Print Friendly and PDF

Sefîne-i Evliyâ Evliyâ-yı Ebrâr Şerh-i Esmâr-ı Esrâr 1.cild 3. bölüm


 

TARÎKAT-I ALİYYE-İ KÜBREVÎYYE

/275/ - Ser-çeşme-i evliyâ Hz. İmâm Ali (Kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh)

- Hz. Hasan el-Basrî (Radıya'llâhu anh)

- Hz. Habîb-i A’cemî (Kaddesa’llâhu sırrahû )

- Hz. Dâvud et-Tâî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Hz. Ma’rûf el-Kerhî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Hz. Seriyyü’s-Sakatî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Seyyidü’t-âife Hz. Şeyh Cüneyd el-Bağdâdî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Mimşâd ed-Dîneverî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Muhammed ed-Dîneverî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Muhammed el-Bekrî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Vecîhüddîn el-Kâdî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebu’n-Necîb es-Sühreverdî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Rûzbehân-ı Baklî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh İsmâîl-i Kayserî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ammâr-ı Yâsir (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Pîr-i tarîkat Hz. Ahmed Necmeddîn el-Kübrâ (Kuddise sırruhu’l-âlî)

Velâdet : 550/(1155); müddet-i ömr : 68; irtihâl : 618/(1221).

ŞEYH EBU’N-NECÎB es-SÜHREVERDÎ

Meşâhîr-i ulemâ vü sufiyyûndan olup, onüç bâtında sülâle-i Hz. Ebû Bekr es-Sıddîk (radıya'llâhu anh) efendimize muttasıldır.

490/(1097) senesinde, Sühreverd’de doğup, Bağdâd’da tahsîl-i ulûm eylemiştir. İsfahân’a gidip, Ebû Ali el-Medâd’dan istimâ-ı hadîs edip, Dicle’nin garbında mürîdlerine ribâtlar inşâ ettirmiş idi. Bağdâd’da, su satar, geçinirmiş. Zühd ü takvâsı gâlip idi. 545/(1150)’te Medrese-i Nizâmiyye’ye müderris olup, 558/(1163)’de Şam’a gelmiş, tedrîs ile meşgûl olmuştur. Melik-i âdil Nûreddîn Mahmûd’un iltifâtına mazhar olarak Bağdâd’a avdet edip, 563/(1168) senesinde irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Şeyh Vecîhüddîn el-Kâdî amcalarıdır.

/276/ NECMEDDÎN-İ KÜBRÂ HAZRETLERİ

Künyeleri, Ebu’l-Cenâb (bir eserde ise Ebu’l-Cinân diye okudum), ism-i âlîleri Ahmed b. Ömer el-Hayûkî, lakab-ı âlîleri Kübrâ olup, Hârezm’de dünyâya fer vermiştir. "Kübrâ" denilmesi, gençliğinde tahsîl esnâsında, münâzara ve mübâhaseyi çok sevip, kiminle mübâhaseye girişse dâimâ galebe çalarlardı. Bundan kinâye olarak, “et-Têmmetü’l-Kübrâ”, yahut “Tâmatü’l-Kübrâ” dediler. "Tâme"[1] veya "têmme" lafızları kesret-i isti’mâl hasebiyle terk olunarak, yalnız Kübrâ lakabıyla şöhret buldular. Kendilerinden gelen tarîkat koluna Kübreviyye derler. Burada gayr-i münteşirdir. İran ve Türkistân’da bir zamânlar intişâr etmiş ve bundan pek çok eâzım yetişmiştir.

Diyâr-ı Rûm’a da intikâl eden bu tarîkattan yetişen eâzım hazarâtının tarîkaten ictihâdlarına mebnî, Tarîkat-ı Aliyye-i Kübreviyye esrârı, o eâzımda mündemic kalmıştır.

Şeyhleri Ammâr-ı Yâsir hazretleridir. Fakat Mısır’da Şeyh Rûzbehân hazretlerinden tekmîl-i tarîkat eylemişlerdir. Bâb-ı Ferah-ı Tebrîzî ve İsmâîl-i Kayserî gibi ricâlu’llâh’la da sohbetleri ve onlardan ahz-ı feyzleri vâki olmuştur.

Rüşd ü fazîlet ve ma’rifet ü kerâmetle, beyne’l-enâm şöhret kazanmışlardır. Eâzım-ı şuarâ-yı acemdendir. Te’lîfât-ı mu'teberesinden, tefsîr-i şerîfi Fevâtihu’l-Cemâlî, Te’vîlât-ı Necmiyye, Tavâliu’t-Tenvîr, Usûl-i Aşere  burhân-ı kemâlidir.

Hz. Mevlânâ’nın peder-i mükerremleri, Bahâeddîn Veled hazretleriyle, Necmeddîn-i Râzî, Mecdüddîn-i Bağdâdî, Sa'deddîn-i Cüveynî, Seyfeddîn-i Bâharzî, Baba Kemâl-i Hucendî[2], Radiyyüddîn Ali Lâlâ, Cemâleddîn-i Gîlî gibi meşâhîr cümle-i mürîdanından idi.

Müşârünileyhimden Necmeddîn-i Râzî, Necm-i Dâye nâmıyla meşhûr-ı eâzımdandır. Şeyhinin nâ-tamâm kalan Te’vilât-ı Necmiyye nâm tefsîr-i tasavvufîsini, Bahru’l-Hakâyık nâmıyla yazdığı tefsîr ile itmâm eylemiştir ki, bu tefsîr-i /277/ şerîf pek mühim ve pek nâdirdir.

Necm-i Dâye, ba'zı noktada irfânen şeyhinin kemaliyle hem-pâye olmuştur. Bağdâd’da Hz. Cüneyd türbesinde medfûndur. Hz. Mevlânâ ve Cenâb-ı Sadreddîn-i Konevî ile sohbette bulunduğu mervîdir. Hattâ her ikisine imâmetle namâz kıldıkları[3] menkûldür. Mirsâdû’l-İbâd mine’l-Mebdei ile’l-Meâd (adlı) eser-i Fârisîsi de pek mühimdir.

Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinin menâkıb-ı aliyyeleri, lisân-ı Arabî vü Fârisî üzere yazılmıştır. Hulefâ-yı kirâmından Şeyh Mecdüddîn-i Bağdâdî hazretleri her nasılsa, ağzından bir büyük söz kaçırmasıyla şeyhi Necmeddîn-i Kübrâ hazretleri müteessir olurlar. Mecdüddîn ise, derhâl yalın ayak istîfâ-yı kusûra gelip, hâk-pâ-yı şeyhe yüz sürmesi üzerine müşârünileyh, mülâtafetle, “Korkma! Îmânın selâmettedir. Lâkin bu yolda cân fedâ etmemeğe çâre yoktur. Biz dahi yakında ser-bürîde ve şehîd oluruz ve melik-i Hârezm bu sebebten perîşân ve ahâlîsi ise kılıçtan geçerek muzmahil ve nâ-yâb olur.” buyurmuşlardır.

Fi’l-vâki’ aradan çok zamân mürûr etmeksizin, Mecdüddîn, yirmidört yaşında olduğu halde bir iftirâya uğradığından, Sultân Muhammed-i Hârezmşâh’ın emriyle Ceyhun’a atılıp, mağrûkan şehîd olur ve melik-i merkûm, sonradan Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinin nutk-ı âlîlerini ve Mecdüddîn hakkında söylenen sözün mahz-ı bühtân olduğunu anladığı gibi, huzûr-ı Hz. Pîr’e gelip, söz ve niyâza başlarsa da, pîr-i müşârünileyh,  (كَانَ ذَلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُورًا)[4] âyet-i kerîmesinden başka bir cevâb vermeyip, âkibet, Cengiz zuhûr eder ve memâliki Hârezm’i harâb ve Necmeddîn hazretleriyle nice insânları şehîd eder.

Hadîkatü’l-Cevâmi’de şöyle yazar ki:

"Vak’a-i Cengiz’in zuhûru ve bulundukları yerin istîlâsı mukarrer olduğu işitilince, Hz. Necmeddîn’e mahall-i necât olan tarafa hicret buyurulması arz ve beyân olunmuş ise de, “Bu kadar ümmet-i Muhammed’in vakt-i âsâyişinde berâber zevk-yâb olmuş iken, hengâme-i ızdırâblarında, ancak nefsimizi tahlîs /278/  ile nice bin ehl-i îmânı, o kâfir-i bî-dînin pây-mâl ettiğini biz arkadan mı seyr edelim. Böyle hayâtın bize lüzûmu yok, cümle ile haşr olunmak büyük ni'mettir.” buyurmuşlardır."

Nefehâtta okumuştum:

Hz. Pîr, 618/(1221) senesinde bu vak’ada bir kâfirin elinde şehîden âzim-i dâr-ı cinân olmuştur. Şehîd oldukları vakit, kâfirin perçemini tutmuştu. Şehâdetten sonra, onu, şeyhin elinden kimse kurtaramamıştır. Âkıbet, kâfirin perçemini kestiler. Mürîdânının meşhûrlarından olup, Hz. Mevlânâ’nın peder-i ekremleri Sultân Bahâeddîn, Hz. Pîr’in sevgililerinden idi. Hz. Mevlânâ bile, zât-ı âlîlerine şu manzûme ile arz-ı hürmet eylemiştir:

بيكى دست مى خالص ايمان نوشند

            ما ازآن محتشمايم كه ساغر كيراند

            بيكى دست دكر يرجم كافر كيرند

            نه ارزاق مفلسان كه بز لاغر كيرند

Nazmen tercümesi:

Biz ol izz ü kerem kavmindeniz kim

Demâ-dem îş idüp sâğar tutarlar

Ne şol bî-kadr müflislerdeniz kim

Füsûn idüp bize sâğar tutarlar

Bir elden nûş idüp îmân şarâbın

Bir elde perçem-i kâfir tutarlar

Necmeddîn-i Kübrâ hazretleri, galebât-ı vecdde her kime nazar ederse, mertebe-i velâyete ulaşırdı. Hattâ bir gün, bir tâcir teferrûh tarîkiyle, dergâh-ı Pîr’e girmiş, müşârünileyhin hâli üzerinde idi. Tâciri görmesiyle, bir nazarıyla, fi’l-hâl mertebe-i velâyete ulaştırmıştır.

Lugât-ı Târîhiyye’de okudum :

Bir gün, ashâbıyla otururken, bir doğanın, ufak bir kuşu önüne katıp kovaladığını görmesiyle, nazarı, ufak kuşa taalluk etmesiyle doğanın elinden kurtulmuştur.

Bir gün, huzûr-ı âlîlerinde, Ashâb-ı Kehf’in bahsi oluyormuş; mürîdânından /279/ Şeyh Sa’deddîn-i Cüveynî hazretlerinin hâtırından geçti ki: Acaba, bu ümmet içinde, sohbeti kelbe te'sîr eder kimse bulunur mu? Hz. Necmeddîn, nûr-ı ferâsetle bildi. Derhâl yerinden kalkıp, tekke kapısına çıktı. Bir kelb zâhir oldu. Kuyruğunu sallayarak, Hz. Şeyh’e bakmağa başladı. Şeyh, ona bir nazar etmesiyle, kelp dûçâr-ı haşyet olarak, yüzünü yerlere sürüp oradan kayb oldu. Şeyh Sa’deddîn, bu hâli görünce hâtırasından nedâmet etti. Menkûldür ki, o köpek, nereye varsa, elli altmış köpek onun etrâfına halka olup, hiç biri bağırmaz ve bir şey yemezler ve gâyet sâkin dururlar imiş.

ŞEYH SA’DEDDÎN-İ CÜVEYNÎ

Kibâr-ı meşâyıh u ulemâdandır. Keşfû’l-Mahcûb ve Secencelü’l-Ervâh unvânlı eserleri meşhûrdur. Dîger ba'zı te’lîfâtı varmış. 650/(1252) senesinde âlem-i bakâya rıhlet etmiştir. Sadreddîn-i Konevî hazretleriyle musâhabeti mervîdir. Gâyet müessir tabîat-ı şi’riyyesi vardır:

بر اسهب عشق چو سوار آيد دل

            بر جمله مرام كامكار آيد دل

            ورعشق نباشد بچه كار آيد دل

            كردل نبود كجا وطن سازد عشق[5]

rubâîsiyle gâyet müstemendâne mazâmîn-i âşıkânı ihtivâ eden:

            د دل زفرات خستيكها دارم

            در كار زچرخ بستيكها دارم

            با اين همه غم تونيز پيمان وفا

مشكين كه جزاين شكستيها دارم [6]

rubâîsi hâfıza-ı ehl-i aşkı tezyîn edecek âsâr-ı ilmiyyedendir.


 

ŞUABÂT-I KÜBREVÎYYE

Bahâiyye, Firdevsiyye, Halvetiyye, Nûriyye, Rükniyye, Hemedâniyye, Nûrbahşiyye, Berzenciyye.

NÛRBAHŞİYYE KOLU

Hadîkatü’l-Cevâmi’de silsile-i tarîkatını bu vechle buldum:

Hz. Pîr Necmeddîn-i Kübrâ, Şeyh Ali b. Lâlâ, Şeyh Ahmed Zâkir-i Curfânî, Şeyh Nûreddîn Abdurrahmân-ı Esferânî, Şeyh  /280/ Alâüddevleti’s-Semnânî, Şeyh Mahmûd-ı Muzdahânî, Şeyh es-Seyyid Ali Hemedânî, Şeyh Hâce İshâk-i Hıtlânî, Şeyh es-Seyyid Muhammed-i Nûrbahş (Kaddesa’llâhu esrârahüm.)

Âtîdeki bahs-i mahsûsda ism-i âlîleri zikr olunacak olan Emîr Sultân hazretleriyle Halvetîler bahsinde nâm-ı bülendleriyle tezyîn-i sahîfe-i hürmet edilecek olan Şeyh Hasan Hüsâmeddîn-i Uşşâkî hazretleri bu şu’be-i tarîkattan hisse-dâr-ı feyz olanlardandır.

ŞEYH MUHAMMED ŞÎRÎN-İ MAĞRİBÎ HAZRETLERİ

Necmüddîn-i Kübrâ hazretlerinin hulefâsından Şeyh Nûreddîn-i Gazâlî halîfesi Şeyh İsmâîl-i Selîbî halîfesidir. Şeyh Nûreddîn, tarîkat-ı Kübreviyye şuabâtından Nûriyye kolunun reîsidir.

Şeyh Muhammed Şîrin-i Mağribî, muhakkıkîn-i sûfiyyeden ve meşâhîr-i şuarâ-yı Îrâniyyedendir. Hz. Mevlânâ’nın mürşid-i mükerremi Şems-i Tebrîzî hazretlerinin şeyhi Baba Kemâl-i Hucendî hazretlerinin ashâbından ve ahibbâsındandır. Hindistân’da basılmış olan, Hazînetü’l-Asfiyâ’nın beyânına göre, 809 sene-i hicriyyesinde (1406) altmış yaşında, dâr-ı cemâle intikâl eylemiştir. İran pâdişâhlarından Şâhruh zamânında biraz şöhret bulup, Tebrîz’de vefât etmiş; kabr-i münevveri Sürhâb’da ziyâret-gâh-ı uşşâk bulunmuştur.

Nâcî merhûm, Esâmî nâm eserinde, Muhammed Şîrin diye kaydettiği gibi, Hazînetü’l-Asfiyâ ve Kâmûsu’l-A’lâm’da, Şeyh Muhammed Şîrin denilmiştir. Şu hâlde Şerîf ve Şemseddîn mahlasları yanlıştır. Nâcî merhûm, İsmâîl-i Selîbî’yi, İsmâîl-i Semnânî diye yazmış ise de doğrusu Hind’de basılan Hazînetü’l-Asfıyâ’nın dediğidir.

Târîh-i intikâline âit manzûmeler:

چو شرين زخت ازدنياى دونست

بجنت يافت از در كاه حق بار 809[7]

وصا لش هست شرين قطب واصل (809)[8]

“Kutb-ı Şîrîn” (قطب شيرين) (809)

Mağribî hazretleri, eâzımdan olup, doğrusu sûfiyyenin medâr-ı fahrıdır. Şöhretten, ziyâde ihtîfâya meyyâl olup, kendilerinden silsile-i tarîkat yürüyüp yürümediği anlaşılamamıştır. Üveysiyyü’l-meşreb, hanefiyyü’l-mezhep bir zât-ı âlî-kadr olup, ihtifâya meyl-i şedîdleri hasebiyle, zamânlarında, kemâlât-ı şi’riyye-i ârîfâneleri nisbetinde şöhret-gîr olmadılar. Zâten şöhrete rağbet-kâr olmayıp, mevhûm varlığı, esrâr-ı vücûd-ı Hak’ta istihlâk etmiş, eniyyet, mahv, inhimâk denilen makâmat-ı zevkıyyenin lübbünü elde ederek, vücûd-ı hakîkatta inhimâk eylemiştir. (Kaddesa’llâhu sırrahu.)

Âcizleri, Hz. Mağribî’yi, hâce-i irfânım Muhammed Es’ad el-Mevlevî merhûmun, ders-i Mesnevî'sine devâm ettiğim zamân, gıyabî, fakat, hakikî bir muhabbetle sevmiş idim ki, kırk beş sene oldu. İlk ezberlediğim şu beyti, ancak, kırk sene sonra idrâk edebilir gibi oldum.

ظهور تو زمنست وؤجود من ازتو            

ولست تظهر لولاي لم أكن لولاك [9]

Makâm-ı abdiyetten, makâm-ı nâza urûc ile öyle bir cilve-i beyâniyyeye şâhit olmuş ki, evliyâu’llâh’tan herkes bu kudret helvâsını ne yiyebilir, ne de yedirir. Meydân-ı sühanın bir merd-i dilîri olan Mağribî hazretlerinin her nerede nâm-ı şerîfi yâd olunsa gönlüm mühtezz olur. Fâtih’te Millet Kütüphânesi’nde 426 numarada bir Dîvân'ı vardır, yazmadır. Ser-â-pâ hakîkata nâzırdır. Enfâs-ı âşıkânelerinden:

تامهرتو ديديم ز ذرات كذثتيم                

در خلوت تاريك رياضات كشيديم

از جملة صفات از بى آن ذات كذ ثنيم                  

در واقعه از سبع سموات كذ شتيم

ديديم كه اينها همه خوابست وخيالست                  

اى شيخ اكر جمله كمالات تواينست

مردانه ازين خواب وخيالات كذ شتيم                   

خوش باش كزين جمله كمالات كذ شتيم

ما ازبي نورى كه بود مشرق انوار

از مغربى وكوكب ومشكاة كذ شتيم[10]

Urefâ-yı asırdan Besîm Efendi hazretleri, Cenâb-ı Mağribî hakkında bir mektûbunda der ki:

“Dil-i âgâhım!

Şuarâ-yı vâsilînin ser-kâfilesi, kurretü’l-uyûn-ı urefâ Mağribî hazretlerinin, uluvv u kâ’bını pek güzel bilenlerdensiniz. Kütüb-i menâkıb ve terâcim-i ahvâlde, ârif-i âlî-câh-ı müşârünileyhin isim ve mahlas-ı mübeccelleri "Muhammed Şîrîn", "Muhammed Şerîf", "Muhammed Şemseddîn" sûretlerinde olarak tevsîmât-ı muhtelifede  gösterilmektedir. Ancak, başka menkabe ve tercüme-i hâllerindeki ittihâd-ı vakâyı' ve istişhâden, îrâd olunan âsâr-ı şi’riyyelerindeki, numûne-i yek-rengî, müsemmânın vahdetini gösterdiği halde, esmâ ve mahlaslarındaki tehâlüf, muhtâc-ı hâl görülüyor.

Menâkıb-ı evliyâ vü urefâyı tetebbu’ ve tahkîkteki  selâmet-i meslek ve sıhhat-ı istinbâtınız, müsellemâttan olduğu cihetle, İlâhiyyûn-ı (?) şuarânın kâfile-sâlârlarından olan bu zât-ı azîmü’l-kadrin "Mağribî" tahallus-ı şâirânesine mültahak, sıhhat-ı ism ü mahlasının tahkîk ve inbâsını, niyâz-mendâne beklerim.”

Dîger sahîfedeki ma’lûmattan bâhisle, yazdığım izâh-nâmeye gelen cevâb-nâmelerinde :

“Lemeât-ı şemsin temevvücât-ı nûrâniyyesini ve yahut muhît-ı aşkın emvâc-ı hıred-şânını andıran, cevâb-nâme-i ârifâneleri, çeşm-i müştâkı mazhar-ı envâr, kalb-i atşânı nesîm-i reyyân ile dâye-dâr eyledi. Menâkıb-ı muallâ ve evsâf-ı fevka's-semâ, Cenâb-ı Mağribî’yi, kalem-i hakâyık, rakam-ı Vassâf'tan iltikâ, ne feyz-bahşâ, ne nûr-efzâ bir neyl-i inşirâh-ârâdır. O Mağribî-i meşrıkı’l-envâr ki, beni zulumât-ı zunûn ve gamâm-ı zavâhir ve rüsûmdan reh-yâb eden ilk meş’ale-i mübeccele-i hakîkattir. Hz. Mağribî, tarîk-ı aşk u muhabbette ve ma’rifette, benim ilk reh-nümûnum, en feyyâz meş’al-keş hâmûnumdur.

Ârif-i vâsıl-ı müşârünileyhin, menâkıb-ı âliyesi hakkında, mürâcaat-ı niyâzmen-dânemi is’âfen tehzîz buyurduğunuz, hâme-i mübârekin her katre-i anberînine bin tuhfe-i şükrân.”

Müşârünileyh, Hz. Şeyhü’l-Ekber’in âsâr-ı aliyyelerinin meftûnu olduğundan, âsâr-ı bâkiye-i şeyhi taharrî için diyâr-ı Mağrib’e kadar bir seyâhat etmiş olduğundan, eş’ârında, “Mağribî” tahallus etmişlerdir.”

EMÎR SULTÂN HAZRETLERİ :

Buhârâlıdır. Muhammed Şemseddîn el-Buhârî nâmıyla ve Emîr Sultân unvânıyla şöhret bulmuşlardır. Harîrî-zâde Kemâleddîn Efendi merhûm, Tıbyânü’t-Tarâık’ında, müşârünileyhin Nûrbahşî tarîkına mensûb olduğunu ve pederlerinin şeyhi Seyyid Muhammed veya Mahmûd-ı Nûrbahş hazretleri bulunduğunu yazıyor. Nûrbahş tarîkının pîr-i sânîsidir. Silsile-i tarîkatları yedi vâsıta ile Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerine muttasıldır.

Şu sûretle silsile-i sâdâta dâhildir:

es-Seyyid Muhammed Şemseddîn el-Buhârî b. es-Seyyid Ali b. es-Seyyid Muhammed b. es-Seyyid Hüseyin b. es-Seyyid Ali b. es-Seyyid Muhammed b. es-Seyyid Muhammed el-Mehdî b. Hasan el-Askerî b. Ali et-Takî b. Muhammed en-Nakî b. Ali Rızâ b. Mûsâ el-Kâzım b. Ca’fer es-Sâdık b. Muhammed el-Bâkır b. Ali b. Zeynelâbidîn b. Hz. Hüseyin. (Rıdvânu’llâhi teâlâ aleyhim ecmaîn)

Baldır-zâde Târîhi’nde görülen dîger bir silsile-i tarîkat ber-vech-i âtîdir:

- Ser-defter-i evliyâ Hz. Ali (Kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh),

- Hz. İmâm Hasan (Radıya'llâhu anh),

- Hz. İmâm Hüseyin (Radıya'llâhu anh),

- Hz. İmâm Zeynelâbidîn (Radıya'llâhu anh),

- Hz. İmâm Muhammed el-Bâkır (Radıya'llâhu anh),

/281/  - Hz. İmâm Ca’fer es-Sâdık (Radıya'llâhu anh),

- Hz. İmâm Mûsâ el-Kâzım (Radıya'llâhu anh),

- Hz. İmâm Ali Rızâ (Radıya'llâhu anh),

- Hz. Muhammed Cevâd-ı Takî (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Ali Hâdî-i Takî (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Hasan el-Askerî (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Muhammed Kâim el-Muntazar (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Hasan (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Hüseyin (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Seyyid Muhammed (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Seyyid Ali Emîr Külâl (Kuddise sırruhû) Hz. Emîr’in pederidir.,

- Şeyh Seyyid Îsâ (Kuddise sırruhû) Hz. Emîr’in şeyhidir.

Hz. Emîr, Buhârâ’dan Medîne-i Münevvere’ye geldikte, Ravza-i Pâk-i Mustafaviyye’ye, (السلام عليك يا جدي)[11] diye arz-ı selâm eyleyip, (وعليك السلام يا ولدي)[12] sûretiyle iltifât-ı Nebevîyyeye mazhar olmuştur. Bunu, nice zevât işitmişler ve menâkıb-nâmelere derc etmişlerdir. Ba’de’z-ziyâre kendilerine işâret-i ma’neviyye-i peygamberî şeref-vâki’ olur. Şöyle ki: Gözlerine görünen, nûrdan kandili ta'kîb etmesi ve o kandil nerede nihân olursa orada ikâmet eylemesi emir buyrulur. Hz. Emîr, o nûru takip ederek Bursa şehrine gelir. Buraya vusûlünde, o nûr gözden nihân olmakla “Burada ikâmete me’mûrum.” diye Bursa’da tavattun buyururlar.

Hz. Emîr’in Bursa’yı teşrîfleri, Yıldırım Bâyezîd Hân’ın zamân-ı âlîlerine müsâdiftir. Bursa’da bulundukları zamân, Sadreddîn-i Konevî hazretleri, Miftâhü’l-Gayb’ını Molla Fenârî’den tederrüs eylediğini, Cevdet Paşa merhûm, Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârih-ı Hulefâsında. yazıyor.

Yine müşârünileyh hakkında diyor ki:

Zâhir ü bâtını ma’mûr ve kerâmâtı zâhir olup, Bursa ahâlîsi ona ziyâde muhabbet peydâ eylediler. “Emîr Sultân” diye şöhret buldu.

/282/ Salâtîn-i Osmâniyye dahi onun kerâmâtını görüp kendisine ziyâde riâyet ve ta'zîm ve onunla teberrük eder oldular ve azm-i sefer ettiklerinde duâsını alırlardı. O da onlara kılıç kuşatırdı. Yıldırım Beyâzıt Hân’a da kılıç kuşattı.[13] Mesâlih-i millete ikdâm etmek, nasîhatiyle onu i’mâr-ı mülke sevk ederdi. Yine ma’nen vâki’ olan bir işâret üzerine Hz. Pâdişâh Yıldırım Hân’ın kerîmesi Hundî Sultân’la izdivâc eder. Bu sultân Germiyan oğlu’nun kızı Devlet Şah Hatun’dan tevellüd eylemiş ve Çelebi Sultân Mehmed’in li-ebeveyn büyük hemşîresi bulunmuştur.

Pâdişâh o zamân Edirne’de muhârebede imişler. Pâdişâhın ma'lûmatı lâhık olmadan sultânla izdivâc vukû’ bulur. Keyfiyyet pâdişâha aksi sûretle ihbâr edilmekle, "Hz. Emîr’in vücûdunu ortadan kaldırsınlar." diye Bursa’ya mahall-i harbden kırk kişi gönderirler. Fakat bunlar nezd-i Emîr’e geldiklerinde Hz. Emîr’de estaîzü billâh (إِنْ كَانَتْ إِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً فَإِذَا هُمْ خَامِدُونَ)[14] âyet-i kerîmesinin esrârı zuhûr edip gelen kırk kişi li-hikmeti’llâh o anda hâb-ı ebedîye dalarlar ki, Bursa’da civâr-ı Hz. Emîr’de ziyâret-gâhdır. Fakîr ziyâret ettim. Bu zevâtın, nazar-ı Hz. Emîr’e mazhariyyeti, kabirlerinin ziyâretgâh olmasına sebep olmuştur. O zamân Müftiyyü’l-enâm ve Şeyhü’l-islâm olan allâme-i zamân Şemseddîn Molla Fenârî, Hz. Pâdişâh’a keyfiyyeti etrâflı bir sûrette bâ-arîza bildirmekle Hâkân-ı müşârünileyhin ihtiyârı elden gidip kendilerini dâmâdlığa kabûl edip, görmek üzere Bursa’ya şitâbân olur ve beynehumâda nice esrâr zuhûr eder; mezkûr arîzanın sûreti ve bu ahvâlin tafsîli (için) Baldırzâde târîhi’ne ve ahîren neşr olunan Yâdigâr-ı Şems nâm esere mürâcaat etmelidir.

/283/ Hz. Emîr, bir gece, âlem-i ma’nâda, Fahr-ı âlem (salla’llâhu aleyhi ve sellem.) efendimiz hazretlerini görmüşlerdir. Risâlet-penâh efendimiz, saâdetle, Câmi'-i Kebîr’in yerini teşrîf buyurup, mübârek asâ-yı şerîfleriyle câmi'-i şerîfin hudûdunu çizip, işâretle, “Şu mahalle, ümmetim için bir ulu câmi' binâ edin.” diye emr u fermân buyurmuşlar. Hz. Emîr, vâkıa-ı mezkûreyi kayınpederi Yıldırım Bâyezîd’e ifâde eylemesiyle, her ikisi ve erkân-ı devlet, derhâl câmi'-i şerîfin olduğu mahalle gelip, Sultânü’l-Enbiyâ (aleyhi ekmelü’t-tahâyâ)’nın işâret buyurdukları mahalde nûrânî bir hudûd görüp derhâl câmi'-i şerîf inşâsına muvaffak olmuşlardır. Dünyâda misli olmayan ve el-yevm ma’mûr bulunan bir ma'bed-i ferah-fezâdır.

Cevdet Paşa merhûm, Kısas-ı Enbiyâ’da, bu câmi'-i şerîf hakkında yazıyor:

Mervîdir ki, Bâyezîd Han hazretleri, Emîr Sultân ile bu câmi'-i şerîfin binâsını muâyene ederken, azîz hazretleri: “Pek makbûl ve müstahsen tarh olunmuş, lâkin dört köşesine birer meyhâne yapılsa daha mükemmel olurdu.” demesiyle, hünkâr, müteğayyir olup,” Câmi'-i şerîf, beyt-i Hudâ’dır; civârında menâhî vü melâhînin ne münâsebeti vardır?” cevâbını verdikte Azîz hazretleri,  “Pâdişâhım, hakîkatta beyt-i Hudâ, mü'minin kalbidir. Niçin kalb-i şerîfinizi menâhî vü melâhî ile âlûde edersiniz” diye pâdişâhın meşgûl-ı işret olmasındaki fenâlığa işâret buyurmasıyla, Şehriyâr hazretlerine intibâh gelip, cümle-i muharremâttan tevbe ve istiğfar etmiştir.

Hz. Emîr’in kerâmât-ı irfâniyyesi çoktur. Hakk-ı âlîlerinde müteaddid menâkıb-nâmeler yazılmıştır.

833/(1429-30) senesinde,  “İntikâl-i Emîr” (انتقال أمير) terkîbinin nâtık olduğu üzere, âlem-i bakâya irtihâl eylemişlerdir. Tarîkat-ı Aliyye-i Bayramiyye’nin Pîr-i muhteremi, Hacı Bayram-ı Velî hazretleri gasl eylemişlerdir. Medfen-i mübârekleri üzerine türbe inşâ olunmuş ve devr-i Azîzî’de yeniden ihyâ edildiğinden, el-yevm, pek ma’mûrdur. /284/ Türbe-i şerîfelerinin olduğu mahallin kıble tarafına iki minâreli bir câmi'-i münîf binâ olunup, Sultân Selîm-i sâlis zamânında mükemmelen ta’mîr edilmiştir. Civâr-ı Hz. Emîr, İstanbul’un, Eyüb Sultân’ı mesâbesindedir. Türbe-i şerîfe pek müzeyyendir. Sandûkalarının baş tarafında, “Yâ Hazret-i Pîr, Şemseddîn el-Buhârî, Emîr Sultân Kuddise sırruhû’l-Mennân” diye muharrerdir. Bir tarafında harem-i âlîleri ve kerîmeleri ve dîger tarafında mahdûm-ı mükerremleri medfûndur. Hakk-ı âlilerinde söylenip, türbe-i münevverelerinde levha halinde, vaz’-ı mevkı-ı ihtirâm kılınmış medâyıhtan:

Ey âlem-i velâyete sultân olan Emîr

Vey mülk-i Rûm’a rahmet-i Rahmân olan Emîr

                   *     *     *

Bi-Hamdi’llâh nasîb oldu ziyâret Kutb-ı devrânı

Cihâna nûr-ı feyzi münteşirdir gün gibi hâli

Emîr Sultân-ı zî-şâna gönülden bendelik arz it

Budur yâ Hû saâdet neylerim ben mâl ile câhı

Günâhım hadden efzûndur  kerem kıl dest-gîr(im) ol

Bu İlmî kemterindir hâk-pâyın oldu rû-mâli

                   *     *     *

Yüzün sür hâk-pây-ı Hazret-i Sultân Emîr’e*

Yuyam dirsen dil-i âlûdeden çirk-âb-ı hâki*

Nisâr it nakd-i cânı âsitânından nûr-ı feyz al*

Safâ-yı aşk-ı rûhânî virir bu türbe-i pâki

Budur sultân-ı kalb ü taht ü tâc mülk-i istiğnâ

Furûğ-ı şûriş-i aşkı ser-â-ser tutdu eflâki

Budur dergâh-ı âli  pîş-vâ-yı mürşid-i uşşâk

Bunu böyle görür kimin kim olsa çeşm-i idrâki

Ziyâret eyleyüp gel dergehinden eyle istimdâd

Vücûdun mahv u müstağrak gönüldür eyle idrâki

Cenâb-ı fahr-ı âlem aşkına dil-şâd buyur nûrum

Bu abd-i kem-teri kim dergehinde sînesi çâki

/285/     Kelâm-ı sırr-ı lâ-havfün aleyhim bunda zâhirdir

İder ihsân ehlu’llâh kuluna eylemez bêkî

Hakîrin Râşid’e eyle şefâat cedd-i pâkinçün

Muharrer eyledi pejmürde hâlet kilk-i çâlâkî

Hz. Emîr’in entâk-ı şerîfesinden :

Tevhîde gel haddin aşma 

Doğru yolundan şaşma

Yüz altmış altı çeşme

Başındaki gül bizdedir

Pîr Sultân bu yolda kuldur

Virdin okuyan bu dildir

Elif Hakk’a doğru yoldur

Mîm istersen dal bizdedir

                   *   *   *

Müselmânlar gönül şehri açılmaz bir melâlet var

Nazar eylen şu dünyâya aceb dürlü garâbet var

Şerîat göğe çekildi yer yüzüne suyu saçıldı*

Yıkıldı zulm île âlem kıyâmetden alâmet var

Ne kâdî adl ü dâd eyler ne müftî halkı şâd eyler

Ne ümmî i’tikâd eyler ne îmânda tamâmet var

Zâhid zühde riyâ katar kalan mahlûk dahi beter

Ne dânişmend okur tutar ne a’yânında şefkat var

Erenler dervişe söğer dervîş dahi kapu gezer*

Ne halk tanrısını anar ne dervîşde kanâat var

Ne Pîrler ulusun yoklar ne hâtunlar evin bekler

Ne kız oğlan edep saklar yiğitlerde cehâlet var

Emîr Sultân bu serverlik Hak’ı sevmekdürür erlik

Bu dirlik bir eyu dirlik  kalanında dalâlet var

Güfte-i Emîr Sultân :

Gerçek âşıklara salâ denildi

Derdi olan gelsin dermânı buldum

Âh ile vâh ile devrân iderken

Cân içinde cânânı buldum

Akar gözlerimden yaş yerine kan

Zerrece görünmez gözüme cihân

Deryâlar nûş idüben kanmaz iken

Âşıklar kandıran ummânı buldum

Âşıklar meydâna doğru varırlar

Erenler cem’ olmuş virüp alırlar

Cümle enbiyâlar dîvân dururlar

Hakk’a mahbûb olan sultânı buldum

.......

.......

Açılmış dükkân kurulmuş bâzâr

Cevâhir-bahş olan dükkânı buldum

Emîr Sultân ne hoşça bâzâr imiş

Erenler cem’ oluben gezer imiş

Cümlenin maksûdu dîdâr imiş

Ol maksûda iren sultânı buldum

Hz. Emîr’in dîger bir mahdûmları, Şeyh Bedreddîn hazretlerinden hilâfet alarak, kümmelîn sırasına girmiş; kerâmâtı zâhir olmuş bir merd-i kâmildir. Civâr-ı Hz. Emîr’de câmi'-i şerîfin cânib-i garbında cesed-i şerîfi sâye-i Hudâ’da âsûdedir.

Hz. Emîr, uzunca boylu, esmerü’l-levn, melîhu’l-vech, mükehhal gözlü, uzunca sakallı idi. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

MEVLİDÎ SÜLEYMÂN ÇELEBİ HAZRETLERİ

/286/ Süleymân Çelebi, peygamberlerin övünç kaynağı olan Hz. Muhammed (salla’llâhu aleyhi ve sellem)’i medh eden kişidir.

Bursa’da, zînet-sâz-ı âlem-i şuhûd olmuştur. Yıldırım Bâyezîd Hân devri ricâlindendir. Bu mübârek zât, mazhar-ı feyz-i Muhammedî olup, yüzlerce seneden beri, eyâdî-i ihtirâm-ı ümmette bulunan manzûme-i velâdet-i nebeviyyeyi inşâd buyurmuştur. Tezkire-i Latîfîde (belirtildiğine göre), meşhûr İvaz Paşa merhûmun mahdûm-ı mükerremleri, şuarâdan Atâî’nin büyük birâderleridir. Müşârünileyh, Sultân Orhan-zâde Süleymân Paşa’nın iltifât ve sahâbetine mazhar oldu. Efâdıl-ı fuzalâdan ve erbâb-ı aşktan idi. Bursa’da Emîr Sultân hazretlerinin berekât-ı hüsn-i nazar u terbiyeti ile perverde oldu. Hulefâsı meyânında, ism-i şerîfleri mezkûrdur. Emîr Sultân’ın emriyle Bursa’da câmi'-i kebîrde imâmet hizmetini îfâ eyledi ve meşhûr-ı âlem olan Mevlid-i Nebevî manzûme-i garrâsını bu esnâda vücûda getirdi.

Gül-deste-i Rıyâz-ı İrfân ve Tezkire-i Latîfî’de mezkûr olduğuna göre, menkabe-i mevlid-i şerîf manzûme-i mubârekesinin tertîb ve tanzîmine bir hâdise-i garîbe sebep olmuştur:

Bursa’da, ilmi mahdûd vâizin biri, esnâ-yı va’zda, esteîzü bi’llâh, (... لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِنْ رُسُلِهِ...)[15] âyet-i kerîmesini tefsîr sırasında, “Bu âyet-i celîle mûcibince ben, nebîyy-i âhiru’z-zamânı sâirinden tafsîl etmem.” demesiyle, müstemiîn meyânında fuzalâ-yı Arabdan bir zât-ı âlî-kadr, tarz-ı ifâdeden müteessir olarak, delâil-i kâtıa ile vâiz-i merkûmu ilzâmen, “Bu bâbda izâle-i cehl edememişsiniz. İlm-i tefsîrde pek çok noksânınız vardır. Âyât-ı kerîmenin nâsihinden, mensûhundan, muhkeminden, müşâbihinden gâfilsiniz. "Rusül beyninde fark yoktur.” demekten maksad-ı ilâhî, emr-i risâlet ve husûs-ı nübüvettedir. Yoksa merâtib-i fazîlette değildir. Eğer âyet-i kerîmenin ma’nâsı, min cemîi’l-vücûh demek olsaydı, esteîzü bi’llâh, (تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ ..)[16] buyurulur muydu?”diye vâizi bi-hakkın iskât eylemiştir. Keyfiyyet Süleymân Çelebi’nin sâmia-ı ıttılâına vâsıl olmasıyla pek müteesir olmuş ve efdal-i enbiyâ efendimizin uluvv-ı kadr-i risâlet-penâhîlerinden bâhis olmak üzere, sûret-i velâdet-i nebevîyyelerini ve mu’cizât-ı celîle-i ahmediyyelerini musavvir olan manzûme-i makbüleyi, adetâ irticâl /287/ denecek derecede bir isti’câl ile tanzîm ve şu âlem-i fânîde ibkâ-yı nâmına hizmet etmek üzere kütüb-hâne-i aşk u irfâna yadigâr olarak tevdî’ eylemiştir. Bunun ismi Vesîletü’n-Necât’tır.

Bu bâbda, tetebbüât-ı zevkiyyeyi hâvî bir eser-i matbû'-ı âcizânem olduğu gibi, manzûme-i mübâreke üzerine, Gülzâr-ı Aşk nâmıyla, gayr-i matbû', mufassal bir şerh-i fakîrânem vardır. Her ikisinde de tafsîlât vardır. Burada, daha ziyâde, tafsîldan ictinâb olundu.

"Hem sekizyüz onikidir târîhi

 Bursa’da oldu tamâm bil ey ahî"

beytinden târîh-i te'lîfin zamânı anlaşılır. Süleymân Çelebi hazretleri, sonra, Yıldırım Bâyezîd Hân’a imâm-ı sultânî oldu. Bir rivâyete göre, padişâh-ı müşârünileyhin büyük şeh-zâdeleri Emîr Süleymân hazretlerine de mukârenet peydâ eyledi.

Târîh-i intikâlleri, 825 sene-i hicriyyesi (1422)’dir. "Râhat-ı ervâh" (راحت ارواح) târîh-i irtihâlini müş’irdir. Müteahirînden bir zât, şu manzûme-i târîhiyyeyi söylemiştir:

Fevtine cevher-i târîh düşünürdüm Âkif

Yazdı bâ-emr-i ilâhî kalemin gonca-lebi

Şu Vesîle ile dâreynde necâtı buldu

Mâdih-i fahr-ı rusül ya’ni Süleymân Çelebi

(شو وسيله ايله دراينده نجاتى بولدى

مادح فخر رشل يعنة سليمان جلبى)

Kabr-i şerîfleri Bursa’da, Çekirge’ye gidecek yolun dağ tarafında, Setüstü’nde ve Çekirge’ye karîb bir mahaldedir. Ziyâret-gâh-ı ehl-i aşk u îmândır. Sultân Hamîd-i sânînin ser-karîni merhûm Hacı Ali Paşa tarafından, tecdîden ta’mîr olunarak, üzerine demir parmaklıklı bir kubbe yapılmıştır. Mezâr taşında, “Manzûme-i menkabe-i velâdet-i nebevîyye (aleyhi‘s-selâm ve’t-tahiyye) müellifi Süleymân Efendi hazretlerinin merkad-i müteberrikidir. Aleyhi’r-rahmetü ve’l-gufrân, rûh-ı pür-fütûh-ı âlîlerine li’llâhi’l-Fâtiha.” yazılıdır.

HULEFÂ-YI HAZRET-İ EMÎR :

/288/ Emîr Sultân’dan feyz-yâb olanlar pek çoktur. Hasan Hoca, Baba Zâkir, Şeyh Muslihiddîn-i Tavîl, Yahyâ b. Mustafa, Yahyâ b. Yahşî, Mahmûd-ı Lâmiî gibi zevât zikre şâyândır. Hz. Emîr ile Buhârâ’dan hayli zevât-ı kirâm gelmiş, Bursa’da kalmıştır. Ma’lûm olanlarından bahs edilecektir:

İBN-İ YÛSUF HASAN HOCA

Rumeli Yenişehri kurâsından Koçbasanlar karyesindendir. Memleketinde ikmâl-i tahsîlden sonra, Bursa’ya gelerek, Hz. Emîr’e intisâb eylemiştir. Mazhar-ı feyzleri olup, vasiyetleri mûcibince, Cenâb-ı Emîr’in câ-nişînleri oldular. Oniki sene makâm-ı irşâdda bulunduktan sonra, Haremeyn-i muhteremeyni ziyâret edip, avdetinde Kuds-i şerîfte irtihâl-i dâr-ı bakâ eylemekle, orada defn olunmuştur. Târîh-i irtihâlleri 845/(1441)’tir. Mezâr taşında, “Şeyh Hasan-ı Rûmî” ibâresi mahkûk imiş. Müzîlü’ş-Şükûk nâmında Arapça bir eser-i tasavvufîleri vardır.

YAHYÂ B. MUSTAFA EFENDİ

Siyer-i Nebevî ile Hulefâ-yı Erbaa ve İmâmeyn ahvâlinden bâhis olarak Envârü’l-Kulûb isminde manzûm bir eser yazmıştır. Bu eserin 898/(1493) târîhinde yazılmış olduğu Osmânlı Müellifleri’nde mütâlâa olundu. Hz. Emîr hulefâsındandır.

YAHYÂ B. YAHŞÎ EFENDİ

Hz. Emîr’in mazhar-ı feyzi olanlardandır. Gönenlidir. 840/(1436) senesinde, Yaylacık’ta, Tuzla’da irtihâl-i dâr-ı bakâ eyledi. Urefâ-yı kirâmdan bir zât-ı âlî-kadr olduğuna âsârı şahiddir :

1. Şir’atü’l-İslâm Şerhi,

2. Menâkıb-ı Emîr Sultân,

3. Menâkıb-ı Şeyh Muhammed b. Îsâ-yı Akhisârî,

4. Sıhâh-ı Acemî,

5. Maktel-i İmâm Hüseyin,

6. Dîvân-ı İlâhiyyât,

7. Mevlid-i Nebî.

ŞEYH MAHMÛD-I LÂMİÎ

Evliyâu’llâh’dan olup, fünûn-ı şettâda sâhib-i mahâret olduğunu ve Bursa’da, Hisâr’daki medresede kabr-i âlîlerinin ziyâret-gâh bulunduğunu, Ravzâtû’l-Müflihûn nâm eserde görmüştüm. Hz. Emîr’in hulefâsındandır.

ALİ DEDE HAZRETLERİ

/289/ Cenâb-ı Emîr ile Buhârâ’dan gelenlerdendir. Kibâr-ı evliyâu’llâhdandır. Bursa’da İncirlice Mahallesi'nde, Eşref-zâde Tekkesi civârında, menzil duvarına karîb mahalde medfûndur. Hâk-i pâkinden havâriku’l-âde şeyler görünür imiş. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

SEYYİD NÂSIRUDDÎN-İ BUHÂRÎ

Cenâb-ı Emîr ile Buhârâ’dan gelmiştir. Kibâr-ı evliyâu’llâh’dandır. Saâdet-nâme isminde bir eseri varmış. Bursa’da tepeye yakın bir mahalde türbe-i mübârekeleri ziyâret-gâh-ı uşşâktır.

SEYYİD USÛL el-BUHÂRÎ

Cenâb-ı Emîr ile Buhârâ’dan gelmiştir. Türbesi, Bursa’da, Yahudiler Mahallesi'nden çıkınca, yol üzerindedir. Ziyâret-gâh-ı meşhûrdur. Hz. Emîr’e karâbeti vardır. Ahîren tekke binâ olunmuş; el-yevm, Kadirî usûlü icrâ olunmakta bulunmuştur; şeyhi Abdî Efendi, ehl-i hâl bir zâttır; görüştüm. Uşşâkîler için de bir gün tahsîs ettiğinden, züvvârı çoğalmıştır. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

SEYYİD Nİ'METULLÂH EFENDİ

Hz. Emîr’in alem-dârı idi. Civâr-ı Hz. Emîr’de türbesi vardır. Ziyâret olunur. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

ECE SULTÂN HAZRETLERİ

Hz. Emîr ile gelmiştir. Erbâb-ı kerâmetten olup, civâr-ı Emîr’de müstağrak-ı tevhîd-i Yezdân’dır. Cenâb-ı Emîr’in bendesi idi. Bendesi sultân olursa, Hz. Emîr’in derecesini ta’yînde ızhâr-ı acz lâzım gelir.

RAMAZÂN BEY (ve) VELİ ŞEMSEDDîN

Bâlâda ismi geçen Hasan Hoca’nın halîfeleridir. Erbâb-ı keşften bulunuyorlar. Ramazân Bey’e, “Ramazân Baba” dahi derler. Tekkesi ve türbesi vardır.

Veli Şemseddîn hazretleri, gâyet zengin imiş. Bursa’da, Yahnikapan Mescidi'ni binâ etti. Câmi'-i şerîfin mihrâbı arkasında medfûndur.

BABA ZÂKİR HAZRETLERİ

Hz. Emîr’in perverde-i irfânıdır. Çelebi Sultân Mehmed zamânında göçtü. Erenlerdendir. Bursa’da, Namâzgah kurbunda binâ-kerdesi olan câmi'-i şerîf hazîresindedir.

ŞEYH MUSLİHİDDÎN-İ TAVÎL

Hz. Emîr’den sülûk görüp, rütbe-i velâyeti buldu. Bursa’da neşr-i ilm etti. Zeyniler’de medfûndur.

/290/ Şeyh Dâvud, Şeyh Abdurrahmân, Şeyh Ahmed, Şeyh Lutfullâh-ı sânî, Şeyh Mustafa, Şeyh Azîz-zâde Muhammed Efendi, Şeyh Mustafa Efendi âsitâne-i Hz. Emîr’de seccâde-nişîn olan zevât-ı kirâmdan olup, her birinin rütbe-i kemâli sicill-i irfâna kayd olunmuştur. Civâr-ı Hz. Emîr’de âsûde-hâl-i mehd-i rahmettirler. (Kaddesa’llâhu esrârahum)

                                                  -   -   -

Bursa’da, Kara Mustafa Kaplıcası’nda, Hz. Emîr’in yıkandıkları kurna, el-yevm mevcûddur. Orada taşa bastıkları zamân, kadem-i mübâreklerinin resmi taşa çıkmış; çukurluk hâsıl olmuştur ki, merzâlar su korlar, içerler. Muharrir-i kemter dahi, teberrüken orada su içtim.

Cenâb-ı Hak cümlemizi, Emîr-i müşârünileyhin mazhar-ı şefâati buyursun. Âmîn.

                                                  -   -   -

Nûrbahşî tarîkine sâlik olanların, usûl-i zikr ü terbiyeleri hakkında ma’lûmât elde edemedim. Bunlarda, Nakşîlik neş'esi gâlib olsa gerektir. Allâhu a’lem.

Bâlâda bi'l-münâsebe arz eylediğim vechle, gerek Kübreviyye, gerek Nûrbahşî tarîkleri, memletimizde münteşir değildir. Bu tarîkler dîger tarîkle bi'l-imtizâc, onlarda indimâc eylemiştir.


 

TARÎKAT-I ALİYYE-İ MEVLEVİYYE

/291/  - Serdâr-ı evliyâ Hz. İmâm Ali (Kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh)

- Hz. Hasan el-Basrî (Radıya'llâhu anh)

- Hz. Habîb-i A’cemî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Hz. Dâvûd et-Tâî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Hz. Ma’rûf el-Kerhî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Hz. Seriyyü’s-Sakatî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Hz. Cüneyd el-Bağdâdî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Mimşâd ed-Dîneverî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Muhammed ed-Dîneverî (Kaddesa’llâhu sırrahû) (Bir tomârda, "Ahmed-i Dîneverî" diye muharrer gördüm.)

- Şeyh Muhammed el-Bekrî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Vecîhüddîn el-Kâdî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ömer el-Bekrî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebu’n-Necîb es-Sühreverdî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ammâr-ı Yâsir (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh sultânu’l-ulemâ Muhammed Bahâeddîn Veled (kuddise sırruhu's-samed)

- Şeyh Burhâneddîn Muhakkık-ı Tirmizî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (Kuddise sırruhu’s-sâmî)

Bir silsile-nâmede şu tertîb ile gördüm:

Hz. Ali, Hz. Hüseyin, İmâm Zeynelâbidîn, İmâm Bâkır, İmâm Ca’fer es-Sâdık, İmâm Mûsâ el-Kâzım, İmâm Mûsâ, Ma’rûf-ı Kerhî.

Hz. Ali, Hasan-ı Basrî, Habîb-i A’cemî, Dâvud-ı Tâî, Ma’rûf-ı Kerhî.       

Şeyh Cüneyd-ı Bağdâdî hazretlerinden dîger bir silsile-i tarîkat inşiâb ve sultânu’l-ulemâ hazretlerine ittisâl eylemektedir:

- Hz. Cüneyd el-Bağdâdî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebû Bekr eş-Şiblî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebû Ömer Muhammed-i Zeccâc (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebû Bekr en-Nessâc (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Hz. Ahmed el-Gazâlî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ahmed-i Belhî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Şemsü’l-eimme Erhî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Hz. sultânü’l-ulemâ Muhammed Bahaeddîn-i Veled (Kuddise sırruhu’s-Samad)

- Hz. Burhâneddîn-i Tirmîzî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

/292/ Hz. Mevlânâ min külli’l-vücûh evlâna, Hz. Şems-i Tebrîzî ile sohbet buyurdukları cihetle, Hz. Şems-i Tebrîzî’den Rükneddîn es-Sincâsî, Kutbeddîn el-Ebherî vâsıtasıyla Ebu’n-Necîb es-Sühreverdî hazretlerine dahi kesb-i ittisâl eyler.

SEYYİD BURHÂNEDDÎN MUHAKKİK-İ TİRMÎZÎ

Seyyidü’l-ârifîn, tâcü’s-sâlikîndir. Sâdât-ı kirâmdan olup, Horasan cihetinde kâin, Tirmid’de, “Seyyid-i Serdân” unvâniyle, müşârün bi’l-benân idi. Bahâeddîn-i Veled hazretlerinden ahz-ı feyz ederek zâhir ve bâtınını ma’mûr eylemiş kibâr-ı evliyâu’llâh’dandır.

Menkûl olduğu üzere, Cenâb-ı Şihâbeddîn es-Sühreverdî, Hz. Burhâneddîn’i görmek üzere Rûm diyârına gelmiş idi. Nezd-i Burhâneddîn’e vardıkta âteş külü üzerinde oturduğunu görmekle, uzaktan râsime-i selâm u ihtirâmı îfâ ederek muntazır-ı iltifâtı olduğu halde hiç mükâleme etmez, mürîdleri sükût-ı vâkıın sebebini Seyyid Burhâneddîn’den sordular. “Ehl-i hâl önünde zebân-ı hâl gerektir, zebân-ı kâl değil.” buyurmuşlardır. Bunun üzerine lisân-ı hâl ile mükâleme ve muârefe hikmetine sebep ne olduğunu sorduklarında, “O, bir mevvâc-ı deryâdır. Maânîden ve hakâik-i Muhammedi’den (salla’llâhu aleyhi ve sellem) gâyet âşikar, gâyet gizlidir.” cevâbını vermiştir.

Hz. Sultânü’l-ulemânın irtihâlinden bir sene sonra, âlem-i ma'nâda vâki' olan emr ü işâreti üzerine Hz. Mevlânâ’yı taht-ı vesâyetine almak üzere, hemen Konya’ya gelip sohbete mübâşeret ve ulûm-ı şer’iyyedeki mertebesine dikkat edip, Hz. Mevlânâ’yı derece-i âliyede bulmakla mesrûr oldu.

Hz. Mevlânâ’ya kelime-i tevhîdi telkîn ve ta’lîm ve âdâb-ı tarîkatı tefhîm ile, ba’dehû sultânü’l-ulemâdan istifâde eyledi ve hakâyık ve dekâyıkı himmet ü nazar ile ifâde ve tahkîk buyurdu. Hâsılı, Cenâb-ı Burhâneddîn Hz. Mevlânâ’yı, hem-sohbet ve hem-dil ittihâz edip, mertebe-i kemâlât u kerâmatta, derece-i âliyeye nâil ve dâire-i velâyette, (أَلَا إِنَّ أَوْلِيَاءَ اللَّهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ)[17] mecmaına dâhil eyledi. /293/ Maksûdu da bu idi, hâsıl oldu. Ba’dehû, Kayseri’ye gitmek üzere izin istedikçe Hz. Mevlânâ, muvâfakat buyurmazlar idi.

Bir gün yine gitmek için ısrâr edince, “Ey azîz ü muhteremim, zât-ı âlileriyle bu derecede, hem-bezm-i sohbet ve beynimizde, bu kadar üns ü ülfet var iken, şimdi, mufârakati ihtiyâr buyurmanızdaki hikmet nedir? Merâk ediyorum.” buyurunca, Hz. Burhâneddîn, “Ey benim, mahdûm-ı mükerrem ve azîz-i muhterem olan cânım. Bu fakîr, hem-deminizden istifâdesi mümkin olan fevâid-i kemâlât itmâm olundu. Her neye mâlik isem dirîğ etmedim. Kabza-ı himmetinize teslîm eyledim. Şimdi azîmet yüz gösterdi. Hâk-i Tebrîz’den bir şîr-i dilîr zuhûr etti, geliyor. Zât-ı âlinize, tarîk-ı Hak’ta bundan sonra rehnümâdır.” cevâb-ı beşâret-meâlini verip, Kayseri’ye âzim ve âhir ömürlerine kadar burada âsûde oldular.

Hz. Burhâneddîn, fi'l-hakîka, kibâr-ı evliyâullâhtandır. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Hz. Mevlânâ, bu beşâret üzerine tulû’-ı Şemseddîn’e râgıb olup, bir müddet sonra, râyiha-ı tayyibe-i muhabbetini şemmetmekle şiddetle hâl-i intizârda bulunmakta idi.

ŞEYH SALÂHADDÎN HAZRETLERİ

Seyyid Burhâneddîn’in mürîdânından idi. Hz. Mevlânâ da kendilerinden feyz almışlardır. Hz. Burhâneddîn, "Hâlimi, şeyh Salâhaddîn’e; kâlimi Mevlânâ Celâleddîn’e bağışladım." deyip, rûh-ı pür-fütûh-ı mübârekleri, tâir-i ravza-i berrîn olmuştur, Kayseri’de medfûndur. Türbe-i münevvereleri, ziyâret-gâh-ı enâmdır. (Kaddesa’llâhu sırrahû ve efâza aleynâ birrahû ve ihsânehû.)

AHMED EL-GAZÂLÎ

Ebûbekir en-Nessâc hulefâsındandır. Mu'teber tasnîfât ve te'lîfâtı ve emsâli risâleleri vardır. Onlardan biri Sevânih’tir.

هموراهء تودل بودهء معذورى                              

من بى توهزار شب بخون دربودم

غم هيج نياموده معذورى                                 

تويى تو شبى نيودهء معذورى [18]

rubâîsi meşhûrdur.

Bir gün, bir zât Cenâb-ı Gazâlî’den birâderleri Huccetül-İslâm İmâm Muhammed Gazâlî’nin nerede bulunduklarını, ”Kandedir?” sözüyle suâl eylemesiyle /294/Kandadır.” cevâbını vermişlerdir. Ya'nî, "Gark-ı hûndur." demek istediler.

Muahharan o zât, Huccetü’l-İslâm’ı bir mescid-i şerîfte buldu, hikâye-i hâl eyledi. Müşârünileyh, “Doğru söylemiş, filvâki', o aralık mesâil-i müstehâzadan bir mes'ele tefekküründe idim.” buyurarak, gerek birâderlerinin, gerek kendilerinin uluvv-ı menziletlerini meydâna koymuşlardır.

Hâl-i intizârlarında, bi-hikmeti’llâh, hayvânâtı, boşanarak huzûruna kadar geldikerini görünce, “Artık biz âlem-i fânîye vedâ ediyoruz, söyleyiniz, her kim isterse bunlara suvar olsun.” buyurmuşlardır.

517 sene-i hicriyesinde (1123) reh-rev-i dâr-ı naîm olmakla, Kazvîn nâm beldede vedîa-i hâk-i gufrân kılınmıştır. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

ŞEMS-İ TEBRÎZÎ HAZRETLERİ

Misbâhu’l-eşbâh, miftâhu’l-ervâh, müşkil-güşâ-yı erbâb-ı tahkîk idi. İsm-i âlîleri, Hudâdâd b. Muhammed b. Ali b. Melikiddâd’dır. Tebrîzlidir. Sözleri mücmel ve mufaddal olup, meşâhîr-i evliyâ’ullâhdandır. Hz. Mevlânâ’nın hem müsterşid-i muhteremi, hem de mürşid-i mükerremidir.

Hz. Mevlânâ’nın hakk-ı âlîlerinde:

المولى الأعز الداعى إلى الخير خلاصة الأرواح سر المشكات والزجاج والمصباح شمس الحق والدين نور الله فى الأولين والآخرين. [19]

(demişlerdir).

Şemseddîn hazretleri henüz mekteb-nişîn iken, mübârek kalbinde hüküm-fermâ olan aşk-ı ilâhî ve muhabbet-i risâlet-penâhî münâsebetiyle kırk gün aç durmuş. Henüz gençliğinde, iktisâb-ı terbiyet ve memdûhiyyet ile ihrâz-ı şeref ve mübâhât etmiş ve kibâr-ı meşâyıhdan nice zevât ile mülâkât eylemiştir. Tercüme-i hâllerine dâir otuz-kırk eser mütâlâa ettim. Cümlesi birbirine mübâyindır. Evâhir-i eyyâmında siyâh abâ giymeyi i’tiyâd ederek seyâhat etmiştir. Esnâ-yı seyâhatta, herhangi beldeye varsalar, ahâlî ve eâlî iştişrâf ve istikbâl ederler ve inbisât ve i’tibâr bulurlar idi. İbtidâ-yı hâllerinde Ebûbekir Selebâf-ı (سله باف) Tebrîzî’den tevbe alıp, sonraları Hz. Rükneddîn’in fukarâsı meyânına dâhil olarak irtihâlinde, Baba Kemâl-i Hucendî (Nâm-ı âlîleri Kübreviyye bahsinde geçti.) hazretleriyle hem-sohbet ve hem-hâl olmuşlar ve onlardan sülûk ve terbiye görmüşlerdir.

Okuyup yazması olmayıp, "Ümmî idi." diyen âsâr da vardır.

/295/ Baba Kemâl-i Hucendî:

مكو اصحاب دل رفتند شهر دل كه شد خالى

            جهَان بر شمس تبريز ست كجا مردى جو مولانا [20]

buyurmak sûretiyle, müşârünileyhimâ’nın kadirlerini i’lâ eylemişlerdir. O esnâda, meşâhîr-i şu’arâ vü urefâdân Şeyh Fahreddîn hazretleri şeyhinin emriyle nezd-i Kemâl’de bulunurmuş. Baba Kemâl-i Hucendî, Cenâb-ı Şemseddîn’e hitâben, “Oğlum Şemseddîn, ol esrâr ve hakâyıktan ki oğlum Fahreddîn izhâr eyler. Sana hiç bir şey lâyıh olmaz mı?” deyince, cevâben kendisine, “Şeyh Fahreddîn’den ziyâde hâtırât-ı hakâyık u esrâr, lâyıh ve sânih olursa da, onun ba’zı mustalahât ma’lûmu olduğundan nâşî, o hâtırâta mahbûb libâsıyla cilve verir. Bende ise o kuvvet yoktur.” buyurmasıyla. Baba Kemal hazretleri, “Cenâb-ı Hak sana bir müsâhib ve nedîm-i rûzî kıla ki, evvelîn ü âhirînin maârif ve hakâikını senin adına izhâr ede ve hikmet ırmakları onun kalbinden lisânına cârî ola; ve harf u savt libâsına gire, o libâsın tırâzı senin adına ola.” mukâbele-i duâiyyesinde bulunmuştur.[21]

Hz. Şems, bir gün esnâ-yı münâcâtta, “Acaba, havâss-ı bârigâh-ı ilâhî olan uşşâktan kâbil-i sohbet kim vardır?” diye hâtırına geldikte, hâtiften, “Ey Şemseddîn! Merd-i sohbet ârzû edersen, cânib-i Rûm’a git.” diye beşâret buyurulmağla, derhâl Rum’a gelip 642 sene-i hicriyyesinde (1244) Konya’ya vâsıl olarak Pîrinçciler Hanına nüzûl etmiştir. Tafsîli Hz. Mevlânâ’nın tercüme-i hâlinde gelecektir. İnşâallâhu teâlâ.

Hz. Şems, ma'şukîn-i mestûrînden idi. Hz. Şems nâmına tasavvuftan bir Dîvân ve Refîku’l-Ecvâd isminde bir eser vardır. Rivâyât-ı mevsûkaya nazaran Hz. Mevlânâ, "Şems" mahlasıyla ve onun lisânıyla söylemiş idi. Hz. Şems’in bu yolda iştigâli olmadığı ve Baba Kemâl-i Hucendî’nin duâsı yerine geldiği sâbittir.

Hz. Şems’in âlem-i bakâya intikâlleri 645 sene-i hicriyyesi (1247)’dir. Demek ki Hz. Mevlânâ ile üç sene kadar muhabbet ve sohbette bulunmuştur.. Hz. Şems tağayyüb eylemiştir. Medfeni gayr-i ma’lûmdur. /296/ Nâmlarına olarak inşâ olunmuş, ve hâlen ziyâret edilmekte bulunmuş olan türbe-i münîfeleri Konya’da ma’mûr ve müzeyyendir. Ziyâret-i Mevlânâ’ya gidenler evvel emirde buraya gelir ve şeref-yâb-ı ziyâret olurlar. Muharrir-i kemtere ziyâretleri nasîb olmuştur. Pek kıymet-dâr şalları ihtivâ eden sandûkaları, züvvâra heybet-i sûriye verdiği gibi, ma’nevî zevk ve neşenin tecellîgâhı olan merkad-i münîflerini ziyâret akabinde insânda husûle gelen hissiyyât-ı rûhâniyye, kâbil-i tasvîr değildir.

Vâris-i sırr-ı nebî Hazret-i Şems-i Tebrîz

Evliyâ müntehabı Hazret-i Şems-i Tebrîz

Sırrını ser virerek Hazret-i Pîr u Velede

Oldu cânlar talebi Hazret-i Şems-i Tebrîz

Jâle-bâr olmasa gül rûyuna eşk-i çeşmin

Cezbe ider mi Çelebi Hazret-i Şems-i Tebrîz

Arş u kurs ü felek Hazret-i Monla’da nazîf

Sırr-ı aşkın sebebi Hazret-i Şems-i Tebrîz

MUHAMMED DEDE HAZRETLERİ

Kıble-nümâ-yı Ka’betü’l-Uşşâk’ta, Şems-i Tebrîzî evlâdından Dede Muhammed Efendi nâmında bir zâtın Bursa’da medfûn olduğunu okumuştum. Dede Muhammed Efendi, ulemâdan idi. İstanbul’da Rumeli Kazaskeri olduktan sonra, Bursa’da Sultâniye Medresesi’nde ihtiyâr-ı inzivâ ve terk-i kesret-i dünyâ eyledi. Mazanna-i kirâmdan imiş.

1147/(1734) senesinde irtihâl edip, Bursa Hisâr’ında Oruç Bey kurbunda Saîd Fakîh Mahallesi’nde medfûndur. Türbesi 1216/(1801) senesinde yanmıştır.

SULTÂNU’L-ULEMÂ HAZRET-İ BAHÂEDDÎN

Müşârünileyhin tercüme-i hâlini, Hz. Mevlânâ’nın tercüme-i halleri sırasında memzûcen yazmak zarûretinde kaldığımdan, bu sûretle hareket olunmuştur.

SADREDDÎN-İ KONEVÎ

Hz. Mevlânâ ile taalluk ve münâsebeti bulunan bu zât-ı ekremin tercüme-i hâlini buraya yazmayı münâsip gördüm.

Reîsü’l-eâli, ebu’l-meâlî olan müşârünileyhin isimleri Muhammed’dir. Pederleri İshâk b. Muhammed b. Yûsuf el-Konevî’dir. /297/ Yûsuf el-Konevî ise vaktiyle Malatya’da hükümrân olan Sultân Yûsuf’tur. Hz. Sadreddîn, eâzım-ı meşâyıh-ı muhakkıkîn ve ser-efrâz-ı ulemâ-yı râsihîndendir. An-asıl Malatyalı olup, ömr-i azîzlerini Konya’da geçirmişlerdir. Henüz çocuk iken pederleri vefât eylemekle, o vakit, Şâm-ı şerîften Konya’ya teşrîf buyurmuş olan Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, Cenâb-ı Sadreddîn’in, dul kalan vâlide-i muhteremesini tezevvüc buyurarak Sadreddîn’i kemâl-i ihtimâm ile terbiye ve tefeyyüzlerine sa’y ü ikdâm buyurmuşlardır ki, semere-i isti’dâd-ı Hudâ-dâdlarıyla az vakit zarfında Cenâb-ı Şeyh-i Ekber’in nefes-i kâmiline mazhariyyetle ulûm-ı zâhire vü bâtınada ferîd ve ilm-i tefsîr ü hadîs ve kelâm ve tasavvuf ve hikmette vahîd oldular. Hâce Nasreddîn-i Tûsî ile rumûz-ı emr-i “Kün”den ve künûz-ı ilm-i ledünden aklî ve naklî pek çok mübâhasât vâki' olmuştur. Şâkirdânından nice ulemâ yetişmiştir. En meşhûrları:

- Te’lîfât-ı kesîre ve Tefsîr-i Kebîr sâhibi allâme-i Şîrazî,

- Şârihu’l-Füsûsi’l-Hikem Müeyyidüddîn Habendî,

- Şârih-i Divân-ı İbn-i Fârız Sa'deddîn-i Fergânî,

- Sâhib-i Lemeât Fahreddîn-i Irâkî,

- Şeyh Şemseddîn-i Eyukî. (Kaddesa’llâhu esrârahum)

İsmâîl Hakkı hazretleri, Kitâbu’l-Hitâb’ında, Mevlânâ Fenârî hazretleri, Şeyh Hâmid el-Aksarâyî hazretlerinden sonra, pederinin Hz. Sadreddîn’in etbâından olmak hasebiyle, ondan da, ya'nî Mevlânâ Fenârî’nin Hz. Sadreddîn’den de, nefes-i nefîs aldığını ve bunun üzerine, Tefsîr-i Fâtiha’yı yazdığını beyân buyurmuşlardır.

Mevlânâ Kutbeddîn, ilm-i hadîste şâkirdidir. Câmiu'l-Usûl risâlesiyle Tezkiyetü’l-Müntehî’yi kendi eliyle yazıp, Hz. Kutbeddîn’e ta'lîm eylemiştir. Cenâb-ı Mevlânâ dahi Hz. Sadreddîn’den ahz-ı ulûm etti. Meclis-i irfânlarında hâzır bulundu, beynlerinde muhâdenet ü muhâlesat-i kâmile vücûd buldu. Esnâ-yı musâhabelerinde Hz. /298/ Celâleddîn’e "Mevlânâ" ta’bîriyle hitâb buyurmaları, müşârünileyhin Mevlânâ lakab-ı âlîsiyle teşehhürlerine sebeb oldu.

Hz. Mevlânâ, Cenâb-ı Sadreddîn’in fazl u irfânını tasdîk ettiği gibi, o da, Hz. Mevlânâ’nın derece-i kemâlini bilir ve dâimâ medh-i âlîlelerinde bulunurlar idi. Buna burhân olmak üzere fıkra-ı âtiye nakl olunur:

Bir gün cemâat, Hz. Sadreddîn de hâzır olduğu halde, Cenâb-ı Mevlânâ’dan iltimâs-ı imâmet eylediler. Hz. Mevlânâ ise, “Biz ebdâl kişiyiz; her nereye gidersek oturur, kalkarız. Vazîfe-i mukaddese-i imâmet ise, erbâb-ı tasavvuf u temkîne lâyıktır.” buyurarak, bi’l-işâre, Hz. Sadreddîn’i mihrâba geçirdiler ve buyurdular ki: (من صلى خلف إمام تقي فكأنما صلى خلف نبي); ya'nî, "Şol kimse ki, muttakî, sâlih imâm arkasında namâz kılsa, peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem) hazretleri arkasında namâz kılmış gibidir."

Şeyh Müeyyidüddîn-i Habendî, Cenâb-ı Sadreddîn’in Hz. Mevlânâ hakkında ne söylediğini suâl ettiler. Müşârünileyh kasem ederek. “Bir gün Şemseddîn-i Eyukî ve Fahreddîn-i Irâkî ve Şerefeddîn-i Mevsılî ve Şeyh Seyyid-i Fergânî ve sâir havâss-ı yârânı oturmuşlardı. Mevlânâ’nın sîret ü serîrinden söz açıldı. Hz. Şeyh buyurdular ki: 'Eğer Bâyezîd ve Cüneyd bu zamânda olaydılar, bu merd-i meydân-ı reşâdetin gâşiyesin götürmeyi câna minnet bilirlerdi. Zümre-i nâciyenin sâlâr-ı vâcibü’l-i'tibârı ve ehl-i İslâm'ın mâ-bihî’l-iftihârı Mevlânâ’dır. Biz ise ona nisbeten, henüz çocuk mesâbesindeyiz.' cevâbında bulundu.” diye Menâkıb-ı Mevlânâ’da mütâlaa-güzâr-ı fakîrânem oldu.

Hz. Sadreddîn, Cenâb-ı Mevlânâ’dan bir müddet sonra, ya'nî 672/(1273) senesinde, âzim-i gülşen-sarâ-yı âlem-i âhiret olmuştur. Ba'zı âsârda 671/(1272) olarak gösterilmiş ise de, Hz. Mevlânâ’nın 672/(1273)’de irtihâline ve cenâze namâzında Sadreddîn’in bulunmasına nazaran, doğrusu budur.

/299/ İsmâîl Hakkı hazretleri Kitâbu’l-Hitâb’ında yazıyor ki:

“Hz. Sadreddîn’in türbe-i şerîfelerinde mahfûz bir hırkası vardır. Mülûk-ı Osmâniyye’den Sultân Murâd-ı râbi', Bağdâd seferine giderken ziyâret ederek hırkanın yakasını teberrüken yanına almış ve hazînesinde saklamıştır. Bu hırka, meşhûr olduğu üzere Cennet’ten ihrâc olunup, Hz. Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî efendimize ilbâs olunmuş idi. Hz. Abdülkâdir dahi intikâline karîb, ashâbına vasiyet edip, “Benden sonra mağribten bir azîzü’l-vücûd zât zuhûr edecektir. Bu hırkayı ona teslîm ediniz.” buyurmasıyla Şeyh-i Ekber hazretleri zuhûr ettikte hırka ona teslîm olmuş, o da hîn-i intikâlinde oğlu Hz. Sadreddîn’e ihdâ ve tevdî' edip, Sadreddîn de onu saklamış idi. Ziyâret ve temessuh olunur.

Konya’ya ziyârete gittiğimde vâkıf oldum. Yakın vakte kadar bu hırka-i şerîfe türbesinde mahfûz iken sirkat olunmak korkusuyla hükûmetçe oradan kaldırılmış, Sultân Selîm Câmi'-i şerîfinin kütüphânesinde bir kasaya konulmuştur. Ziyâretle şeref-yâb oldum. Meşâmm-ı cânım ondan bû-yı ma'nâ almıştır.

Hz. Sadreddîn’in Arabî, Farisî eş’ârı vardır :

 

از شبنم عشق خاك كل شد

            صدفتنه وشور در جهان حاصل شد

            سر نشتر عشق بر رك روح زدند

            بك قطرهء خون بجكيد دل شد [22]

Türbe-i şerîfeleri Konya’dadır. İttisâlinde bir câmi'-i şerîf olup, türbelerinin bulunduğu mahallin üstü açıktır. Gerek türbe, gerek câmi', Abdülhamîd Hân-ı sânî tarafından ta’mîr ve ihyâ olunmuş ve câmie güzel bir âvîze ve halı ihdâ edilmiştir. (Kaddesa’llâhu esrârahum)

Te’lîfât-ı Celîleleri:

1. Tefsîr-i Fâtiha. Lisân-ı tahkîk u tasavvuf üzere yazılmış bir eser-i makbûldür. Hind’de Haydar-âbâd Dekken şehrinde tab' olunmuştur.

2. Miftâhu’l-Gayb yahud Mefâtîhu’l-Gayb. Mevlânâ Fenârî ve Kutbeddîn-i İznikî, Şeyh Osmân Fazlî-i Celvetî, Mevc-zâde Abdurrahmân-ı Bursevî, Gazzî-zâde Şeyh Abdullatîf-i Bursevî gibi zevât-ı kirâm tarafından şerh olunmuştur. /300/ Bursa’da Emîr Sultân bi'z-zât istinsâh edip, Molla Fenârî’den okumuşlardır.

3. Fükûk. Fusûs’un müstenidâtına dâirdir.

4. Tabsıratü’l-Mübtedî ve Tezkiretü’l-Müntehî. Lisân-ı Fârisî üzeredir.

 5. Nefehât-ı İlâhîyye,

6. Füsûs fî Tahkîk-ı Tavrı’l-Mahsûs,

7. Keşfü’s-Sır,

8. Nefesetü’l-Makdûr ve Tuhfetü’l-Meşkûr,

9. Şerh-i Esmâ-i Hüsnâ,

10. Câmiu’l-Usûl Fi’l-Hadîs,

11. Risâletü’l-Hâdiye,

12. Envâr-ı Enbiyâ,

13. Şerh-i Hadîs-i Erbaîn.

KEMÂLEDDÎN-İ KÂŞÂNÎ HAZRETLERİ

Hz. Sadreddîn’in hulafâsındandır. Sâhib-i tefsîr ve şârih-i Füsûsu’l-Hikem’dir. Ricâlullâhtanıdır.

ŞEREFEDDİN DÂVUD b. MAHMÛD-I KAYSERÎ

Hz. Kemaleddîn’in mazhar-ı feyzidir. Sultân Orhan, ızhâr-ı teveccüh edip, İznik’te nâm-ı âlîlerine bir medrese binâ eyledi. 751/(1350)’de irtihâl etti. Çandarlı Gâzî Hayreddîn Paşa Câmi'-i şerîfinde, Çınardibi denilen mahalde medfûndur. On üç kadar eseri vardır.


 

HAZRET-İ MEVLÂNÂ

من چه كويم وصف آن عاليجناب

نيست پيغمبر ولى دارد كتاب [23]

Misbâh-ı esrâr-ı tarîkat, miftâh-ı envâr-ı hakîkat, nev-şuküfte-i gül-i gülzâr-ı ma’rifet bedreka-ı makâmât, âyîne-i kerâmât, sohbet-i velâyet-i (ولايخافون لومة لائم)[24], rûşen-i çeşm-i hidâyet “kalbuhû leyse bi-nâim”, sâki-i cezbe-i kayyûmî ve mahrem-i bâr-gâh-ı kurb-ı deyyûmî. Hz. Mevlânâ efendimizin ism-i mübârekleri “Muhammed”, mahlas-ı mukaddesleri “Celâleddîn”, lakab-ı ekremleri de Konya’yı teşrîflerinden dolayı “Rûmî”dir.

604 sene-i hicriyyesinde şehr-i Rebîu’l-evvelin altıncı günü (30 Eylül 1207) Belh şehrinde dünyâya zînet-bahş olmuşlardır.

Hz. Ebûbekir es-Sıddîk (radıya'llâhu anh) efendimizin sülâle-i pâkîzelerinden olup, silsile-i nesebiyyeleri ber-vech-i atîdir:

Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî b. Sultânü’l-Ulemâ Muhammed Bahaeddîn Veled b. Hüseyin el-Hatîbî b. Ahmed el-Hatîbî b. Mahmûd b. Mevdûd b. Sâbit /301/ b. Müseyyeb b. Mazhar b. Hammâd b. Abdurrahmân b. Ebî Bekr es-Sıddîk. (Rıdvânu’llâhi teâlâ aleyhim ecmaîn)

Gözümde tütmede dâim hayâl-i Mevlânâ

Dilimde doğmada bedr-i cemâl-i Mevlânâ

Tenimde cân gibi dîdemde nûr tev’emdir

İki gözümden eaz vehc-i âl-i Mevlânâ

Tarîk-ı vahdeti birlik yolundan açmışdır

Cihâna gelmedi gelmez misâl-i Mevlânâ

Gönülden aşk u muhabbet olaldan âteş-yâb

Gözümde tütmede dâim hayâl-i Mevlânâ

HÜSEYİN el-HATÎBİ HAZRETLERİ

Hz. Mevlânâ’nın büyük pederleri, Hüseyin el-Hatîbî hazretleri meşhûr âlim İbrâhîm Edhem hazretlerinin hemşîre-zâdesidir. Hüseyin el-Hatîbî bir gece âlem-i menâmda Hz. Rasûlullâh (salla’llâhu aleyhi ve sellem) efendimizin emr ü işâreti üzerine şâh-ı Horasan veya Sultân-ı Belh Alâeddîn Muhammed b. Hâzermşâh’ın duhter-i pâkizesini nikâh edip almış ve Bahâeddîn ve Veled hazretleri dünyâya gelip henüz iki yaşında iken pederleri Hüseyin el-Hatîbî, âzim-i âlem-i âhiret olmuştur.

BAHÂEDDÎN VELED HAZRETLERİ

Hz. Bahâeddîn Veled bülûğa vâsıl ve kendisinde kemâlât-ı ma’nevîyye vü sûriyye hâsıl oldukta, Sultânü’l-Enbiyâ, Burhânü’l-Asfiyâ, aleyhi afdali’t-tehâyâ efendimiz hazretleri tarafından, âlem-i rü’yâda bir hayli zevâta “Sultânü’l-Ulemâ” lakabıyla, Hz. Bahaeddîn’in telkîb olunmasının emr ü işâret buyurulması üzerine o lakabla yâd olunduğu mevsûkan mervîdir.

Bahâaddîn Veled hazretleri, eâzım-ı ulemâdan olup halka-ı tedrîsine pek çok talebe ve müstemiîn tecemmu’ etmekle, Hârezmşâh, ızhâr-ı adâvete başlamış ve Hz. Bahâeddîn, bunun üzerine terk-i diyârı münâsib görerek, o vakit beş-altı yaşlarında bulunan mahdûm-ı mükerremleri Hz. Celaleddîn’i bi’l-istishâb Bağdâd’a, oradan da berâ-yı hac Hicâz’a gidip avdetinde Şâm ve Erzincân ve Akşehir’den dolaşarak Konya’ya gelmişlerdir. İsmâîl Hakkı hazretleri Muhammediyye Şerhi’nde bi'l-münâsebe yazar ki, Sultânü’l-Ulemâ’nın Belh diyârından hicretine İmâm Fahr-ı Râzî sebeb olmuştur.

Hz. Mevlânâ, Mesnevî’de cild-i evvel evâilinde /302/ ve cild-i hâmis evâhirinde bu iki beyitle ona ta'rîz-kâr oluyorlar :

 

در چنان تنكى وننكى ايت عجب

            فخر دين خواهد كه كونيد سن لقب [25]

ve

اندرين ره كه خردره بين بدى

            فخر رازى راز دان دين بدى [26]

Belh’ten Bağdâd’a gelirlerken Nîşâbûr’da Ferîdüddîn-i Attâr hazretleriyle görüştüklerinde müşârünileyh bu tıfl-ı nev-sâlinde bir nûr-ı ilâhî ve isti’dâdı cibillî âsârını müşâhede eylediğini, pederine beyân ve tebşîr ve Hz. Celâleddîn’e dahi Esrâr-nâme’nin bir nüshasını hediye etmiş idi.

FERÎDÜDDÎN-İ ATTÂR HAZRETLERİ

Muhammed el ma’rûf bi'l-Attâr el-Hemedânî Alî b. Ebûbekr el-Herevî.

Şeyh Ebû Tâlib, Ferîdüddîn Muhammed b. İbrâhîm, eâzım-ı şu’arâ-yı İrâniyyeden ve ecille-i meşâyıh-ı sûfiyyedendir. 513/(1119) târîhinde Nîşâbûr’da Kedken karyesinde doğmuş ve Nîşâbûr ve Şâdbâh kasabasında yaşamıştır. Mevlidi olan karyede, Kutbeddîn Haydar nâmında bir mürşid-i ârif bulunup pederi İbrâhîm-i Attâr, bu zâtın mürîdânından bulunmak hasebiyle, sâhib-i tercüme dahi şebâbetinde şeyh-i müşârünileyhin meclisine devâm ile, enfâsından istifâde ve nâmına Haydar-nâme unvânıyla bir manzûme tanzîm etmiş idi. Pederi, Şâdbâh’ta, attâr ya'nî edviye ve ıtriyyat tâciri olmakla, vefâtında sâhib-i tercüme yerine geçip, alış verişle meşgûl iken muhtelif sûretlerde rivâyet olunan bir vak’a, ya'nî bir ehl-i dilde müşâhede ettiği hâl üzerine, daha doğrusu sinn-i şebâbından, Şeyh Kutbeddîn-i Haydar’dan aldığı derslerin ve mütâlaasıyla meşgûl bulunduğu kütüb-i tasavvufun ve terâcim-i ahvâl-i irfânın te’sîrâtıyla bir gün dükkânı terk ve içindeki emvâl ve eşyâyı tasadduk edip, vaktinin meşâyih ve urefânından, Rükneddîn Âgâh’ın hânkâhına şitâb ederek bir müddet bunun halaka-ı mürîdân ve dervîşânında mücâhede ile iştigâl etmiş ve ba’dehû ziyâret-i beyti’llâhi’l-harâm edip, azîmet ve avdetinde meşâhîr-i erbâb-ı tasavvuf u irfândan bir çok zevât ile /303/ görüşmüş ve tasavvuf ve tarîkata müteallik kütübün mütâlaasıyla ve nush u pend ve tasavvuf u hakîkata müteallik eş’âr-ı ârîfâne tanzîmiyle ve zühd ü takvâ ve ibâdetle iştigâl eylemiştir.

Eş’arında fevka'l-âde bir selâlet ve letâfet, nasâyıhında büyük bir te’sîr ve akvâl-i ârîfânesinde muhayyiru’l-ukûl bir hâl vardır. Dîvan-ı eş’ârı kırkbin beyite bâliğdir. Gazeliyyât, kasâid, mukattaât-ı rubâiyyât ve mesnevî olarak cümle-i eş'ârı yüzbin beyite bâliğ olurmuş.

Mevcûd âsâr-ı manzûmesi, 1. Esrâr-nâme, 2. İlâhî-nâme, 3. Vasiyet-nâme, 4. Eşter-nâme, 5. Muhtâr-nâme, 6. Cevherü’z-zât, 7. Mantıku’t-tayr, 8. Bülbül-nâme, 9. Gül ü Hürmüz, 10. Haydar-nâme, 11. Siyâh-nâme, 12. Hallâc-nâme, 13. Muzhiru’l-Acâib, 14. Pend-nâme’den ibâret ise de nüshaları nâbûd olan dîger manzûmeleri dahi olup, cümlesinin kırka bâliğ olduğu mervîdir.

Memleketimizde en mütedâvilleri, Pend-nâme ile Mantıku’t-tayr’dır .

Şeyh Attâr çok zamân muammer olup, Cengiz fetretinde (627/1230) Hz. Şeyh, bir Moğol’un eline esîr düşüp, Moğol’a fidye olarak, Şeyh Attâr için büyük meblağlar teklîf olunduğu halde, Hz. Şeyh, “Bu benim kıymetim değildir.”, diye fürûhtuna mâni' olmuş ve nihâyet biri, “Bu ihtiyârı bana versene, arkamdaki bir çuval samanı sana vereyim.” deyince Şeyh, “İşte, benim kıymetim budur.” demekle Moğol’a kendisini satmasını teklîf edince, hiddetlenen Moğol, Hz. Şeyh’i şehîd eylemiştir.

Murâd Molla Dergâhı Şeyhi Hacı Muhammed Murâd Efendi’nin Mâ-hazar nâmıyla yazdığı Pend-i Attâr Şerhi’nin mukaddimesinde okuduğumuza göre Şeyh Attâr (kuddise sırruhû) hazretlerinin mevlid ve medfenleri Nîşâbûr şehridir, mağrib-ı Nîşâbûr’dur. Bir rivâyette yüzon yaşında ve bir rivâyette yüzyirmi üç yaşına, ömr-i şerîfleri resîde olunca, murg-ı tûtî-i rûh-ı saâdet-mendleri azm-i şekeristân-ı visâle ârzû-keş olup, kefere-i Moğol Nîşâbûr şehrini istîlâ ile ehl-i İslâm'a ezâ ve cefâ ve envâ-ı hakâretle tahkîr ederlerdi.

Kâfirlerden biri, şeyh-i âli-mikdâr hazretlerini esîr edip, ehl-i İslâm'dan biri, Bu pîr-i rûşen-zamîri öldürme, sana bin altın veririm.” deyince, Hz. Şeyh, “Ben müslümanların ulusuyum. Bundan ziyâde bahâ ile beni alırlar.” deyince, Moğol vermedi. Çok kimselere arzedip bir ferd tâlib olmamasıyla Moğol mütehayyir oldu. Bir kimse, “Sana bir torba saman vereyim, Şeyh’i bana bahş eyle.” dedikte, Şeyh hazretleri, “İşte şimdi bahâmı buldum.” demesi üzerine Moğol, hiddet-i tâmma gelerek, şerbet-i şehâdeti nûş ettirip, ber-murâd oldular. Ol vakit mecâzib-i ilâhîyyeden biri, anda hâzır bulunup bu hâli müşâhede ettikte, âteş-i cezbesi uluv-gîr olup Cenâb-ı Kibriyâ’ya niyâz ederek,

(خداوند بز ركان دين وواصل شد كان حق اليقين جنين يكان يكان دردست لشكرهاى مغول اسير وتلف شدند وتوبغيرت دنيايى روانباشد من بجوش آمدم.)[27]

deyip sell-i seyf eyledi. Meczûbun çengini görenlere dahi gayret gelip, herkes seyfini eline alarak, kefere-i Moğola hücûm ile cümlesini kılıçtan geçirip, ümmet-i Muhammed’in üzerinden böyle bir beliyye-i uzmâ bi-hamdi'llâhi teâlâ ref'oldu.

Pend-nâme’nin ilk beyti:

حمد بى حد آن خداى پاك را

            آنكه ايمان داد مشتى خاك را [28]

(Ferîdüddîn-i Attâr, bir rivâyete göre de) 114 sene muammer olmuştur. Merkadi Şâdbâh kasabasında ziyâret-gâhtır.

Hz. Attâr’ın uluvv-ı kâ’b u kemâlâtı hakkında Hz. Mevlânâ buyurur:

عطار روح بود سنايى دو چشم او

            ما از سنايى وعطار آمديم [29]

Tezkiretü’l-Evliyâ’sı meşhûrdur. Nûruosmâniyye Kütüphânesi’nde 2297 numarada bir nüshasını gördüm.

                                                  -   -   -

Yine tercüme-i hâl-i Mevlânâ’ya rücû' ediyorum:

Tarîk-ı Hac’da, kibâr-ı sûfiyyûndan Seyyid Burhâneddîn Muhakkık-ı Tirmizî ile görüşerek tarîkat ve tasavvuftan bahs etmekle /304/ yanlarından ayrılmayan Cenâb-ı Celaleddîn, daha o vakit ulûm-ı bâtınadan telezzüz etmeye başlamış idi. Hicâz’dan Şam’a avdetlerinde bir müddet ikâmet edip, Burhâneddîn hazretlerinin tavsiyesi üzerine, ber-vech-i muharrer Erzincân’a ve ba’dehû Lârende’ye gelerek sonra, Sultân Alaeddîn-i Selçûkî’nin da'vet ve ricâsı üzerine Konya’ya nakil ve orada tavattun buyurmuşlardır. Hz. Mevlânâ, sinni bülûğa vâsıl olmağla, Hoca Şerefeddîn Lâlâ-yı Semerkandî hazretlerinin Gevher ismindeki kızıyla tezevvüc ederek birinci oğlu Sultân Veled hazretleri dünyâya gelmiştir.

Hz. Bahâeddîn Konya’da neşr-i ulûm ile meşgûl olup hicretin 628 senesi şehr-i Rebîu’l-evvelinin onsekizinci (24 Ocak 1231) Cuma günü vakt-i duhâda, âzim-i gülşen-sarâ-yı cennet olmuşlardır. (Kaddesa’llâhu sırrahû ve efâza aleynâ birrehû ve ihsânehû)

el-Avârif nâmında bir eser-i kıymet-dârları vardır. Merkad-i münîfleri hâlen âsitane-i Hz. Mevlânâ derûnundadır.

Hz. Mevlânâ, tahsîl-i ulumdan bir dakîka hâlî kalmamakta idiler. Peder-i âlilerinin irtihâli münâsebetiyle, pederinin hulefâsından Seyyid Burhâneddîn Konya’yı teşrîf ile, Hz. Mevlânâ’da gördükleri ilm ü kemâlâtı takdîr ve mütemâdiyen dokuz sene hem-bezm-i sohbet olarak, ulûm-ı kesîre ta’lîm ettiler. Ba’dehû Hz. Mevlânâ’ya vedâ' ederek, Kayseri şehrine gidip orada rûh-ı pür-fütûh-ı âlîleri, âlem-i ılliyyîne ulaştı. (Kaddesa’llâhu rûhahü)

Kayseri’de bir Mevlevî-hane vardır. Hz. Seyyid orada medfûndur. Bundan sonra Hz. Mevlânâ, kürsî-i tedrîs ü ifâdeye çıkarak, ilm ü fazlı hasebiyle, az zamânda o derece şöhret bulmuştu ki, her taraftan talebe-i ulûm halaka-i tedrîsine şitâb ederdi. Etrâfında dört-beş yüz müstemiîn bulunurdu. Ve her kimin bir müşkili olsa, kemâl-i fesâhat u belâgatla hallederdi. Eâzım-ı ulemâ-yı fıkhıyye ve ricâl-i mezhebiyye-i Hanefiyye sırasına geçmiş idi.

/305/ Sonraları galebe-i vecd ü hâl ile, tasnîf ve ihtiyâr-ı tecerrüd ettiler. Sâlik-i râh-ı vahdet oldular. Sûfiyyûn tarîkına meyl ü muhabbetleri şiddetle tezâyüd etmiş idi. Li-hikmeti’llâh, mürşid-i dil-âgâh Şemseddîn-i Tebrîzî hazretleri, şeyhi Rükneddîn-i Zerkûbî’nin işâretiyle berâ-yı irşâd Konya’ya geldiler.

Âbidîn Paşa, merhûm Şerh-i Mesnevî’sinde nakl ediyor ki:

"Şems-i Tebrîzî hazretleri, Cenâb-ı Mevlânâ’nın ahlâk ve evsâf-ı cemîlesini lede’d-tahkîk, kâffe-i kemâlât-ı ilmiyyesi meydânda olduğunu ve fakat üryân ve kalender dervîşleri sevmediğini anladı. Binâenaleyh, Şems-i Tebrîzî hazretleri bir kalender kıyâfetine girerek ve yolda intizâr ederek Hz. Mevlânâ, medreselerinden devlethanelerini teşrîf ederken bindiği hayvânın yularından tutarak ve garîb bir heybetle yüzüne bakarak, “Ey Molla-yı Rûm! Peygamberimiz Hz. Muhammed (salla’llâhu aleyhi ve sellem) mi, yoksa Bâyezîd-i Bistâmi mi büyüktür?” diye suâl eyledikte, Hz. Mevlânâ, “Bu nasıl suâldir, bunda şüphe olunacak mahal var mıdır?” diyerek, Hz. Seyyidü’l-mürselîn efendimizi, şânında olan âyât-ı kerîme-i müteaddide ile tavsîf ve Bâyezîd-i Bistâmî’nin efrâd-ı ümmetten olduğunu beyân ve ta'rîf edince, Şems-i Tebrîzî hazretleri de, “Öyle ise, Hz. Şâh-ı enbiyâ, mahbûb-ı kibriyâ, (ما عرفناك حق معرفتك)[30] buyurur da, niçin Bâyezîd-i Bistâmî, (سبحانى ما أعظم شانى)[31] der. Ya'nî Cenâb-ı Hakk’ a mahsûs olan azamet-i şân sıfatını kendisinde görür.” dedikte Hz. Mevlânâ cevâben, “Fahr-i âlem ve nebîyy-i muhterem (salla’llâhu aleyhi ve sellem) efendimiz hazretlerinin sîne-i mübârek ve aşk-ı pâkları, deryâ-yı amîk olup, ona her ne kadar tecelliyyât-ı ilâhîyye zuhûr etse yine tahammül ile, Hak teâlâ hazretlerinden tecelliyyâtın izdiyâdını istirhâm ve dâimâ, (Mâ arefnâke hakka ma’rifetike!)" diye arz-ı hakîkat u merâm eder.

Ammâ Bâyezîd-i Bistâmî’nin âyîne-i tecellî-i ilâhî olan kalbine bir zerre kadar nûr-ı samedânî aks ve lemeân /306/ edince, şuâından kendi kendini görmeye muktedir olamaz ve kendini gayb ve ferâmûş eyledikte, “Sübhânî mâ-a’zama şânî” diye buyurmalarıyla Hz. Mevlânâ’nın bu cevâb-ı hikmet-meâbı üzerine Cenâb-ı Şems-i Tebrîzî, “Allâh” diye figân ederek yere düşüp bayıldı. O anda kalb-i Mevlânâ’ya bir tecelli-i ilâhî lemeân eylediğinden derhâl atından inip, Cenâb-ı Şemseddîn’in hâk-pâyına yüz sürerek, ba’de’l-ifâka Hz. Şems’i birlikte hâne-i saâdetlerine götürdü.

Kerâmâtı nihâyetsiz olan Şems-i Tebrîzî, bu vak’adan sonra altı ay miktarı Hz. Mevlânâ-yı Rûmî ile berâber bulundular. Hiç kimse halvetlerine kabûl olunmayıp, yalnız Sultân Veled hazretleri hizmet eder ve gâh gâh ekl ü şürb ederek sâir evkâtta zikru'llâh ve ibâdetle meşgûliyyetlerini görürler idi. Ba’dehû halvetten çıkıp bir müddet meyâne-i âlîlerinde devâm eden muhabbet, Hz. Mevlânâ’nın mürîdân ve talebesine müşâhede ve ru'yet olununca ba'zı zâhir-bînlerin hasedine dokunarak Şems-i Tebrîzî hazretleri, Cenâb-ı Mevlânâ’ya terk-i tedrîs ettirdi, gibi kîl u kâde bulunmalarına mebnî, Hz. Şemseddîn, lüzûm-ı mufârakati kat’iyyen îmî ve vedâ' ederek Şâm-ı şerîfe hicret ettiler. Ammâ, sonra Hz. Mevlânâ tedrîs ve ifâdeden ferâğat ve semâ’ ve mûsikîye meyl ü rağbet buyurdular ve Şemseddîn’in mufârakatine tahammül edemeyip, mahdûmu Sultân Veled hazretlerini irsâl ve müşârünileyhi Şâm-ı şerîfte bularak, kemâl-i ta’zîm ü tefhîm ile pederi Mevlânâ hazretlerinin aşk ve muhabbetini arz ve ifhâm ve Konya’yı teşrîflerini ricâ ve istirhâm eylemesine mebnî, Cenâb-ı Şemseddîn buna râzî olarak birlikte Şâm-ı şerîften azîmetle, Sultân Veled esnâ-yı râhta kemâl-i hürmetinden nâşî Şems-i Tebrîzî hazretlerinin rikâbında piyâde olarak geldi ve fevka'l-âde ihtirâm eyledi. Bu sûretle müşârünileyh Cenâb-ı Tebrîzî'nin tekrâr Konya’yı teşrîflerinden Hz. Mevlânâ ziyâde mahzûz ve tekrâr meclis-i melâik-enîslerinde me'nûs oldular.

Ba’dehû Hz. Şemseddîn’in bilâ-haber Konya’dan azîmet ve gaybûbet eylemesinden nâşî /307/ Hz. Mevlânâ’nın dîger mahdûmu Alâeddîn tarafından şehîd edildiği rivâyet olunursa da bu fi'lin asl u esâsı olmadığı, Şems’in mufârakatına tahammül edemeyip berâ-yı taharrî, Cenâb-ı Mevlânâ-yı Rûmî’nin bi'z-zât Şâm-ı şerîfe ve ba'zı rivâyete göre Tebrîz’e azîmet buyurmalarıyla müsbettir."

Hz. Şems, Cenâb-ı Mevlânâ’nın Kîmyâ isminde bir cârîyesini tezevvüc eylemişti. Bu cârîyeye, gûyâ, Mevlânâ-zâde Alaeddîn Çelebi’nin taalluku varmış. Ondan dolayı Hz. Şemsi şehîd etmiş. Böyle bir rivâyet-i zaîfe de vardır.

Aşk-ı Mevlânâ’da kıydı baş ile câna Şems*

Kubbe-i çarha alem dikse nola merdâne Şems

Olmasaydı aşk-ı Mevlânâ olurmuydu esîr

Şeş cihet zindân-ı pend-i çâr-erkâna Şems*

Râh-ı Hak’da zât-ı Mevlânâ hidâyet nûrudur

San o Şem’in oldu etrâfında bir pervâne Şems

Kana kana içti bezm-i Hak’da aşkın ba’desin

Eyleyüp cismin harâmî başını peymâne Şems

Terk-i ser-ta’lîm idermiş âşıka evvel kadem

Çün tarîk-ı aşkı irşâd itse dilrîşâne Şems

Neş'e-i âb-ı visâl-i Hazret-i Molla idi

Sunsalar bakmaz idi Kevser-i Rıdvâna Şems*

Terk-i cân kılmağıla cânan yolunda Samtiyâ

Şân-ı aşk okundu nâmın haşre dek devrâna Şems

Mevzûâtü’l-Ulûm’un cild-i evvelinde, manzûr-ı fakîrânem olduğuna göre, Hz. Şems, bir gün Hz. Mevlânâ’nın meclis-i pür-envârına dâhil olup, ba’de’s-selâm, Hz. Mevlanâ’ya hitâben, “Bunlar nedir?” (diye), kitaplarına ve evzâ’ ve etvârına işâret eyledi. Hz. Mevlânâ ise, Cenâb-ı Şems’in okuyup yazmakla alâkası olmayan bir ümmî-i pür-irfân olmasından kinâye, “Sizin alâkadar olacağınız şeyler değildir.” demek /308/ istediği hengâmda, kitapların arasından bir âteş zuhûr eylemesiyle Şems’e hitâben, “Aman azîzim bu ne hâldir?” diye taaccüb-künân olunca, bunun bir sırr-ı ma’nevî olduğunu söylemiştir.

Hz. Şems, yanlarından ayrılınca bir muhabbet-i şedîd peydâ olup, müstağrak-ı deryâ-yı vahdet oldular. Anlaşılıyor ki Hz. Mevlânâ’yı kâlden hâle geçirir bir vak'adır.

Cenâb-ı Şems hakkında müteaddid menkabet-nâmeler yazılmıştır. Fakat bâlâda arz eylediğim vechile hiç biri dîgerini tutmuyor. Meselâ, bâlâdaki vak'anın şekl-i dîgerde tasvîr edildiği görülür. Hz. Şems, Konya’ya henüz geldikte bir gün, ziyâret-i Mevlânâ’yı kasd edip, nezdlerine azîmet esnâsında Hz. Mevlânâ’yı bir havuz kenârında, önünde bir kaç kitâb olduğu halde görmüş. Bade’s-selâm ve’l-kelâm, “Bu kitaplar neye dâirdir?”, yolunda îrâd-ı suâl eylemis; “Buna kîl u kal derler.” cevâbını aldıkta, “Sizin onlarla ne işiniz var.” diye cümlesini havuza atıp, gözden nihân olmuş.

Hz. Mevlânâ’nın tetebbu'-ı âsâra ziyâde merâkı ve kitaplara muhabbeti olduğundan, bu hâle cânı sıkılmış ve pederinden kalma âsâr-ı nâdire olmak i’tibârıyla müteessir olmuş idi. Şems, avdetle Hz. Mevlânâ’nın vaz'iyyetini görünce, kerâmeten, havuzdan kitapları hâl-i aslîsiyle çıkarıp, teslîm etmiş ve kendisinin ne mertebe bir zât-ı kerâmet-simât olacağını izhâr eylemiştir.

Bu hâllerle, Şems’e, Mevlânâ’nın râbıtası arttı. Cenâb-ı Mevlânâ’ya meslekdaşı olmayan kimselerle, hem-bezm-i sohbet olmamasını ve şâyet bi'z-zarûr o makûle kimselerle meclis-nişîn bulunduğu takdîrde, münâfık, mescidde; çocuk mektebde; esir zindânda oturduğu zamân nasıl bir vaz'iyyette kalırsa öyle olmasını tavsiye buyururlarmış.

Şems’in müfârakati üzerine icrâ buyurdukları seyâhattan avdet eden Hz. Mevlânâ, mürîdlerinden en sevgilisi bulunan Hüsameddîn Çelebi hazretleri, bir kitâb-ı manzûm /309/ te’lîf buyurmalarını ricâ etmekle, Mevlânâ dahi, “Zâten ben böyle bir şey yazmak istiyordum.” diyerek evvelce yazdığı onsekiz beyti Hüsameddîn’e bi’l-irâe, Mesnevî-i şerîfin te’lîfine başlayıp, ba'zı geceler sabâhlara kadar, Hz. Mevlânâ söyler, Çelebi Hüsameddîn yazar idi.

İşbu Mesnevî-i şerîfin her bir mısraı, aşk-ı ilâhînin musavviridir.

Hz. Mevlânâ’nın mecmû’-ı ebyâtı : Mesnevî-i şerîf : 25585 + Dîvan-ı Kebîr : 97927 = 123512.

Rubâiyyât ve sâire bu adede dâhil değildir. Şu halde tekmîl ebyât-ı şerîfeleri 130.000’i mütecâvizdir.

Şiirde mahlasları, “Hâmûş” imiş. Böyle iken o azîm eserlere baktıkça, hayrânı olmamak kâbil değildir.

Nicholson nâmında bir İngilizin Londra’da Mesnevî-i şerîfin İngilizce tercümesini tab' ve neşre başladığı takdîr ile görülmüştür. Bu zât Şems-i Tebrîz Divânı’nı da 1898’de Fârisî ebyâtıyla maan İngilizce şerhini Londra’da tab' u neşre muvaffak olmuş idi.

Mevlânâ Câmî, Cenâb-ı Celâleddîn hakkında:

آن فريدون جهان معنوى

            بس بود برهان ذاتش مثنوى

من جه كويم وصف آن عاليحناب

نيست بيغمبر ولى دارد كتاب [32]

buyurmuşlardır.

Hz. Mevlânâ, müddet-i ömürlerinde hiç bir sâati beyhûde izâa etmeyip ulûm u maârif taallüm ve ta’lîmiyle iştigâl ve dâimâ zikru'llâh ile imrâr-ı eyyâm ü leyâl ederdi. Hakk-ı âlîlerinde söylenen medâyıh, pîran-ı izâmdan hiç birine nasîb olmamıştır. Tarîkat-ı aliyyelerinde pek çok eâzım yetişmiş ve el-ân yetişmekte bulunmuştur. Pâdişâhlar, âsitân-ı irfânında bendelikle iftihâr eylemişlerdir. Sultân Ahmed Hân-ı sâlis dahi bu yolda izhâr-ı ta’zîmât eyler:

Mesnevî’sin işidüp Hazret-i Mevlânâ’nın

Gûşvâr oldu kulağımda kelâmı anın

Def ü ney nâle idüp Mevlevîler itdi sema’

Eyledik yine safâsını bugün devrânın

Emr-i Mevlâ ile bir himmet ide Mevlânâ

Gele ayağıma hep kelleleri a’dânın

Ceddi a’lâlarıma himmet ide gelmişdir

Ben de umsam yeridir lutfunu ol sultânın

 Bahtiyâ bendesi ol Hazret-i Mevlânâ’nm

Taht-ı ma’nâda o dur pâdişehi devrânın

 /310/ Medîne-i Münevvere Nâib-i Esbakı Râşid Efendi'nin :

Hazret-i Mollâ-yı Rûmî fahr-ı erbâb-ı yakîn

Mesnevî'sinden olur esrâr-ı Kur’ân-ı mübîn

Şems-i feyzi pertev-endâz-ı cihân-ı ma’nevî

Gösterir ulviyyet-i kadrin kitâb-ı Mesnevî

Osmânlıların bidâyet-i zuhûru, Hz. Pîr’in zamân-ı âlîlerine tesâdüf eylediğinden, Ertuğrul Gâzî hakkında duâ buyurdukları mervîdir.

Arabî, Farisî lisânlarıyla söylenmiş eş’âr-ı hikemiyyesi vardır. Urefâ-yı zamânımızdan Veled Çelebi tarafından vâki' olan tedkîke göre, Divân-ı Kebîr’lerinde bir hayli Türkçe eş’ârı dahi vardır. Türkçe eş’ârı, o zamânın Türkçe’sidir. Teberrüken bir iki parçasını derc ile tezyîn-i sahîfe ederim:

Eğer gidür karındaş yoksa yavuz

Uzun yolda budur sana kılavuz

Çobanı berk tut kurtlar öküşdür

İşit benden kara kuzum kara kuz

Eğer Tansan ve ger Rum’san gerek Türk

Zebân-ı nîr-i bânân-râ beyâmuz

"Ya'nî ihtiyâr ettiğin, ihvân-ı tarîkin iyi de olsa, fenâ da olsa, uzun yolda kılavuzun odur. Düşün de ona göre ihtiyâr eyle, ey kara kuzum, ey kara kuzum, kurtlar çoktur, çobana iyice sarıl. Benim sözümü dinle: İster Acem ol, ister Rum ol, ister Türk ol tefâvüt yoktur. Yalnız dilsizlerin dilini öğrenmelisin."

Dânî ki men zi-âlem yalğuz sîni sever min

Ger der berem niyâî ender gammet ölür min

Rûzî nişeşte hâhem yalğuz sinün katunda

Hem min çağır içir min hem min kâbis bilir min

Ma’nâsı :

"Ya'nî, bilirsin ki, cihânda yalnız seni severim. Eğer yanıma gelmez isen, gamm-ı iftirâkın içinde helâk olurum. Bir gün yalnızca, senin huzûrunda bulunmak isterim. Ben şarab da içerim, Türkî de bilirim, ya'nî seni eğlendiririm."

Hz. Mevlânâ’nın Türkçe’si âdeta Özbek lisânıdır.

Eş’âr-ı Fârisiyyesinden şu na’t, rengîn misâldir:

 

اى رسول حضرت حق وى حبيب كبريا                 

يك بياله مى بده اى اساقىء بزم الست

اى ضياى عين عالم اى امام انبيا                         

بر من مسكين نظر كن اى سراج ير ضيا

            مرحمت كن خاكيايت روى منلا روز وشب

            شاه عالى احمد ومحمود محمد مصطفى[33]

Hudâ virmiş sana kenz-i ulûmu

Meded ey Hazret-i Monlâ-yı Rûmî

Döner fânûs-ı cismim aşk-ı Hak’la

Bana yok mâ-siva’llâhın lüzûmu

VASİYETLERİ :

Hz. Mevlânâ, ulûm-ı hikemiyyede olduğu gibi ilm-i fıkıhta dahi allâme-i zamân idi. Tabakât-ı fukahâda mevki'-i âlî işgâl eder. Manâkıb-ı celîle ve fazail-i ber-güzîde ve kemâlât-ı aliyyeleri, hadd-i ihsâdan bîrûndur.

Mevzûâtu’l-Ulûm’da mütâlaa-güzâr-ı âcizânem olduğu üzere, ashâbına irâd-ı vasâya esnâsında şöyle buyururlar imiş:

أوصيكم بتقوى الله في السر والعلانية وبقلة الطعام وهجران المعاصي والآثام ومواظبة الصيام ودوام القيام وترك الشهوات على الدوام واحتمال الأنام وترك مجالسة السفهاء والعوام ومصاحبة الصالحين والكرام وإن خير الناس من ينفع الناس وخير الكلام ما قل ودل.

Ya'nî, "Size vasiyet ederim: Gizli ve aşikâr hâlde Cenâb-ı Hak’tan havf ve ittikâ eyleyiniz. Az yiyip, az söyleyin. Maâsi ve âsâmı terk edin. Mülâzemet-i sıyâm ve devâm-ı kıyâm ve terk-i şehevâta devâm eyleyin. İnsânların size karşı gösterecekleri cefânın cümlesine tahammül kılın. Süfehâ ve avâm meclisini terk ve sulehâ-yı kirâm sohbetine mülâzım olun. Nâsın hayırlısı nâsa nâfi' ve kelâmın hayırlısı kalîli olup maksûda delâlette iştibâhı râfi' olandır, vesselam."

BA'ZI MENKABELERİ :

Hz. Mevlânâ, henüz altı yaşında iken, bir Cuma günü çocuklarla oyun oynadığı sırada çocuklardan biri, dîgerine: “Geliniz, bu damdan öbür dama sıçrayalım.” demesi üzerine, Cenâb-ı Mevlânâ, o gibi bir hareketin kedilerle köpeklere ve hayvânlara mahsûs mülâabe olduğunu, ma’a’l-istikrâh ve asıl hüner, göğe doğru mütâyere olduğunu maa’l-istiknâh beyân ile hemen gözden nihân olur.

Bu tıfl-ı mukaddes, bu Celaleddîn muhteremin bir ânda vukû'-ı gaybûbeti /312/ çocukların bâis-i hüzn ü kedûreti olarak âdetâ ağlamaya başladılar. Bir müddet-i cüz'iyye mürûrunda tekrâr ma'sûmîn arasında isbât-ı vücûd ettiği gibi, vâki' olan suâle karşı takrîr eylediği ifâdenin akabinde yeşil esvâblar giymiş bir cemâatin kendisini alıp âlem-i semâvâtı gezdirdiklerini ve acâib-i melekûtu gösterdiklerini ve arkadaşlarının feryâd u figânını, vâveylâsını işitince getirip bıraktıklarını hikâye ile, daha o zamân bile ne derece, makbûl-ı kibriyâ olduğunu isbât eylemiştir.

Nutuklarından tercüme:

Yerden âsumâna doğru tayarân eden bir kuş gerçi peyveste-i âsumân olamaz ise de, tuzaktan baîd olur ve kurtulur. Dervîş olan bir kimse dahi, kemâl-i hâl-i reşâdete erişemese bile, zümre-i halktan müstesnâ ve mümtâz olur, mezâhim-i dünyâdan kurtulur.

                                                             -   -   -

Ashâb ve mürîdânından birini, gam-nâk görerek buyurmuşlar ki:

"Gönül darlığının kâffesi, bu âleme bel bağlamaktandır. Her dem bu cihândan âzâd olasın ve kendini kayıp bilesin. Her neye ki nazar edersen ve her lezzeti tadarsan bilesin ki, ona kanmazsın ve bir yere dahi gidersin hiç dil-tenk olmazsın.”

                                                             -   -   -

Hâdimlerine suâl ile: “Hânemizde nesne var mıdır?” derler. Yok cevâbını alırlarsa memnûn ve münbasıt olarak, “Çok şükür, hânemiz bu gün peygamberimiz (aleyhi's-salâtü ve's-selâm) efendimizin, devlet-hâne-i risâlet-penâhîlerine benzedi.” buyururlarmış.

Âlem-i Cemâle İntikâlleri :

672 sene-i hicriyyesi Cemâziye'l-âhirinin beşinci (17 Aralık 1273) Pazar günü idi, altmış sekiz yaşında oldukları hâlde, azm-i gülistân-ı bakâ eylediler. Cenâb-ı Hak, rahmet-i ilâhiyyesine müstağrak ve bizleri de feyz ü irfân-ı Mevlânâ’ya mazhar buyursun.

Hâl-i ihtizârlarında, ağlayan huzzâra, (الموت جسر يوصل الحبيب إلى الحبيب)[34] buyurdular.

Cihân-ı ma’rifette kıyâmet koptu. Vasiyetleri mûcibince namâzını Hz. Sadreddîn kıldırmak istedi. /313/ Sipeh-sâlârda okuduğuma göre, tamâm namâzı kıldıracağı sırada, şiddet-i teessüründen bir şehka vurup, bayıldı. Bunun üzerine Kadı Sirâceddîn hazretleri, îfâ-yı imâmet etti, namâzı kılındı, kitâb-ı vücûd-ı mübâreki el-yevm, ziyâret-gâh-ı ins ü cân olan medfen-i mübâreklerine defn olundu. Konya’nın Ka'betü’l-uşşâk olmasına sebeb oldu. Ravza-i şerîfeleri hakkında:

 كعبة العشاق بشد اين مقام

            هر كه ناقص آمد اينجاشد تمام [35]

denilmesi, tamâmen mahalline masrûf bir sözdür. Âtîdeki resim, türbe-i Hz. Mevlânâ’nın hâricden görünüşüdür. Mahrûtiyü’ş-şekl kubbe, kabr-i enverlerinin üzerindedir. Türbe pek muazzam ve muhteşemdir. Mezkûr kubbe yeşil çiniden kaplanmıştır. Başı gümüşten ma'mûldür. Buna kubbe-i hadrâ derler.

                                               RESİM VAR

1327/(1911) senesinde, âsitân-ı muallâ-yı Mevlânâ’ya rû-mâl olmak ümniyyesiyle Konya’ya gittim; şeref-i ziyârete mazhar oldum. O zamân sünûh etmiş idi :

Titriyor hep içerim Hazret-i Mevlânâ’ya

Cân u dilden yanarım Hazret-i Mevlânâ’ya

Severim cân u gönülden o muazzam pîri

Arz-ı tekrîm iderim Hazret-i Mevlânâ’ya

Konya’nın kubbe-i hadrâsı göründükde bana

Yandı dil nâire-i Hazret-i Mevlânâ’ya

Ne muallâ ne mutarrâ ne müfahham ravza

Mest olur zâiri hep Hazret-i Mevlânâ’ya

Geldi bir lerze-i aşk sabr u karârım gitdi

Âşıkım neyleyeyim Hazret-i Mevlânâ’ya

Âkıbet aşk ile sürdün yüzünü ey Vassâf

Ravza-i âliye-i Hazret-i Mevlânâ’ya

Hz. Mevlânâ’ya meyl ü muhabbetim pek ziyâdedir. Hangi bir mecliste menâkıbından bahs olunsa, hissiyyât-ı ta’zim-karânem galeyâna gelir. Ulviyyetinin hayrânı, âsitân-ı feyz u irfânının nigeh-bânıyım. Şefâatına, inâyetine, kerem ü âtifetine muhtacım.

Hangi âşıkdır o kim mevlâsı Mevlânâ değil

Deryâ-yı bî-pâyân-ı irfânı, urefâ-yı cihânı mütehayyir etmiştir. Cenâb-ı Hak, Habîb-i ekremi hürmetine, bu abd-i ahkarı, cümle müştâkîn-i ma’rifetle berâber müşârünileyhin mazhar-ı ihsânı buyursun. Âmîn.

/314/ Güfte-i Hazret-i Mevlânâ :

بعد از فات تربت مادر زمين مجوى

            در سينه مردم عارف مزار ماست[36]

Fi’l-hakîka öyledir ve bu kelâm-ı âlîleriyle de hafâyâ-yı umûr-ı kalbiyyeye pek büyük vukûf göstermişlerdir.

Mefhar-ı Mevleviyân Hazret-i Mevlânâ’dır

Mâlik-i genc-i nihân Hazret-i Mevlânâ’dır

Gül-i gül-zâr-ı maârif idi ol zât-ı kerîm

Mahrem-i râz-ı cihân Hazret-i Mevlânâ’dır

Ulemânın hükemânın şuarânın tâcı

Nice mürde dile cân Hazret-i Mevlânâ’dır

Ka'be-i dâniş u irfân idi zât-ı pâki

Sâhib-i fevz ü emân Hazret-i Mevlânâ’dır

Sâki-i aşk-ı Hudâ matla’-ı envâr-ı hüdâ

Kutb-ı aktâb-ı cihân Hazret-i Mevlânâ’dır

Mazhar-ı ism-i Hakîm mazhar-ı esrâr-ı Azîm

Gavs-ı yektâ-yı zamân Hazret-i Mevlânâ’dır

Zâhir ü bâtın ulûmunda garîk-ı deryâ

Nûr-ı irfânı ayân Hazret-i Mevlânâ’dır

Şems-i devvâr gibi nûru cihân-pîrâdır

Nûrbahşâ-yı cenân Hazret-i Mevlânâ’dır

Mürşid-i ekmel idi her emeli hâsıl idi

Sırr-ı “Mûtû’”yu bulan Hazret-i Mevlânâ’dır

Evc-i himmet güneşi lem’a-ı sıddîk-ı nebî

Sâhib-i devlet ü şân Hazret-i Mevlânâ’dır

Mesnevî’si nice esrâr u nikâta mahzen

Bülbül-i bâğ-ı cinân Hazret-i Mevlânâ’dır

Kemteri bendesi Vassâf’ını mahrûm itmez

Himmeti dâim olan Hazret-i Mevlânâdır

Hz. Mevlânâ, kutbu’l-aktâbtır; medâr-ı âlemdir. Âlim ve âmil, vâkıf-ı esrâr-ı hakâyıktır, mürşid-i mükemmildir, sâki-i aşk u ma’rifettir, bir nâdire-i hilkattir; sît ü şöhreti âlem-gîrdir; fazîlet-i zâtiyye ve necâbet-i fakîrânesiyle mümtâzdır; gıbta-bahşâ-yı ins ü cândır. Şiir ve edebdeki kuvveti, rütbe-i bâtıniyyesiyle mütenâsibtir. Makâmât-ı âliye ve kerâmât-ı irfâniyyeye sâhibtir.

Tezkire-i Sâlim’de okumuştum:

Sultânü’l-meşâyıh, berzahu’l-berâzih, mukarreb-ı Hz. Kayyûmî, Hz. Celâleddîn-i Rûmî, (efâda’llâhu nûrahû ve kaddese sırrahû) için, Sultân Alâaddîn-i Selçûkî, cân u dilden mürîd-i irâdet pezîr olup, hüdâvendigârlığı ona vermiştir. "Hüdâvend-i kâm-kâr" ve "Molla Hüdâvendigâr" /315/ dedikleri bu sebebtendir.

Menâkibü’l-Ârifîn ve Mesâlikü’s-Sâlikîn nâm eserden menkûldür:

“Fahr-ı âlem (salla’llâhu aleyhi ve sellem) efendimiz hazretleri, esnâ-yı mi’râcda, sâk-ı arşta semâ’ eyler bir zât-ı pür-şevk gördü. Âfitâb gibi nûrdan taylasânı ve meyân-ı külahında hatt-ı istivâ gibi çekilmiş bir nişânı vardır. Felek-i devvâr gibi muttasıl dönüyor. Şûr-ı semâından felekler raksa girmiş ve nevâ-yı nâ-yı şevkinden feleklere meleklere hayret gelmiş.

Rasûl-i cemîl efendimiz hazretleri, Cenâb-ı Cebrâîl’e, "Bu kimdir?" diye sordu. Peyk-ı Rabb-i Celîl, "Bu, dürr-i deryâ-yı tahkîk ve güher-i sadef-i sulh-ı Ebûbekr es-Sıddîk’tır. Onun ebnâ-yı izâmından ol Mollâ-yı Mevlevî ve şeyh-i ma’nevîdir. Mukarreb-ı Kayyûmî, Celâleddîn-i Rûmî olacaktır." dedi. Hz. Fahr-ı âlem, bu sırdan âgâh oldukta, bu işâretin beşâretinden, Hz. Sıddîk-ı Ekber, beşâşet buldu. (بشنواز نى جون حكايت ميكند)[37] Bu sırra işârettir.”

Mesnevî-i Şerîf:

Hulâsa-ı kelâm, Hz. Mevlânâ, kerâmet-i velâyetle mütebahhir ve ulüm-ı kevneynde mazhar-ı mecmau’l-bahreyndir. Öyle bir şeyh-i ma’nevî, sâhib-i kitâb-ı Mesnevî’dir ki, kitâbı huccet-i dîn ve burhân-ı ehl-i yakîndir. Meşâyih-ı ekmelîn halâyıkı, sû-yı Hâlik’a onunla irşâd ederler. İlm-i sülûkta ve tarîk-ı tasavvufta onun bir misli yoktur. Her bir beyti, bir gencîne-i ma’rifet ü hikmettir. Teemmül ve tefekkür ile yazılmış değildir. Her bir lafzı bî-şübhe, irâdet-i âlem-i gaybdır. İbârâtı sırf hakâyık, işârâtı pür-dakâyıktır. Câmi'-i maânî-i âyât ve ahbâr ve erbâb-ı tasavvuf nezdinde bir adı Mahzenü’l-Esrâr’dır.

Kur’ân-ı azîmin esrâr ve nikâtını ve ahâdîs-i nebeviyyenin rumûzât ve mektûmâtını derc etmiştir. Ulûm-ı evvelîn ü âhirînin, hakâyık ve dakâyıkı onda mündemicdir. Ebyât-ı gâmızası gâyet çoktur. İşârât-ı mufaddalasına nihâyet yoktur. Ve'l-hâsıl ukûl-ı âdiye, idrâkinde âciz ve kâsırdır. Müşkilâtın halli erbâb-ı kulûb ve ashâb-ı mükâşefeden olmaya vâbestedir. Mecmû’-ı ebyât-ı Mesnevî  25.585 beyttir.

Mesnevî-i şerîfi /316/ memâlik-i İslâmiyye’nin her tarafında, bâ-husûs Anadolu, Rumeli, Afgan(istân), Hind(istân), Türkistân (ve) İran’da mütedâvildir. Mütâlaa yüzünden, feyz-i Hz. Mevlânâ sâri ve cârîdir.

Sâlik-i râh-ı Hudâ’ya pîşvâdır Mesnevî

Cümle erbâb-ı tarîka reh-nümâdır Mesnevî

Dîde-i câna dilersen rûşenâlık elvire

Gâfil olma aç gözün kim tûtiyâdır Mesnevî

Hasta diller n’ola bulursa semâ’ından safâ

Hikmet-i Hak ile her derde devâdır Mesnevî

Bu ne sözdür kim olur a’lâ vü ednâ hisse-dâr

Şâhile şehdir gedâ ile gedâdır Mesnevî

Nûruna duymazsa münkirler n’ola huffâş-vâr

Zâhidâ çün matla’-ı şems-i Hudâ’dır Mesnevî

Mesnevî-i şerîfin tedrîsi hitâmında okunan şu kıta güzeldir:

اين جنسين فرمود مولانا ما                   

اين له رملست ونه نجمست ونه خواب

            كاشف اسرار هاى كبريا                      

وحى حق والله اعلم بالصواب [38]

Hz. Pîn’in Âsâr-ı Sâiresi :

Gâyet büyük bir Dîvân'ları, Evrâd-ı Kebîr’i, Aşk-nâme, Fîhi mâ-Fîh, Mesnevî-i şerîf (Bunun bir adı da Husâmî-nâme’dir, Sâmî-nâme de derler), Tırâş-nâme, Mecâlis-i Seb’a’dır. Aşk-nâme’yi Sultân Veled’e isnâd edenler vardır

Velâyet ehline server Celâleddîn-i Rûmî’dir

Hakâyık bahrına gevher Celâleddîn-i Rûmî’dir

Vücûd-ı mekremet efzûdu mülk-i Rûm’a ni'metdir

Vücûdu hikmete masdar Celâleddîn-i Rûmî’dir

Kemâl-i devlete nâil olan zât-ı mufahhamdır

Kerâmet bâğına mazhar Celâleddîn-i Rûmî’dir

Muhibb-i zâtı olmak pek büyük izzet selâmetdir

Kulûba himmeti evfer Celâleddîn-i Rûmî’dir

Semâ-yı ma’rifetde mihr-i tâbân-ı saâdetdir

Uyûn-ı ehl-i aşka fer Celâleddîn-i Rûmî’dir

Hikem-perdâz-ı aşkdır dürre-i Sıddîk-ı Ekber’dir

Be-gâyet sâfîleşmiş zer Celâleddîn-i Rûmî’dir

Kitâb-ı Mesnevî'si mağz-ı Kur’ân menba’-ı esrâr

Maârif kenzine rehber Celâleddîn-i Rûmî’dir

Ne âlî bir kitâb-ı hikmet-âmûz-ı edeb-irfân

Uluvv-ı rütbesi ebher Celâleddîn-i Rûmî’dir

Döner meydân-ı aşkda cezbe vü hâlât ile cânâ

Şeb-i irfânda meh-peyker Celâleddîn-i Rûmî’dir

Seherlerde çıkar âh u figânı Arş-ı a’lâya

Reh-i aşkdan haber söyler Celâleddîn-i Rûmî’dir

Semâ-yı sıdk u irfâna vücûdu zînet-efzâdır

Misâl-i encüm-i enver Celâleddîn-i Rûmî’dir

Müdevven bir kitâb-ı aşk u irfân oldu Mevlânâ

Bütün uşşâka ser-defter Celâleddîn-i Rûmî’dir

Mürîd-i hâlısa dâim ider bezl-i kerem-himmet

Muallâ mürşid-i eşher Celâleddîn-i Rûmî’dir

Doğar Vassâf’ının kalbinde her gün şems-i Mevlânâ

Meğer bir feyz-perverdir Celâleddîn-i Rûmî’dir

/317/ HUSÂMEDDÎN ÇELEBİ HAZRETLERİ

Hz. Mevlânâ’nın, âlem-i nâsûttan rıhletinden sonra, emr ü işâretleriyle makâm-ı muallâ-yı reşâdete, Hüsâmeddîn Çelebi hazretleri câlis oldu. Onüç sene sonra 684/(1285)’de âzim-i dâr-ı ukbâ olmuştur. Civâr-ı Hz. Pîr’de âsûde-nişîndir.

Vâris-i âsâr-ı Mevlânâ Hüsâmeddîn’dir

Mahrem-i esrâr-ı Mevlânâ Hüsâmeddîn’dir

Mazhar-ı envâr-ı Mevlânâ Hüsâmeddîn’dir

Hâsılı dil-dâr-ı Mevlânâ Hüsâmeddîn’dir

SULTÂN VELED HAZRETLERİ

Hz. Mevlânâ’nın veled-i büzürg-vârı ve masdar-ı âsâr-ı esrârı olup, Hüsameddîn Çelebi hazretlerinden sonra makâm-ı irşâda kadem-zen olmuştur. Müşârünileyh hazretleri cezebât-ı ilâhîyye ile ekser evkâtta vâlih ü hayrânı idi. Hâlât-ı galebât-ı şevk u cezbeden müstağrak idi. Keyfiyyet-i câm-ı aşktan, mestâne-sıfat idi. Tarîk-ı tasavvufta bir kaç eser-i manzûmu vardır. Veled-nâme’si meşhûrdur, Rebâb-nâme ismindeki eseri mühimdir. Bu Rebâb-nâme, edebiyyât-ı Osmâniyye nokta-i nazarından hâiz-i ehemmiyyet âsâr-ı âliyedendir. Hz. Mevlânâ hakkındaki medhiyyenin mukaddimesi teberrüken nakl olundu:

Mevlânâ’dır evliyâ kutbu bilenin

Ne kim ol buyursa anı kılanın

Tanrı’dan rahmetdir anın sözleri

Körler okursa açıla gözleri

Ya'nî, "Hz. Mevlânâ evliyâ kutbudur. Biliniz, ol ne kim, buyurduysa, onu, gûş-ı kabûle alıp, emrini tutunuz. Hak’tan rahmet olan sözlerini körler okursa gözleri açılır." demektir.

Dîvan-ı hakîkat-beyânları dahi, tercümân-ı lisân-ı gayb ve vâridât-ı ilhâm-ı bî-raybdır. Eş’ârı, hem âşıkâne, hem muhakkıkânedir. Rumca şiirleri dahi olduğu menkûldür. Vâlid-i a’zamlarının nısf-ı Divân-ı Kebîr’i kadar, İbtidâ-nâme, İntihâ-nâmeleri de ma’rûftur. Ma’ârif nâmında, hakâyıka müteallik bir eser-i mensûrları vardır.

Türkmen lisânı üzere eş’ârından numûne:

Senin evin bu gice dutdu

Ânınçün içinde ay düşdü

Karannu kalmaya andaki bu ay

Karannuyu nûr ile taşra yitdi

/318/     Ol aya neden dolıcak bellü olur

Kim uğru ev kaldı ya ki gitdi

Ya'nî, "Derûnuna ay işrâk eylemekle, bu gece senin hânen nûra gark oldu. Ol hânede artık karanlık kalmayacaktır. Zîrâ, bu ay nûr vâsıtasıyla, zulmeti hârice tard eylemiştir. Hâne, o aydınlıkla dolunca, derûnuna dâhil olan hırsız, hâlâ duruyor mu, yoksa gitmiş midir, belli olur." demektir.

Sultân Veled hazretleri, eimme-i kirâm ve fukahâ-yı izâmdandır. Konya’da hayli zamân, neşr-i ulûm buyurup, ba’dehû eser-i pedere ittibâ' etti.

Hicretin 712 senesi Recebinin onuncu (11 Kasım 1312) Perşembe günü doksaniki yaşında olduğu halde, terk-i hayât-ı müsteâr eylemekle, na’ş-ı mübârekleri, peder-i mükerremlerinin yanında, makbere-i mahsûsasına defn olunmuş ve cenâze namâzını meşâhîr-i ulemâdan Şeyh Mecdüddîn-i Aksarâyî kıldırmıştır.

Bir Süleymân-ı himem-tedbîrdir Sultân Veled

Misl-i devr-i Âsaf-âlem-gîrdir Sultân Veled

Müftî-i hayrü’l-halef-takdîrdir Sultân Veled

Ya’ni mahdûm-ı cenâb-ı Pîr’dir Sultân Veled

Hz. Mevlânâ’nın irtihâllerinde, Sultân Veled’in 52 yaşında oldukları anlaşılıyor. (Kaddesa’llâhu esrârahum)

ULU ÂRİF EFENDİ HAZRETLERİ

Sultân Veled’in mahdûm-ı mükerremidir. Pederinin makâmına geçti. Hayli zamân neşr-i ulûm eyledi.

Ârif-i bi’llâh Ulu Ârif Efendi-i velî

Nâil-i aşk-ı Muhammed vâsıl-ı şevk-i Ali

Dahi şeyh-âbid gürûh-ı zühd ü fazlın efdali

Oldu bunlardan hafâyâ-yı hakîkat müncelî

El-yevm, Konya’da câ-nişîn-i seccâde-i irşâd olan Çelebi Efendi, evlâd-ı Mevlânâ’dandır. Mevlevîlerin meşâhîri, urefâsı, şuarâsı, üdebâsı hakkında zamân zamân gâyet mükemmel eserler yazılmıştır. Onların mütalâasını tavsiye ile iktîfâ ederim. Hâlen seccâde-nişîn olan, Abdülhalîm Çelebi Efendi’nin pederleri Abdülvâhid Çelebi merhûmun /319/ bu abd-i kemtere, iltifât-nâmeleri vardır. Ki sûreti ber-vech-i âtidir:

“İzzetlü, cemîlü’ş-şiyem Efendim,

Cedd-i a‘zamım, Ferîdûn-ı cihân-ı ma’nevî, sâhib-i kitâb-ı âlî-i Mesnevî efendimiz hazretlerine fart-ı aşk u muhabbet-i vâlâlarına dâl olmak üzere, zâde-i tab’-ı âşıkâneleri olan ba'zı manzûmenin ihdâ buyurulduğunu mutâzammın olan muhabbet-nâme-i ârifâneleri, resîde-i dest-i tevkîr ü ihtirâm oldu. Şemsü‘l-evliyâ, nâşir-i nûr-ı Hudâ efendimiz hazretlerine aşk u muhabbet izhârına muvaffakiyyet ezelî bir keyfiyyet ve binâenaleyh mûcib-i fevz ü saâdet olduğuna ve zât-ı ârifânelerinin dahi ızhâr-ı aşk u muhabbetle kavlen ve fı’len vâki' olan teslîmiyyetleri; mûcib-ı sürûr u memnûniyyet bulunduğuna mebnî devâm-ı feyz ü terakkîleri gülbangı, metâf-ı kudsiyân-ı menâzil-i kerrûbiyân olan huzûr-ı lâmiu’n-nûr, Hz. müşârünileyh efendimizde, yâd ve tilâvet kılınmış olmağla, beyân-ı mahzûziyyet ve muhabbet olunur efendim. 22 Hazîrân 1322/(4 Temmuz 1906)

HAZRET-İ MEVLÂNÂ’NIN ELKÂB-I ALİYYELERİ

Mollâ-yı Rum :

Rahm eyle gel ey dâverim

Yokdur benim bir yâverim

Sensin hemen, dâd-âverim

Yâ Hazret-i Mollâ-yı Rûm

Molla :

Şeh-i cihân-ı velâyet Cenâb-ı Mollâ’dır

Mekîn-i taht-ı kerâmet Cenâb-ı Mollâ’dır

Celâleddîn-i Rûmî :

Erenler şâhı Mevlânâ Celâle’d-dîn-i Rûmî’dir

Meleklerle felek âvâze-i bang-ı kudûmudur

Molla Hünkâr :

Uluvv-ı kadr-i Mevlânâ’yı yok bir ferdin inkârı

Bilür bây u gedâ pîr ü civân hep Molla Hünkârı

/320/ Mevlânâ :

Sanma kim devr eyleriz şevk-i kudûm u nâyile

Olmuşuz âvâre feyz-i aşk-ı Mevlânâ ile

Mevlevî :

Bî-vâsıta feyz alır Şems’den

Gâyâ ki kamer de Mevlevîdir

Bir cezbe ile ider cihânı tenvîr

Eflâk de yer de Mevlevîdir

                       

                                               *    *    *

Andelîb-i gül-şen-i nağme-günândır Mevlevî*

Nağme-i cân-sûz-ı nâyla hem-zebândır Mevlevî

On sekiz bin âleme sırr-ı nihândır Mevlevî

Devr iden çerh-ı felekden bir nişândır Mevlevî

                                                                  Nâzım Paşa’nın

Hudâvendigâr:

Düşerse kâfile-i semt-i hâne-berdûşân

Tavâf-ı kûy-ı Hudâvendigâr’a dek gideriz

RESİM VARDIR !!!!!!!!

Görünen kubbe, Kubbe-i Hadrâ’dır. Hz. Mevlânâ’nın kabr-i enverleri bu kubbenin altındadır. Dîger kubbelerin altında çelebiyân medfûndur.


 

TÂRÎHÇE-İ AKTÂB[39]

Nâzımı: Âhmed Remzi el-Mevlevî. 1333/(1915)

İrfân ü kemâl-ittisâf el-Hâc Hüseyin Vassâf Beyefendi’ye ithâf :

Benâm-ı Hudâvend-i cân-âferîn:  

Güzîn-i evliyâ kutb-ı muazzam

Semiyy-i seyyid-i evlâd-ı Âdem

Cenâb-ı Hazret-i Mollâ-yı Rûmî

Gelüp tekmîl içün dehre ulûmu

İdüpdür altıyüz dört içre teşrîf

Kudûmu eyledi dünyâyı taltîf

Rebîu’l-evvelinin altıncı rûzu

O mihr-i mekrümet kıldı bürûzu

Virüp ukbâya kâlâ-yı fenâyı

Değişdi aşk-ı mevlâya sivâyı

Ticâret eyledi âlemde vâfir

Olur mîlâdına târîh “Tâcir(تاجر) = 604

Olup altmış sekiz yıl feyz-bahşâ

Göçüp gitdi civâr-ı kurbe a’lâ

Cumâd-ı âhire’dir rûz-ı hâmis

Bakâ hil’atlarını oldu lâbis

Gam-ı âlemden âzâd oldu ol hür

Ki târîh altı yüz yetmiş ikidür

              *    *    *

پنجم ماه در جماد آخر

بود نقلان ملاذ هر فاخر

سال هفتاد و دو بده بعدد

ششصد از عهد هجرت احمد[40]

                    *     *    *

Uçdu sûy-ı Hakk’a sî-murg-ı kemâl ü himmet

Ola ehl-i dile târîh-i vefâtı“İbret” (عبرت) = 672

                   *    *   *

Dahi Sultân Veled ferzend-i a’lem

Cihâna geldi dindi hayr-ı makdem

Mübârek rûz-ı Cum’a vakt-i fîrûz

Rebî’-i sânî bîst pencümîn rûz

Yinirmi üçle şeş-sad sâl içinde

Doğup ol mevsim-i ikbâl (içinde)

Şeb-i âşır idim mâh-ı Receb’den

Hırâmân oldu bu dâr-ı taabdan

                   *   *   *

Anın oğlu dahi Ârif Efendi

Gürûh-ı evliyânın ercümendi

Be-rûz-ı heştüm-i Zi’l-ka’de ol mâh

Doğup oldu kerâmet tahtına şâh

Cihâna virdi ol Sultân revnak

Ki târîh altı yüz yetmişdir ancak

O şâh-ı kişver-i keşf ü kerâmet

Yediyüz on dokuzda kıldı rıhlet

Meh-i Zi’l-Hiccenindi yinrmi dördü

Se-şenbe gün bisât- ı cismi dürdü

Bu makbûlân dergâhın ilâhî

İdüp takdîs-i esrârın ke-mâ-hî

Nesîb’i sırlarından behre-yâb it

Duâsın feyzin ile müstecâb it

Zeyl:

Nesîb-i muhterem ol merd-i ârif

Olup esrâr-ı Mevlânâ’ya vâkıf

Dalup bahr-ı ulûma bî-nihâye

Leâlî saçmış ihvân-ı safâya

Cenâb-ı Pîr ile Sultân Veled’den

Ulu Ârif gibi feyz-i ebedden

Haber-dâr itmek üzre şâirâne

Ufak manzûme yazmış mâhirâne

Anı tezyîle cür'et eyledim ben

Hatâsın lutfile tashîhe gel sen

Makâm-ı Hazret-i Pîr’e gelenler

Bu âlî menkabetlerdir erenler

Zükûr evlâdıdır Mollâ-yı Rûm’un

Birer incüleri bahr-ı ulûmun

Bunu nazm eyledi Remzî-i nâ-şâd

N’olur bir fâtihayla eylesen yâd

                   *   *   *

Ulu Ârif Efendi’ye birâder

Cenâb-ı Âbid-i pâkîze güher

Cihâna altı yüz seksen ikide

Kemâl-i aşk ile oldu reşîde

Yedi yüz yinrmi dokuz oldu hicret

Bakâ dergâhına kıldı azîmet

Cenâb-ı Âbid’e Vâcid Efendi

Birâderdir cihânın dil-pesendi

İrince altı yüz seksen beşe sâl

Bu kevne virdi teşrîfiyle ikbâl

Yedi (yüz) otuz üçde oldu âzim

Huzûr-ı ceddine oldu mülâzim

Ulu Ârif Efendi-zâde Âlim

Hakîkat mahzeni kenzü’l-maâlim

Bu dehre altı yüz doksan ikide

Füyûz-ı ilm ile oldu resîde

Yedi yüz elli birde kıldı rıhlet

Makâm-ı pâki oldu bâğ-ı cennet

                   *   *   *

Gelince altı yüz doksan beşe sâl

Cenâb-ı Âdil itdi dehre ikbâl

Birâder Âlime bu Âdil ekber

Yedi (yüz) yetmiş idi gitdi ol er

Yedi yüz beşde geldi kevne Âlim

O ekber âbide ferzend-i sâlim

Yedi yüz doksanı geçdi sekiz yıl

Bu da kûy-ı visâle oldu vâsıl

İdüpdür Ârif-i sânî velâdet

Yedi yüz ile kırk altıydı hicret

Cenâb-ı Âdil-i ekber-zâde’dir bu

Sekiz yüz yinrmi dörtde gitdi yâ hû

O pîr Âdil Efendi doğdu fi’l-hâl

Yedi yüz ile seksen bir olup sâl

İkinci Âlim’in ferzendi idi

Sekiz yüz ile altmış beşde gitdi

Cemâleddîn ibn-i Âdil Efendi

Sekiz (yüz) kırk bir idi dehre geldi

Makâmda elli bir yıl oldu kâim

Dokuz (yüz) onbeş idi oldu âzim

Cenâb-ı Hüsrev’e sâl-i velâdet

Sekiz yüz seksen altı idi hicret

Cemâleddîn Efendi’nin hafîdi

Dokuz yüz altmış altı Adn’e gitdi

Cihâna geldi Hüsrev-zâde Ferruh

Dokuz (yüz) yirmi üçdü sâl-i ferruh

Olup ahvâli gıbta-bahş-ı devrân

Nihâyet nâ-halefler itdi tuğyân

İdildi tevliyetden azl âhir

Değildi hâtırı bunlarla fâtir

Muâdil farkı cem’a cem’i farka

Çekildi gitdi binde kurb-ı Hakk’a

Dokuz (yüz) ile altmış bir olunca

Gülistân-ı siyâdet açdı gonca

Gelüp Büstân Efendi İbnü Ferruh

Dinildi hayr-ı makdem Şeyh Ferruh

O Sultân Ahmed-i Evvel ke-mâ-kân

Makâm-ı Pîr’e Çesbân didi Büstân

Meşîhat eyleyüp yinrmi sekiz sâl

Bakâya gitdi bin kırkda o hoş-hâl

Anın mahdûmudur Bû Bekr Efendi

Dokuz (yüz) ile yetmiş beşde geldi

Murâd-ı Râbi' itdi azm-i Bağdâd

İderdi Kâdı-zâde fikrin ifsâd

Gelince Konya’ya ordû-yı Sultân

Ziyâret kasdın itdi şâh-ı devrân

Fakat teklîf-i keşf-i merkad-i Pîr

Ser-â-ser ehl-i hâli itdi dil-gîr

Cesâret itmedi kimse bu emre

Gazab gösterdi Sultân Şeyh Bekr’e

Olup iclâ Stanbul’a nihâyet

Ana bin elli iki sâl-i rihlet

Efendi Pîr Hüseyn’bin-i Hasan’dır

Cenâb-ı Ferruh’a sıbt-ı basendir

Dokuz (yüz) sâli seksen sekizinde

Tevellüd eyledi o pîr-i zinde

Civân-himmet idi ihsânı mevfûr

Kapu Câmii evkâfiyla ma’mûr[41]

Civâr-ı ceddine oldukda hâzır

Anın târîhi bin yetmiş yedidir

Olunca sâl-i hicret bin otuz beş

Halîm-i evvelin mehdi bezenmiş

Ebû Bekr’in hafîdi zî-maânî

Bunun asrındadır Vânî-i cânî

Semâı itdi men’ ol merd-i hâsir

Yasağ-ı bed ki bin yetmiş yedidir

Gidüp hasretle bin doksanda nâ-gâh

Halef oldu ana Bûstân âgâh

Bin elli beşde de Bustân-ı sânî

Cihânı eyledi aşk gül-sitânı

Açıldı tekyeler başlandı nağme

Bunun devrindedir târîh-i “nağme” (نغمه) =1095

Olup târîh bin yüz on yedi hem

Bakâ dergâhına azm itdi hurrem

Anın mahdûmu Sadreddîn-i kâmil

Cihâna oldu bin seksende dâhil

Sene bin yüzle yirmi dört olunca

Cinân gül-zârına gitdi o gonca

Muhammed Ârif-i râbi’ Efendi

Ki bin doksanla altı kevne geldi

Hafîdidir Cenâb-ı Bûstân’ın

Otuz beş yıl meşîhat postu anın

Olunca bin yüz elli hem dokuz sâl

Cinâna gitdi bâ-ıclâl ü ikbâl

Anın mahdûmu Seyyid Hâc Ebûbekr

Sehâvet ma’deni mânend-i Bû Bekr

Gelüp bin yüz otuz üç sâli dehre

Makâmda kırk sene virmişdi behre

Geçince bin yüzü doksan dokuz hem

O da geçdi cihândan pâk u hurrem

Olup bin yüzle elli beş müekked

Tevellüd eyledi el-Hâc Muhammed

Halîm-i evvel ana cedd-i râbi’

Otuz bir yıl makâmda oldu lâmi’

Olunca bin iki yüzle otuz sâl

Ecel itdi anı da hakka îsâl

Saîd-i Hemdem İbnü Hac Muhammed

O vâlâ menzilet şeyh-i mümecced

Bin iki yüzle yirmi iki sâli

Vücûda geldi ol a’le’l-eâlî

Bin iki yüzle yetmiş beşde nâ-gâh

Cenâb-ı Pîr’e Hemdem gitdi agâh

Dahi Mahmûd Sadreddîn-i sânî

Cenâb-ı Hemdem’e mahdûm-ı sânî

Bin iki yüzle kırk iki velâdet

O da doksan sekizde itdi rıhlet

Birâder Fahr-ı dîn itdi velâdet

Bin iki yüz dahi kırk dörtdü hicret

Makâmında sekiz günle yedi mâh

Kalup doksan dokuzda gitdi nâgâh

Tevellüd eyledi Safvet Efendi

Bin iki yüzle elli iki dendi

Bu da beş yıl idüp ancak meşîhat

Bin üç yüz beşde kıldı Adn’e rıhlet

Cihâna Vâhid ibn-i Hemdem*

Bin iki yüzle yetmiş beşde bil hem

Makâmda yinrmi yıl kaldı müdâvim

Bin üç (yüz) yirmi beşde oldu oldu âzim

Halîm-i evvelin sânîsi geldi

Sene bin iki yüz doksan bir idi

Cenâb-ı Vâhid’in mahdûmudur bu

Makâmda üç sene kaldıkda yâ hû

Vukû’-ı infisâli bâ-irâde

Bin üç (yüz) yirmi sâli hem sekizde

Bahâeddîn Veled sâhib-fazîlet

O’dur seccâd-ı pîrâ-yı tarîkat

Bin iki yüzle seksen dörtde dehre

Gelüp âsârı virdi dehre behre

Halîm-i evvelin sâbi’ hafîdi

Kemâlât ehlinin şeyh-i ferîdi

           Bin üç yüzle otuz yedi olup sâl

Tebeddül eyledi dünyâda ahvâl

Yine Abdülhalîm bâ-reşâdet

Makâm-ı ceddine geldi nihâyet

Mübârek mâh-ı rûze halk sâim

Saâdetle ola postunda dâim

İlâhî nesl-i Pîr-i eyle dâim

Bizi hıdmetlerinde kıl müdâvim

Makâm-ı Hazret-i Mollâ-yı Rûmî

Penâh-ı ehl-i aşk olsun umûmî

Tekkelerin şeddi, şeyhlik ve mürîdliğin ilgâsı, Celâliyye Vakfı’nın mâliyeye devri gibi mukarrerât, Abdülhalîm Çelebî’yi me'yûs ederek muhtellü’ş-şu’ûr oldular. Sakal ve bıyıklarını, Sultân Dîvânî gibi tıraş ettiler. İstanbul’da sâkin bulundukları otelin penceresinden kendilerini attılar. Hastahânede vefât ettiler. Sene 1344/(1923)

İrtihâli hîninde, “Edriknî Yâ Muhammed, edriknî yâ Alî!” demişlerdir. Nâşını, hastahâneden otomobil ile Yenikapı Mevlevîhânesi’ne nakl eylediler. Orada techîz ve tekfîn edilip, mahfelin dış tarafına ihzâr olunan kabre defn eylediler. (Rahmetu’llâhi aleyh)

Nâzik, halûk, tab’-ı kibârâneye mâlik bir zât idi. Ba'zı mertebe, lâubalîlikleri görülmüş ise de, Cenâb-ı Hak, inşâllâh sabrı yüzü suyu hürmetine afv buyurmuştur.

/321/ MUHAMMED ES’AD EL-MEVLEVÎ

Hâce-i irfânım olup, Selânik tüccârından ve avdetîlerden Receb Efendi’nin sulbünden hicretin 1259/(1843) senesinde, Selânik’te dünyâya gelmiştir. Meskenleri Kadı Abdullâh Efendi mahallesindedir. Husûsî muallimden tahsîl-i ilme başlayıp, henüz sinn-i bulûğa vâsıl olmadığı bir çağda iken rü’yâsında görür ki, kendisi bir kuyuya düşmüş; server-i âlem (salla’llâhu aleyhi ve sellem) efendimiz hazretleri, şeref-zâhir olup, mübârek yed-i saâdet-i Muhammedîlerini uzatıp, cenâb-ı Es’ad’ı kurtarmıştır. İşte, bu neş’e, onun hâlini dîger-gûn etmiş; rütbe-i celîle-i İslâmiyyet’te sâhib-i makâm ve nâil-i merâm olmasına âmil-i müessir olmuştur.

Hz. Yûsuf’u kuyudan bir vesîle-i hasene ile halâs buyuran Cenâb-ı Hak, Muhammed Es’ad’ı, mazhar-ı şeref-i İslâm ve nâil-i eltâf ü in’âm buyurmak murâd etmiş ve o yed-i müncî-i hidâyeti ona uzattırmıştır. Nezd-i ilâhîdeki şerefini i’lâ eden bu inâyetle, müşârünileyh hâlini müftehiran şâkird-i muhteremi Şeyh Ali Behcet Efendi hazretlerine nakl eylemişlerdir.

Es’ad Efendi, henüz genç iken, Selânik vilâyeti Tahrîrat ve bir rivâyette Mâliye Kalemi’ne devâma başlayıp, Selânik’te iken neş’e-i İslâmiyye te’sîriyle, Bedevî tarîki meşâyihinden Şeyh Osmân Efendi nâmında bir zâttan iktisâb-ı ma’lûmat ve hattâ tarîkaten ve teberrüken şerbet alarak kesb-i füyûzât eylediler.

İstanbul’da, meşhûr-ı enâm Hoca Şevket Efendi merhûmun halaka-i tedrîsine dâhil olup, bir müddet sonra, işâret-i ma’nevîyye ile Gelibolu ulemâsından, Hoca Âdil Efendi’nin mazhar-ı feyz-i ilmi olarak icâzet-nâme ahzına muvaffak oldular.

Fâtih civârında, Yeni Hamam kurbunda Çayırlı Medresesi’ni ikâmetgâh ittihâz buyurdukları gibi müşârün bi’l-benân Şeyh Temîmi merhûmdan, Mutavvel okudular. Fazıl-ı azîz Şeyh Şetvân Efendi merhûmun Fâtih Câmi'-i şerîfinde Buharî-i Şerîf dersinde bulundular.

Meclis-i maârif a'zâsından Abdülkerîm Efendi’den, Şerhu’l-İşârât, /322/ kütüb-i hikemiyyeden ba'zı şeyler tederrüs buyurdular. Mağribî Şeyh Mustafa Efendi merhûm, bir kaç ay Pazar günleri medreseye devâm ile Fütûhât-ı Mekkiye takrîr ederler idi. Cenâb-ı Es’ad’ın Hicâz’a azîmetleri takarrür edesiye kadar bu hâl devâm etmiştir.

Dede merhûmda, zevk-i tarîkat günden güne tezâyüde başlıyordu. Yenikapı Mevlevîhânesi seccâde-nişîni ârif-i esrâr-ı dîn, Cenâb-ı Şeyh Osmân Salâhaddîn Dede Efendi’nin, dâhil-i dâire-i irfânı olarak, sohbet-i mürşidânelerinden istifâza ile, Hz. Şeyh-i Ekber’in Füsûs’unu ve Cenâb-ı Mevlânâ’nın Mesnevî’sini ve Celâl-i Devvânî’nin Havrâ vü Zevrâsını okumuşlardır. Hz. Şeyh'in âlem-i cemâle intikâli esnâsında, Mesnevî-i şerîfin 5. cildinin ibtidâsında idiler.

Mesnevî-i şerîf icâzesini Eskişehir Mevlevî şeyhi Hasan Dede Hazretleri teberrüken i’tâ buyurdular.

Fâtih Câmi'-i şerîfinde, Mesnevî-i Şerîf, Hâfız, Pend-i Attâr, Gülistân, Levâyıh, Molla Câmî, Gülşen-i Râz, Sipeh-sâlâr okuttular.

Bir taraftan Dâvûd Paşa ve Mahmûdiye Rüşdî mekteplerinde ve Numûne-i Terakkî Mektebi'nde Fârisî muallimliği ettiler.

Es’ad Dede hazretlerinde kitâb merâkı vardı. Çok kitap cem’ etmiş idi. Çayırlı Medresesi’nin ilk yangınında bir kısmı yanmıştır. Kütübhâne-i Umûmî’ye yedi yüz cild ihdâ etmiştir. Medrese yandıkta, Tâhir Ağa Dergâhı’nda ikâmet buyurdular. Medrese yapılınca, oraya nakl ettiler.

Şam’a seyâhatla, Hz. Muhyiddîn-i Arabî’yi ve Kuds-i Şerîf’e ve Halîlürrahmân’a azîmetle, makâmat-ı mukaddeseyi ve altı def'a Mekke’yi; üç veya dört def'a Medîne-i Münevvere’yi; iki def'a Konya’yı ve Bursa’yı ziyâretleri vâki'dir.

Mekke-i Mükerreme’de, eâzım-ı meşâyıh-ı Hindiyye’den Şeyh Muhammed İmdâdullâh Efendi hazretlerine mülâkâttan sonra, ilm ü irfânı, hâli daha ziyâde /323/ güşâyiş bulmuştur. Nezd-i âlilerinde bir halvet çıkarmışlardır.

Müşârünileyh Kâdirî ve Nakşibendî ve Sühreverdî ve Çeştî tarîklarının hâmil-i esrârı bir velî-i pür-şân idi. Dede hazretlerinde kemâli tecellî etmiştir. Bir mektûbunda:

پس پرده زيش ديده بر خاست

            بى پرده بديد دل خواست [42]

nağmesiyle, gülşen-i lâhûtta, meşâhir-i esrâr-ı cemâl ve nâil-i rütbe-i kemâl olduklarını beyân buyurmuşlardır.

Es’ad Dede, câmiu’t-turuk olmuş idi. Şeyh Mustafa Efendi’den, tarîk-ı Şâzelî’yi ahz etmişlerdir. İcâzet-nâmeleri vardır. Urfa mebûs-ı esbakı Şeyh Safvet Efendi’nin pederi, Abdülkâdir Efendi’den, Cenâb-ı Şeyh-i Ekber’in Salât-ı Feyziyye’lerinden me'zûn olup, bunu yazdırmış, basdırmış, ihvânına dağıtmıştır. Meşâyıh-ı kirâm-ı Kâdiriyye’den Şeyh Osmân Şems Efendi hazretlerine mülâkât ve intisâb ile, Kâdirî, Şa’bânî ve Nakşî tarîklarının esrârından haber-dâr olmuştur. Mekke-i Mükerreme’de, tarîkat-ı aliyye-i İdrîsiyye-i Senûsiyye’den, Hindli Şeyh İsmâîl Nüvvâb hazretlerinden, İstanbul’a teşrîflerinde, tarîkat-ı aliyye-i İdrîsiyye’yi almış ve emirleriyle kırk gün medresede erbaîn çıkarmıştır. Haleb ulemâsından ve efâzıldan Şeyh Yâsîn Efendi, kibâr-ı mutasavvıfînden idi. Silsile-i tarîkatı Hz. Şeyh-i Ekber’e müntehî idi. (Es’ad Dede) ondan da icâzet-nâme aldılar.

Esnâ-yı seyâhatlarında, ricâlu’llâhtan çok kimselere mülâkî oldular. Dede’mizin, tarîkat-ı aliyye-i Cezûliyye’ye de nisbetleri vardır.

Kitaplarının bir kısmı, Yenikapı Mevlevîhanesi’nde yanmıştır. Son zamânlarda, bir müddet Yenikapı Mevlevîhanesi’nde oturdular Sonra Kasımpaşa Mevlevîhânesi, Mesnevî-hânlığına ta’yîn olundular. İki sene kadar burada neşr-i kemâl eylediler; hastalandılar. 1329 senesi Şa’bân’ının Onüçüncü Pazartesi günü (11 Ağustos 1914) sabâhleyin sâat bir buçuk râddelerinde, tekmîl-i enfâs-ı hayât eylediler. Mezkûr mevlevîlerhane hazîresinde medfûndur. /324/ Kabirleri üzerine demirden türbe yapılmıştır.(Kaddese’llâhu sırrahû)

Mesnevî-hân kenz-i esrâr-ı hikem Es’ad Dede

Âlem-i devrânda dervîş-i hümâ-pervâz idi

Feyz-i nutkun ahz idenler söyledi târîhini

Gitdi sû-yı lâ-mekâna nâsih-i mümtâz idi

(كيتدى سوى لامكانه تاصح ممتاز ايدى)

Âsâr-ı aliyyeleri :

1. Numûne-i Kavâid-i Fârisî,

2. Zıyâu’l-Kulûb Tercümesi,

3. Mesnevî-i Şerîf Şerhi (kısmen.)

4. Tevhîd-nâme, manzûm.

5. Rubâiyye-yi Hûraiyye Şerhinin Tercümesi,

6. Meâda müteallik bir eser tercümesi,

7. Mevlânâ Câmî'nin, Teveccüh ve Hacegân Risâlesi’nin Tercümesi,

8. Usûl-i tarîkata dâir bir risâle-i şerîfe,

9. Cevâhîr-i Aynî’den Tercüme,

10 Hz. Ömer (radıya'llâhu anh)’ın, mahdûmu, Ebû Şahme hakkında ikâme buyurdukları hadd-i şer’î vak’asının, lisân-ı Fârisî’den tercümesi,

11. İbn-i Fârız’ın, Kasîde-i Tâiyye’sinden bir kaç beyte yazdıkları mufassal şerh.

12. Dîger bir mücmel şerh,

13. Mesnevî-i şerîfin ilk beytine yazdıkları şerh,

14. Istılâhât-ı Sûfiyye,

15. Dîvançe-i Eş’âr,

16. Cem’ olunan, Mektûbât-ı aliyyeleri.

(Şiirlerinden biri:)

Tutdu iklîm-i derûnu ser-be-ser dârâ-yı aşk

İtdi vîrân milket-i ma’mûru istîlâ-yı aşk

Âlem-i lâhûtdan tâ âlem-i nâsûta dek

Mest ü bîhuş eylemiş her zerreyi sahbâ-yı aşk

İtdi hayrân bir nice allâmeyi dîbâcesi

Halli nâ-kâbil muammâdır hemân ma’nâ-yı aşk

Bulmamışdır intihâsın rûz-ı hilkatdan berî

Gerçi âşıklar seyâhat-gâhıdır sahrâ-yı aşk

Sâhil-i imkâna atdı lâ-yu’ad dür-dâneler

Es’adâ çok cûşa geldi şevk ile deryâ-yı aşk

Es’ad Dede hazretlerinin ders-i şerîfine, senelerce devâm etmiş idim. Meyânemizde, azîm bir muhabbet husûle gelmiş idi. Bu te’sîr ile, hakk-ı âlîlerinde mufassal ve müstakil bir eser yazdım. İsmi, Mevlevî Es’ad Dede’nin Tercüme-i Hâli ve Menâkıb-ı Âli’l-Âli’dir. /325/ Bunun emr-i tahrîrinde, meşâyih-ı Mevlevîye’den, Abdülbâkî ve Ahmed Remzi ve Seyfeddîn ve Tâhir Dede Efendiler; urefâ-yı zamândan, Muhammed Ziyâ ve Ahmed Avni ve Hulûsî-zâde Osmân Nûrî Bey Efendilerin ve Şeyh el-Hâc Ali Behcet Efendi pederimizin, uluvv-ı himmetleri taalluk etmiş, mükemmel bir eser hâline gelmiştir. Sefîne’mizde, onun için bu kadarla iktîfâ ettim.

MUHAMMED TÂHİRU’L-MEVLEVÎ

Tâhir Bey nâmıyla benâm olan bu zât-ı muhterem, İstanbulludur ve müşârünileyh Muhammed Es’ad Dede Efendi’nin telâmîzindendir. 1294 senesi Ramazânının beşinci Perşembe günü (14 Eylül 1877) doğmuştur.

Mahall-i velâdeti, Aksaray civârında Molla Gûrânî Mahallesi’nde Mehter Sokağı’ndaki hânedir. Ahîran, harîk-ı kebîrde yanmıştır. Pederi, Hacı Safvet Bey’dir. Sultân Abdülmecîd merhûmun yazı muallimi meşhûr Hacı Tâhir Efendi’nin kerîme-zâdesidir. Vâlidesi, Âmine Emsâl Hanım olup, Sultân Abdülazîz merhûmun cârîyelerinden idi.

Tâhir Bey, Hekimbaşı Mekteb-i İbtidâîsi’nde; ba’dehû, Gülhâne Rüşdî-i Askerîsi’nde, menşe-i küttâb-ı askeriyyede okumuş. 1308(1891) târîhinde, Bâb-ı Ser-askerî Piyâde Dâiresi’ne me’mûr olmuştur. Bir taraftan Fâtih’te câmi' dersine devâm ile, Filibeli Muhammed Râsim Efendi’den tederrüs ederek icâze aldığı gibi, Mevlevî Es’ad Dede merhûmdan da Fârisî derslerine ve Mesnevî-i şerîf taallümüne devâm ile, kezâlik mücâz olmuştur. Tarîkaten Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi, Ebu’l-Burhân Muhammed Celâleddîn Dede Efendi’den sikke-pûş olarak 1312 senesi Cemâziye’l-âhiresinden (Aralık 1894) i’tibâren, hıdmet-i tarîkata girmiştir.

Bin üç yüz on iki sâli Cumâdelâhire içre

Cebin-sây-ı dehâlet oldu Tâhir Bâb-ı Mollâ’ya

İlâhî lutf u ihsânınla ol cûyende-i feyzin

Külâh-ı bey’ati hem-pâye olsun arş-ı a’lâya

terânesiyle dem-sâz olmuştur. Sene-i mezkûre zarfında Es’ad Dede /326/ merhûmla ve Mısır tarîkıyla, Haremeyn-i Muhteremeyn'i ziyâret şerefine mazhar oldu. Avdetinde Semâ’-zenbaşı Karamanlı Halid Dede Efendi’den meşk-i semâ’ ile semâ’-zenler arasında kesb-i iştihâr eyledi.

Hicâz’da iken, tarîk-ı Kâdirî ve Rûfâî’den müstahlef oldular. 1313 senesi Receb’inde (Aralık 1895) me'mûriyyet-i resmiyyeden bi’l-ıstîfâ 12 Şa’bân 1313/(30 Aralık 1895) târîhinde Yenikapı Mevlevîhanesi’nde çilekeşliğe ibtidâr ve ikmâle muvaffakiyyetle kâm-kâr oldular. Neyzenbaşı Cemâl Efendi’nin irtihâlinden sonra, Şeyh Celâl Efendi’nin, Kâri-i Mesnevî'liğini ve ara sıra kâtipliğini ifâ etmiş ve Tunuslu Mustafa Efendi’nin, şeyh odasında takrîr eylediği Fütûhât-ı Mekkiyye derslerinde bulunmuştur.

Âlem-i bâlâ-yı aşka per-güşâ olmak için

Dâhil-i meydân olup tennûre aç pervâza gel

Hesti-i mevhûmunu yakmak dilersen aşk ile

Matbah-ı Mollâ’ya gir  kânûn-ı âteş-bâza gel

kıt’ası, çile esnâsında söylediği zengin şiirlerindendir. Ekmel-i çille üzerine söylediği manzûmenin sonunda:

Şevka geldi nuh-felek itdikde Hak

Bu güher târîh ile gûyâ beni

Matbahında çille-keş bir cân iken

Kıldı sâhib-hücre Mevlânâ beni

 مطبخنده چله كش بر جان ايكن

قيلدى صاحب هجره مولانا بنى  - 9 + 1307 = 1316

diye, i’lân-ı neş’e eyler.

Tâhir Bey çileyi bitirmekle berâber,

İderken Mevlevî’nin çillesin itmâm bin bir gün

Bizim bak çille-i aşk içre bir mîâdımız yokdur

diyor.

Şeyhinin müsâadesiyle, tavâf-ı kûy-ı Hüdâvendigâr niyetiyle yola çıktı. Eskişehir, Karahisâr, Konya’ya azîmet ve Manisa, İzmir tarîkıyla avdet eylemiştir.

Sultân Dîvânî ziyâretinde:

Kemâl-i iftikârımla dehâlet eyleyüp geldim

Der-i eltâfın oldum (ben) atâ-cûyâna mihmânı

Nevâl-i iltifâtınla beni dil-sîr-i feyz eyle

Amân ey menba’-ı lutf u kerem Sultân-ı Dîvânî

Şems-i Tebrîz, ziyâretinde:

/327/   Öyle bir hurşîd-i ma’nâsın ki ey mihr-i kemâl

Senle zâhir oldu nûr-ı aşk-ı Mevlânâ Celâl

Zerre-i nâçîzinem cezbenle raksân it beni

El-amân ey Şems-i âlem-tâb-ı çarh-ı lâ-yezâl

Sadreddîn-i Konevî ziyâretinde

Ey sadr-ı kebîr-i dîn ü millet

Allâme-i nükte-dân-ı vahdet

Türbende niyâza durdu Tâhir

Eyle anı feyz-yâb-ı himmet

Hz. Mevlânâ ziyâretinde:

Ey sipihr-i kurba zînet-bahş olan İsâ-yı aşk

Vey tecellî-zâr-ı Tûr-ı vahdete Mûsâ-yı aşk

Cebhe-sâ-yı süddesi oldukda sandım meşhedin

Lâ-mekân-ı feyz içinde bezm-i “Ev ednâ”-yı aşk

                   *  *  *

Yüzüm mâlîde-i hâk-i derindir

Gözüm müştâk-ı vech-i enverindir

Atâyâ-yı füyûzâtınla şâd it

Der-i lutfunda Tâhir çâkerindir

                   *  *  *

Ey kişver-i irfâna olan şâhen-şâh

Kıl hâl-i perîşânımıza atf-ı nigâh

Ey Pîr-i kerem-güster-i merdân-ı ilâh

Geldik der-i ihsânına şey’en li’llâh

Nûr-ı nigehin kavs-ı kazânın tîri

Feyz-i himemin mess-i vücûd iksîri

Zâtındır olan ehl-i garâmın pîri

Geldik der-i ihsânına şey’en li’llâh

Her lahzada tîr-i dîgere âmâcız

Tâhir gibi bir himmetine muhtâcız

Dil-haste derûn şikeste zâr u âciz

Geldik der-i ihsânına şey’en li’llâh

yolundaki neşîdeleri takdîre sezâdır.

Konya’dan avdette, Yenikapı Mevlevîhanesi’ndeki hücresine çekildi. Fakat orada, oturup, vakıf lokmasına göz dikmekten ise, kedd-i yemîniyle kazanmak sevdâsına düştü. Azîzinin müsâadesiyle, Bâyezîd’de Tramvay Caddesi’nde bir dükkân tuttu. Burada kitap ticâretine başladı. Mir’ât-ı Hz. Mevlânâ nâmıyla, medâyıh-ı celîle-i Hz. Pîr’i neşre başladı. Meşhûr Nâyî Osmân Dede hazretlerinin mahdûmu, Abdülbâki Dede’nin, Manzûme-i Mi’râc’ını, mukaddime ilâvesiyle bastırdı. Üçüncü def'a olarak /328/ Cevrî Dede’nin, Hilye-i Çehâr-yâr-ı Güzîn nâm manzûmesini neşr eyledi.

Kütüphânesini ba’dehû, Bâb-ı Âli Caddesi’nde Medresetü’l-Hattâtîn karşısındaki dükkâna nakletti. Ba’dehû, haftalık bir gazete nâşirliğini ârzû ederek, kitapçı Karabet’in, Resimli Gazete’sini istîcâr etti. İlk nüshayı neşr etti. Bu sırada, Perşembe günü çıkan, Resimli Gazete’nin külliyen ilgâsına irâde sâdır oldu. Hükümetçe, bu gazetenin neşri men’ edildi.

Sonra anlaşıldığına göre, biri jurnal vermiş: Veliahd Reşâd Efendi, Mevlevî muhibbi olması, Resimli Gazete’nin üstünde, mevlevî sikkesi resmi bulunması ileri sürülerek, Resimli Gazetenin veliahd nâmına propoganda yapacağına dâir tevehhümâtı hâvî olduğu dermeyân olunmasından mütevellid imiş.

Tâhir Dede Efendi, kitapçılıktan ferâğat etti. Nâzime Sultân’a, 1320/(1902) senesinde vekîl-i harc oldu. 1319/(1901) senesinde, Orman ve Maâdin ve Zirâat Nezâreti Muhâsebe Kalemi’ne kabûl olundu. Burada derece derece terakkî etti. İktisâd Hey’eti ve Kalem-i Mahsûs Başkâtibi oldu. 30 Ağustos 1336/(1920)’de azl edildi. Bi'l-âhare berâat etti. 27 Eylül 1337/(1921)’de Âlî Satış Komisyonu Başkitâbeti’ne ta’yîn edilmiş ise de, bir müddet sonra me'mûriyyeti lağv edildi. Yine Ticâret Nezâreti’nde me'mûriyyet kalemi ve Fermânlı Maâdin Kalemi mümeyyizliğinde bulundu. İnkilâb-ı ahîrde açıkta kaldı.

Hayât-ı ilmiyyesine gelince: Arabî, Farisî edebiyyâtına ve bi'l-hâssa târîh-i İslâm’a vâkıftır. Burhân-ı Terakkî ve Reh-nümâ-yı Füyûzât mekteplerinde Fârisî okutmuştur. 1325/(1909) senesinde Dâruşşafaka’nın edebiyyât ve usûl-i tahrîr derslerine muallim ta’yîn olunmuş, el-yevm târîh-i İslâm muallimliğiyle meşgûl bulunmuştur. Ahîran, Çelebi Efendi tarafından destâr-ı Mevlevî isti’mâline me’zûniyyet verilmekle, hulefâ-yı Mevleviyye sırasına geçmiş ve Fâtih Câmi'-i şerîfinde, Mesnevî-i şerîf tedrîsine başlamıştır. Kudât ve İrşâd ve Dâru’l-Hilâfe, İbtidâ-yı Dâhil medârisinde de müderristir; Kitâbet-i Resmiyye, Siyer-i Nebevîyye, Edebiyyât okutuyor.

/329/Âsâr-ı Matbûa ve Gayr-i Matbûası :

1. Mir'ât-ı Mevlânâ,

2. Dîvânçe-i Tâhir,

3. Tercüme-i Tefsîr-i Hüseynî. Mevâkıb Tefsîri’nin aslı bulunan ve Hüseyin Vâiz-i Sebzdârî tarafından yazılmış olan tefsîr-i şerîfin Sûre-i Bakara sonlarına kadar tercümesi.

4. Nazm ve Eşkâl-i Nazm,

5. Teşebbüs-i Şahsî,

6. Şeyh Celâleddîn,

7. Şeyh Sa’dî’nin Ser-güzeşti,

8. Cengiz -ve Hülâgu Mezâlimi,

9. Şeyh Şâmil’ın Gazâvâtı,

10. Medâris-i İslâmiyye talebesine mahsûs Târîh Hulâsaları,

11. Târîh-i İslâm Sahâifinden,

12. Dest-âvîz -i Pârisî Hânân,

13. Afgan Emîri Abdurrahmân Hân,

14. Nâdir Şah, Hind ve Moğol Hükümdarları,

15. Hind İhtilâli,

16. Şukûfe-i Bahâristân,

17. İslâm Askerine. Gazâvât-ı celîle-i nebevîyeye dâir eserdir.

18. Siyer-i Peygamberî,

19. Asr-ı Saâdette İslâmların Medeniyyete Hizmetleri,

20. Târîh-i Enbiyâ,

21. Hind Masalları,

22. Matbûât Âlemindeki Hayâtım.Beş-altı cüz kadardır.

23. Kamerî aylara dâir Mahfil’de neşr olunan ve bi'l-âhare bir arada cem' ve telfîk edilen eser.

24. Naîm Bey’in Buhârî-i şerîften mülahhas olarak, et-Tecrîd es-Sarîh nâm kitâbın tebyîz ve tertîb-i tashîhi. Elli formalık bir eser-i azîmdir.

25. Edebiyyât Dersleri,

26. Türk Edebiyyâtı Târîhçesi,

27. İbâdât-ı İslâmiyye Târîhçesi,

28. Büyüklerimizden Ba'zı Zevât,

29. Münâcât-ı Hazret-i Mevlânâ Tercümesi,

30. Kasîde-i Hamriyye Şerhi,

31. Levâmi' Tercümesi,

32. Şerh-i Rubâiyyât Tercümesi.

El-yevm, üç senedir, Mahfil isminde bir risâle-i edebiyye-i şehriyye neşr etmektedir. Ahîren, sekte-i ta’tîle uğramıştır.

Manzûmâtından :

Dilden bu günâh jengini dûr eyle ilâhî

Mir'ât-ı tecellâ-yı gafûr eyle ilâhî

Mahv itmeye ol jengi nedâmetle sirişkim

Her katresini lücce-i nûr eyle ilâhî

Benden alarak gaflet ü teşvîş-i sutûru

Vâkıf şode-i ilm-i sudûr eyle ilâhî

Mahv eyleyerek hesti-i mevhûmumu bende

Zâtınla sıfâtınla zuhûr eyle ilâhî

Benlik olarak senliğe müstağrak u nâbûd

Bir zerreyi müstehlik-i hûr eyle ilâhî

Tâhir kulunu kesret-i cürm ile berâber

Mir'ât-ı tecellâ-yı gafûr eyle ilâhî

Rubâî :

در كام دلم خواهش يك مى باشد

            كان مى چكهء سوزدم نى باشد

پيمانهء زان مى خورم اندر دل

            الله بسن وسواه لاشئ باشد [43]

Na't-ı şerîf :

Murg-i Sidre şu’le-i dil-hânemin pervânesi

Çünki sînem nûr-ı aşk-ı Ahmedî’nin lânesi

Tâ samîm-i rûhumun mihmânı bir dürr-i yetîm

Kim onun gîsûsunun dest-i Hudâ’dır şânesi

/330/      Zât-ı kudsiyyet sıfâtı Hakk’a bir dil-dâr-ı ferd

Zât-ı Hak’da zâtının dil-dâde-i ferdânesi

Ben kimim mahbûb-ı Hak kim lâkin ey ehl-i nazar

Kaldırır zerrâtı mihrin lutf-ı cezzâbânesi

Şüphesiz makbûlüdür Allâh (u) peygamberinin

Eşk-i İhlâsın takâtur eyleyen her dânesi

Şevk-i rûhsâr-ı Muhammed kalbi tenvîr eyledi

Oldu dil âyîn-i aşkın Tâhir âteş-hânesi

Muhammed Tâhir el-Mevlevî, Mahfil risâlesini, muntazaman neşr etmekte iken, inkılâb-ı ahîr üzerine, bir iftirânın kurbânı olarak Ankara’da İstiklâl Mahkemesi’ne sevk olunmuş ve orada taht-ı mehâkime alınmış idi. Ahîren, ma’sûmiyyeti tebeyyün ederek, berâatla İstanbul’a gelip, yine gazetesini neşre başlamış ise de, hasbe’l-îcâb, terk-i neşriyyâta mecbûr olmuş ve Dâruşşafaka müstesnâ olarak dîger mekteblerdeki muallimlikten tecrîd edilmekle, Defterhâne Taşra Kuyûd Kalemi’ne, Tapu Müdîr-i Umûmîsi Salahaddîn Bey’in, Mevlevîlik arkadaşlığı münâsebetiyle, bir buçuk lira yevmiye ile devâma başlamış ve el-yevm hiç bir neşriyyât ile meşgûl olmayıp, gûşe-nişîn-i uzlet olmuştur.

Zamânımızdaki hissiyyât-ı hayâtiyyesini musavver olan manzûmeyi, muharrir-i fakîre ihdâ buyurmuşlardı. Bunu da bir hâtıra-ı târîhiyye olarak tercüme-i hâllerine ilâveten Sefîne’ye aldım. Pek ârîfâne yazılmıştır:

Bir kimsenin emel idinüp intisâbını

Additmedim teveccühe mihrâb bâbını

Hiç bir eşikde züll-i taleble akıtmadım

Allâh’a çok şükür yüzümün âb u tâbını

Arz itmedim meşakkatimi hâk-i esfele

Çınlatmadım enîn ile çarhın kıbâbını

Geldim şu sinn ü sâle bi-lâ kayd-ı imtinân

Mûy devrinin görmedi minnet-i hıdâbını

Bir mukbilin ayaklarına karşı eğmedim

Müsterhimâne kâmetimin intisâbını

Ben de epeyce devr-i kütüb eyledim fakat

Hiç açmadım kibâra temelluk kitâbını

Dîn-i kavîmi ni’met-i dünyâya virmedim

Çekdimse de zarûret ile çok azâbını

Îmânımı nifâk ile mestûr tutmadım

Dinsizliğin takınmadım iğrenç nikâbını

Sarsılmadı metâneti rûh-ı akîdemin

Cismim geçirdi gerçi cihân inkılâbını

Mağdûr olup da azl ile tevkîf u habs ile

Duydum samîm-i rûhda dehrin ıkâbını

Gûş eyledim şemâtet-i ehl-i adâveti

Hisseyledim teğâfül-i yâr iktirâbını

Hâlâ devâm itmededir çille-i hayât

Derd ü beliyye bulmadı el-ân nisâbını

Ezmek için vücûdumu tazyîk-ı gam ile

Gûyâ felek çevirmededir âsyâbını

Fevk-ı serimde itmede mîzâb-ı ibtilâ

Dest-i kazâ fezâdaki rahmet sehâbını

Sanki sipihr itmek için zîver-i şafak

Döktürmede uyûnuma la’l-i mezâbını

Tenşît için mecâlis-i eşvâkı gâlibâ

Mızrâb-ı gamla inletiyor dil rebâbını

Remy-i şerâr-ı gayz ile yakmak da istiyor

Vîrân dilin bakıyye-i sahn-ı harâbını

Yak yık felek o kalbi ki kabr-i hazînine

Meş’al gibi kader asacak mâh-tâbını

Ey vâkıf-ı zamîrim olan Rabb-ı Erhamim

Afv it  tezâlüm itmede rûhun şitâbını

Maksad recâ-yı rahmetindir bu nâleden

Bilmekdesin derûn-ı dilin ızdırâbmı

Bâb-ı kerîm nâle-penâh-ı raûfuna

Tavsît idüp peyamber-i âlî-cenâbını

Lutf u inâyetinle ümîd eylemekdeyim

Senden rızâ nüvîdini “Abdî” hitâbını

                   23 Ramazân 1345/Nîsân 1927 Pazar gecesi.

Tâhir el-Mevlevî”nin iki mektûbu :

Muhterem  ve mükerrem efendim,

Şeyh Celâleddîn Efendi merhûmun târîh-i irtihâli olmak üzere dikkatle tanzîm etmiş olduğum bir manzûmeyi almak üzere kaleme uğrayacakları, va’d buyurulmuştu. O va’din îfâsı, hasta bulunduğum ve bi't-tab’, kalemde bulunmadığım zamâna tesâdüf etmiş. Binâenaleyh, Azîz-i merhûmun, tercüme-i hâli zeyline ilâve buyurulur ümidiyle, o manzûmeyi ve dîger bir iki târîhi leffen takdîm ediyorum.

Bir mes'eleyi de arz eylemek istiyorum ki, bende-hâneyi teşrîf ve avdetlerinden sonra, dışarıda iki okka ekmek durduğu görülmüş ve bunların taraf-ı âlîlerinden bırakılmış olduğuna zann-ı kavî ile hükm edilmiş. Eğer hakîkaten öyle ise, onların maa't-teşekkür yenilmiş olduğunu da beyân ile, takdîm-i ihtirâmât u ta’zimât eylerim efendim. 8 Şubat 1927"

“Muhterem ve mükerrem efendim,

Hakk-ı fakîrânemdeki, samîmî teveccühlerinizi ihtivâ ve ifâde eyleyen inâyetnâmenizi aldım, ibraz buyurulan iltifât-ı müşevvıkâneye karşı teşekkürât-ı hâlisânemi takdîm eylerim. Lütfen ihdâ olunan gazelleri, ma’nevî bir zevk ve şevk ile okudum. Samîm-i dilden, hurûş eylemiş ve beyân ve irfân tavsîfine kesb-i istihkâk etmiş olan o nutuklar, gurbet elinde lisân-ı âşinâ işitmiş kadar bendenizi tenşît etti.

Nev hevesler geh ider tanzîr-i şi’r-i kâmilân

Sohbet-i sadra karışmak gibidir dehlîzden

teşbîh-i muhıkkını bildiğim hâlde, mahzâ, emr-i âlînizi îfâ eylemiş olmak için, o enfâs-ı şerîfeden birinin tahmîsine ictisâr ettim. Fakat duymak ile, uymak arasında pek çok fark olacak ki, yetişemeyeceğimi anladığım için,

Şu nazm-i pâki tahmîse heveslenmiş iken hâtır

Reh-i nâ-reftesinde kaldı ey Tâhir kalem kâsır

i'tirâfında bulunmaya mecbûr oldum. Kusûr-ı mu'terefiyle berâber şîme-i kerîmeniz muktezâsında, hoş görüleceğini umar, öbür gazeller için de bir şey söyleyebilirsem onları da, hürmetlerime terdîfen yollarım.

Bâkî, mübârek ellerinizden öper, arz-ı ihlâs u ihtirâm eylerim efendim.” 16 Receb 1345/(1927)

Tâhir el-Mevlevî

Tâhir el-Mevlevî’nin iki tahmîsi :

“Şu arîzâyı yazdıktan sonra -gazellerin neşve-i teşvîki olmalı- tabîatta bir coşkunluk husûle geldi ve bir ikinci tahmîs meydâna çıktı ki, onu da leffen takdîm ettim. Bakalım, teslîs-i tahmîs ne vakit nasîb olacak.”

Hüseyin Vassâf Beyefendi’nin, ârîfâne bir neşîdesini tahmîs :

Ben didişmekden usandım savlet-i ağyâr ile

Cây idindim külbe-i ahzânı kalb-i zâr ile

Dem-güzârım şimdi nâ-yı sîne-i bîmâr ile

İnzivâda zevk-i halvet buldu dil dil-dâr ile

Kevser-i vuslatdayım ben Haydar-ı Kerrâr ile

Nükte-i "Firrû ila’llâh” duyup aldım sebak

Ye’se düşdüm halkdan oldum dahîl-ı bâb-ı Hak

Parladı rûhumda aşk-ı Ahmedî misl-i şafak

Sîne Sînâ’ya döndü kalb-i âteş-nâke bak

İn’ikâs-ı nûr-ı pâk-ı seyyidi’l-ebrâr ile

Olduğundan fi’l-i Hak birdir bana i’zâz u zül

Meşrebimce ayn-ı zevkı virmede zehr-âb u mül

Bu’l-aceb bir bülbülüm yeksân benimçün hâr u gül

Ol kadar müstağrak-ı ezvâk-ı vahdetdir gönül

Vasfına tâkat yetişmez nîru-yı güftâr ile

Bir hazân üftadesi yaprak gibi solmakdayım

Pây-mâl olmakda zevk-i ma’nevî bulmakdayım

Ben boşaldıkça onunla dem-be-dem dolmakdayım

Müdrik-i tevhîd-i ef’âl ü sıfât olmakdayım

Cümle zerrât oldu meclâ aks-i vech-i yâr ile

Öyle bir tat var ki vuslatda o bezm-i nûrda

Dîde sîr-i zevk olmaz  neşve-i manzûrda

Hâhiş-i “Zidnî” durur her nazra-i mahmûrda

Nâr-ı hicrân izdiyâd eyler dil-i mahrûrda

Çeşm-i bîniş fer bulunca lem’a-ı dîdâr ile

Aşk! Ey arşın da ferşin de medâr-ı hilkati

Sende fânî olmadır ömrün yegâne lezzeti

Kalb-i Tâhir zevk idinmişdir o mes’ûdiyyeti

Aşka istiğrak ile Vassâf buldum safveti

Vâridât-ı aşka irdim varımı îsâr ile

                                                                                     16 Receb 1345/(21 Ocak 1927)

Hüseyin Vassâf Bey’in, ârifâne bir gazelini tahmîs:

Gönülde olduğundan tâbiş-i dildâr mevc-â-mevc

Gözümde oldu artık besti-i âsâr mevc-â-mevc

Cihân âyînesinde tâb-ı aks-ı yâr mevc-â-mevc

Bütün zerrât olup nûra tecellî-zâr mevc-â-mevc

Ziyâ-pâş oldu perrîr-i pertev-i dîdar mevc-â-mevc

Eğerçi sîneyi dâğ-ı kedûret itdi zulmânı

O zulmetden parıldar âkıbet bir berk-ı nûrânî

İdüp de çeşm-i şevki eşk-bâr-ı la’l-i rummânı

Bi-hamdi’llâh sırr-ı aşka sâik feyz-i Rabbânî

Safâ-yâb olmada gönlüm benim her bâr mevc-â-mevc

Zuhûr-ı sânia her şey birer mir’ât-ı Hak zâhir

O şeylerden kemâl-i kudret-i Bârî olur bâhir

Köpüklenmekle olmaz mün’adim bir kulzum-ı zâhir

Nukûş-ı levh-ı eşyâ olsalar da perde-i sâtir

Meşârıkdan mağâribden çıkar envâr mevc-â-mevc

Sımâh-ı cânda lâ-mevcûde illâ hû öter güm güm

Nigâh-ı Hak-nümâda zılli eşyânın olur heb güm

O zılli ben tulû’-ı şems-i hakkânî ile gömdüm

İder terkîn-i sûy müstağrak-ı vahdet olur gönlüm

Bütün yek-reng ü yek-âhengdir ebhâr mevc-â-mevc

Şu nazm-i pâki tahmîse heveslenmiş iken hâtır

Reh-i nâ-reftesinde kaldı ey Tâhir kalem kâsır

Hülâsa Hak mine’l-evvel ile’l-âhir olan hâzır

Hudâ zâhir Hudâ bâtın odur manzûr hem nâzır

Dil-i Vassâf’a şevk-âverdir o gül-sâr mevc-â-mevc

                                          16 Receb 1345/(21 Ocak 1927)

Tâhir Bey’in gâyet sevdiği vâlidesi 19 Zi’l-kâde 1346 (9 Mayıs 1928) târîhinde Cuma günü irtihâl-i dâr-ı bakâ etmekle Yenikapı Melevîhânesi hazîresinde kerîme-i muhteremesinin âgûş-ı muhabbetinde tevdî'-i rahmet kılınmıştı. Tâhir Bey şu manzûme-i târîhiyeyi söylemiştir:

Terk idüp gitdin nihâyet kimsesiz evlâdını

Ayrılıkmış mihr-i bî pâyânının âhir sonu

Nüh-felekden yâdıma târîh-i menkûtun gelir

Ellisinden sonra öksüz koydun anne oğlunu

(الليسندن صكره اوكسوز قويدك آننه اوغلكى) – 1337 + 9 = 1346

Garîbseme :

Yâd eyledikçe vaslını cânım garîbsedim

Hicrin ile tükendi tüvânım garîbsedim

Geçdikce âh ayrı zamânım garîbsedim

Sıkdı beni muhît ü mekânım garîbsedim

Vaslın imiş meğerse beni ömre aldatan

Hoş gösteren cihânı dile neşveler katan

Şimdi ise yabancı durur sevdiğim vatan

Sensiz vatanda rûh-ı revânım garîbsedim

Doğmuş iken vücûdum onun sadr-ı pâkine

Gurbet gibi esfele bakar dîde hâkine

Karşımdaki minâreciğin kalb-i çâkine

Aks itdi de acıklı figânım garîbsedim

Olmuş gözümde lâne-i mâtem bütün büyût

Bâb-ı tarabda perde olan nesc-i ankebût

Gûş itdiğim o zemzemeler nerde heb sükût

Sarmış cihânı hüzn-i nihânım garîbsedim

Gurbet elinde şâm-ı garîbân hazîn olur

Lâkin vatanda olması hayret-karîn olur

Yurdum bana firâkın ile âteşîn olur

Yanmakdadır o nâra cinânım garîbsedim

Bir sakf-ı gam görünmededir âsmân bana

Beytü’l-hüzün meâli dimekdir cihân bana

Gönlüm gibi fezâda ayân imtihân bana

Artık yetiş ki neşve-resânım garîbsedim

İrsin hitâma gayrı şu leyl-i mükedderim

Doğsun benim de ufkuma mihr-i münevverim

Tâhir rebî’ mukaddem-i dildârı beklerim

Bitsin yeter şu ân-ı hazânım garîbsedim

Tâhir (el-Mevlevî)


 

/331/ SA’DÎLER

- Dâmâd-ı Hazret-i Nebevî Cenâb-ı İmâm Ali (Kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh),

- Hz. Hasan el-Basrî (Radıya'llâhu anh),

- Hz. Habîb-i A’cemî (Kaddesa’llâhu sırrahû),

- Hz. Dâvud et-Tâî (Kaddesa’llâhu sırrahû),

- Hz. Ma’rûf el-Kerhî (Kaddesa’llâhu sırrahû),

- Hz. Seriyyü’s-Sakatî (Kaddesa’llâhu sırrahû),

- Hz. Cüneyd el-Bağdâdî (Kaddesa’llâhu sırrahû),

- Şeyh Ebû Ali Rûdbârî (Kaddesa’llâhu sırrahû),

- Şeyh Ebû Ali Kâtib Hüseyin (Kaddesa’llâhu sırrahû),

- Şeyh Ebû Osmân el-Mağribî Sa’îd (Kaddesa’llâhu sırrahû),

- Şeyh Ebû Kasım-ı Gürgânî Ali (Kaddesa’llâhu sırrahû),

- Şeyh Ebûbekir en-Nessâc-ı Tûsî (Kaddesa’llâhu sırrahû),

- Şeyh Ebu’l-Vefâ İbrâhîm (Kaddesa’llâhu sırrahû),

- Şeyh Ebu’l-Berekât el-Bağdâdî (Kaddesa’llâhu sırrahû),

- Şeyh Ebû Saîd el-Endülüsî (Kaddesa’llâhu sırrahû),

- Şeyh Ebû Medyen el-Mağribî (Kaddesa’llâhu sırrahû),

- Şeyh Yûnus eş-Şeybânî (Kaddesa’llâhu sırrahû),

- Şeyh Mezîd eş-Şeybânî (Kaddesa’llâhu sırrahû),

- Şeyh Abdullâh eş-Şeybânî (Kaddesa’llâhu sırrahû),

- Hz. Pîr Sa’deddîn el-Cibâvî eş-Şeybânî (Kuddise sırrûhû’r-Rabbânî).

ŞEYH EBÛ BEKİR en-NESSÂC-I TÛSÎ

Müşârünileyhimden Şeyh Ebûbekir en-Nessâc hazretleri, Şeyh Ebû Kâsım-ı Gürgânî hulefâsından olup, Ebûbekr-i Dîneverî ile de müsâhabette bulunmuştur. Müşârünileyhe, “Dîdâr-ı mutlakı görmek ne ile müyesser olur?” diye sormuşlar, cevâbında, “Âyîne-i talebde dîde-i sıdk ile. Zîrâ suyun tasavvuru, susuzluğu; âteşin tefekkürü harâreti def' edemediği gibi, da’vâ-yı taleb de matlâba erişdiremez. Tâ bu mevhûm varlık yanmalıdır. Gönül gözü, gayret-i mücâhede ile, ağyâra bakmaktan fâriğ olmalıdır. Mevtden sonra cân halvet-hânesi, cânan tecelliyâtı şem’ıyla rûşenâ olur. Ekilmiş yere tohum saçılmaz. /332/ Yazılmış kağıda yazı yazılmaz.” buyururlarmış.

Müşârünileyh, ibtidâ-yı talebde çok mücâhedede bulunmuş ve mücâhedesi, müşâhedeye müntehî olmayınca, bâr-gâh-ı Hudâ’ya karşı, âh u figân eylemiştir. Bunalma ve feryâda mukâbeleten dergâh-ı vahdet-iktinâh-ı Kibriyâ’dan, “Nessâc! Derd-i talebe kanâat eyleyesin.” zemîninde nidâ gelmiştir. Müşârünileyh, tevekkülü, “Men’ ve atâyı, Hak teâlanın gayrıdan görmemek ve bilmemek.” ibâresiyle ta'rîf buyurmuştur.

Şeyh Ahmed-i Gazâlî hazretlerinden mervîdir ki, bir gün Hz. Nessâc münâcaatında: “(إلهي ما الحكمة في خلقي؟)[44] yolunda cür’et-yâb-ı istifsâr olmasını müteâkip, (الحكمة في خلقك، رؤيتي في مرآت روحك ومحبتى في قلبك.) "Hikmet oldur ki, âyîne-i rûhunda cemâlimi temâşâ eyleyeyim ve muhabbetimi gönlüne ilkâ edeyim." sûretinde ilhâm-ı ma’nevî, kalbine sâniha-pîrâ olmuştur. (Kaddesa’llâhu esrârahum)

HAZRET-İ PÎR SA’DEDDİN

Pîşvâ-yı erbâb-ı tarîkat, reh-nümâ-yı ehl-i hakîkat, Hz. Pîr-i rûşen-zamîr, Seyyid Sa’deddîn hazretleri, "Ebu’l-Fütûh" künyesiyle ve "Muhammed Sa’deddîn" ism-i şerîfiyle meşhûrdur. Peder-i âlîleri, Şeyh Mezîd eş-Şeybânî, büyük pederleri Şeyh Yûnus eş-Şeybanî olup, bu da Ebû Medyen-i Mağribî hazretlerinin hulefâsındandır.

Târîh-i velâdet ü irtihâlleri hakkında muhtelif rivâyetler vardır. Esmâr-ı Esrâr’da velâdetleri 593/(1197), müddet-i ömürleri yüzyedi, irtihâlleri 700/(1301) târîhleri olarak gösterilmiştir.

Mısır’da basılmış, Ravzâtü’l-Behiyye fî-mâ Yeteallaku bi’t-Tarîkati’s-Sa’diyye nâmıyla matbû' bir eseri mütâlâa ettim. Bu eser, Hz. Sa’deddîn’in halîfesi Seyyid Abdurrahmân el-Hüseynî tarafından, er-Risâletü’l-Muhammediyye fı’r-Reddi ani’s-Sâdeti’s-Sa’diyye nâmıyla yazılmış bir eserden telhîs olunmuştur. Bunda velâdetleri 460/(1068), irtihâlleri 575/(1179) seneleri gösteriliyor.

/333/ Şu halde, sinn-i mübârekleri 115 olmak lâzım geliyor. Hattâ ebced hesâbıyla da târîhler tevfîk ediliyor:

Velâdetleri, "cânî bi'ş-şeybân" (جانى بالشيبان) = 460/(1068)

İrtihâlleri, "kemüle nûru Sa’deddîn" (كمل نور سعد الدين) =  575/(1179)

Kibâr-ı meşâyıh-ı Sa’diyye’den, Şeyh Ali Fakrî Efendi ile görüştüm. “Oğlum bu târîhler yanlıştır. Hz. Pîr’in velâdeti 507/(1113), sinleri 114, irtihâlleri 621/(1224)’dir.” buyurdular. Doğrusu bu olmak üzere i'timâd edildi.

Neseb-i şerîfleri:

Hz. Sa’deddîn, tayyibü’l-asleyn, kerîmü’n-nesebeyn olup, baba tarafından, ceddü’n-nebî seyyidü’l-ekvân Adnân’a vâsıldır: Sa’deddîn el-Cibâvî eş-Şeybî b. el-Üstâz eş-Şeyh Mezîd eş-Şeybî b. el-Üstâz Yûnus eş-Şeybî el-Mekkî b. el-Ustâz Yûsuf el-Mekkî b. Câbir b. İbrâhîm b. Müsâid b. Sâlim b. Ali b. Hasan b. Abdullâh b. Ubeydullâh b. Abdulhâlık b. Selâme b. Abdullâh b. Kays b. Âmir Ahî Kubeysa b. Amr b. Seyyidinâ Hânî-i sâhib-i Rasûlillâh (salla’llâhu aleyhi ve sellem) b. Mes’ud eş-Şeybî b. Amr Müzdelif b. Rebîa b. Hassâs b. Zühel b. Şeybân b. Sa’lebe b. Ukâbe b. Sa’b b. Ali b. Bekir b. Vâil b. Kâsıt b. Hünneb b. Aksâ b. Rı’let b. Cedîle b. Esed b. Rebîa el-Fürsî b. Nizâr b. Ma’d b. Adnân ceddü’l-Mustafa seyyidü’l-ekvân.

Şeybânî Denilmesi :

Beyt-i şerîfin miftâh-dârlarına Şeybîler derler ki, bunların silsile-i nesebleri bâlâdaki silsilede görüleceği üzre Hz. Fahr-ı âlem (salla’llâhu aleyhi ve sellem) efendimizin zevce-i mutahhereleri Ümmü Hânî’nin pederi İbn-i Mes’ûd eş-Şeybî’ye muttasıldır. Şeybî, Şeybânî bundan dolayı denilmiştir.

Vâlide Cihetinden Nesebleri :

Sa’deddîn b. et-Takiyye el-Afîfe ve’s-Seyyide eş-Şerîfe Âişe /334/ bt. es-Seyyid Eyyûb b. es-Seyyid Abdülmuhsin b. es-Seyyid Yahyâ b. es-Seyyid Sâbit b. es-Seyyid Hâzim b. es-Seyyid Ali b. es-Seyyid Mehdî b. es-Seyyid Hüseyin b. es-Seyyid Ahmed b. es-Seyyid Mûsâ er-Rızâ b. es-Seyyid İbrâhîm el-Murtazâ b. Seyyidî Mûsâ el-Kâzım b. Seyyidî Ca’fer es-Sâdık b. Seyyidî Muhammed el-Bâkır b. Seyyidî Ali Zeyne’lâbidîn b. Seyyidînâ İmâm el-Hüseyin b. es-Seyyide el-Fâtıma ez-Zehrâ bt. Seyyidinâ ve veliyyi ni’metinâ ve nebîyyinâ Muhammed el-Mustafa (salla’llâhuteâlâ aleyhi ve sellem).

Dîger Bir Silsile-i Tarîkatları :

- Seyyidinâ Sa'deddîn el-Cibâvî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Mezîd eş-Şeybânî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Yûnus eş-Şeybânî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebu'l-Berekât Hayrü’n-Nessâc (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebu’l-Kâsım el-Cürcânî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebû Osmân el-Mağribî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ebû Ali el-Kâtib (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ali ed-Rûdbârî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Cüneyd-i Bağdâdî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Seriyyü’s-Sakatî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Şeyh Ma’rûf-ı Kerhî (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Hz. İmâm Ali b. Mûsâ er-Rızâ (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Hz. İmâm Mûsâ el-Kâzım (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Hz. İmâm Ca’fer es-Sâdık (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Hz. Muhammed el-Bâkır (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Hz. İmâm Zeynelâbidîn (Kaddesa’llâhu sırrahû)

- Hz. İmâm Hüseyin (Radıya'llâhu teâlâ anh)

Bu silsile-i tarîkatı, eser-i mezkûrdan yazdım.

Hz. Sa’deddîn, Hûrân’da dünyâya revnak-efzâ olup Cibâ’da ikâmet buyurmuşlar ve mazhar-ı tecelliyyât u fütûhât olmuşlardır. Hz. Sa'deddîn, bidâyeten pederlerine muhâlefetle, lehv yoluna sülûkla /335/ Hûrân’da kuttâ’-ı tarîk mesleğine râğıp olmuş; pederi şu hâlden pek me'yûs olup, hüsn-i hâline duâ etmiş ve duâsı nezd-i Hak’da kabûl olunmuştur.

Ravzâtü’l-Behiyye’de okudum:

فاستجاب الله دعاء بدره في إصلاحه وتوفيقه ونجاحه. فبينما هو فيما هو عليه إذ رأى ثلاثة قمال إليهم ليأخذ ما عليهم قبل وصولهم إليه. فلما وصل إليهم، التفت إليه أحدهم وناداه وقال محاطبا له : "أَلَمْ يَأْنِ لِلَّذِينَ آمَنُوا أَنْ تَخْشَعَ قُلُوبُهُمْ لِذِكْرِ اللَّهِ" (57 سورة الحديد16).

فأخذه الوجد والهام والبكاء والنحيب من قول رسول الله عليه الصلاة والسلام وسقط في الحال عن فرسه ولم يبق فيه غير نفسه. فأتاه أحدهم وضربه بيده على صدره وقال له: استغفر الله! فاستغفر مما وقع في سالف أمره.

فلما أفاق من سكره وشرابه وهدأت نفسه من تحركه واضطرابه. قال أحدهم بعد أن أخرج تمرات من جيبه وأعطاها لرسول الله أمين وحيه وغيبه: اسقه يا رسول الله. فتقل عليه وناوله إياها. فأخذها الشيخ وخطى بما لديه وقال له صلى الله عليه وسلم: "خذها لك ولذريتك". فما أشرفها عطية وما أكرمها!

فتقبلها السيخ رضي الله عنه واحترمها وعظمها ورجع وقد عمر الله ظاهره وباطنه وانجذب إلى مولاه وفاز بما أكرمه به رسول الله صلى الله عليه وسلم وأعطاه.[45]

Hulâsatü’l-Eser’de ise böyle gördüm:

“Cenâb-ı pîr-i dest-gîr, mükâşefelerinde risâlet-meâb (salla’llâhu aleyhi ve sellem) efendimiz hazretleriyle Cenâb-t Ebûbekir ve Ali (radıya'llâhu anhumâ) efendilerimizi müşâhede şerefiyle müşerref olup, emr-i celîl-i nebevî ile Hz. Ali kendilerine bir kaç hurma it’âm buyurmalarıyla derhâl bî-hûd olup bayılmışlardır. Bu hâl üzere bir kaç gün kaldıktan sonra ifâkat bulup, hâl-i sâbıkları olan kuttâ‘-ı tarîklikten tevbe etmiş ve bunun üzerine, fütûhat-ı celîle-i ilâhîyye zât-ı âlîlerine inkişâf eylemiştir."

Şam’da Kınvan Kıban mahallesinde, zâviye-i aliyyeleri meşhûrdur. Hulâsatü’l-Eser, Benî Sa'deddîn’in Şam’da bir kabîle olduğunu yazıyor. /336/ Bunlardan fazl u irfân ile meşhûr hayli zevât yetişmiştir. Muhammed Sa’d el-Halebî, Risâlesinde, "Hz. Pîr’in iki senedi olup, biri vehbî, biri kesbî idi. Vehbî olanını ânifü'l-beyân mükâşefelerinde bi'z-zât Cenâb-ı Risâlet-penâh Efendimiz’den telakkî buyurmuşlardır." (diyor).

Tarîkaten ictihâd buyurdukları cihetle, nâm-ı âlîlerine mensûb tarîkat-ı aliyyenin pîri addolundular. Tarîkaten mürşidleri, peder-i muhteremlerinin halîfesi Şeyh Abdullâh-ı Şeybânî’dir. Tarîkaten üç vâsıta ile, Ebû Medyen-i Mağribî hazretlerine muttasıldır. Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufâî (kuddise sırruhu'l-âlî), Haremeyn ziyâreti münâsebetiyle Şam’a uğradıklarında, Hz. Sa’deddîn ile mülâkât ettiklerini, peder-i mükerremlerinin dahi Cenâb-ı Rufâî’ye mülâkî olduğunu Şeyh Ali Fakrî Efendi söylediler.

Cibâ, Şam civârında bir karye ismi imiş. Bundan dolayı Cibâvî denilmiştir. Kutb-ı zamân olan Hz. Sa’deddîn’in, makâmât-ı âliyeye sâhib olduğu müttefakun aleyhtir. Te’lîfât-ı celîleleri varmış, fakat isimlerine dest-res olunamadı.

مريد لك البشرى                   مريد لك النها

            تمسك بحبل الله ثم بيعتي

مريدي تمسك بي                   وكن بي واثقا                                  

إنك أحميك في الدنيا              ويوم القيامة                       

أنا الشيخ سعد الدين              وأنا حامي جبا

            أنا شيخ القراء                     وكل طريقتي [46]

gibi fahriyyeleri vardır, (ancak), Şeyh Salâhaddîn Efendi, “Bu manzûme Hz. Pîr’in değildir.” dedi.

Hakk-ı âlîlerinde söylenmiştir:

نلت سعداً وحظاً وافرا

من يد المختار خير المرسبين                              

أيها الشيخ المسمى في الملا                               

بالجباوي وأعني به سعد الدين [47]

Sen kutb-ı muallâsın Yâ Hazret-i Sa’deddîn

İsminle müsemmâsın Yâ Hazret-i Sa’deddîn

Yâ gavs-ı muazzam sen hurşîd-i muallâsın

Himmetde süreyyâsın Yâ Hazret-i Sa’deddîn

Ey bedr-i cihân-ârâ Sultân-ı atâ-fermâ

/337/          Râî-i reâyâsın Yâ Hazret-i Sa’deddîn

Pîrîm bana imdâd it Allâh içün ihsân it

Zî-birr ü atâyâsın Yâ Hazret-i Sa’deddîn

Dergâh-ı Muhammed’de Muhtâr'a tavassut kıl

Dermândeye me’vâsın Yâ Hazret-i Sa’deddîn

Hz. Pîr’in Evrâd-ı Usbûiyye’si vardır; mütâlâa olunmuştur. On iki esmâ üzerine ta’lîm ve teslîk usûlü, tarîk-ı Sa’dî’de de cârîdir: Lâ ilahe illa’llâh, Allâh, , Hak, Hayy, Kayyûm, Kahhâr, Vâhid, Azîz, Vedûd, Vehhâb, Müheymin.

Ravza-i Behiyye’de, kerâmât-ı aliyyeleri nakl olunmuştur. İns ü cinnin kendilerine mutî’ olduğu menkûldür.

İrtihâli:

Hicret-i nebevîyyenin 621 târîhinde (1224), yüzondört yaşında oldukları halde, terk-i âlem-i nâsût eylediler. Şâm-ı şerîf civârındaki âsitâne-i aliyyelerinde, türbe-i mahsûsalarında, defîn-i hâk-i ıtır-nâktır. Sultân Abdulhamîd Hân-ı sânî zamânında türbe-i şerîfe ta’mîr ve pûşîdesi tecdîd olurmuş idi. "Kaddesa’llâhu sırrahu ve nefeanâ’llâhu bi-berekâtihî ve feyzihî. Âmin"

SA’DEDDÎN YÛSUF eş-ŞÂÛRÎ

(Sa'deddîn-i Cibâvî'nin) hafîd-i hafîdi İbrâhîm b. Sa’deddîn Yûsuf eş-Şâûrî, kibâr-ı evliyâullâhtan idi. "Sa’deddîn-i Sânî" diye meşhûrdur. Rihletleri 986/(1578) senesine müsâdiftir. Usûl-i tarîkat-ı aliyye-i Sa’diyye, bu zâtın zamânında teessüs etmiştir.

ŞUABÂT-I TARÎKAT-I SA’DİYYE

Selâmiyye, Tağlibiyye, Vefâiyye, Âciziyye.

/338/ ŞEYH ABDÜSSELAM eş-ŞEYBANÎ

Ârif-i bi'llâh olan bu zât-ı muhterem, sülâle-i tâhire-i Sa’diyye’dendir. Maskat-ı re’si Şâm-ı şerîftir. Tercüme-i hâl-i âlîleri âtîde yazılacak olan Şeyh Ebu’l-Vefâ hazretleri, neseb-i şerîflerini tasdîk etmiştir. Tarîkat-ı aliyye-i Sa’diyye’de yetişen eâzımdandır. “es-Sa’di” ta’bîri, nisbet-i aliyyelerinden; “eş-Şeybânî” denilmesi de, neseb-i âlîlerinden dolayıdır. Selâmiyye şu’besi, bu zât-ı âlî-kadre mensûbdur.

İstanbul’u hangi târîhte teşrîf buyurdukları mazbût değilse de, Şeyh Ebu’l-Vefâ (kuddise    sırruhû)’nın İstanbul’da kaldıkları müddet-i kasîre zarfında olduğu, sülâle-i aliyye-yi Selâmiyye-i Sa’diyye’yi tasdîk etmesinden münfehim olur.

Sâhib-i tercüme hazretleri, memleketlerinde ihtiyâr-ı inzivâ ve fakr u fenâ ettiği gibi, ahvâl ve etvâr-ı garîbe sâhibi, mu’tezil ani’n-nâs olduklarından, Şam’da meşhûr ve sülâle-i tâhirenin, zamânen en müsinn ü muhteremi olan Şeyh Ebu’l-Vefâ’nın ta'rîfine ihtiyâc görerek, müşârünileyhin tasdîk-i neseb buyurmalarını iltimâs etmişler ve müşârünileyh de mes'ûllerini is’af eylemişlerdir.

Eslâf-ı kirâmın bu gibi târîhî menâkıbı kayd u zabta i'tinâ etmemeleri yüzünden, ahvâl ve âdât-ı eslâfı tamâmen bilmek mümkün olamıyor. Ancak ortada bir takım rivâyât ve hikâyât dolaşıyor ise de vüsûkuna i'timâd edilip edilmiyeceğinde insân mütereddid kalıyor. El-yevm Âsitane-i Sa’diyye nâmıyla İstanbul’da Koska’da Sekbânbaşı Ya’kub Ağa Mahallesi’nde kâin Papas-zâde Mustafa Çelebi Dergâhı meşîhatı müşârünileyhe, nezd-i pâdişâhîde sâbit olan bir kerâmet-i aliyyeleri sebebiyle, 1126 sene-i hicriyesinde (1714) bâ-irâde-i Şehriyâri tevcîh olunmuştur.

Ondört sene burada hıdmet-i fukarâ ile iştigâl ettikten sonra tekrâr uzlet ve inzivâyı ihtiyâr buyurarak 1140/(1727) senesinde hıdmet-i meşîhatı, mahdûm-ı âlîleri Şeyh Gâlib Behcetüddîn’e /339/ terk ile hıdmet-i meşîhattan istîfâ buyurmuşlar ve bir müddet sonra da, terk-i dağdağa-i hayât eylemişlerdir. Dergâh-ı şerîf ittisâlinde medfûndur. Üzerine hâssaten türbe-i münîfe binâ olunmuştur.

Elde edilen bir vesîkaya nazaran târîh-i irtihâlleri 1165/(1752) senesindedir. Meşihâta ta’yînleri ile ferâğatları arasında ondört sene; ferâğatlarıyla irtihâlleri zamânları arasında yirmibeş sene güzer etmiştir.

Nisbet-i Tarîkatleri:

Şeyh Abdüsselâm, onun şeyhi amm-ı mükerremleri Şeyh İbrâhîm el-Meydânî; onun şeyhi, birâderi Şeyh İsmâîl; onun şeyhi, pederi Mustafa el-Meydânî; onun şeyhi, pederi Şeyh Sa'deddîn-i asğar, pederi Şeyh Muhammed Sa'deddîn, pederi İbrâhîm, pederi Şeyh Mûsa, pederi Şeyh Sa'deddîn-i sâni, pederi Şeyh Ahmed, pederi Şeyh Hüsnü, pederi Şeyh Hasan, pederi Şeyh Muhammed, pederi Şeyh Ali el-Ecred, pederi Şeyh Ebûbekir, pederi Şeyh Ali el-Ekmel, pederi Muhammed Şemseddîn, pederi Pîr-i tarîkat Kutb-ı Rabbanî Seyyidinâ Sa'deddîn-i Cibâvî eş-Şeybânî

Tenbîh : Muhammed Şemseddîn hazretleri, Ali el-Ekmel hazretlerinin pederi olarak yazılıyor ise de, sehv-i nâsihtir. Çünkü Ali el-Ekmel, mahdûm-ı Hazret-i Pîr’dir. Belki Şemseddîn Hazretleri, Şeyh Ekmel’in büyük birâderidir. Nâm-ı şerîfi silsilede mezkûr olmak için, birâderi ile pederi arasına idhâl olunmuştur. Ali el-Ekmel’in, peder-i âlî-güherinden ahzı, sahîhtir.

ŞEYH GÂLİB, BEHCETÜDDÎN

Şeyh Abdüsselâm-zâdedir. Peder-i cennet-makarlarından, ahz-ı feyz eylemiştir. 1140/(1727) senesinde pederinin câ-nişîni oldu. Ashâb-ı vecd ü hâlâttan bir şeyh-i kâmil idi. Ulûm-ı zâhireden dahi behre-mend idi. Fukarâ-yı Sa’diyye beyninde, el-yevm mu'teber ve meşhûr olan vird-i şerîf’e güzel bir şerh tahrîr buyurmuşlardır. Şerh-i mezkûrun bir nüshası, Şeyhülislâm Es’ad Efendi Kütüphânesi’ndedir.

1190/(1776) târîhine kadar elli sene, hıdmet-i sâlikîne ihtimâm buyurarak, pederleri eserine ittibâan terk-i meşîhat ve ihtiyâr-ı uzlet edip, sekiz sene sonra 1198/(1784)’de âzim-i dâr-ı cinân oldu. /340/ Pederlerinin yanında defîn-i hâk-i gufrândır.

ŞEYH MUSTAFA EFENDİ

Şeyh Hasan Efendi-zâde’dir. "Avârif" nâm mahaldendir. Tarîkat-ı aliyyeyi, müşârünileyh Şeyh Gâlib’ten almıştır. Şeyhi, meşîhattan fâriğ olunca, Âsitâne-i Sa’diyye’ye seccâde-nişîn oldu 1190/(1776). Ağleb-i ihtimâl, Şeyh Abdüsselâm hazretlerinin rebîbidir. 1206/(1791) senesine kadar hıdmet-i fukarâda bulunarak fevka'l-âde şöhret kazanmışlar idi. Daha fazla tercüme-i hâllerine, maatteessüf, dest-res olunamadı.

ŞEYH İBRÂHÎM EFENDİ

Şamlıdır. 1206/(1791) senesinde Şeyh Hasan (kuddise sırruhû)’nun hayatında, âsitane-i aliyyeye şeyh olmuştur, şöhretleri yoktur. İhtimâl ki Şeyh Hasan Efendi’den müstahleftir. Ne vakte kadar meşîhatta bulundukları ma’lûm değildir, tahmîne göre otuz sekiz senedir.

LEBÎB HÜSEYİN EFENDİ

340. sahîfede mezkûr Şeyh İbrâhîm-i Şâmî müntesiblerindendir. Anadolu kuzâtındandır. 1181 senesi Zi’l-kâdesi’nde (Mart1768) İstanbul’da irtihâl eylemiştir. Vasiyeti üzerine Müstakîm-zâde’nin söylediği târîh:

Didim ta’zîm ü tebcîl eyleyüp târîh-i teslîmin

Lebîbâ’nın şefîi ola ukbâda Resûlu’llâh

(لبيبانك شفعى اوله عقباده رسول الله) = (1181)

Üsküdar’da Seyyid Ahmed Deresi’nde medfûndur. Dîvân-ı eş’ârı vardır. Bu na’t-ı şerîf onundur:

Kitâb-ı nusretin İnnâ fetahnâ Yâ Rasûla’llâh

Nisâb-ı rif’atın Nasran azîzâ Yâ Rasûla’llâh

Meded dervîş Lebîb ihsânına dil-teşne Sultânım

Zülâl-i merhametle kıl devâ Yâ Rasûla’llâh

ŞEYH MUHAMMED EMÎN-İ ELFÎ

Kovacı Efendi denilmekle meşhûrdur. Asitane-i aliyyedeki meşâyih-ı kirâmın meşhûrlarındandır. 1244/(1828) senesinde hıdmet-i meşîhat kendilerine tevcîh olunmuştur. Müşârünileyh bir sene sonra, meşîhatı, mahdûmları Şeyh Muhammed Gâlib Efendi’ye kasr-ı yed ederek, ihtiyâr-ı uzlet eylemişlerdir. Hâl sâhibi bir şeyh-i kâmil olduğu menkûldür. Türbe-i Abdüsselâm’da medfûndur. Târîh-i irtihâllerine dest-res olunamadı.

ŞEYH MUHAMMED GÂLİB EFENDİ

“Kovacı-zâde” denilmekle ma’rûf olup, Muhammed Emin Efendi’nin mahdûmudur. 1245/(1829) târîhinde, meşîhatı pederinin kendine terkiyle, Âsitâne-i Sa’diyye’de şeyh olmuşlardır. Otuzdört sene icrâ-yı meşîhattan sonra 1279/(1862) senesinde âzim-i dâr-ı bakâ olmuştur. Türbe-i Abdüsselâm’da medfûndur. Hüsn-i hâl ashâbından ve rağbet-i umûmiyyeye mazhar olmuş ricâlden olduklarını ve Sultân Mahmûd-ı sâni ve Abdülhamîd Hân-ı evvelin, berây-ı ziyâret hânkâha geldiklerini nakl edenler vardır.

Tercüme-i hallerine dest-res olunamadı. Şeyh Gâlib’in neş’esi, aşkı gâlip olmakla, gâyet cem'iyyetli, bir gün, ism-i celâl zikri esnâsında sayha ederek, kendini postun üzerine atmış ve cânanına teslîm-i cân etmiştir. /341/ O gün, o meclis-i şerîflerinde bulunanlar, bu vak’aya şâhid olmuşlardır. Sulehâ-yı ümmetten Hacı Nûri Efendi merhûm hâzır bulunmuş, gözleriyle görmüş olduğunu söyledi.

Cezbe-i aşk ile Şeyh Gâlib-i Sa’dî nâgâh

Cânı cânâna virüp söyledi Allâh Allâh

Aşk-ı Hak sırrına te’sîr idiverdikde hemân

Terk-i cân eyleyerek son sözü oldu Allâh

ŞEYH YAHYÂ EFENDİ

Şeyh Gâlib Efendi-zâde’dir. Pederlerinin irtihâlinde, sinnen küçük imiş. Muhammed Râşid isminde bir birâderi varmış. Meşîhat, müştereken her ikisine tefvîz olunmuştur. Yahyâ Efendi’nin şeyhi, el-yevm İzmir’de Emîr Sultân Dergâhı’nda medfûn bulunan Teselya Yenişehir’indeki Sa’dî Dergâhı post-nişîni Şeyh Muhammed Efendi’dir ki, o da, Yahyâ Efendi’nin pederi Şeyh Gâlib Efendi’nin halîfesidir. Asrının ulemâsından idi. Matbû' Dîvân’ı ve dîger âsârı vardır.

Şeyh Yahyâ Efendi, nev’i şahsına münhasırdır; köse idi. Kıyâmî zikr merâsiminde müteferridlerden idi. Son zamânlarında meşîhatla, kâbil-i Tevfîk olmayacak hâlâtı ihtiyâr etmiş idi. Devr-i Hamîdî’de, İstanbul’dan teb’îd edilmiş ve Hicâz’da ikâmete me’mûr olmuş idi. İnkılâb-ı saltanattan sonra İstanbul’a gelerek, terk-i hayât-ı müsteâr eylemiş ve türbeye defn olunmuştur.

Mûmâileyhin vefâtıyla dergâh, oğlu Muhammed Ârif Hikmet’e tevcîh edilmiş ise de, mesâvî-i ahvâlinden dolayı meşîhat uhdesinden ref’ olunarak 1337/(1919) senesinde Şeyh Zâhid Efendi’ye tevcîh olunmuştur. Tercüme-i hâli âtîde gelecektir.

Dergâh, mâil-i inhidâm bir hâle gelmekle, ahîren hedm edilmiş, türbe ta’mîr olunmuştur. Harem dâiresinin kısm-ı fevkânîsi selâmlık ittihâz olunarak, bir odasında Pazartesi günleri, icrâ-yı âyîn-i tarîkat edilmektedir.

/342/ ŞEYH EBU’L-VEFÂ-İ SA’DÎ

Vefâiyye şu'besinin müessisidir. Tarîkat-ı aliyye-i Sa’diyye’yi Şam’dan getirmiştir. Şam meşâyıh-ı kirâmından ve sülâle-i mübâreke-i Sa’diyye’dendir. 1113/(1703) veya 1115/(1705) târîhinde İstanbul’u teşrîf buyurmuşlardır.

ŞEYH HÜSEYİN EFENDİ

Eyüp kadısıdır. Taşlıburun nâm mahalde Lâgarî Mehmed Efendi (Cennet Efendi) Tekkesi’nde post-nişîn olan (urup göz)(?) Şeyh Hüseyin Efendi, Şeyh Ebu’l-Vefâ İstanbul’u teşrîf ettikte, ondan hilâfet almış ve İstanbul’da "Şeyhu’l-meşâyihi’s-Sa’diyye" olarak bâ-huccet-i şer’iyye, kadrleri terfi’ olunmuştur.

İstitrâd :

Müşârünileyhin, Şeyhu’l-meşâyihi’s-Sa’diyye ta’yîninden evvel, İstanbul’a Şeyh Ebu’l-Vefâ’dan mukaddem meşâyih-ı Sa’diyye’nin geldiği münfehim olmaktadır. Şeyh Abdüsselâm hazretleri olmak ihtimâli vardır. Şeyh Ebu’l-Vefâ, avdet eylemiş, Abdüsselâm Âsitâne-i Sa’diyye’de kalmıştır.

Şeyh Hüseyin Efendi’nin tarîkat-ı aliyye-i Sa’diyye’ye intisâbları şu sûretle hikâye olunur ki, müşârünileyh mevâlîden olup, Eyüp kadısı iken kendisine bir felc-i umûmî gelir. Bu esnâda, Şeyh Ebu’l-Vefâ İstanbul’u teşrîf buyururlar. Sülâle-i tâhire-i Sa’diyye’den ve ehl-i feyz ü kerâmetten bir şeyh-i sâhib-kemâl oldukları şâyi' olmakla, Hüseyin Efendi’nin nezdine götürülerek bir nefes etmeleri ricâ olunur. O da nefes ve duâ ederler. Bi-kudreti’llâhi teâlâ, Hüseyin Efendi şifâ-yâb olur. Bunun üzerine intisâb eder. Ve bi'l-âhare hilâfetle kâm-yâb olur.

Şeyh Hüseyin Efendi’nin, tarîkat-ı Sa’diyye’yi Taşlıburun ve nâm-ı dîgerle Lâgarî Tekkesi’nde takrîr eylemiştir. Dergâh-ı şerîfte son Nakşî şeyhi Muhammed Efendi 1128/(1716) senesinde vefât etmiştir. Dergâh-ı şerîf hazîresinde medfûndur. Tekke harâb ve vakfı olmadığından birkaç yıl hâlî kalarak münderis olmak üzere iken, Şeyh Hüseyin Efendi, hıdmet-i meşîhati der-uhte ve dergâhı ihyâya bezl-i makderet buyurmuşlardır.

/343/ 1149/(1736) târîhinde irtihâl-ı dâr-ı bakâ etmekle dergâh-ı şerîf kapısı ittisâlinde müsakkaf türbe-i mahsûsada defn olunmuşlardır. Mensûblarından Lebîb Efendi şu târîhi söylemiştir:

Feyz-yâb-ı Şeyh Sa’deddîn olup Seyyid Hüseyn

Cezbe-i enfâs-ı pâki itdi sırrından zuhûr

Mürşid-i kâmil mükemmil şeyh-i bî-hemtâ idi

Sâlikâna himmeti mebzûl şifâ-bahş-ı sudûr

Nûr-ı rûh-ı pür-fütûhu âzim-i cennet olup

Mazhar-ı envâr-ı rahmet eylesün Rabbü’l-Gafûr

Ehl-i hâle dâim olsun feyz-i rûhâniyyeti

Eylemiş zâhirde hakkâ bezm-i fânîden mürûr

Didi târîhin Lebîbâ harf-i cevher-dâr ile

Şeyhimiz Seyyid Hüseyn’in kabridir me’vâ-yı nûr

(شيخمز سيد حسينك قبريدر مأواى نور)

ŞEYH ABDURRAHMÂN el-HALEBÎ

Haleblidir. Pederi Şeyh Yûsuf, onun pederi Şeyh Hüseyin’dir; sâdâttandır. Sâlifü’t-tercüme Şeyh Hüseyin Efendi’den sonra, seccâde-nişîn-i meşîhat olmuşlardır. Pek kâmil ü ârif ve deryâ-dil bir şeyh-i tarîkat olup, menâkıb-ı aliyyeleri vaktiyle zabt edilemediğinden, tafsîle imkân bulunamadı. Ancak fakr u fenâyı ihtiyâr eylediği meşhûrdur. 1165/(1751) târîhinde irtihâl ettiği, seng-i mezârının tedkîkinden anlaşıldı.

Feyzleri Hüseyin Efendi’den değildir. Nisbetleri şu sûretle, Cenâb-ı pîre kesb-i ittisâl eder:

Şeyh Abdurrahmân b. Yûsuf b. Hüseyin el-Halebî, ani’ş-Şeyh İbrâhîm es-Selîl el-mülakkab bi’l-Hilâl, ani’ş-Şeyh Yûsuf es-Sa’dî el-Cibâvî, an vâlidihî eş-Şeyh Abdulbâki an vâlidihî, eş-Şeyh Ebûbekir an vâlidihî, eş-Şeyh Bedreddîn an vâlidihî, eş-Şeyh Hasan el-Cibâvî an vâlidihî, eş-Şeyh Muhammed an vâlidihî, eş-Şeyh Sa’îd an vâlidihî, eş-Şeyh Ebûbekir el-Kebîr an vâlidihî, eş-Şeyh İbrâhîm an vâlidihî, eş-Şeyhü’l-ecel ve’l-ârifü’l ekmel es-Seyyid Ali Ekmel an vâlidihî, el-İmâmü’l-ârifü’r-Rabbânî el-kutbu’l-kebîr es-Samadânî ve'l-ilmi’l-ferdi’r-rûhânî, sâhibü’l-işârât ve’t-temkîn Ebu’l-Mevâhib ve’l-Fütûh, seyyidinâ /344/ ve mevlânâ Sa’deddîn el-Cibâvî el-Cinânî eş-Şeybânî, (Kaddesa’Ilâhu esrârahum)

ŞEYH SÜLEYMÂN es-SIDKÎ

Sâlifü’t-tercüme Şeyh Abdurrahmân hazretlerinin halîfeleridir. Mürşidlerinin irtihâlinde câ-nişîn-i irşâd olmuştur. Bidâyeten, sarâ-yı sultânî me’mûrlarından bir-iki refikiyle berâber bir meczûb-ı ilâhînin sohbetiyle şeref-yâb olmuşlar ve veliyy-i müşârünileyh bunlardan fevka'l-âde memnûn olup, her birine, “Gönlünüzde ne ârzûnuz varsa söyleyiniz, taleb ediniz; himmet edeyim.” buyurmuş; üç refîktan ikisi manâsıb-ı dünyeviyyeye tâlib olmuşlar. Husûl-i maksadları için himmet ve fâtiha etmiş; Şeyh Süleymân Efendi’ye teveccüh buyurarak,"Sen de iste." buyurunca, "Son derece fakr u mezellet u ihtiyâca giriftar olup, her kapıdan koğulduktan sonra bir şeyh-i kâmile vâsıl olarak, tarîk-ı fakr u fenâda kâim ve hıdmet-i ubûdiyyette dâim olayım." demiş, cevâben, “Behey evlâd ne için böyle dîvânelik edersin. Sen de refîklerin gibi iyi bir şey iste.” buyurmuş.

Müşârünileyh, talebinde ısrâr edince, ona da himmet ve fâtiha etmiş; bir kaç gün sonra Kırım cânibinde devletçe i’lân-ı cihâd olununca, müşârünileyh, cihâd-ı fî sebîli’llâh maksadıyla âzim-i sefer olmuş. Kırımda her nasılsa askerden ayrı düşerek, beytûtet için dûçâr-ı sefâlet olmakla berâber, nafakaya muhtâc kaldığı bir zamânda Kırım meşâyih-ı Sa’diyye’sinden ve erbâb-ı keşfden bir zât, dervîşini göndererek müşârünileyhi da’vet etmiştir. Üzerini kehle istîlâ eylemiş idi. Temizlemişler, huzûr-ı şeyhe îsâl etmişler.

Bir müddet şeyhin hizmetinde bulunmuşlardır. Bir müddet seyr ü sülûk görmüş ve şeyh-i müşârünileyh, “Oğlum, senin ikmâlin İstanbul’da Eyüp’te Taşlıburun’da mesned-nişîn olan Şeyh Abdurrahmân hazretleri yedinden müyesserdir. Hıdmet-i şerîfelerinde bulununuz.” diyerek İstanbul’a azîmetini emr buyurmuşlardır.

İstanbul’a gelip, Abdurrahmân Efendi’ye mülâkî oldu. /345/ Hıdmet-i şerîfelerinde bulundu. Nâil-i rütbe-i hilâfet oldu. Menâkıb-ı ârifâneleri menkûldür. El-yevm, İstanbul’da, ale’t-tahmîn mevcûd yirmi kadar Sa’dî tekâyâsından nısfı, müşârünileyh Şeyh Süleymân Sıdkı Efendi hulefâsına intikâl etmiştir.

Mahdûm-ı mükerremleri Şeyh İsmâîl Necâ Efendi ile dâmâd-ı âlîleri Hasîrî-zâde Şeyh Mustafa İzzî b. Halîl ed-Demenhûrî el-Mısrî (kaddesa’llâhu esrârahum), şeyh-i müşârünileyh tarafından Sütlüce’de bir zâviye tesîsine me’mûr buyurulmakla, Sütlüce’yi teşrîf ve el-yevm Hasîrî-zâde Dergâhı nâmıyla yâd olunan dergâh-ı muallâyı 1197/(1783) senesinde te’sîse mübâşeret eylemişlerdir.

Şeyh Süleymân Sıdkı Efendi 1197/(1783) târîhinde âzim-i dâr-ı cinân olmakla dergâh-ı şerîfde şeyhleri yanına defn olunmuştur.

ŞEYH İSMÂÎL en-NECÂ EFENDİ

Süleymân Sıdkı Efendi-zâde’dir ve onun yetiştirmesidir, halîfesidir. Ashâb-ı hâlden idi. Pederine halef olmuştur. Pek az bir zamân hıdmet-i irşâd ile meşgûl olup, sonra ihtiyâr-ı uzlet ü inzivâ etti. Dergâhın arkasındaki Gümüşsuyu nâm mahalde, bir hânede uzlet-nişîn oldu. 1206/(1791) senesinde irtihâl-i dâr-ı bakâ etti. Peder-i muhtereminin yanında defîn-i hâk-i gufrândır.

Uzletleri esnâsında pederi hulefâsından Sâlih Efendi, nâib ta’yîn olunmuş idi. Şeyh-zâdesinin irtihâlinde bir müddet asâleten ifâ-yı hıdmet-i reşâdet eylemiştir.

eş-ŞEYH el-HAC MUSTAFA İZZÎ EFENDİ

Peder-i âlîleri Halîl ed-Demenhûri (kuddise sırruhû)’dur. Birâderi Hasırcıbaşı Emin Ağa’dır. Pederi dâimâ onun ticâret-gâhında evkât-güzâr olduğundan, Hasırcı Şeyh Halîl nâmıyla mâruf idi. Bu sebeple Mustafa İzzî Efendi, Hasîrî-zâde nisbeti ile şöhret-şi’âr oldu. Tarîk-ı fakr u fenâyı, meslek-i ticârete tercih ve tecerrüdü ihtiyâr eyledi.

Süleymân Sıdkı Efendi’nin dâhil-i dâire-i irfânları olmakla, burada uzletle, riyâzet ve mücâhedeye hasr-ı enfâs kıldı. İkmâl-i sülûk ile hilâfet aldı. Şeref-i sıhrıyyetleriyle de be-kâm oldu.

/346/ Şeyhinin emriyle Sütlüce’de dergâh-ı münîf te’sîsi ile terbiye-i sâlikîne başladı. Dergâh ise, “Hasîrî-zâde Tekkesi” diye şöhret buldu. Ba’dehû, berâ-yı hacc-ı şerîf, âzim-i râh-ı Hicâz oldu. Ravza-i seniyye-i nebevîyyeye de rûmal olarak, Mısır tarîkıyla avdetinde yol parası tükendiğinden, Mısır’da kalmış. Mevsim ise Seyyid Ahmed-i Bedevî efendimiz’in ziyâreti ve mevlid-i şerîf cem'iyyetleri zamânına müsâdif olmakla, Tanta’ya azîmet ve Hz. Kutb’u ziyâret etti. Esnâ-yı ziyârette Hz. Pîr’e arz-ı hâl ederek tahassül eden şiddet-i hüzn ü tazarru’la, kendilerine hâl galebe etmiş, bu sırada da hiç tanımadığı bir zât omuzuna eliyle dokunarak “Hasırcı oğlu Şeyh Mustafa Efendi siz misiniz?” demiş. “Evet.” cevâbını alınca, koynundan bir kese para çıkarıp, “Şunu al, umûruna sarf et, İstanbul’da mülâkât nasîb olursa alırım.” demiş ve derhâl ayrılarak, kalabalık içine karışarak kaybolmuş. Ne orada, ne de İstanbul’da bir daha görünmemiştir.

Müşârünileyh, âşık, gözü yaşlı, hâlât-ı acîbe ve himmet-i azîme sâhibi, kerîmü’l-hısâl, ganiyyü’l-kalb, cevâd bir şeyh-i kâmil imiş. Vefâtında türbe-i şerîfeye defn olunmuştur.

O zamân şuarâsından Hayret Efendi tarafından söylenen manzûme-i târîhiyyedir:

Verd-i gül-zâr-ı tarîkat mürşid-i sâhib-kemâl

Sâlik-i râh-ı hakîkat muktedâ-yı hâss u âm

Bûsitân-ı Sa’diyân’da nice nahl-ı bî-berrî

Âb u feyziyle resîde kıldı ber-vech-i merâm

Mazhar-ı sırr-ı Huve’llâh olduğıçün şübhesiz

Zâtına mâl olmuş idi zikr u fikr-i Hak müdâm

Bâde-i nâb-ı hakîkat ile mest olmuş idi

Bezm-i sırr-ı Lî ma’a’llâh’dan çeküp bir dolu câm

Nakd-ı vaktin sarf ile râh-ı tarîk-ı Sa’di’de

Oldu asrında meşâyıh halkına ya’nî imâm

Kırk sene bu dergeh-iı vâlâda oldu post-nişîn

Terbiyet buldu dem-i feyziyle nice nâ-tamâm

Çün idince gül-şen-i lâhûtu seyr itmek murâd

Ser-te-ser bâğ-ı fenâdan kıldı terk-i bû-yı kâm

İrcıî’ emri idüp tâ ki sımâh-ı cânına

Kıldı halvet-gâh-ı ukbâya hemân dem ol hırâm

Himmeti hâzır ola dirsen eğer ey sâlikân

Eyle istimdâd rûhâniyyetinden subh u şâm

/347/      Bu ziyâret-gâha gel sen de hulûs-ı kalb ile

Bu sebeb ile olasın nâil-i zeyl-i merâm

Bâis-i afvın ola Hayret bu ‘târîh-i behîn

Mustafâ İzzî Efendi kıldı lâhûtu makâm

(مصطفى عزى أفتدى قيلدى لاهوت مقام) = (1239)

                   *    *    *

Hazret-i Pîr-i tarîkat şeyh Sa’deddîn kim

Haşre dek zikr-i kerâmâtıyla oldu nâm-ver

Sâlik-i râh-ı tarîki Şeyh el-Hac Mustafâ

Vâkıf-ı esrârı olmuş idi hakkâ ser-te-ser

Vâsıl-ı sırr-ı tarîkat ehl-i hâl âgâh idi

Kâşif-i ilm-i ledün şöhret-şi’âr-ı mu’teber

Eylesün a’lâ-yı illiyyînde kesb-i safâ

Câ-yı Adn’i ravza kılsun (hem) Hudâ-yı dâd-ger

Ferş-i seccâde idince hulde târîhin didim

Bûriyâsızdır Hasîrcı-zâde me’vâ-yı makar

(بو رياسزدر حصيرجى زاده مأواى مقر) = (1239)

Müşârünileyhin nisbetleri üç tarîk ile Hz. Pîr’e müntehî olur ise de, kendileri asıl ve umde olarak şeyhi, kayın pederi, Şeyh Süleymân Sıdkı Efendi vâsıtasıyla Şeyh Abdurrahmân-ı Halebî tarîkını iltizâm buyurmuşlardır.

İkinci tarîk: Şeyh Abdüsselâm-ı Şeybânî (kuddise sırruhu’l-âlî)’ye muttasıldır ki, Şeyh Haydar el-Hûrânî vâsıtasıyla, Şeyh Gâlib Behcetüddîn’e, ondan vâlid-i mükerremleri Şeyh Abdüsselâm-ı Şeybânî’ye merbûttur.

Üçüncü tarîk: Sayda meşâyihinden ve sâdâttan Şeyh Muhammed el-Cevherî ki, berâ-yı ziyâret İstanbul’a geldiğinde Sütlüce’de, müşârünileyh ile hem-sohbet olmuşlardı. Âlâ tarîkı’t-teberrük bir icâzet-nâme taleb ve ahz etmiştir: Şeyh Mustafa el-İzzî, Şeyh Seyyid Muhammed el-Cevherî, Şeyh Abdülganî, Şeyh İsmâîl, Şeyh Ebûbekir el-Kanberî, Şeyh Muhammed Ebû’l-Vefâ, Şeyh Ebû’l-Vefâ, Şeyh Yûsuf, Şeyh Abdülbâki, Şeyh Hasan el-Cibâvî, Şeyh Ali el-Ekhal, Hz. Pîr Ebu’l-Fütûh Sa’deddîn el-Cibâvî.

Dîger bir tarîk da, Cenâb-ı Pîr-i dest-gîr’in birâderleri, kutb-ı zamân Şeyh Hilâl eş-Şeybânî hazretleri evlâdından Şeyh Ömer b. Abdülkâdir es-Sa’dî es-Sa'lebî eş-Şeybânî hazretlerinden, âlâ tarîkı’s-sohbeti ve’l-icâze olandır.

/348/ Müşârünileyh Şeyh Ömer’in iki tarîki vardır. Biri ceddi birâder-i Hz. Sa’deddîn, Hz. Hilâl vâsıtasıyla Yûnus-ı Şeybânî’ye; dîgeri amcaları Hz. Sa’deddîn hazretlerine muttasıldır. Şeyh Mustafa el-İzzî Efendi, İmâm Ebu’l-Hasan Ali eş-Şâzelî (kuddise sırruhû ) efendimize de, âlâ tarîkît-teberrük müntesibdir. Unkapanı’nda, Şâzelî Dergâhı’nda seccâde-nişîn Şeyh Hâfız Hüseyin Efendi, şeyhleridir.

1235/(1820) senesinde bir gün, kendilerinde bir hâl zuhûr eder. İmâm hazretlerine kavî bir incizâb ile meclûb olur, kalkar Unkapanı Dergâhı’na gider. Dergâhın kapısı önünde hâli müştedd olup, derhâl başını dergâhın kapısı eşiğine kor. “Yâ Ebe’l-Hasan!” diye istimdâda başlar. Dergâhın hâdimi görür; şeyhe haber verir. Şeyh gelir onu alıp, içeriye getirir. Bir sâat kadar hem-sohbet olurlar; sonra, sahva gelir. Hüseyin Efendi, kendisine tarîk-ı Şâzelî üzere, telkîn-i zikr eder. Hizb-i şerîf verir. Teberrüken buna devâm eder.

Tarîk-ı Mevlevî’ye de nisbeti vardır. Beşiktaş Mevlevîhânesi şeyhi Şârih-i Mesnevî Arap Şeyh Yûsuf Efendi vâsıtasıyladır.

Müşârünileyh, 1239/(1824) senesinde irtihâl edip, şeyhi bulundukları dergâh-ı mezkûrda defn olunmuştur.

ŞEYH SÜLEYMÂN SIDKÎ

Mustafa İzzî Efendi-zâde’dir. 1210/(1795) târîhinde Sütlüce’de tevellüd etmiştir. Feyz ü hilâfetleri pederlerindendir. 1239/(1824) senesinde yirmidokuz yaşında seccâde-nişîn-i meşîhat olmuştur. İlm-i zâhirde yed-i tûlâsı vardır. Kürsî şeyhliğinde de bulunmuştu. Son derece sahî ve kerîm ve zarîf bir zât idi. Tab’-ı şâirânesi vardır. Sultân Mahmûd Hân-ı sânînin fevka'l-âde teveccühü vardı. Âlem-i fenâya iltifât etmezdi.

Hâkân-ı müşârünileyh, dergâhı tecdîden binâ eylemişti ki, 1252/(1836) senesine müsâdiftir. Dergâhın bâlâsındaki târîh müşârünileyhindir:

Nâzım-ı dünyâ-yı dîn şâhenşeh-i haydar-şiyem

Şems-i burc-ı ma’rifet zıll-ı Hudâ Mahmûd Hân

/349/     Ser-te-ser pîrân-ı ehlu'llâhı tevkîr eyledi

Sâye-i şevket-penâhında tarîkat buldu şân

Gavs-ı şâh-ı Sa’deddîn Cibâvî’nin dahi

     Dergehin yapdırdı dervîşânını itdi şâd-mân

Himmet-i şâh-ı cihân ile bu dergâh-ı cedîd

Oldu bir nev-tarh-ı zîbâ gül-sitân-ı ârifân

Zikr idüp ashâb-ı vecd ü hâl aşk u şevkıle

Rûz u şeb eyler duâ-yı devletin vird-i zebân

Mazhar itdi izz ü ikbâl-i kudûm-ı şevketi

Şimdi oldu dergeh-i Sa’dî saâdet-âşiyân

Eylesün Allâh tahtında o şâh-ı âlemin

Şevket ü ikbâl ü ömr ü nusret ile kâm-rân

Yüz sürüp hâk-i der-i bâlâsına Sıdkî didim

Dil-güşâ bir beyt iki târîh bir gevher hemân

Yapdı Sa’dî Hânkâhı'n kıldı ehlu'llâhı şâd

Dâd-ger-i vâlâ-himem kutbu’l-vücûd Mahmûd Hân      

(يابدى سعدى خانقاهن قيلدى أهل اللهى شاد

دادكر والاهمم قطب الوجود محمود خان) = (1253)

Müşârünileyh, aslen, tarîkat-ı aliyye-i Sa’diyye’ye pederleri vâsıtasıyla mensûb oldukları gibi, kendinden telemmüzle Mesnevî-i şerîf icâzeti aldıkları, Murâd Molla şeyhi Muhammed Murâd Efendi vâsıtasıyla, âlâ tarîkı’t-teberrük, tarîkat-ı aliyye-i Nakşibendî’ye ve Galata Mevlevîhanesi şeyhi, şâir-i şehîr Gâlib Dede vâsıtasıyla Hz. Mevlânâ’ya nisbeti vardır.

Eş’ârından numûne:

Harîm-i vaslına ağyâra yol buldurmadan geç git

Sunup uşşâka zehr-âb-ı sitem öldürmeden geç git

Sakın bâd-ı hazân-ı âh-ı ser-dem itmesün te’sîr

Efendim verd-i zîbâ-yı ruhun soldurmadan geç git

Düşüp dâm-ı sivâya kalma bâl aç seyr-i lâhûta

Gözetle murğ-ı rûhun şeh-peri yoldurmadan geç git

Şarâb-ı bezm-i bâkîden gönül ser-mest-i şeydâ ol

Bu sahbâ-hâne-i gamdan sebû doldurmadan geç git

Hezâr-ı nağme-senc-i gül-sitân-ı aşkı ey Sıdkî

Nevâ-yı sûz-nâk-ı âhına güldürmeden geç git

                   *      *     *

شود حال دل بر خون ازبره نامم

            جو بوى نافه سبقت ميكند برنامه بيغامم

                                  

مرا پيمانه بى لعل لب چون چشمهء خونست

حباب باده چون تبحاله ريز وازلب جمام

            شرار آتش دل كشت بى نو شمع بزم امشت

            كباب خونجكان شد جسم زارم رفته آرامم

                      

كنم اميد آن شاهباز قسى دام ما افتد                   

نردود آه آتشناك سازم حلقهء دامم

بيام يار صدقى روشن بخشد دل تنكم

            خيال تاب رخسارش شفق شد تيرهء شامم [48]

Dergâh-ı şerîfin ta’mîrinden bir sene sonra, kırkdokuz yaşında iken, 1259/(1843) senesinde âzim-i dâr-ı cinân olmuştur. Türbe-i şerîfede medfûndur. Şuarâ-yı zamândan Safvet Efendi ve dîger bir zâtın söyledikleri târîhler ber-vech-i âtidir:

/350/      Hayf Hasîrî-zâde Efendi-i pür-himem

Genc iken itdi hânkâha adni cilve-gâh

Olmuşdu pîr-i tekye-i Sa’dî-yi Sütlüce

Ondörd sene o ârif-i ashâb-ı intibâh

Mahv itdi şevk u aşk u muhabbet vücûdunu

Hâl ehli bir azîz idi rahmet ide İlâh

Hayr ile rûh-ı enverini zikr idenlerin

Hak rûyunu sefîd ide mahşerde misl-i mâh

Eşk-i firâk ile oku târîh-i Safvet‘i

Şeyh idi göçdü Sıdkî Süleymân Efendi âh

(شيخ ايدى كوچدى صدقى سليمان أفندى آه) = (1259)

                   *    *    *

Katre-i rahmet olup târîhinin her noktası

Şeyh Süleymân’ın makâmın eyleye Mevlâ cinân

(شيخ سايمانك مقامن ايليه مولا جنان)

1239/(1824)’da pederinin irtihâline bakılırsa, 1259/(1843) târîhiyle arada yirmi sene fark vardır. Meşîhatları ondört sene olarak kabûl edilirse, pederlerinin irtihâlinden altı sene sonra câ-nişîn-i meşîhat oldukları anlaşılır. Bu altı sene zarfında başka birinin, ya vekâleten veya asâleten icrâ-yı meşîhat etmesi lâzım gelir.

Türbe-i şerîfeye girilince, birinci kabir pederleri Şeyh Mustafa İzzî Efendi’nin, dördüncü kabir kendilerinindir.

"Şeyh Sülün" diye şöhretleri vardır. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

ŞEYH HASAN RIZÂ EFENDİ

Süleymân Sıdkî Efendi-zâde’dir. 1229 senesi Muharreminde (Aralık 1813) Sütlüce’de tevellüd edip, pederlerinin irtihâlinde, birâderleri âti’t-tercüme Şeyh Ahmed Muhtâr Efendi ile bâ-berât müştereken vâlid-i mâcidleri yerine şeyh olmuşlardır.

Hasan Rızâ Efendi, sinnen büyük olduğundan emr-i meşîhatta tasaddur edip, bir kaç sene îfâ-yı meşîhatından sonra kendilerine cezbe-i ilâhîyye tecellî-saz olmakla, dergâhı terk ile Üsküdar’da bir hana uzlet ve yalnız yevm-i mahsûsda dergâha gelip, icrâ-yı âyîn-i tarîkat etmekte iken, bunu dahi terk etmekle, meşîhat, fi’len, birâderleri Şeyh Muhtâr Efendi hazretlerine intikâl etmiş ve müşârünileyh Üsküdar’da münzevî iken 1303/(1886) târîhinde yetmişdört yaşında irtihâl-i dâr-ı bakâ etmekle, dergâha nakil ve cedleri yanında defn olunmuştur. Türbe-i şerîfede ikinci kabir kendilerinindir.

Silsile-i tarîkatları, pederleri ve cedleri vâsıtasıyla Şeyh Abdurrahmân Çelebî’ye muttasıldır. Âlâ-tarîkı’t-teberrük, Mevleviyye ve Şâzeliyye’ye de intisâbları vardır. Murâd Molla şeyhi Muhammed Murâd Efendi’den Mesnevî-i şerîf icâzesi almıştır.

/351/ Fârisî ve Türkî sûfiyâne eş’ârı vardır. Fakat maa't-teessüf çoğu zâyi’ olmuş imiş.

Na’t-ı Şerîf:

Kudümün Hak teâladan atâdır Yâ Rasûla’llâh

Zuhûrun derd-i isyâna devâdır Yâ Rasûla’llâh

Hevâ-yı nefsile müstağrak-ı deryâ-yı isyânım

Elim tut düşmüşüm hâlim hebâdır Yâ Rasûlallâh

Dahîl-i  hândânım bir garîb ü bî-kesim şâhâ

Niyâzım hazretinden  ilticâdır Yâ Rasûlallâh

Melâz u melce-i zahr u penâhımsın dü-âlemde

Nigâh-ı merhamet kılsan revâdır Yâ Rasûlallâh

Rizâî derd-mendin lütf u ihsânın niyâz eyler

Boyun bükmüş kapuda bir gedâdır Yâ Rasûlallâh

eş-ŞEYH İSMÂÎL NECÂ PAŞA

Süleymân Sıdkî Efendi-zâde’dir. Sâhibü’s-seyf ve’l-kalem bir zâttır. Müteaddid muhârebâtta bulunarak, topçu mîrlivâlığına kadar terfî' etmiş bir gâzî-i nâm-dâr ve şeyh-i sâhib-hâldir. 1293/(1876) Rus seferinde Gözlöve Umûm Topçu Kumandanlığı’nda, dîn ü devlete hidemât-ı ber-güzîdede bulunmuştur. Tarîkat-ı aliyyede ikmâl-i sülûk ile pederlerinden hilâfet almışlardır. Dergâhta meşîhatları yoktur.

1234 şehr-i Saferinde (Kasım 1818), Sütlüce Dergâhı’nda tevellüd edip, 1314/(1896) târîhinde seksen yaşında olduğu halde irtihâl-ı dâr-ı naîm eylemiştir. Sütlüce’de Şeyh Yûsuf Sineçâk-ı Mevlevî’nin semt-i kademinde medfûndur.

Türkî, Fârisî eş’ârı vardır:

Mihr-i rûyundan mı tâbım âteş-i dilden midir

Bülbülün feryâdı bilmem hârdan gülden midir

Öyle mest oldum ki geçdim kayd-ı nâm-ı tengden

Nergis-i sâkî mi yâ destindeki mülden midir

Bûstânda şimdi bir hoş-bû muattar eyledi

Gönlümü âyâ ki zülfünden mi sünbülden midir

Boynunu bükmüşsün ey gonca neden mahzûnsun

Izdırâbın yoksa âh u zâr-ı bülbülden midir

Lutf idüp yârın Necâ bir bûse va’d itdi sana

Mucizem incâz-ı va’d lebden mi kâkülden midir

                   *      *      *

أز سر كويش صبا بكذشت امنون باغها

بوى زلف آور د و زد بر برك لاله داغها

                      

غنجه چاك جامه كرد بليل جنان قرياد كرد               

عكس الخانش بكوش من برفت ازراغها

/352/   اى كه عشقا با هماى عاشقان رويد نديد

شادكن باجلوه چون فوت خواهد داغها

                      

كى شكفت ايد زبر قرقنو سر اسلم آمدست            

من چو قوقنس سوختم از عشق توبا كاغها

            قدر قند طوطى شناسد زاهدا خودبين مباش

جيفه بهتر مى نمايد طبع دال و زاغها

                      

چشم دارد كه نحا با همت تحسين را                                  

شد برستان حيال اغاز كرد بر لاغها[49]

eş-ŞEYH el-HAC AHMED MUHTÂR EFENDİ HAZRETLERİ

1236/(1821) senesinde Sütlüce’de tevellüd etmişlerdir. Pederi Şeyh Süleymân Sıdkî Efendi’dir. Feyz ve irfânları ve hilâfetleri pederlerindendir. Fakat, i’tâ-yı hilâfette, pederleri hasta bulunduğundan, sünnet-i meşâyıh üzere alenen icrâ olunamadığından hala-zâdesi bulunan âti’z-zikr Şeyh Atâullâh Efendi’den, meclis-i alenîde ilbâs-ı tâc ü hırka vâki' olmuştur.

Son derece halîm olmakla berâber emr-i dîn ü tarîkatta pek mütemessik ve sünnet-i seniyyeye ittibâ’da kavîyyü’l-himme idi. Herkese bezl-i iltifât eder ve pek mütevâzi' bulunur idi. Ulemâ ve sulehâya muhabbeti pek ziyâde idi. Hücresinde yalnız kaldıkça, dâimâ ezkâr-ı ilâhîyye ile meşgûl olurdu. Hengâm-ı müsâhebette, söylemekten ziyâde dinlemeye meyli gâlip idi. Ale’l-ekser, Kûtü’l-Kulûb ve Risâle-i Kuşeyriyye ve kütüb-i sûfiye mütâlâa ederdi. İmâm Şa’rânî’nin âsârını tetebbua meyli ziyâde idi. “Şeyh Şa’rânî, şeyhim, Letâifü’l-Minen mürşidimdir.” buyururlar imiş.

Merâsimden hoşlanmazlar idi. Dergâhtan, âdet hükmüne girmiş ba'zı merâsimi bile kaldırmıştır. Bir müddet sonra, hıdmet-i meşîhati, mahdûmu Elîf Efendi’ye terk ile, ziyy-i meşâyıhı li-ecli’t-tesettür terk ile, fes üzerine sarık sarmağa başlamıştı. Her işi mahdûmuna havâle etmiş idi. Semâ-hânede, esnâ-yı zikirde, misâfir gibi fakat ale’d-devâm bulunurlar idi.

/353/ Selef-i sûfiyyûn tarzında imrâr-ı hayât ederlerdi. Zarîfâne ve sûfiyâne eş’ârı vardır.

Sene-i hicriyyenin 1319/(1901) senesinde irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Dergâh-ı şerîfte, türbede, eslâfının yanında âsûde-nişîn-i rahmettir.

Haremeyn-i Muhteremeyn’i 1297/(1880) senesinde ziyâret etmişlerdi. Avdetlerinde mahdûmlarını niyâbette ibkâ buyurup, 1319/(1901) senesinde âzim-i gül-şen-sarâ-yı cinân olmuşlardı. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

Bahriye mektûbçusu Hasan Tevfîk Efendi’nin târîhidir:

Kıldı cennetde karâr nûr-ı rûh-ı Şeyh Muhtâr

(قيلدى جنتده قرار نور روح شيخ مختار) = (1319)

(Başka bir) târîh:

الفيا نوسيم بدان سرخ هم

تاريخ رحلت آن بير وحيد

سنين عمر آن محب صدوق

جو در محرمى بغاية رسيد

دخيل شد بينج آل عبا

أثا به الله ثواب الشهيد [50]

Mahdûmları Şeyh Muhammed Elîf Efendi, Tenşîtu’l-Muhibbîn nâm eserinde, Ahmed Muhtâr Efendi’nin tercüme-i hâlini yazmış ve neşr etmiştir.

Eş’ârından numûne:

Âşık-ı dîdâr-ı Hak subh u mesâ giryân olur

Şem’-ı aşka per yakar pervâne-veş püryân olur

Cism ü cânın terk idüp yine ademde nâ-bedîd

Kurtulur ahkâm-ı unsurdan ser-â-pâ cân olur

Hark idüp keştî-i cismin bahr-ı aşka gark ider

Ka’r-ı deryâda muhassal gevher ü mercân olur

Dergeh-i Hak’da irâdet-bahş olup bî-hûd olur

Îd-i vasl-ı yâra İsmâîl gibi kurbân olur

Ger fezâ-yı câna Muhtâr eylesen bir kez sefer

Anda bî-keyf ü kem esrâr-ı Hudâ seyrân olur

                    *    *    *

Usât-ı ümmetinden bir zelîlim Yâ Rasûlâ’llâh

Suda’-ı cürmle gâyet alîlim Yâ rasûla’llâh

Hevâ-yı nefsle ömrüm geçirdim eyledim zâyi’

Recâ-yı afva yüzüm yok hacîlim Yâ Rasûla’llâh

Gider benden bu gaflet zulmetin nûr-ı hidâyetle

Elim al düşmüşüm gâyet alîlim Yâ rasûla’llâh

Bağışla Hazret-i Zehrâ ile sıbteyne Muhtâr’ı

Der-i âl-i abâya ben dah^İlim Yâ rasûla’llâh

                        *     *     *

طورست تجلى حق را محل موقت             

مخصوص شد بذات حضرت كليم

طور محمد است كه نامش عرفان             

تاروز حشر بامت عطاى كريم [51]

Dergâh-ı münîfin dâhilinde, dâiren-mâ-dâr Elîf Efendi hazretleri tarafından, 1303/(1886)’te yazılmış olan medhiyye-i Hz. Pîr, bâlâda kısmen nakl olunmuştu. Son beyiti teberrüken ve tekrâren yazıldı :

Dergâh-ı Muhammed’de Muhtâr’a tavassut kıl

Dermândeye me’vâsın Yâ Hazret-i Sa’deddîn

/354/ ŞEYH MUHAMMED ELÎF EFENDİ

Şeyh Muhtâr Efendi merhûmun necl-i necîbidir. 1266/(1850) târîhinde Sütlüce’de Hasîrî-zâde Dergâh-ı şerîfinde tevellüd etmiştir. Mesnevî-hân-ı şehîr Husameddîn-i Nakşibendî (kuddise sırruhû ) hazretlerinden, Besmele-i şerîfeye bed' etmiştir.

Küçük yaşlarında iken Eyüp’de Defterdâr’da oturduklarından, Şah Sultân Mektebi’nde muallim Hâfız İbrâhîm Efendi’den taallüm-i Kur’ân eylemiştir. Ulûm-ı ibtidâiyye tahsîlinden sonra, ulemâdan Hâdimî-zâde Ahmed Hulûsî Efendi merhûmun halaka-i tedrîsine dâhil olmuş ise de bir müddet sonra, hocasının irtihâline mebnî Şehrî Ahmed Nüzhet Efendi merhûmdan ikmâl-i tederrüsle, ahz-ı icâzete muvaffak olmuştur. Rebîu’l-âhir 1303/(Ocak 1886).

Tarîkat-ı aliyye-i sûfiyyeden, meslek-i Sa’dî üzere pederlerinden yed almış idi. Âdâb-ı ubûdiyyetle teeddübleri; kemâlât-ı sûfiyye ile tezyîn-i zât u sıfât ederek, şeref-i hilâfet ihrâz etmeleri ârif-i zinde-dil Hz. Muhtâr’dandır. Sene 1297/(1880).

Tarîkat-ı aliyye-i Şâzeliyye’de dahi, ibtidâen şeyhleri, müşârünileyhtir. Tarîkat-ı Mevleviyye’yi, Yenikapı Mevlevîhânesi post-nişîni ârif-i bi’llâh Şeyh Osmân Salâhaddîn Dede Efendi hazretlerinden almıştır. Mesnevî-i şerîf dersinde de bulunup, ahz-ı icâzeye muvaffak olmuştu. Cemâziye’l-âhir 1303/(Mart 1886).

1287/(1870) senesinde Şam’dan Şeyh Yûnus b. Ömer es-Sa'lebî eş-Şeybânî nâm zât-ı şerîf İstanbul’u teşrîf buyurmuştu. Bu zât, Hz. Pîr Sa’deddîn’in birâderleri Şeyh Hilâl evlâdından olmakla, dergâh-ı şerîfte misâfir kalmış idi. Elîf Efendi, müşârünileyhin hıdmet-i aliyyelerinde bulunarak rızâ-yı âlîlerini tahsîle muvaffak olmakla, mükâfaten, hilâfet-i Şeybâniyye ile taltîf buyuruldu. İhsân-ı âli’l-âl olarak ilbâs u iksâsı ancak sülâle-i tâhirelerine hâs olan ve o zamâna kadar kimseye verilmemiş bulunan Sikke-i Beyzâ-yı Şeybâniyye, yalnız şahıslarına mahsûs olmak üzere iksâ olundu.

/355/ Sulbî evlâdından mâ-adâ kimseye iksâ olunmaması da şart konuldu ki, bu sırada Muhtâr Efendi henüz pederinden müstahlef değildi.

Ba’dehû, tarîkat-ı aliyye-i Şâzeliyye meşâyihından şu’be-i Medeniyye’nin imâm ve muktedâsı Şeyh Muhammed Zâfir el-Medenî’nin[52] hulefâsından Şeyh İbrâhîm Berâdetü’l-Medenî, İstanbul’a gelip dergâhta misâfir olmakla onlardan ahz-ı tarîkat ü hilâfet eylemiştir.

Bu zevâttan başka, ba'zı erbâb-ı kemâlin dahi, kemâlât-ı mâneviyyesinden müstefîd olmuşlardır. Pederleri Hicâz’a giderken 1297/(1880) senesinde niyâbeten seccâde-nişîn olup, avdetlerinde niyâbette ibkâ olunduğundan 1319/(1901) senesine kadar bu sûretle îfâ-yı hizmet edip, pederlerinin âlem-i cemâle intikâlinde câ-nişîn-i tarîkatları olmuştu. El-ân asaleten neşr-i füyûzât etmektedirler. (Rahîmehu’llâhu teâlâ)

Pederlerinin emriyle 1293/(1876) senesinde dergâhta Mesnevî-i şerîf takrîrine bed’ ile 1325 târîh-i hicrîsinde (1907) bi-lutfi’llâhi teâlâ hatme muvaffak olmuşlar ve tekrâr başlamışlardı. Umûmî ve husûsî takrîr ve tedrîse de devâm ediyorlardı. 1303 Cemâziye’l-evvelinde (Şubat 1886) Şemâil-i Şerîf tedrîsine ibtidâ ve 1306 Şevvâlinde (Hazîran 1889) hatm etmişlerdir. Mahdûmları Şeyh Zâhir ve Sa’dî ve akrabâsından olup Fâtih’te Otlakçı Yokuşu’nda, Âbid Çelebi Zâviye-i Sa’diyyesi şeyhi bulunan Şeyh Salâhaddîn ve Sütlüce imâmı Hâfız Gaybî Efendilere ulûm-ı êliye vü âliye tedrîsi ve ikmâl-i nüsah buyurarak, i’tâ-yı icâzeye muvaffak olmuşlardı. 1325/(1907) târîhinde Meclis-i Meşâyih Riyâseti’ne ta’yîn olundular. Bir müddet sonra infisâl etmişlerdi.

Dergâh-ı âlîlerinde ihtiyâr-ı inzivâ buyurmakta ve ziyâretine şitâbân olan müştâkân-ı ma’rifeti, zülâl-i irfânlarıyla dil-sîr eylemekte idiler. Çarşamba günleri Mesnevî-i şerîf ta’lîm buyuruyorlardı. Ders-i şerîfleri pek yüksekti.

Orta boylu, beyâz sakallı, şehlâ bakışlı, hakîkat görüşlü, beşûş, mültefit, /356/ mehâsin-i ahlâk ile mütehallî, kerâmet-i irfâniyye sâhibi bir zât-ı mükerremdir. Şeref-i ziyâretleriyle müşerref ve iltifât ve teveccühleriyle mülattaf oldum.

Gül-şen-i Sa’dî’de ra’nâ bir gül-i irfândır

Mürşid-i ekrem Cenâb-ı Şeyh Elîf pür-şândır

Vech-i tâbânında her dem rû-nümâdır nûr-ı Hak

Hikmet-âmûz-ı edebdir sâhib-i ihsândır

 Feyz-i Mevlânâ’ya mazhar rehber-i hak-bîndir

Zâtına Kur’ân-ı nâtık dinse pek şâyândır

Kâşif-i esrâr-ı vahdet vâkıf-ı hakka’l-yakîn

Teşne-gân-ı aşka bir mâu’l-hayât-ı cândır

Ahkarı Vassâf ta’zîmât ider ez-cân u dil

Medh u tekrîme sezâdır sâlike bürhândır

Âsâr-ı aliyyeleri:

1. Muhtâru’l-Enbiyâ fı’l-Hurûfi ve’z-Zurûf ve Ba’zu’l-Esmâ. İkiyüz küsûr sahîfelık bir eser-i mühimdir, Türkçe’dir.

2. el-Mebde’. Arabîyyü’l-ibâre,  Îsâgoci şerhi.

3. Semeretü’l-Hads fî Ma’rifeti’n-Nefs. Arapça’dır. Makâle-i Ulviyye şerhidir.

4. ed-Dürrü’l-Mensûr fî Hızâneti Esrâri’n-Nûr nâmında Arapça tefsîr.

5. Risâle-i Ecel, Türkçe’dir.

6. el-Bârikât, Arapça’dır.

7. el-Kelimâti’l-Mücmele fî Şerhi’t-Tuhfeti’l-Mürsele. Şerhtir.

8. en-Nûru’l-Furkân fî Luğati’l-Kur’ân.

9. Mürettep Divân, Arabî, Fârisî, Türkî.

10. Tenşîtu’l-Muhibbîn der-Menâkıb-ı Hoca Hüsâmeddîn, matbû'dur.

Atîdeki gazel, zâde-i tab’-ı ârifâneleridir:

Olalı dil şem’-ı hüsn-i mutlakın dîvânesi

Kûh-sâr-ı aşkın oldu kays-veş dîvânesi

Mest-i sahbâ-yı hum-ı meyhâne-i gayb oldu cân

Şûriş-efzâ-yı cihândır hâlet-i mestânesi

El-hazer ey akl u temyîz ü taayyün el-hazer

Şimdi hüşyârân-ı bezmin olmuşum bî-gânesi

Gül-sitân-ı reng ü bûda hiç olur mu lâne-sâz

Bülbül-i kudsînin elbet lâ-mekândır lânesi

Nâzırân-ı mülk-i ma’nâya bu âlem pestdir

Şâhikân-ı kâf-ı himmet üzredir kâşânesi

Nefs ü tab’ında cihâna meylini ma’zûr gör

Lâ-cerem her yevm ü şûmunda olur vîrânesi

Sâkiyâ sun bir dahi bu câna tâ olsun sabûh

Şimdi geldi yâdıma çünki ezel hum-hânesi

Mest-i medhûş u harâb olsam da âlemde ne gam

Kişver-i ma’nânın oldukça gönül ferzânesi

Bî-ser ü bün sözlerim ma’zûr tutulmaz mı Elîf

Çünkü mestim söyleten belki ezel peymânesi

 /357/   كر رسد دستور يار در هامى سفتحى

            صنعت خود مى نمايم راز وى ننهفتمى

                      

بر دهانم زد كران قفلى از آن مى زدم                    

ور نه من از قصة ها يش كفتيها كفتمى

            از نهال كلشنش چون غنجهء نشكفته يم

بوى كل از من ببوييدى اكر شكفتمى

           

از برون خوابيده مى يندآردم كرچه رقيب                

نيستم خوابيده از مستيست كر مى خفتمى

            كرچه مستم فوتى دارم اليفا هين بيا

            تاكه با جاروب همت خانهء دل رفتمى[53]

                             *    *    *

ما رأيت مثل من أهواه قط،                              

في كمال الحسن من ساواه قط

كل حسن ناشى من حسنه                  

لم ير في الحسن من حاذاه قط

منذ ما أهويته أخفيته،            

ما رآى مثلي من أخفاه قط

التزمت الصمت من وشي العدا              

لم أزل في القلب من ذكراه قط

            كاد أن يقتلني كتم الهوى

لم أكن أبدي كمن أبداه قط

                      

لم أقل سلمى وما قلت سعاد

لست بالجهد لمن آذاه قط.

            كنت في هجر وروحي عنده                  

            ما رحى سري سوا بشراه قط

هام في وادي الهوى القلب ولم

            ينقطع من فكر من يهواه قط

            بعد ما صار أليفا بالهوى،

            لم يعد بعد إلى مثواه قط[54]

Muhtâr Efendi merhûmun haremi ve Elîf Efendi’nin vâlidesi Fâtıma Hanım 1312/(1894) târîhinde irtihâl-ı dâr-ı bakâ eyleyip, dergâh-ı şerîf hazîresinde defn olunmuştur.

Kitâbe-i seng-i mezârı:

“Kudemâ-yı ümerâ-yı Bahriyye’den Tiryâkî-zâde Hasan Paşa kerîmesi ve Sütlüce Degâhı şerîfinde post-nişîn Hasîrî-zâde Şeyh Ahmed Muhtâr Efendi‘nin halîle-i muhteremeleri olup, kırkyedi sene bu makâmda hüsn-i hizmetle altmışiki yaşında rıhlet eden merhûme Fâtıma Bâise Hanım, rahmetu’llâhi aleyhâ, 7 Zi'l-hicce 1312/(2 Haziran 1895).

Elîf Efendi’nin zamân-ı âlîlerinde ihyâen inşâ olunan dergâh-ı şerîfin manzûme-i târîhiyyesi:

Şâhenşeh-i devrânın ihsânı ile dünyâ

Ma’mûr u münevver adliyile pes ü bâlâ

Hiç görmedi emsâlin şems ü kamerin aynı

Sultân Hamîd el-hak hâkân-ı cihân-ârâ

               Çün cedd-i emcedi Hân Mahmûd-ı kerem-kârın*

Âsârını düşmüşken kıldı yeniden ihyâ

/358/        Yâ Rab bu şehinşâhı mansûr u muzaffer kıl

Mes'ûlünü her demde lutfunla buyur i’tâ

 Ser-efser-i şâhân it mülkünde Süleymân it

Tahtında hüküm-rân it oldukça cihân ibkâ

Bir bende-i nâçîzi ihlâs ile dâîsi

Sıdkıyla kapusunda bir çâker-i müstesnâ

Ya’ni seyyid paşa hem nâzır-ı Tophâne*

Tophâne müşîrine olmuşdu vekîl-i câ

Arz eyledi Sultâna bin şerm ü hicâb ile

Bu dergeh-i Sa’dî’nin ta’mîrini istid’â

Lutf eyledi hünkârım is’âf-ı ricâ kıldı

Emr eyledi tecdîdin o şâh-ı kerem-fermâ

Ervâh-ı müzekkâya ihlâsı olup sâbit

Bast itdi yed-i cûdun müstevfîr ü müstevfâ

Sultân Cibâvî’nin mensûbu ile zâten

Bu bendesine tefvîz olmuşdu bu nev-inşâ

İhlâs-ı derûn ile Pîrine idüp hürmet

Bezl eyledi mechûdun kıldı himem-i vâlâ

Olsun hıdemâtında makbûl-ı şehin-şâhî

Tahsîl-i rızâsından günden güne kâr-efzâ

İhsân-ı şehinşâhı şükründe dilim âciz

Hâdim ile bir mısra’-ı târîh ideyim inşâ

Bânî-i dovum Muhtâr Sultân Hamîd oldu

Nev-tekye-i Sa’diyye uşşâka metâf-âsâ

(بانى دوم مختار سلطان حميد اولدى

نو تكيه سعديه عشاق مطاغ آسا)

Bu manzûme-i târîhiyyenin de Muhtâr Efendi merhûmun olduğu anlaşılmıştır. Sultân Muhammed Hân-ı hâmis, merhûm Elîf Efendi ile Osmân Salahaddîn Dede Efendi’nin mazhar-ı feyzi olanlardan olmak hasebiyle Elîf Efendi’ye hukûk-ı kadîme te’sîriyle pek ziyâde hürmet ve muhabbet ederdi. Makâm-ı saltanatı işgâl edince, Dergâh-ı şerîfi ta’mir ve telvîne muvaffak olmuştur. Vâsi', harem ve selâmlık dâireleri vardır. Semâ-hânesi pek müzeyyen olup, hâlen hüsn-i muhâfaza edilmektedir.

Hz. Şeyh, son zamânlarında büsbütün inzivâ-güzîn olup, bir müddet hastalanarak, nihâyet 28 Cemâziye'l-âhir 1345/(6 Ocak 1927) Pazartesi günü Sütlüce’de, ba’de’z-zuhr, terk-i libâs-ı hayât-ı sûriye ederek âlem-i cemâle intikâl eylemiştir, l Recep 1345/(15 Ocak 1926) Çarşamba günü techîz ve tekfîn olunup, meftûn-ı kemâlâtı olanların dûş-ı ihtirâmında civârdaki Mahmûd Ağa Câmi'-i şerîfinde öğle namâzını müteakib bir cemm-i gafîr huzûruyla, dergâh-ı şerîfin câmi'-i mezkûr mezâristânında ihzâr olunan kabre nakl ve defn edilmiştir.

İrtihâli âlem-i tasavvuf için zâyiât-ı azîmedendir. Pek âlim, fâzıl, kâmil bir zât-ı kerîmi’s-sıfât idi. Muharrir-i fakîr, onun son eseri münâsebetiyle, kendisine meclûbiyyetim artmıştı. (Kaddesa’llâhu sırrahû ve nefeanâ’llâhû bi-berekâtihî ve füyûzâtihî)

Arz-ı mahsûs-ı fakîrânemdir:

Merhûm Şeyh Elîf Efendi’nin irtihâline dâir lâyih olan, fakat, ârzû ettiğim gibi olmayan târîhi, nazar-gâh-ı ârifânelerine takdîm eder ve bi'l-vesîle arz-ı ihlâs u ihtirâm eylerim, efendim.

Tâhiru’l-Mevlevî 7 Kânûn-ı sânî 1927

Sütlüce Dergâhı’nın şeyhi Elîf-i ekmelin

Şöyle dursun zâtı hattâ mislini görmez felek

Öyle bir allâme-i irfân yetîmi memleket

 Perverişyâb eylemez sarf itse de bir çok emek

Fazl-ı ilmîsiyle olmuşdu müşârı âlemin

Fazl-ı ahlâkîsinin hayrânı kalmışdı melek

Elli yıllık müddetinde hıdmet-i irşâdının

Zâtına olmuşdu tefhîm-i hakîkat bir dilek

Mesnevî-i Hazret-i Mollâ’yı tedrîs eyleyüp

İştigâli oldu halka Hakk’ı takrîr eylemek

Dergehinde inzivâ itmişdi yıllardan beri

Mâ-sivâ’llâh’dan çekmişdi çokdan el etek

İrcıî’ fermân-ı fevrîsin nihâyet gûş idüp

Kâle Sem’an tâ’aten yâ rabbenâ ve’l-emru lek

Son deminde ehl-i istirşâda izhâr itdiler

Cânı da her şey gibi cânan için virmek gerek

Hak revân-ı pâkini tervîh u takdîs eylesin

Çıksın istikbâline tebşîr-i Allâh u maak

Mısra’-ı menkût ile târîhini Tâhir oku

Gitdi şeyhü’l-ekberi devrin cemâlu’llâh’a dek

 (كيتدى شيخ الأكبر دورك جمال اللهه دك) = (1345)

Manzûme-i âtiye Üsküdâr Mevlevî şeyhi Ahmed Remzî Efendi’nindir:

Sütlüce Dergâhı’nın şeyh-i güzîn-i kâmili

Âlim-i nehr min leben sâkî-i kevser peyrevi

Şîrden sâfî aselden de elezz takrîr ile

Elli yıl öğretdi tefsîr ü hadîs ü Mesnevî

Vâlidi Muhtâr Efendi kim Hasîrî-zâde’dir

Kâle-i irfânı nesceylerken olmuş münzevî

Câ-nişîn itmişdi bu ferzendini kable’l-vefât

Sırrını sınv-ı celîlinde görünce muhtevî

Vâlid-i mâcid gibi zâtında itmişdi zuhûr

Feyz-i Sa’deddîn Cibâvî sırr-ı aşk-ı Mevlevî

Seksene sinni karîb oldukda itdi intikâl

"İrcıî" emrin duyup buldu makâm-ı uhrevî

Geldi bir Gaybî mübeşşir yazdı târîh-i güher

Kurb-ı Hak’da pür-safâdır Şeyh Elîf-i ma’nevî

(قرب حقده بر صفار شيخ أليف معنوى) = (1345)

                        -   -   -

“Huzûr-ı âlî-i vefâ-şiârîlerine,

Ma’rûz-ı kem-terânemdir:

4 Recep 1345/(18 Ocak 1926) târîhiyle, dil-i mecrûha merhem-res olmak üzere irsâline inâyet buyurulan iksîr-i hayât-bahşâ i'tikâd etdiğim mektûb, mektûb değil, berât-ı uhuvvet, vâsıl-ı dest-i fakîrânem oldu. Bize hayât ve tesliyet getirmesi, mûcib-ı şükrân olduğunu îmân-ı yakînî ile tasdîk ve teslîm ettiğim gibi, hakk-ı nâçîzîde ibzâl buyurulan iltifât-ı azîmeye de, ayrıca teşekkür vâcib olduğunu müdrik ve mu’terifım.

İşte bu lutuflarına bile hakkıyla teşekkürden âciz iken, vâlidim, üstâdım, şeyhim hakkındaki, ihtisâs ve i’tikâd-ı âlîleri ve ibrâz buyurulan ve samimî olduğu azhar mine’ş-şems aşikâr olan muhâleset de, vecîbe-i şükrü ed’âf-ı mudâaf kılarak, hakk-ı şükrü, kemâ-hüve hakkuhû, îfâdan fakîrinizi âciz bırakdı. Bilmiyorum, ne diyeyim ve nasıl teşekkür edeyim; mütehayyir oldum kaldım ve bundan dolayı cevâb takdîminde ve emr-i âlîlerini îfâ ve icrâda teahhur ettim. Kusûruma ve aczime bir de kabahat inzimâmetti. Fakat, (با كريمان كارها دشوار نيست)[55] mısra’-ı şerîfinden cür'et alarak, isti’fâ-yı kusûra şitâb ediyorum. Kıyâmında âciz kaldığım hakk-ı şükrîde her hâl ü kârda, Cenâb-ı Hak, muîn ve zahîriniz olsun ve kalb-i safınız, mahall-i nazar-ı Kibriyâ olsun ve reddiyle dergâh-ı mücîbi’s-sâilînden niyâz etmekle îfâya cehd ediyorum.

Tahrîr ve takdîmi emir buyurulan gazeli de mukâbil sahîfeye tesbît ederek arz ve bu vesîleyle ellerinizi öpüp, bakâ-yı teveccühât-ı kerîmânelerini niyâza ictisâr ediyorum. Azîzim, muhterem mîrîm, efendim.11 Recep 1345/(25 Ocak 1926)

el-Fakîr ila’llâhi’l-meliki’l-Kâdir İbrâhîm b. Elîf”

                                                  Hû

Şeh-i iklîm-i hüsn-i mutlakın dîvânesiyim ben

Şarâb-ı bezm-i ins-i akdemin mestânesiyim ben

Bu fânûs-ı fenânın nakş-ı rengârengi bî-ferdir

Bu reng ü bû vü nakşın ser-te-ser bîgânesiyim ben

Beni meftûn iden bir nûr-ı âlem-tâb bî-rengdir

O şem’-ı şu’le-pâş-ı dâimin pervânesiyim ben

Benim sûretde bu nakş u nigârım zîb ü ferrim heb

Anınçündür ki bir şâhinşehin kâşânesiyim ben

Bakup sûret görenler her biri bir zanna düşmüşler

Hümâ-yı evc-i ma’nânın Elîfâ lânesiyim ben

Hazret-i azîzimin müfred bir beyti olup, ceddimin irtihâlinde kendinden hasb-ı hâl olan bu nutuk, bugün de fakîrin nakd-ı hâlim olmakla arz ediyorum:

مرغ دولت بر بريد لانه اش مانده تهى

بعد ازين دلر خواب بينى يا كه روز رستخيز[56]

İnşâ buyurulan târîh-i latîfi birâder-i mükerremimiz Tâhir Bey'in târîhiyle yan yana gelmek üzere mecmûa-i fakîrâneme kayd ettim. Her ikisi de çâkeri mütesellî kıldığı gibi mecmûamı da müzeyyen eyledi mîrim efendim."                                                    

                          -   -   -

"Azîzim, mîrim,

Tebrîk-ı îd-i saîd zımnında irsâline himmet buyurulan ve bir istizâhı ihtivâ eden kerem-nâmeleri bâis-i şevk u sürür oldu. Cenâb-ı Hak, îd-i saîd-i mezbûru hakk-ı âlîlerinde dahi mes'ûd ve müteyemmen ve her gününüzü yevmü’s-sürûr buyursun.

el-Kelimâtü’l-Mücmele’de vâki' olan bir mürettib hatâsı müteaddid kerreler tashîh ve mukâbele edildiği hâlde, hasbe’l-beşeriyye nazardan kaçmış ve bugüne kadar da muttali' olunamamış idi. İstîzâh-ı âlîleri bizi îkâz etti. Kitâba baktık, hakîkaten rabtı imkân hâricine çıkmış, anlaşılmaz bir ibâre olmuş. Müsevvedâta mürâcaat ettik. Münderic olduğu ve tertîb ve tashîh edilmiş bulunduğu halde, formalar sahâifinin tanzîminde üç satır kadar bir ibârenin sâkıt olduğunu gördük. Bu husûsta bizi îkaz buyurduklarından ve kitâbın fâhiş bir saktını ikmâl fırsatını ihzârlarından dolayı azîm teşekkürler ederim. Çünkü, fakîre ve bütün ihvân-ı kirâma, hakîkaten büyük bir hizmet oldu. Cenâb-ı Hak, feyzinizi müzdâd buyursun.

Sâkıt olan ibâre şudur, arz ediyorum:

“Müellifin ifhâm ettiği bu mertebe içün", "mahv-ı vücûd-ı ayni’l-abd" ve "mahv-ı ehli’l-husûs" ta’bîr ediliyor ki, vücûdu ancak, zât-ı Hakk’a isbât ve mâ-sivâdan nefydir ki, zevk u müşâhedeye mukârin olursa tevhîd-i hakîkîdir.” olacak olan ibâre, "müellifin ifhâm olursa" şekline girmiş.

Lütfen, nüsha-ı âlîlerinin bu sûretle tashîh buyurulması ve ahibbâ-yı kirâmları nezdinde başka nüshalar da varsa, onlara da lütfen ihtâr buyurularak, nâil-i ecr ü sevâb olmalarını ve daha bu gibi sakatâta ıttılâ’ buyurulursa, ihbâra himmetleri ricâsıyla takdîm-i tâhiyyât eylerim, mîrîm efendim.

 Zâhir Efendi dâileri de takdîm-i tâhiyyât eder. Sâkıt olan bu ibâreyi inşâallâh bir pusûla üzerine tab’ eddirerek eldeki kitaplara ilsâk ettireceğim.

Aksaray’da, Olanlar, yâhud Oğlanlar Tekkesi’nde meşîhat edip, orada medfûn bulunan sâhib-i Dîvan, Şeyh İbrâhîm Efendi’nin tercüme-i hâline dâir mevsûk bir habere dest-res olunamadı. Müşârünileyhin mahal ve târîh-i velâdeti, aslen nereli olduğu ve pederi kim olduğu, nisbeti kimden olduğu hakkındaki tahkîkât-ı aliyyelerinin tafsîlen iş’ârı mütemennâdır mîrim. 4 Muharrem 1341/(27 Ağustos 1922)

Sütlüce Tekkesi şeyhi ed-Dâî Elîf"

Manzûme-i târîhîye-i âcizânem:

Şeyh Elîf-i pür-kemâlât vâkıf-ı esrâr idi

Ma’den-i aşk u muhabbet âşık-ı dîdâr idi

Rabt-ı kalb itmiş idi o hazret-i cânânıma

Aşkı müşted olduğundan kârı âh u zâr idi

Feyz-i Mevlânâ’ya mazhar ârif-i bi’llâh idi

Mesnevî’den bahs iderken bülbül-i gülzâr idi

Sırr-ı Sa’deddîni hâmil mürşid-i kâmil idi

Mesleği Allâh yolunda vârını îsâr idi

Sohbeti pek âlimâne hâli çok memdûh idi

Vech-i pâki fi’l-hakika ma’kes-i dil-dâr idi

Âlim ü ârif ve kâmil mürşid-i hak-bîn idi

Şüphe itmem dest-gîri Haydar-ı Kerrâr idi

Bunca âsârı şehâdet itmede irfânına

Varis-i ilm-i şerîf seyyidü’l-ebrâr idi

Şeyh-i Ekber dinse lâyıkdır anın evsâfına

Meclis-i pür-enveri bir gülşen-i ezhâr idi

Elli yıl mesned-nişîn-i feyz u irfân oldu o

Peyrev-i şeyh-i kerîmân Hazret-i Muhtâr idi

Nazm u nesr vâdîsinin bir şehsuvârıdır o zât

Mazhar-ı ilm-i ledün bir sâhibü’l-ıkrâr idi

İlm-i vahdetde ferîdü’l-asr idi Hak şâhidim

Dâimâ mestûr idi hem mahrem-i settâr idi

Hazret-i şeyhi görenler bahtiyârdır kâm-kâr

Görmeyenler şübhe itme cümleten ağyâr idi

Mazhar-ı keşf ü kerâmet şeyh-i âlî-şân idi

Çünki her zerre ana bir kıble-i rûh-sâr idi

Bahtiyâr oldu azîze arz-ı îmân eyleyen

Her biri vuslat-serâ-yı aşkda sâhib-yâr idi

Tam binüçyüzkırkbeşe oldu müsâdif rıhleti

Çok zamândır da’vet-i Hakk’a ümîdi var idi

Âkıbet vuslatla şâdân olmağa itdi şitâb

Matmah-ı enzârı zâten âlemi envâr idi

“Bâ füyûz-ı tâmme” tâm târîhdir ol hazrete

Öyle bir hazret ki bi’llâhi ülü’l-ebsâr idi

Hak teâlâ kabrini müstağrak-ı nûr eylesün

Şeyh Elîf'im gül-şen-i aşkda bana bir yâr idi

(با فيوض تامه)

Südlüce Dergâhı şeyhi merhûm Şeyh Elîf Efendi (Cild l, sahîfe 354) Tenşîtü’l-Muhibbîn nâmıyle Hoca Hüsamüddîn Efendi merhûmun tercüme-i halini tab’ ve neşreylemiştir. Pek güzel yazılmış bir eserdir. Mütâlâasını tavsiye ederim. Mezkûr eserden:

حسام الحق والدين شمس الطريقة إمام الدهر في معضلاته الشريعة

            هو الراسخ الجليل في كل شعبة من العلم والعرفان بالاكملية

            هو الشيخ من كل الوجوه في وقته  بديع البيان في علوم الحقيقة

هو العارف المقصود لكل قاصد محب في طلب المعالي الجليلة

            هو الحاذق للمشكلات في حلها بقصد القلب وبالأقوال البديعة

لقد كان بأنفاسه وحمته            تنال المنى في خدمة العلية

فيرجى الآن من روحه عند قبره المنور كل ما قلنا في القصيدة          

لمن زاره بحسن الاعتقاد به كما كان في حياته الدنيوية

(أليف) الضعيف يستمد من روحه            لكل مهم في الصبح والعشية

فقدس الله سره ونعمه وأكرم بنعمائه السرمدية[57]

Mu’tedilü'l-kâme, kavîyyü'l-bünye, re’s-i şerîfleri büyücek, hafîfçe humrete mâil buğday renkli ve ak sakallı, sevimli olmakla berâber mehîb, menkibeyni arası geniş kemiklice olup, vücûdunda semen olmadığı halde nahîf ve nârin de değildi.

Tarîkatleri Seyyid Muhammed Emîn Bursevî hazretlerine nisbet-dâr olup Nakşıbendîdir. Hâssaten rûhâniyyet-i kudsiyye-i Hz. Mevlânâ’dan da müstefîddir. Sikke-i şerîfe-i Mevleviyye iktisâ buyurup üzerine siyâdetleriyle berâber beyâz amâme sararlardı. Bu amâme meşâyıh-ı Mevleviyye’nin sardıkları kafesî destâr şeklinde değil, düz dolama idi. Tenşîtu’l-Muhibbîn’de tafsîl vardır.

/359/ EBU’L-MEFÂHİR ŞEYH YÛSUF ZÂHİR EFENDİ

Şeyh Elîf Efendi’nin mahdûmudur. 1300 senesinin Recebinin ikinci günü (9 Mayıs 1883) Sütlüce’de, Dergâh’ta, kadem-zen-i âlem-i şuhûd olmuştur.

1306/(1888) senesinde pederinden bed'-i Besmele etmiştir. Sütlüce İbtidâî Mektebi’nde okumuştur. Bi'l-âhare pederlerinden ulûm-ı ibtidâiyye ve intihâiyye-i mürettebeyi tederrüsle 1325 senesi şehr-i Şa’bânında (Eylül 1907), dergâh-ı şerîfte, yevm-i âyîn-i tarîkat olan Çarşamba günü, alenen icâzet ahzına muvaffak olmuştur. Birâderi Muhammed Sa’dî Efendi ile iki refîki da berâberdir.

Tarîkât-ı Sa’diyye’ye intisâbı, büyük pederi Ahmed Muhtâr Efendi hazretlerindendir. İrtihâlinde, pederinin dâhil-i dâire-i terbiyet-i ma’nevîyesi, olup, 1320 senesi Muharreminin yirmi birinci günü (2 Mayıs 1902) şeref-i hilâfetle kâm-yâb olmuşlardır. Sene-i mezkûre Rebîu’l-evvelinde (Hazîrân 1902), leyle-i mevlidi’n-nebîde tarîkat-ı Şeybâniyye’den mazhar-ı hilâfet olarak, sikke-i beyzâ-yı Şeybâniyye iksâ buyurulmuştur. Şâzeliyye ve Mevlevîyye’den de hilâfeti vardır. Cümlesi pederindendir.

1326/(1908) senesinde İstanbul’u teşrîf ve Bâyezîd Câmi'-i şerîfinde Buhârî-i şerîf tedrîs eden, Tunus Kâdî-i sâbıkı Şeyh Ebu’l-Fedâ İsmâîl Zebîhî es-Safâyîhî el-Hanefî el-Kâdirî’nin dersine devâm ile, 1329 senesi Cemâziye'l-âhirinde (Hazîrân 1911) ahz-ı icâzet etmiştir. Sahîh-i Müslim ve Muvattâ’dan dahi icâzesi vardır. Rivâyet-i hadîse me'zûn oldular.

Hz. Hâlid Câmi'-i şerîf hatîbi ve Kirpâs Tekkesi şeyhi Hâfız Muhammed Celâleddîn Efendi’den ve Şam ulemâsından Şeyh Abdurrahmân el-Hatîb’den de teksîr-i turuk maksadıyla ilm-i hadîsten icâze almıştır.

Eyüp’te, Sokullu Mehmed Paşa Medresesi’nde Fârisî muallimliğinde bulundu.

Koska’da Şeyh Abdüsselâm-ı Şeybânî hazretlerinin dergâh-ı şerîfi meşîhati inhilal ettikte, meclis-i meşâyıhın talebi üzerine meşîhati der-uhde etmiş ve el-yevm Pazartesi günleri icrâ-yı âyîn-i tarîkat /360/ eylemekte bulunmuştur. Dergâh-ı şerîfin selâmlık ciheti münhedim olup, harem dâiresinde bulunulmaktadır. Şemâil-i Şerîf okuttular ve hatme muvaffak oldular 1339/(1921). Yine hadîs-i şerîf dersine devâm üzeredirler.

Zâhir Efendi, şeyh-zâdeler arasından müteferriddir, zâhirî, bâtinî ilm ü irfânı vardır. Tevâzuu, hüsn-i ahlâkı, aşkı i’tibârıyla büyük bir mevki'-i ma’nevîye sâhib olacaklarına şüphe yoktur. (Tavvela’llâhu omrehû ve eazzehu’llâhu fi’d-dâreyn)

Âsâr-ı Aliyyesi:

1. el-Muktetâf mine’l-Âsâr fî İlmi Usûli’l-Âsâr. Usûl-i hadîse dâirdir.

2. Fethu’l-Habîr fi Tercümeti Hızbi’l-Kebîr. İmâm-ı Şâzelî’nin Hızb'i Tercümesi.

3. el-Kavlü’l-Heşîş fî Tercümeti Salât-ı İbn-i Meşîş,

4. et-Teşevvüf âlâ Menşei’t-Tasavvuf,

5. et-Teşerrüf alâ’t-Taarruf,

6. Tercüme-i Risâle-i Reslâniyye,

7. el-Basâis fî Şerhi’l-Hasâis. Hadîsten,

8. İfâde. Meşiyyet-i ilâhiyye ve irâde-i sübhâniyye hakkında tahkîkatı hâvîdir.

Peyâm gazetesinde Rızâ Tevfîk Bey’in cehlen yazdığı bir makâle-i tasavvufiyye üzerine ızhâr-ı hakîkat maksadıyla neşr ettikleri bir makâle Zâhir Efendi’nin ne mertebe kudret-i ilmiyyeye malik olduğunu gösterir, aynen derc olundu:

“Sûfiye ile ulemâ-ı rüsûm beyninde, ihtilâf sûfiyyenin i’tirâzıyla değil, ulemâ-yı İslâm’ın, sûfiyyenin beyânâtını tamâmen fehm ü idrâk edememelerinden münbaistir ve nizâ-ı lafzîdir.

Ulemâ-yı rüsûmun verdikleri hüküm bi’n-netîce sûfıyyeyi tasdîkten başka bir şey değildir. Felâsife-i garb ile sûfiyyenin ittîfâkı da felâsife-i garbın ilâhiyyâtı, Şeyhü’l-Ekber hazretlerinin Fütûhât-ı Mekkîyye’siyle âsâr-ı sâiresinden ve İbn-i Fârız hazretlerinin âsârından bi’l-ihtiyâr ahz ettiklerinden gâyet tabiî olmakla berâber, hakîkatta iftirâktan başka bir şey olamaz. /361/ Zîrâ sûfiyye-i kirâmın akvâli netîcesinde, “vahdet-i vücûd” tahakkuk eder.

Garblıların akvâli netîcesinde, “vahdet-i mevcûd” rû-nümûn olur. Bir kısım urefâ-yı muvahhidîn, “vücûd” ile “mevcûd”un beynini tefrîk etmişlerdir. Vücûd, vücûd-ı vâcib, zât-ı bahs-i Hak’tır; mevcûd, mümkinü’l-vücûddur, ya'nî muhdesâttır.

Vücûd, kelimesinde ma’nâ-yı masdar ve şekl-i resme, hadd-i melhûz ve mutasavvar değildir. Vücûd, masdar değil, “var” ma’nâsına, isimdir. “Mahz-ı var”dır. Varlık ve zerrât olmak ma’nâsına değildir. Nitekim, meşâyıh-ı sûfiyye müttefikan eserlerinde (اعلم أن الوجود حق)[58] diyorlar. Kezâlik, mevcûd kelimesinde de, ma'nâ-yı masdar melhûz değldir. Vücûd, vâcibü’l-vücûddur. Mahz-ı var (mevcûd) mümkin’l-vücûddur ki, vücûd-ı izâfiyle var olandır. Binâenaleyh, bu ikisinin vahdeti mümkün olamaz. Ancak ayrı ayrı vahdetleri câiz olabilir. Biri de vücûd-ı Hakk’ın, mevcûdâtta indimâcı ve Hulûliyye tâifesi bahsidir ki, sûfiyye-i kirâmın bu bâbda indimâc ta’bîr ettiklerini hâtırlayamıyorum.

İndimâc ta’bîri tabîîdir ki, hulûl ma’nâsını tazammun eder. Bu ise sûfiyye için pek hicâb-âver bir şey olur. Çünkü indimâc, tasavvur ettiğiniz vakitte, vücûd-ı Hak, vücûd-ı halk ile kâim olduğu gibi bir ma'nâ anlaşılır ki, bâtıldır. Belki vücûd-ı halk, vücûd-ı Hak ile kâimdir. Ya'nî Hak, halkta değil, halk Hak’tadır.

Bir de, “keşfü’l-mahcûb” ıstılahı, şâyân-ı tavzîhtir. Şöyle ki, vücûd-ı mutlak, ya'nî Hak teâlâ mahcûb olamaz. İbn-i Atâu’llâh-ı İskenderî, Hikeminde, (كيف يحجبه شيء وهو الظاهر في كل شيء؟)[59] ve (كيف يتصور أن يحجبه شيء؟)[60] buyuruyorlar. Filvâki', hadîs-i şerîfte, nûr u zulmetten bin hicâb vârid olmuştur. Fakat bu hîcâblar halka, abde müteveccihtir. Ya'nî mahcûb olan Hak değil, Hakk’ı görmekten mahcûb olduğu cihetle abd’dir. Binâen aleyh, “keşfü’l-mahcûb” ta’bîri galattır.

/362/ “Keşfü’l-hucub”, denilirse,  isâbet olurki, abd’in muhtecib olduğu hay demektir. Bu da abd’in keşfiyle değil, Hakk’ın tecellî ve zuhûruyla hâsıl olur." İntehâ kelâmuhû.

                            -   -   -

Cenâb-ı Şeyh Zâhir zühre-i ilm-i tarîkatdır

Vücûdu âlem-i irfâna Hak’dan lutf u ni’metdir

Misâli hüsn-i Yûsuf revnak-efzâ-yı mürîdândır

Edebde ma’rifetde sâhib-i feyz ü mürüvvetdir

Rumûz-ı alleme’l-esmâ’yı ârif olduğu zâhir

Sözü hep mağz-ı Kur’ân bütün âmâli hikmetdir

Anın dersinde gel birgün bulun ey âşık-ı sâdık

O dem tasdîk ider dersin sözün ayn-ı hakîkatdır

Hudâ-yı lem-yezel kılsun muammer hem dahi mes’ûd

Duâ-hân oldu Vassâf’ı taleb-kâr-ı saâdetdir

Şeyh Abdüsselâm-ı Şeybânî’ye nisbetleri, âsitâne-i Sa’diyye meşâyihi arasında isimleri geçen Şeyh Mustafa b. Şeyh Hasan Efendi vâsıtasıyla olduğunu kendileri tahrîren beyân buyurmuşlardır.

Dâru’ş-Şafaka-ı İslâmiyye’de muallimliği olduğu gibi, Üsküdar’da Selîm Ağa Kütüphânesi müdüriyyetine ve 10 Ağustos 1927 târîhinde Süleymâniye Kütüphânesi müdüriyetine ta’yîn olunmuştur.

/363/KADEM TEKKESİ MÜESSİSİ ŞEYH MUHAMMED ZİYÂD HAZRETLERİ

Kibâr-ı meşâyıh-ı Sa’diyye ve sülâle-i Sa’diyye-i Şa’bâniyye’den olup, İstanbul’da Etyemez nâm mahalde Kadem Dergâhı şeyhidir. Sultân Ahmed Hân-ı sâlisin, sûr-ı hümâyûnu münâsebetiyle vâki' olan da'veti üzerine İstanbul’a gelen ve 342. sahîfede tercüme-i hâlinden bahs olunan Şeyh Ebû’l-Vefâ İbrâhîm es-Sa’dî eş-Şeybânî halîfesidir. Şeyh Ebu’l-Vefâ, o zamân Ayasofya’da müezzin mahfilinin yakınındaki maksûrede, mukâbele-i şerîfe icrâ etmiş bulunduğundan bu hâtıraya mebnî oradaki direğe, Hz. Pîr’in ism-i şerîfi ta’lîk olunmuş ve el’ân âvîhte-i mevkî-i ihtirâm bulunmuştur.

Kadem Dergâhı şeyhi Hâfız Abdullatîf Salâhaddîn Efendi nezdinde mahfûz silsile-nâmeyi tedkîk ettim, Muhammed Ziyâd hazretlerinindir ve vesâik-i târîhiyye-i Sa’diyye’dendir:

“Şeyh Muhammed Ziyâd, Şeyh Ebu’l-Vefâ İbrâhîm b. Şeyh Yûsuf es-Sa’dî, Şeyh Abdulbâkî b. Şeyh Ahmed b. Şeyh Ebûbekir b. Şeyh Bedreddîn b. Şeyh Hasan el-Cibâvî b. Şeyh Muhammed b. Şeyh Sa’îd b. Şeyh Ebûbekir b. Şeyh İbrâhîm b. Şeyh Muhammed b. Şeyh Ali el-Ekhal b. Hz. Pîr Sa’deddîn el-Cibâvî eş-Şeybânî (kudduse sırrûhu’r- Rabbanî).”

Hâlen, sülâle-i Sa’diyye, bu zât-ı şerîf (Şeyh Bedreddîn b. Şeyh Hasan el-Cibâvî)’in kızının oğullarından teselsül etmekte olduğunu, mûmâileyh Şeyh Salâhaddîn Efendi söylemiştir.

Şeyh Yûsuf es-Sa’dî’nin icâzet-nâmesi târîhi 1164/(175l)’tür. İcâzet-nâme’nin bâlâsında, Ebu’l-Vefâ hazretlerinin tahşiyeleri vardır ki, şöyledir:

“Ve ene’l-fakîr ila’llâh, İbrâhîm b. eş-Şeyh Yûsuf es-Sa’dî el-Cibâvî, hâdimü’l-fukarâi’s-Sa’diyye fî Mahrûseti Dimeşk el-Mahmiyye.”

Şeyh Muhammed Ziyâd Şâm-ı şerîf civârında Kadem karyesindeki, Kadem-i Şerîf’in ced-be-ced nigehbânıdır. Pederi Ahmed-i Attâr, onun pederi Hümât’tır. Sultân Abdulhamîd Hân-ı evvel zamânında ârzû-yı şâhâne üzerine, Kadem-i Saâdet’i oradan başına alarak, mâşiyen İstanbul’a kadar bu sûretle getirmiştir.

/364/ Kadem-i Saâdet, el-yevm, Abdulhamîd-i evvelin türbesinde mahfûz mahfaza-ı tekrîm olup, kandil ve arefe gibi eyyâm-ı mubârekede Kadem dergâhı şeyhi olan zât tarafından güşâd ve ziyâret ettirilmek şart-ı vâkıf îcâbındandır. El-hâletü hâzihî, ziyâret olunur. Muhammed Ziyâd hazretleri burada mazhar-ı hürmet oldu. O zamân Sadrazam bulunan Halîl Hamîd Paşa, Hz. Şeyh’e çok muhabbet gösterenlerdendir. Kadem Tekkesi’nin olduğu mahal, Kapıcıbaşı Konağı imiş. Mülk olduğundan Halîl Hamîd Paşa, burasını istimlâk ve vakf etmiş. 1190/(1776) târîhlerinde dergâhı inşâya muvaffak olup, Hz. Şeyh’i burada irşâd-ı nâs için alıkoymuş ve dergâhı kendisine teslîm eylemiştir.

Perşembe günleri, Bâb-ı Âlî o zamân ta’til edilir imiş. Bu sebeble sadrazam ve vükelâ dergâha gelirler ve icrâ olunan âyîn-i tarîk-ı Sa’dî’yi temâşâ ederler, münşerihu’l-bâl olurlarmış. Bi'l-âhare Salı gününe tahvîl edilmiş, sebebi ise, Etyemez Dergâhı da Perşembe günü güşâd olunduğundan iki dergâhın yevm-i âyîni bir güne tesâdüf etmemesine riâyet olunmuştur.

Halîl Hamîd Paşa, şeyhe bir câriye hediye ettiğinden, bunun istifrâşından Abdullatîf Efendi ile bir kerîmeleri dünyâya gelmiştir,

Muhammed Ziyâd, Şam’da da müteehhil idi. Şeyh Ahmed, Şeyh Abdurrahmân, Şeyh Muhammed isminde üç evlâdı vardı.

1205/(1791) târîhine kadar irşâd-ı nâs ile meşgûl olup, terk-i âlem-i nâsût eyledikte, dergâh-ı şerîf hazîresine defn edildi. Türbelerinin üzeri açık ve hâlen ma’mûrdur. Kitâbe-i seng-i mezârıı ber-vech-i âtîdir:

“Kadem-i Şerîf’i Şam’dan Âsitâne-i aliyyeye nakl hizmetiyle şeref-yâb olan sülâle-i Sa’diyye’den, kutbu’l-ârifîn ve gavsu’l-vâsılîn merhûm ve mağfûrun leh eş-Şeyh el-Hâc es-Seyyid Muhammed Ziyâd hazretlerinin, rûh-ı pür-fütûhlarına rızâen li’llâhi teâlâ, el-Fâtiha, 1205/(1791).”

/365/ Kadem Tekkesi’nde Post-nişîn Olan Zevât:

Bu dergâhta, zamânımıza kadar post-nişîn olan zevât-ı kirâm:

- Şeyh Ahmed Efendi b. Muhammed Ziyâd,

- Şeyh Muhammed Efendi b. Muhammed Ziyâd,

- Şeyh Muhyiddîn Efendi b. Muhammed Efendi,

- Şeyh Abdüllatîf Efendi b. Muhammed Ziyâd,

- Şeyh Ahmed Âgâh Efendi b. Abdüllâtif,

- Şeyh İsmâîl Bedreddîn Efendi b. Ahmed Agâh,

- Şeyh Hâfız Abdüllatîf Salâhaddîn Efendi b. Ahmed Âgâh. Post-nişîn hâlen.

Mûmâileyhimden Şeyh Ahmed Efendi, 1205/(1791)’te pederinin makâmına geçmiş, bir müddet sonra Hicâz’a gitmiş, orada irtihâl-i dâr-ı bakâ eylemiştir. Hicâz’a giderken birâderi, Şeyh Abdurrahmân Efendi, Bursa’ya gitmiş idi. Mevlevî Tekkesi’nde çileye girmiş; birâderinin Hicâz’da vefâtı üzerine, ekber-i evlâd olması i’tibâriyle meşîhate da’vet olunmuş; “Ben bir tekke için çilemi bozamam.” deyip gelmemiş, orada vefât etmiştir. Mevlevî-hânenin kapısı karşısında medfûndur.

“Kadem şeyhi ayak basdı bakâya” (قدم شيخي آياق بصدى بقايه) târîhidir.

Bunun üzerine birâderi Şeyh Muhammed Efendi câ-nişîn olup, 1261 senesi, Cemâziye'l-evvelinin sekizinde (15 Mayıs 1845) irtihâl eylediğinden, pederinin yanında defîn-i hâk-i gufrândır. Harem-i âlîleri Hatice Molla Hâtûn, yanında medfûndur. (1221/1806)

Muhammed Efendi’nin irtihâlinde meşîhat Muhammed Ziyâd hazretlerinin, burada tevellüd eyleyen Abdüllâtif Efendi’ye teveccüh etmek lâzım gelirken, Muhammed Efendi’nin, vükelâ ve vüzerâdan çok muhibbi olduğu cihetle, onların nüfûzuyla, oğlu Muhyiddîn Efendi’ye tevcîh olunmuş; bu da, üç sene kadar icrâ-yı meşîhatle, 3 Rebîu’l-evvel 1263 (19 Şubat 1847) târîhinde irtihâl eylemiştir.

Meşîhat, münâsafeten, Abdüllatîf Efendi’ye ve Muhyiddîn Efendi-zâde Muhammed ve Ali nâm sabîlere tevcîh olunmuş idi. Abdüllatîf Efendi, 1267/(1851) senesinde irtihâl edince, meşîhatin nısfı, mahdûmu Ahmed Agâh Efendi’ye ve nısf-ı dîgeri çocuklarda kalıp, çocukların, ..........[61]

/366/ 1282/(1865) senesinde Ahmed Âgâh Efendi, meşîhate tamâmen sâhib-i muvakkat olmuştur. Ziyâret-i Haremeyn nasîb olmuş idi.

Abdüllatîf Efendi’nin hilâfeti, Fındık-zâde şeyhi Osmân Efendi’dendir. el-Hâc Ahmed Âgâh Efendi’nin hilâfetleri, Sütlüce’de Şeyh, Ahmed Muhtâr Efendi’dendir. Sinleri yetmişüçtür. İrtihâlleri 1313 senesi Rebîul-âhirine (Eylül 1895); velâdetleri 1239/(1824) târîhine müsâdiftir. Harem-i âlîleri, Hatice Hanım, yetmişiki sene muammer olup, 1312/(1894) senesi Rebîu'l-evvelinde irtihâl etmiştir. Cümlesi dergâh-ı şerîf hazîrezinde medfûndur.

Hulefâsı, İsmâîl Bedreddîn, Salâhaddîn, Ahmed Cânib ve Ankaralı Nûreddîn Efendilerdir.

Şeyh İsmâîl Bedreddîn Efendi, 1313/(1895) senesinde pederinin makâmına geçmiştir. Velâdeti 1269 senesi 9 Zi'l-hicce’dir (13 Eylül 1853).

“O gül-rû bir gün ol îd-i adhâyı haber virdi.” (او كلرو بر كون اول عيد أضحى بي خبر ويردى) târîh-i velâdetidir. Yirmi seneye karîb meşîhati vardır. 18 Şevvâl 1332/(9 Eylül 1914) târîhinde irtihâl etmiştir. Şeyh Muhammed Efendi isminde bir halîfesi vardır.

Şeyh Hâfız Abdüllatîf Salâhaddîn Efendi, birâderinin makâmına geçmiştir. Velâdeti 1276/(1859) senesine müsâdiftir. Seccâde-i meşîhate 1332/(1914)’de kâid olmuştur. Hâlen ber-hayât olup, Şeyh Hâlid ve Hakkı Efendiler halîfeleridir. Müddet-i medîde, hıdmet-i rusûmiyyede bulunup, tekâüd olmakla el-yevm, tarîkında edîb-i müstakîm bir rehber-i hak-bîndir.

Kendisiyle hem-sohbet olduğumda, icâzet-nâme bahsine söz intikâl edince, “Evvelleri, meşâyıh icâzet-nâme ile defn olunmaz imiş. Fakat, bi'l-ahare, başka ellere geçen icâzet-nâmeler sû-ı isti’mâle ma'rûz kaldığından, bundan yüz sene kadar mukaddem, meşâyıh toplanmışlar, sû-ı isti’mâlin önüne geçmek emeliyle, sâhibleriyle maan defn edilmesine karar vermişler. O zamândan beri âdet olmuş.” dediler.

Sa’dî icâzet-nâmeleri hakkında müdâvele-i efkâr ettim:

/367/Ba'zı icâzet-nâmelerde Hz. Pîr’in doğrudan doğruya büyük pederleri Yûnus eş-Şeybânî hazretlerinden ahz-ı feyz ettikleri gösterilmiş. Hâlbuki, ba'zı icâzet-nâmelerde, Yûnus-ı Şeybânî, sonra mahdûmu Mezîd eş-Şeybânî, onun halîfesi Şeyh Abdullâh-ı Şeybânî, ba’dehû Hz. Pîr efendimiz mezkûrdur. Bu bâbda ma'lûmatınız nedir?” dedim.

Evet, ihtilâflıdır. Bu sebeble icâzet-nâmelerde mutâbakat görülemiyor.” cevâbını verdiler.

El-yevm, ne kadar Sa’dî dergâhı vardır?” diye sordum.

Hesâb ettik, otuzüç Sa’dî dergâhı vardır.” dediler.

ŞEYH MUHYİDDÎN EFENDİ

eş-Şeyh es-Seyyid Hâfız Muhyiddîn eş-Şevkî Efendi, ulemâdan müftü Mustafa Efendi-zâde’dir. Ailesi, “Tophâne-zâdeler” diye anılırmış; vâlide cihetinden sahîhu’n-nesebdir. Peder cihetinden de, “emîr” olduklarına dâir tomâr vardır ve İzmir’de olan dîger mahdûmlarının yedindedir. Bidâyet zamânlarında, tarîkat aleyhinde bulunurlarmış. Fakat, Teselya Yenişehri’ne müftü ta’yîn olununca, ba'zı rüfekâsı dergâhlara gitmeğe teşvîk etmişler.

İlk def'a olarak Yenişehir’de, Hz. Abdulkâdir evlâdından Hz. Hamavî’nin dergâhına gitmişler. Dergâhın şeyhi, Sa’diyye’den Seyyid Yahyâ Efendi imiş. Ehl-i hâl bir zât olduğundan, Hâfız Muhyiddîn Efendi’deki isti’dâdı keşf ederek kendine cezb etmiştir. Arada, tahassul eden muhabbet te’sîriyle, Yahyâ Efendi’ye intisâb eylemiş. Az zamân sonra müstahlef olmuştur. Şeyhinin emriyle, emvâlini satarak Yenişehir’e gidip, büyük bir dergâh ihyâ edip, vakf eylemiş. Pek çok seneler irşâd ile meşgûl olup, 1265/(1849) senesinde, bir gün bendegânına irtihâlini haber verip, tevhîd-hânede, esnâ-yı zikirde, cânını cânana teslîm ile, “Hû” diyerek tekmîl-i enfâs-ı ma’dûde-i hayât etmiştir.

İki mahdûmuyla, dört kerîmesi olup, büyük mahdûmu, (babasının) târîh-i vefâtını şu sûretle söylemiştir:

Kutb-ı Sa’dî Şeyh Hâfız azm-i ukbâ eyledi

Yandı firkat nârına evlâd-ı cümle dervişân

Eyleye Mevlâ nişîmen-gâhını dârü’s-selâm

Çünki Hû zikrinde Hakk’a eyledi teslîm-i cân

Eyledi bir bir vaşıyyet âl ü dervîşânına

Vakt-i fevtin bildirüp virdi kerâmetden nişân

Ondokuz yıl sonra târîh söylemek oldu nasîb

Ola rûh-ı pâki yâ Rab Cennet içre şâdmân

Vehbî hûnâbın döküp târîh-i cevher söyledi

Şeyh Muhyiddîn idüp nakl-ı vücûd oldu nihân

(شيخ محي الدين ايدوب نقل وجود اولدى نِهان) = (1265)

eş-ŞEYH HACI MUHAMMED VEHBİ EFENDİ

Şeyh Muhyiddîn Efendi’nin mahdûmudur. 1253/(1837) senesinde dünyâya gelmiş ve pederinden küçük kaldığından dolayı vekâletine Şeyh Halîm Efendi ta’yîn edilmiştir. Tahsîl-i ibtidâî ve rüşdîyi ikmâlden sonra, Yenişehir’de Hoca Muhammed Efendi’den icâzet almıştır. Bir taraftan husûsi muallimlerden irfân ve fazîletini tezyînde ihtimâm edip, Mesnevî ve târîh tetebbuuna da hâhiş-ker olmuştu. 1296/(1879)’da Haremeyn-i muhteremeyni, ba’dehû Şam’da Hz. Sa’deddîn'i ve Bagdâd ve Kerbelâ’yı ziyâret ile İstanbul’a gelerek Abdusselâm şeyhi Kovacı-zâde Gâlib Efendi’den hilâfet almıştır. 1278/(1861)’de Şeyh Yeksan Efendi kerîmesiyle teehhül etmiş: 1279/(1862)’de Mustafa Şevki Azîz, 1283/(1866)‘te Sa’diye Hanım, 1285/(1868)’te Ferîd Efendi dünyâya gelmiştir

1281/(1864)’de pederinin ihyâ-kerdesi olan dergâha, dört oda bir medrese ilâve ve müderrisliğini der-uhde ederek, rizâen li’llâh, neşr-i ulûm eylemiştir. 1288/(1871)’de Şeyhu’l-İslâm Sâhib Molla Bey’le İstanbul’a gelerek Sultân Hamîd-i sânînin mazhar-ı iltifâtı olmuş ve Sultân Reşâd’a, şehzâdeliğinde, Fârisî okutmuştur. Bir müddet sonra Reşâd Efendi ile olan bu alâka Pâdişâha hoş görünmediğinden, İzmir pâyesi tevcîh edilerek tekrâr Yenişehir’e gönderilmiştir. 1297/(1880)’de burayı Yunan işgâl edince pederinin enkâzını alarak İzmir’e götürmüş ve İzmir’de ikâmet eylediği bir sene zarfında, müteaddid câmi'lerde Mesnevî-i şerîf okutmuştur. İzmir’de ve daha sonra ikâmet ettiği Bursa ve Manisa’da okuttuğu Mesnevî fevka'l-âde takdîre mazhar olmuş ve halkın pek büyük zannına sâhib olarak, ikibinden fazla mürîd yetiştirmişlerdir, İstanbul, Manisa, İzmir, Bursa arasında müteaddid seyâhatları olup, 1302/ (1885) târîhinde İzmir’de irtihâl edip, vasiyeti mûcibince Seyyid Mükerremüddîn Dergâhı hazîresine defn olunmuştur.

Hulefâsı:

Şeyh Âbidîn Efendi, Şeyh Cemâl Efendi, Abdüsselâm Şeyhî Yahyâ Efendi, birâderi Şeyh Sıdkı Efendi, Tekfurdağ (Tekirdağ)lı Hâfız Efendi, büyük mahdûmu Azîz Efendi.

Âsârı:

Âsârı çok imiş, fakat elde ma’lûm olan bir Tarîkat-nâme’siyle, matbû' bir Dîvân’ı vardır.

(Vehbi Efendi’nin), Şeyh Abdüsselâm-ı Şeybânî’ye, yüzyirmi sene sonra söylediği târîh:

Azm-i gül-zâr-ı cinân itdi zamânın ekmeli

Pîr-i sânî kutb-ı âlem reh-nümâ-yı hâss u âm

Çâr-aktâb geldi ikmâl itdi Vehbî târîhi

Eyledi rıhlet bakâya elvedâ’ Abdüsselâm

(ايلدى رحلت بقايه، الوداع عبد السلام)

Hz. Pîr’e medhiyyesi:

Derinde bir gedâ-yı bî-nevâyım Pîr Sa’deddîn

Nazar kıl ârzû-mend-i bakâyım Pîr Sa’deddîn

Beni bu sûziş-i gamda bırakma dest-gîrim ol

Bu dem imdâd u ihsâna revâyım Pîr Sa’deddîn

Vücûdum kûy-ı aşkında türâb-ı râhdır ancak

Nişîn-i kûh-ı sahrâ-yı cibâyım Pîr Sa’dedîn

Becâyım her cihet ikrâmına çün ilticâ’ itdim

Beşâret vir ki ihsâna sezâyım Pîr Sa’deddîn

Mezellet hâkine düşmüş senin bir abd-i mahzındır

Muallâ dergehinde bir gedâyım Pîr Sa’deddîn

Eyâ kân-ı kerâmet mahzen-i esrâr-ı rabbânî

Sana cândan mürîd-i muktedâyım Pîr Sa’deddîn

Dehâlet eyledi Vehbî senin dergâhına el-hak

Himâyet eyle muhtâc-ı atâyım Pîr Sa’deddîn

 

Şeyhi Gâlib Efendi’ye hâl-i hayâtlarında iken yazdıkları medhiyyedir:

Tarîkat sâlikin irşâd iden şeyhim efendimdir

Dilâ bî-şek seni üstâd iden şeyhim efendimdir

Kovacı-zâdelikle şöhreti vardır Stanbul’da

Bu gün sâliklere imdâd iden şeyhim efendimdir

Mübârek nâmı Seyyid Şeyh Gâlib söylenür meşhûr

Tarîk-ı Hak’da hak feryâd iden şeyhim efendimdir

Nevâzişler ider dervîşlerini hoş suhanlarla

Şikeste-dilleri dilşâd iden şeyhim efendimdir

Sana Vehbî ad itdi tesmiye isme müsemmâ ol

Çerâğ-ı cezbeyi îkâd iden şeyhim efendimdir

                   *    *   *

Bezmi teşrîf eyledi yârim bu şeb

Tard u teb’îd eyledi ağyârı heb

Lebleri mercân nigâhı cân-fezâ

Kendimi itdim o yâre münteseb

Hüsnüne nâzır olan hayrânı olur

Leşker-i hûbân içinde müntehab

Çeşm-i câdûsu dem-â-dem sihr idüp

Âlemi üftâdesi itdi aceb

Yârı râzî eylemiş Vehbî bu dem

Bezm-i hâssında musâhib leb-be-leb

Beher beytin evvel harfleri cem’ olunmakla, ism-i Mustafa çıkmak üzere tanzîm olunmuştur:

Mâh-ı rûyundan münevver oldu uşşâk ey perî

Şems-veş çün burc-ı kûyundan tulû’ itdin berî

Safvet îrâd eyledi üftâdeye vechin senin

Serv-âsâ pek sehîdir kâmetin ey gevherî

Tıfl iken sen reşk idüp akrânın itmezdi ümîd

Dâm-ı zülf ü hatt u hâlin sayd ide bin bin eri

Fâiku’l-akrân odur hem mülk-i hüsne şâh odur

Yûsuf-ı evvel odur hem mihr-i hûbu mazharı

Yok mecâli kimsenin hayretden özge dem ura

Ey gönül gel kıl nazar cümle cihân fermân-beri

Ârifâne vasfın eyler dil-berâ Vehbî senin

Çünkü ismin Mustafâ’dır başına gey efseri

 

بشنواى جانان زمن شرح صفاى آفتاب

            روز روشن چون شود در وى ضياى آفتاب              

طور دنيا تو أمست خالق جنين ايجاد كرد

            در شبان ظلمت بروز أيدى روشناى آفتاب

            أز جى حكمت كشته كر برسى جنان كويم ترا

بشنو أضداد است اشيا مه براى آفتاب                  

در شبان كوش تا براى بير وصاحب دلان

            روز روزى كسب كن با صد جفاى آفتاب

            وهلبا حالات خورشيد كشت معلوم بس خموش،

            من ………….  كنون قدر وبهاى آفتاب[62]

ŞEYH SIDKI EFENDİ

Hâfız Muhyiddîn Efendi’nin küçük mahdûmudur. Büyük birâderi Şeyh Muhammed Efendi’den hilâfet almıştır. Muhâsebe Kâtibliği’nde, Gümrük Me’mûrluğu’nda bulunmak üzere İşkodra, Manastır (ve) İzmir’de kırk sene kadar dolaşmış, Manastır’da bulunduğu sırada Muhammed Nûru’l-Arabî hazretlerinden icâzet-nâme almıştır. 1337 senesi Muharreminin birinci (7 Ekim 1918) günü vefât ederek, vasiyeti mûcibince, büyük birâderinin kabrine defn edilmiştir. Müttakî, musallî ve ahlâk-ı hamîde sâhibi bir zât idi.

ŞEYH AZÎZ EFENDİ

Şeyh Vehbi Efendi’nin mahdûmudur. 1279/(1862)’da dünyâya gelmiştir. Pederinden hilâfet aldıktan sonra, İzmir Akhisâr’ında, bir dergâh ihyâ ederek, orada pek çok seneler meşîhatte bulunmuştur. 1329/(1911) senesinde vefât edince, vasiyeti mûcibince orada kabristâna defn edildi. Yukarıda ismi geçen Hâfız Muhyiddîn Efendi, bu zâtın dergâhında medfûndur. (Kaddesa’llâhu esrârahum)

ŞEYH FERÎD EFENDİ

Şeyh Vehbi Efendi’nin küçük mahdûmudur. 1283/(1866) senesinde tevellüd etmiştir. Onyedi yaşında iken, Yenişehir’den çıkmıştır. Tahsîl-i ibtidâîsi Yenişehir’dedir. İzmir’de iken Yozgatlı Mustafa Efendi’den ulûm-ı Arabîyye tahsîl eyledi.

1301/(1884)’de İstanbul’a gelerek, Dâru’l-Hadîs Medresesi’nde ikâmetle, Ödemişli müsteşâr-ı meşîhat-ı İslâmiyye Mustafa Efendi’den icâzet almıştır. Ba’dehû, uzun müddet, tasavvuf ve Mesnevî ile iştigâl eyledi. 1313/(1895)’de, pederinin halîfesi olan Yahyâ Efendi’de bir takım hâlât-ı garîbe müşâhede ettiğinden, Selânik’te pederinin dîger bir halîfesi olan zâttan hilâfet almak üzere, Selânik’e azîmet etmiş, fakat, hilâfet cem'iyyeti icrâ edileceği gece, Yahyâ Efendi de Selânik’e menfî olarak geldiğinden cem'iyyetten haber-dâr olunca, orada bulunmuş, artık öteki şeyh, “Âsitane şeyhi dururken, ben nasıl hilâfet vereyim.” demiş ve Şeyh Ferîd Efendi de mecbûren, Yahyâ Efendi’den tâc-ı hilâfeti geymiş. Fakat bunu, şeyhin kerâmeti telakkî eylediğinden Yahyâ Efendi hakkındaki sözlerin hiç birisine ehemmiyyet vermemiş, ondan sonra pek ziyâde hürmet beslemiş idi.

Avdetinden sonra, husûsî muallimliklerde bulunmuş, 1318/(1900)’de Molla Gürâni Rüşdiyesi’ne, 1319/(1901)’da Halıcıoğlu Mûsevî Mektebi’ne muallim olmuştur.

1322/(1904)’de Şeyh Ali Fakrî Efendi hazretlerinin, Hallâç Baba Dergâhı meşîhatını kendisine terki üzerine, dört sene icrâ-yı meşîhat edip, 1326 senesi Mayısının birinci Pazar gecesi (14 Mayıs 1980) pek genç yaşında iken terk-i âlem-i nâsût eyledi. İrfânı, mahviyyeti, tevâzuu, fukarâya hürmeti hasebiyle halk arasında büyük bir teveccühe mazhar olmuştu. Dergâhta medfûndur.

Tercüme-i hâlini yazarken garîb bir vak’a zuhûr etti. Bu bâbda, ma’lûmât-ı tahrîriyye lutf eden Şeyh Sa'deddîn Efendi, “Dervîşler arasında işrete münhemik olan ba'zı kimselere gider, meyhâneden rakı alır, abâsının altında getirir, verirmiş! ‘Bunu niye yapıyorsunuz?’ diye soranlara karşı, ‘O kimseleri harâm yolunda tese’'ülden men’ ediyorum.” dermiş.” diye, bildiriyor.

Bu sırada üdebâ-yı asrın ser-bülendi, İbnü’l-Emin Mahmûd Kemal Beyefendi, “Bu bizim mezheb ve meşrebimize uyar dervîşlerden değildir. İşrete münhemik olan, nasıl dervîş addolunur? Dervîş olan, nasıl münhemik-i işret olur? Dervîş-i hayr-endîş başka, mest-i dil-rîş başkadır. Dervîşe hizmet edilir; ammâ, sarhoşa nasıl rakı taşınır. Şeyhin irşâda me'mûriyyetini biliyorsak da, ihlâle me’mûr olduğunu bilmiyorduk. Cenâb-ı Şeyh, harâm yolunda tese'’ülden men’e lüzûm görüyor da, dervîşi, nûş-ı arakla irtikâb-ı harâmdan men’e neden lüzûm görmüyor? Acabâ bu işte bir nükte-i nühüfte var da, biz mi anlamıyoruz?” buyurdular.

Sa'deddîn Efendi, mûmâileyhin zamânını idrâk etmediğinden nakilde mübâlağanın tercümanı olmuş olsa gerektir.

Ferîd Efendi’nin bir takım eş’ârı ve bahr-ı tavîl tarzıyla mektûbları varsa da müteferrik sûrettedir.

Sözlerinden :

Mantık-ı derûnunda, havâlar çalarak, tel kırarak, kâmet-i matbûunu ta’cîl ve tehellük ile döndürse kemâna, yine kânûn-ı tecellîde akort eski akorttur.

Şehr içi âteşlidir Sâhilde bir kâşâne tut

Kâr-ı nâtık “Nezr-i Mevlânâ” on sekiz beyit*

                   *    *    *

 

Tarîk-ı râstı sor râh-ı aşkın muktedâsından

Bu hestî’de olan devr-i kebîrin reh-nümâsından

Bileydi sûfiyân bu hilkatin tâ asl u fer’indan

Bilirdi penc-gâhı zât-ı hakkın istıfâsından

 Bulanlar şevk-i dil sûz-ı dil-ârâdan bu kesretde

Rehâ buldu sipihrin nâ-pesendîde edâsından

Hevâsı perdesi sâz-ı derûnun hep dü-gâh olmaz

Dü-yekler mızrabı kânûn-ı şevkin iktizâsından

Safâ-yâb eyle uşşâkın makâmât-ı hümâyûnun

Sabâ ol gül-izârın lutf idüp bûy-ı safâsından

 Hüseynî olduğum sûz-ı dilimdir anla ey zâhid

O sultân-ı Irâk’ın sûz-nâk ol Kerbelâ’sından

Niyâzım bûselikdir sâki-i gül-çehreden ammâ

Muhayyerdir bu kârım dem-be-dem redd ü atâsından

Dönerse âşıkın halvet-gehinden ol küçük zâde

Nevâsı bî-karârın tîz çıkar evc-i semâsından

Hisâr-ı aşkını sînemde sen-gîn eyle ey şehnâz

Kerem kıl mâye-i cân tâhir olsun mâ-sivâsından

Beyâtîdir yeter bu zemzemen ey mutribî yürü

Biraz da bî-nevâlar nağmesin dinle nevâsından

Dilâ ol gülşen-i kudsîdeki şevk u tarab n'oldu

Meğer dem-bestesin zencîr-i zülfün istîlâsından

Dilim berdâr-ı gerdâniyye ile ey kemân-ebrû

Açılsun tâ-be-mahşer çenber-i gîsû havâsından

Figân u âh vâhı tâ seher varsun segâh olsun

Neden hüzzâm ider gül bülbülü hârın edâsından

Değil evfer açılmak bezm-i şevk-efzâ-yı ışretde

Nühüfte-râzını söyler isen nâyın sadâsından

Safâ-yı sünbül-i hatt-ı ezelden râhatü’l-ervâh

Ferah-nâk oldu âşıklar ruh-ı revnak-nümâsından

Hicâz u isfehânım nağmesin bilmez isen kürdî

Acemden sorma hûbân-ı Irâkın mâ-verâsından

Hayât-ı müsteârın hoş geçir zevk u tarablarla

Sakın beste-nigârım olma dehrin mâ-cerâsından

Yegâh oldu girince vahdete sâliklerin sorma

Bu kesret Ferdiyâ devr-i revânın ihtifâsından

Mûmâileyh hakkında ol vakit söylediğim manzûme-i târîhiye dir :

Gülşen-i tevhîdde bir bülbül idi Ahmed Ferîd

Nâle-i hasretle pür-efgân idi Ahmed Ferîd

Meclis-ârâ ehl-i dil hilm ü sükûnet sâhibi

Vâkıf-ı esrâr-ı tevhîd zât idi Ahmed Ferîd

Bâğ-ı ezvâk-ı tasavvufdan kemâli gösterüp

Mesnevî tedrîs ider bir merd idi Ahmed Ferîd

Feyz-i envâr-ı Muhammed’le hadîsden ders virüp

Âleme neşr-i füyûz itmiş idi Ahmed Ferîd

 Âlim-i nazm u nesir fenn-i edebde muktedir

Haslet-i fıtrıyyeye mâlik idi Ahmed Ferîd

Dört sene virdi şeref Hallâc Baba Dergâhı’na

Halka-ı tevhîdde revnak-sâz idi Ahmed Ferîd

Tatlı sözlü  pâk özlü pek sevimli zât idi

Genc iken terk-i sivâ itmiş idi Ahmed Ferîd

Bûy-ı vuslat neş'esi irdi meşâmm-ı cânına

Bezm-i cânâna iren âşık idi Ahmed Ferîd

Geldi bir Vassâf didi “kadr-ı azîm” târîhini

Nâdirü’l-emsâl bir ârif idi Ahmed Ferîd

(نادر الأمثال بر عارف ايدى، أحمد فريد)

Bir tomârda gördüğüm silsile-nâme-i Sa’dî şöyledir:

Hz. Pîr Sa’deddîn-i Cibâvî, mahdûmu Şeyh Ali el-Ekhal, mahdûmu Muhammed Şemseddîn, mahdûmu Ali el-Ecred, mahdûmu Muhammed eş-Şâmî es-Sa’dî, mahdûmu es-Seyyid Ebu’l-Vefâ İbrâhîm el-kebîr, mahdûmu Ebûbekir el-kebîr eş-Şâmî, mahdûmu Sa’deddîn-i sânî, mahdûmu Muhammed el-Cibâvî, mahdûmu Hasan el-Cibâvî, mahdûmu Şeyh Bedreddîn, mahdûmu Ebûbekir es-sağîr, mahdûmu Şeyh Abdülbâkî, mahdûmu Şeyh Yûsuf eş-Şâmî, mahdûmu Ebu’l-Vefâ eş-Şeyh İbrâhîm es-sağîr, mahdûmu Şeyh Nûreddîn Ali el-Cerrâhî, eş-Şeyh el-Hâc Ali el-Hulûsî es-Sa’dî el-meşhûr bi-Etyemez-zâde.

- Şeyh Arab İbrâhîm

- Fındık-zâde Ahmed Râşid

-Yahyâ bey

- Şeyh Abdullâh en-Neccâr el-Arîf, Pîrî Baba Abdî.

- el-Hâc İsmâîl es-Sıdkî

- el-Hâc Mustafa Vehbî

- el-Hâc İsmâîl Muhammed es-Sâlim es-Seyfî

- eş-Şeyh Mahmûd Selîm el-Basrî

- Saçlı Şeyh Ali

- Kökçüoğlu Şeyh Ali

- Şeyh Ahmed

- Şeyh Kâmil Bekâr Bey

- Şeyh Bahaeddîn

- Şeyh Halîl

- Fındık Hâfız Mustafa

- Reîs Şeyh Mustafa

- el-Hâc eş-Şeyh Muhammed Sa’d

- Şeyh Edhem

- Muhammed el-Hammânî

- Şeyh Mustafa

- A’mâ Şeyh Yûsuf

- eş-Şeyh Mustafa Şevkî

- Şeyh Ali Aşkî

- Hüseyin Hulûsî

- Şeyh Sa’du’llâh

- Reîs Ârif

- Adanalı Hâfız Mustafa

- Şeyh Emin Efendi (Ahmed-i Buharî Dergâhı şeyhi Ali Fakrî Efendi’nin pederi ve şeyhidir.)

ŞEYH İSMÂÎL MUHAMMED es-SÂLİM es-SEYFÎ EFENDİ

Mustafa Vehbî Efendi hulefâsından olup, manzûr-ı fakîrânem olan elyazısı bir mecmûa-i nefîsenin mütâlâasından, ilm-i remel, ilm-i cifr, ilm-i hey’et, ilm-i tasavvuf, ilm-i havâss ulemâsından bir zât-ı âlî-kadr olduğu ve ba'zı entâk-ı evliyâu’llâha pek ârifâne şerhleri bulunduğu anlaşılmıştır. Maa't-teessüf tercüme-i hâllerine dâir fazla ma’lûmat elde edemedim. (Kaddesa’llâhu sırrahû)

/368/ TARÎKAT-I SA’DİYE’DEN ETYEMEZ DERGÂHI

Burası vaktiyle kilise imiş. Zamân-ı fetihte zâviyeye tahvîl olunmuş. Dervîş Mirzâ Baba b. Ömer el-Buhârî nâmında bir zâta verilmiş; bu zât, devr-i Fetih’te gelenler meyânında guzâttandır. 886/(1481) senesinde vakfiye yapmış, kendisi irtihâlinde burada defn olunmuş. Hâlen kilise gibi bir binâ olmamasına göre, bi'l-âhare yıkılmış demektir.

Mirzâ Baba nâmında bir zât tarafından inşâ olunmuş Nakşî zâviye(si) iken, bâlâda ismi geçen Şeyh Ebu’l-Vefâ hazretlerinin halîfesinin halîfesi Şeyh Ali el-Hulûsî Efendi nâm zât tarafından işgâl olunup, icrâ-yı âyîn-i Sa’dî’ye başlanmıştır.

ŞEYH ALİ HULÛSÎ EFENDİ

Bu zât İstanbulludur. "Karabıçak Velî" nâmıyla meşhûr, bir mübârek zâttır. Ne kadar zamân icrâ-yı meşîhat ettiği ma’lûm değildir.

Türbe-i mahsûsada medfûndur. Târîh-i irtihâli 1196(1782) senesine müsâdiftir.

ŞEYH İSMÂÎL EFENDİ

Müşârünileyhin halîfesidir. 1246/(1830) senesinde irtihâline bakılırsa, elli sene meşîhatta bulunduğu tahakkuk eder. Türbede medfûndur. Bu zâtın sağ tarafında medfûne olan, Ali Hulûsî Efendi’nin kerîmesi Fatıma Zehra Hanım’dır. 1203/(1789)’te irtihâl etmiştir. Sol tarafında medfûn olan, Reîsü'l-küttâb Şeyh Ârif Efendi’dir. İrtihâli târîhi 1257/(1841)’dir.

ŞEYH el-HÂC SÎNE-ÇÂK MUSTAFA VEHBÎ EFENDİ

Türbede medfûndur. 1274/(1857) senesinde irtihâl eylemiştir. Bu zât-ı muhterem, atîde Nakşibendî faslında tercüme-i hâlinden bahs edilecek olan Şeyh Ali Fakrî Efendi’nin pederi Şeyh Emîn Efendi’nin şeyhidir. Ondan sonra Şeyh Ahmed Efendi câ-nişîn olup, bilâ-veled vefât edince Şeyh Ferîd Efendi’ye tevcîh olundu. Kulûb-ı sâfiye ashâbından bir zât idi. Zamânında, Mısırlı, merhûme Zeynep Hanım Efendi tarafından dergâh i'mâr edilmiştir. İrtihâli vukûunda mahdûmu Şeyh Hüsnü Efendi yerine geçti.

/369/ ŞEYH HÜSEYİN SA’DEDDİN el-ÖRFÎ EFENDİ

Üsküdarlıdır. 1317 sene-i hicriyesinde (1899) tevellüd etmiş. Pederi, Yemen muhârebesinde nâil-i rütbe-i şehâdet olan Kolağası Ali Efendi’dir.

Üsküdar Sultânîsi’nden me'zûn olup, Dâru’l-Fünûn Edebiyyât Şu'besi’ne devâm ile feyz-i edebe mazhar olmuştur. Dayıları Üsküdar’da Hallâç Baba Dergâhı şeyhi Ahmed Ferîd Efendi, 1325/(1907) târîhinde irtihâl-i dâr-ı bakâ edince, dergâhın meşîhatı, mûmâileyh Hüseyin Sa’deddîn Efendi’ye teveccüh etmiştir. Sinnen küçük olduğundan, Ahmed Ferîd Efendi’den evvel bu dergâhta meşîhat eden ve İstanbul’da Ahmed-i Buharî Dergâhı meşîhatına geçince, Hallâç Baba Dergâhı meşîhatını Ahmed Ferîd Efendi’ye terk eden Şeyh Ali Fakrî Efendi hazretleri vekâlet eylemiştir.

Hüseyin Sa’deddîn Efendi’nin bidâyeten intisâbı Ahmed Ferîd Efendi merhûmadır. Bi'l-âhare müşârünileyh Şeyh Ali Efendi’nin dâhil-i dâire-i terbiyetleri olup, Receb 1340/(Mart 1922) târîhinde Sa’diyye ve Nakşiyye ve Rufâîyye tarîklarından hilâfet alıp, dergâhın meşîhatını fiilen der-uhde eylemişlerdir.

Edîb, halûk, mesleğine âşık ve sâdık bir zât olup, istikbâlen mertebe-i refîaya sâhib olacağına delâlet eder hâlleri görülmektedir. Tasavvuf nâmıyla bir eser-i mühimmi vardır.

Eş’ârından:

Ey kâil-i  Lâ havle velâ kuvvete illâ

Kâfî sana dâreynde hep ‘urve-i vüskâ[63]

Varlıkda gören kendini bu dehr-i fenâda

Sûretde selîm olsa da ma’nâ-yı ‘ fe-terdâ’[64]

Vâreste ider âdemi her nâm u nişândan

Ol nükte-i ma’nâdaki ‘insânu zaîfâ[65]

Sen rızkını dünyâda beşerden umuyorsun

Kâfî mi değil nefsine  ‘bi’llâhi kefîlâ[66]

Aldanma ki âlâyîş-i dünyâ-yı denîye

Hubbu’s-suver-i ‘kâne leke hubbete keydâ’

Her kim bu mazâhirde Hudâ’yı göremezse

A’mâ olur ukbâda  ‘Ve lev kâne basîrâ’

Mâni' mi olur vuslata isyân-ı beşer hîç

Kim kalb ü lisâniyle ki dir ‘Tübtü nasûhâ

Mûsâ bile hayret-zede-i sırr-ı  Ene’llah

Her kes olamaz vâsıl-ı dergâh-ı  ‘Ev ednâ

Ol câh-ı Muhammed kimin idrâkine sığmış

Mi’râc-ı mesîhâya da pinhân ‘Fetedellâ

Bir bendesi olsun bu Rasûl’ün o nebîler

Âşık ana Yahyâ da ve  Îsâ da ve Mûsâ

                   *    *    *

/370/     Ne ademden haberim var ne vücûdu bilirim

Yalınız çehre-i maksûda sücûdu bilirim

Ben o meftûn-ı nihânhâne-i Sînâ’yım ki

Tûr-ı sînemde yanan nâr-ı ‘Ve’d-duhâ’ bilirim

Beni cânâna nigâhımla sakın gamz itme

Şer’-i Ahmed’deki her kayd u hudûdu bilirim

Şevk-i rûhsâr ile pervâne-i aşkım ki müdâm

Şu’le-i bârika endâz-ı şuhûdu bilirim

Ben Üveysî-siyerim seyr ü sülûkum yokdur

Bana öğretme o evrâd u dürûdu bilirim

                   *    *    *

Dürdâne-i risâlet manzûme-i hüdâdır

Ahmed- Muhammed emced sultân-ı enbiyâdır

Envâr-ı feyz-i sâfî hep münteşir cihâna

Asâr-ı şer’-i pâki akvâma pîş-vâdır

Lafzında bahr-ı ma’nâ kâfil hurûş-ı tab’a

Nutkunda mevceler hep bir dürr-i bî-bahâdır

Gâhî büyüklüğünden hurşîd olur karanlık

Geh mâh-tâba zâtı pertevde (de) ziyâdır

Mahbûb-ı Lem-yezelsin bî-misl ü bî-bedelsin

Vech-i münîr-i pâkin mir’ât-ı Hak-nümâdır

Hâkî isen de bi’llâh lâhûta gıbta-versin

Fevka’s-serâ makâmın fahr-âver-i ulâdır

Dil-mürdegân bulur nefhanla feyz-i câvîd

Enfâs-ı rûh-bahşın Îsâ’ya da şifâdır

Mücrimlerin penâhı sensin be-câh-ı furkân

Sa’dî kulun kapında bir rû-siyeh gedâdır

                   *    *    *

Geçüp bûd u nebûdundan cihânın

Tecerrüd âleminde hırka-pûş ol

Eğer pervânelerdensen azîzim

Yanarken âh u zârından hamûş ol

                   *    *    *

Zann itme ki âzâde-i âlâm u mihen var

Sultân bile olsan yine hayretinde minen var

Hayyât-ı eceldir seni iksâ iden eyvâh

Ölmem diyen âvârenin omzunda kefen var

                   *    *    *

Zann itme şu sûret-gede bir dâr-ı sanemdir

Âriflere mir’ât-ı şuûn-ı vech-i kademdir

Dîvâne-i dîvân-ı hakîkat olan âdem

Azâde-i efkâr-ı Felâtûn-ı ümemdir

                   *    *    *

İkbâl ile idbârı bırak mahz-ı fenâ ol

Bî-nâm ü nişân olmada mânend-i hümâ ol

Sa’dî çalışup meslek-i müstahsen-i Hak’da

Bir pîş-rev-i şâh-reh-i pîr-i Cibâ ol

                  

                   *    *    *

 Bülbül-i demsâz-ı aşkız gül-şen-i lâhûtda

Şemme-i pâk-ı rızâdır dâne-i takdîrimiz


BEKTAŞÎLER

/371/ Tarîkat-ı Baktaşiyye’nin silsilesi hakkında tetebbuât-ı dervîşâneme göre, Hz. Ebûbekir es-Sıddîk (radıya'llâhu anh) efendimize müntehî olan silsile ber-vech-i atîdir:

- Ser-defter-i hulefâ Hz. Ebûbekir es-Sıddîk (Radıya'llâhu anh)

- Hz. Selmân-ı Fârisî (Radıya'llâhu anh) [67]

- Hz. İmâm Ca’fer (Radıya'llâhu anh)

- Hz. Bâyezîd-i Bestâmî (Kaddesa'llâhu sırrahû )

- Şeyh Ebu’l-Hasan-ı Harakânî (Kaddesa'llâhu sırrahû )

- Şeyh Ebû Aliyy-i Fâremedî (Kaddesa'llâhu sırrahû )

- Şeyh Yûsuf-ı Hemedânî (Kaddesa'llâhu sırrahû )

- Şeyh Hoca Ahmed-i Yesevî (Kaddesa'llâhu sırrahû )

- Şeyh Lokmân-ı Horasânî (Kaddesa'llâhu sırrahû )

- Cenâb-ı Pîr Hacı Bektâş-ı Velî (Kaddesa'llâhu sırrahû )

Bu silsileden başka, Hz. Ali efendimize müntehî olur müteaddid silsileler tertîb olunmuş ise de, tedkîkât u tetebbüât-ı vâkıadan, yalnız bu silsilenin esâs olduğu ve dîger silsilelerin sened-i sahîha gayr-i müstenid bulunduğu nümâyân olmaktadır. Ol mertebe hurâfât karıştırılmıştır ki, hakîkatten fersah fersah uzaktır.

HOCA AHMED-İ YESEVÎ HAZRETLERİ

Evvel emirde, bu zât-ı muhteremden bahs etmek lâzım gelir. Bunun hakkında, Dârü’l-Fünûn, Türk Edebiyyâtı müderrisi Köprülü-zâde Mehmed Fuad Bey tarafından, Türk Edebiyyâtında İlk Mutasavvıflar diye, tetebbuât-ı vâsiayı şâmil olarak cem’ ve telfîk ve tab’ ve neşr olunan beşyüz sahîfelık cesîm bir eser-i mühimmin mütâlaasını sûret-i mahsûsada tavsiye ederim. Âcizleri ondan iktibâs-ı ma’lûmât ederek yazıyorum. Tabîî, onbinde bir derecesinde muhtasardır:

“Türkistân’da, Seyrâm şehrinde, Hz. Ali evlâdından Şeyh İbrâhîm adlı /372/ bir şeyh vardı. Vefâtında, Gevher-i Şehnâz nâmında bir kızı, Ahmed isminde bir çocuğu kaldı. Bu çocuk, daha küçük yaşından beri, muhtelif tecellîlere mazhar oluyor. Sinniyle mütenâsib olmayan fevka’l-âdelikler gösteriyordu. Bu sırada, işâret-i peygamberî ile, Baba Arslan isminde biri Seyrâm’a gelerek, onun terbiyesiyle meşgûl oldular. Henüz bu yaşta iken şöhreti Türkistân’da şüyû’ buldu. Bir müddet sonra, Yesi şehrine geldiler. Bu sırada da kerâmetler gösterdi. Buhârâ’ya azîmetle, oranın en ma’rûf mürşidi Hoca Yûsuf-ı Hemedânî’ye intisâb ettiğini ve onun vefâtını müteakib, bir müddet Buhârâ’da da'vet-i halka meşgûl olduktan sonra, cümle ashâbını, Hoca Abdulhâlık-ı Gücdüvânî’ye ısmarlayarak ma’nevî bir işâretle Yesi’ye geldiğini menâkıb kitâbları müttefikan yazarlar. Bu sırada Hoca Ahmed-i Yesevî adıyla anılır oldu.

Dîvân-ı Hikmet nâmıyla yazdığı mutasavvıfâne dîvânının tedkîkinden, elli yaşında bu eseri vücûda getirdiği ve yirmiyedi yaşında pîre mülâkî olduğu anlaşılıyor.

Dâhil-i dâire-i irfânı olanların adedi günden güne arttı. Türkistân, Mâverâünnehir, Horasan, Hârezm havâlisinden gelenler çoğaldı. Tekkesine bezl edilen nihâyetsiz hediyelerden, nezirlerden hiç bir lokma kabûl etmezdi.

Mürîdânının adedi doksandokuz bine bâliğ olmuş, içlerinde onikibin kâmil-i mükemmil zevât yetişmiş.

Hulefâsı:

Süleymân Hakîm Ata, Baba Maçin, Emîr Ali Hakîm, Hasan-ı Bulgânî, İmâm Mergazî, Şeyh Osmân-ı Mağribî, Sûfî Muhammed-i Dânişmend, Şeyh Muhammed-i Bağdâdî, Seyfeddîn el-Bâharzî, Şeyh Kemâleddîn eş-Şeybânî, Şeyh Sa’deddîn, Şeyh Bahâeddîn’dir.

Bunlar ecell-i hulefâsıdır. Bunlar Türkistân ve İran’da neşr- i feyz etmişler. Kıpçak Türkleri arasında neşr-i feyze Şeyh Hüsâmeddîn b. Şeref, Beyrâş b. Ayriş-i Sûfî; Rum diyârında neşr-i feyze, Avşar Baba, Pîr Dede, Kademli Baba Sultân, /373/ Geyikli Baba, Abdal Mûsâ, Unkapanı’nda medfûn Horoz Dede dahi şâyân-ı tezkârdır. Bunların her birinin, Osmânlı târîhinde menâkıbı vardır.

Horoz Dede

Horoz Dede’nin türbesi, el-ân mevcûd ve ziyâret-gâhdır. Bu zât, Ahmed-i Yesevî’nin mazhar-ı hüsn-i nazarı olan fukarâsından, Horasanlı bir pîr-i fânîdir. Fâtih, İstanbul’a girerken askerler arasında, yirmidört sâatte yirmi dört kere, horoz gibi sadâ çıkararak bağırır, (قم يا أيها الغافلون)[68] der imiş. Guzât-ı müslimîn, onun için ona, “Horoz Dede” demişler. Evliyâ Çelebi, Seyâhat-nâme’sinde böyledir.

Ahmed-i Yesevî’nin Çile-hâneye Girmesi:

Hz. Yesevî’nin daha pek çok hulefâsı vardır. Herbirinin menkabesini tetebbu’ etmek isteyenler, Fuad Bey’in eser-i mufassalasına mürâcaat etmelidir.

Ahmed-i Yesevî, daha çocukluğundan beri sünnet-i seniyyeye şiddetle mütâbeat ederdi. Altmışüç yaşına gelir gelmez. Hz. Peygamber o sinde âlem-i fânîden rıhlet buyurdukları için, o zât-ı muhterem yer altında gizlenmek istedi. Hânkâhın bir tarafında kuyu kazdılar ki, merdivenle oraya inilir idi. Ka’rında bir hücre yaptılar; el’ân mevcûd imiş, Ahmed-i Yesevî bu hücrenin içinde bir lahd kazıp, kendisine orayı mesken ittihâz etti.

Cevâhirül-Ebrâr’ın rivâyetine göre, bu dar yerde zikir esnâsında salınışından dizleri göğsüne vura vura, dizleri delinmiş; bundan dolayı, “Ser-halka-ı sîne-rîşân” demişler.

Müşârünileyh, bir rivâyete göre, 120, dîger rivâyete göre, 133 veya 125 yaşına kadar yaşadı.

Ne büyük azm, ne büyük muhabbet, ne şiddetli himmet ve riyâzettir. Dünyâda hiç bir ferdin yapmadığı, yapamıyacağı bir hâldir. Bu esnâdaki kerâmâtı lâ-yuaddır.

İrtihâli:

İrtihâlinde buraya defn olundu. Timurlenk, üzerine bir türbe, yanına bir câmi'-i şerîf binâ eylemiştir (kaddesa’llâhu esrârahüm). Cenâb-ı Hak, cümlemizi mazharı şefâatleri buyursun. Âmin.

/374/ Târîh-i irtihâlleri hakkında rivâyât-ı muhtelife vardır. Fakat terâcim kitâblarının ifâdelerine göre 562/(1167)’dir.

Hind ulemâsından Mevlânâ Gulâm Server-i Lahorî, Hazînetü’l-Asfiyâ nâm tezkiretü’l-evliyâsında, Reşehâttan naklen, Nakşibendî silsilesini yazarken, Ahmed-i Yesevî hazretleri hakkında şu manzûme-i târîhiyyeyi yazıyor:

شيخ أحمد چون بفضل ايزدى                

            رفت در جنت بيزم احمدى

نيّر نور الهى شد عيان                        

سال وصل آن ولى متقى

            نيز أحمد كاشف حق كن رقم،

            هم بكو أحمد ولى جنتى [69]

Sene: 562

Müddet-i ömürleri 125 addolunursa, târîh-i velâdetleri bu olmak lâzım gelir: 562 - 125 = 437. Yirmiyedi yaşında Yûsuf-ı Hemedânî’ye intisâbları hâlinde târîh-i intisâbları  bu olur: 437 + 27: 454.

Atîde bahs olunacağı vechile, Yûsuf-ı Hemedânî (kuddise sırruhu’r-rabbânî) hazretlerinin târîh-i irtihâli 535/(1141) senesi olmakla şeyhinin irtihâlinde Hz. Yesevî, doksan sekiz yaşında imiş ve yirmi yedi sene daha muammer olmuştur. Şeyhine mülâkâtı 464/(1072) senesine müsâdif olduğu inde’l-hisâb nümâyân olur.

Ahmed-i Yesevî hazretlerinin hânkâhı hakkında Türkistân Seyâhat-nâmesi'nden aldığım ma'lûmat ile, Hz. Şeyh’in derece-i şöhret ve mertebe-i irfânına hayrân oldum.

Hakk-ı âlîlerinde yazılmış menâkıb-nâmelerde Hz. Şeyh’in en ufak bir hareketine kadar ahvâli kayd ve zabt edilmiştir.

Hz. Şeyh’in İbrâhîm isminde bir mahdûmu vardır. Pederinin hâl-i hayâtında irtihâl etmiştir. Gevher Hoşnâs veya Gevher Şehnâz nâmındaki kızından nesli yürümüştür. Meşâhîrden çok kimseler bu nesilden gelmiştir.

Türbe-i şerîfeleri pek müzeyyen ve ma’mûrdur ve muazzam bir ziyâret-gâhdır.

/375/ Ahmed-i Yesevî’nin meslek-i bâtınîlerinden dolayı kendilerinin pîr derecesinde addeyledikleri, Tarîkat-ı Yeseviyye’nin müessisi nâmını verdikleri menâkıb-nâmelerinde görülür. Yeseviyye, Îkâniyye, Nakşibendiyye, Bektâşiyye gibi kollar zikrolunursa da, Hz. Şâh-ı Nakşıbend efendimizin şeref-zuhûrlarıyla, onların şa’şaa-ı tarîkatları üzerine ortadaki Yesevîlik, tabîatıyla Nakşibendîliğe iltihâk edip, Bektaşîlik neş’esiyle memleket-i İslâmiyye’ye yayılan erbâb-ı dalâlin ise, Hz. Ahmed-i Yesevî gibi Sünniyyü’l-mezheb, Hanefiyyü’l-meşreb bir zât-ı kerîmü's-sıfât ile kat’â münâsebeti yoktur.

LOKMÂN-I PERENDE

Bu zât, Hz. Yesevî’nin hulefâsından imiş. Zâhir (ve) bâtın ilminde çok müterakkî bir adam idi. “Perendelik” nasîbini Ahmed-i Yesevî’den, bir rivâyete göre Muhammed-i Hanefî’(den) almış. Bektaşî menkabet-nâmeleri bu zâttan bahs ederler, Reşahâttaki hâcegân silsilesi meyânında, Lokmân-ı Perende adlı zâta tesâdüf edilmediği gibi, menâkıb ve terâcim-i ahvâlden bâhis eserlerde de bu unvâna rast gelinmediğini, Mehmed Fuad Bey eserinde yazıyor. Yalnız, müverrih Âlî, Lokmân ile Hacı Bektâş arasındaki menâkıbdan bahs ile berâber, Lokmân hakkında fazla ma’lûmat veremiyor. Umdetü’t-Tevârihte Bektâş-ı Velî’nin mürşidi Lokmân gösteriliyor. Ravzâtü’s-Safâ nâm eserde, Sultân Hüseyin Baykara devri meşâhîrinden bahs olunurken, Lokmân-ı Perende’nin Herat’ta, gâyet ma’rûf bir tekkesi ve mezârılığı olduğu zikr ediliyor.

“Lokmân-ı Horâsanî” denilmesi, ya Horasan’da neş’etinden veya ikâmetinden kinâyedir. “Lokmân Baba” diye eserlere yazılması da, Bektaşîlerin, “Baba” diye telkîblerinden ileri gelmedir.

Lokmân-ı Perende’nin Yesevî hazretleriyle mülâkâtına ihtimâl vermeyenler de vardır. Ve'l-hâsıl, bu bâbda, elde edilemeyen hakîkat, târîhin zalâm-ı mechûliyyeti altında kalmıştır.

Lokmân, Hicâz’a da gitmiş, Arafat’ta vakfe-gîr olmuş imiş.

HACI BEKTÂŞ-I VELÎ

/376/ Hacı Baktâş-ı Velî’nin zuhûr ve ufûlü târîhlerinde ihtilâf vardır. Ba'zı eserler, 645/(1247)’de doğup, 738(1337)’de irtihâl eylediğini yazıyor ve bu sebeble, yedinci asırda Anadolu’da yetişen mutasavvıflar meyânında sayarlar.

Mehmed Fuad Bey, eserinde nakl ediyor:

“Amasyalı Hüseyin Efendi’nin şîfâhen verdiği ma’lûmata göre, Kırşehirli Süleymân b. Hüseyin nâm zâtın, 691/(1292) târîhli vakfiyesinde, mevkûfâtın mevkii ta’yîn edildiği esnâda, (في ناحية المرحوم الحاج بكتاش)[70] ibâresine tesâdüf olunurınuş. Hacı Bektâş-ı Velî’nin, bu târîhten evvel vefât eylediğini gös teren bir vesîkadır.”

Hacı Bektâş-ı Velî hakkında, Künhü’l-Ahbâr ve Evliyâ Çelebi Seyâhatnâmesi, Ahmed-i Yesevî hazretlerine mülâkâtından bahs ederler ki, târîhen te’lîf olunamaz. Bu eserler onuncu asırda yazıldığından, mâzî hakkında verdikleri ma’lûmat beyyine addedilemez.

Aşık Paşa-zâde eserinde yazıyor:

“Hacı Bektâş-ı Velî, Horasan’dan, Menteş isminde kardeşiyle berâber Sivas’a, oradan Baba îlyas’a, oradan Kırşehir’e, oradan Kayseri’ye gelmiştir. Kardeşi Menteş, Kayseri’den Sivas’a giderken şehîd oldu. Hacı Bektâş, Kayseri’den Kara Öyük nâm mahalle gelmiş, Hatun Ana’yı kendine kız edinmiş, orada rahmet-i Rahmân’a kavuşmuştur. Kendi, bir meczûb-ı büdelâ, azîzdi. Şeyhlikten, mürîdlikten farığdı.”

Evliyâ Çelebi, Seyâhat-nâmesi'nde, Edirne’nin taht-ı sânî olmasına pâdişâh tarafından karar verildikte, bi'z-zât Hacı Bektâş-ı Velî huzûrunda gülbang-ı Muhammedî çekilip, Fâtiha tilâvet olundu. Hacı Bektâş-ı Velî bi'z-zât, üçyüz fukarâsıyla bu emr-i mühimme iştirâk etti ve cennet-mekân Orhân-ı Gâzî, gûyâ bi'z-zât ziyâret etmiş; duâsına mazhar olmuş, hattâ Yeniçeri askerinin teşkîlinde veliyy-i müşârünileyh duâ etmiş; Yeniçeri ismini o koymuş; makâm-ı tebrîkde hırkasının kolunu huzûruna getirilen Yeniçeri efrâdının başı üzerine temdîd etmekle, askerin kalpağına arkadan sarkan kol şeklinde bir parça /377/ keçe ilâvesi âdet olmuş idi, yolunda beyânatta bulunuyor.

Sultân Orhan’ın 726/(1326) senesinde taht-ı Osmânî’ye câlis olmasına göre, Hacı Bektâş’ın 738/(1336) târîhinde irtihâli kabûl edilirse, târîhen tevfîki mümkün olabilirse de; Mehmed Fuad Bey’in neşr eylediği makâlâtın dördüncüsünde şu yolda serd-i hakîkat olunuyor :

“Biz Hacı Bektâş’ın yedinci asırda Anadolu’da yetişmiş bir meczûb olup, Osmânlı pâdişâhlarıyla mülâkî olmadığını ve tıpkı bu mülâkâtlar gibi, kendisine isnâd olunan Makâlât, Velâyet-nâme’lerin de sonradan uydurulduğunu ilâve etmiş idik. Hâlbuki o zamândan beri dest-res olduğumuz bir takım yeni vesîkalar oradaki nikât-ı nazarımızı da ta’dîl lüzûmunu isbât etti.”

Hacı Bektâş hakkında en eski ve en mühim târîhî vesîka, Eflâkî’nin ricâl-i Mevleviyye menâkıbına âit meşhûr eserindeki iki fıkradır:

Hacı Bektâş’ın Mevlânâ ile muâsır olup, Selçûkîler devrinde Kırşehir beyi Nûreddîn Bey’e kerâmetler gösterdiğini, Mevlânâ ile aralarında zıddiyet olduğunu bildiren bu eser, târîh-i dînî i’tibârıyla pek mühim iki noktaya işâret etmektedir. Bunlardan biri Hacı Bektâş’ın, “Baba Rasûlu’llâh” lakabını alan Baba İshâk'ın halîfesi olduğu; dîgeri de kendisini şerîatın ahkâm-ı zâhiriyyesiyle mukayyed addetmediği husûslarıdır.

Bu bâbdaki tetebbuâtın tafsîlini âtîye bırakıp, Hacı Bektâş’ın, Lokmân-ı Perende ile olan münâsebetinden bahs edelim:

Bugünkü Bektaşî an’anesi, birçok muhtelif sebeblerden dolayı, henüz gayr-i muttarid, insicâmsız bulunuyor. Hacı Bektâş-ı Velî hakkında, sonra muhtelif mürîdleri hakkında yazılmış olan muhtelif velâyet-nâmeler ba’zan büyük ayrılıklar gösteriyor. Meselâ, Hacım Sultân Velâyet-nâmesi, Hacı Bektâş-ı Velî’yi, doğrudan doğruya Ahmed-i Yesevî halîfesi gösteriyor. Hâlbuki, Hacı Bektâş-ı Velî Velâyet-nâmesi ve Künhü’l-Ahbârın /378/ beşinci cildinde. Hacı Bektâş’ın, Şeyh Lokmân-ı Perende’nin mürîdi olduğu ve bu Lokmân-ı Perende’nin, Hoca Ahmed-i Yesevî’den; hattâ dîger bir zaîf rivâyete göre, Hoca’nın ceddi, nesl-i Ali’den Muhammed-i Hanefî’den el aldığı beyân edilmektedir.

İşte bu sûretle, Hacım Sultân Velâyet-nâmesi'nde, doğrudan doğruya Ahmed-i Yesevî ile Hacı Bektâş-ı Velî arasında geçtiği anlaşılan menkabeler, dîgerinde Lokmân-ı Perende ile Hacı Bektâş-ı Velî arasında geçmiş gibi gösterilir. Maamâfîh, bu ikinci tarzda rivâyetleri ihtivâ eden Hacı Bektâş-ı Velî velâyet-nâmelerinde de doğrudan doğruya Ahmed-i Yesevî, Hacı Bektâş arasında bir takım menkabeler mevcûddur.

Her ikisinin zamânı, birbirine târîhen, tevâfuk etmediğinden, Ahmed-i Yesevî ile Hacı Bektâş arasında cereyân ettiği hikâye olunan menkabeler bî-esâstır. Bektâş-ı Velî velâyet-nâmelerinde mevcûd bir menkabeye göre, Bektâş-ı Velî’yi berây-ı ta’lîm henüz çocuk iken Lokmân-ı Perende’ye teslîm ettiler. Hacı Bektâş, daha çocuk iken, birçok kerâmetler göstermiş; bu bâbdaki rivâyetler pek gülünç bir râddede ve hurâfâta mâildir.

Bektâş-ı Velî tahsîl etti, şöhreti şayi’ oldu. Birgün, Horasan erenleri toplanıp, pîrini sordular. Hangisi susam yaprağı üzerine seccâde salıp namâz kılarsa ona mürîd olacağını söylemiş, cümlesi bu cevâba gülmüşler. Bu kerâmeti onun yapıp yapamayacağını sormuşlar. Hacı Bektâş onlara bu kerâmeti göstermiş. Hepsi başlarından kisbetlerini çıkarmış, hocası Lokmân-ı Perende de çıkarmış. Hacı Bektâş onları tekbîrleyerek tekrâr giydirmiş. Bu esnâda Sultân İbrâhîm vefât etmiş; Hacı Bektâş’a sultânlık teklîf olunmuş; kabûl etmemiş, amcalarından Hasan’a terk etmiş. Kendisi bir hücreye çekilerek halvet ve uzlet eylemiş, kırk yıl bu halde kalmış.

Bektâş-ı Velî’ye Niçin “Hacı” Dediler ?

Bâlâda yazdığım vechile, Lokmân-ı Perende Hicâz’a gitmiş idi. Arafat’a çıkıp, kıbleye doğru döndükleri esnâda Lokmân mürîdlerine demiş ki; “Yâranlar bugün arefe günüdür. Şimdi bizim ellerde yemek /379/ pişirilir.” Bu söz, Allâh’ın kudretiyle Bektâş’a ma’lûm oldu. Tam bu esnâda şeyhin evinde de yemekler pişiriyorlardı. Bektâş, hemen bir tepsi yemeği aldığı gibi, o anda Lokmân’a sunuverdi. O da, Nîşâbûr’a döndükleri zamân, çocuğun bu kerâmetini herkese söyledi. “Hacı” lakabını verdi. Yoksa, Hacı Bektâş, Haremeyn-i Muhteremeyn'i ziyârete gitmiş erlerden değildir.

Bektâş-ı Velî’nin Nesli:

Tezkire-i Makâmât’ta gördüm:

“Müşârünileyh Hz. Abdülkâdir evlâdındandır. Cenâb-ı Gavs’ın mahdûmu İbrâhîm Abdülkâdir hazretlerinin kerîme-i muhteremeleri Saîde Hâtun bt. Seyyid İbrâhîm’in veled-i mükerremleri olduğunu, Zile’de medfûn Şeyh Nusret Efendi, Velâyet-nâmesine yazmıştır.”

Maskat-ı Re’si:

Horasan’daki Nîşâbûr şehridir. Türk Edebiyyâtında İlk Mutasavvıflar nâm eserin 60, 61 ve 63. sahîfelerında, ba'zı âsârın, Ahmed-i Yesevî ile Hacı Bektaş’ı muâsır göstermeleri hakkında rivâyetler menkûldür. Fakat târîh ile tevfîk kabûl etmez.

Dîger Bir Silsile-i Tarîkatı:

Bursalı Ahmed Lütfi Efendi böyle gösteriyor:

“Horasanlı Hacı Bektâş-ı Velî tarîkatı, Şeyh Lokmân-ı Perende’den; o da, Hoca Ahmed-i Yesevî’den; o da, Şeyh Nasrullâh Hasan-ı Sencerî’den; o da, Şeyh Rükneddîn Ebû Muhammed-i Cürcânî’den; Şeyh Nasrullâh Hasan-ı Sencerî’den; o da, Şeyh Rükneddîn Ebû Muhammed Hâilî’den; o da Şeyh Abdullâh-ı Vâsıtî’den; o da, Ebû Ca’fer Şehîd Tâhir-i Meşhedî’den; o da, Şeyh Muhammed Eslem-i Tûsî’den; o da, İmâm Ali Rızâ’dan; o da, pederi İmâm Mûsâ Kâzım’dan; o da, pederi İmâm Ca’fer-i Sâdık’tan; o da, pederi İmâm Muhammed Bâkır’dan; o da, pederi İmâm Zeynelâbidîn’den; o da, pederi İmâm Hüseyin (radıya'llâhu anh)’den; o da, peder-i ekremleri Hz. Ali (radıya'llâhu anh)’den almıştır.”

Hz. Bedevî ile Mülâkâtı:

Vâkıât-ı Üftâde’den naklen, Bektâş-ı Velî’nin, Seyyid Ahmed-i Bedevî ile mülâkâtını Şeyh Kemâleddîn Efendi merhûm yazmıştır.

Bektâş-ı Velî’nin Baba İshâk ile Münâsebeti ve Baba İshâk’ın Kim Olduğu ve Sergüzeşti:

/381/ Mehmed Fuad Bey’in, Bektaşîliğin menşe’leri hakkında neşr eylediği, makâlâtın üçüncüsünde, Anadolu târîh-i dînîsini ve bi'l-hâssa Bektaşîliğin menşe’lerini lâyıkıyla beyân sadedinde diyor ki:

“En şâyân-ı tedkîk cihet, Anadolu’ya gelen Türkmen aşîretlerinin hayât-ı dîniyyesi mes’elesidir. Daha ilk Selçukîler zamânından i’tibâren, dârü’l-cihâd olan Anadolu’ya Türkmen boylarıyla berâber birçok Türkmen babaları Orta Asya ve Hârezm, Horasan’dan Yesevî dervîşleri; Irak, Sûriye, İran’dan İsrnâilî propagandacıları ve Kalenderiyye mensûbları geliyordu. Temâyülât-ı dîniyyede bâtıniyyü’l-mezheb babaların halk üzerinde te’sîrleri görülüyordu. Çünkü, Oğuz boylarına anlayacakları bir dil ile, İslâmiyyet’in kavî an’anelere tetâbuk eden sûfiyâne, lâkin basît ve âmiyâne bir şekl-i muhrikini telkîn ediyorlardı. Selçûkî imparatorlarının, muhtelif unsurlardan mürekkeb ordularına karşı dînî veya siyasî bir hareket yapabilecek yegâne cânlı unsur, yalnız bu Oğuz göçebeleri idi. Binâenaleyh, daha bu zamânlardan başlayarak, Osmânlı saltanatının muahhar devirlerine kadar Anadolu’da vukûa gelen bütün dînî-siyâsî kıyâmlarda, bu Türkmen boylarının dâimâ ilk safta olduğu görülür. Tasavvuf kisvesi altında bâtınî nazariyeleri neşr eden bu babaların Anadolu’da yaptıkları ilk dînî-siyâsî hareket Babâîler kıyâmı nâmıyla ma’rûftur. (Hicrî: 637/miladî: 1239)

Şimşât havâlisinde, Kefersûd nâhiyesinde yetişen Baba İshâk, Anadolu’nun muhtelif sahalarındaki Türkmenler arasında birçok tarafdârlar peydâ ederek, Amasya civârında bir mağarada bir velî hayatı, i'tikâfı geçirmekte ve halkı, Sultân Gıyaseddîn-i Selçûkî aleyhine teşvîk etmekte idi. Nihâyet, kendi kuvvetinin Selçûkî saltanatını sarsacak bir dereceye geldiğine hükmedince, Kefersûd ve Maraş havâlisindeki mürîdlerine haber göndererek kıyâm işâretini verdi. Bu sahalardaki kesîf Türkmen kitleleri, “Baba Rasûlu’llâh” nâmını verdikleri bu kudsî rehberlerinin, günün /382/ birinde mutlaka zuhûr ve i’lân-ı cihâd edeceklerini bildikleri cihetle esâsen hâzırdılar. Binâenaleyh karşılarına çıkan şehirler halkını ve Emîr Muzafferüddîn b. Alişîr’i mağlûb ederek, Malatya, Tokat, Amasya taraflarını ele geçirdiler. Bi'l-âhare Baba İshâk ile ba'zı mürîdlerini yakalayıp astılar.

Yedinci asırda, Sûriye’de, Anadolu’da, İran’da mevcûdiyyetini bildiğimiz, bâtıniyyü’l-mezheb, Kalenderiyye babalarından biri olan Baba İshâk, hiç şübhe yok, zâhirî bir dîn perdesi altında, tamâmiyle siyâsî bir gâye istihdâf ediyordu.”

377. sahîfede bahs ettiğim, Baba İshâk’ın tercüme-i hayâtı işte budur. Hacı Bektâş’ın bu zâtlardan müstahlef olduğuna kâni’ olanlar da vardır. Hacı Bektâş ile, şeyhi Baba İshâk, hattâ o asırdaki sâir Kalenderî ve Hayderî ve Babaî dervîşleri arasında büyük bir fark mevcûd olmadığı kuvvetle iddiâ olunabilir.

Öyle görünüyor ki, Babaî kıyâmının muvaffakiyyetsizliğinden sonra bir müddet saklanmağa ve başka tarîkat kisveleri altında hakîkî sîmâlarını gizlemeğe çalışan Babaî dervîşleri, Moğol istîlâsını müteâkib, artık saklanmağa lüzûm görmeyerek ortaya çıkmışlar ve mesleklerini serbestçe neşr ve ta'mîme başlamışlar; Hacı Bektâş-ı Velî’yi, bunların en mühimmi Baba İshâk’ın doğrudan doğruya muakkibi addetmek lâzım gelir.

“Bektâş”ın Lugatta Mânâsı:

“Bek’in lugatta mânâsı, “kurbağa; kaçıp sığınacak mahal, girizgâh, sık ağaçlık, koruluk; Mâverâünnehir’de bir beldenin adı” diye muharrerdir.

“Taş”, "mehtabın ortasındaki benekler, sis, hudâvend-hâne, dost, muhib, şerîk, ortak" ma’nâsınadır. Bu “taş”, “daş”a tebdîl ile, “dindaş, meslekdaş, arkadaş” şekline de girmiştir.

Bu iki kelime-i Fârisiyye’nin terkîbiyle hâsıl olan mânâ, “melce-i erbâb-ı tarîk, dost olan zât” sûretinde tezâhür eder.

Hacı Bektâş-ı Velî’nin Türbesi:

/383/ Kırşehir’de, Hacıbektâş nâhiyesinde[71] medfûndur. Türbeleri pek ma’mûr ve müzeyyendir. Türbeleri civârında bir ulu âsitâne vardır. Burada câ-nişîn olan meşâyıh-ı Bektâşiyye’ye, “Çelebi” derler. Çelebiyânın ikâmetine mahsûs bir konak vardır. Âsitânenin avlusu derûnunda bir de câmi'-i şerîf vardır. Evkâf ve vâridâtı çoktur. Çelebilerin nüfuzu vardır.

/380/ Bektaşî Tarîkatı’nın Târîh-i Teessüsü:

Aşık Paşa-zâde, Hacı Bektâş’ın, Osmânlılar’ın teessüsünden evvel Anadolu’ya geldiğini yazıyor. “Bir meczûb dervîş idi.” diyor ve hiç bir tarîkat te’sîs etmediğini söylüyor. Bektaşî tarîkatının, dokuzuncu asrın ilk senelerinde teşekkül edip, yedinci asırdan beri târîhî mâhiyyeti unutularak halk arasında menkabeleri teşekkül etmiş olan Hacı Bektâş-ı Velî’yi intihâb eylemiştir.

Balım Baba (ve) Elîfî Tâc:

Müsteşrikînden Dr. Yakob, 922/(1516)’de vefât eden Balım Sultân tarafından te’sîs edildiğini söylüyor.

Kâffe-i rüsûm u âdabı “Balım Baba” denilen bu adam ortaya koymuş, Emînüddîn Baba tarafından, 903/(1498)’de Sultân Bâyezîd-i sânîye hitâben yazılan Risâle-i Kudsiyye’de, Bektaşî an’anesindeki meşhûr Elfî Tâc hakkında, “Meczûb-ı mutlak ve mahbûb Hünkâr Hacı Bektâş hazretleridir kim ol, şol makâma cezb olmuştur kim aşk âlemidir ve aşkın kisvelerinden bir kisve, onun başında Elfî Tâc’dır. Şol ma’nâya delâlet eder ki, bu, cümle mahlûkâtın îcâd olmasının aslı bir “elif"dendir ve elif cemî’ hurûfun aslıdır ye ben dahi ol makâma vardım. Onun sırrına mahrem düştüm. Onun alâmetini başında komuştur.” diyor.

Bektaşîliğin Yesevîlikle Münâsebeti Yoktur.

Hurûfîlikle Münâsebeti:

Bektaşî tarîkatı, Hacı Bektâş’ın meydâna koyduğu bir şey değildir. Bu tarîkatın Yesevîlik ile münâsebeti yoktur. Bektaşî tarîkatının daha ilk te’sîs anlarında bile, ona müntesib olanlar, bütün muharremâtı mubâh gören zındıklar gibi telakkî edilmiş; yahut Hurûfiyye tâifesinden addolunmak sûretiyle, hâric ez-şerîat  sayılmıştır. Çünkü, dokuzuncu asır esnâsında, Fazl-ı Hurûfî şâkirdlerinden, meşhûr Ali el-A’lâ, Asya-yı Suğrâ’ya gelerek, bir Bektaşî tekkesinde yerleştikten sonra, “Hurûfilik” akâidini Bektaşîlik nâmı altında neşr etmiştir.

Hacı Bektâş’ın Makâlât’ı Hakkında Tedkîkât ve Dîger Eserleri:

Eflâkî’nin ricâl-i Mevleviyye hakkındaki eserinde, Makâlât unvânlı te’lîften bahs olunur. Bu eser Hacı Bektâş’ın imiş, matbû' küçük bir risâledir. Bir zamânlar bu eserin dokuzuncu ve onuncu asırda tertîb ve Hacı Bektâş’a isnâd olunduğu zannedilirdi. Hatiboğlu isminde bir Osmânlı şâirinin 812/(1409)’de yazdığı Türkçe manzûm bir Makâlât tercümesi elde edilmiştir. Hacı Bektâş hakkında pek ihtirâm-kârâne bir lisân kullanan mütercim, müşârünileyhin bu eseri Arabca yazdığını ve kendisinin Türkçe’ye tercüme sûretiyle fâidesini ta'mîme çalıştığını söyleyerek, eserin vüsûkunu ve Hacı Bektâş’a âidiyyetini kat’î sûrette isbât ediyor. Fi’l-hakîka, Hacı Bektâş menkabelerini muhtevî Velâyet-nâme’de, müşârünileyhin Arapça Makâlât’ı olduğu ve bunun, “Sa’deddîn” adlı mürîdi tarafından Türkçe’ye nesren tercüme edildiği musarrah olduğu gibi, Makâlât’ın lisân-ı târîhî nokta-i nazarından tedkîki de onun bu eskiliğini pek iyi anlatmaktadır.

Hacı Bektâş’ın ba'zı kelimât-ı sûfiyânesini hâvî küçük bir Fârisî risâle daha mevcûddur ki, bu mühim eserin mevsûkiyyetinden ve Hacı Bektâş’a âidiyyetinden şübheye mahal yoktur.

Ahîren yanan Tire Kütüphânesi’nde Hacı Bektâş’a aid bir de Fâtiha Tefsîri varmış.

Mehmed Fuad Bey makâlesinde ilâveten diyor ki :

"Silsile-i tarîkatını, Kutbüddîn-i Haydar, Lokmân-ı Serahsî, Ahmed-i Yesevî gibi büyük sûfîlere îsâl eden ve ulûm-ı İslâmiyye’deki vukûfu her türlü /384/ şübheden azâde bulunan bu Horasânî Türk şeyhinin eserlerinde kendisine tekaddüm eden Karâmıta i'tikâdâtıyla ma'lûl sûfîlerin âsârından o kadar bâriz bir sûrette ayrılacak büyük husûsiyyetler yoktur. Yalnız, “oniki imâma ikrârı”, tevellâ ve teberrâyı tavsiye sûretiyle sarâhaten Şîa-yı İsnâ-aşeriyye esâslarını müdâfaa etmektedir. Ancak ilk sâliklere mahsûs bu gibi eserlerin umûmiyyetle, “Hâricî” bir mâhiyyette olduğu ve hiç bir zamân müntehîlere mahsûs ta'lîmât-ı bâtıniyyeyi ihtivâ etmeyeceği de unutulmamalıdır. Kıyâfet-i hâriciyyeleri i’tibâriyle Kalenderî ve Hayderî dervîşlerinden farkı olmayan ve sekizinci asırda, “Rum abdalları” nâmını taşıyan Bektaşîlerin, Osmânlı saltanatının te’sîsiyle çok alâkaları vardır. Lâkin bâlâda yazdığım vechile, Hacı Bektâş’n, Osmân Gâzî ile ve Orhan Gâzî ile münâsebetleri yoktur. O devirlerde, muhârebelere iştirâk eden Türkmen babaları, ta’bîr-i dîgerle Rûm Abdalları, hemen umûmiyyetle Hacı Bektâş’m mürîdlerinden olduğundan Yeniçeriliğin hîn-i teessüsünde onun hâtırasıyla teberrük olunduğu ve sonra bunun târîhî bir vak’a mâhiyetinde ağızlarda dolaşarak, nihâyet tesbit edildiği anlaşılıyor."

Sultân Mahmûd-ı sânî zamânında ölümden kurtulmak için, çoğu tebdîl-i hâl ü kıyâfetle ba'zı tekkelere sokulup, oralarda ilkâ-yı fesâd ve efkâr-ı dervîşânı berbâd etmişlerdir. Zamânımıza kadar teselsül eden bu ifsâdat maa't-teesüf, Mevlevîler, Sa’dîler, Rufâîler ve sâir ba'zı ehl-i tarîkat arasında rû-nümâ olmaktadır. (Aslaha’llâhü ahvâlehüm)

Bektaşîlikte İ’tikâd:

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat mezhebinden hâricdir ve ser-â-pâ hurâfât ile mâlîdir. Dînin amelî kısmına nâzır ibâdâtı tamâmen ber-taraf etmişlerdir. İlmî olan kısmını birtakım te’vîlât-ı bâtıla ve i'tikâdât-ı sahîfe ile doldurmuşlar ve sûret-i kat’iyyede tarîk-ı hakîkatten uzaklaştıkları gibi, cühelâ-yı nâsı iğfâl ve idlâl ederek, bid’atler ihdâs ve onları dînden îmândan etmişlerdir. Za’f-ı dîn sırasında halkın ibâdât-ı bedeniyye ve riyâzât-ı dîniyyeyi vücûda getirmeğe meyilleri azalmasından istifâde ile, nefsânî, şeytânî a’mâle sevk husûsunda pek mühim roller îfâ etmektedirler.

Sultân Mahmûd Hân-ı sânî, bunları imhâ siyâsetini ta'kîb etmiş iken, mürûr-ı zamân ile, yine idlâl-i nâsda bulunmaktan hâlî kalmıyorlar.

/385/ Bektaşî şiirleri tedkîk olunursa, hâsıl olan netîce mesleklerini vâzıhan ortaya koyar. Babâîlik, Ahîlik, Abdâllık gibi üç muhtelif mesleğin ihtilâtından hâsıl olduktan sonra Hurûfîliğin de te’sîri altında kalmıştır. Bektaşî babaları dîger şeyhler gibi uzun uzadıya, medrese tahsîli görmüş adamlardan olmadıkları gibi, Bektaşî dervîşleri de Acem lisân ve edebiyyâtına kıymet vererek tamâmen onu taklîd edecek yerde, millî lisân ve edebiyyâtına kıymet verdiler. Fakat cümlesi hurâfe-perest bir zihniyyete mâliktir. Hz. Ali’ye ve Âl-i Rasûl’e ve Eimme-i İsnâ-aşar’a teveccühleri ziyâdedir. Hurufîliği ve Fazlullâh-ı Esterâbâdî’nin ulûhiyyetini kabûl edenler de vardır. Kalenderî ve Hayderîler’den birçok bâtıl i’tikâdlar almışlardır. Hulâsa, Bektaşîlik, Babaîlik, Ahîlik, Abdâllık, Hurufîlik, Kızılbaşlık, Kalenderîlik, Hayderîlik akâidinden mürekkeb muaddal bir halîta-ı i'tikâdiyyedir.

Aşk u muhabbete, Allâh, Muhammed, Ali teslîsine, sonra Âl-i Abâ’ya, Fazl'ın ulûhiyyetine, esrâr-ı hurûfa; Hacı Bektâş-ı Velî’nin Muhammed ve Ali’den ayrı olmadığına kâni'dirler. Şiirleriyle, bunca garâib i'tikâdâtı halk arasında ta'mîme çok gayret etmişler ve etmekte bulunmuşlardır. Hz. Ebûbekr es-Sıddîk ve Hz. Ömer ve Hz. Aişe (radıya'llâhu anhüm)’e buğz ve adâvetleri pek şedîddir.

Ulemâ-yı İslâmiyye’den merhûm Hoca İshâk Efendi, bunların meslek ve i'tikâdlarını teşhîr ve peyrevân-ı tarîkat-ı Bektâşiyye’yi tezlîl ü tahkîr ile, meslek-i bâtıllarını serd-i hakâyık ile ibtâle gayret-keş olup, bir eser yazmış idi. Son zamânlarda, “Bektaşîlerin Esrârı” diye rezâletlerini orta(ya) koyarak, halkı intibâha da’veten, hayli eserler yazan erbâb-ı hamiyyet görülmüştür. Hânedân-ı Cenâb-ı Mustafâ’(ya) muhabbet âsârı göstermeleri, halkı avlamak içindir.

Bir zât, teşbîhen dedi ki: “Bunlar, kapısı ca'lî muhabbet âsârıyla süslenmiş, içi kof şeylerdir.”

/386/ Târîhî Tedkîkâttan:

Müverrih Ahmed Refîk Bey, “Orhan Gâzî” nâmı altında, İkdâm’da, bir târîhte neşr ettiği tefrikada der ki:

Fi’l-hakîka, bu devirde, Anadolu’da büyük bir kuvvetle intişâr eden Bektaşîliğin esâslarını, Babaîlik, Ahîlik, Abdâllık teşkil ediyordu. “Babâîler” nâmı, Cengiz istîlâsı önünde, Horasan’dan gelen Baba İlyâs’ın mürîdlerine verilirdi. Baba İlyâs da, Seyyid Ebu’l-Vefâ mürîdi idi. Bunlar, Selçûkîler zamânında, Baba İshâk’ın teşvîkâtıyla, bir isyân çıkarmışlardı. Abdâllık, Babâîliğin bir şu'besi idi.”

Abdallardan Kaygusuz Abdal, Abdâl-nâme nâmıyla bir eser yazmış idi. Abdalların en meşhûru Abdal Mûsâ ve Abdal Murâd’dır. Kaygusuzların şiirleri, Bektaşîlik üzerine büyük bir te’sîr icrâ etmiştir. Kaygusuz’un şiirlerinden numûne:

Yücelerden yüce gördüm

Erbâbsın sen Koca Tanrı

Âlem okur kelâm ile

Sen okursun hece Tanrı

Âsî kullar yaratmışsın

Varsın şöyle dursun diyü

Anları koymuş orada

Sen çıkmışsın uca tanrı

Kıldan köprü yaratmışsın

Gelsin kullar geçsin diyü

Hele biz şöyle duralum

Yiğitsen sen geç ata Tanrı

Aşık Yûnus hazretlerinin şeyhi Tabduk Emre’nin, Hacı Bektâş ile mülâkâtını, Refîk Bey nakl ediyor:

“Tabduk Emre, Sakarya havâlisinde münzevîyâne yaşardı. Asıl ismi,” “Emre” idi. Hacı Bektâş-ı Velî'nin da'vetine bütün şeyhler icâbet ettikleri halde, o etmemiş idi. Nihâyet Hacı Bektâş, onu da, Koca Ahmed ve Sarı İsmâîl ile çağırttı. Niçin gelmediğini sordu. O da, kendisine nasîb veren bir el bulunduğunu, erenler bezminde, Hacı Bektâş-ı Velî’yi tanımadığını söyledi. Hacı Bektâş, o elde bir alâmet olup olmadığını sordu. “Ayasında bir ben var idi.” dedi. Hacı Bektâş, /387/ elini uzâttı. Emre, yeşil beni görür görmez. “Tabduk pâdişâhım!” dedi. O günden i’tibâren, adı, “Tabduk Emre” kaldı. Yûnus Emre’yi, Tabduk Emre’nin dergâhına gönderen Hacı Bektâş-ı Velî idi.”

Yûnus Emre’nin hayatı hakkında, Mehmed Fuad Bey tarafından yazılan eserde, Anadolu’da yetişen ilk büyük mutasavvıfları hemen kâmilen, Hacı Bektâş-ı Velî mürîdi ve mu'tekidi şeklinde tanıtmak isteyen Bektaşî an’anesinde, Yûnus Emre hakkında da, kâfî derecede tafsîlâta tesâdüf edilir.

Refik Bey’in yazdığı, Koca Ahmed olmayıp, “Karaca Ahmed Sultân” dedikleri zât olduğunu Mehmed Fuad Bey tashîh ediyor.

KARACA AHMED SULTÂN

Babası diyâr-ı Acem mülûkünde imiş.

Bektaşî velâyet-nâmelerine göre, (Karaca Ahmed), Hacı Bektâş’tan istifâza eden Rum erenlerinden imiş. Kendisi, galebe-i cezebât ile Rum’a gelmiş; Akhisâr civârında bir yerde sâkin olup, orada vefât etmiştir. Mezârı ziyâret-gâhdır. Hâlbuki, Üsküdar’da dahi bir kabir ve türbe-i mahsûsu vardır Şakâyık, Akhisâr’da gösteriyor. Âlî merhûm, onun hakkında, “Rum erenlerinin kutb-ı nâm-dârı, Karaca Ahmed Sultân idi.” diyor.

Sivrihisâr’da sâkin Seyyid Nûreddîn’in türbe-kerdesi imiş. Elliyedibin mürîdi varmış.

Âlî’nin bu rivâyetine karşı, Mehmed Fuad Bey diyor ki: “Bu havâdîs, Bektaşî velâyet-nâmelerinden alınmış bir şey olup, i'timâda lâyık değildir.”

SARI İSMÂÎL

Bektaşî an’anelerinde ma'rûf bir sîmâdır. Velâyet-nâmelerde ona âid birçok menkabelere tesâdüf edilir. Fakat târîhde yeri yoktur.

                                                  -   -   -

/388/ Bektaşîler meyânında, ahlâkî, zevkî mâhiyyâtı hâiz şiir söyleyen kimseler de yetişmiştir. Bu yoldaki ba'zı manzûmeleri yazıyorum:

Türâbî Dede Sultân:

Bu fenâ mülküne ibretle nazar kıl ey cân

Gafleti eyle rehâ hâlî değildir meydân

Kanı Sultân Süleymân kanı İskender Hân

Sad-hezâr ömrü sürûrile geçirsen bir ân

Ne güle bülbüle bâkî a beyim bâğ-ı cihân

Kime yâr oldu murâdınca felek devr-i zamân

Nakş-ı dünyâya firîb olmadılar ehl-i kemâl

Dâmen-i aşkı tutup kıldı kamu kurb-ı visâl

Bildiler hâsılı hep lu’b ü hevâ zıll ü hayâl

Neş’e-i zevk-i cihânın hele rü’yâya misâl

Ne güle bülbüle bâkî a beyim bâğ-ı cihân

Kime yâr oldu murâdınca felek-i devr-i zamân

Tama’ vü hırsa uyup nefs ile makhûr olma

Sohbet-i ârifi bi’llâh’a eriş dûr olma

Emeğin zâyi' olur sa’y ile meşhûr olma

Saltanat mesnedi dünyâ ile mağrûr olma

Ne güle bülbüle bâkî a beyîm bâğ-ı cihân

Kime yâr oldu murâdınca felek-i devr-i zamân

Cem’-i mâl itsen eğer sa’y ile Kârûn’a bedel

Anı kim neylemeli gelse eğer mevt-i ecel

Râzî ol kısmetine her ne ise rûz-ı ezel

Elem-i cevr-keşîd olduğuna gam yeme gel

Ne güle bülbüle bakî â beyim bâğ-ı cihân

Kime yâr oldu murâdınca felek-i devr-i zamân

Bilesin sen de Türâbî bu ayân olsa gerek

Mürg-ı dil cânib-i uhrâya revân olsa gerek

Şecer-i cism-i ferin köhne vü kan olsa gerek

Sebze-i berk ü berin huşk u hazân olsa gerek

Ne güle bülbüle bakî â beyim bâğ-ı cihân

Kime yâr oldu murâdınca felek-i devr-i zamân

                               ---

Vardım kırklar meydânına

Gel beri hey cân didiler

İzzet ile selâm virdim

Geç otur hey cân  didiler

Kırklar yerinde durdular

Yerlerinden yer virdiler

Meydâna sofra serdiler

Lokmaya sun cân didiler

Kırkların gönlü uludur

Mü’minler kalbin eridir

Gelişin kanden beridir

Söyle behey cân didiler

/389/      Kalk semâ’da oyna

Silinsün pâk olsun ayna

Kırk yıl bir kazanda kayna

Dahi çiğsin cân  didiler

Düşme dünyâ kisvetine

Tâlib ol Hak hazretine

Âb-ı kevser şerbetine

Parmağını ban didiler

Gördüğünü gözün ile

 Beyân itme sözün ile

 Bir gececik bizim ile

 Olasın mihmân didiler

Şâh Hatâ'yım nedir hâlin

Hakk’a şükr it  kaldır elin

Kesegör gıybetden dilin

Olasın sultân didiler

                               ---

Neyleyim sîmîn beden ben sâkisiz meyhâneyi

Ab-ı kevser olsa nûş itmem dolu peymâneyi

Âlem-i âbın safâsın sanma mey efzûn ider

Cilve-i cânânadır mest eyleyen mestâneyi

Ehl-i aşka bâde-i vehm kâse kılmışdır Hudâ

Nûn hat cîm cemâl ü perçem-i cânâneyi

Şem’-ı hüsne öyle sûzânım ki kıl bir kez nazar

Âteşimden yandırır heb şem’alar pervâneyi

Âsitân-ı aşka baş eğdiğim gündenberi

Terk kılmışdır Gulâmî Ka’be vü but-hâneyi

                               ---

Parmak hesâbıyla söylenen şiirlerinden:

Gönlüme gözüme gelen sürûru

Fazl-ı Hak Muhammed Ali’den bildim

Cemâline müştâk gılmân u hûru

Fazl-ı Hak Muhammed Ali’den bildim

Tâlibine lutf it ey kerem-kânı

Lebin kevseriyle gel kandır cânı

Adâlet itmenin geldi zamânı

Fazl-ı Hak Muhammed Ali’den bildim

Dîger:

Şerîat yolunu Muhammed açdı

Tarîkat gülünü şâh Ali seçdi

Bu dünyâdan yüzbin erenler geçdi

Anlar ittifâkda mehdî yoldadır

Şâh Hatâ'yım eydür sırrın duyurma

İdegör niyâzı kazâya koma

Yalancı dünyâya hiç sağım dime

Muhammed Fazlullâh şimdi yoldadır

MUHAMMED ALİ HİLMİ DEDE BABA

/390/ İstanbul’da Üsküdar mülhakâtından Merdiven Köyü’nde kâin, Şah Kulu Sultân Dergâhı post-nişîni idi. İstanbul’da, Sultânahmed civârında, Güngörmez Mahallesi’nde, 1258/(1842) târîhinde doğmuştur. Pederi, mahalle-i mezkûre imâmı Nûri Efendi; vâlidesi de, Emine Bacı’dır. On iki yaşında iken, mezkûr tekke şeyhi Hacı Hasan Baba’dan ikrâr almış, 1273/(1857)’de, Hacı Hasan Baba’dan, usûl-i Bektaşî ve erkân-ı Ehl-i Beyt üzere ikinci bir ikrâr alıp vermesi olmuş. Bir sene sonra, şeyhinin vefâtıyla, yerine Aşçı Ali Baba post-nişîn olup, 1280/(1863) târîhinde onun da vefâtıyla Muhammed Ali Hilmi Dede Baba bu dergâhda şeyh olmuştur.

Teşekküren, Kırşehir'e azîmetle, Hacı Bektâş-ı Velî’yi ziyâret etmiştir.[72]   Burada seccâde-nişîn Hâcı Ali Dede Baba’dan, “sırr-ı tecerrüd”e mazhar olmuştur. 1286/(1869) senesinde yine Dergâh-ı Pîr’e rû-mâl olup, türbe-dâr Selânikli Hacı Hasan Dede Baba’dan erkân-ı Ehl-i Beyt üzere hilâfet erkânına dehâlet eylemiştir.

1325 sene-i hicriyyesi Muharremü’l-harâmının sekizinci günü/(22 Şubat 1907) âlem-i fânîden göçmüştür. (Allâhümme’htüm âkıbetehû bi’l-hayr.) Dergâhda medfûndur. Müretteb bir Dîvân'ı vardır. 1327/(1909) senesinde İstanbul’da tab’ olunmuştur.

Nuût ve gazeliyyâtı pek hoştur. Her nev’inden birer numûne ber-vech-i âtî nakl olunur:

Enver-i arş-ı güzînsin yâ Muhammed Mustafâ

Nûr-ı çerh-ı heftümînsin yâ Muhammed Mustafâ

Şânına “levlâke levlâk” nâzil oldu şübhesiz

Rahmeten li’l-âlemînsin yâ Muhammed Mustafâ

Şer’-i pâkindir viren revnak cihâna ser-te-ser

Nûr-ı Kur’ân-ı Mübîn’sin yâ Muhammed Mustafâ

Cümle âlem halkı muhtâcdır senin ihsânına

Sâdıku’l-va’di’l-emînsin yâ Muhammed Mustafâ

Hâtem-i hükm-i risâlet hem Habîbu’llâh’sın

Zât-ı fahri’l-mürselînsin yâ Muhammed Mustafâ

Hâdi-i râh-ı hakîkatdir kelâm-ı mu’cizin

Pîşvâ-yı mü’minînsin yâ Muhammed Mustafâ

Yâ Rasûla’llâh Şefâat kıl bu Hilmî mücrime

Sen şefîu’l-müznibînsin yâ Muhammed Mustafâ

                   *    *    *

/391/      Rûz u şeb vird-ı zebânım dilde cânânım Ali

Râhına olsun fedâ bu cism ile cânım Ali

Kişver-i iklîm-i tende pâdişâh-ı izz ü câh

Taht-ı dilde hükm iden adl ile sultânım Ali

Dûdmân-ı ehl-i tecrîdiz tarîk-ı aşkda

Sâdıkân-ı dîn-i Ahmed içre îmânım Ali

Hazret-i Mahbûb-ı Hallâk-ı cihânın dâveri

Hel etâ” şânında menzil sırr-ı Kur’ân’ım Ali

Ben muhibb-i Ehl-i Beyt’im dönmezim ikrârdan

Rükn-i ehlû’llâh içinde ahd ü peymânım Ali

Ref idüp zulmât-ı nefsi Hızr-veş buldum hayât

Âsmân-ı dilde Hilmî nûr-ı Sübhân’ım Ali

                   *    *    *

Mâh-ı burc-ı evliyâdır “Hacı Bektâş-ı Velî

Şem’-ı bezm-i asfıyâdır Hacı Bektâş-ı Velî

Kenz-i mahfiyken Yedu’llâh sırrını itdi ayân

Gencidâr-ı Kibriyâ'dır Hacı Bektâş-ı Velî

Esb tâz eyler kızıl taşa suvar olsa o şâh

Merd-i meydân-ı velâdır Hacı Bektâş-ı Velî

Nerm olurdu seng-diller nütkıla kılsa nazar

Kân-ı iksîr-i safâdır Hacı Bektâş-ı Velî

 

N’ola kendinden zuhûr eylerse sırr-ı Murtazâ

Zâde-i Âl-i Abâ’dır Hacı Bektâş-ı Velî

Eyleyen tahkîk-ı abdiyyet bulur fevz-i azîm

Mürşid-i râh-ı necâdır Hacı Bektâş-ı Velî

Cân u başın kıl fedâ Hilmî tarîk-ı aşkına

Şâh-ı iklîm-i bakâdır Hacı Bektâş-ı Velî

                   *    *    *

Ehl-i şevkiz meşreb-i rindâneyiz Bektaşî’yiz

Zâhid-i bed-hûlara bîgâneyiz Bektaşî’yiz

Merd-i tecrîdiz alâikdan geçüp olduk berî

Bî-tekellüf sâkin-i meyhâneyiz Bektaşî’yiz

Bî-garaz bu bezm-i işret-hâne-i âlemdeyiz

Câm-ı ışk u şevk ile mestâneyiz Bektaşî’yiz

Mâlik-i genc-i rumûzuz bizdedir dürr-i Necef

Gerçi zâhir-bîne biz vîrâneyiz Bektaşî’yiz

Mürg-ı şehbâz-ı kadîmiz âsmân-ı feyzde

Tâir-i takdîs ile hem-lâneyiz Bektaşî’yiz

Sâbitiz ikrârımızda şekkimiz yokdur bizim

Ahd-ı yâra ser viren merdâneyiz Bektaşî’yiz

Cânımız kıldık fedâ Hilmî Cemâlu’llâh’a biz

Şem’-ı aşka yanmağa pervâneyiz Bektaşî’yiz

                      *    *    *

Ezelden derd-i ışk-ı hüsn-i yâre mübtelâyız biz

Anınçün rûz u şeb göz yaşlarıyla âşinâyız biz

Yitürmüş şâhid-i maksûdunu leb-teşne gurbetde

Bu gün mecnûn gibi sahrâ-neverd-i Kerbelâ’yız biz

Belâ-keşlikde sâhib-imtiyâzız derd ü mihnetle

Melâmetle sunûfu’l-belâ li’l-velâyız biz

 

Makâm-ı Hazret-i Şâh-ı Necef’dir kıble-i uşşâk

Gubâr-ı hâk-pâ-yı zâir-i şîr-i Hudâ’yız biz

Abâ-yı aşkı giydik şevk ile erkân-ı pîr üzre

Bi-hamdi’llâh gurûh-ı bende-i Âl-i Abâ’yız biz

Muhabbet bâdesin nûş eyledik mest-i elest olduk

Ayılmaz tâ ebed bir neş’e-i câm-ı safâyız biz

 

/392/      Şükr-i Hakk’a hulûs-ı kalb ile Hilmî Dede dâim

Gulâm-ı hânedân-ı Ehl-i Beyt-i Mustafâ’yız biz

                   *    *    *

Biz mukîm-i şehr-i aşkız beyt-i gamdır hânemiz

Mürg-ı bâğ-ı mihnetiz cây-ı elemdir lânemiz

Şek değil batsak tarîk-ı aşkda ser-tâ-kadem

Şem’-ı bezm-i yâr içün cândır bizim pervânemiz

Şevkımız artar belâ-yı gamdan ey zâhid bizim

Derd-i aşk-ı yâri çekmekçün doğurmuş ânemiz

Zevk-i vuslatdan dakîk olmak bize bir lutfdur

Âsiyâb-ı cevrine düşdükçe yârin dânemiz

Leyle-i hicrin sabâh-ı vaslına tebdîl olur

Akd-i zülf-i yâri Hilmî keşf idince şânemiz

                   *    *    *

Mahrem-i esrâr-ı ilm-i “men arafnâ”dır gönül

Tılsım-ı genc-i müsemmâ sırr-ı Esmâ’dır gönül

Ka’betu’llâh it anı butlardan ârî eyleyüp

Mülk-i uzmâ-yı mücessem Beyt-i Mevlâ’dır gönül

Andan irdi menzil-i mi’râca hatmü’l-enbiyâ

Künbed-i mînâ vü nakş-ı arş-ı a’lâdır gönül

Heft harfi anda vazdı, “Kâf” ve “Nûn ve’l-kalem

Kim zuhûr-ı nokta-i sırr-ı süveydâdır gönül

Hilmiyâ, ol beyte cân u baş u dilden hıdmet it

Nutk-ı “Mâ evhâ” ve nazm-i yâr-ı “Tâhâ”dır gönül

“Turuk-ı Sâire Sâlikleri Arasında da Sârî ve Carî Olmuş Bektaşî Tâbirleri:

Nutuk haklamak, nutkunuza mürüvvet, kapıyı sırr etmek, nazarım nereye, namâz okumak, cân, baba, sırr-ı lâhık, sâkî (saka) baba, çerâğî baba, Hakk’a yürümüş, bacı, ikrâr almak, ikrâr vermek, kurbân tığlamak, vahdet etmek, ya'nî uyumak, gülüm, Hak erenlerim, aşk olsun, aşkın cemâlin olsun, cemâlin kemâlin olsun ve şâire.

Bektaşî’lerin Kullandıkları Şeylerin İsimlerinden:

Fahr: Başa giydikleri serpuş.

Hayderî: Kolsuz hırka. Umûm ehl-i tarîk bunu giyer ve yakalarında oniki dikiş vardır; oniki imâma işârettir. Bu yakalara, “hayderî yaka” derler.

Deste-gül: Haydarîden uzunca, cübbeden kısa kolsuz hırka.

Habbe: Hayderînin göğsüne iki tarafa ta’lîk olunur, tesbîh tânesi hubb-ı Hasaneyn’e işârettir. Akîk veya neceften i’mâl olunur, zincîrle ta’lîk olunur.

Mengûş: Teehhül etmemeğe azm edenlerin kulağına takılan küpe.

Kanber-i Ali: Kemerin adı. Yuvarlak şerit veya örme kaytandan yapılır. Armudî bir taş ile yekdîgerine rabt olunur. Hacıbektâş taşından ma'mûldür.


ÎFÂDE:

Sefîne-i Evliyâ, bidâyeten iki cild i’tibâr olunmuş idi. Hâlbuki, ilâveler te’sîriyle tevessü’ ettiğinden, hîn-i tebyîzda böyle kaç deftere bâliğ olursa, o kadar cild i'tibâr edilmesi münâsib görüldü. Ve mine’llâhi’t-tevfîk.

Bu cildin hitâm-ı tebyîzi: 15 Cemâziye'l-evvel, sene: 1342.

23 Kânun-ı evvel 1339/(1923) yevm-i Pazar, vakt-i duhâ.

Süheyl Ünver’in notu :

Bu eseri, torunları beyefendilerin muvâfakatıyla yirmibeş gün zarfında inceledim. Şeyh Elîfî Efendi resmiyle son Mevlevîlerden bir grubu yapıştırdım ve Şeyh Elîfî resmiyle ilgili mühim bir bahs var ve müteferrik kayıtlar sahîfe aralarında idi; onları da gayb olmasınlar diye yapıştırdım. 26. II. 1970.

Dr. Süheyl ÜNVER


 

İÇİNDEKİLER

Tasavvuf ve Eser Hakkında Birkaç Söz....

Osmân-zâde Hüseyin Vassâf

Mukaddime

Tarîkat-ı Aliyye

Tasavvuf.

SİLSİLE-İ TARÎKAT-ı ÂLİYYE-İ KÂDİRİYYE

Hasan-ı Basrî Hazretleri

Habîb El-A’cemî Hazretleri

Dâvûd-ı Tâî Hazretleri

Mâ’rûf-ı Kerhî Hazretleri

Şeyh Abdullâh Et-Tûsteri Hazretleri

Seriyy-i Sakat î Hazretleri...”.

Şeyh Cüneyd-ı Bağdâdî Hazretleri

Şeyh Ebubekir eş-Şiblî Hazretleri

Gavs-ı A’zanı Sultân Seyyid Abdü’l-Kadir-i Geylâni Hazretleri.

Şuabât-ı Kâdiriyye

Hz.Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî (KUDDİSE  SIRRUHÛ )

Hz. Şeyh-i Ekber’in Evlâd-ı Kirâmı

Şeyh Ömer Efendi (Molla Gürânîli)

Eşref-zâde Abdullâh-ı Rumî Hazretleri

Şeyh Abdurrahîm-i Tirsî

Şeyh Muslihuddîn Efendi Hazretleri

Şeyh Hamdi Efendi Hazretleri

Şeyh Sırrı Ali Efendi Hazretleri

Şeyh Hamdî-i Sânî Hazretleri

Şeyh Lutfullâh Efendi Hazretleri

Şeyh Ahmed Efendi Hazretleri

Şeyh Eşref-i Sânî Hazretleri

Şeyh Abdullâh Efendi Hazretleri

Şeyh Sâlih Efendi Hazretleri

Şeyh Abdulkâdir Efendi Hazretleri

Şeyh Muhammed Efendi Hazretleri

Şeyh Şerefüddîn Efendi Hazretleri

Şeyh İzzeddîn Ahmed Efendi Hazretleri.

Şeyh Abdullâh Efendi Hazretleri

Şeyh Abdulkâdir Necip Efendi

Şeyh Avnullâh Efendi Hazretleri

Şeyh Fahrüddîn Efendi Hazretleri

Şeyh Ahmed Ziyâeddîn Efendi

Şeyh Fahreddîn Efendi

Şeyh Nâfiz Efendi Hazretleri

Şeyh Ahmed Ziyâeddîn Efendi

RÛMİYYE-İSMÂÎLİYYE

Şeyhismâîl-i Rûmî Hazretleri

Şeyh Şerîf Halîl Efendi

Seyyid Şeyh Fazlullâh Efendi

Şeyh Şerîf AbdıırRahmân Efendi

Şeyh Hüseyin Efendi

Şeyh Halîl Efendi

Şeyh Muhammed Efendi

Şeyh Şerîf Ahmed Efendi

Şeyh Sırrî Efendi

Şeyh Emin Efendi

Şeyh Abdüşşekür Efendi

Şeyh Seyyid Muhammed Şerefeddîn Efendi.

Şeyh Muhyiddîn Efendi

Şeyh Abdüşşekür Efendi

Şeyhismâîl-i Gavsî Efendi

Şeyh Muhammed Rûhî Efendi Hazretleri....

Şeyh Ahmed Efendi

GANİYYE-İ KÂDİRİYYE

Şeyh Abdülganiyy-i Nablusî Hazretleri.

HÂLİSİYYE ŞU’BE-İ KÂDİRİYYESİ

Şeyh Ziyâeddîn Abdurrâhman Hâlis et-Tâlebânî el-Kerkükî Hazretleri

Ebu’l-Muhsin Şeyh Ali Tâlebânî

Şeyh Safvet Efendi

Şeyh Abdülkâdir-i Tâlebânî

Şeyh Abdülkâdir-i Sıddîkî

YÂFİİYYE ŞU’BE-İ KÂDİRİYYESİ.

İmâm-ı Yâfiî Hazretleri..

GARİBİYYE ŞU’BESI

Şeyh Garîbullâh EI-Hindi

Âşık Yûnus-Yûnus Emre Hazretleri.

MÜŞTÂKİYYE ŞU'BESİ

Şeyh Abdülcelîl-i Teblîsi

Şeyh Hacı Hasan-ı Şirvânî

Şeyh Müştâk-ı Kâdirî

Edhem Baba Hazretleri

Şeyh Muhammed Müştâk-ı Kemterî

ENVERİYYE ŞU'BESİ

Eş-Şeyh es-Seyyid Osmân Nûreddîn Şemsî El-Üveysî el-Kâdirî Hazretleri

Şeyh Abdurrahîm-i Ünyevi ;

Şeyh Muhammed İzzî Bedreddîn el-Üveysî el-Kâdirî Hazretleri

Süleymân Hilmî Efendi

Şeyh Ali Sırrî Efendi

Şeyh Ebûbekir es-Sıddîk Necmeddîn Efendi

Şeyh Muhammed Sa’deddîn-i Süheyl Efendi

Şeyh İsmâîl Efendi ve Hüseyin Rûhî Efendi

Şeyh Mustafa Şerîf Efendi

Kaygusuz Şeyh İbrâhîm Efendi

Şeyh Mustafa Şevkî Efendi

Sultânü’l-Âşıkîn İbnü’l-Fârız Hazretleri

AHMED er-RUFÂÎ.

ŞUABÂT-ı TARÎKAT-ı ALİYYE-İ RUFÂİYYE

Şeyh Mahmûd-ı Halîdî Er- Rufâî:

Şeyh Yesî Hazretleri:

Şeyh Osmân Himâyetî

Karasarıklı Şeyh İbrâhîm-i Sabrî Efendi

Şeyh Sâdık Efendi

Şeyh Seyyid Nûrî Efendi

Şeyh Hayrullâh Tâcüddîn Efendi:

Şeyh Sâlih Efendi

Şeyh Abdullâh Efendi

Şeyh Halîm Efendi İbni Tâhir Efendi

Şeyh Muhammed Fadlî Efendi

Şeyh El-Hac Hâfız Muhammed Ferîd Efendi.

Şeyh Vahdî Efendi

Şeyh Muhammed Hilmi Efendi

Rufâî Asitanesi

Ahmed El-Lihâs Kolu

Kabûlî Şeyh Mustafa Efendi

Şeyh Ken’an Bey

Şeyh Büyük Hasib Efendi

Şeyh Muhammed-i Derrasî Efendi

Medhiyye-i Yahyâ-zâde Şeyh Hasib er-Rufâî.

Şeyh Hasib Efendi

Şeyh Yahyâ Efendi

TARÎKAT-İ ALİYYE-İ BEDEVİYYE.

Şeyh Ebu’l-Feth el-Vâsıtî

Şeyh Abdûl Azîz Hazretleri

Şuabât-ı Tarîkat-ı Aliyye-i Bedevîyye..

Beyyûmiyye Kolu

TARÎKAT-İ ALİYYE-İ MEDYENİYYE.

Şeyh Ebû Medyen Hazretleri

Şu'beleri

TARÎKAT-İ ALİYYE-İ SÜHREVERDİYYE.

Şeyh Ebu’n-Necb es-Sühreverdî

Cenâb-ı Pîr Ömer Şihâbeddîn-i Sühreverdî...

Şuabât-ı Tarîkat-ı Sühreverdiyye

Şeyh Sa’dî Şîrazî Hazretleri

TARÎKAT-İ ALİYYE-İ ŞAZELİYYE.

Şuabât-ı Şâzeliyye

Cezûliyye Şu'besi

Mustâriyye Şu'besi

Îseviyye Şu'besi

İlmiyye Şu'besi

Ahmediyye-i Şâzeliyye Şu'besi

Şeyh İbrâhîm er-Reşid Hazretleri.

Medeniyye Şu'besi

Şeyh Muhammed Zâfir Efendi....

TARÎKAT-İ ALİYYE-Î DESSÛKİYYE.

İbrâhîm-i Dessûkî Hazretleri..

SENUSILER

Seyyid Muhammed-i Senûsî.

Seyyid Ahmed es-Senûsî

ZEYNÎLER

Şeyh Abdullatîf-i Kudsi

Şeyh Ahmed-i Zeynî :

Âşık Paşa-zâde

Şeyh Abdurrahîm-i Zeynî :

Şeyh Mahmûd Hayrân-ı Zeynî :

Şeyh Abdullâh-ı Zeynî :

Şeyh Muhammed-i Zeynî :

Şeyh Safiyuddîn-i Zeynî :

Muallim-Zâde Şeyh Mustafa Zeynî :

Şeyh Seyyid Ali Zeynî :

Şeyh AbdülAzîz-i Zeynî :

Şeyh Abdullâh-ı Zeynî :

Şeyh Abdülganiyy-i Zeynî :

Şeyh Muhammed el-Halvetî

Şeyh Sa'deddîn-i Zeynî :

Allâme-i Cihân Molla Şemseddîn Fenârî Hazretleri.

Molla Hayalî Hazretleri

Şeyh Şihabüddîn-i Sivasî

Şeyh Ömer b. Hamza Hazretleri

Şeyh Mehmed Ârif Efendi

Şeyh Ahmed Efendi

Şeyh Vefâ Hazretleri

Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi

Meşhûr Sinân Paşa

TARÎKAT-İ ALİYYE-İ KÜBREVİYYE.

Şeyh Ebu’n-Necîb es-Sühreverdi

Necmeddîn-i Kübrâ Hazretleri

Şeyh Necmi Dâye Hazretleri

Şeyh Sa’deddîn-i Cüveyn i

Şeyh Muhammed Şîrin-ı Mağribi Hazretleri.

Şuabât-ı Kübreviyye

Nûrbahşiyye Kolu

Emîr Sultân Hazretleri

Mevlidî Süleymân Çelebi Hazretleri

Hulefâ-yı Hazret-i Emîr

İbn-i Yûsuf Hasan Hoca

Yahyâ B. Mustafa Efendi

Yahyâ B. Yahşî Efendi

Şeyh Mahmûd-ı Lâmiî

Ali Dede Hazretleri

Seyyid Nâsîruddîn-i Buhârî

Seyyid Usûl el-Buhârî

Seyyid Ni'metullâh Efendi

Ece Sultân Hazretleri

Ramazân Bey ve Veli Şemseddîn

Baba Zâkir Hazretleri

Şeyh Muslihiddîn-i Tavîl

TARÎKAT-1 ALİYYE-İ MEVLEVİYYE..

Seyyid Burhâneddîn Muhakkık-ı Tirmizî.

Şeyh Salahaddîn Hazretleri

Ahmed el-Gazzâlî

Şems-i Tebrîzî Hazretleri

Muhammed Dede Hazretleri

Sultânu’l-Ulemâ Hazret-i Bahaeddîn

Sadreddîn-i Konevî

Kemaleddîn-i Kâşânî Hazretleri....

Şerefeddîn Dâvud b. Mahmûd-ı Kayserî...

Hazret-i Mevlânâ

Hüseyin el-Hatîbî Hazretleri

Bahaeddîn Veled Hazretleri

Ferîdüddîn-i Attâr Hazretleri

Hüsameddîn Çelebi Hazretleri

Sultân Veled Hazretleri

Ulu Ârif Efendi Hazretleri

Hazret-i Mevlânâ’nın Erbâb-ı Aliyyeleri..

Muhammed Es’ad El-Mevlevî

Muhammed Tâhiru’l-Mevlevî

Âsâr-ı Matbû'a ve Gayr-i Matbû'ası.

SA’DÎLER

Şeyh Ebûbekir En-Nessâc-ı Tûsî

Hazret-i Pîr Sa’deddîn

Sa’deddîn Yûsuf Eş-Şâûrî

Şu’ûbât-ı Tarîkat-ı Sa’diyye

Şeyh Abdüsselâm Eş-Şeybânî

Şeyh Gâlib, Behcetüddîn

Şeyh Mustafa Efendi

Şeyh İbrâhîm Efendi

Lebîb Hüseyin Efendi

Şeyh Muhammed Emin-ı Elfî

Şeyh Muhammed Gâlip Efendi .-

Şeyh Yahyâ Efendi

Şeyh Ebu’l-Vefâ-ı Sa’di

Şeyh Hüseyin Efendi

Şeyh Abdurrahmân el-Halebî

Şeyh Süleymân es-Sıdkî

Şeyh İsmâîl en-Necâ Efendi

eş-Şeyh el-Hac Mustafa İzzî Efendi

Şeyh Süleymân-ı Sıdkî

Şeyh Hasan Rızâ Efendi

eş-Şeyh İsmâîl Necâ Paşa

eş-Şeyh el-Hac Ahmed Muhtâr Efendi

Şeyh Muhammed Elif Efendi

Ebu’l-Mefahir Şeyh Yûsuf Zâhir Efendi

Şeyh Muhammed Ziyâd Hazretleri

Şeyh Muhyiddîn Efendi

eş-Şeyh Hacı Muhammed Vehbi Efendi

Şeyh Sıdkı Efendi

Şeyh Azîz Efendi

Şeyh Ferîd Efendi,

Şeyh İsmâîl Muhammed es-Sâlim es-Seyfi Efendi.

Şeyh Hüseyin Sa’deddîn el-Örfî Efendi:

TARÎKAT-l SA’DİYE’DEN ETYEMEZ DERGÂHI.

Şeyh Ali Hulûsi Efendi

Şeyh İsmâîl Efendi

Şeyh el-Hac Sîne-Çâk Mustafa Vehbî Efendi.

BEKTAŞÎLER

Hoca Ahmed-i Yesevî Hazretleri

Lokmân-ı Perende

Hacı Bektâş-ı Velî

Sarı İsmâîl

Muhammed Ali Hilmi Dede Baba..

 



[1] Tâme, lugatta ^gâlib” ma’nâsınadır.

[2] Metnin 296. sahîfesindeki dipnota bakınız. (H)

[3] Bunun gerçekleşmesi târihen mümkün değildir. Bkz. Metnin 298. sahîfesi. (H)

[4] "Kitâbda (kaderde) böylece yazıldı." 17. İsrâ sûresi, 58 (H)

[5] Aşkın kır atına binince gönül,  bütün maksatlarını elde eder gönül..

Gönül olmasaydı aşk nerede yer edinebîlirdi? Eğer aşk olmasaydı ne işe yarardı gönül? (H)

[6] Gönülde, ayrılıktan doğan ne kadar hastalıklarım, işte ise, dünyâya bağlılıklarım... var;

Senin bütün bu gam kederlerine rağmen, vefâ kâsesi öyle bir miskle karışmışki, bunu içmezsem (her yerimde) kırıklık ve döküklük hissederim. (H)

[7] Şîrin, aşağılık dünyâdan yükünü alıp götürünce. Cennette Dergâh-ı Hak'ta evini barkını buldu.  (809) (H)

[8] "Onun “Vuslatı”: Şîrin “Kutba Vâsıl” oldu’dur." (809) (H)

[9] "Senin zuhûrun bendendir, benim vücûdum senden. Ben olmasaydım sen zâhir olmazdın, sen olmasaydın da ben olmazdım." (H)

[10] "Senin güneşini görünce zerrelerden vazgeçtim. O zât’ın yüzünden bütün sıfatlardan vazgeçtim.

Karanlık halvette riyâzât çektim. Gerçekte yedi semâdan vazgeçtim.

Gördük ki, bütün bunlar rü’yâ ve hayâldir; mertçe bütün bu rü’yâ ve hayâllerden geçtik

Ey şeyh, senin bütün kemâlâtın bu ise, sen hoş ol ki, bütün bu kemâlâttan vazgeçtik

Biz öyle bir nûrun arkasına düşmüşüz ki, bütün nûrların doğuş yeridir. Batış yeri  yıldızdan ve lambadan da vazgeçtik" (H)

[11] “Ey ceddim! Sana selâm olsun.” (H)

[12] “Ey oğul! Sana da selâm olsun.” (H)

[13] "Emîr Sultânın Bursa’ya gelmesi Yıldırım Beyazıt zamânındadır. Taklîd-i seyf, teberrük tarîkiyle sonra icrâ edilmiş    olsa gerektir."

[14] “O yalnız bir sayha oldu; hemen sönüverdiler.” 36. Yâsîn sûresi, 29. (H)

[15] "Peygamberler arasında fark gözetmeyiz." 2. Bakara sûresi. 285. (H)

[16] "Bunlar öyle Peygamberlerdir ki, biz onların ba'zılarını diğerlerine nazaran fazîletçe daha üstün kıldık." (H)

[17] "Haberiniz olsun ki, Allahın velîlerine ne bir korku ve ne de hüzün isâbet edecektir." 10. Yûnus sûresi, 62.(H)

[18] "Sen dâimâ gönle yakın olmuşsun, mâzursun. Gam nedir hiç öğrenmemişsin mâzursun. Ben, sensiz bin gece kan içinde idim, sen ise bir gece bile öyle olmamışsın, mâzursun. (H)

[19] "Misbâhın, zücâcı ve mişkâtın sırrı, ruhların hulâsası hayra çağıran, çok azîz, dînin ve hakkın yıldızı Mevlânâ. Allah evvelîn ve âhirîni nurlardırsın." (H)

[20] "Deme ki, gönül ehli gitti de gönül şehri boş kaldı, Cihân Şems-i Tebrizî ile doludur. Fakat Mevlânâ gibi er nerede?" (H)

[21] Baba Kemâl Hucendî hazretleri, ekâbîr-i evliyâullâhtan ve şuarâ-yı sofiyedendir. Ârif-i muhterem Muhammed Besîm Bey Efendi, muharrir-i fakîre yazdıkları bir mektûb-ı ârifânelerinde derler ki: “Meşhûr Şems-i Tebrîzî hazretlerinin cümle-i şuyûhundan olan Baba Kemal Hûcendî hazretleri ile Hz. Mağribî’nin muhib ve muâsırı, şeyh Kemâl Hucendî başka başka asrın başka başka ricâl-i kemâlinden oldukları halde, menkabe-nâmelerimizde müşârünileyhimâ şahs-ı münferid hâlinde aynı zât olarak gösterilmişlerdir. Hâlbuki Baba Kemal Hûcendî cihâd-ı asgarin şehîd-i nâ-mağlûbu, cihâd-ı ekberin ise mücâhid-i her-dem-gâlibi, veliyyullâh-ı muhteşem meşhûr Necmeddîn-i Kübrâ’nın kibâr-ı hulefâsından bir mürşid-i muhteremdir. Şeyh Kemâl Hucendî ise, Hz. Mağribî ve cenâb-ı Hâfız Şirâzî ile muhâdır ve muâsır olan Şâir-i zî-kemâl-i mükerremdir.

[22] “Aşk şebneminden Âdem’in toprağı gül oldu.  Yüz fitne, karışıklık dünyâda hâsıl oldu. Aşk neşterini rûh damarına vurdular. Bir damla kan damladı da: Onun adı gönül oldu.” (H)

[23] "Ben o yüce kişiyi nasıl târif edeyim? Bir Peygamber değil amma, kitâbı var diyeyim." (H)

[24]  "Hiç bir kimsenin kınamasından korkmazlar." 5. Mâide suresi, 54. (H)

[25] "Böyle bir darlık ve o kusûra rağmen tuhaf olan şudur ki, O kendisine “Fahrüddîn = dinin öğüncü” denilmesini ister." (H)

[26] "Bu yolda, eğer akıl “yol gösterici” olaydı,“Fahr-ı Râzî” dinin sırrını bilen bir kişi olurdu." (H)

[27] “Din büyüklerinin efendileri ve hakka'l-yakîn derecesine vâsıl olanlar böyle, teker teker Moğol askerinin elinde esîr ve telef oldular. Sen ise dünyâ gayretindesin. Bu revâ olmaz. İşte ben de coştum” (H)

[28] Sonsuz hamd o pak olan Allâh’a ki, O, bir avuç toprağa imân ihsân etmiştir. (H)

[29] "Attâr rûh idi, Senâî onun iki gözü, biz, Senâî ve Attâr’ın peşinden geldik." (H)

[30] "Seni tanımamız gerektiği gibi hakkıyle tanıyamadık" (H)

[31] "Kendimi tenzîh ederim, ancak şânım ne kadar yücedir?" (H)

[32] "O ma’nevî cihânın Ferîdûnu, Zâtına delîl olarak Mesnevî'si var. Ben o yüce zâtı nasıl vasfedeyim. Peygamber değil amma kitâbı var" (H)

[33] "Ey Resul-i Hazret-i Hak, ey Habîb-i Kibriyâ. Ey âlemin gözünün ziyâsı. Ey “elest” topluluğunun sâkîsi, bir dolu kadeh ver.

Ey âlemin gözünün ziyâsı, Ey Peygamberlerin önderi. Ey ziyâ dolu lâmba, bu miskine nazar kıl.

Mevlânâ’nın yüzüne, Ayağının toprağına, gece gündüz merhamet et, ey yüce Şah! Ahmed u Mahmûd u Muhammed Mustafa" (H)

[34] "Ölüm, iki sevgiliyi birbirine kavuşturan bir köprüdür." (H)

[35] “Âşıkların Ka'besidir bu makâm! Noksân gelenler burada olurlar tamâm!” (H)

[36] "Vefâtımızdan sonra türbemizi yer yüzünde arama. Ârif kişilerin sînesindedir mezârıımız." (H)

[37] "Dinle neyden çünkü hikâye etmede!" (H)

[38] "Kibriyânın (Rabbın) sırlarının kâşifi olan, bizim Mevlânâmız, şöyle buyurdu: Bu (Mesnevî) ne ilm-i remildir, ne ilm-i nücûm ve ne de düştür. Allâh doğrusunuen iyi bilir. O, vahy-ı Haktır." (H)

[39] Konya’da âsitâne-i Hz. Mevlânâ’da, Cenâb-ı Pîr’den zamânımıza kadar post-nişîn olan meşâyih-ı kirâmın esâmî ve târîh-i irtihâlini mübeyyin bir manzûme olup, Sefîne’mizin mevzûuna mutâbakati hasebiyle aynen derci muvâfık görülmüştür. Nâzımı Remzi Dede hazretlerinin hatt-ı destidir. Fakîre ihdâ buyurmuşlardır.

[40] “672 senesi beşince ayı Cemâziye’l-âhirinde vefat etti.” (H)

[41] Konya'da bir câmi'-i kebîrdir.

[42] "Perde arkası göz önünde zuhûr etti de, gönlün istediğini perdesiz gördü." (H)

[43] "Gönlümün bir tek “mey” isteği vardır. O mey, neyin nefesini azar azar çekip almaktır. Gönülde, o meyden bir kadeh içtim. Allâh yeter; gayrisi “hiçbir şey”dir." (H)

[44] "Yâ Rabbi! Benim yaratılışımdaki hikmet nedir? " (H)

[45] "Cenâb-ı Hak, oğlunun başarısı ve ıslâhı için pederinin yapmış olduğu duâyı kabûl etti. O, bu duâ esnâsında üç kişi gördü ve onların kendisine gelmeden önce, üzerlerindekini elde etmek için onlara doğru yürüdü. Onlara ulaşınca, içlerinden biri kendisine doğru döndü ve “İnananların gönüllerinin Allâh’ı anması ve O’ndan inen gerçeğe içten bağlanması zamânı daha gelmedi mi?” meâlindeki Hadîd Sûresi 16. âyetini okudu.

Bunu okuduktan sonra, Rasulullâh (salla’llâhu aleyhi ve sellem.)’in sözü ile kendisini, vecd, harâret ve ağlama hali aldı. O halde iken de atından düştü. Nefesinden başka bir hareketi de kalmadı. Üç kişiden biri gelip, eliyle onun göğsüne vurdu ve şöyle dedi: “Allâh’a istiğfar et.” Bunun üzerine o, geçmişte yapmış olduklarına istiğfar etti.

Bu olaydan sonra, baygınlık ve sarhoşluk halinden kurtuldu ve daha önceki hareketlerinden ve ızdırabtan sıkılan kalbi de huzûr ve sükûna erdi. O üç kişiden biri, cebinden meyveler çıkarıp, vahiy ve sır emrini Rasulullâh’a verdikten sonra, “Ey Allâh’ın rasûlü, onu sula ve kandır.” dedi. Bunun üzerin Rasulullâh (salla’llâhu aleyhi ve sellem) meyveye üfledi ve meyveleri ona uzâttı. Şeyh de onları aldı ve yürüdü.

Rasulullâh, ona, “Bunu hem kendin, hem de neslin için al.” dedi. O ne güzel ikrâm, ne büyük hediyedir Şeyh onları kabûl etti, onlara da hürmet etti.

Şeyh bunun üzerine, Allâh tarafından, zâhiri ve bâtını ma’mûr bir halde geldiği yere döndü. Rasûlullâh’ın ikrâmiyle Rabbine yöneldi, feyzi arttı." (H)

[46] "Müjdeler olsun sana mürîdim, müjdeler. Allâh’ın ipine sarıl sonra benim bîatıma. Mürîdim bana sarıl bana güven. Seni dünyâ ve âhirette korurum ben. Ben, Şeyh Sa’deddîn’im ve Cibâ’nın koruyucusuyum; ben kurrânın ve her yolun şeyhiyim" (H)

[47] "İnsanlar arasında “Cibâvî” diye anılan ey şeyh Sa’deddîn! Sen peygamberlerin en hayırlısı olan Hz. Muhammed’in elinden mutluluğa ve tam bir hazza ulaştın." (H)

[48] "Ceylândan evvel, kokusu geldiği gibi, benim haberim mektûbumdan evvel gelir. Kanlı gönlün hali ceylân gibi ismimden ayan olur

Bana kırmızı dudağın olmadan sunulan kadeh kan pınarıdır. İçki kabarcıkları kadehimin dudağından dökülen küçük uçuklar gibidir.

Gönül âteşinin kıvılcımı sensiz bu gece meclisin mumu oldu. İnleyen vücûdum kan damlayan kebab oldu huzûrum kalmadı.

Ümid ederim o mübârek doğan bizim tuzağımıza düşer, ateşli âhımın dumanından tuzağımın halkası yaparım.

Sıdkı’nın dost mesajı benim gönlüme aydınlık bahşeder. Yüzünün aydınlığının hayali akşam karanlığını şafağa çevirdi." (H)

[49] "Sokağın başından sabâ rüzgârı geçti. Şimdi bağlar zülfünün kokusunu getirdi ve lâle yaprağında yaralar açdı

Gonca elbisesini yırtdı, bülbül öylesine feryâd etti; sesinin aksi dağın eteğinden kulağıma gitti.

Anka kuşunun âşıkların hümâsı ile berâber yüzünü görmediği (kişi)! Cemâlini göstererek sevindir bizleri. Zîrâ çağlar kaçıp gidecektir

Koknos kuşunun kanadından sana hastalık ve ölüm gelirse ne hayret edilir ki, ben senin aşkından Koknos gibi hırsla yandım

Şekerin kıymetini papağan bilir ey zâhid Hodbin olma. Cîfe, tab’-ı selîm ile karganın tabîatını daha iyi ortaya kor

Onun gözü var kurtuluş ise güzeli beğenmek ve güzeli yapmak iledir. Fakat hayalperest oldu da maskaralığa ve şakaya başladı" (H)

[50] "Ey Elif, tek olan Pîr’in ölüm târîhini kırmızı mürekkeble yazarım.

Doğru sözlü dostun ömrü mahremiyette olduğunda zirveye (sonsuza) ulaştı.

Beş (ilâvesiyle) Âl-i Abâ’ya dâhil oldu. Allâh ona şehîd sevabı verdi." (H)

[51] "Tûr, Hakk’ın tecellîsine muvakkat bir mahaldir. Hz. Kelîm’in zâtına mahsûs olmuştur

Tûr, nâmı irfân olan Muhammed’dir. Haşir (kıyâmet) gününe kadar kerîmin atâsıdır." (H)

[52] Tercüme-i hâli Şâzelî bahsinde geçmiştir.

[53] "Eğer yârin müsâadesi ulaşırsa inciler delerim. Kendi sanatımı gösteririm de o sırrını gizlerim.

Ağzıma ağır bir kilid vurdu. Bunun için çırpındım. Yoksa ben anlatılacakları anlatırdım.

Gül bahçesinin fidanından gonca gibi açmadık. Eğer açılırsam gülün kokusunu benden duyun.

Her ne kadar rakip beni dışardan uyumuş zannederse de uyumuş değilim. Uyusam bile sarhoşluktandır.

Ey Elif! Çabuk gel ki ölüm sarhoşluğundayım. Tâ ki himmet süpürgesiyle gönül evini süpüreyim." (H)

[54] "Ben onun konuşmasının benzerini hiç görmedim. Güzellik bakımından da ona denk olanını ...

Her güzellik, onun güzelliğinden dolayıdır, güzellikte ona ulaşabilen asla görülmemiştir.

Onu sevdiğimden beri, ona olan sevgimi gizledim. Onu gizleyen, benim kadar dikkatli biri görülmedi.

Düşmanların dedikodusu karşısında susmayı yeğledim, kalbimden ise, dâimâ onu zikr edip durdum.

Nice hevâ ve hevesin gizlenmesi, neredeyse beni öldürüyordu. Ben, başkaları gibi, onu asla ifşâ etmedim.

Ne Selmâ’, ne de Suâd’ dedim. Ancak ona eziyyet için de hiç gayret etmedim.

Ben ondan ayrıydım, ama, rûhum onunla berâber idi.Gönlüm, onun müjdesinden başkasına asla i’tibâr etmedi.

Kalb heva ve heves vadisinde kayboldu, ama onu sevenin fikrinden (sevme ârzûsu) asla silinmedi.

Hevâ’ ve heves ile Elîf (dost) olduktan sonra, kendi makâmına bir daha asla dönmedi." (H)

[55] "Kerem sahipleriyle iş yapmak güç değildir." (H)

[56] "Devlet kuşu uçtu da yuvası bomboş kaldı. Bundan sonra onu ya rü’yâda görürsün veya kıyâmette" (H)

[57] "Hak ve dînin kılıcı, tarîkat güneşi (Hüsâmeddîn), şer’î zorlukların çözümünde asrın imâmı.O, ilim ve irfânın her şu'besinde, en büyük rüsûh sâhibidir.

Zamânında, her yönden hakîkat ilimlerinde açık ifâdeli bir şeyhdir. Her arayan için aranan bir ârif, her yüce (ma’nevî) makâmın talebinde sevilen kimsedir.

Kalbin yönetilmesi ve bedîî ifâdelerle müşküllerin hallinde mahâret sâhibi, yüksek hizmetlerde nefesleri ve himmetiyle gayelere ulaşılıyordu.

(Yukarıdaki) kasîdede umulanlar bugün de onun rûhundan, aydınlık kabrinin yanında umulur. Ancak bunlar, önce dünyevî hayatında olduğu gibi hüsn-i i’tikâdla ziyâ ret edenler içindir.

Bu zayıf olan (Elîf) de her mühim meselesinde sabâh ve akşam onun rûhundan istimdâd eder. Allâh onun sırrını takdîs etsin ve ebedî ni'metleriyle ikrâmda bulunsun." (H)

[58] "Ma'lûmunuz olsun ki (vücûd) haktır." (H)

[59] "Onu bir şeyin örtmesi nasıl olur? Hâlbuki o her şeyden zâhirdir." (H)

[60] "Onu herhangi bir şeyin örtmesi nasıl tasavvur olunur?" (H)

[61] Metin bu şekilde boş bırakılmıştır. (H)

[62] "Ey cânan, benden güneşin safasının şerhini dinle. Gündüzün aydınlığına güneşin parlaklığı nasıl anlaşılabilir?

Dünyânın hali ikilidir. Allâh böyle yarattı... Gece vaktinin karanlığında ancak güneşin aydınlığı ortaya çıkar.

Bu niçin böyle olmuştur dersen, şöyle derim sana, dinle, her şeyin zıddı vardır; ayın da güneşi.

Geceleyin gönül sâhibleri ve Pîr için çalış. Gündüz ise, güneşin yüz cefâsıyla rızkına çalış.

Ey Vehbî, güneşin hâlleri işte böyledir. Öyleyse sus. Ben Güneşin kadr ü kıymetini... (Metinde eksik var)" (H)

[63] "Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tâğûtu reddedip Allah'a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır." 2. Bakara sûresi, 256. Ayrıca bkz. 31. Lokmân sûresi, 22. (H)

[64] "Pek yakında Rabbin sana verecek de hoşnûd olacaksın." 93. Duhâ sûresi. (H)

[65] “Allah sizden (yükünüzü) hafifletmek ister; çünkü insan zayıf yaratılmıştır.” 4. Nisâ sûresi, 28. (H)

[66]  16. Nahl sûresi, 91. âyet kasdedilmektedir. (H)

[67] Arada, Kasım b. Muhammed b. Ebûbekir es-Sıddîk (radıya’llâhu anh) olmak lazım gelir

[68] "Ey gâfiller! Ayağa kalkın." (H)

[69] "Şeyh Ahmed, Cenâb-ı Hakk’ın fazlıyla cennette Ahmedî meclisine gitti. İlâhî bir nûrun aydınlığında, o müttakî kulun kavuşma yılı belli oldu. Aynı zamânda Ahmed, kâşif-i hakdır diye yaz ve Ahmed, Cennetimin velisidir, de." (H)

[70] Merhûm Hacı Bektaş'ın nâhiyesinde..." (H)

[71] Hacıbektaş, şu anda Nevşehir iline bağlı bir ilçe merkezidir. (H)

[72] Hacı Bektâş-ı Velî’yi ziyâret edene “hacı” diyorlar. Bu hacılık bildiğimiz değildir.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar