OTUZUNCU SİFİR 2.Bölüm
DÖRT YÜZ YETMİŞ BİRİNCİ BÖLÜM
Menzili 'De ki Allah
Teâlâ’yı seviyorsanız bana uyun ki Allah Teâlâ da sizi sevsin ve günahlarınızı
bağışlasın, Allah Teâlâ Gafur ve Rahim'dir' Ayeti Olan
Kutub'un Halinin Bilinmesi
Rabbini peygambere uyarak sevdiğinde O da seni o kadar sever
sonra daha çok
Senin sevgin üzerinde koruyucu bir perdedir O’nun sevgisi
Sana efendilik kazandırır o
sevgi
Bu kez başka bir şekilde O’nu
seversen İfade edersin de edenlerden olmazsın
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem Allah Teâlâ’dan aktarırken şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Bana yaklaşanlar farz kıldığım ibadetleri yerine getirmekten daha sevimli bir
işle bana yaklaşmamışlardır. Kul nafile ibadederle bana yaklaşmayı sürdürür. Ta
ki onu severim. Onu sevdiğimde duyması, görmesi ve desteklenmiş eli olurum.’
Bundan daha açık ve tam ifadeler de gelmiştir. Herhangi bir insan bu düstura
bağlanıp hakkalyakîn bir derecede onu hâline dönüştürdüğünde, nefsini ve
rabbini bilmede ona fetihler ihsan edilir. Böyle bir insan, farz ibadederin
hakiki-zorunlu ibadeder olduklarını öğrenir. Buna mukabil nafile ibadeder
ihtiyarî (isteğe bağlı) ibadettir ve onlarda bir tür rububiyet kokusu bulunur,
çünkü bu ibadetler tevazua işaret eder. Tevazu yükseldikte ayağı bulunan
birinden ortaya çıkabilir. Kulun ise efendilikte bir nasibi yoktur. Bu nedenle
bir rivayette ‘Kul kulu/kölesi olmayan kimsedir’ denilir. Bu nedenle nafile
farz derecesinden aşağıda kalmıştır. Çünkü kulun gerçeği/emri bilmedeki
eksikliği, nafile hakkmdaki inancı ölçüsüncedir. Hatta nafilelere ayağını
koyduğu ilk anda gerçeği olduğu hal üzere bilmekten eksik kalmakla nitelenir.
Bu bilgi, sahibinde hiçbir şeyin kendisine benzemediği bir muduluk meydana
getiren değerli bilgidir. Çünkü kul zatı gereği kuldur, fakat onun kulluğu
efendiye dayanmadan bilinemez. Rab da zatı gereği rabdir ve O’nun rabliği
(rububiyet) kendisine istinat eden merbub bilinmediği sürece bilinemez.
Binaenaleyh her birisi ötekinin dayanağıdır. O halde bilinen bilene bilgi
vermiş, onu bilen haline getirmişken bilgi de bilineni bilinen (malum) haline
getirmiştir. Söylediğimiz bu irtibat ortadan kalkarsa, ne âlim ne malum ne rab
ne merbub kalır! Bununla birlikte iş bilen ve bilinen, rab ve merbub olmak
üzere ayrışır. Varlığın kendindeki durumu budur. Biz de varhğın/vecdin ve
müşahedenin verisine göre konuşup aldın mümkün saydığı vehimleri bir kenara
bırakalım! Çünkü bu konuda konuşmanın özel bir yeri vardır ki, orada otorite
vehme aittir.
Allah Teâlâ kendisini seven ve
onların da O’nu sevdiği kulları olduğunu bildirmiş, kullarını sevmesini O’ndan
kendilerine yönelik iki sevginin arasında vasıta kılmıştır. Böylece Allah Teâlâ
onları sevmiş, bu muhabbet vasıtasıyla onları kendilerine getirdiği farzlarda
ve nafilelerde peygamberine uymaya muvaffak kılmıştır. Bunun yanı sıra
Peygamber farzlarla aynı tarzda olup nafile diye isimlendirilen ibadederi
kendilerine zorunlu kılmaya onları teşvik etmiştir. Sonra kendilerine öğrettiği
ibadederde peygambere uyduklarında, Allah Teâlâ’nın onları seveceğini bildirmiştir.
Bu ikinci ilahi sevgi, ilkinin aynı değildir. Birincisi inayet sevgisiyken
İkincisi birinci sevgi nedeniyle gelen değerli bir konuğa yönelik karşılık ve
ikram sevgisidir. Böylece kulun rabbi hakkmdaki sevgisi iki ilahi sevgi
arasında korunmuştur. Kul bu nitelikten uzaklaşmak istediğinde veya buna niyetlendiğinde,
kendini iki ilahi sevgi arasında sınırlanmış görür ve hiçbir gedik bulamaz.
Binaenaleyh kul, kendinde gedik bulunmayan inayet sevgisiyle istidracın
bulunmadığı keramet/ikram sevgisi arasında varlığı korunmuş bir halde kalır.
İki sevgi arasında sınırlı kalmak, bir zorunluluğa yol açar. İşte farz ibadetin
sağladığı sevgi bu demektir. Böyle bir kul kulluğunda zorunlu olduğu gibi Allah
Teâlâ’nın kendisine farz kıldığı ibadederi yerine getirmede zorunludur. Böylece
Hakk onun dikkatini O’nun kabzasında mahsur kaldığına çeker. Kulun O’nun
avucundan (kabza) çıkması veya orada bir boşluğun olması mümkün değildir.
İnsanın bu durumdaki halini aşağıdaki şekilde resmettik:
|
Kul Hakkın kendisini yükümlü
tuttuğunu görünce şunu öğrenir: Hakk mükellef olduğu amelleri yapabilecek bir
iktidarı ve gücü kulda görmeseydi onu yükümlü tutmazdı. Başka bir ifadeyle
teklif, Allah Teâlâ’nın kendisini yaratmak üzere yükümlü tuttuğu fiilin
varlığında katkısının bulunduğunu bildirir. Bu durum Allah Teâlâ’nın ona
yüklemiş olduğu bu hususta Allah Teâlâ’dan yardım istemede de ortaya çıkar.
Böylece bu ifade, insanın iktidar sahibi olduğu bilgisine yeni bir güç katar.
Sonra Allah Teâlâ’nın ona farz kıldığı ibadedere bakar ve onların sahip olduğu
imkâna göre az olduklarını görür ve geride kalan kuvvet ve imkânının sahip
olduğu iktidar nedeniyle onda bırakıldığını anlar. Bu iktidar vesilesiyle
kendisinden çıkacak işleri görmek üzere Allah Teâlâ onu sınamayı murat
etmiştir. Bu iktidarın kendisinde ortaya çıkacağı alan, ancak Allah Teâlâ’nın
insan adma geride bıraktığı genişlik olabilir. Bir misal olarak Allah Teâlâ
şöyle der: ‘Senin gündüzde büyük meşguliyetin vardır.’ Meşguliyet kulun
(vaktini) nafile ibadetlerle doldurmasıdır. Farz ibadetler tamamlanmadan
nafile ibadet yoktur. Nafilelerle birlikte Allah Teâlâ’dan iki başka sevgi
meydana gelir: Birincisi farz ibadetlerin sevgisi, yani farz ibadetleri yerine
getirmekten dolayı insan adına meydana gelen sevgi; diğeri nafile ibadetleri
meydana getirmesiyle Allah Teâlâ’dan meydana gelen sevgidir. İkinci sevgi
birincinin aşağısındadır. Nitekim esas itibariyle keramet/ikram sevgisi de
inayet sevgisinin aşağısındadır, çünkü o sevgi bir karşılık sevgisidir ve ilki
kadar saf değildir. Bir rivayette şöyle denilir: ‘Bir adam kardeşine 'seni
seviyorum' der, öteki de onu severse, ikinci kişi sevgide hiçbir zaman ilkinin
derecesine ulaşamaz. Çünkü birincinin sevgisi sebepsiz iken ötekinin sevgisi
bir karşılıktır ve ilkine denk olamaz.’ Başka bir ifadeyle birinci sevgi
İkinciyi meydana getirirken ikinci sevgi ondan meydana gelir. Meydana gelen,
meydana getirenin gücünde olamaz. İnsanın zamanındaki geniş boşluk, Allah
Teâlâ’nın kendilerinde farzlar belirlemiş olduğu nafile ibadetlerle dolar.
Nafilelerde farzların belirlenmiş olması, onları farzların derecelerine katmak
üzere bizi teyit etme amacı taşır. Bu sayede nafile ibadetler farzların boşluklarını
doldurur, nafile ibadetlerdeki farz (şartlar) sayesinde farzlar kemale erer. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’den gelen sahih bir rivayette şöyle denilir: ‘Ameller
tartıhrken kulun farzları tamam olmazsa, nafile ibadeti varsa Allah Teâlâ
farzını nafilesinden tamamlayacaktır.’ İşte bu nedenle nafile ibadetler içinde
farzlar bulunur. Çünkü her nafile ibadet, namaz, sadaka, oruç, umre vb. gibi
farz ibadetin suretindedir. Başlamadığı sürece nafile ibadeti yerine getirirken
kul muhayyerdir. Yapmaya başladığında ise kendisine şöyle denilir:
‘Amellerinizi batıl yapmayınız!’ Öyleyse nafile ibadette işin başında kul
serbestken yapmaya başladığında -bize göreartık mecburdur. Kuralcı âlimler bu
konuda bizden farklı düşünür. (Bizim delilimiz olarak şu ayeti
zikredebiliriz): ‘Kim Allah Teâlâ’ya verdiği sözü yerine
getirirse...*90 Hiç
kuşkusuz farz olmayan bir işe başlamak, Allah Teâlâ karşısında verilmiş bir
sözdür. Bu nedenle sahabe ‘Üzerimde (farzlardan başka) başka bir yükümlülük var
mı?’ diye sorunca, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Hayır! Ama nafile
ibadetler var’ demiş, bu genel ifade ihtimale açık olmuştur.
Farz ibadetini îfada, nafiledeki gibi
kulun dilerse yapıp dilerse yapmamasını gerektirecek bir rablik kokusu
bulunmaz. Bu nedenle farz ibadeti yerine getirirken, hiç kuşkusuz, mecbur ve
zorunlu kuldur. Bu nedenle kul münkeşir olmuştur. Bu kırıklığın nedeni, kendisi
hakkındaki bilgiyi Allah Teâlâ’ya vermesiyle kazandığı izzede çelişen bir
durumun ortaya çıkmasıdır. Allah Teâlâ onun kırıklığını ‘Benim
nezdimde söz değişmez’391 ayetiyle gidermiş, kuldan ‘dilerse
(yapar), dilerse (yapmaz)’ şeklinde irade bildiren ifadelerin (verdiği izzeti)
izale etmiştir. Kul için geride bir muhayyerlik değil, ‘O ne dilerse’ ifadesini
bırakmıştır (Siz dileyemezsiniz, meğerki Allah Teâlâ dileye!). Böyle bir
ifadeyi duymakla kulun kırıklığı onarılmış olur. Kul Allah Teâlâ’nın mecaz
söylemediğini, gerçekte de durum öyle olmasaydı böyle bir söz
söylenemeyeceğini öğrenir ve kuldaki kırıklık kalkar. Bu kırıklık kutsi bir
hadiste ‘Ben kalpleri benden dolayı kırık olanların nezdindeyim’ şeklinde
belirtilir. Allah Teâlâ diyor ki: ‘Kendilerine farz kılıp ibadetler ve onları
içine soktuğum mecburiyetle kalplerini kıran ve onları sahip oldukları izzetten
alaşağı eden benim.’ Kalpleri kırıldığında, Allah Teâlâ’nın kendisini de
zorunluluk altına sokup O’nun nezdinde sözün değişmemesi (bunun bir zorunluluk
olması) ve O’ndan gelen hükmün kesinleşmesi hakkındaki bilgileri, onarıcı bir
özellik olarak kendilerinde bulunmuştur. Böylece âlemden imkânın (olabilirlik)
kalkmasıyla ihtiyar da kalkmıştır. Geride sadece kendisi nedeniyle vacip ile
başkası nedeniyle vacip kalmıştır. Her ikisi de bir veya iki varlığa ait iki
niteliktir. Bu itibarla sadece rab ile merbub (rabbin kulu) vardır. Allah Teâlâ
ona bu genişlikte muhayyer bırakıldığı ve nafile diye isimlendirilen
ibadederle ilahi ihtiyarın hükmünü ihsan etmiştir; ilahi ihtiyar ‘dilerse (şunu
yapar) dilerse (bunu yapar)’ şeklinde ifade edilen iradedir. Böylece Allah
Teâlâ kula kendi elbisesini (özelliğini) giydirmiştir. Bu itibarla kul
mecburiyet özelliğinden daha çok ihtiyar sahibi olmak ve serbest davranmak
özelliğine layıktır. Çünkü hakikati imkân olduğu için tereddüt (iki şey
arasında kararsız kalmak) etme özelliğindedir. Allah Teâlâ’ta ise böyle bir
imkân (ve tereddüt) bulunmaz. Böyle bir özellik Hakk’tan zuhur edince, O’nun
belirli bir mümkünün suretinde zuhur ettiğini öğrenirsin. Bunun için ‘Allah Teâlâ’nın
bir şeyi yapması veya yapmaması mümkündür denilemez’ diye hüküm vermeye edep
engel oldu. Fakat şöyle deriz: ‘Bu mümkünün olması caiz olduğu kadar olmaması
da caizdir.’ Öte yandan zorunluluk kuldan ortaya çıktığında, o da -kulun
kendisinden değilHakkın suretiyle ortaya çıkar. Çünkü kul ancak efendisinin
kurallarını yerine getirmekle kul olabilir ve esas itibariyle kuldan fiil
olumsuzlanmıştır. Öyleyse kul yapmakla yükümlü olduğu işleri yerine getirmek
anlamındaki kullukta göründüğünde, Hakkın suretiyle ortaya çıkmıştır. Bu
nedenle Allah Teâlâ bir şeyin hüviyeti olduğunu söylememiş, fakat kulun
hüviyeti olduğunu belirtmiştir. Buradan kulun durumunun herhangi bir şeyin
durumu ve hükmü gibi olmadığını anladık. Bu itibarla nafile ibadetlerde rablik
(rububiyet) kokulan bulunmamış olsaydı kula yakışan nafilenin hükmü olacağı
kadar farzlarda kulluk kokuları bulunmamış olsaydı Rabbe yakışan da o olurdu.
Öyleyse her birisinin hükmünü Allah Teâlâ’nın kendisine yerleştirdiği mertebeye
koymalısın! Bu durumda o mertebeyi belirleyen biz değil, Allah Teâlâ olur; biz
ise O’ndan bize gelen sorulara karşılık itirazdan uzaklaşmış oluruz.
Allah Teâlâ karşılık olan sevgisine
-ki ikram ve keramet sevgisi demektirgünahların bağışlanmasını, yani
örtülmesini yerleştirdi. Ayet Allah Teâlâ’nın kâfirleri sevmediğini bildiren
ifadeyle biter. Kâfir ise örten demektir ve Allah Teâlâ günahları örtendir.
Buradan Allah Teâlâ’nın kullan arasından -her türdekinimetlerini örtenleri
sevmediğini anladık. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Rabbinin
nimetine gelirsek, onu zikret.’392 Zikredilen, gizlenmiş olamaz ve
nimeti söylemek ve dile getirmek, bir şükürdür. Allah Teâlâ kuluna bir nimet
ihsan ettiğinde, nimetin kulda görünmesini ister. Allah Teâlâ’nın kullarına
bolca ihsan ettiği nimeder, zahiri ve batını nimetlerdir. Kim Allah Teâlâ’nın
verdiği nimeti örterse, hiç kuşkusuz, ona karşı nankörlük etmiştir; kim
nankörlük yapıp nimeti örterse, Allah Teâlâ bu davranışuıa karşılık açlık ve
korku elbisesini kendisine giydirir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘günahları örtmek’
diyerek ifadesini sınırlamıştır. Bunlar Allah Teâlâ’nın kulları adına geride
bıraktığı bakiyedir. Bu günahların sayesinde onlar Allah Teâlâ karşısında
edepli olmayı öğrenirler ve itaat ile iyiliği Allah Teâlâ’ya nispet ederler ve Allah
Teâlâ’nın kudretine havale ederler. Buna karşılık günah ve masiyeti nefislerine
nispet ederler. Bu nedenle şöyle dedik: ‘Allah Teâlâ onları baki bırakmıştır.’ Allah
Teâlâ’ya ait olandan onların nasipleri budur, çünkü gerçekte her şey Allah
Teâlâ’dandır. Fakat perdeli insanlar neredeyse sözü anlamayacak durumdadırlar.
Hatta onlar, Allah Teâlâ’nın bu söze ait olarak belirlemiş olduğu yerin
dışındayken, hepsi Allah Teâlâ’ya aittir derler. Böyle bir söz söylemelerinin
nedeni, mertebeleri bilmeyişlerinden kaynaklanır. Bu kadar açıklama yeterlidir,
çünkü konu geniş olduğu için bu hususta söylenebilecek sözler de çoktur. Allah
Teâlâ âlemi sevgiden yaratmış, sevgi ise bütün makam ve hallere eşlik etmiştir.
Başka bir ifadeyle sevgi bütün işlere yayılmıştır. Bu nedenle sevgi hakkındaki
açıklamalar, bir sona ermeksizin artabilir. Sevginin kaynağı, (seven ile
sevilen arasındaki) bağlar demek olan nispederdir. Bu bağlarla birlikte
kesinlikle tevhid sabit olamaz. Bu nedenle sufilerin bir kısmı şöyle demiştir:
‘Kim birlerse, şirk koşmuş sayılır.’ Nitekim cem’i (birliği) dile getiren kişi
de hiç kuşkusuz farkı (ayrımı) söylemiş demektir.’
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
DÖRT
YÜZ YETMİŞ İKİNCİ BÖLÜM
Menzili 'Sözü dinleyip en güzeline
uyarlar, onlar Allah Teâlâ’nın hidayet ettiği ve akıl sahibi olan kimselerdir'
Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Vecihleri ifade edenin sözünü dinleyen kimse Her kelimede kendisine
gelenin en güzelini öğrenir
O hikmet sahibi, âlemde her şey O’nun hikmeti Sen O’nun âlemindesin ve O’nun hikmetindensin
Senden dinlersin, dinlediğini iyice
incelersen
Senin kulağın O’nun sözü karşısında
kadimliğinin mertebesinde
Arş kürsünün böldüğü hitabı
tekleştirir Çünkü sözde kadimlik var .
Hâdislik onun bir yönü, hâdise bakan
yönü Diğeri ise yokluğa bakan tarafı
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlara rablerinden hâdis bir söz geldiğinde...’393 Başka bir ayette ‘Onlara Rahman’dan
hâdis bir zikir geldiğinde...'’394 denilir.
Bilmelisin ki bu ifade, âlemdeki her
kelamın kendi kelamı olduğu hakkında Allah Teâlâ’nın bir uyarısıdır. Çünkü
‘gelmek’ gelende gerçekleşen bir iş olduğu için, Allah Teâlâ’dan bize ancak
hâdis (zaman içinde var olan) söz gelebilir. Söz ancak bulunduğu kimseden
gelmiştir. Bu ise bazı kimselerin gözünde kendisinde göründüğü bazı kimselerin
gözlerinde de kendisinden soyutlandığı surettir. O halde sadece duyan, konuşan,
söyleyen, dile getirilen ve söylenen vardır. Bunların hepsi güzeldir. Daha
doğrusu güzel ile daha güzel arasında derecelenir. Her söz güzel iken gayeye yatkın
söz daha güzeldir. Bununla birlikte bütün sözler güzeldir. Ayette ‘Allah
Teâlâ sözden kötülüğün açıklanmasını sevmez’395 buyurur.
Burada Allah Teâlâ sevgisini kötü sözün izharına ilişmekten olumsuzlamıştır.
Sözün kötülüğü bir sözün kötü olduğunu söylemektir. Gerçekte her sözü söyleyen
Allah Teâlâ’dır. Kötüyü izhar ve açıklamak, bazen söz olabilirken bazen söz
olmayan fiillerde gerçekleşir. Allah Teâlâ ‘açık’ derken kuldan taşkınlığın
ortaya çıktığı işlerini kasteder. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘İçinizden
birisi kazuratla sınanırsa, onu örtsün’, yani ortaya çıkartmasın demiştir.
Kötülük iki türdür: Şerî kötülük ve
seni üzen kötülük! Böyle bir kötülüğü şeriat övebilir ve kınamamış olabilir.
Bazen bu kötülük, seni üzmesi bakımından kötülüktür, yoksa onun kötü olması Allah
Teâlâ’nın o şeye dair hükmü değildir. Allah Teâlâ ‘Bir
kötülüğün karşılığı onun gibi bir kötülüktür’396 buyurur. Birinci kötülük dini
kötülüktür -çünkü o haddi aşmaktır-, diğeri haddi aşanı üzen kötülüktür.
Gerçekte ceza ve karşılık (kısas), dine göre kötülük değildir, çünkü Allah
Teâlâ kötü bir işe şeriatında yer vermez. Dilde kötü ve iyi hakkında yerleşik
bir ıstılah bulunduğu için, Allah Teâlâ katından şeriat dildeki kullanıma göre
inmiştir. Onlar kötülüğü kötülük diye isimlendirip ‘kötülük diye bir şey
vardır’ demiş, Allah Teâlâ ise şöyle buyurmuştur: ‘Allah
Teâlâ sözden kötülüğün açıklanmasını istemez.’397 Sizin kötü diye isimlendirdiğiniz
şeyi demektir. Onu öyle isimlendirmiş olmanızın nedeni, gayelerinize uygun
olmayışıdır. Bu bağlamda ‘Ebrar’ın iyilikleri Mukarrabin’in kötülükleridir’
denilir. Daha iyi nispi olduğu gibi kötü de aslında nispidir. Allah Teâlâ’dan
olan her şey ister üzücü ister sevindirici olsuniyidir. Bu bakımdan iyilik ve
kötülük, izafidir. Allah Teâlâ ‘Onlar Allah Teâlâ’nın hidayet ettiği
kimselerdir’ buyurur. Yani iyinin ve daha iyinin ne olduğunun (bilgisine)
ulaştırdığı kimselerdir. ‘Onlar akıl sahipleridir.’398 Yani onlar, koruyucu kabukla örtülmüş
işin özünü ortaya çıkartmalarını sağlayan derin aklın sahipleridir. Çünkü göz
perdeyi görür. Perdeli olan ise derin akıl (lüb) sahipleri için Hakkın
kendisinde tecelli ettiği ve sonra da başka bir perdeye geçtiği suret
hakkındaki bir uyarıdır. Binaenaleyh hakikatte sadece bir perdeden başka birine
intikal ve geçiş vardır. Çünkü Hakkın tecellisi asla tekrar etmez; öyleyse suretlerin
başkalaşması gerekir. Hakk ise bütün bunların ardındadır. Görmek ve perdelenmek
yönüyle, Hakk’tan bize (dönük olan), ez-Zahir ismidir. el-Batın ismi ise batın
olmayı sürdürür. O, derin akıl sahiplerinin idrak etmiş olduğu ‘akledilen lüb’
demektir. Akıl sahipleri lüb denilen bir şeyin bulunduğunu bilirler. O lüb
üzerinde perdenin ortaya çıktığı şeydir ve ez-Zahir isminden başka bir şey
değildir ve her iki halde isimlendirilendir. Kim görmekten söz ederse, doğru
söylemiştir; kim ‘görülemez’ derse, o da doğru söylemiştir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Rabbinizi göreceksiniz’ ifadesiyle bizim görebileceğimizi
tespit ederken aynı zamanda görmeyi olumsuzlamıştır. Kendişine ‘Rabbini isra
gecesi gördün mü?’diye sorulduğunda, hayrede şöyle demiş: ‘Nurdu, nasıl
göreyim?’ Yani hâdisliğin zayıflığı nedeniyle nuru idrak edemem. Nur Allah
Teâlâ için zati bir nitelikken hâdislik de bizim adımıza zati bir nispettir.
Biz sürekli bulunduğumuz haldeyken O da sürekli bulunduğu haldedir. Allah
Teâlâ’nın hidayet ettiği, yani öğretim ve talim işini bizzat üsdendiği bilgide
derinleşenler, lüb sahipleridir (ulu’l-elbab). Allah Teâlâ’nın onlara öğretmiş
olduğu bilginin bir yönü de, kabukla gizlenmiş bir lüb bulunduğunu
bilmeleridir. Öyleyse hem olumsuzlayan ve hem olumlayan doğru söylemiştir. O
halde ‘Allah Teâlâ zahirdir’ diyen Allah Teâlâ’nın kendinden söylediğini
söylemiştir. Bir varlığın zahir ve bariz olmasının yegâne faydası, müşahede edilebilmesidir.
Allah Teâlâ hem müşahede edilen ve bu bakımdan görülendir. Kim ‘Allah Teâlâ
batındır’ derse, Allah Teâlâ hakkında O’nun kendinden haber verdiği bir hükmü
söylemiştir. Bir şeyin batın olmasının yegâne faydası ve neticesi ise gözler
tarafından idrak edilemeyişidir. Allah Teâlâ bu yönden görülemez ve müşahede
edilemez.
Bu zikir ‘sözün en güzeli’ni takip
edince, sahibi kapalı ve örtülü bir lübbün bulunduğunu idrak etmiştir. Buna
mukabil başka biri, gözün görmüş olduğundan başka bir şey yoktur der. Öyle bir
insan, bu insanın görünen bedeninin ardında (zahir suret) kendisini yöneten ve
yönlendiren başka bir varlık olmadığını ileri süren gibidir. Ona göre Zeyd’in
suretini gören kişi, hiç kuşkusuz, onu görmüştür. Lübbü kabul eden ise bedenin
ardında başka bir şey olduğunu bilen demektir. Ona göre görülen bedenden ortaya
çıkan eser, perde içinde görünmeyen ve gizlenmiş varlığa (ruh) aittir. O ruhun
delili, ölümle birlikte suret geride kalırken (insanlık) hükmünün kalkmış
olmasıdır. Öyleyse Bazı kimseler ‘Zeyd yönetici ruhun ta kendisidir’ der.
Onlara göre Zeyd suret (beden) değildir. Ona göre suret ile bedene benzer bir
şekilde bir araya getirdiğimiz ahşap veya taş parçalarından oluşan bir suret
arasında fark yoktur. Böyle biri ‘onu görmemiş’ demektir. ‘Zeyd bir toplam,
yani zahir ile batının toplamıdır’ diyen ise hem görmüş hem görmemiştir. Bu
anlamda olmak üzere, ayette ‘Attığında
sen atmadın’399
denilir. Sözün en güzeli iki durumda birden iki şeyi ispat etmektir.
Müşahede eden de müşahede edilen de
Birden başkası değil! fark çoklukla
bilinir
Gördük diyenin sözü doğru
Görmedik diyen zayıflık ve pas
nedeniyle görmedi
Göz paslı olunca sürekli öyledir
Pasın özelliği faydayı silmek
Kulağa yöneldik ve akıl sahibi olduk
Kulaktan meydana gelen hususta bilgi
yok
Masum olduğunda ve söylediğinde .
Onun sözü Hakk, kesinlikten ona
gelmiş
Akıl ve şeriat sahibi uzlaşmış
Akıl da mübarek şeriat da mübarek
. Bilmelisin ki ittiba (peygambere
uymak), senin için sözünde ve kuralında belirleyip tanımladığı şeye uymandır. Hakk
seni nereye götürürse, sen de oraya gider, durduğu yerde durursun, bak dediği
şeye bakar, teslim ol dediği yerde teslim olur, düşün dediği yerde düşünür,
iman et dediği yerde iman edersin. Çünkü Kuran-ı Kerim’de yer alan ilahi
ayetler türlü yollarla gelmiş, onlarda muhatap farklı şekillerde tavsif
edilmiştir. Bir kısmında ‘Tefekkür eden bir kavim için ayetler
vardır5400 denilirken bir ayette ‘Akıl
sahibi kavim için ayetler vardır’401, başka bir ayette ‘Duyan
bir kavim için ayetler vardır’402, başka bir
ayette ‘İman eden bir kavim için ayetler
vardır’403, başka bir ayette ‘Bilen
kavim için ayetler vardır’404, başka
bir ayette ‘Derin akıl sahipleri için ayetler
vardır’405 ve ‘Lüb
sahipleri için ayetler vardır’406 buyrulur. Başka bir ayette basiret
sahiplerine ait ayetler zikredilir. Ayederi Allah Teâlâ’nın tafsil ettiği üzere
tafsil et ve hiçbir ayeti zikredilenin dışındaki gruba göndermeden her ayeti
yerli yerine yerleştir. Ayetle kimin muhatap olduğuna bak ve sen de ayetin
muhatabı ol! Çünkü sen bütün zikredilenlerin toplamısın, çünkü sen görmek,
düşünmek, akıl ve lüb sahibi olmak, tefekkür etmek, bilgili olmak, iman etmek,
duymak ve kalp sahibi olmak gibi özelliklerle nitelenensin. Ayeti incele ve
belirli bir ayette nitelendiğin özelliği ortaya çıkar ki, Kuran’ın kendisi
adına toplandığı ve üzerinde cem’ olduğu kimselerden olasm! Kuran’ın kendisi
adına toplandığı kimse de onu ‘istizhar (bütün ayetlerini zevk yoluyla idrak)’
eder. Böylece Kuran ehli, hatta bu vasfa sahip olduğunda Kuran’ın kendisi olursun.
Böyle biri Allah Teâlâ’nın özel kullanndandır. Hülasa-i kelam, bütün sözler,
güzel/iyi ve daha güzeldir. Kötü ise sözün dile getirdiği durum -ki kötü
olabilirveya onu söyleyende bulunabilir, sözde değil!
Sözde ve kelamda çirkinlik yok
Çirkinlik hakkında konuşulan şeyde
Ya da söylenen, dile getirilen veya
kendisinden söz edilende olabilir. Bunu anla ve bütün varlığı yazılmış bir
kitap kabul et. Dilersen rakamlı bir kitap da diyebilirsin Ki, bu daha doğru
bir ifadedir. Çünkü o iki yönlüdür: Birinci yönüyle Hakkı söyler, ikinci
yönüyle Hakk’tan söyler. Böyle olursan, Allah Teâlâ’nın hidayet ettiklerinden
olursun. Yani Allah Teâlâ’nın kendilerine beyan verdiklerinden olursun. Onlar,
derin akıl sahipleri, işlerin gizliliklerini ve hakikatlerini yakalayan,
hâzinelerini izhar eden, bağlarını ve remizlerini çözen, ibarelerin kendilerini
ifade ettiği işarederin bağlamlarını bilenlerdir.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’’
Menzili 'İlahınız tek ilahtır ayeti
olan Kutbun Halinin Bilinmesi
llah’ın tevhidini
söyler bir kavim
Çoğun birliği
varlık demek
O’nun güzel
isimlerinden öğrendik:
Allah Teâlâ dilediğini yapan ,
Bizim vasıtamızla
ilah oldu ve biz O’nda idik
O Mevla, biz O’nun
köleleri
Allah Teâlâ sana ve bize kendinden
bir ruh ile yardım etsin, bilmelisin ki Allah Teâlâ zatı hakkında düşünmeyi
bize yasakladığı gibi ulûhiyetinde kendisini birlemeyi bize emretti. O’ndan
başka ilah yoktur. Nazarî düşünce sahipleri arasından Allah Teâlâ ehli
olduğunu iddia eden eski düşünürlerden (kadimler) ve kelamcılardan bazı
kimseler ile el-Maznûn bihî ve Gayr-ı
Maznun adlı kitaplarında Ebu Hamid Gazali vb. bazı sufıler O’nun bu
emrine emre karşı gelmişlerdir. Bu hususta onlar, gerçekte lehlerine
değilaleyhlerindeki bazı delillerle delil getirmişlerdir. Nazarî düşüncenin
gereğini tam olarak yerine getirdikten sonra, bu kez acizliği itiraf
etmişlerdir. Ortada gerçek ve doğru bir bilgi ile iman bulunsaydı, hiç
kuşkusuz daha ilk teşebbüslerinde bu acizlik gerçekleşirdi. Onlar ise
sınırların en büyüğü demek olan Allah Teâlâ’nın sınırlarını aşmışlar, bu aşmayı
da (sözde) O’na yakınlık vesilesi edinmiş, bu davranışın Allah Teâlâ’dan
uzaklaşmanın ta kendisi olduğunu anlamamışlardır. Perde kalktığında, kime neyin
verildiği ve kimin verdiği belli olur.
Tozlar bir dağılsın
hele, göreceksin!
At mıdır altındaki,
yoksa eşek mi?
Görüntü at olduğunu gösterirken
tecrübe eşek olduğunu söyler. Bu zikir, zâkire büyük bir umut ve açık fetih
ihsan eder. Şöyle ki: Allah Teâlâ bu ayette müslümanlara ve O’ndan başkasına
kendisine yaklaşmak niyetiyle -ki gerçekte O’ndan başkasına ibadet
etmemişlerdiribadet edenlere hitap etmiştir. Onlar ‘Biz
putlara sadece bizi Allah Teâlâ’ya daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet
ediyoruz'407 demiş,
böylece pudara tapma sebebini pekiştirerek zikretmişlerdir. Allah Teâlâ ise
bize şöyle demiştir:
‘İlahınız ...’408
Müşrikin şirk koştuğu ibadetle yaklaşmak istediği ilah tektir. Sanki siz ve
müşrikler, O’nun mutlak birliğinde ayrışmadınız. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Sizin
ilahınız5409 demiş, bizimle onları birleştirerek,
‘tek ilahtır’ buyurmuştur. Onlar nazarî düşüncelerinin kendilerine verdiği
hükümle O’ndan dolayı şirke düşmüşlerdir. Bir nedenle bir işe yönelen için o
şey, gerçekte onun maksadını teşkil eder, yoksa yöneldiği olarak görünen
iş/şey, onun maksadı değildir. Nitekim şöyle denilir: ‘Bir iş nedeniyle seninle
arkadaşlık yapan veya bir iş nedeniyle seni seven kişi, iş bittiğinde senden
yüz çevirir.’ Bu nedenle Allah Teâlâ kıyamet günü ortak kıldıkları şeylerin
onlardan yüz çevireceklerini söylemiştir. Müşrikler bu işi kendiliklerinden
yapmış oldukları için cezalandırılacaklardır, yoksa Allah Teâlâ’nın değerini
buna bağlamış olmaları nedeniyle cezalandırılmayacaklardır. Balanız! Allah
Teâlâ bu durumlarını bilerek şöyle der: ‘İlahınız
tek ilahtır.’410 Allah
Teâlâ onların dikkatini çekerek şöyle der: ‘De ki
onları adlandırın.’411
Putlarını adlandırmış olsalardı, Allah Teâlâ’nın isimlerinden farklı
isimleriyle zikredecelderdi. Sonra onları içinde bulundukları şirkte ‘Haktan
uzaklaştılar’412 diyerek
dalaletle nitelemiştir. Yani onlar, kendilerini hayrete düşürdükleri için açık
bir dalalettedirler. Bunun nedeni, elleriyle yonttukları ve duymadığını,
görmediğini, Allah Teâlâ’ya karşı kendilerine herhangi bir fayda vermeyeceğini
bildikleri şeylere ibadet etmeleridir. Öyleyse bu ifade, onların düşünce ve
akıllarındaki eksikliğe dair Allah Teâlâ’nın şahitliğidir.
Bunun ardından Allah Teâlâ bize
ilahlığı kendilerine nispet etmelerine karşılık O’ndan başkasına ibadet
edemeyeceğimize hükmettiğini bildirdi. Yani müşrikler, putları O’nun vekilleri
ve adeta Allah Teâlâ’nın atadığı vezirleri saymışlardır. Halife ve vekilin
özelliği, üzerlerine halife atandığı kimselerde asılın mertebesinde
bulunmaktır ve bu nedenle müşrikler, bunu kimin adına yaptığını düşünmeksizin,
ilahlığı (ulûhiyet) kendiliklerinden pudara nispet etmişlerdir. Müşrikler ‘İlahları
tek ilah mı yapacak’413 derken,
Allah Teâlâ’nın dışında taptıkları şeylerin ilah olduklarına inanmaları
nedeniyle böyle demişlerdi. Bununla birlikte Allah Teâlâ onlara göre bütün
ilahlarından üstündü. Onlarm sözü, sahih hadiste geçen Hakkın tecellisinin suretlerinin
farklılaşmasıyla ilgili ifadeye benzemiştir. Bunu müşahede eden kimse, bir
suretin otelci suret olmadığını bilir. Bununla birlikte görülen her suretin Allah
Teâlâ olduğu söylenmelidir. Fakat suretlerle ilgili bu durum Allah Teâlâ’dan
gelen bir bilgi (ve izin) onların yanında bulunan başka biri bu konudaki hükmü
reddeder. Nitekim Allah Teâlâ ‘Her nereye
dönerseniz, Allah Teâlâ’nın yüzü oradadır’414 buyurur. Bu bir hakikattir ve Allah
Teâlâ’nın yüzü herhangi birinin yöneldiği her yöndedir. Bununla birlikte insan
Kabe yönünü bilirken Kâbe’nin dışındaki bir yöne yöneldiğinde namazı kabul
edilmez, çünkü Allah Teâlâ kendisine bu özel ibadete tahsis edilen bu özel eve yönelmeyi
emretmiştir. Bununla birlikte insan özel bir cihetin şart olduğu namazın
dışında başka bir yöne yöneldiğinde, Allah Teâlâ onu kabul eder. Öte yandan bir
insan herhangi bir yönde Allah Teâlâ’nın yüzünün bulunmadığını söylerse, hiç
kuşkusuz, ya kâfir veya cahildir. Yine de amellerini yerine getirirken insanın
Allah Teâlâ’nın belirlemiş olduğu sınırları aşmaması gerekir ve bu nedenle
şeriadar birbirinden farklılaşmıştır. Bir şeriatta haram olan başka bir
şeriatta Allah Teâlâ tarafından helal kılınabilir ve bir kişiyle ilgili ilk
hüküm aynı konudaki başka bir hükümle geçersiz Hakk getirilebilir. Allah Teâlâ
şöyle buyurur: ‘Her biriniz için bir şeriat ve
yöntem belirledik.’415 Bir
hüküm geçersiz kılındıktan sonra da ona uyan kişi, kendi nefsinin arzusuna
uymuştur. Allah Teâlâ nefsin hevası hususunda halifesi Davud Peygamber’e ‘Seni
yeryüzüne halife yaptık, insanlar arasında hüküm ver, hevaya uyma’416 demiştir. Yani indirdiğim hakikate
göre hüküm ver. Burada heva, indirilen şeriata aykırı işler demektir. ‘Heva
seni Allah Teâlâ’nın yolundan saptırır.’417 Kastedilen Allah Teâlâ’nın bilhassa
belirlemiş olduğu Davud’a mahsus şeriattır. Bu durum ortaya çıkınca, Allah
Teâlâ’nın her şeriatta hakikat ve kendisi bakımından tek, bulunuş ve suret
(tasavvur) bakımından çok olarak bulunduğunu öğrenirsin. Çünkü aklî deliller,
O’nun hakkındaki farklılaşmalarına göre kendisini çoğaltırlar. Delillerin
hepsi, doğru olduğu kadar gösterdikleri de doğrudur. Suretlerdeki tecelli de
suretlerin değişmesi nedeniyle O’nu çoğaltır. Bununla birlikte cevher ve
hakikat birdir. Hal böyleyken, nasıl olur da O’na dair söz söyleyeni
suçlayabilirim ki? Bu nedenle Allah Teâlâ hakkında kimseden hata çıkmamıştır.
Hata sadece ‘başka’nın (gayr) varlığını kabul ederken ortaya çıkar ki o da ortağı
kabul etmektir. Ortağı kabul etmek yokluğu kabul etmektir, çünkü ortak
koşulacak bir şey yoktur. Bu nedenle Allah Teâlâ şirk günahına mağfiret etmez.
Mağfiret örtmek demektir ve sadece varlığı olan bir şey örtülebilir. Buna
mukabil şirk koşulan yokluktur ve yokluk örtülmez. Binaenaleyh şu kesin bir
hükümdür: 1Allah Teâlâ kendisine şirk
koşulmasını bağışlamaz.’418 Çünkü onü bulmaz ki,
örtsün! Bulmuş olsaydı, o zaman mağfirete konu olacak varlığı olurdu. Varlıkta
zıtları kabul etmek üzere sadece bir olması bakımından âlem vardır ve onda
zıdar ortaya çıkar. Bu zıtlar, varlıkta meydana gelen mümkünlerin hükümleridir.
Onların zuhur etmesiyle birlikte birbirinden zıt ve birbirine benzer ilahi
isimler öğrenilir.
Bu durumu bildikten sonra, istediğini
söyleyebilirsin! İstersen ‘isimlerin çokluğu hükümlerin çokluğunu izhar etti’
dersin; istersen ‘hükümlerin çokluğu isimlerin çokluğunu izhar etti’ dersin.
Çünkü bu durum, aklın veya şeriatın inkâr edemeyeceği bir husustur. Bu itibarla
vecd de buna şahittir. Geride hükmün kime nispet edileceğini tespit kalmıştır:
Bu hükümler ilahi isimlere mi nispet edilecektir, var olan mümkünlere mi? Her
ikisi de aynı hakikat içinde birbiriyle irtibadı ve hükme konu olmuştur.
Ey bilgisizlerin çadırı, onları mahrum bırakan nedir? ,
Onların cehaletini söyleyenler neyi
kaçırmış
Bir bunu söyledim, sonra şunu
söyledim Çünkü ben onlar hakkında konuşmaya ehilim
Birleyen insaflı olmadığı gibi şirk
koşan da isabet etmedi. Allah Teâlâ birdir, fakat birleyenin birlemesi
nedeniyle veya kendi kendini birlemesi nedeniyle değil! O kendisi nedeniyle
bir olandır. Binaenaleyh O’nun mutlak birliği (ahadiyet) başkası tarafından
meydana getirilmiş olmadığı gibi çokluğunun (isimler) birliği de meydana
getirilmiş değildir. Sadece yokluk ve varlık var! Varlık Allah Teâlâ’ya ait
iken yokluk O’na ait değildir, fakat Allah Teâlâ yok eder. Şöyle denilemez:
‘Yokluk başkasın aittir.’ Böyle dersen olumsuzladığın (yok) bir şeyi olumlamış
(aittir) olursun. Başka bir ifadeyle yokluk lafızda mümkün Hakk gelir. Varlık
ile yokluk arasında bulunup varlık ve yoklukla nitelenmeyendir. O varlığın
kendine hükümleri, cevhere suretleri, delillendirilenleri de delillere
verendir. O gören ve görülendir, akdeden ve edilendir, var eden ve var olandır.
Kuşkusuz hadler, daha doğrusu tanımlanmış olan her şey birbirinden ayrışmıştır.
Varlığı ve yokluğu bilen için ise sadece sınırlanmış olan vardır.
‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
DÖRT YÜZ YETMİŞ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Menzili 'Sizin katınızdaki tükenir,
O'nun katındaki bakidir' Ayeti Olan Kutbun Halinin Bilinmesi
Ben benim katımda olanın katında bulunurum daima Artık tükenmek
yok, beka bize ait
Varlığı eşit olarak bölüştük:
Yücelik O’na ait iken bize de ait
O’nunla bak! Bir şey
söylediğimde ben Biz O’nunlayız ve Ö’na aidiz, övgüler bize
O’nu ismimden başka
bir şeyle bir olarak gördük Münezzehtir, O’na ulaşmak imkânsız -
İsimlendiğinde bizden gaip kaldı
Önümüze perdeler
çekildi _ .
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah
Teâlâ göklerin ve yerin nurudur.’419 Yücelik O’na aittir. Başka bir
ayette ‘Güzel kelime O’na çıkar’420 denilir. Demek ki yücelik hem O’na
hem O’nun katına çıkmamız nedeniyle bize aittir. Başka bir ayette ‘Her
bir şeyiri hâzineleri katımızdadır’421 buyurur.
Biz ve bizim katımızda olan şey
O’nun katında O’nun katında olan bizim katımızda değil
‘Allah Teâlâ’nın katında olan bakidir.’422 Şöyle dedik:
Bizim katımızda beka özelliği bulununca, sahip olduklarımız bizim katımızda
tükense bile, Allah Teâlâ’nın katında tükenmez (orada baki kalır). ‘Allah
Teâlâ’nın katında olan şey daha hayırlı ve daha bakidir.’423 Allah Teâlâ’nın katında olan
âlemdir. Başka bir ayette şöyle denilir: ‘Allah
Teâlâ daha hayırlı ve daha bakidir.’424 Yani O’nun katında olandan daha
hayırlıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur ‘Allah
Teâlâ daha hayırlı ve daha bakidir.’425 Çünkü âlem varlıkla nitelendiğinde
onun bekası «Allah Teâlâ’nın kendisini baki kılmasıyla mümkündür. Varlıkta
hükümleri zuhur ederken, onu olduğu hal üzere baki sayarsak, beka ona ait olur.
Bununla birlikte âlem her durumda imkân derecesindedir ve mümkünler O’ndan
dolayı bakidir. Allah Teâlâ ise daha hayırlı ve bakidir, çünkü varlıkta hüküm
yetkisi O’na aittir ve bu hüküm sürekli bakidir. Allah Teâlâ kendisinden var
olan şeyden daha hayırlı ve daha bakidir. Bu hükümde o (mümkünün hakikati)
kendinden daha baki ve hayırlı olandan daha hayırlı ve bakidir. Bunun nedeni
kendisini bilene kendisi hakkındaki bilgiyi vermiş olmasıdır. ‘Allah
Teâlâ daha hayırlı ve daha bakidir.’426 Çünkü onan hakikati baki olmasaydı,
bu mümkünün ortaya çıkan şeyde bir hükmü olmayacaktı. Allah Teâlâ kendi katında
hayırlı ve baki olandan daha hayırlı ve bakidir. O halde Allah Teâlâ’nın
hayırlı ve daha baki olması, (kendi katında) hayırlı ve baki olan şeydendir.
Hakkın katı ne
demek ve kim var ki orada?
Biz varız orada,
bizim katımızda O’ndan başkası yok
Hakkın hayırlı
olduğu görülür
Alemin hayırlı olması görmediğimiz şeydir
Bizi himaye
ettiğinde korusunu gösterdi bize
O’nu gördüğümüzde
O’nun korusu olduk
O’ndan bize ve
bizden O’na
Dalaletimiz O’nun
verdiği hidayetten
Kul bir orada bir
şurada
Onun hükmünden
niyet ettiğimiz şeyi gördük
Alemin cevherleri (a’yan) Allah
Teâlâ’nın katında ve O’nun hâzinelerde korunmaktadır. O’nun hâzineleri
bilgisiyken sakladığı biziz. Binaenaleyh Allah Teâlâ için ‘hâzinede saklamak’
(fiilinin) hükmünü ortaya çıkartan biziz, çünkü O bizi bizden bilmiş, söz
konusu bilgi, sübût şeyliğimiz ile varlık şeyliğimiz arasında vasıta olmuştur. Allah
Teâlâ bizi varlık şeyliğimize çıkartmak istediğinde, bize o hal üzere bunu
emretti. Biz de varlığı O’ndan kazandık ve varlık şeyliğimizde O’nun suretiyle
zuhur ettik. O’nun sureti sabidik şeyliğinde bulunurken kendisine göre bulunduğumuz
surettir, çünkü O’nun bilgisi zatıdır; ‘bilgi’ diye isimlendirilmesi bilinene
ilişmesi ve taallukundan -ki muhabbet demektirkaynaklanır. Sübût şeyliği ile
varlık şeyliği arasında vasıta (bilgi değil de) yokluk olsaydı, Allah Teâlâ
bizi var etmek istediğinde bize var olmayı yoklukta emretmiş olur, biz de
O’ndan sübût şeyliğinin nefyini (olumsuzlanma) kazanır, ne sübûtta ne varlık
halinde (dışta) mevcut olabilirdik. Bu nedenle yegâne yolumuz kendisinden
varlık kazanabilelim diye, Hakkın varlığında (bulunmak) olmuştur.
Bu faydalı ve katkı sağlayan tertibi
anlamalısın, çünkü o mertebelerin hükmü hakkında bilgi verecektir. Onlar
kendilerinde ortaya çıktıkları herkeste hüküm sahibidir. Kim bir mertebede
bulunursa, hiç kuşkusuz, onun hükmünü ve boyasını kazanır. Bu konudaki açık
delil, Allah Teâlâ’nın uykuda -ki hayal mertebesidirgörülmesidir. Hakk orada
herhangi bir bedenî surette görülebilir. Mertebe, O’nu ancak böyle görebilirsin
diye, Allah Teâlâ’ya dair bilgisinde sende hüküm vermiştir. Buna mukabil aklın
düşünce mahalline girip hayal hâzinesinin ve mertebesinin dışına çıktığında,
Hakkı hayal mertebesinde idrak ettiğin suretten münezzeh olarak görebilirsin.
Hüküm mertebeye ait olunca, Hakkı gördüğünde neyi gördüğünü anlar ve bunu, yani
hükmü, mertebeye ait sayarsın. Hüküm mertebeye ait ise Hakk her daim senin
adına meçhul kalır. O’na dair senin elde edebileceğin bilgi, (ulûhiyet)
mertebesinin O’nun adına birlenmesinin bilgisidir; zatını bilmek imkânsızdır.
Çünkü sen içinde bulunacağın bir mekân ve mertebeden yoksun kalamayacağın gibi
söz konusu mekân Hakkı ancak kendisine göre görebileceğin şekilde senin
üzerinde hüküm sahibidir. Bu itibarla başka bir yer ve mertebede, bir önceki
mertebenin sana kazandırdığı bilgiden ayrılacak ve her mertebede bir önceki
mertebedeki hükümden başka bir hükümle Allah Teâlâ hakkında hüküm vereceksin.
Böylece O’nun kendisini bilmesi itibarıyla Allah Teâlâ’yı bilemeyeceğini
öğrenirsin. Allah Teâlâ’ya dair bilgimizin nihayeti budur. Bu nedenle (ayete
dönersek), Allah Teâlâ hakkında bir mertebede elde ettiğimiz bilgi başka bir
mertebede ‘tükenir’, zira bizim yanımızdaki zaten tükenir. Allah Teâlâ’nın
nezdinde kendisi hakkındaki bilgisi ise tükenmez. O bilgi başkalaşmaz, değişmez
veya mertebelerin farklılaşması nedeniyle bizatihi farklılaşmaz, çünkü mertebelerin
farklılaşması, kendilerinden kaynaklanır. Mertebeler farklılaşmamış olsaydı, hepsi
bir olurdu. Nitekim ilahi isimler de -isimlendirilen bakımından bir olsalar
bileanlamları bakımından farklılaşmamış olsalardı, hepsi tek isim olurdu.
İsimlerdeki bu farklılık ‘De ki
ister Allah Teâlâ ister Rahman diye dua edin...’427 ayetinde belirtilir. Kastedilen
isimlendirilen bakımından duadır. Ayetin devamında ‘Hangisiyle
dua ederseniz edin, en güzel isimler O’na aittir’428 denilir. Allah Teâlâ isimlendirileni
kast edince birlemiş, esma-i hüsna’nın lafızlarının gösterdiği hakikatlerinin
farklılığını dikkate almamıştır.
‘Sizin yanınızdaki
tükenir, Allah Teâlâ’nın nezdinde olan bakidir’429 ayetini açıkladığım şekilde
öğrenmezsen, ruhu olmayan salt sahih bir sureti öğrenmiş olursun. Benim
söylediğim gibi öğrendiğinde ise görünür surete ruh üflenilir ve o ruh
vasıtasıyla suret hayat bulur, sen de Allah Teâlâ’nın zatını kendilerine karşı
üstün olmakla nitelediği kimselerin arasına ‘yaratıcı’ olarak katılırsın. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Yaratanların en güzeli olan Allah
Teâlâ münezzehtir.’430 Burada Allah
Teâlâ seni olumlamıştır (ispat). Binaenaleyh bir ruhu olmaksızın herhangi bir
suret inşa eden kimse, meydana getirdiği suret nedeniyle kıyamet günü
‘yarattığına can ver’ denilmek suretiyle azap görür; hâlbuki surete can
veremez. Bunun üzerine ‘ona ruh üfle’ denilecek, fakat ruh da üfleyemeyecektir.
Bu da mertebenin bir hükmüdür, çünkü diriliş günündeki mertebeler, âlemin (ve
içindekilerin) dünya hayatında kendisiyle ilişkilendirdiği ve kendisine nispet
ettiği hususlarda acizliğini izhar eden yerlerdir. Hz. İsa yarattığı kuşa ruh
üflüyor, o da suret ve mana itibarıyla bir kuş haline geliyordu. Bir görüşe
göre kastedilen kuş değil, kuş suretleridir ve bu nedenle ayette (Hz. İsa’nın
üflediği şeyden söz edilirken) ‘kuş
suretindeki’431 denilir
ve kendisinde ruh bulununcaya kadar kuş denilmemiştir. Bize aktarıldığına göre
Zünnûn el-Mısri -Allah Teâlâ’nın izniyletimsahın yuttuğu yaşlı bir kadının
çocuğuna hayat vermiş. Ebu Yezid ise Allah Teâlâ’nın izniylebir karıncayı
canlandırmıştı. Bu bağlamda hayal mertebesi de bakanların gözlerinde
donukların canlı olduğunu ve hareket ettiklerini gösterir. Onlar, Hz. Musa ile
tartışan sihirbazların ip ve sopaları misalindeki gibi gerçekte gözlerin
algıladığı hayata sahip değildi. Sihirbazların ip ve sopaları, sihir nedeniyle
Hz. Musa’ya koşuyormuş gibi gelmiş, bu sihir vasıtasıyla insanların gözlerini
boyamışlardı. Onlar hayal ile göz arasında ortaya çıkan iplerdi ve bu itibarla
aynaya yansıyan göğün suretine benzerler. Aynadaki gök göğün kendisi olmadığı
kadar ondan başka bir şey de değildir. Çünkü aynada gördüğün cismin göğün
cisminden küçük ve aynanın cisminden büyük olduğunu bildiğin kadar bizzat göğü
görmüş olduğunu da kesin olarak bilirsin. Bu nedenle hüküm, mertebelere ait
kabul ettik. Binaenaleyh âlemde harikulade (âdeti aşan) denilen bir iş ancak Allah
Teâlâ’nın izniyle gerçekleşebilir ve O’nun izni olmaksızın böyle bir işin
gerçekleşmesi mümkün değildir ve bu nedenle herkesten böyle bir iş zuhur etmez.
Bununla birlikte âlemde ortaya çıkan her surete bir hayatın eşlik ettiğini de
biliriz. Hayat eşlik ettiği suretin ruhudur ve ruh sayesinde her suret Allah Teâlâ’yı
tespih eder. Binaenaleyh Allah Teâlâ’yı tespih eden, suretteki ruhun
kendisiyken suret ancak ruh vasıtasıyla rabbini tespih eder.
. Söylediğimi öğrendin şimdi Bilmiyordun O’nun söylediğini
Ben de söylediğimizi bilmiyorum
Çünkü söyleyen ve konuşan O’dur
Bu kadar açıklama yeterlidir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
DÖRT
YÜZ YETMİŞ BEŞİNCİ BÖLÜM
Menzili 'Allah Teâlâ’nın şiarlarını
yücelten kimse../ Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Allah Teâlâ’nın şiarları, bizim için
dikilmiş alametler
Hakk ve halk arasındaki farkı öğrenelim diye dikilmişler
Onlar berzahları
ortaya çıkartan sınırlar ,
Farkı benimseyen
kimse için siper (vikaye) olurlar
Onları yücelten takva sahibidir
Eşyada Hakk vasıtasıyla‘takva’sahibidir
VAllah Teâlâi! Yaratıklardan ayrı
bir menzili olur Mak’ad-ı sıdk denilir toplanma gününde o menzile
Yarış alanında yarışanlarla koşarken
maksada O menzille geçen muttaki her birini
Fenaya erer ve baki kalır,
isimleriyle nitelenen
Bizde O’nun isimleri olumsuzlanmış
ve olumlanmış olarak bulunur
Allah Teâlâ şiarlarının yüceltilmesi hakkında,
daha doğrusu bizzat onlar hakkında şöyle der: ‘Bu/bunlar
kalplerin takvasındandır, sizin için
onlarda’ yani şiarlarda ‘belli bir süreye kadar faydalar vardır, sonra beyt-i
atik’e...’432 Beyt-i
atık, işarı yorumuyla iman evi demektir. İman evi ise Allah Teâlâ’nın azamet ve
celalini sığdırmış müminin kalbidir. Allah Teâlâ’nın şiarları O’nun alametleriyken
alametler O’na ulaştıran delillerdir. Hayret ki ne hayret! O’nun yanında olan
birisi Allah Teâlâ’ya nasıl ulaşır? Ebu Yezid hafızın ‘O
gün muttakiler Rahman’a grup olarak götürülür’433 ayetini okuduğunu duyunca, çığlık
atmış, gözyaşları minberin ucuna gelecek kadar akmış ve şöyle demiş: ‘O'nunla
oturan nasıl O'na götürülsün?’ Hiç kuşkusuz Allah Teâlâ doğru söylemiştir,
çünkü takva sahibinin çekindiği Rahman ismi değildir. Ebu Yezid de doğru
söylemiş, çünkü bu sözü söylerken müşahede ettiği isim Rahman’dı. Veli kendi
zevkini aşmayacağı gibi halinden başka bir şey söylemez ve duyduğu her sözü
kendine hâkim haline döndürür. Ebu Yezid’in o esnada hali, söylediği cümleyi
ona söyletmişti. Bu itibarla kişi dilinin altında hapistir ve dil konuşanın
haline tercümandır. '
Bilmelisin ki Allah Teâlâ develeri
şiarlarından birisi yapmış, Allah Teâlâ’nın şiarlarından biri olduğu
anlaşılsın diye hisseder. Bir şey Allah Teâlâ için verilmişse (Allah Teâlâ’ya
adanmışsa), artık onda geri dönüş yoktur. Bakınız! Develer Kâbe’ye ulaşmazdan
önce ölürse, sahibi onu boğazlar ve insanlardan uzaklaştırır, ondan hiçbir şey
yemez. Bu durum Allah Teâlâ’nın sana verip kendisinden seni temyiz ettiği bir
ihsan ve lütuftur. Allah Teâlâ sana bir mülk vermiş, senden kendisine borç
vermeni talep etmiştir. Hâlbuki asıl itibarıyla nimet O’nun nimetidir. Bütün
bunlar, Allah Teâlâ’nın şiarlarıdır, çünkü her şiar (alamet), O’nun
belirlediği ve irade ettiği özel bir yönden Allah Teâlâ’ya delildir. Allah
Teâlâ o yönü irade etmiş, kullarından anlayış sahiplerine beyan etmiş, insanlar
da idrak ölçülerine göre bu konuda derecelenmişlerdir. Allah Teâlâ’nın
şiarlarından olduğu söylenen bir şeyi görüp bütün şiarlar içinde kendini O’nun
sureti olarak tanımaz ve bir şiarm neye delil olduğunu bilmezsen, söz konusu
şiarda Hakkın sana hitap etmediğini ve onu senin adına dilemediğini
anlamalısın. Allah Teâlâ böyle bir şiarı (alamet) kendisini anlayan biri için
ortaya koymuştur. Senin ise başka bir şiarm vardır. O şiar, senin için Allah
Teâlâ’ya delil olarak ortaya konulmuş her şeydir. Ebu’l-Utahiyye şöyle der:
Her şeyde O’na ait bir ayeti var
Bir olduğunu gösterir O’nun/onun
Sen kendi şiarının sınırında dur ve ‘Rabbim
benim bilgimi artır’434 de! Bu
durumda indirmiş olduğu hususta anlayışın güçlenir ye sana bilmediklerini
öğretir. Allah Teâlâ sana kendinden bilgi öğretirse, O’na en güçlü şiar ve en
açık delilin bizzat kendin olduğunu anlarsın. Bu nedenle şeriat
‘Kendini/nefsini bilen, rabbini bilir’ demiştir. Nefsindeki şiarların seni
ulaştıracağı yere ulaşıp o şiarların gösterdiğini müşahede ettiğinde, onu kendi
suretinde görürsün. Buradan ise O’nun seni bilmesinde asıl olanın kendin ve Allah
Teâlâ’nın sana ancak senin hakkındaki bilgisinin suretinde tecelli ettiğini
öğrenirsin. Allah Teâlâ seni senden bildi, sen de kendin hakkındaki bilgiyi
O’na verdin! Öyleyse sen, kendin hakkında Allah Teâlâ’nın şiarısın. O’nu kendi
suretinden başka bir surette görürsen, hiç kuşkusuz, şiarı olman itibarıyla
O’nu görmüş sayılmazsın. O halde aşina olmadığın bir şeyi gördüğünde,
başkaları inkâr ederken -çünkü bu mertebede O’ndan başka kimse adına
gerçekleşen bir bilgi (medâ) yoktursen inkâr etme! Hal böyleyken öğrenmek
talebinde O’ndan kendine dön! Bu durumda nefsini O’nu kendinde gördüğün ve
henüz kendisiyle ‘boyanmadığın’ suretin içinde görürsün.
Henüz boyanmamış olsan bile, söz
konusu suret (ilahi bilgideki) ‘sübût’ halinde senin suretindir; sadece o
surete girmenin ve onunla zuhurun vakti gelmemiştir. Çünkü senin üzerinde
sonsuz sayıda suret başkalaşırken sen de söz konusu suretlerde halden Hakk
girer ve bir suretten ötekine intikal edersin. Fakat sürekli olarak -sonsuza
değinhalden Hakk geçersin. Allah Teâlâ sana bu surette suretlerin sonsuzluğunu
öğretmiş, senin kendisiyle gözükmenin vaktinin gelmediği surette sana tecelli
etmiştir. Vakti gelmemiştir, çünkü sen sınırlıyken Allah Teâlâ sınırlı
değildir; O’nun yegâne kaydı, mutlaklığıdır.
Allah Teâlâ bilinmeme ve inkâr
halinde kendilerine görünmek için kullarına karşı böyle davranır. Bu nedenle
de bu makamı bilen ariflerin dışındaki/ kulları O’nu inkâr eder. Onlar, Allah Teâlâ’yı
zuhur ettiği hiçbir surette inkâr etmeyen ariflerdir, çünkü onlar, esası
muhafaza ederler. Bu esas, Allah Teâlâ’nın herhangi bir yaratılmışa ancak
yaratılmışın suretinde tecelli edeceğidir. Hakk yaratılmışın o esnada üzerinde
bulunduğu surette tecelli ederse yaratılmış kendisini bilir; daha sonra
kendisinde bulunacağı surette tecelli ederse, kendisine girdiğini görünceye
kadar Hakkı o surette inkâr eder. O surete girdikten sonra ise tanır. Çünkü Allah
Teâlâ ona kendisini tanıtmış, kendine varacağı hali de bildirmiştir. Yaratılmış
olan ise kendi hallerinden ancak o esnada üzerinde bulunduğu hali bilebilir.
Bu nedenle insan ‘Rabbim! Benim bilgimi artır’435 der. Allah
Teâlâ’nın kullarının bir kısmı (ilave bilgiyle) şunu öğrenir: Hakk aşina
olmadıkları bir surette tecelli ettiğinde, mertebenin hükmünü ve insanın kabul
etme özelliğini dikkate alarak, O’nun insana ait bir surette tecelli ettiğini
öğrenirler. Söz konusu suretin vakti gelmemiştir ve Allah Teâlâ’nın verdiği
ilave bilgiyle vakti gelmezden önce sureti tanırlar. Bu, Allah Teâlâ’nın
artırdığı bilgideki ilavenin bir yönüdür. Bu bilgi sayesinde inkâr edebileceği
bir yerde kendisini tanıdığı Allah Teâlâ’ya şükreder. Allah Teâlâ bu ihsanı
yücelterek şöyle der: ‘O sana bilmediklerini öğretti, Allah
Teâlâ’nın sana olan ihsanı pek büyüktür.’436 Böylece Hakk bu mertebede nefsin
şiarlarından birisi olur ve daha önce O’nu kendi nefsinle tanımışken bu kez
nefsini O’nun vasıtasıyla tanırsın, bunu düşünmelisin!
Şiarlarda toplandık
hepimiz
Sırlarda ayrıldık .
O’ndan bize ait olan; tecelli Bizden
O’na ait olan; sırlarımız .
Böyle bir kulun
benzeri
Onda hayrete düşmüş
ve koşan kişidir
Bunu bir öğrenirsen Artık yüz
çevirmezsin O’ndan
O sizden ortaya çıkandır; '
Defter yaprakları gibi .
Bir kısmı ötekini gizleyen yapraklar
Harflerle ve başlangıçlarla
Acele eden acele etsin Övünen övünsün
Allah Teâlâ şiarlarını boş yere
yüceltmemiştir. Ancak yiiceltilebilecek bir şey yüceltilir. Zaten yüce olan ise
yüceltilmez. Çünkü mevcut bir şey var edilemez. Allah Teâlâ Azim iken bütün
âlem -mümkün olduğü içinhakir ve değersizdir. Bununla birlikte yüceltilmeye
elverişlidir. Onun yüceltilmesiniri yolu, Allah Teâlâ’nın şiarlarından birisi
olmasını bilmektir. Gerçekte âlem Allah Teâlâ hakkında bir şiar ve alamet
olduğu için Hakkı âlem vasıtasıyla tanıdık ve düşündük, O’nun sözünün
hakikatini öğrendik. Bilinmeyen bir surette zuhur ettiğinde, O’nun sözüne
dayanarak âlemden delil getirdik.
O’ndan banadır
hakkımdaki delil
Benden O’na gider O’na dair delil .
Biz O’nun yanındayız buyurduğu üzere
• Amelleriyle; sonra O’nun katindayız
O’nun amelleri bizim varlıklarımız
O’ndan var oldum ve yine O’na
dönerim
Durum böyle olmasaydı, O’nu vekil
edinmenin anlamı olmazdı. Mal O’nun malıdır ve sana ait değildir; suret senin
suretindir. Hz. Musa ‘Rabbim! Bana kendini göster, sana bakayım’ dediğinde ‘Beni
göremeyeceksin’437 ayetinde geçen ‘beni göremeyeceksin’
ifadesi doğrulanmış olur. Ayette olumsuzluk bildiren ‘len’ edatı gelecekteki
fiilleri olumsuzlar. İşarı yorumuyla ayete bakarsak, şimdiki anda bir şeyi bilmeyen
kişi gelecekte de onu tanıyamaz. Çünkü gelecekte kendisine göründüğünde seni
kendisinde inkâr ettiği şimdiki halin suretiyle görünmeyecek, seni görmek
istediği gelecek zamandaki halin suretiyle görüneceksin. Bu nedenle seni inkâr
eden yine inkâr eder. Mertebeyi ve hükmün ona ait olduğunu öğrenene kadar inkâr
sürer. Mertebenin durumunu öğrendiğinde, neyi gördüğünü ve onun hakkında
verdiği hükmü öğrenir. Çünkü Allah Teâlâ iki gözü veya gözleri olan kimselere
sürekli zuhur eder; bir gözü olan ise sürekli kayıdar içerisinde bağlanmış
olan ve tek gözü kör DeccaPdır. Allah Teâlâ birinin gözünü açarsa, O’nu
görebilir. Bu itibarla gözler Allah Teâlâ’nın insana ihsan ettiği
nimetlerdendir. Ayette ‘onun için iki göz yaratmadık mıP’438
buyrulur. Yani her halde de beni görsün diye, iki göz verdik: Birinci hal
şimdiki zaman iken ikinci hal gelecek zamandır. Bana bakıyorken şimdiki halde
beni görmeyen gelecekte de görmekten uzaktır. O beni görür, fakat onun madûbu
olduğumu bilemez. Bunun nedeni, beni bir alamete göre talep ediyor olmasıdır.
Acaba beni bir alamede aramak, beni bilmemenin ta kendisi değil midir?
Benden başkası mı var ki? Ya da ben
olmayan birisi?
Ey basiret üzerinde
gözlerin çadırı! -
Hakkı arıyorsan, fikirlerden uzak
dur Çünkü sınanma mahalli benim sırlarımdır
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
DÖRT
YÜZ YETMİŞ ALTINCI BÖLÜM
Menzili 'Allah Teâlâ’dan başka güç
ve kuvvet sahibi yoktur (La-havle ve la-kuvvete illa billâh)' Zikri Olan
Kutub'un Halinin Bilinmesi
Güç ve kuvvet Allah Teâlâ’nın Allah Teâlâ’ya iman eden için böyledir
İşin gerçeği şu ki, kul görmüştür:
Güç ve kuvvetin Allah Teâlâ’ya ait olduğunu
İkisini kendinde gören kimse Allah Teâlâ’dan bir nur üzerinde bulunur
Allah Teâlâ Hz. Musa’nın kavmine
şöyle dediğini bize bildirmiştir: ‘Allah
Teâlâ’dan yardım isteyiniz.’439 Bize de
kendisiyle aramızda ikiye böldüğü namazda okunan Fatiha suresinde şöyle
dememizi emretmiştir: ‘Ancak senden yardım
dileriz.’440 Sonra ‘Namaz benimle kulum arasında bölünmüştür,
kuluma istediği verilecektir’ denilmiştir.
Bilmelisin ki La-havle ve la-kuvvete
illa billâh (Allah Teâlâ’dan başka güç ve kuvvet sahibi yoktur) zikri, Allah
Teâlâ’nın kendi suretinde yaratmış olduğu kimsenin özelliklerinden birisidir.
Başka bir ifadeyle bu zikri yapmak, insan-ı kâmilin özelliğidir. Melek olmak
böyle bir makama sahip olmaya elverişli değildir ve meleklerin makamı bundan
uzaktır. Çünkü melek, kuşatıcı kul (abd-ı cami’) değil, aksine onun
organlarından birisidir. Kuşatıcı kul, efendideki bütün özelliklerin bulunduğu
kimsedir. O’nun bizi yaratmaya kadir olmasının bir tezahürü ise bizim yaratma
(sözünü) kabul etmemizdir. Binaenaleyh herhangi bir yardım olmaksızın, yalnız
başına mutlak bir güç yoktur. Allah Teâlâ bunu bildiğimizi bildiği için,
O’ndan yardım dilememizi emretti, çünkü kabul eden (mümkün) güç yetiren
muktedire muhtaç olduğu kadar muktedir de mümkünün kabulünü ister. Böylece
bizimle Allah Teâlâ arasında gerçekleşen taksim geçerli olabilmiştir, çünkü Allah
Teâlâ şöyle buyururken doğru söyler: ‘Namazı kendim ile kulum arasında ikiye
böldüm: Yarısı bana, yarısı kuluma aittir.’ İktidar Allah Teâlâ’ya ait iken
kabul bizden ortaya çıkar. İkisiyle birlikte de âlem var olmuştur. Bunun
delili, muhal, yani imkânsızın var olmayı kabul etmeyişidir. Binaenaleyh
iktidar muhale nüfiız etmez, çünkü iktidarın özelliği, onun ancak mümkün bir
şeye -ki özelliği kabul etmektirtaallukudur. Binaenaleyh bu zikri söylemek,
ancak kuşatıcı kul adına anlamlı ve sahih olabilir. Her kim bu kuşatıcılıktan
uzak kalmış ve teberri etmişse, o, kuşatıcı kulun bir parçasıdır; ikisini
birden kabul eden, kuşatıcı, kendini ve rabbini bilen, edepli ve işe hakkını
verendir.
O’ndan bir güç veya kuvvet olmazdı
Ben olmasaydım; ben ise varım
Benim bir kuvvetim veya gücüm olmaz
Olmasaydı O! Demek ki ben kuşatıcıyım
Bakınız! Bu zikir bir hazinedir. Allah
Teâlâ Âdem’i kendi suretinde yaratıp yeryüzünde halife kılıncaya kadar -ki bu
esnada haber verdiği üzere itiraz edenler etmiştirmülkünde saklamıştır. Adem
yaratılmazdan önce cLa-havle ve la kuvvete illa billâh’ zikri
duyulmamıştı. Kuşatıcı kulun dışında bu zikri söyleyenler ancak onun, yani
insan-ı kâmilin hükmüne bağlı olarak söyleyebilirler. Allah Teâlâ Arş’ı
yaratmış, meleklerine onu taşımlarını emretmiş, melekler ise taşımaya güç
yetirememişler. Aciz kaldıklarında ise insan suretindeki birinci taşıyıcı melek
ayağa kalkmış ve Allah Teâlâ kendisine bu zikri öğrettiğinde kendi diliyle
‘La-havle ve la kuvvete illa billâh’ demiş, ardından diğer taşıyıcı melekler
onun söylediğini söylemiş, böylece Arş’ı taşımaya güç yetirebilmişlerdir. Allah
Teâlâ insan-ı kâmili yarattığında, onda -tıpkı Arş gibikendi evi olan bir kalp
yaratmıştır. Bu nedenle âlemde müminin kalbini taşıyabilecek hiç kimse yoktur,
çünkü melekler Arşı taşımakta aciz kalmışlardı. Hâlbuki söz konusu Arş müminin
kalbinin bir köşesinde bulunur ve mümin onun farkına bile varmaz ve hafif
geldiği için kalbinde arşın bulunduğunu bilmez. Melekler Arş’ın etrafında
döndüğü gibi Allah Teâlâ esma-i hüsna’nın bu kalbin etrafında dönmesini
sağlamıştır. Kalbin taşıyıcılarını ilahi bilgi, hayat, irade ve sözden ibaret
olmak üzere dört isim yapmıştır. Bu sıfadarın arasından hayat Arş’ı taşıyan
meleklerin arasından insanın suretindeki birinci taşıyıcının benzeridir. Bunun
nedeni, hayatın eşyaya yayılmış olmasıdır; bu nedenle sadece canlı ve hayat
sahibi olanlar vardır (her şey canlıdır). Hayat, diğer sıfatlar, yani bilgi,
irade ve sözün sahihlik şartıdır. Rivayete göre Cebrail Âdem’e Kâbe’yi tavafı
öğretirken ona şöyle demiştir: ‘Sen yaratılmazdan önce biz Kâbe’yi tavaf
ediyorduk.’ Hz. Âdem sormuş: ‘Siz tavafta ne derdiniz?’ Cebrail şöyle cevap
vermiş: ‘SübhanAllah Teâlâ ve’l-hamdu lillah ve la ilahe illAllahu Allah Teâlâu ekber (Allah Teâlâ münezzehtir,
hamd Allah Teâlâ’ya aittir, Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur, Allah Teâlâ en
yücedir).’ Hz. Âdem şöyle demiş: ‘Ben sizin söylediğinize La-havle ve la
kuvvete illa billâh’ ifadesini ekliyorum. Böylece bu hazine Hz. Âdem’e tahsis
edilmiştir.
Burada seninle kabul edeceğin şey
arasında bir perde yoktur. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ’dan başka kendisini
kabul ettiğinde sana zarar verecek ve seni kendi mertebenden -ki kemalin
demektirhayvaniyet mertebesine indirecek olan kimse yoktur. Yükümlü olduğun
amelleri yerine getirmede Allah Teâlâ’dan başkasından elde edebileceğin bir
güce de sahip değilsin. Bunun yanı sıra muktedir olsa bile, Hakk ile senin
varlığınla meydana gelebilecek bir şey arasında da var olmadığında senden
başka perde yoktur. Binaenaleyh ancak seninle var olan bir şeyde O’nun
bulunması gerekir. Öyleyse ‘kuvvet yoktur (la-havle)’, yani ancak seninle
ortaya çıkabilecek bir işe nüfuz edecek bir kudret yoktur. Demek ki bu
taksimden ‘La-havle ve la kuvvete illa billâh’ ifadesinin hakikati, kendisini
talep eden hallere göre sende ve O’nda ortaya çıkar. Kuşatıcı insandan daha
kuşatıcı bir varlık olmadığı gibi kendisindeki en şerefli parça da melekî
parçasıdır. Nitekim namazda da Allah Teâlâ’yı zikretmek, onun en şerefli
parçasıdır, yoksa zikir namazdan daha değerli değildir! Aynı şekilde melek de
insandan üstün değildir, çünkü zikir namazın bir parçası olduğu gibi melek de
insanın parçasıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Namaz
taşkınlıktan ve münkerden alıkoyar.’441 Yani sureti itibariyle alıkoyar.
Çünkü ilk tekbir namaza yasakları getirirken selam namazdaki bu yasaklamaktan
çıkmak demektir. ‘Allah Teâlâ’yı zikir en yücedir.’442 Yani namazdaki en önemli kısım, Allah
Teâlâ’yı zikretmektir, çünkü zikir onun en büyük parçasıdır. Allah Teâlâ ile namaz
kılan kul arasında namazdaki taksim bu zikirde gerçekleşmiştir.
Bunu öğrendiğinde, meleğin makamım
öğrenmiş, onun senin haricinde olmadığını bilmiş olur, kendinde bulunduğu hal
üzere gerçeğe ulaşmış, insaflı davranmış, mukayeseli bir şekilde -her kime
gelmişseilahi isimlerin nereden geldiğini öğrenmiş olursun. Bu bağlamda Allah
Teâlâ ismi cami, toplayıcı isim demektir. Bununla birlikte isimlerde genellik
ve özellik bakımından bir derecelenme vardır. Aklını fikrini ‘Rabbim!
Bilgimi arttır’443 ayetine
verip Hakkın kendisine göre (kullarına) davrandığı adaba uymalısın. Kul
‘La-havle ve la kuvvete illa billâh’ dediğinde, rabbi onu tasdik ederek şöyle
der: ‘La havle ve la kuvvete illa bî (Benden başka güç ve kuvvet sahibi
yoktur).’ Buna mukabil ‘Güç ve kuvvet seninle ortaya çıkar, ey kulum!’ demez.
Çünkü söyleyeninden böyle bir ifade ancak kendisiyle birlikte ortaya çıkabilir.
Allah Teâlâ hayvan insanın surette insan-ı kâmille ortak olduğunu bildiği gibi
‘La-havle ve la kuvvete illa bike (güç ve kuvvet seninle ortaya çıkar, kulum)’
dediğinde, hayvan-insan bu ifadeyi bağlamının dışına taşırıp saygısızlık
yapacağını da bilir. İnsan-ı kâmil böyle edepsizlikte bulunmaz. Bu nedenle Hakk
insan-ı kâmil ilahi edebi öğrensin diye hürmete riayet etmiştir. Bu, senin bilip
inanacağın bir meseledir; herhangi bir kimse veya özel bir kul onu dile
getirmez. Onu dile getiren olursa, sadece kendinde durumun öğrenilmesi için
açıklamak üzere dile getirmiştir.
Çünkü Allah Teâlâ öğrettiklerini
bilmeyenlere öğretsinler diye âlimlerden söz almıştır. Allah Teâlâ’nın onlara
öğrettiklerinden birisi de edeptir ve bu sayede hikmeti ancak ehline
ulaştırırlar. Bu davranış, onların özelliklerinden birisidir.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
DÖRT YÜZ YETMİŞ YEDİNCİ BÖLÜM
Menzili 'Bu konuda yarışanlar
yarışsın' ve 'Böyle bir şey için amel sahipleri amel etsin' Ayetleri Olan
Kutub'un Halinin Bilinmesi
Şahıs derece derece yükselir ve sadır genişler Hazine
çıkartılır, kapı açıktır
Öncekiler nerede! Ne onlar ne geçmişler Akıl ruhun
getirdiğini kabul eder
Fakat fikir gücüyle perdelenirler,
dikkat ediniz Bilgi verilmiş ve ihsan edilmiş
İnsafla bakarsan, bilgide kazanılan
bir kısım yok Akıl kendi başına onaylayamaz ve eleştiremez
Savunma ve eleştiri Allah Teâlâ’dan
gelen şeriat teraziyle yapılır , Eksiklik ve tercih böyle ortaya çıkar
Akıl Allah Teâlâ’nın yarattığı en
yoksul şey, dikkat edin Çünkü fikir kapısının ardına atılmış
İlah ve O’nu
niteleyen güçler olmasaydı
Akılda bir imkân
olmazdı
Akıllar kayıttır,
onlara güvenirsen
Hüsrana uğrarsın,
anla bu sözümü, benim bu sözüm bir işaret
Şeriat terazisiyle
terazin hep elinde olmalı
Onun mertebesi
adalet ve tashih
Yarışma öyle bir
bilgide olmalı ki
Hakkı görmekle
gönül nur ile açılmalı
Bu yarışma ya bir
bedel olmaz
Zikirden, el-Kuddûs
ve es-Subbûh’un zikrinden
Böyle bir şey için
amel eden etmeli
Başka bir konuda
iyi ya da kötü bir şey yok
Allah Teâlâ şöyle buyurur: cHerkes
kendi katlarında olanla sevinmiştir.’444 Sevinmenin sebebi, karşılıklı
ilişkidir. İnsan Allah Teâlâ’nın katındaki her şeyin bir toplamı olduğundan,
O’nun katındaki her şey ile insan arasında bağ bulunduğunu anladık. Bu itibarla
her şeyde insanla ilgili bir yön vardır. Alem varlıktaki herhangi bir şeye
yönelmez, sadece kendinden ona münasip bir şeyi izhar eder. Kendisine herhangi
bir hal baskın gelmez; âlem her halde kendine münasip halle birliktedir. Nitekim
Allah Teâlâ bulunduğumuz her yerde bizimledir. ‘İnsanların
çoğu bil-, mez.,44S Yani bu durumu bilmez. Hatta onlar
bunun değerinden habersiz oldukları gibi bu beraberliği de görmezler. Bu durum
onları dünyayı ve içindekileri kınamaya, âhirete karşı, her iki âleme, kısaca Allah
Teâlâ’nın dışındaki her şeye karşı zahitliğe (onları değersiz görmeye) sevk
etmiştir. Böyle davranmalarının sebebi, büyük insanlardan bu hususta aktarılmış
hikâyelerdir. Dünyayı eleştiren bu insanlar, büyüklerin sözlerini gerçeğe
aykırı başka bir anlamda yorumlamış, Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeyin O’nun
karşısında perde olduğunu zannetmiş, perdeleri parçalamak ve ortadan kaldırmak
istemiş, bunun için de zahidikten başka
yol bulamamışlardır. Burada bu
yaklaşımı yeterli bir ölçüde açıklayacağım.
Bu itibarla Allah Teâlâ her gün
yaratılmışların bir işinde bulunurken cennet de -ki orası Hakka yakınlık, O’nu
görmek yeridirtüm arzuların ve.hazlann bulunduğu bir yerdir. Şayet cennet Hakka
perde olsaydı, cenneti değersiz görmek (züht) ve onu perde kabul etmek anlamlı
olabilirdi. Aynı şey dünya hayatı için geçerlidir. Allah Teâlâ cinsleri,
türleri yaratmış, âlemdeki bireyleri izhar etmiştir. Yaratmanın gayesi, yaratılmışa
balem alda onu Yaratana ulaştıracak bilgiyi elde etmemizdir. Başka bir ifadeyle
Allah Teâlâ herhangi bir şeyi onu değersiz görelim diye yaratmadı. Demek ki
yaratılmış bir şeye yönelmek, onu (tanımak için) ısrarlı olmak ve onu sevmek
zorunluluktur. Çünkü âlem (ve yaratılmış her şey), Hakka ulaştıran düşünme
yoludur. Her kim delili değersiz görürse, hiç kuşkusuz, medlulü de değersiz
görmüş olur ve böyle bir insanın dünya ve âhireti hüsrana uğrar. Apaçık hüsran
bu demektir. Böyle biri Allah Teâlâ’nın âlemdeki hikmetini bilemeyeceği kadar
Hakla da bilemez ve ‘ticareti fayda vermeyip doğru yolu bulamayan zarara
uğramışlardan’ olur. ‘Adam’ ismini Hakk edecek kişi, (bütünüyle Allah Teâlâ’ya
adanmış anlamında) saf dindarlıkta Hakkın suretiyle zuhur edendir. Böyle biri
her Hakk sahibine hakkını verir ve önce nefsinin hakkıyla başlar; çünkü nefs,
yaratılmışlar arasından kendisine hakkı terettüp edenlerin hepsinden daha yakın
olandır. Allah Teâlâ’nın hakkı, yerine getirilmek bakımından daha önceliklidir.
Allah Teâlâ’nın insan üzerindeki hakkı ise her hakla sahibine ulaştırmaktır. ‘Böyle
bir şey için amel sahipleri amel etmelidir.’446 Amelin bize izafe edilmesi gerekir
ve bu nedenle de Allah Teâlâ amelleri bize izafe etmiş, onların yerlerini,
mekânlarını, zamanlarını ve hallerini belirlemiş, vacip, mendub veya mubah
olmak üzere bize onları emretmiştir. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ belirli işleri
bize yasaklamış, onların mahal, mekân, zaman ve hallerini belirtmiş, haram ve
mekruh olmak üzere bize onları yasaklamıştır. Bütün bu emirler ve yasaklar için
hesaplı veya hesapsız bir karşılık belirlemiştir; bu karşılık dünya ve ahirette
haz veren işler olduğu kadar acı veren işler de olabilir. Allah Teâlâ bizi
yaratmış, bizde haz veren karşılığı talep eden ve acı veren cezadan tabii
olarak kaçmayı gerektiren özellik yaratmıştır. Allah Teâlâ yönettiklerime
(raiyye) karşı benim adıma Hakk ve vazifeler belirlemiştir. Çünkü Allah Teâlâ
bende düşünen (nâtık), yöneten, akıl ve fikir sahibi, yükümlü tuttuğu işleri
kabule istidatlı nefs yaratmıştır. Nefs O’nun hitabının muhatabı olduğu gibi Allah
Teâlâ’nın teklifle yükümlü tuttuğu ve emir-yasaklarına bağlanmasını istediği,
sınırlarında durmak ve kurallarına uymakla mükellef kıldığı nefstir. Sınırlar,
nefs için belirlenmiş olan Allah Teâlâ’nın hakkı, nefsin hakkı ve başkalarının
haklarıyla ilgilidir. Hakk sahipleri de ya sözle veya zahiri veya batını
halleriyle kendisinden haklarını talep ederler. Kulak kendi hakkını talep eder,
göz, dil, eller, karın, cinsel organ, iki ayak, kalp, akıl, fikir; nebati,
hayvani, gazabı (öfke gücü), şehvani (arzu) güçler de kendi haklarını nâtık
nefsten talep eder. Bunun yanı sıra hırs, emel, korku, umut, teslimiyet/islam,
iman, ihsan vb. (duygusu) gibi kendisine bitişik âlemden olan şeyler de
haklarını talep eder. Allah Teâlâ insana evvelemirde bu haklardan herhangi
birisinden gafil kalmamayı ve her birini Allah Teâlâ’nın belirlediği yerlerde
kullanmayı emretmiştir. Allah Teâlâ bütün güçleri haklarını talep etmek üzere
nefs-i nâtıka’ya yönlendirmiş, hepsini kendisinden ayrılamayacakları zati bir
özellik olarak O’nun hamdini söyleyici olarak yaratmıştır. Allah Teâlâ bütün bu
güçlerin üzerinde hüküm sahibi olan nefs-i nâtıka’ya yönelmiş bu hakları sabit
bir Hakk olarak belirlemiş, bunu dünya ve âhirette devam eden ve onların
zatları gereği yerine getirdikleri tespihin bir karşılığı yapmıştır. O
güçlerden hiç birisi kendi iradesiyle Allah Teâlâ’nın emrine karşı gelmez; onlardan
ortaya çıkan itaatsizlik, üzerlerindeki yönetici nefs-i nâtıka’nın icbarıyla
gerçekleşir. Onlar üzerlerinde vali olan nefs-i nâtıka’nın sözünü dinlemek,
ona itaat etmekle memurdurlar. Bu itibarla yönetici nefsin zalim olması
(onların hakkını vermeyişi), yönetimi altındaki güçlerin lehine, kendisinin
aleyhine; adil olması güçlerin lehine olduğu gibi kendisinin de lehinedir.
Binaenaleyh Allah Teâlâ zikretmiş olduğumuz üzere insana bitişik (muttasıl)
yönetilenlere nefs-i nâtıka’nın kendilerini icbar ettiği işten uzak kalma
imkânı vermemiştir. Hâlbuki kendilerine emir verip onlarla aynı (sınıftan
olmayıp) dışlarında kalan nefs-i nâtıka için durum böyle değildir.
Allah Teâlâ onlar için hissî cezayı
nitelemiş, dünyada dünyalık nimetlerden verilmiş misallerle bu cezaya
(karşılık) şahit tutmuş, âhiret için de
vaatte bulunmuştur. Bir kısmına ceza
ahirette göstermiştir. Dünya hayatında ise gözle görülen bir cezadır. Böylece
kişi dünya hayatında gözüyle sadece aynı nimeti görenin ve yönettikleri içinden
aynı hazzı talep edenlerin değerini takdir edebileceği bir haz görür. Bu
durumda o da kendisinden hakkını talep etmeye ve men edilmemeyi talep eder. ‘Bu
konuda yarışanlar yarışmalıdır.’447 Bundan büyük bir yarış (konusu)
olabilir mi? Marifeti kemale ermiş arif kendisinde rabbini müşahedeyi ve O’nu
fikir ve müşahede yoluyla bilmek isteyen kısımların (güçler) bulunduğunu bilir
ve o kısımların haklarını kendilerine vermesi üzerinde bir yazife olarak
ortaya çıkar. Bunun yanı sıra mizacına mülayim hoş besinleri arayan bir
parçanın bulunduğunu, bunun yanı sıra içecek, cinsel ilişki, binek, elbise
dinlemek ve duyusal nimederi talep eden parçaların bulunduğunu bilir. Bu
durumda Hakkın onlar için belirlemiş olduğu hakları söz konusu parçalara
ulaştırması gerekir. Böyle bir Hakk sahip bir insan varlıklardan herhangi
birine nasıl değersiz görebilir ki (nasıl zahit olabilir ki) ? Allah Teâlâ her
şeyi onun için yaratmıştır. Bununla birlikte insan, kendisine veya başkasına
ait şeyleri öğrenmek için bir bilgiye muhtaçtır ki ‘her şey bana aittir’
demesin. Bu itibarla güzel şeyler söz konusu olunca, kendisine ait olduğunu
bildiklerine bakar, başkasına ait olanlardan gözünü alır ve onlara bakmaz;
çünkü başkasına ait olan ona yasaklanmıştır. Bir insanın vera (şüphelilerden
uzaklaşmak) ve uzaklaşmadan olan payı bu kadardır. Züht ise öncelikli olana
dairdir. Vera veya diğer terkler ise öyle değildir. Öncelikli olana gelirsek,
insan, mertebeye bakar ve onun gereğine göre amel eder; mertebenin gereğini ise
Allah Teâlâ Şâri Peygamber’in diliyle bildirmiştir. Öncelikli olanı dikkate
almaları itibarıyla bu insanlar ‘zahit’ diye isimlendirilmişlerdir. Çünkü
dünya hayatında (öncelikli olanın dışındaki) nimetlerden yararlanmaları
mümkünken onlar bunu yapmamışlardı. Allah Teâlâ onları serbest bırakmış,
kendilerine öncelikli olanı tercih etmeyi zorunlu kılmamış veya diğerlerini
yasaklamamış, buna teşvik etmemiş veya mekruh kılmamıştır. Bunu bilmelisin!
Sonra muhayyer bırakılmış (mubah)
nimete bakılır: Ondan yararlanmak kişinin kendisi adına onu terk etmeye
(niyetlendiği) daha yüce makama ulaşmanın önünde perde midir, değil midir?
Mubah ve muhayyer şey söz konusu makama ulaşmada -sahih ve selim alda
göreengel teşkil ediyorsa, onu bırakır ve ona karşı zahit davranır. Rabbinden
gelen bir delile dayanarak, mubahtan yararlanmanın bir zarar vermeyeceğini ve daha
yüce bir makama/mertebeye ulaşmanın önünde engel teşkil etmeyeceğini görürse,
onu terkin faydası yoktur. Nitekim Allah Teâlâ Hz. Süleyman’a şöyle demiştir: ‘Bu
sana olan ikramımızdır, ister dağıt, ister hesapsız bir şekilde tut/’448
Yani işlerin kendisi hakkında birbirine karıştığı kimselerden olma! İşleri
birbirine karıştıran insan, mubaha karşı zahit davrandığını zannederken
gerçekte (nefs-i nâtıka’nın) himayesi altında bulunan parçalardan birinin
hakkını yerine getirmez, başka bir parçanın talep ettiği hazzı yerine getirir
(adil davranmaz). Böyle bir davranış bilgisizliğin ta kendisidir. Çünkü bir
hakikat ötekine ‘bu benim hakkım değil’ der. Allah Teâlâ’nın nefsi yönetmekle
yükümlü tuttuğu kula layık olan şey, bilgili olmaktır. Bilgili olunca, bilgisi
onu yönlendirir ve bilgisinin hükmüne göre davranır; yoksa kendisi bilgiyi
yönlendirmez. Çünkü bilgisini o kullanırsa, bilgi onun hükmüne bağlı olur;
bazen kullanır, bazen onunla ameli terk eder. Demek ki terk bilgiyle yapılır.
Bilgi insanı kullanır ve yönlendirirse, kişi bilgi tarafından kullanılan ve
bilginin etkisine konu olandır ve bilgi zorunlu bir şekilde onu doğruya
yöneltmiş, o da hakları sahiplerine teslim etmiştir.
Âlemde böyle bir imam nadir bulunur
ve bu nedenle şöyle der: ‘Cömert insan malıyla cömertlik yapan kimse değildir.
Cömert bilgiye karşı nefsiyle cömert olandır.’ Böyle biri bilgisinin otoritesi
altındadır ve âlemin büyüğüdür. İlahi emirler ve yasaklan bilmekten ise Allah
Teâlâ izin verirse kitabın son bölümünü teşkil eden Vesaya (vasiyetler) bölümünde
zikredip kitabı onunla bitireceğiz.
Bu düsturun kazandırdığı faydalara ve
sana söylediklerime bakmalısın! Sana söylediklerimin neticesi ve hedefi, seni
en güzeli, en doğruyu ve en öncelikliyi araştırmaya sevk etmektir. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.'
Menzili 'Miskal miktarı bir tohum
bile olsa ve bir kayalıkta veya göklerde veya yerde olsa Allah Teâlâ onu getirir,
Allah Teâlâ latif ve habirdir' Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Rızkı Rezzak getirir, başka bir adı
yok
Ya da varlığı yok, eseri yok
el-Vehhab’ın rızıkta hükmü olduğunu
söyleme!
Böyle bir söz geçerli değildir .
Çünkü rızık vermek vacip bir iş .
el-Vehhab’da ise zorunluluk olmaz,
kul ise sınanır
‘Allah Teâlâ’nın bakiyesi sizin için
dalıa hayırlıdır.’449 Yani Allah
Teâlâ’nın kendisini kullanmayı helal kılıp O’na ibadet etmek üzere
ihtiyaçlarını karşılamanı sağlayan şey senin adına daha hayırlıdır. Allah Teâlâ
bu helal kısmı ‘bakiye (kalan)’ diye isimlendirdi, çünkü O yeryüzündeki her
şeyi asıl itibariyle senin için yarattı. Sen de kayıtsız bir serbesdik
sahibiydin; dilediğini kullanır, dilediğini bırakabilirdin. İkinci merhalede
ise Allah Teâlâ serbest kıldıklarının bir kısmını yasaklamış, dilediği bir
kısmını geride bırakmıştır. ‘Allah Teâlâ’nın bakiyesi’ geride bıraktıkları
demektir ve onları senin için daha hayırlı kılmıştır. Çünkü Allah Teâlâ bilir
ki, asıldaki hükmü dikkate alan bazı kulların nefisleri bakiyenin değerini
göremeyecektir ve bu nedenle onlar aslın hükmüne göre tasarrufta bulunurlar.
Buna karşılık Allah Teâlâ onlar için bakiyenin daha hayırlı olduğunu
söylemiştir. ‘Mümin iseniz...’450 Yani
yeryüzündeki her şeyi sizin için yarattığımı tasdik ediyorsanız, bunu
bilirsiniz. Bu konuda beni tasdik ederseniz, sizin adınıza geride bıraktığım
(bakiye) kısım hakkında da tasdik edersiniz. İkisini ayırır, bir kısmına
inanır ve bir kısmını inkâr ederseniz, mümin olamazsınız. Bunun yanı sıra,
nimederi toplasanız ve onlara üşüşseniz
bile
ancak sizin için takdir ettiğim miktarı elde edebilirsiniz. Fakat siz bana asî
oldunuz. Bununla birlikte sizin adınıza takdir ettiğime yönelmeniz veya ondan
yüz çevirmeniz durumu değiştirmez: Ben mutlaka onu size ulaştıracağım, çünkü
ben onu (size ulaştırmayı) sizden daha çok isterim. Nitekim ecelinizin
gelmesini de sizden daha çok talep edenim. Size rızık vermem, bana bir iyilik
yapmanız veya bana karşı suç işlemenizle ilgili değildir. Ben iyiyi, günahkârı,
yükümlü olanı ve olmayanı rızıklandırdığım gibi iyiyi, günahkârı, yükümlüyü ve
yükümlü olmayanı öldürürüm. Benim inayetim -başka bir şeyden değilbu bakiyeden
sana ulaştırmakla ortaya çıkar. İşte böyle bir bakiyede kendişine ulaşan
kimseye dönük inayetim ortaya çıkar. Çünkü hiçbir nefs rızkı tamamlanmadan
ölmeyeceği kadar hiçbir nefs eceli gelmeden ölmeyecektir; rızkın az veya çok
olması durumu değiştirmez. Rızık bedenin kendisiyle ayakta durduğu ve gücünü
muhafaza eden şeydir; topladığın veya sakladığın rızık değildir. Topladıkların
bazen sana bazen başkasına ait rızık olabilir; fakat hesabını -toplayan ve kazanan
sen olduğun içinsen vereceksin. Bu nedenle ancak kendini veya Allah Teâlâ’nın
kendisi adına çalışmakla yükümlü kıldığı kimseleri besleyecek kadarını
kazanmalısın; ilave olarak Allah Teâlâ’nın sana ihsan ettiklerini Allah
Teâlâ’ya itaat için çalışacağını bildiğin kimselere ‘nimet verici’ olarak ulaştırmaksın.
Onları tanımazsan bile, yine de ulaştır! Çünkü ‘senin mülkün’ dediğim bir
rızıktan nimet vermiş olmanın faydasından mahrum kalmayacaksın. O nimette sen,
nimetin sahibi -ki benden başkası değildirgibisin. Öyleyse sen benim naibimsin
ve naip kendisini vekil atayanın özelliğine sahiptir. Kuşkusuz Ben, bitkileri,
hayvanları, itaatkâr ve günahkârı rızıklandırmışım! Sen de öyle yap: İtaatkârı
bütün gayretinle ara. Böyle yapmak nasibini bollaştıracağı ve yücelteceği kadar
aynı zamanda senin adına daha öncelikli ve övülür bir davranıştır. ’
(Allah Teâlâ insana diyor ki)
bilmelisin ki: Sana bir inayet olarak, zatının var olmasını sağlayıp nefsine
nimet olacak hususları Ben yarattığım gibi senin için öyle bir şey daha
yarattım ki, onda tasarruf ettiğinde ilahi isimler onunla hayat bulur ve
nefisleri nimete kavuşur. Bu durumda her nerede bulunursan bulun, sana rızkını
getiren Ben olduğum gibi o nimeti isimlere ulaştıran da sen olursun. Her nerede
olursan ol, rızkın orada bulunur, çünkü Ben senin yerini ve bulunduğun mevzii
bildiğim gibi senin rızkını da bilirim. Hâlbuki sen yiyene kadar ve tam olarak
onu bildirene kadar rızkını bilmezsin. Rızıkla beslenip rızık senin bütün
varlığına yayıldığında, onun senin rızkın olduğunu anlarsın. Ben seni bildiğim
gibi esma-i hüsna’nın (ilahi-güzel isimler) Hakk ettiği ve hayatiyederinin ve
eserlerinin kendisine bağlı olduğu rızkı bilirim. O rızkı sana bildirdim, seni
o rızkı onlara getiren kimse kıldım. Sana verdiğim rızka karşılık senden şükür
talep ettiğim gibi sen de onlara getirdiğin nimete karşılık isimlerimden şükür
talep etmelisin! İsimlerim sana şükrettiğinde, ben de teşekkür etmiş olurum.
Bunun neticesinde benzerini ancak aynı işi yapanın elde edebileceği bir muduluğa
ulaşırsın. İlahi isimlere âlemden bu rızkın ulaşması gerekir. Fakat isimlerim,
ancak onlara böyle bir ilgi ve özenle yönelenlere şükrede; onlardan gafil
kalarak nimet getirene teşekkür etmezler. ‘Hiç
bilenler ile bilmeyenler bir olur mu?’451 Hayır, Allah
Teâlâ’ya yemin olsun ki! Günah işleyenlerle iman edip salih amel işleyenler
yaşarken ve ölümlerinde bir değillerdir. ‘Ne kötü hüküm veriyorsunuz!’ Yani
verdiğiniz bu hüküm ne kadar kötüdür. Sonra sözümü açıklayarak Lokman’ın oğluna
dönük tavsiyesini söylerim: ‘Bir kayalıkta
bile olsa...’452 Yani Allah
Teâlâ’nın yaratıklarına karşı şefkat duygusu, taşımayan bir katı kalpte bile
bulunsa! Allah Teâlâ şöyle der: ‘Sonra
kalpleriniz katılaştı, onlar taş gibi hatta daha katı oldu.’453 Ayette ‘daha katı oldu’ denilmiştir,
çünkü taş bir balyozla kendisine tesir etmeni engelleme gücüne sahip değildir.
Buna mukabil kalp hiç kuşkusuz ona etki etmeni engelleyebilecek güçtedir, çünkü
kalp üzerinde otoriten yoktur ve bu nedenle taştan daha katı olabilmiştir. Başka
bir ifadeyle, daha engelleyici ve korunaklıdır. Bir insana iyilikte bulunsan
bile, kalbinin sana yumuşaması gerekmez: Kalbin yumuşaması ona kalmıştır.
Anlatılır ki, adamın biri katı ve sert bir taşı
kırmış, taşın ortasında bir boşluk bulunuyormuş, orada ağzında yeşil bir
yaprağı yiyen böcek görmüş. Eski nebilerin sözlerinde aktarıldığına göre
yeryüzünün altında bir kaya ve menfezi bulunmayan kayanın içinde bir hayvan
yaşar ve Allah Teâlâ onun gıdasını orada yaratmıştır. Hayvan şöyle tespih
edermiş: ‘Mekânımın uzaklığına rağmen beni unutmamış Allah Teâlâ’yı tenzih
ederim.’ Uzaklık derken Allah Teâlâ ile aradaki mekân uzaklığı değil,
rızıkların ulaşacağı yerle arasındaki uzaklıktır. Çünkü Allah Teâlâ’nın bütün
yaratıklara mekân yakınlığı eşitken manevi yakınlığı farklı farklıdır. Bunu
bilmelisin! Ayetin devamında şöyle denilir: ‘Veya gökyüzünde...’ Kastedilen yıldızların
feleklerde yüzmeleri vesilesiyle âlemdeki rızıkların yaratılması için rükünlere
yaptıkları tesirler veya yağmurlardır; çünkü Arapçada sema (gök) aynı zamanda
yağmur demektir. Şair şöyle der:
Sema (yağmur) bir kavmin toprağına
düşmeye görsün
‘Sema’ derken yağmur kastedilir.
Ayetin devamında ‘veya yeryüzünde’ denilir. Kastedilen yeryüzünün kabiliyeti
ve rızıkların oluşumuna elverişliliğidir. Yeryüzü rızıkların ortaya çıktığı
mahaldir ve bu yönüyle çocuğun yetiştiği bir mahal olan anneye benzer. Buna
mukabil baba ise çocuk kastı taşısa da taşımasa da rahme attığı suyla ona tesir
eder. Aynı şekilde yıldız felekte yüzer ve yıldızların yüzüşü vesilesiyle ana
rükünlerde meydana gelen ve doğumu gerektiren durumlar zuhur eder; doğumun
yıldız tarafından amaçlanması veya Allah Teâlâ’nın kendisine vahyettiği bilgiye
göre gerçekleşmesi mümkündür. Allah Teâlâ her göğe ilahi emrini vahyetmiştir ve
söz konusu emri ancak kendisine vahyedilmiş sema bilir. Bu hardal tanesi
gizliliği hatta küçüklüğü nedeniyle her nerede bulunursa bulunsun, Allah Teâlâ
onu getirecektir. Allah Teâlâ bunu bildirmekle, yerine getirmekle yükümlü
tuttuğu işi yerine getirmenin gereğine dikkat çekmiştir. Çünkü bir şeyi yerine
getirirken O’ndan bir şey umarsın. O ise senden bir şey beklemez, çünkü O
âlemlerden müstağniyken sen O’na muhtaçsın. Binaenaleyh yerine getirmekle
yükümlü olduğun bir işi O’na ulaştırman, senin O’na ve bu sayede elde edeceğin
menfaate olan ihtiyacını pekiştirir. ‘Allah
Teâlâ Latiftir.’454 Yani
bilinemeyecek kadar, hatta hardal tanesinden kendisini bilmeye ulaşılamayacak
kadar gizlidir. ‘Habir’dir,’455 Habir
olmasının nedeni, fakirlikten kurtulma hırsı nedeniyle bu hardalı ondan talep
edenin mekânına sirayet etmesidir (letafet). Fakirlikten kurtulma hırsı dedik,
çünkü canlı rızkı kendinden acıları uzaklaştırmak amacıyla arar, başka bir
gayesi yoktur. Acıyı hissetmemiş olsaydı, herhangi bir şeyi aramazdı. Dolayısıyla
faydalanmak, acıyı ve elemi kendinden uzaklaştırmak demektir. Bu işin en önemli
kısmıdır. Cennetin özelliği, orada arzunun gerçekleşmesiyle arzulananın
gerçekleşmesi bir olmasıdır. Öyle ki arzulanan, arzunun gerçekleşme anını takip
eden ikinci anda meydana gelmiş olsaydı arzulanan şey arzu esnasında
bulunmadığı içinacı ve elem meydana gelirdi. Nitekim dünya hayatında arzu ile
arzulanan şey aynı anda gerçekleşmez. Bu nedenle burada elemlerin bulunması
kaçınılmazdır. Arzulanan gerçekleştiğinde, en büyük haz, acının
uzaklaştırılmasıdır. Bunu anlamalı ve iyice incelemelisin! Çünkü bu bilgi sana
fayda verir.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.-
DÖRT
YÜZ YETMİŞ DOKUZUNCU BÖLÜM
Menzili 'Allah Teâlâ’nın emrini
yüceltmek, onun için rabbi katında daha hayırlıdır' Ayeti Olan Kutub'un Halinin
Bilinmesi
Kim Allah Teâlâ’nın yasaklarını (hurumât) yüceltirse
O’ndan başka varlık görmüyordur
Âlemdeki her şey O’n haremi
Varlıkta sadece
O’nun haremi var .
Onlardan habersiz kalan yücelten değildir Hayır! Hükümde de eğlenen
değildir '
Nasıl olur O’nun emirlerini unutur
Eşyayı Allah Teâlâ ile gören kişi
O bir komşuyu bile görür Ben ise
ondan habersiz kahrım
Âlem, Hakkın haremi (tesir mahalli)
olduğu gibi bütün var olanlar o haremin iskân edildiği yerdir. Haremlerin (eş)
en büyüğü de tabii nikâhın (cinsel birleşme) etkisinin meydana geldiği şeydir,
çünkü o harem, oluşma yeridir. Bütün âlem Allah Teâlâ’nın haremidir, çünkü o,
varlıkların ortaya çıkmasının sebebi olan ilahi hükümlerin oluşma yeridir.
Âlemde ortaya çıkan her varlık, O’nun hareminden biri olur. Bu itibarla Âdem
karşısmda Havva onun haremi ve eşidir; ondan ortaya çıkmış ve bu nedenle onun
aynı olduğu gibi Adem de Havva’nın aynıdır. Allah Teâlâ onda Âdem’in oğullarını
meydana getirmiştir. Çünkü Havva Âdem’in sol kaburgasıydı ve insan diye bilinen
şekli kabul etmiştir. Allah Teâlâ’nın âlemde yarattığı şeyler de böyledir.
‘Hepsi O'ndandır’ ayetinde bu hususa işaret vardır. Allah Teâlâ Hz. İsa
hakkında da ‘O'nun ruhu’ demiş, başkasına nispet etmemiştir, çünkü ortada bir
başkası yoktur. Öyleyse âlemde Allah Teâlâ’nın haremlerini (tesir mahallerini
ve edilgenleri) yücelten kişi, gerçekte, kendini yüceltmiş demektir.
Binaenaleyh senin şundan ya da başka bir şeyden değil, O’ndan var olduğun
bellidir. O halde Allah Teâlâ’nın haremini yücelten, gerçekte O’nu yüceltmiştir
ve Allah Teâlâ’yı yüceltmek kişi için en hayırlı iştir. Bu hayır, kişinin
tazimine karşılık elde edeceği ödüldür. Bu durum ‘Allah
Teâlâ’nın şiarlarını yücelten...’456 veya ‘Allah
Teâlâ’nın yasaklarına saygı gösteren...’457 veya ‘Rabbinin
katında...’458 gibi ayederde zikredilir. Bizim
yöntemimize göre bu zarfta amil, ‘Kim
yüceltirse’459
ifadesidir. Kim onları rabbinin katında, yani o mertebede yüceltirse demektir.
Rabbinin katında bulunduğun mertebeleri araştırmalısın. Onlar nelerdir? Mesela
birisi namazdır. Çünkü namaz kılan rabbiyle münacat eder ve o rabbinin
katindadır. Orada Allah Teâlâ’nın haremini yücelttiğinde, bu davranış onun
için daha hayırlıdır. Hareme saygı göstermek, onunla bezenmek demektir. Böylece
sen de yüceltilirsin. Yüceldiğinde, haremle olduğu gibi seninle de. tekvin
gerçekleşir. Bu durum ‘Bir yük yüklendiğinde Allah Teâlâ’ya dua etmişlerdi’
ayetinde belirtilir. Mümin temiz bir halde uyuduğunda, ruhu rabbinin katindadır.
Bü durumda Allah Teâlâ’nın haremini yüceltmiş olur ve böyle bir değerli
mertebede onun adına müjdeler gerçekleşir; müjde uykusunda olabileceği gibi
veya başkası onun adına bu müjdeli durumu görebilir. Kulun kendisinde rabbinin
katında bulunduğu mertebeler pek çoktur. Kul o mertebelerde Allah Teâlâ’nın
haremlerini müşahede ederek yüceltir.
Bu bölüme dair geniş açıklama sözü
uzatır. Bu kısa işaret ise geniş açıklamayla ortaya çıkacak faydaları anlayış
sahibine ulaştırabilir. Bu kadar açıklama maksadı ifade için yeterlidir. Hamd
âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’ya aittir.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
DÖRT YÜZ SEKSENİNCİ BÖLÜM
Menzili'Ona henüz çocukken hikmet
verdik' Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Mizaçtandır insanın
bütün güçleri
Ruh ve beden olarak, doğrudan ayrılma sakın
Tasarruf ederken zamanla zayıflar o güçler Bedenin maruz
kaldığı hastalık nedeniyle
Onların adetlerini gideren bir iş
gözükürse Bil ki Bir ve Samed ilah’ın hükmüdür o
İsa veya ona
benzeyen insanlar gibi
Bir insan toplumunun
yaptığını bir kişi yapar
Size gelen mucizeyi gösterir
însanm güçlük içinde yaratılmasından
başka bir şey değil
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Doğduğu
gün, öldüğü gün, diriltileceği gün ona selam olsun.’460
Bu selam Allah Teâlâ’dan ona gelen bir selamdır. Hz. İsa ise Allah Teâlâ’nın
Yahya’ya dönük inayetinin karşısında kendi durumunu haber vermek üzere şöyle
demiştir: ‘Doğduğum gün, öldüğüm gün,
diriltileceğim gün bana selam olsun.’461 Muhammedi varis gelir ve bu sözlere
ekler: ‘Ben nebiydim, Âdem suyla toprak arasındayken.’ Şöyle ki:
Gençliğin en güzel çağları pek güçlü
Çünkü nalsa sabit ki Hakka yakındır
onlar
Sufi kavminin bilgisi zevk ve
tecrübedir
Onlar araştırmayla idrak edilemez
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem yağmur yağarken elbisesinin önünü açıp rabbinin katından yeni gelen
yağmur isabet etsin diye göğsünü öne çıkartırdı. Bu hadis, yağmurun Rabbin
katından yakın geldiği hakkında şeriattaki açık bir ifadedir. Öyleyse âlemde
ilk olan herkes, rabbiyle, yeni bir ahittedir ve âlemdeki her şey ilktir; çünkü
hepsi bir ‘şendir ve rabbiyle yeni bir ahit içindedir. Allah Teâlâ her şeye ‘ol’462 demiştir. Bütün âlem, ister halk
(yaratılış) âlemi olsun, emir âlemi sayılır. Emir ve halk aleminin mahiyetini
açıklamıştık. Emir âlemi, halk âlemindeki ‘özel yön (vech'-i has)’ demektir.
Nazarî düşünceyle metafizik yapanların hiç biri bu konuyu anlamamışken Allah
Teâlâ ehli onu ‘zevk’ yoluyla öğrenmiştir. Çocuk için bu yakınlık yeni ortaya
çıkmıştı; kastedilen yaratma ve yaratma emrini (ol) duymanın yakınlığıdır. Hz
İsa’nın Allah Teâlâ’ya yakınlığı idrak etmesi arasında engel yoktu. Bunun
nedeni yaratılışındaki unsurlar âleminin (etkisinden) uzaklıktır. Bu itibarla
Hz. İsa unsurî bir babadan meydana gelmemiştir. O Allah Teâlâ’nın ruhu ve
Meryem’e attığı kelimesiydi. Ortada kendisinden sudur ettiği Haktan onu
habersiz yapacak kimse yoktur ve bu nedenle müşahede ettiği halden haber
vermiş, henüz beşikteyken kendisi hakkında annesine iftira edenler hakkında
hüküm vermiştir. Allah Teâlâ ise Hz. İsa’nın konuşması ve hurma dallarının ona
doğru eğilmesiyle tezkiye etmiştir ki o iki şahitten daha iyi şahit yoktur. Hz.
İsa ‘Ben Allah Teâlâ’nın kuluyum’463 demiş, kendisi hakkında Allah
Teâlâ’nın kulu olduğu hükmünü vermiş, ‘falancanm oğlu’ dememişti. Çünkü öyle
biri yoktu: Sadece Cebrail’in ruhunun suretinde tecelli eden Hakk vardı. Bunun
nedeni tabiatta alışık olunan yöntemin dışında gerçekleşen bu özel yaratma
üzerinde hüküm sahibi olan zorunluluktu. ‘Bana
kitap verdi.’464
Peygamber olarak gönderilmezden önce İncil Hz. İsa adına ortaya çıkmış, böylece
rabbinden açık bir delile sahip olmuş, ilahi kitabın sahibi olduğu hükmünü
vermiş, ‘beni nebi yapmıştır’ demiştir. Burada nebiliğin Allah Teâlâ tarafından
belirlendiği hükmünü vermiştir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle der: ‘Dilediği
bir surette seni terkip eder.’465 Başka bir ifadeyle Hz. İsa suretlerde
Allah Teâlâ’nın belirlemesiyle bulunur ki, bu durumun onun zatından olduğu
zannedilmesin! Peygamber olmak (veya herhangi bir surette olmak), ilahi bir
tahsistir. ‘Beni mübarek kıldı.’466 Yani bana benden başkalarında
bulunmayan fazladan bir şey tahsis etti. Bu fazlalık, Hz. İsa'nın velayetin
hatemi (hatmü’l-velaye) olması, ahir zamanda inmesi ve Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem’in şeriatına göre hüküm verecek olmasıdır. Bu sayede rabbini
kıyamette Muhammedi suretlerde ve Muhammedî gözle görenlerden olacaktır. ‘Her
nerede olursam...’467 Dünyada
veya ahirette, beni mübarek laldı. Çünkü Hz. İsa’nın iki haşri olacaktır:
Birincisi peygamberlerin, diğeri Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in
tabileri olan bizim aramızda gerçekleşecek haşirdir. ‘Bana
namazı tavsiye etti.’468
Kastedilen Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ümmetine. yerine
getirilmesi için farz kılınan namazdır, çünkü kelime burada belirlilik
talaşıyla gelmiştir. ‘Ve zekâtı emretti.’ Zekât da öyledir. ‘Yaşadığım
sürece...’469
Kastedilen yükümlülük vaktidir ve o vakit dünya hayatıdır. ‘Annemi
bana vasiyet etti...’470 Burada
yaratılışına dikkat çekmiştir, çünkü onu doğuran annesidir ve annesi İsa’nın
yaratıldığı yer olmuş, onun yaratılışındaki unsurî nispeti azalmış, böylece İsa
annesinden daha çok rabbine yakın olmuş, rabbiyle arasındaki kulluk ilişkisi
daha yeni ve güçlü olmuştur. ‘Beni
cebbar ve bedbaht yapmadı.’471 Çünkü böyle bir davranış her kimden
meydana gelirse ancak bilgisizlikle meydana gelir. Bilgisizlik ise unsurdaki
karanlığın otoritesinden ibarettir. Doğa âlemi içinde unsurlar âleminin
durumunu bu kitabın pek çok yerinde açıklamıştık. ‘Selam
(esenlik) benim üzerime olsun.’472 Böyle demesinin nedeni, rabbi
karşısındaki mertebesini ve O’nun karşısındaki nasibini bilmesidir. ‘Doğduğum
gün...’473 Yani
doğumu esnasında bebeklerle görevli kaba kölenin tesirinden kurtulmuştu. Köle
Hz. İsa’nın doğumunu ilan etmemiş, Hz. İsa Allah Teâlâ’ya secde edici olarak
doğmuştu. ‘Öldüğüm gün de...’474 Burada öldürüldüğü iftirasını
atanlar yalanlanmıştır. Hz. İsa ‘öldürüldüğüm gün’ dememiştir. ‘Canlı
olarak diriltileceğim gün de...’475 Büyük kıyamet demektedir. Burada
ölümünü pekiştirmektedir. Binaenaleyh Allah Teâlâ henüz beşikte emzikli bir
çocukken, ona belirttiği üzere hikmet vermiştir. Hz. İsa’nın Rabbiyle ilişkisi,
halaoğlu Yahya’nın ilişkisinden daha güçlü ve tamdı, çünkü Hz. İsa rabbinin
selamını kendisine vermişti ve bu nedenle ilah olduğu iddia edildi. Hz. Yahya’ya
selam veren rabbiyken onun selamı bilip bilmediği hakkında kesin bilgi yoktur.
Bilmelisin ki insanlar, büyüktekini
değil de, küçük bir çocuktaki hikmeti garipserler. Bunun nedeni onların düşünce
ve tefekkürden ortaya çıkan hikmete aşina olmaları ve çocuğun ise tabii olarak
öyle bir hikmetin mahalli olmayışıdır. Bu nedenle onun hikmeti söylediğini ve
böylece Allah Teâlâ’nın inayetinin bu görünür mahalde ortaya çıktığını söylemişlerdir.
Hz. İsa ve Yahya’nın fazlalığı ise zevk bilgisiyle söyledikleri hususta bilgi
sahibi olmalarıydı. Çünkü böyle bir yaşta ve zamanda ancak zevk yoluyla böyle
bir konuşma olabilirdi ve Allah Teâlâ ona ‘çocukken hüküm vermişti.’
Kastedilen zevk yoluyla meydana gelebilecek nebilik hükmüdür. Her kimin düsturu
bu ayet ise kendisi Muhammedi olsa dahi, bu iki peygamberin varisidir veya
onlardan birisine daha güçlü bağlıdır.
Bazı kimseler beşikteyken, yani henüz
bebeklik çağlarında konuşmuştur. Biz ise daha fazlasını gördük ve dini bir
vecibeyi yerine getirmek üzere anne karnında konuşanlara şahit olduk. Annesi
hamileyken hapşırmış, Allah Teâlâ’ya hamd etmiş, karnındaki çocuk orada
bulunanların duyacağı şekilde ‘yerhamukillah (Allah Teâlâ sana merhamet etsin)’
diye cevap vermişti. Benzer bir misal daha verirsek, benim Zeynep adındaki
kızım henüz bir yaşında veya daha küçük bir bebekken annesinin ve dedesinin
huzurunda şakalaşmak maksadıyla kendisine şöyle bir soru sormuştum: ‘Kızım!
Eşiyle cinsel ilişkiye girip boşalmayan bir adamın ne yapması gerekir?’ Kızım
‘Boy abdesti alması gerekir’ deyince, oradakiler verdiği cevaba şaşırdı. O
sene kızımı annesinin yanına bırakarak ayrıldım ve annesine de hacca gitmesi
için izin verdim. Ben de Irak’tan Mekke’ye doğru çıkmıştım. Arafat bölgesine
geldiğimde, bir cemaatle yola çıkarak Şam rüknü tarafında ailemi arıyordum.
Kızım henüz annesini emerken beni gördü ve şöyle bağırdı: ‘Anneciğim, şu adam
benim babam, geliyor!’ Annesi de bana baleti ve benim onlara doğru yöneldiğimi
gördü ve kızına şöyle diyordu: ‘İşte baban, işte baban!’ Dayısı bana bağırdı.
Ben de onlara doğru gittim. Kızım beni görünce, güldü ve bana doğru atılarak
‘babacığım, babacığım’ demeye başladı. Bu ve benzeri hususlar beşikte
konuşmayla ilgilidir.
DÖRT
YÜZ SEKSEN BİRİNCİ BÖLÜM
Menzili 'Allah Teâlâ iyilik
yapanların ücretini zayi etmez' Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Kim amellerinde Allah
Teâlâ’yı görürse güzelleşir ,
Onun amelleri ve terazide kefesi ağır gelir
Müşahedeyle birlikte ona mahsus ecir var Tarifte terazi öyle
hüküm verdi
Peygamberin de özel ücreti var risalet
belirlemiş onu Onda bir eksiklik yok
Varlık olmasaydı bizim müşahedemiz
olmazdı Varlıkta hem kazancımız hem hüsranımız var
Söylediğimizi bilecek kişi
Varlıkta hayretin bulunduğunu
bilendir
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ihsanı ‘ibadette Hakkı görmek üzere amel etmek’ diye tanımlamıştır. Bu
ifade, ümmetine karşı şefkatli ve bilgili birinin sırlı bir uyarısıdır. Çünkü o
bilir ki, kul yerine getirmek üzere bir ibadete başlarken rabbini gördüğünü
bilirse rabbinin de ibadeti yaparkenki huzuru ölçüşünce kendisini gördüğünü
bilir. Bir insanın düsturu ve ilkesi bu ayet olunca, amel sahibinin kendisi
değil, Allah Teâlâ olduğunu anlar. Kul sadece amelin ortaya çıktığı bir yerdir.
Bir rivayette Allah Teâlâ’nın kulunun diliyle şöyle söylediği bildirilir: ‘Allah
Teâlâ kendisine hamd edeni duydu.’ Binaenaleyh ibadette ihsan duygusu, surete
hayat veren ruh gibidir. Ruh surete hayat verdiğinde, suret sahibi adına
sürekli bağışlanma diler. Bu yönüyle suret artık sürekli var olurken kişi de
sürekli mağfirete mazhardır. Çünkü Allah Teâlâ doğru sözlüdür ve ameli ihsan
üzere (kendisini görürcesine) yapanların ecrini zayi etmeyeceğini bildirdi;
hatta Allah Teâlâ erkek veya dişi olmak üzere içimizden herhangi birinin
amelini zayi etmeyecektir. Amel hayır bir amel ise sevabını zayi etmezken
hayır değil ise onu da zayi etmez; çünkü Allah Teâlâ’nın tövbekarın günahlarını
hayra tebdil etmesi gerekir. Öyleyse amel her durumda zayi edilmez. Zayi
edilseydi, tebdil neyde gerçekleşebilirdi? Ameller sahibinin, daha doğrusu Allah
Teâlâ’nın inşa ettiği suretlerdir. Çünkü amel eden Allah Teâlâ iken kul amelin
ortaya çıktığı bir mahaldir. Bu yönüyle kul suretlerin açılışına kabiliyedi
heyulaya benzer.
Ameli yaparken Allah Teâlâ karşısında
‘huzur’ sahibi olmak, ameldeki ihsan demektir. Amelin hayatı bu huzur sayesinde
ortaya çıktığı gibi amel bu nedenle ‘ibadet’ diye isimlendirilir; huzur
olmasaydı, ibadet olamayacaktı. Her günahkâr müminin içinde günahın ezikliği
vardır ve bu nedenle günah (eziklik duygusuyla, yani tövbeyle) ibadete dönüşür.
Yapılan işin günah olduğunu bilseler bile, yine de ibatede döner; bilgiden
daha şerefli ruh olabilir mi? Allah Teâlâ kendinden haber verirken, her şeyi
bilgisiyle ihata ettiğini söylemiş, aklın delili de bunu göstermiştir. Amel
eşyadan biridir ve Allah Teâlâ eşyayı ve onun yerini bilir. Öyleyse amel (bir
şey olarak), Allah Teâlâ’dan nasıl habersiz kalır ki? Ya da Allah Teâlâ onu
nasıl zayi eder ki? Her amel O’nun hamdini tespih eden bir yaratıktır. Amelin
hayatiyeti rabbinin üflemesinden ibaret ise rabbinin övgüsünü tespih eder;
sahibinin ve inşa edenin huzur halinden ibaret ise amel her ne olursa olsun
yine O’nun hamdini tespih eder ve sahibi adına istiğfar eder. İki amel
arasındaki fark budur. Allah Teâlâ amelinde ‘huzur (ihsan)’ sahibi olmayan
birine mağfiret ederse, bu durum, bir riayetten kaynaklanır: Kul bir sureti
inşa etmiştir ve her suretin bir ruha ihtiyacı vardır. Başka bir ifadeyle
kendinden bir ruh üfleyeceği suretin o kulun vesilesiyle ortaya çıkması
nedeniyle, amelinde huzur sahibi olmayan kula mağfiret eder, suret de
O’nun/onun hamdini tespih eder. Suretin yaratılması ve ona ruhun
üflenmesindeki bu ortaklık nedeniyle mağfiret, her kim olursa olsun ve herhangi
bir vakitte amel sahibine ulaşır.
Bir şeyi yapmamak anlamında terkler
de niyet söz konusu olduğunda amel olabilirler; niyet yoksa terk, amel
sayılmaz. Çünkü ameller zahiri ve batını kısımlara taksim edildiği gibi bazen
insan yapılması emredilen bir işi terk edebilir. Hâlbuki terk sırf yokluk
demektir, fakat burada bir incelik vardır: Kişinin kendisine emredilmiş bir işi
terk etmesi esnasında amel, sahibinin inşasından meydana gelen bir surettir,
yoksa terkin kendisi değildir. Çünkü zaman tövbe edinceye kadar terk edilmiş
amele aittir. Böyle bir terk günahların en şiddedisi ve büyüğüdür. Bu nedenle
zahir ehlinden bazı kimseler, iki rekât fecir namazı kılıp yatmayan kişi için
sabah namazının sahih olmayacağını ileri sürmüştür. Fecir namazı kılmazsa,
yatması gerekmeden sabah namazını kılabilir. Bu görüş sahibi o kişinin kuvvetli
bir sünneti terk ettiğini söylemek istemektedir ki, onu terk etmesi nedeniyle
bir günahı yoktur. Bu da zikrettiğimizin aynıdır ve her ikisinin gerekçesi
birdir. Binaenaleyh farz veya vacip veya yapmasın diye kişiye emredilen bir
ameli yerine getiren insan o emredilen ameli yerine getirirken bir amelin
suretini meydana getirir, yoksa terkin suretini meydana getirmez, bunu
anlamalısın! Fakat terk edilen amel özü gereği belirli bir zaman insanı meşgul
edip o zaman zarfında başka bir amelin bulunması mümkün olmayan amel olabilir.
Bazen de onun vakti belirli ve sınırlı bir zaman değil, genel bir zamandır.
Bazen de amel, sahibine başka bir işi yapmanın yasaklandığı bir amel olabilir.
Bu kısma misal olarak namazı verebiliriz. Amel böyle bir amel değilse, hangi
işi yaparsa yapsın, o amel kabul edilir ki kastettiğim hayır amelleridir.
Çünkü kişi onun yapması caiz olan bir vakitte yerine getirmiştir. Amelin en
iyisi, kendi şartına göre ve zamanında -eksiksiz bir surettehalini kemale
erdirerek yerine getirilen ameldir. Bu durumda o amelin sureti tamamlanmış
olur. Bunu anlamalı ve ona göre davranmalısın. Çünkü bu bilgi -Allah Teâlâ’nın
izniyle-fayda verebilir.
DÖRT YÜZ SEKSEN İKİNCİ BÖLÜM
Menzili 'Kim yüzünü Allah Teâlâ’ya
döner ve ihsan sahibi olursa, hiç kuşkusuz, sağlam bir ipe tutunmuştur. Bütün
işlerin sonu Allah Teâlâ’ya döner' Ayeti Olan Kutub'un
Halinin Bilinmesi
Kim yüzünü Rahman’a teslim ederse O
yüz bir sona ermez
Çünkü Allah Teâlâ’nın bir başlangıcı
yok
Onu sınırlayan başlangıç yok ki; bir
övgü O’nu sınırlayabilsin
O’na teslim olarak şahidim Apaçık
gerçek bu, gizlilik yok
Bizce sapasağlam ip o
Ona tutunan hidayet ve yükseklik
kazanır
Allah Teâlâ namazı bölmüş, denk
değiliz O’na Böylece ihtida ve uyma ortaya çıkmış
Hakk benden başkasını yaratmadı
O’nun ve bizim menzilimiz bir
Kastedilen ‘O’nun
benzeri bir şey yoktur’476
ayetidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘İster
Allah Teâlâ ister Rahman diye dua ediniz.’477 Ayette Allah Teâlâ ile Rahman
isimleri arasında fark görmemiş, her ikisini de müteradif kabul etmiştir.
Bununla birlikte Rahman türetilmiş bir mana taşır. Fakat onlarla
isimlendirilmiş hakikat itibarıyla gösterdikleri aynıdır; isimlendirilen,
ayette kastedilendir ve bu nedenle Allah Teâlâ ‘En
güzel isimler O’na aittir’47* der. Allah
Teâlâ’nın güzel isimlerinden (esma-i Hüsna) biri de Allah Teâlâ ve Rahman’dır.
Bunun yanı sıra O’nun kendisiyle zatını isimlendirdiği bildiğimiz veya
bilmediğimiz veya bilinmesi mümkün olmayan bütün isimler, Allah Teâlâ’nın
isimleridir. Bazı isimleri bilmememizin nedeni, onları gaybının bilgisinde
saklamasıdır. Bu yönüyle Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ’ isminin başka herhangi
birinin adı olmasını engellemiştir. O isim söylendiğinde veya yazıda
görüldüğünde, Hakkın hüviyetinden başka bir şey anlaşılmaz, çünkü Allah Teâlâ
ismi mutabakat hükmüyle O’nu gösterir. Bu makamda Ebu Yezid ‘Ene Allah Teâlâ (Allah
Teâlâ adı benim)’ demiştir. Yani hüviyetine delil olması itibarıyla söylenen o
sözüm. Başka bir ifadeyle Ebu Yezid şöyle der: ‘Ben Allah Teâlâ’nın hüviyetine Allah
Teâlâ kelimesinden daha güçlü bir delilim.’ Bu nedenle Allah Teâlâ Hz. İsa’yı
‘O'nun kelimesi’ diye isimlendirmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
şöyle buyurur: ‘Veliler, görüldüklerinde Allah Teâlâ’nın hatırlandığı
kimselerdir.’ Onlar ‘Allah Teâlâ’nın velileri’ diye isimlendirilmişlerdir.
Bunun nedeni, Allah Teâlâ’nın onları dost edindiği niteliğin onlarda
bulunmasıdır. Hangi teslimiyet ve boyun eğme -çünkü vechini demiştirbu boyun
eğme ve teslimiyetten daha büyük olabilir ki? Böyle biri ihsan sahibidir; yani
bu davranışı Allah Teâlâ’yı müşahede ederek yapmıştır. Çünkü ihsan ibadette
rabbini görmen demektir ve ibadet müşahedesiz sahih değildir; amel ise sahih
olsa bile her amel ibadet demek değildir. İbadet (edici olmak) yaratılmış için
zatî bir özellikken amel Haktan kendisine gelen (emre bağlı) arızi bir fiildir.
Bu nedenle kişide ve O’ndan ortaya çıkışı bakımından ameller birbirinden
farklılaşırken ibadet bir olarak kalır. Bu itibarla Allah Teâlâ ile Rahman’ı
ayırt edemediğin gibi gerçek kul ile rabbini de ayırt edemezsin. Gerçek kulu
gördüğünde, Rahman’ı inkâr eden onu inkâr edebilir. Bu nedenle bu makam, kopma
hükmü verilemeyecek olan ‘sağlam ip makamı’ diye isimlendirildi, çünkü o ip
zati gereği sağlamdır. Onun bir ucu Hakk, bir ucu ise yaratılmış olandır ve bu
yönüyle namazla aynı hükme sahiptir: Namazın yarısı Allah Teâlâ’ya, yarısı kula
aittir. Hâlbuki namaz kılan için aynı şeyi dememiştir. ‘İşler
Allah Teâlâ’ya döner’*79 Burada
bütün bu tafsilatın bir hakikate döndüğü, onun ise varlık sıfatının sahibi
hakikatten başkası olmadığına dikkat çekmiştir.
Bu düsturu yerine getirirken böyle
bir neticeye varmayan kişi, sürekli onu telaffuz etse bile, o düstura göre Allah
Teâlâ’yı zikretmiş sayılmaz. Bu düsturu söylemenin maksadı, böyle bir durumun
ortaya çıkmasını sağlamaktır. Bu zikirle ilgili olarak bu işaret yeterlidir.
‘Hamd sadece Allah Teâlâ’ya aittir.’
DÖRT
YÜZ SEKSEN ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Menzili 'Onu tezkiye eden kurtuluşa
ermiş, kirleten hüsrana uğramıştır7 Ayeti Olan Kutub'un Halinin
Bilinmesi
Nefsin nitelikleri
kutsiyet niteliği olunca Kurtulmuştur artık öyle bir
nefs
Ya da arızî bir özellik kendisine ilişince Hikmeti üzere
onun üzerinde durdu
Her ikisi de hükümde bir
İşin kendinde gerektirdiği durum
böyledir
Onu kirleten o ikisinin arasında
Hüsrana uğrayanın mücmel niteliğidir
Bundan sonra onun neticesi bir;
O’nun suretinde zuhur etmiş olması
durumu değiştirmez
Bu konuda hamd Allah Teâlâ’ya ait
Bütün varlık O’nun rahmetine
girmiştir
Bu zikrin hakikati nefsin rabbi
vasıtasıyla tezkiye (zekât) olabileceğini bilmektir. Nefsin şerefi O’na bağlı
olduğu kadar zatındaki yüceliği de O’na bağlıdır. Çünkü zekât rübuvv, yani
berekedenmek demektir. Hakk her kimin duyması (duyma gücü), görmesi ve bütün
güçleri olursa, görünen suret yaratılmışın sureti olsa bile, bu nitelikteki
birinin nefsi tezkiye ve terbiye edilmiş, (adeta yeryüzü gibi) ‘en güzel
çiçekleri ortaya çıkartmış’ demektir. Bu özellikleri Allah Teâlâ’ya ait ilahi
isimler mesabesindedir ve gerçekte bütün yaratılmışlar bu özelliğe sahiptir.
Böyle olmasaydı, yaratılmışın sureti zuhur etmez veya var olmazdı. Bu nedenle
‘Nefsini arındırmayan hüsrana uğramıştır’480 denilir, çünkü bunu bilmemektedir.
Bu nitelikle nefsin kirlendiğini zanneder, hâlbuki bu niteliğin nefsin
kendisinden ayrılması mümkün olmayan zatî bir niteliği olduğunu anlamamıştır.
Bu gerçeği bilmediği için, nefsi kirlenmiş olmakla nitelemiştir. Allah Teâlâ
şöyle der: ‘Felaha ermiştir.’481 Onun için bekayı takdir etmiştir ve
beka özelliği Allah Teâlâ’ya veya O’nun katındaki bir şeye ait olabilir. Zaten
sadece Allah Teâlâ veya O’nun katındaki şeyler vardır. O’nun hâzineleri
tükenmez hâzinelerdir. Binaenaleyh sadece (bu hâzinelerden ortaya çıkan)
ardışık suretler var olduğu gibi onların bilinmesi de ‘Ta
ki bilelim’482 ayetine
göre ardışık olarak gerçekleşir. Bununla birlikte Allah Teâlâ tafsilattan önce
de onları bilir. Fakat onları mücmel (genel ve özet) iken tafsili olarak
bilmiş olsaydı, mücmel oldukları için, onları bilmiş olmazdı. Bilgi bilinenin
bulunduğu duruma taalluk ederken bilgidir, çünkü zatı hakkında bilgiyi veren
bilinendir (malum).
İcmallik mertebesinde ise bilinen
tafsil edilmemiş, dolayısıyla ancak mufassal değilken bilinebilir. Bununla
birlikte Allah Teâlâ icmal içinde tafsili bilir. Böyle bir bilmek, mücmelin
mufassal olduğu anlamına gelmez; sadece mücmelin tafsile elverişli olduğunu
gösterir. Başka bir ifadeyle mücmel, bilfiil tafsil edilmeye elverişlidir. Bu
durum ‘ta ki bilelim’483 ayetinin anlamıdır. Hal zikrettiğimiz
gibi olunca, nefsi ‘kirleten’484 yoktur. Birisi olsaydı hiç kuşkusuz
başarısız kalmakla nitelenirdi. Çünkü bir şeyin kabul edenden başka bir şeyden
kirlenmesi mümkün değildir. Onu kirlettiğinde bu kabul edici onu kabul etmiş
demektir. Onu kabul ettiğinde ise bu kirlenmiş olan kendi mertebesini aşamaz.
Çünkü o mertebesine yerleşmiş, mekânında karar kılmıştır. O halde onu kirleten
şey kendisine yerleşen ve içine nüfuz edendir. Onun bilgisi vardır fakat
gayesine ulaşması mümkün değildir. Onun mahrumiyeti, gayesine ulaşmamaktan
ibarettir. Çünkü bilgi herkesçe sevilen bir şey değildir; öyle olsaydı, ‘bilgi
perdedir’ denilmezdi. İyiliğe ve hayra karşı perde, tabiadarın kendisinden
kaçtığı bir şeydir. Bize gelirsek, biz, bilginin perde olduğunu söylediğimizde,
‘bilgi bilgisizlikten perdeler’ anlamında bunu söyleriz, çünkü varlık ve
yokluk (cehalet), ispat ve nefiy bir araya gelmez. O halde sadece gaye
sahipleri başarısızlığa uğrar. Onlar bedbahdardır. Gayesi olmayanın
başarısızlığa uğraması söz konusu değildir. Bilirsin ki bir şey bir şeyin içine
girdiğinde o şey kendisini sığdırır. Dolayısıyla kendini sığdıramayan bir şeyin
içine giremez. Bu itibarla bir şeyi ancak kendine ait bir şey sığdırabilir.
Her evin bir ehli vardır ve âhirette
iki yer olacaktır: Birincisi cennettir ve onun bir ehli vardır. Onlar hangi
şekilde olursa olsun Allah Teâlâ’yı birleyen, nefislerini tezkiye edenlerdir.
İkinci yer cehennemdir ve onun da ehli vardır. Onlar, Allah Teâlâ’yı birlemeyen
ve nefislerini kirleten bedbahtlardır. Onların bu hali bulundukları yere
kıyasla değil, cennete kıyasla böyledir. Dünya hayatında hiç kimse kendisi
adına takdir edilen dereceyi ve ona mahsus yaratılışın verdiği özelliği
aşamadığı gibi âhirette de kendisi adına takdir edilmiş olan mertebesinin
belirlediği yeri aşamaz. Bu itibarla nimet için yaratılmış kişi ‘kolaylığa
sevk edilecektir.’ Ayette ‘Veren ve takva
sahibi olan, iyiyi doğrulayan kişiyi kolaylığa erdireceğiz’485
denilir. Kim cehennem için yaratılmışsa, ‘onu güçlüğe sevk edeceğiz.’ ‘Cimrilik
yapana gelirsek...’486 Kast
edilen nefsi hakkında rabbine karşı cimrilik yapandır. Allah Teâlâ iman ve
tevhidin bulunduğu bir ev olarak kalbini talep ettiğinde, cimrilik etmiştir. ‘Müstağni
davranan...’487 Yani
rabbinden müstağni olduğuna inanan demektir. ‘İyiyi
yalanlayan...’488 Kast
edilen esma-i hüsna’nın hükümleridir. ‘Onu
güçlüğe sevk ederiz.’489 Bu
güçlüğe kolaylıkla ulaşmak demektir ve içe girmeye benzer. Çünkü içine girmek
kolaylığı değil, güçlüğü çağrıştırır: Bir kimse kendisini sığdırmayan bir yere
girmeye çalışsa, bunu genellikle başaramaz. Allah Teâlâ ise her nefsi
yapabileceğiyle yükümlü tutar. Bu nedenle O’nun rahmeti her şeyi kuşatmış,
gazabı ve onun hükmü kalkmış, mertebeler belirlenmiş, mezhepler açıklanmış,
binen binilenden ayrışmıştır.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
DÖRT YÜZ
SEKSEN DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Menzili 'Can boğaza geldiğinde, siz
bakar durursunuz, biz ona sizden daha yakınız, fakat göremezsiniz' Ayeti Olan
Kutub'un Halinin Bilinmesi
Can çekişme vaktinde zatı hazırlanır
Onu karşılayacak kimseyi görmeye, yani kendi aynını
Şaşılır! Gaib olan hazırdır
Kendi varlığı nedeniyle insan göremez onu
Terkibi ortadan kalksa -ki kalkar
Hakkın varlığı onu korumak üzere gizlenmiş
Bir şeye aşırı yakınlık perdenin
kendisi Yakınlık kalksa yardımıyla gerçekleşir
Haliyle ve gözüyle müşahede eder onu
Bu vasfa tahsis edilmiş bundan dolayı
Gözün kendisinden başkasını
görmediği Allah Teâlâ münezzehtir İzzeti üzere kalıcıdır O her eksiklikten uzak
Şe’n benim varlığımda ve O’nun
oluşunda Onun ‘beyninde’ olan beyn’deki şahitler
ı
Son
mısradaki birinci beyn vasla,
diğeri farka işaret eder. Kast edilen son nefestir ve artık çıkacak nefes
kalmaz, çünkü çıkacak bir şey kalmamış, kendisine keşfolunan Hakk göre nefes
kalpten ayrılmıştır. Can çekişme halinde (insana) keşfolunan gerçeğin kendinde
olduğu duruma mutabıksa, böyle biri mutludur; mutabık değilse kalpten ayrılmazdan
önceki keşfe göre kalır ve kendisiyle ortaya çıktığı sureti kazanır. Bu durum Allah
Teâlâ’nın kuluna dönük bir ihsanıdır. Çünkü Allah Teâlâ kulunun canını anne
karnından doğduğu gibi fıtrat üzereyken alır. Çünkü can çekişen kişi dünya
hayatını yolculuğa çıkma hakkındaki korku üzere terk eder. Bu durumda ona
gerçek bir müşahede olarak ‘O sizinle beraberdir, her nerede
olursanız’490 ayeti
keşfolunur. Başka bir grup hakkında Allah Teâlâ ‘Onlara
Allah Teâlâ’dan hesap etmedikleri şey ortaya çıktı’491 buyurur. Can çekişenin yanında
bulunup daha alacak nefesleri bulunanlar, Hakkın can çekişen kulla
beraberliğini göremezler, çünkü onlar perdelenmişlerdir. Allah Teâlâ ehli ise
öyle değildir. Onlar, can çekişenin can çekişme esnasında müşahede ettiği şeyi
keşfederler. Binaenaleyh ‘Siz göremezsiniz’492 ayeti genele işaret ederse,
kastedilen ‘zevk’ olabilir. Çünkü herkesin müşahede ettiği hakkındaki zevki,
başka bir müşahede sahibinden farklıdır. Hakk arif için gözdeyken (ayn) arif
olmayan için mekânda bulunur. Öyleyse bu ihsan ve lütuf, Allah Teâlâ’nın
rahmetiyle O’ndan ortaya çıkmıştır. Ahiretteki yer ehlini mıknatısın demiri
çektiği gibi veya Meryem oğullarının vaftiz karşısındaki durumu gibi olmasaydı
kendilerini oraya atmazlardı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der:
‘Siz kendinizi pervaneler gibi ateşe atıyorsunuz, ben de sizi kanatlarınızdan
tutup engellemeye çalışıyorum.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
insanları mizacı kendini kandile atıp yanmak olan pervaneye benzetti. Fakat
kast edilenler ateş ehlidir. Ateşe cennete giden bir yol olması itibarıyla geçici
olarak uğrayanlar ondan sıkılırlar. Amellerinin gerektirdiği ölçüde cehennem
âteşi kendilerine temas ettikten sonra şefaatçilerin şefaati ile ‘merhamet
edenlerin merhamedisinin’ inayetiyle oradan çıkarlar. Cehennem ehli de ateşe
ilk girdiklerinde en büyük azabı ve elemi duyarlar ve oradan çıkmak
isterler..Haklarındaki ceza sona erdiğinde, bu kez bir ceza olarak değil,
ateşin ehli oldukları için orada kalırlar ve artık ateş onlar için nimete
dönüşür. Bu esnada cennete gönderilselerdi, hiç kuşkusuz, acı çekerlerdi.
Bu
zikir, ehline böyle bir müşahedenin bilgisini kazandırır. Bu düstura sahip
olduğunu iddia edip bildiği şeyi gözle görecek şekilde müşahede etmemişse, öyle
bir bilgi söz konusu zikrin neticesi değil, başka bir bilgidir. Bu durumda
düsturu olan özel zikrin açtığı bilgilere bakmalıdır ki, Allah Teâlâ gözle
görecek şekilde ona ihsan etsin. Bunun böyle olması kaçınılmazdır, çünkü
bulunduğu yer onu gerektirir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bugün
senden örtünü kaldırdık, gözün keskindir.’493 Bu kişi, yanındaki ailesinin
görmediklerini görür. Allah Teâlâ onları kendi can çekişme vakitlerine kadar
perdelemiştir. ,
Allah Teâlâ bizi bu makamda kendisini
üzenleri görenlerden değil, mutlu edenleri görenlerden eylesin! ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Menzili 'Dünya hayatını ve onun
süsünü isteyene amelleri verilir, onlar haksızlığa uğramaz' Ayeti Olan Kutub'un
Halinin Bilinmesi
fiayat nimettir,
kim elde etmek isterse onu
Ölümden önce,
üzülür hiç kuşkusuz
Rabbiyle ve O’nu görmekle nimetlenen öyle değil .
‘Umulur ki’,
‘belki’ onun adına bir umut
Hidayeti tahsis
eden ve kesinleştiren nezdinde
Benim için 'umulur
ki’ ifadesi kolay
Varlığı tek olan
el-Ferd’in nezdinde
el-Müheymin’den
başkasını dost edinmez
O ilahın nezdinde
makamı olan kişi
O yaratıkların en
düşüğüyle bile oturur
Kutsi bir hadiste Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Ben beni zikredenle birlikte otururum.’ Hakkın bir kişiyle oturması,
zikrin -hangi zikir isemakamının gereğiyle gerçekleşir.
Bilmelisin ki kulun niyeti, onun
amelinden hayırlıdır. Niyet irade, daha doğrusu sevgi, şehvet ve kerih görmek
gibi iradenin özel bir ilgisi ve taalluku demektir. Kul iradesinin altındadır
veya irade ettiği şeye dair bilgilidir veya öyle bir bilgisi yoktur. Bilgisi
varsa, doğasına mülayim bir şeyi irade eder ve gayesi gerçekleşir. İrade
ettiği şey hakkında bilgisi yoksa, meydana geldiğinde zarar görmesi
muhtemeldir. Hakk tabii ve asıl iradeyi dikkate almışsa, tamamdır! Bu durumda
irade sahibi herkes kendisini mutlu eden bir şeyi talep ederken onu üzecek bir
şeyi talep etmez. Fakat bazı insanlar
kendisini muduluğa götürecek yolu bilmezken bir kısmı onu bilir. Bilen kendisini
üzecek yollardan uzak kalırken cahilin bilgisi yoktur. Onu mutlu edecek bir
netice meydana gelirse, bu durum, kendisine göre dolaylı olarak ve hakkındaki
ilahi inayetle gerçekleşir. Çünkü Allah Teâlâ her ne irade edilirse edilsin,
kimsenin muradını boşa çıkartmamakla kendini nitelemiştir. Bilindiği üzere,
doğal irade, söylediğimizdir ve asıl olan odur. Allah Teâlâ’dan umudumuz,
bizim ve yaratıkların bir kısmı adına, asıl olanı dikkate almasıdır. Sona
gelirsek, bütün işler, nihayette O’na döner. Allah Teâlâ kendisini herkesin
amelini, yani ecrini dilediği vakitte ödeyici olmakla nitelemiştir.
Dolayısıyla ecirden hiçbir şeyi eksiltmez. Bir kişi dünya hayatını isterse,
onun ameli boşa çıkmış demektir. Böyle birinin cennet veya amelin meydana
getirdiği nimet (cenneti, naîm) demek olan ahirette nasibi yoktur, çünkü dünya
hayatında ecri tam olarak kendisine ödenmiştir. Böyle bir insan, rahadığa
kavuşmakla Mutlu olursa, bu durum el-Vehhab isminden ve karşılık anlamına
gelmeyen nimedendirmekten kaynaklanır. Bu haldeki biri Mutlu olursa, ihtisas
nimetine (cennetü’lihtisas) mazhar olabilir; oradan dilediği yere yerleşir ve
karar kıldığı yere karar kılar. İnsan dünya hayatını isteyenlerden olup nimete
mazhar olmadığı bir nefes bile kalsa, Allah Teâlâ’nın amelinin karşılığını
dünyada (tam olarak) verdiği kimselerden sayılmaz. Çünkü Allah Teâlâ dünya hayatında
her irade ve arzusuna ulaşma imkânı vermemiştir. Yolda bulunan eziyet veren
sıkıntı ve güçlüklere rağmen böyle bir durum tasavvur edilebilir mi, edilemez mi?
Ayet her iki ihtimali de içerir. Birinci yorumda böyle bir halin
gerçekleşebilmesi, imkânsızdır, çünkü dünyada acı çekmemek mümkün değildir. O
halde her kim dünya hayatını isterse, hiç kuşkusuz, imkânsız bir şeyi istemiş
demektir. Bu isteğin gerçekleşmesi mümkün olsaydı, ancak zikrettiğimiz üzere
gerçekleşirdi ki böyle bir şey vaki değildir. Diğer duruma gelirsek, bir mümin,
ayağına batan diken veya daha büyük veya küçük bir sıkıntıdan acı duyarsa,
âhirette acıya karşılık sevap kazanır. Dünya hayatını isteyen böyle birine Allah
Teâlâ dünya hayatında hemen karşılığını verir ve nimet ihsan eder. Nitekim Allah
Teâlâ Ebu’l-Abbas es-Sebti’ye -batı şehirlerinden biri olan Marakeşliydiböyle
yapmıştı. Onu görmüş durumu hakkında kendisiyle sohbet etmiştim. Bana Allah
Teâlâ’dan bütün nimetleri dünyada peşin olarak istediğini, O’nun da talebini
kabul ettiğini söylemişti. Yine de hastalanır, şifa bulur, yaşar, ölür, göreve
atanır, azledilir ve dilediği her şeyi doğrulukla yerine getirir. Onun bu
konudaki terazisi yediliydi. Bana şöyle demişti: ‘Allah Teâlâ katında âhiretlik
olarak dört dirhem ayırdım.’ Allah Teâlâ’ya onun imanı nedeniyle şükrettim ve
mesrur oldum.
Sebti’nin hali en garip işlerdendi ve
aynı hali tadan veya halini sorup onun da bildirdiği anlayış sahibi
yabancılardan başkası bunun esasını bilemez. Bu iki sınıfın dışındakiler onun
halini anlamaz. Bazen Allah Teâlâ bir insana onun böyle bir irade ve isteği
olmadan, adı geçen esSebti’ye verdiği gibi ecrini dünya hayatında hemen
verebilir. Bu durumda Allah Teâlâ ahirette onun adına sakladıklarına ilave
olarak, nimetleri dünyada ihsan eder, çünkü o kişi, saklanılanların dünya
hayatında verilmesini dikmemişti. Endülüs vaizi Ömer veya bu sınıftan gördüğümüz
bazı kimseler bu kısma girer. Ben de bu yola girdiğimin ilk zamanlarında böyle
davranmış, bu hususta garip sırlar görmüştüm. Bu durum onlar ve bizim adımıza Allah
Teâlâ’dan kaynaklanan bir haldi; bizim veya onların iradesiyle
gerçekleşmemişti. Ebu’l-Abbas es-Sebti -ondan öğrendiğim üzereonu bildiğim gibi
nefsini biliyor idiyse, böyle bir nimeti dünyada talep etmemiş olmalıdır. Çünkü
(benim bilgime göre) ondan ancak böyle bir davranış (yani istememek)
beklenebilirdi. Fakat o bunu istemiş, Allah Teâlâ da isteğine karşılık olarak
bu hali kendisine ihsan etmişti. Susmuş olsaydı, iki diyarda her iki nimeti
elde ederdi. Fakat Sebti, nefsini, üzerinde yaratıldığı tabiatı ve Allah Teâlâ’nın
kendisine göre onu terkip ettiği sureti bilememiş olması, kendisini istemeye
sevk etmiş, aynı amelle başkası kazançlı çıkarken hüsrana uğramıştır. Bu nedenle
feraha çıkmak bilgi sayesinde mümkündür, çünkü bilgi kulda bulunabilecek en
şerefli özelliktir.
Bilmelisin ki (‘kim dünyayı isterse
ona onu veririz’ ayetinde geçen) dünya hayatı, onun nimetinden başka bir şey
değildir. Dünyevi nimette bir şeyden mahrum kalana, hiç kuşkusuz, ecri tam
olarak ödenmemiş demektir. Allah Teâlâ ise amelin (karşılığını) ödemeyi
zikretti. Bu, dünyanın nimeti ve yükümlülük yerinde güçlüklere tahammül etmek,
sabırdır. Âhirete iman etmeyene Allah Teâlâ amelin gereği olan karşılığı
dünyada öder. Allah Teâlâ hiç kimseye dünya hayatında sıkıntıdan bütünüyle
arınmış bir nimet vermez ve böyle bir durum gerçekleşmemiştir. İnsanın bütün
istekleri gerçekleşmiş olsaydı, yaratıkların en mudusu olurdu, çünkü onun irade
ettiği işlerin arasında Allah Teâlâ’dan müjde ve kurtuluş elde etmek vardır.
Kişi mümin değilse, şart yerine getirilmediği için şarta bağü olan da
gerçekleşmez. Bunu anla ve bildiğine göre davran!
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
DÖRT YÜZ SEKSEN ALTINCI BÖLÜM
Menzili 'Allah Teâlâ’ya ve peygamberine
asi olan kişi apaçık bir dalalete düşmüş demektir' Ayeti Olan Kutub'un Halinin
Bilinmesi
Bakınız! Peygamber
öyle biri ki:
Allah Teâlâ ona şeref ve saygınlığı giydirmiş
Peygambere asi olan O’na asi Varlığın tafsiliyle hayrete
düşürür onu
O’nu arzular da güç yetiremez bir daha Rabde kulun nitelikleri
bulununca
Onu bulamadığında bilememiştir
Müşahede hali temyiz etmiş
Bazen marifet köprüsünün üzerine
binmiş Bazen inkâr köprüsünün üzerine
Her gruba tahsis eden Allah Teâlâ
münezzehtir:
Bir gruba elem bir gruba bol haz
tahsis etmiş
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Peygambere
itaat eden Allah Teâlâ’ya itaat etmiş demektir.’494 Çünkü peygamber ancak Allah
Teâlâ’dan konuşur, hatta O’nun vasıtasıyla konuşur. Daha doğru bir ifadeyle Allah
Teâlâ için Allah Teâlâ’dan konuşandır, çünkü O’nun suretidir. Ayette
‘Peygambere asi olan Allah Teâlâ’ya asi olmuştur’ denilmemiş, itaatte ise
peygamberi kendi mertebesine yerleştirmiştir. Çünkü yaratılmışın Allah
Teâlâ’ya itaati zatî bir durumken O’na asi olması vasıtayla ve dolaylıdır.
İtaatte olduğu gibi isyanda da peygamber Allah Teâlâ’nın yerine konulmuş
olsaydı, ilah olmazdı; hâlbuki Allah Teâlâ ilahtır. Binaenaleyh O’na ancak
perde nedeniyle asi olunabilir. Perde ise peygamberden başkası değildir.
Günümüzde yaşayan müslümanlar olarak biz, Peygambere karşı gelmede sahabeden ve
onlardan bize doğru gelen nesillerden daha uzaktayız. Biz gerçekte aramızda
emir ve otorite sahibi olanlara asi oluruz. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ’nın
emretmiş olduğu ve yasaklamış olduğu hususları bilenlere asi oluruz. Bu nedenle
biz cezası az sevabı çok olanlarız; içimizden biri sahabenin amelini
yaptığında, elli kat sevap elde eder. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
şöyle buyurur: ‘Onlardan biri sizin amelinizi yaptığında, elli kat sevabı
vardır.’
Aklını bu hususa vermelisin, çünkü Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem burada ‘sizden’ dememiştir. Ayetin devamında şöyle
buyurur: ‘Allah Teâlâ’ya, peygambere ve
sizden olan emir sahiplerine itaat ediniz.’495 Önce Allah Teâlâ’yı, ardından
peygamberi ve bizi, yani aramızdan emir sahiplerini zikretmiştir. Onlar, Allah
Teâlâ’nın başımıza geçirdiği ve devrimizdeki (hükmü) otoritelerine bıraktığı
kimselerdir. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın peygamberi, birliklerin başma veya başka
durumlarda ancak insanların en bilgilisini görevlendirirdi; insanların en
bilgilisi Kuran-ı Kerim’i en çok bilenlerdir. Bu sebeple Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem Kuran’ı en çok bileni ordunun başına geçirir ve onu komutan
yapardı. (İtaade ilgili olarak) ‘Allah
Teâlâ’ya itaat etmiştir’496
ayetinde başka bir ismi değil, bilhassa ‘Allah Teâlâ’ ismini kullanmıştır,
çünkü Allah Teâlâ ismi cami, yani toplayan isimdir. Bütün suretler tecelliye
ait olduğu gibi ilahi isimlerin hepsinin manaları da bu isme aittir. Halife de
böyledir. Halife peygamber ve aramızdan yönetici olan kimselerdir. Onların da
yönetilenlerin muhtaç olduğu bütün suretlerde görünmeleri gerekir. Kim imama
biat ederse, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ’ya biat etmiştir. Günah ise akitten
sonra gerçekleşebilir. Akit ve misak (sözleşme), ‘Ben sizin
rabbiniz değil miyim?’497 ayetinde
zikredilen misak alımında gerçekleşmiştir. Allah Teâlâ bu sözleşmenin Hacer-i
esved’e tevdi etmiş, bir yadigâr olarak onun öpülmesini emretmiş, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in diliyle Hacer-i esved’in Allah Teâlâ’nın sağ eli
olduğunu bildirmiştir. Başka bir vesileyle Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem’e biat edilmesini emretmiş, ona biat edenler hakkında ‘Onlar
Allah Teâlâ’ya biat etmiştir’498 buyurmuştur. Böylece Allah Teâlâ
peygamberini kendi mertebesine yerleştirmişken misakı hatırlatan Hacer-i
esved’i kendi mertebesine yerleştirmemiş, Âdemoğlunun değeri yüceltilmiştir.
öp! Ahit eli taşta
Onun derecesi nerede, insanın derecesi nerede!
Biat alan yüzlerin döndüğü kimsedir
el-Vahid, el-Ehad ve suretleri var
edendir O
Dilerse bir melekte, dilerse beşerde
Dilerse ağaçta,
dilerse taşta , .
Ne cevher ne araz sınırlar
Alemin varlığında yok bir izi
Aksine bütün varlık apaçık Hakk
Başka diye görme ki sizi başkaya
çağırmasın
O müessirdir, eserler Hakk ile var
Göz sahibinin gördüğü her şeyde
Varlığın durumu böyle olmasaydı Âlem
ne fayda ne zarar içerirdi
Hakkın sureti
olamaz
Ömrün bitmesi de
O’na izafe edilemez
O ‘itaat edilendir’, emirlerine
karşı gelinmez Yaratmak ve emretmek, edilgen ve etkende ortaya:
çıkar
Güneş vasıtasıyla dolunaydaki ışık
görünür Sen bir güneşsin, Hakk ise ayda
Dolunayda gözün idrak edemediği bir
şey var Bakarken böyle görürsün onu
Varlığımızın Hakkın varlığında
bulunuşu belirsiz Gerçeğin bilgisi burhan ya da haberle bile kapalı
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘İzzet sahibi rabbin onların nitelemelerinden münezzehtir,
selam peygamberlerin üzerine olsun, hamd âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’ya aittir.’499 Başka bir ayette 4O’nun benzeri bir şey yoktur, O duyan ve görendir’500 buyrulur. Bu apaçık ihsan ve lütuftur.
Ben O’na: ‘Sen’ derim O bana: ‘sen’
der
Ben O’na: ‘İşte ben’ derim O bana:
‘Hayır, hayır, ben’ der
Ben O’na: ‘İş nasıldır?’ derim O
bana: ‘Gördüğün gibi’ der
Ben O’na: ‘Hayretten başka bir şey
görmüyorum ki, ne benden bir şey meydana geliyor, ne sen beni erdiriyorsun’
derim.
O
bana söyle der:‘îşte! Şimdi vuslata erdirdim seni.’ .
Ben
de derim:‘Elimde bir şey yok!’ '
'
O da
şöyle der. ‘Erdirdiğim kişi böyle der.’ Artık bu esas üzere Allah Teâlâ’ya
itimat ediniz. ,
Oluşta O’ndan başkasını bilen yok ki
.
. O’ndan başkasını bilen hiçbir şey bilmedi
Yaratan karşısında yaratılmışı gören
Allah Teâlâ’nın korusunu anlamayan kişi
Yaratılmışla
birlikte Hakkı gören . .
Görür ve görmez; O’nu görmezsin
DÖRT
YÜZ SEKSEN YEDİNCİ BÖLÜM
Menzili 'Salih amel işleyen erkek veya
kadın müminlere tertemiz hayat yaşatacağız' Ayeti Olan Kutub'un Halinin
Bilinmesi
Her bir şeyin bir
terazisi var Her şeyin eksiklik ve üstünlüğü var
Salihlere mahsus bir terazi var .
Bedbahtların da Hakkın katında terazileri var .
Teraziye göre hareket
ederi kişi
Burhan gelse bile
mutludur
Çünkü terazisi
hakikatini ifa etti Şeytan ona yardım etse bile ,
Bu nedenle bir yola bağlanan kullar
için buyurdu:
‘Senin, ey İblis, onun üzerinde
otoriten yok’
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Temiz
kadınlar temiz erkekler için, temiz erkekler temiz kadınlar içindir.’501 Başka bir ayette ‘Güzel
söz ve salih amel O’na çıkar’502 denilir. Salih; amel için olan güzel
hayattır. Bunun anlamı, dünya hayatında müjdenin verilmesi demektir. Nitekim Allah
Teâlâ ‘Dünya hayatında onlar için müjdeler
vardır’503
buyurur. Salih amel sahibi, Allah Teâlâ’nın ezeli bilgisinde Mutlu olacağının
takdir edilmiş olmasını öğrenmenin müjdesiyle birlikte, bu müjdeyle kalan
ömründe hoş ve güzel bir hayat yaşar; kişi işin sonunda o muduluğa ulaşacaktır.
Binaenaleyh müjde, kişinin dünya hayatında karşılaşacağı güçlükleri ve ona
sıkıntı veren eziyeüeri kolaylaştırır. ‘Allah
Teâlâ’nın vaadi Hakk’50* ve sözü doğrudur. Böyle bir insan Allah
Teâlâ katından değişmeyen bir sözün muhatabı olmuştur. Salih amelin ise tebdil
özelliği vardır. Allah Teâlâ günahları iyiliklere çevirir ve insan bu
değiştirmeyi müşahede ederken âlemde gerçekleşen bütün büyük günahları işlemiş
olmayı arzulardı.
Mekke’de, ipek bölgesinden bu Hakk
sahip Tevzerli biriyle karşılaşmıştım. İşbiliye’de ise şeyhimiz Ebu’l-Abbas
el-Ureybi’yle -ki batı Endülüs’teki Ulya şehrindendikarşılaşmıştım. Bütün
ömrümde bu zevke sahip sadece iki adamla karşılaştım.
Öte yandan salih amel nedeniyle Hakka
şükür gerekir, çünkü Allah Teâlâ el-Gafur ve eş-Şekür’dür (şükredilen). Böyle
birinin çalışması makbul, sözü duyulmuştur. Salih amelin yegâne özelliği
sahibini salihler arasına katmak ve ona bü ismi kazandırmak bile olsaydı, yine
(şükür için) yeterli olurdu; çünkü ‘salah’ nebilerin talep ettiği makamdır.
Salihler Allah Teâlâ’nın kulları arasında en üst mertebeye sahip kimseler olduğu
gibi salah ve iyilik onların en üstün niteliğidir. Allah Teâlâ bize resul ve
nebi olmakla birlikte peygamberlerin kendilerini salih kulları arasına
sokmasını dilediklerini bildirmiştir. Allah Teâlâ büyük peygamberlerini
överken onların ‘salihlerden’
olduklarını söylemiştir. Salah (iyilik), peygamber ve nebilerin ayırıcı
özellikleridir. Onlar -kendileri derece derece olsa bilehiç kuşkusuz mertebe
itibarıyla insanların en üstünüdür. Allah Teâlâ’nın kulları arasından ‘salah’
haline ulaşan, hiç kuşkusuz, aşağısındaki hallere de ulaşmıştır. Böyle biri,
resul veya nebi olmadığı halde, nebi ve resullerin menzillerinin sahibidir.
Resul ve nebiler ise karşılaştıkları risalet ve nübüvvetin sıkıntıları
nedeniyle o kişiye gıpta ederler. Çünkü nübüvvet bir yükümlülüktür ve bu sayede
onlar adına kurbiyet (yakınlık) mertebesi gerçekleşmiştir; gıpta edilen salih
insan ise meşakkaderi tatmadan o mertebeye ulaşmıştır. Buradan resul ve nebin
kim olduğunu; kıyamette vakfe’de kendileri için minberlerin konulacağı bir
kavim hakkında Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in söylediği hadisin
anlamını öğrenirsin. İnsanlar o gün korku içindeyken onlar korkmaz; insanlar
üzülürken onlar üzülmez. ‘Büyük korku onları üzmez.’505
Onlar peygamber, değillerdir. Fakat bu halle bu menzilleri elde ettiklerini
gördükleri için, nebiler onlara gıpta eder. Salihler yaratıklar içinde mesul
olmayanlardır. Onların amellerine tövbe vakiderinden itibaren bir boşluk ve
gedik giremez; girerse, salih değillerdir. Binaenaleyh ‘salih olmak’, halde,
sözde ve amelde masumiyettir. Böyle bir durum ancak sürekli müşahede
sahipleriyle mertebeleri, makamları, adap ve hükümleri bilen arifler için
mümkündür. Bu hükümlerle nefislerini hazırlarlar ve sırat-ı müstakimde
bulunması itibarıyla Rablerinin yürümesi gibi onlarla yürürler. Onların
dünyadaki temiz hayatlarının bir tezahürü, yaratıkları Allah Teâlâ’ya davet
etmiş ederken başkalarının dilleriyle onları davet etmeleridir. Onlar
davederini dinleyenleri gördükleri gibi reddedenleri de görürler. Bununla
birlikte davetlerinin reddedilmesi, onları üzmez. Aksine kabulden dolayı
buldukları nimeti reddedilirken bulurlar ve hallerinde değişiklik olmaz. Bunun
sebebi onların Hakk’tan müşahede ettikleri şeyin ilahi isimler olmasıdır. İlahi
isimleri müşahede ediyor olmak ise onlar için bizatihi nimettir. Binaenaleyh
her kim davet ederse, ilahi bir isim vasıtasıyla (ve isme) davet etmiştir ve
davet eden ilahi isimdir. Kim daveti reddeder veya kabul ederse, hiç kuşkusuz,
ilahi bir isim nedeniyle kabul etmiş veya reddetmiştir; demek ki kabul eden ve
reddeden, ilahi isimdir. Böyle bir salih, bu müşahedesi
nedeniyle, sürekli hoş bir hayatta
yaşar. Allah Teâlâ bir insanı bu makamı görmekten uzaklaştırırsa, o kişi doğal
olarak acı çeker veya doğal olarak haz alır. Allah Teâlâ ehlinin en büyük
nimeti ve acısı budur. Böyle bir hayatm güzel ve hoş olması sürekli olmasıyla
mümkündür ve ona Allah Teâlâ’nın salih kulları ulaşabilir. Gerçi onlardan tabii
bir şekilde acı çekmeyi gerektiren işler ortaya çıkabilir ve acıların izleri
üzerlerinde gözükebilir. Bununla birlikte onların nefisleri, hoş hayat
içindedir. Çünkü nefislerin bulunduğu yer afaldır, onların mahalli duyu
değildir. Buna göre onların acıları, nefs kaynaklı değil, hissi (duyusal)
acılardır. Böyle bir salihi gören, belanın kendisinde bulunuşunu farz ederek,
kendi tecrübesine ve haline göre onu değerlendirirken gerçekte o aynı durumda
değildir. Binaenaleyh buradaki bela sureti bakımından bela iken manası ve
bâtını afiyet ve nimettir. Bu durumu ancak âlimler bilebilir. Onlar haklarında
‘İman eden ve salih amel işleyenlere ne mutlu!’506 denilenlerdir ki, kastedilen
dünyadaki muduluktur. ‘Onların varış yeri ne güzeldir.’ Bu ise âhirede
ilgilidir.
Bu makamın elde edilmesi hakkında -ki kazanılacak bir
makamdırbu kadar açıklama yeterlidir. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır
DÖRT YÜZ SEKSEN SEKİZİNCİ BÖLÜM
Menzili 'Gözlerini nimet verdiğimiz
kimselere çevirme, o dünya hayatının süsüdür, Rabbinin rızkı daha hayırlı ve
bakidir' Ayeti Olan Kutbun Halinin Bilinmesi
Her şahsın çifti kendi nefsinden
Bu nedenle Âdem’in zevcesini kendi
cinsinden yaptı
Erkek bütün (kül),
kadın cüz
Zevceleri nefsinden
çoğaldı
Bugün
de aynen öyle! .
Onu
var eden dünün kendisidir
Bu
nedenle bugün dünün suretinde .
Kutsiyetin
zıddına veya kendi kutsiyetinde
Sakın
gözlerini dikme gözünün önünde olan dünyaya .
Onun bir değeri yok
Ona kendi
terazisini ver, yönelme sakın
Ünsiyetinden
gördüğün şeye
Kendisi için
olmadığın birine ünsiyet etmekte
Temelindeki cem’
nedeniyle seninledir
Şeytanın temasından
ona gelen kuşkudan uzaklaştır onu
Dinlediğini ayırt
etmelisin
Onun sözünü dinlerken;
konuşmanın hatalarından korkmalısın
Muhkeminde gelen
karışık ifadelerden de
Allah Teâlâ benzer bir ayette -ki o
da bu menzilin tamamlayıcısıdır ve sahibi onu düsturuna dahil ederşöyle der: ‘Onlara
üzülme, kanatlarını müminlere yay ve ben apaçık bir uyarıcıyım de.,S07 Burada Allah Teâlâ peygamberini
insanları korkuturken kendisi hakkında uyarır. Rabbin rızkı, bulunduğun halde
sana vermiş olduğudur. Sana vermediği fakat sana ait olanların da sana ulaşması
kaçınılmazdır; gecikme, zamanla ilgilidir ve zaman O’na aittir. Sana ait
olmayan bir şeye ise ulaşılmaz. Ulaşmaya çalışırsan, arzu edilmemesi gereken
bir işin peşinden koştuğun için kendini yormakla kalırsın. ‘Sana ait3
derken, Allah Teâlâ’nın senin adma mubah kıldığı meşru bir yöntemle ona
ulaşmanı kast ediyorum. Ona meşru yöntemin dışında ulaşırsan, hiç kuşkusuz,
Hakkın sana verdiği bir şeye ulaşmış olmaz, doğa bakımından sana ait bir şeye
ulaşmış olursun. Dünya hayatında maksat, Hakk cihetinden (meşru bir yolla)
ulaşabileceğin şeylerdir. Binaenaleyh Hakk dünya için iken tabiat âhiret
içindir (dünyada sınır varken âhirette mubahtır). Tabiat için her şey mubahken
Hakk sınırlama koyar. Bununla birlikte âhiret dünyanın suretindedir. Nitekim
dünün gecesiyle birleşmesinde doğan bugün zaman itibarıyla dünün suretindedir,
fakat hüküm itibarıyla aynı hükümde ortaya çıkmayabilir.
Rabbinin ihsanlarını incelemelisin!
Onlar genellikle sınanma amacı taşırlar. Bu durum ise ancak teraziyle
öğrenilebilir. Şöyle ki: Allah Teâlâ’dan sana ulaşan her ihsan, Rabbinin
rızkıdır. Fakat onun rızık olduğu teraziyle belli olur. Terazinin dışına
çıkarsa, bu rızık tabiat gereği sana aittir ve onu alman gerekir. Yine de
gaflet halinde onu almaktan sakınmalısın. Böyle bir rızkı nefsi zorlayıp mecbur
bırakarak ve isteksizce hareket ettirsen bile, huzur haliyle almalısın. Onu
alırkenki huzur ‘Benim katımda söz değişmez’508 ayeti olmalıdır. O rızka ulaşırken
değişmesi mümkün veya sahih olmayan böyle bir hükümde Hakkın suretiyle görünürsün.
Çünkü Allah Teâlâ onu bu şekilde bilmiş, bu suretle ve durumla da söz konusu
şey Hakka kendisi hakkındaki bilgiyi vermiştir. Bu teraziye göre onu elde
etmeli ve teraziyle tartmalısın; bu terazi, gizli terazidir. Hakk seni bu
husustaki isteksizlikten gafil yaparsa, o da ikrahtandır ve ondan mahrum
olduğunu bilmelisin. Çünkü ikrah edep terazisinin dışında kalan bu amele karşı
kişinin nefsinde isteksizlik meydana getirdiği için, bu durum, ‘Kalbi
imanla mutmainken zorlanan kimse...’509 ayetinde belirtilen
terazinin hükmüne girmiştir. Kişinin bu menzilde mutmain olması, o konuda
kendisinde bulunan kerahet ve zorlanmaya göre gerçekleşir. Bu fiilde doğa
sevgisiyle imanın nahoş buluşunu bir araya getirir. Çünkü Allah Teâlâ imanı
mümine sevdirmiş, fasıklık ve isyanı kötü göstermiştir. Bununla birlikte bunlar
müminden meydana gelebilir. Allah Teâlâ seni doğruluğa ehil kılsın!
Allah Teâlâ bulundukları yerde onları
bir çiçek yapmıştır. Dünyada bulunduklarında dünya hayatının çiçeği olurlar ve
var oldukları yerde nimet vesilesi olurlar. Mekânların hükümleri ise
birbirinden farklıdır.
Onlar dünyada nimet için yaratılmış
olsalar bile, aynı zamanda bir imtihan vesilesidirler. Allah Teâlâ onlar
vasıtasıyla içimizde bizden gizli kalan özellikleri ortaya çıkartır. Allah
Teâlâ o özellikleri bilirken biz kendimizden onları bilmeyiz. Böylece Allah
Teâlâ adına lehimizde ve aleyhimizde delil ortaya çıkar. Bu, Hakkın beş yüz
doksan üç senesinde Fas’ta bana ihsan ettiği makamdır. Daha önce bu makam
hakkında bir zevkim ve tecrübem yoktu.
Bilmelisin ki bir müminden günah ve
masiyet, gafletle veya tevil etmesiyle gerçekleşebilir. Amelin kendisi müşahede
sahibinden meydana geldiğinde, genel nezdinde günah diye adlandırılsa bile, o
amel Allah Teâlâ katında günah diye isimlendirilmez. İnsanların ona günah demeleri,
insanların gözlerindeki örtüden kaynaklanır. Allah Teâlâ söz konusu fiilin
kendisinden ortaya çıktığı kimsenin durumunu eleştirenleri mazur sayar. O kişi
gerçekte günahkâr veya asi değildir. Mesela bir canın katledilmesinde Hızır ile
Musa’nın meselesi buna misaldir. Hz. Musa’nın bu konudaki hükmü nerede,
Hızır’ın hükmü nerede? Her birinin (görüşünün) hakikate bakan bir yönü ve
dayanağı vardır. Müşahede ehlinin hali böyledir: Onlar varlıkta
gerçekleşmezden önce mukadderatı müşahede edeler ve onu basiretle uygularlar.
Bu konuda Rablerinden gelen açık bir delille sahiptirler. Bu makam Allah
Teâlâ’nın ‘görmesi ve duyması’ haline geldiği kimsenin ulaşabileceği makamdır.
Bu itibarla çiçek meyvenin delili olduğu gibi gözü kendine çeker ve hoş kokular
verir. Burada da bu meselenin çiçeğine gelirsek, bu emrin sahibi nefeslerin,
müşahedenin ve delilin ehlidir. ‘Delil’ derken fikir kaynaklı delilleri değil,
keşfinde nazarî/teorik deliller elde edilebileceği âdete bağlanmış hususlardaki
delili kastediyorum. Allah Teâlâ ona keşif yoluyla delilini verir ve o da
delili ve konunun delillerle irtibatını öğrenir. Böylece delilin yön ve
yorumları hakkında bilgi elde eder. Böylece onun bilgisi, delilin bilgisi
verilmeksizin, delilin gösterdiğinin bilgisi verilenin bilgisinden daha
tamdır. Allah Teâlâ onları ancak kendileri için ‘çiçek’ diye isimlendirdiği
şeylerle sınar ve imtihan eder. Bu çiçeğin sahibi onun kokusunu algılamaz, onu
‘çiçek’ olarak değil bir kadın olarak görür, bilhassa kendisi için belirlenmiş
delili bilmez ve ondan sadece hayvaniyetiyle ruhu ve aklıyla değilelde
edebileceği nimeti elde ederse, böyle bir insan ile diğer hayvanlar arasında
bir fark yoktur; aksine hayvan böyle bir insandan daha hayırlıdır. Çünkü her
hayvan faslını (kurucu-ayırıcı özellik) görürken bu şahıs onu fark etmemiştir.
Bu fasıl hayvan için ondan başkası değildir. Böyle biri ne hayvandır ne insan;
çünkü her hayvan, kurucu unsurunun hakikatini verisine göre hareket eder.
Bilmelisin ki bu düsturun sahibi,
akılları hayrete düşürüp öğrenilmesi mümkün olmayan bir bilgiyi müşahede eder.
Bu bilgi, aynada görülenin mahiyeti hakkındadır. Aynada görülenle görmenin
ilişkisi nedir? Görülen görenin gözüne mi yansır, yoksa gözün ışığının parıltıları
görülene mi ilişir? Her hükme bir itiraz yöneltilebilir. Bu zikir sahibi için
durum öyle değildir. Çünkü o insanın görüleni nasıl algıladığını bilir. Görmek
denilen şey nedir ve neye racidir? Bu zikirden insana bu bilgiyi veren şey ‘Gözlerini
çevirme’510 ayetidir. Burada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme
bildiği bir konuda hitap edilmiştir ve biz de Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in onu bildiğini kesin olarak biliriz (inanırız). ‘Gözlerini
çevirme’511 ayetinin anlamıyla ‘Müminlere
de ki gözlerini sakınsınlar’’512 ayetinin anlamı bir değildir. Çünkü
gözü kapamanın başka bir hükmü vardır; çünkü o gözün salıverilmesine göre bir
eksiltmedir. Buradaki eksiklik özel bir şeye, yani özel bir görülene gözün
uzamamasıdır.
Dostum!
Dikkatini çektiğim meseleyi anladığında, öyle bir bilgi öğrenmiş olursun ki, o
bilgi sana dünyada ve âhirette fayda verir. ‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’ -
Menzili 'Sizin mallarınız ve evlatlarınız
bir fitnedir' Ayeti Olan Kutbun Halinin Bilinmesi
Mal ve çocukla
imtihan .
Kurtuluşu olmayan bir bela
Mal nedir: Ol (der) ve olur ve emir hepsini toplar Çocuk onun
suretiyken benzer takdis .
Benzeri olumsuzlamak ona ilişir, onu sakın Aslı es-Sübbûh ve
el-Kuddûs
Bizim yaratılışımıza bir bak, O’nuıı
isimlerine mutabık Cins olmak ve benzerlik var
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Mal
ve oğullar dünya hayatının süsüdür,
geride kalan salih şeyler Rabbin katında sevap ve emel bakımından daha hayırlıdır.'’513 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle buyurur: ‘Âdemoğlu ölünce ameli kesilir, üç şey devam eder:
Sadaka-ı cariye, insanlar arasında yaydığı bilgi veya ona dua eden salih
evlat.’ Kuşkusuz ki mal ve oğullar dünya hayıtının süsüyle birlikte salih
bakiyatın vermiş olduğu hayrı -Ki Rabbin katındaki sevap demektirve arzulanan
hayır -ki oğullar demektirbirleştirir. Çünkü o ikisi, yani mal ve çocuklar,
geride kalan salih işlerdendir. Başka bir ifadeyle mal ve çocuklar ‘salih’
olduklarında, devam eden iyilikler arasında yer alırlar. Hadiste zikredilen
bilgiyse iyi bir adet (sünnet) ortaya koymak anlamına gelir. Allah Teâlâ mal ve
oğullan kendileriyle kullarını sınadığı bir fitne yapmıştır. Çünkü onlar kalbe
sıkıca bağlanmış oldukları gibi tabii olarak sevilirler. Bu ikisiyle, bilhassa
da malla maldan başka bir şeyle ulaşılamayacak iyilik ve kötülüklere ulaşılabilir.
İnsana tabiatı hakim olursa, işlerinde herhangi bir sınırda dur-
maz ve malının vasıtasıyla bütün
amaçlarına ulaşır’. Şeriat ona hakim olursa, malında tasarrufta bulunurken
Rabbinin belirlemiş olduğu sınırlarda dururken bütün amaçlarına mal vasıtasıyla
ulaşamaz. Bu itibarla mal, kalbin kendisine meyletmesi özelliğiyle ‘mal’ diye
isimlendirilmiştir. Kalbin mala meyletmesinin nedeni şudur: Kul salih bir kul
ise Rabbinden gelecekte bulacağı bütün iyiliklere malla ulaşabilirken tam
anlamıyla salih bir kul olmadığında da kötü gayelerime malla ulaşabilmesidir.
Çocuk ise anne ve babası tarafından dünyaya getirildiği için sevilir. Bu
yönüyle ebeveyn, failin kendinden meydana gelen şeye ve sanatkârın sanatına
yönelmesi gibi çocuğuna yönelir. Binaenaleyh kalbin çocuğa yönelmesi, zati bir
yönelmedir. Çocuğu sevmemek ise çocukta bulunan kötü ahlak veya çirkin
özellikler gibi geçici bir durumdan kaynaklanabilir. Bu nedenle çocuğu
sevmemek, arızî bir durumdur.
Bu düsturdan Allah Teâlâ’nın
rahmetinin her şeyi kuşatmasının sebebi öğrenilir. Yükümlü âlem (insan ve
cinler), Allah Teâlâ tarafından yaratıldığı gibi aynı zamanda Allah Teâlâ’nın
sanatının ortaya çıktığı bir mahaldir. Bu nedenle onun aslı itibarıyla
Yaratıcısı tarafından seviliyor olması bir gerekliliktir. Bir sevmeme durumu
ortaya çıkarsa, bu, âlemin bazı fiillerinden kaynaklanabilir ve âlemdeki
fiiller geçicidir. Geçici olmakla birlikte, yine de onlarda asaleti teyit eden
şeyler bulunur. Bu şey âlemden ortaya çıkan bütün fiillerin Allah Teâlâ’ya ait
olmasıdır: Âlem ise fiillerin ortaya çıktığı bir yer veya Hakkın karşısında
sanatçının aleti mesabesindedir. Böylece rahmet ve muhabbet baskın gelmiş,
gazabın hükmü geride kalmıştır. Onun geride kalması, hükmünün sürekliliğini
kaldırmak demektir.
Allah Teâlâ’nın kullarını herhangi
bir imtihanla ve fitneyle sınaması, onların tasarrufta bulundukları işlere
dair taşıdıkları iddialardan kaynaklanır. Onlar, söz konusu fiilin gerçekte
veya kazanım yoluyla onlara ait olduğunu iddia ederler. Allah Teâlâ onlara
yaratıcı-ilahi eli öğretmiş olsa ve kendi nefislerini fiildeki araçlar
mesabesinde görüp bundan başka bir şeyin olamayacağını bilselerdi, Allah Teâlâ
onları sınamazdı. Demek ki Allah Teâlâ kullarını böyle bir bilgiye ulaşsınlar
diye sınar, onlar da bu iddiadan vazgeçerek Mutlu olurlar. Bu bağlamda bir
kısmına Allah Teâlâ hidayet ederken bir kısmı hakkında dalalet hükmü
kesinleşmiştir; öyle biri farkında olmaksızın hayrete düşer. Onlar kesbi kabul
edenlerdir (Eşariler). Bir kısmı hakkında azap hükmü kesinleşmiştir; onlar
fiillerin (kulca) yaratıldığını ileri sürenler (Mutezile’dir). Allah Teâlâ’nın
hidayet ettikleri ise Kuran-ı Kerim’de yer alan veya Allah Teâlâ’dan veya
Peygamberden gelen rivayetlere haklarını verenlerdir. Onlar ayetieri
bağlamlarının dışına çıkartmadıkları gibi yorumlanmaları gereken anlamın
dışında yorumlamazlar. Ayeder arasında hayrete düşmeye yol açan bir husus
varsa, onlarm hidayeti hayrette kalmaları demektir. Hayreti aşmış olsalardı,
ayete (veya hadise) hakkım vermemiş olurlardı. Misal olarak ‘Allah
Teâlâ sizi ve amellerinizi yarattı’514 ayetini
verebiliriz. Bu ayet âlemde hayretin sübûtu hakkındaki en önemli ayettir. Meşru
görüşe uyup da nazarî düşüncenin şeriatın deliliyle çelişen görüşüne karşı
meşru hükmü öne çıkartan kimse, selamete ermiş ve kurtulmuş kimsedir. Şeriatın
görüşünü benimsemeye takva üzere ameli de eklerse, Allah Teâlâ böyle biri adına
‘furkan’ yaratır. Onun vasıtasıyla ashabü’l-milel ve’n-nihal, yani din ve
mezhep sahiplerini temyiz ve ayırt eder. Bunun yanı sıra şeriatm hükmünü
ortadan kaldıran aklî delillerin verilerini bu furkanla temyiz eder. Söz konusu
delilleri kabul eden insan şeriatın hükmünü tevil edip daha sonra reddetmek
üzere aklın hükmüne havale eder. Böyle bir kişi, tevilde isabet etse bile,
tehlikededir. Öyleyse insana gereken, takvadan kaynaklanan furkandır. Çünkü o
vecdin doğruluğundan ve müşahededen ortaya çıkar. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’ Allah
Teâlâ doğru yola hidayet edendir.
Menzili 'Allah Teâlâ kafanda
yapmadıklarını söylemiş olmaları büyük bir suç oldu/ Ayeti Olan Kutbun Halinin
Bilinmesi
Allah Teâlâ’dan
gelen azap büyük oldu
Yaratıklardan gelen azap da büyük
Bir söz söyleyip onu yapmamak
Hem de o güzel bir söz
Allah Teâlâ yaratıklarında onunla amel eder
0
her dalda bilinmeyen bir şey
İyilik dallarında
onu basiretle gör
1
sözünden âlemdeki varlıkta
Allah Teâlâ bize ve sana kendinden
bir ruh ile yardım etsin, bilmelisin ki Allah Teâlâ’nın, fiilleri
yaratılmışlara izafe etmesinin nedeni, fiili izafe edildiği kimsenin batını
hüviyetinin Hakkın kendisi olmasıdır. Binaenaleyh fiil gerçekte O’na aittir.
Bununla birlikte Allah Teâlâ kullarının bir kısmına bunu müşahede ettirmişken
bir kısmına göstermemiştir. Allah Teâlâ kime bunu gösterip gerçekleşmesi mümkün
bir işi dile getirir sonra da onu yapmazsa, müşahededen kaynaklanan bir
kesinlikle bilir ki, o işin gerçekleşmesinin imkânsız olması akli imkânın
dışına çıkmasıyla ilgilidir. Çünkü o, söz konusu işin Hakka (kendileri
hakkında) bilgiyi veren ayan-ı sabite içinde suretini görmemiştir. Sübût
mertebesinde hakikati olmayan bir şey varlıkta nasıl gerçekleşebilir? Bu
nedenle gerçekleşmeyen fiille ilgili olarak Allah Teâlâ katına ‘makt’ izafe
edilmiştir. ‘Allah Teâlâ’ ismi zikredildi, çünkü bu isim, isimlerin hükümleri
arasında mütekabil bütün özellikleri kendinde toplar. Onun gösterdikleri
arasında imkânın ispatı da bulunur. Böylece imkânın ispatı itibarıyla
cezalandırır. Ayette
‘Allah Teâlâ’ ismi belirli ve özel
isim olarak imkânı ispat edendir (olumlayan). Onun mukabili imkânı
olumsuzlayandır ve şöyle der: ‘Sadece zorunluluk var! Bununla birlikte o
mukayyet veya mutlak olabilir.’ Dolayısıyla bu adın Allah Teâlâ’ya verilmesi
doğru değildir. Şöyle denilebilir: Onunla kastedilen sınırlama ve içinde
bulunulan halin delaletine göre ortaya çıkar. Bu durumda hangi şeyle isimlere
vekil olduğu öğrenilir. O ismin hükmüne bakılır ve eseri onda bulunur.
Cezalandırma iyiyi söyleyip yapması mümkünken yapmayana ulaşır. İyi sözün
durumuna bakmalısın! Onun kendisini söyleyen kimsedeki meyvesini devşirmek
gerekir. Özellikle Allah Teâlâ’nın kullarından herhangi biri hakkında bir iş
yapmayı gerektirdiğinde durum böyledir. Fakat o kişi mahrumdur. Allah Teâlâ
katında böyle bir işin büyük günah olmasının nedeni, sözü söyleyen İçişinin
sözü söyleyip söylediğini yapmamış olmasından kaynaklanır. Söz konusu kişi, o
fiili yapmamakla mahrum kaldığı iyiliği âhirette gördüğünde, şiddetli bir
şekilde kendini cezalandırır. Bu ceza başka herhangi bir cezadan daha büyüktür.
Onu Allah Teâlâ cezalandırmış değildir, aksine Allah Teâlâ’nın katına
ulaştığında kendini cezalandıran bizzat kendisidir.
Cezanın bir kısmı ötekilerden daha
büyük olan bir takım dereceleri vardır. Buradaki ceza ise Allah Teâlâ katında
en büyük cezalardandır. Bu düstur sahibine bu bilgiyi kazandırır. Çünkü
insanlar ayetteki anlamı esas anlamından farklı bir şekilde alır ve şöyle
derler: ‘Allah Teâlâ onları cezalandırır.’ Hâlbuki onlar ‘Allah
Teâlâ katında’515
ifadesini kavrayamamışlardır. Yani onlar Allah Teâlâ katında kendilerine ceza
verirler. Bu ceza, Allah Teâlâ’ya dönüldüğünde ortaya çıkan en büyük cezadır.
Bir kişi bunun sahih olmadığına inanıyoruz der ve bunu inanarak söylemezse,
münafıktır. İnanarak söyler ve yapmazsa, o kişi haddi aşandır ve onun Allah
Teâlâ katındaki cezası büyüktür. Çünkü imanı ona bir şey yapmasını vermiş fakat
o yapmamıştır. Onlar kendi dilleri veya başkalarının dilleriyle verilen
öğütleri yapmış olsalardı, hiç kuşkusuz, kendileri için daha hayırlı ve hikmedi
olur, Allah Teâlâ da kendilerine büyük ecir verirdi. Çünkü Allah Teâlâ fiili
söze izafe etmiştir. Söz ile amelin bir araya gelmesi, fiil olmaksızın sadece
sözün veya söz olmaksızın-sadece fiilin bulunduğundaki durumdan daha güçlü bir
hal ortaya çıkar.
Bu nitelikteki birisine Allah Teâlâ
el-Hazil isminin hükmünü ortadan kaldırmak üzere, el-Müzekkir ismiyle nida
eder, çünkü Allah Teâlâ ona ancak halde hükmü olmayan bir isimle hitap
etmiştir. Bu tarz hitap iki türdür: Birincisi bir niteliğe bağlı çağırma ve
hitaptır. Misal olarak ‘Ey
iman
edenler (ey o kimseler ki iman etmişlerdir)’516 veya ‘Ey
kendilerine kitap verilenler’517 ayetlerini verebiliriz. Diğeri zata
yapılan nidadır. Misal olarak ‘Ey
insanlar’518 ayetini
verebiliriz. Böyle bir çağrı ve nida duyduğumda, onu yapana değil, hangi
ifadeyle yapıldığına dikkat edip ona göre davranmalısın. Bu hitapta bir kaçınma
gerekiyorsa kaçınmalı veya gerekmiyorsa ona göre hareket etmelisin. Allah Teâlâ
bazen emirle hitap ederken bazen yasaklamayla hitap edebilir. Emirle ilgili
olarak ‘Ey iman edenler! Akitleri yerine
getirin’519 derken
yasaklamayla ilgili olarak ‘Ey iman edenler! Allah Teâlâ’nın
şiarlarını ihlal etmeyiniz’520 der. Başka bir misalde ise ‘Ey
iman edenler! Niçin yapmadıklarınızı söylüyorsunuz?’521 der. Bu hitap, bir inkâr ve
yadırgama hitabıdır. Adeta Allah Teâlâ ayette şöyle der: ‘Söylediklerinizi
yapınız!’ Yasaklama söz konusu olduğunda ‘Allah Teâlâ hakkında bilmediğiniz
şeyleri söylemeyin’ anlamına gelir. Çünkü böyle yapmakla Allah Teâlâ katmda
kendinize en büyük cezayı verirsiniz. Nitekim daha önce bunu ortaya koymuştuk.
Böyle bir ayet geldiğinde, bir yönü emre bir yönü yasağa bakar ki kast edilen
yön budur. Dinleyici, nidayı o vakitte neye göre gerçekleşmişse ona göre alır.
Başka bir ifadeyle emir veya yasaklama olmak üzere hangisine göre nidayı
alırsa, isabet eder; ikisini birleştirirse (hem yasağı hem yasağın içerdiği
zımnî emri yerine getirirse), onun meyvesini devşirir ve bu durumda iki ecri
olur. '
Bu düsturda insanların bir kısmına
(ayette kastedilenin) özel bir söz olduğu keşfolunur. Bu özel söz insanın fiili
kendine izafe etmek inancıyla ilgilidir. Misal olarak Mutezile’nin fiiller
hakkındaki inancını verebiliriz. Düstur sahibi fiillerin -kendisine değilAllah
Teâlâ’ya ait olduğunu keşfederek kendini cahil kalmış olması nedeniyle suçlar.
Böyle bir suçlama, Allah Teâlâ katındaki en büyük suçlamadır. ‘Allah Teâlâ’nın
katı’ ifadesi ise bu yorumda dünyada veya âhirette müşahedenin gerçekleştiği
yerdir. Onun dünyadaki cezası bu görüşten dönüp saadete ulaşarak âlimlere
katılmasıdır ki bu âhiretteki cezadan farklıdır. Allah Teâlâ adeta şöyle der: ‘Ey
iman edenler! Niçin söylüyorsunuz?’522 Yani gerçek öyle
değilken, niçin fiilin size ait olduğunu söylüyorsunuz? ‘Yapmadıklarınızı.’523
Bunları kendinize izafe etmeniz ‘büyük
günah oldu.’524 Bu
günah sizden ortaya çıktı. ‘Allah Teâlâ katında yapmadıklarınızı
söylemeniz. Allah Teâlâ kendi yolunda
savaşanları sever.’525 O yol sırat-ı müstakimdir, çünkü Allah Teâlâ
doğru yoldadır. Fiiller hususunda Allah Teâlâ ile didişen tartışmacıya fiilin
gediksiz bir saf halinde tamamen Allah Teâlâ’ya ait olduğun söyledik. ‘Sanki
onlar bir duvar gibidir.’526
O duvarda gedik yoktur. Bütün fiiller, kendisinde
göründükleri kimseye değil, Allah Teâlâ’ya izafe edilirler.
Bu ayetin düsturu olduğu insan
kurtuluşa ermiştir. Düsturun faydası sahibine bu konuda bir fetih
kazandırmasıdır. Bir düsturun sahibine fetih kazandırmadığını görünce, onun
zahiri diliyle bu düstura sahip olduğunu ve batındaki dilinin zahire uymadığını
bilmelisin. Bu mesabedeki kişi, ‘düstur sahibi’ derken kastettiğimiz biri
değildir.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
DÖRT YÜZ DOKSAN BİRİNCİ BÖLÜM
Menzili 'Sevinme! Allah Teâlâ sevinenleri
sevmez' Ayeti Olan Kutbun Halinin Bilinmesi
Dünya gam ve tasalardan ibaret
Seçkin ve sıradan insanlarda durum böyle
Dünyada sevinen
kişiye ne denir ki? Gerçeği ve hikmeti bilen biri değil o
Hâdis ve kadimde varlığı
incelersen iyice
Müşahede ederek anlarsın ki
öğüt alınacak bir ibret konulmuş
ortaya
Tecrübeli ve bilgili kimse öğüt alır
Allah Teâlâ’nın ihsanıyla sevinilmelidir .
Nimet ehlinden sevinmek isteyen
kimse
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘De
ki Allah Teâlâ’nın rahmeti ve ihsanıyla sevininiz, o sizin topladıklarınızdan
daha hayırlıdır.’527
İnsanlar onunla sevinirler. Akıllı, elden çıkacak bir şeyle değil, sabit olanla
sevinir. Bu sevinç Allah Teâlâ’nın kulunun tövbesiyle sevinirkenki sevincine
benzer, çünkü tövbe bilhassa ahirette olmak üzere varlığı lazım ve sürekli bir
şeydir. Kul bulunduğu her durumda, iman bakımından perde halindeyse, O’na döner;
perde kalkmışsa, gözüyle görerek O’na döner.
Bu düstur, Allah Teâlâ’nın
(sevinmeyi) yasaklama hakkındaki sözü değildir. Bu ifade sadece kavminin
söylediği bir sözü aktarmaktadır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kavmi
ona dedi ki...’528 Yani
Karun’un kavmi kendisine ‘Sevinme, Allah Teâlâ sevinenleri
sevmez’529
demiştir. Bir sınırlama yapmadan böyle bir genelleme kullanmaları doğru mudur
değil midir? O başka bir meseledir. Onların bu husustaki dayanakları hal
karinesiyse, hiç kuşkusuz sınırlamışlar demektir; çünkü hal karineleri
sınırlayıcıdır; bazı yerlerde genellemeyi (mudaklık) gerektirse bile; bu,
sınırlama değil, mudaklığın (genelleme) sınırlanmasıdır. Bu zikir sahibine Allah
Teâlâ’nın ihsanıyla sevinme imkânı verdiği gibi zikrin zıddı olan bir netice ortaya
çıkartır. Bu durumda kişinin kalbi dünya hayatında yaşadığı süre hüzünlüdür.
Başka bir durumda bulunmuş olsaydı sevinmesini sağlayacak bir hâl kendine
açtığında ise açılan bu hususta Allah Teâlâ’ya şükretmesi gerektiğini bilir.
Böylece hüznü, öncekinden daha güçlü bir hal kazanır. Allah Teâlâ Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in geçmiş ve gelecekteki günahlarını bağışladığı
müjdesini verince, bu müjde Allah Teâlâ’ya şükretmek üzere daha çok çalışmasına
yol açmıştır. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ayakları
şişinceye kadar namaz kılar, (sebebi sorulunca) şöyle derdi: ‘Şükreden bir kul
olmayayım mı?’
Hakkını tam olarak vermek istediği
bir makamda bulunan bir insanın o makamla ilgili üzerinde hiçbir Hakk kalmadan
sevinmesi mümkün değildir. Allah Teâlâ’nın İhsam ve rahmetiyle müjdelenmiş
mükellef üzerinde ortaya çıkan Hakk ise son nefese kadar sürer ve dünya
hayatında yaşadıkça bu Hakk onun üzerinde kalır. Böyle bir insan ancak dünya
hayatından çıkarken sevinebilir, çünkü yükümlülük ancak teklif diyarı dünyadan
ayrılırken düşebilir.
Bu zikri düstur edindiğini iddia edip
de kendisinde sevinç görülen birinde bu zikrin izi bulunmadığı gibi böyle bir
insan bu zikrin ehli de değildir. Salihlerden birisi sevinen ve gülen bir adamı
görüp ona şöyle demiş: Ey adam! Allah Teâlâ’nın müjdelediği bir kul isen, halin
O’nun müjdesine şükredenlerin hali değildir. Allah Teâlâ’nın müjdelemediği
kimselerden isen, bu hal O’ndan korkanların hali de değil!’ Böyle diyerek, her
iki yorumda da onun sevinmesine tepki göstermişti ki, bu düstur ve bu
olumsuzlayıcı muhabbet (sevmemek, Allah Teâlâ sevmez ifadesi) hakkında
söylediğimiz tam da budur. Kast edilen her türlü sevgi değil, özel bir
sevgidir. Çünkü Allah Teâlâ’nın sevgisinin pek çok yönü vardır ve birisinin
olumsuzlanması bütünün olumsuzlanmasını gerektirmez.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Menzili 'Gaybı bilendir', 'O'nun gaybını
kimse bilemez, razı olduğu peygamber hariç../ Ayeti Olan Kutbun Halinin
Bilinmesi
Gayb birine görünseydi gayb olmazdı Çünkü artık görülmüştür
Gayb âlemi zuhur etmez Hatta kimse görmez onu
Bütün âlem Allah Teâlâ’ya görülür Varlıklar hakkında O’nun görmediği yok
Bizim için gayb var, O’nun için yok
Bu nedenle varlıkta tek kalmıştır O
Bu nedenle ‘ol’ sözünü görene dedi
ki Ey dost! O’nu dayanak edin
Allah Teâlâ bize ve sana Ruhu’l-kuds
ile yardım etsin, bilmelisin ki, kendi zannmca bilgiye ulaşan bilgiyle
nitelenmiştir. Bununla birlikte bilgi onun niteliği olabilir. Bu nedenle Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Fatiha olduğunu vakıasında gören birine ‘Bilgin
mübarek olsun’ demiştir. Yani gerçekte böyle olmuştur demiştir. Başka bir
ifadeyle rüyasında bilgi sahibi olduğunu gören kişiye gerçekte de öyle olmuştur
demiştir.
Bilmelisin ki gayb iki kısma ayrılır:
Birincisi hiçbir zaman bilinmeyendir. Bu kısım Hakkın hüviyeti ile O’nun
bizimle ilişkisidir; bizim O’nunia ilişkimiz (nispet) ise ilkinin
aşağısındadır. Bu gayb hiçbir zaman bilinmeyecek kısımdır. Diğeri izafi
gaybdir. İzafi gayb birine görülürken bazen başka biri için gayb olarak
kalabilir. Bu itibarla hiç
kimsenin görmediği bir gayb yoktur.
Bunun en ileri derecesi, varlığın kendi dışındaki herkese gayb olan kendini
görebilmesidir. Binaenaleyh her gayb başka birisine görünmezken yine de
görülmektedir. Allah Teâlâ razı olduğu kimselere gaybın bilgisini vermeyi murad
edince, zan veya tahmin olmayan bir bilgiyle gaybı öğretir. Böyle bir insan da Allah
Teâlâ’nın öğretmesi veya O’nun talimine mazhar olduğuna inanılan birinin öğretmesiyle
gaybı öğrenir; onların dışındakilerin gayb hakkında bilgileri yoktur. Bü talim
peygamber denilen kimse tarafından yapılır. Bu itibarla Allah Teâlâ ona gaybı
-kendisinde tutması için değilbaşkasına öğretmesi için öğretir. Böylece
Rabbinin katındaki derecesini öğrensin diye, öğretilene göre peygamberin
üstünlüğü tebarüz etsin diye gaybı ona öğretir. Zaten bu üstünlük ve mertebe
nedeniyle Allah Teâlâ onu resul diye
isimlendirmiştir. Gaybm bu türü ancak özel yönden (vech-i has) öğrenilebilir:
Onu meleğin veya başka birinin bilmesi mümkün değildir. Onu sadece peygamber
bilir; peygamberin melek veya başka bir tür olması durumu değiştirmez. Çünkü Allah
Teâlâ gaybına herhangi birinin ulaşamayacağım bildirmiş, sadece ‘razı olduğu
kimseler’ diyerek istisna koymuştur. Bu nedenle razı olunan kişi, -önünden ve
ardından ona zarar verecek kuşkulardan korunmuş bir haldegözetlenerek yürür. Bu
bilgi kuşkunun sahibinin (kalbine) girme imkânı bulamadığı bilgi olduğu gibi
böyle biri bilgisinde Rabbinden açık delile sahip basiret sahibidir. Onun başkalarından
ayrışmasını sağlayan ve kimsenin ortak olmadığı özel bir tecrübesi vardır;
birisi ortak olsaydı, ona mahsus olmazdı. Peygamber o bilgiyi birisine öğretmek
üzere getirdiğinde ise öğrenen için bu bilgi gayb bilgisi değildir. Çünkü Allah
Teâlâ peygamberi o bilgiye muttali kılmıştır. Başka bir ifadeyle böyle bir
bilgi, o kişi için Allah Teâlâ’nın hiç kimseyi muttali kılmadığı gayb
bilgisi değil, -kim adına meydana gelirse gelsinözel yönden meydana gelen
bilgidir. Fakat dünyada böyle bir bilgi yoktur, fakat ahirette bu bilgi
gerçekleşir. Bunun nedeni, dünya hayatında insan adına gerçekleşen bilhassa Allah
Teâlâ hakkındaki bütün bilgileri Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in
biliyor olmasıdır. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem önceliklerin
ve sonrakilerin bilgisine sahiptir ve sen de hiç kuşkusuz sonrakilerden
birisin. Allah Teâlâ’ya dair olmayan bilgilerde ise bazen insana özel yönden
bilgi verilir ve bu özel bilgi ancak kendisinden öğrenilebilir. O kişi bu
bilgiyi öğretmede peygamber mesabesindedir. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem’in makamının verdiği şey budur. Bu konudaki fayda Allah Teâlâ’yı
bilmeyle ilgilidir, çünkü bu bilgi, bilenin kendindeki suretinin güzelleştiren
bilgidir. Bu itibarla insanın Allah Teâlâ hakkındaki bilgiyi peygamberden
öğrenmesi, hususî yönden Allah Teâlâ hakkında değil de herhangi bir yaratılmış
hakkındaki bilgisinden daha faydalı ve değerlidir. İnsanın değeri Allah Teâlâ
hakkındaki bilgisine bağlıdır. O’nun dışındaki varlıkları bilmeye gelirsek, bu
bilgi perdeli insanın akıl yürütmeyle elde ettiği nedenlere bağlı bir
bilgidir. Çünkü insaf sahibinin yegâne himmeti, Allah Teâlâ hakkındaki bilgiye
yönelmiştir. Sen de Allah Teâlâ hakkındaki bilgiyi peygamberden alanlardan
olmak üzere çalış ki müşaheden Muhammedi olsun! Çünkü günümüzde Allah Teâlâ
hakkındaki bilgiden (peygamber bilmeden) herhangi bir yaratılmışa mahsus bilginin
bulunmadığını kesin olarak biliyoruz. Hz. Ayşe bu hususa Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in (Allah Teâlâ’yı görüp görmediği hakkındaki hadisini) yorumlarken
işaret etmiştir: ‘Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem Rabbini görmüştür’
diye iddia eden, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ’ya büyük iftirada bulunmuştur. ‘O’nu
gözler idrak edemez.’530 Burada araştırman gereken bir sır
vardır. Bana genişi daralttın ve sınırladın deme! Çünkü ben bir şeyi
bilmemenden söz etmiyorum, sadece Hakka dair bir bilgiyi ancak Muhammedi
surette bilebileceğini söyledim. Bu itibarla (Hakkı) en yüce görmenin Muhammedi
surette Muhammedî görme olduğunu açıklamış olduk. İmam Ebu’l-Kasım b. Kasi de -Allah
Teâlâ merhamet etsinHalu’nnaleyn’de bu görüşe vardı. Bu görüşü Tunus’ta beş yüz
doksan (h. 590) senesinde oğlundan aktarmıştık. Aynı değerlendirmeyi yapan
başka kimse görmedik. Benim Allah Teâlâ’dan öğrendiğim gibi ilahi bir ilhamla
ve doğrudan benim öğrendiğim gibi başka birinin de bu bilgiye ulaşmış olması
mümkündür. Yani İbn Kasi’nin bu konudaki bilgisi ilhamla olabilir veya İbn
Kasi’nin dışında daha öıîce ve/a onun devrinde veya daha sonra yaşamış birine Allah
Teâlâ bu hususta bilgi vermiş ve o bilgi ulaşmamış olabilir. En iyisini Allah
Teâlâ bilir. Bilgiden üstün değer olmadığı gibi Allah Teâlâ’dan anlamak
halinden yüksek hal de yoktur.
Menzili 'De ki, Hepsi Allah Teâlâ
katandandır, bu kavme ne oluyor da sözü neredeyse anlamayacaklar' Ayeti Olan
Kutbun Halinin Bilinmesi
Onlar yanlarındayken kendisini bulamamışlardır.
Alemdeki her şey Yaratandan .
Bu nedenle hâdislik yok âlemde
Görürsün, hakkındaki bilgiyi olumsuzlamış
Alemde bir söz anlaşılmayınca
Onlar onu hadis
olarak bulmadı
Bu seyir nedeniyle
onda teşvik vardır
Bilgiyi kimse
olumsuzlamadı
Cahil veya
ahlaksızdan başka
Ondan oluş bilinir
Tek cevher olarak, tespit uzasa bile '
Allah Teâlâ
peygamberine ikramda bulunsun . O bize hadis zikri yayan kişidir . ' .
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlara
Rahman’dan hâdis zikir geldiğinde ondan yüz çevirirler.’531 Başka bir ayette ‘Rablerinden
hâdis bir zikir geldiğinde, onu dinlemezler ve oyun oynarlar, kalpleri boştur’532 denilir. Burada zikir, Rab ve Rahman’dan
gelmiştir. Allah Teâlâ o insanların zikre eğlenirken kulak verdiklerini ve onu
dinlediklerini bildirmiş, ardından Kuran olduğunu bilmişken Rahman’ın zikrinden
yüz çevirdiklerini söylemiştir. Kuran Allah Teâlâ’nın kelamı, kelam ise O’nun
sıfatıdır. Demek ki Kuran kadimdir; fakat gelişi ‘hadistir.’
Bilmelisin ki hâdis (zaman içinde
meydana gelen) bir şey, gerçekte de hâdis olabileceği gibi bazen şimdiki anda
senin yanında bulunması bakımından hâdis iken daha önce var olmuş olabilir.
‘Kadim’ derken, başlangıcın olmamasını kast edersen, bu yönüyle sadece O’nun
kelamı ve tecelli suretlerini kabul eden şeyin kendisi vardır. Başlangıcın olmayışından
farklı bir anlamı kast edersen, bazen bir şey senin nezdinde hâdis olmazdan
önce kendiliğinde hâdis olabileceği gibi bazen senin yanında bulunmakla hâdis
olur; başka bir ifadeyle söz konusu şeyin hâdis olma vakti vakittir. Söz konusu
şey, sende veya sana hitap edende veya seninle oturanda o esnada bulunan
gayelerdir. Bu bağlamda ‘Allah Teâlâ’nın katı’ ifadesine gelirsek, O’nun katı
iki kısma ayrılır. Daha doğrusu, O’nun katında bulunanlar iki kısma ayrılır:
Birinci kısım, kendinde üzerinde bulunduğu ve hüviyetine ilave olarak aklen
bilinen durumdur. Gerçi biz bu durumun O’ndan başka veya O’nun aynı olduğunu
-(Eşarilerin) Allah Teâlâ’ya nispet edilen sıfatların O’nun ne aynı ne O’ndan
başka olmalarını (söylemeleri gibi)söylemeyiz. (İkinci kısım) Bazen Allah Teâlâ
katında bizim yanımızda ve bizim için hâdis olan bir şey bulunabilir. Misal
olarak ‘Her şeyin hâzineleri bizim
katımızdadıf533 ayetini
verebiliriz. Bizim katımızdaki/yanımızda bulunan o şeyler iki kısma ayrılır:
Bir kısmı cevheri yenilenmezken sureti yenilenen kısımdır. Misal olarak
yağmuru verebiliriz. Çünkü biz onun hem cevheri ve hem sureti bakımından
mahiyetini biliriz ki âlemin bütünü böyledir. Diğeri cevheri yenilenen
kısımdır; cevher suretin cevheri ve suretin kendisiyle bilfiil var olduğu
cevherin aynıdır. Çünkü onun kendisiyle bilfiil var olduğu cevher, ancak
kendisinde bulunmasıyla var olabilir. Daha önce o cevher dışta var olmayan aklî
bir şeydir. Bu yönüyle suretin yeri maddedeki yeri ve konumu, bütün hallerde
değil, suretin belirli bir halde meydana gelmesiyle var olur ve meydana gelir
(hudûs), kendisiyle bilfiil var olacağı başka bir suret olmadığında, onun yok
olmasıyla yok olur. Hepsi Allah Teâlâ’nın katindadır, çünkü Allah Teâlâ onun
şeyliğidir (şeiyyetü’s-sübût). O’nun katında makul olarak bulunan veya meydana
gelen (hudûs) bir mevcut yoktur, her şey, sübût ile varlık arasında Allah Teâlâ’ya
görünür. Bu itibarla sübût Allah Teâlâ’nın hâzineleriyken vücûd (var olma),
hâzinelerden bizim katımızda ihdas ettikleridir.
Mesela buzda su aklî (bir varlık
olarak) bulunur ve ona buz denilirken su onda kuvve halindedir. Buzu ayrıştırıp
eriten bir durum ortaya çıktığında, onu suya dönüştürür ve bu kez suyun sureti
meydana gelerek buz adı kalkar, sureti, tanımı ve hakikati kaybolur. Bu
yönüyle buz, bizim yanımızda, erimeden önce yağmur hâzinelerinden biriydi ve
(buz erimekle) hazinedekinin kendisi olan yağmur ortaya çıkmıştır. Bu durumda
su bir suretle hazineyken başka bir suretle de hâzinede saklanılandır. İşte
başkalaşan bir şey kendisine dönüştüğü şeyin aynıdır. Bu doğru ve gerçek misali
vermemizin nedeni, Hakkın varlığında (elVücûdu’l-Hakk) gördüğümüz tecelli
suretlerini böyle açıklayabilmemizdiir. Âlemdeki bütün suretleri Hakkın
varlığına ilhak eder ve buzun çözülmesiyle ortaya çıkan şeye su dediğimiz gibi
ona da halk
(yaratılmış) deriz. Bu isimlendirme de gerçek bir isimlendirmedir. Çünkü su
buz denilen şeyin erimesiyle ortaya çıkan varlıktan ibarettir. Öyleyse âlem bir
yönüyle Hakk bir yönüyle halktır.
Bu zikrin Allah Teâlâ’ya dair
bilgideki neticeleri bu ve benzeri hususlardır. Buradan yaratılmışların
mahiyetini, onlara ne zaman hâdis ne zaman kadim denilebileceğini öğrenirsin.
Bu bilgi, Allan’ın dilediği kullarına tahsis ettiği özel bir bilgidir. Bu
tahsis apaçık bir ihsandır.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’ ,
Menzili 'Allah
Teâlâ’dan ancak âlim kulları korkar' ve Bu Anlamdaki Başka Ayetler Olan Kutbun
Halinin Bilinmesi
Hakk llah’tan kim korkar:
O’nu bilen ve kuralına uyan kişi
Her şey O’nunla fani olunca Âlem ve
adı O’nda silinir gider
Bize fayda sağlayan bilgi Hükmünü
müşahede ettiğimiz her bilgi
O bizim aşina olduğumuz bilgi Bilgim
bilgisini onunla bilir
Haşyet, kendisinin ayrılmaz bir
özelliği olarak haşyeti izhar eden bilginin özeliklerindendir. Bu yönüyle
haşyet bilindiği ölçüde âlime nispet edilen haşyet duygusu ortaya çıkar. Onu
ise kendinden daha iyi bilen yoktur. Bu nedenle Allah Teâlâ’dan en çok
mütekabil isimleri bir araya getirmesi nedeniyle ‘Allah Teâlâ’ ismi korkar.
Buradan‘Ta ki bilelim...’534 ayeti
nazil olmuştur. Mümkünlerin -ortaya çıktıkları her yerdezuhurunun illeti,
ilahi isimlerin hükümleridir ve her ilahi isim (kuşatıcı isim olan) Allah Teâlâ
isminden korkar. Bunun nedeni Allah Teâlâ isminin nezdinde o esnada hüküm
sahibi olup yönetici konumundaki ilahi ismin mukabili olan başka ilahi
isimlerin bulunmasıdır. Bu itibarla her ilahi isim şöyle der: ‘Hükmümün ortaya
çıktığı bu yerde daha önce yönetici değilken Allah Teâlâ ismi beni
görevlendirdiği gibi başka bir valiyle, yani başka bir ilahi ismin hükmüyle
beni görevimden alabilir. Ben ilahi isimlerden daha bilgili olmadığım gibi bu
isimler arasında Allah Teâlâ isminden daha çok korkan da değilim. Allah Teâlâ
bu isimler üzerinde görevlendirme veya
görevden alma şeklinde tasarrufta
bulunabilir ve varlıkta gerçekleşen durum budur.’ Bir ilahi ismin görevden
alınmasının bir türü, âlemdeki dilek ve dualardan gerçekleşir. Bir kısmı bir
sual ve istek olmaksızın meydana gelir. Bu kısım ise ilahi ismin hükmünün
süresinin sona ermesiyle gerçekleşir ki, bu durumda nesih (ilahi isimlerin
hükmünün başka bir isimle yer değiştirmesi), gerçekleşir. Böylece yaratılmış
âlimlere Allah Teâlâ’dan korkmak özelliği izafe: edildiği kadar
ilahi isimlere de Allah Teâlâ’dan korkmak özelliği izafe edilmiştir. Dedik ki,
yaratılmışların ilahi isimlerin hükümlerini kaldırmasını Allah Teâlâ’dan
isteyebilirler (dua). Bu nedenle bir yerde hüküm sahibi olan ilahi isim,
yaratılmışların hükmünü kaldırmak üzere Allah Teâlâ’ya dua etmelerinden korkar Hakk
gelmiştir. Bu dua ve dileğe misal olarak Rabbine ‘Bana
zarar temas etmiştir...*35 diye
yakaran Hz. Eyyûb’un sözünü verebiliriz Hz. Eyyûb edDarr isminin görevden
alınıp hükmünün kalkmasını talep etmiş, Allah Teâlâ da onun hükmünü ortadan
kaldırmış, hükmü kalktığı için ed-Darr azledilmiş, en-Nafı’ görevi üstlenmiş,
zarara yol açan sıkıntıyı izale etmiştir. Böylece ilahi isimler, azil ve
görevlendirme gücü nedeniyle, Allah Teâlâ isminden korktukları gibi dua etme
gücüne sahip olmaları itibarıyla âlemdekilerden çekinmişlerdir. Allah Teâlâ
âlemin dileğini, bilhassa zorda kalanların dileğini kabul eder.
Bunun yanı sıra, ilahi isimlerin
hükümlerinin süresinin bitişine bakarız! Görevlendirmeyi müşahede eden ilahi
isimler, bir yandan umut taşırlar bir yandan da azledilmekten korkarlar. İlahi
isimler arasında el-Muntakim’den daha çok korkanı yoktur, çünkü o hükmünün
bilfiil kalkışını müşahede eder ve görür. Onun varlıkta hükmü kalmaz ve Hakk’ta
bil kuvve olarak bulunur. Onun yerini alan ilahi isimlerde de aynı korku
vardır. Binaenaleyh ilahi isimlerin âlemden korkuşuna dikkat etmelisin! Bunu
keşf yoluyla öğrendiğinde, şunu da anlarsın: Alem herhangi bir yönüyle Hakk
olmasaydı, ilahi isimlerin ondan korkması mümkün olmazdı, çünkü gerçekte Allah
Teâlâ’dan başkasından korkulmayacağı gibi O’ndan başkasından da umulmaz. Allah
Teâlâ’dan ise ancak âlim korktuğu gibi O’ndan daha bilgili yoktur. Dolayısıyla Allah
Teâlâ’dan Allah Teâlâ korkar. Fakat nispederin farklılaşması nedeniyle suretler
birbirinden farklıdır veya suretler birbirinden farklı olduğu için nispetler
birbirinden farklıdır. Nispetler olmasaydı suretler meydana gelmezdi; suretler
olmasaydı, nispetlerin farklılığı bilinmezdi. Binaenaleyh varlık birbirine
bağlı olduğu gibi onun (bir şeye) bağlanışı (başka bir şeyden) çözülmesinin ta
kendisidir.
Bu zikirde ‘Allah
Teâlâ aziz ve gafurdur’536 denilir. Allah Teâlâ’nın izzetinin
bir yönü, ilahi isimlerin hükümlerinin birbirlerine kıyasla ve bakmakla meydana
gelmemesidir. Hâlbuki alenidekiler birbirine kıyasla korku, umut, isteksizlik
ve sevgiyle nitelenirler; Allah Teâlâ öyle bir halden münezzeh ve yücedir
(aziz). Çünkü Allah Teâlâ kendinden korkulan, umulan, dilekte bulunulan ve
dilerse icabet edendir. Allah Teâlâ bu ilimlerden ve kendisine dönen sırlardan
dilediklerini örtendir. Bunlar Allah Teâlâ’ya, ilahi isimlere ve
yaratılmışlardan yaratılmışlara raci hususlardır. Bunların hepsi veya
yaratılmışlardan herhangi biri (O’nu) bilemezken Allah Teâlâ her birini bilir;
birinin bilgisi ötekinde yoktur. Allah Teâlâ toplamla bilinen ve bilinmeyendir.
O bütünde bulunan ve tekillerde bulunmayandır (Allah Teâlâ her şeydedir). Bu
durum ‘O’nun dilediği müstesna bilgisini
ihata edemezler’537 ayetinde
belirtilir. Burada istisna zikredilmiştir. Binaenaleyh Allah Teâlâ hakkında bir
kişide bulunan bilgi ötekinde yoktur ve bu nedenle ‘Allah
Teâlâ aziz ve gafurdur’538
buyurmuştur.
DÖRT
YÜZ DOKSAN BEŞİNCİ BÖLÜM
Menzili 'Sizden dininden dönüp kâfir
olarak ölen kişi../ Ayeti Olan Kutbun Halinin Bilinmesi
Sizden dininden dönüp ölen kişi Dini bütünüyle inkâr etmiştir
Çünkü din bir hakikat, muhalifi yok Başka bir yerden gelen
zıddı yok
Bütün gelenler şeyler O’nun şeriatı Bu konuda Şâri’den hüküm böyle geldi
Son mısrada zamir dine döner. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sizden her biriniz için bir şeriat
ve yöntem belirledik.’*39
‘Sizden’ derken kastedilen ümmeder değilnebilerdir. Ümmetler kastedilmiş
olsaydı, daha önce peygamber gönderilmiş bir ümmete başka bir peygamber ancak
-bir artış ve eksiklik olmaksızındestekleyici olarak gönderilebilirdi. Hâlbuki
durum böyle değildir. ‘Sizden’ zamirini aynı anda ümmedere ve peygamberlere
irca etseydik, gereksiz bir şeklide zorlamalı tevil yapmış olurduk. Binaenaleyh
zamirin peygamberleri işaret etmesi anlama daha yakın olduğu kadar bilgiye daha
ulaştırıcıdır. Risaletin genelliği ve özelliği de bu konuya dâhildir.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle der: ‘Dinini değiştireni ölürünüz.’ Bir Yahudi, Hıristiyan veya
Hıristiyan, Yahudi olduğunda öldürüp öldürülmeyeceği hususunda alimler görüş
ayrılığına düşmüşken Müslüman olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Çünkü Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem insanları İslam’a davet etmek üzere gelmiş,
ümmetinin âlimleri de bu değiştirmenin emredilen bir değişiklik olduğunu kabul
etmişlerdir. Bize göre burada değiştirme söz konusu değildir. Bize göre
Hıristiyan ve hatta bütün kitap ehli Müslüman olduklarında, dinlerini
değiştirmiş olmazlar. Çünkü onların dininin bir gereği de Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem’e iman etmek, peygamber olarak gönderildiğinde
şeriatına uymaktır. Bu itibarla Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in
peygamberliğinin herkesi şamil olduğu bütün şeriatlarda yer alır. Öyleyse bir
dine mensup insanlardan hiç biri Müslüman olduğunda dinini değiştirmiş olmaz.
Bunu anlamalısın! Geride bir tek müşrik kalır, çünkü şirk şeriat tarafından
kabul edilmiş ve belirlenmiş bir din değildir. O Allah Teâlâ’nın dışında başka
biri tarafından ortaya konulmuştur. Allah Teâlâ ise ‘Sizden
dininden dönen’540 demiş, Allah
Teâlâ’nın peygamberi de ‘Dinini değiştiren’ demiştir. Buna mukabil şirk din
diye isimlendirilmemiştir. Çünkü din ceza demektir ve müşrik için ne geçmiş ne
arda kalan hayır amelleri için şirkine karşılık ceza (sevap) yoktur. Müşrik
mekânı olan Cehennem ateşine ulaştığında, oradan hiçbir zaman çıkamayacaktır.
Çünkü orası bir ceza değil, her şeyi kuşatan rahmetin öne geçmesinden
kaynaklanan bir tahsistir. İlahi rahmetin hükmü ise gazabın hükmünün
kalkmasıyla birlikte o kişide ortaya çıkar. Öyleyse burada ‘din’ derken hayır
veya kötülüğe karşılık cezası olan din kastedilir. Âdet anlamındaki din
kastedilseydi, durum farklı olurdu. Âdet anlamında din, İmrü’l-Kays’ın şu beyitlerinde
dile getirilir:
Ümmü’l-Hüveyres’in dini gibi daha
önce
Onun komşusu Ummu’r Rebab’dır
Mısrada din âdet anlamında
kullanılmıştır. Hâlbuki biz âdetin de bir parçası olduğu meşru dinden söz
ediyoruz.
Bu zikir kendisini yapana irtidadın
(dönme) anlamını öğretir. Bu irtidat ‘Bütün
iş O’na döner’541
ayetinde belirtilen dönüştür. İnsanların bir kısmı dünya hayatında Allah
Teâlâ’ya dönerler. Bu durum ancak Allah Teâlâ’yı bilenlerde gerçekleşir. Onlar
bütün işlerinde O’na dönenlerdir ve bu dönme ölene kadar kendilerine eşlik
eder, bu hal üzere ölürler. Onlar ‘kâfir (örten)’ diye nitelenmişlerdir. Çünkü
sebepleri örtmüş, fakat onları reddetmemişlerdir. Onlar zahirleriyle sebeplere
uyarken içleriyle ve halleriyle Allah Teâlâ ile beraberdirler, çünkü sebeplerin
Allah Teâlâ’ya döndüğünü ve dayandığını bilirler; sebepler döndüğü için,
kendileri de O’na döner ve bu sebeplerle birlikte Allah Teâlâ’ya dönerler.
Sebepleri benimseyenler onların sebeplere uyduklarını görünce, onların da
sebeplerle ilişkilerinde kendileri gibi olduklarını zannetmiş, ardından
sıradan insanlar için kınama ve seçkin insanlar adına da övgü ve medih anlamına
gelen bu ayet nazil olmuştur. Ardından ayeti tamamlayarak onlar için şöyle
demiştir: ‘Onların amelleri boşa çıkmıştır.’ Burada Allah Teâlâ amelleri kendilerine
izafe etmiştir. Allah Teâlâ’ya dönmek ise amellerin -kendilerine değilO’na ait
olduğunu onlara öğretmiş, bunun üzerine ameller onlara izafe edilmekten düşmüş,
Allah Teâlâ’ya izafe edilmişlerdir. Nitekim gerçekte de durum öyledir. Ayette
‘dünyada’ denilir ki, keşfi dünya hayatında açılanlar kastedilir. Âhirette
derken de keşfi orada açılacak olanlar kastedilir. Ahirette gerçekleşen, perde
kalktığında herkes için gerçekleşen keşiftir.
‘Dininden’ kelimesindeki zamir de Allah
Teâlâ’ya irca edilebilir. Bu durumda din, Allah Teâlâ’ya ait dindir. Çünkü
dönen kişi, dönerken dinin kendisine değil Allah Teâlâ’ya ait olduğunu görür
ve bunu görmekle sahiplik (benim dinim) düşer. Burada dinin bu ayette onlara
izafe edildiğini söyledik. Çünkü bu yorum, Ta ki
sizi döndürürler’542
ayetinden anlaşıldığı kadarıyla, hüküm bakımından daha güçlüdür. Yani zorla
sizi dininizden döndürmek isterler. ‘Güçleri yeterse.’ Burada da din onlara
izafe edilmiştir. En uygun yorum, Allah Teâlâ’ya dönmesi de mümkün olmakla
birlikte, zamirin hitap zamiriyle aynı anlamda yorumlanmasıdır. Zamirde ilke
zamirin zikredilen en yakın şeye dönmesidir ve hal karinesi yoksa zamir en
yakına döner.
Bu düsturu tamamlamak üzere ‘Onlar
hüsrana düşenlerdir’543 denilir.
Bu keşif nedeniyle hüsrana düşerler, çünkü kendilerine ait olduklarını
zannettikleri şeyin onlara ait olmadığını görmüş, sermayeyi kaybetmişlerdir.
Bundan daha büyük bir hüsran ve zarar olamaz! Artık Allah Teâlâ’dan onlara
gelecek nimet, ancak el-Vehhab ve el-Mu’ti isminden olabilir. Artık onların bir
karşılık veya beklentileri kalmaz. Bu ve benzeri bilgiler, bu zikrin kendisini
düstur edinene kazandırdığı bügilerdir.
Menzili 'Allah Teâlâ’yı hakkıyla takdir
edemediler' Ayeti Olan Kutbun Halinin Bilinmesi
Allah Teâlâ’yı
başkası takdir edemedi
O'dan başka yok ki!
Demek ki hepsi takdir etti
Bana göre Hakkın takdiri şudur
O Allah Teâlâ’dır, sen suretleri tanı
Yaratıklar söylediğimi bir bileydi
llah’ın kadrim
takdir edelerdi
Zatlarının
varlığından geçseler
Ne Hakkı ne beşeri
tanırlardı .
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Rabbin
onların nitelemelerinden münezzehtir.,S44 Bir işin kadri, onun miktarı ve
ölçüsüdür. Bir şeyin ölçüsü ise zatında kendine denk birisini bulup onu ölçen
birim ölçüsü olmadan bilinmez.
Bu zikir Allah Teâlâ için bir kadir
(ve Hakk) izhar eder, fakat bu zamir sahipleri nezdinde meçhuldür. Hakkın
kadrini ancak insan-ı kâmili bilen bilebilir. Allah Teâlâ onu kendi suretinde
-halifelik demektiryaratmıştır. Sonra Allah Teâlâ zahir surette kendisini iki
el, iki ayak, gözler sahibi olmakla nitelemiş, bu konuda rivayederde geçtiği
üzere, teşbih etmiştir. Aklın delili ise bu nitelikler arasından
yaratılmışlarda ortaya çıkan hükümlerden O’nun mertebesini tenzih etmeyi
gerektirir. Bu itibarla O’nun kadrinin hakkı ve gereği, O’nun kendine izafe
edip de aklın O’na izafeyi reddettiği hususları kabul etmektir. Çünkü şeriat
olmaksızın akıl yalnız olsaydı, bunlardan hiç birini O’na izafe etmezdi. Böyle
bir şeyi akılla Allah Teâlâ’ya izafe eden, cO'nun
kadrini takdir edememiştir,’545
Bununla birlikte ayette bu izafeyi
yapan ‘hata etti’ denilmemiştir. Şeriata uyarak ve müşahedeye dayanarak,
Rabbinden gelen bir delile teşbih lafzım Allah Teâlâ’ya izafe eden, O’nun
hakkını takdir etmiştir. İnsan-ı kâmil -ki halifedirzahirde, batında, surette,
menzilde ve manda Hakkın kadrini takdir eden kimse demektir. Varlıktaki her
şey çifttir: Çünkü insan-ı kâmil ve âlem -ki âlem insan-ı kâmil vasıtasıyla
Hakkın suretinde var olmuşturçifttir: Dişi ve erkek, fail ve edilgen gibi! Hakk
fail iken âlem edilgendir (münfail). Çünkü âlem kendisinde ardışık bir şekilde
ortaya çıkan hareket, durağanlık, bir araya gelme ve ayrışma gibi olgular veya
renkler, sıfat ve nispeüerle edilgenliğin tezahür ettiği bir mahaldir. Öyleyse
âlem yar oluşta Hakla takdir edebilmişken sübût halinde bu durum daha açıktır.
Bunun nedeni sübût hallerinde mümkünlere ait olan ezelililik hükmüdür. Mümkün
için imkân, zatî ve nefsî bir niteliktir. Bu itibarla mümkün yoklukta ve
varlıkta sürekli mümkündür. Mümkünün yoklukta kalması bir tercih edenden
kaynaklandığı gibi tercih eden, varlığı kabul ehliyetinde olduğu için, onu
baki kılandır. Nitekim mümkünün var olması da, yokluğu kabul özelliğinde olduğu
için bekasını mümkün kılan şartı sağlamak özelliğiyle, bir tercih eden
nedeniyle gerçekleşir.
Allah Teâlâ kendisini benzerden
tenzih ettiği gibi mümkün de kendisini tenzihten teşbih etmiştir; bunun nedeni
teşbih ve tenzihte yer alan sınırlamadır. Onlar girme ve çıkma arasında
bulunur. Gerçeği olduğu hal üzere ancak tenzih ve teşbihi birleştiren
bilebilir. Böyle biri akla ve şeriata göre bir açıdan tenzihi kabul ederken bir
açıdan şeriata ve akla göre teşbihi söyler. Müşahede peygamberlerin Allah Teâlâ
hakkında ümmetlerine getirdiği bilgiye göre hüküm verir. ‘Dileyen
iman etsin, dileyen inkâr etsin.’546 Allah Teâlâ’yı
tavsif eden herkes, özel bir nitelikle sınırlanmışken Allah Teâlâ kendisini
-O’na ait olması bakımından değilbir şifada tahsisi yönünden söz konusu
nitelikten tenzih etmiştir. Çünkü toplamdan her birinin tek tek değil, bütünün
tekliğine sahiptir. Allah Teâlâ’yı niteleyen ise O’nu toplamın her birisinin
birliğiyle nitelemiştir. Allah Teâlâ’yı böyle niteleyen insan, ‘Rabbin
onların nitelemelerinden münezzehtir’547 ayetinin muhatabıdır.
‘Yedi gökler, yer ve onlarda bulunanlar Allah Teâlâ’yı
tespih eder,54g vb. gibi pek çok ayette ve hadiste
geçtiği üzere, yaraulmışların O’nu tespih etmesine gelirsek, tespihi yapan, Allah
Teâlâ’yı başkasının O’nun hakkındaki akidesinden tespih eder. Çünkü her tespih
edenin O’na bakışı tikeldir: Birinin Allah Teâlâ için kabul ettiği özellik
ötekinin olumsuzladığıdır. Bununla birlikte her biri Allah Teâlâ’nın hamdini
tespih eder. Allah Teâlâ o kişinin kendisinden olumsuzladığı niteliği kendisi
adına olumlar, yoksa başkasının olumladığmı onun adına olumlamaz. Ötekinin
kendisinden olumsuzladığı niteliği de onun adına kendisi için olumlar. Öyleyse Allah
Teâlâ kendisini övenlerden her biri için o kişinin kendisinden olumsuzladığı
niteliği olumlamıştır. ‘O'nun hamdiyle tespih’ bu demektir. O halde Allah Teâlâ’yı
ancak -olumsuzlama değilispada övmüş olur ve tespih ya da onun zıddıyla ancak
kuşatıcı, kâmil kul nitelenebilir. O, Hakkın suretiyle zuhur edendir, çünkü o
bütünü müşahede etmektedir. Bütün müşahede eden, hiç kuşkusuz, tafsili de müşahede
eder, çünkü tafsili bütün olarak görmüştür. Kâmil kul Hakkın toplamıyken Hakk
için kâmil kulun toplamı denilemez. Bununla birlikte Hakkın özel bir niteliği
vardır ki, âlem asla ona sahip değildir; âlemin de özel bir niteliği vardır ve
o nitelik de Hakta bulunmaz. Âleme ait nitelik, zillet ve yoksunluktur. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ye doğru yola ulaştırır.’
Dört yüz doksan altıncı bölümün bitmesiyle birlikte otuzuncu
sifir sona erdi. Âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’ya hamd olsun!
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar