Print Friendly and PDF

OTUZUNCU SİFİR 2.Bölüm

Bunlarada Bakarsınız

 


DÖRT YÜZ YETMİŞ BİRİNCİ BÖLÜM

Menzili 'De ki Allah Teâlâ’yı seviyorsanız bana uyun ki Allah Teâlâ da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın, Allah Teâlâ Gafur ve Rahim'dir' Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Rabbini peygambere uyarak sevdiğinde O da seni o kadar sever sonra daha çok

Senin sevgin üzerinde koruyucu bir perdedir O’nun sevgisi Sana efendilik kazandırır o sevgi

Bu kez başka bir şekilde O’nu seversen İfade edersin de edenlerden olmazsın

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’dan aktarırken şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ şöyle buyurur: Bana yaklaşanlar farz kıldığım ibadetleri yerine getirmekten daha sevimli bir işle bana yaklaşmamışlardır. Kul nafile ibadederle bana yaklaşmayı sürdürür. Ta ki onu severim. Onu sevdiğimde duy­ması, görmesi ve desteklenmiş eli olurum.’ Bundan daha açık ve tam ifadeler de gelmiştir. Herhangi bir insan bu düstura bağlanıp hakkalyakîn bir derecede onu hâline dönüştürdüğünde, nefsini ve rabbini bilmede ona fetihler ihsan edilir. Böyle bir insan, farz ibadederin hakiki-zorunlu ibadeder olduklarını öğrenir. Buna mukabil nafile ibadeder ihtiyarî (isteğe bağlı) ibadettir ve onlarda bir tür rububiyet kokusu bulunur, çünkü bu ibadetler tevazua işaret eder. Tevazu yükseldikte ayağı bulunan birinden ortaya çıkabilir. Kulun ise efendilikte bir nasibi yoktur. Bu nedenle bir rivayette ‘Kul kulu/kölesi olmayan kimsedir’ denilir. Bu nedenle nafile farz derecesinden aşağıda kalmıştır. Çünkü kulun gerçeği/emri bilmedeki eksikliği, nafile hakkmdaki inancı ölçüsüncedir. Hatta nafilelere ayağını koyduğu ilk anda gerçeği olduğu hal üzere bilmekten eksik kalmakla nitelenir. Bu bilgi, sahibinde hiçbir şeyin kendisine benzemediği bir muduluk meydana getiren değerli bilgidir. Çünkü kul zatı gereği kuldur, fakat onun kulluğu efendiye dayanmadan bilinemez. Rab da zatı gereği rabdir ve O’nun rabliği (rububiyet) kendisine istinat eden merbub bilinmediği sürece biline­mez. Binaenaleyh her birisi ötekinin dayanağıdır. O halde bilinen bile­ne bilgi vermiş, onu bilen haline getirmişken bilgi de bilineni bilinen (malum) haline getirmiştir. Söylediğimiz bu irtibat ortadan kalkarsa, ne âlim ne malum ne rab ne merbub kalır! Bununla birlikte iş bilen ve bilinen, rab ve merbub olmak üzere ayrışır. Varlığın kendindeki du­rumu budur. Biz de varhğın/vecdin ve müşahedenin verisine göre konuşup aldın mümkün saydığı vehimleri bir kenara bırakalım! Çünkü bu konuda konuşmanın özel bir yeri vardır ki, orada otorite vehme aittir.

Allah Teâlâ kendisini seven ve onların da O’nu sevdiği kulları olduğunu bildirmiş, kullarını sevmesini O’ndan kendilerine yönelik iki sevginin arasında vasıta kılmıştır. Böylece Allah Teâlâ onları sevmiş, bu muhabbet vasıtasıyla onları kendilerine getirdiği farzlarda ve nafilelerde peygam­berine uymaya muvaffak kılmıştır. Bunun yanı sıra Peygamber farzlar­la aynı tarzda olup nafile diye isimlendirilen ibadederi kendilerine zorunlu kılmaya onları teşvik etmiştir. Sonra kendilerine öğrettiği ibadederde peygambere uyduklarında, Allah Teâlâ’nın onları seveceğini bil­dirmiştir. Bu ikinci ilahi sevgi, ilkinin aynı değildir. Birincisi inayet sevgisiyken İkincisi birinci sevgi nedeniyle gelen değerli bir konuğa yönelik karşılık ve ikram sevgisidir. Böylece kulun rabbi hakkmdaki sevgisi iki ilahi sevgi arasında korunmuştur. Kul bu nitelikten uzak­laşmak istediğinde veya buna niyetlendiğinde, kendini iki ilahi sevgi arasında sınırlanmış görür ve hiçbir gedik bulamaz. Binaenaleyh kul, kendinde gedik bulunmayan inayet sevgisiyle istidracın bulunmadığı keramet/ikram sevgisi arasında varlığı korunmuş bir halde kalır. İki sevgi arasında sınırlı kalmak, bir zorunluluğa yol açar. İşte farz ibade­tin sağladığı sevgi bu demektir. Böyle bir kul kulluğunda zorunlu ol­duğu gibi Allah Teâlâ’nın kendisine farz kıldığı ibadederi yerine getirmede zorunludur. Böylece Hakk onun dikkatini O’nun kabzasında mahsur kaldığına çeker. Kulun O’nun avucundan (kabza) çıkması veya orada bir boşluğun olması mümkün değildir. İnsanın bu durumdaki halini aşağıdaki şekilde resmettik:


 

Kul Hakkın kendisini yükümlü tuttuğunu görünce şunu öğrenir: Hakk mükellef olduğu amelleri yapabilecek bir iktidarı ve gücü kulda görmeseydi onu yükümlü tutmazdı. Başka bir ifadeyle teklif, Allah Teâlâ’nın kendisini yaratmak üzere yükümlü tuttuğu fiilin varlığında katkısının bulunduğunu bildirir. Bu durum Allah Teâlâ’nın ona yüklemiş olduğu bu hususta Allah Teâlâ’dan yardım istemede de ortaya çıkar. Böylece bu ifade, insanın iktidar sahibi olduğu bilgisine yeni bir güç katar. Sonra Allah Teâlâ’nın ona farz kıldığı ibadedere bakar ve onların sahip olduğu imkâna göre az olduklarını görür ve geride kalan kuvvet ve imkânının sahip olduğu iktidar nedeniyle onda bırakıldığını anlar. Bu iktidar vesilesiyle kendisinden çıkacak işleri görmek üzere Allah Teâlâ onu sınamayı murat etmiştir. Bu iktidarın kendisinde ortaya çıkacağı alan, ancak Allah Teâlâ’nın insan adma geride bıraktığı genişlik olabilir. Bir misal olarak Allah Teâlâ şöyle der: ‘Senin gündüzde büyük meşguliyetin vardır.’ Meşguliyet kulun (vaktini) nafile ibadetlerle doldurmasıdır. Farz ibadetler tamam­lanmadan nafile ibadet yoktur. Nafilelerle birlikte Allah Teâlâ’dan iki başka sevgi meydana gelir: Birincisi farz ibadetlerin sevgisi, yani farz ibadet­leri yerine getirmekten dolayı insan adına meydana gelen sevgi; diğeri nafile ibadetleri meydana getirmesiyle Allah Teâlâ’dan meydana gelen sevgi­dir. İkinci sevgi birincinin aşağısındadır. Nitekim esas itibariyle kera­met/ikram sevgisi de inayet sevgisinin aşağısındadır, çünkü o sevgi bir karşılık sevgisidir ve ilki kadar saf değildir. Bir rivayette şöyle denilir: ‘Bir adam kardeşine 'seni seviyorum' der, öteki de onu severse, ikinci kişi sevgide hiçbir zaman ilkinin derecesine ulaşamaz. Çünkü birinci­nin sevgisi sebepsiz iken ötekinin sevgisi bir karşılıktır ve ilkine denk olamaz.’ Başka bir ifadeyle birinci sevgi İkinciyi meydana getirirken ikinci sevgi ondan meydana gelir. Meydana gelen, meydana getirenin gücünde olamaz. İnsanın zamanındaki geniş boşluk, Allah Teâlâ’nın kendile­rinde farzlar belirlemiş olduğu nafile ibadetlerle dolar. Nafilelerde farzların belirlenmiş olması, onları farzların derecelerine katmak üzere bizi teyit etme amacı taşır. Bu sayede nafile ibadetler farzların boşluk­larını doldurur, nafile ibadetlerdeki farz (şartlar) sayesinde farzlar ke­male erer. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den gelen sahih bir rivayette şöyle denilir: ‘Ameller tartıhrken kulun farzları tamam olmazsa, nafile ibadeti varsa Allah Teâlâ farzını nafilesinden tamamlayacaktır.’ İşte bu nedenle nafile iba­detler içinde farzlar bulunur. Çünkü her nafile ibadet, namaz, sadaka, oruç, umre vb. gibi farz ibadetin suretindedir. Başlamadığı sürece nafile ibadeti yerine getirirken kul muhayyerdir. Yapmaya başladığında ise kendisine şöyle denilir: ‘Amellerinizi batıl yapmayınız!’ Öyleyse nafile ibadette işin başında kul serbestken yapmaya başladığında -bize göreartık mecburdur. Kuralcı âlimler bu konuda bizden farklı düşü­nür. (Bizim delilimiz olarak şu ayeti zikredebiliriz): ‘Kim Allah Teâlâ’ya verdiği sözü yerine getirirse...*90 Hiç kuşkusuz farz olmayan bir işe başlamak, Allah Teâlâ karşısında verilmiş bir sözdür. Bu nedenle sahabe ‘Üzerimde (farzlardan başka) başka bir yükümlülük var mı?’ diye sorunca, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Hayır! Ama nafile ibadetler var’ demiş, bu genel ifade ihtimale açık olmuştur.

Farz ibadetini îfada, nafiledeki gibi kulun dilerse yapıp dilerse yapmamasını gerektirecek bir rablik kokusu bulunmaz. Bu nedenle farz ibadeti yerine getirirken, hiç kuşkusuz, mecbur ve zorunlu kuldur. Bu nedenle kul münkeşir olmuştur. Bu kırıklığın nedeni, kendisi hakkındaki bilgiyi Allah Teâlâ’ya vermesiyle kazandığı izzede çelişen bir durumun ortaya çıkmasıdır. Allah Teâlâ onun kırıklığını ‘Benim nezdimde söz değişmez’391 ayetiyle gidermiş, kuldan ‘dilerse (yapar), dilerse (yapmaz)’ şeklinde irade bildiren ifadelerin (verdiği izzeti) izale etmiştir. Kul için geride bir muhayyerlik değil, ‘O ne dilerse’ ifadesini bırakmıştır (Siz dileyemezsiniz, meğerki Allah Teâlâ dileye!). Böyle bir ifadeyi duymakla kulun kırıklığı onarılmış olur. Kul Allah Teâlâ’nın mecaz söylemediğini, ger­çekte de durum öyle olmasaydı böyle bir söz söylenemeyeceğini öğre­nir ve kuldaki kırıklık kalkar. Bu kırıklık kutsi bir hadiste ‘Ben kalpleri benden dolayı kırık olanların nezdindeyim’ şeklinde belirtilir. Allah Teâlâ diyor ki: ‘Kendilerine farz kılıp ibadetler ve onları içine soktuğum mecburiyetle kalplerini kıran ve onları sahip oldukları izzetten alaşağı eden benim.’ Kalpleri kırıldığında, Allah Teâlâ’nın kendisini de zorunluluk altına sokup O’nun nezdinde sözün değişmemesi (bunun bir zorunlu­luk olması) ve O’ndan gelen hükmün kesinleşmesi hakkındaki bilgileri, onarıcı bir özellik olarak kendilerinde bulunmuştur. Böylece âlemden imkânın (olabilirlik) kalkmasıyla ihtiyar da kalkmıştır. Geride sadece kendisi nedeniyle vacip ile başkası nedeniyle vacip kalmıştır. Her ikisi de bir veya iki varlığa ait iki niteliktir. Bu itibarla sadece rab ile merbub (rabbin kulu) vardır. Allah Teâlâ ona bu genişlikte muhayyer bıra­kıldığı ve nafile diye isimlendirilen ibadederle ilahi ihtiyarın hükmünü ihsan etmiştir; ilahi ihtiyar ‘dilerse (şunu yapar) dilerse (bunu yapar)’ şeklinde ifade edilen iradedir. Böylece Allah Teâlâ kula kendi elbisesini (özel­liğini) giydirmiştir. Bu itibarla kul mecburiyet özelliğinden daha çok ihtiyar sahibi olmak ve serbest davranmak özelliğine layıktır. Çünkü hakikati imkân olduğu için tereddüt (iki şey arasında kararsız kalmak) etme özelliğindedir. Allah Teâlâ’ta ise böyle bir imkân (ve tereddüt) bulun­maz. Böyle bir özellik Hakk’tan zuhur edince, O’nun belirli bir müm­künün suretinde zuhur ettiğini öğrenirsin. Bunun için ‘Allah Teâlâ’nın bir şeyi yapması veya yapmaması mümkündür denilemez’ diye hüküm verme­ye edep engel oldu. Fakat şöyle deriz: ‘Bu mümkünün olması caiz olduğu kadar olmaması da caizdir.’ Öte yandan zorunluluk kuldan ortaya çıktığında, o da -kulun kendisinden değilHakkın suretiyle ortaya çıkar. Çünkü kul ancak efendisinin kurallarını yerine getirmekle kul olabilir ve esas itibariyle kuldan fiil olumsuzlanmıştır. Öyleyse kul yapmakla yükümlü olduğu işleri yerine getirmek anlamındaki kullukta göründüğünde, Hakkın suretiyle ortaya çıkmıştır. Bu nedenle Allah Teâlâ bir şeyin hüviyeti olduğunu söylememiş, fakat kulun hüviyeti olduğunu belirtmiştir. Buradan kulun durumunun herhangi bir şeyin durumu ve hükmü gibi olmadığını anladık. Bu itibarla nafile ibadetlerde rablik (rububiyet) kokulan bulunmamış olsaydı kula yakışan nafilenin hük­mü olacağı kadar farzlarda kulluk kokuları bulunmamış olsaydı Rabbe yakışan da o olurdu. Öyleyse her birisinin hükmünü Allah Teâlâ’nın kendisine yerleştirdiği mertebeye koymalısın! Bu durumda o mertebeyi belirle­yen biz değil, Allah Teâlâ olur; biz ise O’ndan bize gelen sorulara karşılık itirazdan uzaklaşmış oluruz.

Allah Teâlâ karşılık olan sevgisine -ki ikram ve keramet sevgisi demektirgünahların bağışlanmasını, yani örtülmesini yerleştirdi. Ayet Allah Teâlâ’nın kâfirleri sevmediğini bildiren ifadeyle biter. Kâfir ise örten demektir ve Allah Teâlâ günahları örtendir. Buradan Allah Teâlâ’nın kullan arasından -her tür­dekinimetlerini örtenleri sevmediğini anladık. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Rabbi­nin nimetine gelirsek, onu zikret.’392 Zikredilen, gizlenmiş olamaz ve nimeti söylemek ve dile getirmek, bir şükürdür. Allah Teâlâ kuluna bir nimet ihsan ettiğinde, nimetin kulda görünmesini ister. Allah Teâlâ’nın kulla­rına bolca ihsan ettiği nimeder, zahiri ve batını nimetlerdir. Kim Allah Teâlâ’nın verdiği nimeti örterse, hiç kuşkusuz, ona karşı nankörlük etmiş­tir; kim nankörlük yapıp nimeti örterse, Allah Teâlâ bu davranışuıa karşılık açlık ve korku elbisesini kendisine giydirir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘günahları örtmek’ diyerek ifadesini sınırlamıştır. Bunlar Allah Teâlâ’nın kulları adına geride bıraktığı bakiyedir. Bu günahların sayesinde onlar Allah Teâlâ karşı­sında edepli olmayı öğrenirler ve itaat ile iyiliği Allah Teâlâ’ya nispet ederler ve Allah Teâlâ’nın kudretine havale ederler. Buna karşılık günah ve masiyeti nefislerine nispet ederler. Bu nedenle şöyle dedik: ‘Allah Teâlâ onları baki bırakmıştır.’ Allah Teâlâ’ya ait olandan onların nasipleri budur, çünkü gerçek­te her şey Allah Teâlâ’dandır. Fakat perdeli insanlar neredeyse sözü anlama­yacak durumdadırlar. Hatta onlar, Allah Teâlâ’nın bu söze ait olarak belirle­miş olduğu yerin dışındayken, hepsi Allah Teâlâ’ya aittir derler. Böyle bir söz söylemelerinin nedeni, mertebeleri bilmeyişlerinden kaynaklanır. Bu kadar açıklama yeterlidir, çünkü konu geniş olduğu için bu hususta söylenebilecek sözler de çoktur. Allah Teâlâ âlemi sevgiden yaratmış, sevgi ise bütün makam ve hallere eşlik etmiştir. Başka bir ifadeyle sevgi bü­tün işlere yayılmıştır. Bu nedenle sevgi hakkındaki açıklamalar, bir sona ermeksizin artabilir. Sevginin kaynağı, (seven ile sevilen arasında­ki) bağlar demek olan nispederdir. Bu bağlarla birlikte kesinlikle tevhid sabit olamaz. Bu nedenle sufilerin bir kısmı şöyle demiştir: ‘Kim birlerse, şirk koşmuş sayılır.’ Nitekim cem’i (birliği) dile getiren kişi de hiç kuşkusuz farkı (ayrımı) söylemiş demektir.’

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

DÖRT YÜZ YETMİŞ İKİNCİ BÖLÜM

Menzili 'Sözü dinleyip en güzeline uyarlar, onlar Allah Teâlâ’nın hidayet ettiği ve akıl sahibi olan kimselerdir' Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Vecihleri ifade edenin sözünü dinleyen kimse Her kelimede kendisine gelenin en güzelini öğrenir

O hikmet sahibi, âlemde her şey O’nun hikmeti Sen O’nun âlemindesin ve O’nun hikmetindensin

Senden dinlersin, dinlediğini iyice incelersen

Senin kulağın O’nun sözü karşısında kadimliğinin mertebesinde

Arş kürsünün böldüğü hitabı tekleştirir Çünkü sözde kadimlik var .

Hâdislik onun bir yönü, hâdise bakan yönü Diğeri ise yokluğa bakan tarafı

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlara rablerinden hâdis bir söz geldi­ğinde...’393 Başka bir ayette ‘Onlara Rahman’dan hâdis bir zikir geldiğin­de...'’394 denilir.

Bilmelisin ki bu ifade, âlemdeki her kelamın kendi kelamı olduğu hakkında Allah Teâlâ’nın bir uyarısıdır. Çünkü ‘gelmek’ gelende gerçekleşen bir iş olduğu için, Allah Teâlâ’dan bize ancak hâdis (zaman içinde var olan) söz gelebilir. Söz ancak bulunduğu kimseden gelmiştir. Bu ise bazı kimselerin gözünde kendisinde göründüğü bazı kimselerin gözlerinde de kendisinden soyutlandığı surettir. O halde sadece duyan, konuşan, söyleyen, dile getirilen ve söylenen vardır. Bunların hepsi güzeldir. Daha doğrusu güzel ile daha güzel arasında derecelenir. Her söz güzel iken gayeye yatkın söz daha güzeldir. Bununla birlikte bütün sözler güzeldir. Ayette ‘Allah Teâlâ sözden kötülüğün açıklanmasını sevmez’395 buyu­rur. Burada Allah Teâlâ sevgisini kötü sözün izharına ilişmekten olumsuzlamıştır. Sözün kötülüğü bir sözün kötü olduğunu söylemektir. Gerçek­te her sözü söyleyen Allah Teâlâ’dır. Kötüyü izhar ve açıklamak, bazen söz olabilirken bazen söz olmayan fiillerde gerçekleşir. Allah Teâlâ ‘açık’ derken kuldan taşkınlığın ortaya çıktığı işlerini kasteder. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘İçi­nizden birisi kazuratla sınanırsa, onu örtsün’, yani ortaya çıkartmasın demiştir.

Kötülük iki türdür: Şerî kötülük ve seni üzen kötülük! Böyle bir kötülüğü şeriat övebilir ve kınamamış olabilir. Bazen bu kötülük, seni üzmesi bakımından kötülüktür, yoksa onun kötü olması Allah Teâlâ’nın o şeye dair hükmü değildir. Allah Teâlâ ‘Bir kötülüğün karşılığı onun gibi bir kötülüktür396 buyurur. Birinci kötülük dini kötülüktür -çünkü o haddi aşmaktır-, diğeri haddi aşanı üzen kötülüktür. Gerçekte ceza ve karşılık (kısas), dine göre kötülük değildir, çünkü Allah Teâlâ kötü bir işe şeriatında yer vermez. Dilde kötü ve iyi hakkında yerleşik bir ıstılah bulunduğu için, Allah Teâlâ katından şeriat dildeki kullanıma göre inmiştir. Onlar kötü­lüğü kötülük diye isimlendirip ‘kötülük diye bir şey vardır’ demiş, Allah Teâlâ ise şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ sözden kötülüğün açıklanmasını istemez.’397 Sizin kötü diye isimlendirdiğiniz şeyi demektir. Onu öyle isim­lendirmiş olmanızın nedeni, gayelerinize uygun olmayışıdır. Bu bağ­lamda ‘Ebrar’ın iyilikleri Mukarrabin’in kötülükleridir’ denilir. Daha iyi nispi olduğu gibi kötü de aslında nispidir. Allah Teâlâ’dan olan her şey ister üzücü ister sevindirici olsuniyidir. Bu bakımdan iyilik ve kötü­lük, izafidir. Allah Teâlâ ‘Onlar Allah Teâlâ’nın hidayet ettiği kimselerdir’ buyurur. Yani iyinin ve daha iyinin ne olduğunun (bilgisine) ulaştırdığı kimse­lerdir. ‘Onlar akıl sahipleridir.’398 Yani onlar, koruyucu kabukla örtül­müş işin özünü ortaya çıkartmalarını sağlayan derin aklın sahipleridir. Çünkü göz perdeyi görür. Perdeli olan ise derin akıl (lüb) sahipleri için Hakkın kendisinde tecelli ettiği ve sonra da başka bir perdeye geçtiği suret hakkındaki bir uyarıdır. Binaenaleyh hakikatte sadece bir perdeden başka birine intikal ve geçiş vardır. Çünkü Hakkın tecellisi asla tekrar etmez; öyleyse suretlerin başkalaşması gerekir. Hakk ise bütün bunların ardındadır. Görmek ve perdelenmek yönüyle, Hakk’tan bize (dönük olan), ez-Zahir ismidir. el-Batın ismi ise batın olmayı sürdürür. O, derin akıl sahiplerinin idrak etmiş olduğu ‘akledilen lüb’ demektir. Akıl sahipleri lüb denilen bir şeyin bulunduğunu bilirler. O lüb üzerinde perdenin ortaya çıktığı şeydir ve ez-Zahir isminden başka bir şey değildir ve her iki halde isimlendirilendir. Kim görmekten söz ederse, doğru söylemiştir; kim ‘görülemez’ derse, o da doğru söylemiş­tir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Rabbinizi göreceksiniz’ ifadesiyle bizim görebile­ceğimizi tespit ederken aynı zamanda görmeyi olumsuzlamıştır. Kendişine ‘Rabbini isra gecesi gördün mü?’diye sorulduğunda, hayrede şöyle demiş: ‘Nurdu, nasıl göreyim?’ Yani hâdisliğin zayıflığı nedeniyle nuru idrak edemem. Nur Allah Teâlâ için zati bir nitelikken hâdislik de bi­zim adımıza zati bir nispettir. Biz sürekli bulunduğumuz haldeyken O da sürekli bulunduğu haldedir. Allah Teâlâ’nın hidayet ettiği, yani öğretim ve talim işini bizzat üsdendiği bilgide derinleşenler, lüb sahipleridir (ulu’l-elbab). Allah Teâlâ’nın onlara öğretmiş olduğu bilginin bir yönü de, kabukla gizlenmiş bir lüb bulunduğunu bilmeleridir. Öyleyse hem olumsuzlayan ve hem olumlayan doğru söylemiştir. O halde ‘Allah Teâlâ zahirdir’ diyen Allah Teâlâ’nın kendinden söylediğini söylemiştir. Bir varlığın zahir ve bariz olmasının yegâne faydası, müşahede edilebilmesidir. Allah Teâlâ hem müşahede edilen ve bu bakımdan görülendir. Kim ‘Allah Teâlâ batındır’ derse, Allah Teâlâ hakkında O’nun kendinden haber verdiği bir hükmü söylemiştir. Bir şeyin batın olmasının yegâne faydası ve neticesi ise gözler tarafından idrak edilemeyişidir. Allah Teâlâ bu yönden görülemez ve müşahede edilemez.

Bu zikir ‘sözün en güzeli’ni takip edince, sahibi kapalı ve örtülü bir lübbün bulunduğunu idrak etmiştir. Buna mukabil başka biri, gözün görmüş olduğundan başka bir şey yoktur der. Öyle bir insan, bu insanın görünen bedeninin ardında (zahir suret) kendisini yöneten ve yönlendiren başka bir varlık olmadığını ileri süren gibidir. Ona göre Zeyd’in suretini gören kişi, hiç kuşkusuz, onu görmüştür. Lübbü ka­bul eden ise bedenin ardında başka bir şey olduğunu bilen demektir. Ona göre görülen bedenden ortaya çıkan eser, perde içinde görünme­yen ve gizlenmiş varlığa (ruh) aittir. O ruhun delili, ölümle birlikte suret geride kalırken (insanlık) hükmünün kalkmış olmasıdır. Öyleyse Bazı kimseler ‘Zeyd yönetici ruhun ta kendisidir’ der. Onlara göre Zeyd suret (beden) değildir. Ona göre suret ile bedene benzer bir şekilde bir araya getirdiğimiz ahşap veya taş parçalarından oluşan bir suret arasında fark yoktur. Böyle biri ‘onu görmemiş’ demektir. ‘Zeyd bir toplam, yani zahir ile batının toplamıdır’ diyen ise hem görmüş hem görmemiştir. Bu anlamda olmak üzere, ayette ‘Attığında sen atma­dın399 denilir. Sözün en güzeli iki durumda birden iki şeyi ispat etmek­tir.

Müşahede eden de müşahede edilen de

Birden başkası değil! fark çoklukla bilinir

Gördük diyenin sözü doğru

Görmedik diyen zayıflık ve pas nedeniyle görmedi

Göz paslı olunca sürekli öyledir

Pasın özelliği faydayı silmek

Kulağa yöneldik ve akıl sahibi olduk

Kulaktan meydana gelen hususta bilgi yok

Masum olduğunda ve söylediğinde                                .

Onun sözü Hakk, kesinlikten ona gelmiş

Akıl ve şeriat sahibi uzlaşmış

Akıl da mübarek şeriat da mübarek

. Bilmelisin ki ittiba (peygambere uymak), senin için sözünde ve kuralında belirleyip tanımladığı şeye uymandır. Hakk seni nereye götü­rürse, sen de oraya gider, durduğu yerde durursun, bak dediği şeye bakar, teslim ol dediği yerde teslim olur, düşün dediği yerde düşünür, iman et dediği yerde iman edersin. Çünkü Kuran-ı Kerim’de yer alan ilahi ayetler türlü yollarla gelmiş, onlarda muhatap farklı şekillerde tavsif edilmiştir. Bir kısmında ‘Tefekkür eden bir kavim için ayetler var­dır5400 denilirken bir ayette ‘Akıl sahibi kavim için ayetler vardır401, başka bir ayette ‘Duyan bir kavim için ayetler vardır’402, başka bir ayette ‘İman eden bir kavim için ayetler vardır’403, başka bir ayette ‘Bilen kavim için ayetler vardır’404, başka bir ayette ‘Derin akıl sahipleri için ayetler var­dır405 ve ‘Lüb sahipleri için ayetler vardır406 buyrulur. Başka bir ayette basiret sahiplerine ait ayetler zikredilir. Ayederi Allah Teâlâ’nın tafsil ettiği üzere tafsil et ve hiçbir ayeti zikredilenin dışındaki gruba göndermeden her ayeti yerli yerine yerleştir. Ayetle kimin muhatap olduğuna bak ve sen de ayetin muhatabı ol! Çünkü sen bütün zikredilenlerin toplamı­sın, çünkü sen görmek, düşünmek, akıl ve lüb sahibi olmak, tefekkür etmek, bilgili olmak, iman etmek, duymak ve kalp sahibi olmak gibi özelliklerle nitelenensin. Ayeti incele ve belirli bir ayette nitelendiğin özelliği ortaya çıkar ki, Kuran’ın kendisi adına toplandığı ve üzerinde cem’ olduğu kimselerden olasm! Kuran’ın kendisi adına toplandığı kimse de onu ‘istizhar (bütün ayetlerini zevk yoluyla idrak)’ eder. Böy­lece Kuran ehli, hatta bu vasfa sahip olduğunda Kuran’ın kendisi olur­sun. Böyle biri Allah Teâlâ’nın özel kullanndandır. Hülasa-i kelam, bütün sözler, güzel/iyi ve daha güzeldir. Kötü ise sözün dile getirdiği durum -ki kötü olabilirveya onu söyleyende bulunabilir, sözde değil!

Sözde ve kelamda çirkinlik yok Çirkinlik hakkında konuşulan şeyde

Ya da söylenen, dile getirilen veya kendisinden söz edilende olabi­lir. Bunu anla ve bütün varlığı yazılmış bir kitap kabul et. Dilersen rakamlı bir kitap da diyebilirsin Ki, bu daha doğru bir ifadedir. Çünkü o iki yönlüdür: Birinci yönüyle Hakkı söyler, ikinci yönüyle Hakk’tan söyler. Böyle olursan, Allah Teâlâ’nın hidayet ettiklerinden olursun. Yani Allah Teâlâ’nın kendilerine beyan verdiklerinden olursun. Onlar, derin akıl sahipleri, işlerin gizliliklerini ve hakikatlerini yakalayan, hâzinelerini izhar eden, bağlarını ve remizlerini çözen, ibarelerin kendilerini ifade ettiği işarederin bağlamlarını bilenlerdir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’’

Menzili 'İlahınız tek ilahtır ayeti olan Kutbun Halinin Bilinmesi

llah’ın tevhidini söyler bir kavim

Çoğun birliği varlık demek

O’nun güzel isimlerinden öğrendik:

Allah Teâlâ dilediğini yapan              ,

Bizim vasıtamızla ilah oldu ve biz O’nda idik

O Mevla, biz O’nun köleleri

Allah Teâlâ sana ve bize kendinden bir ruh ile yardım etsin, bilmelisin ki Allah Teâlâ zatı hakkında düşünmeyi bize yasakladığı gibi ulûhiyetinde ken­disini birlemeyi bize emretti. O’ndan başka ilah yoktur. Nazarî düşün­ce sahipleri arasından Allah Teâlâ ehli olduğunu iddia eden eski düşünürler­den (kadimler) ve kelamcılardan bazı kimseler ile el-Maznûn bihî ve Gayr-ı Maznun adlı kitaplarında Ebu Hamid Gazali vb. bazı sufıler O’nun bu emrine emre karşı gelmişlerdir. Bu hususta onlar, gerçekte lehlerine değilaleyhlerindeki bazı delillerle delil getirmişlerdir. Nazarî düşüncenin gereğini tam olarak yerine getirdikten sonra, bu kez acizli­ği itiraf etmişlerdir. Ortada gerçek ve doğru bir bilgi ile iman bulun­saydı, hiç kuşkusuz daha ilk teşebbüslerinde bu acizlik gerçekleşirdi. Onlar ise sınırların en büyüğü demek olan Allah Teâlâ’nın sınırlarını aşmışlar, bu aşmayı da (sözde) O’na yakınlık vesilesi edinmiş, bu davranışın Allah Teâlâ’dan uzaklaşmanın ta kendisi olduğunu anlamamışlardır. Perde kalktığında, kime neyin verildiği ve kimin verdiği belli olur.

Tozlar bir dağılsın hele, göreceksin!

At mıdır altındaki, yoksa eşek mi?


Görüntü at olduğunu gösterirken tecrübe eşek olduğunu söyler. Bu zikir, zâkire büyük bir umut ve açık fetih ihsan eder. Şöyle ki: Allah Teâlâ bu ayette müslümanlara ve O’ndan başkasına kendisine yaklaşmak niyetiyle -ki gerçekte O’ndan başkasına ibadet etmemişlerdiribadet edenlere hitap etmiştir. Onlar ‘Biz putlara sadece bizi Allah Teâlâ’ya daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz'407 demiş, böylece pudara tapma sebebini pekiştirerek zikretmişlerdir. Allah Teâlâ ise bize şöyle demiştir:

‘İlahınız ...’408 Müşrikin şirk koştuğu ibadetle yaklaşmak istediği ilah tektir. Sanki siz ve müşrikler, O’nun mutlak birliğinde ayrışmadınız. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Sizin ilahınız5409 demiş, bizimle onları birleştirerek, ‘tek ilahtır’ buyurmuştur. Onlar nazarî düşüncelerinin kendilerine verdiği hükümle O’ndan dolayı şirke düşmüşlerdir. Bir nedenle bir işe yönelen için o şey, gerçekte onun maksadını teşkil eder, yoksa yöneldi­ği olarak görünen iş/şey, onun maksadı değildir. Nitekim şöyle denilir: ‘Bir iş nedeniyle seninle arkadaşlık yapan veya bir iş nedeniyle seni seven kişi, iş bittiğinde senden yüz çevirir.’ Bu nedenle Allah Teâlâ kıyamet günü ortak kıldıkları şeylerin onlardan yüz çevireceklerini söylemiştir. Müşrikler bu işi kendiliklerinden yapmış oldukları için cezalandırıla­caklardır, yoksa Allah Teâlâ’nın değerini buna bağlamış olmaları nedeniyle cezalandırılmayacaklardır. Balanız! Allah Teâlâ bu durumlarını bilerek şöyle der: ‘İlahınız tek ilahtır.’410 Allah Teâlâ onların dikkatini çekerek şöyle der: ‘De ki onları adlandırın.’411 Putlarını adlandırmış olsalardı, Allah Teâlâ’nın isimle­rinden farklı isimleriyle zikredecelderdi. Sonra onları içinde bulunduk­ları şirkte ‘Haktan uzaklaştılar412 diyerek dalaletle nitelemiştir. Yani onlar, kendilerini hayrete düşürdükleri için açık bir dalalettedirler. Bunun nedeni, elleriyle yonttukları ve duymadığını, görmediğini, Allah Teâlâ’ya karşı kendilerine herhangi bir fayda vermeyeceğini bildikleri şeylere ibadet etmeleridir. Öyleyse bu ifade, onların düşünce ve akılla­rındaki eksikliğe dair Allah Teâlâ’nın şahitliğidir.

Bunun ardından Allah Teâlâ bize ilahlığı kendilerine nispet etmelerine karşılık O’ndan başkasına ibadet edemeyeceğimize hükmettiğini bil­dirdi. Yani müşrikler, putları O’nun vekilleri ve adeta Allah Teâlâ’nın atadığı vezirleri saymışlardır. Halife ve vekilin özelliği, üzerlerine halife atan­dığı kimselerde asılın mertebesinde bulunmaktır ve bu nedenle müşrik­ler, bunu kimin adına yaptığını düşünmeksizin, ilahlığı (ulûhiyet) kendiliklerinden pudara nispet etmişlerdir. Müşrikler ‘İlahları tek ilah mı yapacak413 derken, Allah Teâlâ’nın dışında taptıkları şeylerin ilah oldukları­na inanmaları nedeniyle böyle demişlerdi. Bununla birlikte Allah Teâlâ onla­ra göre bütün ilahlarından üstündü. Onlarm sözü, sahih hadiste geçen Hakkın tecellisinin suretlerinin farklılaşmasıyla ilgili ifadeye benzemiştir. Bunu müşahede eden kimse, bir suretin otelci suret olmadığını bilir. Bununla birlikte görülen her suretin Allah Teâlâ olduğu söylenmelidir. Fakat suretlerle ilgili bu durum Allah Teâlâ’dan gelen bir bilgi (ve izin) onla­rın yanında bulunan başka biri bu konudaki hükmü reddeder. Nitekim Allah Teâlâ ‘Her nereye dönerseniz, Allah Teâlâ’nın yüzü oradadır414 buyurur. Bu bir hakikattir ve Allah Teâlâ’nın yüzü herhangi birinin yöneldiği her yöndedir. Bununla birlikte insan Kabe yönünü bilirken Kâbe’nin dışındaki bir yöne yöneldiğinde namazı kabul edilmez, çünkü Allah Teâlâ kendisine bu özel ibadete tahsis edilen bu özel eve yönelmeyi emretmiştir. Bununla birlikte insan özel bir cihetin şart olduğu namazın dışında başka bir yöne yöneldiğinde, Allah Teâlâ onu kabul eder. Öte yandan bir insan her­hangi bir yönde Allah Teâlâ’nın yüzünün bulunmadığını söylerse, hiç kuşku­suz, ya kâfir veya cahildir. Yine de amellerini yerine getirirken insanın Allah Teâlâ’nın belirlemiş olduğu sınırları aşmaması gerekir ve bu nedenle şeriadar birbirinden farklılaşmıştır. Bir şeriatta haram olan başka bir şeriatta Allah Teâlâ tarafından helal kılınabilir ve bir kişiyle ilgili ilk hüküm aynı konudaki başka bir hükümle geçersiz Hakk getirilebilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Her biriniz için bir şeriat ve yöntem belirledik.’415 Bir hüküm geçersiz kılındıktan sonra da ona uyan kişi, kendi nefsinin arzusuna uymuştur. Allah Teâlâ nefsin hevası hususunda halifesi Davud Peygamber’e ‘Seni yeryüzüne halife yaptık, insanlar arasında hüküm ver, hevaya uyma416 demiştir. Yani indirdiğim hakikate göre hüküm ver. Burada heva, indirilen şeriata aykırı işler demektir. ‘Heva seni Allah Teâlâ’nın yolundan saptırır.’417 Kastedilen Allah Teâlâ’nın bilhassa belirlemiş olduğu Davud’a mahsus şeriattır. Bu durum ortaya çıkınca, Allah Teâlâ’nın her şeriat­ta hakikat ve kendisi bakımından tek, bulunuş ve suret (tasavvur) ba­kımından çok olarak bulunduğunu öğrenirsin. Çünkü aklî deliller, O’nun hakkındaki farklılaşmalarına göre kendisini çoğaltırlar. Delille­rin hepsi, doğru olduğu kadar gösterdikleri de doğrudur. Suretlerdeki tecelli de suretlerin değişmesi nedeniyle O’nu çoğaltır. Bununla birlik­te cevher ve hakikat birdir. Hal böyleyken, nasıl olur da O’na dair söz söyleyeni suçlayabilirim ki? Bu nedenle Allah Teâlâ hakkında kimseden hata çıkmamıştır. Hata sadece ‘başka’nın (gayr) varlığını kabul ederken ortaya çıkar ki o da ortağı kabul etmektir. Ortağı kabul etmek yokluğu kabul etmektir, çünkü ortak koşulacak bir şey yoktur. Bu nedenle Allah Teâlâ şirk günahına mağfiret etmez. Mağfiret örtmek demektir ve sadece varlığı olan bir şey örtülebilir. Buna mukabil şirk koşulan yokluktur ve yokluk örtülmez. Binaenaleyh şu kesin bir hükümdür: 1Allah Teâlâ kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz.’418 Çünkü onü bulmaz ki, örtsün! Bulmuş olsaydı, o zaman mağfirete konu olacak varlığı olurdu. Varlıkta zıtları kabul etmek üzere sadece bir olması bakımından âlem vardır ve onda zıdar ortaya çıkar. Bu zıtlar, varlıkta meydana gelen mümkünlerin hükümleridir. Onların zuhur etmesiyle birlikte birbirinden zıt ve birbi­rine benzer ilahi isimler öğrenilir.

Bu durumu bildikten sonra, istediğini söyleyebilirsin! İstersen ‘isimlerin çokluğu hükümlerin çokluğunu izhar etti’ dersin; istersen ‘hükümlerin çokluğu isimlerin çokluğunu izhar etti’ dersin. Çünkü bu durum, aklın veya şeriatın inkâr edemeyeceği bir husustur. Bu itibarla vecd de buna şahittir. Geride hükmün kime nispet edileceğini tespit kalmıştır: Bu hükümler ilahi isimlere mi nispet edilecektir, var olan mümkünlere mi? Her ikisi de aynı hakikat içinde birbiriyle irtibadı ve hükme konu olmuştur.

Ey bilgisizlerin çadırı, onları mahrum bırakan nedir?        ,

Onların cehaletini söyleyenler neyi kaçırmış

Bir bunu söyledim, sonra şunu söyledim Çünkü ben onlar hakkında konuşmaya ehilim

Birleyen insaflı olmadığı gibi şirk koşan da isabet etmedi. Allah Teâlâ birdir, fakat birleyenin birlemesi nedeniyle veya kendi kendini birleme­si nedeniyle değil! O kendisi nedeniyle bir olandır. Binaenaleyh O’nun mutlak birliği (ahadiyet) başkası tarafından meydana getirilmiş olma­dığı gibi çokluğunun (isimler) birliği de meydana getirilmiş değildir. Sadece yokluk ve varlık var! Varlık Allah Teâlâ’ya ait iken yokluk O’na ait değildir, fakat Allah Teâlâ yok eder. Şöyle denilemez: ‘Yokluk başkasın ait­tir.’ Böyle dersen olumsuzladığın (yok) bir şeyi olumlamış (aittir) olursun. Başka bir ifadeyle yokluk lafızda mümkün Hakk gelir. Varlık ile yokluk arasında bulunup varlık ve yoklukla nitelenmeyendir. O varlığın kendine hükümleri, cevhere suretleri, delillendirilenleri de delillere verendir. O gören ve görülendir, akdeden ve edilendir, var eden ve var olandır. Kuşkusuz hadler, daha doğrusu tanımlanmış olan her şey birbirinden ayrışmıştır. Varlığı ve yokluğu bilen için ise sadece sınırlanmış olan vardır.

‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

DÖRT YÜZ YETMİŞ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Menzili 'Sizin katınızdaki tükenir, O'nun katındaki bakidir' Ayeti Olan Kutbun Halinin Bilinmesi

Ben benim katımda olanın katında bulunurum daima Artık tükenmek yok, beka bize ait

Varlığı eşit olarak bölüştük:

Yücelik O’na ait iken bize de ait

O’nunla bak! Bir şey söylediğimde ben Biz O’nunlayız ve Ö’na aidiz, övgüler bize

O’nu ismimden başka bir şeyle bir olarak gördük Münezzehtir, O’na ulaşmak imkânsız       -

İsimlendiğinde bizden gaip kaldı

Önümüze perdeler çekildi                           _              .

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ göklerin ve yerin nurudur.’419 Yü­celik O’na aittir. Başka bir ayette ‘Güzel kelime O’na çıkar420 denilir. Demek ki yücelik hem O’na hem O’nun katına çıkmamız nedeniyle bize aittir. Başka bir ayette ‘Her bir şeyiri hâzineleri katımızdadır421 buyurur.

Biz ve bizim katımızda olan şey O’nun katında O’nun katında olan bizim katımızda değil

‘Allah Teâlâ’nın katında olan bakidir.’422 Şöyle dedik: Bizim katımızda beka özelliği bulununca, sahip olduklarımız bizim katımızda tükense bile, Allah Teâlâ’nın katında tükenmez (orada baki kalır). ‘Allah Teâlâ’nın katında olan şey daha hayırlı ve daha bakidir.’423 Allah Teâlâ’nın katında olan âlemdir. Başka bir ayette şöyle denilir: ‘Allah Teâlâ daha hayırlı ve daha bakidir.’424 Yani O’nun katında olandan daha hayırlıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur ‘Allah Teâlâ daha hayırlı ve daha bakidir.’425 Çünkü âlem varlıkla nitelendiğinde onun bekası «Allah Teâlâ’nın kendisini baki kılmasıyla mümkündür. Varlıkta hükümleri zuhur ederken, onu olduğu hal üzere baki sayarsak, beka ona ait olur. Bununla birlikte âlem her durumda imkân derecesindedir ve mümkün­ler O’ndan dolayı bakidir. Allah Teâlâ ise daha hayırlı ve bakidir, çünkü varlıkta hüküm yetkisi O’na aittir ve bu hüküm sürekli bakidir. Allah Teâlâ kendisinden var olan şeyden daha hayırlı ve daha bakidir. Bu hükümde o (mümkünün hakikati) kendinden daha baki ve hayırlı olandan daha hayırlı ve bakidir. Bunun nedeni kendisini bilene kendisi hakkındaki bilgiyi vermiş olmasıdır. ‘Allah Teâlâ daha hayırlı ve daha bakidir.’426 Çünkü onan hakikati baki olmasaydı, bu mümkünün ortaya çıkan şeyde bir hükmü olmayacaktı. Allah Teâlâ kendi katında hayırlı ve baki olandan daha hayırlı ve bakidir. O halde Allah Teâlâ’nın hayırlı ve daha baki olması, (kendi katında) hayırlı ve baki olan şeydendir.

Hakkın katı ne demek ve kim var ki orada?

Biz varız orada, bizim katımızda O’ndan başkası yok

Hakkın hayırlı olduğu görülür

Alemin hayırlı olması görmediğimiz şeydir

Bizi himaye ettiğinde korusunu gösterdi bize

O’nu gördüğümüzde O’nun korusu olduk

O’ndan bize ve bizden O’na

Dalaletimiz O’nun verdiği hidayetten

Kul bir orada bir şurada

Onun hükmünden niyet ettiğimiz şeyi gördük

Alemin cevherleri (a’yan) Allah Teâlâ’nın katında ve O’nun hâzinelerde korunmaktadır. O’nun hâzineleri bilgisiyken sakladığı biziz. Binaena­leyh Allah Teâlâ için ‘hâzinede saklamak’ (fiilinin) hükmünü ortaya çıkartan biziz, çünkü O bizi bizden bilmiş, söz konusu bilgi, sübût şeyliğimiz ile varlık şeyliğimiz arasında vasıta olmuştur. Allah Teâlâ bizi varlık şeyliği­mize çıkartmak istediğinde, bize o hal üzere bunu emretti. Biz de var­lığı O’ndan kazandık ve varlık şeyliğimizde O’nun suretiyle zuhur ettik. O’nun sureti sabidik şeyliğinde bulunurken kendisine göre bu­lunduğumuz surettir, çünkü O’nun bilgisi zatıdır; ‘bilgi’ diye isimlen­dirilmesi bilinene ilişmesi ve taallukundan -ki muhabbet demektirkaynaklanır. Sübût şeyliği ile varlık şeyliği arasında vasıta (bilgi değil de) yokluk olsaydı, Allah Teâlâ bizi var etmek istediğinde bize var olmayı yoklukta emretmiş olur, biz de O’ndan sübût şeyliğinin nefyini (olum­suzlanma) kazanır, ne sübûtta ne varlık halinde (dışta) mevcut olabi­lirdik. Bu nedenle yegâne yolumuz kendisinden varlık kazanabilelim diye, Hakkın varlığında (bulunmak) olmuştur.

Bu faydalı ve katkı sağlayan tertibi anlamalısın, çünkü o mertebe­lerin hükmü hakkında bilgi verecektir. Onlar kendilerinde ortaya çık­tıkları herkeste hüküm sahibidir. Kim bir mertebede bulunursa, hiç kuşkusuz, onun hükmünü ve boyasını kazanır. Bu konudaki açık delil, Allah Teâlâ’nın uykuda -ki hayal mertebesidirgörülmesidir. Hakk orada her­hangi bir bedenî surette görülebilir. Mertebe, O’nu ancak böyle göre­bilirsin diye, Allah Teâlâ’ya dair bilgisinde sende hüküm vermiştir. Buna mu­kabil aklın düşünce mahalline girip hayal hâzinesinin ve mertebesinin dışına çıktığında, Hakkı hayal mertebesinde idrak ettiğin suretten münezzeh olarak görebilirsin. Hüküm mertebeye ait olunca, Hakkı gördüğünde neyi gördüğünü anlar ve bunu, yani hükmü, mertebeye ait sayarsın. Hüküm mertebeye ait ise Hakk her daim senin adına meç­hul kalır. O’na dair senin elde edebileceğin bilgi, (ulûhiyet) mertebesi­nin O’nun adına birlenmesinin bilgisidir; zatını bilmek imkânsızdır. Çünkü sen içinde bulunacağın bir mekân ve mertebeden yoksun kala­mayacağın gibi söz konusu mekân Hakkı ancak kendisine göre görebi­leceğin şekilde senin üzerinde hüküm sahibidir. Bu itibarla başka bir yer ve mertebede, bir önceki mertebenin sana kazandırdığı bilgiden ayrılacak ve her mertebede bir önceki mertebedeki hükümden başka bir hükümle Allah Teâlâ hakkında hüküm vereceksin. Böylece O’nun kendi­sini bilmesi itibarıyla Allah Teâlâ’yı bilemeyeceğini öğrenirsin. Allah Teâlâ’ya dair bilgimizin nihayeti budur. Bu nedenle (ayete dönersek), Allah Teâlâ hakkın­da bir mertebede elde ettiğimiz bilgi başka bir mertebede ‘tükenir’, zira bizim yanımızdaki zaten tükenir. Allah Teâlâ’nın nezdinde kendisi hakkındaki bilgisi ise tükenmez. O bilgi başkalaşmaz, değişmez veya mer­tebelerin farklılaşması nedeniyle bizatihi farklılaşmaz, çünkü mertebe­lerin farklılaşması, kendilerinden kaynaklanır. Mertebeler farklılaşma­mış olsaydı, hepsi bir olurdu. Nitekim ilahi isimler de -isimlendirilen bakımından bir olsalar bileanlamları bakımından farklılaşmamış olsa­lardı, hepsi tek isim olurdu. İsimlerdeki bu farklılık ‘De ki ister Allah Teâlâ ister Rahman diye dua edin...’427 ayetinde belirtilir. Kastedilen isimlendi­rilen bakımından duadır. Ayetin devamında ‘Hangisiyle dua ederseniz edin, en güzel isimler O’na aittir428 denilir. Allah Teâlâ isimlendirileni kast edince birlemiş, esma-i hüsna’nın lafızlarının gösterdiği hakikatlerinin farklılığını dikkate almamıştır.

‘Sizin yanınızdaki tükenir, Allah Teâlâ’nın nezdinde olan bakidir429 ayetini açıkladığım şekilde öğrenmezsen, ruhu olmayan salt sahih bir sureti öğrenmiş olursun. Benim söylediğim gibi öğrendiğinde ise görünür surete ruh üflenilir ve o ruh vasıtasıyla suret hayat bulur, sen de Allah Teâlâ’nın zatını kendilerine karşı üstün olmakla nitelediği kimselerin arası­na ‘yaratıcı’ olarak katılırsın. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Yaratanların en güzeli olan Allah Teâlâ münezzehtir.’430 Burada Allah Teâlâ seni olumlamıştır (ispat). Binaenaleyh bir ruhu olmaksızın herhangi bir suret inşa eden kimse, meydana getirdiği suret nedeniyle kıyamet günü ‘yarattığına can ver’ denilmek suretiyle azap görür; hâlbuki surete can veremez. Bunun üzerine ‘ona ruh üfle’ denilecek, fakat ruh da üfleyemeyecektir. Bu da mertebenin bir hükmüdür, çünkü diriliş günündeki mertebeler, âlemin (ve içindekilerin) dünya hayatında kendisiyle ilişkilendirdiği ve kendi­sine nispet ettiği hususlarda acizliğini izhar eden yerlerdir. Hz. İsa yarattığı kuşa ruh üflüyor, o da suret ve mana itibarıyla bir kuş haline geliyordu. Bir görüşe göre kastedilen kuş değil, kuş suretleridir ve bu nedenle ayette (Hz. İsa’nın üflediği şeyden söz edilirken) ‘kuş suretin­deki431 denilir ve kendisinde ruh bulununcaya kadar kuş denilmemiştir. Bize aktarıldığına göre Zünnûn el-Mısri -Allah Teâlâ’nın izniyletimsahın yuttuğu yaşlı bir kadının çocuğuna hayat vermiş. Ebu Yezid ise Allah Teâlâ’nın izniylebir karıncayı canlandırmıştı. Bu bağlamda hayal mer­tebesi de bakanların gözlerinde donukların canlı olduğunu ve hareket ettiklerini gösterir. Onlar, Hz. Musa ile tartışan sihirbazların ip ve sopaları misalindeki gibi gerçekte gözlerin algıladığı hayata sahip de­ğildi. Sihirbazların ip ve sopaları, sihir nedeniyle Hz. Musa’ya koşu­yormuş gibi gelmiş, bu sihir vasıtasıyla insanların gözlerini boyamış­lardı. Onlar hayal ile göz arasında ortaya çıkan iplerdi ve bu itibarla aynaya yansıyan göğün suretine benzerler. Aynadaki gök göğün kendi­si olmadığı kadar ondan başka bir şey de değildir. Çünkü aynada gör­düğün cismin göğün cisminden küçük ve aynanın cisminden büyük olduğunu bildiğin kadar bizzat göğü görmüş olduğunu da kesin olarak bilirsin. Bu nedenle hüküm, mertebelere ait kabul ettik. Binaenaleyh âlemde harikulade (âdeti aşan) denilen bir iş ancak Allah Teâlâ’nın izniyle gerçekleşebilir ve O’nun izni olmaksızın böyle bir işin gerçekleşmesi mümkün değildir ve bu nedenle herkesten böyle bir iş zuhur etmez. Bununla birlikte âlemde ortaya çıkan her surete bir hayatın eşlik ettiği­ni de biliriz. Hayat eşlik ettiği suretin ruhudur ve ruh sayesinde her suret Allah Teâlâ’yı tespih eder. Binaenaleyh Allah Teâlâ’yı tespih eden, suretteki ruhun kendisiyken suret ancak ruh vasıtasıyla rabbini tespih eder.

. Söylediğimi öğrendin şimdi Bilmiyordun O’nun söylediğini

Ben de söylediğimizi bilmiyorum Çünkü söyleyen ve konuşan O’dur

Bu kadar açıklama yeterlidir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştı­rır.’

DÖRT YÜZ YETMİŞ BEŞİNCİ BÖLÜM

Menzili 'Allah Teâlâ’nın şiarlarını yücelten kimse../ Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Allah Teâlâ’nın şiarları, bizim için dikilmiş alametler

Hakk ve halk arasındaki farkı öğrenelim diye dikilmişler

Onlar berzahları ortaya çıkartan sınırlar                                         ,

Farkı benimseyen kimse için siper (vikaye) olurlar

Onları yücelten takva sahibidir Eşyada Hakk vasıtasıyla‘takva’sahibidir

VAllah Teâlâi! Yaratıklardan ayrı bir menzili olur Mak’ad-ı sıdk denilir toplanma gününde o menzile

Yarış alanında yarışanlarla koşarken maksada O menzille geçen muttaki her birini

Fenaya erer ve baki kalır, isimleriyle nitelenen

Bizde O’nun isimleri olumsuzlanmış ve olumlanmış olarak bulunur

 Allah Teâlâ şiarlarının yüceltilmesi hakkında, daha doğrusu bizzat onlar hakkında şöyle der: ‘Bu/bunlar kalplerin takvasındandır, sizin için onlar­da’ yani şiarlarda ‘belli bir süreye kadar faydalar vardır, sonra beyt-i atik’e...’432 Beyt-i atık, işarı yorumuyla iman evi demektir. İman evi ise Allah Teâlâ’nın azamet ve celalini sığdırmış müminin kalbidir. Allah Teâlâ’nın şiarları O’nun alametleriyken alametler O’na ulaştıran delillerdir. Hayret ki ne hayret! O’nun yanında olan birisi Allah Teâlâ’ya nasıl ulaşır? Ebu Yezid hafı­zın ‘O gün muttakiler Rahman’a grup olarak götürülür433 ayetini okudu­ğunu duyunca, çığlık atmış, gözyaşları minberin ucuna gelecek kadar akmış ve şöyle demiş: ‘O'nunla oturan nasıl O'na götürülsün?’ Hiç kuşkusuz Allah Teâlâ doğru söylemiştir, çünkü takva sahibinin çekindiği Rahman ismi değildir. Ebu Yezid de doğru söylemiş, çünkü bu sözü söylerken müşahede ettiği isim Rahman’dı. Veli kendi zevkini aşmaya­cağı gibi halinden başka bir şey söylemez ve duyduğu her sözü kendine hâkim haline döndürür. Ebu Yezid’in o esnada hali, söylediği cümleyi ona söyletmişti. Bu itibarla kişi dilinin altında hapistir ve dil konuşanın haline tercümandır.               '

Bilmelisin ki Allah Teâlâ develeri şiarlarından birisi yapmış, Allah Teâlâ’nın şi­arlarından biri olduğu anlaşılsın diye hisseder. Bir şey Allah Teâlâ için veril­mişse (Allah Teâlâ’ya adanmışsa), artık onda geri dönüş yoktur. Bakınız! Develer Kâbe’ye ulaşmazdan önce ölürse, sahibi onu boğazlar ve in­sanlardan uzaklaştırır, ondan hiçbir şey yemez. Bu durum Allah Teâlâ’nın sana verip kendisinden seni temyiz ettiği bir ihsan ve lütuftur. Allah Teâlâ sana bir mülk vermiş, senden kendisine borç vermeni talep etmiştir. Hâlbu­ki asıl itibarıyla nimet O’nun nimetidir. Bütün bunlar, Allah Teâlâ’nın şiarla­rıdır, çünkü her şiar (alamet), O’nun belirlediği ve irade ettiği özel bir yönden Allah Teâlâ’ya delildir. Allah Teâlâ o yönü irade etmiş, kullarından anlayış sahiplerine beyan etmiş, insanlar da idrak ölçülerine göre bu konuda derecelenmişlerdir. Allah Teâlâ’nın şiarlarından olduğu söylenen bir şeyi gö­rüp bütün şiarlar içinde kendini O’nun sureti olarak tanımaz ve bir şiarm neye delil olduğunu bilmezsen, söz konusu şiarda Hakkın sana hitap etmediğini ve onu senin adına dilemediğini anlamalısın. Allah Teâlâ böyle bir şiarı (alamet) kendisini anlayan biri için ortaya koymuştur. Senin ise başka bir şiarm vardır. O şiar, senin için Allah Teâlâ’ya delil olarak ortaya konulmuş her şeydir. Ebu’l-Utahiyye şöyle der:

Her şeyde O’na ait bir ayeti var

Bir olduğunu gösterir O’nun/onun

Sen kendi şiarının sınırında dur ve ‘Rabbim benim bilgimi artır434 de! Bu durumda indirmiş olduğu hususta anlayışın güçlenir ye sana bilmediklerini öğretir. Allah Teâlâ sana kendinden bilgi öğretirse, O’na en güçlü şiar ve en açık delilin bizzat kendin olduğunu anlarsın. Bu ne­denle şeriat ‘Kendini/nefsini bilen, rabbini bilir’ demiştir. Nefsindeki şiarların seni ulaştıracağı yere ulaşıp o şiarların gösterdiğini müşahede ettiğinde, onu kendi suretinde görürsün. Buradan ise O’nun seni bil­mesinde asıl olanın kendin ve Allah Teâlâ’nın sana ancak senin hakkındaki bilgisinin suretinde tecelli ettiğini öğrenirsin. Allah Teâlâ seni senden bildi, sen de kendin hakkındaki bilgiyi O’na verdin! Öyleyse sen, kendin hakkında Allah Teâlâ’nın şiarısın. O’nu kendi suretinden başka bir surette görürsen, hiç kuşkusuz, şiarı olman itibarıyla O’nu görmüş sayılmaz­sın. O halde aşina olmadığın bir şeyi gördüğünde, başkaları inkâr ederken -çünkü bu mertebede O’ndan başka kimse adına gerçekleşen bir bilgi (medâ) yoktursen inkâr etme! Hal böyleyken öğrenmek talebinde O’ndan kendine dön! Bu durumda nefsini O’nu kendinde gördüğün ve henüz kendisiyle ‘boyanmadığın’ suretin içinde görürsün.

Henüz boyanmamış olsan bile, söz konusu suret (ilahi bilgideki) ‘sübût’ halinde senin suretindir; sadece o surete girmenin ve onunla zuhurun vakti gelmemiştir. Çünkü senin üzerinde sonsuz sayıda suret başkalaşırken sen de söz konusu suretlerde halden Hakk girer ve bir suretten ötekine intikal edersin. Fakat sürekli olarak -sonsuza değinhalden Hakk geçersin. Allah Teâlâ sana bu surette suretlerin sonsuzluğunu öğretmiş, senin kendisiyle gözükmenin vaktinin gelmediği surette sana tecelli etmiştir. Vakti gelmemiştir, çünkü sen sınırlıyken Allah Teâlâ sınırlı değildir; O’nun yegâne kaydı, mutlaklığıdır.

Allah Teâlâ bilinmeme ve inkâr halinde kendilerine görünmek için kulla­rına karşı böyle davranır. Bu nedenle de bu makamı bilen ariflerin dışındaki/ kulları O’nu inkâr eder. Onlar, Allah Teâlâ’yı zuhur ettiği hiçbir surette inkâr etmeyen ariflerdir, çünkü onlar, esası muhafaza ederler. Bu esas, Allah Teâlâ’nın herhangi bir yaratılmışa ancak yaratılmışın suretinde tecelli edeceğidir. Hakk yaratılmışın o esnada üzerinde bulunduğu su­rette tecelli ederse yaratılmış kendisini bilir; daha sonra kendisinde bulunacağı surette tecelli ederse, kendisine girdiğini görünceye kadar Hakkı o surette inkâr eder. O surete girdikten sonra ise tanır. Çünkü Allah Teâlâ ona kendisini tanıtmış, kendine varacağı hali de bildirmiştir. Yaratılmış olan ise kendi hallerinden ancak o esnada üzerinde bulun­duğu hali bilebilir. Bu nedenle insan ‘Rabbim! Benim bilgimi artır’435 der. Allah Teâlâ’nın kullarının bir kısmı (ilave bilgiyle) şunu öğrenir: Hakk aşina olmadıkları bir surette tecelli ettiğinde, mertebenin hükmünü ve insa­nın kabul etme özelliğini dikkate alarak, O’nun insana ait bir surette tecelli ettiğini öğrenirler. Söz konusu suretin vakti gelmemiştir ve Allah Teâlâ’nın verdiği ilave bilgiyle vakti gelmezden önce sureti tanırlar. Bu, Allah Teâlâ’nın artırdığı bilgideki ilavenin bir yönüdür. Bu bilgi sayesinde inkâr edebileceği bir yerde kendisini tanıdığı Allah Teâlâ’ya şükreder. Allah Teâlâ bu ihsanı yücelterek şöyle der: ‘O sana bilmediklerini öğretti, Allah Teâlâ’nın sana olan ihsanı pek büyüktür.’436 Böylece Hakk bu mertebede nefsin şiarların­dan birisi olur ve daha önce O’nu kendi nefsinle tanımışken bu kez nefsini O’nun vasıtasıyla tanırsın, bunu düşünmelisin!

Şiarlarda toplandık hepimiz

Sırlarda ayrıldık                                                                                        .

O’ndan bize ait olan; tecelli Bizden O’na ait olan; sırlarımız .

Böyle bir kulun benzeri

Onda hayrete düşmüş ve koşan kişidir

Bunu bir öğrenirsen Artık yüz çevirmezsin O’ndan

O sizden ortaya çıkandır;                          '

Defter yaprakları gibi                                   .

Bir kısmı ötekini gizleyen yapraklar Harflerle ve başlangıçlarla

Acele eden acele etsin Övünen övünsün

Allah Teâlâ şiarlarını boş yere yüceltmemiştir. Ancak yiiceltilebilecek bir şey yüceltilir. Zaten yüce olan ise yüceltilmez. Çünkü mevcut bir şey var edilemez. Allah Teâlâ Azim iken bütün âlem -mümkün olduğü içinhakir ve değersizdir. Bununla birlikte yüceltilmeye elverişlidir. Onun yüceltilmesiniri yolu, Allah Teâlâ’nın şiarlarından birisi olmasını bilmektir. Gerçekte âlem Allah Teâlâ hakkında bir şiar ve alamet olduğu için Hakkı âlem vasıtasıyla tanıdık ve düşündük, O’nun sözünün hakikatini öğ­rendik. Bilinmeyen bir surette zuhur ettiğinde, O’nun sözüne dayana­rak âlemden delil getirdik.

O’ndan banadır hakkımdaki delil

Benden O’na gider O’na dair delil                                  .

Biz O’nun yanındayız buyurduğu üzere Amelleriyle; sonra O’nun katindayız

O’nun amelleri bizim varlıklarımız

O’ndan var oldum ve yine O’na dönerim

Durum böyle olmasaydı, O’nu vekil edinmenin anlamı olmazdı. Mal O’nun malıdır ve sana ait değildir; suret senin suretindir. Hz. Musa ‘Rabbim! Bana kendini göster, sana bakayım’ dediğinde ‘Beni göremeyeceksin’437 ayetinde geçen ‘beni göremeyeceksin’ ifadesi doğru­lanmış olur. Ayette olumsuzluk bildiren ‘len’ edatı gelecekteki fiilleri olumsuzlar. İşarı yorumuyla ayete bakarsak, şimdiki anda bir şeyi bil­meyen kişi gelecekte de onu tanıyamaz. Çünkü gelecekte kendisine göründüğünde seni kendisinde inkâr ettiği şimdiki halin suretiyle gö­rünmeyecek, seni görmek istediği gelecek zamandaki halin suretiyle görüneceksin. Bu nedenle seni inkâr eden yine inkâr eder. Mertebeyi ve hükmün ona ait olduğunu öğrenene kadar inkâr sürer. Mertebenin durumunu öğrendiğinde, neyi gördüğünü ve onun hakkında verdiği hükmü öğrenir. Çünkü Allah Teâlâ iki gözü veya gözleri olan kimselere sürekli zuhur eder; bir gözü olan ise sürekli kayıdar içerisinde bağlan­mış olan ve tek gözü kör DeccaPdır. Allah Teâlâ birinin gözünü açarsa, O’nu görebilir. Bu itibarla gözler Allah Teâlâ’nın insana ihsan ettiği nimetlerdendir. Ayette ‘onun için iki göz yaratmadık mıP’438 buyrulur. Yani her halde de beni görsün diye, iki göz verdik: Birinci hal şimdiki zaman iken ikinci hal gelecek zamandır. Bana bakıyorken şimdiki halde beni görmeyen gelecekte de görmekten uzaktır. O beni görür, fakat onun madûbu olduğumu bilemez. Bunun nedeni, beni bir alamete göre talep ediyor olmasıdır. Acaba beni bir alamede aramak, beni bilmemenin ta kendisi değil midir?

Benden başkası mı var ki? Ya da ben olmayan birisi?

Ey basiret üzerinde gözlerin çadırı!                                          -

Hakkı arıyorsan, fikirlerden uzak dur Çünkü sınanma mahalli benim sırlarımdır

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

DÖRT YÜZ YETMİŞ ALTINCI BÖLÜM

Menzili 'Allah Teâlâ’dan başka güç ve kuvvet sahibi yoktur (La-havle ve la-kuvvete illa billâh)' Zikri Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Güç ve kuvvet Allah Teâlâ’nın Allah Teâlâ’ya iman eden için böyledir

İşin gerçeği şu ki, kul görmüştür:

Güç ve kuvvetin Allah Teâlâ’ya ait olduğunu

İkisini kendinde gören kimse Allah Teâlâ’dan bir nur üzerinde bulunur

Allah Teâlâ Hz. Musa’nın kavmine şöyle dediğini bize bildirmiştir: ‘Allah Teâlâ’dan yardım isteyiniz.’439 Bize de kendisiyle aramızda ikiye böldüğü namazda okunan Fatiha suresinde şöyle dememizi emretmiştir: ‘Ancak senden yardım dileriz.’440 Sonra ‘Namaz benimle kulum arasında bö­lünmüştür, kuluma istediği verilecektir’ denilmiştir.

Bilmelisin ki La-havle ve la-kuvvete illa billâh (Allah Teâlâ’dan başka güç ve kuvvet sahibi yoktur) zikri, Allah Teâlâ’nın kendi suretinde yaratmış oldu­ğu kimsenin özelliklerinden birisidir. Başka bir ifadeyle bu zikri yap­mak, insan-ı kâmilin özelliğidir. Melek olmak böyle bir makama sahip olmaya elverişli değildir ve meleklerin makamı bundan uzaktır. Çünkü melek, kuşatıcı kul (abd-ı cami’) değil, aksine onun organlarından birisidir. Kuşatıcı kul, efendideki bütün özelliklerin bulunduğu kimse­dir. O’nun bizi yaratmaya kadir olmasının bir tezahürü ise bizim ya­ratma (sözünü) kabul etmemizdir. Binaenaleyh herhangi bir yardım olmaksızın, yalnız başına mutlak bir güç yoktur. Allah Teâlâ bunu bildiğimi­zi bildiği için, O’ndan yardım dilememizi emretti, çünkü kabul eden (mümkün) güç yetiren muktedire muhtaç olduğu kadar muktedir de mümkünün kabulünü ister. Böylece bizimle Allah Teâlâ arasında gerçekleşen taksim geçerli olabilmiştir, çünkü Allah Teâlâ şöyle buyururken doğru söy­ler: ‘Namazı kendim ile kulum arasında ikiye böldüm: Yarısı bana, yarısı kuluma aittir.’ İktidar Allah Teâlâ’ya ait iken kabul bizden ortaya çıkar. İkisiyle birlikte de âlem var olmuştur. Bunun delili, muhal, yani im­kânsızın var olmayı kabul etmeyişidir. Binaenaleyh iktidar muhale nüfiız etmez, çünkü iktidarın özelliği, onun ancak mümkün bir şeye -ki özelliği kabul etmektirtaallukudur. Binaenaleyh bu zikri söylemek, ancak kuşatıcı kul adına anlamlı ve sahih olabilir. Her kim bu kuşatıcılıktan uzak kalmış ve teberri etmişse, o, kuşatıcı kulun bir parçasıdır; ikisini birden kabul eden, kuşatıcı, kendini ve rabbini bilen, edepli ve işe hakkını verendir.

O’ndan bir güç veya kuvvet olmazdı Ben olmasaydım; ben ise varım

Benim bir kuvvetim veya gücüm olmaz Olmasaydı O! Demek ki ben kuşatıcıyım

Bakınız! Bu zikir bir hazinedir. Allah Teâlâ Âdem’i kendi suretinde yara­tıp yeryüzünde halife kılıncaya kadar -ki bu esnada haber verdiği üzere itiraz edenler etmiştirmülkünde saklamıştır. Adem yaratılmazdan önce cLa-havle ve la kuvvete illa billâh’ zikri duyulmamıştı. Kuşatıcı kulun dışında bu zikri söyleyenler ancak onun, yani insan-ı kâmilin hükmüne bağlı olarak söyleyebilirler. Allah Teâlâ Arş’ı yaratmış, meleklerine onu taşımlarını emretmiş, melekler ise taşımaya güç yetirememişler. Aciz kaldıklarında ise insan suretindeki birinci taşıyıcı melek ayağa kalkmış ve Allah Teâlâ kendisine bu zikri öğrettiğinde kendi diliyle ‘La-havle ve la kuvvete illa billâh’ demiş, ardından diğer taşıyıcı melekler onun söylediğini söylemiş, böylece Arş’ı taşımaya güç yetirebilmişlerdir. Allah Teâlâ insan-ı kâmili yarattığında, onda -tıpkı Arş gibikendi evi olan bir kalp yaratmıştır. Bu nedenle âlemde müminin kalbini taşıyabilecek hiç kimse yoktur, çünkü melekler Arşı taşımakta aciz kalmışlardı. Hâl­buki söz konusu Arş müminin kalbinin bir köşesinde bulunur ve mü­min onun farkına bile varmaz ve hafif geldiği için kalbinde arşın bu­lunduğunu bilmez. Melekler Arş’ın etrafında döndüğü gibi Allah Teâlâ esma-i hüsna’nın bu kalbin etrafında dönmesini sağlamıştır. Kalbin taşı­yıcılarını ilahi bilgi, hayat, irade ve sözden ibaret olmak üzere dört isim yapmıştır. Bu sıfadarın arasından hayat Arş’ı taşıyan meleklerin arasından insanın suretindeki birinci taşıyıcının benzeridir. Bunun nedeni, hayatın eşyaya yayılmış olmasıdır; bu nedenle sadece canlı ve hayat sahibi olanlar vardır (her şey canlıdır). Hayat, diğer sıfatlar, yani bilgi, irade ve sözün sahihlik şartıdır. Rivayete göre Cebrail Âdem’e Kâbe’yi tavafı öğretirken ona şöyle demiştir: ‘Sen yaratılmazdan önce biz Kâbe’yi tavaf ediyorduk.’ Hz. Âdem sormuş: ‘Siz tavafta ne derdi­niz?’ Cebrail şöyle cevap vermiş: ‘SübhanAllah Teâlâ ve’l-hamdu lillah ve la ilahe illAllahu  Allah Teâlâu ekber (Allah Teâlâ münezzehtir, hamd Allah Teâlâ’ya aittir, Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur, Allah Teâlâ en yücedir).’ Hz. Âdem şöyle demiş: ‘Ben sizin söylediğinize La-havle ve la kuvvete illa billâh’ ifadesini ekliyorum. Böylece bu hazine Hz. Âdem’e tahsis edilmiştir.

Burada seninle kabul edeceğin şey arasında bir perde yoktur. Baş­ka bir ifadeyle Allah Teâlâ’dan başka kendisini kabul ettiğinde sana zarar verecek ve seni kendi mertebenden -ki kemalin demektirhayvaniyet mertebesine indirecek olan kimse yoktur. Yükümlü olduğun amelleri yerine getirmede Allah Teâlâ’dan başkasından elde edebileceğin bir güce de sahip değilsin. Bunun yanı sıra muktedir olsa bile, Hakk ile senin varlı­ğınla meydana gelebilecek bir şey arasında da var olmadığında senden başka perde yoktur. Binaenaleyh ancak seninle var olan bir şeyde O’nun bulunması gerekir. Öyleyse ‘kuvvet yoktur (la-havle)’, yani ancak seninle ortaya çıkabilecek bir işe nüfuz edecek bir kudret yoktur. Demek ki bu taksimden ‘La-havle ve la kuvvete illa billâh’ ifadesinin hakikati, kendisini talep eden hallere göre sende ve O’nda ortaya çıkar. Kuşatıcı insandan daha kuşatıcı bir varlık olmadığı gibi kendisindeki en şerefli parça da melekî parçasıdır. Nitekim namazda da Allah Teâlâ’yı zik­retmek, onun en şerefli parçasıdır, yoksa zikir namazdan daha değerli değildir! Aynı şekilde melek de insandan üstün değildir, çünkü zikir namazın bir parçası olduğu gibi melek de insanın parçasıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Namaz taşkınlıktan ve münkerden alıkoyar.’441 Yani sure­ti itibariyle alıkoyar. Çünkü ilk tekbir namaza yasakları getirirken se­lam namazdaki bu yasaklamaktan çıkmak demektir. ‘Allah Teâlâ’yı zikir en yücedir.’442 Yani namazdaki en önemli kısım, Allah Teâlâ’yı zikretmektir, çün­kü zikir onun en büyük parçasıdır. Allah Teâlâ ile namaz kılan kul arasında namazdaki taksim bu zikirde gerçekleşmiştir.

Bunu öğrendiğinde, meleğin makamım öğrenmiş, onun senin ha­ricinde olmadığını bilmiş olur, kendinde bulunduğu hal üzere gerçeğe ulaşmış, insaflı davranmış, mukayeseli bir şekilde -her kime gelmişseilahi isimlerin nereden geldiğini öğrenmiş olursun. Bu bağlamda Allah Teâlâ ismi cami, toplayıcı isim demektir. Bununla birlikte isimlerde genellik ve özellik bakımından bir derecelenme vardır. Aklını fikrini ‘Rabbim! Bilgimi arttır443 ayetine verip Hakkın kendisine göre (kullarına) dav­randığı adaba uymalısın. Kul ‘La-havle ve la kuvvete illa billâh’ dedi­ğinde, rabbi onu tasdik ederek şöyle der: ‘La havle ve la kuvvete illa bî (Benden başka güç ve kuvvet sahibi yoktur).’ Buna mukabil ‘Güç ve kuvvet seninle ortaya çıkar, ey kulum!’ demez. Çünkü söyleyeninden böyle bir ifade ancak kendisiyle birlikte ortaya çıkabilir. Allah Teâlâ hayvan insanın surette insan-ı kâmille ortak olduğunu bildiği gibi ‘La-havle ve la kuvvete illa bike (güç ve kuvvet seninle ortaya çıkar, kulum)’ dedi­ğinde, hayvan-insan bu ifadeyi bağlamının dışına taşırıp saygısızlık yapacağını da bilir. İnsan-ı kâmil böyle edepsizlikte bulunmaz. Bu nedenle Hakk insan-ı kâmil ilahi edebi öğrensin diye hürmete riayet etmiştir. Bu, senin bilip inanacağın bir meseledir; herhangi bir kimse veya özel bir kul onu dile getirmez. Onu dile getiren olursa, sadece kendinde durumun öğrenilmesi için açıklamak üzere dile getirmiştir.

Çünkü Allah Teâlâ öğrettiklerini bilmeyenlere öğretsinler diye âlimlerden söz almıştır. Allah Teâlâ’nın onlara öğrettiklerinden birisi de edeptir ve bu sayede hikmeti ancak ehline ulaştırırlar. Bu davranış, onların özellikle­rinden birisidir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

DÖRT YÜZ YETMİŞ YEDİNCİ BÖLÜM

Menzili 'Bu konuda yarışanlar yarışsın' ve 'Böyle bir şey için amel sahipleri amel etsin' Ayetleri Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Şahıs derece derece yükselir ve sadır genişler Hazine çıkartılır, kapı açıktır

Öncekiler nerede! Ne onlar ne geçmişler Akıl ruhun getirdiğini kabul eder

Fakat fikir gücüyle perdelenirler, dikkat ediniz Bilgi verilmiş ve ihsan edilmiş

İnsafla bakarsan, bilgide kazanılan bir kısım yok Akıl kendi başına onaylayamaz ve eleştiremez

Savunma ve eleştiri Allah Teâlâ’dan gelen şeriat teraziyle yapılır , Eksiklik ve tercih böyle ortaya çıkar

Akıl Allah Teâlâ’nın yarattığı en yoksul şey, dikkat edin Çünkü fikir kapısının ardına atılmış

İlah ve O’nu niteleyen güçler olmasaydı

Akılda bir imkân olmazdı

Akıllar kayıttır, onlara güvenirsen

Hüsrana uğrarsın, anla bu sözümü, benim bu sözüm bir işaret

Şeriat terazisiyle terazin hep elinde olmalı

Onun mertebesi adalet ve tashih

Yarışma öyle bir bilgide olmalı ki

Hakkı görmekle gönül nur ile açılmalı

Bu yarışma ya bir bedel olmaz

Zikirden, el-Kuddûs ve es-Subbûh’un zikrinden

Böyle bir şey için amel eden etmeli

Başka bir konuda iyi ya da kötü bir şey yok

Allah Teâlâ şöyle buyurur: cHerkes kendi katlarında olanla sevinmiş­tir.’444 Sevinmenin sebebi, karşılıklı ilişkidir. İnsan Allah Teâlâ’nın katındaki her şeyin bir toplamı olduğundan, O’nun katındaki her şey ile insan arasında bağ bulunduğunu anladık. Bu itibarla her şeyde insanla ilgili bir yön vardır. Alem varlıktaki herhangi bir şeye yönelmez, sadece kendinden ona münasip bir şeyi izhar eder. Kendisine herhangi bir hal baskın gelmez; âlem her halde kendine münasip halle birliktedir. Nite­kim Allah Teâlâ bulunduğumuz her yerde bizimledir. ‘İnsanların çoğu bil-, mez.,44S Yani bu durumu bilmez. Hatta onlar bunun değerinden haber­siz oldukları gibi bu beraberliği de görmezler. Bu durum onları dün­yayı ve içindekileri kınamaya, âhirete karşı, her iki âleme, kısaca Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeye karşı zahitliğe (onları değersiz görmeye) sevk etmiştir. Böyle davranmalarının sebebi, büyük insanlardan bu hususta aktarılmış hikâyelerdir. Dünyayı eleştiren bu insanlar, büyüklerin söz­lerini gerçeğe aykırı başka bir anlamda yorumlamış, Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeyin O’nun karşısında perde olduğunu zannetmiş, perdeleri parça­lamak ve ortadan kaldırmak istemiş, bunun için de zahidikten başka

yol bulamamışlardır. Burada bu yaklaşımı yeterli bir ölçüde açıklaya­cağım.

Bu itibarla Allah Teâlâ her gün yaratılmışların bir işinde bulunurken cennet de -ki orası Hakka yakınlık, O’nu görmek yeridirtüm arzuların ve.hazlann bulunduğu bir yerdir. Şayet cennet Hakka perde olsaydı, cenneti değersiz görmek (züht) ve onu perde kabul etmek anlamlı olabilirdi. Aynı şey dünya hayatı için geçerlidir. Allah Teâlâ cinsleri, türleri yaratmış, âlemdeki bireyleri izhar etmiştir. Yaratmanın gayesi, yaratıl­mışa balem alda onu Yaratana ulaştıracak bilgiyi elde etmemizdir. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ herhangi bir şeyi onu değersiz görelim diye yaratma­dı. Demek ki yaratılmış bir şeye yönelmek, onu (tanımak için) ısrarlı olmak ve onu sevmek zorunluluktur. Çünkü âlem (ve yaratılmış her şey), Hakka ulaştıran düşünme yoludur. Her kim delili değersiz görür­se, hiç kuşkusuz, medlulü de değersiz görmüş olur ve böyle bir insanın dünya ve âhireti hüsrana uğrar. Apaçık hüsran bu demektir. Böyle biri Allah Teâlâ’nın âlemdeki hikmetini bilemeyeceği kadar Hakla da bilemez ve ‘ticareti fayda vermeyip doğru yolu bulamayan zarara uğramışlardan’ olur. ‘Adam’ ismini Hakk edecek kişi, (bütünüyle Allah Teâlâ’ya adanmış anla­mında) saf dindarlıkta Hakkın suretiyle zuhur edendir. Böyle biri her Hakk sahibine hakkını verir ve önce nefsinin hakkıyla başlar; çünkü nefs, yaratılmışlar arasından kendisine hakkı terettüp edenlerin hepsinden daha yakın olandır. Allah Teâlâ’nın hakkı, yerine getirilmek bakımından daha önceliklidir. Allah Teâlâ’nın insan üzerindeki hakkı ise her hakla sahibine ulaştırmaktır. ‘Böyle bir şey için amel sahipleri amel etmelidir.’446 Amelin bize izafe edilmesi gerekir ve bu nedenle de Allah Teâlâ amelleri bize izafe etmiş, onların yerlerini, mekânlarını, zamanlarını ve hallerini belirle­miş, vacip, mendub veya mubah olmak üzere bize onları emretmiştir. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ belirli işleri bize yasaklamış, onların mahal, me­kân, zaman ve hallerini belirtmiş, haram ve mekruh olmak üzere bize onları yasaklamıştır. Bütün bu emirler ve yasaklar için hesaplı veya hesapsız bir karşılık belirlemiştir; bu karşılık dünya ve ahirette haz veren işler olduğu kadar acı veren işler de olabilir. Allah Teâlâ bizi yaratmış, bizde haz veren karşılığı talep eden ve acı veren cezadan tabii olarak kaçmayı gerektiren özellik yaratmıştır. Allah Teâlâ yönettiklerime (raiyye) karşı benim adıma Hakk ve vazifeler belirlemiştir. Çünkü Allah Teâlâ bende düşünen (nâtık), yöneten, akıl ve fikir sahibi, yükümlü tuttuğu işleri kabule istidatlı nefs yaratmıştır. Nefs O’nun hitabının muhatabı oldu­ğu gibi Allah Teâlâ’nın teklifle yükümlü tuttuğu ve emir-yasaklarına bağlan­masını istediği, sınırlarında durmak ve kurallarına uymakla mükellef kıldığı nefstir. Sınırlar, nefs için belirlenmiş olan Allah Teâlâ’nın hakkı, nefsin hakkı ve başkalarının haklarıyla ilgilidir. Hakk sahipleri de ya sözle veya zahiri veya batını halleriyle kendisinden haklarını talep ederler. Kulak kendi hakkını talep eder, göz, dil, eller, karın, cinsel organ, iki ayak, kalp, akıl, fikir; nebati, hayvani, gazabı (öfke gücü), şehvani (arzu) güçler de kendi haklarını nâtık nefsten talep eder. Bunun yanı sıra hırs, emel, korku, umut, teslimiyet/islam, iman, ihsan vb. (duygusu) gibi kendisine bitişik âlemden olan şeyler de haklarını talep eder. Allah Teâlâ insana evvelemirde bu haklardan herhangi birisinden gafil kalmamayı ve her birini Allah Teâlâ’nın belirlediği yerlerde kullanmayı emretmiştir. Allah Teâlâ bütün güçleri haklarını talep etmek üzere nefs-i nâtıka’ya yönlendir­miş, hepsini kendisinden ayrılamayacakları zati bir özellik olarak O’nun hamdini söyleyici olarak yaratmıştır. Allah Teâlâ bütün bu güçlerin üzerinde hüküm sahibi olan nefs-i nâtıka’ya yönelmiş bu hakları sabit bir Hakk olarak belirlemiş, bunu dünya ve âhirette devam eden ve onla­rın zatları gereği yerine getirdikleri tespihin bir karşılığı yapmıştır. O güçlerden hiç birisi kendi iradesiyle Allah Teâlâ’nın emrine karşı gelmez; on­lardan ortaya çıkan itaatsizlik, üzerlerindeki yönetici nefs-i nâtıka’nın icbarıyla gerçekleşir. Onlar üzerlerinde vali olan nefs-i nâtıka’nın sözü­nü dinlemek, ona itaat etmekle memurdurlar. Bu itibarla yönetici nef­sin zalim olması (onların hakkını vermeyişi), yönetimi altındaki güçle­rin lehine, kendisinin aleyhine; adil olması güçlerin lehine olduğu gibi kendisinin de lehinedir. Binaenaleyh Allah Teâlâ zikretmiş olduğumuz üzere insana bitişik (muttasıl) yönetilenlere nefs-i nâtıka’nın kendilerini icbar ettiği işten uzak kalma imkânı vermemiştir. Hâlbuki kendilerine emir verip onlarla aynı (sınıftan olmayıp) dışlarında kalan nefs-i nâtıka için durum böyle değildir.

Allah Teâlâ onlar için hissî cezayı nitelemiş, dünyada dünyalık nimetler­den verilmiş misallerle bu cezaya (karşılık) şahit tutmuş, âhiret için de

vaatte bulunmuştur. Bir kısmına ceza ahirette göstermiştir. Dünya hayatında ise gözle görülen bir cezadır. Böylece kişi dünya hayatında gözüyle sadece aynı nimeti görenin ve yönettikleri içinden aynı hazzı talep edenlerin değerini takdir edebileceği bir haz görür. Bu durumda o da kendisinden hakkını talep etmeye ve men edilmemeyi talep eder. ‘Bu konuda yarışanlar yarışmalıdır.’447 Bundan büyük bir yarış (konusu) olabilir mi? Marifeti kemale ermiş arif kendisinde rabbini müşahedeyi ve O’nu fikir ve müşahede yoluyla bilmek isteyen kısımların (güçler) bulunduğunu bilir ve o kısımların haklarını kendilerine vermesi üze­rinde bir yazife olarak ortaya çıkar. Bunun yanı sıra mizacına mülayim hoş besinleri arayan bir parçanın bulunduğunu, bunun yanı sıra içecek, cinsel ilişki, binek, elbise dinlemek ve duyusal nimederi talep eden parçaların bulunduğunu bilir. Bu durumda Hakkın onlar için belirle­miş olduğu hakları söz konusu parçalara ulaştırması gerekir. Böyle bir Hakk sahip bir insan varlıklardan herhangi birine nasıl değersiz görebilir ki (nasıl zahit olabilir ki) ? Allah Teâlâ her şeyi onun için yaratmıştır. Bunun­la birlikte insan, kendisine veya başkasına ait şeyleri öğrenmek için bir bilgiye muhtaçtır ki ‘her şey bana aittir’ demesin. Bu itibarla güzel şeyler söz konusu olunca, kendisine ait olduğunu bildiklerine bakar, başkasına ait olanlardan gözünü alır ve onlara bakmaz; çünkü başkası­na ait olan ona yasaklanmıştır. Bir insanın vera (şüphelilerden uzak­laşmak) ve uzaklaşmadan olan payı bu kadardır. Züht ise öncelikli olana dairdir. Vera veya diğer terkler ise öyle değildir. Öncelikli olana gelirsek, insan, mertebeye bakar ve onun gereğine göre amel eder; mertebenin gereğini ise Allah Teâlâ Şâri Peygamber’in diliyle bildirmiştir. Öncelikli olanı dikkate almaları itibarıyla bu insanlar ‘zahit’ diye isim­lendirilmişlerdir. Çünkü dünya hayatında (öncelikli olanın dışındaki) nimetlerden yararlanmaları mümkünken onlar bunu yapmamışlardı. Allah Teâlâ onları serbest bırakmış, kendilerine öncelikli olanı tercih etmeyi zorunlu kılmamış veya diğerlerini yasaklamamış, buna teşvik etmemiş veya mekruh kılmamıştır. Bunu bilmelisin!

Sonra muhayyer bırakılmış (mubah) nimete bakılır: Ondan yarar­lanmak kişinin kendisi adına onu terk etmeye (niyetlendiği) daha yüce makama ulaşmanın önünde perde midir, değil midir? Mubah ve mu­hayyer şey söz konusu makama ulaşmada -sahih ve selim alda göreengel teşkil ediyorsa, onu bırakır ve ona karşı zahit davranır. Rabbinden gelen bir delile dayanarak, mubahtan yararlanmanın bir zarar vermeyeceğini ve daha yüce bir makama/mertebeye ulaşmanın önünde engel teşkil etmeyeceğini görürse, onu terkin faydası yoktur. Nitekim Allah Teâlâ Hz. Süleyman’a şöyle demiştir: ‘Bu sana olan ikramımızdır, ister dağıt, ister hesapsız bir şekilde tut/’448 Yani işlerin kendisi hakkında birbi­rine karıştığı kimselerden olma! İşleri birbirine karıştıran insan, muba­ha karşı zahit davrandığını zannederken gerçekte (nefs-i nâtıka’nın) himayesi altında bulunan parçalardan birinin hakkını yerine getirmez, başka bir parçanın talep ettiği hazzı yerine getirir (adil davranmaz). Böyle bir davranış bilgisizliğin ta kendisidir. Çünkü bir hakikat ötekine ‘bu benim hakkım değil’ der. Allah Teâlâ’nın nefsi yönetmekle yükümlü tut­tuğu kula layık olan şey, bilgili olmaktır. Bilgili olunca, bilgisi onu yönlendirir ve bilgisinin hükmüne göre davranır; yoksa kendisi bilgiyi yönlendirmez. Çünkü bilgisini o kullanırsa, bilgi onun hükmüne bağlı olur; bazen kullanır, bazen onunla ameli terk eder. Demek ki terk bilgiyle yapılır. Bilgi insanı kullanır ve yönlendirirse, kişi bilgi tarafın­dan kullanılan ve bilginin etkisine konu olandır ve bilgi zorunlu bir şekilde onu doğruya yöneltmiş, o da hakları sahiplerine teslim etmiştir.

Âlemde böyle bir imam nadir bulunur ve bu nedenle şöyle der: ‘Cömert insan malıyla cömertlik yapan kimse değildir. Cömert bilgiye karşı nefsiyle cömert olandır.’ Böyle biri bilgisinin otoritesi altındadır ve âlemin büyüğüdür. İlahi emirler ve yasaklan bilmekten ise Allah Teâlâ izin verirse kitabın son bölümünü teşkil eden Vesaya (vasiyetler) bö­lümünde zikredip kitabı onunla bitireceğiz.

Bu düsturun kazandırdığı faydalara ve sana söylediklerime bakma­lısın! Sana söylediklerimin neticesi ve hedefi, seni en güzeli, en doğru­yu ve en öncelikliyi araştırmaya sevk etmektir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.'

Menzili 'Miskal miktarı bir tohum bile olsa ve bir ka­yalıkta veya göklerde veya yerde olsa Allah Teâlâ onu geti­rir, Allah Teâlâ latif ve habirdir' Ayeti Olan Kutub'un Hali­nin Bilinmesi

Rızkı Rezzak getirir, başka bir adı yok

Ya da varlığı yok, eseri yok

el-Vehhab’ın rızıkta hükmü olduğunu söyleme!

Böyle bir söz geçerli değildir                                                        .

Çünkü rızık vermek vacip bir iş                                            .

el-Vehhab’da ise zorunluluk olmaz, kul ise sınanır

‘Allah Teâlâ’nın bakiyesi sizin için dalıa hayırlıdır.’449 Yani Allah Teâlâ’nın kendisini kullanmayı helal kılıp O’na ibadet etmek üzere ihtiyaçlarını karşılamanı sağlayan şey senin adına daha hayırlıdır. Allah Teâlâ bu helal kısmı ‘bakiye (kalan)’ diye isimlendirdi, çünkü O yeryüzündeki her şeyi asıl itibariyle senin için yarattı. Sen de kayıtsız bir serbesdik sahibiydin; dilediğini kullanır, dilediğini bırakabilirdin. İkinci merhalede ise Allah Teâlâ serbest kıldıklarının bir kısmını yasaklamış, dilediği bir kısmını geride bırak­mıştır. ‘Allah Teâlâ’nın bakiyesi’ geride bıraktıkları demektir ve onları senin için daha hayırlı kılmıştır. Çünkü Allah Teâlâ bilir ki, asıldaki hükmü dikkate alan bazı kulların nefisleri bakiyenin değerini göremeyecektir ve bu nedenle onlar aslın hükmüne göre tasarrufta bulunurlar. Buna karşılık Allah Teâlâ onlar için bakiyenin daha hayırlı olduğunu söylemiştir. ‘Mümin iseniz...’450 Yani yeryüzündeki her şeyi sizin için yarattığımı tasdik edi­yorsanız, bunu bilirsiniz. Bu konuda beni tasdik ederseniz, sizin adını­za geride bıraktığım (bakiye) kısım hakkında da tasdik edersiniz. İkisi­ni ayırır, bir kısmına inanır ve bir kısmını inkâr ederseniz, mümin olamazsınız. Bunun yanı sıra, nimederi toplasanız ve onlara üşüşseniz


bile ancak sizin için takdir ettiğim miktarı elde edebilirsiniz. Fakat siz bana asî oldunuz. Bununla birlikte sizin adınıza takdir ettiğime yönel­meniz veya ondan yüz çevirmeniz durumu değiştirmez: Ben mutlaka onu size ulaştıracağım, çünkü ben onu (size ulaştırmayı) sizden daha çok isterim. Nitekim ecelinizin gelmesini de sizden daha çok talep edenim. Size rızık vermem, bana bir iyilik yapmanız veya bana karşı suç işlemenizle ilgili değildir. Ben iyiyi, günahkârı, yükümlü olanı ve olmayanı rızıklandırdığım gibi iyiyi, günahkârı, yükümlüyü ve yüküm­lü olmayanı öldürürüm. Benim inayetim -başka bir şeyden değilbu bakiyeden sana ulaştırmakla ortaya çıkar. İşte böyle bir bakiyede kendişine ulaşan kimseye dönük inayetim ortaya çıkar. Çünkü hiçbir nefs rızkı tamamlanmadan ölmeyeceği kadar hiçbir nefs eceli gelmeden ölmeyecektir; rızkın az veya çok olması durumu değiştirmez. Rızık bedenin kendisiyle ayakta durduğu ve gücünü muhafaza eden şeydir; topladığın veya sakladığın rızık değildir. Topladıkların bazen sana bazen başkasına ait rızık olabilir; fakat hesabını -toplayan ve kazanan sen olduğun içinsen vereceksin. Bu nedenle ancak kendini veya Allah Teâlâ’nın kendisi adına çalışmakla yükümlü kıldığı kimseleri besleyecek kadarını kazanmalısın; ilave olarak Allah Teâlâ’nın sana ihsan ettiklerini Allah Teâlâ’ya itaat için çalışacağını bildiğin kimselere ‘nimet verici’ olarak ulaş­tırmaksın. Onları tanımazsan bile, yine de ulaştır! Çünkü ‘senin mül­kün’ dediğim bir rızıktan nimet vermiş olmanın faydasından mahrum kalmayacaksın. O nimette sen, nimetin sahibi -ki benden başkası de­ğildirgibisin. Öyleyse sen benim naibimsin ve naip kendisini vekil atayanın özelliğine sahiptir. Kuşkusuz Ben, bitkileri, hayvanları, itaat­kâr ve günahkârı rızıklandırmışım! Sen de öyle yap: İtaatkârı bütün gayretinle ara. Böyle yapmak nasibini bollaştıracağı ve yücelteceği kadar aynı zamanda senin adına daha öncelikli ve övülür bir davranış­tır.       ’

(Allah Teâlâ insana diyor ki) bilmelisin ki: Sana bir inayet olarak, zatı­nın var olmasını sağlayıp nefsine nimet olacak hususları Ben yarattığım gibi senin için öyle bir şey daha yarattım ki, onda tasarruf ettiğinde ilahi isimler onunla hayat bulur ve nefisleri nimete kavuşur. Bu du­rumda her nerede bulunursan bulun, sana rızkını getiren Ben olduğum gibi o nimeti isimlere ulaştıran da sen olursun. Her nerede olursan ol, rızkın orada bulunur, çünkü Ben senin yerini ve bulunduğun mevzii bildiğim gibi senin rızkını da bilirim. Hâlbuki sen yiyene kadar ve tam olarak onu bildirene kadar rızkını bilmezsin. Rızıkla beslenip rızık senin bütün varlığına yayıldığında, onun senin rızkın olduğunu anlar­sın. Ben seni bildiğim gibi esma-i hüsna’nın (ilahi-güzel isimler) Hakk ettiği ve hayatiyederinin ve eserlerinin kendisine bağlı olduğu rızkı bilirim. O rızkı sana bildirdim, seni o rızkı onlara getiren kimse kıl­dım. Sana verdiğim rızka karşılık senden şükür talep ettiğim gibi sen de onlara getirdiğin nimete karşılık isimlerimden şükür talep etmelisin! İsimlerim sana şükrettiğinde, ben de teşekkür etmiş olurum. Bunun neticesinde benzerini ancak aynı işi yapanın elde edebileceği bir muduluğa ulaşırsın. İlahi isimlere âlemden bu rızkın ulaşması gerekir. Fakat isimlerim, ancak onlara böyle bir ilgi ve özenle yönelenlere şükrede; onlardan gafil kalarak nimet getirene teşekkür etmezler. ‘Hiç bilenler ile bilmeyenler bir olur mu?’451 Hayır, Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki! Günah işle­yenlerle iman edip salih amel işleyenler yaşarken ve ölümlerinde bir değillerdir. ‘Ne kötü hüküm veriyorsunuz!’ Yani verdiğiniz bu hüküm ne kadar kötüdür. Sonra sözümü açıklayarak Lokman’ın oğluna dönük tavsiyesini söylerim: ‘Bir kayalıkta bile olsa...’452 Yani Allah Teâlâ’nın yaratıkla­rına karşı şefkat duygusu, taşımayan bir katı kalpte bile bulunsa! Allah Teâlâ şöyle der: ‘Sonra kalpleriniz katılaştı, onlar taş gibi hatta daha katı ol­du.’453 Ayette ‘daha katı oldu’ denilmiştir, çünkü taş bir balyozla kendi­sine tesir etmeni engelleme gücüne sahip değildir. Buna mukabil kalp hiç kuşkusuz ona etki etmeni engelleyebilecek güçtedir, çünkü kalp üzerinde otoriten yoktur ve bu nedenle taştan daha katı olabilmiştir. Başka bir ifadeyle, daha engelleyici ve korunaklıdır. Bir insana iyilikte bulunsan bile, kalbinin sana yumuşaması gerekmez: Kalbin yumuşa­ması ona kalmıştır.

Anlatılır ki, adamın biri katı ve sert bir taşı kırmış, taşın ortasında bir boşluk bulunuyormuş, orada ağzında yeşil bir yaprağı yiyen böcek görmüş. Eski nebilerin sözlerinde aktarıldığına göre yeryüzünün altın­da bir kaya ve menfezi bulunmayan kayanın içinde bir hayvan yaşar ve Allah Teâlâ onun gıdasını orada yaratmıştır. Hayvan şöyle tespih edermiş: ‘Mekânımın uzaklığına rağmen beni unutmamış Allah Teâlâ’yı tenzih ederim.’ Uzaklık derken Allah Teâlâ ile aradaki mekân uzaklığı değil, rızıkların ulaşa­cağı yerle arasındaki uzaklıktır. Çünkü Allah Teâlâ’nın bütün yaratıklara me­kân yakınlığı eşitken manevi yakınlığı farklı farklıdır. Bunu bilmelisin! Ayetin devamında şöyle denilir: ‘Veya gökyüzünde...’ Kastedilen yıl­dızların feleklerde yüzmeleri vesilesiyle âlemdeki rızıkların yaratılması için rükünlere yaptıkları tesirler veya yağmurlardır; çünkü Arapçada sema (gök) aynı zamanda yağmur demektir. Şair şöyle der:

Sema (yağmur) bir kavmin toprağına düşmeye görsün

‘Sema’ derken yağmur kastedilir. Ayetin devamında ‘veya yeryü­zünde’ denilir. Kastedilen yeryüzünün kabiliyeti ve rızıkların oluşumu­na elverişliliğidir. Yeryüzü rızıkların ortaya çıktığı mahaldir ve bu yö­nüyle çocuğun yetiştiği bir mahal olan anneye benzer. Buna mukabil baba ise çocuk kastı taşısa da taşımasa da rahme attığı suyla ona tesir eder. Aynı şekilde yıldız felekte yüzer ve yıldızların yüzüşü vesilesiyle ana rükünlerde meydana gelen ve doğumu gerektiren durumlar zuhur eder; doğumun yıldız tarafından amaçlanması veya Allah Teâlâ’nın kendisine vahyettiği bilgiye göre gerçekleşmesi mümkündür. Allah Teâlâ her göğe ilahi emrini vahyetmiştir ve söz konusu emri ancak kendisine vahyedilmiş sema bilir. Bu hardal tanesi gizliliği hatta küçüklüğü nedeniyle her nerede bulunursa bulunsun, Allah Teâlâ onu getirecektir. Allah Teâlâ bunu bildir­mekle, yerine getirmekle yükümlü tuttuğu işi yerine getirmenin gere­ğine dikkat çekmiştir. Çünkü bir şeyi yerine getirirken O’ndan bir şey umarsın. O ise senden bir şey beklemez, çünkü O âlemlerden müstağ­niyken sen O’na muhtaçsın. Binaenaleyh yerine getirmekle yükümlü olduğun bir işi O’na ulaştırman, senin O’na ve bu sayede elde edeceğin menfaate olan ihtiyacını pekiştirir. ‘Allah Teâlâ Latiftir.’454 Yani bilinemeye­cek kadar, hatta hardal tanesinden kendisini bilmeye ulaşılamayacak kadar gizlidir. ‘Habir’dir,’455 Habir olmasının nedeni, fakirlikten kur­tulma hırsı nedeniyle bu hardalı ondan talep edenin mekânına sirayet etmesidir (letafet). Fakirlikten kurtulma hırsı dedik, çünkü canlı rızkı kendinden acıları uzaklaştırmak amacıyla arar, başka bir gayesi yoktur. Acıyı hissetmemiş olsaydı, herhangi bir şeyi aramazdı. Dolayısıyla faydalanmak, acıyı ve elemi kendinden uzaklaştırmak demektir. Bu işin en önemli kısmıdır. Cennetin özelliği, orada arzunun gerçekleşmesiyle arzulananın gerçekleşmesi bir olmasıdır. Öyle ki arzulanan, arzunun gerçekleşme anını takip eden ikinci anda meydana gelmiş olsaydı arzulanan şey arzu esnasında bulunmadığı içinacı ve elem meydana gelirdi. Nitekim dünya hayatında arzu ile arzulanan şey aynı anda gerçekleşmez. Bu nedenle burada elemlerin bulunması kaçınılmazdır. Arzulanan gerçekleştiğinde, en büyük haz, acının uzaklaştırılmasıdır. Bunu anlamalı ve iyice incelemelisin! Çünkü bu bilgi sana fayda verir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.-

DÖRT YÜZ YETMİŞ DOKUZUNCU BÖLÜM

Menzili 'Allah Teâlâ’nın emrini yüceltmek, onun için rabbi katında daha hayırlıdır' Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Kim Allah Teâlâ’nın yasaklarını (hurumât) yüceltirse O’ndan başka varlık görmüyordur

Âlemdeki her şey O’n haremi

Varlıkta sadece O’nun haremi var                                          .

Onlardan habersiz kalan yücelten değildir Hayır! Hükümde de eğlenen değildir '

Nasıl olur O’nun emirlerini unutur Eşyayı Allah Teâlâ ile gören kişi

O bir komşuyu bile görür Ben ise ondan habersiz kahrım

Âlem, Hakkın haremi (tesir mahalli) olduğu gibi bütün var olan­lar o haremin iskân edildiği yerdir. Haremlerin (eş) en büyüğü de tabii nikâhın (cinsel birleşme) etkisinin meydana geldiği şeydir, çünkü o harem, oluşma yeridir. Bütün âlem Allah Teâlâ’nın haremidir, çünkü o, varlık­ların ortaya çıkmasının sebebi olan ilahi hükümlerin oluşma yeridir. Âlemde ortaya çıkan her varlık, O’nun hareminden biri olur. Bu itibar­la Âdem karşısmda Havva onun haremi ve eşidir; ondan ortaya çıkmış ve bu nedenle onun aynı olduğu gibi Adem de Havva’nın aynıdır. Allah Teâlâ onda Âdem’in oğullarını meydana getirmiştir. Çünkü Havva Âdem’in sol kaburgasıydı ve insan diye bilinen şekli kabul etmiştir. Allah Teâlâ’nın âlemde yarattığı şeyler de böyledir. ‘Hepsi O'ndandır’ ayetinde bu hususa işaret vardır. Allah Teâlâ Hz. İsa hakkında da ‘O'nun ruhu’ demiş, başkasına nispet etmemiştir, çünkü ortada bir başkası yoktur. Öyleyse âlemde Allah Teâlâ’nın haremlerini (tesir mahallerini ve edilgenleri) yücelten kişi, gerçekte, kendini yüceltmiş demektir. Binaenaleyh senin şundan ya da başka bir şeyden değil, O’ndan var olduğun bellidir. O halde Allah Teâlâ’nın haremini yücelten, gerçekte O’nu yüceltmiştir ve Allah Teâlâ’yı yü­celtmek kişi için en hayırlı iştir. Bu hayır, kişinin tazimine karşılık elde edeceği ödüldür. Bu durum ‘Allah Teâlâ’nın şiarlarını yücelten...’456 veya ‘Allah Teâlâ’nın yasaklarına saygı gösteren...’457 veya ‘Rabbinin katında...’458 gibi ayederde zikredilir. Bizim yöntemimize göre bu zarfta amil, ‘Kim yü­celtirse459 ifadesidir. Kim onları rabbinin katında, yani o mertebede yüceltirse demektir. Rabbinin katında bulunduğun mertebeleri araş­tırmalısın. Onlar nelerdir? Mesela birisi namazdır. Çünkü namaz kılan rabbiyle münacat eder ve o rabbinin katindadır. Orada Allah Teâlâ’nın hare­mini yücelttiğinde, bu davranış onun için daha hayırlıdır. Hareme saygı göstermek, onunla bezenmek demektir. Böylece sen de yüceltilir­sin. Yüceldiğinde, haremle olduğu gibi seninle de. tekvin gerçekleşir. Bu durum ‘Bir yük yüklendiğinde Allah Teâlâ’ya dua etmişlerdi’ ayetinde belirtilir. Mümin temiz bir halde uyuduğunda, ruhu rabbinin katinda­dır. Bü durumda Allah Teâlâ’nın haremini yüceltmiş olur ve böyle bir değerli mertebede onun adına müjdeler gerçekleşir; müjde uykusunda olabile­ceği gibi veya başkası onun adına bu müjdeli durumu görebilir. Kulun kendisinde rabbinin katında bulunduğu mertebeler pek çoktur. Kul o mertebelerde Allah Teâlâ’nın haremlerini müşahede ederek yüceltir.

Bu bölüme dair geniş açıklama sözü uzatır. Bu kısa işaret ise geniş açıklamayla ortaya çıkacak faydaları anlayış sahibine ulaştırabilir. Bu kadar açıklama maksadı ifade için yeterlidir. Hamd âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’ya aittir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

DÖRT YÜZ SEKSENİNCİ BÖLÜM

Menzili'Ona henüz çocukken hikmet verdik' Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Mizaçtandır insanın bütün güçleri

Ruh ve beden olarak, doğrudan ayrılma sakın

Tasarruf ederken zamanla zayıflar o güçler Bedenin maruz kaldığı hastalık nedeniyle

Onların adetlerini gideren bir iş gözükürse Bil ki Bir ve Samed ilah’ın hükmüdür o

İsa veya ona benzeyen insanlar gibi

Bir insan toplumunun yaptığını bir kişi yapar

Size gelen mucizeyi gösterir

însanm güçlük içinde yaratılmasından başka bir şey değil

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Doğduğu gün, öldüğü gün, diriltileceği gün ona selam olsun.’460 Bu selam Allah Teâlâ’dan ona gelen bir selamdır. Hz. İsa ise Allah Teâlâ’nın Yahya’ya dönük inayetinin karşısında kendi durumunu haber vermek üzere şöyle demiştir: ‘Doğduğum gün, öldüğüm gün, diriltileceğim gün bana selam olsun.’461 Muhammedi varis gelir ve bu sözlere ekler: ‘Ben nebiydim, Âdem suyla toprak arasındayken.’ Şöyle ki:

Gençliğin en güzel çağları pek güçlü

Çünkü nalsa sabit ki Hakka yakındır onlar

Sufi kavminin bilgisi zevk ve tecrübedir

Onlar araştırmayla idrak edilemez

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem yağmur yağarken elbisesinin önünü açıp rabbinin katından yeni gelen yağmur isabet etsin diye göğsünü öne çıkartırdı. Bu hadis, yağmurun Rabbin katından yakın geldiği hakkında şeriattaki açık bir ifadedir. Öyleyse âlemde ilk olan herkes, rabbiyle, yeni bir ahittedir ve âlemdeki her şey ilktir; çünkü hepsi bir ‘şendir ve rabbiyle yeni bir ahit içindedir. Allah Teâlâ her şeye ‘ol462 demiştir. Bütün âlem, ister halk (yaratılış) âlemi olsun, emir âlemi sayılır. Emir ve halk aleminin mahiyetini açıklamıştık. Emir âlemi, halk âlemindeki ‘özel yön (vech'-i has)’ demektir. Nazarî düşünceyle metafizik yapanların hiç biri bu konuyu anlamamışken Allah Teâlâ ehli onu ‘zevk’ yoluyla öğrenmiştir. Ço­cuk için bu yakınlık yeni ortaya çıkmıştı; kastedilen yaratma ve yarat­ma emrini (ol) duymanın yakınlığıdır. Hz İsa’nın Allah Teâlâ’ya yakınlığı idrak etmesi arasında engel yoktu. Bunun nedeni yaratılışındaki unsur­lar âleminin (etkisinden) uzaklıktır. Bu itibarla Hz. İsa unsurî bir ba­badan meydana gelmemiştir. O Allah Teâlâ’nın ruhu ve Meryem’e attığı kelimesiydi. Ortada kendisinden sudur ettiği Haktan onu habersiz yapacak kimse yoktur ve bu nedenle müşahede ettiği halden haber vermiş, henüz beşikteyken kendisi hakkında annesine iftira edenler hakkında hüküm vermiştir. Allah Teâlâ ise Hz. İsa’nın konuşması ve hurma dallarının ona doğru eğilmesiyle tezkiye etmiştir ki o iki şahitten daha iyi şahit yoktur. Hz. İsa ‘Ben Allah Teâlâ’nın kuluyum463 demiş, kendisi hakkında Allah Teâlâ’nın kulu olduğu hükmünü vermiş, ‘falancanm oğlu’ dememişti. Çünkü öyle biri yoktu: Sadece Cebrail’in ruhunun suretinde tecelli eden Hakk vardı. Bunun nedeni tabiatta alışık olunan yöntemin dışında gerçekleşen bu özel yaratma üzerinde hüküm sahibi olan zorunluluktu. ‘Bana kitap verdi.’464 Peygamber olarak gönderilmezden önce İncil Hz. İsa adına ortaya çıkmış, böylece rabbinden açık bir delile sahip olmuş, ilahi kitabın sahibi olduğu hükmünü vermiş, ‘beni nebi yapmıştır’ demiştir. Burada nebiliğin Allah Teâlâ tarafından belirlendiği hükmünü vermiştir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle der: ‘Dilediği bir surette seni terkip eder.’465 Başka bir ifadeyle Hz. İsa suretlerde Allah Teâlâ’nın belirlemesiyle bulunur ki, bu durumun onun zatından olduğu zannedilmesin! Peygamber olmak (veya herhangi bir surette olmak), ilahi bir tahsistir. ‘Beni mübarek kıldı.’466 Yani bana benden başkalarında bulunmayan fazladan bir şey tahsis etti. Bu fazlalık, Hz. İsa'nın velayetin hatemi (hatmü’l-velaye) olması, ahir zamanda inmesi ve Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatına göre hüküm verecek olmasıdır. Bu sayede rabbini kıyamette Muhammedi suretlerde ve Muhammedî gözle görenlerden olacaktır. ‘Her nerede olursam...’467 Dünyada veya ahirette, beni mübarek laldı. Çünkü Hz. İsa’nın iki haşri olacaktır: Birincisi peygamberlerin, diğeri Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in tabileri olan bizim aramızda gerçekleşecek haşirdir. ‘Bana namazı tavsiye etti.’468 Kastedilen Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ümmetine. yerine getirilmesi için farz kılınan namazdır, çünkü kelime burada belirlilik talaşıyla gelmiştir. ‘Ve zekâtı emretti.’ Zekât da öyledir. ‘Yaşadığım sürece...’469 Kastedilen yükümlülük vaktidir ve o vakit dünya hayatıdır. ‘Annemi bana vasiyet etti...’470 Burada yaratılışına dikkat çekmiştir, çün­kü onu doğuran annesidir ve annesi İsa’nın yaratıldığı yer olmuş, onun yaratılışındaki unsurî nispeti azalmış, böylece İsa annesinden daha çok rabbine yakın olmuş, rabbiyle arasındaki kulluk ilişkisi daha yeni ve güçlü olmuştur. ‘Beni cebbar ve bedbaht yapmadı.’471 Çünkü böyle bir davranış her kimden meydana gelirse ancak bilgisizlikle meydana gelir. Bilgisizlik ise unsurdaki karanlığın otoritesinden ibarettir. Doğa âlemi içinde unsurlar âleminin durumunu bu kitabın pek çok yerinde açık­lamıştık. ‘Selam (esenlik) benim üzerime olsun.’472 Böyle demesinin nede­ni, rabbi karşısındaki mertebesini ve O’nun karşısındaki nasibini bil­mesidir. ‘Doğduğum gün...’473 Yani doğumu esnasında bebeklerle görevli kaba kölenin tesirinden kurtulmuştu. Köle Hz. İsa’nın doğumunu ilan etmemiş, Hz. İsa Allah Teâlâ’ya secde edici olarak doğmuştu. ‘Öldüğüm gün de...’474 Burada öldürüldüğü iftirasını atanlar yalanlanmıştır. Hz. İsa ‘öldürüldüğüm gün’ dememiştir. ‘Canlı olarak diriltileceğim gün de...’475 Büyük kıyamet demektedir. Burada ölümünü pekiştirmektedir. Binae­naleyh Allah Teâlâ henüz beşikte emzikli bir çocukken, ona belirttiği üzere hikmet vermiştir. Hz. İsa’nın Rabbiyle ilişkisi, halaoğlu Yahya’nın ilişkisinden daha güçlü ve tamdı, çünkü Hz. İsa rabbinin selamını kendisine vermişti ve bu nedenle ilah olduğu iddia edildi. Hz. Yah­ya’ya selam veren rabbiyken onun selamı bilip bilmediği hakkında kesin bilgi yoktur.

Bilmelisin ki insanlar, büyüktekini değil de, küçük bir çocuktaki hikmeti garipserler. Bunun nedeni onların düşünce ve tefekkürden ortaya çıkan hikmete aşina olmaları ve çocuğun ise tabii olarak öyle bir hikmetin mahalli olmayışıdır. Bu nedenle onun hikmeti söylediğini ve böylece Allah Teâlâ’nın inayetinin bu görünür mahalde ortaya çıktığını söy­lemişlerdir. Hz. İsa ve Yahya’nın fazlalığı ise zevk bilgisiyle söyledikleri hususta bilgi sahibi olmalarıydı. Çünkü böyle bir yaşta ve zamanda ancak zevk yoluyla böyle bir konuşma olabilirdi ve Allah Teâlâ ona ‘çocuk­ken hüküm vermişti.’ Kastedilen zevk yoluyla meydana gelebilecek nebilik hükmüdür. Her kimin düsturu bu ayet ise kendisi Muhammedi olsa dahi, bu iki peygamberin varisidir veya onlardan birisine daha güçlü bağlıdır.

Bazı kimseler beşikteyken, yani henüz bebeklik çağlarında konuş­muştur. Biz ise daha fazlasını gördük ve dini bir vecibeyi yerine getir­mek üzere anne karnında konuşanlara şahit olduk. Annesi hamileyken hapşırmış, Allah Teâlâ’ya hamd etmiş, karnındaki çocuk orada bulunanların duyacağı şekilde ‘yerhamukillah (Allah Teâlâ sana merhamet etsin)’ diye cevap vermişti. Benzer bir misal daha verirsek, benim Zeynep adındaki kızım henüz bir yaşında veya daha küçük bir bebekken annesinin ve dedesinin huzurunda şakalaşmak maksadıyla kendisine şöyle bir soru sormuştum: ‘Kızım! Eşiyle cinsel ilişkiye girip boşalmayan bir adamın ne yapması gerekir?’ Kızım ‘Boy abdesti alması gerekir’ deyince, ora­dakiler verdiği cevaba şaşırdı. O sene kızımı annesinin yanına bırakarak ayrıldım ve annesine de hacca gitmesi için izin verdim. Ben de Irak’tan Mekke’ye doğru çıkmıştım. Arafat bölgesine geldiğimde, bir cemaatle yola çıkarak Şam rüknü tarafında ailemi arıyordum. Kızım henüz an­nesini emerken beni gördü ve şöyle bağırdı: ‘Anneciğim, şu adam benim babam, geliyor!’ Annesi de bana baleti ve benim onlara doğru yöneldiğimi gördü ve kızına şöyle diyordu: ‘İşte baban, işte baban!’ Dayısı bana bağırdı. Ben de onlara doğru gittim. Kızım beni görünce, güldü ve bana doğru atılarak ‘babacığım, babacığım’ demeye başladı. Bu ve benzeri hususlar beşikte konuşmayla ilgilidir.

DÖRT YÜZ SEKSEN BİRİNCİ BÖLÜM

Menzili 'Allah Teâlâ iyilik yapanların ücretini zayi etmez' Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Kim amellerinde Allah Teâlâ’yı görürse güzelleşir    ,

Onun amelleri ve terazide kefesi ağır gelir

Müşahedeyle birlikte ona mahsus ecir var Tarifte terazi öyle hüküm verdi

Peygamberin de özel ücreti var risalet belirlemiş onu Onda bir eksiklik yok

Varlık olmasaydı bizim müşahedemiz olmazdı Varlıkta hem kazancımız hem hüsranımız var

Söylediğimizi bilecek kişi

Varlıkta hayretin bulunduğunu bilendir

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ihsanı ‘ibadette Hakkı görmek üzere amel etmek’ diye tanımlamıştır. Bu ifade, ümmetine karşı şefkatli ve bilgili birinin sırlı bir uyarısıdır. Çünkü o bilir ki, kul yerine getirmek üzere bir iba­dete başlarken rabbini gördüğünü bilirse rabbinin de ibadeti yaparkenki huzuru ölçüşünce kendisini gördüğünü bilir. Bir insanın düsturu ve ilkesi bu ayet olunca, amel sahibinin kendisi değil, Allah Teâlâ olduğunu anlar. Kul sadece amelin ortaya çıktığı bir yerdir. Bir rivayette Allah Teâlâ’nın kulunun diliyle şöyle söylediği bildirilir: ‘Allah Teâlâ kendisine hamd edeni duydu.’ Binaenaleyh ibadette ihsan duygusu, surete hayat veren ruh gibidir. Ruh surete hayat verdiğinde, suret sahibi adına sürekli bağış­lanma diler. Bu yönüyle suret artık sürekli var olurken kişi de sürekli mağfirete mazhardır. Çünkü Allah Teâlâ doğru sözlüdür ve ameli ihsan üze­re (kendisini görürcesine) yapanların ecrini zayi etmeyeceğini bildirdi; hatta Allah Teâlâ erkek veya dişi olmak üzere içimizden herhangi birinin amelini zayi etmeyecektir. Amel hayır bir amel ise sevabını zayi etmez­ken hayır değil ise onu da zayi etmez; çünkü Allah Teâlâ’nın tövbekarın gü­nahlarını hayra tebdil etmesi gerekir. Öyleyse amel her durumda zayi edilmez. Zayi edilseydi, tebdil neyde gerçekleşebilirdi? Ameller sahibi­nin, daha doğrusu Allah Teâlâ’nın inşa ettiği suretlerdir. Çünkü amel eden Allah Teâlâ iken kul amelin ortaya çıktığı bir mahaldir. Bu yönüyle kul suret­lerin açılışına kabiliyedi heyulaya benzer.

Ameli yaparken Allah Teâlâ karşısında ‘huzur’ sahibi olmak, ameldeki ihsan demektir. Amelin hayatı bu huzur sayesinde ortaya çıktığı gibi amel bu nedenle ‘ibadet’ diye isimlendirilir; huzur olmasaydı, ibadet olamayacaktı. Her günahkâr müminin içinde günahın ezikliği vardır ve bu nedenle günah (eziklik duygusuyla, yani tövbeyle) ibadete dönüşür. Yapılan işin günah olduğunu bilseler bile, yine de ibatede döner; bil­giden daha şerefli ruh olabilir mi? Allah Teâlâ kendinden haber verirken, her şeyi bilgisiyle ihata ettiğini söylemiş, aklın delili de bunu göstermiştir. Amel eşyadan biridir ve Allah Teâlâ eşyayı ve onun yerini bilir. Öyleyse amel (bir şey olarak), Allah Teâlâ’dan nasıl habersiz kalır ki? Ya da Allah Teâlâ onu nasıl zayi eder ki? Her amel O’nun hamdini tespih eden bir yaratıktır. Ame­lin hayatiyeti rabbinin üflemesinden ibaret ise rabbinin övgüsünü tes­pih eder; sahibinin ve inşa edenin huzur halinden ibaret ise amel her ne olursa olsun yine O’nun hamdini tespih eder ve sahibi adına istiğfar eder. İki amel arasındaki fark budur. Allah Teâlâ amelinde ‘huzur (ihsan)’ sahibi olmayan birine mağfiret ederse, bu durum, bir riayetten kaynak­lanır: Kul bir sureti inşa etmiştir ve her suretin bir ruha ihtiyacı vardır. Başka bir ifadeyle kendinden bir ruh üfleyeceği suretin o kulun vesile­siyle ortaya çıkması nedeniyle, amelinde huzur sahibi olmayan kula mağfiret eder, suret de O’nun/onun hamdini tespih eder. Suretin yara­tılması ve ona ruhun üflenmesindeki bu ortaklık nedeniyle mağfiret, her kim olursa olsun ve herhangi bir vakitte amel sahibine ulaşır.

Bir şeyi yapmamak anlamında terkler de niyet söz konusu oldu­ğunda amel olabilirler; niyet yoksa terk, amel sayılmaz. Çünkü ameller zahiri ve batını kısımlara taksim edildiği gibi bazen insan yapılması emredilen bir işi terk edebilir. Hâlbuki terk sırf yokluk demektir, fakat burada bir incelik vardır: Kişinin kendisine emredilmiş bir işi terk etmesi esnasında amel, sahibinin inşasından meydana gelen bir suret­tir, yoksa terkin kendisi değildir. Çünkü zaman tövbe edinceye kadar terk edilmiş amele aittir. Böyle bir terk günahların en şiddedisi ve büyüğüdür. Bu nedenle zahir ehlinden bazı kimseler, iki rekât fecir namazı kılıp yatmayan kişi için sabah namazının sahih olmayacağını ileri sürmüştür. Fecir namazı kılmazsa, yatması gerekmeden sabah namazını kılabilir. Bu görüş sahibi o kişinin kuvvetli bir sünneti terk ettiğini söylemek istemektedir ki, onu terk etmesi nedeniyle bir günahı yoktur. Bu da zikrettiğimizin aynıdır ve her ikisinin gerekçesi birdir. Binaenaleyh farz veya vacip veya yapmasın diye kişiye emredilen bir ameli yerine getiren insan o emredilen ameli yerine getirirken bir ame­lin suretini meydana getirir, yoksa terkin suretini meydana getirmez, bunu anlamalısın! Fakat terk edilen amel özü gereği belirli bir zaman insanı meşgul edip o zaman zarfında başka bir amelin bulunması mümkün olmayan amel olabilir. Bazen de onun vakti belirli ve sınırlı bir zaman değil, genel bir zamandır. Bazen de amel, sahibine başka bir işi yapmanın yasaklandığı bir amel olabilir. Bu kısma misal olarak namazı verebiliriz. Amel böyle bir amel değilse, hangi işi yaparsa yap­sın, o amel kabul edilir ki kastettiğim hayır amelleridir. Çünkü kişi onun yapması caiz olan bir vakitte yerine getirmiştir. Amelin en iyisi, kendi şartına göre ve zamanında -eksiksiz bir surettehalini kemale erdirerek yerine getirilen ameldir. Bu durumda o amelin sureti tamam­lanmış olur. Bunu anlamalı ve ona göre davranmalısın. Çünkü bu bilgi -Allah Teâlâ’nın izniyle-fayda verebilir.

DÖRT YÜZ SEKSEN İKİNCİ BÖLÜM

Menzili 'Kim yüzünü Allah Teâlâ’ya döner ve ihsan sahibi olursa, hiç kuşkusuz, sağlam bir ipe tutunmuştur. Bü­tün işlerin sonu Allah Teâlâ’ya döner' Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Kim yüzünü Rahman’a teslim ederse O yüz bir sona ermez

Çünkü Allah Teâlâ’nın bir başlangıcı yok

Onu sınırlayan başlangıç yok ki; bir övgü O’nu sınırlayabilsin

O’na teslim olarak şahidim Apaçık gerçek bu, gizlilik yok

Bizce sapasağlam ip o

Ona tutunan hidayet ve yükseklik kazanır

Allah Teâlâ namazı bölmüş, denk değiliz O’na Böylece ihtida ve uyma ortaya çıkmış

Hakk benden başkasını yaratmadı O’nun ve bizim menzilimiz bir

Kastedilen ‘O’nun benzeri bir şey yoktur’476 ayetidir. Allah Teâlâ şöyle bu­yurur: ‘İster Allah Teâlâ ister Rahman diye dua ediniz.477 Ayette Allah Teâlâ ile Rahman isimleri arasında fark görmemiş, her ikisini de müteradif kabul etmiştir. Bununla birlikte Rahman türetilmiş bir mana taşır. Fakat onlarla isimlendirilmiş hakikat itibarıyla gösterdikleri aynıdır; isimlendirilen, ayette kastedilendir ve bu nedenle Allah Teâlâ ‘En güzel isimler O’na aittir’47* der. Allah Teâlâ’nın güzel isimlerinden (esma-i Hüsna) biri de Allah Teâlâ ve Rahman’dır. Bunun yanı sıra O’nun kendisiyle zatını isimlen­dirdiği bildiğimiz veya bilmediğimiz veya bilinmesi mümkün olmayan bütün isimler, Allah Teâlâ’nın isimleridir. Bazı isimleri bilmememizin nedeni, onları gaybının bilgisinde saklamasıdır. Bu yönüyle Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ’ ismi­nin başka herhangi birinin adı olmasını engellemiştir. O isim söylendi­ğinde veya yazıda görüldüğünde, Hakkın hüviyetinden başka bir şey anlaşılmaz, çünkü Allah Teâlâ ismi mutabakat hükmüyle O’nu gösterir. Bu makamda Ebu Yezid ‘Ene Allah Teâlâ (Allah Teâlâ adı benim)’ demiştir. Yani hüviyetine delil olması itibarıyla söylenen o sözüm. Başka bir ifadeyle Ebu Yezid şöyle der: ‘Ben Allah Teâlâ’nın hüviyetine Allah Teâlâ kelimesinden daha güçlü bir delilim.’ Bu nedenle Allah Teâlâ Hz. İsa’yı ‘O'nun kelimesi’ diye isimlendirmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Veliler, görüldükle­rinde Allah Teâlâ’nın hatırlandığı kimselerdir.’ Onlar ‘Allah Teâlâ’nın velileri’ diye isimlendirilmişlerdir. Bunun nedeni, Allah Teâlâ’nın onları dost edindiği nite­liğin onlarda bulunmasıdır. Hangi teslimiyet ve boyun eğme -çünkü vechini demiştirbu boyun eğme ve teslimiyetten daha büyük olabilir ki? Böyle biri ihsan sahibidir; yani bu davranışı Allah Teâlâ’yı müşahede ede­rek yapmıştır. Çünkü ihsan ibadette rabbini görmen demektir ve iba­det müşahedesiz sahih değildir; amel ise sahih olsa bile her amel ibadet demek değildir. İbadet (edici olmak) yaratılmış için zatî bir özellikken amel Haktan kendisine gelen (emre bağlı) arızi bir fiildir. Bu nedenle kişide ve O’ndan ortaya çıkışı bakımından ameller birbirinden farklıla­şırken ibadet bir olarak kalır. Bu itibarla Allah Teâlâ ile Rahman’ı ayırt ede­mediğin gibi gerçek kul ile rabbini de ayırt edemezsin. Gerçek kulu gördüğünde, Rahman’ı inkâr eden onu inkâr edebilir. Bu nedenle bu makam, kopma hükmü verilemeyecek olan ‘sağlam ip makamı’ diye isimlendirildi, çünkü o ip zati gereği sağlamdır. Onun bir ucu Hakk, bir ucu ise yaratılmış olandır ve bu yönüyle namazla aynı hükme sahiptir: Namazın yarısı Allah Teâlâ’ya, yarısı kula aittir. Hâlbuki namaz kılan için aynı şeyi dememiştir. ‘İşler Allah Teâlâ’ya döner’*79 Burada bütün bu tafsilatın bir hakikate döndüğü, onun ise varlık sıfatının sahibi hakikatten başkası olmadığına dikkat çekmiştir.

Bu düsturu yerine getirirken böyle bir neticeye varmayan kişi, sü­rekli onu telaffuz etse bile, o düstura göre Allah Teâlâ’yı zikretmiş sayılmaz. Bu düsturu söylemenin maksadı, böyle bir durumun ortaya çıkmasını sağlamaktır. Bu zikirle ilgili olarak bu işaret yeterlidir. ‘Hamd sadece Allah Teâlâ’ya aittir.’

DÖRT YÜZ SEKSEN ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Menzili 'Onu tezkiye eden kurtuluşa ermiş, kirleten hüsrana uğramıştır7 Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Nefsin nitelikleri kutsiyet niteliği olunca Kurtulmuştur artık öyle bir nefs

Ya da arızî bir özellik kendisine ilişince Hikmeti üzere onun üzerinde durdu

Her ikisi de hükümde bir

İşin kendinde gerektirdiği durum böyledir

Onu kirleten o ikisinin arasında

Hüsrana uğrayanın mücmel niteliğidir

Bundan sonra onun neticesi bir;

O’nun suretinde zuhur etmiş olması durumu değiştirmez

Bu konuda hamd Allah Teâlâ’ya ait

Bütün varlık O’nun rahmetine girmiştir

Bu zikrin hakikati nefsin rabbi vasıtasıyla tezkiye (zekât) olabile­ceğini bilmektir. Nefsin şerefi O’na bağlı olduğu kadar zatındaki yüce­liği de O’na bağlıdır. Çünkü zekât rübuvv, yani berekedenmek demek­tir. Hakk her kimin duyması (duyma gücü), görmesi ve bütün güçleri olursa, görünen suret yaratılmışın sureti olsa bile, bu nitelikteki birinin nefsi tezkiye ve terbiye edilmiş, (adeta yeryüzü gibi) ‘en güzel çiçekleri ortaya çıkartmış’ demektir. Bu özellikleri Allah Teâlâ’ya ait ilahi isimler mesa­besindedir ve gerçekte bütün yaratılmışlar bu özelliğe sahiptir. Böyle olmasaydı, yaratılmışın sureti zuhur etmez veya var olmazdı. Bu ne­denle ‘Nefsini arındırmayan hüsrana uğramıştır480 denilir, çünkü bunu bilmemektedir. Bu nitelikle nefsin kirlendiğini zanneder, hâlbuki bu niteliğin nefsin kendisinden ayrılması mümkün olmayan zatî bir niteli­ği olduğunu anlamamıştır. Bu gerçeği bilmediği için, nefsi kirlenmiş olmakla nitelemiştir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Felaha ermiştir.’481 Onun için bekayı takdir etmiştir ve beka özelliği Allah Teâlâ’ya veya O’nun katındaki bir şeye ait olabilir. Zaten sadece Allah Teâlâ veya O’nun katındaki şeyler vardır. O’nun hâzineleri tükenmez hâzinelerdir. Binaenaleyh sadece (bu hâzi­nelerden ortaya çıkan) ardışık suretler var olduğu gibi onların bilinme­si de ‘Ta ki bilelim482 ayetine göre ardışık olarak gerçekleşir. Bununla birlikte Allah Teâlâ tafsilattan önce de onları bilir. Fakat onları mücmel (ge­nel ve özet) iken tafsili olarak bilmiş olsaydı, mücmel oldukları için, onları bilmiş olmazdı. Bilgi bilinenin bulunduğu duruma taalluk eder­ken bilgidir, çünkü zatı hakkında bilgiyi veren bilinendir (malum).

İcmallik mertebesinde ise bilinen tafsil edilmemiş, dolayısıyla ancak mufassal değilken bilinebilir. Bununla birlikte Allah Teâlâ icmal içinde tafsili bilir. Böyle bir bilmek, mücmelin mufassal olduğu anlamına gelmez; sadece mücmelin tafsile elverişli olduğunu gösterir. Başka bir ifadeyle mücmel, bilfiil tafsil edilmeye elverişlidir. Bu durum ‘ta ki bilelim483 ayetinin anlamıdır. Hal zikrettiğimiz gibi olunca, nefsi ‘kirleten484 yoktur. Birisi olsaydı hiç kuşkusuz başarısız kalmakla nitelenirdi. Çün­kü bir şeyin kabul edenden başka bir şeyden kirlenmesi mümkün de­ğildir. Onu kirlettiğinde bu kabul edici onu kabul etmiş demektir. Onu kabul ettiğinde ise bu kirlenmiş olan kendi mertebesini aşamaz. Çünkü o mertebesine yerleşmiş, mekânında karar kılmıştır. O halde onu kirleten şey kendisine yerleşen ve içine nüfuz edendir. Onun bilgi­si vardır fakat gayesine ulaşması mümkün değildir. Onun mahrumiye­ti, gayesine ulaşmamaktan ibarettir. Çünkü bilgi herkesçe sevilen bir şey değildir; öyle olsaydı, ‘bilgi perdedir’ denilmezdi. İyiliğe ve hayra karşı perde, tabiadarın kendisinden kaçtığı bir şeydir. Bize gelirsek, biz, bilginin perde olduğunu söylediğimizde, ‘bilgi bilgisizlikten per­deler’ anlamında bunu söyleriz, çünkü varlık ve yokluk (cehalet), ispat ve nefiy bir araya gelmez. O halde sadece gaye sahipleri başarısızlığa uğrar. Onlar bedbahdardır. Gayesi olmayanın başarısızlığa uğraması söz konusu değildir. Bilirsin ki bir şey bir şeyin içine girdiğinde o şey kendisini sığdırır. Dolayısıyla kendini sığdıramayan bir şeyin içine giremez. Bu itibarla bir şeyi ancak kendine ait bir şey sığdırabilir.

Her evin bir ehli vardır ve âhirette iki yer olacaktır: Birincisi cen­nettir ve onun bir ehli vardır. Onlar hangi şekilde olursa olsun Allah Teâlâ’yı birleyen, nefislerini tezkiye edenlerdir. İkinci yer cehennemdir ve onun da ehli vardır. Onlar, Allah Teâlâ’yı birlemeyen ve nefislerini kirleten bedbaht­lardır. Onların bu hali bulundukları yere kıyasla değil, cennete kıyasla böyledir. Dünya hayatında hiç kimse kendisi adına takdir edilen dere­ceyi ve ona mahsus yaratılışın verdiği özelliği aşamadığı gibi âhirette de kendisi adına takdir edilmiş olan mertebesinin belirlediği yeri aşa­maz. Bu itibarla nimet için yaratılmış kişi ‘kolaylığa sevk edilecektir.’ Ayette ‘Veren ve takva sahibi olan, iyiyi doğrulayan kişiyi kolaylığa erdire­ceğiz’485 denilir. Kim cehennem için yaratılmışsa, ‘onu güçlüğe sevk edeceğiz.’ ‘Cimrilik yapana gelirsek...’486 Kast edilen nefsi hakkında rabbine karşı cimrilik yapandır. Allah Teâlâ iman ve tevhidin bulunduğu bir ev olarak kalbini talep ettiğinde, cimrilik etmiştir. ‘Müstağni davra­nan...’487 Yani rabbinden müstağni olduğuna inanan demektir. ‘İyiyi yalanlayan...’488 Kast edilen esma-i hüsna’nın hükümleridir. ‘Onu güçlü­ğe sevk ederiz.’489 Bu güçlüğe kolaylıkla ulaşmak demektir ve içe girme­ye benzer. Çünkü içine girmek kolaylığı değil, güçlüğü çağrıştırır: Bir kimse kendisini sığdırmayan bir yere girmeye çalışsa, bunu genellikle başaramaz. Allah Teâlâ ise her nefsi yapabileceğiyle yükümlü tutar. Bu ne­denle O’nun rahmeti her şeyi kuşatmış, gazabı ve onun hükmü kalk­mış, mertebeler belirlenmiş, mezhepler açıklanmış, binen binilenden ayrışmıştır.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

DÖRT YÜZ SEKSEN DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Menzili 'Can boğaza geldiğinde, siz bakar durursunuz, biz ona sizden daha yakınız, fakat göremezsiniz' Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Can çekişme vaktinde zatı hazırlanır

Onu karşılayacak kimseyi görmeye, yani kendi aynını

Şaşılır! Gaib olan hazırdır

Kendi varlığı nedeniyle insan göremez onu

Terkibi ortadan kalksa -ki kalkar Hakkın varlığı onu korumak üzere gizlenmiş

Bir şeye aşırı yakınlık perdenin kendisi Yakınlık kalksa yardımıyla gerçekleşir

Haliyle ve gözüyle müşahede eder onu Bu vasfa tahsis edilmiş bundan dolayı

Gözün kendisinden başkasını görmediği Allah Teâlâ münezzehtir İzzeti üzere kalıcıdır O her eksiklikten uzak

Şe’n benim varlığımda ve O’nun oluşunda Onun ‘beyninde’ olan beyn’deki şahitler

ı

Son mısradaki birinci beyn vasla, diğeri farka işaret eder. Kast edi­len son nefestir ve artık çıkacak nefes kalmaz, çünkü çıkacak bir şey kalmamış, kendisine keşfolunan Hakk göre nefes kalpten ayrılmıştır. Can çekişme halinde (insana) keşfolunan gerçeğin kendinde olduğu duruma mutabıksa, böyle biri mutludur; mutabık değilse kalpten ay­rılmazdan önceki keşfe göre kalır ve kendisiyle ortaya çıktığı sureti kazanır. Bu durum Allah Teâlâ’nın kuluna dönük bir ihsanıdır. Çünkü Allah Teâlâ kulunun canını anne karnından doğduğu gibi fıtrat üzereyken alır. Çünkü can çekişen kişi dünya hayatını yolculuğa çıkma hakkındaki korku üzere terk eder. Bu durumda ona gerçek bir müşahede olarak ‘O sizinle beraberdir, her nerede olursanız490 ayeti keşfolunur. Başka bir grup hakkında Allah Teâlâ ‘Onlara Allah Teâlâ’dan hesap etmedikleri şey ortaya çık­tı491 buyurur. Can çekişenin yanında bulunup daha alacak nefesleri bulunanlar, Hakkın can çekişen kulla beraberliğini göremezler, çünkü onlar perdelenmişlerdir. Allah Teâlâ ehli ise öyle değildir. Onlar, can çekişe­nin can çekişme esnasında müşahede ettiği şeyi keşfederler. Binaena­leyh ‘Siz göremezsiniz492 ayeti genele işaret ederse, kastedilen ‘zevk’ olabilir. Çünkü herkesin müşahede ettiği hakkındaki zevki, başka bir müşahede sahibinden farklıdır. Hakk arif için gözdeyken (ayn) arif olmayan için mekânda bulunur. Öyleyse bu ihsan ve lütuf, Allah Teâlâ’nın rahmetiyle O’ndan ortaya çıkmıştır. Ahiretteki yer ehlini mıknatısın demiri çektiği gibi veya Meryem oğullarının vaftiz karşısındaki duru­mu gibi olmasaydı kendilerini oraya atmazlardı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Siz kendinizi pervaneler gibi ateşe atıyorsunuz, ben de sizi kanat­larınızdan tutup engellemeye çalışıyorum.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem insanları mizacı kendini kandile atıp yanmak olan pervaneye benzetti. Fakat kast edilenler ateş ehlidir. Ateşe cennete giden bir yol olması itibarıyla geçi­ci olarak uğrayanlar ondan sıkılırlar. Amellerinin gerektirdiği ölçüde cehennem âteşi kendilerine temas ettikten sonra şefaatçilerin şefaati ile ‘merhamet edenlerin merhamedisinin’ inayetiyle oradan çıkarlar. Ce­hennem ehli de ateşe ilk girdiklerinde en büyük azabı ve elemi duyarlar ve oradan çıkmak isterler..Haklarındaki ceza sona erdiğinde, bu kez bir ceza olarak değil, ateşin ehli oldukları için orada kalırlar ve artık ateş onlar için nimete dönüşür. Bu esnada cennete gönderilselerdi, hiç kuşkusuz, acı çekerlerdi.

Bu zikir, ehline böyle bir müşahedenin bilgisini kazandırır. Bu düstura sahip olduğunu iddia edip bildiği şeyi gözle görecek şekilde müşahede etmemişse, öyle bir bilgi söz konusu zikrin neticesi değil, başka bir bilgidir. Bu durumda düsturu olan özel zikrin açtığı bilgilere bakmalıdır ki, Allah Teâlâ gözle görecek şekilde ona ihsan etsin. Bunun böy­le olması kaçınılmazdır, çünkü bulunduğu yer onu gerektirir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bugün senden örtünü kaldırdık, gözün keskindir.’493 Bu kişi, yanındaki ailesinin görmediklerini görür. Allah Teâlâ onları kendi can çekiş­me vakitlerine kadar perdelemiştir.                                            ,

Allah Teâlâ bizi bu makamda kendisini üzenleri görenlerden değil, mut­lu edenleri görenlerden eylesin! ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştı­rır.’

Menzili 'Dünya hayatını ve onun süsünü isteyene amelleri verilir, onlar haksızlığa uğramaz' Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

fiayat nimettir, kim elde etmek isterse onu

Ölümden önce, üzülür hiç kuşkusuz

Rabbiyle ve O’nu görmekle nimetlenen öyle değil                     .

‘Umulur ki’, ‘belki’ onun adına bir umut

Hidayeti tahsis eden ve kesinleştiren nezdinde

Benim için 'umulur ki’ ifadesi kolay

Varlığı tek olan el-Ferd’in nezdinde

el-Müheymin’den başkasını dost edinmez

O ilahın nezdinde makamı olan kişi

O yaratıkların en düşüğüyle bile oturur

Kutsi bir hadiste Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ben beni zikredenle birlikte otururum.’ Hakkın bir kişiyle oturması, zikrin -hangi zikir isemaka­mının gereğiyle gerçekleşir.

Bilmelisin ki kulun niyeti, onun amelinden hayırlıdır. Niyet irade, daha doğrusu sevgi, şehvet ve kerih görmek gibi iradenin özel bir ilgisi ve taalluku demektir. Kul iradesinin altındadır veya irade ettiği şeye dair bilgilidir veya öyle bir bilgisi yoktur. Bilgisi varsa, doğasına müla­yim bir şeyi irade eder ve gayesi gerçekleşir. İrade ettiği şey hakkında bilgisi yoksa, meydana geldiğinde zarar görmesi muhtemeldir. Hakk tabii ve asıl iradeyi dikkate almışsa, tamamdır! Bu durumda irade sahi­bi herkes kendisini mutlu eden bir şeyi talep ederken onu üzecek bir


şeyi talep etmez. Fakat bazı insanlar kendisini muduluğa götürecek yolu bilmezken bir kısmı onu bilir. Bilen kendisini üzecek yollardan uzak kalırken cahilin bilgisi yoktur. Onu mutlu edecek bir netice mey­dana gelirse, bu durum, kendisine göre dolaylı olarak ve hakkındaki ilahi inayetle gerçekleşir. Çünkü Allah Teâlâ her ne irade edilirse edilsin, kimsenin muradını boşa çıkartmamakla kendini nitelemiştir. Bilindiği üzere, doğal irade, söylediğimizdir ve asıl olan odur. Allah Teâlâ’dan umu­dumuz, bizim ve yaratıkların bir kısmı adına, asıl olanı dikkate alması­dır. Sona gelirsek, bütün işler, nihayette O’na döner. Allah Teâlâ kendisini herkesin amelini, yani ecrini dilediği vakitte ödeyici olmakla nitelemiş­tir. Dolayısıyla ecirden hiçbir şeyi eksiltmez. Bir kişi dünya hayatını isterse, onun ameli boşa çıkmış demektir. Böyle birinin cennet veya amelin meydana getirdiği nimet (cenneti, naîm) demek olan ahirette nasibi yoktur, çünkü dünya hayatında ecri tam olarak kendisine öden­miştir. Böyle bir insan, rahadığa kavuşmakla Mutlu olursa, bu durum el-Vehhab isminden ve karşılık anlamına gelmeyen nimedendirmekten kaynaklanır. Bu haldeki biri Mutlu olursa, ihtisas nimetine (cennetü’lihtisas) mazhar olabilir; oradan dilediği yere yerleşir ve karar kıldığı yere karar kılar. İnsan dünya hayatını isteyenlerden olup nimete maz­har olmadığı bir nefes bile kalsa, Allah Teâlâ’nın amelinin karşılığını dünyada (tam olarak) verdiği kimselerden sayılmaz. Çünkü Allah Teâlâ dünya haya­tında her irade ve arzusuna ulaşma imkânı vermemiştir. Yolda bulunan eziyet veren sıkıntı ve güçlüklere rağmen böyle bir durum tasavvur edilebilir mi, edilemez mi? Ayet her iki ihtimali de içerir. Birinci yo­rumda böyle bir halin gerçekleşebilmesi, imkânsızdır, çünkü dünyada acı çekmemek mümkün değildir. O halde her kim dünya hayatını ister­se, hiç kuşkusuz, imkânsız bir şeyi istemiş demektir. Bu isteğin gerçek­leşmesi mümkün olsaydı, ancak zikrettiğimiz üzere gerçekleşirdi ki böyle bir şey vaki değildir. Diğer duruma gelirsek, bir mümin, ayağına batan diken veya daha büyük veya küçük bir sıkıntıdan acı duyarsa, âhirette acıya karşılık sevap kazanır. Dünya hayatını isteyen böyle biri­ne Allah Teâlâ dünya hayatında hemen karşılığını verir ve nimet ihsan eder. Nitekim Allah Teâlâ Ebu’l-Abbas es-Sebti’ye -batı şehirlerinden biri olan Marakeşliydiböyle yapmıştı. Onu görmüş durumu hakkında kendi­siyle sohbet etmiştim. Bana Allah Teâlâ’dan bütün nimetleri dünyada peşin olarak istediğini, O’nun da talebini kabul ettiğini söylemişti. Yine de hastalanır, şifa bulur, yaşar, ölür, göreve atanır, azledilir ve dilediği her şeyi doğrulukla yerine getirir. Onun bu konudaki terazisi yediliydi. Bana şöyle demişti: ‘Allah Teâlâ katında âhiretlik olarak dört dirhem ayır­dım.’ Allah Teâlâ’ya onun imanı nedeniyle şükrettim ve mesrur oldum.

Sebti’nin hali en garip işlerdendi ve aynı hali tadan veya halini so­rup onun da bildirdiği anlayış sahibi yabancılardan başkası bunun esasını bilemez. Bu iki sınıfın dışındakiler onun halini anlamaz. Bazen Allah Teâlâ bir insana onun böyle bir irade ve isteği olmadan, adı geçen esSebti’ye verdiği gibi ecrini dünya hayatında hemen verebilir. Bu du­rumda Allah Teâlâ ahirette onun adına sakladıklarına ilave olarak, nimetleri dünyada ihsan eder, çünkü o kişi, saklanılanların dünya hayatında verilmesini dikmemişti. Endülüs vaizi Ömer veya bu sınıftan gördü­ğümüz bazı kimseler bu kısma girer. Ben de bu yola girdiğimin ilk zamanlarında böyle davranmış, bu hususta garip sırlar görmüştüm. Bu durum onlar ve bizim adımıza Allah Teâlâ’dan kaynaklanan bir haldi; bizim veya onların iradesiyle gerçekleşmemişti. Ebu’l-Abbas es-Sebti -ondan öğrendiğim üzereonu bildiğim gibi nefsini biliyor idiyse, böyle bir nimeti dünyada talep etmemiş olmalıdır. Çünkü (benim bilgime göre) ondan ancak böyle bir davranış (yani istememek) beklenebilirdi. Fakat o bunu istemiş, Allah Teâlâ da isteğine karşılık olarak bu hali kendisine ihsan etmişti. Susmuş olsaydı, iki diyarda her iki nimeti elde ederdi. Fakat Sebti, nefsini, üzerinde yaratıldığı tabiatı ve Allah Teâlâ’nın kendisine göre onu terkip ettiği sureti bilememiş olması, kendisini istemeye sevk et­miş, aynı amelle başkası kazançlı çıkarken hüsrana uğramıştır. Bu ne­denle feraha çıkmak bilgi sayesinde mümkündür, çünkü bilgi kulda bulunabilecek en şerefli özelliktir.

Bilmelisin ki (‘kim dünyayı isterse ona onu veririz’ ayetinde ge­çen) dünya hayatı, onun nimetinden başka bir şey değildir. Dünyevi nimette bir şeyden mahrum kalana, hiç kuşkusuz, ecri tam olarak ödenmemiş demektir. Allah Teâlâ ise amelin (karşılığını) ödemeyi zikretti. Bu, dünyanın nimeti ve yükümlülük yerinde güçlüklere tahammül etmek, sabırdır. Âhirete iman etmeyene Allah Teâlâ amelin gereği olan karşı­lığı dünyada öder. Allah Teâlâ hiç kimseye dünya hayatında sıkıntıdan bütü­nüyle arınmış bir nimet vermez ve böyle bir durum gerçekleşmemiştir. İnsanın bütün istekleri gerçekleşmiş olsaydı, yaratıkların en mudusu olurdu, çünkü onun irade ettiği işlerin arasında Allah Teâlâ’dan müjde ve kurtuluş elde etmek vardır. Kişi mümin değilse, şart yerine getirilme­diği için şarta bağü olan da gerçekleşmez. Bunu anla ve bildiğine göre davran!

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

DÖRT YÜZ SEKSEN ALTINCI BÖLÜM

Menzili 'Allah Teâlâ’ya ve peygamberine asi olan kişi apaçık bir dalalete düşmüş demektir' Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Bakınız! Peygamber öyle biri ki:

Allah Teâlâ ona şeref ve saygınlığı giydirmiş

Peygambere asi olan O’na asi Varlığın tafsiliyle hayrete düşürür onu

O’nu arzular da güç yetiremez bir daha Rabde kulun nitelikleri bulununca

Onu bulamadığında bilememiştir Müşahede hali temyiz etmiş

Bazen marifet köprüsünün üzerine binmiş Bazen inkâr köprüsünün üzerine

Her gruba tahsis eden Allah Teâlâ münezzehtir:

Bir gruba elem bir gruba bol haz tahsis etmiş

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Peygambere itaat eden Allah Teâlâ’ya itaat etmiş de­mektir.’494 Çünkü peygamber ancak Allah Teâlâ’dan konuşur, hatta O’nun vasıtasıyla konuşur. Daha doğru bir ifadeyle Allah Teâlâ için Allah Teâlâ’dan konu­şandır, çünkü O’nun suretidir. Ayette ‘Peygambere asi olan Allah Teâlâ’ya asi olmuştur’ denilmemiş, itaatte ise peygamberi kendi mertebesine yerleş­tirmiştir. Çünkü yaratılmışın Allah Teâlâ’ya itaati zatî bir durumken O’na asi olması vasıtayla ve dolaylıdır. İtaatte olduğu gibi isyanda da peygam­ber Allah Teâlâ’nın yerine konulmuş olsaydı, ilah olmazdı; hâlbuki Allah Teâlâ ilah­tır. Binaenaleyh O’na ancak perde nedeniyle asi olunabilir. Perde ise peygamberden başkası değildir. Günümüzde yaşayan müslümanlar olarak biz, Peygambere karşı gelmede sahabeden ve onlardan bize doğru gelen nesillerden daha uzaktayız. Biz gerçekte aramızda emir ve otorite sahibi olanlara asi oluruz. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ’nın emretmiş olduğu ve yasaklamış olduğu hususları bilenlere asi oluruz. Bu nedenle biz cezası az sevabı çok olanlarız; içimizden biri sahabenin amelini yaptığında, elli kat sevap elde eder. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Onlardan biri sizin amelinizi yaptığında, elli kat sevabı vardır.’

Aklını bu hususa vermelisin, çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem burada ‘siz­den’ dememiştir. Ayetin devamında şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’ya, peygambe­re ve sizden olan emir sahiplerine itaat ediniz.’495 Önce Allah Teâlâ’yı, ardından peygamberi ve bizi, yani aramızdan emir sahiplerini zikretmiştir. On­lar, Allah Teâlâ’nın başımıza geçirdiği ve devrimizdeki (hükmü) otoritelerine bıraktığı kimselerdir. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın peygamberi, birliklerin başma veya başka durumlarda ancak insanların en bilgilisini görevlendirirdi; insanların en bilgilisi Kuran-ı Kerim’i en çok bilenlerdir. Bu sebeple Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Kuran’ı en çok bileni ordunun başına geçirir ve onu komutan yapardı. (İtaade ilgili olarak) ‘Allah Teâlâ’ya itaat etmiştir496 ayetinde başka bir ismi değil, bilhassa ‘Allah Teâlâ’ ismini kullanmıştır, çünkü Allah Teâlâ ismi cami, yani toplayan isimdir. Bütün suretler tecelliye ait olduğu gibi ilahi isimlerin hepsinin manaları da bu isme aittir. Halife de böyledir. Halife peygamber ve aramızdan yönetici olan kimselerdir. Onla­rın da yönetilenlerin muhtaç olduğu bütün suretlerde görünmeleri gerekir. Kim imama biat ederse, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ’ya biat etmiştir. Günah ise akitten sonra gerçekleşebilir. Akit ve misak (sözleşme), ‘Ben sizin rabbiniz değil miyim?’497 ayetinde zikredilen misak alımında gerçek­leşmiştir. Allah Teâlâ bu sözleşmenin Hacer-i esved’e tevdi etmiş, bir yadigâr olarak onun öpülmesini emretmiş, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in diliyle Hacer-i esved’in Allah Teâlâ’nın sağ eli olduğunu bildirmiştir. Başka bir vesileyle Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e biat edilmesini emretmiş, ona biat edenler hakkında ‘Onlar Allah Teâlâ’ya biat etmiştir498 buyurmuştur. Böylece Allah Teâlâ peygamberi­ni kendi mertebesine yerleştirmişken misakı hatırlatan Hacer-i esved’i kendi mertebesine yerleştirmemiş, Âdemoğlunun değeri yüceltilmiştir.

öp! Ahit eli taşta

Onun derecesi nerede, insanın derecesi nerede!

Biat alan yüzlerin döndüğü kimsedir

el-Vahid, el-Ehad ve suretleri var edendir O

Dilerse bir melekte, dilerse beşerde

Dilerse ağaçta, dilerse taşta                        ,                    .

Ne cevher ne araz sınırlar

Alemin varlığında yok bir izi

Aksine bütün varlık apaçık Hakk

Başka diye görme ki sizi başkaya çağırmasın

O müessirdir, eserler Hakk ile var

Göz sahibinin gördüğü her şeyde

Varlığın durumu böyle olmasaydı Âlem ne fayda ne zarar içerirdi

Hakkın sureti olamaz

Ömrün bitmesi de O’na izafe edilemez

O ‘itaat edilendir’, emirlerine karşı gelinmez Yaratmak ve emretmek, edilgen ve etkende ortaya: çıkar

Güneş vasıtasıyla dolunaydaki ışık görünür Sen bir güneşsin, Hakk ise ayda

Dolunayda gözün idrak edemediği bir şey var Bakarken böyle görürsün onu

Varlığımızın Hakkın varlığında bulunuşu belirsiz Gerçeğin bilgisi burhan ya da haberle bile kapalı

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘İzzet sahibi rabbin onların nitelemelerinden münezzehtir, selam peygamberlerin üzerine olsun, hamd âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’ya aittir.’499 Başka bir ayette 4O’nun benzeri bir şey yoktur, O duyan ve görendir500 buyrulur. Bu apaçık ihsan ve lütuftur.

Ben O’na: ‘Sen’ derim O bana: ‘sen’ der

Ben O’na: ‘İşte ben’ derim O bana: ‘Hayır, hayır, ben’ der

Ben O’na: ‘İş nasıldır?’ derim O bana: ‘Gördüğün gibi’ der

Ben O’na: ‘Hayretten başka bir şey görmüyorum ki, ne benden bir şey meydana geliyor, ne sen beni erdiriyorsun’ derim.

O bana söyle der:‘îşte! Şimdi vuslata erdirdim seni.’     .

Ben de derim:‘Elimde bir şey yok!’                                 ' '

O                                                  da şöyle der. ‘Erdirdiğim kişi böyle der.’ Artık bu esas üzere Allah Teâlâ’ya itimat ediniz.          ,

Oluşta O’ndan başkasını bilen yok ki .

. O’ndan başkasını bilen hiçbir şey bilmedi

Yaratan karşısında yaratılmışı gören Allah Teâlâ’nın korusunu anlamayan kişi

Yaratılmışla birlikte Hakkı gören .                            .

Görür ve görmez; O’nu görmezsin

DÖRT YÜZ SEKSEN YEDİNCİ BÖLÜM

Menzili 'Salih amel işleyen erkek veya kadın müminle­re tertemiz hayat yaşatacağız' Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Her bir şeyin bir terazisi var Her şeyin eksiklik ve üstünlüğü var

Salihlere mahsus bir terazi var                                        .

Bedbahtların da Hakkın katında terazileri var .

Teraziye göre hareket ederi kişi

Burhan gelse bile mutludur                                     

Çünkü terazisi hakikatini ifa etti Şeytan ona yardım etse bile              ,

Bu nedenle bir yola bağlanan kullar için buyurdu:

‘Senin, ey İblis, onun üzerinde otoriten yok’

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Temiz kadınlar temiz erkekler için, temiz er­kekler temiz kadınlar içindir.’501 Başka bir ayette ‘Güzel söz ve salih amel O’na çıkar502 denilir. Salih; amel için olan güzel hayattır. Bunun anla­mı, dünya hayatında müjdenin verilmesi demektir. Nitekim Allah Teâlâ ‘Dünya hayatında onlar için müjdeler vardır503 buyurur. Salih amel sahi­bi, Allah Teâlâ’nın ezeli bilgisinde Mutlu olacağının takdir edilmiş olmasını öğrenmenin müjdesiyle birlikte, bu müjdeyle kalan ömründe hoş ve güzel bir hayat yaşar; kişi işin sonunda o muduluğa ulaşacaktır. Binae­naleyh müjde, kişinin dünya hayatında karşılaşacağı güçlükleri ve ona sıkıntı veren eziyeüeri kolaylaştırır. ‘Allah Teâlâ’nın vaadi Hakk’50* ve sözü doğ­rudur. Böyle bir insan Allah Teâlâ katından değişmeyen bir sözün muhatabı olmuştur. Salih amelin ise tebdil özelliği vardır. Allah Teâlâ günahları iyilik­lere çevirir ve insan bu değiştirmeyi müşahede ederken âlemde gerçek­leşen bütün büyük günahları işlemiş olmayı arzulardı.

Mekke’de, ipek bölgesinden bu Hakk sahip Tevzerli biriyle karşı­laşmıştım. İşbiliye’de ise şeyhimiz Ebu’l-Abbas el-Ureybi’yle -ki batı Endülüs’teki Ulya şehrindendikarşılaşmıştım. Bütün ömrümde bu zevke sahip sadece iki adamla karşılaştım.

Öte yandan salih amel nedeniyle Hakka şükür gerekir, çünkü Allah Teâlâ el-Gafur ve eş-Şekür’dür (şükredilen). Böyle birinin çalışması mak­bul, sözü duyulmuştur. Salih amelin yegâne özelliği sahibini salihler arasına katmak ve ona bü ismi kazandırmak bile olsaydı, yine (şükür için) yeterli olurdu; çünkü ‘salah’ nebilerin talep ettiği makamdır. Salihler Allah Teâlâ’nın kulları arasında en üst mertebeye sahip kimseler oldu­ğu gibi salah ve iyilik onların en üstün niteliğidir. Allah Teâlâ bize resul ve nebi olmakla birlikte peygamberlerin kendilerini salih kulları arasına sokmasını dilediklerini bildirmiştir. Allah Teâlâ büyük peygamberlerini

överken onların ‘salihlerden’ olduklarını söylemiştir. Salah (iyilik), peygamber ve nebilerin ayırıcı özellikleridir. Onlar -kendileri derece derece olsa bilehiç kuşkusuz mertebe itibarıyla insanların en üstünü­dür. Allah Teâlâ’nın kulları arasından ‘salah’ haline ulaşan, hiç kuşkusuz, aşa­ğısındaki hallere de ulaşmıştır. Böyle biri, resul veya nebi olmadığı halde, nebi ve resullerin menzillerinin sahibidir. Resul ve nebiler ise karşılaştıkları risalet ve nübüvvetin sıkıntıları nedeniyle o kişiye gıpta ederler. Çünkü nübüvvet bir yükümlülüktür ve bu sayede onlar adına kurbiyet (yakınlık) mertebesi gerçekleşmiştir; gıpta edilen salih insan ise meşakkaderi tatmadan o mertebeye ulaşmıştır. Buradan resul ve nebin kim olduğunu; kıyamette vakfe’de kendileri için minberlerin konulacağı bir kavim hakkında Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in söylediği hadisin anlamını öğrenirsin. İnsanlar o gün korku içindeyken onlar korkmaz; insanlar üzülürken onlar üzülmez. ‘Büyük korku onları üzmez.’505 Onlar peygamber, değillerdir. Fakat bu halle bu menzilleri elde ettiklerini gördükleri için, nebiler onlara gıpta eder. Salihler yaratıklar içinde mesul olmayanlardır. Onların amellerine tövbe vakiderinden itibaren bir boşluk ve gedik giremez; girerse, salih değillerdir. Binaenaleyh ‘salih olmak’, halde, sözde ve amelde masumiyettir. Böyle bir durum ancak sürekli müşahede sahipleriyle mertebeleri, makamları, adap ve hükümleri bilen arifler için mümkündür. Bu hükümlerle nefislerini hazırlarlar ve sırat-ı müstakimde bulunması itibarıyla Rablerinin yü­rümesi gibi onlarla yürürler. Onların dünyadaki temiz hayatlarının bir tezahürü, yaratıkları Allah Teâlâ’ya davet etmiş ederken başkalarının dilleriyle onları davet etmeleridir. Onlar davederini dinleyenleri gördükleri gibi reddedenleri de görürler. Bununla birlikte davetlerinin reddedilmesi, onları üzmez. Aksine kabulden dolayı buldukları nimeti reddedilirken bulurlar ve hallerinde değişiklik olmaz. Bunun sebebi onların Hakk’tan müşahede ettikleri şeyin ilahi isimler olmasıdır. İlahi isimleri müşahede ediyor olmak ise onlar için bizatihi nimettir. Binaenaleyh her kim da­vet ederse, ilahi bir isim vasıtasıyla (ve isme) davet etmiştir ve davet eden ilahi isimdir. Kim daveti reddeder veya kabul ederse, hiç kuşku­suz, ilahi bir isim nedeniyle kabul etmiş veya reddetmiştir; demek ki kabul eden ve reddeden, ilahi isimdir. Böyle bir salih, bu müşahedesi

nedeniyle, sürekli hoş bir hayatta yaşar. Allah Teâlâ bir insanı bu makamı görmekten uzaklaştırırsa, o kişi doğal olarak acı çeker veya doğal ola­rak haz alır. Allah Teâlâ ehlinin en büyük nimeti ve acısı budur. Böyle bir hayatm güzel ve hoş olması sürekli olmasıyla mümkündür ve ona Allah Teâlâ’nın salih kulları ulaşabilir. Gerçi onlardan tabii bir şekilde acı çek­meyi gerektiren işler ortaya çıkabilir ve acıların izleri üzerlerinde gözü­kebilir. Bununla birlikte onların nefisleri, hoş hayat içindedir. Çünkü nefislerin bulunduğu yer afaldır, onların mahalli duyu değildir. Buna göre onların acıları, nefs kaynaklı değil, hissi (duyusal) acılardır. Böyle bir salihi gören, belanın kendisinde bulunuşunu farz ederek, kendi tecrübesine ve haline göre onu değerlendirirken gerçekte o aynı du­rumda değildir. Binaenaleyh buradaki bela sureti bakımından bela iken manası ve bâtını afiyet ve nimettir. Bu durumu ancak âlimler bilebilir. Onlar haklarında ‘İman eden ve salih amel işleyenlere ne mutlu!’506 denilenlerdir ki, kastedilen dünyadaki muduluktur. ‘Onların varış yeri ne güzeldir.’ Bu ise âhirede ilgilidir.

Bu makamın elde edilmesi hakkında -ki kazanılacak bir makamdırbu kadar açıklama yeterlidir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır

DÖRT YÜZ SEKSEN SEKİZİNCİ BÖLÜM

Menzili 'Gözlerini nimet verdiğimiz kimselere çevir­me, o dünya hayatının süsüdür, Rabbinin rızkı daha hayırlı ve bakidir' Ayeti Olan Kutbun Halinin Bilinmesi

Her şahsın çifti kendi nefsinden

Bu nedenle Âdem’in zevcesini kendi cinsinden yaptı

Erkek bütün (kül), kadın cüz

Zevceleri nefsinden çoğaldı

Bugün de aynen öyle!                        .

Onu var eden dünün kendisidir

Bu nedenle bugün dünün suretinde                                 .

Kutsiyetin zıddına veya kendi kutsiyetinde

Sakın gözlerini dikme gözünün önünde olan dünyaya                      .

Onun bir değeri yok

Ona kendi terazisini ver, yönelme sakın

Ünsiyetinden gördüğün şeye

Kendisi için olmadığın birine ünsiyet etmekte

Temelindeki cem’ nedeniyle seninledir

Şeytanın temasından ona gelen kuşkudan uzaklaştır onu

Dinlediğini ayırt etmelisin

Onun sözünü dinlerken; konuşmanın hatalarından korkmalısın

Muhkeminde gelen karışık ifadelerden de

Allah Teâlâ benzer bir ayette -ki o da bu menzilin tamamlayıcısıdır ve sahibi onu düsturuna dahil ederşöyle der: ‘Onlara üzülme, kanatlarını müminlere yay ve ben apaçık bir uyarıcıyım de.,S07 Burada Allah Teâlâ peygam­berini insanları korkuturken kendisi hakkında uyarır. Rabbin rızkı, bulunduğun halde sana vermiş olduğudur. Sana vermediği fakat sana ait olanların da sana ulaşması kaçınılmazdır; gecikme, zamanla ilgilidir ve zaman O’na aittir. Sana ait olmayan bir şeye ise ulaşılmaz. Ulaşma­ya çalışırsan, arzu edilmemesi gereken bir işin peşinden koştuğun için kendini yormakla kalırsın. ‘Sana ait3 derken, Allah Teâlâ’nın senin adma mu­bah kıldığı meşru bir yöntemle ona ulaşmanı kast ediyorum. Ona meş­ru yöntemin dışında ulaşırsan, hiç kuşkusuz, Hakkın sana verdiği bir şeye ulaşmış olmaz, doğa bakımından sana ait bir şeye ulaşmış olursun. Dünya hayatında maksat, Hakk cihetinden (meşru bir yolla) ulaşabile­ceğin şeylerdir. Binaenaleyh Hakk dünya için iken tabiat âhiret içindir (dünyada sınır varken âhirette mubahtır). Tabiat için her şey mubah­ken Hakk sınırlama koyar. Bununla birlikte âhiret dünyanın suretindedir. Nitekim dünün gecesiyle birleşmesinde doğan bugün zaman itiba­rıyla dünün suretindedir, fakat hüküm itibarıyla aynı hükümde ortaya çıkmayabilir.

Rabbinin ihsanlarını incelemelisin! Onlar genellikle sınanma ama­cı taşırlar. Bu durum ise ancak teraziyle öğrenilebilir. Şöyle ki: Allah Teâlâ’dan sana ulaşan her ihsan, Rabbinin rızkıdır. Fakat onun rızık ol­duğu teraziyle belli olur. Terazinin dışına çıkarsa, bu rızık tabiat gereği sana aittir ve onu alman gerekir. Yine de gaflet halinde onu almaktan sakınmalısın. Böyle bir rızkı nefsi zorlayıp mecbur bırakarak ve istek­sizce hareket ettirsen bile, huzur haliyle almalısın. Onu alırkenki huzur ‘Benim katımda söz değişmez508 ayeti olmalıdır. O rızka ulaşırken de­ğişmesi mümkün veya sahih olmayan böyle bir hükümde Hakkın sure­tiyle görünürsün. Çünkü Allah Teâlâ onu bu şekilde bilmiş, bu suretle ve durumla da söz konusu şey Hakka kendisi hakkındaki bilgiyi vermiştir. Bu teraziye göre onu elde etmeli ve teraziyle tartmalısın; bu terazi, gizli terazidir. Hakk seni bu husustaki isteksizlikten gafil yaparsa, o da ikrahtandır ve ondan mahrum olduğunu bilmelisin. Çünkü ikrah edep terazisinin dışında kalan bu amele karşı kişinin nefsinde isteksizlik meydana getirdiği için, bu durum, ‘Kalbi imanla mutmainken zorlanan kimse...’509 ayetinde belirtilen terazinin hükmüne girmiştir. Kişinin bu menzilde mutmain olması, o konuda kendisinde bulunan kerahet ve zorlanmaya göre gerçekleşir. Bu fiilde doğa sevgisiyle imanın nahoş buluşunu bir araya getirir. Çünkü Allah Teâlâ imanı mümine sevdirmiş, fasıklık ve isyanı kötü göstermiştir. Bununla birlikte bunlar müminden meydana gelebilir. Allah Teâlâ seni doğruluğa ehil kılsın!

Allah Teâlâ bulundukları yerde onları bir çiçek yapmıştır. Dünyada bu­lunduklarında dünya hayatının çiçeği olurlar ve var oldukları yerde nimet vesilesi olurlar. Mekânların hükümleri ise birbirinden farklıdır.

Onlar dünyada nimet için yaratılmış olsalar bile, aynı zamanda bir imtihan vesilesidirler. Allah Teâlâ onlar vasıtasıyla içimizde bizden gizli kalan özellikleri ortaya çıkartır. Allah Teâlâ o özellikleri bilirken biz kendimizden onları bilmeyiz. Böylece Allah Teâlâ adına lehimizde ve aleyhimizde delil ortaya çıkar. Bu, Hakkın beş yüz doksan üç senesinde Fas’ta bana ihsan ettiği makamdır. Daha önce bu makam hakkında bir zevkim ve tecrübem yoktu.

Bilmelisin ki bir müminden günah ve masiyet, gafletle veya tevil etmesiyle gerçekleşebilir. Amelin kendisi müşahede sahibinden mey­dana geldiğinde, genel nezdinde günah diye adlandırılsa bile, o amel Allah Teâlâ katında günah diye isimlendirilmez. İnsanların ona günah deme­leri, insanların gözlerindeki örtüden kaynaklanır. Allah Teâlâ söz konusu fiilin kendisinden ortaya çıktığı kimsenin durumunu eleştirenleri ma­zur sayar. O kişi gerçekte günahkâr veya asi değildir. Mesela bir canın katledilmesinde Hızır ile Musa’nın meselesi buna misaldir. Hz. Mu­sa’nın bu konudaki hükmü nerede, Hızır’ın hükmü nerede? Her biri­nin (görüşünün) hakikate bakan bir yönü ve dayanağı vardır. Müşahe­de ehlinin hali böyledir: Onlar varlıkta gerçekleşmezden önce mukad­deratı müşahede edeler ve onu basiretle uygularlar. Bu konuda Rablerinden gelen açık bir delille sahiptirler. Bu makam Allah Teâlâ’nın ‘görmesi ve duyması’ haline geldiği kimsenin ulaşabileceği makamdır. Bu itibarla çiçek meyvenin delili olduğu gibi gözü kendine çeker ve hoş kokular verir. Burada da bu meselenin çiçeğine gelirsek, bu emrin sahibi nefes­lerin, müşahedenin ve delilin ehlidir. ‘Delil’ derken fikir kaynaklı delil­leri değil, keşfinde nazarî/teorik deliller elde edilebileceği âdete bağ­lanmış hususlardaki delili kastediyorum. Allah Teâlâ ona keşif yoluyla delilini verir ve o da delili ve konunun delillerle irtibatını öğrenir. Böylece delilin yön ve yorumları hakkında bilgi elde eder. Böylece onun bilgisi, delilin bilgisi verilmeksizin, delilin gösterdiğinin bilgisi verilenin bilgi­sinden daha tamdır. Allah Teâlâ onları ancak kendileri için ‘çiçek’ diye isim­lendirdiği şeylerle sınar ve imtihan eder. Bu çiçeğin sahibi onun koku­sunu algılamaz, onu ‘çiçek’ olarak değil bir kadın olarak görür, bilhassa kendisi için belirlenmiş delili bilmez ve ondan sadece hayvaniyetiyle ruhu ve aklıyla değilelde edebileceği nimeti elde ederse, böyle bir insan ile diğer hayvanlar arasında bir fark yoktur; aksine hayvan böyle bir insandan daha hayırlıdır. Çünkü her hayvan faslını (kurucu-ayırıcı özellik) görürken bu şahıs onu fark etmemiştir. Bu fasıl hayvan için ondan başkası değildir. Böyle biri ne hayvandır ne insan; çünkü her hayvan, kurucu unsurunun hakikatini verisine göre hareket eder.

Bilmelisin ki bu düsturun sahibi, akılları hayrete düşürüp öğre­nilmesi mümkün olmayan bir bilgiyi müşahede eder. Bu bilgi, aynada görülenin mahiyeti hakkındadır. Aynada görülenle görmenin ilişkisi nedir? Görülen görenin gözüne mi yansır, yoksa gözün ışığının parıltı­ları görülene mi ilişir? Her hükme bir itiraz yöneltilebilir. Bu zikir sahibi için durum öyle değildir. Çünkü o insanın görüleni nasıl algıla­dığını bilir. Görmek denilen şey nedir ve neye racidir? Bu zikirden insana bu bilgiyi veren şey ‘Gözlerini çevirme’510 ayetidir. Burada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme bildiği bir konuda hitap edilmiştir ve biz de Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in onu bildiğini kesin olarak biliriz (inanırız). ‘Gözlerini çevirme’511 ayetinin anlamıyla ‘Müminlere de ki gözlerini sakınsınlar’’512 ayetinin anlamı bir değildir. Çünkü gözü kapamanın başka bir hükmü vardır; çünkü o gözün salıverilmesine göre bir eksiltmedir. Buradaki eksiklik özel bir şeye, yani özel bir görülene gözün uzamamasıdır.

Dostum! Dikkatini çektiğim meseleyi anladığında, öyle bir bilgi öğrenmiş olursun ki, o bilgi sana dünyada ve âhirette fayda verir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’       -

Menzili 'Sizin mallarınız ve evlatlarınız bir fitnedir' Ayeti Olan Kutbun Halinin Bilinmesi

Mal ve çocukla imtihan                             .

 Kurtuluşu olmayan bir bela

Mal nedir: Ol (der) ve olur ve emir hepsini toplar Çocuk onun suretiyken benzer takdis       .

Benzeri olumsuzlamak ona ilişir, onu sakın Aslı es-Sübbûh ve el-Kuddûs

Bizim yaratılışımıza bir bak, O’nuıı isimlerine mutabık Cins olmak ve benzerlik var

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür, geride kalan salih şeyler Rabbin katında sevap ve emel bakımından daha hayırlı­dır.'’513 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Âdemoğlu ölünce ameli kesilir, üç şey devam eder: Sadaka-ı cariye, insanlar arasında yaydığı bilgi veya ona dua eden salih evlat.’ Kuşkusuz ki mal ve oğullar dünya hayıtının süsüyle birlikte salih bakiyatın vermiş olduğu hayrı -Ki Rabbin katın­daki sevap demektirve arzulanan hayır -ki oğullar demektirbirleşti­rir. Çünkü o ikisi, yani mal ve çocuklar, geride kalan salih işlerdendir. Başka bir ifadeyle mal ve çocuklar ‘salih’ olduklarında, devam eden iyilikler arasında yer alırlar. Hadiste zikredilen bilgiyse iyi bir adet (sünnet) ortaya koymak anlamına gelir. Allah Teâlâ mal ve oğullan kendile­riyle kullarını sınadığı bir fitne yapmıştır. Çünkü onlar kalbe sıkıca bağlanmış oldukları gibi tabii olarak sevilirler. Bu ikisiyle, bilhassa da malla maldan başka bir şeyle ulaşılamayacak iyilik ve kötülüklere ulaşı­labilir. İnsana tabiatı hakim olursa, işlerinde herhangi bir sınırda dur-


maz ve malının vasıtasıyla bütün amaçlarına ulaşır’. Şeriat ona hakim olursa, malında tasarrufta bulunurken Rabbinin belirlemiş olduğu sınırlarda dururken bütün amaçlarına mal vasıtasıyla ulaşamaz. Bu itibarla mal, kalbin kendisine meyletmesi özelliğiyle ‘mal’ diye isimlen­dirilmiştir. Kalbin mala meyletmesinin nedeni şudur: Kul salih bir kul ise Rabbinden gelecekte bulacağı bütün iyiliklere malla ulaşabilirken tam anlamıyla salih bir kul olmadığında da kötü gayelerime malla ula­şabilmesidir. Çocuk ise anne ve babası tarafından dünyaya getirildiği için sevilir. Bu yönüyle ebeveyn, failin kendinden meydana gelen şeye ve sanatkârın sanatına yönelmesi gibi çocuğuna yönelir. Binaenaleyh kalbin çocuğa yönelmesi, zati bir yönelmedir. Çocuğu sevmemek ise çocukta bulunan kötü ahlak veya çirkin özellikler gibi geçici bir du­rumdan kaynaklanabilir. Bu nedenle çocuğu sevmemek, arızî bir du­rumdur.

Bu düsturdan Allah Teâlâ’nın rahmetinin her şeyi kuşatmasının sebebi öğrenilir. Yükümlü âlem (insan ve cinler), Allah Teâlâ tarafından yaratıldığı gibi aynı zamanda Allah Teâlâ’nın sanatının ortaya çıktığı bir mahaldir. Bu nedenle onun aslı itibarıyla Yaratıcısı tarafından seviliyor olması bir gerekliliktir. Bir sevmeme durumu ortaya çıkarsa, bu, âlemin bazı fiillerinden kaynaklanabilir ve âlemdeki fiiller geçicidir. Geçici olmakla birlikte, yine de onlarda asaleti teyit eden şeyler bulunur. Bu şey âlem­den ortaya çıkan bütün fiillerin Allah Teâlâ’ya ait olmasıdır: Âlem ise fiillerin ortaya çıktığı bir yer veya Hakkın karşısında sanatçının aleti mesabe­sindedir. Böylece rahmet ve muhabbet baskın gelmiş, gazabın hükmü geride kalmıştır. Onun geride kalması, hükmünün sürekliliğini kaldır­mak demektir.

Allah Teâlâ’nın kullarını herhangi bir imtihanla ve fitneyle sınaması, onla­rın tasarrufta bulundukları işlere dair taşıdıkları iddialardan kaynakla­nır. Onlar, söz konusu fiilin gerçekte veya kazanım yoluyla onlara ait olduğunu iddia ederler. Allah Teâlâ onlara yaratıcı-ilahi eli öğretmiş olsa ve kendi nefislerini fiildeki araçlar mesabesinde görüp bundan başka bir şeyin olamayacağını bilselerdi, Allah Teâlâ onları sınamazdı. Demek ki Allah Teâlâ kullarını böyle bir bilgiye ulaşsınlar diye sınar, onlar da bu iddiadan vazgeçerek Mutlu olurlar. Bu bağlamda bir kısmına Allah Teâlâ hidayet ederken bir kısmı hakkında dalalet hükmü kesinleşmiştir; öyle biri farkında olmaksızın hayrete düşer. Onlar kesbi kabul edenlerdir (Eşariler). Bir kısmı hakkında azap hükmü kesinleşmiştir; onlar fiille­rin (kulca) yaratıldığını ileri sürenler (Mutezile’dir). Allah Teâlâ’nın hidayet ettikleri ise Kuran-ı Kerim’de yer alan veya Allah Teâlâ’dan veya Peygamber­den gelen rivayetlere haklarını verenlerdir. Onlar ayetieri bağlamlarının dışına çıkartmadıkları gibi yorumlanmaları gereken anlamın dışında yorumlamazlar. Ayeder arasında hayrete düşmeye yol açan bir husus varsa, onlarm hidayeti hayrette kalmaları demektir. Hayreti aşmış olsalardı, ayete (veya hadise) hakkım vermemiş olurlardı. Misal olarak ‘Allah Teâlâ sizi ve amellerinizi yarattı’514 ayetini verebiliriz. Bu ayet âlemde hayretin sübûtu hakkındaki en önemli ayettir. Meşru görüşe uyup da nazarî düşüncenin şeriatın deliliyle çelişen görüşüne karşı meşru hük­mü öne çıkartan kimse, selamete ermiş ve kurtulmuş kimsedir. Şeriatın görüşünü benimsemeye takva üzere ameli de eklerse, Allah Teâlâ böyle biri adına ‘furkan’ yaratır. Onun vasıtasıyla ashabü’l-milel ve’n-nihal, yani din ve mezhep sahiplerini temyiz ve ayırt eder. Bunun yanı sıra şeriatm hükmünü ortadan kaldıran aklî delillerin verilerini bu furkanla temyiz eder. Söz konusu delilleri kabul eden insan şeriatın hükmünü tevil edip daha sonra reddetmek üzere aklın hükmüne havale eder. Böyle bir kişi, tevilde isabet etse bile, tehlikededir. Öyleyse insana gereken, takvadan kaynaklanan furkandır. Çünkü o vecdin doğruluğundan ve müşahede­den ortaya çıkar. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’ Allah Teâlâ doğru yola hidayet edendir.

Menzili 'Allah Teâlâ kafanda yapmadıklarını söylemiş olma­ları büyük bir suç oldu/ Ayeti Olan Kutbun Halinin Bilinmesi

Allah Teâlâ’dan gelen azap büyük oldu

Yaratıklardan gelen azap da büyük

Bir söz söyleyip onu yapmamak

Hem de o güzel bir söz

Allah Teâlâ yaratıklarında onunla amel eder

0                   her dalda bilinmeyen bir şey

İyilik dallarında onu basiretle gör

1                     sözünden âlemdeki varlıkta

Allah Teâlâ bize ve sana kendinden bir ruh ile yardım etsin, bilmelisin ki Allah Teâlâ’nın, fiilleri yaratılmışlara izafe etmesinin nedeni, fiili izafe edildiği kimsenin batını hüviyetinin Hakkın kendisi olmasıdır. Binaenaleyh fiil gerçekte O’na aittir. Bununla birlikte Allah Teâlâ kullarının bir kısmına bunu müşahede ettirmişken bir kısmına göstermemiştir. Allah Teâlâ kime bunu gösterip gerçekleşmesi mümkün bir işi dile getirir sonra da onu yap­mazsa, müşahededen kaynaklanan bir kesinlikle bilir ki, o işin gerçek­leşmesinin imkânsız olması akli imkânın dışına çıkmasıyla ilgilidir. Çünkü o, söz konusu işin Hakka (kendileri hakkında) bilgiyi veren ayan-ı sabite içinde suretini görmemiştir. Sübût mertebesinde hakikati olmayan bir şey varlıkta nasıl gerçekleşebilir? Bu nedenle gerçekleşme­yen fiille ilgili olarak Allah Teâlâ katına ‘makt’ izafe edilmiştir. ‘Allah Teâlâ’ ismi zikredildi, çünkü bu isim, isimlerin hükümleri arasında mütekabil bütün özellikleri kendinde toplar. Onun gösterdikleri arasında imkânın ispatı da bulunur. Böylece imkânın ispatı itibarıyla cezalandırır. Ayette


‘Allah Teâlâ’ ismi belirli ve özel isim olarak imkânı ispat edendir (olumlayan). Onun mukabili imkânı olumsuzlayandır ve şöyle der: ‘Sadece zorunluluk var! Bununla birlikte o mukayyet veya mutlak olabilir.’ Dolayısıyla bu adın Allah Teâlâ’ya verilmesi doğru değildir. Şöyle denilebilir: Onunla kastedilen sınırlama ve içinde bulunulan halin delaletine göre ortaya çıkar. Bu durumda hangi şeyle isimlere vekil olduğu öğrenilir. O ismin hükmüne bakılır ve eseri onda bulunur. Cezalandırma iyiyi söyleyip yapması mümkünken yapmayana ulaşır. İyi sözün durumuna bakmalısın! Onun kendisini söyleyen kimsedeki meyvesini devşirmek gerekir. Özellikle Allah Teâlâ’nın kullarından herhangi biri hakkında bir iş yapmayı gerektirdiğinde durum böyledir. Fakat o kişi mahrumdur. Allah Teâlâ katında böyle bir işin büyük günah olmasının nedeni, sözü söy­leyen İçişinin sözü söyleyip söylediğini yapmamış olmasından kaynak­lanır. Söz konusu kişi, o fiili yapmamakla mahrum kaldığı iyiliği âhirette gördüğünde, şiddetli bir şekilde kendini cezalandırır. Bu ceza başka herhangi bir cezadan daha büyüktür. Onu Allah Teâlâ cezalandırmış değildir, aksine Allah Teâlâ’nın katına ulaştığında kendini cezalandıran bizzat kendisidir.

Cezanın bir kısmı ötekilerden daha büyük olan bir takım derecele­ri vardır. Buradaki ceza ise Allah Teâlâ katında en büyük cezalardandır. Bu düstur sahibine bu bilgiyi kazandırır. Çünkü insanlar ayetteki anlamı esas anlamından farklı bir şekilde alır ve şöyle derler: ‘Allah Teâlâ onları cezalandırır.’ Hâlbuki onlar ‘Allah Teâlâ katında515 ifadesini kavrayamamış­lardır. Yani onlar Allah Teâlâ katında kendilerine ceza verirler. Bu ceza, Allah Teâlâ’ya dönüldüğünde ortaya çıkan en büyük cezadır. Bir kişi bunun sahih olmadığına inanıyoruz der ve bunu inanarak söylemezse, müna­fıktır. İnanarak söyler ve yapmazsa, o kişi haddi aşandır ve onun Allah Teâlâ katındaki cezası büyüktür. Çünkü imanı ona bir şey yapmasını vermiş fakat o yapmamıştır. Onlar kendi dilleri veya başkalarının dilleriyle verilen öğütleri yapmış olsalardı, hiç kuşkusuz, kendileri için daha hayırlı ve hikmedi olur, Allah Teâlâ da kendilerine büyük ecir verirdi. Çünkü Allah Teâlâ fiili söze izafe etmiştir. Söz ile amelin bir araya gelmesi, fiil ol­maksızın sadece sözün veya söz olmaksızın-sadece fiilin bulunduğun­daki durumdan daha güçlü bir hal ortaya çıkar.

Bu nitelikteki birisine Allah Teâlâ el-Hazil isminin hükmünü ortadan kaldırmak üzere, el-Müzekkir ismiyle nida eder, çünkü Allah Teâlâ ona ancak halde hükmü olmayan bir isimle hitap etmiştir. Bu tarz hitap iki tür­dür: Birincisi bir niteliğe bağlı çağırma ve hitaptır. Misal olarak ‘Ey

iman edenler (ey o kimseler ki iman etmişlerdir)’516 veya ‘Ey kendilerine kitap verilenler517 ayetlerini verebiliriz. Diğeri zata yapılan nidadır. Misal olarak ‘Ey insanlar518 ayetini verebiliriz. Böyle bir çağrı ve nida duyduğumda, onu yapana değil, hangi ifadeyle yapıldığına dikkat edip ona göre davranmalısın. Bu hitapta bir kaçınma gerekiyorsa kaçınmalı veya gerekmiyorsa ona göre hareket etmelisin. Allah Teâlâ bazen emirle hitap ederken bazen yasaklamayla hitap edebilir. Emirle ilgili olarak ‘Ey iman edenler! Akitleri yerine getirin519 derken yasaklamayla ilgili olarak ‘Ey iman edenler! Allah Teâlâ’nın şiarlarını ihlal etmeyiniz520 der. Başka bir misalde ise ‘Ey iman edenler! Niçin yapmadıklarınızı söylüyorsu­nuz?’521 der. Bu hitap, bir inkâr ve yadırgama hitabıdır. Adeta Allah Teâlâ ayette şöyle der: ‘Söylediklerinizi yapınız!’ Yasaklama söz konusu ol­duğunda ‘Allah Teâlâ hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemeyin’ anlamına gelir. Çünkü böyle yapmakla Allah Teâlâ katmda kendinize en büyük cezayı verirsiniz. Nitekim daha önce bunu ortaya koymuştuk. Böyle bir ayet geldiğinde, bir yönü emre bir yönü yasağa bakar ki kast edilen yön budur. Dinleyici, nidayı o vakitte neye göre gerçekleşmişse ona göre alır. Başka bir ifadeyle emir veya yasaklama olmak üzere hangisine göre nidayı alırsa, isabet eder; ikisini birleştirirse (hem yasağı hem yasağın içerdiği zımnî emri yerine getirirse), onun meyvesini devşirir ve bu durumda iki ecri olur.   '

Bu düsturda insanların bir kısmına (ayette kastedilenin) özel bir söz olduğu keşfolunur. Bu özel söz insanın fiili kendine izafe etmek inancıyla ilgilidir. Misal olarak Mutezile’nin fiiller hakkındaki inancını verebiliriz. Düstur sahibi fiillerin -kendisine değilAllah Teâlâ’ya ait olduğunu keşfederek kendini cahil kalmış olması nedeniyle suçlar. Böyle bir suç­lama, Allah Teâlâ katındaki en büyük suçlamadır. ‘Allah Teâlâ’nın katı’ ifadesi ise bu yorumda dünyada veya âhirette müşahedenin gerçekleştiği yerdir. Onun dünyadaki cezası bu görüşten dönüp saadete ulaşarak âlimlere katılmasıdır ki bu âhiretteki cezadan farklıdır. Allah Teâlâ adeta şöyle der: ‘Ey iman edenler! Niçin söylüyorsunuz?’522 Yani gerçek öyle değilken, niçin fiilin size ait olduğunu söylüyorsunuz? ‘Yapmadıklarınızı.’523 Bun­ları kendinize izafe etmeniz ‘büyük günah oldu.’524 Bu günah sizden ortaya çıktı. ‘Allah Teâlâ katında yapmadıklarınızı söylemeniz. Allah Teâlâ kendi yo­lunda savaşanları sever.’525 O yol sırat-ı müstakimdir, çünkü Allah Teâlâ doğ­ru yoldadır. Fiiller hususunda Allah Teâlâ ile didişen tartışmacıya fiilin ge­diksiz bir saf halinde tamamen Allah Teâlâ’ya ait olduğun söyledik. ‘Sanki onlar bir duvar gibidir.’526 O duvarda gedik yoktur. Bütün fiiller, kendi­sinde göründükleri kimseye değil, Allah Teâlâ’ya izafe edilirler.

Bu ayetin düsturu olduğu insan kurtuluşa ermiştir. Düsturun fay­dası sahibine bu konuda bir fetih kazandırmasıdır. Bir düsturun sahi­bine fetih kazandırmadığını görünce, onun zahiri diliyle bu düstura sahip olduğunu ve batındaki dilinin zahire uymadığını bilmelisin. Bu mesabedeki kişi, ‘düstur sahibi’ derken kastettiğimiz biri değildir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

DÖRT YÜZ DOKSAN BİRİNCİ BÖLÜM

Menzili 'Sevinme! Allah Teâlâ sevinenleri sevmez' Ayeti Olan Kutbun Halinin Bilinmesi

Dünya gam ve tasalardan ibaret Seçkin ve sıradan insanlarda durum böyle

Dünyada sevinen kişiye ne denir ki? Gerçeği ve hikmeti bilen biri değil o

Hâdis ve kadimde varlığı incelersen iyice

Müşahede ederek anlarsın ki

öğüt alınacak bir ibret konulmuş ortaya

Tecrübeli ve bilgili kimse öğüt alır

Allah Teâlâ’nın ihsanıyla sevinilmelidir                              .

Nimet ehlinden sevinmek isteyen kimse

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘De ki Allah Teâlâ’nın rahmeti ve ihsanıyla sevininiz, o sizin topladıklarınızdan daha hayırlıdır.’527 İnsanlar onunla sevinirler. Akıllı, elden çıkacak bir şeyle değil, sabit olanla sevinir. Bu sevinç Allah Teâlâ’nın kulunun tövbesiyle sevinirkenki sevincine benzer, çünkü tövbe bilhassa ahirette olmak üzere varlığı lazım ve sürekli bir şeydir. Kul bulunduğu her durumda, iman bakımından perde halindeyse, O’na döner; perde kalkmışsa, gözüyle görerek O’na döner.

Bu düstur, Allah Teâlâ’nın (sevinmeyi) yasaklama hakkındaki sözü değil­dir. Bu ifade sadece kavminin söylediği bir sözü aktarmaktadır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kavmi ona dedi ki...’528 Yani Karun’un kavmi kendisine ‘Se­vinme, Allah Teâlâ sevinenleri sevmez529 demiştir. Bir sınırlama yapmadan böyle bir genelleme kullanmaları doğru mudur değil midir? O başka bir meseledir. Onların bu husustaki dayanakları hal karinesiyse, hiç kuşkusuz sınırlamışlar demektir; çünkü hal karineleri sınırlayıcıdır; bazı yerlerde genellemeyi (mudaklık) gerektirse bile; bu, sınırlama değil, mudaklığın (genelleme) sınırlanmasıdır. Bu zikir sahibine Allah Teâlâ’nın ihsanıyla sevinme imkânı verdiği gibi zikrin zıddı olan bir netice ortaya çıkartır. Bu durumda kişinin kalbi dünya hayatında yaşadığı süre hüzünlüdür. Başka bir durumda bulunmuş olsaydı sevinmesini sağlayacak bir hâl kendine açtığında ise açılan bu hususta Allah Teâlâ’ya şük­retmesi gerektiğini bilir. Böylece hüznü, öncekinden daha güçlü bir hal kazanır. Allah Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in geçmiş ve gelecekteki günahlarını bağışladığı müjdesini verince, bu müjde Allah Teâlâ’ya şükretmek üzere daha çok çalışmasına yol açmıştır. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ayakları şişinceye kadar namaz kılar, (sebebi sorulunca) şöyle derdi: ‘Şükreden bir kul olmayayım mı?’

Hakkını tam olarak vermek istediği bir makamda bulunan bir in­sanın o makamla ilgili üzerinde hiçbir Hakk kalmadan sevinmesi müm­kün değildir. Allah Teâlâ’nın İhsam ve rahmetiyle müjdelenmiş mükellef üze­rinde ortaya çıkan Hakk ise son nefese kadar sürer ve dünya hayatında yaşadıkça bu Hakk onun üzerinde kalır. Böyle bir insan ancak dünya hayatından çıkarken sevinebilir, çünkü yükümlülük ancak teklif diyarı dünyadan ayrılırken düşebilir.

Bu zikri düstur edindiğini iddia edip de kendisinde sevinç görülen birinde bu zikrin izi bulunmadığı gibi böyle bir insan bu zikrin ehli de değildir. Salihlerden birisi sevinen ve gülen bir adamı görüp ona şöyle demiş: Ey adam! Allah Teâlâ’nın müjdelediği bir kul isen, halin O’nun müjde­sine şükredenlerin hali değildir. Allah Teâlâ’nın müjdelemediği kimselerden isen, bu hal O’ndan korkanların hali de değil!’ Böyle diyerek, her iki yorumda da onun sevinmesine tepki göstermişti ki, bu düstur ve bu olumsuzlayıcı muhabbet (sevmemek, Allah Teâlâ sevmez ifadesi) hakkında söylediğimiz tam da budur. Kast edilen her türlü sevgi değil, özel bir sevgidir. Çünkü Allah Teâlâ’nın sevgisinin pek çok yönü vardır ve birisinin olumsuzlanması bütünün olumsuzlanmasını gerektirmez.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Menzili 'Gaybı bilendir', 'O'nun gaybını kimse bile­mez, razı olduğu peygamber hariç../ Ayeti Olan Kut­bun Halinin Bilinmesi

Gayb birine görünseydi gayb olmazdı Çünkü artık görülmüştür

Gayb âlemi zuhur etmez Hatta kimse görmez onu

Bütün âlem Allah Teâlâ’ya görülür Varlıklar hakkında O’nun görmediği yok

Bizim için gayb var, O’nun için yok Bu nedenle varlıkta tek kalmıştır O

Bu nedenle ‘ol’ sözünü görene dedi ki Ey dost! O’nu dayanak edin

Allah Teâlâ bize ve sana Ruhu’l-kuds ile yardım etsin, bilmelisin ki, kendi zannmca bilgiye ulaşan bilgiyle nitelenmiştir. Bununla birlikte bilgi onun niteliği olabilir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Fatiha olduğu­nu vakıasında gören birine ‘Bilgin mübarek olsun’ demiştir. Yani ger­çekte böyle olmuştur demiştir. Başka bir ifadeyle rüyasında bilgi sahibi olduğunu gören kişiye gerçekte de öyle olmuştur demiştir.

Bilmelisin ki gayb iki kısma ayrılır: Birincisi hiçbir zaman bilin­meyendir. Bu kısım Hakkın hüviyeti ile O’nun bizimle ilişkisidir; bi­zim O’nunia ilişkimiz (nispet) ise ilkinin aşağısındadır. Bu gayb hiçbir zaman bilinmeyecek kısımdır. Diğeri izafi gaybdir. İzafi gayb birine görülürken bazen başka biri için gayb olarak kalabilir. Bu itibarla hiç


kimsenin görmediği bir gayb yoktur. Bunun en ileri derecesi, varlığın kendi dışındaki herkese gayb olan kendini görebilmesidir. Binaenaleyh her gayb başka birisine görünmezken yine de görülmektedir. Allah Teâlâ razı olduğu kimselere gaybın bilgisini vermeyi murad edince, zan veya tahmin olmayan bir bilgiyle gaybı öğretir. Böyle bir insan da Allah Teâlâ’nın öğretmesi veya O’nun talimine mazhar olduğuna inanılan birinin öğ­retmesiyle gaybı öğrenir; onların dışındakilerin gayb hakkında bilgileri yoktur. Bü talim peygamber denilen kimse tarafından yapılır. Bu iti­barla Allah Teâlâ ona gaybı -kendisinde tutması için değilbaşkasına öğret­mesi için öğretir. Böylece Rabbinin katındaki derecesini öğrensin diye, öğretilene göre peygamberin üstünlüğü tebarüz etsin diye gaybı ona öğretir. Zaten bu üstünlük ve mertebe nedeniyle Allah Teâlâ onu resul diye isimlendirmiştir. Gaybm bu türü ancak özel yönden (vech-i has) öğre­nilebilir: Onu meleğin veya başka birinin bilmesi mümkün değildir. Onu sadece peygamber bilir; peygamberin melek veya başka bir tür olması durumu değiştirmez. Çünkü Allah Teâlâ gaybına herhangi birinin ulaşamayacağım bildirmiş, sadece ‘razı olduğu kimseler’ diyerek istisna koymuştur. Bu nedenle razı olunan kişi, -önünden ve ardından ona zarar verecek kuşkulardan korunmuş bir haldegözetlenerek yürür. Bu bilgi kuşkunun sahibinin (kalbine) girme imkânı bulamadığı bilgi olduğu gibi böyle biri bilgisinde Rabbinden açık delile sahip basiret sahibidir. Onun başkalarından ayrışmasını sağlayan ve kimsenin ortak olmadığı özel bir tecrübesi vardır; birisi ortak olsaydı, ona mahsus olmazdı. Peygamber o bilgiyi birisine öğretmek üzere getirdiğinde ise öğrenen için bu bilgi gayb bilgisi değildir. Çünkü Allah Teâlâ peygamberi o bilgiye muttali kılmıştır. Başka bir ifadeyle böyle bir bilgi, o kişi için Allah Teâlâ’nın hiç kimseyi muttali kılmadığı gayb bilgisi değil, -kim adına meydana gelirse gelsinözel yönden meydana gelen bilgidir. Fakat dünyada böyle bir bilgi yoktur, fakat ahirette bu bilgi gerçekleşir. Bu­nun nedeni, dünya hayatında insan adına gerçekleşen bilhassa Allah Teâlâ hakkındaki bütün bilgileri Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in biliyor olmasıdır. Çün­kü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem önceliklerin ve sonrakilerin bilgisine sahiptir ve sen de hiç kuşkusuz sonrakilerden birisin. Allah Teâlâ’ya dair olmayan bilgilerde ise bazen insana özel yönden bilgi verilir ve bu özel bilgi ancak kendi­sinden öğrenilebilir. O kişi bu bilgiyi öğretmede peygamber mesabe­sindedir. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in makamının verdiği şey budur. Bu konu­daki fayda Allah Teâlâ’yı bilmeyle ilgilidir, çünkü bu bilgi, bilenin kendindeki suretinin güzelleştiren bilgidir. Bu itibarla insanın Allah Teâlâ hakkındaki bilgiyi peygamberden öğrenmesi, hususî yönden Allah Teâlâ hakkında değil de herhangi bir yaratılmış hakkındaki bilgisinden daha faydalı ve de­ğerlidir. İnsanın değeri Allah Teâlâ hakkındaki bilgisine bağlıdır. O’nun dışındaki varlıkları bilmeye gelirsek, bu bilgi perdeli insanın akıl yü­rütmeyle elde ettiği nedenlere bağlı bir bilgidir. Çünkü insaf sahibinin yegâne himmeti, Allah Teâlâ hakkındaki bilgiye yönelmiştir. Sen de Allah Teâlâ hakkındaki bilgiyi peygamberden alanlardan olmak üzere çalış ki mü­şaheden Muhammedi olsun! Çünkü günümüzde Allah Teâlâ hakkındaki bilgiden (peygamber bilmeden) herhangi bir yaratılmışa mahsus bilgi­nin bulunmadığını kesin olarak biliyoruz. Hz. Ayşe bu hususa Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in (Allah Teâlâ’yı görüp görmediği hakkındaki hadisini) yorum­larken işaret etmiştir: ‘Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem Rabbini görmüştür’ diye iddia eden, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ’ya büyük iftirada bulunmuştur. ‘O’nu gözler idrak edemez.’530 Burada araştırman gereken bir sır vardır. Bana genişi daralttın ve sınırladın deme! Çünkü ben bir şeyi bilmemenden söz etmiyorum, sadece Hakka dair bir bilgiyi ancak Muhammedi surette bilebileceğini söyledim. Bu itibarla (Hakkı) en yüce görmenin Mu­hammedi surette Muhammedî görme olduğunu açıklamış olduk. İmam Ebu’l-Kasım b. Kasi de -Allah Teâlâ merhamet etsinHalu’nnaleyn’de bu görüşe vardı. Bu görüşü Tunus’ta beş yüz doksan (h. 590) senesinde oğlundan aktarmıştık. Aynı değerlendirmeyi yapan başka kimse görmedik. Benim Allah Teâlâ’dan öğrendiğim gibi ilahi bir il­hamla ve doğrudan benim öğrendiğim gibi başka birinin de bu bilgiye ulaşmış olması mümkündür. Yani İbn Kasi’nin bu konudaki bilgisi ilhamla olabilir veya İbn Kasi’nin dışında daha öıîce ve/a onun devrin­de veya daha sonra yaşamış birine Allah Teâlâ bu hususta bilgi vermiş ve o bilgi ulaşmamış olabilir. En iyisini Allah Teâlâ bilir. Bilgiden üstün değer olmadığı gibi Allah Teâlâ’dan anlamak halinden yüksek hal de yoktur.

Menzili 'De ki, Hepsi Allah Teâlâ katandandır, bu kavme ne oluyor da sözü neredeyse anlamayacaklar' Ayeti Olan Kutbun Halinin Bilinmesi

Onlar yanlarındayken kendisini bulamamışlardır.

Alemdeki her şey Yaratandan                                            .

Bu nedenle hâdislik yok âlemde

Görürsün, hakkındaki bilgiyi olumsuzlamış

Alemde bir söz anlaşılmayınca

Onlar onu hadis olarak bulmadı

Bu seyir nedeniyle onda teşvik vardır

Bilgiyi kimse olumsuzlamadı

Cahil veya ahlaksızdan başka

Ondan oluş bilinir

Tek cevher olarak, tespit uzasa bile                                    '

Allah Teâlâ peygamberine ikramda bulunsun . O bize hadis zikri yayan kişidir          .              ' .

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlara Rahman’dan hâdis zikir geldiğinde on­dan yüz çevirirler.’531 Başka bir ayette ‘Rablerinden hâdis bir zikir geldi­ğinde, onu dinlemezler ve oyun oynarlar, kalpleri boştur532 denilir. Burada zikir, Rab ve Rahman’dan gelmiştir. Allah Teâlâ o insanların zikre eğlenir­ken kulak verdiklerini ve onu dinlediklerini bildirmiş, ardından Kuran olduğunu bilmişken Rahman’ın zikrinden yüz çevirdiklerini söylemiş­tir. Kuran Allah Teâlâ’nın kelamı, kelam ise O’nun sıfatıdır. Demek ki Kuran kadimdir; fakat gelişi ‘hadistir.’


Bilmelisin ki hâdis (zaman içinde meydana gelen) bir şey, gerçekte de hâdis olabileceği gibi bazen şimdiki anda senin yanında bulunması bakımından hâdis iken daha önce var olmuş olabilir. ‘Kadim’ derken, başlangıcın olmamasını kast edersen, bu yönüyle sadece O’nun kelamı ve tecelli suretlerini kabul eden şeyin kendisi vardır. Başlangıcın olma­yışından farklı bir anlamı kast edersen, bazen bir şey senin nezdinde hâdis olmazdan önce kendiliğinde hâdis olabileceği gibi bazen senin yanında bulunmakla hâdis olur; başka bir ifadeyle söz konusu şeyin hâdis olma vakti vakittir. Söz konusu şey, sende veya sana hitap eden­de veya seninle oturanda o esnada bulunan gayelerdir. Bu bağlamda ‘Allah Teâlâ’nın katı’ ifadesine gelirsek, O’nun katı iki kısma ayrılır. Daha doğrusu, O’nun katında bulunanlar iki kısma ayrılır: Birinci kısım, kendinde üzerinde bulunduğu ve hüviyetine ilave olarak aklen bilinen durumdur. Gerçi biz bu durumun O’ndan başka veya O’nun aynı ol­duğunu -(Eşarilerin) Allah Teâlâ’ya nispet edilen sıfatların O’nun ne aynı ne O’ndan başka olmalarını (söylemeleri gibi)söylemeyiz. (İkinci kısım) Bazen Allah Teâlâ katında bizim yanımızda ve bizim için hâdis olan bir şey bulunabilir. Misal olarak ‘Her şeyin hâzineleri bizim katımızdadıf533 ayetini verebiliriz. Bizim katımızdaki/yanımızda bulunan o şeyler iki kısma ayrılır: Bir kısmı cevheri yenilenmezken sureti yenilenen kısım­dır. Misal olarak yağmuru verebiliriz. Çünkü biz onun hem cevheri ve hem sureti bakımından mahiyetini biliriz ki âlemin bütünü böyledir. Diğeri cevheri yenilenen kısımdır; cevher suretin cevheri ve suretin kendisiyle bilfiil var olduğu cevherin aynıdır. Çünkü onun kendisiyle bilfiil var olduğu cevher, ancak kendisinde bulunmasıyla var olabilir. Daha önce o cevher dışta var olmayan aklî bir şeydir. Bu yönüyle sure­tin yeri maddedeki yeri ve konumu, bütün hallerde değil, suretin belir­li bir halde meydana gelmesiyle var olur ve meydana gelir (hudûs), kendisiyle bilfiil var olacağı başka bir suret olmadığında, onun yok olmasıyla yok olur. Hepsi Allah Teâlâ’nın katindadır, çünkü Allah Teâlâ onun şeyli­ğidir (şeiyyetü’s-sübût). O’nun katında makul olarak bulunan veya meydana gelen (hudûs) bir mevcut yoktur, her şey, sübût ile varlık arasında Allah Teâlâ’ya görünür. Bu itibarla sübût Allah Teâlâ’nın hâzineleriyken vücûd (var olma), hâzinelerden bizim katımızda ihdas ettikleridir.

Mesela buzda su aklî (bir varlık olarak) bulunur ve ona buz denilirken su onda kuvve halindedir. Buzu ayrıştırıp eriten bir durum ortaya çıktığında, onu suya dönüştürür ve bu kez suyun sureti meydana gele­rek buz adı kalkar, sureti, tanımı ve hakikati kaybolur. Bu yönüyle buz, bizim yanımızda, erimeden önce yağmur hâzinelerinden biriydi ve (buz erimekle) hazinedekinin kendisi olan yağmur ortaya çıkmıştır. Bu durumda su bir suretle hazineyken başka bir suretle de hâzinede saklanılandır. İşte başkalaşan bir şey kendisine dönüştüğü şeyin aynıdır. Bu doğru ve gerçek misali vermemizin nedeni, Hakkın varlığında (elVücûdu’l-Hakk) gördüğümüz tecelli suretlerini böyle açıklayabilmemizdiir. Âlemdeki bütün suretleri Hakkın varlığına ilhak eder ve buzun çözülmesiyle ortaya çıkan şeye su dediğimiz gibi ona da halk (yaratıl­mış) deriz. Bu isimlendirme de gerçek bir isimlendirmedir. Çünkü su buz denilen şeyin erimesiyle ortaya çıkan varlıktan ibarettir. Öyleyse âlem bir yönüyle Hakk bir yönüyle halktır.

Bu zikrin Allah Teâlâ’ya dair bilgideki neticeleri bu ve benzeri hususlar­dır. Buradan yaratılmışların mahiyetini, onlara ne zaman hâdis ne zaman kadim denilebileceğini öğrenirsin. Bu bilgi, Allan’ın dilediği kullarına tahsis ettiği özel bir bilgidir. Bu tahsis apaçık bir ihsandır.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’        ,


Menzili 'Allah Teâlâ’dan ancak âlim kulları korkar' ve Bu An­lamdaki Başka Ayetler Olan Kutbun Halinin Bilinmesi

Hakk llah’tan kim korkar:

O’nu bilen ve kuralına uyan kişi

Her şey O’nunla fani olunca Âlem ve adı O’nda silinir gider

Bize fayda sağlayan bilgi Hükmünü müşahede ettiğimiz her bilgi

O bizim aşina olduğumuz bilgi Bilgim bilgisini onunla bilir

Haşyet, kendisinin ayrılmaz bir özelliği olarak haşyeti izhar eden bilginin özeliklerindendir. Bu yönüyle haşyet bilindiği ölçüde âlime nispet edilen haşyet duygusu ortaya çıkar. Onu ise kendinden daha iyi bilen yoktur. Bu nedenle Allah Teâlâ’dan en çok mütekabil isimleri bir araya getirmesi nedeniyle ‘Allah Teâlâ’ ismi korkar. Buradan‘Ta ki bilelim...’534 ayeti nazil olmuştur. Mümkünlerin -ortaya çıktıkları her yerdezuhu­runun illeti, ilahi isimlerin hükümleridir ve her ilahi isim (kuşatıcı isim olan) Allah Teâlâ isminden korkar. Bunun nedeni Allah Teâlâ isminin nezdinde o esnada hüküm sahibi olup yönetici konumundaki ilahi ismin mukabili olan başka ilahi isimlerin bulunmasıdır. Bu itibarla her ilahi isim şöyle der: ‘Hükmümün ortaya çıktığı bu yerde daha önce yönetici değilken Allah Teâlâ ismi beni görevlendirdiği gibi başka bir valiyle, yani başka bir ilahi ismin hükmüyle beni görevimden alabilir. Ben ilahi isimlerden daha bilgili olmadığım gibi bu isimler arasında Allah Teâlâ isminden daha çok korkan da değilim. Allah Teâlâ bu isimler üzerinde görevlendirme veya


görevden alma şeklinde tasarrufta bulunabilir ve varlıkta gerçekleşen durum budur.’ Bir ilahi ismin görevden alınmasının bir türü, âlemdeki dilek ve dualardan gerçekleşir. Bir kısmı bir sual ve istek olmaksızın meydana gelir. Bu kısım ise ilahi ismin hükmünün süresinin sona er­mesiyle gerçekleşir ki, bu durumda nesih (ilahi isimlerin hükmünün başka bir isimle yer değiştirmesi), gerçekleşir. Böylece yaratılmış âlim­lere Allah Teâlâ’dan korkmak özelliği izafe: edildiği kadar ilahi isimlere de Allah Teâlâ’dan korkmak özelliği izafe edilmiştir. Dedik ki, yaratılmışların ilahi isimlerin hükümlerini kaldırmasını Allah Teâlâ’dan isteyebilirler (dua). Bu nedenle bir yerde hüküm sahibi olan ilahi isim, yaratılmışların hükmünü kaldırmak üzere Allah Teâlâ’ya dua etmelerinden korkar Hakk gel­miştir. Bu dua ve dileğe misal olarak Rabbine ‘Bana zarar temas etmiş­tir...*35 diye yakaran Hz. Eyyûb’un sözünü verebiliriz Hz. Eyyûb edDarr isminin görevden alınıp hükmünün kalkmasını talep etmiş, Allah Teâlâ da onun hükmünü ortadan kaldırmış, hükmü kalktığı için ed-Darr azledilmiş, en-Nafı’ görevi üstlenmiş, zarara yol açan sıkıntıyı izale etmiştir. Böylece ilahi isimler, azil ve görevlendirme gücü nedeniyle, Allah Teâlâ isminden korktukları gibi dua etme gücüne sahip olmaları itiba­rıyla âlemdekilerden çekinmişlerdir. Allah Teâlâ âlemin dileğini, bilhassa zorda kalanların dileğini kabul eder.

Bunun yanı sıra, ilahi isimlerin hükümlerinin süresinin bitişine bakarız! Görevlendirmeyi müşahede eden ilahi isimler, bir yandan umut taşırlar bir yandan da azledilmekten korkarlar. İlahi isimler ara­sında el-Muntakim’den daha çok korkanı yoktur, çünkü o hükmünün bilfiil kalkışını müşahede eder ve görür. Onun varlıkta hükmü kalmaz ve Hakk’ta bil kuvve olarak bulunur. Onun yerini alan ilahi isimlerde de aynı korku vardır. Binaenaleyh ilahi isimlerin âlemden korkuşuna dik­kat etmelisin! Bunu keşf yoluyla öğrendiğinde, şunu da anlarsın: Alem herhangi bir yönüyle Hakk olmasaydı, ilahi isimlerin ondan korkması mümkün olmazdı, çünkü gerçekte Allah Teâlâ’dan başkasından korkulmaya­cağı gibi O’ndan başkasından da umulmaz. Allah Teâlâ’dan ise ancak âlim korktuğu gibi O’ndan daha bilgili yoktur. Dolayısıyla Allah Teâlâ’dan Allah Teâlâ korkar. Fakat nispederin farklılaşması nedeniyle suretler birbirinden farklıdır veya suretler birbirinden farklı olduğu için nispetler birbirin­den farklıdır. Nispetler olmasaydı suretler meydana gelmezdi; suretler olmasaydı, nispetlerin farklılığı bilinmezdi. Binaenaleyh varlık birbiri­ne bağlı olduğu gibi onun (bir şeye) bağlanışı (başka bir şeyden) çö­zülmesinin ta kendisidir.

Bu zikirde ‘Allah Teâlâ aziz ve gafurdur536 denilir. Allah Teâlâ’nın izzetinin bir yönü, ilahi isimlerin hükümlerinin birbirlerine kıyasla ve bakmakla meydana gelmemesidir. Hâlbuki alenidekiler birbirine kıyasla korku, umut, isteksizlik ve sevgiyle nitelenirler; Allah Teâlâ öyle bir halden münez­zeh ve yücedir (aziz). Çünkü Allah Teâlâ kendinden korkulan, umulan, di­lekte bulunulan ve dilerse icabet edendir. Allah Teâlâ bu ilimlerden ve kendi­sine dönen sırlardan dilediklerini örtendir. Bunlar Allah Teâlâ’ya, ilahi isimle­re ve yaratılmışlardan yaratılmışlara raci hususlardır. Bunların hepsi veya yaratılmışlardan herhangi biri (O’nu) bilemezken Allah Teâlâ her birini bilir; birinin bilgisi ötekinde yoktur. Allah Teâlâ toplamla bilinen ve bilin­meyendir. O bütünde bulunan ve tekillerde bulunmayandır (Allah Teâlâ her şeydedir). Bu durum ‘O’nun dilediği müstesna bilgisini ihata edemezler537 ayetinde belirtilir. Burada istisna zikredilmiştir. Binaenaleyh Allah Teâlâ hakkında bir kişide bulunan bilgi ötekinde yoktur ve bu nedenle ‘Allah Teâlâ aziz ve gafurdur538 buyurmuştur.

DÖRT YÜZ DOKSAN BEŞİNCİ BÖLÜM

Menzili 'Sizden dininden dönüp kâfir olarak ölen kişi../ Ayeti Olan Kutbun Halinin Bilinmesi

Sizden dininden dönüp ölen kişi Dini bütünüyle inkâr etmiştir

Çünkü din bir hakikat, muhalifi yok Başka bir yerden gelen zıddı yok

Bütün gelenler şeyler O’nun şeriatı Bu konuda Şâri’den hüküm böyle geldi

Son mısrada zamir dine döner. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sizden her bi­riniz için bir şeriat ve yöntem belirledik.’*39 ‘Sizden’ derken kastedilen ümmeder değilnebilerdir. Ümmetler kastedilmiş olsaydı, daha önce peygamber gönderilmiş bir ümmete başka bir peygamber ancak -bir artış ve eksiklik olmaksızındestekleyici olarak gönderilebilirdi. Hâl­buki durum böyle değildir. ‘Sizden’ zamirini aynı anda ümmedere ve peygamberlere irca etseydik, gereksiz bir şeklide zorlamalı tevil yapmış olurduk. Binaenaleyh zamirin peygamberleri işaret etmesi anlama daha yakın olduğu kadar bilgiye daha ulaştırıcıdır. Risaletin genelliği ve özelliği de bu konuya dâhildir.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Dinini değiştireni ölürünüz.’ Bir Ya­hudi, Hıristiyan veya Hıristiyan, Yahudi olduğunda öldürüp öldürül­meyeceği hususunda alimler görüş ayrılığına düşmüşken Müslüman olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem insanları İslam’a davet etmek üzere gelmiş, ümmetinin âlimleri de bu değiştir­menin emredilen bir değişiklik olduğunu kabul etmişlerdir. Bize göre burada değiştirme söz konusu değildir. Bize göre Hıristiyan ve hatta bütün kitap ehli Müslüman olduklarında, dinlerini değiştirmiş olmaz­lar. Çünkü onların dininin bir gereği de Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e iman et­mek, peygamber olarak gönderildiğinde şeriatına uymaktır. Bu itibarla Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in peygamberliğinin herkesi şamil olduğu bütün şeriatlarda yer alır. Öyleyse bir dine mensup insanlardan hiç biri Müs­lüman olduğunda dinini değiştirmiş olmaz. Bunu anlamalısın! Geride bir tek müşrik kalır, çünkü şirk şeriat tarafından kabul edilmiş ve belir­lenmiş bir din değildir. O Allah Teâlâ’nın dışında başka biri tarafından ortaya konulmuştur. Allah Teâlâ ise ‘Sizden dininden dönen540 demiş, Allah Teâlâ’nın pey­gamberi de ‘Dinini değiştiren’ demiştir. Buna mukabil şirk din diye isimlendirilmemiştir. Çünkü din ceza demektir ve müşrik için ne geç­miş ne arda kalan hayır amelleri için şirkine karşılık ceza (sevap) yok­tur. Müşrik mekânı olan Cehennem ateşine ulaştığında, oradan hiçbir zaman çıkamayacaktır. Çünkü orası bir ceza değil, her şeyi kuşatan rahmetin öne geçmesinden kaynaklanan bir tahsistir. İlahi rahmetin hükmü ise gazabın hükmünün kalkmasıyla birlikte o kişide ortaya çıkar. Öyleyse burada ‘din’ derken hayır veya kötülüğe karşılık cezası olan din kastedilir. Âdet anlamındaki din kastedilseydi, durum farklı olurdu. Âdet anlamında din, İmrü’l-Kays’ın şu beyitlerinde dile getiri­lir:

Ümmü’l-Hüveyres’in dini gibi daha önce

Onun komşusu Ummu’r Rebab’dır

Mısrada din âdet anlamında kullanılmıştır. Hâlbuki biz âdetin de bir parçası olduğu meşru dinden söz ediyoruz.

Bu zikir kendisini yapana irtidadın (dönme) anlamını öğretir. Bu irtidat ‘Bütün iş O’na döner541 ayetinde belirtilen dönüştür. İnsanların bir kısmı dünya hayatında Allah Teâlâ’ya dönerler. Bu durum ancak Allah Teâlâ’yı bilenlerde gerçekleşir. Onlar bütün işlerinde O’na dönenlerdir ve bu dönme ölene kadar kendilerine eşlik eder, bu hal üzere ölürler. Onlar ‘kâfir (örten)’ diye nitelenmişlerdir. Çünkü sebepleri örtmüş, fakat onları reddetmemişlerdir. Onlar zahirleriyle sebeplere uyarken içleriyle ve halleriyle Allah Teâlâ ile beraberdirler, çünkü sebeplerin Allah Teâlâ’ya döndü­ğünü ve dayandığını bilirler; sebepler döndüğü için, kendileri de O’na döner ve bu sebeplerle birlikte Allah Teâlâ’ya dönerler. Sebepleri benimseyen­ler onların sebeplere uyduklarını görünce, onların da sebeplerle ilişkile­rinde kendileri gibi olduklarını zannetmiş, ardından sıradan insanlar için kınama ve seçkin insanlar adına da övgü ve medih anlamına gelen bu ayet nazil olmuştur. Ardından ayeti tamamlayarak onlar için şöyle demiştir: ‘Onların amelleri boşa çıkmıştır.’ Burada Allah Teâlâ amelleri ken­dilerine izafe etmiştir. Allah Teâlâ’ya dönmek ise amellerin -kendilerine değilO’na ait olduğunu onlara öğretmiş, bunun üzerine ameller onlara izafe edilmekten düşmüş, Allah Teâlâ’ya izafe edilmişlerdir. Nitekim gerçekte de durum öyledir. Ayette ‘dünyada’ denilir ki, keşfi dünya hayatında açı­lanlar kastedilir. Âhirette derken de keşfi orada açılacak olanlar kastedi­lir. Ahirette gerçekleşen, perde kalktığında herkes için gerçekleşen keşiftir.

‘Dininden’ kelimesindeki zamir de Allah Teâlâ’ya irca edilebilir. Bu du­rumda din, Allah Teâlâ’ya ait dindir. Çünkü dönen kişi, dönerken dinin ken­disine değil Allah Teâlâ’ya ait olduğunu görür ve bunu görmekle sahiplik (benim dinim) düşer. Burada dinin bu ayette onlara izafe edildiğini söyledik. Çünkü bu yorum, Ta ki sizi döndürürler542 ayetinden anlaşıl­dığı kadarıyla, hüküm bakımından daha güçlüdür. Yani zorla sizi dini­nizden döndürmek isterler. ‘Güçleri yeterse.’ Burada da din onlara izafe edilmiştir. En uygun yorum, Allah Teâlâ’ya dönmesi de mümkün olmak­la birlikte, zamirin hitap zamiriyle aynı anlamda yorumlanmasıdır. Zamirde ilke zamirin zikredilen en yakın şeye dönmesidir ve hal kari­nesi yoksa zamir en yakına döner.

Bu düsturu tamamlamak üzere ‘Onlar hüsrana düşenlerdir543 deni­lir. Bu keşif nedeniyle hüsrana düşerler, çünkü kendilerine ait oldukla­rını zannettikleri şeyin onlara ait olmadığını görmüş, sermayeyi kay­betmişlerdir. Bundan daha büyük bir hüsran ve zarar olamaz! Artık Allah Teâlâ’dan onlara gelecek nimet, ancak el-Vehhab ve el-Mu’ti isminden olabilir. Artık onların bir karşılık veya beklentileri kalmaz. Bu ve ben­zeri bilgiler, bu zikrin kendisini düstur edinene kazandırdığı bügilerdir.

Menzili 'Allah Teâlâ’yı hakkıyla takdir edemediler' Ayeti Olan Kutbun Halinin Bilinmesi

Allah Teâlâ’yı başkası takdir edemedi

O'dan başka yok ki! Demek ki hepsi takdir etti

Bana göre Hakkın takdiri şudur

O Allah Teâlâ’dır, sen suretleri tanı

Yaratıklar söylediğimi bir bileydi

llah’ın kadrim takdir edelerdi

Zatlarının varlığından geçseler

Ne Hakkı ne beşeri tanırlardı                                                                  .

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Rabbin onların nitelemelerinden münezzeh­tir.,S44 Bir işin kadri, onun miktarı ve ölçüsüdür. Bir şeyin ölçüsü ise zatında kendine denk birisini bulup onu ölçen birim ölçüsü olmadan bilinmez.

Bu zikir Allah Teâlâ için bir kadir (ve Hakk) izhar eder, fakat bu zamir sa­hipleri nezdinde meçhuldür. Hakkın kadrini ancak insan-ı kâmili bilen bilebilir. Allah Teâlâ onu kendi suretinde -halifelik demektiryaratmıştır. Sonra Allah Teâlâ zahir surette kendisini iki el, iki ayak, gözler sahibi olmak­la nitelemiş, bu konuda rivayederde geçtiği üzere, teşbih etmiştir. Aklın delili ise bu nitelikler arasından yaratılmışlarda ortaya çıkan hü­kümlerden O’nun mertebesini tenzih etmeyi gerektirir. Bu itibarla O’nun kadrinin hakkı ve gereği, O’nun kendine izafe edip de aklın O’na izafeyi reddettiği hususları kabul etmektir. Çünkü şeriat olmaksı­zın akıl yalnız olsaydı, bunlardan hiç birini O’na izafe etmezdi. Böyle bir şeyi akılla Allah Teâlâ’ya izafe eden, cO'nun kadrini takdir edememiştir,’545


Bununla birlikte ayette bu izafeyi yapan ‘hata etti’ denilmemiştir. Şeri­ata uyarak ve müşahedeye dayanarak, Rabbinden gelen bir delile teş­bih lafzım Allah Teâlâ’ya izafe eden, O’nun hakkını takdir etmiştir. İnsan-ı kâmil -ki halifedirzahirde, batında, surette, menzilde ve manda Hak­kın kadrini takdir eden kimse demektir. Varlıktaki her şey çifttir: Çün­kü insan-ı kâmil ve âlem -ki âlem insan-ı kâmil vasıtasıyla Hakkın sure­tinde var olmuşturçifttir: Dişi ve erkek, fail ve edilgen gibi! Hakk fail iken âlem edilgendir (münfail). Çünkü âlem kendisinde ardışık bir şekilde ortaya çıkan hareket, durağanlık, bir araya gelme ve ayrışma gibi olgular veya renkler, sıfat ve nispeüerle edilgenliğin tezahür ettiği bir mahaldir. Öyleyse âlem yar oluşta Hakla takdir edebilmişken sübût halinde bu durum daha açıktır. Bunun nedeni sübût hallerinde müm­künlere ait olan ezelililik hükmüdür. Mümkün için imkân, zatî ve nefsî bir niteliktir. Bu itibarla mümkün yoklukta ve varlıkta sürekli müm­kündür. Mümkünün yoklukta kalması bir tercih edenden kaynaklandı­ğı gibi tercih eden, varlığı kabul ehliyetinde olduğu için, onu baki kılandır. Nitekim mümkünün var olması da, yokluğu kabul özelliğinde olduğu için bekasını mümkün kılan şartı sağlamak özelliğiyle, bir ter­cih eden nedeniyle gerçekleşir.

Allah Teâlâ kendisini benzerden tenzih ettiği gibi mümkün de kendisini tenzihten teşbih etmiştir; bunun nedeni teşbih ve tenzihte yer alan sınırlamadır. Onlar girme ve çıkma arasında bulunur. Gerçeği olduğu hal üzere ancak tenzih ve teşbihi birleştiren bilebilir. Böyle biri akla ve şeriata göre bir açıdan tenzihi kabul ederken bir açıdan şeriata ve akla göre teşbihi söyler. Müşahede peygamberlerin Allah Teâlâ hakkında ümmet­lerine getirdiği bilgiye göre hüküm verir. ‘Dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.’546 Allah Teâlâ’yı tavsif eden herkes, özel bir nitelikle sınırlanmış­ken Allah Teâlâ kendisini -O’na ait olması bakımından değilbir şifada tahsi­si yönünden söz konusu nitelikten tenzih etmiştir. Çünkü toplamdan her birinin tek tek değil, bütünün tekliğine sahiptir. Allah Teâlâ’yı niteleyen ise O’nu toplamın her birisinin birliğiyle nitelemiştir. Allah Teâlâ’yı böyle niteleyen insan, ‘Rabbin onların nitelemelerinden münezzehtir547 ayetinin muhatabıdır. ‘Yedi gökler, yer ve onlarda bulunanlar Allah Teâlâ’yı tespih eder,54g vb. gibi pek çok ayette ve hadiste geçtiği üzere, yaraulmışların O’nu tespih etmesine gelirsek, tespihi yapan, Allah Teâlâ’yı başkasının O’nun hakkındaki akidesinden tespih eder. Çünkü her tespih edenin O’na bakışı tikeldir: Birinin Allah Teâlâ için kabul ettiği özellik ötekinin olumsuzladığıdır. Bununla birlikte her biri Allah Teâlâ’nın hamdini tespih eder. Allah Teâlâ o kişinin kendisinden olumsuzladığı niteliği kendisi adına olumlar, yoksa başkasının olumladığmı onun adına olumlamaz. Ötekinin kendisinden olumsuzladığı niteliği de onun adına kendisi için olumlar. Öyleyse Allah Teâlâ kendisini övenlerden her biri için o kişinin kendisinden olumsuzladığı niteliği olumlamıştır. ‘O'nun hamdiyle tespih’ bu demektir. O halde Allah Teâlâ’yı ancak -olumsuzlama değilispada övmüş olur ve tespih ya da onun zıddıyla ancak kuşatıcı, kâmil kul nitelenebilir. O, Hakkın suretiyle zuhur edendir, çünkü o bütünü müşahede etmektedir. Bütün müşahede eden, hiç kuşkusuz, tafsili de müşahede eder, çünkü tafsili bütün olarak görmüştür. Kâmil kul Hakkın toplamıyken Hakk için kâmil kulun toplamı denilemez. Bununla birlikte Hakkın özel bir nite­liği vardır ki, âlem asla ona sahip değildir; âlemin de özel bir niteliği vardır ve o nitelik de Hakta bulunmaz. Âleme ait nitelik, zillet ve yok­sunluktur. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ye doğru yola ulaştırır.’

Dört yüz doksan altıncı bölümün bitmesiyle birlikte otuzuncu sifir sona erdi. Âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’ya hamd olsun!


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar