Print Friendly and PDF

YİRMİ DOKUZUNCU SİFİR 2.Bölüm

 


 

DÖRT YÜZ OTUZUNCU BÖLÜM

'Seni hayrete düşürürsem, kendime ulaştırırım' Münazelesinin Bilinmesi

Hayrete düşen ermiştir Hidayete eren ayrılmış

O sabit bir nitelik Aziz ve Celil’e ait

O gerçek bir nitelik

Anlayan kullar için                                             '

Biri çıkar ve derse hidayete ulaştım Gaflettedir, o.biliniz

Onu zevk düşkünü görürsün Zevk u se/aya dalmış

Ayıbım ortaya çıkartmış Darbımeselde denildiği gibi

Burada sözü edilen darbımesel Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Nice giyinik vardır ki, çıplaktır’ hadisinde dile getirilir. Allah Teâlâ hayret hakkında şöyle der: ‘Allah Teâlâ kendilerine hidayet ettikten sonra herhangi bir topluluğu sap­tırmaz, ta ki onlara sakındığı şeyi açıklar.’108 Hayrete kaynaklık teşkil eden bir ayette ‘Allah Teâlâ sizi ve amellerini yaratmıştır109 buyurur. Başka bir ayette ise şöyle buyurur: ‘Attığında sen atmadın.’110 Aynı şekilde ‘Onları siz öldürmediniz, fakat Allah Teâlâ öldürmüştür111 buyurur. Öldürme yaratıl­mışın fiili olarak görülürken Allah Teâlâ duyuda zorunlu bir şekilde gerçek­leşmiş bilgiyi olumsuzlamaktadır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu münazelede şöyle buyurur: ‘Ben senin övgünü yerine getiremem.’ Bu makam, hayretin yüceliği ve izzeti makamıdır. ‘Sen kendini övdüğün gibisin.’ Bu, vuslat ve erme halidir. Hz. Ebu Bekir bu münazelede şöyle demiş­tir: ‘İdrake ulaşmaktan acizlik bir idraktir.’ O da hayrete düşmüş ve ermiştir. Binaenaleyh Hakta hayrete ermek, Allah Teâlâ’ya ulaşmanın ta ken­disidir. Hayret bir hakikate ait suretlerin kendi üzerlerinde farklılaşma­sı nedeniyle en çok tecelliye mazhar olanlarda meydana gelir. Bu yö­nüyle tanımlar, suretlerin değişmesi nedeniyle değişir. Suretleri sınır­lamak mümkün olmadığı kadar aynı zamanda onlar bilinmez ve gö­rünmezler. Öyleyse suretlere tabi tanımlarla hareket eden, hayrete düşer. Bir hakikatin bulunduğunu ve onun -kendiliğinde değilbakan­ların gözünde suretten surete girdiğini bilen ise bilinmeyen ve görül­meyen meçhul zatın varlığını bilir. Buradan da Allah Teâlâ’yı bilenlerin dört sınıf olduğunu öğrenir. Birincisi Allah Teâlâ hakkında sadece nazarî düşünce yönünden bilgi sahibi olanlardır. Onlar selbi, yani tenzihi benimseyen­lerdir. İkinci sınıf, Allah Teâlâ hakkındaki bilgisinin tecelliden meydana gel­diği kimselerdir. Onlar ise tanımları ve sübûtu kabul edenlerdir. Üçün­cü sınıf, Allah Teâlâ hakkındaki bilgilerinin müşahede ile nazarî bilgi arasın­da gerçekleştiği kimselerdir. Söz konusu insanlar tecelli (söz konusu olunca) suretlerle sınırlı kalmadıkları gibi bakanların gözlerinde o suretlerle ortaya çıkan zatın bilgisine de ulaşamazlar. Dördüncü grup, bu üçünden biri olmadığı gibi onların dışında da değillerdir. Onlar, Allah Teâlâ’nın bütün inanç sureüerini kabul ettiğini bilenlerdir; inanç sureti­nin kime ait olduğu durumu değiştirmez. Bu sınıftakiler iki kısma ayrılır: Bir kısmı Hakkın mümkünlerin suretlerinde tecelli eden oldu­ğunu söylerken diğer grup mümkünlerin hükümlerinin Hakkın varlı­ğında ortaya çıkan suretler olduğunu söyler. Hepsi de gerçeği olduğu durumda dile getirmiştir. İşte buradan hayret ortaya çıkar ve bu hay­ret, sahipleri adına hidayetin ta kendisidir. Kim hayretle kalırsa, hayre­te düşer; kim hayretin varlığıyla beraber olursa, hidayete erer ve erer.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır

DÖRT YÜZ OTUZ BİRİNCİ BÖLÜM

'Kimi perdelersem ben perdelerim' Münazelesinin Bilinmesi

Kulun perdesi farkında değil ama kendinden

Onun varlığı perdenin kendisi

Ey insanlar! Dinleyin sözümü, öğrenirsiniz

Ümmü’l-kitab’da söylenmiş sözü

‘Yardım isteriz’ sözü bizi izhar etmiş

Fiillerim ve varlığım yok oluşta                                                                   '

Biz her yerde şaşkın dolaşanlarız                                                 .

Her kapıda duranlarız biz

Allah Teâlâ şöyle buyurur: -‘Senden önce gönderdiğimiz her peygamberi kavminin diliyle göndermiştik.’112Peygamber onlarla onların aşina oldu­ğu kelimelerle konuşmuş, bir fiil gösterdiğinde geleneklerinde alışık oldukları fiilleri göstermiştir. Bu itibarla onların âdederinden birisi, aralarında yürüyen büyük bir insanı perdelemeleridir. Bunun manası, onun önünde perdedar olarak durmaları demektir. Önde yürümekle ilgili olarak Allah Teâlâ ‘Onların nuru önlerinde yürür5113 der. Bunun nedeni şudur: Büyük insan cemaatin önündeyse, tanınmaz ve ona saygı gös­termeyi sağlayacak gerekçeler ortaya çıkmaz. Önüne perde çekildiğinde ise sıradan insanlar onu görmek için arzu duyar ve ona yönelirler, perdedarların saygınlığı hakkındaki bilgilerine göre kalplerinde saygı uyanır ve o kişiyi yüceltirler. Allah Teâlâ bir kulunu yüceltmek istediğinde, onu menzilinden ayırır ve hilader giydirir, isimlerini verir, yarattıkları içinde hükümdar yapar, işlerin idaresini onun eline verir ve önünde saygınlığını izhar eden bayraklar taşıtır. Nitekim bir hükümdar da mevki bakımından kendisinden üstün olsa bile devrin kutbu önünde böyle yapar. Bu Hakk sahip kimsenin mertebeye hakkını vermesi gere­kir. Dolayısıyla kulluk mertebesinden perdelenmiş olması gerekir. Ondan perdelendiği ölçüde, Rabbinden perdelenir ve durumun böyle olması kaçınılmazdır. Çünkü o esnada mertebe ona aittir ve vakit onun vaktidir. Hüküm her durumda vakte aittir. Bakınız! Allah Teâlâ kendinden haber verirken ‘Her gün bir iştedir’114 buyurur. Öyleyse o vakte göre davranır. Çünkü Allah Teâlâ ancak kabiliyete göre verir. Onun vakti (hal), kabul etmektir ve böylece işler hikmete göre cereyan eder. Binaenaleyh vakit izhar ettiği hükümle sahibi üzerinde hüküm verir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Kişi hükümdarın,izni olmaksızın eman alamaz veya izni olmadan onun davetine oturmaz.’ Hükümdar halkından birinin evine girdiğinde, yerleşik ilahi edep onun ev sahibinin emrine uyması şeklinde hüküm verir. Ev sahibi hükümdarı nereye oturtursa, oraya oturur. Halife ev sahibinden daha büyük ve daha muteber olsa bile, evin hükmü onun üzerinde hüküm sahibi olmuş, hükümdarı yönetilen yapmıştır. Bakınız! Kulun varlığı -ki âlemi kastediyorumHakkın varlık (vermesi) ve yaratmasıyla ortaya çıkmıştır, çünkü hüküm O’na aittir. Sonra önde olan geride kalmış, geride olan öne geçmiştir. Bu nedenle âlemi bilmezden Allah Teâlâ hakkında bilgi sahibi olan olmamış ve böyle biri âlemde ortaya çıkmamıştır. Bu ise yaratılışın bir karşılığı olmuş, bu karşılık hakkında araştırma yapan kişiyle birlikte âleme dönmüştür; çünkü Hakk karşılığın ve cezanın mahalli olamaz. Öyleyse kulun ameli kendine dönmüştür. Nitekim yaratılmışlardan meydana gelen övgülerle Hakkın ameli yine Hakka döner.

Zamanımızdaki iki arif hakkmda şöyle bir hadise anlatılır. Ebu’lBedr şöyle anlatır: ‘Bir gün Miyafarıkin’de o ikisinden birinin huzuru­na girmiştim. Kendisine Bağdat’taki bir arifin durumunu söyleyince bana şöyle demişti: ‘O benim emrimin nüfuz ettiği kimselerdendir.’

Sonra Bağdat’ta öteki arifin yanına gelip dedim ki: Miyafarıkin’de Vekafa uğradım ve ona senin durumunu sordum. Bana ‘onu emrimin nüfuz ettiği kimselerden birisi olarak görürüm’ dedi. Ben bu sözü söyleyince, bana şöyle dedi: ‘O böyle zannediyor. Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, ben onu önümde perde taşırken gördüm.’ Ebu’l-Bedr şöyle der: ‘O ikisinin söyledikleri hakkında hayrete düştüm. Çünkü bana göre ikisi de doğru söylüyordu. Bu hayreti benden kaldır’ deyince, kendisine şöyle dedim: ‘Her biri doğru söylemektedir ve her birisi arkadaşını kendi otoritesi altında ve kendi mahallinde görmektedir. Hüküm ma­hal sahibine aittir. Burada mahallin hükmü ortaya çıkmıştır, yoksa her ikisinin mertebelerinin hükmü ortaya çıkmamıştır. Onların makamları bu sözlerden değil, başka bir yerden öğrenilebilir.’ Söylediklerim üze­rine sevindi ve sözlerimin doğruluğunu anladı. İnsaf sahibinin merte­beleri ve onların hükümlerini bilmesi gerekir. İlahi gazap ile rıza mer­tebesinin ilişkisi nedir? Mesela kul bir iş yaparak rabbinin öfkesini çeker. Böyle bir durumda kul kendisine karşı suç işlemiş demektir. Hakk ise gerçekleşen fiile göre ya affeder veya cezalandırır. Aynı kul bir iş yapar ve rabbini memnun eder. Demek ki rabbini öfkelendiren ve razı eden kulun kendisidir. Hakk ise kulları karşısında onların hallerine göre bulunur, başka bir durum söz konusu değildir. Yaratılmışların Kesib’deki hallerine balcınız! Orada Haklc’a konuk olduklarında, arifler zikrettiğimiz bu yerde dolaşırlar. Cennetlerine ve ailelerine döndükle­rinde, Allah Teâlâ onlara tecelli eder, onların hali başkalaşır ve değişir. Çün­kü menziller onlara ait iken Kesib Allah Teâlâ’ya aittir. Allah Teâlâ senin kulağın, gözün olduğunda, sana tenezzül etmiş demektir. Sen de düşünürken ve duyarken Allah Teâlâ’nın karşısında edepli davranırsan, O senin yanında kalır; saygısızlık edersen, senden ayrılır. Allah Teâlâ karşısında edep şeriatın O’na karşı davranmanı buyurduğu tarzda olmalıdır. Sen O’nun evine girdiğinde -ki onun evi cami/mescittirhüküm O’nundur. Bunun ne­deni, ev sahibinin Hakk olması ve hükmün eve ait olmasıdır. Şeriat mescide girildiğinde iki rekât namazla mescidin selamlanmasını (tahiyyetü’l-mescid) ve orada izin verilmeyen bir işi yapmamayı em­retmiştir. Bunu bilmelisin!

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.'

'Ben sadece seninle perdelendim, değerini bilmelisin, kendini bilmeyenin durumu ne kadar gariptir' Münazelesinin Bilinmesi

Giyenini tanımayan bir örtü Giyeni Rahman olan bir örtüdür

Rahman âlemlerde onunla süslenir Kalp topluluğu olan ruhlar onun bekçisi

Onlar kendisinden ahlak kazanır Allah Teâlâ’nın peygamberi onun seyisi

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kim peygambere itaat ederse, Allah Teâlâ’ya, itaat etmiş­tir.’115 Başka bir ayette şöyle der: ‘Sana biat edenler, gerçekte Allah Teâlâ’ya biat etmiştir.’116 Allah Teâlâ kendinden haber verirken ‘Mümin kulumun kalbi beni sığdırdı’ der. Öyleyse varlık (emir) Haktır. Onun zahiri, halkın (yaratılmış) suretidir. Hakk ortaya çıkanın ve zuhur edenin ardındadır. Nitekim örtülmüş olan da örtünün ardındadır. Kul ise Hakkın büyük­lüğü ve azametidir, çünkü Allah Teâlâ ‘Büyüklüğüm benim örtümdür’ de­miştir. Bu nedenle yaratılmış olan, Allah Teâlâ’nın azametinin ve yüceliğinin mahallidir. Azamet yüceltilende değil, yüceltendeki bir niteliktir; yüceltilende bulunmuş olsaydı, kendisini tanımayan ondan çekinmezdi. Allah Teâlâ isimlerini kendisine hilat yaptığı Ebu Yezid’e şöyle demiştir: ‘Benim suretimle kullarımın yanma çık, seni gören beni görmüş de­mektir.’ Ebu Yezid bir adım attığında kayıp düşünce, Allah Teâlâ şöyle de­miştir: ‘Sevdiğimi bana döndürün, benden ayrılmaya güç yetiremez.’ Kim kendini bilirse, Allah Teâlâ’yı bilmiş olacağı gibi kim Allah Teâlâ’yı bilirse ken­dini bilmiş demektir. Allah Teâlâ’yı bilmek, kendini bilmemektir. Kendini bilmen ise Allah Teâlâ’yı bilmen demektir. Çünkü sen O’ndan var oldun. Nitekim ‘Hepsi O’ndandır ama O senden değildir’ denilir. O halde


sadece menzili ve kadri (değeri) bilmek vardır. ‘Biz onu Kadir gecesinde indirdik.’117 Başka bir ayette ‘Onu Cebrail indirdi senin kalbine118 denilir. O halde kadir gecesi sensin! Çünkü sen tabiat ve Haktan ibaretsin. Kuran nazil olmazdan önce, kadrin büyüklüğüne şahittir. Sen ‘Bin geceden daha hayırlısın119 Yani hepsinden daha hayırlısın, çünkü bin, sonsuza kadar bileşikliğin gerçekleştiği basit sayıların sonudur. Aynı şekilde Allah Teâlâ’nın yarattığı şeyler de namütenahidir, çünkü Allah Teâlâ sürekli yaratandır.

Ayette ‘şehr (ay, bilinmek, şöhret)’ kelimesi gelmiştir. Bunun ne­deni binlerce ayın içindeki kadir gecesinin meşhur olmasıdır. Bunu böyle olması zorunludur. Çünkü ayların en hayırlısı kendisinde kadir gecesinin bulunduğu aydır. Bu kadir gecesi içinde kadir gecesinin bulunduğu bin aydan hayırlıdır. Bu itibarla kadir gecesi bütün işleri toplayandır ve bütün var olanlar içerisinde genel olandır.                                                                         .

Kul bu miinazelede koruyan ve korunandır. Başka bir ifadeyle kul gayret ve saklanmak amacıyla kendisini örtü edineni korur, zayi olma­sın diye kendisine özen gösterilmesi için örtünen tarafından korunur. Çünkü kul yaratılmış olduğu için zayi olma tehlikesiyle yüz yüzedir. Onun bir koruyucuya ihtiyacı vardır. Bu durum, devri (döngüsel) bir karşılıktır. Bunu anlamalısın.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

(Kendisinde sâlike) 'Hangi tecellinin seni yok edeceği­ne bak, benden onu isteme, yoksa onu sana veririz de onu alacak kimse bulamayız' (Denilen) Münazelenin Bilinmesi

Şöyle bir tecelli istemekten sakın!

Seni senden fani kılan

Ben veririm sen alamazsın

Çünkü fani olmuşsun sen

Böyle bir talepten uzak dur

Üzerinde kurulabilecek şeyi talep et

Beka o şeye dayanabilsin

Lakapla isimlendirildiğin şey olma

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Açıklandığında sizi üzecek şeyleri sormayın.’120 Fena ve beka hakkında şunu bilmelisin: Tasavvuf yolunda göreceli olarak bir şeyden fani olunur, bir şeyle baki kalınır. Herhangi bir şekilde Allah Teâlâ’dan fani olmak ise söz konusu değildir, çünkü O’ndan başka bir şey yoktur. Zorunluluk seni O’na yönlendirir ve bu nedenle Allah Teâlâ bizim için es-Samed diye isimlenmiştir. Çünkü âlem bütün işlerinde O’na iltica eder. ‘Bütün iş O’na döner.’121 Öyleyse fena ‘kendinden fena’ şek­linde olabilir. İnsan kendinden (nefs), bütün varlıklardan ve olgular­dan fani olmadıkça, fena haline eremez. Burada Allah Teâlâ ehlinin fenasın­dan söz ediyorum. Bu esnada Allah Teâlâ sana kendinden bir hediye gönde­rir, hediye ise var olanlardan biridir. Dolayısıyla o da yaratılmış bir şeydir. Söz konusu seni arar ve seni kendinden fani olmuş halde bulur. Bu durumda hediye, onu verene döner. Böyle bir şey, asıl’a karşı saygı­sızlığındır, çünkü sen seni bu Hakk sevk edecek bir şeyi istedin. Allah Teâlâ


sürekli veren olduğu gibi kulun da sürekli kabul edici ve alıcı olması gerekir. Bu nedenle Allah Teâlâ ehlinden isen, Allah Teâlâ’nın emriyle bir şey iste­melisin! Yani O’nun emrine göre bir şeyi tam belirleyip istemelisin; aksi halde herhangi bir şeyi belirlemeden Allah Teâlâ’nın lütfundan iste!

Bilmelisin ki Allah Teâlâ’nın tecellileri iki kısımdır: Birinci kısım seni kendinden ve hükümlerinden fani ederken ikinci kısım seni kendinle ve hükümlerinle baki kılar. Senin hükümlerinden birisi de, alırken ve verirken edebe riayet etmendir. Böyle bir tecelli yükümlülük diyarında olduğun sürece talep etmen gereken tecellidir. Başka bir yere göç etti­ğinde, oraya göre davranmalısın. Yükümlülük olmasaydı, Allah Teâlâ kulla­rına tavsiyede bulunmazdı. İşleri en iyi bilen tavsiyede bulunduğunda, tavsiyenin işlerde etkisinin olduğu bilinir. Tavsiyelerin gerçek izahı, Allah Teâlâ nasip ederse, kitabın son bölümünde gelecektir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğruya ulaştırır.’

DÖRT YÜZ OTUZ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

''Dilerse'ifadesi seni perdelemesin, çünkü ben henüz dilemedim, sabit ol' Münazelesinin Bilinmesi

Meşiyet zatın arşı, başka bir nispeti yok Başka bir yerde ne nispeti ne görünen eseri

O varlık, başka bir hakikat yok

Fani olur ve yok olur, baki değil geride kalmaz

Azizdir, otoritesini kimse göremez İnsan surette O’nu idrak edemez

Adem O’nun suretine tahsis edilmiş Çünkü bütün âlem onda dürülmüş

Bütün varlıkların kilitleri Adem’de Tenezzül, ayetler ve sureler ona ait

Tenezzül edince idrak ederiz O’nu Hakkın güneşi veya ayı suretinde

Münezzeh iken yaratıcımız Söylediği şekilde suretler onu içerir

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Benim nezdimde söz değişmez.'122 Bununla bir­likte meşiyet onunla çelişebilir. Nispetler içerisinde ‘lev (ise)’ edatının meşiyete eşlik etmesinden daha garibi yoktur. Bu edat sırlı bir edattır.

Bilmelisin ki Adem meşiyet nedeniyle Allah Teâlâ’nın halifesi olmuştur. Allah Teâlâ dileseydi, dilediği birine onu verebilirdi.

Şöyle deriz: Halifelik ancak insan-ı kâmil diye isimlendirilen kim­sede bulunabilecek bir görevdir. Allah Teâlâ onu insanın dışındaki başka bir yaratılmışta toplamış olsaydı, o varlık insan-ı kâmil olurdu. Âdem üzerinde yaratılmış olduğu suret nedeniyle halifedir. Şöyle sorabilirsin: ‘Bütün âlem büyük insan olduğuna göre âlem yeterli olurdu.’ Şöyle deriz: ‘Buna imkân yok! Çünkü halife âlem olsaydı, üzerlerine halife olunacak kimse kalmazdı. Dolayısıyla âlemin sureti ile Hakkın suretini kendinde birleştiren birisi bulunmalıdır. O varlık, bu cem’iyet yani toplayıcılık özelliğiyle âlemde halife olmuştur. Halifeliğin nedeni ezZahir ismidir. Bu imam iki sureti kendinde toplayan (camiu’ssureteyn), değerli ve büyük insan (insan-ı kebir) diye isimlendirilmiş­tir. Âlemdeki bazı şeyler -bütün olarak değilbazı insanlardan (veya insanın bir yönünden) büyük olabilir. Bir kısmından dedik, çünkü insan-ı kâmilde âlemdeki tikellerde (cüzilerde) bulunmayan özellik bulunur. Öyleyse ilahi meşiyetin hükmü ancak insan türünde ortaya çıkabilirdi. Bu itibarla insan türünde halifeler vardır. Sonra halifeliğin etkisi hepsine yayılmıştır. Halife Haktan kendisine yardım etmesini istemiş, Allah Teâlâ da ona yardım etmiştir. Bu, Hakka ait surette gerçekle­şen etkidir. Aynı zamanda âlemde de emir talep etmiş ve talep yerine getirilmiş ve hükmünü uygulanmıştır. Sonra insan hem hakkın hem âlemin etkisine açıktır. Böylece iş birbirine karışmış ve Allah Teâlâ ehli adına belirsizleşmiştir. Ariflerin bir kısmı bu karışıklıktan ve belirsizlikten çıkmak istemiş, Allah Teâlâ da işin nasıl olduğunu onlara göstermiştir. Arif­ler masum peygamberden başkasının telaffuz etmesinin mümkün ol­madığı hususları görmüşlerdir. Benim gördüklerimi görebilmek için öyle talepte bulun ki, bizim söylediğimizi söyleyebil!

Beni Kisra’nm mülküne sahip yaptı kün (ol)'varlığıma sahip olunca Sen de kün sözüyle hükümdar oldun ben yok iken

Fakat ben kün idim, âlem memleket                                             :

Bütün âlem sizindir, oluş henüz yokken

Allah Teâlâ ‘bizim işimiz tek bir iştir123 buyurmuştur. Sonra Allah Teâlâ işinin ve emrinin uygulanmasını göz açıp kapatmaya hatta daha kısa bir sü­reye benzetmiştir. Gerçekten de daha kısa sürede gerçekleşir. Bu ben­zetmede Allah Teâlâ’nın hikmetine ve göz açıp kapatmanın içermiş olduğu birlikteki çokluğa bakarsanız, işin kendinde bulunduğu durumu öğre­nirsiniz. Bunu tam olarak öğren, fakat ifşa etme ki, Allah Teâlâ’nın güvenilir, gizli ve iyi kullarından olasın!

Bilmelisin ki ‘Allah Teâlâ dileseydi:. ,’124, ‘Allah Teâlâ onlarda bir hayır bulundu­ğunu bilseydi onlara duyururdu125 gibi ayetlerde geçen şart edatı, söz konusu şeyi bilmenin olumsuzlânmasını ve Haktan iradenin olumsuzlanmasını gerektirir. Fakat ‘Allah Teâlâ, hissettirmeden aranızdan sıyrılmak isteyenleri bilir126 ile ‘Allah Teâlâ sizin için irade eder127 ayetlerinde Allah Teâlâ ken­disi adına bilgi ve meşiyeti olumlamıştır. Allah Teâlâ’nın bilgisi ve iradesi (ile zatının ilişkisi) iki durumdan birisinde olmalıdır. Birinci yorumda irade (ve bilgi) zatına ilave olarak Allah Teâlâ ile var olan bir şeydir. Bununla birlikte sıfatları kabul edenler ‘sıfatlar zatın ne aynı ne O’ndan başka­dır’ derler. Fakat sıfatların (zat’a) zait olduklarını söylemeleri gerekir.

Nitekim Eşari böyle olduklarına inanır. İkinci yorumda sıfadar, zatın aynı olmalıdır. Fakat sıfatların belirli bir durum nedeniyle özel bir nispederi de olmalıdır. Bu nispet nedeniyle sıfat (mesela) ‘bilgi’ diye isimlendirilir. Allah Teâlâ’nın talep etmiş olduğu ve kendisiyle isimlendiği diğer sıfatlarda da durum böyledir. Öyleyse (ayette) olumlanan veya olumsuzlanan şey, bilgi ve iradenin (kendisi değil) taalluk etmeleridir. Fakat ilahi kelam, bir şeyi bilmek veya irade etmenin olumsuzlanması şeklinde tecelli etmiştir. Buradan kesin olarak şu husus öğrenilir: Bil­ginin olumsuzlanması bir bilgidir ve bilgi bilinene tabidir ve her nere­de olursa olsun onunla beraberdir. Bilgi her nerede bulunursa bulun­duğu halde bilinene ilişir. Bilginin zatına gelirsek, onun yokluğu dü­şünülemeyeceği gibi hakkında kadim denilen bir şeyden sadece özel taalluk olumsuzlanabilir. Bu taalluk veya nispet, meydana gelen bir durum veya nispettir. Binaenaleyh olumsuzlama ve olumlama, hâdise yani mümküne yönelir ve bu esnada o hükmün varlık veya yoklukla nitelenip nitelenmemesi birdir. O zaman burada bilgi ‘lev (ise)’ edatıy­la olumsuzladığında taallukun yerini alır. Bu duruma misal olarak "Eğer bilirse. ..’128 veya ‘Dilerse’129 ayetlerini verebiliriz. Burada bilmemiş ve dikmemiştir (aksi halde öyle olurdıi). Belirlenmiş ve zaman içinde meydana gelen taalluk budur. Allah Teâlâ ‘bilmiş olsaydı’ (denilen) durumu­nu bilendir. Allah Teâlâ’nın ‘dileseydi’ demiş olmayı irade etmiş olduğu söyle­nemez, çünkü meşiyet, yokluğa taalluk eder. Allah Teâlâ’nın zatında ise bir sözün meydana gelmiş olması (hudûs) mümkün değildir, çünkü Allah Teâlâ yaratılmışların mahalli olamaz ve bunun için de ‘söylemeyi irade etti’ denilemez. İşin gerçeği şudur: Bir şey hakkındaki irade, o şeyin yokluk halinde var olurken kendisine göre meydana geleceği kadar varlıktan olumsuzlanırken veya varlık hükmünün kendisinden olumsuzlanması esnasında kendisiyle niteleneceği istidada bağlıdır.

Meşiyet ile bilgi arasındaki fark ortaya çıkınca, her ikisinin bilen ve irade edenin zatına ait iki nispet -veya şifadan kabul eden kelamcılara göreiki sıfat olduğu anlaşılmıştır. Böyle bir görüşü (sıfadar hakkındaki görüş) dinleyebilmemizi kolaylaştıran asıl hakkındaki bilgimiz olma­saydı, Allah Teâlâ hakkında ortaya çıkacak hayret daha güçlü olurdu. Asıl, Allah Teâlâ’nın her peygamberi kavminin diliyle göndermiş olmasıdır, çünkü

O insanların anlamasını irade etmiştir. Peygamberin gönderildiği in­sanlarla konuşurken aşina oldukları kelimelerin dışına çıkması müm­kün değildir. Akıllı, burada bir rahatlık ve imkân bulurken müşahede ehli rahadık bulamaz, çünkü onlar, müşahede edilenin suretlerinin değiştiğini görürler. Bu nedenle onlar dilciler gibi değillerdir. Ardın­dan daha üştün bir sınıf gelir ve şöyle der: ‘Biz, ilahi hitap dili konuşanlarm aşina oldukları anlama tabi olduğu gibi müşahedenin de inan­ca bağlı olduğunu öğrendik.’ Böylece iş onlar adına kolaylaşır: Her dilde (hitabını) anladıkları Hakkı bu kez her akidede görürler ve hay­rete düşmez ve doğru yolu bulurlar.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

DÖRT YÜZ OTUZ BEŞİNCİ BÖLÜM

'Bazen söz veririm, bazen kulumun eliyle yerine getiri­rim, bazen getirmem, yerine getirmediğimde vefasızlık kuluma nispet edilir, itiraz etme çünkü ben oradayım' Münazelesinin Bilinmesi

Vaat ettik ve korkuttuk: korkutmamıza gelirsek Bırak bir yana onu, vaadimiz ise uygulanacak

Çünkü kerimim Ben, kimdir kerim?

Daha önce söylemiştik onu fakat takdir uygulanır

Doğruluğu nedeniyle tehdidini uygularsa Rahmeti onun önüne geçer karşı koyar

Onu uygulamaktan kendini engeller Çünkü rahmet O’ndan ortaya çıkmakta

Sadece daraltan kişi (Mutezİlî) cezanın infazını görür Söylediğimizi bilmeyen Hakkı hiç bilemez

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ iyilik yapanların ücretin zayi etmez.’130 Bu durum vaatlerle ilgilidir. Tehditte ise ‘Dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder:131        .

Bilmelisin ki bu münazele, ‘Rahmetim gazabıma galip gelir’ ifade­siyle ilgilidir. Bu ifade ‘Allah Teâlâ dilemedikçe siz dileyemezsiniz132 ayetine dayanır. Kul bir vaatte bulunup Allah Teâlâ kulun vaadini bozmayı irade ettiğinde, kulun o sözleşmeyi bozmayı istemesini irade eder. Kulun iradesini önceleyen ilahi irade olmasaydı, yaratılmışın bir şeyi dilemesi mümkün olmazdı. Böylece kul, iradesini yaratan Allah Teâlâ’nın iradesiyle sözleşmeyi bozmayı ve vaadini yerine getirmemeyi diler. Bu durum şiirde ‘Bazen yerine getirmem, itiraz etmemelisin!’ şeklinde ifade edil­miştir. Yani kul Hakkın iradesi nedeniyle seçiminde mecburdur. Fakat bu münazele sahibi birinden böyle bir halin gerçekleştiğini gördüğün­de, şeriatın o konudaki hitabına bakmalıdır. Sözü bozmanın ve vaadi yerine getirmemenin kendinden ortaya çıktığı kimse şeriat tarafından kınanmışsa, Allah Teâlâ’nın kınadığı gibi onu kınamalıdır. Bu durumda insan sadece bir aktarıcıdır. Nefsâni amaçlarla onu kınamaz. İşte edep bu demektir. Bu durum iyiliklerle ilgilidir. Nitekim suç işleyen, birisine cezalar Hakkın emri nedeniyle verilir (burada cezayı uygulayanda nefsânî bir amaç yoktur). Bu nedenle kul bir dini cezayı belirleme hakkına sahip olmadığı gibi böyle bir kanun da ortaya koyamaz.

Sözler tehditle ilgili olabilir ve bu esnada meşru bir ceza bulun­maksızın kişi muhayyer bırakılmış olabilir. Böyle bir durumda Allah Teâlâ katında tehdidi uygulamamanın uygulamaktan üstün olduğunu bilirse, onu uygulamamak ve böyle bir sözü bozmak gerekir. Bu durum ‘Bir yemin edip ondan daha hayırlı bir iş gören kimse yeminin kefaretini ödesin ve hayırlı olan işi yapsın’ hadisinde belirtilmiştir. Allah Teâlâ ‘İçiniz­den faziletli ve servet sahibi kimseler ... mallarından veremeyeceklerine yemin etmesinler133 buyurmuştur. Şair şöyle der:

Ben vaat ederim, tehdit ederim

Vaadimi yerine getiririm ama tehdidimden vazgeçerim

Yemini bozmanın cezası kefarettir, çünkü insana güzel ahlak em­redilmiştir ve iyiliği terke yemin kötü ahlakın bir parçasıdır. Bu neden­le insan kefaretle cezalandırılır. Bize göre bu ceza, fakihlerin genelinin anladığı tarzda değildir -çünkü Allah Teâlâ bize kendisiyle baktığımız bir göz vermiştir.Bize göre kefaretin durumu şudur: Allah Teâlâ’nın kötülük yapanı kötülüğüne göre cezalandırmakla onu bağışlamak arasında bizi mu­hayyer bıraktığı bir kişiyi düşünelim. Bize karşı kötülük yapan insan, bize kendisine muhtaç olduğumuz âhiret hayrını kazandırmış demek­tir. Öyle ki Allah Teâlâ bizim ile o kötülük vesilesiyle ortaya çıkan hayır arasındaki perdeyi kaldırıp onu gözlerimizle görebilseydik, bize kötü­lük yapan insandan daha çok kimsenin bize iyilik yapmadığını söyler­dik. Bize göre onun cezası mahrumiyet olmaz, onu affeder, cezalan­dırmaz, nefislerimizin hoş göreceği üzere sahip olduğumuz hayırlardan kendisine verirdik. Çünkü ne biz ne de dünya hayatındaki herhangi bir yaratılmış, (ahirette kendisine kazandırdığı hayrı gördükten sonra) kendisine kötülük yapan insana verilecek iyiliğe sahibiz. Aynı zamanda insan, dünyada kendisine iyilikte bulunandan böyle bir hayır göremez. Buna inanan ve böyle düşünen bir insan, muhayyer bırakıldığında kötülük yapmış birine kötülükle nasıl karşılık verir ki? Kötülük edilen kişi yemin eder ve sonra ettiği yemininden dönerse, kötülük yapana hakkım vermemiş olur. Kötülük yapan insan (ahirette böyle bir hayrın ortaya çıkmasını) amaçlamamış olsa bile, iman onu temin eder. Bu yönüyle kötülük yapan insan müşrik ise Müslüman; mümin ise tövbekâr olması veya durumunu düzeltmesi için dua etmek gerekir. Kötülük yapana sabretmek ve onu cezalandırmakla ilgili âhiret hayatındaki hayrı ve iyiliği bildiren haberler bulunmasaydı bile, insanlar arasında geleneksel olarak yerleşik uygulama yeterli olurdu. Bu uygulama suç­luyu affetme ve bağışlamadır, çünkü bağışlama güzel ahlakın bir parçasidir. Suçlu bana karşı hata yapmasaydı, ben o güzel ahlakla nitelen­meyecek ve o güzel ahlak benden ortaya çıkmayacaktı. Onu cezalan­dırmış olsaydım, onun hakkında bu nitelikler benden düşmüş olacaktı. Bu durumda ben cezalandırma nedeniyle övülmekten daha çok kınan­maya yakın olacaktım. Hâlbuki şeriat bağışlamak ve affetmenin karşılı­ğının Allah Teâlâ’ya ait olduğunu bildirmiştir.

‘Bazen sözümü tutarım, bazen tutmam’ ifadesinin bir yönden vaa­de ve tehdide, bir yönden de Allah Teâlâ’nın kullarında bulunan sözü tutmak ve tutmamaya da döndüğünü öğrenmiş oldun. Çünkü onlar yaptıkları şeyi Allah Teâlâ’nın iradesiyle yaparlar. Öyleyse sözü yerine getirmek veya getirmemek, asıl itibarıyla, Allah Teâlâ’ya döner. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘itiraz etme’ demiştir. Bununla birlikte Hakk ‘itiraz etme’ diyerek itiraz eden olmuştur. Bu nedenle sen de itiraz etmelisin. Çünkü yetki sahibiyken bu esnada itiraz etmek ile cezalandırılması gereken bir kişiye haddi uygulamak arasında fark yoktur. Sen ona cezasını uygulamasaydın, Allah Teâlâ’nın emrine karşı gelmiş sayılırdın. Kendini günahtan uzak tutmak isteyen âlim-mümin, böyle müşahede yerlerini ve mevkıfları kaçırmaz. Çünkü o kendileriyle nitelenmek için sürekli güzel ahlakı araştırır, o ahlakta ve edepte edepliler ve eminler gibi davranır. Onlar bu konuda şeriatı gözetenlerdir. Bu noktada örfe göre iyi sayılan bazı hususlar dine göre iyi sayılmaz. Bu nedenle üstadın meşru hakikat olmalıdır. Allah Teâlâ sana bir şey emrettiğinde, emrine bağlan, bir şey yasakladığında ondan uzaklaş; serbest bıraktığında ise Allah Teâlâ’ya en sevimli gelen ve O’nun en çok tercih edeceği işi yapmalısın!

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır

'Sen benim yanımda olduğun gibi ben de insanların yanında olsaydım, bana ibadet etmezlerdi' Münazelesinin Bilinmesi

Hemcinslerin ve bütün var olanlar

Senden benim bildiğimi bilselerdi ibadet etmezlerdi başkasına

Sen onlara göründün ben görünmedim

Gayb olmasaydı inkâr etmezlerdi                         >                         .

Seni yakın/dünya suretinle bir gruptan perdeledim . Uzağı/âhireti bilselerdi ibadet etmezlerdi

İsimleri bilseler, misallerle sınırlı kalmazlardı

Beden onları yönlendiremezdi

Onlarda bulunan haller başkalaşsa bile

Sayılar ve zıtlardan bileşik değillerdir

Bütün bunlar suretimize mahsus

Kimse zatımızda inkâr edemez onu

Fakat onlar hakkımızda hata yaptı

Peygambere karşı duydukları hasetle

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.’134 Başka bir ayette ‘Ben yeryüzünde halife yaratacağım135 buyurur. Halifelerinden birisine ‘Hevaya uyma136 demiştir. Buradan insanların halifeler karşı­sındaki mertebeleri olduğu gibi halifelerin birbirine karşı derecelenişleri öğrenilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ Adem’i kendi sure­tinde yaratmıştır. Arş’a istiva etmezden önce onu yaratmamıştır. Arş’a ise Rahman istiva etmiştir.’ Allah Teâlâ’nın rahmeti Ebu Yezid el-Bestami’yi


kuşatıp âlemin bu rahmete ilave bir etkisinin olmadığını görünce Hak­ka şöyle hitap etmiştir: ‘İnsanlar senden benim bildiğimi bilselerdi, sana ibadet etmezlerdi.’ Allah Teâlâ ise şöyle der: ‘Ey Ebu Yezid! İnsanlar senin hakkında benim bildiklerimi bilselerdi, seni taşlarlardı.’

Bilmelisin ki kulları arasında Allah Teâlâ’nın yerini alacak şekilde ona ha­life olacak kişiye Allah Teâlâ kendi sıfat ve niteliklerini giydirir. Böylece hali­fe zahir olurken onu halife atayan batın kalır. Bu durumda halife, için­de rahmet bulunan Arafın suru gibi olur. Çünkü halife, rahmeti gaza­bına baskın gelen Haktır. Onun zahiri ise: ön tarafından azaptır. Azap onun zahirinde değil, önündedir. Bunun nedeni, üzerlerine halife ol­duğu kimselerin önce onu görmesini sağlamaktır. Allah Teâlâ onun için bir takım sınırlar belirlemiştir ki insanlara o sınırlara göre davransın. Bu sayede ilahi cezalara iman etmiş bir mümine onları tatbik ettiğinde, kendisini halife atayan Hakk kınanmadığı gibi o da kınanmaz ve övülür. Bu yönüyle ‘Peygambere itaat eden, Allah Teâlâ’ya itaat etmiştir.’137 Onu ancak halifeyi (kendisini halife atayan) Allah Teâlâ’yı tanımayan kimse kınayabilir. Aramızdan merhamet sahibi olanların iki rahmeti vardır: Birincisi doğal rahmettir ki, bu, mizacının gerektirmiş olduğu rahmettir. Diğe­ri, ilahi surette yaratılmış olmak nedeniyle Allah Teâlâ’nın ona yerleştirdiği rahmettir. Bu rahmet Allah Teâlâ’ya ait yüz rahmeti içerir. Çünkü Allah Teâlâ’nın isimleri sayısınca -ki doksan dokuz ismi vardırrahmeti vardır; Allah Teâlâ teki sevdiği için, yüzüncüyü gizlemiştir. Her ilahi ismin bir rahmeti vardır. Bununla birlikte Allah Teâlâ’nın bir ismi de el-Muntakim’dir ve O’nun intikamında da rahmet bulunur. Allah Teâlâ izin verirse, bu hususu ilahi isimlerin bulunacağı kısımda zikredeceğiz. Kullar içerisinde merhamet sahiplerinin yüz bir rahmeti -tek olsun diyevardır. Çünkü merhametli insan da tektir ve teki sever, çünkü (teki seven) Allah Teâlâ’yı sever.

Cennet dereceleri yüz tanedir ve her derecenin bir rahmeti vardır. Cehennemin de yüz derekesi vardır ve her derekede gizli bir rahmet bulunur. Gizli rahmet o derekedeki kimse adına belli bir süre sonra ortaya çıkar, çünkü gazap rahmete yenilmiş ve onun tarafından geçil­miştir. Bir yerde gazap ortaya çıktığında, rahmeti o mahalde kendisini geçmiş bulur. Böylece rahmet ona baskın gelir ve onu yener. Çünkü bir şeyi uzaklaştırmak, onu ortadan kaldırmaktan kolaydır. Gazabın gazap edilendeki hükmü, bilhassa (rahmet ile) çatışmanın gerçekleştiği zamandır, çünkü gazaba maruz kalan kişi gazabın ve rahmetin (elde etmek istediği) mahallidir. Dolayısıyla o mahalle bir güçlüğün ve me­şakkatin ulaşması gerekir. Bu meşakkat, rahmet galip gelene kadar devam eden savaşta rahmet ile gazabın arasında bulunmasından kay­naklanır. Şefaatçilerin şefaati doğal rahmet vasıtasıyla gerçekleşir, ken­dilerine yerleştirilmiş rahmetle değil! Çünkü insana yerleştirilmiş ilahi rahmete kulda bir izzet ve otorite (duygusu) eşlik eder. Böyle bir rah­metten şefkat meydana gelmez. Doğal merhametten ise şefkat meyda­na gelir. İlahi rahmete izzet eşlik etmeyip şefkatten münezzeh olma­saydı, Allah Teâlâ herhangi bir yaratılmışa azap etmezdi. Kulun Allah Teâlâ’nın yaratıklarına karşı içinde bulduğu rahmet, konulmuş rahmetin değil, doğal rahmetin hükmüdür. Çünkü konulmuş rahmet, ancak Allah Teâlâ’nın halifelerindedir. Bakınız! İnsan halifenin (hükümdar) cezalandırdığını, insanlara haksızlık ve zulüm ettiğini görünce, cezalandırılan masumlara karşı şefkat duygusuna kapılır ve ‘hükümdarda hiç merhamet yok, yerinde ben olsaydım, şu adamı bağışlar ve kendisine zulüm yapmaz­dım’ der. Aynı adam hükümdarlık görevine getirildiğinde, şefkate yol açan doğal rahmetten Allah Teâlâ kendisini perdeleyerek izzet ve otoritenin eşlik ettiği rahmeti onda yaratır. Bu kez aynı adam, şefkat veya ihtiya­cıyla değil, meşiyetin gereğiyle irade eder, çünkü o kendini müstağni ve aziz görür. Böylece zulüm yapar ve cezalandırır, hatta o makama gelmezden önce kınamış olduğu hükümdardan daha çok zulüm yapar. Bu çelişki hatırlatıldığında -bilgili biri değilseşöyle der: ‘VAllah Teâlâi, bil­miyorum! Ben içimde sizin gördüğünüz şeyi buluyorum. Şimdi dav­ranışları nedeniyle eleştirdiğim halifenin mazur olduğunu görüyorum.’ Bir arkadaşım benzer hadisenin imam Nâsır li-dinillah Ahmed b. Hasan ile babası arasında gerçekleştiğini anlatmıştı. Nâsır vezirin yanında babasını eleştirmişti. Hükümdarlık görevi verildiğinde ise görevi dev­raldığı babasından ortaya çıkan davranışlar ondan da ortaya çıkmaya başlamış. Bunun üzerine vezir kendisini uyardığında şöyle demiş: ‘O zaman içimde bulduğum hal benden gitti! Bende sadece izini gördügünüz hal kalmıştır. Şimdi babamın masum olduğu duygusu bende yerleşmiştir.’

Bu münazelenin özü şudur: Allah Teâlâ, Muhammedi’yi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i yarattığı şekilde yaratır. Allah Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i müminlere karşı rauf ve rahim olarak yaratmış, bütün âlemlere rahmet olarak gönder­miştir. Öyle ki, Ra’l, Zekvan kabilelerine bedduası bile aşırılıkları art­masın diye onlara dönük bir rahmetti. Taşkınlıkları artsaydı, Allah Teâlâ’nın rahmetinden daha çok kovulurlardı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın onları bağışlayacağını bilseydim, yetmiş kereden çok tövbe eder­dim.’ Bunu ise ‘istersen onlar için yetmiş kez mağfiret dile, Allah Teâlâ onları bağışlamayacak’ ayeti üzerine söylemiştir. İnsanlar, Allah Teâlâ’nın onu üze­rinde yaratmış olduğu özelliğe göre Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’den bildiğini bilselerdi, hiç kimse yükümlülüğüne göre Allah Teâlâ’ya ibadet etmez, insan­lar bir bilgiye sahip oldukları halde arzularına uyarlardı. Çünkü Allah Teâlâ arzusuna uyanları sadece bilgisizce arzularına uydukları için cezalandı­rır. Binaenaleyh bilgisizlik mahrumiyeti, onlarda gerçekleşmiştir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Aksine zalimler arzularına tabi olmuşlardır.’138 Başka bir ayet­te ‘Bir bilgisi olmaksızın arzusuna uyanlardan daha zalim kim vardırT139 buyurur. Allah Teâlâ Hz. Davud’a ‘Hevaya uyma, o seni Allah Teâlâ’nın yolundan saptırır140 diye emreder. Hâlbuki ‘Allah Teâlâ’dan’ dememiştir. Allah Teâlâ’nın yolu senin muduluğunun bulunduğu yer olan ‘karar yeri’ için belirlediği şeriattır. Ayetin devamı (hakikatleri) Allah Teâlâ’dan anlayanlar için ilahi işaretlerin en sırlılarındandır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ yolundan saptıranlar için, hesap gününü unutmalarına karşı büyük bir azap var­dır.’141

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

'Benim şeriatımdan nasibini bilen kimse benden nasi­bini bilir, çünkü ben bir mertebede senin yanında ol­duğum gibi sen de benim yanımdasm' Münazelesinin Bilinmesi

Kim benimleyse ben de onunlayım O nasılsa ben de öyle, bir ekleme yok

          Şeriat zahirdir ve gaybdır Kulların makamları ona ait

Alem ona hizmet eder

Bir artış olmaksızın o da hizmet eder

Ahdini yerine getiren kişi

Bütün akitleri yerine getirmiş demektir

Bize tenezzül etmek O’nun işi Biz ise yükselmekteyiz

Amellerimizde yükseliriz O’na doğru O koruyan ve gören

Keşif hazzına erdik biz Bir de müşahede lezzetlerine

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Beni zikredin ki ben de sizi zikredeyim.’142 Bir dilen­cinin birisinden ‘Allah Teâlâ rızası için’ veya ‘Allah Teâlâ’nın senin nezdindeki hatırı için bana bir şey ver’ diye dilendiğini görmüştüm. Yanımda Esbecceli Müdevver adlı salih bir köle vardı. Adam bir kese çıkardı, kesede irili ufaklı gümüşler vardı. Adamın en küçük gümüşü aradığını gören köle bana şöyle dedi: ‘Adamın neyi aradığını biliyor musun?’ Allah Teâlâ katında-


ki değerini ve kıymetini arıyor. Büyük bir parça çıkartırsa, muhteme­len lisan-ı halle Allah Teâlâ katında değerim bu kadar değildir diyecek ve neticede adam kesede bulduğu en küçük parçayı çıkartarak dilenciye uzatacak.’ Allah Teâlâ kendisini gayret özelliğiyle nitelemiş, kullarının çoğu­nun ise en değerli ve kıymedi mallarını arzu ve amaçları uğruna harca­yacaklarını bilir. Onların çoğu Allah Teâlâ için bir şey verirken işi yaramaz bir eşya, birkaç kuruş para, yırtık bir elbise vb. şeyleri verir. Yaygın olan budur. Kıyamet günü gelip Allah Teâlâ vermiş olduğu malları kimsenin göremeyeceği bir şekilde kuluyla kendi önüne koyar. Sonra kulun Allah Teâlâ’dan başkası uğruna harcamış olanlarını getirir ve şöyle der: ‘Ey kulum! Bunlar benim sana ihsan ettiğim nimetim değil mi? Benim hatırım uğruna senden bir şey isteyene verdiklerin nerede?’ Ardından dilenciye vermiş olduğu değersiz ve basit malı gösterir. Ardından şöyle der: ‘Peki arzuların için harcadığın mal nerede? Bu kez malının en değerli kısmını gösterir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Benim uğruma böyle değer­siz bir malı vermekten utanmadın mı? Önümde durup yaptığın davra­nışlarını sana tek tek sayacağımı bilmiyor muydun?’ Bu sözler üzerine kul pek utanır. Sonra Allah Teâlâ ona şöyle der: ‘İhtiyacına karşılık yardım ettiğin dilencinin duası nedeniyle seni bağışladım. Ben senin verdiğini nemalandırdım ve o kadar arttı ki senin arzun için harcadığın malı silip götürmüştür. Çünkü ben senin sadakanı senden aldım ve onu senin için nemalandırdım. Mal şahiüerin önüne getirtildiğinde, birkaç kuruş­luk mal Uhud dağından daha büyük, Allah Teâlâ’dan başkası için verilmiş mal ise ‘hebaen mansur’ haline gelmiştir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ faizi yok eder, sadakaları bereketlendirir.’143

Allah Teâlâ’yı bilenler (arifler) -ki onların küçükleri büyük, büyükleri ise kendisinden daha büyük olmayacak kadar büyüktürkendilerine göre en değerli ve en değersiz olanları olmak üzere (bütün) mallarını verir­ler. Onlar Allah Teâlâ’ya ait olduğu kadar sahip oldukları bütün mallar da Allah Teâlâ’ya aittir. Başka bir ifadeyle köle ve sahip olduğu her şey, Efendi’ye aittir. Arifler Allah Teâlâ’nın eliyle verdikleri gibi alan elin de Allah Teâlâ’nın eli ol­duğunu görürler. Onlar verirken ve alırken (herhangi bir şeyi) kendile­rine izafe etmez, dosdoğru yolda hidayet ve meşru edeple hareket eder, Hakkın karşısında O’nun onlarm kalplerinde bulunduğu üzere bulu­nurlar. Onlar, Allah Teâlâ’nın şiar ve yasaklarını yüceltir, şahitlerin ortaya çıktığı günde Allah Teâlâ da onları yüceltir. Diğer insanları ise kendi merte­belerine yerleştirir. İşte o gün pişmanlık günüdür. O gün kötülük işleyen insanın ‘keşke yapmasaydım’, iyilik işleyenin ise ‘keşke daha çok yapsaydım’ diyeceği pişmanlık günüdür. Arif ise hiçbir şey demez, çünkü arifin hali değişmez: Dünyada hangi halde ise ahirette de o haldedir. Yani sürekli rabbini müşahede ederek sahiplik ve tasarruf iddiasından uzaklaşır. Fazla yapmadığı için veya tüm gücünü harca­madığı için üzülmesine yol açacak kendisine izafe ettiği bir ameli yok­tur. Ariflerden bir hata ve günah zuhur ederse, bu durum kaderin hükmüdür ve Allah Teâlâ -hatanın ölçüsüne göre(günahı sevapla) değiştire­rek tövbelerini kabul eder; burada bir artma ve eksilme söz konusu değildir. Çünkü arif, her nefes, kendinden çıkan fiillerine karşılık şer’i ve hakiki tövbeyle tövbe edendir. Meşru tövbe günahlardan dönmek demek iken hakiki tövbe Allah Teâlâ’nın güç ve kuvvetine ilticayla güç ve kuvvetten ‘dönmektir.’ Binaenaleyh arif, teklif diyarında yani dünyada iki tövbe arasındadır. İnsan Allah Teâlâ’nın ‘dilediğini yap, seni bağışladım’ diye hitap ettiklerinden olduğunu bizzat Allah Teâlâ tarafından öğrenmiş olsa bile, bu durum da onu ameli nefsine izafe etmeme halinden uzak­laştırmaz. (Ancak) bu bildirmeden sonra, onun için meşru tövbe söz konusu olmaz, çünkü böyle bir arif, (yasaklamanın kalktığı bütün fiillerinde) mubah, mendub ile farz ibadetler arasındadır; mekruh veya harama onun ayağı girmez, çünkü şeriat dünya hayatında bu iki hük­mü ondan düşmüştür. Bu konuda genel hakkında ve Bedir savaşçıları hakkında ise özel olarak Allah Teâlâ’dan aktarılan kutsi bir hadis vardır. Bu hadis Bedir savaşçıları hakkında umut bildirirken, umum için gerçek­leşmiş olduğundan kuşku yoktur. Allah Teâlâ’nın birine bu gruptan olduğunu bildirmiş olması, dünya hayatında ona yönelik bir müjdedir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘İmarı eden ve takva sahibi olanlar için dünya hayatında ve ahirette müjde vardır. Allah Teâlâ’nın kelimeleri değiştirilemez.'’1'14 İşte bu takva sahibi müminin halidir. Müminin durumu böyleyken, hiçbir zaman yalan elbisesi giymemiş temiz arifin hali nasıldır? O kişi nur içinde nur (olarak bulunur). Şeriatın adabını koruyup tabiata (bedene) Allah Teâlâ’nın vacip kıldığı hakkını verip ona mertebesini aşırmayan kişi, edepli arif­lerden birisi olduğu gibi aynı zamanda sır sahibi eminlerdendir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır

DÖRT YÜZ OTUZ SEKİZİNCİ BÖLÜM

'Benim kelamımı okuyan benim perdemi görür, melek­lerim ona iner, sustuğunda yanından ayrılırlar, bu kez ben ona inerim' Münazelesinin Bilinmesi

Kelamım benden başka değil, o benden başka Benzer benzerlere zıttır zira

Ariflere de ki: Allah Teâlâ’nın kelamını okuduğunuzda Vecd kaybolsun gitsin

Şehadet âleminde delilim harfler Gaybde ise manalar ki onlar haddir

Perdeleri çektim, onu göremez Gerçekte yakınlık uzaklık

Kuran’ı okuyan düşünmesin Veya bakmasın, çünkü sır şahittir

Allah Teâlâ, Talut’tan söz ettiği ayette şöyle der: ‘Peygamberleri onlara onun mülkünün alameti size Talut’un gelmesidir. Onda rabbinizden sekinet bulunur.’1*5 Allah Teâlâ ayette zikredilen ‘sekineti’ Muhammed ümmetinde müminlerin kalplerine indirmiş, bu ve benzeri ayrıcalıklarla Muhammed ümmeti ‘İnsanlar için çıkartılmış en hayırlı ümmet’146 olmuştur. Allah Teâlâ şöyle der: ‘O müminlerin kalplerine sekineti indir endir.’147 Bu üm­metin dışmda başka bir ümmette görünür olarak gerçekleşmiş şey, bu ümmette gizli ve görünmez bir şekilde gerçekleşmiş, ardından ‘zevk ehli’ onu kalplerinde bulmuş, böylece ‘sekinet’ onların niteliklerinden biri olmuşken Muhammed ümmetinin dışındaki ümmederde yabancı kalmıştır (ecnebi). Binaenaleyh Muhammed ümmetinin alameti kalplerindedir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Müftüler fetva verse bile, sen fetvayı kalbine sor’ der. Sekine Muhammed ümmetindeki müminlerin kalplerine indi­rilmiş olmakla birlikte Allah Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in sahabesinden birine Kuran okurken bunu göstermiştir: Sahabe Kuran okurken atı dep­renmeye başlamış. Sahabe başını kaldırmış, içinde ışık bulunan bir bulut görmüş. Her ayet okuduğunda, bulut kendisine doğru yaklaşı­yor, sustuğunda yükseliyormuş. Sahabe bu durumu anlatınca Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiş: ‘Gördüğün Kuran nedeniyle inen sekinedir.’ Yani sahabe sekinenin misalini kendi dışında gözleriyle görmüş, Hakk kalbinde bulunanın suretini gördüğü bir ayna olmuştur. Kuran Allah Teâlâ’nın zikridir ve ‘Allah Teâlâ’yı zikretmekle kalpler mutmain olur.’148 Nitekim Allah Teâlâ yüce kitabında böyle buyurmuştur. Bu yönüyle itminan, Kuran’ın müminlerin kalplerine indirdiği sekinedir. Binaenaleyh İsrailoğullarının ayederi (sekinet alamederi) açık ve zahir iken bizimki­ler kalplerimizde kalmıştır. Bu fark Muhammedi vârisler ile diğer nebi­ler arasındaki farktır. (Muhammed ümmetinden velilerden) diğer nebi­lerin vârisleri göstermiş oldukları harikulade olaylarla umum tarafın­dan tanınırlarken Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in vârisleri (olan veliler) genel nez­dinde meçhul, seçkinler arasında tanınan kimselerdir. Çünkü Muham­medi vârisin harikuladesi (keramet) kalbindeki bilgidir. O her nefes rabbi hakkında yeni bir hal ve zevk bilgisi kazanır ve bu iş böyle sürer. Cüneyd-i Bağdadî bir mecliste tevhid hakkında sorulmuş bir soruya zamanın dakikalarının değişmesiyle farklı cevaplar vererek bu meseleye dikkat çekmiştir. Nitekim Kuşeyıî, Risale’sinin başlangıcında bu görüş­leri zikretmiştir. Muhammedînin rabbi hakkındaki bilgisi arttıkça, Allah Teâlâ’ya yakınlığı artar. Onlar mukarrebûn, yani Allah Teâlâ’ya yakın kimseler­dir. Görünür halleri ise âdet üzere ortaya çıkar. Bu nedenle tanırlartanınmazlar (bazı kimselerce tanınır genel tarafından bilinmezler). Onlar, ümmete nasihat etmek üzere, Allah Teâlâ’nın kendilerine vermiş oldu­ğu kendisine dair marifeti getirirler. Sıradan insanlar bu bilginin değe­rini bilmezler, çünkü onlar böyle bilgileri şekilci âlimlerden tanımışlar­dır. Onlar delil yoluyla Allah Teâlâ’yı bilmekten söz ettiklerinde, delil bilgisiy­le zevk bilgisini ayırt edemezler. Şekilci âlimler genellikle onları tekfir ederlerken aynı bilgi Kuran’da veya kutsi hadiste veya başka bir hadiste aktarıldığında, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem adına onu kabul ederler. Bu körlüğün ne kadar büyük bir körlük olduğuna bakınız!

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ tarafından elçi olarak gönderilmemiş olsay­dı, önceki nebilerdeki gibi insanların göreceği bir mucize kendisinden ortaya çıkmayacaktı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden ortaya çıkıp aktarılan muci­zeler, Allah Teâlâ’nın ümmete dönük şefkatinden kaynaklandığı kadar aynı zamanda kendisini ve getirdiği vahyi yalanlayanlara karşı susturucu delil ortaya koyma maksadı taşır. Bakınız! Allah Teâlâ peygamberini bilmiş olduğu bir makama nasıl yolculuk ettirtmiştir? Kuran-ı Kerim ve sahih rivayetler hadiseyi anlatır. Peygamber o gecenin sabahında insanların yanına çıktığında, isra yolculuğunda Rabbiyle arasında gerçekleşen hadiseleri anlatmış, sahabenin bir kısmı duyduklarını inkâr etmişti. Çünkü onlar peygamberin üzerinde yolculuğun izini ve kalıntısını görmemişler, aksine Allah Teâlâ onların (iman) yükümlülüğünü artırmıştır. Hâlbuki Hz. Musa Rabbinin katından geldiğinde Allah Teâlâ iddiasındaki doğruluğun anlaşılmasını sağlayacak bir nuru yüzüne giydirmişti. Hz. Musa’yı kim görse, nurunun şiddetinden kör oluyor, bu nedenle Hz. Musa yüzüne bir örtü örtüyor, bu sayede ona bakanlar kendisini gör­düklerinde bir sıkıntıya maruz kalmıyorlardı. Şeyhimiz Mağripli Ebu Ya’zî (meşrepte) Hz. Musa’nın vârisiydi. Allah Teâlâ ona böyle bir kerameti vermişti. Yüzünü gören herkes kör olur, sonra da şeyhin üzerinde bulunan bir elbiseyi yüzüne sürer, Allah Teâlâ da onun görme gücünü tekrar kendisine verirdi. Onu görüp kör olanlardan biri de kendisini ziyaret eden şeyhimiz Ebu Medyen’di. Ardından Ebu Ya’zî’nin üzerindeki elbiseyi gözlerine sürmüş, Allah Teâlâ da onun görme gücünü kendisine vermişti. Şeyhin kerametleri Mağrip’te meşhurdur. Benim zamanımda hayattaydı, fakat meşguliyetlerim nedeniyle kendisini görememiştim.

Muhammedi veliler arasından bilgide, halde ve Hakka yakınlıkta Ebu Ya’zî’den daha büyük veliler de vardır. Ne onlar Ebu Ya’zî’yi ne de Ebu Ya’zî onları tanır.

Allah Teâlâ bir insanın alametini kalbine yerleştirip o kişi de kurbiyette Rabbinden gelen bir delile sahip olursa, İliç kuşkusuz, ellerini her çeşit • hayırla doldurmuş, Allah Teâlâ onu seçmiş, kendisine ayırmış, kendisine dönük gayreti nedeniyle perdeleyici bir özelliği ona giydirmiştir. Artık dünyada gözler onun halini göremez. Böyle insanlar gizlenmiş ve halk­tan uzaklaşmış velilerdir. Onlar Hakk ile tahakkuk ettikleri için, şeriat getiren peygamber olmadıkları halde, kendisi de gizli olan Hakk onları kıyamet gününe kadar perdelemiş ve saklamıştır. Allah Teâlâ kıyamette kul­larına görüneceği bir yerde onları da izhar eder. Söz konusu yerde Allah Teâlâ seçkinlere ve kullarının geneline bizzat gözükür.

Allah Teâlâ’ya yakınlıkta Muhammedi’nin değeri rabbinin kelamını olcurkenki makamıyla ortaya çıkar ve bilinir. Bu makam onun okuduğu ayetler karşısındaki sakinliğidir (sükûnet). Bu sakinlik ise okuduğu ayetlerin manalarını bilmesi ve muttali olmasından kaynaklanır. Tilavet esnasında (Allah Teâlâ’nın) katında bulunan şeyleri hatırlar, kendisini tanır. Allah Teâlâ Ruhu’l-kuds vasıtasıyla kelamının nesir ve nazmını ona işittir ki, ilahi vahyin dışında, ‘şiir’ denilen nazımda şeytanın esintilerinden ko­runsun. Bir rivayette Hasan b. Sabit’in Kureyşlileri hicvetmek istedi­ğinde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden himmet talep ettiği, buna mukabil peygam­berin ona şöyle dediği aktarılır: ‘Hasan! Sen söyle, çünkü Ruhu’l-kuds peygamberin iffetini savunduğun sürece seni destekleyecek!’ Dolayısıy­la şeytana ona ulaşma imkânı bırakmamıştır. Peygamberi savunan birinin durumu böyleyse, Allah Teâlâ’dan ve Allah Teâlâ vasıtasıyla konuşanın hali nasıl olabilir? Böyle biri, rabbinin sözünü söylerken O’ndan aktaran haline gelir! Sahih bir rivayette Allah Teâlâ’nın kulunun diliyle şöyle dediği rivayet edilir: ‘Allah Teâlâ namazda kendine hamd edeni duymuştur.’ Hâl­buki oradakiler namaz kılanın sesini duymuşlardı. Hamdi söyleyenin sözünü Allah Teâlâ -namaz kılana değilkendine nispet etmiştir.

Ey samimi dost! Bu sözün anlamını öğrenirsen, Allah Teâlâ’nın izniyle, mutlu olursun!

Benim sözüm benden başka değil ve benden başka Dedik ya: Attın ama sen atmadın

Ey nefsim! Nefisler talep ettiğinde Gel sözüne bağlanmak üzere

Cimri olma, cimrilik bir kötülük Yükseleceksen ancak vermekle yükselirsin

Hakk ol, yalan peşinden koşma Kuran’ın kendisi ol, okurken kitabı

Çünkü Allah Teâlâ kulun sesini duymaz Kendisine herhangi bir sesle nida ederken

Hakk ile okursa‘kulum’der Onun görülen hali ölüdür

Çünkü Hakk onu diri görmez

Bu nedenle diriler üzerine ‘ölüler’ diye yazdılar

Kuran-ı Kerim’in (harfleri demek olan) zahirini ve batındaki hik­metini tasdik etmekle okuma nedeniyle sükûnet bulan, okuyucu ve sekinet sahibidir. Fakat Kuran-ı Kerim’i okuyup zahirde sükûnet bulsa bile batında bulmayan -ki batındaki sükûnet okunan ayetten varlığa yayılan mananın anlaşılmasıdır-, ayetin anlamını özellikle zahirî ma­nayla sınırlamamahdır. Kuran-ı Kerim’i böyle okuyan, sekinet sahibi olmadığı gibi Muhammed ümmetinden olsa bile Muhammedi vâris veya mümin değildir. Kuran-ı Kerim’i okurken batında sükûnet bulsa (anlamı kavrasa) ve zahirde sükûnet bulmayıp meşru sınırları ihlal etse, böyle biri varis ve Muhammedi olmadığı gibi mümin de değildir ve Allah Teâlâ’dan en uzak insandır. Çünkü Ruhu’l-kuds’un ilk olarak kovacağı kimse o olduğu gibi o da Ruhu’l-kuds’ten uzaktır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kıyamet günü böyle biri hakkında Rabbine ‘yaz'k, yazık ona’ diyecek­tir. Allah Teâlâ o gün onu Mutlu etmez, kendisine yardım etmez. Kıyamet günü onun yaşayabileceği en büyük üzüntü, Kuran-ı Kerim’i okurken zahirde ve batında sükûnet bulanın (ulaştığı makamı) görmekle kapıla­cağı üzüntüdür. Aynı ayet nedeniyle batında sükûnet bulan insan mut­lu olurken kendisinin bedbaht olduğunu görür. Onun bedbahdığının sebebi, (okuduğu ayet nedeniyle) zahirdeki sükûnetin olmayışıdır. Böylece ona imandan mahrum kaldığı için, pek çok hayrı kaçırmış olur. Böyle bir insan eve kapısından değil, ardından giren kişidir. Allah Teâlâ bizi ve sizi okuyup sükûnet bulanlardan etsin. Tilavette telvinde ise ayetlere göre sabit kalır ve temkin haline geçer. Bu hali ihsan edecek ve buna gücü yetecek kimse Allah Teâlâ’dır.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

DÖRT YÜZ OTUZ DOKUZUNCU BÖLÜM

'İçimizden seçkinler adma nebevi vârislik yoluyla ger­çekleşen ikinci kab-ı kavseyn' Münazelesinin Bilinmesi

Kab-ı kavseyn bizim için bizden önce Kab-ı kavseyn isra yolculuğuna çıkana ait

Ben sadece hizmetçi bir vâris Verasetle ona ulaştık ona, dikkat et!

Helal de haram da belli                                -

Bir karışıklık yok arada

Kuşku kimde var bilir misin:

‘Yolculuğa çıkartan benim ve ben O değilim’ diyende

Bilir ki vâristir o                                                 •

Bunu bilen sadece uyarılmış olandır

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Zikirden önce Zebur’a yeryüzüne salih kullarımızın vâris olacağını yazdık.’149 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Alimler nebilerin vârisleridir’ der. Başka bir hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem peygamberlerin altın veya gü­müş miras bırakmayacaklarını, sadece bilgiyi miras bırakacaklarını söylemiştir. Anlam itibarıyla vâris, mirasçısının topladıklarını kullanan kimse demektir. Peygamber varisliğinde vâris olunanın bilgisinde ek­siklik meydana gelmez. Başka bir ifadeyle vârislik nedeniyle kendi bilgisinde eksiklik meydana gelmez ve bu özelliğiyle bilgi vârisliği altın ve gümüş vârisliğinden farklıdır. Allah Teâlâ yeryüzüne ve onun üzerindeki­lere kendilerinden edinmiş olduğu bilginin taalluku itibariyle vâris olur. Hakkın kullarına vâris olması budur ve bu durum ‘Sizi sınayaca­ğız, ta ki, öğrenelim150 ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ kendilerini sınadığı işlerle kullarını istihdam ederek onların arasından mücahitleri ve sab­redenleri öğrenir. Ayrıca Allah Teâlâ onların haberlerini öğrenir. Allah Teâlâ hak­kında bu türün dışında kalan bilgiler, vârislik ilmi değil, sadece bilgi­dir. Böylece anlam bakımından vârisler, kendisinden bilgi tevarüs et­tikleri kimse için kullanılmışlardır. Onlar, bu bilgiyi başlangıçta ‘kesb’ (kazanma) yoluyla ve yükümlülük hükmüyle Allah Teâlâ’dan elde etmişlerdir. Ümmetin âlimlerinden olan vârisler, bütün bu hususlarda O’na vâris­tirler.

Onların Allah Teâlâ’dan tevarüs ettikleri bir husus da kab-ı kavseyn (ya­yın iki ucu) yakınlığıdır. Bu yakınlık bizim başlıkta ‘ikinci’ dediğimiz şeydir. Yani kendisine bu kadar yaklaşan veliler için Muhammedi ya­kınlıktan olan yakınlığı kastediyorum. Bu konuda birinci olan kab-ı kavseyn sahibine, yani peygambere ait iken, ikinci peygamberin vârisi­ne aittir; bu da birincinin aynıdır. Onu ikinci saymamızın nedeni, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendisine ulaştıktan sonra vâris için gerçekleşmesidir. Baş­ka bir ifadeyle vâris, söz konusu yakınlığa peygamber aracılığıyla ula­şır. Tevarüs edilen bu bilgi, tıpkı nazarî bilgi gibi kuşku kabul etmeye­cek bilgidir. Bu nedenle Ebu’l-Meali ‘nazar’dan söz ederken ‘nazar’ etmenin ardından bilginin zorunlu bir şekilde gerçekleşeceğine dikkat çekmiştir. Nazar, yani teorik düşüncenin neticesinde gerçekleşen bilgi zorunlu olarak teorik düşüncenin neticesi olsaydı, zorunlu bilginin kabul etmediği gibi o da daha sonra kuşkuyu kabul etmezdi. Kelamcılar İmamü’l-Harameyn’in kastetmediği bir manayı onun sözünden çıkartmaya çalışmış, İmam ise bizim söylediğimiz şekilde nazarî (teo­rik) bilgiyi Allah Teâlâ’nın eşyayı -kendileri nedeniyle değilvesileleriyle mey­dana getirdiği sebeplerden birisi kıldığını düşünmüştür. Nazarî düşün­ce delile hakkını verdiğinde, Allah Teâlâ onda zorunlu bilgiyi meydana geti­rir. İş bu kadardır ve kuşku kabul etmeyen zorunlu bilgiye dayanmak bu demektir. Allah Teâlâ bir kişi için zorunlu bilgi yaratmamışsa, böyle bir alim bilgisine kuşku girebilen kişidir. Kuşku girdiğinde, bilgisinin zorunlu bilgi olmadığını anlar. Bu nedenle nazarî düşüncenin ardından bildiği şeye değil, sadece deliline kuşku girer. Sonra, alimin delilin kazandırdığı bilgiden vazgeçmesi veya tereddütte kalması, bilgisinin zorunlu bilgi olmasını ortadan kaldırır. Binaenaleyh vâris Rabbine dair bilgisinde miras yoluyla aldıklarıyla doğrudan aldığını ayırt etmelidir. İnsanın kendi düşüncesine göre değil, ayet ve hadisle belirlenmiş bir ameli yapıp amelin ardından meydana gelen Allah Teâlâ hakkındaki bilgi, tevarüs edilen bilgidir.

Kendisine göre amel edilen nas ise ya Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den önceki bir peygamberin şeriatındandır veya -önceki bir peygamberin getirmiş olduğu ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ümmeti adına onayladığı şeriat değilbizzat kendine mahsus şeriatın bir parçasıdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in önceki şeriadardan kendi ümmeti için onayladığı bir amele varis olan insan, o amelin şeriatına dayandığı peygamberin -veya peygamberlerinvarisi olduğu kadar aynı zamanda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in varisidir. Böyle bir varis, bir nebiden ötekine geçmek üzere, müteselsil varistir. Bu kişi Allah Teâlâ’nın Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e tahsis ettiği hususlara varis ise başka bir peygambere nispet edilmeden, doğrudan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in varisidir. Bu sayede Muhammed ümmetinin varisi, önceki peygamberlerin âlim­lerinden farklılaşarak bu bilgiyle birlikte Muhammedi varis, (bir yan­dan) nebilerin saflarında ve (öte yandan) Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ardında haşredilir. iki yerde haşredilir dedik, çünkü âhiret yaratılışı, bazı hü­kümlerinde berzahtaki yaratılışa benzer. Bir kişi kendini aynı anda pek çok surette ve mekânda görür; müteselsil varis ise kendini Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in ve amelin şeriatı olduğu bütün peygamberlerin ardında görür. O peygamberler yüz bin bile olsa, hiç kuşkusuz, varis kendisini onların sayısmca mekânlarda ve suretlerde görür. Aynı zamanda her surette kendisinin kendisi olduğunu, başka biri olmadığını bilir. O kendisi bir iken her suretin aynıdır. Kıyamet günü böyle olacaktır. İnsanlar Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i kıyamet mekânlarında arayacak, herkes ken­di aradığı yönden onu her mekânda bulacaktır. Bir kişi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemi kendi aradığı yerde bulurken başka biri talebinin gerektirdiği başka bir yerde bulacak. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemi her hangi bir yerde bulamayan, talebinin gerektirdiği yerin dışmda başka bir yerde aradığı için bula­mamıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i halinin vecdini bilmemeyi gerektirdiği bir yerde ararsa -bilgisizlik her nerede ortaya çıkarsa çıksınonun sebebi zikrettiğimiz durumdur -ki böyle bir durum vaki değildir. Allah Teâlâ en iyiyi bilendir!

Sonra konumuza dönüp şöyle deriz: Kulun yerine getirdiği amel, meşru bir nassa dayanmaksızın ümmetin alimlerinden bir müçtehidi taklit ederek yerine getirdiği bir amel olabilir. Söz konusu müçtehit verdiği hükmü teviliyle ve nazarî düşüncesiyle vermiş, bu kişi de -nas olmaksızınverilen hükümde müçtehide uymuştur. Böyle bir insan kıyamet günü müçtehidin varisi ve onun tabisi olduğu gibi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in de tabisi olacaktır. Çünkü içtihada elde edilen hüküm, daha önce söylendiği üzere, gerçekte Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatının parçasıdır. Bir insan nassa dayanarak veya müçtehidi taklit ederek değil, nazarî düşüncesi, anlayışı ve içtihadma göre amel ederse, o konuda varis sa­yılmaz. Fakat o konuda doğru hüküm vermişse, varis olabilir. İçtiha­dında yanılmışsa, varis olmadığı kadar bu nitelikteki insanlarla birlikte -ki onlara mahsus bir saf vardırhaşredilir. Sonra onlar, verdikleri hükmün daha önce şeriat getirmiş birinin şeriatına uygun olup olmayı­şına göre kıyamet mekânlarında yerleşirler. Böylece (tesadüfen) varisi oldukları nebinin ardında onların suretleri meydana gelir. Bununla birlikte hepsi birden Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in ardında bulunur. Onların Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ve diğer peygamberlerin arkalarındaki mertebeleri, amel­le ortaya çıkan bilginin farklılığıyla birlikte değişir. Bir insan genel itibarıyla bilgisiyle bütün resul, nebi ve müçtehiderden ayrılırsa, o kişi Kuss b. Saide misalinde olduğu gibi bir ümmet olarak haşredilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Saide’nin tek başına bir ümmet olarak diriltileceğini bil­dirmiştir. Bununla birlikte o da mudaka Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ardmda bulunacaktır. Bunun nedeni Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ona düşüncesinin mal­zemesini vermiş olmasıdır. O da bu malzemeyi hüküm verdiği hadise hakkında akima gelmemiş yeni bir düşünceye ulaşabilmiş, fakat Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in verdiği hükme aykırı bir hükme ulaşmıştır. Buna muka­bil isabet edenin hali farklıdır.

Bu münazeleyi iyice öğrenmelisin, çünkü bu bilinmeyen bir bahis­tir. Allah Teâlâ ehli içerisinde ona ulaşanlar pek azdır. Çünkü o kıymetii bir bilgiden, bilinmeyen bir zevkten söz eder ve kuşkulan ortadan kaldırır. Bu münazele sahibinden daha çok kıyamet günündeki mekânları ve orada bulunan suretleri bilen veya o konuda delile sahip kimse yoktur. Bu münazele ve bilgileri ise vehbî yolla gerçekleşebilir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

'Beni görmekle kalbi güçlenenin rüknü güçlenmiştir' Münazelesinin Bilinmesi

Güçlü kimdir: Sürekli beni müşahede eden Şe’nlerimde: Hakta bir güçlük yok

Söylediğim hakikatler hakkında benimle inatlaşan Dereceler üzerinde yükselmeli ve görmeli

Onu görseydi düşüncesini feda ederdi Nefislerle ve ruhlarla

Gözler üzerinde perdeler var

Onlar genişlikteki Mele-i ala’da darlık içindeler

Ben hastayım, kalbim hasta, umutsuzum Bir güzelin nazı uğrunda hasta oldum

Ben üst üste yığılmış karanlıklardayım Büyük ve karanlık dalgalarında boğulmuşum

İnsanlar denizin kenarında nimette Sahi! Bu denizin sahilleri nerede ki?

Allah Teâlâ peygamberi Lût’ıin kavmine şöyle dediğini bildirir: ‘Keşke gücüm olsaydı veya güçlü bir dayanağa dayamaydım.’151 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sahih bir rivayette şöyle der: ‘Allah Teâlâ kardeşim Lût’a merhamet etsin! O güçlü bir dayanağa dayanıyordu.’ Kastedilen kabile gücüdür.

Bilmelisin ki güçlülerin en güçlüsü, Hakkın güçleri olduğu kimse­dir. Bu nitelikten kaynaklanan güce rağmen yine de ezeli kaderin tak­dir ettiği gerçekleşir. Ezeli kitapta bilinen yazılmış, bilgi ise malumun


kendinde bulunduğu duruma bağlanmış ve ‘Allah Teâlâ’nın kelimelerinde bir değişiklik yoktur.’152 Veya ‘Allah Teâlâ’nın katında söz değişmez’, ‘Allah Teâlâ kulla­rına zalim değildir.’ Hz. Lût’un ‘Keşke gücüm olsaydı153 ifadesiyle et­kin/fail himmet kastedilir. Hakk bir insanın güçleri olmuşsa, onun fiilini yerine getirebilecek başka bir himmet yoktur. Fakat iş, daha önce de söylediğimiz üzere, kitabın takdirine kalmıştır. Binaenaleyh sadece işin kendinde olduğu durum gerçekleşir. Burada ‘veya’ ona sadece imkânı vermiştir. Hz. Lût kuvvet derken getirdiği vahyi ümmetine izharı, ‘güçlü dayanak’ derken vahyin toplum içinde sağlam bir şekilde yayılmadığı takdirde onların etkilerinden kendini korumayı kastetmiş olabi­lir. Bu nedenle Hz. Lût iki durumu zikretmiştir; güç ve sığınma. Pey­gamberler Allah Teâlâ’yı en iyi bilen insanlardır ve dolayısıyla sadece O’na sığınırlar. Bu durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Allah Teâlâ kardeşim Lût’a merha­met etsin! O güçlü bir dayanağa dayanıyordu’ hadisinde ima edilir. Yani Lût Peygamber dilediği her şeyi yapabilen Allah Teâlâ’ya sığınmaktaydı. O’nun iradesinde (iki şeyden birini seçmek anlamında) ihtiyar bulun­madığı gibi bilgisinden dönmesi de mümkün değildir. Binaenaleyh Hz. Lût kendinde değişmenin bulunmadığı birine iltica etmişti.

Cebir ne ki! Kesin bir olgudan gayrı

Ne serbestlik ne değişme var

Korkma! Gerçek duyduğun gibi

Ona uymasan bile kaçmak faydasız

Allah Teâlâ’nın bilgisi halimin ta kendisi                  -

Hangi haldeysem yazarken yazdırırım O’na ben -

Sen sözü ve bilgiyi önceledin                                                                ;

Büyük kurtuluşa veya azaba götüreni

Binaenaleyh senin kendi rüknünden daha güçlü rükün yoktur ve o sana fayda vermemiştir. Burada senin en güçlü rükün olduğunu söyle­dik. Bunun nedeni, hakkmdaki kazanın (hüküm) ellerinle kazandığın şeye göre gerçekleşmiş olmasıdır. Başka bir ifadeyle kaza, senin kudre­tinin verdiği şeydir. Burada fiili sana izafe etmiştir. Bu durum, daha önce ifade ettiğimiz üzere, Allah Teâlâ’nın senden ancak senin kendinde bu­lunduğun durumu bilmiş olmasından kaynaklanır. Öyleyse kendi ga­yene göre rüknün zayıf kaldığında, sadece kendini kınamalısın, çünkü kendisiyle hüküm verilen Hakk, her zaman hükme konu olan şeyin ken­diliğinde bulunduğu duruma bağlıdır. Kendine karşı suç işleyen bizzat hükme konu olandır, yoksa onun hakkında hüküm veren değildir! Hakkın senin ile asıl araşma çekmiş olduğu perdeler nedeniyle rükün­ler çoğalmıştır. Allah Teâlâ varlık işini (emir) adeta bir ev gibi dört rükün üzere kurmuştur: Bilgi rüknü, söz rüknü, meşiyet rüknü ve asıl rükün! Söz rüknü ‘Bu kitabimizdir, size hakkı söyler’154 ayetinde zikredilir. Asıl rükün ise sensin ve o evin birinci rüknüdür. Diğer üç rükün, tabi rü­künlerdir. Bu itibarla insanların bir kısmı kendi hallerinde Allah Teâlâ’nın onun hakkındaki bilgisine dayanırken bir kısmı meşiyetine, bir kısmı kendi hakkında yazdığı kadere dayanır. Zevk sahibi ise bütün zikrettik­lerimizi görüp kendi nefsiyle kalarak ‘Ben her şeyin kendine döndüğü rükünüm’ diyebilendir. O evin bina edilmiş ilk rüknüdür. Fakat onun sahibi az bulunur, çünkü sahih olan azdır (azız). Hepsi onlara göre maluldür. Bana göre ise âlem illet ve malulün kendisidir. Burada bazı kelamcıların ileri sürdüğü üzere Hakkın âlemin illeti olduğunu söyle­miyorum, çünkü böyle bir görüş gerçeği bilmemek demektir. Bunu ileri süren insan varlığı bilmediği gibi var olanın kim olduğunu da bilmeyen biridir. Sen kendi illetin nedeniyle malul olansın! Allah Teâlâ ise senin yaratıcındır. Bunu anla ve seni senin için değil, kendisi için ya­ratmış olanı tanı! Allah Teâlâ -senin için değilkendisi için çalışmıştır. Sen zatın nedeniyle amaçlanmış değilsin. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Cinleri ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım.’155 Burada Allah Teâlâ hem zuhur eden ve görünenleri -ki onlar insanlardırhem de gizli kalanları da zikretmiştir -onlar cin denilenlerdir.Bu habere bakıp bu yönlerle mutlu olduğunda, dolaylı olarak mutlu olmuş sayılırsın. Nimetler senin üzerinde ortaya çıktığında, onları senin hakkında imkân dilinin onaylamış olduğunu bilmelisin. Dilersen dinle ve sus, dilersen senden duyulan bir söz söyle! Burada sadece O’nun söylemiş olduğunu söyle­yebilirsin. Delil sahibi olmak istersen O’nun sözüyle delil getirir! Say­gılı davranmak istersen ve susarsan, O senin susup içinde sakladığını bilir. Bilhassa şahidikte olmak üzere, her doğrunun söylenmesi ve yayılması gerekmez. Hasım güçlü olduğu kadar hakim de Allah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ peygamberin (Rabbim! Hakk ile hüküm ver ayetinde) kendisin­den talep ettiği üzere Hakk ile hüküm verendir. Ayette peygambere atıfla ‘De ki, rabbim! Hakk ile hüküm ver, bizim rabbimiz rahmandır, o onların nitelemelerine karşı yardım istediğimizdir’156 buyurulur. Allah Teâlâ Rahman olmasaydı, kul ‘Rabbim! Hakk ile hüküm ver’ demeye cüret edemezdi. Allah Teâlâ ancak Hakk ile hüküm verebilir, çünkü herhangi bir varlık hakkındaki hükmünde bilgisini aşmaz. Allah Teâlâ o bilgiyi ezelde söz konusu varlıktan almış, bilginin hükmü ise ebediyete kadar ortaya çıkar.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’’

DÖRT YÜZ KIRK BİRİNCİ BÖLÜM

'Ariflerin kalp gözleri -bana değilbenim yanımda olana bakarlar' Münazelesinin Bilinmesi

Senin yanında olan benim yanımda olsaydı bakar mıydı! Ariflerin kalp gözleri, senden gayrısına

Cem’ gözüyle bakarsan bizi görürsün Başka bir gözle bakarsan, heva ve hevestir

Yaratan’dan başka varlık sahibi yok                         ,

Orada olmayan burada olmaz ki

Fark ve cem halinde her şey O’nun aynı

Benim oluşum böyle olmasaydı durum öyle olmazdı

ı                                                      

Allah Teâlâ arifler hakkında şöyle der: ‘Peygambere indirileni duydukla­rında gözlerinin arif oldukları hakikat nedeniyle yaşla dolduğunu görür­sün.’157 Burada ‘bildikleri’ dememiştir. ‘Rabbimiz iman ettik derler, bizi şahit olanlarla birlikte yaz.’15s Burada ‘iman ettik’ yerine ‘bildik’ deme­mişlerdir. ‘Niçin Allah Teâlâ’ya iman etmiyoruz ki?159 Burada da bilmek kelime­si kullanılmamıştır. ‘Bize haktan gelene de... ve istiyoruz.’160 Burada tahakkuk ifadesini kullanmamıştır. ‘Rabbimizin bizi salihlere katması­nı. . .’161 Bu ise dördüncü derecedir. ‘Allah Teâlâ onlara söyledikleri şeye karşılık vermiştir.’162 Hâlbuki Allah Teâlâ bildiklerine karşı dememiştir. ‘... altların­dan nehirler akan cennetler... Orada kalacaklardır. Bu iyilik yapanların karşılığıdır.’163 Cenneder Allah Teâlâ katindadır ve bu nedenle şiirde ‘ariflerin gözleri benim yanımda olan şeylere bakar’ denilmiştir. Allah Teâlâ başka bir grup hakkında şöyle der: ‘Yüzler vardır, o gün aydınlık, rablerine bakarlar.’164 Burada ‘ila (-e)’ edatı nimetin çoğulu anlamında isim değil (a'lâ, nimetler), bitim bildiren edat olmalıdır. Böyle diyoruz, çünkü lafızda nimetin çoğulu (a'lâ) olması mümkündür. Bu nedenle ayet, gerçekte görülme gerçekleşeceği halde, kıyamette Allah Teâlâ’nın görüleceği hakkında kesin bir nas değildir.

Bilmelisin ki Allah Teâlâ arifler ile alimleri kendilerine mahsus özellikler­le ayırmış, birbirlerinden temyiz etmiştir. Bilgi Allah Teâlâ’nın sıfatıyken ma­rifet O’nun sıfatı değildir. Öyleyse ıstılah anlamıyla âlim ilahi iken arif rabbanidir. Bununla birlikte bilgi (ilim), marifet ve fıkıh aynı anlam­dadır. Lâkin lafızları birbirinden farklı olduğu gibi aralarında delalet itibarıyla da bir ayrım bulunur. Bu nedenle Allah Teâlâ için ‘Alim’ denilirken arif veya fakih denilemez. Hâlbuki her üç isim insan için kullanılabilir. Allah Teâlâ’nın kullarından seçtiklerini bilgiyle övmesi, ariflere yönelik övgü­sünden daha kâmil övgüdür. Buradan Allah Teâlâ’nın kendi niteliğine ortak yaptığı kişiye yönelik tahsisinin daha üstün olduğunu anladık, çünkü Allah Teâlâ kendini onda görmektedir. Alim Hakkın aynasıyken arif veya fakih Allah Teâlâ’nın aynası değildir. Bize göre bilgisinin meyvesinin üzerinde gözükmediği veya bilgisinin kendisine hakim olmadığı biri alim değil, sadece bir aktarıcıdır. Bilgi hiç kuşkusuz rahmete eşlik eder. Öyleyse bilgi sahibi olduğunu iddia edip rahmetin kapsayıcılığını kabul etme­yen birini gördüğünde, söz konusu kişinin bilgi sahibi olmadığını bilmelisin! Çünkü rahmet bilginin önüne geçerek kulu arar, ardından bilgi rahmete tabi olur. Allah Teâlâ ehlinin ve seçkinlerinin üzerinde yürü­dükleri yol budur. Bu durum ‘Ona katımızdan bilgi verdik ve ledünden bilgi öğrettik165 ayetinde belirtilir. Bu bilgi nazarî/teorik bilgi değil, zevk bilgisidir.

Bilmelisin ki arifler muvahhittir. Alimler de muvahhittir, fakat on­lar ‘arif olmaları bakımından nispetlerin bilgisine sahiptir. Onlar çok­luğun birliğini ve ayrımın birliğini bilenlerdir. Bu bilgi başkalarında yoktur. Allah Teâlâ alimlerin tevhidiyle kendisini birlemiş, o bilgiyi yarattık­larına öğretmiştir. Allah Teâlâ ‘arif olmaları itibarıyla arifleri nitelediği özel­liklerle nefsini bizim için nitelerken, bilgi kelimesini kullanmış, fakat onunla marifeti kastetmiş, böylece marifet kelimesinin Allah Teâlâ hakkında kullanımının zahirde hükmü olmamıştır. Allah Teâlâ ‘Siz onları bilmezsiniz, Allah Teâlâ onları bilir’ der. Burada bilgi marifet anlamındadır. Arif Hakkı ve halkı görürken alim halk içinde halkı ve Hakkı görerek üç şey gör­müş olur. Çünkü Allah Teâlâ tektir ve teki sever. Alim, Allah Teâlâ karşısında O’nun sevdiği tarzdaki bir çoklukla beraber, bulunur, Bir rivayette ‘Allah Teâlâ’nın doksan dokuz ismi vardır’ denilir. Allah Teâlâ tektir ve teki sever. O bir-ehad olarak değil, bir-çok olarak isimlendirilmiştir.

Arifin ‘rabbani’ olduğunu söyledik, çünkü Allah Teâlâ onun özellikle­rinden söz ederken duasında ‘rabbimiz’ dediğini ve başka bir isim kullanmadığını belirtmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu konuda benzer bir hadis söyleyerek ‘Kendini bilen rabbini bilir’ demiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ilim kelimesini kullanmadığı gibi ilah kelimesini kullanmamıştır. Bu nedenle Allah Teâlâ ve peygamberi karşısında edebe riayet ederek isim ve sıfatlardan her birini kendi mertebesine yerleştirdik. Marifet ve bilgi arasındaki farkı öğrenmek isteyen, Mevakiu’n-Nücûm isimli kitabımız­daki açıklamalara bakmalıdır, çünkü orada yeterli açıklama vardır.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

DÖRT YÜZ KIRK İKİNCİ BÖLÜM

'Beni görüp beni gördüğünü bilen kişi beni görmemiş­tir' Münazelesinin Bilinmesi

Betıi görüp bir gün beni gördüğünü söyler ya biri!

Beni görmeyenden başkası beni görmemiş

Allah Teâlâ’nın varlığıma bir bakışı var O bakışla Yüce Rabbimiz hidayet eder

O’na bakarsan bilgi gider Fikriyle düşünür veya gözleriyle görse

Delilim sübûtu reddeder ve uygular Açıklamada sana verdiği selbler ile

Gözler misale taalluk etmiş Cennetlerde veya keşiflerdeki misale

O göz veya akılla idrak edilemez Kirpiklerin ulaştığı benim dış varlığım!

Allah Teâlâ Hz. Musa’dan şöyle aktarır: ‘Musa 'Rabbim! bana kendini gös­ter, sana bakayım' dedi. O 'sen beni göremeyeceksin' dedi.’166 Allah Teâlâ’nın ona ‘beni göremeyeceksin’ demesinin nedeni, Hz. Musa’nm birinci tekil şahıs zamirini kullanarak ‘ben bakayım’ demiş olmasıydı. Onun yerine çoğul veya üçüncü tekil şahıs veya ikinci tekil şahıs zamirini kullanmış olsaydı (bakalım, bakar veya sen bakarsın) belki cevap ‘sen beni göre­meyeceksin’ şeklinde olmazdı. Allah Teâlâ en iyisini bilir! Talep ‘bakayım’ ifadesinde mücmel olduğu kadar cevap da ‘sen beni göremeyeceksin’ ifadesinde mücmel ve kapalıdır.

Bilmelisin ki bir şeyin görülmesi, o şeyi bilmeyi sağlar. Bu itibarla gören, muayyen bir şey gördüğünü bilir ve gördüğünü bilgi bakımın­dan kuşatır. Biz Hakkı görenin görüşünün O’nu zapt edemediğini biliriz. Zapt edilemeyeni bir şey hakkında ise onu gören ‘gördüğünü bilir’ denilemez. Çünkü görmüş olsaydı, hiç kuşkusuz, bilmiş olurdu. Hâlbuki Allah Teâlâ kendisi bir iken, görüldüğü farklı suretlerde tecelli eden olarak bilinir. Öyleyse Hakkı gören gerçekte O’nu görmemiştir. Bina­enaleyh O’nu ancak görmediğini bilen bilebilir. ‘Rabbim! Bana kendi­ni göster, sana bakayım dedi.’ Çünkü ‘ila (-e)’ edatıyla görmek, gözle görmeyi anlatır. Demek ki Allah Teâlâ Hz. Musa’ya ‘sen beni gözünle göre­meyeceksin’ dedi. Çünkü görmekten maksat, görülene dair bilgi elde etmektir. Hakkı gördüğünde ise her görüşte öncekinden farklı bir şeyi görürsün ve dolayısıyla görülene dair bilgi elde edemezsin. Bu nedenle Allah Teâlâ Hz. Musa’ya ‘beni göremeyeceksin’ demiştir. Sonra şöyle devam eder: Ben kendim olmam itibarıyla değişmeyi kabul etmem, sen ise sadece değişeni görmektesin. Sen de değişmedin. Demek ki sen ne beni ne kendini görmüşsün. Hâlbuki bir şey gördüğüne göre şunu demen gerekir: ‘Hakkı gördüm.’ Gerçekte beni görmediğine göre bu söz doğru değildir. Veya şöyle diyeceksin: ‘Ben kendimi gördüm.’ Bu söz de doğru değildir. Hâlbuki sen ve Hakk var! Ve sen o ikisinden herhangi birini görmedin. Bir şey gördüğünü de biliyorsun. Peki senin gördüğün nedir? Sen beni gözünle göremeyeceksin.

Hakk senin gözün olup O’nu görünce, Hakkı gördüğünü söylemen doğru mudur, değil midir? Yoksa senin gözünün veya görme gücünün maddesinde bulunduğunda durum aynı mıdır? Allah Teâlâ hakkında hayre­tin ortaya çıktığı müşahedelerden birisi budur. Hz. Musa’nın rabbini görmeyi istemesine şaşırmamalısın, çünkü orada görmeyi talep ettiren bir makam vardır. İnsan ise hem Hakta hem yaratıklarda hükmü mut­lak olan vaktin hükmüne bağlıdır.

Bu münazeleye dair bu kadar açıklama yeterlidir, çünkü münazelenin alanı daha fazla açıklamayı kaldırmaz.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır

DÖRT YÜZ KIRK ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

İrfanî Keşiflerin Gereği Münazelesinin Bilinmesi

Marifetler her zaman biri verir Keşfin gereği de birleri bilmek

İkiye ulaşırsa, ikilik kendindendir Nida edende yardımı var

Bazen ona yardım ederken Bilgiye yardım eder

Siz onları bilmezsiniz, Allah bilir Bilgi Bari için marifet ve hüküm gibidir

Allah Teâlâ bize ve sana yardım etsin, bilmelisin ki marifet kaynaklı ke­şiflerin zorunlu kıldığı şey, rububiyet hakkmdaki tabiî bir arzudur. Bu sayede kişi, hakkal-yakîn bir keşifle, Rabbin kendinde sahip olduğu ve varlıklarda etkin olup kendileriyle zuhur ettiği sıfatlarını müşahede etmek ister. Bu sayede sıfat ile birlikte onun etkisini aşmayız. Çünkü ilahi isimler birbirine yakın anlamlıdır. O kadar ki, ilahi sıfatlar hak­kında gerçek bir keşfi veya zevki olmayan biri, onları eş anlamlı veya mütedahil zannedebilir; hâlbuki onlar birbirinin benzeridir. Bu konu­daki kesin bilgiye sadece keşifle ulaşılabilir.

Burada ince bir konu vardır, şöyle ki: Bir ilahi ismin rabbe nispet edilişi, yaratılmışa nispetiyle bir değildir. Çünkü bir şey bir şeye nispet edildiğinde, nispet edilenin değişmesiyle nispetin kendisi değişir. Bu­nunla birlikte nispet edilen ismin manası tektir. Keşif ehli ilahi isim­lerin tesirine mazhar olan mahalli bu tesir için hazırlamayı öğrenmiş, bu durum onları nefislerini ilahi isimler tesir ettiğinde Allah Teâlâ karşısında edebin bulunduğu yönleri elde etmeye sevk etmiştir. Onlar -Allah Teâlâ’nın bildirmesiyleilahi surete göre yaratılmış olduklarını ve halife olabil­menin ancak suretten kaynaklandığını öğrenmişlerdir. Bunun yanı sıra her insanın ilahi surette olmadığını da bilirler. İnsanların bir kısmı halife insan iken bir kısmı hayvan insandır. Bu bilginin talibi ise bu sınıflardan hangisine girdiğini bilemez: İmam mıdır, yoksa hayvanüısan mıdır? Bu bilgi onun Haktan rububiyetinde özel bir tecelliyi talep etmesini gerektirir ve olguların varlıklarda O’nun edilgeni (mün­fail) olduklarını görür. Hz. Ebu Bekir ‘Gördüğüm her şeyden önce Allah Teâlâ’yı gördüm’ demiştir. Bu durumda insan, varlıkların var olurken Haktan sudur edişlerini ve (bilginin onlara) taallukunun tarzını görür. Acaba Hakk bu tecellide kendisinden (tecellinin) meydana geldiği suret­te midir, yoksa kendisiyle var ettiği nispetin suretinde midir? Allah Teâlâ söz konusu nispet vesilesiyle bir şeye ‘ol’ der, o şey olur. Kendisine olması emredilen şeyin olmayı nereden kabul ettiğini görür: Onu var olan bir şeyden mi kabul etmiştir? Zuhur ettiğinde acaba Hakkın ona ‘ol’ (kün) dediği ismin suretiyle mi ortaya çıkar? Yoksa kendisiyle ‘ol (kün)’ deni­len suretin aynı mıdır? Bu durumda suret, Allah Teâlâ için isimler olurken var olan cevherde yaratma ve suret olarak ortaya çıkmıştır. Suret bu konumdayken, Hakkın ismi olan suret O’nda müşahede edildiği üzere baki midir, değil midir? Yoksa başka bir cevherin yaratılması için başka bir surette o isimle mi ortaya çıkar? Başka bir cevherin yaratılması aralarındaki farklılıkla birliktebenzerlerle gerçekleşen yer değiştirme­dir. Bu farklılık sayesinde ‘bir şey öteki değildir’ veya ‘şu şunun benze­ridir’ denilir. Arif bütün bunları kendi nefsinden öğreninceye kadar öğrenmek ister. Böyle biri basiretle Allah Teâlâ’ya çağıran İçişi olduğu gibi kendisi hakkında da basirete sahiptir. Aynı zamanda şunları da görür: Yaratılmışların birbirlerine tesiri sahih bir durum mudur? Ya da bu tesir Hakkın yaratıklardaki tesiri midir? Yoksa yaratılmışların Haktaki tesiri midir? Yoksa Hakkın Haktaki tesiri midir? Ya da bunların hepsi midir? Ya da gerçekte ‘tesir’ denilecek bir şey yok mudur? Daha önce görmek hakkmda belirttiğimiz üzere, onun bir eser olduğu ortaya çıkarsa, acaba görülen Hakk mıdır, yoksa görenin kendi midir? Görülen sabit iken mahiyeti bilinemez. Aynı şekilde keşif ve vakıada da eserin sabit olması böyledir. Onun mahallini Hakk veya yaratıklar kabul etti­ğimizde, bu doğru olmaz. Hâlbuki Hakk ve halktan başka bir şey yok­tur. Hal böyleyken tesir nerede gerçekleşmiştir? Bu mesele nefsin öğ­renmek istediği çetin konulardandır. Arif doğru yorumu öğrendiğinde, marifet derecesinden bilgi derecesine geçer ve daha önce rabbani arif iken ilahi alim haline gelir. ‘İlahi’ böyle bir niteliğe sahip olana denile­bilir, çünkü o, kuşatıcı ve genel durumun sahibidir. Ona baktığında ‘Haktır’ dersin; bir daha bakarsın bu kez halktır (yaratılmış olan) der­sin; bir daha bakarsın ‘ne halktır ne Haktır’ dersin; bir daha bakınca ‘Hakk-halktır’ dersin ve Allah Teâlâ hakkında hayrete düştüğün gibi onun hakkmda da hayrete düşersin. Bu durumda onun ilahi surette yaratıl­dığını ve hayvan insandan ayrıştığını anlarsın. Bu durumu kendisinden zevk, hal, müşahede ve keşif yoluyla bilmeyen insan, âlemde imamlığın kendisine mahsus olduğu ve ahit sahibi olan -çünkü Allah Teâlâ’yı ile zalimler ahit yapamazilahi surette yaratılmış biri değildir. Allah Teâlâ’nın ahdi, O’nun sureti demektir, bunu bilmelisin!

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

'Halis-ahit kitabının adına yazıldığı kişi bedbaht ol­maz' Münazelesinin Bilinmesi

Allah Teâlâ yazmışsa bir iyiliği bir daha silmez onu

Delilim böyle der ve bir zorunluluk su

Tecellisi de bu hükmü verir                                                                                .

Bir kez tecelli ederse perdelenmez bir daha

Sana verirse bir bilgi

Sonra cehalete dönmez

Bu nedenle çalıştılar ve gayret gösterdiler

Bunun için Rab ‘secde et ve yaklaş’ dedi

Cömertlikle hüküm verir

Zatından gasp hükmü yok

Böylece hepsi onun rahmetindedir

İhsan ve zorunlulukla yazılmış rahmet

Şeytan bile rahmetine tamah eder

Kulların hükmü de böyle kazanılır

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Dikkat edin! halis din O’na aittir.’’167 Dikkat edin! Kulun korkarak veya arzulayarak veya cennet ve cehennem (korku ve ümidi) gibi bir sâikle yerine getirmekten ve şeytandan arındırıp sırf Allah Teâlâ için yerine getirdiği ahit, Allah Teâlâ için (yerine getirilmiş) demektir. Mükellefi Allah Teâlâ’nın ahdini yerine getirmeye sevk eden âmil söz konusu hususlar olabilir. Kul söz konusu âmillerin etkisinden kurtulduğunda ihlas sahibi olduğu gibi bu hüküm nedeniyle onun dini şirkin katışma­dığı ‘halis din(darlık)’ olur. Böyle bir kul o dinle birlikte Allah Teâlâ’ya ortak


koşulanlardan uzaklaşır. Allah Teâlâ onlar hakkında hanifler demiştir, yani batıldan uzaklaşarak Allah Teâlâ’nın şeriat yaptığı ve mükelleflere yüklediği din cihetine yönelenler demiştir. Çünkü Allah Teâlâ onları kitabında ‘mü­minler’ diye isimlendirmiş, bu nedenle bir grup hakkında ‘batıla iman edip Allah Teâlâ’yı inkâr edenler’ demiş, bu ifadeyle onlara iman elbisesi giydirmiştir. Binâenaleyh iman, saîdlere, yani mutlulara mahsus olmadığı gibi küfür de bedbahtlara mahsus bir iş değildir. Bu nedenle iki grup arasında ortaklık gerçekleşmişken onları ayıran hal karinesi olmuştur. İman küfürden veya iman imandan veya küfür küfürden ancak giyeniy­le ayrılabilir.

‘Halis ahit (din)’ Allah Teâlâ’nın Ademoğullarından aldığı ahittir. Allah Teâlâ onu zürriyetlerini bellerinden çıkartıp kendilerine şahit tuttuğunda onlardan almıştır. Ademoğullarından her biri bu fıtrat üzere doğar ki ‘Herkes fıtrat üzere doğar’ hadisinde bu durum belirtilir; kastedilen halis misaktır. Hiç kimse misakı onun adına zorla alıp kendisine yük­lemiş değildir. Aksine misak, gerçekte, (günahla kirlenmeden) temiz ve temizleyici bir şekilde halis bir halde kalmıştır. Fakat burada açıklan­ması mümkün olmayan bir sır vardır. Nitekim Allah Teâlâ da kendisi nede­niyle münezzehtir, yoksa kullarının tenzih etmesi nedeniyle münezzeh değildir. Bu nedenle ariflerden birisi ‘kendimi tenzih ederim’ demiştir. Bu yönüyle çocuk doğup yükümlülük çağından önce korunmuş bir şekilde yaşadığı olabilir. Sehl b. Abdullah, Ebu Yezid el-Bestamî -veya onlardan önce veya sonra yaşamış veya onlarla aynı dönemde yaşadığı o iki efendinin haberi bize ulaştığı halde haberi bize ulaşamamış kim­seleriAllah Teâlâ’nın inayetine mazhar kimseler olarak misal verebiliriz. On­ların (Allah Teâlâ’ya verdikleri) ahde daha ünce zikrettiğimiz (korku, arzu, cennet, cehennem vb.) kendisini bozacak bir hal bulaşmamış, aslı üzere halis ve saf bir şekilde kalmıştır. Bu ahit saf ve halis kılınmış değil, saf ve halis din (ve ahit) demektir ve kulun zorlaması ve çabası olmaksızın kulda bulunur. Böyle bir kul, Allah Teâlâ’nın ihlaslı bir şekilde kendisine iba­det etmelerini emrettiği kullardan biri değildir, çünkü onların bu ihlas çabasında fiilleri yoktur; aksine onlar, kendisine katışıp arınmalarını ve ihlaslı olmalarını sağlayacak bir kuşku olmaksızın, sadece halis dini bilirler. İhlâslı olmak, başkalarının tattığı gibi onların tadını tatmadıklan ihlas halidir. Kim böyle bir din(darhk) haline sahipse, o kişi ‘halis ahit5 sahibidir ve dolayısıyla bedbaht olmaz. Çünkü sadece Allah Teâlâ’nın ihlaslı olmayı emrettiği kimseler arasından ihlaslı olmak üzere gayret sarfeden ve kendini zorlayanlar arasından bedbaht çıkabilir; gerçekte ise sadece onların nefislerinin arzusu vardır. Söz konusu insanlar saa­detin ikinci derecesinde bulunurlarken birinci tabakada ise peygamber­lerin ve şehiderin bile kendilerine gıpta ettiği kimseler bulunur. Onlar, kıyamette minberler üzerinde bulunup dünyada ise tanınmayan kimse­lerdir. Onlar şefaat etmedikleri gibi kendilerinden şefaat de beklenmez. Onlar üzerinde bulundukları temiz ve kutsî -mukaddes değil (gayretle temizlenmiş değil)hallerinin karşısında şefaatin değerini görmezler.

Ebu Yezid el Bestamî bu makamda şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ bana kı­yamet günü bütün yaratılmışlar hakkında şefaat izni verseydi, bu du­rum gözümde büyük bir değer taşımazdı. Çünkü Allah Teâlâ bana ancak bir toprak parçası hakkında şefaat izni vermiş olurdu.’ Burada Adem’in topraktan yaratılışına atıf yapmaktadır. Biz de Âdem’den yaratıldık. Nitekim Allah Teâlâ ‘tek bir nefisten yarattı’ demiş, o tek nefis ise topraktan yaratılmıştır. Ebu Yezid’in bu işaretli anlatımında ne kadar sır bulun­duğuna bakınız. Bu zatın makamri mahmûd’u (şefaat makamı) kü­çümsediği hakkında bir düşünce aklına gelmesin. Makam-ı mahmûd kıyamette Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e ait olup şefaatin kendisinden başlayacağı pek yüce bir makamdır. Bil ki, onun ‘makam-ı mahmud’ diye isimlendirilmesinin nedeni, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in kendileriyle Allah Teâlâ’yı övdüğü ve günümüzde bilinmeyen övgülerin sonuçlarının orada bulunmasıdır, yoksa şefaat nedeniyle böyle isimlendirilmemiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise Allah Teâlâ’yı şefaat izni nedeniyle değil, sadece Allah Teâlâ için övmüş, bunun ardından şefaat bu makama tabi olarak gelmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem öv­güyü tamamladıktan sonra ona şöyle denilir: ‘Talep et, sana verilecek! Şefaat et, şefaatin kabul edilecek!’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de şefaat edenlerin şefaat edebilmeleri için onlara şefaat eder. Allah Teâlâ da şefaat edicilere izin verir ve onlar şefaat eder. Böylece melek veya peygamber veya mümin gibi şefaat eden herkes şefaat edilebileceklere şefaat eder. Bu esnada saf ahit mensuplan minberlerindedir. ‘Onları büyük korku üzmez.’168 Yani onlar kendileri hakkında üzülmedikleri gibi herhangi biri hakkında da üzülmezler, çünkü onların dünyada tabileri yoktu. Dünyada tabisi olan biri -kendisi hakkında güvende olsa bilegeride kalanlar ve tabileri hakkında güvende değildir. Çünkü kendisine emrettiği hususlarda tabinin ifratta mı tefritte mi olduğunu bilemez ve onun hakkında duy­duğu büyük korku kendini üzer. Arif bir kadın Allah Teâlâ adamlarından bir gruba şöyle demiş: ‘Allah Teâlâ cenneti veya cehennemi yaratmasaydı size göre ibadet edilmeye layık olur muydu, olmaz mıydı?’ Sözün sahibi Rabiatü’l-Adeviyye bu ifadesiyle saf dine işaret etmektedir ki, bahsetti­ğimiz bu makamdır. ‘Bu Allah Teâlâ’nın ihsanıdır, onu dilediğine verir.’169 Ebu Yezid el-Ekber ise bu konuda ‘Artık benim bir vasfım yoktur’ demiştir. Hâlbuki ahdini (kendini kirleten hususlardan arındırıp) ihlaslı Hakk getirmiş olsaydı, muhlis (ihlaslı olmuş); muhlis olduğunda nitelik sahibi olur ve bu sözü doğru olmazdı. Hâlbuki bizce Ebu Yezid doğru söylemektedir. Bu grup ‘Allah Teâlâ’ya verdikleri sözde sadık adamlar vardır170 ayetinin hitap ettiği kimselerdir. Kast edilen, halis ahittir ve Allah Teâlâ da onlar hakkmda bu ahdi korumuştur. ‘Bir kısmı verdiği sözü yerine getirmiştir.’ Yani ahdine vefa göstermiştir. ‘Bir kısmı beklemektedir.’ Kul dünya hayatında bulunduğu sürece değişmeden emin değildir, çünkü Allah Teâlâ dilediğini yapandır. Kul gerçekte yokluktaki durumunu bilemez ve bu haldeyken kul kendini göremez, fakat Allah Teâlâ tarafından görülür. Geçmiş bunun dışındadır. Gelecek ve gerçekleşen ise Allah Teâlâ’nın bilgisinde kalmıştır. Dolayısıyla Allah Teâlâ’yı bildiği için Allah Teâlâ’nın tuzağından eminalamaz. ‘Onlar değişirler.’171

Allah Teâlâ’nın böyle kulları vardır, bizi de onlardan etsin. Bu ayet ne ka­dar büyük bir müjde! Bu nitelikteki kimselerden sadece Aşere-i mübeşşere’den (cennetle müjdelenmiş on kişi) olan Talha b. Ubeydullah zikredilmiştir. Sahih bir rivayette Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in onun hakkında Talha ahdini yerine getirenlerdendir’ dediği aktarılır. O dünya hayatındayken ahdini yerine getirmiş, ayette zikredilen değişme ve tebdilden korunmuştur. O büyük biridir ve bu makama girer. Bu­nunla birlikte o makamda asıl itibarıyla halis ahit sahibi olanların dere­cesine ulaşamaz. Onlar dinini uygulamada Allah Teâlâ’dan ahit alan kimse­lerdir ve Allah Teâlâ ile yaptığı ahdi yerine getirenlerdir.

Seyyid Süleyman ed-Dünbûlî elli seneden beri aklına kötü bir dü­şüncenin gelmediğini söylemişti. Böyle biri bu halde öldüğünde, söz konusu insanlara katılır. ‘Allah Teâlâ’ya verdiği sözü yerine getiren kimse...’172 Allah Teâlâ karşısında ahdini yenileyen herkes, ihlas sahibidir, ‘halis din’ sahibi değildir. Halis din sahibi adına önceden bilmediği ve Allah Teâlâ’nın kitabıyla veya peygamberinin diliyle kendisini yükümlü tuttuğu şer’i yeni bir hüküm geldiğinde, kul onu halis din ve ilk ahde göre telakki eder ve karşılar. Özel ve belirli meseleyi bilmemesi, ona zarar vermez. Böyle bir durum söz konusu makam sahibine zarar vermez. Bunlara misal olarak, halis din veya ilahi ahit ile gördüğü her şeyden önce Allah Teâlâ’yı gören Hz. Ebu Bekir’i verebiliriz. Hz. Ebu Bekir içinde bulundu­ğu makamda bu halde olduğu gibi müşahedesinde de bu haldeydi. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendisine inanmaya davet ettiğinde Hz. Ebu Bekir koşmuş, peygamberden delil istememiş, tereddüt göstermemiş, halis ahit nedeniyle onu tasdik etmişti. Çünkü Hz. Ebu Bekir Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in nebiliğini dünyada gördüğü gibi kadar Âdem var ol­mazdan önce de görmüştü. Bir rivayette Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Âdem su ile toprak arasındayken ben peygamberdim’ demiştir. Yani ben peygam­berken Hz. Âdem henüz mevcut değildi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bunu bil­dirmiştir, çünkü ayette ‘Peygamberlerden misak aldığımızda...’173 denilir. Misak Âdem’in bedeninin varlığından önceydi. Âdem var olup Allah Teâlâ onun sırtından oğullarını zerreler gibi çıkarttığında, onları kendilerine karşı şahit tutmuştur. Bu durum Kuran-ı Kerim’de zikredilir. ‘Onlar da şahit olmuşlardır.’ Bu ise ikinci misaktır. Birinci misak Allah Teâlâ’nın peygamberlerinden almış olduğu misaktır. Doğduklarında ‘Bir kısmı sözünü yerine getirmiştir.’17* Bir kısmını ise Allah Teâlâ başarısızlığa ulaştır­mış, onlar da şirk koşmuştur. Allah Teâlâ verdiği sözü yerine getirip sözünü değiştirmeyenlerden etsin bizi.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

'Adabımla tedip ettiğim velilerimi tanıdın mı?' Münazelesinin Bilinmesi

Allah Teâlâ’nın nebilerine edebi bir tek O öğretir Siz de edebe sarılın

Onlar efendidir, hüsrana uğramazlar Kitabında onları böyle belirtmiş

Onların izinde yürüyen Asiller arasında zikredilir

Bu böyledir ve böyle devam eder Bu nedenle hep perde ardında kalmıştır

En mutlu insan onlara tabi olan Onlar gibi yorulur durur görürsün onu

Girmişler ibadethaneye Ayakları şişene kadar ibadet ederler

Allah Teâlâ şöyle der: ‘De ki Allah Teâlâ’yı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah Teâlâ da si­zi sevsin.’175 Kim Allah Teâlâ’yı severse zelil olur, kimi Allah Teâlâ severse naz ehli olur. Seven zelil ve hor, sevilen nazlıdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Beni Allah Teâlâ terbiye etti, ne güzel terbiye etti!’

Bilmelisin ki Allah Teâlâ’nın veli ve diğerleri olmak üzere yaratıklarına O’nun katındaki mertebelerini bildirmesinin iki yolu vardır: Birincisi keşif yoludur. Bu yol vasıtasıyla veli, yaratıkların Allah Teâlâ katındaki men­zillerini görür ve her gruba O’ntın katındaki mertebesine göre davra­nır. ikinci yol, ilahi edebe uyma yoludur. İlahi edep Allah Teâlâ’nın peygam­berlerinde (tatbik ettiği) ve onların dilleri vasıtasıyla kullarına gönder-


diği şeriattır. Bu itibarla şeriatlar, Allah Teâlâ’nın kulları için tespit ettiği ilahi adaptır. Kim şeriatm hakkını yerine getirirse, hiç kuşkusuz, Hakkın edebiyle edeplenmiş, O’nun velilerini tanımış demektir. Bütün hayrı elinde toplayan (edep) ve iki elini hayırla dolduran birini görürsen, onun ilahi edebi kazandığını öğrenirsin. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem -Ki rabbini bilen doğru sözlüdür orabbine hitap eder: ‘Bütün hayır senin elindedir.’ Hayrın mahiyetini bilmek istersen, onun güzel ahlakın top­lamı olduğunu bilmelisin! Güzel ahlak, dine ve örfe göre maruf (iyi bilinen) ahlaktır. Allah Teâlâ’nın emri olmasaydı kendisini affedeceğin birine karşı cezaların uygulanmasını gördüğünde, bu davranışın o şahıs karşı­sında güzel ahlak sahibi olmaya zarar vermediğini bilmelisin. Çünkü cezaları uygularken kendi adına bir şey yapmış değilsin, fakat Allah Teâlâ kuluna iradesini uygulamıştır. Bu esnada senin yetki dahilinde olan bir iş yoktur. Her ikiniz de (hakim de suçlu da) aynı efendinin kullarısınız. Biz de Efendinin emri hakkında değil, seninle ilgili bir husustan konu­şuyoruz. Kölenin (kul) efendinin emrine uyup belirlediği sınırlarda ve kurallarda durması, güzel ahlakın bir yönüdür. ‘Allah Teâlâ’ya ve âhir et gününe iman eden bir grubun Allah Teâlâ’ya ve peygambere karşı taşkınlık yapanları, sevdiğini göremezsin. Onlar babaları, oğulları, kardeşleri, aşiretleri olsa da onları sevmezler.'176 Onların Allah Teâlâ’ya ve peygambere karşı taşkınlık yap­mış olmaları, kendilerine dönmüş, kendilerine karşı suç işlemişlerdir; onlara ilahi cezayı tatbik ederken güzel ahlak sahibi, kendilerine karşı suç işlemiş değildir. Bir iş nedeniyle taarruz eden, (hal diliyle) o konu­da kendisine taarruz edilmesini istemiştir. Bu durumda o işle ilgili senin onu sevmemen, onun istediğini ve sevdiğini yerine getirmen demektir. Zaten güzel ahlak, birinin senden istediğini yerine getirmen­le gerçekleşir. Çünkü (Allah Teâlâ’nın hududunu ihlal eden insan) önce Allah Teâlâ’ya, kıyamete iman etmiş olman nedeniyle senden nefret etmiş, seni düşman edinmiştir. Böyle birine karşı güzel ahlak sahibi olman, imana (gelmesi) hususunda ona yumuşak ve latif davranman demektir. Yu­muşaklık fayda vermezse, zorlamayla karşılık verirsin. Yine de inancın­dan dönmez ve ısrar ederse, öldürmeye gücün yeterse en güzel ahlaka göre onu öldürürsün! Böylece onun dünyada kalarak, Allah Teâlâ’nın azaibını arttıracak şekilde inançsızlık ve taşkınlığı çoğalmamış olur. Allah Teâlâ’nın hakkında ‘merhamedi’ diye şahitlik ettiği Hızır bir çocuğun başını kesip şöyle demiştir: ‘Onun tabiatında kâfir olmak var, yaşasaydı kâfir­lik ve taşkınlıkla ebeveynini üzecek ve kâfirlere karışacaktı.’ Hızır, ken­disine ve ebeveynine merhamede çocuğu öldürmüş, çocuk fıtrat üzere dünyadan ayrıldığı için Mutlu kalmış, anne babası da Mutlu olmuştur. Allah Teâlâ en iyisini bilir! Güzel ahlakın en büyüklerinden birisi budur.

Salihlerden birisi Allah Teâlâ yolunda cihat etmek niyetiyle dua etmiş, Allah Teâlâ ise cihadın vesilelerini ona kolaylaştırmamış, kendi yolunda cihat etmesinin önüne engeller koymuştu. Söz konusu insan Allah Teâlâ ile sohbe­ti olan ve O’nun katındaki en büyük velilerden biriydi, içinde cihat etme sevgisi hâsıl olmakla birlikte duasının gecikmesi ve ortaya çıkan engeller hakkında şaşakalmıştı. İçindeki cihat sevgisinin nedeni, ciha­dın Allah Teâlâ’yı razı eden bir amel olması ve şehitlerin Allah Teâlâ katındaki dere­celeriydi. Allah Teâlâ gönlünün daraldığını görünce, Allah Teâlâ’dan bilgi aldığı yoldan durumu bildirerek şöyle demiş: ‘Cihada katılmanı engelleyen mazeretlerle gönlün daralmasın. Çünkü cihat etseydin esir düşeceğini, esir düşseydin Hıristiyan olarak öleceğini takdir etmiştim. Buna mu­kabil savaşa çıkmayıp evinde salim bir şekilde kaldığında, Müslüman olarak salih bir kul iken öleceğini takdir ettim.’ Bunun üzerine salih kişi Allah Teâlâ’ya şükretmiş, Allah Teâlâ’nın onun için en hayırlı olanı tercih ettiğini anlamıştır. İnsanın Allah Teâlâ’nın kendisi adına en hayırlı olanı tercih ettiğini bilmesi de kulun Allah Teâlâ karşısında takınması gereken edep anlamındaki güzel ahlakın bir parçasıdır. Kadere teslim olup rıza gösteren ve Hak­kın adabının kendisinde bulunduğunu, onu kendine ve Allah Teâlâ’nın kulla­rına tatbik eden bir insan görebilirsin. Söz konusu insan -şahıslar karşı­sında değilsıfat karşısında edebini izhar eder. Hâlbuki sıfat sahibi, onun kendisi karşısında edepli davrandığını zanneder ve edeplinin durumu hakkında bir bilgisi olmaz. Edepli insan ise âleme Hakkın gözüyle bakmaktadır. Hakkın gözü onlara Allah Teâlâ’nın kendileri hakkındaki bilgisinin verisine göre bakmaktadır. Allah Teâlâ’nın onlara dair bilgisi ise onların kendiliğinde bulunduğu duruma bağlıdır. Hallerin kendilerin­de bulunduğu zadar hakkında ise bizadhi muüuluk veya bedbahdık hükmü verilemez. Muduluk ve bedbahdık zadarda bulunan niteliklere göre ortaya çıkar. Sıfadar da kendileri nedeniyle bedbahtlık veya mut­lulukla nitelenmezler. Aynı şekilde sıfadarı taşıyan zadar da kendilikleri ve hakikatleri bakımından mutluluk ve bedbahtlıkla nitelenmezler. Sıfatlar zadarda bulunup hükümleri ortaya çıktığında, zadar kendileri için meydana gelen karışıma (imtizaç) göre nitelenirler. O karışıma zat veya sıfadarlardan hiç biri tek başına sahip değildir. Böyle bir durumda bir şahıs için Mutlu veya bedbaht denilir.

Muduluk ve bedbahdıktan söz eden hadisin ne kadar sırlı olduğu­na dikkat ediniz! Hadiste ikisinden her birisi karışıma göre ortaya çıkmıştır. Nitekim mürekkebin siyahlığı kara ve mazının birleşmesiyle ortaya çıktığı gibi çamaşırın beyazlığı da çamaşır ile çamaşır suyu ara­sında ortaya çıkar. Bütün korku, bileşim ve terkipten meydana gelir. Şahsa gelen bütün afeder, onun bileşik olmasından kaynaklanır. Ter­kipten çıkmak ise aklen mümkün olmakla birlikte bileşik âlemde hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir durumdur. Bu nedenle Ebu Yezid kendi­sinin sıfatı olmadığım söylemiştir. Çünkü o basidiğinin ma’kuliyetine (aklî mertebesine) yerleştirilmiş, terkip görmemiş ve ‘benim sıfatım yoktur’ demiş ve doğru söylemiştir. Fakat bu soyudanma (basitiik), dışta ve duyusal (mahsûs) varlıkta gerçekleşmez. Öyleyse sadece miza­cının iktiza ettiği üzere bedbahdığı veya muduluğu kabul eden bileşik varlık mevcuttur. Kuşkusuz rabbin ‘fariğ’ olmuştur. O’nun fariğ olma­sı, meşgul eden bir engelden kaynaklanmamış, böyle derken Allah Teâlâ tenzihi kastetmiştir. Yani işler ancak kendiliklerinde bulundukları du­ruma göre gerçekleşmiştir.

Allah Teâlâ bu müşahedenin gerektirdiği sürçmelerden bir insanı korur­sa, hiç kuşkusuz, ona büyük bir inayette bulunmuş demektir. Burada ayaklar kayar. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kulun bedbahdık veya muduluğunun öne geçmesiyle ilgili hadiste bunun benzerini zikretmiş, şeri­atta bu husus yer almıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hadisi söyleyince, sahabe şöyle demiş: ‘Ey Allah Teâlâ’nın peygamberi! Amel neyle ilgilidir?’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiştir: ‘Siz amel ediniz, herkes kendine kolaylaştırıl­mış işi yapar.’'Allah Teâlâ peygamberi onlara göndermekle iyilik sebeplerini ve yollarını, bedbahdık ve kötülük sebeplerini ve yollarını açıklamış, iyilik yollarında yürümeyi bir müjde kılmıştır. Sen o müjdeyi içinde ara! Yaptığın iş hayır ise ve onu yaparken içini ve dışını -tereddüde kapılmaksızıneşit görüyorsan, o amel bir müjdedir ve muduluk hak­kında onunla sevinmelisin. Çünkü Allah Teâlâ durumunu değiştirmeyecektir. İyiliğin zahirinde bulunup içinde ve batınında kuşku izi görürsen veya yaptığın ibadete karşı içinde sıkıntı duyarsan veya -fiilin zahiriyle çeli­şecek şekildeonun aslını zedeleyen düşünce aklına gelirse, Allah Teâlâ’nın sana iman vermemiş olduğunu ve kalbini nuruyla nurlandırmadığını bilmelisin. Bu durumda ister kendine ağla, ister gül! Ahirette eline hiçbir şey geçmeyecektir. İnsanın içindeki terazi budur ve o kendini ve kendine gelen düşünceleri en iyi bilendir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sahih bir rivayette ‘İnsan başka insanlara göründüğü kadarıyla cennet­liklerin amelini işler’ demiştir. Çünkü bu davranışından Allah Teâlâ’ya gözü­ken, içine gelen düşüncedir. Söz konusu düşünce onun imanına zarar veren kuşkudur. Başka bir ifadeyle onun zahirinde yerine getirdiği dindarlığı, içinde bulunduğu durumla bir değildir. Apaçık imtihan budur. ‘Bir insan insanlara görülen haliyle cehennemliklerin amelini işler.’ Yani günahları işler. Onun içinden ve batınından Allah Teâlâ’ya görü­nen ise bu davranışın aksine iman nuru ve doğruluktur. İman nuru ve doğruluk, onun içinde bulunduğu halin Allah Teâlâ’nın emrine aykırı olduğu­na inanmasını sağlar ve bu nedenle içinden ağlar; zahirde ise günah işler. Böylece onun davranışında Allah Teâlâ’ya gözüken yön, insanların gör­düğü günahtan farklıdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hiç kuşkusuz, bu hadisinde insanların gerçekte bulundukları durumu beyan buyurmuştur.

Sonra bilmelisin ki bu miinazelenin başlığında latif bir işaret var­dır. Bu işaret, Allah Teâlâ’nın bilmiş olduğu bir şeyi sormasının anlamıyla ilgilidir. Allah Teâlâ’nın bildiği bir şeyi sormasına misal olarak, meleklerine ‘Kullarımı nasıl bıraktınız?’ diye sormasını verebiliriz. Melekler Allah Teâlâ’nın kullarını kendilerinden daha iyi bildiğini bilirler. ‘Yaradan bil­mez mi?’ Kulların bütün halleri Allah Teâlâ tarafından yaratılmıştır. ‘O Latif ve Habir'dir.’ Yani kendine dua edilmesine karşı lütufkâr, istenilen hakkından haberdardır, çünkü o gerçekleşmiş demektir. Allah Teâlâ gerçek­leşen bir şey hakkındaki her bilgiyi bildiği kadar onu gerçekieşmezden önce bilir. Melekler Allah Teâlâ’nın böyle bir soruyla neyi kastettiğini bildikle­ri için, edebin gereği, şöyle cevap vermişlerdir: ‘Biz onları namaz kılar­ken bıraktık. Kendilerine geldiğimizde de namaz kılıyorlardı.’ Çünkü meleklerin insanların yanma gelmeleri ve onlardan ayılmaları, bir riva­yette geçtiği üzere, ikindi namazıyla sabah namazında gerçekleşir.

Ben de Hakka icabet etmek üzere şöyle derim: Senin adabını öğ­rendiğimde, onları tanıdım ve sana nispet ederek ‘Onlar Allah Teâlâ’nın velile­ridir’ dedim. Onların alametleri, göründüklerinde Allah Teâlâ’nın hatırlanma­sıdır, çünkü onlar Allah Teâlâ ile tahakkuk etmiş kimselerdir. Bu hal, kendi­sine herhangi bir şekilde rububiyetin katışmadığı saf ve mutlak kulluk­tur. İlahi adap budur. Onlarda görülüp de kendisinde rububiyet koku-, sunun bulunduğu her vasıf, velilik edebi değil, halifelik edebidir. Veli yardım eder fakat yardım görmezken halife yardım eder ve görür. Zaman kavgacıdan yoksun kalmaz. Veli müsamaha göstermez; müsa­maha gösterirse veli değildir. Veli Hakkın mertebesine karşı herhangi bir şeyi tercih etmez. O bütünüyle Allah Teâlâ’ya aittir. Halife bazen Allah Teâlâ’ya bazen âleme aittir; bazen Hakkm mertebesini tercih eder, bazen âle­min mertebesini! Onlardan meydana gelen ve velinin gayrete kapılma­sına yol açan davranışlar nedeniyle insanlar için bağışlanma diler. Bu insanlar, Allah Teâlâ’nın bizzat edep öğrettiği fertlerdir (efrad). Halife ‘Günde yetmiş kereden fazla istiğfar ediyorum’ diyebileceği gibi Ra’l, Zekvan ve Useyye kabilelerine de beddua edebilir. Onun hali nerede, ötekinin hali nerede! Halifenin hali değişirken velinin hali değişmez. Veli kesin­likle töhmette kalmaz. Halife -halinin değişmesi nedeniyleitham edi­lebilir. Halife bir iddiada bulunduğunda, acizliği onu yalanlarken ken­disinden ortaya çıkan başka bir hal kendisini doğrular. Velilerin adabı, meleklerin adabıdır. Cebrail deniz suyunu almış, onu Firavun’un ağzı­na atarak, ulûhiyet mertebesi hakkmdaki gayreti nedeniyle tevhidi telaffuz etmesini engellemek istemiş, onula mücadele etmişti. Bununla birlikte Cebrail, onun Allah Teâlâ’dan başka ilah olmadığını bildiğini biliyor­du. Firavun bu mücadelede öne geçmişti, çünkü diliyle tevhid kelime­sini söylemiştir. Nitekim Allah Teâlâ yüce kitabında ondan böyle bildirmiş­tir. Halife (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem) ise amcasına (Ebu Talib’e) ‘Kelime-i şehadeti kulağıma söyle ki, Allah Teâlâ katında senin lehine şahitlik edeyim’ der. Hâlbuki amcası direnmiştir. Bu halifenin hali nerede, ‘Rabbim yeryüzünde kâfirlerden dolaşan hiç kimse bırakma177 diyen başka bir halifenin hali nerede! Belki o insanlar daha uzun yaşasalardı, tövbe edecek veya onların soylarından Allah Teâlâ’ya iman edip müminlerin göz aydınlığı olacak nesiller gelecekti. Velilerin adabı gazaba uğrayana karşı gazap ve razı olunana karşı rıza göstermektir ve her ikisinde de vazgeçme söz konusu değildir. Böyle davranmaları Hakkın onlara öğrettiği edepten kaynaklanır. Hakk ise gerçekleşmesi zorunlu edebi öğretmiştir. Halifelerin adabı, razı olunan işten razı olmak, gazaba uğrayanı bazen affetmek bazen öfkelenmektir. Bu nedenle -başkaları değilsadece veliler ‘Benim dostlarımı tanıdın mı?’ ifadesinin muhatabı olmuştur. Hepsi Allah Teâlâ’nın dostlarıdır. Fakat onlar ilahi isimlerin dostla­rıyken bunlar izafetin dostlarıdır. Öyleyse onlar, isimlerin velileri değil, zamirlerin velileridir. Zamir isimleriyle açık isimler arasındaki farkı Allah Teâlâ’nın izniyle kitabın sonundaki isimler bölümünde açıklayacağız.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

DÖRT YÜZ KIRK ALTINCI BÖLÜM

'Geceyi ibadetle geçirmek hayırları elde etmeyi sağlar' Münazelesinin Bilinmesi

Geceyi ibadetle geçirmek bütün hayırları içerir Rahman keremiyle geceleyin tenezzül eder

Bize bizimle yaklaşır, ta ki yardım eder bize Hükmün uçlarında bize yaklaşarak

Hepsi O’na ibadet eder, hepsi O’na şükreder Cezaya ve hüsrana maruz kalanlar hariç

Veliyi gaflet anında görürsün

Zalimler hakkında ağlar ve dua eder

Rabbim, rabbim ona büyük bedel gerekmez

                Kalem’de de böyle gelmiş zaten

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sen güzel ahlak üzeresin.’’178 Başka bir ayette ‘Gece dinçliği daha iyi anlamayı sağlar179 buyurur. Hz. Ayşe’ye (r.a.) Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ahlakı sorulunca ‘Onun ahlakı Kuran'dı’ demiştir. Hz. Ayşe böyle demiştir, çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem halkın biriciği ve tekiydi. Bu nedenle bu biricik yaratılmışın bütün güzel ahlakı kendinde toplaması gerekirdi. Allah Teâlâ bu ahlakı azamet özelliğiyle (‘sen azim bir ahlak üzeresin’) nitelediği gibi Kuran’ı da azim diye niteleyerek ‘Kuran-ı azim180 demiştir. Binaenaleyh Kuran Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ahlakıy­dı. Ümmeti içinden kendisine yetişmiş olanlardan onu görmek isteyen kişi Kuran’a balem alıdır! Kuran’a baktığında ve onu incelediğinde, Kuran’a bakmak ile Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e bakmak arasında bir fark yoktur. Bu itibarla sanki Kuran kendisine Abdulmuttalib oğlu Abdullah oğlu Muhammed denilen bir beden şeklinde var oldu. Kuran-ı Kerim Allah Teâlâ’nın kelamı olduğu gibi kelam da O’nun sıfatıdır. Demek ki Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem bütünüyle birlikte Allah Teâlâ’nın sıfatıdır. ‘Kim Peygambere itaat ederse Allah Teâlâ’ya itaat etmiştir.’ Çünkü peygamber arzusundan ko­nuşmaz, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Hakkın lisanıdır. (Başta zikredilen ayete dö­nersek) Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bedeninin gecesinde ve tabiatının karanlığında Allah Teâlâ’nın kendisine nasip ettiği ve şeriatında belirlemiş olduğu salih amellerden geceye ait amelî suretler inşa ederdi. Bunun nedeni gecenin ed-Dehr isminden kaynaklanan zamandaki ilahi tecellinin mahalli ol­masıdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem söz konusu suretleri müşahede üzere inşa edebilmek için Hakkın tecellisiyle yardım isterdi. Bu durum ‘Fecir okuması meşhüd (şahitli) olmuştur181 ayetinde belirtilir. Geceleyin inşa edilen bu ameller, başka bir amel değil, bilhassa gece namazıydı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem yardım isterdi dedik, çünkü Allah Teâlâ kutsi hadiste ‘Namazı kendim ile kulum arasında ikiye ayırdım’ demiştir. Bir ayette ise ‘Allah Teâlâ ile yardım isteyin182 buyurur. Yardımı ancak amelde bir çabası olan

kimse talep edebilir. Bu da ‘Ancak senden yardım dileriz183 ayetinde belirtilir.

Ey peygamber varisi! Sen bu amelde o hitabın muhatabı olmaya çalış ki Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem dünya hayatından ayrılmamış olsun. Çünkü o Kuran-ı Azim’in suretidir. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in varisleri arasından ki­min ahlakı Kuran olur ve tabiatının gecesinde amellerin suretlerini inşa ederse, hiç kuşkusuz Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’i kabrinden diriltmiş olur. Bu , itibarla Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in vefatından sonraki hayatı, onun sünnetinin hayatta olması demektir. ‘Kim onu ihya ederse, sanki bütün insanları diriltmiş olur.’184 Çünkü Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem en tam toplam ve en kâmil surettir (bernamec-i ekmel). Bu nedenle Allah Teâlâ gece ibadeti hakkında ‘söz bakımından daha doğrudur’ demiştir. Kuran’dan daha sağlam bir söz ise yoktur. Aynı şekilde ‘Anlama bakımından da daha iyidir.’185 Yani daha hazırlayıcıdır. Çünkü Allah Teâlâ ‘Biz kitapta hiçbir şeyi ihmal etmedik186 buyurur. Burada kast edilen toplayıcı kitaptır. ‘Sebat bakımından da daha güçlüdür.’ Çünkü Kuran diğer kitapların kendisiyle mensuh Hakk gelmesi gibi nesh edilmemiştir. Önceki kitaplardan bir hüküm sabit olsa, ancak Kuran’da yer aldığı için sabittir. Bu nedenle sebatı anlat­mak için mübalağa kipiyle pekiştirmiştir. Bu yönüyle Kuran-ı Kerim kıyamet vaktine bitiştiği için önceki kitaplardan daha sabittir. Bunun yanı sıra Kuran’da önceki kitaplarda bulunan hususlar yer alırken onda bulunanlar önceki kitaplarda bulunmamıştır. Nitekim Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’de önceki bütün nebilerde bulunan özellikler bulunurken onda bulunan bütün özellikler önceki nebilerde bulunmaz. Çünkü onun ahlakı Kuran’dır ve kendisine ve ümmetine önceki hiçbir peygambere verilmemiş özellikler verilmiştir.

Herhangi bir kişi gece amellerine ait bir sureti meydana getirdi­ğinde ve Hakk da o surete ruhunu üflediğinde -ki Hakkın surete ruh üflemesi kulun Hakkı yardımcı olarak müşahede etmesinden kaynakla­nıro suret nâtık ve canlı bir suret şeklinde var olur. O suret iki saygın asıldan meydana gelmiştir: Bir uçta Haktan diğer uçta kuldan! Söz konusu kul kulluğunu hakkıyla yerine getirmiş, Efendisine karşı vazife­sini ifa etmiş, nefsine veya Hakkın onu kendisine göre yarattığı surete

bakmadan -çünkü surete bakmak insana kibir verirsırf kul olarak kalabilen kimsedir. Bu nedenle ayette önce ‘Ancak sana ibadet ederiz1*7 denilmiştir. Çünkü sureti ancak ikinci halde kabul etmiştir. Böylece kul zatı gereği ‘Ancak sana ibadet ederiz’1** demiştir. Sonra dönüp şöyle demiştir: ‘Bizi sırat-ı müstakime ulaştır, kendilerine nimet verdiklerinin yolu, gazap ettiklerinin yoluna değil 1*9 Böylece iki durum (ibadet ve yardım istemek) ile şeriatın onun adına belirlediği şekilde hakkını ken­disine ödemiş olduğu yüce rabbi birleştirmiştir; şeriatın kendisi için belirlediğinin dışında bir şey ona sorulmaz. Çünkü ona edebi öğreten Allah Teâlâ’dır; edep ise bütün hayırların kendinde toplandığı ahlaktır. Gece ameli bu kerim asıl arasında meydana gelince, iki ucu birleştiren bir orta haline gelmiş, bu suret efendi-köle, Hakk-halk olmuştur. Bu surede Allah Teâlâ âlemi başlangıçta yaratmıştır. Çünkü Allah Teâlâ’nın sıfatları ve isimle­rinde de iki uç bulunur. Bu itibarla Allah Teâlâ kendisini sayesinde âlemden müteal kalmasını gerektiren sıfâdarla nitelediği gibi âlemin üzerinde bulunduğu özelliklerle de nitelemiştir. Allah Teâlâ zatı gereği (yani âlemden kaynaklanmadan) ezelden beri bu iki tür şifada nitelene gelmiştir. Bu iki tür nitelik birbirine zıt uçlardır ve Allah Teâlâ iki zıddı birleştirmiştir. İş kendiliğinde böyle olmasaydı, âlemde iki zıt yaratılmazdı. İki benzer de iki zıttır. Bu yönüyle onlar benzerliğin zıdığına sahiptir. Bu sayede biz iki zıddı kabul etmesi itibarıyla âlemin Hakkın suretinde olduğunu anladık. Daha doğru bir ifadeyle âlem -ki iki zıddın kendisidirkendi­sini inşa edenin suretindedir. Bu sayede âlem aslı nedeniyle iki uç ara­sında zuhur etmiş, Allah Teâlâ’nın âlemdekilerin elleriyle yaratmış olduğu şeylerde de durum böyle devam etmiştir. Binaenaleyh âlem suretleri inşa ederken Allah Teâlâ onların suretlerini ve hayadarını meydana getirir. Nitekim Allah Teâlâ Hz. İsa hakkında şöyle demiştir: ‘Topraktan kuş sureti yarattığında...’190 Kast edilen yaratılış suretidir. ‘O da Allah Teâlâ’nın izniyle kuş olurdu.’191 Burada Allah Teâlâ sureti yaratılmışa izafe ederken onun kuş olu­şunu da Hakka izafe etmiştir. Seni yaratması hakkında ise şöyle demiş­tir: ‘Onu tesviye ettiğimde..:’192 Bu ayet ‘Topraktan kuş sureti yarattığın­da...’193 ayetinin bir benzeridir. Sonra şöyle der: ‘Ona kendi ruhumdan üflediğimde...’194 Bu ise ‘O da Allah Teâlâ’nın izniyle kuş olurdu195 ayetine ben­zer. Kulun amellerin suretlerini inşa edişi esnasında Hakkın karşısında cem’ ve şuhud halinde bulunursa, (böyle bir kulun inşa ettiği suretler) natık ve canlı suretler olarak var olur. Böyle bir cem’ ve müşahede niteliği olmadan onları yerine getiren kimsenin amelinin suretleri ise ressamların suretleri gibi ruhsuz suretler olur. Allah Teâlâ kıyamet günü onlara ‘yarattığınız şeylere hayat verin’ diyecek, onlar ise bunu yapa­mayacaklardır. Çünkü hayat vermek onlara değil Allah Teâlâ’ya aittir. Burada hayat vermek derken canlıdan bir faydanın meydana gelmesini sağla­yan canlılığı kast etmekteyim. Çünkü tabiat da surete bir canlılık verir. Fakat bu hayata bir fayda eşlik etmez. Söz konusu canlılık kokuşmayla meydana gelen varlıklarda da bulunan canlılıktır. Bu yönüyle tabiatın (verdiği canlılığın) gücü hissetmeyi aşamaz. Kendisinden tefekküre bağlı ameli işlerin meydana geldiği ruhani güçler ise ilahi ruhtan var olabilir. Binaenaleyh ruhların mertebelerini bilen bu kısa açıklamalarda ima ettiğimiz sırları öğrenir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

DÖRT YÜZ KIRK YEDİNGÎ BÖLÜM

'Temizlik mertebesine giren kişi benden konuşur' Münazelesinin Bilinmesi

Kul bir temizlenirse beşeriyetinden

Hakkın varlığıyla; natık Hakk gelir

Rükûdan kalkarken doğru sözlü namaz kılan gibi

Hakkın adına konuşur oda

/ •

Konuşurken hakkın vekilidir o (SemiAllah Teâlâu limen-hamidehu)

Onu hiçbir engel alıkoyamaz

Onun her sözü doğrudur

Her şarabı tadabilir o

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O gün dilleri, elleri ve ayakları onların yaptık­ları hakkında aleyhlerine şahitlik edecektir.’196 Yani kendileriyle yaptıkları işler hakkında şahitlik edeceklerdir. Şahidik yabancıyken yapılabilir, çünkü şahit olmak kaçınılmazdır. Söylediğimiz gibi olmadığında, şahit ile hakkında şahidik edilen aynı kişi olur. Bu durumda söz konusu olan ise şahidik değil ikrardır. Hâlbuki Allah Teâlâ ikrardan söz etmemiştir. Bu durum, organların nefs-i natıka ile ilişkisinin yönetilenlerin hükümdar­la ilişkisiyle bir olduğunu gösterir. Nitekim (âlemin) Hakk ile ilişki ve irtibatı da böyledir. Asıl Hakk’tır ve Hakk ezeli olarak yöneticidir. Bu nedenle Hakk için ezeli olarak belirli bir yönetilenin var olması gerekir ki o da mümkünlerdir. Bu itibarla mümkünler yokluk hallerinde Hakk tarafından görülürler, çünkü onlar (ezeli ilimde) sabittirler (a’yan-ı sabite). Allah Teâlâ da onların varlıklarını ve kendilerinde yarattığı şeylerin suretlerini meydana getirirken bir kısmını önce bir kısmını sonraya koyarak mümkünleri tedbir eder ve yönetir. Burada Allah Teâlâ’nın bilgisini yaratıklarından gizlemiş olduğu kader sırrı vardır. Ta ki var olan suret­lerde gözün göreceği şekilde hüküm o kader sırrına göre ortaya çıkar. Aynı şekilde Allah Teâlâ yönetici ruhları var etmek istediğinde, onlar da ancak yönetici olarak var olmuşlardır. Söz konusu ruhların kendilerini yönetecekleri suretler ve varlıklar bulunmasa, onların hakikatleri batıl olurdu, çünkü onlar zatı gereği yöneticidirler. Keşif ehline göre de gerçek böyledir. Burada bilinmeyen bir sır vardır, Allah Teâlâ izin verirse bu bölümde ona değineceğim:

Allah Teâlâ bedenleri ve cesederi nur, ateş, toprak, kokuşmuş su gibi bu farklı yapının esaslarından yarattı. Yönetici ruhların tedbir mahalli olan suretin düzenlenmesi tamamlandığında, Allah Teâlâ onda, daha doğrusu onun kendisini yaratının üflemesini kabul etmesinden -ki o sürekli bir feyizdiryönetici ruhları var etmiştir. Bunlar o bedenleri yöneten, onların yönetilmeye kabiliyederine göre onlarla bilfiil var olan ruhlar­dır. Bu itibarla yaratılışlardaki derecelenmeye göre ruhlar da derece­lenmiş, yönetici olmadaki ortak Özelliklerinin dışında bir mertebede bulunmamışlardır. Yönetici ruhlar kabiliyetlerin mizaçlarının suretiyle ortaya çıkmış, yönetirken yönetilen bedenlerin gereklerini aşmamışlar­dır. Dışta var olmalarından önce mümkünlerin hakikatlerine bakınız! Hakk onlarda ancak kendilerinin kabul ettiği surette zuhur eder. Bu durumda onlar gerçekte Hakkın suretinde değillerdir; sadece tedbir eden (yöneten) tedbir edilenin suretindedir. Çünkü O’ndan hakikatlere sadece kabul ettikleri kadarı zuhur etmiştir. Dolayısıyla Hakk halkın üzerinde bulunduğu haldedir. Hakk’tan bundan başka bir şey görülmez ve bilinmez; kendinde Hakk ise bildiği üzere olduğu kadar O’nun hiçbir şekilde bilinmeyen (özelliği) vardır. Bu hiçbir şekilde bilinmeyecek yön, ‘Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir'197 ayetinde işaret edilen kendisi nedeniyle kendisine ait husustur. Burada Allah Teâlâ hakkında sana açıkladı­ğımız bilgiyi biz kendi irademizle açıklamadık, biz buna zorlandık. Onu iyice öğren ve sakın unutma! Çünkü bu bilgi sana Allah Teâlâ karşısın­da edebi öğretir. Bu makamdan ‘Sana isabet eden bir kötülük kendi nefsindendir,m ayeti nazil olmuştur. Yani Hakk sana ancak kabul edeceğin kadarını vermiştir, ilahi feyiz geniştir, çünkü Allah Teâlâ ihsanı geniş olan­dır. Allah Teâlâ’nın katında bir kısma bulunmazken sen O’ndan ancak zatının kabul edebileceğini alırsın. Öyleyse bu genişliği senin için daraltan ve seni darlığa sokan zatındır. (Haktan) sende tedbiri gerçekleşen bu (isim) kendisine ibadet ettiğin rabbindir ve sen ancak O’nu bilirsin. İşte bu (herkese) görüleceği şekilde Hakkın senin için kendisinde tecel­li edeceği alamettir (tahavvül fı’s-suver). Dünyada bu alamet herkese açık değildir ve her insan kendinden onu bilirken onun kendisince bilindiğini fark etmez. Bu nedenle insanlar şöyle der: ‘Allah Teâlâ beni şuna buna alıştırdı.’ Bunu öğrendiğinde, Hakkın senin üzerinde bulundu­ğun duruma göre seninle olduğunu anlarsın; yoksa sen O’nunla değil­sin! Küran-ı Kerim’de bu hususa ‘O sizinle beraberdir, her nerede bulu­nursanız199 ayetinde işaret edilmiştir. Siz O’nunla değilsiniz ve herhan­gi bir kimsenin de O’nunla beraber olması mümkün değildir. Allah Teâlâ herkesin bulunduğu durumda herkesle beraberdir. Alemdeki bireylere bakınız! Onlarda gördüğünüz, Hakkın kendisidir.

Bu keşfin ardında keşif olmaz Bu vasfın ardında vasıf olmaz

Zuhur eden ve gizlenen Hakk münezzeh O’nun şahidi böyle bildirmiş ve söylemiş

Tedbirden soyutlanmak mümkün değildir; mümkün olsaydı rububiyet batıl olurdu. Rububiyet batıl olamayacağına göre tedbirden soyudanmak mümkün değildir. Başka bir ifadeyle tecridin dayanağı yoktur. Çünkü ilahını -senancak şendeki müdebbir (yöneten) olarak bilebilir ve O’nu ancak kendinden tanıyabilirsin. Dolayısıyla senin de tedbir edici olman gerekir. Bu itibarla dünyada ve ahrette bir cismin ve ruhun bulunması gerekir: Her âlemde oranın yaratılışına uygun bir halde beden ve ruh bulunur. Ruhlar ise suretlerin farklılığı nedeniyle türlü türlüdür. Bu durum kitapta daha önce zikredildiği üzere Hakk ve halk için geçerlidir. Bu anlamda Hakka tercüman olmak üzere şu beyti söyledik:

Sen nasıl istersen öyle ol, çünkü Ben Sen nasıl olursan öyle olurum

Gerçekte de durum böyledir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaş­tırır.’

DÖRT YÜZ KIRK SEKİZİNCİ BÖLÜM

Onun katındaki şey hâkim olunca üzerimde O’nu biz nasıl görebiliriz?

Alemin varlığıyla bizi şaşırtır Hâlbuki âlemin varlığı llah’ın varlığı

O’nu kendinden başkası görmez Başka biri var mı ki O’nu görebilsin

Biz sürekli mümkün varlıklarız

Varlık ve yokluk halinde O’nun himayesinde

Ne başkayız O’ndan ne O’yuz biz Bizim dalaletimiz O’nun hidayetinden

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kâfir’in dili tutuldu.’200 Bu nedenle kâfir oldu (ört­tü, gizlendi). Bu yönüyle doğmak ve batmak vardır ki bunlar da bul­mak ve yitirmektir. Söz konusu olan Hakk güneşidir: Doğudan doğ­muştur. Doğmamış olsaydı, o yer meşrık, yani güneşin doğduğu yer olmazdı. ‘Sen onu batıdan (mağrip) getir.’201 Gerçekte güneşi batıdan getirmiş olsaydı, orası hiç kuşkusuz meşrık, yani doğu olacaktı. O halde güneş ancak doğudan doğabilir ve bu nedenle kâfir susmuştu. O susmuştur, çünkü o doğma nerede olursa doğu adının onu takip ede­ceğini biliyordu. Yine biliyordu ki, güneşin battığı yerin, yani mağri­bin (öğrenilmesine) gerçekte bir yol yoktu Kâfir, anlayışta kusurlarıyla birlikte, oradakilere Hz. İbrahim’in getirmiş olduğu hususu nasıl akta­racağını bilmekten aciz kaldığı için susmuştu. Bu nedenle hakikat, Nemrut’a karanlık kalmış, nefsinde başarısızlık' duygusuna kapılmış, oradakilerin önünde Hz. İbrahim’in kesin delili ortaya çıkmıştı.

Nemrut’a birinci mesele nedeniyle küfür nispet edilmişti, çünkü o Hz. İbrahim’in ‘Rabbim hayat veren ve öldürendir202 sözüyle neyi kas­tettiğini biliyordu. Bu esnada bilgisini gizlemiş ve bu nedenle kâfir, yani örten-gizleyen diye nitelenmişti. Bu itibarla Nemrut ‘Ben de öl­dürür ve diriltirim’ demiştir. Anlatıldığına göre Nemrut ölümü Hakk etmiş birini öldürmek yerine bağışlamakla onu diriltmiş olduğunu söylemiştir. Hâlbuki Hz. İbrahim’in kastettiği tam da Nemrut’un an­ladığıydı. Hz. İbrahim gerçekte daha kapalı ve daha uzak bir meseleye dönmüşken orada bulunanlara göre daha açıktı. Hz. İbrahim ikinci bir mesele getirmiş, buna karşı Hz. İbrahim’in durumu hakkında kâfir susup kalmıştı. O, gerçekte daha gizli olan bir meseleye nasıl geçiş yapacağını bilememişti ve delil getirmekten uzak kalmıştı. Buna karşı­lık kavmi nezdinde delil, kendisine karşı ortaya çıkmıştı. Nemrut’un susması bu mucizevî işle ilgiliydi. O iş oradakilerin gözlerini Hz. İbra­him’in daha açık olandan kapalıya intikalini anlamalarını engellemiş, onları köreltmişti. Nemrut’un susması ve şaşırması da, oradakilerin içlerinde Nemrut’un aciz kaldığı inancını meydana getirmişti; amaçla­nan da buydu. Nemrut mecliste bulunanların kalplerinde bu konuda meydana gelecek kuşkuyu izale edebilecek kudrete sahip değildi. Hz. İbrahim’in doğru söylediğini anlamış, fakat Allah Teâlâ kendisine hidayet nasip etmemişti. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ Nemrut’un peygamberin sözüyle iman etmesine imkân vermemişti. O, Hz. İbrahim’in gerçeği söylediğini biliyordu: Zaten susmak hali ancak Hakkın nezdinde bulu­nanın ortaya çıkması halinde söz konusu olabilir (çünkü en kesin delil odur). Hakkın nezdinde olan ise senin üzerinde bulunduğun durum­dur. Hakk sana ancak seninle zuhur eder, sen de O’nu kendinde ikrar eder, sonra da Hakka dair ikrar etmiş olduğun şeyi inkâr edersin. İnkâr senin kendini ve Rabbini bilmeyişinden kaynaklanır. Kendini bilmiş olsaydın, Rabbini bilmiş olacaktın. O halde sadece halk (yaratılmış) vardır: Halk senin gördüğün ve müşahede ettiğindir. Her nefes halden Hakk girmedeki incelilderi teftiş etmiş olsaydın, hiç kuşkusuz, şunu görürdün: Hakk (bir açıdan) senin halinin aynı olduğu gibi kendisi olmak bakımından ise bütün bunların ardındadır. Nitekim Hakk aynı zamanda bütün bunların aynıdır. O halde Hakk (bir yandan) halk iken halk Hakk değildir. Bununla birlikte ona verilen isimler değişebilir. Hakkın katından olan işlerden birisi de Hz. Musa’nın dağının parça­lanması değil miydi? Dağın parçalanmasıyla Hz. Musa bayılmıştır ki, bu, en büyük susmadır. Onu bayıltan, O’nun katında olan şeydi. Hz. Musa Rabbini görmek isteyenlerdendi. Daha önce bilmeyip o esnada Hakk’ın âlem karşısındaki bir suretini de öğrenince, şöyle dedi: ‘Sana tövbe ettim.’203 Yani daha önce talep ettiğim üzere artık seni görmek istemiyorum. Çünkü ben Senin hakkında bilmediğim bir şeyi öğren­miş oldum. ‘Ben ilk müminim.’204 Yani ‘Beni göremeyeceksin’ hükmüne ilk iman eden benim. Çünkü bu sözü bana söyledin, o söz bir haber­dir. Bu nedenle onu -bilgiye değil-, imana katarak ‘ilk müminim’ de­miştir. Hz. Musa bu ifadesiyle Hakkın ‘Beni göremeyeceksin’ sözüne imanı kastetmemiş olsaydı, ‘ilk’ demesinin anlamı olmazdı, çünkü ondan önce de müminler vardı; fakat böyle bir ifade daha önce ortaya çıkmamıştı.

Susmak veya bayılmadan sonra iman eden herkes, hiç kuşkusuz, basiret üzere iman etmiş demektir. Öyle biri imanında bilgi sahibidir. Böyle insanların Allah Teâlâ’nın kulları arasında bulunması güçtür. Allah Teâlâ ehli içerisinde bilgiyle birlikte kendisinde imanın kaldığı kimseler azdır, çünkü kişi daha açık olana intikal ettiğinde -ki daha açık olan bilgidirhiç kuşkusuz imanından intikal etmiş demektir. Kamil ise bildiğini bilirken aynı zamanda ona iman eden kimsedir; yoksa iman etmediğini biliyor değildir. Bu nedenle kâmile aynı anda mümin ve âlim denilir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

DÖRT YÜZ KIRK DOKUZUNCU BÖLÜM

'Bir kuluma ibadet eden benim kulum değildir' Diye Allah Teâlâ’dan Aktaranın Münazelesinin Bilinmesi

Kulun kulu olur mu hiç?

Münezzeh Allah Teâlâ ne kadar mükemmeldir!

Müteşabih ve muhkemi söylemiş Mücmeli ve mufassalı var

Her gözle onu görürüm Her bilgiden üstün kıldı

Allah Teâlâ ona toplamış Bütün varlığı ve emeli

Ona itidal verdi önce Bundan sonra onu tafsil etti

Ancak yolları var O’nun Her halimde ona ait

Bütün kemale ulaştık Ben ve O: her şey O’nun

Allah Teâlâ Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e şöyle demiştir: ‘De ki bütün iş Allah Teâlâ’ya ait­tir.’205 Biz de bu nedenle şöyle dedik: Her şey O’nun! Dikkat ediniz! Yaratma ve emir Allah Teâlâ’ya aittir. O yaratma ve emir demektir. Biliniz ki, memluk, yani köle efendisine sahip olabilir. Bu nedenle Hakim Tirmizî, Hakkı ‘mülkün mülkü (kölenin mülkü)’ diye isimlendirdi. Efendiden başkası da köleye sahip olamaz, çünkü kul (köle) her du­rumda efendisine yöneldiği gibi efendi de bütün işlerinde onun halle­rini yönetir. Mülk, şiddet ve kahırla yönetmek demektir. Efendi kulda dilediği bir şeyi yapamazsa, hiç kuşkusuz, o yönden efendiliği kalkmış demektir.

Kulun halleri iki kısma ayrılır: Zati ve arızî haller! Kul bu hallerin her birinde efendide tasarruf eder. Hepsi Allah Teâlâ’nın kullarıdır. Kim dü­şük himmetli, az bilgili, kesif perdeli, kalın enseli olursa, Hakkı bıraka­rak O’nun kullarına tapar. Böyle bir insan rububiyet mertebesinde Hakla didişir, O’na kulluğun dışına çıkar. O gerçekte bir kul ve köle olsa bile Allah Teâlâ’ya kendini adamış veya O’nun tarafından seçilmiş biri değildir. Bir insan Allah Teâlâ’nın bir kuluna ibadet etmezse, o kişi, Allah Teâlâ’nın saf ve halis kuludur. O kul bütün halleriyle efendisinde tasarruf eder­ken Hakk da hallerdeki değişmelere göre sürekli onun işinde yaratan

olarak bulunur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘İnsanların hizmetçisi onla­rın efendisidir.’ Çünkü hizmetçi onların işlerini yürütendir. Onlar hallerinin gerektirdiği şeyi yapmaktan aciz kimselerdir. Yönetmenin tarzım bilen, kulun mertebesi karşısında efendinin mertebesini de bilir. Bu durumda kul/köle efendinin emrine bağlanmakla nitelenirken efen­di kulun zorunlu ihtiyaçlarını yerine getirmek özelliğiyle nitelenir. Köle ile efendinin durumu hakkında ortaya koyduğumuz bu hususun ardından, bir kul başka bir kulda tasarrufta bulunmakla tatmin bulmaz. Çünkü görür ki, tasarrufta bulunduğu kul, kendisi gibi efendisi olan Hakta tasarrufta bulunmaktadır ve onun -tıpkı kendisi gibiAllah Teâlâ’nın kulu olduğunu görür. Her ikisi de Allah Teâlâ’nın kulu ise birinin ötekine kulluk etmesi doğru değildir. Binaenaleyh köle ancak perde nedeniyle köle olabilir.

Süleyman ed-Dünbûlî ile karşılaşmıştım. Aramızda ilahi bilgi hak­kında geçen bir sohbet hakkında bir şeyler söyledi, ben de ona şöyle dedim; ‘Ben senden Hakk ile aranda geçen sohbetten bazı hususlar ' duymak istiyorum.’ Şöyle dedi: ‘Hakk bir gün sırrımda benimle mülk hakkında konuştu ve bana ‘Benim mülküm büyüktür’ dedi. Ben de ‘Benim mülküm seninkinden daha büyük’ dedim. ‘Nasıl söylersin?’ deyince, şu cevabı verdim: ‘Senin gibi biri benim mülkümde bulunur­ken senin mülkünde senin gibi biri yoktur. Kimin mülkü daha büyük?’ ‘Haklısın!’ dedi. Süleyman ed-Dünbûlî bu sözüyle Hakta tasarrufa işaret etmektedir ki, ortaya koyduğumuz mesele buydu. Bunu öğre­nince, kendi kadrini, mertebeni, rububiyetinin anlamını ve kulda (ta­sarrufta bulunurken) kime karşı rab olacağını anlamış olursun. Bu husus bilgiyle yakın (bilinir), halle daha yakın, müşahedede ise daha haz vericidir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

'Zuhurum için sabit olan benimledir, çünkü Allah Teâlâ onunladır, benimle değil' Münazelesinin Bilinmesi

Bu hakikattir, birincisi mecazdır.

Kul bir yerde sabit olunca Sabit olan ilah’tır

‘Ya Rab! Bana şunu ver’ dediğinde                   -

Sana verir onu, çünkü cömerttir Rab

Biz O’ndan başka olsaydık Allah Teâlâ adına bana söyle! Ölen kim?

Bir dille bana aktar

Bu dille konuşan ve susan O                                                   -

Kulun hakikati kalmamış .

Birliği nedeniyle

Yaratıklarda bir kasetçisi yok Böyle olunca kavgacı da yok

Bir gece benim evime geldiğinde                                  .

Orada geceleyince kimdir geceleyen?

Hakk varlığında konuşur Dilediği şeyi söyler ve ben susarım

Madenler ve benzerleri olmasaydı Altın ve gümüş değerli olmazdı


Ondan ve izzetinden şaştım

Nükteyi bilen sırrı söyleyince                                            ' ,

O’nun ırzı hakkında kimse gayrete gelmez 1 llah’ın kulu burada susmuş olandır

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O’nun vechi dışında her şey helak olacak,’206 Bilmelisin ki Allah Teâlâ’nın kendisine ehil yapıp kendisine ayırdığı kulları iki kısma ayrılır: Bir kısmı Allah Teâlâ’ya Allah Teâlâ ile ait olurlar. Bir kısmı Allah Teâlâ’ya nefisleriyle ait olurlar. Bunların dışındakiler, kendi nefisleriyle kendile­rine aittir olanlardır ve onlardan herhangi bir şey Allah Teâlâ’ya ait değildir. Biz bu insanları muhatap almıyoruz, çünkü onlar cahillerdir ve cahil­lerden olmaktan Allah Teâlâ’ya sığınırız! Nefisleriyle Allah Teâlâ’ya ait olan kullar ‘Ben cinleri ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım207 ayetini hak­kıyla idrak edenlerdir. Onlar aralarında son derece merhamedi kimse­lerdir. Onların alameti, bütün hallerinde fena, beka, mahv, ispat, gaybet, huzur, cem’ ve fark gibi yaratılmışın kabul etmiş olduğu bütün hallerle nitelenmektir. Bunun yanı sıra zikredilen makamlara nispet edilen özellikler de onlara aittir. Söz konusu makamlar tevekkül, züht, vera’, marifet, muhabbet, sabır, şükür, rıza, teslim ile tasavvuf yolunda zikredilmiş makamlardır. Onların nefisleri bir halden bir Hakk, bir ma­kamdan başka bir makama değişmeyi ve dönüşmeyi kabul edicidir. Bütün bunlar ‘Allah Teâlâ için’ gerçekleşir. Çünkü onlar Allah Teâlâ’nın bütün bu işlerde kendilerini çağırdığını duymuş, zevk ve hal yoluyla -bilgi ve inançla değilsöz konusu hal ve makamlarla O’nun huzuruna girmiş­lerdir. Diğer müminler ve kuralcı âlimler ise bütün bu konuları bilir­lerken bu konularda zevkleri yoktur. Onlara Hakk tecelli ettiğinde, O’nun zuhuru nedeniyle sabit duramazlar. Çünkü yaratılmışa (hâdis) kadim zuhur ettiğinde, yaratılmışın izini siler ve yaratılmış kadimi görmeye takat yetiremez. Bu nedenle sahih-kutsi bir hadiste Hakkın kulun görmesi ve duyması olduğu zikredilmiştir. Bu sayede kul, Hak­kın tecellisi veya kelamı karşısında sabit durabilir. Bakınız! Hz. Mu­sa’nın kulağı Hakk olunca, Hakkın konuşması karşısında sabit kalabil­miş, Hakk da onunla konuşmuştur. Tecelli gerçekleştiğinde Hakk Hz.

Musa’nın gözü olmadığında ise (tecelli karşısında) bayılmış ve sabit duramamıştı. Bu esnada gözü Hakk olsaydı, hiç kuşkusuz, sabit kalacak­tı.                                    

Diğer kullar ise Hakk ile Hakka ait kullardır. Bu nedenle hâdis veya kadim korkutucu her yerde zatlarına işlemiş ilahi güç nedeniyle sabit durabilirler. Dolayısıyla her hal ve makamda hüküm vermek ve tasar­rufta bulunmak üzere zuhur eder ve görünürler. Bu itibarla onlar, hal ve makamların sahipleridir, fakat hiçbir şey onlara sahip değildir. Bu­nun istisnası daha önce söylediğimiz üzere mülkün mülkü olduğunda Hakkı sahiplenendir. Kendi zadarmda bu ölçüyle bulunurlar. Allah Teâlâ ile duyarlar, O’nunla görürler, yerler, içerler, uyurlar, kalkarlar. O’ndan dolayı duyarlar, görürler, yerler, içerler, uyurlar, ayağa kalkarlar. Bu durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Allah Teâlâ’yı övmek üzere bir hutbesinde söylemiş olduğu ‘Biz O'na aidiz ve O'nunla hareket ederiz’ hadisinde belirtilir. İki kul bir araya gelip birisi nefsiyle, diğeri Allah Teâlâ ile Allah Teâlâ’ya ait olursa, nefsiyle Allah Teâlâ’ya ait olan Allah Teâlâ’ya Allah Teâlâ ile ait olanın halini inkâr eder. Hâlbuki Allah Teâlâ’ya Allah Teâlâ ile ait olan, nefsiyle Allah Teâlâ’ya ait olanın durumunu inkâr etmez. Çünkü biri sırf-halis kul iken öteki sırf-halis Haktır. On­lardan görünen zahiri suret halk (yaratılmış) suretiyken batın suret farklıdır. Nefsiyle Allah Teâlâ’ya ait olanın bâtını sureti yaratılmış suret, öte­kinden ortaya çıkan bâtını suret Hakkın suretidir. Biri Hakta, Hakk için ve Hakk ile tasarrufta bulunurken öteki Hakk için, halkta, halk vasıtasıyla tasarrufta bulunur. Bir kısmı Hakta, Hakk için, halk ile tasarrufta bulu­nur ki, nefisleriyle Allah Teâlâ’ya ait olanları kastediyorum. Harikuladeler nefisleriyle Allah Teâlâ’ya ait olanlara aitken Allah Teâlâ ile Allah Teâlâ’ya ait olanlara men­ziller aittir. Birincisi keramet sahipleriyken ötekiler menzil sahipleridir. Keramet sahipleri hem Allah Teâlâ’nın ve hem de yaratıkların katında bilinir ve tanınırlar. Menzil sahipleri, Allah Teâlâ’nın katında bilinir, fakat hemcinsle­rinin katında meçhuldürler. Keramet sahiplerinin hallerinde ilahi tu­zaklar ve istidrac gizlidir. Menzil sahipleri ise ilahi tuzaktan korunmuş­tur, çünkü onlar Rablerinden gelen basirete ve delile sahip kimselerdir. Onlar hakikate ulaşanlardır. Allah Teâlâ bizi ve sizi kendine seçtiği kulların­dan eylesin, âmin! ,

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru, yola ulaştırır.’

DÖRT YÜZ ELLİ BİRİNCİ BÖLÜM

'Miraçların bilgisi mahreçlerdedir7 Münazelesinin Bilinmesi

Âlemin miraçlardaki varlığı olmasaydı

Harfin varlığı mahreçlerde görünmezdi

Darbımesel ortaya koymuş onu

Miraçların rütbelerinde yükselen için

Kendi yolunda yükselen nefs                          . -

Miraç menzillerinden uzaklaşır

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Melekler ve ruh O’na yükselir.’208 Başka bir ayette ‘Güzel kelime O’na çıkar’209, başka bir ayette ‘Dereceleri yükselten­dir, Arş’ın sahibidir210 denilir.

Bilmelisin ki mümkünler, Allah Teâlâ’nın tükenmez kelimeleridir. Onla­rın vasıtasıyla ilahi kelimelerin otoritesi ortaya çıkar ki, bu durum kaçınılmazdır. Kelimeler bileşiktir, çünkü onlar, bir şey ifade etmek üzere gelmişlerdir. Bu yönüyle mümkünler dilde col’ lafzıyla ifade edi­len bir terkipten meydana gelmişlerdir. Binaenaleyh .bu ifadeden ancak ruh ile suretten bileşik bir şey meydana gelebilir. Suretler de araların­daki münasebetlere göre birbirlerine eklenir ve vadî bir telifin gerçek­leşmesiyle bizde (zihnimizde) manalar ortaya çıkar. Suretlerde gerçek­leşen birleşme, onların zatı gereği gerçekleşen bir birleşmedir, yoksa onların iradesiyle veya tesadüfle gerçekleşmez. Çünkü onlar zadarı gereği (kendileri hakkındaki) bilgiyi verirler. Bu bilgi değişmeyeceği gibi (bu bilgiye göre söylenen) söz de değişmez ve meşiyet de uygula­nır. Bu itibarla suret şehadet âleminde gayb âleminde bulunduğu du­ruma göre ortaya çıkarken gayb’de ise görünür âlemde kendisinde başkalaştığı sonsuz suretlerle bulunur. Söz zâhir âlemde anlarla211 orta­ya çıkar, çünkü sonsuz bir şeyin (bir defada) varlığa girmesi mümkün değildir. Sonsuz olan bitimli olamaz ve bu nedenle de bir sınırda du­ramaz. Allah Teâlâ’nın kelimelerinin -ki âlemdirkendisinde ortaya çıktıkları madde, Rahman’ın nefesidir ve bunun için onlara kelimeler denilmiş, (onlardan birisi olan) Hz. İsa hakkında ‘Allah Teâlâ’nın kelimesi’ denilmiştir.

Bilmelisin ki Allah Teâlâ kelimelerinden dilediklerini izhar ettiğinde, on­lar için belirli mertebeler takdir etmiştir. Bir kısmı nurani, narî (ateş kaynaklı) ve turabîdir (toprak kaynaklı) ruhlardır. Onlar, farklı merte­belerdedir. Allah Teâlâ hepsini nefislerine vakıf kılmış, onlara şahit tutmuş, bu nefisler içerisinde onlardan perdelenmiş, sonra onlardan kendisini aramalarını istemiş, kendisini aramak üzere sayesinde yükselecekleri miraçlar belirlemiştir. Bu miraçlarla birlikte Allah Teâlâ onlar için had, yani tanımın hükmü altına girmiştir. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ onlara kendisiy­le (Hakkı) bildikleri kalpler yaratmış, bir kısmı için tefekkürde kullan­dıkları fikir gücü yaratmıştır. Onların miraçlarının bir yönü de her bakımdan O’ndan benzerliği olumsuzlamaktır (tenzih). Ardından (kendisini bilebilmeleri) içinonlara benzemiş, daha önce olumsuzladığını olumlamıştır. Sonra, kendilerine haber verdiğinde, haberinin doğruluğunu göstermek üzere delillerini ortaya koymuştur. Onların da anlayışları da, yaratılışlarındaki hakikatlerinin derecelenmesine göre derecelenmiştir. Her biri O’nu (veya haberi) anlamak üzere bir yöntem takip etmiş, bulunduğu durumun dışına çıkmamıştır. Binaenaleyh her birisi, Allah Teâlâ’yı arayışın sonunda ancak kendi nefislerini bulmuştur. Bir kısmı kendisinin O olduğunu söylemişken bir kısmı bu konuda acizliği dile getirerek ‘Bizden istenilen şey O'nun bilinemeyeceğini bilmemizdir’ demişlerdir. Acizlik budur. Bir kısmı ise ‘bir açıdan bilinir, bir açıdan O'nu bilmek imkânsızdır’ demiş, bir grup ‘Herkes vardığı gö­rüşte haklıdır’ demiş, ‘mutlu veya bedbaht olsa da hepsinin görüşü doğrudur’ diye eklemiştir. Bu gruptakilere göre mutluluk ve bedbaht­lık, yaratılmışlara izafe edilen nispetlerdir. Nitekim doğru sözlü ve hakkaniyete göre davranmanın da övülmüş iki nispet olduğunu bilsek bile, onların da şeriata ve akla göre kınandıkları bağlamlar vardır. De­mek ki bizatihi olan bir şey yokken (başka bir açıdan) her şey bizatihi ve kendisi için vardır. Bütün yaratılmışlar, mümkünün zorunluya (vacib) bağlanması gibi Allah Teâlâ’ya bağlanmışlardır; mümkünün var olma­sı veya yok olması mutlu veya bedbaht olması durumu değiştirmez. Hakk da isimleri yönünden âleme bağlanmıştır, çünkü ilahi isimler, zorunlu bir şekilde (zatî iktiza) âlemin varlığını talep ederler. O halde varlıkta her iki taraf hakkında da, sınırlanmanın dışına çıkmak söz konusu değildir. Biz O’nunla (var olup) O’na ait olduğumuz gibi O da bizimle (zuhur etmiş) ve (Yaratan olarak) bize aittir. Bununla birlikte bizim için Rab veya Yaratan denilemez. Bizim Rabbimiz ve yaratıcı­mız O’dur. Allah Teâlâ bizimledir, çünkü O kendisiyle vardır! Bize aittir, çünkü kendisine aittir. Bununla birlikte O bize varlılda imdat ederken biz de bilgiyle O’na imdat ederiz (O’nu biliriz ve varlıktaki maksat gerçekleşir). O’nun bizi yükümlü tutması, Onun yükümlülüğüdür. Demek ki teklif, bizim vasıtamızla ortaya çıkmıştır ve bizi bizden baş­kası yükümlü tutmamıştır. Fakat bizi -bizim vasıtamızla değilO’nun vasıtasıyla yükümlü tutmuştur. Böylelikle mertebeler birbirine girmiş­tir. Allah Teâlâ zatı gereği tenezzül etse bile, dereceleri yükseltendir; yaratıl­mış olan ise zatı gereği yükselse ve miraç etse bile, nüzul, yani inişte­dir. Binaenaleyh hiçbir varlık, varlık ve yokluk halinde, tesir etmenin (ve edilmenin) dışında değildir. Bu itibarla gerçekte nispederin dışında müessir de yoktur. Onlar, üzerlerinde varlık kokuları bulunan var ol­mayan durumlar/şeylerdir. O halde yokluk, kendisinden varlık kokuları gelmeden, tesir etmezken varlığın da ancak yokluk nispetiyle birlikte tesiri olabilir. Birbirine zıt iki şey irtibatlı -ki bunlar varlık ve yokluk­turolabildiğine göre iki varlığın birbiriyle irtibatlı olması daha müm­kündür. O halde sadece irtibat ve ‘Topuk topuğa yapıştı212 ayetinde dikkat çekildiği üzere birbirine bağlanma ve yapışma vardır. Başka bir ifadeyle bizim işimiz O’nun işine bitişmiş, bağlanma ve akit gerçek­leşmiştir. Hiçbir zaman O’nun bağından çıkamayacağız. Doğru sözlü

Hakk ayetin devamında ‘O gün varış rabbinedir213 diyerek kendi merte­besinin sana bağlı olduğunu ortaya koymuştur. Yani topukların açıldı­ğı gün her şey mutlu veya bedbaht, yorgun veya dinlenmiş herkesin işi Allah Teâlâ’ya varacaktır.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Deccal hakkında ‘Onun cenneti ateş iken cehen­nemi cennettir’ diyerek her ikisini de olumlamıştır. Demek ki cennet sabit bir cennetken ateş de sabit bir ateştir. Göze görünen suretler bazen varlığın kendinde bulunduğu duruma mutabık iken bazen de­ğildir. İster hayalde olsun ister olmasın, her durumda onlar, var olma­ları gerekli iki varlıktır. İki varlık/durum birbiriyle irtibatlı olunca, onları birleştiren ara bir varlık da bulunmalıdır. O da her birinin zatı­nın gerektirdiği bir şeydir ve var olan ilave bir duruma muhtaç değil­lerdir. Bu nedenle onlar, kendileri nedeniyle birbirine bağlanmıştır, çünkü sadece Hakk ve halk vardır! O halde onları birbirine bağlayan bağ ya ikisidir veya onlardan birisidir. (Birisiyse) birisinin bu hükme sahip olup ötekinin olmaması mümkün değildir, çünkü her ikisinin ortak özelliği bu irtibatın onlarla ortaya çıkmasıdır. Başka bir ifadeyle irtibat, her ikisiyle birlikte ortaya çıkar, yoksa sadece birisiyle değil! Bu irtibata rağmen, o ikisi birbirinin benzeri değildir, hatta hiçbir şeyin bir misli ve benzeri yoktur. Bununla birlikte her ikisinin onlardan birisinde bulunup ötekinde bulunmayan bir özellikle ayrışmaları gere­kir. Bu farklı özellik sayesinde her birisine işaret edilir. O halde muh­taçlık yönelmeyi ve hareketi kabul etmeyi gerektirirken zenginliğin hükmü böyle değildir. Çünkü biz mıknatıslarla demir arasında bir münasebetin ve irtibatın bulunduğunu biliriz. Bu irtibat Yaratan ile yaratılmış arasındaki irtibat gibi zorunlu bir irtibattır. Fakat mıknatısı tuttuğumuzda, demiri kendine çeker. Buradan mıknatısta çekme gücü ve demirde kabul etme özelliğinin bulunduğunu anlarız. Bu nedenle ona doğru hareket ederek edilgenleşir. Demiri tuttuğumuzda ise mık­natısı çekemez. Demek ki o ikisi de birbiriyle irtibadı olsalar bile, yine de birbirlerinden ayrışmış ve farklılaşmışlardır. İnsanlar daha doğrusu bütün âlem Allah Teâlâ’ya muhtaçken O âlemlerden müstağnidir.

Varlığın sureti işte böyle O’ndan başkasına yönelme

O’ndan biz çift olarak meydana geldik O ise tek olan İlah

DÖRT YÜZ ELLİ İKİNCİ BÖLÜM

Benim bütün sözlerim kullarıma öğüttür, keşke öğüt alsalardı' Münazelesinin Bilinmesi

Ne zaman öğüt versen, kelamımla ver O her makama hakkını verendir

Manası kadim ve hâdis bilgiyi içerir Fakat perdeleri var

Perdesi bizim lafız ve harflerimiz Her sözün hakikatini kendinde toplar

Deriz ki ‘Allah Teâlâ söyledi’ bir harfle . Bir harf ki aslında yaratıklar söylemiştir onu

Rüyalarımız delilleriyle onu reddeder Keşif rüyanın gördüğünde ıs rar eder

Terakki eden için hüküm ikisine birden ait (tenzih ve teşbih)

Ruhların ve cisimlerin miraçlarıyla yükselen

Tenzih edilmiş ve teşbih edilmiş bir şekilde bak Hakkın sözüne

Hüküm kadimlerde kadimlerindir

Varlığın bilgisi onun ziya ve karanlığı

Var olanların karanlığının katıştığı bir nur demek ziya

                Niçin öyle birini duymadım ve benzerini görmedim?

Bulut perdesinde görünen bir güneş gibi

Zaman hakkında hüküm verdim

Günlerin doğumu hakkında hüküm verdiğim gibi .

Dehr mahkûmdur ve hakimdir

Bununla birlikte benim üzerimde hüküm verenler yücelir

Şeriatlar ve deliller üzerinde hüküm vermiş

Onlar da hizmetçilerden olsa bile

O’nun gözüyle bakarsan her şeye                                                    '

Hükümler içinde hükümler gözükür sana

Allah Teâlâ peygamberine şöyle der: ‘De ki size birisiyle vaaz ediyorum.’214 Onu dinleyenlerin bir kısmı şöyle demiş: ‘Bize vaaz etmen veya etmemen bir.’215 Allah Teâlâ iman ehline inayet ederek ‘Öğüt ver, çünkü öğüt müminlere fayda verir216 demiştir. Allah Teâlâ öğüdünden yüz çevirene bakmadan öğü­dü dinleyene intikal etmiştir. Bu itibarla varlık mümine bağlı olduğu kadar Allah Teâlâ da müminlerin üzerinde el-Müheymin ve el-Mümin’dir. Bize göre Allah Teâlâ’nın inayetine verilecek karşılık, O’nun şeriatına göre amel, emir ve yasaklarına uymaktır. Başka bir ifadeyle O’nun inayetine karşılık riayet lazımdır. Bize yakışan davranış budur. Çünkü emirleri kabul ederek riayet etmemizin faydası, kendisine muhtaç olduğumuz için, neticede bize döner. Allah Teâlâ’nın bize inayeti ise O’nun bir ihsanıdır, çünkü O müstağni ve bu müstağniliğiyle övülendir. Allah Teâlâ bize doğa­mızın kendisinden nefret ettiği ve gayelerimize aykırı olarak gerçekle­şen hadiselerle öğütte bulunmuş, biz de gayelerimize aykırı hadiselerin bize yerleşmesi ihtimaline karşı yüz çeviririz. Bununla birlikte Allah Teâlâ bütününden olmasa da bir kısmında bizi korur. Çünkü belaların sonu ve en büyüğü ölümdür ve ölümün hangi tarzda olursa olsun gelmesi kaçınılmazdır. Burada ölüm derken dünya hayatmdan göçü kastediyo­rum, çünkü şehit de intikal eder ve bununla birlikte ölümle nitelen­mez. Bize edep öğreten Allah Teâlâ -çünkü bizim de Allah Teâlâ’nın peygamberleri­ne öğrettiği edepten nasibimiz vardırböyle dememizi emretmiştir. Binaenaleyh Allah Teâlâ bazı kimseleri ayırarak özellikle edep vermiş değil­dir. Kim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in öğrettiği edebi kabul ederse, Allah Teâlâ’nın edep öğrettiklerinden olur ve mutlu olur. Böyle bir insan öğrendiği edebin­de Allah Teâlâ’ya dayanmıştır ve bu edep edeplerin en güzelidir. (Konuya dönersek) Allah Teâlâ kendi yolunda öldürülenlere ölü dememizi yasaklamış; onları ölü saymamıza müsaade etmemiştir. Allah Teâlâ yolunda öldürülenler, benim imanıma göre O’nun katında ve canlıdır ve rızıklandırılırlar. Bizden önceki nesillere gelen belaları Allah Teâlâ’nın bize zikretmesi bir hal zikridir.

Fiilin en hazlı olanı zorlayıcı fiil, bakınız Aklınla düşün, varlığın yüceliği seni görürse

Bana ait ol, benim için olursan bütünüm olursun Yoksa ibret al, varlık benim ihsanım

Tövbe ettik cezamız hafiflemedi el-Mecid el-Mecid’den bildirdi

İnkâr edenlere de ki ‘sözüm doğru’ el-Mecid’in ihsanından gafil haldiniz

Ahiret hayatına intikalle istikbalde gerçekleşecek bazı işlerden söz etmiştir. Bunlar kullan mutlu eden veya etmeyen, gayeye uyan veya uymayan, doğaya yatkın olan ve olmayan, kemali ve eksikliği gösteren hususlardır. Onların (bir kısmını) arzulamak ve bir kısmından sakın­maktan söz etmiştir. Allah Teâlâ aşın yakınlığın yakınlığa karşı büyük bir perde olduğunu bildiği için, kendisini zikretti. Bu itibarla O bize şah damarından daha yakın olduğunu bildirdi. Şah damarının yakınlığını biliriz, fakat gözlerimiz onu görmez. İşte Hakkın bize yakınlığı da öyledir: Yakınlığını biliriz, fakat gözlerimiz O’nu idrak etmez. Bu nedenle uzaklığı nedeniyle olmaksızın kendisini zikretti. Allah Teâlâ uzak değildir, çünkü O koruyucudur; korumak hiç kuşkusuz yakınlığı iktiza eder. Biz O’nun gözünün önündeyiz. O da her nerede olursak olalım ve hatta her vakit bizimle beraberdir. Bu itibarla dil sürçmelerinden dolayı Allah Teâlâ’dan bağışlanma dileriz. Gerçi bu ifadeler de Allah Teâlâ katından bildirilmiş olsa bile, bilhassa ilahi mertebeyle ilgili ifadelerde edepli davranmak daha yerindedir. Edeplinin manaya dayanması yeterli de­ğildir: Edep lafızları dikkate almada tezahür eder. Allah Teâlâ bir lafzı bıra­kıp ötekine boş yere geçmeyeceğine göre biz de o lafızdan yüz çevire­nleyiz. Allah Teâlâ’nın kullandığı bir lafzı bırakıp anlamca benzeri olan başka bir lafzı kullanmak, faydasız bir tahriftir. Bununla birlikte büyük düş­man, böyle bir tahrifle sevinir. Allah Teâlâ’nın kullandığı lafzı bırakıp anlamca yakın başka bir lafzı tercih, ayakları kaydıran gizli bir tuzak olduğu kadar aynı zamanda nefsin kendini beğenmesi ve süfli-değersiz bir mertebeyi yakınlık mertebesi ve üstün ve değerli bir rütbe zannıyla izhar etmek demektir.

Allah Teâlâ kendisini zikrettiğinde her şeyin O’na döneceğini de belirt­miştir. Buradan dönüşün O’na olacağını anladık. Binaenaleyh mazeret beyanına muhtaç kalacağımız veya O’na döndüğümüzde utanmamızı gerektirecek bir davranış içinde bulunmamak gerekir. Gerçek ve sahih kul, Hakkın emrine uyar ve öyle bir kulda naz bulunmazken günahlar karşısında nasıl davranabilir? Allah Teâlâ kendini zikredince, kullarını kendi­lerine döndürerek şöyle demiştir: ‘Kendinizi tanırsanız beni tanırsınız.’ İlahi edebin gereği, nefsime dönüp bakmamdır. Ben sadece Allah Teâlâ hak­kında düşünüp nefsimi bir kenara bırakırsam, edebe göre davranmış sayılmam. Edepli olmadığımda, (Hakk ile karşılıklı oturmak anlamında) sedirde/yaygı oturanlardan sayılmam ve müşahededen mahrum kalı­rım. Müşahededen mahrum kalınca, onun kazandıracağı bilgiden de mahrum kalırım. Çünkü ben hakkında marifet elde edecek şekilde Allah Teâlâ hakkında düşünsem ve belki bu düşünceye uygun bir marifetle

O’nu tamsam bile, böyle bir bilgi benden talep edilen bilgi değildir. Çünkü Allah Teâlâ’nın benden talep ettiği bilgi, kendisiyle (âlemin ve nefsin) irtibatını öğrenmektir. Nefsi bırakıp sadece Allah Teâlâ hakkında düşünenin elde ettiği marifet, bu irtibatı veremeyeceği için Allah Teâlâ’nın kulu adına amaçlamış olduğu fayda gerçekleşmez. Öyleyse edepli insan, Rabbinin emriyle, nefsini öğrenmeye ve tanımaya geçer. Nefsini düşünce veya müşahede yoluyla tanıdığında, Rabbiyle irtibatını da öğrenmiş olur. Bu bilgi, tenzih ve teşbih, başka bir ifadeyle akla ve şeriata göre tam ve kâmil bir bilgiyle Hakkın dilediği üzere -bir eksiklik olmaksızınRab­bini bilmektir. Allah Teâlâ bizi nefsimize döndürürken, kendisini bilmede en uygun ve güzel yolu beyan etmiştir. Böylece (gördüğümüzün) ‘Hakk olduğu’ ve O’nun her şeyi gördüğü belli olmuştur.

Allah Teâlâ bir ilahi emir olmaksızın nefis hakkında düşünmeyi bırakıp O’nun hakkında düşünenlere yönelik olarak şöyle demiştir: ‘Dikkat ediniz! Onlar Rablerine kavuşmaktan kuşku içindedir.’217 Hâlbuki söz konusu insanlar, nefisleri hakkında düşünmekle ilgili davete uysalardı, hiç kuşkusuz Rablerine kavuşmaktan kuşku içinde olmayacaklardı, çünkü onlar Hakkı bizzat nefislerinde bulacaklardı. Sonra ayeti ta­mamlayarak şöyle buyurmuştur: ‘Dikkat ediniz! Allah Teâlâ her şeyi ihata edendir.’218 Burada sübût şeyliğini değil, varlık şeyliğini kastetmiştir, çünkü sübût şeyliğinde iş ihata özelliğiyle nitelenmez. Zikrettiğimiz meseleye vakıf olan, öğüt alanlardan birisidir. O kişi dilerse mirastan payını alır ve öğüt alır; dilerse hali hakkında sürekli düşünür. Çünkü nefis sahili olmayan bir ummandır. Dünya ve âhirette nefis hakkındaki düşüncenin varacağı bir nihayet yoktur. Bu itibarla nefis en yakın de­lildir. Onun hakkında düşüncen arttıkça, bilgin de artar; nefis hakkmdaki bilgi artıkça bu kez rab hakkındaki bilgi artar.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’                    ... .

'Benim keremim, sana ihsan ettiğim mallardır, kere­mimin keremi ise kendine karşı suç işlemekten seni engellemiş olmamdır' Münazelesinin Bilinmesi

Kerim olmak engellememek demek Bize göre ‘keremin keremi’ denir buna

O zatı gereği nimet verir

Nimetlerin anahtarı Ö’nda, burhanla sabit

           Hanıdin hamdine bak! Onun hakikati

Kendinde engelleme veya kınama olmamak

Allah Teâlâ bize bildirmek ve dikkatimizi çekmek üzere şöyle der: ‘Ey in­san! Seni kerim Rabbine karşı kışkırtan nedir?219 Allah Teâlâ insanın dikkatini çekerek, ‘Senin keremin’ demesini istemiştir. Bu husus, keremin kere­miyle ilgilidir. Allah Teâlâ’nın sana karşı suç işleyenleri affetmeni emretmesi ise kendi zannmca O’na karşı suç işlediğinde seni affetmek amacı taşır. Gerçekte kendine karşı suç işledin; fakat Allah Teâlâ’ya karşı suç islediğini zannetmenle zannın seni perdelemiştir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Siz Allah Teâlâ’nın yaptıklarınızın çoğunu bilmeyeceğini zannettiniz? Bu sizin Rabbinize karşı zannınızdır, böyle yaparak hüsrana uğradınız220 Başka bir ayette ‘Onla­rın ticaretleri kazanç sağlamadı, doğru yolu da bulamadılar221 buyurur.

Bilmelisin ki suçların en büyüğü iftiradır. İftira sana ait olmayan bir işi sana nispet etmektir. Söz konusu iş senden ortaya çıktığında, bu kez güzel ahlak sahibi olman (sana bu suçu izafe edenin) mertebesini nefsine tercih ederek sana nispet ettiği işte kendisini tasdik etmeni gerektirir. O da güzel ahlak sahibidir ve O’nun karşısında edepli dav­randığını bilir. Bu davranış nedeniyle alacağın karşılık O’nun katinda­dır. Böyle birinin güzel ahlakına karşılık Hakk ettiği değerin ve ihsanın


künhüne varılamaz. Çünkü ırzlar, mürüvvet ve erdem sahiplerine göre kan ve maldan daha çok korunması gereken şeylerdir. Allah Teâlâ sana böyle bir iş yaparak, böyle bir eziyet ve sıkıntıya karşı sabrını ve tahammülü­nü sınamak istemiştir. Çünkü O sana nispet edilen kötülüklerden ma­hallini temizlediğini bilir. Bunlar, yaratılış ve hüküm itibarıyla (yani iftiraya konu olan fiilin yaratılması ve ona suç hükmünün verilmesi) senden değil, O’ndan meydana gelmiştir. Başka bir ifadeyle sen o fiili yaratmadığın gibi hükmünü veren de sen değilsin. Sen O’nun sırrını ifşa etmez ve O’nunla tartışmazsan, sabredenlerin, O’ndan razı olanla­rın ve O’nun mertebesini kendi nefislerine tercih edenlerin Hakk ettiği derecelere ilave dereceler kazanırsın. Bütün bunlar, Allah Teâlâ’nın katında senin haz alacağın nimetlerdir. Allah Teâlâ bu nitelikteki birinin mertebesi­nin büyüklüğüne ‘Kim affeder ve arayı düzeltirse...'222 ayetiyle dikkat çekmiştir. En büyük af mertebesi yüce birisinden meydana gelen bü­yük bir işi affetmek, mertebesini tenzih etmek amacıyla kendisinden meydana gelmeyen birine onu izafe etmektir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onun ecri Allah Teâlâ’ya kalmıştır.'223 Ayette Allah Teâlâ ‘onun ecri Allah Teâlâ’ya kaldı’ demiş, ‘sabrına karşı’ veya falan işi tercihine karşı ecri Allah Teâlâ’ya kaldı’ dememiş­tir. Bu ince sırra dikkat et ve gafillerden olma! Allah Teâlâ karşısında edepli davran ve huzur sahibi ol! Allah Teâlâ ehlinden ve seçkinlerinden olmak istiyorsan, kalbinle O’nun karşısında bulunmalısın. Allah Teâlâ söz konusu insanların nefislerini kendine siper edinmiştir (takva). Allah Teâlâ bizi, ken­disiyle değil, nefsiyle sakınanlardan bizi etsin. O kişi edipler zümresin­de haşredilir.

Bu bölümde ‘keremin keremi’ hakkında yeterli açıklama yapılmış­tır. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.'

'Bizim mertebemizde garip olan bize karşı koyamaz, maruf (iyilik) yakınlara aittir' Münazelesinin Bilinmesi

Akrabalar bizde hüküm sahibidir

Mallarımızda ve bizde yönetim onlarda

Bir yolcu gelirse kalmak üzere bir gün

Hızla çeker gider, istenilen odur

Akraba yakınlığı ve yakınlık yakınlığı var

Onları birleştirdik, kullar haset eder bize

Kimsenin bedbahtlığı sürmez O’nunla                                                    .

Hiçbir varlık zail olmaz ve bozulmaz

Allah Teâlâ peygamberine emrederken ‘De ki sizden bir karşılık istemiyo­rum, sadece akrabalar hakkında sevgi istiyorum’’224 der. Bizimle Allah Teâlâ arasındaki nesep bağını tespit eden kutsi bir hadiste şöyle denilir: ‘Allah Teâlâ kıyamet günü şöyle nida eder: ‘Bugün sizin neseplerinizi (aranız­daki kan bağını) kaldıracağım, benim nesebimi yükselteceğim. Takva sahipleri nerede?’ Onlar, nefislerini siper edinerek O’nun mertebesini ve katını himaye edenlerdir. Bir ayette ‘Sizin en keremliniz Allah Teâlâ katında en takva sahibi elanınızdır’225 denilir. Yani en kuvvede siper olanınızdır, çünkü ayette ifade (en keremli), mübalağa kipinde gelmiştir.

Konu ilahi nesebin geçerliliğiyle ilgilidir. Nesep sahih olunca, ne­sebi sahih olanlar için gariplik ve yalnızlık kalmaz. Bu itibarla (Allah Teâlâ ile kulları arasında) nesep bağı, nitelikte benzeşme gerçekleştiğinde sahih olabilir. Kul tam ferdiyet (makamına) ulaşıp Allah Teâlâ katında bilinen ve âlemde bilinmeyen biri olunca, nesebi bilinmez ve makamına ulaşıla­maz. İnsanlar sıkıntı ve güçlüklerde -adını belirlemeden ve ayrım yap-


madanböyle biri vesilesiyle Allah Teâlâ’ya dua eder ve sığınır. Bu kişi, güç­lükler ortaya çıktığında duada vesile kabul edilendir. Zorluklar ortaya çıktığında insan şöyle der: ‘Allah Teâlâ’m! Salihlerin senin katındaki hürme­tine karşılık benim için şunu, bunu yap!’ Söz konusu kişi insanlar ara­sında tanınmaz fakat Allah Teâlâ katında bilinir. Ondan (Allah Teâlâ ehli olmayan) yabancılar nezdinde tanınmasını gerektirecek bir iş meydana gelmez ve yabancılar onu tanımaz, ona delil yoktur. Makamını bildiren delil bu­lunsaydı madup olurdu. Değer verilmeyen birisi ise madup olmaz. Söz konusu kişi, aynı makamda bulunanların dışında, Allah Teâlâ’nın yaratıkların­dan kimseyle tanılamayacağı bir halde bulunur.. Böyle bir niteliğe sahip olduğunda nesep sahihtir. Bir rivayete, Yahudilerin Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘Ey Muhammed! Bize Rabbinin nesebini söyle (bize O’nu nitele)’ dediklerinde, ‘De ki O Allah Teâlâ birdir226 ayetinin nazil olduğu akta­rılır.

Allah Teâlâ’nın nesebi ‘De ki o Allah Teâlâ’dır’ ifadesi Ö’nun hakkında düşünün ki ne olduğunu öğrenesin

Zatı gereği tektir ve es-Samed’dir O’nu kendinden başkası bilemez

Düşünerek, akıllar O’nu doğurmaz Ne olduğunu bilendir O

Tektir, O’ndan hiçbir masum meydana gelmez Hatta bir bile doğmaz, ne olduğunu söyle

O, varlığın kendisi! O benim güvencem Çoktur, ancak O’dur

Hakkı tenakuz içinde düşünün Benim sözüm: ‘O’ndan başka ilah yok’

Allah Teâlâ’nın mertebesi yabancılığı kabul etmez, çünkü O sıla-i rahim eder. Binaenaleyh Allah Teâlâ merhamet edenlerin en merhametlisidir.

O’nun yakınlığı meçhuldür. Allah Teâlâ’nın yakınlığını bilmeyenleri bilgisiz­likleri, O’nunla aralarında nesep bağı bulunmayan yabancılar mesabe­sine düşürmüştür. Çünkü Allah Teâlâ kuluna kulunun getirdiği işe göre davranır, ona ekleme yapmaz. Bu durum: ‘İşte bu sizin zannınızdıf227 ayetinde belirtilir. Binaenaleyh Allah Teâlâ onların inançlarındaki yakın komşularıyken onlar akrabalığı kesmiş (kat-i rahim), buna mukabil Allah Teâlâ da onlarla ilişkisini kesmiştir.                                                         ,

Nesep ilmi ne kadar değerli bir ilimdir! Araplar nesepleri öğren­mede çok ısrarlı davranmışlardır. Allah Teâlâ da daha önce ifade ettiğimiz üzere nesepleri iki yolla ispat etmiştir: Birincisi ‘kendi nesebimi yüksel­teceğim’ dediği yoldur. Diğeri ise (nesebin kaynağı olan) rahmin Rahman’dan bir dal olmasıdır. Bu durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Çocuk babanın sırrıdır’ hadisinde belirtilir. Kıyamet günü nesebini bilip akra­balığının farkında olan ve (yerine getirdiği/sıla-i rahim) rahmiyle Rahman’a tevessül eden bir insanla bütün bunları bilmeden gelen insan arasında ne kadar fark vardır! O kişi yabancı olduğuna ve (Allah Teâlâ ile) arasındaki bağın uzaklığına inanır. Haber yoluyla Adem’in onun babası ve kendisinin onun oğlu olduğunu bilseydi, yine de böyle dav­ranırdı. Ona göre bu nesep bağı, insana mutluluk kazandırmaz. Böyle bir görüşü ileri süren kişi yanılmaktadır. Aksine Adem ile aradaki ne­sep bağı, insana mutluluk kazandırır. Ben bunu Mekke’de babamız Hz. Âdem adına yaptığım bir umrenin ardından sahih bir rüyada zevk yoluyla görmüştüm. Benimle beraber babamız Âdem adına umre yapmalarım istediğim bir cemaat adına o gece aynı rüya başka bir insan tarafından görülmüştü. Söz konusu kişi, Hakka yakınlaşma, gök kapılarının açılışım, cemaatin yükselişini ve Mele-i a’la’nın onları ‘Mer­haba! Hoş geldiniz’ gibi ifadelerle karşıladıklarım görmüştü. Rüya bu kadardı.

Hz. Âdem’in bizimle arasındaki nesep bağı Allah Teâlâ ehli insanların çoğuna göre bile kesilmişken sıradan insanlar o konuda ne düşünebilir ki? Allah Teâlâ’ya hamd olsun, ben o bağa vasıl oldum (sıla-i rahim eyledim), benim sebebimle ve benim yolumu takip ederek o cemaat de ulaştı. Bunu yapmamız, Allah Teâlâ’nın onu nasip etmesinden kaynaklanmıştı. Bu esnada izinde yürüyeceğim bir ayak görmemiştim. Ben de ihsan ettiği nimederine karşılık Allah Teâlâ’ya hamdettim, çünkü babam Âdem ile aram­daki bağa ancak ilahi nesep bağıyla ulaşabilmiştim. Âdem ile aramdaki nesep bağı uzak iken fayda vermişti. Hâlbuki insanlar Allah Teâlâ’nın pek çok yerde söylediği ‘Ey Ademoğulları!’228 gibi ifadeleri anlayamamış, hiç kimse bu babalık ve oğulluğun farkına varamamıştır. Bununla birlikte sadece derin düşünce sahipleri öğüt alır. Allah Teâlâ bizi ve sizi babasına iyilikte bulunanlardan etsin. Allah Teâlâ’dan gelen bu öğüdün bir benzeri Âdemoğullarında şöyle dile getirilir: ‘Ey Harun’un kız kardeşi!’229 Hâl­buki Harun ne zaman yaşamış, o ne zaman yaşamış!

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

DÖRT YÜZ ELLİ BEŞİNCİ BÖLÜM

'Zahirimle döndüğüm kişi hiçbir zaman mutlu olamaz, batınımla döndüğüm kişi hiçbir zaman bedbaht ola-, maz ve bunun tersi' Münazelesinin Bilinmesi

Hüküm malum kaderin ve nispetlerin

Bir hakkal-yakîn öğrendim, hüküm sebebe ait değil

îşte Bilal, Habbab! Onların genel içindeki yeri nerede?

kümler nispetlere ait

Allah Teâlâ bizi o konuda uyanık etsin Çalışmadan, yorulmadan, emeksiz

Arifler için şeriat olmasaydı

Nöbet yerlerinde sakınan kimse olmazdı.

Ey öne geçmiş rahmet, ey her şeyi kapsayan rahmet!

O ikisi de hüsran ve yorgunluk mahalli değil

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O evveldir, ahirdir, zahirdir, batındır.’230 Bu­rada Allah Teâlâ bütün varlık olduğuna dikkat çekmektedir, çünkü buradaki taksim, O’ndan başkası değildir. Nimetler iki kısma ayrılır: Birincisi nefse aittir ki, bu kısım batındır; diğeri duyusal (maddi) nimederdir ve bu kısım hisseden (duyumsayan) nefiste ortaya çıkar. Azap da iki kıs­ma ayrılır: Birincisi nefsanîdir ve batındır. Diğeri duyusal-zahiri azap­tır. Hal de ikiye ayrılır: Birincisi önce gelen haldir ve bu kısım ilktir. Diğeri sonra gelendir. Bu bağlamda sadece öne geçen rahmet ile on­dan sonra gelen azap vardır. Sonra hepsine yayılan kuşatıcı rahmet gelir. Bu rahmet, hem sonra hem önce gelir. Allah Teâlâ gazap eder, razı olur; gazap zail olsun diye gazabına merhamet ederek gazap eder. Allah Teâlâ’nın gazabının rahmeti nasıl içerip kendisini ortadan kaldırarak hükmünün kalkmasını nasıl sağladığına bakınız! Böylece rahmet hak­kında ‘azap kelimesinin gerçekleştiği’ kimseyi kuşatır. Binaenaleyh Allah Teâlâ birine gazap ederse, rahmetiyle gazap etmiştir, çünkü gazap olmasaydı, gazabın varlığı ebedileşirdi. Azabın sürekli olması, söyledi­ğimi anlayan bilir ki, o esnada gerçekleşen azaba göre daha şiddetli bir durumdur.

Durum ifade ettiğimiz gibi olunca -ki söylediğimiz gibidir(bil­melisin ki): Zahirî yönelişte yönelmenin kendisine yapıldığı kişiyi mutlu kılan bir saadet bulunabileceği kadar yöneldiği kimseyi bedbaht kılan bedbahtlık da bulunabilir. Bazen batındaki yönelmede zahirî yönelmeyle ilgili söylediğimiz hususlar geçerli olabilir. Teveccüh edilen varlık (mertebe bakımından) gayb, şahadet veya (kendisi de) ruh, suret, hayvan ve natık (düşünen nefis) olabilir. Nefis ve duyunun bu yönelmelerden ve nispetlerin hükümlerinden etkilenmesi kaçınılmaz­dır; hüküm verenin hükmü hükme konu olan şeyde onlarla ortaya çıkar. Allah Teâlâ kendisine dönen hüviyetinin bütün bu söylediklerimizin aynı olduğunu söylemiştir. Dolayısıyla tasarruf Allah Teâlâ’dan ve O’nda meydana gelmiştir. Misal olarak buna intihar edene cennetin haram kılınmasıyla ilgili ifadede dikkat çekilmiştir. Dolayısıyla perde yoktur, çünkü kendisi nedeniyle zahirdir. Hakkın ondan perdelenmesi de mümkün değildir ve bu durum hızlı hareket etmesine yol açmıştır. Çünkü Allah Teâlâ Evvel ve Ahir (ilk, son) isimlerini zikretti. Bazen sonra gelen hızla hareket eder ve ilk olma hükmünü kazanır ve hızla koşana göre ilk son haline gelir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in zikretmiş ol­duğu bir ifade gelmiştir: ‘Kulum canı hakkında benimle yarışır. Öyle bir kuluma cenneti haram kılarım. Dolayısıyla onu bu keşiften sonra hiçbir şey örtemez.’ Çünkü kimin öne geçtiğini, kimin arda kaldığını bildiği gibi kimin yarattığını da bilir. ‘0 Latif tir.’231 Dolayısıyla zuhur etmez. ‘Habirdir.’232 O’nun Habir olması bilinenin kendisine verdiği bilgiyi zevk yoluyla elde etmesidir, çünkü bilinen mertebe itibarıyla bilgiden öncedir. Bununla birlikte zihinde birbirlerine denktirler; bu denklik, bilinenin varlık veya yokluk olması itibarıyla değil, bilinen bir şey olmasından kaynaklanır. Çünkü bilene bilgiyi veren odur. Binaena­leyh havanın sıcaklığı veya soğukluğuyla bile olsa, âlemde bir muduluk ve bedbahtlığın bulunmalıdır ve bu (varlığa) ilave değildir. Mizaca yatkın olan mutluluk iken ona yatkın olmayan bedbahtlıktır. Sonra maksat, kemal ve şeriat hakkında da bu şekilde değerlendirme yapabi­lirsin. Bütün bunları (tanımlarken) yatkınlığın bulunup bulunmayışına göre hüküm verirsin. Bunu anlamalısın, burada sadece özedemek ve dikkat çekmek istedik.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

'Sözümü dinleme esnasında hareket eden kişi hiç kuş­kusuz sema yapmıştır' Münazelesinin Bilinmesi

-Burada vücûdu kazandıran vecd halini kastetmektedir.-

Allah Teâlâ’nın kelamını duymasaydık ortaya çıkmazdı

Varlıklarımız; O’ndan kıdemde yayıldı

Varlığa yayıldı; duymak olmasaydı dönmezdi

Yokluk hali nedeniyle dereceler üzerinde

Biz berzahtayız Hakk görür bizi

Hâdislik ve kadimlik hükmü arasında

Sözü olmayandan var olmadık                                                       .

Var olma bir kasıttan ve kelimeden gerçekleşti

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Bizim irade ettiğimiz bir şeye sözümüz ‘ol’ de­mektir, o da olur.'233 Yani ol emrinin yöneldiği bir şey meydana gelir. Her şey bu sözle yok olur ve var olur. Bu itibarla ol sözü bir tesir mey­dana getirir ve bu nedenle Arapçada söz yara anlamındaki ‘kelem’den türetilerek kelam diye isimlendirilmiştir; yara bir eser ve izdir. Eser var olduğunda, ondan meydana gelen herhangi bir şey kelam diye isimlen­dirilmiştir. Hareket bir halden bir Hakk intikaldir. Başka bir ifadeyle hareket, dinleyicinin bulunduğu halden sözü dinlemenin kazandırdığı Hakk geçmektir. Dinleyici bu halde anlayışına göre bulunur. Bu itibarla kişi, dinleme esnasında harekete mecburdur. Bu nedenle sufiler, mec­liste bulunanlar hakkında şuuru olan kimsenin hareketini vecd saymaz­lar. Vecde erebilmek için bütünüyle Allah Teâlâ ile hareket etmesi gerekir. Binaenaleyh kişi yanında bulunanların frakında olduğunda, beraber oturduğu kimselere -vecd sahibi değiltevaciid (vecde gelmek için


kendini zorlayan) sahibi olduğunu bildirmesi bir zorunluluktur. Böyle yaparsa, onun hali uygun görülebilir. Yine de sufilere göre her halü­karda bu hal övgüye layık değildir, çünkü onlar, esas itibarıyla hareket­linin neftiyle hareket etmesini nahoş bulurken hareket ettirenle hareket etmeyi överler. Öyleyse sufılerin kabul ettikleri sema asıl itibarıyla değerli bir şeydir ve her şeye yayılmıştır. Bu semaya mahsus doğal ve özel bir yöntemle teganni, ahenk yoktur. Çünkü doğal ölçü (melodi), belirli bir mizaçta doğadan oluşmuş bir şeye tesir edebilir. Bu yönüyle doğanın hareketinde anlamak şart değilken aklî nefislerin hareketleri öyle değildir. Bununla birlikte doğanın da onların var olma ilkelerinde etkisi vardır. Fakat doğa bu etkiyi ancak anlamak yoluyla icra edebilir. Başka bir ifadeyle düşünen nefisleri anlayış gücü harekete geçirebilir. Balanız! Var olanlar, anlamayla meydana gelmiş ve ortaya çıkmışlardır, anlamamakla değil! Çünkü onlar, ol emrinin manasını bilmekle var olmuşlardır. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘o da olur’234 dedi. Yani ol denilen şey, var olur. Çünkü o duyduğu sözden var olmaktan başka bir hal kast edilmediğini anlamış, hemen var olmuştur. Bu hareketin vecd diye isimlendirilmiş olmasının nedeni, sadece vücûdun, yani hükmün varlı­ğının onun vesilesiyle meydana gelmesidir. İster gözle ister gözsüz meydana gelsin durum birdir, çünkü gerçekte o var olanın aynıdır.

Allah Teâlâ konuşma niteliğini kullarına vermiş, kendisini ‘duyan’ saya­rak, kulun O’ndan talep ettiği şeyin meydana gelmesi üzere bir mahal yapmış, kulun dileğine karşılık vermesini icabet diye isimlendirmiş, bu talebi ‘ol’ sözündeki gibi emir kipiyle ifade ederek gerçekleri oldukları hal üzere bilen akıllılara şunu göstermiştir: Hakikatlerin hükümleri kendilerinden kaynaklanır, onlar başkası tarafından meydana getiril­mezler. Böyle bir bilgi insanların çoğundan sakınılmış bilgilerdendir. Hatta böyle bir bilgiye sahip arifin onu insanlara açıklaması yasaktır. Çünkü o bilginin açıklanması Hakkın inkârına yol açar. Bununla bir­likte onlar, manaların bulundukları kimselerde -akla görehükümler gerektirdiğini bilir ve bununla hükümlerin manaların kendilerinden kaynaklanmasını kast ederler. Bu nedenle kelamcı bir mahalde olmak­sızın hâdis iradeyi kabul edenlerin görüşünü reddedebilme imkânı bulmuştur.

Allah Teâlâ’nın Hz. Musa’ya ağaçtan konuşmasına gelirsek, bu durum, bir kısmına göre kelamın kendisini yaratana nispet edilebileceğine delildir. Başka bir gruba göre duyma gücü, kendisiyle ilgili bir şeye taalluk etmiştir; kastedilen ağaçtan gelen hitaptır ve o da Allah Teâlâ’nın ke­lamıdır. (Yaratılmışın sözünün Allah Teâlâ’nın kelamı olmasına misal olarak) Nitekim benzer bir ayet-i kerimede ‘Onu (müşrik) komşu edin ki, (senin okuduğun) Allah Teâlâ’nın kelamını duysun.’235 Kulağın neye taalluk ettiği ma­lumdur. Bu görüşü benimseyenler konuşanın kelam niteliğinin ken­dinde bulunduğu kimse olduğunu söylemiştir. Bütün suretleriyle bir­likte varlığın Allah Teâlâ’ya ait olduğunu söyleyen keşif sahipleri ise Hakkın sıfatıyla değilhüviyetiyle kulun dili, duyması, görmesi olması gibi ağacı konuşan Hakkın bir sureti saymışlardır. Nitekim Allah Teâlâ inkâr edilebileceği bir surette göründüğü gibi tanınacağı ve kabul edilebile­ceği surette de tecelli eder; hâlbuki her durumda kendisidir, başkası değildir, çünkü başkası yoktur. O halde ağaçtan konuşan Hakk’tan baş­kası değildir ve Hakk ağacın suretidir. Hz. Musa’dan duyan Hakk idi. Bu durumda Hakk duyan olması itibarıyla Musa’nın suretiyken konuşan olması bakımından ağaçtır. Ağaç, ağaç; Musa da Musa’dır! Burada hulûl yoktur. Bir şey kendi zatına hulûl etmez; hulûl ise iki zatın olma­sını gerektirirken burada sadece iki hüküm vardır.

Duyu şahit fikirlerin inkâr ettiğine Akıl duyunun reddettiğini bilir ,

Ona bak! suretlerinde sırlar gör En güzel tertibinde hükmüne bak

Yakından gördüğünün aynı olarak görürsün O’nu bilen ancak O’nunla bilebilir

Bü münazelelerde özetlediğim ilahi sırlara dikkât ediniz. Onların eşyanın kendinde bulundukları durum hakkında verdikleri bilgilere bakınız. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Yirmi Dokuzuncu Sifir 19i

DÖRT YÜZ ELLİ YEDİNCİ BÖLÜM

'Mutlak Teklif' Münazelesinin Bilinmesi

Tekliflerin hükmü Allah Teâlâ ile insanlar arasında ‘Unutan’ diye nitelenmiş babamızın verdiği sözden çıktı

Emir benden O’na O’ndan bize ulaşır                                                      -

Bizi davet ederse ‘baş üstüne’ der koşarız

‘Kullarım beni sana sorduklarında.. .’23<s Allah Teâlâ peygamberine şöyle demeyi emreder: ‘Ben yakınım! Dua edene karşılık veririm, onlar da bana icabet etsinler.m Yani emrettiğim işleri yapmaya çağırdığımda, çağrı­ma icabet etsinler! Bu emirler onlara şeriat yapılmıştır ve hepsi şeriat­tır. Kuşkusuz Allah Teâlâ kendisini kullarını yükümlü tuttuğu işlere ortak kılmış, bu konuda emri onlara bırakmıştır. Bu, gerçekte işin kendinde olduğu durum ve onun kimsenin yaratmasıyla gerçekleşmediğini bildi­rir. Çünkü Allah Teâlâ hüviyetine nispet ettiği hususlarda, yaratmanın ma­halli olmaktan münezzehtir. Bununla birlikte O yaratılmışın suretinde ortaya çıkabilir. Bu durumda gözün verisi, gözün gördüğü şeyler hakkındaki hükümlerin yaratılmış olduğu hükmünü verir. Bununla birlikte hakikat, gerçeğin gözün idrak ettiği şekilde olmadığını bildirir. Binae­naleyh seçkin insanlarda ilahi bilgiler hususunda kalp ile göz arasında çatışma devam ederken benzer çatışma sıradan insanlarda muhabbet hakkında ortaya çıkar. Bizim de sıradan insanlarda gerçekleştiği haliyle gençlik hakkında bir şiirimiz vardır:

Ruhum hiç kuşkusuz telefe gidiyor Çünkü kalbim onun değerini düşürmüştür

Kalbime dedim ki beni sen hasta ettin Bana dedi ki, beni telef eden senin gözün

Göz görmeseydi ardından ben yürümezdim Göz olmasaydı sevginin peşinden giden olmazdı

Bende olanları hep bedenime taksim ettim:

Gözyaşı, üzüntü, sıkıntı ve keder

Mutlak teklif ifadesi iki şeyi anlatmak için kullanılır: Birincisi tekli­fin insanın her yönünü kuşatmasıdır. Misal olarak ‘İnsanın her uzvuna sadaka gerekir’ ifadesini verebiliriz. Bu teklif ‘Ancak sana ibadet ede­riz238 ayetinde de geçer. Burada teklifin genelliği ve yükümlünün bü­tün zatmı ifade etmek üzere çoğul zamirle ifade edilmiştir. Bu anla­mıyla mutlak teklifin bir yönü de bütün şeraiderin görüş birliğine vardığı hususlardır ve bu konuda herhangi bir şeriat ötekinden ayrıl­maz. Bu teklif ‘Dini doğru yerine getirin, dinde ayrılığa düşmeyin239 şek­linde ifade edilmiştir. Burada Allah Teâlâ genel ve mutlak bir ifade kullan­mıştır. Mudaklığın ikinci yönü Allah Teâlâ’nın kendisini bize ortak kılmasıdır. Böylece Allah Teâlâ bize emreden-emredilen, yasaklayan-yasaklanan olduğu­nu öğretir. Rabbin bir işi yapmaktan alı konması, ‘Rabbimiz! bizi ceza­landırma’, ‘Rabbimiz! bize yük yükleme’, ‘Rabbimiz! bize takatimiz yetme­yecek işler yükleme240 vb. ayederde geçer. Emirle ilgili olarak ‘Rabbimiz! bizi bağışla ve merhamet et241 veya ‘Bize yardım eyle’ gibi ifadeler var­dır. Bizim emri vermemiz, Şâri’nin onu bize emretmesinden kaynakla­nır. Buna mukabil Allah Teâlâ sahih bir rivayette belirtildiği üzere cevap vererek ‘Yaptım, yardım ettim’ der. Allah Teâlâ bize ‘Namazı kılınız, zekâtı veriniz, Allah Teâlâ’ya borç veriniz242 gibi ayederde emirler verir. Bu emre yönelik cevabımız, O’ndan meydana gelenden farklı olarak iki türlü­dür: Birincisi O’nun cevabına uygundur. Bu, ‘Duyduk ve itaat ettik243 ifadesinde dile getirilir. Bütün yönlerden O’nun icabetine uygun olma­yan cevap ‘Duyduk ve günahkâr olduk244 ayetinde dile getirilir. Bu ce­vap, Allah Teâlâ’nın kendisini muduluktan uzaklaştırıp bedbahdığına yaklaş­tırdığı kimsenin cevabıdır.

Böylece mutlak teklifin anlamını açıklamış olduk. Bu teklifte Hak­kın da bulunması, O’nun kendilerinden insaf (veya işin yarısını) iste-

mek üzere, kullarına karşı insafıdır (işi yarıya bölmesi). Allah Teâlâ başka bir yerde haklarında bedbahdık yazmış olduğu topluluk hakkmda ilahi bir dayanak tespit etmiş, orada insaf makamında bulunmamış, onları kör etmiş, onlar da kör olmuş, Allah Teâlâ’ya ait bir şeyi kendilerine nispet etmiş, Allah Teâlâ da onları bu nedenle bedbaht kılmış ve şöyle demiştir: ‘Kesin delil Allah Teâlâ’ya aittir.'2*5 Çünkü onunla kendisi arasında çatışma meydana gel­miştir. Çünkü gerçekte iki hüküm vardır, iki zat yoktur, bunu anlama­lısın! Bize göre Allah Teâlâ’nın kulları hakkmda kesin delil sahibi olması, bil­ginin bilinene tâbi olmasından başka bir şey değildir; yoksa bilgi bili­nen hakkında hüküm veren değildir. Malum (ilahi bilgiye itiraz ede­rek) bir şey söylerse, ‘senden yokluğun halinde şunu öğrendim’ diyerek kendisi hakkındaki kesin delil Allah Teâlâ’ya aittir. İlahi ilim maluma şöyle der: ‘Bana verdiğin bilgiye göre seni varlıkta izhar ettim.’ Kul söylene­nin doğru olduğunu anlar, ilahi-irfan mertebesinde yaratıkların delilleri silinir gider. Genel hakkında iş daha anlaşılırdır. Hüküm ise adamların anlayışına göre değişir. Birine göre ortaya konulan delil ötekine göre delil değildir. Bu itibarla her sınıfın Allah Teâlâ katında özel delili vardır ve o delil sayesinde Allah Teâlâ kullarına baskın gelir. ‘O el-Kahir’dir.'2*6 Yani kesin deliliyle baskın gelendir. ‘Kulları üzerinde, O Hâkim ve Habir'dir.’ Allah Teâlâ kesin delil sahibi olması itibariyle her sınıf üzerinde ' hüküm sahibi olarak ortaya çıkar. Mutlak teklif olmasaydı, ne hasım ne Allah Teâlâ karşısında amelimiz olurdu.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

'Zat Tecellililerini İdrak' Münazelesinin Bilinmesi

Zat tecellileri ulaşır bize                          -

Onları idrak etsek yok ederlerdi bizi

Çünkü Allah Teâlâ kendisi hakkında kıskanç Kimse var mı sizden anlayan bizi?

Bu hususta gerçek nedir?                                       -

Hiçbir varlık bilemez bizi

Ayette şöyle denilir: ‘Allah Teâlâ göklerin ve yerin nurudur.’247 Yaratıkları ile arasına çekilmiş ilahi perdeler hakkında ‘Allah Teâlâ’nın perdeleri vardır, onları kaldırsaydı zatının tecellileri gözün gördüğü her şeyi yakardı’ denilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘Rabbini gördün mü?’ diye sorulduğunda, ‘Nur idi, nasıl göreyim ki?’ diye cevap vermiştir. Perdeler yaratılmışsa­lar, tecelliler karşısında nasıl kalabilirler? Çünkü onlar tecellilerden perdeli değillerdi. Fakat bunun Allah Teâlâ’nın kullarından sakladığı bir sır olduğunu bilmelisin. Bu saklama ise nurani ve karanlık perdeler diye isimlendirildi. Nurani perdeler fikir yoluyla öğrenilmesini engelleyen perdeler iken karanlık olanlar doğal ve adet olan şeylerle perdelenme­sidir. Bu perdeler kullarının gözlerinden kalksaydı, zatının tecellileri gözün gördüğü bütün yaratıkları yakardı. Bu bağlamda yanmak, yara­tıkların üzerinde bulundukları, daha doğrusu kendisi oldukları zayıf ışığın daha yüce bir ışığa girmesidir. Buna misal olarak yıldızların ışıklarının güneşin ışığına girmesini verebiliriz. Güneş ışınları altında yıldızların ışıkları, kendilerinde hala ışık bulunsa bile, silinmiştir. Dola­yısıyla bu ifadeyle yok olma kastedilmez, sadece, gözle görülen bir varlıkta gerçekleşen hal değişmesi kastedilir. Halinin değişmesiyle ona verilen isim de değişir. Mesela odun yandığında -cevheri bir olsa bileköz diye isimlendirilir. Bilindiği gibi yıldızlar, kendiliklerinde bir ışığa


sahiptirler, fakat onları idrak gücümüzün zayıflığı nedeniyle göreme­yiz. Âlimler adına perdeler kaldırılsaydı, hiç kuşkusuz, onlar kendileri­ni O’nun aynı diye görürler ve iş bir olurdu. Allah Teâlâ perdeleri onların üzerinden kaldırmış, zatlarını bir zat olarak görmüş ve kendilerinden aktarıldığı üzere ‘Ben Allah Teâlâ’m!’, ‘Kendimi tenzih ederim’ gibi ifadeler söylemişlerdir. Sıradan insanlardan perdeler kalkmaz, bu nedenle onlar işi kendinde bulunduğu halde müşahede edemezler ve aralarında tartı­şır dururlar. Arifler ise Allah Teâlâ karşısında edebin gereğiyle konuşmalarını gizlerler, çünkü onlar, edepli insanlardır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Hikmeti ehli olmayana vermeyiniz, öyle yaparsanız hikmete zulüm etmiş olursunuz. Ehline de engellemeyin, bu kez ehline haksızlık etmiş olursunuz.’

Şâri ariflere bundan daha güçlü bir yükümlülük yüklememiştir. Burada onlara her şahsı murakabe etmelerini emretti. Onlar da bu hadise dayanarak âlemi şahıs şahıs araştırmışlardır. Çünkü onlar hik­met ehlidir: Kimde ehliyet bulunduğunu görürlerse, hikmeti ona verir­ler ki, ona karşı zalim olmasınlar! Kişi de ehliyet görmezlerse, hikmete haksızlık etmemek için vermezler. Onlar sürekli âlemi aramayı sür­dürmüşlerdir. Bu araştırma, ‘Allah Teâlâ her şeyi gözetendir248 ayetinden on­ların nasibidir. Her kim Allah Teâlâ’nın gözüyle âlemi gözetlerse, herhangi bir iş onu ötekinden alıkoymaz ve her işte zatıyla tasarruf eder. Çünkü müşahedesi ilahidir ve kendinde tasarrufta bulunanın tasarrufunu ka­bul eder. Tasarrufta bulunan, bu yönden rahata ermiştir. Perdenin ardından nefsinin gözüyle zatını murakabe eden ise çok çalışır ve yoru­lur ve böyle davrandığı sürece yorulmaya devam eder.

Nur ile O’nun nurları idrak edilir Nur ile idrak edilen her şey idrak edilir

Kim kendi hakkının niteliğiyle olursa Zatıyla malik olur, mülk olmaz o

Bu münazele hakkında akıl sahipleri için yeterli açıklama ve işaret olmuştur. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır

DÖRT YÜZ ELLİ DOKUZUNCU BÖLÜM

'Onlar bizim nezdimizde seçilmiş-hayırlılardandır' Münazelesinin Bilinmesi

Üç kişi var ki hepsi seçilmiş

Zalim, öne geçen ve ortada olan

Kitabı onlara varis, bilgiyle yükselin

Kurtulun vehimlerinizden .                                                   '

Onları kendine seçmiş ve himmetleri yücelmiş .

Görülen her şeyden daha yukarı çıkmışlar

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Sonra kullarımızdan seçtiklerimizi kitaba varis kıl­dık, bir kısmı kendine karşı zalim, bir kısmı ölçülü, bir kısmı iyiliklerde öne geçmiştir. Bu büyük bir ihsandır.’249 Bütün bunlar Allah Teâlâ’nın emriyle ger­çekleşmiştir. Kendine karşı zalim olan, Allah Teâlâ katında değerini bildiği için zalimdir; başka bir ifadeyle nefsine zalim değil, nefsi nedeniyle zalimdir. Böyle bir insan Hakkın dışında her Hakk sahibine hakkını verir. Hakka ise bütün hakkını veremez. Aksine Hakka sadece ‘edip’ diye isimlendirilmesini sağlayacak hakkı verir. Böyle isimlendirilmediği diğer yöne ise nebilerin arasına katılana kadar kendinden dolayı zul­meder. Böyle bir zulüm kula dönük ilahi ihsandan kaynaklanır. Kim bu hali müşahede ederse, seçilmiş olsa bile, kendisine karşı zalim diye isimlendirilir. Onu bu Hakk ulaştıran şey, kitap hakkındaki bilgisidir ve böylece kitaba göre hüküm verir. Nitekim ‘kitap hakkında bilgisi olan kişi’ Hz. Süleyman’a ‘Ben onu sana gözünü açıp kapamazdan önce getire­ceğim250 demişti. Kitap olmasaydı, Asıf b. Berhaya bunu bilmeyecekti.

Ayette geçen ‘ölçülü giden’, her mertebede mertebenin hükmüyle ölçülü davranandır. Böyle biri -nefsiyle değilmertebenin hükmüyle hareket eder. Onlar, Allah Teâlâ’nın gizli ve temiz olan ehlidir. Bu yönüyle zalim Hakkın zorunlu niteliklerini müşahede ederek onları kendisine nispet etmez. Ölçülü olan, mertebeleri ve onların hakkını müşahede eder. Zalim, ölçülünün hükmüne dâhildir ve bu nedenle ölçülü vasat olmuştur; çünkü o iki uçta bulunmayan bir hakikate sahip olduğu gibi iki uçta muhtaç olunan veya kendisine dâhil özellikler de onda bulu­nur. İyiliklerde öne geçen, kendisine gelmeden öne mertebelerin hük­müne hazırlanandır. Bazen bütün bu haller tek bir şahısta toplanır ve o kişi zalim, ölçülü ve iyiliklere koşan olur.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

DÖRT YÜZ ALTMIŞINCI BÖLÜM

'İslam, iman, birinci ve ikinci ihsan' Münazelesinin Bilinmesi

Bildim ki himmet ettim ben Fakat anlamadım

Allah Teâlâ’nın ondaki muradını Çünkü müşahede etmedim

İslam ortaya çıkar benim sözümle

Ben Müslüman oldum derim  . '

Bu sözle her kötülükten salimim                                         ,

Yine bu sözle nimetlenirim . .

. İman ise gizli

Fakat ben gizlemedim                                                         .                             ,

İhsanda görürüm O’nu Teşbih ederek ve derim ki:

Münezzehtir benim görmemden Çünkü ben bilmedim

Hakkın onda olduğunu Hakka yönelmedim

Benim bilgim bana şahit Müşahede ettiğim gerçek

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Araplar iman ettik dediler; de ki, iman etmediniz, müslüman olduk deyiniz251 Başka bir ayette ‘İyiliğin karşılığı iyiliktir252 denilir. Bir hadiste ise şöyle denilir: ‘İman, İslam ve ihsan arasında fark vardır: İslam amel, iman tasdik, ihsan görmek veya görmek gibidir.’ İslam boyun eğmek, iman inanmak, ihsan ise şahidiktir. Kim bu nite­likleri kendinde toplar ve bunların hükümleri kendinde ortaya çıkarsa, Hakkın her suretteki tecellisi onun için genelleşir. Böyle bir insan her nerede tecelli ederse etsin Hakkı inkâr etmeyeceği gibi gizlenmek iste­diği bir yerde de Hakkı izhar etmez; O’nun iradesini bildiği için kendi­sine ‘yardım eder.’ Çünkü mertebeleri ve onların Hakk ettiği hükümleri bilir. Hakkın yücelik mertebesinden kendisine tenezzül ettiği kimse adına bundan daha değerli bir mertebe yoktur. Böyle birisi el-Mümin (Hakk) nedeniyle mümin, el-Muhsin nedeniyle Muhsin (ihsan sahibi), (Hakkın kulun dilediğini yerine getirmesi anlamında) İslam nedeniyle müslüman olandır. Çünkü Hakk kulun O’ndan istediği bir işi yaptığın­da, hiç kuşkusuz, kula boyun eğmiş olur. Bu itibarla kul ‘Rabbim beni bağışla253 der, Allah Teâlâ da onu bağışlar, çünkü O ‘Bağışlanma dileyen var mı, bağışlayayım’ derken doğru sözlüdür.

insanlar kendisini yalanlayacakları ölçüde Hakkı tenzih etmekle meşgul oldukları için ve bilgisizlikleri nedeniyle pek çok hayrı kaçır­mışlardır. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Ey kitap ehli! Dininizde aşırıya gitmeyin, Allah Teâlâ hakkında sadece doğru söyleyin254 demiştir. Allah Teâlâ hakkındaki doğ­ru, O’nun kendinden bildirdikleridir. Alemin kendisini bildiğini bil­memiş olsaydı, ‘Allah Teâlâ hakkında sadece hakkı söyleyin’ demezdi. Bu itibarla hakikatin (ve Hakkın) zuhura olan ihtiyacı, mazharın kendisini izharına olan ihtiyacından çoktur, çünkü Allah Teâlâ bize belirli yerlerde hakikati izharı yasaklamıştır. Misal olarak gıybet, laf taşımak ve sırları gizlemeyi verebiliriz. Hepsi de sözel varlıkta (kevn-i kavlî) izharları yasaklanan doğrulardır, yoksa onlar kendilerinde bulundukları kimsede bir nitelik olmaları itibarıyla yasaklanmış değillerdir. Hakk açık ve gizli olandır. O halde Hakk için ihsan görmek iken kulda ihsan ‘sanki gör­mektir.’ Hakta ve yaratıklarda iman da kendi hakikati üzere bulunur. Gerçeği bilenler için İslam da öyledir. Bununla birlikte Allah Teâlâ için Müs­lüman denilemez. Bu itibarla bilinen her şey söylenmez veya görülen her şey açık edilmez. Hürlerin gönülleri, sırların kabirleridir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

'Üzerine perdemi çektiğim kişi benim sakladıklarımdandır, o bilinmez ve kendisi de bilmez' Münazelesinin Bilinmesi

Sakınılmış olanlar Allah Teâlâ katında perdelenmiş

Onlar ne kimseyi tanır ne tanınırlar

Onlardan uzaklaşılır, onlar neye benzer dersen:

. Gecelerin arasında Kadir gecesinin saklanmasına benzerler

Onu bir kişi bilebilir

Emir âleminden soyutlanmış niteliksiz kişi                         ,

Karanlığın ardından bakan kişiye görülür

Gecenin başından fecrin doğumuna kadar

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Çadırlar içerisinde çekik gözlü huriler.. ,’255 Onlar tefsir değilişarî yorumla ariflerdir. Onlar âlem içinde tanınmayan ve bilinmeyenlerdir. Dolayısıyla onlardan bir şey ortaya çıkmadığı gibi üzerlerinde tanınmalarını sağlayacak bir özellik görülmez. Onlar var­lıkta sadece Allah Teâlâ’yı müşahede eder ve âlemin ne olduğunu bilmezler, çünkü onlar, âlemi görmezler.

Hakk sirayet etmiş fakat kimse bilmez O’nu

O’nda olduğunu söyleyenden başka

Her hükümdarın bir haremi vardır. Allah Teâlâ’yı bilen arifler de O’nun haremindedir. Ariflerin içinde bulundukları harem, genel alışkanlıklar­dır. Allah Teâlâ onları ancak seçkinlere ve sıradan insanlara görülen özellik­lerle perdelemiştir. Alim Hakkı imanla ve müşahedeyle görürken âlemi duyuyla idrak eder. Bu insanlar ise Hakkı müşahede ederken âlemin


(varlığını) iman ederek kabul ederler. Hakk onlara âlem diye bir şeyin var olduğunu bildirmiş, ona inanmışlar, fakat kendisini görmemişler­dir. Nitekim âlem de Allah Teâlâ’ya iman eder, fakat O’nu görmez. Onlar Hakk vasıtasıyla O’nun şahideri, hakkal-yakîn ulaştıkları makamda doğ­ruluk oturağında oturanlardır. Onlara şöyle denilebilir: ‘Sizin şahid ve meşhud sözünüz bir farkı anlatır.’ Onlar bu söze karşılık şöyle derler: ‘Sen kendi zatını zatınla görmüyor musun? Demek ki sen kendinden başkasın!’ Onların bu konudaki sözleri Hakk karşısında bir müşaheden ibarettir. Onlar âlem denilen bir şeyin bulunduğuna edebin gereğiyle iman ederler. Onlar gerçekte mümin olanlar iken âlimler doğru sözlü­lerdir.             .

Hakkın münazelelerinden öğrendiklerimizin bir kısmı bunlardır, çünkü münazeleler, sayılamayacak ve tanımlanamayacak kadar çoktur. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır/’

Allah Teâlâ’ya hamd olsun, O’nun yardımı, desteği ve ilhamıyla kutüplar ve onların sahip oldukları düsturlar bahsine başlayacağız. O düstura göre amel eden kimsenin onların bulduğu şeyi bulacaklarını müşahede edeceklerini bildirmek istiyorum, çünkü bu kitabımı insanlara fayda vermek üzere yazdım. Daha doğrusu Allah Teâlâ bu kitabı bu esasa göre belirledi ve kitabın bütünü Allah Teâlâ’dan gelen bir fetihtir. Bu kitapta kulun Rabbinden dileği olaraközetleme yöntemini takip etmek iste­dim. Bunun bir dua olduğunu söyledik, çünkü bizim halimiz, Hakkın tebliğ ettiğini emrettiği şeyi tebliğ etmeyi gerektirir. Allah Teâlâ dilediğini yapandır. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.,

Dört yüz altmış birinci bölümün sona ermesiyle birlikte, yirmi dokuzuncu sifir sona ermiştir, Allah Teâlâ’ya hamd olsun!

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar