YİRMİ DOKUZUNCU SİFİR 2.Bölüm
DÖRT
YÜZ OTUZUNCU BÖLÜM
'Seni hayrete düşürürsem, kendime
ulaştırırım' Münazelesinin Bilinmesi
Hayrete düşen ermiştir Hidayete eren
ayrılmış
O sabit bir
nitelik Aziz ve Celil’e ait
O gerçek bir nitelik
Anlayan kullar için '
Biri çıkar ve derse hidayete ulaştım Gaflettedir, o.biliniz
Onu zevk düşkünü görürsün Zevk u se/aya dalmış
Ayıbım ortaya çıkartmış Darbımeselde
denildiği gibi
Burada sözü edilen darbımesel Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Nice giyinik vardır ki, çıplaktır’ hadisinde
dile getirilir. Allah Teâlâ hayret hakkında şöyle der: ‘Allah
Teâlâ kendilerine hidayet ettikten sonra herhangi bir topluluğu saptırmaz, ta
ki onlara sakındığı şeyi açıklar.’108 Hayrete
kaynaklık teşkil eden bir ayette ‘Allah
Teâlâ sizi ve amellerini yaratmıştır’109 buyurur. Başka bir ayette ise şöyle
buyurur: ‘Attığında sen atmadın.’110 Aynı şekilde ‘Onları
siz öldürmediniz, fakat Allah Teâlâ öldürmüştür’111 buyurur. Öldürme yaratılmışın fiili
olarak görülürken Allah Teâlâ duyuda zorunlu bir şekilde gerçekleşmiş bilgiyi
olumsuzlamaktadır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu münazelede şöyle
buyurur: ‘Ben senin övgünü yerine getiremem.’ Bu makam, hayretin yüceliği ve
izzeti makamıdır. ‘Sen kendini övdüğün gibisin.’ Bu, vuslat ve erme halidir.
Hz. Ebu Bekir bu münazelede şöyle demiştir: ‘İdrake ulaşmaktan acizlik bir
idraktir.’ O da hayrete düşmüş ve ermiştir. Binaenaleyh Hakta hayrete ermek, Allah
Teâlâ’ya ulaşmanın ta kendisidir. Hayret bir hakikate ait suretlerin kendi
üzerlerinde farklılaşması nedeniyle en çok tecelliye mazhar olanlarda meydana
gelir. Bu yönüyle tanımlar, suretlerin değişmesi nedeniyle değişir. Suretleri
sınırlamak mümkün olmadığı kadar aynı zamanda onlar bilinmez ve görünmezler.
Öyleyse suretlere tabi tanımlarla hareket eden, hayrete düşer. Bir hakikatin
bulunduğunu ve onun -kendiliğinde değilbakanların gözünde suretten surete
girdiğini bilen ise bilinmeyen ve görülmeyen meçhul zatın varlığını bilir.
Buradan da Allah Teâlâ’yı bilenlerin dört sınıf olduğunu öğrenir. Birincisi Allah
Teâlâ hakkında sadece nazarî düşünce yönünden bilgi sahibi olanlardır. Onlar
selbi, yani tenzihi benimseyenlerdir. İkinci sınıf, Allah Teâlâ hakkındaki
bilgisinin tecelliden meydana geldiği kimselerdir. Onlar ise tanımları ve
sübûtu kabul edenlerdir. Üçüncü sınıf, Allah Teâlâ hakkındaki bilgilerinin
müşahede ile nazarî bilgi arasında gerçekleştiği kimselerdir. Söz konusu
insanlar tecelli (söz konusu olunca) suretlerle sınırlı kalmadıkları gibi
bakanların gözlerinde o suretlerle ortaya çıkan zatın bilgisine de ulaşamazlar.
Dördüncü grup, bu üçünden biri olmadığı gibi onların dışında da değillerdir.
Onlar, Allah Teâlâ’nın bütün inanç sureüerini kabul ettiğini bilenlerdir; inanç
suretinin kime ait olduğu durumu değiştirmez. Bu sınıftakiler iki kısma
ayrılır: Bir kısmı Hakkın mümkünlerin suretlerinde tecelli eden olduğunu söylerken
diğer grup mümkünlerin hükümlerinin Hakkın varlığında ortaya çıkan suretler
olduğunu söyler. Hepsi de gerçeği olduğu durumda dile getirmiştir. İşte buradan
hayret ortaya çıkar ve bu hayret, sahipleri adına hidayetin ta kendisidir. Kim
hayretle kalırsa, hayrete düşer; kim hayretin varlığıyla beraber olursa,
hidayete erer ve erer.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır
DÖRT
YÜZ OTUZ BİRİNCİ BÖLÜM
'Kimi perdelersem ben perdelerim'
Münazelesinin Bilinmesi
Kulun perdesi
farkında değil ama kendinden
Onun varlığı perdenin kendisi
Ey insanlar! Dinleyin sözümü, öğrenirsiniz
Ümmü’l-kitab’da söylenmiş sözü
‘Yardım isteriz’
sözü bizi izhar etmiş
Fiillerim ve varlığım yok oluşta '
Biz her yerde şaşkın dolaşanlarız .
Her kapıda
duranlarız biz
Allah Teâlâ şöyle buyurur: -‘Senden
önce gönderdiğimiz her peygamberi kavminin diliyle göndermiştik.’112Peygamber onlarla onların aşina olduğu
kelimelerle konuşmuş, bir fiil gösterdiğinde geleneklerinde alışık oldukları
fiilleri göstermiştir. Bu itibarla onların âdederinden birisi, aralarında
yürüyen büyük bir insanı perdelemeleridir. Bunun manası, onun önünde perdedar
olarak durmaları demektir. Önde yürümekle ilgili olarak Allah Teâlâ ‘Onların
nuru önlerinde yürür5113 der. Bunun nedeni şudur: Büyük insan
cemaatin önündeyse, tanınmaz ve ona saygı göstermeyi sağlayacak gerekçeler
ortaya çıkmaz. Önüne perde çekildiğinde ise sıradan insanlar onu görmek için
arzu duyar ve ona yönelirler, perdedarların saygınlığı hakkındaki bilgilerine
göre kalplerinde saygı uyanır ve o kişiyi yüceltirler. Allah Teâlâ bir kulunu
yüceltmek istediğinde, onu menzilinden ayırır ve hilader giydirir, isimlerini
verir, yarattıkları içinde hükümdar yapar, işlerin idaresini onun eline verir
ve önünde saygınlığını izhar eden bayraklar taşıtır. Nitekim bir hükümdar da
mevki bakımından kendisinden üstün olsa bile devrin kutbu önünde böyle yapar.
Bu Hakk sahip kimsenin mertebeye hakkını vermesi gerekir. Dolayısıyla kulluk
mertebesinden perdelenmiş olması gerekir. Ondan perdelendiği ölçüde, Rabbinden
perdelenir ve durumun böyle olması kaçınılmazdır. Çünkü o esnada mertebe ona
aittir ve vakit onun vaktidir. Hüküm her durumda vakte aittir. Bakınız! Allah
Teâlâ kendinden haber verirken ‘Her gün
bir iştedir’114 buyurur. Öyleyse o vakte göre
davranır. Çünkü Allah Teâlâ ancak kabiliyete göre verir. Onun vakti (hal),
kabul etmektir ve böylece işler hikmete göre cereyan eder. Binaenaleyh vakit
izhar ettiği hükümle sahibi üzerinde hüküm verir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem şöyle buyurur: ‘Kişi hükümdarın,izni olmaksızın eman alamaz veya izni
olmadan onun davetine oturmaz.’ Hükümdar halkından birinin evine girdiğinde,
yerleşik ilahi edep onun ev sahibinin emrine uyması şeklinde hüküm verir. Ev
sahibi hükümdarı nereye oturtursa, oraya oturur. Halife ev sahibinden daha
büyük ve daha muteber olsa bile, evin hükmü onun üzerinde hüküm sahibi olmuş,
hükümdarı yönetilen yapmıştır. Bakınız! Kulun varlığı -ki âlemi
kastediyorumHakkın varlık (vermesi) ve yaratmasıyla ortaya çıkmıştır, çünkü
hüküm O’na aittir. Sonra önde olan geride kalmış, geride olan öne geçmiştir. Bu
nedenle âlemi bilmezden Allah Teâlâ hakkında bilgi sahibi olan olmamış ve böyle
biri âlemde ortaya çıkmamıştır. Bu ise yaratılışın bir karşılığı olmuş, bu
karşılık hakkında araştırma yapan kişiyle birlikte âleme dönmüştür; çünkü Hakk
karşılığın ve cezanın mahalli olamaz. Öyleyse kulun ameli kendine dönmüştür.
Nitekim yaratılmışlardan meydana gelen övgülerle Hakkın ameli yine Hakka döner.
Zamanımızdaki iki arif hakkmda şöyle
bir hadise anlatılır. Ebu’lBedr şöyle anlatır: ‘Bir gün Miyafarıkin’de o
ikisinden birinin huzuruna girmiştim. Kendisine Bağdat’taki bir arifin
durumunu söyleyince bana şöyle demişti: ‘O benim emrimin nüfuz ettiği
kimselerdendir.’
Sonra Bağdat’ta öteki arifin yanına
gelip dedim ki: Miyafarıkin’de Vekafa uğradım ve ona senin durumunu sordum.
Bana ‘onu emrimin nüfuz ettiği kimselerden birisi olarak görürüm’ dedi. Ben bu
sözü söyleyince, bana şöyle dedi: ‘O böyle zannediyor. Allah Teâlâ’ya yemin
olsun ki, ben onu önümde perde taşırken gördüm.’ Ebu’l-Bedr şöyle der: ‘O
ikisinin söyledikleri hakkında hayrete düştüm. Çünkü bana göre ikisi de doğru
söylüyordu. Bu hayreti benden kaldır’ deyince, kendisine şöyle dedim: ‘Her biri
doğru söylemektedir ve her birisi arkadaşını kendi otoritesi altında ve kendi
mahallinde görmektedir. Hüküm mahal sahibine aittir. Burada mahallin hükmü
ortaya çıkmıştır, yoksa her ikisinin mertebelerinin hükmü ortaya çıkmamıştır.
Onların makamları bu sözlerden değil, başka bir yerden öğrenilebilir.’
Söylediklerim üzerine sevindi ve sözlerimin doğruluğunu anladı. İnsaf
sahibinin mertebeleri ve onların hükümlerini bilmesi gerekir. İlahi gazap ile
rıza mertebesinin ilişkisi nedir? Mesela kul bir iş yaparak rabbinin öfkesini
çeker. Böyle bir durumda kul kendisine karşı suç işlemiş demektir. Hakk ise
gerçekleşen fiile göre ya affeder veya cezalandırır. Aynı kul bir iş yapar ve
rabbini memnun eder. Demek ki rabbini öfkelendiren ve razı eden kulun
kendisidir. Hakk ise kulları karşısında onların hallerine göre bulunur, başka
bir durum söz konusu değildir. Yaratılmışların Kesib’deki hallerine balcınız!
Orada Haklc’a konuk olduklarında, arifler zikrettiğimiz bu yerde dolaşırlar.
Cennetlerine ve ailelerine döndüklerinde, Allah Teâlâ onlara tecelli eder,
onların hali başkalaşır ve değişir. Çünkü menziller onlara ait iken Kesib Allah
Teâlâ’ya aittir. Allah Teâlâ senin kulağın, gözün olduğunda, sana tenezzül
etmiş demektir. Sen de düşünürken ve duyarken Allah Teâlâ’nın karşısında edepli
davranırsan, O senin yanında kalır; saygısızlık edersen, senden ayrılır. Allah
Teâlâ karşısında edep şeriatın O’na karşı davranmanı buyurduğu tarzda
olmalıdır. Sen O’nun evine girdiğinde -ki onun evi cami/mescittirhüküm
O’nundur. Bunun nedeni, ev sahibinin Hakk olması ve hükmün eve ait olmasıdır.
Şeriat mescide girildiğinde iki rekât namazla mescidin selamlanmasını
(tahiyyetü’l-mescid) ve orada izin verilmeyen bir işi yapmamayı emretmiştir.
Bunu bilmelisin!
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.'
'Ben sadece seninle perdelendim,
değerini bilmelisin, kendini bilmeyenin durumu ne kadar gariptir' Münazelesinin
Bilinmesi
Giyenini tanımayan bir örtü Giyeni Rahman olan bir örtüdür
Rahman âlemlerde onunla süslenir Kalp topluluğu olan ruhlar
onun bekçisi
Onlar kendisinden ahlak kazanır Allah Teâlâ’nın peygamberi onun seyisi
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kim
peygambere itaat ederse, Allah Teâlâ’ya, itaat etmiştir.’115 Başka bir ayette şöyle der: ‘Sana
biat edenler, gerçekte Allah Teâlâ’ya biat etmiştir.’116 Allah Teâlâ kendinden haber verirken
‘Mümin kulumun kalbi beni sığdırdı’ der. Öyleyse varlık (emir) Haktır. Onun
zahiri, halkın (yaratılmış) suretidir. Hakk ortaya çıkanın ve zuhur edenin
ardındadır. Nitekim örtülmüş olan da örtünün ardındadır. Kul ise Hakkın büyüklüğü
ve azametidir, çünkü Allah Teâlâ ‘Büyüklüğüm benim örtümdür’ demiştir. Bu
nedenle yaratılmış olan, Allah Teâlâ’nın azametinin ve yüceliğinin mahallidir.
Azamet yüceltilende değil, yüceltendeki bir niteliktir; yüceltilende bulunmuş
olsaydı, kendisini tanımayan ondan çekinmezdi. Allah Teâlâ isimlerini kendisine
hilat yaptığı Ebu Yezid’e şöyle demiştir: ‘Benim suretimle kullarımın yanma
çık, seni gören beni görmüş demektir.’ Ebu Yezid bir adım attığında kayıp
düşünce, Allah Teâlâ şöyle demiştir: ‘Sevdiğimi bana döndürün, benden ayrılmaya
güç yetiremez.’ Kim kendini bilirse, Allah Teâlâ’yı bilmiş olacağı gibi kim Allah
Teâlâ’yı bilirse kendini bilmiş demektir. Allah Teâlâ’yı bilmek, kendini
bilmemektir. Kendini bilmen ise Allah Teâlâ’yı bilmen demektir. Çünkü sen
O’ndan var oldun. Nitekim ‘Hepsi O’ndandır ama O senden değildir’ denilir. O
halde
sadece menzili ve kadri (değeri)
bilmek vardır. ‘Biz onu Kadir gecesinde indirdik.’117 Başka bir ayette ‘Onu
Cebrail indirdi senin kalbine’118 denilir. O halde kadir gecesi
sensin! Çünkü sen tabiat ve Haktan ibaretsin. Kuran nazil olmazdan önce, kadrin
büyüklüğüne şahittir. Sen ‘Bin geceden daha hayırlısın’119 Yani hepsinden daha hayırlısın,
çünkü bin, sonsuza kadar bileşikliğin gerçekleştiği basit sayıların sonudur.
Aynı şekilde Allah Teâlâ’nın yarattığı şeyler de namütenahidir, çünkü Allah
Teâlâ sürekli yaratandır.
Ayette
‘şehr (ay, bilinmek, şöhret)’ kelimesi gelmiştir. Bunun nedeni binlerce ayın
içindeki kadir gecesinin meşhur olmasıdır. Bunu böyle olması zorunludur. Çünkü
ayların en hayırlısı kendisinde kadir gecesinin bulunduğu aydır. Bu kadir
gecesi içinde kadir gecesinin bulunduğu bin aydan hayırlıdır. Bu itibarla kadir
gecesi bütün işleri toplayandır ve bütün var olanlar içerisinde genel olandır. .
Kul bu miinazelede koruyan ve
korunandır. Başka bir ifadeyle kul gayret ve saklanmak amacıyla kendisini örtü
edineni korur, zayi olmasın diye kendisine özen gösterilmesi için örtünen
tarafından korunur. Çünkü kul yaratılmış olduğu için zayi olma tehlikesiyle yüz
yüzedir. Onun bir koruyucuya ihtiyacı vardır. Bu durum, devri (döngüsel) bir
karşılıktır. Bunu anlamalısın.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
(Kendisinde sâlike) 'Hangi
tecellinin seni yok edeceğine bak, benden onu isteme, yoksa onu sana veririz
de onu alacak kimse bulamayız' (Denilen) Münazelenin
Bilinmesi
Şöyle bir tecelli istemekten sakın!
Seni senden fani kılan
Ben veririm sen alamazsın
Çünkü fani olmuşsun sen
Böyle bir talepten uzak dur
Üzerinde kurulabilecek şeyi talep et
Beka o şeye
dayanabilsin
Lakapla
isimlendirildiğin şey olma
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Açıklandığında
sizi üzecek şeyleri sormayın.’120 Fena ve beka hakkında şunu
bilmelisin: Tasavvuf yolunda göreceli olarak bir şeyden fani olunur, bir şeyle
baki kalınır. Herhangi bir şekilde Allah Teâlâ’dan fani olmak ise söz konusu
değildir, çünkü O’ndan başka bir şey yoktur. Zorunluluk seni O’na yönlendirir
ve bu nedenle Allah Teâlâ bizim için es-Samed diye isimlenmiştir. Çünkü âlem
bütün işlerinde O’na iltica eder. ‘Bütün iş O’na
döner.’121 Öyleyse
fena ‘kendinden fena’ şeklinde olabilir. İnsan kendinden (nefs), bütün
varlıklardan ve olgulardan fani olmadıkça, fena haline eremez. Burada Allah
Teâlâ ehlinin fenasından söz ediyorum. Bu esnada Allah Teâlâ sana kendinden
bir hediye gönderir, hediye ise var olanlardan biridir. Dolayısıyla o da
yaratılmış bir şeydir. Söz konusu seni arar ve seni kendinden fani olmuş halde
bulur. Bu durumda hediye, onu verene döner. Böyle bir şey, asıl’a karşı saygısızlığındır,
çünkü sen seni bu Hakk sevk edecek bir şeyi istedin. Allah Teâlâ
sürekli veren olduğu gibi kulun da
sürekli kabul edici ve alıcı olması gerekir. Bu nedenle Allah Teâlâ ehlinden
isen, Allah Teâlâ’nın emriyle bir şey istemelisin! Yani O’nun emrine göre bir
şeyi tam belirleyip istemelisin; aksi halde herhangi bir şeyi belirlemeden Allah
Teâlâ’nın lütfundan iste!
Bilmelisin ki Allah Teâlâ’nın
tecellileri iki kısımdır: Birinci kısım seni kendinden ve hükümlerinden fani
ederken ikinci kısım seni kendinle ve hükümlerinle baki kılar. Senin
hükümlerinden birisi de, alırken ve verirken edebe riayet etmendir. Böyle bir
tecelli yükümlülük diyarında olduğun sürece talep etmen gereken tecellidir.
Başka bir yere göç ettiğinde, oraya göre davranmalısın. Yükümlülük olmasaydı, Allah
Teâlâ kullarına tavsiyede bulunmazdı. İşleri en iyi bilen tavsiyede
bulunduğunda, tavsiyenin işlerde etkisinin olduğu bilinir. Tavsiyelerin gerçek
izahı, Allah Teâlâ nasip ederse, kitabın son bölümünde gelecektir.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğruya ulaştırır.’
DÖRT YÜZ OTUZ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
''Dilerse'ifadesi seni
perdelemesin, çünkü ben henüz dilemedim, sabit ol' Münazelesinin Bilinmesi
Meşiyet zatın arşı, başka bir nispeti yok Başka bir
yerde ne nispeti ne görünen eseri
O varlık, başka bir hakikat yok
Fani olur ve yok olur, baki değil geride kalmaz
Azizdir, otoritesini kimse göremez
İnsan surette O’nu idrak edemez
Adem O’nun suretine tahsis edilmiş Çünkü bütün âlem onda dürülmüş
Bütün varlıkların kilitleri Adem’de
Tenezzül, ayetler ve sureler ona ait
Tenezzül edince idrak ederiz O’nu
Hakkın güneşi veya ayı suretinde
Münezzeh iken yaratıcımız Söylediği şekilde suretler onu içerir
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Benim
nezdimde söz değişmez.'122 Bununla
birlikte meşiyet onunla çelişebilir. Nispetler içerisinde ‘lev (ise)’ edatının
meşiyete eşlik etmesinden daha garibi yoktur. Bu edat sırlı bir edattır.
Bilmelisin ki Adem meşiyet nedeniyle Allah
Teâlâ’nın halifesi olmuştur. Allah Teâlâ dileseydi, dilediği birine onu
verebilirdi.
Şöyle deriz: Halifelik ancak insan-ı
kâmil diye isimlendirilen kimsede bulunabilecek bir görevdir. Allah Teâlâ onu
insanın dışındaki başka bir yaratılmışta toplamış olsaydı, o varlık insan-ı
kâmil olurdu. Âdem üzerinde yaratılmış olduğu suret nedeniyle halifedir. Şöyle
sorabilirsin: ‘Bütün âlem büyük insan olduğuna göre âlem yeterli olurdu.’ Şöyle
deriz: ‘Buna imkân yok! Çünkü halife âlem olsaydı, üzerlerine halife olunacak
kimse kalmazdı. Dolayısıyla âlemin sureti ile Hakkın suretini kendinde
birleştiren birisi bulunmalıdır. O varlık, bu cem’iyet yani toplayıcılık
özelliğiyle âlemde halife olmuştur. Halifeliğin nedeni ezZahir ismidir. Bu imam
iki sureti kendinde toplayan (camiu’ssureteyn), değerli ve büyük insan (insan-ı
kebir) diye isimlendirilmiştir. Âlemdeki bazı şeyler -bütün olarak değilbazı
insanlardan (veya insanın bir yönünden) büyük olabilir. Bir kısmından dedik,
çünkü insan-ı kâmilde âlemdeki tikellerde (cüzilerde) bulunmayan özellik
bulunur. Öyleyse ilahi meşiyetin hükmü ancak insan türünde ortaya çıkabilirdi.
Bu itibarla insan türünde halifeler vardır. Sonra halifeliğin etkisi hepsine
yayılmıştır. Halife Haktan kendisine yardım etmesini istemiş, Allah Teâlâ da
ona yardım etmiştir. Bu, Hakka ait surette gerçekleşen etkidir. Aynı zamanda
âlemde de emir talep etmiş ve talep yerine getirilmiş ve hükmünü uygulanmıştır.
Sonra insan hem hakkın hem âlemin etkisine açıktır. Böylece iş birbirine
karışmış ve Allah Teâlâ ehli adına belirsizleşmiştir. Ariflerin bir kısmı bu
karışıklıktan ve belirsizlikten çıkmak istemiş, Allah Teâlâ da işin nasıl
olduğunu onlara göstermiştir. Arifler masum peygamberden başkasının telaffuz
etmesinin mümkün olmadığı hususları görmüşlerdir. Benim gördüklerimi
görebilmek için öyle talepte bulun ki, bizim söylediğimizi söyleyebil!
Beni Kisra’nm mülküne sahip yaptı
kün (ol)'varlığıma sahip olunca Sen de kün sözüyle hükümdar oldun ben yok iken
Fakat ben kün idim, âlem memleket :
Bütün âlem sizindir, oluş henüz
yokken
Allah Teâlâ ‘bizim
işimiz tek bir iştir’123
buyurmuştur. Sonra Allah Teâlâ işinin ve emrinin uygulanmasını göz açıp
kapatmaya hatta daha kısa bir süreye benzetmiştir. Gerçekten de daha kısa
sürede gerçekleşir. Bu benzetmede Allah Teâlâ’nın hikmetine ve göz açıp
kapatmanın içermiş olduğu birlikteki çokluğa bakarsanız, işin kendinde
bulunduğu durumu öğrenirsiniz. Bunu tam olarak öğren, fakat ifşa etme ki, Allah
Teâlâ’nın güvenilir, gizli ve iyi kullarından olasın!
Bilmelisin ki ‘Allah
Teâlâ dileseydi:. ,’124, ‘Allah
Teâlâ onlarda bir hayır bulunduğunu bilseydi onlara duyururdu’125 gibi ayetlerde geçen şart edatı, söz
konusu şeyi bilmenin olumsuzlânmasını ve Haktan iradenin olumsuzlanmasını
gerektirir. Fakat ‘Allah Teâlâ, hissettirmeden
aranızdan sıyrılmak isteyenleri bilir’126 ile ‘Allah
Teâlâ sizin için irade eder’127 ayetlerinde Allah Teâlâ kendisi
adına bilgi ve meşiyeti olumlamıştır. Allah Teâlâ’nın bilgisi ve iradesi (ile
zatının ilişkisi) iki durumdan birisinde olmalıdır. Birinci yorumda irade (ve
bilgi) zatına ilave olarak Allah Teâlâ ile var olan bir şeydir. Bununla
birlikte sıfatları kabul edenler ‘sıfatlar zatın ne aynı ne O’ndan başkadır’
derler. Fakat sıfatların (zat’a) zait olduklarını söylemeleri gerekir.
Nitekim Eşari böyle olduklarına
inanır. İkinci yorumda sıfadar, zatın aynı olmalıdır. Fakat sıfatların belirli
bir durum nedeniyle özel bir nispederi de olmalıdır. Bu nispet nedeniyle sıfat
(mesela) ‘bilgi’ diye isimlendirilir. Allah Teâlâ’nın talep etmiş olduğu ve
kendisiyle isimlendiği diğer sıfatlarda da durum böyledir. Öyleyse (ayette)
olumlanan veya olumsuzlanan şey, bilgi ve iradenin (kendisi değil) taalluk
etmeleridir. Fakat ilahi kelam, bir şeyi bilmek veya irade etmenin
olumsuzlanması şeklinde tecelli etmiştir. Buradan kesin olarak şu husus
öğrenilir: Bilginin olumsuzlanması bir bilgidir ve bilgi bilinene tabidir ve
her nerede olursa olsun onunla beraberdir. Bilgi her nerede bulunursa bulunduğu
halde bilinene ilişir. Bilginin zatına gelirsek, onun yokluğu düşünülemeyeceği
gibi hakkında kadim denilen bir şeyden sadece özel taalluk olumsuzlanabilir. Bu
taalluk veya nispet, meydana gelen bir durum veya nispettir. Binaenaleyh
olumsuzlama ve olumlama, hâdise yani mümküne yönelir ve bu esnada o hükmün
varlık veya yoklukla nitelenip nitelenmemesi birdir. O zaman burada bilgi ‘lev
(ise)’ edatıyla olumsuzladığında taallukun yerini alır. Bu duruma misal olarak
"Eğer bilirse. ..’128
veya ‘Dilerse’129
ayetlerini verebiliriz. Burada bilmemiş ve dikmemiştir (aksi halde öyle
olurdıi). Belirlenmiş ve zaman içinde meydana gelen taalluk budur. Allah Teâlâ
‘bilmiş olsaydı’ (denilen) durumunu bilendir. Allah Teâlâ’nın ‘dileseydi’
demiş olmayı irade etmiş olduğu söylenemez, çünkü meşiyet, yokluğa taalluk
eder. Allah Teâlâ’nın zatında ise bir sözün meydana gelmiş olması (hudûs)
mümkün değildir, çünkü Allah Teâlâ yaratılmışların mahalli olamaz ve bunun için
de ‘söylemeyi irade etti’ denilemez. İşin gerçeği şudur: Bir şey hakkındaki
irade, o şeyin yokluk halinde var olurken kendisine göre meydana geleceği kadar
varlıktan olumsuzlanırken veya varlık hükmünün kendisinden olumsuzlanması
esnasında kendisiyle niteleneceği istidada bağlıdır.
Meşiyet ile bilgi arasındaki fark
ortaya çıkınca, her ikisinin bilen ve irade edenin zatına ait iki nispet -veya
şifadan kabul eden kelamcılara göreiki sıfat olduğu anlaşılmıştır. Böyle bir
görüşü (sıfadar hakkındaki görüş) dinleyebilmemizi kolaylaştıran asıl
hakkındaki bilgimiz olmasaydı, Allah Teâlâ hakkında ortaya çıkacak hayret daha
güçlü olurdu. Asıl, Allah Teâlâ’nın her peygamberi kavminin diliyle göndermiş
olmasıdır, çünkü
O insanların anlamasını irade
etmiştir. Peygamberin gönderildiği insanlarla konuşurken aşina oldukları
kelimelerin dışına çıkması mümkün değildir. Akıllı, burada bir rahatlık ve
imkân bulurken müşahede ehli rahadık bulamaz, çünkü onlar, müşahede edilenin suretlerinin
değiştiğini görürler. Bu nedenle onlar dilciler gibi değillerdir. Ardından
daha üştün bir sınıf gelir ve şöyle der: ‘Biz, ilahi hitap dili konuşanlarm
aşina oldukları anlama tabi olduğu gibi müşahedenin de inanca bağlı olduğunu
öğrendik.’ Böylece iş onlar adına kolaylaşır: Her dilde (hitabını) anladıkları
Hakkı bu kez her akidede görürler ve hayrete düşmez ve doğru yolu bulurlar.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
DÖRT
YÜZ OTUZ BEŞİNCİ BÖLÜM
'Bazen söz veririm, bazen kulumun
eliyle yerine getiririm, bazen getirmem, yerine getirmediğimde vefasızlık
kuluma nispet edilir, itiraz etme çünkü ben oradayım'
Münazelesinin Bilinmesi
Vaat ettik ve korkuttuk:
korkutmamıza gelirsek Bırak bir yana onu, vaadimiz ise uygulanacak
Çünkü kerimim Ben, kimdir kerim?
Daha önce söylemiştik onu fakat
takdir uygulanır
Doğruluğu nedeniyle tehdidini
uygularsa Rahmeti onun önüne geçer karşı koyar
Onu uygulamaktan kendini engeller
Çünkü rahmet O’ndan ortaya çıkmakta
Sadece daraltan kişi (Mutezİlî)
cezanın infazını görür Söylediğimizi bilmeyen Hakkı hiç bilemez
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ iyilik
yapanların ücretin zayi etmez.’130 Bu durum vaatlerle ilgilidir. Tehditte ise ‘Dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder:131 .
Bilmelisin ki bu münazele, ‘Rahmetim
gazabıma galip gelir’ ifadesiyle ilgilidir. Bu ifade ‘Allah
Teâlâ dilemedikçe siz dileyemezsiniz’132 ayetine dayanır. Kul bir vaatte
bulunup Allah Teâlâ kulun vaadini bozmayı irade ettiğinde, kulun o sözleşmeyi
bozmayı istemesini irade eder. Kulun iradesini önceleyen ilahi irade olmasaydı,
yaratılmışın bir şeyi dilemesi mümkün olmazdı. Böylece kul, iradesini yaratan Allah
Teâlâ’nın iradesiyle sözleşmeyi bozmayı ve vaadini yerine getirmemeyi diler. Bu
durum şiirde ‘Bazen yerine getirmem, itiraz etmemelisin!’ şeklinde ifade edilmiştir.
Yani kul Hakkın iradesi nedeniyle seçiminde mecburdur. Fakat bu münazele sahibi
birinden böyle bir halin gerçekleştiğini gördüğünde, şeriatın o konudaki
hitabına bakmalıdır. Sözü bozmanın ve vaadi yerine getirmemenin kendinden
ortaya çıktığı kimse şeriat tarafından kınanmışsa, Allah Teâlâ’nın kınadığı
gibi onu kınamalıdır. Bu durumda insan sadece bir aktarıcıdır. Nefsâni
amaçlarla onu kınamaz. İşte edep bu demektir. Bu durum iyiliklerle ilgilidir.
Nitekim suç işleyen, birisine cezalar Hakkın emri nedeniyle verilir (burada
cezayı uygulayanda nefsânî bir amaç yoktur). Bu nedenle kul bir dini cezayı
belirleme hakkına sahip olmadığı gibi böyle bir kanun da ortaya koyamaz.
Sözler tehditle ilgili olabilir ve bu
esnada meşru bir ceza bulunmaksızın kişi muhayyer bırakılmış olabilir. Böyle
bir durumda Allah Teâlâ katında tehdidi uygulamamanın uygulamaktan üstün
olduğunu bilirse, onu uygulamamak ve böyle bir sözü bozmak gerekir. Bu durum
‘Bir yemin edip ondan daha hayırlı bir iş gören kimse yeminin kefaretini ödesin
ve hayırlı olan işi yapsın’ hadisinde belirtilmiştir. Allah Teâlâ ‘İçinizden
faziletli ve servet sahibi kimseler ... mallarından veremeyeceklerine yemin
etmesinler’133 buyurmuştur. Şair şöyle der:
Ben vaat ederim, tehdit ederim
Vaadimi yerine getiririm ama
tehdidimden vazgeçerim
Yemini bozmanın cezası kefarettir,
çünkü insana güzel ahlak emredilmiştir ve iyiliği terke yemin kötü ahlakın bir
parçasıdır. Bu nedenle insan kefaretle cezalandırılır. Bize göre bu ceza,
fakihlerin genelinin anladığı tarzda değildir -çünkü Allah Teâlâ bize
kendisiyle baktığımız bir göz vermiştir.Bize göre kefaretin durumu şudur: Allah
Teâlâ’nın kötülük yapanı kötülüğüne göre cezalandırmakla onu bağışlamak
arasında bizi muhayyer bıraktığı bir kişiyi düşünelim. Bize karşı kötülük
yapan insan, bize kendisine muhtaç olduğumuz âhiret hayrını kazandırmış demektir.
Öyle ki Allah Teâlâ bizim ile o kötülük vesilesiyle ortaya çıkan hayır
arasındaki perdeyi kaldırıp onu gözlerimizle görebilseydik, bize kötülük yapan
insandan daha çok kimsenin bize iyilik yapmadığını söylerdik. Bize göre onun
cezası mahrumiyet olmaz, onu affeder, cezalandırmaz, nefislerimizin hoş
göreceği üzere sahip olduğumuz hayırlardan kendisine verirdik. Çünkü ne biz ne
de dünya hayatındaki herhangi bir yaratılmış, (ahirette kendisine kazandırdığı
hayrı gördükten sonra) kendisine kötülük yapan insana verilecek iyiliğe
sahibiz. Aynı zamanda insan, dünyada kendisine iyilikte bulunandan böyle bir
hayır göremez. Buna inanan ve böyle düşünen bir insan, muhayyer bırakıldığında
kötülük yapmış birine kötülükle nasıl karşılık verir ki? Kötülük edilen kişi
yemin eder ve sonra ettiği yemininden dönerse, kötülük yapana hakkım vermemiş
olur. Kötülük yapan insan (ahirette böyle bir hayrın ortaya çıkmasını)
amaçlamamış olsa bile, iman onu temin eder. Bu yönüyle kötülük yapan insan müşrik
ise Müslüman; mümin ise tövbekâr olması veya durumunu düzeltmesi için dua etmek
gerekir. Kötülük yapana sabretmek ve onu cezalandırmakla ilgili âhiret
hayatındaki hayrı ve iyiliği bildiren haberler bulunmasaydı bile, insanlar
arasında geleneksel olarak yerleşik uygulama yeterli olurdu. Bu uygulama suçluyu
affetme ve bağışlamadır, çünkü bağışlama güzel ahlakın bir parçasidir. Suçlu
bana karşı hata yapmasaydı, ben o güzel ahlakla nitelenmeyecek ve o güzel
ahlak benden ortaya çıkmayacaktı. Onu cezalandırmış olsaydım, onun hakkında bu
nitelikler benden düşmüş olacaktı. Bu durumda ben cezalandırma nedeniyle
övülmekten daha çok kınanmaya yakın olacaktım. Hâlbuki şeriat bağışlamak ve
affetmenin karşılığının Allah Teâlâ’ya ait olduğunu bildirmiştir.
‘Bazen sözümü tutarım, bazen tutmam’
ifadesinin bir yönden vaade ve tehdide, bir yönden de Allah Teâlâ’nın
kullarında bulunan sözü tutmak ve tutmamaya da döndüğünü öğrenmiş oldun. Çünkü
onlar yaptıkları şeyi Allah Teâlâ’nın iradesiyle yaparlar. Öyleyse sözü yerine getirmek
veya getirmemek, asıl itibarıyla, Allah Teâlâ’ya döner. Bu nedenle Allah Teâlâ
‘itiraz etme’ demiştir. Bununla birlikte Hakk ‘itiraz etme’ diyerek itiraz eden
olmuştur. Bu nedenle sen de itiraz etmelisin. Çünkü yetki sahibiyken bu esnada
itiraz etmek ile cezalandırılması gereken bir kişiye haddi uygulamak arasında
fark yoktur. Sen ona cezasını uygulamasaydın, Allah Teâlâ’nın emrine karşı
gelmiş sayılırdın. Kendini günahtan uzak tutmak isteyen âlim-mümin, böyle
müşahede yerlerini ve mevkıfları kaçırmaz. Çünkü o kendileriyle nitelenmek için
sürekli güzel ahlakı araştırır, o ahlakta ve edepte edepliler ve eminler gibi
davranır. Onlar bu konuda şeriatı gözetenlerdir. Bu noktada örfe göre iyi
sayılan bazı hususlar dine göre iyi sayılmaz. Bu nedenle üstadın meşru hakikat
olmalıdır. Allah Teâlâ sana bir şey emrettiğinde, emrine bağlan, bir şey
yasakladığında ondan uzaklaş; serbest bıraktığında ise Allah Teâlâ’ya en
sevimli gelen ve O’nun en çok tercih edeceği işi yapmalısın!
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır
'Sen benim yanımda olduğun gibi ben
de insanların yanında olsaydım, bana ibadet etmezlerdi' Münazelesinin Bilinmesi
Hemcinslerin ve
bütün var olanlar
Senden benim bildiğimi bilselerdi ibadet etmezlerdi
başkasına
Sen onlara göründün ben görünmedim
Gayb olmasaydı inkâr etmezlerdi > .
Seni yakın/dünya suretinle bir
gruptan perdeledim . Uzağı/âhireti bilselerdi ibadet etmezlerdi
İsimleri bilseler,
misallerle sınırlı kalmazlardı
Beden onları
yönlendiremezdi
Onlarda bulunan
haller başkalaşsa bile
Sayılar ve
zıtlardan bileşik değillerdir
Bütün bunlar
suretimize mahsus
Kimse zatımızda
inkâr edemez onu
Fakat onlar
hakkımızda hata yaptı
Peygambere karşı
duydukları hasetle
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Biz
seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.’134 Başka bir ayette ‘Ben
yeryüzünde halife yaratacağım’135 buyurur. Halifelerinden birisine ‘Hevaya
uyma’136
demiştir. Buradan insanların halifeler karşısındaki mertebeleri olduğu gibi
halifelerin birbirine karşı derecelenişleri öğrenilir. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ Adem’i kendi suretinde
yaratmıştır. Arş’a istiva etmezden önce onu yaratmamıştır. Arş’a ise Rahman
istiva etmiştir.’ Allah Teâlâ’nın rahmeti Ebu Yezid el-Bestami’yi
kuşatıp âlemin bu rahmete ilave bir
etkisinin olmadığını görünce Hakka şöyle hitap etmiştir: ‘İnsanlar senden
benim bildiğimi bilselerdi, sana ibadet etmezlerdi.’ Allah Teâlâ ise şöyle der:
‘Ey Ebu Yezid! İnsanlar senin hakkında benim bildiklerimi bilselerdi, seni
taşlarlardı.’
Bilmelisin ki kulları arasında Allah
Teâlâ’nın yerini alacak şekilde ona halife olacak kişiye Allah Teâlâ kendi
sıfat ve niteliklerini giydirir. Böylece halife zahir olurken onu halife
atayan batın kalır. Bu durumda halife, içinde rahmet bulunan Arafın suru gibi
olur. Çünkü halife, rahmeti gazabına baskın gelen Haktır. Onun zahiri ise: ön
tarafından azaptır. Azap onun zahirinde değil, önündedir. Bunun nedeni,
üzerlerine halife olduğu kimselerin önce onu görmesini sağlamaktır. Allah
Teâlâ onun için bir takım sınırlar belirlemiştir ki insanlara o sınırlara göre
davransın. Bu sayede ilahi cezalara iman etmiş bir mümine onları tatbik
ettiğinde, kendisini halife atayan Hakk kınanmadığı gibi o da kınanmaz ve
övülür. Bu yönüyle ‘Peygambere itaat eden, Allah
Teâlâ’ya itaat etmiştir.’137 Onu
ancak halifeyi (kendisini halife atayan) Allah Teâlâ’yı tanımayan kimse
kınayabilir. Aramızdan merhamet sahibi olanların iki rahmeti vardır: Birincisi
doğal rahmettir ki, bu, mizacının gerektirmiş olduğu rahmettir. Diğeri, ilahi
surette yaratılmış olmak nedeniyle Allah Teâlâ’nın ona yerleştirdiği rahmettir.
Bu rahmet Allah Teâlâ’ya ait yüz rahmeti içerir. Çünkü Allah Teâlâ’nın isimleri
sayısınca -ki doksan dokuz ismi vardırrahmeti vardır; Allah Teâlâ teki sevdiği
için, yüzüncüyü gizlemiştir. Her ilahi ismin bir rahmeti vardır. Bununla
birlikte Allah Teâlâ’nın bir ismi de el-Muntakim’dir ve O’nun intikamında da
rahmet bulunur. Allah Teâlâ izin verirse, bu hususu ilahi isimlerin bulunacağı
kısımda zikredeceğiz. Kullar içerisinde merhamet sahiplerinin yüz bir rahmeti
-tek olsun diyevardır. Çünkü merhametli insan da tektir ve teki sever, çünkü
(teki seven) Allah Teâlâ’yı sever.
Cennet dereceleri yüz tanedir ve her
derecenin bir rahmeti vardır. Cehennemin de yüz derekesi vardır ve her derekede
gizli bir rahmet bulunur. Gizli rahmet o derekedeki kimse adına belli bir süre
sonra ortaya çıkar, çünkü gazap rahmete yenilmiş ve onun tarafından geçilmiştir.
Bir yerde gazap ortaya çıktığında, rahmeti o mahalde kendisini geçmiş bulur.
Böylece rahmet ona baskın gelir ve onu yener. Çünkü bir şeyi uzaklaştırmak, onu
ortadan kaldırmaktan kolaydır. Gazabın gazap edilendeki hükmü, bilhassa (rahmet
ile) çatışmanın gerçekleştiği zamandır, çünkü gazaba maruz kalan kişi gazabın
ve rahmetin (elde etmek istediği) mahallidir. Dolayısıyla o mahalle bir
güçlüğün ve meşakkatin ulaşması gerekir. Bu meşakkat, rahmet galip gelene
kadar devam eden savaşta rahmet ile gazabın arasında bulunmasından kaynaklanır.
Şefaatçilerin şefaati doğal rahmet vasıtasıyla gerçekleşir, kendilerine yerleştirilmiş
rahmetle değil! Çünkü insana yerleştirilmiş ilahi rahmete kulda bir izzet ve
otorite (duygusu) eşlik eder. Böyle bir rahmetten şefkat meydana gelmez. Doğal
merhametten ise şefkat meydana gelir. İlahi rahmete izzet eşlik etmeyip
şefkatten münezzeh olmasaydı, Allah Teâlâ herhangi bir yaratılmışa azap
etmezdi. Kulun Allah Teâlâ’nın yaratıklarına karşı içinde bulduğu rahmet,
konulmuş rahmetin değil, doğal rahmetin hükmüdür. Çünkü konulmuş rahmet, ancak Allah
Teâlâ’nın halifelerindedir. Bakınız! İnsan halifenin (hükümdar)
cezalandırdığını, insanlara haksızlık ve zulüm ettiğini görünce, cezalandırılan
masumlara karşı şefkat duygusuna kapılır ve ‘hükümdarda hiç merhamet yok,
yerinde ben olsaydım, şu adamı bağışlar ve kendisine zulüm yapmazdım’ der. Aynı
adam hükümdarlık görevine getirildiğinde, şefkate yol açan doğal rahmetten Allah
Teâlâ kendisini perdeleyerek izzet ve otoritenin eşlik ettiği rahmeti onda
yaratır. Bu kez aynı adam, şefkat veya ihtiyacıyla değil, meşiyetin gereğiyle
irade eder, çünkü o kendini müstağni ve aziz görür. Böylece zulüm yapar ve
cezalandırır, hatta o makama gelmezden önce kınamış olduğu hükümdardan daha çok
zulüm yapar. Bu çelişki hatırlatıldığında -bilgili biri değilseşöyle der: ‘VAllah
Teâlâi, bilmiyorum! Ben içimde sizin gördüğünüz şeyi buluyorum. Şimdi davranışları
nedeniyle eleştirdiğim halifenin mazur olduğunu görüyorum.’ Bir arkadaşım
benzer hadisenin imam Nâsır li-dinillah Ahmed b. Hasan ile babası arasında
gerçekleştiğini anlatmıştı. Nâsır vezirin yanında babasını eleştirmişti.
Hükümdarlık görevi verildiğinde ise görevi devraldığı babasından ortaya çıkan
davranışlar ondan da ortaya çıkmaya başlamış. Bunun üzerine vezir kendisini
uyardığında şöyle demiş: ‘O zaman içimde bulduğum hal benden gitti! Bende
sadece izini gördügünüz hal kalmıştır. Şimdi babamın masum olduğu duygusu bende
yerleşmiştir.’
Bu münazelenin özü şudur: Allah Teâlâ,
Muhammedi’yi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i yarattığı şekilde
yaratır. Allah Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i müminlere karşı
rauf ve rahim olarak yaratmış, bütün âlemlere rahmet olarak göndermiştir. Öyle
ki, Ra’l, Zekvan kabilelerine bedduası bile aşırılıkları artmasın diye onlara
dönük bir rahmetti. Taşkınlıkları artsaydı, Allah Teâlâ’nın rahmetinden daha
çok kovulurlardı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Allah
Teâlâ’nın onları bağışlayacağını bilseydim, yetmiş kereden çok tövbe ederdim.’
Bunu ise ‘istersen onlar için yetmiş kez mağfiret dile, Allah Teâlâ onları
bağışlamayacak’ ayeti üzerine söylemiştir. İnsanlar, Allah Teâlâ’nın onu üzerinde
yaratmış olduğu özelliğe göre Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’den
bildiğini bilselerdi, hiç kimse yükümlülüğüne göre Allah Teâlâ’ya ibadet etmez,
insanlar bir bilgiye sahip oldukları halde arzularına uyarlardı. Çünkü Allah
Teâlâ arzusuna uyanları sadece bilgisizce arzularına uydukları için cezalandırır.
Binaenaleyh bilgisizlik mahrumiyeti, onlarda gerçekleşmiştir. Allah Teâlâ şöyle
der: ‘Aksine zalimler arzularına tabi
olmuşlardır.’138 Başka
bir ayette ‘Bir bilgisi olmaksızın arzusuna
uyanlardan daha zalim kim vardırT139 buyurur. Allah Teâlâ Hz. Davud’a ‘Hevaya
uyma, o seni Allah Teâlâ’nın yolundan saptırır’140 diye emreder. Hâlbuki ‘Allah
Teâlâ’dan’ dememiştir. Allah Teâlâ’nın yolu senin muduluğunun bulunduğu yer
olan ‘karar yeri’ için belirlediği şeriattır. Ayetin devamı (hakikatleri) Allah
Teâlâ’dan anlayanlar için ilahi işaretlerin en sırlılarındandır. Allah Teâlâ
şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ yolundan saptıranlar
için, hesap gününü unutmalarına karşı büyük bir azap vardır.’141
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
'Benim şeriatımdan nasibini bilen
kimse benden nasibini bilir, çünkü ben bir mertebede senin yanında olduğum
gibi sen de benim yanımdasm' Münazelesinin Bilinmesi
Kim benimleyse ben de onunlayım O nasılsa ben de öyle, bir
ekleme yok
■
Şeriat zahirdir ve gaybdır Kulların makamları ona ait
Alem ona hizmet eder
Bir artış
olmaksızın o da hizmet eder
Ahdini yerine
getiren kişi
Bütün akitleri
yerine getirmiş demektir
Bize tenezzül etmek O’nun işi Biz ise
yükselmekteyiz
Amellerimizde yükseliriz O’na doğru
O koruyan ve gören
Keşif hazzına erdik biz Bir de
müşahede lezzetlerine
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Beni
zikredin ki ben de sizi zikredeyim.’142 Bir dilencinin birisinden ‘Allah Teâlâ
rızası için’ veya ‘Allah Teâlâ’nın senin nezdindeki hatırı için bana bir şey
ver’ diye dilendiğini görmüştüm. Yanımda Esbecceli Müdevver adlı salih bir köle
vardı. Adam bir kese çıkardı, kesede irili ufaklı gümüşler vardı. Adamın en
küçük gümüşü aradığını gören köle bana şöyle dedi: ‘Adamın neyi aradığını
biliyor musun?’ Allah Teâlâ katında-
ki değerini ve kıymetini arıyor.
Büyük bir parça çıkartırsa, muhtemelen lisan-ı halle Allah Teâlâ katında
değerim bu kadar değildir diyecek ve neticede adam kesede bulduğu en küçük
parçayı çıkartarak dilenciye uzatacak.’ Allah Teâlâ kendisini gayret
özelliğiyle nitelemiş, kullarının çoğunun ise en değerli ve kıymedi mallarını
arzu ve amaçları uğruna harcayacaklarını bilir. Onların çoğu Allah Teâlâ için
bir şey verirken işi yaramaz bir eşya, birkaç kuruş para, yırtık bir elbise vb.
şeyleri verir. Yaygın olan budur. Kıyamet günü gelip Allah Teâlâ vermiş olduğu
malları kimsenin göremeyeceği bir şekilde kuluyla kendi önüne koyar. Sonra
kulun Allah Teâlâ’dan başkası uğruna harcamış olanlarını getirir ve şöyle der:
‘Ey kulum! Bunlar benim sana ihsan ettiğim nimetim değil mi? Benim hatırım
uğruna senden bir şey isteyene verdiklerin nerede?’ Ardından dilenciye vermiş
olduğu değersiz ve basit malı gösterir. Ardından şöyle der: ‘Peki arzuların
için harcadığın mal nerede? Bu kez malının en değerli kısmını gösterir. Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Benim uğruma böyle değersiz bir malı vermekten utanmadın mı?
Önümde durup yaptığın davranışlarını sana tek tek sayacağımı bilmiyor muydun?’
Bu sözler üzerine kul pek utanır. Sonra Allah Teâlâ ona şöyle der: ‘İhtiyacına
karşılık yardım ettiğin dilencinin duası nedeniyle seni bağışladım. Ben senin
verdiğini nemalandırdım ve o kadar arttı ki senin arzun için harcadığın malı
silip götürmüştür. Çünkü ben senin sadakanı senden aldım ve onu senin için
nemalandırdım. Mal şahiüerin önüne getirtildiğinde, birkaç kuruşluk mal Uhud
dağından daha büyük, Allah Teâlâ’dan başkası için verilmiş mal ise ‘hebaen
mansur’ haline gelmiştir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah
Teâlâ faizi yok eder, sadakaları bereketlendirir.’143
Allah Teâlâ’yı bilenler (arifler) -ki
onların küçükleri büyük, büyükleri ise kendisinden daha büyük olmayacak kadar
büyüktürkendilerine göre en değerli ve en değersiz olanları olmak üzere (bütün)
mallarını verirler. Onlar Allah Teâlâ’ya ait olduğu kadar sahip oldukları
bütün mallar da Allah Teâlâ’ya aittir. Başka bir ifadeyle köle ve sahip olduğu
her şey, Efendi’ye aittir. Arifler Allah Teâlâ’nın eliyle verdikleri gibi alan
elin de Allah Teâlâ’nın eli olduğunu görürler. Onlar verirken ve alırken
(herhangi bir şeyi) kendilerine izafe etmez, dosdoğru yolda hidayet ve meşru
edeple hareket eder, Hakkın karşısında O’nun onlarm kalplerinde bulunduğu üzere
bulunurlar. Onlar, Allah Teâlâ’nın şiar ve yasaklarını yüceltir, şahitlerin
ortaya çıktığı günde Allah Teâlâ da onları yüceltir. Diğer insanları ise kendi
mertebelerine yerleştirir. İşte o gün pişmanlık günüdür. O gün kötülük işleyen
insanın ‘keşke yapmasaydım’, iyilik işleyenin ise ‘keşke daha çok yapsaydım’
diyeceği pişmanlık günüdür. Arif ise hiçbir şey demez, çünkü arifin hali
değişmez: Dünyada hangi halde ise ahirette de o haldedir. Yani sürekli rabbini
müşahede ederek sahiplik ve tasarruf iddiasından uzaklaşır. Fazla yapmadığı
için veya tüm gücünü harcamadığı için üzülmesine yol açacak kendisine izafe
ettiği bir ameli yoktur. Ariflerden bir hata ve günah zuhur ederse, bu durum
kaderin hükmüdür ve Allah Teâlâ -hatanın ölçüsüne göre(günahı sevapla)
değiştirerek tövbelerini kabul eder; burada bir artma ve eksilme söz konusu
değildir. Çünkü arif, her nefes, kendinden çıkan fiillerine karşılık şer’i ve
hakiki tövbeyle tövbe edendir. Meşru tövbe günahlardan dönmek demek iken hakiki
tövbe Allah Teâlâ’nın güç ve kuvvetine ilticayla güç ve kuvvetten ‘dönmektir.’
Binaenaleyh arif, teklif diyarında yani dünyada iki tövbe arasındadır. İnsan Allah
Teâlâ’nın ‘dilediğini yap, seni bağışladım’ diye hitap ettiklerinden olduğunu
bizzat Allah Teâlâ tarafından öğrenmiş olsa bile, bu durum da onu ameli nefsine
izafe etmeme halinden uzaklaştırmaz. (Ancak) bu bildirmeden sonra, onun için
meşru tövbe söz konusu olmaz, çünkü böyle bir arif, (yasaklamanın kalktığı
bütün fiillerinde) mubah, mendub ile farz ibadetler arasındadır; mekruh veya
harama onun ayağı girmez, çünkü şeriat dünya hayatında bu iki hükmü ondan
düşmüştür. Bu konuda genel hakkında ve Bedir savaşçıları hakkında ise özel
olarak Allah Teâlâ’dan aktarılan kutsi bir hadis vardır. Bu hadis Bedir
savaşçıları hakkında umut bildirirken, umum için gerçekleşmiş olduğundan kuşku
yoktur. Allah Teâlâ’nın birine bu gruptan olduğunu bildirmiş olması, dünya
hayatında ona yönelik bir müjdedir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘İmarı
eden ve takva sahibi olanlar için dünya hayatında ve ahirette müjde vardır. Allah
Teâlâ’nın kelimeleri değiştirilemez.'’1'14 İşte bu
takva sahibi müminin halidir. Müminin durumu böyleyken, hiçbir zaman yalan
elbisesi giymemiş temiz arifin hali nasıldır? O kişi nur içinde nur (olarak
bulunur). Şeriatın adabını koruyup tabiata (bedene) Allah Teâlâ’nın vacip
kıldığı hakkını verip ona mertebesini aşırmayan kişi, edepli ariflerden birisi
olduğu gibi aynı zamanda sır sahibi eminlerdendir.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır
DÖRT YÜZ OTUZ SEKİZİNCİ BÖLÜM
'Benim
kelamımı okuyan benim perdemi görür, meleklerim ona iner, sustuğunda yanından
ayrılırlar, bu kez ben ona inerim' Münazelesinin Bilinmesi
Kelamım benden başka
değil, o benden başka Benzer benzerlere zıttır zira
Ariflere de ki: Allah
Teâlâ’nın kelamını okuduğunuzda Vecd kaybolsun gitsin
Şehadet âleminde delilim
harfler Gaybde ise manalar ki onlar haddir
Perdeleri
çektim, onu göremez Gerçekte yakınlık uzaklık
Kuran’ı
okuyan düşünmesin Veya bakmasın, çünkü sır şahittir
Allah
Teâlâ, Talut’tan söz ettiği ayette şöyle der: ‘Peygamberleri onlara onun mülkünün alameti
size Talut’un gelmesidir. Onda rabbinizden sekinet bulunur.’1*5 Allah Teâlâ ayette zikredilen ‘sekineti’
Muhammed ümmetinde müminlerin kalplerine indirmiş, bu ve benzeri ayrıcalıklarla
Muhammed ümmeti ‘İnsanlar
için çıkartılmış en hayırlı ümmet’146 olmuştur. Allah Teâlâ şöyle der: ‘O müminlerin kalplerine sekineti indir endir.’147 Bu ümmetin dışmda başka bir ümmette
görünür olarak gerçekleşmiş şey, bu ümmette gizli ve görünmez bir şekilde
gerçekleşmiş, ardından ‘zevk ehli’ onu kalplerinde bulmuş, böylece ‘sekinet’
onların niteliklerinden biri olmuşken Muhammed ümmetinin dışındaki ümmederde
yabancı kalmıştır (ecnebi). Binaenaleyh Muhammed ümmetinin alameti
kalplerindedir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Müftüler fetva verse
bile, sen fetvayı kalbine sor’ der. Sekine Muhammed ümmetindeki müminlerin
kalplerine indirilmiş olmakla birlikte Allah Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in sahabesinden birine Kuran okurken bunu göstermiştir: Sahabe
Kuran okurken atı deprenmeye başlamış. Sahabe başını kaldırmış, içinde ışık
bulunan bir bulut görmüş. Her ayet okuduğunda, bulut kendisine doğru yaklaşıyor,
sustuğunda yükseliyormuş. Sahabe bu durumu anlatınca Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem şöyle demiş: ‘Gördüğün Kuran nedeniyle inen sekinedir.’ Yani
sahabe sekinenin misalini kendi dışında gözleriyle görmüş, Hakk kalbinde
bulunanın suretini gördüğü bir ayna olmuştur. Kuran Allah Teâlâ’nın zikridir ve
‘Allah Teâlâ’yı
zikretmekle kalpler mutmain olur.’148 Nitekim Allah Teâlâ yüce kitabında böyle
buyurmuştur. Bu yönüyle itminan, Kuran’ın müminlerin kalplerine indirdiği
sekinedir. Binaenaleyh İsrailoğullarının ayederi (sekinet alamederi) açık ve
zahir iken bizimkiler kalplerimizde kalmıştır. Bu fark Muhammedi vârisler ile
diğer nebiler arasındaki farktır. (Muhammed ümmetinden velilerden) diğer nebilerin
vârisleri göstermiş oldukları harikulade olaylarla umum tarafından
tanınırlarken Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in vârisleri (olan
veliler) genel nezdinde meçhul, seçkinler arasında tanınan kimselerdir. Çünkü
Muhammedi vârisin harikuladesi (keramet) kalbindeki bilgidir. O her nefes
rabbi hakkında yeni bir hal ve zevk bilgisi kazanır ve bu iş böyle sürer.
Cüneyd-i Bağdadî bir mecliste tevhid hakkında sorulmuş bir soruya zamanın
dakikalarının değişmesiyle farklı cevaplar vererek bu meseleye dikkat
çekmiştir. Nitekim Kuşeyıî, Risale’sinin başlangıcında bu görüşleri
zikretmiştir. Muhammedînin rabbi hakkındaki bilgisi arttıkça, Allah Teâlâ’ya
yakınlığı artar. Onlar mukarrebûn, yani Allah Teâlâ’ya yakın kimselerdir.
Görünür halleri ise âdet üzere ortaya çıkar. Bu nedenle tanırlartanınmazlar
(bazı kimselerce tanınır genel tarafından bilinmezler). Onlar, ümmete nasihat
etmek üzere, Allah Teâlâ’nın kendilerine vermiş olduğu kendisine dair marifeti
getirirler. Sıradan insanlar bu bilginin değerini bilmezler, çünkü onlar böyle
bilgileri şekilci âlimlerden tanımışlardır. Onlar delil yoluyla Allah Teâlâ’yı
bilmekten söz ettiklerinde, delil bilgisiyle zevk bilgisini ayırt edemezler.
Şekilci âlimler genellikle onları tekfir ederlerken aynı bilgi Kuran’da veya
kutsi hadiste veya başka bir hadiste aktarıldığında, Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem adına onu kabul ederler. Bu körlüğün ne kadar büyük bir körlük
olduğuna bakınız!
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ tarafından elçi olarak gönderilmemiş
olsaydı, önceki nebilerdeki gibi insanların göreceği bir mucize kendisinden
ortaya çıkmayacaktı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden ortaya çıkıp
aktarılan mucizeler, Allah Teâlâ’nın ümmete dönük şefkatinden kaynaklandığı
kadar aynı zamanda kendisini ve getirdiği vahyi yalanlayanlara karşı susturucu
delil ortaya koyma maksadı taşır. Bakınız! Allah Teâlâ peygamberini bilmiş
olduğu bir makama nasıl yolculuk ettirtmiştir? Kuran-ı Kerim ve sahih
rivayetler hadiseyi anlatır. Peygamber o gecenin sabahında insanların yanına
çıktığında, isra yolculuğunda Rabbiyle arasında gerçekleşen hadiseleri
anlatmış, sahabenin bir kısmı duyduklarını inkâr etmişti. Çünkü onlar
peygamberin üzerinde yolculuğun izini ve kalıntısını görmemişler, aksine Allah
Teâlâ onların (iman) yükümlülüğünü artırmıştır. Hâlbuki Hz. Musa Rabbinin
katından geldiğinde Allah Teâlâ iddiasındaki doğruluğun anlaşılmasını
sağlayacak bir nuru yüzüne giydirmişti. Hz. Musa’yı kim görse, nurunun
şiddetinden kör oluyor, bu nedenle Hz. Musa yüzüne bir örtü örtüyor, bu sayede
ona bakanlar kendisini gördüklerinde bir sıkıntıya maruz kalmıyorlardı.
Şeyhimiz Mağripli Ebu Ya’zî (meşrepte) Hz. Musa’nın vârisiydi. Allah Teâlâ ona
böyle bir kerameti vermişti. Yüzünü gören herkes kör olur, sonra da şeyhin
üzerinde bulunan bir elbiseyi yüzüne sürer, Allah Teâlâ da onun görme gücünü
tekrar kendisine verirdi. Onu görüp kör olanlardan biri de kendisini ziyaret
eden şeyhimiz Ebu Medyen’di. Ardından Ebu Ya’zî’nin üzerindeki elbiseyi
gözlerine sürmüş, Allah Teâlâ da onun görme gücünü kendisine vermişti. Şeyhin
kerametleri Mağrip’te meşhurdur. Benim zamanımda hayattaydı, fakat
meşguliyetlerim nedeniyle kendisini görememiştim.
Muhammedi
veliler arasından bilgide, halde ve Hakka yakınlıkta Ebu Ya’zî’den daha büyük
veliler de vardır. Ne onlar Ebu Ya’zî’yi ne de Ebu Ya’zî onları tanır.
Allah
Teâlâ bir insanın alametini kalbine yerleştirip o kişi de kurbiyette Rabbinden
gelen bir delile sahip olursa, İliç kuşkusuz, ellerini her çeşit • hayırla
doldurmuş, Allah Teâlâ onu seçmiş, kendisine ayırmış, kendisine dönük gayreti
nedeniyle perdeleyici bir özelliği ona giydirmiştir. Artık dünyada gözler onun
halini göremez. Böyle insanlar gizlenmiş ve halktan uzaklaşmış velilerdir.
Onlar Hakk ile tahakkuk ettikleri için, şeriat getiren peygamber olmadıkları
halde, kendisi de gizli olan Hakk onları kıyamet gününe kadar perdelemiş ve
saklamıştır. Allah Teâlâ kıyamette kullarına görüneceği bir yerde onları da izhar
eder. Söz konusu yerde Allah Teâlâ seçkinlere ve kullarının geneline bizzat
gözükür.
Allah
Teâlâ’ya yakınlıkta Muhammedi’nin değeri rabbinin kelamını olcurkenki makamıyla
ortaya çıkar ve bilinir. Bu makam onun okuduğu ayetler karşısındaki
sakinliğidir (sükûnet). Bu sakinlik ise okuduğu ayetlerin manalarını bilmesi ve
muttali olmasından kaynaklanır. Tilavet esnasında (Allah Teâlâ’nın) katında
bulunan şeyleri hatırlar, kendisini tanır. Allah Teâlâ Ruhu’l-kuds vasıtasıyla kelamının nesir ve
nazmını ona işittir ki, ilahi vahyin dışında, ‘şiir’ denilen nazımda şeytanın
esintilerinden korunsun. Bir rivayette Hasan b. Sabit’in Kureyşlileri
hicvetmek istediğinde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden himmet talep
ettiği, buna mukabil peygamberin ona şöyle dediği aktarılır: ‘Hasan! Sen
söyle, çünkü Ruhu’l-kuds peygamberin iffetini savunduğun sürece seni
destekleyecek!’ Dolayısıyla şeytana ona ulaşma imkânı bırakmamıştır.
Peygamberi savunan birinin durumu böyleyse, Allah Teâlâ’dan ve Allah Teâlâ
vasıtasıyla konuşanın hali nasıl olabilir? Böyle biri, rabbinin sözünü
söylerken O’ndan aktaran haline gelir! Sahih bir rivayette Allah Teâlâ’nın
kulunun diliyle şöyle dediği rivayet edilir: ‘Allah Teâlâ namazda kendine hamd
edeni duymuştur.’ Hâlbuki oradakiler namaz kılanın sesini duymuşlardı. Hamdi
söyleyenin sözünü Allah
Teâlâ -namaz kılana
değilkendine nispet etmiştir.
Ey
samimi dost! Bu sözün anlamını öğrenirsen, Allah Teâlâ’nın izniyle, mutlu
olursun!
Benim
sözüm benden başka değil ve benden başka Dedik ya: Attın ama sen atmadın
Ey
nefsim! Nefisler talep ettiğinde Gel sözüne bağlanmak üzere
Cimri
olma, cimrilik bir kötülük Yükseleceksen ancak vermekle yükselirsin
Hakk
ol, yalan peşinden koşma Kuran’ın kendisi ol, okurken kitabı
Çünkü
Allah Teâlâ kulun sesini duymaz Kendisine herhangi bir sesle nida ederken
Hakk
ile okursa‘kulum’der Onun görülen hali ölüdür
Çünkü Hakk onu diri görmez
Bu nedenle diriler üzerine ‘ölüler’ diye yazdılar
Kuran-ı
Kerim’in (harfleri demek olan) zahirini ve batındaki hikmetini tasdik etmekle
okuma nedeniyle sükûnet bulan, okuyucu ve sekinet sahibidir. Fakat Kuran-ı
Kerim’i okuyup zahirde sükûnet bulsa bile batında bulmayan -ki batındaki
sükûnet okunan ayetten varlığa yayılan mananın anlaşılmasıdır-, ayetin anlamını
özellikle zahirî manayla sınırlamamahdır. Kuran-ı Kerim’i böyle okuyan,
sekinet sahibi olmadığı gibi Muhammed ümmetinden olsa bile Muhammedi vâris veya
mümin değildir. Kuran-ı Kerim’i okurken batında sükûnet bulsa (anlamı kavrasa)
ve zahirde sükûnet bulmayıp meşru sınırları ihlal etse, böyle biri varis ve
Muhammedi olmadığı gibi mümin de değildir ve Allah Teâlâ’dan en uzak insandır.
Çünkü Ruhu’l-kuds’un ilk olarak kovacağı kimse o olduğu gibi o da
Ruhu’l-kuds’ten uzaktır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kıyamet günü
böyle biri hakkında Rabbine ‘yaz'k, yazık ona’ diyecektir. Allah
Teâlâ o gün onu Mutlu etmez, kendisine yardım etmez. Kıyamet günü onun
yaşayabileceği en büyük üzüntü, Kuran-ı Kerim’i okurken zahirde ve batında
sükûnet bulanın (ulaştığı makamı) görmekle kapılacağı üzüntüdür. Aynı ayet
nedeniyle batında sükûnet bulan insan mutlu olurken kendisinin bedbaht
olduğunu görür. Onun bedbahdığının sebebi, (okuduğu ayet nedeniyle) zahirdeki
sükûnetin olmayışıdır. Böylece ona imandan mahrum kaldığı için, pek çok hayrı kaçırmış
olur. Böyle bir insan eve kapısından değil, ardından giren kişidir. Allah Teâlâ
bizi ve sizi okuyup sükûnet bulanlardan etsin. Tilavette telvinde ise ayetlere
göre sabit kalır ve temkin haline geçer. Bu hali ihsan edecek ve buna gücü
yetecek kimse Allah Teâlâ’dır.
‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
DÖRT
YÜZ OTUZ DOKUZUNCU BÖLÜM
'İçimizden seçkinler adma nebevi
vârislik yoluyla gerçekleşen ikinci kab-ı kavseyn' Münazelesinin Bilinmesi
Kab-ı kavseyn
bizim için bizden önce Kab-ı kavseyn isra yolculuğuna
çıkana ait
Ben sadece hizmetçi bir vâris Verasetle ona ulaştık ona,
dikkat et!
Helal de haram da
belli -
Bir karışıklık yok arada
Kuşku kimde var bilir misin:
‘Yolculuğa çıkartan benim ve ben O
değilim’ diyende
Bilir ki vâristir o •
Bunu bilen sadece uyarılmış olandır
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Zikirden
önce Zebur’a yeryüzüne salih kullarımızın vâris olacağını yazdık.’149 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ‘Alimler nebilerin vârisleridir’ der. Başka bir hadiste Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem peygamberlerin altın veya gümüş miras
bırakmayacaklarını, sadece bilgiyi miras bırakacaklarını söylemiştir. Anlam
itibarıyla vâris, mirasçısının topladıklarını kullanan kimse demektir.
Peygamber varisliğinde vâris olunanın bilgisinde eksiklik meydana gelmez.
Başka bir ifadeyle vârislik nedeniyle kendi bilgisinde eksiklik meydana gelmez
ve bu özelliğiyle bilgi vârisliği altın ve gümüş vârisliğinden farklıdır. Allah
Teâlâ yeryüzüne ve onun üzerindekilere kendilerinden edinmiş olduğu bilginin taalluku
itibariyle vâris olur. Hakkın kullarına vâris olması budur ve bu durum ‘Sizi sınayacağız,
ta ki, öğrenelim’150
ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ kendilerini sınadığı işlerle kullarını
istihdam ederek onların arasından mücahitleri ve sabredenleri öğrenir. Ayrıca Allah
Teâlâ onların haberlerini öğrenir. Allah Teâlâ hakkında bu türün dışında kalan
bilgiler, vârislik ilmi değil, sadece bilgidir. Böylece anlam bakımından
vârisler, kendisinden bilgi tevarüs ettikleri kimse için kullanılmışlardır.
Onlar, bu bilgiyi başlangıçta ‘kesb’ (kazanma) yoluyla ve yükümlülük hükmüyle Allah
Teâlâ’dan elde etmişlerdir. Ümmetin âlimlerinden olan vârisler, bütün bu
hususlarda O’na vâristirler.
Onların Allah Teâlâ’dan tevarüs
ettikleri bir husus da kab-ı kavseyn (yayın iki ucu) yakınlığıdır. Bu yakınlık
bizim başlıkta ‘ikinci’ dediğimiz şeydir. Yani kendisine bu kadar yaklaşan
veliler için Muhammedi yakınlıktan olan yakınlığı kastediyorum. Bu konuda
birinci olan kab-ı kavseyn sahibine, yani peygambere ait iken, ikinci
peygamberin vârisine aittir; bu da birincinin aynıdır. Onu ikinci saymamızın
nedeni, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendisine ulaştıktan sonra vâris
için gerçekleşmesidir. Başka bir ifadeyle vâris, söz konusu yakınlığa
peygamber aracılığıyla ulaşır. Tevarüs edilen bu bilgi, tıpkı nazarî bilgi
gibi kuşku kabul etmeyecek bilgidir. Bu nedenle Ebu’l-Meali ‘nazar’dan söz
ederken ‘nazar’ etmenin ardından bilginin zorunlu bir şekilde gerçekleşeceğine
dikkat çekmiştir. Nazar, yani teorik düşüncenin neticesinde gerçekleşen bilgi
zorunlu olarak teorik düşüncenin neticesi olsaydı, zorunlu bilginin kabul
etmediği gibi o da daha sonra kuşkuyu kabul etmezdi. Kelamcılar
İmamü’l-Harameyn’in kastetmediği bir manayı onun sözünden çıkartmaya çalışmış,
İmam ise bizim söylediğimiz şekilde nazarî (teorik) bilgiyi Allah Teâlâ’nın
eşyayı -kendileri nedeniyle değilvesileleriyle meydana getirdiği sebeplerden
birisi kıldığını düşünmüştür. Nazarî düşünce delile hakkını verdiğinde, Allah
Teâlâ onda zorunlu bilgiyi meydana getirir. İş bu kadardır ve kuşku kabul
etmeyen zorunlu bilgiye dayanmak bu demektir. Allah Teâlâ bir kişi için zorunlu
bilgi yaratmamışsa, böyle bir alim bilgisine kuşku girebilen kişidir. Kuşku
girdiğinde, bilgisinin zorunlu bilgi olmadığını anlar. Bu nedenle nazarî
düşüncenin ardından bildiği şeye değil, sadece deliline kuşku girer. Sonra,
alimin delilin kazandırdığı bilgiden vazgeçmesi veya tereddütte kalması,
bilgisinin zorunlu bilgi olmasını ortadan kaldırır. Binaenaleyh vâris Rabbine
dair bilgisinde miras yoluyla aldıklarıyla doğrudan aldığını ayırt etmelidir.
İnsanın kendi düşüncesine göre değil, ayet ve hadisle belirlenmiş bir ameli
yapıp amelin ardından meydana gelen Allah Teâlâ hakkındaki bilgi, tevarüs
edilen bilgidir.
Kendisine göre amel edilen nas ise ya
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den önceki bir peygamberin
şeriatındandır veya -önceki bir peygamberin getirmiş olduğu ve Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in ümmeti adına onayladığı şeriat değilbizzat
kendine mahsus şeriatın bir parçasıdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
önceki şeriadardan kendi ümmeti için onayladığı bir amele varis olan insan, o
amelin şeriatına dayandığı peygamberin -veya peygamberlerinvarisi olduğu kadar
aynı zamanda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in varisidir. Böyle bir
varis, bir nebiden ötekine geçmek üzere, müteselsil varistir. Bu kişi Allah
Teâlâ’nın Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e tahsis ettiği hususlara
varis ise başka bir peygambere nispet edilmeden, doğrudan Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in varisidir. Bu sayede Muhammed ümmetinin varisi, önceki
peygamberlerin âlimlerinden farklılaşarak bu bilgiyle birlikte Muhammedi
varis, (bir yandan) nebilerin saflarında ve (öte yandan) Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in ardında haşredilir. iki yerde haşredilir dedik, çünkü
âhiret yaratılışı, bazı hükümlerinde berzahtaki yaratılışa benzer. Bir kişi
kendini aynı anda pek çok surette ve mekânda görür; müteselsil varis ise
kendini Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in ve amelin şeriatı olduğu
bütün peygamberlerin ardında görür. O peygamberler yüz bin bile olsa, hiç
kuşkusuz, varis kendisini onların sayısmca mekânlarda ve suretlerde görür. Aynı
zamanda her surette kendisinin kendisi olduğunu, başka biri olmadığını bilir. O
kendisi bir iken her suretin aynıdır. Kıyamet günü böyle olacaktır. İnsanlar Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’i kıyamet mekânlarında arayacak, herkes kendi
aradığı yönden onu her mekânda bulacaktır. Bir kişi Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellemi kendi aradığı yerde bulurken başka biri talebinin
gerektirdiği başka bir yerde bulacak. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemi
her hangi bir yerde bulamayan, talebinin gerektirdiği yerin dışmda başka bir
yerde aradığı için bulamamıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i
halinin vecdini bilmemeyi gerektirdiği bir yerde ararsa -bilgisizlik her nerede
ortaya çıkarsa çıksınonun sebebi zikrettiğimiz durumdur -ki böyle bir durum
vaki değildir. Allah Teâlâ en iyiyi bilendir!
Sonra konumuza dönüp şöyle deriz:
Kulun yerine getirdiği amel, meşru bir nassa dayanmaksızın ümmetin alimlerinden
bir müçtehidi taklit ederek yerine getirdiği bir amel olabilir. Söz konusu
müçtehit verdiği hükmü teviliyle ve nazarî düşüncesiyle vermiş, bu kişi de -nas
olmaksızınverilen hükümde müçtehide uymuştur. Böyle bir insan kıyamet günü
müçtehidin varisi ve onun tabisi olduğu gibi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in de tabisi olacaktır. Çünkü içtihada elde edilen hüküm, daha önce
söylendiği üzere, gerçekte Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatının
parçasıdır. Bir insan nassa dayanarak veya müçtehidi taklit ederek değil,
nazarî düşüncesi, anlayışı ve içtihadma göre amel ederse, o konuda varis sayılmaz.
Fakat o konuda doğru hüküm vermişse, varis olabilir. İçtihadında yanılmışsa,
varis olmadığı kadar bu nitelikteki insanlarla birlikte -ki onlara mahsus bir
saf vardırhaşredilir. Sonra onlar, verdikleri hükmün daha önce şeriat getirmiş
birinin şeriatına uygun olup olmayışına göre kıyamet mekânlarında yerleşirler.
Böylece (tesadüfen) varisi oldukları nebinin ardında onların suretleri meydana
gelir. Bununla birlikte hepsi birden Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in
ardında bulunur. Onların Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ve diğer
peygamberlerin arkalarındaki mertebeleri, amelle ortaya çıkan bilginin
farklılığıyla birlikte değişir. Bir insan genel itibarıyla bilgisiyle bütün
resul, nebi ve müçtehiderden ayrılırsa, o kişi Kuss b. Saide misalinde olduğu
gibi bir ümmet olarak haşredilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
Saide’nin tek başına bir ümmet olarak diriltileceğini bildirmiştir. Bununla
birlikte o da mudaka Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ardmda
bulunacaktır. Bunun nedeni Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ona
düşüncesinin malzemesini vermiş olmasıdır. O da bu malzemeyi hüküm verdiği
hadise hakkında akima gelmemiş yeni bir düşünceye ulaşabilmiş, fakat Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in verdiği hükme aykırı bir hükme ulaşmıştır. Buna
mukabil isabet edenin hali farklıdır.
Bu münazeleyi iyice öğrenmelisin,
çünkü bu bilinmeyen bir bahistir. Allah Teâlâ ehli içerisinde ona ulaşanlar
pek azdır. Çünkü o kıymetii bir bilgiden, bilinmeyen bir zevkten söz eder ve
kuşkulan ortadan kaldırır. Bu münazele sahibinden daha çok kıyamet günündeki
mekânları ve orada bulunan suretleri bilen veya o konuda delile sahip kimse
yoktur. Bu münazele ve bilgileri ise vehbî yolla gerçekleşebilir.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
'Beni görmekle kalbi güçlenenin
rüknü güçlenmiştir' Münazelesinin Bilinmesi
Güçlü kimdir: Sürekli beni müşahede
eden Şe’nlerimde: Hakta bir güçlük yok
Söylediğim hakikatler hakkında benimle inatlaşan Dereceler
üzerinde yükselmeli ve
görmeli
Onu görseydi düşüncesini feda ederdi
Nefislerle ve ruhlarla
Gözler üzerinde
perdeler var
Onlar genişlikteki
Mele-i ala’da darlık içindeler
Ben hastayım, kalbim hasta,
umutsuzum Bir güzelin nazı uğrunda hasta oldum
Ben üst üste yığılmış
karanlıklardayım Büyük ve karanlık dalgalarında boğulmuşum
İnsanlar denizin kenarında nimette
Sahi! Bu denizin sahilleri nerede ki?
Allah Teâlâ peygamberi Lût’ıin
kavmine şöyle dediğini bildirir: ‘Keşke
gücüm olsaydı veya güçlü bir dayanağa dayamaydım.’151 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem sahih bir rivayette şöyle der: ‘Allah Teâlâ kardeşim Lût’a merhamet
etsin! O güçlü bir dayanağa dayanıyordu.’ Kastedilen kabile gücüdür.
Bilmelisin ki güçlülerin en güçlüsü,
Hakkın güçleri olduğu kimsedir. Bu nitelikten kaynaklanan güce rağmen yine de
ezeli kaderin takdir ettiği gerçekleşir. Ezeli kitapta bilinen yazılmış, bilgi
ise malumun
kendinde bulunduğu duruma bağlanmış ve
‘Allah Teâlâ’nın kelimelerinde bir değişiklik yoktur.’152 Veya ‘Allah Teâlâ’nın katında söz
değişmez’, ‘Allah Teâlâ kullarına zalim değildir.’ Hz. Lût’un ‘Keşke
gücüm olsaydı’153
ifadesiyle etkin/fail himmet kastedilir. Hakk bir insanın güçleri olmuşsa,
onun fiilini yerine getirebilecek başka bir himmet yoktur. Fakat iş, daha önce
de söylediğimiz üzere, kitabın takdirine kalmıştır. Binaenaleyh sadece işin
kendinde olduğu durum gerçekleşir. Burada ‘veya’ ona sadece imkânı vermiştir.
Hz. Lût kuvvet derken getirdiği vahyi ümmetine izharı, ‘güçlü dayanak’ derken
vahyin toplum içinde sağlam bir şekilde yayılmadığı takdirde onların
etkilerinden kendini korumayı kastetmiş olabilir. Bu nedenle Hz. Lût iki
durumu zikretmiştir; güç ve sığınma. Peygamberler Allah Teâlâ’yı en iyi bilen
insanlardır ve dolayısıyla sadece O’na sığınırlar. Bu durum Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Allah Teâlâ kardeşim Lût’a merhamet etsin! O
güçlü bir dayanağa dayanıyordu’ hadisinde ima edilir. Yani Lût Peygamber
dilediği her şeyi yapabilen Allah Teâlâ’ya sığınmaktaydı. O’nun iradesinde (iki
şeyden birini seçmek anlamında) ihtiyar bulunmadığı gibi bilgisinden dönmesi
de mümkün değildir. Binaenaleyh Hz. Lût kendinde değişmenin bulunmadığı birine
iltica etmişti.
Cebir ne ki! Kesin
bir olgudan gayrı
Ne serbestlik ne
değişme var
Korkma! Gerçek
duyduğun gibi
Ona uymasan bile
kaçmak faydasız
Allah Teâlâ’nın bilgisi halimin ta kendisi -
Hangi haldeysem yazarken
yazdırırım O’na ben -
Sen sözü ve bilgiyi önceledin ;
Büyük kurtuluşa
veya azaba götüreni
Binaenaleyh senin kendi rüknünden
daha güçlü rükün yoktur ve o sana fayda vermemiştir. Burada senin en güçlü
rükün olduğunu söyledik. Bunun nedeni, hakkmdaki kazanın (hüküm) ellerinle
kazandığın şeye göre gerçekleşmiş olmasıdır. Başka bir ifadeyle kaza, senin
kudretinin verdiği şeydir. Burada fiili sana izafe etmiştir. Bu durum, daha
önce ifade ettiğimiz üzere, Allah Teâlâ’nın senden ancak senin kendinde bulunduğun
durumu bilmiş olmasından kaynaklanır. Öyleyse kendi gayene göre rüknün zayıf
kaldığında, sadece kendini kınamalısın, çünkü kendisiyle hüküm verilen Hakk,
her zaman hükme konu olan şeyin kendiliğinde bulunduğu duruma bağlıdır.
Kendine karşı suç işleyen bizzat hükme konu olandır, yoksa onun hakkında hüküm
veren değildir! Hakkın senin ile asıl araşma çekmiş olduğu perdeler nedeniyle
rükünler çoğalmıştır. Allah Teâlâ varlık işini (emir) adeta bir ev gibi dört
rükün üzere kurmuştur: Bilgi rüknü, söz rüknü, meşiyet rüknü ve asıl rükün! Söz
rüknü ‘Bu kitabimizdir, size hakkı söyler’154
ayetinde zikredilir. Asıl rükün ise sensin ve o evin birinci rüknüdür. Diğer üç
rükün, tabi rükünlerdir. Bu itibarla insanların bir kısmı kendi hallerinde Allah
Teâlâ’nın onun hakkındaki bilgisine dayanırken bir kısmı meşiyetine, bir kısmı
kendi hakkında yazdığı kadere dayanır. Zevk sahibi ise bütün zikrettiklerimizi
görüp kendi nefsiyle kalarak ‘Ben her şeyin kendine döndüğü rükünüm’
diyebilendir. O evin bina edilmiş ilk rüknüdür. Fakat onun sahibi az bulunur,
çünkü sahih olan azdır (azız). Hepsi onlara göre maluldür. Bana göre ise âlem
illet ve malulün kendisidir. Burada bazı kelamcıların ileri sürdüğü üzere
Hakkın âlemin illeti olduğunu söylemiyorum, çünkü böyle bir görüş gerçeği
bilmemek demektir. Bunu ileri süren insan varlığı bilmediği gibi var olanın kim
olduğunu da bilmeyen biridir. Sen kendi illetin nedeniyle malul olansın! Allah
Teâlâ ise senin yaratıcındır. Bunu anla ve seni senin için değil, kendisi için
yaratmış olanı tanı! Allah Teâlâ -senin için değilkendisi için çalışmıştır.
Sen zatın nedeniyle amaçlanmış değilsin. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Cinleri ve insanları
bana ibadet etsinler diye yarattım.’155 Burada Allah Teâlâ hem zuhur eden ve
görünenleri -ki onlar insanlardırhem de gizli kalanları da zikretmiştir -onlar
cin denilenlerdir.Bu habere bakıp bu yönlerle mutlu olduğunda, dolaylı olarak
mutlu olmuş sayılırsın. Nimetler senin üzerinde ortaya çıktığında, onları senin
hakkında imkân dilinin onaylamış olduğunu bilmelisin. Dilersen dinle ve sus,
dilersen senden duyulan bir söz söyle! Burada sadece O’nun söylemiş olduğunu
söyleyebilirsin. Delil sahibi olmak istersen O’nun sözüyle delil getirir! Saygılı
davranmak istersen ve susarsan, O senin susup içinde sakladığını bilir.
Bilhassa şahidikte olmak üzere, her doğrunun söylenmesi ve yayılması gerekmez.
Hasım güçlü olduğu kadar hakim de Allah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ peygamberin
(Rabbim! Hakk ile hüküm ver ayetinde) kendisinden talep ettiği üzere Hakk ile
hüküm verendir. Ayette peygambere atıfla ‘De ki,
rabbim! Hakk ile hüküm ver, bizim rabbimiz rahmandır, o onların nitelemelerine
karşı yardım istediğimizdir’156
buyurulur. Allah Teâlâ Rahman olmasaydı, kul ‘Rabbim! Hakk ile hüküm ver’
demeye cüret edemezdi. Allah Teâlâ ancak Hakk ile hüküm verebilir, çünkü
herhangi bir varlık hakkındaki hükmünde bilgisini aşmaz. Allah Teâlâ o bilgiyi
ezelde söz konusu varlıktan almış, bilginin hükmü ise ebediyete kadar ortaya
çıkar.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’’
DÖRT
YÜZ KIRK BİRİNCİ BÖLÜM
'Ariflerin kalp gözleri -bana
değilbenim yanımda olana bakarlar' Münazelesinin Bilinmesi
Senin yanında olan benim yanımda olsaydı bakar mıydı! Ariflerin
kalp gözleri, senden gayrısına
Cem’ gözüyle bakarsan bizi görürsün Başka bir gözle bakarsan, heva ve hevestir
Yaratan’dan başka
varlık sahibi yok ,
Orada olmayan burada olmaz ki
Fark ve cem halinde her şey O’nun
aynı
Benim oluşum böyle olmasaydı durum
öyle olmazdı
ı •
Allah Teâlâ arifler hakkında şöyle
der: ‘Peygambere indirileni duyduklarında
gözlerinin arif oldukları hakikat nedeniyle yaşla dolduğunu görürsün.’157 Burada ‘bildikleri’ dememiştir. ‘Rabbimiz
iman ettik derler, bizi şahit olanlarla birlikte yaz.’15s Burada
‘iman ettik’ yerine ‘bildik’ dememişlerdir. ‘Niçin Allah
Teâlâ’ya iman etmiyoruz ki?159 Burada da bilmek kelimesi
kullanılmamıştır. ‘Bize haktan gelene de... ve istiyoruz.’160 Burada tahakkuk ifadesini
kullanmamıştır. ‘Rabbimizin bizi salihlere katmasını.
. .’161 Bu ise dördüncü derecedir. ‘Allah
Teâlâ onlara söyledikleri şeye karşılık vermiştir.’162 Hâlbuki Allah Teâlâ bildiklerine
karşı dememiştir. ‘... altlarından
nehirler akan cennetler... Orada kalacaklardır. Bu iyilik yapanların
karşılığıdır.’163
Cenneder Allah Teâlâ katindadır ve bu nedenle şiirde ‘ariflerin gözleri benim
yanımda olan şeylere bakar’ denilmiştir. Allah Teâlâ başka bir grup hakkında
şöyle der: ‘Yüzler vardır, o gün aydınlık,
rablerine bakarlar.’164 Burada
‘ila (-e)’ edatı nimetin çoğulu anlamında isim değil (a'lâ, nimetler), bitim
bildiren edat olmalıdır. Böyle diyoruz, çünkü lafızda nimetin çoğulu (a'lâ)
olması mümkündür. Bu nedenle ayet, gerçekte görülme gerçekleşeceği halde,
kıyamette Allah Teâlâ’nın görüleceği hakkında kesin bir nas değildir.
Bilmelisin ki Allah Teâlâ arifler ile
alimleri kendilerine mahsus özelliklerle ayırmış, birbirlerinden temyiz
etmiştir. Bilgi Allah Teâlâ’nın sıfatıyken marifet O’nun sıfatı değildir.
Öyleyse ıstılah anlamıyla âlim ilahi iken arif rabbanidir. Bununla birlikte
bilgi (ilim), marifet ve fıkıh aynı anlamdadır. Lâkin lafızları birbirinden
farklı olduğu gibi aralarında delalet itibarıyla da bir ayrım bulunur. Bu
nedenle Allah Teâlâ için ‘Alim’ denilirken arif veya fakih denilemez. Hâlbuki
her üç isim insan için kullanılabilir. Allah Teâlâ’nın kullarından seçtiklerini
bilgiyle övmesi, ariflere yönelik övgüsünden daha kâmil övgüdür. Buradan Allah
Teâlâ’nın kendi niteliğine ortak yaptığı kişiye yönelik tahsisinin daha üstün
olduğunu anladık, çünkü Allah Teâlâ kendini onda görmektedir. Alim Hakkın aynasıyken
arif veya fakih Allah Teâlâ’nın aynası değildir. Bize göre bilgisinin
meyvesinin üzerinde gözükmediği veya bilgisinin kendisine hakim olmadığı biri
alim değil, sadece bir aktarıcıdır. Bilgi hiç kuşkusuz rahmete eşlik eder.
Öyleyse bilgi sahibi olduğunu iddia edip rahmetin kapsayıcılığını kabul etmeyen
birini gördüğünde, söz konusu kişinin bilgi sahibi olmadığını bilmelisin! Çünkü
rahmet bilginin önüne geçerek kulu arar, ardından bilgi rahmete tabi olur. Allah
Teâlâ ehlinin ve seçkinlerinin üzerinde yürüdükleri yol budur. Bu durum ‘Ona
katımızdan bilgi verdik ve ledünden bilgi öğrettik’165 ayetinde belirtilir. Bu bilgi
nazarî/teorik bilgi değil, zevk bilgisidir.
Bilmelisin ki arifler muvahhittir.
Alimler de muvahhittir, fakat onlar ‘arif olmaları bakımından nispetlerin
bilgisine sahiptir. Onlar çokluğun birliğini ve ayrımın birliğini bilenlerdir.
Bu bilgi başkalarında yoktur. Allah Teâlâ alimlerin tevhidiyle kendisini
birlemiş, o bilgiyi yarattıklarına öğretmiştir. Allah Teâlâ ‘arif olmaları
itibarıyla arifleri nitelediği özelliklerle nefsini bizim için nitelerken,
bilgi kelimesini kullanmış, fakat onunla marifeti kastetmiş, böylece marifet
kelimesinin Allah Teâlâ hakkında kullanımının zahirde hükmü olmamıştır. Allah
Teâlâ ‘Siz onları bilmezsiniz, Allah Teâlâ onları bilir’ der. Burada bilgi
marifet anlamındadır. Arif Hakkı ve halkı görürken alim halk içinde halkı ve
Hakkı görerek üç şey görmüş olur. Çünkü Allah Teâlâ tektir ve teki sever.
Alim, Allah Teâlâ karşısında O’nun sevdiği tarzdaki bir çoklukla beraber,
bulunur, Bir rivayette ‘Allah Teâlâ’nın doksan dokuz ismi vardır’ denilir. Allah
Teâlâ tektir ve teki sever. O bir-ehad olarak değil, bir-çok olarak
isimlendirilmiştir.
Arifin ‘rabbani’ olduğunu söyledik,
çünkü Allah Teâlâ onun özelliklerinden söz ederken duasında ‘rabbimiz’
dediğini ve başka bir isim kullanmadığını belirtmiştir. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem bu konuda benzer bir hadis söyleyerek ‘Kendini bilen rabbini
bilir’ demiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ilim kelimesini
kullanmadığı gibi ilah kelimesini kullanmamıştır. Bu nedenle Allah Teâlâ ve
peygamberi karşısında edebe riayet ederek isim ve sıfatlardan her birini kendi
mertebesine yerleştirdik. Marifet ve bilgi arasındaki farkı öğrenmek isteyen, Mevakiu’n-Nücûm isimli
kitabımızdaki açıklamalara bakmalıdır, çünkü orada yeterli açıklama vardır.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
DÖRT YÜZ KIRK İKİNCİ BÖLÜM
'Beni görüp beni gördüğünü bilen
kişi beni görmemiştir' Münazelesinin Bilinmesi
Betıi görüp bir gün
beni gördüğünü söyler ya biri!
Beni görmeyenden başkası beni görmemiş
Allah Teâlâ’nın varlığıma bir bakışı var O bakışla Yüce Rabbimiz hidayet eder
O’na bakarsan bilgi gider Fikriyle
düşünür veya gözleriyle görse
Delilim sübûtu reddeder ve uygular Açıklamada
sana verdiği selbler ile
Gözler misale taalluk etmiş
Cennetlerde veya keşiflerdeki misale
O göz veya akılla idrak edilemez
Kirpiklerin ulaştığı benim dış varlığım!
Allah Teâlâ Hz. Musa’dan şöyle
aktarır: ‘Musa 'Rabbim! bana kendini göster,
sana bakayım' dedi. O 'sen beni göremeyeceksin' dedi.’166 Allah Teâlâ’nın ona ‘beni
göremeyeceksin’ demesinin nedeni, Hz. Musa’nm birinci tekil şahıs zamirini
kullanarak ‘ben bakayım’ demiş olmasıydı. Onun yerine çoğul veya üçüncü tekil
şahıs veya ikinci tekil şahıs zamirini kullanmış olsaydı (bakalım, bakar veya
sen bakarsın) belki cevap ‘sen beni göremeyeceksin’ şeklinde olmazdı. Allah
Teâlâ en iyisini bilir! Talep ‘bakayım’ ifadesinde mücmel olduğu kadar cevap da
‘sen beni göremeyeceksin’ ifadesinde mücmel ve kapalıdır.
Bilmelisin ki bir şeyin görülmesi, o
şeyi bilmeyi sağlar. Bu itibarla gören, muayyen bir şey gördüğünü bilir ve
gördüğünü bilgi bakımından kuşatır. Biz Hakkı görenin görüşünün O’nu zapt
edemediğini biliriz. Zapt edilemeyeni bir şey hakkında ise onu gören ‘gördüğünü
bilir’ denilemez. Çünkü görmüş olsaydı, hiç kuşkusuz, bilmiş olurdu. Hâlbuki Allah
Teâlâ kendisi bir iken, görüldüğü farklı suretlerde tecelli eden olarak
bilinir. Öyleyse Hakkı gören gerçekte O’nu görmemiştir. Binaenaleyh O’nu ancak
görmediğini bilen bilebilir. ‘Rabbim! Bana kendini göster, sana bakayım dedi.’
Çünkü ‘ila (-e)’ edatıyla görmek, gözle görmeyi anlatır. Demek ki Allah Teâlâ
Hz. Musa’ya ‘sen beni gözünle göremeyeceksin’ dedi. Çünkü görmekten maksat,
görülene dair bilgi elde etmektir. Hakkı gördüğünde ise her görüşte öncekinden
farklı bir şeyi görürsün ve dolayısıyla görülene dair bilgi elde edemezsin. Bu
nedenle Allah Teâlâ Hz. Musa’ya ‘beni göremeyeceksin’ demiştir. Sonra şöyle
devam eder: Ben kendim olmam itibarıyla değişmeyi kabul etmem, sen ise sadece
değişeni görmektesin. Sen de değişmedin. Demek ki sen ne beni ne kendini
görmüşsün. Hâlbuki bir şey gördüğüne göre şunu demen gerekir: ‘Hakkı gördüm.’
Gerçekte beni görmediğine göre bu söz doğru değildir. Veya şöyle diyeceksin:
‘Ben kendimi gördüm.’ Bu söz de doğru değildir. Hâlbuki sen ve Hakk var! Ve sen
o ikisinden herhangi birini görmedin. Bir şey gördüğünü de biliyorsun. Peki
senin gördüğün nedir? Sen beni gözünle göremeyeceksin.
Hakk senin gözün olup O’nu görünce,
Hakkı gördüğünü söylemen doğru mudur, değil midir? Yoksa senin gözünün veya
görme gücünün maddesinde bulunduğunda durum aynı mıdır? Allah Teâlâ hakkında
hayretin ortaya çıktığı müşahedelerden birisi budur. Hz. Musa’nın rabbini
görmeyi istemesine şaşırmamalısın, çünkü orada görmeyi talep ettiren bir makam
vardır. İnsan ise hem Hakta hem yaratıklarda hükmü mutlak olan vaktin hükmüne
bağlıdır.
Bu münazeleye dair bu kadar açıklama
yeterlidir, çünkü münazelenin alanı daha fazla açıklamayı kaldırmaz.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır
DÖRT YÜZ KIRK ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
İrfanî Keşiflerin
Gereği Münazelesinin Bilinmesi
Marifetler her zaman biri verir
Keşfin gereği de birleri bilmek
İkiye ulaşırsa,
ikilik kendindendir Nida edende yardımı var
Bazen ona yardım ederken Bilgiye yardım eder
Siz onları bilmezsiniz, Allah bilir Bilgi Bari için marifet ve
hüküm gibidir
Allah Teâlâ bize ve sana yardım
etsin, bilmelisin ki marifet kaynaklı keşiflerin zorunlu kıldığı şey,
rububiyet hakkmdaki tabiî bir arzudur. Bu sayede kişi, hakkal-yakîn bir
keşifle, Rabbin kendinde sahip olduğu ve varlıklarda etkin olup kendileriyle
zuhur ettiği sıfatlarını müşahede etmek ister. Bu sayede sıfat ile birlikte
onun etkisini aşmayız. Çünkü ilahi isimler birbirine yakın anlamlıdır. O kadar
ki, ilahi sıfatlar hakkında gerçek bir keşfi veya zevki olmayan biri, onları
eş anlamlı veya mütedahil zannedebilir; hâlbuki onlar birbirinin benzeridir. Bu
konudaki kesin bilgiye sadece keşifle ulaşılabilir.
Burada ince bir konu vardır, şöyle
ki: Bir ilahi ismin rabbe nispet edilişi, yaratılmışa nispetiyle bir değildir.
Çünkü bir şey bir şeye nispet edildiğinde, nispet edilenin değişmesiyle
nispetin kendisi değişir. Bununla birlikte nispet edilen ismin manası tektir.
Keşif ehli ilahi isimlerin tesirine mazhar olan mahalli bu tesir için
hazırlamayı öğrenmiş, bu durum onları nefislerini ilahi isimler tesir ettiğinde
Allah Teâlâ karşısında edebin bulunduğu yönleri elde etmeye sevk etmiştir.
Onlar -Allah Teâlâ’nın bildirmesiyleilahi surete göre yaratılmış olduklarını ve
halife olabilmenin ancak suretten kaynaklandığını öğrenmişlerdir. Bunun yanı
sıra her insanın ilahi surette olmadığını da bilirler. İnsanların bir kısmı
halife insan iken bir kısmı hayvan insandır. Bu bilginin talibi ise bu
sınıflardan hangisine girdiğini bilemez: İmam mıdır, yoksa hayvanüısan mıdır?
Bu bilgi onun Haktan rububiyetinde özel bir tecelliyi talep etmesini gerektirir
ve olguların varlıklarda O’nun edilgeni (münfail) olduklarını görür. Hz. Ebu
Bekir ‘Gördüğüm her şeyden önce Allah Teâlâ’yı gördüm’ demiştir. Bu durumda
insan, varlıkların var olurken Haktan sudur edişlerini ve (bilginin onlara)
taallukunun tarzını görür. Acaba Hakk bu tecellide kendisinden (tecellinin)
meydana geldiği surette midir, yoksa kendisiyle var ettiği nispetin suretinde
midir? Allah Teâlâ söz konusu nispet vesilesiyle bir şeye ‘ol’ der, o şey olur.
Kendisine olması emredilen şeyin olmayı nereden kabul ettiğini görür: Onu var
olan bir şeyden mi kabul etmiştir? Zuhur ettiğinde acaba Hakkın ona ‘ol’ (kün)
dediği ismin suretiyle mi ortaya çıkar? Yoksa kendisiyle ‘ol (kün)’ denilen
suretin aynı mıdır? Bu durumda suret, Allah Teâlâ için isimler olurken var olan
cevherde yaratma ve suret olarak ortaya çıkmıştır. Suret bu konumdayken, Hakkın
ismi olan suret O’nda müşahede edildiği üzere baki midir, değil midir? Yoksa
başka bir cevherin yaratılması için başka bir surette o isimle mi ortaya çıkar?
Başka bir cevherin yaratılması aralarındaki farklılıkla birliktebenzerlerle
gerçekleşen yer değiştirmedir. Bu farklılık sayesinde ‘bir şey öteki değildir’
veya ‘şu şunun benzeridir’ denilir. Arif bütün bunları kendi nefsinden
öğreninceye kadar öğrenmek ister. Böyle biri basiretle Allah Teâlâ’ya çağıran
İçişi olduğu gibi kendisi hakkında da basirete sahiptir. Aynı zamanda şunları
da görür: Yaratılmışların birbirlerine tesiri sahih bir durum mudur? Ya da bu
tesir Hakkın yaratıklardaki tesiri midir? Yoksa yaratılmışların Haktaki tesiri
midir? Yoksa Hakkın Haktaki tesiri midir? Ya da bunların hepsi midir? Ya da
gerçekte ‘tesir’ denilecek bir şey yok mudur? Daha önce görmek hakkmda
belirttiğimiz üzere, onun bir eser olduğu ortaya çıkarsa, acaba görülen Hakk
mıdır, yoksa görenin kendi midir? Görülen sabit iken mahiyeti bilinemez. Aynı
şekilde keşif ve vakıada da eserin sabit olması böyledir. Onun mahallini Hakk
veya yaratıklar kabul ettiğimizde, bu doğru olmaz. Hâlbuki Hakk ve halktan
başka bir şey yoktur. Hal böyleyken tesir nerede gerçekleşmiştir? Bu mesele
nefsin öğrenmek istediği çetin konulardandır. Arif doğru yorumu öğrendiğinde,
marifet derecesinden bilgi derecesine geçer ve daha önce rabbani arif iken
ilahi alim haline gelir. ‘İlahi’ böyle bir niteliğe sahip olana denilebilir,
çünkü o, kuşatıcı ve genel durumun sahibidir. Ona baktığında ‘Haktır’ dersin;
bir daha bakarsın bu kez halktır (yaratılmış olan) dersin; bir daha bakarsın
‘ne halktır ne Haktır’ dersin; bir daha bakınca ‘Hakk-halktır’ dersin ve Allah
Teâlâ hakkında hayrete düştüğün gibi onun hakkmda da hayrete düşersin. Bu
durumda onun ilahi surette yaratıldığını ve hayvan insandan ayrıştığını
anlarsın. Bu durumu kendisinden zevk, hal, müşahede ve keşif yoluyla bilmeyen
insan, âlemde imamlığın kendisine mahsus olduğu ve ahit
sahibi olan -çünkü Allah Teâlâ’yı ile zalimler ahit yapamazilahi
surette yaratılmış biri değildir. Allah Teâlâ’nın ahdi, O’nun sureti demektir,
bunu bilmelisin!
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
'Halis-ahit kitabının adına
yazıldığı kişi bedbaht olmaz' Münazelesinin Bilinmesi
Allah Teâlâ
yazmışsa bir iyiliği bir daha silmez onu
Delilim böyle der ve bir zorunluluk su
Tecellisi de bu hükmü verir .
Bir kez tecelli ederse perdelenmez bir daha
Sana verirse bir
bilgi
Sonra cehalete
dönmez
Bu nedenle
çalıştılar ve gayret gösterdiler
Bunun için Rab
‘secde et ve yaklaş’ dedi
Cömertlikle hüküm
verir
Zatından gasp hükmü
yok
Böylece hepsi onun
rahmetindedir
İhsan ve
zorunlulukla yazılmış rahmet
Şeytan bile
rahmetine tamah eder
Kulların hükmü de
böyle kazanılır
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Dikkat
edin! halis din O’na aittir.’’167 Dikkat edin! Kulun korkarak veya
arzulayarak veya cennet ve cehennem (korku ve ümidi) gibi bir sâikle yerine
getirmekten ve şeytandan arındırıp sırf Allah Teâlâ için yerine getirdiği ahit,
Allah Teâlâ için (yerine getirilmiş) demektir. Mükellefi Allah Teâlâ’nın ahdini
yerine getirmeye sevk eden âmil söz konusu hususlar olabilir. Kul söz konusu
âmillerin etkisinden kurtulduğunda ihlas sahibi olduğu gibi bu hüküm nedeniyle
onun dini şirkin katışmadığı ‘halis din(darlık)’ olur. Böyle bir kul o dinle
birlikte Allah Teâlâ’ya ortak
koşulanlardan uzaklaşır. Allah Teâlâ
onlar hakkında hanifler demiştir, yani batıldan uzaklaşarak Allah Teâlâ’nın
şeriat yaptığı ve mükelleflere yüklediği din cihetine yönelenler demiştir.
Çünkü Allah Teâlâ onları kitabında ‘müminler’ diye isimlendirmiş, bu nedenle
bir grup hakkında ‘batıla iman edip Allah Teâlâ’yı inkâr edenler’ demiş, bu
ifadeyle onlara iman elbisesi giydirmiştir. Binâenaleyh iman, saîdlere, yani
mutlulara mahsus olmadığı gibi küfür de bedbahtlara mahsus bir iş değildir. Bu
nedenle iki grup arasında ortaklık gerçekleşmişken onları ayıran hal karinesi
olmuştur. İman küfürden veya iman imandan veya küfür küfürden ancak giyeniyle
ayrılabilir.
‘Halis ahit (din)’ Allah Teâlâ’nın
Ademoğullarından aldığı ahittir. Allah Teâlâ onu zürriyetlerini bellerinden
çıkartıp kendilerine şahit tuttuğunda onlardan almıştır. Ademoğullarından her
biri bu fıtrat üzere doğar ki ‘Herkes fıtrat üzere doğar’ hadisinde bu durum
belirtilir; kastedilen halis misaktır. Hiç kimse misakı onun adına zorla alıp
kendisine yüklemiş değildir. Aksine misak, gerçekte, (günahla kirlenmeden)
temiz ve temizleyici bir şekilde halis bir halde kalmıştır. Fakat burada
açıklanması mümkün olmayan bir sır vardır. Nitekim Allah Teâlâ da kendisi nedeniyle
münezzehtir, yoksa kullarının tenzih etmesi nedeniyle münezzeh değildir. Bu
nedenle ariflerden birisi ‘kendimi tenzih ederim’ demiştir. Bu yönüyle çocuk
doğup yükümlülük çağından önce korunmuş bir şekilde yaşadığı olabilir. Sehl b.
Abdullah, Ebu Yezid el-Bestamî -veya onlardan önce veya sonra yaşamış veya
onlarla aynı dönemde yaşadığı o iki efendinin haberi bize ulaştığı halde haberi
bize ulaşamamış kimseleriAllah Teâlâ’nın inayetine mazhar kimseler olarak
misal verebiliriz. Onların (Allah Teâlâ’ya verdikleri) ahde daha ünce zikrettiğimiz
(korku, arzu, cennet, cehennem vb.) kendisini bozacak bir hal bulaşmamış, aslı
üzere halis ve saf bir şekilde kalmıştır. Bu ahit saf ve halis kılınmış değil,
saf ve halis din (ve ahit) demektir ve kulun zorlaması ve çabası olmaksızın
kulda bulunur. Böyle bir kul, Allah Teâlâ’nın ihlaslı bir şekilde kendisine ibadet
etmelerini emrettiği kullardan biri değildir, çünkü onların bu ihlas çabasında
fiilleri yoktur; aksine onlar, kendisine katışıp arınmalarını ve ihlaslı
olmalarını sağlayacak bir kuşku olmaksızın, sadece halis dini bilirler. İhlâslı
olmak, başkalarının tattığı gibi onların tadını tatmadıklan ihlas halidir. Kim
böyle bir din(darhk) haline sahipse, o kişi ‘halis ahit5 sahibidir
ve dolayısıyla bedbaht olmaz. Çünkü sadece Allah Teâlâ’nın ihlaslı olmayı
emrettiği kimseler arasından ihlaslı olmak üzere gayret sarfeden ve kendini
zorlayanlar arasından bedbaht çıkabilir; gerçekte ise sadece onların
nefislerinin arzusu vardır. Söz konusu insanlar saadetin ikinci derecesinde
bulunurlarken birinci tabakada ise peygamberlerin ve şehiderin bile
kendilerine gıpta ettiği kimseler bulunur. Onlar, kıyamette minberler üzerinde
bulunup dünyada ise tanınmayan kimselerdir. Onlar şefaat etmedikleri gibi
kendilerinden şefaat de beklenmez. Onlar üzerinde bulundukları temiz ve kutsî
-mukaddes değil (gayretle temizlenmiş değil)hallerinin karşısında şefaatin
değerini görmezler.
Ebu Yezid el Bestamî bu makamda şöyle
demiştir: ‘Allah Teâlâ bana kıyamet günü bütün yaratılmışlar hakkında şefaat
izni verseydi, bu durum gözümde büyük bir değer taşımazdı. Çünkü Allah Teâlâ
bana ancak bir toprak parçası hakkında şefaat izni vermiş olurdu.’ Burada
Adem’in topraktan yaratılışına atıf yapmaktadır. Biz de Âdem’den yaratıldık.
Nitekim Allah Teâlâ ‘tek bir nefisten yarattı’ demiş, o tek nefis ise topraktan
yaratılmıştır. Ebu Yezid’in bu işaretli anlatımında ne kadar sır bulunduğuna
bakınız. Bu zatın makamri mahmûd’u (şefaat makamı) küçümsediği hakkında bir
düşünce aklına gelmesin. Makam-ı mahmûd kıyamette Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem’e ait olup şefaatin kendisinden başlayacağı pek yüce bir
makamdır. Bil ki, onun ‘makam-ı mahmud’ diye isimlendirilmesinin nedeni, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in kendileriyle Allah Teâlâ’yı övdüğü ve günümüzde
bilinmeyen övgülerin sonuçlarının orada bulunmasıdır, yoksa şefaat nedeniyle
böyle isimlendirilmemiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise Allah Teâlâ’yı
şefaat izni nedeniyle değil, sadece Allah Teâlâ için övmüş, bunun ardından
şefaat bu makama tabi olarak gelmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
övgüyü tamamladıktan sonra ona şöyle denilir: ‘Talep et, sana verilecek!
Şefaat et, şefaatin kabul edilecek!’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de
şefaat edenlerin şefaat edebilmeleri için onlara şefaat eder. Allah Teâlâ da
şefaat edicilere izin verir ve onlar şefaat eder. Böylece melek veya peygamber
veya mümin gibi şefaat eden herkes şefaat edilebileceklere şefaat eder. Bu
esnada saf ahit mensuplan minberlerindedir. ‘Onları
büyük korku üzmez.’168 Yani
onlar kendileri hakkında üzülmedikleri gibi herhangi biri hakkında da
üzülmezler, çünkü onların dünyada tabileri yoktu. Dünyada tabisi olan biri
-kendisi hakkında güvende olsa bilegeride kalanlar ve tabileri hakkında güvende
değildir. Çünkü kendisine emrettiği hususlarda tabinin ifratta mı tefritte mi
olduğunu bilemez ve onun hakkında duyduğu büyük korku kendini üzer. Arif bir
kadın Allah Teâlâ adamlarından bir gruba şöyle demiş: ‘Allah Teâlâ cenneti veya
cehennemi yaratmasaydı size göre ibadet edilmeye layık olur muydu, olmaz
mıydı?’ Sözün sahibi Rabiatü’l-Adeviyye bu ifadesiyle saf dine işaret
etmektedir ki, bahsettiğimiz bu makamdır. ‘Bu
Allah Teâlâ’nın ihsanıdır, onu dilediğine verir.’169 Ebu Yezid el-Ekber ise bu konuda
‘Artık benim bir vasfım yoktur’ demiştir. Hâlbuki ahdini (kendini kirleten
hususlardan arındırıp) ihlaslı Hakk getirmiş olsaydı, muhlis (ihlaslı olmuş);
muhlis olduğunda nitelik sahibi olur ve bu sözü doğru olmazdı. Hâlbuki bizce
Ebu Yezid doğru söylemektedir. Bu grup ‘Allah
Teâlâ’ya verdikleri sözde sadık adamlar vardır’170 ayetinin hitap ettiği kimselerdir.
Kast edilen, halis ahittir ve Allah Teâlâ da onlar hakkmda bu ahdi korumuştur.
‘Bir kısmı verdiği sözü yerine getirmiştir.’ Yani ahdine vefa göstermiştir.
‘Bir kısmı beklemektedir.’ Kul dünya hayatında bulunduğu sürece değişmeden emin
değildir, çünkü Allah Teâlâ dilediğini yapandır. Kul gerçekte yokluktaki
durumunu bilemez ve bu haldeyken kul kendini göremez, fakat Allah Teâlâ
tarafından görülür. Geçmiş bunun dışındadır. Gelecek ve gerçekleşen ise Allah
Teâlâ’nın bilgisinde kalmıştır. Dolayısıyla Allah Teâlâ’yı bildiği için Allah
Teâlâ’nın tuzağından eminalamaz. ‘Onlar
değişirler.’171
Allah Teâlâ’nın böyle kulları vardır,
bizi de onlardan etsin. Bu ayet ne kadar büyük bir müjde! Bu nitelikteki
kimselerden sadece Aşere-i mübeşşere’den (cennetle müjdelenmiş on kişi) olan
Talha b. Ubeydullah zikredilmiştir. Sahih bir rivayette Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in onun hakkında Talha ahdini yerine getirenlerdendir’ dediği
aktarılır. O dünya hayatındayken ahdini yerine getirmiş, ayette zikredilen
değişme ve tebdilden korunmuştur. O büyük biridir ve bu makama girer. Bununla
birlikte o makamda asıl itibarıyla halis ahit sahibi olanların derecesine
ulaşamaz. Onlar dinini uygulamada Allah Teâlâ’dan ahit alan kimselerdir ve Allah
Teâlâ ile yaptığı ahdi yerine getirenlerdir.
Seyyid Süleyman ed-Dünbûlî elli
seneden beri aklına kötü bir düşüncenin gelmediğini söylemişti. Böyle biri bu
halde öldüğünde, söz konusu insanlara katılır. ‘Allah
Teâlâ’ya verdiği sözü yerine getiren kimse...’172 Allah Teâlâ karşısında ahdini
yenileyen herkes, ihlas sahibidir, ‘halis din’ sahibi değildir. Halis din
sahibi adına önceden bilmediği ve Allah Teâlâ’nın kitabıyla veya peygamberinin
diliyle kendisini yükümlü tuttuğu şer’i yeni bir hüküm geldiğinde, kul onu
halis din ve ilk ahde göre telakki eder ve karşılar. Özel ve belirli meseleyi
bilmemesi, ona zarar vermez. Böyle bir durum söz konusu makam sahibine zarar
vermez. Bunlara misal olarak, halis din veya ilahi ahit ile gördüğü her şeyden
önce Allah Teâlâ’yı gören Hz. Ebu Bekir’i verebiliriz. Hz. Ebu Bekir içinde
bulunduğu makamda bu halde olduğu gibi müşahedesinde de bu haldeydi. Bu
nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendisine inanmaya davet
ettiğinde Hz. Ebu Bekir koşmuş, peygamberden delil istememiş, tereddüt
göstermemiş, halis ahit nedeniyle onu tasdik etmişti. Çünkü Hz. Ebu Bekir Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in nebiliğini dünyada gördüğü gibi kadar
Âdem var olmazdan önce de görmüştü. Bir rivayette Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem ‘Âdem su ile toprak arasındayken ben peygamberdim’ demiştir. Yani ben
peygamberken Hz. Âdem henüz mevcut değildi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem bunu bildirmiştir, çünkü ayette ‘Peygamberlerden
misak aldığımızda...’173
denilir. Misak Âdem’in bedeninin varlığından önceydi. Âdem var olup Allah Teâlâ
onun sırtından oğullarını zerreler gibi çıkarttığında, onları kendilerine karşı
şahit tutmuştur. Bu durum Kuran-ı Kerim’de zikredilir. ‘Onlar da şahit olmuşlardır.’
Bu ise ikinci misaktır. Birinci misak Allah Teâlâ’nın peygamberlerinden almış
olduğu misaktır. Doğduklarında ‘Bir
kısmı sözünü yerine getirmiştir.’17* Bir
kısmını ise Allah Teâlâ başarısızlığa ulaştırmış, onlar da şirk koşmuştur. Allah
Teâlâ verdiği sözü yerine getirip sözünü değiştirmeyenlerden etsin bizi.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
'Adabımla tedip ettiğim velilerimi
tanıdın mı?' Münazelesinin Bilinmesi
Allah Teâlâ’nın nebilerine edebi bir
tek O öğretir Siz de edebe sarılın
Onlar efendidir,
hüsrana uğramazlar Kitabında onları böyle belirtmiş
Onların izinde yürüyen Asiller arasında zikredilir
Bu böyledir ve böyle devam eder Bu
nedenle hep perde ardında kalmıştır
En mutlu insan onlara tabi olan
Onlar gibi yorulur durur görürsün onu
Girmişler ibadethaneye Ayakları
şişene kadar ibadet ederler
Allah Teâlâ şöyle der: ‘De ki
Allah Teâlâ’yı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah Teâlâ da sizi sevsin.’175 Kim Allah Teâlâ’yı severse zelil
olur, kimi Allah Teâlâ severse naz ehli olur. Seven zelil ve hor, sevilen
nazlıdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Beni Allah Teâlâ
terbiye etti, ne güzel terbiye etti!’
Bilmelisin ki Allah Teâlâ’nın veli ve
diğerleri olmak üzere yaratıklarına O’nun katındaki mertebelerini bildirmesinin
iki yolu vardır: Birincisi keşif yoludur. Bu yol vasıtasıyla veli, yaratıkların
Allah Teâlâ katındaki menzillerini görür ve her gruba O’ntın katındaki
mertebesine göre davranır. ikinci yol, ilahi edebe uyma yoludur. İlahi edep Allah
Teâlâ’nın peygamberlerinde (tatbik ettiği) ve onların dilleri vasıtasıyla
kullarına gönder-
diği şeriattır. Bu itibarla
şeriatlar, Allah Teâlâ’nın kulları için tespit ettiği ilahi adaptır. Kim
şeriatm hakkını yerine getirirse, hiç kuşkusuz, Hakkın edebiyle edeplenmiş, O’nun
velilerini tanımış demektir. Bütün hayrı elinde toplayan (edep) ve iki elini
hayırla dolduran birini görürsen, onun ilahi edebi kazandığını öğrenirsin.
Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem -Ki rabbini bilen doğru sözlüdür
orabbine hitap eder: ‘Bütün hayır senin elindedir.’ Hayrın mahiyetini bilmek
istersen, onun güzel ahlakın toplamı olduğunu bilmelisin! Güzel ahlak, dine ve
örfe göre maruf (iyi bilinen) ahlaktır. Allah Teâlâ’nın emri olmasaydı
kendisini affedeceğin birine karşı cezaların uygulanmasını gördüğünde, bu
davranışın o şahıs karşısında güzel ahlak sahibi olmaya zarar vermediğini
bilmelisin. Çünkü cezaları uygularken kendi adına bir şey yapmış değilsin,
fakat Allah Teâlâ kuluna iradesini uygulamıştır. Bu esnada senin yetki
dahilinde olan bir iş yoktur. Her ikiniz de (hakim de suçlu da) aynı efendinin
kullarısınız. Biz de Efendinin emri hakkında değil, seninle ilgili bir husustan
konuşuyoruz. Kölenin (kul) efendinin emrine uyup belirlediği sınırlarda ve
kurallarda durması, güzel ahlakın bir yönüdür. ‘Allah
Teâlâ’ya ve âhir et gününe iman eden bir grubun Allah Teâlâ’ya ve peygambere
karşı taşkınlık yapanları, sevdiğini göremezsin. Onlar babaları, oğulları,
kardeşleri, aşiretleri olsa da onları sevmezler.'176 Onların Allah Teâlâ’ya ve peygambere
karşı taşkınlık yapmış olmaları, kendilerine dönmüş, kendilerine karşı suç
işlemişlerdir; onlara ilahi cezayı tatbik ederken güzel ahlak sahibi,
kendilerine karşı suç işlemiş değildir. Bir iş nedeniyle taarruz eden, (hal
diliyle) o konuda kendisine taarruz edilmesini istemiştir. Bu durumda o işle
ilgili senin onu sevmemen, onun istediğini ve sevdiğini yerine getirmen
demektir. Zaten güzel ahlak, birinin senden istediğini yerine getirmenle
gerçekleşir. Çünkü (Allah Teâlâ’nın hududunu ihlal eden insan) önce Allah
Teâlâ’ya, kıyamete iman etmiş olman nedeniyle senden nefret etmiş, seni düşman
edinmiştir. Böyle birine karşı güzel ahlak sahibi olman, imana (gelmesi)
hususunda ona yumuşak ve latif davranman demektir. Yumuşaklık fayda vermezse,
zorlamayla karşılık verirsin. Yine de inancından dönmez ve ısrar ederse,
öldürmeye gücün yeterse en güzel ahlaka göre onu öldürürsün! Böylece onun
dünyada kalarak, Allah Teâlâ’nın azaibını arttıracak şekilde inançsızlık ve
taşkınlığı çoğalmamış olur. Allah Teâlâ’nın hakkında ‘merhamedi’ diye şahitlik
ettiği Hızır bir çocuğun başını kesip şöyle demiştir: ‘Onun tabiatında kâfir
olmak var, yaşasaydı kâfirlik ve taşkınlıkla ebeveynini üzecek ve kâfirlere
karışacaktı.’ Hızır, kendisine ve ebeveynine merhamede çocuğu öldürmüş, çocuk
fıtrat üzere dünyadan ayrıldığı için Mutlu kalmış, anne babası da Mutlu
olmuştur. Allah Teâlâ en iyisini bilir! Güzel ahlakın en büyüklerinden birisi
budur.
Salihlerden birisi Allah Teâlâ
yolunda cihat etmek niyetiyle dua etmiş, Allah Teâlâ ise cihadın vesilelerini
ona kolaylaştırmamış, kendi yolunda cihat etmesinin önüne engeller koymuştu.
Söz konusu insan Allah Teâlâ ile sohbeti olan ve O’nun katındaki en büyük
velilerden biriydi, içinde cihat etme sevgisi hâsıl olmakla birlikte duasının gecikmesi
ve ortaya çıkan engeller hakkında şaşakalmıştı. İçindeki cihat sevgisinin
nedeni, cihadın Allah Teâlâ’yı razı eden bir amel olması ve şehitlerin Allah
Teâlâ katındaki dereceleriydi. Allah Teâlâ gönlünün daraldığını görünce, Allah
Teâlâ’dan bilgi aldığı yoldan durumu bildirerek şöyle demiş: ‘Cihada katılmanı
engelleyen mazeretlerle gönlün daralmasın. Çünkü cihat etseydin esir
düşeceğini, esir düşseydin Hıristiyan olarak öleceğini takdir etmiştim. Buna mukabil
savaşa çıkmayıp evinde salim bir şekilde kaldığında, Müslüman olarak salih bir
kul iken öleceğini takdir ettim.’ Bunun üzerine salih kişi Allah Teâlâ’ya
şükretmiş, Allah Teâlâ’nın onun için en hayırlı olanı tercih ettiğini
anlamıştır. İnsanın Allah Teâlâ’nın kendisi adına en hayırlı olanı tercih
ettiğini bilmesi de kulun Allah Teâlâ karşısında takınması gereken edep
anlamındaki güzel ahlakın bir parçasıdır. Kadere teslim olup rıza gösteren ve
Hakkın adabının kendisinde bulunduğunu, onu kendine ve Allah Teâlâ’nın kullarına
tatbik eden bir insan görebilirsin. Söz konusu insan -şahıslar karşısında
değilsıfat karşısında edebini izhar eder. Hâlbuki sıfat sahibi, onun kendisi
karşısında edepli davrandığını zanneder ve edeplinin durumu hakkında bir
bilgisi olmaz. Edepli insan ise âleme Hakkın gözüyle bakmaktadır. Hakkın gözü
onlara Allah Teâlâ’nın kendileri hakkındaki bilgisinin verisine göre
bakmaktadır. Allah Teâlâ’nın onlara dair bilgisi ise onların kendiliğinde
bulunduğu duruma bağlıdır. Hallerin kendilerinde bulunduğu zadar hakkında ise
bizadhi muüuluk veya bedbahdık hükmü verilemez. Muduluk ve bedbahdık zadarda
bulunan niteliklere göre ortaya çıkar. Sıfadar da kendileri nedeniyle
bedbahtlık veya mutlulukla nitelenmezler. Aynı şekilde sıfadarı taşıyan zadar
da kendilikleri ve hakikatleri bakımından mutluluk ve bedbahtlıkla
nitelenmezler. Sıfatlar zadarda bulunup hükümleri ortaya çıktığında, zadar
kendileri için meydana gelen karışıma (imtizaç) göre nitelenirler. O karışıma
zat veya sıfadarlardan hiç biri tek başına sahip değildir. Böyle bir durumda
bir şahıs için Mutlu veya bedbaht denilir.
Muduluk ve bedbahdıktan söz eden
hadisin ne kadar sırlı olduğuna dikkat ediniz! Hadiste ikisinden her birisi
karışıma göre ortaya çıkmıştır. Nitekim mürekkebin siyahlığı kara ve mazının
birleşmesiyle ortaya çıktığı gibi çamaşırın beyazlığı da çamaşır ile çamaşır
suyu arasında ortaya çıkar. Bütün korku, bileşim ve terkipten meydana gelir.
Şahsa gelen bütün afeder, onun bileşik olmasından kaynaklanır. Terkipten
çıkmak ise aklen mümkün olmakla birlikte bileşik âlemde hiçbir zaman
gerçekleşmeyecek bir durumdur. Bu nedenle Ebu Yezid kendisinin sıfatı
olmadığım söylemiştir. Çünkü o basidiğinin ma’kuliyetine (aklî mertebesine)
yerleştirilmiş, terkip görmemiş ve ‘benim sıfatım yoktur’ demiş ve doğru
söylemiştir. Fakat bu soyudanma (basitiik), dışta ve duyusal (mahsûs) varlıkta
gerçekleşmez. Öyleyse sadece mizacının iktiza ettiği üzere bedbahdığı veya
muduluğu kabul eden bileşik varlık mevcuttur. Kuşkusuz rabbin ‘fariğ’ olmuştur.
O’nun fariğ olması, meşgul eden bir engelden kaynaklanmamış, böyle derken Allah
Teâlâ tenzihi kastetmiştir. Yani işler ancak kendiliklerinde bulundukları duruma
göre gerçekleşmiştir.
Allah Teâlâ bu müşahedenin
gerektirdiği sürçmelerden bir insanı korursa, hiç kuşkusuz, ona büyük bir
inayette bulunmuş demektir. Burada ayaklar kayar. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem kulun bedbahdık veya muduluğunun öne geçmesiyle ilgili hadiste
bunun benzerini zikretmiş, şeriatta bu husus yer almıştır. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem hadisi söyleyince, sahabe şöyle demiş: ‘Ey Allah
Teâlâ’nın peygamberi! Amel neyle ilgilidir?’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle demiştir: ‘Siz amel ediniz, herkes kendine kolaylaştırılmış işi
yapar.’'Allah Teâlâ peygamberi onlara göndermekle iyilik sebeplerini ve
yollarını, bedbahdık ve kötülük sebeplerini ve yollarını açıklamış, iyilik
yollarında yürümeyi bir müjde kılmıştır. Sen o müjdeyi içinde ara! Yaptığın iş
hayır ise ve onu yaparken içini ve dışını -tereddüde kapılmaksızıneşit
görüyorsan, o amel bir müjdedir ve muduluk hakkında onunla sevinmelisin. Çünkü
Allah Teâlâ durumunu değiştirmeyecektir. İyiliğin zahirinde bulunup içinde ve
batınında kuşku izi görürsen veya yaptığın ibadete karşı içinde sıkıntı
duyarsan veya -fiilin zahiriyle çelişecek şekildeonun aslını zedeleyen düşünce
aklına gelirse, Allah Teâlâ’nın sana iman vermemiş olduğunu ve kalbini nuruyla
nurlandırmadığını bilmelisin. Bu durumda ister kendine ağla, ister gül!
Ahirette eline hiçbir şey geçmeyecektir. İnsanın içindeki terazi budur ve o
kendini ve kendine gelen düşünceleri en iyi bilendir. Bu nedenle Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem sahih bir rivayette ‘İnsan başka insanlara
göründüğü kadarıyla cennetliklerin amelini işler’ demiştir. Çünkü bu
davranışından Allah Teâlâ’ya gözüken, içine gelen düşüncedir. Söz konusu
düşünce onun imanına zarar veren kuşkudur. Başka bir ifadeyle onun zahirinde
yerine getirdiği dindarlığı, içinde bulunduğu durumla bir değildir. Apaçık
imtihan budur. ‘Bir insan insanlara görülen haliyle cehennemliklerin amelini
işler.’ Yani günahları işler. Onun içinden ve batınından Allah Teâlâ’ya görünen
ise bu davranışın aksine iman nuru ve doğruluktur. İman nuru ve doğruluk, onun
içinde bulunduğu halin Allah Teâlâ’nın emrine aykırı olduğuna inanmasını sağlar
ve bu nedenle içinden ağlar; zahirde ise günah işler. Böylece onun davranışında
Allah Teâlâ’ya gözüken yön, insanların gördüğü günahtan farklıdır. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem hiç kuşkusuz, bu hadisinde insanların gerçekte
bulundukları durumu beyan buyurmuştur.
Sonra bilmelisin ki bu miinazelenin
başlığında latif bir işaret vardır. Bu işaret, Allah Teâlâ’nın bilmiş olduğu
bir şeyi sormasının anlamıyla ilgilidir. Allah Teâlâ’nın bildiği bir şeyi
sormasına misal olarak, meleklerine ‘Kullarımı nasıl bıraktınız?’ diye
sormasını verebiliriz. Melekler Allah Teâlâ’nın kullarını kendilerinden daha
iyi bildiğini bilirler. ‘Yaradan bilmez mi?’ Kulların bütün halleri Allah
Teâlâ tarafından yaratılmıştır. ‘O Latif ve Habir'dir.’ Yani kendine dua edilmesine
karşı lütufkâr, istenilen hakkından haberdardır, çünkü o gerçekleşmiş demektir.
Allah Teâlâ gerçekleşen bir şey hakkındaki her bilgiyi bildiği kadar onu
gerçekieşmezden önce bilir. Melekler Allah Teâlâ’nın böyle bir soruyla neyi
kastettiğini bildikleri için, edebin gereği, şöyle cevap vermişlerdir: ‘Biz
onları namaz kılarken bıraktık. Kendilerine geldiğimizde de namaz
kılıyorlardı.’ Çünkü meleklerin insanların yanma gelmeleri ve onlardan
ayılmaları, bir rivayette geçtiği üzere, ikindi namazıyla sabah namazında
gerçekleşir.
Ben de Hakka icabet etmek üzere şöyle
derim: Senin adabını öğrendiğimde, onları tanıdım ve sana nispet ederek ‘Onlar
Allah Teâlâ’nın velileridir’ dedim. Onların alametleri, göründüklerinde Allah
Teâlâ’nın hatırlanmasıdır, çünkü onlar Allah Teâlâ ile tahakkuk etmiş
kimselerdir. Bu hal, kendisine herhangi bir şekilde rububiyetin katışmadığı
saf ve mutlak kulluktur. İlahi adap budur. Onlarda görülüp de kendisinde
rububiyet koku-, sunun bulunduğu her vasıf, velilik edebi değil, halifelik
edebidir. Veli yardım eder fakat yardım görmezken halife yardım eder ve görür.
Zaman kavgacıdan yoksun kalmaz. Veli müsamaha göstermez; müsamaha gösterirse
veli değildir. Veli Hakkın mertebesine karşı herhangi bir şeyi tercih etmez. O
bütünüyle Allah Teâlâ’ya aittir. Halife bazen Allah Teâlâ’ya bazen âleme
aittir; bazen Hakkm mertebesini tercih eder, bazen âlemin mertebesini!
Onlardan meydana gelen ve velinin gayrete kapılmasına yol açan davranışlar
nedeniyle insanlar için bağışlanma diler. Bu insanlar, Allah Teâlâ’nın bizzat
edep öğrettiği fertlerdir (efrad). Halife ‘Günde yetmiş kereden fazla istiğfar
ediyorum’ diyebileceği gibi Ra’l, Zekvan ve Useyye kabilelerine de beddua
edebilir. Onun hali nerede, ötekinin hali nerede! Halifenin hali değişirken
velinin hali değişmez. Veli kesinlikle töhmette kalmaz. Halife -halinin
değişmesi nedeniyleitham edilebilir. Halife bir iddiada bulunduğunda, acizliği
onu yalanlarken kendisinden ortaya çıkan başka bir hal kendisini doğrular.
Velilerin adabı, meleklerin adabıdır. Cebrail deniz suyunu almış, onu
Firavun’un ağzına atarak, ulûhiyet mertebesi hakkmdaki gayreti nedeniyle
tevhidi telaffuz etmesini engellemek istemiş, onula mücadele etmişti. Bununla
birlikte Cebrail, onun Allah Teâlâ’dan başka ilah olmadığını bildiğini biliyordu.
Firavun bu mücadelede öne geçmişti, çünkü diliyle tevhid kelimesini
söylemiştir. Nitekim Allah Teâlâ yüce kitabında ondan böyle bildirmiştir.
Halife (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem) ise amcasına (Ebu Talib’e)
‘Kelime-i şehadeti kulağıma söyle ki, Allah Teâlâ katında senin lehine şahitlik
edeyim’ der. Hâlbuki amcası direnmiştir. Bu halifenin hali nerede, ‘Rabbim
yeryüzünde kâfirlerden dolaşan hiç kimse bırakma’177 diyen başka bir halifenin hali
nerede! Belki o insanlar daha uzun yaşasalardı, tövbe edecek veya onların
soylarından Allah Teâlâ’ya iman edip müminlerin göz aydınlığı olacak nesiller
gelecekti. Velilerin adabı gazaba uğrayana karşı gazap ve razı olunana karşı
rıza göstermektir ve her ikisinde de vazgeçme söz konusu değildir. Böyle
davranmaları Hakkın onlara öğrettiği edepten kaynaklanır. Hakk ise gerçekleşmesi
zorunlu edebi öğretmiştir. Halifelerin adabı, razı olunan işten razı olmak,
gazaba uğrayanı bazen affetmek bazen öfkelenmektir. Bu nedenle -başkaları
değilsadece veliler ‘Benim dostlarımı tanıdın mı?’ ifadesinin muhatabı
olmuştur. Hepsi Allah Teâlâ’nın dostlarıdır. Fakat onlar ilahi isimlerin dostlarıyken
bunlar izafetin dostlarıdır. Öyleyse onlar, isimlerin velileri değil,
zamirlerin velileridir. Zamir isimleriyle açık isimler arasındaki farkı Allah
Teâlâ’nın izniyle kitabın sonundaki isimler bölümünde açıklayacağız.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
DÖRT
YÜZ KIRK ALTINCI BÖLÜM
'Geceyi ibadetle geçirmek hayırları
elde etmeyi sağlar' Münazelesinin Bilinmesi
Geceyi ibadetle geçirmek bütün hayırları içerir Rahman keremiyle
geceleyin tenezzül eder
Bize bizimle yaklaşır, ta ki yardım eder bize Hükmün uçlarında bize yaklaşarak
Hepsi O’na ibadet eder, hepsi O’na
şükreder Cezaya ve hüsrana maruz kalanlar hariç
Veliyi gaflet anında görürsün
Zalimler hakkında ağlar ve dua eder
Rabbim, rabbim ona büyük bedel
gerekmez
■
Kalem’de de böyle gelmiş zaten
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sen
güzel ahlak üzeresin.’’178 Başka
bir ayette ‘Gece dinçliği daha iyi anlamayı sağlar’179 buyurur. Hz. Ayşe’ye (r.a.) Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in ahlakı sorulunca ‘Onun ahlakı Kuran'dı’
demiştir. Hz. Ayşe böyle demiştir, çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
halkın biriciği ve tekiydi. Bu nedenle bu biricik yaratılmışın bütün güzel
ahlakı kendinde toplaması gerekirdi. Allah Teâlâ bu ahlakı azamet özelliğiyle
(‘sen azim bir ahlak üzeresin’) nitelediği gibi Kuran’ı da azim diye
niteleyerek ‘Kuran-ı azim’180 demiştir. Binaenaleyh Kuran Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in ahlakıydı. Ümmeti içinden kendisine yetişmiş
olanlardan onu görmek isteyen kişi Kuran’a balem alıdır! Kuran’a baktığında ve
onu incelediğinde, Kuran’a bakmak ile Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e
bakmak arasında bir fark yoktur. Bu itibarla sanki Kuran kendisine
Abdulmuttalib oğlu Abdullah oğlu Muhammed denilen bir beden şeklinde var oldu.
Kuran-ı Kerim Allah Teâlâ’nın kelamı olduğu gibi kelam da O’nun sıfatıdır.
Demek ki Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem bütünüyle birlikte Allah Teâlâ’nın
sıfatıdır. ‘Kim Peygambere itaat ederse Allah Teâlâ’ya itaat etmiştir.’ Çünkü
peygamber arzusundan konuşmaz, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Hakkın
lisanıdır. (Başta zikredilen ayete dönersek) Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem bedeninin gecesinde ve tabiatının karanlığında Allah Teâlâ’nın kendisine
nasip ettiği ve şeriatında belirlemiş olduğu salih amellerden geceye ait amelî suretler
inşa ederdi. Bunun nedeni gecenin ed-Dehr isminden kaynaklanan zamandaki ilahi
tecellinin mahalli olmasıdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem söz
konusu suretleri müşahede üzere inşa edebilmek için Hakkın tecellisiyle yardım
isterdi. Bu durum ‘Fecir okuması meşhüd (şahitli)
olmuştur’181
ayetinde belirtilir. Geceleyin inşa edilen bu ameller, başka bir amel değil,
bilhassa gece namazıydı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem yardım isterdi
dedik, çünkü Allah Teâlâ kutsi hadiste ‘Namazı kendim ile kulum arasında ikiye
ayırdım’ demiştir. Bir ayette ise ‘Allah
Teâlâ ile yardım isteyin’182 buyurur. Yardımı ancak amelde bir
çabası olan
kimse talep edebilir. Bu da ‘Ancak
senden yardım dileriz’183
ayetinde belirtilir.
Ey peygamber varisi! Sen bu amelde o
hitabın muhatabı olmaya çalış ki Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem dünya
hayatından ayrılmamış olsun. Çünkü o Kuran-ı Azim’in suretidir. Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem’in varisleri arasından kimin ahlakı Kuran olur ve
tabiatının gecesinde amellerin suretlerini inşa ederse, hiç kuşkusuz Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’i kabrinden diriltmiş olur. Bu , itibarla Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in vefatından sonraki hayatı, onun
sünnetinin hayatta olması demektir. ‘Kim
onu ihya ederse, sanki bütün insanları diriltmiş olur.’184 Çünkü Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi
ve sellem en tam toplam ve en kâmil surettir (bernamec-i ekmel). Bu nedenle Allah
Teâlâ gece ibadeti hakkında ‘söz bakımından daha doğrudur’ demiştir. Kuran’dan
daha sağlam bir söz ise yoktur. Aynı şekilde ‘Anlama
bakımından da daha iyidir.’185 Yani daha hazırlayıcıdır. Çünkü Allah
Teâlâ ‘Biz kitapta hiçbir şeyi ihmal
etmedik’186 buyurur.
Burada kast edilen toplayıcı kitaptır. ‘Sebat bakımından da daha güçlüdür.’
Çünkü Kuran diğer kitapların kendisiyle mensuh Hakk gelmesi gibi nesh
edilmemiştir. Önceki kitaplardan bir hüküm sabit olsa, ancak Kuran’da yer
aldığı için sabittir. Bu nedenle sebatı anlatmak için mübalağa kipiyle
pekiştirmiştir. Bu yönüyle Kuran-ı Kerim kıyamet vaktine bitiştiği için önceki
kitaplardan daha sabittir. Bunun yanı sıra Kuran’da önceki kitaplarda bulunan
hususlar yer alırken onda bulunanlar önceki kitaplarda bulunmamıştır. Nitekim Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’de önceki bütün nebilerde bulunan
özellikler bulunurken onda bulunan bütün özellikler önceki nebilerde bulunmaz.
Çünkü onun ahlakı Kuran’dır ve kendisine ve ümmetine önceki hiçbir peygambere
verilmemiş özellikler verilmiştir.
Herhangi bir kişi gece amellerine ait
bir sureti meydana getirdiğinde ve Hakk da o surete ruhunu üflediğinde -ki
Hakkın surete ruh üflemesi kulun Hakkı yardımcı olarak müşahede etmesinden
kaynaklanıro suret nâtık ve canlı bir suret şeklinde var olur. O suret iki
saygın asıldan meydana gelmiştir: Bir uçta Haktan diğer uçta kuldan! Söz konusu
kul kulluğunu hakkıyla yerine getirmiş, Efendisine karşı vazifesini ifa etmiş,
nefsine veya Hakkın onu kendisine göre yarattığı surete
bakmadan -çünkü surete bakmak insana
kibir verirsırf kul olarak kalabilen kimsedir. Bu nedenle ayette önce ‘Ancak
sana ibadet ederiz’1*7 denilmiştir.
Çünkü sureti ancak ikinci halde kabul etmiştir. Böylece kul zatı gereği ‘Ancak
sana ibadet ederiz’1** demiştir. Sonra dönüp şöyle
demiştir: ‘Bizi sırat-ı müstakime ulaştır,
kendilerine nimet verdiklerinin yolu, gazap ettiklerinin yoluna değil ’1*9 Böylece iki durum (ibadet ve yardım
istemek) ile şeriatın onun adına belirlediği şekilde hakkını kendisine ödemiş
olduğu yüce rabbi birleştirmiştir; şeriatın kendisi için belirlediğinin dışında
bir şey ona sorulmaz. Çünkü ona edebi öğreten Allah Teâlâ’dır; edep ise bütün
hayırların kendinde toplandığı ahlaktır. Gece ameli bu kerim asıl arasında
meydana gelince, iki ucu birleştiren bir orta haline gelmiş, bu suret
efendi-köle, Hakk-halk olmuştur. Bu surede Allah Teâlâ âlemi başlangıçta yaratmıştır. Çünkü
Allah Teâlâ’nın sıfatları ve isimlerinde de iki uç bulunur. Bu itibarla Allah
Teâlâ kendisini sayesinde âlemden müteal kalmasını gerektiren sıfâdarla
nitelediği gibi âlemin üzerinde bulunduğu özelliklerle de nitelemiştir. Allah
Teâlâ zatı gereği (yani âlemden kaynaklanmadan) ezelden beri bu iki tür şifada
nitelene gelmiştir. Bu iki tür nitelik birbirine zıt uçlardır ve Allah Teâlâ
iki zıddı birleştirmiştir. İş kendiliğinde böyle olmasaydı, âlemde iki zıt
yaratılmazdı. İki benzer de iki zıttır. Bu yönüyle onlar benzerliğin zıdığına
sahiptir. Bu sayede biz iki zıddı kabul etmesi itibarıyla âlemin Hakkın
suretinde olduğunu anladık. Daha doğru bir ifadeyle âlem -ki iki zıddın
kendisidirkendisini inşa edenin suretindedir. Bu sayede âlem aslı nedeniyle
iki uç arasında zuhur etmiş, Allah Teâlâ’nın âlemdekilerin elleriyle yaratmış
olduğu şeylerde de durum böyle devam etmiştir. Binaenaleyh âlem suretleri inşa
ederken Allah Teâlâ onların suretlerini ve hayadarını meydana getirir. Nitekim Allah
Teâlâ Hz. İsa hakkında şöyle demiştir: ‘Topraktan
kuş sureti yarattığında...’190 Kast
edilen yaratılış suretidir. ‘O
da Allah Teâlâ’nın izniyle kuş olurdu.’191 Burada Allah Teâlâ sureti
yaratılmışa izafe ederken onun kuş oluşunu da Hakka izafe etmiştir. Seni
yaratması hakkında ise şöyle demiştir: ‘Onu
tesviye ettiğimde..:’192 Bu ayet
‘Topraktan kuş sureti yarattığında...’193 ayetinin bir benzeridir. Sonra şöyle
der: ‘Ona kendi ruhumdan üflediğimde...’194 Bu ise ‘O
da Allah Teâlâ’nın izniyle kuş olurdu’195 ayetine benzer. Kulun amellerin suretlerini
inşa edişi esnasında Hakkın karşısında cem’ ve şuhud halinde bulunursa, (böyle
bir kulun inşa ettiği suretler) natık ve canlı suretler olarak var olur. Böyle
bir cem’ ve müşahede niteliği olmadan onları yerine getiren kimsenin amelinin suretleri
ise ressamların suretleri gibi ruhsuz suretler olur. Allah Teâlâ kıyamet günü
onlara ‘yarattığınız şeylere hayat verin’ diyecek, onlar ise bunu yapamayacaklardır.
Çünkü hayat vermek onlara değil Allah Teâlâ’ya aittir. Burada hayat vermek
derken canlıdan bir faydanın meydana gelmesini sağlayan canlılığı kast
etmekteyim. Çünkü tabiat da surete bir canlılık verir. Fakat bu hayata bir
fayda eşlik etmez. Söz konusu canlılık kokuşmayla meydana gelen varlıklarda da
bulunan canlılıktır. Bu yönüyle tabiatın (verdiği canlılığın) gücü hissetmeyi
aşamaz. Kendisinden tefekküre bağlı ameli işlerin meydana geldiği ruhani güçler
ise ilahi ruhtan var olabilir. Binaenaleyh ruhların mertebelerini bilen bu kısa
açıklamalarda ima ettiğimiz sırları öğrenir.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola
ulaştırır.’
DÖRT
YÜZ KIRK YEDİNGÎ BÖLÜM
'Temizlik mertebesine giren kişi
benden konuşur' Münazelesinin Bilinmesi
Kul bir temizlenirse beşeriyetinden
Hakkın varlığıyla;
natık Hakk gelir
Rükûdan kalkarken doğru sözlü namaz kılan gibi
Hakkın adına konuşur oda
/ •
Konuşurken hakkın vekilidir o (SemiAllah
Teâlâu limen-hamidehu)
Onu hiçbir engel alıkoyamaz
Onun her sözü doğrudur
Her şarabı tadabilir o
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O gün
dilleri, elleri ve ayakları
onların yaptıkları hakkında aleyhlerine şahitlik edecektir.’196 Yani kendileriyle yaptıkları işler
hakkında şahitlik edeceklerdir. Şahidik yabancıyken yapılabilir, çünkü şahit
olmak kaçınılmazdır. Söylediğimiz gibi olmadığında, şahit ile hakkında şahidik
edilen aynı kişi olur. Bu durumda söz konusu olan ise şahidik değil ikrardır.
Hâlbuki Allah Teâlâ ikrardan söz etmemiştir. Bu durum, organların nefs-i natıka
ile ilişkisinin yönetilenlerin hükümdarla ilişkisiyle bir olduğunu gösterir.
Nitekim (âlemin) Hakk ile ilişki ve irtibatı da böyledir. Asıl Hakk’tır ve Hakk
ezeli olarak yöneticidir. Bu nedenle Hakk için ezeli olarak belirli bir
yönetilenin var olması gerekir ki o da mümkünlerdir. Bu itibarla mümkünler
yokluk hallerinde Hakk tarafından görülürler, çünkü onlar (ezeli ilimde)
sabittirler (a’yan-ı sabite). Allah Teâlâ da onların varlıklarını ve
kendilerinde yarattığı şeylerin suretlerini meydana getirirken bir kısmını önce
bir kısmını sonraya koyarak mümkünleri tedbir eder ve yönetir. Burada Allah
Teâlâ’nın bilgisini yaratıklarından gizlemiş olduğu kader sırrı vardır. Ta ki
var olan suretlerde gözün göreceği şekilde hüküm o kader sırrına göre ortaya
çıkar. Aynı şekilde Allah Teâlâ yönetici ruhları var etmek istediğinde, onlar
da ancak yönetici olarak var olmuşlardır. Söz konusu ruhların kendilerini
yönetecekleri suretler ve varlıklar bulunmasa, onların hakikatleri batıl
olurdu, çünkü onlar zatı gereği yöneticidirler. Keşif ehline göre de gerçek
böyledir. Burada bilinmeyen bir sır vardır, Allah Teâlâ izin verirse bu bölümde
ona değineceğim:
Allah Teâlâ bedenleri ve cesederi
nur, ateş, toprak, kokuşmuş su gibi bu farklı yapının esaslarından yarattı.
Yönetici ruhların tedbir mahalli olan suretin düzenlenmesi tamamlandığında, Allah
Teâlâ onda, daha doğrusu onun kendisini yaratının üflemesini kabul etmesinden
-ki o sürekli bir feyizdiryönetici ruhları var etmiştir. Bunlar o bedenleri
yöneten, onların yönetilmeye kabiliyederine göre onlarla bilfiil var olan
ruhlardır. Bu itibarla yaratılışlardaki derecelenmeye göre ruhlar da derecelenmiş,
yönetici olmadaki ortak Özelliklerinin dışında bir mertebede bulunmamışlardır.
Yönetici ruhlar kabiliyetlerin mizaçlarının suretiyle ortaya çıkmış, yönetirken
yönetilen bedenlerin gereklerini aşmamışlardır. Dışta var olmalarından önce
mümkünlerin hakikatlerine bakınız! Hakk onlarda ancak kendilerinin kabul ettiği
surette zuhur eder. Bu durumda onlar gerçekte Hakkın suretinde değillerdir;
sadece tedbir eden (yöneten) tedbir edilenin suretindedir. Çünkü O’ndan hakikatlere
sadece kabul ettikleri kadarı zuhur etmiştir. Dolayısıyla Hakk halkın üzerinde
bulunduğu haldedir. Hakk’tan bundan başka bir şey görülmez ve bilinmez;
kendinde Hakk ise bildiği üzere olduğu kadar O’nun hiçbir şekilde bilinmeyen
(özelliği) vardır. Bu hiçbir şekilde bilinmeyecek yön, ‘Allah
Teâlâ âlemlerden müstağnidir'197 ayetinde işaret edilen kendisi
nedeniyle kendisine ait husustur. Burada Allah Teâlâ hakkında sana açıkladığımız
bilgiyi biz kendi irademizle açıklamadık, biz buna zorlandık. Onu iyice öğren
ve sakın unutma! Çünkü bu bilgi sana Allah Teâlâ karşısında edebi öğretir. Bu
makamdan ‘Sana isabet eden bir kötülük kendi
nefsindendir,m ayeti nazil olmuştur. Yani Hakk sana
ancak kabul edeceğin kadarını vermiştir, ilahi feyiz geniştir, çünkü Allah
Teâlâ ihsanı geniş olandır. Allah Teâlâ’nın katında bir kısma bulunmazken sen
O’ndan ancak zatının kabul edebileceğini alırsın. Öyleyse bu genişliği senin
için daraltan ve seni darlığa sokan zatındır. (Haktan) sende tedbiri
gerçekleşen bu (isim) kendisine ibadet ettiğin rabbindir ve sen ancak O’nu
bilirsin. İşte bu (herkese) görüleceği şekilde Hakkın senin için kendisinde
tecelli edeceği alamettir (tahavvül fı’s-suver). Dünyada bu alamet herkese
açık değildir ve her insan kendinden onu bilirken onun kendisince bilindiğini
fark etmez. Bu nedenle insanlar şöyle der: ‘Allah Teâlâ beni şuna buna
alıştırdı.’ Bunu öğrendiğinde, Hakkın senin üzerinde bulunduğun duruma göre
seninle olduğunu anlarsın; yoksa sen O’nunla değilsin! Küran-ı Kerim’de bu
hususa ‘O sizinle beraberdir, her nerede
bulunursanız’199
ayetinde işaret edilmiştir. Siz O’nunla değilsiniz ve herhangi bir kimsenin de
O’nunla beraber olması mümkün değildir. Allah Teâlâ herkesin bulunduğu durumda
herkesle beraberdir. Alemdeki bireylere bakınız! Onlarda gördüğünüz, Hakkın
kendisidir.
Bu keşfin ardında keşif olmaz Bu
vasfın ardında vasıf olmaz
Zuhur eden ve gizlenen Hakk münezzeh
O’nun şahidi böyle bildirmiş ve söylemiş
Tedbirden soyutlanmak mümkün
değildir; mümkün olsaydı rububiyet batıl olurdu. Rububiyet batıl olamayacağına
göre tedbirden soyudanmak mümkün değildir. Başka bir ifadeyle tecridin dayanağı
yoktur. Çünkü ilahını -senancak şendeki müdebbir (yöneten) olarak bilebilir ve
O’nu ancak kendinden tanıyabilirsin. Dolayısıyla senin de tedbir edici olman
gerekir. Bu itibarla dünyada ve ahrette bir cismin ve ruhun bulunması gerekir:
Her âlemde oranın yaratılışına uygun bir halde beden ve ruh bulunur. Ruhlar ise
suretlerin farklılığı nedeniyle türlü türlüdür. Bu durum kitapta daha önce
zikredildiği üzere Hakk ve halk için geçerlidir. Bu anlamda Hakka tercüman
olmak üzere şu beyti söyledik:
Sen nasıl istersen öyle ol, çünkü
Ben Sen nasıl olursan öyle olurum
Gerçekte de durum böyledir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
DÖRT YÜZ KIRK SEKİZİNCİ BÖLÜM
Onun katındaki şey hâkim olunca
üzerimde O’nu biz nasıl görebiliriz?
Alemin varlığıyla bizi şaşırtır
Hâlbuki âlemin varlığı llah’ın varlığı
O’nu kendinden başkası
görmez Başka biri var mı ki O’nu görebilsin
Biz sürekli mümkün
varlıklarız
Varlık ve yokluk halinde O’nun
himayesinde
Ne başkayız O’ndan ne O’yuz biz
Bizim dalaletimiz O’nun hidayetinden
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kâfir’in
dili tutuldu.’200 Bu
nedenle kâfir oldu (örttü, gizlendi). Bu yönüyle doğmak ve batmak vardır ki
bunlar da bulmak ve yitirmektir. Söz konusu olan Hakk güneşidir: Doğudan doğmuştur.
Doğmamış olsaydı, o yer meşrık, yani güneşin doğduğu yer olmazdı. ‘Sen
onu batıdan (mağrip) getir.’201 Gerçekte güneşi batıdan getirmiş
olsaydı, orası hiç kuşkusuz meşrık, yani doğu olacaktı. O halde güneş ancak
doğudan doğabilir ve bu nedenle kâfir susmuştu. O susmuştur, çünkü o doğma
nerede olursa doğu adının onu takip edeceğini biliyordu. Yine biliyordu ki,
güneşin battığı yerin, yani mağribin (öğrenilmesine) gerçekte bir yol yoktu
Kâfir, anlayışta kusurlarıyla birlikte, oradakilere Hz. İbrahim’in getirmiş
olduğu hususu nasıl aktaracağını bilmekten aciz kaldığı için susmuştu. Bu
nedenle hakikat, Nemrut’a karanlık kalmış, nefsinde başarısızlık' duygusuna
kapılmış, oradakilerin önünde Hz. İbrahim’in kesin delili ortaya çıkmıştı.
Nemrut’a birinci mesele nedeniyle küfür
nispet edilmişti, çünkü o Hz. İbrahim’in ‘Rabbim
hayat veren ve öldürendir’202 sözüyle neyi kastettiğini
biliyordu. Bu esnada bilgisini gizlemiş ve bu nedenle kâfir, yani
örten-gizleyen diye nitelenmişti. Bu itibarla Nemrut ‘Ben de öldürür ve diriltirim’
demiştir. Anlatıldığına göre Nemrut ölümü Hakk etmiş birini öldürmek yerine
bağışlamakla onu diriltmiş olduğunu söylemiştir. Hâlbuki Hz. İbrahim’in
kastettiği tam da Nemrut’un anladığıydı. Hz. İbrahim gerçekte daha kapalı ve
daha uzak bir meseleye dönmüşken orada bulunanlara göre daha açıktı. Hz.
İbrahim ikinci bir mesele getirmiş, buna karşı Hz. İbrahim’in durumu hakkında
kâfir susup kalmıştı. O, gerçekte daha gizli olan bir meseleye nasıl geçiş
yapacağını bilememişti ve delil getirmekten uzak kalmıştı. Buna karşılık kavmi
nezdinde delil, kendisine karşı ortaya çıkmıştı. Nemrut’un susması bu mucizevî
işle ilgiliydi. O iş oradakilerin gözlerini Hz. İbrahim’in daha açık olandan
kapalıya intikalini anlamalarını engellemiş, onları köreltmişti. Nemrut’un
susması ve şaşırması da, oradakilerin içlerinde Nemrut’un aciz kaldığı inancını
meydana getirmişti; amaçlanan da buydu. Nemrut mecliste bulunanların
kalplerinde bu konuda meydana gelecek kuşkuyu izale edebilecek kudrete sahip
değildi. Hz. İbrahim’in doğru söylediğini anlamış, fakat Allah Teâlâ kendisine
hidayet nasip etmemişti. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ Nemrut’un peygamberin
sözüyle iman etmesine imkân vermemişti. O, Hz. İbrahim’in gerçeği söylediğini
biliyordu: Zaten susmak hali ancak Hakkın nezdinde bulunanın ortaya çıkması
halinde söz konusu olabilir (çünkü en kesin delil odur). Hakkın nezdinde olan
ise senin üzerinde bulunduğun durumdur. Hakk sana ancak seninle zuhur eder,
sen de O’nu kendinde ikrar eder, sonra da Hakka dair ikrar etmiş olduğun şeyi
inkâr edersin. İnkâr senin kendini ve Rabbini bilmeyişinden kaynaklanır.
Kendini bilmiş olsaydın, Rabbini bilmiş olacaktın. O halde sadece halk
(yaratılmış) vardır: Halk senin gördüğün ve müşahede ettiğindir. Her nefes
halden Hakk girmedeki incelilderi teftiş etmiş olsaydın, hiç kuşkusuz, şunu
görürdün: Hakk (bir açıdan) senin halinin aynı olduğu gibi kendisi olmak
bakımından ise bütün bunların ardındadır. Nitekim Hakk aynı zamanda bütün
bunların aynıdır. O halde Hakk (bir yandan) halk iken halk Hakk değildir.
Bununla birlikte ona verilen isimler değişebilir. Hakkın katından olan işlerden
birisi de Hz. Musa’nın dağının parçalanması değil miydi? Dağın parçalanmasıyla
Hz. Musa bayılmıştır ki, bu, en büyük susmadır. Onu bayıltan, O’nun katında
olan şeydi. Hz. Musa Rabbini görmek isteyenlerdendi. Daha önce bilmeyip o
esnada Hakk’ın âlem karşısındaki bir suretini de öğrenince, şöyle dedi: ‘Sana
tövbe ettim.’203 Yani
daha önce talep ettiğim üzere artık seni görmek istemiyorum. Çünkü ben Senin
hakkında bilmediğim bir şeyi öğrenmiş oldum. ‘Ben
ilk müminim.’204 Yani
‘Beni göremeyeceksin’ hükmüne ilk iman eden benim. Çünkü bu sözü bana söyledin,
o söz bir haberdir. Bu nedenle onu -bilgiye değil-, imana katarak ‘ilk
müminim’ demiştir. Hz. Musa bu ifadesiyle Hakkın ‘Beni göremeyeceksin’ sözüne
imanı kastetmemiş olsaydı, ‘ilk’ demesinin anlamı olmazdı, çünkü ondan önce de
müminler vardı; fakat böyle bir ifade daha önce ortaya çıkmamıştı.
Susmak veya bayılmadan sonra iman
eden herkes, hiç kuşkusuz, basiret üzere iman etmiş demektir. Öyle biri
imanında bilgi sahibidir. Böyle insanların Allah Teâlâ’nın kulları arasında
bulunması güçtür. Allah Teâlâ ehli içerisinde bilgiyle birlikte kendisinde
imanın kaldığı kimseler azdır, çünkü kişi daha açık olana intikal ettiğinde -ki
daha açık olan bilgidirhiç kuşkusuz imanından intikal etmiş demektir. Kamil ise
bildiğini bilirken aynı zamanda ona iman eden kimsedir; yoksa iman etmediğini
biliyor değildir. Bu nedenle kâmile aynı anda mümin ve âlim denilir.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
DÖRT YÜZ KIRK DOKUZUNCU BÖLÜM
'Bir kuluma ibadet eden benim kulum
değildir' Diye Allah Teâlâ’dan Aktaranın Münazelesinin Bilinmesi
Kulun kulu olur mu hiç?
Münezzeh Allah Teâlâ ne kadar mükemmeldir!
Müteşabih ve muhkemi söylemiş Mücmeli ve mufassalı var
Her gözle onu görürüm Her bilgiden üstün kıldı
Allah Teâlâ ona toplamış Bütün
varlığı ve emeli
Ona itidal verdi önce Bundan sonra
onu tafsil etti
Ancak yolları var O’nun Her halimde ona ait
Bütün kemale ulaştık Ben ve O: her şey O’nun
Allah Teâlâ Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem’e şöyle demiştir: ‘De ki
bütün iş Allah Teâlâ’ya aittir.’205 Biz de bu nedenle şöyle dedik: Her
şey O’nun! Dikkat ediniz! Yaratma ve emir Allah Teâlâ’ya aittir. O yaratma ve
emir demektir. Biliniz ki, memluk, yani köle efendisine sahip olabilir. Bu
nedenle Hakim Tirmizî, Hakkı ‘mülkün mülkü (kölenin mülkü)’ diye isimlendirdi.
Efendiden başkası da köleye sahip olamaz, çünkü kul (köle) her durumda
efendisine yöneldiği gibi efendi de bütün işlerinde onun hallerini yönetir.
Mülk, şiddet ve kahırla yönetmek demektir. Efendi kulda dilediği bir şeyi
yapamazsa, hiç kuşkusuz, o yönden efendiliği kalkmış demektir.
Kulun halleri iki kısma ayrılır: Zati
ve arızî haller! Kul bu hallerin her birinde efendide tasarruf eder. Hepsi Allah
Teâlâ’nın kullarıdır. Kim düşük himmetli, az bilgili, kesif perdeli, kalın
enseli olursa, Hakkı bırakarak O’nun kullarına tapar. Böyle bir insan
rububiyet mertebesinde Hakla didişir, O’na kulluğun dışına çıkar. O gerçekte
bir kul ve köle olsa bile Allah Teâlâ’ya kendini adamış veya O’nun tarafından
seçilmiş biri değildir. Bir insan Allah Teâlâ’nın bir kuluna ibadet etmezse, o
kişi, Allah Teâlâ’nın saf ve halis kuludur. O kul bütün halleriyle efendisinde
tasarruf ederken Hakk da hallerdeki değişmelere göre sürekli onun işinde
yaratan
olarak bulunur. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem şöyle der: ‘İnsanların hizmetçisi onların efendisidir.’ Çünkü
hizmetçi onların işlerini yürütendir. Onlar hallerinin gerektirdiği şeyi
yapmaktan aciz kimselerdir. Yönetmenin tarzım bilen, kulun mertebesi karşısında
efendinin mertebesini de bilir. Bu durumda kul/köle efendinin emrine
bağlanmakla nitelenirken efendi kulun zorunlu ihtiyaçlarını yerine getirmek
özelliğiyle nitelenir. Köle ile efendinin durumu hakkında ortaya koyduğumuz bu
hususun ardından, bir kul başka bir kulda tasarrufta bulunmakla tatmin bulmaz.
Çünkü görür ki, tasarrufta bulunduğu kul, kendisi gibi efendisi olan Hakta
tasarrufta bulunmaktadır ve onun -tıpkı kendisi gibiAllah Teâlâ’nın kulu
olduğunu görür. Her ikisi de Allah Teâlâ’nın kulu ise birinin ötekine kulluk
etmesi doğru değildir. Binaenaleyh köle ancak perde nedeniyle köle olabilir.
Süleyman ed-Dünbûlî ile
karşılaşmıştım. Aramızda ilahi bilgi hakkında geçen bir sohbet hakkında bir
şeyler söyledi, ben de ona şöyle dedim; ‘Ben senden Hakk ile aranda geçen
sohbetten bazı hususlar ' duymak istiyorum.’ Şöyle dedi: ‘Hakk bir gün sırrımda
benimle mülk hakkında konuştu ve bana ‘Benim mülküm büyüktür’ dedi. Ben de
‘Benim mülküm seninkinden daha büyük’ dedim. ‘Nasıl söylersin?’ deyince, şu
cevabı verdim: ‘Senin gibi biri benim mülkümde bulunurken senin mülkünde senin
gibi biri yoktur. Kimin mülkü daha büyük?’ ‘Haklısın!’ dedi. Süleyman
ed-Dünbûlî bu sözüyle Hakta tasarrufa işaret etmektedir ki, ortaya koyduğumuz
mesele buydu. Bunu öğrenince, kendi kadrini, mertebeni, rububiyetinin anlamını
ve kulda (tasarrufta bulunurken) kime karşı rab olacağını anlamış olursun. Bu
husus bilgiyle yakın (bilinir), halle daha yakın, müşahedede ise daha haz
vericidir.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
'Zuhurum için sabit olan
benimledir, çünkü Allah Teâlâ onunladır, benimle değil' Münazelesinin Bilinmesi
Bu hakikattir, birincisi mecazdır.
Kul bir yerde
sabit olunca Sabit olan ilah’tır
‘Ya Rab! Bana şunu ver’ dediğinde -
Sana verir onu, çünkü cömerttir Rab
Biz O’ndan başka olsaydık Allah
Teâlâ adına bana söyle! Ölen kim?
Bir dille bana aktar
Bu dille konuşan ve
susan O -
Kulun hakikati kalmamış .
Birliği nedeniyle
Yaratıklarda bir kasetçisi yok Böyle
olunca kavgacı da yok
Bir gece benim
evime geldiğinde .
Orada geceleyince kimdir geceleyen?
Hakk varlığında konuşur Dilediği
şeyi söyler ve ben susarım
Madenler ve benzerleri olmasaydı
Altın ve gümüş değerli olmazdı
Ondan ve izzetinden şaştım
Nükteyi bilen sırrı
söyleyince '
,
O’nun ırzı hakkında kimse gayrete gelmez 1 llah’ın kulu burada susmuş olandır
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O’nun
vechi dışında her şey helak olacak,’206 Bilmelisin ki Allah Teâlâ’nın
kendisine ehil yapıp kendisine ayırdığı kulları iki kısma ayrılır: Bir kısmı Allah
Teâlâ’ya Allah Teâlâ ile ait olurlar. Bir kısmı Allah Teâlâ’ya nefisleriyle ait
olurlar. Bunların dışındakiler, kendi nefisleriyle kendilerine aittir
olanlardır ve onlardan herhangi bir şey Allah Teâlâ’ya ait değildir. Biz bu
insanları muhatap almıyoruz, çünkü onlar cahillerdir ve cahillerden olmaktan Allah
Teâlâ’ya sığınırız! Nefisleriyle Allah Teâlâ’ya ait olan kullar ‘Ben
cinleri ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım’207 ayetini hakkıyla idrak edenlerdir.
Onlar aralarında son derece merhamedi kimselerdir. Onların alameti, bütün
hallerinde fena, beka, mahv, ispat, gaybet, huzur, cem’ ve fark gibi
yaratılmışın kabul etmiş olduğu bütün hallerle nitelenmektir. Bunun yanı sıra
zikredilen makamlara nispet edilen özellikler de onlara aittir. Söz konusu
makamlar tevekkül, züht, vera’, marifet, muhabbet, sabır, şükür, rıza, teslim
ile tasavvuf yolunda zikredilmiş makamlardır. Onların nefisleri bir halden bir Hakk,
bir makamdan başka bir makama değişmeyi ve dönüşmeyi kabul edicidir. Bütün
bunlar ‘Allah Teâlâ için’ gerçekleşir. Çünkü onlar Allah Teâlâ’nın bütün bu
işlerde kendilerini çağırdığını duymuş, zevk ve hal yoluyla -bilgi ve inançla
değilsöz konusu hal ve makamlarla O’nun huzuruna girmişlerdir. Diğer müminler
ve kuralcı âlimler ise bütün bu konuları bilirlerken bu konularda zevkleri
yoktur. Onlara Hakk tecelli ettiğinde, O’nun zuhuru nedeniyle sabit duramazlar.
Çünkü yaratılmışa (hâdis) kadim zuhur ettiğinde, yaratılmışın izini siler ve
yaratılmış kadimi görmeye takat yetiremez. Bu nedenle sahih-kutsi bir hadiste
Hakkın kulun görmesi ve duyması olduğu zikredilmiştir. Bu sayede kul, Hakkın
tecellisi veya kelamı karşısında sabit durabilir. Bakınız! Hz. Musa’nın kulağı
Hakk olunca, Hakkın konuşması karşısında sabit kalabilmiş, Hakk da onunla
konuşmuştur. Tecelli gerçekleştiğinde Hakk Hz.
Musa’nın
gözü olmadığında ise (tecelli karşısında) bayılmış ve sabit duramamıştı. Bu
esnada gözü Hakk olsaydı, hiç kuşkusuz, sabit kalacaktı.
Diğer kullar ise Hakk ile Hakka ait
kullardır. Bu nedenle hâdis veya kadim korkutucu her yerde zatlarına işlemiş
ilahi güç nedeniyle sabit durabilirler. Dolayısıyla her hal ve makamda hüküm
vermek ve tasarrufta bulunmak üzere zuhur eder ve görünürler. Bu itibarla
onlar, hal ve makamların sahipleridir, fakat hiçbir şey onlara sahip değildir.
Bunun istisnası daha önce söylediğimiz üzere mülkün mülkü olduğunda Hakkı
sahiplenendir. Kendi zadarmda bu ölçüyle bulunurlar. Allah Teâlâ ile duyarlar,
O’nunla görürler, yerler, içerler, uyurlar, kalkarlar. O’ndan dolayı duyarlar,
görürler, yerler, içerler, uyurlar, ayağa kalkarlar. Bu durum Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in Allah Teâlâ’yı övmek üzere bir hutbesinde
söylemiş olduğu ‘Biz O'na aidiz ve O'nunla hareket ederiz’ hadisinde belirtilir.
İki kul bir araya gelip birisi nefsiyle, diğeri Allah Teâlâ ile Allah Teâlâ’ya
ait olursa, nefsiyle Allah Teâlâ’ya ait olan Allah Teâlâ’ya Allah Teâlâ ile ait
olanın halini inkâr eder. Hâlbuki Allah Teâlâ’ya Allah Teâlâ ile ait olan,
nefsiyle Allah Teâlâ’ya ait olanın durumunu inkâr etmez. Çünkü biri sırf-halis
kul iken öteki sırf-halis Haktır. Onlardan görünen zahiri suret halk
(yaratılmış) suretiyken batın suret farklıdır. Nefsiyle Allah Teâlâ’ya ait
olanın bâtını sureti yaratılmış suret, ötekinden ortaya çıkan bâtını suret
Hakkın suretidir. Biri Hakta, Hakk için ve Hakk ile tasarrufta bulunurken öteki
Hakk için, halkta, halk vasıtasıyla tasarrufta bulunur. Bir kısmı Hakta, Hakk
için, halk ile tasarrufta bulunur ki, nefisleriyle Allah Teâlâ’ya ait olanları
kastediyorum. Harikuladeler nefisleriyle Allah Teâlâ’ya ait olanlara aitken Allah
Teâlâ ile Allah Teâlâ’ya ait olanlara menziller aittir. Birincisi keramet
sahipleriyken ötekiler menzil sahipleridir. Keramet sahipleri hem Allah
Teâlâ’nın ve hem de yaratıkların katında bilinir ve tanınırlar. Menzil
sahipleri, Allah Teâlâ’nın katında bilinir, fakat hemcinslerinin katında
meçhuldürler. Keramet sahiplerinin hallerinde ilahi tuzaklar ve istidrac
gizlidir. Menzil sahipleri ise ilahi tuzaktan korunmuştur, çünkü onlar
Rablerinden gelen basirete ve delile sahip kimselerdir. Onlar hakikate
ulaşanlardır. Allah Teâlâ bizi ve sizi kendine seçtiği kullarından eylesin,
âmin! ,
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru, yola ulaştırır.’
DÖRT YÜZ ELLİ BİRİNCİ BÖLÜM
'Miraçların bilgisi mahreçlerdedir7
Münazelesinin Bilinmesi
Âlemin miraçlardaki
varlığı olmasaydı
Harfin varlığı mahreçlerde görünmezdi
Darbımesel ortaya koymuş onu
Miraçların rütbelerinde yükselen için
Kendi yolunda yükselen nefs . -
Miraç menzillerinden
uzaklaşır
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Melekler ve ruh O’na yükselir.’208 Başka bir ayette ‘Güzel kelime O’na
çıkar’209, başka bir ayette ‘Dereceleri yükseltendir, Arş’ın sahibidir’210 denilir.
Bilmelisin ki mümkünler, Allah
Teâlâ’nın tükenmez kelimeleridir. Onların vasıtasıyla ilahi kelimelerin
otoritesi ortaya çıkar ki, bu durum kaçınılmazdır. Kelimeler bileşiktir, çünkü
onlar, bir şey ifade etmek üzere gelmişlerdir. Bu yönüyle mümkünler dilde col’
lafzıyla ifade edilen bir terkipten meydana gelmişlerdir. Binaenaleyh .bu
ifadeden ancak ruh ile suretten bileşik bir şey meydana gelebilir. Suretler de
aralarındaki münasebetlere göre birbirlerine eklenir ve vadî bir telifin
gerçekleşmesiyle bizde (zihnimizde) manalar ortaya çıkar. Suretlerde gerçekleşen
birleşme, onların zatı gereği gerçekleşen bir birleşmedir, yoksa onların
iradesiyle veya tesadüfle gerçekleşmez. Çünkü onlar zadarı gereği (kendileri
hakkındaki) bilgiyi verirler. Bu bilgi değişmeyeceği gibi (bu bilgiye göre
söylenen) söz de değişmez ve meşiyet de uygulanır. Bu itibarla suret şehadet
âleminde gayb âleminde bulunduğu duruma göre ortaya çıkarken gayb’de ise
görünür âlemde kendisinde başkalaştığı sonsuz suretlerle bulunur. Söz zâhir
âlemde anlarla211 ortaya çıkar, çünkü sonsuz bir şeyin (bir defada)
varlığa girmesi mümkün değildir. Sonsuz olan bitimli olamaz ve bu nedenle de
bir sınırda duramaz. Allah Teâlâ’nın kelimelerinin -ki âlemdirkendisinde
ortaya çıktıkları madde, Rahman’ın nefesidir ve bunun için onlara kelimeler
denilmiş, (onlardan birisi olan) Hz. İsa hakkında ‘Allah Teâlâ’nın kelimesi’
denilmiştir.
Bilmelisin ki Allah Teâlâ
kelimelerinden dilediklerini izhar ettiğinde, onlar için belirli mertebeler
takdir etmiştir. Bir kısmı nurani, narî (ateş kaynaklı) ve turabîdir (toprak kaynaklı)
ruhlardır. Onlar, farklı mertebelerdedir. Allah Teâlâ hepsini nefislerine
vakıf kılmış, onlara şahit tutmuş, bu nefisler içerisinde onlardan perdelenmiş,
sonra onlardan kendisini aramalarını istemiş, kendisini aramak üzere sayesinde
yükselecekleri miraçlar belirlemiştir. Bu miraçlarla birlikte Allah Teâlâ onlar
için had, yani tanımın hükmü altına girmiştir. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ
onlara kendisiyle (Hakkı) bildikleri kalpler yaratmış, bir kısmı için
tefekkürde kullandıkları fikir gücü yaratmıştır. Onların miraçlarının bir yönü
de her bakımdan O’ndan benzerliği olumsuzlamaktır (tenzih). Ardından (kendisini
bilebilmeleri) içinonlara benzemiş, daha önce olumsuzladığını olumlamıştır.
Sonra, kendilerine haber verdiğinde, haberinin doğruluğunu göstermek üzere
delillerini ortaya koymuştur. Onların da anlayışları da, yaratılışlarındaki hakikatlerinin
derecelenmesine göre derecelenmiştir. Her biri O’nu (veya haberi) anlamak üzere
bir yöntem takip etmiş, bulunduğu durumun dışına çıkmamıştır. Binaenaleyh her
birisi, Allah Teâlâ’yı arayışın sonunda ancak kendi nefislerini bulmuştur. Bir
kısmı kendisinin O olduğunu söylemişken bir kısmı bu konuda acizliği dile
getirerek ‘Bizden istenilen şey O'nun bilinemeyeceğini bilmemizdir’
demişlerdir. Acizlik budur. Bir kısmı ise ‘bir açıdan bilinir, bir açıdan O'nu
bilmek imkânsızdır’ demiş, bir grup ‘Herkes vardığı görüşte haklıdır’ demiş,
‘mutlu veya bedbaht olsa da hepsinin görüşü doğrudur’ diye eklemiştir. Bu
gruptakilere göre mutluluk ve bedbahtlık, yaratılmışlara izafe edilen
nispetlerdir. Nitekim doğru sözlü ve hakkaniyete göre davranmanın da övülmüş
iki nispet olduğunu bilsek bile, onların da şeriata ve akla göre kınandıkları
bağlamlar vardır. Demek ki bizatihi olan bir şey yokken (başka bir açıdan) her
şey bizatihi ve kendisi için vardır. Bütün yaratılmışlar, mümkünün zorunluya
(vacib) bağlanması gibi Allah Teâlâ’ya bağlanmışlardır; mümkünün var olması
veya yok olması mutlu veya bedbaht olması durumu değiştirmez. Hakk da isimleri
yönünden âleme bağlanmıştır, çünkü ilahi isimler, zorunlu bir şekilde (zatî
iktiza) âlemin varlığını talep ederler. O halde varlıkta her iki taraf hakkında
da, sınırlanmanın dışına çıkmak söz konusu değildir. Biz O’nunla (var olup)
O’na ait olduğumuz gibi O da bizimle (zuhur etmiş) ve (Yaratan olarak) bize
aittir. Bununla birlikte bizim için Rab veya Yaratan denilemez. Bizim Rabbimiz
ve yaratıcımız O’dur. Allah Teâlâ bizimledir, çünkü O kendisiyle vardır! Bize
aittir, çünkü kendisine aittir. Bununla birlikte O bize varlılda imdat ederken
biz de bilgiyle O’na imdat ederiz (O’nu biliriz ve varlıktaki maksat
gerçekleşir). O’nun bizi yükümlü tutması, Onun yükümlülüğüdür. Demek ki teklif,
bizim vasıtamızla ortaya çıkmıştır ve bizi bizden başkası yükümlü tutmamıştır.
Fakat bizi -bizim vasıtamızla değilO’nun vasıtasıyla yükümlü tutmuştur.
Böylelikle mertebeler birbirine girmiştir. Allah Teâlâ zatı gereği tenezzül
etse bile, dereceleri yükseltendir; yaratılmış olan ise zatı gereği yükselse
ve miraç etse bile, nüzul, yani iniştedir. Binaenaleyh hiçbir varlık, varlık
ve yokluk halinde, tesir etmenin (ve edilmenin) dışında değildir. Bu itibarla
gerçekte nispederin dışında müessir de yoktur. Onlar, üzerlerinde varlık
kokuları bulunan var olmayan durumlar/şeylerdir. O halde yokluk, kendisinden varlık
kokuları gelmeden, tesir etmezken varlığın da ancak yokluk nispetiyle birlikte
tesiri olabilir. Birbirine zıt iki şey irtibatlı -ki bunlar varlık ve yoklukturolabildiğine
göre iki varlığın birbiriyle irtibatlı olması daha mümkündür. O halde sadece
irtibat ve ‘Topuk topuğa yapıştı’212 ayetinde dikkat çekildiği üzere
birbirine bağlanma ve yapışma vardır. Başka bir ifadeyle bizim işimiz O’nun
işine bitişmiş, bağlanma ve akit gerçekleşmiştir. Hiçbir zaman O’nun bağından
çıkamayacağız. Doğru sözlü
Hakk ayetin devamında ‘O gün
varış rabbinedir’213 diyerek
kendi mertebesinin sana bağlı olduğunu ortaya koymuştur. Yani topukların
açıldığı gün her şey mutlu veya bedbaht, yorgun veya dinlenmiş herkesin işi Allah
Teâlâ’ya varacaktır.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem Deccal hakkında ‘Onun cenneti ateş iken cehennemi cennettir’ diyerek
her ikisini de olumlamıştır. Demek ki cennet sabit bir cennetken ateş de sabit
bir ateştir. Göze görünen suretler bazen varlığın kendinde bulunduğu duruma
mutabık iken bazen değildir. İster hayalde olsun ister olmasın, her durumda
onlar, var olmaları gerekli iki varlıktır. İki varlık/durum birbiriyle
irtibatlı olunca, onları birleştiren ara bir varlık da bulunmalıdır. O da her
birinin zatının gerektirdiği bir şeydir ve var olan ilave bir duruma muhtaç
değillerdir. Bu nedenle onlar, kendileri nedeniyle birbirine bağlanmıştır,
çünkü sadece Hakk ve halk vardır! O halde onları birbirine bağlayan bağ ya
ikisidir veya onlardan birisidir. (Birisiyse) birisinin bu hükme sahip olup
ötekinin olmaması mümkün değildir, çünkü her ikisinin ortak özelliği bu
irtibatın onlarla ortaya çıkmasıdır. Başka bir ifadeyle irtibat, her ikisiyle
birlikte ortaya çıkar, yoksa sadece birisiyle değil! Bu irtibata rağmen, o
ikisi birbirinin benzeri değildir, hatta hiçbir şeyin bir misli ve benzeri
yoktur. Bununla birlikte her ikisinin onlardan birisinde bulunup ötekinde
bulunmayan bir özellikle ayrışmaları gerekir. Bu farklı özellik sayesinde her
birisine işaret edilir. O halde muhtaçlık yönelmeyi ve hareketi kabul etmeyi
gerektirirken zenginliğin hükmü böyle değildir. Çünkü biz mıknatıslarla demir
arasında bir münasebetin ve irtibatın bulunduğunu biliriz. Bu irtibat Yaratan
ile yaratılmış arasındaki irtibat gibi zorunlu bir irtibattır. Fakat mıknatısı
tuttuğumuzda, demiri kendine çeker. Buradan mıknatısta çekme gücü ve demirde
kabul etme özelliğinin bulunduğunu anlarız. Bu nedenle ona doğru hareket ederek
edilgenleşir. Demiri tuttuğumuzda ise mıknatısı çekemez. Demek ki o ikisi de
birbiriyle irtibadı olsalar bile, yine de birbirlerinden ayrışmış ve
farklılaşmışlardır. İnsanlar daha doğrusu bütün âlem Allah Teâlâ’ya muhtaçken O
âlemlerden müstağnidir.
Varlığın sureti işte böyle O’ndan
başkasına yönelme
O’ndan biz çift olarak meydana
geldik O ise tek olan İlah
DÖRT YÜZ ELLİ İKİNCİ BÖLÜM
Benim bütün sözlerim kullarıma
öğüttür, keşke öğüt alsalardı' Münazelesinin Bilinmesi
Ne zaman öğüt versen, kelamımla ver O her makama hakkını verendir
Manası kadim ve hâdis bilgiyi içerir Fakat perdeleri var
Perdesi bizim lafız ve harflerimiz Her sözün hakikatini kendinde toplar
Deriz ki ‘Allah Teâlâ söyledi’ bir
harfle . Bir harf ki aslında yaratıklar söylemiştir onu
Rüyalarımız delilleriyle onu
reddeder Keşif rüyanın gördüğünde ıs rar eder
Terakki eden için hüküm ikisine
birden ait (tenzih ve teşbih)
Ruhların ve cisimlerin miraçlarıyla
yükselen
Tenzih edilmiş ve
teşbih edilmiş bir şekilde bak Hakkın sözüne
Hüküm kadimlerde
kadimlerindir
Varlığın bilgisi
onun ziya ve karanlığı
Var olanların
karanlığının katıştığı bir nur demek ziya
■
Niçin öyle birini duymadım ve benzerini görmedim?
Bulut perdesinde
görünen bir güneş gibi
Zaman hakkında
hüküm verdim
Günlerin doğumu
hakkında hüküm verdiğim gibi .
Dehr mahkûmdur ve
hakimdir
Bununla birlikte
benim üzerimde hüküm verenler yücelir
Şeriatlar ve
deliller üzerinde hüküm vermiş
Onlar da
hizmetçilerden olsa bile
O’nun gözüyle bakarsan her şeye '
Hükümler içinde
hükümler gözükür sana
Allah Teâlâ peygamberine şöyle der:
‘De ki size birisiyle vaaz ediyorum.’214 Onu dinleyenlerin bir kısmı şöyle
demiş: ‘Bize vaaz etmen veya etmemen bir.’215 Allah Teâlâ iman ehline inayet
ederek ‘Öğüt ver, çünkü öğüt müminlere fayda
verir’216
demiştir. Allah Teâlâ öğüdünden yüz çevirene bakmadan öğüdü dinleyene intikal
etmiştir. Bu itibarla varlık mümine bağlı olduğu kadar Allah Teâlâ da
müminlerin üzerinde el-Müheymin ve el-Mümin’dir. Bize göre Allah Teâlâ’nın
inayetine verilecek karşılık, O’nun şeriatına göre amel, emir ve yasaklarına
uymaktır. Başka bir ifadeyle O’nun inayetine karşılık riayet lazımdır. Bize
yakışan davranış budur. Çünkü emirleri kabul ederek riayet etmemizin faydası,
kendisine muhtaç olduğumuz için, neticede bize döner. Allah Teâlâ’nın bize
inayeti ise O’nun bir ihsanıdır, çünkü O müstağni ve bu müstağniliğiyle
övülendir. Allah Teâlâ bize doğamızın kendisinden nefret ettiği ve
gayelerimize aykırı olarak gerçekleşen hadiselerle öğütte bulunmuş, biz de
gayelerimize aykırı hadiselerin bize yerleşmesi ihtimaline karşı yüz çeviririz.
Bununla birlikte Allah Teâlâ bütününden olmasa da bir kısmında bizi korur.
Çünkü belaların sonu ve en büyüğü ölümdür ve ölümün hangi tarzda olursa olsun
gelmesi kaçınılmazdır. Burada ölüm derken dünya hayatmdan göçü kastediyorum,
çünkü şehit de intikal eder ve bununla birlikte ölümle nitelenmez. Bize edep
öğreten Allah Teâlâ -çünkü bizim de Allah Teâlâ’nın peygamberlerine öğrettiği
edepten nasibimiz vardırböyle dememizi emretmiştir. Binaenaleyh Allah Teâlâ
bazı kimseleri ayırarak özellikle edep vermiş değildir. Kim Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in öğrettiği edebi kabul ederse, Allah Teâlâ’nın
edep öğrettiklerinden olur ve mutlu olur. Böyle bir insan öğrendiği edebinde Allah
Teâlâ’ya dayanmıştır ve bu edep edeplerin en güzelidir. (Konuya dönersek) Allah
Teâlâ kendi yolunda öldürülenlere ölü dememizi yasaklamış; onları ölü saymamıza
müsaade etmemiştir. Allah Teâlâ yolunda öldürülenler, benim imanıma göre O’nun
katında ve canlıdır ve rızıklandırılırlar. Bizden önceki nesillere gelen
belaları Allah Teâlâ’nın bize zikretmesi bir hal zikridir.
Fiilin en hazlı olanı zorlayıcı fiil, bakınız Aklınla düşün, varlığın
yüceliği seni görürse
Bana ait ol, benim için olursan
bütünüm olursun Yoksa ibret al, varlık benim ihsanım
Tövbe ettik cezamız hafiflemedi
el-Mecid el-Mecid’den bildirdi
İnkâr edenlere de ki ‘sözüm doğru’
el-Mecid’in ihsanından gafil haldiniz
Ahiret hayatına intikalle istikbalde
gerçekleşecek bazı işlerden söz etmiştir. Bunlar kullan mutlu eden veya
etmeyen, gayeye uyan veya uymayan, doğaya yatkın olan ve olmayan, kemali ve
eksikliği gösteren hususlardır. Onların (bir kısmını) arzulamak ve bir
kısmından sakınmaktan söz etmiştir. Allah Teâlâ aşın yakınlığın yakınlığa
karşı büyük bir perde olduğunu bildiği için, kendisini zikretti. Bu itibarla O
bize şah damarından daha yakın olduğunu bildirdi. Şah damarının yakınlığını
biliriz, fakat gözlerimiz onu görmez. İşte Hakkın bize yakınlığı da öyledir:
Yakınlığını biliriz, fakat gözlerimiz O’nu idrak etmez. Bu nedenle uzaklığı
nedeniyle olmaksızın kendisini zikretti. Allah Teâlâ uzak değildir, çünkü O
koruyucudur; korumak hiç kuşkusuz yakınlığı iktiza eder. Biz O’nun gözünün
önündeyiz. O da her nerede olursak olalım ve hatta her vakit bizimle
beraberdir. Bu itibarla dil sürçmelerinden dolayı Allah Teâlâ’dan bağışlanma
dileriz. Gerçi bu ifadeler de Allah Teâlâ katından bildirilmiş olsa bile,
bilhassa ilahi mertebeyle ilgili ifadelerde edepli davranmak daha yerindedir.
Edeplinin manaya dayanması yeterli değildir: Edep lafızları dikkate almada
tezahür eder. Allah Teâlâ bir lafzı bırakıp ötekine boş yere geçmeyeceğine
göre biz de o lafızdan yüz çevirenleyiz. Allah Teâlâ’nın kullandığı bir lafzı
bırakıp anlamca benzeri olan başka bir lafzı kullanmak, faydasız bir tahriftir.
Bununla birlikte büyük düşman, böyle bir tahrifle sevinir. Allah Teâlâ’nın
kullandığı lafzı bırakıp anlamca yakın başka bir lafzı tercih, ayakları
kaydıran gizli bir tuzak olduğu kadar aynı zamanda nefsin kendini beğenmesi ve
süfli-değersiz bir mertebeyi yakınlık mertebesi ve üstün ve değerli bir rütbe
zannıyla izhar etmek demektir.
Allah Teâlâ kendisini zikrettiğinde
her şeyin O’na döneceğini de belirtmiştir. Buradan dönüşün O’na olacağını
anladık. Binaenaleyh mazeret beyanına muhtaç kalacağımız veya O’na döndüğümüzde
utanmamızı gerektirecek bir davranış içinde bulunmamak gerekir. Gerçek ve sahih
kul, Hakkın emrine uyar ve öyle bir kulda naz bulunmazken günahlar karşısında
nasıl davranabilir? Allah Teâlâ kendini zikredince, kullarını kendilerine
döndürerek şöyle demiştir: ‘Kendinizi tanırsanız beni tanırsınız.’ İlahi edebin
gereği, nefsime dönüp bakmamdır. Ben sadece Allah Teâlâ hakkında düşünüp
nefsimi bir kenara bırakırsam, edebe göre davranmış sayılmam. Edepli
olmadığımda, (Hakk ile karşılıklı oturmak anlamında) sedirde/yaygı oturanlardan
sayılmam ve müşahededen mahrum kalırım. Müşahededen mahrum kalınca, onun
kazandıracağı bilgiden de mahrum kalırım. Çünkü ben hakkında marifet elde
edecek şekilde Allah Teâlâ hakkında düşünsem ve belki bu düşünceye uygun bir
marifetle
O’nu tamsam bile, böyle bir bilgi
benden talep edilen bilgi değildir. Çünkü Allah Teâlâ’nın benden talep ettiği
bilgi, kendisiyle (âlemin ve nefsin) irtibatını öğrenmektir. Nefsi bırakıp
sadece Allah Teâlâ hakkında düşünenin elde ettiği marifet, bu irtibatı
veremeyeceği için Allah Teâlâ’nın kulu adına amaçlamış olduğu fayda gerçekleşmez.
Öyleyse edepli insan, Rabbinin emriyle, nefsini öğrenmeye ve tanımaya geçer.
Nefsini düşünce veya müşahede yoluyla tanıdığında, Rabbiyle irtibatını da
öğrenmiş olur. Bu bilgi, tenzih ve teşbih, başka bir ifadeyle akla ve şeriata
göre tam ve kâmil bir bilgiyle Hakkın dilediği üzere -bir eksiklik
olmaksızınRabbini bilmektir. Allah Teâlâ bizi nefsimize döndürürken, kendisini
bilmede en uygun ve güzel yolu beyan etmiştir. Böylece (gördüğümüzün) ‘Hakk
olduğu’ ve O’nun her şeyi gördüğü belli olmuştur.
Allah Teâlâ bir ilahi emir olmaksızın
nefis hakkında düşünmeyi bırakıp O’nun hakkında düşünenlere yönelik olarak
şöyle demiştir: ‘Dikkat ediniz! Onlar Rablerine
kavuşmaktan kuşku içindedir.’217 Hâlbuki söz konusu insanlar,
nefisleri hakkında düşünmekle ilgili davete uysalardı, hiç kuşkusuz Rablerine
kavuşmaktan kuşku içinde olmayacaklardı, çünkü onlar Hakkı bizzat nefislerinde
bulacaklardı. Sonra ayeti tamamlayarak şöyle buyurmuştur: ‘Dikkat
ediniz! Allah Teâlâ her şeyi ihata edendir.’218 Burada sübût şeyliğini değil, varlık
şeyliğini kastetmiştir, çünkü sübût şeyliğinde iş ihata özelliğiyle nitelenmez.
Zikrettiğimiz meseleye vakıf olan, öğüt alanlardan birisidir. O kişi dilerse
mirastan payını alır ve öğüt alır; dilerse hali hakkında sürekli düşünür. Çünkü
nefis sahili olmayan bir ummandır. Dünya ve âhirette nefis hakkındaki
düşüncenin varacağı bir nihayet yoktur. Bu itibarla nefis en yakın delildir.
Onun hakkında düşüncen arttıkça, bilgin de artar; nefis hakkmdaki bilgi artıkça
bu kez rab hakkındaki bilgi artar.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’ ... .
'Benim keremim, sana ihsan ettiğim
mallardır, keremimin keremi ise kendine karşı suç işlemekten seni engellemiş
olmamdır' Münazelesinin Bilinmesi
Kerim olmak engellememek demek Bize göre ‘keremin keremi’
denir buna
O zatı gereği nimet verir
Nimetlerin anahtarı Ö’nda, burhanla sabit
■
Hanıdin hamdine bak! Onun hakikati
Kendinde engelleme
veya kınama olmamak
Allah Teâlâ bize bildirmek ve
dikkatimizi çekmek üzere şöyle der: ‘Ey
insan! Seni kerim Rabbine karşı kışkırtan nedir?219 Allah Teâlâ insanın dikkatini
çekerek, ‘Senin keremin’ demesini istemiştir. Bu husus, keremin keremiyle
ilgilidir. Allah Teâlâ’nın sana karşı suç işleyenleri affetmeni emretmesi ise
kendi zannmca O’na karşı suç işlediğinde seni affetmek amacı taşır. Gerçekte
kendine karşı suç işledin; fakat Allah Teâlâ’ya karşı suç islediğini
zannetmenle zannın seni perdelemiştir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Siz Allah
Teâlâ’nın yaptıklarınızın çoğunu bilmeyeceğini zannettiniz? Bu sizin Rabbinize karşı
zannınızdır, böyle yaparak hüsrana uğradınız ’220
Başka bir ayette ‘Onların ticaretleri kazanç
sağlamadı, doğru yolu da bulamadılar’221 buyurur.
Bilmelisin ki suçların en büyüğü
iftiradır. İftira sana ait olmayan bir işi sana nispet etmektir. Söz konusu iş
senden ortaya çıktığında, bu kez güzel ahlak sahibi olman (sana bu suçu izafe
edenin) mertebesini nefsine tercih ederek sana nispet ettiği işte kendisini
tasdik etmeni gerektirir. O da güzel ahlak sahibidir ve O’nun karşısında edepli
davrandığını bilir. Bu davranış nedeniyle alacağın karşılık O’nun katindadır.
Böyle birinin güzel ahlakına karşılık Hakk ettiği değerin ve ihsanın
künhüne varılamaz. Çünkü ırzlar,
mürüvvet ve erdem sahiplerine göre kan ve maldan daha çok korunması gereken
şeylerdir. Allah Teâlâ sana böyle bir iş yaparak, böyle bir eziyet ve sıkıntıya
karşı sabrını ve tahammülünü sınamak istemiştir. Çünkü O sana nispet edilen
kötülüklerden mahallini temizlediğini bilir. Bunlar, yaratılış ve hüküm
itibarıyla (yani iftiraya konu olan fiilin yaratılması ve ona suç hükmünün
verilmesi) senden değil, O’ndan meydana gelmiştir. Başka bir ifadeyle sen o
fiili yaratmadığın gibi hükmünü veren de sen değilsin. Sen O’nun sırrını ifşa
etmez ve O’nunla tartışmazsan, sabredenlerin, O’ndan razı olanların ve O’nun
mertebesini kendi nefislerine tercih edenlerin Hakk ettiği derecelere ilave
dereceler kazanırsın. Bütün bunlar, Allah Teâlâ’nın katında senin haz alacağın
nimetlerdir. Allah Teâlâ bu nitelikteki birinin mertebesinin büyüklüğüne ‘Kim
affeder ve arayı düzeltirse...'222 ayetiyle dikkat çekmiştir. En büyük
af mertebesi yüce birisinden meydana gelen büyük bir işi affetmek, mertebesini
tenzih etmek amacıyla kendisinden meydana gelmeyen birine onu izafe etmektir. Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Onun ecri Allah Teâlâ’ya kalmıştır.'223 Ayette Allah Teâlâ ‘onun ecri Allah
Teâlâ’ya kaldı’ demiş, ‘sabrına karşı’ veya falan işi tercihine karşı ecri Allah
Teâlâ’ya kaldı’ dememiştir. Bu ince sırra dikkat et ve gafillerden olma! Allah
Teâlâ karşısında edepli davran ve huzur sahibi ol! Allah Teâlâ ehlinden ve
seçkinlerinden olmak istiyorsan, kalbinle O’nun karşısında bulunmalısın. Allah
Teâlâ söz konusu insanların nefislerini kendine siper edinmiştir (takva). Allah
Teâlâ bizi, kendisiyle değil, nefsiyle sakınanlardan bizi etsin. O kişi
edipler zümresinde haşredilir.
Bu bölümde ‘keremin keremi’ hakkında yeterli açıklama
yapılmıştır. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.'
'Bizim
mertebemizde garip olan bize karşı koyamaz, maruf (iyilik) yakınlara aittir' Münazelesinin
Bilinmesi
Akrabalar bizde
hüküm sahibidir
Mallarımızda ve bizde yönetim onlarda
Bir yolcu gelirse kalmak üzere bir gün
Hızla çeker gider, istenilen odur
Akraba yakınlığı ve
yakınlık yakınlığı var
Onları
birleştirdik, kullar haset eder bize
Kimsenin bedbahtlığı sürmez O’nunla .
Hiçbir varlık zail
olmaz ve bozulmaz
Allah Teâlâ peygamberine emrederken
‘De ki sizden bir karşılık istemiyorum, sadece akrabalar
hakkında sevgi istiyorum’’224 der. Bizimle Allah Teâlâ arasındaki
nesep bağını tespit eden kutsi bir hadiste şöyle denilir: ‘Allah Teâlâ kıyamet
günü şöyle nida eder: ‘Bugün sizin neseplerinizi (aranızdaki kan bağını)
kaldıracağım, benim nesebimi yükselteceğim. Takva sahipleri nerede?’ Onlar,
nefislerini siper edinerek O’nun mertebesini ve katını himaye edenlerdir. Bir
ayette ‘Sizin en keremliniz Allah Teâlâ katında en
takva sahibi elanınızdır’225 denilir. Yani en kuvvede
siper olanınızdır, çünkü ayette ifade (en keremli), mübalağa kipinde gelmiştir.
Konu ilahi nesebin geçerliliğiyle
ilgilidir. Nesep sahih olunca, nesebi sahih olanlar için gariplik ve yalnızlık
kalmaz. Bu itibarla (Allah Teâlâ ile kulları arasında) nesep bağı, nitelikte
benzeşme gerçekleştiğinde sahih olabilir. Kul tam ferdiyet (makamına) ulaşıp Allah
Teâlâ katında bilinen ve âlemde bilinmeyen biri olunca, nesebi bilinmez ve
makamına ulaşılamaz. İnsanlar sıkıntı ve güçlüklerde -adını belirlemeden ve
ayrım yap-
madanböyle biri vesilesiyle Allah
Teâlâ’ya dua eder ve sığınır. Bu kişi, güçlükler ortaya çıktığında duada
vesile kabul edilendir. Zorluklar ortaya çıktığında insan şöyle der: ‘Allah
Teâlâ’m! Salihlerin senin katındaki hürmetine karşılık benim için şunu, bunu
yap!’ Söz konusu kişi insanlar arasında tanınmaz fakat Allah Teâlâ katında
bilinir. Ondan (Allah Teâlâ ehli olmayan) yabancılar nezdinde tanınmasını
gerektirecek bir iş meydana gelmez ve yabancılar onu tanımaz, ona delil yoktur.
Makamını bildiren delil bulunsaydı madup olurdu. Değer verilmeyen birisi ise
madup olmaz. Söz konusu kişi, aynı makamda bulunanların dışında, Allah Teâlâ’nın
yaratıklarından kimseyle tanılamayacağı bir halde bulunur.. Böyle bir niteliğe
sahip olduğunda nesep sahihtir. Bir rivayete, Yahudilerin Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’e ‘Ey Muhammed! Bize Rabbinin nesebini söyle (bize O’nu nitele)’
dediklerinde, ‘De ki O Allah Teâlâ birdir’226 ayetinin nazil olduğu aktarılır.
Allah Teâlâ’nın nesebi ‘De ki o Allah Teâlâ’dır’
ifadesi Ö’nun hakkında düşünün ki ne olduğunu öğrenesin
Zatı gereği tektir ve es-Samed’dir
O’nu kendinden başkası bilemez
Düşünerek, akıllar O’nu doğurmaz Ne
olduğunu bilendir O
Tektir, O’ndan hiçbir masum meydana gelmez Hatta bir bile
doğmaz, ne olduğunu söyle
O, varlığın kendisi! O benim
güvencem Çoktur, ancak O’dur
Hakkı tenakuz içinde düşünün Benim
sözüm: ‘O’ndan başka ilah yok’
Allah Teâlâ’nın mertebesi yabancılığı
kabul etmez, çünkü O sıla-i rahim eder. Binaenaleyh Allah Teâlâ merhamet
edenlerin en merhametlisidir.
O’nun
yakınlığı meçhuldür. Allah Teâlâ’nın yakınlığını bilmeyenleri bilgisizlikleri,
O’nunla aralarında nesep bağı bulunmayan yabancılar mesabesine düşürmüştür.
Çünkü Allah Teâlâ kuluna kulunun getirdiği işe göre davranır, ona ekleme
yapmaz. Bu durum: ‘İşte bu sizin zannınızdıf227 ayetinde belirtilir. Binaenaleyh Allah Teâlâ onların
inançlarındaki yakın komşularıyken onlar akrabalığı kesmiş (kat-i rahim), buna
mukabil Allah Teâlâ da onlarla ilişkisini kesmiştir. ,
Nesep ilmi ne kadar değerli bir
ilimdir! Araplar nesepleri öğrenmede çok ısrarlı davranmışlardır. Allah Teâlâ
da daha önce ifade ettiğimiz üzere nesepleri iki yolla ispat etmiştir:
Birincisi ‘kendi nesebimi yükselteceğim’ dediği yoldur. Diğeri ise (nesebin
kaynağı olan) rahmin Rahman’dan bir dal olmasıdır. Bu durum Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Çocuk babanın sırrıdır’ hadisinde belirtilir.
Kıyamet günü nesebini bilip akrabalığının farkında olan ve (yerine
getirdiği/sıla-i rahim) rahmiyle Rahman’a tevessül eden bir insanla bütün
bunları bilmeden gelen insan arasında ne kadar fark vardır! O kişi yabancı
olduğuna ve (Allah Teâlâ ile) arasındaki bağın uzaklığına inanır. Haber yoluyla
Adem’in onun babası ve kendisinin onun oğlu olduğunu bilseydi, yine de böyle
davranırdı. Ona göre bu nesep bağı, insana mutluluk kazandırmaz. Böyle bir
görüşü ileri süren kişi yanılmaktadır. Aksine Adem ile aradaki nesep bağı,
insana mutluluk kazandırır. Ben bunu Mekke’de babamız Hz. Âdem adına yaptığım
bir umrenin ardından sahih bir rüyada zevk yoluyla görmüştüm. Benimle beraber
babamız Âdem adına umre yapmalarım istediğim bir cemaat adına o gece aynı rüya
başka bir insan tarafından görülmüştü. Söz konusu kişi, Hakka yakınlaşma, gök
kapılarının açılışım, cemaatin yükselişini ve Mele-i a’la’nın onları ‘Merhaba!
Hoş geldiniz’ gibi ifadelerle karşıladıklarım görmüştü. Rüya bu kadardı.
Hz. Âdem’in bizimle arasındaki nesep
bağı Allah Teâlâ ehli insanların çoğuna göre bile kesilmişken sıradan insanlar
o konuda ne düşünebilir ki? Allah Teâlâ’ya hamd olsun, ben o bağa vasıl oldum
(sıla-i rahim eyledim), benim sebebimle ve benim yolumu takip ederek o cemaat
de ulaştı. Bunu yapmamız, Allah Teâlâ’nın onu nasip etmesinden kaynaklanmıştı.
Bu esnada izinde yürüyeceğim bir ayak görmemiştim. Ben de ihsan ettiği
nimederine karşılık Allah Teâlâ’ya hamdettim, çünkü babam Âdem ile aramdaki
bağa ancak ilahi nesep bağıyla ulaşabilmiştim. Âdem ile aramdaki nesep bağı
uzak iken fayda vermişti. Hâlbuki insanlar Allah Teâlâ’nın pek çok yerde
söylediği ‘Ey Ademoğulları!’228 gibi ifadeleri anlayamamış, hiç
kimse bu babalık ve oğulluğun farkına varamamıştır. Bununla birlikte sadece
derin düşünce sahipleri öğüt alır. Allah Teâlâ bizi ve sizi babasına iyilikte
bulunanlardan etsin. Allah Teâlâ’dan gelen bu öğüdün bir benzeri
Âdemoğullarında şöyle dile getirilir: ‘Ey
Harun’un kız kardeşi!’229 Hâlbuki
Harun ne zaman yaşamış, o ne zaman yaşamış!
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola
ulaştırır.’
DÖRT
YÜZ ELLİ BEŞİNCİ BÖLÜM
'Zahirimle döndüğüm kişi hiçbir
zaman mutlu olamaz, batınımla döndüğüm kişi hiçbir zaman bedbaht ola-, maz ve
bunun tersi' Münazelesinin Bilinmesi
Hüküm malum kaderin ve nispetlerin
Bir hakkal-yakîn öğrendim, hüküm sebebe ait değil
îşte Bilal, Habbab! Onların genel içindeki yeri nerede?
Hükümler nispetlere
ait
Allah Teâlâ bizi o konuda uyanık
etsin Çalışmadan, yorulmadan, emeksiz
Arifler için şeriat olmasaydı
Nöbet yerlerinde sakınan kimse
olmazdı.
Ey öne geçmiş rahmet, ey her şeyi kapsayan rahmet!
O ikisi de hüsran ve yorgunluk
mahalli değil
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O evveldir,
ahirdir, zahirdir, batındır.’230 Burada Allah Teâlâ bütün varlık
olduğuna dikkat çekmektedir, çünkü buradaki taksim, O’ndan başkası değildir.
Nimetler iki kısma ayrılır: Birincisi nefse aittir ki, bu kısım batındır;
diğeri duyusal (maddi) nimederdir ve bu kısım hisseden (duyumsayan) nefiste
ortaya çıkar. Azap da iki kısma ayrılır: Birincisi nefsanîdir ve batındır.
Diğeri duyusal-zahiri azaptır. Hal de ikiye ayrılır: Birincisi önce gelen
haldir ve bu kısım ilktir. Diğeri sonra gelendir. Bu bağlamda sadece öne geçen
rahmet ile ondan sonra gelen azap vardır. Sonra hepsine yayılan kuşatıcı
rahmet gelir. Bu rahmet, hem sonra hem önce gelir. Allah Teâlâ gazap eder, razı
olur; gazap zail olsun diye gazabına merhamet ederek gazap eder. Allah
Teâlâ’nın gazabının rahmeti nasıl içerip kendisini ortadan kaldırarak hükmünün
kalkmasını nasıl sağladığına bakınız! Böylece rahmet hakkında ‘azap
kelimesinin gerçekleştiği’ kimseyi kuşatır. Binaenaleyh Allah Teâlâ birine
gazap ederse, rahmetiyle gazap etmiştir, çünkü gazap olmasaydı, gazabın varlığı
ebedileşirdi. Azabın sürekli olması, söylediğimi anlayan bilir ki, o esnada
gerçekleşen azaba göre daha şiddetli bir durumdur.
Durum ifade ettiğimiz gibi olunca -ki
söylediğimiz gibidir(bilmelisin ki): Zahirî yönelişte yönelmenin kendisine
yapıldığı kişiyi mutlu kılan bir saadet bulunabileceği kadar yöneldiği kimseyi
bedbaht kılan bedbahtlık da bulunabilir. Bazen batındaki yönelmede zahirî
yönelmeyle ilgili söylediğimiz hususlar geçerli olabilir. Teveccüh edilen
varlık (mertebe bakımından) gayb, şahadet veya (kendisi de) ruh, suret, hayvan
ve natık (düşünen nefis) olabilir. Nefis ve duyunun bu yönelmelerden ve
nispetlerin hükümlerinden etkilenmesi kaçınılmazdır; hüküm verenin hükmü hükme
konu olan şeyde onlarla ortaya çıkar. Allah Teâlâ kendisine dönen hüviyetinin
bütün bu söylediklerimizin aynı olduğunu söylemiştir. Dolayısıyla tasarruf Allah
Teâlâ’dan ve O’nda meydana gelmiştir. Misal olarak buna intihar edene cennetin
haram kılınmasıyla ilgili ifadede dikkat çekilmiştir. Dolayısıyla perde yoktur,
çünkü kendisi nedeniyle zahirdir. Hakkın ondan perdelenmesi de mümkün değildir
ve bu durum hızlı hareket etmesine yol açmıştır. Çünkü Allah Teâlâ Evvel ve
Ahir (ilk, son) isimlerini zikretti. Bazen sonra gelen hızla hareket eder ve
ilk olma hükmünü kazanır ve hızla koşana göre ilk son haline gelir. Bu nedenle Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in zikretmiş olduğu bir ifade gelmiştir: ‘Kulum
canı hakkında benimle yarışır. Öyle bir kuluma cenneti haram kılarım.
Dolayısıyla onu bu keşiften sonra hiçbir şey örtemez.’ Çünkü kimin öne
geçtiğini, kimin arda kaldığını bildiği gibi kimin yarattığını da bilir. ‘0 Latif tir.’231 Dolayısıyla zuhur etmez. ‘Habirdir.’232 O’nun Habir olması bilinenin
kendisine verdiği bilgiyi zevk yoluyla elde etmesidir, çünkü bilinen mertebe
itibarıyla bilgiden öncedir. Bununla birlikte zihinde birbirlerine denktirler;
bu denklik, bilinenin varlık veya yokluk olması itibarıyla değil, bilinen bir
şey olmasından kaynaklanır. Çünkü bilene bilgiyi veren odur. Binaenaleyh
havanın sıcaklığı veya soğukluğuyla bile olsa, âlemde bir muduluk ve
bedbahtlığın bulunmalıdır ve bu (varlığa) ilave değildir. Mizaca yatkın olan
mutluluk iken ona yatkın olmayan bedbahtlıktır. Sonra maksat, kemal ve şeriat
hakkında da bu şekilde değerlendirme yapabilirsin. Bütün bunları (tanımlarken)
yatkınlığın bulunup bulunmayışına göre hüküm verirsin. Bunu anlamalısın, burada
sadece özedemek ve dikkat çekmek istedik.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
'Sözümü dinleme esnasında hareket
eden kişi hiç kuşkusuz sema yapmıştır' Münazelesinin Bilinmesi
-Burada vücûdu kazandıran vecd halini
kastetmektedir.-
Allah Teâlâ’nın kelamını duymasaydık ortaya çıkmazdı
Varlıklarımız; O’ndan kıdemde yayıldı
Varlığa yayıldı; duymak
olmasaydı dönmezdi
Yokluk hali
nedeniyle dereceler üzerinde
Biz berzahtayız Hakk
görür bizi
Hâdislik ve
kadimlik hükmü arasında
Sözü olmayandan var olmadık .
Var olma bir
kasıttan ve kelimeden gerçekleşti
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Bizim
irade ettiğimiz bir şeye sözümüz ‘ol’ demektir, o da olur.'233 Yani ol emrinin yöneldiği bir şey
meydana gelir. Her şey bu sözle yok olur ve var olur. Bu itibarla ol sözü
bir tesir meydana getirir ve bu nedenle Arapçada söz yara anlamındaki
‘kelem’den türetilerek kelam diye isimlendirilmiştir; yara bir eser ve izdir.
Eser var olduğunda, ondan meydana gelen herhangi bir şey kelam diye
isimlendirilmiştir. Hareket bir halden bir Hakk intikaldir. Başka bir ifadeyle
hareket, dinleyicinin bulunduğu halden sözü dinlemenin kazandırdığı Hakk
geçmektir. Dinleyici bu halde anlayışına göre bulunur. Bu itibarla kişi,
dinleme esnasında harekete mecburdur. Bu nedenle sufiler, mecliste bulunanlar
hakkında şuuru olan kimsenin hareketini vecd saymazlar. Vecde erebilmek için
bütünüyle Allah Teâlâ ile hareket etmesi gerekir. Binaenaleyh kişi yanında
bulunanların frakında olduğunda, beraber oturduğu kimselere -vecd sahibi
değiltevaciid (vecde gelmek için
kendini zorlayan) sahibi olduğunu
bildirmesi bir zorunluluktur. Böyle yaparsa, onun hali uygun görülebilir. Yine
de sufilere göre her halükarda bu hal övgüye layık değildir, çünkü onlar, esas
itibarıyla hareketlinin neftiyle hareket etmesini nahoş bulurken hareket
ettirenle hareket etmeyi överler. Öyleyse sufılerin kabul ettikleri sema asıl
itibarıyla değerli bir şeydir ve her şeye yayılmıştır. Bu semaya mahsus doğal
ve özel bir yöntemle teganni, ahenk yoktur. Çünkü doğal ölçü (melodi), belirli
bir mizaçta doğadan oluşmuş bir şeye tesir edebilir. Bu yönüyle doğanın
hareketinde anlamak şart değilken aklî nefislerin hareketleri öyle değildir.
Bununla birlikte doğanın da onların var olma ilkelerinde etkisi vardır. Fakat
doğa bu etkiyi ancak anlamak yoluyla icra edebilir. Başka bir ifadeyle düşünen
nefisleri anlayış gücü harekete geçirebilir. Balanız! Var olanlar, anlamayla
meydana gelmiş ve ortaya çıkmışlardır, anlamamakla değil! Çünkü onlar, ol emrinin
manasını bilmekle var olmuşlardır. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘o
da olur’234 dedi. Yani ol denilen şey, var olur.
Çünkü o duyduğu sözden var olmaktan başka bir hal kast edilmediğini anlamış,
hemen var olmuştur. Bu hareketin vecd diye
isimlendirilmiş olmasının nedeni, sadece vücûdun, yani hükmün varlığının onun
vesilesiyle meydana gelmesidir. İster gözle ister gözsüz meydana gelsin durum
birdir, çünkü gerçekte o var olanın aynıdır.
Allah Teâlâ konuşma niteliğini
kullarına vermiş, kendisini ‘duyan’ sayarak, kulun O’ndan talep ettiği şeyin
meydana gelmesi üzere bir mahal yapmış, kulun dileğine karşılık vermesini
icabet diye isimlendirmiş, bu talebi ‘ol’ sözündeki gibi emir kipiyle ifade
ederek gerçekleri oldukları hal üzere bilen akıllılara şunu göstermiştir: Hakikatlerin
hükümleri kendilerinden kaynaklanır, onlar başkası tarafından meydana getirilmezler.
Böyle bir bilgi insanların çoğundan sakınılmış bilgilerdendir. Hatta böyle bir
bilgiye sahip arifin onu insanlara açıklaması yasaktır. Çünkü o bilginin
açıklanması Hakkın inkârına yol açar. Bununla birlikte onlar, manaların
bulundukları kimselerde -akla görehükümler gerektirdiğini bilir ve bununla
hükümlerin manaların kendilerinden kaynaklanmasını kast ederler. Bu nedenle
kelamcı bir mahalde olmaksızın hâdis iradeyi kabul edenlerin görüşünü
reddedebilme imkânı bulmuştur.
Allah Teâlâ’nın Hz. Musa’ya ağaçtan
konuşmasına gelirsek, bu durum, bir kısmına göre kelamın kendisini yaratana
nispet edilebileceğine delildir. Başka bir gruba göre duyma gücü, kendisiyle
ilgili bir şeye taalluk etmiştir; kastedilen ağaçtan gelen hitaptır ve o da Allah
Teâlâ’nın kelamıdır. (Yaratılmışın sözünün Allah Teâlâ’nın kelamı olmasına
misal olarak) Nitekim benzer bir ayet-i kerimede ‘Onu
(müşrik) komşu edin ki, (senin okuduğun) Allah Teâlâ’nın kelamını duysun.’235 Kulağın neye taalluk ettiği malumdur.
Bu görüşü benimseyenler konuşanın kelam niteliğinin kendinde bulunduğu kimse
olduğunu söylemiştir. Bütün suretleriyle birlikte varlığın Allah Teâlâ’ya ait
olduğunu söyleyen keşif sahipleri ise Hakkın sıfatıyla değilhüviyetiyle kulun
dili, duyması, görmesi olması gibi ağacı konuşan Hakkın bir sureti
saymışlardır. Nitekim Allah Teâlâ inkâr edilebileceği bir surette göründüğü
gibi tanınacağı ve kabul edilebileceği surette de tecelli eder; hâlbuki her
durumda kendisidir, başkası değildir, çünkü başkası yoktur. O halde ağaçtan
konuşan Hakk’tan başkası değildir ve Hakk ağacın suretidir. Hz. Musa’dan duyan
Hakk idi. Bu durumda Hakk duyan olması itibarıyla Musa’nın suretiyken konuşan
olması bakımından ağaçtır. Ağaç, ağaç; Musa da Musa’dır! Burada hulûl yoktur.
Bir şey kendi zatına hulûl etmez; hulûl ise iki zatın olmasını gerektirirken
burada sadece iki hüküm vardır.
Duyu şahit fikirlerin inkâr ettiğine
Akıl duyunun reddettiğini bilir ,
Ona bak! suretlerinde sırlar gör En
güzel tertibinde hükmüne bak
Yakından gördüğünün aynı olarak
görürsün O’nu bilen ancak O’nunla bilebilir
Bü münazelelerde özetlediğim ilahi
sırlara dikkât ediniz. Onların eşyanın kendinde bulundukları durum hakkında
verdikleri bilgilere bakınız. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
Yirmi Dokuzuncu
Sifir 19i
DÖRT YÜZ ELLİ YEDİNCİ BÖLÜM
'Mutlak Teklif' Münazelesinin
Bilinmesi
Tekliflerin hükmü Allah Teâlâ ile
insanlar arasında ‘Unutan’ diye nitelenmiş babamızın
verdiği sözden çıktı
Emir benden O’na O’ndan bize ulaşır -
Bizi davet ederse ‘baş
üstüne’ der koşarız
‘Kullarım beni sana sorduklarında.. .’23<s
Allah Teâlâ peygamberine şöyle demeyi emreder: ‘Ben
yakınım! Dua edene karşılık veririm, onlar da bana icabet etsinler.’m Yani emrettiğim işleri yapmaya çağırdığımda, çağrıma
icabet etsinler! Bu emirler onlara şeriat yapılmıştır ve hepsi şeriattır.
Kuşkusuz Allah Teâlâ kendisini kullarını yükümlü tuttuğu işlere ortak kılmış,
bu konuda emri onlara bırakmıştır. Bu, gerçekte işin kendinde olduğu durum ve
onun kimsenin yaratmasıyla gerçekleşmediğini bildirir. Çünkü Allah Teâlâ
hüviyetine nispet ettiği hususlarda, yaratmanın mahalli olmaktan münezzehtir.
Bununla birlikte O yaratılmışın suretinde ortaya çıkabilir. Bu durumda gözün
verisi, gözün gördüğü şeyler hakkındaki hükümlerin yaratılmış olduğu hükmünü
verir. Bununla birlikte hakikat, gerçeğin gözün idrak ettiği şekilde olmadığını
bildirir. Binaenaleyh seçkin insanlarda ilahi bilgiler hususunda kalp ile göz
arasında çatışma devam ederken benzer çatışma sıradan insanlarda muhabbet
hakkında ortaya çıkar. Bizim de sıradan insanlarda gerçekleştiği haliyle
gençlik hakkında bir şiirimiz vardır:
Ruhum hiç kuşkusuz telefe gidiyor
Çünkü kalbim onun değerini düşürmüştür
Kalbime dedim ki beni sen hasta
ettin Bana dedi ki, beni telef eden senin gözün
Göz görmeseydi ardından ben
yürümezdim Göz olmasaydı sevginin peşinden giden olmazdı
Bende olanları hep bedenime taksim
ettim:
Gözyaşı, üzüntü, sıkıntı ve keder
Mutlak teklif ifadesi iki şeyi
anlatmak için kullanılır: Birincisi teklifin insanın her yönünü kuşatmasıdır.
Misal olarak ‘İnsanın her uzvuna sadaka gerekir’ ifadesini verebiliriz. Bu
teklif ‘Ancak sana ibadet ederiz’238 ayetinde de geçer. Burada teklifin
genelliği ve yükümlünün bütün zatmı ifade etmek üzere çoğul zamirle ifade
edilmiştir. Bu anlamıyla mutlak teklifin bir yönü de bütün şeraiderin görüş
birliğine vardığı hususlardır ve bu konuda herhangi bir şeriat ötekinden ayrılmaz.
Bu teklif ‘Dini doğru yerine getirin, dinde ayrılığa
düşmeyin’239 şeklinde
ifade edilmiştir. Burada Allah Teâlâ genel ve mutlak bir ifade kullanmıştır.
Mudaklığın ikinci yönü Allah Teâlâ’nın kendisini bize ortak kılmasıdır. Böylece
Allah Teâlâ bize emreden-emredilen, yasaklayan-yasaklanan olduğunu öğretir.
Rabbin bir işi yapmaktan alı konması, ‘Rabbimiz!
bizi cezalandırma’, ‘Rabbimiz!
bize yük yükleme’, ‘Rabbimiz!
bize takatimiz yetmeyecek işler yükleme’240 vb. ayederde geçer. Emirle ilgili
olarak ‘Rabbimiz! bizi bağışla ve merhamet
et’241 veya ‘Bize
yardım eyle’ gibi ifadeler vardır. Bizim emri vermemiz, Şâri’nin onu bize
emretmesinden kaynaklanır. Buna mukabil Allah Teâlâ sahih bir rivayette
belirtildiği üzere cevap vererek ‘Yaptım, yardım ettim’ der. Allah Teâlâ bize ‘Namazı
kılınız, zekâtı veriniz, Allah Teâlâ’ya borç veriniz’242 gibi ayederde emirler verir. Bu emre
yönelik cevabımız, O’ndan meydana gelenden farklı olarak iki türlüdür:
Birincisi O’nun cevabına uygundur. Bu, ‘Duyduk
ve itaat ettik’243 ifadesinde
dile getirilir. Bütün yönlerden O’nun icabetine uygun olmayan cevap ‘Duyduk
ve günahkâr olduk’244
ayetinde dile getirilir. Bu cevap, Allah Teâlâ’nın kendisini muduluktan
uzaklaştırıp bedbahdığına yaklaştırdığı kimsenin cevabıdır.
Böylece mutlak teklifin anlamını
açıklamış olduk. Bu teklifte Hakkın da bulunması, O’nun kendilerinden insaf
(veya işin yarısını) iste-
mek üzere, kullarına karşı insafıdır
(işi yarıya bölmesi). Allah Teâlâ başka bir yerde haklarında bedbahdık yazmış
olduğu topluluk hakkmda ilahi bir dayanak tespit etmiş, orada insaf makamında
bulunmamış, onları kör etmiş, onlar da kör olmuş, Allah Teâlâ’ya ait bir şeyi
kendilerine nispet etmiş, Allah Teâlâ da onları bu nedenle bedbaht kılmış ve
şöyle demiştir: ‘Kesin delil Allah Teâlâ’ya aittir.'2*5 Çünkü onunla kendisi arasında
çatışma meydana gelmiştir. Çünkü gerçekte iki hüküm vardır, iki zat yoktur,
bunu anlamalısın! Bize göre Allah Teâlâ’nın kulları hakkmda kesin delil sahibi
olması, bilginin bilinene tâbi olmasından başka bir şey değildir; yoksa bilgi
bilinen hakkında hüküm veren değildir. Malum (ilahi bilgiye itiraz ederek)
bir şey söylerse, ‘senden yokluğun halinde şunu öğrendim’ diyerek kendisi
hakkındaki kesin delil Allah Teâlâ’ya aittir. İlahi ilim maluma şöyle der:
‘Bana verdiğin bilgiye göre seni varlıkta izhar ettim.’ Kul söylenenin doğru
olduğunu anlar, ilahi-irfan mertebesinde yaratıkların delilleri silinir gider.
Genel hakkında iş daha anlaşılırdır. Hüküm ise adamların anlayışına göre
değişir. Birine göre ortaya konulan delil ötekine göre delil değildir. Bu
itibarla her sınıfın Allah Teâlâ katında özel delili vardır ve o delil
sayesinde Allah Teâlâ kullarına baskın gelir. ‘O
el-Kahir’dir.'2*6 Yani
kesin deliliyle baskın gelendir. ‘Kulları üzerinde, O Hâkim ve Habir'dir.’ Allah
Teâlâ kesin delil sahibi olması itibariyle her sınıf üzerinde ' hüküm sahibi
olarak ortaya çıkar. Mutlak teklif olmasaydı, ne hasım ne Allah Teâlâ
karşısında amelimiz olurdu.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
'Zat
Tecellililerini İdrak' Münazelesinin Bilinmesi
Zat tecellileri
ulaşır bize -
Onları idrak etsek yok ederlerdi
bizi
Çünkü Allah Teâlâ kendisi hakkında kıskanç Kimse var mı sizden anlayan bizi?
Bu hususta gerçek
nedir? -
Hiçbir varlık bilemez bizi
Ayette şöyle denilir: ‘Allah
Teâlâ göklerin ve yerin nurudur.’247 Yaratıkları ile arasına çekilmiş
ilahi perdeler hakkında ‘Allah Teâlâ’nın perdeleri vardır, onları kaldırsaydı
zatının tecellileri gözün gördüğü her şeyi yakardı’ denilir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘Rabbini gördün mü?’ diye sorulduğunda, ‘Nur idi,
nasıl göreyim ki?’ diye cevap vermiştir. Perdeler yaratılmışsalar, tecelliler
karşısında nasıl kalabilirler? Çünkü onlar tecellilerden perdeli değillerdi.
Fakat bunun Allah Teâlâ’nın kullarından sakladığı bir sır olduğunu bilmelisin.
Bu saklama ise nurani ve karanlık perdeler diye isimlendirildi. Nurani perdeler
fikir yoluyla öğrenilmesini engelleyen perdeler iken karanlık olanlar doğal ve
adet olan şeylerle perdelenmesidir. Bu perdeler kullarının gözlerinden
kalksaydı, zatının tecellileri gözün gördüğü bütün yaratıkları yakardı. Bu
bağlamda yanmak, yaratıkların üzerinde bulundukları, daha doğrusu kendisi
oldukları zayıf ışığın daha yüce bir ışığa girmesidir. Buna misal olarak
yıldızların ışıklarının güneşin ışığına girmesini verebiliriz. Güneş ışınları
altında yıldızların ışıkları, kendilerinde hala ışık bulunsa bile, silinmiştir.
Dolayısıyla bu ifadeyle yok olma kastedilmez, sadece, gözle görülen bir
varlıkta gerçekleşen hal değişmesi kastedilir. Halinin değişmesiyle ona verilen
isim de değişir. Mesela odun yandığında -cevheri bir olsa bileköz diye
isimlendirilir. Bilindiği gibi yıldızlar, kendiliklerinde bir ışığa
sahiptirler, fakat onları idrak
gücümüzün zayıflığı nedeniyle göremeyiz. Âlimler adına perdeler kaldırılsaydı,
hiç kuşkusuz, onlar kendilerini O’nun aynı diye görürler ve iş bir olurdu. Allah
Teâlâ perdeleri onların üzerinden kaldırmış, zatlarını bir zat olarak görmüş ve
kendilerinden aktarıldığı üzere ‘Ben Allah Teâlâ’m!’, ‘Kendimi tenzih ederim’
gibi ifadeler söylemişlerdir. Sıradan insanlardan perdeler kalkmaz, bu nedenle
onlar işi kendinde bulunduğu halde müşahede edemezler ve aralarında tartışır
dururlar. Arifler ise Allah Teâlâ karşısında edebin gereğiyle konuşmalarını
gizlerler, çünkü onlar, edepli insanlardır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle der: ‘Hikmeti ehli olmayana vermeyiniz, öyle yaparsanız hikmete
zulüm etmiş olursunuz. Ehline de engellemeyin, bu kez ehline haksızlık etmiş
olursunuz.’
Şâri ariflere bundan daha güçlü bir
yükümlülük yüklememiştir. Burada onlara her şahsı murakabe etmelerini emretti.
Onlar da bu hadise dayanarak âlemi şahıs şahıs araştırmışlardır. Çünkü onlar
hikmet ehlidir: Kimde ehliyet bulunduğunu görürlerse, hikmeti ona verirler
ki, ona karşı zalim olmasınlar! Kişi de ehliyet görmezlerse, hikmete haksızlık
etmemek için vermezler. Onlar sürekli âlemi aramayı sürdürmüşlerdir. Bu
araştırma, ‘Allah Teâlâ her şeyi gözetendir’248
ayetinden onların nasibidir. Her kim Allah Teâlâ’nın gözüyle âlemi gözetlerse,
herhangi bir iş onu ötekinden alıkoymaz ve her işte zatıyla tasarruf eder.
Çünkü müşahedesi ilahidir ve kendinde tasarrufta bulunanın tasarrufunu kabul
eder. Tasarrufta bulunan, bu yönden rahata ermiştir. Perdenin ardından nefsinin
gözüyle zatını murakabe eden ise çok çalışır ve yorulur ve böyle davrandığı
sürece yorulmaya devam eder.
Nur ile O’nun nurları idrak edilir
Nur ile idrak edilen her şey idrak edilir
Kim kendi hakkının niteliğiyle
olursa Zatıyla malik olur, mülk olmaz o
Bu münazele hakkında akıl sahipleri
için yeterli açıklama ve işaret olmuştur. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır
DÖRT
YÜZ ELLİ DOKUZUNCU BÖLÜM
'Onlar bizim nezdimizde
seçilmiş-hayırlılardandır' Münazelesinin Bilinmesi
Üç kişi var ki
hepsi seçilmiş
Zalim, öne geçen ve ortada olan
Kitabı onlara varis, bilgiyle yükselin
Kurtulun vehimlerinizden . '
Onları kendine seçmiş ve himmetleri yücelmiş .
Görülen her şeyden
daha yukarı çıkmışlar
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Sonra
kullarımızdan seçtiklerimizi kitaba varis kıldık, bir kısmı kendine karşı
zalim, bir kısmı ölçülü, bir kısmı iyiliklerde öne geçmiştir. Bu büyük bir
ihsandır.’249 Bütün
bunlar Allah Teâlâ’nın emriyle gerçekleşmiştir. Kendine karşı zalim olan, Allah
Teâlâ katında değerini bildiği için zalimdir; başka bir ifadeyle nefsine zalim
değil, nefsi nedeniyle zalimdir. Böyle bir insan Hakkın dışında her Hakk
sahibine hakkını verir. Hakka ise bütün hakkını veremez. Aksine Hakka sadece
‘edip’ diye isimlendirilmesini sağlayacak hakkı verir. Böyle isimlendirilmediği
diğer yöne ise nebilerin arasına katılana kadar kendinden dolayı zulmeder.
Böyle bir zulüm kula dönük ilahi ihsandan kaynaklanır. Kim bu hali müşahede
ederse, seçilmiş olsa bile, kendisine karşı zalim diye isimlendirilir. Onu bu Hakk
ulaştıran şey, kitap hakkındaki bilgisidir ve böylece kitaba göre hüküm verir.
Nitekim ‘kitap hakkında bilgisi olan kişi’ Hz. Süleyman’a ‘Ben
onu sana gözünü açıp kapamazdan önce getireceğim’250 demişti. Kitap olmasaydı, Asıf b.
Berhaya bunu bilmeyecekti.
Ayette geçen ‘ölçülü giden’, her
mertebede mertebenin hükmüyle ölçülü davranandır. Böyle biri -nefsiyle
değilmertebenin hükmüyle hareket eder. Onlar, Allah Teâlâ’nın gizli ve temiz
olan ehlidir. Bu yönüyle zalim Hakkın zorunlu niteliklerini müşahede ederek
onları kendisine nispet etmez. Ölçülü olan, mertebeleri ve onların hakkını
müşahede eder. Zalim, ölçülünün hükmüne dâhildir ve bu nedenle ölçülü vasat
olmuştur; çünkü o iki uçta bulunmayan bir hakikate sahip olduğu gibi iki uçta
muhtaç olunan veya kendisine dâhil özellikler de onda bulunur. İyiliklerde öne
geçen, kendisine gelmeden öne mertebelerin hükmüne hazırlanandır. Bazen bütün
bu haller tek bir şahısta toplanır ve o kişi zalim, ölçülü ve iyiliklere koşan
olur.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
DÖRT YÜZ ALTMIŞINCI BÖLÜM
'İslam, iman, birinci ve ikinci
ihsan' Münazelesinin Bilinmesi
Bildim ki himmet ettim ben Fakat
anlamadım
Allah Teâlâ’nın ondaki muradını Çünkü müşahede etmedim
İslam ortaya çıkar benim sözümle
Ben Müslüman oldum derim . '
Bu sözle her kötülükten salimim ,
Yine bu sözle
nimetlenirim . .
. İman ise gizli
Fakat ben gizlemedim . ,
İhsanda görürüm O’nu Teşbih ederek
ve derim ki:
Münezzehtir benim görmemden Çünkü
ben bilmedim
Hakkın onda olduğunu Hakka
yönelmedim
Benim bilgim bana şahit Müşahede ettiğim gerçek
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Araplar
iman ettik dediler; de ki, iman etmediniz, müslüman olduk deyiniz’251 Başka bir ayette ‘İyiliğin
karşılığı iyiliktir’252 denilir.
Bir hadiste ise şöyle denilir: ‘İman, İslam ve ihsan arasında fark vardır:
İslam amel, iman tasdik, ihsan görmek veya görmek gibidir.’ İslam boyun eğmek,
iman inanmak, ihsan ise şahidiktir. Kim bu nitelikleri kendinde toplar ve
bunların hükümleri kendinde ortaya çıkarsa, Hakkın her suretteki tecellisi onun
için genelleşir. Böyle bir insan her nerede tecelli ederse etsin Hakkı inkâr
etmeyeceği gibi gizlenmek istediği bir yerde de Hakkı izhar etmez; O’nun
iradesini bildiği için kendisine ‘yardım eder.’ Çünkü mertebeleri ve onların Hakk
ettiği hükümleri bilir. Hakkın yücelik mertebesinden kendisine tenezzül ettiği
kimse adına bundan daha değerli bir mertebe yoktur. Böyle birisi el-Mümin (Hakk)
nedeniyle mümin, el-Muhsin nedeniyle Muhsin (ihsan sahibi), (Hakkın kulun
dilediğini yerine getirmesi anlamında) İslam nedeniyle müslüman olandır. Çünkü Hakk
kulun O’ndan istediği bir işi yaptığında, hiç kuşkusuz, kula boyun eğmiş olur.
Bu itibarla kul ‘Rabbim beni bağışla’253 der, Allah Teâlâ da onu bağışlar,
çünkü O ‘Bağışlanma dileyen var mı, bağışlayayım’ derken doğru sözlüdür.
insanlar kendisini yalanlayacakları
ölçüde Hakkı tenzih etmekle meşgul oldukları için ve bilgisizlikleri nedeniyle
pek çok hayrı kaçırmışlardır. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Ey
kitap ehli! Dininizde aşırıya gitmeyin, Allah Teâlâ hakkında sadece doğru
söyleyin’254
demiştir. Allah Teâlâ hakkındaki doğru, O’nun kendinden bildirdikleridir.
Alemin kendisini bildiğini bilmemiş olsaydı, ‘Allah Teâlâ hakkında sadece
hakkı söyleyin’ demezdi. Bu itibarla hakikatin (ve Hakkın) zuhura olan
ihtiyacı, mazharın kendisini izharına olan ihtiyacından çoktur, çünkü Allah
Teâlâ bize belirli yerlerde hakikati izharı yasaklamıştır. Misal olarak gıybet,
laf taşımak ve sırları gizlemeyi verebiliriz. Hepsi de sözel varlıkta (kevn-i
kavlî) izharları yasaklanan doğrulardır, yoksa onlar kendilerinde bulundukları
kimsede bir nitelik olmaları itibarıyla yasaklanmış değillerdir. Hakk açık ve
gizli olandır. O halde Hakk için ihsan görmek iken kulda ihsan ‘sanki görmektir.’
Hakta ve yaratıklarda iman da kendi hakikati üzere bulunur. Gerçeği bilenler
için İslam da öyledir. Bununla birlikte Allah Teâlâ için Müslüman denilemez.
Bu itibarla bilinen her şey söylenmez veya görülen her şey açık edilmez.
Hürlerin gönülleri, sırların kabirleridir.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
'Üzerine perdemi çektiğim kişi
benim sakladıklarımdandır, o bilinmez ve kendisi de bilmez' Münazelesinin
Bilinmesi
Sakınılmış olanlar Allah
Teâlâ katında perdelenmiş
Onlar ne kimseyi tanır ne tanınırlar
Onlardan uzaklaşılır, onlar neye benzer dersen:
. Gecelerin arasında Kadir gecesinin saklanmasına benzerler
Onu bir kişi
bilebilir
Emir âleminden soyutlanmış niteliksiz kişi ,
Karanlığın ardından
bakan kişiye görülür
Gecenin başından
fecrin doğumuna kadar
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Çadırlar
içerisinde çekik gözlü huriler.. ,’255 Onlar tefsir
değilişarî yorumla ariflerdir. Onlar âlem içinde tanınmayan ve
bilinmeyenlerdir. Dolayısıyla onlardan bir şey ortaya çıkmadığı gibi
üzerlerinde tanınmalarını sağlayacak bir özellik görülmez. Onlar varlıkta
sadece Allah Teâlâ’yı müşahede eder ve âlemin ne olduğunu bilmezler, çünkü
onlar, âlemi görmezler.
Hakk sirayet etmiş
fakat kimse bilmez O’nu
O’nda olduğunu
söyleyenden başka
Her hükümdarın bir haremi vardır. Allah
Teâlâ’yı bilen arifler de O’nun haremindedir. Ariflerin içinde bulundukları
harem, genel alışkanlıklardır. Allah Teâlâ onları ancak seçkinlere ve sıradan
insanlara görülen özelliklerle perdelemiştir. Alim Hakkı imanla ve müşahedeyle
görürken âlemi duyuyla idrak eder. Bu insanlar ise Hakkı müşahede ederken
âlemin
(varlığını)
iman ederek kabul ederler. Hakk onlara âlem diye bir şeyin var olduğunu
bildirmiş, ona inanmışlar, fakat kendisini görmemişlerdir. Nitekim âlem de Allah
Teâlâ’ya iman eder, fakat O’nu görmez. Onlar Hakk vasıtasıyla O’nun şahideri,
hakkal-yakîn ulaştıkları makamda doğruluk oturağında oturanlardır. Onlara
şöyle denilebilir: ‘Sizin şahid ve meşhud sözünüz bir farkı anlatır.’ Onlar bu
söze karşılık şöyle derler: ‘Sen kendi zatını zatınla görmüyor musun? Demek ki
sen kendinden başkasın!’ Onların bu konudaki sözleri Hakk karşısında bir
müşaheden ibarettir. Onlar âlem denilen bir şeyin bulunduğuna edebin gereğiyle
iman ederler. Onlar gerçekte mümin olanlar iken âlimler doğru sözlülerdir. .
Hakkın münazelelerinden
öğrendiklerimizin bir kısmı bunlardır, çünkü münazeleler, sayılamayacak ve
tanımlanamayacak kadar çoktur. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır/’
Allah Teâlâ’ya hamd olsun, O’nun
yardımı, desteği ve ilhamıyla kutüplar ve onların sahip oldukları düsturlar
bahsine başlayacağız. O düstura göre amel eden kimsenin onların bulduğu şeyi bulacaklarını
müşahede edeceklerini bildirmek istiyorum, çünkü bu kitabımı insanlara fayda
vermek üzere yazdım. Daha doğrusu Allah Teâlâ bu kitabı bu esasa göre belirledi
ve kitabın bütünü Allah Teâlâ’dan gelen bir fetihtir. Bu kitapta kulun
Rabbinden dileği olaraközetleme yöntemini takip etmek istedim. Bunun bir dua
olduğunu söyledik, çünkü bizim halimiz, Hakkın tebliğ ettiğini emrettiği şeyi
tebliğ etmeyi gerektirir. Allah Teâlâ dilediğini yapandır. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.,
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar