Demir parmaklıkla muhâttır. Mezâr taşındaki manzûme-i âtiyeyi halîfesi Müstakîm-zâde söylemiş, yazıyı Kâtib-zâde Muhammed Refî’ Efendi hattıyla kabre nakşedilmiştir.

Gül-sitân-ı Nakşıbendîden yine tîğ-ı ecel

Bir gül-i sad-berg kat’ itdi hezâr âh u enîn

Ya'ni Tokâdî Efendi ol Muhammed nâm zât

Ârif-i bi’llâh Emîn-i sırr-ı Rabbi’l-âlemin

Mürşid-i râh-ı hidâyet hâcegânın erşedi

Vâkıf-ı sırr-ı ledün ilme’l-yakîn ayne’l-yakîn

Murg-ı rehber olduğu ahrâra pes ma’rûf idi

Zât-ı ma’sûmı’l-irâde zü’l-cenâheyn-i Emîn

Siyyemâ bâğ-ı hadîs-i Ahmed’in nahli idi

Yek-be-yek dest-i kerâmetle olup hıl’at-güzîn

Eyleyüp habs-i nefes gavvâs-ı bahr-ı Lâ-yezâl

Buldu dürr-i vaslı irdi asla fer’ınden hemîn

Asdıkâdan pençe-i şîr-i ecel dûr eyledi

Ola Sıddîk’ın karîbi Şîr-ı Hak’la hem-nişîn

Peyk-i vahdet sırr-ı pâkinden okur târîhini

Oldu lâhûta revân Allâh diyüp rûh-ı Emîn

(اولدى لاهوته روان الله ديوب روح امين) = 1158/(1748)

Bu târîh dahi Müstakîm-zâde’nindir:

امين السر لله محمد 

ولى الله راعى جانبيه

بخارى الطريقة والحديث 

لشيخ كامل فى مسنديه

رشيد مرشد المسترشدينا 

طريق الحق منسوب إليه

با خلاص لصدَيق صديق 

سلوك النقشبندى لديه

لحلَت ذاته داء الأسود 

باظفار المنية فى يديه

تجلى سر الحق جمالاً

تعلَى الله روحا والديه

 

تدلَى روحه ارخت هذا 

دنى للرب لا خوف عليه[67]

(Muhammed Emîn-i Tokâdî’nin) hâneleri, bu civârda Filyokuşu’nda idi. Kimse hâl ü şânına vâkıf olamazdı. Meclislerinde kendilerine mürşid ve şeyh muâmelesi olunmayıp, hoca ile şâkird arasındaki muâmelenin icrâsından mütelezziz olurlardı. Sohbetleri lâubâlî ve bî-tekellüf idi. Mürîdlerinden biri, “Efendim, kerâmet buyurdunuz .” dese, izhâr-ı âsâr-ı celâl ile türrehâta başlardı ve ba'zan şutûm ile huzzârı meclislerinden tard etmek âdetleri idi. Sokakta mürîdlerinden biri rast gelse elini öptürmezdi. İhvân gibi hareket ederdi. Tasarrufât-ı acîbeleri çoktur. Herhangi bir meclis-i ilimde, ilmen ve irfânen herkese gâlib idi. Kâdî ve Keşşâf tefsîrlerini ezberden okutuverirdi. Hadîsde mütebahhir idi. Libâsları avâmma şebîh idi. Hâl ü şânını halkdan ihfâ ve mürîdânını bu hâl üzere islâk ederdi.

1156/(1743) senesinde şeyh-i mükerremleri Yekdest Ahmed Efendi hazretlerinin hulefâsından Tatar Ahmed Efendi’nin tekkesi münhal olmuş, Şeyhu'l-islâm Mustafa Efendi, bu meşîhati Şeyh Muhammed Emîn Efendi’ye tevcîhi münâsip görmüş idi. Çünkü Ahmed Efendi ile Emîn Efendi pîr-daş olup meşîhat Emîn Efendi’ye münâsip oluyordu. Şeyhu'l-islâm-ı müşârünileyh keyfiyyeti arzeder, irâdesini istihsâl edip, tevcîh berâtını mektupçusu Hamza-zâde Abdullâh Efendi ile göndermiş. Emîn Efendi ise, bâlâda yazdığım /38/ vechile ihtifâ-perver olduklarından, kendisini şöhrete sevk edecek böyle bir teklîfden infiâl hâsıl ederek, nezd-i Şeyhu’l-islâmî’ye gidip; “Efendim, bu hakîr, henüz şeyh olamadım. Şeyhlik alâmetim bile yoktur. Nâ-müstahakka tevcîh buyurulmuş.” diye arz-ı i’tizâr eylemesiyle, Şeyhu'l-islâm efendi, "Emîn Efendi! Biz sizi biliriz. Tesettür buyurmayınız. Mızrak çuvala sığmaz. Menzil-i ihtifâyı geçeli otuz yıl oldu; tevcîh pâdişâhındır, kabûl lâzım." demiş; bunun üzerine Emîn Efendi, “Efendim, bu şartla kabûl ederim ki, hânkâhda oturamam. Bu sûretle râzı olunur ve müsâade buyurulursa berâtı kabûl ederim.” cevâbını vermiş idi. Kabûl olunmuş ve küçük birâderini tekkede iskân ile, kendisi kemâ-kân Hânesinde kalmış ve zikir günleri dahi bulunmamıştır. Hiç olmazsa mevlid cem’iyyetlerinde bulunması, postunda oturması halk tarafından ricâ edilmiş ve hattâ bir cem’iyyette Hz. Şeyh gelecek diye öyle bir tehâlük gösterilmiştir ki, tekkede yer bulunmamış. Emîn Efendi ziyy-i avâmda olarak ve hiç kimseye kendisini tanıttırmayarak tekkeye gelip cemâatin arasına sokulmuş, oturmuş. Yanında bulunan cemâatten biri, “Acabâ efendim, bu âsitânede şeyh olan Tokâdî Emîn Efendi hazretlerini görmek nasîb olmayacak mı, bu gün de gelmeyecek mi?” diye kendisine sormuş, Emîn Efendi, “Birâder! O adam sizin işittiğiniz gibi değildir. Âdî bir herîfdir. Maahâzâ geldiği zamân size gösteririm.” demiştir. Hıtâm-ı mevlidde duâyı, meşâyıhdan bir zâta havâle ile, halkın arasına karışıp tagayyüb etmiştir.

Tâc yerine kavuk giyer, destâr sararlarmış. Menâkıb-nâme’de gördüm:

Meşhûr Dârüssaâde Ağası Hacı Beşir Ağa ile Medîne-i Münevvere’de görüşüp, Beşir Ağa kendisinden çok mütelezziz olarak, İstanbul’da Otakçılar’da bir tekke yaptırıp, meşîhatini teklîf ettiği hâlde, kabûl etmemiş, Şeyhü'l-islâm Mustafa Efendi dahi, Eyüp’de inşâ eylediği dergâhın meşîhatına kendilerini bir türlü imâleye muvaffak olamamıştır. Emîr Buhârî Dergâhı meşîhatı, şekl-i mesrûd üzere iki sene uhdelerinde kalabilmiş idi.

Müstakîm-zâde hazretlerinin, el-Vasâyâ fi’l-Uhûd ve’l-Mevâsîkı’l-Ma’dûd nâm ahid-nâmesinde, 144. bahsin nihâyetinde buyurur ki:

“Kuvve-i kudsiyye sâhibleri olan ehlu’llâh (kaddesa’llâhu esrârahum) harâret-i kesret-i şuğl sebebiyle, kuvâ-yı cismâniyyede, kuvâ-yı hakkâniyye bi-avni’l-latîf hâdis olup, onun feyezânı takviyyet ve heyecân peydâ eder. Ba'zı enbiyâ ve nice evliyâda müteaddid menkûhalar ve kesret-i serârî bulunması, bu cihetten, hattâ harr-ı zikr ve nûr-ı fikirde izâbe-i et’ıme edip, hazma muîn olmakla, şeyhim Muhammed Emîn-i Tokâdî (kuddise sırruhû) hazretlerinden, sinn ü sâli doksana karîb iken, vakt olurdu ki, şübbân ve kühûlun tahammülleri muhal olan hârikulâde mertebesi, kesret-i ekl ve vefret-i şurb kat’â mi’desinde sıklet ve bir eser-i redî dahi peydâ ve hiss olunmadığı, bu fakîrin birkaç kerre meşhûdum olmuştur. Onlar Asâ-yı Kelîm (aleyhi’t-teslîm) gibidir. Sâirlerine makîsun aleyh olmazlar. Zîrâ bu hâl ile yine eyyâm-ı kesîre bir habbe tenâvül eylemeyip, cû’ dahi kendine kat’â sıklet vermezdi. (يُطْعِمُنِي وَيَسْقِينِ) [68] esrârından feyz-yâb olanlar tavr-ı vâhid üzere hayvân gibi murtabıt olmaz. Her an bir şân ile mestûre-i kıbâb-ı sübhândır.”

Hüsn-i hat ashâbından olduklarını Tezkiretü’l-Hattâtîn (Tuhfetü’l-Hattâtîn)'de yazıyor. Hatt-ı destlerini hâvî Delâilü’l-Hayrât, manzûr-ı fakîrânem oldu. Merhûm Hâfız Osmân şîvesinde bir güzel yazıdır. İmzâsını,  (كتبه الفقير المحتاج إلى رحمة ربه القدير حافظ القرآن  السيد محمد أمين الطوقادى المعروف بداعى زاده)[69] /39/ sûretinde tahrîr buyurmuşlardır.

Urafâ-yı kirâmdan Hâfız Tahsîn Efendi, Hünkâr İmâmı Hâfız Râşid Efendi merhûmdan naklen beyân eyledi ki, Muhammed Emîn Efendi bidâyet-i hâlde tahsîl-i ulûm ile meşgûl olarak Zeyrek Câmi'-i şerîfinde kürsî şeyhi olmuşlar; henüz meşâyıh-ı ızâma ve mesleklerine muhabbeti uyanamadığından ta’n ederler ve kursîde esnâ-yı va’zda o zamânın ferîdlerinden Şeyh Osmân Fazlî-i İlâhî-i Celvetî hazretlerine seng-endâz-ı ta’rîz olurlarmış. Osmân Fazlî Efendi, bu esnâda Zeyrek civârındaki Kilise Câmii ittisâlinde ikâmet buyururlarmış. Bir gün Muhammed Emîn Efendi, va’zdan fâriğ oldukları sırada, sokakta Osmân Fazlî hazretlerine mülâkî olurlar. Emîn Efendi’ye hitâben, “Senelerden beri alış veriş ettiğimiz hırıstiyan bakkalı müslümân ediniz, ben de sizin komşunuz sarhoşu o hâlinden vazgeçireyim.” buyururlar. Emîn Efendi, “Sarhoş zâten müslümân olduğundan onu yola getirmek kolaydır, işin mühimmi bu bakkalı müslümân etmektir. Bunu siz der-uhde buyurunuz. Sarhoş bana kalsın.” diye mülâtefe ederler. Emîn Efendi, sarhoşun hânesine giderek, şiddet ve mülâyemetle işretin fenâlığından bahs edince, sarhoş, “Ben evimde müstakil bi'r-re’yim. Kimsenin müdâhâlesini kabûl etmem.” diye Emîn Efendi’yi dövmeye kalkar. Osmân Efendi ise, bir gün bakkala uğrar, “Odandaki Meryem ana kandili sönmüş, niçin yakmıyorsun?” der. Bakkal, “Odasına kimsenin girdiği yok. Bu adam nasıl bildi?” diye hayret eder. Dîğer bir gün, “Kiliseye niçin gitmiyorsun?” der. Fakat nazar-ı kîmyâ-eseri bakkala isâbet eder. Bakkalın içine bir âteş düşer. Osmân Efendi’nin nezdine azîmetle kabûl-ı İslâmiyyet’e karâr verir. Bi'l-cümle müşterileriyle hesaplaşır, dükkândan keff-i yed eder. Hz. Şeyh’e ilticâ eyler, müslümân olur. Mürîdânı sırasına girer.

Emîn Efendi, sokakta Osmân Efendi’ye tesâdüf ile, sarhoştan dûçâr olduğu hakâreti anlatır. Osmân Efendi de, bakkalın müslümân olduğunu söyler ve maiyyetinde bulunan bakkalı gösterir, isminin Muhammed olduğunu bildirir. Emîn Efendi görür ki, bakkal hakîkaten müslümân olmuş. Şeyhin kemâlâtını takdîr ile, dâhil-i dâire-i sohbetleri olarak bir gün huzûr-ı âlîlerinde kendilerinin de mürîdliğe kabûlünü ricâ ederler. Kürsüde kemâ-kân kendisine seng-endâz-ı ta’rîz olmak şartıyla kabûl edeceklerini teklîf ve beyân ederler. “Aman Efendim, bu nasıl olur?” diye i’tizâr eylerse de, “Bu şart esâstır.” demeleriyle kabûl şerefinden mahrûm kalmamak için kabûl ederler. /40/ Kürsüde sûfıyyûna ta’rîze sevk-i kelâm vâki’ olunca , “Hele o Osmân Fazlî Efendi yok mu?” diyerek hüngür hüngür ağlamaya başlar, cemâat ise keyfiyyetten haber-dâr olmadıklarından, “Bakalım ne yolda ta’rîz edecek?” diye muntazır olurlarmış. İlerisinin zuhûr etmediğini görürlermiş.

Burada nakl ettiğim hikâyeyi târîh ile te’lîf edemedim. Zîrâ Emîn-i Tokâdî’nin İstanbul’a gelmesi 1100/(1689)’dedir. Osmân Fazlî hazretlerinin Mağosa’ya i’zâmı 1101/(1690)’dedir. Orada irtihâli 1102/(1691)’dedir. O zamân İstanbul’da değildi. Emîn-i Tokâdî ise henüz İstanbul’a gelmiş ve Zeyrek’te va’z edecek derecede değildi. Târîhe karışmış bir mes'eledir. Belki İstanbul’a geldiği sene va’z etmiş ve va’zında taarruz-kâr olmuştur. O zamân Hz. Osmân-ı Fazlî, İstanbul’da idi. Yâhut bu vak’a başka başka zevât arasında cârî olmuş bir hakîkatin müşârünileyhimâya isnâden nakl edildiği müstedeldir. el-Ilmu inda’llâh.

Bir gün huzûr-ı ârifânelerinde bulundukları sırada mazhar-ı tecelliyyât olan Hz. Şeyh, hâzırûna hitâben, “Herkes ne isterse istesin.” buyurmuş; herkes bir şey istemiş, duâ etmişler. Emîn Efendi ise mazhar-ı kemâlât olmalarını ve ba’de’l-irtihâl kabirlerine ziyârete gelenlerin murâdât-ı dünyeviyye vü uhreviyyelerinin hâsıl olmasını temennî edince, “Büyük bir şey istediniz.” diyerek bir müddet sonra maksûdunun husûlü tebşîr buyurulmuştur.

Emîn Efendi hazretleri fi'l-hakîka derece-i kemâlde yükselmişler ve kabr-i enverleri fi'l-hakîka metâf ve kabûl-gâh-ı maksûd-ı erbâb-ı hâcât olmuştur. Muharrir-i kemter bunu kirâren tecrübe ettim. Hüsn-i niyyet ve sıdk u istikâmetle kabr-i muallâlarını ziyâret ve burada izhârı temenniyyât yüzünden bir çok emellerime nâil oldum. Her ne zamân emr-i dünyâ üzerinde zorluğum olsa orada hallolunur.

İnâyât-ı celîle-i Sübhâniyye’ye nihâyet olmaz. Fakat bilmek, bulmak ve lâyıkı vechile dilemek lâzımdır. Dergâh-ı Azamet’te red yoktur. İş, istemenin yolunu bilmelidir. Üsküdarlı şâir-i merhûm Tal’at-ı Mevlevî ne güzel söyler:

Zât-ı Hak’dan taleb vukû’unda

Sîneden mâ-sivâ silinmelidir

Her duâ müstecâb olur ammâ

Talebin sûreti bilinmelidir

Türbe-i şerîfelerine civâr olan mahallin sâhibi, tüccârdan Ahmed Efendi merhûm, sokaktan gelen sel, kabr-i enverlerine zarar vermesin diye, sokağın zemînini düzlettirmiş ve tahte’z-zemîn mükemmel bir mecrâ yaptırmış. Türbe-i şerîfelerine bir zamânlar i’tinâ ile bakılırken sonraları muhâcirler eline düşerek uşşâk-ı Emîn’in ârzû etmediği bir şekle girmiştir.

RESİM VAR !!!!!!!

Kabr-i pür-nûr-ı Tokâdî’dir bu

Zâire menba’-ı şâdîdir bu

/41/ Âsâr-ı Aliyyeleri:

1. İrşâdü’s-Sâlikîn

2. Risâletü’l-Atvâr

3. Şerh-i Kasîde-i Askalânî

4. Tuhfetü’t-Tullâb

5. Hulâsa-i Tarîkat

6. Risâle-i Rûhiyye

7. Sıyânet-i Dervîşân

8. Suâl-Cevâb Sıyânet-i Dervîşân: Devrân-ı sûfîyyenin hak olduğuna dâir, delâil-i mühimmeyi hâvî bir eserdir.

9. Tercüme-i Şerh-i Delâili’l-Hayrât: Elyevm Süleymâniye Kütübhânesi'ne naklolunan Galata Mevlevîhânesi, Hâlet Saîd Efendi kitapları meyânında 70 numarada gördüğüm bu kitabın da Emîn-i Tokâdî hazretlerinin âsârı meyânında olduğu anlaşılmıştır.

Kendinin tertîb-kerdesi bir virdi olduğunu Hâfız Şevket bey söyledi.

Fâtih’de Millet Kütübhânesi’nde Emîrî Efendi merhûmun kitaplarından Tasavvuf kısmında 786 numarada, Âdâb-ı Nakşıbendî; 832 numarada Tercüme-i Emânet-i Gazâlî nâmında iki eser daha gördüm ki, her ikisi Şeyh Emîn-i Tokâdî merhûma nisbet olunuyor.

Savâık-ı İbni Hacer´i tercüme eylemişlerdir. Arabî, Fârisî ve Türkî lisânlarıyla yazılmış daha iki risâlesi vardır ki, mecmû'-ı âsârı ondur. Fakat bâlâda yazdığım vechile Millet Kütübhânesi’nde gördüğüm daha iki eseri vardır ki, 12’ye bâliğ oluyor demektir.

Şöhret ve Künyeleri :

“Tokâdî Emîn Efendi” diye meşhûrdur. Dayı-zâdelakabları olup; “Ebû Mansûr” ve “Ebu’l-emân” künyeleridir.

Hakk-ı âlîlerinde vaktiyle yazılan bir bahisde, “Hâsılı bu zât, Bu’l-emân, fi’l-hakîka esrâr-ı süveydânın emîn-i nakş-hânı ve dest-gâh-ı hâcegân-ı Nakşıbend'in pür-irfânıdır.” medîha-hân olunmuştur.

Dîvân-ı Alî Şerhi’nde sahîfe  174’de Müstakîm-zâde mürşidleri hakkında buyurur ki:

Latîfe :

Bakiyyetü’s-selef ve hediyyetü’l-halef eş-Şeyh el-Ârif Cemâleddîn Hoca Muhammed Emîn (kuddise sırruhû) cenâbları ba'zı bıtâkalarında hâtime olmak üzere (يا رب همه خلق را بحس بد خو كن)[70] rubâîsini ba’de’t-tâhrîr bu fıkra-i nâzikâneyi dahi îrâd buyururlardı : Hak teâlâ bizi sevmeyenlerden râzı olsun, sevenlerden ziyâde.

Şeyh Emîn-i Tokâdî hazretlerinin hulefâsı esâmîsi olup Üsküdar’da Selîmağa Kütübhânesi’nde Hz. Hüdâî kitaplarında târîh kısmında 122 numaralı tomârda görülmüştür :

Bukleli İmâmı Muhammed Efendi, Mustafa Yûsuf-zâde Mustafa Efendi, İshâk-zâde Yahyâ Efendi, İshâk-zâde İshâk Efendi, Hâtem-zâde Yazıcı Efendi, Çadırcı-zâde Edirnevî, Hazîne-dâr Osmân Efendi, Bolayır kâtibi Muhammed Efendi, kendi birâderi Sâlih Ağa (1158/1745), Kafesî Abdülbâkî, Sırrı Paşa câbîsi Ahmed Efendi, Hammâmî Kethüdâ Yûsuf Ağa, Feyzullah Davul, Seyyid Yahyâ Halîfe, Mukbil Ahmed Ağa, Seyyid Abdülvehhâb Abdi Paşa, Sultân Bâyezîd kâtibi Ahmed Efendi, Kavukçu Seyyid Muhammed Ağa, Gümrükçü Seyyid İshâk dâmâdı Seyyid Ahmed Efendi (1199/1785), Tüfenkçi Mûsâ, Sadr-ı esbak Yeğen Muhammed Paşa (25 Safer 1200/28 Ocak 1786), Yûsuf-zâde Yûsuf b. Mustafa, Ebussuûd-ı Hâcegânî Hamza-zâde Muhammed Es’ad, Hamza-zâde İbrâhîm, Yorganî Muhammed Emîn Efendi, Cezerî-zâde Mustafa Efendi, Tevfîk Hânî Mustafa Ağa, (onun) dâmâdı Muhsin Efendi (1158/1745), Kâtib-i Kalyon Ömer Efendi (1191/1777), Galata Gümrüğü kâtibi Sabîh Ahmed Efendi (1175/1761), Fazlı Beşe, Vâlide mütevellisi Edirneli Halîl Efendi-zâde ez-kibâr-ı Hâcegân, Hammâmî Piyâle Paşa Muhammed Ağa, Behcet Efendi kethüdâsı Mustafa Efendi, Merâmî, el-Kâsî Seyyid Halîl Efendi, el-Hâc Muhammed Çıkrık, Harem kethüdâsı Seyyid Ahmed, Kubûrî-zâde Abdurrahmân Rahmî der-Mısır (1128/1716), Berber Süleymân Efendi, Kılıççı Muhammed Ağa, Mustafa Efendi tâbi-i Hamza-zâde Kâdî, Şeyhü'l-islâm Muhammed Sâlih Efendi, Hz. Müstâkim-zâde eş-Şeyh Ebu’l-Mevâhib Süleymân Sa'deddîn Efendi.

Târîh-i velâdet: 1131/(1719)

Rıhletü'n-Nakşıbendî : "Tevekkeltü ale'l-Hayyi'l-Kayyûm" (توكلت على الحى القيوم) = 22 Şevvâl 1202/(26 Temmuz 1788)

Eş’ârı :

من سالك راه اتقياى دينم

پا بستهء اين سلسلهء زرينم

 

خوش آنكه دمى بيار نشينم

وز روضه خواجكان كلها چينم

غم نيست امين اكرچه مجنون كويد

من بنده ديوانه بهاء الدينم[71]

                              *     *     *

Ârifâ kesme ümîdin rahmet-i Rahmân’dan

Ger rızâ-i Hak’sa matlûb geç yürü Rıdvân’dan

Kıble-i uşşâka yüz sür gâfil olma andan

Kıl itâat sâki-i sahbâya her dem cândan

Ey Emîn-i Bu’l-emân ger ister isen feth-i bâb

                                               *    *    *

Rûşen gerekse hâne-i dil aks-i yârdan

Âyîne gibi sîneni sâf it gubârdan

Devr-i piyâle devlet-i Cemden haber virir

Her bir habâbı remz ile bir tâc-dârdan

                                               *     *     *

Meded dilsîr-i feyz olsun k'Emîne Yâ Rasûla’llâh

Ecel kesr itmeden çün âbgîne Yâ Rasûla’llâh

Huzûra âl u sahbe asl u fer’a bin salât olsun

Sürûr ire kabûlünle Emîn’e Yâ Rasûla’llâh

                    

                     *  *  *

Mi’mâr-ı ezel yapalı bu şehr-i vücûdu

Cân dîdesinin vahdet ili oldu şuhûdu

/42/ Müşârünileyhin bir mektûbu elime geçti. Birçok hakâyıkı câmi’dir. Teberrüken ve aynen dercolundu. Bu meyanda münâcâtı da vardır:

Benim gayretli oğlum, azîzim!

Abdullâh Efendi ile gönderdiğiniz mektûb ve tesbîh vusûl buldu. Madenli Muhammed’e ahyânen cenâbınıza selâm dedik. Ancak sipâşirimiz bu kadardır. Hemen kendi mel’anetinden size söylememiş. Muhlisinizi öyle mi zannedersiniz? Madenli Muhammed’e değil, belki gerçekten adam kıyâs edip evrâd aldığınız Abdullâh Efendi’ye bile lisânen bir şey söylemem. Zîrâ biz sizinle Allâh için ve hasbeten-li’llâh dostluk ederiz. Muhlisinizin garazım bir âlûde-meşreb, yaramaz adamı, bin türlü letâifü’l-hıyel ile Cânib-i Hakk’a döndürüp, "Allâh" dedirip, Hak sübhânehû ve teâlâ hazretlerinin eltâf-ı aliyyesine mazhar etmeye sa’y üzreyiz. Cenâb-ı Hak, bu pederinizi bu hizmetten ilâ-âhiri’l-ömr ayırmasın.

Benim nûr-ı dîdem oğlum!

Bu âlem-i nâsûtta fânîye fenâ nazarıyla, ya'nî âhiri’l-ömr fenâ bulacağını bilerek nazar edip, bulunduğun hizmette kesb-i rızâ-yı Mevlâ’ya cüll-i himmeti sarf etmelisin. Cenâb-ı Vâhibi’l-âmâle çok niyâzda bulunup, bu âleme niçin geldiğini bilip, maksad-ı aslî olan ma’rifetu’llâh devletini bu kalıpda iken bi’t-tahsîl devlet-i dâreyne mazhar olmalısın. Yoksa birbirimizin aleyhinde dedikodu ile meşgûl olursak, bu hakîkati nasıl anlarız? Dünyâ dostu, mâl dostu, hüsn dostu ve eşyâ dostu çoktur. Lâkin Allâh dostu, iksîr-i a’zam gibi, nâ-yâb ve nâdirü’l-vücûd ve azîz ü nâbûddur. Hele nûr-i dîdem,

Ârif ne şâd olur bu cihânda ne gam çeker

Câhil hemîşe şâd olayım der elem çeker

Zât-ı âlînize nasîhatim budur ki, hidmet-i şerîfesinde bulunduğun efendinin kesb-i rızâsına bezl-i himmet ve sa’y-i kudret eyleyip, geceleri bîdâr ol, gözlerinden eşk-i nedâmeti rîzân eyle. Dergâh-ı Hakk’a niyâz et. Bu fursat ele girmez. Yalvar Ganî Mevlâ’ya. Zîrâ buyurmuşlardır :

Gözünden dökmek ister dâimâ yaş

Kuru âh ile iş bitmez karındaş

Yalnız sabunu elinde bin kerre köpürtsen, su dökmeyince kabil değil elinden köpük gitmez. Bu böyledir. Şu atîdeki rubâîyi vird edinesiniz de, devlet-i dâreyne yetişesiniz. Bu rubâî, Hâce Ebu Saîd el-Hayr hazretlerinindir. “Her kim me’zûnen her vakit /43/ okuyacak olursa, Cenâb-ı Hak ile, Kelîm-vârî mükâleme devletine nâil olmuş olur.” buyurulmuştur. Size izin, her hâtırınıza geldikçe okuyunuz :

من بى تو دمى قرار نتوانم كرد

احسان ترا شمار نتوانم كرد

كر بر تن من زبان شود هر مويم

يك شكر تو از هزار نتوانم كرد[72]

Bunu gâhîce okuyunuz:

İlâhî al beni benden

Haber-dâr olayım senden

Sâdât-ı Nakşiyye’den Ebû Saîd el-Hayr hazretleri, büyük devletlülerdendir. Mevlânâ Câmî yazar:

Şeyh Sa’dî, Gülistan kitâbının evvelinde: “Minnet ü şükr ü hamd ol Hakk’a ki, O’na ubûdiyyet etmek insânı yakınlık devletine nâil eder. Ni’metine şükretmek, ni’meti ziyâde eder.” buyurur. Estaîzü bi’llâh, (لَئِن شَكَرْتُمْ لأَزِيدَنَّكُمْ)[73] âyet-i kerîmesinin ma’nâsını ifâde eder. Evvelâ insân-ı zaîfe Hak teâlâ, kirpik dedikleri bî-fâide zannolunan kılları i’tâ etmiştir ki, fâidesinden bir şemme beyân edeyim: Yazın tozundan ve güneşten sakınmak için yaratmıştır. Gözünü açık koysan gubâr dolup göz ağrısı hâsıl olur. Eğer gözünü kapasan önünü görüp yola gidemezsin. İmdi kirpik sebebiyle gözüne ne toz girer, ne de yolundan kalırsın. Ednâ mülâhaza ile böyle menâfi-i kesîresi zâhir olur.

Bir nefeste iki ni’met bulundu. İki şükür dahi lâzım ve vâcib oldu. Yirmidört sâatte, her sâatte bin nefes, her nefese iki şükürden yirmi dört sâatta kırksekizbin şükür eder. Bir insân her işini terk etse de, “şükür şükür” diye dergâh-ı Hudâ’ya hamd ü şükr eylese yine kırksekizbin def'a şükür diyemez. İmdi acz zâhir oldu. Ma'lûm oldu ki, Hak (celle ve alâ)’nın şükrünün binde birini edâ edemeyiz. Alâ-hakkıhî şükrü kim edâya kâdirdir? Estaîzü bi’llâh, (...اعْمَلُوا آلَ دَاوُودَ شُكْرًا وَقَلِيلٌ مِّنْ عِبَادِيَ الشَّكُورُ)[74]. Sadaka'llâhü-l’azîm.

Hulâsa-i kelâm, benim cân-ı azîzim, oğlum! “Ahvâlini mahrem ve nâ-mahremden sakla.” diye tenbîh ederler; ma’nâsı sana da ayândır.

Rûşen gerekse hâne-i dil aks-i yârdan

Âyîne gibi sîneni saf it gubârdan

Devr-i piyâle devlet-i Cem’den haber virir

Her bir habâbı remz ile bir tâc-dârdan

Ya'nî bu fenâya senden mukaddem nice kimseler gelip devletle, âfiyetle gününü, nöbetini geçirdi ve nice tâc-dâr pâdişâhlar gelip gitti. Bu fânîye gelmekten maksûd olduğu üzre hâne-i kalbi kedûrât-ı nefsâniyyeden ve mühlikât-ı insâniyye olan /44/ gubâr-ı ağyârı âyîne-i kalbden süpürüp pâk etmelisin. Ya'nî Hz. Rahîm u Kadîm veyâhûd hulâsa-i mevcûdat efendimiz, şefîimiz Hz. Fahr-ı âlem ve nûr-ı bâsira-i sadafe-i benî âdem, kerem ü mürüvvet edip mazhar-ı in’âm-ı ma’firet-i Rabbânî ve ebedü’l-âbâd saâdet-i sermediyyeye nâil olasınız.

Bir mikdâr söz yazıldı ki, cenâbınızın hüsn-i teveccüh ü i’tikâdından nâşî matla’-ı rağbetten tulû’ etti. Yoksa ma'lûmunuzdur ki, fakîrde zâhir-i ülfet ve hevâ-perest ve mahcûb dostluktan gayrı kimse ne görebilir? “Hay kâfir! Hay kızılbaş!” diye herkes, hakkımda bir şey söyler. O kimse cevherden ne bilir, ne görür, ne alır? Hz. Mısrî merhûm, “Halk içre bir âyîneyim..” buyurmuş. Bu ilâhîyi mütâlâa ile, herkes fakîrde kendisini görür, söyler. Allâh teâlâ, sizi ve bizi, dosta düşmâna muhtâc eylemeye. Amîn, bi-hurmet-i seyyidi’l-mürselîn.

Efkarü’l-Verâ Muhammed Emîn

et-Tokâdî en-Nakşibendî”

Müşârünileyh ferâşet-i şerîfeye nâil oldukda söylemiştir :

Çü oldun bende-i çârûb-keş-i sultân-ı kevneynin

Der-i vâlâsı ferrâşını Mevlâ eylemez hâsir

O sultân-ı cihânın bendesini kimse incitmez

Kapusu bendesisin çün Emînâ bâtın u zâhir

Münâcât:

اى مقصد هر اميد وارى

بخشندهء هر كنهكارى

كز جرم ز بندكان نيايد

عفو تو جمال كى نمايد

كر بار كناه ما كرانست

لطف وكرم تو بيكرانست

يا رب بصفاى صبح خيزان

يا رب بدعاى اشك ريزان

يا رب بدل نياز مندان

يا رب نياز مستمندان

از سر محبتم كن آكاه

در خاطرم اين وآن مده راه

بفروز دلم بنور ايمان

بر من بكشا در سر ز غفران

بيدار كنم ز خواب غفلت

مستم كن از شراب وصلت

بر بنه امين بى سر و پا

رحمت كن از كرم ببخشا[75]

Sünûhât-ı fakîrânemdir:

Meşâyıhın muazzamısın Hazret-i Emîn

Ekâbirin mükerremisin Hazret-i Emîn

 

Samîm-i kalbim ile arz-ı ihtirâm iderim

Urefânın mefharısın Hazret-i Emîn

(Dîvân-ı Alî Şerhi) sahîfe 541 :

Rezîn-i nisbet-i Hâce Emîn’im

Rehîn-i minnet-i Hâce Emîn’im

 

Murâd-ı halk iderse Hak mutîim

Mürîd-i hıdmet-i Hâce Emîn’im

Eğerçi tıfl-ı vaktim pîr-i dehrim

Tufeyl-i re’fet-i Hâce Emîn’im

Sebak-hân mekteb-i feyzinde gönlüm

Ki tıfl-i himmet-i Hâce Emîn’im

Emân-ı Hak’dayım vaz’-ı cihâna

Damîn-i zimmet-i Hâce Emîn’im

Hakîri kıldı Hak bî-fâka sad-şükr

Ganiyy-i ni’met-i Hâce Emîn’im

Meâlî mesnedinde ehl-i mecdim

Hakîr-i izzet-i Hâce Emîn’im

 

Reh-i bî-sıyt-ı Yekdest’e revânım

Mücîb-i da’vet-i Hâce Emîn’im

Mekânımdır kemîn-i me’men-i kevn

Mekîn-i mekteb-i Hâce Emîn’im

 

Süleymân ismim ammâ bir cihetden

Semiyy-i Hazret-i Hâce Emîn’im

(Kaddesa'llâhu sırrahû)

EBU SAÎD el-HAYR

(Sâdât-ı Nakşiyye’den) Ebû Saîd el-Hayr, Fazlullâh b. Ebu’l-Hayr, meşâhîr-i meşâyıh-ı sûfîyyedendir. Nîşâbûr’un kurâsından Mihne’de doğmuş, neş’et eylemiştir. Ebu’l-Fazl Lokmân-ı Serahsî’den ahz-i tasavvuf u tarîkat etmiştir. Makâmât ve menâkıbı meşhûr olup, zühd ve tasavvufa müteallik rubâiyyâtı vardır. Seksen yaşı mütecâviz bir sinde 440/(1048) senesinde irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Hâlât u Suhanân nâm eseri Millet Kütübhânesi’nde, Fârisî kısmında 214 numaradadır.

Şu rubâîsi de ne hoştur :

راه تو بهر قدم كه پويند خوشست

وصل تو بهر سبب كه جويند خوشست

روى تو بهر ديده كه بيند خوشست

نام تو بهر زبان كه كويند خوشست[76]

Urafâ-yı sûfîyyeden Muhammed Besîm Efendi, bir mektûbunda yazarlar ki :

Ârif-i server-i nâz ve vâkıf-ı vürûd-ı niyâz, âşinâ-yı serâir-i maânî ve elfâz-ı Hz. Ebû Saîd Ebu’l-Hayr ile Fazlullâh-ı Nîşâbûrî künye vü nâm u nisbetinin müşîr olduğu vücûd-ı mübârek bir zât-ı ulvî-nihâd olduğu hâlde menâkıb-nâmelerimiz bu vücûd-ı mübâreki ikiye bölmek gafletinde bulunmuşlardır.”

Türk Edebiyyâtında İlk Mutasavvıflar nâm kitâb-ı mu’teberde Fuâd Bey (F. Köprülü), müşârünileyh hakkında 21,177,178, 249, 341, 349, 354. sahîfelerde ma’lûmât veriyor.

Hoca Ahmed-i Yesevî, müşârünileyhe pek ziyâde izhâr-ı muhabbet edenlerdendir. Ebû Saîd hazretleri, İbn Sînâ ile ilk mülâkatta birbirlerini takdîr etmişlerdi. Cidden yüksek ve samîmî ve hiss-i tasavvufla çok güzel rubâîler söylemiştir. Ba'zı mutasavvıflar, rubâîlerine şerhler yazmak gayretinde bulunmuşlardır. Şeyh Ebû Saîd hazretleri, umûmiyyetle bir şâirden daha fazla bir mutasavvıf sıfatıyla ma’rûf idi.

Şu rubâîsi de ne güzeldir. Teberrüken yazıyorum :

تا روى ترا بديدم اى شمع طراز

نه كار كنم نه روزه دارم نه نماز

چون با تو بدم مجاز من جمله نماز

چون بى تو بدم نماز جمله مجاز[77]

                                               *    *    *

Geldik huzûr-ı devletine Yâ Ebâ Saîd

Düşdük harîm-i himmetine Yâ Ebâ Saîd

Cenâb-ı Hak, feyz-i rûhâniyyetlerinden müstefîd buyursun. Âmîn.

Dârü'l-fünûn Kütübhânesi’nde Hâlis Efendi merhûmun kitapları meyânında 1714 numaralı Riyâzü’l-Ârifîn’de ve Câmî merhûmun Nefehâtü’l-Üns nâm eserinin 336. sahîfesinde ma’lûmât-ı tafsîliyye vardır. (Kaddese’llâhu sırrahû ve nefeana’llâhu bi-şefâatihî ve fuyûzâtihî. Âmîn.)

LOKMÂN-I SERAHSÎ

Dîğer sahîfede ism-i mübâreki mezkûr Ebu’l-Fazl ile Lokmân-ı Serahsî hazretleri ibtidâ-i hâlinde çok mücâhede etmiştir. Eâzım-ı urefâ-yı sûfiyyedendir. Ebû Saîd el-Hayr, kerâmâtından bahseder. Nefehâtü’l-Üns tercümesinin 336. sahîfesinde görmüştüm :

Bir gece Ebu’l-Fazl ile hânkâh sofasında mübâhese ederken, müşkil bir mes’ele karşısında kalındı. Lokmân-ı Serahsî, hemân hânkâhın damından kuş sûretinde görünüp mes’eleyi hâlletmiş. Böyle garâib ahvâli varmış. İlmi yok imiş; fakat ümmî-i âlem vârisi, mazhar-ı ilm-i ledün, bir veliyy-i kâmil ü mükemmil idi.

Ebû Saîd buyurur ki:

Bir gün Serahs şehrinin kapusunda Lokmân-ı Mecnûn nâm zâtı gördüm. Hırkasını yamıyordu. Miyânede cilve-i muhabbet oldu. “Yâ Ebâ Saîd!” diye elimden tuttu, Pîr Ebû’l-Fazl’ın hânkâhına götürdü. “Yâ Eba’l-Fazl! Bunu sakla, sana emânettir.” dedi, beni ona teslîm eyledi. Ebu’l-Fazl eline bir cüz’ almış, muttasıl ona nazar ediyordu. Merâk ettim, acabâ bunda ne var ki, bu kadar dikkatle bakıyor, diye düşündüm. Görünce bana hitâben, “Yâ Ebâ Saîd! Yüz yirmi dört bin peygamber ki, halka gönderildi, onlar halka dediler ki : “Allâh” deyiniz. İşte bunun için geldiler. O kimseler ki, bu lafz-ı mübâreki dediler, onda müstağrak oldular.” Bu ifâde-i meknûzenin te’sîr-i azîmi altında kaldım. O gece uyutmadı, seher vakti destûr diledim, tefsîr okutmakta olan Ebû Aliyy-i Fakîh’in yanına gittim. Ders, bu (...قُلِ اللّهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فِي خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ)[78] âyet-i kerîmesine gelmişti. Bu âyet-i kerîmeyi işitir işitmez gönlümden bir kapu açıldı ve beni benden aldılar. Müşârünileyh Ebû Ali, bendeki tegayyürü gördü, “Dün gece nerede idin?” diye sordu. “Pîr-i muhterem Ebu’l-Fazl’ın yanında idim.” dedim. “Hemen kalk, geri dön. Onun yanından ayrılmak sana harâmdır.” dedi. Gittim, Ebû’l-Fazl beni görünce, “Yâ Ebâ Saîd,

مسنك شدهء  همى ندانى پس و پيش

هان كم بكنى تو اين سر رشته خويش 

dedi ki, meâli, “Ziyâde sarhoş olmuşsun, özünü fehmden ve bi’n-netîce amelden kalmışsın. Sakın bu ser-rişteyi elinden kaçırma.” merkezindedir.

Azîz-i müşârünileyhe, “Bu hâlimi ne ile te’vîl buyurursun?” diye sorunca; “İçeri gir otur, bu kelimeye meşgûl ol, bu kelimenin seninle çok işi vardır.” buyurdu. Pîr Ebû’l-Fazl, cânı cânâna verdi ve hâmil olduğu irs-i Muhammedî’yi, nefes-i nefîsi Ebû Saîd’e verdi.

İşte insân-ı kâmil ü mükemmilin hâlî böyledir. Ebû Saîd ne bahtiyâr adammış ki, Ebu’l-Fazl’ın bezm-i muhabbetine ulaşmıştır ve ondan alacağını almıştır. Cidden ve hakîkaten her ikisi de eâzımdandır. Bu satırları yazarken bile enfâs-ı kudsiyyeleri kalbimde te’sîrler gösterdi. Ervâh-ı latîfesine el-Fâtiha.

/45/ ŞEYH MUSTAFA EFENDİ

Muhammed Emîn-i Tokâdî’den sonra Emîr Buhârî Dergâhı’nda şeyh olmuş, yirmisekiz sene meşîhatta bulunmuştur. Kabri, Ahmed Efendi civârındadır.

Kitâbesi:

Vâdi-i Nakş’ı bend’in menzil erenlerinden

Tatar Ahmed olmuş çün kim revân fenâdan

Yolunda olmuş idi irşâd-ı ehl-i aşkın

Bu zât-ı ekrem el-hak sırr-ı irşâd-ı Hudâ’dan

Gördü bakâsı yoktur bu tekye-i fenânın

Atf-ı ınân itdi Adn e reh-i sivâdan

Menkût harfle düştü bir mısra’la târîh

Şeyh Mustafa da göçdü bu kevn-i bî vefâdan[79]

(شيخ مصطفا ده كوجدى وب كون بى وفادن) = 1197 – 1 = 1196/1781)

 

ŞEYH MUSTAFA EFENDİ

Mustafa Efendi’den sonra yedi sene kadar icrâ-yı meşîhat eden dîğer Mustafa Efendi’dir.

Mezâr taşındaki kitâbesi:

Kutbu’l-ârifîn Şeyh Murâd hazretlerinin halîfelerinden Ali Efendi-i sânî halîfesi Ahmed el-Buhârî hazretlerinin hânkâhında post-nişîn Şeyh Mustafa Efendi rûhuna el-Fâtiha 1203/(1789).”

ŞEYH MUHAMMED ŞEMSÎ EFENDİ

Mustafa Efendi’den sonra ellidört sene icrâ-yı meşîhat etmiştir.

Kitâbe-i seng-i mezârı:

Emîr Buhârî Hânkâh-ı şerîfinde seccâde-nişîn Şeyh Mes’ûd Efendi-zâde Muhammed Şemseddîn Efendi rûhuna el-Fâtiha 1257/(1841).”

ŞEYH MES’ÛD EFENDİ

Şeyh Mustafa Efendi-zâde’dir. Kabri dergâh hazîresindedir.

Münâcât eyleyüp târîhini yazdı oku Safvet

İsâm-ı ekreme Firdevsi mesken eylesün Mevlâm

(عصام اكرمه فردوسى مسكن ايلسون مولام) = 15 Şa’bân 1271/(3 Mayıs 1855)

YEK-DEST HÂCE AHMED-İ CÛRYÂNÎ

Bu zât-ı ekrem İstanbul’a gelmemiştir. Buhârâ’da Cûryân kasabasında gehvâre-i zîb-i âlem-i şuhûd olup, 1096/(1685) senesinde berâ-yı ticâret Hindistan’a gitmiş, yolda harâmîler tarafından sağ eli kesilmiştir. Bundan dolayı “Yekdest” deniliyor. Sonra Serhend’e gelip, Mekke-i Mükerreme’ye hicret eylemiş, kibâr-ı evliyâu’llâhdan bir zât-ı âlî-kadrdir. Burada neşr-i feyz-i tarîkat eyleyip, 1119/(1707) senesinde Mekke-i Mükerreme’de irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir.

İstanbul’da beş halîfesi vardır. İkisi, tercüme-i hâl-i âlîleri bâlâda derc-i sahîfe-i ihtirâm kılınan Tatar Ahmed ve Tokâdî Muhammed Emîn Efendilerdir. (Dîğer halîfesi), âtîde 143. sahîfede muharrer Süleymân-ı Kürdî, Şam’da neşr-i feyz ederdi.

/46/ EĞRİKAPILI ŞEYH HATTÂT el-HÂC MUHAMMED RÂSİM EFENDİ

Pederi, Molla Aşkî Mahallesi’nin İmâmı Yûsuf Efendi’dir. Tahsîl-i ulûm u maârif edip, hattât-ı meşhûr Yedikuleli Abdullâh Efendi’nin şâkirdi olup, Mekke-i Mükerreme’de Yek-dest Ahmed Efendi’den müstahlefdir. Şehîd Ali Paşa sadâretinde Galatasaray güşâd olundukda ibtidâ Râsim Efendi’yi muallim ta’yîn etmiş idi. Bi'l-âhare Sarây-ı Hümâyun’a me’mûr olup, hidmet-i ibâdu’llâhda iken, yetmiş yaşında irtihâl-i dâr-ı bakâ eyledi.

Müstakîm-zâde, Dîvân-ı Alî Şerhi’nde (sahîfe 483) bi'l-münâsebe buyurur ki:

“Şeyhu’l-Merâsim nâm-daşı Ebu’l-Kâsım Ebû Reşîd Mevlânâ Hâce Muhammed Râsim Efendi, Yedikuleli Seyyid Abdullâh Efendi’den 1144/(1731)’te, o da Hâfız Osmân’dan 1115/(1703)’te, o da Harîrî-zâde Mustafa Efendi’den 1095/(1684)’te, o da Dervîş Alî’den 1084/(1673)’te, o da Hâlid-i Erzurûmî’den, o da Hasan-ı Üsküdârî’den 1023/(1614)’te, o da Pîr Muhammed Dede’den, o da Şeyh Hamdullah dâmâdı Şükrullâh Halîfe’den, o da kıbletü’l-küttâb Şeyh Hamdullah merhûmdan ahz-ı icâzeye muvaffak olmuştur.”

Eğrikapı dışarısında medfûndur. Kabr-i şerîflerini çok aradığım hâlde bulamamıştım. Bir gün hüsn-i tesâdüf eseri buldum, sevindim. İrtihâli 1169/(1756) senesine müsâdiftir.

Kitâbe-i seng-i mezârı şöyledir:

Hüve’l-Hayyü’l-Bâkî, merhûm ve mağfûr el-muhtâc ilâ rahmet-i Rabbihi’l-Gafûr Hattât Râsim Muhammed Efendi kuluna ve cemî’-i mü’minîn ü mü’minâta rahmet eyleye. Bi-hurmeti’l-Fâtiha, sene 1169.”

Koca Mustafa Paşa Câmii hazîresinde medfûn, meşhûr Hâfız Osmân merhûmun mezârtaşı kitâbesi de bu vâdîdedir. Merkad-i Râsim, Eğrikapı’nın hemen karşısındadır.

Müdevven bir dîvânı vardır. Dede Ömer-i Rûşenî’nin na’t-ı meşhûrunu tahmîs edenler meyânındadır.

Çün doğup tutdu cihân yüzünü hüsnün güneşi

Fetret-i nüh-varakın kıldı hamîd hâme-keşi

Müşkin-âharlayup beyzâ-i dîn-i Kureşî*

Mihrini kâğıd-ı kalbin çün ide mühre-veşi

Kim ola sevmeye bu vechile sen mâh-veşi

"Ve’d-duhâ" verdine "ve’l-leyl" okurum sümbülüne

Edhem-i hâme musallî olamaz düldülüne

Çün sarîriyle süheyl orduda girdi yoluna

Na’tını kıl ketebe izni bu Râsim kuluna

Rûşenî virdi budur külle gadâtin ve aşiy

Na’t-ı şerîfin evvel ve son beyitlerinin tahmîsini yazdım. Dikkat buyurulursa görülür ki, her beyitini ıstılâh-ı hat üzerine yazarak, mesleğine taalluku i’tibâriyle san’at-ı beyân göstermiştir.

Müstakîm-zâde merhûm,

Râsim üstâd göçdü ba’deh ceffe’l-kalem

(راسم استاد كوجدى بعده جف القلم)  = 1169/(1756)

târîhini söylemiştir. Cenâb-ı Hak kabrini müstağrak-ı envâr-ı rahmet buyursun. Âmîn.

ŞEYH MURTAZÂ EFENDİ

Yek-dest Hz. Ahmed’in dördüncü halîfesidir. Eyüp’de İdris Köşkü civârındaki tekkeyi binâ eylemiştir. 1160/(1747)’ta irtihâl eyledi. Burada defîn-i hâk-i rahmettir.

ŞEYH ABDÜRRAHÎM-İ BUHÂRÎ

Yek-dest Hz. Ahmed’in Medîne-i Münevvere’de ikâme eylediği halîfe-i mükerremidir. Pek mübârek, ârif bir zât-ı âlî-kadr idi. (Kaddesa'llâhu esrârahum.)

/47/ Edirnekapı Haricindeki Emîr Buhârî Dergâhı :

Ahmed-i Buhârî hazretleri, burasını bidâyeten sayfiye olmak üzere iştirâ etmiştir. Yazın burada imrâr-ı hayât etmekde bulunmuş idi. Bi'l-âhare dâmâd-ı âlîleri Mahmûd Çelebi zamânında zâviyeye kalb edilmiş ve Sultân Süleymân-ı Kânûnî tarafından binâ edilmiştir. Hücreleri vardır. Mahmûd Çelebi’nin irtihâlinde Hacı Halîfe, seccâde-nişîn-i meşîhat olup, Medîne-i Münevvere’de irtihâl eylemiştir. Elyevm ma’mûr ve Nakşıbendî zâviyesi olmakla meşhûrdur.

MÜSTAKÎM-ZÂDE ŞEYH SÜLEYMAN SA'DEDDÎN EFENDİ[80]

Müteahhirîn-i meşâyihdan olup, 1131/(1719) senesinde dünyâya gelmiştir. Pederi el-Hâc Muhammed Efendi, vâlidesi Ümmügülsüm Hânım, büyük pederi Muhammed Müstakîm Efendi’dir.[81] "eş-Şeyh Süleyman" (الشيخ سليمن) târîh-i velâdetini müş’irdir.[82]

Tahsîl-i ulûmdan sonra, Tokâdî Emîn Efendi hazretlerine intisâb etmiştir. İsti’dâd-ı zâtîsi îcâbınca az zamânda tekmîl-i merâtib-i sülûk u irfâna muvaffak olup, şeyhlerinin irtihâlinde henüz yirmisekiz yaşında iken te’lîfât-ı mu’tebere vücûda getirmeye başlamış ve mücâhede ve riyâzâtta ileri gitmiştir. Nihâyet 1202 sene-i hicriyyesinde şehr-i Şevvâlin yirmiikinci (27 Temmuz 1788) Pazar günü yetmişbir yaşında oldukları hâlde terk-i âlem-i nâsût eylemekle şeyhinin ayak ucundaki makbere-i mahsûsada vedîa-i hâk-i rahmet kılınmıştır.

Eş’ârı ve elliyi mütecâviz müellefât-ı mu’teberesi vardır. Cidden iftihâr olunur eâzım-ı meşâyıhdandır.

Tercüme-i Lügât-ı Kânûnı’l-Edeb isimli eserinin baş tarafında Müstakîmzâde’nin kendi hattıyla muharrer tercüme-i hâlini aynen istinsâha muvaffak oldum:

“Bu âlûde-çirkâb-ı nefs ü hevâ fakîr-i şikeste, zamîr-i bî-nevâ, Ebu’l-Mevâhib Sa'deddîn Süleymân Emînullâh Abdurrahmân el-arîf beyne erbâbı’l-ifâde ve’l-istifâde bi-Müstakîm-zâde yessera’llâhu lehû husne’l-hâtime ve’l-hüsnâ ve’z-ziyâde, bu diyâr-ı celîli’l-i’tibâr a’nî dârü’s-saltana medâr-ı belde-i tayyibe-i Kostantıniyye-i mahmiyyede, Hırka-i Şerîf kurbunda mütevellid olup esnâ-yı eyyâm-ı sabâvette bi-kadâi’llâhi teâlâ belâ-yı nâgehânî-i harîka mübtelâ ve sûzân ve nice eyyâm ol âlâm ile hayrân ve ser-gerdân ve ba’dehû yine vatan-ı aslîye karîb bir mahalde ilâ-hâze’l-ân mütevattın olup müddet-i sabâvette vâlid-i mâcidim Hacı Muhammed Efendi b. Muhammed Müstakîm Efendi merhûmdan mâdde-i elif-bâ’yı mehmâ-emken taallüm ve intisâb esnâsında cülûs-i humâyûn-ı meymenet-makrûn teşrîfiyle dahi Mekke-i Mükerreme’den ma’zûlen vefât eden Hayâtî-zâde ser-etıbbâ-i hâssa Mustafa Feyzî Efendi merhûmdan şeref-yâb olmuştum.

Ulûm-ı mütedâvîle-i lâzimeyi zevât-ı fazâil-simâttan ez-cümle hâcegân-ı sarây-ı hümâyûndan reîsü’l-kurrâ Yûsuf Efendi-zâde (selleme’llâhu ve ebkâhu) Ebu’l-Feth (rahimehu'llâh) Câmi'-i şerîfinin İmâmı es-Seyyid Yûsuf Efendi merhûm ve müderrisînden Babadağî Süleymân Efendi merhûm ve müderrisînden Çörekçi-zâde Hâce Muhammed Efendi merhûm ve fahrü’l-müderrisîn Yemlîhâ Efendi ve emsâli esâtize-i kirâmın zânû-zede-i ser-halka-i ifâdeleri olmakla, telemmüz ve alâ-kadri’l-istitâa telezzüz üzre evkât-güzâr olup lâkin ilm-i hadîs-i Rasûl-i Hallâk ve ilm-i tasavvuf u ahlâk dahi taallüm olunmak ârzûsu cây-gîr ve ne vechile sûret-pezîr olur diye müteveccih-i eltâf-ı hafiyye-i Bârî-i Kadîr olmuştum.

Vaktâki Şeyhü’l-islâm Hâmid Efendi Medresesi’nin müderrisi hâcegân-ı bozorgândan bir pîr-i rûşen-zamîrin haftada iki gün medrese dersi olmak üzere Akâid-i Molla Celâl istimâ’ ve istikmâline mübâşeret ve eyyâm-ı müdâvemette nâ-gâh esnâ-yı dersde bir zâtı celîli’ş-şân-âgâh zâhir oldu ki, şahsı ma'lûmum, lâkin ebnâ-yı zamân ile adem-i ülfetim sebebiyle şöhreti mechûlüm idi. Meğer ki, bizim dersimiz meclisinden ve erbâb ve tullâbından dahi kurbiyyet-i mekân sebebiyle yegân-yegân haber-dâr ve üstâdımız ile dahi ülfet-i kadîmesi var imiş.

(كجاست جاذبه طالع سليمانى – كه اورد براى من آن پرى رو را)[83] Berây-ı ta’zîm ü tekrîm dersi te’hîr edip ol zât-i melekiyyü’s-sıfât sohbete âğâz ve cûş u hurûş ve bu abd-i kem-pâye-i bî-vâye dahi saff-ı niâlinde kuûd ve hâmûş ve sem’ı cân ile güftâr-ı dürer-bârını gûş ederdim.

Esnâ-yı tekellümde bende-nüvâzî buyurup bu çâker-i kemtere hitâb ile, “kavs-ı vücûd”, “kavs-ı imkân”, “kâbe kavseyni ev ednâ” ve “vahdet-i vücûd u şuhûd” bahislerinde tatbîk-i şer’-i şerîf ederek tahkîk ve ifâde ve müstemi’ olan şürekâyı dahi sıdk u ta’zîm ile feyz-yâb u istifâde ederler idi. Netîce-i sohbette bu kemîne-çâlâk bi’z-zarûre girye-nâk olup hıtâm-ı meclisde tevdî’ ve teşyî' olundu.

Lâkin bu ahkâr, ol şeh-suvâr-ı fezâ-yı vuslatın ez-dil ü cân âvîhte-i fitrâk-i istifâzası olup nâm-ı nâmîsinden istifsâr eyledikde, “eş-Şeyh Muhammed Emîn Efendi budur ve bu câ-yı vâlâya hem-sâyedir.” diye ihbâr ile rehber-i safâ-medârı oldular. Meğer ki, “O mahalli teşrîfinden akdem, saâdet-hânesinde cem’-i şem’-ı sohbeti bulunan zevâtı tevkîf edip hayli demdir bir şikâr-ı serkeş aşikârdır ki, onu dâm-ı saâdete giriftâr eylemek der-kârdır.” deyip ol şahbâz-ı âşiyân-ı irfân-cenâh lutf-ı iltifât ü himmet ile pervâz ve cevelân ederek medreseye tenezzül ve nüzul ve alâ-sabâhi’s-sefer ol nükte-i dakîkayı dahi meyân-ı ihvânda mümâyân u meclis edip avdet buyurmuştu.

                                            (هزار جان كرامى فداى هر قدمش)[84]

Lâne-i saâdetine vusûlünde onda müterrakkıb ve mevcûd olan âşıkân-ı saâdet-iktirâna hitâb buyurmuş ki, “Hal’ u lübs-i hâleti der-meyân olmadıkça sayd u kayd olunmak âsâr-ı be-dîdâr olmayıp hattâ emârât-ı te’sîr ü incizâbdan olan âsâr bana rû-nümâ oldu.” diye buyurduğunu, mevcûd olan zâirân ba’de-zamân bu nâ-tüvâna tebşîr ve i’lân eylemişti.

                              (- وكر نه بندكى چون من سزار تو نيست  وكر قبول تو آيى بروزكار آرى)[85]

Bu abd-i âciz dahi ictimâ’ ve iltikâsına tâlib ve enfâs-ı tayyibesinden istifâza ve likâsına vücûhla râgıb olup vâkıa be-rûz-ı fîrûz ki, yek-şembe …… ale’s-seher âsitân-ı saâdet-hâne-i âlî-şânını câ-yı penâh edip bilâ-dakk-ı bâb, gönül evinden abd-i fakîri kabûl bâbında isticlâb eyleyip yedi derece-i nücûmu mürûrunda feth-i bâb ve pîşgâh-ı nigâhına vuslat-yâb olup, âdet-i câriye-i zamân üzre haddimden bîrûn ikrâm ile memnûn buyurduğu şehr-i mübârek mevlid-i Fahri’l-enâm aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm 1149/(1736) senesi idi.[86]

Bir sene ülfet-i âdiyye-i zamân üzre evkât-güzâr ve sene-i âtiyede zikr-i kalbîyi telkîn ve bi’l-müdâveme hareket-i mudga-i sanevberiyyeyi müstebîn buyurup usûl-i hâcegân üzre âdâb-ı tarîkat ve ilm-i ahlâk ta´lîmine ibtidâr buyurduğu mecliste hayme-nişîn-i istimâ’ pîr-daşlardan bir tâlib mevcûd idi. Ketm ü ihfâ ve adem-i ifşâ ile emr edip ba’dehû altı sene zarfında kütüb-i ehâdîs-i şerîfeden İmâm Nevevî’nin Hadîs-i Erbaîn’ini ve Nuhbetü’l-Fiker-i İbn-i Hacer’i bi’t-tamâm ve Sahîh-i Buhârî-i şerîften rub’u mertebesini evkât-ı hâliyede kemâl-i kereminden ta’lîm ve mütevakkıf-ı sem’ olan esrâr-ı ilm-i hadîs ve âsârı ve hurde-i erkân-ı azîzânı tefhîm buyururdu. Eğerçi bu Mektûbât kudsiyyenin cild-i evvelinde 228. mektûbunda tasrîh olunduğu üzere erbâb-ı noksândan bî-isti’dâd ve nâ-kâbil olanlara her çend icâzet-nâme câlib-i kemâl değil ise de ricâ-yı husûl ile Buhârî-i şerîf'i esnâ-yı ifâdede icâzet inâyet buyurup, Kâ’betü’l-muhaddisîn, Ravzâtü’l-müfessirîn eş-Şeyh Ahmed en-Nahlî el-Mekkî eş-Şâfiî (kuddise sırruhû)’dan me’zûn-ı rivâyet olduğu zamânda ahz eylediğimiz kırkdört senedi hâvi Vuraykât nâmıyla mütedâvîl-i eyâdî-i sıkât olan sened-i şerîfi mümzâ ve mahtûm; ve bu fakîre dahi i’tâ ve duâ buyurmuştu. Cenâbı Rabbü’l-erbâb vesîle-i kemâlât-ı sûriyye vü ma’neviyye eyleye; bi-hurmet-i seyyidi’l-mürselîn.

Onsekiz ay dahi Buhârî-i şerîfden kırâat ve ba'zı ahyânda dahi bâis-i sohbbet-i hakîkat olmak bahânesiyle Tercümânu’l-gayb Hâfız-ı Şîrâzî’nin Dîvân’ından kırkaltı gazel dahi istimâ’ olunmuştu. Bi’t-temâm Fıkh-ı Ekber ve akâid min-evvelihî ilâ-âhirihî bi-hamdihî teâlâ ta’lîm buyurmakla suhanşû-yı gıll ü gış mevâdd-ı akâid olup ve ahyânen Nefehâtü’l-Üns li-Molla Câmî (kuddise sırruhu's-Sâmî)’den dahi ebhâs-ı kesîre-i müşkile hall ü ta’lîm buyurur idi. Bu vech-i vecîh üzere güzâr-ende-i evkât iken, maraz-ı pîrî, vücûd-ı behbûdunun dâmen-gîri olmakla, medârise mütâreke olunup, fakat sohbet-i müteberrikesine hasr-ı vakt ve tenbîh-i nebîhi üzere sihrî hâk-pâyinden isticlâb ve mülâkât-ı bezm-i ünsü ile şeref-yâb olup züvvâr be-dîdâr oldukda, sinni bîhûde güftâr ile işgâl ve cem’iyyet-i hâtırı bâdî-i perîşânî-hâl olmasın diye himâyet ve bu bendesine izn ile sıyânet buyurur idi. Yevmen mine’l-eyyâm sîne-i pür-sekînesi üzere iki mahalden “şîr-pençe” demekle ma’rûf ehl-i cerâhat olan illet peydâ ve ba'zı ahibbâ sevkı ile merhem-i atiyyetu’llâh tedârik ve ilkâ olunup, çend rûz mürûrunda kat’ ile onu def' esnâsında ol zahîr-i tâlibânın zahrında dahi iki mahalde zâhir olup, onlar dahi kat’ ve tedbîr olunup ber-kâide-i cerrâhân rû-yı indifâı nümâyân olmağa karîb olmuştu.

Bir gün de’b-i kadîmim üzre yine sihrî-i dâhil-i bezm-i feyz-eseri oldum. Gördüm ki, azfâr-ı meniyye-i pençe-i şîr vücûd-ı derd-âlûdunda meşhûd-ı bernâ vü pîr olmuş, bu garîk-ı bahr-ı firâk ve harîk-ı nâr-ı iştiyâk, dûçâr-ı çeşm-i merhamet-bîn oldukta lutf-ı hıtâb u nevâziş ve lisânen ve cinânen perveriş buyurup selâmet-i dîn ve âfiyet ü yakîn ve safâ-yı derûn ve inşirâh-ı sadr ve kemâlât-ı sûriyye vü ma’neviyye, bu kelimât-ı sitte ile daavât ve şeş-cihâtım mazhar-ı hayât buyurup, lâkin îmâ-yı tevdî’ ve izhâr-ı firâk dahi bî-ihtiyâr derûn u bîrûnum bâis-i ihtirâk oldu. Şeref-i hizmetiyle şeref-yâb olan ihvân-ı zevi’l-ahbâbdan bu hâl-i perîşânı suâl ettim. İki gün mukaddem cümleye vedâ’ ve cerrâhı def' edip destârını kendi pîçîde ve nâ’şına vaz’ olunmak üzre tenbîh eylediği dahi dehşet-endâz-ı sâmia-i bende-i bî-imtiyâz oldukta, bu nâlân-ı nâ-tüvâna mümâyân olan ekdâr ü ahzân, alima’llâhu teâlâ, iftirâk-ı ebeveynde dahi be-dîdâr olmadığı hâlden bilenlere aşikârdır. (إِنَّا لِلّهِ وَإِنَّـا إِلَيْهِ رَاجِعونَ)[87]

Sâl-ı intikâline dîbâce-i tafsîl olunan silsile-nâmede hâtime-i tercüme-i hazret-i ân, fakîrâne imlâ ve pîrâye-i ser-levha-i mezâr-ı pür-envârı olan târîhden mâ-adâ, yine abd-i fakîrin çekîde-i kalem-i acz-i rakamı olan bu târîh-i Arabî, nevişte-i sahîfe-i mecmûa-i ehl-i dildir.[88]

Ba’dehû yirmi gün mürûrunda vâlidem merhûme hacle-gîr-i ravza-i rıdvân ve âsûde-i maksûre-i cinân oldu ki, nesebi, vâlidesi tarafından ecdâdımızın emcedi Mecdüddîn Efendi’ye vâsıl olur ki, Ebu’l-Feth Sultân Muhammed Hân aleyhi’r-rıdvân ile bu diyâra gelip, Şemseddîn Ahmed el-Gûrânî makâmında 861/(1457) târîhinde Fâtih merhûma kazasker olduğu zabt-kerde-i vakâyı’-nüvîsândır. Vâlidemiz merhûmenin nâmı Ümmügülsüm olmakla vefâtına,

Hem-nâm-ı kerîme-i Habîb-i güzîn Ümmügülsüm

(همنام كريمهء  حبيب كزين ام كلثوم)[89]

terkîb-i mensûr târîh vâkı’ olmuştur.

Ekdâr-ı mezkûre ile perîşân-hâl ve muzdaribü’l-bâl, derûn mahzûn bir tarîkla âsâyîş-hûn olmayıp, mahvata-i rûhâniyyîn olan mahrûse-i Bursa’ya azîmet ve ol sûy-ı dil-cûda âsûde-i zîr-i lihâf-ı türâb olan evliyâ-yı eslâf ve meşâyıhı ziyâret ve nev’an seyâhat ve teskîn-i harâret ve vatan-ı aslîye avdet olunup, me’lûf olduğum kâr-ı makdûra iştigâl ve isticlâb-ı rızâ-yı Rabb-i Müteâl üzereyken bu tercüme-i celîle hizmeti, min-tarafi’llâhi’l-kerîm bir inâyet olduğu dîbâcede tafsîl olunmuştu.

Henüz itmâm-ı san’at-ı mezkûreye heves esnâsında 1164 senesi Muharremü’l-harâmı selhında (29 Aralık 1750) vâlid-i mâcidim el-Hâc Muhammed Efendi merhûm mûsıla-i Süleymâniyye ile, cedîde-i sadr-ı a’zam es-Seyyid Hasan Paşa Medresesi müderrisi iken nüsha-i dürer ü gurer-i ömrü itmâm ve sinni seksene karîb, âzim-i dershâne-i dâri’s-selâm olmakla teceddüd-i infiâl istîlâ-i hâl edip, bi’l-ızdırâr rızâ-yı kazâyı Kahhâr akabinde Şeyhü'l-islâm Efendi tarafından imtihân-ı müderrisîn-i kirâm tenbîh ve i’lâm olunup, ilhâh u ibrâm-ı hayr-hâhân ahbâb-ı şîrîn-kelâm ile dâhil-i imtihân olmağa azîmet edip, mine’l-vâki’ vâlidim merhûm üç def'a dâhil-i imtihân olmakla, müftiyyü’l-enâm Yenişehirli Abdullâh Efendi’den bekâm olup ve ceddim el-Hâc Muhammed Müstakîm Efendi dahi bâ-imtihân Şeyhü'l-islâm Minkârî-zâde Yahyâ Efendi’den nâil-i merâm ve 1110/(1698)’da Medîne-i Münevvere (salla’llâhu teâlâ münevvirehâ) kazâsıyla bekâm ve 1116/(1704)’da Şâm-ı şerâfet-âşâm olmasına eş-Şeyh es-Seyyid Muhammed Murâd en-Nakşıbendî (kuddise sırruhû) (إنه على صراط مستقيم)[90] kelâm-ı latîfini târîh-i tâm olmak üzere i’lâm buyurmuş. Ba’dehû 1122/(1710) senesinde Mekke-i Mükerreme pâyesiyle, dârü’n-nasri ve’l-meymene Edirne Mahmiyye kadısı olup, ba’de’l-azl İstanbul’da 1124/(1712) târîhinde vâsıl-ı a’lâ-yı ılliyyîn olmuşdu.

El kıssa:

Bu abd-i fakîr-i kalîlü’l-bidâa dahi dâhil-i dâri’l-mihen-i imtihân olup, tahallüf-i merâm bu bî-istitâayı bir vechile dahi tekdîr ü nâ-kâm eyledi.

                                            (لدى الإمتحان يكرم الرجل  أو يهان)[91]

Hasbüna'llâh ve ni’me'l-vekîl.”

                                                           -     -     -

Müstakîm-zâde’nin pederi Hacı Muhammed Efendi ve büyük pederi Muhammed Müstakîm Efendi’nin, Edirnekapı haricindeki Emîr Buhârî Dergâhı yakınında, şimdiki Şehitlik nâm mahalde medfûn olduklarını Hâfız Hüseyin-i Ayvansarâyî Vefeyât-nâme’sinde yazıyor. Hâlen mezârlarının zâhirde nişânesi bile kalmamıştır.

Müstakîm-zâde’nin şemâili hakkında Mahmûd Kemâl Beyefendi buyurdular ki :

Nahîfü’l-bünye ve zaîfü’l-lıhye imiş. İmtihânda muvaffak olamaması iktidârsızlığından değil, genç ve zaîfü’l-lıhye olmasından mütevellid olduğunu bir eserinin kenârında işâret ettiğini gördüm.”

Süleymân Sa'deddîn Efendi’nin Müstakîm-zâdediye şöhret bulması, Müstakîm Efendi’nin ahfâdından olması yüzündendir. (Kaddesa'llâhu esrârahum)

IV. Cild’de Sinânîler faslında, Ced Hasan Efendi’den ahz-ı feyz ettiği ve Hz. Mısrî ile muhâbere eylediği yazılan bir Müstakîm Efendi daha vardır ki, o başkadır. Müstakîm-zâde’nin ceddi olan zât değildir.

Müstakîm-zâde Süleymân Sa'deddîn Efendi hazretlerine medhiyye-i âcizânem:

Şerîat ilminin deryâsı oldun Müstakîm-zâde

Tarîkat ilminin mebnâsı oldun Müstakîm-zâde

Görüp âsârını hayretde kaldım doğrusu böyle

Hisâb-ı ebcedin dânâsı oldun Müstakîm-zâde

Ne tedkîkler ne tahkîklar buyurmuşsun ki takdîrler

Bütün tullâb-ı aşk dârâsı oldun Müstakîm-zâde

Ulûm-ı kâl u hâli cem’ iden bir nüsha-i ekvân

Lisânü’l-gayb (onun) gûyâsı oldun Müstakîm-zâde

Süleymân-ı zamânsın bâ-husûs hem nâm-ı Sa'deddîn

Cemâl-i tâb-nâk şeydâsı oldun Müstakîm-zâde

Erenler zümresinde mevkiin bâlâ-ter olmuşdur

Tarîkat ehlinin bâlâsı oldun Müstakîm-zâde

Bi-hakkın zâhir ü bâtın ulûmunda ferîd oldun

Hüviyyet sırrının meclâsı oldun Müstakîm-zâde

Sevenler ilm ü irfânı seni takdîr iderler heb

Harîm-i ma’rifet Leylâsı oldun Müstakîm-zâde

Çıkardın ravza-i pâk-i hakîkatdan nice dürler

Bu dehrin hâme-i pîrâsı oldun Müstakîm-zâde

Şarâb-ı lem-yezel meyhânesinde câm-ı aşksın sen

Sen ol bezm-i cemin mînâsı oldun Müstakîm-zâde

Habîb-i Hazret-i Hak aşkına himmet buyur nûrum

Gönül iklîminin sevdâsı oldun Müstakîm-zâde

Senin gül-zâr-ı Vasfînda hezâr-âsâ olur Vassâf

O Vassâf’ın gül-i ra’nâsı oldun Müstakîm-zâde

Hulefâ-yı Mevleviyye’den Mehmed Tâhir Beyefendi kardeşimin ilâveten ve hediyyeten söylediği beytidir:

Nümâyân oldu âsârında emr-i ‘fe’stakim sırrı[92]

O sırrın âleme mecrâsı oldun Müstakîm-zâde

Medhiyye-i âcizânem:

Müstakîm-zâde Süleymân-ı zamân Sa'deddîn

Neşr-i envâr-ı ulûm itmiş idi mihr-i berîn

İltifât itmemiş ikbâl-i cihâna aslâ

Hiç görünmez gözüne debdebe-i rûy-i zemîn

İtdi tahsîl-i maârif ile tezyîn-i sıfat

Oldu allâme-i dehr ârif-i esrâr-ı yakîn

İlme meftûn olan erbâb-ı kemâl hayrânı

Revnak-efzâ-yı kulûb-ı urefâ nûr-ı mübîn

Zât-ı âlîsini vasf itmeden âciz Vassâf

Kalb ü rûhum ile bildim ki odur sırr-ı Emîn

Tuhfe-i Hattâtîn’de yazar ki:

“Süleymân Sâdüddîn b. Muhammed b. Muhammed Müstakîm:

Câmiu’l-hurûfdur. Hırka-i Şerîf mahallesi etrâfında Mahşî Şeyhzâde’nin pederi Şeyh Muslihuddîn-i Tavîl’in hayrı olan Tahtaminâre Mescidi mukâbilinde kadem-nihâde-i âlem-i şehâdet olup, vâlid-i mâcidim merhûmdan tahsîl-i ulûma ibtidâ olunmuştur. Ceddim merhûmun Edirne’den ma’zûlen rıhlet eylediği mesken, Balat harîkıyla muhterik oldukda, Terkim Câmii kurbunda bir hâne temellük olunup, cülûs-ı Sultân Osmân târîhine kadar sâkin olmak münâsebetiyle Sultân Mehmed İmâmı Seyyid Yûsuf Efendi ve Zülfeleyân Hocası Muhammed Efendi ve Yemliha Hasan Efendi ve şeyhu’l-kurrâ Yûsuf-zâde Abdullâh Efendi’den ve seyyid-i hâkimândan dahi nice zamân telemmüz mukadder ve fenn-i hadîs ve tarîkat-ı aliyye-i hâcegânî Ebû Şeybetü’l-Hudrî (radıya'llâhu anh) civârında vâki’ Emîr Ahmed el-Buhârî Zâviyesi şeyhi huccetü’d-dîn ve muhaccetü ehl-i yakîn Hâce Muhammed Emîn-i Tokâdî’den ahz u mahz u mahtûm vesîka-i icâzetle şeref-yâb olmak müyesser olmuştur.

Fe-li’llâhi’l -hamdü ve’l-minne.

Bahra olmakla mukârin kesb ider feyz-i kemâl

Gerçi bahhâs cünbüş ile mevce-i deryâ ile*

Sülüs ve neshi Hâce Muhammed Râsim Üstâd’dan taallüm ve hatt-ı ta’lîkı dahi Fındık-zâde İbrâhîm Efendi ve Kâtib-zâde Muhammed Refî’ Efendi ve Dede-zâde Seyyid Muhammed Efendi’den dahi tefehhüm ile, mehmâ-emken medâr-ı maâşım olan hatt-ı mâ-yukra’ tedârik olunmuştur. Hâlen Körükçübaşı Ahmed Ağa Câmii kurbunda ferîd ü vahîd-i bâ-tecrîd sâkin olduğum menzilde, bi-avnihî teâlâ Dîvân-ı Hazret-i Murtazâ Şerhi tesvîdine şuğl üzereyim.”

Tuhfe-i Hattâtîn’de beşinci sahîfede görülmüştür, 1173/(1760)’de vefât eden kürsü şeyhi Muhammed Sâlih b. eş-Şeyh Îsâ el-Mahvî’den bahs ederken:

Müşârünileyh Yahyâ b. Şa’bân Efendi’ye dâmâd olmakla, bu fakîr içün peydâ olan merâtib-i sıhriyyet-i baîdeye riâyet ederlerdi. Ve tarîkat-ı Şemsiyye’yi bu fakîr onlardan ahz u sohbet eylemiştim. Yahyâ-zâde Şeyh Muhammed Emîn Efendi b. eş-Şeyh Yahyâ b. Şa’bân Efendi’nin ceddi Şeyh Şa’bân İstanbul’a hicret eyledikde Şeyhü'l-islâm Muhammed Efendi, onlar içün vâlidleri Şeyhü'l-islâm Hoca Sa'deddîn Efendi’nin Dârulkurrâ’larını hânkâh edip, hânkâhları dâhilinde medfûndur. Ceddim Muhammed Müstakîm Efendi, Medîne-i Münevvere kazâsında mukaddemce Şeyh-i mezbûrun akrabâsından birini tezevvüc eylemekle bu fakîr ile karâbet-i sıhriyeleri vardır.” diyor.

Müstakîm-zâde’nin Şerh-i Dîvân-ı Alî nâm eserinden (s. 187):

“İnsâna kemâl-i tahsîlinde üç baba gerekdir: Biri, eb-i vâlidi; biri, eb-i muallim; üçüncü peder-i mürebbî ki, şeyh-i mürşiddir. Mürşid dahi üç olmak gerekdir: Biri, Şeyh-i inâbet ü telkîn; ikincisi, pîr-i sohbeti yakîn; üçüncü, mürşid-i hırka-i kâmilin ki, müselsel hadîs-i şerîf ile sünnetdir. Eğer üçü bir zâtta mevcûd olursa, iksîr-i a’zam ve kibrît-i ahmerdir. El-hamdü li’llâhi alâ niamâtihî ki, bu abd-i fakîre cümlesini zât-ı vâhidden ahz müyesser oldu.”[93] 

Müstekîm-zâde hazretlerinin Âsârı Esâmîsi:

Türk Târîh Encümeni Külliyâtı nâmı altında ahîren müşârünileyhin âsâr-ı aliyyesinden Tuhfe-i Hattâtîn neşr olunmuştur. Buna urefâ-yı zamândan İbnü’l-Emîn Mahmûd Kemâl Beyefendi tarafından pek vâkıfâne ve âlimâne bir mukaddime yazılmış ve âsârı esâmîsi de neşr edilmiştir. En sahîh olarak yazıldığında şüphe olmadığından, esâmî-i âsârını bi-aynihî yazıyorum:

1. Tefsîr-i Sûre-i Fâtiha, Dâru’l-Fünûn Kütübhânesi (DFK) (Bugünkü İstanbul Üniversitesi Kütübhânesi), 7428.

2. el-Emânâtü’l-Ma’rûfe, DFK, 4218.

3. Tenvîru’l-Emâne, Süleymâniye Kütübhânesi, Es’ad Efendi, 1684

4. Tarhu’l-Ma’nâ fî Şerhi’l-Esmâ, DFK, 2972.

5. Tevfîk-i Tevkîf, DFK, 7257.

6. Tahkîkü’s-Salât, Sül. Ktb. Pertev Paşa, 625.

7. Mir’âtü’s-Safâ fî Nuhbeti Esmâi’l-Mustafâ, DFK, 756.

8. Şerhu Hilye-i Nebeviyye, DFK, 756.

9. Şifâu’s-Sudûr li’n-Nesli’n-Nûr, Yıldız, 3703/170.

10. el-Âsâru’l-Asab li-Meyli Hubbi’l-Arab, Yıldız, 3031/170; Pertev Paşa, 614, 625.

11. Turerü’s-Selâm li-Ahrâri’l-İslâm, Yıldız, 3031/170; Fâtih 5451.

12. Âsâr-ı Adîde, Pertev Paşa, 614.

13. Huccetü’l-Hattı’l-Hasen, Pertev Paşa, 614, 615.

14. Şerhu Hadîs.

15. Hüsnü’t-Tâkvîm, DFK, 7542, 7257.

16. Risâletü’d-Dîn, DFK, 7257.

17. Şerefü’l-Akîde, DFK, 6258.

18. Risâletü’l-Hayy fî İsâleti’l-Key, DFK, 7257.

19. el-İrâdetü’l-Aliyyetü’l-Celiyye fi’l-İrâdeti’l-Cüz’iyyeti’l-Külliyye, DFK, 7257.

20. Mâkâletü’n-Nezâfe, DFK, 7428.

21. Şerh-i Ahid-nâme ve Telkîn, Mahmûd Kemâl Bey Kütübhânesi’nde, 296.

22. Envâru’d-Diyâr bi-Himâyeti’l-Âbâr, DFK, 7428.

23. Risâle, Yıldız, 3701/170.

24. Teşnîfü’l-Ezher bi-Ta’rîfi’l-Ahmer, Bahâeddin Bey nezdindedir. Bahâeddin Bey’in, İstanbul 13. Mekteb Müdürü olduğunu Tuhfe-i Hattâtîn mukaddimesindeki îzâh-nâmesinde Mahmûd Kemâl Beyefendi yazıyorlar.

25. Reşfü’l-Hakîka fî Keşfi’l-Akîka, DFK, 7257.

26. Risâle, Yıldız, 3703/170.

27. Tahkîku’t-Teslîm, Yıldız, 3700/170.

28. Zeylü Tahkîkı’t-Teslîm, Yıldız, 3703/170.

29. Şerh li-İzzi’l-İslâm, Pertev Paşa, 625.

30. Hâşiye-i Hizb-i A’zam, Yıldız, 3700/170.

31. Şerhu Hizbü’l-Hıfz, Yıldız, 3700/170.

32. Şerh-i Vird-i Settâr, Yıldız, 3701/170.

33. Şerh-i Evrâd-ı İmâm Süheylî, Yıldız, 3700/170.

34. es-Salavâtu’ş-Şerîfe, Yıldız, 3703/170.

35. Salavâtu Silsileti’n-Neseb, Bahâeddin Bey kitablarında.

36. Salavât-ı Duvâzde İmâm, Bahâeddin Bey’de.

37. Salavâtu’l-Hurûf, Bahâeddin Bey’de.

38. Zînetü’ş-Şeybiyye fî Hazîneti’l-Gaybiyye.

39. Cihâzu’l-Ma’cûn fî Halâsi’t-Tâûn, DFK, 7428.

40. Mürşidü’l-Müteehhilîn Tercümesi, DFK, 7257.

Âsar-ı tasavvufiye :

41. Şerhu Lugaz-ı ism-i Celâl, Pertev Paşa, 625.

42. Şerh-i Ebyât-ı Pîr-i Herât, Pertev Paşa, 625.

43. Mektûbât-ı Kudsiyye, matbû'dur.

44. Vâlidiyye, Yıldız, 3700/170. (من عرف نفسه فقد عرف ربه)[94] hakkında Vâlidiyye nâmıyla yazdığı eser hakkında denilmiştir ki: Şihâb’ın, Hâşiye-i Beyzâvî’de Sûre-i Secde’de tasrîhi üzere Şeyh Ebûbekr er-Râzî’nin kelimâtından olan, (من عرف نفسه فقد عرف ربه) cümle-i mühimmesinin Türkçe şerhidir. Müstakîm-zâde bunun mukaddimesinde: “Bu haber-i latîfin esrâr-ı aliyye ve maâni-i hafiyye vü celiyyesinden sebeb-i vücûdum vâlidim merhûmun emriyle cem’ olunup Vâlidiyye tesmiye olunan risâlede ol terkîbin meâli bu fakîr-i alîlü’l-mizâca zâhir olup, ma’nâ-yı latîfi oldur ki.” diyor. Bu eser Dâru’l-Fünûn’a nakl olunan Yıldız Kütübhânesi kitaplarından 3700/170 numaralı mecmûadadır. (İbnü’l-Emîn Mahmut Kemâl Bey Efendi)

45. Tercüme-i Risâle-i "Men Araf…", DFK, 7257. “Tercüme-i Risâle-i "Men Araf" eserinin aslı İmâm Gazâlî’nindir, tercümesi Müstakîm-zâde’nindir. 10 Zi’l-hicce 1183/(7 Nisan 1770) târîhinde tercüme olunmuştur. Bu Vâlidiyye risâlesinden başkadır. Metni eserde, kelâm-ı mezkûrun, Hz. Alî (radıya'llâhu anh)’a râci’ olduğu beyân olunuyor. Eserin kenârında “Şeyh Ebûbekr er-Râzî’nindir. Niceler hadîs zannederler.” deniliyor. Dârü'l-fünûn Kütübhânesi’nde 7257 numaralı kitapta görülür. Ehemmiyyetine binâen burada ayrıca işâret olundu.

46. Ahid-nâme. Süleymân Sâkıb Efendi Matbaası’nda Ahid-nâme-i İsmâîl Hakkı diye yanlış olarak basılmıştır.

47. Mukavvilât-ı Devriyye, Pertev Paşa, 625.

48. el-Ukûdü’l-Lü’lüiyye fî Tarîkı’s-Sâdeti’l-Mevleviyye, Sül. Ktb., Hâlet Efendi, 379.

49. Risâle-i Tâc, Yıldız, 3702/170; DFK, 2927.

50. Risâle-i Tarîkat-ı Nakşıbendiyye, DFK, 2972.

51. Şerh-i Ebyât-ı Sandûka, Pertev Paşa, 614: Hz. Gavs-ı A’zam Abdülkâdir’in sandûka-i kabrinde muharrer olan beş beytin Türkçe şerhidir.

52. el-Lugazü’l-Celîl, Yıldız, 3703/170.

53. Nusret-i Mübtedî, Yıldız, 3700/170.

54. Akîdetü’s-Sûfîyye, DFK, 6258.

55. Tuhfetü’l-Merâm, Yıldız, 3701/170: Mürşidi Muhammed Emîn-i Tokâdî’ye ahlâk ve tasavvuf üzerine sorduğu suâllerin cevâblarıdır. Mühim bir risâledir.

56. Şerh-i Ba’z-ı Ebyât-ı Mesnevî, Tuhfe-i Hattâtîn, s.52.

57. Risâle-i Zikr, Yahyâ Efendi Türbesi’nde Mahmûd Efendi Kütübhânesi, 2788.

58. Hakîkatü’l-Yakîn ve Zülfetü’t-Temkîn, Tuhfe-i Hattâtîn, s.53.

59. Menâkıbu İmâm A’zam, Yıldız, 3702/170.

60. Risâle-i Melâmiyye-i Bayramiyye-i Şettâriyye, Sül. Ktb., Nâfiz Paşa, 1164.

61. Risâle-i İskender, DFK, 7257, 7428.

62. Hisânü’n-Nadr min Ahvâli’l-Hıdr, DFK, 7428.

63. İddetu’l-Budûr fî İddeti’s-Sinîn ve’ş-Şuhûr, Bahâeddin Bey’de.

64. Ashâbu Bedr, Yıldız, 3700/170.

65. Ricâlu’l-Bedr, Yıldız, 3700/170.

66. Nüshatü’l-Evliyâ, Pertev Paşa, 625.

67. Eimme-i İsnâ-aşar, Bahâeddin Bey’de.

68. Silsile-i Nakşıbendiyye, Yıldız, 3702/170.

69. Meşâyıh-nâme-i İslâm, Yıldız, 3701/170.

70. Hülâsatü’l-Hediyye, Mahmûd Kemâl Bey Kütübhânesi, 101.

71. Ayasofya Vâizleri, Mahmûd Kemâl Bey Kütübhânesi, 100.

72. Devha-i Meşâyıh-ı Kibâr, Yıldız, 3701/170.

73. Mecelletü’n-Nisâb fi’n-Nesebi ve’l-Künâ ve’l-elkâb, Büyük, Arapça bir eserdir. Süleymâniye’de Galata Mevlevîhânesi’nden gelen kitapların târîh kısmında, 628. numaradadır.

74. Tuhfe-i Hattâtîn.

75. Silsiletü’l-Hattâtîn, Es’ad Efendi, 1184.

76. İbn-i Cübeyr’in Şehâdeti, Bahâeddin Bey’de.

77. Yazıcı-zâde, Bahâeddin Bey’de.

78. Zeyl-i Destân-ı Âl-i Osmân, Mahmûd Kemâl Bey Kütübhânesi, 254.

79. Zeylü Hamîleti’l-Kübrâ, Mahmûd Kemâl Bey, 296.

Âsâr-ı Hikemiyye

80. Bâbu’l-Âdâb li-Üli’l-Elbâb, Bahâeddin Bey’de.

81. Dustûru’l-Amel-i Şâhâne, Es’ad Efendi, 1684.

82. Hıfz u Nisyân, Yıldız, 3700/170.

83. el-Kelimâtü’l-Hikemiyye, Yıldız, 3701/170.

84. Cevâhiru Hamse, Yıldız, 3701/170.

85. et-Tarsûs fî Fevâid-i Burgûs, DFK, 7257.

86. Risâletü’l-Mantık, Pertev Paşa, 625.

87. Ta’bîr-nâme-i Muhtasar, Bahâeddin Bey’de

Âsâr-ı Edebiyye

88. Münâcât, Bahâeddin Bey’de.

89. Kasîdetü’l-İstis’âdiyye, Bahâeddin Bey’de.

90. Kasîdetü’l-Emriyye, Bahâeddin Bey’de.

91. Şerhu’n-Na’ti’l-Murassa’, DFK, 7428.

92. Şerhu Kasîde-i Bür’e, Esad Efendi, 2766.

93. Kasîde-i Münferice Şerhi, Pertev Paşa, 625.

94. el-Hediyyetü’s-Seferiyye ve’l-Hazariyye fî Şerhi’l-Kasîdeti’l-Mudariyye, DFK, 7257.

95. Şerh-i Dîvân-ı Alî. Matbû'dur.

96. Kanûnu’l-Edeb Tercümesi, Sül.Ktb., 1968 Reşâd Efendi 950.

97. Tuhfetü’l-İber fî Şerhi Urcûzeti’z-Züver.

98. Tercüme-i Kasîde-i Dûyekî, Yıldız, 3701/170.

99. el-Mebsût fî Rusûmi’l-Hutût, Pertev Paşa, 614, 620.

100. el-Istılâhâtu’ş-Şi’riyye, Pertev Paşa, 625.

101. Durûb-ı Emsâl, Pertev Paşa, 614.

Makâlât :

102. “Esâmî-i Kur’ân”, Bahâeddin Bey’de.

103. Şerh-i beyit, Pertev Paşa, 625

       “Zi Ahmed tâ ahad yek mîm farkest - Cihânî end rân yek mîm ğark-est”

104. “Yokluğundan var olan varlıkda bilmez yokluğu - Sohbet-i yâr lezzetin bilmez beyim ağyar olan” beytinin şerhi, Pertev paşa, 625.

105. “Aceb hayrân u mestim ki bilişden bilmezem yârı - Gözüm her kande kim baksa görünür sûret-i Rahmân” beytinin şerhi, Pertev Paşa, 625.

106. “İlm-i Hak der ilm-i sûfî güm-şode” mısrâ-ı Mevlânâ’nın şerhi, Pertev Paşa, 625.

107. “Hûrâ be-nazzâre nigârem saf-zed” Şeyh Ebû Saîdi’l-Hayr’ın rubâîsi şerhidir. Pertev Paşa, 625.

108. “Zât-ı tu Kâdir-est bâ-icâd-ı her-muhâl - İllâ yâ ferîden çün tu yegâne” beytinin şerhi, Yıldız, 3703/170.

109. Hâfız’ın bir beytinin şerhi, Yıldız, 3703/170.

110.“Kitâb-ı Şâne bînî tâ murâ tomâr-ı gîsû şod - Çü Hüdhûd şâne bînî şâne-em-râ şâne-i rû şod”  beytinin şerhi, Yıldız 3703/170.

111. Şerh-i Rubâî, Yıldız, 3703/170.

112. Şerh-i beyit, Yıldız, 3703/170.

113. Nizâmî’nin“Şiriskî dâşet ki çün tû girift - Sâye-i hurşîd ber-âhû girift.”  beytinin şerhi, Yıldız, 3703/170.

114. Şevket’in bir beytinin şerhi, Yıldız, 3703/170.

115. Ebu’l-Ulâ’nın bir beytinin şerhi, Yıldız, 3703/170.

116. Urfî’nin bir beytinin şerhi, Bahâeddin Bey’de.

117. “Sevâd-ı sübha-i sad-dâne-i şeyh-i sâlûsun - Hakîkata nazar olunsa yüzü karasıdır” beytinin şerhi, Yıldız, 3703/170.

118. “Hırâmân mî-reved dilber-i bûstan vakt-i gül” mısrâının şerhi, Yıldız 3703/170.

119. “Zen-i âlem tutalım hüsn ile Leylâ olmuş” şerhi, Yıldız, 3703/170.

120. “Şüphe yok Îsâ’ya tev’emdir emr-i tersâ...” şerhi, Yıldız, 3703/170.

121. “Rahne-i seng-i siyâh penbe-i mînâdandır” şerhi, Bahâeddin Bey’de.

122. Kırk Fıkra, Bahâeddin Bey nezdinde.

123. Takrîz. Şeyh Mûrâd Efendi’nin hafîdi Seyyid Muhammed Halîl’in Arafu’l-Benâm nâm eserine Arapça takrîzdîr. Bahâeddin Bey’de.

124. Takrîz. Eyüp kadısı Muhammed Tâhir Efendi’nin, Şeyh-i Ekber hazretlerinin el-Kıstâsu’l-Müstakîm şerhine yazılmıştır. Bahâeddin Bey’de.

125. Dibâce ve Makâle, DFK, 2074.

126. Tezkire. Üsküdarlı Berber Nûri Çelebi’ye yazılmıştır.

127. Mecmûa, Es’ad Efendi, 3756.

128. Mecmûa, DFK, 4727.

129. Mecmûa, DFK, 4727.

130. Dîvân-ı Râgıb. Hekîmoğlu Ali Paşa’nındır. Müstakîm-zâde cem’ ve tertîb eylemiştir.

131. Şerh-i Müntehâbât-ı Fütûhât, Sefîne, c.l, s. 64.

132. Hadîkatü’l-Cevâmi’, Hâfız Hüseyn-i Ayvansarâyî’nindir. Müstakîm-zâde merhûmun sa’y u ikdâmıyla yazmıştır.

133. Makâle, DFK, 7428.

134. Risâle, Yıldız, 3703/170.

135. Şerh-i salât-ı Meleveyn, Pertev Paşa, 625.

136. Makâle, Pertev Paşa, 625.

137. Şerh-i Kelâm-ı Sıddîk, Bahâeddin Bey’de.

138. Şevket’in bir beytinin şerhi

139. Şerh-i beyt, Yıldız, 3703/170.

140. Dîvân-ı Sâbit, (Sâdece hattı), DFK, 7479.

141. Dîbâce-i Âsâr-ı Vesîm.

Ârif-i zamân, edîb-i devrân İbnü’l-Emîn Mahmûd Kemâl Beyefendi’nin Tuhfe-i Hattâtîn nâm eser-i Müstakîm-zâde’de, müşârünileyhin âsârı hakkında yazdığı îzâhât-nâmedeki âsâr-ı aliyyeyi aynen yazdım. Vaktiyle fazla olarak kayd ettiğim ma’lûmâtı bi’l-ızdırâr tayyettim. Fazla îzâhât isteyenler Tuhfe-i Hattâtîn’deki mukaddimeye mürâcaat etmelidir. Müstâkîm-zâde Süleymân Sâdüddîn Efendi merhûmun, müşârünileyhin yazdığı îzâhât-nâme ile şâd olduğuna şüphe edilemez. “Mahmûd Kemâl Beyefendi”den Hazret-i Hak râzı olsun.” duâsı vird-i zebânımdır.

Mahmûd Kemâl Beyefendi’nin îzâh-nâmesinden:

“Es’ad Efendi Kütübhânesi’nde 2780’de mukayyed ve kendi hattıyla muharrer Dîvân-ı Alî Şerhi’nin kenârına (s.469) Müstâkîm-zâde metnindeki bir kıt’a-i arabiyenin, “Senden sonra kelâmın bâki olur. İbret ile nazar idüp, sana nâfi’ olmasını sevdiğin kelâmı söyle ki, senin akabinde, seni hayr ile yâd eylemeye sebep ola.” meâlindeki tercümesini yazdıktan sonra şöyle diyor:

Pes şârih-i bî-perhîz dahi, bu çend beyt-i nâçîzi teberrüken yâdigâr-ı ahibbâ bir ber-güzâr-ı imlâ eyledi.[95]

Müstakîm-zâde’nin bir de Ahid-nâme-i Kebîr’i varmış. İsmâîl Hakkı merhûma nisbetle devr-i ahîrde basılan, Ahid-nâme-i İsmâîl Hakkı hakkında Bursalı Mehmed Tâhir Bey merhûm, “Bu eser, İsmâîl Hakkı’nın değil, Müstakîm-zâde’nindir.” diye Üsküdar’da Selîmağa Kütübhânesi’nde bir nüsha-i matbûasına yazmış olması tedkîka sebeb oldu. Netîcede fi'l-hakîka İsmâîl Hakkı hazretlerinin Ahidnâme’si olmadığı, Müstakîm-zâde’nin olduğu tahakkuk etti.

Mahmûd Kemâl Beyefendi buyururlar ki:

“Şeyhü'l-islâm Ârif Hikmet Bey’in hatt-ı destiyle muharrer bir mecmûanın nihâyetine rabt olunan Müstakîm-zâde'nin fihrist-i âsârı meyânında bir de Ahid-nâme-i Kebîr unvânlı bir esere tesâdüf eyledim. Şemseddîn-i Mısrî Efendi’nin iş’ârı vechile bu eser Müstakîm-zâde’nindir. 111 ve 118. ahid-nâmelerdeki Risâle-i Mevleviyye ve Şerh-i Dîvân-ı Alî mâddeleri, eserin Müstakîm-zâde’ye âidiyyetinin delîl-i vâzıhıdır.”

Fatih’te Millet Kütübhânesi’nde Reşîd Efendi kitapları meyânında Lügat faslında 950, 951, 952, 953 numarada Kanûnu’l-Edeb tercümesi elsine-i selâse : Cild-i evvel, Ebü’l-Fadl Hüseyin b. İbrâhîm’in Kanûnu’l-Edeb fî Zabtı Kelimâti’l-Arab nâm eser-i mu’teberi Müstakîm-zâde tercüme ve ismine târîh-i tercüme olarak “Elsine-i selâse” tesmiye etmiştir. Bu dört cild müsvedde hâlinde mütercim hattıdır. Târîh-i ikmâli yedi senede müyesser ve târîhi “Mahzenü’l-Esrâr” (محزن الاسرار) olduğu sonunda muharrerdir. Baş tarafında Müstakîm-zâde’nin hatt-ı destiyle muharrer olarak tercüme-i hâlini gördüm ki, aynen istinsâh eyledim. Sûret-i mülâkât pek latîfdir, okunmalıdır, târîhî bir beyândır.

Mektûbat’ı Fârisî’den Arapça’ya tercüme etmiş ve devr-i Azîzî’de Mekke-i Mükerreme Matbaası’nda basılmıştır. İki cilddir. Tercümenin Arapça’ya naklinde elzem i’tinâ edildiği görülmüştür. İmâm Rabbânî’nin bunda mükemmel bir tercüme-i hâlinin de yazıldığı görülmüştür.

1162/(1749) senesinde başlayıp 1165/(1752) senesinde ikmâl etmiştir. 34 yaşında tercümeye muvaffak olmuştur.

Server-i âlem (salla’llâhu aleyhi ve selem) efendimiz hazretlerinin Hz. Âdem’e kadar silsilesi hakkında otuz sahîfelik bir eseri dahi olup, kütüh-hânesinde mevcûd olduğunu Hâfız Şevket Bey söyledi. Nâmı Şifâu’s-Sudûr li-Silsileti’n-Nûr’dur.

Şu na’t-ı şerîf müşârünileyhindir :

Eğerçi her cihetden ben adîmim Yâ Rasûlallâh

Recâ-mend-i heme cûd-ı kadîmim Yâ Resûlallâh

Alîl-i zâhir ü bâtın kelîl-i sûret ü ma’nâ

Reh-i cürm ü cinâyetde leîmim Yâ Rasûlallâh

Cenâhım zelle vü isyân Uçmak eylerim ümîd

Hudâdan ben heves-kâr-ı naîmim Yâ Rasûlallâh

Zaîfü’l-bâl-i hâl oldum kavîyim ben vebâl üzre

Amân sad-el-amân Yâ Rab esîmim Yâ Rasûlallâh

Recâ-mend-i şefâat olmağa mûcib bu kec-reftâr

Sakîmim lîk İbn-i Müstakîm’im Yâ Rasûlallâh

Müstakîm-zâde hazretlerinin Arabî, Fârisî ve Türkçe ba'zı eş’ârını ve manzûm târîhlerini gördüm. Âsâr-ı nazmiyyesinde tabîat-ı şâirâneden ziyâde kudret-i âlimâne hikmeti göstermektedir. Müstakîm-zâde ebced hesâbıyla pek güzel târîhler söylemiştir:

Türbe-i zîbâ yapıldı Fâtiha

 Oldu Lâhûta revân Allâh diyüp rûh-ı Emîn

târîhleri o cümledendir.

“Ebced hesâbıyla târîh tanzîm etmeye adetâ ibtilâsı vardır.” (İbnü’l-Emîn Mahmut Kemâl Beyefendi)

Mezâr Taşındaki Kitâbesi :

Allâh Sübhânehû ve teâlâ hazretleri merhûm ve mağfûrun leh tarîk-ı Nakşıbendî Tokâdî Şeyh Muhammed Emîn Efendi hazretlerinin hulefâsından ilmen ve tarîkaten ve sinnen Şeyh Müstakîm-zâde Süleymân Sa'deddîn Efendi’nin rûhu için âmme-i cemî’-i mü’minîn ü mü’minât ervâhı için el-Fâtiha. 22 Şevvâl 1202/(27 Temmuz 1788).”

Müstakîm-zâde’nin teehhül etmemiş olduklarını Şerh-i Dîvân-ı Hazret-i Alî’de 543. sahîfede yazdıkları şu ibâreden istidlâl eyledim:

“eş-Şeyh Süleymen” (الشيخ سليمن) 1131/(1719) târîh-i velâdetim olup, bu târîhlere dek (ya'nî Dîvân Şerhi’ni yazdığı 1186/(1772) senesine kadar) servet-i tabîat-ı kânûn-ı nefsâniyyette muntafî ve mürtekibâttan perhîz ile olduğum hâne-i meymenette ferîd ve vahîd, mazhar-ı lutf-ı hafî olmaktayım. Kaldı ki, fezâil-i izdivâc abd-i fakîrde olan mevâni’den ekaldir. Herkes kendi hâline gayriden ziyâde vâkıftır. Allâh teâlâ a'lem. Bu bahs-i azîm Kutub İznîkî-zâde’nin Mürşidü’l-Müteehhilîn[96] nâm eserini tercümemizde bast olunmuştur.”

BURADA FOTOĞRAF VARDIR !!!!!

Hz. Müstakîm-zâde mestûrînden idi. Mezâr taşında tâc resmi yoktur. Hâcegân kavuğuna müşâbih bir şekil tersîm olunmuştur. Kitâbesinin ibâresi bozuktur. Yanlış, eksik şeyler vardır. Müşârünileyh herkese târîhler söylerdi. Ona kimsenin söylememesi fakîri müteessir etmiştir. Atîdeki târîhi ona muhabbeten söyledim ve Mevlevî Tâhir Bey kardeşime de bir târîh söylettim. Kendinin mestûru’l-hâl olmasının da bunda dahli olması vâriddir.

Hak teâlâ rûhunu takdîs ü taltîf eylesün

Müstakîm-zâde Süleymân-ı zamân-ı rahmetin

İtdi ihyâ nâmını İbnü’l-Emîn Mahmûd Kemâl[97]

Menba’-ı ilm ü fazîlet ol kerîmü’l-hasletin

İş bu nazm-ı târihi Vassâfına itdi sünûh

Feyz-i Hak’dır rıhleti târîh-i tâmmı Hazret’iN

(فيض حقدر) = 1202

Yahut:

Feyz-i Hak’dır târîh-i rıhlet-medârı Hazret’in

 “Müşârünileyhindir.” diye Osmânlı Müellifleri’nde gördüm:

Yâ Rab kalemim mû-yı fenâdan sakla

Tahrîrimi ta’n-ı süfehâdan sakla

Tevfîk idüp kande gidersem rehber

Şeh-râh-ı şerîatda hatâdan sakla

Müstakîm-zâde hazretleri pek sevdiğim (bir) zâtdır. Bir gün sûreti mahsûsada kabrinin üzerinde müterâkim molozu bi'z-zât temizledim. Pehle taşını meydâna çıkardım.

Bir hâtıra-i fâhire :

Müstakîm-zâde Süleymân Sa'deddîn Ef. merhûmun Türk Târîh Encümeni (Tuhfe-i Hattâtîn) nâm eserini bastırmış ve merhûm müşârünileyhin hayâtına ve âsârına dâir İbnü’l-Emîn Mahmûd Kemâl Beyin tetkîk-nâmesiyle notları da neşr olunmuştur. Mahmûd Kemâl Bey Efendi'nin kemâlât-ı ârifânesi hasebiyle bu eser hakkında da gösterdikleri kudret-i ilmiyye şâyân-ı takdîrdir. Eser mütâlaaya cidden değer bir yadigârdır. Mütâlâasını tavsiye ederim. Eser-i âcizânemde ismi geçen birçok zevât-ı kirâmın tercüme-i hâli oradan alınmıştır. (Kaddesa'llâhu esrârahum.)

Cenâb-ı Hak Müstakîm-zâde’nin rûhunu mesrûr ve Kemâl Bey Efendi’nin de sa’yini meşkûr buyursun. Âmîn.

TOKADÎ EMÎN EFENDİ’NİN DÎĞER İKİ HALÎFESİ

Şeyh Halîl Efendi ve Şeyh Ahmed Şevki Efendi

Müstakîm-zâde’nin kabrinin yanında Emîn Efendi’nin ayak ucunda medfûndurlar. Biri Seyyid Halîl, dîğeri Seyyid Ahmed Şevki Efendilerdir.

Kitâbeleri:

Cennet-mekân Tokâdî Muhammed Emîn Efendi merhûmun hulefâsından merhûm ve mağfûrun leh es-Seyyid Halîl Efendi rûhu içün el-Fâtiha 1187/(1773).”

Kad intekale’ş-Şeyh es-Seyyid Ahmed eş-Şevkî en-Nakşıbendî halîfe-i Tokâdî Muhammed Emîn Efendi. Rûhları içün el-Fâtiha. 26 Zi’l-hicce 1199/(31 Ekim 1785).”

(Tokâdî) Emîn Efendi merhûmun kırkı mütecâviz halîfesi olup esâmîsini Üsküdar’da Selîm Ağa Kütübhânesi’nde Tasavvuf kısmında 122 numaradaki tomârda gördüm. Tafsîline muttali’ olmak isteyenler o tomâra mürâcaat etmelidirler. Sadrâzam Yeğen Muhammed Paşa ve Şeyhü'l-islâm Muhammed Sâlih Efendi dahi hulefâsındandır. Muhammed Paşa’nın vefâtı 1200/(1786); Şeyhü'l-islâm’ın ise 1170/(1757)’tir.

EBÛ ABDULLÂH MUHAMMED es-SEMERKANDÎ

Yek-dest Ahmed-i Cûryânî’nin beşinci halîfesidir. İstanbul’a gelmiş, Üsküdar’da vefât etmiştir. Târîhi 1116/(1704)’dır. Kara Ahmed Türbesi’nin karşı sırasında medfûndur. Ziyâret-gâh-ı ehl-i tarîkattır. Neccâr-zâde hazretleri bu koldan gelmiştir. Şeyhi Arab-zâde Muhammed İlmî Efendî müşârünileyhin halîfesidir. Şemsipaşa’da bir tekke şeyhi idi.

/49/ SEYYİD AHMED-İ BUHÂRÎ

Bir Ahmed-i Buhârî daha vardır. Emîn-i Buhârî’den tefrîk için buna “Ahmed-i Buhârî” derler. İstanbul’da Unkapanı civârında “Yeşiltulumba” denilen mahallin yakınındadır. Sene-i hicriyyenin 950/(1543) veyâ 960/(1553) târîhinde Buhârâ’dan İstanbul’u teşrîf buyurmuşlar ve elyevm medfûn bulundukları mahalde kâin hânelerinde imrâr-ı hayât edip, meşâyıh ve ulemânın mazhar-ı hürmeti olmuşlardır.

994/(1586) senesinde âlem-i bakâya intikâl eylediler. Pâdişâh-ı zamânın irâdesiyle hânelerine defn olunmuşlardır. Medfenleri üzerine türbe inşâ edilmiş idi. Fakat mürûr-ı zamân ile münhedim olunca ittisâlindeki hâne sâhibi burayı kendi hânesine ilhâk eylemişti. Hadîkatü’l-Cevâmî’de böyle yazılıdır.

1230/(1815) senesinde Sultân Mahmûd-ı sânî’nin rü'yâsında görünerek, “Beni bulunduğum mezbeleden kurtar.” diye beyân-ı hâl eylemekle, emr-i pâdişâhî üzerine medfenlerini aramışlar, bulamamışlar. Pâdişâh’a arz olunmuş; “Erbâb-ı kulûba mürâcaatla keşfen bulunsun. Zîrâ be-heme-hâl elzemdir.” diye fermân etmiş. Bunun üzerine ulemâ-yı Mısriyye’den ve kibâr-ı meşâyıh-ı Nakşiyye’den Mustafa Efendi nâm zâta mürâcaat etmişlerdir. Hz. Şeyh bir müddet taharrî ve murâkabeden sonra, nihâyet medfen-i şerîf pîş-gâhında tevakkufla işâret buyurmuşlardır. Şeyh Ali Fakrî Efendi hazretleri böyle nakleylediler. Kapan tüccârından birinin hânesi derûnunda imiş. Hattâ o gün hâne halkı Kâğıthâne’ye mesîreye gitmişler, hânede kimse yok imiş. Pâdişâhın irâdesindeki şiddet te’siriyle kapıyı açıp hâneye girerler. Mustafa Efendi tarafından gösterilen mahal kazılmış, zuhûr etmemiş. “Daha kazınız.” demesiyle, kazmışlar; gâyet derinde lahit zuhûr etmiş, açmışlar; na’ş-ı şerîfleri ter ü tâze bulunmuş. Yalnız kefenlerinin sararmış olduğu görülmüştür.

Mustafa Efendi Kuşadalı İbrâhîm Efendi hazretlerinin bendelerinden Kadıköylü Nâşir Efendi’nin hocasıdır. Bu münâsebetle o da hâzır bulunmuş, kefen aldırıp, yeniden tekfîn ettirmiş. Kabirleri bu sûretle meydâna çıkarılmış; emr-i pâdişâhî üzerine türbe tecdîd ve dergâh inşâ edilip,1232/(1815)’de Şeyh Mustafa Efendi’ye buranın meşîhati tevcîh olunmuştur.

/50/ Şeyh Mustafa Efendi, iki sene icrâ-yı meşîhatten sonra irtihâl-i dâr-ı bakâ eylemiştir. Yerine ulemâ-yı kirâmdan Kıbrıslı Hasan Efendi şeyh olup, vefâtında Üsküdarî Şeyh Behcet Efendi hazretlerinin hulefâsından ve Hasan Efendi’nin dâmâdı Şeyh Rıfkî Efendi’ye 1248/(1832) senesi ibtidâsında meşîhat tevcîh olunmuştur. Rıfkı Efendi’nin tercüme-i hâli, Behcet Efendi’nin hulefâsı sırasında yazılacaktır.

Zamânında dergâh ihtimâl ki, tevsîan inşâ olunmuş olacak. Dergâhın cümle kapısı bâlâsındaki târîh kendisinindir :

Hazret-i Sultân Mahmûd’un Cenâb-ı Kibriyâ

Feyz ü nusretle ferah-nâki ide kalb-i pâkin

Eyledi Allâh içün ihyâ bu vâlâ tekyeyi

Yâveri ola her dâim o şâhen-şehin*

Bendesi Dervîş Rıfkı söyledi târîhini

Kutb-ı devrân yapdı bu yıl Nakşibendî dergehin

(قطب دوران يابدى بو ييل نقشبندى دركهن) = 1252/(1836)

Rıfkî Efendi, 1271/(1855)’de âlem-i bakâya intikâl etti. Beşiktaşî Yahyâ Efendi türbe-dârlarından Şeyh Mahmûd Efendi, seccâde-nişîn olup, 1294/(1877)’te vefâtları vukû’ bulmakla, oğlu Şeyh Ali Efendi, yerine geçmiş ve 1321/(1903)’de rıhlet edince, atîde tercüme-i hâliyle tezyîn-i sâhife eylediğim Şeyh Ali Fakrî Efendi, şeyh olmuştur. Zamân-ı âlîlerinde türbe ve dergâh yeniden ihyâ olunduğundan elyevm ma’mûrdur. Zamân-ı ihyâsı 1324/(1906) senesine müsâdiftir.

Mevlevî Tâhir Dede Efendi’nin o zamân söylediği târîhtir:

Zîll ü sâye-güster-i Rabb-i Muîn

Vâris-i kudsî-i Fahri’l-Mürselîn

Hazret-i Abdülhamîd ki zâtıdır

Kutb-ı ekvân u Emîrü’l-mü’minîn

Zâhir ü bâtında bî-şüphe odur

Pîşvâ-yı âli-i ehl-i yakîn

Mehbit-ı ilhâm-ı Hak’dır ki velî

Her umurundan kerâmet müstebîn

Devr-i adli’çün dinilse çok mudur

Devr-i adl-i çâr-yâr-ı pencümîn

Olduğundan feyz ü irfândan habîr

Eylemekde hıdmet-i pîrân-ı dîn

Nerde bir dergâh-ı vîrân var ise

Dest-yâr-ı himmeti eyler nevîn

Sâyesinde sû-be-sû itmektedir

Bang-i zikru’llâh çerhı pür-tanîn

İşte ez-cümle bu âlî hânkâh

Uğramışken ihtirâka pîş-ez-în

Emr ü fermân eyleyüp ihyâsîna

Himmetiyle oldu bünyân-ı rasîn

Sanki sırr-ı bâz-geştî sâlike

Böylece gösterdi ol şâh-ı güzîn

Lutfına eyler bakâda şüphesiz

Ruh-ı Şah-ı Nakşibendî âferîn

/51/                   Dir lisân-ı hâl ile bu hânkâh

Menba’-ı feyzim gelin ey âşıkîn

Ketbolunsa tâkıma şâyestedir

İşte cennet “fe’dhulûhâ hâlidîn[98]

Cilve-gâh-ı zikr-i Hak oldukça ben

Şâh-ı âlem müstedâm olsun hemîn

Yâverî-i feyz-i pîr-i akdesin

Zâtını kılsun dem-â-dem kâm-bîn

Olmak üzre sâlikâna yâd-dâşt

Ben de bir târîh yazdım cevherin

Nakş idilse bâbına Tâhir sezâ

Hânkâh-ı Nakşıbendî-i behîn

(خانقاه نقشبندئ بهين) =  1324/(1906)

ŞEYH ALİ FAKRÎ EFENDİ

Tarîkaten zâhirde “Fakrî” tahallüs buyuran ve hakîkaten gınâ-yı ilm ü irfâna mâlik olmağla “Ganî” ism-i şerîfinin mazhar-ı tecellîsi olan bu reh-nümâ-yı kerîmü’l-fıtrat, 1270 sene-i hicriyyesinde (1845) Üsküdar’da âlem-i dünyâya zînet vermiştir. Pederleri Şeyh Muhammed Emîn Efendi, onun pederi Ali Ağa’dır. Vâlideleri ve büyük vâlideleri Çerkesdir. Vâlide cihetinden siyâdetleri vardır. Silsile-i nesebleri Hz. Abdülkâdir efendimize müntehîdir. Baba cihetinden vezîr-i a’zam Ca’fer Paşa ahfâdındandır. Pederleri Emîn Efendi, Üsküdar’da, Hallaç Baba Dergâhı’nın şeyhi idi.[99] 1292/(1875) senesinde irtihâl eylemiştir. Bu dergâhda medfûndur. Büyük pederleri Ali Ağa, 1255/(1879)’te vefât etmiştir.

Ali Fakrî Efendi, Üsküdar’da Ahmediye Mahallesi’ndeki mekteb-i ibtidâîde merhûm Hoca Efendi’den Besmele-keş olmuş, İhsâniye’de kâin Fıstıklı Mektebi Muallimi, huffâz-ı kirâmın mâ-bihi’l-iftihârı Hoca Sabri Efendi’den telemmüz etmiştir.

Ba’dehû Üsküdar Rüşdî’sine devâm ile şehâdet-nâme alarak Kara Hüseyin Efendi-zâde /52/ Ahmed Âsım Efendi merhûmun dersine müdâvemetle nüsah-ı mürettebeyi okumuş; Üsküdarlı Hoca Vildân Efendi’den ahz-ı icâzeye muvaffak olmuştur.

Pederlerinin irtihâli üzerine teehhül etmekle berâber, pederlerinin yerine Hallaç Baba Dergâhı meşîhatine nâil oldular. Pederlerinin irtihâlinden iki sene evvel müstahlef olmuş idi. Pederlerinin şeyhi, Samatya’da Etyemez civârında Mirzâ Dede zâviyesi şeyhi, tarîkat-ı Sa’diyye’den Mustafa Vehbî Efendi olup, 1274/(1858) senesinde âzim-i dâr-ı bakâ olmuştur.

Şeyh Ali Fakrî Efendi, 1315/(1897) senesinde Üsküdar’da Selîm Baba Dergâhı şeyhi Ömer Efendi merhûmdan tarîk-ı Nakşıbendî’den de müstahlef olmuştu. Ömer Efendi’nin şeyhi Sâdık Efendi’dir. Onun şeyhi Eğrikapı’da kâin Emîr Buhârî şeyhi Sâlim Efendi olup, nisbet-i tarîkatları Eyüp Nişâncı’sında kâin Şeyh Murâd Dergâhı şeyhi Murâd el-Özbekî hazretlerine müntehî olur ki, o da İmâm Rabbânî Ahmed-i Fârûkî hazretlerinin halîfeleridir.

Şeyh Ali Efendi’nin esâs hilâfetleri Sa’diyye’dendir. Teberrüken Rufâî ve Sünbülî tarîklarından da icâzeleri vardır. Devlet hizmetinde de bulundular. 1294/(1877)’te Rus Muhârebesi esnâsında Cibâli’de, Şâdiye Kalyonu’nda Zuafâ-yı Askeriyye Hastalar Ağalığına ta’yîn olunmuş, bundan sonra nüfûs kitâbetine ve Bâb-ı Âlî’de bir hizmete nakledilmiştir. Tahrîr-i nüfûsda, tekâyâ tahrîr-i nüfûsuna 1500 kuruş maâşla me’mûr olarak, sonra hayât-ı me’mûriyyetten çekilmiş, zamânını mütâlaaya ve irşâd-ı ibâda hasretmiştir.

1324/(1906) senesinde Seyyid Ahmed-i Buhârî Dergâhı meşîhati uhde-i mürşidânelerine tevcîh olunarak, el-hâletü hâzihî, burada neşr-i feyz-i tarîkat buyurmaktadırlar. Hüseyin Sa'deddîn Efendi’ye hilâfet verip Hallaç Baba Dergâhı meşîhatini ona terk eylediler. Meclis-i meşâyıh a’zâlığında da bulundukları gibi, ahîren İstanbul’daki meşâyıhın muâmelâtı müftî efendinin riyâsetindeki bir meclise havâle olunmakla bu meclisde meşâyıh nâmına a’zâ sıfatıyla bulunmaktadırlar.

Orta boylu, beyâz uzunca sakallı, mütenâsibu’l-endâm, melîhu’n-nazar olup, dâimâ Nakşî tâcıyla gezerler. Dergâhlarının yevm-i mahsûsu Perşembe günüdür. Sohbete meyilleri ziyâdedir. Herhangi bir mes'ele-i şer’iyye vü taavvufiyye ortaya konulsa, tedkîkât-ı amîka ve felsefe-i fikriyyelerini etrâflıca söylerler. Meclis-ârâdır. Mütâlaât-ı zevkıyyelerinden teşnegân-ı ma’rifet müntefi’ olurlar. /53/ Rütbe-i ilmiyyeleri yüksek olup, her üç lisânda (Türkçe, Arabça, Farsça) mütebahhirdirler. Şöhretten ziyâde ihtifâya meyl-i tabiîleri olup, kanâat-ı kâmilelerinin te’sîriyle dünyâya rağbetleri pek azdır. Her üç lisân üzere söylenmiş eş’ârı vardır. Fakat kendi ifâdelerine göre çoğu mazbût-ı sahîfe-i i’tibâr olamayarak dûçâr-ı ziya’ olmuştur.

Son zamânlarda esâsı Fârisiyyü’l-ibâre olmak ve nısfına karîb ebyâtı Arapça söylenmek şartıyla bir Sa’dî-nâme yazmaktadırlar. Fakîre okudular. Mertebe-i tevhîdde, yüksek söylenmiş bir eser-i tasavvufîdir. Âdâb-ı Nakşiyye’ye dâir bir risâlesi vardır.

Son zamânlarda yazdığı eserler:

- Sa’dî-nâme : Fârisî lisânı üzere, üçyüz beyit.

- Mevlevî-nâme : Fârisî lisânı üzere, üçyüz beyit.

- Ekberiyye : Hz. Muhyiddin-i Arabî’ye, ikiyüz beyit.

Eş’ârından numûne:

Taştîr-i gazel-i Hazret-i Mevlânâ:

"يا صغير السن يا رطب البدن"

يا كريم الأصل قبل كل من

فاح منك الطيب فى حول اليمن

"يا قريب العهد من شرب اللبن"

"هاشمى الوجه تركى القفا"

أنت مولى الحسن ذو الطرف الحسن

لاترى فى الكون عين مثلكم

"ديلمى الشعر رومى الذقن"

دلنى ربى إلى هادى السبيل

إننى فى بابه شيخ أسن

مذنب عبد فقير فقرى

يقرع باب الرجا فيه سكن[100]   

                 *   *   *

صاح الصباح قوموا يا ايها السكارا

ملوا من المدام جان جهان نمارا

ساقى بمن رهاده ز ان باده  دل افروز

هوشم بدوشم افكن دلرا بد لربا را

أكرم على عشقك زد فى الفؤاد شوقك

حتى أرى بقلبى عن وجه بى بهارا

داويتنى بداء ليس له دواء

درون دواى دل شد جانا بهل دوارا

پروانكان شمعت سوزند ولى نميرند

آب حيات عشقت افنا كند فنارا

هبت رياح وحدت رفت از ميان چو كثرت

يك رو همى ببينم اغيار وآشنارا

خواه از نجوم وكوكب خواه از شموس فانوس

يك شعله است فروزان امكان كجا مارا

هر جا نظر بكردم مهر رخت بديدم

جل جلالك اى دوست شستم ز دل سوا را

فقرى بتو كه آموخت اين طرز هم زبانى

هم چون حزين سرايى اين نظم خوش ادار[101]

  *    *    *

Zıll-i memdûd-ı azîmin Arş-ı a’lâdır senin

Ey zılâl-i kâmetin timsâli Tûbâ’dır senin

Gösterir âsâr-ı kudret hilkatinde gâyeti

Hilkatin mutlak kemâle hatm-i imzâdır senin

/54/                  Pertev-i nûr-i cebînin aksidir levh-ı kazâ

Ebruvânın hâme-i takdîr-i Mevlâ’dır senin

Cebhe-sây-ı dergehin kılmaz temennî cenneti

Hâk-i kûyun cennetü’l-a’lâdan a’lâdır senin

Şeb-çerâğ-ı feyzinin bir zerresidir âf-tâb

Nûr-ı zâtın âf-tâb-ı mülk-i ma’nâdır senin

Selsebîl-i cûdunun atşânı olmuşdur Hızır

Nîm-zebân-ı feyzinin müştâkı Mûsâ’dır senin

Görünür her yüzde gerçi ârife envâr-ı Hak

Vech-i pâkin Fakri’ye mir’ât-ı Mevlâ’dır senin

                     *   *   *

Neşât u zevk-ı tevhîdi sebük-mağzâna virmezler

Menât-ı ders-i tecrîdi sebak-hânâna virmezler

Ezel nakdi gerek sûfî bu bâzâr-ı hakîkatde

Metâ’-ı feyz-i irfânı tehî-destâna virmezler

Revân-ı kalbini pâk it bu taklîd ü tezebzübden

Mezâk-ı câm-ı tahkîki ki bed-kîşâna virmezler

Nigeh-bân-ı edeb ol dil bu vâdî-i mukaddesde

Ki “mâ-zâğa’l-basar[102] sırnn nazar-bâzâna virmezler

Süleymân-veş tefehhüm kıl lisân-ı kâl-i eşyâyı

Beğim bu mülk-i ma’nâ mührini dîvâna virmezler

Abâ-yı fakrı ber-dûş it külâh-ı Edhem’i ber-ser

Kabâ-yı atlas-ı şâhî kolay insâna virmezler

Edîm-i arzın olsan da yegâne merd-i meydânı

Yine bu baht ile Fakrî sana bir dâne virmezler

Gazel

Çille-i aşkın elinden çekdi dil hayfâ neler

Bir tükenmez mâ-cerâdır çekdirir hâlâ neler

Dil dolaşdı zülf-i müşgînine cânânın o dem

Kanlar akdı âh-ı endîşemden oldu şâneler

Âh-ı âteş-bârım eyler âlemi dûzah-misâl

Bir şerârımdan olur peydâ-semender hâneler

Vahdet-i mutlak sarâyı oldu dil kâşânesi

Şâhid ü meşhûdumuz Hak kalmadı bî-gâneler

Âr u nâmûsa selâm it benden ey akl u şuûr

Öyle rüsvâyım ki zikrim eylemez dîvâneler

Şems-i mâ’nâya metâli' olsa dil Fakrî müdâm

Olur ol yüzden münevver nice zulmet-hâneler

Hz. Osmân Şems’in :

“Hâk olup hûnâbe-i eşk-i terimden reng reng

 Gül-şen oldu katre-i feyz-âverimden reng reng”

gazeline Şeyh Ali Fakrî Efendi’nin nazîresinden:

“Okunur âyât-ı vechim defterimden reng reng

 Görünür zât u sıfâtın mazharımdan reng reng

 Ben de bir kûh-ı tecellî-i Hudâ’yım kim müdâm

 Geçmede Mûsâ benim deşt-i derimden reng reng”

Hulefâsı :

Hz. Şeyh’in altı halîfesi vardır:

İshâk ve Sâlih Efendiler Düzce’de vefât eylemişlerdir.

Bursa’da Sa’dî Dergâhı şeyhi, Erzurûmî Hoca-zâde İsmâîl Hakkî es-Safî Efendi, zâhir ü bâtında müteferrid, hüsn-i hâl ashâbından bir zâttır. Görüştüm.

Üsküdar’da tarîkat-ı aliyye-i Sa’diyye’den Hallaç Baba Dergâhı şeyhi Sa'deddîn el-Vefî Efendi.

Üsküdar’da Selîm Baba Dergâhı şeyhi Ahmed Efendi

Tarîk-i Nakşî’den Küçük Mustafa Efendi.

Bekir Efendi, Unkapanı civârında Şâzelî Tekkesi şeyhidir.

İrtihâli :

Şeyh Ali Efendi, urefâ-yı sûfîyyeden ve kerâmet-i irfâniyyesi müşâhede olunan kibâr-ı meşâyıhdandır. Yetmişyedi sene muammer olmuştur.

Kudretim rütbe-i irfânını takdîr edemez

Anı hakkıyla gören dîde-i hak-bîn ister    

Ali Efendi hazretleri, yazın Erenköy’de Mü’min Deresi denilen mahalde mahdûmu Seniyüddîn Bey’in köşkünde sâkin olurdu. Tekkeler seddolunduktan sonra, kışın dahi Erenköy’de otururdu. Arasıra ziyâret ederdim. Son zamânlarda hastalandı. Seniyyüddîn Bey’in Göztepe istasyonu civârında dîğer (bir) köşkü vardı. Orada tedâvîsine uğraşıldı. Mi’de kanserinden muztarip olarak dört beş ay kadar esîr-i fürş olup, nihâyet 30 Recep 1347 târîhinde bir Cuma gecesi terk-i cân etmekle, 12 Kânûn-ı Sânî (Ocak) 1929/30 Kânûn-ı Evvel 1345/1 Şâ’bân 1347 târîhine müsâdif Cumartesi günü na’ş-ı şerîfleri techîz ü tekfîn ile namâzı ikindi vakti Göztepe Câmii’nde edâ olunarak, Sahrâ-yı Cedîd Mezâristânı’nda defîn-i hâk-i gufrân kılındı. (Kaddesa'llâhu sırrahû ve rahmetu'llâhi aleyhi)

/55/ ŞEYH MURÂD el-ÖZBEKÎ en-NAKŞIBENDÎ

Keşmir veyâ Kâbil beldesinden neş’et eyledi. 1055/(1645) târîhinde dünyâya zînet-bahş olmuştur. Henüz üç yaşındayken ayaklarına felç ârız olmakla kötürüm bir hâlde kaldı. Fakat atîdeki tafsîlden ma’lûm olacağı üzre, ayakları sağlam olandan ziyâde dünyâyı dolaştı. Sinni kemâl bulunca, tahsîl-i kemâlâta başlayıp kemâle sâhib oldu, kendisini sevenler çoğaldı. Onların yardımıyla Haremeyn-i muhteremeyni ziyârete mazhar olup, Hindistan’a gitti. Küberâ-yı Nakşiyye’den Şeyh Muhammed-i Ma’sûm hazretlerinden ahz-ı inâbetle tekrâr Hicâz’a geldi. Üç sene mücâvir kaldı. Sonra Bağdâd’a gidip, eızzei kirâmı ziyâretten sonra İsfahân’dan Buhârâ’ya gitti ve Belh ve Semerkand meşâyıhıyla sohbetten sonra, tekrâr Bağdâd’a geldi. Üçüncü def'a hacdan sonra Mısru’l-Kâhire’ye gidip, Şam’a azîmet ettiler. Buradan pek ziyâde hoşlandıklarından hayli zamân kaldılar, teehhül ettiler, şöhretleri şâyi’ oldu. 1092/(1681)’de otuzyedi yaşındayken İstanbul’u teşrîf buyurdu. Civâr-ı Hazret-i Hâlid’de beş sene tavattun eyledi. Dördüncü hactan sonra, Şam’a gelip, beşinci def'a Hicâz’a âzim olup, bir sene Mekke-i Mükerreme’de mücâvir oldular. 1120/(1708) senesinde ikinci def'a İstanbul’u teşrîf ettiler.

Sultân Selîm’de Bıçaklı Efendi menzilinde ihtiyâr-ı ikâmet eylediler. Halkın teveccühü ve ziyâret için hücûmu, Çorlulu Ali Paşa’nın hoşuna gitmeyip Hz. Şeyh’i Bursa’da ikâmete me’mûr eyledi. Ba’dehû İstanbul’a avdet etti. Üç sene kadar bu sûretle dem-güzâr olarak 1132 senesi Rebîu’l-âhirinin onikinci (22 Şubat1720)  Salı gecesi terk-i âlem-i fenâ eyledi. Eyüp’te ikâmet ettikleri mahalde medrese inşâ olunmuş idi. Medresenin ders-hânesinde defn olundular. O gün İstanbul halkı terk-i meşgale-i dünyâ edip, cenâb-ı şeyhin cenâzesinde bulunmaya şitâbân oldular. Kalabalıktan halkın bir müddet meşy ü hareketten âtıl kaldıkları menkûldür.

Mezkûr medrese, bi'l-âhare zâviye-i Nakşıbendiyye’ye tahvîl edildi. Fukarâ-yı Nakşiyye’ye şart kılındı. Vâkıfı Ebu’l-Hayr Efendi’dir.

Vefâtlarını şu mısra’ iş’âr eder:

Kerâmet birle düşdü Şeyh-i ekber

(كرامت برله دوشدى شيخ اكبر) = 1133 – 1 = 1132/(1720)

Seyyid Mûsâ Efendî’nin söylediği târîh:

Gûş idip dedi teessüfle Kelîmâ târîh

Dehr kıldı yine bir kenz-i Murâd’ı medfûn

(دهر قيلدى ينه بر كنز مرادى مدفون)

/56/ Müşârünileyh hazretleri ilm ü irfânı ile şöhret bulmuştu. Huzûr-ı âlîlerine varanlar ne kadar münkir olsa, nazar-ı feyzleriyle başka bir hâl kesbederlerdi. Kerâmât-ı aliyyeleri zâhir olmuştur. Türbe-i münevvereleri Eyüp’te Nişâncı’da Abdülahad en-Nûrî hazretlerinin civârında, ayrıca ma’mûr bir medrese ortasındaki mescid-i şerîfin ittisâlindedir. Pek rûhâniyyetli olup, zâirler müstağrak-ı zevk-ı rûhânî olurlar. İsmâîl Hakkı el-Celvetî hazretleri, Ahd-nâme’lerinde, “Müşârünileyhin türbelerini ziyâret, erbâb-ı aşka lâzımdır ve makâmât-ı müteberrikedendir.” buyuruyorlar. Delâilü’l-Hayrât tarzında Ed’ıyye-i Hayriyye’leri vardır.

KARABABA-ZÂDE İBRÂHÎM EFENDİ

Müşârünileyh (Murâd el-Özbekî)’in hulefâsındandır. Bursalıdır. Bursa’da neşr-i feyz etti. 1135/(1723)’de irtihâline mebnî, Zeynîler civârında hâk-i rahmete tevdî’ olundu. Şeyhinin emriyle yazdığı, sülûk-ı Nakşıbendiyye’ye dâir eserinden başka, akâide ve usûl-ı zikre müteallik te’lîfâtı vardır.

EFDALÜDDÎN-İ KÂŞÂNÎ (BABA EFDAL)

Meşâhîr-i urefâ ve şuarâ-yı İran’dan olup, Hülâgû zamânında ber-hayât bulunmuştur. Nasîrüddîn-i Tûsî[103] ehass-ı ahibbâsından olmakla hakîm-i müşârünileyhin yüzünden Hülâgû tarafından Kâşân yağma ettirilmemiştir. Evâhir-i ömründe âşık-ı şeydâ oldu. İhtiyâr-ı uzlet ü inzivâ eyledi. Dâru’l-fünûn Kütübhânesi’nde, Hâlis Efendi merhûmun kitâbları meyânında 1714/241 numarada Riyâzu’l-Ârifîn ve 2680/103 numarada Mecmau’l-Fusahâ’da muharrer olduğuna göre, gençliğinde bir genç terzi çırağına alâka edip, ma’şûkunun hüsn-i hicâbı, âşıkın hicâb-ı hüsnü olmuştur. İki sene bu derd-i aşkla hem-râz olup, sık sık terzi dükkânının karşısındaki sokakta oturur, ma’şûkunun cemâline hayrân kalırmış. Bir gün ber-mu’tâd gelince, ma’şûkunu bulamamakla aklı başından giderek onu aramaya çıkmıştır. Meğer o gün çırak, kendi gibi nev-civânlarla o civârda seyr-i gülistâna azm etmiş. Baba Efdal, bâ-tahkîk arar bulur. Gençler onu görünce, terzi çırağına tevcîh-i hitâb ile, “Bu adam, görüyoruz ki iki senedir senin dâm-ı aşkına giriftardır.”, cevâbında, “Evet biliyorum. İşini gücünü terk ile, benim cemâlimi temâşâdan zevk almıştır.

من ميدانم كه ايام وصال را كوتهى وهر وصالى بقرافى منتهىاست در اين قرض در صحبت جسمانى را بروى او بسته و با نهايت آشنائى روحاني در دكان بيكانكى نشسته ام     [104]

/57/ dediğini işiten Baba Efdal, sayha ederek düştü, bayıldı. Civânlar Baba’nın başına üşüştüler. Ma’şûku da geldi. Baba onun pîrâhen-i Yûsuf'tan gelen koku gibi kokusunu aldı. Kendine geldi, gözlerini açtı. Ma’şûkunu yanı başında görünce, boyunca sıçradı. “Leylâ, Leylâ” derken Mevlâ’yı buldu. Artık terk ü tecrîd yoluna girdi. Hıdmet-i meşâyıha koştu. Urefâ-yı zamân sırasına geçti.

Dede Ömer-i Rûşenî gibi bir vak’a-yı âşıkâneye şâhit olması, onun mertebe-i kemâle îsâline sebep oldu. Kime müntesib idi? Merâk ettim. Târîh ile tevfîk-ı hâl edemedim. Elime “Resâil-i Kâşânî diye Hindistan’da yazılmış elyazması bir eser geçti. Tedkîk ettim. Yazdığı eserler şunlardır ki, her birini mütâlâa ettim. Fârisiyyü’l-ibâredir. İrfânen yüksektir:

Risâle-i Esrâr-ı Nikâh, Risâle-i Semâiyye, Risâle-i Vücûdiyye, Risâle-i Âdâbi’s-Sâlikîn, Risâle-i Âdâbi’s-Sıddîkîn, Risâle-i Genc-nâme, Risâle-i Bükâiyye, Risâle-i Nasîhatü’s-Sâlikîn, Risâle-i Sevâdü’l-Vech fi’d-Dâreyn, Risâle-i Tenbîhü’s-Selâtîn, Risâle-i Serâbiyye, Risâle-i Nefehâtü’s-Sâlikîn, Risâle-i Zikr, Risâle-i Şerh-i Ebyât, Risâle-i Beyân-ı Silsile, Risâle-i Çehâr-kelime, Risâle-i Silsileti’s-Sıddîkîn, Risâle-i Bathiyye, Risâle-i Mir’âti’s-Safâ, Risâle-i Avhâl-i Ulemâ vü Ümerâ, Risâle-i Gül-i Nevrûz, Risâle-i Mi’râci’l-Âşıkîn, Risâle-i Mürşidi’s-Sâlikîn, Risâle-i Feth-nâme, Risâle-i Bâberiyye, Risâle-i Tenbîhü’l-Ulemâ, Risâle-i Bünyâiyye, Risâle-i Şeybiyye ve Risâle-i İlmiyye (olmak üzere) cem’an yirmidokuzdur.

Köprülü-zâde Fuad Bey’in, Türk Edebiyyâtında İlk Mutasavvıflar nâm eserinde (396. sahifede):

"Bağdâdlı Vehbî Efendi’nin zengîn ve cidden çok kıymet-dâr Kütübhânesinde, Ahmed b. Mevlânâ Celâleddîn-i Kâşânî’nin âdâb-ı tasavvufa dâir Risâle-i Bâberiyye’sinden bahs olunması nazar-ı dikkatimi celb eyledi. Mevlevî Tâhir Bey Efendi’nin kütüb-hânesinden “Resâil-i Kâşânî diye görüp okuduğum resâilin isimlerini yukarıya yazmıştım. Bu isimler arasında Risâle-i Bâberiyye dahi vardır. Demek ki, “Resâil-i Kâşânî denilen bu âsâr Baba Efdal’in değildir. Ahmed Celâleddîn-i Kâşânî’nindir. Şu hâlde bâlâdaki muhâkeme-i târîhiyyeyi doğruluyor. Baba Efdal, tercüme-i hâlini yazdığım zâttır. Bu eserlerin (müellifi) ile Efdalüddîn-i Kâşânî başka başkadır. Zâten ârif-i muhterem Muhammed Besîm Beyefendi, bir mektûbunda, “Eyâ nûr-ı ayn! Buyurduğunuz gibi, bizde terâcim-i ahvâl-i ekâbirde ve onların istinbât-ı şuûn-ı hayâtlarında çok teşâkül, çok tezâhüm, çok teşâbüh ve çok tedâhül vardır. Tâ'dâd buyurduğunuz kirâm-ı ricâl-i Nakşiyye’den Fazlullâh-ı Kâşânî hazretleri bizim çok sevdiğimiz o Baba Efdal-i Kâşânî olmayacaktır. Esâsen isimler, cevher-i kelime i’tibârıyla bir gibi görünüyorsa da, ihtilâf-ı terkîb ü sîga meydândadır. Bu gibi meşâkilelerde maskat-ı re’s müşâreketiyle isim ve unvân mülâbesetinin te’sîr-i küllîsi görülüyor.” (der.)"

Muharrir-i fakîr, tedkîk netîcesinde, bu hakîkatleri elde ettikçe çok müteşekkirim. Hulâsa Baba Efdal başka, Efdalüddîn-i Kâşânî başka, Celâleddîn-i Kâşânî başkadır.

Bir de, Arabca yazılmış Meâricü’l-Kemâl fî Medârici’l-Visâl nâm eserini gördüm. Âdâb ve esrâr-ı ma’rifete dâirdir. Âsâr-ı mezkûre meyânında Silsile Risâlesi’ne bakılır.

Kendi Câmî ve Ubeydullâh-ı Ahrâr zamânını idrâk ve onlardan ahz-ı feyz etmiştir. Şu hâlde Hülâgû zamânını idrâk etmesi ihtimâl ki yanlıştır. Çünkü arada ikiyüz senelik bir fark vardır. Her ne ise, bir hakîkat varsa, Baba Efdal hazretlerinin zuhûru ve yazdığı gibi Hâce Ubeydullâh ve Câmî ile münâsebetidir.

Rubâiyyâtı pek mühimdir:

 يارب جه خوشست بي دهن خنديدن

بى منت ديده خلق عالم ديدن

بنشين وسفركن كه بغايت چو تست

مي زحمت با كرد جهان كر ديدن[105]

                        *   *   *

كفتم همه ملك حسن سرمايه تست

خورشيد فلك جون در سايه تست

كفتا غلطى از مانشان نتوان يافت

ازما تو هر آن چه ديده مايه تست[106]

Cidden eâzım-ı hükemâ ve efâhım-ı urefâdan olup müstağrak-ı deryâ-yı aşk olduğundan, silsile-i meşâyıhda nâm-ı şerîfi gayr-i mestûr kalmıştır. Kâşân’da veyâ ihtimâl ki, Bağdâd’da medfûndur. Âsârı Hind’de şöhret-gîrdir. (Kaddesa'llâhu esrârahû)

/58/ KAŞGARÎ ABDULLÂH EFENDİ

1100 sene-i hicriyyesinde (1692) Kaşgar’da âlem-i dünyâya kadem basmıştır. Ricâl-i Nakşiyye’den mübârek bir zâttır. İstanbul’u teşrîflerinde civâr-ı Hz. Hâlid’i ihtiyâr buyurdular. O aralık La’lî-zâde Abdülbâkî Efendi merhûmun binâ eylediği dergâha şeyh oldular. Fakat burası mücerredlere meşrûta olduğundan, Abdullâh Efendi hazretleri teehhül murâd buyurduklarından, bu meşîhati terk ile, hâcegân-ı Devlet-i Aliyye’den Hacı Murtazâ Efendi’nin inşâ eylediği câmî-i şerîf etrâfındaki hucurât-ı Nakşiyye’yi ihtiyâr eyledi ve buranın meşîhatini der-uhde buyurdu. Onaltı sene irşâd-ı ibâd ile bi’l-iştigâl 1174 senesi Saferinin yedinci günü (19 Eylül 1760) terk-i âlem-i nâsût etti. Sinn-i âlîleri yetmişdört idi.

Ulemâdan ve cidden sulehâdan olduğu menkûldür. Ba'zı eş’ârı var imiş. Eyüp Sultân’da tepeye doğru yüksek bir mahaldeki türbe-i mahsûsalarında medfûndur. Ziyâret eyledim; pek feyzli ve rûhâniyyetli bir mahall-i mübârekdir.

ŞEYH UBEYDULLÂH EFENDİ

Müşârünileyhin mahdûm-ı mükerremleridir, gerek mûmâileyh, gerek Şeyh Hüseyin ve Şeyh Îsâ efendiler, hulefâsındandır. Ubeydullâh Efendi on sene pederlerinin yerinde meşgûl-i irşâd olup henüz genç yaşında iken 1184/(1770)’de irtihâl etti. Pederlerinin yanına defn olundu.

ŞEYH HÜSEYİN EFENDİ

İstanbul’da Sultân Bâyezîd civârında Sarrâc İshâk Câmii şerîfinde meşgûl-i zikru’llâh olup, 1201/(1787) senesinde irtihâl-i dâr-ı bakâ eyledi. Bu câmî-i şerîfin hazîresinde medfûndur. Ziyâret olunur bir mahall-i mübârektir.

ŞEYH ÎSÂ EFENDİ

Ubeydullâh Efendi’nin intikâlinden sonra dergâh-ı şerîf İmâmı Geylânî Îsâ Efendi seccâde-nişîn-i tarîkat olup 1206/(1791-92) târîhinde doksan yaşında âlem-i dünyâdan güzer etti. Pek mübârek bir zât imiş. Şuarâ-yı zamândan Pertev Efendi şu manzûme-i târîhiyyeyi söylemiştir:

Cenâb-ı Şeyh Îsâ hâcegân-ı Nakşıbendî’den

Zamânın kutb-ı aktâbı idi ol zât-ı bî-hemtâ

Yetişmiş feyz-yâb olmuşdu Abdullâh Efendi’den

Nice cânlar uyarmış ârif-i bi’llâh idi hakkâ

Cihân kim bî-bakâdır her konan bundan göçer elbet

Gider da’vet olundukda eğer pîr ü eğer bernâ

Bu zât-ı bî-muâdil dahi gitdi elden aldırdık

/59/     Mukaddes eyleye rûh-ı şerîfin Hazret-i Mevlâ

Mücevher harfile levha kalem yazmış bu târîhi

Ki böyle tâm vâki’ oldu Pertev eyledim ihsâ

Fedâ-yı mâ-melekle mâlik-i mülk-i visâl oldu

Urûc-ı âsmân-ı evc-i ulyâ kıldı Şeyh Îsâ

 (فداى ماملكله مالك ملك وصال اولدى

عروج آسمان اوج عليا قيلدى شيخ عيسا   )

Müşârünileyh derûn-ı tekkeye defn olunarak, Sultân Selîm-i sâlis tarafından müstakıllen bir türbe binâ olunmuştur.

Sonra Şeyh Abdullâh Efendi’nin dâmâdı Çelebi Efendi post-pîrâyı irşâd oldu. 1208/(1794)’de altmışüç yaşında terk-i dünyâ eyledi. Ba’dehû Hz. Abdullâh’ın kölesi Hacı İsmâîl Efendi seccâde-i irşâda oturup bir müddet sonra âlem-i bakâyı mekân etmekle Hz. Abdullâh’ın hafîdi şeyh oldu. 1213/(1798)’te göçtü (Kaddesa'llâhu esrârahum). Dergâh-ı şerîf el'ân ma’mûrdur.

Bâlâda ismi geçen Şeyh Hüseyin hakkında yazdığım manzûm silsilenâmeden:

Doğup Kaşgâr’dan Abdullâh Efendi nâm veliyyu’llâh

Nice cânlar uyandırmış nice cânlar idüp ihyâ

Husûsıyla Cenâb-ı Şeyh Hüseyn ondan alup feyzi

Bu yerde post-nişîn oldu ki oldur âşık-ı şeydâ

Harîm-i sırr-ı pâk-ı Nakşıbendî’dir kerîmü’t-tab’

Tarîkat nûruna mazhar idi buldu şeref hakkâ

Mürîd-i râh-ı Hakk’a cilve-gâh oldu bu hakîr kim

Nice zikr ehli bunda itdi kalbin nûr ile imlâ

Hacı Ömer Efendi şeyh olup ba’d ez-zamân bunda

Zahîr olmuş ona pîr himmeti her dem nesîm-âsâ

Cenâb-ı Şeyh Dervîş bu makâma postu yaydıkda

Tarîk-i aşk-ı Mevlâ’da vücûdun eyledi ifnâ

Abdullâh Efendi’den gelen silsile, Dervîş Efendi’de munkatı’ olmuştur.

ŞEYH SEYYİD ABDÜLHAKÎM EFENDİ

1281 sene-i hicriyyesi Şevvâlinde (Mart 1865) Hakkârî’de âlem-i şuhûda kadem-zen olmuştur. Pederleri Seyyid Mustafa Efendi olup, Kürdiyyü’l-asıl, seyyid-neseb, lakabları “Manzûr-ı nazar-pîrân-ı kirâm”dır. Arvâsî-zâdelerdendir.

Kürdistan’ın muhtelif şehirlerinde, muhtelif zevâttan tahsîlde bulunmuş, iktisâb-ı feyz-i ulûm etmiştir. Mülâkî olduğu zevât-ı kirâmın her birinden Nakşıbendî, Kâdirî, Sühreverdi, Kübrevî ve Çeştiyye tarîklarından kesb-i kemâlât ederek müstahlef olmuş, Üveysiyyü’l-meşreb bir zât-ı sütûde-siyerdir.

Muhît-i tahsîlinin îcâbât-ı tabîiyyesinden olarak ulûm-ı Arabiyye vü Fârisiyye’den /60/ behre-mend olarak, her iki lisânın edebiyyâtında zamânımızın müteferridleri sırasına geçmiştir. Tarîkat-ı aliyye-i Nakşıbendiyye’den âtîde tercüme-i hâliyle tezyîn-i sahîfe olunacak olan Mevlânâ Hâlid Ziyâeddîn-i Nakşıbendî’ye müntehî olup, mürşidleri Seyyid Fehîm, onun şeyhi Seyyid Muhammed Sâlih, onun mürşidi Seyyid Tâhâ, onun mürşidi de Mevlânâ Hâlid hazretleridir.

İstanbul’a hicretleri 3 Şa'bân 1337/(5 Mayıs 1919) târîhine müsâdiftir. Burada kemâlât-ı ârifâneleri şâyi’ olup, herkes meclis-i irfânlarına şitâbân olmaktadır.

Eyüp’te, Kaşgarî Abdullâh Efendi hazretlerinin dergâhı meşîhatı münhal olmakla, meşîhat, İmâmet ve hitâbeti kendilerine tevcîh olunmuştur. İstanbul’a hicretten mukaddem Van vilâyeti ve etrâfında neşr-i feyz-i tarîkat eylemişti. 1315/(1897) ve 1325/(1907) senelerinde Haremeyn-i muhteremeyni ziyâret şerefine mazhar olup, burada iki ay kadar ikâmetle kâm-yâb olmuşlardır.

Kendileri bid’at ihdâsından fevka'l-âde müctenibdirler. Hattâ tercüme-i hâl-i âlîlerini yazmak emeliyle istihsâl-i ma'lûmât için mürâcaat ve istîzâhıma karşı, “Tarîkat-ı aliyye-i Nakşıbendî’de bid’at ihdâs etmeyerek istikâmetle irşâd-ı ibâd vazîfesini îfâ eylemektedir.” diye yazılmasını emir buyurdular. Fazîlet-i aliyyeleri ulemâ-yı zamânın tasdîk-kerdesi olduğundan, Süleymâniye Medresesi’nde mevâız-ı dîniyye müderrisliği dahi uhde-i fâzılânelerine tevcîh olunmuştur.

Meslek-i husûsîleri hakkındaki istîzâhıma da, “Me’mûriyyetim yoktur. Yalnız müderrislik ve meşîhat maâşıyla ve tekkenin şehrî 15 kilo pirinç, 20 kilo fasulye ve 500 kuruş lahm bedeliyle it’âm-ı fukarâda bulunuyor, geçiniyorum. Lehu’l-hamd ve’l-minne, siyâset bilmem. Fırkalara nisbette bulunmadım. İrşâddan başka bir hizmetle mükellef değilim.” buyurdular.

Şeyh Seyyid Sıddîk Efendi nâmında bir halîfeleri vardı. Ermenîler tarafından şehîd edilmiştir. Elyevm Ahmed Neyyir el-Mekkî ve Ahmed Münîr el-Kudsî nâmında iki mahdûmu vardır.

Kendileri orta boylu, beyâza karîb kır sakallı, esmeru’l-levn, mütenâsibü’l-endâm bir zât-ı âlî-kadrdir. Selâset-i beyâniyye ile ifâdeye ve her üç lisânda fesâhatla tekellüme muktedirdir. Şem’a-i irfânının etrâfına toplanan mürîdânı günden güne tezâyüd etmektedir. Kerâmet-i irfâniyyesi müşâhed olup, cevâmi’-i şerîfedeki va’z u tedrîsinden umûm istifâde etmektedir. Hakâyıka ve dekâyıka müteallik olan ifâdeleri mürîdânı tarafından zabt edilegelmektedir.

Tasavvufa müteallik, er-Riyâzu’t-Tasavvufiyye ve âdâb-ı Nakşıbendî’ye dâir Râbıta-i Şerîfe nâmlarında eserleri matbû'dur.

/61/ LA’LÎ-ZÂDE ŞEYH ABDÜLBÂKÎ EFENDİ

Şârih-i Mesnevî Sarı Abdullâh Efendi hazretlerinin kerîme-zâdesi La’lî Şeyh Muhammed Efendi’nin mahdûmu ve Melâmiyye-i Bayramiyye urefâsından idi. Şeyh Murâd-ı Nakşıbendî hazretlerinden tekmîl-i sülûk ettiler. İrtihâlleri şeyhinin rıhletinden yirmiyedi sene sonradır.

Gül-şen-i cennete gül-bün ola La’lî-zâde

(كلشن جنته كلبن اوله لعلى زاده )   = 1159/(1746)

târîhidir.

Eyüp’te Yahyâ Efendi Dergâhı mukâbilinde Kalender-hâne hazîresinde medfûndur.

Âsâr-ı Aliyyesi :

1. Menâkıb-ı Melâmiyye-i Bayramiyye,

2. Tercüme-i İnsân-ı Kâmil li’ş-Şeyh Abdülkerîm-i Cîlî,

3. Gıdâ-yı Rûh,

4. Tercüme-i Hakîkatü’l-Yakîn ve Zülfetü’t-Temkîn li’ş-Şeyh Abdülkerîm-i Cîlî,

5. Şerh ve Zeyl alâ-Kasîdeti Meslekü’l-Uşşâk li’ş-Şeyh Sarı Abdullâh Efendi,

6. Risâle-i Mebde’ vü Meâd,

7. Tercüme-i Kîmyâ-yı Saâdet li’l-Gazâlî,

8. Telhîsu Nevâdiri’l-Usûl,

9. Zübdetü’s-Sukûk,

10. Nümûd-bûd Risâlesi Tercümesi.

 

“Budur ancak sırât-ı müstakîme ehl-i vicdânın

  Muhabbet râhıdır âşıklara me’vâsı vuslatdır”

beyti eş’ârına misâldir.

Birâderleri Seyyid Abdullâh Efendi, Haleb kadılığında bulunmuş idi.

1139/(1719)’da irtihâl edip, Sarı Abdullâh Efendi’nin ayak ucunda defn edilmiştir.

BEŞİKTAŞÎ YAHYÂ EFENDİ HAZRETLERİ

Hazîne-i ilm ü hikmettir. Pederleri Ömer Efendi’dir. Bir rivâyette Şamlı, rivâyet-i uhrâya göre Amasyalıdır. Silk-i kazâya sâlik olup Trabzon kâdîlığında bulunduğu sırada Yahyâ efendi, 900/(1495) târîhinde âlem-i dünyâya gelmiştir.

Sinn-i temyîze erişdikte yedi sene ibtidâî tahsîlde ve bu esnâda riyâzât ve mücâhedâtta bulunarak İstanbul’a gelip kemâlât-ı aliyyesini tezyîd için meşhûr Zenbilli Ali Efendi hazretlerinden ahz-ı feyz-i ilm ü kemâl ederek yükselmiştir. Peder-i âlîleri Şam’da medfûndur. Peçevî Târîhi’nin rivâyetine göre vâlideleri Trabzonludur. Yahyâ Efendi Trabzon’da dünyâya şeref verdiği vakit, Sultân Selîm Hân-ı evvel, Trabzon’da vâli imiş. Şehzâdeleri Süleymân Hân-ı Gâzî’ye, Yahyâ Efendi’nin vâlideleri süt vermiştir. Bu sebeble Kânûnî Sultân Süleymân’ın süt karındaşı /62/ olmuştur.

Yahyâ Efendi, İstanbul’da, Cânbâziyye, Efdaliyye, Fâtih ve sâir birçok medreselerde müderrislikde bulunup, 962/(1555)’de ihtiyâr-ı inzivâ eylemiştir. Ulûm-ı zâhireden, fünûn-ı mütenevviaya âşinâ ve bâ-husûs, fenn-i tıb ve ilm-i hikmet ve ilm-i hendesede sâhib-i yed-i tûlâ imiş.

Peçevî merhûm diyor ki:

“Mâder-i muhteremeleri sarây-ı âmireye gâh u bî-gâh duhûle me’zûn olmakla, Sultân Süleymân hazretlerine irdâ’ saâdetine vâsıl olmuşlardır. Sonra racül-i kâmil olup, taleb ve tahsîlinde akrânına tefevvuk etti. Müftü Ali Çelebi (ya'nî Zenbilli Ali Efendi)’nin hizmetinde mülâzım olup tarîki ile Medâris-i Semâniyye’den birine vâsıl olduktan sonra, bir gün Cenâb-ı Pâdişâh’a bir tezkere yazıp, hukûk-ı dîrîneyi isbât ettim sandı. Velâkin,  (لا وفاء للملوك)[107] fehvâsınca, renciş-i hâtır-ı âtırlarına bâis olunup azl edildi ve altmış akçe ile takâüd buyuruldu. Ol sebeble ekâbir kapısına tereddüdden halâs olup, Beşiktaş sevâhilinde bir makâm edindi ve rûz u şeb tâat u ibâdete meşgûl olup, kendüyi ziyârete gelenlerin ziyâfetine mâ-melekin sarf eder oldu. Ol havâlîde envâ-i dırahtân gâh gars edip, gâh aşıladı. Günden güne kerâmât-ı aliyyesi zuhûra geldi. Bu ağaçlık meşhûr mesîre olmuştu. Herkes giderdi.

Bu sırada Evliyâ Çelebi’nin rivâyetine göre, bir kûhistân-ı vâsi’-çemen-zârdadır ki, içine aslâ güneş te’sîr etmez. Çınar, söğüt, sakız, servi ve cevz-i rûmî ağaçlarıyla müzeyyen bir vâdîdir. Uyûn-ı câriyeleri dibinde sâhib-i hayrât tarafından bir çemen-zâr-ı suffe edilmiştir ki, sarı asma, kara tavuk, ishâk kuşu, ispinoz, filorina, baştankara, bülbül-i bed-nâm, bülbül-i nîk-nâm gibi kuşların feryâdı ehl-i teferrücün cânına cân katar. İçinde yârân-ı safâ taraf taraf muhabbet ederlerdi.”

Beşiktaş ile Ortaköy arasındaki bu mahalli satın alıp, sâhil-i bahrda bir süknâ ve bir mescid binâ eylemiş ve sonraları etrâfına medrese ve hammâm ve münzevîlere mahsûs hücreler ve bir çeşme binâ eylemiştir. Elyevm sâhilde değil, set üstündedir. Neccâr-zâde hazretleri hakk-ı âlîlerinde şu yolda izhâr-ı ta’zîmâta şurû’ etmiştir:

Yahyâ-yı Beşiktaş’ı ziyâret idelim gel

Oldur sebeb-i zînet-i kühsâr-ı Beşiktaş

/63/ Burada ömrünü ibâdât u tâat ile geçirmiş ve nice erbaînler çıkarıp, riyâzât ve mücâhedât ile uğraşmıştır. Cemî’ a’yân u erkân ve ahâlî vü tüccâr ve husûsuyla gemiciler, Yahyâ Efendi hazretlerini ziyâret ederler; hediyye ve nezirler götürürlerdi ve hâcetleri için duâ taleb ederlerdi. Yahyâ Efendi, züvvâra yedirir, içirir, meyveler ikrâm ederdi ve ale’l-ekser âlem-i istiğrâkda nağme-zen olup,  (يا أهل الوادى هل لكم من الهادى)[108] kelâmını Hz. Ali efendimize nisbet olunan.

مقامى مناخ لمن قد نزل  طعامى مباح لمن قد أكل

وقدم ما عندى حاضر وإن لم يكن غير خبز وحل[109]

beyitini söylerlerdi. Çok kerreler ahâlî vü mevâlîye ve fukarâ vü mesâkine ziyâfet çeker ve her sene Fahr-i kâinât (aleyhi ekmelü’t-tahiyyât) efendimiz hazretlerinin velâdet-i seniyye-i nebeviyyelerine şeref-müsâdif leyle-i mukaddesede bir büyük ziyâfet keşîde eder; talebe-i ulûm ve fukarâ vü zuafâdan ziyâretine gelenlere sadakalar verirlerdi. Böyle bir zât-ı sütûde-sıfât idi. Vâkıf-ı esrâr-ı hakîkat olduklarına şüphe yokdur, nutukları delâlet eyler. Şiirde, “Müderris” diye tahallus buyururlardı. Beyne’l-halk, “Molla Şeyh-zâde” denilmekle şöhret bulmuştu. Sûfîyâne ve muhakkıkâne söylenilmiş Dîvân’ı vardır.

“İrtihâl-i Kutbu’l-ulemâ” (ارتحال قطب العلما)[110] mısraının delâleti üzere 978/(1571) ve bir rivâyette 977 sene-i hicriyyesi (1570)  leyle-i adhâsında, “irciî” emr-i celîline lebbeyk-zen-i icâbet olarak terk-i hayât-ı müsteâr eylemekle, na’ş-ı mağfiret-nakşları, Sultân Süleymân ile olan münâsebeti i’tibârıyla, ale’s-sabâh Süleymâniye Câmi'-i şerîfine nakl edilip Bayram namâzının akabinde, salât-ı cenâzeyi müftiyü’l-enâm ve Şeyhü’l-İslâm Ebussuûd Efendi hazretleri kıldırmışlardır. Cemâat-i uzmâ hâzır olmuştur. Ba’dehû hâlen ziyâret-gâh olan ve hayâtta iken kendileri tarafından ihzâr olunan kabirde vedîa-i rahmet-i Rahmân kılınmıştır. Cenâzesine vüzerâ, ulemâ, ağniyâ ve fukarâdan hâzır olmadık kimse kalmamış ve öyle bir azîm kalabalık olmuştur ki, misli nâdir görülmüş, hattâ o gün İstanbul’dan Beşiktaş’a kayık ücreti gâyet fâhiş bir râddeye çıkmıştır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

O zamân söylenilen manzûme-i târîhiyye:

Cenâb-ı Hazret-i Yahyâ Efendi ol kim anın

Riyâzetiyle kılup tayy-i menzil-i zühdü

Nidâ-yı eyyetühe’n-nefsü "irciî" tâ ki

İrişdi gûşuna kıldı sicill-i ömrünü tay

Eğerçi mest-i şarâb-ı elest ammâ (ki)

İçirdi sâki-i peymâne-i ecel ana mey

/64/                  Hümâ olur mu bu dâm-ı denîye hergiz sayd

Bilir teemmül iden işbu lâ-şey’i lâ-şey

Visâl-i Hakk’ıla buldu hayât bulsa n’ola

Şumâr-ı sâl-i vefâtı “karîb-i rahmet-i Hay

(قريب رحمت حى) = (978)

“Karîb-i rahmet-i Hay” olmaz idi târîhi

Enîsi olmasa Yahyâ’ya her nefes “yâ Hay!”

Sultân Selîm-i sânî hâl-i hâzırdaki türbe-i şerîfeyi inşâ eylemiştir. Türbe-i şerîfenin kapısı üstündeki taşa, “Kutbu’l-ârifîn, gavsü’l-vâsılîn Hazret-i Pîr Mevlânâ Yahyâ kudisse sırruhu’l-âlî” yazılmıştır. Türbe-i şerîfeleri pek muhteşemdir. Hakîkaten müstağrak-ı envâr-ı rûhâniyyettir. Pâdişâhların ikâmet-gâhlarına kurbiyyeti, devâm-ı umrânına en büyük âmil-i müessir olmuştur.

Yahyâ Efendi merhûmun hangi tarîkat-ı aliyyeye nisbeti olduğu meçhûldür. Zirâ kendileri şiddetle tesettüre meyyâl idi. Ricâl-i mestûrînden bulunuyorlar. Üvesiyyü’l-meşrebdirler. Ne sözlerinden, ne de eş’ârından, nisbetlerine dâir bir şemme almak mümkin değildir. Evliyâ-yı ahfiyânın meslekleri böyledir. Menâkıb-nâme’lerinde gördüm, deniliyor ki:

“Nefes-i mübârekleri hastalara ayn-ı şifâ, Üveysî-meşreb, kudsî-cevher, ehl-i dil, sûfî, şâir, tabîb, hakîm, sahî, kerîm, müşfik, halîm, zekî, takî, halûk idi. Ziyâretine gelenler kereminden, kerâmetinden, kelimât-ı hikmetinden, edviyye-i tabâbetinden, haleviyyât-ı ni’metinden, ilm ü fazîletinden müstefîd ve müstefîz olurlar idi. Sohbetinde her kim olur ise olsun, “Âşık!” diye hitâb buyururdu. Pek çok menkabe ve nevâdirden bahsederdi. İnşâ ettiği mesâcid ve medâris-i ilmiyye vü tıbbiyye ve tekkeler ve hammâmlar vardır.”

Şeyhu’l-İslâm Ebussuûd Efendi merhûm, müşârünileyhe yazdığı bir mektûbunda, “Seyyâh-ı sahhâr-ı hikmet ve sebbâh-ı bihâr-ı ma’rifet, hâzin-i mehâzin-i nukûd-ı maârif-i ilâhî ve hâfız-ı esrâr-ı kemâlâtı nâ-mütenâhî, ulemâ ve hükemânın mercî’ ü mesnedi.” diye ta’zîmât-ı mahsûsada bulunmuşlardır.

Nakl olunur ki, “Balaban” isminde bir çobanın iki re’s koyunu sürüden ayrılıp koşarak Yahyâ Efendi merhûmun dâiresine gelir. Çoban bunları arar, bulamaz. Suâl ve tahkîk için Yahyâ Efendi’nin huzûruna geldikte, “Bu adam koyunlarının taharrîsi için dağ ve taşları dolaşıp yorulmuş ve açıkmıştır. Buna ekmek ve /65/ tereyağı ve bal getiriniz.” diye huddâmına emr edip ihzâr olununca,

"İşte sana terayağı mumlu bal ve tâze nân

 Diler isen yağa ban diler isen bala ban"

beyitiyle ikrâm ve iltifât ederler. Çoban bu hâlden müteessir olup uğradığı nazar-ı kîmyâ-eserin te’sîriyle şeref-i İslâm’a mazhar olup o iki koyunun şükrâne-i îmân olarak kurbân edilmesini niyâz edince, Yahyâ Efendi bu manzûmeyi söylemiştir:

Subh-dem iki ganem menzile mihmân geldi

Her görenler didiler tekyeye kurbân geldi

Kurd tabîatludan anı sakının lutf eyleyin

Hazm idüp dirler ana ni’met-i Sübhân geldi

Yolda çokdur çalıcı anları çaylak gibi

Her aç olan ana dir derdime dermân geldi

Bir koyuna sığarır iki koyunu niceler

Çeküp avurda yutar dir bize ihsân geldi

Ey Müderris ola gör râi bugün bunlara sen

Enbiyâ zümresi hep âleme çoban geldi

Nutuklarından :

Ders-i aşkı biz fenâ sahnında tekmîl itmişiz

Sanma gel seyr-i semânî ile tahsîl itmişiz

Sûhte olup yandık titmân-ı  talebde nice yıl*

Me’kel-i devr içre gam tasını takbîl itmişiz

Müstaidd-i ilm olup kıldık medâris seyrini

Ma’rifet ders-hânesin biz kâl ile kîl itmişiz

Bulduk istiğnâ ile tevhîd ü hayret bâbını

Hücre-i fakr u fenâda nefsi tezlîl itmişiz

Safha-i zilletde bulduk şübheye şâfî cevâb

Kâinât icmâlin ol vech üzre tafsîl itmişiz

                     *    *   *

Adım adım pâye-i aşka basalıdan fıtratım

Hamdü li’lllâh gün-be-gün durmayup artdı devletüm

Aşk nesîmi kûy-ı yârın dem-be-dem bûyın virür

Hak nazardan saklaya aşıldı gâyet rif'atüm

Devr-i aşkın ben Müderris hâtemi’l-uşşâkıyım

Giyemez kimse sonunda hırkam ile kisvetüm

                     *    *    *

Ehl-i derdin derdine dermân Hû tekrâr-ı Hû

Sır nedir ki inletir âşıkları ezkâr-ı Hû

Bâğ-ı Hû’da bülbül isen dur beru efgâna gel

Kim bahâr-ı Hû irüp oldu zemîn gül-zâr-ı Hû

Kılma bî-hûde kelâmı Hû’ya sarf it ömrünü

İrgüre tâ sırr-ı lâhûta seni efkâr-ı Hû

Ahsen-i şekl üzre şol âşıkları hep bend iden

Halka-i zikri dem-â-dem döndüren pergâr-ı Hû

Katıdır taşdan Müderris kalbin eğer Hû diyüp

İnlemezsen gayretin yok inletir dağları Hû

                    

                     *    *    *

/66/         Âb-ı tevhîd ile dilden mâ-sivâ nakşını yu

Mâ-hüve’l-maksûd Hû’dur iki âlemde (de) Hû

 

إنما الله إله واحد لاريب فيه

واذكروا الله كثيرا واشكروا واستغفروا[111]

                                            

Yâ İlâhî bu ne sırdır ki mürîd-i aşk olan

Sa’y ile bahr-ı muhît-i ilm olur bir katre su

Dâr-ı vahdetde İmâm-ı aşk ile kılmaz namâz

İtmeyen Mansûr-veş âb-ı hayâtından vudû

Savt-ı ta’bîre sığınmaz ma’ni-i aşk-ı havâs

Söyleme bu zârı ey Yahyâ umûma rû-be-rû

                     *    *    *

Ledünn ilmini ehliyle hemîn Mevlâ bilür dirler

Mesâil-geh ola şer’î anı mollâ bilür dirler

Gönül bahrında meknûnu ne bilsün sâyir-i sâhil

Derûn-ı dûn-ı deryâyı yine deryâ bilür dirler

Urûc-ı zevk-ı rûhânî alâık ehli bilmezler

Tecerrüd zevkının neydüğini Îsâ bilür dirler

Belâgat ehli nazm ile ider dil ehlini teshîr

Bu sırrı anlamayanlar anı esmâ bilür dirler

Müderris sen karâr eyle dem-â dem bâb-ı hikmetde

Yalan olmasun anlar kim seni kîmyâ bilür dirler

Türbe-i şerîfelerini ziyârette gördüğüm levha ve kabirler hakkındaki ma'lûmatım ber-vech-i atîdir:

Hz. Şeyh’in sandûkalarının baş tarafındaki levhada:

Kutub aktâb-ı kerem Hazret-i Yahyâ Efendi’dir*

Bu zât-ı ma’nevînin şân-ı vasfı bî-nihâyetdir

Ümîd-i müstefîz-i lutf-ı Hakk olmakla her tâlib

Bu zâtın iltimâsı şübhesiz makbûl-i Hazret’tir.

(Yahyâ Efendi Dergâhı)

Cennet-mekân Sultân Mahmûd Hân-ı sânî hatt-ı destiyle muharrer büyük bir levhada şu âyet-i celîle, nazarları tezyîn eder :

(يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ شَاهِدًا وَمُبَشِّرًا وَنَذِيرًا)[112]

Yahyâ Efendi’nin Mahdûmları Şeyh İbrâhîm Efendi, türbede sol tarafta medfûndur. Onun sol tarafında vâlide-i mükerremeleri Afîfe Hâtûn karîn-i rahmettir.

Yahyâ Efendi’nin yanında evlâd-ı ma’nevîsi ve Sultân Süleymân-ı Kanunî kerîmesi Tasasız Râziye Sultân âsûde-nişîn-i rahmettir. Onun yanında Sultân Abdülhamîd-i sânî merhûmun kerîmesi Hatîce Sultân yatar. Türbe kapısından girilince müsâdif olan orta kabir, Yahyâ Efendi’nin harem-i âlîleri Şerîfe Hâtûn’undur. Onun yanında Şeyh Ali Efendi ve müşârünileyhin muhlis bendelerinden Dervîş Ali Efendi defîn-i hâk-i gufrândır. Kapının sağ tarafında Şeyh Nûri Muhammed Şemsî ve Hasan Hayrî efendiler hazerâtı medfûn ve rahmet-i Rahmân’a makrûndurlar.

/67/ Halkın, el-hâletü hâzihî, Yahyâ Efendi hazretlerine ve dergâhı âlîlelerine büyük bir incizâbı vardır. Civâr-ı rahmet-medârlarında bulunmayı hırz-ı cân edenler pek çoktur. Bu münâsebetle mezâristân hayli vüs’at bulmuş ve binlerce insâna karâr-gâh-ı ebedî olmuştur. Şehzâdelerden, sultânlardan, sadrazamlardan, vüzerâdan, vükelâdan, ulemâdan, ehl-i tarîktan, erbâb-ı aşk u muhabbetten nice kimselere medfen olan bu mezâristân, hakîkaten büyük bir ziyâret-gâh olmuştur.

Halk arasında, “Yahyâ Efendi Tekkesi” diye şöhreti vardır. Tekkenin meşîhatı yoktur. Şeyh denilen zât türbe-dârlık vazîfesiyle muvazzaftır. Bir zamânlar türbe-dâr Ebu’l-fukarâ Şeyh Yûsuf Efendi ve halefi dâmâdı Şeyh Ali Efendi, ricâl-i Nakşiyye’den olduklarından, züvvârın eksik olmaması ve cem’iyyetle zikirden fevâid husûlü tabiî bulunması i’tibârıyla, Perşembe ve Pazartesi günleri hatm-i hâcegân yaparlar imiş. Şeyh Ali Efendi’ye halef olan Muhammed Nûri Şemseddîn Efendi, yalnız Perşembe günleri icrâ-yı âyîn-i Nakşıbendî’ye devâm usûlünü te’sîs etmişlerdir ki, 1252 sene-i hicriyyesine (1836)  müsâdiftir.

Zamân zamân bu dergâhın vakfını tezyîd ve tevsî' edenler çoğalmış ve vakfı zengin bir hâle gelmiştir. Rebîu'l’evvel ayından Ramazân-ı şerîfe kadar her hafta ashâb-ı vakıfdan birinin mevlidi okunur; gâyet rûhânî âlemler olur. Hatm-i hâcegân yapılır, sonra zikr-i şerîf olunur. Seccâde-nişîn-i irşâd olan türbe-dâr efendi tarafından mukaddemleri Perşembe günleri zikirden evvel ve sonra mev’ıza sûretinde sohbet olunurdu. Sonraları bu âdet tatbîk olunmaz oldu. Fî-zamâninâ, erbâb-ı aşk u muhabbet cem’ olunur, hüsn-i savt ashâbı güzel şeyler okurlar. Erbâb-ı zikr arasında vecdin zuhûruna sebep olurlar. Türbe ve hucurât mevki'-i bülendi i'tibârıyla İstanbul’un en bedîu’n-nazar bir mahall-i ferah-fezâsındadır. Oraya gidenler, mâddî-ma’nevî inşirâh-ı derûn bulurlar.

el-HÂC MUHAMMED NÛRÎ ŞEMSEDDÎN EFENDİ HAZRETLERİ

Anadolu’da Taşköprü kazâsında Ayvalı kasabası eşrâfından ve “Emîr-zâdeler” denilmekle ma’rûf hânedândan Seyyid Hüseyin Efendi sulbünden 1216/(1801) senesinde İstanbul’da dünyâya gelmiştir. Taallüm-i Kur’ân ve hıfz-ı kelâm-ı kadîm ettikten sonra Bâyezîd ve Süleymâniye Medreselerinde Baltacı Hoca Hasan ve üstâd-ı şehîr Hâfız Muhammed Emîn Efendilerden tahsîl-i ulûm etmiştir.

/68/ Kayserili Şeyh Hacı Muhammed Saîd Efendi’den[113] tarîkat-ı Nakşıbendiyye’den feyz alarak Kırşehir’de Hacı Bektâş-ı Velî Dergâhı’nda, şeyhinin maiyyetinde hatm-i hâcegânda bulunup iktisâb-ı feyz etmiş ve Selîmiye Dergâhı’nda neşr-i feyz eden şeyh-i kâmil Ali Behcet Efendi hazretlerinin de hüsn-i nazarlarına mazhar olmuştur.

İstanbul’a geldiklerinde ale’l-ekser kadınlara va’z edip, pek ziyâde şöhret kazanmışlardır. Bu sırada da Yahyâ Efendi türbe-dârlığı münhal olunca, Sultân Abdülmecîd merhûm, hüsn-i hâl ashâbından birinin intihâbını Fethi Paşa’ya emr edince, bu zâtı arz etmiş; derhal irâde sâdır olmuştu.

Nûrî Efendi, türbe-dârlık hizmetine başlayıp Perşembe günleri hatm-i hâcegân yaparlar ve icrâ-yı âyîn-i zikru’llâh ederlermiş. Şöhretleri artarak meclis-i şerîfleri uşşâk ile dolmuştur.

İki def'a Haremeyn-i muhteremeyni ziyâret şerefine mazhar oldukları gibi, fazl u kemâlleri herkesi meftûn etmiş. Sultân Abdülmecîd ve Sultân Abdülazîz merhûmların fevka'l-âde hürmet ve muhabbetlerini celb eylemişlerdi. Zâhir ve bâtını ma’mûr bir şeyh-i rûşen-dil idi.

1280 senesi Şevvâlinin ondördüncü (23 Mart 1864) Salı gecesi irtihâl-i dâr-ı bakâ eyledi. Türbe-i şerîfede defn olundu. Sandûkasının önündeki levhada, “Mevlânâ, Yâ Hazret-i Şeyh Nûreddîn Şemsî en-Nakşıbendî kuddise sırruhu’l-celî” yazılıdır.

Dîğer bir levhadan :

Hazret-i Nûrî Efendi’dir bu zât-ı muhterem

Âftâb-ı ma’nevî kabrinden olmuş rû-nümûn

İ’tikâf it de dem-â-dem hâkine bu menzilin

Yüz sür ey âşık eğer lâzımsa tenvîr-i derûn

Nutuklarından :

Mürşide ir mürşide sen

Göresin Hâlık-ı Ahsen

Kalksun ağyar cümle bir ten

Göresin Hâlık-ı Ahsen

Hak’dan iderisen suâl

Cümle âlem zıll u hayâl

Hayâle gel olma meyyâl

Göresin Hâlık-ı Ahsen

Hakk’ı gören halkı neyler

Var mı bir Hak sözün dinler

Nûriyâ keffeynim söyler

Göresin Hâlık-ı Ahsen

/69/ Miftâhu’l-kulûb, Risâle-i Murâkebe, Vasiyyet-nâme ve Pend-nâme cümle-i âsâr-ı aliyyelerindendir ve matbû'dur. Miftâhu’l-Kulûb pek mütahakkıkâne yazılmış bir eser-i kıymet-dârdır.

Hulefâsı :

- Dâmâdı Şeyh Muhammed Nûrî Efendi,

- Hacıbektaş Hânkâhı şeyhi Ispartalı Muhammed Efendi,

- Göynük’te Akşemseddîn Dergâhı şeyhi Hacı Hüseyin Hüsnü Efendi,

- Fındıklı’da Keşfî Ca’fer Efendi Dergâhı şeyhi Hâfız Ahmed Şevkî Efendi,

- Sultân Bâyezîd Câmi'-i şerîfi vâizi Harputlu Hacı Mustafa Efendi,

- Sultân Süleymân Câmi'-i şerîfi vâizi Kargılı Hâfız Hasan Efendi,

- Fâtih Câmi'-i şerîfi vâizi Trabzonlu Hacı Muhammed Pîr Efendi,

- Çarşamba kazâsı müftüsü Hasan Efendi,

- Kalkandelenli Şeyh Hacı Mustafa Rûhî Efendi.

Türbe-i şerîfeye muttasıl ve elyevm tevhîd-hâne olan mescide minber vaz’eden, Velî-zâde Ahmed Efendi isminde bir sâhib-i hayrdır.

TÜRBE-DÂR YÛSUF EFENDİ

Türbenin dış tarafında medfûndur. 1220/(1805).

Tercüme-i hâliyle tezyîn-i sahâif olunacak olan Şeyh Hasan Hayrullâh Efendi’nin pederidir.

ŞEYH NÛRÎ EFENDİ

Edhem, nâm-ı dîğer Şeyh Muhammed Nûri Efendi de, Yûsuf Efendi’nin yanında medfûndur. 1289/(1872).

ŞEYH ALİ EFENDİ

1251/(1855) senesinde vefât eden Şeyh Ali Efendi, türbe kapısı karşısında ve set üzerinde medfûndur.

Türbede birkaç sandûkanın üzerindeki tâc ve hattâ Yahyâ Efendi’nin sandûkasının üzerindeki ser-pûş Celvetî tâcıdır. Sebebini türbe-dâr efendiden sordum; “Şeyh Ali Efendi, Celvetiyye’den mazhar-ı feyz olması hasebiyle mezkûr tâc bu sûretle sandûkalara konulmuştur.” cevâbını verdiler.

Dergâh-ı şerîfin 1290/(1873)’daki ta’mîri üzerine kapısına ta’lîk olunan manzûme-i târîhiyyedir:

Vâlide Sultân Hân-ı Abdülazîz kim zâtını*

Hayr içün halk eylemiş Hallâk-ı bî-çûn u çerâ

İtdi inşâ bir sebîl ü mekteb ü câmi’-i halk

Su içe ilm öğrene kıla namâz ide du’â

Bir de havz-ı bî-bedel yapdırdı kim tersânede

Anda indi bahre bir zırhlı sefîne ibtidâ

Rûhunu hoşnûd içün Yahyâ Efendi’nin dahi

Kıldı ihyâ türbe-i pâk-i şerîfin bî-riyâ

Öyle hayrât u imârât itdi o Sultân kim

Şüphesiz râzıdır andan rûh-ı pâk-i Mustafâ

 

Hayri geldiler yediler didiler târîhini

İtdi bu bâb-ı şerîfi Vâlide Sultân binâ

(ايتدى بو باب شريفى والده سلطان بنا) = 1290/(1873)[114]

 

/70/ ŞEYH HASAN HAYRÎ EFENDİ

1263/(1846) senesi Ağustosunda dergâh-ı şerîfin harem dâiresinde gehvâre-i zîb-i bezm-i şuhûd olmuştur. Pederlerinin ismi Edhem Efendi olup, bâlâda isimleri geçen Muhammed Nûrî Şemseddîn Efendi’nin dâmâdıdır. Bi'l-âhare “Hacı Muhammed Nûrî Efendi” diye telkîb eden, kayınpeder-i muhteremleridir. Tahsîli türbe-i şerîf hâcegânından Kargılı Hasan Efendi’dendir. Tarîkat-ı aliyyeye nisbetleri cedleri el-Hâc Muhammed Nûrî Şemseddîn hazretlerindendir ki, neş’e-i füyûzâtları bi'l-âhare Hasan Hayrî Efendi’de mütecellî olmuştur. Cedlerinin irtihâli üzerine, zâhiren peder-i mükerremlerinden ikmâl-i âdâb-ı tarîkat eylediler. Beyne’l-ihvân, “Büyük Nûrî Efendi”, Küçük Nûrî Efendi veyâ “Büyük Azîz" "Küçük Azîz gibi tavsîflerle yâd olundukları vardır.

1289/(1872) veyâ 1288/(1871)’de pederlerinin irtihâlinde seccâde-i irşâda zînet verdiler. Taşraya seyâhatları olmayıp, küçük yaşta iken cedd-i âlîlerinin maiyyetinde Hicâz’a azîmet ettiler. Elli sene irşâd-ı ibâd ile meşgûl olup, 1338/(1920) senesinde âzim-i dâr-ı bakâ oldular.

Hasan Hayrî Efendi âzim-i dâr-ı cinân oldu

Firâkıyla kulûb-ı âşıkân misl-i hazân oldu

Gül-istân-ı rızâya uçdu gitdi bülbül-i Nakşı

Kemâl-i hasretinden hep mürîdân pür-figân oldu

O şeyh-i sâhibü’l-irşâd kemâl-i feyze mazhardı

Kerâmâtı uyûn-ı ehl-i Hakk’a pür-ayân oldu

Edîb ü kâni’-ı hoş-gû mükerrem mürşid-i âlî

Hakîkat âleminde mutlakâ sâhib-zamân oldu

Görenler el tutanlar bahtiyâr tebrîke şâyândır

O nûr-ı feyz-i Hakk’ı görmeyenler bî-emân oldu

Huzûr-ı pâkine her kim ki geldi aşkıla âşık

Hemân feyz-i Hudâ’dan müstefîz-i sırr-ı cân oldu

O zât-ı ekremin Vasfînda âciz bendesi Vassâf

Mübârek âsitânı ehl-i aşka âşiyân oldu

                                            

               *    *    *

Gelüp bir er didi kim bil Efendi

Tamâm târîh “Hayrî-i Nakşıbendî

(خيرئ نقشبندى) = 1338/(1920)

/71/ Hastalıkları hunnâk-ı sadr idi. Esîr-i firâş olmadılar. Hîn-i irtihâllerinde etrâfında bulunanlara intikâlleri âsârını hissettirmemişlerdir. Na’ş-ı şerîflerini ser-tarîk Hacı Nûri Efendi ve türbe-dâr Ahmed Efendi gasl edip, Kılıç Ali Paşa Câmii İmâmı Ziyâ Efendi namâzını kıldırmışlardır. Cenâzeleri dergâh-ı şerîfden Beşiktaş’da Sinân Paşa Câmî-i şerîfine getirilip namâzı ba’de’l-edâ Yahyâ Efendi Türbe-i münîfesinde cedd-i ekremlerinin yanında vedîa-i hâk-i gufrân kılınmıştır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Âcizleri o gün hâzır bulundum. Pek sûzişli bir gün idi. Merhûm-ı müşârünileyh zamânımız meşâyıhının müteferridlerinden idi. Orta boylu, ak karışmış sarı sakallı, beyâz vücûdlu, çakır elâ gözlü, hafif ve tatlı sözlü, pâk özlü, insân güzeliydi.

İrtihâllerinde yetmişbeş yaşında idi. Sîmâlan müsinn olduklarım göstermez idi. Dâhil-i dâire-i irşâdları olanların adedi onbini mütecâviz idi. Âdâb-ı şerîatle müeddeb, zevk-ı tarîkat u hakîkatla müzehheb idi. Her hafta zikr-i şerîfden evvel ve sonra va’z u nasîhat buyururlar idi. Huzzârı birer birer musâfahadan sonra sıra ile oturtup, ba’dehû, “Allâhu veliyyü’t-tevfîk” diyerek hakâyık ve dakâyıktan bahsle hâzırûnu neş’e-mend buyururlar idi.

Bir târîhde bir Perşembe günü kayınpederim Hâfız Muhammed Emîn Efendi merhûmu almış götürmüş idim. Meşâyıha pek mu’tekid olmayan bir zamânına tesâdüf eden bu ziyâretimizde kapınpederim, nasılsa müşârünileyhe o nisbette hoş bir nazarla bakmak istememiş, kalbi Hz. Şeyh’in sâhib-i mertebe olduğuna kâni’ olmamış. Tevhîd-hâne’ye muttasıl odada mübârek elini öptük. Kayınpederimin elini bırakmadı, sıktı. Salât u selâm getirerek minder üstünde yer gösterdi. Edeb ile oturduk. Va’za başladılar. Oda ve sofa leb-â-leb dolu idi. Nazarlarını peder-i merhûma tevcîh ve tahsîs ile sözlerine devâm buyurdular. Bayram haftalarında huzzâra kahve fincânlanyla sıcak şerbet tevzîi mu’tâd olduğundan, hepimize birer fincân şerbet verdiler. Şeyh Efendi, pedere hitâben, “Tatlı içmek, tatlı düşünmek hoş olur.” diye izhâr-ı mâ-fi’z-zamîr ve ibrâz-ı kerâmet buyurdular. Hazret-i Şeyh’in bu gibi hâlleri, menâkıb-nâmeler vücûda getirecek kadar çoktur.

Sonraları va’zdan fâriğ oldular. Cenâb-ı Şeyh’in mazhar-ı kemâli olanlardan miralay mütekâidi Hasan Rızâ Bey’in nakillerine göre, ihvânlarından /72/ biri Şeyh Efendi’nin niçin va’zdan ferâgat buyurduklarını merâk eder, böyle bir suâli dâimâ kalbinde bulundururmuş. Bir gün huzûr-ı şerîflerinde iken, “Âkif Bey! Biz mücevherât, müzeyyenât  ve huliyyâtı bir zenbile koyup çarşı pazar dolaştırdık. Rağbet eden olmadığından şimdi zenbili duvara astık. İsteyene veriyoruz.” buyurmuşlardır.

Türbe-i şerîfe, sarây-ı hümâyûna yakın olmak hasebiyle, dâimâ pâdişâhların, şehzâdelerin, sultânların ziyâret-gâhı idi. Sultân Abdülhamîd ve Muhammed Reşâd Hânların mükerreren ziyâretleri ve mülâkatları olmuştur. Muhammed Reşâd Hân merhûmun şehzâdeliğinde, Hazret-i Şeyh dahi küçük yaşda iken, birbirlerini oyun sırasında rencîde etmişler. Muhammed Reşâd Hân, Şeyh Efendi’nin pederlerine şikâyette bulunmuş. Şeyh Efendi, “Efendim! Biriniz şâhzâde, biriniz şeyhzâde. Ne yapalım, böyle şeyler olur. Hoş görmeli.” diye latîfede bulundukları menkûldür.

Hz. Şeyh, sâhib-i temkîn idi. Meşâyıh-ı zamândan hiç bir kimseye, ne o mertebe teveccüh, ne de o mertebe eser-i iltifât gösterilmiş idi. O bundan müteessir olmaz, mesleğini bozmaz, vakârını muhâfaza eder, deryâ-yı hakîkat olmuş idi. Haremden selâmlığa çıkarken öyle bir heybet ve vakâr âsârı rû-nümâ olurdu ki, iki sıra saf olan müştâkîn, kalblerinde envâr-ı ilâhînin dalgalandığını hissederlerdi. Zikr-i şerîf esnâsındaki vaz’iyyet-i âşıkâneleri, en katı kalbleri vecde getirirdi. Cem’iyyetlerde duâ buyurdukları zamân, belâğat ve fasâhat-ı beyâniyyesinden, hâşiâne edâsından müteessir olmayan kalmazdı. Dâimâ tâclarıyla gezer, Kâsım’dan rûz-ı Hızr’a kadar yeşil; rûz-ı Hızır’dan Kâsım’a kadar beyâz sarık sararlardı. Hâmil-i esrâr-ı Muhammedî oldukları, sîmâ-yı dil-firîbinden nümâyân olurdu.

İt’âmı sever, ganiyyü’l-kalb idi. Yemez, içmez denilecek derecede gıdâsı az idi. Fakat sofrada bulunduklarında, herkesten ziyâde yiyor gibi görünüyorlardı. Maksadları huzzârı sıkmamak idi. Resmî me’mûriyyete rağbet buyurmamışlardır. Neşr-i âsâr ile meşgûl olmamışlardır. Dergâhtan hârice çıkmayı sevmezler, Hüsrevpaşa semtinde mâliye vezne-dârlarından İzzet Bey’e senede iki def'a giderler ve Âmedî muâvini Müfid Bey merhûma ve Şeyhü’l-islâm merhûm Dürrî-zâde Abdullâh Efendi’ye ba'zan giderlerdi.

Cenâzelerinde bulunduğum zamân, ortalığı envâr-ı rahmet ve rûhâniyyet kaplamış /73/ zannediyordum. Meşâmm-ı cânıma güzel kokular geliyordu. Binlerce halkın mefârık-ı ta’zîminde mübârek tâbûtları götürülür iken, herkesi bir buht u heybet istîlâ etmiş idi. (Rahmetu'llâhi aleyh)

Hülâsa-i kelâm, Hasan Hayri Efendi, âdâb-ı Muhammediyye ile müeddeb, bir insân-ı kâmil idi.

Hazret-i Hayrî-i âgâhın revân-ı ekmeli

Mazhar-ı vasl-ı ilâhîdir buna şek istemez

Bir sadâ-yı hâtifi ân-ı vefâtında didi

Rahmetu’llâhi aleyke eyyühe-ş-Şeyhu’l-eaz

(رحمة الله عليك ايها الشيخ الأعز) =  1337 + 1 = 1338/(1920)[115]

 Ser-küttâb Sabri Bey’in söylediği manzûmedir ki, sandûkalarının başucundadır:

Beşiktaş’ta kâin kutbu’l-ârifîn Hz. Mevlânâ Yahyâ Efendi Dergâh-ı şerîfi post-nişîni ve türbe-dârı eş-Şeyh Hasan Hayri Efendi hazretlerinin târîh-i irtihâl-i mürşidânelerini mü’ir olan işbu manzûme teberrüken şeh-zâde-i civân-baht deletlü necâbetlü Mehmed Selîm Efendi hazretleri tarafından tab’ u temsîl ettirilmiştir : 

Sırr oldu gözden eyvâh kutb-ı zamâne nâgâh

Şeyh-i azîz ü kâmil Hayrî-i Nakşıbendî

Nûr oldu hâk-i kabri setr itdi cism-i pâkin

Ol ahsenü’ş-şemâil Hayrî-i Nakşıbendî

Hayfâ dirîğ eyvâh göçdü cemâlin itdi (1336)

Her sînede hamâil Hayrî-i Nakşıbendî

Kâmil doğup anadan ol mürşid-i tarîkat (12639

Esrâr-ı Hakk’ı hâmil Hayrî-i Nakşıbendî

Lafz-ı duâdır ömrü her ân idi anın içün (75)

Da’vât-ı hayra mâil Hayrî-i Nakşıbendî

Oldu kuûdu posta irşâd-ı halka mebde’ (1289)

Ser-halka-i efâdıl Hayrî-i Nakşıbendî

Olmuşdu kırkdokuz yıl mesned-nişîn-i irşâd

Şer’-i şerîfle âmil Hayrî-i Nakşibendi (1336)

Fermân-ı “irciî” den oldu habîr-i vuslat (1338)

Dânâ-yı zî-fezâil Hayrî-i Nakşıbendî

Zi’l-hiccenin birinde gitdi cinâna oldu (1338)

Îyd-i visâle nâil Hayrî-i Nakşıbendî

Dostuyla itdi Bayram mahbûb-ı zât-ı mutlak (1338)

Oldu huzûra dâhil Hayrî-i Nakşıbendî

Zâtıydı her cihetle bir melce'-i garîbân (1263)

Müşkil-güşâ-yı sâil Hayrî-i Nakşıbendî

/74/                  Mevti hayâtı birdir Sabrî hemîşe işte

Matlûbun eyle hâsıl Hayrî-i Nakşıbendî (1336)

Mürşid-i müşârünileyh, Mevlânâ-yı müşârünileyhin türbe-i şerîfeleri derûnunda cedd-i mükerremleri eş-Şeyh Muhammed Nûrî Şemseddîn Efendi (kuddise sırruhu’l-azîz) hazretlerinin merkad-i münevvereleri yemîninde medfûndur.

Nazzamahû el-fakîr Sabrî b. eş-Şeyh Mustafâ Rûhî en-Nakşıbendî el-Kalkadelenî.

Müşârünileyhin iki Mahdûmları vardır. Râşid Bey ve Mustafa Neş’et Bey. Bunlardan Râşid Bey kendilerinden evvel irtihâl etmiş, türbe-i şerîfeye defn olunmuştur.

ŞEYH MUSTAFA NEŞ’ET EFENDİ

(Hasan Hayrî Efendi’nin) ikinci mahdûmları, hâriciyye müdâvimlerinden iken pederlerinin câlis-i makâmı oldular. Rütbe-i ma’neviyyeyi, rütbe-i mâddiyyeye tercîh eylediler. Târîh-i tevellüdleri 1286/(1869) olduğuna göre, elyevm elliüç yaşındadırlar. Kendilerini seccâde-i irşâda iclâl eden meclis-i meşâyıh reîsi Tevfîk Efendi ve sırr-ı irşâdı veren pederlerinin mazhar-ı feyzi Şeyhu'l-islâm Dürrî-zâde Abdullâh Efendi’dir.

Pek ağır başlı, mehâsin-i ahlâk ile mütehallî bir zâttır. Nâzik, mültefit ve pederinin eserine bi-hakkın sâlikdir. Hâlen şekl ü şemâilleri tamâmen peder-i muhteremlerinin hemen hemen aynı denilecek dereceye varmıştır. Adetâ onun sânîsi olmuştur. (Tavalla’llâhu omrahû ve zâda’llâhu feyzahû)

Cedd-i ekremleri kanarya sarısı renginde tâc giymeyi mu’tâd edindiklerinden, ahlâfî da bu esere tebaıyyet etmişlerdir.

Şeyh Hayrî Efendi’nin birâderleri Şevki Efendi de mübârek bir zât idi. Evvelce irtihâl-i dâr-ı bekâ eylemiştir. Mahdûmları Sa’deddîn Bey, muhibb-i tarîkat bir zâttır.

ŞÜKRÜ EFENDİ

Bahriyye mütekâidlerinden olup, Hasan Hayrî Efendi’nin mümtâz yetiştirmelerindendir. Elyevm Hasan Hayrî Efendi’den kalan ehl-i tarîkat, bu zât-ı muhtereme teveccüh etmişlerdir. Onun feyzinden hisse-dâr-ı ma’rifet olurlar. İhtiyâr, melîhü’l-vech bir zâttır. Fevka'l-âde mahviyyet-kârdır. Son zamânda İhsâniye’de Orta Sokak’ta Köprülü Konağı memerrîsinden az ileride, sağ tarafta ilk gelen sokakta, İmâm Tevfîk Efendi’nin hânesinde müste’ciren sâkindir.

Âdâb-ı seniyye ile müeddeb, âşık, ârif ve fâzıl bir zât-ı âlî-kadrdir.

/75/ NÛREDDÎN MEVLÂNÂ ABDURRAHMÂN CÂMÎ HAZRETLERİ

Bu zât-ı muhterem, ulûm-ı mütenevviadaki yed-i tûlâsı ile mütenâsip ve belki fâik bir sûrette ulûm-ı edebiyyede dahi hâiz-i nisâb-ı kemâlât bir vücûd-ı ma’rifet-nümûddur.

Lakabı İmâdeddîn iken, bi'l-âhare Nûreddîn diye şöhret buldu. 817/(1414) senesinde âlem-i dünyâyı teşrîf eyledi. Neseb-i münîfleri eâzım-ı Fürs’den Hürmüz-i Şeybânî’ye muttasıldır. Hazret-i Câmî, “Harcird-i Câm” nâm kasabada dünyâya zînet verdi. Eş’âr-ı hakâyık-nisârında “Câmî” tahallus buyurdu:

مولدم جام ز شخهء  قلمم

جرعه  جام شيخ الاسلاميست

لاجرم در جريده  اشعار

بدر معنى تخلصم جاميست[116]

Câmî hazretleri, daha küçük yaşta iken zekâsıyla meşhûr idi. Bidâyeten o asrın kâmillerinden Mevlânâ Fahreddîn-i Lûristânî’den ders almıştır. Az zamânda beyne’l-akrân teferrüd etti. Bağdâd’da Nizâmiyye Medresesi’nde bulundu. Tahsîlini ikmâl etti. Sâha-i belâğatta nazîri bulunmayan bir edîb ve şâir-i hakîkat oldu. Bu sırada kalbinde tasavvufa meyl husûle geldi. Ashâb-ı irşâdın mefhari Şeyh Sa'deddîn-i Kâşgarî hazretlerinin sohbetine erişti. Ondan ahz-ı feyz ve inâbet eyledi. Bu zât-ı mükerremin şeyhi Nizâmeddîn-i Hâmûş, onun şeyhi Alâeddîn-i Attâr, onun pîri Muhammed Bahâeddîn Şâh-ı Nakşıbend hazerâtıdır. (Kaddesa'llâhu esrârahum)

Merâsim ve levâzım-ı sûfîyyeyi müşârünileyhden taallüm etti. Fakat bu sırada, ya'nî 860/(1456) târîhinde şeyhleri irtihâl-i dâr-ı bakâ edince, Hâce Ubeydullâh-ı Ahrâr hazretlerine karîn oldu. Tekmîl-i merâtib eyledi. Gâye-i gâyât-ı kemâlât-ı insâniyyeye yükseldi. Hz. Câmî, âsâr-ı ilmiyyesinde pîr-i müşârünileyhe kemâl-i muhabbet göstererek evsâf-ı cemîlesini tezkâr eylemiştir.

Cenâb-ı Câmî’nin fezâil ü kemâlâtı cihâna şâyî’ oldu. Cennet-mekân Fâtih Sultân Mehmed Hân, kendilerine mülâkat ârzû buyurdular. Cenâb-ı Câmî’nin fazl u edebi nasıl ortalığa yayılmış ise, Hz. Fâtih’in dahi o esnâda velvele-i irfân u necdeti âlem-gîr olduğundan, Cenâb-ı Molla dahi kendileriyle görüşmeyi ârzû etti ve manzûm bir nâmeyi, huzûr-ı Fâtih’e îsâl etti. Menâkıb-nâmesinde mezkûrdur. Bunun tercümesi ve Hz. Fâtih’in cevâb-nâmesi ve Hz. Câmî’nin, cevâb-nâme-i Hümâyûn'a cevâbı Cerîde-i Sûfîyye’nin 71 numaralı nüshasında tercümeten mezkûrdur.

Dâvet-i şâhâne üzerine yola çıktı. Konya’ya muvâsalatında Hz. Fâtih’in irtihâl-i dâr-ı nâim eylediğini haber alınca, müteessiren vatanına avdet eyledi. Bu sırada türbe-i Hz. Mevlânâ’yı ziyâretle,

/76/  آن فريدون جهان معنوى

        پس بود برهان قدرش مثنوى

         من جه كويم وصف آن عاليجناب

        نيست بيغمبر ولى دارد كتاب[117]

medhiyye-i mergûbesini inşâd eylemiştir ki, hâlen türbe-i münîfenin kubbesinde menkûştur.

Hz. Câmî, vatanında hayâtının sonuna kadar tedrîsât ve te’lîfât ile meşgûl oldu. Fâtiha-i şebâbından, hâtime-i hayâtına kadar inşâ ve şiirden hâlî kalmadı. Kütüp-hâne-i irfânı tezyîn eyledi. Gazelleri, Fâtihatü’ş-Şebâb, Vâsıtatü’l-Akd ve Hâtimetü’l-Hayât nâmıyla üç dîvân teşkîl eder. Mensûr olarak Şevâhidü’n-Nübüvve nâmıyla te’lîf-i güzînleri pek mühimdir.

Sâir âsâr-ı aliyyeleri:

- Tefsîr-i Âyet-i (فَإيَّايَ فَارْهَبُونِ)[118],

- Nefehâtü’l-Üns min Hazarâti’l-Kuds,

- Risâle-i Tarîk-ı Sûfîyyân,

- Eşi’’atü’l-Lemeât,

- Şerhu Fusûsi’l-Hikem,

- Levâmi'-i Şerh-i Ba’z-ı Ebyât-ı İbn Farız,

- Şerh-i Rubâiyyât,

- Levâyıh,

- Şerh-i Beyt-i Çend-mesnevî,

- Şerh-i Beyt-i Hüsrev-i Dehlevî,

- Şerh-i Hadîs-i Ebî Zer-i Ukaylî,

- Suhanân-ı Hâce Pârisâ,

- Tercüme-i Hadîs-i Erbain,

- Menâkıb-ı Hâce Ubeydullâh-ı Ahrâr,

- Menâkıb-ı Hz. Mevlevî,

- Risâle fi’l-Vücûd,

- Risâle-i Tahkîk-ı Mezheb-i Sûfîyye vü Mütekellimîn ü Hukemâ,

- Risâle-i Suâl ü Cevâb-ı Hindistan,

- Risâle-i Lâilâhe illa’llâh,

- Menâsik-i Hac,

- Heft-Evreng,

- Silsiletü’z-Zeheb,

- Selâmât-ı Üveysâl,

- Tuhfetü’l-Ahrâr,

- Sübhatü’l-Ebrâr,

- Yûsuf u Züleyhâ,

- Leylâ (vü) Mecnûn,

- Hıred-nâme-i İskender,

- Bahâristân,

- Risâle-i Kebîr der-muammâ,

- Risâle-i Sağîr der-muammâ,

- Risâle-i Asğar der-muammâ,

- Risâle-i Arûz,

- Risâle-i Kâfiye,

- Risâle-i Mûsikî,

- Risâle-i Münşeât,

- Fevâidü’z-Ziyâiyye fî-Şerhi’l-Kâfiye,

- Şerh-i Ba’z- ez-Miftâhu’l-Gayb.

İstanbul’da, Fâtih’de, Çarşamba civârında Murâd Molla Kütübhânesi’nde[119], Hz. Câmî’nin el yazısıyla bir Fâtiha Tefsîri vardır ki, numarası 137’dir. Ziyâret şerefine mazhar oldum. Esâmî-i âsârı meyânında sâir kitâblarda kaydolunmaması, bunun görülmemiş olmasındandır. Yazısı da güzeldir.

Hz. Câmî ana tarafından İmâm-ı A’zâm’ın, baba cihetinden Cenâb-ı İmâm Şafiî’nin evlâdındandır. Haseben ve neseben eâzım-ı ümmet-i İslâmiyye’den bir zât-ı celîlü’l-kadrdir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Hz. Câmî, 898 senesi Muharremü'l-harâmının onyedinci (9 Kâsım 1492) Cuma günü ikindiden sonra Herât’ta âlem-i dünyâdan güzer eyledi. Hîn-i irtihâllerinde sinn-i şerîfleri seksenbire bâliğ olmuştu. Hz. Sa'deddîn-i Kaşgarî’nin yanına defn olundu. Nüsha-i nefîse-i vücûdunun kütüb-hâne-i cihândan gaybûbeti erbâb-ı irfânı dâğ-dâr etti. Mersiyeler söylendi, târîhler yazıldı.

Müstâkîm-zâde hazretlerinin Tuhfe-i Hattâtîn’inden :

“(Molla Câmî), Horasânî'dir. Mahlası ecdâdından Şeyh Ahmed-i Nâmıkî-i Câmî cenâblarını îmâ eder. Tarîkatı Hâce Sa'deddîn-i Kâşgarî’den ahz ve Ubeydullâh-ı Ahrâr ile dahi sohbet eylemişlerdir. Hüseyin Baykara ve sâir selâtîn, hattâ pâdişâhân-ı Osmâniyye dahi ikrâm ü hedâyâ ile kesb-i âşinâyî edip, şeref bilmişlerdir. Te'lîfleri Heft-Evreng, üç aded mükemmel Dîvânı ve Kâsâid-i Fâriziyye’yi ve Fusûs’u şerh edip Nakş-ı Nusûs demiştir. Muammâda, arûz ve hesâb gibi fünûnda âsârı olup evâil-i Kur’ân-ı Kerîm’e Arabî tefsîr yazmıştır. Kâfiye-i İbn-i Hâcib’i dahi şerh edip Şevâhidü’n-Nübüvve ve Silsiletü’z-Zeheb ve fenn-i hatta dahi manzûmesi vardır ki, külliyâtta cem’ olmuştur. 900/(1494) târîhinden iki sâl akdem (898/1492) irtihâl eylemiştir.”

Vefâtına târîhler:

(وَمَن دَخَلَهُ كَانَ آمِنًا)[120], (كشف اسرار اله), (فرامد ناسوت).

تاريخ فوت او را از عقل خوايتم كفت

آه از فراق جامى آه از فراق جامى[121]

                        *   *   *

سال و ماه وفات روزش بود

هنر وهم روز ماه عاشورا[122]

 /77/ Cihân-ı tevhîdde Câmî gibi bir bülbül daha gelmedi. Onun eş’ârında mezâmîn-i hikmet, erbâb-ı aşkı mest eder. Hz. Şeyh-i Ekber’in, mes’ele-i vahdette vâris-i kemâlâtıdır. Rubâiyyâtı o zamândan beri tanzîm olunamadı. Urefâ-yı asrdan Kemâleddîn Efendi tarafından Cerîde-i Sûfîyye’de tercüme ve neşredildi.

Hz. Câmî, insânın zihninde kemâlâtıyla öyle büyük bir hârika olarak mütecellî olur ki, onun Vasfînda nereden başlamak, ne yolda yazı yazmak husûsunda insân mütehayyir kalır. Vahdet-i vücûd mebâhisinde ne kadar güzel, ne mertebe rengîn ifâdelerle tebyîn-i hakîkata çalışmışlardır ki, onun deryâ-yı irfânı karşısında fikr-i beşer müstağrak-ı büht ü hayret ü esrâr olur. Hulâsa Hz. Câmî, cihân-ı tevhîdde misli gelmemiş eâzım-ı ricâlu’llâhdandır.

جهان جامى فلك ساقى اجل مى

خلايق باده نوش از مجلس از وى

خلاص نيست اصلا هيج كس را

ازين جام و ازين ساقى ازين مى[123]

kıt’asıyla izhâr-ı hakîkat eden o menba'-ı irfânın rûh-ı şerîfine li’llâhi’l-Fâtiha.

Kıl inâyet bizlere esrâr-ı tevhîd aşkına

Himmet it kurtar bizi esrâr-ı tevhîd aşkına

Öyle bir zât-ı kerîmsin gâye yok evsâfına

Câmiyâ ibzâl-i feyz it âşıkın Vassâf'ına

Urefâ-yı zamândan Ahmed Sâfî Bey dedi ki:

“Hz. Câmî’nin irtihâl ve defninden sonra Herât’ı Şîîlerin istîlâsı sırasında, mürîdânı kabr-i şerîfini açıp na’ş-ı latîfini belli olmayan bir yere nakl etmişler. Şiilerin istîlâsında kabr-i evvelini bulmuşlar, açmışlar, tahtaları yakmışlardır. Herât’ta elyevm ziyâret-gâh olan, medfen-i evvelleridir.”

Bir rubâîsi:

در سينه نهان تو بودهء  من غافل

در ديده  عيان تو بودهء  من غافل

عمرى ز جهان ترا نشان مي جستم

خود جمله جهان تو بودهء من غافل[124]

Lâmiî Çelebi’nin tercümesi:

Ben bilmez idim gizli nihân hep sen imişsin

Tenlerde vü cânlarda nihân hep sen imişsin

Senden bu cihân içre nişân ister idim ben

Âhir bunu bildim ki cihân hep sen imişsin


HÂFIZ-I ŞÎRÂZÎ

Bu zât-ı muhterem pek meşhûrdur. Bizde henüz etrâflı bir sûrette bir tercüme-i hâli yazılmamıştır. Bir gün Tâhir Ağa Dergâhı şeyhi Ali Behcet Efendi hazretleriyle hem-sohbet iken, bahsimiz Hz. Hâfız-ı Şîrâzî’ye intikâl etti. Sefîne-i Evliyâ’ya, onun da topluca bir tercüme-i hâlinin yazılması ârzû olundu.

Şu eserlere mürâcaatla cem' edebildiğim ma'lûmâttan şu satırlar vücûda geldi :

Kitap ismi                   Kütübhâne                   Bölümü ve Numarası          Mahall-i Tab'ı

Hazînetü'l-Asfiyâ     Kütübhâne-i Umûmî  Tasavvuf – 3590             Hindistân

Riyâzü'l-Ârifîn          Dârü'l-Fünûn Hâlis Efendi          Tasavvuf – 1714/241      Hindistân

Mecmau'l-Fusahâ      Dârü'l-Fünûn Hâlis Efendi          Tasavvuf – 2680/103      Hindistân

Şerhu Dîvân-ı Hâfız

li's-Seyyid Muhammed

Vehbî-i Konavî                  Dârü'l-Fünûn Hâlis Efendi                                                  Matbaa-i Âmire

Kâmûsu'l-A'lâm        Dârü'l-Fünûn Hâlis Efendi                                                  Sabâh

Dîvân-ı Hâfız             Dârü'l-Fünûn Hâlis Efendi                                                  Bulak

Ser-âmedân-ı Suhan  Millet Kütübhânesi                                            İstanbul

Nefehâtü'l-Üns          Millet Kütübhânesi                                            İstanbul

Âteş-gede                  Millet Kütübhânesi                                            İstanbul

Sefînetü'ş-Şuarâ       Millet Kütübhânesi        1071/2131                   İstanbul

Sefînetü'l-Evliyâ       Millet Kütübhânesi    Tasavvuf – 196                           Hindistân

Fahru’l-müteellihîn Hâce Şemseddîn Muhammed el-Hâfız b. Şeyh Kemâleddîn b. Şeyh Gıyâseddîn. Âbâ vü ecdâdı ulemâdan ve fuzalâdandır. Harîs-i şöhret olmadığı, mestûrînden bulunduğu için, irtihâlinden sonra şöhret bulduğundan, hayât-ı husûsiyye vü ilmiyyeleri hakkında pek mazbût bir tercüme-i hâlleri yoktur.

Yedi sekiz yaşında hıfz-ı Kur’ân’a mazhar olmaları hasebiyle “Hâfız” diye teşehhür ettiği ve bu sebeble “Hâfız” diye telakkub eylediği menkûldür.

Kâmûsu’l-A’lâm’da muharrerdir ki:

“Hâce Şemseddîn Muhammed, eâzım-ı şuarâ-yı İran’dan olup, eş’âr ve gazeliyyâtı sâde ve tekellüfsüz ise de, kalenderâne bir tarzdadır. Kendi eş’ârını tedvîne özenmediği hâlde, münekkidlerinden Seyyid Kâsım-ı Envâr, gazelliyyâtını cem’ edip, meşhûr dîvânını tertîb etmiştir. Hâfız-ı Şîrâzî, Âl-i Muzaffer zamânında Şîraz’da yaşayıp, lâubâliyâne bir ömür geçirmiş ve maa-hâzâ ekser-i mülûk ü küberânın ihsânlarına nâil olmuştu. 791/(1389) ve bir rivâyette 794/(1392) târîhinde vefât edip, eş’ârında medh eylediği musallâ-yı Şîraz’da defn olunmuştur. Muahharan Şîrâz’ı zabt eyleyen Ebu’l-Kâsım Bahâdır’ın vezîri Muhammed Muammâyî tarafından kabri üzerinde mükemmel bir türbe yapılmıştır. Timurlenk’in Şîrâz’ı zabtında Hâfız’ın ber-hayât olup, kendisiyle görüştüğü ve beynlerinde ba'zı mülâhazalar cereyân ettiği mervîdir. Hâfız’ın Dîvân’ı meşhûr olup, Avrupa lisânlarından ekserine tercüme olunduğu mütevâtirdir.”

Hâce Hâfız tarîkaten kime mensûbtur? Bu sarâhaten ma'lûm değildir. “Üveysî idi.” diyen vardır. “Zeyneddîn-i Hâfî’ye ve Şâh-ı Nakşibend’e mülâkî olmuştur.” diye rivâyet vardır.

Medîne-i Münevvere nâib-i esbakı Râşid Efendi’den naklen Şeyh Ali Behcet Efendi söylediler ki:

“Hâfız, sığar-ı sinninde, Şâh-ı Nakşıbend’e mülâkî olup, huzûr-ı ârifânelerinde bulunmuş. Hâfız, Şîrâz’da iken halîfe-i güzîn-i Şâh-ı Nakşıbend Muhammed Pârisâ hazretleri, Hicâz’a hîn-i azîmetlerinde Hz. Şâh’ın emriyle Şîrâz’a uğramış; selâm-ı mübâreklerini teblîğe me’mûr olmuştur. Hâfız o zamân bi-hasebi’t-tesettür çocuklarla ceviz oynar imiş. Muhammed Pârisâ onu görünce, “Azîzim Şâh-ı Nakşıbend, Şîrâz’a uğra, orada Ekmekçi-zâde Hâfız Şemseddîn vardır, ona mülâkî ol, selâmımı söyle.” buyurmuştu, der. Hâfız kendisini tanıtmış, sohbet etmişler. “Bir cevizle iki koz avlarız.” diye latîfe etmişlerdir. Hîn-i müsâhabette Hâfız:

آنان كه خاك را بنظر كيميا كنند

آيا بود كه كوشهء چشمى بما كنند[125]

gazelini okumuştu. Muhammed Pârisâ, Buhârâ’ya avdetinde Şâh-ı Nakşıbend Efendimiz, sûret-i mülâkâtı anlatmasını emr buyurdukda mâ-vakaı anlatmışlar. Hz. Nakşıbend tebessüm buyurmuşlardır. Muhammed Pârisâ’mn Cenâb-ı Hâfız’a mülâkâtta (Hâfız’ın) okudukları o gazelin sebebi, Hz. Şâh’ın ma’lûmu idi. Muhibbelerinden bir fakir kadın gelmiş. “Çocuklarımla aç kaldık. Kifâf-ı nefs edecek paramız yoktur.” diye isti’tâfta bulunmuşlar. Hz. Şâh, yerden bir avuç toprak almış, nefes etmiş. O toprak altın olmuş, o kadına ihsân buyurulmuş. Hâfız, bu sırrı keşf ile o gazeli okumuş idi. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Müşârünileyh Râşid Efendi ile bu husûs için görüştüm. “Evet, ben de bunu Fârisî hocamız Bağdâdlı Süleymân Ra’fet Efendi’den duymuştum.” dedi ve Hâfız’ın şu beyitini okudu:

پارسا مارا ومقامر كفت والله راست كفت

ما دو عالم را بيك را واز درون انداختم[126]

Hz. Şâh-ı Nakşıbend’in irtihâl târîhi Cenâb-ı Hâfız’ın târîh-i irtihâline müsâdiftir.

Zeyneddîn-i Hâfî ile mülâkâtına gelince: Bu zât-ı muhterem, Hz. Hâfız’dan sonra kırkaltı sene daha yaşamış olduğuna göre, Hâfız’ın irtihâlinde Hz. Zeyneddîn-i Hafî henüz otuzbeş yaşında idi. (Kaddesa'llâhu esrârahumâ)

Kimden dest-i inâbet aldığı yahut fi'l-hakîka Üveysî olup olmadığı menkûlât-ı âtiyeden müstebân olur:

Hz. Nûreddîn Abdurrahmân-ı Câmî (kuddise sırruhu's-sâmî), Nefehâtü’l-Üns’te buyurur ki:

“Hâfız-ı Şîrâzî hazretleri, bir pîrin irâdeti elini tutmuş mudur? Tasavvufta bu tâifenin birinden nisbeti der-dest etmiş midir? Ma’lûm değildir. Ammâ onun sözleri, bu tâifenin meşrebi üzerine vâki’ olmuştur ki, hiç kimseye bu ittifâk düşmemiştir. Silsile-i Hâcegân-ı azîzândan birisi buyurmuştur: Dîvân-ı Hâfız’dan mahbûb dîvân yoktur. Eş'ârı üzerine lisân-ı tasavvuftan şerhler yazılmıştır. Her biri hum-hâne-i aşk u hâlettir. Ve bir bezm-gâh-ı zevk u ma’rifettir ki, cür’asından ukûl-ı âlemiyân âşüfte ve neşvesinden efkâr-ı âdemiyân firîftedir. İrtihâli 792/(1390)’dedir.”

Bir gece, bir meclis-i âlîde Hâfız’dan bahs açtım. Huzzârdan biri, Muallim Cevrî Efendi’den naklen dedi ki:

Hâfız, kibâr-ı evliyâu’llâh sırasında değildir. Fakat, Abdurrahmân-ı Câmî nasılsa Nefehâtü’l-Üns’de onu medh etmiş. İşte bu sebeble Hâfız zümre-i evliyâ sırasında yâd oluna gelmiştir.”

Muharrir-i fakîr, bu sözden fevka'l-âde dûçâr-ı infiâl oldum. Cümle evliyâu’llâhın garâmiyyât vâdîsinde Hâfız’ın serdeylediği inceliklere hayrân olduğu meydânda iken, merâtib-i tasavvufiyyede, Dîvân’ında gösterdiği makâmât-ı âliyeden bî-haber olan neş’esizlerin bu yoldaki sözlerine iltifât olunamâz. Binâenaleyh Hâfız-ı Şîrâzî, kibâr-ı evliyâdan ve eâzım-ı mestûrînden bir zât-ı âlîkadrdir. Onun hakkında böyle edeb ve irfân haricînde söz söyleyenler, gavâmız-ı beyâniyyesinden bî-haber olanlardır. Onların bu yolda müfteriyâtına erbâb-ı aşk u muhabbet kat’â iltifât etmez, dedim.

Hâce-i irfânım Es’ad Dede merhûm, 1304/(1887) senesinde Fâtih civârındaki Çayırlı Medresesi’nde ve her Salı ve Cuma günleri Fâtih Câmi'-i şerîfinde bizlere Hâfız Dîvânı’nı okuturdu. O zamân tedrîs ve tederrüsten hâsıl olan zevk-ı ma’nâ el’ân hâfıza-pîrâ-yı ihtirâmımdır.

Bir gün eazz-ı ihvânımdan Tâhirü’l-Mevlevî hazretleri fakîr-hâneyi teşrîflerinde, Hz. Hâfız’dan bahs açtım. “Hâfız Dîvânı’na yazılan şerhlerden Konevî merhûmun şerhi pek hoştur, onun mukaddimesinde şâyân-ı ihticâc bahisler vardır.” buyurdu. “Aman birâder, Hâfız’ın:

ساقى مكر وظيفهء  حافظ زياده داد

كاشفته كشت طرَهء  دستار ملوى[127]

gazelinden Hz. Hâfız’ı, "Tarîk-ı Mevlevî’ye münâsebet-dârdır." diyenler de olmuş. Fakat Hâfız, Mevlevî değildir. Buradaki Mevlevîlik, Mollalık ma’nâsınadır. Destâr, ilmden kinâyedir. Yanlış anlaşılmasın.” dediler.

Hüseyin Dâniş Bey nâm zât, Ser-âmedân-ı Suhan diye, vaktiyle şuarâ-yı Acem hakkında kısmen İngilizce ve Fransızca’dan mütercem bir eser yazmış, neşr etmiş idi. Bunda der ki:

“Menşei, Şîrâz’dır. Belki de İran’ın en büyük şâiridir. Meşrebi felsefî ve rindânedir. Umûr ve ahvâl-i cihân ve meslek-i insân hakkındaki tahkîkat ve tetkîkâtı beyân-ı mütâlaa derecesini geçmez ve i’tiyâdât-ı beşeriyyenin nâ-ma’kûl ve gülünç olanlarını tahlîl eder iken istihzâdan çekinmez. Ba'zan da bu husûsta tamâmen lâ-kayd görünür. Filân ve filân usûlü tervîc ve ta’mîm etmek için ders vermek âdeti değildir. Eş’ârına tasavvuf süsünü vermesi de, sırf bir tarz-ı lâubâliyânede söz söylemiş olmak içindir. Ya'nî hâssaten bir mürevvic-i mezheb, bir “sectaire” değildir. Felsefesi gâyet vâsi’ ve fikri pek az bir şâirdir. Her bir gazeli bir nüsha-i bedîa-i hikmettir. En büyük mesâil-i meâdiyye vü maâşiyye ile meşgûl olur ise de, her yerinde hükm ü re’yi kat’î değildir. Sözlerinde kısmen Hayyâm’dan, kısmen Celâleddîn-i Rûmî’den, kısmen Sa’dî’den ilhâmât vardır. A’mâl-i zâhire-i insâniyyeye kat’â ehemmiyyet vermez. Safvet-i vicdânı ve safâ-yı tîneti, bütün havâss-ı halkıyyenin fevkında tutar. Mey, bâde, sâğar, çenk, rebâb, nefes, mutrib kelimeleriyle oynarken, bize büyük hakîkatler ta’lîm eder. Kendi şîvesinde yektâ bir dâhîdir.”

Hâfız’ın büyüklüğünü, felsefesinin ne kadar geniş ve derin bir şey olduğunu göstermeye, yalnız şu sözleri kâfî değil midir? :

جنك هفتاد و دو ملت همه را عذر بنه

جون نه ديدند حقيقت ره افسانه زدند[128]

Muâşakâta dâir yazdığı şeylerde öyle ince nükteler gözetir ki, insân tetkîkât-ı rûhiyyedeki isâbet-i nazarına hayrân olur. Zâhiren bir kalender, derbeder gibi görünür ise de, hakîkatta en gâmız mesâil-i hayâtiyye ile uğraşmış olduğu şüphe götürmez. Bu şâirin sözlerini tefsîr etmek için, menâtık-ı lâhûtiyyeye kadar sefer etmeye hâcet yoktur. Yalnız yazdıklarını nâsûtî ve dünyevî bir nokta-i nazardan mülâhaza ve ta’mîk etmek kâfîdir. Kendi zâtına mahsûs bir lisânı ve bir takım ıstılâhâtı vardır ki, onlarla bir kerre istînâs edildikten sonra miftâh-ı kelâmı elde edilmiş olur.

Müşârünileyhin ismi, Şemseddîn Muhammed’dir. Âl-i Muzaffer’in Şîrâz’da hüküm-dâr oldukları bir devirde yetişmiştir. Bir rivâyete göre Timurlenk ile Şîrâz’da mülâkat etmiştir. Kur’ân-ı Mecîd’i hıfz etmiş ve Kelâmu'llâh’a bir tefsîr de yazmıştır. Gazellerinin ba'zısında kendi hüsn-i savt u kırâatına dâir îmâlar vardır. Meşâhîr-i üdebâ-yı Fürsten Ammâd Fakîh-i Kirmânî ve Kemâl-i Hucendî ile muâsırdır. Bir zamân Şîrâz’dan Yezd beldesine kadar gitmiş, fakat İran’ın hâricine çıkmamıştır.

791 sene-i hicriyyesinde (1389) vefât ederek, Şîrâz’ın dışında bugün ziyâret-gâh-ı enâm olan mahalle defn olunmuştur.

Müşârünileyh, kendi medfeni hakkında Dîvân’ının bir yerinde şöyle söylemiştir:

بر سر تربت من چون كذرى همت خواه

كه زيارتكه رندان جهان خواهد بود[129]

Şiirleri kendi vefâtından sonra Seyyid Kâsım-ı Envâr nâm kimse tarafından toplanmış ise de, içine başka gazaller de karışmıştır. Lâkin suhan-şinâslarca hangilerinin Hâfız tarafından inşâd edilmiş ve hangilerinin Dîvân’ına sonradan katılmış olduğunu keşf ve tefrîk etmek güç değildir. Müşârünileyhin dîvânı, matbû' ve münteşirdir.

Remzi Dede Efendi hazretleri buyurdu ki:

"İran’da matbû' Hâfız Dîvânı mukaddimesinde muharrer tercüme-i hâlinde, Dîvân’ını kendi tertîb etmediğine sebep, Keşşaf ve Tavâli’ tahşiyesiyle meşgûl olması sebeb gösterilmiştir."

Sa’dî’nin bir gazelini Hâfız pek beğenmiş ve hattâ tahmîs etmiştir.

Osmânlı şâirleri arasında en ziyâde Hâfız’ın meşrebine temâyül eden ve belki ondan mülhem olan Bâkî’dir.

Ziyâ Paşa, Hâfız’ı bu sözlerle ta’rîf ve tebcîl etmiştir:

Hâfız hele bülbüle suhandır

Eş’ârı lisân-ı gaybdandır

         *    *    *

Bin mürg-nevâsı var bahârın

Savtı yine başkadır hezârın

         *    *    *

Rindâne o tavr-ı lâübâlî

Taklîdinin olmaz ihtimâli

         *    *    *

Dîvânından tefe’’ül eyle

İ’câz nedir teemmül eyle

Hâfız’ın Dîvân’ını zamânımız şuarâsından Seyyid Burhâneddîn-i Belhî tahmîs eylemiştir. Bir gece bir bezm-i ma’rifette, Burhâneddin Efendi ile sabâhlamış idik. Dîvân-ı Hâfız, tahmîsi ile berâber ezberindedir. Hâlâ hayretteyim.

Hâfız’ın eş’ârından bir kısmını Richard le Gallienne nâm zât, İngilizce’ye nazmen tercüme ve gâyet nefîs bir tarzda Amerika’da tab’ ettirmiştir.

Hâfız öyle bir cevher-i irfândır ki, herkes anı meşreb-i zâtîsine göre anlar ve yazar ve’s-selâm.

Muallim Nâcî merhûm, Esâmî nâm eserinde, Hz. Hâfız hakkında der ki;

“Mefhar-i şuarâ-yı Acem’dir. Şiirinde bir letâfet-i mahsûsa olduğundan, âmmenin hüsn-i kabûlüne mazhar olmuş ve kendisi “Tercümânu’l-esrâr” ve “Lisânü’l-gayb” unvânlarını almıştır. Bir ârif-i lâübâlî olduğu sözlerinden anlaşılır. “Hâk-i musalla” (خاك مصلى) terkîbinin gösterdiği 792/(1390)’de Şîraz’da irtihâl etmiştir. Kül-geşt-i musallâda medfûndur.”

Hazînetü’l-Asfiyâ’da denilmiştir ki:

“Hâce Şemseddîn Hâfız-ı Şîrâzî, tercümân-ı lisânü’l-gayb ü esrârdır. Meâlî-i hakîkat onun hak lisânından sudûr etmiştir. Abdurrâhman-ı Câmî hazretleri buyurur ki :

Hangi bir pîrin dest-i irâdetini tuttuğu ma’lûm değildir. Lisân-ı tasavvufla eş’ârı vardır. Sâhib-i keşf ü kerâmettir. Bir kimse ahvâl-i zâtiyyesinden haber-dâr olmak isterse, Hâce Hâfız’ın rûhuna bir Fâtiha ihdâ etsin, teveccüh-i tâm ile Dîvân’ını açsın, sağ tarafdaki beyt-i evvel ona fâl-ı hayrdır.”

Tezkire-i Abdülkâdir’de mestûr olduğuna göre Hz. Hâce Hâfız, tarîkaten Hz. Şâh-ı Nakşıbend’e bağlıdır. Ekseriyyetle, “Sûfîyye-i Nakşıbendiyye” buyururlar: Kelâm-ı Hâfız’dan bû-yı nisbet-i Nakşıbendiyye gelir. Nefehâtü’l-Üns’te muharrer olduğu vechile 792 sene-i hicriyyesinde (1390) irtihâl etmiştir.

لسان الغيب حافظ پير شيراز

ز دنيا رفت و شد سردار جنت

عيان شد سرورا سال وصالش

ز اولى طوبى كلزار جنت[130]

                        *   *   *

چو شمس الدين حافظ بير شيراز

بجنت رفت زين ولى نيا بر خار

وصالش است شمس الدين منور

وكر هم زبدهء  دين شاه ابرار[131]

Sefîne-i Evliyâ (Millet Kütübhânesi, Tasavvuf 196) nâm eserde, Abdurrahmân-ı Câmî’nin Tezkire-i Abdülkâdir’den naklini te’yîden, Hâfız’ın Cenâb-ı Şâh-ı Nakşıbend’den dest-i irâdet aldığı beyân olunuyor. (Sefîne-i Evliyâ, Hind matbûu, 185. sahîfe)

Sefînetü’ş-Şuarâ (Millet Kütübhânesi, 1071/2131) :

“Hâfız-ı Şîrâzî’nin ismi Muhammed Şemseddîn, zâtı nâdire-i zamân, atvârı u'cûbe-i cihân, güftârı azûbe-i dehân-ı cândır. Eş’ârı bî-tekellüf ve sâde, lâkin hakâyık ve maârifin hakkını tamâmen vâridât-ı gayb demeye sezâ vü ahrâ olmakla kendüye “Lisânü’l-gayb” nâmı mevzû'-ı bahs idi. Kırâat-ı Kur’ân’da yektâ ve ulûm-ı zâhire vü bâtınada bî-hemtâ olmakla fazl u irfânda da vâsıl-ı derece-i ulyâ idi. Dâimâ dervîş ile ve ârifân ve ba'zan hükkâm ve sudûr-ı zamân ve ahyânen müsteid civânân ile sohbet ve ihtilât üzere idi. Ancak kalender-meşreb olmakla kimseye ser-fürû' etmez idi. Âl-i Muzaffer devleti vaktinde olup, mülk-i Fârisî'de müşârün bi’l-benân ve mergûb-ı erbâb-ı irfân olmuştur. Nakl olunur ki, Sultân Ahmed-i Bağdâdî’nin Hâce Hâfız’a kemâl-i i’tikâdı olmakla defeâtla Bağdâd’a da’vet eylemiştir. Âlâyiş-i dünyâdan fâriğ ve huşk-nân-ı pâreye kâni’ olmakla Bağdâd’a azîmete adem-i rağbetle Sultân Ahmed tarafına bir gazeli(ni) göndermekle, Dîvân’ında mestûrdur. Matla’ beyti şudur:

الحمد لله على معدلة السلطانى

أحمد شيخ اويسى حسن ايلخانى[132]

Timûr-ı Gürgânî, diyâr-ı Fâris’i teshîr ettiğinde Hâce-i müşârünileyh ber-hayât idi. Adam gönderir, da’vet ederdi. “Ben kılıcım ile ekser rub’-ı meskûnu teshîr ve hezârân mahal ve memleket vîrân ettim. Semerkand ve Buhârâ ki, benim vatan-ı me’lûf ve taht-gâhım olmakla ma’mûr ve âbâdân eyledim. Sen bu hâlinle, bir hâle (bene) Semerkand ve Buhârâ’yı bahş edersin.” diye bu beyti îrâd eyledi:

اكر آن ترك شيرازى بدست آرد دل ما را

بخال هندويش بخشم سمرقند و بخارا را[133]

Hâce, zemîn-pûş olup, “Ey Sultân-ı âlem bu sûrette atâ vü ihsân eylediğimçün bu hâlde kaldım.” diye cevâp vermekle, Emîr Timur’a bu lâtife hoş gelmekle tahsîn ü tekrîm etti.

Hikâye olunur ki, Sultân Mirzâ Ya’kûb’un vezîri Necmeddîn, Hâfız-ı Şîrâzî’yi münkir idi. Hâfız’ın vefâtından sonra bir gün Sultân-ı müşârünileyh Necmeddîn ile sohbet ederken, “Dîvân-ı Hâfız’ı getiriniz, tefe’’ül edelim.” dedi. Necmeddîn için tefe’ül ettiler, şu beyit çıktı:

در تنكناى حيرتم از نخوت رقيب

يا رب مباداكه كدا معتبر شود[134]

Bî-ihtiyâr sultân-ı müşârünileyh, “Ey Necmeddîn! Hâfız’ın kerâmetini gördün mü?” diyerek Dîvân’ı kaldırıp, Necmeddîn’in başına çarpmıştır.

Devlet Şâh, 794/(1392)’de vefât ettiğini yazar. 792/(1390) târîhi de, bu târîhle istidlâl olunur:

 بسال با وصاد وذال ابجد

ز روز هجرت ميمون أحمد

بسوى جنت اعلا روان شد

فريد عهد شمس الدين محمد

بخاكباى او چون بر كذشتم

نكه كردم صفا ونور مرقد[135]

Târîh-i Takvîm’deki târîh:

چون در خاك مصلى دفن كردند

بود تاريخ او خاك مصلى[136]

Bu beyite binâen vefâtını 791/(1389)’dir diye tahrîr eden de vardır.

Vaktâ ki, Ebu’l-Kâsım Bâbür Bahâdır, Şîrâz’ı teshîr eyledikte, vezîri Muhammed Muammâyî 855/(1451) târîhinde Hâce Hâfız’ın kabrine imâret-i âlî binâ eylemiştir.

Seyyid Muhammed Vehbî-i Konevî, Şerh-i Dîvân-ı Hâfız mukaddimesinde buyurur ki:

“Şemseddîn Muhammed el-Hâfız eş-Şîrâzî (revvaha’llâhu rûhahû) ki, "Lisânü’l-gayb" ve "Tercümânu’l-esrâr"dır, nice esrâr-ı gaybiyye ve maânî-i hakîkiyyeyi kisve-i sûrette ve libâs-ı mecâzda göstermiştir. Sâir fasâhat ehli şuarânın eş'ârı gibi cânsız kelâm değildir. Avâmm u havâs Hâfız’ın Dîvân-ı bî-mislinden bir beyit tilâvet etmiş olsalar, dimâğ-ı cânında hayât-ı ebedî bahş edici bir lezzet-i rûhâniyye peydâ olduğu beyne’l-urefâ zâhirdir. Gerçi Hâfız’ın, bir pîrin dest-i irâdetini tuttuğu ma’lûm değildir. Mahfî olmaya ki, vuslat-ı Hakk’a elbet bir vâsıta lâzımdır. İllâ Üveysîler ki, onları Rasûl-i Ekrem (salla'llâhû aleyhi ve sellem), hucer-i nübüvvette terbiyet eder. Hâfız-ı Şîrâzî dahi Üveysîlerdendir. Onun için zâhirde bir pîre inâbet etmemiştir. (ذَلِكَ فَضْلُ اللّهِ يُؤْتِيهِ مَن يَشَاء)[137]

(اوليائى تحت قبابى لايعرفهم غيرى)[138] hadîs-i kudsîsi sırrınca Hak Teâlâ’nın kıbâb-ı izzetinde mestûr nice lâubâlî âşık-ı sâdıkları vardır ki, ne onları kimse bilmiş, ne de kelâmlarını kimse fehm ü beyân etmiştir.

Hâfız-ı dil-âgâh, ol şarâb-ı aşk-ı ilâhîden nûş etmekle hem-meşreb-i tâife-i merdân-ı Hudâ olmuştur. Mey-i sâf, Hak (celle ve alâ)’dan pür-safâ vü mest-i müdâm kalmıştır.

Bu şarâb, o şarâb-ı ma’nevîdir ki, Hz. Rasûlümüz ve seyyid ve şefîimiz Muhammed el-Mustafâ (salla'llâhû aleyhi ve sellem), leyle-i Mi’râc’da, makâm-ı Kâbe Kavseyn’de Hak (celle ve alâ) hazretlerini çeşm-i basîret ile müşâhede buyurup ve kendüye keşf-i rumûz u künûz-ı Rabbânî zuhûr ettikçe, taraf-ı Hak’dan nûrdan iki kadeh hâsıl oldu. Biri şarâb ile dolu, biri süt ile pür, “Bu iki kadehden birini ihtiyâr eyle.” diye işâret buyuruldukta, Hz. risâlet, (أخترت اللبن)[139] buyurdu. Hamrı ise, ahyâr-ı ümmeti için alıkoydu.

Ey ehl-i insâf olan azîzim! Hz. Hâfız ve Hâfız gibi âşık-ı mest-i müdâm kimseler, bu şarâb-ı aşk-ı ilâhîyi nûş edip, mazhar-ı tecelliyyât ü füyûzât oldular. Esrâr-ı tevhîd feth-i bâb olup, iskât-ı izâfât ile Hak sübhânehû ve teâlâ, suver-i muhtelifede tecelliyyât-ı müteâkibe ve esmâ vü sıfât-ı mütenevvia ile zuhûr etti. Bunun ta’bîri müşkil ve avâmm-ı ke’l-hevâmdan setri vâcib olduğundan, gâh sûret-i mecâzda, gâh sûret-i hezlde ta’bîr buyururlar.”

Hindistan matbûâtından Riyâzü’l-Ârifîn vardır ki, bahsi geçti, bunda okuduğuma göre, Şemseddîn Hâce Muhammed el-Hâfız için, “Fahrü’l-müteellihîn” denilmiştir. Babası Şeyh Kemâleddîn, onun babası Şeyh Gıyâseddîn olup, âbâ vü ecdâdı ulemâ ve fuzalâdandır.

Hâfız, Mevlânâ Şemseddîn Abdullâh-ı Şirâzî’den tahsîl etmiştir. Düvel-i Âl-i Muzaffer zamânını idrâk eylemiştir. Fuhûl-ı muhakkıkîn, emâcid-i kâmilîn sırasına girmiştir. Şeyh Ni’metullâh-ı Mâhânî ve Şeyh Ali Kelâ-i Şîrâzî ve pîr-i tarîkat Zeyneddîn-i Hâfî[140] ve Şâh Dâiya’llâh ve Seyyid Ebu’l-Vefâ-ı Şîrâzî gibi efâhım ile muâsır idi. Fakat bir kâmilin dest-i irâdetini tutup, terbiye-i tarîkat gördüğü sâbit değildi. Eş’âr-ı hikmet-nisârına herkes hayrândır. Hz. Abdurrahmân Câmî de Nefehâtü’l-Üns’de yazmış ki, Hâfız, bir pîrin dâire-i irfânında değildir. Seyyid Nûreddîn, Ni’metullâh-ı Mâhânî[141] hizmetinde bulunduğuna şu beyit delâlet eder ki, Seyyid Ni’metul’llâh söylemiştir :

ما خاك راه بنظر كيميا كنيم

هر درد را كه بكوشهء  چشمى دوا كنيم[142]

Hâfız buna cevâben diyor ki:

آنان كه خاك را بنظر كيميا كنند

آيا بود كه كوشهء جشمى بما كنند[143]

Hâfız’ın meşrebi âlîdir. Sözleri hikmetlerle mâlîdir. Cezbesi gâlib, meşrebi rindânedir. Sultân Ahmed-i Bağdâdî, onun sohbetine râğıbtı. Meşhûr Timurlenk, ibrâz-ı âsâr-ı hürmet etmiş idi. İrtihâli 791/(1389)’dedir. (مضجعش در خارج حصار شيراز زيارتكاه ارباب نياز است)[144] deniliyor.

Dîvân’ını Şâh Kâsım-ı Envâr cem’ etmiştir. Dîvân cidden ve hakîkaten bir nüsha-i nefîse-i kemâlâttır. Bunda erbâb-ı irfân müttefiktir.

                                               *    *    *

Hz. Hâce Hâfız-ı Şîrâzî (kuddise sırruhû) hakkında âsâr-ı mu’tebereden cem’ ve nakl edebildiğim şu ma'lûmat, müşârünileyh hakkında insâna bir fikir verebilir. Hâfız-ı Şîrâzî, eâzımdandır. Hakâyıka âgâh, bir merd-i pür-intibâhdır. Sözleri kâmilen hakâyıka nâzır olup, zevk-ı ma’nâ ile mütezevvık olmayanların mezâyâ-yı kelâmiyyesine ıttılâ’ları âsân değildir.

Fakat neş’e-i aşkıyyeden hisse-dâr olan erbâb-ı garâm için feth-i ma’nâ pek sehîldir. Hâfız-ı Şîrâzî, deryâ-yı aşk-ı ilâhîde müstağrakînden olup mertebe-i irşâdda cismen meşgûl olmasına meydân ve imkân kalmamıştır. Fakat hâl-i aşk ile sünûhâtı bugün her âşıka ifâza-i rûh edecek, nefh-i hayât eyleyecek kudret-i irşâdiyyeye mâliktir.

Aczime bakmayarak Hz. müşârünileyh hakkında bir kaç sahîfe yazı yazabilmek cesâretini buluşum, ümîd-vâr-ı şefâati oluşumdandır. (المرء  يحشر  مع من احبه)[145] sırrına mâ-sadak, vâkıf-ı esrâr-ı Hak olmaklığımızı, gerek ihvân-ı dînim, bâ-husûs bu eser-i âcizâneme atf-ı nazar-ı mütâlaa buyuran nûr-ı dîdelerim, gerek bu abd-i rû-siyâh nâmına dergâh-ı azamet-i ilâhiyyeden istid’â ve rûh-ı pâk-i Hâfız’a fâtihalar ihdâ eylerim.

Paris’te, Charle Duvelle nâm zât, Hâfız-ı Şîrâzî’nin gazeliyyâtı üzerine Fransızca Les Gasels de Hâfız Chirasi nâmıyla, bir eser neşr etmiştir ki, Mehmed Ali Aynî Bey’in kütüb-hânesinde görmüştüm.[146]


ERZURÛMÎ MUHAMMED NÛREDDÎN EFENDİ

Ricâl-i hâzıra-i aliyyeden ve tarîk-ı Nakşıbendî müntesiblerinden ve Şeyhü’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî âşıklarından, pek muhterem ve mükerrem bir zât-ı fezâil-nihâddır. Bu zât-ı memdûhu’s-sıfâtın evsâf-ı âliye ve mekârim-i zâtiyyesini işittikçe, onunla müşâfeheten görüşmeğe, müşerref olmağa arz-ı iştiyâk etmiş idim. Hz. Şeyhü’l-Ekber’e olan muhabbet-i şedîdem ve münâsebet-i kadîmem te’sîriyle ve her hâlde onun himmetiyle, emelime nâil oldum. “Bu emel acabâ neden husûle geldi?” diye düşünmeğe hâcet yoktur.

Âşinâlık tâ ezeldendir Sezâî yâr ile

Bu taleb nerden gelür ru’yet mukaddem olmasa

neş’esine nâzır taârüf-i ezelî mahsûlüdür. Onunla şeref-yâb olduğuma memnûnum.

Bu zât-ı muhteremin ismi "Muhammed" ve mahlası "Nûreddîn"dir. Erzurum vilâyetine tâbi’ Tortum kazâsının Örük nâhiyesinde Rebîu’l-evvel 1270 târîhinde (Aralık 1853)  Tortumlu-zâde Ali Bedri nâm zât ki, “Hacı Ali” diye meşhûrdur, onun sulbünden zînet-sâz-ı bezm-i şuhûd olmuştur[147]. Vâlidesinin ismi, Hatice Emetu’llâh Hânımdır[148].

Muhammed Nureddîn Efendi, henüz küçük yaşında iken, Tortum’da muallim-i mahsûsdan, tahsîl-i ibtidâîde bulunup, bi'l-âhare Erzurum’a gelerek ba'zı ulemâdan iktisâb-ı feyz-ı ilm ederek Erzurumlu ulemâ-yı meşhûrdan Hacı Süleymân Efendi’nin sûret-i dâimede gül-şen-i irfânına dehâletle perveriş-yâb-ı ilm ü ma’rifet olmuş ve ondan ahz-i icâze eylemiştir.

Lisân-ı Fürs ve edebiyyâtını "Ahıskalı Kurrâ Hoca" nâmıyla ma’rûf Hacı Hâfız Efendi’den taallüm ettiğini söylediler. Ve bu zât-ı muhterem hakkındaki istîzâhıma karşı şu yolda tafsîl-i hâl eylediler :

Hacı Hâfız Efendi'(yi), bidâyeten zevk âleminde pûyân olmasıyla vazîfe-i İmâmette bulunmasına ve tarîk-ı aşk u muhabbette büryân olmasına muârız olan ağniyâdan biri zemmetmiş ve bu hâl müşârünileyhin sâmia-i ıttılâına vâsıl olmuştur. Tabîat-ı şâirânesi olmağla zemmeden kimseye irfânen ve şi’ren şu cevâbı vermiştir ki, bahr-i hakîkatte nasıl bir gavvâs-ı ma’rifet ve hâmil-i libâs-ı melâmet olduğunu izhâr eylemiştir:

Cem’-i zer zâhid seni müteşevviş ü nâkıs itmiş

Pûte-i aşk u muhabbet nâm-ı ayyâr eyler beni

Mey içer mahbûb sever Hacı diye ta’n eyleme

Ol meyin bir cür’ası vahdet-şiâr eyler beni[149]

Râz-ı âşînâ-yı ma’nâ bir merd-i rûşenî olduğuna şu bedîa-i beyâniyye şâhiddir. Fazla söze lüzum bırakmaz.

Bu zât-ı muhteremin Medîne-i Münevvere’de bir kaç sene mücâvereti olup, ilm-i kırâattan huzûr-ı nebevîde me'zûn olmuştu.

Sinni sekseni mütecâviz olduğu hâlde, 1298/(1881) senesinde Erzurum’da irtihâl-i dâr-ı cinân edip, Erzurum’da defîn-i hâk-i gufrân olduğunu ve Bağdâd’da dahi müddet-i medîde kalarak Fârisî lisânını, lisân-ı mâder-zâdı gibi öğrendiğini Muhammed Nûreddîn Efendi nakl eylediler.

Tarîkaten Nakşıbendî olup, Hâlidîlik’le de münâsebet-i mahsûsası vardır. Pederi merhûm için, “Mevlânâ Hâlid hazretleri hulefâsından Feyzullâh-ı Tortûmî’ye intisâbı vardır.” dediler. Hattâ Muhammed Nûreddin Efendi hakkında yazdığım bir medhiyyenin şu,

Ne hôş-sohbet halûk insân-ı kâmil abd-i hâsdır o

  Meşâmm-ı câna geldi lutf-ı Hak’la bûy-ı Feyzu’llâh

beyiti üzerine mısra-ı sânî için, “İntâk-ı Hak’dır. Zîrâ pederim merhûm, Feyzullâh-ı Tortûmî müntesiblerinden olduğundan, bu söz için sırr-ı ma’nâyı câmi’ düşmüş gördüm.” dediler.

Muhammed Nûreddîn Efendi’nin şeyhi Erzurum’da ihtiyâr-ı ikâmet etmiş olan Hacı Baba nâm zâttır ki, an-asl Süleymâniye’de bir terzi çırağı iken Mevlânâ Hâlid hulefâsından, birinci halîfesi Osmân-ı Tavîl’in mazhar-ı hüsn-i nazarı olup ikmâl-i tarîkatla ondan müstahlef olmuş bir ârif zât-ı kâmil imiş. Kendine “Şeyh Efendi” derlerse hiddetlenirmiş. Hacı Baha’nın dâire-i feyzinde perveriş-yâb olan Muhammed Nûreddin Efendi 1313/(1895) târîhinde azîzinin irtihâli üzerine ziyâde müteessir olup ağlayarak söylediği mersiyeden hâtıra gelebilen şu üç beyiti okumuşlardı:

Okudu cehr ile “lâ-havfun aleyhim” nassın[150]

Hû diyüp göçdü cihândan o veliyy-i âgâh

Âşıka mevt visâl olduğunu anlatdı

Şevk ile olduğu dem âzim-i dergâh-ı ilâh

Söyledi târihini ağlayarak Nûreddîn

İrtihâl itdi kutub Hacı Muhammed ey vâh

(لرتحال ايتدى قطب حاجى محمد اى واه) =1313/(1895)

Hacı Baba merhûm, hîn-i irtihâlinde doksanbeş yaşında idi.

Muhammed Nûreddîn Efendi, hiç teehhül etmemiş ve İstanbul’a 1324/(1906) senesinde gelmiştir. 1293/(1876) senesi Rus Muhârebesi’nde Dîvân-ı Harb Kitâbeti'nde bulunduğu gibi, Erzurum İ'dâdî-i Mülkîsi’nde Arabî ve Fârisî muallimliği etmiş, Erzurum Mahkeme-i İsti’nâfiyyesi Hukûk Kısmı’nda beş sene kadar a’zâlık eylemiş ve dört sene Erzurum Nüfûs Nâzırlığı’nda bulunduktan sonra, ba’de’l-istîfâ, ihtiyâr vâlide ve pederiyle İstanbul’a nakl-ı hâne etmiştir.

Gençlik zamânında şiir ile iştigâl etmiş; fakat dîvân hâlinde toplu olarak mecmûası yoktur ve sağ oldukça, yazdığı eş'ârı ahibbâsına hediyye ettiğinden, elyevm kendi yedinde bile yoktur.

Gençlik zamânından beri en ziyâde sevdiği ilim, ilm-i tasavvuftur.

Bu bâbda üstâdı Merhûm Hacı Süleymân Efendi’den ba'zı kütüb-i tasavvufiyyeyi okuyarak ayrıca bir icâzet-nâme dahi ahzına muvaffak olduğunu söylemişlerdir. Gûşe-i kanâatte mahlûka ihtiyâcdan vâreste olarak imrâr-ı hayât eyleyip, bir aralık beş sene kadar Medresetü’l-Mütehâssısîn ve sonra Süleymaniye Medresesi’nde ilm-i tasavvuf müderrisliğinde bulunarak, Tehzîbü’t-Tasavvuf mine’l-İlhâdi ve’t-Taassüf nâmıyle bir eser yazmışlar; fakat tab’ ve neşrine muvaffak olamamışlardır.

Ulemâ ve urefâdan çok kimselere mülâkî olup, zevk-i ma'nâda anlayışları yükselmiş, Şeyhü'l-islâm merhûm Mûsâ Kâzım Efendi ile hemşehri oldukları gibi, yine Şeyhü'l-islâm Lebhovalı Nesîb Efendi[151], Erzurum niyâbetinde bulunduğu zamân, Muhammed Nûreddîn Efendi hazretlerinde gördükleri kemâlât âsârından müstefîd ve müstefîz olmak üzere ba'zı resâil-i tasavvufiyye, husûsıyla Sadreddin-i Konevî hazretlerinin Fâtiha-i Şerîfe Tefsîri müzâkeresinde bulunmuşlar ve meyânelerinde tahrîrî ve şifâhî musâhabeler cereyân eylemiş ve hattâ müşârünileyh Nesîb Efendi, hastalığında Muhammed Nûreddîn Efendi’nin kucağında cân vermek sûretiyle meclûbiyyet-i kalbiyyesini izhâr etmiştir. Hâl-i hâzırda Fâtih’te Çarşamba’da 11 numaralı hânede[152] ikâmet etmektedir.

Onun hâlinde en fevka'l-âde göze çarpan bir şey varsa, o da İmâmü’l-muhakkıkîn, burhânü’l-müdekkıkîn a’lemü ulemâ-yı ehl-i yakîn, nûr-ı dîde-i erbâb-ı dîn, Şeyhü’l-Ekber, Gavsü’l-Eşher Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruhu'l-celî) efendimiz hazretlerine bi-hakkın âşık ve meclûb olması keyfiyyetidir. Otuz beş seneden beri hayâtını o sultân-ı urefânın âb-ı zülâl-ı hayât-bahşâsının önünde geçirmeye vakf eylemiştir.

شربت الحب كأسا بعد كأس

فما نفد الشراب ولا رويت[153]

sırrının ma’nâsını bi-hakkın temsîl eden bu sır hâli gıbtalara şâyândır. Fenâ fi’l-Fütûhât’ın tamâmıyla lugat ma'nâsı, fânî fi’ş-Şeyhi’l-Ekber’in timsâl-i bedî-i mebnâsı Muhammed Nûreddîn Efendi hazretleri olduğu ke’ş-şemsi fi’n-nehâr sâbit ve muhakkaktır. Hz. Şeyh’in bahr-ı muhabbet ü hakîkatinde bir gavvâs-ı ma’rifettir. Elyevm Murâd Molla Kütübhânesi hâfız-ı kütüb-i evveli Muhammed Hazmî Efendi[154] ile Fütûhât mütâlâasında ber-devâmdır. Hazmî Efendi kardeşim onun dâire-i irfânında nevâle-çîn-i ma’rifet ve mazhar-ı bereketidir.

Uzun boylu, nûr yüzlü, beyâz ve mutavassıt sakallı, mütenâsibü’l-endâm, melîhu’l-vech bir zât-ı âlî-kadr olup, cemâline nâzır olanlar, hakîkat-i maâniyyeyi câmi’ bir hâmilü’l-esrârın karşısında olduklarını anlarlar. Âriflerin şânından olan mahviyyet-i kâmile içinde, mestûru’l-hâl, latîfü’l-makâl, menbau’l-hisâl bir merd-i âli’l-âlin mümessil-i pür-vakârıdır.

Öyle herkes bilemez ehl-i kemâl kıymetini

Anı hakkıyla gören dîde-i hak-bîn ister[155]

Eş’ârından istedim. “Söylediklerim elde değildir.” dediler. “Dilde, sırdadır.” demek istediler. Vâkıa, ba'zı sözler vardır. Nâ-bînalardan ketmi vâcibtir. Havsala-i idrâki almayanlar yanlış ma’nâlar verirler, kâiline zebân-dırâz olurlar. Edeben talebte ısrâr olunmadı. Bir gazelinden kısmen yazdıkları beyitleri hatt-ı dest-i mübârekleri, bu eserime revnak versin diye aynen telsîk olunmuştur.

Hâlimi musavvir olarak zuhûr edip, vaktiyle söylenmiş parçalardan hâtırıma gelen şu birkaç beyiti yazayım:

Cû-yı eşkim gibi feryâd ile çağlar çaylar

Sanuram hâl-i perîşânıma ağlar çaylar

Vâdi-i hecrde giryân yalınız ben değilim

Ağlıyor bülbül ü güller dahi bâğlar çaylar

Suları gözyaşı âvâzı figân lâlesi dâğ

Heykel-i gam görinür çeşmime dağlar çaylar

Çekdiğim bâr-ı gamı yüklenemez arz u semâ

Şüphesiz hâl-i perîşanıma ağlar çaylar

Memleketimizde parmak usulüyle söylenilen eş’ârdan bir parça dahi “Çaylar” münâsebetiyle hâtıra geldi:

Bu çaylar..........

Coşmuş akar bu çaylar

Yâr zülfünü yıkamış

Anber kokar bu çaylar

Sinematoğraf ilk zuhûr ettiği zamân temâşâ etmekle söylenmiştir :

Görünen şe’n-i Hudâ bâki heme zıll ü hayâl

Nazar it ibret ile sinematoğraf...

(Bir hoca efendi 1311/(1893-94) târîhinde Muhammed Nûrî Efendinin uzamış olan bıyığını i’tirâf etmekle...

Bıyığını kesmez diye zâhid bana ta’n eyledi

Hikmetini fehm eylemez beyhûde zann eyledi

Süngü davranmış karakolundur dilde müdâm

Bekliyor her bir pertev kim tâ ki... çıkmasın[156]

Şu manzûme-i medhiyyem muhabbet-i mütehâssıla-i şedîdem üzerine sânih olmuş idi:

Muhammed Nûri’yi sevdim samîm-i kalb ile bi’llâh

Mübârek şahs-ı kıymet-dârı el-hâk ârif-i âgâh

Tarîk-ı aşk-ı Hakk’ın bülbül-i şûrîdesi olmuş

Ser-â pâ nûra müstağrak olan ol zât-ı âlî-câh

Görüşdüm sohbetinden müstefîd oldum sevişdik çok

Garîk-ı bahr-ı Zât’dır âşinâ-yı Hazret-i Allâh

Anın mir’ât-ı feyzinden nümâyân oldu Muhyiddîn

Cenâb-ı Şeyhü’l-Ekber feyzi ile kalbidir âgâh

Gönül bir gördü ammâ pîr görüp ol merd-i zî-şânı

Harîm-i sırrına dâhil olanlar oldular hoş-hâh

Muallâ vech-i tâbânında Nûru’l-Hak dırahşândır

Ana bakdıkça zâhirdir tecellî-i Cemâlu’llâh

O zât-ı muhteremle bir mülâkâtdan safâ buldum

Dil-i mahzûnuma doğdu nice bin türlü sırru’llâh

Ne hoş-sohbet halûk insân-ı kâmil abd-i hâsdır o

Meşâmm-ı câna geldi lutf-ı Hakk’la bû-yı Feyzu’llâh

Ne çok sevmiş Cenâb-ı Şeyhi müstağrak olup aşka

Bilüp bulmuş görüp olmuş bilâ-şek bir veliyyu’llâh

O zevk-i sohbetin sermesti oldum cân u dilden ben

Dil ü cânım münevver oldu zikrimdir amân Allâh

Onu gördükde sevdim sanki Muhyiddîn’i buldum ben

Heves-kâr-ı hakâyık oldu dil rahm eylesün Allâh

Şarâb-ı vahdeti sâkî-i aşk sunsun dil ü câna

Bu yolda mazhariyyet isterim gönlüm çeker hep âh

Beni kıl Şeyhu’l-Ekber feyzine hem-dem amân Yâ Rab

Bi-hakk-ı Hazret-i Fahr-ı risâlet lutf idüp nâ-gâh

O Şeyhu’l-Ekber’in aşkıyla gönlüm sarhoş olmuşdur

Beni de abd-i mahz insân-ı kâmil eylesün Allâh

Erenler evliyâlar zümresi kıtmîri olsam ben

Beni red eylemezler böyle bildim şân-ı ehlu’llâh

Bu yolda arz-ı hissiyyât idüp tasvîr-i hâl itdim

Hudâ’nın lütfü itmez âşıkı mahrûmi-i dergâh

Senin vâdî-i medhinde lisânım döndü Allâh’a

Ne hikmet “men raânî” sırrı zâhir oldu eyva’llâh

Dil-i hasret-zedem envâr-ı feyzinle mübeşşerdir

Senin Vassâf’ın oldum vâdi-i aşkda bi-hamdi’llâh

Tamâmen onsekiz beytten nümâyân nezr-i Mevlânâ

Bu medhiyyem ile zâhir gönül bahrında mevcu’llâh

Anı kim söyleyen Hak söylemiş hakdır hakîkatda

Bu yolda arz-ı teslîmiyyet itdi evliyâu’llâh

Kemâl-i aşkımın burhânıdır pîrim Hüsâmeddîn

Hümûm-ı mâ-sivâdan yüz çevirdim zikrim illâ'llâh

Şefâat isterim senden Muhammed Nûri Vassâf'a

Taleb-kâr-ı visâlim ben bi-hakk-ı şevk u aşku’llâh

Tercüme-i hâllerine ait ma'lûmat almak için bir gün söz vermiştim. Gideceğim gün fevka'l-âde yağmur yağıyordu. Söz verdim diye yine gittim. Şeref-yâb olduğumda. “Böyle bir havâda gelmek ne büyük bir eser-i sebâttır.” demesiyle:

“Haydi hâzırdır denilse sofra-i Muhyiddîn

  Kar dimez yağmur dimezler âşıkân eyler şitâb

  Nâil-i âmâl-i feyz-i Hazret-i Şeyh olmağa

  Ez-dil ü cân âzim oldum aşk ile bî-irtiyâb”

cevâb-ı manzûmu sünûh ediverdi. Pek zevk-yâb oldular. Sözüm doğrudur. Onun yanında bahs hep Hz. Şeyh’den ve âsârından ve bi’n-netîce hakâyıktan olup, ayn-ı sofra-i mâide-i irfâniyyedir, ve’s-selâm

Sâib-i Tebrîzî’nin :

شرم و حيا چو لازمهء چشم روشنست

زين كور باطنان ز كه شرم و حيا كنند

صائب بكوشه  بنشين كه اهل دل

اين درد را بكوشه نشينى دوا كنند

Muhammed Nûreddîn Efendi’nin tercümesi:

Çeşm-i rûşendir gören şerm ü hayâ îcâbını

Kûr bâtınlar ne bilsinler nedir şerm ü hayâ

Gûşe-i uzlet sana dârü’l-emândır Nûriyâ

Ehl-i diller itdiler bu derde uzletle devâ

Âşık Yûnus’un:

İlim ilim bilmekdir

İlim Hakk’ı bilmekdir

Hakk’ı bilmekden geri sûfî

Hâ bir kuru emekdir

Muhammed Nûrî Efendi bunu şîve-i hâzıra-i lisâniyyemize göre söylüyor:

İlim bilmek dimekdir

Biliş Hakk’ı bilmekdir

Hakk’ı bilmeyenlerin

İlmi bomboş emekdir

Dîğer sahîfede yazdığım medhiyye kendilerine takdîm olundukta zîrine şu ibâreyi yazmışlardır:

Memdûh Muhammed Nûreddîn, medhiyyede mezkûr evsâf-ı âliye ile muttasıf bir zât ise, bu heykel-i cürm ü kusûrdan, o zâta binlerce selâm ve ihtirâm takdîm olunur. Eğer medhiyye heykele âid ise, doğrusunu söyleyelim, evsâf-ı mezkûreden hiç biriyle muttasıf değildir. Ancak, (المؤمن مرآة المؤمن)[157] fehvâsınca, mâdih bu âyîneden kendini görüp vasf etmiştir. el-Kelâmu, sıfatu’l-mütekellim’dir, ve’s-selâm.”

Ehl-i kemâl, haklarındaki medhiyyeden tâbi’-i gurûr olmamak için böyle görür ve böyle söylerler.

Birgün huzûr-ı âlîlerinde idim. “Hakîkat-ı kalbiyye rûh ile tev’emdir, vasf olunmaz.” diye kalb esrârına dâir bahiste tercümân-ı hakîkat olmuşlardı. Ne güzel sözdür, kayd ettim.

Pek hoş bir tesâdüf-i müstahsen:

Tercüme-i hâl-i âlîlerini nereye yazayım diye sahîfe taharrîsi niyyetiyle bu cildi açtım. Hüsn-i tesâdüf, Hâfız-ı Şîrâzî hazretlerinin tercüme-i hâl-i âlîlerinin son sahîfesi çıktı. Bu sahîfeyi ta’kîben altı boş sahîfe zuhûr etti. Artık başka yer aramadım. Çünkü lisân-ı hâl ile, “Didi Hâfız ona komşum oluver yâ Nûreddîn”; düşünmeye mahal kalmadı. Bu sahîfeleri doldurdum.

“Açdı âğûşunu Hâfız anı çok sevmek içün”

Bir tahmîsinden :

İdüp ağyâr bezminden cüdâ it dostum

Âşıka cevr eyleme havf-ı Hudâ it dostum

Bir vasiyyet eylerim anı edâ it dostum

Derd-i aşkınla ölürsem gel nidâ it dostum

الصلا اهل الجنازة واحضروا قبر الشهيد[158]

Dîğer:

Ağ kurmuş hûb-rûlar sayd içün gîsûların

Dâne itmişler gönül murgu içün hindûların

Bende düşdüm Nûriyâ ol dâmına câdûlann

Nice terk itsün Hamîdî mihrini meh-rûların

يفعل الله ما يشاء ثم يحكم ما يريد[159]

Bu tahmîslerin aslı Kars ulemâsından Hamîd Efendi’nindir.

                                               *    *    *

Ezelden rind olan âşık cefâ-yı yârı pek çekmez

Visâlinden ümîd-vâr olmadıkça boş emek çekmez

Vefâlı dil-berin nâzın çeker uşşâk cân ile

Vefâsız âdemin çevrin değil insân eşek çekmez


/78/ NECCÂR-ZÂDE ŞEYH RIZÂ EFENDİ HAZRETLERİ

Nazm-ı kelâm ile şöhret-yâb olan meşâyıh-ı kirâm arasında temeyyüz edenlerdendir. Meşhûr Nazîm gibi ekser-i manzûmâtını medâyıh-ı aliyye-i nebeviyye ile i'lâ etmiştir.

İsm-i âlîleleri Mustafa’dır. Maskat-ı re’si Şebinkarahisâr olup, tevellüdü 1090/(1679) senesine tesâdüf eder.

Pederi İbrâhîm fi'l-hakîka neccâr değildi. Dolmabahçe’de Karaabalı bostâncılarından ulûfe-gîr olup, Beşiktâş’da tavattun ile, Dergâh-ı Âlî topçuluğuna girmiştir. Fakat ashâb-ı ma’rifetten olduğundan, ser-âmedânından bulunduğu dergâh-ı âlî topçularıyla birlikte ihtiyâr eylediği seferlerde tesâdüf olunan nehirlerden top geçirmek için, temdîdi lâzım gelen köprülerin inşâatını, fenne tatbîk ile teshîl etmek gibi, hıdemât-ı mühimme ibrâz etmesine mebnî, rüfekâsı tarafından kendisine “Neccâr” unvânı yadigâr edilmiştir. (Babası İbrâhîm), 1090/(1679) senesinde irtihâl etmiştir.

Mustafa Rızâeddîn Efendi, rahm-ı mâdere intikâl etmeden evvel, pederi rü’yâ görmüş, “Senden bir sâlih çocuk dünyâya gelecek, ulemâ ve urefâdan aded-i etkıyâyı tezyîd edecektir. İsmini Mustafâ koy. Terbiyesine ihtİmâm et.” demişler. Müşârünileyh dünyâya gelmiş. Pederi rü’yâ mûcibince hareket etmiştir. Târîh-i velâdetiyle pederinin târîh-i irtihâli aynı sene olmasına göre, Neccâr-zâde’nin öksüz olarak büyüdüğü anlaşılır.

Tahsîli :

Sinni onyediye kadem-zen olunca, Sinân Paşa Medresesi’ne devâm sırasında Hz. Hüdâî Âsitânesi şeyhi Ya’kûp Efendi’nin hüsn-i nazarına uğrayıp, onun emriyle Odabaşı şeyhi Fenâyî Efendi’nin dersine devâm ve Tarîk-ı Celvetî’ye intisâb eyledi. Âsâr-ı kemâli rû-nümâ olmaya başlayınca, teberrüken hilâfetle kâm-yâb olup, fakat bu işin bu derecesiyle kanmak istemeyen Neccâr-zâde’ye Fenâyî Efendi tebşîratta bulunarak bunun üzerine bir aralık Beşiktaş Mevlevîhânesi şeyhi Muhsin Efendi’nin dâhil-i dâire-i sohbetleri oldular. Mesnevî-i şerîf tederrüs ettiler. Hüsn-i hatta mâlik olduğundan, kitâb istinsâh ile bir zamânlar te’mîn-i maîşet eylemişler. Tarîk-ı rizâyete sülûk ile berâber hüsn-i savt ashâbından olmak i’tibâriyle, Sinân Paşa Câmi'-i şerîfinde beş vakitte ezân okur, İmâmet eylermiş. Cemâata bi'l-münâsebe ale’l-ekser va’z u nasîhatta bulunurlar imiş.

Bir zamânlar Mesnevî-i şerîf tedrîs buyurmuşlar. Telhîsî Abdullâh Ağa’nın dâiresinde imâmet etti. Moskof muhârebesinde gazâya gitti. Edirne’de kibâr-ı meşâyıh-ı Nakşıyye’den Arab-zâde İlmî Efendi ile mülâkat edip, ikmâl-ı sülûka /79/ muvaffak olarak âdâb-ı Nakşıbendî ile müeddeb olmuştur ki, hilâfetleri 10 Şevvâl 1123/(22 Kâsım 1711) târîhine müsâdiftir.

Hazret-i Şâh-ı Nakşıbend efendimize müntehî silsileleri ber-vechi âtîdir:

- eş-Şeyh Hâce Mustafa Rızâeddîn en-Nakşıbendî eş-şehîr bi’bni’n-Neccâr (kaddesa'llâhu sırrahû),

- eş-Şeyh İlmî Hâce Muhammed Efendi, eş-şehîr bi-Arab-zâde (kaddesa'llâhu sırrahû),

- eş-Şeyh Ebû Abdullâh es-Seyyid Muhammed en-Nakşıbendî es-Semerkandî (kaddesa'llâhu sırrahû),

- eş-Şeyh Ebu’l-Berekât Hâce Ahmed-i Cûryânî el-ma’rûf bi-Yekdest (kaddesa'llâhu sırrahû).

Buradan ileri ehl-i silsile bâlâda Ahmed-i Cûryânî hazretlerinin tercüme-i hâlinde zikr olunmuş olduğu cihetle tekrâra hâcet görülmedi.

Neccâr-zâde Dergâhı :

Beşiktaş’taki dergâh mahallinde Sultân Süleymân-ı Kanunî ulemâsından Velî Birâder tarafından bir zâviye yapılmış, Halvetî’ye müntesib bulunmuş ise de, mürûr-ı zamân ile yıkılmış idi. Rızâ Efendi burasını yeniden ihyâ ve inşâya muvaffak olup, hem cehrî zikir, hem de hatm-i hâcegân yapmaya başlamıştır.

1114/(1702)’te binâya başlanmış, zamân zamân tevsî’ ve ikmâl ede ede 1151/(1738)’de hüsn-i hitâm müyesser olmuştur. Elyevm ma’mûr olup, “Neccâr-zâde Dergâhı” diye şöhret almış, Pazartesi günleri icrâ-yı âyîn-i tarîkat edilmekte bulunmuştur.

(Neccâr-zâde Rızâ Efendi), gurre-i Cemâziyel evvel 1153/(25 Temmuz 1740)’de Haremeyn ziyâretine âzim oldular. Mekke-i Mükerreme’de makâm-ı Hz. Muhiyiddîn-i Arabi’de, Zuhûrât-ı Mekkiyye’yi yazmışlardır. Hîn-i azîmette Mısır’a uğramışlar. Maiyyet-i aliyyelerinde mahdûm-ı mükerremleri Şeyh Muhammed Sıddîk Efendi hazretleri de var idi. Hekîmoğlu Ali Paşa o zamân Mısır Valisi; Kâhire’de mükellef bir konak ihzârıyla Hz. Şeyh’i burada misâfir etmiş, son derecede hürmet eylemiş idi. Cenâb-ı Şeyh’in bendegânından Nüzhet Efendi tarafından yazılan Menâkıb-nâme’de Hz. Şeyh’in tercüme-i hâli tafsîlen mezkûrdur.

Bu Ömer Nüzhet Efendi, Koca Râğıp Paşa’nın da mühür-dârı idi. Menâkıb-nâme bundan altmış sene evvel taşbasmasıyla tab’ olunmuştur.

Mısır’dan Hicâz’a giderken gemi, Bahr-ı Ahmer’de şapa oturmuş, Cenâb-ı Şeyh’in istirhâmiyle inâyet-i ilâhiyye zuhûr ederek halâs mümkin olmuştur.

Hicâz’daki sünûhâtlarından:

Hacerü’l-Esved’i ey dîde-i firkat-dîde

Reng-i ruhsâr-ı siyâhımdan iden jengîde

/80/                   Harem-i hâss-ı hakâyıkda Rızâyâ idelim

Nâle-i şevk ile tekrâr-be-tekrâr tavâf

Medîne-i Münevvere’de iki ay halvet-güzîn olmuşlar. Fevka'l-âde hâlât-ı acîbe izhâr eylemişlerdir. Avdette Konya’da Hz. Mevlânâ’yı ziyâretle de kâm-yâb olduktan sonra, Akşehir’de Nasreddin Hoca’yı da ziyâret etmişlerdir.

Gel ziyâret idelim merkad-i Nasreddîn’i

Zîver-efzâ-yı letâifdir anın her suhani

(beyiti) ziyârete giderken vâki’ olan sünûhât-ı aliyyelerindendir. Oradan Seyyid Battal Gâzî’yi ziyâretle :

Budur ol server-i meydân-ı gazâ ser-bâzı

Saf-der-i rûz-ı vegâ Hazret-i Seyyid Gâzî

diye izhâr-ı hürmetle İznik’e gittiler. Tarîkat-ı aliyye-i Kâdiriyye’nin pîr-i sânîsi Eşref-zâde Abdullâh-ı Rûmî hazretlerini ziyâretle kâm-yâb olduktan sonra, Üsküdar tarîkıyla avdet buyurdular.

İrtihâli :

1157/(1744) senesinde hastalandılar. 1159 senesi Muharreminin onüçüncü (5 Şubat 1746) Cumartesi gecesi, İstanbul’da ahibbâsından birinin hânesinde misâfir iken, hastalıkları teşeddüd etti. Beşiktaş’a nakl edildiler. Otuzdokuz sâat göz açmamışlar. Sonra bülend-âvâz ile “Allâh” diyerek cânını cânâna teslîm eylemişlerdir. Şehr-i Muharremin onaltıncı Salı günü, meşâyıh-ı izâm, ulemâ-yı kirâm ve ahâlî, cenâzelerinde hâzır bulunmuştur. Elyevm üzerlerine yapılmış olan türbe-i şerîfede defîni hâk-ı gufrândır.

Müşârünileyh Nüzhet Efendi’nin söylediği târîhdir:

Gelüp bir âh ile Dervîş Nüzhet didi târîhi

Sipeh-sâlâr-ı ashâb nihâyet göçdü ukbâya*

(سبهسالار اصحاب نهايت كوچدى عقبايه) = 1158 + 1 = 1159

Elyevm sandûkalarının önünde bulunan levhadan istinsâh eylediğim manzûme-i âtiye dahi müşârünileyh Nüzhet Efendi’nin olsa gerektir:

Cenâb-ı şeyh-i kâmil kutb-ı a’zam ârif-i bi’llâh

Gürûh-ı Nakşıbendî muktedâsı âsmân-pâye

Yenâbîu’l-maârif Mustafâ Hâcî Rızâeddîn

Vücûdu bâis-i fevz ü necât olmuşdu dünyâya

Olup âb-ı hayât-ı ni’met-i tevhîde bir mecrâ

Kınâb-ı hâmeden bezl eyledi a’lâ vü ednâya

/81/                 Münevver eyledi çil sâle dehri mihr-i irşâdı

Çerâğ itdi nice sâhib derûnu bezm-i ma’nâya

Kelâm-ı râstı  oldu asâ-yı sâlik-i vahdet

Anınla oldular vâsıl sıfat-ı zât u esmâya

Tarîkat şâh-râhında olup her nutkı mest-i câm

Nice güm-geştegân-ı râhı oldu bâis ihyâya

Fakîr-i rîze-çîn-i sofra-i irşâdı bâis kim

Sımât-ı na’t-ı İskender Kebîr ü Şâh Dârâ’ya

Seyâhat der-vatan vâdîlerinden bâz-keşt itdi

İdüp habs-i nefes kıldı teveccüh Hak teâlâya

Olundu çünkü da’vet cânib-i dîdâra sür’atle

Azîmet eyleyüp gitdi vedâ’ itdi ahibbâya

Çıkardı hırka-i rengîn hakîkat hırkasın giydi

İrişdi zerre hurşîde karışdı katre deryâya

Firâkıyla yakup cümle muhibbân ehl ü evlâdı

Cenâb-ı Şeyh Rızâeddîn nihâyet gitdi ukbayâ

Li-muharrihî :

Muhibb-i hâlisi Vassâf şefâat-hâhıdır her ân

Sever ta’zîm ider ez-cân o şeyh-i nükte-pîrâya

Bütün erbâb-ı dil muhtâc-ı feyz Hazret-i Şeyh’dir

Sürerler yüz kemâl-i aşk ile ol kabr-i a’lâya

Türbede dîğer bir levhada gördüm:

İki âlem dehşetinden olmak istersen halâs

Bu makâmı kıl ziyâret Kutb Neccâr-zâde’dir

Hâk-pâ-yı merkadine sıdk ile yüzler süren

Kâmilâ şek itme aslâ cümleden âzâdedir

Dîvân-ı münîfleri pek mühimdir. 1262/(1846)’de Muhammed Bey nâmında bir muhibb-i hayrın himmetiyle tab’ olunmuştur.

Rızâ Dîvân-ı’nın tab’ıyla rev-nâk geldi âfâka

Basıldı penç defter na’t u nutku İbn-i Neccâr’ın

Muallim Nâci merhûm Mecmûa-i Muallim’de müşârünileyh hakkında şu sözleri söyler:

/82/                   Rızâ bu tekke-i hâlet-fezâda şeyh olalı

Pür itdi âlemi gül-bang-ı hây u hûy-ı neşât

maktaında îmâ buyurduğu üzere, feyz ü irşâdıyla dergâhı metâf-ı ehli intibâh olmuştu. Dîvân’ının tab’ında Bursalı Şeyh Zâik’ın hurûf tashîhâtına i’tinâ eylediği,

İki târîh-i ra’nâ yazdı kilk-i gevher-efşânı

Bu Dîvân’a musahhih Zâik-ı fersûde efkârın

demesinden anlaşılır.

Hz. Şeyh’in sözleri hakîkaten âşıkânedir. Husûsiyle Haremeyn’de bulunduğu esnâda yazdığı eş’âr, o mübârek yerlerde daha ziyâde cezbe-dâr olduğunu gösterir. Ezcümle Kâ’be-i Mükerreme’den ayrılırken söylediği kıt’a-i âtiye, hâiz olduğu hisiyyât-ı kudsiyyeye tercümân olur:

Vakt-i vedâ’ âteş-âhım şerârıdır

Reng-i kabâ-yı Beyt-i Harâm’ı siyâh iden

Deycûr-ı hecri matla’-ı nûr sürûr ider

Âh-ı derûnu meş’ale-i subh-gâh iden

Hekîmoğlu Ali Paşa birinci sadâretinde Altımermer’deki câmi'-i şerîfi binâ edince, asrın şuarâsı tarafından târîhler söylenmiş idi. Hz. Şeyh’in bulduğu, “Câmiu’r-Rızâ” (جامع الرضا) (1146) târîh-i dil-nişîni Paşa’nın pek ziyâde mazhar-ı tahsîni olmuştur. Bu vesîle ile, hâsidler lisânından işitilmeye başlayan, “Bu târîh söylemek değil, âtedâ câmiye postu sermek istemekdir. Böyle harîsâne emeller, erbâb-ı hakîkatten geçinen bir zâta yakışır mı?” yollu güft ü gûlara kulak vermeyen Hekîm-zâde, bir müddet sonra câmiin cihet-i va’ziyyesini Cenâb-ı Rızâ’ya tevcîh ile, târîhe revnak-ı dîğer vermiştir.

Şeyh’in Hüseyin Vâiz’i andıran mevâız-ı belîğasından umûm istifâde ederdi. İbnü’l-Hakîm, ikinci def'a olarak sadârete gelince, zikr olunan cihetin mutassarrıf-ı evveli olan Enfî-zâde Muhammed Efendi menfâsından avdet ettiğinden, cihetin kendisine iâdesi için gerek Paşa’ya, gerek sâir vükelâya mürâcaattan hâlî kalmamış ise de, istişmâm-ı bû-yı ümîd edememiştir.

Rızâ-yı âlî-cenâb ise, Enfi-zâde’nin bu teşebbüsâtını işitince, “Bizim hizmetimiz kendilerine vekâlet etmekten ibâret idi. Mâdâmki ârzû ediyorlar, makâmlarına gelebilirler. Bunun için şuraya buraya mürâcaatla iz’âc u inziâca ne hâcet.” haberiyle berâber cihetin berâtını kendisine göndermiştir.

/83/ Âsâr-ı aliyyeleri :

- Muhtasaru’l-Velâye Tercümesi. Aslı Hâce Ebû Abdullâh-ı Semerkandî’nindir. Matbû'dur.

- Zuhûrât-ı Mekkiyye. Mekke-i Mükerreme’de yazmışlardır.

- Dîvân. Beş defterden mürekkebdir.

Dîvânlarından:

Firdevs-i hakâyık gülüdür rû-yı Muhammed

Gül-zâr-ı İrem sünbülüdür mû-yı Muhammed

Ârâyiş-i dîbâce-i evrâk-ı ezeldir

Ser-satr-ı şeref-nâme-i ebrû-yı Muhammed

Her lahza ider nâhiye-i kadrini tecdîd

Mu’ciz eser-i hâne-i dilcû-yı Muhammed

Râhat-resi iklîm-i hatâ mülk-i Huten’dir

Anber-şiken-i nâfe-i dilcû-yı Muhammed

Ser tâ-be-kadem emrine râm itdi cihânı

Ahlâk-ı pesendîde-i hoş-hû-yı Muhammed

Ey kâfile-sâlâr-ı nihân-hâne-i vuslat

Göster nerede şâh-reh-i kûy-ı Muhammed

Çekmez sitem-i derd-i devâ nâz-ı etıbbâ

Zevk-âver-i dârû-yı devâ-cû-yı Muhammed

Feyz-âver olur sâmia-i Şeyh Rızâ’ya

Her subh u mesâ nağme-i "yâ hû"-yı Muhammed

                                

                     *   *   *

صل يا رب على نور الورا

وجهه كالشمس فى وقت الضحا

قداتى بالبشر والنصر المبين

نحمد الله على ما جائنا[160]

                           *   *   *

Hâk-i pâk-i Ravzana rû-mâl içün

Devr-i dâim devr ider çarh-ı semâ

Necm-i ikbâlinden eyler iktibâs

Şem’-ı cem’-ı evliyâ vü asfiyâ

Ka'be-i ehl-i vefâ mihrâb-ı dîn

Kıble-i hâcât-ı erbâb-ı recâ

                    

         *   *   *

يا نبى الهاشمى الأبطحى

المدد يرجو رضا منك الرضا[161]

Hz. Pîr Şâh-ı Nakşıbend efendimiz hakkındaki medhiyyelerinden:

Pîr-i ekrem-i  kutub-cihân Şâh-ı Nakşıbend*

Şeyh-i benâm gavs-ı emân Şâh-ı Nakşıbend

Eflâk-ı hâki mihri ile tâb-nâkdır

Şem’-ı zemîn ü şems-i zamân Şâh-ı Nakşıbend

Her lahza hûş der-dem idüp bâz-keşt ide

Meydân-ı dilde rûz-ı şebân Şâh-ı Nakşıbend

Şeh-râh-ı meskeninde nazar ber-kadem yürür

Yektâ süvâr-ı kişver-i cân Şâh-ı Nakşıbend

Halvet der-encümen’de sefer der-vatan ider

Vâlâ cenâb-ı kevn ü mekân Şâh-ı Nakşıbend

Hem-vâre yâd-kerd hemîşe nigâh-dâşt

Eyler bu yolda devr-i revân Şâh-ı Nakşıbend

Add-i vukûf u râbıta-i yâd-dâşt .....

Reftâr-ı râh-ı nûr-ı cinân Şâh-ı Nakşıbend

Onbir tarîk üzre(dir) etvâr-ı sâlikân

Budur tarîk-ı Hâce Gelân Şâh-ı Nakşıbend

/84/                   Oldu Rızâ’ya sûret ü ma’nâda dest-gîr

Gâhî ayân gâhi nihân Şâh-ı Nakşıbend

                                            

*    *    *

Gavs-ı a’zamdır atâ sadrında Şâh-ı Nakşıbend

Tâc-ı şâhîdir hakîkatda külâh-ı Nakşıbend

Neyyir-i ikbâline gelmez tulûıyla gurûb

Mihr-i envâr-ı safâ burcunda mâh-ı Nakşıbend

Hûş der-dem âlemin geşt ü güzâr itmekdedir

Çün sefer ender-vatan’dır cilve-gâh-ı Nakşıbend

Seyr ider her dem nazar ber-pâ fenâ fi’llâhda

Halvet ender-encümen’dir cây-gâh-ı Nakşıbend

Tâlib-i nakkâş isen gel Nakşıbend ol sûfîyâ

Der-güşâdır dergeh-i himmet-penâh-ı Nakşıbend

Yolda kalmaz yol yanılmaz tâlib (ü) sâlikleri

Râh-ı merdân-ı Hudâ’dır şâh-râh-ı Nakşıbend

Merkez-i kutb-ı kerem mahdûm-ı a’zamdır Rızâ

Mültecâ-yı hâcegândır hânkâh-ı Nakşıbend

                                            

                     *   *   *

قبلهء حاجات بود روى بهاء الدين ما

طاق محرابست ابروى بهاء الدين ما

تكيه  روحانيتست آستان حضرتش

منزل جانان بود كوى بهاء الدين ما

بوى بو بكرست بويش در مشام سلطان

خوى پيغمبر بود خوى بهاء الدين ما

هر كس آرام بايد از بريشانيئ غم

در قرار تاب كيسوى بهاء الدين ما

پنچهء  كستاخ دست منكران را بشكند

قوت اقرار بازوى بهاء الدين ما

جستجو كردم بحمد الله در بحر رضا

يافتم لؤلو ز لؤلوى بهاء الدين ما[162]

                                                       

                           *   *   *

Gül-i sad-berg-i gül-zâr-ı cinândır Nakşıbendîler

Hezâr-ı gül-sitân-ı lâ-mekândır Nakşıbendîler

Gıdâ-cûyân-ı aşka bezl iderler zâd-ı irşâdı

Civân-merdân-ı Kasr-ı Ârifân’dır Nakşıbendîler

Debistân-ı edebde Hâce-i Hızr-ı ledünnîden

Sebak-hânân-ı hatm-i hâcegândır Nakşıbendîler

Hakîkatda safâ-yı kalbe nâil oldular bunlar

Nukûş-ı gayrdan hırz-ı emândır Nakşıbendîler

Cemâl-i zât-ı bahtı gördüler a’yân-ı kesretde

Bu sûretle ayân ender-ayândır Nakşıbendîler

İderler hûş-der-dem halvet ender-encümen dâim

Rızâya merkez-i kutb-ı zamândır Nakşıbendîler

                     *    *    *

Mahrem-i gaybı’l-guyûbuz mâ-verâdan söyleriz

Âlem-i ıtlâkda fevka’l-ulâdan söyleriz

Garka-i bahr-ı şuhûd-ı kibriyâdır katremiz

Âşinâ-yı bahr-ı aşkız âşinâdan söyleriz

Kıssa-i Mecnûn u Leylâ’dan gınâ gelmez bize

Dürr-i aşkı nüsha-i mihr-i vefâdan söyleriz

Andelîb-i gül-sitân-ı lâ-mekân-ı hayretiz

Geh gül-i ma’nâ gehi bâğ-ı bakâdan söyleriz

Tûti-i gûyâ-yı esrârız bu nüzhet-gâhda

Sûret-i âyîne-i âlem-nümâdan söyleriz

Hâcegân-ı Nakşıbendiz Hâcegân-ı Nakşıbend

Hâcegân seyrin Ebû Bekr-i Rızâ’dan söyleriz

                    

*    *    *

/85/                   Biz hânkâh-ı şevk-penâhın Rızâ’sıyuz

Güftâr-ı merd-i vahdeti şeyhâne söyleriz

                    

                     *    *    *

شرف صحبت بيران طريقت همه اوست

رتبه  كاشفه  قطب ولايت همه اوست

كفتكوى هنه در وحدت ذات بحتت

نسبت منقبت وحد و كثرت همه اوست

كوهر بحر لدنى نفس مردانست

قوت ناطقه  سر امانت همه اوست

اين سخن جزبه  حقست رضا ميكويد

همه آدم همه خاتم بحقيقت همه اوست[163]

 

                           *   *   *

Dil bülbül-i şevkin ile nâlân olsun

Sahn-ı emelim tâze gül-istân olsun

Kandîl-i şebistân-ı hayâlim yâ Rab

Envâr-ı cemâlinle fürûzân olsun

Terkîb-i hakâyıkla tabîbâ cismim

Eczâ-i şifâ-hâne-i lokmân olsun

Erbâb-ı kemâl içre zebân-ı hâmem

Miftâh-ı kütüb-hâne-i irfân olsun

ARAB-ZÂDE İLMÎ MUHAMMED EFENDİ İBNİ HALİL EFENDİ

İnzivâ-mu’tâd bir zât imiş. Urefâ-yı Nakşıbendî’den bir mürşid-i kâmildir. İlm-i mûsikîde dahi hazz-ı mevfûru var imiş. “Rehber tarîkata" (رهبر طريقته) terkîbinin delâleti üzere 1130/(1718)’da irtihâl eyledi. Edirne’de medfûndur.

İlm-i hadîsten Mecmau’d-Dürer isminde bir eseri olduğu gibi Câmî’nin,

صوفى چه فغانست كه من اين الى اين

اين نكته عيانست من العلم الى عين[164]

gazelini şerh etmiştir.

Riyâ vü süm’ayı terk it kalender meşreb ol İlmî

Cihânın bûd u nâ-bûdu hakîkat ibtilâdır hep

tarzında eş’âr ve entâkı vardır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Hâfız Hüseyn-i Ayvansarâyî, Vefeyât’ında şeyhlerini Üsküdar’da Muhammed-i Ensârî[165] olarak göstermiştir. İlmî Efendi için, “Edirnelidir.” diyor. Edirne’den İstanbul’a gelip şeyhinden el alarak pederi Arap Halîl Efendi’nin vefâtında Edirne’de şeyh olduğunu yazıyor ve “Sultân-ı Şerîat” (سلطان شريعت) terkîbinin de târîh-i vefâtını iş’âr eylediğini söylüyor[166].

Vücûdun âleme ayn-ı atâdır yâ Rasûla’llâh

Kelâmın cümle-i müşkil-güşâdır yâ Rasûla’llâh

Garîk-i lücce-i isyândır İlmî-i şefâat-hâh

Elin al derd-mendin bir gedâdır yâ Rasûla’llâh

/86/ ŞEYH el-HÂC MUHAMMED SIDDÎK EFENDİ

Neccâr-zâde Şeyh Rızâ Efendi-zâdedir. Kibâr-ı meşâyıhdan bir zât olup, onbir yaşında iken fıtık illetine dûçâr olmuştur. Mazhâr-ı terbiyet-pederdir. Maiyyetinde Haremeyn-i muhteremeyni ve makâmât-ı mübâreke-i sâireyi ziyâret etmiştir. Herkesin hüsn-i zannına mazhar idi. Ahibbâ vü asdıkâ da’vetine icâbetle herkesi taltîf eylemeyi mu’tâd edinmiş idi. Sultân Selîm-i sâlisin fevka'l-âde hürmet ve muhabbetine mazhar olup bir aralık taşraya nefy olan Hz. Hüdâyî Âsitânesi şeyhi Ruşen Efendi’nin yerine me'mûr buyurulmuş[167] ve onbir ay burada vekâlet etmiş ise de, Rûşen Efendi bi'l-âhare mazhar-ı afv olarak 1199/(1785)’da Sıddîk Efendi yine Beşiktaş’taki hânkâhda karâr etmiştir.

Herkese seyyân muâmele eder. Kemâl-i şefkat sâhibi idi. Kırkdokuz sene icrâ-yı meşîhatten sonra 3 Zi'l-ka'de 1208/(3 Nisan 1794) Salı gecesi âzim-i dâr-ı karâr oldular. Cenâze namâzı Fâtih Câmi'-i şerîfinde ba’de’l-edâ kayıkla Beşiktaş’a nakl olunarak, peder-i muhteremleri yanında defn edildi.

Âsâr-ı manzûmesinden:

Pür oldu gevher-i mihrin ile gencîne-i kalbim

Gürûh-ı ehl-i aşka reh-nümâyım yâ Rasûla’llâh

İnâyet kıl dil-i Sıddîk’ı mesrûr eyle sultânım

Kerîm-i pür-himem sâhib-atâsın yâ Rasûla’llâh

                    

                     *   *   *

Reh-i Rızâ’ya azîmetle sâlik ol Sıddîk

Miyâneden açıla sana perde-i imkân

Hakk-ı âlîlerinde söylenmiştir:

Vasf-ı zât-ı şeyhle dil pür-safâ olmakdadır

Bana feyz-i rûh-ı pâkinden atâ olmakdadır

Kutb-ı âlem şeyh Sıddîk’ın süren kabrine yüz

Nâil-i eltâf-ı ihsân-ı Hudâ olmakdadır

İrtihâllerine Şeyhü'l-islâm Mekkî Efendi merhûm tarafından söylenilen târîhtir:

İbn-i Neccâr Hazret-i Şeyh-i güzîn

Himmetiyle nice dil buldu imâr

İlm ü irfân şi’r ü zühd ü ittikâ

Zâtına olmuşdu fazl-ı Kird-gâr

      

Bir ehadden gitdi nefsiçün taleb

Görmedik red olmaz ammâ ber-güzâr

Halvet-i der-encümen itmek gerek

İhtilâf-ı nâsa yokdur i’tibâr

/87/                 Son nefesde sıdk ile Allâh diyüp

Savt-ı a’lâ ile itdi aşikâr

Nâme-i enfâsına mühr-i hitâm

Urdu gûyâ ol azîz-i kâm-kâr

Ekseriyyâ böyle hatm-i hâcegân

Ola gelmişdir nazar kıl bî-gubâr

Merkadin pür-nûr ide Rabb-ı Rahîm

Ola pîrân-ı tarîka hem-civâr

Bir işâret oldu çıkdı Mekkiyâ[168]

Beyt-i menkût ile târîhe medâr

Lutf-ı Mevlâ kâr-sâz olup müdâm

Ola Sıddîk’a Muhammed yâr-ı gâr

(لطف مولا كار ساز اولوب مدام

اوله صديقه محمد يار غار) = 1209 - 1 = 1208/(1794)

Mürîdânından Fâik Ömer Efendi, Ahvâl-i Sıddîkiyye diye bir eser yazmışlardır. Matbû'dur. Hz. Şeyh’in esfâr-ı erbaa hakkında yazmış oldukları risâle dahi matbû'dur. Teberrüken mukaddimesi nakl olunur:

السفر عند اهل الحق عبارة عن سير القلب عند أخذه فى التوجه إلى الله تعالى. والأسفار أربعة :

السفر الأول : هو ؤفع حجب الكثرة عن وجه الوحدة وهو السير إلى منزل من منازل النفس بإزالة العشق من المظاهر والأغيار إلى أين يصل العبد إلى الأفق المبين وهو نهاية مقام القلب.

السفر الثانى : وهو رفع الحجاب الوحدة عن وجوه كثرة العلمية الباطنية وهو السير فى الله بالإتصاف بصفاته وهو نهاية حصرت الواحدية.

السفر الثالث : هو زوال التقيد بضدين الظاهر والباطن بالحصول فى أحدية عين الجمع والحضرة الأحدية وهو مقام "قاب قوسين" ما بقية الإثنينية، فإذا ارتفعت وهو مقام "أو أدنى" وهو نهاية الولاية.

السفر الرابع : عند الرجوع عن الحق إلى الخلق وهذا أحدية الجمع والفرق بشهود إندراج الحق فى الخلق واضمحلال الحق فى الحق حتى يرى عين الوحدة فى صورة الكثرة وصورة الكثرة فى عين الوحدة وهو السير بالله عن الله للتكميل وهو مقام البقاء بعد الفناء والفرق بعد الجمع.[169]   

ŞEYH İSMÂÎL HAKKI EFENDİ

Sıddîk Efendi hazretlerinin hem dâmâdı, hem halîfesidir. Yerlerine makâm-ı irşâda oturmuştur. 1257/(1841) senesine kadar kırk dokuz sene meşgûl-i irşâd olup, irtihâlinde türbede defn olunmuştur.

/88/ ŞEYH MUSTAFA RIZÂEDDÎN EFENDİ

İsmâîl Hakkı Efendi’nin hafîdidir. Ceddinin irtihâlinde çocuk idi. Meşîhat, vâlidesinin birâderi Tevhîd Efendi’ye teveccüh etmiş iken, hakkını Rıza Efendi’ye terk eylemiş idi. Rızâ Efendi’ye Ahmed-i Buhârî Dergâhı şeyhi Mahmûd Efendi, sonra Kâdirî-hâne şeyhi merhûm Şerefeddîn Efendi’nin pederi Şeyh Şükrullâh Efendi vekâlet etmişlerdir. Rızâ Efendi Bâyezîd civârında Papazoğlu Medresesi’nde tahsîl ve Bâyezîd Câmi'-i şerîfi dersine devâm ile iktisâb-ı feyz-i ilm eylemiştir.

Seccâde-i irşâdda elli seneden ziyâde oturmuştur. Pek edîb, zarîf, kisve-i tarîkatın sâhibi bir rehber-i hak-bîn idi. Şeyh Muhammed Kâmil Efendi’den hilâfet almıştır ki, bu zât ceddi İsmâîl Hakkı Efendi’nin halîfesidir.

Bir icâzetnâmede,

وأنا الفقير الحقير الشيخ السيد مصطفى رضاء النقشبندى البشكطاشى مولدا وموطنا وأنا أخذت الطريق الخلافة والتاج والخرقة من شيخى وسندى العامل الكامل الواصل السيد مير محمد كامل افندى رحمة الله عليه عن شيخه وسنده وجده الشيخ السيد إسماعيل حقى افندى قدس سره الصمدى عن شيخه وسنده الشيخ السيد محمد صديق افندى قدس سره الأبدى عن شيخه ووالده شيخ المشايخ الواصلين مولانا الشيخ السيد الحاج مصطفى رضاء الدين المعروف بابن النجار قدس سره الستار.[170]

diye muharrer olduğu görülmüştür.

Kısa boylu, beyâz sakallı, gözlüklü, dâimâ tâclı, sevimli bir zât idi. ……. târîhinde irtihâl-i dâr-ı bakâ eylemiştir.[171] Türbede medfûndur. Yerine dâmâdı Feyzullâh Efendi geçmiştir. Pek edîb, nâzik, halûk, tahsîl ü teslîk görmüş, meşâyıh-ı zamândandır. Hilâfeti kayınpederi Rızâ Efendi’dendir. Üsküdarlı Balabânî Şeyh el-Hâc Ebu’l-Hasan Hüsnü Efendi’ye dahi hilâfet vermişlerdir. Hüsnü Efendi’nin, Hâlidîler kısmında tercüme-i hâli yazılmıştır.

/89/ ŞEYH MUHAMMED EMÎN en-NAKŞIBENDÎ

Yâ Emîn-i Hâcegân-ı Nakşıbendî feyzile

Kalbimi nakş-ı sivâdan pâk idüp kıl müncelî

Nisbetin fahr-ı Senîh olsun kim olmuş hazretin

Nuhbe-i nesl-i Muhammed şu’be-i âl-i Alî

Kerkük eşrâfından Seyyid İsmâîl Efendi’nin mahdûmudur. Vâlidelerinin ismi Fâtıma Ulviyye Hânım’dır. Babadan onüç batında Hz. Abdülkadîr’e; vâlideleri tarafından yirmi beş batında İmâm Mûsa Kâzım’a, silsile-i nesebleri müntehîdir. Müşârünileyhin ve mürşid-i mükerremlerinin tercüme-i hâli, mufassalan Yâdigâr-ı Şems nâm eser-i matbû'da mezkûrdur. Mürşidlerinin tercüme-i hâlini de Cerîde-i Sûfîyye’de neşr etmiş idim.

1131/(1719) veyâ 1140/(1728) senesinde Kerkük’te doğmuş ve orada ibtidâî tahsîlde bulunmuştur. Sinleri kemâle gelince, amcaları Sadrâzam Dîvân Kitâbeti’nde bulunan Urfa’da, Hamevî-zâde Medresesi’nde hücre-nişîn Şeyh Abdünnebî Efendi’nin sohbetine erişmiştir. Müşârünileyhin işâreti üzerine, İstanbul’da başka bir mürşidden feyz-yâb olacaklarına vâkıf olarak, on sene kadar ihtifâ-yı hayât içinde dem-güzâr olup, 1170/(1757) senesinde Ayasofya’da Sûre-i Yâsîn tefsîri okutmuştur.

Ramazân’ın üçüncü günü Muhammed Âgâh Ağa[172] hazretleri, mürîdânından ba'zılarıyla câmi'-i şerîfe gelip, Emîn Efendi’nin dersinde bulunarak, hitâm-ı derste görüşmüş ve alıp konaklarına götürmüştür. Nazar-ı kîmyâ-eserleriyle hayli zamân teâlî-i hâllerine çalıştılar. Sonra hafîdelerini tezvîc eylediler.

1193/(1779)’te Bursa’ya azîmetle Şehâdet Câmi'-i şerîfi civârında Sarı-zâde konağında mukîm oldular. Bir kaç def'a İstanbul’a gelip gittiler. Sultân Selîm-i sâlisin hal’i sırasında Bursa’ya azîmetle, evvelce Câmi'-i Kebîr’den Maksem’e giden İnebey Caddesi’nde inşâ eyledikleri dergâh-ı şerîfte sâkin oldular. Bu dergâh Veled Habîb ma’bed-i şerîfine muttasıldır. Burada meşgûl-i ibâdet oldular. Tefsîr, Hadîs ve Mesnevî-i şerîf tedrîsiyle iştigâl ettiler.

1228/(1813) senesi Muharremü’l-harâmında hastalanarak bir Cum’a günü cum’a vakti, “Hayyun, Kayyûmun, Allâh” diyerek âzim-i ravza-i cemâl oldular. Cenâze namâzı Câmi'-i Kebîr’de cemâat-i kübrâ ile ba’de’l-edâ mefârık-ı ta’zîmde dergâh-ı şerîflerine nakl ile merkad-i münîflerine defn olundular. Türbeleri ziyâret-gâhdır.

Ey şems-i pür-ziyâ-yı kerem Hazret-i Emîn

Zerre-nigâh lutfun umar bende-i kemîn

Hz. Şeyh’in türbelerini ziyârete muvaffak oldum. Müstakıllen bir türbedir. Başka kimse medfûn değildir. Kapısının üstünde:

قال النبى صلى الله عليه وسلم : إذا أعيتكم الأمور فعليكم بأصحاب القبور. صدق رسول الله صلى الله عليه وسلم.

Hülâsa-i ma’nâ-i münîfi: “Umûr-ı dünyeviyyeden âciz kaldığınız zamân, ashâb-ı kubûr ziyâretinden fevâid husûle gelir.” merkezindedir.

عن أبى عريرة رضى الله عنه، قال رسول الله صلى الله عليه وسلم : زوروا القبور فإنها تذكركم الآخرة. صدق رسول الله صلى الله عليه وسلم.[173]

/91/ Türbe-i münevvereleri pek rûhânî ve gâyet nûrânîdir. Câmi'-i şerîfe ve türbe-i münîfeye muttasıl bir mahall-i mahsûsu vardır ki, burası az karanlık olup, burada hatm-i hâcegân yaparlar imiş. O zamânı düşündüm. Müstağrak-ı haşyet oldum.

Hakk-ı âlîlerinde Şeyh Mustafa Müştâk-ı Kâdirî hazretleri şu sûretle medîha-gû oluyorlar:

Ey burc-ı metîn kevkeb-i evc-i yakîn*

Şems-i muallâ-nişîn Hacı Muhammed Emîn

Ma’den-i ilm ü hayâ mahzen-i kân-ı atâ

Menba’-ı cûd u sehâ Hacı Muhammed Emîn

Pâdişeh-i izz ü nâz melce-i ehl-i niyâz

Mahrem-i erbâb-ı nâz Hacı Muhammed Emîn

Gevher-i bahr-ı hüner cevher-i pâkîze-ter

Lülü-i zîver-makar Hacı Muhammed Emîn

Şem’-ı harîm-i edeb seyyid-i vâlâ-neseb

Tâlib-i dîdâr-ı Rab Hacı Muhammed Emîn

Vâkıf-ı sırr-ı kalem server-i ehl-i rakam

Zât-ı celîlü’ş-şiyem Hacı Muhammed Emîn

Bülbül-i bâğ-ı visâl tûtî-i şîrin-makâl

Şa’şaa-i Zü’l-Celâl Hacı Muhammed Emîn

Sâ’î’-i râh-ı Hudâ râğıb-ı rûz-ı likâ

Târik-i ucb u riyâ Hacı Muhammed Emîn

Sıdk ile leyl ü nehâr âbid-i Perverd-gâr

Müşfik-i Müştâk-ı zâr Hacı Muhammed Emîn

Hakk-ı âlîlerinde şuarâ-yı zamândan Râşid Efendi mutavvel bir kasîde yazmıştır. Son beyitlerini yazıyorum:

Âh ol Emîn-i vahdet ü sultân-ı ma’rifet

Göçdü bakâyı eyledi bi'z-zât âşiyân

Halk-ı cihân değil yalınız sûz-nâk olan

Dâmen-güşâ-yı bezm-i bükâ oldu kudsiyân

Allâh feyz-i enver-i rûhuyla feyz-yâb

İtsün muhabbetiyle mürîdânı her zamân

Haddin değil eğerçi beyân eylemek velî

Böyle olur zuhûr-ı hayâlât-ı şâirân

Târîh-i hîn-i fevtine bu mısraayn ile

Râşid hakîr bende-i dîrînesi yazan

Ahz u atâ-yı perveriş-i tünd-i Nakşıbend

Bir beyt içinde derc olunup eyledim beyân

/92/                   Kıldı Emîn Efendi bakâ semtini makâm

Oldu Emîn Efendi bakâ semtine revân

(اولدى امين افندى بقا سمتنه روان) = 1228[174]

Senîh Efendi merhûmun söylediği târîh:

Söyledi târîh-i mu’cem şimdi neslinden Emîn

Göçdü Allâh’a Emîn-i hâcegân-ı Nakşıbend

(كوچدى اللهه امين خواجكان نقشبند)

Hoca Neş’et Efendi merhûmun söylediği târîh:

Cevherî bir hoş düşüp târîhini ol dem didim

Bâğ-ı Naîmin gülü âl-i Muhammed el-Emîn

(باغ نعيمك كلى آل محمد الامين)[175]

Emîn Efendi hazretleri cidden eâzım-ı evliyâu’llâhdandır. Rütbe-i ârifânelerinin ulviyyetini insân takdîrden âciz kalır. Hulefâ-yı kirâmınm her biri bir hazîne-i ma’rifet-i ilâhiyyedir. O hazînenin menbaındaki zenginliği düşündükçe cenâb-ı Emîn’e hürmetim artıyor. Çeşme-i fuyûzât-ı ârifânelerinden müstefîz olanlar meyânında Bursa’da Ahmed Gazzî-zâde Şeyh Abdullatîf Efendi hazretleri, mürşid-i mükerreminin lisân-ı dürer-bârından şeref-sâdır olan hakâyık ve dakâyıkı zabt etmiş, beşyüz büyük sahîfeyi ihtivâ eden, Kitâbu’l-Vâkıât nâm eseri[176] vücûda getirmiştir. Bunun mütâlâası, Hz. Emîn’in ne yüksek bir mertebe-i irfâna sâhib olduğunu gösterir. Teberrüken bir nebzecik naklediyorum:

Benim ol dâimü’l-bâkî göründüm sûretâ insân

Eşref-zâde hazretlerinin bu sözlerinin ma’nâsında pek çok kîl u kâl olmuştur. Hâlbuki o, sırr-ı insândır. Zîrâ insânın sırrı, şarâb-ı mevti nûş eylemez. Bir sâlik, rütbe-i sırra vâsıl oldukda, lisân-ı sırrından, “Dâimü’l-bâkî” diye sadâ gelir. Ol zevât-ı kirâm ki, cesed ve rûhdan geçip, şarâb-ı aşkı içerek, mertebe-i sırra resîde olalar, tecellî-i nûr-ı tevhîdi, mertebe-i dilde ayân görüp, Hak’dan gayrı bir şey müşâhede eylemezler. Bu makâma, “La mevcûde illâ Hû” makâmı derler. Bu rütbeye varıp, nûr-ı zâtı, âyîne-i kalbinde gören âşık, gayrın müşâhedesinden masrûf olup, “La mevcûde illâ Hû” der ve lisân-ı sırdan öyle kelâm-ı gâmız tekellüm eyler ve bu sır ta’bîr olunan esrâr, (وَنَفَخْتُ فِيهِ مِن رُّوحِي)[177] sırrından zuhûra gelmiş bir sırdır ve “sır” derûn-ı rûhda mestûrdur. Cesed, rûhun zarfı; rûh, sırrın zarfıdır. /93/ Makâm-ı sırra vuslat, mürşid-i kâmile irâde getirip, ibâdet ve tâat, riyâzet ve perhîz ederek, teslîmiyyet-i tâmme ile mürşide râm olup, âteşi aşk-ı ilâhî ile vücûdu ihrâk edip, cân ü tenden geçip, rûhâniyyetinden dahi tahlîs-i girîbân edenler, sırr-ı “sırra” vâsıl olurlar. Sırr-ı “sırr”a erbâb-ı esrârdan gayri kimse vâkıf değildir. “Deyen bilmez, bilen duymaz.” buyrulmuştur. Bu rütbe, ilm ü irfân ve da’vâ ile hâsıl olmaz. Belki cehd ü ihtİmâm ve terbiye-i mürşid ile olur.

Yitürdüm Yûsufum Ken’ân ilinde

Yûsufum buldum Ken’ân bulunmaz

Âşık Yûnus hazretleri ne güzel buyurmuştur. Yûsuf, yâr; Ken’ân, ağyardır. Yûsuf'dan murâd, vahdet; Ken’ân’dan murâd, kesrettir. Kesret, Ken’ân’da; Yûsuf, vahdette bulundukda Yûsuf olup, Ken’ân görünmez. Nitekim, Hz. Mısrî, bu sırra işâret buyurur:

Ben sanurdum âlem içre hiç bana yâr kalmadı

Ben beni terk eyledüm gördüm ki ağyâr kalmadı

Enâniyyet Ken’ân’dır; mahviyyet, Yûsufdur. Kemâl husûlünde enâniyyet fânî olur. Yûsuf'dan murâd, rûhdur. Ken’ân’dan murâd ceseddir. Ken’ân-ı cesede, Yûsuf rûh-ı sırr oldu. Görünmez, ne makâm olduğu bilinmez. “Yûsufum buldum Ken’ân bulunmaz” demek, rûh, bakîdir; lâkin, Ken’ân, cism-i fânîden her zamân ele girmez. Elde iken kadrini bilip, âlet-i cevârihı Hak yoluna sarf eylemektir.”

                                               -    -    -

Kalb-i fakîranemde, Hz. Emîn’e öyle bir incizâb-ı küllî vardır ki, onu lisân-ı kâl ile ta’rîfe kudret-yâb olamam. Yetişdirdiği zevâtın her birinin tercüme-i hâlini yazarken, onun kudret-i ilmiyye vü irfâniyyesi aklımın mâ-verâsına çıkmıştır. Öyle bir muhabbet-i kâmile ile meczûbuyum ki, her gün her dakîka kalbime hâtırası, zînet-efzâdır. Kabr-i enverlerini ziyâret şerefine mazhar olduğum zamân ziyâdesiyle münbasıt olmuş idim. Nesîm-i feyzi dâimâ kalb-i fakîranemi ihtizâza getirir.

Âşık oldum görmeden sîmânı ben

Rûhuna el-Fâtiha her subh u şâm

               

               *   *   *

Sana bağlanmış olan oldu emîn

Ne Emîn’sin ne Emîn’sin ne Emîn

Medhiyye-i âcizânem:

Şeyh Emîn-i Nakşıbendî’nin gönül meftûnudur

Medhi bâbında hurûşândır gönül ceyhûnudur

Server-i erbâb-ı irfân-ı zamân mürşidleri

Dürr-i şeh-vâr-ı beyânı sırr-ı Hak meknûnudur

Dest-gâh-ı rüşd-i feyzinden çıkarmış hayli zât

Her biri mazbût-ı ehl-i asr olup memnûnudur

Çeşme-i âb-ı hayâtından içen bulmuş safâ

Âşık-ı irfân olanlar lutfunun medyûnudur

Kendisi Leylâ-yı vakt olmuş idi el-hak ferîd

Bezm-i irfânında müştâkân anın Mecnûn’udur

Âşinâ-yı râz-ı Mevlâ-yı Kerîmü’l-Müsteân

Olduğundan sözleri ilm-i ledün mazmûnudur

Bende-i dîrîne-i mahbûb-ı Hak Vassâf’ına

Dâimâ himmet-nisârdır dil anın meşhûnudur

Bursa’da Hz. Mısrî Âsitânesi şeyhi Muhammed Şemseddîn Efendi’nin medhiyyesi:

Hazret-i kâmil mükemmil Şeyh Emîn-i pür-vefâ

Kutb-ı âlem dinse şânında anın el-hak sezâ

Ol ferîdü’d-dehr olup olmuşdu asrında vahîd

Feyz-bahşâ-yı gürûh-ı ârifîn müşkil-güşâ

Vâlidinden mâderinden Seyyid-i âlî-tebâr

Olduğunda şüphe yokdur hâdi-i râh-ı Hudâ

Ârif-i sırr-ı hakâyık vâkıf-ı ilm-i ledün

Nâşir-i envâr-ı tevhîd sâhib-i cûd u sehâ

Cedd-i pâki gavs-i a’zam Pîr Geylânî anın

Vâris-i ilm ü kemâli olduğudur bî-merâ

Ârifînin kutbu uşşâkın içinde ser-bülend

Feyz-i nakşı Mevlevî’dir kendisinden rû-nümâ

Hâsidîn nûrunu itfâ eylemek ister iken

Halkı tenvîr itdi feyziyle o nûr-ı kibriyâ

Mesnevî-hân-ı şehîr Hâce Hüsâmeddîn-i Hak

Bendesidir Hâce Tahsîn ü Selîm de hâkezâ

Fazlına kâfî delîldir istemez başka güvâh

Kutb-ı âlem olduğuna eylemem çûn ü çerâ

Âsitânı melce-i erbâb-ı hâcetdir anın

Mürşid-i âlî-himemdir ârifîne reh-nümâ

Hazret-i Mısrî’yi takdîr-kâr idi meddâh idi

Vâkıât’ında ne gûne eylemişdir bak senâ

Kadr-i zer zer-ger şinâset çün mesel meşhûrdur

Kâ’bı âlî kadri vâlâ-yı azîm bir zü’l-ulâ

Şemsi-i Mısrî ne mümkin eyleye tavsîf anı

Hazret-i Hakk’ın bize ihsânıdır ol pür-safâ

/94/ Hulefâsı:

Hoca Neş’et Efendi, Hoca Selîm Efendi, Hoca Mustafa Vahyî Efendi, Hoca Ali Behcet Efendi, Hoca Hüsâm Efendi, Hoca Bekir Efendi, Hoca Hüseyin Efendi, Hoca Keşfî Efendi ve Şeyh Abdüllatîf Efendi, ecell-i hulefâsındandır.

Kibâr-ı meşâyıh-ı Uşşâkiyye’den Abdullâh Salâhaddîn Efendi hazretlerinin dahi müşârünileyh Emîn Efendi hazretlerinden nisbet-dâr oldukları tahkîk kılınarak, IV. cildde Uşşâkîler faslında yazılmıştır (Kaddesa'llâhu esrârahum).

TÂRÎHCİBAŞI-ZÂDE ŞEYH MUHAMMED ÂGÂH AĞA[178]

Şeyh Muhammed Âgâh, Enderun’dan yetişip Galata Mevlevîhânesi’nde nâzım-ı manzûme-i Mi’râciyye Nâyî Osmân Dede hazretlerinin hem-sohbeti ve Beşiktaş’ta neşr-i feyz eden Neccâr-zâde Şeyh Rızâeddîn en-Nakşıbendî hazretlerinin mazhar-ı feyz-i tarîkatı olmuştur. 1184/(1770) senesinde tekmîl-i enfâs eylediler. Mevlevîhâne civârındaki konakları müştemilâtından ifrâz buyurmuş oldukları kabristân-ı husûsîye defn olunmaları mukarrer iken, mevlevîhâne derûnundaki türbeye defn olundular. Zikri mesbûk kabristan el-ân mevcûd ise de, buraya Evkâf İdâresi’nce bir apartman inşâsı mukarrerdir. Hattâ sokağa nâzır cephesi duvar ile kapatılmıştır. /90/ Sandûkalarının üzerine destârlı bir sikke-i şerîfe kanulmuştur. Mevlevî-hâne’ye girerken kapı ittisâlindeki türbedir.

Hâl-i hayâtlarında bir gün, “Biz âlem-i dünyâdan güzer edersek, bizi Mevlevî şeyhi yaparlar.” buyurmalarındaki hikmet, bu sûretle zâhir olmuştur. Râgıp Paşa merhûm, Hz. Şeyh’in mürîdân-ı hâssından idi. Râgıp Paşa, bir gün azîzine kendisinin zamân-ı irtihâlini sormuş, “Beni kalbinden çıkarınca ölürsün.” buyurmuşlardı. “Râgıp” (راغب), ebced hesâbıyla 1203 eder. “Âgâh” (آكاه) lafzı 27 olmakla, 1203’ten 27 çıkınca 1176 kalır ki, Râgıp Paşa’nın târîh-i irtihâlidir. İzhâr-ı kerâmet ü zerâfet buyurulduğunda şüphe yoktur.

Şeyh Emîn Efendi, Hz. Âgâh’ı istihlâf eyledi.

Zamânımız urefa-yı meşâyıhından Ali Fakrî-i Nakşıbendî-i Buhârî buyurdular ki:

Âgâh Ağa, Enderun ağalarından idi. Galata Mevlevîhânesi’nin az ilerisinde toprak sokağın karşısında evi varmış. Burada izn-i Mevlânâ ile Mesnevî okuturmuş. Hattâ Galata Mevlevîhânesi’nde Mesnevî-hân Muhammed Dede’ye Hz. Mevlânâ âlem-i ma’nâda görünüp Âgâh Ağa’nın dersine devâm etmesi emr olunmuş. O da ber-mûcib-i emr, devâma başlamış. Muhammed Dede bir müddet sonra Mevlevîhâne’ye şeyh olmuş idi. Sadrazam Râgıb Paşa merhûm, Âgâh Ağa’nın dervîşlerinden idi. Bağdâd’a me'mûr edilmiş. Bağdâd’a giderken berây-ı vedâ’ Hz. Agâh’ın yanına gelip, “Efendim, Bağdâd’a me'mûr edildim; gidiyorum. Şâyed avdet edemezsem, efendimizle tekrâr şeref-yâb olamazsam; diye endişem vardır. Acabâ ne zamân irtihâl edeceğim. Bi-izni’llâh haber-dâr buyurursanız memnûn olurum.” demeleri üzerine, “Ne zamân beni kalbinden çıkarırsan o zamân.” demişlerdir.

HOCA NEŞ’ET EFENDİ

Ricâlu’llâhdan’dır. Cidden urefâ-yı sûfîyyeden olup, vücûd-ı mes’ûduyla âlem-i irfâna zînet vermiştir. Muallim Nâci merhûm, Osmânlı Şâirleri nâm eserinde, müşârünileyhin tercüme-i hâlini yazmıştır.

Sultân Bâyezîd’de, Kütübhâne-i Umûmî’deki yazma Dîvân’ının başında bir zâtın yazdığı tercüme-i hâllerine nazaran, 1148/(1735) senesinde Edirne’de tevellüd eylemiştir. Neş’et Süleymân nâmıyla mevsûm olup, Sultân Mahmûd Hân-ı evvelin musâhibi Ahmed Rufey’â Efendi’nin oğludur.

Neş’et Efendi, pederleri Edirne’de menfiyyen bulundukları sırada dünyâya gelmiştir. Edebiyyâta intisâbı olan pederleri, Hz. Neş’et’in tevellüdüne târîh olmak üzere söylemiştir:

Hudâyâ iki âlemde azîz eyle Süleyman’ı

(خدايا ايكى عالمده عزيز ايله سليمانى)

Bu mısra’, hâteminde menkûş imiş.

Geçende İstanbul’da Topkapı hâricinde Hoca Neş’et Efendi’nin kabrini ziyâret ederken, müsâdif-i nazarım olan bir mezâr kitâbesini istinsâh ettim. Şöyle yazılıydı:

Merhûm Neş’et Efendi şâkirdlerinden ve tarîk-ı Nakşıbendî’den Bursalı Emîn Efendi bendelerinden Âsitâneli Aksaraylı merhûm Abdîşâh Efendi’nin rûhu içün, el-Fâtiha. 12 Şevvâl 1244/(18 Nisan 1844)

Rufey’â Efendi, mûsikî fenninde yektâ olduğundan, bir aralık hissiyyât-ı garîbâne ile tanzîm eylediği:

Meskenimden dûr idüp gurbetde ser-gerdân iden

Kısmetim mi tâliim mi yoksa cânânım mıdır

şarkısını sûzişli bir sûrette besteledikten sonra, ba'zı erbâb-ı tabîata neşr eylemiştir. Arası çok geçmeksizin bu nağme İstanbul’a aksedince, vâsıl-ı sem’-ı hümâyûn olup, ıtlâk olundukdan başka, evvelkinden ziyâde mazhar-ı iltifât buyurulmuştur.

Rufey’â Efendi istihsâl eylediği müsâade-i pâdişâhî üzerine Kaftan Ağalığı’yla Hicâz’a gittiği zamân, sinn-i temyîze vâsıl olmuş bulunan Süleymân Neş’et’i de berâber götürmüştür. Avdette Konya’ya uğradıklarında, Çelebi Efendi’ye genç hacı arz-ı irâdetle sikke-pûş olmuştur. İstanbul’a avdetlerinde henüz onaltı yaşında iken pederleri vefât eylemiştir. Zeâmet, hasbe’ş-şurût kendilerine intikâl ve Gediği dahi istihsâl ile dergâh-ı âlî gediklileri sırasına girmiştir.

Süleymân Neş’et Efendi, bu iftirâkdan sonra hâsıl eylediği teessürle berâber tahsîl-i ulûma meyl edip, az vakit zarfında beyne’l-akrân mümtâz olmuş ve husûsıyla /95/ Mesnevî-i şerîfin hakâyık ve dakâyıkını anlamak emeliyle Fârisî öğrenmeye hasr-ı âmâl eylemiş. Dâye-zâde Cûdî Efendi kendisine,

Çûnki ilm ü edebe itdin öyle rağbet

Dâimâ sâhib-i irfân ile eyle sohbet

Gayret ü şevkini sarf it eser-i eslâfa

Mahlas-ı ma’rifetin ola cihânda Neş’et

neşîdesiyle, “Neş’et” ismini yadigâr eylemiştir. Bu isimle teşehhür etmişlerdir.

Mesnevî-hânlıkla teferrüd ederek İstanbul’un müşârün bi’l-benân Fârisî muallimi oldular. Meşhûr Mevlevî Şeyh Gâlib Efendi ile Pertev Efendi, Hoca Vahyî Efendi mazhar-ı teveccühü olmuştu. Şeyh Gâlib’e “Es’ad” mahlasını Hoca Neş’et vermiş idi.

Neş’et didi pîrân zebânından idüp gûş

Mahlas ana Es’ad ne saâdet bu ne şândır

Bir müddet vüzerâ-yı devlet dâirelerinde Bîrûnağalığı hizmetiyle Anadolu ve Rumeli’nde vüzerâ ile gezmiş ve bir aralık Hekîmoğlu Ali Paşa merhûmun dâiresinde sâhib-i i’tibâr olmuş idi.

Esliha isti’mâlinde sâhib-i mahâret idi. Erbâb-ı zeâmetten olduğu cihetle 1182/(1768)’de açılan Rus Muhârebesi’nde Osmânlı ordusunda bulundu.

Hasretle gözüm yaşı ki zîb-i çemen oldu

Rûm illeri kühsâr-ı bedâhş u Yemen oldu

Bunu îmâen söylemiştir.

Seyf u kalemi cem’ etmiş zevâttan ma’dûddur. Meslek-i tasavvufa meyli olduğundan, kibâr-ı meşâyıh-ı Nakşiyye’den Âgâh Ağa hazretlerine arz-ı hizmetle, dergâh-ı âlîlerinde kahvecilik ederek, ba’dehû müşârünileyhin halîfeleri Şeyhu’l-meşâyih, Berzahü’l-berâzih Bursalı Emîn Efendi hazretlerine arz-ı nisbet ve teslîmiyyet ile dâye-dâr oldular. İstanbul’a avdetlerinde teehhül ettiler. Son zamânlarında Molla Gûrânî’deki konaklarında ihtiyâr-ı inzivâ buyurdular. Haftada iki gün tullâb-ı irfâna Fârisî ta’lîm ve iki gün hatm-i hâce eylemek mesleğini ta’kîb ettiler.

Emîn Efendi hazretlerinden müstahlef olunca, şöhretleri bir kat daha şayi’ oldu. Dersine devâm edenler meyânında, Sadrazam Muhammed İzzet Paşa, Ârif Efendi ve Hânîf Efendi gibi zamânının ileri gelen zevâtı mezkûrdur. Otuz seneden ziyâde bu hâl ile dem-güzâr oldular. /96/ Şöhretleri Arabistan, İran ve Çin’e kadar intişâr edip, “Baba-yı âlem” diye yâd olunduğunu, Hâfız Hüseyn-i Ayvansarâyî, Vefeyât-nâme’sinde zikr ediyor ve ilâveten yazıyor ki:

“Neş’et Efendi, âdetleri üzere ketm-i velâyet edip, züamâdan olmakla, Fârisî hocalığıyla iştigâl üzere göründüler. Haftada bir gün Mesnevî-i şerîf ta’lîm ederlerdi. Mîr-i kelâm, sâhib-i edeb ü tevâzu’ idi. Kendisinden her hangi bir iş ricâ olunsa is’âf-ı mes’ûle gayret ederdi.”

Muallim Nâcî merhûm, Osmânlı Şâirleri nâm eserinde nakl ediyor:

“Neş’et Efendi kemâl-i sehâ ile müştehir idi. Hânesi melâz-ı müsâfirîn addolunurdu. Ashâb-ı ihtiyâca muâvenetten geri durmazdı. Ba'zı ekâbire mürâcaat sûretiyle mesâlih-i fukarâyı tesviyeye himmet eyler idi. Meşhûrdur ki, “Efendim! Şunun bunun işi için bu kadar âb-ı rû dökmek revâmıdır?” i’tirâzında bulunanlara, “Âb-ı rû ile değirmen çevrilmez yâ. Böyle işler görülür.” yollu mukâbelede bulunmuştur. Letâif-perdâz idiler.

Çubuk içerdi. Bir gün meclisinde zühd-i hoşk erbâbından biri, “Efendim! Cennet’te âteş yok, siz orada çubuğunuzu nereden yakacaksınız?” suâl-i küstâhânesini der-meyân ettiği gibi, Hz. Neş’et, elinde bulunan koca çubuğu mütebessimen bir kere çekerek, “Sizin için kebâb pişirilecek ocaktan.” cevâb-ı zarîfîni vermiştir.

Yine bir gün hâm-ervâh sûfîlerden biri, “Efendim! Fârisî, ehl-i Cehennem lisânıdır, diyorlar. Öyle midir?” dedikte, “Öyle de olsa öğrenmek lâzımdır. Çünkü nereye gideceğimizi kat’iyyen bilmiyoruz. Şâyet Cehennem’e uğrayacak olursak, ahâlîsinin lisânını bilmemek de bizim için bir azâb-ı dîğer olur.” demiştir.

Yine bir gün Hallâc-ı Mansûr’un, “Ene’l-Hak” demesinden bahs açıldığı sırada bir kaç sûfî, “Hiç ene’l-Hak denilir mi?” dediklerinde, “Ne yapsın, ene’l-bâtıl mı desin?” buyurmuştur ki, bu menkûlün aslı Şeyh Vefâ hazretlerine râci’dir.”

1222 sene-i hicriyyesinde (1807), yetmişdört yaşında iken Sultân Selîm-i Sâlis’in vak’a-i hal’i kendisini pek müteessir ederek te’sîr-i ekdâr ile terk-i hayât-ı müsteâr ve azm-i dâr-ı karâr eylediler. Na’ş-ı mübârekleri Topkapı hâricinde, Sakızağacı nâm mahalde, sağ kolda yoldan yüz adım kadar içerde bir set üzerinde /97/ kâin suffe-i mahsûsada, pederlerinin kabri yanında vediâ-i hâk-i rahmet kılındı. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Salâh-ı hâl, safvet-i meâl ile ma’rûf ve kemâl-i irfân ü dirâyetle mevsûf idi. Şâkirdlerinden Pertev Efendi merhûm tarafından söylenilmiş manzûme-i târîhiyye mezâr taşında mahkûktur:

Hazret-i âhund-ı zî-şân-ı reşâdet-unvân*

Âlim-i ilm-i ledün Neş’et Süleymân-ı zamân

Neş’e-yâb idi mey-i aşk-ı Celâleddîn ile

Meslek-i râhı idi âyîn-i pâk-i hâcegân

Hind ü Sind ü Mekke vü Bathâ vü Buhârâ’dan gelen

Bî-nevâyâna der-i lutfu iken dârü’l-emân

Tenk olup bu hâkdân-ı pür-kedûrât zâtına

Oldu çün rûhu’l-kudüs tâ âlem-i kudse revân

Nakşıbendî Nezri itmâm eyledi târîhini

Oldu Baba Neş’et’e a’lâ-yı illiyyîn mekân

(اولدى بابا نشأته اعلاى عليين مكان) =1222/(1807)[179]

                                            

*   *   *

Neş’et Efendi göçdü Cinân ola menzili

(نشأت افندى كوجدى جنان اوله منزلى)

Kibâr-ı Meşâyıh-ı Kâdiriyye’den Şeyh Müştâk Efendi merhûm, Hz. Neş’et’e çok ziyâde hürmet ve teveccüh gösterenlerdendir. Hattâ Dîvân’ının bir çok yerinde bahseder:

Tâ düşmeyince mâh-sıfat sâhil-i gama

Hiç bilmedim ki Hâce Neş’et ne olduğunu

                    

                     *   *   *

Pâsbân-ı dergeh-i vâlâ-yı Hâce Neş’etî

Levha-i Bâbu’s-Selâmet levha-i tasvîr-i mâ

                    

                     *   *   *

Sıtanbul’da Cenâb-ı Hâce Neş’et

İdüp beynehümâda hayli himmet

                    

                     *   *   *

Meclis-i irfânda esrâra mahrem olmuşum

Nûş idüp câm-ı muhabbet mest ü sersem olmuşum

Fâiku’l-akrân olursam da taaccüb eyleme

Hazret-i Neş’et gibi üstâda hem-dem olmuşum

Oldu meşşât-ı cemâl-i tab’ıma virdi nizâm

Defter-i ehl-i suhan içre müsellem olmuşum

Hâk-i pâyi sürme-i çeşm-i münîrimdir benim

Bulmuşum feyz-i nazar mesrûr u hürrem olmuşum

/98/                   Mürg-i rûhum tûti-i mu’ciz-beyân olmuş velî

Sûretâ Müştâk-veş hâmûş u ebkem olmuşum

                    

                     *   *   *

بحمد الله شدم مشتاق ديدار

ز فيض حضرت استاد نشأت[180]

                     *   *   *

Çâker-i merdüm-i aşk olalı şâhım Müştâk

Gevher-i tâc-ı serim hâk-der-i Neş’et’dir

Neş’et Dîvânı’ndan:

Cemâlin matlab u cân u cihândır Yâ Rasûla’llâh

Derin dâru’l-emân-ı ins ü cândır Yâ Rasûla’llâh

Teşehhüdde der-engüşt-i şehâdet mu’cizâtına

Ki’ mi’râcın müşârün bi’l-benândır Yâ Rasûla’llâh

Zamân-ı devletinde intisâb-ı dergehin âsân

Ne müşkil şimdi kim âhir zamândır Yâ Rasûla'llâh

Meded dil-teşne kaldım Kerbelâ-yı vâdi-i gamda

Zülâl-i tîğ-ı aşkın ile kandır Yâ Rasûla’llâh

Tamâm ihsân u rahmin ey Nebiyyü’r-rahme vaktidir

Amân zîrâ zamân âhır zamândır Yâ Rasûla’llâh

Kerem kıl müjde-i vaslınla lutf it ey şeh-i devrân

Gamınla Neş’et’in kârı yamandır Yâ Rasûla’llâh

                    

*    *    *

Bezm-i tarabda yoksa yerin erbaîne gir

Zâhid geçir bu demleri var Yâ Sabûr ile

                    

*    *    *

Bir nûr-ı melek-cenâbsın sen

Ne mâh u ne âfıtâbsın sen

Ummân-ı cihân katren ey dil

Deryâ-dil olan habâbsın sen

Ey aşk ile çeşmi eşk-i hûn-bâr

Hem şîşe vü hem şarâbsın sen

Hüsnün görünürse bir içim su

Bi’llâh güzelim serâbsın sen

Hûrşîd-i sivâ rûyuna nâz ol

Îsâ ile hem rikâbsın sen

Dir mülk-i cihân kalb-i meydân

Ma’mûr menem lîk harâbsın sen

Neş’et suhanındır arş-pâye

Himmetle felek-cenâbsın sen

            

                     *    *    *

 /99/از صبح صفا در دلم اميد نماند است

ماتم زده را داعيهء  عيد نماند است

از بس كه سيه روز شدم هر كه مرا ديد

در برج خيالش مه و خورشيد نماند است

دل رفت ز دست نشئه  بزم سخنم نيست

ساقى چه كند ساغر جمشيد نماند است

سياره و ثابت همه مريخ زخل شد

در طالع عالم مه ناهيد نماند است

نشأت بجهان شيون رشادى كى بيجاست

چون ماتم سورش همه جاويد نماند است[181]

 Osmânlı Müellifleri’nde Tâhir Bey, “Hz. Neş’et, şiiri ilim kuvvetiyle sölediği için, ba'zıları revnaklı değildir. Tercüme-i hâli telâmîzinden Pertev Efendi tarafından yazılmıştır. Kethüdâ-zâde telâmîzinden Emîn Efendi tarafından bi’t-tezyîl basılmıştır.” diyor.

Şerh-i Dû-beyt-i Molla Câmî unvânlı bir eser-i ârifâneleri vardır ve matbû'dur.

Pederlerinin kitâbe-i seng-i mezârı:

Allâh Sübhânehû ve teâlâ, müsâhib-i şehriyârî el-Hâc Ahmed Efendi kuluna rahmet eyleye. Bi-hurmet-i sûreti’l-Fâtiha. 28 Receb 1163/(4 Temmuz 1750)

Büyük pederlerinin kitâbe-i seng-i mezârı:

Merhûm ve mağfûr el-muhtâc ilâ rahmeti Rabbihi’l-Gafûr, müsâhib-i şehriyârî Ahmed Efendi’nin pederi olup, Neş’et Efendi hazretlerinin büyük pederi bulunan Mehmed Efendi. Rûhu için el-Fâtiha 1110/(1698).”

Harem-i âlîlerinin kitâbe-i seng-i mezârı:

“Hak sübhânehû ve teâlâ, Ahmed Efendi-zâde Süleymân Neş’et Efendi’nin zevcesi merhûme, mağfûre, veliyye, şehîde İnâyet Kadın hazretlerine ve sâir ümmet-i Muhammed’e rahmet eyleye. Sene 28 Ramazân 1191/(31 Ekim 1777).”

Mahdûmları Neş’et Bey’in târîh-i irtihâli:

Ecel sâkîsi işrâb itdi geldi bir güzel târîh

Meded bezm-i cihânın Neş’e’si tâûndan gitdi

(مدد بزم جهانك نشئه سى طاعوندن كتدى) – 1226 + 1 = 11 Şevvâl 1127 /(10 Aralık 1715)

Neş’et Efendi merhûmun matbû' Dîvân’ından başka, Tûfân-ı Ma’rifet isminde bir eseriyle, sülûk-ı Nakşiyye’ye ait olan târîh tercümesi, Tercümetü’l-Aşk terkîb-i menkûtu, Meslekü’l-Envâr ve Menbaul-Esrâr Tercümesi vardır.

Tercüme-i hâli, telâmîzinden Pertev Efendi tarafından yazılmış ve Kethüdâ-zâde telâmîzinden Emîn Efendi tarafından tezyîl edilmiştir ki, matbû'dur.

/100/ ŞEYH ALİ BEHÇET EFENDİ

Tarîkat Şeyh-i mümtâzı Alî Behcet Efendi’dir

Harîm-i sırr-ı pâk-ı Mevlevî hem Nakşıbendî’dir

Kemâl-i aşkla Vassâf' ı tebcîl eyler ol zâtı

Ferîd-i asr idi hem ârifânın ser-bülendidir

Urefâ-yı Mevleviyye ve ricâl-i Nakşıbendiyye’den, sâhibü’l-makâmât ve’l-kerâmât bir zât-ı meâlî-sıfâttır. Konya ulemâsından Hâce Ebûbekir Efendi’nin oğludur. 1140 senesi Rebîu’l-evvelinin beşinci günü (22 Ekim 1727) Konya’da kadem-nihâde-i mehd-i vücûd olmuştur.

Henüz küçük yaşında iken pederinden tahsîle başlayıp ve feyz-i terbiyeye mazhar olup, büyük pederi Hâce Hasan Efendî’den mevrûs isti’dâd, müşârünileyhde sebeb-i teâlî olup, tecelliyyât-ı ma’neviyyelerinin zuhûr-ı âsârına mebde’ olmuştur. Mukaddemât-ı ulûmu tahsîlden sonra, ulemâ-yı benâmdan Karamanlı Abdullâh ve nihrîr-i şehîr Abdussamed Efendi’lerin kemâlâtından istifâza edip icâzet almıştır. Ba’dehû Karahisâr’a azîmetle Sultân Dîvânî hazretlerinin dergâh-ı şerîfi post-nişîni li-ümmin cedd-i emcedleri bulunan ekâbir-i Mevleviyye’den Alâeddîn Çelebi’den Mesnevî-i şerîf ve Mektûbât-ı İmâm Rabbânî ve Sühreverdî’nin Avârifu’l-Maârif ve Atâî’nin Hikem-i Atâî nâm eserlerini tederrüsden sonra, tarîk-ı kazâya dâhil olarak, niyâbet-i şer’iyye ile ba'zı yerlerde bulunmuş ve Ankara niyâbetinde iken, kendilerinde zuhûra gelen ba'zı hâlât ve tecelliyyât-ı ma’neviyye üzerine, me’mûriyyetten ve bi’l-külliyye tarîk-ı ilmîden istîfâ ederek tekrâr Karahisâr’a gelmiş; cedleri müşârünileyh Alâeddîn Çelebi’den, son zamânlarında ahz-ı inâbetle usûl-i Mevleviyye üzerine çileye soyunmuş ve tekmîl-i müddetle nâil-i feyz olarak, bir müddet sonra Hz. Mevlânâ tarafından Alâeddîn Çelebi’ye vâki’ olan işâret-i ma’neviyye ile, Bursa’da seccâde-nişîn-i irşâd olan ecille-i meşâyıh-ı Kâdiriyye ve sâdât-ı Nakşıyye’den Kerkûkî es-Seyyîd eş-Şeyh Burhâneddîn Muhammed Emîn Efendi hazretlerinin ber-mûcib-i emr ü fermân-ı Hz. Mevlânâ dâire-i terbiyet-i ârifâne ve meclis-i feyzâ-feyz-i mürşidânelerine dehâlet ve teberrüken Nakşıbendî, Kâdirî, Kübrevî, Sühreverdî, Çeştî ve Şettârî tarîklarından ikmâl-i sülûk ile ahz-ı icâzet buyurmuşlardır.

/101/ Ali Behcet Efendi hazretleri hakkında Hz. Şeyh’in çok büyük muhabbetleri ve hüsn-i nazarları vardı. Nasıl olmasın, ona onu teslîm ve sevk eden Hz. Mevlânâ idi. Bu sebeple tarîkat arkadaşları Hâce Neş’et, Vahyî ve Selîm Efendilere tekaddüm ile Hz. Şeyh’in bulunmadıkları zamân kendilerine vekâlet ve sâir eyyâmda îfâ-yı hıdmet-i İmâmet eylerler idi.

Birgün azîz-i müşârünileyh hazretleri, Behcet Efendi’yi nezdine celb ile, kendisinin âlem-i bakâya rıhletinden sonra makâmında îfâ-yı vekâlet etmeleri ve bir aralık İstanbul’dan da’vet vukû’ bulacağı cihetle, dergâhı bırakamamak hâtırasıyla, icâbetten imtinâ’ eylememesini emr ü vasiyyet buyurmuşlardı.

Sadr-ı esbak Burdurlu Dervîş Paşa merhûm, menfiyyen Bursa’da ikâmeti zamânında, ale’l-ekser Emîn Efendi’nin bezm-i sohbetine müdâvemet ve bu sebeple kendilerine arz-ı muhabbet etmiş ve feyz-i nazarlarının te’sîriyle Sultân Mahmûd’un mazhar-ı afvı olarak İstanbul’a celb olunduğu sırada, Sultân Selîm-i sâlis’in Üsküdar’da ihyâ kerdesi olan Selîmiye Câmi'-i şerîfi civârında inşâ buyurdukları Nakşıbendî Zâviyesi’nde seccâde-nişîn Şeyh Ni’metullah-ı Buhârî irtihâl ederek câmi'-i şerîf hazîresine defn olunmuş ve Sultân Mahmûd, Ni’metullâh Efendi kâ’bında bir zâtın bulunarak arz edilmesini Dervîş Paşa’ya havâle buyurmuş olduklarından, Dervîş Paşa, Ali Behcet Efendi hakkındaki hüsn-i nazarını Pâdişâh’a arz etmiş, o sırada huzûr-ı Humâyûn'da bulunan müsâhib ve ser-kâtip Mustafa Paşa dahi hakîkaten bir mürşid-i kâmil olduğunu makâm-ı şehâdette arz edince, bâ-irâde-i seniyye Bursa’dan İstanbul’a da’vet buyurulmuş idi.

1232/(1817) târîhinde Selîmiye Dergâhı’nın meşîhatına revnak-efzâ oldular. Burada tefsîr, hadîs, Mesnevî ve Mektûbât-ı İmâm Rabbânî tedrîs ederlerdi. Dergâh-ı şerîf, erbâb u aşk u muhabbete dâr-ı tecellî hâline gelmiş ve Hz. Şeyh’in fezâil-i ilmiyyesine meftûn olan ulemâ, meşâyıh, ümerâ ve vükelâ, dâhil-i dâire-i feyzleri olmağa şitâbân olmuş idi.

İrtihâlleri :

Altı sene bu sûretle neşr-i füyûzât ederek 2 Cemâziye’l-evvel 1238/(16 Ocak 1823)’de doksansekiz yaşında enfâs-ı hayâtlarını ikmâl ile dâr-ı bakâya âzim olmuşlardır.

Cenâze namâzını mazanne-i kirâmdan, Emîr Buhârî Dergâh-ı şerîfi şeyhi Ferdî Efendi kıldırmıştır. Tezkiye ve duâyı, sudûrdan ve Hz. Şeyh’in mürîdlerinden Kethüdâ-zâde Muhammed Ârif /102/ Efendi îfâ eylemiştir. Cenâzelerinde binlerce halk teberrüken hâzır bulundular.

Balabânî Şeyh Hüsnü Efendi ise, yazdığı risâlede, cenâze namâzını Selîmiye Câmii’nde müderris Câmî Efendi’nin kıldırdığını ve tezkiyeyi Neccâr-zâde dâmâdı Şeyh İsmâîl Hakkı Efendi’nin îfâ ettiğini yazıyor.

Dergâh-ı şerîfin avlusunda defn olunmuştur. Üzerine türbe yapılmıştır; fakat açıktır. Gâyet zarîf taşlar dikilmiş, demirden kubbeli bir şebeke yapılmıştır. Elyevm ziyâret-gâh-ı enâmdır. Mütevessilân, nâil-i feyz ü merâm olurlar. Taşında Mevlevî sikkesi vardır.

تربه  بتك حضرت بهجت

شد نمونه ز روضه  جنت

در زيارت شود دل آكاه

واقف فيض عالم وحدت[182]

eş-Şeyh Ali Behcet Efendi hazretlerinin türbe-i şerîfelerinin resmidir :

RESİM VAR!!!!!

Kitâbesinin sûreti :

Sâhibu kerâmâtı’d-dîniyye ve’l-ledünniyye, câmi'u kemâlâtı’l-Mevleviyye ve’n-Nakşıbendiyye, huccetü’s-sülûk ve’l-irşâd, behcetü’l-aktâb ve’l-evtâd, el-merhûm mebrûr eş-Şeyh Ali Behcet Efendi kuddise sırruhu’l-celî. Rûh-ı şerîfi için rîzâen li’llâhi’l-Fâtiha.

Oku ey Fâtiha-hân târihini[183]

Göçdü da’vet-geh-i dîdâra Cenâb-ı Behcet

(كوجدى دعوت كه ديداره جناب بهجت) = 2 Cemâziye’l-evvel 1238

Bu manzûme-i târîhiyyeyi, müşârünileyhin halîfelerinden umûr-ı Mülkiyye Nâzırı Muhammed Saîd Pertev Paşa inşâd eylemiştir. Atîdeki kıt’a dahi müşârünileyhindir:

Ey olan muntazır-ı feth-i kilîd-i esrâr

Dîde-i cânını kıl halka-i bâb-ı Behcet

Hâk-i dergâhı idüp sürme-i çeşm-i hak-bîn

Göresin nidüğini feyz-i Cenâb-ı Behcet

Şemâil-i aliyyeleri :

Vech-i enverleri beyâz, boyları uzun, sakalı beyâz ve seyrek, kaşları çokça, gözleri elâ olup dâimâ sikke-i Mevleviyye giyerler idi.

/103/ Âsâr-ı aliyyeleri:

- Risâle-i Ubeydiyye-i Nakşıbendiyye,

- Behcetü’s-Sülûk,

- Dîvânçe,

- Hadîkatü’l-Abdâl,

- Tercüme-i Hâl-i Ricâl-i Çeştî,

- Risâle-i Hâliyye vü Rûhâniyye,

- Vâridât-ı Kalbiyye.

- Birçok şerh, haşiye ve ta’lîkât.

Risâle-i Ubeydiyye’sinden:

“Suâl olunursa ki, “(الإخلاص سر من أسرارى استودعته على قلبه من يشاء من عبادى)[184] hadîs-i kudsîsine göre Hudâ-yı Lem-yezel ve Lâ-yezâl (celle celâluhû) bir kimsenin kalbine ihlâs komazsa, o kimse nice ihlâs üzere olabilir?” denilmeye. Hemân abd isteyip ihlâsı iltizâm edine. Zîrâ herkesin kalbinde ma’den-i ihlâs vardır. Sa’y ile hârice ihraç ede. (يشاء)’nın zamîri (من)’e râci’dir. Yoksa Allâh teâlâ, dilediği kuluna ihlâs; dilemediği kuluna riyâyı vere. Hâşâ ki, böyle olasın. A’mâlini dâimâ Hak için etmeğe gayret edip, tazarru’ ve zârîlik ile ihlâsa tevfîkı ricâda bulunup, sa’y ile ona mâlik olunacağı bî-iştibâhdır. İnsânın sa’yi kemâlindendir. Sa’y alâmet-i isti’dâd-ı tâmdır. Evliyâu’llâhın ahvâli bizlere sened-i kavîdir. Cebr ü ilhâdı terk edip, tevhîde gel. Şâyet bâde-i tevhîdden bir câma nâil olana ma’lûmdur ki, keyfce nâil olunursa olunur. Her zerrede isti’dâd vardır. Her ne kadar şekâvet ise dahi, her zerrenin hakîkatı inkâr olunmadıkça isti’dâd dahi inkâr olunmaz.”

Evlâdları :

Azîz-i müşârünileyhin hîn-i irtihâllerinde evvelce âzime-i dâr-ı cinân olan harem-i muhteremelerinden mütevellid mahdûmları Muhammed Hidâyetullah Efendi ile, ahîren tezevvüc buyurdukları hânımdan mütevellid küçük mahdûmu Ali Rıza Efendi’yi terk etmişler idi. Azîz hazretlerinin hastalıkları kesb-i şiddet edince, hulefâ ve muhibbân-ı hâslarından İbrâhîm-i Hayrânî Efendi ve ol vakit âmidî-i Dîvân-ı Hümâyûn bulunup, ahîren Umûr-ı Mülkiyye Nâzırı olan Muhammed Saîd Pertev Paşa ve Humbarahâne Nâzırı olup, kabr-i şerîflerinin önünde medfûn bulunan Hacı Ahmed Hamdi Efendi ve muahharan Unkapanı’nda kâin Ahmed Buhârî Dergâhı meşîhatında iken irtihâliyle dergâh-ı mezkûra defn olunan Rıfkı Efendi’yi nezdlerine celb ve da'vet edip, büyük mahdûmları Muhammed Hidâyetullâh Efendi’nin sâlikânı terbiye ve teslîk iktidârını ihrâzına kadar, müşârünileyh İbrâhîm-i Hayrânî Efendi hazretlerini makâm-ı meşîhatlarına vekâleten ik’âdını vasiyyet ve tevdî’-i emânet-i tarîkat eylediler ve ancak ma’lûm-ı ehl-i hakîkat olan, ‘Sırr-ı Fâtihâ’yı kendilerine tefhîm ettiler.

Hîn-i rıhletlerinde huzûrlarında bulunan zevâta, her kim otuzaltı seneye kadar /104/ kabrine gelirse, hayâtta bulundukları gibi kendilerine vâkıf olacaklarını ve bu müddetten sonra ber-hayât olanlarca artık bu’d-ı mesâfe mâni’ olmayarak, her nerede olsa birbirlerinden vâkıf ve haber-dâr olabileceklerini beyân buyurmuşlardır.

Ali Behcet Efendi, zamânlarında fazîlet-i ilmiyye ve kudsiyyet-i ma’neviyye ile beyne’l-enâm iktisâb-ı şöhret eylemişlerdi. Kendilerine arz-ı nisbet edenlerin her biri, sâhib-i makâmât olmuşlardı. Sultân Mahmûd Hân-ı sânî merhûm dahi, pek ziyâde hürmet ve arz-ı muhabbet eylemişlerdi. Kendilerine intisâb etmek ârzûsuyla gelenlere tâât ve ibâdât-ı dîniyyede iltizâm-ı ihtİmâm ve nevâhîden tevakkîye bezl-i cehd-i tâm eylemelerini nasîhaten söylerler ve duâ eylerler idi. Nesâyıh-ı mürşidâneleri ile tezkiye-i nefs eylemelerine çalışırlar idi.

Hulefâsı:

Şeyh İbrâhîm-i Hayrânî Efendi, Muhammed Saîd Pertev Paşa, Hacı Ahmed Hamdî Efendi, Rıfkı Efendi erşed-i hulefâsıdır.

Dîğer halîfeleri:

1. Şeyhu’l-meşâyıh, reîsü’l-kurrâ, Mesnevî-hân, Eyüplü Şeyh Hâfız Feyzullâh Efendi. Eyüp’de Murâd el-Buhârî Dergâhı şeyhi ve o zamânın meclis-i meşâyıh reîsi idi. Dergâh hazîresinde medfûndur.

2. Eyüp’de Şeyhü'l-islâm Dergâhı şeyhi Ali Uşşâkî Efendi.

3. Bâb-ı âlî civârında Beşîr Ağa Dergâhı şeyhi Hattât Hüsnü Efendi.

4. Vezneciler’de Derûnî Muhammed Efendi Dergâhı şeyhi Veliyyüddîn Efendi.

Derûnî Muhammed Efendi, meşâyıh-ı Nakşıbendiyye’den ehl-i dil mübârek bir zâttır. 1136/(1724) senesinde irtihâl-i dâr-ı bakâ eylemiştir. İnşâ-kerdesi olan dergâh-ı Nakşıbendî’nin sahasında türbe-i mahsûsasında defîn-i hâk-i mağfirettir. Veliyyüddîn Efendi dahi burada medfûndur.

Veliyyüddîn Efendi, Şeyh Behcet Efendi hazretlerinin vekîl-i harçlık hizmetini edâ ederlermiş. Tâhir Ağa Dergâhı şeyhi Hacı Behcet Efendi böyle söylemiştir.

Dergâh-ı şerîfin âyîn-i zikru’llâh günü Perşembedir. Mustafa Sâib Efendi, Bahâeddîn Efendi ve mahdûmu Bekir Efendi, sırasıyla şeyh olmuşlardır. Mustafa Sâib Efendi’yle Bekir Efendi türbede, Derûnî hazretlerine karîndir. Bekir Efendi, 1328/(1910)’de irtihâl etmiştir. Muhammed Ârif Efendi isminde mahdûmu vardır. Bahâeddîn Efendi, Üsküdar’da, Karacaahmed’de medfûndur. Türbede üç sandûka vardır. İhtimâl ki, dört kabre üç sandûka yapılmıştır.

5. Sinop’da Seyyid İbrâhîm Bilâl Dergâhı şeyhi Halîl Sâib Efendi.

6. Selîmiye Dergâhı müderrisi Ali Câmî Efendi.

/105/   7. Kethüdâ-yı Sadr-ı âlî, meşhûr-ı enâm olan Hâlet Saîd Efendi.

8. Takvîm-hâne-i Âmire Nâzırı şâir Lebîb Efendi.

9. Barut-hâne Nâzırı Seyyid Muhammed Saîd Efendi.

10. Sudûrdan Kethüdâ-zâde Muhammed Ârif Efendi.

11. Sudûrdan Şem’î Molla.

12. Sudûrdan Saîd Mücîb Efendi.

13. Sudûrdan Seyfullâh Efendi.

14. Üsküdârî Şeyh Muhammed Nazîf Efendi.

15. Şeyhlislâm Turşucu-zâde Ahmed Muhtâr Efendi. Kabri Selîmiye Dergâhı’nın karşısındaki mezârlıkta yol yakınındadır.

16. Seyyid Niyâzî.

Zevât-ı müşârünileyhim Hz. Şeyh’in muhib ve mu’tekidi ve mazhar-ı feyz-i tarîkatı idiler.

Şeyh Emîn Efendi hazretlerinin yetiştirmelerinden Mesnevî-hânı şehîr Hacı Hüsâmeddin Efendi, Behcet Efendi hazretleriyle mürşidleri bir olmak i’tibârıyla her ne kadar tarîkaten ihvân iseler de, teberrüken Hz. Behcet’ten tecdîd-i bey’at sûretiyle arz-ı nisbet eylemiştir.

Hâlleri :

Pertev Paşa hafîdi Azîz Bey merhûmun Hz. Şeyh’in şemâili hakkındaki ve ba'zı menâkıbları bahsindeki ifâdeleri ber-vech-i atîdir:

Mürşid-i müşârünileyh, kısaca boylu, nahîfü’l-vücûd, hafîfü’l-lıhye, irice gözlü, sevimli yüzlü, çok kaşlı, serîu’l-hareke, talîku’l-lisân ve fasîhu’l-beyân idi. Tarz-ı kibârânede telebbüs eder, dâimâ sikke-i Mevlânâ ile gezer ve beyâz destâr sararlar idi. Ekser evkâtını mütâlâa ve sohbet ile geçirirdi. Geceleri nevâfil ibâdât ile meşgûl olur, eyyâm-ı mahsûsalarında tefsîr, hadîs, fıkıh ve Mesnevî tedrîs buyururlardı. Rü’yâ ta’bîr etmez, muska yazmaz, hasta okumaz, emvât için pişirilen yemeklerden yemezler idi. Bendelerini de men’eylerdi. Kadınlardan inâbet isteyenlere, teberrüken zikr ve tesbîh dahi vermezlerdi.

Dergâh-ı şerîf civârında hânesi bulunan Hırka-i Şerîf (Câmii) hademesinden Sa’dullâh Efendi’nin henüz tevellüd eden çocuğu ağlamaz imiş. Vâlidesi merâk etmiş, azîz-i müşârünileyhe götürüp nefes ettirmesini zevcinden ricâ eylemiş. Hz. Şeyh’in mesleği ma’lûm olduğu için zevci bu talebe mümâşât eylememiş. Vâlidesi çocuğunu alarak bi'z-zât dergâha gelmiş, bi’l-müsâade huzûr-ı Hz. Şeyh’e girerek vukû’-ı hâli beyân ile nefes buyurmalarını sûz u güdâz ile ricâ ve istirhâm etmiştir. Hz. Şeyh, çocuğu kucağına alarak, “Sen /106/ uslu bir çocuk olduğun için ebeveynini iz’âc etmemek üzere ağlamıyorsun. Ammâ oğlum! Ne yapalım, ağlamıyorsun diye, görüyorum ki, vâliden merâkından ağlayacak.” diye yed-i mübârekleriyle çocuğun dudağına hafifçe vurmuş. O andan i’tibâren çocuk ağlamaya başlamış. Vâlidesi bu hâlde hânesine götürmüştür. Garîbdir ki, sonra da, “Hiç susmuyor.” diye Hz. Seyh’e mürâcaat eylemiştir.

Bir Vak’a-i Garîbe :

Âlem-i cemâle intikâllerinden sonra vasiyyetleri mûcibince İbrâhîm-i Hayrânî Efendi hazretleri azîz-i müşârünileyhin büyük mahdûmları Muhammed Hidâyetullâh Efendi’ye vekâlet ve terbiye-i tarîkatına himmet buyurmuştur. Hidâyetullâh Efendi, bir taraftan tahsîl-i ulûm ile meşgûl idi. Ba'zı fesedenin ilkââtıyla azîz-i müşârünileyhin küçük mahdûmu olup, hadd-i zâtında gâyet zekî ve tahsîli ilerlemiş, şiir ve inşâda yed-i tûlâ sâhibi olmuş bulunan Ali Rızâ Efendi, dergâh-ı şerîfi bi'z-zât idâre etmek hevesine düşmüş ve İbrâhîm-i Hayrânî Efendi hazretlerine karşı, gücendirecek ba'zı evzâ’da bulunmaya başlamış idi. Her ne kadar İbrâhîm Efendi hazretleri, peder-i âlî-kadri hürmetine sükûtu ihtiyâr buyururlardı. İbrâhîm Efendi, artık bir gün tahammülünü taşırarak, çileden çıkarak Rızâ Efendi’ye hitâben, “Pederinizin ni’met ve himmetini görmüş olduğuma ve üzerimde büyük hakkı bulunduğuna binâen sabrediyor isem de, Hak râzî olmadı. Pek acıyarak söylerim ki, kendinize yazık ettiniz.” deyip odadan çıkmış. Rızâ Efendi, nısfu’l-leylde kimsenin haberi olmaksızın dergâhın minâresine çıkıp, kendisini aşağıya atmıştır. Derhâl terk-i hayât eylemiştir. Pederinin civârında karîn-i rahmettir.

Revîş-i hâlden anlaşılıyor ki, zihninde fenâlık zuhûra gelip, pederleri merhûmun rızâsı hilâfına vâkı’ olan hareketinin cezasını bulmuştur.

Tarîkat-ı Mevleviyye’ye Nisbetleri :

Ali Behcet Efendi, Muhammed Alâeddîn Çelebi, Muhammed Ârif Çelebi, Sadreddîn Çelebi, Bostân Çelebi, Abdülhalîm Çelebi, Hüseyin Çelebi, Ârif Çelebi, Bahâeddîn Çelebi, Ebû Bekir Çelebi, Bostân Çelebi, Ferrûh Çelebi, Cemâleddîn Çelebî, Ârif Çelebi, Emîr Âlim Çelebi, Muhammed Çelebi, Abdülvâhid Çelebi, Şemseddîn Âbid Çelebi, Muhammed Celâleddîn Ârif Çelebi, Muhammed Bahâeddîn Veled Çelebi, Muhammed Hüsâmeddîn Çelebi, Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (Kuddise sırruhû'l-Bârî)

Nisbet-i Tarîk-ı Şettârî :

Seyyid Emîr Gülâl, Şeyh İsâ el-Hindî es-Sindî, Şeyh Ârif Şükür Muhammed, Şeyh Muhammed el-Gavs, Şeyh el-Hâc Huzûr, Şeyh Hidâyetullâh, Şeyh Muhammed el-Kâdî, Hz. Pîr Abdullâh eş-Şettârî, Şeyh Muhammed Ârif, Şeyh Âşık, Şeyh Muhammed Hudâkulu, Şeyh Ebu’l-Hasan el-Harakânî, Ebû Muzaffer Mevlânâ Tûsî, Ebû Muhammed-i A’râbî, Muhammed el-Mağribî, Bâyezîd-i Bestâmî.

/107/ Tarîkat-i Aliyye-i Nakşıbendiyye Silsileleri:

Azîz-i müşârünileyh silsile-i nisbetlerini bu sûretle beyân buyuruyorlar :

بسم الله الرحمن الرحيم وبك تستعين. اهدنا الصراط المستقيم. حمدا لك بذاتك لذاتك العليا. والصلاة والسلام على رسولك المجتبا سيدنا ونبينا ومولانا محمد المصطفى الذى نزل فى شأنه علمه شديد القوى وعلى آله وأصحابه هم بنجوم الهدى .

أما بعد: فيقول الفقير الكامل فى النقصان العاجز عن معرفة الرحمن المنان على بهجت ابن ابى بكر حسن ابن حسين إنى أخذت الطريقة العلية النقشبندية عن شيخى وسيدى زسندى ومعتمدى ومكان الروح من جسدى قدوة الواصلين ودليل السالكين الوارث الكامل العالم العامل الواصل خواجه محمد امين النقشبندى قدس سره العزيز.

وهو أخذ عن شيخه خواجه محمد آكاه النقشبندى – قدس الله سره - وهو أخذ عن شيخه قدوة الأولياء الواصلين خواجه مصطفى رضاء النقشبندى الشهير بابن النجار – قدس الله سره - وهو أخذ عن شيخه شيخ الشيوخ علمى خواجه محمد افندى الشهير بعربزاده – قدس الله سره -  وهو أخذ عن شيخه العامل الربانى أبو عبد الله السيد محمد النقشبندى السمرقندى – قدس الله سره - وهو أخذ عن شيخه أبى البركات خواجه أحمد افندى جوريانى المعروف بيكدست– قدس الله سره - وهو أخذ عن شيخه الربانى مجمد السرهندى المرسوم بإمام معصوم – قدس الله سره - وهو أخذ عن شيخه الربانى ووالده المجدد الألف الثانى مولانا خواجه أحمد الفاروقى – قدس الله سره - وهو أخذ عن شيخه مولانا خواجه كى امكنكى – قدس الله سره - وهو أخذ عن شيخه محمد امكنكى– قدس الله سره -  وهو أخذ عن شيخه خواجه محمد زاهد – قدس الله سره -  وهو أخذ عن شيخه الغوث الأعظم والقطب الأفخم مخزن الأسرار ورئيس الأبرار والأخيار مولانا خواجه عبيد الله الأحرار – قدس الله سره - وهو أخذ عن شيخه الوفى مولانا خواجه يعقوب جرخى – قدس الله سره - وهو أخذ عن شيخه سند الأولياء والأصفياء عيون المحققين وارث علوم الأنبياء والمرسلين قبلة هذه الطريقة وإمامها خواجه بهاء الحق والدين محمد بن محمد البخارى المعروف بنقشبند – قدس الله سره الصمد - وهو أخذ عن شيخه أمير كلال – قدس الله سره العزيز ذو الجلال - وهو أخذ عن شيخه خواجه بابا سماسى – قدس الله سره - وهو أخذ عن شيخه خواجه على راميتنى الشهير بعزيزان – قدس سره المنان -  وهو أخذ عن شيخه خواجه محمد انجير فغنوى – قدس الله سره الوفى - وهو أخذ عن شيخه مولانا /108/ خواجه عارف ريوكرى – قدس الله سره - وهو أخذ عن شيخه عارف الأولياء وإمام الأتقياء عمدة أهل الكمال وزبدة أصحاب الحال معدن اليقين الإرفان رأس سلسلة الخواجكان قطب الربانى خواجه عبد الخالق غجدوانى– قدس الله سره - وهو أخذ عن شيخه الصمدانى خواجه أبى يعقوب الهمدانى– قدس الله سره - وهو أخذ عن شيخه أبو على الفارمدى الطوسى– قدس الله سره - وهو أخذ عن شيخه الربانى أبى الحسن الخرقانى– قدس الله سره - وهو أخذ عن شيخه الروحانى سلطان العارفين وبرهان الواصلين أبو يزيد البسطامى – قدس الله سره السامى - وهو أخذ عن شيخه بالروحانية الإمام الأجل والهمام الأفضل نور عيون الأولياء ونصب عين المرتضى فى علوم الأسرار الواثق سيدنا ومولانا جعفر الصادق – رضى الله عنه – كافة الأولاء وهو مع وراثته آبائه الكرام أخذ بالإلهام عن شيخه وجده من قبل الأم مولانا قاسم ابن محمد بن أبى بكر الصديق الشفيق رضى الله عنه وعن كافة الصحابة أجمعين وخو من الفقهاء السبعة وكان من التابعين وهو أخذ عن شيخه محبوب رسول الثقلين ومحب جد الحسنين سلمان الفارسى – رضى الله عنه وسلمان رضى الله عنه مع تشرفه الصحابة الجلى صلى الله عليه وسلم أخذ الطريق عن الصديق الأكبر والعتيق الأطهر – رضى الله عنه - وهو أخذ عن النبى الكريم وبالمؤمنين رحيم و أفضل الأنبياء والمرسلين وأشرف الخلايق كلهم أجمعين برهان الأنبياء وسند الأصفلاء سيدنا سيد الأولين ومولانا فخر الآخرين نقطة الأول والآخر ومركز إحاطة الظاهر وباطن الظاهر محمد رسول الله وحبيب الله أرسله بالهدى ليظهر أسرار الله على الأنبياء والأتقياء والمؤمنين.

صلوات الله تعالى على نبينا وعليهم أجمعين وعلى آله وأهل بيته وأزوجه وأولاده وأتباعه وأتباع أتباعه ومن تبعهم بإحسان إلى يوم الدين. والحمد لله رب العالمين.[185]

Müşârünileyhin Beyân Buyurdukları Sülûk Şartları:

1. Mürîd halk ile muhâlatayı terk ede,

2. Tena’’um ve lezâizi terk ve kanâatle muttasıf ola,

3. Beş vakit namâzı cemâatle kıla,

4. Mâ-lâ-ya’nî kelâmı terk ede,

5. Helâl yiye, şübühâttan tevakkî ede,

6. Halkın ezâsına tahammül eyleye,

7. Ehl ü evlâdına şiddet-i muhabbetten mehmâ-emken hazer ede,

8. Fukarâ ve mesâkîne bezl ü îsârı mu’tâd edine,

9. Herkese hüsn-i hulk ile muâmele ede,

10. Ehl-i dünyâdan uzak dura, onlara nâ-be-mahal tevâzuu terk ede,

11. Gece gündüz evrâdını okuya,

12. Huzûr-ı kalb ile devâm-ı zikrde buluna,

13. Halkın zemm ü medhine kulak asmaya,

14. Fakr u zarûrete tahammül, her hâlinde sadâkat ede, kendini herkesten hakîr bile ve sâire.

/109/ ŞEYH MUSTAFA VAHYÎ EFENDİ

Ulemâdandır. İbrâîl’de pâ-nihâde-i sâha-i vücûd olmuştur.

Dersaâdet’te tahsîl-i ulûm ederek tarîkata intisâb için hâsıl olan meyl üzerine, Şeyh Emîn Efendi hazretlerine arz-ı nisbet eylemiş ve Hoca Neş’et Efendi ile de hem-hâl ve hem-sohbet olmuş idi. Çatladıkapı civârındaki hânelerinde tullâb-ı ma’rifete Fârisî okutur ve Mesnevî-i şerîfin hakâyık u dekâyıkından bahsederler imiş.

1233 senesi Muharreminin onsekizinci (28 Kâsım 1817) Perşembe günü âzim-i gül-şen-sarây-ı cinân oldular. Medfen-i mübârekleri Topkapı hâricinde, Maltepe Hastanesi’ne giden yolun sağ tarafında, Sakızağacı denilen mahalde, Hoca Neş’et Efendi merhûmun kabri önündedir. Mezâr taşında gördüğüm ebyât ber-vech-i atîdir:

Lâ ilâhe İllâ’llâh Muhammedün Rasûlu’llâh

Hazret-i Vahyî Efendi ol azîz-i Nakşıbend

Cân atup Mevlâ’ya göçdü azzehu’l-Mevlâ ledeyh

Gerçi kıldı rüzgâr efsürde şem’-i ömrünü

(وكان نور الحى مصباحا له بين يديه)[186]

Reh-mümâ-yı azm-i pâkidir nidâ-yı “irciî

Göçdüğü dergâhdır (لامرجع إلا إليه)[187]

Merkadinde cenneti cennetde görsün vuslatı

 (قرة عيناه بنور ربه فى منزليه)[188]

Heb tarîkat cânları böyle didi târîhini

Hakk’a göçdü rûh-ı Vahyî rahmetu’llâhi aleyh

(حقه كوجدى روح وحيى ؤحمة الله عليه) = 1233/1817

Bilsün bu târîhe bakup seyrânın erbâb-ı kulûb

Vahyî Efendi göz yumup gördü makâm-ı vuslatı

(وحيى افندى كوز يوموب كوردى مقام وصلتى)

Murâkabe âleminde bulunan ehl-i tarîkin, “muîn” dedikleri bir destek vardır ki, Vahyî Efendi merhûmun muîn i'mâlinde ziyâde ihtisâsı varmış ve yaptığı muînler pek meşhûr ve musanna’ olup ziyâdesiyle mevki’-i i’tibârda tutulurmuş. Şeyh Hacı Behcet Efendi pederimiz söyledi.

Geçende kabr-i pâkini ziyâret esnâsında, civârında gördüğüm kabirde mahdûmunun medfûn olduğunu gördüm ve kitâbe-i seng-i mezârını istinsâh ettim:

Mükerrem Hazret-i Vahyî Efendi-zâde-i mukbil

Mukîm-i ma’bed-i tâat hulâsa Hazret’e kuldu

Bu idi bülbül-i destân-sarây-ı gül-şen-i irfân

Meded ol gonca-i bâğ-ı dirâyet açılup soldu

Karîn-i lutf-ı Yezdân mazhar-ı sırr-ı bozorgândır

Bu vâlâ-kadre giryân olmağıla gözlerim doldu

Duyup “men-mâte” sırrın cân atup tâûndan gitdi

Şehîdistân-ı Hakk’a gitmeğe kesdirme yol buldu

Cihâna bir gelüp zâtı gibi cevher-bahâ târîh

Hudâ’sın buldu Abdülkâdir’e cennet-mekân oldu

(خداسين بولدى عبد القادره جنت مكان اولدى) = Zi'l-ka'de1228/(Ekim1813)[189]

Müşârünileyh (Vahyî Efendi)’nin eş’ârı varmış, fakat elde edilemedi. Yalnız atîdeki gazeli ele geçti:

Bahâne-cû-yı fırsat olduğum yâre duyurmuşlar

Nifâk itmişler ammâ ma’nevî himmet buyurmuşlar

Bu rütbe-bî-vefâlık eylemezdi ol kerem-pîşem

/110/                Seni sevmez diyu tağlît ider ba’zı kudurmuşlar

Çekilmez gerçi hamyâze-i aşkı ol kaşı yaylar

Ne hâldir sehm-endâz-ı kader bu güne kurmuşlar

Dayanmaz ol kadar mızrâb-ı nâz u cevre sultânım

Derûnum sâz-ı nâ-sâzın kulağın pekçe burmuşlar

Nevâl-i vuslat-ı bâr-ı mecâza kalmadı havvâs

Bi-hamdi’llâh dil-i teşnem hakîkatle doyurmuşlar

Bilenler genc-i bâr-âver olur bâd-ı hevâ her dem

Bu dîvân-ı Süleymânî’de bilmezler duyurmuşlar

Ser-i a’dâya meydân-ı ser-i kûyun iderdim teng

Semend-i bâd-pâ-yı himmet-i Vahyî’yi yormuşlar

HOCA HASAN HÜSÂMEDDÎN EFENDİ

Meşhûr Mesnevî-hân Hüsâmeddîn Efendi hazretleri, 1184 senesinde şehr-i Recebin ilk Cuma gecesi (Ekim 1770), ale’s-seher kadem-nihâde-i âlem-i vücûd olmuştur. İstanbulludur. Pederleri Bâb-ı âlî’de Dâhiliye Kısmı Ser-halîfesi es-Seyyid Muhammed Fehîm Efendi’dir. Hâneleri Aksaray’da Ebekadın Mahallesi’nde idi.

Hüsâmeddîn Efendi, dört yaşında iken okumağa başlayıp, dokuz yaşında hıfz-ı Kur’ân’a muvaffak olmuş, ba’dehû ulûm-ı Arabiyyeyi Kastamonulu Ömer ve Konyalı Ali Efendilerden, ilm-i hadîs ve usûl-i hadîsi Kurubesili Es’ad Efendi’den, ilm-i tefsîri Ahıskalı Hoca Selîm Efendi’den tahsîl edip ba’dehû Bursalı Muhammed Emîn Efendi hazretlerine intisâb ile mazhar-ı feyzleri olmuştur.

İlk mülâkatında Hz. Şeyh ismini sormuş, “Hasan b. Muhammed b. Hüseyin” diye cevâb vermesiyle, (عن الحسن عن أبيه الحسن عن جده الحسن إن أحسن الجسن الخلق الحسن)[190] hadîs-i şerîfini kırâatle, “Oğlum mahlasın Hüsâmeddîn olsun.” buyurmuşlardır.

Bir müddet sonra şeyhinin intikâline mebnî, hem hocası, hem pîrdaşı olup, Eyüp’de, İdris Köşkü’nde, Zînet Hâtûn Mahallesi’nde, Hâtûniyye Dergâhı’nda, Hoca Selîm Efendi hazretlerinin nezdine gidip, ihtiyâr-ı inzivâ eylemiştir. Şeyh Ali Behcet Efendi hasretlerinden de tecdîd-i bey’at ettiler ki, bâlâda yazılmış idi. İnzivâ-güzîn oldukları zamân, 1228/(1813) târîhine ve kırk dört yaşına müsâdifdir.

Fârisî tahsîlinden başka Şeyh-i Ekber Efendimizin Fusûs’u ve Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî-i şerîfini /111/ tederrüs eylemiştir. Bir sene sonra Selîm Efendi’nin irtihâline mebnî Hz. Mevlânâ’nın işâret-i ma’neviyyesiyle Mesnevî okutmaya başlamış ve Merkez Efendi Dergâhı’nda I. ve II. cildleri tedrîs etmiştir. Sonra Hz. Sünbül Sinân Âsitânesi’ne nakl ve Cuma günleri derse devâm ile 1247/(1831) senesinde hüsn-i ihtitâm müyesser olmuştur. Bu zamânda altmışüç yaşında bulunuyorlardı.

Ba’dehû sülâle-i tâhire-i Kâdiriyye’den Tüccârbaşı Hacı Mahmûd Efendi ile Haremeyn-i muhteremeyni ziyârete gidip, avdetlerinde Yedikule’de Hacı Evhadüddin Dergâhı’nda ve Hz. Mısrî’nin ârâm-sâz oldukları dergâhta tekrâr Mesnevî-i şerîf tedrîsine başladıktan başka Buhârî-i şerîf, Mesâbih-i şerîf, Delâilü’l-Hayrât, Şir’atü’l-İslâm, Kâdî Beydâvî Tefsîri okutmuşlardır.

1267/(1851) senesinde Eyüp’e naklile Hâtuniyye Dergâhı’nda üçüncü def'a olarak Mesnevî-i şerîf, tefsîr ve hadîs-i şerîf tedrîsiyle meşgûl oldular. Dergâh o kadar kalabalık olur imiş ki, ale’l-ekser yer bulamamak me’yûsiyyetiyle avdet edenler bulunurmuş. Kesret-i mütâlâadan mübârek gözlerine 1277/(1860)’de amâ târî olmuştur ki, sinleri doksan üçe resîde olmuştu.

1280/(1863) senesinde doksanaltı yaşında oldukları hâlde Leyle-i fıtırda, sâat dörtde gül-zâr-ı bakâya âzim oldular.

Eyyâm-ı îydi mâtem-i târîhe kıl tahsîs

Hüsâmeddîn çekildi gitdi mü’minler meyânından

(حسام الدين چكلدى كيتدى مؤمنلر ميانندن) = 1280/(1863)[191]

Bayram günü binlerce halk cenâzelerinde hâzır bulunup, Hz. Hâlid’de namâzı ba’de’l-edâ, sâat onbir râddelerinde dergâh-ı şerîfin ittisâlinde pencere önünde defn olundu. Ba’dehû üzerine demirden güzel bir şebeke yapılmış, mükellef mezârtaşı konulmuştur.

Mezârtaşında:

Lâilâhe illAllâh Muhammedü’r-Rasûlu’llâh.

Hâzâ kabru Mesnevî-hân Hâce Hasan Hüsâmeddîn es-Sıddîkî kuddise sırruhu’l-âlî. 1280 gurre-i Şevvâl (10 Mart 1864).” yazılıdır.

(خوان) yerine (خان) hâkkolunmuş. Böyle mühim bir zâtın kabirtaşının yazısında irtikâb olunan bu hatâya doğrusu müteessif oldum.

Âsârı :

Mesnevî-i şerîfin ilk beyti üzerine Molla Câmî tarzında bir risâle-i mühimmeleri, Buhârî-i şerîfin onbeş cüz’ü üzerine Arapça bir şerh-i lâtifleri, /112/ İmâm Tirmizî’nin Şemâil-i Seniyye-i Muhammediyye hakkındaki eserlerinin tercümesi.

Hüsâmeddîn Efendi hazretleri, cidden müşkil-güşâ-yı ashâb-ı sıdk u vefâ idi. Cenâb-ı Allâh, cümlemizi şafâatlerina mazhar buyursun. Menâkıb-ı latîfeleri zebân-zed-i erbâb-ı irfândır.

Sütlüce Dergâhı şeyhi merhûm Şeyh Elîf Efendi (cild: I, sahîfe: 354), Tenşîtu’l-Muhibbîn nâmıyla Hâce Hüsâmeddîn Efendi merhûmun tercüme-i hâlini tab’ u neşr eylemiştir. Pek güzel yazılmış bir eserdir. Mütâlâasını tavsiye ederim. Mezkûr eserden:

حسام الحق والدين شمس الطريقة

 إمام العصر فى معضلات الشريعة

هو الراسخ الجليل فى كل شعبة

من العلم والعرفان بالأكملية

هو الشيخ من كل الوجوه فى وقته

بديع البيان فى علوم الحقيقة

هو العارف المقصود لكل قاصد

مجد فى طلب المعالى الجليلة

هو الحاذق للمشكلات فى حلها

بقصد القلب وبالأقوال البديعة

لقد كان بإنفاسه وهمته

تنال المنى فى خدمة الحلية

فيرجى الآن من روحه عند قبره آل

منور كل ما قلنا فى القصيدة

لمن زاره بحسن الإعتقاد به

كما كان فى حياته الدنيوية

أليف الضعيف يستمد من روحه

لكل منهم فى الصبح والعشية

فقدس الله سره ونفحه

وأكرم بمعنائه السرمدية[192]

Mu’tedilü’l-kâme, kaviyyü’l-bünye, re’s-i şerîfleri büyücek, hâfifce humrete mâil buğday renkli ve ak sakallı, sevimli olmakla berâber mehîb, menkebeyni arası geniş ve kemiklice olup, vücûdunda semen olmadığı hâlde nahîf ve nârin de değildir.

Tarîkatları Seyyid Muhammed Emîn-i Bursevî hazretlerine nisbet-dâr olup Nakşıbendî’dir. Hâsseten rûhâniyyet-i kudsiyye-i Hz. Mevlânâ’dan müstefîddir. Sikke-i şerîfe-i Mevleviyye iktisâ buyurup üzerine siyâdetleriyle berâber beyâz amâme sararlardı. Bu amâme, meşâyıh-ı Mevleviyye’nin sardıkları kafesî destâr şeklinde değil, düz dolama idi. Tenşîtu’l-Muhibbîn’de tafsîl vardır.

ŞEYH MUSTAFA VAHYÎ EFENDİ

(Hüsâmeddin Efendi’nin) halîfeleridir ve veled-i ma’nevîsidir. 1295/(1878) senesinde Medîne-i Münevvere’de civâr-ı rahmet-medârı Muhammedî’de âsûde-nişîn olmuşlardır (Kaddesa'llâhu sırrahû).

ed-Dürretü’l-Azîziyye fi’l-Fevâidi’l-Kaviyye nâmıyla te'lîf eylediği eserde, Hüsâmeddin Efendi merhûmun fezâil-i şahsiyyesinden bahs eylemiştir.

Tasavvuf ve akâidden Sübhatü’z-Zâkirîn ve hadîs-i erbain şerhi olarak Hezzü’z-Zâkirîn nam eserleri de makbûl-ı erbâb-ı irfândır.

HÂCE SELÎM EFENDİ

Dergâha muttasıl kabirleri vardır. Mezâr taşında:

Lâilâhe illa’llâh Muhammedü’r-Rasûlu’llâh. Hazâ merkadü Hazret-i Hâce Selîm kuddise sırruh.” yazılıdır.

ŞEYH MUHAMMED RIZÂEDDÎN EFENDİ

Mustafa Vahyî Efendi’nin mahdûmudur; hâfızdır. 1306 senesi Zi’l-hicce'nin üçüncü (1 Ağustos 1889) Çarşamba günü câm-ı mevti nûş eylemiştir. Onbir sene meşîhatı vardır.

Mezâr taşından:

La ilahe illAllâh, Muhammedü’r-Rasûlullâh.

Tarîkat-ı aliyye-i Nakşıbendiyye meşâyıh-ı izâmından eş-Şeyh el-Hâc Mustafa Vahyî Efendi merhûmun mahdûmu ve bu dergâh-ı şerîfin post-nişîni eş-Şeyh el-Hâc el-Hâfız Muhammed Rızâeddîn Efendi’nin rûh-ı şerîfi içün, rızâen li’llâhi’l-Fâtiha. 1306, yevm-i Çarşamba, 3 Zi’l-hicce

Vâlidesi Fatma Hânım da burada medfûndur. Târîh-i vefatı 3 Ramazân 1293/(22 Eylül 1876)’tür.

/113/ ŞEYH RIFKI EFENDİ

Ali Behcet Efendi’nin hulefâsındadır. Bahr-i siyâh sevâhilinde kâin kasabalardan Bartın’a mülhak Kurucaşile köyünde Kandil Ali oğlu Ali nâm zâtın sulbünden çehre-nümâ-yı âlem-i şuhûd olup, 1228/(1813) târîhinde Dersaâdet’e bi’l-muvâsale Sultân Ahmed Medresesi’ne girerek tahsîle devâm etmiş; lisân-ı Fârisî’yi de Şeyh Vahyî Efendi merhûmdan öğrenmiştir. Selîmiye’de Şeyh Ali Behcet Efendi hazretlerine arz-ı nisbetle, 1233/(1818) târîhinde ahz-ı yed-i inâbet eylediler ve nâil-i hilâfet oldular.

1248/(1832) târîhinde Unkapanı civârında Ahmed Buhârî Dergâh-ı şerîfi meşîhatine nâil oldular. Daha evvelce bu dergâhın şeyhi Kıbrıslı Hasan Efendi’ye dâmâd olmuşlar idi (s. 50)[193]. 1271/(1855) târîhine kadar yirmiüç sene icrâ-yı meşîhatten sonra irtihâl-i dâr-ı bakâ eylediler. Dergâh-ı şerîfin cümle kapısı yanındaki makbere-i mahsûsada hâk-i rahmete tevdî’ olundular. Reîsü’l-meşâyıh idi.

Kitâbe-i seng-i mezârı:

Şeyh Rıfkı cân virüp gitdi cihâd-ı ekbere

Hak refîk itsün ferîk-ı cennete zâtın hemân

Ma’rifet-mend-i şüyûh-ı Nakşıbend-i vakt iken

Göçdü (ol) üstâd-ı irşâd u ulûm-ı hâcegân

Ârif-i esrâr-ı mir’ât-ı tarîk olmuş idi

Bende-i Behcet olup ıhlâsile pek çok zamân

Kabrini rahmetle teşrîf eyleyen züvvârını

Haşr ide ahrâr ile mahşerde Rabb-i Müsteân

Öğrenüp Safvet erenlerden didi târîhini

Eyledi Rıfkî Efendi tekye-i Adn’i mekân

(ايلدى رفقى افندى تكيه  عدنى مكان) = 1271/(1855)

Fatma Refika, Seniyye ve Münîre isminde üç kerîmesi vardı. Neccâr-zâde şeyhi Feyzullâh Efendi hafîdleridir.

Eş’ârından:

Arş u Kürsî’den geniş kâşâne kim gönlümdür ol

Taht-gâh-ı kişver-i cânâne kim gönlümdür ol

Merkez-i arz u semâ şekli sanevber sûretâ

Bir mutalsım kenz ana vîrâne kim gönlümdür ol

Mey-perest-i sâki-i bezm-i elestiz zâhidâ

Neş’e-gâh-ı vahdete mey-hâne kim gönlümdür ol

Bezm-i meyde yâr ile zânû-be-zânû cân-fezâ

Bâde-i sâfî içen mestâne kim gönlümdür ol

Âf-tâbım gam yemem gerçi tehî-destim velî

La’l-i nâbınla dolu peymâne kim gönlümdür ol

Kays-veş bâzâr-ı aşk içre eyâ Leylâ-sıfat

/114/                 Yoluna cân baş komuş dîvâne kim gönlümdür ol

Rûy-i red görmez gelenler bâr-gâh-ı pîrde

Şimdi andadır güşâ mihmâne kim gönlümdür ol

Artar eksilmez derûn-ı sînede sûz u güdâz

Vâdi-i hayretde âteş-hâne kim gönlümdür ol

Hûş-der-dem eyleyüp Rıfkî diyâr-ı aşkda

Peyrev olmuş Hazret-i îşâna kim gönlümdür ol

Hasbeten li’llâh her dem eyleyen hayr-duâ

Hak kabûl itsün şeh-i devrâne kim gönlümdür ol

ŞEYH İBRÂHÎM-İ HAYRÂNÎ EFENDİ HAZRETLERİ

Ali Behcet Efendi hazretlerinin ecell-i hulefâsındandır. İrtihâllerinde yerlerine nâib-i menâb ettikleri zât-ı âlî-kadrdir. Ankara muzâfâtından Mihalıccık kazâsı muzâfâtından Narlı karyesindendir. Pederlerinin ismi Muhammed’dir. Karye-i mezkûrede İmâmet ve hitâbet ederlerken, berây-ı tahsîl İstanbul’a gelip Sultân Ahmed Medresesi’nde tahsîl ile dem-güzâr oldular. Bu sırada tercüme-i hâl-i âlîlerini bâlâda yazdığım Şeyh Emîn Efendi hazretlerinin hulefâsından Şeyh Vahyî Efendi hazretlerine intisâb edip, bir gün Hz. Şeyh, “Oğlum İbrâhîm Efendi! Bizim âlem-i âhirete intikâlimiz (1233/1818) takarrub eyledi. Henüz sülûkunuz nâ-tamâmdır. Bizden sonra Üsküdar’da Selîmiye Dergâhı’nda Ali Behcet Efendi’ye mürâcaatla, ondan ikmâli sülûk ediniz.” buyurdular.

İbrâhîm Efendi, mürşidinin intikâlinden sonra emri vechile hareket eyleyip, huzûr-ı Hz. Behcet’e girdi. “Gel İbrâhîm Efendi” diye şeref-i iltifâtına nâil oldu. Huzûrlarından ayrılmayarak mazhar-ı kemâl-i esrâr-ı tarîkat oldular. “Hayrânî” diye mürşidleri telkîb buyurmuşlardır. İntikâllerine karîb müşârünileyhi istihlâf buyurdular ki, tafsîli bâlâda geçti.

Yirmibir sene Selîmiye Dergâhı’nda vekâleten icrâ-yı meşîhat eylediler. Hidâyetullâh ve Rızâ Efendiler şeyh-zâdeleridir. Bunlardan Rızâ Efendi, bi'l-âhare muhtelli’ş-şuûr oldu. Minâreden kendisini attı; vefât eyledi ki, bunun esbâbı bâlâda yazıldı.

İbrâhîm Efendi, mürşidlerinin hâl-i hayât-ı sûriyyelerinde huzûrlarında iken bir gün “Oğlum İbrâhîm Efendi! Bir zamân gelecek, İstanbul’da Tâhir Ağa Tekkesi meşîhati size tevcîh olunacak, istinkâf eyleme, kabûl et.” diye keşf-i hakîkat /115/ ve îrâd-ı nasîhat buyurmuşlardı. Fi'l-hakîka 1259/(1843) târîhinde Fâtih’de Âşıkpaşa’da kâin Tâhir Ağa Dergâhı meşîhati inhilâl edince, 27 Rebîu’l-evvel 1259/(28 Nisan 1843)’da Şeyhü’l-islâm Mekkî-zâde Mustafa Âsım Efendi merhûmun tensîbiyle İbrâhîm Efendi buraya şeyh olmuştur ve fakat mürşid-i mükerremlerinin âsitânesinden ayrılır iken şiddet-i teessür ü tahâssüründen hastalanmış ve Tâhir Ağa Dergâhı’nda altı ay sonra irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir.

Pîr-daşı Pertev Paşa merhûm Selîmiye Dergâh-ı münîfi dâhilinde bir kütüp-hâne binâ etmişler ve Şeyh İbrâhîm Efendi’yi 1252/(1836) senesinde buraya hâfız-ı kütüb ta’yîn eylemişlerdi. Hz. Şeyh ekser evkâtını kütüb-hânede geçirip, Dervîş Ahmed Dede’ye, bir gün medfenlerini işâret buyurmalarıyla irtihâllerinde oraya defn olunmuştur ki, mürşidlerinin yakınında ve kütüb-hânenin ittisâlindedir.

Mezâr taşında şöyle yazılıdır:

Ecille-i meşâyıh-ı Nakşıbendiyye’den kutbu’l-ârifîn, merhûm Behcet Efendi hazretlerinin hulefâsından Âsitâne-i aliyyede Tâhir Ağa Hânkâhı’nda seccâde-nişîn-i meşîhat olan umde-i ashâb-ı irfân ve zübde-i erbâb-ı zühd ü itkân merhûm ve mağfûrunleh Şeyh İbrâhîm-i Hayrânî Efendi’nin rûhîçün li’llâhi’l-Fâtiha. Sene 1260/(1844).”

Sinn-i âlîleri alâ-rivâyetin yetmiş yaşını mütecâviz idi. Muhibbânından bir zâta, “Adam olamadım; şeyhim yevmî yirmibin salavât-ı şerîfe okurlardı. Biz henüz onikibin kadar okuyabiliyoruz. Fa’tebirû.” (demişlerdir).

Vasiyyetleri üzerine cenâzelerini gasleden, Harem İskelesi’nde mekteb hocası Kutbeddîn Efendi merhûmdur. Bu zât zü’l-cenâheyn olup meşâyıh-ı Nakşiyye’den imiş. Na’şlarının Hz. Salâhî’nin dergâhdaki büyük odasının içinde gasl olunduğunu Şeyh Hacı Behcet Efendi söylediler.

İbrâhîm-i Hayrânî hazretleri kibâr-ı meşâyıhdan bir zât-ı âlî-kadr olup, kendilerinden hâlât-ı acîbe zuhûr etmiş olduğu ve hayli menâkıbı menkûldür. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Hz. Salâhî’ye olan irtibât-ı mahsûsam te’sîriyle dergâha gelip gittikçe buradan güzerân eden eâzıma tabîatıyla muhabbet hâsıl ettiğimden, neş’e-i ma’neviyye te’sîriyle atîdeki iki gazel cümle-i sânihât-ı dervîşânemdendir :

Mest ü medhûş-ı visâl biz dahi Hayrânî’yiz

Âşık-ı nûr-ı cemâl biz dahi Hayrânî’yiz

Tâ ezel zevk ile geldik yine zevkân gideriz

Peyrev-i ehl-i kemâl biz dahi Hayrânî’yiz

Aşk-ı Hak bizlere sermâye-i cân olmuşdur

Dâimâ ebkem ü lâl biz dahi Hayrânî’yiz

/116/                 Ey gönül uğrar isen gül-şen-i İbrâhîm’e

De ki ey ârif-i hâl biz dahi Hayrânî’yiz

Âlem-i dilde bize behcet-i aşk olmuşsun

Cezbe vü hâle misâl biz dahi Hayrânî’yiz

Bâb-ı ihsânına geldik bizi mehcûr itme

Vâkıf-ı sırr-ı meâl biz dahi Hayrânî’yiz

Nazar it merhamet eyle bu garîb Vassâf'a

Sun bize âb-ı zülâl biz dahi Hayrânî’yiz

                     *   *   *

Ahsen-i takvîme hayrân olmuşuz Hayrâni'yiz

Âşık-ı şeydâ-yı cânân olmuşuz Hayrâni'yiz

İçmişiz peymâne-i aşkı ezel bezminde biz

Gül-şen-i lâhûta hayrân olmuşuz Hayrâni'yiz

Mest ü medhûşuz bütün seyrânımız gül-zâr-ı aşk

Neş’e-yâb-ı bezm-i cânân olmuşuz Hayrâni'yiz

Andelîb-i bâğ-ı hüsn olduk safâ-yı yâr ile

Behcet-i cânâna hayrân olmuşuz Hayrâni'yiz

Ol tecellî-gâh-ı hüsnün âşıkı Vassâf'ıyız

Ahsen-i takvîme hayrân olmuşuz Hayrâni'yiz

ŞEYH MUHAMMED ŞÜKRÜ VE ŞEYH MUHAMMED FEYZULLÂH EFENDİLER

Şeyh İbrâhîm-i Hayrânî hazretlerinin necl-i necîbleridir. Pederlerinin irtihâllerinde her ikisi (de) küçük yaşta idiler. Tâhir Ağa Dergâhı meşîhati münâsafeten 11 Ramazân 1259/(6 Ekim 1843) târîhinde[194] tevcîh olundu. Unkapanı’nda Ahmed Buhârî Dergâhı seccâde-nişîni Şeyh Muhammed Rıfkî Efendi (Ali Behcet Efendi’nin halîfesi) vekîl ta’yîn olunmuş, İbrâhîm Efendi hâl-i ihtizârda iken büyük mahdûmu Muhammed Şükrü Efendi’nin de yakında intikâl edeceğini haber verip, fi'l-hakîka bir müddet sonra Şükrü Efendi âlem-i bakâya göçmüştür. Medfeni ma’lûm değildir. Tâhir Ağa Dergâhı’nda mı, yoksa Selîmiye’de mi defn olunduğunu bilen yoktur.

Meşîhat, tamâmen Feyzullâh Efendi’ye teveccüh edip, pederlerinin irtihâlinde sekiz veyâ dokuz yaşlarında imişler. Târîh-i velâdetleri 1251/(1855) olmak lâzım geliyor.

Muhammed Rıfkî Efendi’den sonra, Şeyh Ali[195] ve Şeyh Arap Saîd efendiler sıra ile nezâret etmişlerdir. Pederleri İbrâhîm Efendi, bir gün Hüseyin Efendi nâm zât ile hem-sohbet iken yanlarına dâhil olan Feyzullâh Efendi için, “Hüseyin Efendi! Bu kara oğlan senden okuyacaktır.” buyurmalarıyla bu emr ü işârete ittibâ’ edilmiş idi. “Kara oğlan” buyurmaları, vâlidelerinin zenciye olmasından ve Feyzullâh /117/ Efendi’nin esmerce bulunmasından kinâyedir. Bu sırada da dergâh-ı şerîf, müşrif-i harâb olduğundan bi’z-zarûr Üsküdar’a nakl ile Selîmiye Dergâhı’ndaki kütüb-hâne meşrûta evinde ikâmet buyurdular.

Hüseyin Efendi’den ulûm-ı resmiyyeyi bi’t-tahsîl l Cemâziye’l-âhir 1284/(30 Eylül 1867) senesinde Selîmiye Câmi'-i şerîfinde icâzet aldılar. Hüseyin Efendi, Medîne-i Münevvere’ye kadı olunca Feyzullâh Efendi berâberinde olup, Hicâz’a götürmüştür. İki def'a hacc-ı şerîf îfâ edip ve ziyâret-i seniyye-i nebeviyyeye mazhar olup, avdetinden kırk gün sonra irtihâl-i dâr-ı bakâ eylediler.

Müşârünileyhi Selîmiye İmâmı meşhûr Hâce Sabrî Efendi gasl eylemiştir. Vasiyyetleri üzerine Selîmiye’de pederlerinin yanına defni mukarrer iken, pederlerinin gâyet derin olan kabirlerinin lahid kapâklarının üstüne defn olundular.

Kitâbe-i seng-i mezârı:

Hüve’l-Bâkî

Ecille-i meşâyıh-ı Nakşıbendiyye’den, kutbu’l-ârifîn Ali Behcet Efendi hazretlerinin hulefâ-yı erşedlerinden, Asitâne-i Aliyye’de Tâhir Ağa Dergâh-ı şerîfinde seccâde-nişîn-i irşâd olan el-merhûm el-mağfûr İbrâhîm-i Hayrânî Efendi’nin mahdûmu, dergâh-ı mezkûrun şeyhi iken âzim-i dâr-ı cinân olan el-merhûm el-mebrûr el-muhtâc ilâ rahmeti Rabbihi’l-Gafûr eş-Şeyh el-Hâc Muhammed Feyzullâh Efendi’nin ve kâffe-i ehl-i îmânın ervâhı içün Fâtiha. 1286/(1869).”

Şeyh Muhammed Feyzullâh Efendi’nin tarîkaten nisbetleri işâret-i ma’neviyye ile Eyüp’te, Babahaydar’da Şeyhü'l-islâm Dergâhı post-nişîni Uşşâkî Ali Efendi merhûmadır ki, bu zât Ali Behcet Efendi hazretlerinin halîfeleridir.

Şalcı-zâde Hattât Muhammed Reşîd Efendi’den hüsn-i hat icâzet-nâmesi ahzine muvaffak oldukları cihetle Şifâ-ı Şerîf ve sâire yazmakla iştigâl buyururlar imiş. Hüsn-i hat muallimlikleri vardır. Gâyet temiz giyinir, gezerlermiş. Meşrebi ve mesleki ulemâ ve meşâyıh ve zurefâ ve urefâ ile hem-dem olmak idi. Hüsn-i savt sâhibi olup, mûsikî-şinâs idi. Cûd u sehâ ile mütehallık olup, kalender-meşreb idi. Dergâh-ı şerîfin tevhîd-hânesi ile ittisâlindeki oda ziyâde harâb olmadığından Cuma geceleri gelip, icrâ-yı meşîhat ederlermiş. Bir mâni’leri olursa, tercüme-i hâlleri âtîde yazılacak olan Arap Saîd Efendi vekâlet eylerler imiş. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

RESİM VAR !!!!!!

/118/ Şeyh İbrâhîm Hayrânî ve mahdûmları Muhammed Şükrü ve Muhammed Feyzullâh Efendiler hazerâtının kabirlerinin resmidir. Ortada büyük taş İbrâhîm Hayrânî, yanındaki müşârünileyhimânındır.

ARAP SAÎD EFENDİ

Behcet Efendi hulefâsından Pertev Paşa merhûmun kölesidir. Behcet Efendi’ye yetişmiştir. İsti’dâdı büyük idi. Paşanın tensîbiyle İbrâhîm-i Hayrânî Efendi’ye intisâb etmiştir. Harem İskelesi Mektebi muallimi Hoca Kutbeddîn Efendi’den hıfz-ı Kur’ân’a bed’ edip, 1259/(1843)’da şeyhi ile birlikte Tâhir Ağa Tekkesi’ne nakl etmiştir. Bu esnâda Ayasofya İmâm-ı evveli meşhûr Hacı Abdî Efendi’den hıfz-ı Kur’ân’a muvaffak olup, Fâtih Câmi'-i şerîfinde tahsîl-i ilm ile ve şeyhine kemâl-i inkiyâd u teslîmiyyet ile rütbe-i irfâna vâsıl oldu. 1282/(1865) veyâ 1283/(1866) târîhlerinde Âşıkpaşa Mahallesi’nde Asûde Hâtûn Mektebi’ne muallim ve bir müddet sonra mezkûr mahalleye İmâm olup, câmi'-i şerîf kurbünde Seyyid Velâyet Dergâhı meşîhatı uhde-i kifâyetlerine tevcîh edildi.

İbrâhîm-i Hayrânî Efendi-zâde Şeyh Muhammed Feyzullâh Efendi’nin 1286/(1869) târîhinde irtihâllerinde henüz küçük bulunan ve tercüme-i hâlleri atîde tezyîn-i sahîfe edilecek olan Şeyh Ali Behcet Efendi’ye 1297/(1880) târîhine kadar onbir sene vekâlette bulunmuştur.

1320 senesi şehr-i Rebîu’l-evvelinin yirmibeşinci (2 Temmuz 1902) Salı günü yüz yaşını mütecâviz olduğu hâlde âlem-i âhirete intikâl edip, Tâhir Ağa Dergâhı’nda, Hz. Salâhî’nin odasında gasl ve tekvini bi’l-icrâ Fâtih Câmi'-i şerîfinde namâzı edâ olunarak Seyyid Vilâyet hazretlerinin türbe-i şerîfelerinde, sokak penceresinin önündeki lahde defn olundular.

Edîb ve kâmil bir insân idi. Zikr-i şerîf ne kadar temâdî etse, tahammülleri ve pek âşıkâne bir sûrette devâmları menkûldür. Behcet Efendi pederimizin nakillerine göre, İbrâhîm-i Hayrânî hazretlerinden kemâl-i zikr ü aşka mazhar olmuştu. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

/119/ ŞEYH el-HÂC ALİ BEHCET EFENDİ

Şeyh İbrâhîm-i Hayrânî Efendi hazretlerinin hafîd-i mükerremi ve Muhammed Feyzullâh Efendi’nin necl-i necîbidir. Elyevm Tâhir Ağa Dergâhı’nın seccâde-nişîni olup, zamânımız meşâyıhının güzîdelerindendir. Üsküdar’da Selîmiye’de Pertev Paşa hâfız-ı kütüblüğü pederinden intikâl etmişti ki, pederindeki berât-ı târîhiyyeye göre târîh-i ta’yîni 12 Şevvâl 1294/(21 Ekim 1877)’tür. Merhûm Ali Behcet Efendi türbe-dârlığı da, hâfız-ı kütüblüğe meşrût olmakla onbeş kuruş maâş ve onbeş kuruş rugan-ı zeyt bahâsı vazîfe ile otuzsekiz sene türbe-dârlık hizmetinde bulunduğu anlaşılmıştır. Ahîren kitâblar Fatîh’de Millet Kütübhânesi’ne nakl olunmakla burada senelerce bulunarak 3 Safer 1346/1 Ağustos 1927’de sinn-i nizâmîyi doldurmasına mebnî tekaüdü icrâ olunmuştur. Hayât-ı resmiyyesi bundan ibârettir.

(Ali Behcet Efendi), 1277/(1860) sene-i hicriyyesinde zînet-sâz-ı âlem-i şuhûd olup, pederlerinin irtihâlinde dokuz yaşında bulunuyorlardı. Bed’leri Ahmed-i Buhârî Dergâhı’nda Ayasofya baş İmâmı Hacı Abdi Efendi’dendir. Bidâyeten Üsküdar’da sâkin olduklarından iki sene kadar Selîmiye İmâmı Hacı Sabrî Efendi merhûmdan okumuştur. Hacı Sabri Efendi, İbrâhîm-i Hayrânî hazretlerinin eazz-i muhibbânından idi. Behcet Efendi bidâyeten iki sene kadar Üsküdar’da sâkin oldular. İbtidâî tahsîlini bitirip, Fâtih dersiâmlarından Urfalı Muhammed Efendi’nin dersine müdâvemetle 1311/(1893)’de ahz-ı icâzeye muvaffak olmuştur. Bir tarafdan da meşhûr Mevlevî Es’ad Dede hazretlerinin enîs-i bezm-i sohbeti olup, Mesnevî-i şerîf ve sâir âsâr-ı ilmiyye tederrüs ettiler.

Pederlerinin irtihâlinde, tercüme-i hâli yazılan Şeyh Saîd Efendi vekîl ta’yîn olunup onbir sene icrâ-yı vekâlet eylemişti. Vâki’ olan bir işâret-i ma’neviyye üzerine Behcet Efendi, Kâdirî-hâne şeyhi merhûm Şerefeddîn Efendi’ye arz-ı nisbetle bir müddet hıdmet-i aliyyelerinde bulunup terbiye-i tarîkat gördüler. Fakat Saîd Efendi merhûm bu hâlden münfail olarak vekâletten fâriğ olmağla Şerefeddîn Efendi tarafından mazhar-ı hilâfet olup, seccâde-i meşîhata oturdu ki, yirmiiki-yirmiüç yaşlarına müsâdiftir.

Kendileri buyurdular ki:

21 Receb 1299/(9 Haziran 1882) târîhinde Şerefeddîn Efendi merhûm tarafından posta iclâs olundum. Perşembe günü sabâhleyin akdim icrâ edildi. Öğleden sonra iclâs merâsimi yapıldı. Gece zifâf oldu. Tıbb-ı atîk mütehâssısı Hoca Tahsîn Efendi merhûmun hemşîre-zâdesi ile izdivâc ettim.”

Şerefeddîn Efendi, hem tarîk-ı Nakşî vü Sünbülî, hem de tarîk-ı Kâdirî’den me’zûn idi. Tarîk-ı Nakşî silsileleri ber-vech-i atîdir:

Şeyh Seyyid Muhammed Şerefeddîn Efendi, Şeyh Seyyid Abdullâh eş-Şekûr Efendi, Şeyh Muhammed Tâhir Efendi, Şeyh Hâfız Mustafa Efendi, Şeyhu’ş-şuyûh Neccâr-zâde Mustafa Rızâeddîn-i Nakşıbendî. (Kaddesa'llâhu esrârahum)

/120/ Silsile-i Kâdiriyye, birinci cildde yazıldı. Şerefeddîn Efendi, Sünbülî tarîkını Keşfi Ca’fer Efendi Dergâhı şeyhi Yûnus Hilmî Efendi merhûmdan almıştı. Zikri ve icâzesi Bursalı, Eşrefiyye’den İbrâhîm Efendi’den, fakat tekmîl-i sülûku, Şeyh Yûnus Efendi’den olduğu, Kâdirî-hâne’deki tomârda okunmuştur.

Şeyh Behcet Efendi 1310/(1892) ve 1314/(1896) ve 1324/(1906) senelerinde üç def'a Haremeyn-i muhteremeyni ziyâret şerefine mazhar olmuştur. Es’ad Dede merhûm ile kavl ü ahd etmişler ki, her ikisi mürşid-i kâmil taharrîsinden hâlî olmayıp her nerede bulurlarsa yek dîğerini haber-dâr eylesinler. Es’ad Dede bir te’sîr ile Haremeyn’e müteaddid seyâhatlerde bulunup, ahîren Mekke-i Mükerreme’den vukû’ bulan da’vet-i şedîdesi üzerine Behcet Efendi, ol cânib-i âlîye azm ile Mekke-i Mükerreme’de ferîd-i zamân kutb-ı devrân Şeyh İmdâdûllâh-ı Hindî hazretlerinin şeref-i sohbetine erişip ve arz-ı nisbet eyleyip bu vesîle-i cemîle ile kemâlât-ı ârifâneleri yükselmiş ve hâl-i hâzırda hakîkaten mefhâr-ı erbâb-ı tarîk olmuştur.

İmdâdullâh Efendi hazretleri, ricâl-i mümtâze-i Çeştiyye’den olup, Kâdiriyye ve Nakşıbendî tarîklarının da mültekâsı; Üveysiyyü’l-meşreb bir zât-ı âlî-kadrdir. Behcet Efendi’yi irşâda me’mûr buyurmuşlardır.

1309/(1891) senesinde Mekke-i Mükerreme’den İstanbul’u teşrîf buyuran Hindli ve Senûsiyye’den İbrâhîm er-Reşîd’in halîfesi İsmâîl-i Nüvvâb hazretlerine dahi arz-ı nisbetle feyz-yâb olmuş ve 18 Muharrem 1309/(25 Ağustos 1891)’da icâzet-nâme almıştır ki, müşârünileyhin hatt-ı destiyle muharrerdir. Son fıkrasında şöyle yazarlar:

أنا لقنت الأخ الشيخ على بهجت افندى حفظه الله تعالى بها وأجزته عليها أن يستعملها هو بنفسه ويلقنها من شاء وأوصيه بالحافظة على أورادها واستعمال المراقبة المشار إليها فى حديث الإحسان أن تعبد الله كأنك تراه بصحبة العارف بالله سيدى أسعد افندى دده ويصحبه دائما وبتعاون معه ما ذكر. والله ولى التوفيق.

كتبه بقلمه خادم الفقراء

محمد اسماعيل نواب عفى الله عنه[196]

Bu satırları yazdığım 9 Cemâziye’l-âhir 1342/(18 Ocak 1924) târîhinde kendileri altmışbeş yaşında bulunuyorlar. Kırküç senedir seccâde-pîrâ-yı reşâdettirler. Gâyet mahviyyet-kâr, âşık, ârif, edîb, halûk, riyâzet-kâr, sâhib-i kanâat, fukarâ-perver, beşûş, sükûtî, mütetebbi’ ve mükerrem bir zât-ı kerîmü’s-sıfâttır.

Sefîne-i Evliyâ’ya derc olunmak /121/ üzre tercüme-i hâllerine dâir ma’lûmât istediğim hâlde, istinkâf ile yazdıkları cevâbî pusulada, “Seg-i akûrun bustânü’l-ârifîne duhûle ne haddi var? Beklediğim şey hân-ı ni’metlerinden bir parça bakıyyeden ibârettir. Kapılarında buna intizârdan başka ne kârım vardır? Türâb-ı akdâmi’l-ârifîn el-hakîr Ali Behcet.” buyurmuşlardı. Ba’dehû toplayabildiğim bu tercüme-i hâlleri nezd-i âlîlerinde zamân zamân hem-sohbet oldukça vâkıf olduğum husûsâtla cem’ edebildim. Şiddet-i mahviyyetleri vardır.

Sünnet-i seniyye-i Muhammediyye’ye şiddetle mütemessiktir. Âdâb-ı tarîkatla müeddeb, envâr-ı hakîkatle müzehhebdir. Şeyh Yâsîn Çelebi vâsıtasıyla silsile-i tarîkatla Şeyh-i Ekber efendimize merbûttur. Silsile-nâmenin sûreti ve Şeyh Yasin hazretlerinin tercüme-i hâlleri de âtîde yazılacaktır.

Nûr-ı erbâb-ı tarîk Hazret-i Şeyh Behcet’dir

Hazret-i Behcet’i sevmek ne büyük devletdir

Tâhir Ağa Tekyesi’nin hem gülü hem bülbülüdür*

Doğrusu medhe sezâ mürşid-i pür-hikmetdir

Muhlis-i kem-teri Vassâf-ı anı çok sevdi

Bu muhabbet bana hakkâ ki büyük ni’metdir

Muhaddisînden Şeyh Mustafa Şânî Efendi’den Şâzelî târikından icâze almışlardır.

Mu’tedilü’l-kâme, mütenâsibü’l-endâm, nahîfü’l-vücûd, esmeru’l-levn, elâ gözlü, âteşîn bakışlı, mu’tedilü’l-lıhye, sükûtiyyül-meşreb olup, zikr-i şerîfdeki hâli halaka-i dervîşâna şerâre-i elektrikıyye gibi müessirdir. Dergâh-ı şerîf, zamân-ı âlîlerinde yeniden ihyâ ve inşâ olunup, harem dâiresi harîk-ı kebîrde yanmış ve yeniden pek dil-nişîn bir sûrette yapılmış iken Cibâli harîk-ı kebîrinde bu da yanmıştır. Elyevm dergâh hucurâtında oturmaktadırlar. Her Cuma gecesi erbâb-ı aşk u muhabbet toplanır, pek rûhânî âlemler olur. Dâimâ sarıkla, fesle gezerler, geceleri arâkıyye üzerine âbânî sararlar.

Behcet Efendi’nin sünûhâtından:

كار كرد عالم در كرد مصطفى

حان فزايد در درد مصطفى[197]

Levh-ı dilde nakş olundu mihr-i yâr

Gayr-i münfekk oldu dilden aşk-ı yâr

Âşıkım aşkım Cemâlu’llâha’dır

Gel yetiş imdâda ey Perverd-gâr

Merhamet it bir nigâh it ey latîf

Neş’e-i aşkından oldum girye-bâr

Dâimâ ser-mestinim ey nûr-ı aşk

Şîve-i ma’şûkan itdi bî-karâr

Hep visâlin zevkidir âh itdiren

Behcet-i vechinden oldum cezbe-dâr

                    

                     *   *   *

/122/                Nûr-ı aynım rûh-ı cismim yâ Muhammed Mustafâ

Dâd-res sensin bana ancak Muhammed Mustafâ

Abd-i ahkar kemterin Behcet garîbi şâd kıl

Dâd-res sensin bana ancak Muhammed Mustafâ

                     *   *   *

Şeydâ gönül düşeli aşk u şevkine anın

Çâk itdi gönlümü ol tavr-ı Mustafâ

Ol âsitân-ı feyz-âşiyân kulu*

Behcet garîbidir abd-i Şekûr Mustafâ*

                     *   *   *

Hakîkî ilticâ-gâh re’fetindir yâ Rasûla’llâh

Yüzü kara garîbim ümmetindir yâ Rasûla'llâh

İki âlemde dûr itme nigâh-ı iltifâtından

Hakîrin kemterin Şeyh Behcet’dir yâ Rasûla’llâh

İmdâdullah Efendi hazretlerinin Mekke-i Mükerreme’de huzûrlarına kabûl olundukları zamân tâc ve hırkayı ne sûretle ilbâs buyurduklarını şu sûretle ta’rîf eylemişlerdi :

Huzûr-ı ârifânelerine kabûl buyurulduğumda arz-ı bey’at ettim. Telkîn-i zikr buyurdular. Karşılarında oturttular. Beyâz bir cübbe bir arâkıyye ve yeşil sarık ihzâr olunmuş idi. Arâkıyyeyi mübârek başlarına koydular. Bir müddet durduktan sonra çıkardılar. Huzûrdaki hulefâsının birine emrettiler, başıma koydurdular. Sarığı da evvelâ kendi başlarına sardılar, sonra aynı sûretle başıma, arâkıyyenin üzerine vaz’ eylediler. Cübbeyi kendileri giydikten sonra çıkarıp, fakîre giydirdiler. Bu sırada dûçâr-ı vecd ü istiğrâk oldum. Eâzım-ı evliyâu'llâh'dan olduğuna îmânım vardır, dediler.

İcâzet-nâmelerinin zîrinde, “Muhammed İmdâdullah-ı Fârûkî el-Çeştî ve li-ahî el-Azîz Ali el-Behcet, evâil-i Zi’l-hicce 1314/(1896)” muharrerdir.

Refîka-i muhteremeleri Fâtıma Zehra Hânım, cidden sâlihâttan idi. 1334 senesi Receb-i şerîfinin yirmiyedince (1 Haziran 1916) gecesi sabâhı âzim-i dâru's-selâm olmuştur. Kırksekiz sene muammer olmuşlardır. Hz. Salâhî’nin kabirleri ittisâlinde defîn-i hâk-i mağfirettir. Mezâr taşında mahkûktur:

Harîm-i pâk-i Şeyh Behcet Efendi

Fâtıma Zehrâ Hânım nâm-bülendi*

Anın vâr nisbeti Bint-i Rasûl’e

Kanâat-kâr edîbe Nakşıbendî

Mübârek Leyle-i Mi’râc sabâhı

Visâle irdi atdı kayd u bendi

Fâtıma Muhsine Hânım ismindeki kerîmesi 1340 senesi Zi'l-hicce ayının sekizinci (3 Ağustos 1922) Salı günü irtihâl-ı dâr-ı naîm eylemiştir. Pek edîbe, sâbire olup, dergâhın /123/ hizmetine cândan vakf-ı vücûd etmiş bir nâdire-i ismet idi. Zevci, Edhem Bey isminde bir zâttır. Vâlidesinin kabrine konmuştur:

Duhter-i pâk-i Cenâb-ı Behcet

Fâtıma Muhsine dürr-i meknûn

Cânına irdi sadâ-yı Lebbeyk

Edhem’i aşk ile oldu meşhûn

Cânı kurbân iderek cânâna

Îyd-i vuslat ile oldu memnûn

Dîğer iki kerîmeleri de bu kabirde medfûndur. Biri Hadîce Nazîme Hânım, 1315 senesi Ramazânının yedisinde (30 Ocak l898); dîğeri Hadîce Hüsniye Hânım, 1317 senesi Zi’l-hiccesinin altısında (7 Nisan 1900) gül-zâr-ı cinâna pervâz etmiştir.

Şeyh Behcet Efendi’nin uhdesinde Selîmiye Dergâhı’ndaki Pertev Paşa Kütübhânesi hâfız-ı kütüblüğü vardır. Pederlerinden müntakaldir. Bu kütüb-hânenin kitapları ahîren İstanbul’da Fâtih’te Millet Kütübhânesi kitapları meyânına nakl ve ilhâk olunduğundan Şeyh Behcet Efendi burada bulunuyorlar.

Bir de Nakşıdil Vâlide’nin Fâtih’deki türbesinde Perşembe ve Pazar günleri hatm-i hâcegân yapılır; vâlide sultânın vakfıdır, Emîr Buhârî ve Murâd Molla Dergâhları meşîhatına meşrûtadır. Üç dergâh şeyhinden birisi der-uhde eder. Hâl-i hâzırda Şeyh Behcet Efendi uhdesinde bulunuyor. Dört dervîş, Emir Buharî, dört dervîş Molla Murâd, dört dervîş Tâhir Ağa Dergâhı’nda bulunmak meşrûttur.

Şeyh Behcet Efendi’nin Muhammed Feyzullâh Bey isminde bir mahdûmu ve iki kerîme-i muhteremesi daha vardır. (Tavvala’llâhu ömrehum)

Ricâl-i nâdire-i Şa’bâniyye’den münzevî Hacı Kâmil Efendi hazretlerinin, Şeyh Behcet Efendi’ye fevka'l-âde teveccüh ve muhabbetleri vardı. Hiç bir dergâha gitmezler iken Tâhir Ağa Dergâhı’na teşrîfleri mükerreren vâki’ olmuştur. Behcet Efendi’nin mütâlaa ettikleri âsâr-ı aliyyeden ahz ve iltikât ettikleri mebâhisi muhtevî hâtıra defterleri pek kıymet-dârdır. Onları mütâlâa edenler, Hz. Şeyh’in ne mertebede mütetebbi’ ve mütezevvik bir nûr-ı tarîkat olduklarını derhâl teslîm ederler.

Mürşid sıfatıyla ortaya çıkmadan fevka'l-âde tehâşî buyurduklarından dâhil-i dâire-i intisâbları olanlar azdır. Hele kadınlardan hiç yoktur.

/123/ Şeyh Yasîn merhûmdan aldıkları icâzet-nâmenin sûretidir:

بسم الله الرحمن الرحيم.

 الحمد لله فاتح أبواب الخير لمن قرع ومانح أنواع البر لمن تذلل لديه وحضع الذى ما قصده قاصد إلا وبأنواع الهبات والعطايا. رجع ولاسأله سائل إلا وأعطاه أكثر ما يتعلق به الطمع. فسبحانه من إله أعطى ومنع ووصل وقطع فلا مانع لما أعطى ولا معطى لما منع. أحمده سبحانه وتعالى وأشكره ولا أحصى ثناء عليه ولكن وفاءً لما شرع وأتوب إليه واستغفره وأساله النجاة يوم الفزع وأصلى وأسلم على سيدنا ومولانا وشفيعنا ووسيلتنا إلى الله تعالى أبى القاسم محمد خير من اتبع وأفضل من لأمر الله اتبع وعلى آله وأصحابه وأشياعه وأتباعه وأصهاره وأنصاره وأحبابه صلاةً وسلاماً دائمين ما عرب نجم وطلع وسجد ساجد لله وركع اللهم وقفنا لإقتفاء آثارهم والإهتداء بأنوارهم وأمنتنا على محبتهم واحشرنا فى زمرتهم واجعلنا ممن تاب وأناب وإلى بابك الكريم سعى وهرع وبعد :

فقد سألنى الأخ فى الله والمحب لوجه الله العالم العامل والمرشد الكامل مربى المريدين ومرشد السالكين وبقية السلف الصالحين ونخبة .... الفالحين المنقطع إلى الله تعالى عمن سواه والمشتغل بذكره فى سره ونجواه الشيخ على بهجت افندى ابن المرحوم الشيخ محمد فيض الله افندى بن المرحوم المبرور الشيخ ابراهيم حيرانى افندى النقشبندى شيخ دركاه طاهر  اغا  فى محلة عاشق باشا فى مدينة الاسلامبول بلغه الله من الخيرات مراده ورزقنى وإياه الحسنى وزياده أن أجيره وأذن له بقرائة الكتاب الفتوحات المكية وسائر الكتب التى تنسب لحضرة شيخنا واستاذنا وقدوتنا إلى الله تعالى وملاذنا العالم العلامة والخير الفهامة بحر العلم العرفان وشيخ الإنس والجان إنسان عين العلوم والكاشف لأسرار المشكلات من المنطوق والمفهوم الناطق بالعلوم الدينية والمغترف من أنوار الذات الشريفة المحمدية خطيب الحضرة القدسية على منبر الخلافة الأحدية والإمام فى المقامات الأنسية للأهل القرب ذوى المراتب العلية العارف بالله تعالى والهادى لعباده والمبين لهم طريق هدايته وسبيل رشاده الجامع بين علمى الظاهر والحائز لأعلى رتب الشرف والمفاخر شيخ الطريقة ومعدن الحقيقة الشيخ الأكبر والكبريت الأحمر صاحب السر الأنسى والفتح الشريف القدسى سيدنا ومولانا الشيخ محمد محى الدين بن الشيخ على الغربى الخاتمى الطائى المكى الدمشقى الأندلسى قدس الله أسراره العلية ونفخنا بنفخاته القدسية ونفعنا بعلومه ومصنفاته وأسكننا وإياه ووالدينا ومشايخنا فشيح جناته فاستخرت الله تعالى فيما عزمت عليه فوضت أمورى كلها إليه وأحببت لذلك وإن كنت لست أهلاً لما هنالك طالباً للثواب من الملك الوهاب راجياً من المجاز الشيخ على بهجت افندى أن لا ينسانى من صالح الدعوات فى أوقات الدروس والصلوات والذكر وسائر العبادات متوسلاً إليه سبحانه وتعالى بحرمة نبيه ومصطفاه أن يوفقنى وإياه والمسلمين لما يحبه ويرضاه أنه أكرم الأكرمين وأرحم الراحمين.

وأنا عبد الفقير لمولاه الغنى محمد يس نافع بن المرحوم السيد شيخ عمر افندى ابن المرحوم السيد الشيخ أحمد افندى بن السيد الشيخ أحمد افندى بن السيد الشيخ بركات افندى المرتينى نسبةً لقريته اسمها مرتين تابعاً لقضاء إدلب داخل ولايت حلب المحمية صانها الله تعالى وحماها بجميع بلاد المسلمين من كل آفية وبلية إننى قد أجزت وأذنت للشيخ على بهجت افندى المذكور ضاعف الله لى وله الأجور بقرائة ورواية كتاب الفتوحات المكية وبقرائة ورواية جميع ما ينسب لحضرة شيخنا وأستاذنا الشيخ محى الدين العربى قدس الله سره من التصانيف والنثر والنظم والأحزاب والأوراد والأدعية وسائر التأليف كما أذن لى وإجازنى بذلك شيخى وأستاذى وقدوتى إلى الله وملاذى عمدة العلماء والمدرسين ونخية الفضلاء والمحققين أخى وشفيقى السيد الشيخ أحمد افندى عليه رحمة المعيد المبدى كما أذن له.

وأجازه بذلك علامة العصر وفريد الدهر العالم العامل بحر العلوم والأحكام حلال المشكلات الأنام والده السيد الشيخ عمر افندى قدس الله روحه.

كما أذن له وأجازه بذلك العالم العلامة والبحر الفحامة السيد الشيخ أحمد افندى المرتينى رحمه الله تعالى ورضى الله عنه.

كما أذن له وأجازه بذلك شيخه الأكرم وأستاذه المحترم السيد الشيخ أبو بكر افندى بن السيد محمد الطاهر الكامل الشهير عليه رحمة الرحيم القدير.

كما أذن له وأجازه بذلك قطب العارفين شيخه وشيخ مشايخ زمانه السيد الشيخ عبد القادر افندى بن السيد الشيخ إسماعيل الكيالى الرفاعى قدس الله سره والشيخ عبد القادر المذكور أخذ وأجيز من مشيخة عديدة من أهل الأزهر الأنور من جملتهم الشيخ محمد الحفناوى.

وهو أخذ وأجيز من شيخه شيخ العصر وفريد الدهر شيخ العلماء والمحدثين وكوكب الفضلاء والمحققين الشيخ عبد الله بن سالم البصرى قدس الله سره والشيخ عبد الله المذكور يروى كتاب الفتوحات المكية مع سائر تصانيف حضرت شيخنا وأستاذنا الشيخ محى الدين العربى قدس سره عن أحمد بن خليل عن النجم محمد بن أحمد البدر المشهدى عن محمد ابن فضيل الحلبى عن عبد الوهاب يوسف السلاَر عن أبى العباس أحمد بن أبى طالب الصالح عن الحافظ محى الدين بن النجار عن مؤلفها حضرت الشيخ الأكبر والكبريت الأحمر شيخنا ومولانا ومرشدنا إلى الله ومقتدانى محى الدين بن العربى رضى الله عنه وعن اتباعه وعن الآخذين عنه وحشرنا وإياهم ووالدينا ومشايخنا والمسلمين تحت لواء سيد الأنبياء والمرسلين صلى الله عليه وعلى آله وأصحابه والتابعين ومن تبعهم بإحسان إلى يوم الدين.

وإن الشيخ عبد الله المذكور لإزالة سحائب الرحمة تهمى عليه يروى أيضا تصانيف حضرت سيدنا الإمام شيخ مشايخ الإسلام الشيخ محى الدين بن الشيخ على العربى الحاتمى الطائى الأندلسى ثم المكى الدمشقى نفعنا الله به وبعلومه الدينية وأفاض علينا من نفحات أسراره القدسية فيرويها الشيخ عبد الله البصرى المذكور عليه رحمة الغفور عن الشيخ أحمد القشاشى بالسند المسلسل بالسادة الصوفية أمدنا الله بإمداد نفحات أنفاسهم القدسية ويرويها أيضا عن الإمام زين الدين الطبرى عن والده الإمام عبد القادر بن يحيى الطبرى عن جده يحيى بن مكرم الطبرى عن الحافظ عبد العزيز ابن الحافظ عمر بن فهد المكى عن والده النجم عمر بن فهد المكى عن الجمال محمد بن إبراهيم المرشدى المكى عن الشيخ أبى محمد عبد الله بن محمد بن سلمان المكى عن الإمام أبى أحمد رضى الدين ابن إبراهيم بن محمد بن إبراهيم الطبرى المكى عن مؤلفها قطب العارفين غوث الواصلين سيدنا ومولانا وشيخنا وقدوتنا ومرشدنا الشيخ محمد محى الدين بن الشيخ على العربى قدس الله روحه الطاهر ونفعنا به وبعلومه فى الدنيا والآخرة وحشرنا وإياه ووالدينا وإخواننا المسلمين تحت لواء سيد الأنبياء والمرسلين وأذنت للشيخ على بهجت افندى المشار إليه أفاض الله نعمه على وعليه إن يأذن ويجيز بقرائة سائر كتب وتصانيف حضرت الشيخ الأكبر محى الدين لمن يراه أهلاً لذلك من المستحقين وأسأل الله تعالى إن يرزقنا جميعنا التوفيق والهداية إلى أقوم طريق وإن يمنَ علينا بحسن الختام وإن يحشرنا تحت لواء سيد الأنام صلى الله عليه وعلى آله وأصحابه والتابعين ومن تبعهم بإحسان إلى يوم الدين والحمد لله رب العالمين.

جرى ذلك وحرر فى اليوم الثانى عشر من شهر جمادى الأولى فى سنة إحدى وعشرين وثلاث مائة وألف فى مدينة القسطنطنية لازالت أبد الدهر.

حرر العبد الفقير لمولاه الغنى محمد يس نافع بن السيد الشيخ عمر افندى المرتينى غفر الله له ورحم سلفه وجميع المسلمين.[198]     

Şâzelî icâzet-nâmesi :

بسم الله الرحمن الرحيم.

الحمد لله الذى أنار منار الطريقة لأحبائه المتقين وأفاض عليهم من سحاب الفضل واليقين وأظهر على أيديهم كل سر كمين والصلات والسلام على سيدنا محمد منبع القرب والتمكين وعلى آله وأصحابه وأتباعه إلى يوم الدين.

أما بعد : فإنى أجزت الكامل الأنور والعالم الأشهر والأمجد السيد على بهجت فى سلسلة الطريقة الشاذلية لكونه حائزاً لكل خلة مرضية والطريقة العروسية والطريقة المحمدية والطريقة الشابية.

أما الطريقة الشاذليية : فإنى تلقيتها على أستاذى ااشيخ عبد الرحمن العليش وهو على والده محمد عليش وهو على شيخه محمد الأمير الكبير وهو على شيخه أحمد الجوهرى الخالدى وهو على شيخه عبد الله القصرى الكنكسى وهو على مولاى الرضى وأخيه مولاى المكى كما أجازهما بها والدهما سيدى محمد الشريف كما أجازه بها والده سيدى عبد الله الشريف كما أجازه بها سيدى على بن أحمد الأبخرى كما أجازه بها سيدى عيسى المصباح كما أجازه بها سيدى محمد الطالب كما أجازه بها سيدى عبد الله الغزوانى كما أجازه بها القطب سيدى عبد العزيز التباع  كما أجازه بها القطب سيدى محمد بن سليمان الجزولى صاحب دلائل الخيرات كما أجازه بها سيدى محمد أمقار كما أجازه بها أبو عثمان سيدى سعيد الهنتائى كما أجازه بها سيد عبد الرحمن الرجراجى كما أجازه بها أبو الفضل الهندى  كما أجازه بها القطب سيد أحمد العينوسى البدوى كما أجازه بها سيد إمام العراقى كما أجازه بها أبو أحمد و أبو عبدالله أحمد المغربى كما أجازه بها إمام على أبو خسن الشاذلى كما أجازه بها الغوث سيدى عبد السلام بن مشيش كما أجازه بها سيدى عبد الرحمن المدنى الزياد كما أجازه بها سيدى عبد الله التناثرى كما أجازه بها سيدى أبو بكر الشبلى كما أجازه بها أبو الفاطمة الجنيد كما أجازه بها  السر السقطى كما أجازه بها القطب السيد المعروف الكرخى كما أجازه بها سيد الداود الطائى كما أجازه بها سيدى حبيب العجمى  كما أجازه بها سيد التابعين السيد حسن البصرى كما أجازه بها سبط رسول رب العالمين سيدنا الحسن رضى الله عنه كما أجازه بها والده الإمام الأعظم  سيدنا على ابن أبى طالب رضى الله عنه كما أجازه بها إمام الأنبياء والمرسلين سيدنا وسندنا محمد بن عبد الله الكرام الطاهرين الطيبين صلوات الله وسلامه عليهم أجمعين وعلى جميع الأنبياء والمرسلين فى كل وقت وحين. والحمد لله رب العالمينن.

فإنى أجزت المذكور وأنا مصطفى بن عثمان شنبى الغربى الطرابلسى.

__

وأما الطريقة العروسية الشاذلية المشيشية فعن السيد كريم الطرابلسى الأزليتنى ابن السيد منصور بن السيدعبد الرحمن بن  السيد سعيد بن  السيد عمر بن السيد منصور بن السيد أحمد ابن السيد عثمان ابن السيد على ابن السيد عبد الله ابن السيد خليق ابن السيد محيى ابن الشيخ الأشهر بسيدى عبد السلام الأسمر الشيخ الطريقة العروسية ابن السيد سليمان بن سيد سالم بن السيد خليق بن السيد نبيل بن سيد عمران بن سيد أحمد بن سيد عبد الله بن سيد إدريس الأصغر بن السيد إدريس الأكبر بن السيد المثنى بن السيد حسن السبط بن على بن أبى طالب كرم الله وجهه.

__

وأما الطريقة الشابية للشيخ الربانى سيدى المسعود بن محمد لقب بندار بن عبد اللطيف بن أبى الكرم بن أحمد المخلوق بن على بن محمد بن مساعد بن سليمان بن مروان بن عبد الغنى بن حسان بن أحيد بن حميد بن ليث بن عبد الله بن عبد الرحمان بن عبد العزيز بن مساهل بن أهينس بن قانن بن أوراد بن هزيل بن عبد الرحمان بن عبد الله بن مسعود صاحب رسول الله صلى الله عليه وسلم.      

/124/ HÂFIZ TAHSÎN BEY

Şeyh Behcet Efendi’nin Hâfız Tahsîn Bey isminde bir halîfesi vardır. Meşâyih-i Uşşâkiyye’den Hacı Mustafa Efendi’ye de tarîk-ı Nakşî’den bir icâzet-nâme vermişlerdir.

Tahsîn Bey, 1268 senesi Cemâziye’l-evvelinin onbeşinci (9 Mart 1852) Çarşamba günü Trabzon’da Kaleiçi Mahallesi’nde doğmuştur. Pederi Şemseddîn Ahmed Efendi, Kuşadalı İbrâhîm Efendi halîfesi Hammâmî Tevfîk Efendi’nin dervîşlerindendir. Hammâmî merhûma Tahsîn Bey dahi yetişmiş, hüsn-i nazarlarına ulaşmıştır. Tahsîn Bey, dört yaşında iken İstanbul’a gelmiş, Cibali Mektebi’nde okumuş, dokuz yaşında hâfız olmuştu. 1286/(1869)’da Hünkâr İmâmı Râşid Efendi merhûmdan ilm-i kırâati tekmîl ile, Hammâmî halîfesi Şeyh Mustafa Enverî Efendi’ye intisâb etmiştir. İrtihâlinde onun halîfesi Yakûb Hân’dan tecdîd-i bey’at edip, onun da intikâlinde Hacı Kâmil Efendi’nin taht-ı terbiyesinde kalmıştır.

Kâmil Efendi’nin rıhletinde Şeyh Behcet Efendi’yi enîs-i cân ittihâz edip, ondan tecdîd-i inâbet etmiştir. 1341 senesi leyle-i Regâibinde (Şubat 1923) tâc-ı hilâfeti ser-i mübâhâtına koydu.

Dâire-i askeriyyeye mensûb idi. Hâssa levâzım müdîriyyetine kadar irtikâ ile tekâüd olmuştur.

Haftada bir hatm eder; âbid, zâhid, âşık ve mücâhid bir zâttır. Kurrâ hâfızlarının zamânen en kıdemlisidir. Üç aylarda sâim olur ve nevâfile tamâmıyla riâyet eder bir pîr-i fânîdir.

Şeyh Behcet Efendi hazretleri Hırka-i Şerîf'de Atik Ali Paşa Câmi'-i şerîfi ittisâlindeki Uşşâkî Dergâhı şeyhi Hacı Mustafa Efendi’ye dahi tarîk-ı feyz-refîk-i Nakşî'den icâze vermişlerdir.

Sütlüce Dergâhı şeyhi Elîf Efendi, meclis-i meşâyih riyâsetinde iken münhal olan Selîmiye Dergâhı meşîhatını müşârünileyhe Şeyh Behcet Efendi’ye teklîf eylemişler ise de, seksen senedir ecdâdıyla maan hıdmet-i aliyyelerinde bulundukları Hz. Salâhî’ye olan irtibât-ı şedîdleri te’siriyle teklîf-i vâkıa mümâşât eylemediklerini ve esâsen kendisinin Selîmiye’deki eâzıma karşı pek âciz bir mevkî’de olup, oradaki meşîhatın kolay bir şey olmadığını hikâyeten bu âcize beyân buyurmuşlardır.

Hazret-i Behcet’i pek çok severim ez dil ü cân

Çünki elyevm odur rehber-i kûy-ı cânân

 “Halîfe-i Habîbi’r-Rahmân, câmiü’l-Kur’ân Osmân İbn Affân (radıya'llâh anh) efendimiz hazretlerinin kırâat-i Kur’ân-ı azîmü’ş-şâna sûret-i devâm u ihtİmâmlarını Küçük Ayasofya Medresesi’nde hücre-nişîn-i inzivâ, mahbûb-ı Habîb-i Hudâ, mürşid-i âgâh u penâhım el-Hâc Kâmil Efendi hazretlerinin meclis-i rûhâniyyet-enîsi ve huzûr-ı kudsiyyet-feyzinde bulunduğum bir gün dest-i âlîlerinde mütâlâa buyurmakta oldukları Kûtü’l-Kulûb nâm kitâb-ı müstetâbdan bu abd-i müznib ü günâh-kâra tahrîc ü beyân buyurmuş ve ihsân ale’l-ihsân olarak tezyîlinde yazdırmış bulunduklarından, işbu işâret-i aliyye-i mürşidânelerine ittibâan ferdâsı gününden i’tibâren vech-i meşru’ üzre kırâat-ı Kur’ân-ı azîmü’ş-şâna müstaînen bi-tevfîkıhî teâlâ besmele-keş-i mübâşeret oldum. Lehu’l-hamd ve’l-minne. el-Hâletü hâzihî devâm-ı tilâvete ikdâm etmekde isem de, Cenâb-ı Hak hüsn-i hâtime nasîb ve ihsân buyursun, aczim hitâma resîde olur ve şâyed bed’ etmiş bulunduğum hatm-i şerîf ikmâl edilememiş bulunursa, hem itmâmını ve hem de bu abd-i ez’af u ahkarda vesîle-i hayr-duâ olmasını bâis ve bâdî olmuş olur mülâhazasıyla iş bu muhtırayı her günkü dersimin işâreti olmak üzere yazdım ve zîrine de sûret-i tertîbi ilâve eyledim. Bundan sonra, işbu Kelâm-ı Kadîm, ihvân-ı dînimden kangı mü’min, muvahhid karındaşımın eline geçer ise, bulunduğu mahalde hatmim kalmış olduğu bilinip itmâm-ı hatm-i âcizânemle bu abd-i müznibin dahi rûhunu yâd ve şu sûretle muhtâc bulunduğum rahmet ü mağfiret-i elzemiyyeye nâiliyyetim ile, ibâdu’llâhın dil-şâd buyrulmalarını istircâen işbu Kelâm-ı Kadîm, sıgar-ı sinnimde pederim merhûmun vermiş olduğu Kelâmu’llâh olup, sekiz yaşımda iken hıfzına bed’ ü mübâreşet edip, 1279/(1862) târîhinde ve onbir yaşımda Zeyrek Câmi'-i şerîfi İmâm-ı evveli Tokâdî Hâfız Ahmed Efendi (nevvera’llâhu merkadehû) hazretlerinden ikmâl-i hıfz-ı Kur’ân ve onaltı yaşımda, ya'nî 1285/(1868) târîhinde hâlen İmâm-ı evvel-i Abdülhamîd Hân-ı sânî, Semâhatlü Hâfız Muhammed Râşid Efendi hazretlerinden Seb’ ve AşereTakrîb’den hatemât-ı kâmileye muvaffakiyyetle ahz-ı icâzet, müyesser olmuştur. Esnâ-yı hıfzımda tâ-be-sabâh ale’l-ekser geceler çalışmakta idim. Ba'zan pek güçlükle zihnime yerleştirebildiğim sahâifte ki, kırâat olundukça görülecektir, silinmiş yerler, sabâvet gözyaşımın damlasından mütevellid bulunduğundan, şu hâtıra-i latîfe-i suûdânemin vefâtıma kadar görülüp, mütelezziz olmaklığım için hâli üzerine ibkâ etmişimdir.

es-Selâmu aleykum ve rahmetu’llâhi ve berekâtuhû ve mağfiretuhû.”

İbtidâ-yı devâm: Gurre-i Recebü’l-ferd 1314/(6 Aralık 1896)

Hâssa Levâzım Dâiresi Üçüncü Şu'besi Müdürü es-Seyyid Hâfız Muhammed Tahsîn b. es-Seyyid Ahmed Şemseddîn et-Trabzônî. (Gafera’llâhu lehumâ ve vâlideyh)

 

Cuma: Fâtiha-i şerîfeden Sûre-i En’âm’a kadar.

Cumartesi: En’âm’dan Sûre-i Yûnus’a kadar.

Pazar: Yûnus’dan Sûre-i Tâhâ’ya kadar.

Pazartesi: Tâhâ’dan Sûre-i Ankebût’a kadar.

Salı: Ankebût’tan Sûre-i Zümer’e kadar.

Çarşamba: Zümer’den Sûre-i Vâkıa’ya kadar.

Perşembe: Vâkıa’dan ilâ âhiri’l-Kur’ân.


/125/ ŞEYH HÂFIZ İMDÂDULLÂH-I HİNDÎ

Şeyh Behcet Efendi’nin tercüme-i hâli sırasında ism-i şerîflerinin zikriyle tezyîn-i sutûr-ı iftihâr kılınan bu zât-ı muhterem hakkında elde ettiğim ma’lûmât ber-vech-i atîdir :

İmdâdullâh Efendi, âşinâ-yı bahr-ı tetkîk, dânâ-yı rumûz-ı tahkîk, “âyetün min âyâti’llâh” diye tavsîf edilir bir rehber-i hakîkattır. Pederi Hâfız Muhammed Emîn’dir. Mezheben Hânefî, vatanen Tehânevî-i Hindî, sâkinen Mekkî’dir. Sinn-i şerîfleri yüzü mütecâviz iken Mekke-i Mükerreme’de irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Mekke-i Mükerreme’de mücâveretleri altmış seneyi mütecâvizdir. Bidâyeten Hind’de iktisâb-ı ilm ü fazîlet ve Seyyidünâ Şâh Muhammed Nûr’dan ahz-ı tarîkat etmiştir ki, bu zâtın irtihâli Şevvâl 1259/(Kasım 1843) târîhine müsâdifdir.

Mürîdânı üçyüzbinden ziyâde olup, bir kaç halîfe yetiştirmişlerdir. 12 Cemâziye’l-âhir 1317/(18 Ekim 1899) Çarşamba günü gül-zâr-ı bakâya intikâl eylemişler ve Mekke-i Mükerreme’de defîn-i hâk-i gufrân olmuşlardır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Âsâr-ı aliyyeleri:

- İrşâdu’l-Mürşid.

- Onun tafsîlini câmi’ Ziyâi’l-Kulûb.

- Mesnevî-i Şerîf Şerhi. Farsça, altı cild. Bu şerh tertîb sırasıyla değildir. Ebyât-ı müşkile üzerine yazılmıştır. Mahmûd Ali nâmında biri İhtitâm-ı Mesnevî nâmıyla VI. cilde bir hâtime yazmıştır, manzûmdur. Mesnevî tarzındadır. 1316/(1898)’da basılmıştır.

- Risâle-i Vahdet-i Vücûd.

Cümlesi Delhi’de basılmıştır. Lehü’l-hâmd her birini görmek nasîb olmuştur.

Şemâil-i Aliyyeleri

Esmerü’l-levn, orta boylu, beyâz sarıklı, zaîfü’l-bünye, beyâz sakallıydı. Fevka'l-âde mahviyyet-perver, nezâket-i kâmile sâhibi, edîb, halûk, irfân-ı Muhammedî’ye bi-hakkın mâlik bir mürşid-i kâmil idi.

Hâlen “bir kemik bir deri” denilecek derecede zaîf olup odasının mefrûşâtı toprak zemîn üzerine fürş olunmuş bir hasır, bir posttan ibâret imiş. Kendileri ale’l-ekser dizlerini dik tutar, başını dizlerinin üstüne kor, hâl-i murâkabede bulunurlar imiş.

Altmış sene Mekke-i Mükerreme’de bulundukları hâlde nûr vücûdlarını görebilenlerin mikdârı pek az imiş. Hâlbuki Hind’den gelenler ziyâretlerinde bulunur, enfâs-ı kudsiyyelerinden istifâde vü istifâza ederler imiş. Cenâb-ı Hak cümlemizi mazhar-ı şefâati buyursun.

Nezâket-i beyâniyyesine misâl olarak Vahdet-i Vücûd Risâlesi’nden bir nebze bahs edeceğim:

Bunun aslı Fârisî lisânı üzre yazılmış, tercümesini zamânımız urefâ-yı muharrirîninden Ahmed Avni Bey ifâ eylemiştir.

“Fakîr-i hakîr İmdâdullâh-ı Fârûkî Çeştî-i Sâbirî (afa’llâhu anh) : Hamd u salavât-ı vâfiyâttan ve dervîşlerin mükrim-i muazzamı ve hakâyık-âgâhlıkta ve gınâ-yı maârifde onların /126/ pîşvâsı bulunan Mevlevî Abdülazîz sâhib-i Çeştî-i Sâbirî (zâde’llâhu teâlâ mecdehû) hazretlerinin huzûr-ı şerîflerine takdîm-i selâm-ı meveddet-âsâ ettikten sonra müberhen ü mekşûf olsun ki, cevâb-ı âlîleri mazmûn-ı acîbi ve işârât-ı garîbesi ile vâsıl olup hem-meşreblik ve hem-tarîklık lihâzasıyla senâ-kârlarını memnûn buyurdu. Vahdet-i vücûd mes’elesiyle ona müteallik husûsât hakkında isti’lâm vâki’ olup cevâbının talebinde ısrâr olunmuştur. “Evlâdım, fakîrde bu liyâkat nerede? Fakîr kendisini nasıl hakâyık-şinâs olan zümre-i ârifînden addedip böyle emr-i azîme mütesaddî olsun.” (buyurmuş), lâkin zât-ı âlîleri kemâl-ı cûşiş ü gûşiş ile cevâb taleb buyurup haberler göndermişlerdir. Çâresiz emre imtisâlen kalem-i rutab u yâbisden fehme vâsıl olan her ne ki, hak ise onu nakş eyledi. Fakîr tercümânlıktan başka bir şey yapmadım. Va’llâhü’l-muvaffık.”

Hz. Şeyh’in neseb-i şerîfleri otuzüçüncü bâtında Hz. Ömer (radıya'llâhu anh) efendimize müntehîdir.

Tarîkaten Kâdiriyye, Nakşiyye, Kübreviyye, Çeştiyye; meşreben Üveysiyye’dendir. Gerek neseb-i şerîflerini, gerek turuk-ı aliyyelerinin silsile-nâmelerini Dehli’de gâyet nefis bir sûrette tertîb ve tab’ ettirmişlerdir ki, bir nüshasını Şeyh Ali Behcet Efendi, fakîre ihsân buyurmuşlardır. Bu silsile-nâmenin tedkîkinden de anladım ki, Hindliler, Hz. Şeyh’e çok hürmet etmişlerdir.

İctihâdları tarîk-ı Çeştî’den vâki’ olmuştur. Hz. Şâh-ı Nakşıbend efendimize irtibâtları ber-vech-i atîdir :

Seyyidinâ Hâce Bahâeddîn Şâh-ı Nakşıbend, Hâce Alâeddîn-i Attâr, Hâce Ya’kûb, Hâce Ubeydullâh-ı Ahrâr, Hâce Zâhid, Hâce Dervîş, Hâce Muhammed, Hâce Bakî Bi’llâh, Hâce İmâm Rabbânî Şeyh Ahmed, Hâce Ahmed-i Nebûrî, Hâce Abdullâh, Hâce Abdurrahîm, Hâce Veliyyullâh, Hâce Abdülazîz, Hâce Ahmed, Hâce Nûr Muhammed, Hz. Şeyh Muhammed İmdâdullâh. (Kaddesa'llâhu esrârahum)

ŞEYH İMDÂDULLÂH-I MEKKÎ’NİN TARİKAT SİLSİLELERİ[199]

NESEBUNÂ ÂBÂÎ MİNHU FÂRÛKÎ Hz. MEVLÂNÂ ŞEYH İMDÂDULLÂH-I SÂHİB :

        

Hâfız İmdâdullâh (dâme feyzuhû ve rahmetu’llâhi aleyh) b. Hâfız Şeyh Muhammed Emîn b. Hâfız Şeyh Bedhâ b. Hâfız Şeyh Balâkî b. Hâfız Şeyh Abdullâh b. Şeyh Muhammed b. Şeyh Abdülkerîm b. Şeyh Abdurrahîm b. Şeyh Serâceddîn b. Kâdî Şehden b. Kâdî Muhammed Mûsâ b. Kâdî Muhammed Nasrullâh Hân b. Kâdî Muhammed Ya’kûb Hân b. Şeyh Nizâmeddîn b. Şeyh Şehâbeddîn-i Ma’rûf bihî Ferahşâh-ı Kâbulî b. Muhammed Şâh b. Nasîrüddîn Şâh b. Mahmûd Şâh b. Süleymân Şâh b. Mes’ûd Şâh b. Şâh Abdullâh-ı Vâiz-i Asğar b. Şâh Abdullâh-ı Vâiz b. Şâh Ebu’l-Feth b. Şâh Muhammed İshâk b. Sultân Mahmûd b. Sultân İbrâhîm b. Edhem-i Kalender b. Süleymân b. Mansûr b. Nâsıruddîn b. Hz. Abdullâh (radıya’llâhu anh) b. Emîru’l-mü’minîn seyyidünâ Ömer el-Fârûk.

A.     ŞECERE-İ SIDDÎKIYYE:

1.      Câmiu İlmi’l-Evvelîn ve Âhirîn Seyyidünâ ve Mevlânâ Muhammed Rasûlullâh (s.a.s.),

2.      Emîru’l-mü’minîn Seyyidünâ Ebûbekir es-Sıddîk,

3.      Seyyidünâ Selmân-ı Fârisî,

4.      Seyyidünâ Kâsım b. Muhammed Ebûbekir es-Sıddîk,

5.      Seyyidünâ İmam Ca’fer-i Sâdık,

6.      Seyyidünâ Bâyezid-i Bestâmî,

7.      Seyyidünâ Hâce Ebû Yûsuf-ı Hemedânî,

8.      Seyyidünâ Hâce Abdulhâlık-ı Gucdüvânî,

9.      Seyyidünâ Hâce Muhammed Ârif,

10.   Seyyidünâ Hâce Mahmûd Ebu’l-Hayr Fağnevî,

11.   Seyyidünâ Hâce-i Azîzân Ali Râmitenî,

12.   Seyyidünâ Hâce Muhammed Baba Semmâsî,

13.   Seyyidünâ Emîr Gülâl,

14.   Seyyidünâ Hâce Bahâeddin Nakşbend,

15.   Seyyidünâ Hâce Alâeddîn-i Atâr,

16.   Seyyidünâ Mevlânâ Ya’kûb-ı Çerhî,

17.   Seyyidünâ Hâce Abdullâh-ı Ahrâr,

18.   Seyyidünâ Şâh Abdülhâlık,

19.   Seyyidünâ Şâh Ecmel-i Bahrâyicî,

20.   Seyyidünâ Seyyid Bedhen-i Behrâyicî,

21.   Seyyidünâ Derviş b. Muhammed Kâsım,

22.   Seyyidünâ Kutb-ı âlem Abdulkuddûs,

23.   Seyyidünâ Celâleddîn Tehânîserî,

24.   Seyyidünâ Nizâmeddîn-i Belhî,

25.   Seyyidünâ Şâh Ebû Sa’d Kenkûhî,

26.   Seyyidünâ Şâh Muhibbullâh ed-Debbârî,

27.   Seyyidünâ Şâh Muhammed Feyyâz Emrûhî,

28.   Seyyidünâ Şâh Muhammed Hâmid Emrûhî,

29.   Seyyidünâ Şâh Adudiddîn,

30.   Seyyidünâ Şâh Abdülhâdî,

31.   Seyyidünâ Şâh Abdülbârî,

32.   Seyyidünâ Şâh Abdurrahîm,

33.   Seyyidünâ Şâh  Nur Muhammed Cihâncihânevî,

34.   Seyyidünâ Şeyh İmdâdullâh-ı Mekkî.

B.     KÂDİRİYYE-Yİ HÜSEYNİYYE:

1.      Câmiu ilmi’l-evvelîn ü âhirîn Seyyidünâ ve Mevlânâ Muhammed Rasûlullâh (s.a.s.),

2.      Seyyidünâ İmam Hüseyin (r.a),

3.      Seyyidünâ İmam Zeynelâbidîn,

4.      Seyyidünâ İmam Muhammed Bâkır,

5.      Seyyidünâ İmam Ca’fer-i Sâdık,

6.      Seyyidünâ İmam Mûsâ Kâzım,

7.      Seyyidünâ İmam Ali b. Mûsâ,

8.      Seyyidünâ Dâvûd-ı Tâî,

9.      Seyyidünâ Ma’rûf-ı Kerhî,

10.   Seyyidünâ Seriyy-i Sakatî,

11.   Seyyidünâ Cüneyd-i Bağdâdî,

12.   Seyyidünâ Ebûbekr-i Şiblî,

13.   Seyyidünâ Şeyh Abdullâh Vâhid,

14.   Seyyidünâ Şeyh Ebu’l-Ferec,

15.   Seyyidünâ Ali Henkârî,

16.   Seyyidünâ Şeyh Ebu’l-Hasan,

17.   Seyyidünâ Şeyh Ebû Saîd,

18.   Seyyidünâ Gavs-ı a’zam  Şeyh Abdulkâdir-i Geylânî,

19.   Seyyidünâ Şeyh Şemseddîn,

20.   Seyyidünâ Şeyh Şemseddîn Ali,

21.   Seyyidünâ Şeyh Kutbeddîn Ebû Îyd,

22.   Seyyidünâ Şeyh Ebu’l-Mekârim Fâzıl,

23.   Seyyidünâ Şeyh Ubeyd b. Ebu’l-Kâsım,

24.   Seyyidünâ Şeyh Ubeyd b. İsâ,

25.   Seyyidünâ Seyyid Celâleddîn-i Buhârî,

26.   Seyyidünâ Seyyid  Ecmel-i Behrâyicî,

27.   Seyyidünâ Seyyid Bedhen-i Behrâyici,

28.   Seyyidünâ Derviş b. Muhammed Kâsım,

29.   Seyyidünâ Kutb-ı âlem Abdukuddûs,

30.   Seyyidünâ Celâleddîn-i Tehânîserî,

31.   Seyyidünâ Nizâmeddîn-i Belhî,

32.   Seyyidünâ Şeyh Ebû Ma’rûf,

33.   Seyyidünâ Şeyh Muhibbullâh ed-Debbârî,

34.   Seyyidünâ Muhammed,

35.   Seyyidünâ Şâh Muhammed Hâmid,

36.   Seyyidünâ Adudiddîn,

37.   Seyyidünâ Abdülhâdî,

38.   Seyyidünâ Abdülbârî,

39.   Seyyidünâ Abdurrahîm,

40.   Seyyidünâ Şâh Nûrî Muhammed,

41.   Seyyidünâ Şeyh İmdâdullâh-ı Mekkî.

C.     ŞECERE-İ ÜVEYSİYYE:

1.      Câmiu ilmi’l-evvelîn ü âhirîn Seyyidünâ ve Mevlânâ Muhammed Rasûlullâh (s.a.s.),

2.      Seyyidünâ İmam Ali (r.a.),

3.      Seyyidünâ Mûsa b. Zeyd Üveys-i Karanî,

4.      Seyyidünâ Sultan İbrâhîm b. Edhem-i Belhî,

5.      Seyyidünâ Hâce Huzeyfe Merageşî,

6.      Seyyidünâ Hâce Ebû Hübeyre Basrî,

7.      Seyyidünâ Hâce Mimşâd-ı Dîneverî,

8.      Seyyidünâ Hâce Ebû İshâk-ı Şâmî,

9.      Seyyidünâ Hâce Ebû Ahmed Abdâl-ı Çeştî,

10.   Seyyidünâ Hâce Ebû Muhammed-i Çeştî,

11.   Seyyidünâ Hâce Ebû Yûsuf-ı Çeştî,

12.   Seyyidünâ Hâce Mevdûd-ı Çeştî,

13.   Seyyidünâ Hâce Hacı Şerîf-i Zindânî,

14.   Seyyidünâ Hâce Osman Hârûnî-i Mekkî,

15.   Seyyidünâ Hâce Muînuddîn-i Çeştî,

16.   Seyyidünâ Hâce Kutbeddîn Bahtiyâr-ı Kâkî,

17.   Seyyidünâ Hâce Ferîdüddîn b. Şükür Gencer,

18.   Seyyidünâ Şâh Alâeddîn Ahmed Sâbir,

19.   Seyyidünâ Şâh Şemseddîn Pânîpetî,

20.   Seyyidünâ Şâh  Celâleddîn-i Pânîpetî,

21.   Seyyidünâ Ahmed Abdulhakk-ı Rodolvî,

22.   Seyyidünâ Şâh Ârif b. Ahmed-ı Rodolvî,

23.   Seyyidünâ Şâh Muhammed b. Ârif-i Rodolvî,

24.   Seyyidünâ Şâh Abdulkuddûs-ı Kenkûhî,

25.   Seyyidünâ Şâh Celâleddîn-i Tehânîserî,

26.   Seyyidünâ Şâh Nizâmeddîn-i Belhî,

27.   Seyyidünâ Şeyh Ebû Saîd-i Kenkûhî,

28.   Seyyidünâ Şâh Muhibbullâh ed-Debbârî,

29.   Seyyidünâ Şâh Muhammed Feyyâz-ı İmrûhî,

30.   Seyyidünâ Şâh Muhammed Hâmid Mekkî-i İmrûhî,

31.   Seyyidünâ Şâh Adudiddîn-i İmrûhî,

32.   Seyyidünâ Şâh Abdülhâdî-i İmrûhî,

33.   Seyyidünâ Şâh  Abdülbârî-i İmrûhî,

34.   Seyyidünâ Şâh  Abdurrahîm Şehîd-i Velâyetî,

35.   Seyyidünâ Şâh Nûr Muhammed  Cihencihânevî

36.   Seyyidünâ ve Mevlânâ Şeyh İmdâdullâh-ı Mekkî.

D.     ŞECERE-İ MEDÂRİYYE:

1.      Câmiu ilmi’l-evvelîn ü âhirîn Seyyidünâ ve Mevlânâ Muhammed Rasûlullâh (s.a.s.),

2.      Seyyidünâ İmam Ali (r.a.),

3.      Seyyidünâ Abdullâh-ı Alem-berdâr (?),

4.      Seyyidünâ ve Mevlânâ Şeyh Muhammed-i Şâmî,

5.      Seyyidünâ Aynuddîn-i Şâmî,

6.      Seyyidünâ Tayfûr-ı Şâmî,

7.      Seyyidünâ Şeyh Bedreddîn Bedîuzzamân Şah Bedâr,

8.      Seyyidünâ Şeyh Ecmel-i Bedrâyicî,

9.      Seyyidünâ Kutb-ı Âlem Abdulkuddûs-ı Kenkûhî,

10.   Seyyidünâ Celâleddîn b. Tehânîserî,

11.   Seyyidünâ Nizâmeddîn-i Belhî,

12.   Seyyidünâ Şeyh Ebû Saîd-i Kenkûhî,

13.   Seyyidünâ Şâh Muhibbullâh ed-Debbârî,

14.   Seyyidünâ Muhammed Feyyâz-i İmrûhî

15.   Seyyidünâ Şâh Muhammed Hâmid Mekkî-i İmrûhî,

16.   Seyyidünâ Şâh Adudiddîn-i İmrûhî,

17.   Seyyidünâ Şâh Abdülhâdî -i İmrûhî,

18.   Seyyidünâ Şâh  Abdülbârî-i İmrûhî,

19.   Seyyidünâ Şâh  Abdurrahîm Şehîd-i Velâyetî,

20.   Seyyidünâ Şâh Nur  Muhammed Cihencihânevî,

Seyyidünâ Şeyh İmdâdullâh-ı Mekkî

E.     ŞECERE-İ CÜNEYDİYYE:

1.      Câmiu ilmi’l-evvelîn ü âhirîn Seyyidünâ ve Mevlânâ Muhammed Rasûlullâh (s.a.s.),

2.      Seyyidünâ İmam Ali (r.a.),

3.      İmâmu’l-Ârifîn Seyyidünâ ve Mevlânâ Hasan-ı Basrî (rht.a.),

4.      Seyyidünâ İmâmu’t-Tâyife Ebu’l-Kâsım Cüneyd-i Bağdâdî (rht. aleyhim),

5.      Seyyidünâ ve Mevlânâ Habîb-i Acemî ,

6.      Seyyidünâ Dâvûd-ı Tâî,

7.      Seyyidünâ Ma’rûf-ı Kerhî,

8.      Seyyidünâ Seriyy-i Sakatî,

F.      ŞECERE-İ CÜNEYDİYYE-İ SÜHREVERDİYYE-İ KUDDÛSİYYE:

1.      Seyyidünâ Mimşâd Uluvv-ı Dîneverî,

2.      Seyyidünâ Şeyh Ahmed Esved-i Dîneverî,

3.      Seyyidünâ Şeyh Ebû Muhammed b. Abdullâh,

4.      Seyyidünâ Şeyh Vecîhüddîn Abdulkâhir,

5.      Seyyidünâ Şeyh Ziyâeddîn Ebu’n-Necîb,

6.      Seyyidünâ Şeyh Şihâbeddîn İmâmu’l-A’zam,

7.      Seyyidünâ Şeyh Bahâeddîn Zekeriyyâ,

8.      Seyyidünâ Şeyh  Celâleddîn,

9.      Seyyidünâ Şeyh Rükneddîn Ebu’l-Feth,

10.   Seyyidünâ Şeyh Celâleddîn-i Buhârî,

11.   Seyyidünâ Seyyid Ecmel-i Behrâyicî,

12.   Seyyidünâ Kutb-ı Âlem Abdulkuddûs,

13.   Seyyidünâ Şâh Celâleddîn,

14.   Seyyidünâ Şâh Nizâmeddîn, 

15.   Seyyidünâ Şeyh Ebû Saîd-i Kenkûhî,

16.   Seyyidünâ Şâh Muhibbullâh ed-Debbârî, 

17.   Seyyidünâ Şâh  Muhammed Feyyâz-ı İmrûhî,

18.   Seyyidünâ Şâh Muhammed Hâmid Mekkî-i İmrûhî,

19.   Seyyidünâ Şâh Adudiddîn-i İmrûhî,

20.   Seyyidünâ Şâh Abdülhâdî -i İmrûhî,

21.   Seyyidünâ Şâh  Abdülbârî-i İmrûhî,

22.   Seyyidünâ Şâh  Abdurrahîm Şehîd-i Velâyetî,

23.   Seyyidünâ Şâh Nur  Muhammed Cihencihânevî,

24. Seyyidünâ Şeyh İmdâdullâh-ı Mekkî

G.     ŞECERE-İ CÜNEYDİYYE-İ NAKŞIBENDİYYE-İ KUDDÛSİYYE:

1.      Seyyidünâ Ebû Muhammed-i Cerîrî,

2.      Seyyidünâ Muhammed b. Abdullâh-ı Taberî,

3.      Seyyidünâ Ebû Iyâz Ahmed b. Muhammed,

4.      Seyyidünâ Ebû’l-Hasan-ı Harakânî,

5.      Seyyidünâ Ebû Alliyy-i Fâremdî,

6.      Seyyidünâ Hâce Yûsuf-ı Hemedânî,

7.      Seyyidünâ  Hâce Abdülhâlık-ı Gücdüvânî,

8.      Seyyidünâ Hâce Muhammed Ârif,

9.      Seyyidünâ Hâce Mahmûd Ebu’l-Hayr,

10.   Seyyidünâ Hâce-i Azîzân,

11.   Seyyidünâ Hâce Muhammed Baba Semmâsî,

12.   Seyyidünâ Seyyid Emîr Gülâl,

13.   Seyyidünâ Hâce Bahâeddîn,

14.   Seyyidünâ Hâce Alâeddîn-i Attâr, 

15.   Seyyidünâ Hâce Mevlânâ Ya’kûb-ı Çerhî,

16.   Seyyidünâ Hâce Abdullâh-ı Ahrâr, 

17.   Seyyidünâ Hâce Abdülhak,

18.   Seyyidünâ Seyyid Ecmel-i Behrâyicî,

19.   Seyyidünâ Seyyid Bedhen-i Behrâyicî,

20.   Seyyidünâ Dervîş b. Muhammed Kâsım,

21.   Seyyidünâ Kutb-ı âlem Abdülkuddûs,

22.   Seyyidünâ Şâh  Celâleddîn-i Tehânîserî,

23.   Seyyidünâ Şâh Nizâmeddîn

24.   Seyyidünâ Şeyh Ebî Saîd,

25.   Seyyidünâ Şâh Muhibbullâh ed-Debbârî,

26.   Seyyidünâ Şâh  Muhammed Feyyâz-ı İmrûhî,

27.   Seyyidünâ Şâh Muhammed Hâmid Mekkî-i İmrûhî,

28.   Seyyidünâ Şâh Adudiddîn-i İmrûhî,

29.   Seyyidünâ Şâh Abdülhâdî,

30.   Seyyidünâ Şâh  Abdülbârî,

31.   Seyyidünâ Şâh Abdurrahîm Şehîd-i Velâyetî,

32.   Seyyidünâ Şâh Nûr Muhammed Cihencihânevî,

33.   Seyyidünâ ve Mevlânâ Şeyh İmdâdullâh-ı Mekkî.

H.     ŞECERE-İ KÂDİRİYYE-İ KAMÎSİYYE :

1.      Seyyidünâ Ebû Bekr-i Şiblî,

2.      Seyyidünâ Şeyh Abdülvâhid b. Abdülazîz,

3.      Seyyidünâ Ebu’l-Ferec-i Tartûsî

4.      Seyyidünâ Aliyy-i Henkârî,

5.      Seyyidünâ ebûl-Hasan-ı Karsî,

6.      Seyyidünâ Ebû Saîd-i Manzeemî,

7.      Seyyidünâ Gavs-ı A’zam Abdülkâdir-i Cîlânî,

8.      Seyyidünâ Abdürrezzâk,

9.      Seyyidünâ Seyyid Zeyneddîn,

10.   Seyyidünâ Seyyid Yahyâ Zâhid,

11.   Seyyidünâ Seyyid Mûsâ,

12.   Seyyidünâ Seyyid Abdülvehhâb,

13.   Seyyidünâ Seyyid Abdülkâdir-i Ra’sî,

14.   Seyyidünâ Seyyid Ahmed-i Kudsî,

15.   Seyyidünâ Seyyid Mevlânâ Mağribî,

16.   Seyyidünâ Seyyid Abdülhakk-i Mağribî,

17.   Seyyidünâ Seyyid İlyâs-ı Mahribî,

18.   Seyyidünâ Seyyid Feyzü’l-A’zam,

19.   Seyyidünâ Seyyid Şâh Muhammed,

20.   Seyyidünâ Seyyid Muhammed-i Gavs,

21.   Seyyidünâ Seyyid Abdülhay,

22.   Seyyidünâ Seyyid Abdürrezzâk,

23.   Seyyidünâ Seyyid Rahm Ali Şâh,

24.   Seyyidünâ Seyyid Hacı Abdürrahîm-i Velâyetî,

25.   Seyyidünâ Şâh Nûr Muhammed-i Cihencihânevî,

26.   Seyyidünâ ve Mevlânâ Şeyh İmdâdullâh-ı Mekkî.

İ.       ŞECERE-İ KÂDİRİYYE-İ KUDDÛSİYYE :

1.      Seyyidünâ Şeyh Seyfeddîn,

2.      Seyyidünâ Şeyh Bedreddîn,

3.      Seyyidünâ Muhammed Alâüeddîn Ali Ahmed-i Bâbür,

4.      Seyyidünâ Şemseddîn-i Pânîpetî,

5.      Seyyidünâ Şâh Ahmed Abdulhak-ı Rodolvî,

6.      Seyyidünâ Şâh Ârif b. Ahmed-i Rodolvî,

7.      Seyyidünâ Şâh Muhammed b. Ârif-i Rodolvî,

8.      Seyyidünâ Şâh Abdulkuddûs-i Kenkûhî,

9.      Seyyidünâ Şâh Celâleddîn-i Tehânîserî,

10.   Seyyidünâ Şâh Nizâmeddîn-i Belhî,

11.   Seyyidünâ Şeyh Ebû Saîd-i Kenkûhî,

12.   Seyyidünâ Şâh Muhibbullâh ed-Debbârî,

13.   Seyyidünâ Şâh Muhammed Feyyâz-ı İmrûhî,

14.   Seyyidünâ Şâh Muhammed Hâmid Mekkî-i İmrûhî,

15.   Seyyidünâ Şâh Adudüddîn-i İmrûhî,

16.   Seyyidünâ Şâh Abdülhâdî-i İmrûhî,

17.   Seyyidünâ Şâh  Abdülbârî-i İmrûhî,

18.   Seyyidünâ Şâh  Abdurrahîm Şehîd-i Velâyetî,

19.   Seyyidünâ Şâh Nûr Muhammed  Cihencihânevî

20.   Seyyidünâ ve Mevlânâ Şeyh İmdâdullâh-ı Mekkî.

J. ŞECERE-İ KÂDİRİYYE-İ REZZÂKİYYE-İ KUDDÛSİYYE :

                                      

1.      Seyyidinâ Seyyid Ebû Sâlih,

2.      Seyyidinâ Şeyh Ebu’n-Nasr,

3.      Seyyidinâ Muhammed Hasan,

4.      Seyyidinâ Abdülkâdir,

5.      Seyyidinâ Şeyh Ahmed Çelebî,

6.      Seyyidinâ Şâh Mûsâ,

7.      Seyyidinâ İbrâhîm-i Hasenî,

8.      Seyyidünâ Şâh Abdulkuddûs-i Kenkûhî,

9.      Seyyidünâ Şâh Celâleddîn-i Tehânîserî,

10.   Seyyidünâ Şâh Nizâmeddîn-i Belhî,

11.   Seyyidünâ Şeyh Ebû Saîd-i Kenkûhî,

12.   Seyyidünâ Şâh Muhibbullâh ed-Debbârî,

13.   Seyyidünâ Şâh Muhammed Feyyâz-ı İmrûhî,

14.   Seyyidünâ Şâh Muhammed Hâmid Mekkî-i İmrûhî,

15.   Seyyidünâ Şâh Adudüddîn-i İmrûhî,

16.   Seyyidünâ Şâh Abdülhâdî-i İmrûhî,

17.   Seyyidünâ Şâh  Abdülbârî-i İmrûhî,

18.   Seyyidünâ Şâh  Abdurrahîm Şehîd-i Velâyetî,

19.   Seyyidünâ Şâh Nûr Muhammed  Cihencihânevî

20.   Seyyidünâ ve Mevlânâ Şeyh İmdâdullâh-ı Tehânevî-i Mekkî.

K.          ŞECERE-İ KÂDİRİYYE-İ ALİYYE-İ KUDDÛSİYYE :

1.      Seyyidünâ Şeyh Şemseddîn Ali Haddâd,

2.      Seyyidünâ Şeyh Şemseddîn Ali Eflah,

3.      Seyyidinâ Şeyh Kutbeddîn Ebu’l-Gays,

4.      Seyyidünâ Seyyid Ebu’l-Mekârim Fâzıl,

5.      Seyyidünâ Şeyh Ubeyd b. Îsâ,

6.      Seyyidünâ Seyyid Celâleddîn-i Buhârî,

7.      Seyyidünâ Seyyid Ecmel-i Behrâyicî,

8.      Seyyidünâ Seyyid Bedhen-i Behrâyicî,

9.      Seyyidünâ Dervîş b. Muhammed Kâsım,

10.   Seyyidünâ Kutb-ı âlem Abdülkuddûs-i Kenkûhî,

11.   Seyyidünâ Şâh Celâleddîn-i Tehânîserî,

12.   Seyyidünâ Şâh Nizâmeddîn-I Belhî,

13.   Seyyidünâ Şeyh Ebû Saîd-i Kenkûhî,

14.   Seyyidünâ Şâh Muhibbullâh ed-Debbârî,

15.   Seyyidünâ Şâh  Muhammed Feyyâz-ı İmrûhî,

16.   Seyyidünâ Şâh Muhammed Hâmid Mekkî-i İmrûhî,

17.   Seyyidünâ Şâh Adudiddîn-i İmrûhî,

18.   Seyyidünâ Şâh Abdülhâdî-i İmrûhî,

19.   Seyyidünâ Şâh  Abdülbârî-i İmrûhî,

20.   Seyyidünâ Şâh Abdurrahîm Şehîd-i Velâyetî,

21.   Seyyidünâ Şâh Nûr Muhammed Cihencihânevî,

22.   Seyyidünâ ve Mevlânâ Şeyh İmdâdullâh-ı Mekkî.

M. ŞECERE-İ ÇEŞTİYYE-İ NİZÂMİYYE-İ NASÎRİYYE:

1.      Seyyidünâ Nizâmeddîn Sultânü’l-Evliyâ,

2.      Seyyidünâ Şeyh Sadreddîn Tabîb-i Delhâ,

3.      Seyyidünâ Seyyid Muhammed-i Geysûdrâz,

4.      Seyyidünâ Seyyid Sadreddîn-i Ûdhî,

5.      Seyyidünâ Şeyh miyân b. Hakîm,

6.      Seyyidünâ Dervîş b. Muhammed Kâsım,

7.      Seyyidünâ Kutb-ı âlem Abdülkuddûs,

8.      Seyyidünâ Celâddîn-i Tehânîserî,

9.      Seyyidünâ Nizâmeddîn-i Belhî,

10.   Seyyidünâ Ebû Saîd-i Kenkûhî,

11.   Seyyidünâ Şâh Muhibbullâh ed-Debbârî,

12.   Seyyidünâ Şâh  Muhammed Feyyâz-ı İmrûhî,

13.   Seyyidünâ Şâh Muhammed Hâmid Mekkî-i İmrûhî,

14.   Seyyidünâ Şâh Adudiddîn-i İmrûhî,

15.   Seyyidünâ Şâh Abdülhâdî-i İmrûhî,

16.   Seyyidünâ Şâh  Abdülbârî-i İmrûhî,

17.   Seyyidünâ Şâh Abdurrahîm Şehîd-i Velâyetî,

18.   Seyyidünâ Şâh Nûr Muhammed Cihencihânevî,

19.   Seyyidünâ ve Mevlânâ Şeyh İmdâdullâh-ı Mekkî.

M. ŞECERE-İ ÇEŞTİYYE-İ NİZÂMİYYE-İ NASÎRİYYE:

1.      Seyyidünâ Nizâmeddîn Sultânü’l-Evliyâ,

2.      Seyyidünâ Hâce Nasîrüddîn Çerâğ-ı Dehlî,

3.      Seyyidünâ Mahdûm-ı Cihân Muhammed,

4.      Seyyidünâ Seyyid Celâddîn-i Buhârî,

5.      Seyyidünâ Seyyid Ecmel-i Behrâyicî,

6.      Seyyidünâ Seyyid Bedhen-i Behrâyicî,

7.      Seyyidünâ Dervîş b. Muhammed Kâsım,

8.      Seyyidünâ Kutb-ı âlem Abdülkuddûs-i Kenkûhî,

9.      Seyyidünâ Şâh Celâleddîn-i Tehânîserî,

10.   Seyyidünâ Şâh Nizâmeddîn-i Belhî,

11.   Seyyidünâ Şeyh Ebû Saîd-i Kenkûhî,

12.   Seyyidünâ Şâh Muhibbullâh ed-Debbârî,

13.   Seyyidünâ Şâh  Muhammed Feyyâz-ı İmrûhî,

14.   Seyyidünâ Şâh Muhammed Hâmid Mekkî-i İmrûhî,

15.   Seyyidünâ Şâh Adudiddîn-i İmrûhî,

16.   Seyyidünâ Şâh Abdülhâdî-i İmrûhî,

17.   Seyyidünâ Şâh  Abdülbârî-i İmrûhî,

18.   Seyyidünâ Şâh Abdurrahîm Şehîd-i Velâyetî,

19.   Seyyidünâ Şâh Nûr Muhammed Cihencihânevî,

20.   Seyyidünâ ve Mevlânâ Şeyh İmdâdullâh-ı Mekkî.

N. ŞECERE-İ ÇEŞTİYYE-İ NİZÂMİYYE-İ TABÎBİYYE:

1.      Seyyidünâ Şeyh Felahullâh,

2.      Seyyidünâ Şeyh Sa’dullâh,

3.      Seyyidünâ Dervîş b. Seyyid Muhammed b. Kâsım

4.      Seyyidünâ Dervîş b. Muhammed Kâsım,

5.      Seyyidünâ Kutb-ı âlem Abdülkuddûs-i Kenkûhî,

6.      Seyyidünâ Şâh Celâleddîn-i Tehânîserî,

7.      Seyyidünâ Şâh Nizâmeddîn-i Belhî,

8.      Seyyidünâ Şeyh Ebû Saîd-i Kenkûhî,

9.      Seyyidünâ Şâh Muhibbullâh ed-Debbârî,

10.   Seyyidünâ Şâh  Muhammed Feyyâz-ı İmrûhî,

11.   Seyyidünâ Şâh Muhammed Hâmid Mekkî-i İmrûhî,

12.   Seyyidünâ Şâh Adudiddîn-i İmrûhî,

13.   Seyyidünâ Şâh Abdülhâdî-i İmrûhî,

14.   Seyyidünâ Şâh  Abdülbârî-i İmrûhî,

15.   Seyyidünâ Şâh Abdurrahîm Şehîd-i Velâyetî,

16.   Seyyidünâ Şâh Nûr Muhammed Cihencihânevî,

17.   Seyyidünâ ve Mevlânâ Şeyh İmdâdullâh-ı Mekkî.

O. NAKŞIBENDİYYE-İ MÜCEDDİDİYYE :

1.      Câmiu ilmi’l-evvelîn ü âhirîn Seyyidünâ ve Mevlânâ Muhammed Rasûlullâh (s.a.s.),

2.      Emîru’l-mü’minîn Seyyidünâ Ali (r.a.),

3.      Seyyidünâ İmâm Hasan (r.a.),

4.      Seyyidünâ İmam Ca’fer-i Sâdık,

5.      Seyyidünâ Mâsâ Kâzım,

6.      Seyyidünâ İmâm Ali Rızâ,

7.      Seyyidünâ Ma’rûf-ı Kerhî,

8.      Seyyidünâ Seriyy-i Sakatî,

9.      Seyyidünâ Cüneyd-i Bağdâdî,

10.   Seyyidünâ Ebûbekr-i Şiblî,

11.   Seyyidünâ Ebu’l-Kâsım Nasîrâbâdî,

12.   Seyyidünâ Ebû Ali Dekkâk,

13.   Seyyidünâ Ebu’l-Kâsım-ı Kuşeyrî,

14.   Seyyidünâ Ebû Alliyy-i Fâremedî,

15.   Seyyidünâ Hâce Yûsuf-ı Hemedânî,

16.   Seyyidünâ  Hâce Abdülhâlık-ı Gücdüvânî,

17.   Seyyidünâ Hâce Muhammed Ârif,

18.   Seyyidünâ Hâce Mahmûd Ebu’l-Hayr,

19.   Seyyidünâ Hâce-i Azîzân Allyy-i Râmitenî,

20.   Seyyidünâ Hâce Muhammed Baba Semmâsî,

21.   Seyyidünâ Seyyid Emîr Gülâl,

22.   Seyyidünâ Hâce Bahâeddîn-i Nakşıbendî,

23.   Seyyidünâ Hâce Alâeddîn-i Attâr, 

24.   Seyyidünâ Hâce Mevlânâ Ya’kûb-ı Çerhî,

25.   Seyyidünâ Hâce Abdullâh-ı Ahrâr, 

26.   Seyyidünâ Hâce Mevlânâ Zâhid,

27.   Seyyidünâ Mevlânâ Dervîş,

28.   Seyyidünâ Hâce Muhammed,

29.   Seyyidünâ Hâce Bâkî Billâh,

30.   Seyyidünâ İmâm Rabbânî Mevlânâ Şeyh Ahmed,

31.   Seyyidünâ Seyyid Âdem-i Nebûrî,

32.   Seyyidünâ Seyyid Abdullâh,

33.   Seyyidünâ Şâh Abdürrahîm,

34.   Seyyidünâ Şâh Veliyyullâh,

35.   Seyyidünâ Şâh Abdülazîz,

36.   Seyyidünâ Seyyid Ahmed,

37.   Seyyidünâ Şâh Nûr Muhammed,

38.   Seyyidünâ ve Mevlânâ Şeyh İmdâdullâh-ı Mekkî.

               Ö. ÇEŞTİYYE-İ KUDDÛSİYYE-İ HASENİYYE :

1.      Câmiu ilmi’l-evvelîn ü âhirîn Seyyidünâ ve Mevlânâ Muhammed Rasûlullâh (s.a.s.),

2.      Emîru’l-mü’minîn Seyyidünâ Ali (r.a.),

3.      Seyyidünâ İmâm Hasan (r.a.),

4.      Seyyidünâ İmâm Zeynelâbidîn,

5.      Seyyidünâ İmâm Muhammed Bâkır,

6.      Seyyidünâ Sultân İbrâhîm b. Edhem,

7.      Seyyidünâ Hâce Huzeyfe-i Mar’aşî,

8.      Seyyidünâ Hâce Ebû Cübeyre-i Basrî,

9.      Seyyidinâ Hâce Mimşâd,

10.   Seyyidünâ Hâce Ebû İshâk-ı Şâmî,

11.   Seyyidünâ Hâce Ebû Ahmed Abdâl-ı Çeştî,

12.   Seyyidünâ Hâce Ebû Muhammed-i Çeştî,

13.   Seyyidünâ Ebû Yûsuf-ı Çeştî,

14.   Seyyidünâ Hâce Mevdûd-ı Çeştî,

15.   Seyyidünâ Hacı Şerîf-i Rindî,

16.   Seyyidünâ Hâce Osmân-ı Hârûnî,

17.   Seyyidünâ Hâce Muînüddîn,

18.   Seyyidünâ Hâce Kutbeddîn-i Bahtıyârî,

19.   Seyyidünâ Şeyh Ferîdüddîn-i Sükkergencî,

20.   Seyyidünâ Mahdûm Alâeddîn,

21.   Seyyidünâ Şemseddîn-i Pânipetî,

22.   Seyyidünâ Şâh Ahmed Abdülhakk-ı Rodolvî,

23.   Seyyidünâ Şâh Ârif b. Ahmed,

21.   Seyyidünâ Şâh Muhammed b. Ârif-i Rodolvî,

22.   Seyyidünâ Şâh Abdulkuddûs-i Kenkûhî,

23.   Seyyidünâ Şâh Celâleddîn-i Tehânîserî,

24.   Seyyidünâ Şâh Nizâmeddîn-i Belhî,

25.   Seyyidünâ Şeyh Ebû Saîd-i Kenkûhî,

26.   Seyyidünâ Şâh Muhibbullâh ed-Debbârî,

27.   Seyyidünâ Şâh Muhammed Feyyâz-ı İmrûhî,

28.   Seyyidünâ Şâh Muhammed Hâmid Mekkî-i İmrûhî,

29.   Seyyidünâ Şâh Adudiddîn-i İmrûhî,

30.   Seyyidünâ Şâh Abdülhâdî-i İmrûhî,

31.   Seyyidünâ Şâh  Abdülbârî-i İmrûhî,

32.   Seyyidünâ Şâh  Abdurrahîm Şehîd-i Velâyetî,

33.   Seyyidünâ Şâh Nûr Muhammed  Cihencihânevî

24.   Seyyidünâ ve Mevlânâ Şeyh İmdâdullâh-ı Mekkî.

P. KÂDİRİYYE-İ KUDDÛSİYYE :

1.      Câmiu ilmi’l-evvelîn ü âhirîn Seyyidünâ ve Mevlânâ Muhammed Rasûlullâh (s.a.s.),

2.      Emîru’l-mü’minîn Seyyidünâ Ali (r.a.),

3.      Seyyidünâ İmâm Hasan (r.a.),

4.      Seyyidünâ Seyyid Abdullâh Muhlis,

5.      Seyyidünâ Seyyid Mûsâ Elhûn,

6.      Seyyidünâ Seyyid Dâvûd-ı Mûris,

7.      Seyyidünâ Seyyid Muhammed Mûris,

8.      Seyyidünâ Seyyid Yahyâ Zâhid,

9.      Seyyidünâ Seyyid Abdullâh Çelebi,

10.   Seyyidünâ Seyyid Mûsâ Cengîdost,

11.   Seyyidünâ Ebû Sâlih,

12.   Seyyidünâ Şeyh Abdülkâdir-i Cîlânî,

13.   Seyyidünâ Şeyh Şemseddîn ali Haddâd,

14.   Seyyidünâ Şeyh Şemseddîn Eflah,

15.   Seyyidünâ Şeyh Kutbeddîn-i Ebu’l-Gays,

16.   Seyyidünâ Seyyid Ebu’l-Mekârim-i Fâzıl,

17.   Seyyidünâ Şeyh Ubeyd b. Ebu’l-Kâsım,

18.   Seyyidünâ Şeyh Abd b. Îsâ,

19.   Seyyidünâ Seyyid Celâleddîn,

20.   Seyyidünâ Seyyid Ecmel-i Behrâyicî,

21.   Seyyidünâ Seyyid Bedhen-i Behrâyicî,

22.   Seyyidünâ Dervîş b. Muhammed Kâsım,

23.   Seyyidünâ Kutb-ı âlem Abdülkuddûs-i Kenkûhî,

24.   Seyyidünâ Şâh Celâleddîn-i Tehânîserî,

25.   Seyyidünâ Şâh Nizâmeddîn-i Belhî,

26.   Seyyidünâ Şeyh Ebû Saîd-i Kenkûhî,

27.   Seyyidünâ Şâh Muhibbullâh ed-Debbârî,

28.   Seyyidünâ Şâh  Muhammed Feyyâz-ı İmrûhî,

29.   Seyyidünâ Şâh Muhammed Hâmid Mekkî-i İmrûhî,

30.   Seyyidünâ Şâh Adudiddîn-i İmrûhî,

31.   Seyyidünâ Şâh Abdülhâdî-i İmrûhî,

32.   Seyyidünâ Şâh Abdülbârî-i İmrûhî,

33.   Seyyidünâ Şâh Abdurrahîm Şehîd-i Velâyetî,

34.   Seyyidünâ Şâh Nûr Muhammed Cihencihânevî,

35.   Seyyidünâ ve Mevlânâ Şeyh İmdâdullâh-ı Mekkî.

R. ŞECERE-İ NAKIBENDİYYE :

1.      Seyyidünâ Hâce Alâeddîn-i Attâr,

2.      Seyyidünâ Hâce Mevlânâ Yâkûb-ı Çerhî,

3.      Seyyidünâ Hace Abdullâh-ı Ahrâr,

4.      Seyyidünâ Habîb-i Acemî,

5.      Seyyidünâ Davûd-ı Tâî,

6.      Seyyidünâ Ma’rûf-ı Kerhî,

7.      Seyyidünâ Seriyy-i Sakatî,

8.      Seyyidünâ Cüneyd-i Bağdâdî,

9.      Seyyidünâ Ebû Bekr-i Şiblî,

10.   Seyyidünâ Ebu’l-Kâsım-ı Nasîrâbâdî,

11.   Seyyidünâ Ebû Ali Dakkâk,

12.   Seyyidünâ Ebu’l-Kâsım-ı Kuşeyrî,

13.   Seyyidünâ Ebû Alliyy-i Fâremdî,

14.   Seyyidünâ Hâce Yûsuf-ı Hemedânî,

15.   Seyyidünâ  Hâce Abdülhâlık-ı Gücdüvânî,

16.   Seyyidünâ Hâce Muhammed Ârif Rivgîrî,

17.   Seyyidünâ Hâce Mahmûd Ebu’l-Hayr-I Fağnevî,

18.   Seyyidünâ Hâce-i Azîzân Aliyy-i Râmitenî,

19.   Seyyidünâ Hâce Muhammed Baba Semmâsî,

20.   Seyyidünâ Seyyid Emîr Gülâl,

21.   Seyyidünâ Hâce Bahâeddîn-i Nakşıbend.

Buradan devam eden diğer kol :

1.      Seyyidünâ Hâce Mevlânâ Zâhid,

2.      Seyyidünâ Hâce Mevlânâ Dervîş,

3.      Seyyidünâ Hâce Muhammed Emkinekî,

4.      Seyyidünâ Hâce Bâkî Billâh (rahmetu’llâhi aleyhi),

5.      Seyyidünâ İmâm Rabbânî Mevlânâ Şeyh Ahmed müceddid-i elf-i sânî (r.a.),

Buradan itibaren ayrılan kollar :

Müceddiyye-i Sa’diyye :

1.      Seyyidünâ Şâh Muhammed Saîd,

2.      Seyyidünâ Delîmlullâh Abdülehad,

3.      Seyyidünâ Şâh Muhammed Na’tî,

4.      Seyyidünâ Şâh Muhammed Âfâk,

5.      Seyyidünâ Mevlânâ Nasîruddîn,

6.      Seyyidünâ Mevlânâ eş-Şeyh İmdâdullâh.

Nakşıbendiyye-i Âfâkıyye :

1.      Seyyidünâ Hâce Muhammed Ma’sûm,

2.      Seyyidünâ Hâce Huccetullâh Muhammed-i Nakşıbendî,

3.      Seyyidünâ Hâce Muhammed Zübeyr,

4.      Seyyidünâ Hâce Ziyâullâh,

5.      Seyyidünâ Hâce Muhammed Âfâk-ı Dehlevî,

6.      Seyyidünâ Mevlânâ Nasîrüddîn-i Dehlevî,

7.      Seyyidünâ Mevlânâ eş-Şeyh İmdâdullâh.

Nakşıbendiyye-i Müceddidiyye-i Azîziyye :

1.      Seyyidünâ Seyyid Âdem-i Nebûrî,

2.      Seyyidünâ Seyyid Abdullâh,

3.      Seyyidünâ Şâh Abdurrahîm,

4.      Seyyidünâ Şâh Veliyyullâh,

5.      Seyyidünâ Şâh Abdulazîz,

6.      Seyyidünâ Seyyid Ahmed,

7.      Seyyidünâ Şâh Nûr Muhammed,

8.      Seyyidünâ Mevlânâ eş-Şeyh İmdâdullâh.

 

Nakşıbendiyye-i Alâiyye :

1.      Seyyidünâ Hâce Şâh Hak,

2.      Seyyidünâ Emîr Yahyâ,

3.      Seyyidünâ Emîr Ebû Alâ,

4.      Seyyidünâ Şâh Abdürrahîm,

9.      Seyyidünâ Şâh Veliyyullâh,

10.   Seyyidünâ Şâh Abdulazîz,

11.   Seyyidünâ Seyyid Ahmed,

12.   Seyyidünâ Şâh Nûr Muhammed,

13. Seyyidünâ Mevlânâ eş-Şeyh İmdâdullâh.

Nakşıbendiyye-i Kuddûsiyye :

1.      Seyyidünâ Hâce Şâh Hak,

2.      Seyyidünâ Seyyid Ecmel-i Behrâyicî,

3.      Seyyidünâ Seyyid Bedhen-i Behrâyicî,

4.      Seyyidünâ Dervîş Muhammed Kâsım-ı Ûdhî,

5.      Seyyidünâ Kutb-ı âlem Abdülkuddûs-ı Kenkûhî,

6.      Seyyidünâ Şâh Celâleddîn-i Tehânîserî,

7.      Seyyidünâ Şâh Nizâmeddîn-i Belhî,

8.      Seyyidünâ Şeyh Ebû Saîd-i Kenkûhî,

9.      Seyyidünâ Şâh Muhibbullâh ed-Debbârî,

10.   Seyyidünâ Şâh  Muhammed Feyyâz-ı İmrûhî,

11.   Seyyidünâ Şâh Muhammed Hâmid Mekkî-i İmrûhî,

12.   Seyyidünâ Şâh Adudiddîn-i İmrûhî,

13.   Seyyidünâ Şâh Abdülhâdî-i İmrûhî,

14.   Seyyidünâ Şâh Abdülbârî-i İmrûhî,

15.   Seyyidünâ Şâh Abdurrahîm Şehîd-i Velâyetî,

16.   Seyyidünâ Şâh Nûr Muhammed Cihencihânevî,

17.   Seyyidünâ ve Mevlânâ Şeyh İmdâdullâh-ı Mekkî.

               Nakşıbendiyye-i Çeştiyye-i Kâdiriyye-i Sührreverdiyye-i Kübreviyye-i Medâriyye-i Kalendiriyye-i Müceddidiyye :

1.      Seyyidünâ Hâce Şâh Hak,

2.      Seyyidünâ Seyyid Ecmel-i Behrâyicî,

3.      Seyyidünâ Seyyid Bedhen-i Behrâyicî,

4.      Seyyidünâ Dervîş Muhammed Kâsım-ı Ûdhî,

5.      Seyyidünâ Kutb-ı âlem Abdülkuddûs-ı Kenkûhî,

6.      Seyyidünâ Şeyh Rükneddîn,

7.      Seyyidünâ Şeyh Abdülehad,

8.      Seyyidünâ ve Mevlânâ Şeyh Ahmed müceddid-i elf-i sânî,

9.      Seyyidünâ Seyyid Âdem-i Nebûrî,

10.   Seyyidünâ Seyyid Abdullâh,

11.   Seyyidünâ Şâh Abdurrahîm,

12.   Seyyidünâ Şâh Veliyyullâh,

13.   Seyyidünâ Şâh Abdülazîz,

14.   Seyyidünâ seyyid ahmed,

15.   Seyyidünâ Şâh Nûr Muhammed,

16.   Seyyidünâ ve Mevlânâ Şeyh İmdâdullâh-ı Mekkî.

ŞECERE-İ ÇEŞTİYYE-İ SÂBİRİYYE :

1.      Câmiu İlmi’l-Evvelîn ve Âhirîn Seyyidünâ ve Mevlânâ Muhammed Rasûlullâh (s.a.s.), Vefât yeri ve Tarihi : Medîne-i Münevvere, Mescid-i Nebevî , 2 Rabîu’l-evvel 11/(2 Mayıs 632), yevm-i isneyn.

2.      Seyyidünâ İmam Ali (r.a.), Necef-i Eşref, 21 Ramazan 11/(10 Kasım 632), yevm-i Cum’a.[200]

3.      İmâmü’l-ârifîn Seyyidinâ ve Mevlânâ Hasan-ı Basrî (rht. a.), Basra, 8 Muharrem 211/(25 Aralık 738).

4.      Seyyidünâ Hâce Abdülvâhid, Basra, 22 Safer 122/(28 Ocak 740).

5.      Seyyidünâ Hâce Fuzayl b. İyâz, Mekke-i Muazzama, Cennetü’l-Muallâ, 3 Rebîu’l-evvel 182/(24 Nisan 798).

6.      Seyyidünâ Hâce Sultân İbrâhîm-i Edhem, Binâ-i Şerîf, 26 Cemâziye’l-ûlâ, 223/(25 Nisan 838).

7.      Seyyidünâ Hâce Huzeyfe, Merageş, 24 Şevvâl 252/(4 Kasım 866).

8.      Seyyidünâ Hâce Ebû Hubeyre, Basra, 2 Şevvâl 282/(24 Kasım 895).

9.      Seyyidünâ Hâce Mimşâd, Dînever, 13 Muharrem 299/(11 Ekim 911).

10.   Seyyidünâ Hâce Ebû İshâk, Akka – Şâm, 13 Rabîu’s-sânî 339/(29 Eylül 950).

11.   Seyyidünâ Hâce Ebû Ahmed, Çeşt, 4 Rabîu’l-evvel 343/(3 Temmuz 954).

12.   Seyyidünâ Hâce Ebû Muhammed, Çeşt, 4 Rabîu’s-sânî 421/(11 Nisan 1030).

13.   Seyyidünâ Hâce Ebû Yûsuf, Çeşt, Receb 459/(Mayıs-Haziran 1067).

14.   Seyyidünâ Hâce Mevdûd, Çeşt, Receb 521/(Temmuz-Ağustos 1127).

15.   Seyyidünâ Hâce Hacı Şerîf, 3 Receb 612/(28 Ekim1207).

16.   Seyyidünâ Hâce Osmân-ı Hârûnî, Mekke-i Muazzama, 6 Şevvâl 603/(6 Mayıs 1207).

17.   Seyyidünâ Hâce Muînüddîn-i Çeştî, Ecmîr-i Şerîf, 6 Receb 632/(27 Mart 1235).

18.   Seyyidünâ Hâce Kutbeddîn-i Dehlevî, Dehli, 14 Rabîu’l-evvel 633/(27 Kasım 1235).

19.   Seyyidünâ Şeyh Ferîdüddîn, Pânipetî, 5 Muharrem 660/(30 Aralık1261).

20.   Seyyidünâ Mahdûm Alâeddîn, Pîrân-ı Kebîr, 13 Rabîu’l-evvel 620/(16 Nisan 1223).

21.   Seyyidünâ Şâh Şemseddîn, Pânipetî, 19 Rabîu’l-evvel, 715/(23 Haziran 1315).

34.   Seyyidünâ Şâh Celâleddîn, Pânipetî, 13 Rabîu’l-evvel 765/(20 Aralık 1364).

35.   Seyyidünâ Şâh Ahmed Abdülhak, Rodolî, 15 Cemâziye’l-âhir 832/(17 Mart 1429).

36.   Seyyidünâ Şâh Ârif b. Ahmed, Rodoli, 21 Şevvâl 836/(10 Haziran 1433).

37.   Seyyidünâ Şâh Muhammed b. Ârif, Rodoli, 23 Cemâziye’l-evvel 897/(23 Mart 1492).

38.   Seyyidünâ Şâh Abdülkuddûs, Kenkuh, 2 Cemâziye’s-sânî 944/(6 Kasım 1537).

39.   Seyyidünâ Şâh Celâleddîn, Tehânîser, 24 Zi’l-hicce 989/(30 Ocak1581).

40.   Seyyidünâ Şâh Nizâmeddîn, Belh, 8 Receb.

41.   Seyyidünâ Şeyh Ebû Saîd, Kenkûh, 1 Rabîu’s-sânî 1139/(26 Kasım 1725)

42.   Seyyidünâ Şâh Muhibbullâh, Alaâbâd, 21 Rabîu’s-sânî 1058/(15 Mayıs 1648)

43.   Seyyidünâ Şâh Muhammed Feyyâz, Ekberâbâd, 3 Receb 1107/(7 Şubat 1696).

44.   Seyyidünâ Şâh Muhammed Hâmid Mekkî, İmrûhe, 11 Receb.

45.   Seyyidünâ Şâh Adudüddîn, İmrûhe, 3 Receb 1122/(28 Ağustos1710).

46.   Seyyidünâ Şâh Abdülhâdî, İmrûhe, Ramazân 1190/(Ekim-Kasım1776).

47.   Seyyidünâ Şâh  Abdülbârî, İmrûhe, 11 Şa’bân 1226/(28 Ağustos 1811).

48.   Seyyidünâ Şâh  Abdurrahîm, 2 Ramazân 1246/(14 Şubat 1831).

49.   Seyyidünâ Şâh Nûr Muhammed,  Cihencihâne, Peşâver, 17 Şevvâl 1259/(10 Kasım 1843).

50.   Seyyidünâ ve Mevlânâ Şeyh İmdâdullâh-ı Mekkî, Tehâne, 12 Cemâziye’l-âhir 1317/(18 Ekim 1899).



[1] “Ey aşkının (yolu) ârif ve avâm, herkesi öldürmüş; sevdâsı şöhret sahiblerini kaybettirmiş olan! Senin şaraba benzeyen dudağının şevki, Bâyezîd-i Bistâmî’yi bulunduğu makamdan indirmiştir.” (H = Hazırlayanlar)

[2] Yâ Rab! Seni ancak gafletle zikrettim ve Sana ancak kısa bir zamân yöneldim.” (H)

[3]    Yâ Rab! Cihân pâdişâhı Bâyezîd’in türbesi ve onun delîlinin tîneti aşkına.

Yâ Rab! Mekansız şahbaz kuşu gibi olan Bâyezîd’in yuvası hakkı için. Yani Bâyezîd’in yakınlığı ve gönül evi hakkı için.

Yâ Rab! O, sınırsız cömertlik tabiatına sahip Bâyezîd için; onun (bütün iyiliklere) susamışlığı için.

Yâ Rab! O, iyi tâlihli pîrin yanık bağrı hakkı için; Bâyezîd’in îmân meş’alesinin nuru hakkı için.

Hz. Ali’den Pîr Hasan’a kadar, Bâyezîd’in, teker teker cümle mürîdleri hakkı için.

Zavallı, gönlü kırık Hâlid’e, Bâyezîd’in irfân hazînesinden bir kapı aç.

Bâyezîd’in ihsân denizinden onu suya kandır. Bu, onun susamış, yanmış dudağına hidâyet âb-ı hayâtı gibi olur.

İbrâhîm-i Edhem, Bâyezîd’in mürîdlerinden birisidir; onu kendine kavuştur ve kendisinden kurtar.” (H)

[4]    “Ezel sırrını ne sen bilirsin, ne ben. Din sırf muammâdır, onu ne sen okuyup (anlayabilirsin) ne ben. Perdede senin ve benim dedikodum vardır. Eğer perde düşerse ne sen kalırsın, ne ben.” (H)

[5]    Bkz. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 3. Baskı, s. 64 vd., Ankara 1976. (H)

[6]    Tefeyyüz Kütüphânesi neşri, İstanbul 1318. (H)

[7] Verilen ibârenin hesaplanmasından 797 çıkmaktadır. (H)

[8] Burada sadece "Mahmûd tâcü'l-asfiyâ" ibâresinden 715 çıkmaktadır. (H)

[9] “Allah’ı çokça anın.” 33.Ahzâb sûresi, 41. (H)

[10] “Sen Nakşıbendîlerin nakşını ne bilirsin? Sen gönül bedenin şeklini ne bilirsin? Onlar kendilerini feleğin havasına nakşetmişlerdir;  senin ve benim için iş düzenleyicidirler.” (H)

[11] “Şeyh Bahâeddîn, ikinci halîfesi Muhammed Pârisâ ile hac yolculuğuna çıktı. Yolun yarısında, kendisine eşlik eden mürîdlerini Muhammed Pârisâ ile birlikte gönderdi ve onlardan ayrıldı. Şeyh Zeyneddîn ile mescide karşılaştı, musâfaha ettiler ve Şeyh Zeyneddîn ona şöyle dedi : “Bize bir nakış çiz.” Bunun üzerine Bahâeddîn ona şöyle cevap verdi : “Biz isizi ziyârete geldik ki, bir nakş götürelim.” Bu konuşmanın ardından, orada üç gün konakladı ve sonra Hicaz’a doğru harekete geçti. Bu olay, her ikisinin de rıhlet senesiydi. (Kuddise sırrıhumâ)” (H)    

[12]  (Şeyh Taceddin’in) yazdığı eserin adı Miftâhu’l-Maiyye’dir. Farisîden Arabî’ye tercüme eden Şeyh Ebû Saîd-i Belhî’dir. Arapçasına şerh yazan ise, Şeyh Abdulganî-i Nablusî’dir. Eser, Pertev Paşa Kütüphânesi 333 numaradadır.  

[13] Yani, ‘nakş’ın yerleşmesidir; o da, kalbde hakîkî kemâlin meydana gelmesidir. Bahâeddîn-i Nakşıbend’e kadar, onlar, zikirlerini münferid hâlde iken hafî (gizli) olarak; cemâat halinde iken de cehrî (açık) olarak yaparlardı. Hz. Bahâeddîn-i Nakşıbendî, şeyhlerinin şeyhi olan Abdülhâlık-ı Gücdüvânî’den kendisine ulaşan bir emre binâen, seyr ü sülûk hâlinde hafî olarak yapılmasını tavsiye etmiştir. Ancak kendisi ve cemâati, münferid de olsa, cemâat halinde de olsa zikri hafî yaparlardı. Böylece, zikirleri neticesinde mürîdlerin kalblerinde açık bir tesir meydana gelirdi. Bundan dolayı, “Te'sîr nakşoldu, hiç eksilmeden devamlı olarak bağlandı.” denilmiştir. Nakş, bir mührün bir el tarafından mum ve benzerine basıldığı zamân meydana çıkan şekildir.

İşte bu hâl, Hz. Âdem (aleyhi’s-selâm) ve oğullarının yaratılışına yönelmiş Allah Teâlâ’nın sıfatıdır ki, bu yöneliş, nerede ve nasıl olduğu bilinmeyen ezelî ve yüce nurlar sebebiyledir. Bu nurlar sayesinde Âdem (aleyhi’s-selâm) ve daha sonra da, kendilerine Allah Teâlâ tarafından tevcîh olunmuş vasıflarla husûsî bir sûrette onun nesli ortaya çıkmıştır.

Hz. Âdem’in kendisine nisbet edilen zâtı ve fiilleri gibi, onun neslinin de fiilleri vardır. Yine Hz. Âdem’in hükümleri olduğu gibi, onun neslinin de hükümleri vardır.

Ahkâmın, ef'âlin, esmâın, sıfat ve zâtın nakşedilmesi, Hz. Âdem’in ve oğullarının ortaya çıkmasıyladır. Ancak, onun neslinden ba'zılarında hayvanlık sıfatının galebesi sebebiyle bu nakş azdır ve insân-ı kâmillik sıfatı silinmiştir. Bununla beraber onlardan ba'zılarında “nakş” kemâl derecesine ulaşmıştır. Böyle kemâl derecesinde olanlar, “nakşıbend”, yani, nakş bağlanmış, nakş iyice işlenmiş veyâ buna benzer güzel kelimelerle isimlendirilmişlerdir. (H)

[14] Eş-Şeyh Abdullâh-ı Belhî, Havâriku’l-Ahbâb fi Ma’rifeti’l-Aktâb isimli kitabının 25. babında, Hz. Bahâeddîn-i Nakşıbend hakkında şöyle der:

Ben, Hâcegî-i Sermestî’den işittim. O da, Buhâra’da oturan yaşlı ve kâmil şeyhlerden işitmiştir ki, onlar şöyle anlatmışlardır:

Gavs-ı A’zam bir gün cemâatıyla beraber giderken bir yerde durdu ve Buhârâ tarafına doğru yöneldi. Bu esnâda, o beldenin büyüklerinin kokusunu teneffüs ettiğini söyleyerek şöyle dedi: “Benim vefâtımdan yüzelliyedi sene sonra bir kişi doğacak. Bu zât Muhammedî meşrebli ve Bahâeddîn Muhammed en-Nakşıbendî isimlidir. O zât, nimetinin çokluğuyla temeyyüz eder.”

Gavs’ın dedikleri aynen oldu.

Rivâyet edilir ki:

Şâh-ı Nakşıbend, görevi aldığı zamân, şeyhi Emîr Gülâl’ın telkinlerine de muhatab oldu. Emîr Gülâl kendisine, yüce Allah’ın isimleriyle meşgûl olmasını emretti.

İsm-i a’zam, kalbine yerleşince, nakşolununca, Şâh-ı Nakşıbend’e ınkıbâz hâli hâsıl oldu. Bunun üzerine Hz. Bahâüddin sahraya çıktı. Tam bu esnâda Hızır (a.s.)’ın kendisine doğru geldiğini gördü. Hz. Şeyh, Hızır’ı karşıladı ve ona selâm verdi.

Selâmdan sonra Hızır, Hz. Bahâüddin’e şöyle dedi:

“Ey Bahâüddin! Bana Gavs-ı a’zam’dan, ism-i a’zam hakkında ma’lûmat ulaştı. Ben de, sana onu telkin ediyorum.”

Bu söz üzerine Hz. Bahâüddin-i Nakşıbend, kendisindeki inkıbâz hâlinin, Hızır (aleyhi’s-selâm)’ın bereketiyle izâle olması için ona doğru yürüdü.

Ertesi gece, Şâh-ı Nakşıbend, rüyasında Gavs-ı a’zam’ı gördü. Gavs-ı a’zam, sağ elinin parmaklarıyla onun göğsüne doğru işaret etti ve ‘İsm-i A’zam’ı bâtınına nakş etti. Çünkü beş parmak “Allah” lâfzının yazılışı gibidir. Hz. Bahâüddin-i Nakşıbend bu esnâda öyle birşey gördü ki, onda “Allah” kelimesi şekillenmişti.

Gördüğü bu rüya ülkesinde duyulunca, Hz. Bahâüddin’e bunu tekrar tekrar soruyorlardı. O da cevap olarak şöyle diyordu:

“Bu hâl, Gavs-ı a’zam’ın bana nimetler lutfettiği mübârek gecelerdeki feyizlerden bir feyiz, inâyetlerden bir inâyettir. O geceden beri, bendeki hâlin değişerek arttığını görüyorum.”

İşte, “Şâh-ı Nakşıbendî” isminin şöhret bulması, Gavs-ı a’zam’ın, Hz. Bahâüddin’in kalbine bunu nakşetmiş olmasındandır. Nitekim o da, mürîdlerinin kalblerine nakşetmektedir.

Hz. Şâh-ı Nakşıbend’e, Gavs-ı a’zam’ın: “Ayağım, Allah’ın bütün velî kullarının omuzları üzerindedir.” sözü hakkında ne dersin diye sorduklarında şöyle cevap vermiştir:

“Ayağım, yani benim basîretim ve gözüm anlamındadır.”

Allah Teâlâ, cümlesinden râzı olsun.” (H)

[15] “Ey tutup yardım eden pîr, benim elimi tut ki, “dest-gîrim” (el tutanım) diyeyim.” (H)

[16] “Kalbini Nakşıbend şâhına bağla ki, sana Nakşıbend diyeyim.” (H)

[17] “Her iki âlemin pâdişâhı Şeyh Abdülkâdir”dir.” (H)

[18]  Risâle-i Bahâiyye, Fârisiyyü’l-ibâredir. Müellifi Hâce Muhammed Pârsâ hazretlerinin kibâr-ı ashâbından şeyh-i fâzıl u kâmil Ebu’l-Kâsım Muhammed b. Mes’ûd el-Buhârî hazretleri olup Reşehât’ta mezkûrdur.

[19] “Tarîkat, tümüyle edebdir, terbiyedir.” (H)

[20] “Aşk yolunda edeble yürü, çünkü aşkın bütün yolları edepten geçer.” (H)

[21] Enîsü’t-Tâlibîn üzerinde, Tahran Üniversitesi’nde Dr. Halil İbrahim Sarıoğlu tarafından doktora tezi olarak çalışılmış ve 1979 yılında tamamlanan bu calışma ile eser, edisyon kritikli metin olarak hazırlanmıştır. Aynı tez ayrıca Tahran’da iki defa basılmıştır.

[22] “Hediyeleşiniz, birbirinize olan sevginiz artsın.” Mâlik b. Enes, el-Muvatta’, Hüsnü’l-Hulk, 16. (H)

[23] "Zâhiren okuyanlar yolda kaldı; sûfiler ise maksada ulaştılar" (H)

[24] "Fakir, Allah'a muhtâç değildir." (H)

[25] "Hâlimi bilmesi bana istek olarak kâfîdir." (H)

[26] "Fakr tamamlanınca, işte o Allah'dır." (H)

[27] “Hiçbir şey yok iken bir tek şey vardı, O da Allah’tır. O her şeye kâfîdir. Ey dünyayı talep eden! Senden sonra kim kalacak? Sâdece Allah.” (H)

[28] "Âriflerin Allah'a tazarruda bulunmaları onların irfânına uygun düşmez." (H)

[29] “ Dost dostuna, sevgili sevgilisine ulaşır, dünyâda bundan daha iyi hangi iş vardır.” (H)

[30]  Bu hadîs, kaynaklarda, “Ânî ölüm, mü’min için rahatlıktır.” şeklinde geçmektedir. Bkz. el-Aclûnî, Keşfü’l-Hâfâ, c.II. s 290. (H)

[31]  “Dünya mü’minin hapishanesidir.”, Müslim, Sahîh, Zühd, 1; Tirmizî, Sünen, Zühd, 16. (H)

[32] “Zamânın şâh-ı Nakşıbendi, dinin ve dünyânın efendisidir; o dinin ve devletin temel yoludur.

Kasr-ı Ârifân onun meskeni ve sığınağıdır. Bu yüzden “Kasr-ı Ârifân” onun vefâtına târîh oldu.” (H)

[33]  “Kabir cennet bahçelerinden bir bahçedir...” et-Tirmizî, Sünen, Kıyâme, 26. (H)

[34]  “... O ölür veyâ öldürülürse, topuklarınız üzerinde (İslâm’dan küfre) geri mi döneceksiniz?” 3. Âl-i İmrân sûresi, 144. (H)

[35] “Din tekdir ve dâimîdir.”  (H)

[36] Sonradan yazılmış, ancak bazı kısımları okunamayan bir not şöyledir:

Evrâd-ı Behâiyye, Hz. Şâh-ı Nakşıbend’in değildir. Müstakîm-zâde, Dîvân-ı Ali Şerhi’nin matbû’ nüshasının … sahîfesinde bahs ediyor. Bunun müellifi ………….. sâhibi Bahâeddîn-i Âmil’dir. Gümüşhâheli tab’ ettirmiştir. Mecmûatü’l-Ahzâb’da yazmış ise de, Hz. Pîr’in değildir. Hz. Müstakîm-zâde tertibiyle de Hz. Pîr’in değildir. Ba’zı meşâyıh ……. “

[37] “Rabbini gönülden ve korkarak içinden hafif bir sesle sabah akşam an, gâfillerden olma.” 7. Â’râf sûresi, 205. (H)

[38] “... Babalarınıza seslendiğiniz gibi, yâhud ondan daha yüksek bir sesle Allah’ı zikr edin.” 2. Bakara sûresi, 200. (H)

[39] “Hayret, “dinin nuru Alâüddîn-i Attar” sözünden onun ölüm târîhi ortaya çıktı.” İbârenin hesaplanmasından 804 çıkmaktadır. (H)

[40] “İşte bunlar, Allah’ın doğru yola eriştirdikleridir. Onların, yoluna uy.” 6. En’âm sûresi, 90. (H)

[41] “Onun vasfını tamâmiyle melek huylu kabûl et. Aynı zamânda bil ki, Yakub, Allah’ın sevgilisidir.” (H)

[42] "Onun irtihâlini 'Şeyh Zâhid' olarak yaz." İbâredeki "Şeyh Zâhid"den 926 çıkmaktadır. (H)

[43] “Hâce Muhammed’in vefâtı, aşk sarhoşunun efendisi, rehberi de âşığın diyârı oldu.” Verilen târih beyitin birinci mısraındaki "mest-i aşk" terkîbinden çıkmaktadır. (H)

[44]   “Efendinin ruhu cennete uçunca dolunay göründü. Bu zamânın şeyhinin vefâtı dolayısıyladır. Hem şunu öğren ki, şeyh Allah’a ulaştı.” Verilen târih son mısradaki "Hâce-i yakîn ekber" ibâresinden çıkmaktadır.(H)

[45]   “Bâki, bakâ yurduna yolcu olunca, dünyâ ehline “Bu ayrılıktır.” dedi. Gaipten bir ses gelip onun vefâtı için şöyle dedi: “Bakî, bakâ yurduna gitti.” Târih dörtlüğün son mısraının hesaplanmasından 1002 çıkmaktadır.(H)

[46]  Şeyh Muhammed Murâd nâmında bir zât Arapça’ya tercüme etmiş, Mekke Matbaası’nda basmıştır; iki cilddir, gördüm.

[47] “İmam Rabbânî vefât ettiğinde târîhi “refiu’l-merâtib” (mertebelerin en yükseği) şeklinde geldi.” (H)

[48] “Müceddid-i Nakşıbend, Allah’ın (âleme verdiği) bir nakştır. Rütbesi yüce Şâh Ma’sûm da onun oğludur. Onun doğumu sanki gaybdan gelen bir sürûrdür. O oğul, biliniyor ki, gönülden gelen bir Hak dostu oldu.” (H)

[49] “Safâ ile “şemşîr-i dîn” yaz.” (H)

[50]   “Hayret, “mahdum Nûr Muhammed’in zamânında” ölüm târîhi olarak göründü.” (H)

[51]   “Hz. Kutub ed-Dehlevî, dönüp varacağı yer olan Hakk’a yöneldi. Bu sebepten dolayı Allah’ın nuru onun yeri oldu.” "Nevvera'llâhu madcaahû" ibâresinin hesaplanmasından 1230 çıkmaktadır. (H)

[52] “Hakk’ın rahmetine gark oldu. “Rahmet-i birr-i ilâhî” (İlâhî iyiliğin rahmeti) ölüm târîhidir.” (H)

[53] “Dünyâda mûrâdına erememiş olanlardan şu dört şey istenir: Mal terki, makâm terki, râhat terki, cân terki. (H)

[54] “Allah’ın rızâsına teslîm olursan artık kendinden geç. Çünkü Allah dilediğini yapar, dilediğine hükmeder.” (H)

[55] “Eğer işlerin yolunda ise, bu, senin tedbîrinle değildir. Kötü ise, bu da senin kusûrundan değildir. Teslîm ve rızâyı kendine meslek edin de mutlu yaşa. Çünkü dünyânın iyisi de, kötüsü de senin tedbîrinle değildir.” (H)

[56] "Dünyâ’da dört şeyi terk etmek âriflerin tacıdır. Bunlar, terk-i dünyâ, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terkdir." (H)

[57] "Ey efendi! Dünyâyı ve ukbâyı terk etmeden bizim mahallimize gelme. Çünkü bu pazarda bir başka kazanç vardır." (H)

[58] İbârenin hesaplanmasından 946 çıkmaktadır. (H)

[59] Bu bârenin hesaplanmasından 1093 çıkmaktadır. (H)

[60] Bu ibârenin hesaplanmasından verilen târih çıkmamaktadır. (H)

[61] Bu ibârenin hesaplanmasından 1000 çıkmaktadır. (H)

[62] Bu şiirin vezni bozuktur. (H)

[63] İbârenin hesaplanmasından 1124 çıkmaktadır. (H)

[64]  Adı geçen eserin şu andaki kayıt numarası: Şer’iyye, No: 1103. (H)

       Meşâyıh-ı Nakşiyye’den Hasîb-i Üsküdârî, Ahmed-i Yekdest ile Emîn-i Tokâdî’nin menâkıbını yazmıştır. (Osmanlı Müellifleri, III, 47)

[65]  Bu medrese hakkındaki ma’lûmat 3. cildde 223. sahifededir. Mürâccat buyurula.

[66]       Halîfesi Müstakîm-zâde’nin terceme-i hâli sırasında sûret-i vefâtını tafsîlen ma’lûmât vardır.

[67] “Muhammed Emin Efendi, Cenâb-ı Hakk’ın sır emînidir. Dünyâ ve âhireti gözeten bir velîdir.

O, tarîkat ve hadîs silsilesi bakımından Buhârâ menşe’li olup, her iki sahada da şeyh-i kâmildir.

O, irşâda muhtaç olanları irşâd eden şeyhlerin en kâmilidir. Bundan dolayı hak tarîkat ona nisbet edilmektedir.

Muhammed Emin Efendi, elindeki Nakşıbendî silsilesine göre, Hz. Ebûbekr’in samîmî bir takipçisidir.

Onu, ellerinde ölüm pençesi bulunan kötü bir hastalık yakalamıştır.

Böylece, emr-i Hak vâki olup, vefât etmiştir. Allah, onun ebeveyninin ruhlarını da yüceltsin.

Rûhu en yüksek makama erişince, vefâtına şu anlamdaki târîh mısrasını yazdım: O, korkusuz olarak Allah’a kavuşmuştur.” (H)

[68]  “....O (Allah), bana yedirir ve içirir.” 26. Şuarâ süresi, 79. (H)

[69] “Bunu, Kadîr olan Allah’ın rahmetine muhtaç, fakîr, hâfızu’l-Kur’ân ve “Dâî-zâde” diye tanınan es-Seyyid Muhammed Emîn et-Tokâdî yazmıştır.” (H)

[70] "Yâ Rab! Bütün halkı bana karşı kötü huylu yap." (H)

[71] “Ben, dinde müttakîlerin yolunun sâlikiyim. Bu altın silsileye ayağımdan bağlıyım.

      Sevgiliyle oturduğum zamân ne güzeldir; efendilerin bahçesinden gül dererim.

      Ey Emîn! Sana mecnûn derlerse ne gam. Çünkü ben Şâh Bahâeddîn’in dîvânesi ve kuluyum.” (H)

[72] “Ben, bir an bile sensiz olamam. Senin ihsânını sayamam. Benim saçımın her teli dile gelse, sana yapmam gereken teşekkürün bindebirini bile îfâ edemez.” (H)

[73]  “... Şükrederseniz, size olan nimetlerimi mutlaka artırırım...” 14. İbrâhîm sûresi, 7. (H)

[74]  “... Ey Dâvûd ailesi! Allah’ın nimetlerine şükretmek için çalışın. Kullarımdan hakkıyla şükredenler azdır.” 34. Sebe’sûresi, 13. (H)

[75] “Ey her ümidvar kişinin maksûdu, her günahkârın bağışlayıcısı.

Eğer kullar suç işlemezlerse, Sen’in bağışlaman ne zamân tecellî eder?

Her ne kadar günâhımızın yükü çok ağır ise de, Sen’in lütfun ve keremin sınırsızdır.

Yâ Rab! Erken kalkanların safâsı için, göz yaşı dökenlerin duâsı için.

Yâ Rab! Sana ilticâ edenlerin gönlü için, derdlilerin niyâzı için.

Sevgi sırrından beni haberdâr et. Yâ Rab! Gönlümden başka şeyler geçmesin.

Gönlümü îmân nuruyla aydınlat; başımda mağfiretinden bir kapı aç.

Gaflet uykusundan beni uyandır; vuslat şarâbıyla da beni mest et.

Başsız ayaksız Emîn kuluna rahmet et ve kereminle bağışla.” (H)

[76]   “Senin yolunda atılan her adım hoştur. Ne sebeple olursa olsun sana ulaşmak hoştur. Senin yüzün hangi gözle görülürse görülsün hoştur. Adını hangi dille söylerlerse söylesinler hoştur.” (H)

[77]   “Ey süs mumu (şem’-i tırâz)! Senin yüzünü görünce ne bir iş yaparım, ne oruç tutarım, ne namâz kılarım. Seninle olduğum müddetçe bütün mecâzlar namâzdır. Sensiz olduğum zamân ise bütün namâzlarım mecâzdır.” (H)

[78]  “Sen “Allah” de; sonra onları bırak, daldıkları bataklıkta oynaya dursunlar.”  6. En’âm sûresi, 91. (H)

[79] Bu şiirin vezni bozuktur. (H)

[80] Müstakîm-zâde Süleyman Sa’deddîn’le ilgili kısım, Sefîne’de oldukça karışık yazılmıştır; önce yazılanların üzeri  sonra çizilmiş, bunların bazılarının yanlarına yeniden farklı şekilde yazılmış, ya da ilave kağıtlara yazılıp sonradan konulmuştur. Biz bunları bir düzene sokup uygun şekilde sıralamaya çalıştık. (H)

[81]  Tercümeleri ilerde gelecektir ve daha etraflısı Tuhfe-i Hattâtin’i tab’ ve neşre muvaffak olan İbnülemin Mahmûd Kemâl Beyefendi’nin eser-i mezkûrun mukaddimesinde yazdıklarıdır; tavsiye ederim.

[82]  (الشيخ سليمان) 1132 hesabını müş’irdir. Resm-i hatt-ı kadîmde “Süleymân” (سليمن) sûretinde yazıldığından, bu sûrete göre (الشيخ سليمن) 1131 târihini gösterir.

[83] “O perî yüzlü güzeli benim emrime getiren  Süleymânî tâliin câzibesi nerededir?” (H)

[84] “Onun her adımına bin aziz cân fedâ olsun.” (H)

[85]  “Ancak senin kabûl etmenle biz, kulun olabiliriz. Yoksa benim kulluğum Sana lâyık değildir.” (H)

[86]  O zaman Müstakîm-zâde’nin 18 yaşında olduğu ınde’l-hisâb mümâyândır.

[87]  “Şübhesiz biz Allah içiniz ve mutlaka O’na döneceğiz.” 2. Bakara sûresi, 156. (H)

[88] Buradaki Arapça manzûme daha önce geçtiği için (Sefîne s. 37) tekrar yazılmadı. (H)

[89] İbârenin hesaplanmasından verilen târih çıkmamaktadır. (H)

[90] “Hiç şüphesiz o, dosdoğru yol üzeredir.” İbârenin hesaplanmasından verilen târih çıkmamaktadır. (H)

[91] “İmtihânda, kişiye ya ikrâm edilir, ya da perîşân edilir.” (H)

[92] (فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ) “Emrolundğun gibi dosdoğru ol.” 11. Hûd sûresi 112. (H)

[93] Maksûdu Tokadı Emîn Efendi hazretleridir.

[94] “Kendini bilen Rabbini bilir.” el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ c. II, s. 262. (H)

[95] Buradaki manzûme, Sefîne, s. 44’te Muhemmed Emîn-i Tokâdî’nin anlatıldığı kısmın sonunda, “Latîfe” başlığıyla geçmişti; tekrar buraya konulmadı. (H)

[96]  Bâyezid’teki kütübhâne-i Umûmî’de Kütübü’l-Akâid Ve’l-Kelâmiyye kısmında 3011 numarada bir Mürşidü’l-Müteehhilîn vardır. Lâkin Müstakîm-zâde’nin değildir.

[97]  Târih Encümeni a’zâsından İbnü’l-Emîn Mahmûd Kemâl Bey, Müstakîm-zâde’nin Tuhfe-i Hattâtîn’ini ser-â-pâ tashîh etmiş ve mükemmel bir tercüme-i hâlini ve âsârını mufassalan yazmış ve kütübhâne-i irfâna yâdigar eylemiştir.

[98]       (فَادْخُلُوهَا خَالِدِينَ) “Ebedî olarak kalmak üzere o (cennete) girin.” 39. Zümer sûresi, 73. (H)

[99]  Hallaç Baba, bir rivâyette Tekfurdağ (Tekirdağ)’lıdır. 1200/(1786) târîhinde Üsküdar’da bulunmuş, kendisinden birçok havârık u kerâmât nakl ü rivâyet olunur. Kable’l-vefât mezkûr dergâhın şeyhi Abdülganî Efendi’ye, “Benim filân târîhde irtihâlim mukarrerdir. Bu dergâha defn ediniz.” diye vasiyyet etmiş ve vasiyyeti yerine getirilerek buraya defn olunmuştur. Bundan sonra dergâh-ı şerîf, “Hallaç Baba Dergâhı” nâmıyla teşehhür etmiştir. Şeyh Ali Fakrî Efendi böylece nakleyledi. Bir gün sûret-i mahsûsada ziyâretine gittim. Tevhîd-hâne derûnunda mihrâba yakın mahâlde medfûndur. (Rahmetu'llâhi aleyh)

[100] Bunun tamâmı Mahfil Risâlesi’nin 23. nüshasında neşr olunmuştur.

[101] “Ey sarhoşlar! Kalkın sabah oldu. Dünyâyı gösteren ruhtan ümîdinizi kesmeyin.

Sâkî! Bana gönül ferahlatan bâdeden ver de aklımı arkama at, gider; gönlü kaçırana ver.

Aşkını bana ikrâm et, kalbdeki şevkını artır. Öyle ki, senin değer biçilmez yüzünde kalbimi göreyim.

Sen benim içimdeki çâresi olmayan derdi tedâvî ettin. Gönül derdinin devâsı, derdimin içinde; tedâvî etmekten vazgeç.

Senin mumunun pervâneler yanar, ama sönmezler; aşkının âb-ı hayâtı, fenâ mülkünü yok eder.

Vahdet rüzgarları esince kesret ortadan kalktı; artık böylece tanıdık tanımadğk herkesi aynı yüz olarak görüyorum.

İster yıldızlardan, ister güneşlerden olsun, bütün ışıkların fânûsu tektir. Bu durumda akşam nerededir?

Ey şânı yüce oalan Allah! Nereye baktıysam Senin kudretinin tecellîsin gördüm. Gönlümden Senin dışındakileri çıkardım.

Fakrı sana kim öğretti? Bu şekilde konuşmayı sana kim öğretti? Böyle hüzünlü konuşmayı ve hoş edâlı söz dizmeyi kimk öğretti?

[102]  (مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى) “Muhammed’in gözü görülecek şeyden ne sapmış, ne de onu aşmıştır. 53. Necm sûresi, 17. (H)

[103] Nasîruddîn-i Tûsî Muhammed b. Fahreddîn Muhammed-i Râzî, eâzım-ı hükemâ-yı İslâmiyye’den olup 597/(120)’de Tûs’da doğmuş, melâhide-i İsmâiliyye’den Alâeddîn Muhammed’in esâretine düşmüş, 654/(1256)’te Hülâgû zamânında kurtulmuş, Merâğa’da dörtyüzbin ciltli bir kütüphâne yaptırmış, rasat-hane inşâ eylemiş; Hülâgû’nun Bağdad’ı zaptında hayâtta olup, 672/(1273)’de Bağdad’da vefât etmiştir. (Rahmetu'llâhi aleyh)

[104] “Ben biliyorum ki, kavuşma günleri kısadır ve her buluşma bir ayrılıkla son bulur. Bu bâbda, cismânî sohbet, rûhânî aşinalıkla süslenir. Ben, yabancılık dükkânında oturmuşum.” (H)

[105]    “Yâ Rab! Ağızsız gülmek ne hoştur. Göze minnet etmeksizin âlemi görmek ne hoştur.  İster otur, ister sefere çık; her ikisi de gâyet güzeldir. Ayağa zahmet vermeden dünyâyı dolaşmak ne hoştur." (H)

[106]    Dedim ki güzellik mülkünün tamâmı senin sermâyendir. Ay ve güneş senin gölgendedir. Dedi ki: Bizde hatâ bulmak ne mümkün. Bizde her ne gördüysen senin mayandandır.” (H)

[107] "Sultânların vefâsı yoktur." (H)

[108] "Ey vâdî ahâlisi! Sizin için bir hidâyet rehberi yok mu?" (H)

[109] “Benim bu makamım gelene geniş bir konaktır. Taâmım yiyene mübahtır. Ekmek ve sirkeden başka bir şey olmasa bile, yanımda bulunan her şey gelene ikrâm edilir.” (H)

[110] İbârenin hesaplanmasından 923 çıkmaktadır. (H)

[111]    “Şübhesiz Allah, hakkında hiç bir şübhe olmayan tek ilâhtır. O’nu çokça zikredin, O’na şükredin ve O’ndan mağfiret dileyin.” (H)

[112]  “Ey Peygamber! Biz seni bir şâhit, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik.” 33. Ahzâb Sûresi, 45. (H)

[113]  el-Hâc eş-Şeyh Kayserili Muhammed Saîd Efendi, Hacıbektaş Hânkâhı şeyhi idi. 1257/(1841)’de irtihâl etmiştir. Sultan Mahmûd, Bektâşîleri imhâ ettiği sırada sünniyyü’l-mezheb olan bu zâtın oraya ta’yîn edildiği anlaşılıyor. Kenzü’l-Hakâyık, Tefsîr-i Sûre-i Ve’l-Âdiyât, Tefsîr-i Sûre-i Ve’d-Duhâ ve Risâle-i Tasavvufiyye cümle-i âsârındandır. Maskat-ı re’si Kayseri'dir. Şeyhi Kayserili Külâhçı-zâde Mustafa Efendi’dir. Saîd Efendi, Nûri Efendi’nin vâlidesini tezevvüc etmekle hem şeyhi, hem üvey pederi olmuştur. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

[114] İbârenin hesaplanmasından (1287 + 7 =) 1294 çıkmaktadır. (H)

[115] Târih ibâresindeki noktalı harflerin toplamına (1) ilâve edilmiştir. (H)

[116] “Doğmu yerim Câm şehridir; kalemimden damlayan Şeyhü’l-İslâm’ın kadehindeki yudumdur.

Şüphesiz, şiirler mecmuasında mahlasım iki mânâya gelen Câmî’dir.” (H)

[117]    “O, manevî âlemin Feridun’u; Mesnevî de, onun kıymetinin delîlidir. Ben, o âlî-cenâbı nasıl vasfedeyim; o peygamber değildir, ammâ kitâbı vardır.”

[118]     “... Ancak Ben’den korkun.” 16. Nahl sûresi, 51. (H)

[119]  Murâd Molla Kütübhânesi’ndeki kitaplar İstanbul Süleymâniye Kütüphânesi’ne taşınmıştır ve Murâd Molla Bölümü’ndedir. (H)

[120]     “...Oraya giren emniyette olur...” 3. Âl-i İmrân Sûresi, 97. (H)

[121]   “Onun vefât târîhini akıldan söylemek istedim. Âh Câmî’nin ayrılığından, âh Câmî’nin ayrılığından.” (H)

[122]   “Her vehim, yıl ve ay onun vefât günüdür. Aşûre ayının günü...” (Bu ibâre 2 eksik çıkmaktadır). (H)

[123] “Dünyâ kadeh, felek sâki, ecel’mey. Kullar, hürriyet meclisinden bâde nûş ederler. Bu kadehden, bu sakîden bu bâdeden aslâ kurtuluş yoktur.” (H)

[124] “Sen sînede nihân idin bense gâfil. Sen, gözde ayân idin bense gâfil.  Bir ömür senin izini aradım, oysa.  Cihânın hepsi sen idin, bense gafîl.”

[125] “Bir bakışta toprağı en tesirli ilâca çevirenler, acabâ bize de bir nazar ederler mi?” (H)

[126] “Pârsâ, bize ‘kumarbaz’ demiş, Allah’a yemîn ederim doğru söylemiş. Biz her iki cihânı da, bir (dav=meşeden zar) gibi içimizden çıkarıp attık.” (H)

[127] “Sâkî Hâfız’a o kadar ikrâm etti ki, sarhoşluktan Mevlevî sarığının kıvrımları birbirine girdi.” (H)

[128]  “Yetmişiki milletin ihtilâfını ma’zûr gör. Çünkü onlar hakîkati bilmediklerinden efsâne yolunu tuttular.” (H)

[129]  “Eğer türbemin önünden geçersen himmet iste. Çünkü benim türbem dünyâ rindlerinin ziyâret yeri olacaktır.” (H)

[130]    “Gayb lisânını bilen Şirâzlı Pîr Hâfız, dünyâdan geçti ve Cennet’e serdâr oldu. Ey server! Vefât yılı belli olunca, gül bahçesi gibi olan Cennet onun için ne güzeldir.” (H)

[131]    “Şîrâz’ın pîri Hâfız Şemseddîn Cennet’e gitti, o, oranın süsüdür. Ancak geçmişi onun ayağının dikenidir. Onun nurlu ölümü sanki müttakîlerin yaşadığı dînin hülâsası gibidir.” (H)

[132]    “Sultânın adâletinden dolayı Allah’a hamd ederim. Şeyh Üveys Ahmed-i İlhânîye de teşekkür ederim.” (H)

[133]    “Eğer o Şîrâz’lı Türk güzeli bizim gönlümüzü elde ederse, onun bir tek siyâh benine Semerkand ve Buhârâ’yı bağışlarım.” (H)

[134]    “Rûhumun darlığı, rakibin yaralamasındandır. Ey Allah’ım, sâkin ola ki, dilenci itibar görür hâle gelmesin.” (H)

[135]    “Bâ, sâd ve zâl harfleri, ebced hesâbiyle Meymûn Ahmed’in hicret târîhidir. Zamânın ferîdi Şemseddîn Ahmed Cennet-i a’lâya revân oldu. Onun ayağının toprağına göğsümü koydum ve baktım; safâ ve kabrinin nuru görünüyordu.” (H)

[136]    “Onu musalla toprağına defn ettiklerinde, târîhi de “Hâk-i Musallâ” ibâresi oldu.” (H)

[137] “...İşte bu, Allah’ın bir lutfudur. Onu dilediğine verir...” 5. Mâide Sûresi, 54. (H)

[138]  “Benim dostlarım kubbelerimin altında gizlidir. Onları benden başkası bilemez.” Meşhur hadîs kitaplarında yer almayan bu hadîs-i kudsî için bkz. Firunzanfer, Ehâdîs-i Mesnevi, s. 2, Tahran 1334. (H)

[139] “Sütü ihtiyâr ettim.” (H)

[140] Zeyneddîn-i Hâfî’nin tercüme-i hâli geçti. İrtihâli 838/(1434), velâdeti 757/(1356), müddet-i ömrü 81’dir. Hz.  Hâfız’dan sonra 46 sene daha yaşamıştır. Hâfız’ın buna mülâkâtında Hz. Hâfî 35 yaşında idi.

[141]  Bu zât-ı şerîfin tercüme-i hâline ve kimlerden olduğuna dest-res olamadım. Her hâlde mestûrîndendir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

[142]  “Biz toprağı nazarımızla tesirli bir ilâç haline getiririz. Her derdi bir göz ucuyla tedâvi ederiz.” (H)

[143]  “Bir bakışla toprağı tesirli ilâç haline getirenler, acabâ bize de bir nazar ederler mi?” (H)

[144]   “Onun Şîrâz kalesinin dışındaki merkadi, niyâz ehlinin ziyâret yeri durumundadır.” (H)

[145]  “Kişi sevdiğiyle beraber haşrolunur." (المرء  مع من احبه) “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” şeklinde bkz. el-Aclûnî, Keşfu’l-Hâfâ, c.II, 202. Beyrut, 1352. (H)

[146]  Burada Ord. Prof. Süheyl Ünver’in şöyle bir  notu vardır : (H)

“Viyanalı târîhçi Hammer, Hâfız Dîvânı’nı Almanca’ya çevirmiş ve dostu Alman filozof ve şâiri Goethe’ye okutmak için vermiştir. Kitâbında Goethe der ki: “Hâfız’ı okumayan şâir olamaz.” (Es’ad Fuâd Bey dostumuzdan.) 11. VII. 1970. Dr. Süheyl Ünver.”

[147]  İlmiyyeden olup, ticâret ile meşgûl idi. 1326/(1908) senesinde İstanbul’da irtihâl eylemiş, Edirnekapı hâricinde Sakızağacı’nda defn olunmuştur.

[148]  1334/(1916) senesinde İstanbul’da irtihâl eylemiş ve Edirnekapı Mezârlığı’nda vedîa-i rahmet-i Rahmân kılnmıştır.  Her ikisi hüsn-i hâl ashâbından müteşerri’ idi. Cenâb-ı Hak rahmet-i ilâhiyyesine mazhar buyursun. Âmin.

[149]   Bu dörtlüğün ilk iki mısraının vezni bozuktur. (H)

[150]   (فَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ ) "... Onlara hiç bir korku yoktur..." ibaresi çişitli âyetlerde yer almaktadır. Bkz. 2. Bakara sûresi, 38, 62, 112, 262, 274, 277. (H)

[151]  Tarîk-ı Gülşenî’den reh-nümâ-yı kerîmü'l-fıtratım Şeyh Şerefeddîn-i Gülşenî halîfesi bir zât-ı âlî-kadrdir.

[152]  Hukuk mahkemesi ruesâsından Süleyman Sırrî Efendi birâderi olup, bu hânede berâber mukîmdirler.

[153]  “Muhabbeti tas tas içtim; ne o şarap bitti, ne ben doydum.” (H)

[154]  Tarîk-ı Uşşâkî’den azîzim Mustafa Sâfî-i Uşşâkî dâmâdı, efâdıl-ı ulemâ vü urefâdan bir zât-ı âlî-kadrdir.

[155]   Bu, ahkar-ı bîçâre Hüsseyin Vassâf'ındır.

[156]  Vezni bozuktur. (H)

[157]  “Mü’min mü’minin aynasıdır.” Ebû Dâvûd, Sünen, Edeb, 49. (H).

[158]  “Cenâze namâzını kılın, şehidin kabrini ziyâret edin.” (H)

[159]  "Allah dilediğini yaratır, sonra dilediğine hükmeder." (H)

[160] “Yâ Rab! İki cihân nuru olan Rasûlüne salât et. Onun yüzü kuşluk vakti güneşi gibi parlaktır. O, apaçık bir müjde ve zafer getirdi. Onun bize gelişi sebebiyle hamd ederiz.” (H)

[161] “Yâ Hâşimî Nebi! Senden yardım bekleriz. Rıza, senin kendisinden râzı olmanı umar.” (H)

[162]     “Bahâeddin’imizin yüzü hâcet ehlinin kapısı, kaşı da mihrâbın takı gibidir.

Bahâeddin’imizin semti, sevgililerin menzili, dergâhı da ruhâniyetlerin toplandığı tekke gibidir.

Sâliklerin burnundaki koku, Hz. Ebû Bekir kokusudûr. Onun huyu da Hz. Peygamberin huyudur.

Bahâeddin’imizin saçının kıvrımları durgun olduğu için, orada herkes, gamın verdiği perîşânlıktan kurtulur.

Kolları kuvvetli olan inkarcılar bile Bahâeddinin pazusunun kuvvetini kabûl etmek zorunda kalır.

Rızâ denizinde araştırdım ve hamd olsun Bahâeddin’imizin incisinden inci buldum.” (H)

[163] “Tarîkat pirleriyle sohbet şerefi hep onundur. Velâyet kutbunun sırlar açan rütbesi hep onundur.

Zât-ı Behcet’in birliği hakkında söylenenler hep dedikodudur. Vahdet ve kesret husûsundaki menkabeler hep ona nisbet edilir.

Ledün denizinin cevheri, yiğitlerin nefesi, emânet edilen sırları açıklayan güç hep odur.

Rızâ bu sözü Hak câzibesiyle söylüyor. Hz. Âdem’den son insana kadar hakîkat hep odur.” (H)

[164] "Ey sûfî! Nereden nereye diye niçin figân ediyorsun? Bu nükte açıktır, ilme'l-yakînden ayne'l-yakînedir." (H)

[165]  Ebû Abdullâh Muhammed en-Nakşıbendî hazretleridir. Müstakîm-zâde merhûm, Tâc Risâlesi’nde bu zâtı, “Hâce Ahmed-i Yekdest, Cüryânî halîfesidir.” diyor.

[166]  İbârenin hesaplanmasından 1129 çımkmaktadır. (H)

[167]  Tarîk-i Celvetiyye’den olarak Neccâr-zâde, yalnız mahdumları Sıddîk Efendi’ye hilâfet vermişlerdi.

[168]    Şeyhülislâm Mekkî Muhammed Efendi merhûmdur. Şeyh Muhammed Sıddîk Efendi’ye müntesib idi. Ulemâ ve şuarânın mütemeyyizlerindendir. Tercüme-i hâli Osmanlı Müellifleri nâm eserin ikinci cildinin ikinci kısmında 420. sahîfede mestûrdur. Ehlu’llâha fevkalâde muhabbeti vardı. Hz. Sünbül Âsitânesi için olan medhiyyesi Hânkâh-ı Sünbülî’de minber yanında âvîhte-i mevki’-i ihtiramdır. Sünbülîler kısmında bahsi vardır. Şu beyit onun olup ne güzeldir:

               Bâlâ-nişîn-i rif’at olan gerçi çoksa da

               Bu âlem içre az bulunur ehl-i hâl olan

[169] “Hakîkat erbâbına göre sefer, mürîdin Allah’a yönelmesi sırasında kalbin geçirmiş olduğu seyirlerden ibârettir. Bu esnâda takip edilen sefer dörttür:

Birinci Sefer: Vahdet’teki kesreti kaldırmaktır. Bu da, ağyar ve çeşitli mazâhirden aşkı gidermek sûretiyle, nefsin katettiği menzillerden birine ulaşmaktır. Bu ise, kulun, en yüce mertebeye ulaşmasıyla olur ki bu mertebe kalbin ulaştığı en son makâmdır.

İkinci Sefer: Bâtınî ilimlerdeki kesretten vahdet perdesini açmaktır. Bu da Allah’ın sıfatlarıyla vasıflanarak O’na doğru mesâfe katetmek demektir. Bu ikinci sefer Hz. Allah’a ulaşmanın sonudur.

Üçüncü Sefer: Aynü’l-cem hazret-i ahadiyetin ahadiyette husûliyle zâhirî ve bâtını olan iki zıtta bağlı kalmamaktır. Ahadiyyet makâmı, "Kâbe kavseyn" (53. Necm sûresi, 9) makâmıdır. İkilik artık kalmaz. Bu makâm geçilince de "Ev Ednâ" makâmına ulaşılır ki, bu makâm velâyetin son makâmıdır.

Dördüncü Sefer: Bu makâm da Hak’tan halka dönme makâmıdır. Bu ise, Cem ve fark birliği demektir. Hakk’ın halka dâhil olması ve onda yokolmasıdır ki, kesrette vahdet, vahdette de kesret görülebilsin. Bu da Allah’tan Allah’a dönmedir. Bu makâm, fenâdan sonra bakâ, cem’den sonra fark makâmıdır.” (H)

[170] “Doğma-büyüme Beşiktaşlı, âciz bir kişi olan ben Mustafa Rızâeddin en-Nakşıbendî’yim. Tarîkat icâzeti ve hilâfeti ile tâc ü hırkayı âmil, kâmil ve vâsıl bir kimse olan şeyhim ve dayanağım es-Seyyid Mîr Muhammed Kâmil Efendi’den aldım; o da aynı zamanda dedesi olan şeyhi eş-Şeyh es-Seyyid İsmail Hakkı Efendi’den; o da, eş-Şeyh es-Seyyid Muhammed Sıddik Efendi’den, o da aynı zamanda babası olan şeyhi, “İbn-i Neccâr” diye bilinen vâsılînden Mevlânâ şeyhu’l-meşayıh eş-Şeyh es-Seyyid el-Hâc Mustafa Rızâeddin’den olmuştur.” (H)

[171] Cümlenin tarih kısmı boş bırakılmıştır. (H)

[172] O zamânın mütehayyizânına da ağa derler idi. Âgâh Ağa, öyle bir ağa idi ki, vükelâ, vüzerâ, ulemâ ve urefâ, onun meftûnu olmuşlardı.

[173] Ebû Hüreyre (r.a.)’den rivâyet: Rasûlullah (s.a.v) buyurdu: “Kabirleri ziyâret ediniz: Zîrâ size âhireti hatırlatır.” Resûlullah (s.a.v) doğru buyurdu. Müslim, Sahîh, Cenâiz, 108. (H.)

[174] İbârenin hesaplanmasından 1211 çıkmaktadır. (H)

[175] İbârenin hesaplanmasından 1132 çıkmaktadır. (H)

[176]  Bu eser Bursa’da, Kütüphâne-i Umûmî, Orhan Kitapları meyânında vardır. İstanbul’da Fatih’te Millet Kütüphânesi’nde Pertev Paşa Kitapları meyânında 295 numarada mevcûddur.

[177]  “... Rûhumdan ona üfledim...” Hicr Sûresi, 29. (H).

[178]   Şeyh Muhammed Âgâh Ağa ile ilgili bilgiler, 89 ve 90. sayfalardah buraya aktarılmıştır. (H)

[179] Bu ibârenin hesaplanmasından 1205 çıkmaktadır. (H)

[180] “Allah’a hamd olsun, Üstâd Neş’et Efendi’nin feyziyle, yüzünün Müştâk’ı oldum.” (H)

[181] “Gönlümde, safâya ulaşacağım sabahtan ümit kalmadı. Zîrâ gamlı insana bayram ümidi yoktur.

O kadar kara günlü oldum ki, kim beni gördüyse, hayalinin burcunda ay ve güneş kalmamıştır.

Gönlüm elden gitti; bunun için sohbet meclisinin neşesi yoktur. Sâki ne yapsın ki, Cemşîd’in kadehi kalmamıştır.

Seyyare ve sâbit yıldızı, Merih ve Zuhal oldu. Âlemin bahtında ay ve Venüs kalmamıştır.

Ey Neş’et! Dünyâ için sevinmeye ve üzülmeye gerek yoktur. Çünkü matem ve hüzün bâkî değildir.” (H)

[182] “Hz. Behcet’in pâk türbesi Cennet bahçesinden bir misâl oldu. Gönül onun ziyâretiyle uyandı ve vahdet âleminin feyzine vâkıf oldu.” (H)

[183] Bu mısra eksiktir. (H)

[184]  “İhlâs, benim sırlarımdan bir sırdır. Onu, kullarımdan dileyenin kalbine yerleştiririm.”

[185] Bu ibâreden anlaşıldığına göre Ali Behcet Efendi’nin Nakşibendî Tarîkatı’ndaki silsilesi şöyledir :

Ali Behcet b. Ebî Bekir b. Hasan, Hâce Muhammed Emîn en-Nakşıbendî, Hâce Muhammed Âgâh en-Nakşıbendî, Hâce Mustafâ Rızâeddîn (İbn-i Neccâr), Hâce Muhammed Efendi (Arab-zâde), Hâce Ebû Abdullâh Seyyid Muhammed en-Nakşıbendî es-Semerkandî, Hâce Ahmed-i Cûryânî (Yek-dest), Hâce Muhammed Ma’sûm es-Serhendî, Hâce Ahmed el-Fârûkî (İmâm Rabbânî), Mevlânâ Hâcegî Emkinekî, Muhammed-i Emkinekî, Hâce Muhammed Zâhid, Hâce Ubeydullâh-ı Ahrâr, Hâce Ya’kûb-ı Çerhî, Hâce Bahâeddin Muhammed b. Muhammed el-Buhârî en-Nakşıbendî, Hâce Emîr Gülâl, Hâce Muhammed Baba es-Semmâsî, Hâce Aliyy-i Râmitenî, Hâce Mahmûd İncîr-i Fağnevî, Hâce Ârif-i Rivgerî, Hâce Abdülhâlık-ı Gucduvânî, Hâce Ya’kûb-ı Hemedânî, Hâce Ebû Alî el-Fâremedî, Hâce Ebû’l-Hasan el-Harakânî, Bâyezîd-i Bestâmî, Mevlânâ Ca’fer es-Sâdık, Mevlâna Kâsım b. Muhammed b. Ebî Bekr es-Sıddîk, Selmân el-Fârisî (radıya’llâhu anh), Ebû Bekir es-Sıddîk (radıya’llâhu anh), Hz. Muhammed Mustafa (salla’llâhu aleyhi vesellem).

[186] “Hay olan Allah’ın nûru önünde, yolunu aydınlatıyordu.” (H)

[187]  “Ondan başka dönüş yeri yoktur.” (H)

[188]  “Dünya ve âhirette ulaştığı makamlar sayesinde, Rabbinin nuruyla içine sevinç doldu.” (H)

[189]   Bu ibârenin hesaplanmasından (1287 + 1) = 1288 çıkmaktadır. (H)

[190] Hasan, babası Hasan'dan, o da (oğlu Hasan'ın dedesi/kendi babası) Hasan'dan (şöyle rivâyet etti) : “Güzelliğin en güzeli, güzel ahlâktır.” (H)

[191] Bu ibârenin hesaplanmasından 1281 çıkmaktadır. (H)

[192] “Hüsâmeddin Efendi, tarîkat güneşi, din ve hakîkatin keskin kılıcı gibidir. O, şerîatın zor mes'elelerine bile vâkıf olan, asrının büyük imâmıdır.

Nitekim yine o, ilim ve irfânın her sahasında tâm mânâsıyla gerçek bir âlimdir.

Yaşadığı dönemde, her bakımdan kâmil bir şeyh olup hakîkat ilimlerinde söz sâhibi bir zât-ı muhterem idi.

O, her isteği olanın maksadını anladığı gibi, yüksek mertebeleri talebde de çok gayretlidir.

Güzel sözleri ve temiz kalbiyle, her mes'eleyi hâlletmede oldukça mâhirdir.

Bundan dolayı, onun nefesi ve himmeti sâyesinde, yüce hizmetlerdeki en güzel derecelere ulaşırsın.

Yazdığımız kasîdede de söylediğimiz gibi, vefât etmiş olmasına rağmen, şimdi de onun nurlu kabrinden rahmet umulmaktadır.

Himmetini umarak ziyâretine gelenler için, sağlığında olduğu gibi, öldükten sonra da aynı hazzı duyarlar.

Âciz bir sâir olan Elif de, sabah-akşam her sıkıntısında onun rûhâniyetinden istimdâd etmektedir.

Allah Teâlâ, onun sırrını takdîs edip rûhunu korusun ve ona yüce nimetlerini ihsân etsin.” (H)

[193]  Aşıkpaşa’da Tâhir Ağa Dergâhı’nda Şeyh Feyzullâh Efendi’ye de hadâset-i sinni hasebiyle bir aralık vekâlette bulunmuştur.

[194]  Pederlerinin 27 Rebîulevvel 1259/(20 Mayıs 1841)’da dergâha gelmelerine ve meşîhatin 11 Ramazan 1259/(6 Ekim 1843)’da mahdûmlarına tevcîhlerine bakılırsa, mezâr taşında muharrer 1260/(1844) tarihinin 1259/(1843) olması îcâbeder.

[195]  Bu zât Eyüp’te, tarîk-ı Nakşıbendî Şeyhü'l-islâm Dergâhı şeyhi idi. Behcet Efendi hazretlerinin halîfesi Feyzullâh Efendi, tarîkaten ona müntesibdir. Bu nisbetleri, bir işâret-i ma’neviyye üzerine vukû’ bulmuş olduğunu Şeyh Behcet Efendi nakl eylemiştir.

[196]   Ben, Ali Behcet Efendi’ye, tarîkat ve zikir âdabını hakkıyla öğrettim ve bunları dilediği kişilere öğretmesi için de icâzet verdim. Ayrıca evradına bağlı kalarak, “ihsân hadîsinde beyân buyurulduğu gibi, her zamân Allah’ın kendisini gözettiğini düşünerek ibâdet etmesini ve murâkabesinde de bu hâl üzere olmasını; yukarıda beyân buyurulan husûslarda Es’ad Efendi Dede ile birlikte hareket etmesini ve yardımlaşmasını nasîhat ettim.

                                             Bu metni fakirlerin hizmetçisi Muhammed İsmaîl Nüvvâb (Allah onu affetsin.) yazdı. (H)

[197] “Bütün âlemin yaratılması, Hz. Mustafâ’nın yaratımkası içindir. Hz. Mustafâ’nın derdi yolunda cân fedâ olsun.” (H)

[198]  Bu icâzet-nâmede, Ali Behcet Efendi’nin Hz. Muyhiddin-i Arabî’ye kadar olan silsilesi Arapça olarak geniş bir şekilde belirtilmekte ve hangi konularda kendisine icâzet verildiği anlatılmaktadır. Biz burada, metni aynen tercüme yerine, silsiledeki isimleri nakletmekle yetineceğiz :

Şeyh Ali Behcet Efendi, Şeyh Muhammed Yasin b. Nâfi, Şeyh Ahmed Efendi, Şeyh Ömer Efendi, Şeyh Ahmed-i Mertînî, Şeyh Ebûbekir b. Muhammed Tâhir, Şeyh Abdülkâdir b. İsmâil, Şeyh Muhammed el-Hafnâvî, Şeyh Abdullâh b. Salîm el-Basrî, Şeyh Ahmed el-Kaşşâşî, Şeyh Zeyneddin et-Taberî, Şeyh Abdülkâdir b. Yahyâ et-Taberî, Şeyh Yahyâ b. Mükerrem et-Taberî, Şeyh Abdülaziz b. Ömer b. Fehd el-Mekkî, Şeyh Ebû Muhammed Abdullâh b. Muhammed, Şeyh Ebû Muhammed Radiyyüddîn b. İbrâhîm, Şeyh Muhammed Muhyiddîn b. Ali el-Arabî.

İcâzet-nâme’nin târîhi : 12 Cemâziye'l-evvel 1321/(7 Ağustos 1903).

[199] Şeyh İmdâdullâh-ı Mekkî’nin çeşitli tarîkatlarla ilgili silsilesi bir şema halinde Sefîne’nin içine konulmuştur. Biz, burada o listedeki isimleri tarîkatlara göre ayırarak yazdık.

[200] İsimden sonraki bilgiler, 1. Vefat yeri, 2. Vefat tarihini ifade etmektedir. (H)

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar