TASAVVUFİ İZLEKLER AÇISINDAN NECİP FAZIL'IN ŞİİRLERİ ÜZERİNE KAVRAMSAL BİR OKUMA DENEMESİ
ÖZET
Tasavvuf,
İslamiyetin kabulünden sonra Türk edebiyatını besleyen en önemli kaynaklardan
biri olmuştur. Sadece dinî düşünüş ve duyarlılığın ifade edilişi ile sınırlı
tutulamayacak bu yönelim, gerek Divan şiirimize gerekse halk şiirimize
yüzyıllar boyu kullanılan ve sağlam bir şiir dilinin oluşup zenginleşmesini
sağlayan bazı sembolleri de kazandırmıştır. Edebî metinlerin estetik düzlemini
hazırlayan ve şekillendiren bu düşünsel arka plan, Türk şiirinde izlediği
tarihsel seyir bakımından dilde kalıcı izler bırakmış, Türkçenin şiirsel
olanaklarını genişletmedeki katkısını günümüze kadar devam ettirmiştir. Bu
yoğun etkinin Tanzimat dönemiyle birlikte sekteye uğradığı, şairlerin daha çok
Batılı düşünce ve kaynaklara yöneldiği gözlenmekle birlikte özellikle
Cumhuriyet döneminde tasavvufi düşünüş ve kavrayışla poetikasını oluşturan çok
güçlü şairlerin yer yer kendilerini göstermesi de dikkati çeker. Bu şairler,
aynı zamanda modern şiirin Batı edebiyatında izlediği seyri, kavuştuğu anlatım
olanaklarını, ulaştığı estetik düzeyi de içselleştirerek tasavvufi kavramların
şiirsel imgelem için sunacağı verilere yepyeni açılımlar kazandırmışlardır.
Necip Fazıl, söz konusu şairler arasında da ilk akla gelendir. Onun şairlik
serüveni, düşünsel ve yaşamsal çizgisiyle içli dışlıdır. 1934 yılına kadar
bohem bir yaşantı süren, savruk ve sancılı bir düşünce dünyası olduğu görülen
şair, bu yılı, kendisi için “milat” kabul etmektedir; çünkü o tarihte, bütün
düşünce ve duygu dünyasını tasavvufi bir eğitim süreci içinde değiştirecek,
dönüştürecek olan mürşidiyle, Nakşibendi tarikatı şeyhlerinden Abdülhakim
Arvasi ile tanışır. Bu tarihten sonra şiirlerinin anlam evrenini ve beslendiği
duyarlılığı da tamamen tasavvuf düşüncesine özgülemeye başlar. Varlık, olay ve
olgulara bakışı ilahi birlik (vahdet) ekseninde şekillenirken, şiirleri de böy-
lesi bir kavrayışın yansıdığı bir anlam kuruluşuna kavuşur. Sanat, onun için
artık Allah’ı aramanın, ilahi birliği hissetmenin, tasavvufi deneyimleri yaşamanın
yollarından biri olur; görünenin ardındaki görünmeyeni, perdelerin ardındaki
hakikati, dünya ve evrenin düzenini sağlayan iradenin değişmez yasalarını,
zıtların birliğini vb. kavrama ve ifade etme olanağı sunmasıyla işlevsellik
kazanır.
Anahtar Kelimeler: Tasavvuf, Hakikat, Şiir, Necip Fazıl, Yeni
Türk Edebiyatı.
A CONCEPTUAL READING ATTEMPT ON NECİP FAZIL'S POEMS IN TERMS OF
SUFISTIC THEMES
Sufism
is one of the most important sources nourishing Turkish literature after
acceptance of Islam. This orientation which can’t be limited with statement of
religious thought and sensitivity has brought some symbols that provide
generation and enrichment of a solid poetry language which has been used for
centuries in both our Ottoman and folk poetries. This ideational background
which prepares and shapes aesthetic ground of literary texts left its mark in
the language in point of historical progress and has kept its contribution to developing
poetical opportunities of Turkish language going until today. As well as it is
observed that this rich influence was interrupted with Tanzimat reform era and
poets leaned to Western thought and sources, it is also pointed out that very
influential poets who generated their poetics with Sufi perspective and
apprehension in Republican period manifested themselves from time to time.
These poets also have brought new initiatives to data that Sufi concepts
provide for poetical imagery by internalizing modern poetry with its progress
in Western literature, its gained expression opportunities and its reached
aesthetic level. Necip Fazıl is the first one that comes to mind in these afore
mentioned poets. His adventure as a poet is hand in glove with his ideational
and vital values. He led a bohemian life until 1934 and had a thoughtless,
painful world of thought. He considers that year as his personal “milestone”;
because he met his mentor (guru) Abdülhakim
Arvasi one of the Nakşibendi order sheikhs
who would transform and improve his spiritual and intellectual perspectives
within the period of Sufi study. After this date, he starts to allocate
semantic axis of his poem and sensitivity he is nourished for his Sufi
perspective. While his outlook on existence, events and facts is formed in line
with unity of existence, his poems obtain a semantic theory that such an
apprehension is rubbed on off. From now on, art becomes one of the ways for
searching of God, feeling divine unity and sensing Sufi experiences. Art
obtains functionality by providing opportunities for comprehension and
statement of unseen behind the seen, truth behind the veils, unchanging laws of
will providing world and universe order, unity of opposites etc.
Key Words: Mysticism, Truth, Poetry, Necip Fazıl,
Contemporary Turkish Literature.
GİRİŞ
İslam’ın
Türkler arasında kabulü, yaygınlaşması ve yaşanmasında mutasavvıfların
öncülüğü, tasavvufi yorumun işlevi bilinmektedir. Tasavvuf, yüzyıllar boyunca
Türk edebiyatının da ana kaynaklarından biri olmuştur. Dini salt kurallar ve
ritüeller bütünü olarak görmeyen, insanın duygu ve düşünce dünyasını
biçimlendiren sorulara hem akli hem de kalbi yönden sunduğu yanıtlarla onun
anlam arayışına eşlik eden tasavvuf öğretisinin edebiyatı da besleyen bir kaynağa
dönüşmesi elbette doğaldı.
XIII.
yüzyılda Hoca Ahmet Yesevi’nin “hikmet”leriyle başlayan ve içeriğini daha çok
Allah’a ulaşma yolları, varoluşun ilahi sırları, nefis terbiyesi, peygamber ve
insan sevgisi, evliya menkıbeleri, hikmetli olaylar, manevi zenginlikler
karşısında maddi nimetlerin değersizliği, dünyanın gelip geçiciliği gibi
konuların oluşturduğu bu edebî çizgi; Yunus Emre, Mevlana, Sultan Veled,
Şeyyad Hamza, Gülşehri, Hacı Bektaş Veli, Kaygusuz Abdal, Hacı Bayram Veli,
Eşrefoğlu Rumi, Pir Sultan Abdal, Niyazi Mısri gibi şairlerle devam etmiş ve
gerek Divan şiirimiz gerekse halk şiirimiz bu kaynaktan beslenen sayısız örnek
kazanmıştır. Halka yönelik söylenen/yazılan tasavvufi şiirler İslam öncesi
Türk kültüründeki “ozan-baksı geleneğinin de bir anlamda devamı gibi
düşünülebilir. Bunun yanında Arap ve Fars kültürünün etkisiyle XIII. yüzyılda
tasavvufi eserler yazan Türk şairleri aslında Divan edebiyatının zeminini de
hazırlamışlardır” (Bilgin, 2007: 334).
“Tekke
edebiyatı” olarak adlandırılan ve sufi izleklerin çeşitli tekniklerle
işlendiği şiirler, şu nazım türleri içinde ortaya konmuştur: Allah’ı övmek,
ona yalvarmak için yazılan ve Mevlevilerde “ayin,” Bektaşilerde “nefes,
Gülşenilerde “tapuğ, Halvetilerde “durak,” bazı tarikatlarda “cumhur” denilen
“ilahi;” Bektaşi şairlerin vahdet-i vücud düşüncesini işledikleri “nefes;” pir
ve mürşitlerin, tarikata yeni giren dervişlere, tarikat derecelerini ve adabını
öğretmeyi amaçladıkları “nutuk;” ruhun cemada, nebata, hayvana, insana,
insan-ı kâmile geçişi ve Allah’a dönüşü biçimindeki varlık döngüsü üzerine
geliştirilen “devir” kuramını anlatan “devriye;” genellikle Bektaşi şairlerde
rastlanan, inançlardan teklifsizce alaylı bir dille söz eder gibi yazılan ve
derinlerinde tasavvufi incelikler barındıran “şathiyat-ı sofiyane” (Dilçin,
1992: 343-353).
Tanzimat’la
başlayan modernleşme/Batılılaşma sürecinde tasavvufun edebiyat açısından bu
işlevini bütünüyle yitirdiği söylenemese bile ana kaynak olmaktan çıktığı,
edebiyatçılarımızın yoğunluklu olarak Batı sanat ve düşüncesine yöneldiği bir
gerçektir. Modern Türk edebiyatının zeminini oluşturan bu çeşitlenme içinde
tasavvuf, Cumhuriyet dönemi şair ve yazarlarımızla birlikte, yenilenmiş ve
zenginleşmiş bir anlayışla da yorumlanarak yeniden varlığını, etkisini
göstermeye başlar. Bu çizgiyi günümüze taşıyan belli başlı şairler arasında
Asaf Halet Çelebi, Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu, Akif İnan, Erdem Bayazıt,
Alaeddin Özdenören ve Hilmi Yavuz sayılabilir. Bu bağlamda Necip Fazıl’ın öncü
bir şair misyonu üstlendiğini söylemek mübalağa olmayacaktır.
Necip Fazıl'ın Poetikasında Bir Kırılma Noktası:
Tasavvufa Yöneliş
Sanat
yaşamının bir noktasından sonra poetikasını bütünüyle tasav- vufi düşünüş ve
duyarlıkla biçimlendirmeye başlayan Necip Fazıl’ın bu yöneliminde mürşidiyle
tanışması belirleyici olmuştur. Örümcek Ağı (1925), Kaldırımlar (1928), Ben ve Ötesi (1932) kitaplarıyla edebiyat dünyasında
özgün bir şair olarak adını duyuran ve dönemindeki pek çok şairi de etkilemeye
başladığı görülen Necip Fazıl için 1934 yılı, yaşamındaki bu dönüm noktasına
işaret eder. Daha önce duygusal ve düşünsel çalkantılarla dolu bohem bir
yaşantı süren şair, o yıl, duygu ve düşünce dünyasını bütünüyle değiştirecek
olan Abdülhakim Arvasi ile tanışır. “Kendisi yok ama, ismi var” dediği bu bohem
yaşantının ona “derin bir bunalma, ruh sıkışması, kendinden kaçma, kendini
unutmaya çalışma hali” (Kısakürek, 1999: 69, 70) verdiği bir dönemde
gerçekleşir bu tanışma. Nakşibendi tarikatı şeyhlerinden olan Arvasi, şair
üzerinde bıraktığı derin etkiyle onun tasavvufa yönelmesini, Nakşibendilik
disiplini içinde seyr-i süluka girmesini sağlar. Bu etkinin ne denli
belirleyici olduğunu göstermeye, O ve Ben adlı anı kitabındaki düzenleniş biçimi
bile başlı başına yeterli olabilecek özelliktedir. Bu kitapta şair, yaşamını
mürşidiyle iletişimine göre konumlandırdığı üç evreye ayırarak anlatır: “Onu
Tanıyıncaya Kadar (1904-1934),” “Tanıdıktan Sonra (1934-1943),” “O Günden Beri
(1943-1978)” (Kısakürek: 1999). 1940’ta yazdığı “Allah Dostu” başlıklı şiirde
de bu tanışma ânını abideleşecek, ebedîleşecek kadar güzel buluşunu dile
getirir:
"Allah dostunu gördüm, bundan altı yıl evvel;
Bir
akşamdı ki, zaman, donacak kadar güzel." (Kısakürek, 2011: 76) Yaşadığı bu düşünsel
değişimden önceki şiirlerinden önemli bir bölümünü “bana, adıma ve ruhuma mâl
edilemez” diyerek ve “mal sahibi bensem, bunları istemediğim, tanımadığım ve
çöplüğe attığım bilinsin” (Kısa- kürek, 2011: 11) açıklamasıyla, karar kıldığı
poetikaya uygun bulmadığından dolayı sonraki kitaplarına almaz. Onun için
sanat, artık birbirini tamamlayan iki yönlü bir arayış alanıdır:
"Ben şiiri, her
türlü hasis gayenin üstünde, doğrudan doğruya kendi zât gayesine -sanat için
sanat-, fakat kendi zât gayesinin sırrıyle de Allah'a ve Allah dâvâsının
topluluğuna -cemiyet için sanat- bağlı kabul etmişim" (Kısakürek,
2011: 13).
Bu düşünceler,
"Anladım işi, sanat, Allahı aramakmış;
Marifet
bu; gerisi yalnız çelik-çomakmış..." (Kısakürek, 2011: 39) dizeleriyle veciz
ifadesini bulur. Bu yaklaşıma göre sanat, kendi kendisinin amacı değildir;
sanatçının yaşamdaki arayışlarına bağlı olarak sanatsal verimlerini de
nedensellik yönünden belirleyen bir hedef söz konusudur. Şair, salt kusursuz
bir biçim güzelliğine ya da yetkin bir anlatım gücüne eriştiğini sergilemek
amacıyla ömrünü harcamaz; onun, bütün bu kaygıları aşacak ve yapıp etmelerini
anlamlı kılacak bir üst hedefi olmalıdır. Şiirin estetik değerini yüksek
tutmayı gözetirken anlamsal arka planını da yüce bir amaçla ilişkilendirmek,
“büyük sanatkâr”lara özgüdür; işin sadece teknik yanına takılıp kalanlar, bu
noktada çeşitli başarılar elde etseler ve takdir görseler bile, gerçekte
önemsiz şairlerdir. Bu iki arayışın iç içe geçmediği, birbirini bütünlemediği
sanatçılık, ona göre “cücelik”tir:
“Ver cüceye, onun olsun şairlik,
Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta."
(Kısakürek, 2011: 20)
Necip
Fazıl; sanat ve hayat, sanat ve hakikat, sanat ve bilinç gibi kavram çiftleri
üzerine düşünmeyen ya da bunlarla ilgili “fikir tasası çekmeyen, poetikasını
ontolojik sorgulamalar üzerine inşa etmeyen şair”i, “kuyruğu kıstırılınca
ağlayan bir hayvancıktan farksız” bulur (Kısakürek, 2011: 10). Bu durumda
sanatsal kaygı, düşünsel kaygıdan soyutlanamaz. Onun poetikasını şekillendiren
düşünsel kaygı ise “hakikat arayışı”ndan doğar:
"Bizce şiir, mutlak hakikati arama işidir. Eşya ve
hâdiselerin, bütün mantık yasaklarına rağmen en mahrem, en mahcup, en nazik ve
en hassas nahiyesini tutarak ve nisbetlerini bularak mutlak hakikati arama işi.
Mutlak hakikat Allah'tır"
(Kısakürek, 2011: 473, 474).
Bu
bilinç ve tutumla şair, sufi terminoloji içinde anlamlandırılabile- cek imgeler
kurmaya, tasavvufi kavrayışa dayalı sorgulamalar ve çağrışımlarla genişleyen
bir şiirsel söylem oluşturmaya başlar. Bunlar, modern Türk edebiyatında, şairin
“seyr-i süluk”u boyunca yaşadığı deneyimler ve edindiği kültürle birlikte İslam
tasavvufunun yüzlerce yıllık birikimini ifadelendiren kavramsal alanı da şiir
diline taşıyan öncü örnekleri oluşturur.
Tasavvufi Kavramlar Ekseninde Necip Fazıl'ın Şiirlerine
Genel Bir Bakış
“Mutlak
hakikat”i arayan kişi, öncelikle kendisini çepeçevre kuşatmış olan “yalan”ı
ayırt eder. Yalan, doğrudan bu dünya ve onun sınırlarının egemen olduğu
algıdır: Bedensel sınırlılıklarla belirlenmiş bir gerçeklik anlayışı, gelip geçici
olana koşullanmış bir varlık kavrayışı... İnsan, bunu fark edebilecek ve
aşabilecek bir potansiyelle donanmıştır; ama bu potansiyeli fiile çıkarmaya
istekli çok az kişi vardır. Genel olarak insanlık; varlığı kendinden olmayan,
hakikat için sadece imler taşıyan bu “gölge varlık”ta kendini bir yalana
kaptırmış görünmektedir:
"Bu nasıl bir dünya hikâyesi zor;
Mekânı bir satıh, zamanı vehim.
Bütün bir kâinat muşamba dekor,
Bütün bir insanlık yalana teslim."
(Kısakürek, 2011: 17)
"Kaçır beni ahenk, al beni birlik;
Artık barınamamgölge varlıkta."
(Kısakürek, 2011: 20)
'Yalan dünyada bütün görünüşler iğreti;
Her şey, o şeye hazin benzeyişten
ibaret."(Kısakürek, 2011: 29)
"Hey gidi, gölgeler ülkesi dünya!
Bir görünmez şeyin gölgesi dünya!
Boşlukta ayrılık bölgesi dünya!
Bu dünyada yeme, içme ve dövün!"
(Kısakürek, 2011: 119)
Tasavvuf
ehli; Hak’tan başka hiçbir şeyin gerçek bir varlığının bulunmadığını,
“bunların birer hayal, akis ve gölge varlıklar olduğunu söyler” (Uludağ, 2005:
162). “Ankebut Suresi”nin 64. ayetinde de dünya hayatının niteliğine ve asıl
hayat alanına ilişkin şu anımsatma yapılmaktadır: “Şu iğreti dünya hayatı, bir
eğlence ve oyundan başka bir şey değil. Ahiret yurduna gelince, asıl hayat
işte odur” (Öztürk, 1993: 367).
Dünyanın
gerçeğini fark eden birey, asıl yurdunun neresi olduğunu anlar; dünyada bir
gurbet yaşamı sürdüğünü kavrar. Mutluluğu da bu bilgidedir. Yaşadığı gurbet,
ona her yaşattığı ile ana yurdu hakkında ipuçları vermekte, içindeki çağrıyı
haklı ve kaçınılmaz kılacak bir mahiyet sergilemektedir. Bu âlemde garip olan
insanoğlunun ruhu, “daima asli vatanı olan melekût ve ruhlar âlemini
özlemektedir” (Uludağ, 2005: 148). Böylesi bir bilinç düzeyindeki kişi,
kendisini asıl vatanına kavuşturacak olan vesileyi ise -Mevlana’nın ölümü
“şeb-i arus (düğün gecesi)” olarak nitelemesi gibi- hasretini giderecek,
susuzluğunu dindirecek bir “şerbet” gibi görür:
"Ne kadar vatan varsa, o vatandan haberci,
Gurbet dediğin senin, Yaradandan haberci..."(Kısakürek,
2011: 236)
"Bu dünya bir benzeyiş, bir vatanı andırış;
Ve göz, görmediğine kendini inandırış!.."
(Kısakürek, 2011: 244)
“Bu dünya bir tamam'dan eksiklikler âlemi;
Kopuşlar, ayrılıklar, kesiklikler âlemi..."
(Kısakürek, 2011: 372)
"Ölüm dedikleri, ölünceye dek;
Dünya, balı zehir,yalancı petek.
Orada bulursun, biraz bekle, tek,
Burada yaşamak sandığın düşü..."
(Kısakürek, 2011: 115)
"Mutlu adam, dünyayı bir acı gurbet bilen;
Öz vatan pınarından, ölümü şerbet bilen..."
(Kısakürek, 2011: 95)
Bu âlem
bir gölgedir; ama İbn Arabi’nin dediği gibi “Hakk’ın gölgesidir” (İzutsu,
1998: 137). Onun mahiyetini bilerek, simgesel yanlarını çözümleyerek hakikat
yolculuğuna çıkmak mümkündür; ama dünya merkezli düşünen ve gölgenin kaynağına
gidemeyen aklın sunacağı bütün kurtuluş reçeteleri, insanları ancak bir
çıkmazdan öbürüne götürebilir:
"Bütün manzara, ucuz bir dekor muşambası;
Kurtuluş günü, çıkmaz ayın son çarşambası..."
(Kısakürek, 2011:
435)
Kurtuluşunu
“çıkmaz ayın son çarşambası”na bırakmamak, yani hayali gerçek, gerçeği hayal
olarak gösteren o aldatıcı algı boyutunu aşmak için varlık ve olaylara Hakk’ı
önceleyen bir nazarla, mutlak hakikati hedefleyen bir duyarlılıkla bakmak
gerekir:
"Var olan yoklukların ömrünü sürüyorum!
Aşklar bomboş kuruntu, hürriyetler esaret!
Yalnız, 'Rakip' ismiyle Allah'ı görüyorum!
Bir yokluk ki, bu dünya, var olandan işaret..."
(Kısakürek, 2011: 29)
Allah’ın
“Rakip” ismi, “kullarının hâllerine şahit olan” anlamına gelmektedir. Bu, onun
“yaratıklarını korumasının gerekliliğinden kaynaklanır, böylelikle kulları da
bütün vakitlerinde O’nu gözetirler” (Konevi, 2002: 137). Bu isim, “Yakın”
başlıklı kısa şiirde de anılır. Varlık ve olaylar karşısında zihnin geçici
olana bağlı tanıyış ve kategorize edişleri, dünyevi sınırlamalar içindeki
gerçeklik algısı, duygu ve düşünce evrenini belirleyen
duyusal deneyimler, Allah’ın “Rakip”
ismiyle kurduğu bir tuzak olarak nitelendirilir:
"Yakın O'dur, gerisi birbirine en uzak;
Her şey 'Rakip' ismiyle O'nun kurduğu tuzak..."
(Kısakürek, 2011: 54)
Allah’ın
“tuzak” kurmasından Kuran’da da bahsedilir. “A’raf Suresinin 99.
ayetindeki “Allah’ın tuzağından emin miydiler? Hüsrana uğrayan topluluktan
başkası Allah’ın tuzağından emin olamaz” (Öztürk, 1993: 152) ve “Âli İmran
Suresi”nin 54. ayetindeki “Ve Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır” (Öztürk,
1993: 64) ifadeleri buna örnek olarak gösterilebilir. Yukarıdaki dizelerde
dikkat çekilen “tuzak,” dünya yaşamının aynı zamanda bir “sınav” süreci
oluşuna da vurgu yapar.
Bu
ismin egemenliğinin en fazla fiillerde olduğunu söyleyen Sadreddin Konevi, o mertebede
Hakk’ın kendisini murakabe ettiğini gözleyen kulun da bu gözlem mahallinin
gerektirdiği tarzda Hak ile beraber olduğunu belirtir (Konevi, 2002: 138).
Aslında her bir ilahi ismin, anlamı ve mahiyeti bakımından oluş âlemiyle
doğrudan bağlantısı vardır. “İlahi isimler, var olan şeylerin maddeleri ve
mümkünlerin asıllarıdır; kevndeki a’yândan hiçbirinin zuhuru bu isimlersiz
mümkün olmadığı gibi, imkân âleminin rükünlerinin kaideleri de, ancak bunlara
dayanarak sâbit olabilir” (Konevi, 2002: 10). Bir bakıma tasavvufi bakış da
Yaradan ile yaratılmışlar arasındaki bu bağıntıları görmeyi, anlamayı, bilmeyi
ve esas almayı hedefler. İlahi isimler, “O’nu ve âlemi anlamamıza izin veren
bağıntılar”dır; Allah, Adem’e 'isimleri,” yani bu bağıntıları, “bilen ve
bilinen, kul ve Rab arasındaki nispeti öğretmiştir” (Benövenli vd., 1996: 5).
Bu
farkındalığa ulaşan zihin, elbette sorular soracak, merak ve arayışında cüzi
aklın verileriyle yetinemeyecektir. “Kimim, neyim, niçin varım?” gibi en temel
meraklardan başlayarak onu mutlak hakikate yaklaştıracak olan bu sorular,
tefekkürünün ve manevi yolculuğunun çeşitli evrelerinde değişik biçimlerde
yanıt bulacaktır:
"Lûgat, bir isim ver bana halimden;
Herkesin bildiği dilden bir isim!
Eski esvaplarım, tutun elimden;
Kendisini dünyadan ve dünyevi
bağlantılardan gitgide uzaklaştıran bu hâl içinde duyumsanan yalnızlığı şair,
Mevlana’nın Mesnevi’sindeki
girişi anımsatan şu dizelerle imgeleştirir:
"Ben gurbet rüzgârının üflediği kamışım...
Bir su başında mahzun,yapayalnız kalmışım."
(Kısakürek, 2011:253)
Duyularının
sağladığı olanaklar çerçevesinde düşünen insan, “tam ve mutlak görüş”e
dayanmayan kavramlar aracılığı ile doğruya varmaya uğraşır. Oysa bu kavramlar
ve onlar aracılığı ile varılan sonuçlar “göre- ce”dir; mutlak hakikati
arayanlar için ikna edici, tatmine ulaştırıcı değildir. İnsan, kendi
duyumlarına göre “yakın-uzak,” “büyük-küçük,” “görünen- görünmeyen” gibi kavram
çiftleri oluşturmuştur; ama bunlar sonuçta hakikati değil, beşerî
sınırlılıkları açıklar. Bir tür “gaflet” sayılabilecek bu durumdan, ancak
başka türlü bir düşünüşle, başka boyutlarda bir kavrayışla çıkılabilir:
"Niçin küçülüyor eşya uzakta?
Gözsüz görüyorum rüyada, nasıl?
Zamanın raksı ne, bir yuvarlakta?
Sonum varmış, onu öğrensem asıl?"
(Kısakürek, 2011: 17)
Sonluluk
bilinci ve insanın ontolojik gerçekliği olarak “ruh”unu fark edişi de
yukarıdaki dizelerde imlenmektedir. “Görme” eyleminin insan bedenindeki bir
organın işlevinden ibaret bulunmayıp bedenin de hayatiyetini ve bir araç
olarak iş görmesini sağlayan “ruh”la ilişkili oluşu, “rüyada gözsüz görme”ye
dikkat çekilerek verilir.
Hakikat
yolculuğunda sorularına göreceliklerden ötede yanıtlar bulmaya çalışan bireyin
gözünde artık dünyanın, dünya nimetlerinin bir değeri kalmaz. Varmak istediği hedef
için duyduğu arzu, onun değer ölçütlerini ve değer yargılarını da değişime
uğratır. “Terk-i dünya” denen bu durum, tasavvufun da esasıdır (Uludağ,
2005:354):
"Dünyada her nimeti bıraksam ne çıkar ki?
Orda o varken, burda bırakılmaz ne var ki?"
(Kısakürek, 2011: 240)
“Terk-i
dünya”ya yol açan, dünyevi beklentilerine üstün tuttuğu arzularını şair, şu
dizelerle ortaya koyar:
"Öteler, öteler;
gayemin malı;
Mesafe ekinim, zaman madenim.
Gökte samanyolu benim olmalı;
Dipsizlikgölünde, inciler benim."
(Kısakürek, 2011: 20)
Dünya
nimetlerinden vazgeçmeye gönüllü olan hakikat yolcusunun karşısına, asıl
mücadele etmesi gereken kuvvet çıkacaktır: Nefs. Peygamberin, Tebük Seferi
sonrasında ashabına “Küçük cihattan büyük cihada döndük.” diyerek zorluğuna
işaret ettiği, “Hakiki mücahit, nefsine karşı cihat açandır.” sözüyle önemini
vurguladığı “nefse karşı mücadele” hâli, belki de tasavvufi eğitim sürecinin
bütün aşamalarına denk düşmektedir. “Beden ve ruh; bir şeyin varlığı, aynı”
anlamlarına gelen ve tasavvufta “kulun çirkin vasıfları ve kötü ahlakı”nı
(Arvasî, 1983: 23) kastetmek üzere kullanılan “nefs”in çeşitli mertebeleri
vardır. Sahibini yoldan çıkaran, isyan ve günaha yönelten, kötü nitelikler
toplamı diyebileceğimiz nefse, “nefs-i emmare” denir; öncelikle kurtulunması
gereken benlik durumu budur. Necip Fazıl, insanı Allah’tan uzaklaştıran bu
nefsi “kâfir” olarak nitelendirir:
"Yüzü kapkara zifir;
Elinde kös ve nefir.
Sabit fikir burgusu,
Dili, çözülmez cifir.
Nefs isimli o kâfir." (Kısakürek, 2011: 72)
Asıl zor olan, ondan kurtulabilmektir:
"Hep nefs çıkar karşıma, ölüp ölüp dirilsem;
İnsandan kaçmak kolay; kendimden kaçabilsem.."(Kısakürek,
2011: 85)
“Köpek”
sıfatıyla anılan nefsin doymak bilmezliği, söz dinlemezliği, hoşnut edildikçe
daha da azgınlaşması, bitmez tükenmez isteklerinin bıktırıcılığı da şu
dizelerle anlatılır:
"Güneşle bir tutsam girmez hizaya
Dar bulur, sığmam der, dipsiz fezaya.
Kuyruk sallar, sonra hırlar ezaya;
Nefsin en büyük korkusu, ölümdür. Aşağıdaki
dizelerde birinci tekil kişi zamiriyle işaret edilen de nefstir:
“Köpek korkusiyle korktum ölümden,
Ölmeden ölmeyi anlayamadım."
(Kısakürek, 2011: 71)
Nefse
teslimiyetle pekişen “varlık” iddiası, tasavvufta bir tür şirk gibi
görülmüştür. Bu durum, mutasavvıflarca en büyük günahlardan biri sayılan “vücut
(varlık) günahı” olarak adlandırılır. İsmail Hakkı Bursevi, bu günahın öbür
günahların üstünde olduğunu söyler; çünkü “insanı bütün günahlara sevk eden
vücûddur. Vücûd, sülûka mâni olan bir ağırlıktır. Sâli- ke düşen vazife
hepsinden tevbe etmek ve küllî bir fena ile hak yolunda fena bulmaktır”
(Bursevi, 2012: 339). Varlık günahından tövbe etmenin en etkili biçimi ise
Allah’ın varlığı karşısında ikinci bir varlık olmadığını, “gay- rı”nın
yokluğunu zevk ve idrak etmektir:
"Yum gözünü, kalbine her ân yokluğu üfür!
"Kendinden geçmek iman, kendinde olmak
küfür."(Kısakürek, 2011:
349)
“Çile”
şiirinde nefsine meydan okuyan, onu kendine itaate çağıran şair, “sonsuzluk”a
ulaşma yolunun bu boyun eğdirişten geçtiği mesajını da verir:
"Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!
Heybem hayat dolu, deste ve yumak.
Sen, bütün dalların birleştiği kök;
Biricik meselem, Sonsuza varmak."
(Kısakürek, 2011: 20)
İnsanın
görece kayıplarıyla, ardı ardına terk edişleriyle ilerleyen o ilahi aşk
yolculuğunda sevgiliye kavuşmanın bedeli, kendinden geçmek, benliğini
yitirmektir:
"Sonsuzu nasıl bulsun, pösteki sayan deli?
Kendini kaybetmek mi, visâlin son bedeli?
Mahrem çizgilerine baktıkça örtünen sır;
Belki de benliğinden kaçabilene hazır."
(Kısakürek, 2011: 233)
Mutasavvıflara
göre mutlak hakikat yolculuğu, ancak “mürşid-i kâmil” denilen bir rehberin
eğitiminde mümkündür. Doğrudan Hz. Muham- med’in ruhu ve maneviyatı tarafından
irşat edilen “Üveysiler” dışında kalan kitlenin kemale erişmesi, bu manevi
görevi yerine getirmeye memur kılınmış veliler aracılığıyla gerçekleşir.
“Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.” sözünün ortaya çıkış nedeni de mürşid-i
kâmilin gerekliliğine dikkati çekmektir. Mürit, gassalin önündeki cenaze gibi
kendini şeyhine teslim etmeli, iradesini tamamen ona bırakmalıdır. Allah’a
teslimiyetin yolu, şeyhine teslimiyetten geçer. Şeyhinde fani olmak, Allah’ta
fani olmaya başlangıçtır. Müridinin her hâline vâkıf olan, onun manevi
gereksinimlerine göre zikir, virt, nafile ibadet gibi eylemlerini nicelik yönünden
belirleyen ve ona en uygun yol haritasını çizen şeyh; Allah’ın yeryüzündeki
halifesi, Hz. Mu- hammed’in de nâibi olarak görülür. Bir istekliyi tarikatına
kabul eden şeyh, onu, annenin bebeğini eğitip yetiştirmesi gibi yetiştirir
(Uludağ, 2005: 334). “Geçilmez” başlıklı şiirinde Necip Fazıl, bu yola girişin
zorluğuna ve koşullarına işaret eder:
"Bu kapıdan kol ve
kanat kırılmadan geçilmez;
Eşten, dosttan,
sevgiliden ayrılmadan geçilmez.
İçeride bir has oda,yeri
samur döşeli;
Bu odadan gelsin diye
çağrılmadan geçilmez.
Eti zehir,yağı zehir,
balı zehir dünyada,
Bütün fâni lezzetlere
darılmadan geçilmez.
Varlık niçin, yokluk
nasıl,yaşamak ne, topyekün?
Aklı yele salıverip
çıldırmadan geçilmez.
Kayalıklı boğazlarda yön
arayan bir gemi;
Usta kaptan kılavuza varılmadan
geçilmez.
Geçitlerin, kilitlerin
yalnız O'nda şifresi;
İşte, işte o eteğe
sarılmadan geçilmez!" (Kısakürek, 2011: 134)
Mürşid-i
kâmili tanımanın yollarından biri de, ona bakanın aklına Allah’ı getirmesi,
Allah’ı anımsatmasıdır:
"Oyüz, her hattı tevhid kaleminden bir satır;
O yüz ki, göz değince Allah'ı hatırlatır..."
(Kısakürek, 2011: 94)
Bir
bakıma mürşidinin belirlediği eğitim programının dışına çıkmayan ve onunla
rabıtasını kaybetmeyen, mürşidinin iradesiyle kendi iradesi arasında tam bir
koşutluk sağlayan mürit, “fena fi’ş-şeyh” hâliyle olgunlaşma basamaklarının en
önemlilerinden birini aşmış olur. Şair, kendi mürşidinde kayboluşunu, bu
bakımdan yaşadığı “fena fi’ş-şeyh” deneyimini “O’na” başlıklı şiirindeki şu
dizelerle anlatır:
"Benim efendim,
Feza levendim!
Ölmemek neymiş;
Senden öğrendim.
Kayboldum sende,
Sende tükendim!
Sordum aynaya:
Hani ya kendim?
Benim efendim!" (Kısakürek, 2011: 381)
Teslimiyet
ve rıza hâlinde sebatla bu yolu yürümek, “zehirle pişmiş aşı yemek” (Kısakürek,
2011: 40) kadar zordur. Kulun, belalarla dolu çetin sınavları karşısında yine
sığınabileceği tek merci, Allah’tır; peygamberin, “Allah’ım, gazabından rızana,
cezandan affına, senden yine sana sığınırım.” duasıyla işaret ettiği gibi:
"Buyük senden Allahım, çekeceğim, nâçarım!
Senden sana sığınır, senden sana kaçarım!"
(Kısakürek, 2011: 56)
Tasavvuf
terminolojisinde, “salikin üzerinde galip ve hâkim durumda bulunan duygu ve
düşünce”ye “vakit/zaman” denir. Bunlar “hüzün ise vakit hüzün, neşe ise
neşedir. Bütün manevi faziletler ve ruhi kemal, vakit içinde vakitle kazanılır”
(Uludağ, 2005: 373). Salik, “ibnü’l-vakt” (zamanın çocuğu) olmalı; yani “o
vakitte kendisinden istenen şey neyse onu yapmalı, yapılması en uygun olan
şeyle meşgul olmalıdır” (Uludağ, 2005: 179). Üzerinde galip olan hükme ve hâle
rıza gösterme bakımından “eşya” örnek teşkil eder:
"Bakma saatine ikide
birde
Halin neyse saat onun saati.
Saat tutamaz ki ölü kabirde;
Zamana eşyada gör itaati!
Bir kıvrım, bir helezon,
Her noktası baş ve
son..." (Kısakürek, 2011: 253)
Bu dizelerdeki “zaman” anlayışının
düzçizgisel değil, dairesel oluşu da dikkati çekmektedir. Daire biçiminde
hareket ettirilen noktanın meydana getirdiği çemberin aslında noktadan ibaret
oluşu ve noktanın o çemberin her yerinde bulunuşu gibi, böylesi bir zaman
anlayışında da öncelik- sonralık, başlangıç-bitiş yoktur. Bu yaklaşım, sufi
kavrayışla doğrudan ör- tüşmektedir.
Tasavvufta “rıza”nın iki türünden söz
edilir ve her ikisi için de nefsin konumuna iki ayrı sıfat yakıştırılır: Kulun
Allah’tan razı olması (nefs-i raziye) ve Allah’ın kulundan razı olması (nefs-i
marziye). Bu terimler, “Fecr Suresi”nin “Dön Rabbine, razı etmiş ve razı
edilmiş olarak” (Öztürk, 1993: 561) mealindeki 28. ayetinden alınmıştır. “Rıza
hâlindeki ya da makamındaki kul, 'kahrın da hoş lütfun da hoş’ der ve Hakk’ın
hiçbir tecellisinden şikâyetçi olmaz” (Uludağ, 2005: 295):
"Güzel Allahım, senden ne gelecekse gelsin;
Sen ki, rahmetinle de kahrınla da güzelsin..."
(Kısakürek, 2011: 48)
Cehennemi bile bir “arınma kurnası”
(Kısakürek, 2011: 353) olarak gören Necip Fazıl, rıza hâlinde/makamında ve
teslimiyet içinde bulunan kul için -Hz. İbrahim kıssasında olduğu gibi- ateşin
bile gül bahçesine döneceğine vurgu yapar. Dervişin kalbindeki ilahi aşk
ateşi, başka bütün ateşleri yakabilecek güçtedir. Duyuşu, görüşü, hissedişi
bütünüyle Hak’tan ibaret olan açısından ateş de bu rıza hâlinde mahiyet ve
işlev değiştirir:
"Rabbim, Rabbim, bu işin, bildim neymiş Türkçesi;
Senin aşkın ateştir, ateşin gül bahçesi..."
(Kısakürek, 2011: 51)
"İçimde bir fırın var, ateşi yakan ateş,
Bu noktada akıl devreden çıkar. Aklı,
mantıki düşünüşü aşan bu deneyimleri yaşamak ancak aşkla mümkündür. Miraç
olayında Cebrail’in “sidretü’l-münteha”dan öteye geçememesi gibi aklın da
dervişe eşlik etmesi bir yere kadardır; dile gelmez, akla sığmaz sırlar
bölgesine ancak aşkla varılabilir:
"Anlamakyok çocuğum, anlar gibi olmak var;
Akıl için son tavır, saçlarını yolmak var..."
(Kısakürek, 2011:75)
"Akıl, akıl olsaydı ismi gönül olurdu;
Gönül gönlü bulsaydı, bozkırlar gül olurdu."
(Kısakürek, 2011: 106)
“Mutasavvıflar
ilahi, ezelî ve ebedî gerçeklerin akıl yoluyla kavra- namayacağını belirtir,
nazari aklı reddeder ve (...) keşf ve marifet anlayışıyla uyuşan farklı bir
akıl anlayışı ileri sürerler” (Uludağ, 2005: 32). Akıl, gönlün aşkla yaşadığı
incelikler, haberdar olduğu sırlar karşısında sadece çaresizlik ve şaşkınlık
içinde kalır. “Aklın ulaştığı son nokta hayret, hayretin sonucu sekrdir, yani
sâlik rububiyeti temaşa edince aklını kaybeder” (Uludağ, 2005: 33):
"Şeyh-i Ekber'egöre en üstün makam, hayret;
Ben de şaşkınlardanım, Rabbim sonumu hayr et!..”
(Kısakürek,
2011: 88)
dizeleriyle
önemi belirtilen “hayret” makamı, şairin yaşadığı bir durum olarak da şöyle
yansıtılır:
"Ruhum öz dünyasına kaçmak için gayrette;
Yalan dünyaya şimdi inmiş gibi hayrette..."
(Kısakürek, 2011: 250)
“Hayret”ten
nasibini almamış akıl ve bilgi, Necip Fazıl için bir değer ifade etmez. “Zahirî
bilgi” olarak anılabilecek bu bilgi türü uğruna mesaisini harcayan bilgin, boşa
emeklemektedir:
"Kuyruğu etrafında dönen kedi hayrette;
Âlim ki, hayreti yok, ne boşyere gayrette!"
(Kısakürek, 2011: 365)
Hayrete
düşürmeyen, mutlak hakikati aramaya sevk etmeyen bilgi, sahibi için ancak
perdelerden bir perde olabilir. Sufiler, Hak ile kul arasındaki engele “perde”
derler. Bir hadiste, Allah ile kulu arasında yetmiş bin perde olduğu
belirtilmektedir. Bunların bir kısmı zulmetten (karanlık), bir kısmı nurdandır
(ışık). Madde, çıkar, mal mülk düşkünlüğü, nefs ve şehvet gibi zulmani
perdelerden başka iyiliklerden ve Hakk’ın çeşitli tecellilerinden nurani
perdeler de vardır (Uludağ, 2005: 285). Seyr-i süluk sürecinde çoğu kez mürit,
tam “Aradığımı bulduğum” diye düşünürken, bulduğunun da aslında bir perde
olduğunu fark eder:
"Perdenin ardı perde, perdenin ardı perde,
Her siper aşıldıkça, gaye öbür siperde..."
(Kısakürek, 2011: 351)
Hak ve
asıl hayat, o perdelerin arkasındadır. Kemal yolculuğunu tamamlayıp ölümden
kurtulmuş olanlar da oradadır. Gönül gözünün önündeki bu engellerden hiçbirine
takılmayıp nihai amaca ulaşıncaya kadar “ref-i taayyün” yapmak, bunları tek tek
kaldırmak gerekir:
"Hayat perdenin arkasında;
Hayatın öte yakasında." (Kısakürek, 2011: 429)
"Gönülde asıl perde;
Onu hangi göz deler?
Surat maske altında,
Sis altında beldeler.
Perdeler, hep perdeler...
(...)
Son noktada son perde;
Çevrilmiş seccadeler.
Orada işte, işte,
Ölümden âzadeler!
Perdeler, hep perdeler..."
(Kısakürek, 2011: 259)
Bütün
perdelerin aradan kalkmasından sonra ortada ne başka bir varlık ne de kişinin
kendisi kalır. Varlığın tek ve gerçek sahibi olan Yara- dan’da hepsi fena
bulur:
“Rüzgâr öyle esti, öyle esti ki,
Her şey uçup gitti, kaldı Yaradan.
Ayna düştü, hayal, perdelerdeki
Bir akiscikgibi çıktı aradan."
(Kısakürek, 2011: 31)
Nurdan
ve zulmetten bu engelleri kaldırabilmek, gönül gözünün açılmasını sağlayabilmek
için varlık ve olayların ardındaki asıl özneye (müsebbibe) bakabilmek gerekir.
Kişi; çeşitli ad ve şekillerde belleğine kazıdığı, zihninin yakıştırmalarıyla
anlam ve işlev yüklediği, böylece ayrı ayrı ve bağımsız ögeler olarak
haklarında fikir sahibi olduğu ne varsa onlara ilişkin kodlarından kurtulmasını
sağlayacak bir bakış kazanmalıdır. O zaman “var- lık-yokluk” konusundaki
deneyimlerinin, bilgilerinin birer zandan ibaret olduğunu anlar; bu
yanılsamadan çıkabilmek için bir arayışa girer. Hz. Mu- hammed’in, “Allah’ım,
bana eşyanın hakikatini göster.” duasını müridin hâl edinmesidir bu. Hakikat
aşkı, izlenecek yolu da ona açmaya başlar:
"Yokluk, sen de yoksun, bir var bir yoksun!
İnsanoğlu kendi varından yoksun...
Gelsin beni yokluk akrebi soksun!
Bir zehir ki, hayat özü fâniye..."
(Kısakürek, 2011: 310)
" 'Var'ın altında yokluk, yokun altında varlık;
Başını kaldır da bak, boşluk bile mezarlık..."
(Kısakürek, 2011: 348)
İnsanoğlunun
içinde bulunduğu dünya, varlığının niteliği bakımından “mutlak” değil,
"mümkün”dür. Elbette Hakk’ın varlığı karşısında bir varlığı yoktur;
yalnızca onun tecelli ettiği bir yokluk aynasıdır. “Hak yokluk aynasında zuhur
eder. Varlıklar ve eşya yokluk aynasındaki yansımalardır. Madde, âlem ve tüm
varlıklar kendi asıllarına ve zatlarına göre madum, Hakk’a göre vardır;
varlıklarını ondan alırlar. Bunun dışında onlara atfedilen varlık bir vehim ve
hayaldir” (Uludağ, 2005: 22). Bu hâl üzere bulunan sufinin söz konusu kavram
çiftiyle ilgili diyalektik bakışı, Necip Fazıl’ın “O’nun Sanatı” başlıklı
şiirinde ifadesini şöyle bulur:
"(Yok) bir (var)dır;
Geçit vermez;
Dar mı, dardır!
(Yok) bir (yok)tur;
Akıl ermez,
Ne de çoktur!
(Var) bir (yok)tur;
Yusyuvarlak
Dönen oktur.
(Var) bir (var)dır.
O'na varmak...
Bu kadardır!" (Kısakürek, 2011: 30)
Kendisine
varı yok, yoku var gösteren bu algı boyutundan yükselebilmek için insanın
yaratılma nedenini ve yaratıcısı ile bu dünyadaki ilişkisini iyi saptaması
temel koşuldur. “Mülk Suresi”nin 2. ayetinde “Hanginizin daha güzel iş
yapacağını belirlemek için sizi imtihana çekmek üzere ölümü ve hayatı yaratan
O’dur” (Öztürk, 1993: 521) ve "Zâriyât Suresi”nin 56. ayetinde “Ben,
cinleri ve insanları sadece bana ibadet/kulluk etsinler diye yarattım” (Öztürk,
1993: 480) biçiminde açıklanan bu neden ve amaç, sufilerin çok itibar ettiği
bir hadis-i kutside. “Ben gizli bir hazine idim; bilinmekliği sevdim/arzuladım/
ve bu halkı, onunla bilinmekliğim için halkettim.” ifadesiyle ortaya konulur.
Bu bakımdan sufiler, ayetlerde geçen “imtihan” ve “ibadet/kulluk” kavramlarını
“Allah’ı bilme” bağlamında anlamlandırırlar. “Tîn Suresi”nin 4. ve 5.
ayetlerinde, “Biz insanı, gerçekten en güzel biçimde yarattık. Sonra da onu
düşüklerin en düşüğüne/aşağıların en aşağısına çevirip attık” (Öztürk, 1993:
565) ifadeleriyle belirtildiği üzere en güzel biçimde yaratılıp sonra
aşağıların aşağısına atılan insanın, yeniden en onurlu konumuna yükselmesi için
bu bilme eylemini hakkıyla gerçeklemesi, sınavını başarıyla vermesi gerekir.
Necip Fazıl, söz konusu düşük konumu, zaman-mekân kaydının geçerli olduğu
yaşantı düzlemi olarak görür:
"Bir bak, zaman ve mekân, nasıl kuşatılmışız;
Belli ki, en tepeden en dibe atılmışız..."
(Kısakürek, 2011: 100)
Aslında
bu atılmışlığın ya da uzaklığın nedeni, kulun bu durumda Rabb’ine gereksinim
duyması, onu bilmek isteyip aramasıdır; böylece yaratılışın amacı da gerçekleşmiş
olur:
"Seni aramam için beni uzağa attın!
Âlemi benim, beni kendin için yarattın!"
(Kısakürek, 2011: 42)
Buradaki
“ben” zamiri, şairin tikel kimliğine değil, kategorik olarak “insan”a karşılık
düşer. Son dizede, “Bakara Suresi”nin, “O Allah’tır ki, yer- yüzündekilerin
tümünü sizin için yarattı” (Öztürk, 1993: 20) mealindeki
29.
ayetine de gönderme vardır. Allah’ın bilinme arzusunu gerçekleştirebilecek bir
potansiyele sahip olan insan, bunu ancak manevi bir eğitim sürecinden geçerek
fiile çıkarabilir. Mevcut hâli ve koşulları içinde, onu hakkıyla
bilemeyeceğinin de farkındadır. Kayıtlı idrak, mutlak olanı kuşatamaz; doğal
unsurlardan oluşmuş bedeninin olanaklarına bağlı bir hissedişle insan, onun
tüm bunlardan münezzeh zatını kavrayamaz. “İnsanlar, onun ‘ahadiyet’ haline
hiçbir zaman vâkıf olamazlar; çünkü akıl, vehim, fikir ve kıyas gibi idrak
kabiliyetleri ile bir kesafet halindedirler. O ise Lâtif’tir. Kesif bir
varlık, Lâtif olan Hazreti Allah’ın ‘ahadiyet’ halini idrak edemez. Kendisini ancak
kendisi bilir” (Kayhan, 1991: 119):
"Lâtiften af bekler kesafet...
Allahım, affet!
Etten ve kemikten kıyafet...
Allahım, affet!
(...)
Sen mutlaksın, bense izafet!
Allahım, affet!" (Kısakürek, 2011: 34)
Üstelik,
yaklaştığını sandıkça uzaklaşmak da vardır; ama her durumda, yine de ondan
başka “yakın” yoktur:
"İnsan,yaklaştığıncayaklaştığından ayrı;
Belli ki; yakınımız yoktur Allahtan gayrı..."
(Kısakürek, 2011: 41)
"Neyeyaklaşsam, sonu uzaklık ve kırgınlık;
Anla ki, yok, Allahtan başkasıyla yakınlık..."
(Kısakürek, 2011: 49)
Şair,
“Günah mı dedin; O’ndan uzağa düşmek günah” (Kısakürek, 2011: 58) dese bile
aslında bu uzaklık/ayrılık duygusunun varlığını, “ka- vuşma”nın müjdecisi
olarak da yorumlar; her şey zıddıyla kaim olduğuna göre uzaklığın yakınlıkla,
ayrılığın vuslatla sonuçlanacağı yadsınamaz:
"Ne görsem, ötesinde hasret çektiğim diyar;
Kavuşmak nasıl olmaz, mademki ayrılık var?"
(Kısakürek, 2011: 241)
Yakınlaşmayı
ve kavuşmayı istemek, kendi başına yeterli ve kolay değildir; bu uğurda
verilecek nice sınav, gösterilecek nice sabır, aşılacak nice menzil vardır.
Nefsani arzular, beşerî bağlar ve kaygılar, dünyanın binbir çağrısı insanı sık
sık yoklar, yolundan alıkoymak ister:
"Gönlüm uçmak isterken semavî ülkelere
Ayağım takılıyor yerdeki gölgelere..."
(Kısakürek, 2011: 251)
Hakikati
bakımından Hak’tan ayrı olmayan, “bölünmez” olan insan; zaman-mekân kaydına
bağlı bir varoluş ortamında bu duyguları yaşamakta, bu kavramları
oluşturmaktadır:
"Bir bölünmez ki, insan, onu zaman bölüyor;
İnsan her ân dirilip, her saniye ölüyor..."
(Kısakürek, 2011: 102)
Yine de
o “bilemeyişin bilgisi,” bu dünyada istenebilecek ve “ilim” denilmeye layık
bulunabilecek tek bilgi türüdür:
"Tek neşe bu dünyada, var olmanın sevinci;
Ve tek ilim, varlığın bilinmeden bilinci..."
(Kısakürek, 2011: 361)
Allah'ın,
"Sâd Suresinin 72. ayetinde ona ruhundan üflediğini (Öztürk, 1993: 418)
söylediği insanla Allah arasında, maddi olmayan bir parça-bütün ilişkisi
vardır. Cüzi aklı ve cüzi iradesi ile insan, mutlak ve külli akılla mutlak ve
külli iradenin sahibi olan Allah’ın dilemesine göre hareket eder. Mutlak galip
ve tasarruf sahibi olan, her durumda Allah’tır:
"Ben bir atım, iradem, elinde binicimin;
Bir çocuk oyuncağı, ucunda bir sicimin..." (Kısakürek,
2011: 98)
"Ben o kutsî nefesin üflediği kamışım;
Ses onun, ben imzamı atmışım, atmamışım..."
(Kısakürek, 2011: 99)
Varlığı
kendinden ve zorunlu olan, hiçbir şeye ve hiç kimseye gereksinimi ve
benzerliği bulunmayan Allah’ın var ettiği insan, ancak onun varlığından bir
yansıma olarak kendini gösterir:
"İnsan. İplikte büklüm, suda bir anlık suret...
Allah... Olmanın ona mahsus olduğu kudret..."
(Kısakürek, 2011:92)
Allah’ı
bilmek için hakikat yolculuğuna çıkmış salikin gözlemlemesi ve zevk etmesi
gereken gerçeklerden biri de “birlik”tir. Çokluk âleminin varoluşu, düzenlenişi
ve kul üzerinde bıraktığı etkinin nedenlerini ilahi hükümler açısından
kavrarken "birlik” sırrına da ermesi gerekir. Bu bakımdan örnek alacağı
velilerden biri de Yunus Emre’dir:
"Bir zaman dünyaya
bir adam gelmiş;
Sayıları silmiş, BİR'eyönelmiş...
Bizim Yunus,
Bizim Yunus..." (Kısakürek, 2011: 382)
Çokluk
bakışı, insanın yeryüzündeki algı konumunun yarattığı yanılsamadan
kaynaklanır:
"Beni zaman bölüyor, beni doğruyor adet,
Medet ey birin Bir'i, ey birin Bir'i medet!.."
(Kısakürek, 2011: 317)
“Varlık,”
yegânedir; bütün oluşlar, görünüşler, insanın adlandırdığı ve aralarında ilişki
kurduğu her şey, bu yegâne varlığın fiil, sıfat ve isimlerinin çeşitli
yansımalarından ibarettir. Bütün sayıların “bir”den oluşması gibi bütün varlıkların
aslında, özünde de bir olan varlık vardır. “Bir”de nasıl iki, üç, dört gibi
sayılar varsa ve bunlar da bir sayesinde meydana geliyorsa çokluk âlemi de
tekliğin görünüşlerinden ibarettir;” ama insan, onlara “kendindeki birle”
baktığında bunu anlar. “Bütün eşya, tevhidin aynıdır” ve “bir şey ise kendi
nefsiyle bilinir.” Böyle bakan, “tevhidi tevhidle bilmiş” olur (Arabî, 2002:
24, 25):
"Varlık yalnız Bir'dedir, toplam bölüm hep birde...
Devam eden yalnız bir, sayıda, dört tekbirde..."
(Kısakürek,
2011: 368)
"Sayılar yalnız Bir'in kendi dalgalanışı,
Sayılar kemmiyetin keyfiyeti anışı..."
(Kısakürek, 2011: 369)
"Sayılarda çoğalmak, niçin, ne olmak için?
Bir tek hiçtir çarpısı, kırk milyona bir hiçin..."
(Kısakürek, 2011: 370)
Çokluk
bakışıyla çelişkili ve karşıt gibi görünen durumlar da “birlik” bakışında bu
sıfatlarını yitirirler. “Seyr-i maa’l-lah” ile varılan “aynü’l-cem”
mertebesinde mürit, bütün zıtlıklar zahiren ve batınen mahvolmuş bulur (Aynî,
2000: 262):
"Zıtlar arası ahenk, af ve günah yarışta;
“Seyr-i ani’l-lah” mertebesine erişen kişi
ise birliği çoklukta, çokluğu birlikte görür. Bu süreçte, “en yüce ilimden en
aşağı ilme ve aşağıların aşağısına inerek gerisin geriye varlığın vücub
mertebeleri ilminden isimler ve sıfatlar ilmine ve ondan mümkünat ilmine
dönülür” (Aynî, 200: 262):
"Allaha hakikatten yola çıkmak, meşakkat;
Allahtan yola çıkıp varılan şey, hakikat..."
(Kısakürek, 2011: 350)
Allah’tan
bakan, onun ilmiyle bilen, onun iradesine koşut iradi davranışlar sergileyen,
onun istediğini isteyen kişi; aynı zamanda, “fena fi’l- lah” aşamasından beka
“bi’l-lah”a geçmiştir.
Sufi
bakışa göre her an, her yerde, her şeyde kendini gösteren Hak’tır. Bütün âlem,
onun tecellilerinden ibarettir. Önemli olan, maskelere takılmadan gerçeği
görebilmektir. “O Allah, müstehak olduğu ve Zât’ının iktizâ ettiği her kemâl
ile mütecellîdir. Âdem sureti üzerine zâhir olan âlemin aslıdır. Vücûd ve
ademin hüviyeti, her vâlidin ve mevlûdun ayn-ı enniyetidir” (el-Cîlî, 1988:
24). Tecellileri gören göz için eşya perde olmaktan çıkar:
"Allahım, eşyanın hicabındasın!
Sensin suda, kuşta, telde ses veren.
Nice hasret varsa gıyabındasın;
Aynalarda sensin, seni gösteren..."
(Kısakürek, 2011: 33)
“Hadîd
Suresi”nin 3. ayetinde Allah, kendini şu niteliklerle anar: “Evvel’dir O,
başlangıcı yoktur; Âhirdir O, sonu yoktur; Zâhir’dir O, her şeyde belirir;
Bâtın’dır O, gözlerden gizlenmiştir” (Öztürk, 1993: 497). Mutasavvıfların en
önemli dayanaklarından biri olan bu ayet, görünen görünmeyen her şeyin aslının
Allah oluşunu doğrudan açıklamaktadır.
Bu
bilinç ve bakışa sahip olan mürit, kendi hâline/makamına göre Allah’ın çeşitli
fiil, sıfat ve isim tecellilerine mazhar olur. Allah’ın fiillerinden birinin
kulun kalbinde zahir olması “fiil tecellisi,” sıfatlarından birinin zahir olması
“sıfat tecellisi,” “isimlerinden birinin zahir olması da “isim tecellisi”
olarak adlandırılır. Bu tecellilerde “sıfatta mevsuf, isimde mü- semmâ, fiilde
fâil mülahaza ve müşahede edilir” (Uludağ, 2005: 346). Aşağıdaki dizeler,
çeşitli tecelli gözlemlerine örnektir:
"Aynalarda sen, hep
sen;
Dost, sevgili, hep riya!"
(Kısakürek, 2011: 345)
“Senden, senden, hep senden,
Akisler aynalarda.
Göğe çıksam mahzenden;
Hasretim turnalarda.
(...)
Garibe sensin vatan,
Nur yurdunu aratan!
Sensin, sensin yaratan,
Rahmeti analarda." (Kısakürek, 2011: 22)
Tecellilerle
sarıldığını duyumsayan sufi, bunların her birinde Hakk’ın varlığına dönük
bakışını güçlendirir; asıl gördüğünden kalbini ve irfanını ayırmaz. “Bakara
Suresi”nin 115. ayetinde açıklanan “Doğu da batı da yalnız Allah’ındır. O halde
nereye dönerseniz orada Allah’ın yüzü vardır” (Öztürk, 1993: 30) bilgisini
özümser. Elbette aynı bakışı kendi varlığına da yöneltir:
"Yön yön sarılmışım ne yana baksam;
Sarılan olur da, saran olmaz mı?
Kim bu yüzü çizen sanatkâr ressam;
Geçip de aynaya soran olmaz mı?”
(Kısakürek, 2011: 24)
Allah’tan
başka varlık görmeme, tevhidin, “hakikat tevhidi” de denen en yüksek
mertebesidir. Mürit, bu aşamada “La mevcude illallah” (Allah’tan başka hiçbir
varlık yoktur) der (Aynî, 2000: 264-265). Aşağıdaki dizeler, bunun şiir diliyle
bir ifadesidir:
"Neye baksam aynı şey, neyi görsem aynı şey...
"Ne sen varsın, ne ben, ne yâr, ne kimse;
O var!
Sana daha yakın şahdamarından;
O var!
Gayede, sebepte ve bahanede;
O var!
Tekten de tek, bir tek, tek başına tek;
O var! (Kısakürek, 2011: 32)
"Tutuşturanlar, lügat kitabını elime,
Bilsin: Allahtan başka bilmiyorum kelime."
(Kısakürek, 2011: 45)
Oluşu ve varlıkları kuşatanın Allah’ın nuru
olduğunu, kaynağı tek olan varlığın içten dışa ve dıştan içe tecelliler
sergilediğini idrak eden, bu gözlemiyle Rabbini de bilir. Kendi benliğinin
hakikatini tanımaya yöneldiğinde, kendinden bir eser göremez; hakikatinin Hak
oluşunun şuuruna erer. “Nefsini bilen Rabbini bilir.” hadisini gerçeklemiş
olur:
"Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik;
Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur.
İçiçe mimari, içiçe benlik;
Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhur!"
(Kısakürek, 2001: 19)
Haşr Suresi”nin “Göklerde ne var, yerde ne
varsa Allah’ı tespih etmektedir.” (Öztürk, 1993: 504) mealindeki ilk ayetinde
belirtildiği üzere bütün evrenin, sahibini zikrettiğini ve hareket ve
değişimlerin asıl nedeninin bu olduğunu gözlemler. Bu zikrediş üzerine kurulu
bulunan evrensel düzenin, “sünnetullah” denilen bir akış içinde olduğuna
tanıklık eder:
"Su kesiksiz hareket, zikir, ahenk, şırıltı;
Akmayan kokar diye esrarlı bir mırıltı."
(Kısakürek, 2011: 191)
"Renkte, seste, ışıkta her şeyde bir ihtizaz;
Her şeyde bir titreşim, zikir, fikir ve niyaz..."
(Kısakürek, 2011: 374)
Bu
ilahi uyum, bu değişmez yasalar düzeni, şairi “ezel” fikrine ve “ebed”
duygusuna götürür:
"Nizam köpürüyor, med vakti deniz;
Nizam köpürüyor, ta çenemde su.
Suda bir gizli yok, pırıltılı iz;
Suda ezel fikri, ebed duygusu."
(Kısakürek, 2011: 19)
Sözlük
anlamı bakımından “öncelik” ve “sonralık” belirten bu sözcükler, zamanın
hakikatini anlamaya çalışan salik açısından karşıtlık ilişkisini aşarlar.
Mutlak hakikat zaman ve mekân sınırlarıyla bağlı olmadığına göre onun
anlaşılması için zamanın da hakikatini keşfetmek gerekir. Zamanın bâtını ve
aslı ise “an-ı daim”dir. Bu terim, “zaman üstü zaman, daha doğrusu zamansızlık”
anlamına gelir; “üzerinden zamanın geçmediği hakikate ve zata işaret eder.” Bu
sürekli an, ezel ile ebedi de içine alır. Zamanın olmadığını kavrayan sufi,
“Rabb’in katında sabah-akşam (zaman) yok” der (Uludağ, 2005: 41). Necip Fazıl,
bu kavramı dizelerinde şöyle açımlar:
"Bir parçacığım ben, bütüne hasret;
Zaman dönedursun, o güne hasret;
Ruhumsa zamanın üstüne hasret;
Ebediyet boyu bir ân... Olmaz mı?"
(Kısakürek, 2011: 24)
"Karanlığıyuğursam nura döndüresiye,
Tırmansam o âna ki,yekparedir ve bitmez."
(Kısakürek, 2011: 25)
"Ver Allahım, büyük sırrı elime;
Geçmez ân, solmaz renk, kopmaz bütünlük."
(Kısakürek, 2011: 117)
"Olmaz bil de 'olur'u, olur bil de 'olmaz'ı;
Buluver, günü geçmez, pörsümez
ve
solmazı..."(Kısakürek, 2011: 360)
Sufinin
varmak istediği mekânın, yolculuğunu sonlandıracağını umduğu yurdun da zamansal
açıdan durumu budur:
"Bir yer var ki, orada sayı üstü endâze;
Ne solmak var, ne yıpranmak, her şey ebedî taze.(Kısakürek, 2011:
237)
Mutasavvıflar, sonsuza ulaşmanın,
ölümsüzlük sırrını yakalamanın yolunu ölmeden önce ölmekte görürler. “Hesaba
çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz, ölmeden önce ölünüz.” hadisinin bu
sırra ulaştıracak yöntemi işaret ettiğine inanan sufiler, benliklerini aradan
çıkararak ya da Allah’ta eriterek bu ölümü gerçekleştirirler. “Fena
mertebelerinde keşfen, vicdanen terakki edildikçe tahkik salikinde hâsıl olan
cezbe, gaybubet, ademleşme halleri” olan ve “fena-i tamda yani bekada kemal
bulan” bu duruma “iradî ölüm” ya da “tahkik ölümü” de denmektedir (Şuşud, 1992:
147). Salik bu yolla "ölümsüzlük timsali olan âb-ı hayata da nail olur”
(Şuşud, 1992: 125). Necip Fazıl’a göre bu, ölümü öldürmektir:
"Ne varsa çöplüğe at, belli başlı zamanlık;
Ölümü öldürmekte, olanca kahramanlık."
(Kısakürek, 2011: 392)
“Ölmemek, ilk ve son, büyük kelime;
Çarpıldık, ölmemek için ölüme!"
(Kısakürek, 2011: 117)
Ölmeden
önce ölerek ölümü öldürmek ve Allah’ta baki olmanın sırrına ermek; içsel bir
deneyim olarak yaşanan sessiz, sözsüz, feryatsız bir süreçtir:
"Kaç, kurtul kelimeden;
Ağlamadan, gülmeden!
Hani ya sen ölmeden,
Ölecektin, hani ya?.." (Kısakürek, 2011: 345)
"İnsan”
sözcüğü de gerçekte bu süreci deneyimlemiş, Hak ile Hak olmuş kişileri imler:
"İnsandan murad onlar, ölümü öldürenler;
Ötenin ötesinde, sonsuz hayat sürenler..."
(Kısakürek, 2011: 389)
“İnsan-ı
kâmil” denilen bu kişiler, “Allah’ın yeryüzündeki halifesi olması itibariyle
onun bütün isim ve sıfatlarına mazhar olan ve beş hazreti, yani varlığın esas
mertebelerini tümüyle kendisinde toplayan” insanlardır. “Allah’ın zat, sıfat ve
isimlerinin aynası” olan bu kişiler âdeta “Allah’ın sureti, Allah da onların
ruhu gibidir. Diğer taraftan insan-ı kâmil âlemin ruhu, âlem de onun suretidir”
(Uludağ 2005: 188). Veli ve evliya sözcükleriyle kastedilenler de bunlardır.
Necip Fazıl, onlardan “sonsuzluk kervanı” olarak bahseder:
"Sonsuzluk Kervanı, 'peşinizde ben,
Üç ayakla seken topal köpeğim!'
Bastığınız yeri taş taş öpeyim.
Bir kırıntı yeter, kereminizden!
Sonsuzluk Kervanı, peşinizde ben..."
(Kısakürek, 2011: 65)
Sufi bakışın bir gereği olarak, onlara
derin bir saygı besler; onlar karşısında kendi konumunu, yukarıdaki tevazu dolu
ifadelerle belirtir. “Sonsuzluk kervanı”nın üyelerinden biri olma iddiasında
değil, onlara layık olabilme ve yollarından ayrılmama sevdasındadır. Zaten
kendisini “günah kervanı”nda görür:
"Sanırım, insanların her suçunda ben varım;
Günah uzun bir kervan, tâ ucunda ben varım!"
(Kısakürek,
2011: 280)
Allah dostu insan-ı kâmillerin
özelliklerini ise “O Erler ki” başlıklı şiirinde şöyle sıralar:
"O erler ki, gönül fezasındalar,
Toprakta sürünme cezasındalar.
Yıldızları teşbih teşbih çeker de,
Namazda arka saf hizasındalar.
İçine nefs sızan ibadetlerin Birbiri ardınca kazasındalar.
Günü her dem dolup her dem başlayan Ezel senedinin
imzasındalar.
Bir ân yabancıya kaysa gözleri,
Bir ömür gözyaşı cezasındalar.
Her rengi silici aşk ötesi renk;
O rengin kavuran beyzâsındalar.
Ne cennet tasası ve ne cehennem;
Sadece Allahın rızasındalar."
(Kısakürek, 2011: 388)
“Kurtuluş” için onların yolunda olmak,
onları örnek tutmak, sufinin hakikat yolculuğunda olmazsa olmaz koşullardan
biridir. Kendini Allah’ı bulmaya adamış kişinin niyet, düşünce ve eylemlerini
belirleyen ne cennet umudu ne cehennem korkusudur; onun biricik muradı
Yaradan’ına kavuşmaktır. Necip Fazıl, bu aşkı taşımayan kitleleri “yobaz”
olarak niteler; onların, nefsine kapılmış gafiller güruhunu teşkil edenler
arasında bulunduğunu düşünür:
"Şu gaflet yükü insana bak;
Kendinden varlık cakasında.
Ve aşksızyobaz... İşi gücü,
Namazla Cennet takasında."
(Kısakürek, 2011: 429)
Tasavvuftaki
fena aşamaları arasında, “fena fi’ş-şeyh”ten sonra ve “fena fi’l-llah”tan önce
“fena fi’r-resul” de yer alır. Mürit, şeyhinde fenaya erme sürecinde aslında
öbür ikisinin de kısmi deneyimlerini yaşar. Bunun yanı sıra tasavvufta, ilk
yaratılanın Hz. Muhammed’in nuru olduğuna, bütün mevcudatın o nurdan meydana
geldiğine inanılır. Dolayısıyla -tabir yerindeyse- varlık âleminin ilk maddesi
Hz. Muhammed’in nurudur. Bu nura, “hakikat-i Muhammediye” de denir. “Her şey bu
hakikatten ve bu hakikat için yaratılmıştır.” Hakikat-i Muhammediye, “bütün
güzel isimleri kendisinde barındıran ve bulunduran ilk taayyünle birlikte olan
Zat’tır; ism-i azam”dır (Uludağ, 2005: 153, 280). Hz. Muhammed’in bütün
âlemlere gönderilmesi anlayışı da bu kabule dayanır. Kendinden ortaya çıkmış
olan bütün bir âlem ve bütün varlıklar da doğal olarak onun ümmeti durumundadır.
Son peygamber olması, varlık dairesini tamamlayıcılığındandır. Necip Fazıl,
Hz. Muhammed’e yönelik bu sufi bakışı şöyle ifade eder:
"Düşünüyorum: O'ndan evvel zaman var mıydı?
Hakikatler, boşluğa bakan aynalar mıydı?"
(Kısakürek, 2011: 78)
"O, Allahın emriyle Kâinat Efendisi;
Varlığın Tacı, varlık nurunun ta kendisi..."
(Kısakürek, 2011: 80)
Onda, hem nübüvvet hem de velayet vardır;
veliler, onun velayet nurunu taşıyan vekilleridir. Mürit, peygamberine tabi
olan şeyhine bağlanmakla aynı silsileye eklemlenmiş olur. Şairin, kendini,
“Hz. Muham- med’in kölesi” olarak andığı mürşidinin kulu olarak nitelemesi,
tasavvuf eğitiminden kaynaklanmaktadır. “Dervişler ve müritler şeyhlerine kul
olmayı şeref sayarlar” (Uludağ, 2005: 220):
"Düşünün, ben ne büyük rütbeye tutkuluyum!
Çünkü O'nun kulunun kölesinin kuluyum!"
(Kısakürek, 2011: 83)
Son
dizede, “kulluk” makamının üstünlüğüne yapılan bir vurgu da vardır.
Mutasavvıflara göre makamların en üstünü, kulluk makamıdır. Abdülhakim Arvasi,
kulluktan daha şerefli bir sıfat ve mümine bunu taşımaktan daha üstün bir
mertebe bulunmadığını belirterek bunun birkaç göstergesini şöyle açıklar:
"Allah, dünyada en
şerefli ân olan Miraç Gecesinde, Sevgilisi ve İnsanoğlunun Efendisini,
ubûdiyet vasfıyla anarak: 'Her türlü eksiklikten arınmış
o Allah'dır ki, kulunu gece yürüttü.' buyurmuştur. Yine: 'Allah kuluna
vahyetti, vahyettiğini...' buyurmuştur. Eğer ubudiyetten daha yüksek bir vasıf
olsaydı, Allah, Sevgili'sini, o en şerefli vakit ve en yüce hal içinde onunla
yâdederdi" (Arvasi, 1983: 26).
Tasavvufun
kaal değil hâl olduğu, onu tatmayanın bilemeyeceği, kaynaklarda ve sözlü
gelenekte sıkça belirtilir. Kuramsal bilgi birikimiyle, yaşantı ve deneyime
dayanmayan bir terminolojik çabayla anlaşılabilecek, içinde olunabilecek bir
alan değildir o; doğrudan pratiğe dayalıdır. O nedenle bazı mutasavvıflar;
anlatıldıkça, ortaya kondukça tasavvufi/ilahi sırların daha da derinleşeceğini
söylemişlerdir. Her ifade ediş, bir bakıma bu hakikatlerin üzerine çekilen bir
gizem perdesidir. Tasavvufi eğitim/yaşantı sürecinin bu gerçeğini Necip Fazıl
şu iki dizeyle özetler:
"İman, ihlâs, vecd ve aşk, bunlar birer kelime...
Kelimeyi boğardım verselerdi elime..."
(Kısakürek, 2011: 366)
SONUÇ
Seyr-i
süluk sürecinin iç dinamizmi, “Allah’a ulaştıran yolların mah- lukatın nefesi
sayısınca olmasın”dan (Rufai, 2012:152) dolayı her bireyin tekrarsız ve
benzersiz deneyimler yaşaması, sufi kavrayış ve bakışın sanattaki
yansımalarında da imgelem için geniş olanaklar sağlamıştır. Bireysel deneyim,
gözlem ve yaşantıya dayalı olan sanatsal edim; sufi şairlerde, büyük ölçüde bu
özelliklerle donanmış bulunan tasavvuf yolculuğunun verimlerinden doğrudan
esinlenir ya da beslenir. Elbette sufi, bir öğretiye, bir usûle bağlı olarak
hakikati arar; ama bu arayış, onun bütün bir yaşantısından ibaret olan içsel
yolculuğudur. Bağlı bulunduğu öğreti, belirli kural ve ritüellerin biçimsel
olarak yinelenmesinden ya da nakil yoluyla insanlar arasında aktarılmasından
ibaret değildir; tam tersine, bireyin doğrudan kendisiyle, kendi kaderi ve
yaşantısıyla ilgilidir. Hem iç dünyasına hem dış dünyaya yönelttiği sorularla,
sorgulamalarla sürdürdüğü bir “anlam” arayışıdır. Düşünsel ve sanatsal
verimlerinin temeli de bu nitelikteki bir anlam arayışıyla ilintilidir. Düşünür
ve sanatçı, bu bağlamda “sorunsalları” olan kişidir. Nitelikli hiçbir insani
üretim, insanın anlam bulma/anlamlandırma gereksiniminden soyutlanamaz. Düşünce
ve sanat alanında da “Ben neyim, niçin ve nasıl var oldum, var olmak ve varlık
ne, iyi ve kötü ne, insanın anlam bulma gereksiniminin sebebi ne?” gibi
sorular, verilen eserlerin arka planında yer alır. İnsanlık tarihi boyunca
böylesi temel sorular, her bireyle birlikte yeniden tazelenmiştir. Daha
yakından bakıldığında bilim, düşünce ve sanat alanlarındaki çabaların
temelinde, bu sorulara, -farklı çağ ve koşullara göre değişmekle/yenilenmekle
birlikte- doğrudan ya da dolaylı olarak bulunmaya çalışılan yanıtların yer
aldığı görülecektir. Necip Fazıl’ın şiirleri, genel olarak bu yanıtları sufi
perspektif içinde bulmaya yönelmiş bir zihnin ürünleridir. Sufi kavrayış ve
bakış; bireyin iç dünyasıyla, öznel yaşantı ve deneyimleriyle, arayışlarıyla,
mahremiyetiyle olan doğrudan ilgisi nedeniyle mutasavvıf bir sanatçı için
sanatsal yaratımların ana kaynağını oluşturur. Onun poetikası ve şiirleri,
bunun ilk elden kanıtı gibidir. Bu şiirler; bir terminolojiyi daha anlaşılır
kılma, bir öğretiyi manzum anlatımlarla okura kavratmaya çalışma gibi kaygı ve
beklentilerin de ötesindedir. Şairin “kavratma” değil kendi “kavrama”
çabasını, bu çaba içindeki anlam arayışını, öznel deneyimlerini, duygu ve
düşünce sancılarını yansıtan şiirleriyle Necip Fazıl; modern şiirin teknik ve
anlatımsal olanaklarını, ta- savvufi yaşantı ve bakışın anlamsal olanaklarıyla
buluşturarak Türk şiirine yepyeni zenginlikler kazandıran bir yolun öncüsü
sayılabilir.
KAYNAKÇA
ARABİ,
M. İ. (2002). Kitabu’t-Tecelliyat ve Kitabu’l-Yakin, (Çev. Abdülvehhab Öztürk),
Sultan Yayınevi: İstanbul.
ARVASÎ,
E. A. (1983). Tasavvuf Bahçeleri, (Sadeleştiren: Necip Fazıl Kısakürek), Büyük
Doğu Yayınları: İstanbul.
AYNÎ
M. A.(2000). Tasavvuf Tarihi, (Sadeleştiren: Hüseyin Avni Ya- nanlı), Kitabevi
Yayınları: İstanbul.
BENÖVENLİ,
C. vd. (1996). Allah ve Resulünün Güzel İsimleri, Sim Yayınları: Ankara.
BİLGİN,
Azmi. (2007). “Türk Tasavvuf Edebiyatı Literatürü,” Türkiye Araştırmaları Literatür
Dergisi, Cilt: 1,
Sayı: 10.
BURSEVİ,
İ. H. (2012). Rûhu’l-Beyan Tefsîri, Cilt:7, (Çev. Ömer Faruk Hilmi), Fatih
Yayınevi: İstanbul.
el-CÎLÎ,
A. (1998). İnsân-ı Kâmil, (Çev. Abdülaziz Mecdi Tolun), İz Yayıncılık:
İstanbul.
DİLÇİN,
C. (1992). Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, Türk Dil Kurumu Yayınları: Ankara.
İZUTSU,
T. (1998). İbn Arabî’nin Füsûs’undaki Anahtar Kavramlar, (Çev. Ahmed Yüksel
Özemre), Kaknüs Yayınları: İstanbul.
KAYHAN, H. A.
(1991). Ruh ve Beden, Bizim Büro Basımevi: Ankara.
KISAKÜREK,
N. F. (1999). O ve Ben, Büyük Doğu Yayınları, 14. Basım: İstanbul.
KISAKÜREK,
N. F. (2011). “Şiirlerim ve Şairliğim,” Çile, Büyük Doğu Yayınları, 71. Basım: İstanbul.
KISAKÜREK,
N. F. (2011). “Poetika,” Çile, Büyük Doğu Yayınları, 71. Basım: İstanbul.
KISAKÜREK,
N.F. (2011). Çile, Büyük Doğu Yayınları, 71. Basım: İstanbul.
KONEVİ,
S. (2002). Esmâ-i Hüsnâ Şerhi, (Çev. Ekrem Demirli), İz Yayıncılık: İstanbul.
ÖZTÜRK,
Y. N. (1993). Kur’an-ı Kerim Meali, Yeni Boyut Yayınları: İstanbul.
RUFAİ,
A. (2012). Hak Yolcusunun Düsturları, (Çev. Yaman Arıkan), Erkam Yayınları:
İstanbul.
ŞUŞUD,
H. L. (1992). İslâm Tasavvufunda Hâcegân Hânedânı, Boğaziçi Yayınları:
İstanbul.
ULUDAĞ, S. (2005).Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabalcı Yayınları:
İstanbul.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar