Sefîne-i Evliyâ Evliyâ-yı Ebrâr Şerh-i Esmâr-ı Esrâr 1.cild 3. bölüm
TARÎKAT-I ALİYYE-İ KÜBREVÎYYE
/275/ -
Ser-çeşme-i evliyâ Hz. İmâm Ali (Kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh)
- Hz.
Hasan el-Basrî (Radıya'llâhu anh)
- Hz. Habîb-i A’cemî (Kaddesa’llâhu
sırrahû )
- Hz.
Dâvud et-Tâî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Hz.
Ma’rûf el-Kerhî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Hz.
Seriyyü’s-Sakatî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
-
Seyyidü’t-âife Hz. Şeyh Cüneyd el-Bağdâdî (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
-
Şeyh Mimşâd ed-Dîneverî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
-
Şeyh Muhammed ed-Dîneverî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh
Muhammed el-Bekrî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
-
Şeyh Vecîhüddîn el-Kâdî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
-
Şeyh Ebu’n-Necîb es-Sühreverdî (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
-
Şeyh Rûzbehân-ı Baklî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
-
Şeyh İsmâîl-i Kayserî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
-
Şeyh Ammâr-ı Yâsir (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Pîr-i tarîkat Hz. Ahmed
Necmeddîn el-Kübrâ (Kuddise sırruhu’l-âlî)
Velâdet
: 550/(1155); müddet-i ömr : 68; irtihâl : 618/(1221).
ŞEYH EBU’N-NECÎB
es-SÜHREVERDÎ
Meşâhîr-i ulemâ vü sufiyyûndan olup, onüç bâtında
sülâle-i Hz. Ebû Bekr es-Sıddîk (radıya'llâhu anh) efendimize
muttasıldır.
490/(1097) senesinde, Sühreverd’de doğup, Bağdâd’da
tahsîl-i ulûm eylemiştir. İsfahân’a gidip, Ebû Ali el-Medâd’dan istimâ-ı hadîs
edip, Dicle’nin garbında mürîdlerine ribâtlar inşâ ettirmiş idi. Bağdâd’da, su
satar, geçinirmiş. Zühd ü takvâsı gâlip idi. 545/(1150)’te Medrese-i
Nizâmiyye’ye müderris olup, 558/(1163)’de Şam’a gelmiş, tedrîs ile meşgûl
olmuştur. Melik-i âdil Nûreddîn Mahmûd’un iltifâtına mazhar olarak Bağdâd’a
avdet edip, 563/(1168) senesinde irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Şeyh
Vecîhüddîn el-Kâdî amcalarıdır.
/276/ NECMEDDÎN-İ KÜBRÂ
HAZRETLERİ
Künyeleri, Ebu’l-Cenâb (bir
eserde ise Ebu’l-Cinân diye okudum), ism-i âlîleri Ahmed b. Ömer el-Hayûkî,
lakab-ı âlîleri Kübrâ olup, Hârezm’de dünyâya fer vermiştir. "Kübrâ"
denilmesi, gençliğinde tahsîl esnâsında, münâzara ve mübâhaseyi çok sevip,
kiminle mübâhaseye girişse dâimâ galebe çalarlardı. Bundan kinâye olarak, “et-Têmmetü’l-Kübrâ”,
yahut “Tâmatü’l-Kübrâ” dediler. "Tâme"[1] veya "têmme" lafızları
kesret-i isti’mâl hasebiyle terk olunarak, yalnız Kübrâ lakabıyla şöhret
buldular. Kendilerinden gelen tarîkat koluna Kübreviyye derler. Burada gayr-i
münteşirdir. İran ve Türkistân’da bir zamânlar intişâr etmiş ve bundan pek çok
eâzım yetişmiştir.
Diyâr-ı Rûm’a da intikâl eden bu tarîkattan yetişen
eâzım hazarâtının tarîkaten ictihâdlarına mebnî, Tarîkat-ı Aliyye-i Kübreviyye
esrârı, o eâzımda mündemic kalmıştır.
Şeyhleri Ammâr-ı Yâsir hazretleridir. Fakat Mısır’da
Şeyh Rûzbehân hazretlerinden tekmîl-i tarîkat eylemişlerdir. Bâb-ı Ferah-ı
Tebrîzî ve İsmâîl-i Kayserî gibi ricâlu’llâh’la da sohbetleri ve onlardan ahz-ı
feyzleri vâki olmuştur.
Rüşd ü fazîlet ve ma’rifet ü kerâmetle, beyne’l-enâm
şöhret kazanmışlardır. Eâzım-ı şuarâ-yı acemdendir. Te’lîfât-ı mu'teberesinden,
tefsîr-i şerîfi Fevâtihu’l-Cemâlî, Te’vîlât-ı Necmiyye, Tavâliu’t-Tenvîr, Usûl-i Aşere burhân-ı kemâlidir.
Hz. Mevlânâ’nın peder-i mükerremleri, Bahâeddîn
Veled hazretleriyle, Necmeddîn-i Râzî, Mecdüddîn-i Bağdâdî, Sa'deddîn-i
Cüveynî, Seyfeddîn-i Bâharzî, Baba Kemâl-i Hucendî[2], Radiyyüddîn Ali Lâlâ,
Cemâleddîn-i Gîlî gibi meşâhîr cümle-i mürîdanından idi.
Müşârünileyhimden Necmeddîn-i Râzî, Necm-i Dâye
nâmıyla meşhûr-ı eâzımdandır. Şeyhinin nâ-tamâm kalan Te’vilât-ı
Necmiyye nâm
tefsîr-i tasavvufîsini, Bahru’l-Hakâyık nâmıyla yazdığı tefsîr ile itmâm
eylemiştir ki, bu tefsîr-i /277/ şerîf pek mühim ve pek nâdirdir.
Necm-i Dâye, ba'zı noktada irfânen şeyhinin
kemaliyle hem-pâye olmuştur. Bağdâd’da Hz. Cüneyd türbesinde medfûndur. Hz.
Mevlânâ ve Cenâb-ı Sadreddîn-i Konevî ile sohbette bulunduğu mervîdir. Hattâ
her ikisine imâmetle namâz kıldıkları[3] menkûldür. Mirsâdû’l-İbâd mine’l-Mebdei ile’l-Meâd (adlı) eser-i Fârisîsi de pek mühimdir.
Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinin menâkıb-ı
aliyyeleri, lisân-ı Arabî vü Fârisî üzere yazılmıştır. Hulefâ-yı kirâmından
Şeyh Mecdüddîn-i Bağdâdî hazretleri her nasılsa, ağzından bir büyük söz
kaçırmasıyla şeyhi Necmeddîn-i Kübrâ hazretleri müteessir olurlar. Mecdüddîn
ise, derhâl yalın ayak istîfâ-yı kusûra gelip, hâk-pâ-yı şeyhe yüz sürmesi
üzerine müşârünileyh, mülâtafetle, “Korkma! Îmânın selâmettedir. Lâkin bu
yolda cân fedâ etmemeğe çâre yoktur. Biz dahi yakında ser-bürîde ve şehîd
oluruz ve melik-i Hârezm bu sebebten perîşân ve ahâlîsi ise kılıçtan geçerek
muzmahil ve nâ-yâb olur.” buyurmuşlardır.
Fi’l-vâki’ aradan çok zamân mürûr etmeksizin,
Mecdüddîn, yirmidört yaşında olduğu halde bir iftirâya uğradığından, Sultân
Muhammed-i Hârezmşâh’ın emriyle Ceyhun’a atılıp, mağrûkan şehîd olur ve melik-i
merkûm, sonradan Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinin nutk-ı âlîlerini ve Mecdüddîn
hakkında söylenen sözün mahz-ı bühtân olduğunu anladığı gibi, huzûr-ı Hz. Pîr’e
gelip, söz ve niyâza başlarsa da, pîr-i müşârünileyh, (كَانَ ذَلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُورًا)[4] âyet-i kerîmesinden başka bir cevâb
vermeyip, âkibet, Cengiz zuhûr eder ve memâliki Hârezm’i harâb ve Necmeddîn hazretleriyle
nice insânları şehîd eder.
Hadîkatü’l-Cevâmi’de şöyle yazar ki:
"Vak’a-i Cengiz’in zuhûru
ve bulundukları yerin istîlâsı mukarrer olduğu işitilince, Hz. Necmeddîn’e
mahall-i necât olan tarafa hicret buyurulması arz ve beyân olunmuş ise de, “Bu
kadar ümmet-i Muhammed’in vakt-i âsâyişinde berâber zevk-yâb olmuş iken,
hengâme-i ızdırâblarında, ancak nefsimizi tahlîs /278/ ile nice bin ehl-i îmânı, o kâfir-i bî-dînin
pây-mâl ettiğini biz arkadan mı seyr edelim. Böyle hayâtın bize lüzûmu yok,
cümle ile haşr olunmak büyük ni'mettir.” buyurmuşlardır."
Nefehât’ta okumuştum:
Hz. Pîr, 618/(1221) senesinde bu vak’ada bir kâfirin
elinde şehîden âzim-i dâr-ı cinân olmuştur. Şehîd oldukları vakit, kâfirin
perçemini tutmuştu. Şehâdetten sonra, onu, şeyhin elinden kimse
kurtaramamıştır. Âkıbet, kâfirin perçemini kestiler. Mürîdânının meşhûrlarından
olup, Hz. Mevlânâ’nın peder-i ekremleri Sultân Bahâeddîn, Hz. Pîr’in
sevgililerinden idi. Hz. Mevlânâ bile, zât-ı âlîlerine şu manzûme ile arz-ı
hürmet eylemiştir:
بيكى دست مى خالص ايمان نوشند
ما
ازآن محتشمايم كه ساغر كيراند
بيكى
دست دكر يرجم كافر كيرند
نه
ارزاق مفلسان كه بز لاغر كيرند
Nazmen tercümesi:
Biz
ol izz ü kerem kavmindeniz kim
Demâ-dem
îş idüp sâğar tutarlar
Ne
şol bî-kadr müflislerdeniz kim
Füsûn
idüp bize sâğar tutarlar
Bir
elden nûş idüp îmân şarâbın
Bir
elde perçem-i kâfir tutarlar
Necmeddîn-i Kübrâ hazretleri, galebât-ı vecdde her
kime nazar ederse, mertebe-i velâyete ulaşırdı. Hattâ bir gün, bir tâcir
teferrûh tarîkiyle, dergâh-ı Pîr’e girmiş, müşârünileyhin hâli üzerinde idi.
Tâciri görmesiyle, bir nazarıyla, fi’l-hâl mertebe-i velâyete ulaştırmıştır.
Lugât-ı
Târîhiyye’de okudum :
Bir gün, ashâbıyla otururken, bir doğanın, ufak bir
kuşu önüne katıp kovaladığını görmesiyle, nazarı, ufak kuşa taalluk etmesiyle
doğanın elinden kurtulmuştur.
Bir gün, huzûr-ı âlîlerinde, Ashâb-ı Kehf’in bahsi
oluyormuş; mürîdânından /279/ Şeyh Sa’deddîn-i Cüveynî hazretlerinin hâtırından geçti ki: Acaba, bu
ümmet içinde, sohbeti kelbe te'sîr eder kimse bulunur mu? Hz. Necmeddîn, nûr-ı
ferâsetle bildi. Derhâl yerinden kalkıp, tekke kapısına çıktı. Bir kelb zâhir
oldu. Kuyruğunu sallayarak, Hz. Şeyh’e bakmağa başladı. Şeyh, ona bir nazar
etmesiyle, kelp dûçâr-ı haşyet olarak, yüzünü yerlere sürüp oradan kayb oldu.
Şeyh Sa’deddîn, bu hâli görünce hâtırasından nedâmet etti. Menkûldür ki, o
köpek, nereye varsa, elli altmış köpek onun etrâfına halka olup, hiç biri
bağırmaz ve bir şey yemezler ve gâyet sâkin dururlar imiş.
ŞEYH SA’DEDDÎN-İ CÜVEYNÎ
Kibâr-ı meşâyıh u ulemâdandır. Keşfû’l-Mahcûb ve
Secencelü’l-Ervâh unvânlı eserleri meşhûrdur. Dîger
ba'zı te’lîfâtı varmış. 650/(1252) senesinde âlem-i bakâya rıhlet etmiştir.
Sadreddîn-i Konevî hazretleriyle musâhabeti mervîdir. Gâyet müessir tabîat-ı
şi’riyyesi vardır:
بر اسهب عشق چو سوار آيد دل
بر
جمله مرام كامكار آيد دل
ورعشق
نباشد بچه كار آيد دل
كردل
نبود كجا وطن سازد عشق[5]
rubâîsiyle
gâyet müstemendâne mazâmîn-i âşıkânı ihtivâ eden:
د
دل زفرات خستيكها دارم
در
كار زچرخ بستيكها دارم
با اين همه غم تونيز پيمان وفا
مشكين كه جزاين شكستيها دارم [6]
rubâîsi
hâfıza-ı ehl-i aşkı tezyîn edecek âsâr-ı ilmiyyedendir.
ŞUABÂT-I KÜBREVÎYYE
Bahâiyye, Firdevsiyye, Halvetiyye, Nûriyye,
Rükniyye, Hemedâniyye, Nûrbahşiyye, Berzenciyye.
NÛRBAHŞİYYE KOLU
Hadîkatü’l-Cevâmi’de silsile-i tarîkatını bu vechle
buldum:
Hz. Pîr Necmeddîn-i Kübrâ, Şeyh Ali b. Lâlâ, Şeyh
Ahmed Zâkir-i Curfânî, Şeyh Nûreddîn Abdurrahmân-ı Esferânî, Şeyh /280/ Alâüddevleti’s-Semnânî, Şeyh Mahmûd-ı Muzdahânî, Şeyh es-Seyyid Ali Hemedânî,
Şeyh Hâce İshâk-i Hıtlânî, Şeyh es-Seyyid Muhammed-i Nûrbahş (Kaddesa’llâhu
esrârahüm.)
Âtîdeki bahs-i mahsûsda ism-i âlîleri zikr olunacak
olan Emîr Sultân hazretleriyle Halvetîler bahsinde nâm-ı bülendleriyle tezyîn-i
sahîfe-i hürmet edilecek olan Şeyh Hasan Hüsâmeddîn-i Uşşâkî hazretleri bu
şu’be-i tarîkattan hisse-dâr-ı feyz olanlardandır.
ŞEYH MUHAMMED ŞÎRÎN-İ
MAĞRİBÎ HAZRETLERİ
Necmüddîn-i Kübrâ hazretlerinin hulefâsından Şeyh
Nûreddîn-i Gazâlî halîfesi Şeyh İsmâîl-i Selîbî halîfesidir. Şeyh Nûreddîn,
tarîkat-ı Kübreviyye şuabâtından Nûriyye kolunun reîsidir.
Şeyh Muhammed Şîrin-i Mağribî, muhakkıkîn-i
sûfiyyeden ve meşâhîr-i şuarâ-yı Îrâniyyedendir. Hz. Mevlânâ’nın mürşid-i
mükerremi Şems-i Tebrîzî hazretlerinin şeyhi Baba Kemâl-i Hucendî hazretlerinin
ashâbından ve ahibbâsındandır. Hindistân’da basılmış olan, Hazînetü’l-Asfiyâ’nın beyânına göre, 809 sene-i
hicriyyesinde (1406) altmış yaşında, dâr-ı cemâle intikâl eylemiştir. İran
pâdişâhlarından Şâhruh zamânında biraz şöhret bulup, Tebrîz’de vefât etmiş;
kabr-i münevveri Sürhâb’da ziyâret-gâh-ı uşşâk bulunmuştur.
Nâcî merhûm, Esâmî nâm eserinde, Muhammed Şîrin
diye kaydettiği gibi, Hazînetü’l-Asfiyâ ve Kâmûsu’l-A’lâm’da, Şeyh Muhammed Şîrin denilmiştir. Şu hâlde Şerîf ve Şemseddîn
mahlasları yanlıştır. Nâcî merhûm, İsmâîl-i Selîbî’yi, İsmâîl-i Semnânî diye
yazmış ise de doğrusu Hind’de basılan Hazînetü’l-Asfıyâ’nın dediğidir.
Târîh-i intikâline âit manzûmeler:
چو شرين زخت ازدنياى دونست
بجنت يافت از در كاه حق بار 809[7]
وصا لش هست شرين قطب واصل (809)[8]
“Kutb-ı Şîrîn” (قطب شيرين) (809)
Mağribî hazretleri, eâzımdan olup, doğrusu
sûfiyyenin medâr-ı fahrıdır. Şöhretten, ziyâde ihtîfâya meyyâl olup,
kendilerinden silsile-i tarîkat yürüyüp yürümediği anlaşılamamıştır.
Üveysiyyü’l-meşreb, hanefiyyü’l-mezhep bir zât-ı âlî-kadr olup, ihtifâya meyl-i
şedîdleri hasebiyle, zamânlarında, kemâlât-ı şi’riyye-i ârîfâneleri nisbetinde
şöhret-gîr olmadılar. Zâten şöhrete rağbet-kâr olmayıp, mevhûm varlığı, esrâr-ı
vücûd-ı Hak’ta istihlâk etmiş, eniyyet, mahv, inhimâk denilen makâmat-ı
zevkıyyenin lübbünü elde ederek, vücûd-ı hakîkatta inhimâk eylemiştir. (Kaddesa’llâhu
sırrahu.)
Âcizleri, Hz. Mağribî’yi, hâce-i irfânım Muhammed
Es’ad el-Mevlevî merhûmun, ders-i Mesnevî'sine devâm ettiğim zamân, gıyabî, fakat, hakikî
bir muhabbetle sevmiş idim ki, kırk beş sene oldu. İlk ezberlediğim şu beyti,
ancak, kırk sene sonra idrâk edebilir gibi oldum.
ظهور تو زمنست وؤجود من ازتو
ولست تظهر لولاي لم أكن لولاك [9]
Makâm-ı abdiyetten, makâm-ı nâza urûc ile öyle bir
cilve-i beyâniyyeye şâhit olmuş ki, evliyâu’llâh’tan herkes bu kudret helvâsını
ne yiyebilir, ne de yedirir. Meydân-ı sühanın bir merd-i dilîri olan Mağribî
hazretlerinin her nerede nâm-ı şerîfi yâd olunsa gönlüm mühtezz olur. Fâtih’te
Millet Kütüphânesi’nde 426 numarada bir Dîvân'ı vardır, yazmadır. Ser-â-pâ
hakîkata nâzırdır. Enfâs-ı âşıkânelerinden:
تامهرتو ديديم ز ذرات كذثتيم
در خلوت تاريك رياضات كشيديم
از جملة صفات از بى آن ذات كذ ثنيم
در واقعه از سبع سموات كذ شتيم
ديديم كه اينها همه خوابست وخيالست
اى شيخ اكر جمله كمالات تواينست
مردانه ازين خواب وخيالات كذ شتيم
خوش باش كزين جمله كمالات كذ شتيم
ما ازبي نورى كه بود مشرق انوار
از مغربى وكوكب ومشكاة كذ شتيم[10]
Urefâ-yı asırdan Besîm Efendi hazretleri, Cenâb-ı
Mağribî hakkında bir mektûbunda der ki:
“Dil-i âgâhım!
Şuarâ-yı vâsilînin ser-kâfilesi, kurretü’l-uyûn-ı
urefâ Mağribî hazretlerinin, uluvv u kâ’bını pek güzel bilenlerdensiniz.
Kütüb-i menâkıb ve terâcim-i ahvâlde, ârif-i âlî-câh-ı müşârünileyhin isim ve
mahlas-ı mübeccelleri "Muhammed Şîrîn", "Muhammed Şerîf",
"Muhammed Şemseddîn" sûretlerinde olarak tevsîmât-ı muhtelifede gösterilmektedir. Ancak, başka menkabe ve
tercüme-i hâllerindeki ittihâd-ı vakâyı' ve istişhâden, îrâd olunan âsâr-ı şi’riyyelerindeki,
numûne-i yek-rengî, müsemmânın vahdetini gösterdiği halde, esmâ ve
mahlaslarındaki tehâlüf, muhtâc-ı hâl görülüyor.
Menâkıb-ı evliyâ vü urefâyı tetebbu’ ve tahkîkteki selâmet-i meslek ve sıhhat-ı istinbâtınız,
müsellemâttan olduğu cihetle, İlâhiyyûn-ı (?) şuarânın kâfile-sâlârlarından
olan bu zât-ı azîmü’l-kadrin "Mağribî" tahallus-ı şâirânesine
mültahak, sıhhat-ı ism ü mahlasının tahkîk ve inbâsını, niyâz-mendâne
beklerim.”
Dîger sahîfedeki ma’lûmattan bâhisle, yazdığım
izâh-nâmeye gelen cevâb-nâmelerinde :
“Lemeât-ı şemsin temevvücât-ı
nûrâniyyesini ve yahut muhît-ı aşkın emvâc-ı hıred-şânını andıran, cevâb-nâme-i
ârifâneleri, çeşm-i müştâkı mazhar-ı envâr, kalb-i atşânı nesîm-i reyyân ile
dâye-dâr eyledi. Menâkıb-ı muallâ ve evsâf-ı fevka's-semâ, Cenâb-ı Mağribî’yi,
kalem-i hakâyık, rakam-ı Vassâf'tan iltikâ, ne feyz-bahşâ, ne nûr-efzâ bir
neyl-i inşirâh-ârâdır. O Mağribî-i meşrıkı’l-envâr ki, beni zulumât-ı zunûn ve
gamâm-ı zavâhir ve rüsûmdan reh-yâb eden ilk meş’ale-i mübeccele-i hakîkattir.
Hz. Mağribî, tarîk-ı aşk u muhabbette ve ma’rifette, benim ilk reh-nümûnum, en
feyyâz meş’al-keş hâmûnumdur.
Ârif-i vâsıl-ı müşârünileyhin,
menâkıb-ı âliyesi hakkında, mürâcaat-ı niyâzmen-dânemi is’âfen tehzîz
buyurduğunuz, hâme-i mübârekin her katre-i anberînine bin tuhfe-i şükrân.”
Müşârünileyh, Hz.
Şeyhü’l-Ekber’in âsâr-ı aliyyelerinin meftûnu olduğundan, âsâr-ı bâkiye-i şeyhi
taharrî için diyâr-ı Mağrib’e kadar bir seyâhat etmiş olduğundan, eş’ârında,
“Mağribî” tahallus etmişlerdir.”
EMÎR SULTÂN HAZRETLERİ :
Buhârâlıdır. Muhammed Şemseddîn el-Buhârî nâmıyla ve
Emîr Sultân unvânıyla şöhret bulmuşlardır. Harîrî-zâde Kemâleddîn Efendi
merhûm, Tıbyânü’t-Tarâık’ında, müşârünileyhin Nûrbahşî tarîkına
mensûb olduğunu ve pederlerinin şeyhi Seyyid Muhammed veya Mahmûd-ı Nûrbahş hazretleri
bulunduğunu yazıyor. Nûrbahş tarîkının pîr-i sânîsidir. Silsile-i tarîkatları
yedi vâsıta ile Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerine muttasıldır.
Şu sûretle silsile-i sâdâta dâhildir:
es-Seyyid Muhammed Şemseddîn el-Buhârî b. es-Seyyid
Ali b. es-Seyyid Muhammed b. es-Seyyid Hüseyin b. es-Seyyid Ali b. es-Seyyid Muhammed
b. es-Seyyid Muhammed el-Mehdî b. Hasan el-Askerî b. Ali et-Takî b. Muhammed
en-Nakî b. Ali Rızâ b. Mûsâ el-Kâzım b. Ca’fer es-Sâdık b. Muhammed el-Bâkır b.
Ali b. Zeynelâbidîn b. Hz. Hüseyin. (Rıdvânu’llâhi teâlâ aleyhim ecmaîn)
Baldır-zâde
Târîhi’nde görülen dîger bir silsile-i tarîkat ber-vech-i âtîdir:
-
Ser-defter-i evliyâ Hz. Ali (Kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh),
- Hz.
İmâm Hasan (Radıya'llâhu anh),
- Hz.
İmâm Hüseyin (Radıya'llâhu anh),
- Hz.
İmâm Zeynelâbidîn (Radıya'llâhu anh),
- Hz.
İmâm Muhammed el-Bâkır (Radıya'llâhu anh),
/281/ - Hz. İmâm Ca’fer es-Sâdık (Radıya'llâhu
anh),
- Hz.
İmâm Mûsâ el-Kâzım (Radıya'llâhu anh),
- Hz.
İmâm Ali Rızâ (Radıya'llâhu anh),
- Hz.
Muhammed Cevâd-ı Takî (Kuddise sırruhû),
-
Şeyh Ali Hâdî-i Takî (Kuddise sırruhû),
-
Şeyh Hasan el-Askerî (Kuddise sırruhû),
-
Şeyh Muhammed Kâim el-Muntazar (Kuddise
sırruhû),
-
Şeyh Hasan (Kuddise sırruhû),
-
Şeyh Hüseyin (Kuddise sırruhû),
-
Şeyh Seyyid Muhammed (Kuddise sırruhû),
-
Şeyh Seyyid Ali Emîr Külâl (Kuddise sırruhû) Hz. Emîr’in pederidir.,
-
Şeyh Seyyid Îsâ (Kuddise sırruhû) Hz. Emîr’in şeyhidir.
Hz. Emîr,
Buhârâ’dan Medîne-i Münevvere’ye geldikte, Ravza-i Pâk-i Mustafaviyye’ye, (السلام عليك يا جدي)[11] diye arz-ı selâm eyleyip, (وعليك السلام يا ولدي)[12] sûretiyle iltifât-ı Nebevîyyeye
mazhar olmuştur. Bunu, nice zevât işitmişler ve menâkıb-nâmelere derc
etmişlerdir. Ba’de’z-ziyâre kendilerine işâret-i ma’neviyye-i peygamberî
şeref-vâki’ olur. Şöyle ki: Gözlerine görünen, nûrdan kandili ta'kîb etmesi ve
o kandil nerede nihân olursa orada ikâmet eylemesi emir buyrulur. Hz. Emîr, o
nûru takip ederek Bursa şehrine gelir. Buraya vusûlünde, o nûr gözden nihân
olmakla “Burada ikâmete me’mûrum.” diye Bursa’da tavattun buyururlar.
Hz. Emîr’in Bursa’yı teşrîfleri, Yıldırım Bâyezîd Hân’ın
zamân-ı âlîlerine müsâdiftir. Bursa’da bulundukları zamân, Sadreddîn-i Konevî
hazretleri, Miftâhü’l-Gayb’ını Molla Fenârî’den tederrüs eylediğini, Cevdet Paşa merhûm, Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârih-ı Hulefâ’sında. yazıyor.
Yine müşârünileyh hakkında diyor ki:
Zâhir ü bâtını ma’mûr ve kerâmâtı zâhir olup, Bursa
ahâlîsi ona ziyâde muhabbet peydâ eylediler. “Emîr Sultân” diye şöhret buldu.
/282/ Salâtîn-i Osmâniyye dahi onun
kerâmâtını görüp kendisine ziyâde riâyet ve ta'zîm ve onunla teberrük eder
oldular ve azm-i sefer ettiklerinde duâsını alırlardı. O da onlara kılıç
kuşatırdı. Yıldırım Beyâzıt Hân’a da kılıç kuşattı.[13] Mesâlih-i millete ikdâm etmek,
nasîhatiyle onu i’mâr-ı mülke sevk ederdi. Yine ma’nen vâki’ olan bir işâret
üzerine Hz. Pâdişâh Yıldırım Hân’ın kerîmesi Hundî Sultân’la izdivâc eder. Bu
sultân Germiyan oğlu’nun kızı Devlet Şah Hatun’dan tevellüd eylemiş ve Çelebi
Sultân Mehmed’in li-ebeveyn büyük hemşîresi bulunmuştur.
Pâdişâh o zamân Edirne’de muhârebede imişler.
Pâdişâhın ma'lûmatı lâhık olmadan sultânla izdivâc vukû’ bulur. Keyfiyyet
pâdişâha aksi sûretle ihbâr edilmekle, "Hz. Emîr’in vücûdunu ortadan
kaldırsınlar." diye Bursa’ya mahall-i harbden kırk kişi gönderirler.
Fakat bunlar nezd-i Emîr’e geldiklerinde Hz. Emîr’de estaîzü billâh (إِنْ كَانَتْ إِلَّا صَيْحَةً
وَاحِدَةً فَإِذَا هُمْ خَامِدُونَ)[14] âyet-i kerîmesinin esrârı zuhûr
edip gelen kırk kişi li-hikmeti’llâh o anda hâb-ı ebedîye dalarlar ki, Bursa’da
civâr-ı Hz. Emîr’de ziyâret-gâhdır. Fakîr ziyâret ettim. Bu zevâtın, nazar-ı
Hz. Emîr’e mazhariyyeti, kabirlerinin ziyâretgâh olmasına sebep olmuştur. O
zamân Müftiyyü’l-enâm ve Şeyhü’l-islâm olan allâme-i zamân Şemseddîn Molla Fenârî,
Hz. Pâdişâh’a keyfiyyeti etrâflı bir sûrette bâ-arîza bildirmekle Hâkân-ı
müşârünileyhin ihtiyârı elden gidip kendilerini dâmâdlığa kabûl edip, görmek
üzere Bursa’ya şitâbân olur ve beynehumâda nice esrâr zuhûr eder; mezkûr
arîzanın sûreti ve bu ahvâlin tafsîli (için) Baldırzâde târîhi’ne ve ahîren neşr olunan Yâdigâr-ı
Şems nâm esere mürâcaat etmelidir.
/283/ Hz. Emîr, bir gece, âlem-i
ma’nâda, Fahr-ı âlem (salla’llâhu aleyhi ve sellem.) efendimiz hazretlerini
görmüşlerdir. Risâlet-penâh efendimiz, saâdetle, Câmi'-i Kebîr’in yerini teşrîf
buyurup, mübârek asâ-yı şerîfleriyle câmi'-i şerîfin hudûdunu çizip, işâretle,
“Şu mahalle, ümmetim için bir ulu câmi' binâ edin.” diye emr u fermân
buyurmuşlar. Hz. Emîr, vâkıa-ı mezkûreyi kayınpederi Yıldırım Bâyezîd’e ifâde
eylemesiyle, her ikisi ve erkân-ı devlet, derhâl câmi'-i şerîfin olduğu mahalle
gelip, Sultânü’l-Enbiyâ (aleyhi ekmelü’t-tahâyâ)’nın işâret buyurdukları
mahalde nûrânî bir hudûd görüp derhâl câmi'-i şerîf inşâsına muvaffak
olmuşlardır. Dünyâda misli olmayan ve el-yevm ma’mûr bulunan bir ma'bed-i
ferah-fezâdır.
Cevdet Paşa merhûm, Kısas-ı
Enbiyâ’da, bu câmi'-i şerîf hakkında yazıyor:
Mervîdir ki, Bâyezîd Han hazretleri, Emîr Sultân ile
bu câmi'-i şerîfin binâsını muâyene ederken, azîz hazretleri: “Pek makbûl ve
müstahsen tarh olunmuş, lâkin dört köşesine birer meyhâne yapılsa daha mükemmel
olurdu.” demesiyle, hünkâr, müteğayyir olup,” Câmi'-i şerîf, beyt-i
Hudâ’dır; civârında menâhî vü melâhînin ne münâsebeti vardır?” cevâbını
verdikte Azîz hazretleri, “Pâdişâhım,
hakîkatta beyt-i Hudâ, mü'minin kalbidir. Niçin kalb-i şerîfinizi menâhî vü
melâhî ile âlûde edersiniz” diye pâdişâhın meşgûl-ı işret olmasındaki
fenâlığa işâret buyurmasıyla, Şehriyâr hazretlerine intibâh gelip, cümle-i
muharremâttan tevbe ve istiğfar etmiştir.
Hz. Emîr’in kerâmât-ı irfâniyyesi çoktur. Hakk-ı
âlîlerinde müteaddid menâkıb-nâmeler yazılmıştır.
833/(1429-30) senesinde, “İntikâl-i Emîr” (انتقال أمير) terkîbinin nâtık olduğu üzere, âlem-i bakâya
irtihâl eylemişlerdir. Tarîkat-ı Aliyye-i Bayramiyye’nin Pîr-i muhteremi, Hacı Bayram-ı
Velî hazretleri gasl eylemişlerdir. Medfen-i mübârekleri üzerine türbe inşâ
olunmuş ve devr-i Azîzî’de yeniden ihyâ edildiğinden, el-yevm, pek ma’mûrdur. /284/ Türbe-i şerîfelerinin olduğu
mahallin kıble tarafına iki minâreli bir câmi'-i münîf binâ olunup, Sultân
Selîm-i sâlis zamânında mükemmelen ta’mîr edilmiştir. Civâr-ı Hz. Emîr,
İstanbul’un, Eyüb Sultân’ı mesâbesindedir. Türbe-i şerîfe pek müzeyyendir.
Sandûkalarının baş tarafında, “Yâ Hazret-i Pîr, Şemseddîn el-Buhârî, Emîr
Sultân Kuddise sırruhû’l-Mennân” diye muharrerdir. Bir tarafında
harem-i âlîleri ve kerîmeleri ve dîger tarafında mahdûm-ı mükerremleri
medfûndur. Hakk-ı âlilerinde söylenip, türbe-i münevverelerinde levha halinde,
vaz’-ı mevkı-ı ihtirâm kılınmış medâyıhtan:
Ey
âlem-i velâyete sultân olan Emîr
Vey mülk-i Rûm’a rahmet-i
Rahmân olan Emîr
* * *
Bi-Hamdi’llâh nasîb oldu
ziyâret Kutb-ı devrânı
Cihâna nûr-ı feyzi münteşirdir
gün gibi hâli
Emîr Sultân-ı zî-şâna gönülden
bendelik arz it
Budur yâ Hû saâdet neylerim ben
mâl ile câhı
Günâhım hadden efzûndur kerem kıl dest-gîr(im) ol
Bu İlmî kemterindir
hâk-pâyın oldu rû-mâli
*
* *
Yüzün sür hâk-pây-ı Hazret-i
Sultân Emîr’e*
Yuyam dirsen dil-i âlûdeden
çirk-âb-ı hâki*
Nisâr it nakd-i cânı
âsitânından nûr-ı feyz al*
Safâ-yı aşk-ı rûhânî virir bu
türbe-i pâki
Budur sultân-ı kalb ü taht ü
tâc mülk-i istiğnâ
Furûğ-ı şûriş-i aşkı ser-â-ser
tutdu eflâki
Budur dergâh-ı âli pîş-vâ-yı mürşid-i uşşâk
Bunu böyle görür kimin kim olsa
çeşm-i idrâki
Ziyâret eyleyüp gel dergehinden
eyle istimdâd
Vücûdun mahv u müstağrak
gönüldür eyle idrâki
Cenâb-ı fahr-ı âlem aşkına
dil-şâd buyur nûrum
Bu abd-i kem-teri kim
dergehinde sînesi çâki
/285/ Kelâm-ı sırr-ı lâ-havfün aleyhim bunda zâhirdir
İder ihsân ehlu’llâh kuluna
eylemez bêkî
Hakîrin Râşid’e eyle
şefâat cedd-i pâkinçün
Muharrer eyledi pejmürde hâlet
kilk-i çâlâkî
Hz. Emîr’in entâk-ı
şerîfesinden :
Tevhîde gel haddin aşma
Doğru yolundan şaşma
Yüz altmış altı çeşme
Başındaki gül bizdedir
Pîr Sultân bu yolda kuldur
Virdin okuyan bu dildir
Elif Hakk’a doğru yoldur
Mîm istersen dal bizdedir
* * *
Müselmânlar gönül şehri açılmaz
bir melâlet var
Nazar eylen şu dünyâya aceb dürlü
garâbet var
Şerîat göğe çekildi yer yüzüne
suyu saçıldı*
Yıkıldı zulm île âlem
kıyâmetden alâmet var
Ne kâdî adl ü dâd eyler ne
müftî halkı şâd eyler
Ne ümmî i’tikâd eyler ne îmânda
tamâmet var
Zâhid zühde riyâ katar kalan
mahlûk dahi beter
Ne dânişmend okur tutar ne
a’yânında şefkat var
Erenler dervişe söğer dervîş
dahi kapu gezer*
Ne halk tanrısını anar ne dervîşde kanâat var
Ne Pîrler ulusun yoklar ne
hâtunlar evin bekler
Ne kız oğlan edep saklar
yiğitlerde cehâlet var
Emîr Sultân bu
serverlik Hak’ı sevmekdürür
erlik
Bu dirlik bir eyu dirlik kalanında dalâlet var
Güfte-i
Emîr Sultân :
Gerçek âşıklara salâ denildi
Derdi olan gelsin dermânı
buldum
Âh ile vâh ile devrân iderken
Cân içinde cânânı buldum
Akar gözlerimden yaş yerine kan
Zerrece görünmez gözüme cihân
Deryâlar nûş idüben kanmaz iken
Âşıklar kandıran ummânı buldum
Âşıklar meydâna doğru varırlar
Erenler cem’ olmuş virüp
alırlar
Cümle enbiyâlar dîvân dururlar
Hakk’a mahbûb olan sultânı buldum
.......
.......
Açılmış dükkân kurulmuş bâzâr
Cevâhir-bahş olan dükkânı
buldum
Emîr Sultân ne
hoşça bâzâr imiş
Erenler cem’ oluben gezer imiş
Cümlenin maksûdu dîdâr imiş
Ol maksûda iren sultânı buldum
Hz. Emîr’in dîger bir mahdûmları, Şeyh Bedreddîn hazretlerinden
hilâfet alarak, kümmelîn sırasına girmiş; kerâmâtı zâhir olmuş bir merd-i
kâmildir. Civâr-ı Hz. Emîr’de câmi'-i şerîfin cânib-i garbında cesed-i şerîfi
sâye-i Hudâ’da âsûdedir.
Hz. Emîr, uzunca boylu, esmerü’l-levn,
melîhu’l-vech, mükehhal gözlü, uzunca sakallı idi. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
MEVLİDÎ SÜLEYMÂN ÇELEBİ HAZRETLERİ
/286/ Süleymân Çelebi, peygamberlerin
övünç kaynağı olan Hz. Muhammed (salla’llâhu aleyhi ve sellem)’i medh
eden kişidir.
Bursa’da, zînet-sâz-ı âlem-i şuhûd olmuştur.
Yıldırım Bâyezîd Hân devri ricâlindendir. Bu mübârek zât, mazhar-ı feyz-i
Muhammedî olup, yüzlerce seneden beri, eyâdî-i ihtirâm-ı ümmette bulunan
manzûme-i velâdet-i nebeviyyeyi inşâd buyurmuştur. Tezkire-i Latîfî’de (belirtildiğine göre), meşhûr
İvaz Paşa merhûmun mahdûm-ı mükerremleri, şuarâdan Atâî’nin büyük
birâderleridir. Müşârünileyh, Sultân Orhan-zâde Süleymân Paşa’nın iltifât ve
sahâbetine mazhar oldu. Efâdıl-ı fuzalâdan ve erbâb-ı aşktan idi. Bursa’da Emîr
Sultân hazretlerinin berekât-ı hüsn-i nazar u terbiyeti ile perverde oldu.
Hulefâsı meyânında, ism-i şerîfleri mezkûrdur. Emîr Sultân’ın emriyle Bursa’da
câmi'-i kebîrde imâmet hizmetini îfâ eyledi ve meşhûr-ı âlem olan Mevlid-i Nebevî manzûme-i garrâsını bu esnâda
vücûda getirdi.
Gül-deste-i
Rıyâz-ı İrfân ve Tezkire-i Latîfî’de mezkûr olduğuna göre, menkabe-i
mevlid-i şerîf manzûme-i mubârekesinin tertîb ve tanzîmine bir hâdise-i garîbe
sebep olmuştur:
Bursa’da,
ilmi mahdûd vâizin biri, esnâ-yı va’zda, esteîzü bi’llâh, (... لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِنْ
رُسُلِهِ...)[15] âyet-i kerîmesini tefsîr sırasında, “Bu âyet-i celîle mûcibince ben,
nebîyy-i âhiru’z-zamânı sâirinden tafsîl etmem.” demesiyle, müstemiîn
meyânında fuzalâ-yı Arabdan bir zât-ı âlî-kadr, tarz-ı ifâdeden müteessir
olarak, delâil-i kâtıa ile vâiz-i merkûmu ilzâmen, “Bu bâbda izâle-i cehl
edememişsiniz. İlm-i tefsîrde pek çok noksânınız vardır. Âyât-ı kerîmenin
nâsihinden, mensûhundan, muhkeminden, müşâbihinden gâfilsiniz. "Rusül
beyninde fark yoktur.” demekten maksad-ı ilâhî, emr-i risâlet ve husûs-ı
nübüvettedir. Yoksa merâtib-i fazîlette değildir. Eğer âyet-i kerîmenin
ma’nâsı, min cemîi’l-vücûh demek olsaydı, esteîzü bi’llâh, (تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا
بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ ..)[16] buyurulur
muydu?”diye vâizi
bi-hakkın iskât eylemiştir. Keyfiyyet Süleymân Çelebi’nin sâmia-ı ıttılâına
vâsıl olmasıyla pek müteesir olmuş ve efdal-i enbiyâ efendimizin uluvv-ı kadr-i
risâlet-penâhîlerinden bâhis olmak üzere, sûret-i velâdet-i nebevîyyelerini ve
mu’cizât-ı celîle-i ahmediyyelerini musavvir olan manzûme-i makbüleyi, adetâ
irticâl /287/
denecek derecede bir isti’câl ile tanzîm ve şu âlem-i fânîde ibkâ-yı nâmına
hizmet etmek üzere kütüb-hâne-i aşk u irfâna yadigâr olarak tevdî’ eylemiştir.
Bunun ismi Vesîletü’n-Necât’tır.
Bu bâbda, tetebbüât-ı zevkiyyeyi hâvî bir eser-i
matbû'-ı âcizânem olduğu gibi, manzûme-i mübâreke üzerine, Gülzâr-ı Aşk nâmıyla, gayr-i matbû', mufassal
bir şerh-i fakîrânem vardır. Her ikisinde de tafsîlât vardır. Burada, daha
ziyâde, tafsîldan ictinâb olundu.
"Hem
sekizyüz onikidir târîhi
Bursa’da oldu tamâm bil ey ahî"
beytinden
târîh-i te'lîfin zamânı anlaşılır. Süleymân Çelebi hazretleri, sonra, Yıldırım
Bâyezîd Hân’a imâm-ı sultânî oldu. Bir rivâyete göre, padişâh-ı müşârünileyhin
büyük şeh-zâdeleri Emîr Süleymân hazretlerine de mukârenet peydâ eyledi.
Târîh-i
intikâlleri, 825 sene-i hicriyyesi (1422)’dir. "Râhat-ı ervâh" (راحت ارواح) târîh-i irtihâlini müş’irdir.
Müteahirînden bir zât, şu manzûme-i târîhiyyeyi söylemiştir:
Fevtine
cevher-i târîh düşünürdüm Âkif
Yazdı
bâ-emr-i ilâhî kalemin gonca-lebi
Şu Vesîle ile dâreynde necâtı buldu
Mâdih-i
fahr-ı rusül ya’ni Süleymân Çelebi
(شو وسيله ايله دراينده نجاتى بولدى
مادح فخر رشل يعنة سليمان جلبى)
Kabr-i şerîfleri Bursa’da, Çekirge’ye gidecek yolun
dağ tarafında, Setüstü’nde ve Çekirge’ye karîb bir mahaldedir. Ziyâret-gâh-ı
ehl-i aşk u îmândır. Sultân Hamîd-i sânînin ser-karîni merhûm Hacı Ali Paşa
tarafından, tecdîden ta’mîr olunarak, üzerine demir parmaklıklı bir kubbe
yapılmıştır. Mezâr taşında, “Manzûme-i menkabe-i velâdet-i nebevîyye (aleyhi‘s-selâm
ve’t-tahiyye) müellifi Süleymân Efendi hazretlerinin merkad-i müteberrikidir.
Aleyhi’r-rahmetü ve’l-gufrân, rûh-ı pür-fütûh-ı âlîlerine li’llâhi’l-Fâtiha.”
yazılıdır.
HULEFÂ-YI HAZRET-İ EMÎR :
/288/ Emîr Sultân’dan feyz-yâb olanlar
pek çoktur. Hasan Hoca, Baba Zâkir, Şeyh Muslihiddîn-i Tavîl, Yahyâ b. Mustafa,
Yahyâ b. Yahşî, Mahmûd-ı Lâmiî gibi zevât zikre şâyândır. Hz. Emîr ile
Buhârâ’dan hayli zevât-ı kirâm gelmiş, Bursa’da kalmıştır. Ma’lûm olanlarından
bahs edilecektir:
İBN-İ YÛSUF HASAN HOCA
Rumeli Yenişehri kurâsından Koçbasanlar
karyesindendir. Memleketinde ikmâl-i tahsîlden sonra, Bursa’ya gelerek, Hz.
Emîr’e intisâb eylemiştir. Mazhar-ı feyzleri olup, vasiyetleri mûcibince,
Cenâb-ı Emîr’in câ-nişînleri oldular. Oniki sene makâm-ı irşâdda bulunduktan
sonra, Haremeyn-i muhteremeyni ziyâret edip, avdetinde Kuds-i şerîfte irtihâl-i
dâr-ı bakâ eylemekle, orada defn olunmuştur. Târîh-i irtihâlleri 845/(1441)’tir.
Mezâr taşında, “Şeyh Hasan-ı Rûmî” ibâresi mahkûk imiş. Müzîlü’ş-Şükûk nâmında Arapça bir eser-i
tasavvufîleri vardır.
YAHYÂ B. MUSTAFA EFENDİ
Siyer-i Nebevî ile Hulefâ-yı Erbaa ve İmâmeyn
ahvâlinden bâhis olarak Envârü’l-Kulûb isminde manzûm bir eser
yazmıştır. Bu eserin 898/(1493) târîhinde yazılmış olduğu Osmânlı Müellifleri’nde mütâlâa olundu. Hz. Emîr
hulefâsındandır.
YAHYÂ B. YAHŞÎ EFENDİ
Hz.
Emîr’in mazhar-ı feyzi olanlardandır. Gönenlidir. 840/(1436) senesinde,
Yaylacık’ta, Tuzla’da irtihâl-i dâr-ı bakâ eyledi. Urefâ-yı kirâmdan bir zât-ı
âlî-kadr olduğuna âsârı şahiddir :
1.
Şir’atü’l-İslâm Şerhi,
2. Menâkıb-ı
Emîr Sultân,
3.
Menâkıb-ı Şeyh Muhammed b. Îsâ-yı Akhisârî,
4. Sıhâh-ı
Acemî,
5.
Maktel-i İmâm Hüseyin,
6.
Dîvân-ı İlâhiyyât,
7.
Mevlid-i Nebî.
ŞEYH MAHMÛD-I LÂMİÎ
Evliyâu’llâh’dan olup, fünûn-ı şettâda sâhib-i
mahâret olduğunu ve Bursa’da, Hisâr’daki medresede kabr-i âlîlerinin
ziyâret-gâh bulunduğunu, Ravzâtû’l-Müflihûn nâm eserde görmüştüm. Hz. Emîr’in
hulefâsındandır.
ALİ DEDE HAZRETLERİ
/289/ Cenâb-ı Emîr ile Buhârâ’dan gelenlerdendir. Kibâr-ı evliyâu’llâhdandır.
Bursa’da İncirlice Mahallesi'nde, Eşref-zâde Tekkesi civârında, menzil duvarına
karîb mahalde medfûndur. Hâk-i pâkinden havâriku’l-âde şeyler görünür imiş. (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
SEYYİD NÂSIRUDDÎN-İ
BUHÂRÎ
Cenâb-ı Emîr ile Buhârâ’dan gelmiştir. Kibâr-ı
evliyâu’llâh’dandır. Saâdet-nâme isminde bir eseri varmış.
Bursa’da tepeye yakın bir mahalde türbe-i mübârekeleri ziyâret-gâh-ı uşşâktır.
SEYYİD USÛL el-BUHÂRÎ
Cenâb-ı Emîr ile Buhârâ’dan gelmiştir. Türbesi,
Bursa’da, Yahudiler Mahallesi'nden çıkınca, yol üzerindedir. Ziyâret-gâh-ı
meşhûrdur. Hz. Emîr’e karâbeti vardır. Ahîren tekke binâ olunmuş; el-yevm, Kadirî
usûlü icrâ olunmakta bulunmuştur; şeyhi Abdî Efendi, ehl-i hâl bir zâttır;
görüştüm. Uşşâkîler için de bir gün tahsîs ettiğinden, züvvârı çoğalmıştır. (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
SEYYİD Nİ'METULLÂH
EFENDİ
Hz. Emîr’in alem-dârı idi. Civâr-ı Hz. Emîr’de türbesi
vardır. Ziyâret olunur. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
ECE SULTÂN HAZRETLERİ
Hz. Emîr ile gelmiştir. Erbâb-ı kerâmetten olup,
civâr-ı Emîr’de müstağrak-ı tevhîd-i Yezdân’dır. Cenâb-ı Emîr’in bendesi idi.
Bendesi sultân olursa, Hz. Emîr’in derecesini ta’yînde ızhâr-ı acz lâzım gelir.
RAMAZÂN BEY (ve) VELİ
ŞEMSEDDîN
Bâlâda ismi geçen Hasan Hoca’nın halîfeleridir.
Erbâb-ı keşften bulunuyorlar. Ramazân Bey’e, “Ramazân Baba” dahi derler.
Tekkesi ve türbesi vardır.
Veli Şemseddîn hazretleri, gâyet zengin imiş. Bursa’da,
Yahnikapan Mescidi'ni binâ etti. Câmi'-i şerîfin mihrâbı arkasında medfûndur.
BABA ZÂKİR HAZRETLERİ
Hz. Emîr’in perverde-i irfânıdır. Çelebi Sultân
Mehmed zamânında göçtü. Erenlerdendir. Bursa’da, Namâzgah kurbunda binâ-kerdesi
olan câmi'-i şerîf hazîresindedir.
ŞEYH MUSLİHİDDÎN-İ TAVÎL
Hz. Emîr’den sülûk görüp, rütbe-i velâyeti buldu.
Bursa’da neşr-i ilm etti. Zeyniler’de medfûndur.
/290/ Şeyh Dâvud, Şeyh Abdurrahmân,
Şeyh Ahmed, Şeyh Lutfullâh-ı sânî, Şeyh Mustafa, Şeyh Azîz-zâde Muhammed
Efendi, Şeyh Mustafa Efendi âsitâne-i Hz. Emîr’de seccâde-nişîn olan zevât-ı
kirâmdan olup, her birinin rütbe-i kemâli sicill-i irfâna kayd olunmuştur.
Civâr-ı Hz. Emîr’de âsûde-hâl-i mehd-i rahmettirler. (Kaddesa’llâhu
esrârahum)
- - -
Bursa’da, Kara Mustafa Kaplıcası’nda, Hz. Emîr’in
yıkandıkları kurna, el-yevm mevcûddur. Orada taşa bastıkları zamân, kadem-i
mübâreklerinin resmi taşa çıkmış; çukurluk hâsıl olmuştur ki, merzâlar su
korlar, içerler. Muharrir-i kemter dahi, teberrüken orada su içtim.
Cenâb-ı Hak cümlemizi, Emîr-i müşârünileyhin
mazhar-ı şefâati buyursun. Âmîn.
- - -
Nûrbahşî
tarîkine sâlik olanların, usûl-i zikr ü terbiyeleri hakkında ma’lûmât elde
edemedim. Bunlarda, Nakşîlik neş'esi gâlib olsa gerektir. Allâhu a’lem.
Bâlâda bi'l-münâsebe arz eylediğim vechle, gerek
Kübreviyye, gerek Nûrbahşî tarîkleri, memletimizde münteşir değildir. Bu
tarîkler dîger tarîkle bi'l-imtizâc, onlarda indimâc eylemiştir.
TARÎKAT-I ALİYYE-İ
MEVLEVİYYE
/291/ - Serdâr-ı evliyâ Hz. İmâm Ali (Kerrema’llâhu
vechehû ve radıya'llâhu anh)
- Hz.
Hasan el-Basrî (Radıya'llâhu anh)
- Hz.
Habîb-i A’cemî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Hz.
Dâvûd et-Tâî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Hz.
Ma’rûf el-Kerhî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Hz.
Seriyyü’s-Sakatî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Hz.
Cüneyd el-Bağdâdî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
-
Şeyh Mimşâd ed-Dîneverî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
-
Şeyh Muhammed ed-Dîneverî (Kaddesa’llâhu sırrahû) (Bir tomârda, "Ahmed-i
Dîneverî" diye muharrer gördüm.)
-
Şeyh Muhammed el-Bekrî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
-
Şeyh Vecîhüddîn el-Kâdî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
-
Şeyh Ömer el-Bekrî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
-
Şeyh Ebu’n-Necîb es-Sühreverdî (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
-
Şeyh Ammâr-ı Yâsir (Kaddesa’llâhu sırrahû)
-
Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ (Kaddesa’llâhu sırrahû)
-
Şeyh sultânu’l-ulemâ Muhammed Bahâeddîn Veled (kuddise sırruhu's-samed)
-
Şeyh Burhâneddîn Muhakkık-ı Tirmizî (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
- Hz.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (Kuddise sırruhu’s-sâmî)
Bir silsile-nâmede şu
tertîb ile gördüm:
Hz.
Ali, Hz. Hüseyin, İmâm Zeynelâbidîn, İmâm Bâkır, İmâm Ca’fer es-Sâdık, İmâm
Mûsâ el-Kâzım, İmâm Mûsâ, Ma’rûf-ı Kerhî.
Hz.
Ali, Hasan-ı Basrî, Habîb-i A’cemî, Dâvud-ı Tâî, Ma’rûf-ı Kerhî.
Şeyh Cüneyd-ı Bağdâdî
hazretlerinden dîger bir silsile-i tarîkat inşiâb ve sultânu’l-ulemâ
hazretlerine ittisâl eylemektedir:
- Hz.
Cüneyd el-Bağdâdî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
-
Şeyh Ebû Bekr eş-Şiblî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
-
Şeyh Ebû Ömer Muhammed-i Zeccâc (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
-
Şeyh Ebû Bekr en-Nessâc (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Hz.
Ahmed el-Gazâlî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
-
Şeyh Ahmed-i Belhî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
-
Şeyh Şemsü’l-eimme Erhî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Hz.
sultânü’l-ulemâ Muhammed Bahaeddîn-i Veled (Kuddise sırruhu’s-Samad)
- Hz.
Burhâneddîn-i Tirmîzî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
/292/ Hz. Mevlânâ min külli’l-vücûh evlâna, Hz. Şems-i Tebrîzî ile sohbet
buyurdukları cihetle, Hz. Şems-i Tebrîzî’den Rükneddîn es-Sincâsî, Kutbeddîn
el-Ebherî vâsıtasıyla Ebu’n-Necîb es-Sühreverdî hazretlerine dahi kesb-i
ittisâl eyler.
SEYYİD BURHÂNEDDÎN
MUHAKKİK-İ TİRMÎZÎ
Seyyidü’l-ârifîn, tâcü’s-sâlikîndir. Sâdât-ı
kirâmdan olup, Horasan cihetinde kâin, Tirmid’de, “Seyyid-i Serdân” unvâniyle, müşârün bi’l-benân idi. Bahâeddîn-i Veled
hazretlerinden ahz-ı feyz ederek zâhir ve bâtınını ma’mûr eylemiş kibâr-ı
evliyâu’llâh’dandır.
Menkûl olduğu üzere, Cenâb-ı Şihâbeddîn
es-Sühreverdî, Hz. Burhâneddîn’i görmek üzere Rûm diyârına gelmiş idi. Nezd-i
Burhâneddîn’e vardıkta âteş külü üzerinde oturduğunu görmekle, uzaktan râsime-i
selâm u ihtirâmı îfâ ederek muntazır-ı iltifâtı olduğu halde hiç mükâleme
etmez, mürîdleri sükût-ı vâkıın sebebini Seyyid Burhâneddîn’den sordular. “Ehl-i
hâl önünde zebân-ı hâl gerektir, zebân-ı kâl değil.” buyurmuşlardır. Bunun
üzerine lisân-ı hâl ile mükâleme ve muârefe hikmetine sebep ne olduğunu sorduklarında,
“O, bir mevvâc-ı deryâdır. Maânîden ve hakâik-i Muhammedi’den (salla’llâhu
aleyhi ve sellem) gâyet âşikar, gâyet gizlidir.” cevâbını vermiştir.
Hz. Sultânü’l-ulemânın irtihâlinden bir sene sonra,
âlem-i ma'nâda vâki' olan emr ü işâreti üzerine Hz. Mevlânâ’yı taht-ı
vesâyetine almak üzere, hemen Konya’ya gelip sohbete mübâşeret ve ulûm-ı
şer’iyyedeki mertebesine dikkat edip, Hz. Mevlânâ’yı derece-i âliyede bulmakla
mesrûr oldu.
Hz. Mevlânâ’ya kelime-i tevhîdi telkîn ve ta’lîm ve
âdâb-ı tarîkatı tefhîm ile, ba’dehû sultânü’l-ulemâdan istifâde eyledi ve
hakâyık ve dekâyıkı himmet ü nazar ile ifâde ve tahkîk buyurdu. Hâsılı, Cenâb-ı
Burhâneddîn Hz. Mevlânâ’yı, hem-sohbet ve hem-dil ittihâz edip, mertebe-i
kemâlât u kerâmatta, derece-i âliyeye nâil ve dâire-i velâyette, (أَلَا إِنَّ أَوْلِيَاءَ اللَّهِ
لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ)[17] mecmaına dâhil eyledi. /293/ Maksûdu da bu idi, hâsıl oldu.
Ba’dehû, Kayseri’ye gitmek üzere izin istedikçe Hz. Mevlânâ, muvâfakat
buyurmazlar idi.
Bir gün yine gitmek için ısrâr edince, “Ey azîz ü
muhteremim, zât-ı âlileriyle bu derecede, hem-bezm-i sohbet ve beynimizde, bu
kadar üns ü ülfet var iken, şimdi, mufârakati ihtiyâr buyurmanızdaki hikmet
nedir? Merâk ediyorum.” buyurunca, Hz. Burhâneddîn, “Ey benim, mahdûm-ı
mükerrem ve azîz-i muhterem olan cânım. Bu fakîr, hem-deminizden istifâdesi
mümkin olan fevâid-i kemâlât itmâm olundu. Her neye mâlik isem dirîğ etmedim.
Kabza-ı himmetinize teslîm eyledim. Şimdi azîmet yüz gösterdi. Hâk-i Tebrîz’den
bir şîr-i dilîr zuhûr etti, geliyor. Zât-ı âlinize, tarîk-ı Hak’ta bundan sonra
rehnümâdır.” cevâb-ı beşâret-meâlini verip, Kayseri’ye âzim ve âhir
ömürlerine kadar burada âsûde oldular.
Hz. Burhâneddîn, fi'l-hakîka, kibâr-ı
evliyâullâhtandır. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
Hz. Mevlânâ, bu beşâret üzerine tulû’-ı Şemseddîn’e
râgıb olup, bir müddet sonra, râyiha-ı tayyibe-i muhabbetini şemmetmekle
şiddetle hâl-i intizârda bulunmakta idi.
ŞEYH SALÂHADDÎN
HAZRETLERİ
Seyyid Burhâneddîn’in mürîdânından idi. Hz. Mevlânâ
da kendilerinden feyz almışlardır. Hz. Burhâneddîn, "Hâlimi, şeyh Salâhaddîn’e;
kâlimi Mevlânâ Celâleddîn’e bağışladım." deyip, rûh-ı pür-fütûh-ı
mübârekleri, tâir-i ravza-i berrîn olmuştur, Kayseri’de medfûndur. Türbe-i
münevvereleri, ziyâret-gâh-ı enâmdır. (Kaddesa’llâhu sırrahû ve efâza aleynâ
birrahû ve ihsânehû.)
AHMED EL-GAZÂLÎ
Ebûbekir en-Nessâc
hulefâsındandır. Mu'teber tasnîfât ve te'lîfâtı ve emsâli risâleleri vardır.
Onlardan biri Sevânih’tir.
هموراهء تودل بودهء معذورى
من بى توهزار شب بخون دربودم
غم هيج نياموده معذورى
تويى تو شبى نيودهء معذورى [18]
rubâîsi
meşhûrdur.
Bir gün, bir zât Cenâb-ı Gazâlî’den birâderleri
Huccetül-İslâm İmâm Muhammed Gazâlî’nin nerede bulunduklarını, ”Kandedir?”
sözüyle suâl eylemesiyle /294/ “Kandadır.” cevâbını vermişlerdir. Ya'nî, "Gark-ı hûndur."
demek istediler.
Muahharan
o zât, Huccetü’l-İslâm’ı bir mescid-i şerîfte buldu, hikâye-i hâl eyledi.
Müşârünileyh, “Doğru söylemiş, filvâki', o aralık mesâil-i müstehâzadan bir
mes'ele tefekküründe idim.” buyurarak, gerek birâderlerinin, gerek
kendilerinin uluvv-ı menziletlerini meydâna koymuşlardır.
Hâl-i intizârlarında, bi-hikmeti’llâh, hayvânâtı,
boşanarak huzûruna kadar geldikerini görünce, “Artık biz âlem-i fânîye vedâ
ediyoruz, söyleyiniz, her kim isterse bunlara suvar olsun.” buyurmuşlardır.
517 sene-i hicriyesinde (1123) reh-rev-i dâr-ı naîm
olmakla, Kazvîn nâm beldede vedîa-i hâk-i gufrân kılınmıştır. (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
ŞEMS-İ
TEBRÎZÎ HAZRETLERİ
Misbâhu’l-eşbâh, miftâhu’l-ervâh, müşkil-güşâ-yı
erbâb-ı tahkîk idi. İsm-i âlîleri, Hudâdâd b. Muhammed b. Ali b.
Melikiddâd’dır. Tebrîzlidir. Sözleri mücmel ve mufaddal olup, meşâhîr-i
evliyâ’ullâhdandır. Hz. Mevlânâ’nın hem müsterşid-i muhteremi, hem de mürşid-i
mükerremidir.
Hz. Mevlânâ’nın hakk-ı âlîlerinde:
المولى الأعز الداعى
إلى الخير خلاصة الأرواح سر المشكات والزجاج والمصباح شمس الحق والدين نور الله فى
الأولين والآخرين. [19]
(demişlerdir).
Şemseddîn hazretleri henüz mekteb-nişîn iken,
mübârek kalbinde hüküm-fermâ olan aşk-ı ilâhî ve muhabbet-i risâlet-penâhî
münâsebetiyle kırk gün aç durmuş. Henüz gençliğinde, iktisâb-ı terbiyet ve
memdûhiyyet ile ihrâz-ı şeref ve mübâhât etmiş ve kibâr-ı meşâyıhdan nice zevât
ile mülâkât eylemiştir. Tercüme-i hâllerine dâir otuz-kırk eser mütâlâa ettim.
Cümlesi birbirine mübâyindır. Evâhir-i eyyâmında siyâh abâ giymeyi i’tiyâd
ederek seyâhat etmiştir. Esnâ-yı seyâhatta, herhangi beldeye varsalar, ahâlî ve
eâlî iştişrâf ve istikbâl ederler ve inbisât ve i’tibâr bulurlar idi. İbtidâ-yı
hâllerinde Ebûbekir Selebâf-ı (سله باف) Tebrîzî’den tevbe alıp, sonraları Hz.
Rükneddîn’in fukarâsı meyânına dâhil olarak irtihâlinde, Baba Kemâl-i Hucendî
(Nâm-ı âlîleri Kübreviyye bahsinde geçti.) hazretleriyle hem-sohbet ve hem-hâl
olmuşlar ve onlardan sülûk ve terbiye görmüşlerdir.
Okuyup yazması olmayıp, "Ümmî idi."
diyen âsâr da vardır.
/295/ Baba Kemâl-i Hucendî:
مكو اصحاب دل رفتند شهر دل كه شد خالى
جهَان
بر شمس تبريز ست كجا مردى جو مولانا [20]
buyurmak
sûretiyle, müşârünileyhimâ’nın kadirlerini i’lâ eylemişlerdir. O esnâda,
meşâhîr-i şu’arâ vü urefâdân Şeyh Fahreddîn hazretleri şeyhinin emriyle nezd-i Kemâl’de
bulunurmuş. Baba Kemâl-i Hucendî, Cenâb-ı Şemseddîn’e hitâben, “Oğlum
Şemseddîn, ol esrâr ve hakâyıktan ki oğlum Fahreddîn izhâr eyler. Sana hiç bir
şey lâyıh olmaz mı?” deyince, cevâben kendisine, “Şeyh Fahreddîn’den
ziyâde hâtırât-ı hakâyık u esrâr, lâyıh ve sânih olursa da, onun ba’zı
mustalahât ma’lûmu olduğundan nâşî, o hâtırâta mahbûb libâsıyla cilve verir.
Bende ise o kuvvet yoktur.” buyurmasıyla. Baba Kemal hazretleri, “Cenâb-ı
Hak sana bir müsâhib ve nedîm-i rûzî kıla ki, evvelîn ü âhirînin maârif ve
hakâikını senin adına izhâr ede ve hikmet ırmakları onun kalbinden lisânına
cârî ola; ve harf u savt libâsına gire, o libâsın tırâzı senin adına ola.”
mukâbele-i duâiyyesinde bulunmuştur.[21]
Hz. Şems, bir gün esnâ-yı münâcâtta, “Acaba,
havâss-ı bârigâh-ı ilâhî olan uşşâktan kâbil-i sohbet kim vardır?” diye
hâtırına geldikte, hâtiften, “Ey Şemseddîn! Merd-i sohbet ârzû edersen,
cânib-i Rûm’a git.” diye beşâret buyurulmağla, derhâl Rum’a gelip 642
sene-i hicriyyesinde (1244) Konya’ya vâsıl olarak Pîrinçciler Hanına nüzûl
etmiştir. Tafsîli Hz. Mevlânâ’nın tercüme-i hâlinde gelecektir. İnşâallâhu
teâlâ.
Hz. Şems, ma'şukîn-i mestûrînden idi. Hz. Şems
nâmına tasavvuftan bir Dîvân ve Refîku’l-Ecvâd isminde bir eser vardır. Rivâyât-ı mevsûkaya nazaran Hz. Mevlânâ,
"Şems" mahlasıyla ve onun lisânıyla söylemiş idi. Hz. Şems’in bu
yolda iştigâli olmadığı ve Baba Kemâl-i Hucendî’nin duâsı yerine geldiği
sâbittir.
Hz. Şems’in âlem-i bakâya intikâlleri 645 sene-i
hicriyyesi (1247)’dir. Demek ki Hz. Mevlânâ ile üç sene kadar muhabbet ve
sohbette bulunmuştur.. Hz. Şems tağayyüb eylemiştir. Medfeni gayr-i ma’lûmdur. /296/ Nâmlarına olarak inşâ olunmuş,
ve hâlen ziyâret edilmekte bulunmuş olan türbe-i münîfeleri Konya’da ma’mûr ve
müzeyyendir. Ziyâret-i Mevlânâ’ya gidenler evvel emirde buraya gelir ve
şeref-yâb-ı ziyâret olurlar. Muharrir-i kemtere ziyâretleri nasîb olmuştur. Pek
kıymet-dâr şalları ihtivâ eden sandûkaları, züvvâra heybet-i sûriye verdiği
gibi, ma’nevî zevk ve neşenin tecellîgâhı olan merkad-i münîflerini ziyâret
akabinde insânda husûle gelen hissiyyât-ı rûhâniyye, kâbil-i tasvîr değildir.
Vâris-i
sırr-ı nebî Hazret-i Şems-i Tebrîz
Evliyâ
müntehabı Hazret-i Şems-i Tebrîz
Sırrını
ser virerek Hazret-i Pîr u Velede
Oldu
cânlar talebi Hazret-i Şems-i Tebrîz
Jâle-bâr
olmasa gül rûyuna eşk-i çeşmin
Cezbe
ider mi Çelebi Hazret-i Şems-i Tebrîz
Arş u
kurs ü felek Hazret-i Monla’da nazîf
Sırr-ı
aşkın sebebi Hazret-i Şems-i Tebrîz
MUHAMMED DEDE HAZRETLERİ
Kıble-nümâ-yı
Ka’betü’l-Uşşâk’ta, Şems-i Tebrîzî evlâdından Dede
Muhammed Efendi nâmında bir zâtın Bursa’da medfûn olduğunu okumuştum. Dede
Muhammed Efendi, ulemâdan idi. İstanbul’da Rumeli Kazaskeri olduktan sonra,
Bursa’da Sultâniye Medresesi’nde ihtiyâr-ı inzivâ ve terk-i kesret-i dünyâ
eyledi. Mazanna-i kirâmdan imiş.
1147/(1734)
senesinde irtihâl edip, Bursa Hisâr’ında Oruç Bey kurbunda Saîd Fakîh Mahallesi’nde medfûndur. Türbesi
1216/(1801) senesinde yanmıştır.
SULTÂNU’L-ULEMÂ HAZRET-İ
BAHÂEDDÎN
Müşârünileyhin tercüme-i hâlini, Hz. Mevlânâ’nın
tercüme-i halleri sırasında memzûcen yazmak zarûretinde kaldığımdan, bu sûretle
hareket olunmuştur.
SADREDDÎN-İ KONEVÎ
Hz. Mevlânâ ile taalluk ve münâsebeti bulunan bu
zât-ı ekremin tercüme-i hâlini buraya yazmayı münâsip gördüm.
Reîsü’l-eâli, ebu’l-meâlî
olan müşârünileyhin isimleri Muhammed’dir. Pederleri İshâk b. Muhammed b. Yûsuf
el-Konevî’dir. /297/ Yûsuf el-Konevî ise vaktiyle Malatya’da hükümrân
olan Sultân Yûsuf’tur. Hz. Sadreddîn, eâzım-ı meşâyıh-ı muhakkıkîn ve ser-efrâz-ı
ulemâ-yı râsihîndendir. An-asıl Malatyalı
olup, ömr-i azîzlerini Konya’da geçirmişlerdir. Henüz çocuk iken pederleri
vefât eylemekle, o vakit, Şâm-ı şerîften Konya’ya teşrîf buyurmuş olan Şeyh-i
Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, Cenâb-ı Sadreddîn’in, dul kalan vâlide-i
muhteremesini tezevvüc buyurarak Sadreddîn’i kemâl-i ihtimâm ile terbiye ve
tefeyyüzlerine sa’y ü ikdâm buyurmuşlardır ki, semere-i isti’dâd-ı
Hudâ-dâdlarıyla az vakit zarfında Cenâb-ı Şeyh-i Ekber’in nefes-i kâmiline mazhariyyetle
ulûm-ı zâhire vü bâtınada ferîd ve ilm-i tefsîr ü hadîs ve kelâm ve tasavvuf ve
hikmette vahîd oldular. Hâce Nasreddîn-i Tûsî ile rumûz-ı emr-i “Kün”den
ve künûz-ı ilm-i ledünden aklî ve naklî pek çok mübâhasât vâki' olmuştur.
Şâkirdânından nice ulemâ yetişmiştir. En meşhûrları:
-
Te’lîfât-ı kesîre ve Tefsîr-i Kebîr sâhibi
allâme-i Şîrazî,
-
Şârihu’l-Füsûsi’l-Hikem Müeyyidüddîn Habendî,
-
Şârih-i Divân-ı
İbn-i Fârız Sa'deddîn-i Fergânî,
-
Sâhib-i Lemeât Fahreddîn-i Irâkî,
- Şeyh Şemseddîn-i Eyukî. (Kaddesa’llâhu
esrârahum)
İsmâîl Hakkı hazretleri, Kitâbu’l-Hitâb’ında, Mevlânâ Fenârî hazretleri, Şeyh
Hâmid el-Aksarâyî hazretlerinden sonra, pederinin Hz. Sadreddîn’in etbâından
olmak hasebiyle, ondan da, ya'nî Mevlânâ Fenârî’nin Hz. Sadreddîn’den de,
nefes-i nefîs aldığını ve bunun üzerine, Tefsîr-i Fâtiha’yı yazdığını beyân buyurmuşlardır.
Mevlânâ Kutbeddîn, ilm-i hadîste şâkirdidir. Câmiu'l-Usûl risâlesiyle Tezkiyetü’l-Müntehî’yi kendi eliyle yazıp, Hz.
Kutbeddîn’e ta'lîm eylemiştir. Cenâb-ı Mevlânâ dahi Hz. Sadreddîn’den ahz-ı
ulûm etti. Meclis-i irfânlarında hâzır bulundu, beynlerinde muhâdenet ü
muhâlesat-i kâmile vücûd buldu. Esnâ-yı musâhabelerinde Hz. /298/ Celâleddîn’e "Mevlânâ" ta’bîriyle hitâb buyurmaları,
müşârünileyhin Mevlânâ lakab-ı âlîsiyle teşehhürlerine sebeb oldu.
Hz. Mevlânâ, Cenâb-ı Sadreddîn’in fazl u irfânını
tasdîk ettiği gibi, o da, Hz. Mevlânâ’nın derece-i kemâlini bilir ve dâimâ
medh-i âlîlelerinde bulunurlar idi. Buna burhân olmak üzere fıkra-ı âtiye nakl
olunur:
Bir gün cemâat, Hz. Sadreddîn de hâzır olduğu halde,
Cenâb-ı Mevlânâ’dan iltimâs-ı imâmet eylediler. Hz. Mevlânâ ise, “Biz ebdâl
kişiyiz; her nereye gidersek oturur, kalkarız. Vazîfe-i mukaddese-i imâmet ise,
erbâb-ı tasavvuf u temkîne lâyıktır.” buyurarak, bi’l-işâre, Hz. Sadreddîn’i
mihrâba geçirdiler ve buyurdular ki: (من صلى خلف إمام تقي فكأنما صلى خلف نبي); ya'nî, "Şol kimse ki, muttakî,
sâlih imâm arkasında namâz kılsa, peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem)
hazretleri arkasında namâz kılmış gibidir."
Şeyh Müeyyidüddîn-i Habendî, Cenâb-ı Sadreddîn’in
Hz. Mevlânâ hakkında ne söylediğini suâl ettiler. Müşârünileyh kasem ederek. “Bir
gün Şemseddîn-i Eyukî ve Fahreddîn-i Irâkî ve Şerefeddîn-i Mevsılî ve Şeyh
Seyyid-i Fergânî ve sâir havâss-ı yârânı oturmuşlardı. Mevlânâ’nın sîret ü
serîrinden söz açıldı. Hz. Şeyh buyurdular ki: 'Eğer Bâyezîd ve Cüneyd bu
zamânda olaydılar, bu merd-i meydân-ı reşâdetin gâşiyesin götürmeyi câna minnet
bilirlerdi. Zümre-i nâciyenin sâlâr-ı vâcibü’l-i'tibârı ve ehl-i İslâm'ın
mâ-bihî’l-iftihârı Mevlânâ’dır. Biz ise ona nisbeten, henüz çocuk
mesâbesindeyiz.' cevâbında bulundu.” diye Menâkıb-ı Mevlânâ’da mütâlaa-güzâr-ı fakîrânem
oldu.
Hz.
Sadreddîn, Cenâb-ı Mevlânâ’dan bir müddet sonra, ya'nî 672/(1273) senesinde,
âzim-i gülşen-sarâ-yı âlem-i âhiret olmuştur. Ba'zı âsârda 671/(1272) olarak
gösterilmiş ise de, Hz. Mevlânâ’nın 672/(1273)’de irtihâline ve cenâze
namâzında Sadreddîn’in bulunmasına nazaran, doğrusu budur.
/299/ İsmâîl Hakkı hazretleri Kitâbu’l-Hitâb’ında yazıyor ki:
“Hz. Sadreddîn’in türbe-i
şerîfelerinde mahfûz bir hırkası vardır. Mülûk-ı Osmâniyye’den Sultân Murâd-ı
râbi', Bağdâd seferine giderken ziyâret ederek hırkanın yakasını teberrüken
yanına almış ve hazînesinde saklamıştır. Bu hırka, meşhûr olduğu üzere
Cennet’ten ihrâc olunup, Hz. Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî efendimize ilbâs
olunmuş idi. Hz. Abdülkâdir dahi intikâline karîb, ashâbına vasiyet
edip, “Benden sonra mağribten bir azîzü’l-vücûd zât zuhûr edecektir. Bu
hırkayı ona teslîm ediniz.” buyurmasıyla Şeyh-i Ekber hazretleri zuhûr ettikte
hırka ona teslîm olmuş, o da hîn-i intikâlinde oğlu Hz. Sadreddîn’e ihdâ ve
tevdî' edip, Sadreddîn de onu saklamış idi. Ziyâret ve temessuh olunur.”
Konya’ya ziyârete gittiğimde vâkıf oldum. Yakın
vakte kadar bu hırka-i şerîfe türbesinde mahfûz iken sirkat olunmak korkusuyla
hükûmetçe oradan kaldırılmış, Sultân Selîm Câmi'-i şerîfinin kütüphânesinde bir
kasaya konulmuştur. Ziyâretle şeref-yâb oldum. Meşâmm-ı cânım ondan bû-yı ma'nâ
almıştır.
Hz. Sadreddîn’in Arabî, Farisî eş’ârı vardır :
از شبنم عشق خاك كل شد
صدفتنه
وشور در جهان حاصل شد
سر
نشتر عشق بر رك روح زدند
بك
قطرهء خون بجكيد دل شد [22]
Türbe-i şerîfeleri Konya’dadır. İttisâlinde bir
câmi'-i şerîf olup, türbelerinin bulunduğu mahallin üstü açıktır. Gerek türbe,
gerek câmi', Abdülhamîd Hân-ı sânî tarafından ta’mîr ve ihyâ olunmuş ve câmie
güzel bir âvîze ve halı ihdâ edilmiştir. (Kaddesa’llâhu esrârahum)
Te’lîfât-ı Celîleleri:
1. Tefsîr-i Fâtiha. Lisân-ı tahkîk u tasavvuf üzere
yazılmış bir eser-i makbûldür. Hind’de Haydar-âbâd Dekken şehrinde tab'
olunmuştur.
2. Miftâhu’l-Gayb yahud Mefâtîhu’l-Gayb. Mevlânâ Fenârî ve Kutbeddîn-i İznikî, Şeyh Osmân Fazlî-i Celvetî,
Mevc-zâde Abdurrahmân-ı Bursevî, Gazzî-zâde Şeyh Abdullatîf-i Bursevî gibi
zevât-ı kirâm tarafından şerh olunmuştur. /300/ Bursa’da Emîr Sultân bi'z-zât
istinsâh edip, Molla Fenârî’den okumuşlardır.
3. Fükûk. Fusûs’un müstenidâtına dâirdir.
4. Tabsıratü’l-Mübtedî ve Tezkiretü’l-Müntehî. Lisân-ı Fârisî üzeredir.
5. Nefehât-ı
İlâhîyye,
6. Füsûs fî Tahkîk-ı Tavrı’l-Mahsûs,
7. Keşfü’s-Sır,
8. Nefesetü’l-Makdûr ve Tuhfetü’l-Meşkûr,
9. Şerh-i Esmâ-i Hüsnâ,
10. Câmiu’l-Usûl Fi’l-Hadîs,
11. Risâletü’l-Hâdiye,
12. Envâr-ı Enbiyâ,
13. Şerh-i Hadîs-i Erbaîn.
KEMÂLEDDÎN-İ KÂŞÂNÎ
HAZRETLERİ
Hz. Sadreddîn’in hulafâsındandır. Sâhib-i tefsîr ve
şârih-i Füsûsu’l-Hikem’dir. Ricâlullâhtanıdır.
ŞEREFEDDİN DÂVUD b.
MAHMÛD-I KAYSERÎ
Hz. Kemaleddîn’in mazhar-ı feyzidir. Sultân Orhan,
ızhâr-ı teveccüh edip, İznik’te nâm-ı âlîlerine bir medrese binâ eyledi.
751/(1350)’de irtihâl etti. Çandarlı Gâzî Hayreddîn Paşa Câmi'-i şerîfinde,
Çınardibi denilen mahalde medfûndur. On üç kadar eseri vardır.
HAZRET-İ MEVLÂNÂ
من چه كويم وصف آن عاليجناب
نيست پيغمبر ولى دارد كتاب [23]
Misbâh-ı esrâr-ı tarîkat, miftâh-ı envâr-ı hakîkat,
nev-şuküfte-i gül-i gülzâr-ı ma’rifet bedreka-ı makâmât, âyîne-i kerâmât,
sohbet-i velâyet-i (ولايخافون لومة لائم)[24], rûşen-i çeşm-i hidâyet “kalbuhû
leyse bi-nâim”, sâki-i cezbe-i kayyûmî ve mahrem-i bâr-gâh-ı kurb-ı deyyûmî.
Hz. Mevlânâ efendimizin ism-i mübârekleri “Muhammed”, mahlas-ı
mukaddesleri “Celâleddîn”, lakab-ı ekremleri de Konya’yı
teşrîflerinden dolayı “Rûmî”dir.
604 sene-i hicriyyesinde şehr-i Rebîu’l-evvelin
altıncı günü (30 Eylül 1207) Belh şehrinde dünyâya zînet-bahş olmuşlardır.
Hz. Ebûbekir es-Sıddîk (radıya'llâhu anh)
efendimizin sülâle-i pâkîzelerinden olup, silsile-i nesebiyyeleri ber-vech-i
atîdir:
Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî b. Sultânü’l-Ulemâ
Muhammed Bahaeddîn Veled b. Hüseyin el-Hatîbî b. Ahmed el-Hatîbî b. Mahmûd b.
Mevdûd b. Sâbit /301/ b.
Müseyyeb b. Mazhar b. Hammâd b. Abdurrahmân b. Ebî Bekr es-Sıddîk. (Rıdvânu’llâhi
teâlâ aleyhim ecmaîn)
Gözümde
tütmede dâim hayâl-i Mevlânâ
Dilimde
doğmada bedr-i cemâl-i Mevlânâ
Tenimde
cân gibi dîdemde nûr tev’emdir
İki
gözümden eaz vehc-i âl-i Mevlânâ
Tarîk-ı
vahdeti birlik yolundan açmışdır
Cihâna
gelmedi gelmez misâl-i Mevlânâ
Gönülden
aşk u muhabbet olaldan âteş-yâb
Gözümde
tütmede dâim hayâl-i Mevlânâ
HÜSEYİN el-HATÎBİ
HAZRETLERİ
Hz. Mevlânâ’nın büyük pederleri, Hüseyin el-Hatîbî
hazretleri meşhûr âlim İbrâhîm Edhem hazretlerinin hemşîre-zâdesidir. Hüseyin
el-Hatîbî bir gece âlem-i menâmda Hz. Rasûlullâh (salla’llâhu aleyhi ve
sellem) efendimizin emr ü işâreti üzerine şâh-ı Horasan veya Sultân-ı Belh
Alâeddîn Muhammed b. Hâzermşâh’ın duhter-i pâkizesini nikâh edip almış ve
Bahâeddîn ve Veled hazretleri dünyâya gelip henüz iki yaşında iken pederleri
Hüseyin el-Hatîbî, âzim-i âlem-i âhiret olmuştur.
BAHÂEDDÎN VELED
HAZRETLERİ
Hz. Bahâeddîn Veled bülûğa vâsıl ve kendisinde
kemâlât-ı ma’nevîyye vü sûriyye hâsıl oldukta, Sultânü’l-Enbiyâ, Burhânü’l-Asfiyâ,
aleyhi afdali’t-tehâyâ efendimiz hazretleri tarafından, âlem-i rü’yâda bir
hayli zevâta “Sultânü’l-Ulemâ” lakabıyla, Hz. Bahaeddîn’in telkîb olunmasının
emr ü işâret buyurulması üzerine o lakabla yâd olunduğu mevsûkan mervîdir.
Bahâaddîn Veled hazretleri, eâzım-ı ulemâdan olup
halka-ı tedrîsine pek çok talebe ve müstemiîn tecemmu’ etmekle, Hârezmşâh,
ızhâr-ı adâvete başlamış ve Hz. Bahâeddîn, bunun üzerine terk-i diyârı münâsib
görerek, o vakit beş-altı yaşlarında bulunan mahdûm-ı mükerremleri Hz. Celaleddîn’i
bi’l-istishâb Bağdâd’a, oradan da berâ-yı hac Hicâz’a gidip avdetinde Şâm ve
Erzincân ve Akşehir’den dolaşarak Konya’ya gelmişlerdir. İsmâîl Hakkı
hazretleri Muhammediyye Şerhi’nde bi'l-münâsebe yazar ki, Sultânü’l-Ulemâ’nın Belh diyârından hicretine
İmâm Fahr-ı Râzî sebeb olmuştur.
Hz. Mevlânâ, Mesnevî’de cild-i evvel evâilinde /302/ ve cild-i hâmis evâhirinde bu
iki beyitle ona ta'rîz-kâr oluyorlar :
در چنان تنكى وننكى ايت عجب
فخر
دين خواهد كه كونيد سن لقب [25]
ve
اندرين ره كه خردره بين بدى
فخر
رازى راز دان دين بدى [26]
Belh’ten Bağdâd’a gelirlerken Nîşâbûr’da
Ferîdüddîn-i Attâr hazretleriyle görüştüklerinde müşârünileyh bu tıfl-ı
nev-sâlinde bir nûr-ı ilâhî ve isti’dâdı cibillî âsârını müşâhede eylediğini,
pederine beyân ve tebşîr ve Hz. Celâleddîn’e dahi Esrâr-nâme’nin bir nüshasını hediye etmiş
idi.
FERÎDÜDDÎN-İ ATTÂR
HAZRETLERİ
Muhammed el ma’rûf bi'l-Attâr el-Hemedânî Alî b.
Ebûbekr el-Herevî.
Şeyh Ebû Tâlib, Ferîdüddîn Muhammed b. İbrâhîm,
eâzım-ı şu’arâ-yı İrâniyyeden ve ecille-i meşâyıh-ı sûfiyyedendir. 513/(1119)
târîhinde Nîşâbûr’da Kedken karyesinde doğmuş ve Nîşâbûr ve Şâdbâh kasabasında
yaşamıştır. Mevlidi olan karyede, Kutbeddîn Haydar nâmında bir mürşid-i ârif
bulunup pederi İbrâhîm-i Attâr, bu zâtın mürîdânından bulunmak hasebiyle, sâhib-i
tercüme dahi şebâbetinde şeyh-i müşârünileyhin meclisine devâm ile, enfâsından
istifâde ve nâmına Haydar-nâme unvânıyla bir manzûme tanzîm
etmiş idi. Pederi, Şâdbâh’ta, attâr ya'nî edviye ve ıtriyyat tâciri olmakla,
vefâtında sâhib-i tercüme yerine geçip, alış verişle meşgûl iken muhtelif
sûretlerde rivâyet olunan bir vak’a, ya'nî bir ehl-i dilde müşâhede ettiği hâl
üzerine, daha doğrusu sinn-i şebâbından, Şeyh Kutbeddîn-i Haydar’dan aldığı
derslerin ve mütâlaasıyla meşgûl bulunduğu kütüb-i tasavvufun ve terâcim-i
ahvâl-i irfânın te’sîrâtıyla bir gün dükkânı terk ve içindeki emvâl ve eşyâyı
tasadduk edip, vaktinin meşâyih ve urefânından, Rükneddîn Âgâh’ın hânkâhına
şitâb ederek bir müddet bunun halaka-ı mürîdân ve dervîşânında mücâhede ile
iştigâl etmiş ve ba’dehû ziyâret-i beyti’llâhi’l-harâm edip, azîmet ve
avdetinde meşâhîr-i erbâb-ı tasavvuf u irfândan bir çok zevât ile /303/ görüşmüş ve tasavvuf ve tarîkata
müteallik kütübün mütâlaasıyla ve nush u pend ve tasavvuf u hakîkata müteallik
eş’âr-ı ârîfâne tanzîmiyle ve zühd ü takvâ ve ibâdetle iştigâl eylemiştir.
Eş’arında fevka'l-âde bir selâlet ve letâfet,
nasâyıhında büyük bir te’sîr ve akvâl-i ârîfânesinde muhayyiru’l-ukûl bir hâl
vardır. Dîvan-ı
eş’ârı kırkbin beyite bâliğdir. Gazeliyyât, kasâid, mukattaât-ı rubâiyyât ve
mesnevî olarak cümle-i eş'ârı yüzbin beyite bâliğ olurmuş.
Mevcûd âsâr-ı manzûmesi, 1. Esrâr-nâme, 2. İlâhî-nâme, 3. Vasiyet-nâme, 4. Eşter-nâme, 5. Muhtâr-nâme, 6. Cevherü’z-zât, 7. Mantıku’t-tayr, 8. Bülbül-nâme, 9. Gül ü Hürmüz, 10. Haydar-nâme, 11. Siyâh-nâme, 12. Hallâc-nâme, 13. Muzhiru’l-Acâib, 14. Pend-nâme’den ibâret ise de nüshaları nâbûd
olan dîger manzûmeleri dahi olup, cümlesinin kırka bâliğ olduğu mervîdir.
Memleketimizde en mütedâvilleri, Pend-nâme ile Mantıku’t-tayr’dır .
Şeyh Attâr çok zamân muammer olup, Cengiz fetretinde
(627/1230) Hz. Şeyh, bir Moğol’un eline esîr düşüp, Moğol’a fidye olarak, Şeyh Attâr için büyük meblağlar teklîf olunduğu halde, Hz. Şeyh, “Bu benim
kıymetim değildir.”, diye fürûhtuna mâni' olmuş ve nihâyet biri, “Bu
ihtiyârı bana versene, arkamdaki bir çuval samanı sana vereyim.” deyince
Şeyh, “İşte, benim kıymetim budur.” demekle Moğol’a kendisini satmasını
teklîf edince, hiddetlenen Moğol, Hz. Şeyh’i şehîd eylemiştir.
Murâd Molla Dergâhı Şeyhi Hacı Muhammed Murâd
Efendi’nin Mâ-hazar nâmıyla yazdığı Pend-i
Attâr Şerhi’nin
mukaddimesinde okuduğumuza göre Şeyh Attâr (kuddise sırruhû)
hazretlerinin mevlid ve medfenleri Nîşâbûr şehridir, mağrib-ı Nîşâbûr’dur. Bir
rivâyette yüzon yaşında ve bir rivâyette yüzyirmi üç yaşına, ömr-i şerîfleri
resîde olunca, murg-ı tûtî-i rûh-ı saâdet-mendleri azm-i şekeristân-ı visâle
ârzû-keş olup, kefere-i Moğol Nîşâbûr şehrini istîlâ ile ehl-i İslâm'a ezâ ve
cefâ ve envâ-ı hakâretle tahkîr ederlerdi.
Kâfirlerden biri, şeyh-i âli-mikdâr hazretlerini
esîr edip, ehl-i İslâm'dan biri, “Bu pîr-i rûşen-zamîri öldürme, sana
bin altın veririm.” deyince, Hz. Şeyh, “Ben müslümanların ulusuyum.
Bundan ziyâde bahâ ile beni alırlar.” deyince, Moğol vermedi. Çok kimselere
arzedip bir ferd tâlib olmamasıyla Moğol mütehayyir oldu. Bir kimse, “Sana
bir torba saman vereyim, Şeyh’i bana bahş eyle.” dedikte, Şeyh hazretleri,
“İşte şimdi bahâmı buldum.” demesi üzerine Moğol, hiddet-i tâmma
gelerek, şerbet-i şehâdeti nûş ettirip, ber-murâd oldular. Ol vakit mecâzib-i
ilâhîyyeden biri, anda hâzır bulunup bu hâli müşâhede ettikte, âteş-i cezbesi
uluv-gîr olup Cenâb-ı Kibriyâ’ya niyâz ederek,
(خداوند بز ركان دين وواصل شد كان حق اليقين جنين يكان
يكان دردست لشكرهاى مغول اسير وتلف شدند وتوبغيرت دنيايى روانباشد
من بجوش آمدم.)[27]
deyip
sell-i seyf eyledi. Meczûbun çengini görenlere dahi gayret gelip, herkes
seyfini eline alarak, kefere-i Moğola hücûm ile cümlesini kılıçtan geçirip,
ümmet-i Muhammed’in üzerinden böyle bir beliyye-i uzmâ bi-hamdi'llâhi teâlâ
ref'oldu.
Pend-nâme’nin ilk beyti:
حمد بى حد آن خداى پاك را
آنكه
ايمان داد مشتى خاك را [28]
(Ferîdüddîn-i Attâr, bir rivâyete göre de) 114 sene
muammer olmuştur. Merkadi Şâdbâh kasabasında ziyâret-gâhtır.
Hz. Attâr’ın uluvv-ı kâ’b u kemâlâtı hakkında Hz. Mevlânâ
buyurur:
عطار روح بود سنايى دو چشم او
ما
از سنايى وعطار آمديم [29]
Tezkiretü’l-Evliyâ’sı meşhûrdur. Nûruosmâniyye
Kütüphânesi’nde 2297 numarada bir nüshasını gördüm.
- - -
Yine tercüme-i hâl-i
Mevlânâ’ya rücû' ediyorum:
Tarîk-ı Hac’da, kibâr-ı sûfiyyûndan Seyyid
Burhâneddîn Muhakkık-ı Tirmizî ile görüşerek tarîkat ve tasavvuftan bahs
etmekle /304/
yanlarından ayrılmayan Cenâb-ı Celaleddîn, daha o vakit ulûm-ı bâtınadan
telezzüz etmeye başlamış idi. Hicâz’dan Şam’a avdetlerinde bir müddet ikâmet
edip, Burhâneddîn hazretlerinin tavsiyesi üzerine, ber-vech-i muharrer
Erzincân’a ve ba’dehû Lârende’ye gelerek sonra, Sultân Alaeddîn-i Selçûkî’nin
da'vet ve ricâsı üzerine Konya’ya nakil ve orada tavattun buyurmuşlardır. Hz.
Mevlânâ, sinni bülûğa vâsıl olmağla, Hoca Şerefeddîn Lâlâ-yı Semerkandî
hazretlerinin Gevher ismindeki kızıyla tezevvüc ederek birinci oğlu Sultân
Veled hazretleri dünyâya gelmiştir.
Hz. Bahâeddîn Konya’da neşr-i ulûm ile meşgûl olup
hicretin 628 senesi şehr-i Rebîu’l-evvelinin onsekizinci (24 Ocak 1231) Cuma
günü vakt-i duhâda, âzim-i gülşen-sarâ-yı cennet olmuşlardır. (Kaddesa’llâhu
sırrahû ve efâza aleynâ birrehû ve ihsânehû)
el-Avârif nâmında bir eser-i kıymet-dârları vardır.
Merkad-i münîfleri hâlen âsitane-i Hz. Mevlânâ derûnundadır.
Hz. Mevlânâ, tahsîl-i ulumdan bir dakîka hâlî
kalmamakta idiler. Peder-i âlilerinin irtihâli münâsebetiyle, pederinin
hulefâsından Seyyid Burhâneddîn Konya’yı teşrîf ile, Hz. Mevlânâ’da gördükleri
ilm ü kemâlâtı takdîr ve mütemâdiyen dokuz sene hem-bezm-i sohbet olarak,
ulûm-ı kesîre ta’lîm ettiler. Ba’dehû Hz. Mevlânâ’ya vedâ' ederek, Kayseri
şehrine gidip orada rûh-ı pür-fütûh-ı âlîleri, âlem-i ılliyyîne ulaştı. (Kaddesa’llâhu
rûhahü)
Kayseri’de bir Mevlevî-hane vardır. Hz. Seyyid orada
medfûndur. Bundan sonra Hz. Mevlânâ, kürsî-i tedrîs ü ifâdeye çıkarak, ilm ü
fazlı hasebiyle, az zamânda o derece şöhret bulmuştu ki, her taraftan talebe-i
ulûm halaka-i tedrîsine şitâb ederdi. Etrâfında dört-beş yüz müstemiîn
bulunurdu. Ve her kimin bir müşkili olsa, kemâl-i fesâhat u belâgatla
hallederdi. Eâzım-ı ulemâ-yı fıkhıyye ve ricâl-i mezhebiyye-i Hanefiyye
sırasına geçmiş idi.
/305/ Sonraları galebe-i vecd ü hâl ile, tasnîf ve ihtiyâr-ı tecerrüd ettiler.
Sâlik-i râh-ı vahdet oldular. Sûfiyyûn tarîkına meyl ü muhabbetleri şiddetle
tezâyüd etmiş idi. Li-hikmeti’llâh, mürşid-i dil-âgâh Şemseddîn-i Tebrîzî
hazretleri, şeyhi Rükneddîn-i Zerkûbî’nin işâretiyle berâ-yı irşâd Konya’ya
geldiler.
Âbidîn Paşa, merhûm Şerh-i
Mesnevî’sinde nakl ediyor ki:
"Şems-i Tebrîzî
hazretleri, Cenâb-ı Mevlânâ’nın ahlâk ve evsâf-ı cemîlesini lede’d-tahkîk,
kâffe-i kemâlât-ı ilmiyyesi meydânda olduğunu ve fakat üryân ve kalender
dervîşleri sevmediğini anladı. Binâenaleyh, Şems-i Tebrîzî hazretleri bir
kalender kıyâfetine girerek ve yolda intizâr ederek Hz. Mevlânâ,
medreselerinden devlethanelerini teşrîf ederken bindiği hayvânın yularından
tutarak ve garîb bir heybetle yüzüne bakarak, “Ey Molla-yı Rûm!
Peygamberimiz Hz. Muhammed (salla’llâhu aleyhi ve sellem) mi, yoksa Bâyezîd-i
Bistâmi mi büyüktür?” diye suâl eyledikte, Hz. Mevlânâ, “Bu nasıl
suâldir, bunda şüphe olunacak mahal var mıdır?” diyerek, Hz.
Seyyidü’l-mürselîn efendimizi, şânında olan âyât-ı kerîme-i müteaddide ile
tavsîf ve Bâyezîd-i Bistâmî’nin efrâd-ı ümmetten olduğunu beyân ve ta'rîf
edince, Şems-i Tebrîzî hazretleri de, “Öyle ise, Hz. Şâh-ı enbiyâ, mahbûb-ı
kibriyâ, (ما عرفناك حق معرفتك)[30] buyurur da, niçin
Bâyezîd-i Bistâmî, (سبحانى ما أعظم شانى)[31]
der. Ya'nî Cenâb-ı Hakk’ a mahsûs olan azamet-i şân sıfatını kendisinde görür.”
dedikte Hz. Mevlânâ cevâben, “Fahr-i âlem ve nebîyy-i muhterem (salla’llâhu
aleyhi ve sellem) efendimiz hazretlerinin sîne-i mübârek ve aşk-ı pâkları,
deryâ-yı amîk olup, ona her ne kadar tecelliyyât-ı ilâhîyye zuhûr etse yine
tahammül ile, Hak teâlâ hazretlerinden tecelliyyâtın izdiyâdını istirhâm ve
dâimâ, (Mâ arefnâke hakka ma’rifetike!)" diye arz-ı hakîkat u merâm
eder.
Ammâ Bâyezîd-i Bistâmî’nin
âyîne-i tecellî-i ilâhî olan kalbine bir zerre kadar nûr-ı samedânî aks ve
lemeân /306/ edince, şuâından kendi kendini
görmeye muktedir olamaz ve kendini gayb ve ferâmûş eyledikte, “Sübhânî
mâ-a’zama şânî” diye buyurmalarıyla Hz. Mevlânâ’nın bu cevâb-ı hikmet-meâbı
üzerine Cenâb-ı Şems-i Tebrîzî, “Allâh” diye figân ederek yere düşüp
bayıldı. O anda kalb-i Mevlânâ’ya bir tecelli-i ilâhî lemeân eylediğinden
derhâl atından inip, Cenâb-ı Şemseddîn’in hâk-pâyına yüz sürerek, ba’de’l-ifâka
Hz. Şems’i birlikte hâne-i saâdetlerine götürdü.
Kerâmâtı nihâyetsiz olan
Şems-i Tebrîzî, bu vak’adan sonra altı ay miktarı Hz. Mevlânâ-yı Rûmî ile
berâber bulundular. Hiç kimse halvetlerine kabûl olunmayıp, yalnız Sultân Veled
hazretleri hizmet eder ve gâh gâh ekl ü şürb ederek sâir evkâtta zikru'llâh ve
ibâdetle meşgûliyyetlerini görürler idi. Ba’dehû halvetten çıkıp bir müddet
meyâne-i âlîlerinde devâm eden muhabbet, Hz. Mevlânâ’nın mürîdân ve talebesine
müşâhede ve ru'yet olununca ba'zı zâhir-bînlerin hasedine dokunarak Şems-i
Tebrîzî hazretleri, Cenâb-ı Mevlânâ’ya terk-i tedrîs ettirdi, gibi kîl u kâde
bulunmalarına mebnî, Hz. Şemseddîn, lüzûm-ı mufârakati kat’iyyen îmî ve vedâ'
ederek Şâm-ı şerîfe hicret ettiler. Ammâ, sonra Hz. Mevlânâ tedrîs ve ifâdeden
ferâğat ve semâ’ ve mûsikîye meyl ü rağbet buyurdular ve Şemseddîn’in
mufârakatine tahammül edemeyip, mahdûmu Sultân Veled hazretlerini irsâl ve
müşârünileyhi Şâm-ı şerîfte bularak, kemâl-i ta’zîm ü tefhîm ile pederi Mevlânâ
hazretlerinin aşk ve muhabbetini arz ve ifhâm ve Konya’yı teşrîflerini ricâ ve
istirhâm eylemesine mebnî, Cenâb-ı Şemseddîn buna râzî olarak birlikte Şâm-ı
şerîften azîmetle, Sultân Veled esnâ-yı râhta kemâl-i hürmetinden nâşî Şems-i
Tebrîzî hazretlerinin rikâbında piyâde olarak geldi ve fevka'l-âde ihtirâm
eyledi. Bu sûretle müşârünileyh Cenâb-ı Tebrîzî'nin tekrâr Konya’yı
teşrîflerinden Hz. Mevlânâ ziyâde mahzûz ve tekrâr meclis-i melâik-enîslerinde
me'nûs oldular.
Ba’dehû Hz. Şemseddîn’in
bilâ-haber Konya’dan azîmet ve gaybûbet eylemesinden nâşî /307/ Hz. Mevlânâ’nın dîger mahdûmu
Alâeddîn tarafından şehîd edildiği rivâyet olunursa da bu fi'lin asl u esâsı
olmadığı, Şems’in mufârakatına tahammül edemeyip berâ-yı taharrî, Cenâb-ı
Mevlânâ-yı Rûmî’nin bi'z-zât Şâm-ı şerîfe ve ba'zı rivâyete göre Tebrîz’e
azîmet buyurmalarıyla müsbettir."
Hz.
Şems, Cenâb-ı Mevlânâ’nın Kîmyâ isminde bir cârîyesini tezevvüc eylemişti. Bu
cârîyeye, gûyâ, Mevlânâ-zâde Alaeddîn Çelebi’nin taalluku varmış. Ondan dolayı
Hz. Şemsi şehîd etmiş. Böyle bir rivâyet-i zaîfe de vardır.
Aşk-ı
Mevlânâ’da kıydı baş ile câna Şems*
Kubbe-i
çarha alem dikse nola merdâne Şems
Olmasaydı
aşk-ı Mevlânâ olurmuydu esîr
Şeş
cihet zindân-ı pend-i çâr-erkâna Şems*
Râh-ı
Hak’da zât-ı Mevlânâ hidâyet nûrudur
San o
Şem’in oldu etrâfında bir pervâne Şems
Kana
kana içti bezm-i Hak’da aşkın ba’desin
Eyleyüp
cismin harâmî başını peymâne Şems
Terk-i
ser-ta’lîm idermiş âşıka evvel kadem
Çün
tarîk-ı aşkı irşâd itse dilrîşâne Şems
Neş'e-i
âb-ı visâl-i Hazret-i Molla idi
Sunsalar
bakmaz idi Kevser-i Rıdvâna Şems*
Terk-i
cân kılmağıla cânan yolunda Samtiyâ
Şân-ı
aşk okundu nâmın haşre dek devrâna Şems
Mevzûâtü’l-Ulûm’un cild-i evvelinde, manzûr-ı
fakîrânem olduğuna göre, Hz. Şems, bir gün Hz. Mevlânâ’nın meclis-i
pür-envârına dâhil olup, ba’de’s-selâm, Hz. Mevlanâ’ya hitâben, “Bunlar nedir?”
(diye), kitaplarına ve evzâ’ ve etvârına işâret eyledi. Hz. Mevlânâ ise, Cenâb-ı
Şems’in okuyup yazmakla alâkası olmayan bir ümmî-i pür-irfân olmasından kinâye,
“Sizin alâkadar olacağınız şeyler değildir.” demek /308/ istediği hengâmda, kitapların arasından bir âteş zuhûr eylemesiyle
Şems’e hitâben, “Aman azîzim bu ne hâldir?” diye taaccüb-künân olunca,
bunun bir sırr-ı ma’nevî olduğunu söylemiştir.
Hz. Şems, yanlarından ayrılınca bir muhabbet-i şedîd
peydâ olup, müstağrak-ı deryâ-yı vahdet oldular. Anlaşılıyor ki Hz. Mevlânâ’yı
kâlden hâle geçirir bir vak'adır.
Cenâb-ı Şems hakkında müteaddid menkabet-nâmeler
yazılmıştır. Fakat bâlâda arz eylediğim vechile hiç biri dîgerini tutmuyor.
Meselâ, bâlâdaki vak'anın şekl-i dîgerde tasvîr edildiği görülür. Hz. Şems,
Konya’ya henüz geldikte bir gün, ziyâret-i Mevlânâ’yı kasd edip, nezdlerine azîmet
esnâsında Hz. Mevlânâ’yı bir havuz kenârında, önünde bir kaç kitâb olduğu halde
görmüş. Bade’s-selâm ve’l-kelâm, “Bu kitaplar neye dâirdir?”, yolunda
îrâd-ı suâl eylemis; “Buna kîl u kal derler.” cevâbını aldıkta, “Sizin
onlarla ne işiniz var.” diye cümlesini havuza atıp, gözden nihân olmuş.
Hz.
Mevlânâ’nın tetebbu'-ı âsâra ziyâde merâkı ve kitaplara muhabbeti olduğundan,
bu hâle cânı sıkılmış ve pederinden kalma âsâr-ı nâdire olmak i’tibârıyla
müteessir olmuş idi. Şems, avdetle Hz. Mevlânâ’nın vaz'iyyetini görünce,
kerâmeten, havuzdan kitapları hâl-i aslîsiyle çıkarıp, teslîm etmiş ve
kendisinin ne mertebe bir zât-ı kerâmet-simât olacağını izhâr eylemiştir.
Bu hâllerle, Şems’e, Mevlânâ’nın râbıtası arttı.
Cenâb-ı Mevlânâ’ya meslekdaşı olmayan kimselerle, hem-bezm-i sohbet olmamasını
ve şâyet bi'z-zarûr o makûle kimselerle meclis-nişîn bulunduğu takdîrde,
münâfık, mescidde; çocuk mektebde; esir zindânda oturduğu zamân nasıl bir
vaz'iyyette kalırsa öyle olmasını tavsiye buyururlarmış.
Şems’in müfârakati üzerine icrâ buyurdukları
seyâhattan avdet eden Hz. Mevlânâ, mürîdlerinden en sevgilisi bulunan
Hüsameddîn Çelebi hazretleri, bir kitâb-ı manzûm /309/ te’lîf buyurmalarını ricâ
etmekle, Mevlânâ dahi, “Zâten ben böyle bir şey yazmak istiyordum.”
diyerek evvelce yazdığı onsekiz beyti Hüsameddîn’e bi’l-irâe, Mesnevî-i şerîfin te’lîfine başlayıp,
ba'zı geceler sabâhlara kadar, Hz. Mevlânâ söyler, Çelebi Hüsameddîn yazar idi.
İşbu Mesnevî-i şerîfin her bir mısraı, aşk-ı
ilâhînin musavviridir.
Hz. Mevlânâ’nın mecmû’-ı ebyâtı : Mesnevî-i şerîf : 25585 + Dîvan-ı Kebîr :
97927 = 123512.
Rubâiyyât ve sâire bu adede dâhil değildir. Şu halde
tekmîl ebyât-ı şerîfeleri 130.000’i mütecâvizdir.
Şiirde mahlasları, “Hâmûş” imiş. Böyle iken o azîm
eserlere baktıkça, hayrânı olmamak kâbil değildir.
Nicholson nâmında bir İngilizin Londra’da Mesnevî-i şerîfin İngilizce tercümesini
tab' ve neşre başladığı takdîr ile görülmüştür. Bu zât Şems-i
Tebrîz Divânı’nı da
1898’de Fârisî ebyâtıyla maan İngilizce şerhini Londra’da tab' u neşre muvaffak
olmuş idi.
Mevlânâ
Câmî, Cenâb-ı Celâleddîn hakkında:
آن فريدون جهان معنوى
بس بود برهان ذاتش مثنوى
من جه كويم وصف آن عاليحناب
نيست بيغمبر ولى دارد كتاب [32]
buyurmuşlardır.
Hz.
Mevlânâ, müddet-i ömürlerinde hiç bir sâati beyhûde izâa etmeyip ulûm u maârif
taallüm ve ta’lîmiyle iştigâl ve dâimâ zikru'llâh ile imrâr-ı eyyâm ü leyâl
ederdi. Hakk-ı âlîlerinde söylenen medâyıh, pîran-ı izâmdan hiç birine nasîb
olmamıştır. Tarîkat-ı aliyyelerinde pek çok eâzım yetişmiş ve el-ân yetişmekte
bulunmuştur. Pâdişâhlar, âsitân-ı irfânında bendelikle iftihâr eylemişlerdir.
Sultân Ahmed Hân-ı sâlis dahi bu yolda izhâr-ı ta’zîmât eyler:
Mesnevî’sin işidüp Hazret-i Mevlânâ’nın
Gûşvâr
oldu kulağımda kelâmı anın
Def ü
ney nâle idüp Mevlevîler itdi sema’
Eyledik
yine safâsını bugün devrânın
Emr-i
Mevlâ ile bir himmet ide Mevlânâ
Gele
ayağıma hep kelleleri a’dânın
Ceddi
a’lâlarıma himmet ide gelmişdir
Ben
de umsam yeridir lutfunu ol sultânın
Bahtiyâ bendesi ol Hazret-i Mevlânâ’nm
Taht-ı
ma’nâda o dur pâdişehi devrânın
/310/ Medîne-i Münevvere Nâib-i Esbakı
Râşid Efendi'nin :
Hazret-i
Mollâ-yı Rûmî fahr-ı erbâb-ı yakîn
Mesnevî'sinden olur esrâr-ı Kur’ân-ı mübîn
Şems-i
feyzi pertev-endâz-ı cihân-ı ma’nevî
Gösterir
ulviyyet-i kadrin kitâb-ı Mesnevî
Osmânlıların bidâyet-i zuhûru, Hz. Pîr’in zamân-ı
âlîlerine tesâdüf eylediğinden, Ertuğrul Gâzî hakkında duâ buyurdukları
mervîdir.
Arabî,
Farisî lisânlarıyla söylenmiş eş’âr-ı hikemiyyesi vardır. Urefâ-yı zamânımızdan
Veled Çelebi tarafından vâki' olan tedkîke göre, Divân-ı Kebîr’lerinde bir hayli
Türkçe eş’ârı dahi vardır. Türkçe eş’ârı, o zamânın Türkçe’sidir. Teberrüken
bir iki parçasını derc ile tezyîn-i sahîfe ederim:
Eğer
gidür karındaş yoksa yavuz
Uzun
yolda budur sana kılavuz
Çobanı
berk tut kurtlar öküşdür
İşit
benden kara kuzum kara kuz
Eğer Tansan
ve ger Rum’san gerek Türk
Zebân-ı
nîr-i bânân-râ beyâmuz
"Ya'nî
ihtiyâr ettiğin, ihvân-ı tarîkin iyi de olsa, fenâ da olsa, uzun yolda
kılavuzun odur. Düşün de ona göre ihtiyâr eyle, ey kara kuzum, ey kara kuzum,
kurtlar çoktur, çobana iyice sarıl. Benim sözümü dinle: İster Acem ol, ister
Rum ol, ister Türk ol tefâvüt yoktur. Yalnız dilsizlerin dilini
öğrenmelisin."
Dânî
ki men zi-âlem yalğuz sîni sever min
Ger
der berem niyâî ender gammet ölür min
Rûzî
nişeşte hâhem yalğuz sinün katunda
Hem
min çağır içir min hem min kâbis bilir min
Ma’nâsı :
"Ya'nî, bilirsin ki, cihânda yalnız seni
severim. Eğer yanıma gelmez isen, gamm-ı iftirâkın içinde helâk olurum. Bir gün
yalnızca, senin huzûrunda bulunmak isterim. Ben şarab da içerim, Türkî de
bilirim, ya'nî seni eğlendiririm."
Hz. Mevlânâ’nın Türkçe’si âdeta Özbek lisânıdır.
Eş’âr-ı Fârisiyyesinden şu na’t, rengîn misâldir:
اى رسول حضرت حق وى حبيب كبريا
يك بياله مى بده اى اساقىء بزم الست
اى ضياى عين عالم اى امام انبيا
بر من مسكين نظر كن اى سراج ير ضيا
مرحمت
كن خاكيايت روى منلا روز وشب
شاه
عالى احمد ومحمود محمد مصطفى[33]
Hudâ
virmiş sana kenz-i ulûmu
Meded
ey Hazret-i Monlâ-yı Rûmî
Döner
fânûs-ı cismim aşk-ı Hak’la
Bana
yok mâ-siva’llâhın lüzûmu
VASİYETLERİ :
Hz. Mevlânâ, ulûm-ı hikemiyyede olduğu gibi ilm-i fıkıhta
dahi allâme-i zamân idi. Tabakât-ı fukahâda mevki'-i âlî işgâl eder. Manâkıb-ı
celîle ve fazail-i ber-güzîde ve kemâlât-ı aliyyeleri, hadd-i ihsâdan bîrûndur.
Mevzûâtu’l-Ulûm’da mütâlaa-güzâr-ı âcizânem olduğu üzere, ashâbına irâd-ı vasâya
esnâsında şöyle buyururlar imiş:
أوصيكم بتقوى الله في السر
والعلانية وبقلة الطعام وهجران المعاصي والآثام ومواظبة الصيام ودوام القيام وترك
الشهوات على الدوام واحتمال الأنام وترك مجالسة السفهاء والعوام ومصاحبة الصالحين
والكرام وإن خير الناس من ينفع الناس وخير الكلام ما قل ودل.
Ya'nî, "Size vasiyet ederim: Gizli ve aşikâr hâlde
Cenâb-ı Hak’tan havf ve ittikâ eyleyiniz. Az yiyip, az söyleyin. Maâsi ve âsâmı
terk edin. Mülâzemet-i sıyâm ve devâm-ı kıyâm ve terk-i şehevâta devâm eyleyin.
İnsânların size karşı gösterecekleri cefânın cümlesine tahammül kılın. Süfehâ
ve avâm meclisini terk ve sulehâ-yı kirâm sohbetine mülâzım olun. Nâsın
hayırlısı nâsa nâfi' ve kelâmın hayırlısı kalîli olup maksûda delâlette
iştibâhı râfi' olandır, vesselam."
BA'ZI MENKABELERİ :
Hz. Mevlânâ, henüz altı yaşında iken, bir Cuma günü
çocuklarla oyun oynadığı sırada çocuklardan biri, dîgerine: “Geliniz, bu
damdan öbür dama sıçrayalım.” demesi üzerine, Cenâb-ı Mevlânâ, o gibi bir
hareketin kedilerle köpeklere ve hayvânlara mahsûs mülâabe olduğunu, ma’a’l-istikrâh
ve asıl hüner, göğe doğru mütâyere olduğunu maa’l-istiknâh beyân ile hemen
gözden nihân olur.
Bu tıfl-ı mukaddes, bu Celaleddîn muhteremin bir
ânda vukû'-ı gaybûbeti /312/ çocukların bâis-i hüzn ü kedûreti olarak âdetâ ağlamaya başladılar. Bir
müddet-i cüz'iyye mürûrunda tekrâr ma'sûmîn arasında isbât-ı vücûd ettiği gibi,
vâki' olan suâle karşı takrîr eylediği ifâdenin akabinde yeşil esvâblar giymiş
bir cemâatin kendisini alıp âlem-i semâvâtı gezdirdiklerini ve acâib-i melekûtu
gösterdiklerini ve arkadaşlarının feryâd u figânını, vâveylâsını işitince
getirip bıraktıklarını hikâye ile, daha o zamân bile ne derece, makbûl-ı
kibriyâ olduğunu isbât eylemiştir.
Nutuklarından tercüme:
Yerden âsumâna doğru tayarân eden bir kuş gerçi
peyveste-i âsumân olamaz ise de, tuzaktan baîd olur ve kurtulur. Dervîş olan
bir kimse dahi, kemâl-i hâl-i reşâdete erişemese bile, zümre-i halktan müstesnâ
ve mümtâz olur, mezâhim-i dünyâdan kurtulur.
- - -
Ashâb ve mürîdânından birini, gam-nâk görerek
buyurmuşlar ki:
"Gönül darlığının kâffesi, bu âleme bel
bağlamaktandır. Her dem bu cihândan âzâd olasın ve kendini kayıp bilesin. Her
neye ki nazar edersen ve her lezzeti tadarsan bilesin ki, ona kanmazsın ve bir
yere dahi gidersin hiç dil-tenk olmazsın.”
- - -
Hâdimlerine suâl ile: “Hânemizde nesne var mıdır?”
derler. Yok cevâbını alırlarsa memnûn ve münbasıt olarak, “Çok şükür, hânemiz
bu gün peygamberimiz (aleyhi's-salâtü ve's-selâm) efendimizin, devlet-hâne-i
risâlet-penâhîlerine benzedi.” buyururlarmış.
Âlem-i Cemâle
İntikâlleri :
672 sene-i hicriyyesi Cemâziye'l-âhirinin beşinci
(17 Aralık 1273) Pazar günü idi, altmış sekiz yaşında oldukları hâlde, azm-i
gülistân-ı bakâ eylediler. Cenâb-ı Hak, rahmet-i ilâhiyyesine müstağrak ve
bizleri de feyz ü irfân-ı Mevlânâ’ya mazhar buyursun.
Hâl-i ihtizârlarında, ağlayan huzzâra, (الموت جسر يوصل الحبيب إلى الحبيب)[34] buyurdular.
Cihân-ı ma’rifette kıyâmet koptu. Vasiyetleri
mûcibince namâzını Hz. Sadreddîn kıldırmak istedi. /313/ Sipeh-sâlâr’da okuduğuma göre, tamâm namâzı kıldıracağı sırada, şiddet-i
teessüründen bir şehka vurup, bayıldı. Bunun üzerine Kadı Sirâceddîn
hazretleri, îfâ-yı imâmet etti, namâzı kılındı, kitâb-ı vücûd-ı mübâreki
el-yevm, ziyâret-gâh-ı ins ü cân olan medfen-i mübâreklerine defn olundu.
Konya’nın Ka'betü’l-uşşâk olmasına sebeb oldu. Ravza-i şerîfeleri hakkında:
كعبة العشاق بشد اين مقام
هر
كه ناقص آمد اينجاشد تمام [35]
denilmesi, tamâmen
mahalline masrûf bir sözdür. Âtîdeki resim, türbe-i Hz. Mevlânâ’nın hâricden
görünüşüdür. Mahrûtiyü’ş-şekl kubbe, kabr-i enverlerinin üzerindedir. Türbe pek
muazzam ve muhteşemdir. Mezkûr kubbe yeşil çiniden kaplanmıştır. Başı gümüşten
ma'mûldür. Buna kubbe-i hadrâ derler.
RESİM
VAR
1327/(1911)
senesinde, âsitân-ı muallâ-yı Mevlânâ’ya rû-mâl olmak ümniyyesiyle Konya’ya
gittim; şeref-i ziyârete mazhar oldum. O zamân sünûh etmiş idi :
Titriyor
hep içerim Hazret-i Mevlânâ’ya
Cân u
dilden yanarım Hazret-i Mevlânâ’ya
Severim
cân u gönülden o muazzam pîri
Arz-ı
tekrîm iderim Hazret-i Mevlânâ’ya
Konya’nın
kubbe-i hadrâsı göründükde bana
Yandı
dil nâire-i Hazret-i Mevlânâ’ya
Ne
muallâ ne mutarrâ ne müfahham ravza
Mest
olur zâiri hep Hazret-i Mevlânâ’ya
Geldi
bir lerze-i aşk sabr u karârım gitdi
Âşıkım
neyleyeyim Hazret-i Mevlânâ’ya
Âkıbet
aşk ile sürdün yüzünü ey Vassâf
Ravza-i
âliye-i Hazret-i Mevlânâ’ya
Hz. Mevlânâ’ya meyl ü muhabbetim pek ziyâdedir.
Hangi bir mecliste menâkıbından bahs olunsa, hissiyyât-ı ta’zim-karânem
galeyâna gelir. Ulviyyetinin hayrânı, âsitân-ı feyz u irfânının nigeh-bânıyım.
Şefâatına, inâyetine, kerem ü âtifetine muhtacım.
Hangi âşıkdır o kim mevlâsı Mevlânâ değil
Deryâ-yı bî-pâyân-ı irfânı, urefâ-yı cihânı
mütehayyir etmiştir. Cenâb-ı Hak, Habîb-i ekremi hürmetine, bu abd-i ahkarı,
cümle müştâkîn-i ma’rifetle berâber müşârünileyhin mazhar-ı ihsânı buyursun. Âmîn.
/314/ Güfte-i Hazret-i Mevlânâ :
بعد از فات تربت مادر زمين مجوى
در سينه مردم عارف مزار
ماست[36]
Fi’l-hakîka
öyledir ve bu kelâm-ı âlîleriyle de hafâyâ-yı umûr-ı kalbiyyeye pek büyük vukûf
göstermişlerdir.
Mefhar-ı
Mevleviyân Hazret-i Mevlânâ’dır
Mâlik-i
genc-i nihân Hazret-i Mevlânâ’dır
Gül-i
gül-zâr-ı maârif idi ol zât-ı kerîm
Mahrem-i
râz-ı cihân Hazret-i Mevlânâ’dır
Ulemânın
hükemânın şuarânın tâcı
Nice
mürde dile cân Hazret-i Mevlânâ’dır
Ka'be-i
dâniş u irfân idi zât-ı pâki
Sâhib-i
fevz ü emân Hazret-i Mevlânâ’dır
Sâki-i
aşk-ı Hudâ matla’-ı envâr-ı hüdâ
Kutb-ı
aktâb-ı cihân Hazret-i Mevlânâ’dır
Mazhar-ı
ism-i Hakîm mazhar-ı esrâr-ı Azîm
Gavs-ı
yektâ-yı zamân Hazret-i Mevlânâ’dır
Zâhir
ü bâtın ulûmunda garîk-ı deryâ
Nûr-ı
irfânı ayân Hazret-i Mevlânâ’dır
Şems-i
devvâr gibi nûru cihân-pîrâdır
Nûrbahşâ-yı
cenân Hazret-i Mevlânâ’dır
Mürşid-i
ekmel idi her emeli hâsıl idi
Sırr-ı
“Mûtû’”yu bulan Hazret-i Mevlânâ’dır
Evc-i
himmet güneşi lem’a-ı sıddîk-ı nebî
Sâhib-i
devlet ü şân Hazret-i Mevlânâ’dır
Mesnevî’si nice esrâr u nikâta mahzen
Bülbül-i
bâğ-ı cinân Hazret-i Mevlânâ’dır
Kemteri
bendesi Vassâf’ını mahrûm itmez
Himmeti
dâim olan Hazret-i Mevlânâdır
Hz. Mevlânâ, kutbu’l-aktâbtır; medâr-ı âlemdir. Âlim
ve âmil, vâkıf-ı esrâr-ı hakâyıktır, mürşid-i mükemmildir, sâki-i aşk u
ma’rifettir, bir nâdire-i hilkattir; sît ü şöhreti âlem-gîrdir; fazîlet-i
zâtiyye ve necâbet-i fakîrânesiyle mümtâzdır; gıbta-bahşâ-yı ins ü cândır. Şiir
ve edebdeki kuvveti, rütbe-i bâtıniyyesiyle mütenâsibtir. Makâmât-ı âliye ve
kerâmât-ı irfâniyyeye sâhibtir.
Tezkire-i
Sâlim’de okumuştum:
Sultânü’l-meşâyıh, berzahu’l-berâzih, mukarreb-ı Hz.
Kayyûmî, Hz. Celâleddîn-i Rûmî, (efâda’llâhu nûrahû ve kaddese sırrahû)
için, Sultân Alâaddîn-i Selçûkî, cân u dilden mürîd-i irâdet pezîr olup,
hüdâvendigârlığı ona vermiştir. "Hüdâvend-i kâm-kâr" ve "Molla
Hüdâvendigâr" /315/ dedikleri bu sebebtendir.
Menâkibü’l-Ârifîn
ve Mesâlikü’s-Sâlikîn nâm eserden menkûldür:
“Fahr-ı âlem (salla’llâhu
aleyhi ve sellem) efendimiz hazretleri, esnâ-yı mi’râcda, sâk-ı arşta semâ’
eyler bir zât-ı pür-şevk gördü. Âfitâb gibi nûrdan taylasânı ve meyân-ı
külahında hatt-ı istivâ gibi çekilmiş bir nişânı vardır. Felek-i devvâr gibi
muttasıl dönüyor. Şûr-ı semâından felekler raksa girmiş ve nevâ-yı nâ-yı
şevkinden feleklere meleklere hayret gelmiş.
Rasûl-i cemîl efendimiz
hazretleri, Cenâb-ı Cebrâîl’e, "Bu kimdir?" diye sordu. Peyk-ı
Rabb-i Celîl, "Bu, dürr-i deryâ-yı tahkîk ve güher-i sadef-i sulh-ı
Ebûbekr es-Sıddîk’tır. Onun ebnâ-yı izâmından ol Mollâ-yı Mevlevî ve şeyh-i
ma’nevîdir. Mukarreb-ı Kayyûmî, Celâleddîn-i Rûmî olacaktır." dedi.
Hz. Fahr-ı âlem, bu sırdan âgâh oldukta, bu işâretin beşâretinden, Hz. Sıddîk-ı
Ekber, beşâşet buldu. (بشنواز نى جون حكايت ميكند)[37] Bu sırra işârettir.”
Mesnevî-i
Şerîf:
Hulâsa-ı kelâm, Hz. Mevlânâ, kerâmet-i velâyetle
mütebahhir ve ulüm-ı kevneynde mazhar-ı mecmau’l-bahreyndir. Öyle bir şeyh-i
ma’nevî, sâhib-i kitâb-ı Mesnevî’dir ki, kitâbı huccet-i dîn ve burhân-ı ehl-i yakîndir. Meşâyih-ı ekmelîn
halâyıkı, sû-yı Hâlik’a onunla irşâd ederler. İlm-i sülûkta ve tarîk-ı
tasavvufta onun bir misli yoktur. Her bir beyti, bir gencîne-i
ma’rifet ü hikmettir. Teemmül ve tefekkür ile yazılmış değildir. Her bir lafzı
bî-şübhe, irâdet-i âlem-i gaybdır. İbârâtı sırf hakâyık, işârâtı pür-dakâyıktır.
Câmi'-i maânî-i âyât ve ahbâr ve erbâb-ı tasavvuf nezdinde bir adı Mahzenü’l-Esrâr’dır.
Kur’ân-ı
azîmin esrâr ve nikâtını ve ahâdîs-i nebeviyyenin rumûzât ve mektûmâtını derc
etmiştir. Ulûm-ı evvelîn ü âhirînin, hakâyık ve dakâyıkı onda mündemicdir.
Ebyât-ı gâmızası gâyet çoktur. İşârât-ı mufaddalasına nihâyet yoktur.
Ve'l-hâsıl ukûl-ı âdiye, idrâkinde âciz ve kâsırdır. Müşkilâtın halli erbâb-ı
kulûb ve ashâb-ı mükâşefeden olmaya vâbestedir. Mecmû’-ı ebyât-ı Mesnevî 25.585 beyttir.
Mesnevî-i şerîfi /316/ memâlik-i İslâmiyye’nin her tarafında, bâ-husûs
Anadolu, Rumeli, Afgan(istân), Hind(istân), Türkistân (ve) İran’da
mütedâvildir. Mütâlaa yüzünden, feyz-i Hz. Mevlânâ sâri ve cârîdir.
Sâlik-i
râh-ı Hudâ’ya pîşvâdır Mesnevî
Cümle
erbâb-ı tarîka reh-nümâdır Mesnevî
Dîde-i
câna dilersen rûşenâlık elvire
Gâfil
olma aç gözün kim tûtiyâdır Mesnevî
Hasta
diller n’ola bulursa semâ’ından safâ
Hikmet-i
Hak ile her derde devâdır Mesnevî
Bu ne
sözdür kim olur a’lâ vü ednâ hisse-dâr
Şâhile
şehdir gedâ ile gedâdır Mesnevî
Nûruna
duymazsa münkirler n’ola huffâş-vâr
Zâhidâ çün matla’-ı şems-i Hudâ’dır Mesnevî
Mesnevî-i şerîfin tedrîsi hitâmında
okunan şu kıta güzeldir:
اين جنسين فرمود مولانا ما
اين له رملست ونه نجمست ونه خواب
كاشف
اسرار هاى كبريا
وحى حق والله اعلم بالصواب [38]
Hz. Pîn’in Âsâr-ı Sâiresi :
Gâyet büyük bir Dîvân'ları, Evrâd-ı Kebîr’i, Aşk-nâme, Fîhi mâ-Fîh, Mesnevî-i şerîf (Bunun bir adı da Husâmî-nâme’dir, Sâmî-nâme de derler), Tırâş-nâme, Mecâlis-i Seb’a’dır. Aşk-nâme’yi Sultân Veled’e isnâd edenler
vardır
Velâyet
ehline server Celâleddîn-i Rûmî’dir
Hakâyık
bahrına gevher Celâleddîn-i Rûmî’dir
Vücûd-ı
mekremet efzûdu mülk-i Rûm’a ni'metdir
Vücûdu
hikmete masdar Celâleddîn-i Rûmî’dir
Kemâl-i
devlete nâil olan zât-ı mufahhamdır
Kerâmet
bâğına mazhar Celâleddîn-i Rûmî’dir
Muhibb-i
zâtı olmak pek büyük izzet selâmetdir
Kulûba
himmeti evfer Celâleddîn-i Rûmî’dir
Semâ-yı
ma’rifetde mihr-i tâbân-ı saâdetdir
Uyûn-ı
ehl-i aşka fer Celâleddîn-i Rûmî’dir
Hikem-perdâz-ı
aşkdır dürre-i Sıddîk-ı Ekber’dir
Be-gâyet
sâfîleşmiş zer Celâleddîn-i Rûmî’dir
Kitâb-ı
Mesnevî'si mağz-ı Kur’ân menba’-ı esrâr
Maârif
kenzine rehber Celâleddîn-i Rûmî’dir
Ne
âlî bir kitâb-ı hikmet-âmûz-ı edeb-irfân
Uluvv-ı
rütbesi ebher Celâleddîn-i Rûmî’dir
Döner
meydân-ı aşkda cezbe vü hâlât ile cânâ
Şeb-i
irfânda meh-peyker Celâleddîn-i Rûmî’dir
Seherlerde
çıkar âh u figânı Arş-ı a’lâya
Reh-i
aşkdan haber söyler Celâleddîn-i Rûmî’dir
Semâ-yı
sıdk u irfâna vücûdu zînet-efzâdır
Misâl-i
encüm-i enver Celâleddîn-i Rûmî’dir
Müdevven
bir kitâb-ı aşk u irfân oldu Mevlânâ
Bütün
uşşâka ser-defter Celâleddîn-i Rûmî’dir
Mürîd-i
hâlısa dâim ider bezl-i kerem-himmet
Muallâ
mürşid-i eşher Celâleddîn-i Rûmî’dir
Doğar
Vassâf’ının kalbinde her gün şems-i Mevlânâ
Meğer
bir feyz-perverdir Celâleddîn-i Rûmî’dir
/317/ HUSÂMEDDÎN ÇELEBİ
HAZRETLERİ
Hz.
Mevlânâ’nın, âlem-i nâsûttan rıhletinden sonra, emr ü işâretleriyle makâm-ı muallâ-yı
reşâdete, Hüsâmeddîn Çelebi hazretleri câlis oldu. Onüç sene sonra
684/(1285)’de âzim-i dâr-ı ukbâ olmuştur. Civâr-ı Hz. Pîr’de âsûde-nişîndir.
Vâris-i
âsâr-ı Mevlânâ Hüsâmeddîn’dir
Mahrem-i
esrâr-ı Mevlânâ Hüsâmeddîn’dir
Mazhar-ı
envâr-ı Mevlânâ Hüsâmeddîn’dir
Hâsılı
dil-dâr-ı Mevlânâ Hüsâmeddîn’dir
SULTÂN VELED HAZRETLERİ
Hz. Mevlânâ’nın veled-i büzürg-vârı ve masdar-ı
âsâr-ı esrârı olup, Hüsameddîn Çelebi hazretlerinden sonra makâm-ı irşâda
kadem-zen olmuştur. Müşârünileyh hazretleri cezebât-ı ilâhîyye ile ekser
evkâtta vâlih ü hayrânı idi. Hâlât-ı galebât-ı şevk u cezbeden müstağrak idi.
Keyfiyyet-i câm-ı aşktan, mestâne-sıfat idi. Tarîk-ı tasavvufta bir kaç eser-i
manzûmu vardır. Veled-nâme’si meşhûrdur, Rebâb-nâme ismindeki eseri mühimdir. Bu Rebâb-nâme, edebiyyât-ı Osmâniyye nokta-i
nazarından hâiz-i ehemmiyyet âsâr-ı âliyedendir. Hz. Mevlânâ hakkındaki medhiyyenin mukaddimesi teberrüken nakl
olundu:
Mevlânâ’dır
evliyâ kutbu bilenin
Ne
kim ol buyursa anı kılanın
Tanrı’dan
rahmetdir anın sözleri
Körler
okursa açıla gözleri
Ya'nî, "Hz. Mevlânâ evliyâ kutbudur. Biliniz,
ol ne kim, buyurduysa, onu, gûş-ı kabûle alıp, emrini tutunuz. Hak’tan rahmet
olan sözlerini körler okursa gözleri açılır." demektir.
Dîvan-ı hakîkat-beyânları dahi,
tercümân-ı lisân-ı gayb ve vâridât-ı ilhâm-ı bî-raybdır. Eş’ârı, hem âşıkâne,
hem muhakkıkânedir. Rumca şiirleri dahi olduğu menkûldür. Vâlid-i a’zamlarının
nısf-ı Divân-ı Kebîr’i kadar, İbtidâ-nâme, İntihâ-nâme’leri de ma’rûftur. Ma’ârif nâmında, hakâyıka müteallik bir eser-i
mensûrları vardır.
Türkmen
lisânı üzere eş’ârından numûne:
Senin
evin bu gice dutdu
Ânınçün
içinde ay düşdü
Karannu
kalmaya andaki bu ay
Karannuyu
nûr ile taşra yitdi
/318/ Ol aya neden dolıcak bellü olur
Kim
uğru ev kaldı ya ki gitdi
Ya'nî, "Derûnuna ay işrâk eylemekle, bu gece
senin hânen nûra gark oldu. Ol hânede artık karanlık kalmayacaktır. Zîrâ, bu ay
nûr vâsıtasıyla, zulmeti hârice tard eylemiştir. Hâne, o aydınlıkla dolunca,
derûnuna dâhil olan hırsız, hâlâ duruyor mu, yoksa gitmiş midir, belli
olur." demektir.
Sultân Veled hazretleri, eimme-i kirâm ve fukahâ-yı
izâmdandır. Konya’da hayli zamân, neşr-i ulûm buyurup, ba’dehû eser-i pedere
ittibâ' etti.
Hicretin
712 senesi Recebinin onuncu (11 Kasım 1312) Perşembe günü doksaniki yaşında
olduğu halde, terk-i hayât-ı müsteâr eylemekle, na’ş-ı mübârekleri, peder-i
mükerremlerinin yanında, makbere-i mahsûsasına defn olunmuş ve cenâze namâzını
meşâhîr-i ulemâdan Şeyh Mecdüddîn-i Aksarâyî kıldırmıştır.
Bir
Süleymân-ı himem-tedbîrdir Sultân Veled
Misl-i
devr-i Âsaf-âlem-gîrdir Sultân Veled
Müftî-i
hayrü’l-halef-takdîrdir Sultân Veled
Ya’ni
mahdûm-ı cenâb-ı Pîr’dir Sultân Veled
Hz.
Mevlânâ’nın irtihâllerinde, Sultân Veled’in 52 yaşında oldukları anlaşılıyor. (Kaddesa’llâhu
esrârahum)
ULU ÂRİF EFENDİ
HAZRETLERİ
Sultân
Veled’in mahdûm-ı mükerremidir. Pederinin makâmına geçti. Hayli zamân neşr-i
ulûm eyledi.
Ârif-i
bi’llâh Ulu Ârif Efendi-i velî
Nâil-i
aşk-ı Muhammed vâsıl-ı şevk-i Ali
Dahi
şeyh-âbid gürûh-ı zühd ü fazlın efdali
Oldu
bunlardan hafâyâ-yı hakîkat müncelî
El-yevm,
Konya’da câ-nişîn-i seccâde-i irşâd olan Çelebi Efendi, evlâd-ı Mevlânâ’dandır.
Mevlevîlerin meşâhîri, urefâsı, şuarâsı, üdebâsı hakkında zamân zamân gâyet
mükemmel eserler yazılmıştır. Onların mütalâasını tavsiye ile iktîfâ ederim.
Hâlen seccâde-nişîn olan, Abdülhalîm Çelebi Efendi’nin pederleri Abdülvâhid
Çelebi merhûmun /319/ bu abd-i kemtere, iltifât-nâmeleri vardır. Ki
sûreti ber-vech-i âtidir:
“İzzetlü, cemîlü’ş-şiyem
Efendim,
Cedd-i a‘zamım, Ferîdûn-ı
cihân-ı ma’nevî, sâhib-i kitâb-ı âlî-i Mesnevî efendimiz hazretlerine fart-ı
aşk u muhabbet-i vâlâlarına dâl olmak üzere, zâde-i tab’-ı âşıkâneleri olan
ba'zı manzûmenin ihdâ buyurulduğunu mutâzammın olan muhabbet-nâme-i
ârifâneleri, resîde-i dest-i tevkîr ü ihtirâm oldu. Şemsü‘l-evliyâ, nâşir-i
nûr-ı Hudâ efendimiz hazretlerine aşk u muhabbet izhârına muvaffakiyyet ezelî
bir keyfiyyet ve binâenaleyh mûcib-i fevz ü saâdet olduğuna ve zât-ı
ârifânelerinin dahi ızhâr-ı aşk u muhabbetle kavlen ve fı’len vâki' olan
teslîmiyyetleri; mûcib-ı sürûr u memnûniyyet bulunduğuna mebnî devâm-ı feyz ü
terakkîleri gülbangı, metâf-ı kudsiyân-ı menâzil-i kerrûbiyân olan huzûr-ı
lâmiu’n-nûr, Hz. müşârünileyh efendimizde, yâd ve tilâvet kılınmış olmağla,
beyân-ı mahzûziyyet ve muhabbet olunur efendim. 22 Hazîrân 1322/(4 Temmuz 1906)”
HAZRET-İ MEVLÂNÂ’NIN
ELKÂB-I ALİYYELERİ
Mollâ-yı Rum :
Rahm
eyle gel ey dâverim
Yokdur
benim bir yâverim
Sensin
hemen, dâd-âverim
Yâ
Hazret-i Mollâ-yı Rûm
Molla :
Şeh-i
cihân-ı velâyet Cenâb-ı Mollâ’dır
Mekîn-i
taht-ı kerâmet Cenâb-ı Mollâ’dır
Celâleddîn-i Rûmî :
Erenler
şâhı Mevlânâ Celâle’d-dîn-i Rûmî’dir
Meleklerle
felek âvâze-i bang-ı kudûmudur
Molla Hünkâr :
Uluvv-ı
kadr-i Mevlânâ’yı yok bir ferdin inkârı
Bilür
bây u gedâ pîr ü civân hep Molla Hünkârı
/320/ Mevlânâ :
Sanma
kim devr eyleriz şevk-i kudûm u nâyile
Olmuşuz
âvâre feyz-i aşk-ı Mevlânâ ile
Mevlevî :
Bî-vâsıta
feyz alır Şems’den
Gâyâ
ki kamer de Mevlevîdir
Bir
cezbe ile ider cihânı tenvîr
Eflâk
de yer de Mevlevîdir
* *
*
Andelîb-i
gül-şen-i nağme-günândır Mevlevî*
Nağme-i
cân-sûz-ı nâyla hem-zebândır Mevlevî
On
sekiz bin âleme sırr-ı nihândır Mevlevî
Devr
iden çerh-ı felekden bir nişândır Mevlevî
Nâzım Paşa’nın
Hudâvendigâr:
Düşerse
kâfile-i semt-i hâne-berdûşân
Tavâf-ı
kûy-ı Hudâvendigâr’a dek gideriz
RESİM VARDIR
!!!!!!!!
Görünen kubbe, Kubbe-i Hadrâ’dır. Hz. Mevlânâ’nın
kabr-i enverleri bu kubbenin altındadır. Dîger kubbelerin altında çelebiyân
medfûndur.
TÂRÎHÇE-İ
AKTÂB[39]
Nâzımı: Âhmed Remzi el-Mevlevî. 1333/(1915)
İrfân ü kemâl-ittisâf el-Hâc Hüseyin Vassâf Beyefendi’ye
ithâf :
Benâm-ı Hudâvend-i cân-âferîn:
Güzîn-i
evliyâ kutb-ı muazzam
Semiyy-i
seyyid-i evlâd-ı Âdem
Cenâb-ı
Hazret-i Mollâ-yı Rûmî
Gelüp
tekmîl içün dehre ulûmu
İdüpdür
altıyüz dört içre teşrîf
Kudûmu
eyledi dünyâyı taltîf
Rebîu’l-evvelinin
altıncı rûzu
O
mihr-i mekrümet kıldı bürûzu
Virüp
ukbâya kâlâ-yı fenâyı
Değişdi
aşk-ı mevlâya sivâyı
Ticâret
eyledi âlemde vâfir
Olur
mîlâdına târîh “Tâcir” (تاجر) = 604
Olup altmış sekiz yıl feyz-bahşâ
Göçüp
gitdi civâr-ı kurbe a’lâ
Cumâd-ı
âhire’dir rûz-ı hâmis
Bakâ
hil’atlarını oldu lâbis
Gam-ı
âlemden âzâd oldu ol hür
Ki
târîh altı yüz yetmiş ikidür
* * *
پنجم ماه در
جماد آخر
بود نقلان
ملاذ هر فاخر
سال هفتاد و
دو بده بعدد
ششصد از عهد
هجرت احمد[40]
* *
*
Uçdu
sûy-ı Hakk’a sî-murg-ı kemâl ü himmet
Ola
ehl-i dile târîh-i vefâtı“İbret” (عبرت) = 672
* * *
Dahi
Sultân Veled ferzend-i a’lem
Cihâna
geldi dindi hayr-ı makdem
Mübârek
rûz-ı Cum’a vakt-i fîrûz
Rebî’-i
sânî bîst pencümîn rûz
Yinirmi
üçle şeş-sad sâl içinde
Doğup
ol mevsim-i ikbâl (içinde)
Şeb-i
âşır idim mâh-ı Receb’den
Hırâmân
oldu bu dâr-ı taabdan
* * *
Anın
oğlu dahi Ârif Efendi
Gürûh-ı
evliyânın ercümendi
Be-rûz-ı
heştüm-i Zi’l-ka’de ol mâh
Doğup
oldu kerâmet tahtına şâh
Cihâna
virdi ol Sultân revnak
Ki
târîh altı yüz yetmişdir ancak
O şâh-ı
kişver-i keşf ü kerâmet
Yediyüz
on dokuzda kıldı rıhlet
Meh-i
Zi’l-Hiccenindi yinrmi dördü
Se-şenbe
gün bisât- ı cismi dürdü
Bu
makbûlân dergâhın ilâhî
İdüp
takdîs-i esrârın ke-mâ-hî
Nesîb’i sırlarından behre-yâb it
Duâsın
feyzin ile müstecâb it
Zeyl:
Nesîb-i
muhterem ol merd-i ârif
Olup esrâr-ı Mevlânâ’ya vâkıf
Dalup
bahr-ı ulûma bî-nihâye
Leâlî
saçmış ihvân-ı safâya
Cenâb-ı
Pîr ile Sultân Veled’den
Ulu
Ârif gibi feyz-i ebedden
Haber-dâr
itmek üzre şâirâne
Ufak
manzûme yazmış mâhirâne
Anı
tezyîle cür'et eyledim ben
Hatâsın
lutfile tashîhe gel sen
Makâm-ı
Hazret-i Pîr’e gelenler
Bu
âlî menkabetlerdir erenler
Zükûr
evlâdıdır Mollâ-yı Rûm’un
Birer
incüleri bahr-ı ulûmun
Bunu
nazm eyledi Remzî-i nâ-şâd
N’olur
bir fâtihayla eylesen yâd
* * *
Ulu
Ârif Efendi’ye birâder
Cenâb-ı
Âbid-i pâkîze güher
Cihâna
altı yüz seksen ikide
Kemâl-i
aşk ile oldu reşîde
Yedi
yüz yinrmi dokuz oldu hicret
Bakâ
dergâhına kıldı azîmet
Cenâb-ı
Âbid’e Vâcid Efendi
Birâderdir
cihânın dil-pesendi
İrince
altı yüz seksen beşe sâl
Bu kevne
virdi teşrîfiyle ikbâl
Yedi (yüz)
otuz üçde oldu âzim
Huzûr-ı
ceddine oldu mülâzim
Ulu
Ârif Efendi-zâde Âlim
Hakîkat
mahzeni kenzü’l-maâlim
Bu
dehre altı yüz doksan ikide
Füyûz-ı
ilm ile oldu resîde
Yedi
yüz elli birde kıldı rıhlet
Makâm-ı
pâki oldu bâğ-ı cennet
* * *
Gelince
altı yüz doksan beşe sâl
Cenâb-ı
Âdil itdi dehre ikbâl
Birâder
Âlime bu Âdil ekber
Yedi
(yüz) yetmiş idi gitdi ol er
Yedi
yüz beşde geldi kevne Âlim
O
ekber âbide ferzend-i sâlim
Yedi
yüz doksanı geçdi sekiz yıl
Bu da
kûy-ı visâle oldu vâsıl
İdüpdür
Ârif-i sânî velâdet
Yedi
yüz ile kırk altıydı hicret
Cenâb-ı
Âdil-i ekber-zâde’dir bu
Sekiz
yüz yinrmi dörtde gitdi yâ hû
O pîr
Âdil Efendi doğdu fi’l-hâl
Yedi
yüz ile seksen bir olup sâl
İkinci
Âlim’in ferzendi idi
Sekiz
yüz ile altmış beşde gitdi
Cemâleddîn
ibn-i Âdil Efendi
Sekiz
(yüz) kırk bir idi dehre geldi
Makâmda
elli bir yıl oldu kâim
Dokuz
(yüz) onbeş idi oldu âzim
Cenâb-ı
Hüsrev’e sâl-i velâdet
Sekiz
yüz seksen altı idi hicret
Cemâleddîn
Efendi’nin hafîdi
Dokuz
yüz altmış altı Adn’e gitdi
Cihâna
geldi Hüsrev-zâde Ferruh
Dokuz
(yüz) yirmi üçdü sâl-i ferruh
Olup ahvâli gıbta-bahş-ı devrân
Nihâyet
nâ-halefler itdi tuğyân
İdildi
tevliyetden azl âhir
Değildi
hâtırı bunlarla fâtir
Muâdil
farkı cem’a cem’i farka
Çekildi
gitdi binde kurb-ı Hakk’a
Dokuz
(yüz) ile altmış bir olunca
Gülistân-ı
siyâdet açdı gonca
Gelüp
Büstân Efendi İbnü Ferruh
Dinildi
hayr-ı makdem Şeyh Ferruh
O
Sultân Ahmed-i Evvel ke-mâ-kân
Makâm-ı
Pîr’e Çesbân didi Büstân
Meşîhat
eyleyüp yinrmi sekiz sâl
Bakâya
gitdi bin kırkda o hoş-hâl
Anın
mahdûmudur Bû Bekr Efendi
Dokuz
(yüz) ile yetmiş beşde geldi
Murâd-ı
Râbi' itdi azm-i Bağdâd
İderdi
Kâdı-zâde fikrin ifsâd
Gelince
Konya’ya ordû-yı Sultân
Ziyâret
kasdın itdi şâh-ı devrân
Fakat
teklîf-i keşf-i merkad-i Pîr
Ser-â-ser
ehl-i hâli itdi dil-gîr
Cesâret
itmedi kimse bu emre
Gazab
gösterdi Sultân Şeyh Bekr’e
Olup iclâ Stanbul’a nihâyet
Ana
bin elli iki sâl-i rihlet
Efendi
Pîr Hüseyn’bin-i Hasan’dır
Cenâb-ı
Ferruh’a sıbt-ı basendir
Dokuz
(yüz) sâli seksen sekizinde
Tevellüd
eyledi o pîr-i zinde
Civân-himmet
idi ihsânı mevfûr
Kapu
Câmii evkâfiyla ma’mûr[41]
Civâr-ı
ceddine oldukda hâzır
Anın
târîhi bin yetmiş yedidir
Olunca
sâl-i hicret bin otuz beş
Halîm-i
evvelin mehdi bezenmiş
Ebû
Bekr’in hafîdi zî-maânî
Bunun
asrındadır Vânî-i cânî
Semâı
itdi men’ ol merd-i hâsir
Yasağ-ı
bed ki bin yetmiş yedidir
Gidüp
hasretle bin doksanda nâ-gâh
Halef
oldu ana Bûstân âgâh
Bin
elli beşde de Bustân-ı sânî
Cihânı
eyledi aşk gül-sitânı
Açıldı
tekyeler başlandı nağme
Bunun devrindedir târîh-i “nağme”
(نغمه) =1095
Olup târîh bin yüz on yedi hem
Bakâ dergâhına
azm itdi hurrem
Anın
mahdûmu Sadreddîn-i kâmil
Cihâna
oldu bin seksende dâhil
Sene
bin yüzle yirmi dört olunca
Cinân
gül-zârına gitdi o gonca
Muhammed
Ârif-i râbi’ Efendi
Ki
bin doksanla altı kevne geldi
Hafîdidir
Cenâb-ı Bûstân’ın
Otuz
beş yıl meşîhat postu anın
Olunca
bin yüz elli hem dokuz sâl
Cinâna
gitdi bâ-ıclâl ü ikbâl
Anın
mahdûmu Seyyid Hâc Ebûbekr
Sehâvet
ma’deni mânend-i Bû Bekr
Gelüp
bin yüz otuz üç sâli dehre
Makâmda
kırk sene virmişdi behre
Geçince
bin yüzü doksan dokuz hem
O da
geçdi cihândan pâk u hurrem
Olup bin yüzle elli beş müekked
Tevellüd
eyledi el-Hâc Muhammed
Halîm-i
evvel ana cedd-i râbi’
Otuz
bir yıl makâmda oldu lâmi’
Olunca
bin iki yüzle otuz sâl
Ecel
itdi anı da hakka îsâl
Saîd-i
Hemdem İbnü Hac Muhammed
O
vâlâ menzilet şeyh-i mümecced
Bin
iki yüzle yirmi iki sâli
Vücûda
geldi ol a’le’l-eâlî
Bin
iki yüzle yetmiş beşde nâ-gâh
Cenâb-ı
Pîr’e Hemdem gitdi agâh
Dahi
Mahmûd Sadreddîn-i sânî
Cenâb-ı
Hemdem’e mahdûm-ı sânî
Bin
iki yüzle kırk iki velâdet
O da
doksan sekizde itdi rıhlet
Birâder
Fahr-ı dîn itdi velâdet
Bin
iki yüz dahi kırk dörtdü hicret
Makâmında
sekiz günle yedi mâh
Kalup
doksan dokuzda gitdi nâgâh
Tevellüd
eyledi Safvet Efendi
Bin
iki yüzle elli iki dendi
Bu da
beş yıl idüp ancak meşîhat
Bin
üç yüz beşde kıldı Adn’e rıhlet
Cihâna
Vâhid ibn-i Hemdem*
Bin
iki yüzle yetmiş beşde bil hem
Makâmda
yinrmi yıl kaldı müdâvim
Bin
üç (yüz) yirmi beşde oldu oldu âzim
Halîm-i
evvelin sânîsi geldi
Sene
bin iki yüz doksan bir idi
Cenâb-ı
Vâhid’in mahdûmudur bu
Makâmda
üç sene kaldıkda yâ hû
Vukû’-ı
infisâli bâ-irâde
Bin
üç (yüz) yirmi sâli hem sekizde
Bahâeddîn
Veled sâhib-fazîlet
O’dur
seccâd-ı pîrâ-yı tarîkat
Bin
iki yüzle seksen dörtde dehre
Gelüp
âsârı virdi dehre behre
Halîm-i
evvelin sâbi’ hafîdi
Kemâlât
ehlinin şeyh-i ferîdi
Bin üç yüzle otuz yedi olup sâl
Tebeddül
eyledi dünyâda ahvâl
Yine
Abdülhalîm bâ-reşâdet
Makâm-ı
ceddine geldi nihâyet
Mübârek
mâh-ı rûze halk sâim
Saâdetle
ola postunda dâim
İlâhî
nesl-i Pîr-i eyle dâim
Bizi
hıdmetlerinde kıl müdâvim
Makâm-ı
Hazret-i Mollâ-yı Rûmî
Penâh-ı
ehl-i aşk olsun umûmî
Tekkelerin şeddi, şeyhlik ve mürîdliğin
ilgâsı, Celâliyye Vakfı’nın mâliyeye devri gibi mukarrerât, Abdülhalîm
Çelebî’yi me'yûs ederek muhtellü’ş-şu’ûr oldular. Sakal ve bıyıklarını, Sultân
Dîvânî gibi tıraş ettiler. İstanbul’da sâkin bulundukları otelin penceresinden
kendilerini attılar. Hastahânede vefât ettiler. Sene 1344/(1923)
İrtihâli hîninde, “Edriknî Yâ Muhammed, edriknî
yâ Alî!” demişlerdir. Nâşını, hastahâneden otomobil ile Yenikapı
Mevlevîhânesi’ne nakl eylediler. Orada techîz ve tekfîn edilip, mahfelin dış
tarafına ihzâr olunan kabre defn eylediler. (Rahmetu’llâhi aleyh)
Nâzik,
halûk, tab’-ı kibârâneye mâlik bir zât idi. Ba'zı mertebe, lâubalîlikleri
görülmüş ise de, Cenâb-ı Hak, inşâllâh sabrı yüzü suyu hürmetine afv
buyurmuştur.
/321/ MUHAMMED ES’AD
EL-MEVLEVÎ
Hâce-i irfânım olup, Selânik tüccârından ve
avdetîlerden Receb Efendi’nin sulbünden hicretin 1259/(1843) senesinde, Selânik’te
dünyâya gelmiştir. Meskenleri Kadı Abdullâh Efendi mahallesindedir. Husûsî
muallimden tahsîl-i ilme başlayıp, henüz sinn-i bulûğa vâsıl olmadığı bir çağda
iken rü’yâsında görür ki, kendisi bir kuyuya düşmüş; server-i âlem (salla’llâhu
aleyhi ve sellem) efendimiz hazretleri, şeref-zâhir olup,
mübârek yed-i saâdet-i Muhammedîlerini uzatıp, cenâb-ı Es’ad’ı kurtarmıştır.
İşte, bu neş’e, onun hâlini dîger-gûn etmiş; rütbe-i celîle-i İslâmiyyet’te
sâhib-i makâm ve nâil-i merâm olmasına âmil-i müessir olmuştur.
Hz. Yûsuf’u kuyudan bir vesîle-i hasene ile halâs
buyuran Cenâb-ı Hak, Muhammed Es’ad’ı, mazhar-ı şeref-i İslâm ve nâil-i eltâf ü
in’âm buyurmak murâd etmiş ve o yed-i müncî-i hidâyeti ona uzattırmıştır.
Nezd-i ilâhîdeki şerefini i’lâ eden bu inâyetle, müşârünileyh hâlini müftehiran
şâkird-i muhteremi Şeyh Ali Behcet Efendi hazretlerine nakl eylemişlerdir.
Es’ad Efendi, henüz genç iken, Selânik vilâyeti Tahrîrat
ve bir rivâyette Mâliye Kalemi’ne devâma başlayıp, Selânik’te iken neş’e-i
İslâmiyye te’sîriyle, Bedevî tarîki meşâyihinden Şeyh Osmân Efendi nâmında bir
zâttan iktisâb-ı ma’lûmat ve hattâ tarîkaten ve teberrüken şerbet alarak kesb-i
füyûzât eylediler.
İstanbul’da, meşhûr-ı enâm Hoca Şevket Efendi
merhûmun halaka-i tedrîsine dâhil olup, bir müddet sonra, işâret-i ma’nevîyye
ile Gelibolu ulemâsından, Hoca Âdil Efendi’nin mazhar-ı feyz-i ilmi olarak
icâzet-nâme ahzına muvaffak oldular.
Fâtih civârında, Yeni Hamam kurbunda Çayırlı
Medresesi’ni ikâmetgâh ittihâz buyurdukları gibi müşârün bi’l-benân Şeyh Temîmi
merhûmdan, Mutavvel okudular. Fazıl-ı azîz Şeyh
Şetvân Efendi merhûmun Fâtih Câmi'-i şerîfinde Buharî-i
Şerîf dersinde
bulundular.
Meclis-i maârif a'zâsından Abdülkerîm Efendi’den, Şerhu’l-İşârât, /322/ kütüb-i hikemiyyeden ba'zı şeyler
tederrüs buyurdular. Mağribî Şeyh Mustafa Efendi merhûm, bir kaç ay Pazar günleri
medreseye devâm ile Fütûhât-ı Mekkiye takrîr ederler idi. Cenâb-ı
Es’ad’ın Hicâz’a azîmetleri takarrür edesiye kadar bu hâl devâm etmiştir.
Dede merhûmda, zevk-i tarîkat günden güne tezâyüde
başlıyordu. Yenikapı Mevlevîhânesi seccâde-nişîni ârif-i esrâr-ı dîn, Cenâb-ı
Şeyh Osmân Salâhaddîn Dede Efendi’nin, dâhil-i dâire-i irfânı olarak, sohbet-i
mürşidânelerinden istifâza ile, Hz. Şeyh-i Ekber’in Füsûs’unu ve Cenâb-ı Mevlânâ’nın Mesnevî’sini ve Celâl-i Devvânî’nin Havrâ
vü Zevrâ’sını okumuşlardır. Hz. Şeyh'in
âlem-i cemâle intikâli esnâsında, Mesnevî-i
şerîfin 5. cildinin
ibtidâsında idiler.
Mesnevî-i şerîf icâzesini Eskişehir Mevlevî şeyhi
Hasan Dede Hazretleri teberrüken i’tâ buyurdular.
Fâtih Câmi'-i şerîfinde, Mesnevî-i Şerîf, Hâfız, Pend-i Attâr, Gülistân, Levâyıh, Molla Câmî, Gülşen-i Râz, Sipeh-sâlâr okuttular.
Bir taraftan Dâvûd Paşa ve Mahmûdiye Rüşdî
mekteplerinde ve Numûne-i Terakkî Mektebi'nde Fârisî muallimliği ettiler.
Es’ad Dede hazretlerinde kitâb merâkı vardı. Çok
kitap cem’ etmiş idi. Çayırlı Medresesi’nin ilk yangınında bir kısmı yanmıştır.
Kütübhâne-i Umûmî’ye yedi yüz cild ihdâ etmiştir. Medrese yandıkta, Tâhir Ağa
Dergâhı’nda ikâmet buyurdular. Medrese yapılınca, oraya nakl ettiler.
Şam’a seyâhatla, Hz. Muhyiddîn-i Arabî’yi ve Kuds-i Şerîf’e
ve Halîlürrahmân’a azîmetle, makâmat-ı mukaddeseyi ve altı def'a Mekke’yi; üç
veya dört def'a Medîne-i Münevvere’yi; iki def'a Konya’yı ve Bursa’yı
ziyâretleri vâki'dir.
Mekke-i Mükerreme’de, eâzım-ı meşâyıh-ı Hindiyye’den
Şeyh Muhammed İmdâdullâh Efendi hazretlerine mülâkâttan sonra, ilm ü irfânı,
hâli daha ziyâde /323/
güşâyiş bulmuştur. Nezd-i âlilerinde bir halvet çıkarmışlardır.
Müşârünileyh Kâdirî ve Nakşibendî ve Sühreverdî ve
Çeştî tarîklarının hâmil-i esrârı bir velî-i pür-şân idi. Dede hazretlerinde
kemâli tecellî etmiştir. Bir mektûbunda:
پس پرده زيش ديده بر خاست
بى پرده بديد دل خواست [42]
nağmesiyle,
gülşen-i lâhûtta, meşâhir-i esrâr-ı cemâl ve nâil-i rütbe-i kemâl olduklarını
beyân buyurmuşlardır.
Es’ad Dede, câmiu’t-turuk olmuş idi. Şeyh Mustafa
Efendi’den, tarîk-ı Şâzelî’yi ahz etmişlerdir. İcâzet-nâmeleri vardır. Urfa
mebûs-ı esbakı Şeyh Safvet Efendi’nin pederi, Abdülkâdir Efendi’den, Cenâb-ı Şeyh-i
Ekber’in Salât-ı Feyziyye’lerinden me'zûn olup, bunu yazdırmış, basdırmış, ihvânına dağıtmıştır.
Meşâyıh-ı kirâm-ı Kâdiriyye’den Şeyh Osmân Şems Efendi hazretlerine mülâkât ve
intisâb ile, Kâdirî, Şa’bânî ve Nakşî tarîklarının esrârından haber-dâr
olmuştur. Mekke-i Mükerreme’de, tarîkat-ı aliyye-i İdrîsiyye-i Senûsiyye’den,
Hindli Şeyh İsmâîl Nüvvâb hazretlerinden, İstanbul’a teşrîflerinde, tarîkat-ı
aliyye-i İdrîsiyye’yi almış ve emirleriyle kırk gün medresede erbaîn
çıkarmıştır. Haleb ulemâsından ve efâzıldan Şeyh Yâsîn Efendi, kibâr-ı
mutasavvıfînden idi. Silsile-i tarîkatı Hz. Şeyh-i Ekber’e müntehî idi. (Es’ad
Dede) ondan da icâzet-nâme aldılar.
Esnâ-yı seyâhatlarında, ricâlu’llâhtan çok kimselere
mülâkî oldular. Dede’mizin, tarîkat-ı aliyye-i Cezûliyye’ye de nisbetleri
vardır.
Kitaplarının bir kısmı, Yenikapı Mevlevîhanesi’nde
yanmıştır. Son zamânlarda, bir müddet Yenikapı Mevlevîhanesi’nde oturdular
Sonra Kasımpaşa Mevlevîhânesi, Mesnevî-hânlığına ta’yîn olundular. İki sene
kadar burada neşr-i kemâl eylediler; hastalandılar. 1329 senesi Şa’bân’ının
Onüçüncü Pazartesi günü (11 Ağustos 1914) sabâhleyin sâat bir buçuk
râddelerinde, tekmîl-i enfâs-ı hayât eylediler. Mezkûr mevlevîlerhane
hazîresinde medfûndur. /324/ Kabirleri üzerine demirden türbe yapılmıştır.(Kaddese’llâhu sırrahû)
Mesnevî-hân kenz-i esrâr-ı hikem Es’ad Dede
Âlem-i
devrânda dervîş-i hümâ-pervâz idi
Feyz-i
nutkun ahz idenler söyledi târîhini
Gitdi
sû-yı lâ-mekâna nâsih-i mümtâz idi
(كيتدى سوى
لامكانه تاصح ممتاز ايدى)
Âsâr-ı aliyyeleri :
1. Numûne-i
Kavâid-i Fârisî,
2. Zıyâu’l-Kulûb
Tercümesi,
3. Mesnevî-i
Şerîf Şerhi (kısmen.)
4. Tevhîd-nâme, manzûm.
5. Rubâiyye-yi
Hûraiyye Şerhinin Tercümesi,
6. Meâda müteallik bir eser tercümesi,
7. Mevlânâ Câmî'nin, Teveccüh ve Hacegân
Risâlesi’nin Tercümesi,
8. Usûl-i tarîkata dâir bir risâle-i şerîfe,
9. Cevâhîr-i
Aynî’den Tercüme,
10 Hz. Ömer (radıya'llâhu
anh)’ın, mahdûmu, Ebû Şahme hakkında ikâme buyurdukları hadd-i şer’î
vak’asının, lisân-ı Fârisî’den tercümesi,
11. İbn-i Fârız’ın, Kasîde-i Tâiyye’sinden bir
kaç beyte yazdıkları mufassal şerh.
12. Dîger bir mücmel şerh,
13. Mesnevî-i şerîfin ilk beytine yazdıkları şerh,
14. Istılâhât-ı Sûfiyye,
15. Dîvançe-i
Eş’âr,
16. Cem’ olunan, Mektûbât-ı
aliyyeleri.
(Şiirlerinden biri:)
Tutdu iklîm-i derûnu ser-be-ser
dârâ-yı aşk
İtdi vîrân milket-i ma’mûru istîlâ-yı
aşk
Âlem-i lâhûtdan tâ âlem-i nâsûta
dek
Mest ü bîhuş eylemiş her
zerreyi sahbâ-yı aşk
İtdi hayrân bir nice allâmeyi
dîbâcesi
Halli nâ-kâbil muammâdır hemân
ma’nâ-yı aşk
Bulmamışdır intihâsın rûz-ı hilkatdan
berî
Gerçi âşıklar seyâhat-gâhıdır
sahrâ-yı aşk
Sâhil-i imkâna atdı lâ-yu’ad
dür-dâneler
Es’adâ çok cûşa geldi şevk ile deryâ-yı aşk
Es’ad Dede hazretlerinin ders-i şerîfine, senelerce
devâm etmiş idim. Meyânemizde, azîm bir muhabbet husûle gelmiş idi. Bu te’sîr
ile, hakk-ı âlîlerinde mufassal ve müstakil bir eser yazdım. İsmi, Mevlevî Es’ad Dede’nin Tercüme-i Hâli ve Menâkıb-ı
Âli’l-Âli’dir. /325/ Bunun emr-i tahrîrinde, meşâyih-ı
Mevlevîye’den, Abdülbâkî ve Ahmed Remzi ve Seyfeddîn ve Tâhir Dede Efendiler;
urefâ-yı zamândan, Muhammed Ziyâ ve Ahmed Avni ve Hulûsî-zâde Osmân Nûrî Bey Efendilerin
ve Şeyh el-Hâc Ali Behcet Efendi pederimizin, uluvv-ı himmetleri taalluk etmiş,
mükemmel bir eser hâline gelmiştir. Sefîne’mizde, onun için bu kadarla
iktîfâ ettim.
MUHAMMED
TÂHİRU’L-MEVLEVÎ
Tâhir
Bey nâmıyla benâm olan bu zât-ı muhterem, İstanbulludur ve müşârünileyh
Muhammed Es’ad Dede Efendi’nin telâmîzindendir. 1294 senesi Ramazânının beşinci
Perşembe günü (14 Eylül 1877) doğmuştur.
Mahall-i velâdeti, Aksaray civârında Molla Gûrânî
Mahallesi’nde Mehter Sokağı’ndaki hânedir. Ahîran, harîk-ı kebîrde yanmıştır.
Pederi, Hacı Safvet Bey’dir. Sultân Abdülmecîd merhûmun yazı muallimi meşhûr
Hacı Tâhir Efendi’nin kerîme-zâdesidir. Vâlidesi, Âmine Emsâl Hanım olup,
Sultân Abdülazîz merhûmun cârîyelerinden idi.
Tâhir
Bey, Hekimbaşı Mekteb-i İbtidâîsi’nde; ba’dehû, Gülhâne Rüşdî-i Askerîsi’nde,
menşe-i küttâb-ı askeriyyede okumuş. 1308(1891) târîhinde, Bâb-ı Ser-askerî
Piyâde Dâiresi’ne me’mûr olmuştur. Bir taraftan Fâtih’te câmi' dersine devâm
ile, Filibeli Muhammed Râsim Efendi’den tederrüs ederek icâze aldığı gibi,
Mevlevî Es’ad Dede merhûmdan da Fârisî derslerine ve Mesnevî-i şerîf taallümüne devâm ile, kezâlik mücâz olmuştur. Tarîkaten Yenikapı
Mevlevîhânesi şeyhi, Ebu’l-Burhân Muhammed Celâleddîn Dede Efendi’den sikke-pûş
olarak 1312 senesi Cemâziye’l-âhiresinden (Aralık 1894) i’tibâren, hıdmet-i
tarîkata girmiştir.
Bin
üç yüz on iki sâli Cumâdelâhire içre
Cebin-sây-ı
dehâlet oldu Tâhir Bâb-ı Mollâ’ya
İlâhî
lutf u ihsânınla ol cûyende-i feyzin
Külâh-ı
bey’ati hem-pâye olsun arş-ı a’lâya
terânesiyle
dem-sâz olmuştur. Sene-i mezkûre zarfında Es’ad Dede /326/ merhûmla ve Mısır tarîkıyla,
Haremeyn-i Muhteremeyn'i ziyâret şerefine mazhar oldu. Avdetinde Semâ’-zenbaşı
Karamanlı Halid Dede Efendi’den meşk-i semâ’ ile semâ’-zenler arasında kesb-i
iştihâr eyledi.
Hicâz’da iken, tarîk-ı Kâdirî ve Rûfâî’den müstahlef
oldular. 1313 senesi Receb’inde (Aralık 1895) me'mûriyyet-i resmiyyeden
bi’l-ıstîfâ 12 Şa’bân 1313/(30 Aralık 1895) târîhinde Yenikapı
Mevlevîhanesi’nde çilekeşliğe ibtidâr ve ikmâle muvaffakiyyetle kâm-kâr
oldular. Neyzenbaşı Cemâl Efendi’nin irtihâlinden sonra, Şeyh Celâl Efendi’nin,
Kâri-i Mesnevî'liğini
ve ara sıra kâtipliğini ifâ etmiş ve Tunuslu Mustafa Efendi’nin, şeyh odasında
takrîr eylediği Fütûhât-ı Mekkiyye derslerinde bulunmuştur.
Âlem-i
bâlâ-yı aşka per-güşâ olmak için
Dâhil-i
meydân olup tennûre aç pervâza gel
Hesti-i
mevhûmunu yakmak dilersen aşk ile
Matbah-ı
Mollâ’ya gir kânûn-ı âteş-bâza gel
kıt’ası, çile
esnâsında söylediği zengin şiirlerindendir. Ekmel-i çille üzerine söylediği manzûmenin
sonunda:
Şevka
geldi nuh-felek itdikde Hak
Bu
güher târîh ile gûyâ beni
Matbahında
çille-keş bir cân iken
Kıldı
sâhib-hücre Mevlânâ beni
مطبخنده چله كش بر جان ايكن
قيلدى صاحب هجره مولانا بنى - 9 + 1307 = 1316
diye, i’lân-ı neş’e
eyler.
Tâhir Bey çileyi bitirmekle berâber,
İderken
Mevlevî’nin çillesin itmâm bin bir gün
Bizim
bak çille-i aşk içre bir mîâdımız yokdur
diyor.
Şeyhinin müsâadesiyle, tavâf-ı kûy-ı Hüdâvendigâr
niyetiyle yola çıktı. Eskişehir, Karahisâr, Konya’ya azîmet ve Manisa, İzmir
tarîkıyla avdet eylemiştir.
Sultân
Dîvânî ziyâretinde:
Kemâl-i
iftikârımla dehâlet eyleyüp geldim
Der-i
eltâfın oldum (ben) atâ-cûyâna mihmânı
Nevâl-i
iltifâtınla beni dil-sîr-i feyz eyle
Amân
ey menba’-ı lutf u kerem Sultân-ı Dîvânî
Şems-i
Tebrîz, ziyâretinde:
/327/ Öyle bir hurşîd-i ma’nâsın ki ey
mihr-i kemâl
Senle
zâhir oldu nûr-ı aşk-ı Mevlânâ Celâl
Zerre-i
nâçîzinem cezbenle raksân it beni
El-amân
ey Şems-i âlem-tâb-ı çarh-ı lâ-yezâl
Sadreddîn-i
Konevî ziyâretinde
Ey
sadr-ı kebîr-i dîn ü millet
Allâme-i nükte-dân-ı vahdet
Türbende
niyâza durdu Tâhir
Eyle
anı feyz-yâb-ı himmet
Hz.
Mevlânâ ziyâretinde:
Ey
sipihr-i kurba zînet-bahş olan İsâ-yı aşk
Vey
tecellî-zâr-ı Tûr-ı vahdete Mûsâ-yı aşk
Cebhe-sâ-yı
süddesi oldukda sandım meşhedin
Lâ-mekân-ı
feyz içinde bezm-i “Ev ednâ”-yı aşk
* * *
Yüzüm
mâlîde-i hâk-i derindir
Gözüm
müştâk-ı vech-i enverindir
Atâyâ-yı
füyûzâtınla şâd it
Der-i
lutfunda Tâhir çâkerindir
* * *
Ey
kişver-i irfâna olan şâhen-şâh
Kıl
hâl-i perîşânımıza atf-ı nigâh
Ey
Pîr-i kerem-güster-i merdân-ı ilâh
Geldik
der-i ihsânına şey’en li’llâh
Nûr-ı
nigehin kavs-ı kazânın tîri
Feyz-i
himemin mess-i vücûd iksîri
Zâtındır
olan ehl-i garâmın pîri
Geldik
der-i ihsânına şey’en li’llâh
Her
lahzada tîr-i dîgere âmâcız
Tâhir gibi bir himmetine muhtâcız
Dil-haste
derûn şikeste zâr u âciz
Geldik
der-i ihsânına şey’en li’llâh
yolundaki
neşîdeleri takdîre sezâdır.
Konya’dan avdette, Yenikapı Mevlevîhanesi’ndeki
hücresine çekildi. Fakat orada, oturup, vakıf lokmasına göz dikmekten ise, kedd-i
yemîniyle kazanmak sevdâsına düştü. Azîzinin müsâadesiyle, Bâyezîd’de Tramvay
Caddesi’nde bir dükkân tuttu. Burada kitap ticâretine başladı. Mir’ât-ı Hz. Mevlânâ nâmıyla, medâyıh-ı celîle-i Hz.
Pîr’i neşre başladı. Meşhûr Nâyî Osmân Dede hazretlerinin mahdûmu, Abdülbâki
Dede’nin, Manzûme-i Mi’râc’ını, mukaddime ilâvesiyle bastırdı.
Üçüncü def'a olarak /328/ Cevrî Dede’nin, Hilye-i Çehâr-yâr-ı Güzîn nâm manzûmesini neşr eyledi.
Kütüphânesini ba’dehû, Bâb-ı Âli Caddesi’nde
Medresetü’l-Hattâtîn karşısındaki dükkâna nakletti. Ba’dehû, haftalık bir
gazete nâşirliğini ârzû ederek, kitapçı Karabet’in, Resimli Gazete’sini istîcâr etti. İlk nüshayı
neşr etti. Bu sırada, Perşembe günü çıkan, Resimli
Gazete’nin külliyen ilgâsına irâde sâdır oldu.
Hükümetçe, bu gazetenin neşri men’ edildi.
Sonra anlaşıldığına göre, biri jurnal vermiş:
Veliahd Reşâd Efendi, Mevlevî muhibbi olması, Resimli
Gazete’nin üstünde, mevlevî sikkesi resmi
bulunması ileri sürülerek, Resimli Gazete’nin veliahd nâmına propoganda
yapacağına dâir tevehhümâtı hâvî olduğu dermeyân olunmasından mütevellid imiş.
Tâhir Dede Efendi, kitapçılıktan ferâğat etti.
Nâzime Sultân’a, 1320/(1902) senesinde vekîl-i harc oldu. 1319/(1901)
senesinde, Orman ve Maâdin ve Zirâat Nezâreti Muhâsebe Kalemi’ne kabûl olundu.
Burada derece derece terakkî etti. İktisâd Hey’eti ve Kalem-i Mahsûs Başkâtibi
oldu. 30 Ağustos 1336/(1920)’de azl edildi. Bi'l-âhare berâat etti. 27 Eylül
1337/(1921)’de Âlî Satış Komisyonu Başkitâbeti’ne ta’yîn edilmiş ise de, bir
müddet sonra me'mûriyyeti lağv edildi. Yine Ticâret Nezâreti’nde me'mûriyyet
kalemi ve Fermânlı Maâdin Kalemi mümeyyizliğinde bulundu. İnkilâb-ı ahîrde
açıkta kaldı.
Hayât-ı
ilmiyyesine gelince: Arabî, Farisî edebiyyâtına ve bi'l-hâssa târîh-i İslâm’a
vâkıftır. Burhân-ı Terakkî ve Reh-nümâ-yı Füyûzât mekteplerinde Fârisî
okutmuştur. 1325/(1909) senesinde Dâruşşafaka’nın edebiyyât ve usûl-i tahrîr
derslerine muallim ta’yîn olunmuş, el-yevm târîh-i İslâm muallimliğiyle meşgûl
bulunmuştur. Ahîran, Çelebi Efendi tarafından destâr-ı Mevlevî isti’mâline me’zûniyyet
verilmekle, hulefâ-yı Mevleviyye sırasına geçmiş ve Fâtih Câmi'-i şerîfinde, Mesnevî-i şerîf tedrîsine
başlamıştır. Kudât ve İrşâd ve Dâru’l-Hilâfe, İbtidâ-yı Dâhil medârisinde de
müderristir; Kitâbet-i Resmiyye, Siyer-i Nebevîyye, Edebiyyât okutuyor.
/329/Âsâr-ı Matbûa ve Gayr-i
Matbûası :
1. Mir'ât-ı
Mevlânâ,
2. Dîvânçe-i
Tâhir,
3. Tercüme-i
Tefsîr-i Hüseynî. Mevâkıb
Tefsîri’nin aslı bulunan ve Hüseyin Vâiz-i Sebzdârî tarafından yazılmış olan
tefsîr-i şerîfin Sûre-i Bakara sonlarına kadar tercümesi.
4. Nazm ve
Eşkâl-i Nazm,
5. Teşebbüs-i
Şahsî,
6. Şeyh Celâleddîn,
7. Şeyh
Sa’dî’nin Ser-güzeşti,
8. Cengiz
-ve Hülâgu Mezâlimi,
9. Şeyh Şâmil’ın Gazâvâtı,
10. Medâris-i İslâmiyye talebesine mahsûs Târîh
Hulâsaları,
11. Târîh-i İslâm Sahâifinden,
12. Dest-âvîz -i Pârisî Hânân,
13. Afgan Emîri Abdurrahmân Hân,
14. Nâdir Şah, Hind ve Moğol Hükümdarları,
15. Hind İhtilâli,
16. Şukûfe-i Bahâristân,
17. İslâm Askerine. Gazâvât-ı celîle-i nebevîyeye dâir eserdir.
18. Siyer-i Peygamberî,
19. Asr-ı Saâdette İslâmların Medeniyyete Hizmetleri,
20. Târîh-i Enbiyâ,
21. Hind Masalları,
22. Matbûât Âlemindeki Hayâtım.Beş-altı cüz kadardır.
23. Kamerî aylara dâir Mahfil’de neşr olunan ve bi'l-âhare bir arada
cem' ve telfîk edilen eser.
24. Naîm Bey’in Buhârî-i şerîften
mülahhas olarak, et-Tecrîd es-Sarîh
nâm
kitâbın tebyîz ve tertîb-i tashîhi. Elli formalık bir eser-i azîmdir.
25. Edebiyyât Dersleri,
26. Türk Edebiyyâtı
Târîhçesi,
27. İbâdât-ı İslâmiyye Târîhçesi,
28. Büyüklerimizden
Ba'zı Zevât,
29. Münâcât-ı Hazret-i Mevlânâ Tercümesi,
30. Kasîde-i
Hamriyye Şerhi,
31. Levâmi' Tercümesi,
32. Şerh-i
Rubâiyyât Tercümesi.
El-yevm, üç senedir, Mahfil isminde bir risâle-i edebiyye-i
şehriyye neşr etmektedir. Ahîren, sekte-i ta’tîle uğramıştır.
Manzûmâtından :
Dilden
bu günâh jengini dûr eyle ilâhî
Mir'ât-ı
tecellâ-yı gafûr eyle ilâhî
Mahv
itmeye ol jengi nedâmetle sirişkim
Her
katresini lücce-i nûr eyle ilâhî
Benden
alarak gaflet ü teşvîş-i sutûru
Vâkıf
şode-i ilm-i sudûr eyle ilâhî
Mahv
eyleyerek hesti-i mevhûmumu bende
Zâtınla
sıfâtınla zuhûr eyle ilâhî
Benlik
olarak senliğe müstağrak u nâbûd
Bir
zerreyi müstehlik-i hûr eyle ilâhî
Tâhir kulunu kesret-i cürm ile berâber
Mir'ât-ı
tecellâ-yı gafûr eyle ilâhî
Rubâî :
در كام دلم خواهش يك مى باشد
كان
مى چكهء سوزدم نى باشد
پيمانهء زان مى خورم اندر دل
الله
بسن وسواه لاشئ باشد [43]
Na't-ı
şerîf :
Murg-i
Sidre şu’le-i dil-hânemin pervânesi
Çünki
sînem nûr-ı aşk-ı Ahmedî’nin lânesi
Tâ
samîm-i rûhumun mihmânı bir dürr-i yetîm
Kim
onun gîsûsunun dest-i Hudâ’dır şânesi
/330/ Zât-ı kudsiyyet sıfâtı Hakk’a bir dil-dâr-ı
ferd
Zât-ı
Hak’da zâtının dil-dâde-i ferdânesi
Ben
kimim mahbûb-ı Hak kim lâkin ey ehl-i nazar
Kaldırır
zerrâtı mihrin lutf-ı cezzâbânesi
Şüphesiz
makbûlüdür Allâh (u) peygamberinin
Eşk-i
İhlâsın takâtur eyleyen her dânesi
Şevk-i
rûhsâr-ı Muhammed kalbi tenvîr eyledi
Oldu
dil âyîn-i aşkın Tâhir âteş-hânesi
Muhammed Tâhir el-Mevlevî, Mahfil risâlesini, muntazaman neşr
etmekte iken, inkılâb-ı ahîr üzerine, bir iftirânın kurbânı olarak Ankara’da
İstiklâl Mahkemesi’ne sevk olunmuş ve orada taht-ı mehâkime alınmış idi.
Ahîren, ma’sûmiyyeti tebeyyün ederek, berâatla İstanbul’a gelip, yine
gazetesini neşre başlamış ise de, hasbe’l-îcâb, terk-i neşriyyâta mecbûr olmuş
ve Dâruşşafaka müstesnâ olarak dîger mekteblerdeki muallimlikten tecrîd
edilmekle, Defterhâne Taşra Kuyûd Kalemi’ne, Tapu Müdîr-i Umûmîsi Salahaddîn
Bey’in, Mevlevîlik arkadaşlığı münâsebetiyle, bir buçuk lira yevmiye ile devâma
başlamış ve el-yevm hiç bir neşriyyât ile meşgûl olmayıp, gûşe-nişîn-i uzlet olmuştur.
Zamânımızdaki
hissiyyât-ı hayâtiyyesini musavver olan manzûmeyi, muharrir-i fakîre ihdâ
buyurmuşlardı. Bunu da bir hâtıra-ı târîhiyye olarak tercüme-i hâllerine
ilâveten Sefîne’ye aldım. Pek ârîfâne yazılmıştır:
Bir
kimsenin emel idinüp intisâbını
Additmedim
teveccühe mihrâb bâbını
Hiç
bir eşikde züll-i taleble akıtmadım
Allâh’a
çok şükür yüzümün âb u tâbını
Arz
itmedim meşakkatimi hâk-i esfele
Çınlatmadım
enîn ile çarhın kıbâbını
Geldim
şu sinn ü sâle bi-lâ kayd-ı imtinân
Mûy
devrinin görmedi minnet-i hıdâbını
Bir
mukbilin ayaklarına karşı eğmedim
Müsterhimâne
kâmetimin intisâbını
Ben
de epeyce devr-i kütüb eyledim fakat
Hiç
açmadım kibâra temelluk kitâbını
Dîn-i
kavîmi ni’met-i dünyâya virmedim
Çekdimse
de zarûret ile çok azâbını
Îmânımı
nifâk ile mestûr tutmadım
Dinsizliğin
takınmadım iğrenç nikâbını
Sarsılmadı
metâneti rûh-ı akîdemin
Cismim
geçirdi gerçi cihân inkılâbını
Mağdûr
olup da azl ile tevkîf u habs ile
Duydum
samîm-i rûhda dehrin ıkâbını
Gûş
eyledim şemâtet-i ehl-i adâveti
Hisseyledim
teğâfül-i yâr iktirâbını
Hâlâ
devâm itmededir çille-i hayât
Derd
ü beliyye bulmadı el-ân nisâbını
Ezmek
için vücûdumu tazyîk-ı gam ile
Gûyâ
felek çevirmededir âsyâbını
Fevk-ı
serimde itmede mîzâb-ı ibtilâ
Dest-i
kazâ fezâdaki rahmet sehâbını
Sanki
sipihr itmek için zîver-i şafak
Döktürmede
uyûnuma la’l-i mezâbını
Tenşît
için mecâlis-i eşvâkı gâlibâ
Mızrâb-ı
gamla inletiyor dil rebâbını
Remy-i
şerâr-ı gayz ile yakmak da istiyor
Vîrân
dilin bakıyye-i sahn-ı harâbını
Yak
yık felek o kalbi ki kabr-i hazînine
Meş’al
gibi kader asacak mâh-tâbını
Ey
vâkıf-ı zamîrim olan Rabb-ı Erhamim
Afv
it tezâlüm itmede rûhun şitâbını
Maksad
recâ-yı rahmetindir bu nâleden
Bilmekdesin
derûn-ı dilin ızdırâbmı
Bâb-ı
kerîm nâle-penâh-ı raûfuna
Tavsît
idüp peyamber-i âlî-cenâbını
Lutf
u inâyetinle ümîd eylemekdeyim
Senden
rızâ nüvîdini “Abdî” hitâbını
23 Ramazân 1345/Nîsân 1927 Pazar gecesi.
Tâhir el-Mevlevî”nin iki mektûbu
:
“Muhterem ve mükerrem efendim,
Şeyh Celâleddîn Efendi
merhûmun târîh-i irtihâli olmak üzere dikkatle tanzîm etmiş olduğum bir
manzûmeyi almak üzere kaleme uğrayacakları, va’d buyurulmuştu. O va’din îfâsı,
hasta bulunduğum ve bi't-tab’, kalemde bulunmadığım zamâna tesâdüf etmiş.
Binâenaleyh, Azîz-i merhûmun, tercüme-i hâli zeyline ilâve buyurulur ümidiyle,
o manzûmeyi ve dîger bir iki târîhi leffen takdîm ediyorum.
Bir mes'eleyi de arz eylemek
istiyorum ki, bende-hâneyi teşrîf ve avdetlerinden sonra, dışarıda iki okka
ekmek durduğu görülmüş ve bunların taraf-ı âlîlerinden bırakılmış olduğuna
zann-ı kavî ile hükm edilmiş. Eğer hakîkaten öyle ise, onların maa't-teşekkür
yenilmiş olduğunu da beyân ile, takdîm-i ihtirâmât u ta’zimât eylerim efendim.
8 Şubat 1927"
“Muhterem ve mükerrem efendim,
Hakk-ı
fakîrânemdeki, samîmî teveccühlerinizi ihtivâ ve ifâde eyleyen inâyetnâmenizi
aldım, ibraz buyurulan iltifât-ı müşevvıkâneye karşı teşekkürât-ı hâlisânemi
takdîm eylerim. Lütfen ihdâ olunan gazelleri, ma’nevî bir zevk ve şevk ile
okudum. Samîm-i dilden, hurûş eylemiş ve beyân ve irfân tavsîfine kesb-i
istihkâk etmiş olan o nutuklar, gurbet elinde lisân-ı âşinâ işitmiş kadar
bendenizi tenşît etti.
Nev
hevesler geh ider tanzîr-i şi’r-i kâmilân
Sohbet-i
sadra karışmak gibidir dehlîzden
teşbîh-i muhıkkını bildiğim hâlde, mahzâ, emr-i âlînizi îfâ
eylemiş olmak için, o enfâs-ı şerîfeden birinin tahmîsine ictisâr ettim. Fakat
duymak ile, uymak arasında pek çok fark olacak ki, yetişemeyeceğimi anladığım
için,
Şu nazm-i pâki tahmîse heveslenmiş iken hâtır
Reh-i nâ-reftesinde kaldı ey Tâhir kalem kâsır
i'tirâfında bulunmaya mecbûr oldum.
Kusûr-ı mu'terefiyle berâber şîme-i kerîmeniz muktezâsında, hoş görüleceğini umar, öbür gazeller için de bir şey söyleyebilirsem
onları da, hürmetlerime terdîfen yollarım.
Bâkî, mübârek ellerinizden
öper, arz-ı ihlâs u ihtirâm eylerim efendim.” 16 Receb 1345/(1927)
Tâhir el-Mevlevî
Tâhir el-Mevlevî’nin iki tahmîsi :
“Şu arîzâyı yazdıktan sonra
-gazellerin neşve-i teşvîki olmalı- tabîatta bir coşkunluk husûle geldi ve bir
ikinci tahmîs meydâna çıktı ki, onu da leffen takdîm ettim. Bakalım, teslîs-i
tahmîs ne vakit nasîb olacak.”
Hüseyin Vassâf Beyefendi’nin, ârîfâne bir neşîdesini
tahmîs :
Ben
didişmekden usandım savlet-i ağyâr ile
Cây
idindim külbe-i ahzânı kalb-i zâr ile
Dem-güzârım
şimdi nâ-yı sîne-i bîmâr ile
İnzivâda
zevk-i halvet buldu dil dil-dâr ile
Kevser-i
vuslatdayım ben Haydar-ı Kerrâr ile
Nükte-i
"Firrû ila’llâh” duyup aldım sebak
Ye’se
düşdüm halkdan oldum dahîl-ı bâb-ı Hak
Parladı
rûhumda aşk-ı Ahmedî misl-i şafak
Sîne
Sînâ’ya döndü kalb-i âteş-nâke bak
İn’ikâs-ı
nûr-ı pâk-ı seyyidi’l-ebrâr ile
Olduğundan
fi’l-i Hak birdir bana i’zâz u zül
Meşrebimce
ayn-ı zevkı virmede zehr-âb u mül
Bu’l-aceb
bir bülbülüm yeksân benimçün hâr u gül
Ol
kadar müstağrak-ı ezvâk-ı vahdetdir gönül
Vasfına
tâkat yetişmez nîru-yı güftâr ile
Bir
hazân üftadesi yaprak gibi solmakdayım
Pây-mâl
olmakda zevk-i ma’nevî bulmakdayım
Ben
boşaldıkça onunla dem-be-dem dolmakdayım
Müdrik-i
tevhîd-i ef’âl ü sıfât olmakdayım
Cümle
zerrât oldu meclâ aks-i vech-i yâr ile
Öyle
bir tat var ki vuslatda o bezm-i nûrda
Dîde
sîr-i zevk olmaz neşve-i manzûrda
Hâhiş-i
“Zidnî” durur her nazra-i mahmûrda
Nâr-ı
hicrân izdiyâd eyler dil-i mahrûrda
Çeşm-i
bîniş fer bulunca lem’a-ı dîdâr ile
Aşk!
Ey arşın da ferşin de medâr-ı hilkati
Sende
fânî olmadır ömrün yegâne lezzeti
Kalb-i
Tâhir zevk idinmişdir o mes’ûdiyyeti
Aşka
istiğrak ile Vassâf
buldum safveti
Vâridât-ı
aşka irdim varımı îsâr ile
16
Receb 1345/(21 Ocak 1927)
Hüseyin Vassâf Bey’in, ârifâne bir gazelini tahmîs:
Gönülde
olduğundan tâbiş-i dildâr mevc-â-mevc
Gözümde
oldu artık besti-i âsâr mevc-â-mevc
Cihân
âyînesinde tâb-ı aks-ı yâr mevc-â-mevc
Bütün
zerrât olup nûra tecellî-zâr mevc-â-mevc
Ziyâ-pâş
oldu perrîr-i pertev-i dîdar mevc-â-mevc
Eğerçi
sîneyi dâğ-ı kedûret itdi zulmânı
O
zulmetden parıldar âkıbet bir berk-ı nûrânî
İdüp
de çeşm-i şevki eşk-bâr-ı la’l-i rummânı
Bi-hamdi’llâh
sırr-ı aşka sâik feyz-i Rabbânî
Safâ-yâb
olmada gönlüm benim her bâr mevc-â-mevc
Zuhûr-ı
sânia her şey birer mir’ât-ı Hak zâhir
O
şeylerden kemâl-i kudret-i Bârî olur bâhir
Köpüklenmekle
olmaz mün’adim bir kulzum-ı zâhir
Nukûş-ı
levh-ı eşyâ olsalar da perde-i sâtir
Meşârıkdan
mağâribden çıkar envâr mevc-â-mevc
Sımâh-ı
cânda lâ-mevcûde illâ hû öter güm güm
Nigâh-ı
Hak-nümâda zılli eşyânın olur heb güm
O zılli
ben tulû’-ı şems-i hakkânî ile gömdüm
İder
terkîn-i sûy müstağrak-ı vahdet olur gönlüm
Bütün
yek-reng ü yek-âhengdir ebhâr mevc-â-mevc
Şu
nazm-i pâki tahmîse heveslenmiş iken hâtır
Reh-i
nâ-reftesinde kaldı ey Tâhir kalem kâsır
Hülâsa
Hak mine’l-evvel ile’l-âhir olan hâzır
Hudâ
zâhir Hudâ bâtın odur manzûr hem nâzır
Dil-i
Vassâf’a şevk-âverdir
o gül-sâr mevc-â-mevc
16
Receb 1345/(21 Ocak 1927)
Tâhir
Bey’in gâyet sevdiği vâlidesi 19 Zi’l-kâde 1346 (9 Mayıs 1928) târîhinde Cuma
günü irtihâl-i dâr-ı bakâ etmekle Yenikapı Melevîhânesi hazîresinde kerîme-i
muhteremesinin âgûş-ı muhabbetinde tevdî'-i rahmet kılınmıştı. Tâhir Bey şu
manzûme-i târîhiyeyi söylemiştir:
Terk
idüp gitdin nihâyet kimsesiz evlâdını
Ayrılıkmış
mihr-i bî pâyânının âhir sonu
Nüh-felekden yâdıma târîh-i menkûtun gelir
Ellisinden
sonra öksüz koydun anne oğlunu
(الليسندن
صكره اوكسوز قويدك آننه اوغلكى) – 1337 + 9 = 1346
Garîbseme :
Yâd
eyledikçe vaslını cânım garîbsedim
Hicrin
ile tükendi tüvânım garîbsedim
Geçdikce
âh ayrı zamânım garîbsedim
Sıkdı
beni muhît ü mekânım garîbsedim
Vaslın
imiş meğerse beni ömre aldatan
Hoş
gösteren cihânı dile neşveler katan
Şimdi
ise yabancı durur sevdiğim vatan
Sensiz
vatanda rûh-ı revânım garîbsedim
Doğmuş
iken vücûdum onun sadr-ı pâkine
Gurbet
gibi esfele bakar dîde hâkine
Karşımdaki
minâreciğin kalb-i çâkine
Aks
itdi de acıklı figânım garîbsedim
Olmuş
gözümde lâne-i mâtem bütün büyût
Bâb-ı
tarabda perde olan nesc-i ankebût
Gûş
itdiğim o zemzemeler nerde heb sükût
Sarmış
cihânı hüzn-i nihânım garîbsedim
Gurbet
elinde şâm-ı garîbân hazîn olur
Lâkin
vatanda olması hayret-karîn olur
Yurdum
bana firâkın ile âteşîn olur
Yanmakdadır
o nâra cinânım garîbsedim
Bir
sakf-ı gam görünmededir âsmân bana
Beytü’l-hüzün
meâli dimekdir cihân bana
Gönlüm
gibi fezâda ayân imtihân bana
Artık
yetiş ki neşve-resânım garîbsedim
İrsin
hitâma gayrı şu leyl-i mükedderim
Doğsun
benim de ufkuma mihr-i münevverim
Tâhir rebî’ mukaddem-i dildârı beklerim
Bitsin
yeter şu ân-ı hazânım garîbsedim
Tâhir (el-Mevlevî)
/331/
SA’DÎLER
- Dâmâd-ı Hazret-i Nebevî Cenâb-ı İmâm Ali (Kerrema’llâhu
vechehû ve radıya'llâhu anh),
- Hz. Hasan el-Basrî (Radıya'llâhu
anh),
- Hz. Habîb-i A’cemî (Kaddesa’llâhu
sırrahû),
- Hz. Dâvud et-Tâî (Kaddesa’llâhu
sırrahû),
- Hz. Ma’rûf el-Kerhî (Kaddesa’llâhu
sırrahû),
- Hz. Seriyyü’s-Sakatî (Kaddesa’llâhu
sırrahû),
- Hz. Cüneyd el-Bağdâdî (Kaddesa’llâhu
sırrahû),
- Şeyh Ebû Ali Rûdbârî (Kaddesa’llâhu
sırrahû),
- Şeyh Ebû Ali Kâtib Hüseyin (Kaddesa’llâhu
sırrahû),
- Şeyh Ebû Osmân el-Mağribî
Sa’îd (Kaddesa’llâhu sırrahû),
- Şeyh Ebû Kasım-ı Gürgânî Ali (Kaddesa’llâhu
sırrahû),
- Şeyh Ebûbekir en-Nessâc-ı Tûsî
(Kaddesa’llâhu sırrahû),
- Şeyh Ebu’l-Vefâ İbrâhîm (Kaddesa’llâhu
sırrahû),
- Şeyh Ebu’l-Berekât el-Bağdâdî
(Kaddesa’llâhu sırrahû),
- Şeyh Ebû Saîd el-Endülüsî (Kaddesa’llâhu
sırrahû),
- Şeyh Ebû Medyen el-Mağribî (Kaddesa’llâhu
sırrahû),
- Şeyh Yûnus eş-Şeybânî (Kaddesa’llâhu
sırrahû),
- Şeyh Mezîd eş-Şeybânî (Kaddesa’llâhu
sırrahû),
- Şeyh Abdullâh eş-Şeybânî (Kaddesa’llâhu
sırrahû),
- Hz. Pîr Sa’deddîn el-Cibâvî
eş-Şeybânî (Kuddise sırrûhû’r-Rabbânî).
ŞEYH EBÛ BEKİR
en-NESSÂC-I TÛSÎ
Müşârünileyhimden Şeyh Ebûbekir en-Nessâc
hazretleri, Şeyh Ebû Kâsım-ı Gürgânî hulefâsından olup, Ebûbekr-i Dîneverî ile
de müsâhabette bulunmuştur. Müşârünileyhe, “Dîdâr-ı mutlakı görmek ne ile
müyesser olur?” diye sormuşlar, cevâbında, “Âyîne-i talebde dîde-i sıdk
ile. Zîrâ suyun tasavvuru, susuzluğu; âteşin tefekkürü harâreti def' edemediği
gibi, da’vâ-yı taleb de matlâba erişdiremez. Tâ bu mevhûm varlık yanmalıdır.
Gönül gözü, gayret-i mücâhede ile, ağyâra bakmaktan fâriğ olmalıdır. Mevtden
sonra cân halvet-hânesi, cânan tecelliyâtı şem’ıyla rûşenâ olur. Ekilmiş yere
tohum saçılmaz. /332/ Yazılmış kağıda yazı yazılmaz.” buyururlarmış.
Müşârünileyh, ibtidâ-yı talebde çok mücâhedede
bulunmuş ve mücâhedesi, müşâhedeye müntehî olmayınca, bâr-gâh-ı Hudâ’ya karşı,
âh u figân eylemiştir. Bunalma ve feryâda mukâbeleten dergâh-ı vahdet-iktinâh-ı
Kibriyâ’dan, “Nessâc! Derd-i talebe kanâat eyleyesin.” zemîninde nidâ
gelmiştir. Müşârünileyh, tevekkülü, “Men’ ve atâyı, Hak teâlanın gayrıdan
görmemek ve bilmemek.” ibâresiyle ta'rîf buyurmuştur.
Şeyh Ahmed-i Gazâlî hazretlerinden mervîdir ki, bir
gün Hz. Nessâc münâcaatında: “(إلهي ما الحكمة في خلقي؟)[44] yolunda cür’et-yâb-ı istifsâr
olmasını müteâkip, (الحكمة في خلقك، رؤيتي في مرآت
روحك ومحبتى في قلبك.) "Hikmet oldur ki, âyîne-i rûhunda cemâlimi temâşâ
eyleyeyim ve muhabbetimi gönlüne ilkâ edeyim." sûretinde ilhâm-ı
ma’nevî, kalbine sâniha-pîrâ olmuştur. (Kaddesa’llâhu esrârahum)
HAZRET-İ PÎR SA’DEDDİN
Pîşvâ-yı erbâb-ı tarîkat, reh-nümâ-yı ehl-i hakîkat,
Hz. Pîr-i rûşen-zamîr, Seyyid Sa’deddîn hazretleri, "Ebu’l-Fütûh"
künyesiyle ve "Muhammed Sa’deddîn" ism-i şerîfiyle meşhûrdur. Peder-i
âlîleri, Şeyh Mezîd eş-Şeybânî, büyük pederleri Şeyh Yûnus eş-Şeybanî olup, bu
da Ebû Medyen-i Mağribî hazretlerinin hulefâsındandır.
Târîh-i velâdet ü irtihâlleri hakkında muhtelif
rivâyetler vardır. Esmâr-ı Esrâr’da velâdetleri 593/(1197), müddet-i
ömürleri yüzyedi, irtihâlleri 700/(1301) târîhleri olarak gösterilmiştir.
Mısır’da basılmış, Ravzâtü’l-Behiyye
fî-mâ Yeteallaku bi’t-Tarîkati’s-Sa’diyye nâmıyla matbû' bir eseri mütâlâa
ettim. Bu eser, Hz. Sa’deddîn’in halîfesi Seyyid Abdurrahmân el-Hüseynî
tarafından, er-Risâletü’l-Muhammediyye
fı’r-Reddi ani’s-Sâdeti’s-Sa’diyye nâmıyla yazılmış bir eserden
telhîs olunmuştur. Bunda velâdetleri 460/(1068), irtihâlleri 575/(1179)
seneleri gösteriliyor.
/333/ Şu halde, sinn-i mübârekleri 115
olmak lâzım geliyor. Hattâ ebced hesâbıyla da târîhler tevfîk ediliyor:
Velâdetleri, "cânî bi'ş-şeybân" (جانى
بالشيبان) = 460/(1068)
İrtihâlleri,
"kemüle nûru Sa’deddîn" (كمل نور سعد الدين) = 575/(1179)
Kibâr-ı meşâyıh-ı Sa’diyye’den, Şeyh Ali Fakrî
Efendi ile görüştüm. “Oğlum bu târîhler yanlıştır. Hz. Pîr’in velâdeti
507/(1113), sinleri 114, irtihâlleri 621/(1224)’dir.” buyurdular. Doğrusu
bu olmak üzere i'timâd edildi.
Neseb-i şerîfleri:
Hz. Sa’deddîn, tayyibü’l-asleyn,
kerîmü’n-nesebeyn olup, baba tarafından, ceddü’n-nebî seyyidü’l-ekvân Adnân’a
vâsıldır: Sa’deddîn el-Cibâvî eş-Şeybî b. el-Üstâz eş-Şeyh Mezîd eş-Şeybî b.
el-Üstâz Yûnus eş-Şeybî el-Mekkî b. el-Ustâz Yûsuf el-Mekkî b. Câbir b. İbrâhîm
b. Müsâid b. Sâlim b. Ali b. Hasan b. Abdullâh b. Ubeydullâh b. Abdulhâlık b.
Selâme b. Abdullâh b. Kays b. Âmir Ahî Kubeysa b. Amr b. Seyyidinâ Hânî-i
sâhib-i Rasûlillâh (salla’llâhu aleyhi ve sellem) b. Mes’ud eş-Şeybî b.
Amr Müzdelif b. Rebîa b. Hassâs b. Zühel b. Şeybân b. Sa’lebe b. Ukâbe b. Sa’b
b. Ali b. Bekir b. Vâil b. Kâsıt b. Hünneb b. Aksâ b. Rı’let b. Cedîle b. Esed
b. Rebîa el-Fürsî b. Nizâr b. Ma’d b. Adnân ceddü’l-Mustafa seyyidü’l-ekvân.
Şeybânî Denilmesi :
Beyt-i şerîfin miftâh-dârlarına Şeybîler derler ki,
bunların silsile-i nesebleri bâlâdaki silsilede görüleceği üzre Hz. Fahr-ı âlem
(salla’llâhu aleyhi ve sellem) efendimizin zevce-i mutahhereleri Ümmü
Hânî’nin pederi İbn-i Mes’ûd eş-Şeybî’ye muttasıldır. Şeybî, Şeybânî bundan
dolayı denilmiştir.
Vâlide Cihetinden Nesebleri
:
Sa’deddîn b. et-Takiyye el-Afîfe ve’s-Seyyide
eş-Şerîfe Âişe /334/ bt.
es-Seyyid Eyyûb b. es-Seyyid Abdülmuhsin b. es-Seyyid Yahyâ b. es-Seyyid Sâbit
b. es-Seyyid Hâzim b. es-Seyyid Ali b. es-Seyyid Mehdî b. es-Seyyid Hüseyin b.
es-Seyyid Ahmed b. es-Seyyid Mûsâ er-Rızâ b. es-Seyyid İbrâhîm el-Murtazâ b.
Seyyidî Mûsâ el-Kâzım b. Seyyidî Ca’fer es-Sâdık b. Seyyidî Muhammed el-Bâkır
b. Seyyidî Ali Zeyne’lâbidîn b. Seyyidînâ İmâm el-Hüseyin b. es-Seyyide
el-Fâtıma ez-Zehrâ bt. Seyyidinâ ve veliyyi ni’metinâ ve nebîyyinâ Muhammed
el-Mustafa (salla’llâhuteâlâ aleyhi ve sellem).
Dîger Bir Silsile-i
Tarîkatları :
- Seyyidinâ Sa'deddîn el-Cibâvî (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
- Şeyh Mezîd eş-Şeybânî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Yûnus eş-Şeybânî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebu'l-Berekât Hayrü’n-Nessâc (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebu’l-Kâsım el-Cürcânî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebû Osmân el-Mağribî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ebû Ali el-Kâtib (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ali ed-Rûdbârî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Cüneyd-i Bağdâdî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Seriyyü’s-Sakatî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Şeyh Ma’rûf-ı Kerhî (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Hz. İmâm Ali b. Mûsâ er-Rızâ (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Hz. İmâm Mûsâ el-Kâzım (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Hz. İmâm Ca’fer es-Sâdık (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Hz. Muhammed el-Bâkır (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Hz. İmâm Zeynelâbidîn (Kaddesa’llâhu sırrahû)
- Hz. İmâm Hüseyin (Radıya'llâhu teâlâ anh)
Bu silsile-i tarîkatı, eser-i mezkûrdan yazdım.
Hz. Sa’deddîn, Hûrân’da dünyâya revnak-efzâ olup
Cibâ’da ikâmet buyurmuşlar ve mazhar-ı tecelliyyât u fütûhât olmuşlardır. Hz.
Sa'deddîn, bidâyeten pederlerine muhâlefetle, lehv yoluna sülûkla /335/ Hûrân’da kuttâ’-ı tarîk
mesleğine râğıp olmuş; pederi şu hâlden pek me'yûs olup, hüsn-i hâline duâ
etmiş ve duâsı nezd-i Hak’da kabûl olunmuştur.
Ravzâtü’l-Behiyye’de
okudum:
فاستجاب الله دعاء بدره في إصلاحه
وتوفيقه ونجاحه. فبينما هو فيما هو عليه إذ رأى ثلاثة قمال إليهم ليأخذ ما عليهم
قبل وصولهم إليه. فلما وصل إليهم، التفت إليه أحدهم وناداه وقال محاطبا له :
"أَلَمْ يَأْنِ لِلَّذِينَ آمَنُوا أَنْ تَخْشَعَ قُلُوبُهُمْ لِذِكْرِ
اللَّهِ" (57 سورة الحديد16).
فأخذه
الوجد والهام والبكاء والنحيب من قول رسول الله عليه الصلاة والسلام وسقط في الحال
عن فرسه ولم يبق فيه غير نفسه. فأتاه أحدهم وضربه بيده على صدره وقال له: استغفر
الله! فاستغفر مما وقع في سالف أمره.
فلما
أفاق من سكره وشرابه وهدأت نفسه من تحركه واضطرابه. قال أحدهم بعد أن أخرج تمرات
من جيبه وأعطاها لرسول الله أمين وحيه وغيبه: اسقه يا رسول الله. فتقل عليه وناوله
إياها. فأخذها الشيخ وخطى بما لديه وقال له صلى الله عليه وسلم: "خذها لك
ولذريتك". فما أشرفها عطية وما أكرمها!
فتقبلها
السيخ رضي الله عنه واحترمها وعظمها ورجع وقد عمر الله ظاهره وباطنه وانجذب إلى
مولاه وفاز بما أكرمه به رسول الله صلى الله عليه وسلم وأعطاه.[45]
Hulâsatü’l-Eser’de
ise böyle gördüm:
“Cenâb-ı
pîr-i dest-gîr, mükâşefelerinde risâlet-meâb (salla’llâhu aleyhi ve sellem)
efendimiz hazretleriyle Cenâb-t Ebûbekir ve Ali (radıya'llâhu anhumâ)
efendilerimizi müşâhede şerefiyle müşerref olup, emr-i celîl-i nebevî ile Hz. Ali kendilerine bir kaç hurma it’âm
buyurmalarıyla derhâl bî-hûd olup bayılmışlardır. Bu hâl üzere bir kaç gün
kaldıktan sonra ifâkat bulup, hâl-i sâbıkları olan kuttâ‘-ı tarîklikten tevbe
etmiş ve bunun üzerine, fütûhat-ı celîle-i ilâhîyye zât-ı âlîlerine inkişâf
eylemiştir."
Şam’da Kınvan Kıban
mahallesinde, zâviye-i aliyyeleri meşhûrdur. Hulâsatü’l-Eser, Benî Sa'deddîn’in Şam’da bir
kabîle olduğunu yazıyor. /336/ Bunlardan fazl u irfân ile meşhûr hayli zevât yetişmiştir. Muhammed Sa’d
el-Halebî, Risâle’sinde, "Hz. Pîr’in iki
senedi olup, biri vehbî, biri kesbî idi. Vehbî olanını ânifü'l-beyân
mükâşefelerinde bi'z-zât Cenâb-ı Risâlet-penâh Efendimiz’den telakkî buyurmuşlardır."
(diyor).
Tarîkaten ictihâd buyurdukları cihetle, nâm-ı
âlîlerine mensûb tarîkat-ı aliyyenin pîri addolundular. Tarîkaten mürşidleri,
peder-i muhteremlerinin halîfesi Şeyh Abdullâh-ı Şeybânî’dir. Tarîkaten üç
vâsıta ile, Ebû Medyen-i Mağribî hazretlerine muttasıldır. Hz. Pîr Seyyid Ahmed
er-Rufâî (kuddise sırruhu'l-âlî), Haremeyn ziyâreti münâsebetiyle Şam’a
uğradıklarında, Hz. Sa’deddîn ile mülâkât ettiklerini, peder-i mükerremlerinin
dahi Cenâb-ı Rufâî’ye mülâkî olduğunu Şeyh Ali Fakrî Efendi söylediler.
Cibâ, Şam civârında bir karye ismi
imiş. Bundan dolayı Cibâvî denilmiştir. Kutb-ı zamân olan Hz.
Sa’deddîn’in, makâmât-ı âliyeye sâhib olduğu müttefakun aleyhtir. Te’lîfât-ı
celîleleri varmış, fakat isimlerine dest-res olunamadı.
مريد لك البشرى مريد لك النها
تمسك
بحبل الله ثم بيعتي
مريدي تمسك بي وكن بي واثقا
إنك أحميك في الدنيا ويوم
القيامة
أنا الشيخ سعد الدين وأنا حامي جبا
أنا
شيخ القراء وكل طريقتي [46]
gibi
fahriyyeleri vardır, (ancak), Şeyh Salâhaddîn Efendi, “Bu manzûme Hz. Pîr’in
değildir.” dedi.
Hakk-ı âlîlerinde söylenmiştir:
نلت سعداً وحظاً وافرا
من يد المختار خير المرسبين
أيها الشيخ المسمى في الملا
بالجباوي وأعني به سعد الدين [47]
Sen kutb-ı muallâsın Yâ
Hazret-i Sa’deddîn
İsminle müsemmâsın Yâ Hazret-i
Sa’deddîn
Yâ gavs-ı muazzam sen hurşîd-i
muallâsın
Himmetde süreyyâsın Yâ
Hazret-i Sa’deddîn
Ey bedr-i cihân-ârâ Sultân-ı
atâ-fermâ
/337/ Râî-i reâyâsın Yâ Hazret-i Sa’deddîn
Pîrîm bana imdâd it Allâh içün
ihsân it
Zî-birr ü atâyâsın Yâ Hazret-i
Sa’deddîn
Dergâh-ı Muhammed’de Muhtâr'a tavassut kıl
Dermândeye me’vâsın Yâ
Hazret-i Sa’deddîn
Hz. Pîr’in Evrâd-ı
Usbûiyye’si vardır; mütâlâa olunmuştur. On iki esmâ üzerine ta’lîm ve teslîk usûlü,
tarîk-ı Sa’dî’de de cârîdir: Lâ ilahe illa’llâh, Allâh, Hû, Hak, Hayy, Kayyûm, Kahhâr, Vâhid, Azîz, Vedûd, Vehhâb, Müheymin.
Ravza-i
Behiyye’de, kerâmât-ı aliyyeleri nakl olunmuştur. İns ü cinnin kendilerine mutî’
olduğu menkûldür.
İrtihâli:
Hicret-i nebevîyyenin 621 târîhinde (1224),
yüzondört yaşında oldukları halde, terk-i âlem-i nâsût eylediler. Şâm-ı şerîf
civârındaki âsitâne-i aliyyelerinde, türbe-i mahsûsalarında, defîn-i hâk-i
ıtır-nâktır. Sultân Abdulhamîd Hân-ı sânî zamânında türbe-i şerîfe ta’mîr ve
pûşîdesi tecdîd olurmuş idi. "Kaddesa’llâhu sırrahu ve nefeanâ’llâhu
bi-berekâtihî ve feyzihî. Âmin"
SA’DEDDÎN YÛSUF eş-ŞÂÛRÎ
(Sa'deddîn-i Cibâvî'nin) hafîd-i hafîdi İbrâhîm b.
Sa’deddîn Yûsuf eş-Şâûrî, kibâr-ı evliyâullâhtan idi. "Sa’deddîn-i
Sânî" diye meşhûrdur. Rihletleri 986/(1578) senesine müsâdiftir. Usûl-i
tarîkat-ı aliyye-i Sa’diyye, bu zâtın zamânında teessüs etmiştir.
ŞUABÂT-I TARÎKAT-I
SA’DİYYE
Selâmiyye, Tağlibiyye, Vefâiyye, Âciziyye.
/338/ ŞEYH ABDÜSSELAM
eş-ŞEYBANÎ
Ârif-i bi'llâh olan bu zât-ı muhterem, sülâle-i
tâhire-i Sa’diyye’dendir. Maskat-ı re’si Şâm-ı şerîftir. Tercüme-i hâl-i
âlîleri âtîde yazılacak olan Şeyh Ebu’l-Vefâ hazretleri, neseb-i şerîflerini
tasdîk etmiştir. Tarîkat-ı aliyye-i Sa’diyye’de yetişen eâzımdandır. “es-Sa’di”
ta’bîri, nisbet-i aliyyelerinden; “eş-Şeybânî” denilmesi de, neseb-i
âlîlerinden dolayıdır. Selâmiyye şu’besi, bu zât-ı âlî-kadre mensûbdur.
İstanbul’u hangi târîhte teşrîf buyurdukları mazbût
değilse de, Şeyh Ebu’l-Vefâ (kuddise
sırruhû)’nın İstanbul’da kaldıkları müddet-i kasîre zarfında olduğu,
sülâle-i aliyye-yi Selâmiyye-i Sa’diyye’yi tasdîk etmesinden münfehim olur.
Sâhib-i tercüme hazretleri, memleketlerinde
ihtiyâr-ı inzivâ ve fakr u fenâ ettiği gibi, ahvâl ve etvâr-ı garîbe sâhibi,
mu’tezil ani’n-nâs olduklarından, Şam’da meşhûr ve sülâle-i tâhirenin, zamânen
en müsinn ü muhteremi olan Şeyh Ebu’l-Vefâ’nın ta'rîfine ihtiyâc görerek,
müşârünileyhin tasdîk-i neseb buyurmalarını iltimâs etmişler ve müşârünileyh de
mes'ûllerini is’af eylemişlerdir.
Eslâf-ı kirâmın bu gibi târîhî menâkıbı kayd u zabta
i'tinâ etmemeleri yüzünden, ahvâl ve âdât-ı eslâfı tamâmen bilmek mümkün
olamıyor. Ancak ortada bir takım rivâyât ve hikâyât dolaşıyor ise de vüsûkuna
i'timâd edilip edilmiyeceğinde insân mütereddid kalıyor. El-yevm Âsitane-i
Sa’diyye nâmıyla İstanbul’da Koska’da Sekbânbaşı Ya’kub Ağa Mahallesi’nde kâin
Papas-zâde Mustafa Çelebi Dergâhı meşîhatı müşârünileyhe, nezd-i pâdişâhîde
sâbit olan bir kerâmet-i aliyyeleri sebebiyle, 1126 sene-i hicriyesinde (1714)
bâ-irâde-i Şehriyâri tevcîh olunmuştur.
Ondört
sene burada hıdmet-i fukarâ ile iştigâl ettikten sonra tekrâr uzlet ve inzivâyı
ihtiyâr buyurarak 1140/(1727) senesinde hıdmet-i meşîhatı, mahdûm-ı âlîleri
Şeyh Gâlib Behcetüddîn’e /339/ terk ile hıdmet-i meşîhattan istîfâ buyurmuşlar
ve bir müddet sonra da, terk-i dağdağa-i hayât eylemişlerdir. Dergâh-ı şerîf
ittisâlinde medfûndur. Üzerine hâssaten türbe-i münîfe binâ olunmuştur.
Elde edilen bir vesîkaya nazaran târîh-i irtihâlleri
1165/(1752) senesindedir. Meşihâta ta’yînleri ile ferâğatları arasında ondört
sene; ferâğatlarıyla irtihâlleri zamânları arasında yirmibeş sene güzer
etmiştir.
Nisbet-i Tarîkatleri:
Şeyh Abdüsselâm, onun şeyhi amm-ı mükerremleri Şeyh
İbrâhîm el-Meydânî; onun şeyhi, birâderi Şeyh İsmâîl; onun şeyhi, pederi
Mustafa el-Meydânî; onun şeyhi, pederi Şeyh Sa'deddîn-i asğar, pederi Şeyh
Muhammed Sa'deddîn, pederi İbrâhîm, pederi Şeyh Mûsa, pederi Şeyh Sa'deddîn-i
sâni, pederi Şeyh Ahmed, pederi Şeyh Hüsnü, pederi Şeyh Hasan, pederi Şeyh
Muhammed, pederi Şeyh Ali el-Ecred, pederi Şeyh Ebûbekir, pederi Şeyh Ali
el-Ekmel, pederi Muhammed Şemseddîn, pederi Pîr-i tarîkat Kutb-ı Rabbanî
Seyyidinâ Sa'deddîn-i Cibâvî eş-Şeybânî
Tenbîh : Muhammed Şemseddîn hazretleri, Ali el-Ekmel
hazretlerinin pederi olarak yazılıyor ise de, sehv-i nâsihtir. Çünkü Ali
el-Ekmel, mahdûm-ı Hazret-i Pîr’dir. Belki Şemseddîn Hazretleri, Şeyh Ekmel’in
büyük birâderidir. Nâm-ı şerîfi silsilede mezkûr olmak için, birâderi ile
pederi arasına idhâl olunmuştur. Ali el-Ekmel’in, peder-i âlî-güherinden ahzı,
sahîhtir.
ŞEYH GÂLİB, BEHCETÜDDÎN
Şeyh Abdüsselâm-zâdedir. Peder-i
cennet-makarlarından, ahz-ı feyz eylemiştir. 1140/(1727) senesinde pederinin
câ-nişîni oldu. Ashâb-ı vecd ü hâlâttan bir şeyh-i kâmil idi. Ulûm-ı zâhireden
dahi behre-mend idi. Fukarâ-yı Sa’diyye beyninde, el-yevm mu'teber ve meşhûr
olan vird-i şerîf’e güzel bir şerh tahrîr buyurmuşlardır. Şerh-i mezkûrun bir
nüshası, Şeyhülislâm Es’ad Efendi Kütüphânesi’ndedir.
1190/(1776) târîhine kadar elli sene, hıdmet-i
sâlikîne ihtimâm buyurarak, pederleri eserine ittibâan terk-i meşîhat ve
ihtiyâr-ı uzlet edip, sekiz sene sonra 1198/(1784)’de âzim-i dâr-ı cinân oldu. /340/ Pederlerinin yanında defîn-i
hâk-i gufrândır.
ŞEYH MUSTAFA EFENDİ
Şeyh Hasan Efendi-zâde’dir. "Avârif" nâm
mahaldendir. Tarîkat-ı aliyyeyi, müşârünileyh Şeyh Gâlib’ten almıştır. Şeyhi,
meşîhattan fâriğ olunca, Âsitâne-i Sa’diyye’ye seccâde-nişîn oldu 1190/(1776).
Ağleb-i ihtimâl, Şeyh Abdüsselâm hazretlerinin rebîbidir. 1206/(1791) senesine
kadar hıdmet-i fukarâda bulunarak fevka'l-âde şöhret kazanmışlar idi. Daha
fazla tercüme-i hâllerine, maatteessüf, dest-res olunamadı.
ŞEYH İBRÂHÎM EFENDİ
Şamlıdır. 1206/(1791) senesinde Şeyh Hasan (kuddise
sırruhû)’nun hayatında, âsitane-i aliyyeye şeyh olmuştur, şöhretleri
yoktur. İhtimâl ki Şeyh Hasan Efendi’den müstahleftir. Ne vakte kadar meşîhatta
bulundukları ma’lûm değildir, tahmîne göre otuz sekiz senedir.
LEBÎB HÜSEYİN EFENDİ
340.
sahîfede mezkûr Şeyh İbrâhîm-i Şâmî müntesiblerindendir. Anadolu kuzâtındandır.
1181 senesi Zi’l-kâdesi’nde (Mart1768) İstanbul’da irtihâl eylemiştir. Vasiyeti
üzerine Müstakîm-zâde’nin söylediği târîh:
Didim ta’zîm ü tebcîl eyleyüp
târîh-i teslîmin
Lebîbâ’nın şefîi ola ukbâda
Resûlu’llâh
(لبيبانك شفعى اوله عقباده رسول الله) = (1181)
Üsküdar’da Seyyid Ahmed Deresi’nde medfûndur. Dîvân-ı eş’ârı vardır. Bu
na’t-ı şerîf onundur:
Kitâb-ı
nusretin İnnâ fetahnâ Yâ Rasûla’llâh
Nisâb-ı
rif’atın Nasran azîzâ Yâ Rasûla’llâh
Meded
dervîş Lebîb ihsânına dil-teşne Sultânım
Zülâl-i
merhametle kıl devâ Yâ Rasûla’llâh
ŞEYH MUHAMMED EMÎN-İ
ELFÎ
Kovacı
Efendi denilmekle meşhûrdur. Asitane-i aliyyedeki meşâyih-ı kirâmın
meşhûrlarındandır. 1244/(1828) senesinde hıdmet-i meşîhat kendilerine tevcîh
olunmuştur. Müşârünileyh bir sene sonra, meşîhatı, mahdûmları Şeyh Muhammed
Gâlib Efendi’ye kasr-ı yed ederek, ihtiyâr-ı uzlet eylemişlerdir. Hâl sâhibi
bir şeyh-i kâmil olduğu menkûldür. Türbe-i Abdüsselâm’da medfûndur. Târîh-i
irtihâllerine dest-res olunamadı.
ŞEYH MUHAMMED GÂLİB
EFENDİ
“Kovacı-zâde”
denilmekle ma’rûf olup, Muhammed Emin Efendi’nin mahdûmudur. 1245/(1829)
târîhinde, meşîhatı pederinin kendine terkiyle, Âsitâne-i Sa’diyye’de şeyh
olmuşlardır. Otuzdört sene icrâ-yı meşîhattan sonra 1279/(1862) senesinde
âzim-i dâr-ı bakâ olmuştur. Türbe-i Abdüsselâm’da medfûndur. Hüsn-i hâl
ashâbından ve rağbet-i umûmiyyeye mazhar olmuş ricâlden olduklarını ve Sultân
Mahmûd-ı sâni ve Abdülhamîd Hân-ı evvelin, berây-ı ziyâret hânkâha geldiklerini
nakl edenler vardır.
Tercüme-i hallerine dest-res
olunamadı. Şeyh Gâlib’in neş’esi, aşkı gâlip olmakla, gâyet cem'iyyetli, bir
gün, ism-i celâl zikri esnâsında sayha ederek, kendini postun üzerine atmış ve
cânanına teslîm-i cân etmiştir. /341/ O gün, o meclis-i şerîflerinde
bulunanlar, bu vak’aya şâhid olmuşlardır. Sulehâ-yı ümmetten Hacı Nûri Efendi
merhûm hâzır bulunmuş, gözleriyle görmüş olduğunu söyledi.
Cezbe-i
aşk ile Şeyh Gâlib-i Sa’dî nâgâh
Cânı
cânâna virüp söyledi Allâh Allâh
Aşk-ı
Hak sırrına te’sîr idiverdikde hemân
Terk-i
cân eyleyerek son sözü oldu Allâh
ŞEYH YAHYÂ EFENDİ
Şeyh
Gâlib Efendi-zâde’dir. Pederlerinin irtihâlinde, sinnen küçük imiş. Muhammed
Râşid isminde bir birâderi varmış. Meşîhat, müştereken her ikisine tefvîz
olunmuştur. Yahyâ Efendi’nin şeyhi, el-yevm İzmir’de Emîr Sultân Dergâhı’nda
medfûn bulunan Teselya Yenişehir’indeki Sa’dî Dergâhı post-nişîni Şeyh Muhammed
Efendi’dir ki, o da, Yahyâ Efendi’nin pederi Şeyh Gâlib Efendi’nin halîfesidir.
Asrının ulemâsından idi. Matbû' Dîvân’ı ve dîger âsârı vardır.
Şeyh Yahyâ Efendi, nev’i şahsına münhasırdır; köse
idi. Kıyâmî zikr merâsiminde müteferridlerden idi. Son zamânlarında meşîhatla,
kâbil-i Tevfîk olmayacak hâlâtı ihtiyâr etmiş idi. Devr-i Hamîdî’de,
İstanbul’dan teb’îd edilmiş ve Hicâz’da ikâmete me’mûr olmuş idi. İnkılâb-ı
saltanattan sonra İstanbul’a gelerek, terk-i hayât-ı müsteâr eylemiş ve türbeye
defn olunmuştur.
Mûmâileyhin vefâtıyla dergâh, oğlu Muhammed Ârif
Hikmet’e tevcîh edilmiş ise de, mesâvî-i ahvâlinden dolayı meşîhat uhdesinden
ref’ olunarak 1337/(1919) senesinde Şeyh Zâhid Efendi’ye tevcîh olunmuştur.
Tercüme-i hâli âtîde gelecektir.
Dergâh, mâil-i inhidâm bir hâle gelmekle, ahîren
hedm edilmiş, türbe ta’mîr olunmuştur. Harem dâiresinin kısm-ı fevkânîsi
selâmlık ittihâz olunarak, bir odasında Pazartesi günleri, icrâ-yı âyîn-i
tarîkat edilmektedir.
/342/ ŞEYH EBU’L-VEFÂ-İ
SA’DÎ
Vefâiyye şu'besinin müessisidir. Tarîkat-ı aliyye-i
Sa’diyye’yi Şam’dan getirmiştir. Şam meşâyıh-ı kirâmından ve sülâle-i
mübâreke-i Sa’diyye’dendir. 1113/(1703) veya 1115/(1705) târîhinde İstanbul’u
teşrîf buyurmuşlardır.
ŞEYH HÜSEYİN EFENDİ
Eyüp kadısıdır. Taşlıburun nâm mahalde Lâgarî Mehmed
Efendi (Cennet Efendi) Tekkesi’nde post-nişîn olan (urup göz)(?) Şeyh Hüseyin
Efendi, Şeyh Ebu’l-Vefâ İstanbul’u teşrîf ettikte, ondan hilâfet almış ve
İstanbul’da "Şeyhu’l-meşâyihi’s-Sa’diyye" olarak bâ-huccet-i
şer’iyye, kadrleri terfi’ olunmuştur.
İstitrâd :
Müşârünileyhin, Şeyhu’l-meşâyihi’s-Sa’diyye
ta’yîninden evvel, İstanbul’a Şeyh Ebu’l-Vefâ’dan mukaddem meşâyih-ı
Sa’diyye’nin geldiği münfehim olmaktadır. Şeyh Abdüsselâm hazretleri olmak ihtimâli
vardır. Şeyh Ebu’l-Vefâ, avdet eylemiş, Abdüsselâm Âsitâne-i Sa’diyye’de
kalmıştır.
Şeyh Hüseyin Efendi’nin tarîkat-ı aliyye-i
Sa’diyye’ye intisâbları şu sûretle hikâye olunur ki, müşârünileyh mevâlîden
olup, Eyüp kadısı iken kendisine bir felc-i umûmî gelir. Bu esnâda, Şeyh
Ebu’l-Vefâ İstanbul’u teşrîf buyururlar. Sülâle-i tâhire-i Sa’diyye’den ve
ehl-i feyz ü kerâmetten bir şeyh-i sâhib-kemâl oldukları şâyi' olmakla, Hüseyin
Efendi’nin nezdine götürülerek bir nefes etmeleri ricâ olunur. O da nefes ve
duâ ederler. Bi-kudreti’llâhi teâlâ, Hüseyin Efendi şifâ-yâb olur. Bunun
üzerine intisâb eder. Ve bi'l-âhare hilâfetle kâm-yâb olur.
Şeyh Hüseyin Efendi’nin, tarîkat-ı Sa’diyye’yi
Taşlıburun ve nâm-ı dîgerle Lâgarî Tekkesi’nde takrîr eylemiştir. Dergâh-ı
şerîfte son Nakşî şeyhi Muhammed Efendi 1128/(1716) senesinde vefât etmiştir.
Dergâh-ı şerîf hazîresinde medfûndur. Tekke harâb ve vakfı olmadığından birkaç
yıl hâlî kalarak münderis olmak üzere iken, Şeyh Hüseyin Efendi, hıdmet-i
meşîhati der-uhte ve dergâhı ihyâya bezl-i makderet buyurmuşlardır.
/343/ 1149/(1736) târîhinde irtihâl-ı dâr-ı bakâ etmekle dergâh-ı şerîf kapısı
ittisâlinde müsakkaf türbe-i mahsûsada defn olunmuşlardır. Mensûblarından Lebîb
Efendi şu târîhi söylemiştir:
Feyz-yâb-ı
Şeyh Sa’deddîn olup Seyyid Hüseyn
Cezbe-i
enfâs-ı pâki itdi sırrından zuhûr
Mürşid-i
kâmil mükemmil şeyh-i bî-hemtâ idi
Sâlikâna
himmeti mebzûl şifâ-bahş-ı sudûr
Nûr-ı
rûh-ı pür-fütûhu âzim-i cennet olup
Mazhar-ı
envâr-ı rahmet eylesün Rabbü’l-Gafûr
Ehl-i
hâle dâim olsun feyz-i rûhâniyyeti
Eylemiş
zâhirde hakkâ bezm-i fânîden mürûr
Didi
târîhin Lebîbâ harf-i cevher-dâr ile
Şeyhimiz
Seyyid Hüseyn’in kabridir me’vâ-yı nûr
(شيخمز سيد حسينك قبريدر مأواى نور)
ŞEYH ABDURRAHMÂN
el-HALEBÎ
Haleblidir. Pederi Şeyh Yûsuf, onun pederi Şeyh
Hüseyin’dir; sâdâttandır. Sâlifü’t-tercüme Şeyh Hüseyin Efendi’den sonra,
seccâde-nişîn-i meşîhat olmuşlardır. Pek kâmil ü ârif ve deryâ-dil bir şeyh-i
tarîkat olup, menâkıb-ı aliyyeleri vaktiyle zabt edilemediğinden, tafsîle imkân
bulunamadı. Ancak fakr u fenâyı ihtiyâr eylediği meşhûrdur. 1165/(1751)
târîhinde irtihâl ettiği, seng-i mezârının tedkîkinden anlaşıldı.
Feyzleri Hüseyin Efendi’den değildir. Nisbetleri şu
sûretle, Cenâb-ı pîre kesb-i ittisâl eder:
Şeyh Abdurrahmân b. Yûsuf b. Hüseyin el-Halebî,
ani’ş-Şeyh İbrâhîm es-Selîl el-mülakkab bi’l-Hilâl, ani’ş-Şeyh Yûsuf es-Sa’dî
el-Cibâvî, an vâlidihî eş-Şeyh Abdulbâki an vâlidihî, eş-Şeyh Ebûbekir an
vâlidihî, eş-Şeyh Bedreddîn an vâlidihî, eş-Şeyh Hasan el-Cibâvî an vâlidihî,
eş-Şeyh Muhammed an vâlidihî, eş-Şeyh Sa’îd an vâlidihî, eş-Şeyh Ebûbekir
el-Kebîr an vâlidihî, eş-Şeyh İbrâhîm an vâlidihî, eş-Şeyhü’l-ecel ve’l-ârifü’l
ekmel es-Seyyid Ali Ekmel an vâlidihî, el-İmâmü’l-ârifü’r-Rabbânî
el-kutbu’l-kebîr es-Samadânî ve'l-ilmi’l-ferdi’r-rûhânî, sâhibü’l-işârât
ve’t-temkîn Ebu’l-Mevâhib ve’l-Fütûh, seyyidinâ /344/ ve mevlânâ Sa’deddîn el-Cibâvî
el-Cinânî eş-Şeybânî, (Kaddesa’Ilâhu esrârahum)
ŞEYH SÜLEYMÂN es-SIDKÎ
Sâlifü’t-tercüme Şeyh Abdurrahmân hazretlerinin
halîfeleridir. Mürşidlerinin irtihâlinde câ-nişîn-i irşâd olmuştur. Bidâyeten,
sarâ-yı sultânî me’mûrlarından bir-iki refikiyle berâber bir meczûb-ı ilâhînin
sohbetiyle şeref-yâb olmuşlar ve veliyy-i müşârünileyh bunlardan fevka'l-âde
memnûn olup, her birine, “Gönlünüzde ne ârzûnuz varsa söyleyiniz, taleb
ediniz; himmet edeyim.” buyurmuş; üç refîktan ikisi manâsıb-ı dünyeviyyeye
tâlib olmuşlar. Husûl-i maksadları için himmet ve fâtiha etmiş; Şeyh Süleymân
Efendi’ye teveccüh buyurarak,"Sen de iste." buyurunca, "Son
derece fakr u mezellet u ihtiyâca giriftar olup, her kapıdan koğulduktan sonra
bir şeyh-i kâmile vâsıl olarak, tarîk-ı fakr u fenâda kâim ve hıdmet-i
ubûdiyyette dâim olayım." demiş, cevâben, “Behey evlâd ne için
böyle dîvânelik edersin. Sen de refîklerin gibi iyi bir şey iste.”
buyurmuş.
Müşârünileyh, talebinde ısrâr edince, ona da himmet
ve fâtiha etmiş; bir kaç gün sonra Kırım cânibinde devletçe i’lân-ı cihâd
olununca, müşârünileyh, cihâd-ı fî sebîli’llâh maksadıyla âzim-i sefer olmuş.
Kırımda her nasılsa askerden ayrı düşerek, beytûtet için dûçâr-ı sefâlet
olmakla berâber, nafakaya muhtâc kaldığı bir zamânda Kırım meşâyih-ı
Sa’diyye’sinden ve erbâb-ı keşfden bir zât, dervîşini göndererek müşârünileyhi
da’vet etmiştir. Üzerini kehle istîlâ eylemiş idi. Temizlemişler, huzûr-ı şeyhe
îsâl etmişler.
Bir müddet şeyhin hizmetinde bulunmuşlardır. Bir
müddet seyr ü sülûk görmüş ve şeyh-i müşârünileyh, “Oğlum, senin ikmâlin
İstanbul’da Eyüp’te Taşlıburun’da mesned-nişîn olan Şeyh Abdurrahmân hazretleri
yedinden müyesserdir. Hıdmet-i şerîfelerinde bulununuz.” diyerek İstanbul’a
azîmetini emr buyurmuşlardır.
İstanbul’a gelip, Abdurrahmân Efendi’ye mülâkî oldu.
/345/ Hıdmet-i
şerîfelerinde bulundu. Nâil-i rütbe-i hilâfet oldu. Menâkıb-ı ârifâneleri
menkûldür. El-yevm, İstanbul’da, ale’t-tahmîn mevcûd yirmi kadar Sa’dî
tekâyâsından nısfı, müşârünileyh Şeyh Süleymân Sıdkı Efendi hulefâsına intikâl
etmiştir.
Mahdûm-ı mükerremleri Şeyh İsmâîl Necâ Efendi ile
dâmâd-ı âlîleri Hasîrî-zâde Şeyh Mustafa İzzî b. Halîl ed-Demenhûrî el-Mısrî (kaddesa’llâhu
esrârahum), şeyh-i müşârünileyh tarafından Sütlüce’de bir zâviye tesîsine
me’mûr buyurulmakla, Sütlüce’yi teşrîf ve el-yevm Hasîrî-zâde Dergâhı nâmıyla
yâd olunan dergâh-ı muallâyı 1197/(1783) senesinde te’sîse mübâşeret
eylemişlerdir.
Şeyh Süleymân Sıdkı Efendi 1197/(1783) târîhinde
âzim-i dâr-ı cinân olmakla dergâh-ı şerîfde şeyhleri yanına defn olunmuştur.
ŞEYH İSMÂÎL en-NECÂ
EFENDİ
Süleymân Sıdkı Efendi-zâde’dir ve onun
yetiştirmesidir, halîfesidir. Ashâb-ı hâlden idi. Pederine halef olmuştur. Pek
az bir zamân hıdmet-i irşâd ile meşgûl olup, sonra ihtiyâr-ı uzlet ü inzivâ
etti. Dergâhın arkasındaki Gümüşsuyu nâm mahalde, bir hânede uzlet-nişîn oldu.
1206/(1791) senesinde irtihâl-i dâr-ı bakâ etti. Peder-i muhtereminin yanında
defîn-i hâk-i gufrândır.
Uzletleri esnâsında pederi hulefâsından Sâlih
Efendi, nâib ta’yîn olunmuş idi. Şeyh-zâdesinin irtihâlinde bir müddet asâleten
ifâ-yı hıdmet-i reşâdet eylemiştir.
eş-ŞEYH el-HAC MUSTAFA
İZZÎ EFENDİ
Peder-i âlîleri Halîl ed-Demenhûri (kuddise
sırruhû)’dur. Birâderi Hasırcıbaşı Emin Ağa’dır. Pederi dâimâ onun
ticâret-gâhında evkât-güzâr olduğundan, Hasırcı Şeyh Halîl nâmıyla mâruf idi.
Bu sebeple Mustafa İzzî Efendi, Hasîrî-zâde nisbeti ile şöhret-şi’âr oldu.
Tarîk-ı fakr u fenâyı, meslek-i ticârete tercih ve tecerrüdü ihtiyâr eyledi.
Süleymân Sıdkı Efendi’nin dâhil-i dâire-i irfânları
olmakla, burada uzletle, riyâzet ve mücâhedeye hasr-ı enfâs kıldı. İkmâl-i
sülûk ile hilâfet aldı. Şeref-i sıhrıyyetleriyle de be-kâm oldu.
/346/ Şeyhinin emriyle Sütlüce’de
dergâh-ı münîf te’sîsi ile terbiye-i sâlikîne başladı. Dergâh ise, “Hasîrî-zâde
Tekkesi” diye şöhret buldu. Ba’dehû, berâ-yı hacc-ı şerîf, âzim-i râh-ı Hicâz
oldu. Ravza-i seniyye-i nebevîyyeye de rûmal olarak, Mısır tarîkıyla avdetinde
yol parası tükendiğinden, Mısır’da kalmış. Mevsim ise Seyyid Ahmed-i Bedevî efendimiz’in
ziyâreti ve mevlid-i şerîf cem'iyyetleri zamânına müsâdif olmakla, Tanta’ya
azîmet ve Hz. Kutb’u ziyâret etti. Esnâ-yı ziyârette Hz. Pîr’e arz-ı hâl ederek
tahassül eden şiddet-i hüzn ü tazarru’la, kendilerine hâl galebe etmiş, bu
sırada da hiç tanımadığı bir zât omuzuna eliyle dokunarak “Hasırcı oğlu Şeyh
Mustafa Efendi siz misiniz?” demiş. “Evet.” cevâbını alınca,
koynundan bir kese para çıkarıp, “Şunu al, umûruna sarf et, İstanbul’da
mülâkât nasîb olursa alırım.” demiş ve derhâl ayrılarak, kalabalık içine
karışarak kaybolmuş. Ne orada, ne de İstanbul’da bir daha görünmemiştir.
Müşârünileyh, âşık, gözü yaşlı, hâlât-ı acîbe ve
himmet-i azîme sâhibi, kerîmü’l-hısâl, ganiyyü’l-kalb, cevâd bir şeyh-i kâmil
imiş. Vefâtında türbe-i şerîfeye defn olunmuştur.
O
zamân şuarâsından Hayret Efendi tarafından söylenen manzûme-i târîhiyyedir:
Verd-i
gül-zâr-ı tarîkat mürşid-i sâhib-kemâl
Sâlik-i
râh-ı hakîkat muktedâ-yı hâss u âm
Bûsitân-ı
Sa’diyân’da nice nahl-ı bî-berrî
Âb u
feyziyle resîde kıldı ber-vech-i merâm
Mazhar-ı
sırr-ı Huve’llâh olduğıçün şübhesiz
Zâtına
mâl olmuş idi zikr u fikr-i Hak müdâm
Bâde-i
nâb-ı hakîkat ile mest olmuş idi
Bezm-i
sırr-ı Lî ma’a’llâh’dan çeküp bir dolu câm
Nakd-ı
vaktin sarf ile râh-ı tarîk-ı Sa’di’de
Oldu
asrında meşâyıh halkına ya’nî imâm
Kırk
sene bu dergeh-iı vâlâda oldu post-nişîn
Terbiyet
buldu dem-i feyziyle nice nâ-tamâm
Çün
idince gül-şen-i lâhûtu seyr itmek murâd
Ser-te-ser
bâğ-ı fenâdan kıldı terk-i bû-yı kâm
‘İrcıî’ emri idüp tâ ki sımâh-ı cânına
Kıldı
halvet-gâh-ı ukbâya hemân dem ol hırâm
Himmeti
hâzır ola dirsen eğer ey sâlikân
Eyle
istimdâd rûhâniyyetinden subh u şâm
/347/ Bu ziyâret-gâha gel sen de
hulûs-ı kalb ile
Bu
sebeb ile olasın nâil-i zeyl-i merâm
Bâis-i
afvın ola Hayret bu ‘târîh-i behîn
Mustafâ
İzzî Efendi kıldı lâhûtu makâm
(مصطفى عزى أفتدى قيلدى لاهوت مقام) = (1239)
* *
*
Hazret-i
Pîr-i tarîkat şeyh Sa’deddîn kim
Haşre
dek zikr-i kerâmâtıyla oldu nâm-ver
Sâlik-i
râh-ı tarîki Şeyh el-Hac Mustafâ
Vâkıf-ı
esrârı olmuş idi hakkâ ser-te-ser
Vâsıl-ı
sırr-ı tarîkat ehl-i hâl âgâh idi
Kâşif-i
ilm-i ledün şöhret-şi’âr-ı mu’teber
Eylesün
a’lâ-yı illiyyînde kesb-i safâ
Câ-yı
Adn’i ravza kılsun (hem) Hudâ-yı dâd-ger
Ferş-i
seccâde idince hulde târîhin didim
Bûriyâsızdır
Hasîrcı-zâde me’vâ-yı makar
(بو رياسزدر حصيرجى زاده مأواى مقر) = (1239)
Müşârünileyhin nisbetleri üç tarîk ile Hz. Pîr’e
müntehî olur ise de, kendileri asıl ve umde olarak şeyhi, kayın pederi, Şeyh
Süleymân Sıdkı Efendi vâsıtasıyla Şeyh Abdurrahmân-ı Halebî tarîkını iltizâm
buyurmuşlardır.
İkinci tarîk: Şeyh Abdüsselâm-ı Şeybânî (kuddise
sırruhu’l-âlî)’ye muttasıldır ki, Şeyh Haydar el-Hûrânî vâsıtasıyla, Şeyh
Gâlib Behcetüddîn’e, ondan vâlid-i mükerremleri Şeyh Abdüsselâm-ı Şeybânî’ye merbûttur.
Üçüncü tarîk: Sayda meşâyihinden ve sâdâttan Şeyh
Muhammed el-Cevherî ki, berâ-yı ziyâret İstanbul’a geldiğinde Sütlüce’de,
müşârünileyh ile hem-sohbet olmuşlardı. Âlâ tarîkı’t-teberrük bir icâzet-nâme
taleb ve ahz etmiştir: Şeyh Mustafa el-İzzî, Şeyh Seyyid Muhammed el-Cevherî,
Şeyh Abdülganî, Şeyh İsmâîl, Şeyh Ebûbekir el-Kanberî, Şeyh Muhammed
Ebû’l-Vefâ, Şeyh Ebû’l-Vefâ, Şeyh Yûsuf, Şeyh Abdülbâki, Şeyh Hasan el-Cibâvî,
Şeyh Ali el-Ekhal, Hz. Pîr Ebu’l-Fütûh Sa’deddîn el-Cibâvî.
Dîger bir tarîk da, Cenâb-ı Pîr-i dest-gîr’in
birâderleri, kutb-ı zamân Şeyh Hilâl eş-Şeybânî hazretleri evlâdından Şeyh Ömer
b. Abdülkâdir es-Sa’dî es-Sa'lebî eş-Şeybânî hazretlerinden, âlâ
tarîkı’s-sohbeti ve’l-icâze olandır.
/348/ Müşârünileyh Şeyh Ömer’in iki
tarîki vardır. Biri ceddi birâder-i Hz. Sa’deddîn, Hz. Hilâl vâsıtasıyla
Yûnus-ı Şeybânî’ye; dîgeri amcaları Hz. Sa’deddîn hazretlerine muttasıldır.
Şeyh Mustafa el-İzzî Efendi, İmâm Ebu’l-Hasan Ali eş-Şâzelî (kuddise sırruhû
) efendimize de, âlâ tarîkît-teberrük müntesibdir. Unkapanı’nda, Şâzelî
Dergâhı’nda seccâde-nişîn Şeyh Hâfız Hüseyin Efendi, şeyhleridir.
1235/(1820) senesinde bir gün, kendilerinde bir hâl
zuhûr eder. İmâm hazretlerine kavî bir incizâb ile meclûb olur, kalkar Unkapanı
Dergâhı’na gider. Dergâhın kapısı önünde hâli müştedd olup, derhâl başını
dergâhın kapısı eşiğine kor. “Yâ Ebe’l-Hasan!” diye istimdâda başlar.
Dergâhın hâdimi görür; şeyhe haber verir. Şeyh gelir onu alıp, içeriye getirir.
Bir sâat kadar hem-sohbet olurlar; sonra, sahva gelir. Hüseyin Efendi,
kendisine tarîk-ı Şâzelî üzere, telkîn-i zikr eder. Hizb-i şerîf verir.
Teberrüken buna devâm eder.
Tarîk-ı Mevlevî’ye de nisbeti vardır. Beşiktaş
Mevlevîhânesi şeyhi Şârih-i Mesnevî Arap Şeyh Yûsuf Efendi
vâsıtasıyladır.
Müşârünileyh, 1239/(1824) senesinde irtihâl edip,
şeyhi bulundukları dergâh-ı mezkûrda defn olunmuştur.
ŞEYH SÜLEYMÂN SIDKÎ
Mustafa İzzî Efendi-zâde’dir. 1210/(1795) târîhinde
Sütlüce’de tevellüd etmiştir. Feyz ü hilâfetleri pederlerindendir. 1239/(1824)
senesinde yirmidokuz yaşında seccâde-nişîn-i meşîhat olmuştur. İlm-i zâhirde
yed-i tûlâsı vardır. Kürsî şeyhliğinde de bulunmuştu. Son derece sahî ve kerîm
ve zarîf bir zât idi. Tab’-ı şâirânesi vardır. Sultân Mahmûd Hân-ı sânînin
fevka'l-âde teveccühü vardı. Âlem-i fenâya iltifât etmezdi.
Hâkân-ı
müşârünileyh, dergâhı tecdîden binâ eylemişti ki, 1252/(1836) senesine
müsâdiftir. Dergâhın bâlâsındaki târîh müşârünileyhindir:
Nâzım-ı
dünyâ-yı dîn şâhenşeh-i haydar-şiyem
Şems-i
burc-ı ma’rifet zıll-ı Hudâ Mahmûd Hân
/349/ Ser-te-ser pîrân-ı ehlu'llâhı tevkîr eyledi
Sâye-i
şevket-penâhında tarîkat buldu şân
Gavs-ı
şâh-ı Sa’deddîn Cibâvî’nin dahi
Dergehin yapdırdı dervîşânını itdi şâd-mân
Himmet-i
şâh-ı cihân ile bu dergâh-ı cedîd
Oldu
bir nev-tarh-ı zîbâ gül-sitân-ı ârifân
Zikr
idüp ashâb-ı vecd ü hâl aşk u şevkıle
Rûz u
şeb eyler duâ-yı devletin vird-i zebân
Mazhar
itdi izz ü ikbâl-i kudûm-ı şevketi
Şimdi
oldu dergeh-i Sa’dî saâdet-âşiyân
Eylesün
Allâh tahtında o şâh-ı âlemin
Şevket
ü ikbâl ü ömr ü nusret ile kâm-rân
Yüz
sürüp hâk-i der-i bâlâsına Sıdkî didim
Dil-güşâ
bir beyt iki târîh bir gevher hemân
Yapdı
Sa’dî Hânkâhı'n kıldı ehlu'llâhı şâd
Dâd-ger-i
vâlâ-himem kutbu’l-vücûd Mahmûd Hân
(يابدى سعدى خانقاهن قيلدى أهل اللهى شاد
دادكر والاهمم قطب الوجود محمود خان) = (1253)
Müşârünileyh, aslen, tarîkat-ı aliyye-i Sa’diyye’ye
pederleri vâsıtasıyla mensûb oldukları gibi, kendinden telemmüzle Mesnevî-i şerîf icâzeti aldıkları, Murâd Molla şeyhi
Muhammed Murâd Efendi vâsıtasıyla, âlâ tarîkı’t-teberrük, tarîkat-ı aliyye-i
Nakşibendî’ye ve Galata Mevlevîhanesi şeyhi, şâir-i şehîr Gâlib Dede
vâsıtasıyla Hz. Mevlânâ’ya nisbeti vardır.
Eş’ârından
numûne:
Harîm-i
vaslına ağyâra yol buldurmadan geç git
Sunup
uşşâka zehr-âb-ı sitem öldürmeden geç git
Sakın
bâd-ı hazân-ı âh-ı ser-dem itmesün te’sîr
Efendim
verd-i zîbâ-yı ruhun soldurmadan geç git
Düşüp
dâm-ı sivâya kalma bâl aç seyr-i lâhûta
Gözetle
murğ-ı rûhun şeh-peri yoldurmadan geç git
Şarâb-ı
bezm-i bâkîden gönül ser-mest-i şeydâ ol
Bu
sahbâ-hâne-i gamdan sebû doldurmadan geç git
Hezâr-ı
nağme-senc-i gül-sitân-ı aşkı ey Sıdkî
Nevâ-yı
sûz-nâk-ı âhına güldürmeden geç git
* *
*
شود حال دل بر خون ازبره نامم
جو بوى نافه سبقت ميكند
برنامه بيغامم
مرا پيمانه بى لعل لب چون چشمهء خونست
حباب باده چون تبحاله ريز وازلب جمام
شرار
آتش دل كشت بى نو شمع بزم امشت
كباب
خونجكان شد جسم زارم رفته آرامم
كنم اميد آن شاهباز قسى دام ما
افتد
نردود آه آتشناك سازم حلقهء دامم
بيام يار صدقى روشن بخشد دل تنكم
خيال
تاب رخسارش شفق شد تيرهء شامم [48]
Dergâh-ı şerîfin
ta’mîrinden bir sene sonra, kırkdokuz yaşında iken, 1259/(1843) senesinde
âzim-i dâr-ı cinân olmuştur. Türbe-i şerîfede medfûndur. Şuarâ-yı zamândan
Safvet Efendi ve dîger bir zâtın söyledikleri târîhler ber-vech-i âtidir:
/350/ Hayf Hasîrî-zâde Efendi-i
pür-himem
Genc
iken itdi hânkâha adni cilve-gâh
Olmuşdu
pîr-i tekye-i Sa’dî-yi Sütlüce
Ondörd
sene o ârif-i ashâb-ı intibâh
Mahv
itdi şevk u aşk u muhabbet vücûdunu
Hâl
ehli bir azîz idi rahmet ide İlâh
Hayr
ile rûh-ı enverini zikr idenlerin
Hak
rûyunu sefîd ide mahşerde misl-i mâh
Eşk-i
firâk ile oku târîh-i Safvet‘i
Şeyh
idi göçdü Sıdkî Süleymân Efendi âh
(شيخ ايدى كوچدى صدقى سليمان أفندى آه) = (1259)
* *
*
Katre-i
rahmet olup târîhinin her noktası
Şeyh
Süleymân’ın makâmın eyleye Mevlâ cinân
(شيخ سايمانك مقامن ايليه مولا جنان)
1239/(1824)’da pederinin irtihâline bakılırsa,
1259/(1843) târîhiyle arada yirmi sene fark vardır. Meşîhatları ondört sene
olarak kabûl edilirse, pederlerinin irtihâlinden altı sene sonra câ-nişîn-i
meşîhat oldukları anlaşılır. Bu altı sene zarfında başka birinin, ya vekâleten
veya asâleten icrâ-yı meşîhat etmesi lâzım gelir.
Türbe-i şerîfeye girilince, birinci kabir pederleri
Şeyh Mustafa İzzî Efendi’nin, dördüncü kabir kendilerinindir.
"Şeyh Sülün" diye şöhretleri vardır. (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
ŞEYH HASAN RIZÂ EFENDİ
Süleymân Sıdkî Efendi-zâde’dir. 1229 senesi
Muharreminde (Aralık 1813) Sütlüce’de tevellüd edip, pederlerinin irtihâlinde,
birâderleri âti’t-tercüme Şeyh Ahmed Muhtâr Efendi ile bâ-berât müştereken
vâlid-i mâcidleri yerine şeyh olmuşlardır.
Hasan Rızâ Efendi, sinnen büyük olduğundan emr-i
meşîhatta tasaddur edip, bir kaç sene îfâ-yı meşîhatından sonra kendilerine
cezbe-i ilâhîyye tecellî-saz olmakla, dergâhı terk ile Üsküdar’da bir hana
uzlet ve yalnız yevm-i mahsûsda dergâha gelip, icrâ-yı âyîn-i tarîkat etmekte
iken, bunu dahi terk etmekle, meşîhat, fi’len, birâderleri Şeyh Muhtâr Efendi
hazretlerine intikâl etmiş ve müşârünileyh Üsküdar’da münzevî iken 1303/(1886)
târîhinde yetmişdört yaşında irtihâl-i dâr-ı bakâ etmekle, dergâha nakil ve
cedleri yanında defn olunmuştur. Türbe-i şerîfede ikinci kabir kendilerinindir.
Silsile-i tarîkatları, pederleri ve cedleri
vâsıtasıyla Şeyh Abdurrahmân Çelebî’ye muttasıldır. Âlâ-tarîkı’t-teberrük,
Mevleviyye ve Şâzeliyye’ye de intisâbları vardır. Murâd Molla şeyhi Muhammed
Murâd Efendi’den Mesnevî-i
şerîf icâzesi
almıştır.
/351/ Fârisî ve Türkî sûfiyâne eş’ârı
vardır. Fakat maa't-teessüf çoğu zâyi’ olmuş imiş.
Na’t-ı
Şerîf:
Kudümün
Hak teâladan atâdır Yâ Rasûla’llâh
Zuhûrun
derd-i isyâna devâdır Yâ Rasûla’llâh
Hevâ-yı
nefsile müstağrak-ı deryâ-yı isyânım
Elim
tut düşmüşüm hâlim hebâdır Yâ Rasûlallâh
Dahîl-i hândânım bir garîb ü bî-kesim şâhâ
Niyâzım
hazretinden ilticâdır Yâ Rasûlallâh
Melâz
u melce-i zahr u penâhımsın dü-âlemde
Nigâh-ı
merhamet kılsan revâdır Yâ Rasûlallâh
Rizâî derd-mendin lütf u ihsânın niyâz eyler
Boyun
bükmüş kapuda bir gedâdır Yâ Rasûlallâh
eş-ŞEYH İSMÂÎL NECÂ PAŞA
Süleymân
Sıdkî Efendi-zâde’dir. Sâhibü’s-seyf ve’l-kalem bir zâttır. Müteaddid
muhârebâtta bulunarak, topçu mîrlivâlığına kadar terfî' etmiş bir gâzî-i
nâm-dâr ve şeyh-i sâhib-hâldir. 1293/(1876) Rus seferinde Gözlöve Umûm Topçu Kumandanlığı’nda,
dîn ü devlete hidemât-ı ber-güzîdede bulunmuştur. Tarîkat-ı aliyyede ikmâl-i
sülûk ile pederlerinden hilâfet almışlardır. Dergâhta meşîhatları yoktur.
1234 şehr-i Saferinde (Kasım 1818), Sütlüce
Dergâhı’nda tevellüd edip, 1314/(1896) târîhinde seksen yaşında olduğu halde
irtihâl-ı dâr-ı naîm eylemiştir. Sütlüce’de Şeyh Yûsuf Sineçâk-ı Mevlevî’nin
semt-i kademinde medfûndur.
Türkî,
Fârisî eş’ârı vardır:
Mihr-i
rûyundan mı tâbım âteş-i dilden midir
Bülbülün
feryâdı bilmem hârdan gülden midir
Öyle
mest oldum ki geçdim kayd-ı nâm-ı tengden
Nergis-i
sâkî mi yâ destindeki mülden midir
Bûstânda
şimdi bir hoş-bû muattar eyledi
Gönlümü
âyâ ki zülfünden mi sünbülden midir
Boynunu
bükmüşsün ey gonca neden mahzûnsun
Izdırâbın
yoksa âh u zâr-ı bülbülden midir
Lutf
idüp yârın Necâ bir bûse va’d itdi sana
Mucizem
incâz-ı va’d lebden mi kâkülden midir
* *
*
أز سر كويش صبا بكذشت امنون باغها
بوى زلف آور د و زد بر برك لاله
داغها
غنجه چاك جامه كرد بليل جنان قرياد كرد
عكس الخانش بكوش من برفت ازراغها
/352/ اى
كه عشقا با هماى عاشقان رويد نديد
شادكن باجلوه چون فوت خواهد داغها
كى شكفت ايد زبر قرقنو سر اسلم
آمدست
من چو قوقنس سوختم از عشق توبا كاغها
قدر
قند طوطى شناسد زاهدا خودبين مباش
جيفه بهتر مى نمايد طبع دال و
زاغها
چشم دارد كه نحا با همت تحسين را
شد برستان حيال اغاز كرد بر لاغها[49]
eş-ŞEYH el-HAC AHMED
MUHTÂR EFENDİ HAZRETLERİ
1236/(1821)
senesinde Sütlüce’de tevellüd etmişlerdir. Pederi Şeyh Süleymân Sıdkî
Efendi’dir. Feyz ve irfânları ve hilâfetleri pederlerindendir. Fakat, i’tâ-yı
hilâfette, pederleri hasta bulunduğundan, sünnet-i meşâyıh üzere alenen icrâ
olunamadığından hala-zâdesi bulunan âti’z-zikr Şeyh Atâullâh Efendi’den,
meclis-i alenîde ilbâs-ı tâc ü hırka vâki' olmuştur.
Son derece halîm olmakla berâber emr-i dîn ü
tarîkatta pek mütemessik ve sünnet-i seniyyeye ittibâ’da kavîyyü’l-himme idi.
Herkese bezl-i iltifât eder ve pek mütevâzi' bulunur idi. Ulemâ ve sulehâya
muhabbeti pek ziyâde idi. Hücresinde yalnız kaldıkça, dâimâ ezkâr-ı ilâhîyye
ile meşgûl olurdu. Hengâm-ı müsâhebette, söylemekten ziyâde dinlemeye meyli
gâlip idi. Ale’l-ekser, Kûtü’l-Kulûb ve Risâle-i
Kuşeyriyye ve kütüb-i sûfiye mütâlâa ederdi. İmâm Şa’rânî’nin âsârını tetebbua meyli
ziyâde idi. “Şeyh Şa’rânî, şeyhim, Letâifü’l-Minen mürşidimdir.” buyururlar imiş.
Merâsimden hoşlanmazlar idi. Dergâhtan, âdet hükmüne
girmiş ba'zı merâsimi bile kaldırmıştır. Bir müddet sonra, hıdmet-i meşîhati,
mahdûmu Elîf Efendi’ye terk ile, ziyy-i meşâyıhı li-ecli’t-tesettür terk ile,
fes üzerine sarık sarmağa başlamıştı. Her işi mahdûmuna havâle etmiş idi.
Semâ-hânede, esnâ-yı zikirde, misâfir gibi fakat ale’d-devâm bulunurlar idi.
/353/ Selef-i sûfiyyûn tarzında
imrâr-ı hayât ederlerdi. Zarîfâne ve sûfiyâne eş’ârı vardır.
Sene-i hicriyyenin 1319/(1901) senesinde irtihâl-i
dâr-ı naîm eylemiştir. Dergâh-ı şerîfte, türbede, eslâfının yanında
âsûde-nişîn-i rahmettir.
Haremeyn-i Muhteremeyn’i 1297/(1880) senesinde
ziyâret etmişlerdi. Avdetlerinde mahdûmlarını niyâbette ibkâ buyurup,
1319/(1901) senesinde âzim-i gül-şen-sarâ-yı cinân olmuşlardı. (Kaddesa’llâhu
sırrahû)
Bahriye mektûbçusu Hasan Tevfîk Efendi’nin
târîhidir:
Kıldı cennetde karâr nûr-ı rûh-ı
Şeyh Muhtâr
(قيلدى جنتده قرار نور روح شيخ
مختار) = (1319)
(Başka bir) târîh:
الفيا نوسيم بدان سرخ هم
تاريخ رحلت آن بير وحيد
سنين عمر آن محب صدوق
جو در محرمى بغاية رسيد
دخيل شد بينج آل عبا
أثا به الله ثواب الشهيد [50]
Mahdûmları Şeyh Muhammed Elîf Efendi, Tenşîtu’l-Muhibbîn nâm eserinde, Ahmed Muhtâr
Efendi’nin tercüme-i hâlini yazmış ve neşr etmiştir.
Eş’ârından
numûne:
Âşık-ı
dîdâr-ı Hak subh u mesâ giryân olur
Şem’-ı
aşka per yakar pervâne-veş püryân olur
Cism
ü cânın terk idüp yine ademde nâ-bedîd
Kurtulur
ahkâm-ı unsurdan ser-â-pâ cân olur
Hark
idüp keştî-i cismin bahr-ı aşka gark ider
Ka’r-ı
deryâda muhassal gevher ü mercân olur
Dergeh-i
Hak’da irâdet-bahş olup bî-hûd olur
Îd-i
vasl-ı yâra İsmâîl gibi kurbân olur
Ger
fezâ-yı câna Muhtâr eylesen bir kez sefer
Anda
bî-keyf ü kem esrâr-ı Hudâ seyrân olur
*
* *
Usât-ı
ümmetinden bir zelîlim Yâ Rasûlâ’llâh
Suda’-ı
cürmle gâyet alîlim Yâ rasûla’llâh
Hevâ-yı
nefsle ömrüm geçirdim eyledim zâyi’
Recâ-yı
afva yüzüm yok hacîlim Yâ Rasûla’llâh
Gider
benden bu gaflet zulmetin nûr-ı hidâyetle
Elim
al düşmüşüm gâyet alîlim Yâ rasûla’llâh
Bağışla
Hazret-i Zehrâ ile sıbteyne Muhtâr’ı
Der-i
âl-i abâya ben dah^İlim Yâ rasûla’llâh
* *
*
طورست تجلى حق را محل موقت
مخصوص شد بذات حضرت كليم
طور محمد است كه نامش عرفان
تاروز حشر بامت عطاى كريم [51]
Dergâh-ı münîfin dâhilinde, dâiren-mâ-dâr Elîf
Efendi hazretleri tarafından, 1303/(1886)’te yazılmış olan medhiyye-i Hz. Pîr,
bâlâda kısmen nakl olunmuştu. Son beyiti teberrüken ve tekrâren yazıldı :
Dergâh-ı
Muhammed’de Muhtâr’a tavassut kıl
Dermândeye
me’vâsın Yâ Hazret-i Sa’deddîn
/354/ ŞEYH MUHAMMED ELÎF
EFENDİ
Şeyh Muhtâr Efendi merhûmun necl-i necîbidir.
1266/(1850) târîhinde Sütlüce’de Hasîrî-zâde Dergâh-ı şerîfinde tevellüd
etmiştir. Mesnevî-hân-ı
şehîr Husameddîn-i Nakşibendî (kuddise sırruhû ) hazretlerinden,
Besmele-i şerîfeye bed' etmiştir.
Küçük
yaşlarında iken Eyüp’de Defterdâr’da oturduklarından, Şah Sultân Mektebi’nde
muallim Hâfız İbrâhîm Efendi’den taallüm-i Kur’ân eylemiştir. Ulûm-ı ibtidâiyye
tahsîlinden sonra, ulemâdan Hâdimî-zâde Ahmed Hulûsî Efendi merhûmun halaka-i
tedrîsine dâhil olmuş ise de bir müddet sonra, hocasının irtihâline mebnî Şehrî
Ahmed Nüzhet Efendi merhûmdan ikmâl-i tederrüsle, ahz-ı icâzete muvaffak
olmuştur. Rebîu’l-âhir 1303/(Ocak 1886).
Tarîkat-ı aliyye-i sûfiyyeden, meslek-i Sa’dî üzere
pederlerinden yed almış idi. Âdâb-ı ubûdiyyetle teeddübleri; kemâlât-ı sûfiyye
ile tezyîn-i zât u sıfât ederek, şeref-i hilâfet ihrâz etmeleri ârif-i
zinde-dil Hz. Muhtâr’dandır. Sene 1297/(1880).
Tarîkat-ı aliyye-i Şâzeliyye’de dahi, ibtidâen
şeyhleri, müşârünileyhtir. Tarîkat-ı Mevleviyye’yi, Yenikapı Mevlevîhânesi
post-nişîni ârif-i bi’llâh Şeyh Osmân Salâhaddîn Dede Efendi hazretlerinden
almıştır. Mesnevî-i
şerîf dersinde de
bulunup, ahz-ı icâzeye muvaffak olmuştu. Cemâziye’l-âhir 1303/(Mart 1886).
1287/(1870)
senesinde Şam’dan Şeyh Yûnus b. Ömer es-Sa'lebî eş-Şeybânî nâm zât-ı şerîf
İstanbul’u teşrîf buyurmuştu. Bu zât, Hz. Pîr Sa’deddîn’in birâderleri Şeyh
Hilâl evlâdından olmakla, dergâh-ı şerîfte misâfir kalmış idi. Elîf Efendi,
müşârünileyhin hıdmet-i aliyyelerinde bulunarak rızâ-yı âlîlerini tahsîle
muvaffak olmakla, mükâfaten, hilâfet-i Şeybâniyye ile taltîf buyuruldu. İhsân-ı
âli’l-âl olarak ilbâs u iksâsı ancak sülâle-i tâhirelerine hâs olan ve o zamâna
kadar kimseye verilmemiş bulunan Sikke-i Beyzâ-yı Şeybâniyye, yalnız
şahıslarına mahsûs olmak üzere iksâ olundu.
/355/ Sulbî evlâdından mâ-adâ kimseye
iksâ olunmaması da şart konuldu ki, bu sırada Muhtâr Efendi henüz pederinden
müstahlef değildi.
Ba’dehû, tarîkat-ı aliyye-i Şâzeliyye meşâyihından
şu’be-i Medeniyye’nin imâm ve muktedâsı Şeyh Muhammed Zâfir el-Medenî’nin[52] hulefâsından Şeyh İbrâhîm
Berâdetü’l-Medenî, İstanbul’a gelip dergâhta misâfir olmakla onlardan ahz-ı
tarîkat ü hilâfet eylemiştir.
Bu zevâttan başka, ba'zı erbâb-ı kemâlin dahi,
kemâlât-ı mâneviyyesinden müstefîd olmuşlardır. Pederleri Hicâz’a giderken
1297/(1880) senesinde niyâbeten seccâde-nişîn olup, avdetlerinde niyâbette ibkâ
olunduğundan 1319/(1901) senesine kadar bu sûretle îfâ-yı hizmet edip,
pederlerinin âlem-i cemâle intikâlinde câ-nişîn-i tarîkatları olmuştu. El-ân
asaleten neşr-i füyûzât etmektedirler. (Rahîmehu’llâhu teâlâ)
Pederlerinin emriyle 1293/(1876) senesinde dergâhta Mesnevî-i şerîf takrîrine bed’ ile 1325 târîh-i
hicrîsinde (1907) bi-lutfi’llâhi teâlâ hatme muvaffak olmuşlar ve tekrâr
başlamışlardı. Umûmî ve husûsî takrîr ve tedrîse de devâm ediyorlardı. 1303
Cemâziye’l-evvelinde (Şubat 1886) Şemâil-i
Şerîf tedrîsine
ibtidâ ve 1306 Şevvâlinde (Hazîran 1889) hatm etmişlerdir. Mahdûmları Şeyh
Zâhir ve Sa’dî ve akrabâsından olup Fâtih’te Otlakçı Yokuşu’nda, Âbid Çelebi
Zâviye-i Sa’diyyesi şeyhi bulunan Şeyh Salâhaddîn ve Sütlüce imâmı Hâfız Gaybî
Efendilere ulûm-ı êliye vü âliye tedrîsi ve ikmâl-i nüsah buyurarak, i’tâ-yı
icâzeye muvaffak olmuşlardı. 1325/(1907) târîhinde Meclis-i Meşâyih Riyâseti’ne
ta’yîn olundular. Bir müddet sonra infisâl etmişlerdi.
Dergâh-ı âlîlerinde ihtiyâr-ı inzivâ buyurmakta ve
ziyâretine şitâbân olan müştâkân-ı ma’rifeti, zülâl-i irfânlarıyla dil-sîr
eylemekte idiler. Çarşamba günleri Mesnevî-i
şerîf ta’lîm
buyuruyorlardı. Ders-i şerîfleri pek yüksekti.
Orta
boylu, beyâz sakallı, şehlâ bakışlı, hakîkat görüşlü, beşûş, mültefit, /356/ mehâsin-i ahlâk ile
mütehallî, kerâmet-i irfâniyye sâhibi bir zât-ı mükerremdir. Şeref-i
ziyâretleriyle müşerref ve iltifât ve teveccühleriyle mülattaf oldum.
Gül-şen-i
Sa’dî’de ra’nâ bir gül-i irfândır
Mürşid-i
ekrem Cenâb-ı Şeyh Elîf pür-şândır
Vech-i
tâbânında her dem rû-nümâdır nûr-ı Hak
Hikmet-âmûz-ı
edebdir sâhib-i ihsândır
Feyz-i Mevlânâ’ya mazhar rehber-i hak-bîndir
Zâtına
Kur’ân-ı nâtık dinse pek şâyândır
Kâşif-i
esrâr-ı vahdet vâkıf-ı hakka’l-yakîn
Teşne-gân-ı
aşka bir mâu’l-hayât-ı cândır
Ahkarı
Vassâf ta’zîmât ider ez-cân u dil
Medh
u tekrîme sezâdır sâlike bürhândır
Âsâr-ı aliyyeleri:
1. Muhtâru’l-Enbiyâ fı’l-Hurûfi ve’z-Zurûf ve Ba’zu’l-Esmâ. İkiyüz küsûr sahîfelık bir eser-i mühimdir,
Türkçe’dir.
2. el-Mebde’. Arabîyyü’l-ibâre, Îsâgoci şerhi.
3. Semeretü’l-Hads fî
Ma’rifeti’n-Nefs. Arapça’dır. Makâle-i Ulviyye şerhidir.
4. ed-Dürrü’l-Mensûr fî Hızâneti
Esrâri’n-Nûr nâmında Arapça tefsîr.
5. Risâle-i Ecel, Türkçe’dir.
6. el-Bârikât, Arapça’dır.
7. el-Kelimâti’l-Mücmele fî
Şerhi’t-Tuhfeti’l-Mürsele. Şerhtir.
8. en-Nûru’l-Furkân fî
Luğati’l-Kur’ân.
9. Mürettep Divân, Arabî, Fârisî, Türkî.
10. Tenşîtu’l-Muhibbîn der-Menâkıb-ı
Hoca Hüsâmeddîn, matbû'dur.
Atîdeki gazel, zâde-i tab’-ı ârifâneleridir:
Olalı
dil şem’-ı hüsn-i mutlakın dîvânesi
Kûh-sâr-ı
aşkın oldu kays-veş dîvânesi
Mest-i
sahbâ-yı hum-ı meyhâne-i gayb oldu cân
Şûriş-efzâ-yı
cihândır hâlet-i mestânesi
El-hazer
ey akl u temyîz ü taayyün el-hazer
Şimdi
hüşyârân-ı bezmin olmuşum bî-gânesi
Gül-sitân-ı
reng ü bûda hiç olur mu lâne-sâz
Bülbül-i
kudsînin elbet lâ-mekândır lânesi
Nâzırân-ı
mülk-i ma’nâya bu âlem pestdir
Şâhikân-ı
kâf-ı himmet üzredir kâşânesi
Nefs
ü tab’ında cihâna meylini ma’zûr gör
Lâ-cerem
her yevm ü şûmunda olur vîrânesi
Sâkiyâ
sun bir dahi bu câna tâ olsun sabûh
Şimdi
geldi yâdıma çünki ezel hum-hânesi
Mest-i
medhûş u harâb olsam da âlemde ne gam
Kişver-i
ma’nânın oldukça gönül ferzânesi
Bî-ser
ü bün sözlerim ma’zûr tutulmaz mı Elîf
Çünkü
mestim söyleten belki ezel peymânesi
/357/ كر رسد دستور يار در هامى سفتحى
صنعت
خود مى نمايم راز وى ننهفتمى
بر دهانم زد كران قفلى از آن مى زدم
ور نه من از قصة ها يش كفتيها كفتمى
از
نهال كلشنش چون غنجهء نشكفته يم
بوى كل از من ببوييدى اكر شكفتمى
از برون خوابيده مى يندآردم كرچه رقيب
نيستم خوابيده از مستيست كر مى خفتمى
كرچه مستم فوتى دارم اليفا هين بيا
تاكه
با جاروب همت خانهء دل رفتمى[53]
* *
*
ما رأيت مثل من أهواه قط،
في كمال الحسن من ساواه قط
كل حسن ناشى من حسنه
لم ير في الحسن من حاذاه قط
منذ ما أهويته أخفيته،
ما رآى مثلي من أخفاه قط
التزمت الصمت من وشي العدا
لم أزل في القلب من ذكراه قط
كاد
أن يقتلني كتم الهوى
لم أكن أبدي كمن أبداه قط
لم أقل سلمى وما قلت سعاد
لست بالجهد لمن آذاه قط.
كنت
في هجر وروحي عنده
ما
رحى سري سوا بشراه قط
هام في وادي الهوى القلب ولم
ينقطع
من فكر من يهواه قط
بعد
ما صار أليفا بالهوى،
لم
يعد بعد إلى مثواه قط[54]
Muhtâr Efendi merhûmun haremi ve Elîf Efendi’nin
vâlidesi Fâtıma Hanım 1312/(1894) târîhinde irtihâl-ı dâr-ı bakâ eyleyip,
dergâh-ı şerîf hazîresinde defn olunmuştur.
Kitâbe-i seng-i mezârı:
“Kudemâ-yı ümerâ-yı Bahriyye’den Tiryâkî-zâde Hasan
Paşa kerîmesi ve Sütlüce Degâhı şerîfinde post-nişîn Hasîrî-zâde Şeyh Ahmed
Muhtâr Efendi‘nin halîle-i muhteremeleri olup, kırkyedi sene bu makâmda hüsn-i
hizmetle altmışiki yaşında rıhlet eden merhûme Fâtıma Bâise Hanım,
rahmetu’llâhi aleyhâ, 7 Zi'l-hicce 1312/(2 Haziran 1895).
Elîf
Efendi’nin zamân-ı âlîlerinde ihyâen inşâ olunan dergâh-ı şerîfin manzûme-i
târîhiyyesi:
Şâhenşeh-i
devrânın ihsânı ile dünyâ
Ma’mûr
u münevver adliyile pes ü bâlâ
Hiç
görmedi emsâlin şems ü kamerin aynı
Sultân
Hamîd el-hak hâkân-ı cihân-ârâ
Çün cedd-i emcedi Hân Mahmûd-ı
kerem-kârın*
Âsârını
düşmüşken kıldı yeniden ihyâ
/358/
Yâ Rab bu
şehinşâhı mansûr u muzaffer kıl
Mes'ûlünü
her demde lutfunla buyur i’tâ
Ser-efser-i şâhân it mülkünde Süleymân it
Tahtında
hüküm-rân it oldukça cihân ibkâ
Bir
bende-i nâçîzi ihlâs ile dâîsi
Sıdkıyla
kapusunda bir çâker-i müstesnâ
Ya’ni
seyyid paşa hem nâzır-ı Tophâne*
Tophâne
müşîrine olmuşdu vekîl-i câ
Arz
eyledi Sultâna bin şerm ü hicâb ile
Bu
dergeh-i Sa’dî’nin ta’mîrini istid’â
Lutf
eyledi hünkârım is’âf-ı ricâ kıldı
Emr
eyledi tecdîdin o şâh-ı kerem-fermâ
Ervâh-ı
müzekkâya ihlâsı olup sâbit
Bast
itdi yed-i cûdun müstevfîr ü müstevfâ
Sultân
Cibâvî’nin mensûbu ile zâten
Bu
bendesine tefvîz olmuşdu bu nev-inşâ
İhlâs-ı
derûn ile Pîrine idüp hürmet
Bezl
eyledi mechûdun kıldı himem-i vâlâ
Olsun
hıdemâtında makbûl-ı şehin-şâhî
Tahsîl-i
rızâsından günden güne kâr-efzâ
İhsân-ı
şehinşâhı şükründe dilim âciz
Hâdim
ile bir mısra’-ı târîh ideyim inşâ
Bânî-i
dovum Muhtâr Sultân Hamîd oldu
Nev-tekye-i
Sa’diyye uşşâka metâf-âsâ
(بانى دوم مختار سلطان حميد اولدى
نو تكيه سعديه عشاق مطاغ آسا)
Bu manzûme-i târîhiyyenin de Muhtâr Efendi merhûmun
olduğu anlaşılmıştır. Sultân Muhammed Hân-ı hâmis, merhûm Elîf Efendi ile Osmân
Salahaddîn Dede Efendi’nin mazhar-ı feyzi olanlardan olmak hasebiyle Elîf
Efendi’ye hukûk-ı kadîme te’sîriyle pek ziyâde hürmet ve muhabbet ederdi.
Makâm-ı saltanatı işgâl edince, Dergâh-ı şerîfi ta’mir ve telvîne muvaffak
olmuştur. Vâsi', harem ve selâmlık dâireleri vardır. Semâ-hânesi pek müzeyyen
olup, hâlen hüsn-i muhâfaza edilmektedir.
Hz. Şeyh, son zamânlarında büsbütün inzivâ-güzîn
olup, bir müddet hastalanarak, nihâyet 28 Cemâziye'l-âhir 1345/(6 Ocak 1927)
Pazartesi günü Sütlüce’de, ba’de’z-zuhr, terk-i libâs-ı hayât-ı sûriye ederek
âlem-i cemâle intikâl eylemiştir, l Recep 1345/(15 Ocak 1926) Çarşamba günü
techîz ve tekfîn olunup, meftûn-ı kemâlâtı olanların dûş-ı ihtirâmında
civârdaki Mahmûd Ağa Câmi'-i şerîfinde öğle namâzını müteakib bir cemm-i gafîr
huzûruyla, dergâh-ı şerîfin câmi'-i mezkûr mezâristânında ihzâr olunan kabre
nakl ve defn edilmiştir.
İrtihâli âlem-i tasavvuf için zâyiât-ı azîmedendir.
Pek âlim, fâzıl, kâmil bir zât-ı kerîmi’s-sıfât idi. Muharrir-i fakîr, onun son
eseri münâsebetiyle, kendisine meclûbiyyetim artmıştı. (Kaddesa’llâhu
sırrahû ve nefeanâ’llâhû bi-berekâtihî ve füyûzâtihî)
“Arz-ı mahsûs-ı fakîrânemdir:
Merhûm Şeyh Elîf Efendi’nin
irtihâline dâir lâyih olan, fakat, ârzû ettiğim gibi olmayan târîhi,
nazar-gâh-ı ârifânelerine takdîm eder ve bi'l-vesîle arz-ı ihlâs u ihtirâm
eylerim, efendim.
Tâhiru’l-Mevlevî 7 Kânûn-ı
sânî 1927”
Sütlüce
Dergâhı’nın şeyhi Elîf-i ekmelin
Şöyle
dursun zâtı hattâ mislini görmez felek
Öyle
bir allâme-i irfân yetîmi memleket
Perverişyâb eylemez sarf itse de bir çok emek
Fazl-ı
ilmîsiyle olmuşdu müşârı âlemin
Fazl-ı
ahlâkîsinin hayrânı kalmışdı melek
Elli
yıllık müddetinde hıdmet-i irşâdının
Zâtına
olmuşdu tefhîm-i hakîkat bir dilek
Mesnevî-i Hazret-i Mollâ’yı tedrîs eyleyüp
İştigâli
oldu halka Hakk’ı takrîr eylemek
Dergehinde
inzivâ itmişdi yıllardan beri
Mâ-sivâ’llâh’dan
çekmişdi çokdan el etek
‘İrcıî’ fermân-ı fevrîsin nihâyet gûş
idüp
Kâle
Sem’an tâ’aten yâ rabbenâ ve’l-emru lek
Son
deminde ehl-i istirşâda izhâr itdiler
Cânı
da her şey gibi cânan için virmek gerek
Hak
revân-ı pâkini tervîh u takdîs eylesin
Çıksın
istikbâline tebşîr-i Allâh u maak
Mısra’-ı
menkût ile târîhini Tâhir oku
Gitdi
şeyhü’l-ekberi devrin cemâlu’llâh’a dek
(كيتدى شيخ الأكبر دورك جمال اللهه دك) = (1345)
Manzûme-i âtiye Üsküdâr
Mevlevî şeyhi Ahmed Remzî Efendi’nindir:
Sütlüce
Dergâhı’nın şeyh-i güzîn-i kâmili
Âlim-i
nehr min leben sâkî-i kevser peyrevi
Şîrden
sâfî aselden de elezz takrîr ile
Elli
yıl öğretdi tefsîr ü hadîs ü Mesnevî
Vâlidi
Muhtâr Efendi kim Hasîrî-zâde’dir
Kâle-i
irfânı nesceylerken olmuş münzevî
Câ-nişîn
itmişdi bu ferzendini kable’l-vefât
Sırrını
sınv-ı celîlinde görünce muhtevî
Vâlid-i
mâcid gibi zâtında itmişdi zuhûr
Feyz-i
Sa’deddîn Cibâvî sırr-ı aşk-ı Mevlevî
Seksene
sinni karîb oldukda itdi intikâl
"İrcıî" emrin duyup buldu makâm-ı
uhrevî
Geldi
bir Gaybî mübeşşir yazdı târîh-i güher
Kurb-ı
Hak’da pür-safâdır Şeyh Elîf-i ma’nevî
(قرب حقده بر صفار شيخ أليف معنوى) = (1345)
- - -
“Huzûr-ı âlî-i vefâ-şiârîlerine,
Ma’rûz-ı kem-terânemdir:
4 Recep 1345/(18 Ocak 1926)
târîhiyle, dil-i mecrûha merhem-res olmak üzere irsâline inâyet buyurulan
iksîr-i hayât-bahşâ i'tikâd etdiğim mektûb, mektûb değil, berât-ı uhuvvet,
vâsıl-ı dest-i fakîrânem oldu. Bize hayât ve tesliyet getirmesi, mûcib-ı şükrân
olduğunu îmân-ı yakînî ile tasdîk ve teslîm ettiğim gibi, hakk-ı nâçîzîde ibzâl
buyurulan iltifât-ı azîmeye de, ayrıca teşekkür vâcib olduğunu müdrik ve
mu’terifım.
İşte bu lutuflarına bile
hakkıyla teşekkürden âciz iken, vâlidim, üstâdım, şeyhim hakkındaki, ihtisâs ve
i’tikâd-ı âlîleri ve ibrâz buyurulan ve samimî olduğu azhar mine’ş-şems aşikâr
olan muhâleset de, vecîbe-i şükrü ed’âf-ı mudâaf kılarak, hakk-ı şükrü,
kemâ-hüve hakkuhû, îfâdan fakîrinizi âciz bırakdı. Bilmiyorum, ne diyeyim ve
nasıl teşekkür edeyim; mütehayyir oldum kaldım ve bundan dolayı cevâb
takdîminde ve emr-i âlîlerini îfâ ve icrâda teahhur ettim. Kusûruma ve aczime
bir de kabahat inzimâmetti. Fakat, (با
كريمان كارها دشوار نيست)[55]
mısra’-ı şerîfinden cür'et alarak, isti’fâ-yı kusûra şitâb ediyorum. Kıyâmında
âciz kaldığım hakk-ı şükrîde her hâl ü kârda, Cenâb-ı Hak, muîn ve zahîriniz
olsun ve kalb-i safınız, mahall-i nazar-ı Kibriyâ olsun ve reddiyle dergâh-ı
mücîbi’s-sâilînden niyâz etmekle îfâya cehd ediyorum.
Tahrîr ve takdîmi emir
buyurulan gazeli de mukâbil sahîfeye tesbît ederek arz ve bu vesîleyle
ellerinizi öpüp, bakâ-yı teveccühât-ı kerîmânelerini niyâza ictisâr ediyorum.
Azîzim, muhterem mîrîm, efendim.11 Recep 1345/(25 Ocak 1926)
el-Fakîr
ila’llâhi’l-meliki’l-Kâdir İbrâhîm b. Elîf”
Hû
Şeh-i
iklîm-i hüsn-i mutlakın dîvânesiyim ben
Şarâb-ı
bezm-i ins-i akdemin mestânesiyim ben
Bu
fânûs-ı fenânın nakş-ı rengârengi bî-ferdir
Bu
reng ü bû vü nakşın ser-te-ser bîgânesiyim ben
Beni
meftûn iden bir nûr-ı âlem-tâb bî-rengdir
O
şem’-ı şu’le-pâş-ı dâimin pervânesiyim ben
Benim
sûretde bu nakş u nigârım zîb ü ferrim heb
Anınçündür
ki bir şâhinşehin kâşânesiyim ben
Bakup
sûret görenler her biri bir zanna düşmüşler
Hümâ-yı
evc-i ma’nânın Elîfâ lânesiyim ben
Hazret-i azîzimin müfred bir beyti olup, ceddimin irtihâlinde kendinden
hasb-ı hâl olan bu nutuk, bugün de fakîrin nakd-ı hâlim olmakla arz ediyorum:
مرغ دولت بر
بريد لانه اش مانده تهى
بعد ازين دلر
خواب بينى يا كه روز رستخيز[56]
İnşâ buyurulan târîh-i latîfi
birâder-i mükerremimiz Tâhir Bey'in târîhiyle yan yana gelmek üzere mecmûa-i
fakîrâneme kayd ettim. Her ikisi de çâkeri mütesellî kıldığı gibi mecmûamı da
müzeyyen eyledi mîrim efendim."
-
- -
"Azîzim,
mîrim,
Tebrîk-ı îd-i saîd zımnında
irsâline himmet buyurulan ve bir istizâhı ihtivâ eden kerem-nâmeleri bâis-i
şevk u sürür oldu. Cenâb-ı Hak, îd-i saîd-i mezbûru hakk-ı âlîlerinde dahi
mes'ûd ve müteyemmen ve her gününüzü yevmü’s-sürûr buyursun.
el-Kelimâtü’l-Mücmele’de vâki' olan bir mürettib hatâsı müteaddid kerreler tashîh ve mukâbele
edildiği hâlde, hasbe’l-beşeriyye nazardan kaçmış ve bugüne kadar da muttali'
olunamamış idi. İstîzâh-ı âlîleri bizi îkâz etti. Kitâba baktık, hakîkaten
rabtı imkân hâricine çıkmış, anlaşılmaz bir ibâre olmuş. Müsevvedâta mürâcaat
ettik. Münderic olduğu ve tertîb ve tashîh edilmiş bulunduğu halde, formalar
sahâifinin tanzîminde üç satır kadar bir ibârenin sâkıt olduğunu gördük. Bu
husûsta bizi îkaz buyurduklarından ve kitâbın fâhiş bir saktını ikmâl fırsatını
ihzârlarından dolayı azîm teşekkürler ederim. Çünkü, fakîre ve bütün ihvân-ı
kirâma, hakîkaten büyük bir hizmet oldu. Cenâb-ı Hak, feyzinizi müzdâd
buyursun.
Sâkıt olan ibâre şudur, arz
ediyorum:
“Müellifin ifhâm ettiği bu mertebe içün",
"mahv-ı vücûd-ı ayni’l-abd" ve "mahv-ı ehli’l-husûs" ta’bîr
ediliyor ki, vücûdu ancak, zât-ı Hakk’a isbât ve mâ-sivâdan nefydir ki, zevk u
müşâhedeye mukârin olursa tevhîd-i hakîkîdir.” olacak olan ibâre, "müellifin ifhâm olursa" şekline girmiş.
Lütfen, nüsha-ı âlîlerinin bu
sûretle tashîh buyurulması ve ahibbâ-yı kirâmları nezdinde başka nüshalar da
varsa, onlara da lütfen ihtâr buyurularak, nâil-i ecr ü sevâb olmalarını ve
daha bu gibi sakatâta ıttılâ’ buyurulursa, ihbâra himmetleri ricâsıyla takdîm-i
tâhiyyât eylerim, mîrîm efendim.
Zâhir Efendi dâileri de takdîm-i tâhiyyât
eder. Sâkıt olan bu ibâreyi inşâallâh bir pusûla üzerine tab’ eddirerek eldeki
kitaplara ilsâk ettireceğim.
Aksaray’da, Olanlar, yâhud
Oğlanlar Tekkesi’nde meşîhat edip, orada medfûn bulunan sâhib-i Dîvan, Şeyh İbrâhîm Efendi’nin
tercüme-i hâline dâir mevsûk bir habere dest-res olunamadı. Müşârünileyhin
mahal ve târîh-i velâdeti, aslen nereli olduğu ve pederi kim olduğu, nisbeti
kimden olduğu hakkındaki tahkîkât-ı aliyyelerinin tafsîlen iş’ârı mütemennâdır
mîrim. 4 Muharrem 1341/(27 Ağustos 1922)
Sütlüce Tekkesi şeyhi ed-Dâî Elîf"
Manzûme-i târîhîye-i
âcizânem:
Şeyh
Elîf-i pür-kemâlât vâkıf-ı esrâr idi
Ma’den-i
aşk u muhabbet âşık-ı dîdâr idi
Rabt-ı
kalb itmiş idi o hazret-i cânânıma
Aşkı
müşted olduğundan kârı âh u zâr idi
Feyz-i
Mevlânâ’ya mazhar ârif-i bi’llâh idi
Mesnevî’den bahs iderken bülbül-i gülzâr idi
Sırr-ı
Sa’deddîni hâmil mürşid-i kâmil idi
Mesleği
Allâh yolunda vârını îsâr idi
Sohbeti
pek âlimâne hâli çok memdûh idi
Vech-i
pâki fi’l-hakika ma’kes-i dil-dâr idi
Âlim
ü ârif ve kâmil mürşid-i hak-bîn idi
Şüphe
itmem dest-gîri Haydar-ı Kerrâr idi
Bunca
âsârı şehâdet itmede irfânına
Varis-i
ilm-i şerîf seyyidü’l-ebrâr idi
Şeyh-i
Ekber dinse lâyıkdır anın evsâfına
Meclis-i
pür-enveri bir gülşen-i ezhâr idi
Elli
yıl mesned-nişîn-i feyz u irfân oldu o
Peyrev-i
şeyh-i kerîmân Hazret-i Muhtâr idi
Nazm
u nesr vâdîsinin bir şehsuvârıdır o zât
Mazhar-ı
ilm-i ledün bir sâhibü’l-ıkrâr idi
İlm-i
vahdetde ferîdü’l-asr idi Hak şâhidim
Dâimâ
mestûr idi hem mahrem-i settâr idi
Hazret-i
şeyhi görenler bahtiyârdır kâm-kâr
Görmeyenler
şübhe itme cümleten ağyâr idi
Mazhar-ı
keşf ü kerâmet şeyh-i âlî-şân idi
Çünki
her zerre ana bir kıble-i rûh-sâr idi
Bahtiyâr
oldu azîze arz-ı îmân eyleyen
Her
biri vuslat-serâ-yı aşkda sâhib-yâr idi
Tam
binüçyüzkırkbeşe oldu müsâdif rıhleti
Çok
zamândır da’vet-i Hakk’a ümîdi var idi
Âkıbet
vuslatla şâdân olmağa itdi şitâb
Matmah-ı
enzârı zâten âlemi envâr idi
“Bâ
füyûz-ı tâmme” tâm târîhdir ol hazrete
Öyle
bir hazret ki bi’llâhi ülü’l-ebsâr idi
Hak
teâlâ kabrini müstağrak-ı nûr eylesün
Şeyh Elîf'im gül-şen-i aşkda bana bir yâr idi
(با فيوض تامه)
Südlüce Dergâhı şeyhi merhûm Şeyh Elîf Efendi (Cild
l, sahîfe 354) Tenşîtü’l-Muhibbîn nâmıyle Hoca Hüsamüddîn Efendi merhûmun tercüme-i halini tab’ ve
neşreylemiştir. Pek güzel yazılmış bir eserdir. Mütâlâasını tavsiye ederim.
Mezkûr eserden:
حسام الحق والدين شمس الطريقة
إمام الدهر في معضلاته الشريعة
هو
الراسخ الجليل في كل شعبة من العلم والعرفان بالاكملية
هو
الشيخ من كل الوجوه في وقته بديع البيان في
علوم الحقيقة
هو العارف المقصود لكل قاصد
محب في طلب المعالي الجليلة
هو
الحاذق للمشكلات في حلها بقصد القلب وبالأقوال البديعة
لقد كان بأنفاسه وحمته تنال المنى في خدمة العلية
فيرجى الآن من روحه عند قبره المنور كل ما قلنا في
القصيدة
لمن زاره بحسن الاعتقاد به
كما كان في حياته الدنيوية
(أليف) الضعيف يستمد من روحه لكل
مهم في الصبح والعشية
فقدس الله سره ونعمه
وأكرم بنعمائه السرمدية[57]
Mu’tedilü'l-kâme, kavîyyü'l-bünye, re’s-i şerîfleri
büyücek, hafîfçe humrete mâil buğday renkli ve ak sakallı, sevimli olmakla
berâber mehîb, menkibeyni arası geniş kemiklice olup, vücûdunda semen olmadığı
halde nahîf ve nârin de değildi.
Tarîkatleri Seyyid Muhammed Emîn Bursevî
hazretlerine nisbet-dâr olup Nakşıbendîdir. Hâssaten rûhâniyyet-i kudsiyye-i
Hz. Mevlânâ’dan da müstefîddir. Sikke-i şerîfe-i Mevleviyye iktisâ buyurup
üzerine siyâdetleriyle berâber beyâz amâme sararlardı. Bu amâme meşâyıh-ı
Mevleviyye’nin sardıkları kafesî destâr şeklinde değil, düz dolama idi. Tenşîtu’l-Muhibbîn’de tafsîl vardır.
/359/ EBU’L-MEFÂHİR ŞEYH
YÛSUF ZÂHİR EFENDİ
Şeyh Elîf Efendi’nin mahdûmudur. 1300 senesinin
Recebinin ikinci günü (9 Mayıs 1883) Sütlüce’de, Dergâh’ta, kadem-zen-i âlem-i
şuhûd olmuştur.
1306/(1888) senesinde pederinden bed'-i Besmele
etmiştir. Sütlüce İbtidâî Mektebi’nde okumuştur. Bi'l-âhare pederlerinden
ulûm-ı ibtidâiyye ve intihâiyye-i mürettebeyi tederrüsle 1325 senesi şehr-i
Şa’bânında (Eylül 1907), dergâh-ı şerîfte, yevm-i âyîn-i tarîkat olan Çarşamba
günü, alenen icâzet ahzına muvaffak olmuştur. Birâderi Muhammed Sa’dî Efendi
ile iki refîki da berâberdir.
Tarîkât-ı Sa’diyye’ye intisâbı, büyük pederi Ahmed
Muhtâr Efendi hazretlerindendir. İrtihâlinde, pederinin dâhil-i dâire-i
terbiyet-i ma’nevîyesi, olup, 1320 senesi Muharreminin yirmi birinci günü (2
Mayıs 1902) şeref-i hilâfetle kâm-yâb olmuşlardır. Sene-i mezkûre
Rebîu’l-evvelinde (Hazîrân 1902), leyle-i mevlidi’n-nebîde tarîkat-ı
Şeybâniyye’den mazhar-ı hilâfet olarak, sikke-i beyzâ-yı Şeybâniyye iksâ
buyurulmuştur. Şâzeliyye ve Mevlevîyye’den de hilâfeti vardır. Cümlesi
pederindendir.
1326/(1908) senesinde İstanbul’u teşrîf ve Bâyezîd
Câmi'-i şerîfinde Buhârî-i
şerîf tedrîs eden, Tunus Kâdî-i
sâbıkı Şeyh Ebu’l-Fedâ İsmâîl Zebîhî es-Safâyîhî el-Hanefî el-Kâdirî’nin
dersine devâm ile, 1329 senesi Cemâziye'l-âhirinde (Hazîrân 1911) ahz-ı icâzet
etmiştir. Sahîh-i Müslim ve Muvattâ’dan dahi icâzesi vardır. Rivâyet-i
hadîse me'zûn oldular.
Hz. Hâlid Câmi'-i şerîf hatîbi ve Kirpâs Tekkesi
şeyhi Hâfız Muhammed Celâleddîn Efendi’den ve Şam ulemâsından Şeyh Abdurrahmân
el-Hatîb’den de teksîr-i turuk maksadıyla ilm-i hadîsten icâze almıştır.
Eyüp’te, Sokullu Mehmed Paşa Medresesi’nde Fârisî muallimliğinde
bulundu.
Koska’da Şeyh Abdüsselâm-ı Şeybânî hazretlerinin
dergâh-ı şerîfi meşîhati inhilal ettikte, meclis-i meşâyıhın talebi üzerine
meşîhati der-uhde etmiş ve el-yevm Pazartesi günleri icrâ-yı âyîn-i tarîkat /360/ eylemekte bulunmuştur. Dergâh-ı
şerîfin selâmlık ciheti münhedim olup, harem dâiresinde bulunulmaktadır. Şemâil-i Şerîf okuttular ve hatme muvaffak
oldular 1339/(1921). Yine hadîs-i şerîf dersine devâm üzeredirler.
Zâhir Efendi, şeyh-zâdeler arasından müteferriddir,
zâhirî, bâtinî ilm ü irfânı vardır. Tevâzuu, hüsn-i ahlâkı, aşkı i’tibârıyla
büyük bir mevki'-i ma’nevîye sâhib olacaklarına şüphe yoktur. (Tavvela’llâhu
omrehû ve eazzehu’llâhu fi’d-dâreyn)
Âsâr-ı Aliyyesi:
1. el-Muktetâf mine’l-Âsâr fî İlmi Usûli’l-Âsâr. Usûl-i hadîse dâirdir.
2. Fethu’l-Habîr fi Tercümeti Hızbi’l-Kebîr. İmâm-ı Şâzelî’nin Hızb'i Tercümesi.
3. el-Kavlü’l-Heşîş fî Tercümeti Salât-ı İbn-i Meşîş,
4. et-Teşevvüf âlâ Menşei’t-Tasavvuf,
5. et-Teşerrüf alâ’t-Taarruf,
6. Tercüme-i Risâle-i Reslâniyye,
7. el-Basâis fî Şerhi’l-Hasâis. Hadîsten,
8. İfâde. Meşiyyet-i
ilâhiyye ve irâde-i sübhâniyye hakkında tahkîkatı hâvîdir.
Peyâm gazetesinde Rızâ Tevfîk Bey’in
cehlen yazdığı bir makâle-i tasavvufiyye üzerine ızhâr-ı hakîkat maksadıyla
neşr ettikleri bir makâle Zâhir Efendi’nin ne mertebe kudret-i ilmiyyeye malik
olduğunu gösterir, aynen derc olundu:
“Sûfiye ile ulemâ-ı rüsûm
beyninde, ihtilâf sûfiyyenin i’tirâzıyla değil, ulemâ-yı İslâm’ın, sûfiyyenin
beyânâtını tamâmen fehm ü idrâk edememelerinden münbaistir ve nizâ-ı lafzîdir.
Ulemâ-yı rüsûmun verdikleri
hüküm bi’n-netîce sûfıyyeyi tasdîkten başka bir şey değildir. Felâsife-i garb
ile sûfiyyenin ittîfâkı da felâsife-i garbın ilâhiyyâtı, Şeyhü’l-Ekber
hazretlerinin Fütûhât-ı Mekkîyye’siyle âsâr-ı
sâiresinden ve İbn-i Fârız hazretlerinin âsârından bi’l-ihtiyâr ahz
ettiklerinden gâyet tabiî olmakla berâber, hakîkatta iftirâktan başka bir şey
olamaz. /361/ Zîrâ
sûfiyye-i kirâmın akvâli netîcesinde, “vahdet-i vücûd” tahakkuk eder.
Garblıların akvâli
netîcesinde, “vahdet-i mevcûd” rû-nümûn olur. Bir kısım urefâ-yı muvahhidîn,
“vücûd” ile “mevcûd”un beynini tefrîk etmişlerdir. Vücûd, vücûd-ı vâcib, zât-ı
bahs-i Hak’tır; mevcûd, mümkinü’l-vücûddur, ya'nî muhdesâttır.
Vücûd,
kelimesinde ma’nâ-yı masdar ve şekl-i resme, hadd-i melhûz ve mutasavvar
değildir. Vücûd, masdar değil, “var” ma’nâsına, isimdir. “Mahz-ı var”dır.
Varlık ve zerrât olmak ma’nâsına değildir. Nitekim, meşâyıh-ı sûfiyye
müttefikan eserlerinde (اعلم
أن الوجود حق)[58]
diyorlar. Kezâlik, mevcûd kelimesinde de, ma'nâ-yı masdar melhûz değldir.
Vücûd, vâcibü’l-vücûddur. Mahz-ı var (mevcûd) mümkin’l-vücûddur ki, vücûd-ı izâfiyle var olandır.
Binâenaleyh, bu ikisinin vahdeti mümkün olamaz. Ancak ayrı ayrı vahdetleri câiz
olabilir. Biri de vücûd-ı Hakk’ın, mevcûdâtta indimâcı ve Hulûliyye tâifesi
bahsidir ki, sûfiyye-i kirâmın bu bâbda indimâc ta’bîr ettiklerini
hâtırlayamıyorum.
İndimâc ta’bîri tabîîdir ki,
hulûl ma’nâsını tazammun eder. Bu ise sûfiyye için pek hicâb-âver bir şey olur.
Çünkü indimâc, tasavvur ettiğiniz vakitte, vücûd-ı Hak, vücûd-ı halk ile kâim
olduğu gibi bir ma'nâ anlaşılır ki, bâtıldır. Belki vücûd-ı halk, vücûd-ı Hak
ile kâimdir. Ya'nî Hak, halkta değil, halk Hak’tadır.
Bir de, “keşfü’l-mahcûb” ıstılahı,
şâyân-ı tavzîhtir. Şöyle ki, vücûd-ı mutlak, ya'nî Hak teâlâ mahcûb olamaz.
İbn-i Atâu’llâh-ı İskenderî, Hikem’inde,
(كيف يحجبه شيء وهو الظاهر في كل
شيء؟)[59] ve (كيف يتصور أن يحجبه شيء؟)[60] buyuruyorlar. Filvâki',
hadîs-i şerîfte, nûr u zulmetten bin hicâb vârid olmuştur. Fakat bu hîcâblar
halka, abde müteveccihtir. Ya'nî mahcûb olan Hak değil, Hakk’ı görmekten mahcûb
olduğu cihetle abd’dir. Binâen aleyh, “keşfü’l-mahcûb” ta’bîri galattır.
/362/ “Keşfü’l-hucub”, denilirse, isâbet olurki, abd’in muhtecib olduğu hay
demektir. Bu da abd’in keşfiyle değil, Hakk’ın tecellî ve zuhûruyla hâsıl
olur." İntehâ
kelâmuhû.
- - -
Cenâb-ı Şeyh Zâhir zühre-i ilm-i tarîkatdır
Vücûdu âlem-i irfâna Hak’dan lutf u ni’metdir
Misâli hüsn-i Yûsuf revnak-efzâ-yı mürîdândır
Edebde ma’rifetde sâhib-i feyz ü mürüvvetdir
Rumûz-ı alleme’l-esmâ’yı ârif olduğu zâhir
Sözü hep mağz-ı Kur’ân bütün âmâli hikmetdir
Anın dersinde gel birgün bulun ey âşık-ı sâdık
O dem tasdîk ider dersin sözün ayn-ı hakîkatdır
Hudâ-yı lem-yezel kılsun muammer hem dahi mes’ûd
Duâ-hân oldu Vassâf’ı taleb-kâr-ı saâdetdir
Şeyh Abdüsselâm-ı Şeybânî’ye nisbetleri, âsitâne-i
Sa’diyye meşâyihi arasında isimleri geçen Şeyh Mustafa b. Şeyh Hasan Efendi
vâsıtasıyla olduğunu kendileri tahrîren beyân buyurmuşlardır.
Dâru’ş-Şafaka-ı İslâmiyye’de muallimliği olduğu
gibi, Üsküdar’da Selîm Ağa Kütüphânesi müdüriyyetine ve 10 Ağustos 1927
târîhinde Süleymâniye Kütüphânesi müdüriyetine ta’yîn olunmuştur.
/363/KADEM TEKKESİ MÜESSİSİ ŞEYH MUHAMMED ZİYÂD
HAZRETLERİ
Kibâr-ı meşâyıh-ı Sa’diyye ve sülâle-i Sa’diyye-i
Şa’bâniyye’den olup, İstanbul’da Etyemez nâm mahalde Kadem Dergâhı şeyhidir.
Sultân Ahmed Hân-ı sâlisin, sûr-ı hümâyûnu münâsebetiyle vâki' olan da'veti
üzerine İstanbul’a gelen ve 342. sahîfede tercüme-i hâlinden bahs olunan Şeyh Ebû’l-Vefâ
İbrâhîm es-Sa’dî eş-Şeybânî halîfesidir. Şeyh Ebu’l-Vefâ, o zamân Ayasofya’da
müezzin mahfilinin yakınındaki maksûrede, mukâbele-i şerîfe icrâ etmiş
bulunduğundan bu hâtıraya mebnî oradaki direğe, Hz. Pîr’in ism-i şerîfi ta’lîk
olunmuş ve el’ân âvîhte-i mevkî-i ihtirâm bulunmuştur.
Kadem Dergâhı şeyhi Hâfız Abdullatîf Salâhaddîn
Efendi nezdinde mahfûz silsile-nâmeyi tedkîk ettim, Muhammed Ziyâd
hazretlerinindir ve vesâik-i târîhiyye-i Sa’diyye’dendir:
“Şeyh Muhammed Ziyâd, Şeyh Ebu’l-Vefâ İbrâhîm b.
Şeyh Yûsuf es-Sa’dî, Şeyh Abdulbâkî b. Şeyh Ahmed b. Şeyh Ebûbekir b. Şeyh
Bedreddîn b. Şeyh Hasan el-Cibâvî b. Şeyh Muhammed b. Şeyh Sa’îd b. Şeyh
Ebûbekir b. Şeyh İbrâhîm b. Şeyh Muhammed b. Şeyh Ali el-Ekhal b. Hz. Pîr
Sa’deddîn el-Cibâvî eş-Şeybânî (kudduse sırrûhu’r- Rabbanî).”
Hâlen, sülâle-i Sa’diyye, bu zât-ı şerîf (Şeyh
Bedreddîn b. Şeyh Hasan el-Cibâvî)’in kızının oğullarından teselsül etmekte
olduğunu, mûmâileyh Şeyh Salâhaddîn Efendi söylemiştir.
Şeyh Yûsuf es-Sa’dî’nin icâzet-nâmesi târîhi
1164/(175l)’tür. İcâzet-nâme’nin bâlâsında, Ebu’l-Vefâ hazretlerinin
tahşiyeleri vardır ki, şöyledir:
“Ve ene’l-fakîr ila’llâh, İbrâhîm b. eş-Şeyh Yûsuf
es-Sa’dî el-Cibâvî, hâdimü’l-fukarâi’s-Sa’diyye fî Mahrûseti Dimeşk
el-Mahmiyye.”
Şeyh Muhammed Ziyâd Şâm-ı şerîf civârında Kadem
karyesindeki, Kadem-i Şerîf’in ced-be-ced nigehbânıdır. Pederi Ahmed-i Attâr, onun
pederi Hümât’tır. Sultân Abdulhamîd Hân-ı evvel zamânında ârzû-yı şâhâne
üzerine, Kadem-i Saâdet’i oradan başına alarak, mâşiyen İstanbul’a kadar bu
sûretle getirmiştir.
/364/ Kadem-i Saâdet, el-yevm,
Abdulhamîd-i evvelin türbesinde mahfûz mahfaza-ı tekrîm olup, kandil ve arefe
gibi eyyâm-ı mubârekede Kadem dergâhı şeyhi olan zât tarafından güşâd ve
ziyâret ettirilmek şart-ı vâkıf îcâbındandır. El-hâletü hâzihî, ziyâret olunur.
Muhammed Ziyâd hazretleri burada mazhar-ı hürmet oldu. O zamân Sadrazam bulunan
Halîl Hamîd Paşa, Hz. Şeyh’e çok muhabbet gösterenlerdendir. Kadem Tekkesi’nin
olduğu mahal, Kapıcıbaşı Konağı imiş. Mülk olduğundan Halîl Hamîd Paşa,
burasını istimlâk ve vakf etmiş. 1190/(1776) târîhlerinde dergâhı inşâya
muvaffak olup, Hz. Şeyh’i burada irşâd-ı nâs için alıkoymuş ve dergâhı
kendisine teslîm eylemiştir.
Perşembe günleri, Bâb-ı Âlî o zamân ta’til edilir
imiş. Bu sebeble sadrazam ve vükelâ dergâha gelirler ve icrâ olunan âyîn-i
tarîk-ı Sa’dî’yi temâşâ ederler, münşerihu’l-bâl olurlarmış. Bi'l-âhare Salı
gününe tahvîl edilmiş, sebebi ise, Etyemez Dergâhı da Perşembe günü güşâd
olunduğundan iki dergâhın yevm-i âyîni bir güne tesâdüf etmemesine riâyet
olunmuştur.
Halîl Hamîd Paşa, şeyhe bir câriye hediye
ettiğinden, bunun istifrâşından Abdullatîf Efendi ile bir kerîmeleri dünyâya
gelmiştir,
Muhammed Ziyâd, Şam’da da müteehhil idi. Şeyh Ahmed,
Şeyh Abdurrahmân, Şeyh Muhammed isminde üç evlâdı vardı.
1205/(1791) târîhine kadar irşâd-ı nâs ile meşgûl
olup, terk-i âlem-i nâsût eyledikte, dergâh-ı şerîf hazîresine defn edildi.
Türbelerinin üzeri açık ve hâlen ma’mûrdur. Kitâbe-i seng-i mezârıı ber-vech-i
âtîdir:
“Kadem-i Şerîf’i Şam’dan Âsitâne-i aliyyeye nakl
hizmetiyle şeref-yâb olan sülâle-i Sa’diyye’den, kutbu’l-ârifîn ve
gavsu’l-vâsılîn merhûm ve mağfûrun leh eş-Şeyh el-Hâc es-Seyyid Muhammed Ziyâd
hazretlerinin, rûh-ı pür-fütûhlarına rızâen li’llâhi teâlâ, el-Fâtiha,
1205/(1791).”
/365/ Kadem Tekkesi’nde
Post-nişîn Olan Zevât:
Bu dergâhta, zamânımıza kadar post-nişîn olan
zevât-ı kirâm:
-
Şeyh Ahmed Efendi b. Muhammed Ziyâd,
-
Şeyh Muhammed Efendi b. Muhammed Ziyâd,
-
Şeyh Muhyiddîn Efendi b. Muhammed Efendi,
-
Şeyh Abdüllatîf Efendi b. Muhammed Ziyâd,
-
Şeyh Ahmed Âgâh Efendi b. Abdüllâtif,
-
Şeyh İsmâîl Bedreddîn Efendi b. Ahmed Agâh,
-
Şeyh Hâfız Abdüllatîf Salâhaddîn Efendi b. Ahmed Âgâh. Post-nişîn hâlen.
Mûmâileyhimden Şeyh Ahmed Efendi, 1205/(1791)’te
pederinin makâmına geçmiş, bir müddet sonra Hicâz’a gitmiş, orada irtihâl-i
dâr-ı bakâ eylemiştir. Hicâz’a giderken birâderi, Şeyh Abdurrahmân Efendi,
Bursa’ya gitmiş idi. Mevlevî Tekkesi’nde çileye girmiş; birâderinin Hicâz’da
vefâtı üzerine, ekber-i evlâd olması i’tibâriyle meşîhate da’vet olunmuş; “Ben
bir tekke için çilemi bozamam.” deyip gelmemiş, orada vefât etmiştir.
Mevlevî-hânenin kapısı karşısında medfûndur.
“Kadem şeyhi ayak basdı bakâya” (قدم شيخي آياق بصدى بقايه) târîhidir.
Bunun üzerine birâderi Şeyh Muhammed Efendi câ-nişîn
olup, 1261 senesi, Cemâziye'l-evvelinin sekizinde (15 Mayıs 1845) irtihâl
eylediğinden, pederinin yanında defîn-i hâk-i gufrândır. Harem-i âlîleri Hatice
Molla Hâtûn, yanında medfûndur. (1221/1806)
Muhammed Efendi’nin irtihâlinde meşîhat Muhammed
Ziyâd hazretlerinin, burada tevellüd eyleyen Abdüllâtif Efendi’ye teveccüh
etmek lâzım gelirken, Muhammed Efendi’nin, vükelâ ve vüzerâdan çok muhibbi
olduğu cihetle, onların nüfûzuyla, oğlu Muhyiddîn Efendi’ye tevcîh olunmuş; bu
da, üç sene kadar icrâ-yı meşîhatle, 3 Rebîu’l-evvel 1263 (19 Şubat 1847) târîhinde
irtihâl eylemiştir.
Meşîhat, münâsafeten, Abdüllatîf Efendi’ye ve
Muhyiddîn Efendi-zâde Muhammed ve Ali nâm sabîlere tevcîh olunmuş idi.
Abdüllatîf Efendi, 1267/(1851) senesinde irtihâl edince, meşîhatin nısfı,
mahdûmu Ahmed Agâh Efendi’ye ve nısf-ı dîgeri çocuklarda kalıp, çocukların,
..........[61]
/366/ 1282/(1865) senesinde Ahmed Âgâh
Efendi, meşîhate tamâmen sâhib-i muvakkat olmuştur. Ziyâret-i Haremeyn nasîb
olmuş idi.
Abdüllatîf Efendi’nin hilâfeti, Fındık-zâde şeyhi
Osmân Efendi’dendir. el-Hâc Ahmed Âgâh Efendi’nin hilâfetleri, Sütlüce’de Şeyh,
Ahmed Muhtâr Efendi’dendir. Sinleri yetmişüçtür. İrtihâlleri 1313 senesi
Rebîul-âhirine (Eylül 1895); velâdetleri 1239/(1824) târîhine müsâdiftir.
Harem-i âlîleri, Hatice Hanım, yetmişiki sene muammer olup, 1312/(1894) senesi
Rebîu'l-evvelinde irtihâl etmiştir. Cümlesi dergâh-ı şerîf hazîrezinde
medfûndur.
Hulefâsı, İsmâîl Bedreddîn, Salâhaddîn, Ahmed Cânib
ve Ankaralı Nûreddîn Efendilerdir.
Şeyh İsmâîl Bedreddîn Efendi, 1313/(1895) senesinde
pederinin makâmına geçmiştir. Velâdeti 1269 senesi 9 Zi'l-hicce’dir (13 Eylül
1853).
“O gül-rû bir gün ol îd-i adhâyı haber virdi.” (او كلرو بر كون اول عيد أضحى بي
خبر ويردى) târîh-i velâdetidir. Yirmi seneye karîb meşîhati vardır. 18
Şevvâl 1332/(9 Eylül 1914) târîhinde irtihâl etmiştir. Şeyh Muhammed Efendi
isminde bir halîfesi vardır.
Şeyh Hâfız Abdüllatîf Salâhaddîn Efendi, birâderinin
makâmına geçmiştir. Velâdeti 1276/(1859) senesine müsâdiftir. Seccâde-i
meşîhate 1332/(1914)’de kâid olmuştur. Hâlen ber-hayât olup, Şeyh Hâlid ve
Hakkı Efendiler halîfeleridir. Müddet-i medîde, hıdmet-i rusûmiyyede bulunup,
tekâüd olmakla el-yevm, tarîkında edîb-i müstakîm bir rehber-i hak-bîndir.
Kendisiyle hem-sohbet olduğumda, icâzet-nâme bahsine
söz intikâl edince, “Evvelleri, meşâyıh icâzet-nâme ile defn olunmaz imiş.
Fakat, bi'l-ahare, başka ellere geçen icâzet-nâmeler sû-ı isti’mâle ma'rûz
kaldığından, bundan yüz sene kadar mukaddem, meşâyıh toplanmışlar, sû-ı
isti’mâlin önüne geçmek emeliyle, sâhibleriyle maan defn edilmesine karar
vermişler. O zamândan beri âdet olmuş.” dediler.
Sa’dî icâzet-nâmeleri hakkında müdâvele-i efkâr
ettim:
/367/ “Ba'zı icâzet-nâmelerde Hz.
Pîr’in doğrudan doğruya büyük pederleri Yûnus eş-Şeybânî hazretlerinden ahz-ı
feyz ettikleri gösterilmiş. Hâlbuki, ba'zı icâzet-nâmelerde, Yûnus-ı Şeybânî,
sonra mahdûmu Mezîd eş-Şeybânî, onun halîfesi Şeyh Abdullâh-ı Şeybânî, ba’dehû
Hz. Pîr efendimiz mezkûrdur. Bu bâbda ma'lûmatınız nedir?” dedim.
“Evet, ihtilâflıdır. Bu
sebeble icâzet-nâmelerde mutâbakat görülemiyor.” cevâbını verdiler.
“El-yevm, ne kadar Sa’dî
dergâhı vardır?” diye sordum.
“Hesâb ettik, otuzüç Sa’dî
dergâhı vardır.” dediler.
ŞEYH MUHYİDDÎN EFENDİ
eş-Şeyh es-Seyyid Hâfız Muhyiddîn eş-Şevkî Efendi,
ulemâdan müftü Mustafa Efendi-zâde’dir. Ailesi, “Tophâne-zâdeler” diye
anılırmış; vâlide cihetinden sahîhu’n-nesebdir. Peder cihetinden de, “emîr”
olduklarına dâir tomâr vardır ve İzmir’de olan dîger mahdûmlarının yedindedir.
Bidâyet zamânlarında, tarîkat aleyhinde bulunurlarmış. Fakat, Teselya Yenişehri’ne
müftü ta’yîn olununca, ba'zı rüfekâsı dergâhlara gitmeğe teşvîk etmişler.
İlk def'a olarak Yenişehir’de, Hz. Abdulkâdir
evlâdından Hz. Hamavî’nin dergâhına gitmişler. Dergâhın şeyhi, Sa’diyye’den
Seyyid Yahyâ Efendi imiş. Ehl-i hâl bir zât olduğundan, Hâfız Muhyiddîn
Efendi’deki isti’dâdı keşf ederek kendine cezb etmiştir. Arada, tahassul eden
muhabbet te’sîriyle, Yahyâ Efendi’ye intisâb eylemiş. Az zamân sonra müstahlef
olmuştur. Şeyhinin emriyle, emvâlini satarak Yenişehir’e gidip, büyük bir
dergâh ihyâ edip, vakf eylemiş. Pek çok seneler irşâd ile meşgûl olup,
1265/(1849) senesinde, bir gün bendegânına irtihâlini haber verip,
tevhîd-hânede, esnâ-yı zikirde, cânını cânana teslîm ile, “Hû” diyerek tekmîl-i
enfâs-ı ma’dûde-i hayât etmiştir.
İki
mahdûmuyla, dört kerîmesi olup, büyük mahdûmu, (babasının) târîh-i vefâtını şu
sûretle söylemiştir:
Kutb-ı
Sa’dî Şeyh Hâfız azm-i ukbâ eyledi
Yandı
firkat nârına evlâd-ı cümle dervişân
Eyleye
Mevlâ nişîmen-gâhını dârü’s-selâm
Çünki
Hû zikrinde Hakk’a eyledi teslîm-i cân
Eyledi
bir bir vaşıyyet âl ü dervîşânına
Vakt-i
fevtin bildirüp virdi kerâmetden nişân
Ondokuz
yıl sonra târîh söylemek oldu nasîb
Ola
rûh-ı pâki yâ Rab Cennet içre şâdmân
Vehbî hûnâbın döküp târîh-i cevher söyledi
Şeyh
Muhyiddîn idüp nakl-ı vücûd oldu nihân
(شيخ محي الدين ايدوب نقل وجود
اولدى نِهان) = (1265)
eş-ŞEYH HACI MUHAMMED VEHBİ EFENDİ
Şeyh Muhyiddîn Efendi’nin mahdûmudur. 1253/(1837)
senesinde dünyâya gelmiş ve pederinden küçük kaldığından dolayı vekâletine Şeyh
Halîm Efendi ta’yîn edilmiştir. Tahsîl-i ibtidâî ve rüşdîyi ikmâlden sonra,
Yenişehir’de Hoca Muhammed Efendi’den icâzet almıştır. Bir taraftan husûsi
muallimlerden irfân ve fazîletini tezyînde ihtimâm edip, Mesnevî ve târîh tetebbuuna da hâhiş-ker
olmuştu. 1296/(1879)’da Haremeyn-i muhteremeyni, ba’dehû Şam’da Hz. Sa’deddîn'i
ve Bagdâd ve Kerbelâ’yı ziyâret ile İstanbul’a gelerek Abdusselâm şeyhi
Kovacı-zâde Gâlib Efendi’den hilâfet almıştır. 1278/(1861)’de Şeyh Yeksan
Efendi kerîmesiyle teehhül etmiş: 1279/(1862)’de Mustafa Şevki Azîz,
1283/(1866)‘te Sa’diye Hanım, 1285/(1868)’te Ferîd Efendi dünyâya gelmiştir
1281/(1864)’de pederinin ihyâ-kerdesi olan dergâha,
dört oda bir medrese ilâve ve müderrisliğini der-uhde ederek, rizâen li’llâh,
neşr-i ulûm eylemiştir. 1288/(1871)’de Şeyhu’l-İslâm Sâhib Molla Bey’le
İstanbul’a gelerek Sultân Hamîd-i sânînin mazhar-ı iltifâtı olmuş ve Sultân
Reşâd’a, şehzâdeliğinde, Fârisî okutmuştur. Bir müddet sonra Reşâd Efendi ile
olan bu alâka Pâdişâha hoş görünmediğinden, İzmir pâyesi tevcîh edilerek tekrâr
Yenişehir’e gönderilmiştir. 1297/(1880)’de burayı Yunan işgâl edince pederinin
enkâzını alarak İzmir’e götürmüş ve İzmir’de ikâmet eylediği bir sene zarfında,
müteaddid câmi'lerde Mesnevî-i
şerîf okutmuştur.
İzmir’de ve daha sonra ikâmet ettiği Bursa ve Manisa’da okuttuğu Mesnevî fevka'l-âde takdîre mazhar olmuş
ve halkın pek büyük zannına sâhib olarak, ikibinden fazla mürîd
yetiştirmişlerdir, İstanbul, Manisa, İzmir, Bursa arasında müteaddid
seyâhatları olup, 1302/ (1885) târîhinde İzmir’de irtihâl edip, vasiyeti
mûcibince Seyyid Mükerremüddîn Dergâhı hazîresine defn olunmuştur.
Hulefâsı:
Şeyh Âbidîn Efendi, Şeyh Cemâl Efendi, Abdüsselâm
Şeyhî Yahyâ Efendi, birâderi Şeyh Sıdkı Efendi, Tekfurdağ (Tekirdağ)lı Hâfız
Efendi, büyük mahdûmu Azîz Efendi.
Âsârı:
Âsârı çok imiş, fakat elde ma’lûm olan bir Tarîkat-nâme’siyle, matbû' bir Dîvân’ı vardır.
(Vehbi Efendi’nin), Şeyh Abdüsselâm-ı Şeybânî’ye,
yüzyirmi sene sonra söylediği târîh:
Azm-i
gül-zâr-ı cinân itdi zamânın ekmeli
Pîr-i
sânî kutb-ı âlem reh-nümâ-yı hâss u âm
Çâr-aktâb
geldi ikmâl itdi Vehbî târîhi
Eyledi
rıhlet bakâya elvedâ’ Abdüsselâm
(ايلدى رحلت بقايه، الوداع عبد
السلام)
Hz.
Pîr’e medhiyyesi:
Derinde
bir gedâ-yı bî-nevâyım Pîr Sa’deddîn
Nazar
kıl ârzû-mend-i bakâyım Pîr Sa’deddîn
Beni
bu sûziş-i gamda bırakma dest-gîrim ol
Bu
dem imdâd u ihsâna revâyım Pîr Sa’deddîn
Vücûdum
kûy-ı aşkında türâb-ı râhdır ancak
Nişîn-i
kûh-ı sahrâ-yı cibâyım Pîr Sa’dedîn
Becâyım
her cihet ikrâmına çün ilticâ’ itdim
Beşâret
vir ki ihsâna sezâyım Pîr Sa’deddîn
Mezellet
hâkine düşmüş senin bir abd-i mahzındır
Muallâ
dergehinde bir gedâyım Pîr Sa’deddîn
Eyâ
kân-ı kerâmet mahzen-i esrâr-ı rabbânî
Sana
cândan mürîd-i muktedâyım Pîr Sa’deddîn
Dehâlet
eyledi Vehbî senin dergâhına el-hak
Himâyet
eyle muhtâc-ı atâyım Pîr Sa’deddîn
Şeyhi Gâlib Efendi’ye hâl-i hayâtlarında iken
yazdıkları medhiyyedir:
Tarîkat
sâlikin irşâd iden şeyhim efendimdir
Dilâ
bî-şek seni üstâd iden şeyhim efendimdir
Kovacı-zâdelikle
şöhreti vardır Stanbul’da
Bu
gün sâliklere imdâd iden şeyhim efendimdir
Mübârek
nâmı Seyyid Şeyh Gâlib söylenür meşhûr
Tarîk-ı
Hak’da hak feryâd iden şeyhim efendimdir
Nevâzişler
ider dervîşlerini hoş suhanlarla
Şikeste-dilleri
dilşâd iden şeyhim efendimdir
Sana Vehbî ad itdi tesmiye isme müsemmâ
ol
Çerâğ-ı
cezbeyi îkâd iden şeyhim efendimdir
* * *
Bezmi
teşrîf eyledi yârim bu şeb
Tard
u teb’îd eyledi ağyârı heb
Lebleri
mercân nigâhı cân-fezâ
Kendimi
itdim o yâre münteseb
Hüsnüne
nâzır olan hayrânı olur
Leşker-i
hûbân içinde müntehab
Çeşm-i
câdûsu dem-â-dem sihr idüp
Âlemi
üftâdesi itdi aceb
Yârı
râzî eylemiş Vehbî bu dem
Bezm-i
hâssında musâhib leb-be-leb
Beher beytin evvel harfleri cem’ olunmakla, ism-i Mustafa çıkmak üzere tanzîm olunmuştur:
Mâh-ı
rûyundan münevver oldu uşşâk ey perî
Şems-veş
çün burc-ı kûyundan tulû’ itdin berî
Safvet
îrâd eyledi üftâdeye vechin senin
Serv-âsâ
pek sehîdir kâmetin ey gevherî
Tıfl
iken sen reşk idüp akrânın itmezdi ümîd
Dâm-ı
zülf ü hatt u hâlin sayd ide bin bin eri
Fâiku’l-akrân
odur hem mülk-i hüsne şâh odur
Yûsuf-ı
evvel odur hem mihr-i hûbu mazharı
Yok
mecâli kimsenin hayretden özge dem ura
Ey
gönül gel kıl nazar cümle cihân fermân-beri
Ârifâne
vasfın eyler dil-berâ Vehbî senin
Çünkü
ismin Mustafâ’dır başına gey efseri
بشنواى جانان زمن شرح صفاى آفتاب
روز روشن چون شود در وى ضياى آفتاب
طور دنيا تو أمست خالق جنين ايجاد كرد
در شبان ظلمت بروز أيدى
روشناى آفتاب
أز جى حكمت كشته كر برسى
جنان كويم ترا
بشنو أضداد است اشيا مه براى آفتاب
در شبان كوش تا براى بير وصاحب دلان
روز روزى كسب كن با صد
جفاى آفتاب
وهلبا حالات خورشيد كشت
معلوم بس خموش،
من …………. كنون قدر وبهاى آفتاب[62]
ŞEYH SIDKI EFENDİ
Hâfız Muhyiddîn Efendi’nin küçük mahdûmudur. Büyük
birâderi Şeyh Muhammed Efendi’den hilâfet almıştır. Muhâsebe Kâtibliği’nde,
Gümrük Me’mûrluğu’nda bulunmak üzere İşkodra, Manastır (ve) İzmir’de kırk sene
kadar dolaşmış, Manastır’da bulunduğu sırada Muhammed Nûru’l-Arabî
hazretlerinden icâzet-nâme almıştır. 1337 senesi Muharreminin birinci (7 Ekim
1918) günü vefât ederek, vasiyeti mûcibince, büyük birâderinin kabrine defn
edilmiştir. Müttakî, musallî ve ahlâk-ı hamîde sâhibi bir zât idi.
ŞEYH AZÎZ EFENDİ
Şeyh Vehbi Efendi’nin mahdûmudur. 1279/(1862)’da
dünyâya gelmiştir. Pederinden hilâfet aldıktan sonra, İzmir Akhisâr’ında, bir
dergâh ihyâ ederek, orada pek çok seneler meşîhatte bulunmuştur. 1329/(1911)
senesinde vefât edince, vasiyeti mûcibince orada kabristâna defn
edildi. Yukarıda ismi geçen Hâfız Muhyiddîn Efendi, bu zâtın dergâhında
medfûndur. (Kaddesa’llâhu esrârahum)
ŞEYH FERÎD EFENDİ
Şeyh Vehbi Efendi’nin küçük mahdûmudur. 1283/(1866)
senesinde tevellüd etmiştir. Onyedi yaşında iken, Yenişehir’den çıkmıştır.
Tahsîl-i ibtidâîsi Yenişehir’dedir. İzmir’de iken Yozgatlı Mustafa Efendi’den
ulûm-ı Arabîyye tahsîl eyledi.
1301/(1884)’de İstanbul’a gelerek, Dâru’l-Hadîs
Medresesi’nde ikâmetle, Ödemişli müsteşâr-ı meşîhat-ı İslâmiyye Mustafa
Efendi’den icâzet almıştır. Ba’dehû, uzun müddet, tasavvuf ve Mesnevî ile iştigâl eyledi.
1313/(1895)’de, pederinin halîfesi olan Yahyâ Efendi’de bir takım hâlât-ı
garîbe müşâhede ettiğinden, Selânik’te pederinin dîger bir halîfesi olan zâttan
hilâfet almak üzere, Selânik’e azîmet etmiş, fakat, hilâfet cem'iyyeti icrâ
edileceği gece, Yahyâ Efendi de Selânik’e menfî olarak geldiğinden cem'iyyetten
haber-dâr olunca, orada bulunmuş, artık öteki şeyh, “Âsitane şeyhi dururken,
ben nasıl hilâfet vereyim.” demiş ve Şeyh Ferîd Efendi de mecbûren, Yahyâ
Efendi’den tâc-ı hilâfeti geymiş. Fakat bunu, şeyhin kerâmeti telakkî
eylediğinden Yahyâ Efendi hakkındaki sözlerin hiç birisine ehemmiyyet vermemiş,
ondan sonra pek ziyâde hürmet beslemiş idi.
Avdetinden sonra, husûsî muallimliklerde bulunmuş,
1318/(1900)’de Molla Gürâni Rüşdiyesi’ne, 1319/(1901)’da Halıcıoğlu Mûsevî
Mektebi’ne muallim olmuştur.
1322/(1904)’de Şeyh Ali Fakrî Efendi hazretlerinin,
Hallâç Baba Dergâhı meşîhatını kendisine terki üzerine, dört sene icrâ-yı
meşîhat edip, 1326 senesi Mayısının birinci Pazar gecesi (14 Mayıs 1980) pek
genç yaşında iken terk-i âlem-i nâsût eyledi. İrfânı, mahviyyeti, tevâzuu,
fukarâya hürmeti hasebiyle halk arasında büyük bir teveccühe mazhar olmuştu.
Dergâhta medfûndur.
Tercüme-i hâlini yazarken garîb bir vak’a zuhûr
etti. Bu bâbda, ma’lûmât-ı tahrîriyye lutf eden Şeyh Sa'deddîn Efendi, “Dervîşler
arasında işrete münhemik olan ba'zı kimselere gider, meyhâneden rakı alır,
abâsının altında getirir, verirmiş! ‘Bunu niye yapıyorsunuz?’ diye soranlara
karşı, ‘O kimseleri harâm yolunda tese’'ülden men’ ediyorum.” dermiş.”
diye, bildiriyor.
Bu sırada üdebâ-yı asrın ser-bülendi, İbnü’l-Emin
Mahmûd Kemal Beyefendi, “Bu bizim mezheb ve meşrebimize uyar dervîşlerden
değildir. İşrete münhemik olan, nasıl dervîş addolunur? Dervîş olan, nasıl
münhemik-i işret olur? Dervîş-i hayr-endîş başka, mest-i dil-rîş başkadır.
Dervîşe hizmet edilir; ammâ, sarhoşa nasıl rakı taşınır. Şeyhin irşâda
me'mûriyyetini biliyorsak da, ihlâle me’mûr olduğunu bilmiyorduk. Cenâb-ı Şeyh,
harâm yolunda tese'’ülden men’e lüzûm görüyor da, dervîşi, nûş-ı arakla
irtikâb-ı harâmdan men’e neden lüzûm görmüyor? Acabâ bu işte bir nükte-i
nühüfte var da, biz mi anlamıyoruz?” buyurdular.
Sa'deddîn Efendi, mûmâileyhin zamânını idrâk
etmediğinden nakilde mübâlağanın tercümanı olmuş olsa gerektir.
Ferîd Efendi’nin bir takım eş’ârı ve bahr-ı tavîl
tarzıyla mektûbları varsa da müteferrik sûrettedir.
Sözlerinden :
Mantık-ı derûnunda, havâlar çalarak,
tel kırarak, kâmet-i matbûunu ta’cîl ve tehellük ile döndürse kemâna, yine
kânûn-ı tecellîde akort eski akorttur.
Şehr
içi âteşlidir Sâhilde bir kâşâne tut
Kâr-ı
nâtık “Nezr-i Mevlânâ” on sekiz beyit*
* *
*
Tarîk-ı
râstı sor râh-ı aşkın muktedâsından
Bu
hestî’de olan devr-i kebîrin reh-nümâsından
Bileydi
sûfiyân bu hilkatin tâ asl u fer’indan
Bilirdi
penc-gâhı zât-ı hakkın istıfâsından
Bulanlar şevk-i dil sûz-ı dil-ârâdan bu
kesretde
Rehâ
buldu sipihrin nâ-pesendîde edâsından
Hevâsı
perdesi sâz-ı derûnun hep dü-gâh olmaz
Dü-yekler
mızrabı kânûn-ı şevkin iktizâsından
Safâ-yâb
eyle uşşâkın makâmât-ı hümâyûnun
Sabâ
ol gül-izârın lutf idüp bûy-ı safâsından
Hüseynî olduğum sûz-ı dilimdir anla ey zâhid
O
sultân-ı Irâk’ın sûz-nâk ol Kerbelâ’sından
Niyâzım
bûselikdir sâki-i gül-çehreden ammâ
Muhayyerdir
bu kârım dem-be-dem redd ü atâsından
Dönerse
âşıkın halvet-gehinden ol küçük zâde
Nevâsı
bî-karârın tîz çıkar evc-i semâsından
Hisâr-ı
aşkını sînemde sen-gîn eyle ey şehnâz
Kerem
kıl mâye-i cân tâhir olsun mâ-sivâsından
Beyâtîdir
yeter bu zemzemen ey mutribî yürü
Biraz
da bî-nevâlar nağmesin dinle nevâsından
Dilâ
ol gülşen-i kudsîdeki şevk u tarab n'oldu
Meğer
dem-bestesin zencîr-i zülfün istîlâsından
Dilim
berdâr-ı gerdâniyye ile ey kemân-ebrû
Açılsun
tâ-be-mahşer çenber-i gîsû havâsından
Figân
u âh vâhı tâ seher varsun segâh olsun
Neden
hüzzâm ider gül bülbülü hârın edâsından
Değil
evfer açılmak bezm-i şevk-efzâ-yı ışretde
Nühüfte-râzını
söyler isen nâyın sadâsından
Safâ-yı
sünbül-i hatt-ı ezelden râhatü’l-ervâh
Ferah-nâk
oldu âşıklar ruh-ı revnak-nümâsından
Hicâz
u isfehânım nağmesin bilmez isen kürdî
Acemden
sorma hûbân-ı Irâkın mâ-verâsından
Hayât-ı
müsteârın hoş geçir zevk u tarablarla
Sakın
beste-nigârım olma dehrin mâ-cerâsından
Yegâh
oldu girince vahdete sâliklerin sorma
Bu
kesret Ferdiyâ devr-i revânın ihtifâsından
Mûmâileyh hakkında ol
vakit söylediğim manzûme-i târîhiye dir :
Gülşen-i tevhîdde bir bülbül
idi Ahmed Ferîd
Nâle-i hasretle pür-efgân idi
Ahmed Ferîd
Meclis-ârâ ehl-i dil hilm ü sükûnet
sâhibi
Vâkıf-ı esrâr-ı tevhîd zât idi
Ahmed Ferîd
Bâğ-ı ezvâk-ı tasavvufdan
kemâli gösterüp
Mesnevî tedrîs ider bir merd idi Ahmed
Ferîd
Feyz-i envâr-ı Muhammed’le
hadîsden ders virüp
Âleme neşr-i füyûz itmiş idi
Ahmed Ferîd
Âlim-i nazm u nesir fenn-i edebde muktedir
Haslet-i fıtrıyyeye mâlik idi
Ahmed Ferîd
Dört sene virdi şeref Hallâc
Baba Dergâhı’na
Halka-ı tevhîdde revnak-sâz
idi Ahmed Ferîd
Tatlı sözlü pâk özlü pek sevimli zât idi
Genc iken terk-i sivâ itmiş
idi Ahmed Ferîd
Bûy-ı vuslat neş'esi irdi
meşâmm-ı cânına
Bezm-i cânâna iren âşık idi
Ahmed Ferîd
Geldi bir Vassâf didi “kadr-ı azîm” târîhini
Nâdirü’l-emsâl bir ârif idi
Ahmed Ferîd
(نادر الأمثال بر عارف ايدى، أحمد
فريد)
Bir tomârda gördüğüm silsile-nâme-i Sa’dî şöyledir:
Hz. Pîr Sa’deddîn-i Cibâvî, mahdûmu Şeyh Ali
el-Ekhal, mahdûmu Muhammed Şemseddîn, mahdûmu Ali el-Ecred, mahdûmu Muhammed
eş-Şâmî es-Sa’dî, mahdûmu es-Seyyid Ebu’l-Vefâ İbrâhîm el-kebîr, mahdûmu
Ebûbekir el-kebîr eş-Şâmî, mahdûmu Sa’deddîn-i sânî, mahdûmu Muhammed el-Cibâvî,
mahdûmu Hasan el-Cibâvî, mahdûmu Şeyh Bedreddîn, mahdûmu Ebûbekir es-sağîr,
mahdûmu Şeyh Abdülbâkî, mahdûmu Şeyh Yûsuf eş-Şâmî, mahdûmu Ebu’l-Vefâ eş-Şeyh
İbrâhîm es-sağîr, mahdûmu Şeyh Nûreddîn Ali el-Cerrâhî, eş-Şeyh el-Hâc Ali
el-Hulûsî es-Sa’dî el-meşhûr bi-Etyemez-zâde.
- Şeyh Arab İbrâhîm
- Fındık-zâde Ahmed Râşid
-Yahyâ
bey
-
Şeyh Abdullâh en-Neccâr el-Arîf, Pîrî Baba Abdî.
-
el-Hâc İsmâîl es-Sıdkî
-
el-Hâc Mustafa Vehbî
- el-Hâc
İsmâîl Muhammed es-Sâlim es-Seyfî
-
eş-Şeyh Mahmûd Selîm el-Basrî
- Saçlı
Şeyh Ali
- Kökçüoğlu Şeyh Ali
- Şeyh
Ahmed
- Şeyh
Kâmil Bekâr Bey
- Şeyh
Bahaeddîn
- Şeyh
Halîl
- Fındık
Hâfız Mustafa
- Reîs
Şeyh Mustafa
- el-Hâc
eş-Şeyh Muhammed Sa’d
- Şeyh
Edhem
- Muhammed
el-Hammânî
- Şeyh
Mustafa
- A’mâ
Şeyh Yûsuf
- eş-Şeyh
Mustafa Şevkî
-
Şeyh Ali Aşkî
-
Hüseyin Hulûsî
- Şeyh
Sa’du’llâh
- Reîs
Ârif
- Adanalı
Hâfız Mustafa
- Şeyh
Emin Efendi (Ahmed-i Buharî Dergâhı şeyhi Ali Fakrî Efendi’nin pederi ve
şeyhidir.)
ŞEYH İSMÂÎL MUHAMMED
es-SÂLİM es-SEYFÎ EFENDİ
Mustafa Vehbî Efendi hulefâsından olup, manzûr-ı
fakîrânem olan elyazısı bir mecmûa-i nefîsenin mütâlâasından, ilm-i remel,
ilm-i cifr, ilm-i hey’et, ilm-i tasavvuf, ilm-i havâss ulemâsından bir zât-ı
âlî-kadr olduğu ve ba'zı entâk-ı evliyâu’llâha pek ârifâne şerhleri bulunduğu
anlaşılmıştır. Maa't-teessüf tercüme-i hâllerine dâir fazla ma’lûmat elde
edemedim. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
/368/ TARÎKAT-I
SA’DİYE’DEN ETYEMEZ DERGÂHI
Burası vaktiyle kilise imiş. Zamân-ı fetihte
zâviyeye tahvîl olunmuş. Dervîş Mirzâ Baba b. Ömer el-Buhârî nâmında
bir zâta verilmiş; bu zât, devr-i Fetih’te gelenler meyânında guzâttandır.
886/(1481) senesinde vakfiye yapmış, kendisi irtihâlinde burada defn olunmuş.
Hâlen kilise gibi bir binâ olmamasına göre, bi'l-âhare yıkılmış demektir.
Mirzâ Baba nâmında bir zât tarafından inşâ olunmuş
Nakşî zâviye(si) iken, bâlâda ismi geçen Şeyh Ebu’l-Vefâ hazretlerinin
halîfesinin halîfesi Şeyh Ali el-Hulûsî Efendi nâm zât tarafından işgâl olunup,
icrâ-yı âyîn-i Sa’dî’ye başlanmıştır.
ŞEYH ALİ HULÛSÎ EFENDİ
Bu zât İstanbulludur. "Karabıçak Velî"
nâmıyla meşhûr, bir mübârek zâttır. Ne kadar zamân icrâ-yı meşîhat ettiği
ma’lûm değildir.
Türbe-i mahsûsada medfûndur. Târîh-i irtihâli
1196(1782) senesine müsâdiftir.
ŞEYH İSMÂÎL EFENDİ
Müşârünileyhin halîfesidir. 1246/(1830) senesinde
irtihâline bakılırsa, elli sene meşîhatta bulunduğu tahakkuk eder. Türbede
medfûndur. Bu zâtın sağ tarafında medfûne olan, Ali Hulûsî Efendi’nin kerîmesi
Fatıma Zehra Hanım’dır. 1203/(1789)’te irtihâl etmiştir. Sol tarafında medfûn
olan, Reîsü'l-küttâb Şeyh Ârif Efendi’dir. İrtihâli târîhi 1257/(1841)’dir.
ŞEYH el-HÂC SÎNE-ÇÂK
MUSTAFA VEHBÎ EFENDİ
Türbede medfûndur. 1274/(1857) senesinde irtihâl
eylemiştir. Bu zât-ı muhterem, atîde Nakşibendî faslında tercüme-i hâlinden
bahs edilecek olan Şeyh Ali Fakrî Efendi’nin pederi Şeyh Emîn Efendi’nin
şeyhidir. Ondan sonra Şeyh Ahmed Efendi câ-nişîn olup, bilâ-veled vefât edince
Şeyh Ferîd Efendi’ye tevcîh olundu. Kulûb-ı sâfiye ashâbından bir zât idi.
Zamânında, Mısırlı, merhûme Zeynep Hanım Efendi tarafından dergâh i'mâr
edilmiştir. İrtihâli vukûunda mahdûmu Şeyh Hüsnü Efendi yerine geçti.
/369/ ŞEYH HÜSEYİN
SA’DEDDİN el-ÖRFÎ EFENDİ
Üsküdarlıdır. 1317 sene-i hicriyesinde (1899)
tevellüd etmiş. Pederi, Yemen muhârebesinde nâil-i rütbe-i şehâdet olan Kolağası
Ali Efendi’dir.
Üsküdar Sultânîsi’nden me'zûn olup, Dâru’l-Fünûn Edebiyyât
Şu'besi’ne devâm ile feyz-i edebe mazhar olmuştur. Dayıları Üsküdar’da Hallâç
Baba Dergâhı şeyhi Ahmed Ferîd Efendi, 1325/(1907) târîhinde irtihâl-i dâr-ı
bakâ edince, dergâhın meşîhatı, mûmâileyh Hüseyin Sa’deddîn Efendi’ye teveccüh
etmiştir. Sinnen küçük olduğundan, Ahmed Ferîd Efendi’den evvel bu dergâhta
meşîhat eden ve İstanbul’da Ahmed-i Buharî Dergâhı meşîhatına geçince, Hallâç
Baba Dergâhı meşîhatını Ahmed Ferîd Efendi’ye terk eden Şeyh Ali Fakrî Efendi
hazretleri vekâlet eylemiştir.
Hüseyin Sa’deddîn Efendi’nin bidâyeten intisâbı
Ahmed Ferîd Efendi merhûmadır. Bi'l-âhare müşârünileyh Şeyh Ali Efendi’nin
dâhil-i dâire-i terbiyetleri olup, Receb 1340/(Mart 1922) târîhinde Sa’diyye ve
Nakşiyye ve Rufâîyye tarîklarından hilâfet alıp, dergâhın meşîhatını fiilen
der-uhde eylemişlerdir.
Edîb, halûk, mesleğine âşık ve sâdık bir zât olup,
istikbâlen mertebe-i refîaya sâhib olacağına delâlet eder hâlleri
görülmektedir. Tasavvuf nâmıyla bir eser-i mühimmi
vardır.
Eş’ârından:
Ey
kâil-i Lâ havle velâ kuvvete illâ
Kâfî
sana dâreynde hep ‘urve-i vüskâ’[63]
Varlıkda
gören kendini bu dehr-i fenâda
Sûretde
selîm olsa da ma’nâ-yı ‘ fe-terdâ’[64]
Vâreste
ider âdemi her nâm u nişândan
Ol
nükte-i ma’nâdaki ‘insânu zaîfâ’[65]
Sen
rızkını dünyâda beşerden umuyorsun
Kâfî
mi değil nefsine ‘bi’llâhi
kefîlâ’[66]
Aldanma
ki âlâyîş-i dünyâ-yı denîye
Hubbu’s-suver-i
‘kâne leke hubbete keydâ’
Her
kim bu mazâhirde Hudâ’yı göremezse
A’mâ
olur ukbâda ‘Ve lev
kâne basîrâ’
Mâni'
mi olur vuslata isyân-ı beşer hîç
Kim
kalb ü lisâniyle ki dir ‘Tübtü nasûhâ’
Mûsâ
bile hayret-zede-i sırr-ı Ene’llah
Her
kes olamaz vâsıl-ı dergâh-ı ‘Ev ednâ’
Ol
câh-ı Muhammed kimin idrâkine sığmış
Mi’râc-ı
mesîhâya da pinhân ‘Fetedellâ’
Bir bendesi
olsun bu Rasûl’ün o nebîler
Âşık
ana Yahyâ da ve Îsâ da ve Mûsâ
* *
*
/370/ Ne ademden haberim var ne vücûdu bilirim
Yalınız
çehre-i maksûda sücûdu bilirim
Ben o
meftûn-ı nihânhâne-i Sînâ’yım ki
Tûr-ı
sînemde yanan nâr-ı ‘Ve’d-duhâ’ bilirim
Beni
cânâna nigâhımla sakın gamz itme
Şer’-i
Ahmed’deki her kayd u hudûdu bilirim
Şevk-i
rûhsâr ile pervâne-i aşkım ki müdâm
Şu’le-i
bârika endâz-ı şuhûdu bilirim
Ben Üveysî-siyerim
seyr ü sülûkum yokdur
Bana
öğretme o evrâd u dürûdu bilirim
* *
*
Dürdâne-i
risâlet manzûme-i hüdâdır
Ahmed-
Muhammed emced sultân-ı enbiyâdır
Envâr-ı
feyz-i sâfî hep münteşir cihâna
Asâr-ı
şer’-i pâki akvâma pîş-vâdır
Lafzında
bahr-ı ma’nâ kâfil hurûş-ı tab’a
Nutkunda
mevceler hep bir dürr-i bî-bahâdır
Gâhî
büyüklüğünden hurşîd olur karanlık
Geh
mâh-tâba zâtı pertevde (de) ziyâdır
Mahbûb-ı
Lem-yezelsin bî-misl ü bî-bedelsin
Vech-i
münîr-i pâkin mir’ât-ı Hak-nümâdır
Hâkî
isen de bi’llâh lâhûta gıbta-versin
Fevka’s-serâ
makâmın fahr-âver-i ulâdır
Dil-mürdegân
bulur nefhanla feyz-i câvîd
Enfâs-ı
rûh-bahşın Îsâ’ya da şifâdır
Mücrimlerin
penâhı sensin be-câh-ı furkân
Sa’dî kulun kapında bir rû-siyeh gedâdır
* *
*
Geçüp
bûd u nebûdundan cihânın
Tecerrüd
âleminde hırka-pûş ol
Eğer
pervânelerdensen azîzim
Yanarken
âh u zârından hamûş ol
* *
*
Zann
itme ki âzâde-i âlâm u mihen var
Sultân
bile olsan yine hayretinde minen var
Hayyât-ı
eceldir seni iksâ iden eyvâh
Ölmem
diyen âvârenin omzunda kefen var
* *
*
Zann
itme şu sûret-gede bir dâr-ı sanemdir
Âriflere
mir’ât-ı şuûn-ı vech-i kademdir
Dîvâne-i
dîvân-ı hakîkat olan âdem
Azâde-i
efkâr-ı Felâtûn-ı ümemdir
* *
*
İkbâl
ile idbârı bırak mahz-ı fenâ ol
Bî-nâm
ü nişân olmada mânend-i hümâ ol
Sa’dî
çalışup meslek-i müstahsen-i Hak’da
Bir
pîş-rev-i şâh-reh-i pîr-i Cibâ ol
* *
*
Bülbül-i demsâz-ı aşkız gül-şen-i lâhûtda
Şemme-i
pâk-ı rızâdır dâne-i takdîrimiz
BEKTAŞÎLER
/371/ Tarîkat-ı Baktaşiyye’nin
silsilesi hakkında tetebbuât-ı dervîşâneme göre, Hz. Ebûbekir es-Sıddîk (radıya'llâhu
anh) efendimize müntehî olan silsile ber-vech-i atîdir:
- Ser-defter-i hulefâ Hz. Ebûbekir es-Sıddîk (Radıya'llâhu
anh)
- Hz. Selmân-ı Fârisî (Radıya'llâhu
anh) [67]
- Hz. İmâm Ca’fer (Radıya'llâhu
anh)
- Hz. Bâyezîd-i Bestâmî (Kaddesa'llâhu
sırrahû )
- Şeyh Ebu’l-Hasan-ı Harakânî
(Kaddesa'llâhu sırrahû )
- Şeyh Ebû Aliyy-i Fâremedî (Kaddesa'llâhu
sırrahû )
- Şeyh Yûsuf-ı Hemedânî (Kaddesa'llâhu
sırrahû )
- Şeyh Hoca Ahmed-i Yesevî (Kaddesa'llâhu
sırrahû )
- Şeyh Lokmân-ı Horasânî (Kaddesa'llâhu
sırrahû )
- Cenâb-ı Pîr Hacı Bektâş-ı
Velî (Kaddesa'llâhu sırrahû )
Bu silsileden başka, Hz. Ali efendimize müntehî olur
müteaddid silsileler tertîb olunmuş ise de, tedkîkât u tetebbüât-ı vâkıadan,
yalnız bu silsilenin esâs olduğu ve dîger silsilelerin sened-i sahîha gayr-i müstenid
bulunduğu nümâyân olmaktadır. Ol mertebe hurâfât karıştırılmıştır ki,
hakîkatten fersah fersah uzaktır.
HOCA AHMED-İ YESEVÎ
HAZRETLERİ
Evvel emirde, bu zât-ı muhteremden bahs etmek lâzım
gelir. Bunun hakkında, Dârü’l-Fünûn, Türk Edebiyyâtı müderrisi Köprülü-zâde
Mehmed Fuad Bey tarafından, Türk Edebiyyâtında İlk
Mutasavvıflar diye, tetebbuât-ı vâsiayı şâmil
olarak cem’ ve telfîk ve tab’ ve neşr olunan beşyüz sahîfelık cesîm bir eser-i
mühimmin mütâlaasını sûret-i mahsûsada tavsiye ederim. Âcizleri ondan iktibâs-ı
ma’lûmât ederek yazıyorum. Tabîî, onbinde bir derecesinde muhtasardır:
“Türkistân’da, Seyrâm şehrinde, Hz. Ali evlâdından
Şeyh İbrâhîm adlı /372/ bir
şeyh vardı. Vefâtında, Gevher-i Şehnâz nâmında bir kızı, Ahmed isminde bir
çocuğu kaldı. Bu çocuk, daha küçük yaşından beri, muhtelif tecellîlere mazhar
oluyor. Sinniyle mütenâsib olmayan fevka’l-âdelikler gösteriyordu. Bu sırada,
işâret-i peygamberî ile, Baba Arslan isminde biri Seyrâm’a gelerek, onun
terbiyesiyle meşgûl oldular. Henüz bu yaşta iken şöhreti Türkistân’da şüyû’
buldu. Bir müddet sonra, Yesi şehrine geldiler. Bu sırada da kerâmetler
gösterdi. Buhârâ’ya azîmetle, oranın en ma’rûf mürşidi Hoca Yûsuf-ı Hemedânî’ye
intisâb ettiğini ve onun vefâtını müteakib, bir müddet Buhârâ’da da'vet-i halka
meşgûl olduktan sonra, cümle ashâbını, Hoca Abdulhâlık-ı Gücdüvânî’ye
ısmarlayarak ma’nevî bir işâretle Yesi’ye geldiğini menâkıb kitâbları
müttefikan yazarlar. Bu sırada Hoca Ahmed-i Yesevî adıyla anılır oldu.
Dîvân-ı
Hikmet nâmıyla
yazdığı mutasavvıfâne dîvânının tedkîkinden, elli yaşında bu eseri vücûda
getirdiği ve yirmiyedi yaşında pîre mülâkî olduğu anlaşılıyor.
Dâhil-i dâire-i irfânı olanların adedi günden güne
arttı. Türkistân, Mâverâünnehir, Horasan, Hârezm havâlisinden gelenler çoğaldı.
Tekkesine bezl edilen nihâyetsiz hediyelerden, nezirlerden hiç bir lokma kabûl
etmezdi.
Mürîdânının adedi doksandokuz bine bâliğ olmuş,
içlerinde onikibin kâmil-i mükemmil zevât yetişmiş.
Hulefâsı:
Süleymân Hakîm Ata, Baba Maçin, Emîr Ali Hakîm,
Hasan-ı Bulgânî, İmâm Mergazî, Şeyh Osmân-ı Mağribî, Sûfî Muhammed-i Dânişmend,
Şeyh Muhammed-i Bağdâdî, Seyfeddîn el-Bâharzî, Şeyh Kemâleddîn eş-Şeybânî, Şeyh
Sa’deddîn, Şeyh Bahâeddîn’dir.
Bunlar ecell-i hulefâsıdır. Bunlar Türkistân ve
İran’da neşr- i feyz etmişler. Kıpçak Türkleri arasında neşr-i feyze Şeyh
Hüsâmeddîn b. Şeref, Beyrâş b. Ayriş-i Sûfî; Rum diyârında neşr-i feyze, Avşar
Baba, Pîr Dede, Kademli Baba Sultân, /373/ Geyikli Baba, Abdal Mûsâ,
Unkapanı’nda medfûn Horoz Dede dahi şâyân-ı tezkârdır. Bunların her birinin,
Osmânlı târîhinde menâkıbı vardır.
Horoz Dede
Horoz Dede’nin türbesi, el-ân mevcûd ve
ziyâret-gâhdır. Bu zât, Ahmed-i Yesevî’nin mazhar-ı hüsn-i nazarı olan
fukarâsından, Horasanlı bir pîr-i fânîdir. Fâtih, İstanbul’a girerken askerler
arasında, yirmidört sâatte yirmi dört kere, horoz gibi sadâ çıkararak bağırır,
(قم يا أيها الغافلون)[68] der imiş. Guzât-ı müslimîn, onun
için ona, “Horoz Dede” demişler. Evliyâ Çelebi, Seyâhat-nâme’sinde böyledir.
Ahmed-i Yesevî’nin
Çile-hâneye Girmesi:
Hz. Yesevî’nin daha pek çok hulefâsı vardır.
Herbirinin menkabesini tetebbu’ etmek isteyenler, Fuad Bey’in eser-i
mufassalasına mürâcaat etmelidir.
Ahmed-i Yesevî, daha çocukluğundan beri sünnet-i
seniyyeye şiddetle mütâbeat ederdi. Altmışüç yaşına gelir gelmez. Hz. Peygamber
o sinde âlem-i fânîden rıhlet buyurdukları için, o zât-ı muhterem yer altında
gizlenmek istedi. Hânkâhın bir tarafında kuyu kazdılar ki, merdivenle oraya
inilir idi. Ka’rında bir hücre yaptılar; el’ân mevcûd imiş, Ahmed-i Yesevî bu
hücrenin içinde bir lahd kazıp, kendisine orayı mesken ittihâz etti.
Cevâhirül-Ebrâr’ın rivâyetine göre, bu dar yerde zikir esnâsında salınışından dizleri
göğsüne vura vura, dizleri delinmiş; bundan dolayı, “Ser-halka-ı sîne-rîşân”
demişler.
Müşârünileyh, bir rivâyete göre, 120, dîger rivâyete
göre, 133 veya 125 yaşına kadar yaşadı.
Ne büyük azm, ne büyük muhabbet, ne şiddetli himmet
ve riyâzettir. Dünyâda hiç bir ferdin yapmadığı, yapamıyacağı bir hâldir. Bu
esnâdaki kerâmâtı lâ-yuaddır.
İrtihâli:
İrtihâlinde
buraya defn olundu. Timurlenk, üzerine bir türbe, yanına bir câmi'-i şerîf binâ
eylemiştir (kaddesa’llâhu esrârahüm). Cenâb-ı Hak, cümlemizi mazharı
şefâatleri buyursun. Âmin.
/374/ Târîh-i irtihâlleri hakkında
rivâyât-ı muhtelife vardır. Fakat terâcim kitâblarının ifâdelerine göre
562/(1167)’dir.
Hind ulemâsından Mevlânâ Gulâm Server-i Lahorî, Hazînetü’l-Asfiyâ nâm tezkiretü’l-evliyâsında, Reşehât’tan naklen, Nakşibendî silsilesini yazarken, Ahmed-i Yesevî hazretleri
hakkında şu manzûme-i târîhiyyeyi yazıyor:
شيخ أحمد چون بفضل ايزدى
رفت
در جنت بيزم احمدى
نيّر نور الهى شد عيان
سال وصل آن ولى متقى
نيز
أحمد كاشف حق كن رقم،
هم
بكو أحمد ولى جنتى [69]
Sene: 562
Müddet-i ömürleri 125 addolunursa, târîh-i
velâdetleri bu olmak lâzım gelir: 562 - 125 = 437. Yirmiyedi yaşında Yûsuf-ı
Hemedânî’ye intisâbları hâlinde târîh-i intisâbları bu olur: 437 + 27: 454.
Atîde bahs olunacağı vechile, Yûsuf-ı Hemedânî (kuddise
sırruhu’r-rabbânî) hazretlerinin târîh-i irtihâli 535/(1141) senesi olmakla
şeyhinin irtihâlinde Hz. Yesevî, doksan sekiz yaşında imiş ve yirmi yedi sene
daha muammer olmuştur. Şeyhine mülâkâtı 464/(1072) senesine müsâdif olduğu
inde’l-hisâb nümâyân olur.
Ahmed-i Yesevî hazretlerinin hânkâhı hakkında Türkistân Seyâhat-nâmesi'nden aldığım ma'lûmat ile, Hz.
Şeyh’in derece-i şöhret ve mertebe-i irfânına hayrân oldum.
Hakk-ı âlîlerinde yazılmış menâkıb-nâmelerde Hz.
Şeyh’in en ufak bir hareketine kadar ahvâli kayd ve zabt edilmiştir.
Hz. Şeyh’in İbrâhîm isminde bir mahdûmu vardır.
Pederinin hâl-i hayâtında irtihâl etmiştir. Gevher Hoşnâs veya
Gevher Şehnâz nâmındaki kızından nesli yürümüştür. Meşâhîrden çok kimseler bu
nesilden gelmiştir.
Türbe-i şerîfeleri pek müzeyyen ve ma’mûrdur ve
muazzam bir ziyâret-gâhdır.
/375/ Ahmed-i Yesevî’nin meslek-i
bâtınîlerinden dolayı kendilerinin pîr derecesinde addeyledikleri, Tarîkat-ı
Yeseviyye’nin müessisi nâmını verdikleri menâkıb-nâmelerinde görülür.
Yeseviyye, Îkâniyye, Nakşibendiyye, Bektâşiyye gibi kollar zikrolunursa da, Hz.
Şâh-ı Nakşıbend efendimizin şeref-zuhûrlarıyla, onların şa’şaa-ı tarîkatları
üzerine ortadaki Yesevîlik, tabîatıyla Nakşibendîliğe iltihâk edip, Bektaşîlik
neş’esiyle memleket-i İslâmiyye’ye yayılan erbâb-ı dalâlin ise, Hz. Ahmed-i
Yesevî gibi Sünniyyü’l-mezheb, Hanefiyyü’l-meşreb bir zât-ı kerîmü's-sıfât ile
kat’â münâsebeti yoktur.
LOKMÂN-I PERENDE
Bu zât, Hz. Yesevî’nin hulefâsından imiş. Zâhir (ve)
bâtın ilminde çok müterakkî bir adam idi. “Perendelik” nasîbini Ahmed-i
Yesevî’den, bir rivâyete göre Muhammed-i Hanefî’(den) almış. Bektaşî
menkabet-nâmeleri bu zâttan bahs ederler, Reşahât’taki hâcegân silsilesi meyânında, Lokmân-ı Perende adlı zâta tesâdüf
edilmediği gibi, menâkıb ve terâcim-i ahvâlden bâhis eserlerde de bu unvâna
rast gelinmediğini, Mehmed Fuad Bey eserinde yazıyor. Yalnız, müverrih Âlî,
Lokmân ile Hacı Bektâş arasındaki menâkıbdan bahs ile berâber, Lokmân hakkında
fazla ma’lûmat veremiyor. Umdetü’t-Tevârih’te Bektâş-ı Velî’nin mürşidi Lokmân gösteriliyor. Ravzâtü’s-Safâ nâm eserde, Sultân Hüseyin
Baykara devri meşâhîrinden bahs olunurken, Lokmân-ı Perende’nin Herat’ta, gâyet
ma’rûf bir tekkesi ve mezârılığı olduğu zikr ediliyor.
“Lokmân-ı Horâsanî” denilmesi, ya Horasan’da
neş’etinden veya ikâmetinden kinâyedir. “Lokmân Baba” diye eserlere yazılması
da, Bektaşîlerin, “Baba” diye telkîblerinden ileri gelmedir.
Lokmân-ı Perende’nin Yesevî hazretleriyle mülâkâtına
ihtimâl vermeyenler de vardır. Ve'l-hâsıl, bu bâbda, elde edilemeyen hakîkat,
târîhin zalâm-ı mechûliyyeti altında kalmıştır.
Lokmân, Hicâz’a da gitmiş, Arafat’ta vakfe-gîr olmuş
imiş.
HACI BEKTÂŞ-I VELÎ
/376/ Hacı Baktâş-ı Velî’nin zuhûr ve
ufûlü târîhlerinde ihtilâf vardır. Ba'zı eserler, 645/(1247)’de doğup,
738(1337)’de irtihâl eylediğini yazıyor ve bu sebeble, yedinci asırda
Anadolu’da yetişen mutasavvıflar meyânında sayarlar.
Mehmed Fuad Bey, eserinde nakl ediyor:
“Amasyalı Hüseyin Efendi’nin
şîfâhen verdiği ma’lûmata göre, Kırşehirli Süleymân b. Hüseyin nâm zâtın,
691/(1292) târîhli vakfiyesinde, mevkûfâtın mevkii ta’yîn edildiği esnâda, (في ناحية المرحوم الحاج بكتاش)[70]
ibâresine tesâdüf olunurınuş. Hacı Bektâş-ı Velî’nin, bu târîhten evvel vefât
eylediğini gös teren bir vesîkadır.”
Hacı Bektâş-ı Velî hakkında, Künhü’l-Ahbâr ve Evliyâ
Çelebi Seyâhatnâmesi,
Ahmed-i Yesevî hazretlerine mülâkâtından bahs ederler ki, târîhen te’lîf
olunamaz. Bu eserler onuncu asırda yazıldığından, mâzî hakkında verdikleri
ma’lûmat beyyine addedilemez.
Aşık
Paşa-zâde eserinde yazıyor:
“Hacı Bektâş-ı Velî,
Horasan’dan, Menteş isminde kardeşiyle berâber Sivas’a, oradan Baba îlyas’a,
oradan Kırşehir’e, oradan Kayseri’ye gelmiştir. Kardeşi Menteş, Kayseri’den
Sivas’a giderken şehîd oldu. Hacı Bektâş, Kayseri’den Kara Öyük nâm mahalle
gelmiş, Hatun Ana’yı kendine kız edinmiş, orada rahmet-i Rahmân’a kavuşmuştur.
Kendi, bir meczûb-ı büdelâ, azîzdi. Şeyhlikten, mürîdlikten farığdı.”
Evliyâ Çelebi, Seyâhat-nâmesi'nde, Edirne’nin taht-ı sânî olmasına pâdişâh tarafından karar
verildikte, bi'z-zât Hacı Bektâş-ı Velî huzûrunda gülbang-ı Muhammedî çekilip,
Fâtiha tilâvet olundu. Hacı Bektâş-ı Velî bi'z-zât, üçyüz fukarâsıyla bu emr-i
mühimme iştirâk etti ve cennet-mekân Orhân-ı Gâzî, gûyâ bi'z-zât ziyâret etmiş;
duâsına mazhar olmuş, hattâ Yeniçeri askerinin teşkîlinde veliyy-i müşârünileyh
duâ etmiş; Yeniçeri ismini o koymuş; makâm-ı tebrîkde hırkasının kolunu huzûruna
getirilen Yeniçeri efrâdının başı üzerine temdîd etmekle, askerin kalpağına
arkadan sarkan kol şeklinde bir parça /377/ keçe ilâvesi âdet olmuş idi,
yolunda beyânatta bulunuyor.
Sultân Orhan’ın 726/(1326) senesinde taht-ı
Osmânî’ye câlis olmasına göre, Hacı Bektâş’ın 738/(1336) târîhinde irtihâli
kabûl edilirse, târîhen tevfîki mümkün olabilirse de; Mehmed Fuad Bey’in neşr
eylediği makâlâtın dördüncüsünde şu yolda serd-i hakîkat olunuyor :
“Biz Hacı Bektâş’ın yedinci
asırda Anadolu’da yetişmiş bir meczûb olup, Osmânlı pâdişâhlarıyla mülâkî
olmadığını ve tıpkı bu mülâkâtlar gibi, kendisine isnâd olunan Makâlât, Velâyet-nâme’lerin de sonradan uydurulduğunu ilâve etmiş
idik. Hâlbuki o zamândan beri dest-res olduğumuz bir takım yeni vesîkalar
oradaki nikât-ı nazarımızı da ta’dîl lüzûmunu isbât etti.”
Hacı Bektâş hakkında en eski ve en mühim târîhî
vesîka, Eflâkî’nin ricâl-i Mevleviyye menâkıbına âit meşhûr eserindeki iki
fıkradır:
Hacı Bektâş’ın Mevlânâ ile muâsır olup, Selçûkîler
devrinde Kırşehir beyi Nûreddîn Bey’e kerâmetler gösterdiğini, Mevlânâ ile
aralarında zıddiyet olduğunu bildiren bu eser, târîh-i dînî i’tibârıyla pek
mühim iki noktaya işâret etmektedir. Bunlardan biri Hacı Bektâş’ın, “Baba
Rasûlu’llâh” lakabını alan Baba İshâk'ın halîfesi olduğu; dîgeri de kendisini
şerîatın ahkâm-ı zâhiriyyesiyle mukayyed addetmediği husûslarıdır.
Bu bâbdaki tetebbuâtın tafsîlini âtîye bırakıp, Hacı
Bektâş’ın, Lokmân-ı Perende ile olan münâsebetinden bahs edelim:
Bugünkü Bektaşî an’anesi, birçok muhtelif sebeblerden
dolayı, henüz gayr-i muttarid, insicâmsız bulunuyor. Hacı Bektâş-ı Velî
hakkında, sonra muhtelif mürîdleri hakkında yazılmış olan muhtelif
velâyet-nâmeler ba’zan büyük ayrılıklar gösteriyor. Meselâ, Hacım Sultân Velâyet-nâmesi, Hacı Bektâş-ı Velî’yi, doğrudan
doğruya Ahmed-i Yesevî halîfesi gösteriyor. Hâlbuki, Hacı Bektâş-ı Velî Velâyet-nâmesi ve Künhü’l-Ahbâr’ın /378/ beşinci cildinde. Hacı Bektâş’ın,
Şeyh Lokmân-ı Perende’nin mürîdi olduğu ve bu Lokmân-ı Perende’nin, Hoca
Ahmed-i Yesevî’den; hattâ dîger bir zaîf rivâyete göre, Hoca’nın ceddi, nesl-i
Ali’den Muhammed-i Hanefî’den el aldığı beyân edilmektedir.
İşte bu sûretle, Hacım Sultân Velâyet-nâmesi'nde, doğrudan doğruya Ahmed-i
Yesevî ile Hacı Bektâş-ı Velî arasında geçtiği anlaşılan menkabeler, dîgerinde
Lokmân-ı Perende ile Hacı Bektâş-ı Velî arasında geçmiş gibi gösterilir.
Maamâfîh, bu ikinci tarzda rivâyetleri ihtivâ eden Hacı Bektâş-ı Velî
velâyet-nâmelerinde de doğrudan doğruya Ahmed-i Yesevî, Hacı Bektâş arasında
bir takım menkabeler mevcûddur.
Her ikisinin zamânı, birbirine târîhen, tevâfuk
etmediğinden, Ahmed-i Yesevî ile Hacı Bektâş arasında cereyân ettiği hikâye
olunan menkabeler bî-esâstır. Bektâş-ı Velî velâyet-nâmelerinde mevcûd bir
menkabeye göre, Bektâş-ı Velî’yi berây-ı ta’lîm henüz çocuk iken Lokmân-ı
Perende’ye teslîm ettiler. Hacı Bektâş, daha çocuk iken, birçok kerâmetler
göstermiş; bu bâbdaki rivâyetler pek gülünç bir râddede ve hurâfâta mâildir.
Bektâş-ı Velî tahsîl etti, şöhreti şayi’ oldu.
Birgün, Horasan erenleri toplanıp, pîrini sordular. Hangisi susam yaprağı
üzerine seccâde salıp namâz kılarsa ona mürîd olacağını söylemiş, cümlesi bu
cevâba gülmüşler. Bu kerâmeti onun yapıp yapamayacağını sormuşlar. Hacı Bektâş
onlara bu kerâmeti göstermiş. Hepsi başlarından kisbetlerini çıkarmış, hocası
Lokmân-ı Perende de çıkarmış. Hacı Bektâş onları tekbîrleyerek tekrâr
giydirmiş. Bu esnâda Sultân İbrâhîm vefât etmiş; Hacı Bektâş’a sultânlık teklîf
olunmuş; kabûl etmemiş, amcalarından Hasan’a terk etmiş. Kendisi bir hücreye
çekilerek halvet ve uzlet eylemiş, kırk yıl bu halde kalmış.
Bektâş-ı Velî’ye Niçin “Hacı”
Dediler ?
Bâlâda yazdığım vechile, Lokmân-ı Perende Hicâz’a
gitmiş idi. Arafat’a çıkıp, kıbleye doğru döndükleri esnâda Lokmân mürîdlerine
demiş ki; “Yâranlar bugün arefe günüdür. Şimdi bizim ellerde yemek /379/ pişirilir.” Bu söz,
Allâh’ın kudretiyle Bektâş’a ma’lûm oldu. Tam bu esnâda şeyhin evinde de
yemekler pişiriyorlardı. Bektâş, hemen bir tepsi yemeği aldığı gibi, o anda
Lokmân’a sunuverdi. O da, Nîşâbûr’a döndükleri zamân, çocuğun bu kerâmetini
herkese söyledi. “Hacı” lakabını verdi. Yoksa, Hacı Bektâş, Haremeyn-i
Muhteremeyn'i ziyârete gitmiş erlerden değildir.
Bektâş-ı Velî’nin Nesli:
Tezkire-i
Makâmât’ta gördüm:
“Müşârünileyh Hz. Abdülkâdir evlâdındandır. Cenâb-ı
Gavs’ın mahdûmu İbrâhîm Abdülkâdir hazretlerinin kerîme-i muhteremeleri Saîde
Hâtun bt. Seyyid İbrâhîm’in veled-i mükerremleri olduğunu, Zile’de medfûn Şeyh
Nusret Efendi, Velâyet-nâme’sine yazmıştır.”
Maskat-ı Re’si:
Horasan’daki Nîşâbûr şehridir. Türk Edebiyyâtında İlk Mutasavvıflar nâm eserin 60, 61 ve 63. sahîfelerında,
ba'zı âsârın, Ahmed-i Yesevî ile Hacı Bektaş’ı muâsır göstermeleri hakkında
rivâyetler menkûldür. Fakat târîh ile tevfîk kabûl etmez.
Dîger Bir Silsile-i
Tarîkatı:
Bursalı Ahmed Lütfi Efendi böyle gösteriyor:
“Horasanlı Hacı Bektâş-ı Velî tarîkatı, Şeyh Lokmân-ı Perende’den; o da,
Hoca Ahmed-i Yesevî’den; o da, Şeyh Nasrullâh Hasan-ı Sencerî’den; o da, Şeyh
Rükneddîn Ebû Muhammed-i Cürcânî’den; Şeyh Nasrullâh Hasan-ı Sencerî’den; o da,
Şeyh Rükneddîn Ebû Muhammed Hâilî’den; o da Şeyh Abdullâh-ı Vâsıtî’den; o da,
Ebû Ca’fer Şehîd Tâhir-i Meşhedî’den; o da, Şeyh Muhammed Eslem-i Tûsî’den; o
da, İmâm Ali Rızâ’dan; o da, pederi İmâm Mûsâ Kâzım’dan; o da, pederi İmâm
Ca’fer-i Sâdık’tan; o da, pederi İmâm Muhammed Bâkır’dan; o da, pederi İmâm Zeynelâbidîn’den;
o da, pederi İmâm Hüseyin (radıya'llâhu anh)’den; o da, peder-i
ekremleri Hz. Ali (radıya'llâhu anh)’den almıştır.”
Hz. Bedevî ile Mülâkâtı:
Vâkıât-ı
Üftâde’den naklen,
Bektâş-ı Velî’nin, Seyyid Ahmed-i Bedevî ile mülâkâtını Şeyh Kemâleddîn Efendi
merhûm yazmıştır.
Bektâş-ı Velî’nin Baba
İshâk ile Münâsebeti ve Baba İshâk’ın Kim Olduğu ve Sergüzeşti:
/381/ Mehmed Fuad Bey’in, Bektaşîliğin
menşe’leri hakkında neşr eylediği, makâlâtın üçüncüsünde, Anadolu târîh-i
dînîsini ve bi'l-hâssa Bektaşîliğin menşe’lerini lâyıkıyla beyân sadedinde
diyor ki:
“En şâyân-ı tedkîk cihet,
Anadolu’ya gelen Türkmen aşîretlerinin hayât-ı dîniyyesi mes’elesidir. Daha ilk
Selçukîler zamânından i’tibâren, dârü’l-cihâd olan Anadolu’ya Türkmen
boylarıyla berâber birçok Türkmen babaları Orta Asya ve Hârezm, Horasan’dan
Yesevî dervîşleri; Irak, Sûriye, İran’dan İsrnâilî propagandacıları ve
Kalenderiyye mensûbları geliyordu. Temâyülât-ı dîniyyede bâtıniyyü’l-mezheb
babaların halk üzerinde te’sîrleri görülüyordu. Çünkü, Oğuz boylarına
anlayacakları bir dil ile, İslâmiyyet’in kavî an’anelere tetâbuk eden sûfiyâne,
lâkin basît ve âmiyâne bir şekl-i muhrikini telkîn ediyorlardı. Selçûkî
imparatorlarının, muhtelif unsurlardan mürekkeb ordularına karşı dînî veya
siyasî bir hareket yapabilecek yegâne cânlı unsur, yalnız bu Oğuz göçebeleri
idi. Binâenaleyh, daha bu zamânlardan başlayarak, Osmânlı saltanatının muahhar
devirlerine kadar Anadolu’da vukûa gelen bütün dînî-siyâsî kıyâmlarda, bu
Türkmen boylarının dâimâ ilk safta olduğu görülür. Tasavvuf kisvesi altında
bâtınî nazariyeleri neşr eden bu babaların Anadolu’da yaptıkları ilk
dînî-siyâsî hareket Babâîler kıyâmı nâmıyla ma’rûftur. (Hicrî: 637/miladî:
1239)
Şimşât havâlisinde, Kefersûd
nâhiyesinde yetişen Baba İshâk, Anadolu’nun muhtelif sahalarındaki Türkmenler
arasında birçok tarafdârlar peydâ ederek, Amasya civârında bir mağarada bir
velî hayatı, i'tikâfı geçirmekte ve halkı, Sultân Gıyaseddîn-i Selçûkî aleyhine
teşvîk etmekte idi. Nihâyet, kendi kuvvetinin Selçûkî saltanatını sarsacak bir
dereceye geldiğine hükmedince, Kefersûd ve Maraş havâlisindeki mürîdlerine
haber göndererek kıyâm işâretini verdi. Bu sahalardaki kesîf Türkmen kitleleri,
“Baba Rasûlu’llâh” nâmını verdikleri bu kudsî rehberlerinin, günün /382/
birinde mutlaka zuhûr ve i’lân-ı cihâd edeceklerini bildikleri cihetle esâsen
hâzırdılar. Binâenaleyh karşılarına çıkan şehirler halkını ve Emîr
Muzafferüddîn b. Alişîr’i mağlûb ederek, Malatya, Tokat, Amasya taraflarını ele
geçirdiler. Bi'l-âhare Baba İshâk ile ba'zı mürîdlerini yakalayıp astılar.
Yedinci asırda, Sûriye’de,
Anadolu’da, İran’da mevcûdiyyetini bildiğimiz, bâtıniyyü’l-mezheb, Kalenderiyye
babalarından biri olan Baba İshâk, hiç şübhe yok, zâhirî bir dîn perdesi altında,
tamâmiyle siyâsî bir gâye istihdâf ediyordu.”
377. sahîfede bahs ettiğim, Baba İshâk’ın tercüme-i
hayâtı işte budur. Hacı Bektâş’ın bu zâtlardan müstahlef olduğuna kâni’ olanlar
da vardır. Hacı Bektâş ile, şeyhi Baba İshâk, hattâ o asırdaki sâir Kalenderî
ve Hayderî ve Babaî dervîşleri arasında büyük bir fark mevcûd olmadığı kuvvetle
iddiâ olunabilir.
Öyle görünüyor ki, Babaî kıyâmının
muvaffakiyyetsizliğinden sonra bir müddet saklanmağa ve başka tarîkat kisveleri
altında hakîkî sîmâlarını gizlemeğe çalışan Babaî dervîşleri, Moğol istîlâsını
müteâkib, artık saklanmağa lüzûm görmeyerek ortaya çıkmışlar ve mesleklerini
serbestçe neşr ve ta'mîme başlamışlar; Hacı Bektâş-ı Velî’yi, bunların en
mühimmi Baba İshâk’ın doğrudan doğruya muakkibi addetmek lâzım gelir.
“Bektâş”ın Lugatta
Mânâsı:
“Bek’in lugatta mânâsı, “kurbağa; kaçıp sığınacak mahal, girizgâh, sık
ağaçlık, koruluk; Mâverâünnehir’de bir beldenin adı” diye muharrerdir.
“Taş”, "mehtabın ortasındaki
benekler, sis, hudâvend-hâne, dost, muhib, şerîk, ortak" ma’nâsınadır. Bu
“taş”, “daş”a tebdîl ile, “dindaş, meslekdaş, arkadaş” şekline de girmiştir.
Bu iki kelime-i Fârisiyye’nin terkîbiyle hâsıl olan
mânâ, “melce-i erbâb-ı tarîk, dost olan zât” sûretinde tezâhür eder.
Hacı Bektâş-ı Velî’nin
Türbesi:
/383/ Kırşehir’de, Hacıbektâş
nâhiyesinde[71] medfûndur. Türbeleri pek ma’mûr
ve müzeyyendir. Türbeleri civârında bir ulu âsitâne vardır. Burada câ-nişîn
olan meşâyıh-ı Bektâşiyye’ye, “Çelebi” derler. Çelebiyânın ikâmetine mahsûs bir
konak vardır. Âsitânenin avlusu derûnunda bir de câmi'-i şerîf vardır. Evkâf ve
vâridâtı çoktur. Çelebilerin nüfuzu vardır.
/380/ Bektaşî
Tarîkatı’nın Târîh-i Teessüsü:
Aşık Paşa-zâde, Hacı Bektâş’ın, Osmânlılar’ın
teessüsünden evvel Anadolu’ya geldiğini yazıyor. “Bir meczûb dervîş idi.”
diyor ve hiç bir tarîkat te’sîs etmediğini söylüyor. Bektaşî tarîkatının,
dokuzuncu asrın ilk senelerinde teşekkül edip, yedinci asırdan beri târîhî
mâhiyyeti unutularak halk arasında menkabeleri teşekkül etmiş olan Hacı
Bektâş-ı Velî’yi intihâb eylemiştir.
Balım Baba (ve) Elîfî
Tâc:
Müsteşrikînden Dr. Yakob, 922/(1516)’de vefât eden
Balım Sultân tarafından te’sîs edildiğini söylüyor.
Kâffe-i rüsûm u âdabı “Balım Baba” denilen bu adam
ortaya koymuş, Emînüddîn Baba tarafından, 903/(1498)’de Sultân Bâyezîd-i sânîye
hitâben yazılan Risâle-i Kudsiyye’de, Bektaşî an’anesindeki meşhûr Elfî Tâc hakkında, “Meczûb-ı
mutlak ve mahbûb Hünkâr Hacı Bektâş hazretleridir kim ol, şol makâma cezb
olmuştur kim aşk âlemidir ve aşkın kisvelerinden bir kisve, onun başında Elfî
Tâc’dır. Şol ma’nâya delâlet eder ki, bu, cümle mahlûkâtın îcâd olmasının aslı
bir “elif"dendir ve elif cemî’ hurûfun aslıdır ye ben dahi ol makâma
vardım. Onun sırrına mahrem düştüm. Onun alâmetini başında komuştur.”
diyor.
Bektaşîliğin Yesevîlikle Münâsebeti Yoktur.
Hurûfîlikle Münâsebeti:
Bektaşî tarîkatı, Hacı Bektâş’ın meydâna koyduğu bir
şey değildir. Bu tarîkatın Yesevîlik ile münâsebeti yoktur. Bektaşî tarîkatının
daha ilk te’sîs anlarında bile, ona müntesib olanlar, bütün muharremâtı mubâh
gören zındıklar gibi telakkî edilmiş; yahut Hurûfiyye tâifesinden addolunmak
sûretiyle, hâric ez-şerîat sayılmıştır.
Çünkü, dokuzuncu asır esnâsında, Fazl-ı Hurûfî şâkirdlerinden, meşhûr Ali
el-A’lâ, Asya-yı Suğrâ’ya gelerek, bir Bektaşî tekkesinde yerleştikten sonra,
“Hurûfilik” akâidini Bektaşîlik nâmı altında neşr etmiştir.
Hacı Bektâş’ın Makâlât’ı
Hakkında Tedkîkât ve Dîger Eserleri:
Eflâkî’nin ricâl-i Mevleviyye hakkındaki eserinde, Makâlât unvânlı te’lîften bahs olunur. Bu
eser Hacı Bektâş’ın imiş, matbû' küçük bir risâledir. Bir zamânlar bu eserin
dokuzuncu ve onuncu asırda tertîb ve Hacı Bektâş’a isnâd olunduğu zannedilirdi.
Hatiboğlu isminde bir Osmânlı şâirinin 812/(1409)’de yazdığı Türkçe manzûm bir Makâlât tercümesi elde edilmiştir. Hacı
Bektâş hakkında pek ihtirâm-kârâne bir lisân kullanan mütercim, müşârünileyhin
bu eseri Arabca yazdığını ve kendisinin Türkçe’ye tercüme sûretiyle fâidesini
ta'mîme çalıştığını söyleyerek, eserin vüsûkunu ve Hacı Bektâş’a âidiyyetini
kat’î sûrette isbât ediyor. Fi’l-hakîka, Hacı Bektâş menkabelerini muhtevî Velâyet-nâme’de, müşârünileyhin Arapça
Makâlât’ı olduğu ve bunun, “Sa’deddîn” adlı mürîdi tarafından Türkçe’ye nesren
tercüme edildiği musarrah olduğu gibi, Makâlât’ın lisân-ı târîhî nokta-i
nazarından tedkîki de onun bu eskiliğini pek iyi anlatmaktadır.
Hacı Bektâş’ın ba'zı kelimât-ı sûfiyânesini hâvî
küçük bir Fârisî risâle daha mevcûddur ki, bu mühim eserin mevsûkiyyetinden ve
Hacı Bektâş’a âidiyyetinden şübheye mahal yoktur.
Ahîren yanan Tire Kütüphânesi’nde Hacı Bektâş’a aid
bir de Fâtiha Tefsîri varmış.
Mehmed Fuad Bey makâlesinde ilâveten diyor ki :
"Silsile-i tarîkatını,
Kutbüddîn-i Haydar, Lokmân-ı Serahsî, Ahmed-i Yesevî gibi büyük sûfîlere îsâl
eden ve ulûm-ı İslâmiyye’deki vukûfu her türlü /384/ şübheden azâde bulunan bu
Horasânî Türk şeyhinin eserlerinde kendisine tekaddüm eden Karâmıta
i'tikâdâtıyla ma'lûl sûfîlerin âsârından o kadar bâriz bir sûrette ayrılacak
büyük husûsiyyetler yoktur. Yalnız, “oniki imâma ikrârı”, tevellâ ve teberrâyı
tavsiye sûretiyle sarâhaten Şîa-yı İsnâ-aşeriyye esâslarını müdâfaa etmektedir.
Ancak ilk sâliklere mahsûs bu gibi eserlerin umûmiyyetle, “Hâricî” bir
mâhiyyette olduğu ve hiç bir zamân müntehîlere mahsûs ta'lîmât-ı bâtıniyyeyi
ihtivâ etmeyeceği de unutulmamalıdır. Kıyâfet-i hâriciyyeleri i’tibâriyle
Kalenderî ve Hayderî dervîşlerinden farkı olmayan ve sekizinci asırda, “Rum
abdalları” nâmını taşıyan Bektaşîlerin, Osmânlı saltanatının te’sîsiyle çok
alâkaları vardır. Lâkin bâlâda yazdığım vechile, Hacı Bektâş’n, Osmân Gâzî ile
ve Orhan Gâzî ile münâsebetleri yoktur. O devirlerde, muhârebelere iştirâk eden
Türkmen babaları, ta’bîr-i dîgerle Rûm Abdalları, hemen umûmiyyetle Hacı
Bektâş’m mürîdlerinden olduğundan Yeniçeriliğin hîn-i teessüsünde onun
hâtırasıyla teberrük olunduğu ve sonra bunun târîhî bir vak’a mâhiyetinde
ağızlarda dolaşarak, nihâyet tesbit edildiği anlaşılıyor."
Sultân Mahmûd-ı sânî zamânında ölümden kurtulmak
için, çoğu tebdîl-i hâl ü kıyâfetle ba'zı tekkelere sokulup, oralarda ilkâ-yı
fesâd ve efkâr-ı dervîşânı berbâd etmişlerdir. Zamânımıza kadar teselsül eden
bu ifsâdat maa't-teesüf, Mevlevîler, Sa’dîler, Rufâîler ve sâir ba'zı ehl-i
tarîkat arasında rû-nümâ olmaktadır. (Aslaha’llâhü ahvâlehüm)
Bektaşîlikte İ’tikâd:
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat mezhebinden hâricdir ve
ser-â-pâ hurâfât ile mâlîdir. Dînin amelî kısmına nâzır ibâdâtı tamâmen
ber-taraf etmişlerdir. İlmî olan kısmını birtakım te’vîlât-ı bâtıla ve
i'tikâdât-ı sahîfe ile doldurmuşlar ve sûret-i kat’iyyede tarîk-ı hakîkatten
uzaklaştıkları gibi, cühelâ-yı nâsı iğfâl ve idlâl ederek, bid’atler ihdâs ve
onları dînden îmândan etmişlerdir. Za’f-ı dîn sırasında halkın ibâdât-ı
bedeniyye ve riyâzât-ı dîniyyeyi vücûda getirmeğe meyilleri azalmasından
istifâde ile, nefsânî, şeytânî a’mâle sevk husûsunda pek mühim roller îfâ
etmektedirler.
Sultân Mahmûd Hân-ı sânî, bunları imhâ siyâsetini
ta'kîb etmiş iken, mürûr-ı zamân ile, yine idlâl-i nâsda bulunmaktan hâlî
kalmıyorlar.
/385/ Bektaşî şiirleri tedkîk
olunursa, hâsıl olan netîce mesleklerini vâzıhan ortaya koyar. Babâîlik,
Ahîlik, Abdâllık gibi üç muhtelif mesleğin ihtilâtından hâsıl olduktan sonra
Hurûfîliğin de te’sîri altında kalmıştır. Bektaşî babaları dîger şeyhler gibi
uzun uzadıya, medrese tahsîli görmüş adamlardan olmadıkları gibi, Bektaşî
dervîşleri de Acem lisân ve edebiyyâtına kıymet vererek tamâmen onu taklîd
edecek yerde, millî lisân ve edebiyyâtına kıymet verdiler. Fakat cümlesi
hurâfe-perest bir zihniyyete mâliktir. Hz. Ali’ye ve Âl-i Rasûl’e ve Eimme-i
İsnâ-aşar’a teveccühleri ziyâdedir. Hurufîliği ve Fazlullâh-ı Esterâbâdî’nin
ulûhiyyetini kabûl edenler de vardır. Kalenderî ve Hayderîler’den birçok bâtıl
i’tikâdlar almışlardır. Hulâsa, Bektaşîlik, Babaîlik, Ahîlik, Abdâllık,
Hurufîlik, Kızılbaşlık, Kalenderîlik, Hayderîlik akâidinden mürekkeb muaddal
bir halîta-ı i'tikâdiyyedir.
Aşk u muhabbete, Allâh, Muhammed, Ali teslîsine,
sonra Âl-i Abâ’ya, Fazl'ın ulûhiyyetine, esrâr-ı hurûfa; Hacı Bektâş-ı Velî’nin
Muhammed ve Ali’den ayrı olmadığına kâni'dirler. Şiirleriyle, bunca garâib
i'tikâdâtı halk arasında ta'mîme çok gayret etmişler ve etmekte bulunmuşlardır.
Hz. Ebûbekr es-Sıddîk ve Hz. Ömer ve Hz. Aişe (radıya'llâhu anhüm)’e
buğz ve adâvetleri pek şedîddir.
Ulemâ-yı
İslâmiyye’den merhûm Hoca İshâk Efendi, bunların meslek ve i'tikâdlarını teşhîr
ve peyrevân-ı tarîkat-ı Bektâşiyye’yi tezlîl ü tahkîr ile, meslek-i bâtıllarını
serd-i hakâyık ile ibtâle gayret-keş olup, bir eser yazmış idi. Son zamânlarda,
“Bektaşîlerin Esrârı” diye rezâletlerini orta(ya) koyarak, halkı intibâha
da’veten, hayli eserler yazan erbâb-ı hamiyyet görülmüştür. Hânedân-ı Cenâb-ı
Mustafâ’(ya) muhabbet âsârı göstermeleri, halkı avlamak içindir.
Bir zât, teşbîhen dedi ki: “Bunlar, kapısı ca'lî
muhabbet âsârıyla süslenmiş, içi kof şeylerdir.”
/386/ Târîhî Tedkîkâttan:
Müverrih Ahmed Refîk Bey, “Orhan Gâzî” nâmı altında,
İkdâm’da, bir
târîhte neşr ettiği tefrikada der ki:
“Fi’l-hakîka, bu devirde,
Anadolu’da büyük bir kuvvetle intişâr eden Bektaşîliğin esâslarını, Babaîlik,
Ahîlik, Abdâllık teşkil ediyordu. “Babâîler” nâmı, Cengiz istîlâsı önünde,
Horasan’dan gelen Baba İlyâs’ın mürîdlerine verilirdi. Baba İlyâs da, Seyyid
Ebu’l-Vefâ mürîdi idi. Bunlar, Selçûkîler zamânında, Baba İshâk’ın
teşvîkâtıyla, bir isyân çıkarmışlardı. Abdâllık, Babâîliğin bir şu'besi idi.”
Abdallardan Kaygusuz Abdal, Abdâl-nâme nâmıyla bir eser yazmış idi.
Abdalların en meşhûru Abdal Mûsâ ve Abdal Murâd’dır. Kaygusuzların şiirleri, Bektaşîlik
üzerine büyük bir te’sîr icrâ etmiştir. Kaygusuz’un şiirlerinden numûne:
Yücelerden yüce gördüm
Erbâbsın sen Koca Tanrı
Âlem okur kelâm ile
Sen okursun hece Tanrı
Âsî kullar yaratmışsın
Varsın şöyle dursun diyü
Anları koymuş orada
Sen çıkmışsın uca tanrı
Kıldan köprü yaratmışsın
Gelsin kullar geçsin diyü
Hele biz şöyle duralum
Yiğitsen sen geç ata Tanrı
Aşık Yûnus hazretlerinin şeyhi Tabduk Emre’nin, Hacı
Bektâş ile mülâkâtını, Refîk Bey nakl ediyor:
“Tabduk Emre, Sakarya
havâlisinde münzevîyâne yaşardı. Asıl ismi,” “Emre” idi. Hacı Bektâş-ı Velî'nin
da'vetine bütün şeyhler icâbet ettikleri halde, o etmemiş idi. Nihâyet Hacı
Bektâş, onu da, Koca Ahmed ve Sarı İsmâîl ile çağırttı. Niçin gelmediğini
sordu. O da, kendisine nasîb veren bir el bulunduğunu, erenler bezminde, Hacı
Bektâş-ı Velî’yi tanımadığını söyledi. Hacı Bektâş, o elde bir alâmet olup
olmadığını sordu. “Ayasında bir ben var idi.” dedi. Hacı Bektâş, /387/ elini uzâttı. Emre, yeşil beni
görür görmez. “Tabduk pâdişâhım!” dedi. O günden i’tibâren, adı, “Tabduk
Emre” kaldı. Yûnus Emre’yi, Tabduk Emre’nin dergâhına gönderen Hacı Bektâş-ı
Velî idi.”
Yûnus Emre’nin hayatı hakkında, Mehmed Fuad Bey
tarafından yazılan eserde, Anadolu’da yetişen ilk büyük mutasavvıfları hemen
kâmilen, Hacı Bektâş-ı Velî mürîdi ve mu'tekidi şeklinde tanıtmak isteyen Bektaşî
an’anesinde, Yûnus Emre hakkında da, kâfî derecede tafsîlâta tesâdüf edilir.
Refik Bey’in yazdığı, Koca Ahmed olmayıp, “Karaca
Ahmed Sultân” dedikleri zât olduğunu Mehmed Fuad Bey tashîh ediyor.
KARACA AHMED SULTÂN
Babası diyâr-ı Acem mülûkünde imiş.
Bektaşî velâyet-nâmelerine göre, (Karaca Ahmed),
Hacı Bektâş’tan istifâza eden Rum erenlerinden imiş. Kendisi, galebe-i cezebât
ile Rum’a gelmiş; Akhisâr civârında bir yerde sâkin olup, orada vefât etmiştir.
Mezârı ziyâret-gâhdır. Hâlbuki, Üsküdar’da dahi bir kabir ve türbe-i mahsûsu
vardır Şakâyık, Akhisâr’da gösteriyor. Âlî merhûm,
onun hakkında, “Rum erenlerinin kutb-ı nâm-dârı, Karaca Ahmed Sultân idi.”
diyor.
Sivrihisâr’da sâkin Seyyid Nûreddîn’in türbe-kerdesi
imiş. Elliyedibin mürîdi varmış.
Âlî’nin bu rivâyetine karşı, Mehmed Fuad Bey diyor
ki: “Bu havâdîs, Bektaşî velâyet-nâmelerinden alınmış bir şey olup, i'timâda
lâyık değildir.”
SARI İSMÂÎL
Bektaşî an’anelerinde ma'rûf bir sîmâdır.
Velâyet-nâmelerde ona âid birçok menkabelere tesâdüf edilir. Fakat târîhde yeri
yoktur.
- - -
/388/ Bektaşîler meyânında, ahlâkî, zevkî
mâhiyyâtı hâiz şiir söyleyen kimseler de yetişmiştir. Bu yoldaki ba'zı
manzûmeleri yazıyorum:
Türâbî
Dede Sultân:
Bu
fenâ mülküne ibretle nazar kıl ey cân
Gafleti
eyle rehâ hâlî değildir meydân
Kanı
Sultân Süleymân kanı İskender Hân
Sad-hezâr
ömrü sürûrile geçirsen bir ân
Ne
güle bülbüle bâkî a beyim bâğ-ı cihân
Kime
yâr oldu murâdınca felek devr-i zamân
Nakş-ı
dünyâya firîb olmadılar ehl-i kemâl
Dâmen-i
aşkı tutup kıldı kamu kurb-ı visâl
Bildiler
hâsılı hep lu’b ü hevâ zıll ü hayâl
Neş’e-i
zevk-i cihânın hele rü’yâya misâl
Ne
güle bülbüle bâkî a beyim bâğ-ı cihân
Kime
yâr oldu murâdınca felek-i devr-i zamân
Tama’
vü hırsa uyup nefs ile makhûr olma
Sohbet-i
ârifi bi’llâh’a eriş dûr olma
Emeğin
zâyi' olur sa’y ile meşhûr olma
Saltanat
mesnedi dünyâ ile mağrûr olma
Ne
güle bülbüle bâkî a beyîm bâğ-ı cihân
Kime
yâr oldu murâdınca felek-i devr-i zamân
Cem’-i
mâl itsen eğer sa’y ile Kârûn’a bedel
Anı
kim neylemeli gelse eğer mevt-i ecel
Râzî
ol kısmetine her ne ise rûz-ı ezel
Elem-i
cevr-keşîd olduğuna gam yeme gel
Ne
güle bülbüle bakî â beyim bâğ-ı cihân
Kime
yâr oldu murâdınca felek-i devr-i zamân
Bilesin
sen de Türâbî bu ayân olsa gerek
Mürg-ı
dil cânib-i uhrâya revân olsa gerek
Şecer-i
cism-i ferin köhne vü kan olsa gerek
Sebze-i
berk ü berin huşk u hazân olsa gerek
Ne
güle bülbüle bakî â beyim bâğ-ı cihân
Kime
yâr oldu murâdınca felek-i devr-i zamân
---
Vardım
kırklar meydânına
Gel
beri hey cân didiler
İzzet
ile selâm virdim
Geç
otur hey cân didiler
Kırklar
yerinde durdular
Yerlerinden
yer virdiler
Meydâna
sofra serdiler
Lokmaya
sun cân didiler
Kırkların
gönlü uludur
Mü’minler
kalbin eridir
Gelişin
kanden beridir
Söyle
behey cân didiler
/389/ Kalk semâ’da oyna
Silinsün
pâk olsun ayna
Kırk
yıl bir kazanda kayna
Dahi
çiğsin cân didiler
Düşme
dünyâ kisvetine
Tâlib
ol Hak hazretine
Âb-ı
kevser şerbetine
Parmağını
ban didiler
Gördüğünü
gözün ile
Beyân itme sözün ile
Bir gececik bizim ile
Olasın mihmân didiler
Şâh Hatâ'yım nedir hâlin
Hakk’a
şükr it kaldır elin
Kesegör
gıybetden dilin
Olasın sultân didiler
---
Neyleyim
sîmîn beden ben sâkisiz meyhâneyi
Ab-ı
kevser olsa nûş itmem dolu peymâneyi
Âlem-i
âbın safâsın sanma mey efzûn ider
Cilve-i
cânânadır mest eyleyen mestâneyi
Ehl-i
aşka bâde-i vehm kâse kılmışdır Hudâ
Nûn
hat cîm cemâl ü perçem-i cânâneyi
Şem’-ı
hüsne öyle sûzânım ki kıl bir kez nazar
Âteşimden
yandırır heb şem’alar pervâneyi
Âsitân-ı
aşka baş eğdiğim gündenberi
Terk
kılmışdır Gulâmî Ka’be vü but-hâneyi
---
Parmak
hesâbıyla söylenen şiirlerinden:
Gönlüme
gözüme gelen sürûru
Fazl-ı
Hak Muhammed Ali’den bildim
Cemâline
müştâk gılmân u hûru
Fazl-ı
Hak Muhammed Ali’den bildim
Tâlibine
lutf it ey kerem-kânı
Lebin
kevseriyle gel kandır cânı
Adâlet
itmenin geldi zamânı
Fazl-ı
Hak Muhammed Ali’den bildim
Dîger:
Şerîat
yolunu Muhammed açdı
Tarîkat
gülünü şâh Ali seçdi
Bu
dünyâdan yüzbin erenler geçdi
Anlar
ittifâkda mehdî yoldadır
Şâh Hatâ'yım eydür sırrın duyurma
İdegör
niyâzı kazâya koma
Yalancı
dünyâya hiç sağım dime
Muhammed
Fazlullâh şimdi yoldadır
MUHAMMED ALİ HİLMİ DEDE
BABA
/390/ İstanbul’da Üsküdar
mülhakâtından Merdiven Köyü’nde kâin, Şah Kulu Sultân Dergâhı post-nişîni idi.
İstanbul’da, Sultânahmed civârında, Güngörmez Mahallesi’nde, 1258/(1842)
târîhinde doğmuştur. Pederi, mahalle-i mezkûre imâmı Nûri Efendi; vâlidesi de,
Emine Bacı’dır. On iki yaşında iken, mezkûr tekke şeyhi Hacı Hasan Baba’dan
ikrâr almış, 1273/(1857)’de, Hacı Hasan Baba’dan, usûl-i Bektaşî ve erkân-ı
Ehl-i Beyt üzere ikinci bir ikrâr alıp vermesi olmuş. Bir sene sonra, şeyhinin
vefâtıyla, yerine Aşçı Ali Baba post-nişîn olup, 1280/(1863) târîhinde onun da
vefâtıyla Muhammed Ali Hilmi Dede Baba bu dergâhda şeyh olmuştur.
Teşekküren, Kırşehir'e azîmetle, Hacı Bektâş-ı
Velî’yi ziyâret etmiştir.[72]
Burada seccâde-nişîn Hâcı Ali Dede Baba’dan, “sırr-ı tecerrüd”e mazhar
olmuştur. 1286/(1869) senesinde yine Dergâh-ı Pîr’e rû-mâl olup, türbe-dâr
Selânikli Hacı Hasan Dede Baba’dan erkân-ı Ehl-i Beyt üzere hilâfet erkânına
dehâlet eylemiştir.
1325 sene-i hicriyyesi Muharremü’l-harâmının sekizinci
günü/(22 Şubat 1907) âlem-i fânîden göçmüştür. (Allâhümme’htüm âkıbetehû
bi’l-hayr.) Dergâhda medfûndur. Müretteb bir Dîvân'ı vardır.
1327/(1909) senesinde İstanbul’da tab’ olunmuştur.
Nuût
ve gazeliyyâtı pek hoştur. Her nev’inden birer numûne ber-vech-i âtî nakl
olunur:
Enver-i
arş-ı güzînsin yâ Muhammed Mustafâ
Nûr-ı
çerh-ı heftümînsin yâ Muhammed Mustafâ
Şânına
“levlâke levlâk” nâzil oldu şübhesiz
Rahmeten
li’l-âlemînsin yâ Muhammed Mustafâ
Şer’-i
pâkindir viren revnak cihâna ser-te-ser
Nûr-ı
Kur’ân-ı Mübîn’sin yâ Muhammed Mustafâ
Cümle
âlem halkı muhtâcdır senin ihsânına
Sâdıku’l-va’di’l-emînsin
yâ Muhammed Mustafâ
Hâtem-i
hükm-i risâlet hem Habîbu’llâh’sın
Zât-ı
fahri’l-mürselînsin yâ Muhammed Mustafâ
Hâdi-i
râh-ı hakîkatdir kelâm-ı mu’cizin
Pîşvâ-yı
mü’minînsin yâ Muhammed Mustafâ
Yâ
Rasûla’llâh Şefâat kıl bu Hilmî mücrime
Sen
şefîu’l-müznibînsin yâ Muhammed Mustafâ
* *
*
/391/ Rûz u şeb vird-ı zebânım dilde
cânânım Ali
Râhına
olsun fedâ bu cism ile cânım Ali
Kişver-i
iklîm-i tende pâdişâh-ı izz ü câh
Taht-ı
dilde hükm iden adl ile sultânım Ali
Dûdmân-ı
ehl-i tecrîdiz tarîk-ı aşkda
Sâdıkân-ı
dîn-i Ahmed içre îmânım Ali
Hazret-i
Mahbûb-ı Hallâk-ı cihânın dâveri
“Hel etâ” şânında menzil sırr-ı Kur’ân’ım
Ali
Ben
muhibb-i Ehl-i Beyt’im dönmezim ikrârdan
Rükn-i
ehlû’llâh içinde ahd ü peymânım Ali
Ref
idüp zulmât-ı nefsi Hızr-veş buldum hayât
Âsmân-ı
dilde Hilmî nûr-ı Sübhân’ım Ali
* *
*
Mâh-ı
burc-ı evliyâdır “Hacı Bektâş-ı Velî
Şem’-ı
bezm-i asfıyâdır Hacı Bektâş-ı Velî
Kenz-i
mahfiyken Yedu’llâh sırrını itdi ayân
Gencidâr-ı
Kibriyâ'dır Hacı Bektâş-ı Velî
Esb
tâz eyler kızıl taşa suvar olsa o şâh
Merd-i
meydân-ı velâdır Hacı Bektâş-ı Velî
Nerm
olurdu seng-diller nütkıla kılsa nazar
Kân-ı
iksîr-i safâdır Hacı Bektâş-ı Velî
N’ola
kendinden zuhûr eylerse sırr-ı Murtazâ
Zâde-i
Âl-i Abâ’dır Hacı Bektâş-ı Velî
Eyleyen
tahkîk-ı abdiyyet bulur fevz-i azîm
Mürşid-i
râh-ı necâdır Hacı Bektâş-ı Velî
Cân u
başın kıl fedâ Hilmî tarîk-ı aşkına
Şâh-ı
iklîm-i bakâdır Hacı Bektâş-ı Velî
* *
*
Ehl-i
şevkiz meşreb-i rindâneyiz Bektaşî’yiz
Zâhid-i
bed-hûlara bîgâneyiz Bektaşî’yiz
Merd-i
tecrîdiz alâikdan geçüp olduk berî
Bî-tekellüf
sâkin-i meyhâneyiz Bektaşî’yiz
Bî-garaz
bu bezm-i işret-hâne-i âlemdeyiz
Câm-ı
ışk u şevk ile mestâneyiz Bektaşî’yiz
Mâlik-i
genc-i rumûzuz bizdedir dürr-i Necef
Gerçi
zâhir-bîne biz vîrâneyiz Bektaşî’yiz
Mürg-ı
şehbâz-ı kadîmiz âsmân-ı feyzde
Tâir-i
takdîs ile hem-lâneyiz Bektaşî’yiz
Sâbitiz
ikrârımızda şekkimiz yokdur bizim
Ahd-ı
yâra ser viren merdâneyiz Bektaşî’yiz
Cânımız
kıldık fedâ Hilmî Cemâlu’llâh’a biz
Şem’-ı
aşka yanmağa pervâneyiz Bektaşî’yiz
*
* *
Ezelden
derd-i ışk-ı hüsn-i yâre mübtelâyız biz
Anınçün
rûz u şeb göz yaşlarıyla âşinâyız biz
Yitürmüş
şâhid-i maksûdunu leb-teşne gurbetde
Bu
gün mecnûn gibi sahrâ-neverd-i Kerbelâ’yız biz
Belâ-keşlikde
sâhib-imtiyâzız derd ü mihnetle
Melâmetle
sunûfu’l-belâ li’l-velâyız biz
Makâm-ı
Hazret-i Şâh-ı Necef’dir kıble-i uşşâk
Gubâr-ı
hâk-pâ-yı zâir-i şîr-i Hudâ’yız biz
Abâ-yı
aşkı giydik şevk ile erkân-ı pîr üzre
Bi-hamdi’llâh
gurûh-ı bende-i Âl-i Abâ’yız biz
Muhabbet
bâdesin nûş eyledik mest-i elest olduk
Ayılmaz
tâ ebed bir neş’e-i câm-ı safâyız biz
/392/ Şükr-i Hakk’a hulûs-ı kalb
ile Hilmî Dede dâim
Gulâm-ı
hânedân-ı Ehl-i Beyt-i Mustafâ’yız biz
* *
*
Biz
mukîm-i şehr-i aşkız beyt-i gamdır hânemiz
Mürg-ı
bâğ-ı mihnetiz cây-ı elemdir lânemiz
Şek
değil batsak tarîk-ı aşkda ser-tâ-kadem
Şem’-ı
bezm-i yâr içün cândır bizim pervânemiz
Şevkımız
artar belâ-yı gamdan ey zâhid bizim
Derd-i
aşk-ı yâri çekmekçün doğurmuş ânemiz
Zevk-i
vuslatdan dakîk olmak bize bir lutfdur
Âsiyâb-ı
cevrine düşdükçe yârin dânemiz
Leyle-i
hicrin sabâh-ı vaslına tebdîl olur
Akd-i
zülf-i yâri Hilmî keşf idince şânemiz
* *
*
Mahrem-i
esrâr-ı ilm-i “men arafnâ”dır gönül
Tılsım-ı
genc-i müsemmâ sırr-ı Esmâ’dır gönül
Ka’betu’llâh
it anı butlardan ârî eyleyüp
Mülk-i
uzmâ-yı mücessem Beyt-i Mevlâ’dır gönül
Andan
irdi menzil-i mi’râca hatmü’l-enbiyâ
Künbed-i
mînâ vü nakş-ı arş-ı a’lâdır gönül
Heft
harfi anda vazdı, “Kâf” ve “Nûn ve’l-kalem”
Kim
zuhûr-ı nokta-i sırr-ı süveydâdır gönül
Hilmiyâ, ol beyte cân u baş u dilden hıdmet it
Nutk-ı
“Mâ evhâ” ve nazm-i yâr-ı “Tâhâ”dır gönül
“Turuk-ı Sâire Sâlikleri
Arasında da Sârî ve Carî Olmuş Bektaşî Tâbirleri:
Nutuk haklamak, nutkunuza mürüvvet, kapıyı sırr
etmek, nazarım nereye, namâz okumak, cân, baba, sırr-ı lâhık, sâkî (saka) baba,
çerâğî baba, Hakk’a yürümüş, bacı, ikrâr almak, ikrâr vermek, kurbân tığlamak,
vahdet etmek, ya'nî uyumak, gülüm, Hak erenlerim, aşk olsun, aşkın cemâlin
olsun, cemâlin kemâlin olsun ve şâire.
Bektaşî’lerin
Kullandıkları Şeylerin İsimlerinden:
Fahr: Başa giydikleri serpuş.
Hayderî: Kolsuz hırka. Umûm ehl-i tarîk
bunu giyer ve yakalarında oniki dikiş vardır; oniki imâma işârettir. Bu
yakalara, “hayderî yaka” derler.
Deste-gül: Haydarîden uzunca, cübbeden kısa
kolsuz hırka.
Habbe: Hayderînin göğsüne iki tarafa
ta’lîk olunur, tesbîh tânesi hubb-ı Hasaneyn’e işârettir. Akîk veya neceften i’mâl
olunur, zincîrle ta’lîk olunur.
Mengûş: Teehhül etmemeğe azm edenlerin
kulağına takılan küpe.
Kanber-i Ali: Kemerin adı. Yuvarlak şerit veya
örme kaytandan yapılır. Armudî bir taş ile yekdîgerine rabt olunur. Hacıbektâş
taşından ma'mûldür.
ÎFÂDE:
Sefîne-i
Evliyâ, bidâyeten
iki cild i’tibâr olunmuş idi. Hâlbuki, ilâveler te’sîriyle tevessü’ ettiğinden,
hîn-i tebyîzda böyle kaç deftere bâliğ olursa, o kadar cild i'tibâr edilmesi
münâsib görüldü. Ve mine’llâhi’t-tevfîk.
Bu cildin hitâm-ı tebyîzi: 15 Cemâziye'l-evvel,
sene: 1342.
23 Kânun-ı evvel 1339/(1923) yevm-i Pazar, vakt-i
duhâ.
Süheyl Ünver’in notu :
“Bu eseri, torunları
beyefendilerin muvâfakatıyla yirmibeş gün zarfında inceledim. Şeyh Elîfî Efendi
resmiyle son Mevlevîlerden bir grubu yapıştırdım ve Şeyh Elîfî resmiyle ilgili
mühim bir bahs var ve müteferrik kayıtlar sahîfe aralarında idi; onları da gayb
olmasınlar diye yapıştırdım. 26. II. 1970.
Dr.
Süheyl ÜNVER”
İÇİNDEKİLER
Tasavvuf
ve Eser Hakkında Birkaç Söz....
Osmân-zâde Hüseyin Vassâf
Mukaddime
Tarîkat-ı Aliyye
Tasavvuf.
SİLSİLE-İ
TARÎKAT-ı ÂLİYYE-İ KÂDİRİYYE
Hasan-ı
Basrî Hazretleri
Habîb El-A’cemî Hazretleri
Dâvûd-ı Tâî Hazretleri
Mâ’rûf-ı Kerhî Hazretleri
Şeyh Abdullâh Et-Tûsteri Hazretleri
Seriyy-i Sakat î Hazretleri...”.
Şeyh Cüneyd-ı Bağdâdî Hazretleri
Şeyh Ebubekir eş-Şiblî Hazretleri
Gavs-ı A’zanı Sultân Seyyid Abdü’l-Kadir-i Geylâni
Hazretleri.
Şuabât-ı Kâdiriyye
Hz.Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî (KUDDİSE SIRRUHÛ )
Hz. Şeyh-i Ekber’in Evlâd-ı Kirâmı
Şeyh Ömer Efendi (Molla Gürânîli)
Eşref-zâde Abdullâh-ı Rumî Hazretleri
Şeyh Abdurrahîm-i Tirsî
Şeyh Muslihuddîn Efendi Hazretleri
Şeyh Hamdi Efendi Hazretleri
Şeyh Sırrı Ali Efendi Hazretleri
Şeyh Hamdî-i Sânî Hazretleri
Şeyh Lutfullâh Efendi Hazretleri
Şeyh Ahmed Efendi Hazretleri
Şeyh Eşref-i Sânî Hazretleri
Şeyh Abdullâh Efendi Hazretleri
Şeyh Sâlih Efendi Hazretleri
Şeyh Abdulkâdir Efendi Hazretleri
Şeyh Muhammed Efendi Hazretleri
Şeyh Şerefüddîn Efendi Hazretleri
Şeyh İzzeddîn Ahmed Efendi Hazretleri.
Şeyh Abdullâh Efendi Hazretleri
Şeyh Abdulkâdir Necip Efendi
Şeyh Avnullâh Efendi Hazretleri
Şeyh Fahrüddîn Efendi Hazretleri
Şeyh Ahmed Ziyâeddîn Efendi
Şeyh Fahreddîn Efendi
Şeyh Nâfiz Efendi Hazretleri
Şeyh Ahmed Ziyâeddîn Efendi
RÛMİYYE-İSMÂÎLİYYE
Şeyhismâîl-i
Rûmî Hazretleri
Şeyh Şerîf Halîl Efendi
Seyyid Şeyh Fazlullâh Efendi
Şeyh Şerîf AbdıırRahmân Efendi
Şeyh Hüseyin Efendi
Şeyh Halîl Efendi
Şeyh Muhammed Efendi
Şeyh Şerîf Ahmed Efendi
Şeyh Sırrî Efendi
Şeyh Emin Efendi
Şeyh Abdüşşekür Efendi
Şeyh Seyyid Muhammed Şerefeddîn Efendi.
Şeyh Muhyiddîn Efendi
Şeyh Abdüşşekür Efendi
Şeyhismâîl-i Gavsî Efendi
Şeyh Muhammed Rûhî Efendi Hazretleri....
Şeyh Ahmed Efendi
GANİYYE-İ KÂDİRİYYE
Şeyh Abdülganiyy-i
Nablusî Hazretleri.
HÂLİSİYYE
ŞU’BE-İ KÂDİRİYYESİ
Şeyh Ziyâeddîn
Abdurrâhman Hâlis et-Tâlebânî el-Kerkükî Hazretleri
Ebu’l-Muhsin Şeyh Ali Tâlebânî
Şeyh Safvet Efendi
Şeyh Abdülkâdir-i Tâlebânî
Şeyh Abdülkâdir-i Sıddîkî
YÂFİİYYE ŞU’BE-İ
KÂDİRİYYESİ.
İmâm-ı Yâfiî
Hazretleri..
GARİBİYYE
ŞU’BESI
Şeyh
Garîbullâh EI-Hindi
Âşık Yûnus-Yûnus Emre Hazretleri.
MÜŞTÂKİYYE
ŞU'BESİ
Şeyh
Abdülcelîl-i Teblîsi
Şeyh Hacı Hasan-ı Şirvânî
Şeyh Müştâk-ı Kâdirî
Edhem Baba Hazretleri
Şeyh Muhammed Müştâk-ı Kemterî
ENVERİYYE
ŞU'BESİ
Eş-Şeyh es-Seyyid Osmân
Nûreddîn Şemsî El-Üveysî el-Kâdirî Hazretleri
Şeyh Abdurrahîm-i Ünyevi ;
Şeyh Muhammed İzzî Bedreddîn el-Üveysî el-Kâdirî
Hazretleri
Süleymân Hilmî Efendi
Şeyh Ali Sırrî Efendi
Şeyh Ebûbekir es-Sıddîk Necmeddîn Efendi
Şeyh Muhammed Sa’deddîn-i Süheyl Efendi
Şeyh İsmâîl Efendi ve Hüseyin Rûhî Efendi
Şeyh Mustafa Şerîf Efendi
Kaygusuz Şeyh İbrâhîm Efendi
Şeyh Mustafa Şevkî Efendi
Sultânü’l-Âşıkîn İbnü’l-Fârız Hazretleri
AHMED
er-RUFÂÎ.
ŞUABÂT-ı
TARÎKAT-ı ALİYYE-İ RUFÂİYYE
Şeyh
Mahmûd-ı Halîdî Er- Rufâî:
Şeyh Yesî Hazretleri:
Şeyh Osmân Himâyetî
Karasarıklı Şeyh İbrâhîm-i Sabrî Efendi
Şeyh Sâdık Efendi
Şeyh Seyyid Nûrî Efendi
Şeyh Hayrullâh Tâcüddîn Efendi:
Şeyh Sâlih Efendi
Şeyh Abdullâh Efendi
Şeyh Halîm Efendi İbni Tâhir Efendi
Şeyh Muhammed Fadlî Efendi
Şeyh El-Hac Hâfız Muhammed Ferîd Efendi.
Şeyh Vahdî Efendi
Şeyh Muhammed Hilmi Efendi
Rufâî Asitanesi
Ahmed El-Lihâs Kolu
Kabûlî Şeyh Mustafa Efendi
Şeyh Ken’an Bey
Şeyh Büyük Hasib Efendi
Şeyh Muhammed-i Derrasî Efendi
Medhiyye-i Yahyâ-zâde Şeyh Hasib er-Rufâî.
Şeyh Hasib Efendi
Şeyh Yahyâ Efendi
TARÎKAT-İ ALİYYE-İ
BEDEVİYYE.
Şeyh
Ebu’l-Feth el-Vâsıtî
Şeyh Abdûl Azîz Hazretleri
Şuabât-ı Tarîkat-ı Aliyye-i Bedevîyye..
Beyyûmiyye Kolu
TARÎKAT-İ ALİYYE-İ
MEDYENİYYE.
Şeyh
Ebû Medyen Hazretleri
Şu'beleri
TARÎKAT-İ ALİYYE-İ
SÜHREVERDİYYE.
Şeyh
Ebu’n-Necb es-Sühreverdî
Cenâb-ı Pîr Ömer Şihâbeddîn-i Sühreverdî...
Şuabât-ı Tarîkat-ı Sühreverdiyye
Şeyh Sa’dî Şîrazî Hazretleri
TARÎKAT-İ ALİYYE-İ
ŞAZELİYYE.
Şuabât-ı
Şâzeliyye
Cezûliyye Şu'besi
Mustâriyye Şu'besi
Îseviyye Şu'besi
İlmiyye Şu'besi
Ahmediyye-i Şâzeliyye Şu'besi
Şeyh İbrâhîm er-Reşid Hazretleri.
Medeniyye Şu'besi
Şeyh Muhammed Zâfir Efendi....
TARÎKAT-İ ALİYYE-Î
DESSÛKİYYE.
İbrâhîm-i Dessûkî
Hazretleri..
SENUSILER
Seyyid
Muhammed-i Senûsî.
Seyyid Ahmed es-Senûsî
ZEYNÎLER
Şeyh
Abdullatîf-i Kudsi
Şeyh Ahmed-i Zeynî :
Âşık Paşa-zâde
Şeyh Abdurrahîm-i Zeynî :
Şeyh Mahmûd Hayrân-ı Zeynî :
Şeyh Abdullâh-ı Zeynî :
Şeyh Muhammed-i Zeynî :
Şeyh Safiyuddîn-i Zeynî :
Muallim-Zâde Şeyh Mustafa Zeynî :
Şeyh Seyyid Ali Zeynî :
Şeyh AbdülAzîz-i Zeynî :
Şeyh Abdullâh-ı Zeynî :
Şeyh Abdülganiyy-i Zeynî :
Şeyh Muhammed el-Halvetî
Şeyh Sa'deddîn-i Zeynî :
Allâme-i Cihân Molla Şemseddîn Fenârî Hazretleri.
Molla Hayalî Hazretleri
Şeyh Şihabüddîn-i Sivasî
Şeyh Ömer b. Hamza Hazretleri
Şeyh Mehmed Ârif Efendi
Şeyh Ahmed Efendi
Şeyh Vefâ Hazretleri
Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi
Meşhûr Sinân Paşa
TARÎKAT-İ ALİYYE-İ
KÜBREVİYYE.
Şeyh
Ebu’n-Necîb es-Sühreverdi
Necmeddîn-i Kübrâ Hazretleri
Şeyh Necmi Dâye Hazretleri
Şeyh Sa’deddîn-i Cüveyn i
Şeyh Muhammed Şîrin-ı Mağribi Hazretleri.
Şuabât-ı Kübreviyye
Nûrbahşiyye Kolu
Emîr Sultân Hazretleri
Mevlidî Süleymân Çelebi Hazretleri
Hulefâ-yı Hazret-i Emîr
İbn-i Yûsuf Hasan Hoca
Yahyâ B. Mustafa Efendi
Yahyâ B. Yahşî Efendi
Şeyh Mahmûd-ı Lâmiî
Ali Dede Hazretleri
Seyyid Nâsîruddîn-i Buhârî
Seyyid Usûl el-Buhârî
Seyyid Ni'metullâh Efendi
Ece Sultân Hazretleri
Ramazân Bey ve Veli Şemseddîn
Baba Zâkir Hazretleri
Şeyh Muslihiddîn-i Tavîl
TARÎKAT-1 ALİYYE-İ
MEVLEVİYYE..
Seyyid Burhâneddîn Muhakkık-ı
Tirmizî.
Şeyh Salahaddîn Hazretleri
Ahmed el-Gazzâlî
Şems-i Tebrîzî Hazretleri
Muhammed Dede Hazretleri
Sultânu’l-Ulemâ Hazret-i Bahaeddîn
Sadreddîn-i Konevî
Kemaleddîn-i Kâşânî Hazretleri....
Şerefeddîn Dâvud b. Mahmûd-ı Kayserî...
Hazret-i Mevlânâ
Hüseyin el-Hatîbî Hazretleri
Bahaeddîn Veled Hazretleri
Ferîdüddîn-i Attâr Hazretleri
Hüsameddîn Çelebi Hazretleri
Sultân Veled Hazretleri
Ulu Ârif Efendi Hazretleri
Hazret-i Mevlânâ’nın Erbâb-ı Aliyyeleri..
Muhammed Es’ad El-Mevlevî
Muhammed Tâhiru’l-Mevlevî
Âsâr-ı Matbû'a ve Gayr-i Matbû'ası.
SA’DÎLER
Şeyh
Ebûbekir En-Nessâc-ı Tûsî
Hazret-i Pîr Sa’deddîn
Sa’deddîn Yûsuf Eş-Şâûrî
Şu’ûbât-ı Tarîkat-ı Sa’diyye
Şeyh Abdüsselâm Eş-Şeybânî
Şeyh Gâlib, Behcetüddîn
Şeyh Mustafa Efendi
Şeyh İbrâhîm Efendi
Lebîb Hüseyin Efendi
Şeyh Muhammed Emin-ı Elfî
Şeyh Muhammed Gâlip Efendi .-
Şeyh Yahyâ Efendi
Şeyh Ebu’l-Vefâ-ı Sa’di
Şeyh Hüseyin Efendi
Şeyh Abdurrahmân el-Halebî
Şeyh Süleymân es-Sıdkî
Şeyh İsmâîl en-Necâ Efendi
eş-Şeyh el-Hac Mustafa İzzî Efendi
Şeyh Süleymân-ı Sıdkî
Şeyh Hasan Rızâ Efendi
eş-Şeyh İsmâîl Necâ Paşa
eş-Şeyh el-Hac Ahmed Muhtâr Efendi
Şeyh Muhammed Elif Efendi
Ebu’l-Mefahir Şeyh Yûsuf Zâhir Efendi
Şeyh Muhammed Ziyâd Hazretleri
Şeyh Muhyiddîn Efendi
eş-Şeyh Hacı Muhammed Vehbi Efendi
Şeyh Sıdkı Efendi
Şeyh Azîz Efendi
Şeyh Ferîd Efendi,
Şeyh İsmâîl Muhammed es-Sâlim es-Seyfi Efendi.
Şeyh Hüseyin Sa’deddîn el-Örfî Efendi:
TARÎKAT-l
SA’DİYE’DEN ETYEMEZ DERGÂHI.
Şeyh
Ali Hulûsi Efendi
Şeyh İsmâîl Efendi
Şeyh el-Hac Sîne-Çâk Mustafa Vehbî Efendi.
BEKTAŞÎLER
Hoca Ahmed-i Yesevî Hazretleri
Lokmân-ı Perende
Hacı Bektâş-ı Velî
Sarı İsmâîl
Muhammed Ali Hilmi Dede Baba..
[1]
Tâme, lugatta ^gâlib” ma’nâsınadır.
[2]
Metnin 296. sahîfesindeki dipnota bakınız. (H)
[3]
Bunun gerçekleşmesi târihen mümkün değildir. Bkz. Metnin 298. sahîfesi. (H)
[4]
"Kitâbda (kaderde) böylece yazıldı." 17. İsrâ sûresi, 58 (H)
[5]
Aşkın kır atına binince gönül, bütün
maksatlarını elde eder gönül..
Gönül
olmasaydı aşk nerede yer edinebîlirdi? Eğer aşk olmasaydı ne işe yarardı gönül?
(H)
[6]
Gönülde, ayrılıktan doğan ne kadar hastalıklarım, işte ise, dünyâya
bağlılıklarım... var;
Senin
bütün bu gam kederlerine rağmen, vefâ kâsesi öyle bir miskle karışmışki, bunu
içmezsem (her yerimde) kırıklık ve döküklük hissederim. (H)
[7]
Şîrin, aşağılık dünyâdan yükünü alıp götürünce. Cennette Dergâh-ı Hak'ta evini
barkını buldu. (809) (H)
[8]
"Onun “Vuslatı”: Şîrin “Kutba Vâsıl” oldu’dur." (809) (H)
[9]
"Senin zuhûrun bendendir, benim vücûdum senden. Ben olmasaydım sen zâhir
olmazdın, sen olmasaydın da ben olmazdım." (H)
[10]
"Senin güneşini görünce zerrelerden vazgeçtim. O zât’ın yüzünden bütün
sıfatlardan vazgeçtim.
Karanlık
halvette riyâzât çektim. Gerçekte yedi semâdan vazgeçtim.
Gördük
ki, bütün bunlar rü’yâ ve hayâldir; mertçe bütün bu rü’yâ ve hayâllerden geçtik
Ey
şeyh, senin bütün kemâlâtın bu ise, sen hoş ol ki, bütün bu kemâlâttan
vazgeçtik
Biz
öyle bir nûrun arkasına düşmüşüz ki, bütün nûrların doğuş yeridir. Batış
yeri yıldızdan ve lambadan da vazgeçtik"
(H)
[11] “Ey
ceddim! Sana selâm olsun.” (H)
[12] “Ey oğul! Sana da selâm olsun.” (H)
[13] "Emîr Sultânın Bursa’ya
gelmesi Yıldırım Beyazıt zamânındadır. Taklîd-i seyf, teberrük tarîkiyle sonra
icrâ edilmiş olsa gerektir."
[14] “O
yalnız bir sayha oldu; hemen sönüverdiler.” 36. Yâsîn sûresi, 29. (H)
[15]
"Peygamberler arasında fark gözetmeyiz." 2. Bakara sûresi. 285. (H)
[16] "Bunlar öyle
Peygamberlerdir ki, biz onların ba'zılarını diğerlerine nazaran fazîletçe daha
üstün kıldık." (H)
[17] "Haberiniz olsun ki,
Allahın velîlerine ne bir korku ve ne de hüzün isâbet edecektir." 10.
Yûnus sûresi, 62.(H)
[18]
"Sen dâimâ gönle yakın olmuşsun, mâzursun. Gam nedir hiç öğrenmemişsin
mâzursun. Ben, sensiz bin gece kan içinde idim, sen ise bir gece bile öyle
olmamışsın, mâzursun. (H)
[19]
"Misbâhın, zücâcı ve mişkâtın sırrı, ruhların hulâsası hayra çağıran, çok
azîz, dînin ve hakkın yıldızı Mevlânâ. Allah evvelîn ve âhirîni
nurlardırsın." (H)
[20]
"Deme ki, gönül ehli gitti de gönül şehri boş kaldı, Cihân Şems-i Tebrizî
ile doludur. Fakat Mevlânâ gibi er nerede?" (H)
[21] Baba
Kemâl Hucendî hazretleri, ekâbîr-i evliyâullâhtan ve şuarâ-yı sofiyedendir.
Ârif-i muhterem Muhammed Besîm Bey Efendi, muharrir-i fakîre yazdıkları bir
mektûb-ı ârifânelerinde derler ki: “Meşhûr Şems-i Tebrîzî hazretlerinin cümle-i
şuyûhundan olan Baba Kemal Hûcendî hazretleri ile Hz. Mağribî’nin muhib ve
muâsırı, şeyh Kemâl Hucendî başka başka asrın başka başka ricâl-i kemâlinden
oldukları halde, menkabe-nâmelerimizde müşârünileyhimâ şahs-ı münferid hâlinde
aynı zât olarak gösterilmişlerdir. Hâlbuki Baba Kemal Hûcendî cihâd-ı asgarin
şehîd-i nâ-mağlûbu, cihâd-ı ekberin ise mücâhid-i her-dem-gâlibi, veliyyullâh-ı
muhteşem meşhûr Necmeddîn-i Kübrâ’nın kibâr-ı hulefâsından bir mürşid-i
muhteremdir. Şeyh Kemâl Hucendî ise, Hz. Mağribî ve cenâb-ı Hâfız Şirâzî ile
muhâdır ve muâsır olan Şâir-i zî-kemâl-i mükerremdir.
[22] “Aşk
şebneminden Âdem’in toprağı gül oldu.
Yüz fitne, karışıklık dünyâda hâsıl oldu. Aşk neşterini rûh damarına
vurdular. Bir damla kan damladı da: Onun adı gönül oldu.” (H)
[23]
"Ben o yüce kişiyi nasıl târif edeyim? Bir Peygamber değil amma, kitâbı
var diyeyim." (H)
[24] "Hiç bir kimsenin kınamasından
korkmazlar." 5. Mâide suresi, 54. (H)
[25]
"Böyle bir darlık ve o kusûra rağmen tuhaf olan şudur ki, O kendisine
“Fahrüddîn = dinin öğüncü” denilmesini ister." (H)
[26]
"Bu yolda, eğer akıl “yol gösterici” olaydı,“Fahr-ı Râzî” dinin sırrını
bilen bir kişi olurdu." (H)
[27] “Din
büyüklerinin efendileri ve hakka'l-yakîn derecesine vâsıl olanlar böyle, teker
teker Moğol askerinin elinde esîr ve telef oldular. Sen ise dünyâ
gayretindesin. Bu revâ olmaz. İşte ben de coştum” (H)
[28]
Sonsuz hamd o pak olan Allâh’a ki, O, bir avuç toprağa imân ihsân etmiştir. (H)
[29] "Attâr rûh idi, Senâî onun iki gözü, biz, Senâî ve
Attâr’ın peşinden geldik." (H)
[30]
"Seni tanımamız gerektiği gibi hakkıyle tanıyamadık" (H)
[31]
"Kendimi tenzîh ederim, ancak şânım ne kadar yücedir?" (H)
[32] "O ma’nevî cihânın
Ferîdûnu, Zâtına delîl olarak Mesnevî'si var. Ben o yüce zâtı nasıl vasfedeyim.
Peygamber değil amma kitâbı var"
(H)
[33]
"Ey Resul-i Hazret-i Hak, ey Habîb-i Kibriyâ. Ey âlemin gözünün ziyâsı. Ey
“elest” topluluğunun sâkîsi, bir dolu kadeh ver.
Ey
âlemin gözünün ziyâsı, Ey Peygamberlerin önderi. Ey ziyâ dolu lâmba, bu miskine
nazar kıl.
Mevlânâ’nın
yüzüne, Ayağının toprağına, gece gündüz merhamet et, ey yüce Şah! Ahmed u
Mahmûd u Muhammed Mustafa" (H)
[34]
"Ölüm, iki sevgiliyi birbirine kavuşturan bir köprüdür." (H)
[35] “Âşıkların Ka'besidir bu
makâm! Noksân gelenler burada olurlar tamâm!” (H)
[36]
"Vefâtımızdan sonra türbemizi yer yüzünde arama. Ârif kişilerin
sînesindedir mezârıımız." (H)
[37]
"Dinle neyden çünkü hikâye etmede!" (H)
[38]
"Kibriyânın (Rabbın) sırlarının kâşifi olan, bizim Mevlânâmız, şöyle
buyurdu: Bu (Mesnevî) ne ilm-i remildir, ne ilm-i nücûm ve ne de düştür. Allâh
doğrusunuen iyi bilir. O, vahy-ı Haktır." (H)
[39]
Konya’da âsitâne-i Hz. Mevlânâ’da, Cenâb-ı Pîr’den zamânımıza kadar post-nişîn
olan meşâyih-ı kirâmın esâmî ve târîh-i irtihâlini mübeyyin bir manzûme olup, Sefîne’mizin mevzûuna mutâbakati hasebiyle aynen derci muvâfık görülmüştür.
Nâzımı Remzi Dede hazretlerinin hatt-ı destidir. Fakîre ihdâ buyurmuşlardır.
[40] “672
senesi beşince ayı Cemâziye’l-âhirinde vefat etti.” (H)
[41]
Konya'da bir câmi'-i kebîrdir.
[42]
"Perde arkası göz önünde zuhûr etti de, gönlün istediğini perdesiz
gördü." (H)
[43]
"Gönlümün bir tek “mey” isteği vardır. O mey, neyin nefesini azar azar
çekip almaktır. Gönülde, o meyden bir kadeh içtim. Allâh yeter; gayrisi “hiçbir
şey”dir." (H)
[44]
"Yâ Rabbi! Benim yaratılışımdaki hikmet nedir? " (H)
[45] "Cenâb-ı Hak, oğlunun başarısı ve ıslâhı için pederinin yapmış
olduğu duâyı kabûl etti. O, bu duâ esnâsında üç kişi gördü ve onların kendisine
gelmeden önce, üzerlerindekini elde etmek için onlara doğru yürüdü. Onlara
ulaşınca, içlerinden biri kendisine doğru döndü ve “İnananların gönüllerinin
Allâh’ı anması ve O’ndan inen gerçeğe içten bağlanması zamânı daha gelmedi mi?”
meâlindeki Hadîd Sûresi 16. âyetini okudu.
Bunu
okuduktan sonra, Rasulullâh (salla’llâhu aleyhi ve sellem.)’in sözü ile
kendisini, vecd, harâret ve ağlama hali aldı. O halde iken de atından düştü.
Nefesinden başka bir hareketi de kalmadı. Üç kişiden biri gelip, eliyle onun
göğsüne vurdu ve şöyle dedi: “Allâh’a istiğfar et.” Bunun üzerine o, geçmişte
yapmış olduklarına istiğfar etti.
Bu
olaydan sonra, baygınlık ve sarhoşluk halinden kurtuldu ve daha önceki
hareketlerinden ve ızdırabtan sıkılan kalbi de huzûr ve sükûna erdi. O üç
kişiden biri, cebinden meyveler çıkarıp, vahiy ve sır emrini Rasulullâh’a
verdikten sonra, “Ey Allâh’ın rasûlü, onu sula ve kandır.” dedi. Bunun üzerin
Rasulullâh (salla’llâhu aleyhi ve sellem) meyveye üfledi ve meyveleri
ona uzâttı. Şeyh de onları aldı ve yürüdü.
Rasulullâh,
ona, “Bunu hem kendin, hem de neslin için al.” dedi. O ne güzel ikrâm, ne büyük
hediyedir Şeyh onları kabûl etti, onlara da hürmet etti.
Şeyh
bunun üzerine, Allâh tarafından, zâhiri ve bâtını ma’mûr bir halde geldiği yere
döndü. Rasûlullâh’ın ikrâmiyle Rabbine yöneldi, feyzi arttı." (H)
[46]
"Müjdeler olsun sana mürîdim, müjdeler. Allâh’ın ipine sarıl sonra
benim bîatıma. Mürîdim bana sarıl bana güven. Seni dünyâ ve âhirette
korurum ben. Ben, Şeyh Sa’deddîn’im ve Cibâ’nın koruyucusuyum; ben
kurrânın ve her yolun şeyhiyim" (H)
[47] "İnsanlar arasında
“Cibâvî” diye anılan ey şeyh Sa’deddîn! Sen peygamberlerin en hayırlısı olan
Hz. Muhammed’in elinden mutluluğa ve tam bir hazza ulaştın." (H)
[48]
"Ceylândan evvel, kokusu geldiği gibi, benim haberim mektûbumdan evvel
gelir. Kanlı gönlün hali ceylân gibi ismimden ayan olur
Bana kırmızı dudağın olmadan sunulan kadeh kan
pınarıdır. İçki kabarcıkları kadehimin dudağından dökülen küçük uçuklar
gibidir.
Gönül âteşinin kıvılcımı sensiz bu gece meclisin
mumu oldu. İnleyen vücûdum kan damlayan kebab oldu huzûrum kalmadı.
Ümid ederim o mübârek doğan bizim tuzağımıza düşer, ateşli
âhımın dumanından tuzağımın halkası yaparım.
Sıdkı’nın dost mesajı benim gönlüme aydınlık
bahşeder. Yüzünün aydınlığının hayali akşam karanlığını şafağa çevirdi."
(H)
[49] "Sokağın başından sabâ
rüzgârı geçti. Şimdi bağlar zülfünün kokusunu getirdi ve lâle yaprağında
yaralar açdı
Gonca elbisesini yırtdı, bülbül öylesine feryâd
etti; sesinin aksi dağın eteğinden kulağıma gitti.
Anka kuşunun âşıkların hümâsı ile berâber yüzünü
görmediği (kişi)! Cemâlini göstererek sevindir bizleri. Zîrâ çağlar kaçıp gidecektir
Koknos kuşunun kanadından sana hastalık ve ölüm
gelirse ne hayret edilir ki, ben senin aşkından Koknos gibi hırsla yandım
Şekerin kıymetini papağan bilir ey zâhid Hodbin
olma. Cîfe, tab’-ı selîm ile karganın tabîatını daha iyi ortaya kor
Onun gözü var kurtuluş ise güzeli beğenmek ve güzeli
yapmak iledir. Fakat hayalperest oldu da maskaralığa ve şakaya başladı"
(H)
[50]
"Ey Elif, tek olan Pîr’in ölüm târîhini kırmızı mürekkeble yazarım.
Doğru
sözlü dostun ömrü mahremiyette olduğunda zirveye (sonsuza) ulaştı.
Beş
(ilâvesiyle) Âl-i Abâ’ya dâhil oldu. Allâh ona şehîd sevabı verdi." (H)
[51] "Tûr, Hakk’ın tecellîsine
muvakkat bir mahaldir. Hz. Kelîm’in zâtına mahsûs olmuştur
Tûr,
nâmı irfân olan Muhammed’dir. Haşir (kıyâmet) gününe kadar kerîmin
atâsıdır." (H)
[52] Tercüme-i hâli Şâzelî bahsinde geçmiştir.
[53] "Eğer yârin müsâadesi
ulaşırsa inciler delerim. Kendi sanatımı gösteririm de o sırrını gizlerim.
Ağzıma
ağır bir kilid vurdu. Bunun için çırpındım. Yoksa ben anlatılacakları
anlatırdım.
Gül
bahçesinin fidanından gonca gibi açmadık. Eğer açılırsam gülün kokusunu benden
duyun.
Her
ne kadar rakip beni dışardan uyumuş zannederse de uyumuş değilim. Uyusam bile
sarhoşluktandır.
Ey
Elif! Çabuk gel ki ölüm sarhoşluğundayım. Tâ ki himmet süpürgesiyle gönül evini
süpüreyim." (H)
[54] "Ben onun konuşmasının
benzerini hiç görmedim. Güzellik bakımından da ona denk olanını ...
Her
güzellik, onun güzelliğinden dolayıdır, güzellikte ona ulaşabilen asla
görülmemiştir.
Onu
sevdiğimden beri, ona olan sevgimi gizledim. Onu gizleyen, benim kadar dikkatli
biri görülmedi.
Düşmanların
dedikodusu karşısında susmayı yeğledim, kalbimden ise, dâimâ onu zikr edip
durdum.
Nice
hevâ ve hevesin gizlenmesi, neredeyse beni öldürüyordu. Ben, başkaları gibi,
onu asla ifşâ etmedim.
Ne
Selmâ’, ne de Suâd’ dedim. Ancak ona eziyyet için de hiç gayret etmedim.
Ben
ondan ayrıydım, ama, rûhum onunla berâber idi.Gönlüm, onun müjdesinden
başkasına asla i’tibâr etmedi.
Kalb
heva ve heves vadisinde kayboldu, ama onu sevenin fikrinden (sevme ârzûsu) asla
silinmedi.
Hevâ’
ve heves ile Elîf (dost) olduktan sonra, kendi makâmına bir daha asla
dönmedi." (H)
[55]
"Kerem sahipleriyle iş yapmak güç değildir." (H)
[56]
"Devlet kuşu uçtu da yuvası bomboş kaldı. Bundan sonra onu ya rü’yâda
görürsün veya kıyâmette" (H)
[57] "Hak
ve dînin kılıcı, tarîkat güneşi (Hüsâmeddîn), şer’î zorlukların çözümünde asrın
imâmı.O, ilim ve irfânın her şu'besinde, en büyük rüsûh sâhibidir.
Zamânında, her yönden hakîkat
ilimlerinde açık ifâdeli bir şeyhdir. Her arayan için aranan bir ârif, her yüce
(ma’nevî) makâmın talebinde sevilen kimsedir.
Kalbin yönetilmesi ve bedîî
ifâdelerle müşküllerin hallinde mahâret sâhibi, yüksek hizmetlerde nefesleri ve
himmetiyle gayelere ulaşılıyordu.
(Yukarıdaki) kasîdede
umulanlar bugün de onun rûhundan, aydınlık kabrinin yanında umulur. Ancak
bunlar, önce dünyevî hayatında olduğu gibi hüsn-i i’tikâdla ziyâ ret edenler
içindir.
Bu zayıf olan (Elîf) de her
mühim meselesinde sabâh ve akşam onun rûhundan istimdâd eder. Allâh onun
sırrını takdîs etsin ve ebedî ni'metleriyle ikrâmda bulunsun." (H)
[58]
"Ma'lûmunuz olsun ki (vücûd) haktır." (H)
[59]
"Onu bir şeyin örtmesi nasıl olur? Hâlbuki o her şeyden zâhirdir."
(H)
[60] "Onu herhangi bir şeyin
örtmesi nasıl tasavvur olunur?" (H)
[61]
Metin bu şekilde boş bırakılmıştır. (H)
[62] "Ey cânan, benden güneşin
safasının şerhini dinle. Gündüzün aydınlığına güneşin parlaklığı nasıl
anlaşılabilir?
Dünyânın hali ikilidir. Allâh böyle yarattı... Gece
vaktinin karanlığında ancak güneşin aydınlığı ortaya çıkar.
Bu niçin böyle olmuştur dersen, şöyle derim sana,
dinle, her şeyin zıddı vardır; ayın da güneşi.
Geceleyin gönül sâhibleri ve Pîr için çalış. Gündüz
ise, güneşin yüz cefâsıyla rızkına çalış.
Ey Vehbî, güneşin hâlleri işte böyledir. Öyleyse
sus. Ben Güneşin kadr ü kıymetini... (Metinde eksik var)" (H)
[63]
"Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O
halde kim tâğûtu reddedip Allah'a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa
yapışmıştır." 2. Bakara sûresi, 256. Ayrıca bkz. 31. Lokmân sûresi, 22.
(H)
[64]
"Pek yakında Rabbin sana verecek de hoşnûd olacaksın." 93. Duhâ
sûresi. (H)
[65]
“Allah sizden (yükünüzü) hafifletmek ister; çünkü insan zayıf yaratılmıştır.”
4. Nisâ sûresi, 28. (H)
[66] 16. Nahl sûresi, 91. âyet kasdedilmektedir.
(H)
[67]
Arada, Kasım b. Muhammed b. Ebûbekir es-Sıddîk (radıya’llâhu anh) olmak
lazım gelir
[68] "Ey gâfiller! Ayağa
kalkın." (H)
[69] "Şeyh Ahmed, Cenâb-ı
Hakk’ın fazlıyla cennette Ahmedî meclisine gitti. İlâhî bir nûrun aydınlığında,
o müttakî kulun kavuşma yılı belli oldu. Aynı zamânda Ahmed, kâşif-i hakdır
diye yaz ve Ahmed, Cennetimin velisidir, de." (H)
[70]
Merhûm Hacı Bektaş'ın nâhiyesinde..." (H)
[71]
Hacıbektaş, şu anda Nevşehir iline bağlı bir ilçe merkezidir. (H)
[72] Hacı
Bektâş-ı Velî’yi ziyâret edene “hacı” diyorlar. Bu hacılık bildiğimiz değildir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar