Print Friendly and PDF

OLUMLAMAK VE SINIR KAVRAMI

OLUMLAMAK VE SINIR KAVRAMI

Toplumsallaşma sürecinde birey, toplumsal rol ve değerler, zihinsel ve fiziksel durum ve inanç-yönetim biçiminin etkisiyle içe ve dışa dönük olarak sınırların içinde veya etrafında yaşamını sürdürmektedir. Toplumlar ise devlet anlayışı kapsamında coğrafi olarak sınırlarla belirlenmiştir. Evrende tüm varlıklar gibi tanımlı (olumlama) ve diğer varlıklarla karşı sınırlandırılmış olan insan, yaşamın gereği sonucu yapay sınırlarla da sınırlandırlmıştır.

Sınırların temelinde tanımlamalar (olumlama) vardır ve tanımlanabilen her varlık birbirlerine karşı soyut bir sınır yaratmaktadır. Hollanda’lı düşünür Spinoza da tanımlamak, sınırlamaktır der, bir çiçeğin kırmızı olduğunu söylerken onu bütün öteki renklere karşı sınırlıyoruz; örneğin yeşil, sarı, mavi vb. olmadığını söylüyoruz, demek ki sınırlamak, olumsuzlamaktır. Bir şeyin ne olduğunu söylemek (olumlama), onun ne olmadığını söylemek (olumsuzlama)’tir ve onu olmadıklarına karşı sınır’lamaktır. Bir insanın iyi olduğunu söylerken onun kötü olmadığını da söylemiş oluruz ve onu kötülük sınırının dışında tutarız, eşdeyişle sınırlarız. Demek ki tanımlamak, eşdeyişle belirlemek sınır koymaktır. Her varlık, bir sınırlılık’la belirlenmiştir. Bir nar tanesini öteki tanelerden ayıran bir sınır vardır. Sınır olmasaydı varlıktan varlığa geçmek, eşdeyişle gelişmek ve bundan ötürü de sınırsızlık olanaksız olurdu. Açıkça görüldüğü gibi sınırsızlık, sınır’ı da gerektirir.

Bu durumda iç ve dış, içeren ve içerilen, kavramları ortaya çıkarken bunun yanı sıra içerde kalma ve etrafında olma eylemleri bağlamsal açıdan irdelenmek istenmektedir. Sınırlar kesin ve tanımlı oldukları için biçimsel açıdan da geometrik çizgileri çağrıştırmaktadır.

Evrenin sınırsızlığının karşısında sınırlandırmalar üzerine kurulu bir yaşam biçimi söz konusudur. İnsanların zihinsel ve fiziksel hareket alanı da, kitlelerin birbirine karışmasıyla endüstrileşmiş modern toplumda, sınırlar ortaya çıkarmıştır. Bunlar ;

·       Zihinsel (Psikolojik)

·       Fiziksel

·       Toplumsal

·       Anayasal

·       Coğrafi

·       Bilgi

·       Mekansal sınırlar olarak karşımıza çıkmaktadır.

Sınır kavramını tanımı şu şekilde yapılmaktadır:

Bir şeyin yayılabileceği ve hareket edebileceği son çizgi, uç veya son anlamında ki sınır,  gerçekte ölçü demektir. Evrende her şeyin bir sınırı vardır. Tüm nesneler ve olgular, belli niceliklere karşılık olan belli nitelikler taşırlar ve bu nicelik ve niteliklerin inebileceği-çıkabileceği en üst limit sınırı ifade eder. Belli nitelikler belli niceliklerle sınırlanmıştır. Örneğin bir nitrojen atomu 7, bir oksijen atomu 8 elektron taşır. Demek ki nitrojenin niceliksel sınırı 7 ve oksijenin niceliksel sınırı 8 elektrondur. Nitrojenin bu sınırını aşıp ona bir elektron daha eklersek nitrojen, nitelik değiştirir ve oksijen olur. Bunun gibi sınırlar aşılması durumunda doğal dengenin bozulmasının yanı sıra zihinsel ve fiziksel değişimlere de yol açmaktadır. Ne var ki bütün bu nesne ve olaylarda özdeksel yaşam sınır’sızca sürüp gider. Sınırlılıkla sınırsızlık, karşıt ve birbirini yok eden kavramlar değil, bağımlı ve birbirini içeren kavramlardır.

Boşluk ve Sınır:

Boşluk: 1: oyuk, çukur, kapanmamış yer. 2: kesinti, kopukluk 3: içinde hiçbir cisim bulunmayan uzay, vakum.

Varlığımız kuşatan boşluk, hava ve su gibi maddesel bir varlıktır. Onun görsel formu, boyut ve ölçüleri, ışığın özellikleri, formun bileşenleriyle tanımlanan mekânsal sınırların algılanmasına dayanır.

Boşluk, içinde nesnelerin ve olayların meydana geldiği üç boyutlu alanlardır, formlar boşluğa yayılır ve onu şekillendirir. Birbirlerinden bağımsız olmayan Boşluk ve Sınır ögeleri bir araya gelerek mekânı oluşturur. Sadece boşluk değerleri, ya da sadece sınırlarıyla bir mekânı tanımak olası değildir. Boşluk ögeleri; derinlik, uzunluk gibi boyutlardan, hareket yönü, aydınlık vb. değerlerden meydana gelmektedir. Mekân algısının deneyimle ilişkilidir ve sınırlama yoksa mekân algılanamaz ve mekânın boşluktan sıyrılabilmesi için işleve ihtiyaç vardır. Mekânı oluşturan sınırlama farklı boyutlarda fiziksel olabileceği gibi, yalnızca görsel de olabilir. Devam edebilen yasayabilen her yer sınırlarıyla vurgulanmıştır. Sınır, içi ve dışı yaratır.

İnsan ilk boşluk deneyimini anne karnında yaşar. Yaşamı boyunca da insan varlığıyla tüm varlıklar gibi boşluğu tanımlar. Ancak bu tanımlama bile sınırların belirlenmesiyle mümkün olmuştur. Boşluk o varlığın kütlesi ve silueti ile tanımlı hale gelmiştir. Bu sınırlar ise boşluğu tanımlayan ışık ile algılanabilmektedir.

Bilgide sonsuz boşluğa sahip evrende sınırsızdır. Bilginin sınırı, metafiziğin ve idealizmin uydurduğu bilimdışı varsayımdır. Bilginin sınırı yoktur, çünkü konusunun sınırı yoktur. Sayılar nasıl sonsuza kadar sayılamazsa, doğanın bilgisi de öylece bitmez tükenmezdir. Engels’in dediği gibi, evrenin tümüyle bilinmesi, sonsuzun sona ermesi olurdu. Evren sonsuzdur, demek ki bilgisi de sonsuzdur. Bilgi, düşüncenin nesneye sınır’sızca yaklaşma sürecidir. Ancak Bununla beraber bilgi, tarihsel olarak daima sınır’lıdır ve daima da sınırlı kalacaktır. Bilgiyi tarihsel olarak sınırlayan kendi olanaklarıdır, içinde oluştuğu koşullardır. Örneğin asansörün bilinmediği bir çağda asansör hızı da elbette bilinemez. Bilgi, her yeni sorunun çözümünü de birlikte getirdiği bir süreçtir. Çözümün bilgisi, elbette, sorunun meydana çıkışıyla sınırlı olacaktır. Her yeni oluşum yeni sorunlar doğuracak ve yeni bilgiler getirecektir. Bilgiye sınır çeken ve bu sınırın ötesini hiç bilmediğimizi ve asla bilemeyeceğimizi ileri süren Alman düşünürü İmmanuel Kant’tır. Kant’a göre biz ancak olay (fenomen)’ları bilebiliriz, ‘kendiliğinde şey’i ya da numen’leri asla bilemeyiz, bunlar sınır-kavram’lardır, bilgimiz bu sınırda durur ve ötesine geçemez. 

Bu bilimdışı sav, başka bir Alman idealisti, Hegel tarafından şöyle çürütülmüştür: sınır’ın bilincine varmamız için, o sınırın ötesinde ne olduğunu bilmemiz gerekir. Bir çizginin bitimini bilmek demek, o çizginin ötesindeki boşluğu da bilmek demektir (boşluk yok N.). bir şeyi hiç bilmemek, o şeyin bilincinde olmamaktır. Bir konuda bilgisizliğimizi bilmemiz, o konuda az çok bir bilgimiz olduğunu gösterir. Ama bu bilgi yetersizdir, biz de bu yetersizliğin bilincine varmışızdır, bundan ötürü ‘’bu konuyu bilmiyoruz’’ deriz. Bir şeyi hiç bilmemek, o şeyin bilinmediğini de bilmemektir. Demek ki bilginin saltık bir sınırı olamaz, çünkü olsaydı biz bu sınırı da bilemezdik. Eğer biz bu sınır’ı biliyorsak sınırın ötesine geçmişiz demektir ya da bu sınır gerçek değildir ve yoktur. Eğitimi yetersiz ya da anlağı (zekası N.) güçsüz bir kişi tonlarla ağırlığı olan bir uçağın nasıl olup da gökte uçtuğunu anlayamaz, ama bu, uçağın bilinemez’liğini kanıtlamaz. Bunun gibi, evreni bilmememiz de evrenin bilinemezliğini kanıtlamaz. Hegel, bu uslamlamasında, ‘bilinmeyen’le ‘bilinemez’ olan arasındaki ayrıma da dikkati çeker: Okyanusun dibinde yaşayan bir hayvan türü varsa bunu elbette bilemem, ama bu bilmeyişim o balık türünün bilinemez olduğundan değildir.

 

Modern Dünyada Sınırlar

Ali Aslan

 

SINIR çalışmaları literatüründe “sınır” olgusunu ifade etmek için üç farklı kavram kullanılır: border, boundary ve frontier. Genel hatlarıyla ifade etmek gerekirse, border bir siyasi birimin egemenlik alanını kesin bir şekilde sınırlayan hatta işaret ederken, boundary siyasi birimin otoritesinin ve etkinlik alanının en son nerelere kadar ulaştığını gösterir; frontier ise siyasi birimin kendi sınırları dışında yöneldiği ve etkinlik kurmaya çalıştığı alanı tanımlamak için kullanılır. Border egemen ulus-devlete atıfla anlam kazanan, dolayısıyla modern döneme ait bir kavramdır. Boundary kavramı ise daha çok modern dönem öncesinde, imparatorlukların uluslararası sistemin temel aktörü olduğu dönemde anlam kazanmıştır. Frontier ise hem egemen ulus-devletler hem de imparatorluklar dünyasında geçerliliği olan bir kavramdır.

Türkçede bu üç kavram arasında anlam açısından bir fark gözetilmesine rağmen her üçü için de “sınır” ifadesi kullanılır. Anlam açısından kavramlar arasındaki farklılığı daha net bir şekilde ortaya koymak ve tarihsel bir perspektiften konuyu daha anlaşılır kılmak için, “sınır” kavramının da üzerinde oturduğu uluslararası siyasetin kurucu ontolojik zeminini masaya yatırmak gerekir. Modern uluslararası siyasetin kurucu ontolojik zemini “devletler sistemi”dir. Buna göre, tüm yeryüzünü ve insanlığı kuşatan tarihî-toplumsal varlık alanı, devletler arasında mutlak ve kesin hatlarla egemenlik alanlarına ayrılmıştır. Modern dönem öncesinde de yeryüzünü ve insanlığı kuşatan tek bir siyasi birimin varlığından bahsetmek mümkün değildir. Çin, Roma, Pers ve Osmanlı gibi devasa imparatorluklar kurulmuş, fakat bu siyasi birimler yeryüzünü ve insanlığı tek bir çatı altında toplayacak konuma ulaşamamışlardır. Peki o halde modern dönemi kendisinden önceki dönemden farklı kılan nedir? Modern dönemi, modern-öncesi dönemden ayıran husus, yeryüzünün ve insanlığın tek bir siyasi otorite altında toplanamama pratik gerçekliğinin, ideal ve kurumsallaşmış düzen anlayışı konumuna yükselmesidir. Modern dönem öncesinde ideal olan ise yeryüzünün ve insanlığın tek bir siyasi otorite altında toplanması olmuştur. Hemen hemen tüm imparatorluklar kendi otoritelerini evrensel addetmişler ve sınırlarını, açık uçlu ve genişlemedeki son durak noktası, yani boundary olarak tanımlamışlardır. İmparatorluklar dünyasında egemenliği sınırlayan nihai bir sınır anlayışı, yani border yoktur.

Modern dönem öncesinde sistemin temel aktörü olan imparatorluk gitmiş, yerine egemen ulus-devlet gelmiştir. Böylece yeryüzünü ve insanlığı kuşatan evrensel bir düzen arayışı, yerini egemen ulus-devletin sınırları dâhilinde evrensel bir düzen arayışına bırakmıştır. Mevcut sınırlar mutlaklaştırılmış ve bu sınırların ötesine geçerek tüm dünyayı tek bir çatı altında birleştirme idealinden vazgeçilmiştir. Uluslararası siyaset açısından modernite, küresel düzlemde bir evrensellik arayışı karşısında, partikülerlik (devlet) düzleminde bir evrensellik arayışının zaferinin ilan edilmesidir. Modern devletler sistemine hâkim olan sınır anlayışı, toplumlar arasına kalın ve kapalı hatlar çizen border kavramıdır.

Modern dönemde uluslararası siyaset, ağırlıklı olarak savunmacı bir nitelik kazanmış; kesin ve mutlak hatlarla çizilen sınırların dış dünyaya, içeride de devletin “millet”inin topluma karşı korunması siyasetin temel dinamiği haline gelmiştir. Bu değişimin altında yatan, imparatorluğun kendini merkezine yani imparatorun ikamet ettiği saraya ya da başkente atıfla, ulus-devletin ise kendini egemenlik alanını diğer devletlerin egemenlik alanından ayıran sınırları esas alarak tanımlamasıdır. Bir başka ifadeyle, siyasetin odağı “yayılmak”tan “sınır”lamaya kaymıştır. Devletin “sınır”lama fiili modern döneme ait iki cephede tezahür etmektedir: devlet-uluslararası sistem (iç-dış ayrımı) ve devlet-toplum (kamusal-özel alan ayrımı).

Modern dönemde egemen devlet, kendi içine dönerek sınırları içerisinde yaşayan insan topluluklarını “millet” kategorisinde, kamusal ve özel alan arasında bir “sınır”lamaya giderek, homojenleştirmeye çalışmaktadır. Bunun temel sebebi ise iktidarın kaynağı konusunda yaşanan değişimdir. İktidarın kaynağı durumuna gelen insan topluluklarının, devlet tarafından başıboş bırakılması söz konusu olamazdı. Devlet etkin bir şekilde, tespit ettiği “ideal vatandaş” tanımı ışığında “millet”ini kurgulamakta, yeniden üretmekte ve bu tanımın dışına çıkmaya çalışanları “ötekileştirerek”, “tehdit” unsuru addederek ve kamusal haklardan yararlanmalarını kısıtlayarak cezalandırmaktadır.

Devletler sınırlarının gerisine çekilip bekler mi? Elbette ki hayır. Bu noktada frontier kavramı devreye girer. Devletler sınırlarla kısıtlanmış olmalarına rağmen, “dışarısı” olan uluslararası alanda etkinlik kurmayı hiçbir zaman elden bırakmazlar. Sosyal varlıklar olmaları nedeniyle içerisinde bulundukları uluslararası sistemi kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmek isterler. Bu çelişkiyi aşmak için frontier kavramı ışığında “dışarı”ya yönelerek, egemenlik alanlarını genişletmeden siyasi, ekonomik ve kültürel etkinlik alanlarını genişletmeye çalışırlar. Mesela günümüzde sistemin en büyük gücü Amerika’nın border’ı Atlantik ile sınırlı olmasına rağmen, etkinlik veya jeopolitik alanı yani frontier’ı tüm yeryüzüdür. Yine aynı şekilde, Osmanlı İmparatorluğu’nun boundary’si Viyana kapılarının ötesine geçemezken, frontier’ı Avrupa’nın daha derinlerine, mesela İspanya’ya kadar ulaşmaktaydı.

Özetle, sınırlar tarihsel olarak farklı şekillerde kurgulanırlar. Modern öncesinde boundary, egemen devletler sisteminde ise border önem kazanmıştır; frontier ise her iki dönemde de gerçekliği olan bir olgudur. Yine somut fiziksel bir olgu olmalarının ötesinde sınırlar, “farklılığın” üretilmesi anlamında toplumsal olarak inşa edilir. Sınır kavramının kapsamı genişletildiğinde ise devletin sadece dışarıya karşı kendi egemenlik alanını “sınır”lamadığı (b/ordering), içeride de “ideal millet” anlayışı üzerinden topluma yönelik bir “sınır”lama yürüttüğü görülür.

 

 

Wittgenstein’ın ‘Dünya’sı, Tractatus’un Wittgenstein’ı-

"Sınır, Sessizlik ve Felsefe" Üzerine Notlar

Wittgenstein ile Russell arasında geçen bir diyalogla başlayacağım. Wittgenstein 1911 ile 1914 arasında Cambridge’de Russell’ın öğrencisi olmuştur. Yanında bulunduğu ilk sömestrin sonunda Wittgenstein Russell’ın odasına gidiyor ve ona şöyle diyor: “Bana bir aptal olup olmadığımı söyleyebilir misiniz acaba?”. “Sevgili dostum, hiç bilmiyorum. Bu soru da nereden çıktı?” diye yanıtlıyor Russell. Bunun üzerine Wittgenstein, “ Çünkü eğer bir aptalsam balon pilotu, değilsem filozof olacağım” diyor. Sonra Russell ona bir şeyler yazıp, daha sonra gelmesini salık veriyor. Wittgenstein’ın yıl içerisinde yazıp getirdiği el yazmasının ilk cümlesini okuduğunda Russell şöyle diyor: “Hayır, balon pilotu olmanıza gerek yok” (Hadot, 2011, s.45) Russell’ın ilk cümleden anladığı şey Wittgenstein’ın dehasıdır kuşkusuz. Wittgenstein hemen hemen her cümlesinde bu dehasını belli eder. Bir dehanın dünyasına nüfuz etmek zordur. Wittgenstein I. Dünya Savaşı sonrasında Russell’a yazdığı bir mektupta Russell’ın Tractatus’un asıl anlamını hiç anlamadığını söylüyor. Yani Russell gerçi daha ilk cümlelerinden Wittgenstein’ın bir deha olduğunu anlamış ama onun yazdığı kitabın asıl anlamını anlamamıştır. Burada ben kuşkusuz Wittgenstein’ı “doğru” anladığımı iddia edecek değilim. Yalnızca onun yazdıklarından ve onun hakkında yazan kimi yorumculardan hareketle çeşitli bağlantılar kuracağım.

Başlıkta yer alan sözcükler –sınır, sesizlik ve felsefe- keyfi bir biçimde yan yana dizilmedi. Bu üç sözcüğün Wittgenstein’ın felsefesinde birbirleriyle bağlantılı, birbirlerini gerektiren kimi düşüncelere gönderme yaptığını düşünüyorum. Bu konuşmada öncelikle onun Tractatus dönemindeki kimi düşüncelerini ele alarak sınır ve sessizlik arasındaki bağlantıyı ortaya koymaya çalışacağım ve bunu yaparken onun Kantçı sınır çizme düşüncesinin ötesinde Schopenhauer, Kierkegaard tarzında bir felsefenin izlerini taşıdığını iddia edeceğim. Bu açıdan Heidegger’le de bir şekilde bağlantı kurulabileceğini göstermeye çalışacağım. Daha sonra dil, dünya ve “sınır”a ilişkin düşünceleriyle bağlantılı felsefe anlayışına kısaca değineceğim.

Wittgenstein’ın çok fazla okuyan, felsefe tarihine damgasını vurmuş birçok filozofu doğrudan kendi metinlerinden okuyan bir filozof olmadığı biliniyor. Terry Eagleton “Wittgenstein’ın Dostları” adlı makalesinde, kendine özgü ironik tarzıyla, Wittgenstein’ın klasik felsefe konusundaki bilgisizliğine vurgu yapıyor: “Wittgenstein’ın klasik felsefeden uzaklığını korumak için izlediği yollardan biri de hiç klasik felsefe okumamaktı: Cambridge’de felsefe profesörü olduğu halde Aristoteles’ten bir sözcük bile okumamıştı; Hegel sözkonusu olduğunda da yalnızca Rusya’da bir profesörün ona daha fazla Hegel okuması gerektiğini söylediğini biliyoruz” (Eagleton 1990: 46). Wittgenstein’ın Aristoteles, Hegel gibi filozofları birinci elden okumaması, onun felsefe tarihindeki filozoflardan bazılarını hiç okumadığı anlamına gelmez kuşkusuz. Kendisi etkilendiği kişiler arasında Frege ve Russell’ın yanında Schopenhauer’i de saymaktadır (K.D. s. 134). Augustinus’u, Kant’ı çok iyi okuduğunu da biliyoruz. Çok erken bir dönemde, savaş sırasında (1914) Nietzsche’yi de okumuş ve onun “Hristiyanlığa olan saldırılarından şiddetle rencide olmuştur.” (Wittgenstein, Gizli Defterler 2006: 196). Ayrıca 1929 yılında Schilck’in yanında Heidegger ve Kierkegaard’tan bahsetmektedir. Onun Schlick’in yanında Heidegger ve Kierkegaard’a ilişkin söylediği şeyler tam da sınır düşüncesi ile sessizlik arasındaki ilişkiye işaret ediyor. Doğrudan doğruya benim konuşmamın genel temasıyla ilgili olduğu için daha sonra bu bağlamı aktaracağım. Ben şimdilik buradan şöyle bir sonuç çıkarmak istiyorum. Wittgenstein Augustinus’un, Kant’ın, Schopenhauer’in, Kierkegaard’un düşüncelerine, daha sonraları ise Heidegger’in düşüncelerine aşinaydı ve bu onu dolaylı ya da dolaysız bir şekilde mistisizmin uzun geleneğine bağlıyordu. Bu bazı Wittgenstein yorumcuları tarafından açık bir biçimde ifade edilmiştir.  G.E.M. Anscombe Tractatus dönemindeki Wittgenstein’ın üzerindeki Schopenhauer etkisine dikkat çeker (Anscombe, 1965, s.168-169). Pierre Hadot ise söylenemez olan çerçevesinde Wittgenstein’ın Yeni Platoncu Damascius ile Silesius gibi mistiklerle bağlantısına vurgu yapmaktadır (Hadot, 2011, s. 23 ve s.42)

Öyleyse şimdi Schopenhauer ve Kierkegaard gibi filozoflarla bağlantı kurulabilecek yönlerin ve mistik gelenekle ilişkilendirilebilecek düşüncelerin Wittgenstein’ın felsefesinde nasıl ortaya çıktığını görebilmek için onun Günlükler (Tagebücher) ile Tractatus dönemindeki düşünceler üzerinde yoğunlaşmanın zamanı geldi. Burada herkesin çok iyi bildiği bazı şeyleri tekrar söylemek daha sonra kurulacak bağlantılar açısından bana zorunlu görünüyor.

Wittgenstein Tractatus’a yazdığı Önsöz’de, kitabın felsefe sorunlarının soru olarak ortaya çıkmalarının nedeninin dilin mantığının yanlış anlaşılmasına dayandığını ve kitabın bütün anlamının şu şekilde dile getirilebileceğini söylüyor: “Söylenebilir olan ne varsa, açık söylenebilir; ve üzerine konuşulamayan konusunda susmalı” (T, Önsöz). Zaten, çok iyi bilindiği gibi, felsefe tarihinin tartışmasız başyapıtlarından biri olan bu kısa kitap yine aynı şekilde son buluyor: Üzerine konuşulamayan konusunda susmalı (T, 7). Öyleyse bizim neyin üzerine (wovon) konuşulamayacağını sorma hakkımız vardır. Wittgenstein’da üzerine konuşulamayacak olan şey söylenemez olandır (Unsagbare). Felsefe ona göre söylenebilir olanı açıkça ortaya koyarak söylenemez olanı imleyecektir (bedeuten) (T, 4.115). Bu noktada Wittgenstein’ın düşüncesi Kant’ın eleştiri (Kritik) düşüncesiyle buluşur. Kant da, bilindiği gibi, aklın kaynak, kapsam ve sınırlarını göstererek, fenomenal alanda nesnel geçerliği gösterilemeyecek olan, noumenal bir alan açıyordu. Kant’ın eleştiri felsefesi böylece bir sınır çizme etkinliğine dönüşüyordu. Wittgenstein da Tractatus’un Önsöz’ünde böylesi bir sınır çizmeden bahsetmektedir: “Kitap böylece, düşünceye bir sınır [Grenze] çizmek istiyor, ya da, daha çok –düşünmeye değil, düşüncelerin dilegetirilişine [Ausdruck der Gedanken]: Çünkü düşünmeye sınır çizebilmek için, bu sınırın iki yanını da düşünebilmemiz gerekirdi (yani düşünülemez olanı düşünebilmemiz gerekirdi)” (T, Önsöz). Düşüncelerin dilegetirilişine, dil yoluyla dışa vuruluşuna sınır çizmek demek, böylece dilin yapısını, dil-mantık ve dünya ilişkisi çerçevesinde ortaya koymak demektir: “Sınır, öyleyse, yalnızca dilin içinde çizilebilecektir, ve sınırın ötesinde kalan da, düpedüz saçma [Unsinn] olacaktır” (T, Önsöz). Bu “saçma”nın ne anlama geldiği ancak sınır düşüncesini biraz daha iyi anladığımızda ve bununla bağlantılı olarak da dil-dünya-ve özne ilişkisini ortaya koyduğumuzda açıklık kazanacaktır.      

Bilindiği gibi, Wittgenstein’ın Tractatus’daki dil anlayışını belirleyen temel düşünce, dünya ile dilarasında tam bir örtüşme, karşılık gelme ilişkisinin olduğu düşüncesidir. Dilin mantıksal temel öğeleri ile dünyanın mantıksal temel öğeleri arasında, yani ad ile nesne, temel önerme (Satz/Tümce) ile olgu bağlamı (Sachverhalt), önerme ile olgu (Tatsache) arasında bir karşılık gelme ilişkisi vardır. Örneğin bu dönemdeki dil anlayışına göre, “[a]d bir nesneyi imler. Nesne onun imlemidir [bedeutung]” (T, 3.203). Bu dil-dünya bağlantısı gereği dil dünyayı tasarlar (resmeder). Tasarımın/Resmin (Bild) ortaya koyduğu şey ise onun anlamıdır (Sinn). Dolayısıyla anlamlı önermeler, tümceler yoluyla nesneler arasındaki ilişkiler, nesne durumları, olgu bağlamları ortaya konur. Bütünüyle dil içinde söylenenler, dünya içinde olanlara denk gelir. Ama hem bütününde dilin hem de bütününde dünyanın anlamı, “anlamlı tümceler” yoluyla ortaya konamaz. Gerçeklik (Realitaet) denen şey, önermeler yoluyla dile getirilir. Anlamlı önermelerin toplamı yoluyla da olgular (dünya olguların toplamıdır) betimlenir. Bir bütün olarak “[d]ünyanın anlamı [ise] dünyanın dışındadır” (T, 6.41). Wittgenstein’a göre bu anlam dile getirilemez, ancak gösterilebilir.

Daha önce de söylediğimiz gibi, Wittgenstein’ın felsefe anlayışının (Kantçı düşünceye uygun olarak) bir sınır çizme etkinliği olarak ortaya çıkar. Felsefe söylenebilir olanı açıkça ortaya koyarak, söylenemez olanı imleyecek (T, 4.115), yani dünyaya dil yoluyla sınır çizerek (“Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır”) (T, 5.6), dünyanın kendi dışında olan anlamına işaret edecektir. Bu dönemdeki dil anlayışı gereği, öyleyse, anlam söylenebilir olanla ilgilidir. Anlam-dışı (unsinnig) önermeler ise dilin, eş deyişle dünyanın dışında kalan önermelerdir (tümceler). Bu çerçevede Wittgenstein kendi en ünlü tümcelerinden birini ortaya koymaktadır: “dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” (T, 5.6).

Burada bir şey daha işin içine katmak durumundayız: bu sınır düşüncesi çerçevesinde öznenin (Subjekt) ya da “Ben”in (Das Ich) konumunun ne olduğunu. Wittgenstein bu döneminde özneyi, beni sınırın içinde değil de sınırda konumlandırmıştır. Özne dünyanın içinde değildir. Ona göre, “dünya benim dünyamdır” (T, 5.62). Ben dünyanın sınırıyım. Dünyanın olanak koşulu olarak bu ben kuşkusuz transsendental öznedir. O bunu psikolojik çalışmaların uğraş alanı içerisine giren bir empirik özneden ayırarak, “metafizik özne” olarak dile getirmektedir: “Felsefeye kendiliki (Das Selbst) getiren şey ‘dünyanın benim dünyam’ olmasıdır. Felsefece kendilik insanlık değil, insan bedeni ya da psikolojinin uğraştığı insan ruhu değil, daha ziyade dünyanın sınırı olan -onun bir kısmı olmayan- metafizik öznedir” (T, 5. 641). Bu anlamda Wittgenstein’a göre “dünya bana verilidir”; dünya bana dünya olarak verilidir, ben dünyanın sınırıyım. Bu nedenle “iki tanrısallık (Gottheit) biçimi vardır: Dünya ve benim bağımsız Benim” (Wittgenstein 1969: 167). Bu metafizik özne anlayışında Wittgenstein, Ben-Dünya ilişkisini dünyanın özneye verilmişliği düşüncesine göre ortaya koymaktadır. Öyleyse özne, kendisine verilmiş olan, nesnellik alanının sınırıdır; bu anlamda onun kendisi nesne olmayandır: “[b]enin kendisi bir nesne değildir” (Wittgenstein 1969: 173). Nesne olmayan, dünyaya aşkındır. İstenç edimi bütünüyle bu özneye aittir. Etik, estetik bu özneyle ilgilidir; bu anlamda bu alanlar da aşkındır. Wittgenstein bu aşkınlığı, istenç bakımından şu şekilde ortaya koymaktadır: “benim istencim dünyaya, hazır olan bir şeye girmek gibi, bütünüyle dışarıdan girer (herantreten)” (Wittgenstein 1969: 167).

Bu transsendental özne anlayışı bize bütünüyle Kant geleneğini (örneğin Fichte’nin “Ben” anlayışını) göstermektedir. Bu gelenek içerisinde Schopenhauer’in düşüncelerini göz önünde tutarsak, bu söylenenler daha da açık hale gelecektir. Bilindiği gibi, Schopenhauer’a göre “dünya benim tasarımımdır”, dünya benim dünyamdır. Bilgime konu olan her şey, yani bu dünyanın bütünü, özneye, görüleyenin görüsüne bağlı olarak nesnedir. Bu anlamda “her şeyi bilen [bütün nesneleştirmeleri yapan] ve hiç kimse tarafından bilinmeyen [kendisi nesne olmayan] şey öznedir” (Schopenhauer 1998: 5) Bu düşünce çerçevesinde Schopenhauer, öznenin uzam-zaman içinde olamayacağını, öznenin dünyanıniçinde olmadığını düşünmektedir. Bu nedenle, Kantçı bir çizgide, Schopenhauer nesne dünyasının özne yoluyla koşullandığını söylemektedir: “Bütün nesne dünyası tasarımdır (Vorstellung) ve tasarım olarak kalır ve işte bundan dolayı bütün olarak ve sonsuz bir tarzda özne yoluyla koşullanır” (Schopenhauer 1998: 45). Öyleyse hem Schopenhauer için hem de Wittgenstein için tasarım olarak dünya öznenin korrelatı, bu öznenin karşılığı, nesneleştirmeyi yapanın karşısında-durandır, yani nesnedir (Gegenstand). İstenç bakımından ise Wittgenstein ile Schopenhauer farklılaşıyorlar. Wittgenstein, Günlükler’de dünyanın benim istencimden büsbütün farklı olduğunu söylemiştir. An Introduction to Wittgenstein’s Tractatus adlı kitabında Anscombe bu farklılığa dikkat çekiyor.

Dilin ve dünyanın mantıksal yapısının sınır düşüncesi çerçevesinde ortaya konuşu, “ben”in dünya içinde yer almayışı, dünyanın içinde yani mantıksal uzamda örneğin Tanrının kendini açığa vurmaması (T, 6.432), Wittgenstein’ı sınırın ötesine yöneltmektedir. Bu yönelmede dilsel açıdan bir olanaksızlık kendisini gösterir. Dünyanın bir bütün olarak, sınırlanmış bütünlük olarak, ebedilik tarzında (sub specie aeternitatis) görülmesi (Anschauung) (T, 6.45) artık söylenemez, dile getirilemez bir şeyi açığa vurur. Dünyayı bir bütün olarak ebedilik tarzında görme, aşkın olan etik ve estetiğe de gönderme yapar.Günlükler’de dediği gibi, “sanat yapıtı ebedilik tarzında görülen nesnedir; iyi yaşam ise ebedilik tarzındagörülen dünyadır. Bu sanat ile etiğin bağlantısını gösterir” (Wittgenstein, 1969, s.176). Kuşkusuz böylesi bir ebedilik tarzında görüş, mistik bir duyguyu (Gefühl) gösterir. Wittgenstein’a göre “dilegetirilemeyen vardır yine de. Bu kendisini gösterir, gizemli olandır o” [Es gibt allerdings Unaussprechliches. Dies zeigtsich, es ist das Mystische] (T, 6.522). İşte bu sınırlar çizildikten sonra sessizlik başlar. Burada dünyanınnasıl (wie) olduğuna değil de olmasına (dass) yönelik bir şaşma var. Kendi ifadesiyle “Dünya olgusuna yönelik bir hayret. Onu her ifade etme denemesi [bizi] saçma olana sürükleyecektir” [Erstaunen über die Tatsache der Welt. Jeder Versuch, es auszudrücken, führt zu Unsinn] (Wittgenstein, 1967, s. 93). Bu hayret, duygu (Gefühl) hatta bu yaşantı (Erlebnis) dile getirilemez. Burada artık susulmalıdır.

Daha önce söylediğim gibi, Pierre Hadot Wittgenstein’ın Silesius gibi mistiklerle bağlantısını kuruyor: “Silesius’un eserlerinde Wittgenstein’ın tekrar etmiş olabileceği bir formül bulup bulamayacağımızı araştırdım. Wittgenstein’ın bize söylemiş olduğu ile bir benzerlik arz eden birini buldum, ama söz konusu olan, nihayetinde, mistik tarihinde oldukça sıradan bir formüldü: ‘Susarak konuşulur: Ey insan eğer ebediyetin varlığını anlatmak istiyorsan, önce tüm sözü bırakmalısın” (Hadot, 2011, s.42). Mistik gelenekte oldukça olağan olan sessizlik evresi, kuşkusuz felsefeye de pek uzak bir mesele değil. Her ne kadar felsefe hep logos üzerinden gelişmişse de mesele logos’un sesine kulak verme olduğunda sessizlik de başlar.

Bu bağlamda onun Heidegger ve Kierkegaard’a ilişkin söylediklerini aktarabiliriz: “Heidegger’in varlık (Sein) ve korku (Angst) ile ne kastettiğini çok iyi anlayabiliyorum. İnsanda dilin sınırlarına doğru gitme eğilimi vardır. Örneğin, bir şeyin varolmasına ilişkin hayreti düşününüz. Hayret bir soru biçiminde ifade edilemez ve buna ilişkin bir yanıt da söz konusu değildir. Söylemek istediğimiz her şey, a priori olarak yalnızca saçma (Unsinn) olabilir. Buna rağmen biz, dilin sınırlarına doğru gideriz. Bu [sınıra] doğru gidiş Kierkegaard’da da görülür ve  (paradokslu olana yönelme olarak) bütünüyle benzer bir şeyi gösterir” (Wittgenstein 2006, s. 266). Bu söylenenlerle ne kastedildiğini daha iyi anlayabilmek için önce Heidegger’de korkuyla bağlantılı olan sessizlik meselesine bakmamız gerekir. Öncelikle şunu söyleyelim: Heidegger Sein und Zeit’da susmanın (das Schweigen), konuşma (Reden) ve dinleme (Hören) ile birlikte varoluşsal bir olanak olmasından bahseder (Heidegger, 1993, s. 164). Böylesi bir susma, boş konuşmayı (Gerede) devre dışı bırakır. Konuşabilen varlık aynı zamanda susabilen, sessiz kalabilen ve bu sessizliğiyle kendine özgülüğü (Eigentlickeit) yakalayabilen bir varlıktır. Bu sessizlik bize varlığı düşünme yolunu açacaktır. Tabii ki korku (Angst) yoluyla olacaktır bu. Bilindiği Heidegger’de varlık (Sein) ile hiçin (Nichts) bağlantısını ortaya çıkaran şey, temel bir heyecan, ruh hali olan korkudur (Angst). Korku hiçi açığa çıkarır. Varolanın bütünü silinirken, “mantığın” devre dışı kaldığı, anlığın (Verstand) susmak zorunda olduğu bir “sınır durumu”na tam da böylesi bir korku anında varılır. Heidegger’in kendi ifadesiyle söylersek, “korku daha çok, kendine özgü bir sessizliği beraberinde getirir (…) Korkuda … karşısında bir geri çekilme vardır; bu elbette ki bir kaçma değil, hapsedilmiş bir sessizliktir” (Heidegger, s.). Tam da böylesi bir sessizlik anı, “varlığın sessiz sesine” açık bir “düşünme”yi harekete geçirir ve bu varolanların, nesnelerin hesap edici bir tarzda düşünülmesi değil, varlığın üzerine düşünmedir (Andenken). Yani asıl düşünülmesi gerekeni (Das zu Denkende) düşünme çabasıdır. Wittgenstein ise bunu düşünülemez ve dilegetirilemez olarak, saçma olarak görür. Kuşkusuz, her ikisi de aynı sözcüğü de kullasalar da Heidegger’in kastettiği düşünme ile Wittgenstein’ın düşünme derken kastettiği aynı değildir. Heidegger’in düşünmesi (das Denken) bir yaşantıya gönderme yaparken, Wittgenstein dil ile düşünmeyi içten sınırlandırmakta, anlamlı önermeler yoluyla dünya hakkında düşünmekten söz etmektedir. Ama Wittgenstein’ın kendisinin de çok iyi gördüğü gibi, Heidegger’de de “dilin sınırlarına doğru gitme eğilimi” vardır ve bu sınırda konumlanma, dile getirilemez, zorunlu bir sessizliği beraberinde getiren bir iç deneyime yol açar.

 Aynı şey Kierkegaard’da “evrensel olanın askıya alındığı” paradoksal durumda karşımıza çıkar. Kierkegaard, bütünüyle öznellik temelinde kalan bir hakikat anlayışı geliştirmiştir. Hakikat nesnel olarak ulaşılacak bir şey değil, kişinin kendi varoluşunu gerçekleştirmesiyle erişeceği bir şeydir. Dolayısıyla bütünüyle kişiyle, kişinin içselliğiyle (inwardness) ilgilidir: “öznellik hakikattir, öznellik gerçekliktir” (Kierkegaard, 1944, s. 306). Çünkü varoluş kişinin kendi iç gerçekliğini, iç yaşantısını ifade eder. Bu da, yukarıda ifade edildiği gibi, nesnel açıdan dile getirilemez. Bu nesnel açıdan dile getirilemeyen, zorunlulukla sessiz kalmamıza neden olan sessizlik evresinde ortaya çıkar ve paradoksal bir durumu gösterir. Bunun nasıl bir şey olduğunu anlayabilmek için, yaşam yolundaki üç aşamadan (etap) son ikisini karşılaştırmamız gerekiyor.

Kierkegaard’a göre yaşam yolundaki üç etaptan ikinci etabı gösteren etik aşamada, kişi evrenseli dile getirir. Çünkü evrensel olan evrensel olan olarak dile getirilebilir, nesnel olarak temellendirilebilir, kanıtlaması yapılabilir, sözle savunulabilir bir şeydir. Bir sonraki etapta yani iman aşamasında ise bunları yapmanın olanağı yoktur. İman şudur Kierkegaard’a göre, “kişinin, kendisi olarak ve kendisi olmayı isteyerek, kendini saydam bir biçimde tanrıya bırakması” (Kierkeggard, 1954, s. 213). Burada kişinin öznelliği, içselliği ve sonsuz tutkusu ile nesnel açıdan kesinliği olmayan bir durum arasındaki çelişki söz konusudur. Bu nedenle iman durumunda kişi, imanıyla, kendini nesnel açıdan kesin olmayan bir şeye bağlar. İmanla böyle bir risk alır. Böylece ‘hakikatin’ yukarıda aktarılan tanımı gözönünde bulundurulduğunda, öznelliğin hakikat olması düşüncesi de tam olarak açıklık kazanmaktadır. Hakikat bir kişideki imanla ortaya çıkmaktadır. Bu paradoks ve kesinsizliğe bağlanış (ve dolayısıyla erişilen hakikat) düşünceyle kavranamaz. Bu nedenle Kierkegaard “iman hiçbir biçimde kanıta gereksinim duymaz” demektedir (Kierkegaard, 1944, s. 31). Çünkü kanıt(lama) nesnel açıdan kesin olan bir şeyi göstermeyi dener. Oysa “kesinlik ile tutku bir araya gelemez” (Kierkegaard, 1944, s. 30) ve tutku (kesinlik lehine) dışta bırakılırsa iman ortadan kalkar (Kierkegaard, 1944, s. 30). Burada söz konusu olan şey, tam anlamıyla bir sınır deneyimidir. Söylenemez, dile getirilemez olan şey, kişinin bilinmeyen (Unbekannte) karşısında yaşadıklarıdır. Felsefe Parçaları (Kırıntıları) (Philosophische Brocken) adlı kitabında Kierkegaard, bunu şu şekilde dile getiriyor: “Ama bu bilinmeyen şey, kendi paradokslu tutkusunda anlığın çarpıp durduğu bu şey de nedir? Bilinmeyendir bu. (…) Sürekli gelip dayanılan sınırdır bu” (Kierkeggard, Phil. Brocken, Kap. III). Wittgenstein’ın dediği gibi, insanda sürekli bu sınıra doğru gitme eğilimi vardır.

Daha önce dediğimiz gibi, Wittgenstein hem beni hem de dünyayı böylesi bir sınırda konumlandırır. Dil yoluyla söylenebilen, dilin kendisini, dünyayı dile getiremez. Ama sürekli de biz bu sınırlara doğru sürükleniriz. Dile getirilemeyecek olanı, hakkında konuşulamayacak olanı göstermeye çalışırız. Susmak gerekliliğine yapılan vurgu, bir şekilde susarak konuşmanın yolunu açmaya çalışır durur. Bir yandan Wittgenstein felsefeye bunu yasaklamak eğilimindedir. Ona göre “felsefede doğru yöntem şu olurdu: söylenebilir olandan, yani doğabilimi tümcelerinden –yani, felsefeyle hiçbir ilgisi olmayan bir şeyden- başka bir şey söylememek, sonra her seferinde de, başka birisi doğaötesi bir şey söylemeye kalktığında, ona, tümcelerindeki belirli imlere hiçbir imlem bağlanmamış olduğunu göstermek” (T, 6.53). Diğer yandan da felsefenin bu sınırın hep ötesine geçeceğini, felsefenin her zaman böylesi bir etkinlik olduğunu bilir. Felsefe bir takım önermeler toplamı değil, bir etkinliktir (T, 4.112). Felsefe etkinliğinin amacı, “düşüncelerin mantıksal açıklığıdır. Felsefe yapıtı, özünde, açıklamalardan oluşur. Felsefe, başka türlü sanki bulanık ve kaypak olan düşünceleri, açık kılmalı, kesin olarak sınırlandırmalıdır” (T, 4.112). Bu sınırlandırma etkinliğinde felsefe doğabiliminin yaptığı gibi önermeler yoluyla dünya hakkında bir şey söylemez. Felsefe sınırı çizerek söylenebilir olanın ötesine geçer ve söylenemez olana işaret eder. Bu anlamda kendisininkiler dahil tüm felsefenin tümcelerini saçma olarak görüyor. Ama onun için önemli olan da tam bu sınır durumu. Çünkü bir bütün olarak dünyaya anlamını veren şey, tam da bu dünyanın dışındadır. Bu nedenle hem I. Dünya Savaşının ertesinde Russell’a yazdığı bir mektupta (bkz. Anscombe, 1965, s.161) hem de daha sonra Kültür ve Değer’de “felsefenin ana meselesi”nin dile getirilememekle birlikte yine de var olan, gösterilebilir olan şey olduğunu söylüyor. Kültür ve Değer’de 1931 tarihli olarak gösterilen el yazmasında şunu söylüyor: “Dile getirilemeyecek olan (bana gizemli gelen ve dile getiremediğim şey), dile getirebildiğim her neyse onun anlam kazandığı zemini sağlıyor belki de” (Wittgenstein, 2009, s. 142). Wittgenstein Tractatus’ta felsefe yoluyla, dile getirilebilir olanı sınırlayarak, dile getirilebilir olana anlam veren bu zemini hazırlamıştır.    

 

*Bu metin 3 Şubat 2012 tarihinde Assos'ta düzenlenen Wittgenstein Sempozyumu'nda sunulmuştur.

Kısaltmalar

 T : Tractatus Logico-Philosophicus

Bu kısaltmadan sonra gelen rakamlar, Wittgenstein’ın kendi koymuş olduğu numaralandırmalara gönderme yapmaktadır.

 

Kaynakça

Anscombe, G.E.M., An Introduction to Wittgenstein’s Tractatus, Harper and Row, New York, 1965

Eagleton, T., “Wittgenstein’ın Dostları I”, (çev. T. Birkan), Birikim, sayı: 19, 1990

Hadot, P., Wittgenstein ve Dilin Sınırları, (çev. M. Erşen), Doğubatı Yay., Ankara 2011

Heidegger, M., Metafizik Nedir?, (Çev. Y. Örnek), Ankara, T. F. K Yayınları, 1994

Heidegger, M., Sein und Zeit, Niemeyer Verlag, Tübingen, 1993

Kierkegaard, S.,  Fear and Trembling / The Sickness unto Death (Trans. by W. Lowrie), Doubleday Anchor Books, New York, 1954

Kierkegaard, S., Concluding Unscientific Postscript (Trans. by D. F. Swenson), Princeton University Press, Princeton, 1944

Schopenhauer, A., Die Welt als Wille und Vorstellung (Erster Band), Deutscher Taschenbuch Verlag, München, 1998

Wittgenstein, L., “Gizli Günlükler”, Wittgenstein Yaşamı Felsefesi Yapıtları (Der. Ö. Naci Soykan)içinde, MTV yay., İstanbul, 2006

Das Blaue Buch, Schriften 5, Suhrkamp, Frankfurt am Main, 1970

Kesinlik Üstüne/Kültür ve Değer, (çev. D. Şahiner), Metis, İstanbul, 2009

Philosophische Untersuchungen, Schriften 1, Suhrkamp, Frankfurt am Main, 1969

Tagebücher 1914-1916, Schriften 1, Suhrkamp, Frankfurt am Main, 1969

Tractatus Logico-Philosophicus, (çev. O. Aruoba), B/F/S Yay., İstanbul, 1985

Wittgenstein und Wiener Kreis, Schriften 3, Suhrkamp, Frankfurt am Main, 1967

StandartDilimin Sınırları Dünyamın Sınırlarıdır

VAROLUŞUMUZUN RESMİ: DİL VE KELİMELER


İnsanoğlu daima kendine bir evren kurmuş ve her şeyini bu evrene saklamıştır...geçmişini,şimdisini ve geleceğini kelimelerle görünür kılmıştır...kelimeler bazen gözümüzün aydınlığı bazen bilincimizin ışığı bazen de yaşantımızın işaretleri olmuştur...  İnsan kelimelerle düşünür,kelimelerle hisseder,kelimelerle eğitilir,kelimeler rüyalarımızı bile şekillendirir. Diğer yandan da inançlarımızı,düşündüklerimizi ve yapmak istediklerimizi kelimelerle somutlaştırırız. İnsanın soyutlama yeteneğinin bir sonucu olan kelimeler varoluşumuzun taşındığı ve saklandığı işaretlerdir...Kullandığımız kelimelerle varlığımıza izler bırakırız. Kültürel kodlarımız ve anlam haritalarımız kullandığımız kelimelerle ortaya çıkar.

Hayatımızın rengi kelimelerimizin rengini Kelimelerimizin rengi hayatımızın rengini belirler. İnsan hangi evrenin içindeyse o evrene uygun bir dil sistemi kullanır.  Dil toplumlara özgüdür,toplumların şahsiyetinden etkilenir ve toplumların şahsiyetini etkiler... Toplumların ve bireylerin yazgısıyla kullandıkları dil arasında büyük ve önemli paralellikler söz konusudur... Asırların yazgısı milletlerin kullandıkları dilde saklıdır. Kelimeler; Milletlerin ve fertlerin varoluşlarını yansıtan bir aynadır. Tarihin toplumlara ve fertlere bıraktığı her şey kelimeler içinde billurlaşır. İnsanoğlu dilin ve dil içindeki kelimelerin sınırları içinde iletişim kurar.Bir yönüyle yaşadığımız gerçeklik dili şekillendirirken bir yönüyle de dil yaşadığımız gerçekliği şekillendirir.

George orwell , “1984” adlı ütopik romanında yeni bir dilin kurulması gayesinden bahsederken Yeni dilin amacının düşünce alanını daraltmak olduğunu söyler. Ve düşünce suçu imkansız hale gelecektir. Çünkü düşünce suçunu aksettirmeye vasıta olan kelime kalmayacak. Her ne zaman hangi mefhuma ihtiyaç duyulsa manası sıkı sıkıya tarif edilmiş Olacak bütün ikinci derece anlam merakı silinip unutulmuş olacak ve her yıl kelimeler gitgide azalacak , anlayış sahası daima biraz daha daralacak.

Buradan da anlaşılacağı üzere dil ve içindeki kavramlarla insanların neye yoğunlaşmaları ve nelerden uzaklaşmaları gerektiği belirlenebilir. Bu anlamda kullandığımız Dil ve Dil içindeki kavramlar hayatımızı sınırlandırabilir veya genişletebilir.

Martin Heidegger Dile daha derin bir perspektiften bakar. Ona göre ‘Dil, insanın evidir’ İnsan Dil içinde nefes alıp verir. Dil içinde yaşamına devam eder ve Dil içinde ölür. Dilin amacı sadece anlamı iletmek değildir. Anlamı iletmekle birlikte varoluşumuzu,tasavvurumuzu ve hayata bakışımızıda şekillendirir.

İsmet ÖZEL “Bakanlar ve görenler “ adlı kitabında “Modern dillerden geriye doğru uzaklaştıkça öz ile söz arasındaki yakınlaşma artar. Der. İlk insan ve ilk peygamber Ademin kullandığı dil ve kelimeler “Yaratılışa” daha yakın olduğu için şu an ki gibi bir yabancılaşma söz konusu değildi. İnsanlar “Yaratılıştan” uzaklaştıkça Kelimelerle işaret ettikleri arasındaki mesafe artmaktadır.

Yaşadığımız modern zamanlarda dil ve içindeki kavramlar bir takım basit ihtiyaçların giderilmesine,bilimsel ve teknolojik çalışmaların yürütülmesine yardımcı araçlara indirgenmiştir. “Anlam Arayışı” Dil içinde ve Dille gerçekleşmesi gerekirken İnsanlar dili araç haline getirerek anlam arayışlarını unutmuşlardır.  Bir millet kendi zihniyetini diliyle ve dil içindeki kavramlarıyla inşa eder. Ve başka milletlerle olan ilişkisinde kültürel güçlülüğü veya zayıflığını dille gösterir. .

Kelimeler birer Alemdir...içinde tarihin,şimdinin ve geleceğin saklandığı bir Alem. Sevginin ve korkunun abideleridir kelimeler...yazgımızın tercümanıdır kelimeler..bununla birlikte düşünceleri açıklamak ve ifade etmek için başvurduğumuz kavramlar zamanla gerçekliği aydınlatmanın tek yolu görülerek düşüncelerle aramızda bir engel olmaya başlarlar.

Dil ve Kelimeler Bir yanıyla geçmişe bağlıyken bir yönüyle de Her daim insan saklı duran Öze bağlıdır.
İnsanın oluşturduğu gelenek,insani özün kelimelerle belli şekillere girmesiyken nasıl olurda gelenekleri ve insani özü tamamen birbirinden ayırabiliriz. Tüm bunlarla birlikte gördüğümüz bir resim var.
Wittgeintein’in “dil olgular dünyasının bir resmidir” ve “dilin sınırları dünyanın sınırlarıdır” diyor. Biz neysek dilimizde odur.  Özümüzün ve Yaratıcının yani Allah ve İnsanın bir ifadesi olan dil İnsanın özü kadar şekiller çizebilirken Allahtan bahseden veya Metafizik birtakım durumlardan bahseden kelimeler bunu yaparken aciz kalmaktadır.

Özcesi kelimelerin insan tarafından oluşturulup onun içine sığınmasına da,zaten oluşmuş olan kelimelerin içine saklanan insana da aynı noktadan bakmalıyız. Çünkü Bir çocuğun doğumunda 0nu doğuranın da Aynı yasalar ve sınırlar içinde doğduğunu unutmamak gerekir.

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar