Sefîne-i Evliyâ Evliyâ-yı Ebrâr Şerh-i Esmâr-ı Esrâr 4
Osmânzâde
Hüseyin VASSÂF
(1872-1930)
Sefîne-i Evliyâ Evliyâ-yı
Ebrâr
Şerh-i Esmâr-ı Esrâr
CİLT - 2
Yayına Hazırlayanlar:
Prof. Dr. Mehmet
AKKUŞ
Prof. Dr. Ali YILMAZ
Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Ankara
Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi
Öğretim Üyesi
Öğretim Üyesi
Bahr-ı füyûz u kenz-i hafâ hâce-i bülend
Hem-nâm-ı
muktedâ-yı rusül Ş^âh-ı Nakşıbend
NAKŞIBENDÎLER
Nakşıbendîler aceb
kâfile-sâlârlarıdır
Gizli
yoldan iletirler Harem’e kâfileyi
/1/ Silsile-i Nakşıbendî :
- Nûr-ı dîde-i ehl-i tarîk Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (Radıya'llâhu
anh)
- Hz. Selmân-ı Fârisî (Radıya'llâhu anh)
- Hz. Kâsım b. Muhammed b. Ebî Bekir es-Sıddîk (Radıya'llâhu
anh)
- Hz. İmâm Ca'fer es-Sâdık (Radıya'llâhu anh)
- Hz. Şeyh Bâyezîd-i Bistâmî (Radıya'llâhu anh)
- Hz. Şeyh Ebu’l-Hasen el-Harakânî (Radıya'llâhu anh)
- Hz. Şeyh Ebû Alî el-Fâremedî et-Tûsî (Kuddise
sırruhû)
- Hz. Şeyh Hâce Yûsuf-ı Hemedânî (Kuddise sırruhû)
- Hz. Şeyh Hâce Abdulhâlık el-Gucdüvânî (Kuddise
sırruhû)
- Hz. Şeyh Hâce Ârif-i Rîvgirî (Kuddise sırruhû)
- Hz. Şeyh Hâce Mahmûd İncîr-i Fağnevî (Kuddise
sırruhû)
- Hz. Şeyh Hâce Alî er-Râmitenî (Kuddise sırruhû)
- Pîr-i Nessâc Hâce Muhammed Baba Simmâsî (Kuddise
sırruhû)
- Hz. Şeyh Seyyid Emîr Gülâl b. Hamza (Kuddise sırruhû)
- Hâce-i bozorg Şâh Muhammed Bahâeddîn Nakşıbendî
el-Üveysî el-Buhârî (Kuddise sırruhu'l-Bârî)
SELMÂN-I FÂRİSÎ
Diyâr-ı Isfahân’da İremhürmüz nâm karyede tevellüd eylemiş
ve alâ-rivâyetin ikiyüzelli sene muammer olmuştur. Rasûl-i Ekrem (salla'llâhu
aleyhi ve sellem) efendimiz hazretlerine kendini çok sevdirmiş ve pek çok
arz-ı hıdemât eylemiştir. Hz. Osmân (radıya'llâhu anh) efendimizin zamânında
âlem-i bakâya irtihâl etmiştir. Kuds-i şerîfde ma’mûr türbeleri vardır. Ziyâret
şerefine lehü’l-hamd mazhar oldum. Hz. Alî efendimizden tekmîl-i tarîkat
buyurdukları da mervîdir.
Hakk-ı âlîlerinde yazılmış pek çok menkabet-nâmeler
vardır. Târîh-i İslâm’da pek mühim mevkii görünür. Hendek Gazvesi’nde âlem-i
İslâm’a ettikleri hizmet hoşnûdî-i Nebevî'yi celbetmiş idi. Silsile-i zerrîn-i
Nakşibendî’ye şeref veren eâzım-ı sûfıyyeden ve ecille-i kirâmdandır.
Cenâb-ı Hak cümlemizi mazhar-ı şefâatleri buyursun. Âmîn.
/2/ BÂYEZÎD-İ BİSTÂMÎ
Lâkabları “Sultânü’l-ârifin”; ism-i âlîleri “Tayfûr b. Îsâ b. Âdem b.
Sürûşân”; künyeleri “Bâyezîd”dir. Server-i aktâb-ı dîn, burhân-ı evliyâ-yı
ârifîn olan bu zât-ı muhteremin ceddi Sürûşân, sâhib-i nüfûz u i’tibâr bir merd-i
âlî-şân idi. Ebû İbrâhîm-i Urne’nin delâleti üzerine şeref-i İslâm ile müşerref
olmuşlar ve Kur’ân-ı azîmü’ş-şânı hıfz eylemişler idi.
Sürûşân’ın hafîd-i âlîleri ve Hz. Bâyezîd’in peder-i mükerremleri Cenâb-ı
Îsâ dahi, âlim, zâhid ve sohbet-i ulemâ vü fuzalâya râgıb bir zât-ı sütûde-sıfât
idiler. Hicâz’dan avdetlerinde Şam’a uğrayarak sülahâdan bir zâtın kerîmesini
almışlardır ki, o dürr-i ismetten, Âdem, Alî, Tayfûr (Bâyezîd budur) nâmında üç
oğlu ile iki kızı dünyâya gelmiştir. Bunlardan sâhib-i tercüme (Bâyezîd) (kuddise
sırruhû), 88/(707) senesinde kadem-nihâde-i âlem-i şuhûd olmuşlardır.
Cenâb-ı Bâyezîd, henüz yedi yaşında iken mükâşefeye müstağrak olup müşâhedeye
mütelâşî bulundukları rivâyât-ı mevsûkadandır.
Menâkıb-ı mahsûsasında münderic olduğu üzre,
şeyhu’l-meşâyıh Dâstânî ve Şeyh Attâr buyururlar ki: Server-i ârifîn Bâyezîd-i
Bistâmî hazretleri, üçyüzonüç üstâda hizmet etmiştir. En sonraki üstâdı İmâm
Ca’fer es-Sâdık hazretleridir. Hoca-zâde merhûmun Mir’ât-ı Bâyezîd ve Ebu’l-Hasen el-Harakânî nâm
risâlesinde beyânına göre Cenâb-ı Bâyezîd 117/(735) senesinde irtihâl eden İmâm
Nâfi’ ile Hz. Katâde’ye yetişmiştir. 120/(738) târîhinde vefât eden Muhammed b.
Vâsi’ hazretlerinin şeref-i sohbetleriyle müşerref olmuştur. Mâlik b. Enes
hazretleriyle, 136/(753-754) senesinde vefât eden Mâlik b. Dînâr, 124/(742)’de
vefât eden Zührî gibi zevâtın muâsırı olup onlarla da mulâkî olması
muhtemeldir.
150/(767) târîhinde irtihâl eden İmâm-ı A’zam efendimiz
hazretleriyle, İbnü Cüreyh’in ve 148/(765) senesinde vefât eden Cerîrî ve
Süfyân-ı Sevrî ve emsâli zevât-ı âliyenin muâsırı idi. Zevât-ı
müşârünileyhimden iktibâs-ı füyûzât eylemiştir.
Hz. Bâyezîd, İmâm Ca’fer-i Sâdık hazretlerini görmek
âteş-i iştiyâkıyla İmâm-ı müşârünileyhin dâr-ı feyzlerine varıp bir müddet hıdmet-i
aliyyelerinde bulunmuştur.
Mevlânâ Fahreddîn-i Râzî hazretleri, kütüb-i kelâmiyyeden
olan müellefâtının ekserinde ve Şeyh Attâr (kuddise sırruhû), Tezkiretü’l-Evliyâ nâm eserinde
buyururlar ki:
"Efdal-i
meşâyıh Bâyezîd-i Bistâmî, İmâm Ca’fer-i Sâdık’ın âsitânesinde hıdmet-i sikâyeti
îfâ ederdi. /3/
Bir gün İmâm-ı müşârünileyh
hazretleri Cenâb-ı Bâyezîd’e, sofadaki rafın üzerinde bulunan kitaplarını
getirmelerini emir buyurmaları üzerine Hz. Bâyezîd, “Hangi rafdan?” diye
suâl edince, Hz. İmâm, “Birçok zamândır bizim sohbetimizde bulunuyorsunuz,
henüz rafı görmediniz mi?” buyurmuş; Hz. Bâyezîd ise, “Efendim ben rafı
görmek için gelmedim. Nazarım kıble-i maksûd olan dil-i tâb-nâkınızadır.” cevâbını
vermiştir. Bunun üzerine Hz. İmâm, Bâyezîd’e, “Mücâhede ve mübâade
görüyorum. Bâri Bistâm’a gidiniz, orada neşr-i füyûzât ediniz.” diye ruhsat
buyurarak, Bistâm’a i’zâm eylemiştir."
Kâmûsların beyânına göre, Bistâm ("Bâ"nın
kesriyledir), İran’da Horasan’ın cenûb-i şarkîsinde bir kasaba olup Hz.
Şeyh’in türbesi, kasabanın vasatındadır. “Bistâmî” bundan dolayı alem olmuştur.
Bâyezîd-i Bistâmî, Cenâb-ı İmâm’ın bu sûretle doğrudan doğruya cismâniyyet-i
kudsiyyelerinden istifâza-i envâr-ı saâdet eylediğine kâni' olanlar olduğu
gibi, aksini iltizâm edenler de vardır.
Silsile-i nesebi, dîğer bir kol ile de Cenâb-ı Sıddîk-ı
A’zam’a müntehî olur: Şeyh Râî, Şeyh Şihâbeddîn, Şeyh Muhammed-i Karrî, Seyyid
Ebu’l-Fazl, Selmân-ı Fârisî hazretleri, Hz. Sıddîk-ı A’zam. (Radıya'llâhu
anh).
Mülâhaza :
Hz. Bâyezîd’in gerek velâdetinde, gerek intikâlinde, târîhce
çok yanlışlıklar vardır. Ba'zı âsâr, hicretin 160/(777) târîhinde zînet-efzâ-yı
âlem-i şuhûd olup, 231/(845-46) veyâ 234/(848-49) ve İbn-i Hallikân’ın
rivâyetine göre 261/(875) veyâ 264/(877-78) târîhinde terk-i âlem-i dünyâ
eylemişlerdir. Bu târîhlerin sıhhatına kâni’ olursak, 148/(765)’de âlem-i
ukbâya âzim olan İmâm Ca’fer-i Sâdık hazretlerinin rûhâniyyet-i aliyyeleriyle
perveriş-yâb-ı feyz ü kemâl olduklarına i’timâd lâzım gelir. Şeyh Salâhaddîn-i
Uşşâkî hazretleri, Risâle-i Kudsiyye
Tercümesi’nde bu ciheti tahkîk buyuruyorlar; diyorlar ki:
"Şeyh Ebû Yezîd-i Bistâmî hazretlerinin tasavvufa intisâbı İmâm
Ca’fer-i Sâdık (radıya'llâhu anh) hazretlerinedir ve onların
terbiyetleri İmâm Ca’fer-i Sâdık hazretlerinin ruhâniyyetlerindendir. Nakl-i
sahîh ile sâbittir ki, Şeyh Ebû Yezîd’in velâdeti İmâm Ca’fer Sâdık
hazretlerinin intikâlinden sonradır."
Hoca-zâde Hilmî Bey merhûm, risâle-i mahsûsasında şöyle
yazıyor:
"Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinin, Cenâb-ı İmâm’ın doğrudan doğruya
cismâniyyet-i kudsiyyelerinden istifâza-i envâr-ı saâdet eyledikleri muhakkak
iken, ba'zı müteahhirînin yalnız rûhâniyyet-i kudsiyyelerinden iktibâs-ı
füyûzât etmiş olduklarını îrâd /4/ etmeleri câ-yı
istiğrâbdır. Çünkü silsile-i şerîfenin Hz. Sıddîk-i A’zam’a vâsıl olduğu esânîd-i
sahîha delâletiyle mütebeyyin olmakla, anların tevehhüm ettiği inkıtâ-ı
silsile-i Nakşıbendî kolu, tamâmen muhâlif-i hakîkattir. Hz. Bâyezîd, Cenâb-ı
İmâm Ca’fer-i Sâdık ile mülâkat ederek, hizmetlerinde bulunduğuna, Hazînetü’l-Asfıyâ sâhibinin, “Bâyezîd-i
Bistâmî, İmâm Ca’fer-i Sâdık’ın eâzım-ı ashâbındandır. Hz. İmâm’ın ni’met-i
maâriflerinden füyûzât-ı vefîreye nâil ve kümmelîn sırasına dâhil olduktan
sonra memleketine avdet etmiştir.” kavli gibi vesâik-i hakîkiyye şehâdet ve
Esrâru’t-Tevhîd fî Mâkâmâtı Ebî Saîd nâm
kitâbda ve Fahru’r-Râzî ekser müellefâtında ve Şeyh Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ’da ve Şeyh Rızâ, Kitâbu’t-Tarâik’ında ve Tecrîd
üzerine yazılmış şerhte bu hakîkati tebyîn ederler."
Mervî olduğu üzere Hz. Şeyh, aşkta istiğrâkı; ibâdât u
tâatta mücâhedeyi ol dereceye vardırmışlar idi ki, namâz kılarken Cenâb-ı
Hakk’ın heybet ve celâlinden ve şerîat-ı mutahharaya kemâl-i ta’zîminden nâşî
göğsünün gıcırdadığını, yanında bulunanların işittikleri menkûlâttandır.
Eâzım-ı evliyâ, Hz. Bâyezîd’in uluvv-ı mertebesini tasdîk
ederler ve her makâmın hâlât-ı mahsûsasına Cenâb-ı Bâyezîd’i misâl getirirler.
Bir nâdire-i hilkattir; tarîkatın İmâmı, hakîkatin pîridir. Şu rubâî
kendilerinindir.
اى عشق تو كشته عارف و عاميرا
سوداى تو كم كرده نكو ناميرا
شوق لب ميكون تو آوردهء برون
از صومعهء بايزيد بسطامى را[1]
Hz. Şeyh’ın mübârek cism-i âlîleri beyâz, boyları uzun ve
mübârek sakalı seyrek idi. İrtihâlleri, Mecmau’l-Ahyâr
fî Menâkıbı’l-Ahbâr nâm kitâbın beyânına göre, yetmişüç yaşında oldukları hâlde
161/(778) sene-i hicriyyesindedir. Zamân-ı vefâtlarını hissedince, (إلهى! ما ذكرتك إلا عن غفلة وما خدمتك إلا عن فترة)[2] buyurup,
âzim-i huld-i berîn olmuşlardır. (Kaddesa'llâhu sırrahû ve nefeana'llâhu
bi-berekâtihî ve füyûzâtihî ve şefâatihî. Âmîn.)
Haleb’de, Maraş’ın merkezi olan Elbistan kasabasında dahi
Hz. Şeyh’ın bir makâmı ve üzerinde türbe-i mahsûsası vardır. Alâ-rivâyetin
burası mahall-i velâdetleri imiş.
Ba'zı âsâr, Şam civârında âlem-i dünyâya zînet
verdiklerini yazıyor. Mir’ât-ı Bayezîd’de
daha ziyâde tafsîlat vardır. Kümmelîn-i evliyâu'llâhdan hiç bir velî yoktur ki,
Hz. Bâyezîd’in ahvâlinden misâl getirmesin. Her hâli bir hakîkat idi.
/5/ Mevlânâ Hâlid Ziyâeddîn’in, Dehlî (Delhi)’ye azîmetinde Bistâm’a uğrayıp,
merkad-i münevver-i Hz. Şeyh’e rû-mâl oldukları sırada inşâd eylemiştir :
يا رب بحق تربت
شاه جهان بايزيد
يا رب بحق طينت
برهان بايزيد
يا رب بآشيانهء
شهباز لامكان
يعنى بقرب ومنزلت
جان بايزيد
يا رب بحق وسعت آن
مشرب كريم
يا رب به تشنكى
فراوان بايزيد
يا رب بسوز سينه
آن پير نيك بخت
يا رب بنور مشعل
ايمان بايزيد
وز حضرت غلام على
تا پير الحسن
يك يك بحق جمله
مريدان بايزيد
بر خالد شكسته بيچاره غريب
بكشاد رى ز مخزن
عرفان بايزيد
لب تشنه زلال
هدايت بو دورا
سيراب كن ز قلزم
احسان بايزيد
او را نجود رسان
وز خود بينش دهان
ادهم يكى شود ز
غلامان بايزيد[3]
EBU’L-HASAN
EL-HARAKÂNÎ
Kibâr-ı meşâyıhdandır. İsm-i âlîleri Ali b. Ca’fer’dir.
Velâdetleri, Hz. Bâyezîd’in irtihâlinden sonra olduğundan, oniki sene Hz.
Bâyezîd’in türbe-i şerîfesine muvâzebetle rûhâniyyet-i aliyyelerinden feyz-yâb
olmuştur. Bir nâdire-i hilkattir. Sîyt u irfânı ve âvâze-i velâyetleri cihâna
yayılmıştır. Salâhaddîn-i Uşşâkî hazretleri, Risâle-i Kudsiyye’lerinde, müşârünileyh için buyururlar ki;
"Pîşvâ-yı
meşâyıh ve vaktin kutbu idiler. Vakt olurdu ki, tâlibân-ı sâdık-ı küberâ-i dîn
ve muktedâyân-ı ehl-i yakînden birinin sohbet ve mütâbeatlarında olduklarından
sonra, ol muktedâları olan zât-ı şerîfin murg-ı rûhâniyyeti vâsıta-i teslîm-i
tasarrufât ile beyzâ-i beşeriyyetten küllü ile hâriç oldukta, mükemmil-i
kâmilânın kesretinden nâşî bir gayrîsinde nazar-ı terbiyet devşirirler idi ve
şeref-i sohbet ve saâdet-i hizmetlerle şeref-yâb olurlardı. Ve onlardan envâr-ı
ilm ü irfân u ahvâl iktibâs ederlerdi."
Tabîat-ı şi’riyyeleri rengîndir. Şu rubâî enfâs-ı
müteberrikelerindendir:
اسرار ازلرا نه
تودانى ونه من
وين حرف معما نه
تو خواني ونه من
هست از پس پرده كفتكوى من وتو
كر پرده بر افتد نه تومانى ونه من[4]
Müşârünileyh hazretlerine, “Nasıl imrâr-ı vakt
ediyorsun?” diye sormuşlar. Cevâben, “Var kıyâs et, nasıl olmalıdır bir
şahsın hâli? Bir taraftan Cenâb-ı Hak kendisinden hâlisâne ferâiz-i îmân ister;
bir taraftan Hz. Rasûl, sünnet-i seniyyesine ve ahkâm-ı Kur’âniyyeye mütâbeat
ister. Bir taraftan İblîs, temerrüd ve isyân ister. Bir taraftan melekü’l-mevt
kabz-ı cân ister. Bir taraftan evlâd u ıyâl âb u nân ister.”
buyurmuşlardır.
/6/ EBÛ ALÎ el-FÂREMEDÎ
Tasavvufda intisâbı iki tarafadır. Biri, şeyh-i
bozorg-vâr Ebu’l-Kâsım-ı Gürgânî’den Şeyh Ebû Osmân-ı Mağribî ve Şeyh Ebû
Aliyy-i Kâtib ve Şeyh Ebû Aliyy-i Rûdbârî vâsıtasıyla Cüneyd-i Bağdâdî’ye
müntehî olur ki, ba'zı silsile-nâmelerde görülen mübâyenet bundan olsa
gerektir. Horasan’ın şeyhu’ş-şuyûhu olup 477/(1084-85)’de terk-i âlem-i nâsût
eylemiştir.
HÂCE YÛSUF-I
HEMEDÂNÎ
(Ebû Ya’kûb Hâce
Yûsuf-ı Hemedânî b. Eyyûb b. Yûsuf b. el-Hasen b. Vehre)
Huccetü’l-İslâm İmâm Gazâlî’nin de şeyhidir (kaddesa'llâhu
sırrahû). Künyesi Ebû Ya’kûb’dur. 440/(1048-49) veyâ 441/(1049-1050)’de,
civâr-ı Hemedân’da Bûzincîrd kasabasında dünyâyı teşrîf buyurmuştur. Tahsîl-i
irfâna koyuldukları ilk devrede Şeyh Ebû İshâk-ı Şîrâzî’nin mülâzım-ı meclis-i
irfânı olmuştu. İlm-i tefsîr ü hadîste pek şöhreti vardı.
Şeyh Ebû İshâk hazretleri, müşârünileyhi sinnen
kendisinden büyük olan ba'zı zevâta tercîh ve takdîm eylerdi. Yûsuf-ı Hemedânî,
ibâdet ve mücâhede ve riyâzet tarîkını tutmuş ve Şeyh Ebû Aliyy-i Fâremedî
hazretlerine intisâb etmiş idi. Nice evliyâu’llâh ile hem-sohbet olup Herât’tan
Merv şehrine giderken, yolda âlem-i dünyâyı terk etmiş ve mahall-i vefâtında
defn olunmuş ise de, meftûn-ı mehâsin-i ahlâkı ve hayrân-ı hasâil-i cemîlesi
olan bir hayli zevât, cesed-i mübâreklerini, bir müddet sonra makber-i
mezkûrdan, bi'l’âhare Merv şehrine nakl ü defn eylediler. Elyevm ziyâret-gâh-ı
ins ü cândır. Târîh-i irtihâlleri 535/(1140-41)’dir.
Uzun zamân Buhârâ’da bulunmuştur. Hânefiyyü’l-mezhebdir.
Merv kasabasında Hânkâhı vardı. Horasan’ın kâ’besi makâmına kâim idi.
515/(1121) senesinde Bağdâd’a geldi. Medrese-i Nizâmiyye’de bulundu. Halîfesi
Hâce Abdülhâlık-ı Gucdüvânî, azîzi hakkında, Makâmât-ı Yûsuf-ı Hemedânî
diye eser yazdı.
Uzun boylu; çiçek bozuğu, uzun kumral sakallı, zaîf bir
zât idi. Yünden ve dâimâ yamalı elbise giyer, dünyâ işlerine ehemmiyyet
vermezdi. Pâdişâhların, büyüklerin evlerine gitmezdi. Eline ne geçerse fukarâya
verir, kimseden birşey kabûl etmezdi. Yetmiş beş sene mücerred bulunduktan
sonra, nihâyet evlenmiş ve zevcesi kendisinden kırk gün evvel vefât etmiştir.
Herkese karşı gâyet mültefit, halîm, rahîm davranır; zikr-i kalbî ederek, nefsi
habsettiği için çok terlerdi. Dâimâ Kur’ân-ı Kerîm tilâvetiyle iştigâl ederdi.
Rütbetü’l-Hayât,
Menâzilüs’s-Sâirîn, Menâzilü’s-Sâlikîn, Aynü’l-Kudât ve daha ba'zı müellefât-ı mu’teberesi vardır.
Türk Edebiyyâtında
İlk Mutasavvıflar nâm eserde 72. sahîfede hakk-ı âlîlerinde tafsîlât vardır.[5]
Aynü’l-Kudât’ı mütâlâa ettim; gâyet yüksek tevcîhât ve
mütâlaât ve tahkîkâtı câmi’dir. Türkçeye terceme dahi olunmuştur.[6]
Müşârünileyh eâzımdandır. Cenâb-ı Hak, mazhar-ı şefâati
buyursun.
Hz. Gavs-ı A’zam Abdülkâdir-ı Geylânî, kendilerine mülâkî
olmuştur. Cenâb-ı Gavs, Hz. Yûsuf’u senâ eder.
Müşârünileyhin dört halîfesi vardır :
1. Hâce Abdullâh-ı Berkî,
2.
Hâce Hasan-ı Endâkî,
3.
Hâce Ahmed-i Yesevî,
4.
Hâce Abdülhâlık-ı Gucdüvânî (kaddesa'llâh esrârahum)
Hadîkatü’l-Evliyâ’da, her biri hakkında tafsîlât vardır. Hele
müşârünileyhimden Ahmed-i Yesevî, çok şöhret alanlardandır. Cild-i evvelde, son
kısımda uzun uzadıya bahsettim. Avrupa müsteşriklerinin cümlesinin yazdıkları
eserlerde onun yeri vardır.
Mazhar-ı sıdk u safâ Hazret-i Ahmed Yesevî
Vâkıf-ı sırr-ı Hudâ Hazret-i Ahmed Yesevî
/7/ ABDÜLHÂLIK-I GUCDÜVÂNÎ
Pîşvâ-yı erbâb-ı tarîkat ve reh-nümâ-yı ashâb-ı ilm ü
ma’rifettir. Pek mübârek bir mürşid-i muhterem idi. 575/(1179-80) veyâ
585/(1189)’de Buhârâ’ya altı sâat mesâfesi olan Gucdüvân’da irtihâl-ı dâr-ı
bakâ buyurmuştur. "Yâr-ı mahbûbî-i Nebiyy-i müctebâ" (يار محبوبئ نبى
مجتبى) (vefâtı
için söylenmiş) târîhtir[7].
HÂCE ÂRİF-İ RÎVGERÎ
Abdülhâlık’ın halîfesidir. Buhârâ civârında Rîvger
kasabasında gehvâre-zîb-i âlem-i şuhûd olmuştur. İlim, hilm, zühd, takvâ,
riyâzet, ibâdet ve mütâbeat-i sünnet ile temeyyüz etmiştir. 715/(1315)’te terk-i
hayât edip, kasaba-i mezkûrede türbe-i mahsûsalarında müstağrak-ı nûr-ı
tevhîddir. (kaddesa'llâhu sırrahû)
HÂCE MAHMÛD İNCÎR-İ
FAĞNEVÎ
Hâce Ârif'in halîfe-i güzînidir. Halvet ve celvette
hem-râzı idi. Buhârâ yakınında Fağne kasabasında tevellüd etmiştir. Zikr-i
cehrîye râgıb idi. Kerâmât ve hâvârıkı hadden efzûndur. 715/(1315) veyâ
717/(1317) târîhinde irtihâl buyurdular. "Hem be-hân : Mahmûd
tâcü'l-asfiyâ" (هم بخوان محمود تاج الأصفيا) târîh-i rıhletlerini müş’irdir.[8]
HÂCE ALİYY-İ
RÂMİTENÎ
Hâce Mahmûd’dan feyz aldı. Meşâyıh-i izâmdandır.
Silsile-i tarîkat içerisinde, “Hâce-i Azîzân Alî” lakabıyla müştehir oldukları
gibi, “Hâce Nessâc” dahi derler imiş. Çulhacılıkla taayyüş ederlerdi. Buhârâ’ya
yakın, Râmiten kasabasında dünyâya gelmiştir. Şeyh Hasan-ı Bulgârî’nin ekâbir-i
ashâbından Şeyh Bedreddîn-i Hemedânî, Hâce-i müşârünileyhin huzûruna gelip, “(اذْكُرُوا
اللَّهَ ذِكْرًا كَثِيرًاً)[9] nazm-ı celîlinde me’mûr
olduğumuz zikr, zikr-i cehri midir, zikr-i hafî midir?” diye istifsâr
edince, şeyh-i sâhib-i irfân, “Mübtedîye göre cehrî, müntehîye göre hafîdir.”
buyurmuşlardır. Kerâmâtı menkûldür. Hicretin 715 senesi şehr-i Zi'l-ka'desinin yirmisekizinci
(23 Şubat 1316) Pazartesi günü, beyne’s-salâteyn yüzotuz yaşında oldukları hâlde
Hârezm’de irtihâl buyurdular. (kaddesa'llâhu sırrahû)
Yediyüzonbeşinde târîhin
Mâh-ı Zi’l-ka’de âhirinde dilâ
Ol Cüneyd-i zamân u Şibli-i vakt
Eyledi azm-i bâr-gâh-ı bakâ
HÂCE MUHAMMED BABA SİMMÂSÎ
Hâce Alî’nin yetiştirmesidir. Çok zamân hıdmet-i
şerîfesinde bulunup duâsını almıştır. Mesken ve mavtını, Râmiten civârında Simmâs
kasabasıdır. Hz. Şâh-ı Nakşıbend efendimizin peder-i ma’nevîleridir. Kerâmâtı
menkûldür. Menâkıb-ı latîfesi vardır. 755/(1354)’de rıhlet-i âlem-i bakâ
eyledi. Simmâs’ta medfûndur. Hem, "Muhammed-i müttekî cân-ı cihân" ( محمد متقى جان جهان) târîh düşmüştür. (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
/8/ SEYYİD EMÎR GÜLÂL
Şeyh Simmâsî hulefâsının
ecellidir. İlm-i zâhir ü bâtında ferîd-i asr idi. Sûhâr nâm beldede doğmuştur.
Sâdât-ı kirâmdandır. 772/(1370) târîhinde rûh-ı pür-fütûhu, âric-i maâric-i
kuds olup Sûhâr’da medfûn ve rahmet-i Hakk’a makrûndur. "Mîr Seyyid-i
pîşvâ emced-i Gülâl" (مير سيد پيشوا امجد كلال) târîhidir. Rütbe-i kemâli, Hz.
Şâh-ı Nakşıbend gibi bir halîfesi olmakla sâbittir.
HZ. PÎR MUHAMMED BAHÂEDDÎN
ŞÂH-I NAKŞIBEND (kaddesa'llâhu sırrahû)
Hz. Mevlânâ Mesnevî-i şerîfte kerâmeten buyurur :
تو نقش نقشبندانرا چه دانی
تو شکل پيکر جانرا جه دانی
نقشبندانند در جو فلك
کارسازانند بهر لی و لك[10]
Müstakîm-zâde Mecelletü’n-Nisâb’da buyurur :
إن الشيخ بهاء الدين توجه إلى الحج مع خليفته الثانى خواجه
محمد پارسا وأرسل من نصف الطريق مريديه
المرافقين مع پارسا وتنجى عنهم الملاقات الشيخ زين الدين تبايباد فتلاقيا فى المسجد وصافحا وقال الزين له براى ما نقشى ببند يعنى ارسم لنا نقشاً فأجاب له
بقوله : آمد ايم كه نقشى بديم يعنى أتيناكم لنزوركم ونذهب بنقشٍ ثم أقام فيها
ثلاثة ايام فسافر إلى الحجاز فتلك سنة رحلة كل منها قدس سرهما.[11]
İsm-i mübârekleri Hâce Muhammed’dir. Ricâl-i Nakşiyye’ye,
“hâce” ve umûmu murâd olunursa, “hâcegân” derler. “Şâh” denilmesi,
sultânü’l-evliyâ olmasından kinâyedir. “Nakşıbend” denilmesinin, ne gibi esrâra
müstenid olduğuna dâir, Şeyh Behcet Efendi hazretlerinin Defter-i Hâtırât’ında,
Şeyh Tâceddîn'in[12] îzâhına atfen şöyle yazılmıştır :
أى ربط النقش وهو صورة الكمال الحقيقى فى القلب وكان ذكرهم
فى الأول إلى زمان هذا الشيخ بهاء الدين - رحمه الله تعالى - فى الإنفراد خفيةً
وفى الجمع جهراً. فأمرهم الشيخ بهاء الدين بالخفية بأمر له من الخواجه عبد الخالق
غجدوانى - شيخ مشايخه – فى عالم السير. فكان يسرَ بالذكر إنفراداً وجمعاً هو
وجماعته. فيصير من ذكرهم كذلك فى قلب المريد تأثير البليغ. فكان يقال لذلك التأثير
نقش وذلك الذكر بنداى ربط والنقش هو صورة الطابع إذا طبع يد على شمع ونحوه وربطه
بقائه من غير صحوٍ. وصفات الله تعالى هى المتوجهة على خلق آدم عليه السلام وبنيه
يتوجه من أنوار العلية الأزلية حيث لاكيف ولا أين. فظهر آدم وظهرت بنوه بعده على
صورة مخصوصة مسماة بأسماء المتوجهة تعالى موصوفة بأوصافه لها ذات يصح نسبته ذلك
إليها. ولها أفعال كماله أفعال ولها أحكام منها على غيرها. كما له أحكام كذلك فنقش
الذات والصفات والأسماء والأفعال والأحكام ظهر بظهور آدم وبنيه. ولكن من بنيه محا
بعض ذلك النقش بغلبة الحيوانية عليه وضعف الإنسانية الكاملة فيه ومنهم من كحل نقشه
فيسمى نقش بند أى لازم النقش ومربوط النقش والكلمة الصالحة لغير ذلك أيضاً[13].
ذكر الشيخ العارف بالله عبد الله بلخى فى كتاب خوارق
الأحباب فى معرفة الأقطاب فى الباب الخامس والعشرين فى ذكر قطب العباد وغوص
البلاد خواجه بهاء الحق والحقيقة والدين محمد بن محمد النقشبندى - رضى الله تعالى
عنه - قال :
سمعت عن لسان خواجكى /9/ سرمست وهو سمع عن المشايخ الكاملين المعمرين الساكنين فى بلدة
بخارا وهم يحكون أن الغوث الأظم – رضى الله عنه – وقف يوماً مع جماعة على سطح
وتوجه إلى طرف بخارا وشم رائحة الكرام وقال بعد وفاتى بمرور مائة وسبعة وخمسين
عاماً يولد رجل قلندى محمد المشرب المسمى ببهاء الدين محمد النقشبندى ويفوز
بنعمته.
ويروى أن شاه النقشبندى لمَا أخذ العهد وتلقن عن شيخه السيد
أمير كلال وأمره بالإشتغال باسم ذات الملك المتعال وما تمكن فى قلبه نقش الاسم
الأعظم وحصل للشاه منه انقباض إثم وخرج إلى الصحراء فرأى الحضر عليه السلام جائئاً
إليه فاستقبله الشاه وسلم عليه فقال له الحضر :
يا بهاء الدين! إن الاسم الأعظم وصلنى من الغوث الأعظم وأنا
أنبهك. فتوجه إلى حضرته لتفوز عاجلاً ببركته. ففى الليلة المستقبلة راى الشاه فى
المنام حضرت غوث الأنام وقد أشار بأصابع يده اليمنى إلى صدره ونقش الاسم الأعظم فى
باطنه. لأن الأصابع الخمس كنقش لفظة الله ورأى الشاه شيئا يرى فيه الله.
فلما اشتهر هذا الذكر (الرؤيا) فى دياره سألوه عنه فقال :
هذا فيض من الفيوضات وعناية من العنايات فى الليله المباركة
التى أنعم علىَ بهاء الغوث الأعظم ومن تلك الليلة أرى ازدياد حالى عن الحال المقدم
ووجه شهرة اسمه الشاه النقشبندى. نقش الغوث الأعظم فى قلبه وهو ينقش فى قلوب
الطالبين من حزبهز
وسألوا منه ما تقول فى قةل الغوث : (قدمى هذه على رقبت كل
ولى الله) فقال بهاء الدين :
على عينى أو على بصيرتى رضوان الله تعالى عليهم أجمعين[14].
/9/ Târîh-i Velâdet ve Neseb-i Şerîfleri :
718/(1318) senesinde Buhârâ civârında Kasr-ı ârifân denilen
karyede mehd ârâ-yı âlem-i şuhûd olmuşlardır. Silsile-i neseb-i lâtifleri
ber-vech-i atîdir:
Hz. Muhammed Bahâeddîn b. Seyyid Muhammed-i Buhârî b.
Seyyid Celâl b. Seyyid Burhâneddîn b. Seyyid Abdullâh b. Seyyid Zeynelâbidîn b.
Seyyid Kâsım b. Seyyid Şa’bân b. Seyyid Burhâneddîn b. Seyyid Mahmûd b. Seyyid
Bulâk b. Seyyid Takî Sûfî-i Halvetî b. Seyyid Fahreddîn b. Seyyid Alî Ekber b.
İmâm Hasan-ı Askerî b. İmâm Aliyy-i Nakî b. İmâm Muhammed-i Takî b. İmâm Mûsâ
Rızâ b. İmâm Mûsâ Kâzım b. İmâm Ca’feri es-Sâdık (radıya'llâhü anhüm).
Tahsîlleri ve
Nisbetleri :
Buhârâ’da tahsîl-i kemâlât eylemişlerdir. Hâce Muhammed Baba
es-Simmâsî hazretleri, müşârünileyhi, yüksekliği hasebiyle evlâdlığa kabûl
etmiş idi. İntisâbları Emîr Gülâl’edir. Hâce Abdülhâlık-ı Gucdüvânî’den de
iktibâs-ı feyz eylemiş idi. Emîr Gülâl’in halaka-i zikr ü tesbîhine devâm
ettiği hâlde, Hâce Abdülhâlık-ı Gucdüvânî’nin /10/ feyz-i rûhâniyyetlerinden
iktibâs sırasındaki emr ve vasiyyeti üzerine zikr-i alenîye dâhil olmazlardı.
Halîl Atâ İle Mülâkatları :
Ba’dehû yedi sene Mevlânâ Ârif ile görüşerek Halîl Atâ
hazretlerine mülâkî olmuştur. Halîl Atâ, dil-âgâh bir mürşid-i irfân-penâh idi.
Hz. Bahâeddîn, bir gece rü'yâsında kendisinin bir dervîşe ısmarlandığını, ya'nî
onun taht-ı himâye ve terbiye-i mürşidânesine tevdî olunduğunu görür. Uyandığı
vakit dervîşin şekl ü şemâili zîver-i hâfizası olduğu hâlde, keyfiyyeti,
sâlihât-ı ümmetten olan ceddesine arz ve hikâye eder. Müşârünileyhâ da, “Evlâdım,
size meşâyıh-ı Türkden bir nasîb erişse gerektir.” buyurur. Bunun üzerine
Cenâb-ı Bahâeddîn (kuddise sırruhu'l-metîn), o zâtı görmek ârzûsuna
düşerek taharrîden hâlî kalmaz idi.
Bir gün Buhârâ pazarında, âlem-i ma’nâda gördüğü zâta
aynen müşâbih birini görünce, hemen ismini sorar. Halîl Atâ isminde biri olduğunu
anlar. Fakat orada mükâleme müyesser olmadığından, meserret ve mahzûniyyetinin
imtizâcından mütevellid bir hâl-ı mütefekkirâne ile hâne-i mübâreklerine avdet
eder. O gün akşam üzeri, biri hâne-i Hz. Bahâeddîn’e gelir, “Efendim Dervîş Halîl
sizi istiyor.” der. Müşârünileyh, biraz meyve tedârik edip Halîl Ata
hazretlerinin huzûr-ı ârifânelerine gider. Evvelce gördüğü rü'yâyı söylemek
hevesi gönlüne gelirse de, Halîl Ata derhal, “Söyleyeceğiniz şey bize
ayândır. Söylemeye hâcet yoktur.” buyurur. Hz. Bahâeddîn, bu vuslattan memnûn
olup, hayli zamân sohbet ve muhabbetlerinde bulunarak ahvâl-i acîbe vü garîbe
müşâhede etmişlerdir. Halîl Ata’ya Mâverâünnehr halîfeliği teveccüh edince, Hz.
Bahâeddîn berâberinde bulunmuş, hârikulâde husûsâtına şâhid olmuştur. Oniki
sene hizmetlerinde bulundular; âdâb u esrâr-ı tarîkat ü ma’rifeti öğrendiler.
Hakkıyla bir mürşid-i mükemmil oldular.
İki def'a hacca azîmet buyurdular. Birinde meşhûr Hâce
Muhammed Parsâ hazretleri berâberlerinde bulunmuştur.
Makâmât-ı
Nakşıbendiyye nâm
eser-i matbû'da deniliyor ki:
“Hz. Hâce-i bozorg, ikinci def'ada ziyâret-i beytu’llâh ile müşerref olup,
avdetlerinde Bağdâd’a geldiler. Ulemâ, fukarâ ve umûm ehl-i Bağdâd,
ziyâretlerine şitâbân oldular idi.”
Bu sırada Hz. Abdulkâdir-i Geylânî’nin kabr-i enverlerini
ziyâret buyurdular. Rûhâniyyet-i Hz. Gavs-ı Ekrem’e hitâben (يا پير دستكير دست مرا ببكير تا كه كوبيم دستكير)[15] demesiyle
Hz. Gavs, (بادشاه نقشبند قلب
مرا بند تا كه كوبم نقشبند)[16] cevâbını
vermiştir. (بادشاه هر دو عالم
شاه عبد القادرست)[17] beytiyle başlayan kıt’a-i
meşhûreyi îrâd ettiler. Beynehumâda nice esrâr-ı azîme zuhûra /11/
gelmiş olduğu mervîdir. Fakat gerek Makâmât-ı Nakşibendiyye, gerek Risâle-i
Bahâiyye[18] nâm
eserlerde buna dâir bir bahis görmedim. İhtimâl ki, Nakşibendîler bi’t-tab’ pîrlerini
dîğer pîrândan istifâzadan müstağnî bilmelerinden ve Kâdirîler ise, Hz. Gavs-ı
A’zamı her pîre ifâza-i envâr-ı hakîkat eder addetmelerinden dolayı, bu hâdise,
Nakşıbendî menâkıb-nâmelerine geçmemiş; Kâdirî menâkıb-nâmelerinde
zikrolunmuştur.
Bu gibi eâzım-ı evliyâu’llâh arasında zuhûr eden
cilveleri tedkîk ve tahlîl etmek için onlar kâbiliyyetinde yaratılmış bir
kuvve-i mümeyyize-i fikriyyeye mâlik olmak lâzım gelir. Elde böyle bir kuvvet
olmadıkça söz söylemek küstâhâne (bir) bî-edebliktir. Cümlesinin dâire-i
feyzine ilticâ, inâyetlerini recâ eylemek cümle-i âdâb-ı tarîkdandır. Ayrılık
gayrılık mübtedîler arasında mevzû'-ı bahs olan mesâildendir.
Hz. Şâh-ı Nakşıbend efendimiz (gibi), (الطريقة كلها آداب)[19] hükmüyle bu tarîkat-ı aliyyeye
sâlik ve tâlib olan merdân-ı Hudâ’ya kemâl-i edeb şarttır.
با ادب در طريق
عشق ورا
طرق العشق كلها
ادب[20]
buyuruyorlar.
Cenâb-ı pîrin Zeyneddîn-i Hâfî hazretlerini ziyâret için
Hindistan’da kâin Herât’a gidip müşârünileyh ile üç gün musâhabetten sonra Hicâz’a
geldikleri menkûldür. Buhârâ’ya avdetlerinde bakıyye-i ömr-i şerîflerini burada
imrâr ile Emîr Gülâl hazretlerinin vasiyyeti üzerine, yerlerine seccâde-nişîn-i
reşâdet oldular. Hânefiyyü’l-mezhebdir.
Şahs-ı kıymet-dârları halkın nazarında lâyık olduğu
mevki'-i hürmeti bulmuş ve şöhret-i ârifâneleri cihâna yayılmış; şarkdan
garbdan gelen erbâb-ı aşk u muhabbet ve tâlib-i irfân u hakîkatin yegâne merci'-i
hâssı olmuş idi. Envâr-ı feyzinden müstefîd olanlar çoğaldıkça kıymetleri de o
nisbette yükseliyordu. Fârisiyyü'l-ibâre
Enîsü’t-Tâlibîn ve
Uddetü’s-Sâlikîn nâmında bir eser vardır. Bunu yazan Salâhaddîn b. Mübârek
el-Buhârî’dir. 785/(1383) senesinde Alâeddîn-i Attâr hazretlerinin sohbetine
yetişmiş, onların vâsıtasıyla, Hz. Pîr efendimizin nazar-ı kabûlleriyle
müşerref olmuştur. Zât-ı celîl-i mürşidânelerinin kayd ve zabt edebildiği, efâl
ü akvâl ve ahvâl-i münîfelerini cem’ ile o eseri meydâna getirmiş ki, her hâlde
i’timâda şâyân bir vesîka-i mu’teberedir.
/12/ Hz. Pîr, bu eserin kendileri hâl-i hayât-ı sûriyyede bulundukları zamânda
neşrine me’zûniyyet vermemişlerdir. Âlem-i âhirete intikâllerinden sonra ikmâl
ve neşr olunmuştur. İstanbul’da Mûrâd Molla Dergâhı şeyhi Ali Efendi merhûmun
teşvîkiyle Süleymân İzzî Efendi tarafından lisânımıza tercüme edilmiş,
1328/(1910) senesinde İstanbul’da Matbaa-i Bahriyye’de tab’ olunmuştur. Bunun
mütâlâasını erbâb-ı ma’rifete sûret-i mahsûsada tavsiye ederim. Mütâlâa
edilirse Hz. Pîr’in nasıl bir gencîne-i hakîkat olduğu anlaşılır.[21]
Müşârünileyh Alâeddîn-i Attâr buyururlar ki:
"Vaktâ ki, Hâce hazretlerinin kabûlleriyle müşerref oldum;
muhabbetleri bende o eseri bıraktı ki, karâr ve ârâmım kalmadı. Bezm-i sohhbetlerinden
mufârakate kudretim olmazdı. Bu hâlde iken, bir gün bana teveccüh-i hitâb ile,
“Sen mi beni dost edindin, ben mi seni dost ittihâz ettim?”
buyurduklarında, “Zât-ı kerâmet-meâbınız tenezzülen ve taltîfen bu abd-i
ahkarınıza iltifât etmek maksadındasınız. Fakîriniz, efendimizi dost ittihâz
ettim.” dedim. Bunun üzerine Hz. Hâce, “Bir sâat sâkin ol, bu hâl size
münkeşif olur.” buyurdular. Bir sâat sonra gördüm ki, Hz. Hâce’ye bende
muhabbet eseri kalmamış. O zamân, “Gördünüz mü bizden midir, sizden midir?”
buyurmuşlardır."
Cenâb-ı Pîr’in lisân-ı Fârisîde ihtisâs-ı tâmları,
Arabîde ise kudret-i kâmileleri vardı. İntâk-ı
Hikem-i Âyât’ını mütâlâa
edenler, kudret-i şi’riyyesinin de hayrânıdır. Evrâd-ı latîfeleri ise pek
yüksek bir eser-i sânihâttır. Tamâmen lisân-ı haktır.
Hz. Pîr efendimiz, zirâatle de iştigâl edip emr-i
maîşetlerini kesbi halâl ile te’mîne pek ziyâde i’tinâ buyururlar imiş. Hattâ
pek çok zevât, “Haydi gidelim, Hz. Bahâeddîn’in her türlü şaibeden masûn
taâmından nevâle-çîn olalım.” diye tehâlük gösterirler imiş. Semâhatları fevka'l-âde
olduğundan, it’âm yüzünden pek ziyâde neş’e-yâb olurlar imiş.
Şemâil-i Latîfeleri :
Orta boylu, tıknazca ve kır sakallı, ya'nî beyâzı siyâhına
gâlib, değirmi yüzlü, yanakları humrete mâil, iki kaşının arası açık olup,
bıyıklarını sünnet-i seniyye dâiresinde keserler imiş. Çeşm-i hak-bînleri sarı,
şehdâne elâ göz ki, “kestâne karası” ta’bir olunur. Bu hey’et ve bu şekil üzere
teveccüh edilir. (Risâle-i Bahâiyye’den).
/13/ Hâtem-i kenz-i velâyet vâkıf-ı kenz-i kazâ
Kutb-ı âlem şübhesiz Hâce Bahâeddîn’dir
Tutdu âfâkı velâyetle sedâ-yı şöhreti
Burc-ı ahkâm-ı şerîatde ziyâü’d-dîndir
Kass-ı kalbi nakş-ı esrâr-ı hakîkat-resm iden
Nakşıbend-i hâcegân şâh-ı livâü’d-dîndir
Alâeddîn-i Attâr nakl ediyor:
"Hâce hazretlerinin sıfât-ı seniyyesi fakr u fâka, terk-i
dünyâ, tecerrüd-i mâ-sivâ, nefy-i vücûd-ı fânî müşâhede-i vücûd-ı
hakkânî idi. Dâimâ fakrı medh ü senâ edip, sâlikleri fakra tergîb ve teşvîk
ederlerdi. Kendilerinin fakrı o mertebede idi ki, hâne-i saâdetlerinde eyyâm-ı
şitâda mescid-i şerîflerine ferşedecek bir şeyi yok idi. Bir köhne kilim döşerler
idi. Maîşetleri halâl-i hâssı idi. Şübühâttan ictinâbları harâmdan ictinâbları
gibi idi. “Bizler her ne bulduk ise sıfat-ı fakr ile bulduk.” buyururlar
idi. Fakr u fâkaları bu rütbede iken, kerem ve atâları, ihsân ve îsârları a’lâ
derecede idi. Bir kimse bir hediye takdîm etse, emsâli yâhûd iki misli
kıymetinde bir şeyle mukâbele buyururlar idi. (تهادَوا تحابَوا)[22] hadîs-i şerîfi mantûkıyla amel ederler idi. Bildiği bilmediği kimselerden
biri hânelerine gelse beşâşet ile onu istikbâl edip yer gösterirler idi.
Mâ-hazar olan taâmdan ne varsa ikrâm ederler idi. Mihmâna bi'z-zât hizmet edip,
başkasına o hizmeti gördürmez idi. Hava soğuk olsa müsâfir üşümesün diye
kendine mahsûs olan şeyleri onun üstüne örterler, kendileri soğuğun meşekkatine
tahammül ederlerdi. Ekser evkâtta yemeği kendileri pişirirler, sofra hizmetini
kendileri görürler idi. Taâm ederken sâliklere huzûr-ı maa’llâha ve vukûfa
riâyet emr ederler idi."
Gerek Makâmât-ı Nakşıbendiyye’de ve gerek Risâle-i Bahâiyye’de birçok menâkıb-ı
şerîfesi ahvâl ü ef'âl ü akvâl-i lâtifesi vardır. Herhangi tarîka mensûb bir
sâlik bunları mükerreren be-heme-hâl okumalı. İnsân-ı kâmil olabilmek için ne
gibi fazâili câmi’ olmak lâzım geleceğini öğrenmelidir. Her ikisi mağz-ı
Kur'ân'dır.
Kendilerinden istîzâhan, “Şeyh Cüneyd’in (قطع القارؤن ووصل الصوفيون)[23] kavlinde kâri’ ve sûfî
kimdir?” diye sormuşlar. “Kâri isme meşgûl olan ve sûfî müsemmâ ile
meşgûl bulunandır.” buyurmuşlardır.
“Sûfîyyûnun, (الفقير لايحتاج إلى الله)[24] kavillerinden murâdları
nedir?” diye vâki’ /14/ olan suâle, “Sûfîlerin ‘fakr’dan murâdlan
fakr-ı hakîkîdir. Fakr-ı hakîkî olan kimse teeddüb edip Hak Teâlâ’ya arz-ı
ihtiyâc etmez. Sûfîyyenin ‘fakr’dan ihtiyâcı selb etmeleri buna
binâendir. Yoksa mahlûk bi'z-zât Hâlık’a muhtâcdır ve (حسبى عن سؤالى علمه بحالى)[25] kabîlindendir” buyurmuşlardır.
Yine bir gün, "(إذا تم الفقر فهو الله)[26] kelâmının te’vili nedir?”
diye sordular, “Bu fakrdan murâd fenâ-yı tamdır. Bu fenâ-yı tâmmın sâlikde
husûlü indinde, Allâh Teâlâ onun kalbinde tecellî eder. İmdi ol fakr, tecellîye
sebep olduğu için bu kelâm denildi:
چون كه نبودى كه بود جمله خدا بود بس
چون تو نماندى كه ماند جمله خدا اى كدا[27]
urefâ
kelâmı olmak üzere Hâce hazretleri, (لاتصح معرفة العارفين يتضرعون إلى الله)[28] “Bu kelâm âriflerin
varlıklarına ve vücûd-ı beşeriyyete avdet ve ric’atlerine delîldir. Zirâ
tazarru’, firkat ve hicâblık ahvâlindendir.” buyurdular.
Hâce hazretleri tarafından rivâyet olunur ki, Şeyh Ebû
Saîd’den suâl ettiler ki,
- Senin cenâzen önünde hangi âyeti okuyalım?
Onlar, “Cenâzemîn önünde âyet okumak büyük iştir.
Lâkin bu beyiti okuyun.” dediler :
چيست ازين خوبتر در همه آفاقكار
دوست رسد نزد دوست
بار بنزديك يار[29]
Hâce hazretleri, “Beyt-i mezkûru benim cenâzemîn
önünde okumak da büyük bir iştir. Lâkin,
“Bir alay müflisleriz geldik der-i ihsânına
Şey'-i li’llâh
eyleriz hüsn-i rûy-ı tâbânına”
meâlinde
olan,
مفلسانيم آمديم در
كوى تو
شئ لله از جمال
روى تو
beytini okuyun.” diye vasiyyet buyurmuşlardır.
Hz. Pîr efendimizin irtihâlleri yaklaştığı vakit, (الموت راحة للمؤمن)[30] hadîs-i şerîfini okudular. Bu
hadîs-i sahîhin te’vîli şöyledir:
Mevt, likâ-yı Hak teâlâ ve tekaddes ile müşerref olmağa
bâis olmasıyla, vesîle-i râhattır. Yine lisân-ı Rasûl-i Kibriyâ’dan (ما راحة للمؤمن دون لقاء الله تعالى) hadîs-i şerîfi şeref-sâdır olmuştur.
Ma’nâ-yı celîli, “Mü’min için likâ-yı ilâhîden gayrı bir râhat yoktur.”
demektir. O cihet ile ki, bu zindân-ı dünyâda, hicâb-ı ten ile devlet-i likâ-yı
ilâhî’ye vusûl mümkin değildir. Bu da (الدنيا سجن المؤمن)[31] hadîs-i şerîfi ile müsbettir. O
devlet ile müşerref /15/ olmak, lâ-cerem şerbet-i mevti nûş etmeye
mütevakkıftır, buyurdular.
Mevti çok yâd ederlermiş. Husûsan âhir-i hayâtlarında, “Dostların
gittikleri o âlem-i âhiret gâyet hoş.” buyururlar imiş. Ba’dehû tabakât-ı
hâcegânı zikredip, rıhletlerine yakın bir zamânda dahi, Hz. Aişe’den rivâyeten,
“Benim ülü’l-azm ihvânım ile Rusül-i kirâm bundan daha eşedd belâlara sabr
ettiler ve kendi hâlleriyle giderek Rablarına vâsıl oldular ki, Cenâb-ı Hak,
onlara pek azîm ikrâm ve pek cezîl sevâb ihsân buyurdu. Ve bence ehabbolan şey,
ihvân ve ahavâtıma luhûk etmektir.” hadîs-i şerîfini nakl ü beyân
buyurmuşlardır.
Sûret-i İrtihâlleri :
Bir müddet sonra, âlem-i âhirete intikâl emmâreleri göründü;
hâl-i ihtizâr zuhûr etti. Alâeddîn-i Attâr nakl ediyor:
“İrtihâlleri zamânında Yâsîn-i şerîf sûresini okurduk. Nısfına eriştiğimiz
gibi, envâr zâhir olmağa başladı. Kelime-i tevhîde meşgûl olduktan sonra,
nefes-i şerîfleri munkatı’ oldu."
Bu vak’a-i mühimme 791 senesi Rebîu'l’evvel ayının üçüncü
(2 Mart 1389) Pazartesi gecesine
müsâdiftir.
Hengâm-ı irtihâllerinde iki ellerini kaldırıp, kendi
tarîklarına sâlik olanlarla, olacakların cümlesi hakkında hayır duâ eyleyip,
dest-i mübâreklerini vech-i saâdetlerine sürdükleri menkûldür. (Kaddesa’llâhu
sırrahû ve efâza aleynâ birrehû ve ihsânehû).
Sinn-i şerîfleri yetmişüçe resîde olmuştu. İrtihâlleri
târîhini hâvi manzûme:
خواجه اعظم بهاء
الحق والدين نقشبند
آنكه مشهور ولايت
شد كمال ملتش
مسكن و مأوى او چون بود قصر عارفان
قصر عارفان زين سبب آمد حساب رحلتش
Tercümesi:
Gitdi Şâh-ı Nakşıbend ol hâce-i dünyâ vü dîn
Ol ki oldu şâh-râh-ı dîn ü devlet milleti
Oldu çün me’vâ vü menzil ona Kasr-ı Ârifân
Bu sebebden Kasr-ı Ârifân oldu sâl-i rıhleti
Reşehât’ın zabtı:
رفت شاه نقشبند آن
خواجه دنيا و دين
آنكه بودى شاه راه
دين و دولت ملتش
مسكن و مأوى او چون بود قصر عارفان
قصر عارفان زين سبب آمد حساب رحلتش[32]
Sene: 791.
/16/ Kasr-ı Ârifân, Buhârâ’ya pek yakın bir mahaldir. Hz. Pîr efendimizin
ma’mûr ve müzeyyen türbe-i latîfeleri ziyâret-gâh-ı ins ü cândır. (Rahmetu’llâhi
aleyhi rahmeten vâsia)
Mezkûr risâlelerde menkûldür:
Şeyh-i zamân Abdülkuddûs (kuddise sırruhû) dedi ki
:
“Hâce hazretlerini kabri münevverlerine vaz’ ettik.
Gördüm ki, vech-i mübârekleri tarafindan (القبر روضة من رياض الجنة)[33] hükmü üzere Cennet’den bir
pencere kabr-i şerîflerine açıldı. O pencereden iki hûrî gelip, onlara selâm
verdiler. “Bizleri Hak teâlâ sizin için halk etti ve halk ettiği vakitten
beri sizlere muntazırız.” dediler. Hâce hazretleri onlara dedi ki: “Ben Hak teâlâ hazretleriyle
ahd ettim ki, dîdâr-ı bâhirü’l-envâr-ı ilâhîsiyle müşerref olmadıkça ve bana
müntesib olanlara ve benden hakkı işitip, amel edenlere şefâat etmedikçe hiç
bir şey ve hiç bir kimse ile meşgûl olmam.”
Yine menkûldür:
Hâce hazretlerinin vefâtı haberi geldikte, gâyet meksûr-ı
hâtır oldum. Nefsime dedim ki, “Bundan sonra yine medreseme giderim.”
diye karâr verdim. O gece kendilerini rü'yâda gördüm. (أَفَإِن
مَّاتَ أَوْ قُتِلَ انقَلَبْتُمْ عَلَى أَعْقَابِكُمْ)[34] âyet-i kerîmesini okudular.
Bîdâr oldum. Bu âyeti okumalarından istidlâl ettim ki, bi-hasebi’r-rûhâniyye,
cümle fukarâ ve dervîşâna imdâd ve iânet edeceklerdir.
Yine rü'yâda gördüm, buyurdular: Zeyd b. Haris şöyle
dedi: (الدين واحد ودائم)[35] Bu işâretten
anlaşıldı, kendilerinin hakkâniyyetine delîldir. Onlar hayât ve memâtında
sâlikleri, Kitap ve Sünnet’e ve eser-i ashâba sevk ve teslîk edip Hakk’a irşâd
ederler. (Radıya'llâhu anhu)
Hâce-i Pîr-i Bahâeddîn şâh-ı Nakşıbend
Himmetinden mürdeler buldu hayât-ı câvidân
Rîze-çîn-i hân-ı feyzi oldu erbâb-ı sülûk
Zâhir ü bâtın ider imdâd-ı halka bî-gümân
Zeyn idüp nûr-ı velâyetle kerâmet kişverin
İtdi izhâr-ı kerâmetle tarîkin gül-sitân
Şark ile garbı ihâta itd’onun kutbiyyeti
Doldu esrâr-ı derûnundan zemîn ü âsumân
Âlem-i gayb u şehâdetde tasarruf eyledi
Oldu fermân-ber tarîkatda ana hep ins ü cânn
Âsârı :
Hayât-nâme unvânıyla mevâız ve nasâyıha
müteallik bir manzûmesi ve Delîlü’l-Âşıkîn
unvânıyla, tasavvufa dâir bir kitâbı ve Evrâd-ı Bahâiyye’si, âlem-i
irfâna zînet veren âsâr-ı âliye-i mübârekedendir.[36]
Evlâd-ı Kirâmı :
Bir kerîmesiyle, Hasan-ı Attâr, Şihâbeddîn, Mübârek ve Alâeddîn
nâmında dört erkek evlâdı dünyâya şeref-bahş olmuştur.
Kerîmesini Alâeddîn-i Attâr’a tezvîc eylemiştir. Alâeddîn-i
Attâr’ın ismi Muhammed b. Muhammed el-Buhârî’dir. /17/ Cenâb-ı Pîr’in
yerine seccâde-nişîn-i reşâdet olmuştur (Kuddise sırruhû).
İfâde :
Tarîkat-ı aliyye-i Nakşiyye’de dahi, Mevlevîler gibi
şu’be ihdâs olunmamıştır. Binâenaleyh şu’besi yoktur. Esâs şecere ne ise odur.
Fakat sonraları zamân zamân zuhûr eden kibâr-ı meşâyıhın her birine nisbetle
turuk-ı sâirede olduğu gibi isimler vermişler, hattâ Esmâr-ı Esrâr’da,
Ahrâriyye, Nâcîye, Kâşâniyye, Müceddidiyye, Murâdiyye, Mazhariyye, Melâmiyye-i
Nûriyye, Câmiiyye, Sa’diyye, Reşîdiyye, Hâlidiyye’den bahsolunmuştur.
Sâbiriyye, Nizâmiyye, Kudsiyye-i Haseniyye, Tabîbiyye, Nasîriyye, Behcetiyye
nâmlarını da ilâve edenler görülmüştür.
Şeyh Behcet Efendi pederimizle bu husûsta görüşüldükte, “Tarîkat-ı
Nakşiyye’de şimdiye kadar şu'beden ve şu'be müessisliğinden bahsolunmazken,
bunu son zamânlarda işâa etmişlerdir. Mevlânâ Hâlid Ziyâeddîn, müceddid olarak
mazhar-ı i’tibâr olmuş idi. Nakşîlerde şu'be yoktur.” buyurdular.
Sûret ü Sebeb-i
İntişâr :
Hz. Seyyid Muhammed Bahâeddîn Şâh-ı Nakşibend (kuddise
sırruhu's-Samed) efendimizin te’sîs buyurdukları tarîkat-ı aliyyeye “Nakşıbendî tarîki” ve sâliklerine “Nakşıbendî” ve şeyhlerine, yakın vakte
kadar “hâce” ve umûmu murâd
olununca “Hâcegân” denilmiştir. “Şeyh” tâbiri sonraları
kâim olmuştur.
Bu tarîkat-ı aliyyede ihdâs olunmuş bid’at olmadığından
ve mesleklerine lâubalîlik girmediğinden efkâr-ı umûmiyye-i İslâmiyye'de
hakkıyla hüsn-i kabûl görmüş ve pek sür’atle intişâr etmiştir. Bu intişârında
âmil-i müessir ise, ekseriyyetle ulemâ-i İslâmiyye’nin rağbet-kâr olmasıdır.
İlm-i zâhir ve ilm-i bâtınla müzeyyen ricâlu’llâhın emr-i zuhûrunda cilve-ger
olmuştur. Zühd ü takvâ, şiddetle her hâle galebe ederek, halkın rağbetine ve
hemen intisâbına yegâne bir kuvvet zuhûr etmiş ve Asya kıt’asını ekseriyyet
i’tibâriyle müntesibîni istîlâ eylemiştir. Hindistan, Buhârâ, İran, Bağdâd,
Arabistan, Suriye, Anadolu, Rumeli ve Mısır havâlisinde münteşirdir.
Bu tarîkat ehli arasında hakîkaten eâzım-ı İslâmiyye
yetişmiştir. /18/ Tarîkat-ı aliyye’nin vücûduna muârız ve münkir olan
ulemâ-ı zâhirenin, bir zamânlar tahâssul eden şiddetlerine karşı, onları râm
edecek ve bu tarîkatın bir hakîkat olduğuna îmân ettirecek bir meslek-i
Muhammedî olduğuna kavî bir müdafî’, tarîkat-ı aliyye-i Nakşiyye olmuş idi. Bu
sebeple ulemâ-ı İslâmiyye’nin hemen hemen cümlesi, inkârdan ikrâra geçerek
intisâb ile kâm-yâb olmuşlardır. El’ân zamânımızda bile böyledir. Bundan yüz
sene mukaddem zuhûr ve ufûl eden Mevlânâ Hâlid Ziyâeddîn, açtığı çığır ile,
müteahhirîn-i ulemâ-ı İslâmiyye’yi kendisine bend etmişti. El’ân fî-zamâninâ,
ulûm-ı zâhire ricâli müntesib olagelmekte bulunmuştur. Tarîk-ı Nakşî sâlikleri
için, turuk-ı sâirede olduğu gibi bir kisve-i mahsûsa yoktur. Herkes mesleğine
göre, ne yolda telebbüs ediyorsa, o esâstır. Nakşî şeyhleri de, ale’l-ekser ziyy-i
ulemâda bulunurlar. Bunların tâc-ı Nakşıbendî isti’mâl edenleri de vardır.
Zikr-i Cehrî,
Zikr-i Hafî :
Nakşîlerde cehrî ve hafî kolu vardır. Nakşîlerde,
Halvetîler gibi deverânen, Rufâîler gibi kıyâmen zikretmek usûlü yoktur. Onlar,
oturdukları yerde zikrederler. Zikr-i şerîften mukaddem hatm-i hâcegân
yapılır. Sonra tarz-ı mahsûs ile, zikr-i şerîfle iştigâl edilir. Hâlidîlerde
zikr-i hafî esâstır. Onlar zikr-i kalbîye müdâvim olurlar. Râbıta, tarîk-ı
Nakşîde de rükn-i rekîndir. Sâliklerinde cezbe ziyâde olur. Esnâ-ı zikirde,
bağırmak, şiddetli sayhalarla feryâd u figân etmek, ağlamak, ıslık çalar gibi
sadâlar çıkarmak ve titremek gibi hâlât, zikr-i hafîye meşgûl olanlar arasında
pek çoktur. Ricâl-i tarîkat bunu makbûl addetmezler. Cezbe-i hakîkiyye için
kimse bir şey diyemez. Hakîkî cezbe hakkında denilmiştir:
Bedreka-i kurb-ı Hudâ cezbedir
Rehber-i erbâb-ı Hudâ cezbedir
Kâşif-i esrâr-ı künûz-ı rumûz
Fâtih-i erbâb-ı atâ cezbedir
Kayd-ı sıvâdan geçüren sâliki
Râbıta-i ehl-i fenâ cezbedir
Cümle ibâdâta müvâzî olan
Mûsıla-i bâb-ı rızâ cezbedir
Hâtıralar nakşını dilden silen
Rûha cilâ kalbe safâ cezbedir
/19/ Ulemâ-yı sûfîyye, esnâ-yı zikirde bu hâli makbûl addetmezler. Anâsır
sıkıntısı addederler. Sâlik-i mübtedîde zuhûr eder bir hâldir. Mürşid-i kâmilin
en mühim hizmetlerinden biri, sâliki bu vartadan geçirmektir. Makâm-ı cezbede
kalan mürşid olamaz.
Zikr-i cehrî ve zikr-i hafînin her ikisi hakkında âyet ve
hadîs bulunmakla, efdaliyyetinde ihtilâf olunmuştur. Ba'zıları, “Amel-i
kesîr i’tibâriyle zikr-i cehrî efdal, ba'zıları riyâdan masûniyyeti cihetiyle zikr-i
hafî efdal.” demişler. Bir kısım ulemâ da, beynlerini cem’ ederek, “Mübtedîye
zikr-i cehrî te’sirde ziyâde olmakla efdal, müntehîye zikr-i hafî efdaldir.”
yolunda idâre-i kelâm etmişlerdir. Her iki zikir hakkındaki hadîs-i kudsîde (إذا ذكرني عبدي في نفسه ذكرته في نفسي وإذا ذكرني في ملائه
خير من ملائه) ya'nî, “Kulum beni kendi nefsinde yalnız zikr ederse, ben
de onu kendim zikr ederim. Eğer cemâat içinde zikr ederse, ben de onu, onun
cemâatinden hayırlı cemâat içinde zikr ederim.” buyrulmuştur ki, bunda
zikr-i cehrî ve hafî mertebelerine işâret olunmuştur.
Zikr-i hafî hakkındaki âyet-i kerîme, (وَاذْكُر
رَّبَّكَ فِي نَفْسِكَ تَضَرُّعاً وَخِيفَةً)[37] beyyine-i Kur’âniyyesidir.
(فَاذْكُرُواْ اللّهَ كَذِكْرِكُمْ
آبَاءكُمْ أَوْ أَشَدَّ ذِكْرًاً)[38] âyet-i kerîmesi de, zikr-i
cehrîye nâzırdır.
Hatm-i Hâcegân :
Herkes kemâl-i âdâb ve râbıta ile diz üstü oturup,
gözlerini kapar. Şeyh efendi, “Ervâh-ı akdes-i Hâcegân-ı âlî-şân-ı
Nakşıbendî-râ ve sırr-ı enbiyâ-râ ber-tarîk-ı niyâz, el-Fâtiha!” der. Yine
şeyh efendinin işâretiyle, yedi Fâtiha-i şerîfe, yüz salavât-ı şerîfe, yetmişdokuz
(Elem neşrah leke sûresi), 1001 İhlâs-ı şerîf, yüz salavât-ı şerîfe,
yedi Fâtiha-i şerîfe okumak lâzımdır. Buna “Hatm-i Hâcegân” derler.
Şeyh Abdullâh Salâhaddîn-i Uşşâkî hazretleri, İzhâr-ı
Esrâr-ı Nihân Ez-Envâr-ı Hatm-i Hâcegân nâm
eserinde, “Bâyezîd-i Bistâmî, Hâce Hasan-ı Harakânî, Hâce Yûsuf-ı Hemedânî,
Hâce Abdulhâlık-ı Gucdüvânî ve Hâce Bahâeddîn Şâh-ı Nakşıbend (kaddesa'llâhu
esrârahum) hazerâtı, ba'zı umûr ve hengâm-ı şedâidde suhûlet ve kahr-ı a’dâ ve
def-i belâ için bu tertîb ile kırâatine devâm eylediklerinden, onlara nisbet
olunup, “Hatm-i Hâcegân” denildi.” (buyurur.)
/20/ Anadolu’da, ale’l-husûs İstanbul’da, Nakşî tarîk-ı âlîsi sâlikânı, sâir
turuk müntesiblerinden ziyâdedir. Hele son zamânda Erbilî Es’ad Efendi
tarafından her tarafa sevk olunan hulefâsı delâletiyle müntesibînin mikdârı
mühim bir yekûne bâliğ olmuştur.
Hatm-i Hâcegân’ın medhi vâdîsinde bir zât-ı muhterem
şöyle söylemiştir.
İrer maksûduna ol kimse Hatm-i Hâcegân eyler
Cihânın câh u iclâlinde kesb-i izz ü sân eyler
Bu hatmi okumak kesret virir emvâl ü evlâda
Girif-dârı ider âzâd gamından şâdumân eyler
Bu hatmile bulur hâif selâmet şerr-i a’dâdan
Edâ-yı deyni ol medyûn olanlardan damân eyler
Şifâlar bahş idüp ashâb-ı emrâza virir sıhhat
Sülük erbâbına esrârını Hakk’ın ayân eyler
Bu hatmin feyz-i rûhâniyyetin ol kimse anlar kim
Tarîk-ı Nakşıbendî üzre Hatm-i Hâcegân eyler
Silsile-i Nakşıyye ekseriyyet i’tibâriyle Hz. Pîr’in
dâmâd ve halîfe-i muhteremeleri Hâce Alâeddîn-i Attâr hazretlerinden
yürümüştür. İmâm-ı Rabbâni’ye kadar olan zevât-ı kirâm ber-vech-i atîdir:
- Şeyh Muhammed el-Buhârî el ma’rûf bi-Alâeddîn-ı Attâr (Kuddise
sırruhû)
- Şeyh Ya’kûb el-Çerhî el-Hisârî (Kuddise sırruhû)
- Şeyh Hâce Nâsıruddîn Ubeydullâh b. Muhammed Şihâbeddîn-i
Ahrâr-ı Nakşibendî (Kuddise sırruhû)
- Mevlânâ Muhammed ez-Zâhid-i Bedâhşî (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
- Mevlânâ Dervîş Muhammed (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- Mevlânâ Hâcegî es-Semerkandî (Kaddesa'llâhu sırrahû)
- Mevlânâ Ahmed el-Fârûkî es-Serhendî (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
Şuabât-ı Tarîk-ı
Nakşıbendî :
Ahrâriyye, Nâciye, Kâşâniyye, Müceddidiyye, Murâdiyye,
Mazhariyye, Melâmiyye-i Nûriyye, Câmiiyye, Sa’diyye, Reşîdiyye, Hâlidiyye.
ALÂEDDÎN-İ ATTÂR
Tercüme-i hâlinden bâlâda kısmen bahs olunmuş idi. Onu
mütemmim olarak yazıyorum. Müşârünileyh, 802 sene-i hicriyyesi Receb-i
şerîfinin ikinci (28 Şubat 1400) Pazartesi günü irtihâl-i dâr-ı naîm
eylemiştir. Demek ki, Hz. Pîr’den sonra 11 sene 3 ay kadar daha muammer
olmuşlardır.
Vedîa-i rahmet-i ilâhiyye oldukları gece, mürîdânından
bir dervîş Hz. Hâce’yi rü'yâsında görüp, “Hakkımızda ibzâl buyrulan ikrâmât
u in’âmât-ı ilâhiyye tahrîr ve takrîrden bîrûndur. Hattâ kabrimin kırk fersah
murabbaındaki mesâfede medfûn bulunanların benim şefâatimle afv ve mağfiret
buyrulacağı va’d buyurulmuştur.” dediğini nakleder. Kabr-i şerîfleri,
Cefanyan’da ziyâret-gâh-ı enâmdır.
/21/عجب تاريخ وصلش جلوه كر شد
زنور دين علاء الدين عطار [39]
beyti
târîhini gösterir.
YA’KÛB-I ÇERHÎ
Alâeddîn-i Attâr’ın ecell-i hulefâsından olup câ-nişîni
bir zât-ı âlî-kadrdir. Hz. Şâh-ı Nakşıbend’in şeref-i sohbetine erişmiştir.
Allâme-i dehr ve ferîd-i asr idi. Gazne muzâfâtından Çerh kasabasındandır.
Bidâyeten Mısır’da tahsîl-i ulûm edip, cezbe-i Rahmânî zuhûr etmekle Hz. Şâh-ı
Nakşıbend efendimizin bulunduğu mahalle kadar şedd-i rahl eyler. Esnâ-yı râhda
bir meczûb fakîre rast gelip, “Ey Ya’kûb! Çabuk çabuk adım at ki, senin makbûller
zümresinden olacak zamânın gelmiştir.” diye yer yüzüne bir çizgi çizer.
Hâce Ya’kûb, aceleten Buhârâ’ya vâsıl oldukta, Mushaf-ı şerîfi açar, ilk satırında,
(أُوْلَـئِكَ
الَّذِينَ هَدَى اللّهُ فَبِهُدَاهُمُ اقْتَدِهْ)[40] âyet-i celîlesine tesâdüf eder.
Bu işâret-i garîbeden kendisine kanâat gelmiş, Hz. Şâh-ı Nakşıbend’in huzûr-ı
irfânına varıp inâbet ârzûsunda bulunduklarını söylemiştir. Hz. Pîr efendimiz
de, zikr-i şerîfi telkîn ile Hâce Attâr’a teslîm buyurdular.
İrtihâlleri 851/(144/) senesidir. Helganû nâm karyede
defîn-i hâk-i ıtırnâkdır. Manzûme-i târîhiyyesi şudur:
وصل او كامل ملك
سيرت بخوان
هم بدان يعقوب
محجوب خدا[41]
HÂCE NÂSIRUDDÎN-İ
UBEYDULLÂH
Ya’kûb-ı Çerhî’nin ekâbir-i hulefâsından ve eâzım-ı
evliyâu'llâhdandır. Vâlide-i mükerremeleri cihetinden onyedi vâsıta ile
silsile-i nesebi Hz. Ömer (radıya'llâhu anh) efendimize müntehî olur.
“Ahrâr” lakabıyla meşhûrdur. Menâkıb-ı aliyyeleri zînet-sâz-ı sahîfe-i
i’tibârdır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
806 sene-i hicriyyesi Ramazânı hilâlinde (13 Mart 1404),
Bâğistan nâm karyede kadem-nihâde-i âlem-i şuhûd oldular. Yirmiiki yaşında
Semerkand’a azîmet ile, iki sene tahsîl-i ilm eylediler. Evliyâu’llâhdan Seyyid
Kâsım-ı Envâr hazretlerinin şeref-i sohbetlerine mazhar oldular. Daha pek çok
zevât-ı kirâm ile mülâkâtı vardır.
Vâkıât’ta mütâlaa-güzâr-ı
fakîrânem olmuş idi. Müşârünileyhin binden ziyâde çiftliği varmış. Her
çiftlikte lâ-yuad mâl mevcûd imiş. Fakat hazret bunlara kalben alâka-dâr
olmamıştır.
895 senesi Rebîu'l-evvel’inin yirmidokuzuncu Cuma (14
Şubat 1490) günü âlem-i dünyâdan güzer ettiler. Sinn-i şerîfleri seksendokuza
erişmiş idi.
Dîvân-ı Alî Şerhi’nde okumuştum: (Sahîfe 144) Müşârünileyh(in),
evâhır-ı ömrlerinde kemâl-i herem ü şeyhûhat ve ifrât-ı fütûriyyetleri ve
mehâfetleri hasebiyle, ekser eyyâmda mürîdân-ı kâmilânı ayaklarını oğarlardı.
İttifâken bir mürîd bir hizmete der-kâr iken, bir emr-i zarûrî lâzım gelip,
yerine bir sâhib-i cemâl oğlu eczâ-yı meclisten bulunmakla, hıdmet-i şeyhi ona
ihâle ve teşerrüfüyle kesb-i kemâle tergîb eder. Civânın keffi, pâ-yı hâceyi
mess edicek, derhâl ayağını çekip, hıdmet-i civândan ibâ ve tâlibân ve sâlikâna
sebebi takrîr ve inhâ buyurmuşlar ki, onun harâret-i destinden, hiss-i nefs
vâkî’ oldu. “Bu sinn ü sâl ve mücâhedât-ı bâl ve riyâzet-i hâl ile, bende bu
hâl vâki’ olursa, sizlerdeki hâli düşününüz.” diye cümleyi dâire-i cihâd ve
intibâha da’vet buyurdu. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
/22 / HÂCE MUHAMMED ez-ZÂHİD
Asrının ekâbir-i ulemâsından ve meşâhîr-i urefâsından
idi. Hâce Ubeydullâh’ın ilk halîfesidir. Tercüme-i hâl ve kerâmât-ı bâhiresi Hadarâtu’l-Kuds
nâm eserde muharrerdir. Târîh-i irtihâlleri 936/(1530) olup Rahşî nâm kasabada
medfûndur. "Rakım kon Şeyh Zâhid irtihâleş" (رقم كن شيخ زاهد ارتحالش)[42] irtihâlini müş’irdir.
HÂCE DERVÎŞ
MUHAMMED
Mevlânâ Muhammed ez-Zâhid’den feyz almış kibâr-ı
evliyâu’llâhdandır. Hz. Hızır (aleyhi's-selâm) ile görüşmüş olduğuna
dâir menkûlât vardır. 970/(1563)’te Püster muzâfâtından Dasfirâr nâm mevzî’de
defîn-i hâk-i ıtır-nâktır.
Târîhi :
نه سرور مست عشق
آمد وصالش
ديارا عاشق رهبر محمد[43]
HÂCEGÎ
es-SEMERKANDÎ
Emkinekî sûretinde de muharrerdir Müşârünileyhin oğludur.
Zâhir ve bâtını ma’mûrdur. 918/(1512)’de tevellüd edip, Semerkand muzâfâtından
Emkinek kasabasında sâkin olurlardı. 1008/(1599)’de doksan yaşında irtihâl-i ravza-i
dârus’s-selâm ederek Emkinek karyesinde defîn-i hâk-i mağfirettir. (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
Târîhi:
چو شد خواجكى باوج بهشت
جلوه كر كشت چون مه انور
هست شيخ زمان وصال
او
هم بخوان خواجهء
يقين اكبر[44]
HÂCE MUHAMMED-İ
BÂKÎ
Vaktinin muktedâsı, zamânının fahru’l-urefâsı idi. Zâhir
ve bâtını ma’mûr erlerdendir. Hâce Ubeydullâh-ı Ahrâr’ın rûhâniyyetinden fevâid
ve füyûzât-ı kesîre iktisâb eylemiştir. Semerkand’da tahsîlden sonra, Hâce
Emkinekî hazretlerinden ulûm-ı bâtına öğrenmiştir. İbâdât ve tâatda pek ileri
gitmiştir. 1013 şehr-i Cemâziye’l-âhirinin yirmialtıncı (19 Kâsım1604) Pazar
günü kırk yaşında irtihâl-ı dâr-ı naîm eylemiştir. Dehli’de medfûndur.
Târîhi:
چو باقى راهى ملك بقا شد
باهل دهر كفت هذا
فراقى
ندا آمد ز هاتف
وقت ترحيل
بجاى ملك باقى رفت
باقى[45]
AHMED el-FÂRÛKÎ
(Mevlânâ Ahmed el-Fârûkî es-Serhendî Müceddid-i elf-i
sânî İmâm Rabbânî)
Efdal-i ulemâ-yı râsihîn, gavsu’l-vâsılîn, mazhar-ı
havârık u kerâmât, câmi’-i derecât-ı bî-gâyât, İmâm-ı tarîkat ve muktedâ-yı
ehl-i hakîkattir. Neseb-i şerîfleri yirmisekiz vâsıta ile Hz. Ömer el-Fârûk
efendimize müntehîdir:
/23/ İmâm Rabbânî Ahmed Fârûkî-i Serhendî b. Şeyh Abdulehad b. Şeyh
Zeynelâbidîn b. Şeyh Abdulhayy b. Şeyh Habîbullâh b. Şeyh İmâm Refîuddîn b.
Şeyh Nasîruddîn b. Şeyh Süleymân b. Şeyh Yûsuf b. Şeyh Abdullâh b. Şeyh İshâk
b. Şeyh Abdullâh b. Şeyh Şuayb b. Şeyh Ahmed b. Şeyh Yûsuf b. Şeyh Şihâbeddîn
b. Şeyh Nasîruddîn b. Şeyh Mahmûd b. Şeyh Süleymân b. Şeyh Mes’ûd b. Şeyh Abdullâh
vâiz-i asğar b. Şeyh Abdullâh vâiz-i ekber b. Şeyh Ebu’l-Feth b. Şeyh İshâk b.
Şeyh İbrâhîm b. Seyyid Nâsır b. Sâhib-i Rasûli'llâh Hz. Abdullâh b.
Emîru’l-mü’minîn Hz. Ömer el-Fârûk. (Radıya'llâhu anhüm ve emeddenâ bi-imdâdihim
ve min-nefehâtihim)
971 şehr-i Muharreminin onunda (30 Ağustos1563),
Serhend’de gehvâre-i zîb-i âlem-i şuhûd olmuşlardır. Hîn-i murâkabede iltifât-ı
âli’l-âl cenâb-ı peygamberîye nâil olmuş ekâbir-i evliyâu’llâhdandır.
İmâm Rabbânî’nin Mektûbât’ı vardır ve pek meşhûrdur.
Fârisiyyü’l-ibâredir. Bunları Müstakîmzâde Süleymân Sa'deddîn Efendi hazretleri
tercüme eylemiş idi. Devr-i ahîrde tab’ u neşr olunmuştur.
Müşârunileyh Hz. Şeyhu’l-Ekber’in vahdet-i vücûd mes'elesinde
buna muârız gibi göründükleri mervî ise de, erbâb-ı irfândan ba'zıları vahdet-i
vücûdu vahdet-i mevcûd sûretinde anlayan kâsır-nazar anı halâs etmek
nazariyyesine tebean öyle göründüklerini, yoksa Hz. Şeyh-i Ekber gibi âlî-nazar
bir sultân-ı ma’rifetin meslek-i ârifânesine mugâyir mesleği, Hz. İmâm’ın da
tervîc-kâr olmadığını serdeylemişlerdir.
Müşârunileyhin Kâdiriyye, Sâbiriyye-i Çeştiyye,
Sühreverdiyye, Kübreviyye ve Nakşiyye tarîklarına intisâbı vardır. Her birinin
silsilesi ber-vech-i âtîdir:
Şerece-i Kâdiriyye:
Kutbu’l-aktâb Hz. Pîr Abdülkâdir-i Geylânî (kuddise
sırruhû), Şeyh Seyyid Abdurrezzâk, Şeyh Seyyid Şerefeddîn, Şeyh Seyyid Bahâeddîn,
Şeyh Seyyid Abdülvehhâb, Şeyh Seyyid Ukayl, Şeyh Seyyid Şemseddîn-i Sahrâî,
Şeyh el-Mü’min, Şeyh Rahmân, Şeyh Ebu’l-Hasan, Şeyh Gedâ-yı Rahmân, Şeyh Şâh Fudayl,
Şeyh Gedâ-yı Rahmân, Şeyh Şâh Kemâl Ketbelî, Şeyh Şâh İskender-i Künhelî ve
Şeyhu’l-Meşâyıh İmâm Rabbânî. (Kaddesa'llâhu esrârahüm)
Şecere-i Çeştiyye-i
Behiştiyye:
Hz. Alî (kerrema'llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh),
Hz. Hasan el-Basrî (radıya'llâhu anh), Şeyh Abdülvâhid b. Zeyd, Şeyh
Fudayl b. lyâz, Şeyh İbrâhîm-i Edhem, Şeyh Huzeyfe-i Mar’aşî, Şeyh Emînüddîn
Sîretü’l-Basrî Ebû Hubeyre, Şeyh Mimşâd Uluvv-ı Dîneverî, Şeyh Ebû İshâk-ı
Şâmî, Hz. Pîr Ebû Ahmed-i Çeştî, Şeyh Muhammed Muhterem-i Çeştî, Şeyh Yûsuf-ı
Çeştî, Şeyh Mevdûd-i Çeştî, Şeyh Hacı Şerîf-i Zindânî, Şeyh Osmân-ı Hârûnî, Hz.
Hace-i Hâcegân ve Hâce-i Muînüddîn Hasan Sencer-i Çeştî, Şeyh Kutbeddîn Necyâr
Kâkî-i Ûşî, Şeyh Ferîdüddîn-i Genceşkerî, Şeyh Mahdûm İlmî Sâbır, /24/ Şeyh Şemseddîn-i Türk, Şeyh Muhammed Celâleddîn, Şeyh Abdülhak
Tûte, Şeyh Muhammed Ârif Abdülhak, Şeyh Muhammed Abdülhak, Şeyh Abdülkuddûs-i
Gühengî, Şeyh Zeyneddîn, Şeyh Abdülehad, Şeyh bedrü’l-mille ve’d-dîn İmâm
Rabbânî. (Kaddesa'llâhu esrârahüm)
İmâm Rabbânî’nin tercüme-i hâline devâm sırasında
şecere-i Çeştiyye’den ba'zı zevât hakkında ma’lûmât i’tâsı münâsip görüldü :
ŞEYH
FUDAYL b. IYÂZ HAZRETLERİ
İsmi Ebû Alî, künyesi el-Müteyemmî et-Tâlekânî
el-Gandînî’dir. Kibâr-ı evliyâdan ve eâzım-ı sûfîyyedendir. Hindistan’da Ebyurd
muzâfâtından Fendin karyesinde doğmuş ve Ebyurd’dan neş’et edip, ba'dehû
Kûfe’ye gelmiş ve zühd ü takvâ ve irşâd ve mev’ıze ile iştigâl edip ba'dehû
Mekke-i Mükerreme’ye azîmetle bakıyye-i ömrünü orada geçirmiş ve 187/(803)
senesinde irtihâl eylemiştir. Hârûn er-Reşîd ile mâ-cerâları ve birçok
kelimât-ı ârifânesiyle mev’ızaları vardır. Bişr-i Hafî ve Seriyyü’s-Sakatî
hazarâtı müşârunileyhin mazhar-ı feyzi olanlardandır.
ŞEYH İBRÂHÎM-İ
EDHEM
Künyesi Ebû İshâk; mevlidi Belh; târîh-i irtihâlî 166/(783)’dır.
Belh ebnâ-yı mülûkünden olduğu hâlde, terk-i saltanatla zümre-i evliyâ-yı
kirâma dâhil olmuş büyük bir zâttır. Avda tavşan kovalarken ve gâyet mükellef
bir yatak içinde zümre-i sâlihîne iltihâkın tarîkını düşünürken, hidâyet-i
ilâhiyye erişip irşâd buyrulduğundan, hemen iyâl ü menâlini terk ederek râh-ı
Hakk’a sülûk eyledi. Bir müddet Belh dağlarında inzivâ ve dokuz sene Nîşâbûr’da
bir mağarada ibâdetle tahsîl-i rızâ eyledikten sonra, Mekke-i Mükerreme’ye
gelmiş, İmâm Bâkır ve emsâli zevât ile görüşmüştür.
Bir aralık tedârîk-i tîb için Şam’da bağ bekçiliği
ettikleri mervîdir. En sonra Lazkiye’de vefât edip, “Cebele-i Edhemî” denilen mahalle
defn olunduğu menkûldür. Hâlbuki, muharrir-i fakîr, Kuds-i şerîfde sûret-i
mahsûsada bir türbe-i münîfelerini gördüm ve burada medfûn olduklarını
öğrendim. Ziyâret eylemiştim. İhtimâl ki, Kudüs’de bulundukları zamân burada
ikâmetlerinden kinâyeten makâm ittihâz olunmuştur. Fudayl b. İyâz’ın mazhar-ı
feyzi olmuş idi.
Târîh-i irtihâli 166 sene-i hicriyyesidir (783). Belh’de
rahm-ı mâderde bıraktığı evlâdı büyüyüp pederini görmek ârzûsuyla vâlidesi ve
birçok hadem ü haşemiyle Mekke-i Mükerreme’ye gelmiş idi. Baba-oğul birbirini
görmedikleri hâlde, Hz. İbrâhîm (Edhem), esnâ-ı tavâfda çocuğunu tanıyıp
mürîdlerine, "Allâhu a’lem, bu çocuk benim oğlum olsa gerektir. Zîrâ,
gönlüm pek ziyâde meyl etti." (buyurdu). /25/ Mürîdler gelip
çocuğunu getirdiler; çocuk babasını gördüğü gibi, fevka'l-âde bir meserretle
ayaklarını takbîl eyledikten sonra, yanına oturdu. Artık öksüzlüğe tahammül
edemeyerek vâlidesiyle berâber geldiğini ve birlikte avdet ricâsında olduğunu,
kemâl-i sûz ü güdâz ile pederine ma’rûzâtta bulundu.
Azizim! Şu noktada, İbrâhîm-i Edhem hazretlerinin
mevkiini düşününüz. Bir tarafında muhabbet-i ilâhiyye, bir tarafında evlâd ve
saltanat muhabbeti olduğu hâlde, terk-i saltanat etmesinde âmil ve müessir olan
Allâh muhabbeti daha yüksek olarak, bi’t-takdîr evlâdına me’mûlü gibi rû-yı iltifât
göstermedi. İbrâhîm-i Edhem, ellerini kaldırdı, kemâl-i hüzn ile dergâh-ı azamete
yüz tuttu: “Ey Hâlık-ı ins ü cânn! Hâlim sana ayândır. Bu çocuk kalbimde yer
tutacak olursa âkibetim hüsrândır. Senden ümîdim lutf u ihsândır.” diye duâ
etmesini müteâkib mahdûmu rahmet-i Rahmân’a kavuştu.
Dîğer bir rivâyete göre, İbrâhîm-i Edhem hazretleri
Belh’de dünyâya gelmeyip, vâlidesi edâ-yı hac için Mekke-i Mükerreme’ye geldiği
vakit dünyâya getirmiş ve esnâ-yı tavâfda, “Yâ Rab! Bu çocuğu zümre-i
sâlihîne ilhâk eyle.” diye duâ buyurmuş ve duâsı kabûl olmuştur.
Âşık Yûnus, bir ilâhîsinde müşârünileyhi kasd edip der
ki:
“Gönül hayrân olupdur aşk elinden
Ciğer püryân
olupdur aşk elinden
Niceler tâc ü
tahtı mâl ü mülkü terk
İdüp üryân olupdur
aşk elinden”
İbrâhîm-i Edhem hazretleri fakrı ihtiyâr ile, halkın iltifâtından
ve kendisine ettikleri ta’zîm ve tekrîmden nefsime gurûr gelmesin diye kaçarlar
imiş. Hattâ Basra’da ikâmetleri sırasında, pek ziyâde mücâhede ve riyâzet
ettikleri cihetle, Basra halkı, başına cem’ olup, iltifâta başladılar. Müşârünileyh
bir gece Kâ’be’ye giden bir kâfileye katılıp hacca revân oldu. Ehl-i Mekke,
evsâf-ı hamîdesini işittikleri cihetle, gâibâne taaşşuk etmişlerdi. Kâfile halkı
müşârünileyhi tanımadılar. Zîrâ fenâda idi. Kervân, Kâ’be’ye bir konak
kaldıkta, ehl-i kervânın bir kısmı, evvelce Kâ’be’ye revân oldular. Ehl-i
Kâ’be, onların nereden geldiğini öğrendiklerinde, İbrâhîm-i Edhem
hazretlerinden suâl etmişler, ma'lûmâtları olmadığını, fakat kervânda o isimde
bir dervîş olduğunu söylediklerinden, ehl-i Mekke istikbâline çıkmışlardır. Müşârünileyh,
kervânın önünde giderler imiş. Bi’t-tesâdüf sormuşlar ki, “İbrâhîm-i Edhem’i
bilir misin? Biz onun istikbâline çıktık.” demeleriyle, nefsi hazzedip
istedi ki, “Benim.” diye cevâb vere. Derhal hazz-ı nefsinden ve
iltifât-ı halkdan /26/ ictinâb
için onlara hitâb ile, “Hâlinize hayret ediyorum. O adam bir mülhiddir.
Ondan ne umarsınız? Bu kadar halk istikbâline çıkmışsınız. İhtiyâr eylediğiniz
zahmete değmez.” demiş idi.
Müstakbilîn ise,”Sen öyle bir sâhib-i velâyete
mülhiddir diye isnâdâtta bulunursun. Seni münâsebetsiz herîf!” diyerek,
sopa ile döğmüşlerdir. Döğdükleri adamın İbrâhîm-i Edhem olduğunun farkında
değillerdi. Hz. İbrâhîm-i Edhem, bu dakîkada nefsine hitâben, “Ey nefs-i
leîm! Sana halkın ikrâm ve i’zâzindân ziyâde böyle dayak atması evlâdır.”
buyurmuşlardır. Mekke-i Mükerreme’de kimseye kendisini tanıttırmamıştır. (Minhâcü’l-Fukarâ’dan)
Şuabât-ı Çeştiyye :
Sâbiriyye, Nizâmiyye ve Kudsiyye-i Haseniyye nâmıyla üç şu'beye
ayrılır.
Nizâmiyye şu'besi de, Tabîbiyye ve Nasîriyye nâmıyla iki
kola inkısâm eder.
Bu şuabât tamâmen Hindistan’da münteşirdir. Sâbiriyye-i
Çeştiyye’yi son zamânlarda temsîl eden eş-Şeyh Hâfız İmdâdullâh Efendi
hazretleri idi. Tercüme-i hâlleri âtîde gelecektir. I. cildde Muhammed Es’ad
el-Mevlevî hazretlerinin tercüme-i hâli sırasında (s. 330) ism-i mübârekleri
geçmişti. (Kaddesa'llâhu esrârahüm)
Şecere-i
Sühreverdiyye:
Hz. Pîr İmâmü’t-tarîka Şeyh Şihâbeddîn-i Sühreverdî, Şeyh
Bahâeddîn Zekeriyyâ-yı Mültanî, Şeyh Sadreddîn Muhammed, Şeyh Rükneddîn
Ebu’l-Feth-i Tebrîzî, Şeyh Seyyid Celâleddîn-i Buhârî, Şeyh Seyyid Ahmed-i
Ciyûnpûrî, Şeyh Berhen-i Behrâyicî, Şeyh Ahmed-i Dâvârî, Şeyh Dervîş Muhammed,
Şeyh Abdülkuddûs-i Kenkûhî, Şeyh Rükneddîn-i Kenkûhî, Şeyh Abdülehad, Şeyh İmâm
Rabbânî. (Kaddesa'llâhu esrârahüm)
Şecere-i Kübreviyye :
Hz. Pîr Necmeddîn-i Kübrâ, Şeyh Baba Kemâl-i Hucendî,
Şeyh Ahmed, Şeyh Ebü’l-Atâyâ, Şeyh Şemseddîn b. Muhammed, Şeyh Hamîdüddîn-i
Semerkandî, Şeyh Ecmel-i Ciyûnpûrî, Şeyh Berhen-i Behrâyicî, Şeyh Dervîş
Ahmed-i Edrehî, Şeyh Abdülkuddûs, Şeyh Rükneddîn, Şeyh Abdülehad, Şeyh bedrü’l-mille
İmâm Rabbânî. (Kaddesa'llâhu esrârahüm)
İmâm
Rabbânî’nin Âsârı :
1. Mektûbât-ı Kudsiyye.
2. Risâle-i Tehlîliyye.
3. Risâle-i İsbâti’n-Nübüvve.
4. Risâle-i Mebde’ ve’l-Meâd
/27/ ve’l-Mükâşefetü’l-Gaybiyye.
5. Âdâbü’l-Mürîdîn.
6. er-Risâletü’l-Medeniyye
fi’r-Reddi alâ Şîa.
7. Ta’lîkât alâ Avârifi’l-Maârif.
8. Şerhu Rubâiyyât li-Abdülbâkî.
Birkaç cildden mürekkeb Fârisiyyü’l-ibâre Mektûbât’ını
Müstakîm-zâde, iki cild olarak Türkçe’ye tercüme etmiştir. Matbû'dur. Mektûbât-ı
Ahmediyye nâmındadır.[46]
İmâm Rabbânî’nin Evlâd-ı Kirâmı :
Hâce Muhammed Sâdık, Hâzinü’r-Rahme Şeyh Ahmed Saîd,
Urvetü’l-Vüskâ, Şeyh Muhammed Ma’sûm, Muhammed Eşref, Muhammed Ferah, Muhammed
İsâ, Muhammed Yahyâ.
Şeyh Ahmed Saîd, peder-i mükerremine halef olmuştur.
İmâm-Rabbânî 1034 senesi Saferu’l-hayr’ının ondördüncü
günü (26 Kâsım 1624), altmışüç yaşında
oldukları hâlde terk-i dünyâ-yı nâ-pâyidâr ve azm-i gül-şen-sarây-ı
dârü’l-karâr eylemiştir.
Târîhi :
الإمام الربانى
لما توفى
حياء تاريخه رفيع
المراتب[47]
MEVLÂNÂ MUHAMMED
el-MA’SÛM
Silsile-i Nakşıbendî’ye zînet veren meşâyihdandır. İmâm
Rabbânî evlâdındandır. Vaktinin kutbu, zamânının mürşidi idi. 1009/(1600)’da
dünyâya gelmiş ve pederlerinden feyz almıştır. Âleme şöhret vermiş idi.
Mürîdânının adedinin yüzbini mütecâviz olduğu mervîdir. 1079/(1668)’da yetmiş
yaşında Serhend’de irtihâl eylemiştir. Kabr-i münîfleri ziyâret-gâh-ı enâmdır. (Kaddesa'llâhu
sırrahu)
مجدد نقشبند نقش
يزدان
شه معصوم عالى
رتبه مخدوم
جو توليدش ز هاتف
هست سرور
ز دل شد يار حق
مخدوم معلوم[48]
MEVLÂNÂ SEYFEDDÎN
Mahdûm-ı İmâm Rabbânî’dir. Ulûm-ı zâhire vü bâtınayı câmi’
ve kemâlât-ı sûriyye vü ma’neviyyeyi hâvî zühd ü takvâ ile muttasıf, “Muhyi’s-sünne” lakabıyla mulakkab idiler. 1098/(1687) senesinde târik-i âlem-i
nâsût ve vâsıl-ı ile’l-hayyı’llezî lâ-yemût oldular.
Târîh :
رقم كن : باصفا شمشير دينى[49]
MEVLÂNÂ SEYYİD
MUHAMMED NÛRU’L-BEDVÂNÎ
Allâme-i yegâne, kutb-ı zamâne idi. Hz. Seyfeddîn’den
feyz aldı. Pek büyük zevât-ı kirâm ile görüşerek, istiğrâk ve cezbeleri ziyâde
idi. 1135’de şehr-i Zi'l-ka’desinin onbirinci (13 Ağustos 1723) günü irtihâl-i
dâri’s-selâm eyledi.
Târîh :
عجب سال وصالش
جلوه كر شد
ز مخدوم زمن
نور محمد[50]
/28/ MEVLÂNÂ ŞEMSEDDÎN HABÎBULLAH b.
MİRZÂ CÂN-I CÂNÂN
Sâdât-ı ızâm-ı Aleviyye’den ve Muhammed-i Bedvânî’nin
ekâbir-i hulefâsındandır. Neseb-i şerîfleri yirmisekiz vâsıta ile Hz. Alî
efendimize müntehîdir. Emîr Abdüssübhân müşârünileyhin cedd-i emcedleri olup,
târikat-ı aliyye-i Çeştiyye’ye /28/ müntesib bir merd-i kâmil idi. Şeyh Şemseddîn,
1111/(1699)’de doğmuş, 16 yaşında iken pederleri Mirzâ Cânân, vâsıl-ı rahmet-i
Rahmân olmuştur. 1190 senesi Muharreminin dokuzuncu (1 Mart 1776) yevm-i Cuma
iki ellerini kaldırıp Fâtiha okuyarak hitâm-ı kırâatında Lafza-i Celâl’i zikr
eyleyerek teslîm-i rûh etmiştir.
MEVLÂNÂ ABDULLÂH-I
DEHLEVÎ
"Gulâm Aliyy-i Dehlevî" diye meşhûrdur.
Müceddidlerdendir. Sâdâttan ve Mirzâ Cânân’ın hulefâsındandır. 1158/(1745)’de
Pencap civârında Bitala kasabasında gehvâre-zîb-i âlem-i şuhûd oldular. Eızze-i
kirâmdan iktibâs-ı füyûzât eylemiştir. Yirmiiki yaşında iken Mevlânâ Cân-ı
Cânân hazretlerinin halaka-i feyz-i enverlerine vâsıl ve tekmîl-i sülûk
eylemiştir. Kerâmât ve makâmât sâhibidir.
“Kutbu’l-aktâb”, “Gavsü’ş-şeyh ve’ş-şâb”, “Müceddid-i
mie-i sâlise-i aşer”, “Nâib-i hayri’l-beşer” ve “Mürevvic-i şerîat-ı Mustafâ” evsâfıyla
mevsûfdur. 1240 sene-i hicriyyesi Saferü’l-hayrının yirmiikinci (11 Ekim 1824)
günü işrâk vaktinde, sekseniki yaşında olduğu hâlde dâr-ı pür-melâlden kurb-ı
Mevlâ-yı Zü’l-Cemâl’e irtihâl etmiştir.
Târîh :
حضرت قطب الدهلوى رغب الحق مرحبه
فلهذا إذا رخو نوَر
الله مضجعه[51]
Hulefâsı :
Şeyh Ziyâeddîn Hâlid, Mevlevî Beşâretullâh-ı Behrâyicî ve
Şeyh Ebû Saîd ecell-i hulefâsındandır.
ŞEYH EBÛ SAÎD
Seccâde-nişîn-i reşâdet olan erlerdendir. İmâm Rabbânî
evlâdındandır. Zamânının ferîdi olmuş idi. Fârisiyyü’l-ibâre Hidâyetü’t-Tâlibîn
nâm eseri Arapça ve Türkçeye tercüme (edilmiş ve) tab’ olunmuştur.
ŞEYH MUHAMMED HAKKI
EFENDİ
Abdullâh-ı Dehlevî’den feyz alan evliyâdandır.
1215/(1800)’de Mekke-i Mükerreme’de intikâl eylemiştir. Maskat-ı re’si
Nazilli’dir.
Hazînetü’l-Esrâr ve
Celîletü’l-Ezkâr, Masrau’l-Halâyık, Sünûhât-ı Mekkiyye, Tıbbu’l-Kur’ân ve Hubbu’r-Rahmân, Tefhîmü’l-İhvân fî Tecvîdi’l-Kur’ân ve Ahkâmü’l-Mezâhib fî Atvâri’l-Lihâ ve’ş-Şevârib nâmlarında Arapça eserler yazmış
ve tab’ olunmuştur. Zâhir ve bâtını ma’mûr ricâlu’llâhdandır. (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
ŞEYH MUHAMMED
MA’SÛM ed-DEHLEVÎ
İbnü'ş-şeyh Ahmed Reşîd Efendi (ve) İmâm Rabbânî
hazretlerinin ahfâdındandır. Bir asra karîb bir zamândan beri Medîne-i
Münevvere’de mutavattın ve tarîkat-ı aliyye-i Nakşıbendiyye’nin Müceddidiyye
meşâyıhından idi. Mekke-i Mükerreme’de 1341/(1923) senesinde irtihâl
eylemiştir.
/29/ Âlim ve fâzıl bir şeyh-i kâmil idi. Hindî, Arabî ve Fârisî lisânlarıyla
yazılmış matbû' ve gayr-i matbû' birçok âsâr ve müellefâtı ve Medîne-i
Münevvere’de, İstanbul’da, Buhârâ’da ve hâssaten Hindistan’da milyonlara varan
mürîdân ve mensûbânı vardı. (Rahmetu'llâhi aleyhi rahmeten vâsıa)
İfâde
Mevlânâ Hâlid Ziyâeddîn’den yürüyen silsile zamânen
kesb-i ehemmiyyet etmiştir. Bunu bahsimizin sonuna bırakarak dîğer kollardan
gelen ehl-i silsilenin tercüme-i hâllerinin beyânına şurû’ olundu.
ŞEYH ABDULLÂH-I
İLÂHÎ es-SİMÂVÎ
Fâtih Sultân Mehmed Hân’ın İstanbul’u fethini müteâkib
gelen ilk Nakşıbendî şeyhidir. Kendileri an-asıl Hudâvendigâr vilâyeti dâhilinde
Simav kasabasına yakın Tekellüf karyesinden neş’et eylemiştir. Kibâr-ı
meşâyıhdan ve keşf u kerâmet ashâbındandır.
Simav’da tahsîl-i ibtidâîde bulunarak, Dersaâdet’te
Zeyrek Medresesi’nde bulunmuş - ki bu medrese el-yevm tekke hâline kalb olunmuş
idi ve ba’dehû li-ecli’s-seyâha İran’a gidip Aliyy-i Tûsî hazretlerine mülâkî
olmuştur. Bir müddet Kirmân’da müşârünileyhin dersine devâm eyleyerek terk-i
dünyâ hevesine düşmekle, kitaplarını toplayıp yakmak veyâ suya atmak
tereddüdünde iken, bir fakîr görmekle, satmak üzere ona bahşedip, oradan mürşid
taharrîsi zımnında Semerkand’a kadar gitmiştir. Burada Hâce Ubeydullâh-ı Ahrâr
(s. 21) hazretlerinin sohbet-i aliyyelerine mazhar oldu. İkmâl-i sülûkdan sonra
Buhârâ’da Hz. Pîr Şâh-ı Nakşıbend efendimizin türbe-i münîfesinde mu’tekif olup
Hz. Pîr’in rûhâniyyetleriyle feyz-yâb olduktan sonra Hâce Ubeydullâh’ın işâretiyle
vatan-ı aslîsine avdet ve Hz. Abdurrahmân-ı Câmî ile musâhabet etti. Bir müddet
sonra İstanbul’a gelip pek çok cânları uyandırarak ve hattâ Emîr Buhârî
hazretlerini yerlerine makâm-ı irşâda ik'âd ile kendisi Evrenos-zâde Ahmed
Bey’in teşvîkiyle Yenice-i Vardar’a azîmet buyurdu. Orada tâlib-i Hak olanları
irşâda himmet etmekte iken 893/(1488)’te; bir rivâyette, "rahmet-i birr-i
ilâhî" (رحمت بر الهى) terkîbinin nâtık olduğu vechile
896/(1491)’da irtihâl-i dâr-ı bakâ eyledi.
Kemâl-nâme-i İsmâîl
Hakkî nâm eser-i
âcizânemin 23. sahîfe ilâvesinde ve Sefîne-i
Evliyâ’nın cild-i sâlisinde 31. sahîfe ilâvesinde
şerh vardır.
İstanbul’dan mufârakatinin, halkın kesretle hücûmundan
münbais olduğunu, İsmâîl Hakkı merhûm Silsile-nâme’sinde Zâkir-zâde
bahsinde yazar.
Türbesi ziyâret-gâh idi. Şimdi oralarının ehl-i İslâm’dan
tecrîd edilmiş olmasına nazaran, Yunanlılar’ın bu türbeyi hâk ile yeksân etmiş
olduklarına şüphe edilemez.
Târîh-i rihleti :
غريق رحمت حق شد از آن رو
شدش تاريخ رحمت
بر الهى[52]
Kümmel-i müşâyıhdan ve zümre-i berâzıhdandır. Âdâb-ı
sülûka müteallik Zâdü’l-Müştâkîn ve /30/
Necâtü’l-Ervâh (isimli) risâleleri
meşhûrdur. İstanbul’da 1261/(1845)’de tab’ olunmuş Risâle-i Molla İlâhî nâm eser müşârünileyhindir. Bu eserin, bâlâda
ismi geçen risâleden başka bir eser olup olmadığını tahkîk edemedim. Tab’
olunan eserde ismi yoktur. Mukaddimesini teberrüken ve aynen nakl ediyorum :
“Molla İlâhî ki, ulemânın fâiki, hukemânın hâzıkı idi. Maârif-i ilâhiyyede rif'at
hâsıl edip, takarrub mülküne yetişmişti. Merhûm Fâtih Sultân Mehmed Hân b. Gâzî
Murâd Hân asrında diyâr-ı Buhârâ’dan Rûm’a gelmiş idi.
Bârgâh-ı sultânîde be-gâyet makbûliyyet ve rağbet âsârı gösterilmiş idi. İstanbul’da
engüşt-nümâ-yı zamâne olmuş idi. Şöyle ki; onun tezkîrine cem’ olan âşıkân,
ârifân ve sâdıkân, meclislerine sığmaz oldu. Ayasofya Câmii, mev’ızesini
dinleyici halk ile doldu. 874 sene-i hicriyyesinde (1469) Sultân Mehmed
devrinde Ayasofya Câmii’nde minbere çıkıp va’z ederdi. Meclisinde erbâb-ı
basîret ve ashâb-ı hakîkat ve ahbâb-ı tarîkat bulunurlardı. Bir def'asında, Sultân
Mehmed Hân ve vükelâsı hâzır olmuştu.”
İstitrâd: Müşârünileyh Simâvlı’dır. Buhârâ’ya gidip,
Rûm’a avdetinden kinâyeten, “Buhârâ’dan geldi.” denilmesi muhtemeldir.
Ahîren, Meslekü’t-Tâlibîn
isminde gayr-ı matbû' bir eseri elime geçti. Mütâlaasıyla şeref-yâb oldum. Gâyet
ârifâne yazılmış bir eser-i mübârektir. Azîm istifâdeler ettim. İlm-i vahdeti
pek âlimâne bir sûrette tasvîr ve tavzîh eylemiştir. Vahdet-i vücûd zevkına
bi-hakkın sâlik bir merd-i kerîm olduğu rû-nümâdır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Mertebesi hakîkaten yüksek ricâlu’llâhdandır. Lisân-ı
Fürs üzre söylenmiş eş’ârı vardır:
چار چيز است نا بكا ما نرا مراد اندر جهان
ترك مال وترك جاه
وترك راحت ترك جان[53]
* * *
چون تو تسليم رضاى حق شوى بى خويش باش
يفعل الله ما يشاء ويحكم الله ما يريد[54]
Rubâî:
كر كار تو نيكست
به تدبير تو نيست
در نيز بداست هم ز
تقصير تو نيست
تسليم و رضا بيشه
كن وشاد برى
كه نيك و بد جهان
به تدبير تو نيست[55]
Arabiyyü’l-ibâre Şerhu
alâ Vâridâti Kübrâ li’ş-Şeyh Bedreddîn-i Simâvî, Şerh alâ Miftâhi’l-Gayb
li’ş-Şeyh Sadreddîn-i Konevî, Esrâr-nâme, Meslekü’t-Tâlibîn,
Manzûme-i Mi’râciyye ve Faslü’l-Vusûl dahi cümle-i âsâr-ı
aliyyelerindendir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
İstanbul’da Unkapanı civârında Yeşil Tulumba’da “Şeyh İlâhî Sokağı” diye nâmına nisbetle bir sokak vardır.
Burada bir hânede oturmuş olmaları melhûzdur. Bir de Zeyrek’de Kilise Câmii
ittisâlindeki zâviyede, gerek kendilerinin gerek halîfeleri Emir Buhârî
hazretlerinin ikâmet buyurdukları, orada pencere üstündeki kitâbeden
müstebândır.
/31/ SEYYİD AHMED b. MUHAMMED BUHÂRÎ-İ HÜSEYNÎ
Sâdât-ı kirâmdan ve meşâyıh-ı Nakşıbendiyye’den büyük bir
zâttır. İsm-i âlîleri Ahmed’dir. An-asl Buhârâlı ve Hüseyniyyü’l-asldır.
859/(1445)’da dünyâyı teşrîf buyurdular. Bidâyeten Hâce Ubeydullâh-ı Ahrâr
hazretlerine mülâkî olmuşlardır. Şakâyık’ın beyânına göre, Hâce
Ubeydullâh’a karîn olup onun emriyle Şeyh Abdullâh-ı İlâhî’ye intisâb
eylemiştir. Hâce Ubeydullâh, Emîr Buhârî’ye fevka'l-âde ta’zîm ederler imiş.
Emîr Buhârî ise, bu hâlden fevka'l-âde sıkılır imiş. Bir gün, bu hâlini ihsâs
edince Hâce Ubeydullâh, “Biz size nasıl ta’zîm etmeyelim ki, siz hem nesl-i
pâk-i Rasûl’densiniz, hem de Hâce Mahmûd-ı Fağnevî ahfâdındansınız.”
buyurmuşlardır.
Şeyh Abdullâh-ı İlâhî’ye mülâkatları Buhârâ’dadır.
Abdullâh-ı İlâhî Buhârâ’dan Rûm’a avdet buyuracağı zamân, Ahmed-i Buhârî, evlâd
u ıyâlini, mâl ü menâlini Buhârâ’da terkedip, şeyhiyle berâber hicret etmiştir.
Simav kasabasına gelmişler, birkaç sene berâber bulunmuşlar, burada Ahmed-i
Buhârî seyr ü sülûkunu ikmâl eylemiştir.
Şeyh İlâhî, Emîr Buhârî’yi gözü gibi severdi. Hattâ “Seyyid
Buhârî, bize altı sene yatsı abdestiyle sabâh namâzını kıldırdı.” diye
i’lân-ı mefharet ederdi. Emîr Buhârî, Kudüs tarîkıyla Haremeyn-i Muhteremeyn’i
ziyârete gitmişti. Şeyhinin irtihâli üzerine, İstanbul’da câ-nişîn oldular.
İstanbul’da ilk def'a olarak Nakşıbendî Dergâhı’nı te’sîs
ve inşâ eden Ahmed-i Buhârî hazretleridir. Eğrikapı dâhilinde, Ayvansaray
üstündeki mescid ve zevâyâyı inşâ eylemiştir. Burada irşâd-ı ibâd ile meşgûl
olmuştur. Hz. Fâtih, daha yakın bir mahalde bulunmalarını ârzû edip, hâlen
Fâtih civârında kâin mahalde bir dergâh te’sîsine şurû' edip, Mahdûmları Sultân
Bâyezîd-i Sânî ikmâle ve hücreler te’sîsine muvaffak olmuştur. Hz. Şeyh, buraya
nakl-i mekân eylediler. Her taraftan birçok tâlibler gelip, hıdemât-ı
şerîfesine râgıb oldular. Her gelenler, isti’dâdlarına göre feyz buldular.
Menâkıb-nâmelerinde mestûr olduğu üzre, Emîr Buhârî hazretlerinin
mülâzım-ı meclis-i âdâb u tarîkatları olan ahâlî ve eâlî ve mevâlîden birçok
sekene-i memleket, huzûr-ı şerîf ve dâire-i füyûzât-ı redîflerinde öyle bir
sûret-i ta’zîm-kârânede zânû-zede-i edeb ü terbiyet olurlardı ki, zât-ı
âlîlerini başlarına bir hümâ-yı saâdet konmuş farz ederek ve az bir hareket
etseler uçacak /32/ ve kendilerini şu dünyâ-değer ni’met ve saâdetten mahrûm
bırakacak zanneyleyerek sâatlerce bulundukları yerden kımıldamak şöyle dursun,
başlarını oynatamazlardı. Zât-ı âlîleri az yer, az uyur, çok ibâdet eyler ve
dâimâ sünnet-i seniyye üzre hareket ederdi. A’lem-i ulemâdan idi. Bir âyet-i
kerîmeye üç-dört vecih üzre ma’nâ verirlerdi.
İstanbul’a geldikleri zamân, bu belde-i mübâreke
kendilerine bir diyâr-ı gurbet gelmiş. Çünkü ne kimse kendilerini, ne de
kendileri kimseyi bilmediklerinden, yalnız, derece-i nihâyede muhabbet-i
kalbiyyesi olan Şeyh Vefâ hazretlerinin makâm-ı âlîsini suâl ve taharrî ile
Câmi'-i şerîflerine gider ve bir tarafta ikindi namâzını edâ ederler. O aralık,
Şeyh Vefâ hazretleri, dervîşleriyle maan meşgûl-i zikru’llâh idi. Nazarları
yek-dîğerine mün’atıf olunca, ikisi de, berâ-yı musâfaha pâber-cây-ı kıyâm u
ihtirâm olup, Şeyh Vefâ hazretleri müşârünileyhi der-âğûş ederek sohbet-i
ezeliyyelerini izhâr ve irâe ve zât-ı şerîflerini mürîdlerine, “Misâfir-i
muhteremimizdir. Hakk-ı âlîsinde hürmet gösteriniz. Mihmân-perverlik ediniz.”
diye emretmiştir.
Hakâyık-ı sûfîyeden bâhis pek çok manzûmeleri vardır:
هست تاج عارفان اندر
جهان چار ترك
ترك دنيا ترك عقبى
ترك هستى ترك ترك[56]
* * *
مبادر كوى ما نا
كرده ترك دينى وعقبى
كه اين بازار را
اى خواجه سوداى ديكر دارى[57]
Emîr Buhârî hazretlerinin bir Dîvânçe’sini gördüm. Türkçedir. Vefâ’da Âtıf Bey Kütübhânesi’nin tasavvuf kısmında 1398
numarada, Risâle-i Türkiyye li-Hazret-i
Sünbül Efendi nâm eserin zeylindedir. Bir gazelini teberrüken yazıyorum:
Gazel:
Halk içinde gerçi biz dîvâneyüz
Hakk’ı bilmiş halkdan bîgâneyüz
Duymuşuz dîvânelikden kadrini
Sanmanuz kim bir dahi uslanayuz
Şem’-i ruh-sârı görüp cân atmışuz
Dôstlar pervâneyüz püryâneyüz
Hamdü li’llâh genc-i ma’nâ bizdedür
Sûretâ gerçi ki (biz) vîrâneyüz
Hakk’a virdük biz Buhârî
gönlümüz
Hîç ola mı gayrile aldanayuz
O zamânın şîve-i beyânı olup, harfiyyen yazılmıştır.
Hz. Emîr’in altı oğlu vardı. Gerek bu altı evlâdı, gerek dâmâdı
Mahmûd Çelebi, ricâlu’llâh sırasına geçmiş zevât-ı kirâmdandır.
Bidâyeten Buhârâ’dan gelirken evlâd ü iyâlini orada
bırakmışlardı. İhtimâl ki, sonradan cümlesini buraya celb buyurmuşlardır.
Sinn-i âlîleri altmışüç çağında iken 922 senesi şehr-i
Cemâziye'l-âhiresinde (Temmuz 1516) bir
Pazartesi günü, vakt-i duhâdan evvel âlem-i bakâya rıhlet ve hâlet-i nez’da
cümle ahbâb u yârân ve ashâbıyla vedâ’ ve istihlâl ederek ve her birine icrâ-yı
vesâyâ vü nasîhat buyurarak büyüklüklerini göstermişlerdir.
Gasl olunurken üç kere gözlerini açıp gassâle nazar
buyurdukları gibi, kabre indirilirken yatırıldıkta, hemen kıble cânibine ve sağ
tarafı üzerine döndüklerini hâzır bulunan huffâz ve mürîdân görüp hep bir
ağızdan salât ü selâm getirdikleri meşhûr ve mütevâtirdir.
Hakk-ı âlîlerinde söylenen târîhlerden:
/33/ Kanı
ol şems-i hakîkat sâye-i lutf-ı ilâh
Kutb-ı irşâd-ı tarîkat mürşid-i gerdûn-penâh
Şu'le salmışdı Buhârâ’dan doğup Rûm üstüne
Mefhar-i âl-i abâ idi vü mülk-i dîne şâh
Koydu encüm gibi ashâbın dolandı meh-sıfât
Gaym-ı gamdan oldu lâ-büd çehre-i âlem siyâh
Cân dimâğın çünki bu sevdâ buhârı kapladı
Dil didi târîh “ey Seyyid Buhârî vâh vâh”
(اى سيد بخارى واه
واه)
* * *
Müşkil imiş firkati şeyhin be-gâyet âh şeyh
Kande gitdi hey dirîğ ol mazhar-ı Allâh şeyh
Bu firâk u hasrete bu derde vü bu hâlete
Gönlüme didim ki di târîh didi “vâh şeyh”
(واه شيخ)
Câmi’, türbe, konak ve hücreler, yakın vakte kadar ma’mûr
idi. Fakat meşhûr Cibâli harîk-ı kebîrinde kâmilen yanmıştır. Elyevm müşrif-i
harâbdır.
Dâmâdları Hâce Mahmûd Efendi, 938/(1515)’de irtihâl
etmiştir. Halîleleri Şerîfe Fâtıma Hânım 921/(1515)’te vefât etmiştir. Türbe
karşısındaki kabristânda medfûndurlar. Hâce Abdullâh-ı İlâhî’nin hafîdi Hâce
Ahmed Sâdık b. Hâce Muhammed Abdüsemî’ el-Hüseynî, 994/(1586)’te vefât
eylemiştir; minâre dibinde medfûndur. “Ahmed Sâdık Efendi gitdi dünyâdan” (أحمد صادق افندى كتدى دنيادن)[58] târîhidir.
Muhammed Abdüssemî’ Efendi 953/(1546)’te Kaşgar’da vefât
etmiştir. Sâdık Efendi-zâde Hâce Ziyâeddîn 1111/(1699)’de vefât etmiştir. Baba
Ca’fer’in, Zindânkapısı’ndaki türbesinde medfûndur.
Eğrikapı Dâhilindeki
Dergâh ve Muslihuddîn Mustafa Efendi
Ahmed-i Buhârî hazretleri, ilk def'a burayı te’sîs
buyurmuştu. Burası mülk olduğundan, veresesi yedinde kaldı. Kerîme-zâdesini
tezevvüc eden Hâcegân-ı Nakşıbedî’den Muslihuddîn Mustafa Efendi, (burayı)
vakfa tahvîl eyledi.
(Muslihuddîn Efendi) 1068/(1658)’de irtihâl eyledi.
“Rızâu’llâh” (رضاء الله) (vefâtına) târîhdir. Mihrâb
önünde medfûndur. Mezâr taşı mevcûddur. Kitâbesi:
Rıhlet itdi yine bir kân-ı kerem dünyâdan
Yürü kan ağla dilâ başla hemân feryâda
Yoğıdı zerre kadar meyl-i fenâ gül-şenine
Uçmağa mürg-ı dili olmuşıdı âmâde
Rûhı’ çün bir Fâtiha okuyan îmânla gide
Muslî Efendi aceb itdi mesken bakâya*
(مصلى افندى عجب
ايتدى مسكن بقايه) = 1068[59]
/34/ Onun yerine halîfesi Şeyh Hüseyin Efendi; sonra Şeyh Yûsuf Efendi, (ذو الجلال والاكرام) (ibâresinin ifâde ettiği) 1100/(1689)’de;
sonra Şeyh Osmân Efendi (1137/1725); sonra da Karamânî-zâde Şeyh Ahmed Efendi
câ-nişîn oldular.
Karamânî-zâde Şeyh
Ahmed Efendi
Ahmed Efendi, Çelebi Şeyh Muhammed-i Halvetî’den ahz-ı
feyz eyledi. 1149/(1736)’da irtihâl eyledi. “Ta’bîr-i râhat” (تعبير راحت) târîhidir.[60] Ashâb-ı kirâmdan Ebû Şeybe el-Hudrî
Türbesi hâricinde, Toklu İbrâhîm Dede kurbünde medfûndur.
Târîh beyti:
Câr olunca ekrem-i ashâba ol pîr-i kemâl
Geçdi Şeyh Ahmed didiler târîh tamâm
(كجدى شيخ أحمد) = 1149[61]
“Senin zâtın kamu medhe ehakdır yâ Resûla’llâh” matla'lı
na’t-ı şerîfi ve sâir âsâr-ı manzûmesi vardır.
KIRIMÎ ŞEYH AHMED
EFENDİ
(Karamânî-zâde Ahmed Efendi’den sonra) Kırımî Ahmed
Efendi seccâde-nişîn olmuştur. Mekke-i Mükerreme’de iken Şeyh Yekdest Ahmed
Efendi’den el-alıp müstahlef oldu. 1156/(1743) senesine kadar burada icrâ-yı
meşîhat eyledi. Sene-i mezkûrede irtihâl etti. "İntekale'l-mürşid" (انتقل المرشد) târîhidir.
Mihrâb önünde medfûndur. Mezârı mevcûddur. Kitâbesi:
Ahmed Efendi pîr-i mübârek
Tatar şöhret ahrâr-ı bâya
Rûh-ı latîfi çapdı fenâdan
Sür’atle vardı kurb-ı Hudâ’ya
Ol konağın Adn ide Mevlâ
Eyleye nâil hûr u likâya
Bir Fâtiha ile yazdım târîh
Şeyh Ahmed göçdü bakâya[62]
(شيخ أحمد كوجدى
بقايه)[63]
Tabîat-ı şi’riyyesi varmış. “Hidâyet bahrinin gevheri
sensin yâ Rasûla’llâh” na’t-ı şerîfi hoştur.
TOKÂDÎ ŞEYH
MUHAMMED EMÎN EFENDİ HAZRETLERİ
Ahmed Efendi’nin irtihâlinde dergâh meşîhati müşârünileyhe
tevcîh olunmuştur. Ma’den-i ilm ü irfân olan bu zât-ı muhterem, hem meşâyıhdan,
hem huffâz ve hattâtîndendir. Seyyid Yahyâ nâmında bir muhibbi, hakk-ı
âlîlerinde güzel bir menâkıb-nâme yazmıştır. Fâtih’de Millet Kütübhânesi’nde
862 numarada ve târîh kısmındadır.[64] Bunun mütâlâasından müstebân
olduğuna göre, pederleri Hasan, onun pederi Ömer en-Nakkâş-ı Tokâdî’dir. Tezkire-i Sâlim’de “Pederleri, kibâr-ı meşâyıh-ı Nakşiyye’den Rûmiyye
şeyhi Seyyid Muhammed Efendi” diye muharrer ise de, doğrusu Seyyid Yahyâ
Efendi’nin sözüdür.
Muhammed Emîn Efendi, Tokat’ta doğmuştur. 1100/(1689) târîhinde
İstanbul’a gelmiş, “Soğukkuyu” denilmekle ma’rûf ve Zeyrek civârındaki
Pîrîpaşa Medresesi’ne misâfir olmuştur.[65] Bir müddet sonra Kîsedâr Ali
Efendi’nin /35/ oğluna hocalık etmeye başlar. Reîs Kalemi Kitâbeti'ne Ârif mahlasıyla ta’yîn olunur. Şeyhzâde
Câmi'-i şerîfinde ve mûmâileyh Ali Efendi’nin evinde tedrîs-i ulûm ile meşgûl
olup, feyz ü irfânından müstefîd olanlar çoğalmıştır. Sonra Ali Efendi ile
Edirne’ye azîmet ve avdet etmiştir.
Muhammed Emîn Efendi’nin mûsikîye intisâbı olduğundan, meşâhîr-i
mûsikî-şinâsândan Hâfız Post ve Itrî Çelebi ve Küçük Müezzin ve Nazîm
Çelebi’den iktisâb-ı feyz-i nağamât ve sâhib-i makâmât olarak,
Mısru’l-Kâhire’ye azîmet edip, bir müddet sonra Hicâz’a âzim olmuştur ki,
1115/(1703) senesine müsâdiftir. Hasanpaşa-zâde Kımılkımıl Bey’in İmâmeti
vazîfesini der-uhde etmesi münâsebetiyle, Mısru’l-Kâhire’ye gitmeye muvaffak
olmuşlardır.
Bir eserlerinde, Mekke-i Mükerreme’ye vusûlünde, Yekdest
Ahmed-i Cûryânî-i Nakşıbendî hazretlerine sûret-i intisâblannı ber-vech-i âtî
bahsediyorlar:
“Sâlik-i râh-ı hakîkata vâcibdir ki, bir kutb-ı vakitden veyâhud mürîd-i
kutubdan ahz-i feyz ede. Ve ene - fe-li’llâhi’l-hamd ve’l-minne - nezîl-i
Mekke-i Mükerreme’de iken, kıbletü’l-aktâb ve merciu’l-evtâd ve’l-encâb,
sâhib-i füyûzât-ı Muhammed-i Ma’sûm Hz. Ahmed-i Cûryânî eş-şehîr bi-Yekdest (kaddesa'llâhu
sırrahû ve nefe’ana’llâhu bi-berekâtihî ve berekât-i enfâsihî fi’d-dünyâ
ve’l-âhire) hazretlerinden ahz ettim. Sene 1115/(1703), der-Mekke-i
Mükerreme.
Azîzimin lisân-ı şerîflerinden, "El-hamdu li’llâhi teâlâ seni kabûl
ettiler." diye hâcegân-ı âlî-şândan beşâret-resân oldular. Bana
kıyâmete değin sermâye-i şereftir.”
Silsile-i
tarîkatları:
Şeyh Ahmed-i Yekdest, Şeyh Mîr Gelân b. Seyyid Mahmûd-ı
Belhî, Şeyh Molla Ekber-i Şirgânî, Mevlânâ Hored el-Azîzân, Hâce Emkinekî, Hâce
Dervîş Muhammed-i Velî, Hâce Muhammed el-Kâdî eş-şehîr bi-Zâhid, Hâce
Ubeydullâh Ahrâr-ı Taşkendî, Hâce Ya’kûb-ı Çerhî, Hz. Pîr İmâmu’t-tarîka Şâh-ı
Nakşıbend (Kuddise sırruhu's-Samed)
Ahmed-i Buhârî
ittisâliyle olan silsile-i tarîkatları:
Şeyh Karâmânî-zâde Ahmed Efendi, Şeyh Osmân Efendi, Şeyh
Yûsuf Efendi, Şeyh Hüseyin Efendi, Şeyh Muslihuddîn Mustafa Efendi, Şeyh Seyyid
Ahmed el-Buhârî, Şeyh Abdullâh-ı İlâhî, Hâce Ubeydullâh Ahrâr-ı Taşkendî, Hâce
Ya’kûb-ı Çerhî, Hz. Pîr İmâmu’t-tarîka Şâh-ı Nakşıbend (Kuddise sırruhu's-Samed).
/36/ Mektûbât-ı İmâm-Rabbânî
(Tercümesi)’nin I. cildinde, halîfe-i mükerremleri Müstakîm-zâde Süleymân
Sa’deddîn Efendi hazretleri, cenâb-ı şeyhin tercüme-i hâl ve menâkıb-ı
âli’l-âlinden bahs eder.
Tarîkât-ı aliyye-i Kâdiriyye vü Şâzeliyye’ye olan
nisbetleri be-vech-i âtîdir:
Silsile-i
Kâdiriyye:
Hz. Abdulkâdir-i Geylânî (kuddise sırruhû), Şeyh
Tâceddîn (kuddise sırruhû), Şeyh Seyyid Şerefeddîn (kuddise sırruhû),
Şeyh Seyyid Bahâeddîn (kuddise sırruhû), Şeyh Seyyid Ukayl (kuddise
sırruhû), Şeyh Şemseddîn (kuddise sırruhû), Şeyh Seyyid Gedâ-yı
Rahmân b. Ebi’l-Hasan (kuddise sırruhû), Şeyh Seyyid Şemseddîn (kuddise
sırruhû), Seyyid Gedâ-ı Rahmân Fuzayl (kuddise sırruhû), Şeyh Kümmel
(kuddise sırruhû), Şeyh İskender (kuddise sırruhû), Şeyh Ahmed-i
Fârûkî (kuddise sırruhû), Şeyh Muhammed Ma’sûm (kuddise sırruhû),
Şeyh Murâd el-Kâdirî en-Nakşıbendî (kuddise sırruhû), Şeyh Yekdest
Ahmed-i Cûryânî (kuddise sırruhû), Şeyh Emîn-i Tokâdî (kuddise
sırruhû).
Silsile-i
Şâzeliyye:
Hz. Ebu’l-Hasan Alî eş-Şâzelî (kaddesa'llâhu sırrahû),
Şeyh Ebu’l-Abbâs Ahmed b. Ömer el-Mürsî (kaddesa'llâhu sırrahû), Şeyh
Tâcüddîn Ahmed b. Atâullah-ı İskenderânî (kaddesa'llâhu sırrahû), Şeyh
Yâsîn ed-Dımeşkî (kaddesa'llâhu sırrahû), Şeyh Zekeriyyâ Yahyâ Muhyiddîn
(kaddesa'llâhu sırrahû) 676/(1277), Şeyh Yûsuf el-Müzenî, Şeyh Ömer
et-Telgînî, Şeyh Sâlih, Şeyh Celâleddîn-i Süyûtî, Şeyh Yûsuf-ı Ermiyûnî, Şeyh
Ali ez-Ziyâdî, Şeyh Muhammed-i Bâbilî, Şeyh Ahmed-i Nahlî el-Mekkî 1127/(1715),
Şeyh Muhammed Emîn-i Tokâdî.
(Aynı silsilenin Şeyh Zekeriyyâ Yahyâ Muhyiddîn’den
i'tibâren gelen bir tarîkı da şu şekildedir):
... Şeyh İbnü’l-Habbâz, Şeyh el-Bedrü’l-Kabbânî, Şeyh Burhân
el-Makdisî, Şeyh Abdülvahhâb, Şeyh Alî eş-Şinnâvî, Şeyh Ahmed, Şeyh Muhammed-i
Satîha, Şeyh İbnü’l-Cemâl, Şeyh Ahmed-i Nahlî el-Mekkî, Şeyh Muhammed Emîn-i
Tokâdî.
Müstakîm-zâde merhûm Tâc
risâlesi’nde der ki:
“Hâce-i dest-gîrim, üstâd u pîrim hamiyyetü’t-tarîka, ebu’l-emânât eş-Şeyh
Muhammed Emîn-i Tokâdî (kuddise sırruhû), mürşidi olan cenâb-ı güzîde-i
ehl-i yemîn Yekdest eş-Şeyh Ahmed-i Mekkî-i Cûryânî’den hîn-ı vedâ’da bir
hademesinden ricâ eyledikde, teberrüken kendi başında olan kisve ki, “Sâre” ta’bîr olunan
sikke-i mu’tâde-i hindiyândan Pesmân’da bulunan hırka-ı tarîkat mesnûn olmak
üzere atâ kılmışlardır ki, zîver-pîş-i tahte-i hıfzları idi. Eğerçi tâc olsa
idi, sâlikânına ziyy-i hey'et kılıp ve seng-i mezâra vaz’ ile emr buyururlar
idi. Zamân-ı rıhletlerinde târik-i mâdde-i cismâniyyet ve sâlik-i câdde-i rûhâniyyet
olmazdan üç gün evvel, za’f-ı bîmârîleri hâlinde destâr-ı yevmiyyelerini sarıp,
tâbût üzerinde nihâde diyu resm ile, seng-i mezâra istâre kılınmak üzere alenen
vasiyyet buyurdular idi.”
Hicâz’da iken, muhaddisîn-i kirâmdan Şeyh Ahmed-i Nahlî
hazretlerinden me’zûn olmuşlardı ki, bu zât-ı muhterem bâlâdaki silsile-i
Şâzeliyye’de ism-i âlîleri geçen mürşid-i muhteremdir. Muhammed Emîn Efendi,
İstanbul’a avdetlerinde neşr-i feyz-i tarîkat eylediler. Ancak, tesettüre ve
ihtifâ-i hayâta meyl-i azîmleri vardı. İstanbul’da elli sene dem-güzâr
olmuşlardır. 1100/(1689)’de gelmiş olmalarına ve elli sene kalmış bulunmalarına
bakılırsa, sekiz sene seyâhatle vakit geçirdikleri anlaşılır. 1158 senesi Şa'bânının
(Eylül 1745) evâhirinde mübtelâ oldukları şîr-pençe illetinin te’sîriyle terk-i
hayât-ı müste'âr eylediler.[66]
Bukleli Câmi'-i şerîfi İmâmı işâret-i
ma’neviyye ile gelip gasl eylemiş; cenâze namâzı Fâtih Câmi'-i şerîfinde
ba’de’l-edâ mezkûr medresenin /37/ hazîresinde defn edilmiştir. Kabr-i
âlîleri ziyâret-gâh-ı ehl-i aşk u muhabbettir. Türbelerinin üstü açıktır. Demir
parmaklıkla muhâttır. Mezâr taşındaki manzûme-i âtiyeyi halîfesi Müstakîm-zâde
söylemiş, yazıyı Kâtib-zâde Muhammed Refî’ Efendi hattıyla kabre
nakşedilmiştir.
Gül-sitân-ı Nakşıbendîden yine tîğ-ı ecel
Bir gül-i sad-berg kat’ itdi hezâr âh u enîn
Ya'ni Tokâdî Efendi ol Muhammed nâm zât
Ârif-i bi’llâh Emîn-i sırr-ı Rabbi’l-âlemin
Mürşid-i râh-ı hidâyet hâcegânın erşedi
Vâkıf-ı sırr-ı ledün ilme’l-yakîn ayne’l-yakîn
Murg-ı rehber olduğu ahrâra pes ma’rûf idi
Zât-ı ma’sûmı’l-irâde zü’l-cenâheyn-i Emîn
Siyyemâ bâğ-ı hadîs-i Ahmed’in nahli idi
Yek-be-yek dest-i kerâmetle olup hıl’at-güzîn
Eyleyüp habs-i nefes gavvâs-ı bahr-ı Lâ-yezâl
Buldu dürr-i vaslı irdi asla fer’ınden hemîn
Asdıkâdan pençe-i şîr-i ecel dûr eyledi
Ola Sıddîk’ın karîbi Şîr-ı Hak’la hem-nişîn
Peyk-i vahdet sırr-ı pâkinden okur târîhini
Oldu lâhûta revân Allâh diyüp rûh-ı Emîn
(اولدى لاهوته روان
الله ديوب روح امين) = 1158/(1748)
Bu târîh dahi Müstakîm-zâde’nindir:
امين السر لله
محمد
ولى الله راعى
جانبيه
بخارى الطريقة
والحديث
لشيخ كامل فى
مسنديه
رشيد مرشد
المسترشدينا
طريق الحق منسوب
إليه
با خلاص لصدَيق
صديق
سلوك النقشبندى
لديه
لحلَت ذاته داء
الأسود
باظفار المنية فى
يديه
تجلى سر الحق
جمالاً
تعلَى الله روحا
والديه
تدلَى روحه ارخت
هذا
دنى للرب لا خوف
عليه[67]
(Muhammed Emîn-i Tokâdî’nin) hâneleri, bu civârda
Filyokuşu’nda idi. Kimse hâl ü şânına vâkıf olamazdı. Meclislerinde kendilerine
mürşid ve şeyh muâmelesi olunmayıp, hoca ile şâkird arasındaki muâmelenin icrâsından
mütelezziz olurlardı. Sohbetleri lâubâlî ve bî-tekellüf idi. Mürîdlerinden
biri, “Efendim, kerâmet buyurdunuz .” dese, izhâr-ı âsâr-ı celâl ile
türrehâta başlardı ve ba'zan şutûm ile huzzârı meclislerinden tard etmek
âdetleri idi. Sokakta mürîdlerinden biri rast gelse elini öptürmezdi. İhvân
gibi hareket ederdi. Tasarrufât-ı acîbeleri çoktur. Herhangi bir meclis-i
ilimde, ilmen ve irfânen herkese gâlib idi. Kâdî ve Keşşâf tefsîrlerini ezberden okutuverirdi. Hadîsde
mütebahhir idi. Libâsları avâmma şebîh idi. Hâl ü şânını halkdan ihfâ ve
mürîdânını bu hâl üzere islâk ederdi.
1156/(1743) senesinde şeyh-i mükerremleri Yekdest Ahmed
Efendi hazretlerinin hulefâsından Tatar Ahmed Efendi’nin tekkesi münhal olmuş, Şeyhu'l-islâm
Mustafa Efendi, bu meşîhati Şeyh Muhammed Emîn Efendi’ye tevcîhi münâsip görmüş
idi. Çünkü Ahmed Efendi ile Emîn Efendi pîr-daş olup meşîhat Emîn Efendi’ye
münâsip oluyordu. Şeyhu'l-islâm-ı müşârünileyh keyfiyyeti arzeder, irâdesini
istihsâl edip, tevcîh berâtını mektupçusu Hamza-zâde Abdullâh Efendi ile
göndermiş. Emîn Efendi ise, bâlâda yazdığım /38/ vechile ihtifâ-perver
olduklarından, kendisini şöhrete sevk edecek böyle bir teklîfden infiâl hâsıl
ederek, nezd-i Şeyhu’l-islâmî’ye gidip; “Efendim, bu hakîr, henüz şeyh
olamadım. Şeyhlik alâmetim bile yoktur. Nâ-müstahakka tevcîh buyurulmuş.”
diye arz-ı i’tizâr eylemesiyle, Şeyhu'l-islâm efendi, "Emîn Efendi! Biz
sizi biliriz. Tesettür buyurmayınız. Mızrak çuvala sığmaz. Menzil-i ihtifâyı geçeli
otuz yıl oldu; tevcîh pâdişâhındır, kabûl lâzım." demiş; bunun üzerine
Emîn Efendi, “Efendim, bu şartla kabûl ederim ki, hânkâhda oturamam. Bu
sûretle râzı olunur ve müsâade buyurulursa berâtı kabûl ederim.” cevâbını
vermiş idi. Kabûl olunmuş ve küçük birâderini tekkede iskân ile, kendisi
kemâ-kân Hânesinde kalmış ve zikir günleri dahi bulunmamıştır. Hiç olmazsa
mevlid cem’iyyetlerinde bulunması, postunda oturması halk tarafından ricâ
edilmiş ve hattâ bir cem’iyyette Hz. Şeyh gelecek diye öyle bir tehâlük
gösterilmiştir ki, tekkede yer bulunmamış. Emîn Efendi ziyy-i avâmda olarak ve
hiç kimseye kendisini tanıttırmayarak tekkeye gelip cemâatin arasına sokulmuş,
oturmuş. Yanında bulunan cemâatten biri, “Acabâ efendim, bu âsitânede şeyh
olan Tokâdî Emîn Efendi hazretlerini görmek nasîb olmayacak mı, bu gün de
gelmeyecek mi?” diye kendisine sormuş, Emîn Efendi, “Birâder! O adam
sizin işittiğiniz gibi değildir. Âdî bir herîfdir. Maahâzâ geldiği zamân size
gösteririm.” demiştir. Hıtâm-ı mevlidde duâyı, meşâyıhdan bir zâta havâle
ile, halkın arasına karışıp tagayyüb etmiştir.
Tâc yerine kavuk giyer, destâr sararlarmış. Menâkıb-nâme’de gördüm:
Meşhûr Dârüssaâde Ağası Hacı Beşir Ağa ile Medîne-i
Münevvere’de görüşüp, Beşir Ağa kendisinden çok mütelezziz olarak, İstanbul’da
Otakçılar’da bir tekke yaptırıp, meşîhatini teklîf ettiği hâlde, kabûl etmemiş,
Şeyhü'l-islâm Mustafa Efendi dahi, Eyüp’de inşâ eylediği dergâhın meşîhatına
kendilerini bir türlü imâleye muvaffak olamamıştır. Emîr Buhârî Dergâhı
meşîhatı, şekl-i mesrûd üzere iki sene uhdelerinde kalabilmiş idi.
Müstakîm-zâde hazretlerinin, el-Vasâyâ fi’l-Uhûd ve’l-Mevâsîkı’l-Ma’dûd nâm ahid-nâmesinde, 144.
bahsin nihâyetinde buyurur ki:
“Kuvve-i kudsiyye sâhibleri olan ehlu’llâh (kaddesa’llâhu esrârahum)
harâret-i kesret-i şuğl sebebiyle, kuvâ-yı cismâniyyede, kuvâ-yı hakkâniyye
bi-avni’l-latîf hâdis olup, onun feyezânı takviyyet ve heyecân peydâ eder. Ba'zı
enbiyâ ve nice evliyâda müteaddid menkûhalar ve kesret-i serârî bulunması, bu
cihetten, hattâ harr-ı zikr ve nûr-ı fikirde izâbe-i et’ıme edip, hazma muîn
olmakla, şeyhim Muhammed Emîn-i Tokâdî (kuddise sırruhû) hazretlerinden,
sinn ü sâli doksana karîb iken, vakt olurdu ki, şübbân ve kühûlun tahammülleri
muhal olan hârikulâde mertebesi, kesret-i ekl ve vefret-i şurb kat’â mi’desinde
sıklet ve bir eser-i redî dahi peydâ ve hiss olunmadığı, bu fakîrin birkaç
kerre meşhûdum olmuştur. Onlar Asâ-yı Kelîm (aleyhi’t-teslîm) gibidir.
Sâirlerine makîsun aleyh olmazlar. Zîrâ bu hâl ile yine eyyâm-ı kesîre bir
habbe tenâvül eylemeyip, cû’ dahi kendine kat’â sıklet vermezdi. (يُطْعِمُنِي
وَيَسْقِينِ) [68] esrârından feyz-yâb olanlar tavr-ı vâhid üzere hayvân
gibi murtabıt olmaz. Her an bir şân ile mestûre-i kıbâb-ı sübhândır.”
Hüsn-i hat ashâbından olduklarını Tezkiretü’l-Hattâtîn (Tuhfetü’l-Hattâtîn)'de yazıyor. Hatt-ı destlerini hâvî Delâilü’l-Hayrât, manzûr-ı fakîrânem
oldu. Merhûm Hâfız Osmân şîvesinde bir güzel yazıdır. İmzâsını, (كتبه الفقير المحتاج إلى رحمة ربه القدير حافظ القرآن السيد محمد أمين الطوقادى المعروف بداعى زاده)[69] /39/ sûretinde tahrîr buyurmuşlardır.
Urafâ-yı kirâmdan Hâfız Tahsîn Efendi, Hünkâr İmâmı Hâfız
Râşid Efendi merhûmdan naklen beyân eyledi ki, Muhammed Emîn Efendi bidâyet-i
hâlde tahsîl-i ulûm ile meşgûl olarak Zeyrek Câmi'-i şerîfinde kürsî şeyhi
olmuşlar; henüz meşâyıh-ı ızâma ve mesleklerine muhabbeti uyanamadığından ta’n
ederler ve kursîde esnâ-yı va’zda o zamânın ferîdlerinden Şeyh Osmân Fazlî-i
İlâhî-i Celvetî hazretlerine seng-endâz-ı ta’rîz olurlarmış. Osmân Fazlî
Efendi, bu esnâda Zeyrek civârındaki Kilise Câmii ittisâlinde ikâmet
buyururlarmış. Bir gün Muhammed Emîn Efendi, va’zdan fâriğ oldukları sırada,
sokakta Osmân Fazlî hazretlerine mülâkî olurlar. Emîn Efendi’ye hitâben, “Senelerden
beri alış veriş ettiğimiz hırıstiyan bakkalı müslümân ediniz, ben de sizin
komşunuz sarhoşu o hâlinden vazgeçireyim.” buyururlar. Emîn Efendi, “Sarhoş
zâten müslümân olduğundan onu yola getirmek kolaydır, işin mühimmi bu bakkalı müslümân
etmektir. Bunu siz der-uhde buyurunuz. Sarhoş bana kalsın.” diye mülâtefe
ederler. Emîn Efendi, sarhoşun hânesine giderek, şiddet ve mülâyemetle işretin fenâlığından
bahs edince, sarhoş, “Ben evimde müstakil bi'r-re’yim. Kimsenin müdâhâlesini
kabûl etmem.” diye Emîn Efendi’yi dövmeye kalkar. Osmân Efendi ise, bir gün
bakkala uğrar, “Odandaki Meryem ana kandili sönmüş, niçin yakmıyorsun?”
der. Bakkal, “Odasına kimsenin girdiği yok. Bu adam nasıl bildi?” diye
hayret eder. Dîğer bir gün, “Kiliseye niçin gitmiyorsun?” der. Fakat
nazar-ı kîmyâ-eseri bakkala isâbet eder. Bakkalın içine bir âteş düşer. Osmân
Efendi’nin nezdine azîmetle kabûl-ı İslâmiyyet’e karâr verir. Bi'l-cümle
müşterileriyle hesaplaşır, dükkândan keff-i yed eder. Hz. Şeyh’e ilticâ eyler, müslümân
olur. Mürîdânı sırasına girer.
Emîn Efendi, sokakta Osmân Efendi’ye tesâdüf ile,
sarhoştan dûçâr olduğu hakâreti anlatır. Osmân Efendi de, bakkalın müslümân
olduğunu söyler ve maiyyetinde bulunan bakkalı gösterir, isminin Muhammed
olduğunu bildirir. Emîn Efendi görür ki, bakkal hakîkaten müslümân olmuş.
Şeyhin kemâlâtını takdîr ile, dâhil-i dâire-i sohbetleri olarak bir gün huzûr-ı
âlîlerinde kendilerinin de mürîdliğe kabûlünü ricâ ederler. Kürsüde kemâ-kân
kendisine seng-endâz-ı ta’rîz olmak şartıyla kabûl edeceklerini teklîf ve beyân
ederler. “Aman Efendim, bu nasıl olur?” diye i’tizâr eylerse de, “Bu
şart esâstır.” demeleriyle kabûl şerefinden mahrûm kalmamak için kabûl
ederler. /40/ Kürsüde sûfıyyûna ta’rîze sevk-i kelâm vâki’ olunca , “Hele
o Osmân Fazlî Efendi yok mu?” diyerek hüngür hüngür ağlamaya başlar, cemâat
ise keyfiyyetten haber-dâr olmadıklarından, “Bakalım ne yolda ta’rîz edecek?”
diye muntazır olurlarmış. İlerisinin zuhûr etmediğini görürlermiş.
Burada nakl ettiğim hikâyeyi târîh ile te’lîf edemedim.
Zîrâ Emîn-i Tokâdî’nin İstanbul’a gelmesi 1100/(1689)’dedir. Osmân Fazlî
hazretlerinin Mağosa’ya i’zâmı 1101/(1690)’dedir. Orada irtihâli
1102/(1691)’dedir. O zamân İstanbul’da değildi. Emîn-i Tokâdî ise henüz
İstanbul’a gelmiş ve Zeyrek’te va’z edecek derecede değildi. Târîhe karışmış
bir mes'eledir. Belki İstanbul’a geldiği sene va’z etmiş ve va’zında
taarruz-kâr olmuştur. O zamân Hz. Osmân-ı Fazlî, İstanbul’da idi. Yâhut bu
vak’a başka başka zevât arasında cârî olmuş bir hakîkatin müşârünileyhimâya
isnâden nakl edildiği müstedeldir. el-Ilmu inda’llâh.
Bir gün huzûr-ı ârifânelerinde bulundukları sırada
mazhar-ı tecelliyyât olan Hz. Şeyh, hâzırûna hitâben, “Herkes ne isterse
istesin.” buyurmuş; herkes bir şey istemiş, duâ etmişler. Emîn Efendi ise
mazhar-ı kemâlât olmalarını ve ba’de’l-irtihâl kabirlerine ziyârete gelenlerin
murâdât-ı dünyeviyye vü uhreviyyelerinin hâsıl olmasını temennî edince, “Büyük
bir şey istediniz.” diyerek bir müddet sonra maksûdunun husûlü tebşîr
buyurulmuştur.
Emîn Efendi hazretleri fi'l-hakîka derece-i kemâlde
yükselmişler ve kabr-i enverleri fi'l-hakîka metâf ve kabûl-gâh-ı maksûd-ı
erbâb-ı hâcât olmuştur. Muharrir-i kemter bunu kirâren tecrübe ettim. Hüsn-i
niyyet ve sıdk u istikâmetle kabr-i muallâlarını ziyâret ve burada izhârı
temenniyyât yüzünden bir çok emellerime nâil oldum. Her ne zamân emr-i dünyâ üzerinde
zorluğum olsa orada hallolunur.
İnâyât-ı celîle-i Sübhâniyye’ye nihâyet olmaz. Fakat
bilmek, bulmak ve lâyıkı vechile dilemek lâzımdır. Dergâh-ı Azamet’te red
yoktur. İş, istemenin yolunu bilmelidir. Üsküdarlı şâir-i merhûm Tal’at-ı
Mevlevî ne güzel söyler:
Zât-ı Hak’dan taleb vukû’unda
Sîneden mâ-sivâ silinmelidir
Her duâ müstecâb olur ammâ
Talebin sûreti bilinmelidir
Türbe-i şerîfelerine civâr olan mahallin sâhibi, tüccârdan
Ahmed Efendi merhûm, sokaktan gelen sel, kabr-i enverlerine zarar vermesin
diye, sokağın zemînini düzlettirmiş ve tahte’z-zemîn mükemmel bir mecrâ
yaptırmış. Türbe-i şerîfelerine bir zamânlar i’tinâ ile bakılırken sonraları muhâcirler
eline düşerek uşşâk-ı Emîn’in ârzû etmediği bir şekle girmiştir.
RESİM VAR !!!!!!!
Kabr-i
pür-nûr-ı Tokâdî’dir bu
Zâire menba’-ı
şâdîdir bu
/41/ Âsâr-ı
Aliyyeleri:
1. İrşâdü’s-Sâlikîn
2. Risâletü’l-Atvâr
3. Şerh-i Kasîde-i Askalânî
4. Tuhfetü’t-Tullâb
5. Hulâsa-i Tarîkat
6. Risâle-i Rûhiyye
7. Sıyânet-i Dervîşân
8. Suâl-Cevâb Sıyânet-i Dervîşân:
Devrân-ı sûfîyyenin hak olduğuna dâir, delâil-i mühimmeyi hâvî bir eserdir.
9. Tercüme-i Şerh-i
Delâili’l-Hayrât: Elyevm Süleymâniye Kütübhânesi'ne naklolunan Galata Mevlevîhânesi,
Hâlet Saîd Efendi kitapları meyânında 70 numarada gördüğüm bu kitabın da Emîn-i
Tokâdî hazretlerinin âsârı meyânında olduğu anlaşılmıştır.
Kendinin tertîb-kerdesi bir virdi olduğunu Hâfız Şevket
bey söyledi.
Fâtih’de Millet Kütübhânesi’nde Emîrî Efendi merhûmun
kitaplarından Tasavvuf kısmında 786 numarada, Âdâb-ı Nakşıbendî; 832 numarada Tercüme-i Emânet-i Gazâlî nâmında iki eser daha gördüm ki, her
ikisi Şeyh Emîn-i Tokâdî merhûma nisbet olunuyor.
Savâık-ı İbni Hacer´i tercüme
eylemişlerdir. Arabî, Fârisî ve Türkî lisânlarıyla yazılmış daha iki risâlesi
vardır ki, mecmû'-ı âsârı ondur. Fakat bâlâda yazdığım vechile Millet Kütübhânesi’nde
gördüğüm daha iki eseri vardır ki, 12’ye bâliğ oluyor demektir.
Şöhret ve Künyeleri :
“Tokâdî Emîn Efendi” diye
meşhûrdur. “Dayı-zâde” lakabları olup; “Ebû
Mansûr” ve “Ebu’l-emân” künyeleridir.
Hakk-ı âlîlerinde vaktiyle yazılan bir bahisde, “Hâsılı
bu zât, Bu’l-emân, fi’l-hakîka esrâr-ı süveydânın emîn-i nakş-hânı ve
dest-gâh-ı hâcegân-ı Nakşıbend'in pür-irfânıdır.” medîha-hân olunmuştur.
Dîvân-ı Alî Şerhi’nde sahîfe 174’de Müstakîm-zâde mürşidleri hakkında
buyurur ki:
Latîfe :
Bakiyyetü’s-selef ve hediyyetü’l-halef eş-Şeyh el-Ârif Cemâleddîn
Hoca Muhammed Emîn (kuddise sırruhû) cenâbları ba'zı bıtâkalarında
hâtime olmak üzere (يا رب همه خلق را
بحس بد خو كن)[70] rubâîsini ba’de’t-tâhrîr bu
fıkra-i nâzikâneyi dahi îrâd buyururlardı : Hak teâlâ bizi sevmeyenlerden
râzı olsun, sevenlerden ziyâde.
Şeyh Emîn-i Tokâdî hazretlerinin hulefâsı esâmîsi olup
Üsküdar’da Selîmağa Kütübhânesi’nde Hz. Hüdâî kitaplarında târîh kısmında 122
numaralı tomârda görülmüştür :
Bukleli İmâmı Muhammed Efendi, Mustafa Yûsuf-zâde Mustafa
Efendi, İshâk-zâde Yahyâ Efendi, İshâk-zâde İshâk Efendi, Hâtem-zâde Yazıcı
Efendi, Çadırcı-zâde Edirnevî, Hazîne-dâr Osmân Efendi, Bolayır kâtibi Muhammed
Efendi, kendi birâderi Sâlih Ağa (1158/1745), Kafesî Abdülbâkî, Sırrı Paşa
câbîsi Ahmed Efendi, Hammâmî Kethüdâ Yûsuf Ağa, Feyzullah Davul, Seyyid Yahyâ
Halîfe, Mukbil Ahmed Ağa, Seyyid Abdülvehhâb Abdi Paşa, Sultân Bâyezîd kâtibi
Ahmed Efendi, Kavukçu Seyyid Muhammed Ağa, Gümrükçü Seyyid İshâk dâmâdı Seyyid
Ahmed Efendi (1199/1785), Tüfenkçi Mûsâ, Sadr-ı esbak Yeğen Muhammed Paşa (25
Safer 1200/28 Ocak 1786), Yûsuf-zâde Yûsuf b. Mustafa, Ebussuûd-ı Hâcegânî
Hamza-zâde Muhammed Es’ad, Hamza-zâde İbrâhîm, Yorganî Muhammed Emîn Efendi,
Cezerî-zâde Mustafa Efendi, Tevfîk Hânî Mustafa Ağa, (onun) dâmâdı Muhsin
Efendi (1158/1745), Kâtib-i Kalyon Ömer Efendi (1191/1777), Galata Gümrüğü kâtibi
Sabîh Ahmed Efendi (1175/1761), Fazlı Beşe, Vâlide mütevellisi Edirneli Halîl
Efendi-zâde ez-kibâr-ı Hâcegân, Hammâmî Piyâle Paşa Muhammed Ağa, Behcet Efendi
kethüdâsı Mustafa Efendi, Merâmî, el-Kâsî Seyyid Halîl Efendi, el-Hâc Muhammed
Çıkrık, Harem kethüdâsı Seyyid Ahmed, Kubûrî-zâde Abdurrahmân Rahmî der-Mısır
(1128/1716), Berber Süleymân Efendi, Kılıççı Muhammed Ağa, Mustafa Efendi
tâbi-i Hamza-zâde Kâdî, Şeyhü'l-islâm Muhammed Sâlih Efendi, Hz. Müstâkim-zâde
eş-Şeyh Ebu’l-Mevâhib Süleymân Sa'deddîn Efendi.
Târîh-i velâdet: 1131/(1719)
Rıhletü'n-Nakşıbendî : "Tevekkeltü
ale'l-Hayyi'l-Kayyûm" (توكلت على الحى
القيوم) = 22 Şevvâl 1202/(26 Temmuz 1788)
Eş’ârı :
من سالك راه
اتقياى دينم
پا بستهء اين سلسلهء زرينم
خوش آنكه دمى بيار
نشينم
وز روضه خواجكان
كلها چينم
غم نيست امين اكرچه مجنون كويد
من بنده ديوانه
بهاء الدينم[71]
* * *
Ârifâ kesme ümîdin rahmet-i Rahmân’dan
Ger rızâ-i Hak’sa matlûb geç yürü Rıdvân’dan
Kıble-i uşşâka yüz sür gâfil olma andan
Kıl itâat sâki-i sahbâya her dem cândan
Ey Emîn-i Bu’l-emân ger ister isen feth-i bâb
* * *
Rûşen gerekse hâne-i dil aks-i yârdan
Âyîne gibi sîneni sâf it gubârdan
Devr-i piyâle devlet-i Cemden haber virir
Her bir habâbı remz ile bir tâc-dârdan
*
* *
Meded
dilsîr-i feyz olsun k'Emîne Yâ Rasûla’llâh
Ecel
kesr itmeden çün âbgîne Yâ Rasûla’llâh
Huzûra
âl u sahbe asl u fer’a bin salât olsun
Sürûr
ire kabûlünle Emîn’e Yâ Rasûla’llâh
* * *
Mi’mâr-ı
ezel yapalı bu şehr-i vücûdu
Cân
dîdesinin vahdet ili oldu şuhûdu
/42/ Müşârünileyhin bir mektûbu elime geçti. Birçok hakâyıkı câmi’dir.
Teberrüken ve aynen dercolundu. Bu meyanda münâcâtı da vardır:
“Benim
gayretli oğlum, azîzim!
Abdullâh Efendi ile gönderdiğiniz mektûb ve tesbîh vusûl
buldu. Madenli Muhammed’e ahyânen cenâbınıza selâm dedik. Ancak sipâşirimiz bu
kadardır. Hemen kendi mel’anetinden size söylememiş. Muhlisinizi öyle mi
zannedersiniz? Madenli Muhammed’e değil, belki gerçekten adam kıyâs edip evrâd
aldığınız Abdullâh Efendi’ye bile lisânen bir şey söylemem. Zîrâ biz sizinle Allâh
için ve hasbeten-li’llâh dostluk ederiz. Muhlisinizin garazım bir âlûde-meşreb,
yaramaz adamı, bin türlü letâifü’l-hıyel ile Cânib-i Hakk’a döndürüp, "Allâh"
dedirip, Hak sübhânehû ve teâlâ hazretlerinin eltâf-ı aliyyesine mazhar etmeye
sa’y üzreyiz. Cenâb-ı Hak, bu pederinizi bu hizmetten ilâ-âhiri’l-ömr
ayırmasın.
Benim nûr-ı dîdem oğlum!
Bu âlem-i nâsûtta fânîye fenâ nazarıyla, ya'nî
âhiri’l-ömr fenâ bulacağını bilerek nazar edip, bulunduğun hizmette kesb-i
rızâ-yı Mevlâ’ya cüll-i himmeti sarf etmelisin. Cenâb-ı Vâhibi’l-âmâle çok
niyâzda bulunup, bu âleme niçin geldiğini bilip, maksad-ı aslî olan
ma’rifetu’llâh devletini bu kalıpda iken bi’t-tahsîl devlet-i dâreyne mazhar
olmalısın. Yoksa birbirimizin aleyhinde dedikodu ile meşgûl olursak, bu hakîkati
nasıl anlarız? Dünyâ dostu, mâl dostu, hüsn dostu ve eşyâ dostu çoktur. Lâkin Allâh
dostu, iksîr-i a’zam gibi, nâ-yâb ve nâdirü’l-vücûd ve azîz ü nâbûddur. Hele
nûr-i dîdem,
Ârif ne şâd olur bu cihânda ne gam çeker
Câhil hemîşe şâd olayım der elem çeker
Zât-ı âlînize nasîhatim budur ki, hidmet-i şerîfesinde
bulunduğun efendinin kesb-i rızâsına bezl-i himmet ve sa’y-i kudret eyleyip,
geceleri bîdâr ol, gözlerinden eşk-i nedâmeti rîzân eyle. Dergâh-ı Hakk’a niyâz
et. Bu fursat ele girmez. Yalvar Ganî Mevlâ’ya. Zîrâ buyurmuşlardır :
Gözünden dökmek ister dâimâ yaş
Kuru âh ile iş bitmez karındaş
Yalnız sabunu elinde bin kerre köpürtsen, su dökmeyince
kabil değil elinden köpük gitmez. Bu böyledir. Şu atîdeki rubâîyi vird
edinesiniz de, devlet-i dâreyne yetişesiniz. Bu rubâî, Hâce Ebu Saîd el-Hayr
hazretlerinindir. “Her kim me’zûnen her vakit /43/ okuyacak olursa, Cenâb-ı Hak
ile, Kelîm-vârî mükâleme devletine nâil olmuş olur.” buyurulmuştur. Size izin,
her hâtırınıza geldikçe okuyunuz :
من بى تو دمى قرار
نتوانم كرد
احسان ترا شمار
نتوانم كرد
كر بر تن من زبان
شود هر مويم
يك شكر تو از هزار
نتوانم كرد[72]
Bunu gâhîce okuyunuz:
İlâhî al beni benden
Haber-dâr olayım senden
Sâdât-ı Nakşiyye’den Ebû Saîd el-Hayr hazretleri, büyük
devletlülerdendir. Mevlânâ Câmî yazar:
Şeyh Sa’dî, Gülistan
kitâbının evvelinde: “Minnet ü şükr ü hamd ol Hakk’a ki, O’na ubûdiyyet
etmek insânı yakınlık devletine nâil eder. Ni’metine şükretmek, ni’meti ziyâde
eder.” buyurur. Estaîzü bi’llâh, (لَئِن شَكَرْتُمْ لأَزِيدَنَّكُمْ)[73] âyet-i kerîmesinin ma’nâsını ifâde
eder. Evvelâ insân-ı zaîfe Hak teâlâ, kirpik dedikleri bî-fâide zannolunan
kılları i’tâ etmiştir ki, fâidesinden bir şemme beyân edeyim: Yazın tozundan ve
güneşten sakınmak için yaratmıştır. Gözünü açık koysan gubâr dolup göz ağrısı
hâsıl olur. Eğer gözünü kapasan önünü görüp yola gidemezsin. İmdi kirpik
sebebiyle gözüne ne toz girer, ne de yolundan kalırsın. Ednâ mülâhaza ile böyle
menâfi-i kesîresi zâhir olur.
Bir nefeste iki ni’met bulundu. İki şükür dahi lâzım ve
vâcib oldu. Yirmidört sâatte, her sâatte bin nefes, her nefese iki şükürden
yirmi dört sâatta kırksekizbin şükür eder. Bir insân her işini terk etse de,
“şükür şükür” diye dergâh-ı Hudâ’ya hamd ü şükr eylese yine kırksekizbin def'a
şükür diyemez. İmdi acz zâhir oldu. Ma'lûm oldu ki, Hak (celle ve alâ)’nın
şükrünün binde birini edâ edemeyiz. Alâ-hakkıhî şükrü kim edâya kâdirdir?
Estaîzü bi’llâh, (...اعْمَلُوا آلَ
دَاوُودَ شُكْرًا وَقَلِيلٌ مِّنْ عِبَادِيَ الشَّكُورُ)[74]. Sadaka'llâhü-l’azîm.
Hulâsa-i kelâm, benim cân-ı azîzim, oğlum! “Ahvâlini
mahrem ve nâ-mahremden sakla.” diye tenbîh ederler; ma’nâsı sana da ayândır.
Rûşen gerekse hâne-i dil aks-i yârdan
Âyîne gibi sîneni saf it gubârdan
Devr-i piyâle devlet-i Cem’den haber virir
Her bir habâbı remz ile bir tâc-dârdan
Ya'nî bu fenâya senden mukaddem nice kimseler gelip
devletle, âfiyetle gününü, nöbetini geçirdi ve nice tâc-dâr pâdişâhlar gelip
gitti. Bu fânîye gelmekten maksûd olduğu üzre hâne-i kalbi kedûrât-ı
nefsâniyyeden ve mühlikât-ı insâniyye olan /44/ gubâr-ı ağyârı âyîne-i kalbden
süpürüp pâk etmelisin. Ya'nî Hz. Rahîm u Kadîm veyâhûd hulâsa-i mevcûdat
efendimiz, şefîimiz Hz. Fahr-ı âlem ve nûr-ı bâsira-i sadafe-i benî âdem, kerem
ü mürüvvet edip mazhar-ı in’âm-ı ma’firet-i Rabbânî ve ebedü’l-âbâd saâdet-i
sermediyyeye nâil olasınız.
Bir mikdâr söz yazıldı ki, cenâbınızın hüsn-i teveccüh ü
i’tikâdından nâşî matla’-ı rağbetten tulû’ etti. Yoksa ma'lûmunuzdur ki,
fakîrde zâhir-i ülfet ve hevâ-perest ve mahcûb dostluktan gayrı kimse ne
görebilir? “Hay kâfir! Hay kızılbaş!” diye herkes, hakkımda bir şey söyler. O
kimse cevherden ne bilir, ne görür, ne alır? Hz. Mısrî merhûm, “Halk içre bir
âyîneyim..” buyurmuş. Bu ilâhîyi mütâlâa ile, herkes fakîrde kendisini görür,
söyler. Allâh teâlâ, sizi ve bizi, dosta düşmâna muhtâc eylemeye. Amîn,
bi-hurmet-i seyyidi’l-mürselîn.
Efkarü’l-Verâ
Muhammed Emîn
et-Tokâdî
en-Nakşibendî”
Müşârünileyh ferâşet-i şerîfeye nâil oldukda söylemiştir :
Çü oldun bende-i çârûb-keş-i sultân-ı kevneynin
Der-i vâlâsı ferrâşını Mevlâ eylemez hâsir
O sultân-ı cihânın bendesini kimse incitmez
Kapusu bendesisin çün Emînâ bâtın u zâhir
Münâcât:
اى مقصد هر اميد
وارى
بخشندهء هر
كنهكارى
كز جرم ز بندكان نيايد
عفو تو جمال كى
نمايد
كر بار كناه ما
كرانست
لطف وكرم تو
بيكرانست
يا رب بصفاى صبح
خيزان
يا رب بدعاى اشك
ريزان
يا رب بدل نياز
مندان
يا رب نياز
مستمندان
از سر محبتم كن
آكاه
در خاطرم اين وآن
مده راه
بفروز دلم بنور
ايمان
بر من بكشا در سر
ز غفران
بيدار كنم ز خواب
غفلت
مستم كن از شراب
وصلت
بر بنه امين بى سر
و پا
رحمت كن از كرم
ببخشا[75]
Sünûhât-ı fakîrânemdir:
Meşâyıhın muazzamısın Hazret-i Emîn
Ekâbirin mükerremisin Hazret-i Emîn
Samîm-i kalbim ile arz-ı ihtirâm iderim
Urefânın mefharısın Hazret-i Emîn
(Dîvân-ı Alî Şerhi) sahîfe 541 :
Rezîn-i nisbet-i Hâce Emîn’im
Rehîn-i minnet-i Hâce Emîn’im
Murâd-ı halk iderse Hak mutîim
Mürîd-i hıdmet-i Hâce Emîn’im
Eğerçi tıfl-ı vaktim pîr-i dehrim
Tufeyl-i re’fet-i Hâce Emîn’im
Sebak-hân mekteb-i feyzinde gönlüm
Ki tıfl-i himmet-i Hâce Emîn’im
Emân-ı Hak’dayım vaz’-ı cihâna
Damîn-i zimmet-i Hâce Emîn’im
Hakîri kıldı Hak bî-fâka sad-şükr
Ganiyy-i ni’met-i Hâce Emîn’im
Meâlî mesnedinde ehl-i mecdim
Hakîr-i izzet-i Hâce Emîn’im
Reh-i bî-sıyt-ı Yekdest’e revânım
Mücîb-i da’vet-i Hâce Emîn’im
Mekânımdır kemîn-i me’men-i kevn
Mekîn-i mekteb-i Hâce Emîn’im
Süleymân ismim ammâ bir cihetden
Semiyy-i Hazret-i Hâce Emîn’im
(Kaddesa'llâhu sırrahû)
EBU SAÎD el-HAYR
(Sâdât-ı Nakşiyye’den) Ebû Saîd el-Hayr, Fazlullâh b.
Ebu’l-Hayr, meşâhîr-i meşâyıh-ı sûfîyyedendir. Nîşâbûr’un kurâsından Mihne’de
doğmuş, neş’et eylemiştir. Ebu’l-Fazl Lokmân-ı Serahsî’den ahz-i tasavvuf u
tarîkat etmiştir. Makâmât ve menâkıbı meşhûr olup, zühd ve tasavvufa müteallik rubâiyyâtı
vardır. Seksen yaşı mütecâviz bir sinde 440/(1048) senesinde irtihâl-i dâr-ı
naîm eylemiştir. Hâlât u Suhanân nâm eseri Millet Kütübhânesi’nde, Fârisî
kısmında 214 numaradadır.
Şu rubâîsi de ne hoştur :
راه تو بهر قدم كه
پويند خوشست
وصل تو بهر سبب كه
جويند خوشست
روى تو بهر ديده
كه بيند خوشست
نام تو بهر زبان
كه كويند خوشست[76]
Urafâ-yı sûfîyyeden Muhammed Besîm Efendi, bir mektûbunda
yazarlar ki :
“Ârif-i server-i nâz ve vâkıf-ı vürûd-ı niyâz,
âşinâ-yı serâir-i maânî ve elfâz-ı Hz. Ebû Saîd Ebu’l-Hayr ile Fazlullâh-ı
Nîşâbûrî künye vü nâm u nisbetinin müşîr olduğu vücûd-ı mübârek bir zât-ı
ulvî-nihâd olduğu hâlde menâkıb-nâmelerimiz bu vücûd-ı mübâreki ikiye bölmek
gafletinde bulunmuşlardır.”
Türk Edebiyyâtında
İlk Mutasavvıflar nâm kitâb-ı mu’teberde Fuâd Bey (F. Köprülü), müşârünileyh hakkında
21,177,178, 249, 341, 349, 354. sahîfelerde ma’lûmât veriyor.
Hoca Ahmed-i Yesevî, müşârünileyhe pek ziyâde izhâr-ı
muhabbet edenlerdendir. Ebû Saîd hazretleri, İbn Sînâ ile ilk mülâkatta
birbirlerini takdîr etmişlerdi. Cidden yüksek ve samîmî ve hiss-i tasavvufla
çok güzel rubâîler söylemiştir. Ba'zı mutasavvıflar, rubâîlerine şerhler yazmak
gayretinde bulunmuşlardır. Şeyh Ebû Saîd hazretleri, umûmiyyetle bir şâirden
daha fazla bir mutasavvıf sıfatıyla ma’rûf idi.
Şu rubâîsi de ne güzeldir. Teberrüken yazıyorum :
تا روى ترا بديدم
اى شمع طراز
نه كار كنم نه
روزه دارم نه نماز
چون با تو بدم مجاز من جمله نماز
چون بى تو بدم نماز جمله مجاز[77]
* * *
Geldik huzûr-ı devletine Yâ Ebâ Saîd
Düşdük harîm-i himmetine Yâ Ebâ Saîd
Cenâb-ı Hak, feyz-i rûhâniyyetlerinden müstefîd buyursun.
Âmîn.
Dârü'l-fünûn Kütübhânesi’nde Hâlis Efendi merhûmun
kitapları meyânında 1714 numaralı Riyâzü’l-Ârifîn’de ve Câmî merhûmun Nefehâtü’l-Üns nâm eserinin 336. sahîfesinde
ma’lûmât-ı tafsîliyye vardır. (Kaddese’llâhu sırrahû ve nefeana’llâhu
bi-şefâatihî ve fuyûzâtihî. Âmîn.)
LOKMÂN-I SERAHSÎ
Dîğer sahîfede ism-i mübâreki mezkûr Ebu’l-Fazl ile
Lokmân-ı Serahsî hazretleri ibtidâ-i hâlinde çok mücâhede etmiştir. Eâzım-ı
urefâ-yı sûfiyyedendir. Ebû Saîd el-Hayr, kerâmâtından bahseder. Nefehâtü’l-Üns
tercümesinin 336. sahîfesinde görmüştüm :
Bir gece Ebu’l-Fazl ile hânkâh sofasında mübâhese
ederken, müşkil bir mes’ele karşısında kalındı. Lokmân-ı Serahsî, hemân hânkâhın
damından kuş sûretinde görünüp mes’eleyi hâlletmiş. Böyle garâib ahvâli varmış.
İlmi yok imiş; fakat ümmî-i âlem vârisi, mazhar-ı ilm-i ledün, bir veliyy-i
kâmil ü mükemmil idi.
Ebû Saîd buyurur ki:
Bir gün Serahs şehrinin kapusunda Lokmân-ı Mecnûn nâm
zâtı gördüm. Hırkasını yamıyordu. Miyânede cilve-i muhabbet oldu. “Yâ Ebâ
Saîd!” diye elimden tuttu, Pîr Ebû’l-Fazl’ın hânkâhına götürdü. “Yâ
Eba’l-Fazl! Bunu sakla, sana emânettir.” dedi, beni ona teslîm
eyledi. Ebu’l-Fazl eline bir cüz’ almış, muttasıl ona nazar ediyordu. Merâk
ettim, acabâ bunda ne var ki, bu kadar dikkatle bakıyor, diye düşündüm. Görünce
bana hitâben, “Yâ Ebâ Saîd! Yüz yirmi dört bin peygamber ki, halka
gönderildi, onlar halka dediler ki : “Allâh” deyiniz.
İşte bunun için geldiler. O kimseler ki, bu lafz-ı mübâreki dediler, onda
müstağrak oldular.” Bu ifâde-i meknûzenin te’sîr-i azîmi altında kaldım. O
gece uyutmadı, seher vakti destûr diledim, tefsîr okutmakta olan Ebû Aliyy-i Fakîh’in
yanına gittim. Ders, bu (...قُلِ
اللّهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فِي خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ)[78] âyet-i kerîmesine gelmişti. Bu
âyet-i kerîmeyi işitir işitmez gönlümden bir kapu açıldı ve beni benden aldılar.
Müşârünileyh Ebû Ali, bendeki tegayyürü gördü, “Dün gece nerede idin?”
diye sordu. “Pîr-i muhterem Ebu’l-Fazl’ın yanında idim.” dedim. “Hemen
kalk, geri dön. Onun yanından ayrılmak sana harâmdır.” dedi. Gittim,
Ebû’l-Fazl beni görünce, “Yâ Ebâ Saîd,
مسنك شدهء همى ندانى پس و پيش
هان كم بكنى تو
اين سر رشته خويش
dedi
ki, meâli, “Ziyâde sarhoş olmuşsun, özünü
fehmden ve bi’n-netîce amelden kalmışsın. Sakın bu ser-rişteyi elinden
kaçırma.” merkezindedir.
Azîz-i müşârünileyhe, “Bu hâlimi ne ile te’vîl
buyurursun?” diye sorunca; “İçeri gir otur, bu kelimeye meşgûl ol, bu
kelimenin seninle çok işi vardır.” buyurdu. Pîr Ebû’l-Fazl, cânı cânâna
verdi ve hâmil olduğu irs-i Muhammedî’yi, nefes-i nefîsi Ebû Saîd’e verdi.
İşte insân-ı kâmil ü mükemmilin hâlî böyledir. Ebû Saîd
ne bahtiyâr adammış ki, Ebu’l-Fazl’ın bezm-i muhabbetine ulaşmıştır ve ondan
alacağını almıştır. Cidden ve hakîkaten her ikisi de eâzımdandır. Bu satırları
yazarken bile enfâs-ı kudsiyyeleri kalbimde te’sîrler gösterdi. Ervâh-ı
latîfesine el-Fâtiha.
/45/ ŞEYH MUSTAFA
EFENDİ
Muhammed Emîn-i Tokâdî’den sonra Emîr Buhârî Dergâhı’nda
şeyh olmuş, yirmisekiz sene meşîhatta bulunmuştur. Kabri, Ahmed Efendi civârındadır.
Kitâbesi:
Vâdi-i Nakş’ı bend’in menzil erenlerinden
Tatar Ahmed olmuş çün kim revân fenâdan
Yolunda olmuş idi irşâd-ı ehl-i aşkın
Bu zât-ı ekrem el-hak sırr-ı irşâd-ı Hudâ’dan
Gördü bakâsı yoktur bu tekye-i fenânın
Atf-ı ınân itdi Adn e reh-i sivâdan
Menkût harfle düştü bir mısra’la târîh
Şeyh Mustafa da göçdü bu kevn-i bî vefâdan[79]
(شيخ مصطفا ده
كوجدى وب كون بى وفادن) = 1197 – 1 = 1196/1781)
ŞEYH MUSTAFA EFENDİ
Mustafa Efendi’den sonra yedi sene kadar icrâ-yı meşîhat
eden dîğer Mustafa Efendi’dir.
Mezâr taşındaki kitâbesi:
“Kutbu’l-ârifîn Şeyh Murâd hazretlerinin halîfelerinden
Ali Efendi-i sânî halîfesi Ahmed el-Buhârî hazretlerinin hânkâhında post-nişîn
Şeyh Mustafa Efendi rûhuna el-Fâtiha 1203/(1789).”
ŞEYH MUHAMMED ŞEMSÎ
EFENDİ
Mustafa Efendi’den sonra ellidört sene icrâ-yı meşîhat
etmiştir.
Kitâbe-i seng-i mezârı:
“Emîr Buhârî Hânkâh-ı şerîfinde seccâde-nişîn Şeyh
Mes’ûd Efendi-zâde Muhammed Şemseddîn Efendi rûhuna el-Fâtiha 1257/(1841).”
ŞEYH MES’ÛD EFENDİ
Şeyh Mustafa Efendi-zâde’dir. Kabri dergâh
hazîresindedir.
Münâcât eyleyüp târîhini yazdı oku Safvet
İsâm-ı ekreme Firdevsi mesken eylesün Mevlâm
(عصام اكرمه فردوسى
مسكن ايلسون مولام) = 15 Şa’bân 1271/(3 Mayıs 1855)
YEK-DEST HÂCE
AHMED-İ CÛRYÂNÎ
Bu zât-ı ekrem İstanbul’a gelmemiştir. Buhârâ’da Cûryân
kasabasında gehvâre-i zîb-i âlem-i şuhûd olup, 1096/(1685) senesinde berâ-yı
ticâret Hindistan’a gitmiş, yolda harâmîler tarafından sağ eli kesilmiştir.
Bundan dolayı “Yekdest” deniliyor. Sonra Serhend’e gelip,
Mekke-i Mükerreme’ye hicret eylemiş, kibâr-ı evliyâu’llâhdan bir zât-ı
âlî-kadrdir. Burada neşr-i feyz-i tarîkat eyleyip, 1119/(1707) senesinde
Mekke-i Mükerreme’de irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir.
İstanbul’da beş halîfesi vardır. İkisi, tercüme-i hâl-i
âlîleri bâlâda derc-i sahîfe-i ihtirâm kılınan Tatar Ahmed ve Tokâdî Muhammed
Emîn Efendilerdir. (Dîğer halîfesi), âtîde 143. sahîfede muharrer Süleymân-ı
Kürdî, Şam’da neşr-i feyz ederdi.
/46/ EĞRİKAPILI ŞEYH HATTÂT el-HÂC MUHAMMED RÂSİM EFENDİ
Pederi, Molla Aşkî Mahallesi’nin İmâmı Yûsuf Efendi’dir.
Tahsîl-i ulûm u maârif edip, hattât-ı meşhûr Yedikuleli Abdullâh Efendi’nin
şâkirdi olup, Mekke-i Mükerreme’de Yek-dest Ahmed Efendi’den müstahlefdir.
Şehîd Ali Paşa sadâretinde Galatasaray güşâd olundukda ibtidâ Râsim Efendi’yi
muallim ta’yîn etmiş idi. Bi'l-âhare Sarây-ı Hümâyun’a me’mûr olup, hidmet-i
ibâdu’llâhda iken, yetmiş yaşında irtihâl-i dâr-ı bakâ eyledi.
Müstakîm-zâde, Dîvân-ı
Alî Şerhi’nde (sahîfe 483) bi'l-münâsebe
buyurur ki:
“Şeyhu’l-Merâsim nâm-daşı Ebu’l-Kâsım Ebû Reşîd Mevlânâ Hâce Muhammed Râsim
Efendi, Yedikuleli Seyyid Abdullâh Efendi’den 1144/(1731)’te, o da Hâfız Osmân’dan
1115/(1703)’te, o da Harîrî-zâde Mustafa Efendi’den 1095/(1684)’te, o da Dervîş
Alî’den 1084/(1673)’te, o da Hâlid-i Erzurûmî’den, o da Hasan-ı Üsküdârî’den
1023/(1614)’te, o da Pîr Muhammed Dede’den, o da Şeyh Hamdullah dâmâdı Şükrullâh
Halîfe’den, o da kıbletü’l-küttâb Şeyh Hamdullah merhûmdan ahz-ı icâzeye
muvaffak olmuştur.”
Eğrikapı dışarısında medfûndur. Kabr-i şerîflerini çok
aradığım hâlde bulamamıştım. Bir gün hüsn-i tesâdüf eseri buldum, sevindim.
İrtihâli 1169/(1756) senesine müsâdiftir.
Kitâbe-i seng-i mezârı şöyledir:
“Hüve’l-Hayyü’l-Bâkî, merhûm ve mağfûr el-muhtâc ilâ
rahmet-i Rabbihi’l-Gafûr Hattât Râsim Muhammed Efendi kuluna ve cemî’-i
mü’minîn ü mü’minâta rahmet eyleye. Bi-hurmeti’l-Fâtiha, sene 1169.”
Koca Mustafa Paşa Câmii hazîresinde medfûn, meşhûr Hâfız Osmân
merhûmun mezârtaşı kitâbesi de bu vâdîdedir. Merkad-i Râsim, Eğrikapı’nın hemen
karşısındadır.
Müdevven bir dîvânı vardır. Dede Ömer-i Rûşenî’nin na’t-ı
meşhûrunu tahmîs edenler meyânındadır.
Çün doğup tutdu cihân yüzünü hüsnün güneşi
Fetret-i nüh-varakın kıldı hamîd hâme-keşi
Müşkin-âharlayup beyzâ-i dîn-i Kureşî*
Mihrini kâğıd-ı kalbin çün ide mühre-veşi
Kim ola sevmeye bu vechile sen mâh-veşi
"Ve’d-duhâ" verdine "ve’l-leyl"
okurum sümbülüne
Edhem-i hâme musallî olamaz düldülüne
Çün sarîriyle süheyl orduda girdi yoluna
Na’tını kıl ketebe izni bu Râsim kuluna
Rûşenî virdi budur külle gadâtin ve aşiy
Na’t-ı şerîfin evvel ve son beyitlerinin tahmîsini
yazdım. Dikkat buyurulursa görülür ki, her beyitini ıstılâh-ı hat üzerine
yazarak, mesleğine taalluku i’tibâriyle san’at-ı beyân göstermiştir.
Müstakîm-zâde merhûm,
“Râsim üstâd göçdü ba’deh ceffe’l-kalem”
(راسم استاد كوجدى
بعده جف القلم) = 1169/(1756)
târîhini
söylemiştir. Cenâb-ı Hak kabrini müstağrak-ı envâr-ı rahmet buyursun. Âmîn.
ŞEYH MURTAZÂ EFENDİ
Yek-dest Hz. Ahmed’in dördüncü halîfesidir. Eyüp’de İdris
Köşkü civârındaki tekkeyi binâ eylemiştir. 1160/(1747)’ta irtihâl eyledi.
Burada defîn-i hâk-i rahmettir.
ŞEYH ABDÜRRAHÎM-İ
BUHÂRÎ
Yek-dest Hz. Ahmed’in Medîne-i Münevvere’de ikâme
eylediği halîfe-i mükerremidir. Pek mübârek, ârif bir zât-ı âlî-kadr idi. (Kaddesa'llâhu
esrârahum.)
/47/ Edirnekapı Haricindeki Emîr Buhârî Dergâhı :
Ahmed-i Buhârî hazretleri, burasını bidâyeten sayfiye
olmak üzere iştirâ etmiştir. Yazın burada imrâr-ı hayât etmekde bulunmuş idi. Bi'l-âhare
dâmâd-ı âlîleri Mahmûd Çelebi zamânında zâviyeye kalb edilmiş ve Sultân
Süleymân-ı Kânûnî tarafından binâ edilmiştir. Hücreleri vardır. Mahmûd
Çelebi’nin irtihâlinde Hacı Halîfe, seccâde-nişîn-i meşîhat olup, Medîne-i
Münevvere’de irtihâl eylemiştir. Elyevm ma’mûr ve Nakşıbendî zâviyesi olmakla
meşhûrdur.
MÜSTAKÎM-ZÂDE ŞEYH
SÜLEYMAN SA'DEDDÎN EFENDİ[80]
Müteahhirîn-i meşâyihdan olup, 1131/(1719) senesinde
dünyâya gelmiştir. Pederi el-Hâc Muhammed Efendi, vâlidesi Ümmügülsüm Hânım,
büyük pederi Muhammed Müstakîm Efendi’dir.[81] "eş-Şeyh Süleyman" (الشيخ سليمن) târîh-i velâdetini müş’irdir.[82]
Tahsîl-i ulûmdan sonra, Tokâdî Emîn Efendi hazretlerine
intisâb etmiştir. İsti’dâd-ı zâtîsi îcâbınca az zamânda tekmîl-i merâtib-i
sülûk u irfâna muvaffak olup, şeyhlerinin irtihâlinde henüz yirmisekiz yaşında
iken te’lîfât-ı mu’tebere vücûda getirmeye başlamış ve mücâhede ve riyâzâtta
ileri gitmiştir. Nihâyet 1202 sene-i hicriyyesinde şehr-i Şevvâlin yirmiikinci (27
Temmuz 1788) Pazar günü yetmişbir yaşında oldukları hâlde terk-i âlem-i nâsût
eylemekle şeyhinin ayak ucundaki makbere-i mahsûsada vedîa-i hâk-i rahmet
kılınmıştır.
Eş’ârı ve elliyi mütecâviz müellefât-ı mu’teberesi
vardır. Cidden iftihâr olunur eâzım-ı meşâyıhdandır.
Tercüme-i Lügât-ı
Kânûnı’l-Edeb isimli
eserinin baş tarafında Müstakîmzâde’nin kendi hattıyla muharrer tercüme-i
hâlini aynen istinsâha muvaffak oldum:
“Bu âlûde-çirkâb-ı nefs ü hevâ fakîr-i şikeste, zamîr-i bî-nevâ, Ebu’l-Mevâhib
Sa'deddîn Süleymân Emînullâh Abdurrahmân el-arîf beyne erbâbı’l-ifâde
ve’l-istifâde bi-Müstakîm-zâde yessera’llâhu lehû husne’l-hâtime ve’l-hüsnâ
ve’z-ziyâde, bu diyâr-ı celîli’l-i’tibâr a’nî dârü’s-saltana medâr-ı belde-i
tayyibe-i Kostantıniyye-i mahmiyyede, Hırka-i Şerîf kurbunda mütevellid olup
esnâ-yı eyyâm-ı sabâvette bi-kadâi’llâhi teâlâ belâ-yı nâgehânî-i harîka
mübtelâ ve sûzân ve nice eyyâm ol âlâm ile hayrân ve ser-gerdân ve ba’dehû yine
vatan-ı aslîye karîb bir mahalde ilâ-hâze’l-ân mütevattın olup müddet-i sabâvette
vâlid-i mâcidim Hacı Muhammed Efendi b. Muhammed Müstakîm Efendi merhûmdan
mâdde-i elif-bâ’yı mehmâ-emken taallüm ve intisâb esnâsında cülûs-i humâyûn-ı
meymenet-makrûn teşrîfiyle dahi Mekke-i Mükerreme’den ma’zûlen vefât eden
Hayâtî-zâde ser-etıbbâ-i hâssa Mustafa Feyzî Efendi merhûmdan şeref-yâb
olmuştum.
Ulûm-ı mütedâvîle-i lâzimeyi zevât-ı fazâil-simâttan ez-cümle hâcegân-ı
sarây-ı hümâyûndan reîsü’l-kurrâ Yûsuf Efendi-zâde (selleme’llâhu ve ebkâhu)
Ebu’l-Feth (rahimehu'llâh) Câmi'-i şerîfinin İmâmı es-Seyyid Yûsuf
Efendi merhûm ve müderrisînden Babadağî Süleymân Efendi merhûm ve müderrisînden
Çörekçi-zâde Hâce Muhammed Efendi merhûm ve fahrü’l-müderrisîn Yemlîhâ Efendi
ve emsâli esâtize-i kirâmın zânû-zede-i ser-halka-i ifâdeleri olmakla, telemmüz
ve alâ-kadri’l-istitâa telezzüz üzre evkât-güzâr olup lâkin ilm-i hadîs-i Rasûl-i
Hallâk ve ilm-i tasavvuf u ahlâk dahi taallüm olunmak ârzûsu cây-gîr ve ne vechile
sûret-pezîr olur diye müteveccih-i eltâf-ı hafiyye-i Bârî-i Kadîr olmuştum.
Vaktâki Şeyhü’l-islâm Hâmid Efendi Medresesi’nin müderrisi hâcegân-ı
bozorgândan bir pîr-i rûşen-zamîrin haftada iki gün medrese dersi olmak üzere Akâid-i Molla Celâl istimâ’ ve
istikmâline mübâşeret ve eyyâm-ı müdâvemette nâ-gâh esnâ-yı dersde bir zâtı
celîli’ş-şân-âgâh zâhir oldu ki, şahsı ma'lûmum, lâkin ebnâ-yı zamân ile adem-i
ülfetim sebebiyle şöhreti mechûlüm idi. Meğer ki, bizim dersimiz meclisinden ve
erbâb ve tullâbından dahi kurbiyyet-i mekân sebebiyle yegân-yegân haber-dâr ve üstâdımız
ile dahi ülfet-i kadîmesi var imiş.
(كجاست جاذبه طالع سليمانى – كه اورد براى من آن پرى رو را)[83] Berây-ı ta’zîm ü tekrîm dersi te’hîr edip ol
zât-i melekiyyü’s-sıfât sohbete âğâz ve cûş u hurûş ve bu abd-i kem-pâye-i bî-vâye
dahi saff-ı niâlinde kuûd ve hâmûş ve sem’ı cân ile güftâr-ı dürer-bârını gûş
ederdim.
Esnâ-yı tekellümde bende-nüvâzî buyurup bu çâker-i kemtere hitâb ile,
“kavs-ı vücûd”, “kavs-ı imkân”, “kâbe kavseyni ev ednâ” ve “vahdet-i vücûd u şuhûd”
bahislerinde tatbîk-i şer’-i şerîf ederek tahkîk ve ifâde ve müstemi’ olan
şürekâyı dahi sıdk u ta’zîm ile feyz-yâb u istifâde ederler idi. Netîce-i
sohbette bu kemîne-çâlâk bi’z-zarûre girye-nâk olup hıtâm-ı meclisde tevdî’ ve
teşyî' olundu.
Lâkin bu ahkâr, ol şeh-suvâr-ı fezâ-yı vuslatın ez-dil ü cân âvîhte-i fitrâk-i
istifâzası olup nâm-ı nâmîsinden istifsâr eyledikde, “eş-Şeyh Muhammed Emîn
Efendi budur ve bu câ-yı vâlâya hem-sâyedir.” diye ihbâr ile rehber-i
safâ-medârı oldular. Meğer ki, “O mahalli teşrîfinden akdem, saâdet-hânesinde
cem’-i şem’-ı sohbeti bulunan zevâtı tevkîf edip hayli demdir bir şikâr-ı
serkeş aşikârdır ki, onu dâm-ı saâdete giriftâr eylemek der-kârdır.” deyip
ol şahbâz-ı âşiyân-ı irfân-cenâh lutf-ı iltifât ü himmet ile pervâz ve cevelân
ederek medreseye tenezzül ve nüzul ve alâ-sabâhi’s-sefer ol nükte-i dakîkayı dahi
meyân-ı ihvânda mümâyân u meclis edip avdet buyurmuştu.
(هزار جان كرامى فداى هر قدمش)[84]
Lâne-i saâdetine vusûlünde onda müterrakkıb ve mevcûd olan âşıkân-ı
saâdet-iktirâna hitâb buyurmuş ki, “Hal’ u lübs-i hâleti der-meyân olmadıkça
sayd u kayd olunmak âsâr-ı be-dîdâr olmayıp hattâ emârât-ı te’sîr ü incizâbdan
olan âsâr bana rû-nümâ oldu.” diye buyurduğunu, mevcûd olan zâirân
ba’de-zamân bu nâ-tüvâna tebşîr ve i’lân eylemişti.
(- وكر نه بندكى چون من سزار تو نيست وكر قبول تو آيى بروزكار آرى)[85]
Bu abd-i âciz dahi ictimâ’ ve iltikâsına tâlib ve enfâs-ı tayyibesinden
istifâza ve likâsına vücûhla râgıb olup vâkıa be-rûz-ı fîrûz ki, yek-şembe ……
ale’s-seher âsitân-ı saâdet-hâne-i âlî-şânını câ-yı penâh edip bilâ-dakk-ı bâb,
gönül evinden abd-i fakîri kabûl bâbında isticlâb eyleyip yedi derece-i nücûmu mürûrunda
feth-i bâb ve pîşgâh-ı nigâhına vuslat-yâb olup, âdet-i câriye-i zamân üzre
haddimden bîrûn ikrâm ile memnûn buyurduğu şehr-i mübârek mevlid-i Fahri’l-enâm
aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm 1149/(1736) senesi idi.[86]
Bir sene ülfet-i âdiyye-i zamân üzre evkât-güzâr ve sene-i âtiyede zikr-i
kalbîyi telkîn ve bi’l-müdâveme hareket-i mudga-i sanevberiyyeyi müstebîn
buyurup usûl-i hâcegân üzre âdâb-ı tarîkat ve ilm-i ahlâk ta´lîmine ibtidâr
buyurduğu mecliste hayme-nişîn-i istimâ’ pîr-daşlardan bir tâlib mevcûd idi.
Ketm ü ihfâ ve adem-i ifşâ ile emr edip ba’dehû altı sene zarfında kütüb-i ehâdîs-i
şerîfeden İmâm Nevevî’nin Hadîs-i Erbaîn’ini ve Nuhbetü’l-Fiker-i İbn-i Hacer’i bi’t-tamâm ve Sahîh-i
Buhârî-i şerîften rub’u
mertebesini evkât-ı hâliyede kemâl-i kereminden ta’lîm ve mütevakkıf-ı sem’
olan esrâr-ı ilm-i hadîs ve âsârı ve hurde-i erkân-ı azîzânı tefhîm buyururdu.
Eğerçi bu Mektûbât-ı
kudsiyyenin cild-i evvelinde 228. mektûbunda tasrîh olunduğu üzere erbâb-ı
noksândan bî-isti’dâd ve nâ-kâbil olanlara her çend icâzet-nâme câlib-i kemâl
değil ise de ricâ-yı husûl ile Buhârî-i şerîf'i esnâ-yı ifâdede icâzet
inâyet buyurup, Kâ’betü’l-muhaddisîn, Ravzâtü’l-müfessirîn eş-Şeyh Ahmed
en-Nahlî el-Mekkî eş-Şâfiî (kuddise sırruhû)’dan me’zûn-ı rivâyet olduğu
zamânda ahz eylediğimiz kırkdört senedi hâvi Vuraykât nâmıyla mütedâvîl-i eyâdî-i sıkât olan sened-i şerîfi mümzâ
ve mahtûm; ve bu fakîre dahi i’tâ ve duâ buyurmuştu. Cenâbı Rabbü’l-erbâb
vesîle-i kemâlât-ı sûriyye vü ma’neviyye eyleye; bi-hurmet-i
seyyidi’l-mürselîn.
Onsekiz ay dahi Buhârî-i
şerîfden kırâat ve ba'zı ahyânda dahi bâis-i sohbbet-i hakîkat olmak bahânesiyle
Tercümânu’l-gayb Hâfız-ı Şîrâzî’nin Dîvân’ından kırkaltı gazel dahi
istimâ’ olunmuştu. Bi’t-temâm Fıkh-ı
Ekber ve akâid min-evvelihî ilâ-âhirihî bi-hamdihî teâlâ ta’lîm buyurmakla suhanşû-yı
gıll ü gış mevâdd-ı akâid olup ve ahyânen Nefehâtü’l-Üns
li-Molla Câmî (kuddise sırruhu's-Sâmî)’den dahi ebhâs-ı kesîre-i
müşkile hall ü ta’lîm buyurur idi. Bu vech-i vecîh üzere güzâr-ende-i evkât
iken, maraz-ı pîrî, vücûd-ı behbûdunun dâmen-gîri olmakla, medârise mütâreke
olunup, fakat sohbet-i müteberrikesine hasr-ı vakt ve tenbîh-i nebîhi üzere
sihrî hâk-pâyinden isticlâb ve mülâkât-ı bezm-i ünsü ile şeref-yâb olup züvvâr be-dîdâr
oldukda, sinni bîhûde güftâr ile işgâl ve cem’iyyet-i hâtırı bâdî-i
perîşânî-hâl olmasın diye himâyet ve bu bendesine izn ile sıyânet buyurur idi.
Yevmen mine’l-eyyâm sîne-i pür-sekînesi üzere iki mahalden “şîr-pençe” demekle
ma’rûf ehl-i cerâhat olan illet peydâ ve ba'zı ahibbâ sevkı ile merhem-i
atiyyetu’llâh tedârik ve ilkâ olunup, çend rûz mürûrunda kat’ ile onu def' esnâsında
ol zahîr-i tâlibânın zahrında dahi iki mahalde zâhir olup, onlar dahi kat’ ve
tedbîr olunup ber-kâide-i cerrâhân rû-yı indifâı nümâyân olmağa karîb olmuştu.
Bir gün de’b-i kadîmim üzre yine sihrî-i dâhil-i bezm-i feyz-eseri oldum.
Gördüm ki, azfâr-ı meniyye-i pençe-i şîr vücûd-ı derd-âlûdunda meşhûd-ı bernâ
vü pîr olmuş, bu garîk-ı bahr-ı firâk ve harîk-ı nâr-ı iştiyâk, dûçâr-ı çeşm-i
merhamet-bîn oldukta lutf-ı hıtâb u nevâziş ve lisânen ve cinânen perveriş
buyurup selâmet-i dîn ve âfiyet ü yakîn ve safâ-yı derûn ve inşirâh-ı sadr ve
kemâlât-ı sûriyye vü ma’neviyye, bu kelimât-ı sitte ile daavât ve şeş-cihâtım
mazhar-ı hayât buyurup, lâkin îmâ-yı tevdî’ ve izhâr-ı firâk dahi bî-ihtiyâr
derûn u bîrûnum bâis-i ihtirâk oldu. Şeref-i hizmetiyle şeref-yâb olan ihvân-ı
zevi’l-ahbâbdan bu hâl-i perîşânı suâl ettim. İki gün mukaddem cümleye vedâ’ ve
cerrâhı def' edip destârını kendi pîçîde ve nâ’şına vaz’ olunmak üzre tenbîh
eylediği dahi dehşet-endâz-ı sâmia-i bende-i bî-imtiyâz oldukta, bu nâlân-ı
nâ-tüvâna mümâyân olan ekdâr ü ahzân, alima’llâhu teâlâ, iftirâk-ı ebeveynde
dahi be-dîdâr olmadığı hâlden bilenlere aşikârdır. (إِنَّا لِلّهِ
وَإِنَّـا إِلَيْهِ رَاجِعونَ)[87]
Sâl-ı intikâline dîbâce-i tafsîl olunan silsile-nâmede hâtime-i tercüme-i
hazret-i ân, fakîrâne imlâ ve pîrâye-i ser-levha-i mezâr-ı pür-envârı olan târîhden
mâ-adâ, yine abd-i fakîrin çekîde-i kalem-i acz-i rakamı olan bu târîh-i Arabî,
nevişte-i sahîfe-i mecmûa-i ehl-i dildir.[88]
Ba’dehû yirmi gün mürûrunda vâlidem merhûme hacle-gîr-i ravza-i rıdvân ve
âsûde-i maksûre-i cinân oldu ki, nesebi, vâlidesi tarafından ecdâdımızın emcedi
Mecdüddîn Efendi’ye vâsıl olur ki, Ebu’l-Feth Sultân Muhammed Hân aleyhi’r-rıdvân
ile bu diyâra gelip, Şemseddîn Ahmed el-Gûrânî makâmında 861/(1457) târîhinde
Fâtih merhûma kazasker olduğu zabt-kerde-i vakâyı’-nüvîsândır. Vâlidemiz merhûmenin
nâmı Ümmügülsüm olmakla vefâtına,
Hem-nâm-ı kerîme-i Habîb-i güzîn Ümmügülsüm
(همنام كريمهء حبيب كزين ام كلثوم)[89]
terkîb-i mensûr
târîh vâkı’ olmuştur.
Ekdâr-ı mezkûre ile perîşân-hâl ve muzdaribü’l-bâl, derûn mahzûn bir tarîkla
âsâyîş-hûn olmayıp, mahvata-i rûhâniyyîn olan mahrûse-i Bursa’ya azîmet ve ol
sûy-ı dil-cûda âsûde-i zîr-i lihâf-ı türâb olan evliyâ-yı eslâf ve meşâyıhı
ziyâret ve nev’an seyâhat ve teskîn-i harâret ve vatan-ı aslîye avdet olunup,
me’lûf olduğum kâr-ı makdûra iştigâl ve isticlâb-ı rızâ-yı Rabb-i Müteâl
üzereyken bu tercüme-i celîle hizmeti, min-tarafi’llâhi’l-kerîm bir inâyet
olduğu dîbâcede tafsîl olunmuştu.
Henüz itmâm-ı san’at-ı mezkûreye heves esnâsında 1164 senesi
Muharremü’l-harâmı selhında (29 Aralık 1750) vâlid-i mâcidim el-Hâc Muhammed
Efendi merhûm mûsıla-i Süleymâniyye ile, cedîde-i sadr-ı a’zam es-Seyyid Hasan
Paşa Medresesi müderrisi iken nüsha-i dürer ü gurer-i ömrü itmâm ve sinni
seksene karîb, âzim-i dershâne-i dâri’s-selâm olmakla teceddüd-i infiâl istîlâ-i
hâl edip, bi’l-ızdırâr rızâ-yı kazâyı Kahhâr akabinde Şeyhü'l-islâm Efendi
tarafından imtihân-ı müderrisîn-i kirâm tenbîh ve i’lâm olunup, ilhâh u ibrâm-ı
hayr-hâhân ahbâb-ı şîrîn-kelâm ile dâhil-i imtihân olmağa azîmet edip,
mine’l-vâki’ vâlidim merhûm üç def'a dâhil-i imtihân olmakla, müftiyyü’l-enâm
Yenişehirli Abdullâh Efendi’den bekâm olup ve ceddim el-Hâc Muhammed Müstakîm
Efendi dahi bâ-imtihân Şeyhü'l-islâm Minkârî-zâde Yahyâ Efendi’den nâil-i merâm
ve 1110/(1698)’da Medîne-i Münevvere (salla’llâhu teâlâ münevvirehâ) kazâsıyla
bekâm ve 1116/(1704)’da Şâm-ı şerâfet-âşâm olmasına eş-Şeyh es-Seyyid Muhammed
Murâd en-Nakşıbendî (kuddise sırruhû) (إنه على صراط
مستقيم)[90] kelâm-ı latîfini târîh-i tâm olmak üzere i’lâm
buyurmuş. Ba’dehû 1122/(1710) senesinde Mekke-i Mükerreme pâyesiyle,
dârü’n-nasri ve’l-meymene Edirne Mahmiyye kadısı olup, ba’de’l-azl İstanbul’da
1124/(1712) târîhinde vâsıl-ı a’lâ-yı ılliyyîn olmuşdu.
El kıssa:
Bu abd-i fakîr-i kalîlü’l-bidâa dahi dâhil-i dâri’l-mihen-i imtihân olup,
tahallüf-i merâm bu bî-istitâayı bir vechile dahi tekdîr ü nâ-kâm eyledi.
(لدى الإمتحان يكرم الرجل أو يهان)[91]
Hasbüna'llâh ve ni’me'l-vekîl.”
- -
-
Müstakîm-zâde’nin pederi Hacı Muhammed Efendi ve büyük
pederi Muhammed Müstakîm Efendi’nin, Edirnekapı haricindeki Emîr Buhârî Dergâhı
yakınında, şimdiki Şehitlik nâm mahalde medfûn olduklarını Hâfız Hüseyin-i
Ayvansarâyî Vefeyât-nâme’sinde
yazıyor. Hâlen mezârlarının zâhirde nişânesi bile kalmamıştır.
Müstakîm-zâde’nin şemâili hakkında Mahmûd Kemâl Beyefendi
buyurdular ki :
“Nahîfü’l-bünye ve zaîfü’l-lıhye imiş. İmtihânda
muvaffak olamaması iktidârsızlığından değil, genç ve zaîfü’l-lıhye olmasından
mütevellid olduğunu bir eserinin kenârında işâret ettiğini gördüm.”
Süleymân Sa'deddîn Efendi’nin “Müstakîm-zâde” diye şöhret bulması, Müstakîm
Efendi’nin ahfâdından olması yüzündendir. (Kaddesa'llâhu esrârahum)
IV. Cild’de Sinânîler
faslında, Ced Hasan Efendi’den ahz-ı feyz ettiği ve Hz. Mısrî ile muhâbere
eylediği yazılan bir Müstakîm Efendi daha vardır ki, o başkadır.
Müstakîm-zâde’nin ceddi olan zât değildir.
Müstakîm-zâde Süleymân Sa'deddîn Efendi hazretlerine
medhiyye-i âcizânem:
Şerîat ilminin deryâsı oldun Müstakîm-zâde
Tarîkat ilminin mebnâsı oldun Müstakîm-zâde
Görüp âsârını hayretde kaldım doğrusu böyle
Hisâb-ı ebcedin dânâsı oldun Müstakîm-zâde
Ne tedkîkler ne tahkîklar buyurmuşsun ki takdîrler
Bütün tullâb-ı aşk dârâsı oldun Müstakîm-zâde
Ulûm-ı kâl u hâli cem’ iden bir nüsha-i ekvân
Lisânü’l-gayb (onun) gûyâsı oldun Müstakîm-zâde
Süleymân-ı zamânsın bâ-husûs hem nâm-ı Sa'deddîn
Cemâl-i tâb-nâk şeydâsı oldun Müstakîm-zâde
Erenler zümresinde mevkiin bâlâ-ter olmuşdur
Tarîkat ehlinin bâlâsı oldun Müstakîm-zâde
Bi-hakkın zâhir ü bâtın ulûmunda ferîd oldun
Hüviyyet sırrının meclâsı oldun Müstakîm-zâde
Sevenler ilm ü irfânı seni takdîr iderler heb
Harîm-i ma’rifet Leylâsı oldun Müstakîm-zâde
Çıkardın ravza-i pâk-i hakîkatdan nice dürler
Bu dehrin hâme-i pîrâsı oldun Müstakîm-zâde
Şarâb-ı lem-yezel meyhânesinde câm-ı aşksın sen
Sen ol bezm-i cemin mînâsı oldun Müstakîm-zâde
Habîb-i Hazret-i Hak aşkına himmet buyur nûrum
Gönül iklîminin sevdâsı oldun Müstakîm-zâde
Senin gül-zâr-ı Vasfînda hezâr-âsâ olur Vassâf
O Vassâf’ın gül-i ra’nâsı oldun Müstakîm-zâde
Hulefâ-yı Mevleviyye’den
Mehmed Tâhir Beyefendi kardeşimin ilâveten ve hediyyeten söylediği beytidir:
Nümâyân oldu âsârında emr-i ‘fe’stakim’
sırrı[92]
O sırrın âleme mecrâsı oldun Müstakîm-zâde
Medhiyye-i âcizânem:
Müstakîm-zâde Süleymân-ı zamân Sa'deddîn
Neşr-i envâr-ı ulûm itmiş idi mihr-i berîn
İltifât itmemiş ikbâl-i cihâna aslâ
Hiç görünmez gözüne debdebe-i rûy-i zemîn
İtdi tahsîl-i maârif ile tezyîn-i sıfat
Oldu allâme-i dehr ârif-i esrâr-ı yakîn
İlme meftûn olan erbâb-ı kemâl hayrânı
Revnak-efzâ-yı kulûb-ı urefâ nûr-ı mübîn
Zât-ı âlîsini vasf itmeden âciz Vassâf
Kalb ü rûhum ile bildim ki odur sırr-ı Emîn
Tuhfe-i Hattâtîn’de yazar ki:
“Süleymân Sâdüddîn b. Muhammed b. Muhammed Müstakîm:
Câmiu’l-hurûfdur. Hırka-i Şerîf mahallesi etrâfında Mahşî Şeyhzâde’nin
pederi Şeyh Muslihuddîn-i Tavîl’in hayrı olan Tahtaminâre Mescidi mukâbilinde
kadem-nihâde-i âlem-i şehâdet olup, vâlid-i mâcidim merhûmdan tahsîl-i ulûma
ibtidâ olunmuştur. Ceddim merhûmun Edirne’den ma’zûlen rıhlet eylediği mesken,
Balat harîkıyla muhterik oldukda, Terkim Câmii kurbunda bir hâne temellük
olunup, cülûs-ı Sultân Osmân târîhine kadar sâkin olmak münâsebetiyle Sultân
Mehmed İmâmı Seyyid Yûsuf Efendi ve Zülfeleyân Hocası Muhammed Efendi ve
Yemliha Hasan Efendi ve şeyhu’l-kurrâ Yûsuf-zâde Abdullâh Efendi’den ve
seyyid-i hâkimândan dahi nice zamân telemmüz mukadder ve fenn-i hadîs ve
tarîkat-ı aliyye-i hâcegânî Ebû Şeybetü’l-Hudrî (radıya'llâhu anh) civârında
vâki’ Emîr Ahmed el-Buhârî Zâviyesi şeyhi huccetü’d-dîn ve muhaccetü ehl-i
yakîn Hâce Muhammed Emîn-i Tokâdî’den ahz u mahz u mahtûm vesîka-i icâzetle
şeref-yâb olmak müyesser olmuştur.
Fe-li’llâhi’l -hamdü ve’l-minne.
Bahra olmakla mukârin kesb ider feyz-i kemâl
Gerçi bahhâs cünbüş ile mevce-i deryâ ile*
Sülüs ve neshi Hâce Muhammed Râsim Üstâd’dan taallüm ve hatt-ı ta’lîkı dahi
Fındık-zâde İbrâhîm Efendi ve Kâtib-zâde Muhammed Refî’ Efendi ve Dede-zâde
Seyyid Muhammed Efendi’den dahi tefehhüm ile, mehmâ-emken medâr-ı maâşım olan
hatt-ı mâ-yukra’ tedârik olunmuştur. Hâlen Körükçübaşı Ahmed Ağa Câmii kurbunda
ferîd ü vahîd-i bâ-tecrîd sâkin olduğum menzilde, bi-avnihî teâlâ Dîvân-ı Hazret-i Murtazâ Şerhi tesvîdine
şuğl üzereyim.”
Tuhfe-i Hattâtîn’de beşinci sahîfede görülmüştür,
1173/(1760)’de vefât eden kürsü şeyhi Muhammed Sâlih b. eş-Şeyh Îsâ el-Mahvî’den
bahs ederken:
“Müşârünileyh Yahyâ b. Şa’bân Efendi’ye dâmâd olmakla,
bu fakîr içün peydâ olan merâtib-i sıhriyyet-i baîdeye riâyet ederlerdi. Ve
tarîkat-ı Şemsiyye’yi bu fakîr onlardan ahz u sohbet eylemiştim. Yahyâ-zâde
Şeyh Muhammed Emîn Efendi b. eş-Şeyh Yahyâ b. Şa’bân Efendi’nin ceddi Şeyh
Şa’bân İstanbul’a hicret eyledikde Şeyhü'l-islâm Muhammed Efendi, onlar içün
vâlidleri Şeyhü'l-islâm Hoca Sa'deddîn Efendi’nin Dârulkurrâ’larını hânkâh
edip, hânkâhları dâhilinde medfûndur. Ceddim Muhammed Müstakîm Efendi, Medîne-i
Münevvere kazâsında mukaddemce Şeyh-i mezbûrun akrabâsından birini tezevvüc
eylemekle bu fakîr ile karâbet-i sıhriyeleri vardır.” diyor.
Müstakîm-zâde’nin Şerh-i
Dîvân-ı Alî nâm eserinden (s. 187):
“İnsâna kemâl-i tahsîlinde üç baba gerekdir: Biri, eb-i vâlidi; biri, eb-i
muallim; üçüncü peder-i mürebbî ki, şeyh-i mürşiddir. Mürşid dahi üç olmak
gerekdir: Biri, Şeyh-i inâbet ü telkîn; ikincisi, pîr-i sohbeti yakîn; üçüncü,
mürşid-i hırka-i kâmilin ki, müselsel hadîs-i şerîf ile sünnetdir. Eğer üçü bir
zâtta mevcûd olursa, iksîr-i a’zam ve kibrît-i ahmerdir. El-hamdü li’llâhi alâ
niamâtihî ki, bu abd-i fakîre cümlesini zât-ı vâhidden ahz müyesser oldu.”[93]
Müstekîm-zâde
hazretlerinin Âsârı Esâmîsi:
Türk Târîh Encümeni Külliyâtı nâmı altında ahîren
müşârünileyhin âsâr-ı aliyyesinden Tuhfe-i Hattâtîn neşr olunmuştur.
Buna urefâ-yı zamândan İbnü’l-Emîn Mahmûd Kemâl Beyefendi tarafından pek
vâkıfâne ve âlimâne bir mukaddime yazılmış ve âsârı esâmîsi de neşr edilmiştir.
En sahîh olarak yazıldığında şüphe olmadığından, esâmî-i âsârını bi-aynihî
yazıyorum:
1. Tefsîr-i Sûre-i
Fâtiha, Dâru’l-Fünûn Kütübhânesi (DFK) (Bugünkü İstanbul Üniversitesi Kütübhânesi),
7428.
2. el-Emânâtü’l-Ma’rûfe,
DFK, 4218.
3. Tenvîru’l-Emâne,
Süleymâniye Kütübhânesi, Es’ad Efendi, 1684
4. Tarhu’l-Ma’nâ
fî Şerhi’l-Esmâ, DFK, 2972.
5. Tevfîk-i Tevkîf,
DFK, 7257.
6. Tahkîkü’s-Salât,
Sül. Ktb. Pertev Paşa, 625.
7. Mir’âtü’s-Safâ
fî Nuhbeti Esmâi’l-Mustafâ, DFK, 756.
8. Şerhu Hilye-i
Nebeviyye, DFK, 756.
9. Şifâu’s-Sudûr
li’n-Nesli’n-Nûr, Yıldız, 3703/170.
10. el-Âsâru’l-Asab
li-Meyli Hubbi’l-Arab, Yıldız, 3031/170; Pertev Paşa, 614,
625.
11. Turerü’s-Selâm
li-Ahrâri’l-İslâm, Yıldız, 3031/170; Fâtih 5451.
12. Âsâr-ı Adîde,
Pertev Paşa, 614.
13. Huccetü’l-Hattı’l-Hasen,
Pertev Paşa, 614, 615.
14. Şerhu Hadîs.
15. Hüsnü’t-Tâkvîm,
DFK, 7542, 7257.
16. Risâletü’d-Dîn,
DFK, 7257.
17. Şerefü’l-Akîde,
DFK, 6258.
18. Risâletü’l-Hayy
fî İsâleti’l-Key, DFK, 7257.
19. el-İrâdetü’l-Aliyyetü’l-Celiyye
fi’l-İrâdeti’l-Cüz’iyyeti’l-Külliyye, DFK, 7257.
20. Mâkâletü’n-Nezâfe,
DFK, 7428.
21. Şerh-i
Ahid-nâme ve Telkîn, Mahmûd Kemâl Bey Kütübhânesi’nde, 296.
22. Envâru’d-Diyâr
bi-Himâyeti’l-Âbâr, DFK, 7428.
23. Risâle,
Yıldız, 3701/170.
24.
Teşnîfü’l-Ezher bi-Ta’rîfi’l-Ahmer,
Bahâeddin Bey nezdindedir. Bahâeddin Bey’in, İstanbul 13. Mekteb Müdürü
olduğunu Tuhfe-i Hattâtîn mukaddimesindeki
îzâh-nâmesinde Mahmûd Kemâl Beyefendi yazıyorlar.
25. Reşfü’l-Hakîka
fî Keşfi’l-Akîka, DFK, 7257.
26. Risâle,
Yıldız, 3703/170.
27. Tahkîku’t-Teslîm,
Yıldız, 3700/170.
28. Zeylü
Tahkîkı’t-Teslîm, Yıldız, 3703/170.
29. Şerh
li-İzzi’l-İslâm, Pertev Paşa, 625.
30. Hâşiye-i
Hizb-i A’zam, Yıldız, 3700/170.
31. Şerhu
Hizbü’l-Hıfz, Yıldız, 3700/170.
32. Şerh-i Vird-i
Settâr, Yıldız, 3701/170.
33. Şerh-i Evrâd-ı
İmâm Süheylî, Yıldız, 3700/170.
34. es-Salavâtu’ş-Şerîfe,
Yıldız, 3703/170.
35. Salavâtu
Silsileti’n-Neseb, Bahâeddin Bey kitablarında.
36. Salavât-ı
Duvâzde İmâm, Bahâeddin Bey’de.
37. Salavâtu’l-Hurûf,
Bahâeddin Bey’de.
38. Zînetü’ş-Şeybiyye
fî Hazîneti’l-Gaybiyye.
39. Cihâzu’l-Ma’cûn
fî Halâsi’t-Tâûn, DFK, 7428.
40. Mürşidü’l-Müteehhilîn
Tercümesi, DFK, 7257.
Âsar-ı tasavvufiye :
41. Şerhu Lugaz-ı ism-i Celâl, Pertev Paşa,
625.
42. Şerh-i Ebyât-ı Pîr-i Herât, Pertev Paşa, 625.
43. Mektûbât-ı Kudsiyye, matbû'dur.
44. Vâlidiyye, Yıldız,
3700/170. (من عرف نفسه فقد
عرف ربه)[94] hakkında Vâlidiyye nâmıyla
yazdığı eser hakkında denilmiştir ki: Şihâb’ın, Hâşiye-i Beyzâvî’de Sûre-i Secde’de tasrîhi üzere Şeyh Ebûbekr
er-Râzî’nin kelimâtından olan, (من عرف نفسه فقد عرف ربه) cümle-i mühimmesinin Türkçe şerhidir.
Müstakîm-zâde bunun mukaddimesinde: “Bu haber-i latîfin esrâr-ı aliyye ve
maâni-i hafiyye vü celiyyesinden sebeb-i vücûdum vâlidim merhûmun emriyle cem’
olunup Vâlidiyye tesmiye olunan
risâlede ol terkîbin meâli bu fakîr-i alîlü’l-mizâca zâhir olup, ma’nâ-yı
latîfi oldur ki.” diyor. Bu eser Dâru’l-Fünûn’a nakl olunan Yıldız Kütübhânesi
kitaplarından 3700/170 numaralı mecmûadadır. (İbnü’l-Emîn Mahmut Kemâl Bey
Efendi)
45. Tercüme-i Risâle-i "Men Araf…",
DFK, 7257. “Tercüme-i Risâle-i "Men Araf" eserinin aslı
İmâm Gazâlî’nindir, tercümesi Müstakîm-zâde’nindir. 10 Zi’l-hicce 1183/(7 Nisan
1770) târîhinde tercüme olunmuştur. Bu Vâlidiyye risâlesinden başkadır.
Metni eserde, kelâm-ı mezkûrun, Hz. Alî (radıya'llâhu anh)’a râci’ olduğu
beyân olunuyor. Eserin kenârında “Şeyh Ebûbekr er-Râzî’nindir. Niceler hadîs
zannederler.” deniliyor. Dârü'l-fünûn Kütübhânesi’nde 7257 numaralı kitapta
görülür. Ehemmiyyetine binâen burada ayrıca işâret olundu.
46. Ahid-nâme. Süleymân Sâkıb Efendi Matbaası’nda Ahid-nâme-i
İsmâîl Hakkı diye yanlış olarak basılmıştır.
47. Mukavvilât-ı Devriyye, Pertev Paşa, 625.
48. el-Ukûdü’l-Lü’lüiyye fî
Tarîkı’s-Sâdeti’l-Mevleviyye, Sül. Ktb., Hâlet Efendi, 379.
49. Risâle-i Tâc, Yıldız, 3702/170; DFK, 2927.
50. Risâle-i Tarîkat-ı Nakşıbendiyye, DFK, 2972.
51. Şerh-i Ebyât-ı Sandûka, Pertev Paşa, 614: Hz.
Gavs-ı A’zam Abdülkâdir’in sandûka-i kabrinde muharrer olan beş beytin Türkçe
şerhidir.
52. el-Lugazü’l-Celîl, Yıldız, 3703/170.
53. Nusret-i Mübtedî, Yıldız, 3700/170.
54. Akîdetü’s-Sûfîyye, DFK, 6258.
55. Tuhfetü’l-Merâm, Yıldız, 3701/170: Mürşidi
Muhammed Emîn-i Tokâdî’ye ahlâk ve tasavvuf üzerine sorduğu suâllerin cevâblarıdır.
Mühim bir risâledir.
56. Şerh-i Ba’z-ı Ebyât-ı Mesnevî, Tuhfe-i
Hattâtîn, s.52.
57. Risâle-i Zikr, Yahyâ Efendi Türbesi’nde Mahmûd
Efendi Kütübhânesi, 2788.
58. Hakîkatü’l-Yakîn ve Zülfetü’t-Temkîn, Tuhfe-i Hattâtîn, s.53.
59. Menâkıbu İmâm A’zam, Yıldız, 3702/170.
60. Risâle-i Melâmiyye-i Bayramiyye-i Şettâriyye,
Sül. Ktb., Nâfiz Paşa, 1164.
61. Risâle-i İskender, DFK, 7257, 7428.
62. Hisânü’n-Nadr min Ahvâli’l-Hıdr, DFK, 7428.
63. İddetu’l-Budûr fî İddeti’s-Sinîn ve’ş-Şuhûr,
Bahâeddin Bey’de.
64. Ashâbu Bedr, Yıldız, 3700/170.
65. Ricâlu’l-Bedr, Yıldız, 3700/170.
66. Nüshatü’l-Evliyâ, Pertev Paşa, 625.
67. Eimme-i İsnâ-aşar, Bahâeddin Bey’de.
68. Silsile-i Nakşıbendiyye, Yıldız, 3702/170.
69. Meşâyıh-nâme-i İslâm, Yıldız, 3701/170.
70. Hülâsatü’l-Hediyye, Mahmûd Kemâl Bey Kütübhânesi,
101.
71. Ayasofya Vâizleri, Mahmûd Kemâl Bey Kütübhânesi,
100.
72. Devha-i Meşâyıh-ı Kibâr, Yıldız, 3701/170.
73. Mecelletü’n-Nisâb fi’n-Nesebi ve’l-Künâ ve’l-elkâb,
Büyük, Arapça bir eserdir. Süleymâniye’de Galata Mevlevîhânesi’nden gelen kitapların
târîh kısmında, 628. numaradadır.
74. Tuhfe-i Hattâtîn.
75. Silsiletü’l-Hattâtîn, Es’ad Efendi, 1184.
76. İbn-i Cübeyr’in Şehâdeti, Bahâeddin Bey’de.
77. Yazıcı-zâde, Bahâeddin Bey’de.
78. Zeyl-i Destân-ı Âl-i Osmân, Mahmûd Kemâl Bey Kütübhânesi,
254.
79. Zeylü Hamîleti’l-Kübrâ, Mahmûd Kemâl Bey, 296.
Âsâr-ı Hikemiyye
80. Bâbu’l-Âdâb li-Üli’l-Elbâb, Bahâeddin Bey’de.
81. Dustûru’l-Amel-i Şâhâne, Es’ad Efendi, 1684.
82. Hıfz u Nisyân, Yıldız, 3700/170.
83. el-Kelimâtü’l-Hikemiyye, Yıldız, 3701/170.
84. Cevâhiru Hamse, Yıldız, 3701/170.
85. et-Tarsûs fî Fevâid-i Burgûs, DFK, 7257.
86. Risâletü’l-Mantık, Pertev Paşa, 625.
87. Ta’bîr-nâme-i Muhtasar, Bahâeddin Bey’de
Âsâr-ı Edebiyye
88. Münâcât,
Bahâeddin Bey’de.
89. Kasîdetü’l-İstis’âdiyye,
Bahâeddin Bey’de.
90. Kasîdetü’l-Emriyye,
Bahâeddin Bey’de.
91. Şerhu’n-Na’ti’l-Murassa’,
DFK, 7428.
92. Şerhu Kasîde-i
Bür’e, Esad Efendi, 2766.
93. Kasîde-i
Münferice Şerhi, Pertev Paşa, 625.
94. el-Hediyyetü’s-Seferiyye
ve’l-Hazariyye fî Şerhi’l-Kasîdeti’l-Mudariyye, DFK, 7257.
95. Şerh-i Dîvân-ı
Alî. Matbû'dur.
96. Kanûnu’l-Edeb
Tercümesi, Sül.Ktb., 1968 Reşâd Efendi 950.
97. Tuhfetü’l-İber
fî Şerhi Urcûzeti’z-Züver.
98. Tercüme-i
Kasîde-i Dûyekî, Yıldız, 3701/170.
99. el-Mebsût fî
Rusûmi’l-Hutût, Pertev Paşa, 614, 620.
100. el-Istılâhâtu’ş-Şi’riyye,
Pertev Paşa, 625.
101. Durûb-ı Emsâl,
Pertev Paşa, 614.
Makâlât :
102. “Esâmî-i
Kur’ân”, Bahâeddin
Bey’de.
103. Şerh-i beyit, Pertev Paşa, 625
“Zi Ahmed
tâ ahad yek mîm farkest - Cihânî end rân yek mîm ğark-est”
104. “Yokluğundan var olan varlıkda bilmez yokluğu -
Sohbet-i yâr lezzetin bilmez beyim ağyar olan” beytinin şerhi, Pertev paşa,
625.
105. “Aceb hayrân u mestim ki bilişden bilmezem yârı -
Gözüm her kande kim baksa görünür sûret-i Rahmân” beytinin şerhi, Pertev
Paşa, 625.
106. “İlm-i Hak der ilm-i sûfî güm-şode” mısrâ-ı Mevlânâ’nın
şerhi, Pertev Paşa, 625.
107. “Hûrâ be-nazzâre nigârem saf-zed” Şeyh Ebû
Saîdi’l-Hayr’ın rubâîsi şerhidir. Pertev Paşa, 625.
108. “Zât-ı tu Kâdir-est bâ-icâd-ı her-muhâl - İllâ
yâ ferîden çün tu yegâne” beytinin şerhi, Yıldız, 3703/170.
109. Hâfız’ın bir beytinin şerhi, Yıldız, 3703/170.
110.“Kitâb-ı Şâne bînî tâ murâ tomâr-ı gîsû şod - Çü
Hüdhûd şâne bînî şâne-em-râ şâne-i rû şod” beytinin şerhi, Yıldız 3703/170.
111. Şerh-i Rubâî, Yıldız, 3703/170.
112. Şerh-i beyit, Yıldız, 3703/170.
113. Nizâmî’nin“Şiriskî dâşet ki çün tû girift - Sâye-i
hurşîd ber-âhû girift.” beytinin
şerhi, Yıldız, 3703/170.
114. Şevket’in bir beytinin şerhi, Yıldız, 3703/170.
115. Ebu’l-Ulâ’nın bir beytinin şerhi, Yıldız, 3703/170.
116. Urfî’nin bir beytinin şerhi, Bahâeddin Bey’de.
117. “Sevâd-ı sübha-i sad-dâne-i şeyh-i sâlûsun - Hakîkata
nazar olunsa yüzü karasıdır” beytinin şerhi, Yıldız, 3703/170.
118. “Hırâmân mî-reved dilber-i bûstan vakt-i gül”
mısrâının şerhi, Yıldız 3703/170.
119. “Zen-i âlem tutalım hüsn ile Leylâ olmuş”
şerhi, Yıldız, 3703/170.
120. “Şüphe yok Îsâ’ya tev’emdir emr-i tersâ...”
şerhi, Yıldız, 3703/170.
121. “Rahne-i seng-i siyâh penbe-i mînâdandır”
şerhi, Bahâeddin Bey’de.
122. Kırk Fıkra,
Bahâeddin Bey nezdinde.
123. Takrîz.
Şeyh Mûrâd Efendi’nin hafîdi Seyyid Muhammed Halîl’in Arafu’l-Benâm nâm eserine Arapça takrîzdîr. Bahâeddin Bey’de.
124. Takrîz.
Eyüp kadısı Muhammed Tâhir Efendi’nin, Şeyh-i Ekber hazretlerinin el-Kıstâsu’l-Müstakîm şerhine
yazılmıştır. Bahâeddin Bey’de.
125. Dibâce ve Makâle,
DFK, 2074.
126. Tezkire.
Üsküdarlı Berber Nûri Çelebi’ye yazılmıştır.
127. Mecmûa,
Es’ad Efendi, 3756.
128. Mecmûa, DFK, 4727.
129. Mecmûa,
DFK, 4727.
130. Dîvân-ı Râgıb.
Hekîmoğlu Ali Paşa’nındır. Müstakîm-zâde cem’ ve tertîb eylemiştir.
131. Şerh-i Müntehâbât-ı
Fütûhât, Sefîne, c.l, s. 64.
132. Hadîkatü’l-Cevâmi’,
Hâfız Hüseyn-i Ayvansarâyî’nindir. Müstakîm-zâde merhûmun sa’y u ikdâmıyla
yazmıştır.
133. Makâle,
DFK, 7428.
134. Risâle,
Yıldız, 3703/170.
135. Şerh-i
salât-ı Meleveyn, Pertev Paşa, 625.
136. Makâle,
Pertev Paşa, 625.
137. Şerh-i
Kelâm-ı Sıddîk, Bahâeddin Bey’de.
138. Şevket’in bir beytinin şerhi
139. Şerh-i beyt,
Yıldız, 3703/170.
140. Dîvân-ı Sâbit,
(Sâdece hattı), DFK, 7479.
141. Dîbâce-i
Âsâr-ı Vesîm.
Ârif-i zamân, edîb-i devrân İbnü’l-Emîn Mahmûd Kemâl Beyefendi’nin
Tuhfe-i Hattâtîn nâm eser-i
Müstakîm-zâde’de, müşârünileyhin âsârı hakkında yazdığı îzâhât-nâmedeki âsâr-ı
aliyyeyi aynen yazdım. Vaktiyle fazla olarak kayd ettiğim ma’lûmâtı
bi’l-ızdırâr tayyettim. Fazla îzâhât isteyenler Tuhfe-i Hattâtîn’deki mukaddimeye mürâcaat etmelidir. Müstâkîm-zâde
Süleymân Sâdüddîn Efendi merhûmun, müşârünileyhin yazdığı îzâhât-nâme ile şâd
olduğuna şüphe edilemez. “Mahmûd Kemâl Beyefendi”den Hazret-i Hak râzı olsun.”
duâsı vird-i zebânımdır.
Mahmûd Kemâl Beyefendi’nin îzâh-nâmesinden:
“Es’ad Efendi Kütübhânesi’nde 2780’de mukayyed ve kendi
hattıyla muharrer Dîvân-ı Alî Şerhi’nin
kenârına (s.469) Müstâkîm-zâde metnindeki bir kıt’a-i arabiyenin, “Senden
sonra kelâmın bâki olur. İbret ile nazar idüp, sana nâfi’ olmasını sevdiğin
kelâmı söyle ki, senin akabinde, seni hayr ile yâd eylemeye sebep ola.” meâlindeki
tercümesini yazdıktan sonra şöyle diyor:
Pes şârih-i bî-perhîz dahi, bu çend beyt-i nâçîzi
teberrüken yâdigâr-ı ahibbâ bir ber-güzâr-ı imlâ eyledi.[95]
Müstakîm-zâde’nin bir de Ahid-nâme-i Kebîr’i
varmış. İsmâîl Hakkı merhûma nisbetle devr-i ahîrde basılan, Ahid-nâme-i İsmâîl Hakkı hakkında
Bursalı Mehmed Tâhir Bey merhûm, “Bu eser, İsmâîl Hakkı’nın değil,
Müstakîm-zâde’nindir.” diye Üsküdar’da Selîmağa Kütübhânesi’nde bir nüsha-i
matbûasına yazmış olması tedkîka sebeb oldu. Netîcede fi'l-hakîka İsmâîl Hakkı
hazretlerinin Ahidnâme’si olmadığı, Müstakîm-zâde’nin olduğu tahakkuk etti.
Mahmûd Kemâl Beyefendi buyururlar ki:
“Şeyhü'l-islâm Ârif Hikmet Bey’in hatt-ı destiyle muharrer bir mecmûanın nihâyetine
rabt olunan Müstakîm-zâde'nin fihrist-i âsârı meyânında bir de Ahid-nâme-i Kebîr unvânlı bir esere tesâdüf
eyledim. Şemseddîn-i Mısrî Efendi’nin iş’ârı vechile bu eser
Müstakîm-zâde’nindir. 111 ve 118. ahid-nâmelerdeki Risâle-i Mevleviyye ve Şerh-i Dîvân-ı Alî mâddeleri, eserin
Müstakîm-zâde’ye âidiyyetinin delîl-i vâzıhıdır.”
Fatih’te Millet Kütübhânesi’nde Reşîd Efendi kitapları
meyânında Lügat faslında 950, 951, 952, 953 numarada Kanûnu’l-Edeb
tercümesi elsine-i selâse : Cild-i evvel, Ebü’l-Fadl Hüseyin b. İbrâhîm’in Kanûnu’l-Edeb fî Zabtı Kelimâti’l-Arab nâm
eser-i mu’teberi Müstakîm-zâde tercüme ve ismine târîh-i tercüme olarak “Elsine-i
selâse” tesmiye etmiştir. Bu dört cild müsvedde hâlinde mütercim hattıdır.
Târîh-i ikmâli yedi senede müyesser ve târîhi “Mahzenü’l-Esrâr” (محزن الاسرار) olduğu sonunda muharrerdir. Baş tarafında
Müstakîm-zâde’nin hatt-ı destiyle muharrer olarak tercüme-i hâlini gördüm ki,
aynen istinsâh eyledim. Sûret-i mülâkât pek latîfdir, okunmalıdır, târîhî bir
beyândır.
Mektûbat’ı Fârisî’den
Arapça’ya tercüme etmiş ve devr-i Azîzî’de Mekke-i Mükerreme Matbaası’nda
basılmıştır. İki cilddir. Tercümenin Arapça’ya naklinde elzem i’tinâ edildiği
görülmüştür. İmâm Rabbânî’nin bunda mükemmel bir tercüme-i hâlinin de yazıldığı
görülmüştür.
1162/(1749) senesinde başlayıp 1165/(1752) senesinde
ikmâl etmiştir. 34 yaşında tercümeye muvaffak olmuştur.
Server-i âlem (salla’llâhu aleyhi ve selem) efendimiz
hazretlerinin Hz. Âdem’e kadar silsilesi hakkında otuz sahîfelik bir eseri dahi
olup, kütüh-hânesinde mevcûd olduğunu Hâfız Şevket Bey söyledi. Nâmı Şifâu’s-Sudûr
li-Silsileti’n-Nûr’dur.
Şu na’t-ı şerîf müşârünileyhindir :
Eğerçi her cihetden ben adîmim Yâ Rasûlallâh
Recâ-mend-i heme cûd-ı kadîmim Yâ Resûlallâh
Alîl-i zâhir ü bâtın kelîl-i sûret ü ma’nâ
Reh-i cürm ü cinâyetde leîmim Yâ Rasûlallâh
Cenâhım zelle vü isyân Uçmak eylerim ümîd
Hudâdan ben heves-kâr-ı naîmim Yâ Rasûlallâh
Zaîfü’l-bâl-i hâl oldum kavîyim ben vebâl üzre
Amân sad-el-amân Yâ Rab esîmim Yâ Rasûlallâh
Recâ-mend-i şefâat olmağa mûcib bu kec-reftâr
Sakîmim lîk İbn-i
Müstakîm’im Yâ Rasûlallâh
Müstakîm-zâde hazretlerinin Arabî, Fârisî ve Türkçe ba'zı
eş’ârını ve manzûm târîhlerini gördüm. Âsâr-ı nazmiyyesinde tabîat-ı şâirâneden
ziyâde kudret-i âlimâne hikmeti göstermektedir. Müstakîm-zâde ebced hesâbıyla
pek güzel târîhler söylemiştir:
“Türbe-i zîbâ yapıldı Fâtiha
Oldu Lâhûta revân Allâh
diyüp rûh-ı Emîn”
târîhleri
o cümledendir.
“Ebced hesâbıyla târîh tanzîm etmeye adetâ ibtilâsı
vardır.” (İbnü’l-Emîn Mahmut Kemâl Beyefendi)
Mezâr Taşındaki Kitâbesi
:
“Allâh Sübhânehû ve teâlâ hazretleri merhûm ve mağfûrun
leh tarîk-ı Nakşıbendî Tokâdî Şeyh Muhammed Emîn Efendi hazretlerinin
hulefâsından ilmen ve tarîkaten ve sinnen Şeyh Müstakîm-zâde Süleymân Sa'deddîn
Efendi’nin rûhu için âmme-i cemî’-i mü’minîn ü mü’minât ervâhı için el-Fâtiha.
22 Şevvâl 1202/(27 Temmuz 1788).”
Müstakîm-zâde’nin teehhül etmemiş olduklarını Şerh-i Dîvân-ı Hazret-i Alî’de 543. sahîfede yazdıkları şu
ibâreden istidlâl eyledim:
“eş-Şeyh Süleymen” (الشيخ سليمن) 1131/(1719) târîh-i velâdetim olup, bu târîhlere
dek (ya'nî Dîvân Şerhi’ni yazdığı
1186/(1772) senesine kadar) servet-i tabîat-ı kânûn-ı nefsâniyyette muntafî ve
mürtekibâttan perhîz ile olduğum hâne-i meymenette ferîd ve vahîd, mazhar-ı
lutf-ı hafî olmaktayım. Kaldı ki, fezâil-i izdivâc abd-i fakîrde olan
mevâni’den ekaldir. Herkes kendi hâline gayriden ziyâde vâkıftır. Allâh teâlâ a'lem.
Bu bahs-i azîm Kutub İznîkî-zâde’nin Mürşidü’l-Müteehhilîn[96] nâm eserini tercümemizde bast olunmuştur.”
BURADA FOTOĞRAF VARDIR
!!!!!
Hz. Müstakîm-zâde mestûrînden idi. Mezâr taşında tâc
resmi yoktur. Hâcegân kavuğuna müşâbih bir şekil tersîm olunmuştur. Kitâbesinin
ibâresi bozuktur. Yanlış, eksik şeyler vardır. Müşârünileyh herkese târîhler
söylerdi. Ona kimsenin söylememesi fakîri müteessir etmiştir. Atîdeki târîhi
ona muhabbeten söyledim ve Mevlevî Tâhir Bey kardeşime de bir târîh söylettim.
Kendinin mestûru’l-hâl olmasının da bunda dahli olması vâriddir.
Hak teâlâ rûhunu takdîs ü taltîf eylesün
Müstakîm-zâde Süleymân-ı zamân-ı rahmetin
İtdi ihyâ nâmını İbnü’l-Emîn Mahmûd Kemâl[97]
Menba’-ı ilm ü fazîlet ol kerîmü’l-hasletin
İş bu nazm-ı târihi Vassâfına itdi sünûh
Feyz-i Hak’dır rıhleti târîh-i tâmmı Hazret’iN
(فيض حقدر)
= 1202
Yahut:
Feyz-i Hak’dır târîh-i rıhlet-medârı Hazret’in
“Müşârünileyhindir.”
diye Osmânlı Müellifleri’nde gördüm:
Yâ Rab kalemim mû-yı fenâdan sakla
Tahrîrimi ta’n-ı süfehâdan sakla
Tevfîk idüp kande gidersem rehber
Şeh-râh-ı şerîatda hatâdan sakla
Müstakîm-zâde hazretleri pek sevdiğim (bir) zâtdır. Bir
gün sûreti mahsûsada kabrinin üzerinde müterâkim molozu bi'z-zât temizledim.
Pehle taşını meydâna çıkardım.
Bir hâtıra-i fâhire
:
Müstakîm-zâde Süleymân Sa'deddîn Ef. merhûmun Türk Târîh
Encümeni (Tuhfe-i Hattâtîn) nâm eserini bastırmış ve merhûm
müşârünileyhin hayâtına ve âsârına dâir İbnü’l-Emîn Mahmûd Kemâl Beyin tetkîk-nâmesiyle
notları da neşr olunmuştur. Mahmûd Kemâl Bey Efendi'nin kemâlât-ı ârifânesi
hasebiyle bu eser hakkında da gösterdikleri kudret-i ilmiyye şâyân-ı takdîrdir.
Eser mütâlaaya cidden değer bir yadigârdır. Mütâlâasını tavsiye ederim. Eser-i
âcizânemde ismi geçen birçok zevât-ı kirâmın tercüme-i hâli oradan alınmıştır.
(Kaddesa'llâhu esrârahum.)
Cenâb-ı Hak Müstakîm-zâde’nin rûhunu mesrûr ve Kemâl Bey
Efendi’nin de sa’yini meşkûr buyursun. Âmîn.
TOKADÎ EMÎN
EFENDİ’NİN DÎĞER İKİ HALÎFESİ
Şeyh Halîl Efendi
ve Şeyh Ahmed Şevki Efendi
Müstakîm-zâde’nin kabrinin yanında Emîn Efendi’nin ayak
ucunda medfûndurlar. Biri Seyyid Halîl, dîğeri Seyyid Ahmed Şevki Efendilerdir.
Kitâbeleri:
“Cennet-mekân Tokâdî Muhammed Emîn Efendi merhûmun
hulefâsından merhûm ve mağfûrun leh es-Seyyid Halîl Efendi rûhu içün el-Fâtiha
1187/(1773).”
“Kad intekale’ş-Şeyh es-Seyyid Ahmed eş-Şevkî en-Nakşıbendî
halîfe-i Tokâdî Muhammed Emîn Efendi. Rûhları içün el-Fâtiha. 26 Zi’l-hicce
1199/(31 Ekim 1785).”
(Tokâdî) Emîn Efendi merhûmun kırkı mütecâviz halîfesi
olup esâmîsini Üsküdar’da Selîm Ağa Kütübhânesi’nde Tasavvuf kısmında 122
numaradaki tomârda gördüm. Tafsîline muttali’ olmak isteyenler o tomâra mürâcaat
etmelidirler. Sadrâzam Yeğen Muhammed Paşa ve Şeyhü'l-islâm Muhammed Sâlih
Efendi dahi hulefâsındandır. Muhammed Paşa’nın vefâtı 1200/(1786); Şeyhü'l-islâm’ın
ise 1170/(1757)’tir.
EBÛ ABDULLÂH MUHAMMED
es-SEMERKANDÎ
Yek-dest Ahmed-i Cûryânî’nin beşinci halîfesidir.
İstanbul’a gelmiş, Üsküdar’da vefât etmiştir. Târîhi 1116/(1704)’dır. Kara
Ahmed Türbesi’nin karşı sırasında medfûndur. Ziyâret-gâh-ı ehl-i tarîkattır.
Neccâr-zâde hazretleri bu koldan gelmiştir. Şeyhi Arab-zâde Muhammed İlmî
Efendî müşârünileyhin halîfesidir. Şemsipaşa’da bir tekke şeyhi idi.
/49/ SEYYİD AHMED-İ
BUHÂRÎ
Bir Ahmed-i Buhârî daha vardır. Emîn-i Buhârî’den tefrîk
için buna “Ahmed-i Buhârî” derler. İstanbul’da Unkapanı civârında “Yeşiltulumba”
denilen mahallin yakınındadır. Sene-i hicriyyenin 950/(1543) veyâ 960/(1553)
târîhinde Buhârâ’dan İstanbul’u teşrîf buyurmuşlar ve elyevm medfûn
bulundukları mahalde kâin hânelerinde imrâr-ı hayât edip, meşâyıh ve ulemânın
mazhar-ı hürmeti olmuşlardır.
994/(1586) senesinde âlem-i bakâya intikâl eylediler.
Pâdişâh-ı zamânın irâdesiyle hânelerine defn olunmuşlardır. Medfenleri üzerine
türbe inşâ edilmiş idi. Fakat mürûr-ı zamân ile münhedim olunca ittisâlindeki
hâne sâhibi burayı kendi hânesine ilhâk eylemişti. Hadîkatü’l-Cevâmî’de böyle yazılıdır.
1230/(1815) senesinde Sultân Mahmûd-ı sânî’nin rü'yâsında
görünerek, “Beni bulunduğum mezbeleden kurtar.” diye beyân-ı hâl
eylemekle, emr-i pâdişâhî üzerine medfenlerini aramışlar, bulamamışlar. Pâdişâh’a
arz olunmuş; “Erbâb-ı kulûba mürâcaatla keşfen bulunsun. Zîrâ be-heme-hâl
elzemdir.” diye fermân etmiş. Bunun üzerine ulemâ-yı Mısriyye’den ve
kibâr-ı meşâyıh-ı Nakşiyye’den Mustafa Efendi nâm zâta mürâcaat etmişlerdir.
Hz. Şeyh bir müddet taharrî ve murâkabeden sonra, nihâyet medfen-i şerîf
pîş-gâhında tevakkufla işâret buyurmuşlardır. Şeyh Ali Fakrî Efendi hazretleri
böyle nakleylediler. Kapan tüccârından birinin hânesi derûnunda imiş. Hattâ o
gün hâne halkı Kâğıthâne’ye mesîreye gitmişler, hânede kimse yok imiş.
Pâdişâhın irâdesindeki şiddet te’siriyle kapıyı açıp hâneye girerler. Mustafa
Efendi tarafından gösterilen mahal kazılmış, zuhûr etmemiş. “Daha kazınız.”
demesiyle, kazmışlar; gâyet derinde lahit zuhûr etmiş, açmışlar; na’ş-ı
şerîfleri ter ü tâze bulunmuş. Yalnız kefenlerinin sararmış olduğu görülmüştür.
Mustafa Efendi Kuşadalı İbrâhîm Efendi hazretlerinin
bendelerinden Kadıköylü Nâşir Efendi’nin hocasıdır. Bu münâsebetle o da hâzır
bulunmuş, kefen aldırıp, yeniden tekfîn ettirmiş. Kabirleri bu sûretle meydâna
çıkarılmış; emr-i pâdişâhî üzerine türbe tecdîd ve dergâh inşâ
edilip,1232/(1815)’de Şeyh Mustafa Efendi’ye buranın meşîhati tevcîh
olunmuştur.
/50/ Şeyh Mustafa Efendi, iki sene icrâ-yı meşîhatten sonra irtihâl-i dâr-ı
bakâ eylemiştir. Yerine ulemâ-yı kirâmdan Kıbrıslı Hasan Efendi şeyh
olup, vefâtında Üsküdarî Şeyh Behcet Efendi hazretlerinin hulefâsından ve Hasan
Efendi’nin dâmâdı Şeyh Rıfkî Efendi’ye 1248/(1832) senesi ibtidâsında meşîhat
tevcîh olunmuştur. Rıfkı Efendi’nin tercüme-i hâli, Behcet Efendi’nin hulefâsı
sırasında yazılacaktır.
Zamânında dergâh ihtimâl ki, tevsîan inşâ olunmuş olacak.
Dergâhın cümle kapısı bâlâsındaki târîh kendisinindir :
Hazret-i Sultân Mahmûd’un Cenâb-ı Kibriyâ
Feyz ü nusretle ferah-nâki ide kalb-i pâkin
Eyledi Allâh içün ihyâ bu vâlâ tekyeyi
Yâveri ola her dâim o şâhen-şehin*
Bendesi Dervîş Rıfkı
söyledi târîhini
Kutb-ı devrân yapdı bu yıl Nakşibendî dergehin
(قطب دوران يابدى
بو ييل نقشبندى دركهن) = 1252/(1836)
Rıfkî Efendi, 1271/(1855)’de âlem-i bakâya intikâl etti.
Beşiktaşî Yahyâ Efendi türbe-dârlarından Şeyh Mahmûd Efendi, seccâde-nişîn
olup, 1294/(1877)’te vefâtları vukû’ bulmakla, oğlu Şeyh Ali Efendi, yerine
geçmiş ve 1321/(1903)’de rıhlet edince, atîde tercüme-i hâliyle tezyîn-i sâhife
eylediğim Şeyh Ali Fakrî Efendi, şeyh olmuştur. Zamân-ı âlîlerinde türbe ve
dergâh yeniden ihyâ olunduğundan elyevm ma’mûrdur. Zamân-ı ihyâsı 1324/(1906)
senesine müsâdiftir.
Mevlevî Tâhir Dede Efendi’nin o zamân söylediği târîhtir:
Zîll ü sâye-güster-i Rabb-i Muîn
Vâris-i kudsî-i Fahri’l-Mürselîn
Hazret-i Abdülhamîd ki zâtıdır
Kutb-ı ekvân u Emîrü’l-mü’minîn
Zâhir ü bâtında bî-şüphe odur
Pîşvâ-yı âli-i ehl-i yakîn
Mehbit-ı ilhâm-ı Hak’dır ki velî
Her umurundan kerâmet müstebîn
Devr-i adli’çün dinilse çok mudur
Devr-i adl-i çâr-yâr-ı pencümîn
Olduğundan feyz ü irfândan habîr
Eylemekde hıdmet-i pîrân-ı dîn
Nerde bir dergâh-ı vîrân var ise
Dest-yâr-ı himmeti eyler nevîn
Sâyesinde sû-be-sû itmektedir
Bang-i zikru’llâh çerhı pür-tanîn
İşte ez-cümle bu âlî hânkâh
Uğramışken ihtirâka pîş-ez-în
Emr ü fermân eyleyüp ihyâsîna
Himmetiyle oldu bünyân-ı rasîn
Sanki sırr-ı bâz-geştî sâlike
Böylece gösterdi ol şâh-ı güzîn
Lutfına eyler bakâda şüphesiz
Ruh-ı Şah-ı Nakşibendî âferîn
/51/ Dir lisân-ı hâl ile bu hânkâh
Menba’-ı feyzim gelin ey âşıkîn
Ketbolunsa tâkıma şâyestedir
İşte cennet “fe’dhulûhâ hâlidîn”[98]
Cilve-gâh-ı zikr-i Hak oldukça ben
Şâh-ı âlem müstedâm olsun hemîn
Yâverî-i feyz-i pîr-i akdesin
Zâtını kılsun dem-â-dem kâm-bîn
Olmak üzre sâlikâna yâd-dâşt
Ben de bir târîh yazdım cevherin
Nakş idilse bâbına Tâhir
sezâ
Hânkâh-ı Nakşıbendî-i behîn
(خانقاه نقشبندئ
بهين) = 1324/(1906)
ŞEYH ALİ FAKRÎ
EFENDİ
Tarîkaten zâhirde “Fakrî” tahallüs buyuran ve hakîkaten gınâ-yı
ilm ü irfâna mâlik olmağla “Ganî” ism-i şerîfinin mazhar-ı tecellîsi
olan bu reh-nümâ-yı kerîmü’l-fıtrat, 1270 sene-i hicriyyesinde (1845)
Üsküdar’da âlem-i dünyâya zînet vermiştir. Pederleri Şeyh Muhammed Emîn Efendi,
onun pederi Ali Ağa’dır. Vâlideleri ve büyük vâlideleri Çerkesdir. Vâlide
cihetinden siyâdetleri vardır. Silsile-i nesebleri Hz. Abdülkâdir efendimize
müntehîdir. Baba cihetinden vezîr-i a’zam Ca’fer Paşa ahfâdındandır. Pederleri
Emîn Efendi, Üsküdar’da, Hallaç Baba Dergâhı’nın şeyhi idi.[99] 1292/(1875) senesinde irtihâl
eylemiştir. Bu dergâhda medfûndur. Büyük pederleri Ali Ağa, 1255/(1879)’te
vefât etmiştir.
Ali Fakrî Efendi, Üsküdar’da Ahmediye Mahallesi’ndeki
mekteb-i ibtidâîde merhûm Hoca Efendi’den Besmele-keş olmuş, İhsâniye’de kâin
Fıstıklı Mektebi Muallimi, huffâz-ı kirâmın mâ-bihi’l-iftihârı Hoca Sabri
Efendi’den telemmüz etmiştir.
Ba’dehû Üsküdar Rüşdî’sine devâm ile şehâdet-nâme alarak
Kara Hüseyin Efendi-zâde /52/ Ahmed Âsım Efendi merhûmun dersine
müdâvemetle nüsah-ı mürettebeyi okumuş; Üsküdarlı Hoca Vildân Efendi’den ahz-ı
icâzeye muvaffak olmuştur.
Pederlerinin irtihâli üzerine teehhül etmekle berâber,
pederlerinin yerine Hallaç Baba Dergâhı meşîhatine nâil oldular. Pederlerinin irtihâlinden
iki sene evvel müstahlef olmuş idi. Pederlerinin şeyhi, Samatya’da Etyemez civârında
Mirzâ Dede zâviyesi şeyhi, tarîkat-ı Sa’diyye’den Mustafa Vehbî Efendi olup,
1274/(1858) senesinde âzim-i dâr-ı bakâ olmuştur.
Şeyh Ali Fakrî Efendi, 1315/(1897) senesinde Üsküdar’da Selîm
Baba Dergâhı şeyhi Ömer Efendi merhûmdan tarîk-ı Nakşıbendî’den de müstahlef
olmuştu. Ömer Efendi’nin şeyhi Sâdık Efendi’dir. Onun şeyhi Eğrikapı’da kâin
Emîr Buhârî şeyhi Sâlim Efendi olup, nisbet-i tarîkatları Eyüp Nişâncı’sında
kâin Şeyh Murâd Dergâhı şeyhi Murâd el-Özbekî hazretlerine müntehî olur ki, o
da İmâm Rabbânî Ahmed-i Fârûkî hazretlerinin halîfeleridir.
Şeyh Ali Efendi’nin esâs hilâfetleri Sa’diyye’dendir.
Teberrüken Rufâî ve Sünbülî tarîklarından da icâzeleri vardır. Devlet
hizmetinde de bulundular. 1294/(1877)’te Rus Muhârebesi esnâsında Cibâli’de,
Şâdiye Kalyonu’nda Zuafâ-yı Askeriyye Hastalar Ağalığına ta’yîn olunmuş, bundan
sonra nüfûs kitâbetine ve Bâb-ı Âlî’de bir hizmete nakledilmiştir. Tahrîr-i
nüfûsda, tekâyâ tahrîr-i nüfûsuna 1500 kuruş maâşla me’mûr olarak, sonra hayât-ı
me’mûriyyetten çekilmiş, zamânını mütâlaaya ve irşâd-ı ibâda hasretmiştir.
1324/(1906) senesinde Seyyid Ahmed-i Buhârî Dergâhı
meşîhati uhde-i mürşidânelerine tevcîh olunarak, el-hâletü hâzihî, burada
neşr-i feyz-i tarîkat buyurmaktadırlar. Hüseyin Sa'deddîn Efendi’ye hilâfet
verip Hallaç Baba Dergâhı meşîhatini ona terk eylediler. Meclis-i meşâyıh
a’zâlığında da bulundukları gibi, ahîren İstanbul’daki meşâyıhın muâmelâtı
müftî efendinin riyâsetindeki bir meclise havâle olunmakla bu meclisde meşâyıh
nâmına a’zâ sıfatıyla bulunmaktadırlar.
Orta boylu, beyâz uzunca sakallı, mütenâsibu’l-endâm,
melîhu’n-nazar olup, dâimâ Nakşî tâcıyla gezerler. Dergâhlarının yevm-i mahsûsu
Perşembe günüdür. Sohbete meyilleri ziyâdedir. Herhangi bir mes'ele-i şer’iyye
vü taavvufiyye ortaya konulsa, tedkîkât-ı amîka ve felsefe-i fikriyyelerini etrâflıca
söylerler. Meclis-ârâdır. Mütâlaât-ı zevkıyyelerinden teşnegân-ı ma’rifet
müntefi’ olurlar. /53/ Rütbe-i ilmiyyeleri yüksek olup, her üç lisânda
(Türkçe, Arabça, Farsça) mütebahhirdirler. Şöhretten ziyâde ihtifâya meyl-i
tabiîleri olup, kanâat-ı kâmilelerinin te’sîriyle dünyâya rağbetleri pek azdır.
Her üç lisân üzere söylenmiş eş’ârı vardır. Fakat kendi ifâdelerine göre çoğu
mazbût-ı sahîfe-i i’tibâr olamayarak dûçâr-ı ziya’ olmuştur.
Son zamânlarda esâsı Fârisiyyü’l-ibâre olmak ve nısfına
karîb ebyâtı Arapça söylenmek şartıyla bir Sa’dî-nâme yazmaktadırlar.
Fakîre okudular. Mertebe-i tevhîdde, yüksek söylenmiş bir eser-i tasavvufîdir.
Âdâb-ı Nakşiyye’ye dâir bir risâlesi vardır.
Son zamânlarda yazdığı eserler:
- Sa’dî-nâme : Fârisî
lisânı üzere, üçyüz beyit.
- Mevlevî-nâme : Fârisî
lisânı üzere, üçyüz beyit.
- Ekberiyye : Hz.
Muhyiddin-i Arabî’ye, ikiyüz beyit.
Eş’ârından numûne:
Taştîr-i gazel-i Hazret-i Mevlânâ:
"يا صغير
السن يا رطب البدن"
يا كريم الأصل قبل
كل من
فاح منك الطيب فى
حول اليمن
"يا قريب
العهد من شرب اللبن"
"هاشمى الوجه
تركى القفا"
أنت مولى الحسن ذو
الطرف الحسن
لاترى فى الكون
عين مثلكم
"ديلمى الشعر
رومى الذقن"
دلنى ربى إلى هادى
السبيل
إننى فى بابه شيخ
أسن
مذنب عبد فقير
فقرى
يقرع باب الرجا
فيه سكن[100]
* * *
صاح الصباح قوموا
يا ايها السكارا
ملوا من المدام
جان جهان نمارا
ساقى بمن رهاده ز ان
باده دل افروز
هوشم بدوشم افكن
دلرا بد لربا را
أكرم على عشقك زد
فى الفؤاد شوقك
حتى أرى بقلبى عن
وجه بى بهارا
داويتنى بداء ليس
له دواء
درون دواى دل شد
جانا بهل دوارا
پروانكان شمعت سوزند ولى نميرند
آب حيات عشقت افنا
كند فنارا
هبت رياح وحدت رفت
از ميان چو كثرت
يك رو همى ببينم
اغيار وآشنارا
خواه از نجوم
وكوكب خواه از شموس فانوس
يك شعله است
فروزان امكان كجا مارا
هر جا نظر بكردم
مهر رخت بديدم
جل جلالك اى دوست
شستم ز دل سوا را
فقرى بتو كه آموخت
اين طرز هم زبانى
هم چون حزين سرايى اين نظم خوش ادار[101]
* * *
Zıll-i memdûd-ı azîmin Arş-ı a’lâdır senin
Ey zılâl-i kâmetin timsâli Tûbâ’dır senin
Gösterir âsâr-ı kudret hilkatinde gâyeti
Hilkatin mutlak kemâle hatm-i imzâdır senin
/54/ Pertev-i nûr-i cebînin aksidir levh-ı kazâ
Ebruvânın hâme-i takdîr-i Mevlâ’dır senin
Cebhe-sây-ı dergehin kılmaz temennî cenneti
Hâk-i kûyun cennetü’l-a’lâdan a’lâdır senin
Şeb-çerâğ-ı feyzinin bir zerresidir âf-tâb
Nûr-ı zâtın âf-tâb-ı mülk-i ma’nâdır senin
Selsebîl-i cûdunun atşânı olmuşdur Hızır
Nîm-zebân-ı feyzinin müştâkı Mûsâ’dır senin
Görünür her yüzde gerçi ârife envâr-ı Hak
Vech-i pâkin Fakri’ye mir’ât-ı Mevlâ’dır senin
* * *
Neşât u zevk-ı tevhîdi sebük-mağzâna virmezler
Menât-ı ders-i tecrîdi sebak-hânâna virmezler
Ezel nakdi gerek sûfî bu bâzâr-ı hakîkatde
Metâ’-ı feyz-i irfânı tehî-destâna virmezler
Revân-ı kalbini pâk it bu taklîd ü tezebzübden
Mezâk-ı câm-ı tahkîki ki bed-kîşâna virmezler
Nigeh-bân-ı edeb ol dil bu vâdî-i mukaddesde
Ki “mâ-zâğa’l-basar”[102] sırnn nazar-bâzâna virmezler
Süleymân-veş tefehhüm kıl lisân-ı kâl-i eşyâyı
Beğim bu mülk-i ma’nâ mührini dîvâna virmezler
Abâ-yı fakrı ber-dûş it külâh-ı Edhem’i ber-ser
Kabâ-yı atlas-ı şâhî kolay insâna virmezler
Edîm-i arzın olsan da yegâne merd-i meydânı
Yine bu baht ile Fakrî sana bir dâne virmezler
Gazel
Çille-i aşkın elinden çekdi dil hayfâ neler
Bir tükenmez mâ-cerâdır çekdirir hâlâ neler
Dil dolaşdı zülf-i müşgînine cânânın o dem
Kanlar akdı âh-ı endîşemden oldu şâneler
Âh-ı âteş-bârım eyler âlemi dûzah-misâl
Bir şerârımdan olur peydâ-semender hâneler
Vahdet-i mutlak sarâyı oldu dil kâşânesi
Şâhid ü meşhûdumuz Hak kalmadı bî-gâneler
Âr u nâmûsa selâm it benden ey akl u şuûr
Öyle rüsvâyım ki zikrim eylemez dîvâneler
Şems-i mâ’nâya metâli' olsa dil Fakrî müdâm
Olur ol yüzden münevver nice zulmet-hâneler
Hz. Osmân Şems’in :
“Hâk olup hûnâbe-i eşk-i terimden reng reng
Gül-şen oldu
katre-i feyz-âverimden reng reng”
gazeline Şeyh Ali Fakrî Efendi’nin nazîresinden:
“Okunur âyât-ı vechim defterimden reng reng
Görünür zât u sıfâtın
mazharımdan reng reng
Ben de bir kûh-ı
tecellî-i Hudâ’yım kim müdâm
Geçmede Mûsâ benim
deşt-i derimden reng reng”
Hulefâsı :
Hz. Şeyh’in altı halîfesi vardır:
İshâk ve Sâlih Efendiler Düzce’de vefât eylemişlerdir.
Bursa’da Sa’dî Dergâhı şeyhi, Erzurûmî Hoca-zâde İsmâîl
Hakkî es-Safî Efendi, zâhir ü bâtında müteferrid, hüsn-i hâl ashâbından bir
zâttır. Görüştüm.
Üsküdar’da tarîkat-ı aliyye-i Sa’diyye’den Hallaç Baba
Dergâhı şeyhi Sa'deddîn el-Vefî Efendi.
Üsküdar’da Selîm Baba Dergâhı şeyhi Ahmed Efendi
Tarîk-i Nakşî’den Küçük Mustafa Efendi.
Bekir Efendi, Unkapanı civârında Şâzelî Tekkesi şeyhidir.
İrtihâli :
Şeyh Ali Efendi, urefâ-yı sûfîyyeden ve kerâmet-i
irfâniyyesi müşâhede olunan kibâr-ı meşâyıhdandır. Yetmişyedi sene muammer
olmuştur.
Kudretim rütbe-i irfânını takdîr edemez
Anı hakkıyla gören dîde-i hak-bîn ister
Ali Efendi hazretleri, yazın Erenköy’de Mü’min Deresi
denilen mahalde mahdûmu Seniyüddîn Bey’in köşkünde sâkin olurdu. Tekkeler
seddolunduktan sonra, kışın dahi Erenköy’de otururdu. Arasıra ziyâret ederdim.
Son zamânlarda hastalandı. Seniyyüddîn Bey’in Göztepe istasyonu civârında dîğer
(bir) köşkü vardı. Orada tedâvîsine uğraşıldı. Mi’de kanserinden muztarip
olarak dört beş ay kadar esîr-i fürş olup, nihâyet 30 Recep 1347 târîhinde bir
Cuma gecesi terk-i cân etmekle, 12 Kânûn-ı Sânî (Ocak) 1929/30 Kânûn-ı Evvel
1345/1 Şâ’bân 1347 târîhine müsâdif Cumartesi günü na’ş-ı şerîfleri techîz ü tekfîn
ile namâzı ikindi vakti Göztepe Câmii’nde edâ olunarak, Sahrâ-yı Cedîd
Mezâristânı’nda defîn-i hâk-i gufrân kılındı. (Kaddesa'llâhu sırrahû ve
rahmetu'llâhi aleyhi)
/55/ ŞEYH MURÂD el-ÖZBEKÎ en-NAKŞIBENDÎ
Keşmir veyâ Kâbil beldesinden neş’et eyledi. 1055/(1645)
târîhinde dünyâya zînet-bahş olmuştur. Henüz üç yaşındayken ayaklarına felç
ârız olmakla kötürüm bir hâlde kaldı. Fakat atîdeki tafsîlden ma’lûm olacağı
üzre, ayakları sağlam olandan ziyâde dünyâyı dolaştı. Sinni kemâl bulunca,
tahsîl-i kemâlâta başlayıp kemâle sâhib oldu, kendisini sevenler çoğaldı.
Onların yardımıyla Haremeyn-i muhteremeyni ziyârete mazhar olup, Hindistan’a
gitti. Küberâ-yı Nakşiyye’den Şeyh Muhammed-i Ma’sûm hazretlerinden ahz-ı
inâbetle tekrâr Hicâz’a geldi. Üç sene mücâvir kaldı. Sonra Bağdâd’a gidip,
eızzei kirâmı ziyâretten sonra İsfahân’dan Buhârâ’ya gitti ve Belh ve Semerkand
meşâyıhıyla sohbetten sonra, tekrâr Bağdâd’a geldi. Üçüncü def'a hacdan sonra
Mısru’l-Kâhire’ye gidip, Şam’a azîmet ettiler. Buradan pek ziyâde
hoşlandıklarından hayli zamân kaldılar, teehhül ettiler, şöhretleri şâyi’ oldu.
1092/(1681)’de otuzyedi yaşındayken İstanbul’u teşrîf buyurdu. Civâr-ı Hazret-i
Hâlid’de beş sene tavattun eyledi. Dördüncü hactan sonra, Şam’a gelip, beşinci def'a
Hicâz’a âzim olup, bir sene Mekke-i Mükerreme’de mücâvir oldular. 1120/(1708)
senesinde ikinci def'a İstanbul’u teşrîf ettiler.
Sultân Selîm’de Bıçaklı Efendi menzilinde ihtiyâr-ı
ikâmet eylediler. Halkın teveccühü ve ziyâret için hücûmu, Çorlulu Ali Paşa’nın
hoşuna gitmeyip Hz. Şeyh’i Bursa’da ikâmete me’mûr eyledi. Ba’dehû İstanbul’a
avdet etti. Üç sene kadar bu sûretle dem-güzâr olarak 1132 senesi
Rebîu’l-âhirinin onikinci (22 Şubat1720)
Salı gecesi terk-i âlem-i fenâ eyledi. Eyüp’te ikâmet ettikleri mahalde
medrese inşâ olunmuş idi. Medresenin ders-hânesinde defn olundular. O gün
İstanbul halkı terk-i meşgale-i dünyâ edip, cenâb-ı şeyhin cenâzesinde
bulunmaya şitâbân oldular. Kalabalıktan halkın bir müddet meşy ü hareketten
âtıl kaldıkları menkûldür.
Mezkûr medrese, bi'l-âhare zâviye-i Nakşıbendiyye’ye
tahvîl edildi. Fukarâ-yı Nakşiyye’ye şart kılındı. Vâkıfı Ebu’l-Hayr
Efendi’dir.
Vefâtlarını şu mısra’ iş’âr eder:
Kerâmet birle düşdü Şeyh-i ekber
(كرامت برله دوشدى شيخ
اكبر) = 1133 – 1 = 1132/(1720)
Seyyid Mûsâ Efendî’nin söylediği târîh:
Gûş idip dedi teessüfle Kelîmâ târîh
Dehr kıldı yine bir kenz-i Murâd’ı medfûn
(دهر قيلدى ينه بر كنز مرادى مدفون)
/56/ Müşârünileyh hazretleri ilm ü irfânı ile şöhret bulmuştu. Huzûr-ı
âlîlerine varanlar ne kadar münkir olsa, nazar-ı feyzleriyle başka bir hâl
kesbederlerdi. Kerâmât-ı aliyyeleri zâhir olmuştur. Türbe-i münevvereleri
Eyüp’te Nişâncı’da Abdülahad en-Nûrî hazretlerinin civârında, ayrıca ma’mûr bir
medrese ortasındaki mescid-i şerîfin ittisâlindedir. Pek rûhâniyyetli olup,
zâirler müstağrak-ı zevk-ı rûhânî olurlar. İsmâîl Hakkı el-Celvetî hazretleri, Ahd-nâme’lerinde,
“Müşârünileyhin türbelerini ziyâret, erbâb-ı aşka lâzımdır ve makâmât-ı
müteberrikedendir.” buyuruyorlar. Delâilü’l-Hayrât
tarzında Ed’ıyye-i Hayriyye’leri vardır.
KARABABA-ZÂDE İBRÂHÎM
EFENDİ
Müşârünileyh (Murâd el-Özbekî)’in hulefâsındandır.
Bursalıdır. Bursa’da neşr-i feyz etti. 1135/(1723)’de irtihâline mebnî,
Zeynîler civârında hâk-i rahmete tevdî’ olundu. Şeyhinin emriyle yazdığı, sülûk-ı
Nakşıbendiyye’ye dâir eserinden başka, akâide ve usûl-ı zikre müteallik
te’lîfâtı vardır.
EFDALÜDDÎN-İ KÂŞÂNÎ
(BABA EFDAL)
Meşâhîr-i urefâ ve şuarâ-yı İran’dan olup, Hülâgû zamânında
ber-hayât bulunmuştur. Nasîrüddîn-i Tûsî[103] ehass-ı ahibbâsından olmakla
hakîm-i müşârünileyhin yüzünden Hülâgû tarafından Kâşân yağma ettirilmemiştir.
Evâhir-i ömründe âşık-ı şeydâ oldu. İhtiyâr-ı uzlet ü inzivâ eyledi.
Dâru’l-fünûn Kütübhânesi’nde, Hâlis Efendi merhûmun kitâbları meyânında
1714/241 numarada Riyâzu’l-Ârifîn ve
2680/103 numarada Mecmau’l-Fusahâ’da
muharrer olduğuna göre, gençliğinde bir genç terzi çırağına alâka edip,
ma’şûkunun hüsn-i hicâbı, âşıkın hicâb-ı hüsnü olmuştur. İki sene bu derd-i
aşkla hem-râz olup, sık sık terzi dükkânının karşısındaki sokakta oturur,
ma’şûkunun cemâline hayrân kalırmış. Bir gün ber-mu’tâd gelince, ma’şûkunu
bulamamakla aklı başından giderek onu aramaya çıkmıştır. Meğer o gün çırak,
kendi gibi nev-civânlarla o civârda seyr-i gülistâna azm etmiş. Baba Efdal,
bâ-tahkîk arar bulur. Gençler onu görünce, terzi çırağına tevcîh-i hitâb ile, “Bu
adam, görüyoruz ki iki senedir senin dâm-ı aşkına giriftardır.”, cevâbında,
“Evet biliyorum. İşini gücünü terk ile, benim cemâlimi temâşâdan zevk
almıştır.”
من ميدانم كه ايام وصال را كوتهى وهر وصالى بقرافى منتهىاست
در اين قرض در صحبت جسمانى را بروى او بسته و با نهايت آشنائى روحاني در دكان
بيكانكى نشسته ام [104]
/57/ dediğini işiten Baba Efdal, sayha ederek düştü, bayıldı. Civânlar Baba’nın
başına üşüştüler. Ma’şûku da geldi. Baba onun pîrâhen-i Yûsuf'tan gelen koku
gibi kokusunu aldı. Kendine geldi, gözlerini açtı. Ma’şûkunu yanı başında
görünce, boyunca sıçradı. “Leylâ, Leylâ” derken Mevlâ’yı buldu. Artık
terk ü tecrîd yoluna girdi. Hıdmet-i meşâyıha koştu. Urefâ-yı zamân sırasına
geçti.
Dede Ömer-i Rûşenî gibi bir vak’a-yı âşıkâneye şâhit
olması, onun mertebe-i kemâle îsâline sebep oldu. Kime müntesib idi? Merâk
ettim. Târîh ile tevfîk-ı hâl edemedim. Elime “Resâil-i Kâşânî”
diye Hindistan’da yazılmış elyazması bir eser geçti. Tedkîk ettim. Yazdığı
eserler şunlardır ki, her birini mütâlâa ettim. Fârisiyyü’l-ibâredir. İrfânen
yüksektir:
Risâle-i Esrâr-ı
Nikâh, Risâle-i Semâiyye, Risâle-i Vücûdiyye, Risâle-i Âdâbi’s-Sâlikîn,
Risâle-i Âdâbi’s-Sıddîkîn, Risâle-i Genc-nâme, Risâle-i Bükâiyye, Risâle-i
Nasîhatü’s-Sâlikîn, Risâle-i Sevâdü’l-Vech fi’d-Dâreyn, Risâle-i
Tenbîhü’s-Selâtîn, Risâle-i Serâbiyye, Risâle-i Nefehâtü’s-Sâlikîn, Risâle-i
Zikr, Risâle-i Şerh-i Ebyât, Risâle-i Beyân-ı Silsile, Risâle-i Çehâr-kelime,
Risâle-i Silsileti’s-Sıddîkîn, Risâle-i Bathiyye, Risâle-i Mir’âti’s-Safâ,
Risâle-i Avhâl-i Ulemâ vü Ümerâ, Risâle-i Gül-i Nevrûz, Risâle-i
Mi’râci’l-Âşıkîn, Risâle-i Mürşidi’s-Sâlikîn, Risâle-i Feth-nâme, Risâle-i
Bâberiyye, Risâle-i Tenbîhü’l-Ulemâ, Risâle-i Bünyâiyye, Risâle-i Şeybiyye ve
Risâle-i İlmiyye (olmak üzere) cem’an yirmidokuzdur.
Köprülü-zâde Fuad Bey’in, Türk Edebiyyâtında İlk Mutasavvıflar nâm eserinde (396. sahifede):
"Bağdâdlı Vehbî Efendi’nin zengîn ve cidden çok kıymet-dâr Kütübhânesinde,
Ahmed b. Mevlânâ Celâleddîn-i Kâşânî’nin âdâb-ı tasavvufa dâir Risâle-i Bâberiyye’sinden bahs olunması
nazar-ı dikkatimi celb eyledi. Mevlevî Tâhir Bey Efendi’nin kütüb-hânesinden “Resâil-i
Kâşânî” diye görüp okuduğum resâilin isimlerini yukarıya yazmıştım. Bu
isimler arasında Risâle-i Bâberiyye dahi
vardır. Demek ki, “Resâil-i Kâşânî” denilen bu âsâr Baba Efdal’in
değildir. Ahmed Celâleddîn-i Kâşânî’nindir. Şu hâlde bâlâdaki muhâkeme-i
târîhiyyeyi doğruluyor. Baba Efdal, tercüme-i hâlini yazdığım zâttır. Bu
eserlerin (müellifi) ile Efdalüddîn-i Kâşânî başka başkadır. Zâten ârif-i
muhterem Muhammed Besîm Beyefendi, bir mektûbunda, “Eyâ nûr-ı ayn!
Buyurduğunuz gibi, bizde terâcim-i ahvâl-i ekâbirde ve onların istinbât-ı
şuûn-ı hayâtlarında çok teşâkül, çok tezâhüm, çok teşâbüh ve çok tedâhül
vardır. Tâ'dâd buyurduğunuz kirâm-ı ricâl-i Nakşiyye’den Fazlullâh-ı Kâşânî
hazretleri bizim çok sevdiğimiz o Baba Efdal-i Kâşânî olmayacaktır. Esâsen
isimler, cevher-i kelime i’tibârıyla bir gibi görünüyorsa da, ihtilâf-ı terkîb
ü sîga meydândadır. Bu gibi meşâkilelerde maskat-ı re’s müşâreketiyle isim ve unvân
mülâbesetinin te’sîr-i küllîsi görülüyor.” (der.)"
Muharrir-i fakîr, tedkîk netîcesinde, bu hakîkatleri elde
ettikçe çok müteşekkirim. Hulâsa Baba Efdal başka, Efdalüddîn-i Kâşânî başka,
Celâleddîn-i Kâşânî başkadır.
Bir de, Arabca yazılmış Meâricü’l-Kemâl fî Medârici’l-Visâl nâm eserini gördüm. Âdâb ve
esrâr-ı ma’rifete dâirdir. Âsâr-ı mezkûre meyânında Silsile Risâlesi’ne bakılır.
Kendi Câmî ve Ubeydullâh-ı Ahrâr zamânını idrâk ve
onlardan ahz-ı feyz etmiştir. Şu hâlde Hülâgû zamânını idrâk etmesi ihtimâl ki
yanlıştır. Çünkü arada ikiyüz senelik bir fark vardır. Her ne ise, bir hakîkat
varsa, Baba Efdal hazretlerinin zuhûru ve yazdığı gibi Hâce Ubeydullâh ve Câmî
ile münâsebetidir.
Rubâiyyâtı pek mühimdir:
يارب جه خوشست بي
دهن خنديدن
بى منت ديده خلق
عالم ديدن
بنشين وسفركن كه
بغايت چو تست
مي زحمت با كرد
جهان كر ديدن[105]
* * *
كفتم همه ملك حسن
سرمايه تست
خورشيد فلك جون در
سايه تست
كفتا غلطى از
مانشان نتوان يافت
ازما تو هر آن چه ديده مايه تست[106]
Cidden eâzım-ı hükemâ ve efâhım-ı urefâdan olup
müstağrak-ı deryâ-yı aşk olduğundan, silsile-i meşâyıhda nâm-ı şerîfi gayr-i mestûr
kalmıştır. Kâşân’da veyâ ihtimâl ki, Bağdâd’da medfûndur. Âsârı Hind’de
şöhret-gîrdir. (Kaddesa'llâhu esrârahû)
/58/ KAŞGARÎ ABDULLÂH EFENDİ
1100 sene-i hicriyyesinde (1692) Kaşgar’da âlem-i dünyâya
kadem basmıştır. Ricâl-i Nakşiyye’den mübârek bir zâttır. İstanbul’u
teşrîflerinde civâr-ı Hz. Hâlid’i ihtiyâr buyurdular. O aralık La’lî-zâde Abdülbâkî
Efendi merhûmun binâ eylediği dergâha şeyh oldular. Fakat burası mücerredlere
meşrûta olduğundan, Abdullâh Efendi hazretleri teehhül murâd buyurduklarından,
bu meşîhati terk ile, hâcegân-ı Devlet-i Aliyye’den Hacı Murtazâ Efendi’nin
inşâ eylediği câmî-i şerîf etrâfındaki hucurât-ı Nakşiyye’yi ihtiyâr eyledi ve
buranın meşîhatini der-uhde buyurdu. Onaltı sene irşâd-ı ibâd ile bi’l-iştigâl 1174
senesi Saferinin yedinci günü (19 Eylül 1760) terk-i âlem-i nâsût etti. Sinn-i
âlîleri yetmişdört idi.
Ulemâdan ve cidden sulehâdan olduğu menkûldür. Ba'zı
eş’ârı var imiş. Eyüp Sultân’da tepeye doğru yüksek bir mahaldeki türbe-i
mahsûsalarında medfûndur. Ziyâret eyledim; pek feyzli ve rûhâniyyetli bir
mahall-i mübârekdir.
ŞEYH UBEYDULLÂH
EFENDİ
Müşârünileyhin mahdûm-ı mükerremleridir, gerek mûmâileyh,
gerek Şeyh Hüseyin ve Şeyh Îsâ efendiler, hulefâsındandır. Ubeydullâh Efendi on
sene pederlerinin yerinde meşgûl-i irşâd olup henüz genç yaşında iken
1184/(1770)’de irtihâl etti. Pederlerinin yanına defn olundu.
ŞEYH HÜSEYİN EFENDİ
İstanbul’da Sultân Bâyezîd civârında Sarrâc İshâk Câmii
şerîfinde meşgûl-i zikru’llâh olup, 1201/(1787) senesinde irtihâl-i dâr-ı bakâ
eyledi. Bu câmî-i şerîfin hazîresinde medfûndur. Ziyâret olunur bir mahall-i
mübârektir.
ŞEYH ÎSÂ EFENDİ
Ubeydullâh Efendi’nin intikâlinden sonra dergâh-ı şerîf İmâmı
Geylânî Îsâ Efendi seccâde-nişîn-i tarîkat olup 1206/(1791-92) târîhinde doksan
yaşında âlem-i dünyâdan güzer etti. Pek mübârek bir zât imiş. Şuarâ-yı zamândan
Pertev Efendi şu manzûme-i târîhiyyeyi söylemiştir:
Cenâb-ı Şeyh Îsâ hâcegân-ı Nakşıbendî’den
Zamânın kutb-ı aktâbı idi ol zât-ı bî-hemtâ
Yetişmiş feyz-yâb olmuşdu Abdullâh Efendi’den
Nice cânlar uyarmış ârif-i bi’llâh idi hakkâ
Cihân kim bî-bakâdır her konan bundan göçer elbet
Gider da’vet olundukda eğer pîr ü eğer bernâ
Bu zât-ı bî-muâdil dahi gitdi elden aldırdık
/59/ Mukaddes eyleye rûh-ı şerîfin Hazret-i Mevlâ
Mücevher harfile levha kalem yazmış bu târîhi
Ki böyle tâm vâki’ oldu Pertev eyledim ihsâ
Fedâ-yı mâ-melekle mâlik-i mülk-i visâl oldu
Urûc-ı âsmân-ı evc-i ulyâ kıldı Şeyh Îsâ
(فداى ماملكله مالك ملك وصال اولدى
عروج آسمان اوج عليا قيلدى شيخ عيسا )
Müşârünileyh derûn-ı tekkeye defn olunarak, Sultân
Selîm-i sâlis tarafından müstakıllen bir türbe binâ olunmuştur.
Sonra Şeyh Abdullâh Efendi’nin dâmâdı Çelebi Efendi
post-pîrâyı irşâd oldu. 1208/(1794)’de altmışüç yaşında terk-i dünyâ eyledi.
Ba’dehû Hz. Abdullâh’ın kölesi Hacı İsmâîl Efendi seccâde-i irşâda oturup bir
müddet sonra âlem-i bakâyı mekân etmekle Hz. Abdullâh’ın hafîdi şeyh oldu.
1213/(1798)’te göçtü (Kaddesa'llâhu esrârahum). Dergâh-ı şerîf el'ân
ma’mûrdur.
Bâlâda ismi geçen Şeyh Hüseyin hakkında yazdığım manzûm
silsilenâmeden:
Doğup Kaşgâr’dan Abdullâh Efendi nâm veliyyu’llâh
Nice cânlar uyandırmış nice cânlar idüp ihyâ
Husûsıyla Cenâb-ı Şeyh Hüseyn ondan alup feyzi
Bu yerde post-nişîn oldu ki oldur âşık-ı şeydâ
Harîm-i sırr-ı pâk-ı Nakşıbendî’dir kerîmü’t-tab’
Tarîkat nûruna mazhar idi buldu şeref hakkâ
Mürîd-i râh-ı Hakk’a cilve-gâh oldu bu hakîr kim
Nice zikr ehli bunda itdi kalbin nûr ile imlâ
Hacı Ömer Efendi şeyh olup ba’d ez-zamân bunda
Zahîr olmuş ona pîr himmeti her dem nesîm-âsâ
Cenâb-ı Şeyh Dervîş bu makâma postu yaydıkda
Tarîk-i aşk-ı Mevlâ’da vücûdun eyledi ifnâ
Abdullâh Efendi’den gelen silsile, Dervîş Efendi’de
munkatı’ olmuştur.
ŞEYH SEYYİD
ABDÜLHAKÎM EFENDİ
1281 sene-i hicriyyesi Şevvâlinde (Mart 1865) Hakkârî’de
âlem-i şuhûda kadem-zen olmuştur. Pederleri Seyyid Mustafa Efendi olup,
Kürdiyyü’l-asıl, seyyid-neseb, lakabları “Manzûr-ı nazar-pîrân-ı kirâm”dır.
Arvâsî-zâdelerdendir.
Kürdistan’ın muhtelif şehirlerinde, muhtelif zevâttan
tahsîlde bulunmuş, iktisâb-ı feyz-i ulûm etmiştir. Mülâkî olduğu zevât-ı
kirâmın her birinden Nakşıbendî, Kâdirî, Sühreverdi, Kübrevî ve Çeştiyye tarîklarından
kesb-i kemâlât ederek müstahlef olmuş, Üveysiyyü’l-meşreb bir zât-ı
sütûde-siyerdir.
Muhît-i tahsîlinin îcâbât-ı tabîiyyesinden olarak ulûm-ı
Arabiyye vü Fârisiyye’den /60/ behre-mend olarak, her iki lisânın edebiyyâtında
zamânımızın müteferridleri sırasına geçmiştir. Tarîkat-ı aliyye-i
Nakşıbendiyye’den âtîde tercüme-i hâliyle tezyîn-i sahîfe olunacak olan Mevlânâ
Hâlid Ziyâeddîn-i Nakşıbendî’ye müntehî olup, mürşidleri Seyyid Fehîm, onun
şeyhi Seyyid Muhammed Sâlih, onun mürşidi Seyyid Tâhâ, onun mürşidi de Mevlânâ
Hâlid hazretleridir.
İstanbul’a hicretleri 3 Şa'bân 1337/(5 Mayıs 1919)
târîhine müsâdiftir. Burada kemâlât-ı ârifâneleri şâyi’ olup, herkes meclis-i
irfânlarına şitâbân olmaktadır.
Eyüp’te, Kaşgarî Abdullâh Efendi hazretlerinin dergâhı meşîhatı
münhal olmakla, meşîhat, İmâmet ve hitâbeti kendilerine tevcîh olunmuştur.
İstanbul’a hicretten mukaddem Van vilâyeti ve etrâfında neşr-i feyz-i tarîkat
eylemişti. 1315/(1897) ve 1325/(1907) senelerinde Haremeyn-i muhteremeyni
ziyâret şerefine mazhar olup, burada iki ay kadar ikâmetle kâm-yâb olmuşlardır.
Kendileri bid’at ihdâsından fevka'l-âde müctenibdirler.
Hattâ tercüme-i hâl-i âlîlerini yazmak emeliyle istihsâl-i ma'lûmât için
mürâcaat ve istîzâhıma karşı, “Tarîkat-ı aliyye-i Nakşıbendî’de bid’at ihdâs
etmeyerek istikâmetle irşâd-ı ibâd vazîfesini îfâ eylemektedir.” diye
yazılmasını emir buyurdular. Fazîlet-i aliyyeleri ulemâ-yı zamânın
tasdîk-kerdesi olduğundan, Süleymâniye Medresesi’nde mevâız-ı dîniyye
müderrisliği dahi uhde-i fâzılânelerine tevcîh olunmuştur.
Meslek-i husûsîleri hakkındaki istîzâhıma da, “Me’mûriyyetim
yoktur. Yalnız müderrislik ve meşîhat maâşıyla ve tekkenin şehrî 15 kilo
pirinç, 20 kilo fasulye ve 500 kuruş lahm bedeliyle it’âm-ı fukarâda bulunuyor,
geçiniyorum. Lehu’l-hamd ve’l-minne, siyâset bilmem. Fırkalara nisbette
bulunmadım. İrşâddan başka bir hizmetle mükellef değilim.” buyurdular.
Şeyh Seyyid Sıddîk Efendi nâmında bir halîfeleri vardı.
Ermenîler tarafından şehîd edilmiştir. Elyevm Ahmed Neyyir el-Mekkî ve Ahmed
Münîr el-Kudsî nâmında iki mahdûmu vardır.
Kendileri orta boylu, beyâza karîb kır sakallı,
esmeru’l-levn, mütenâsibü’l-endâm bir zât-ı âlî-kadrdir. Selâset-i beyâniyye
ile ifâdeye ve her üç lisânda fesâhatla tekellüme muktedirdir. Şem’a-i
irfânının etrâfına toplanan mürîdânı günden güne tezâyüd etmektedir. Kerâmet-i
irfâniyyesi müşâhed olup, cevâmi’-i şerîfedeki va’z u tedrîsinden umûm istifâde
etmektedir. Hakâyıka ve dekâyıka müteallik olan ifâdeleri mürîdânı tarafından
zabt edilegelmektedir.
Tasavvufa müteallik, er-Riyâzu’t-Tasavvufiyye
ve âdâb-ı Nakşıbendî’ye dâir Râbıta-i
Şerîfe nâmlarında eserleri matbû'dur.
/61/ LA’LÎ-ZÂDE ŞEYH ABDÜLBÂKÎ EFENDİ
Şârih-i Mesnevî Sarı
Abdullâh Efendi hazretlerinin kerîme-zâdesi La’lî Şeyh Muhammed Efendi’nin mahdûmu
ve Melâmiyye-i Bayramiyye urefâsından idi. Şeyh Murâd-ı Nakşıbendî
hazretlerinden tekmîl-i sülûk ettiler. İrtihâlleri şeyhinin rıhletinden
yirmiyedi sene sonradır.
Gül-şen-i cennete gül-bün ola La’lî-zâde
(كلشن جنته كلبن
اوله لعلى زاده ) = 1159/(1746)
târîhidir.
Eyüp’te Yahyâ Efendi Dergâhı mukâbilinde Kalender-hâne
hazîresinde medfûndur.
Âsâr-ı Aliyyesi :
1. Menâkıb-ı Melâmiyye-i Bayramiyye,
2. Tercüme-i İnsân-ı Kâmil li’ş-Şeyh Abdülkerîm-i Cîlî,
3. Gıdâ-yı Rûh,
4. Tercüme-i Hakîkatü’l-Yakîn ve Zülfetü’t-Temkîn
li’ş-Şeyh Abdülkerîm-i Cîlî,
5. Şerh ve Zeyl alâ-Kasîdeti Meslekü’l-Uşşâk li’ş-Şeyh
Sarı Abdullâh Efendi,
6. Risâle-i Mebde’ vü Meâd,
7. Tercüme-i Kîmyâ-yı Saâdet li’l-Gazâlî,
8. Telhîsu Nevâdiri’l-Usûl,
9. Zübdetü’s-Sukûk,
10. Nümûd-bûd Risâlesi Tercümesi.
“Budur ancak sırât-ı müstakîme ehl-i vicdânın
Muhabbet râhıdır
âşıklara me’vâsı vuslatdır”
beyti
eş’ârına misâldir.
Birâderleri Seyyid Abdullâh Efendi, Haleb kadılığında
bulunmuş idi.
1139/(1719)’da irtihâl edip, Sarı Abdullâh Efendi’nin
ayak ucunda defn edilmiştir.
BEŞİKTAŞÎ YAHYÂ
EFENDİ HAZRETLERİ
Hazîne-i ilm ü hikmettir. Pederleri Ömer Efendi’dir. Bir
rivâyette Şamlı, rivâyet-i uhrâya göre Amasyalıdır. Silk-i kazâya sâlik olup
Trabzon kâdîlığında bulunduğu sırada Yahyâ efendi, 900/(1495) târîhinde âlem-i
dünyâya gelmiştir.
Sinn-i temyîze erişdikte yedi sene ibtidâî tahsîlde ve bu
esnâda riyâzât ve mücâhedâtta bulunarak İstanbul’a gelip kemâlât-ı aliyyesini
tezyîd için meşhûr Zenbilli Ali Efendi hazretlerinden ahz-ı feyz-i ilm ü kemâl
ederek yükselmiştir. Peder-i âlîleri Şam’da medfûndur. Peçevî Târîhi’nin rivâyetine göre vâlideleri Trabzonludur. Yahyâ
Efendi Trabzon’da dünyâya şeref verdiği vakit, Sultân Selîm Hân-ı evvel,
Trabzon’da vâli imiş. Şehzâdeleri Süleymân Hân-ı Gâzî’ye, Yahyâ Efendi’nin
vâlideleri süt vermiştir. Bu sebeble Kânûnî Sultân Süleymân’ın süt karındaşı /62/
olmuştur.
Yahyâ Efendi, İstanbul’da, Cânbâziyye, Efdaliyye, Fâtih
ve sâir birçok medreselerde müderrislikde bulunup, 962/(1555)’de ihtiyâr-ı inzivâ
eylemiştir. Ulûm-ı zâhireden, fünûn-ı mütenevviaya âşinâ ve bâ-husûs, fenn-i
tıb ve ilm-i hikmet ve ilm-i hendesede sâhib-i yed-i tûlâ imiş.
Peçevî merhûm diyor ki:
“Mâder-i muhteremeleri sarây-ı âmireye gâh u bî-gâh duhûle me’zûn olmakla,
Sultân Süleymân hazretlerine irdâ’ saâdetine vâsıl olmuşlardır. Sonra racül-i
kâmil olup, taleb ve tahsîlinde akrânına tefevvuk etti. Müftü Ali Çelebi (ya'nî
Zenbilli Ali Efendi)’nin hizmetinde mülâzım olup tarîki ile Medâris-i
Semâniyye’den birine vâsıl olduktan sonra, bir gün Cenâb-ı Pâdişâh’a bir
tezkere yazıp, hukûk-ı dîrîneyi isbât ettim sandı. Velâkin, (لا وفاء للملوك)[107] fehvâsınca, renciş-i hâtır-ı âtırlarına bâis
olunup azl edildi ve altmış akçe ile takâüd buyuruldu. Ol sebeble ekâbir
kapısına tereddüdden halâs olup, Beşiktaş sevâhilinde bir makâm edindi ve rûz u
şeb tâat u ibâdete meşgûl olup, kendüyi ziyârete gelenlerin ziyâfetine
mâ-melekin sarf eder oldu. Ol havâlîde envâ-i dırahtân gâh gars edip, gâh
aşıladı. Günden güne kerâmât-ı aliyyesi zuhûra geldi. Bu ağaçlık meşhûr mesîre
olmuştu. Herkes giderdi.
Bu sırada Evliyâ Çelebi’nin rivâyetine göre, bir kûhistân-ı
vâsi’-çemen-zârdadır ki, içine aslâ güneş te’sîr etmez. Çınar, söğüt, sakız,
servi ve cevz-i rûmî ağaçlarıyla müzeyyen bir vâdîdir. Uyûn-ı câriyeleri
dibinde sâhib-i hayrât tarafından bir çemen-zâr-ı suffe edilmiştir ki, sarı
asma, kara tavuk, ishâk kuşu, ispinoz, filorina, baştankara, bülbül-i bed-nâm,
bülbül-i nîk-nâm gibi kuşların feryâdı ehl-i teferrücün cânına cân katar.
İçinde yârân-ı safâ taraf taraf muhabbet ederlerdi.”
Beşiktaş ile Ortaköy arasındaki bu mahalli satın alıp, sâhil-i
bahrda bir süknâ ve bir mescid binâ eylemiş ve sonraları etrâfına medrese ve
hammâm ve münzevîlere mahsûs hücreler ve bir çeşme binâ eylemiştir. Elyevm sâhilde
değil, set üstündedir. Neccâr-zâde hazretleri hakk-ı âlîlerinde şu yolda
izhâr-ı ta’zîmâta şurû’ etmiştir:
Yahyâ-yı Beşiktaş’ı ziyâret idelim gel
Oldur sebeb-i zînet-i kühsâr-ı Beşiktaş
/63/ Burada ömrünü ibâdât u tâat ile geçirmiş ve nice erbaînler çıkarıp,
riyâzât ve mücâhedât ile uğraşmıştır. Cemî’ a’yân u erkân ve ahâlî vü tüccâr ve
husûsuyla gemiciler, Yahyâ Efendi hazretlerini ziyâret ederler; hediyye ve
nezirler götürürlerdi ve hâcetleri için duâ taleb ederlerdi. Yahyâ Efendi,
züvvâra yedirir, içirir, meyveler ikrâm ederdi ve ale’l-ekser âlem-i istiğrâkda
nağme-zen olup, (يا أهل الوادى هل لكم من الهادى)[108] kelâmını Hz. Ali efendimize
nisbet olunan.
مقامى مناخ لمن قد
نزل طعامى مباح لمن قد أكل
وقدم ما عندى حاضر
وإن لم يكن غير خبز وحل[109]
beyitini
söylerlerdi. Çok kerreler ahâlî vü mevâlîye ve fukarâ vü mesâkine ziyâfet çeker
ve her sene Fahr-i kâinât (aleyhi ekmelü’t-tahiyyât) efendimiz
hazretlerinin velâdet-i seniyye-i nebeviyyelerine şeref-müsâdif leyle-i
mukaddesede bir büyük ziyâfet keşîde eder; talebe-i ulûm ve fukarâ vü zuafâdan
ziyâretine gelenlere sadakalar verirlerdi. Böyle bir zât-ı sütûde-sıfât idi.
Vâkıf-ı esrâr-ı hakîkat olduklarına şüphe yokdur, nutukları delâlet eyler.
Şiirde, “Müderris” diye tahallus buyururlardı. Beyne’l-halk, “Molla Şeyh-zâde”
denilmekle şöhret bulmuştu. Sûfîyâne ve muhakkıkâne söylenilmiş Dîvân’ı
vardır.
“İrtihâl-i Kutbu’l-ulemâ” (ارتحال قطب العلما)[110] mısraının delâleti üzere
978/(1571) ve bir rivâyette 977 sene-i hicriyyesi (1570) leyle-i adhâsında, “irciî” emr-i celîline
lebbeyk-zen-i icâbet olarak terk-i hayât-ı müsteâr eylemekle, na’ş-ı
mağfiret-nakşları, Sultân Süleymân ile olan münâsebeti i’tibârıyla, ale’s-sabâh
Süleymâniye Câmi'-i şerîfine nakl edilip Bayram namâzının akabinde, salât-ı cenâzeyi
müftiyü’l-enâm ve Şeyhü’l-İslâm Ebussuûd Efendi hazretleri kıldırmışlardır.
Cemâat-i uzmâ hâzır olmuştur. Ba’dehû hâlen ziyâret-gâh olan ve hayâtta iken
kendileri tarafından ihzâr olunan kabirde vedîa-i rahmet-i Rahmân kılınmıştır. Cenâzesine
vüzerâ, ulemâ, ağniyâ ve fukarâdan hâzır olmadık kimse kalmamış ve öyle bir
azîm kalabalık olmuştur ki, misli nâdir görülmüş, hattâ o gün İstanbul’dan
Beşiktaş’a kayık ücreti gâyet fâhiş bir râddeye çıkmıştır. (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
O zamân söylenilen manzûme-i târîhiyye:
Cenâb-ı Hazret-i Yahyâ Efendi ol kim anın
Riyâzetiyle kılup tayy-i menzil-i zühdü
Nidâ-yı eyyetühe’n-nefsü "irciî" tâ ki
İrişdi gûşuna kıldı sicill-i ömrünü tay
Eğerçi mest-i şarâb-ı elest ammâ (ki)
İçirdi sâki-i peymâne-i ecel ana mey
/64/ Hümâ olur mu bu dâm-ı denîye hergiz sayd
Bilir teemmül iden işbu lâ-şey’i lâ-şey
Visâl-i Hakk’ıla buldu hayât bulsa n’ola
Şumâr-ı sâl-i vefâtı “karîb-i rahmet-i Hay”
(قريب رحمت حى)
= (978)
“Karîb-i rahmet-i Hay” olmaz idi târîhi
Enîsi olmasa Yahyâ’ya her nefes “yâ Hay!”
Sultân Selîm-i sânî hâl-i hâzırdaki türbe-i şerîfeyi inşâ
eylemiştir. Türbe-i şerîfenin kapısı üstündeki taşa, “Kutbu’l-ârifîn,
gavsü’l-vâsılîn Hazret-i Pîr Mevlânâ Yahyâ kudisse sırruhu’l-âlî”
yazılmıştır. Türbe-i şerîfeleri pek muhteşemdir. Hakîkaten müstağrak-ı envâr-ı rûhâniyyettir.
Pâdişâhların ikâmet-gâhlarına kurbiyyeti, devâm-ı umrânına en büyük âmil-i
müessir olmuştur.
Yahyâ Efendi merhûmun hangi tarîkat-ı aliyyeye nisbeti
olduğu meçhûldür. Zirâ kendileri şiddetle tesettüre meyyâl idi. Ricâl-i
mestûrînden bulunuyorlar. Üvesiyyü’l-meşrebdirler. Ne sözlerinden, ne de
eş’ârından, nisbetlerine dâir bir şemme almak mümkin değildir. Evliyâ-yı
ahfiyânın meslekleri böyledir. Menâkıb-nâme’lerinde
gördüm, deniliyor ki:
“Nefes-i mübârekleri hastalara ayn-ı şifâ, Üveysî-meşreb, kudsî-cevher,
ehl-i dil, sûfî, şâir, tabîb, hakîm, sahî, kerîm, müşfik, halîm, zekî, takî,
halûk idi. Ziyâretine gelenler kereminden, kerâmetinden, kelimât-ı hikmetinden,
edviyye-i tabâbetinden, haleviyyât-ı ni’metinden, ilm ü fazîletinden müstefîd
ve müstefîz olurlar idi. Sohbetinde her kim olur ise olsun, “Âşık!” diye
hitâb buyururdu. Pek çok menkabe ve nevâdirden bahsederdi. İnşâ ettiği mesâcid
ve medâris-i ilmiyye vü tıbbiyye ve tekkeler ve hammâmlar vardır.”
Şeyhu’l-İslâm Ebussuûd Efendi merhûm, müşârünileyhe
yazdığı bir mektûbunda, “Seyyâh-ı sahhâr-ı hikmet ve sebbâh-ı bihâr-ı
ma’rifet, hâzin-i mehâzin-i nukûd-ı maârif-i ilâhî ve hâfız-ı esrâr-ı kemâlâtı
nâ-mütenâhî, ulemâ ve hükemânın mercî’ ü mesnedi.” diye ta’zîmât-ı
mahsûsada bulunmuşlardır.
Nakl olunur ki, “Balaban” isminde bir çobanın iki re’s
koyunu sürüden ayrılıp koşarak Yahyâ Efendi merhûmun dâiresine gelir. Çoban
bunları arar, bulamaz. Suâl ve tahkîk için Yahyâ Efendi’nin huzûruna geldikte,
“Bu adam koyunlarının taharrîsi için dağ ve taşları dolaşıp yorulmuş ve
açıkmıştır. Buna ekmek ve /65/ tereyağı ve bal getiriniz.”
diye huddâmına emr edip ihzâr olununca,
"İşte sana terayağı mumlu bal ve tâze nân
Diler isen yağa
ban diler isen bala ban"
beyitiyle
ikrâm ve iltifât ederler. Çoban bu hâlden müteessir olup uğradığı nazar-ı
kîmyâ-eserin te’sîriyle şeref-i İslâm’a mazhar olup o iki koyunun şükrâne-i
îmân olarak kurbân edilmesini niyâz edince, Yahyâ Efendi bu manzûmeyi
söylemiştir:
Subh-dem iki ganem menzile mihmân geldi
Her görenler didiler tekyeye kurbân geldi
Kurd tabîatludan anı sakının lutf eyleyin
Hazm idüp dirler ana ni’met-i Sübhân geldi
Yolda çokdur çalıcı anları çaylak gibi
Her aç olan ana dir derdime dermân geldi
Bir koyuna sığarır iki koyunu niceler
Çeküp avurda yutar dir bize ihsân geldi
Ey Müderris
ola gör râi bugün bunlara sen
Enbiyâ zümresi hep âleme çoban geldi
Nutuklarından :
Ders-i aşkı biz fenâ sahnında tekmîl itmişiz
Sanma gel seyr-i semânî ile tahsîl itmişiz
Sûhte olup yandık titmân-ı talebde nice yıl*
Me’kel-i devr içre gam tasını takbîl itmişiz
Müstaidd-i ilm olup kıldık medâris seyrini
Ma’rifet ders-hânesin biz kâl ile kîl itmişiz
Bulduk istiğnâ ile tevhîd ü hayret bâbını
Hücre-i fakr u fenâda nefsi tezlîl itmişiz
Safha-i zilletde bulduk şübheye şâfî cevâb
Kâinât icmâlin ol vech üzre tafsîl itmişiz
*
* *
Adım adım pâye-i aşka basalıdan fıtratım
Hamdü li’lllâh gün-be-gün durmayup artdı devletüm
Aşk nesîmi kûy-ı yârın dem-be-dem bûyın virür
Hak nazardan saklaya aşıldı gâyet rif'atüm
Devr-i aşkın ben Müderris
hâtemi’l-uşşâkıyım
Giyemez kimse sonunda hırkam ile kisvetüm
*
* *
Ehl-i derdin derdine dermân Hû tekrâr-ı Hû
Sır nedir ki inletir âşıkları ezkâr-ı Hû
Bâğ-ı Hû’da bülbül isen dur beru efgâna gel
Kim bahâr-ı Hû irüp oldu zemîn gül-zâr-ı Hû
Kılma bî-hûde kelâmı Hû’ya sarf it ömrünü
İrgüre tâ sırr-ı lâhûta seni efkâr-ı Hû
Ahsen-i şekl üzre şol âşıkları hep bend iden
Halka-i zikri dem-â-dem döndüren pergâr-ı Hû
Katıdır taşdan Müderris
kalbin eğer Hû diyüp
İnlemezsen gayretin yok inletir dağları Hû
*
* *
/66/ Âb-ı tevhîd ile dilden mâ-sivâ nakşını yu
Mâ-hüve’l-maksûd Hû’dur iki âlemde (de) Hû
إنما الله إله واحد لاريب فيه
واذكروا الله كثيرا واشكروا واستغفروا[111]
Yâ İlâhî bu ne sırdır ki mürîd-i aşk olan
Sa’y ile bahr-ı muhît-i ilm olur bir katre su
Dâr-ı vahdetde İmâm-ı aşk ile kılmaz namâz
İtmeyen Mansûr-veş âb-ı hayâtından vudû
Savt-ı ta’bîre sığınmaz ma’ni-i aşk-ı havâs
Söyleme bu zârı ey Yahyâ umûma rû-be-rû
*
* *
Ledünn ilmini ehliyle hemîn Mevlâ bilür dirler
Mesâil-geh ola şer’î anı mollâ bilür dirler
Gönül bahrında meknûnu ne bilsün sâyir-i sâhil
Derûn-ı dûn-ı deryâyı yine deryâ bilür dirler
Urûc-ı zevk-ı rûhânî alâık ehli bilmezler
Tecerrüd zevkının neydüğini Îsâ bilür dirler
Belâgat ehli nazm ile ider dil ehlini teshîr
Bu sırrı anlamayanlar anı esmâ bilür dirler
Müderris sen karâr eyle dem-â dem bâb-ı
hikmetde
Yalan olmasun anlar kim seni kîmyâ bilür dirler
Türbe-i şerîfelerini ziyârette gördüğüm levha ve kabirler
hakkındaki ma'lûmatım ber-vech-i atîdir:
Hz. Şeyh’in sandûkalarının baş tarafındaki levhada:
Kutub aktâb-ı kerem Hazret-i Yahyâ Efendi’dir*
Bu zât-ı ma’nevînin şân-ı vasfı bî-nihâyetdir
Ümîd-i müstefîz-i lutf-ı Hakk olmakla her tâlib
Bu zâtın iltimâsı şübhesiz makbûl-i Hazret’tir.
(Yahyâ Efendi Dergâhı)
Cennet-mekân Sultân Mahmûd Hân-ı sânî hatt-ı destiyle
muharrer büyük bir levhada şu âyet-i celîle, nazarları tezyîn eder :
(يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ إِنَّا
أَرْسَلْنَاكَ شَاهِدًا وَمُبَشِّرًا وَنَذِيرًا)[112]
Yahyâ Efendi’nin Mahdûmları Şeyh İbrâhîm Efendi, türbede
sol tarafta medfûndur. Onun sol tarafında vâlide-i mükerremeleri Afîfe Hâtûn
karîn-i rahmettir.
Yahyâ Efendi’nin yanında evlâd-ı ma’nevîsi ve Sultân
Süleymân-ı Kanunî kerîmesi Tasasız Râziye Sultân âsûde-nişîn-i rahmettir. Onun
yanında Sultân Abdülhamîd-i sânî merhûmun kerîmesi Hatîce Sultân yatar. Türbe
kapısından girilince müsâdif olan orta kabir, Yahyâ Efendi’nin harem-i âlîleri
Şerîfe Hâtûn’undur. Onun yanında Şeyh Ali Efendi ve müşârünileyhin muhlis
bendelerinden Dervîş Ali Efendi defîn-i hâk-i gufrândır. Kapının sağ tarafında
Şeyh Nûri Muhammed Şemsî ve Hasan Hayrî efendiler hazerâtı medfûn ve rahmet-i
Rahmân’a makrûndurlar.
/67/ Halkın, el-hâletü hâzihî, Yahyâ Efendi hazretlerine ve dergâhı âlîlelerine
büyük bir incizâbı vardır. Civâr-ı rahmet-medârlarında bulunmayı hırz-ı cân
edenler pek çoktur. Bu münâsebetle mezâristân hayli vüs’at bulmuş ve binlerce
insâna karâr-gâh-ı ebedî olmuştur. Şehzâdelerden, sultânlardan, sadrazamlardan,
vüzerâdan, vükelâdan, ulemâdan, ehl-i tarîktan, erbâb-ı aşk u muhabbetten nice
kimselere medfen olan bu mezâristân, hakîkaten büyük bir ziyâret-gâh olmuştur.
Halk arasında, “Yahyâ
Efendi Tekkesi” diye şöhreti
vardır. Tekkenin meşîhatı yoktur. Şeyh denilen zât türbe-dârlık vazîfesiyle
muvazzaftır. Bir zamânlar türbe-dâr Ebu’l-fukarâ Şeyh Yûsuf Efendi ve halefi dâmâdı
Şeyh Ali Efendi, ricâl-i Nakşiyye’den olduklarından, züvvârın eksik olmaması ve
cem’iyyetle zikirden fevâid husûlü tabiî bulunması i’tibârıyla, Perşembe ve
Pazartesi günleri hatm-i hâcegân yaparlar imiş. Şeyh Ali Efendi’ye halef olan
Muhammed Nûri Şemseddîn Efendi, yalnız Perşembe günleri icrâ-yı âyîn-i
Nakşıbendî’ye devâm usûlünü te’sîs etmişlerdir ki, 1252 sene-i hicriyyesine (1836)
müsâdiftir.
Zamân zamân bu dergâhın vakfını tezyîd ve tevsî' edenler
çoğalmış ve vakfı zengin bir hâle gelmiştir. Rebîu'l’evvel ayından Ramazân-ı
şerîfe kadar her hafta ashâb-ı vakıfdan birinin mevlidi okunur; gâyet rûhânî
âlemler olur. Hatm-i hâcegân yapılır, sonra zikr-i şerîf olunur.
Seccâde-nişîn-i irşâd olan türbe-dâr efendi tarafından mukaddemleri Perşembe
günleri zikirden evvel ve sonra mev’ıza sûretinde sohbet olunurdu. Sonraları bu
âdet tatbîk olunmaz oldu. Fî-zamâninâ, erbâb-ı aşk u muhabbet cem’ olunur,
hüsn-i savt ashâbı güzel şeyler okurlar. Erbâb-ı zikr arasında vecdin zuhûruna
sebep olurlar. Türbe ve hucurât mevki'-i bülendi i'tibârıyla İstanbul’un en
bedîu’n-nazar bir mahall-i ferah-fezâsındadır. Oraya gidenler, mâddî-ma’nevî
inşirâh-ı derûn bulurlar.
el-HÂC MUHAMMED
NÛRÎ ŞEMSEDDÎN EFENDİ HAZRETLERİ
Anadolu’da Taşköprü kazâsında Ayvalı kasabası eşrâfından
ve “Emîr-zâdeler” denilmekle ma’rûf hânedândan Seyyid
Hüseyin Efendi sulbünden 1216/(1801) senesinde İstanbul’da dünyâya gelmiştir.
Taallüm-i Kur’ân ve hıfz-ı kelâm-ı kadîm ettikten sonra Bâyezîd ve Süleymâniye
Medreselerinde Baltacı Hoca Hasan ve üstâd-ı şehîr Hâfız Muhammed Emîn
Efendilerden tahsîl-i ulûm etmiştir.
/68/ Kayserili Şeyh Hacı Muhammed Saîd Efendi’den[113] tarîkat-ı Nakşıbendiyye’den feyz
alarak Kırşehir’de Hacı Bektâş-ı Velî Dergâhı’nda, şeyhinin maiyyetinde hatm-i
hâcegânda bulunup iktisâb-ı feyz etmiş ve Selîmiye Dergâhı’nda neşr-i feyz eden
şeyh-i kâmil Ali Behcet Efendi hazretlerinin de hüsn-i nazarlarına mazhar
olmuştur.
İstanbul’a geldiklerinde ale’l-ekser kadınlara va’z edip,
pek ziyâde şöhret kazanmışlardır. Bu sırada da Yahyâ Efendi türbe-dârlığı
münhal olunca, Sultân Abdülmecîd merhûm, hüsn-i hâl ashâbından birinin intihâbını
Fethi Paşa’ya emr edince, bu zâtı arz etmiş; derhal irâde sâdır olmuştu.
Nûrî Efendi, türbe-dârlık hizmetine başlayıp Perşembe
günleri hatm-i hâcegân yaparlar ve icrâ-yı âyîn-i zikru’llâh ederlermiş.
Şöhretleri artarak meclis-i şerîfleri uşşâk ile dolmuştur.
İki def'a Haremeyn-i muhteremeyni ziyâret şerefine mazhar
oldukları gibi, fazl u kemâlleri herkesi meftûn etmiş. Sultân Abdülmecîd ve
Sultân Abdülazîz merhûmların fevka'l-âde hürmet ve muhabbetlerini celb
eylemişlerdi. Zâhir ve bâtını ma’mûr bir şeyh-i rûşen-dil idi.
1280 senesi Şevvâlinin ondördüncü (23 Mart 1864) Salı
gecesi irtihâl-i dâr-ı bakâ eyledi. Türbe-i şerîfede defn olundu. Sandûkasının
önündeki levhada, “Mevlânâ, Yâ Hazret-i Şeyh Nûreddîn Şemsî en-Nakşıbendî
kuddise sırruhu’l-celî” yazılıdır.
Dîğer bir levhadan :
Hazret-i Nûrî Efendi’dir bu zât-ı muhterem
Âftâb-ı ma’nevî kabrinden olmuş rû-nümûn
İ’tikâf it de dem-â-dem hâkine bu menzilin
Yüz sür ey âşık eğer lâzımsa tenvîr-i derûn
Nutuklarından :
Mürşide ir mürşide sen
Göresin Hâlık-ı Ahsen
Kalksun ağyar cümle bir ten
Göresin Hâlık-ı Ahsen
Hak’dan iderisen suâl
Cümle âlem zıll u hayâl
Hayâle gel olma meyyâl
Göresin Hâlık-ı Ahsen
Hakk’ı gören halkı neyler
Var mı bir Hak sözün dinler
Nûriyâ keffeynim söyler
Göresin Hâlık-ı Ahsen
/69/ Miftâhu’l-kulûb,
Risâle-i Murâkebe, Vasiyyet-nâme ve Pend-nâme cümle-i
âsâr-ı aliyyelerindendir ve matbû'dur. Miftâhu’l-Kulûb
pek mütahakkıkâne yazılmış bir eser-i kıymet-dârdır.
Hulefâsı :
- Dâmâdı Şeyh Muhammed Nûrî Efendi,
- Hacıbektaş Hânkâhı şeyhi Ispartalı Muhammed Efendi,
- Göynük’te Akşemseddîn Dergâhı şeyhi Hacı Hüseyin Hüsnü
Efendi,
- Fındıklı’da Keşfî Ca’fer Efendi Dergâhı şeyhi Hâfız
Ahmed Şevkî Efendi,
- Sultân Bâyezîd Câmi'-i şerîfi vâizi Harputlu Hacı
Mustafa Efendi,
- Sultân Süleymân Câmi'-i şerîfi vâizi Kargılı Hâfız
Hasan Efendi,
- Fâtih Câmi'-i şerîfi vâizi Trabzonlu Hacı Muhammed Pîr Efendi,
- Çarşamba kazâsı müftüsü Hasan Efendi,
- Kalkandelenli Şeyh Hacı Mustafa Rûhî Efendi.
Türbe-i şerîfeye muttasıl ve elyevm tevhîd-hâne olan
mescide minber vaz’eden, Velî-zâde Ahmed Efendi isminde bir sâhib-i hayrdır.
TÜRBE-DÂR YÛSUF
EFENDİ
Türbenin dış tarafında medfûndur. 1220/(1805).
Tercüme-i hâliyle tezyîn-i sahâif olunacak olan Şeyh
Hasan Hayrullâh Efendi’nin pederidir.
ŞEYH NÛRÎ EFENDİ
Edhem, nâm-ı dîğer Şeyh Muhammed Nûri Efendi de, Yûsuf
Efendi’nin yanında medfûndur. 1289/(1872).
ŞEYH ALİ EFENDİ
1251/(1855) senesinde vefât eden Şeyh Ali Efendi, türbe
kapısı karşısında ve set üzerinde medfûndur.
Türbede birkaç sandûkanın üzerindeki tâc ve hattâ Yahyâ
Efendi’nin sandûkasının üzerindeki ser-pûş Celvetî tâcıdır. Sebebini türbe-dâr
efendiden sordum; “Şeyh Ali Efendi, Celvetiyye’den mazhar-ı feyz olması
hasebiyle mezkûr tâc bu sûretle sandûkalara konulmuştur.” cevâbını
verdiler.
Dergâh-ı şerîfin 1290/(1873)’daki ta’mîri üzerine
kapısına ta’lîk olunan manzûme-i târîhiyyedir:
Vâlide Sultân Hân-ı Abdülazîz kim zâtını*
Hayr içün halk eylemiş Hallâk-ı bî-çûn u çerâ
İtdi inşâ bir sebîl ü mekteb ü câmi’-i halk
Su içe ilm öğrene kıla namâz ide du’â
Bir de havz-ı bî-bedel yapdırdı kim tersânede
Anda indi bahre bir zırhlı sefîne ibtidâ
Rûhunu hoşnûd içün Yahyâ Efendi’nin dahi
Kıldı ihyâ türbe-i pâk-i şerîfin bî-riyâ
Öyle hayrât u imârât itdi o Sultân kim
Şüphesiz râzıdır andan rûh-ı pâk-i Mustafâ
Hayri geldiler yediler didiler târîhini
İtdi bu bâb-ı şerîfi Vâlide Sultân binâ
(ايتدى بو باب
شريفى والده سلطان بنا) = 1290/(1873)[114]
/70/ ŞEYH HASAN HAYRÎ EFENDİ
1263/(1846) senesi Ağustosunda dergâh-ı şerîfin harem
dâiresinde gehvâre-i zîb-i bezm-i şuhûd olmuştur. Pederlerinin ismi Edhem
Efendi olup, bâlâda isimleri geçen Muhammed Nûrî Şemseddîn Efendi’nin dâmâdıdır.
Bi'l-âhare “Hacı Muhammed Nûrî Efendi” diye telkîb eden, kayınpeder-i
muhteremleridir. Tahsîli türbe-i şerîf hâcegânından Kargılı Hasan
Efendi’dendir. Tarîkat-ı aliyyeye nisbetleri cedleri el-Hâc Muhammed Nûrî
Şemseddîn hazretlerindendir ki, neş’e-i füyûzâtları bi'l-âhare Hasan Hayrî
Efendi’de mütecellî olmuştur. Cedlerinin irtihâli üzerine, zâhiren peder-i
mükerremlerinden ikmâl-i âdâb-ı tarîkat eylediler. Beyne’l-ihvân, “Büyük
Nûrî Efendi”, “Küçük Nûrî Efendi”
veyâ “Büyük Azîz" "Küçük Azîz” gibi tavsîflerle yâd olundukları
vardır.
1289/(1872) veyâ 1288/(1871)’de pederlerinin irtihâlinde
seccâde-i irşâda zînet verdiler. Taşraya seyâhatları olmayıp, küçük yaşta iken
cedd-i âlîlerinin maiyyetinde Hicâz’a azîmet ettiler. Elli sene irşâd-ı ibâd ile
meşgûl olup, 1338/(1920) senesinde âzim-i dâr-ı bakâ oldular.
Hasan Hayrî Efendi âzim-i dâr-ı cinân oldu
Firâkıyla kulûb-ı âşıkân misl-i hazân oldu
Gül-istân-ı rızâya uçdu gitdi bülbül-i Nakşı
Kemâl-i hasretinden hep mürîdân pür-figân oldu
O şeyh-i sâhibü’l-irşâd kemâl-i feyze mazhardı
Kerâmâtı uyûn-ı ehl-i Hakk’a pür-ayân oldu
Edîb ü kâni’-ı hoş-gû mükerrem mürşid-i âlî
Hakîkat âleminde mutlakâ sâhib-zamân oldu
Görenler el tutanlar bahtiyâr tebrîke şâyândır
O nûr-ı feyz-i Hakk’ı görmeyenler bî-emân oldu
Huzûr-ı pâkine her kim ki geldi aşkıla âşık
Hemân feyz-i Hudâ’dan müstefîz-i sırr-ı cân oldu
O zât-ı ekremin Vasfînda âciz bendesi Vassâf
Mübârek âsitânı ehl-i aşka âşiyân oldu
* * *
Gelüp bir er didi kim bil Efendi
Tamâm târîh “Hayrî-i Nakşıbendî”
(خيرئ نقشبندى)
= 1338/(1920)
/71/ Hastalıkları hunnâk-ı sadr idi. Esîr-i firâş olmadılar. Hîn-i irtihâllerinde
etrâfında bulunanlara intikâlleri âsârını hissettirmemişlerdir. Na’ş-ı
şerîflerini ser-tarîk Hacı Nûri Efendi ve türbe-dâr Ahmed Efendi gasl edip,
Kılıç Ali Paşa Câmii İmâmı Ziyâ Efendi namâzını kıldırmışlardır. Cenâzeleri
dergâh-ı şerîfden Beşiktaş’da Sinân Paşa Câmî-i şerîfine getirilip namâzı
ba’de’l-edâ Yahyâ Efendi Türbe-i münîfesinde cedd-i ekremlerinin yanında vedîa-i
hâk-i gufrân kılınmıştır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Âcizleri o gün hâzır bulundum. Pek sûzişli bir gün idi.
Merhûm-ı müşârünileyh zamânımız meşâyıhının müteferridlerinden idi. Orta boylu,
ak karışmış sarı sakallı, beyâz vücûdlu, çakır elâ gözlü, hafif ve tatlı sözlü,
pâk özlü, insân güzeliydi.
İrtihâllerinde yetmişbeş yaşında idi. Sîmâlan müsinn
olduklarım göstermez idi. Dâhil-i dâire-i irşâdları olanların adedi onbini
mütecâviz idi. Âdâb-ı şerîatle müeddeb, zevk-ı tarîkat u hakîkatla müzehheb
idi. Her hafta zikr-i şerîfden evvel ve sonra va’z u nasîhat buyururlar idi.
Huzzârı birer birer musâfahadan sonra sıra ile oturtup, ba’dehû, “Allâhu
veliyyü’t-tevfîk” diyerek hakâyık ve dakâyıktan bahsle hâzırûnu neş’e-mend
buyururlar idi.
Bir târîhde bir Perşembe günü kayınpederim Hâfız Muhammed
Emîn Efendi merhûmu almış götürmüş idim. Meşâyıha pek mu’tekid olmayan bir
zamânına tesâdüf eden bu ziyâretimizde kapınpederim, nasılsa müşârünileyhe o
nisbette hoş bir nazarla bakmak istememiş, kalbi Hz. Şeyh’in sâhib-i mertebe
olduğuna kâni’ olmamış. Tevhîd-hâne’ye muttasıl odada mübârek elini öptük.
Kayınpederimin elini bırakmadı, sıktı. Salât u selâm getirerek minder üstünde
yer gösterdi. Edeb ile oturduk. Va’za başladılar. Oda ve sofa leb-â-leb dolu
idi. Nazarlarını peder-i merhûma tevcîh ve tahsîs ile sözlerine devâm
buyurdular. Bayram haftalarında huzzâra kahve fincânlanyla sıcak şerbet tevzîi
mu’tâd olduğundan, hepimize birer fincân şerbet verdiler. Şeyh Efendi, pedere
hitâben, “Tatlı içmek, tatlı düşünmek hoş olur.” diye izhâr-ı mâ-fi’z-zamîr
ve ibrâz-ı kerâmet buyurdular. Hazret-i Şeyh’in bu gibi hâlleri,
menâkıb-nâmeler vücûda getirecek kadar çoktur.
Sonraları va’zdan fâriğ oldular. Cenâb-ı Şeyh’in mazhar-ı
kemâli olanlardan miralay mütekâidi Hasan Rızâ Bey’in nakillerine göre,
ihvânlarından /72/ biri Şeyh Efendi’nin niçin va’zdan ferâgat
buyurduklarını merâk eder, böyle bir suâli dâimâ kalbinde bulundururmuş. Bir
gün huzûr-ı şerîflerinde iken, “Âkif Bey! Biz mücevherât, müzeyyenât ve huliyyâtı bir zenbile koyup çarşı pazar
dolaştırdık. Rağbet eden olmadığından şimdi zenbili duvara astık. İsteyene
veriyoruz.” buyurmuşlardır.
Türbe-i şerîfe, sarây-ı hümâyûna yakın olmak hasebiyle,
dâimâ pâdişâhların, şehzâdelerin, sultânların ziyâret-gâhı idi. Sultân Abdülhamîd
ve Muhammed Reşâd Hânların mükerreren ziyâretleri ve mülâkatları olmuştur.
Muhammed Reşâd Hân merhûmun şehzâdeliğinde, Hazret-i Şeyh dahi küçük yaşda
iken, birbirlerini oyun sırasında rencîde etmişler. Muhammed Reşâd Hân, Şeyh
Efendi’nin pederlerine şikâyette bulunmuş. Şeyh Efendi, “Efendim! Biriniz
şâhzâde, biriniz şeyhzâde. Ne yapalım, böyle şeyler olur. Hoş görmeli.”
diye latîfede bulundukları menkûldür.
Hz. Şeyh, sâhib-i temkîn idi. Meşâyıh-ı zamândan hiç bir
kimseye, ne o mertebe teveccüh, ne de o mertebe eser-i iltifât gösterilmiş idi.
O bundan müteessir olmaz, mesleğini bozmaz, vakârını muhâfaza eder, deryâ-yı
hakîkat olmuş idi. Haremden selâmlığa çıkarken öyle bir heybet ve vakâr âsârı
rû-nümâ olurdu ki, iki sıra saf olan müştâkîn, kalblerinde envâr-ı ilâhînin
dalgalandığını hissederlerdi. Zikr-i şerîf esnâsındaki vaz’iyyet-i âşıkâneleri,
en katı kalbleri vecde getirirdi. Cem’iyyetlerde duâ buyurdukları zamân,
belâğat ve fasâhat-ı beyâniyyesinden, hâşiâne edâsından müteessir olmayan
kalmazdı. Dâimâ tâclarıyla gezer, Kâsım’dan rûz-ı Hızr’a kadar yeşil; rûz-ı
Hızır’dan Kâsım’a kadar beyâz sarık sararlardı. Hâmil-i esrâr-ı Muhammedî
oldukları, sîmâ-yı dil-firîbinden nümâyân olurdu.
İt’âmı sever, ganiyyü’l-kalb idi. Yemez, içmez denilecek
derecede gıdâsı az idi. Fakat sofrada bulunduklarında, herkesten ziyâde yiyor
gibi görünüyorlardı. Maksadları huzzârı sıkmamak idi. Resmî me’mûriyyete rağbet
buyurmamışlardır. Neşr-i âsâr ile meşgûl olmamışlardır. Dergâhtan hârice
çıkmayı sevmezler, Hüsrevpaşa semtinde mâliye vezne-dârlarından İzzet Bey’e
senede iki def'a giderler ve Âmedî muâvini Müfid Bey merhûma ve Şeyhü’l-islâm
merhûm Dürrî-zâde Abdullâh Efendi’ye ba'zan giderlerdi.
Cenâzelerinde bulunduğum zamân, ortalığı envâr-ı rahmet
ve rûhâniyyet kaplamış /73/ zannediyordum. Meşâmm-ı cânıma güzel kokular
geliyordu. Binlerce halkın mefârık-ı ta’zîminde mübârek tâbûtları götürülür
iken, herkesi bir buht u heybet istîlâ etmiş idi. (Rahmetu'llâhi aleyh)
Hülâsa-i kelâm, Hasan Hayri Efendi, âdâb-ı Muhammediyye
ile müeddeb, bir insân-ı kâmil idi.
Hazret-i Hayrî-i âgâhın revân-ı ekmeli
Mazhar-ı vasl-ı ilâhîdir buna şek istemez
Bir sadâ-yı hâtifi ân-ı vefâtında didi
Rahmetu’llâhi aleyke eyyühe-ş-Şeyhu’l-eaz
(رحمة الله عليك
ايها الشيخ الأعز) = 1337 + 1 = 1338/(1920)[115]
Ser-küttâb Sabri
Bey’in söylediği manzûmedir ki, sandûkalarının başucundadır:
“Beşiktaş’ta
kâin kutbu’l-ârifîn Hz. Mevlânâ Yahyâ Efendi Dergâh-ı şerîfi post-nişîni ve
türbe-dârı eş-Şeyh Hasan Hayri Efendi hazretlerinin târîh-i irtihâl-i
mürşidânelerini mü’ir olan işbu manzûme teberrüken şeh-zâde-i civân-baht
deletlü necâbetlü Mehmed Selîm Efendi hazretleri tarafından tab’ u temsîl
ettirilmiştir :
Sırr oldu gözden eyvâh kutb-ı zamâne nâgâh
Şeyh-i azîz ü kâmil Hayrî-i Nakşıbendî
Nûr oldu hâk-i kabri setr itdi cism-i pâkin
Ol ahsenü’ş-şemâil Hayrî-i Nakşıbendî
Hayfâ dirîğ eyvâh göçdü cemâlin itdi (1336)
Her sînede hamâil Hayrî-i Nakşıbendî
Kâmil doğup anadan ol mürşid-i tarîkat (12639
Esrâr-ı Hakk’ı hâmil Hayrî-i Nakşıbendî
Lafz-ı duâdır ömrü her ân idi anın içün (75)
Da’vât-ı hayra mâil Hayrî-i Nakşıbendî
Oldu kuûdu posta irşâd-ı halka mebde’ (1289)
Ser-halka-i efâdıl Hayrî-i Nakşıbendî
Olmuşdu kırkdokuz yıl mesned-nişîn-i irşâd
Şer’-i şerîfle âmil Hayrî-i Nakşibendi (1336)
Fermân-ı “irciî” den oldu habîr-i vuslat (1338)
Dânâ-yı zî-fezâil Hayrî-i Nakşıbendî
Zi’l-hiccenin birinde gitdi cinâna oldu (1338)
Îyd-i visâle nâil Hayrî-i Nakşıbendî
Dostuyla itdi Bayram mahbûb-ı zât-ı mutlak (1338)
Oldu huzûra dâhil Hayrî-i Nakşıbendî
Zâtıydı her cihetle bir melce'-i garîbân (1263)
Müşkil-güşâ-yı sâil Hayrî-i Nakşıbendî
/74/ Mevti hayâtı birdir Sabrî hemîşe işte
Matlûbun eyle hâsıl Hayrî-i
Nakşıbendî (1336)
Mürşid-i müşârünileyh, Mevlânâ-yı
müşârünileyhin türbe-i şerîfeleri derûnunda cedd-i mükerremleri eş-Şeyh Muhammed
Nûrî Şemseddîn Efendi (kuddise sırruhu’l-azîz) hazretlerinin merkad-i
münevvereleri yemîninde medfûndur.
Nazzamahû el-fakîr Sabrî b.
eş-Şeyh Mustafâ Rûhî en-Nakşıbendî el-Kalkadelenî.”
Müşârünileyhin iki
Mahdûmları vardır. Râşid Bey ve Mustafa Neş’et Bey. Bunlardan Râşid Bey
kendilerinden evvel irtihâl etmiş, türbe-i şerîfeye defn olunmuştur.
ŞEYH MUSTAFA NEŞ’ET EFENDİ
(Hasan Hayrî Efendi’nin) ikinci mahdûmları, hâriciyye müdâvimlerinden
iken pederlerinin câlis-i makâmı oldular. Rütbe-i ma’neviyyeyi, rütbe-i
mâddiyyeye tercîh eylediler. Târîh-i tevellüdleri 1286/(1869) olduğuna göre,
elyevm elliüç yaşındadırlar. Kendilerini seccâde-i irşâda iclâl eden meclis-i
meşâyıh reîsi Tevfîk Efendi ve sırr-ı irşâdı veren pederlerinin mazhar-ı feyzi Şeyhu'l-islâm
Dürrî-zâde Abdullâh Efendi’dir.
Pek ağır başlı, mehâsin-i ahlâk ile mütehallî bir zâttır.
Nâzik, mültefit ve pederinin eserine bi-hakkın sâlikdir. Hâlen şekl ü şemâilleri
tamâmen peder-i muhteremlerinin hemen hemen aynı denilecek dereceye varmıştır.
Adetâ onun sânîsi olmuştur. (Tavalla’llâhu omrahû ve zâda’llâhu feyzahû)
Cedd-i ekremleri kanarya sarısı renginde tâc giymeyi
mu’tâd edindiklerinden, ahlâfî da bu esere tebaıyyet etmişlerdir.
Şeyh Hayrî Efendi’nin birâderleri Şevki Efendi de mübârek
bir zât idi. Evvelce irtihâl-i dâr-ı bekâ eylemiştir. Mahdûmları Sa’deddîn Bey,
muhibb-i tarîkat bir zâttır.
ŞÜKRÜ EFENDİ
Bahriyye mütekâidlerinden olup, Hasan Hayrî Efendi’nin mümtâz
yetiştirmelerindendir. Elyevm Hasan Hayrî Efendi’den kalan ehl-i tarîkat, bu zât-ı
muhtereme teveccüh etmişlerdir. Onun feyzinden hisse-dâr-ı ma’rifet olurlar. İhtiyâr,
melîhü’l-vech bir zâttır. Fevka'l-âde mahviyyet-kârdır. Son zamânda İhsâniye’de
Orta Sokak’ta Köprülü Konağı memerrîsinden az ileride, sağ tarafta ilk gelen
sokakta, İmâm Tevfîk Efendi’nin hânesinde müste’ciren sâkindir.
Âdâb-ı seniyye ile müeddeb, âşık, ârif ve fâzıl bir zât-ı
âlî-kadrdir.
/75/ NÛREDDÎN
MEVLÂNÂ ABDURRAHMÂN CÂMÎ HAZRETLERİ
Bu zât-ı muhterem, ulûm-ı mütenevviadaki yed-i tûlâsı ile
mütenâsip ve belki fâik bir sûrette ulûm-ı edebiyyede dahi hâiz-i nisâb-ı
kemâlât bir vücûd-ı ma’rifet-nümûddur.
Lakabı İmâdeddîn iken, bi'l-âhare Nûreddîn diye şöhret buldu. 817/(1414) senesinde âlem-i dünyâyı teşrîf
eyledi. Neseb-i münîfleri eâzım-ı Fürs’den Hürmüz-i Şeybânî’ye muttasıldır.
Hazret-i Câmî, “Harcird-i Câm” nâm kasabada dünyâya zînet verdi. Eş’âr-ı
hakâyık-nisârında “Câmî” tahallus buyurdu:
مولدم جام ز شخهء قلمم
جرعه جام شيخ الاسلاميست
لاجرم در
جريده اشعار
بدر معنى تخلصم
جاميست[116]
Câmî hazretleri, daha küçük yaşta iken zekâsıyla meşhûr
idi. Bidâyeten o asrın kâmillerinden Mevlânâ Fahreddîn-i Lûristânî’den ders
almıştır. Az zamânda beyne’l-akrân teferrüd etti. Bağdâd’da Nizâmiyye
Medresesi’nde bulundu. Tahsîlini ikmâl etti. Sâha-i belâğatta nazîri bulunmayan
bir edîb ve şâir-i hakîkat oldu. Bu sırada kalbinde tasavvufa meyl husûle
geldi. Ashâb-ı irşâdın mefhari Şeyh Sa'deddîn-i Kâşgarî hazretlerinin sohbetine
erişti. Ondan ahz-ı feyz ve inâbet eyledi. Bu zât-ı mükerremin şeyhi
Nizâmeddîn-i Hâmûş, onun şeyhi Alâeddîn-i Attâr, onun pîri Muhammed Bahâeddîn
Şâh-ı Nakşıbend hazerâtıdır. (Kaddesa'llâhu esrârahum)
Merâsim ve levâzım-ı sûfîyyeyi müşârünileyhden taallüm
etti. Fakat bu sırada, ya'nî 860/(1456) târîhinde şeyhleri irtihâl-i dâr-ı bakâ
edince, Hâce Ubeydullâh-ı Ahrâr hazretlerine karîn oldu. Tekmîl-i merâtib
eyledi. Gâye-i gâyât-ı kemâlât-ı insâniyyeye yükseldi. Hz. Câmî, âsâr-ı
ilmiyyesinde pîr-i müşârünileyhe kemâl-i muhabbet göstererek evsâf-ı cemîlesini
tezkâr eylemiştir.
Cenâb-ı Câmî’nin fezâil ü kemâlâtı cihâna şâyî’ oldu.
Cennet-mekân Fâtih Sultân Mehmed Hân, kendilerine mülâkat ârzû buyurdular.
Cenâb-ı Câmî’nin fazl u edebi nasıl ortalığa yayılmış ise, Hz. Fâtih’in dahi o
esnâda velvele-i irfân u necdeti âlem-gîr olduğundan, Cenâb-ı Molla dahi
kendileriyle görüşmeyi ârzû etti ve manzûm bir nâmeyi, huzûr-ı Fâtih’e îsâl
etti. Menâkıb-nâmesinde mezkûrdur. Bunun tercümesi ve Hz. Fâtih’in cevâb-nâmesi
ve Hz. Câmî’nin, cevâb-nâme-i Hümâyûn'a cevâbı Cerîde-i Sûfîyye’nin 71 numaralı nüshasında tercümeten mezkûrdur.
Dâvet-i şâhâne üzerine yola çıktı. Konya’ya muvâsalatında
Hz. Fâtih’in irtihâl-i dâr-ı nâim eylediğini haber alınca, müteessiren vatanına
avdet eyledi. Bu sırada türbe-i Hz. Mevlânâ’yı ziyâretle,
/76/ آن فريدون جهان
معنوى
پس بود برهان قدرش مثنوى
من جه كويم وصف آن عاليجناب
نيست بيغمبر ولى دارد كتاب[117]
medhiyye-i
mergûbesini inşâd eylemiştir ki, hâlen türbe-i münîfenin kubbesinde menkûştur.
Hz. Câmî, vatanında hayâtının sonuna kadar tedrîsât ve
te’lîfât ile meşgûl oldu. Fâtiha-i şebâbından, hâtime-i hayâtına kadar inşâ ve
şiirden hâlî kalmadı. Kütüp-hâne-i irfânı tezyîn eyledi. Gazelleri, Fâtihatü’ş-Şebâb, Vâsıtatü’l-Akd ve Hâtimetü’l-Hayât nâmıyla üç dîvân
teşkîl eder. Mensûr olarak Şevâhidü’n-Nübüvve
nâmıyla te’lîf-i güzînleri pek mühimdir.
Sâir âsâr-ı aliyyeleri:
- Tefsîr-i
Âyet-i (فَإيَّايَ
فَارْهَبُونِ)[118],
- Nefehâtü’l-Üns
min Hazarâti’l-Kuds,
- Risâle-i
Tarîk-ı Sûfîyyân,
- Eşi’’atü’l-Lemeât,
- Şerhu Fusûsi’l-Hikem,
- Levâmi'-i Şerh-i Ba’z-ı
Ebyât-ı İbn Farız,
- Şerh-i Rubâiyyât,
- Levâyıh,
- Şerh-i Beyt-i Çend-mesnevî,
- Şerh-i Beyt-i Hüsrev-i
Dehlevî,
- Şerh-i Hadîs-i Ebî Zer-i
Ukaylî,
- Suhanân-ı Hâce Pârisâ,
- Tercüme-i Hadîs-i Erbain,
- Menâkıb-ı Hâce Ubeydullâh-ı
Ahrâr,
- Menâkıb-ı Hz. Mevlevî,
- Risâle fi’l-Vücûd,
- Risâle-i Tahkîk-ı Mezheb-i Sûfîyye
vü Mütekellimîn ü Hukemâ,
- Risâle-i Suâl ü Cevâb-ı
Hindistan,
- Risâle-i Lâilâhe illa’llâh,
- Menâsik-i Hac,
- Heft-Evreng,
- Silsiletü’z-Zeheb,
- Selâmât-ı Üveysâl,
- Tuhfetü’l-Ahrâr,
- Sübhatü’l-Ebrâr,
- Yûsuf u Züleyhâ,
- Leylâ (vü) Mecnûn,
- Hıred-nâme-i İskender,
- Bahâristân,
- Risâle-i Kebîr
der-muammâ,
- Risâle-i Sağîr
der-muammâ,
- Risâle-i Asğar
der-muammâ,
- Risâle-i Arûz,
- Risâle-i Kâfiye,
- Risâle-i Mûsikî,
- Risâle-i Münşeât,
- Fevâidü’z-Ziyâiyye
fî-Şerhi’l-Kâfiye,
- Şerh-i Ba’z- ez-Miftâhu’l-Gayb.
İstanbul’da,
Fâtih’de, Çarşamba civârında Murâd Molla Kütübhânesi’nde[119], Hz. Câmî’nin el yazısıyla bir Fâtiha Tefsîri vardır ki, numarası
137’dir. Ziyâret şerefine mazhar oldum. Esâmî-i âsârı meyânında sâir kitâblarda
kaydolunmaması, bunun görülmemiş olmasındandır. Yazısı da güzeldir.
Hz. Câmî ana tarafından İmâm-ı A’zâm’ın, baba cihetinden
Cenâb-ı İmâm Şafiî’nin evlâdındandır. Haseben ve neseben eâzım-ı ümmet-i
İslâmiyye’den bir zât-ı celîlü’l-kadrdir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Hz. Câmî, 898 senesi Muharremü'l-harâmının onyedinci (9 Kâsım
1492) Cuma günü ikindiden sonra Herât’ta âlem-i dünyâdan güzer eyledi. Hîn-i irtihâllerinde
sinn-i şerîfleri seksenbire bâliğ olmuştu. Hz. Sa'deddîn-i Kaşgarî’nin yanına
defn olundu. Nüsha-i nefîse-i vücûdunun kütüb-hâne-i cihândan gaybûbeti erbâb-ı
irfânı dâğ-dâr etti. Mersiyeler söylendi, târîhler yazıldı.
Müstâkîm-zâde hazretlerinin Tuhfe-i Hattâtîn’inden :
“(Molla Câmî), Horasânî'dir. Mahlası ecdâdından Şeyh Ahmed-i Nâmıkî-i Câmî cenâblarını
îmâ eder. Tarîkatı Hâce Sa'deddîn-i Kâşgarî’den ahz ve Ubeydullâh-ı Ahrâr ile
dahi sohbet eylemişlerdir. Hüseyin Baykara ve sâir selâtîn, hattâ pâdişâhân-ı
Osmâniyye dahi ikrâm ü hedâyâ ile kesb-i âşinâyî edip, şeref bilmişlerdir. Te'lîfleri
Heft-Evreng, üç aded mükemmel Dîvânı ve Kâsâid-i Fâriziyye’yi ve
Fusûs’u şerh edip Nakş-ı
Nusûs demiştir. Muammâda, arûz ve hesâb gibi fünûnda âsârı olup evâil-i
Kur’ân-ı Kerîm’e Arabî tefsîr yazmıştır. Kâfiye-i
İbn-i Hâcib’i dahi şerh edip
Şevâhidü’n-Nübüvve ve Silsiletü’z-Zeheb ve fenn-i hatta dahi
manzûmesi vardır ki, külliyâtta cem’ olmuştur. 900/(1494) târîhinden iki sâl
akdem (898/1492) irtihâl eylemiştir.”
Vefâtına târîhler:
(وَمَن دَخَلَهُ كَانَ آمِنًا)[120], (كشف اسرار اله), (فرامد ناسوت).
تاريخ فوت او را از عقل خوايتم كفت
آه
از فراق جامى آه از فراق جامى[121]
* * *
سال و ماه وفات
روزش بود
هنر وهم روز ماه
عاشورا[122]
/77/
Cihân-ı tevhîdde Câmî gibi bir bülbül daha gelmedi. Onun eş’ârında mezâmîn-i
hikmet, erbâb-ı aşkı mest eder. Hz. Şeyh-i Ekber’in, mes’ele-i vahdette vâris-i
kemâlâtıdır. Rubâiyyâtı o zamândan beri tanzîm olunamadı. Urefâ-yı asrdan
Kemâleddîn Efendi tarafından Cerîde-i Sûfîyye’de
tercüme ve neşredildi.
Hz. Câmî, insânın zihninde kemâlâtıyla öyle büyük bir
hârika olarak mütecellî olur ki, onun Vasfînda nereden başlamak, ne yolda yazı
yazmak husûsunda insân mütehayyir kalır. Vahdet-i vücûd mebâhisinde ne kadar
güzel, ne mertebe rengîn ifâdelerle tebyîn-i hakîkata çalışmışlardır ki, onun
deryâ-yı irfânı karşısında fikr-i beşer müstağrak-ı büht ü hayret ü esrâr olur.
Hulâsa Hz. Câmî, cihân-ı tevhîdde misli gelmemiş eâzım-ı ricâlu’llâhdandır.
جهان جامى فلك ساقى اجل مى
خلايق باده نوش از
مجلس از وى
خلاص نيست اصلا
هيج كس را
ازين جام و ازين
ساقى ازين مى[123]
kıt’asıyla
izhâr-ı hakîkat eden o menba'-ı irfânın rûh-ı şerîfine li’llâhi’l-Fâtiha.
Kıl inâyet bizlere esrâr-ı tevhîd aşkına
Himmet it kurtar bizi esrâr-ı tevhîd aşkına
Öyle bir zât-ı kerîmsin gâye yok evsâfına
Câmiyâ ibzâl-i feyz it âşıkın Vassâf'ına
Urefâ-yı zamândan Ahmed Sâfî Bey dedi ki:
“Hz. Câmî’nin irtihâl ve defninden sonra Herât’ı Şîîlerin
istîlâsı sırasında, mürîdânı kabr-i şerîfini açıp na’ş-ı latîfini belli olmayan
bir yere nakl etmişler. Şiilerin istîlâsında kabr-i evvelini bulmuşlar,
açmışlar, tahtaları yakmışlardır. Herât’ta elyevm ziyâret-gâh olan, medfen-i
evvelleridir.”
Bir rubâîsi:
در سينه نهان تو بودهء
من غافل
در ديده عيان تو بودهء
من غافل
عمرى ز جهان ترا
نشان مي جستم
خود جمله جهان تو
بودهء من غافل[124]
Lâmiî Çelebi’nin tercümesi:
Ben bilmez idim gizli nihân hep sen imişsin
Tenlerde vü cânlarda nihân hep sen imişsin
Senden bu cihân içre nişân ister idim ben
Âhir bunu bildim ki cihân hep sen imişsin
HÂFIZ-I ŞÎRÂZÎ
Bu zât-ı muhterem pek meşhûrdur. Bizde henüz etrâflı bir
sûrette bir tercüme-i hâli yazılmamıştır. Bir gün Tâhir Ağa Dergâhı şeyhi Ali
Behcet Efendi hazretleriyle hem-sohbet iken, bahsimiz Hz. Hâfız-ı Şîrâzî’ye
intikâl etti. Sefîne-i Evliyâ’ya,
onun da topluca bir tercüme-i hâlinin yazılması ârzû olundu.
Şu eserlere mürâcaatla cem' edebildiğim ma'lûmâttan şu
satırlar vücûda geldi :
Kitap ismi Kütübhâne Bölümü
ve Numarası Mahall-i Tab'ı
Hazînetü'l-Asfiyâ Kütübhâne-i Umûmî Tasavvuf – 3590 Hindistân
Riyâzü'l-Ârifîn Dârü'l-Fünûn Hâlis Efendi Tasavvuf
– 1714/241 Hindistân
Mecmau'l-Fusahâ Dârü'l-Fünûn Hâlis Efendi Tasavvuf
– 2680/103 Hindistân
Şerhu Dîvân-ı Hâfız
li's-Seyyid Muhammed
Vehbî-i Konavî Dârü'l-Fünûn Hâlis Efendi Matbaa-i Âmire
Kâmûsu'l-A'lâm Dârü'l-Fünûn Hâlis Efendi Sabâh
Dîvân-ı Hâfız Dârü'l-Fünûn Hâlis Efendi Bulak
Ser-âmedân-ı Suhan Millet Kütübhânesi İstanbul
Nefehâtü'l-Üns Millet
Kütübhânesi İstanbul
Âteş-gede Millet
Kütübhânesi İstanbul
Sefînetü'ş-Şuarâ Millet
Kütübhânesi 1071/2131 İstanbul
Sefînetü'l-Evliyâ Millet
Kütübhânesi Tasavvuf – 196 Hindistân
Fahru’l-müteellihîn Hâce Şemseddîn
Muhammed el-Hâfız b. Şeyh Kemâleddîn b. Şeyh Gıyâseddîn. Âbâ vü ecdâdı ulemâdan
ve fuzalâdandır. Harîs-i şöhret olmadığı, mestûrînden bulunduğu için, irtihâlinden
sonra şöhret bulduğundan, hayât-ı husûsiyye vü ilmiyyeleri hakkında pek mazbût
bir tercüme-i hâlleri yoktur.
Yedi sekiz yaşında hıfz-ı Kur’ân’a mazhar olmaları
hasebiyle “Hâfız” diye teşehhür ettiği ve bu sebeble “Hâfız” diye telakkub eylediği menkûldür.
Kâmûsu’l-A’lâm’da muharrerdir ki:
“Hâce Şemseddîn Muhammed, eâzım-ı şuarâ-yı İran’dan olup, eş’âr ve
gazeliyyâtı sâde ve tekellüfsüz ise de, kalenderâne bir tarzdadır. Kendi
eş’ârını tedvîne özenmediği hâlde, münekkidlerinden Seyyid Kâsım-ı Envâr,
gazelliyyâtını cem’ edip, meşhûr dîvânını tertîb etmiştir. Hâfız-ı Şîrâzî, Âl-i
Muzaffer zamânında Şîraz’da yaşayıp, lâubâliyâne bir ömür geçirmiş ve maa-hâzâ
ekser-i mülûk ü küberânın ihsânlarına nâil olmuştu. 791/(1389) ve bir rivâyette
794/(1392) târîhinde vefât edip, eş’ârında medh eylediği musallâ-yı Şîraz’da
defn olunmuştur. Muahharan Şîrâz’ı zabt eyleyen Ebu’l-Kâsım Bahâdır’ın vezîri
Muhammed Muammâyî tarafından kabri üzerinde mükemmel bir türbe yapılmıştır.
Timurlenk’in Şîrâz’ı zabtında Hâfız’ın ber-hayât olup, kendisiyle görüştüğü ve
beynlerinde ba'zı mülâhazalar cereyân ettiği mervîdir. Hâfız’ın Dîvân’ı
meşhûr olup, Avrupa lisânlarından ekserine tercüme olunduğu mütevâtirdir.”
Hâce Hâfız tarîkaten kime mensûbtur? Bu sarâhaten ma'lûm
değildir. “Üveysî idi.” diyen vardır. “Zeyneddîn-i Hâfî’ye ve Şâh-ı
Nakşibend’e mülâkî olmuştur.” diye rivâyet vardır.
Medîne-i Münevvere nâib-i esbakı Râşid Efendi’den naklen
Şeyh Ali Behcet Efendi söylediler ki:
“Hâfız, sığar-ı sinninde, Şâh-ı Nakşıbend’e mülâkî olup,
huzûr-ı ârifânelerinde bulunmuş. Hâfız, Şîrâz’da iken halîfe-i güzîn-i Şâh-ı
Nakşıbend Muhammed Pârisâ hazretleri, Hicâz’a hîn-i azîmetlerinde Hz. Şâh’ın
emriyle Şîrâz’a uğramış; selâm-ı mübâreklerini teblîğe me’mûr olmuştur. Hâfız o
zamân bi-hasebi’t-tesettür çocuklarla ceviz oynar imiş. Muhammed Pârisâ onu
görünce, “Azîzim Şâh-ı Nakşıbend, Şîrâz’a uğra, orada Ekmekçi-zâde Hâfız
Şemseddîn vardır, ona mülâkî ol, selâmımı söyle.” buyurmuştu, der. Hâfız kendisini
tanıtmış, sohbet etmişler. “Bir cevizle iki koz avlarız.” diye latîfe
etmişlerdir. Hîn-i müsâhabette Hâfız:
آنان كه خاك را
بنظر كيميا كنند
آيا بود كه كوشهء
چشمى بما كنند[125]
gazelini
okumuştu. Muhammed Pârisâ, Buhârâ’ya avdetinde Şâh-ı Nakşıbend Efendimiz,
sûret-i mülâkâtı anlatmasını emr buyurdukda mâ-vakaı anlatmışlar. Hz. Nakşıbend
tebessüm buyurmuşlardır. Muhammed Pârisâ’mn Cenâb-ı Hâfız’a mülâkâtta
(Hâfız’ın) okudukları o gazelin sebebi, Hz. Şâh’ın ma’lûmu idi. Muhibbelerinden
bir fakir kadın gelmiş. “Çocuklarımla aç kaldık. Kifâf-ı nefs edecek paramız
yoktur.” diye isti’tâfta bulunmuşlar. Hz. Şâh, yerden bir avuç toprak
almış, nefes etmiş. O toprak altın olmuş, o kadına ihsân buyurulmuş. Hâfız, bu
sırrı keşf ile o gazeli okumuş idi. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Müşârünileyh Râşid Efendi ile bu husûs için görüştüm. “Evet,
ben de bunu Fârisî hocamız Bağdâdlı Süleymân Ra’fet Efendi’den duymuştum.”
dedi ve Hâfız’ın şu beyitini okudu:
پارسا مارا ومقامر كفت والله راست كفت
ما دو عالم را بيك
را واز درون انداختم[126]
Hz. Şâh-ı Nakşıbend’in irtihâl târîhi Cenâb-ı Hâfız’ın
târîh-i irtihâline müsâdiftir.
Zeyneddîn-i Hâfî ile mülâkâtına gelince: Bu zât-ı
muhterem, Hz. Hâfız’dan sonra kırkaltı sene daha yaşamış olduğuna göre,
Hâfız’ın irtihâlinde Hz. Zeyneddîn-i Hafî henüz otuzbeş yaşında idi. (Kaddesa'llâhu
esrârahumâ)
Kimden dest-i inâbet aldığı yahut fi'l-hakîka Üveysî olup
olmadığı menkûlât-ı âtiyeden müstebân olur:
Hz. Nûreddîn Abdurrahmân-ı Câmî (kuddise sırruhu's-sâmî),
Nefehâtü’l-Üns’te buyurur ki:
“Hâfız-ı Şîrâzî hazretleri, bir pîrin irâdeti elini tutmuş mudur?
Tasavvufta bu tâifenin birinden nisbeti der-dest etmiş midir? Ma’lûm değildir.
Ammâ onun sözleri, bu tâifenin meşrebi üzerine vâki’ olmuştur ki, hiç kimseye
bu ittifâk düşmemiştir. Silsile-i Hâcegân-ı azîzândan birisi buyurmuştur: Dîvân-ı
Hâfız’dan mahbûb dîvân yoktur. Eş'ârı üzerine lisân-ı tasavvuftan şerhler
yazılmıştır. Her biri hum-hâne-i aşk u hâlettir. Ve bir bezm-gâh-ı zevk u
ma’rifettir ki, cür’asından ukûl-ı âlemiyân âşüfte ve neşvesinden efkâr-ı
âdemiyân firîftedir. İrtihâli 792/(1390)’dedir.”
Bir gece, bir meclis-i âlîde Hâfız’dan bahs açtım.
Huzzârdan biri, Muallim Cevrî Efendi’den naklen dedi ki:
“Hâfız, kibâr-ı evliyâu’llâh sırasında değildir.
Fakat, Abdurrahmân-ı Câmî nasılsa Nefehâtü’l-Üns’de
onu medh etmiş. İşte bu sebeble Hâfız zümre-i evliyâ sırasında yâd oluna
gelmiştir.”
Muharrir-i fakîr, bu sözden fevka'l-âde dûçâr-ı infiâl
oldum. Cümle evliyâu’llâhın garâmiyyât vâdîsinde Hâfız’ın serdeylediği
inceliklere hayrân olduğu meydânda iken, merâtib-i tasavvufiyyede, Dîvân’ında gösterdiği makâmât-ı
âliyeden bî-haber olan neş’esizlerin bu yoldaki sözlerine iltifât olunamâz.
Binâenaleyh Hâfız-ı Şîrâzî, kibâr-ı evliyâdan ve eâzım-ı mestûrînden bir zât-ı
âlîkadrdir. Onun hakkında böyle edeb ve irfân haricînde söz söyleyenler,
gavâmız-ı beyâniyyesinden bî-haber olanlardır. Onların bu yolda müfteriyâtına
erbâb-ı aşk u muhabbet kat’â iltifât etmez, dedim.
Hâce-i irfânım Es’ad Dede merhûm, 1304/(1887) senesinde
Fâtih civârındaki Çayırlı Medresesi’nde ve her Salı ve Cuma günleri Fâtih Câmi'-i
şerîfinde bizlere Hâfız Dîvânı’nı okuturdu. O zamân tedrîs ve
tederrüsten hâsıl olan zevk-ı ma’nâ el’ân hâfıza-pîrâ-yı ihtirâmımdır.
Bir gün eazz-ı ihvânımdan Tâhirü’l-Mevlevî hazretleri
fakîr-hâneyi teşrîflerinde, Hz. Hâfız’dan bahs açtım. “Hâfız Dîvânı’na
yazılan şerhlerden Konevî merhûmun şerhi pek hoştur, onun mukaddimesinde
şâyân-ı ihticâc bahisler vardır.” buyurdu. “Aman birâder, Hâfız’ın:
ساقى مكر وظيفهء حافظ زياده داد
كاشفته كشت طرَهء دستار ملوى[127]
gazelinden Hz. Hâfız’ı, "Tarîk-ı Mevlevî’ye münâsebet-dârdır." diyenler de olmuş.
Fakat Hâfız, Mevlevî değildir. Buradaki Mevlevîlik, Mollalık ma’nâsınadır.
Destâr, ilmden kinâyedir. Yanlış anlaşılmasın.” dediler.
Hüseyin Dâniş Bey nâm zât, Ser-âmedân-ı Suhan diye, vaktiyle şuarâ-yı Acem hakkında kısmen
İngilizce ve Fransızca’dan mütercem bir eser yazmış, neşr etmiş idi. Bunda der
ki:
“Menşei, Şîrâz’dır. Belki de İran’ın en büyük şâiridir. Meşrebi felsefî ve
rindânedir. Umûr ve ahvâl-i cihân ve meslek-i insân hakkındaki tahkîkat ve
tetkîkâtı beyân-ı mütâlaa derecesini geçmez ve i’tiyâdât-ı beşeriyyenin
nâ-ma’kûl ve gülünç olanlarını tahlîl eder iken istihzâdan çekinmez. Ba'zan da
bu husûsta tamâmen lâ-kayd görünür. Filân ve filân usûlü tervîc ve ta’mîm etmek
için ders vermek âdeti değildir. Eş’ârına tasavvuf süsünü vermesi de, sırf bir
tarz-ı lâubâliyânede söz söylemiş olmak içindir. Ya'nî hâssaten bir mürevvic-i
mezheb, bir “sectaire” değildir. Felsefesi gâyet vâsi’ ve fikri pek az bir
şâirdir. Her bir gazeli bir nüsha-i bedîa-i hikmettir. En büyük mesâil-i meâdiyye
vü maâşiyye ile meşgûl olur ise de, her yerinde hükm ü re’yi kat’î değildir.
Sözlerinde kısmen Hayyâm’dan, kısmen Celâleddîn-i Rûmî’den, kısmen Sa’dî’den
ilhâmât vardır. A’mâl-i zâhire-i insâniyyeye kat’â ehemmiyyet vermez. Safvet-i vicdânı
ve safâ-yı tîneti, bütün havâss-ı halkıyyenin fevkında tutar. Mey, bâde, sâğar,
çenk, rebâb, nefes, mutrib kelimeleriyle oynarken, bize büyük hakîkatler ta’lîm
eder. Kendi şîvesinde yektâ bir dâhîdir.”
Hâfız’ın büyüklüğünü, felsefesinin ne kadar geniş ve
derin bir şey olduğunu göstermeye, yalnız şu sözleri kâfî değil midir? :
جنك هفتاد و دو
ملت همه را عذر بنه
جون نه ديدند
حقيقت ره افسانه زدند[128]
Muâşakâta dâir yazdığı şeylerde öyle ince nükteler
gözetir ki, insân tetkîkât-ı rûhiyyedeki isâbet-i nazarına hayrân olur. Zâhiren
bir kalender, derbeder gibi görünür ise de, hakîkatta en gâmız mesâil-i
hayâtiyye ile uğraşmış olduğu şüphe götürmez. Bu şâirin sözlerini tefsîr etmek
için, menâtık-ı lâhûtiyyeye kadar sefer etmeye hâcet yoktur. Yalnız
yazdıklarını nâsûtî ve dünyevî bir nokta-i nazardan mülâhaza ve ta’mîk etmek
kâfîdir. Kendi zâtına mahsûs bir lisânı ve bir takım ıstılâhâtı vardır ki,
onlarla bir kerre istînâs edildikten sonra miftâh-ı kelâmı elde edilmiş olur.
Müşârünileyhin ismi, Şemseddîn Muhammed’dir. Âl-i Muzaffer’in
Şîrâz’da hüküm-dâr oldukları bir devirde yetişmiştir. Bir rivâyete göre
Timurlenk ile Şîrâz’da mülâkat etmiştir. Kur’ân-ı Mecîd’i hıfz etmiş ve Kelâmu'llâh’a
bir tefsîr de yazmıştır. Gazellerinin ba'zısında kendi hüsn-i savt u kırâatına dâir
îmâlar vardır. Meşâhîr-i üdebâ-yı Fürsten Ammâd Fakîh-i Kirmânî ve Kemâl-i
Hucendî ile muâsırdır. Bir zamân Şîrâz’dan Yezd beldesine kadar gitmiş, fakat
İran’ın hâricine çıkmamıştır.
791 sene-i hicriyyesinde (1389) vefât ederek, Şîrâz’ın
dışında bugün ziyâret-gâh-ı enâm olan mahalle defn olunmuştur.
Müşârünileyh, kendi medfeni hakkında Dîvân’ının
bir yerinde şöyle söylemiştir:
بر سر تربت من چون كذرى همت خواه
كه زيارتكه رندان
جهان خواهد بود[129]
Şiirleri kendi vefâtından sonra Seyyid Kâsım-ı Envâr nâm
kimse tarafından toplanmış ise de, içine başka gazaller de karışmıştır. Lâkin suhan-şinâslarca
hangilerinin Hâfız tarafından inşâd edilmiş ve hangilerinin Dîvân’ına sonradan katılmış
olduğunu keşf ve tefrîk etmek güç değildir. Müşârünileyhin dîvânı, matbû' ve
münteşirdir.
Remzi Dede Efendi hazretleri buyurdu ki:
"İran’da matbû' Hâfız
Dîvânı mukaddimesinde muharrer tercüme-i hâlinde, Dîvân’ını kendi tertîb etmediğine sebep, Keşşaf ve Tavâli’ tahşiyesiyle meşgûl
olması sebeb gösterilmiştir."
Sa’dî’nin bir gazelini Hâfız pek beğenmiş ve hattâ tahmîs
etmiştir.
Osmânlı şâirleri arasında en ziyâde Hâfız’ın meşrebine temâyül
eden ve belki ondan mülhem olan Bâkî’dir.
Ziyâ Paşa, Hâfız’ı bu sözlerle ta’rîf ve tebcîl etmiştir:
Hâfız hele bülbüle suhandır
Eş’ârı lisân-ı gaybdandır
* * *
Bin mürg-nevâsı var bahârın
Savtı yine başkadır hezârın
* * *
Rindâne o tavr-ı lâübâlî
Taklîdinin olmaz ihtimâli
* * *
Dîvânından tefe’’ül eyle
İ’câz nedir teemmül eyle
Hâfız’ın Dîvân’ını zamânımız şuarâsından Seyyid Burhâneddîn-i
Belhî tahmîs eylemiştir. Bir gece bir bezm-i ma’rifette, Burhâneddin Efendi ile
sabâhlamış idik. Dîvân-ı Hâfız, tahmîsi ile berâber ezberindedir. Hâlâ
hayretteyim.
Hâfız’ın eş’ârından bir kısmını Richard le Gallienne nâm zât,
İngilizce’ye nazmen tercüme ve gâyet nefîs bir tarzda Amerika’da tab’
ettirmiştir.
Hâfız öyle bir cevher-i irfândır ki, herkes anı meşreb-i zâtîsine
göre anlar ve yazar ve’s-selâm.
Muallim Nâcî merhûm, Esâmî
nâm eserinde, Hz. Hâfız hakkında der ki;
“Mefhar-i şuarâ-yı Acem’dir. Şiirinde bir letâfet-i mahsûsa olduğundan,
âmmenin hüsn-i kabûlüne mazhar olmuş ve kendisi “Tercümânu’l-esrâr” ve “Lisânü’l-gayb”
unvânlarını almıştır. Bir ârif-i lâübâlî olduğu sözlerinden anlaşılır. “Hâk-i musalla” (خاك مصلى) terkîbinin gösterdiği 792/(1390)’de Şîraz’da irtihâl etmiştir. Kül-geşt-i
musallâda medfûndur.”
Hazînetü’l-Asfiyâ’da denilmiştir ki:
“Hâce Şemseddîn Hâfız-ı Şîrâzî, tercümân-ı lisânü’l-gayb ü esrârdır.
Meâlî-i hakîkat onun hak lisânından sudûr etmiştir. Abdurrâhman-ı Câmî
hazretleri buyurur ki :
Hangi bir pîrin dest-i irâdetini tuttuğu ma’lûm değildir. Lisân-ı
tasavvufla eş’ârı vardır. Sâhib-i keşf ü kerâmettir. Bir kimse ahvâl-i
zâtiyyesinden haber-dâr olmak isterse, Hâce Hâfız’ın rûhuna bir Fâtiha ihdâ
etsin, teveccüh-i tâm ile Dîvân’ını açsın, sağ tarafdaki beyt-i evvel
ona fâl-ı hayrdır.”
Tezkire-i Abdülkâdir’de mestûr olduğuna göre Hz. Hâce Hâfız, tarîkaten
Hz. Şâh-ı Nakşıbend’e bağlıdır. Ekseriyyetle, “Sûfîyye-i Nakşıbendiyye”
buyururlar: Kelâm-ı Hâfız’dan bû-yı nisbet-i Nakşıbendiyye gelir. Nefehâtü’l-Üns’te
muharrer olduğu vechile 792 sene-i hicriyyesinde (1390) irtihâl etmiştir.
لسان الغيب حافظ پير شيراز
ز دنيا رفت و شد
سردار جنت
عيان شد سرورا سال
وصالش
ز اولى طوبى كلزار
جنت[130]
* * *
چو شمس الدين حافظ بير شيراز
بجنت رفت زين ولى
نيا بر خار
وصالش است شمس
الدين منور
وكر هم زبدهء دين شاه ابرار[131]
Sefîne-i Evliyâ (Millet Kütübhânesi, Tasavvuf 196)
nâm eserde, Abdurrahmân-ı Câmî’nin Tezkire-i
Abdülkâdir’den naklini te’yîden, Hâfız’ın Cenâb-ı Şâh-ı Nakşıbend’den
dest-i irâdet aldığı beyân olunuyor. (Sefîne-i
Evliyâ, Hind matbûu, 185. sahîfe)
Sefînetü’ş-Şuarâ (Millet Kütübhânesi, 1071/2131) :
“Hâfız-ı Şîrâzî’nin ismi Muhammed Şemseddîn, zâtı
nâdire-i zamân, atvârı u'cûbe-i cihân, güftârı azûbe-i dehân-ı cândır. Eş’ârı
bî-tekellüf ve sâde, lâkin hakâyık ve maârifin hakkını tamâmen vâridât-ı gayb
demeye sezâ vü ahrâ olmakla kendüye “Lisânü’l-gayb” nâmı mevzû'-ı bahs idi. Kırâat-ı
Kur’ân’da yektâ ve ulûm-ı zâhire vü bâtınada bî-hemtâ olmakla fazl u irfânda da
vâsıl-ı derece-i ulyâ idi. Dâimâ dervîş ile ve ârifân ve ba'zan hükkâm ve sudûr-ı
zamân ve ahyânen müsteid civânân ile sohbet ve ihtilât üzere idi. Ancak
kalender-meşreb olmakla kimseye ser-fürû' etmez idi. Âl-i Muzaffer devleti
vaktinde olup, mülk-i Fârisî'de müşârün bi’l-benân ve mergûb-ı erbâb-ı irfân
olmuştur. Nakl olunur ki, Sultân Ahmed-i Bağdâdî’nin Hâce Hâfız’a kemâl-i
i’tikâdı olmakla defeâtla Bağdâd’a da’vet eylemiştir. Âlâyiş-i dünyâdan fâriğ
ve huşk-nân-ı pâreye kâni’ olmakla Bağdâd’a azîmete adem-i rağbetle Sultân
Ahmed tarafına bir gazeli(ni) göndermekle, Dîvân’ında mestûrdur. Matla’
beyti şudur:
الحمد لله على
معدلة السلطانى
أحمد شيخ اويسى حسن ايلخانى[132]
Timûr-ı Gürgânî, diyâr-ı Fâris’i teshîr ettiğinde Hâce-i müşârünileyh
ber-hayât idi. Adam gönderir, da’vet ederdi. “Ben kılıcım ile ekser rub’-ı
meskûnu teshîr ve hezârân mahal ve memleket vîrân ettim. Semerkand ve Buhârâ
ki, benim vatan-ı me’lûf ve taht-gâhım olmakla ma’mûr ve âbâdân eyledim. Sen bu
hâlinle, bir hâle (bene) Semerkand ve Buhârâ’yı bahş edersin.” diye
bu beyti îrâd eyledi:
اكر آن ترك شيرازى
بدست آرد دل ما را
بخال هندويش بخشم
سمرقند و بخارا را[133]
Hâce, zemîn-pûş olup, “Ey Sultân-ı âlem bu sûrette atâ
vü ihsân eylediğimçün bu hâlde kaldım.” diye cevâp vermekle, Emîr Timur’a
bu lâtife hoş gelmekle tahsîn ü tekrîm etti.
Hikâye olunur ki, Sultân Mirzâ Ya’kûb’un vezîri Necmeddîn,
Hâfız-ı Şîrâzî’yi münkir idi. Hâfız’ın vefâtından sonra bir gün Sultân-ı müşârünileyh
Necmeddîn ile sohbet ederken, “Dîvân-ı Hâfız’ı getiriniz, tefe’’ül edelim.”
dedi. Necmeddîn için tefe’ül ettiler, şu beyit çıktı:
در تنكناى حيرتم
از نخوت رقيب
يا رب مباداكه كدا
معتبر شود[134]
Bî-ihtiyâr sultân-ı müşârünileyh, “Ey Necmeddîn!
Hâfız’ın kerâmetini gördün mü?” diyerek Dîvân’ı kaldırıp, Necmeddîn’in başına
çarpmıştır.
Devlet Şâh, 794/(1392)’de vefât ettiğini yazar.
792/(1390) târîhi de, bu târîhle istidlâl olunur:
بسال با وصاد وذال ابجد
ز روز هجرت ميمون أحمد
بسوى جنت اعلا
روان شد
فريد عهد شمس
الدين محمد
بخاكباى او چون بر كذشتم
نكه كردم صفا ونور
مرقد[135]
Târîh-i Takvîm’deki târîh:
چون در خاك مصلى دفن كردند
بود تاريخ او خاك
مصلى[136]
Bu beyite binâen vefâtını 791/(1389)’dir diye tahrîr eden
de vardır.
Vaktâ ki, Ebu’l-Kâsım Bâbür Bahâdır, Şîrâz’ı teshîr
eyledikte, vezîri Muhammed Muammâyî 855/(1451) târîhinde Hâce Hâfız’ın kabrine
imâret-i âlî binâ eylemiştir.
Seyyid Muhammed Vehbî-i Konevî, Şerh-i Dîvân-ı Hâfız mukaddimesinde buyurur ki:
“Şemseddîn Muhammed el-Hâfız eş-Şîrâzî (revvaha’llâhu rûhahû) ki, "Lisânü’l-gayb" ve "Tercümânu’l-esrâr"dır, nice
esrâr-ı gaybiyye ve maânî-i hakîkiyyeyi kisve-i sûrette ve libâs-ı mecâzda
göstermiştir. Sâir fasâhat ehli şuarânın eş'ârı gibi cânsız kelâm değildir. Avâmm
u havâs Hâfız’ın Dîvân-ı bî-mislinden bir beyit tilâvet etmiş olsalar,
dimâğ-ı cânında hayât-ı ebedî bahş edici bir lezzet-i rûhâniyye peydâ olduğu
beyne’l-urefâ zâhirdir. Gerçi Hâfız’ın, bir pîrin dest-i irâdetini tuttuğu
ma’lûm değildir. Mahfî olmaya ki, vuslat-ı Hakk’a elbet bir vâsıta lâzımdır.
İllâ Üveysîler ki, onları Rasûl-i Ekrem (salla'llâhû aleyhi ve sellem),
hucer-i nübüvvette terbiyet eder. Hâfız-ı Şîrâzî dahi Üveysîlerdendir. Onun
için zâhirde bir pîre inâbet etmemiştir. (ذَلِكَ فَضْلُ اللّهِ يُؤْتِيهِ مَن
يَشَاء)[137]
(اوليائى تحت قبابى لايعرفهم غيرى)[138] hadîs-i kudsîsi sırrınca Hak Teâlâ’nın kıbâb-ı
izzetinde mestûr nice lâubâlî âşık-ı sâdıkları vardır ki, ne onları kimse
bilmiş, ne de kelâmlarını kimse fehm ü beyân etmiştir.
Hâfız-ı dil-âgâh, ol şarâb-ı aşk-ı ilâhîden nûş etmekle hem-meşreb-i
tâife-i merdân-ı Hudâ olmuştur. Mey-i sâf, Hak (celle ve alâ)’dan
pür-safâ vü mest-i müdâm kalmıştır.
Bu şarâb, o şarâb-ı ma’nevîdir ki, Hz. Rasûlümüz ve seyyid ve şefîimiz
Muhammed el-Mustafâ (salla'llâhû aleyhi ve sellem), leyle-i Mi’râc’da,
makâm-ı Kâbe Kavseyn’de Hak (celle ve alâ) hazretlerini çeşm-i basîret
ile müşâhede buyurup ve kendüye keşf-i rumûz u künûz-ı Rabbânî zuhûr ettikçe,
taraf-ı Hak’dan nûrdan iki kadeh hâsıl oldu. Biri şarâb ile dolu, biri süt ile
pür, “Bu iki kadehden birini ihtiyâr eyle.” diye işâret buyuruldukta, Hz.
risâlet, (أخترت اللبن)[139] buyurdu. Hamrı ise, ahyâr-ı ümmeti için alıkoydu.
Ey ehl-i insâf olan azîzim! Hz. Hâfız ve Hâfız gibi âşık-ı mest-i müdâm
kimseler, bu şarâb-ı aşk-ı ilâhîyi nûş edip, mazhar-ı tecelliyyât ü füyûzât
oldular. Esrâr-ı tevhîd feth-i bâb olup, iskât-ı izâfât ile Hak sübhânehû ve teâlâ,
suver-i muhtelifede tecelliyyât-ı müteâkibe ve esmâ vü sıfât-ı mütenevvia ile
zuhûr etti. Bunun ta’bîri müşkil ve avâmm-ı ke’l-hevâmdan setri vâcib
olduğundan, gâh sûret-i mecâzda, gâh sûret-i hezlde ta’bîr buyururlar.”
Hindistan matbûâtından Riyâzü’l-Ârifîn vardır ki, bahsi geçti, bunda okuduğuma göre, Şemseddîn
Hâce Muhammed el-Hâfız için, “Fahrü’l-müteellihîn” denilmiştir. Babası Şeyh Kemâleddîn,
onun babası Şeyh Gıyâseddîn olup, âbâ vü ecdâdı ulemâ ve fuzalâdandır.
Hâfız, Mevlânâ Şemseddîn Abdullâh-ı Şirâzî’den tahsîl
etmiştir. Düvel-i Âl-i Muzaffer zamânını idrâk eylemiştir. Fuhûl-ı muhakkıkîn,
emâcid-i kâmilîn sırasına girmiştir. Şeyh Ni’metullâh-ı Mâhânî ve Şeyh Ali Kelâ-i
Şîrâzî ve pîr-i tarîkat Zeyneddîn-i Hâfî[140] ve Şâh Dâiya’llâh ve Seyyid Ebu’l-Vefâ-ı Şîrâzî
gibi efâhım ile muâsır idi. Fakat bir kâmilin dest-i irâdetini tutup, terbiye-i
tarîkat gördüğü sâbit değildi. Eş’âr-ı hikmet-nisârına herkes hayrândır. Hz.
Abdurrahmân Câmî de Nefehâtü’l-Üns’de yazmış ki, Hâfız, bir pîrin
dâire-i irfânında değildir. Seyyid Nûreddîn, Ni’metullâh-ı Mâhânî[141] hizmetinde bulunduğuna şu beyit delâlet eder ki, Seyyid Ni’metul’llâh
söylemiştir :
ما خاك راه بنظر
كيميا كنيم
هر درد را كه
بكوشهء چشمى دوا كنيم[142]
Hâfız buna cevâben diyor ki:
آنان كه خاك را
بنظر كيميا كنند
آيا بود كه كوشهء جشمى بما كنند[143]
Hâfız’ın meşrebi âlîdir. Sözleri hikmetlerle mâlîdir.
Cezbesi gâlib, meşrebi rindânedir. Sultân Ahmed-i Bağdâdî, onun sohbetine
râğıbtı. Meşhûr Timurlenk, ibrâz-ı âsâr-ı hürmet etmiş idi. İrtihâli 791/(1389)’dedir.
(مضجعش در خارج حصار شيراز زيارتكاه ارباب نياز است)[144] deniliyor.
Dîvân’ını Şâh Kâsım-ı Envâr cem’ etmiştir. Dîvân cidden ve hakîkaten bir
nüsha-i nefîse-i kemâlâttır. Bunda erbâb-ı irfân müttefiktir.
* *
*
Hz. Hâce Hâfız-ı Şîrâzî (kuddise sırruhû) hakkında
âsâr-ı mu’tebereden cem’ ve nakl edebildiğim şu ma'lûmat, müşârünileyh hakkında
insâna bir fikir verebilir. Hâfız-ı Şîrâzî, eâzımdandır. Hakâyıka âgâh, bir
merd-i pür-intibâhdır. Sözleri kâmilen hakâyıka nâzır olup, zevk-ı ma’nâ ile
mütezevvık olmayanların mezâyâ-yı kelâmiyyesine ıttılâ’ları âsân değildir.
Fakat neş’e-i aşkıyyeden hisse-dâr olan erbâb-ı garâm
için feth-i ma’nâ pek sehîldir. Hâfız-ı Şîrâzî, deryâ-yı aşk-ı ilâhîde
müstağrakînden olup mertebe-i irşâdda cismen meşgûl olmasına meydân ve imkân
kalmamıştır. Fakat hâl-i aşk ile sünûhâtı bugün her âşıka ifâza-i rûh edecek,
nefh-i hayât eyleyecek kudret-i irşâdiyyeye mâliktir.
Aczime bakmayarak Hz. müşârünileyh hakkında bir kaç
sahîfe yazı yazabilmek cesâretini buluşum, ümîd-vâr-ı şefâati oluşumdandır. (المرء يحشر مع من احبه)[145] sırrına
mâ-sadak, vâkıf-ı esrâr-ı Hak olmaklığımızı, gerek ihvân-ı dînim, bâ-husûs bu
eser-i âcizâneme atf-ı nazar-ı mütâlaa buyuran nûr-ı dîdelerim, gerek bu abd-i
rû-siyâh nâmına dergâh-ı azamet-i ilâhiyyeden istid’â ve rûh-ı pâk-i Hâfız’a
fâtihalar ihdâ eylerim.
Paris’te, Charle Duvelle nâm zât, Hâfız-ı Şîrâzî’nin
gazeliyyâtı üzerine Fransızca Les Gasels
de Hâfız Chirasi nâmıyla, bir eser neşr etmiştir ki, Mehmed Ali Aynî Bey’in
kütüb-hânesinde görmüştüm.[146]
ERZURÛMÎ MUHAMMED
NÛREDDÎN EFENDİ
Ricâl-i hâzıra-i aliyyeden ve tarîk-ı Nakşıbendî
müntesiblerinden ve Şeyhü’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî âşıklarından, pek muhterem
ve mükerrem bir zât-ı fezâil-nihâddır. Bu zât-ı memdûhu’s-sıfâtın evsâf-ı âliye
ve mekârim-i zâtiyyesini işittikçe, onunla müşâfeheten görüşmeğe, müşerref
olmağa arz-ı iştiyâk etmiş idim. Hz. Şeyhü’l-Ekber’e olan muhabbet-i şedîdem ve
münâsebet-i kadîmem te’sîriyle ve her hâlde onun himmetiyle, emelime nâil
oldum. “Bu emel acabâ neden husûle geldi?” diye düşünmeğe hâcet yoktur.
Âşinâlık tâ ezeldendir Sezâî yâr ile
Bu taleb nerden gelür ru’yet mukaddem olmasa
neş’esine
nâzır taârüf-i ezelî mahsûlüdür. Onunla şeref-yâb olduğuma memnûnum.
Bu zât-ı muhteremin ismi "Muhammed" ve
mahlası "Nûreddîn"dir.
Erzurum vilâyetine tâbi’ Tortum kazâsının Örük nâhiyesinde Rebîu’l-evvel 1270 târîhinde
(Aralık 1853) Tortumlu-zâde Ali Bedri
nâm zât ki, “Hacı Ali” diye meşhûrdur, onun sulbünden zînet-sâz-ı bezm-i şuhûd
olmuştur[147]. Vâlidesinin ismi, Hatice
Emetu’llâh Hânımdır[148].
Muhammed Nureddîn Efendi, henüz küçük yaşında iken,
Tortum’da muallim-i mahsûsdan, tahsîl-i ibtidâîde bulunup, bi'l-âhare Erzurum’a
gelerek ba'zı ulemâdan iktisâb-ı feyz-ı ilm ederek Erzurumlu ulemâ-yı meşhûrdan
Hacı Süleymân Efendi’nin sûret-i dâimede gül-şen-i irfânına dehâletle
perveriş-yâb-ı ilm ü ma’rifet olmuş ve ondan ahz-i icâze eylemiştir.
Lisân-ı Fürs ve edebiyyâtını "Ahıskalı Kurrâ Hoca"
nâmıyla ma’rûf Hacı Hâfız Efendi’den taallüm ettiğini söylediler. Ve bu zât-ı
muhterem hakkındaki istîzâhıma karşı şu yolda tafsîl-i hâl eylediler :
Hacı Hâfız Efendi'(yi), bidâyeten zevk âleminde pûyân
olmasıyla vazîfe-i İmâmette bulunmasına ve tarîk-ı aşk u muhabbette büryân
olmasına muârız olan ağniyâdan biri zemmetmiş ve bu hâl müşârünileyhin sâmia-i ıttılâına
vâsıl olmuştur. Tabîat-ı şâirânesi olmağla zemmeden kimseye irfânen ve şi’ren
şu cevâbı vermiştir ki, bahr-i hakîkatte nasıl bir gavvâs-ı ma’rifet ve hâmil-i
libâs-ı melâmet olduğunu izhâr eylemiştir:
Cem’-i zer zâhid seni müteşevviş ü nâkıs itmiş
Pûte-i aşk u muhabbet nâm-ı ayyâr eyler beni
Mey içer mahbûb sever Hacı diye ta’n eyleme
Ol meyin bir cür’ası vahdet-şiâr eyler beni[149]
Râz-ı âşînâ-yı ma’nâ bir merd-i rûşenî olduğuna şu
bedîa-i beyâniyye şâhiddir. Fazla söze lüzum bırakmaz.
Bu zât-ı muhteremin Medîne-i Münevvere’de bir kaç sene
mücâvereti olup, ilm-i kırâattan huzûr-ı nebevîde me'zûn olmuştu.
Sinni sekseni mütecâviz olduğu hâlde, 1298/(1881)
senesinde Erzurum’da irtihâl-i dâr-ı cinân edip, Erzurum’da defîn-i hâk-i
gufrân olduğunu ve Bağdâd’da dahi müddet-i medîde kalarak Fârisî lisânını,
lisân-ı mâder-zâdı gibi öğrendiğini Muhammed Nûreddîn Efendi nakl eylediler.
Tarîkaten Nakşıbendî olup, Hâlidîlik’le de münâsebet-i
mahsûsası vardır. Pederi merhûm için, “Mevlânâ Hâlid hazretleri hulefâsından
Feyzullâh-ı Tortûmî’ye intisâbı vardır.” dediler. Hattâ Muhammed Nûreddin
Efendi hakkında yazdığım bir medhiyyenin şu,
“Ne hôş-sohbet halûk insân-ı kâmil abd-i hâsdır o
Meşâmm-ı
câna geldi lutf-ı Hak’la bûy-ı Feyzu’llâh”
beyiti
üzerine mısra-ı sânî için, “İntâk-ı Hak’dır. Zîrâ pederim merhûm, Feyzullâh-ı
Tortûmî müntesiblerinden olduğundan, bu söz için sırr-ı ma’nâyı câmi’ düşmüş
gördüm.” dediler.
Muhammed Nûreddîn Efendi’nin şeyhi Erzurum’da ihtiyâr-ı
ikâmet etmiş olan Hacı Baba nâm zâttır ki, an-asl Süleymâniye’de bir terzi
çırağı iken Mevlânâ Hâlid hulefâsından, birinci halîfesi Osmân-ı Tavîl’in
mazhar-ı hüsn-i nazarı olup ikmâl-i tarîkatla ondan müstahlef olmuş bir ârif
zât-ı kâmil imiş. Kendine “Şeyh Efendi” derlerse hiddetlenirmiş. Hacı
Baha’nın dâire-i feyzinde perveriş-yâb olan Muhammed Nûreddin Efendi
1313/(1895) târîhinde azîzinin irtihâli üzerine ziyâde müteessir olup ağlayarak
söylediği mersiyeden hâtıra gelebilen şu üç beyiti okumuşlardı:
Okudu cehr ile “lâ-havfun aleyhim” nassın[150]
Hû diyüp göçdü cihândan o veliyy-i âgâh
Âşıka mevt visâl olduğunu anlatdı
Şevk ile olduğu dem âzim-i dergâh-ı ilâh
Söyledi târihini ağlayarak Nûreddîn
İrtihâl itdi kutub Hacı Muhammed ey vâh
(لرتحال ايتدى قطب
حاجى محمد اى واه) =1313/(1895)
Hacı Baba merhûm, hîn-i irtihâlinde doksanbeş yaşında
idi.
Muhammed Nûreddîn Efendi, hiç teehhül etmemiş ve
İstanbul’a 1324/(1906) senesinde gelmiştir. 1293/(1876) senesi Rus Muhârebesi’nde
Dîvân-ı Harb Kitâbeti'nde bulunduğu gibi, Erzurum İ'dâdî-i Mülkîsi’nde Arabî ve
Fârisî muallimliği etmiş, Erzurum Mahkeme-i İsti’nâfiyyesi Hukûk Kısmı’nda beş
sene kadar a’zâlık eylemiş ve dört sene Erzurum Nüfûs Nâzırlığı’nda bulunduktan
sonra, ba’de’l-istîfâ, ihtiyâr vâlide ve pederiyle İstanbul’a nakl-ı hâne
etmiştir.
Gençlik zamânında şiir ile iştigâl etmiş; fakat dîvân
hâlinde toplu olarak mecmûası yoktur ve sağ oldukça, yazdığı eş'ârı ahibbâsına
hediyye ettiğinden, elyevm kendi yedinde bile yoktur.
Gençlik zamânından beri en ziyâde sevdiği ilim, ilm-i
tasavvuftur.
Bu bâbda üstâdı Merhûm Hacı Süleymân Efendi’den ba'zı
kütüb-i tasavvufiyyeyi okuyarak ayrıca bir icâzet-nâme dahi ahzına muvaffak
olduğunu söylemişlerdir. Gûşe-i kanâatte mahlûka ihtiyâcdan vâreste olarak
imrâr-ı hayât eyleyip, bir aralık beş sene kadar Medresetü’l-Mütehâssısîn ve
sonra Süleymaniye Medresesi’nde ilm-i tasavvuf müderrisliğinde bulunarak, Tehzîbü’t-Tasavvuf mine’l-İlhâdi
ve’t-Taassüf nâmıyle bir eser yazmışlar; fakat tab’ ve neşrine muvaffak
olamamışlardır.
Ulemâ ve urefâdan çok kimselere mülâkî olup, zevk-i ma'nâda
anlayışları yükselmiş, Şeyhü'l-islâm merhûm Mûsâ Kâzım Efendi ile hemşehri
oldukları gibi, yine Şeyhü'l-islâm Lebhovalı Nesîb Efendi[151], Erzurum niyâbetinde bulunduğu zamân, Muhammed Nûreddîn Efendi hazretlerinde
gördükleri kemâlât âsârından müstefîd ve müstefîz olmak üzere ba'zı resâil-i
tasavvufiyye, husûsıyla Sadreddin-i Konevî hazretlerinin Fâtiha-i Şerîfe Tefsîri müzâkeresinde bulunmuşlar ve meyânelerinde
tahrîrî ve şifâhî musâhabeler cereyân eylemiş ve hattâ müşârünileyh Nesîb
Efendi, hastalığında Muhammed Nûreddîn Efendi’nin kucağında cân vermek
sûretiyle meclûbiyyet-i kalbiyyesini izhâr etmiştir. Hâl-i hâzırda Fâtih’te
Çarşamba’da 11 numaralı hânede[152] ikâmet etmektedir.
Onun hâlinde en fevka'l-âde göze çarpan bir şey varsa, o
da İmâmü’l-muhakkıkîn, burhânü’l-müdekkıkîn a’lemü ulemâ-yı ehl-i yakîn, nûr-ı
dîde-i erbâb-ı dîn, Şeyhü’l-Ekber, Gavsü’l-Eşher Muhyiddîn-i Arabî (kuddise
sırruhu'l-celî) efendimiz hazretlerine bi-hakkın âşık ve meclûb olması
keyfiyyetidir. Otuz beş seneden beri hayâtını o sultân-ı urefânın âb-ı zülâl-ı hayât-bahşâsının
önünde geçirmeye vakf eylemiştir.
شربت الحب كأسا
بعد كأس
فما نفد الشراب
ولا رويت[153]
sırrının
ma’nâsını bi-hakkın temsîl eden bu sır hâli gıbtalara şâyândır. Fenâ fi’l-Fütûhât’ın tamâmıyla lugat ma'nâsı, fânî fi’ş-Şeyhi’l-Ekber’in timsâl-i
bedî-i mebnâsı Muhammed Nûreddîn Efendi hazretleri olduğu ke’ş-şemsi fi’n-nehâr
sâbit ve muhakkaktır. Hz. Şeyh’in bahr-ı muhabbet ü hakîkatinde bir gavvâs-ı
ma’rifettir. Elyevm Murâd Molla Kütübhânesi hâfız-ı kütüb-i evveli Muhammed
Hazmî Efendi[154] ile Fütûhât mütâlâasında
ber-devâmdır. Hazmî Efendi kardeşim onun dâire-i irfânında nevâle-çîn-i
ma’rifet ve mazhar-ı bereketidir.
Uzun boylu, nûr yüzlü, beyâz ve mutavassıt sakallı,
mütenâsibü’l-endâm, melîhu’l-vech bir zât-ı âlî-kadr olup, cemâline nâzır
olanlar, hakîkat-i maâniyyeyi câmi’ bir hâmilü’l-esrârın karşısında olduklarını
anlarlar. Âriflerin şânından olan mahviyyet-i kâmile içinde, mestûru’l-hâl,
latîfü’l-makâl, menbau’l-hisâl bir merd-i âli’l-âlin mümessil-i pür-vakârıdır.
Öyle herkes bilemez ehl-i kemâl kıymetini
Anı hakkıyla gören dîde-i hak-bîn ister[155]
Eş’ârından istedim. “Söylediklerim elde değildir.”
dediler. “Dilde, sırdadır.” demek istediler. Vâkıa, ba'zı sözler vardır.
Nâ-bînalardan ketmi vâcibtir. Havsala-i idrâki almayanlar yanlış ma’nâlar
verirler, kâiline zebân-dırâz olurlar. Edeben talebte ısrâr olunmadı. Bir
gazelinden kısmen yazdıkları beyitleri hatt-ı dest-i mübârekleri, bu eserime revnak
versin diye aynen telsîk olunmuştur.
Hâlimi musavvir olarak zuhûr edip, vaktiyle söylenmiş
parçalardan hâtırıma gelen şu birkaç beyiti yazayım:
Cû-yı eşkim gibi feryâd ile çağlar çaylar
Sanuram hâl-i perîşânıma ağlar çaylar
Vâdi-i hecrde giryân yalınız ben değilim
Ağlıyor bülbül ü güller dahi bâğlar çaylar
Suları gözyaşı âvâzı figân lâlesi dâğ
Heykel-i gam görinür çeşmime dağlar çaylar
Çekdiğim bâr-ı gamı yüklenemez arz u semâ
Şüphesiz hâl-i perîşanıma ağlar çaylar
Memleketimizde parmak usulüyle söylenilen eş’ârdan bir
parça dahi “Çaylar” münâsebetiyle hâtıra geldi:
Bu çaylar..........
Coşmuş akar bu çaylar
Yâr zülfünü yıkamış
Anber kokar bu çaylar
Sinematoğraf ilk zuhûr ettiği zamân temâşâ etmekle
söylenmiştir :
Görünen şe’n-i Hudâ bâki heme zıll ü hayâl
Nazar it ibret ile sinematoğraf...
(Bir hoca efendi 1311/(1893-94) târîhinde Muhammed Nûrî
Efendinin uzamış olan bıyığını i’tirâf etmekle...
Bıyığını kesmez diye zâhid bana ta’n eyledi
Hikmetini fehm eylemez beyhûde zann eyledi
Süngü davranmış karakolundur dilde müdâm
Bekliyor her bir pertev kim tâ ki... çıkmasın[156]
Şu manzûme-i medhiyyem muhabbet-i mütehâssıla-i şedîdem
üzerine sânih olmuş idi:
Muhammed Nûri’yi sevdim samîm-i kalb ile bi’llâh
Mübârek şahs-ı kıymet-dârı el-hâk ârif-i âgâh
Tarîk-ı aşk-ı Hakk’ın bülbül-i şûrîdesi olmuş
Ser-â pâ nûra müstağrak olan ol zât-ı âlî-câh
Görüşdüm sohbetinden müstefîd oldum sevişdik çok
Garîk-ı bahr-ı Zât’dır âşinâ-yı Hazret-i Allâh
Anın mir’ât-ı feyzinden nümâyân oldu Muhyiddîn
Cenâb-ı Şeyhü’l-Ekber feyzi ile kalbidir âgâh
Gönül bir gördü ammâ pîr görüp ol merd-i zî-şânı
Harîm-i sırrına dâhil olanlar oldular hoş-hâh
Muallâ vech-i tâbânında Nûru’l-Hak dırahşândır
Ana bakdıkça zâhirdir tecellî-i Cemâlu’llâh
O zât-ı muhteremle bir mülâkâtdan safâ buldum
Dil-i mahzûnuma doğdu nice bin türlü sırru’llâh
Ne hoş-sohbet halûk insân-ı kâmil abd-i hâsdır o
Meşâmm-ı câna geldi lutf-ı Hakk’la bû-yı Feyzu’llâh
Ne çok sevmiş Cenâb-ı Şeyhi müstağrak olup aşka
Bilüp bulmuş görüp olmuş bilâ-şek bir veliyyu’llâh
O zevk-i sohbetin sermesti oldum cân u dilden ben
Dil ü cânım münevver oldu zikrimdir amân Allâh
Onu gördükde sevdim sanki Muhyiddîn’i buldum ben
Heves-kâr-ı hakâyık oldu dil rahm eylesün Allâh
Şarâb-ı vahdeti sâkî-i aşk sunsun dil ü câna
Bu yolda mazhariyyet isterim gönlüm çeker hep âh
Beni kıl Şeyhu’l-Ekber feyzine hem-dem amân Yâ Rab
Bi-hakk-ı Hazret-i Fahr-ı risâlet lutf idüp nâ-gâh
O Şeyhu’l-Ekber’in aşkıyla gönlüm sarhoş olmuşdur
Beni de abd-i mahz insân-ı kâmil eylesün Allâh
Erenler evliyâlar zümresi kıtmîri olsam ben
Beni red eylemezler böyle bildim şân-ı ehlu’llâh
Bu yolda arz-ı hissiyyât idüp tasvîr-i hâl itdim
Hudâ’nın lütfü itmez âşıkı mahrûmi-i dergâh
Senin vâdî-i medhinde lisânım döndü Allâh’a
Ne hikmet “men raânî” sırrı zâhir oldu eyva’llâh
Dil-i hasret-zedem envâr-ı feyzinle mübeşşerdir
Senin Vassâf’ın oldum vâdi-i aşkda bi-hamdi’llâh
Tamâmen onsekiz beytten nümâyân nezr-i Mevlânâ
Bu medhiyyem ile zâhir gönül bahrında mevcu’llâh
Anı kim söyleyen Hak söylemiş hakdır hakîkatda
Bu yolda arz-ı teslîmiyyet itdi evliyâu’llâh
Kemâl-i aşkımın burhânıdır pîrim Hüsâmeddîn
Hümûm-ı mâ-sivâdan yüz çevirdim zikrim illâ'llâh
Şefâat isterim senden Muhammed Nûri Vassâf'a
Taleb-kâr-ı visâlim ben bi-hakk-ı şevk u aşku’llâh
Tercüme-i hâllerine ait ma'lûmat almak için bir gün söz
vermiştim. Gideceğim gün fevka'l-âde yağmur yağıyordu. Söz verdim diye yine
gittim. Şeref-yâb olduğumda. “Böyle bir havâda gelmek ne büyük bir eser-i
sebâttır.” demesiyle:
“Haydi hâzırdır denilse sofra-i Muhyiddîn
Kar dimez yağmur
dimezler âşıkân eyler şitâb
Nâil-i âmâl-i
feyz-i Hazret-i Şeyh olmağa
Ez-dil ü cân âzim
oldum aşk ile bî-irtiyâb”
cevâb-ı
manzûmu sünûh ediverdi. Pek zevk-yâb oldular. Sözüm doğrudur. Onun yanında bahs
hep Hz. Şeyh’den ve âsârından ve bi’n-netîce hakâyıktan olup, ayn-ı sofra-i
mâide-i irfâniyyedir, ve’s-selâm
Sâib-i Tebrîzî’nin :
شرم و حيا چو لازمهء چشم روشنست
زين كور باطنان ز
كه شرم و حيا كنند
صائب بكوشه بنشين كه
اهل دل
اين درد را بكوشه
نشينى دوا كنند
Muhammed Nûreddîn Efendi’nin tercümesi:
Çeşm-i rûşendir gören şerm ü hayâ îcâbını
Kûr bâtınlar ne bilsinler nedir şerm ü hayâ
Gûşe-i uzlet sana dârü’l-emândır Nûriyâ
Ehl-i diller itdiler bu derde uzletle devâ
Âşık Yûnus’un:
İlim ilim bilmekdir
İlim Hakk’ı bilmekdir
Hakk’ı bilmekden geri sûfî
Hâ bir kuru emekdir
Muhammed Nûrî Efendi bunu şîve-i hâzıra-i lisâniyyemize
göre söylüyor:
İlim bilmek dimekdir
Biliş Hakk’ı bilmekdir
Hakk’ı bilmeyenlerin
İlmi bomboş emekdir
Dîğer sahîfede yazdığım medhiyye kendilerine takdîm
olundukta zîrine şu ibâreyi yazmışlardır:
“Memdûh Muhammed Nûreddîn, medhiyyede mezkûr evsâf-ı
âliye ile muttasıf bir zât ise, bu heykel-i cürm ü kusûrdan, o zâta binlerce
selâm ve ihtirâm takdîm olunur. Eğer medhiyye heykele âid ise, doğrusunu
söyleyelim, evsâf-ı mezkûreden hiç biriyle muttasıf değildir. Ancak, (المؤمن مرآة المؤمن)[157] fehvâsınca, mâdih bu âyîneden kendini görüp vasf
etmiştir. el-Kelâmu, sıfatu’l-mütekellim’dir, ve’s-selâm.”
Ehl-i kemâl, haklarındaki medhiyyeden tâbi’-i gurûr
olmamak için böyle görür ve böyle söylerler.
Birgün huzûr-ı âlîlerinde idim. “Hakîkat-ı kalbiyye
rûh ile tev’emdir, vasf olunmaz.” diye kalb esrârına dâir bahiste
tercümân-ı hakîkat olmuşlardı. Ne güzel sözdür, kayd ettim.
Pek hoş bir
tesâdüf-i müstahsen:
Tercüme-i hâl-i âlîlerini nereye yazayım diye sahîfe
taharrîsi niyyetiyle bu cildi açtım. Hüsn-i tesâdüf, Hâfız-ı Şîrâzî
hazretlerinin tercüme-i hâl-i âlîlerinin son sahîfesi çıktı. Bu sahîfeyi
ta’kîben altı boş sahîfe zuhûr etti. Artık başka yer aramadım. Çünkü lisân-ı
hâl ile, “Didi Hâfız ona komşum oluver yâ Nûreddîn”; düşünmeye mahal
kalmadı. Bu sahîfeleri doldurdum.
“Açdı âğûşunu Hâfız anı çok sevmek içün”
Bir tahmîsinden :
İdüp ağyâr bezminden cüdâ it dostum
Âşıka cevr eyleme havf-ı Hudâ it dostum
Bir vasiyyet eylerim anı edâ it dostum
Derd-i aşkınla ölürsem gel nidâ it dostum
الصلا اهل الجنازة واحضروا قبر الشهيد[158]
Dîğer:
Ağ kurmuş hûb-rûlar sayd içün gîsûların
Dâne itmişler gönül murgu içün hindûların
Bende düşdüm Nûriyâ ol dâmına câdûlann
Nice terk itsün Hamîdî mihrini meh-rûların
يفعل الله ما يشاء ثم يحكم ما يريد[159]
Bu tahmîslerin aslı Kars ulemâsından Hamîd Efendi’nindir.
* *
*
Ezelden rind olan âşık cefâ-yı yârı pek çekmez
Visâlinden ümîd-vâr olmadıkça boş emek çekmez
Vefâlı dil-berin nâzın çeker uşşâk cân ile
Vefâsız âdemin çevrin değil insân eşek çekmez
/78/ NECCÂR-ZÂDE
ŞEYH RIZÂ EFENDİ HAZRETLERİ
Nazm-ı kelâm ile şöhret-yâb olan meşâyıh-ı kirâm arasında
temeyyüz edenlerdendir. Meşhûr Nazîm gibi ekser-i manzûmâtını medâyıh-ı
aliyye-i nebeviyye ile i'lâ etmiştir.
İsm-i âlîleleri Mustafa’dır. Maskat-ı re’si Şebinkarahisâr
olup, tevellüdü 1090/(1679) senesine tesâdüf eder.
Pederi İbrâhîm fi'l-hakîka neccâr değildi. Dolmabahçe’de
Karaabalı bostâncılarından ulûfe-gîr olup, Beşiktâş’da tavattun ile, Dergâh-ı
Âlî topçuluğuna girmiştir. Fakat ashâb-ı ma’rifetten olduğundan, ser-âmedânından
bulunduğu dergâh-ı âlî topçularıyla birlikte ihtiyâr eylediği seferlerde
tesâdüf olunan nehirlerden top geçirmek için, temdîdi lâzım gelen köprülerin
inşâatını, fenne tatbîk ile teshîl etmek gibi, hıdemât-ı mühimme ibrâz etmesine
mebnî, rüfekâsı tarafından kendisine “Neccâr” unvânı yadigâr edilmiştir. (Babası
İbrâhîm), 1090/(1679) senesinde irtihâl etmiştir.
Mustafa Rızâeddîn Efendi, rahm-ı mâdere intikâl etmeden
evvel, pederi rü’yâ görmüş, “Senden bir sâlih çocuk dünyâya gelecek, ulemâ
ve urefâdan aded-i etkıyâyı tezyîd edecektir. İsmini Mustafâ koy. Terbiyesine ihtİmâm
et.” demişler. Müşârünileyh dünyâya gelmiş. Pederi rü’yâ mûcibince hareket
etmiştir. Târîh-i velâdetiyle pederinin târîh-i irtihâli aynı sene olmasına
göre, Neccâr-zâde’nin öksüz olarak büyüdüğü anlaşılır.
Tahsîli :
Sinni onyediye kadem-zen olunca, Sinân Paşa Medresesi’ne devâm
sırasında Hz. Hüdâî Âsitânesi şeyhi Ya’kûp Efendi’nin hüsn-i nazarına uğrayıp,
onun emriyle Odabaşı şeyhi Fenâyî Efendi’nin dersine devâm ve Tarîk-ı
Celvetî’ye intisâb eyledi. Âsâr-ı kemâli rû-nümâ olmaya başlayınca, teberrüken
hilâfetle kâm-yâb olup, fakat bu işin bu derecesiyle kanmak istemeyen
Neccâr-zâde’ye Fenâyî Efendi tebşîratta bulunarak bunun üzerine bir aralık
Beşiktaş Mevlevîhânesi şeyhi Muhsin Efendi’nin dâhil-i dâire-i sohbetleri
oldular. Mesnevî-i
şerîf tederrüs ettiler. Hüsn-i hatta mâlik olduğundan, kitâb istinsâh
ile bir zamânlar te’mîn-i maîşet eylemişler. Tarîk-ı rizâyete sülûk ile berâber
hüsn-i savt ashâbından olmak i’tibâriyle, Sinân Paşa Câmi'-i şerîfinde beş
vakitte ezân okur, İmâmet eylermiş. Cemâata bi'l-münâsebe ale’l-ekser va’z u
nasîhatta bulunurlar imiş.
Bir zamânlar Mesnevî-i şerîf tedrîs buyurmuşlar. Telhîsî Abdullâh Ağa’nın dâiresinde imâmet
etti. Moskof muhârebesinde gazâya gitti. Edirne’de kibâr-ı meşâyıh-ı
Nakşıyye’den Arab-zâde İlmî Efendi ile mülâkat edip, ikmâl-ı sülûka /79/
muvaffak olarak âdâb-ı Nakşıbendî ile müeddeb olmuştur ki, hilâfetleri 10 Şevvâl
1123/(22 Kâsım 1711) târîhine müsâdiftir.
Hazret-i Şâh-ı Nakşıbend efendimize müntehî silsileleri
ber-vechi âtîdir:
- eş-Şeyh Hâce Mustafa Rızâeddîn en-Nakşıbendî eş-şehîr bi’bni’n-Neccâr
(kaddesa'llâhu sırrahû),
- eş-Şeyh İlmî Hâce Muhammed Efendi, eş-şehîr bi-Arab-zâde
(kaddesa'llâhu sırrahû),
- eş-Şeyh Ebû Abdullâh es-Seyyid Muhammed en-Nakşıbendî
es-Semerkandî (kaddesa'llâhu sırrahû),
- eş-Şeyh Ebu’l-Berekât Hâce Ahmed-i Cûryânî el-ma’rûf
bi-Yekdest (kaddesa'llâhu sırrahû).
Buradan ileri ehl-i silsile bâlâda Ahmed-i Cûryânî
hazretlerinin tercüme-i hâlinde zikr olunmuş olduğu cihetle tekrâra hâcet
görülmedi.
Neccâr-zâde Dergâhı :
Beşiktaş’taki dergâh mahallinde Sultân Süleymân-ı Kanunî
ulemâsından Velî Birâder tarafından bir zâviye yapılmış, Halvetî’ye müntesib
bulunmuş ise de, mürûr-ı zamân ile yıkılmış idi. Rızâ Efendi burasını yeniden
ihyâ ve inşâya muvaffak olup, hem cehrî zikir, hem de hatm-i hâcegân yapmaya
başlamıştır.
1114/(1702)’te binâya başlanmış, zamân zamân tevsî’ ve
ikmâl ede ede 1151/(1738)’de hüsn-i hitâm müyesser olmuştur. Elyevm ma’mûr
olup, “Neccâr-zâde Dergâhı” diye şöhret almış, Pazartesi günleri
icrâ-yı âyîn-i tarîkat edilmekte bulunmuştur.
(Neccâr-zâde Rızâ Efendi), gurre-i Cemâziyel evvel
1153/(25 Temmuz 1740)’de Haremeyn ziyâretine âzim oldular. Mekke-i Mükerreme’de
makâm-ı Hz. Muhiyiddîn-i Arabi’de, Zuhûrât-ı
Mekkiyye’yi yazmışlardır. Hîn-i azîmette Mısır’a uğramışlar. Maiyyet-i
aliyyelerinde mahdûm-ı mükerremleri Şeyh Muhammed Sıddîk Efendi hazretleri de
var idi. Hekîmoğlu Ali Paşa o zamân Mısır Valisi; Kâhire’de mükellef bir konak
ihzârıyla Hz. Şeyh’i burada misâfir etmiş, son derecede hürmet eylemiş idi.
Cenâb-ı Şeyh’in bendegânından Nüzhet Efendi tarafından yazılan Menâkıb-nâme’de Hz. Şeyh’in tercüme-i
hâli tafsîlen mezkûrdur.
Bu Ömer Nüzhet Efendi, Koca Râğıp Paşa’nın da mühür-dârı
idi. Menâkıb-nâme bundan altmış sene evvel taşbasmasıyla tab’ olunmuştur.
Mısır’dan Hicâz’a giderken gemi, Bahr-ı Ahmer’de şapa
oturmuş, Cenâb-ı Şeyh’in istirhâmiyle inâyet-i ilâhiyye zuhûr ederek halâs mümkin
olmuştur.
Hicâz’daki sünûhâtlarından:
Hacerü’l-Esved’i ey dîde-i firkat-dîde
Reng-i ruhsâr-ı siyâhımdan iden jengîde
/80/ Harem-i hâss-ı hakâyıkda Rızâyâ
idelim
Nâle-i şevk ile tekrâr-be-tekrâr tavâf
Medîne-i Münevvere’de iki ay halvet-güzîn olmuşlar. Fevka'l-âde
hâlât-ı acîbe izhâr eylemişlerdir. Avdette Konya’da Hz. Mevlânâ’yı ziyâretle de
kâm-yâb olduktan sonra, Akşehir’de Nasreddin Hoca’yı da ziyâret etmişlerdir.
Gel ziyâret idelim merkad-i Nasreddîn’i
Zîver-efzâ-yı letâifdir anın her suhani
(beyiti)
ziyârete giderken vâki’ olan sünûhât-ı aliyyelerindendir. Oradan Seyyid Battal
Gâzî’yi ziyâretle :
Budur ol server-i meydân-ı gazâ ser-bâzı
Saf-der-i rûz-ı vegâ Hazret-i Seyyid Gâzî
diye
izhâr-ı hürmetle İznik’e gittiler. Tarîkat-ı aliyye-i Kâdiriyye’nin pîr-i
sânîsi Eşref-zâde Abdullâh-ı Rûmî hazretlerini ziyâretle kâm-yâb olduktan
sonra, Üsküdar tarîkıyla avdet buyurdular.
İrtihâli :
1157/(1744) senesinde hastalandılar. 1159 senesi
Muharreminin onüçüncü (5 Şubat 1746) Cumartesi gecesi, İstanbul’da ahibbâsından
birinin hânesinde misâfir iken, hastalıkları teşeddüd etti. Beşiktaş’a nakl
edildiler. Otuzdokuz sâat göz açmamışlar. Sonra bülend-âvâz ile “Allâh”
diyerek cânını cânâna teslîm eylemişlerdir. Şehr-i Muharremin onaltıncı Salı
günü, meşâyıh-ı izâm, ulemâ-yı kirâm ve ahâlî, cenâzelerinde hâzır bulunmuştur.
Elyevm üzerlerine yapılmış olan türbe-i şerîfede defîni hâk-ı gufrândır.
Müşârünileyh Nüzhet Efendi’nin söylediği târîhdir:
Gelüp bir âh ile Dervîş Nüzhet didi târîhi
Sipeh-sâlâr-ı ashâb nihâyet göçdü ukbâya*
(سبهسالار اصحاب
نهايت كوچدى عقبايه) = 1158 + 1 = 1159
Elyevm sandûkalarının önünde bulunan levhadan istinsâh
eylediğim manzûme-i âtiye dahi müşârünileyh Nüzhet Efendi’nin olsa gerektir:
Cenâb-ı şeyh-i kâmil kutb-ı a’zam ârif-i bi’llâh
Gürûh-ı Nakşıbendî muktedâsı âsmân-pâye
Yenâbîu’l-maârif Mustafâ Hâcî Rızâeddîn
Vücûdu bâis-i fevz ü necât olmuşdu dünyâya
Olup âb-ı hayât-ı ni’met-i tevhîde bir mecrâ
Kınâb-ı hâmeden bezl eyledi a’lâ vü ednâya
/81/ Münevver eyledi çil sâle dehri mihr-i irşâdı
Çerâğ itdi nice sâhib derûnu bezm-i ma’nâya
Kelâm-ı râstı oldu
asâ-yı sâlik-i vahdet
Anınla oldular vâsıl sıfat-ı zât u esmâya
Tarîkat şâh-râhında olup her nutkı mest-i câm
Nice güm-geştegân-ı râhı oldu bâis ihyâya
Fakîr-i rîze-çîn-i sofra-i irşâdı bâis kim
Sımât-ı na’t-ı İskender Kebîr ü Şâh Dârâ’ya
Seyâhat der-vatan vâdîlerinden bâz-keşt itdi
İdüp habs-i nefes kıldı teveccüh Hak teâlâya
Olundu çünkü da’vet cânib-i dîdâra sür’atle
Azîmet eyleyüp gitdi vedâ’ itdi ahibbâya
Çıkardı hırka-i rengîn hakîkat hırkasın giydi
İrişdi zerre hurşîde karışdı katre deryâya
Firâkıyla yakup cümle muhibbân ehl ü evlâdı
Cenâb-ı Şeyh Rızâeddîn nihâyet gitdi ukbayâ
Li-muharrihî :
Muhibb-i hâlisi Vassâf
şefâat-hâhıdır her ân
Sever ta’zîm ider ez-cân o şeyh-i nükte-pîrâya
Bütün erbâb-ı dil muhtâc-ı feyz Hazret-i Şeyh’dir
Sürerler yüz kemâl-i aşk ile ol kabr-i a’lâya
Türbede dîğer bir levhada gördüm:
İki âlem dehşetinden olmak istersen halâs
Bu makâmı kıl ziyâret Kutb Neccâr-zâde’dir
Hâk-pâ-yı merkadine sıdk ile yüzler süren
Kâmilâ şek itme aslâ cümleden âzâdedir
Dîvân-ı münîfleri pek mühimdir.
1262/(1846)’de Muhammed Bey nâmında bir muhibb-i hayrın himmetiyle tab’
olunmuştur.
Rızâ Dîvân-ı’nın tab’ıyla rev-nâk geldi âfâka
Basıldı penç defter na’t u nutku
İbn-i Neccâr’ın
Muallim Nâci merhûm Mecmûa-i
Muallim’de müşârünileyh hakkında şu sözleri söyler:
/82/ Rızâ bu tekke-i hâlet-fezâda şeyh olalı
Pür itdi âlemi gül-bang-ı hây u hûy-ı neşât
maktaında
îmâ buyurduğu üzere, feyz ü irşâdıyla dergâhı metâf-ı ehli intibâh olmuştu. Dîvân’ının
tab’ında Bursalı Şeyh Zâik’ın hurûf tashîhâtına i’tinâ eylediği,
İki târîh-i ra’nâ yazdı kilk-i gevher-efşânı
Bu Dîvân’a
musahhih Zâik-ı fersûde efkârın
demesinden
anlaşılır.
Hz. Şeyh’in sözleri hakîkaten âşıkânedir. Husûsiyle
Haremeyn’de bulunduğu esnâda yazdığı eş’âr, o mübârek yerlerde daha ziyâde
cezbe-dâr olduğunu gösterir. Ezcümle Kâ’be-i Mükerreme’den ayrılırken söylediği
kıt’a-i âtiye, hâiz olduğu hisiyyât-ı kudsiyyeye tercümân olur:
Vakt-i vedâ’ âteş-âhım şerârıdır
Reng-i kabâ-yı Beyt-i Harâm’ı siyâh iden
Deycûr-ı hecri matla’-ı nûr sürûr ider
Âh-ı derûnu meş’ale-i subh-gâh iden
Hekîmoğlu Ali Paşa birinci sadâretinde Altımermer’deki câmi'-i
şerîfi binâ edince, asrın şuarâsı tarafından târîhler söylenmiş idi. Hz.
Şeyh’in bulduğu, “Câmiu’r-Rızâ” (جامع الرضا) (1146) târîh-i dil-nişîni Paşa’nın pek
ziyâde mazhar-ı tahsîni olmuştur. Bu vesîle ile, hâsidler lisânından işitilmeye
başlayan, “Bu târîh söylemek değil, âtedâ câmiye postu sermek istemekdir.
Böyle harîsâne emeller, erbâb-ı hakîkatten geçinen bir zâta yakışır mı?”
yollu güft ü gûlara kulak vermeyen Hekîm-zâde, bir müddet sonra câmiin cihet-i
va’ziyyesini Cenâb-ı Rızâ’ya tevcîh ile, târîhe revnak-ı dîğer vermiştir.
Şeyh’in Hüseyin Vâiz’i andıran mevâız-ı belîğasından umûm
istifâde ederdi. İbnü’l-Hakîm, ikinci def'a olarak sadârete gelince, zikr
olunan cihetin mutassarrıf-ı evveli olan Enfî-zâde Muhammed Efendi menfâsından
avdet ettiğinden, cihetin kendisine iâdesi için gerek Paşa’ya, gerek sâir
vükelâya mürâcaattan hâlî kalmamış ise de, istişmâm-ı bû-yı ümîd edememiştir.
Rızâ-yı âlî-cenâb ise, Enfi-zâde’nin bu teşebbüsâtını
işitince, “Bizim hizmetimiz kendilerine vekâlet etmekten ibâret idi. Mâdâmki
ârzû ediyorlar, makâmlarına gelebilirler. Bunun için şuraya buraya mürâcaatla
iz’âc u inziâca ne hâcet.” haberiyle berâber cihetin berâtını kendisine
göndermiştir.
/83/ Âsâr-ı
aliyyeleri :
- Muhtasaru’l-Velâye
Tercümesi. Aslı Hâce Ebû Abdullâh-ı
Semerkandî’nindir. Matbû'dur.
- Zuhûrât-ı
Mekkiyye. Mekke-i Mükerreme’de
yazmışlardır.
- Dîvân. Beş
defterden mürekkebdir.
Dîvânlarından:
Firdevs-i hakâyık gülüdür rû-yı Muhammed
Gül-zâr-ı İrem sünbülüdür mû-yı Muhammed
Ârâyiş-i dîbâce-i evrâk-ı ezeldir
Ser-satr-ı şeref-nâme-i ebrû-yı Muhammed
Her lahza ider nâhiye-i kadrini tecdîd
Mu’ciz eser-i hâne-i dilcû-yı Muhammed
Râhat-resi iklîm-i hatâ mülk-i Huten’dir
Anber-şiken-i nâfe-i dilcû-yı Muhammed
Ser tâ-be-kadem emrine râm itdi cihânı
Ahlâk-ı pesendîde-i hoş-hû-yı Muhammed
Ey kâfile-sâlâr-ı nihân-hâne-i vuslat
Göster nerede şâh-reh-i kûy-ı Muhammed
Çekmez sitem-i derd-i devâ nâz-ı etıbbâ
Zevk-âver-i dârû-yı devâ-cû-yı Muhammed
Feyz-âver olur sâmia-i Şeyh Rızâ’ya
Her subh u mesâ nağme-i "yâ hû"-yı Muhammed
* * *
صل يا رب على نور
الورا
وجهه كالشمس فى
وقت الضحا
قداتى بالبشر
والنصر المبين
نحمد الله على ما
جائنا[160]
* * *
Hâk-i pâk-i Ravzana rû-mâl içün
Devr-i dâim devr ider çarh-ı semâ
Necm-i ikbâlinden eyler iktibâs
Şem’-ı cem’-ı evliyâ vü asfiyâ
Ka'be-i ehl-i vefâ mihrâb-ı dîn
Kıble-i hâcât-ı erbâb-ı recâ
* * *
يا نبى الهاشمى
الأبطحى
المدد يرجو رضا
منك الرضا[161]
Hz. Pîr Şâh-ı Nakşıbend efendimiz hakkındaki
medhiyyelerinden:
Pîr-i ekrem-i kutub-cihân
Şâh-ı Nakşıbend*
Şeyh-i benâm gavs-ı emân Şâh-ı Nakşıbend
Eflâk-ı hâki mihri ile tâb-nâkdır
Şem’-ı zemîn ü şems-i zamân Şâh-ı Nakşıbend
Her lahza hûş
der-dem idüp bâz-keşt ide
Meydân-ı dilde rûz-ı şebân Şâh-ı Nakşıbend
Şeh-râh-ı meskeninde nazar
ber-kadem yürür
Yektâ süvâr-ı kişver-i cân Şâh-ı Nakşıbend
Halvet
der-encümen’de sefer der-vatan ider
Vâlâ cenâb-ı kevn ü mekân Şâh-ı Nakşıbend
Hem-vâre yâd-kerd hemîşe
nigâh-dâşt
Eyler bu yolda devr-i revân Şâh-ı Nakşıbend
Add-i vukûf u râbıta-i yâd-dâşt .....
Reftâr-ı râh-ı nûr-ı cinân Şâh-ı Nakşıbend
Onbir tarîk üzre(dir) etvâr-ı sâlikân
Budur tarîk-ı Hâce Gelân Şâh-ı Nakşıbend
/84/ Oldu Rızâ’ya sûret ü ma’nâda dest-gîr
Gâhî ayân gâhi nihân Şâh-ı Nakşıbend
* * *
Gavs-ı a’zamdır atâ sadrında Şâh-ı Nakşıbend
Tâc-ı şâhîdir hakîkatda külâh-ı Nakşıbend
Neyyir-i ikbâline gelmez tulûıyla gurûb
Mihr-i envâr-ı safâ burcunda mâh-ı Nakşıbend
Hûş der-dem âlemin geşt ü güzâr itmekdedir
Çün sefer ender-vatan’dır cilve-gâh-ı Nakşıbend
Seyr ider her dem nazar
ber-pâ fenâ fi’llâhda
Halvet
ender-encümen’dir cây-gâh-ı Nakşıbend
Tâlib-i nakkâş isen gel Nakşıbend ol sûfîyâ
Der-güşâdır dergeh-i himmet-penâh-ı Nakşıbend
Yolda kalmaz yol yanılmaz tâlib (ü) sâlikleri
Râh-ı merdân-ı Hudâ’dır şâh-râh-ı Nakşıbend
Merkez-i kutb-ı kerem mahdûm-ı a’zamdır Rızâ
Mültecâ-yı hâcegândır hânkâh-ı Nakşıbend
* * *
قبلهء حاجات بود روى بهاء الدين ما
طاق محرابست ابروى
بهاء الدين ما
تكيه روحانيتست آستان حضرتش
منزل جانان بود
كوى بهاء الدين ما
بوى بو بكرست بويش در مشام سلطان
خوى پيغمبر بود خوى بهاء الدين ما
هر كس آرام بايد
از بريشانيئ غم
در قرار تاب كيسوى
بهاء الدين ما
پنچهء كستاخ دست منكران
را بشكند
قوت اقرار بازوى
بهاء الدين ما
جستجو كردم بحمد
الله در بحر رضا
يافتم لؤلو ز
لؤلوى بهاء الدين ما[162]
* * *
Gül-i sad-berg-i gül-zâr-ı cinândır Nakşıbendîler
Hezâr-ı gül-sitân-ı lâ-mekândır Nakşıbendîler
Gıdâ-cûyân-ı aşka bezl iderler zâd-ı irşâdı
Civân-merdân-ı Kasr-ı Ârifân’dır Nakşıbendîler
Debistân-ı edebde Hâce-i Hızr-ı ledünnîden
Sebak-hânân-ı hatm-i hâcegândır Nakşıbendîler
Hakîkatda safâ-yı kalbe nâil oldular bunlar
Nukûş-ı gayrdan hırz-ı emândır Nakşıbendîler
Cemâl-i zât-ı bahtı gördüler a’yân-ı kesretde
Bu sûretle ayân ender-ayândır Nakşıbendîler
İderler hûş-der-dem
halvet ender-encümen dâim
Rızâya merkez-i kutb-ı zamândır
Nakşıbendîler
* * *
Mahrem-i gaybı’l-guyûbuz mâ-verâdan söyleriz
Âlem-i ıtlâkda fevka’l-ulâdan söyleriz
Garka-i bahr-ı şuhûd-ı kibriyâdır katremiz
Âşinâ-yı bahr-ı aşkız âşinâdan söyleriz
Kıssa-i Mecnûn u Leylâ’dan gınâ gelmez bize
Dürr-i aşkı nüsha-i mihr-i vefâdan söyleriz
Andelîb-i gül-sitân-ı lâ-mekân-ı hayretiz
Geh gül-i ma’nâ gehi bâğ-ı bakâdan söyleriz
Tûti-i gûyâ-yı esrârız bu nüzhet-gâhda
Sûret-i âyîne-i âlem-nümâdan söyleriz
Hâcegân-ı Nakşıbendiz Hâcegân-ı Nakşıbend
Hâcegân seyrin Ebû Bekr-i Rızâ’dan söyleriz
* * *
/85/ Biz hânkâh-ı şevk-penâhın Rızâ’sıyuz
Güftâr-ı merd-i vahdeti şeyhâne söyleriz
*
* *
شرف صحبت بيران
طريقت همه اوست
رتبه كاشفه
قطب ولايت همه اوست
كفتكوى هنه در
وحدت ذات بحتت
نسبت منقبت وحد و
كثرت همه اوست
كوهر بحر لدنى نفس
مردانست
قوت ناطقه سر امانت همه اوست
اين سخن جزبه حقست رضا ميكويد
همه آدم همه خاتم
بحقيقت همه اوست[163]
* * *
Dil bülbül-i şevkin ile nâlân olsun
Sahn-ı emelim tâze gül-istân olsun
Kandîl-i şebistân-ı hayâlim yâ Rab
Envâr-ı cemâlinle fürûzân olsun
Terkîb-i hakâyıkla tabîbâ cismim
Eczâ-i şifâ-hâne-i lokmân olsun
Erbâb-ı kemâl içre zebân-ı hâmem
Miftâh-ı kütüb-hâne-i irfân olsun
ARAB-ZÂDE İLMÎ
MUHAMMED EFENDİ İBNİ HALİL EFENDİ
İnzivâ-mu’tâd bir zât imiş. Urefâ-yı Nakşıbendî’den bir
mürşid-i kâmildir. İlm-i mûsikîde dahi hazz-ı mevfûru var imiş. “Rehber tarîkata"
(رهبر طريقته) terkîbinin delâleti üzere
1130/(1718)’da irtihâl eyledi. Edirne’de medfûndur.
İlm-i hadîsten Mecmau’d-Dürer
isminde bir eseri olduğu gibi Câmî’nin,
صوفى چه فغانست كه من اين الى اين
اين نكته عيانست
من العلم الى عين[164]
gazelini
şerh etmiştir.
Riyâ vü süm’ayı terk it kalender meşreb ol İlmî
Cihânın bûd u nâ-bûdu hakîkat ibtilâdır hep
tarzında
eş’âr ve entâkı vardır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Hâfız Hüseyn-i Ayvansarâyî, Vefeyât’ında
şeyhlerini Üsküdar’da Muhammed-i Ensârî[165] olarak göstermiştir. İlmî Efendi için, “Edirnelidir.”
diyor. Edirne’den İstanbul’a gelip şeyhinden el alarak pederi Arap Halîl Efendi’nin
vefâtında Edirne’de şeyh olduğunu yazıyor ve “Sultân-ı Şerîat” (سلطان شريعت) terkîbinin de târîh-i vefâtını iş’âr eylediğini söylüyor[166].
Vücûdun âleme ayn-ı atâdır yâ Rasûla’llâh
Kelâmın cümle-i müşkil-güşâdır yâ Rasûla’llâh
Garîk-i lücce-i isyândır İlmî-i şefâat-hâh
Elin al derd-mendin bir gedâdır yâ Rasûla’llâh
/86/ ŞEYH el-HÂC MUHAMMED SIDDÎK EFENDİ
Neccâr-zâde Şeyh Rızâ Efendi-zâdedir. Kibâr-ı meşâyıhdan
bir zât olup, onbir yaşında iken fıtık illetine dûçâr olmuştur. Mazhâr-ı
terbiyet-pederdir. Maiyyetinde Haremeyn-i muhteremeyni ve makâmât-ı mübâreke-i
sâireyi ziyâret etmiştir. Herkesin hüsn-i zannına mazhar idi. Ahibbâ vü asdıkâ
da’vetine icâbetle herkesi taltîf eylemeyi mu’tâd edinmiş idi. Sultân Selîm-i sâlisin
fevka'l-âde hürmet ve muhabbetine mazhar olup bir aralık taşraya nefy olan Hz.
Hüdâyî Âsitânesi şeyhi Ruşen Efendi’nin yerine me'mûr buyurulmuş[167] ve onbir ay burada vekâlet etmiş ise de, Rûşen
Efendi bi'l-âhare mazhar-ı afv olarak 1199/(1785)’da Sıddîk Efendi yine
Beşiktaş’taki hânkâhda karâr etmiştir.
Herkese seyyân muâmele eder. Kemâl-i şefkat sâhibi idi.
Kırkdokuz sene icrâ-yı meşîhatten sonra 3 Zi'l-ka'de 1208/(3 Nisan 1794) Salı
gecesi âzim-i dâr-ı karâr oldular. Cenâze namâzı Fâtih Câmi'-i şerîfinde
ba’de’l-edâ kayıkla Beşiktaş’a nakl olunarak, peder-i muhteremleri yanında defn
edildi.
Âsâr-ı manzûmesinden:
Pür oldu gevher-i mihrin ile gencîne-i kalbim
Gürûh-ı ehl-i aşka reh-nümâyım yâ Rasûla’llâh
İnâyet kıl dil-i Sıddîk’ı mesrûr eyle sultânım
Kerîm-i pür-himem sâhib-atâsın yâ Rasûla’llâh
* * *
Reh-i Rızâ’ya azîmetle sâlik ol Sıddîk
Miyâneden açıla sana perde-i imkân
Hakk-ı âlîlerinde söylenmiştir:
Vasf-ı zât-ı şeyhle dil pür-safâ olmakdadır
Bana feyz-i rûh-ı pâkinden atâ olmakdadır
Kutb-ı âlem şeyh Sıddîk’ın süren kabrine yüz
Nâil-i eltâf-ı ihsân-ı Hudâ olmakdadır
İrtihâllerine Şeyhü'l-islâm Mekkî Efendi merhûm
tarafından söylenilen târîhtir:
İbn-i Neccâr Hazret-i Şeyh-i güzîn
Himmetiyle nice dil buldu imâr
İlm ü irfân şi’r ü zühd ü ittikâ
Zâtına olmuşdu fazl-ı Kird-gâr
Bir ehadden gitdi nefsiçün taleb
Görmedik red olmaz ammâ ber-güzâr
Halvet-i der-encümen itmek gerek
İhtilâf-ı nâsa yokdur i’tibâr
/87/ Son nefesde sıdk
ile Allâh diyüp
Savt-ı a’lâ ile itdi aşikâr
Nâme-i enfâsına mühr-i hitâm
Urdu gûyâ ol azîz-i kâm-kâr
Ekseriyyâ böyle hatm-i hâcegân
Ola gelmişdir nazar kıl bî-gubâr
Merkadin pür-nûr ide Rabb-ı Rahîm
Ola pîrân-ı tarîka hem-civâr
Bir işâret
oldu çıkdı Mekkiyâ[168]
Beyt-i menkût ile târîhe medâr
Lutf-ı Mevlâ kâr-sâz olup müdâm
Ola Sıddîk’a Muhammed yâr-ı gâr
(لطف مولا كار ساز
اولوب مدام
اوله صديقه محمد يار غار) = 1209 - 1 = 1208/(1794)
Mürîdânından Fâik Ömer Efendi, Ahvâl-i Sıddîkiyye diye bir eser yazmışlardır. Matbû'dur. Hz.
Şeyh’in esfâr-ı erbaa hakkında yazmış oldukları risâle dahi matbû'dur.
Teberrüken mukaddimesi nakl olunur:
السفر عند اهل الحق عبارة عن سير القلب عند أخذه فى التوجه
إلى الله تعالى. والأسفار أربعة :
السفر الأول : هو ؤفع حجب الكثرة عن وجه الوحدة وهو السير
إلى منزل من منازل النفس بإزالة العشق من المظاهر والأغيار إلى أين يصل العبد إلى
الأفق المبين وهو نهاية مقام القلب.
السفر الثانى : وهو رفع الحجاب الوحدة عن وجوه كثرة العلمية
الباطنية وهو السير فى الله بالإتصاف بصفاته وهو نهاية حصرت الواحدية.
السفر الثالث : هو زوال التقيد بضدين الظاهر والباطن
بالحصول فى أحدية عين الجمع والحضرة الأحدية وهو مقام "قاب قوسين" ما
بقية الإثنينية، فإذا ارتفعت وهو مقام "أو أدنى" وهو نهاية الولاية.
السفر الرابع : عند الرجوع عن الحق إلى الخلق وهذا أحدية
الجمع والفرق بشهود إندراج الحق فى الخلق واضمحلال الحق فى الحق حتى يرى عين
الوحدة فى صورة الكثرة وصورة الكثرة فى عين الوحدة وهو السير بالله عن الله
للتكميل وهو مقام البقاء بعد الفناء والفرق بعد الجمع.[169]
ŞEYH İSMÂÎL HAKKI
EFENDİ
Sıddîk Efendi hazretlerinin hem dâmâdı, hem halîfesidir.
Yerlerine makâm-ı irşâda oturmuştur. 1257/(1841) senesine kadar kırk dokuz sene
meşgûl-i irşâd olup, irtihâlinde türbede defn olunmuştur.
/88/ ŞEYH MUSTAFA
RIZÂEDDÎN EFENDİ
İsmâîl Hakkı Efendi’nin hafîdidir. Ceddinin irtihâlinde
çocuk idi. Meşîhat, vâlidesinin birâderi Tevhîd Efendi’ye teveccüh etmiş iken,
hakkını Rıza Efendi’ye terk eylemiş idi. Rızâ Efendi’ye Ahmed-i Buhârî Dergâhı
şeyhi Mahmûd Efendi, sonra Kâdirî-hâne şeyhi merhûm Şerefeddîn Efendi’nin
pederi Şeyh Şükrullâh Efendi vekâlet etmişlerdir. Rızâ Efendi Bâyezîd civârında
Papazoğlu Medresesi’nde tahsîl ve Bâyezîd Câmi'-i şerîfi dersine devâm ile
iktisâb-ı feyz-i ilm eylemiştir.
Seccâde-i irşâdda elli seneden ziyâde oturmuştur. Pek
edîb, zarîf, kisve-i tarîkatın sâhibi bir rehber-i hak-bîn idi. Şeyh Muhammed
Kâmil Efendi’den hilâfet almıştır ki, bu zât ceddi İsmâîl Hakkı Efendi’nin
halîfesidir.
Bir icâzetnâmede,
وأنا الفقير الحقير الشيخ السيد مصطفى رضاء النقشبندى
البشكطاشى مولدا وموطنا وأنا أخذت الطريق الخلافة والتاج والخرقة من شيخى وسندى
العامل الكامل الواصل السيد مير محمد كامل افندى رحمة الله عليه عن شيخه وسنده
وجده الشيخ السيد إسماعيل حقى افندى قدس سره الصمدى عن شيخه وسنده الشيخ السيد
محمد صديق افندى قدس سره الأبدى عن شيخه ووالده شيخ المشايخ الواصلين مولانا الشيخ
السيد الحاج مصطفى رضاء الدين المعروف بابن النجار قدس سره الستار.[170]
diye
muharrer olduğu görülmüştür.
Kısa boylu, beyâz sakallı, gözlüklü, dâimâ tâclı, sevimli
bir zât idi. ……. târîhinde irtihâl-i dâr-ı bakâ eylemiştir.[171] Türbede medfûndur. Yerine dâmâdı
Feyzullâh Efendi geçmiştir. Pek edîb, nâzik, halûk, tahsîl ü teslîk görmüş,
meşâyıh-ı zamândandır. Hilâfeti kayınpederi Rızâ Efendi’dendir. Üsküdarlı
Balabânî Şeyh el-Hâc Ebu’l-Hasan Hüsnü Efendi’ye dahi hilâfet vermişlerdir.
Hüsnü Efendi’nin, Hâlidîler kısmında tercüme-i hâli yazılmıştır.
/89/ ŞEYH MUHAMMED
EMÎN en-NAKŞIBENDÎ
Yâ Emîn-i Hâcegân-ı Nakşıbendî feyzile
Kalbimi nakş-ı sivâdan pâk idüp kıl müncelî
Nisbetin fahr-ı Senîh olsun kim olmuş hazretin
Nuhbe-i nesl-i Muhammed şu’be-i âl-i Alî
Kerkük eşrâfından Seyyid İsmâîl Efendi’nin mahdûmudur. Vâlidelerinin
ismi Fâtıma Ulviyye Hânım’dır. Babadan onüç batında Hz. Abdülkadîr’e; vâlideleri
tarafından yirmi beş batında İmâm Mûsa Kâzım’a, silsile-i nesebleri müntehîdir.
Müşârünileyhin ve mürşid-i mükerremlerinin tercüme-i hâli, mufassalan Yâdigâr-ı Şems nâm eser-i matbû'da
mezkûrdur. Mürşidlerinin tercüme-i hâlini de Cerîde-i Sûfîyye’de neşr etmiş idim.
1131/(1719) veyâ 1140/(1728) senesinde Kerkük’te doğmuş
ve orada ibtidâî tahsîlde bulunmuştur. Sinleri kemâle gelince, amcaları
Sadrâzam Dîvân Kitâbeti’nde bulunan Urfa’da, Hamevî-zâde Medresesi’nde hücre-nişîn
Şeyh Abdünnebî Efendi’nin sohbetine erişmiştir. Müşârünileyhin işâreti üzerine,
İstanbul’da başka bir mürşidden feyz-yâb olacaklarına vâkıf olarak, on sene
kadar ihtifâ-yı hayât içinde dem-güzâr olup, 1170/(1757) senesinde Ayasofya’da
Sûre-i Yâsîn tefsîri okutmuştur.
Ramazân’ın üçüncü günü Muhammed Âgâh Ağa[172] hazretleri, mürîdânından ba'zılarıyla
câmi'-i şerîfe gelip, Emîn Efendi’nin dersinde bulunarak, hitâm-ı derste
görüşmüş ve alıp konaklarına götürmüştür. Nazar-ı kîmyâ-eserleriyle hayli zamân
teâlî-i hâllerine çalıştılar. Sonra hafîdelerini tezvîc eylediler.
1193/(1779)’te Bursa’ya azîmetle Şehâdet Câmi'-i şerîfi civârında
Sarı-zâde konağında mukîm oldular. Bir kaç def'a İstanbul’a gelip gittiler. Sultân
Selîm-i sâlisin hal’i sırasında Bursa’ya azîmetle, evvelce Câmi'-i Kebîr’den
Maksem’e giden İnebey Caddesi’nde inşâ eyledikleri dergâh-ı şerîfte sâkin
oldular. Bu dergâh Veled Habîb ma’bed-i şerîfine muttasıldır. Burada meşgûl-i
ibâdet oldular. Tefsîr, Hadîs ve Mesnevî-i şerîf tedrîsiyle iştigâl ettiler.
1228/(1813) senesi Muharremü’l-harâmında hastalanarak bir
Cum’a günü cum’a vakti, “Hayyun, Kayyûmun, Allâh” diyerek âzim-i ravza-i cemâl
oldular. Cenâze namâzı Câmi'-i Kebîr’de cemâat-i kübrâ ile ba’de’l-edâ
mefârık-ı ta’zîmde dergâh-ı şerîflerine nakl ile merkad-i münîflerine defn
olundular. Türbeleri ziyâret-gâhdır.
Ey şems-i pür-ziyâ-yı kerem Hazret-i Emîn
Zerre-nigâh lutfun umar bende-i kemîn
Hz. Şeyh’in türbelerini ziyârete muvaffak oldum.
Müstakıllen bir türbedir. Başka kimse medfûn değildir. Kapısının üstünde:
قال النبى صلى الله عليه وسلم : إذا أعيتكم الأمور فعليكم
بأصحاب القبور. صدق رسول الله صلى الله عليه وسلم.
Hülâsa-i ma’nâ-i münîfi: “Umûr-ı dünyeviyyeden âciz kaldığınız zamân, ashâb-ı kubûr ziyâretinden
fevâid husûle gelir.” merkezindedir.
عن أبى عريرة رضى الله عنه، قال رسول الله صلى الله عليه
وسلم : زوروا القبور فإنها تذكركم الآخرة. صدق رسول الله صلى الله عليه وسلم.[173]
/91/ Türbe-i münevvereleri pek rûhânî
ve gâyet nûrânîdir. Câmi'-i şerîfe ve türbe-i münîfeye muttasıl bir mahall-i
mahsûsu vardır ki, burası az karanlık olup, burada hatm-i hâcegân yaparlar
imiş. O zamânı düşündüm. Müstağrak-ı haşyet oldum.
Hakk-ı âlîlerinde Şeyh Mustafa Müştâk-ı Kâdirî hazretleri
şu sûretle medîha-gû oluyorlar:
Ey burc-ı metîn kevkeb-i evc-i yakîn*
Şems-i muallâ-nişîn Hacı Muhammed Emîn
Ma’den-i ilm ü hayâ mahzen-i kân-ı atâ
Menba’-ı cûd u sehâ Hacı Muhammed Emîn
Pâdişeh-i izz ü nâz melce-i ehl-i niyâz
Mahrem-i erbâb-ı nâz Hacı Muhammed Emîn
Gevher-i bahr-ı hüner cevher-i pâkîze-ter
Lülü-i zîver-makar Hacı Muhammed Emîn
Şem’-ı harîm-i edeb seyyid-i vâlâ-neseb
Tâlib-i dîdâr-ı Rab Hacı Muhammed Emîn
Vâkıf-ı sırr-ı kalem server-i ehl-i rakam
Zât-ı celîlü’ş-şiyem Hacı Muhammed Emîn
Bülbül-i bâğ-ı visâl tûtî-i şîrin-makâl
Şa’şaa-i Zü’l-Celâl Hacı Muhammed Emîn
Sâ’î’-i râh-ı Hudâ râğıb-ı rûz-ı likâ
Târik-i ucb u riyâ Hacı Muhammed Emîn
Sıdk ile leyl ü nehâr âbid-i Perverd-gâr
Müşfik-i Müştâk-ı zâr Hacı Muhammed Emîn
Hakk-ı âlîlerinde şuarâ-yı zamândan Râşid Efendi mutavvel
bir kasîde yazmıştır. Son beyitlerini yazıyorum:
Âh ol Emîn-i vahdet ü sultân-ı ma’rifet
Göçdü bakâyı eyledi bi'z-zât âşiyân
Halk-ı cihân değil yalınız sûz-nâk olan
Dâmen-güşâ-yı bezm-i bükâ oldu kudsiyân
Allâh feyz-i enver-i rûhuyla feyz-yâb
İtsün muhabbetiyle mürîdânı her zamân
Haddin değil eğerçi beyân eylemek velî
Böyle olur zuhûr-ı hayâlât-ı şâirân
Târîh-i hîn-i fevtine bu mısraayn ile
Râşid hakîr bende-i dîrînesi yazan
Ahz u atâ-yı perveriş-i tünd-i Nakşıbend
Bir beyt içinde derc olunup eyledim beyân
/92/ Kıldı Emîn Efendi bakâ semtini makâm
Oldu Emîn Efendi bakâ semtine revân
(اولدى امين افندى
بقا سمتنه روان) = 1228[174]
Senîh Efendi merhûmun söylediği târîh:
Söyledi târîh-i mu’cem şimdi neslinden Emîn
Göçdü Allâh’a Emîn-i hâcegân-ı Nakşıbend
(كوچدى اللهه امين خواجكان نقشبند)
Hoca Neş’et Efendi merhûmun söylediği târîh:
Cevherî bir hoş düşüp târîhini ol dem didim
Bâğ-ı Naîmin gülü âl-i Muhammed el-Emîn
(باغ نعيمك كلى آل
محمد الامين)[175]
Emîn Efendi hazretleri cidden eâzım-ı evliyâu’llâhdandır.
Rütbe-i ârifânelerinin ulviyyetini insân takdîrden âciz kalır. Hulefâ-yı
kirâmınm her biri bir hazîne-i ma’rifet-i ilâhiyyedir. O hazînenin menbaındaki
zenginliği düşündükçe cenâb-ı Emîn’e hürmetim artıyor. Çeşme-i fuyûzât-ı
ârifânelerinden müstefîz olanlar meyânında Bursa’da Ahmed Gazzî-zâde Şeyh
Abdullatîf Efendi hazretleri, mürşid-i mükerreminin lisân-ı dürer-bârından
şeref-sâdır olan hakâyık ve dakâyıkı zabt etmiş, beşyüz büyük sahîfeyi ihtivâ
eden, Kitâbu’l-Vâkıât nâm eseri[176] vücûda getirmiştir. Bunun
mütâlâası, Hz. Emîn’in ne yüksek bir mertebe-i irfâna sâhib olduğunu gösterir.
Teberrüken bir nebzecik naklediyorum:
“Benim
ol dâimü’l-bâkî göründüm sûretâ insân
Eşref-zâde hazretlerinin bu sözlerinin ma’nâsında pek çok kîl u kâl olmuştur.
Hâlbuki o, sırr-ı insândır. Zîrâ insânın sırrı, şarâb-ı mevti nûş eylemez. Bir
sâlik, rütbe-i sırra vâsıl oldukda, lisân-ı sırrından, “Dâimü’l-bâkî” diye sadâ
gelir. Ol zevât-ı kirâm ki, cesed ve rûhdan geçip, şarâb-ı aşkı içerek,
mertebe-i sırra resîde olalar, tecellî-i nûr-ı tevhîdi, mertebe-i dilde ayân
görüp, Hak’dan gayrı bir şey müşâhede eylemezler. Bu makâma, “La mevcûde illâ
Hû” makâmı derler. Bu rütbeye varıp, nûr-ı zâtı, âyîne-i kalbinde gören âşık,
gayrın müşâhedesinden masrûf olup, “La mevcûde illâ Hû” der ve lisân-ı sırdan
öyle kelâm-ı gâmız tekellüm eyler ve bu sır ta’bîr olunan esrâr, (وَنَفَخْتُ فِيهِ مِن
رُّوحِي)[177] sırrından zuhûra gelmiş bir sırdır ve “sır” derûn-ı rûhda mestûrdur. Cesed,
rûhun zarfı; rûh, sırrın zarfıdır. /93/ Makâm-ı sırra vuslat, mürşid-i
kâmile irâde getirip, ibâdet ve tâat, riyâzet ve perhîz ederek, teslîmiyyet-i
tâmme ile mürşide râm olup, âteşi aşk-ı ilâhî ile vücûdu ihrâk edip, cân ü
tenden geçip, rûhâniyyetinden dahi tahlîs-i girîbân edenler, sırr-ı “sırra”
vâsıl olurlar. Sırr-ı “sırr”a erbâb-ı esrârdan gayri kimse vâkıf değildir. “Deyen
bilmez, bilen duymaz.” buyrulmuştur. Bu rütbe, ilm ü irfân ve da’vâ ile
hâsıl olmaz. Belki cehd ü ihtİmâm ve terbiye-i mürşid ile olur.
Yitürdüm Yûsufum Ken’ân ilinde
Yûsufum buldum Ken’ân bulunmaz
Âşık Yûnus hazretleri ne güzel buyurmuştur. Yûsuf, yâr; Ken’ân, ağyardır.
Yûsuf'dan murâd, vahdet; Ken’ân’dan murâd, kesrettir. Kesret, Ken’ân’da; Yûsuf,
vahdette bulundukda Yûsuf olup, Ken’ân görünmez. Nitekim, Hz. Mısrî, bu sırra işâret
buyurur:
Ben sanurdum âlem içre hiç bana yâr kalmadı
Ben beni terk eyledüm gördüm ki ağyâr kalmadı
Enâniyyet Ken’ân’dır; mahviyyet, Yûsufdur. Kemâl husûlünde enâniyyet fânî
olur. Yûsuf'dan murâd, rûhdur. Ken’ân’dan murâd ceseddir. Ken’ân-ı cesede,
Yûsuf rûh-ı sırr oldu. Görünmez, ne makâm olduğu bilinmez. “Yûsufum buldum
Ken’ân bulunmaz” demek, rûh, bakîdir; lâkin, Ken’ân, cism-i fânîden her zamân
ele girmez. Elde iken kadrini bilip, âlet-i cevârihı Hak yoluna sarf
eylemektir.”
- -
-
Kalb-i fakîranemde, Hz. Emîn’e öyle bir incizâb-ı küllî
vardır ki, onu lisân-ı kâl ile ta’rîfe kudret-yâb olamam. Yetişdirdiği zevâtın
her birinin tercüme-i hâlini yazarken, onun kudret-i ilmiyye vü irfâniyyesi
aklımın mâ-verâsına çıkmıştır. Öyle bir muhabbet-i kâmile ile meczûbuyum ki,
her gün her dakîka kalbime hâtırası, zînet-efzâdır. Kabr-i enverlerini ziyâret
şerefine mazhar olduğum zamân ziyâdesiyle münbasıt olmuş idim. Nesîm-i feyzi
dâimâ kalb-i fakîranemi ihtizâza getirir.
Âşık oldum görmeden sîmânı ben
Rûhuna el-Fâtiha her subh u şâm
* * *
Sana bağlanmış olan oldu emîn
Ne Emîn’sin ne Emîn’sin ne Emîn
Medhiyye-i âcizânem:
Şeyh Emîn-i Nakşıbendî’nin gönül meftûnudur
Medhi bâbında hurûşândır gönül ceyhûnudur
Server-i erbâb-ı irfân-ı zamân mürşidleri
Dürr-i şeh-vâr-ı beyânı sırr-ı Hak meknûnudur
Dest-gâh-ı rüşd-i feyzinden çıkarmış hayli zât
Her biri mazbût-ı ehl-i asr olup memnûnudur
Çeşme-i âb-ı hayâtından içen bulmuş safâ
Âşık-ı irfân olanlar lutfunun medyûnudur
Kendisi Leylâ-yı vakt olmuş idi el-hak ferîd
Bezm-i irfânında müştâkân anın Mecnûn’udur
Âşinâ-yı râz-ı Mevlâ-yı Kerîmü’l-Müsteân
Olduğundan sözleri ilm-i ledün mazmûnudur
Bende-i dîrîne-i mahbûb-ı Hak Vassâf’ına
Dâimâ himmet-nisârdır dil anın meşhûnudur
Bursa’da Hz. Mısrî Âsitânesi şeyhi Muhammed Şemseddîn
Efendi’nin medhiyyesi:
Hazret-i kâmil mükemmil Şeyh Emîn-i pür-vefâ
Kutb-ı âlem dinse şânında anın el-hak sezâ
Ol ferîdü’d-dehr olup olmuşdu asrında vahîd
Feyz-bahşâ-yı gürûh-ı ârifîn müşkil-güşâ
Vâlidinden mâderinden Seyyid-i âlî-tebâr
Olduğunda şüphe yokdur hâdi-i râh-ı Hudâ
Ârif-i sırr-ı hakâyık vâkıf-ı ilm-i ledün
Nâşir-i envâr-ı tevhîd sâhib-i cûd u sehâ
Cedd-i pâki gavs-i a’zam Pîr Geylânî anın
Vâris-i ilm ü kemâli olduğudur bî-merâ
Ârifînin kutbu uşşâkın içinde ser-bülend
Feyz-i nakşı Mevlevî’dir kendisinden rû-nümâ
Hâsidîn nûrunu itfâ eylemek ister iken
Halkı tenvîr itdi feyziyle o nûr-ı kibriyâ
Mesnevî-hân-ı şehîr Hâce Hüsâmeddîn-i Hak
Bendesidir Hâce Tahsîn ü Selîm de hâkezâ
Fazlına kâfî delîldir istemez başka güvâh
Kutb-ı âlem olduğuna eylemem çûn ü çerâ
Âsitânı melce-i erbâb-ı hâcetdir anın
Mürşid-i âlî-himemdir ârifîne reh-nümâ
Hazret-i Mısrî’yi takdîr-kâr idi meddâh idi
Vâkıât’ında ne gûne eylemişdir bak senâ
Kadr-i zer zer-ger şinâset çün mesel meşhûrdur
Kâ’bı âlî kadri vâlâ-yı azîm bir zü’l-ulâ
Şemsi-i Mısrî ne mümkin eyleye tavsîf anı
Hazret-i Hakk’ın bize ihsânıdır ol pür-safâ
/94/ Hulefâsı:
Hoca Neş’et Efendi, Hoca Selîm Efendi, Hoca Mustafa Vahyî
Efendi, Hoca Ali Behcet Efendi, Hoca Hüsâm Efendi, Hoca Bekir Efendi, Hoca
Hüseyin Efendi, Hoca Keşfî Efendi ve Şeyh Abdüllatîf Efendi, ecell-i
hulefâsındandır.
Kibâr-ı meşâyıh-ı Uşşâkiyye’den Abdullâh Salâhaddîn
Efendi hazretlerinin dahi müşârünileyh Emîn Efendi hazretlerinden nisbet-dâr
oldukları tahkîk kılınarak, IV. cildde Uşşâkîler faslında yazılmıştır (Kaddesa'llâhu
esrârahum).
TÂRÎHCİBAŞI-ZÂDE
ŞEYH MUHAMMED ÂGÂH AĞA[178]
Şeyh Muhammed Âgâh, Enderun’dan yetişip Galata Mevlevîhânesi’nde
nâzım-ı manzûme-i Mi’râciyye Nâyî Osmân
Dede hazretlerinin hem-sohbeti ve Beşiktaş’ta neşr-i feyz eden Neccâr-zâde Şeyh
Rızâeddîn en-Nakşıbendî hazretlerinin mazhar-ı feyz-i tarîkatı olmuştur.
1184/(1770) senesinde tekmîl-i enfâs eylediler. Mevlevîhâne civârındaki
konakları müştemilâtından ifrâz buyurmuş oldukları kabristân-ı husûsîye defn
olunmaları mukarrer iken, mevlevîhâne derûnundaki türbeye defn olundular. Zikri
mesbûk kabristan el-ân mevcûd ise de, buraya Evkâf İdâresi’nce bir apartman
inşâsı mukarrerdir. Hattâ sokağa nâzır cephesi duvar ile kapatılmıştır. /90/
Sandûkalarının üzerine destârlı bir sikke-i şerîfe kanulmuştur. Mevlevî-hâne’ye
girerken kapı ittisâlindeki türbedir.
Hâl-i hayâtlarında bir gün, “Biz âlem-i dünyâdan güzer
edersek, bizi Mevlevî şeyhi yaparlar.” buyurmalarındaki hikmet, bu sûretle
zâhir olmuştur. Râgıp Paşa merhûm, Hz. Şeyh’in mürîdân-ı hâssından idi. Râgıp
Paşa, bir gün azîzine kendisinin zamân-ı irtihâlini sormuş, “Beni kalbinden
çıkarınca ölürsün.” buyurmuşlardı. “Râgıp” (راغب), ebced hesâbıyla 1203 eder. “Âgâh” (آكاه) lafzı 27 olmakla, 1203’ten 27 çıkınca 1176 kalır
ki, Râgıp Paşa’nın târîh-i irtihâlidir. İzhâr-ı kerâmet ü zerâfet
buyurulduğunda şüphe yoktur.
Şeyh Emîn Efendi, Hz. Âgâh’ı istihlâf eyledi.
Zamânımız urefa-yı meşâyıhından Ali Fakrî-i Nakşıbendî-i
Buhârî buyurdular ki:
Âgâh Ağa, Enderun ağalarından idi. Galata Mevlevîhânesi’nin
az ilerisinde toprak sokağın karşısında evi varmış. Burada izn-i Mevlânâ ile Mesnevî okuturmuş. Hattâ Galata Mevlevîhânesi’nde
Mesnevî-hân Muhammed Dede’ye Hz. Mevlânâ âlem-i ma’nâda görünüp Âgâh Ağa’nın
dersine devâm etmesi emr olunmuş. O da ber-mûcib-i emr, devâma başlamış.
Muhammed Dede bir müddet sonra Mevlevîhâne’ye şeyh olmuş idi. Sadrazam Râgıb
Paşa merhûm, Âgâh Ağa’nın dervîşlerinden idi. Bağdâd’a me'mûr edilmiş. Bağdâd’a
giderken berây-ı vedâ’ Hz. Agâh’ın yanına gelip, “Efendim, Bağdâd’a me'mûr
edildim; gidiyorum. Şâyed avdet edemezsem, efendimizle tekrâr şeref-yâb
olamazsam; diye endişem vardır. Acabâ ne zamân irtihâl edeceğim. Bi-izni’llâh
haber-dâr buyurursanız memnûn olurum.” demeleri üzerine, “Ne zamân beni
kalbinden çıkarırsan o zamân.” demişlerdir.
HOCA NEŞ’ET EFENDİ
Ricâlu’llâhdan’dır. Cidden urefâ-yı sûfîyyeden olup,
vücûd-ı mes’ûduyla âlem-i irfâna zînet vermiştir. Muallim Nâci merhûm, Osmânlı Şâirleri nâm eserinde,
müşârünileyhin tercüme-i hâlini yazmıştır.
Sultân Bâyezîd’de, Kütübhâne-i Umûmî’deki yazma Dîvân’ının başında bir zâtın yazdığı
tercüme-i hâllerine nazaran, 1148/(1735) senesinde Edirne’de tevellüd
eylemiştir. Neş’et Süleymân nâmıyla mevsûm olup, Sultân Mahmûd Hân-ı evvelin musâhibi
Ahmed Rufey’â Efendi’nin oğludur.
Neş’et Efendi, pederleri Edirne’de menfiyyen bulundukları
sırada dünyâya gelmiştir. Edebiyyâta intisâbı olan pederleri, Hz. Neş’et’in
tevellüdüne târîh olmak üzere söylemiştir:
“Hudâyâ iki âlemde azîz eyle Süleyman’ı”
(خدايا ايكى عالمده
عزيز ايله سليمانى)
Bu mısra’, hâteminde menkûş imiş.
Geçende İstanbul’da Topkapı hâricinde Hoca Neş’et
Efendi’nin kabrini ziyâret ederken, müsâdif-i nazarım olan bir mezâr kitâbesini
istinsâh ettim. Şöyle yazılıydı:
“Merhûm Neş’et Efendi şâkirdlerinden ve tarîk-ı
Nakşıbendî’den Bursalı Emîn Efendi bendelerinden Âsitâneli Aksaraylı merhûm
Abdîşâh Efendi’nin rûhu içün, el-Fâtiha. 12 Şevvâl 1244/(18 Nisan 1844)”
Rufey’â Efendi, mûsikî fenninde yektâ olduğundan, bir
aralık hissiyyât-ı garîbâne ile tanzîm eylediği:
Meskenimden dûr idüp gurbetde ser-gerdân iden
Kısmetim mi tâliim mi yoksa cânânım mıdır
şarkısını
sûzişli bir sûrette besteledikten sonra, ba'zı erbâb-ı tabîata neşr eylemiştir.
Arası çok geçmeksizin bu nağme İstanbul’a aksedince, vâsıl-ı sem’-ı hümâyûn
olup, ıtlâk olundukdan başka, evvelkinden ziyâde mazhar-ı iltifât
buyurulmuştur.
Rufey’â Efendi istihsâl eylediği müsâade-i pâdişâhî
üzerine Kaftan Ağalığı’yla Hicâz’a gittiği zamân, sinn-i temyîze vâsıl olmuş
bulunan Süleymân Neş’et’i de berâber götürmüştür. Avdette Konya’ya uğradıklarında,
Çelebi Efendi’ye genç hacı arz-ı irâdetle sikke-pûş olmuştur. İstanbul’a
avdetlerinde henüz onaltı yaşında iken pederleri vefât eylemiştir. Zeâmet,
hasbe’ş-şurût kendilerine intikâl ve Gediği dahi istihsâl ile dergâh-ı âlî
gediklileri sırasına girmiştir.
Süleymân Neş’et Efendi, bu iftirâkdan sonra hâsıl
eylediği teessürle berâber tahsîl-i ulûma meyl edip, az vakit zarfında
beyne’l-akrân mümtâz olmuş ve husûsıyla /95/ Mesnevî-i şerîfin
hakâyık ve dakâyıkını anlamak emeliyle Fârisî öğrenmeye hasr-ı âmâl eylemiş.
Dâye-zâde Cûdî Efendi kendisine,
Çûnki ilm ü edebe itdin öyle rağbet
Dâimâ sâhib-i irfân ile eyle sohbet
Gayret ü şevkini sarf it eser-i eslâfa
Mahlas-ı ma’rifetin ola cihânda Neş’et
neşîdesiyle, “Neş’et” ismini yadigâr eylemiştir. Bu isimle teşehhür
etmişlerdir.
Mesnevî-hânlıkla teferrüd ederek İstanbul’un müşârün
bi’l-benân Fârisî muallimi oldular. Meşhûr Mevlevî Şeyh Gâlib Efendi ile Pertev
Efendi, Hoca Vahyî Efendi mazhar-ı teveccühü olmuştu. Şeyh Gâlib’e “Es’ad” mahlasını Hoca Neş’et vermiş idi.
Neş’et didi pîrân zebânından idüp gûş
Mahlas ana Es’ad
ne saâdet bu ne şândır
Bir müddet vüzerâ-yı devlet dâirelerinde Bîrûnağalığı
hizmetiyle Anadolu ve Rumeli’nde vüzerâ ile gezmiş ve bir aralık Hekîmoğlu Ali
Paşa merhûmun dâiresinde sâhib-i i’tibâr olmuş idi.
Esliha isti’mâlinde sâhib-i mahâret idi. Erbâb-ı zeâmetten
olduğu cihetle 1182/(1768)’de açılan Rus Muhârebesi’nde Osmânlı ordusunda
bulundu.
Hasretle gözüm yaşı ki zîb-i çemen oldu
Rûm illeri kühsâr-ı bedâhş u Yemen oldu
Bunu îmâen söylemiştir.
Seyf u kalemi cem’ etmiş zevâttan ma’dûddur. Meslek-i
tasavvufa meyli olduğundan, kibâr-ı meşâyıh-ı Nakşiyye’den Âgâh Ağa
hazretlerine arz-ı hizmetle, dergâh-ı âlîlerinde kahvecilik ederek, ba’dehû
müşârünileyhin halîfeleri Şeyhu’l-meşâyih, Berzahü’l-berâzih Bursalı Emîn
Efendi hazretlerine arz-ı nisbet ve teslîmiyyet ile dâye-dâr oldular.
İstanbul’a avdetlerinde teehhül ettiler. Son zamânlarında Molla Gûrânî’deki
konaklarında ihtiyâr-ı inzivâ buyurdular. Haftada iki gün tullâb-ı irfâna
Fârisî ta’lîm ve iki gün hatm-i hâce eylemek mesleğini ta’kîb ettiler.
Emîn Efendi hazretlerinden müstahlef olunca, şöhretleri
bir kat daha şayi’ oldu. Dersine devâm edenler meyânında, Sadrazam Muhammed
İzzet Paşa, Ârif Efendi ve Hânîf Efendi gibi zamânının ileri gelen zevâtı
mezkûrdur. Otuz seneden ziyâde bu hâl ile dem-güzâr oldular. /96/
Şöhretleri Arabistan, İran ve Çin’e kadar intişâr edip, “Baba-yı âlem” diye yâd
olunduğunu, Hâfız Hüseyn-i Ayvansarâyî, Vefeyât-nâme’sinde zikr ediyor ve
ilâveten yazıyor ki:
“Neş’et Efendi, âdetleri üzere ketm-i velâyet edip, züamâdan olmakla,
Fârisî hocalığıyla iştigâl üzere göründüler. Haftada bir gün Mesnevî-i şerîf ta’lîm ederlerdi. Mîr-i kelâm, sâhib-i edeb ü tevâzu’ idi.
Kendisinden her hangi bir iş ricâ olunsa is’âf-ı mes’ûle gayret ederdi.”
Muallim Nâcî merhûm, Osmânlı
Şâirleri nâm eserinde nakl ediyor:
“Neş’et Efendi kemâl-i sehâ ile müştehir idi. Hânesi melâz-ı müsâfirîn
addolunurdu. Ashâb-ı ihtiyâca muâvenetten geri durmazdı. Ba'zı ekâbire mürâcaat
sûretiyle mesâlih-i fukarâyı tesviyeye himmet eyler idi. Meşhûrdur ki, “Efendim!
Şunun bunun işi için bu kadar âb-ı rû dökmek revâmıdır?” i’tirâzında
bulunanlara, “Âb-ı rû ile değirmen çevrilmez yâ. Böyle işler görülür.”
yollu mukâbelede bulunmuştur. Letâif-perdâz idiler.
Çubuk içerdi. Bir gün meclisinde zühd-i hoşk erbâbından biri, “Efendim!
Cennet’te âteş yok, siz orada çubuğunuzu nereden yakacaksınız?” suâl-i
küstâhânesini der-meyân ettiği gibi, Hz. Neş’et, elinde bulunan koca çubuğu
mütebessimen bir kere çekerek, “Sizin için kebâb pişirilecek ocaktan.”
cevâb-ı zarîfîni vermiştir.
Yine bir gün hâm-ervâh sûfîlerden biri, “Efendim! Fârisî, ehl-i Cehennem
lisânıdır, diyorlar. Öyle midir?” dedikte, “Öyle de olsa öğrenmek
lâzımdır. Çünkü nereye gideceğimizi kat’iyyen bilmiyoruz. Şâyet Cehennem’e
uğrayacak olursak, ahâlîsinin lisânını bilmemek de bizim için bir azâb-ı dîğer
olur.” demiştir.
Yine bir gün Hallâc-ı Mansûr’un, “Ene’l-Hak” demesinden bahs
açıldığı sırada bir kaç sûfî, “Hiç ene’l-Hak denilir mi?” dediklerinde,
“Ne yapsın, ene’l-bâtıl mı desin?” buyurmuştur ki, bu menkûlün aslı Şeyh
Vefâ hazretlerine râci’dir.”
1222 sene-i hicriyyesinde (1807), yetmişdört yaşında iken
Sultân Selîm-i Sâlis’in vak’a-i hal’i kendisini pek müteessir ederek te’sîr-i
ekdâr ile terk-i hayât-ı müsteâr ve azm-i dâr-ı karâr eylediler. Na’ş-ı
mübârekleri Topkapı hâricinde, Sakızağacı nâm mahalde, sağ kolda yoldan yüz
adım kadar içerde bir set üzerinde /97/ kâin suffe-i mahsûsada,
pederlerinin kabri yanında vediâ-i hâk-i rahmet kılındı. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
Salâh-ı hâl, safvet-i meâl ile ma’rûf ve kemâl-i irfân ü dirâyetle
mevsûf idi. Şâkirdlerinden Pertev Efendi merhûm tarafından söylenilmiş
manzûme-i târîhiyye mezâr taşında mahkûktur:
Hazret-i âhund-ı zî-şân-ı reşâdet-unvân*
Âlim-i ilm-i ledün Neş’et Süleymân-ı zamân
Neş’e-yâb idi mey-i aşk-ı Celâleddîn ile
Meslek-i râhı idi âyîn-i pâk-i hâcegân
Hind ü Sind ü Mekke vü Bathâ vü Buhârâ’dan gelen
Bî-nevâyâna der-i lutfu iken dârü’l-emân
Tenk olup bu hâkdân-ı pür-kedûrât zâtına
Oldu çün rûhu’l-kudüs tâ âlem-i kudse revân
Nakşıbendî Nezri itmâm
eyledi târîhini
Oldu Baba Neş’et’e a’lâ-yı illiyyîn mekân
(اولدى بابا نشأته
اعلاى عليين مكان) =1222/(1807)[179]
* * *
Neş’et Efendi göçdü Cinân ola menzili
(نشأت افندى كوجدى
جنان اوله منزلى)
Kibâr-ı Meşâyıh-ı Kâdiriyye’den Şeyh Müştâk Efendi
merhûm, Hz. Neş’et’e çok ziyâde hürmet ve teveccüh gösterenlerdendir. Hattâ Dîvân’ının
bir çok yerinde bahseder:
Tâ düşmeyince mâh-sıfat sâhil-i gama
Hiç bilmedim ki Hâce Neş’et ne olduğunu
* * *
Pâsbân-ı dergeh-i vâlâ-yı Hâce Neş’etî
Levha-i Bâbu’s-Selâmet levha-i tasvîr-i mâ
*
* *
Sıtanbul’da Cenâb-ı Hâce Neş’et
İdüp beynehümâda hayli himmet
*
* *
Meclis-i irfânda esrâra mahrem olmuşum
Nûş idüp câm-ı muhabbet mest ü sersem olmuşum
Fâiku’l-akrân olursam da taaccüb eyleme
Hazret-i Neş’et gibi üstâda hem-dem olmuşum
Oldu meşşât-ı cemâl-i tab’ıma virdi nizâm
Defter-i ehl-i suhan içre müsellem olmuşum
Hâk-i pâyi sürme-i çeşm-i münîrimdir benim
Bulmuşum feyz-i nazar mesrûr u hürrem olmuşum
/98/ Mürg-i rûhum tûti-i mu’ciz-beyân olmuş velî
Sûretâ Müştâk-veş hâmûş u ebkem olmuşum
*
* *
بحمد الله شدم
مشتاق ديدار
ز فيض حضرت استاد
نشأت[180]
* * *
Çâker-i merdüm-i aşk olalı şâhım Müştâk
Gevher-i tâc-ı serim hâk-der-i Neş’et’dir
Neş’et Dîvânı’ndan:
Cemâlin matlab u cân u cihândır Yâ Rasûla’llâh
Derin dâru’l-emân-ı ins ü cândır Yâ Rasûla’llâh
Teşehhüdde der-engüşt-i şehâdet mu’cizâtına
Ki’ mi’râcın müşârün bi’l-benândır Yâ Rasûla’llâh
Zamân-ı devletinde intisâb-ı dergehin âsân
Ne müşkil şimdi kim âhir zamândır Yâ Rasûla'llâh
Meded dil-teşne kaldım Kerbelâ-yı vâdi-i gamda
Zülâl-i tîğ-ı aşkın ile kandır Yâ Rasûla’llâh
Tamâm ihsân u rahmin ey Nebiyyü’r-rahme vaktidir
Amân zîrâ zamân âhır zamândır Yâ Rasûla’llâh
Kerem kıl müjde-i vaslınla lutf it ey şeh-i devrân
Gamınla Neş’et’in kârı yamandır Yâ Rasûla’llâh
*
* *
Bezm-i tarabda yoksa yerin erbaîne gir
Zâhid geçir bu demleri var Yâ Sabûr ile
* * *
Bir nûr-ı melek-cenâbsın sen
Ne mâh u ne âfıtâbsın sen
Ummân-ı cihân katren ey dil
Deryâ-dil olan habâbsın sen
Ey aşk ile çeşmi eşk-i hûn-bâr
Hem şîşe vü hem şarâbsın sen
Hüsnün görünürse bir içim su
Bi’llâh güzelim serâbsın sen
Hûrşîd-i sivâ rûyuna nâz ol
Îsâ ile hem rikâbsın sen
Dir mülk-i cihân kalb-i meydân
Ma’mûr menem lîk harâbsın sen
Neş’et suhanındır arş-pâye
Himmetle felek-cenâbsın sen
* * *
/99/از صبح صفا در دلم اميد نماند است
ماتم زده را داعيهء عيد نماند است
از بس كه سيه روز
شدم هر كه مرا ديد
در برج خيالش مه و
خورشيد نماند است
دل رفت ز دست نشئه بزم سخنم نيست
ساقى چه كند ساغر جمشيد نماند است
سياره و ثابت همه
مريخ زخل شد
در طالع عالم مه
ناهيد نماند است
نشأت بجهان شيون
رشادى كى بيجاست
چون ماتم سورش همه جاويد نماند است[181]
Osmânlı Müellifleri’nde Tâhir Bey, “Hz. Neş’et, şiiri ilim kuvvetiyle sölediği için, ba'zıları
revnaklı değildir. Tercüme-i hâli telâmîzinden Pertev Efendi tarafından
yazılmıştır. Kethüdâ-zâde telâmîzinden Emîn Efendi tarafından bi’t-tezyîl
basılmıştır.” diyor.
Şerh-i Dû-beyt-i
Molla Câmî unvânlı
bir eser-i ârifâneleri vardır ve matbû'dur.
Pederlerinin kitâbe-i seng-i mezârı:
“Allâh Sübhânehû ve teâlâ, müsâhib-i şehriyârî el-Hâc
Ahmed Efendi kuluna rahmet eyleye. Bi-hurmet-i sûreti’l-Fâtiha. 28 Receb 1163/(4
Temmuz 1750)”
Büyük pederlerinin kitâbe-i seng-i mezârı:
“Merhûm ve mağfûr el-muhtâc ilâ rahmeti
Rabbihi’l-Gafûr, müsâhib-i şehriyârî Ahmed Efendi’nin pederi olup, Neş’et
Efendi hazretlerinin büyük pederi bulunan Mehmed Efendi. Rûhu için el-Fâtiha
1110/(1698).”
Harem-i âlîlerinin kitâbe-i seng-i mezârı:
“Hak sübhânehû ve teâlâ, Ahmed Efendi-zâde Süleymân
Neş’et Efendi’nin zevcesi merhûme, mağfûre, veliyye, şehîde İnâyet Kadın
hazretlerine ve sâir ümmet-i Muhammed’e rahmet eyleye. Sene 28 Ramazân 1191/(31
Ekim 1777).”
Mahdûmları Neş’et Bey’in târîh-i irtihâli:
Ecel sâkîsi işrâb itdi geldi bir güzel târîh
Meded bezm-i cihânın Neş’e’si tâûndan gitdi
(مدد بزم جهانك
نشئه سى طاعوندن كتدى) – 1226 + 1 = 11 Şevvâl 1127 /(10 Aralık 1715)
Neş’et Efendi merhûmun matbû' Dîvân’ından başka, Tûfân-ı Ma’rifet isminde bir eseriyle,
sülûk-ı Nakşiyye’ye ait olan târîh tercümesi, Tercümetü’l-Aşk terkîb-i menkûtu, Meslekü’l-Envâr ve Menbaul-Esrâr Tercümesi vardır.
Tercüme-i hâli, telâmîzinden Pertev Efendi tarafından
yazılmış ve Kethüdâ-zâde telâmîzinden Emîn Efendi tarafından tezyîl edilmiştir
ki, matbû'dur.
/100/ ŞEYH ALİ
BEHÇET EFENDİ
Tarîkat Şeyh-i mümtâzı Alî Behcet Efendi’dir
Harîm-i sırr-ı pâk-ı Mevlevî hem Nakşıbendî’dir
Kemâl-i aşkla Vassâf' ı tebcîl eyler ol zâtı
Ferîd-i asr idi hem ârifânın ser-bülendidir
Urefâ-yı Mevleviyye ve ricâl-i Nakşıbendiyye’den,
sâhibü’l-makâmât ve’l-kerâmât bir zât-ı meâlî-sıfâttır. Konya ulemâsından Hâce
Ebûbekir Efendi’nin oğludur. 1140 senesi Rebîu’l-evvelinin beşinci günü (22
Ekim 1727) Konya’da kadem-nihâde-i mehd-i vücûd olmuştur.
Henüz küçük yaşında iken pederinden tahsîle başlayıp ve
feyz-i terbiyeye mazhar olup, büyük pederi Hâce Hasan Efendî’den mevrûs
isti’dâd, müşârünileyhde sebeb-i teâlî olup, tecelliyyât-ı ma’neviyyelerinin
zuhûr-ı âsârına mebde’ olmuştur. Mukaddemât-ı ulûmu tahsîlden sonra, ulemâ-yı
benâmdan Karamanlı Abdullâh ve nihrîr-i şehîr Abdussamed Efendi’lerin
kemâlâtından istifâza edip icâzet almıştır. Ba’dehû Karahisâr’a azîmetle Sultân
Dîvânî hazretlerinin dergâh-ı şerîfi post-nişîni li-ümmin cedd-i emcedleri
bulunan ekâbir-i Mevleviyye’den Alâeddîn Çelebi’den Mesnevî-i şerîf ve Mektûbât-ı İmâm Rabbânî ve
Sühreverdî’nin Avârifu’l-Maârif ve
Atâî’nin Hikem-i Atâî nâm eserlerini
tederrüsden sonra, tarîk-ı kazâya dâhil olarak, niyâbet-i şer’iyye ile ba'zı
yerlerde bulunmuş ve Ankara niyâbetinde iken, kendilerinde zuhûra gelen ba'zı
hâlât ve tecelliyyât-ı ma’neviyye üzerine, me’mûriyyetten ve bi’l-külliyye
tarîk-ı ilmîden istîfâ ederek tekrâr Karahisâr’a gelmiş; cedleri müşârünileyh Alâeddîn
Çelebi’den, son zamânlarında ahz-ı inâbetle usûl-i Mevleviyye üzerine çileye
soyunmuş ve tekmîl-i müddetle nâil-i feyz olarak, bir müddet sonra Hz. Mevlânâ
tarafından Alâeddîn Çelebi’ye vâki’ olan işâret-i ma’neviyye ile, Bursa’da
seccâde-nişîn-i irşâd olan ecille-i meşâyıh-ı Kâdiriyye ve sâdât-ı Nakşıyye’den
Kerkûkî es-Seyyîd eş-Şeyh Burhâneddîn Muhammed Emîn Efendi hazretlerinin
ber-mûcib-i emr ü fermân-ı Hz. Mevlânâ dâire-i terbiyet-i ârifâne ve meclis-i
feyzâ-feyz-i mürşidânelerine dehâlet ve teberrüken Nakşıbendî, Kâdirî, Kübrevî,
Sühreverdî, Çeştî ve Şettârî tarîklarından ikmâl-i sülûk ile ahz-ı icâzet
buyurmuşlardır.
/101/ Ali Behcet Efendi hazretleri hakkında Hz. Şeyh’in çok büyük muhabbetleri
ve hüsn-i nazarları vardı. Nasıl olmasın, ona onu teslîm ve sevk eden Hz.
Mevlânâ idi. Bu sebeple tarîkat arkadaşları Hâce Neş’et, Vahyî ve Selîm Efendilere
tekaddüm ile Hz. Şeyh’in bulunmadıkları zamân kendilerine vekâlet ve sâir eyyâmda
îfâ-yı hıdmet-i İmâmet eylerler idi.
Birgün azîz-i müşârünileyh hazretleri, Behcet Efendi’yi
nezdine celb ile, kendisinin âlem-i bakâya rıhletinden sonra makâmında îfâ-yı
vekâlet etmeleri ve bir aralık İstanbul’dan da’vet vukû’ bulacağı cihetle,
dergâhı bırakamamak hâtırasıyla, icâbetten imtinâ’ eylememesini emr ü vasiyyet
buyurmuşlardı.
Sadr-ı esbak Burdurlu Dervîş Paşa merhûm, menfiyyen
Bursa’da ikâmeti zamânında, ale’l-ekser Emîn Efendi’nin bezm-i sohbetine
müdâvemet ve bu sebeple kendilerine arz-ı muhabbet etmiş ve feyz-i nazarlarının
te’sîriyle Sultân Mahmûd’un mazhar-ı afvı olarak İstanbul’a celb olunduğu
sırada, Sultân Selîm-i sâlis’in Üsküdar’da ihyâ kerdesi olan Selîmiye Câmi'-i
şerîfi civârında inşâ buyurdukları Nakşıbendî Zâviyesi’nde seccâde-nişîn Şeyh
Ni’metullah-ı Buhârî irtihâl ederek câmi'-i şerîf hazîresine defn olunmuş ve
Sultân Mahmûd, Ni’metullâh Efendi kâ’bında bir zâtın bulunarak arz edilmesini
Dervîş Paşa’ya havâle buyurmuş olduklarından, Dervîş Paşa, Ali Behcet Efendi
hakkındaki hüsn-i nazarını Pâdişâh’a arz etmiş, o sırada huzûr-ı Humâyûn'da
bulunan müsâhib ve ser-kâtip Mustafa Paşa dahi hakîkaten bir mürşid-i kâmil
olduğunu makâm-ı şehâdette arz edince, bâ-irâde-i seniyye Bursa’dan İstanbul’a
da’vet buyurulmuş idi.
1232/(1817) târîhinde Selîmiye Dergâhı’nın meşîhatına revnak-efzâ
oldular. Burada tefsîr, hadîs, Mesnevî ve
Mektûbât-ı İmâm Rabbânî tedrîs
ederlerdi. Dergâh-ı şerîf, erbâb u aşk u muhabbete dâr-ı tecellî hâline gelmiş
ve Hz. Şeyh’in fezâil-i ilmiyyesine meftûn olan ulemâ, meşâyıh, ümerâ ve
vükelâ, dâhil-i dâire-i feyzleri olmağa şitâbân olmuş idi.
İrtihâlleri :
Altı sene bu sûretle neşr-i füyûzât ederek 2 Cemâziye’l-evvel
1238/(16 Ocak 1823)’de doksansekiz yaşında enfâs-ı hayâtlarını ikmâl ile dâr-ı
bakâya âzim olmuşlardır.
Cenâze namâzını mazanne-i kirâmdan, Emîr Buhârî Dergâh-ı
şerîfi şeyhi Ferdî Efendi kıldırmıştır. Tezkiye ve duâyı, sudûrdan ve Hz.
Şeyh’in mürîdlerinden Kethüdâ-zâde Muhammed Ârif /102/ Efendi îfâ
eylemiştir. Cenâzelerinde binlerce halk teberrüken hâzır bulundular.
Balabânî Şeyh Hüsnü Efendi ise, yazdığı risâlede, cenâze namâzını
Selîmiye Câmii’nde müderris Câmî Efendi’nin kıldırdığını ve tezkiyeyi
Neccâr-zâde dâmâdı Şeyh İsmâîl Hakkı Efendi’nin îfâ ettiğini yazıyor.
Dergâh-ı şerîfin avlusunda defn olunmuştur. Üzerine türbe
yapılmıştır; fakat açıktır. Gâyet zarîf taşlar dikilmiş, demirden kubbeli bir
şebeke yapılmıştır. Elyevm ziyâret-gâh-ı enâmdır. Mütevessilân, nâil-i feyz ü
merâm olurlar. Taşında Mevlevî sikkesi vardır.
تربه بتك حضرت بهجت
شد نمونه ز
روضه جنت
در زيارت شود دل
آكاه
واقف فيض عالم
وحدت[182]
eş-Şeyh Ali Behcet Efendi
hazretlerinin türbe-i şerîfelerinin resmidir :
RESİM VAR!!!!!
Kitâbesinin sûreti :
“Sâhibu kerâmâtı’d-dîniyye ve’l-ledünniyye, câmi'u
kemâlâtı’l-Mevleviyye ve’n-Nakşıbendiyye, huccetü’s-sülûk ve’l-irşâd, behcetü’l-aktâb
ve’l-evtâd, el-merhûm mebrûr eş-Şeyh Ali Behcet Efendi kuddise sırruhu’l-celî.
Rûh-ı şerîfi için rîzâen li’llâhi’l-Fâtiha.
Oku ey Fâtiha-hân târihini[183]
Göçdü da’vet-geh-i dîdâra Cenâb-ı Behcet
(كوجدى دعوت كه
ديداره جناب بهجت) = 2 Cemâziye’l-evvel 1238”
Bu manzûme-i târîhiyyeyi, müşârünileyhin halîfelerinden
umûr-ı Mülkiyye Nâzırı Muhammed Saîd Pertev Paşa inşâd eylemiştir. Atîdeki
kıt’a dahi müşârünileyhindir:
Ey olan muntazır-ı feth-i kilîd-i esrâr
Dîde-i cânını kıl halka-i bâb-ı Behcet
Hâk-i dergâhı idüp sürme-i çeşm-i hak-bîn
Göresin nidüğini feyz-i Cenâb-ı Behcet
Şemâil-i aliyyeleri :
Vech-i enverleri beyâz, boyları uzun, sakalı beyâz ve
seyrek, kaşları çokça, gözleri elâ olup dâimâ sikke-i Mevleviyye giyerler idi.
/103/ Âsâr-ı
aliyyeleri:
- Risâle-i Ubeydiyye-i
Nakşıbendiyye,
- Behcetü’s-Sülûk,
- Dîvânçe,
- Hadîkatü’l-Abdâl,
- Tercüme-i Hâl-i Ricâl-i Çeştî,
- Risâle-i Hâliyye vü Rûhâniyye,
- Vâridât-ı Kalbiyye.
- Birçok şerh, haşiye ve ta’lîkât.
Risâle-i Ubeydiyye’sinden:
“Suâl olunursa ki, “(الإخلاص سر من
أسرارى استودعته على قلبه من يشاء من عبادى)[184] hadîs-i kudsîsine göre Hudâ-yı Lem-yezel ve Lâ-yezâl
(celle celâluhû) bir kimsenin kalbine ihlâs komazsa, o kimse nice ihlâs üzere
olabilir?” denilmeye. Hemân abd isteyip ihlâsı iltizâm edine. Zîrâ herkesin
kalbinde ma’den-i ihlâs vardır. Sa’y ile hârice ihraç ede. (يشاء)’nın
zamîri (من)’e râci’dir.
Yoksa Allâh teâlâ, dilediği kuluna ihlâs; dilemediği kuluna riyâyı vere. Hâşâ
ki, böyle olasın. A’mâlini dâimâ Hak için etmeğe gayret edip, tazarru’ ve
zârîlik ile ihlâsa tevfîkı ricâda bulunup, sa’y ile ona mâlik olunacağı
bî-iştibâhdır. İnsânın sa’yi kemâlindendir. Sa’y alâmet-i isti’dâd-ı tâmdır.
Evliyâu’llâhın ahvâli bizlere sened-i kavîdir. Cebr ü ilhâdı terk edip, tevhîde
gel. Şâyet bâde-i tevhîdden bir câma nâil olana ma’lûmdur ki, keyfce nâil
olunursa olunur. Her zerrede isti’dâd vardır. Her ne kadar şekâvet ise dahi,
her zerrenin hakîkatı inkâr olunmadıkça isti’dâd dahi inkâr olunmaz.”
Evlâdları :
Azîz-i müşârünileyhin hîn-i irtihâllerinde evvelce
âzime-i dâr-ı cinân olan harem-i muhteremelerinden mütevellid mahdûmları
Muhammed Hidâyetullah Efendi ile, ahîren tezevvüc buyurdukları hânımdan
mütevellid küçük mahdûmu Ali Rıza Efendi’yi terk etmişler idi. Azîz
hazretlerinin hastalıkları kesb-i şiddet edince, hulefâ ve muhibbân-ı
hâslarından İbrâhîm-i Hayrânî Efendi ve ol vakit âmidî-i Dîvân-ı Hümâyûn
bulunup, ahîren Umûr-ı Mülkiyye Nâzırı olan Muhammed Saîd Pertev Paşa ve
Humbarahâne Nâzırı olup, kabr-i şerîflerinin önünde medfûn bulunan Hacı Ahmed
Hamdi Efendi ve muahharan Unkapanı’nda kâin Ahmed Buhârî Dergâhı meşîhatında iken
irtihâliyle dergâh-ı mezkûra defn olunan Rıfkı Efendi’yi nezdlerine celb ve da'vet
edip, büyük mahdûmları Muhammed Hidâyetullâh Efendi’nin sâlikânı terbiye ve
teslîk iktidârını ihrâzına kadar, müşârünileyh İbrâhîm-i Hayrânî Efendi
hazretlerini makâm-ı meşîhatlarına vekâleten ik’âdını vasiyyet ve tevdî’-i
emânet-i tarîkat eylediler ve ancak ma’lûm-ı ehl-i hakîkat olan, ‘Sırr-ı
Fâtihâ’yı kendilerine tefhîm ettiler.
Hîn-i rıhletlerinde huzûrlarında bulunan zevâta, her kim
otuzaltı seneye kadar /104/ kabrine
gelirse, hayâtta bulundukları gibi kendilerine vâkıf olacaklarını ve bu
müddetten sonra ber-hayât olanlarca artık bu’d-ı mesâfe mâni’ olmayarak, her
nerede olsa birbirlerinden vâkıf ve haber-dâr olabileceklerini beyân
buyurmuşlardır.
Ali Behcet Efendi, zamânlarında fazîlet-i ilmiyye ve
kudsiyyet-i ma’neviyye ile beyne’l-enâm iktisâb-ı şöhret eylemişlerdi.
Kendilerine arz-ı nisbet edenlerin her biri, sâhib-i makâmât olmuşlardı. Sultân
Mahmûd Hân-ı sânî merhûm dahi, pek ziyâde hürmet ve arz-ı muhabbet
eylemişlerdi. Kendilerine intisâb etmek ârzûsuyla gelenlere tâât ve ibâdât-ı
dîniyyede iltizâm-ı ihtİmâm ve nevâhîden tevakkîye bezl-i cehd-i tâm
eylemelerini nasîhaten söylerler ve duâ eylerler idi. Nesâyıh-ı mürşidâneleri
ile tezkiye-i nefs eylemelerine çalışırlar idi.
Hulefâsı:
Şeyh İbrâhîm-i Hayrânî Efendi, Muhammed Saîd Pertev Paşa,
Hacı Ahmed Hamdî Efendi, Rıfkı Efendi erşed-i hulefâsıdır.
Dîğer halîfeleri:
1.
Şeyhu’l-meşâyıh, reîsü’l-kurrâ, Mesnevî-hân, Eyüplü Şeyh Hâfız Feyzullâh Efendi.
Eyüp’de Murâd el-Buhârî Dergâhı şeyhi ve o zamânın meclis-i meşâyıh reîsi
idi. Dergâh hazîresinde medfûndur.
2.
Eyüp’de Şeyhü'l-islâm Dergâhı şeyhi Ali
Uşşâkî Efendi.
3.
Bâb-ı âlî civârında Beşîr Ağa Dergâhı şeyhi Hattât Hüsnü Efendi.
4.
Vezneciler’de Derûnî Muhammed Efendi Dergâhı
şeyhi Veliyyüddîn Efendi.
Derûnî Muhammed Efendi, meşâyıh-ı Nakşıbendiyye’den ehl-i
dil mübârek bir zâttır. 1136/(1724) senesinde irtihâl-i dâr-ı bakâ eylemiştir.
İnşâ-kerdesi olan dergâh-ı Nakşıbendî’nin sahasında türbe-i mahsûsasında
defîn-i hâk-i mağfirettir. Veliyyüddîn Efendi dahi burada medfûndur.
Veliyyüddîn
Efendi, Şeyh Behcet Efendi hazretlerinin vekîl-i harçlık hizmetini edâ
ederlermiş. Tâhir Ağa Dergâhı şeyhi Hacı Behcet Efendi böyle söylemiştir.
Dergâh-ı
şerîfin âyîn-i zikru’llâh günü Perşembedir. Mustafa Sâib Efendi, Bahâeddîn
Efendi ve mahdûmu Bekir Efendi, sırasıyla şeyh olmuşlardır. Mustafa Sâib
Efendi’yle Bekir Efendi türbede, Derûnî hazretlerine karîndir. Bekir Efendi,
1328/(1910)’de irtihâl etmiştir. Muhammed Ârif Efendi isminde mahdûmu vardır. Bahâeddîn
Efendi, Üsküdar’da, Karacaahmed’de medfûndur. Türbede üç sandûka vardır.
İhtimâl ki, dört kabre üç sandûka yapılmıştır.
5.
Sinop’da Seyyid İbrâhîm Bilâl Dergâhı şeyhi Halîl Sâib Efendi.
6. Selîmiye
Dergâhı müderrisi Ali Câmî Efendi.
/105/ 7. Kethüdâ-yı Sadr-ı âlî,
meşhûr-ı enâm olan Hâlet Saîd Efendi.
8.
Takvîm-hâne-i Âmire Nâzırı şâir Lebîb
Efendi.
9.
Barut-hâne Nâzırı Seyyid Muhammed Saîd
Efendi.
10.
Sudûrdan Kethüdâ-zâde Muhammed Ârif
Efendi.
11.
Sudûrdan Şem’î Molla.
12.
Sudûrdan Saîd Mücîb Efendi.
13.
Sudûrdan Seyfullâh Efendi.
14.
Üsküdârî Şeyh Muhammed Nazîf Efendi.
15.
Şeyhlislâm Turşucu-zâde Ahmed Muhtâr
Efendi. Kabri Selîmiye Dergâhı’nın karşısındaki mezârlıkta yol
yakınındadır.
16. Seyyid Niyâzî.
Zevât-ı müşârünileyhim Hz. Şeyh’in muhib ve mu’tekidi ve
mazhar-ı feyz-i tarîkatı idiler.
Şeyh Emîn Efendi hazretlerinin yetiştirmelerinden
Mesnevî-hânı şehîr Hacı Hüsâmeddin Efendi, Behcet Efendi hazretleriyle
mürşidleri bir olmak i’tibârıyla her ne kadar tarîkaten ihvân iseler de,
teberrüken Hz. Behcet’ten tecdîd-i bey’at sûretiyle arz-ı nisbet eylemiştir.
Hâlleri :
Pertev Paşa hafîdi Azîz Bey merhûmun Hz. Şeyh’in şemâili
hakkındaki ve ba'zı menâkıbları bahsindeki ifâdeleri ber-vech-i atîdir:
Mürşid-i müşârünileyh, kısaca boylu, nahîfü’l-vücûd, hafîfü’l-lıhye,
irice gözlü, sevimli yüzlü, çok kaşlı, serîu’l-hareke, talîku’l-lisân ve
fasîhu’l-beyân idi. Tarz-ı kibârânede telebbüs eder, dâimâ sikke-i Mevlânâ ile
gezer ve beyâz destâr sararlar idi. Ekser evkâtını mütâlâa ve sohbet ile
geçirirdi. Geceleri nevâfil ibâdât ile meşgûl olur, eyyâm-ı mahsûsalarında
tefsîr, hadîs, fıkıh ve Mesnevî tedrîs buyururlardı. Rü’yâ ta’bîr etmez,
muska yazmaz, hasta okumaz, emvât için pişirilen yemeklerden yemezler idi.
Bendelerini de men’eylerdi. Kadınlardan inâbet isteyenlere, teberrüken zikr ve
tesbîh dahi vermezlerdi.
Dergâh-ı şerîf civârında hânesi bulunan Hırka-i Şerîf (Câmii)
hademesinden Sa’dullâh Efendi’nin henüz tevellüd eden çocuğu ağlamaz imiş. Vâlidesi
merâk etmiş, azîz-i müşârünileyhe götürüp nefes ettirmesini zevcinden ricâ
eylemiş. Hz. Şeyh’in mesleği ma’lûm olduğu için zevci bu talebe mümâşât
eylememiş. Vâlidesi çocuğunu alarak bi'z-zât dergâha gelmiş, bi’l-müsâade
huzûr-ı Hz. Şeyh’e girerek vukû’-ı hâli beyân ile nefes buyurmalarını sûz u
güdâz ile ricâ ve istirhâm etmiştir. Hz. Şeyh, çocuğu kucağına alarak, “Sen
/106/ uslu bir çocuk olduğun için ebeveynini iz’âc etmemek üzere
ağlamıyorsun. Ammâ oğlum! Ne yapalım, ağlamıyorsun diye, görüyorum ki, vâliden
merâkından ağlayacak.” diye yed-i mübârekleriyle çocuğun dudağına hafifçe
vurmuş. O andan i’tibâren çocuk ağlamaya başlamış. Vâlidesi bu hâlde hânesine
götürmüştür. Garîbdir ki, sonra da, “Hiç susmuyor.” diye Hz. Seyh’e mürâcaat
eylemiştir.
Bir Vak’a-i Garîbe :
Âlem-i cemâle intikâllerinden sonra vasiyyetleri
mûcibince İbrâhîm-i Hayrânî Efendi hazretleri azîz-i müşârünileyhin büyük mahdûmları
Muhammed Hidâyetullâh Efendi’ye vekâlet ve terbiye-i tarîkatına himmet
buyurmuştur. Hidâyetullâh Efendi, bir taraftan tahsîl-i ulûm ile meşgûl idi. Ba'zı
fesedenin ilkââtıyla azîz-i müşârünileyhin küçük mahdûmu olup, hadd-i zâtında gâyet
zekî ve tahsîli ilerlemiş, şiir ve inşâda yed-i tûlâ sâhibi olmuş bulunan Ali
Rızâ Efendi, dergâh-ı şerîfi bi'z-zât idâre etmek hevesine düşmüş ve İbrâhîm-i
Hayrânî Efendi hazretlerine karşı, gücendirecek ba'zı evzâ’da bulunmaya
başlamış idi. Her ne kadar İbrâhîm Efendi hazretleri, peder-i âlî-kadri
hürmetine sükûtu ihtiyâr buyururlardı. İbrâhîm Efendi, artık bir gün
tahammülünü taşırarak, çileden çıkarak Rızâ Efendi’ye hitâben, “Pederinizin
ni’met ve himmetini görmüş olduğuma ve üzerimde büyük hakkı bulunduğuna binâen
sabrediyor isem de, Hak râzî olmadı. Pek acıyarak söylerim ki, kendinize yazık
ettiniz.” deyip odadan çıkmış. Rızâ Efendi, nısfu’l-leylde kimsenin haberi
olmaksızın dergâhın minâresine çıkıp, kendisini aşağıya atmıştır. Derhâl terk-i
hayât eylemiştir. Pederinin civârında karîn-i rahmettir.
Revîş-i hâlden anlaşılıyor ki, zihninde fenâlık zuhûra
gelip, pederleri merhûmun rızâsı hilâfına vâkı’ olan hareketinin cezasını
bulmuştur.
Tarîkat-ı
Mevleviyye’ye Nisbetleri :
Ali Behcet Efendi, Muhammed Alâeddîn Çelebi, Muhammed
Ârif Çelebi, Sadreddîn Çelebi, Bostân Çelebi, Abdülhalîm Çelebi, Hüseyin
Çelebi, Ârif Çelebi, Bahâeddîn Çelebi, Ebû Bekir Çelebi, Bostân Çelebi, Ferrûh
Çelebi, Cemâleddîn Çelebî, Ârif Çelebi, Emîr Âlim Çelebi, Muhammed Çelebi,
Abdülvâhid Çelebi, Şemseddîn Âbid Çelebi, Muhammed Celâleddîn Ârif Çelebi,
Muhammed Bahâeddîn Veled Çelebi, Muhammed Hüsâmeddîn Çelebi, Hz. Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî (Kuddise sırruhû'l-Bârî)
Nisbet-i Tarîk-ı
Şettârî :
Seyyid Emîr Gülâl, Şeyh İsâ el-Hindî es-Sindî, Şeyh Ârif
Şükür Muhammed, Şeyh Muhammed el-Gavs, Şeyh el-Hâc Huzûr, Şeyh Hidâyetullâh,
Şeyh Muhammed el-Kâdî, Hz. Pîr Abdullâh eş-Şettârî, Şeyh Muhammed Ârif, Şeyh
Âşık, Şeyh Muhammed Hudâkulu, Şeyh Ebu’l-Hasan el-Harakânî, Ebû Muzaffer
Mevlânâ Tûsî, Ebû Muhammed-i A’râbî, Muhammed el-Mağribî, Bâyezîd-i Bestâmî.
/107/ Tarîkat-i
Aliyye-i Nakşıbendiyye Silsileleri:
Azîz-i müşârünileyh silsile-i nisbetlerini bu sûretle
beyân buyuruyorlar :
بسم الله الرحمن الرحيم وبك تستعين. اهدنا الصراط المستقيم.
حمدا لك بذاتك لذاتك العليا. والصلاة والسلام على رسولك المجتبا سيدنا ونبينا
ومولانا محمد المصطفى الذى نزل فى شأنه علمه شديد القوى وعلى آله وأصحابه هم بنجوم
الهدى .
أما بعد: فيقول الفقير الكامل فى النقصان العاجز عن معرفة
الرحمن المنان على بهجت ابن ابى بكر حسن ابن حسين إنى أخذت الطريقة العلية
النقشبندية عن شيخى وسيدى زسندى ومعتمدى ومكان الروح من جسدى قدوة الواصلين ودليل
السالكين الوارث الكامل العالم العامل الواصل خواجه محمد امين النقشبندى قدس سره العزيز.
وهو أخذ عن شيخه خواجه محمد آكاه النقشبندى – قدس الله سره
- وهو أخذ عن شيخه قدوة الأولياء الواصلين خواجه مصطفى رضاء النقشبندى الشهير بابن
النجار – قدس الله سره - وهو أخذ عن شيخه شيخ الشيوخ علمى خواجه محمد افندى الشهير
بعربزاده – قدس الله سره - وهو أخذ عن
شيخه العامل الربانى أبو عبد الله السيد محمد النقشبندى السمرقندى – قدس الله سره
- وهو أخذ عن شيخه أبى البركات خواجه أحمد افندى جوريانى المعروف بيكدست– قدس الله
سره - وهو أخذ عن شيخه الربانى مجمد السرهندى المرسوم بإمام معصوم – قدس الله سره
- وهو أخذ عن شيخه الربانى ووالده المجدد الألف الثانى مولانا خواجه أحمد الفاروقى
– قدس الله سره - وهو أخذ عن شيخه مولانا خواجه كى امكنكى – قدس الله سره - وهو
أخذ عن شيخه محمد امكنكى– قدس الله سره - وهو
أخذ عن شيخه خواجه محمد زاهد – قدس الله سره - وهو أخذ عن شيخه الغوث الأعظم والقطب الأفخم
مخزن الأسرار ورئيس الأبرار والأخيار مولانا خواجه عبيد الله الأحرار – قدس الله
سره - وهو أخذ عن شيخه الوفى مولانا خواجه يعقوب جرخى – قدس الله سره - وهو أخذ عن
شيخه سند الأولياء والأصفياء عيون المحققين وارث علوم الأنبياء والمرسلين قبلة هذه
الطريقة وإمامها خواجه بهاء الحق والدين محمد بن محمد البخارى المعروف بنقشبند –
قدس الله سره الصمد - وهو أخذ عن شيخه أمير كلال – قدس الله سره العزيز ذو الجلال
- وهو أخذ عن شيخه خواجه بابا سماسى – قدس الله سره - وهو أخذ عن شيخه خواجه على
راميتنى الشهير بعزيزان – قدس سره المنان - وهو أخذ عن شيخه خواجه محمد انجير فغنوى – قدس
الله سره الوفى - وهو أخذ عن شيخه مولانا /108/ خواجه عارف ريوكرى – قدس الله سره - وهو أخذ عن شيخه عارف
الأولياء وإمام الأتقياء عمدة أهل الكمال وزبدة أصحاب الحال معدن اليقين الإرفان
رأس سلسلة الخواجكان قطب الربانى خواجه عبد الخالق غجدوانى– قدس الله سره - وهو
أخذ عن شيخه الصمدانى خواجه أبى يعقوب الهمدانى– قدس الله سره - وهو أخذ عن شيخه
أبو على الفارمدى الطوسى– قدس الله سره - وهو أخذ عن شيخه الربانى أبى الحسن
الخرقانى– قدس الله سره - وهو أخذ عن شيخه الروحانى سلطان العارفين وبرهان
الواصلين أبو يزيد البسطامى – قدس الله سره السامى - وهو أخذ عن شيخه بالروحانية
الإمام الأجل والهمام الأفضل نور عيون الأولياء ونصب عين المرتضى فى علوم الأسرار
الواثق سيدنا ومولانا جعفر الصادق – رضى الله عنه – كافة الأولاء وهو مع وراثته
آبائه الكرام أخذ بالإلهام عن شيخه وجده من قبل الأم مولانا قاسم ابن محمد بن أبى
بكر الصديق الشفيق رضى الله عنه وعن كافة الصحابة أجمعين وخو من الفقهاء السبعة
وكان من التابعين وهو أخذ عن شيخه محبوب رسول الثقلين ومحب جد الحسنين سلمان
الفارسى – رضى الله عنه وسلمان رضى الله عنه مع تشرفه الصحابة الجلى صلى الله عليه
وسلم أخذ الطريق عن الصديق الأكبر والعتيق الأطهر – رضى الله عنه - وهو أخذ عن النبى
الكريم وبالمؤمنين رحيم و أفضل الأنبياء والمرسلين وأشرف الخلايق كلهم أجمعين
برهان الأنبياء وسند الأصفلاء سيدنا سيد الأولين ومولانا فخر الآخرين نقطة الأول
والآخر ومركز إحاطة الظاهر وباطن الظاهر محمد رسول الله وحبيب الله أرسله بالهدى
ليظهر أسرار الله على الأنبياء والأتقياء والمؤمنين.
صلوات الله تعالى على نبينا وعليهم أجمعين وعلى آله وأهل
بيته وأزوجه وأولاده وأتباعه وأتباع أتباعه ومن تبعهم بإحسان إلى يوم الدين.
والحمد لله رب العالمين.[185]
Müşârünileyhin
Beyân Buyurdukları Sülûk Şartları:
1. Mürîd halk ile muhâlatayı terk ede,
2. Tena’’um ve lezâizi terk ve kanâatle muttasıf ola,
3. Beş vakit namâzı cemâatle kıla,
4. Mâ-lâ-ya’nî kelâmı terk ede,
5. Helâl yiye, şübühâttan tevakkî ede,
6. Halkın ezâsına tahammül eyleye,
7. Ehl ü evlâdına şiddet-i muhabbetten mehmâ-emken hazer
ede,
8. Fukarâ ve mesâkîne bezl ü îsârı mu’tâd edine,
9. Herkese hüsn-i hulk ile muâmele ede,
10. Ehl-i dünyâdan uzak dura, onlara nâ-be-mahal tevâzuu
terk ede,
11. Gece gündüz evrâdını okuya,
12. Huzûr-ı kalb ile devâm-ı zikrde buluna,
13. Halkın zemm ü medhine kulak asmaya,
14. Fakr u zarûrete tahammül, her hâlinde sadâkat ede,
kendini herkesten hakîr bile ve sâire.
/109/ ŞEYH MUSTAFA
VAHYÎ EFENDİ
Ulemâdandır. İbrâîl’de pâ-nihâde-i sâha-i vücûd olmuştur.
Dersaâdet’te tahsîl-i ulûm ederek tarîkata intisâb için
hâsıl olan meyl üzerine, Şeyh Emîn Efendi hazretlerine arz-ı nisbet eylemiş ve
Hoca Neş’et Efendi ile de hem-hâl ve hem-sohbet olmuş idi. Çatladıkapı
civârındaki hânelerinde tullâb-ı ma’rifete Fârisî okutur ve Mesnevî-i şerîfin hakâyık u
dekâyıkından bahsederler imiş.
1233 senesi Muharreminin onsekizinci (28 Kâsım 1817)
Perşembe günü âzim-i gül-şen-sarây-ı cinân oldular. Medfen-i mübârekleri
Topkapı hâricinde, Maltepe Hastanesi’ne giden yolun sağ tarafında, Sakızağacı
denilen mahalde, Hoca Neş’et Efendi merhûmun kabri önündedir. Mezâr taşında
gördüğüm ebyât ber-vech-i atîdir:
Lâ ilâhe İllâ’llâh Muhammedün Rasûlu’llâh
Hazret-i Vahyî Efendi ol azîz-i Nakşıbend
Cân atup Mevlâ’ya göçdü azzehu’l-Mevlâ ledeyh
Gerçi kıldı rüzgâr efsürde şem’-i ömrünü
(وكان نور الحى مصباحا
له بين يديه)[186]
Reh-mümâ-yı azm-i pâkidir nidâ-yı “irciî”
Göçdüğü dergâhdır (لامرجع إلا إليه)[187]
Merkadinde cenneti cennetde görsün vuslatı
(قرة عيناه بنور ربه فى منزليه)[188]
Heb tarîkat cânları böyle didi târîhini
Hakk’a göçdü rûh-ı Vahyî
rahmetu’llâhi aleyh
(حقه كوجدى روح
وحيى ؤحمة الله عليه) = 1233/1817
Bilsün bu târîhe bakup seyrânın erbâb-ı kulûb
Vahyî Efendi göz yumup gördü makâm-ı vuslatı
(وحيى افندى كوز
يوموب كوردى مقام وصلتى)
Murâkabe âleminde bulunan ehl-i tarîkin, “muîn” dedikleri
bir destek vardır ki, Vahyî Efendi merhûmun muîn i'mâlinde ziyâde ihtisâsı
varmış ve yaptığı muînler pek meşhûr ve musanna’ olup ziyâdesiyle mevki’-i
i’tibârda tutulurmuş. Şeyh Hacı Behcet Efendi pederimiz söyledi.
Geçende kabr-i pâkini ziyâret esnâsında, civârında
gördüğüm kabirde mahdûmunun medfûn olduğunu gördüm ve kitâbe-i seng-i mezârını istinsâh
ettim:
Mükerrem Hazret-i Vahyî Efendi-zâde-i mukbil
Mukîm-i ma’bed-i tâat hulâsa Hazret’e kuldu
Bu idi bülbül-i destân-sarây-ı gül-şen-i irfân
Meded ol gonca-i bâğ-ı dirâyet açılup soldu
Karîn-i lutf-ı Yezdân mazhar-ı sırr-ı bozorgândır
Bu vâlâ-kadre giryân olmağıla gözlerim doldu
Duyup “men-mâte” sırrın cân atup tâûndan gitdi
Şehîdistân-ı Hakk’a gitmeğe kesdirme yol buldu
Cihâna bir gelüp zâtı
gibi cevher-bahâ târîh
Hudâ’sın buldu Abdülkâdir’e
cennet-mekân oldu
(خداسين بولدى عبد
القادره جنت مكان اولدى) = Zi'l-ka'de1228/(Ekim1813)[189]
Müşârünileyh (Vahyî Efendi)’nin eş’ârı varmış, fakat elde
edilemedi. Yalnız atîdeki gazeli ele geçti:
Bahâne-cû-yı fırsat olduğum yâre duyurmuşlar
Nifâk itmişler ammâ ma’nevî himmet buyurmuşlar
Bu rütbe-bî-vefâlık eylemezdi ol kerem-pîşem
/110/ Seni sevmez diyu tağlît ider ba’zı kudurmuşlar
Çekilmez gerçi hamyâze-i aşkı ol kaşı yaylar
Ne hâldir sehm-endâz-ı kader bu güne kurmuşlar
Dayanmaz ol kadar mızrâb-ı nâz u cevre sultânım
Derûnum sâz-ı nâ-sâzın kulağın pekçe burmuşlar
Nevâl-i vuslat-ı bâr-ı mecâza kalmadı havvâs
Bi-hamdi’llâh dil-i teşnem hakîkatle doyurmuşlar
Bilenler genc-i bâr-âver olur bâd-ı hevâ her dem
Bu dîvân-ı Süleymânî’de bilmezler duyurmuşlar
Ser-i a’dâya meydân-ı ser-i kûyun iderdim teng
Semend-i bâd-pâ-yı himmet-i Vahyî’yi yormuşlar
HOCA HASAN
HÜSÂMEDDÎN EFENDİ
Meşhûr Mesnevî-hân Hüsâmeddîn Efendi hazretleri, 1184
senesinde şehr-i Recebin ilk Cuma gecesi (Ekim 1770), ale’s-seher kadem-nihâde-i
âlem-i vücûd olmuştur. İstanbulludur. Pederleri Bâb-ı âlî’de Dâhiliye Kısmı
Ser-halîfesi es-Seyyid Muhammed Fehîm Efendi’dir. Hâneleri Aksaray’da Ebekadın Mahallesi’nde
idi.
Hüsâmeddîn Efendi, dört yaşında iken okumağa başlayıp,
dokuz yaşında hıfz-ı Kur’ân’a muvaffak olmuş, ba’dehû ulûm-ı Arabiyyeyi
Kastamonulu Ömer ve Konyalı Ali Efendilerden, ilm-i hadîs ve usûl-i hadîsi Kurubesili
Es’ad Efendi’den, ilm-i tefsîri Ahıskalı Hoca Selîm Efendi’den tahsîl edip
ba’dehû Bursalı Muhammed Emîn Efendi hazretlerine intisâb ile mazhar-ı feyzleri
olmuştur.
İlk mülâkatında Hz. Şeyh ismini sormuş, “Hasan b.
Muhammed b. Hüseyin” diye cevâb vermesiyle, (عن الحسن عن أبيه الحسن عن جده الحسن إن أحسن الجسن الخلق الحسن)[190] hadîs-i şerîfini kırâatle, “Oğlum
mahlasın Hüsâmeddîn olsun.”
buyurmuşlardır.
Bir müddet sonra şeyhinin intikâline mebnî, hem hocası,
hem pîrdaşı olup, Eyüp’de, İdris Köşkü’nde, Zînet Hâtûn Mahallesi’nde,
Hâtûniyye Dergâhı’nda, Hoca Selîm Efendi hazretlerinin nezdine gidip, ihtiyâr-ı
inzivâ eylemiştir. Şeyh Ali Behcet Efendi hasretlerinden de tecdîd-i bey’at
ettiler ki, bâlâda yazılmış idi. İnzivâ-güzîn oldukları zamân, 1228/(1813)
târîhine ve kırk dört yaşına müsâdifdir.
Fârisî tahsîlinden başka Şeyh-i Ekber Efendimizin Fusûs’u
ve Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî-i şerîfini
/111/ tederrüs eylemiştir. Bir sene sonra Selîm Efendi’nin irtihâline
mebnî Hz. Mevlânâ’nın işâret-i ma’neviyyesiyle Mesnevî okutmaya başlamış ve Merkez Efendi Dergâhı’nda I. ve II.
cildleri tedrîs etmiştir. Sonra Hz. Sünbül Sinân Âsitânesi’ne nakl ve Cuma
günleri derse devâm ile 1247/(1831) senesinde hüsn-i ihtitâm müyesser olmuştur.
Bu zamânda altmışüç yaşında bulunuyorlardı.
Ba’dehû sülâle-i tâhire-i Kâdiriyye’den Tüccârbaşı Hacı
Mahmûd Efendi ile Haremeyn-i muhteremeyni ziyârete gidip, avdetlerinde
Yedikule’de Hacı Evhadüddin Dergâhı’nda ve Hz. Mısrî’nin ârâm-sâz oldukları
dergâhta tekrâr Mesnevî-i
şerîf tedrîsine başladıktan başka Buhârî-i
şerîf, Mesâbih-i şerîf, Delâilü’l-Hayrât,
Şir’atü’l-İslâm, Kâdî Beydâvî Tefsîri okutmuşlardır.
1267/(1851) senesinde Eyüp’e naklile Hâtuniyye Dergâhı’nda
üçüncü def'a olarak Mesnevî-i
şerîf, tefsîr ve hadîs-i şerîf tedrîsiyle meşgûl oldular. Dergâh o kadar
kalabalık olur imiş ki, ale’l-ekser yer bulamamak me’yûsiyyetiyle avdet edenler
bulunurmuş. Kesret-i mütâlâadan mübârek gözlerine 1277/(1860)’de amâ târî
olmuştur ki, sinleri doksan üçe resîde olmuştu.
1280/(1863) senesinde doksanaltı yaşında oldukları hâlde
Leyle-i fıtırda, sâat dörtde gül-zâr-ı bakâya âzim oldular.
Eyyâm-ı îydi mâtem-i târîhe kıl tahsîs
Hüsâmeddîn çekildi gitdi mü’minler meyânından
(حسام الدين چكلدى كيتدى مؤمنلر ميانندن) = 1280/(1863)[191]
Bayram günü binlerce halk cenâzelerinde hâzır bulunup,
Hz. Hâlid’de namâzı ba’de’l-edâ, sâat onbir râddelerinde dergâh-ı şerîfin ittisâlinde
pencere önünde defn olundu. Ba’dehû üzerine demirden güzel bir şebeke yapılmış,
mükellef mezârtaşı konulmuştur.
Mezârtaşında:
“Lâilâhe illAllâh Muhammedü’r-Rasûlu’llâh.
Hâzâ kabru Mesnevî-hân Hâce Hasan Hüsâmeddîn es-Sıddîkî
kuddise sırruhu’l-âlî. 1280 gurre-i Şevvâl (10 Mart 1864).” yazılıdır.
(خوان) yerine (خان) hâkkolunmuş. Böyle mühim bir zâtın kabirtaşının yazısında
irtikâb olunan bu hatâya doğrusu müteessif oldum.
Âsârı :
Mesnevî-i şerîfin ilk beyti üzerine Molla
Câmî tarzında bir risâle-i mühimmeleri, Buhârî-i şerîfin onbeş cüz’ü üzerine
Arapça bir şerh-i lâtifleri, /112/ İmâm Tirmizî’nin Şemâil-i Seniyye-i
Muhammediyye hakkındaki eserlerinin tercümesi.
Hüsâmeddîn Efendi hazretleri, cidden müşkil-güşâ-yı
ashâb-ı sıdk u vefâ idi. Cenâb-ı Allâh, cümlemizi şafâatlerina mazhar buyursun.
Menâkıb-ı latîfeleri zebân-zed-i erbâb-ı irfândır.
Sütlüce Dergâhı şeyhi merhûm Şeyh Elîf Efendi (cild: I,
sahîfe: 354), Tenşîtu’l-Muhibbîn
nâmıyla Hâce Hüsâmeddîn Efendi merhûmun tercüme-i hâlini tab’ u neşr
eylemiştir. Pek güzel yazılmış bir eserdir. Mütâlâasını tavsiye ederim. Mezkûr
eserden:
حسام الحق والدين
شمس الطريقة
إمام العصر فى معضلات الشريعة
هو الراسخ الجليل
فى كل شعبة
من العلم والعرفان
بالأكملية
هو الشيخ من كل
الوجوه فى وقته
بديع البيان فى
علوم الحقيقة
هو العارف المقصود
لكل قاصد
مجد فى طلب
المعالى الجليلة
هو الحاذق
للمشكلات فى حلها
بقصد القلب
وبالأقوال البديعة
لقد كان بإنفاسه
وهمته
تنال المنى فى
خدمة الحلية
فيرجى الآن من
روحه عند قبره آل
منور كل ما قلنا
فى القصيدة
لمن زاره بحسن
الإعتقاد به
كما كان فى حياته
الدنيوية
أليف الضعيف يستمد من روحه
لكل منهم فى الصبح
والعشية
فقدس الله سره ونفحه
وأكرم بمعنائه
السرمدية[192]
Mu’tedilü’l-kâme, kaviyyü’l-bünye, re’s-i şerîfleri
büyücek, hâfifce humrete mâil buğday renkli ve ak sakallı, sevimli olmakla berâber
mehîb, menkebeyni arası geniş ve kemiklice olup, vücûdunda semen olmadığı hâlde
nahîf ve nârin de değildir.
Tarîkatları Seyyid Muhammed Emîn-i Bursevî hazretlerine
nisbet-dâr olup Nakşıbendî’dir. Hâsseten rûhâniyyet-i kudsiyye-i Hz.
Mevlânâ’dan müstefîddir. Sikke-i şerîfe-i Mevleviyye iktisâ buyurup üzerine siyâdetleriyle
berâber beyâz amâme sararlardı. Bu amâme, meşâyıh-ı Mevleviyye’nin sardıkları
kafesî destâr şeklinde değil, düz dolama idi. Tenşîtu’l-Muhibbîn’de tafsîl vardır.
ŞEYH MUSTAFA VAHYÎ
EFENDİ
(Hüsâmeddin Efendi’nin) halîfeleridir ve veled-i
ma’nevîsidir. 1295/(1878) senesinde Medîne-i Münevvere’de civâr-ı rahmet-medârı
Muhammedî’de âsûde-nişîn olmuşlardır (Kaddesa'llâhu sırrahû).
ed-Dürretü’l-Azîziyye
fi’l-Fevâidi’l-Kaviyye nâmıyla te'lîf eylediği eserde, Hüsâmeddin Efendi merhûmun fezâil-i
şahsiyyesinden bahs eylemiştir.
Tasavvuf ve akâidden Sübhatü’z-Zâkirîn
ve hadîs-i erbain şerhi olarak Hezzü’z-Zâkirîn nam eserleri de makbûl-ı
erbâb-ı irfândır.
HÂCE SELÎM EFENDİ
Dergâha muttasıl kabirleri vardır. Mezâr taşında:
“Lâilâhe illa’llâh Muhammedü’r-Rasûlu’llâh. Hazâ
merkadü Hazret-i Hâce Selîm kuddise sırruh.” yazılıdır.
ŞEYH MUHAMMED
RIZÂEDDÎN EFENDİ
Mustafa Vahyî Efendi’nin mahdûmudur; hâfızdır. 1306
senesi Zi’l-hicce'nin üçüncü (1 Ağustos 1889) Çarşamba günü câm-ı mevti nûş
eylemiştir. Onbir sene meşîhatı vardır.
Mezâr taşından:
“La ilahe illAllâh, Muhammedü’r-Rasûlullâh.
Tarîkat-ı aliyye-i Nakşıbendiyye meşâyıh-ı izâmından
eş-Şeyh el-Hâc Mustafa Vahyî Efendi merhûmun mahdûmu ve bu dergâh-ı şerîfin
post-nişîni eş-Şeyh el-Hâc el-Hâfız Muhammed Rızâeddîn Efendi’nin rûh-ı şerîfi
içün, rızâen li’llâhi’l-Fâtiha. 1306, yevm-i Çarşamba, 3 Zi’l-hicce”
Vâlidesi Fatma Hânım da burada medfûndur. Târîh-i vefatı
3 Ramazân 1293/(22 Eylül 1876)’tür.
/113/ ŞEYH RIFKI
EFENDİ
Ali Behcet Efendi’nin hulefâsındadır. Bahr-i siyâh
sevâhilinde kâin kasabalardan Bartın’a mülhak Kurucaşile köyünde Kandil Ali
oğlu Ali nâm zâtın sulbünden çehre-nümâ-yı âlem-i şuhûd olup, 1228/(1813)
târîhinde Dersaâdet’e bi’l-muvâsale Sultân Ahmed Medresesi’ne girerek tahsîle devâm
etmiş; lisân-ı Fârisî’yi de Şeyh Vahyî Efendi merhûmdan öğrenmiştir. Selîmiye’de
Şeyh Ali Behcet Efendi hazretlerine arz-ı nisbetle, 1233/(1818) târîhinde ahz-ı
yed-i inâbet eylediler ve nâil-i hilâfet oldular.
1248/(1832) târîhinde Unkapanı civârında Ahmed Buhârî
Dergâh-ı şerîfi meşîhatine nâil oldular. Daha evvelce bu dergâhın şeyhi Kıbrıslı
Hasan Efendi’ye dâmâd olmuşlar idi (s. 50)[193]. 1271/(1855) târîhine kadar
yirmiüç sene icrâ-yı meşîhatten sonra irtihâl-i dâr-ı bakâ eylediler. Dergâh-ı
şerîfin cümle kapısı yanındaki makbere-i mahsûsada hâk-i rahmete tevdî’
olundular. Reîsü’l-meşâyıh idi.
Kitâbe-i seng-i mezârı:
Şeyh Rıfkı cân virüp gitdi cihâd-ı ekbere
Hak refîk itsün ferîk-ı cennete zâtın hemân
Ma’rifet-mend-i şüyûh-ı Nakşıbend-i vakt iken
Göçdü (ol) üstâd-ı irşâd u ulûm-ı hâcegân
Ârif-i esrâr-ı mir’ât-ı tarîk olmuş idi
Bende-i Behcet olup ıhlâsile pek çok zamân
Kabrini rahmetle teşrîf eyleyen züvvârını
Haşr ide ahrâr ile mahşerde Rabb-i Müsteân
Öğrenüp Safvet erenlerden
didi târîhini
Eyledi Rıfkî
Efendi tekye-i Adn’i mekân
(ايلدى رفقى افندى
تكيه عدنى مكان) = 1271/(1855)
Fatma Refika, Seniyye ve Münîre isminde üç kerîmesi
vardı. Neccâr-zâde şeyhi Feyzullâh Efendi hafîdleridir.
Eş’ârından:
Arş u Kürsî’den geniş kâşâne kim gönlümdür ol
Taht-gâh-ı kişver-i cânâne kim gönlümdür ol
Merkez-i arz u semâ şekli sanevber sûretâ
Bir mutalsım kenz ana vîrâne kim gönlümdür ol
Mey-perest-i sâki-i bezm-i elestiz zâhidâ
Neş’e-gâh-ı vahdete mey-hâne kim gönlümdür ol
Bezm-i meyde yâr ile zânû-be-zânû cân-fezâ
Bâde-i sâfî içen mestâne kim gönlümdür ol
Âf-tâbım gam yemem gerçi tehî-destim velî
La’l-i nâbınla dolu peymâne kim gönlümdür ol
Kays-veş bâzâr-ı aşk içre eyâ Leylâ-sıfat
/114/ Yoluna cân baş komuş dîvâne kim gönlümdür ol
Rûy-i red görmez gelenler bâr-gâh-ı pîrde
Şimdi andadır güşâ mihmâne kim gönlümdür ol
Artar eksilmez derûn-ı sînede sûz u güdâz
Vâdi-i hayretde âteş-hâne kim gönlümdür ol
Hûş-der-dem eyleyüp Rıfkî diyâr-ı aşkda
Peyrev olmuş Hazret-i îşâna kim gönlümdür ol
Hasbeten li’llâh her dem eyleyen hayr-duâ
Hak kabûl itsün şeh-i devrâne kim gönlümdür ol
ŞEYH İBRÂHÎM-İ
HAYRÂNÎ EFENDİ HAZRETLERİ
Ali Behcet Efendi hazretlerinin ecell-i hulefâsındandır.
İrtihâllerinde yerlerine nâib-i menâb ettikleri zât-ı âlî-kadrdir. Ankara
muzâfâtından Mihalıccık kazâsı muzâfâtından Narlı karyesindendir. Pederlerinin
ismi Muhammed’dir. Karye-i mezkûrede İmâmet ve hitâbet ederlerken, berây-ı
tahsîl İstanbul’a gelip Sultân Ahmed Medresesi’nde tahsîl ile dem-güzâr
oldular. Bu sırada tercüme-i hâl-i âlîlerini bâlâda yazdığım Şeyh Emîn Efendi hazretlerinin
hulefâsından Şeyh Vahyî Efendi hazretlerine intisâb edip, bir gün Hz. Şeyh, “Oğlum
İbrâhîm Efendi! Bizim âlem-i âhirete intikâlimiz (1233/1818) takarrub
eyledi. Henüz sülûkunuz nâ-tamâmdır. Bizden sonra Üsküdar’da Selîmiye Dergâhı’nda
Ali Behcet Efendi’ye mürâcaatla, ondan ikmâli sülûk ediniz.” buyurdular.
İbrâhîm Efendi, mürşidinin intikâlinden sonra emri vechile
hareket eyleyip, huzûr-ı Hz. Behcet’e girdi. “Gel İbrâhîm Efendi” diye
şeref-i iltifâtına nâil oldu. Huzûrlarından ayrılmayarak mazhar-ı kemâl-i
esrâr-ı tarîkat oldular. “Hayrânî” diye mürşidleri telkîb buyurmuşlardır.
İntikâllerine karîb müşârünileyhi istihlâf buyurdular ki, tafsîli bâlâda geçti.
Yirmibir sene Selîmiye Dergâhı’nda vekâleten icrâ-yı
meşîhat eylediler. Hidâyetullâh ve Rızâ Efendiler şeyh-zâdeleridir. Bunlardan
Rızâ Efendi, bi'l-âhare muhtelli’ş-şuûr oldu. Minâreden kendisini attı; vefât
eyledi ki, bunun esbâbı bâlâda yazıldı.
İbrâhîm Efendi, mürşidlerinin hâl-i hayât-ı
sûriyyelerinde huzûrlarında iken bir gün “Oğlum İbrâhîm Efendi! Bir zamân
gelecek, İstanbul’da Tâhir Ağa Tekkesi meşîhati size tevcîh olunacak, istinkâf
eyleme, kabûl et.” diye keşf-i hakîkat /115/ ve îrâd-ı nasîhat
buyurmuşlardı. Fi'l-hakîka 1259/(1843) târîhinde Fâtih’de Âşıkpaşa’da kâin Tâhir
Ağa Dergâhı meşîhati inhilâl edince, 27 Rebîu’l-evvel 1259/(28 Nisan 1843)’da
Şeyhü’l-islâm Mekkî-zâde Mustafa Âsım Efendi merhûmun tensîbiyle İbrâhîm Efendi
buraya şeyh olmuştur ve fakat mürşid-i mükerremlerinin âsitânesinden ayrılır
iken şiddet-i teessür ü tahâssüründen hastalanmış ve Tâhir Ağa Dergâhı’nda altı
ay sonra irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir.
Pîr-daşı Pertev Paşa merhûm Selîmiye Dergâh-ı münîfi
dâhilinde bir kütüp-hâne binâ etmişler ve Şeyh İbrâhîm Efendi’yi 1252/(1836)
senesinde buraya hâfız-ı kütüb ta’yîn eylemişlerdi. Hz. Şeyh ekser evkâtını
kütüb-hânede geçirip, Dervîş Ahmed Dede’ye, bir gün medfenlerini işâret buyurmalarıyla
irtihâllerinde oraya defn olunmuştur ki, mürşidlerinin yakınında ve kütüb-hânenin
ittisâlindedir.
Mezâr taşında şöyle yazılıdır:
“Ecille-i meşâyıh-ı Nakşıbendiyye’den kutbu’l-ârifîn,
merhûm Behcet Efendi hazretlerinin hulefâsından Âsitâne-i aliyyede Tâhir Ağa Hânkâhı’nda
seccâde-nişîn-i meşîhat olan umde-i ashâb-ı irfân ve zübde-i erbâb-ı zühd ü
itkân merhûm ve mağfûrunleh Şeyh İbrâhîm-i Hayrânî Efendi’nin rûhîçün
li’llâhi’l-Fâtiha. Sene 1260/(1844).”
Sinn-i âlîleri alâ-rivâyetin yetmiş yaşını mütecâviz idi.
Muhibbânından bir zâta, “Adam olamadım; şeyhim yevmî yirmibin salavât-ı
şerîfe okurlardı. Biz henüz onikibin kadar okuyabiliyoruz. Fa’tebirû.” (demişlerdir).
Vasiyyetleri üzerine cenâzelerini gasleden, Harem
İskelesi’nde mekteb hocası Kutbeddîn Efendi merhûmdur. Bu zât zü’l-cenâheyn
olup meşâyıh-ı Nakşiyye’den imiş. Na’şlarının Hz. Salâhî’nin dergâhdaki büyük
odasının içinde gasl olunduğunu Şeyh Hacı Behcet Efendi söylediler.
İbrâhîm-i Hayrânî hazretleri kibâr-ı meşâyıhdan bir zât-ı
âlî-kadr olup, kendilerinden hâlât-ı acîbe zuhûr etmiş olduğu ve hayli menâkıbı
menkûldür. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Hz. Salâhî’ye olan irtibât-ı mahsûsam te’sîriyle dergâha
gelip gittikçe buradan güzerân eden eâzıma tabîatıyla muhabbet hâsıl ettiğimden,
neş’e-i ma’neviyye te’sîriyle atîdeki iki gazel cümle-i sânihât-ı
dervîşânemdendir :
Mest ü medhûş-ı visâl biz dahi Hayrânî’yiz
Âşık-ı nûr-ı cemâl biz dahi Hayrânî’yiz
Tâ ezel zevk ile geldik yine zevkân gideriz
Peyrev-i ehl-i kemâl biz dahi Hayrânî’yiz
Aşk-ı Hak bizlere sermâye-i cân olmuşdur
Dâimâ ebkem ü lâl biz dahi Hayrânî’yiz
/116/ Ey gönül uğrar isen gül-şen-i İbrâhîm’e
De ki ey ârif-i hâl biz dahi Hayrânî’yiz
Âlem-i dilde bize behcet-i aşk olmuşsun
Cezbe vü hâle misâl biz dahi Hayrânî’yiz
Bâb-ı ihsânına geldik bizi mehcûr itme
Vâkıf-ı sırr-ı meâl biz dahi Hayrânî’yiz
Nazar it merhamet eyle bu garîb Vassâf'a
Sun bize âb-ı zülâl biz dahi Hayrânî’yiz
*
* *
Ahsen-i takvîme hayrân olmuşuz Hayrâni'yiz
Âşık-ı şeydâ-yı cânân olmuşuz Hayrâni'yiz
İçmişiz peymâne-i aşkı ezel bezminde biz
Gül-şen-i lâhûta hayrân olmuşuz Hayrâni'yiz
Mest ü medhûşuz bütün seyrânımız gül-zâr-ı aşk
Neş’e-yâb-ı bezm-i cânân olmuşuz Hayrâni'yiz
Andelîb-i bâğ-ı hüsn olduk safâ-yı yâr ile
Behcet-i cânâna hayrân olmuşuz Hayrâni'yiz
Ol tecellî-gâh-ı hüsnün âşıkı Vassâf'ıyız
Ahsen-i takvîme hayrân olmuşuz Hayrâni'yiz
ŞEYH MUHAMMED ŞÜKRÜ
VE ŞEYH MUHAMMED FEYZULLÂH EFENDİLER
Şeyh İbrâhîm-i Hayrânî hazretlerinin necl-i necîbleridir.
Pederlerinin irtihâllerinde her ikisi (de) küçük yaşta idiler. Tâhir Ağa
Dergâhı meşîhati münâsafeten 11 Ramazân 1259/(6 Ekim 1843) târîhinde[194] tevcîh olundu. Unkapanı’nda Ahmed Buhârî Dergâhı seccâde-nişîni Şeyh
Muhammed Rıfkî Efendi (Ali Behcet Efendi’nin halîfesi) vekîl ta’yîn olunmuş,
İbrâhîm Efendi hâl-i ihtizârda iken büyük mahdûmu Muhammed Şükrü Efendi’nin de
yakında intikâl edeceğini haber verip, fi'l-hakîka bir müddet sonra Şükrü
Efendi âlem-i bakâya göçmüştür. Medfeni ma’lûm değildir. Tâhir Ağa Dergâhı’nda
mı, yoksa Selîmiye’de mi defn olunduğunu bilen yoktur.
Meşîhat, tamâmen Feyzullâh Efendi’ye teveccüh edip,
pederlerinin irtihâlinde sekiz veyâ dokuz yaşlarında imişler. Târîh-i
velâdetleri 1251/(1855) olmak lâzım geliyor.
Muhammed Rıfkî Efendi’den sonra, Şeyh Ali[195] ve Şeyh Arap Saîd efendiler sıra
ile nezâret etmişlerdir. Pederleri İbrâhîm Efendi, bir gün Hüseyin Efendi nâm
zât ile hem-sohbet iken yanlarına dâhil olan Feyzullâh Efendi için, “Hüseyin
Efendi! Bu kara oğlan senden okuyacaktır.” buyurmalarıyla bu emr ü işârete
ittibâ’ edilmiş idi. “Kara oğlan” buyurmaları, vâlidelerinin zenciye olmasından
ve Feyzullâh /117/ Efendi’nin
esmerce bulunmasından kinâyedir. Bu sırada da dergâh-ı şerîf, müşrif-i harâb
olduğundan bi’z-zarûr Üsküdar’a nakl ile Selîmiye Dergâhı’ndaki kütüb-hâne meşrûta
evinde ikâmet buyurdular.
Hüseyin Efendi’den ulûm-ı resmiyyeyi bi’t-tahsîl l Cemâziye’l-âhir
1284/(30 Eylül 1867) senesinde Selîmiye Câmi'-i şerîfinde icâzet aldılar.
Hüseyin Efendi, Medîne-i Münevvere’ye kadı olunca Feyzullâh Efendi berâberinde
olup, Hicâz’a götürmüştür. İki def'a hacc-ı şerîf îfâ edip ve ziyâret-i
seniyye-i nebeviyyeye mazhar olup, avdetinden kırk gün sonra irtihâl-i dâr-ı bakâ
eylediler.
Müşârünileyhi Selîmiye İmâmı meşhûr Hâce Sabrî Efendi
gasl eylemiştir. Vasiyyetleri üzerine Selîmiye’de pederlerinin yanına defni
mukarrer iken, pederlerinin gâyet derin olan kabirlerinin lahid kapâklarının
üstüne defn olundular.
Kitâbe-i seng-i mezârı:
“Hüve’l-Bâkî
Ecille-i meşâyıh-ı Nakşıbendiyye’den, kutbu’l-ârifîn Ali
Behcet Efendi hazretlerinin hulefâ-yı erşedlerinden, Asitâne-i Aliyye’de Tâhir
Ağa Dergâh-ı şerîfinde seccâde-nişîn-i irşâd olan el-merhûm el-mağfûr İbrâhîm-i
Hayrânî Efendi’nin mahdûmu, dergâh-ı mezkûrun şeyhi iken âzim-i dâr-ı cinân
olan el-merhûm el-mebrûr el-muhtâc ilâ rahmeti Rabbihi’l-Gafûr eş-Şeyh el-Hâc
Muhammed Feyzullâh Efendi’nin ve kâffe-i ehl-i îmânın ervâhı içün Fâtiha.
1286/(1869).”
Şeyh Muhammed Feyzullâh Efendi’nin tarîkaten nisbetleri
işâret-i ma’neviyye ile Eyüp’te, Babahaydar’da Şeyhü'l-islâm Dergâhı
post-nişîni Uşşâkî Ali Efendi merhûmadır ki, bu zât Ali Behcet Efendi hazretlerinin
halîfeleridir.
Şalcı-zâde Hattât Muhammed Reşîd Efendi’den hüsn-i hat
icâzet-nâmesi ahzine muvaffak oldukları cihetle Şifâ-ı Şerîf ve sâire yazmakla iştigâl buyururlar imiş. Hüsn-i hat
muallimlikleri vardır. Gâyet temiz giyinir, gezerlermiş. Meşrebi ve mesleki
ulemâ ve meşâyıh ve zurefâ ve urefâ ile hem-dem olmak idi. Hüsn-i savt sâhibi
olup, mûsikî-şinâs idi. Cûd u sehâ ile mütehallık olup, kalender-meşreb idi.
Dergâh-ı şerîfin tevhîd-hânesi ile ittisâlindeki oda ziyâde harâb olmadığından
Cuma geceleri gelip, icrâ-yı meşîhat ederlermiş. Bir mâni’leri olursa,
tercüme-i hâlleri âtîde yazılacak olan Arap Saîd Efendi vekâlet eylerler imiş. (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
RESİM VAR !!!!!!
/118/ Şeyh İbrâhîm Hayrânî ve
mahdûmları Muhammed Şükrü ve Muhammed Feyzullâh Efendiler hazerâtının
kabirlerinin resmidir. Ortada büyük taş İbrâhîm Hayrânî, yanındaki
müşârünileyhimânındır.
ARAP SAÎD EFENDİ
Behcet Efendi hulefâsından Pertev Paşa merhûmun
kölesidir. Behcet Efendi’ye yetişmiştir. İsti’dâdı büyük idi. Paşanın
tensîbiyle İbrâhîm-i Hayrânî Efendi’ye intisâb etmiştir. Harem İskelesi Mektebi
muallimi Hoca Kutbeddîn Efendi’den hıfz-ı Kur’ân’a bed’ edip, 1259/(1843)’da
şeyhi ile birlikte Tâhir Ağa Tekkesi’ne nakl etmiştir. Bu esnâda Ayasofya İmâm-ı
evveli meşhûr Hacı Abdî Efendi’den hıfz-ı Kur’ân’a muvaffak olup, Fâtih Câmi'-i
şerîfinde tahsîl-i ilm ile ve şeyhine kemâl-i inkiyâd u teslîmiyyet ile rütbe-i
irfâna vâsıl oldu. 1282/(1865) veyâ 1283/(1866) târîhlerinde Âşıkpaşa Mahallesi’nde
Asûde Hâtûn Mektebi’ne muallim ve bir müddet sonra mezkûr mahalleye İmâm olup, câmi'-i
şerîf kurbünde Seyyid Velâyet Dergâhı meşîhatı uhde-i kifâyetlerine tevcîh
edildi.
İbrâhîm-i Hayrânî Efendi-zâde Şeyh Muhammed Feyzullâh
Efendi’nin 1286/(1869) târîhinde irtihâllerinde henüz küçük bulunan ve
tercüme-i hâlleri atîde tezyîn-i sahîfe edilecek olan Şeyh Ali Behcet Efendi’ye
1297/(1880) târîhine kadar onbir sene vekâlette bulunmuştur.
1320 senesi şehr-i Rebîu’l-evvelinin yirmibeşinci (2
Temmuz 1902) Salı günü yüz yaşını mütecâviz olduğu hâlde âlem-i âhirete intikâl
edip, Tâhir Ağa Dergâhı’nda, Hz. Salâhî’nin odasında gasl ve tekvini bi’l-icrâ
Fâtih Câmi'-i şerîfinde namâzı edâ olunarak Seyyid Vilâyet hazretlerinin
türbe-i şerîfelerinde, sokak penceresinin önündeki lahde defn olundular.
Edîb ve kâmil bir insân idi. Zikr-i şerîf ne kadar temâdî
etse, tahammülleri ve pek âşıkâne bir sûrette devâmları menkûldür. Behcet
Efendi pederimizin nakillerine göre, İbrâhîm-i Hayrânî hazretlerinden kemâl-i
zikr ü aşka mazhar olmuştu. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
/119/ ŞEYH el-HÂC ALİ BEHCET EFENDİ
Şeyh İbrâhîm-i Hayrânî Efendi hazretlerinin hafîd-i
mükerremi ve Muhammed Feyzullâh Efendi’nin necl-i necîbidir. Elyevm Tâhir Ağa
Dergâhı’nın seccâde-nişîni olup, zamânımız meşâyıhının güzîdelerindendir.
Üsküdar’da Selîmiye’de Pertev Paşa hâfız-ı kütüblüğü pederinden intikâl etmişti
ki, pederindeki berât-ı târîhiyyeye göre târîh-i ta’yîni 12 Şevvâl 1294/(21
Ekim 1877)’tür. Merhûm Ali Behcet Efendi türbe-dârlığı da, hâfız-ı kütüblüğe meşrût
olmakla onbeş kuruş maâş ve onbeş kuruş rugan-ı zeyt bahâsı vazîfe ile
otuzsekiz sene türbe-dârlık hizmetinde bulunduğu anlaşılmıştır. Ahîren kitâblar
Fatîh’de Millet Kütübhânesi’ne nakl olunmakla burada senelerce bulunarak 3
Safer 1346/1 Ağustos 1927’de sinn-i nizâmîyi doldurmasına mebnî tekaüdü icrâ
olunmuştur. Hayât-ı resmiyyesi bundan ibârettir.
(Ali Behcet Efendi), 1277/(1860) sene-i hicriyyesinde
zînet-sâz-ı âlem-i şuhûd olup, pederlerinin irtihâlinde dokuz yaşında
bulunuyorlardı. Bed’leri Ahmed-i Buhârî Dergâhı’nda Ayasofya baş İmâmı Hacı
Abdi Efendi’dendir. Bidâyeten Üsküdar’da sâkin olduklarından iki sene kadar Selîmiye
İmâmı Hacı Sabrî Efendi merhûmdan okumuştur. Hacı Sabri Efendi, İbrâhîm-i
Hayrânî hazretlerinin eazz-i muhibbânından idi. Behcet Efendi bidâyeten iki
sene kadar Üsküdar’da sâkin oldular. İbtidâî tahsîlini bitirip, Fâtih dersiâmlarından
Urfalı Muhammed Efendi’nin dersine müdâvemetle 1311/(1893)’de ahz-ı icâzeye
muvaffak olmuştur. Bir tarafdan da meşhûr Mevlevî Es’ad Dede hazretlerinin
enîs-i bezm-i sohbeti olup, Mesnevî-i
şerîf ve sâir âsâr-ı ilmiyye tederrüs ettiler.
Pederlerinin irtihâlinde, tercüme-i hâli yazılan Şeyh
Saîd Efendi vekîl ta’yîn olunup onbir sene icrâ-yı vekâlet eylemişti. Vâki’
olan bir işâret-i ma’neviyye üzerine Behcet Efendi, Kâdirî-hâne şeyhi merhûm Şerefeddîn
Efendi’ye arz-ı nisbetle bir müddet hıdmet-i aliyyelerinde bulunup terbiye-i
tarîkat gördüler. Fakat Saîd Efendi merhûm bu hâlden münfail olarak vekâletten fâriğ
olmağla Şerefeddîn Efendi tarafından mazhar-ı hilâfet olup, seccâde-i meşîhata
oturdu ki, yirmiiki-yirmiüç yaşlarına müsâdiftir.
Kendileri buyurdular ki:
“21 Receb 1299/(9 Haziran 1882) târîhinde Şerefeddîn
Efendi merhûm tarafından posta iclâs olundum. Perşembe günü sabâhleyin akdim
icrâ edildi. Öğleden sonra iclâs merâsimi yapıldı. Gece zifâf oldu. Tıbb-ı atîk
mütehâssısı Hoca Tahsîn Efendi merhûmun hemşîre-zâdesi ile izdivâc ettim.”
Şerefeddîn Efendi, hem tarîk-ı Nakşî vü Sünbülî, hem de
tarîk-ı Kâdirî’den me’zûn idi. Tarîk-ı Nakşî silsileleri ber-vech-i atîdir:
Şeyh Seyyid Muhammed Şerefeddîn Efendi, Şeyh Seyyid Abdullâh
eş-Şekûr Efendi, Şeyh Muhammed Tâhir Efendi, Şeyh Hâfız Mustafa Efendi,
Şeyhu’ş-şuyûh Neccâr-zâde Mustafa Rızâeddîn-i Nakşıbendî. (Kaddesa'llâhu
esrârahum)
/120/
Silsile-i Kâdiriyye, birinci cildde yazıldı. Şerefeddîn Efendi, Sünbülî
tarîkını Keşfi Ca’fer Efendi Dergâhı şeyhi Yûnus Hilmî Efendi merhûmdan
almıştı. Zikri ve icâzesi Bursalı, Eşrefiyye’den İbrâhîm Efendi’den, fakat
tekmîl-i sülûku, Şeyh Yûnus Efendi’den olduğu, Kâdirî-hâne’deki tomârda
okunmuştur.
Şeyh Behcet Efendi 1310/(1892) ve 1314/(1896) ve
1324/(1906) senelerinde üç def'a Haremeyn-i muhteremeyni ziyâret şerefine
mazhar olmuştur. Es’ad Dede merhûm ile kavl ü ahd etmişler ki, her ikisi
mürşid-i kâmil taharrîsinden hâlî olmayıp her nerede bulurlarsa yek dîğerini
haber-dâr eylesinler. Es’ad Dede bir te’sîr ile Haremeyn’e müteaddid seyâhatlerde
bulunup, ahîren Mekke-i Mükerreme’den vukû’ bulan da’vet-i şedîdesi üzerine
Behcet Efendi, ol cânib-i âlîye azm ile Mekke-i Mükerreme’de ferîd-i zamân
kutb-ı devrân Şeyh İmdâdûllâh-ı Hindî hazretlerinin şeref-i sohbetine erişip ve
arz-ı nisbet eyleyip bu vesîle-i cemîle ile kemâlât-ı ârifâneleri yükselmiş ve
hâl-i hâzırda hakîkaten mefhâr-ı erbâb-ı tarîk olmuştur.
İmdâdullâh Efendi hazretleri, ricâl-i mümtâze-i
Çeştiyye’den olup, Kâdiriyye ve Nakşıbendî tarîklarının da mültekâsı;
Üveysiyyü’l-meşreb bir zât-ı âlî-kadrdir. Behcet Efendi’yi irşâda me’mûr
buyurmuşlardır.
1309/(1891) senesinde Mekke-i Mükerreme’den İstanbul’u
teşrîf buyuran Hindli ve Senûsiyye’den İbrâhîm er-Reşîd’in halîfesi İsmâîl-i
Nüvvâb hazretlerine dahi arz-ı nisbetle feyz-yâb olmuş ve 18 Muharrem 1309/(25
Ağustos 1891)’da icâzet-nâme almıştır ki, müşârünileyhin hatt-ı destiyle
muharrerdir. Son fıkrasında şöyle yazarlar:
أنا لقنت الأخ الشيخ على بهجت افندى حفظه الله تعالى بها
وأجزته عليها أن يستعملها هو بنفسه ويلقنها من شاء وأوصيه بالحافظة على أورادها
واستعمال المراقبة المشار إليها فى حديث الإحسان أن تعبد الله كأنك تراه بصحبة
العارف بالله سيدى أسعد افندى دده ويصحبه دائما وبتعاون معه ما ذكر. والله ولى
التوفيق.
كتبه بقلمه خادم الفقراء
محمد اسماعيل نواب عفى الله عنه[196]
Bu satırları yazdığım 9 Cemâziye’l-âhir 1342/(18 Ocak
1924) târîhinde kendileri altmışbeş yaşında bulunuyorlar. Kırküç senedir
seccâde-pîrâ-yı reşâdettirler. Gâyet mahviyyet-kâr, âşık, ârif, edîb, halûk,
riyâzet-kâr, sâhib-i kanâat, fukarâ-perver, beşûş, sükûtî, mütetebbi’ ve
mükerrem bir zât-ı kerîmü’s-sıfâttır.
Sefîne-i Evliyâ’ya derc olunmak /121/ üzre tercüme-i hâllerine dâir
ma’lûmât istediğim hâlde, istinkâf ile yazdıkları cevâbî pusulada, “Seg-i
akûrun bustânü’l-ârifîne duhûle ne haddi var? Beklediğim şey hân-ı ni’metlerinden
bir parça bakıyyeden ibârettir. Kapılarında buna intizârdan başka ne kârım
vardır? Türâb-ı akdâmi’l-ârifîn el-hakîr Ali Behcet.” buyurmuşlardı.
Ba’dehû toplayabildiğim bu tercüme-i hâlleri nezd-i âlîlerinde zamân zamân
hem-sohbet oldukça vâkıf olduğum husûsâtla cem’ edebildim. Şiddet-i
mahviyyetleri vardır.
Sünnet-i seniyye-i Muhammediyye’ye şiddetle
mütemessiktir. Âdâb-ı tarîkatla müeddeb, envâr-ı hakîkatle müzehhebdir. Şeyh
Yâsîn Çelebi vâsıtasıyla silsile-i tarîkatla Şeyh-i Ekber efendimize merbûttur.
Silsile-nâmenin sûreti ve Şeyh Yasin hazretlerinin tercüme-i hâlleri de âtîde
yazılacaktır.
Nûr-ı erbâb-ı tarîk Hazret-i Şeyh Behcet’dir
Hazret-i Behcet’i sevmek ne büyük devletdir
Tâhir Ağa Tekyesi’nin hem gülü hem bülbülüdür*
Doğrusu medhe sezâ mürşid-i pür-hikmetdir
Muhlis-i kem-teri Vassâf-ı anı çok sevdi
Bu muhabbet bana hakkâ ki büyük ni’metdir
Muhaddisînden Şeyh Mustafa Şânî Efendi’den Şâzelî
târikından icâze almışlardır.
Mu’tedilü’l-kâme, mütenâsibü’l-endâm, nahîfü’l-vücûd,
esmeru’l-levn, elâ gözlü, âteşîn bakışlı, mu’tedilü’l-lıhye, sükûtiyyül-meşreb
olup, zikr-i şerîfdeki hâli halaka-i dervîşâna şerâre-i elektrikıyye gibi
müessirdir. Dergâh-ı şerîf, zamân-ı âlîlerinde yeniden ihyâ ve inşâ olunup,
harem dâiresi harîk-ı kebîrde yanmış ve yeniden pek dil-nişîn bir sûrette
yapılmış iken Cibâli harîk-ı kebîrinde bu da yanmıştır. Elyevm dergâh
hucurâtında oturmaktadırlar. Her Cuma gecesi erbâb-ı aşk u muhabbet toplanır,
pek rûhânî âlemler olur. Dâimâ sarıkla, fesle gezerler, geceleri arâkıyye üzerine
âbânî sararlar.
Behcet Efendi’nin sünûhâtından:
كار كرد عالم در
كرد مصطفى
حان فزايد در درد
مصطفى[197]
Levh-ı dilde nakş olundu mihr-i yâr
Gayr-i münfekk oldu dilden aşk-ı yâr
Âşıkım aşkım Cemâlu’llâha’dır
Gel yetiş imdâda ey Perverd-gâr
Merhamet it bir nigâh it ey latîf
Neş’e-i aşkından oldum girye-bâr
Dâimâ ser-mestinim ey nûr-ı aşk
Şîve-i ma’şûkan itdi bî-karâr
Hep visâlin zevkidir âh itdiren
Behcet-i vechinden oldum cezbe-dâr
* * *
/122/ Nûr-ı aynım rûh-ı cismim yâ Muhammed Mustafâ
Dâd-res sensin bana ancak Muhammed Mustafâ
Abd-i ahkar kemterin Behcet garîbi şâd kıl
Dâd-res sensin bana ancak Muhammed Mustafâ
* * *
Şeydâ gönül düşeli aşk u şevkine anın
Çâk itdi gönlümü ol tavr-ı Mustafâ
Ol âsitân-ı feyz-âşiyân kulu*
Behcet garîbidir abd-i Şekûr Mustafâ*
* * *
Hakîkî ilticâ-gâh re’fetindir yâ Rasûla’llâh
Yüzü kara garîbim ümmetindir yâ Rasûla'llâh
İki âlemde dûr itme nigâh-ı iltifâtından
Hakîrin kemterin Şeyh Behcet’dir yâ Rasûla’llâh
İmdâdullah Efendi hazretlerinin Mekke-i Mükerreme’de
huzûrlarına kabûl olundukları zamân tâc ve hırkayı ne sûretle ilbâs
buyurduklarını şu sûretle ta’rîf eylemişlerdi :
“Huzûr-ı ârifânelerine kabûl buyurulduğumda arz-ı
bey’at ettim. Telkîn-i zikr buyurdular. Karşılarında oturttular. Beyâz bir cübbe
bir arâkıyye ve yeşil sarık ihzâr olunmuş idi. Arâkıyyeyi mübârek başlarına
koydular. Bir müddet durduktan sonra çıkardılar. Huzûrdaki hulefâsının birine
emrettiler, başıma koydurdular. Sarığı da evvelâ kendi başlarına sardılar,
sonra aynı sûretle başıma, arâkıyyenin üzerine vaz’ eylediler. Cübbeyi
kendileri giydikten sonra çıkarıp, fakîre giydirdiler. Bu sırada dûçâr-ı vecd ü
istiğrâk oldum. Eâzım-ı evliyâu'llâh'dan olduğuna îmânım vardır, dediler.”
İcâzet-nâmelerinin zîrinde, “Muhammed İmdâdullah-ı Fârûkî
el-Çeştî ve li-ahî el-Azîz Ali el-Behcet, evâil-i Zi’l-hicce 1314/(1896)”
muharrerdir.
Refîka-i muhteremeleri Fâtıma Zehra Hânım, cidden
sâlihâttan idi. 1334 senesi Receb-i şerîfinin yirmiyedince (1 Haziran 1916)
gecesi sabâhı âzim-i dâru's-selâm olmuştur. Kırksekiz sene muammer olmuşlardır.
Hz. Salâhî’nin kabirleri ittisâlinde defîn-i hâk-i mağfirettir. Mezâr taşında
mahkûktur:
Harîm-i pâk-i Şeyh Behcet Efendi
Fâtıma Zehrâ Hânım nâm-bülendi*
Anın vâr nisbeti Bint-i Rasûl’e
Kanâat-kâr edîbe Nakşıbendî
Mübârek Leyle-i Mi’râc sabâhı
Visâle irdi atdı kayd u bendi
Fâtıma Muhsine Hânım ismindeki kerîmesi 1340 senesi Zi'l-hicce
ayının sekizinci (3 Ağustos 1922) Salı günü irtihâl-ı dâr-ı naîm eylemiştir. Pek
edîbe, sâbire olup, dergâhın /123/
hizmetine cândan vakf-ı vücûd etmiş bir nâdire-i ismet idi. Zevci, Edhem Bey
isminde bir zâttır. Vâlidesinin kabrine konmuştur:
Duhter-i pâk-i Cenâb-ı Behcet
Fâtıma Muhsine dürr-i meknûn
Cânına irdi sadâ-yı Lebbeyk
Edhem’i aşk ile oldu meşhûn
Cânı kurbân iderek cânâna
Îyd-i vuslat ile oldu memnûn
Dîğer iki kerîmeleri de bu kabirde medfûndur. Biri Hadîce
Nazîme Hânım, 1315 senesi Ramazânının yedisinde (30 Ocak l898); dîğeri Hadîce
Hüsniye Hânım, 1317 senesi Zi’l-hiccesinin altısında (7 Nisan 1900) gül-zâr-ı
cinâna pervâz etmiştir.
Şeyh Behcet Efendi’nin uhdesinde Selîmiye Dergâhı’ndaki
Pertev Paşa Kütübhânesi hâfız-ı kütüblüğü vardır. Pederlerinden müntakaldir. Bu
kütüb-hânenin kitapları ahîren İstanbul’da Fâtih’te Millet Kütübhânesi kitapları
meyânına nakl ve ilhâk olunduğundan Şeyh Behcet Efendi burada bulunuyorlar.
Bir de Nakşıdil Vâlide’nin Fâtih’deki türbesinde Perşembe
ve Pazar günleri hatm-i hâcegân yapılır; vâlide sultânın vakfıdır, Emîr Buhârî
ve Murâd Molla Dergâhları meşîhatına meşrûtadır. Üç dergâh şeyhinden birisi der-uhde
eder. Hâl-i hâzırda Şeyh Behcet Efendi uhdesinde bulunuyor. Dört dervîş, Emir
Buharî, dört dervîş Molla Murâd, dört dervîş Tâhir Ağa Dergâhı’nda bulunmak meşrûttur.
Şeyh Behcet Efendi’nin Muhammed Feyzullâh Bey isminde bir
mahdûmu ve iki kerîme-i muhteremesi daha vardır. (Tavvala’llâhu ömrehum)
Ricâl-i nâdire-i Şa’bâniyye’den münzevî Hacı Kâmil Efendi
hazretlerinin, Şeyh Behcet Efendi’ye fevka'l-âde teveccüh ve muhabbetleri
vardı. Hiç bir dergâha gitmezler iken Tâhir Ağa Dergâhı’na teşrîfleri
mükerreren vâki’ olmuştur. Behcet Efendi’nin mütâlaa ettikleri âsâr-ı aliyyeden
ahz ve iltikât ettikleri mebâhisi muhtevî hâtıra defterleri pek kıymet-dârdır.
Onları mütâlâa edenler, Hz. Şeyh’in ne mertebede mütetebbi’ ve mütezevvik bir
nûr-ı tarîkat olduklarını derhâl teslîm ederler.
Mürşid sıfatıyla ortaya çıkmadan fevka'l-âde tehâşî
buyurduklarından dâhil-i dâire-i intisâbları olanlar azdır. Hele kadınlardan
hiç yoktur.
/123/ Şeyh Yasîn merhûmdan aldıkları icâzet-nâmenin sûretidir:
بسم الله الرحمن الرحيم.
الحمد لله فاتح
أبواب الخير لمن قرع ومانح أنواع البر لمن تذلل لديه وحضع الذى ما قصده قاصد إلا
وبأنواع الهبات والعطايا. رجع ولاسأله سائل إلا وأعطاه أكثر ما يتعلق به الطمع.
فسبحانه من إله أعطى ومنع ووصل وقطع فلا مانع لما أعطى ولا معطى لما منع. أحمده سبحانه
وتعالى وأشكره ولا أحصى ثناء عليه ولكن وفاءً لما شرع وأتوب إليه واستغفره وأساله
النجاة يوم الفزع وأصلى وأسلم على سيدنا ومولانا وشفيعنا ووسيلتنا إلى الله تعالى
أبى القاسم محمد خير من اتبع وأفضل من لأمر الله اتبع وعلى آله وأصحابه وأشياعه
وأتباعه وأصهاره وأنصاره وأحبابه صلاةً وسلاماً دائمين ما عرب نجم وطلع وسجد ساجد
لله وركع اللهم وقفنا لإقتفاء آثارهم والإهتداء بأنوارهم وأمنتنا على محبتهم
واحشرنا فى زمرتهم واجعلنا ممن تاب وأناب وإلى بابك الكريم سعى وهرع وبعد :
فقد سألنى الأخ فى الله والمحب لوجه الله العالم العامل
والمرشد الكامل مربى المريدين ومرشد السالكين وبقية السلف الصالحين ونخبة .... الفالحين المنقطع إلى الله
تعالى عمن سواه والمشتغل بذكره فى سره ونجواه الشيخ على بهجت افندى ابن المرحوم
الشيخ محمد فيض الله افندى بن المرحوم المبرور الشيخ ابراهيم حيرانى افندى
النقشبندى شيخ دركاه طاهر اغا فى محلة عاشق باشا فى مدينة الاسلامبول بلغه
الله من الخيرات مراده ورزقنى وإياه الحسنى وزياده أن أجيره وأذن له بقرائة الكتاب
الفتوحات المكية وسائر الكتب التى تنسب لحضرة شيخنا واستاذنا وقدوتنا إلى
الله تعالى وملاذنا العالم العلامة والخير الفهامة بحر العلم العرفان وشيخ الإنس
والجان إنسان عين العلوم والكاشف لأسرار المشكلات من المنطوق والمفهوم الناطق
بالعلوم الدينية والمغترف من أنوار الذات الشريفة المحمدية خطيب الحضرة القدسية
على منبر الخلافة الأحدية والإمام فى المقامات الأنسية للأهل القرب ذوى المراتب
العلية العارف بالله تعالى والهادى لعباده والمبين لهم طريق هدايته وسبيل رشاده
الجامع بين علمى الظاهر والحائز لأعلى رتب الشرف والمفاخر شيخ الطريقة ومعدن
الحقيقة الشيخ الأكبر والكبريت الأحمر صاحب السر الأنسى والفتح الشريف القدسى
سيدنا ومولانا الشيخ محمد محى الدين بن الشيخ على الغربى الخاتمى الطائى المكى
الدمشقى الأندلسى قدس الله أسراره العلية ونفخنا بنفخاته القدسية ونفعنا بعلومه
ومصنفاته وأسكننا وإياه ووالدينا ومشايخنا فشيح جناته فاستخرت الله تعالى فيما عزمت
عليه فوضت أمورى كلها إليه وأحببت لذلك وإن كنت لست أهلاً لما هنالك طالباً للثواب
من الملك الوهاب راجياً من المجاز الشيخ على بهجت افندى أن لا ينسانى من صالح
الدعوات فى أوقات الدروس والصلوات والذكر وسائر العبادات متوسلاً إليه سبحانه
وتعالى بحرمة نبيه ومصطفاه أن يوفقنى وإياه والمسلمين لما يحبه ويرضاه أنه أكرم
الأكرمين وأرحم الراحمين.
وأنا عبد الفقير لمولاه الغنى محمد يس نافع بن المرحوم
السيد شيخ عمر افندى ابن المرحوم السيد الشيخ أحمد افندى بن السيد الشيخ أحمد
افندى بن السيد الشيخ بركات افندى المرتينى نسبةً لقريته اسمها مرتين تابعاً لقضاء
إدلب داخل ولايت حلب المحمية صانها الله تعالى وحماها بجميع بلاد المسلمين من كل
آفية وبلية إننى قد أجزت وأذنت للشيخ على بهجت افندى المذكور ضاعف الله لى وله
الأجور بقرائة ورواية كتاب الفتوحات المكية وبقرائة ورواية جميع ما ينسب
لحضرة شيخنا وأستاذنا الشيخ محى الدين العربى قدس الله سره من التصانيف والنثر
والنظم والأحزاب والأوراد والأدعية وسائر التأليف كما أذن لى وإجازنى بذلك شيخى
وأستاذى وقدوتى إلى الله وملاذى عمدة العلماء والمدرسين ونخية الفضلاء والمحققين
أخى وشفيقى السيد الشيخ أحمد افندى عليه رحمة المعيد المبدى كما أذن له.
وأجازه بذلك علامة العصر وفريد الدهر العالم العامل بحر
العلوم والأحكام حلال المشكلات الأنام والده السيد الشيخ عمر افندى قدس الله روحه.
كما أذن له وأجازه بذلك العالم العلامة والبحر الفحامة
السيد الشيخ أحمد افندى المرتينى رحمه الله تعالى ورضى الله عنه.
كما أذن له وأجازه بذلك شيخه الأكرم وأستاذه المحترم السيد
الشيخ أبو بكر افندى بن السيد محمد الطاهر الكامل الشهير عليه رحمة الرحيم القدير.
كما أذن له وأجازه بذلك قطب العارفين شيخه وشيخ مشايخ زمانه
السيد الشيخ عبد القادر افندى بن السيد الشيخ إسماعيل الكيالى الرفاعى قدس الله
سره والشيخ عبد القادر المذكور أخذ وأجيز من مشيخة عديدة من أهل الأزهر الأنور من
جملتهم الشيخ محمد الحفناوى.
وهو أخذ وأجيز من شيخه شيخ العصر وفريد الدهر شيخ العلماء
والمحدثين وكوكب الفضلاء والمحققين الشيخ عبد الله بن سالم البصرى قدس الله سره
والشيخ عبد الله المذكور يروى كتاب الفتوحات المكية مع سائر تصانيف حضرت
شيخنا وأستاذنا الشيخ محى الدين العربى قدس سره عن أحمد بن خليل عن النجم محمد بن أحمد
البدر المشهدى عن محمد ابن فضيل الحلبى عن عبد الوهاب يوسف السلاَر عن أبى العباس
أحمد بن أبى طالب الصالح عن الحافظ محى الدين بن النجار عن مؤلفها حضرت الشيخ
الأكبر والكبريت الأحمر شيخنا ومولانا ومرشدنا إلى الله ومقتدانى محى الدين بن
العربى رضى الله عنه وعن اتباعه وعن الآخذين عنه وحشرنا وإياهم ووالدينا
ومشايخنا والمسلمين تحت لواء سيد الأنبياء والمرسلين صلى الله عليه وعلى آله
وأصحابه والتابعين ومن تبعهم بإحسان إلى يوم الدين.
وإن الشيخ عبد الله المذكور لإزالة سحائب الرحمة تهمى عليه
يروى أيضا تصانيف حضرت سيدنا الإمام شيخ مشايخ الإسلام الشيخ محى الدين بن الشيخ
على العربى الحاتمى الطائى الأندلسى ثم المكى الدمشقى نفعنا الله به وبعلومه
الدينية وأفاض علينا من نفحات أسراره القدسية فيرويها الشيخ عبد الله البصرى
المذكور عليه رحمة الغفور عن الشيخ أحمد القشاشى بالسند المسلسل بالسادة الصوفية أمدنا
الله بإمداد نفحات أنفاسهم القدسية ويرويها أيضا عن الإمام زين الدين الطبرى عن
والده الإمام عبد القادر بن يحيى الطبرى عن جده يحيى بن مكرم الطبرى عن الحافظ عبد
العزيز ابن الحافظ عمر بن فهد المكى عن والده النجم عمر بن فهد المكى عن الجمال
محمد بن إبراهيم المرشدى المكى عن الشيخ أبى محمد عبد الله بن محمد بن سلمان المكى
عن الإمام أبى أحمد رضى الدين ابن إبراهيم بن محمد بن إبراهيم الطبرى المكى عن
مؤلفها قطب العارفين غوث الواصلين سيدنا ومولانا وشيخنا وقدوتنا ومرشدنا الشيخ
محمد محى الدين بن الشيخ على العربى قدس الله روحه الطاهر ونفعنا به وبعلومه فى
الدنيا والآخرة وحشرنا وإياه ووالدينا وإخواننا المسلمين تحت لواء سيد الأنبياء
والمرسلين وأذنت للشيخ على بهجت افندى المشار إليه أفاض الله نعمه على وعليه إن
يأذن ويجيز بقرائة سائر كتب وتصانيف حضرت الشيخ الأكبر محى الدين لمن يراه أهلاً
لذلك من المستحقين وأسأل الله تعالى إن يرزقنا جميعنا التوفيق والهداية إلى أقوم
طريق وإن يمنَ علينا بحسن الختام وإن يحشرنا تحت لواء سيد الأنام صلى الله عليه
وعلى آله وأصحابه والتابعين ومن تبعهم بإحسان إلى يوم الدين والحمد لله رب
العالمين.
جرى ذلك وحرر فى اليوم الثانى عشر من شهر جمادى الأولى فى
سنة إحدى وعشرين وثلاث مائة وألف فى مدينة القسطنطنية لازالت أبد الدهر.
حرر العبد الفقير لمولاه الغنى محمد يس نافع بن السيد الشيخ
عمر افندى المرتينى غفر الله له ورحم سلفه وجميع المسلمين.[198]
Şâzelî
icâzet-nâmesi :
بسم الله الرحمن الرحيم.
الحمد لله الذى أنار منار الطريقة لأحبائه المتقين وأفاض
عليهم من سحاب الفضل واليقين وأظهر على أيديهم كل سر كمين والصلات والسلام على
سيدنا محمد منبع القرب والتمكين وعلى آله وأصحابه وأتباعه إلى يوم الدين.
أما بعد : فإنى أجزت الكامل الأنور والعالم الأشهر والأمجد
السيد على بهجت فى سلسلة الطريقة الشاذلية لكونه حائزاً لكل خلة مرضية والطريقة
العروسية والطريقة المحمدية والطريقة الشابية.
أما الطريقة الشاذليية : فإنى تلقيتها على أستاذى ااشيخ عبد
الرحمن العليش وهو على والده محمد عليش وهو على شيخه محمد الأمير الكبير وهو على
شيخه أحمد الجوهرى الخالدى وهو على شيخه عبد الله القصرى الكنكسى وهو على مولاى
الرضى وأخيه مولاى المكى كما أجازهما بها والدهما سيدى محمد الشريف كما أجازه بها
والده سيدى عبد الله الشريف كما أجازه بها سيدى على بن أحمد الأبخرى كما أجازه بها
سيدى عيسى المصباح كما أجازه بها سيدى محمد الطالب كما أجازه بها سيدى عبد الله
الغزوانى كما أجازه بها القطب سيدى عبد العزيز التباع كما أجازه بها القطب سيدى محمد بن سليمان
الجزولى صاحب دلائل الخيرات كما أجازه بها سيدى محمد أمقار كما أجازه بها
أبو عثمان سيدى سعيد الهنتائى كما أجازه بها سيد عبد الرحمن الرجراجى كما أجازه
بها أبو الفضل الهندى كما أجازه بها القطب
سيد أحمد العينوسى البدوى كما أجازه بها سيد إمام العراقى كما أجازه بها أبو أحمد
و أبو عبدالله أحمد المغربى كما أجازه بها إمام على أبو خسن الشاذلى كما أجازه بها
الغوث سيدى عبد السلام بن مشيش كما أجازه بها سيدى عبد الرحمن المدنى الزياد كما
أجازه بها سيدى عبد الله التناثرى كما أجازه بها سيدى أبو بكر الشبلى كما أجازه
بها أبو الفاطمة الجنيد كما أجازه بها السر
السقطى كما أجازه بها القطب السيد المعروف الكرخى كما أجازه بها سيد الداود الطائى
كما أجازه بها سيدى حبيب العجمى كما أجازه
بها سيد التابعين السيد حسن البصرى كما أجازه بها سبط رسول رب العالمين سيدنا
الحسن رضى الله عنه كما أجازه بها والده الإمام الأعظم سيدنا على ابن أبى طالب رضى الله عنه كما أجازه
بها إمام الأنبياء والمرسلين سيدنا وسندنا محمد بن عبد الله الكرام الطاهرين
الطيبين صلوات الله وسلامه عليهم أجمعين وعلى جميع الأنبياء والمرسلين فى كل وقت
وحين. والحمد لله رب العالمينن.
فإنى أجزت المذكور وأنا مصطفى بن عثمان شنبى الغربى
الطرابلسى.
__
وأما الطريقة العروسية الشاذلية المشيشية فعن السيد كريم
الطرابلسى الأزليتنى ابن السيد منصور بن السيدعبد الرحمن بن السيد سعيد بن السيد عمر بن السيد منصور بن السيد أحمد ابن السيد
عثمان ابن السيد على ابن السيد عبد الله ابن السيد خليق ابن السيد محيى ابن الشيخ
الأشهر بسيدى عبد السلام الأسمر الشيخ الطريقة العروسية ابن السيد سليمان بن سيد
سالم بن السيد خليق بن السيد نبيل بن سيد عمران بن سيد أحمد بن سيد عبد الله بن سيد
إدريس الأصغر بن السيد إدريس الأكبر بن السيد المثنى بن السيد حسن السبط بن على بن
أبى طالب كرم الله وجهه.
__
وأما الطريقة الشابية للشيخ الربانى سيدى المسعود بن محمد
لقب بندار بن عبد اللطيف بن أبى الكرم بن أحمد المخلوق بن على بن محمد بن مساعد بن
سليمان بن مروان بن عبد الغنى بن حسان بن أحيد بن حميد بن ليث بن عبد الله بن عبد
الرحمان بن عبد العزيز بن مساهل بن أهينس بن قانن بن أوراد بن هزيل بن عبد الرحمان
بن عبد الله بن مسعود صاحب رسول الله صلى الله عليه وسلم.
/124/ HÂFIZ TAHSÎN
BEY
Şeyh Behcet Efendi’nin Hâfız Tahsîn Bey isminde bir
halîfesi vardır. Meşâyih-i Uşşâkiyye’den Hacı Mustafa Efendi’ye de tarîk-ı Nakşî’den
bir icâzet-nâme vermişlerdir.
Tahsîn Bey, 1268 senesi Cemâziye’l-evvelinin onbeşinci (9
Mart 1852) Çarşamba günü Trabzon’da Kaleiçi Mahallesi’nde doğmuştur. Pederi
Şemseddîn Ahmed Efendi, Kuşadalı İbrâhîm Efendi halîfesi Hammâmî Tevfîk
Efendi’nin dervîşlerindendir. Hammâmî merhûma Tahsîn Bey dahi yetişmiş, hüsn-i
nazarlarına ulaşmıştır. Tahsîn Bey, dört yaşında iken İstanbul’a gelmiş, Cibali
Mektebi’nde okumuş, dokuz yaşında hâfız olmuştu. 1286/(1869)’da Hünkâr İmâmı
Râşid Efendi merhûmdan ilm-i kırâati tekmîl ile, Hammâmî halîfesi Şeyh Mustafa
Enverî Efendi’ye intisâb etmiştir. İrtihâlinde onun halîfesi Yakûb Hân’dan
tecdîd-i bey’at edip, onun da intikâlinde Hacı Kâmil Efendi’nin taht-ı terbiyesinde
kalmıştır.
Kâmil Efendi’nin rıhletinde Şeyh Behcet Efendi’yi enîs-i
cân ittihâz edip, ondan tecdîd-i inâbet etmiştir. 1341 senesi leyle-i Regâibinde
(Şubat 1923) tâc-ı hilâfeti ser-i mübâhâtına koydu.
Dâire-i askeriyyeye mensûb idi. Hâssa levâzım
müdîriyyetine kadar irtikâ ile tekâüd olmuştur.
Haftada bir hatm eder; âbid, zâhid, âşık ve mücâhid bir
zâttır. Kurrâ hâfızlarının zamânen en kıdemlisidir. Üç aylarda sâim olur ve
nevâfile tamâmıyla riâyet eder bir pîr-i fânîdir.
Şeyh Behcet Efendi hazretleri Hırka-i Şerîf'de Atik Ali
Paşa Câmi'-i şerîfi ittisâlindeki Uşşâkî Dergâhı şeyhi Hacı Mustafa Efendi’ye
dahi tarîk-ı feyz-refîk-i Nakşî'den icâze vermişlerdir.
Sütlüce Dergâhı şeyhi Elîf Efendi, meclis-i meşâyih riyâsetinde
iken münhal olan Selîmiye Dergâhı meşîhatını müşârünileyhe Şeyh Behcet
Efendi’ye teklîf eylemişler ise de, seksen senedir ecdâdıyla maan hıdmet-i aliyyelerinde
bulundukları Hz. Salâhî’ye olan irtibât-ı şedîdleri te’siriyle teklîf-i vâkıa
mümâşât eylemediklerini ve esâsen kendisinin Selîmiye’deki eâzıma karşı pek
âciz bir mevkî’de olup, oradaki meşîhatın kolay bir şey olmadığını hikâyeten bu
âcize beyân buyurmuşlardır.
Hazret-i Behcet’i pek çok severim ez dil ü cân
Çünki elyevm odur rehber-i kûy-ı cânân
“Halîfe-i
Habîbi’r-Rahmân, câmiü’l-Kur’ân Osmân İbn Affân (radıya'llâh anh) efendimiz
hazretlerinin kırâat-i Kur’ân-ı azîmü’ş-şâna sûret-i devâm u ihtİmâmlarını
Küçük Ayasofya Medresesi’nde hücre-nişîn-i inzivâ, mahbûb-ı Habîb-i Hudâ,
mürşid-i âgâh u penâhım el-Hâc Kâmil Efendi hazretlerinin meclis-i
rûhâniyyet-enîsi ve huzûr-ı kudsiyyet-feyzinde bulunduğum bir gün dest-i
âlîlerinde mütâlâa buyurmakta oldukları Kûtü’l-Kulûb
nâm kitâb-ı müstetâbdan bu abd-i müznib ü günâh-kâra tahrîc ü beyân
buyurmuş ve ihsân ale’l-ihsân olarak tezyîlinde yazdırmış bulunduklarından,
işbu işâret-i aliyye-i mürşidânelerine ittibâan ferdâsı gününden i’tibâren
vech-i meşru’ üzre kırâat-ı Kur’ân-ı azîmü’ş-şâna müstaînen bi-tevfîkıhî teâlâ
besmele-keş-i mübâşeret oldum. Lehu’l-hamd ve’l-minne. el-Hâletü hâzihî devâm-ı
tilâvete ikdâm etmekde isem de, Cenâb-ı Hak hüsn-i hâtime nasîb ve ihsân
buyursun, aczim hitâma resîde olur ve şâyed bed’ etmiş bulunduğum hatm-i şerîf
ikmâl edilememiş bulunursa, hem itmâmını ve hem de bu abd-i ez’af u ahkarda
vesîle-i hayr-duâ olmasını bâis ve bâdî olmuş olur mülâhazasıyla iş bu
muhtırayı her günkü dersimin işâreti olmak üzere yazdım ve zîrine de sûret-i
tertîbi ilâve eyledim. Bundan sonra, işbu Kelâm-ı Kadîm, ihvân-ı dînimden kangı
mü’min, muvahhid karındaşımın eline geçer ise, bulunduğu mahalde hatmim kalmış
olduğu bilinip itmâm-ı hatm-i âcizânemle bu abd-i müznibin dahi rûhunu yâd ve
şu sûretle muhtâc bulunduğum rahmet ü mağfiret-i elzemiyyeye nâiliyyetim ile,
ibâdu’llâhın dil-şâd buyrulmalarını istircâen işbu Kelâm-ı Kadîm, sıgar-ı
sinnimde pederim merhûmun vermiş olduğu Kelâmu’llâh olup, sekiz yaşımda iken
hıfzına bed’ ü mübâreşet edip, 1279/(1862) târîhinde ve onbir yaşımda Zeyrek
Câmi'-i şerîfi İmâm-ı evveli Tokâdî Hâfız Ahmed Efendi (nevvera’llâhu
merkadehû) hazretlerinden ikmâl-i hıfz-ı Kur’ân ve onaltı yaşımda, ya'nî
1285/(1868) târîhinde hâlen İmâm-ı evvel-i Abdülhamîd Hân-ı sânî, Semâhatlü
Hâfız Muhammed Râşid Efendi hazretlerinden Seb’ ve Aşere vü Takrîb’den
hatemât-ı kâmileye muvaffakiyyetle ahz-ı icâzet, müyesser olmuştur. Esnâ-yı
hıfzımda tâ-be-sabâh ale’l-ekser geceler çalışmakta idim. Ba'zan pek güçlükle
zihnime yerleştirebildiğim sahâifte ki, kırâat olundukça görülecektir, silinmiş
yerler, sabâvet gözyaşımın damlasından mütevellid bulunduğundan, şu hâtıra-i
latîfe-i suûdânemin vefâtıma kadar görülüp, mütelezziz olmaklığım için hâli
üzerine ibkâ etmişimdir.
es-Selâmu aleykum ve rahmetu’llâhi ve berekâtuhû ve
mağfiretuhû.”
İbtidâ-yı devâm: Gurre-i Recebü’l-ferd 1314/(6 Aralık
1896)
Hâssa Levâzım Dâiresi Üçüncü Şu'besi Müdürü es-Seyyid
Hâfız Muhammed Tahsîn b. es-Seyyid Ahmed Şemseddîn et-Trabzônî. (Gafera’llâhu
lehumâ ve vâlideyh)
Cuma: Fâtiha-i şerîfeden Sûre-i En’âm’a kadar.
Cumartesi: En’âm’dan Sûre-i Yûnus’a kadar.
Pazar: Yûnus’dan Sûre-i Tâhâ’ya kadar.
Pazartesi: Tâhâ’dan Sûre-i Ankebût’a kadar.
Salı: Ankebût’tan Sûre-i Zümer’e kadar.
Çarşamba: Zümer’den Sûre-i Vâkıa’ya kadar.
Perşembe: Vâkıa’dan ilâ âhiri’l-Kur’ân.
/125/ ŞEYH HÂFIZ
İMDÂDULLÂH-I HİNDÎ
Şeyh Behcet Efendi’nin tercüme-i hâli sırasında ism-i
şerîflerinin zikriyle tezyîn-i sutûr-ı iftihâr kılınan bu zât-ı muhterem
hakkında elde ettiğim ma’lûmât ber-vech-i atîdir :
İmdâdullâh Efendi, âşinâ-yı bahr-ı tetkîk, dânâ-yı
rumûz-ı tahkîk, “âyetün min âyâti’llâh” diye tavsîf edilir bir rehber-i hakîkattır.
Pederi Hâfız Muhammed Emîn’dir. Mezheben Hânefî, vatanen Tehânevî-i Hindî,
sâkinen Mekkî’dir. Sinn-i şerîfleri yüzü mütecâviz iken Mekke-i Mükerreme’de irtihâl-i
dâr-ı naîm eylemiştir. Mekke-i Mükerreme’de mücâveretleri altmış seneyi
mütecâvizdir. Bidâyeten Hind’de iktisâb-ı ilm ü fazîlet ve Seyyidünâ Şâh
Muhammed Nûr’dan ahz-ı tarîkat etmiştir ki, bu zâtın irtihâli Şevvâl 1259/(Kasım
1843) târîhine müsâdifdir.
Mürîdânı üçyüzbinden ziyâde olup, bir kaç halîfe
yetiştirmişlerdir. 12 Cemâziye’l-âhir 1317/(18 Ekim 1899) Çarşamba günü
gül-zâr-ı bakâya intikâl eylemişler ve Mekke-i Mükerreme’de defîn-i hâk-i
gufrân olmuşlardır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Âsâr-ı aliyyeleri:
- İrşâdu’l-Mürşid.
- Onun tafsîlini câmi’ Ziyâi’l-Kulûb.
- Mesnevî-i Şerîf Şerhi. Farsça, altı cild. Bu
şerh tertîb sırasıyla değildir. Ebyât-ı müşkile üzerine yazılmıştır. Mahmûd Ali
nâmında biri İhtitâm-ı Mesnevî
nâmıyla VI. cilde bir hâtime yazmıştır, manzûmdur. Mesnevî tarzındadır.
1316/(1898)’da basılmıştır.
- Risâle-i Vahdet-i Vücûd.
Cümlesi Delhi’de basılmıştır. Lehü’l-hâmd her birini
görmek nasîb olmuştur.
Şemâil-i Aliyyeleri
Esmerü’l-levn, orta boylu, beyâz sarıklı, zaîfü’l-bünye,
beyâz sakallıydı. Fevka'l-âde mahviyyet-perver, nezâket-i kâmile sâhibi, edîb,
halûk, irfân-ı Muhammedî’ye bi-hakkın mâlik bir mürşid-i kâmil idi.
Hâlen “bir kemik bir deri” denilecek derecede zaîf olup
odasının mefrûşâtı toprak zemîn üzerine fürş olunmuş bir hasır, bir posttan ibâret
imiş. Kendileri ale’l-ekser dizlerini dik tutar, başını dizlerinin üstüne kor,
hâl-i murâkabede bulunurlar imiş.
Altmış sene Mekke-i Mükerreme’de bulundukları hâlde nûr
vücûdlarını görebilenlerin mikdârı pek az imiş. Hâlbuki Hind’den gelenler
ziyâretlerinde bulunur, enfâs-ı kudsiyyelerinden istifâde vü istifâza ederler
imiş. Cenâb-ı Hak cümlemizi mazhar-ı şefâati buyursun.
Nezâket-i beyâniyyesine misâl olarak Vahdet-i Vücûd Risâlesi’nden bir nebze bahs edeceğim:
Bunun aslı Fârisî lisânı üzre yazılmış, tercümesini
zamânımız urefâ-yı muharrirîninden Ahmed Avni Bey ifâ eylemiştir.
“Fakîr-i hakîr İmdâdullâh-ı Fârûkî Çeştî-i Sâbirî (afa’llâhu anh) :
Hamd u salavât-ı vâfiyâttan ve dervîşlerin mükrim-i muazzamı ve hakâyık-âgâhlıkta
ve gınâ-yı maârifde onların /126/
pîşvâsı bulunan Mevlevî Abdülazîz sâhib-i Çeştî-i Sâbirî (zâde’llâhu teâlâ
mecdehû) hazretlerinin huzûr-ı şerîflerine takdîm-i selâm-ı meveddet-âsâ
ettikten sonra müberhen ü mekşûf olsun ki, cevâb-ı âlîleri mazmûn-ı acîbi ve
işârât-ı garîbesi ile vâsıl olup hem-meşreblik ve hem-tarîklık lihâzasıyla
senâ-kârlarını memnûn buyurdu. Vahdet-i vücûd mes’elesiyle ona müteallik
husûsât hakkında isti’lâm vâki’ olup cevâbının talebinde ısrâr olunmuştur. “Evlâdım,
fakîrde bu liyâkat nerede? Fakîr kendisini nasıl hakâyık-şinâs olan zümre-i
ârifînden addedip böyle emr-i azîme mütesaddî olsun.” (buyurmuş), lâkin
zât-ı âlîleri kemâl-ı cûşiş ü gûşiş ile cevâb taleb buyurup haberler
göndermişlerdir. Çâresiz emre imtisâlen kalem-i rutab u yâbisden fehme vâsıl
olan her ne ki, hak ise onu nakş eyledi. Fakîr tercümânlıktan başka bir şey
yapmadım. Va’llâhü’l-muvaffık.”
Hz. Şeyh’in neseb-i şerîfleri otuzüçüncü bâtında Hz. Ömer
(radıya'llâhu anh) efendimize müntehîdir.
Tarîkaten Kâdiriyye, Nakşiyye, Kübreviyye, Çeştiyye;
meşreben Üveysiyye’dendir. Gerek neseb-i şerîflerini, gerek turuk-ı
aliyyelerinin silsile-nâmelerini Dehli’de gâyet nefis bir sûrette tertîb ve
tab’ ettirmişlerdir ki, bir nüshasını Şeyh Ali Behcet Efendi, fakîre ihsân
buyurmuşlardır. Bu silsile-nâmenin tedkîkinden de anladım ki, Hindliler, Hz.
Şeyh’e çok hürmet etmişlerdir.
İctihâdları tarîk-ı Çeştî’den vâki’ olmuştur. Hz. Şâh-ı
Nakşıbend efendimize irtibâtları ber-vech-i atîdir :
Seyyidinâ Hâce Bahâeddîn Şâh-ı Nakşıbend, Hâce Alâeddîn-i
Attâr, Hâce Ya’kûb, Hâce Ubeydullâh-ı Ahrâr, Hâce Zâhid, Hâce Dervîş, Hâce
Muhammed, Hâce Bakî Bi’llâh, Hâce İmâm Rabbânî Şeyh Ahmed, Hâce Ahmed-i Nebûrî,
Hâce Abdullâh, Hâce Abdurrahîm, Hâce Veliyyullâh, Hâce Abdülazîz, Hâce Ahmed,
Hâce Nûr Muhammed, Hz. Şeyh Muhammed İmdâdullâh. (Kaddesa'llâhu esrârahum)
ŞEYH İMDÂDULLÂH-I MEKKÎ’NİN
TARİKAT SİLSİLELERİ[199]
NESEBUNÂ ÂBÂÎ MİNHU FÂRÛKÎ Hz. MEVLÂNÂ ŞEYH İMDÂDULLÂH-I SÂHİB :
Hâfız
İmdâdullâh (dâme feyzuhû ve rahmetu’llâhi aleyh) b. Hâfız Şeyh
Muhammed Emîn b. Hâfız Şeyh Bedhâ b. Hâfız Şeyh Balâkî b. Hâfız Şeyh Abdullâh
b. Şeyh Muhammed b. Şeyh Abdülkerîm b. Şeyh Abdurrahîm b. Şeyh Serâceddîn b.
Kâdî Şehden b. Kâdî Muhammed Mûsâ b. Kâdî Muhammed Nasrullâh Hân b. Kâdî
Muhammed Ya’kûb Hân b. Şeyh Nizâmeddîn b. Şeyh Şehâbeddîn-i Ma’rûf bihî
Ferahşâh-ı Kâbulî b. Muhammed Şâh b. Nasîrüddîn Şâh b. Mahmûd Şâh b. Süleymân
Şâh b. Mes’ûd Şâh b. Şâh Abdullâh-ı Vâiz-i Asğar b. Şâh Abdullâh-ı Vâiz b. Şâh
Ebu’l-Feth b. Şâh Muhammed İshâk b. Sultân Mahmûd b. Sultân İbrâhîm b. Edhem-i
Kalender b. Süleymân b. Mansûr b. Nâsıruddîn b. Hz. Abdullâh (radıya’llâhu
anh) b. Emîru’l-mü’minîn seyyidünâ Ömer el-Fârûk.
A.
ŞECERE-İ
SIDDÎKIYYE:
1.
Câmiu
İlmi’l-Evvelîn ve Âhirîn Seyyidünâ ve Mevlânâ Muhammed Rasûlullâh (s.a.s.),
2.
Emîru’l-mü’minîn
Seyyidünâ Ebûbekir es-Sıddîk,
3.
Seyyidünâ
Selmân-ı Fârisî,
4.
Seyyidünâ
Kâsım b. Muhammed Ebûbekir es-Sıddîk,
5.
Seyyidünâ
İmam Ca’fer-i Sâdık,
6.
Seyyidünâ
Bâyezid-i Bestâmî,
7.
Seyyidünâ
Hâce Ebû Yûsuf-ı Hemedânî,
8.
Seyyidünâ
Hâce Abdulhâlık-ı Gucdüvânî,
9.
Seyyidünâ
Hâce Muhammed Ârif,
10.
Seyyidünâ
Hâce Mahmûd Ebu’l-Hayr Fağnevî,
11.
Seyyidünâ
Hâce-i Azîzân Ali Râmitenî,
12.
Seyyidünâ
Hâce Muhammed Baba Semmâsî,
13.
Seyyidünâ
Emîr Gülâl,
14.
Seyyidünâ
Hâce Bahâeddin Nakşbend,
15.
Seyyidünâ
Hâce Alâeddîn-i Atâr,
16.
Seyyidünâ
Mevlânâ Ya’kûb-ı Çerhî,
17.
Seyyidünâ
Hâce Abdullâh-ı Ahrâr,
18.
Seyyidünâ
Şâh Abdülhâlık,
19.
Seyyidünâ
Şâh Ecmel-i Bahrâyicî,
20.
Seyyidünâ
Seyyid Bedhen-i Behrâyicî,
21.
Seyyidünâ
Derviş b. Muhammed Kâsım,
22.
Seyyidünâ
Kutb-ı âlem Abdulkuddûs,
23.
Seyyidünâ Celâleddîn
Tehânîserî,
24.
Seyyidünâ Nizâmeddîn-i
Belhî,
25.
Seyyidünâ
Şâh Ebû Sa’d Kenkûhî,
26.
Seyyidünâ
Şâh Muhibbullâh ed-Debbârî,
27.
Seyyidünâ
Şâh Muhammed Feyyâz Emrûhî,
28.
Seyyidünâ
Şâh Muhammed Hâmid Emrûhî,
29.
Seyyidünâ
Şâh Adudiddîn,
30.
Seyyidünâ
Şâh Abdülhâdî,
31.
Seyyidünâ
Şâh Abdülbârî,
32.
Seyyidünâ
Şâh Abdurrahîm,
33.
Seyyidünâ
Şâh Nur Muhammed Cihâncihânevî,
34.
Seyyidünâ
Şeyh İmdâdullâh-ı Mekkî.
B.
KÂDİRİYYE-Yİ
HÜSEYNİYYE:
1.
Câmiu ilmi’l-evvelîn
ü âhirîn Seyyidünâ ve Mevlânâ Muhammed Rasûlullâh (s.a.s.),
2.
Seyyidünâ
İmam Hüseyin (r.a),
3.
Seyyidünâ
İmam Zeynelâbidîn,
4.
Seyyidünâ
İmam Muhammed Bâkır,
5.
Seyyidünâ
İmam Ca’fer-i Sâdık,
6.
Seyyidünâ
İmam Mûsâ Kâzım,
7.
Seyyidünâ
İmam Ali b. Mûsâ,
8.
Seyyidünâ
Dâvûd-ı Tâî,
9.
Seyyidünâ
Ma’rûf-ı Kerhî,
10.
Seyyidünâ
Seriyy-i Sakatî,
11.
Seyyidünâ
Cüneyd-i Bağdâdî,
12.
Seyyidünâ
Ebûbekr-i Şiblî,
13.
Seyyidünâ
Şeyh Abdullâh Vâhid,
14.
Seyyidünâ
Şeyh Ebu’l-Ferec,
15.
Seyyidünâ
Ali Henkârî,
16.
Seyyidünâ
Şeyh Ebu’l-Hasan,
17.
Seyyidünâ
Şeyh Ebû Saîd,
18.
Seyyidünâ
Gavs-ı a’zam Şeyh Abdulkâdir-i Geylânî,
19.
Seyyidünâ
Şeyh Şemseddîn,
20.
Seyyidünâ
Şeyh Şemseddîn Ali,
21.
Seyyidünâ
Şeyh Kutbeddîn Ebû Îyd,
22.
Seyyidünâ
Şeyh Ebu’l-Mekârim Fâzıl,
23.
Seyyidünâ
Şeyh Ubeyd b. Ebu’l-Kâsım,
24.
Seyyidünâ
Şeyh Ubeyd b. İsâ,
25.
Seyyidünâ
Seyyid Celâleddîn-i Buhârî,
26.
Seyyidünâ
Seyyid Ecmel-i Behrâyicî,
27.
Seyyidünâ
Seyyid Bedhen-i Behrâyici,
28.
Seyyidünâ
Derviş b. Muhammed Kâsım,
29.
Seyyidünâ
Kutb-ı âlem Abdukuddûs,
30.
Seyyidünâ Celâleddîn-i
Tehânîserî,
31.
Seyyidünâ Nizâmeddîn-i
Belhî,
32.
Seyyidünâ
Şeyh Ebû Ma’rûf,
33.
Seyyidünâ
Şeyh Muhibbullâh ed-Debbârî,
34.
Seyyidünâ
Muhammed,
35.
Seyyidünâ
Şâh Muhammed Hâmid,
36.
Seyyidünâ Adudiddîn,
37.
Seyyidünâ Abdülhâdî,
38.
Seyyidünâ Abdülbârî,
39.
Seyyidünâ
Abdurrahîm,
40.
Seyyidünâ
Şâh Nûrî Muhammed,
41.
Seyyidünâ
Şeyh İmdâdullâh-ı Mekkî.
C.
ŞECERE-İ
ÜVEYSİYYE:
1.
Câmiu ilmi’l-evvelîn
ü âhirîn Seyyidünâ ve Mevlânâ Muhammed Rasûlullâh (s.a.s.),
2.
Seyyidünâ
İmam Ali (r.a.),
3.
Seyyidünâ
Mûsa b. Zeyd Üveys-i Karanî,
4.
Seyyidünâ
Sultan İbrâhîm b. Edhem-i Belhî,
5.
Seyyidünâ
Hâce Huzeyfe Merageşî,
6.
Seyyidünâ
Hâce Ebû Hübeyre Basrî,
7.
Seyyidünâ
Hâce Mimşâd-ı Dîneverî,
8.
Seyyidünâ
Hâce Ebû İshâk-ı Şâmî,
9.
Seyyidünâ
Hâce Ebû Ahmed Abdâl-ı Çeştî,
10.
Seyyidünâ
Hâce Ebû Muhammed-i Çeştî,
11.
Seyyidünâ
Hâce Ebû Yûsuf-ı Çeştî,
12.
Seyyidünâ
Hâce Mevdûd-ı Çeştî,
13.
Seyyidünâ
Hâce Hacı Şerîf-i Zindânî,
14.
Seyyidünâ
Hâce Osman Hârûnî-i Mekkî,
15.
Seyyidünâ
Hâce Muînuddîn-i Çeştî,
16.
Seyyidünâ
Hâce Kutbeddîn Bahtiyâr-ı Kâkî,
17.
Seyyidünâ
Hâce Ferîdüddîn b. Şükür Gencer,
18.
Seyyidünâ
Şâh Alâeddîn Ahmed Sâbir,
19.
Seyyidünâ
Şâh Şemseddîn Pânîpetî,
20.
Seyyidünâ
Şâh Celâleddîn-i Pânîpetî,
21.
Seyyidünâ
Ahmed Abdulhakk-ı Rodolvî,
22.
Seyyidünâ
Şâh Ârif b. Ahmed-ı Rodolvî,
23.
Seyyidünâ
Şâh Muhammed b. Ârif-i Rodolvî,
24.
Seyyidünâ
Şâh Abdulkuddûs-ı Kenkûhî,
25.
Seyyidünâ
Şâh Celâleddîn-i Tehânîserî,
26.
Seyyidünâ
Şâh Nizâmeddîn-i Belhî,
27.
Seyyidünâ
Şeyh Ebû Saîd-i Kenkûhî,
28.
Seyyidünâ
Şâh Muhibbullâh ed-Debbârî,
29.
Seyyidünâ
Şâh Muhammed Feyyâz-ı İmrûhî,
30.
Seyyidünâ
Şâh Muhammed Hâmid Mekkî-i İmrûhî,
31.
Seyyidünâ
Şâh Adudiddîn-i İmrûhî,
32.
Seyyidünâ
Şâh Abdülhâdî-i İmrûhî,
33.
Seyyidünâ
Şâh Abdülbârî-i İmrûhî,
34.
Seyyidünâ
Şâh Abdurrahîm Şehîd-i Velâyetî,
35.
Seyyidünâ
Şâh Nûr Muhammed Cihencihânevî
36.
Seyyidünâ
ve Mevlânâ Şeyh İmdâdullâh-ı Mekkî.
D.
ŞECERE-İ
MEDÂRİYYE:
1.
Câmiu ilmi’l-evvelîn
ü âhirîn Seyyidünâ ve Mevlânâ Muhammed Rasûlullâh (s.a.s.),
2.
Seyyidünâ
İmam Ali (r.a.),
3.
Seyyidünâ Abdullâh-ı
Alem-berdâr (?),
4.
Seyyidünâ
ve Mevlânâ Şeyh Muhammed-i Şâmî,
5.
Seyyidünâ Aynuddîn-i
Şâmî,
6.
Seyyidünâ
Tayfûr-ı Şâmî,
7.
Seyyidünâ
Şeyh Bedreddîn Bedîuzzamân Şah Bedâr,
8.
Seyyidünâ
Şeyh Ecmel-i Bedrâyicî,
9.
Seyyidünâ
Kutb-ı Âlem Abdulkuddûs-ı Kenkûhî,
10.
Seyyidünâ Celâleddîn
b. Tehânîserî,
11.
Seyyidünâ Nizâmeddîn-i
Belhî,
12.
Seyyidünâ
Şeyh Ebû Saîd-i Kenkûhî,
13.
Seyyidünâ
Şâh Muhibbullâh ed-Debbârî,
14.
Seyyidünâ
Muhammed Feyyâz-i İmrûhî
15.
Seyyidünâ
Şâh Muhammed Hâmid Mekkî-i İmrûhî,
16.
Seyyidünâ
Şâh Adudiddîn-i İmrûhî,
17.
Seyyidünâ
Şâh Abdülhâdî -i İmrûhî,
18.
Seyyidünâ
Şâh Abdülbârî-i İmrûhî,
19.
Seyyidünâ
Şâh Abdurrahîm Şehîd-i Velâyetî,
20.
Seyyidünâ
Şâh Nur Muhammed Cihencihânevî,
Seyyidünâ Şeyh İmdâdullâh-ı Mekkî
E.
ŞECERE-İ
CÜNEYDİYYE:
1.
Câmiu ilmi’l-evvelîn
ü âhirîn Seyyidünâ ve Mevlânâ Muhammed Rasûlullâh (s.a.s.),
2.
Seyyidünâ
İmam Ali (r.a.),
3.
İmâmu’l-Ârifîn
Seyyidünâ ve Mevlânâ Hasan-ı Basrî (rht.a.),
4.
Seyyidünâ
İmâmu’t-Tâyife Ebu’l-Kâsım Cüneyd-i Bağdâdî (rht. aleyhim),
5.
Seyyidünâ
ve Mevlânâ Habîb-i Acemî ,
6.
Seyyidünâ
Dâvûd-ı Tâî,
7.
Seyyidünâ
Ma’rûf-ı Kerhî,
8.
Seyyidünâ
Seriyy-i Sakatî,
F.
ŞECERE-İ
CÜNEYDİYYE-İ SÜHREVERDİYYE-İ KUDDÛSİYYE:
1.
Seyyidünâ Mimşâd
Uluvv-ı Dîneverî,
2.
Seyyidünâ
Şeyh Ahmed Esved-i Dîneverî,
3.
Seyyidünâ
Şeyh Ebû Muhammed b. Abdullâh,
4.
Seyyidünâ
Şeyh Vecîhüddîn Abdulkâhir,
5.
Seyyidünâ
Şeyh Ziyâeddîn Ebu’n-Necîb,
6.
Seyyidünâ
Şeyh Şihâbeddîn İmâmu’l-A’zam,
7.
Seyyidünâ
Şeyh Bahâeddîn Zekeriyyâ,
8.
Seyyidünâ
Şeyh Celâleddîn,
9.
Seyyidünâ
Şeyh Rükneddîn Ebu’l-Feth,
10.
Seyyidünâ
Şeyh Celâleddîn-i Buhârî,
11.
Seyyidünâ
Seyyid Ecmel-i Behrâyicî,
12.
Seyyidünâ
Kutb-ı Âlem Abdulkuddûs,
13.
Seyyidünâ
Şâh Celâleddîn,
14.
Seyyidünâ
Şâh Nizâmeddîn,
15.
Seyyidünâ
Şeyh Ebû Saîd-i Kenkûhî,
16.
Seyyidünâ
Şâh Muhibbullâh ed-Debbârî,
17.
Seyyidünâ
Şâh Muhammed Feyyâz-ı İmrûhî,
18.
Seyyidünâ
Şâh Muhammed Hâmid Mekkî-i İmrûhî,
19.
Seyyidünâ
Şâh Adudiddîn-i İmrûhî,
20.
Seyyidünâ
Şâh Abdülhâdî -i İmrûhî,
21.
Seyyidünâ
Şâh Abdülbârî-i İmrûhî,
22.
Seyyidünâ
Şâh Abdurrahîm Şehîd-i Velâyetî,
23.
Seyyidünâ
Şâh Nur Muhammed Cihencihânevî,
24. Seyyidünâ Şeyh İmdâdullâh-ı Mekkî
G.
ŞECERE-İ
CÜNEYDİYYE-İ NAKŞIBENDİYYE-İ KUDDÛSİYYE:
1.
Seyyidünâ
Ebû Muhammed-i Cerîrî,
2.
Seyyidünâ
Muhammed b. Abdullâh-ı Taberî,
3.
Seyyidünâ
Ebû Iyâz Ahmed b. Muhammed,
4.
Seyyidünâ
Ebû’l-Hasan-ı Harakânî,
5.
Seyyidünâ
Ebû Alliyy-i Fâremdî,
6.
Seyyidünâ
Hâce Yûsuf-ı Hemedânî,
7.
Seyyidünâ Hâce Abdülhâlık-ı Gücdüvânî,
8.
Seyyidünâ
Hâce Muhammed Ârif,
9.
Seyyidünâ
Hâce Mahmûd Ebu’l-Hayr,
10.
Seyyidünâ
Hâce-i Azîzân,
11.
Seyyidünâ
Hâce Muhammed Baba Semmâsî,
12.
Seyyidünâ
Seyyid Emîr Gülâl,
13.
Seyyidünâ
Hâce Bahâeddîn,
14.
Seyyidünâ
Hâce Alâeddîn-i Attâr,
15.
Seyyidünâ
Hâce Mevlânâ Ya’kûb-ı Çerhî,
16.
Seyyidünâ
Hâce Abdullâh-ı Ahrâr,
17.
Seyyidünâ
Hâce Abdülhak,
18.
Seyyidünâ
Seyyid Ecmel-i Behrâyicî,
19.
Seyyidünâ
Seyyid Bedhen-i Behrâyicî,
20.
Seyyidünâ
Dervîş b. Muhammed Kâsım,
21.
Seyyidünâ Kutb-ı
âlem Abdülkuddûs,
22.
Seyyidünâ
Şâh Celâleddîn-i Tehânîserî,
23.
Seyyidünâ
Şâh Nizâmeddîn
24.
Seyyidünâ
Şeyh Ebî Saîd,
25.
Seyyidünâ
Şâh Muhibbullâh ed-Debbârî,
26.
Seyyidünâ
Şâh Muhammed Feyyâz-ı İmrûhî,
27.
Seyyidünâ
Şâh Muhammed Hâmid Mekkî-i İmrûhî,
28.
Seyyidünâ
Şâh Adudiddîn-i İmrûhî,
29.
Seyyidünâ
Şâh Abdülhâdî,
30.
Seyyidünâ
Şâh Abdülbârî,
31.
Seyyidünâ
Şâh Abdurrahîm Şehîd-i Velâyetî,
32.
Seyyidünâ
Şâh Nûr Muhammed Cihencihânevî,
33.
Seyyidünâ
ve Mevlânâ Şeyh İmdâdullâh-ı Mekkî.
H.
ŞECERE-İ
KÂDİRİYYE-İ KAMÎSİYYE :
1.
Seyyidünâ
Ebû Bekr-i Şiblî,
2.
Seyyidünâ
Şeyh Abdülvâhid b. Abdülazîz,
3.
Seyyidünâ
Ebu’l-Ferec-i Tartûsî
4.
Seyyidünâ
Aliyy-i Henkârî,
5.
Seyyidünâ
ebûl-Hasan-ı Karsî,
6.
Seyyidünâ
Ebû Saîd-i Manzeemî,
7.
Seyyidünâ
Gavs-ı A’zam Abdülkâdir-i Cîlânî,
8.
Seyyidünâ
Abdürrezzâk,
9.
Seyyidünâ
Seyyid Zeyneddîn,
10.
Seyyidünâ
Seyyid Yahyâ Zâhid,
11.
Seyyidünâ
Seyyid Mûsâ,
12.
Seyyidünâ
Seyyid Abdülvehhâb,
13.
Seyyidünâ
Seyyid Abdülkâdir-i Ra’sî,
14.
Seyyidünâ
Seyyid Ahmed-i Kudsî,
15.
Seyyidünâ
Seyyid Mevlânâ Mağribî,
16.
Seyyidünâ
Seyyid Abdülhakk-i Mağribî,
17.
Seyyidünâ
Seyyid İlyâs-ı Mahribî,
18.
Seyyidünâ
Seyyid Feyzü’l-A’zam,
19.
Seyyidünâ
Seyyid Şâh Muhammed,
20.
Seyyidünâ
Seyyid Muhammed-i Gavs,
21.
Seyyidünâ
Seyyid Abdülhay,
22.
Seyyidünâ
Seyyid Abdürrezzâk,
23.
Seyyidünâ
Seyyid Rahm Ali Şâh,
24.
Seyyidünâ
Seyyid Hacı Abdürrahîm-i Velâyetî,
25.
Seyyidünâ
Şâh Nûr Muhammed-i Cihencihânevî,
26.
Seyyidünâ
ve Mevlânâ Şeyh İmdâdullâh-ı Mekkî.
İ.
ŞECERE-İ
KÂDİRİYYE-İ KUDDÛSİYYE :
1.
Seyyidünâ
Şeyh Seyfeddîn,
2.
Seyyidünâ
Şeyh Bedreddîn,
3.
Seyyidünâ
Muhammed Alâüeddîn Ali Ahmed-i Bâbür,
4.
Seyyidünâ
Şemseddîn-i Pânîpetî,
5.
Seyyidünâ
Şâh Ahmed Abdulhak-ı Rodolvî,
6.
Seyyidünâ
Şâh Ârif b. Ahmed-i Rodolvî,
7.
Seyyidünâ
Şâh Muhammed b. Ârif-i Rodolvî,
8.
Seyyidünâ
Şâh Abdulkuddûs-i Kenkûhî,
9.
Seyyidünâ
Şâh Celâleddîn-i Tehânîserî,
10.
Seyyidünâ
Şâh Nizâmeddîn-i Belhî,
11.
Seyyidünâ
Şeyh Ebû Saîd-i Kenkûhî,
12.
Seyyidünâ
Şâh Muhibbullâh ed-Debbârî,
13.
Seyyidünâ
Şâh Muhammed Feyyâz-ı İmrûhî,
14.
Seyyidünâ
Şâh Muhammed Hâmid Mekkî-i İmrûhî,
15.
Seyyidünâ
Şâh Adudüddîn-i İmrûhî,
16.
Seyyidünâ
Şâh Abdülhâdî-i İmrûhî,
17.
Seyyidünâ
Şâh Abdülbârî-i İmrûhî,
18.
Seyyidünâ
Şâh Abdurrahîm Şehîd-i Velâyetî,
19.
Seyyidünâ
Şâh Nûr Muhammed Cihencihânevî
20.
Seyyidünâ
ve Mevlânâ Şeyh İmdâdullâh-ı Mekkî.
J. ŞECERE-İ KÂDİRİYYE-İ REZZÂKİYYE-İ KUDDÛSİYYE :
1. Seyyidinâ Seyyid Ebû Sâlih,
2. Seyyidinâ Şeyh Ebu’n-Nasr,
3. Seyyidinâ Muhammed Hasan,
4. Seyyidinâ Abdülkâdir,
5. Seyyidinâ Şeyh Ahmed Çelebî,
6. Seyyidinâ Şâh Mûsâ,
7. Seyyidinâ İbrâhîm-i Hasenî,
8. Seyyidünâ Şâh Abdulkuddûs-i
Kenkûhî,
9. Seyyidünâ Şâh Celâleddîn-i
Tehânîserî,
10. Seyyidünâ Şâh Nizâmeddîn-i
Belhî,
11. Seyyidünâ Şeyh Ebû Saîd-i
Kenkûhî,
12. Seyyidünâ Şâh Muhibbullâh
ed-Debbârî,
13. Seyyidünâ Şâh Muhammed
Feyyâz-ı İmrûhî,
14. Seyyidünâ Şâh Muhammed Hâmid
Mekkî-i İmrûhî,
15. Seyyidünâ Şâh Adudüddîn-i
İmrûhî,
16. Seyyidünâ Şâh Abdülhâdî-i
İmrûhî,
17. Seyyidünâ Şâh Abdülbârî-i İmrûhî,
18. Seyyidünâ Şâh Abdurrahîm Şehîd-i Velâyetî,
19. Seyyidünâ Şâh Nûr
Muhammed Cihencihânevî
20. Seyyidünâ ve Mevlânâ Şeyh
İmdâdullâh-ı Tehânevî-i Mekkî.
K.
ŞECERE-İ KÂDİRİYYE-İ ALİYYE-İ KUDDÛSİYYE :
1. Seyyidünâ Şeyh Şemseddîn Ali
Haddâd,
2. Seyyidünâ Şeyh Şemseddîn Ali
Eflah,
3. Seyyidinâ Şeyh Kutbeddîn
Ebu’l-Gays,
4. Seyyidünâ Seyyid
Ebu’l-Mekârim Fâzıl,
5. Seyyidünâ Şeyh Ubeyd b. Îsâ,
6. Seyyidünâ Seyyid Celâleddîn-i
Buhârî,
7.
Seyyidünâ
Seyyid Ecmel-i Behrâyicî,
8.
Seyyidünâ
Seyyid Bedhen-i Behrâyicî,
9.
Seyyidünâ
Dervîş b. Muhammed Kâsım,
10.
Seyyidünâ
Kutb-ı âlem Abdülkuddûs-i Kenkûhî,
11.
Seyyidünâ
Şâh Celâleddîn-i Tehânîserî,
12.
Seyyidünâ
Şâh Nizâmeddîn-I Belhî,
13.
Seyyidünâ
Şeyh Ebû Saîd-i Kenkûhî,
14.
Seyyidünâ
Şâh Muhibbullâh ed-Debbârî,
15.
Seyyidünâ
Şâh Muhammed Feyyâz-ı İmrûhî,
16.
Seyyidünâ
Şâh Muhammed Hâmid Mekkî-i İmrûhî,
17.
Seyyidünâ
Şâh Adudiddîn-i İmrûhî,
18.
Seyyidünâ
Şâh Abdülhâdî-i İmrûhî,
19.
Seyyidünâ
Şâh Abdülbârî-i İmrûhî,
20.
Seyyidünâ
Şâh Abdurrahîm Şehîd-i Velâyetî,
21.
Seyyidünâ
Şâh Nûr Muhammed Cihencihânevî,
22. Seyyidünâ ve Mevlânâ Şeyh İmdâdullâh-ı
Mekkî.
M. ŞECERE-İ ÇEŞTİYYE-İ NİZÂMİYYE-İ NASÎRİYYE:
1.
Seyyidünâ
Nizâmeddîn Sultânü’l-Evliyâ,
2. Seyyidünâ Şeyh Sadreddîn Tabîb-i Delhâ,
3. Seyyidünâ Seyyid Muhammed-i Geysûdrâz,
4. Seyyidünâ Seyyid Sadreddîn-i
Ûdhî,
5. Seyyidünâ Şeyh miyân b.
Hakîm,
6. Seyyidünâ Dervîş b. Muhammed
Kâsım,
7. Seyyidünâ Kutb-ı âlem
Abdülkuddûs,
8. Seyyidünâ Celâddîn-i Tehânîserî,
9. Seyyidünâ Nizâmeddîn-i Belhî,
10. Seyyidünâ Ebû Saîd-i Kenkûhî,
11. Seyyidünâ Şâh Muhibbullâh
ed-Debbârî,
12. Seyyidünâ Şâh Muhammed Feyyâz-ı İmrûhî,
13. Seyyidünâ Şâh Muhammed Hâmid
Mekkî-i İmrûhî,
14. Seyyidünâ Şâh Adudiddîn-i
İmrûhî,
15. Seyyidünâ Şâh Abdülhâdî-i
İmrûhî,
16. Seyyidünâ Şâh Abdülbârî-i İmrûhî,
17. Seyyidünâ Şâh Abdurrahîm
Şehîd-i Velâyetî,
18. Seyyidünâ Şâh Nûr Muhammed
Cihencihânevî,
19. Seyyidünâ ve Mevlânâ Şeyh
İmdâdullâh-ı Mekkî.
M. ŞECERE-İ ÇEŞTİYYE-İ NİZÂMİYYE-İ NASÎRİYYE:
1.
Seyyidünâ
Nizâmeddîn Sultânü’l-Evliyâ,
2. Seyyidünâ Hâce Nasîrüddîn Çerâğ-ı Dehlî,
3. Seyyidünâ Mahdûm-ı Cihân
Muhammed,
4. Seyyidünâ Seyyid Celâddîn-i
Buhârî,
5.
Seyyidünâ
Seyyid Ecmel-i Behrâyicî,
6.
Seyyidünâ
Seyyid Bedhen-i Behrâyicî,
7.
Seyyidünâ
Dervîş b. Muhammed Kâsım,
8.
Seyyidünâ
Kutb-ı âlem Abdülkuddûs-i Kenkûhî,
9.
Seyyidünâ
Şâh Celâleddîn-i Tehânîserî,
10.
Seyyidünâ
Şâh Nizâmeddîn-i Belhî,
11.
Seyyidünâ
Şeyh Ebû Saîd-i Kenkûhî,
12.
Seyyidünâ
Şâh Muhibbullâh ed-Debbârî,
13.
Seyyidünâ
Şâh Muhammed Feyyâz-ı İmrûhî,
14.
Seyyidünâ
Şâh Muhammed Hâmid Mekkî-i İmrûhî,
15.
Seyyidünâ
Şâh Adudiddîn-i İmrûhî,
16.
Seyyidünâ
Şâh Abdülhâdî-i İmrûhî,
17.
Seyyidünâ
Şâh Abdülbârî-i İmrûhî,
18.
Seyyidünâ
Şâh Abdurrahîm Şehîd-i Velâyetî,
19.
Seyyidünâ
Şâh Nûr Muhammed Cihencihânevî,
20.
Seyyidünâ
ve Mevlânâ Şeyh İmdâdullâh-ı Mekkî.
N. ŞECERE-İ
ÇEŞTİYYE-İ NİZÂMİYYE-İ TABÎBİYYE:
1.
Seyyidünâ
Şeyh Felahullâh,
2.
Seyyidünâ
Şeyh Sa’dullâh,
3.
Seyyidünâ
Dervîş b. Seyyid Muhammed b. Kâsım
4.
Seyyidünâ
Dervîş b. Muhammed Kâsım,
5.
Seyyidünâ
Kutb-ı âlem Abdülkuddûs-i Kenkûhî,
6.
Seyyidünâ
Şâh Celâleddîn-i Tehânîserî,
7.
Seyyidünâ
Şâh Nizâmeddîn-i Belhî,
8.
Seyyidünâ
Şeyh Ebû Saîd-i Kenkûhî,
9.
Seyyidünâ
Şâh Muhibbullâh ed-Debbârî,
10.
Seyyidünâ
Şâh Muhammed Feyyâz-ı İmrûhî,
11.
Seyyidünâ
Şâh Muhammed Hâmid Mekkî-i İmrûhî,
12.
Seyyidünâ
Şâh Adudiddîn-i İmrûhî,
13.
Seyyidünâ
Şâh Abdülhâdî-i İmrûhî,
14.
Seyyidünâ
Şâh Abdülbârî-i İmrûhî,
15.
Seyyidünâ
Şâh Abdurrahîm Şehîd-i Velâyetî,
16.
Seyyidünâ
Şâh Nûr Muhammed Cihencihânevî,
17.
Seyyidünâ
ve Mevlânâ Şeyh İmdâdullâh-ı Mekkî.
O. NAKŞIBENDİYYE-İ MÜCEDDİDİYYE :
1. Câmiu ilmi’l-evvelîn ü âhirîn
Seyyidünâ ve Mevlânâ Muhammed Rasûlullâh (s.a.s.),
2. Emîru’l-mü’minîn Seyyidünâ
Ali (r.a.),
3. Seyyidünâ İmâm Hasan (r.a.),
4. Seyyidünâ İmam Ca’fer-i Sâdık,
5. Seyyidünâ Mâsâ Kâzım,
6. Seyyidünâ İmâm Ali Rızâ,
7. Seyyidünâ Ma’rûf-ı Kerhî,
8. Seyyidünâ Seriyy-i Sakatî,
9. Seyyidünâ Cüneyd-i Bağdâdî,
10. Seyyidünâ Ebûbekr-i Şiblî,
11. Seyyidünâ Ebu’l-Kâsım Nasîrâbâdî,
12. Seyyidünâ Ebû Ali Dekkâk,
13. Seyyidünâ Ebu’l-Kâsım-ı
Kuşeyrî,
14. Seyyidünâ Ebû Alliyy-i
Fâremedî,
15. Seyyidünâ Hâce Yûsuf-ı
Hemedânî,
16. Seyyidünâ Hâce Abdülhâlık-ı Gücdüvânî,
17. Seyyidünâ Hâce Muhammed Ârif,
18. Seyyidünâ Hâce Mahmûd
Ebu’l-Hayr,
19. Seyyidünâ Hâce-i Azîzân
Allyy-i Râmitenî,
20. Seyyidünâ Hâce Muhammed Baba Semmâsî,
21. Seyyidünâ Seyyid Emîr Gülâl,
22. Seyyidünâ Hâce Bahâeddîn-i
Nakşıbendî,
23. Seyyidünâ Hâce Alâeddîn-i
Attâr,
24. Seyyidünâ Hâce Mevlânâ
Ya’kûb-ı Çerhî,
25. Seyyidünâ Hâce Abdullâh-ı
Ahrâr,
26. Seyyidünâ Hâce Mevlânâ Zâhid,
27. Seyyidünâ Mevlânâ Dervîş,
28. Seyyidünâ Hâce Muhammed,
29. Seyyidünâ Hâce Bâkî Billâh,
30. Seyyidünâ İmâm Rabbânî
Mevlânâ Şeyh Ahmed,
31. Seyyidünâ Seyyid Âdem-i
Nebûrî,
32. Seyyidünâ Seyyid Abdullâh,
33. Seyyidünâ Şâh Abdürrahîm,
34. Seyyidünâ Şâh Veliyyullâh,
35. Seyyidünâ Şâh Abdülazîz,
36. Seyyidünâ Seyyid Ahmed,
37. Seyyidünâ Şâh Nûr Muhammed,
38. Seyyidünâ ve Mevlânâ Şeyh
İmdâdullâh-ı Mekkî.
Ö. ÇEŞTİYYE-İ
KUDDÛSİYYE-İ HASENİYYE :
1.
Câmiu ilmi’l-evvelîn ü âhirîn Seyyidünâ ve Mevlânâ Muhammed Rasûlullâh
(s.a.s.),
2.
Emîru’l-mü’minîn Seyyidünâ Ali (r.a.),
3.
Seyyidünâ İmâm Hasan (r.a.),
4.
Seyyidünâ İmâm Zeynelâbidîn,
5.
Seyyidünâ İmâm Muhammed Bâkır,
6.
Seyyidünâ Sultân İbrâhîm b. Edhem,
7.
Seyyidünâ Hâce Huzeyfe-i Mar’aşî,
8.
Seyyidünâ Hâce Ebû Cübeyre-i Basrî,
9.
Seyyidinâ Hâce Mimşâd,
10. Seyyidünâ Hâce Ebû İshâk-ı
Şâmî,
11. Seyyidünâ Hâce Ebû Ahmed Abdâl-ı
Çeştî,
12. Seyyidünâ Hâce Ebû Muhammed-i
Çeştî,
13. Seyyidünâ Ebû Yûsuf-ı Çeştî,
14. Seyyidünâ Hâce Mevdûd-ı
Çeştî,
15. Seyyidünâ Hacı Şerîf-i Rindî,
16. Seyyidünâ Hâce Osmân-ı
Hârûnî,
17. Seyyidünâ Hâce Muînüddîn,
18. Seyyidünâ Hâce Kutbeddîn-i
Bahtıyârî,
19. Seyyidünâ Şeyh Ferîdüddîn-i
Sükkergencî,
20. Seyyidünâ Mahdûm Alâeddîn,
21. Seyyidünâ Şemseddîn-i
Pânipetî,
22. Seyyidünâ Şâh Ahmed
Abdülhakk-ı Rodolvî,
23. Seyyidünâ Şâh Ârif b. Ahmed,
21. Seyyidünâ Şâh Muhammed b.
Ârif-i Rodolvî,
22. Seyyidünâ Şâh Abdulkuddûs-i
Kenkûhî,
23. Seyyidünâ Şâh Celâleddîn-i
Tehânîserî,
24. Seyyidünâ Şâh Nizâmeddîn-i
Belhî,
25. Seyyidünâ Şeyh Ebû Saîd-i
Kenkûhî,
26. Seyyidünâ Şâh Muhibbullâh
ed-Debbârî,
27. Seyyidünâ Şâh Muhammed
Feyyâz-ı İmrûhî,
28. Seyyidünâ Şâh Muhammed Hâmid
Mekkî-i İmrûhî,
29. Seyyidünâ Şâh Adudiddîn-i
İmrûhî,
30. Seyyidünâ Şâh Abdülhâdî-i
İmrûhî,
31. Seyyidünâ Şâh Abdülbârî-i İmrûhî,
32. Seyyidünâ Şâh Abdurrahîm Şehîd-i Velâyetî,
33.
Seyyidünâ
Şâh Nûr Muhammed Cihencihânevî
24. Seyyidünâ ve Mevlânâ Şeyh İmdâdullâh-ı Mekkî.
P. KÂDİRİYYE-İ KUDDÛSİYYE :
1. Câmiu ilmi’l-evvelîn ü âhirîn
Seyyidünâ ve Mevlânâ Muhammed Rasûlullâh (s.a.s.),
2. Emîru’l-mü’minîn Seyyidünâ
Ali (r.a.),
3.
Seyyidünâ İmâm Hasan (r.a.),
4.
Seyyidünâ Seyyid Abdullâh Muhlis,
5.
Seyyidünâ Seyyid Mûsâ Elhûn,
6.
Seyyidünâ Seyyid Dâvûd-ı Mûris,
7.
Seyyidünâ Seyyid Muhammed Mûris,
8.
Seyyidünâ Seyyid Yahyâ Zâhid,
9.
Seyyidünâ Seyyid Abdullâh Çelebi,
10. Seyyidünâ Seyyid Mûsâ
Cengîdost,
11. Seyyidünâ Ebû Sâlih,
12. Seyyidünâ Şeyh Abdülkâdir-i
Cîlânî,
13. Seyyidünâ Şeyh Şemseddîn ali
Haddâd,
14. Seyyidünâ Şeyh Şemseddîn
Eflah,
15. Seyyidünâ Şeyh Kutbeddîn-i
Ebu’l-Gays,
16. Seyyidünâ Seyyid
Ebu’l-Mekârim-i Fâzıl,
17. Seyyidünâ Şeyh Ubeyd b.
Ebu’l-Kâsım,
18. Seyyidünâ Şeyh Abd b. Îsâ,
19. Seyyidünâ Seyyid Celâleddîn,
20. Seyyidünâ Seyyid Ecmel-i
Behrâyicî,
21.
Seyyidünâ
Seyyid Bedhen-i Behrâyicî,
22.
Seyyidünâ
Dervîş b. Muhammed Kâsım,
23.
Seyyidünâ
Kutb-ı âlem Abdülkuddûs-i Kenkûhî,
24.
Seyyidünâ
Şâh Celâleddîn-i Tehânîserî,
25.
Seyyidünâ
Şâh Nizâmeddîn-i Belhî,
26.
Seyyidünâ
Şeyh Ebû Saîd-i Kenkûhî,
27.
Seyyidünâ
Şâh Muhibbullâh ed-Debbârî,
28.
Seyyidünâ
Şâh Muhammed Feyyâz-ı İmrûhî,
29.
Seyyidünâ
Şâh Muhammed Hâmid Mekkî-i İmrûhî,
30.
Seyyidünâ
Şâh Adudiddîn-i İmrûhî,
31.
Seyyidünâ
Şâh Abdülhâdî-i İmrûhî,
32.
Seyyidünâ
Şâh Abdülbârî-i İmrûhî,
33.
Seyyidünâ
Şâh Abdurrahîm Şehîd-i Velâyetî,
34.
Seyyidünâ Şâh
Nûr Muhammed Cihencihânevî,
35.
Seyyidünâ
ve Mevlânâ Şeyh İmdâdullâh-ı Mekkî.
R. ŞECERE-İ NAKIBENDİYYE :
1.
Seyyidünâ
Hâce Alâeddîn-i Attâr,
2. Seyyidünâ Hâce Mevlânâ Yâkûb-ı Çerhî,
3. Seyyidünâ Hace Abdullâh-ı
Ahrâr,
4. Seyyidünâ Habîb-i Acemî,
5. Seyyidünâ Davûd-ı Tâî,
6. Seyyidünâ Ma’rûf-ı Kerhî,
7. Seyyidünâ Seriyy-i Sakatî,
8. Seyyidünâ Cüneyd-i Bağdâdî,
9. Seyyidünâ Ebû Bekr-i Şiblî,
10. Seyyidünâ Ebu’l-Kâsım-ı
Nasîrâbâdî,
11. Seyyidünâ Ebû Ali Dakkâk,
12. Seyyidünâ Ebu’l-Kâsım-ı
Kuşeyrî,
13. Seyyidünâ Ebû Alliyy-i
Fâremdî,
14. Seyyidünâ Hâce Yûsuf-ı
Hemedânî,
15. Seyyidünâ Hâce Abdülhâlık-ı Gücdüvânî,
16. Seyyidünâ Hâce Muhammed Ârif
Rivgîrî,
17. Seyyidünâ Hâce Mahmûd
Ebu’l-Hayr-I Fağnevî,
18. Seyyidünâ Hâce-i Azîzân
Aliyy-i Râmitenî,
19. Seyyidünâ Hâce Muhammed Baba Semmâsî,
20. Seyyidünâ Seyyid Emîr Gülâl,
21. Seyyidünâ Hâce Bahâeddîn-i
Nakşıbend.
Buradan devam eden diğer kol :
1. Seyyidünâ Hâce Mevlânâ Zâhid,
2. Seyyidünâ Hâce Mevlânâ
Dervîş,
3. Seyyidünâ Hâce Muhammed
Emkinekî,
4. Seyyidünâ Hâce Bâkî Billâh (rahmetu’llâhi
aleyhi),
5. Seyyidünâ İmâm Rabbânî
Mevlânâ Şeyh Ahmed müceddid-i elf-i sânî (r.a.),
Buradan itibaren ayrılan kollar :
Müceddiyye-i Sa’diyye :
1. Seyyidünâ Şâh Muhammed Saîd,
2. Seyyidünâ Delîmlullâh
Abdülehad,
3. Seyyidünâ Şâh Muhammed Na’tî,
4. Seyyidünâ Şâh Muhammed Âfâk,
5. Seyyidünâ Mevlânâ Nasîruddîn,
6. Seyyidünâ Mevlânâ eş-Şeyh
İmdâdullâh.
Nakşıbendiyye-i Âfâkıyye :
1. Seyyidünâ Hâce Muhammed
Ma’sûm,
2. Seyyidünâ Hâce Huccetullâh
Muhammed-i Nakşıbendî,
3. Seyyidünâ Hâce Muhammed
Zübeyr,
4. Seyyidünâ Hâce Ziyâullâh,
5. Seyyidünâ Hâce Muhammed
Âfâk-ı Dehlevî,
6. Seyyidünâ Mevlânâ
Nasîrüddîn-i Dehlevî,
7. Seyyidünâ Mevlânâ eş-Şeyh
İmdâdullâh.
Nakşıbendiyye-i Müceddidiyye-i Azîziyye :
1. Seyyidünâ Seyyid Âdem-i
Nebûrî,
2. Seyyidünâ Seyyid Abdullâh,
3. Seyyidünâ Şâh Abdurrahîm,
4. Seyyidünâ Şâh Veliyyullâh,
5. Seyyidünâ Şâh Abdulazîz,
6. Seyyidünâ Seyyid Ahmed,
7. Seyyidünâ Şâh Nûr Muhammed,
8. Seyyidünâ Mevlânâ eş-Şeyh
İmdâdullâh.
Nakşıbendiyye-i Alâiyye :
1. Seyyidünâ Hâce Şâh Hak,
2. Seyyidünâ Emîr Yahyâ,
3. Seyyidünâ Emîr Ebû Alâ,
4. Seyyidünâ Şâh Abdürrahîm,
9. Seyyidünâ Şâh Veliyyullâh,
10. Seyyidünâ Şâh Abdulazîz,
11. Seyyidünâ Seyyid Ahmed,
12. Seyyidünâ Şâh Nûr Muhammed,
13. Seyyidünâ Mevlânâ eş-Şeyh İmdâdullâh.
Nakşıbendiyye-i Kuddûsiyye :
1. Seyyidünâ Hâce Şâh Hak,
2. Seyyidünâ Seyyid Ecmel-i
Behrâyicî,
3. Seyyidünâ Seyyid Bedhen-i
Behrâyicî,
4. Seyyidünâ Dervîş Muhammed
Kâsım-ı Ûdhî,
5. Seyyidünâ Kutb-ı âlem
Abdülkuddûs-ı Kenkûhî,
6. Seyyidünâ Şâh Celâleddîn-i
Tehânîserî,
7. Seyyidünâ Şâh Nizâmeddîn-i
Belhî,
8. Seyyidünâ Şeyh Ebû Saîd-i
Kenkûhî,
9. Seyyidünâ Şâh Muhibbullâh
ed-Debbârî,
10.
Seyyidünâ Şâh Muhammed Feyyâz-ı
İmrûhî,
11. Seyyidünâ Şâh Muhammed Hâmid
Mekkî-i İmrûhî,
12. Seyyidünâ Şâh Adudiddîn-i
İmrûhî,
13. Seyyidünâ Şâh Abdülhâdî-i
İmrûhî,
14. Seyyidünâ Şâh Abdülbârî-i
İmrûhî,
15. Seyyidünâ Şâh Abdurrahîm
Şehîd-i Velâyetî,
16. Seyyidünâ Şâh Nûr Muhammed Cihencihânevî,
17.
Seyyidünâ ve Mevlânâ Şeyh İmdâdullâh-ı Mekkî.
Nakşıbendiyye-i
Çeştiyye-i Kâdiriyye-i Sührreverdiyye-i Kübreviyye-i Medâriyye-i Kalendiriyye-i
Müceddidiyye :
1. Seyyidünâ Hâce Şâh Hak,
2. Seyyidünâ Seyyid Ecmel-i
Behrâyicî,
3. Seyyidünâ Seyyid Bedhen-i
Behrâyicî,
4.
Seyyidünâ Dervîş Muhammed Kâsım-ı Ûdhî,
5.
Seyyidünâ Kutb-ı âlem Abdülkuddûs-ı Kenkûhî,
6.
Seyyidünâ Şeyh Rükneddîn,
7.
Seyyidünâ Şeyh Abdülehad,
8.
Seyyidünâ ve Mevlânâ Şeyh Ahmed müceddid-i elf-i sânî,
9.
Seyyidünâ Seyyid Âdem-i Nebûrî,
10.
Seyyidünâ Seyyid Abdullâh,
11.
Seyyidünâ Şâh Abdurrahîm,
12.
Seyyidünâ Şâh Veliyyullâh,
13.
Seyyidünâ Şâh Abdülazîz,
14.
Seyyidünâ seyyid ahmed,
15.
Seyyidünâ Şâh Nûr Muhammed,
16.
Seyyidünâ ve Mevlânâ Şeyh İmdâdullâh-ı Mekkî.
ŞECERE-İ ÇEŞTİYYE-İ SÂBİRİYYE :
1. Câmiu İlmi’l-Evvelîn ve
Âhirîn Seyyidünâ ve Mevlânâ Muhammed Rasûlullâh (s.a.s.), Vefât yeri ve Tarihi
: Medîne-i Münevvere, Mescid-i Nebevî , 2 Rabîu’l-evvel 11/(2 Mayıs 632),
yevm-i isneyn.
2. Seyyidünâ İmam Ali (r.a.),
Necef-i Eşref, 21 Ramazan 11/(10 Kasım 632), yevm-i Cum’a.[200]
3. İmâmü’l-ârifîn Seyyidinâ ve
Mevlânâ Hasan-ı Basrî (rht. a.), Basra, 8 Muharrem 211/(25 Aralık 738).
4. Seyyidünâ Hâce Abdülvâhid,
Basra, 22 Safer 122/(28 Ocak 740).
5. Seyyidünâ Hâce Fuzayl b.
İyâz, Mekke-i Muazzama, Cennetü’l-Muallâ, 3 Rebîu’l-evvel 182/(24 Nisan 798).
6. Seyyidünâ Hâce Sultân
İbrâhîm-i Edhem, Binâ-i Şerîf, 26 Cemâziye’l-ûlâ, 223/(25 Nisan 838).
7. Seyyidünâ Hâce Huzeyfe,
Merageş, 24 Şevvâl 252/(4 Kasım 866).
8. Seyyidünâ Hâce Ebû Hubeyre,
Basra, 2 Şevvâl 282/(24 Kasım 895).
9. Seyyidünâ Hâce Mimşâd,
Dînever, 13 Muharrem 299/(11 Ekim 911).
10. Seyyidünâ Hâce Ebû İshâk,
Akka – Şâm, 13 Rabîu’s-sânî 339/(29 Eylül 950).
11. Seyyidünâ Hâce Ebû Ahmed,
Çeşt, 4 Rabîu’l-evvel 343/(3 Temmuz 954).
12. Seyyidünâ Hâce Ebû Muhammed,
Çeşt, 4 Rabîu’s-sânî 421/(11 Nisan 1030).
13. Seyyidünâ Hâce Ebû Yûsuf,
Çeşt, Receb 459/(Mayıs-Haziran 1067).
14. Seyyidünâ Hâce Mevdûd, Çeşt,
Receb 521/(Temmuz-Ağustos 1127).
15. Seyyidünâ Hâce Hacı Şerîf, 3
Receb 612/(28 Ekim1207).
16. Seyyidünâ Hâce Osmân-ı
Hârûnî, Mekke-i Muazzama, 6 Şevvâl 603/(6 Mayıs 1207).
17. Seyyidünâ Hâce Muînüddîn-i
Çeştî, Ecmîr-i Şerîf, 6 Receb 632/(27 Mart 1235).
18. Seyyidünâ Hâce Kutbeddîn-i
Dehlevî, Dehli, 14 Rabîu’l-evvel 633/(27 Kasım 1235).
19. Seyyidünâ Şeyh Ferîdüddîn,
Pânipetî, 5 Muharrem 660/(30 Aralık1261).
20. Seyyidünâ Mahdûm Alâeddîn,
Pîrân-ı Kebîr, 13 Rabîu’l-evvel 620/(16 Nisan 1223).
21. Seyyidünâ Şâh Şemseddîn,
Pânipetî, 19 Rabîu’l-evvel, 715/(23 Haziran 1315).
34. Seyyidünâ Şâh Celâleddîn,
Pânipetî, 13 Rabîu’l-evvel 765/(20 Aralık 1364).
35. Seyyidünâ Şâh Ahmed Abdülhak,
Rodolî, 15 Cemâziye’l-âhir 832/(17 Mart 1429).
36. Seyyidünâ Şâh Ârif b. Ahmed,
Rodoli, 21 Şevvâl 836/(10 Haziran 1433).
37. Seyyidünâ Şâh Muhammed b.
Ârif, Rodoli, 23 Cemâziye’l-evvel 897/(23 Mart 1492).
38. Seyyidünâ Şâh Abdülkuddûs,
Kenkuh, 2 Cemâziye’s-sânî 944/(6 Kasım 1537).
39. Seyyidünâ Şâh Celâleddîn, Tehânîser,
24 Zi’l-hicce 989/(30 Ocak1581).
40. Seyyidünâ Şâh Nizâmeddîn,
Belh, 8 Receb.
41. Seyyidünâ Şeyh Ebû Saîd,
Kenkûh, 1 Rabîu’s-sânî 1139/(26 Kasım 1725)
42. Seyyidünâ Şâh Muhibbullâh,
Alaâbâd, 21 Rabîu’s-sânî 1058/(15 Mayıs 1648)
43. Seyyidünâ Şâh Muhammed
Feyyâz, Ekberâbâd, 3 Receb 1107/(7 Şubat 1696).
44. Seyyidünâ Şâh Muhammed Hâmid
Mekkî, İmrûhe, 11 Receb.
45. Seyyidünâ Şâh Adudüddîn,
İmrûhe, 3 Receb 1122/(28 Ağustos1710).
46. Seyyidünâ Şâh Abdülhâdî,
İmrûhe, Ramazân 1190/(Ekim-Kasım1776).
47. Seyyidünâ Şâh Abdülbârî, İmrûhe, 11 Şa’bân 1226/(28 Ağustos
1811).
48. Seyyidünâ Şâh Abdurrahîm, 2 Ramazân 1246/(14 Şubat 1831).
49. Seyyidünâ Şâh Nûr
Muhammed, Cihencihâne, Peşâver, 17
Şevvâl 1259/(10 Kasım 1843).
50. Seyyidünâ ve Mevlânâ Şeyh
İmdâdullâh-ı Mekkî, Tehâne, 12
Cemâziye’l-âhir 1317/(18 Ekim 1899).
[1] “Ey aşkının (yolu) ârif
ve avâm, herkesi öldürmüş; sevdâsı şöhret sahiblerini kaybettirmiş olan! Senin
şaraba benzeyen dudağının şevki, Bâyezîd-i Bistâmî’yi bulunduğu makamdan indirmiştir.”
(H = Hazırlayanlar)
[2] “Yâ Rab! Seni ancak gafletle zikrettim ve Sana ancak kısa bir zamân
yöneldim.” (H)
[3] Yâ Rab! Cihân pâdişâhı Bâyezîd’in
türbesi ve onun delîlinin tîneti aşkına.
Yâ Rab! Mekansız şahbaz kuşu gibi olan Bâyezîd’in
yuvası hakkı için. Yani Bâyezîd’in yakınlığı ve gönül evi hakkı için.
Yâ Rab! O, sınırsız cömertlik tabiatına sahip
Bâyezîd için; onun (bütün iyiliklere) susamışlığı için.
Yâ Rab! O, iyi tâlihli pîrin yanık bağrı hakkı
için; Bâyezîd’in îmân meş’alesinin nuru hakkı için.
Hz. Ali’den Pîr Hasan’a kadar, Bâyezîd’in, teker
teker cümle mürîdleri hakkı için.
Zavallı, gönlü kırık Hâlid’e, Bâyezîd’in irfân
hazînesinden bir kapı aç.
Bâyezîd’in ihsân denizinden onu suya kandır. Bu,
onun susamış, yanmış dudağına hidâyet âb-ı hayâtı gibi olur.
İbrâhîm-i Edhem, Bâyezîd’in mürîdlerinden
birisidir; onu kendine kavuştur ve kendisinden kurtar.” (H)
[4] “Ezel
sırrını ne sen bilirsin, ne ben. Din sırf muammâdır, onu ne sen okuyup
(anlayabilirsin) ne ben. Perdede senin ve benim dedikodum vardır. Eğer perde
düşerse ne sen kalırsın, ne ben.” (H)
[5] Bkz. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 3.
Baskı, s. 64
vd.,
[6] Tefeyyüz
Kütüphânesi neşri, İstanbul 1318. (H)
[7] Verilen ibârenin hesaplanmasından 797 çıkmaktadır. (H)
[8] Burada sadece "Mahmûd
tâcü'l-asfiyâ" ibâresinden 715 çıkmaktadır. (H)
[9] “Allah’ı
çokça anın.” 33.Ahzâb
sûresi, 41. (H)
[10] “Sen Nakşıbendîlerin nakşını ne bilirsin? Sen gönül
bedenin şeklini ne bilirsin? Onlar kendilerini feleğin havasına
nakşetmişlerdir; senin ve benim için iş
düzenleyicidirler.” (H)
[11] “Şeyh Bahâeddîn, ikinci halîfesi Muhammed Pârisâ ile hac
yolculuğuna çıktı. Yolun yarısında, kendisine eşlik eden mürîdlerini Muhammed
Pârisâ ile birlikte gönderdi ve onlardan ayrıldı. Şeyh Zeyneddîn ile mescide
karşılaştı, musâfaha ettiler ve Şeyh Zeyneddîn ona şöyle dedi : “Bize bir
nakış çiz.” Bunun üzerine Bahâeddîn ona şöyle cevap verdi : “Biz
isizi ziyârete geldik ki, bir nakş götürelim.” Bu konuşmanın ardından,
orada üç gün konakladı ve sonra Hicaz’a doğru harekete geçti. Bu olay, her
ikisinin de rıhlet senesiydi. (Kuddise sırrıhumâ)” (H)
[12] (Şeyh
Taceddin’in) yazdığı
eserin adı Miftâhu’l-Maiyye’dir. Farisîden Arabî’ye tercüme eden
Şeyh Ebû Saîd-i Belhî’dir. Arapçasına şerh yazan ise, Şeyh Abdulganî-i Nablusî’dir.
Eser, Pertev Paşa Kütüphânesi
333 numaradadır.
[13] Yani, ‘nakş’ın
yerleşmesidir; o da, kalbde hakîkî kemâlin meydana gelmesidir. Bahâeddîn-i
Nakşıbend’e kadar, onlar, zikirlerini münferid hâlde iken hafî (gizli) olarak;
cemâat halinde iken de cehrî (açık) olarak yaparlardı. Hz. Bahâeddîn-i
Nakşıbendî, şeyhlerinin şeyhi olan Abdülhâlık-ı Gücdüvânî’den kendisine ulaşan
bir emre binâen, seyr ü sülûk hâlinde hafî olarak yapılmasını tavsiye etmiştir.
Ancak kendisi ve cemâati, münferid de olsa, cemâat halinde de olsa zikri hafî
yaparlardı. Böylece, zikirleri neticesinde mürîdlerin kalblerinde açık bir
tesir meydana gelirdi. Bundan dolayı, “Te'sîr nakşoldu, hiç eksilmeden devamlı
olarak bağlandı.” denilmiştir. Nakş, bir mührün bir el tarafından mum ve
benzerine basıldığı zamân meydana çıkan şekildir.
İşte bu hâl, Hz.
Âdem (aleyhi’s-selâm) ve oğullarının yaratılışına yönelmiş Allah Teâlâ’nın
sıfatıdır ki, bu yöneliş, nerede ve nasıl olduğu bilinmeyen ezelî ve yüce
nurlar sebebiyledir. Bu nurlar sayesinde Âdem (aleyhi’s-selâm) ve daha
sonra da, kendilerine Allah Teâlâ tarafından tevcîh olunmuş vasıflarla husûsî
bir sûrette onun nesli ortaya çıkmıştır.
Hz. Âdem’in
kendisine nisbet edilen zâtı ve fiilleri gibi, onun neslinin de fiilleri
vardır. Yine Hz. Âdem’in hükümleri olduğu gibi, onun neslinin de hükümleri
vardır.
Ahkâmın, ef'âlin,
esmâın, sıfat ve zâtın nakşedilmesi, Hz. Âdem’in ve oğullarının ortaya
çıkmasıyladır. Ancak, onun neslinden ba'zılarında hayvanlık sıfatının galebesi
sebebiyle bu nakş azdır ve insân-ı kâmillik sıfatı silinmiştir. Bununla beraber
onlardan ba'zılarında “nakş” kemâl derecesine ulaşmıştır. Böyle kemâl derecesinde
olanlar, “nakşıbend”, yani, nakş bağlanmış, nakş iyice işlenmiş veyâ buna
benzer güzel kelimelerle isimlendirilmişlerdir. (H)
[14] Eş-Şeyh Abdullâh-ı Belhî, Havâriku’l-Ahbâb fi
Ma’rifeti’l-Aktâb isimli kitabının 25. babında, Hz. Bahâeddîn-i Nakşıbend
hakkında şöyle der:
Ben, Hâcegî-i
Sermestî’den işittim. O da, Buhâra’da oturan yaşlı ve kâmil şeyhlerden
işitmiştir ki, onlar şöyle anlatmışlardır:
Gavs-ı A’zam bir
gün cemâatıyla beraber giderken bir yerde durdu ve Buhârâ tarafına doğru
yöneldi. Bu esnâda, o beldenin büyüklerinin kokusunu teneffüs ettiğini
söyleyerek şöyle dedi: “Benim vefâtımdan yüzelliyedi sene sonra bir kişi
doğacak. Bu zât Muhammedî meşrebli ve Bahâeddîn Muhammed en-Nakşıbendî
isimlidir. O zât, nimetinin çokluğuyla temeyyüz eder.”
Gavs’ın dedikleri
aynen oldu.
Rivâyet edilir ki:
Şâh-ı Nakşıbend,
görevi aldığı zamân, şeyhi Emîr Gülâl’ın telkinlerine de muhatab oldu. Emîr
Gülâl kendisine, yüce Allah’ın isimleriyle meşgûl olmasını emretti.
İsm-i a’zam,
kalbine yerleşince, nakşolununca, Şâh-ı Nakşıbend’e ınkıbâz hâli hâsıl oldu.
Bunun üzerine Hz. Bahâüddin sahraya çıktı. Tam bu esnâda Hızır (a.s.)’ın
kendisine doğru geldiğini gördü. Hz. Şeyh, Hızır’ı karşıladı ve ona selâm
verdi.
Selâmdan sonra
Hızır, Hz. Bahâüddin’e şöyle dedi:
“Ey Bahâüddin! Bana
Gavs-ı a’zam’dan, ism-i a’zam hakkında ma’lûmat ulaştı. Ben de, sana onu telkin
ediyorum.”
Bu söz üzerine Hz.
Bahâüddin-i Nakşıbend, kendisindeki inkıbâz hâlinin, Hızır (aleyhi’s-selâm)’ın
bereketiyle izâle olması için ona doğru yürüdü.
Ertesi gece, Şâh-ı
Nakşıbend, rüyasında Gavs-ı a’zam’ı gördü. Gavs-ı a’zam, sağ elinin
parmaklarıyla onun göğsüne doğru işaret etti ve ‘İsm-i A’zam’ı bâtınına nakş
etti. Çünkü beş parmak “Allah” lâfzının yazılışı gibidir. Hz. Bahâüddin-i
Nakşıbend bu esnâda öyle birşey gördü ki, onda “Allah” kelimesi şekillenmişti.
Gördüğü bu rüya
ülkesinde duyulunca, Hz. Bahâüddin’e bunu tekrar tekrar soruyorlardı. O da
cevap olarak şöyle diyordu:
“Bu hâl, Gavs-ı
a’zam’ın bana nimetler lutfettiği mübârek gecelerdeki feyizlerden bir feyiz,
inâyetlerden bir inâyettir. O geceden beri, bendeki hâlin değişerek arttığını
görüyorum.”
İşte, “Şâh-ı
Nakşıbendî” isminin şöhret bulması, Gavs-ı a’zam’ın, Hz. Bahâüddin’in kalbine
bunu nakşetmiş olmasındandır. Nitekim o da, mürîdlerinin kalblerine nakşetmektedir.
Hz. Şâh-ı
Nakşıbend’e, Gavs-ı a’zam’ın: “Ayağım, Allah’ın bütün velî kullarının omuzları
üzerindedir.” sözü hakkında ne dersin diye sorduklarında şöyle cevap vermiştir:
“Ayağım, yani benim
basîretim ve gözüm anlamındadır.”
Allah Teâlâ,
cümlesinden râzı olsun.” (H)
[15] “Ey
tutup yardım eden pîr, benim elimi tut ki, “dest-gîrim” (el tutanım) diyeyim.” (H)
[16] “Kalbini
Nakşıbend şâhına bağla ki, sana Nakşıbend diyeyim.” (H)
[17] “Her
iki âlemin pâdişâhı Şeyh Abdülkâdir”dir.” (H)
[18] Risâle-i Bahâiyye, Fârisiyyü’l-ibâredir.
Müellifi Hâce Muhammed Pârsâ hazretlerinin kibâr-ı ashâbından şeyh-i fâzıl u
kâmil Ebu’l-Kâsım Muhammed b. Mes’ûd el-Buhârî hazretleri olup Reşehât’ta
mezkûrdur.
[19] “Tarîkat, tümüyle edebdir,
terbiyedir.” (H)
[20] “Aşk yolunda edeble yürü, çünkü aşkın bütün
yolları edepten geçer.” (H)
[21] Enîsü’t-Tâlibîn üzerinde, Tahran Üniversitesi’nde Dr. Halil
İbrahim Sarıoğlu tarafından doktora tezi olarak çalışılmış ve 1979 yılında
tamamlanan bu calışma ile eser, edisyon kritikli metin olarak hazırlanmıştır.
Aynı tez ayrıca Tahran’da iki defa basılmıştır.
[22]
“Hediyeleşiniz, birbirinize olan sevginiz artsın.” Mâlik b. Enes, el-Muvatta’, Hüsnü’l-Hulk, 16. (H)
[23] "Zâhiren okuyanlar yolda kaldı; sûfiler ise maksada ulaştılar" (H)
[24] "Fakir, Allah'a muhtâç
değildir." (H)
[25] "Hâlimi bilmesi bana istek
olarak kâfîdir." (H)
[26] "Fakr tamamlanınca, işte o
Allah'dır." (H)
[27] “Hiçbir şey yok iken bir tek şey
vardı, O da Allah’tır. O her şeye kâfîdir. Ey dünyayı talep eden! Senden sonra
kim kalacak? Sâdece Allah.” (H)
[28] "Âriflerin Allah'a
tazarruda bulunmaları onların irfânına uygun düşmez." (H)
[29] “ Dost dostuna, sevgili
sevgilisine ulaşır, dünyâda bundan daha iyi hangi iş vardır.” (H)
[30] Bu
hadîs, kaynaklarda, “Ânî ölüm, mü’min için rahatlıktır.” şeklinde
geçmektedir. Bkz. el-Aclûnî, Keşfü’l-Hâfâ, c.II. s 290. (H)
[31] “Dünya mü’minin
hapishanesidir.”, Müslim, Sahîh, Zühd, 1; Tirmizî, Sünen, Zühd, 16. (H)
[32] “Zamânın şâh-ı
Nakşıbendi, dinin ve dünyânın efendisidir; o dinin ve devletin temel yoludur.
Kasr-ı Ârifân onun meskeni ve sığınağıdır. Bu yüzden “Kasr-ı Ârifân” onun
vefâtına târîh oldu.” (H)
[33] “Kabir
cennet bahçelerinden bir bahçedir...” et-Tirmizî, Sünen, Kıyâme, 26. (H)
[34] “... O ölür veyâ öldürülürse, topuklarınız
üzerinde (İslâm’dan küfre) geri mi döneceksiniz?” 3. Âl-i İmrân sûresi, 144.
(H)
[35] “Din tekdir ve dâimîdir.” (H)
[36] Sonradan yazılmış, ancak bazı kısımları okunamayan bir
not şöyledir:
“Evrâd-ı Behâiyye, Hz. Şâh-ı Nakşıbend’in
değildir. Müstakîm-zâde, Dîvân-ı Ali Şerhi’nin matbû’ nüshasının …
sahîfesinde bahs ediyor. Bunun müellifi ………….. sâhibi Bahâeddîn-i Âmil’dir.
Gümüşhâheli tab’ ettirmiştir. Mecmûatü’l-Ahzâb’da yazmış ise de, Hz.
Pîr’in değildir. Hz. Müstakîm-zâde tertibiyle de Hz. Pîr’in değildir. Ba’zı
meşâyıh ……. “
[37] “Rabbini
gönülden ve korkarak içinden hafif bir sesle sabah akşam an, gâfillerden olma.”
7. Â’râf sûresi, 205. (H)
[38] “...
Babalarınıza seslendiğiniz gibi, yâhud ondan daha yüksek bir sesle Allah’ı zikr
edin.” 2. Bakara sûresi, 200. (H)
[39] “Hayret, “dinin nuru Alâüddîn-i
Attar” sözünden onun ölüm târîhi ortaya çıktı.” İbârenin hesaplanmasından 804
çıkmaktadır. (H)
[40] “İşte
bunlar, Allah’ın doğru yola eriştirdikleridir. Onların, yoluna uy.” 6. En’âm
sûresi, 90. (H)
[41] “Onun vasfını tamâmiyle melek
huylu kabûl et. Aynı zamânda bil ki, Yakub, Allah’ın sevgilisidir.” (H)
[42] "Onun irtihâlini 'Şeyh
Zâhid' olarak yaz." İbâredeki "Şeyh Zâhid"den 926 çıkmaktadır.
(H)
[43] “Hâce Muhammed’in vefâtı, aşk
sarhoşunun efendisi, rehberi de âşığın diyârı oldu.” Verilen târih beyitin
birinci mısraındaki "mest-i aşk" terkîbinden çıkmaktadır. (H)
[44] “Efendinin ruhu cennete uçunca
dolunay göründü. Bu zamânın şeyhinin vefâtı dolayısıyladır. Hem şunu öğren ki,
şeyh Allah’a ulaştı.” Verilen târih son mısradaki "Hâce-i yakîn
ekber" ibâresinden çıkmaktadır.(H)
[45] “Bâki, bakâ yurduna yolcu olunca,
dünyâ ehline “Bu ayrılıktır.” dedi. Gaipten bir ses gelip onun vefâtı için
şöyle dedi: “Bakî, bakâ yurduna gitti.” Târih dörtlüğün son mısraının hesaplanmasından
1002 çıkmaktadır.(H)
[46] Şeyh
Muhammed Murâd nâmında bir zât Arapça’ya tercüme etmiş, Mekke Matbaası’nda
basmıştır; iki cilddir, gördüm.
[47] “İmam
Rabbânî vefât ettiğinde târîhi “refiu’l-merâtib” (mertebelerin en yükseği)
şeklinde geldi.” (H)
[48] “Müceddid-i
Nakşıbend, Allah’ın (âleme verdiği) bir nakştır. Rütbesi yüce Şâh Ma’sûm da onun
oğludur. Onun doğumu sanki gaybdan gelen bir sürûrdür. O oğul, biliniyor ki,
gönülden gelen bir Hak dostu oldu.” (H)
[49] “Safâ
ile “şemşîr-i dîn” yaz.” (H)
[50] “Hayret, “mahdum Nûr Muhammed’in
zamânında” ölüm târîhi olarak göründü.” (H)
[51] “Hz. Kutub ed-Dehlevî, dönüp
varacağı yer olan Hakk’a yöneldi. Bu sebepten dolayı Allah’ın nuru onun yeri
oldu.” "Nevvera'llâhu madcaahû" ibâresinin hesaplanmasından 1230
çıkmaktadır. (H)
[52] “Hakk’ın rahmetine gark
oldu. “Rahmet-i birr-i ilâhî” (İlâhî iyiliğin rahmeti) ölüm târîhidir.” (H)
[53] “Dünyâda mûrâdına erememiş olanlardan şu dört şey
istenir: Mal terki, makâm terki, râhat terki, cân terki. (H)
[54] “Allah’ın rızâsına teslîm olursan artık
kendinden geç. Çünkü Allah dilediğini yapar, dilediğine hükmeder.” (H)
[55] “Eğer işlerin yolunda ise, bu, senin tedbîrinle değildir. Kötü ise, bu da
senin kusûrundan değildir. Teslîm ve rızâyı kendine meslek edin de mutlu yaşa.
Çünkü dünyânın iyisi de, kötüsü de senin tedbîrinle değildir.” (H)
[56] "Dünyâ’da dört şeyi terk etmek âriflerin
tacıdır. Bunlar, terk-i dünyâ, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terkdir."
(H)
[57] "Ey efendi! Dünyâyı ve
ukbâyı terk etmeden bizim mahallimize gelme. Çünkü bu pazarda bir başka kazanç
vardır." (H)
[58] İbârenin hesaplanmasından 946
çıkmaktadır. (H)
[59] Bu bârenin hesaplanmasından 1093
çıkmaktadır. (H)
[60] Bu ibârenin hesaplanmasından
verilen târih çıkmamaktadır. (H)
[61] Bu ibârenin hesaplanmasından 1000
çıkmaktadır. (H)
[62] Bu şiirin vezni bozuktur. (H)
[63] İbârenin hesaplanmasından 1124
çıkmaktadır. (H)
[64] Adı
geçen eserin şu andaki kayıt numarası: Şer’iyye, No: 1103. (H)
Meşâyıh-ı Nakşiyye’den Hasîb-i Üsküdârî,
Ahmed-i Yekdest ile Emîn-i Tokâdî’nin menâkıbını yazmıştır. (Osmanlı Müellifleri, III, 47)
[65] Bu
medrese hakkındaki ma’lûmat 3. cildde 223. sahifededir. Mürâccat buyurula.
[66] Halîfesi
Müstakîm-zâde’nin terceme-i hâli sırasında sûret-i vefâtını tafsîlen ma’lûmât
vardır.
[67] “Muhammed Emin Efendi,
Cenâb-ı Hakk’ın sır emînidir. Dünyâ ve âhireti gözeten bir velîdir.
O, tarîkat
ve hadîs silsilesi bakımından Buhârâ menşe’li olup, her iki sahada da şeyh-i
kâmildir.
O, irşâda muhtaç olanları irşâd eden şeyhlerin en kâmilidir. Bundan
dolayı hak tarîkat ona nisbet edilmektedir.
Muhammed Emin Efendi, elindeki Nakşıbendî silsilesine göre, Hz.
Ebûbekr’in samîmî bir takipçisidir.
Onu, ellerinde ölüm pençesi bulunan kötü bir hastalık yakalamıştır.
Böylece, emr-i Hak vâki olup, vefât etmiştir. Allah, onun ebeveyninin
ruhlarını da yüceltsin.
Rûhu en yüksek
makama erişince, vefâtına şu anlamdaki târîh mısrasını yazdım: O, korkusuz olarak
Allah’a kavuşmuştur.” (H)
[68] “....O
(Allah), bana yedirir ve içirir.” 26. Şuarâ süresi, 79. (H)
[69] “Bunu, Kadîr olan Allah’ın rahmetine muhtaç, fakîr,
hâfızu’l-Kur’ân ve “Dâî-zâde” diye
tanınan es-Seyyid Muhammed Emîn et-Tokâdî yazmıştır.” (H)
[70] "Yâ Rab! Bütün halkı bana
karşı kötü huylu yap." (H)
[71] “Ben, dinde müttakîlerin
yolunun sâlikiyim. Bu altın silsileye ayağımdan bağlıyım.
Sevgiliyle oturduğum zamân ne güzeldir; efendilerin bahçesinden gül
dererim.
Ey Emîn! Sana mecnûn derlerse ne gam.
Çünkü ben Şâh Bahâeddîn’in dîvânesi ve kuluyum.” (H)
[72] “Ben, bir an bile sensiz olamam. Senin ihsânını sayamam. Benim
saçımın her teli dile gelse,
[73]
“...
Şükrederseniz, size olan nimetlerimi mutlaka artırırım...” 14. İbrâhîm sûresi, 7. (H)
[74] “... Ey
Dâvûd ailesi! Allah’ın nimetlerine şükretmek için çalışın. Kullarımdan hakkıyla
şükredenler azdır.” 34. Sebe’sûresi,
13. (H)
[75] “Ey her ümidvar kişinin
maksûdu, her günahkârın bağışlayıcısı.
Eğer kullar suç
işlemezlerse, Sen’in bağışlaman ne zamân tecellî eder?
Her ne kadar
günâhımızın yükü çok ağır ise de, Sen’in lütfun ve keremin sınırsızdır.
Yâ Rab! Erken
kalkanların safâsı için, göz yaşı dökenlerin duâsı için.
Yâ Rab! Sana ilticâ
edenlerin gönlü için, derdlilerin niyâzı için.
Sevgi sırrından beni
haberdâr et. Yâ Rab! Gönlümden başka şeyler geçmesin.
Gönlümü îmân nuruyla
aydınlat; başımda mağfiretinden bir kapı aç.
Gaflet uykusundan
beni uyandır; vuslat şarâbıyla da beni mest et.
Başsız ayaksız Emîn kuluna rahmet et ve kereminle bağışla.” (H)
[76] “Senin yolunda atılan her adım hoştur. Ne sebeple
olursa olsun sana ulaşmak hoştur. Senin yüzün hangi gözle görülürse görülsün
hoştur. Adını hangi dille söylerlerse söylesinler hoştur.” (H)
[77] “Ey süs mumu (şem’-i tırâz)! Senin yüzünü görünce
ne bir iş yaparım, ne oruç tutarım, ne namâz kılarım. Seninle olduğum müddetçe
bütün mecâzlar namâzdır. Sensiz olduğum zamân ise bütün namâzlarım mecâzdır.”
(H)
[78] “Sen
“Allah” de; sonra onları bırak, daldıkları bataklıkta oynaya dursunlar.” 6. En’âm sûresi, 91. (H)
[79] Bu şiirin vezni bozuktur. (H)
[80] Müstakîm-zâde Süleyman Sa’deddîn’le ilgili kısım, Sefîne’de
oldukça karışık yazılmıştır; önce yazılanların üzeri sonra çizilmiş, bunların bazılarının
yanlarına yeniden farklı şekilde yazılmış, ya da ilave kağıtlara yazılıp
sonradan konulmuştur. Biz bunları bir düzene sokup uygun şekilde sıralamaya
çalıştık. (H)
[81] Tercümeleri
ilerde gelecektir ve daha etraflısı Tuhfe-i
Hattâtin’i tab’ ve neşre muvaffak olan İbnülemin Mahmûd Kemâl Beyefendi’nin
eser-i mezkûrun mukaddimesinde yazdıklarıdır; tavsiye ederim.
[82] (الشيخ سليمان) 1132 hesabını müş’irdir. Resm-i
hatt-ı kadîmde “Süleymân” (سليمن) sûretinde yazıldığından, bu sûrete göre (الشيخ سليمن) 1131 târihini
gösterir.
[83] “O perî yüzlü güzeli benim emrime
getiren Süleymânî tâliin câzibesi
nerededir?” (H)
[84] “Onun her adımına bin
aziz cân fedâ olsun.” (H)
[85] “Ancak senin kabûl etmenle biz, kulun
olabiliriz. Yoksa benim kulluğum Sana lâyık değildir.” (H)
[86] O zaman
Müstakîm-zâde’nin 18 yaşında olduğu ınde’l-hisâb mümâyândır.
[87]
“Şübhesiz biz Allah içiniz ve mutlaka O’na döneceğiz.” 2. Bakara sûresi, 156.
(H)
[88] Buradaki Arapça manzûme daha önce geçtiği için (Sefîne
s. 37) tekrar yazılmadı. (H)
[89] İbârenin hesaplanmasından verilen târih çıkmamaktadır.
(H)
[90] “Hiç şüphesiz o, dosdoğru yol üzeredir.” İbârenin
hesaplanmasından verilen târih çıkmamaktadır. (H)
[91] “İmtihânda, kişiye ya ikrâm edilir, ya da perîşân
edilir.” (H)
[92] (فَاسْتَقِمْ
كَمَا أُمِرْتَ)
“Emrolundğun gibi dosdoğru ol.” 11. Hûd sûresi 112. (H)
[93] Maksûdu Tokadı Emîn Efendi hazretleridir.
[94] “Kendini
bilen Rabbini bilir.” el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ
c. II, s. 262. (H)
[95] Buradaki manzûme, Sefîne, s. 44’te Muhemmed Emîn-i
Tokâdî’nin anlatıldığı kısmın sonunda, “Latîfe” başlığıyla geçmişti; tekrar
buraya konulmadı. (H)
[96] Bâyezid’teki
kütübhâne-i Umûmî’de Kütübü’l-Akâid Ve’l-Kelâmiyye kısmında 3011 numarada
bir Mürşidü’l-Müteehhilîn vardır.
Lâkin Müstakîm-zâde’nin değildir.
[97] Târih
Encümeni a’zâsından İbnü’l-Emîn Mahmûd Kemâl Bey, Müstakîm-zâde’nin Tuhfe-i Hattâtîn’ini ser-â-pâ tashîh
etmiş ve mükemmel bir tercüme-i hâlini ve âsârını mufassalan yazmış ve
kütübhâne-i irfâna yâdigar eylemiştir.
[98] (فَادْخُلُوهَا
خَالِدِينَ) “Ebedî olarak kalmak
üzere o (cennete) girin.” 39. Zümer
sûresi, 73. (H)
[99] Hallaç Baba,
bir rivâyette Tekfurdağ (Tekirdağ)’lıdır. 1200/(1786) târîhinde Üsküdar’da
bulunmuş, kendisinden birçok havârık u kerâmât nakl ü rivâyet olunur.
Kable’l-vefât mezkûr dergâhın şeyhi Abdülganî Efendi’ye, “Benim filân
târîhde irtihâlim mukarrerdir. Bu dergâha defn ediniz.” diye vasiyyet etmiş
ve vasiyyeti yerine getirilerek buraya defn olunmuştur. Bundan sonra dergâh-ı
şerîf, “Hallaç Baba Dergâhı” nâmıyla teşehhür etmiştir. Şeyh Ali Fakrî Efendi böylece
nakleyledi. Bir gün sûret-i mahsûsada ziyâretine gittim. Tevhîd-hâne derûnunda
mihrâba yakın mahâlde medfûndur. (Rahmetu'llâhi aleyh)
[100] Bunun tamâmı Mahfil Risâlesi’nin 23. nüshasında neşr olunmuştur.
[101] “Ey sarhoşlar! Kalkın sabah oldu.
Dünyâyı gösteren ruhtan ümîdinizi kesmeyin.
Sâkî! Bana gönül ferahlatan bâdeden ver de aklımı
arkama at, gider; gönlü kaçırana ver.
Aşkını bana ikrâm et, kalbdeki şevkını artır. Öyle
ki, senin değer biçilmez yüzünde kalbimi göreyim.
Sen benim içimdeki çâresi
olmayan derdi tedâvî ettin. Gönül derdinin devâsı, derdimin içinde; tedâvî
etmekten vazgeç.
Senin mumunun pervâneler
yanar, ama sönmezler; aşkının âb-ı hayâtı, fenâ mülkünü yok eder.
Vahdet rüzgarları esince
kesret ortadan kalktı; artık böylece tanıdık tanımadğk herkesi aynı yüz olarak
görüyorum.
İster yıldızlardan, ister
güneşlerden olsun, bütün ışıkların fânûsu tektir. Bu durumda akşam nerededir?
Ey şânı yüce oalan Allah!
Nereye baktıysam Senin kudretinin tecellîsin gördüm. Gönlümden Senin
dışındakileri çıkardım.
Fakrı sana kim öğretti? Bu
şekilde konuşmayı sana kim öğretti? Böyle hüzünlü konuşmayı ve hoş edâlı söz
dizmeyi kimk öğretti?
[102]
(مَا
زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى) “Muhammed’in
gözü görülecek şeyden ne sapmış, ne de onu aşmıştır.” 53.
Necm sûresi, 17. (H)
[103] Nasîruddîn-i Tûsî Muhammed b. Fahreddîn Muhammed-i Râzî, eâzım-ı
hükemâ-yı İslâmiyye’den olup 597/(120)’de Tûs’da doğmuş, melâhide-i İsmâiliyye’den
Alâeddîn
Muhammed’in esâretine düşmüş, 654/(1256)’te Hülâgû zamânında kurtulmuş, Merâğa’da
dörtyüzbin ciltli bir kütüphâne yaptırmış, rasat-hane inşâ eylemiş; Hülâgû’nun
Bağdad’ı zaptında hayâtta olup, 672/(1273)’de Bağdad’da vefât etmiştir. (Rahmetu'llâhi
aleyh)
[104] “Ben biliyorum ki, kavuşma günleri
kısadır ve her buluşma bir ayrılıkla son bulur. Bu
bâbda, cismânî sohbet, rûhânî aşinalıkla süslenir. Ben, yabancılık dükkânında oturmuşum.” (H)
[105] “Yâ Rab! Ağızsız gülmek ne hoştur.
Göze minnet etmeksizin âlemi görmek ne hoştur.
İster otur, ister sefere çık; her ikisi de gâyet güzeldir. Ayağa zahmet
vermeden dünyâyı dolaşmak ne hoştur." (H)
[106] Dedim
ki güzellik mülkünün tamâmı senin sermâyendir. Ay ve güneş senin gölgendedir.
Dedi ki: Bizde hatâ bulmak ne mümkün. Bizde her ne gördüysen senin
mayandandır.” (H)
[107] "Sultânların vefâsı
yoktur." (H)
[108] "Ey vâdî ahâlisi! Sizin için bir hidâyet
rehberi yok mu?" (H)
[109] “Benim bu makamım gelene
geniş bir konaktır. Taâmım yiyene mübahtır. Ekmek ve sirkeden başka bir şey
olmasa bile, yanımda bulunan her şey gelene ikrâm edilir.” (H)
[110] İbârenin hesaplanmasından 923
çıkmaktadır. (H)
[111] “Şübhesiz Allah, hakkında hiç bir
şübhe olmayan tek ilâhtır. O’nu çokça zikredin, O’na şükredin ve O’ndan
mağfiret dileyin.” (H)
[112] “Ey
Peygamber! Biz seni bir şâhit, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik.” 33. Ahzâb Sûresi, 45. (H)
[113] el-Hâc
eş-Şeyh Kayserili Muhammed Saîd Efendi, Hacıbektaş Hânkâhı şeyhi idi.
1257/(1841)’de irtihâl etmiştir. Sultan Mahmûd, Bektâşîleri imhâ ettiği sırada
sünniyyü’l-mezheb olan bu zâtın oraya ta’yîn edildiği anlaşılıyor. Kenzü’l-Hakâyık, Tefsîr-i Sûre-i
Ve’l-Âdiyât, Tefsîr-i
Sûre-i Ve’d-Duhâ ve Risâle-i Tasavvufiyye cümle-i
âsârındandır. Maskat-ı re’si Kayseri'dir. Şeyhi Kayserili Külâhçı-zâde Mustafa
Efendi’dir. Saîd Efendi, Nûri Efendi’nin vâlidesini tezevvüc etmekle hem şeyhi,
hem üvey pederi
olmuştur. (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
[114] İbârenin hesaplanmasından (1287
+ 7 =) 1294 çıkmaktadır. (H)
[115] Târih ibâresindeki noktalı
harflerin toplamına (1) ilâve edilmiştir. (H)
[116] “Doğmu yerim Câm şehridir; kalemimden damlayan
Şeyhü’l-İslâm’ın kadehindeki yudumdur.
Şüphesiz, şiirler mecmuasında mahlasım iki mânâya
gelen Câmî’dir.” (H)
[117] “O,
manevî âlemin Feridun’u; Mesnevî de,
onun kıymetinin delîlidir. Ben, o âlî-cenâbı nasıl vasfedeyim; o peygamber
değildir, ammâ kitâbı vardır.”
[118] “... Ancak
Ben’den korkun.” 16.
Nahl
sûresi, 51. (H)
[119] Murâd Molla
Kütübhânesi’ndeki kitaplar İstanbul Süleymâniye Kütüphânesi’ne taşınmıştır ve
Murâd Molla Bölümü’ndedir. (H)
[120] “...Oraya
giren emniyette olur...” 3. Âl-i
İmrân Sûresi, 97. (H)
[121] “Onun vefât
târîhini akıldan söylemek istedim. Âh Câmî’nin ayrılığından, âh Câmî’nin
ayrılığından.” (H)
[122] “Her vehim, yıl ve ay onun vefât
günüdür. Aşûre ayının günü...” (Bu ibâre 2 eksik çıkmaktadır). (H)
[123] “Dünyâ kadeh, felek sâki, ecel’mey. Kullar,
hürriyet meclisinden bâde nûş ederler. Bu kadehden, bu sakîden bu bâdeden aslâ
kurtuluş yoktur.” (H)
[124] “Sen sînede nihân idin
bense gâfil. Sen, gözde ayân idin bense gâfil.
Bir ömür senin izini aradım, oysa.
Cihânın hepsi sen idin, bense gafîl.”
[125] “Bir bakışta toprağı en tesirli ilâca çevirenler,
acabâ bize de bir nazar ederler mi?” (H)
[126] “Pârsâ, bize ‘kumarbaz’ demiş, Allah’a yemîn
ederim doğru söylemiş. Biz her iki cihânı da, bir (dav=meşeden zar) gibi
içimizden çıkarıp attık.” (H)
[127] “Sâkî Hâfız’a o kadar ikrâm etti
ki, sarhoşluktan Mevlevî sarığının kıvrımları birbirine girdi.” (H)
[128]
“Yetmişiki milletin ihtilâfını ma’zûr gör. Çünkü onlar hakîkati
bilmediklerinden efsâne yolunu tuttular.” (H)
[129] “Eğer
türbemin önünden geçersen himmet iste. Çünkü benim türbem dünyâ rindlerinin
ziyâret yeri olacaktır.” (H)
[130] “Gayb lisânını bilen Şirâzlı Pîr
Hâfız, dünyâdan geçti ve Cennet’e serdâr oldu. Ey server! Vefât yılı belli
olunca, gül bahçesi gibi olan Cennet onun için ne güzeldir.” (H)
[131] “Şîrâz’ın pîri Hâfız Şemseddîn
Cennet’e gitti, o, oranın süsüdür. Ancak geçmişi onun ayağının dikenidir. Onun
nurlu ölümü sanki müttakîlerin yaşadığı dînin hülâsası gibidir.” (H)
[132] “Sultânın
adâletinden dolayı Allah’a hamd ederim. Şeyh Üveys Ahmed-i İlhânîye de teşekkür
ederim.” (H)
[133] “Eğer o Şîrâz’lı Türk güzeli bizim
gönlümüzü elde ederse, onun bir tek siyâh benine Semerkand ve Buhârâ’yı
bağışlarım.” (H)
[134] “Rûhumun darlığı, rakibin yaralamasındandır.
Ey Allah’ım, sâkin ola ki, dilenci itibar görür hâle gelmesin.” (H)
[135] “Bâ, sâd ve zâl harfleri, ebced
hesâbiyle Meymûn Ahmed’in hicret târîhidir. Zamânın ferîdi Şemseddîn Ahmed
Cennet-i a’lâya revân oldu. Onun ayağının toprağına göğsümü koydum ve baktım;
safâ ve kabrinin nuru görünüyordu.” (H)
[136] “Onu
musalla toprağına defn ettiklerinde, târîhi de “Hâk-i Musallâ” ibâresi
oldu.” (H)
[137] “...İşte bu, Allah’ın bir lutfudur. Onu dilediğine verir...” 5. Mâide
Sûresi, 54. (H)
[138] “Benim
dostlarım kubbelerimin altında gizlidir. Onları benden başkası bilemez.” Meşhur
hadîs kitaplarında yer almayan bu hadîs-i kudsî için bkz. Firunzanfer, Ehâdîs-i
Mesnevi, s. 2, Tahran 1334. (H)
[139] “Sütü ihtiyâr ettim.” (H)
[140] Zeyneddîn-i
Hâfî’nin tercüme-i hâli geçti. İrtihâli 838/(1434), velâdeti 757/(1356), müddet-i ömrü 81’dir.
Hz. Hâfız’dan sonra 46 sene daha yaşamıştır.
Hâfız’ın buna mülâkâtında Hz. Hâfî 35 yaşında idi.
[141] Bu zât-ı
şerîfin tercüme-i hâline ve kimlerden olduğuna dest-res olamadım. Her hâlde
mestûrîndendir. (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
[142] “Biz toprağı nazarımızla tesirli bir ilâç haline
getiririz. Her derdi bir göz ucuyla tedâvi ederiz.” (H)
[143] “Bir bakışla toprağı tesirli ilâç haline
getirenler, acabâ bize de bir nazar ederler mi?” (H)
[144]
“Onun Şîrâz kalesinin dışındaki
merkadi, niyâz ehlinin ziyâret yeri durumundadır.” (H)
[145] “Kişi
sevdiğiyle beraber haşrolunur." (المرء مع من احبه) “Kişi sevdiğiyle
beraberdir.” şeklinde bkz. el-Aclûnî, Keşfu’l-Hâfâ, c.II, 202. Beyrut,
1352. (H)
[146] Burada Ord. Prof. Süheyl Ünver’in şöyle bir notu vardır : (H)
“Viyanalı târîhçi
Hammer, Hâfız Dîvânı’nı Almanca’ya çevirmiş ve dostu Alman filozof ve
şâiri Goethe’ye okutmak için vermiştir. Kitâbında Goethe der ki: “Hâfız’ı
okumayan şâir olamaz.” (Es’ad Fuâd Bey dostumuzdan.) 11. VII. 1970. Dr.
Süheyl Ünver.”
[147] İlmiyyeden
olup, ticâret ile meşgûl idi. 1326/(1908) senesinde İstanbul’da irtihâl
eylemiş, Edirnekapı hâricinde Sakızağacı’nda defn olunmuştur.
[148] 1334/(1916)
senesinde İstanbul’da irtihâl eylemiş ve Edirnekapı Mezârlığı’nda vedîa-i
rahmet-i Rahmân kılnmıştır. Her ikisi
hüsn-i hâl ashâbından müteşerri’ idi. Cenâb-ı Hak rahmet-i ilâhiyyesine mazhar buyursun. Âmin.
[149] Bu dörtlüğün ilk iki mısraının
vezni bozuktur. (H)
[150] (فَلاَ
خَوْفٌ عَلَيْهِمْ ) "... Onlara hiç bir korku yoktur..."
ibaresi çişitli âyetlerde yer almaktadır. Bkz. 2. Bakara sûresi, 38, 62, 112,
262, 274, 277. (H)
[151] Tarîk-ı
Gülşenî’den reh-nümâ-yı kerîmü'l-fıtratım Şeyh Şerefeddîn-i Gülşenî halîfesi
bir zât-ı âlî-kadrdir.
[152] Hukuk
mahkemesi ruesâsından Süleyman Sırrî Efendi birâderi olup, bu hânede berâber
mukîmdirler.
[153] “Muhabbeti
tas tas içtim; ne o şarap bitti, ne ben doydum.” (H)
[154] Tarîk-ı
Uşşâkî’den azîzim Mustafa Sâfî-i Uşşâkî dâmâdı, efâdıl-ı ulemâ vü urefâdan bir
zât-ı âlî-kadrdir.
[155]
Bu, ahkar-ı bîçâre Hüsseyin Vassâf'ındır.
[156]
Vezni bozuktur. (H)
[157] “Mü’min
mü’minin aynasıdır.” Ebû Dâvûd, Sünen, Edeb, 49. (H).
[158] “Cenâze
namâzını kılın, şehidin kabrini ziyâret edin.” (H)
[159]
"Allah dilediğini yaratır, sonra dilediğine hükmeder." (H)
[160] “Yâ Rab! İki cihân nuru olan Rasûlüne salât et.
Onun yüzü kuşluk vakti güneşi gibi parlaktır. O, apaçık bir müjde ve zafer
getirdi. Onun bize gelişi sebebiyle hamd ederiz.” (H)
[161] “Yâ Hâşimî Nebi! Senden yardım bekleriz. Rıza,
senin kendisinden râzı olmanı umar.” (H)
[162] “Bahâeddin’imizin
yüzü hâcet ehlinin kapısı, kaşı da mihrâbın takı gibidir.
Bahâeddin’imizin semti, sevgililerin menzili,
dergâhı da ruhâniyetlerin toplandığı tekke gibidir.
Sâliklerin burnundaki koku, Hz. Ebû Bekir
kokusudûr. Onun huyu da Hz. Peygamberin huyudur.
Bahâeddin’imizin saçının kıvrımları durgun olduğu
için, orada herkes, gamın verdiği perîşânlıktan kurtulur.
Kolları kuvvetli olan inkarcılar bile Bahâeddinin
pazusunun kuvvetini kabûl etmek zorunda kalır.
Rızâ denizinde araştırdım ve hamd olsun
Bahâeddin’imizin incisinden inci buldum.” (H)
[163] “Tarîkat pirleriyle sohbet şerefi hep onundur.
Velâyet kutbunun sırlar açan rütbesi hep onundur.
Zât-ı Behcet’in
birliği hakkında söylenenler hep dedikodudur. Vahdet ve kesret husûsundaki
menkabeler hep ona nisbet edilir.
Ledün denizinin
cevheri, yiğitlerin nefesi, emânet edilen sırları açıklayan güç hep odur.
Rızâ bu sözü Hak
câzibesiyle söylüyor. Hz. Âdem’den son insana kadar hakîkat hep odur.” (H)
[164] "Ey sûfî! Nereden nereye
diye niçin figân ediyorsun? Bu nükte açıktır, ilme'l-yakînden
ayne'l-yakînedir." (H)
[165] Ebû
Abdullâh Muhammed en-Nakşıbendî hazretleridir. Müstakîm-zâde
merhûm, Tâc Risâlesi’nde bu zâtı, “Hâce Ahmed-i Yekdest, Cüryânî
halîfesidir.” diyor.
[166]
İbârenin hesaplanmasından 1129 çımkmaktadır. (H)
[167] Tarîk-i
Celvetiyye’den
olarak Neccâr-zâde, yalnız mahdumları Sıddîk Efendi’ye hilâfet vermişlerdi.
[168] Şeyhülislâm Mekkî Muhammed
Efendi merhûmdur. Şeyh Muhammed Sıddîk Efendi’ye müntesib idi. Ulemâ ve
şuarânın mütemeyyizlerindendir. Tercüme-i hâli Osmanlı Müellifleri nâm eserin ikinci cildinin ikinci kısmında 420.
sahîfede mestûrdur. Ehlu’llâha fevkalâde muhabbeti vardı. Hz. Sünbül Âsitânesi
için olan medhiyyesi Hânkâh-ı Sünbülî’de minber yanında âvîhte-i mevki’-i
ihtiramdır. Sünbülîler kısmında bahsi vardır. Şu beyit onun olup ne güzeldir:
Bâlâ-nişîn-i rif’at
olan gerçi çoksa da
Bu
âlem içre az bulunur ehl-i hâl olan
[169] “Hakîkat erbâbına göre sefer, mürîdin Allah’a yönelmesi sırasında kalbin geçirmiş
olduğu seyirlerden ibârettir. Bu esnâda takip edilen sefer dörttür:
Birinci Sefer:
Vahdet’teki kesreti kaldırmaktır. Bu da, ağyar ve çeşitli mazâhirden aşkı
gidermek sûretiyle, nefsin katettiği menzillerden birine ulaşmaktır. Bu ise,
kulun, en yüce mertebeye ulaşmasıyla olur ki bu mertebe kalbin ulaştığı en son
makâmdır.
İkinci Sefer:
Bâtınî ilimlerdeki kesretten vahdet perdesini açmaktır. Bu da Allah’ın
sıfatlarıyla vasıflanarak O’na doğru mesâfe katetmek demektir. Bu ikinci sefer
Hz. Allah’a ulaşmanın sonudur.
Üçüncü Sefer:
Aynü’l-cem hazret-i ahadiyetin ahadiyette husûliyle zâhirî ve bâtını olan iki
zıtta bağlı kalmamaktır. Ahadiyyet makâmı, "Kâbe kavseyn" (53. Necm sûresi, 9) makâmıdır.
İkilik artık kalmaz. Bu makâm geçilince de "Ev Ednâ" makâmına ulaşılır ki, bu makâm velâyetin son makâmıdır.
Dördüncü Sefer: Bu makâm da Hak’tan halka dönme
makâmıdır. Bu ise, Cem ve fark birliği demektir. Hakk’ın halka dâhil olması ve
onda yokolmasıdır ki, kesrette vahdet, vahdette de kesret görülebilsin. Bu da
Allah’tan Allah’a dönmedir. Bu makâm, fenâdan sonra bakâ, cem’den sonra fark
makâmıdır.” (H)
[170] “Doğma-büyüme
Beşiktaşlı, âciz bir kişi olan ben Mustafa Rızâeddin en-Nakşıbendî’yim. Tarîkat icâzeti ve hilâfeti ile
tâc ü hırkayı
âmil, kâmil ve vâsıl bir kimse olan şeyhim ve dayanağım es-Seyyid Mîr Muhammed
Kâmil Efendi’den aldım; o da aynı zamanda dedesi olan şeyhi eş-Şeyh es-Seyyid
İsmail Hakkı Efendi’den; o da, eş-Şeyh es-Seyyid Muhammed Sıddik Efendi’den, o
da aynı zamanda babası olan şeyhi, “İbn-i Neccâr” diye bilinen vâsılînden
Mevlânâ şeyhu’l-meşayıh
eş-Şeyh es-Seyyid el-Hâc Mustafa Rızâeddin’den olmuştur.” (H)
[171] Cümlenin tarih
kısmı boş bırakılmıştır. (H)
[172] O zamânın mütehayyizânına da ağa derler idi. Âgâh Ağa,
öyle bir ağa idi ki, vükelâ, vüzerâ, ulemâ ve urefâ, onun meftûnu olmuşlardı.
[173] Ebû Hüreyre (r.a.)’den rivâyet:
Rasûlullah (s.a.v) buyurdu: “Kabirleri ziyâret ediniz: Zîrâ size âhireti
hatırlatır.” Resûlullah (s.a.v) doğru buyurdu. Müslim, Sahîh, Cenâiz, 108. (H.)
[174] İbârenin hesaplanmasından 1211 çıkmaktadır. (H)
[175] İbârenin hesaplanmasından 1132 çıkmaktadır. (H)
[176] Bu eser
Bursa’da, Kütüphâne-i Umûmî, Orhan Kitapları meyânında vardır. İstanbul’da
Fatih’te Millet Kütüphânesi’nde Pertev Paşa Kitapları meyânında 295 numarada
mevcûddur.
[177]
“...
Rûhumdan ona üfledim...” Hicr Sûresi, 29. (H).
[178] Şeyh Muhammed Âgâh Ağa ile ilgili
bilgiler, 89 ve 90. sayfalardah buraya aktarılmıştır. (H)
[179] Bu ibârenin hesaplanmasından 1205 çıkmaktadır. (H)
[180] “Allah’a hamd olsun, Üstâd Neş’et Efendi’nin
feyziyle, yüzünün Müştâk’ı oldum.” (H)
[181] “Gönlümde, safâya ulaşacağım sabahtan ümit
kalmadı. Zîrâ gamlı insana bayram ümidi yoktur.
O
kadar kara günlü oldum ki, kim beni gördüyse, hayalinin burcunda ay ve güneş
kalmamıştır.
Gönlüm
elden gitti; bunun için sohbet meclisinin neşesi yoktur. Sâki ne yapsın ki,
Cemşîd’in kadehi kalmamıştır.
Seyyare
ve sâbit yıldızı, Merih ve Zuhal oldu. Âlemin bahtında ay ve Venüs kalmamıştır.
Ey Neş’et! Dünyâ için sevinmeye ve üzülmeye
gerek yoktur. Çünkü matem ve hüzün bâkî değildir.” (H)
[182] “Hz. Behcet’in pâk türbesi Cennet bahçesinden bir misâl oldu. Gönül onun
ziyâretiyle uyandı ve vahdet âleminin feyzine vâkıf oldu.” (H)
[183] Bu mısra eksiktir. (H)
[184] “İhlâs,
benim sırlarımdan bir sırdır. Onu, kullarımdan dileyenin kalbine
yerleştiririm.”
[185] Bu ibâreden anlaşıldığına göre Ali Behcet
Efendi’nin Nakşibendî Tarîkatı’ndaki silsilesi şöyledir :
Ali Behcet b. Ebî Bekir b. Hasan, Hâce Muhammed Emîn en-Nakşıbendî, Hâce
Muhammed Âgâh en-Nakşıbendî, Hâce Mustafâ Rızâeddîn (İbn-i Neccâr), Hâce
Muhammed Efendi (Arab-zâde), Hâce Ebû Abdullâh Seyyid Muhammed en-Nakşıbendî
es-Semerkandî, Hâce Ahmed-i Cûryânî (Yek-dest), Hâce Muhammed Ma’sûm
es-Serhendî, Hâce Ahmed el-Fârûkî (İmâm Rabbânî), Mevlânâ Hâcegî Emkinekî,
Muhammed-i Emkinekî, Hâce Muhammed Zâhid, Hâce Ubeydullâh-ı Ahrâr, Hâce
Ya’kûb-ı Çerhî, Hâce Bahâeddin Muhammed b. Muhammed el-Buhârî en-Nakşıbendî,
Hâce Emîr Gülâl, Hâce Muhammed Baba es-Semmâsî, Hâce Aliyy-i Râmitenî, Hâce
Mahmûd İncîr-i Fağnevî, Hâce Ârif-i Rivgerî, Hâce Abdülhâlık-ı Gucduvânî, Hâce
Ya’kûb-ı Hemedânî, Hâce Ebû Alî el-Fâremedî, Hâce Ebû’l-Hasan el-Harakânî,
Bâyezîd-i Bestâmî, Mevlânâ Ca’fer es-Sâdık, Mevlâna Kâsım b. Muhammed b. Ebî
Bekr es-Sıddîk, Selmân el-Fârisî (radıya’llâhu anh), Ebû Bekir es-Sıddîk
(radıya’llâhu anh), Hz. Muhammed Mustafa (salla’llâhu aleyhi vesellem).
[186] “Hay
olan Allah’ın nûru önünde, yolunu aydınlatıyordu.” (H)
[187] “Ondan başka
dönüş yeri yoktur.” (H)
[188] “Dünya ve
âhirette ulaştığı makamlar sayesinde, Rabbinin nuruyla içine sevinç doldu.” (H)
[189] Bu ibârenin
hesaplanmasından (1287 + 1) = 1288 çıkmaktadır. (H)
[190] Hasan, babası Hasan'dan, o da
(oğlu Hasan'ın dedesi/kendi babası) Hasan'dan (şöyle rivâyet etti) : “Güzelliğin en güzeli, güzel ahlâktır.” (H)
[191] Bu ibârenin hesaplanmasından
1281 çıkmaktadır. (H)
[192] “Hüsâmeddin Efendi, tarîkat güneşi, din ve
hakîkatin keskin kılıcı gibidir. O, şerîatın zor mes'elelerine bile vâkıf olan,
asrının büyük imâmıdır.
Nitekim yine o, ilim
ve irfânın her sahasında tâm mânâsıyla gerçek bir âlimdir.
Yaşadığı dönemde, her
bakımdan kâmil bir şeyh olup hakîkat ilimlerinde söz sâhibi bir zât-ı muhterem
idi.
O, her isteği olanın
maksadını anladığı gibi, yüksek mertebeleri talebde de çok gayretlidir.
Güzel sözleri ve
temiz kalbiyle, her mes'eleyi hâlletmede oldukça mâhirdir.
Bundan dolayı, onun
nefesi ve himmeti sâyesinde, yüce hizmetlerdeki en güzel derecelere ulaşırsın.
Yazdığımız kasîdede
de söylediğimiz gibi, vefât etmiş olmasına rağmen, şimdi de onun nurlu
kabrinden rahmet umulmaktadır.
Himmetini umarak
ziyâretine gelenler için, sağlığında olduğu gibi, öldükten sonra da aynı hazzı
duyarlar.
Âciz bir sâir olan
Elif de, sabah-akşam her sıkıntısında onun rûhâniyetinden istimdâd etmektedir.
Allah Teâlâ, onun
sırrını takdîs edip rûhunu korusun ve ona yüce nimetlerini ihsân etsin.” (H)
[193] Aşıkpaşa’da
Tâhir Ağa Dergâhı’nda Şeyh Feyzullâh Efendi’ye de hadâset-i sinni hasebiyle bir
aralık vekâlette bulunmuştur.
[194] Pederlerinin
27 Rebîulevvel 1259/(20 Mayıs 1841)’da dergâha gelmelerine ve meşîhatin 11
Ramazan 1259/(6 Ekim 1843)’da mahdûmlarına tevcîhlerine bakılırsa, mezâr taşında
muharrer 1260/(1844) tarihinin 1259/(1843) olması îcâbeder.
[195] Bu zât
Eyüp’te, tarîk-ı Nakşıbendî Şeyhü'l-islâm Dergâhı şeyhi idi. Behcet Efendi
hazretlerinin halîfesi Feyzullâh Efendi, tarîkaten ona müntesibdir. Bu
nisbetleri, bir işâret-i ma’neviyye üzerine vukû’ bulmuş olduğunu Şeyh Behcet
Efendi nakl eylemiştir.
[196] Ben, Ali Behcet Efendi’ye, tarîkat ve zikir
âdabını hakkıyla öğrettim ve bunları dilediği kişilere öğretmesi için de icâzet
verdim. Ayrıca evradına bağlı kalarak, “ihsân hadîsinde beyân buyurulduğu gibi,
her zamân Allah’ın kendisini gözettiğini düşünerek ibâdet etmesini ve
murâkabesinde de bu hâl üzere olmasını; yukarıda beyân buyurulan husûslarda
Es’ad Efendi Dede ile birlikte hareket etmesini ve yardımlaşmasını nasîhat ettim.
Bu
metni fakirlerin hizmetçisi Muhammed İsmaîl Nüvvâb (Allah onu affetsin.)
yazdı. (H)
[197] “Bütün âlemin yaratılması, Hz.
Mustafâ’nın yaratımkası içindir. Hz. Mustafâ’nın derdi yolunda cân fedâ olsun.”
(H)
[198] Bu
icâzet-nâmede, Ali Behcet Efendi’nin Hz. Muyhiddin-i Arabî’ye kadar olan
silsilesi Arapça olarak geniş bir şekilde belirtilmekte ve hangi konularda
kendisine icâzet verildiği anlatılmaktadır. Biz burada, metni aynen tercüme
yerine, silsiledeki isimleri nakletmekle yetineceğiz :
Şeyh Ali Behcet
Efendi, Şeyh Muhammed Yasin b. Nâfi, Şeyh Ahmed Efendi, Şeyh Ömer Efendi, Şeyh
Ahmed-i Mertînî, Şeyh Ebûbekir b. Muhammed Tâhir, Şeyh Abdülkâdir b. İsmâil,
Şeyh Muhammed el-Hafnâvî, Şeyh Abdullâh b. Salîm el-Basrî, Şeyh Ahmed
el-Kaşşâşî, Şeyh Zeyneddin et-Taberî, Şeyh Abdülkâdir b. Yahyâ et-Taberî, Şeyh
Yahyâ b. Mükerrem et-Taberî, Şeyh Abdülaziz b. Ömer b. Fehd el-Mekkî, Şeyh Ebû
Muhammed Abdullâh b. Muhammed, Şeyh Ebû Muhammed Radiyyüddîn b. İbrâhîm, Şeyh
Muhammed Muhyiddîn b. Ali el-Arabî.
İcâzet-nâme’nin târîhi : 12 Cemâziye'l-evvel 1321/(7 Ağustos 1903).
[199] Şeyh İmdâdullâh-ı Mekkî’nin çeşitli tarîkatlarla ilgili
silsilesi bir şema halinde Sefîne’nin içine konulmuştur. Biz, burada o
listedeki isimleri tarîkatlara göre ayırarak yazdık.
[200] İsimden sonraki bilgiler, 1. Vefat yeri, 2. Vefat
tarihini ifade etmektedir. (H)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar