Print Friendly and PDF

Tembel Japonlar ve Hırsız Almanlar

Bunlarada Bakarsınız



Bazı kültürler ekonomik kalkınma becerisinden yoksunlar mı?

Avustralyalı bir yönetim danışmanı, gelişmekte olan bir ülkedeki pek çok fabrikayı gezdikten sonra, kendisini davet eden hükümet yetkililerine şunları söylemişti: ‘Ucuz işgücünüz hakkındaki izlenimim onları çalışırken görünce kısa sürede hayal kırıklığına dönüştü. Ücretlerinin düşük olduğu şüphesiz. Fakat verimleri de öyle. Adamlarınızı iş başında görmek, bana sizin zamanı umursamayan, hâlinden memnun ve rahat bir ırk olduğunuzu hissettirdi. Konuştuğum bazı yöneticiler, bana millî kalıtsal alışkanlıkları değiştirmenin imkânsız olduğunu anlattılar.’

Bu AvustralyalI danışman, anlaşılır şekilde, ziyaret ettiği ülkenin işçilerinin doğru bir iş ahlâkına sahip olmadıklarından endişe ediyordu. Esasen, düşüncesini oldukça kibar ifade etmişti. Daha dobra olabilir ve onlara sadece ‘tembelsiniz’ diyebilirdi. Ülkenin yoksul olduğu aşikârdı. Belki son derece yoksul değildi, ama geliri Avustralya’nınkinin dörtte birinden azdı.

Ülkenin yöneticileri kendileri adına AvustralyalI ile hemfikirdiler. Hiç değilse ‘millî kalıtsal alışkanlıklar’ın ya da kültürün, mümkün olsa bile, değiştirilebilmesinin kolay olmadığının farkına varacak kadar akıllıydılar.19. yüzyıl Alman iktisatçısı ve toplumbilimcisi Max Weber’in ufuk açan çalışması Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu'nda ifade gibi, ekonomik kalkınmaya daha uygun bazı kültürler (örneğin, Protestanlık) mevcuttur. Anlatılan ülke 1915 yılının Japonya’sıydı.  Avustralya’dan (bu

ülke günümüzde iyi zaman geçirme konusundaki becerisiyle bilinir) birinin Japonlara tembel diyebilmesi kulağa pek de doğru gelmiyor. Ancak, bir asır önce Batıkların Japonya hakkındaki düşüncesi buydu.

Amerikalı misyoner Sidney Gulick 1903 tarihli Japonların Evrimi adlı kitabında birçok Japon’un ‘tembel ve zamanın geçişine son derece kayıtsız oldukları ... izlenimi verdiklerini’ gözlemlemişti.  Gulick sıradan bir gözlemci değildi. Japonya’da 25 yıl (18881913) yaşamıştı, Japon diline tamamen hâkimdi ve Japon üniversitelerinde dersler vermişti. ABD’ye döndükten sonra Asyalı Amerikalılar lehine yürüttüğü ırksal eşitlik kampanyalarıyla biliniyordu. Yine de, Japonlar’ın ‘hâllerinden memnun, geleceğe ilişkin hiçbir endişesi olmayan, esasen günü gününe yaşayan’ niteliklere sahip ‘kaygısız’ ve duygusal kişiler oldukları şeklindeki kültürel klişenin bolca örneğini gözlemlemişti.  Bu gözlemle bugünün Afrikası hakkında bir Aftikalı’nın (Kamerunlu bir mühendis ve yazar olan Daniel EtoungaManguelle’in) gözlemi arasındaki benzerlik dikkat çekicidir. ‘Afrikalı, kendi atalarının kültürüne öylesine zincirlerle bağlıdır ki, geçmiş sadece kendini tekrar eder ve o sadece geleceği hakkında üstünkörü endişeler taşır. Ancak, geleceğin dinamik bir algısı olmaksızın herhangi bir planlama, öngörü, kurgulama, diğer bir deyişle, olayların seyrini etkileyecek herhangi bir politika söz konusu olamaz.

İngiliz Fabian sosyalizminin ünlü lideri Beatrice Webb, 19111912 yıllarındaki Asya gezisinden sonra, Japonları, ‘boş zaman nosyonları sakıncalı ve kişisel bağımsızlıkları bir hayli dayanılmaz’ kişiler olarak nitelendirmişti.  Japonya’da, ‘insanlara düşünmeyi öğretme arzusu apaçık yok’ demişti.  Benim atalarım hakkındaki eleştirisi daha da sertti. Korelileri ‘yakışıksız kirli beyaz kıyafetler içinde dolanan, iğrenç balçık kulübelerde yaşayan, 12 milyon kirli, bozulmuş, ters, tembel ve dinsiz vahşî’ olarak tanımlamıştı.  Japonlar hakkındaki menfi düşüncesine rağmen ‘Korelileri şu ânki barbar hallerinden şâyet birileri kurtarabilirse, kanaatimce bu Japonlarlar olacaktır’ diye düşünmesine şaşmamak gerekir.

Bu sadece, Doğu halklarına karşı Batılı bir önyargı değildi. Almanlar hakkında da Ingilizler benzer şeyler söylemekteydi. 19. yüzyılın ortalarındaki ekonomik sıçrayışları öncesinde Almanlar, İngilizler tarafından genellikle ‘kalın kafalı ve ağır insanlar’ olarak tasvir edilirlerdi.  ‘Miskinlik’ Germanik doğası ile sıklıkla ilişkilendirilen bir sözcüktü.  Frankenstein’ın yazan Mary Shelley, Alman fayton sürücüsüyle giriştiği sinir bozucu bir tartışma sonrasında çileden çıkmış halde, ‘Almanlar hiç acele etmezler’ diye yazmıştı.  Böyle düşünenler sadece îngilizler değildi. Alman işçileri istihdam eden bir Fransız imâlatçı, kendilerinden ‘canlan isteyince ve canlan istediği kadar çalışıyorlar’ diye şikâyet ediyordu.

İngilizler, aynca Almanların kalın kafalı olduklarını düşünüyorlardı. 1820’lerde bir gezi yazan olan John Russell’a göre Almanlar , ‘kendilerine ne keskin bir algı ne de hassas bir hissiyat bahşedilmiş olan ... hantal, hâlinden memnun’ kişilerdi. Russell’a göre, özellikle, yeni fikirlere açık değillerdi: ‘[Bir Almanın] kendisi için yeni olan bir şeyin etkilerini kavramasının sağlanması uzun zaman alır ve onu yeniliğin peşinden gitmeye teşvik etmek hayli zordur’. 19. yüzyıl ortalarında bir başka İngiliz gezginin dediği gibi ‘ne girişim ne de faaliyet bakımından seçkin olmamalarına’ şaşmamak gerekir.

Almanların aynı zamanda çok bireysel oldukları ve beraber çalışamadıkları düşünülüyordu. Ingilizler nazarında, Almanların işbirliği yapma becerilerinin olmayışı kendini en çok, kamu altyapı tesislerinin kalitesizliğinde ve bakımsızlığında belli ediyordu. Bunlar o kadar kötüydü ki, Hindistan valisi (ve bu nedenle, emniyetsiz yol koşullarına alışık) olan John McPherson, ‘Almanya’daki yollar o kadar kötüydü ki, rotamı İtalya’ya çevirdim’ diye yazmıştı.  Bunu bir kez daha yukarıda zikrettiğim Afrikalı gözlememin yorumu ile karşılaştırınız: ‘Afrika toplumlan, kişisel çekişmelerle dolu ve takım ruhu olmayan bir futbol takımı gibidir; bir oyuncu diğerine, gol atabileceği endişesiyle pass vermez’.

19.         yüzyılın başlarında İngiliz gezginler Almanları aynı zamanda sahtekâr bulmuşlardı. Bu durumu İngiliz ordusunda bir doktor olan Sir Arthur Brooke Faulkner: ‘Tâcir ve esnaflar her fırsat bulduklarında sizden yararlanmaya çalışırlar; ne koparabilirlerse... Bu üçkâğıtçılık evrenseldir’ diye gözlemlemişti.

Son olarak, İngilizler Almanların aşın duygusal olduklarını düşünüyorlardı. Bugün birçok İngiliz, Almanların neredeyse genetik bir duygusal eksikliği olduğunu düşünür görünmektedir. Oysa Sir Arthur, Almanların aşın duygusallığından söz ederken, ‘bazılan tüm kederlerine gülüp geçecek ve diğerleri hep melankoliye boyun eğecek’ demişti.  Sir Arthur bir Mandalıydı; onun Almanları duygusallıkla yaftalaması, bugünün kültürel klişelerine göre, bir FinlandiyalInın JamaikalIları kasvetli bir güruh olarak nitelemesine benzetilebilir.

Buyurun! Bir yüzyıl önce, Japonlar çalışkan değil, tembeldiler; sâdık ‘işçi karıncalar’ olmak yerine (bir İngiliz sosyalisti için bile!) fazlasıyla başına buyruktular; kapalı kutu değil duygusaldılar; ciddî olmaktan çok gamsızdırlar; geleceği düşünmek yerine (çok yüksek tasarruf oranlarından belli olduğu üzere) günü gününe yaşamaktaydılar. Bir buçuk yüzyıl önce Almanlar, verimli değil miskindiler; birlikte çalışmayı bilmiyorlardı, bireyciydiler; rasyonel değil duygusaldılar; akıllı değil aptaldılar; yasalara saygılı kişiler değil hırsız ve sahtekârdılar; disiplinli değil gevşektiler.

Bu nitelendirmeler iki nedenden dolayı akıl kanştıcıdır. İlk olarak, şayet Japonlar ve Almanlar bu kadar ‘kötü’ kültürlere sahipdiyseler, nasıl bu kadar zengin oldular? İkincisi, neden o zamanki Japonlar ve Almanlar bugünkü torunlarından bu kadar farklılar? ‘Millî kalıtsal alışkanlıklarım’ nasıl tümüyle değiştirmiş olabilirler?

Yeri geldikçe bu sorulan gereğince yanıtlayacağım. Ancak, bundan önce, kültür ve ekonomik kalkınma arasındaki ilişki hakkındaki bazı yaygın yanlış algılara açıklık getirme gereği görüyorum.

Kültür ekonomik kalkınmayı etkiler mi?

Toplumlar arasındaki ekonomik kalkınma çeşitliliklerini kültürel farklılıklar ile açıklayan görüşler uzun süredir bilinmektedir. Altta yatan fikir açıktır. Farklı kültürler, kendilerini farklı davranış şekilleriyle ifade eden, farklı değerlere sahip insanlar yaratır. Bu davranış tarzlarının bazıları diğerlerine nazaran ekonomik kalkınma için daha yararlı olduğu gibi; kalkınmaya daha yatkın davranış tarzları yaratan bir kültüre sahip olan ülkeler, ekonomik açıdan diğerlerine göre daha başarılı olurlar.

Duayen bir Amerikalı siyaset bilimci ve çok tartışılan Medeniyetler Çatışması kitabının yazarı Samuel Huntington, bu fikri veciz bir şekilde ortaya koymuştur: 1960’ lı yıllarda ekonomik kalkınma bakımından benzer düzeyde olan iki ülke, Güney Kore ve Gana arasındaki ekonomik sapmayı açıklarken, ‘Kuşkusuz, pek çok etken rol oynamıştır; ancak, ... açıklamanın büyük bir kısmı kültüre dayanmalıdır. Güney Koreliler tutumluluk, yatırım, çok çalışma, eğitim, organizasyon ve disipline değer verdiler. Ganalılar’ın ise farklı değerleri vardı. Kısacası, kültürler hesaba katılmalıdır.

Pek azımız ‘tutumluluk, yatırım, çok çalışma, eğitim, organizasyon ve disiplin’ gibi davranış şekilleri gösteren kişilerin ekonomik olarak başarılı olacağı fikrine karşı çıkarız. Oysa kültür teorisyenleri, bu konuda daha da ileri giderler; bu davranış biçimlerinin büyük ölçüde, hatta tamamen değişmez olduğunu, çünkü bunların kültür tarafından belirlendiğini ileri sürerler. Ekonomik başarı gerçekten de ‘millî kalıtsal alışkanlıkları’ tarafından belirleniyorsa, bazı insanların diğerlerinden daha başarılı olması onların yazgısıdır ve bu konuda yapılabilecek bir şey yoktur. Dolayısıyla bazı yoksul ülkeler, çaresiz, oldukları gibi kalacaklardır.

Ekonomik kalkınma konusunda kültüre dayalı açıklanmalar 1960’lara kadar popülerdi. Ancak, medenî hakların kabulünün yaygınlaştığı ve sömürgeciliğin sonlandığı dönemde, insanlar bu açıklamaların (ırkçı olmasa bile) kültürelüstünlükçü imalar içerdiklerini hissetmeye başladılar. Sonuçta bu görüşler itibar kaybettiler. Bununla birlikte tür açıklamalar, son on yıldır yeniden gündeme geldiler. Bu görüşlerin tekrar moda oluşları, daha baskın kültürlerin (dar anlamda AngloAmerikan ve daha genel anlamda Avrupa kültürleri) diğer kültürler (ekonomik alanda Konfüçyüsçülük, siyaset ve uluslararası ilişkiler alanında da İslâm) tarafından ‘tehdit’ edildiklerini hissetmeleriyle ilişkilidir.  Bu tartışmalar Kötü Samiryeliler’e de uygun bahaneler sundular: Neoliberal politikalar, kendi doğalarından kaynaklanan sorunlar nedeniyle değil; bunları uygulayan halkların benimsedikleri ‘yanlış’ değer yargıları, bu politikaların etkilerini azalttığı için başarısız oldular.

Aslında bu tür görüşlerin mevcut rönesansı çerçevesindeki bazı kültür teorisyenleri, kültürün kendisi hakkında konuşmazlar. Bu teorisyenler çok geniş ve amorf bir kavram olarak kabul ettikleri kültürün, sadece ekonomik gelişme ile yakından ilişkili olduğunu düşündükleri bileşenlerini izole etmeye çalışırlar. Örneğin, Amerikalı neocon siyasî yorumcu Francis Fukuyama, 1995 tarihli kitabı Güven'de, güven ilişkisinin aile üyelerinin ötesine geçerek varoluşunun veya olmayışının ekonomik kalkınmayı ciddî şekilde etkilediğini ileri sürer. Fukuyama, Çin, Fransa, İtalya ve (bir ölçüde) Kore gibi ülkelerin kültürlerindeki böyle bir güven ilişkisi yokluğunun, modem ekonomik kalkınma için elzem olan büyük firmaların bu ülkelerde etkili şekilde işletilmesini zorlaştırdığını savunur. Fukuyama’ya göre güven, Japonya, Almanya ve ABD gibi güçlü ilişkilerin kurulabildiği toplumların iktisaden daha gelişmiş olmalarının nedenidir.

‘Kültür’ kelimesi kullanılsa da kullanılmasa da, ileri sürülen sav özünde aynıdır: Farklı kültürler, kişilerin farklı davranmalarını sağlayarak, farklı toplumlar arasında ekonomik kalkınma farklılıkları yaratır. Seçkin bir Amerikalı iktisat tarihçisi ve kültürel teoriler rönesansının önderlerinden olan David Landes, ‘tüm farkı yaratan kültürdür’ iddiasındadır.

Farklı kültürler, iş, tasarruf, eğitim, işbirliği, güven, yetki ve bir toplumun ekonomik ilerlemesini etkileyen sayısız konuda, farklı tutumlar sergileyen kişiler yaratırlar. Ancak bu sav, bizi pek de ileri götürmez. Az sonra göreceğimiz gibi, kültürleri tam olarak tanımlamak hayli zordur. Bunu başarabilsek bile, özsel olarak tikel bir kültürün ekonomik kalkınma için iyi mi yoksa kötü mü olup olmadığının net bir şekilde belirlenmesi mümkün değildir. Açıklayayım.

Kültür nedir?

Birçok Batılı, beni bir Çinli ya da Japonla karıştırır. Bu anlaşılabilir bir durumdur. ‘Çekik’ gözleri, düz siyah saçları ve belirgin elmacık kemikleriyle Doğu Asyalılar hep ‘aynı görünür’. En azından farklı Doğu Asya ülkelerinden gelen insanlar arasında kolayca fark edilemeyen yüz özelliklerinin, tavır ve giyim farklarının ayırdmda olmayan bir Batılı için bu böyledir. Beni bir Çinli ya da Japonla karıştırdıkları için özür dileyen Batılılara, bunun sorun olmadığını, çünkü birçok Korelinin de tüm Batılılan ‘Amerikalı’ (bazı Avrupalıların aynı görüşte olmayabileceği bir kavram) olarak adlandırdıklarını söylerim. Deneyimi olmayan bir Koreli’ye bütün Batılıların, büyük burunları, yuvarlak gözleri ve aşın sakallanyla birbirinin aynı göründüğünü söylerim.

Bu tecrübe, insanların aşın ölçüde geniş kategorizasyonuna karşı bir uyandır. Elbette, neyin ‘aşın ölçüde geniş’ olduğu, kategorizasyonun amacına bağlıdır. Sözgelimi, insan ile yunus beynini karşılaştınyor olsak, kapsamlı Homo sapiens kategorisi bile yeterli olabilir. Ancak kültürün ekonomik kalkınma üzerinde nasıl bir fark yarattığını incelerken, nispeten dar bir kategori olan ‘Koreli’ bile sorunlu olabilir. ‘Hıristiyan’ veya ‘Müslüman’ gibi geniş kategoriler, ortaya koyduklarından çok daha fazla bilinmeyen içerirler.

Bununla birlikte, kültüre dayalı görüşlerin çoğunda kültürler çok genel tanımlanmıştır. Bize genellikle eleştirmeye dahi tenezzül etmeyeceğim DoğuBatı gibi çok kaba kategoriler sunulur. Hıristiyan (Hıristiyanlık kategorisi zaman zaman Yahudilik ile harmanlanarak  Yahudi-Hıristiyan yapılır; bazen ise Katolik ve Protestan olarak ikiye aynlır), Müslüman, Yahudi, Budist, Hindu ve Konfüçyüsçü (bu son kategori bir din olmadığı için özellikle tartışmalıdır) gibi geniş ‘dinî’ kategoriler, sıklıkla önümüze çıkanlır*

Şimdi bir ân için bu kategoriler hakkında düşünelim. Görünürde homojen bir grup olan ‘Katoliklik’ içinde, hem Dan Brown’un çok satan romanı Da Vinci Şifresi ile meşhur olan aşınmuhafazakâr Opus Dei hareketi, hem de Brezilyalı Olinda ve Recife Başpiskoposu Dom Helder Câmara’nın ünlü ‘Yoksullara yiyecek verdiğimde bana aziz diyorlar; yoksulların neden hiç yiyeceği yok diye sorduğumda bana komünist diyorlar’ sözüyle özetlenen solkanat kurtuluş teolojisi birlikte yer almaktadır. Bu iki ‘Katolik’ alt-kültürü servet birikimine, gelirin yeniden bölüşümüne ve sosyal yükümlülüklere karşı çok farklı tutumlara sahip kişiler yaratır.

Bir başka örneği ele alırsak, kadınların kamusal hayata katılımını ciddî şekilde sınırlayan aşınmuhafazakâr Müslüman toplumlar vardır. Buna karşılık, Malezya merkez bankasının profesyonel kadrosunun yansından fazlası kadındır ve bu oran, sözde daha ‘feminist’ Hıristiyan ülkelerdeki herhangi bir merkez bankasındakinden çok daha yüksektir. Başka bir örnek daha: Bazılan Japonya’nın ekonomik başansım, Konfüçyüsçülük’ün kişisel aydınlanmanın Önplanda tutulduğu Çin ve Kore türlerine kıyasla, kendine özgü bir türde vurgulanan sadâkat öğretisi sayesinde elde edildiğine inanırlar.  Bu genelleme kabul görsün görmesin (ki bu konuya sonra tekrar değineceğim), Konfüçyüsçülük’ün sadece tek bir türü olmadığını ortaya koyar.

Konfüçyüsçü veya Müslüman gibi kategoriler çok genişse, ülkeleri kültürel birimler olarak ele almaya ne dersiniz? Maalesef bu da sorunu çözmez. Kültürelcilerin kendilerinin de kabul edecekleri gibi, herhangi bir ülke özellikle Hindistan ve Çin gibi geniş ve kültürel çeşitliliği barındıranlar çoğu zaman farklı kültürel gruplan içerir; özellikle Hindistan ve Çin gibi geniş ve kültürel çeşitliliği e barındıranlar. Fakat kültürel olarak dünyanın en homojen toplumlarından biri Kore gibi bir ülkede bile bölgeler arasında belirgin kültürel farklılıklar vardır. Özellikle, güneydoğulular (Kyungsang) güneybatılıların (Cholla) zekî, ama tamamıyla güvenilemeyecek ikiyüzlü kişiler olduklarını düşünürler. Buna karşılık güneybatılılar, güneydoğuluların kaba ve saldırgan fakat azimli ve iyi organize olduklarını söylerler. Bu iki Kore bölgesine ait klişelerin Fransızlar ve Almanlar’m birbirleri hakkındaki klişelerine benzediğini söylemek abartılı olmayacaktır. Kore’nin iki bölgesi arasındaki kültürel düşmanlık öylesine yoğundur ki, bazı aileler çocuklarırımdiğer bölgeden kişilerle evlenmelerine izin vermezler. Öyleyse tek bir ‘Kore’ kültürü var mıdır, yok mudur? Aynca, eğer mesele Kore için bu kadar karmaşıksa, diğer ülkeler hakkında konuşmamıza gerek dahi var mıdır?

Anlatmayı sürdürebilirim, ama sanırım‘Katolik’ ya da ‘Çinli’ gibi geniş kategorilerin analitik açıdan anlamlı olamayacak kadar kabataslak olduklarını ve bir ülkenin bile kültürel bir birim olarak genelleştirilemeyecek kadar büyük olduğunu ortaya koyabildim. Kültürelciler yapmamız gerekenin Hıristiyan ya da Konfüçyüsçü gibi geniş kategoriler yerine Mormon ya da Japon Konfüçyüsçülük’ü gibi daha iyi kategorilerle çalışmak olduğu yanıtı ile karşılık verebilirler. Keşke mesele bu kadar basit olsaydı. Şimdi değineceğim üzere kültürelci teorilerin çok daha temel sorunlan vardır.

Dr Jekyll Bay Hyde’a karşı

Doğu Asya ekonomik ‘mucize’sinden bu yana, bölgenin ekonomik başarılarının, en azından kısmen, Konfüçyüs kültüre dayandığım ileri sürmek çok popüler hâle geldi. Konfüçyüs kültürünün çok çalışma, eğitim, tutumluluk, işbirliği ve otoriteye itaati vurguladığına işaret edildi. Bir yandan işbirliği ve disiplin teşvik ederken, insan sermayesi (eğitime vurgu yaparak) ve fiziksel sermaye (tutumluluğa vurgu yaparak) birikimini teşvik eden bir kültürün ekonomik kalkınma için iyi olması gerektiği aşikâr görünüyordu.

Oysa Doğu Asya ekonomik ‘mucize’sinden önce, bölgenin geri kalmışlığının nedeni olduğu gerekçesiyle Konfüçyüsçülük suçlanıyordu. Üstelik bu doğruydu. Konfüçyüsçülük’ün ekonomik kalkınma için zararlı olabilecek (kalkınma ile ters düşen) birçok yönü mevcuttur. Bunlardan en önemlilerine değineyim.

Konfüçyüsçülük insanları, ekonomik kalkınma için gereken işletme ve mühendislik gibi meslekleri endinmekten caydırır. Geleneksel Konfüçyüsçü toplumsal sistemin zirvesinde bilginbürokratlar yer alıyordu. Bunlar, ikinci sınıf yöneticiler olan profesyonel askerlerlerle birlikte, egemen sınıfı oluştururlardı. Bu egemen sınıfın yönetimi, sırasıyla köylüler, esnaflar ve tüccarlardan (onların da altında köleler vardı) oluşan bir halk hiyerarşisi çerçevesinde icra ediliyordu. Fakat köylülükle ve diğer alt sınıflar arasında temel bir ayrımbulunmaktaydı. En azından teorik olarak, bir köylünün bir kamu hizmeti sınavını geçerek egemen sınıfa dahil olması mümkündü (ki bu bazen oluyordu). Esnaf ve tüccarlarınsa sınava girmelerine bile izin verilmiyordu.

Bu da yetmiyormuş gibi, kamu hizmeti sınavında sadece egemen sınıfın pratik bilgiyi hor görmesinin nedeni olan Konfüçyüs klasikleri hakkmdaki skolastik bilgiyi sınanıyordu. 18. yüzyıl’m Koreli Konfüçyüsçü siyasetçileri, bir kralın annesinin ölümü nedeniyle ne kadar süreyle yas tutması gerektiğine dair (bir yıl ya da üç yıl) bitmek bilmez hizip kavgalarına tutuşmuşlardı. Bilginbürokratların ‘temiz yoksulluk’ içinde yaşamaları gerekiyordu (genellikle uygulamada tersi oluyordu) ve bu nedenle para kazanmak hor görülüyordu. Yetenekli kişiler, modem çağın Konfüçyüs kültürü tarafından ekonomik kalkınmaya dolaysız ve daha fazla katkıda bulunan meslekler olan mühendislik veya işletme okumak yerine, bürokrat olmak için hukuk veya iktisat okumaya teşvik eder.

Ayrıca, Konfüçyüsçülük yaratıcılığı ve girişimciliği özendirmez. Katı bir sosyal hiyerarşiye sahiptir ve belirttiğim gibi, toplumun belli kesimlerinin (esnaf, tüccar) yükselmesini engeller. Üstlerine sadâkate ve otoriteye biata vurgu yaparak sürdürülen katı hiyerarşi, geleneklerin devamlılığını ve yaratıcılığın bastırılmasını besler. Konfiiçyüsçülük’ün bu görünümünün, Doğu Asyalıların pek yaratıcılık gerektirmeyen mekanik işlerde başarılı olduklarına işaret eden kültürel klişede dayanakları vardır.

Konfüçyüsçülük’ün hukukun üstünlüğünü engellediği de ileri sürülebilir. Birçok kişi, özellikle neoliberaller, mülkiyetin yöneticiler tarafından keyfi olarak gasp edilmesi karşısındaki nihaî garantör olması nedeniyle, hukukun üstünlüğünün ekonomik kalkınma için olmazsa olmaz olduğuna inanırlar. Şâyet hukukun üstünlüğü söz konusu değilse mülkiyet haklanmn hiçbir güvencesi olamayacak o zaman da insanlar, yatırım yapmak ve varlık yaratmak konusunda gönülsüz davranacaktır. Konfüçyüsçülük keyfi yönetimi teşvik etmiyor olabilir, fakat Konfüçyüs’ün şu ünlü pasajından da anlaşılacağı gibi Konfüçyüs felsefesinin hukukun üstünlüğünü etkisiz bulduğu ve beğenmediği doğrudur: ‘Eğer halk kanunlarla yönetilir ve düzen, cezalarla sağlanmaya çalışılırsa, insanlar cezadan kaçınmaya çalışacak, ancak utanç duygusuna sahip olmayacaklardır. Eğer erdemle yönetilir ve ahlâk kurallarıyla düzen sağlanmaya çalışılırsa, insanların utanç duygulan olacak ve daha önemlisi iyi olacaklardır’. Aynı fikirdeyim. Sıkı yasal yaptınmlar karşısında insanlar, ceza korkusuyla kanunlara riayet eder, ama hukuka çok fazla vurgu yapılması, onlarda ahlâkî bireyler olarak güvenilir bulunmadıklarınıalgısına neden olabilir. Güven olmadan insanlar, davranışlarını sadece kanunlara uygun değil, aynı zamanda da ahlâkî kılan ilâve mesafeyi almayacaklardır. Öte yandan tüm bunlardan sonra, hukukun üstünlüğünün Konfüçyüsçülük tarafından karalanmasının, sistemi keyfî yönetim karşısında savunmasız bıraktığı inkâr edilemez. Peki, hükümdarınız erdemli olmadığında ne yapacaksınız?

Öyleyse, hangisi Konfüçyüsçülük’ün doğru bir portresidir? Huntington’un Güney Kore’yle ilgili olarak söylediği gibi, ‘tutumluluk, yatınm, sıkı çalışma, eğitim, organizasyon ve disipline’ değer veren bir kültür mü; yoksa pratik uğraşıları hor gören, girişimciliği caydıran ve hukukun üstünlüğü geciktiren bir kültür mü?

Bunların her ikisi de doğrudur; ancak, ilki sadece ekonomik kalkınma için iyi olan unsurları, İkincisiyse sadece kötü olanları seçmektedir. Aslında, Konfüçyüsçülük’ün tek yanlı bir görünümü için farklı unsurların seçilmesine dahi gerek yoktur. Aynı kültürel unsur, peşinde olduğunuz sonuca bağlı olarak, olumlu ya da olumsuz etkileri varmış gibi yorumlanabilir. Buna en iyi örnek sadakattir. Yukarıda da belirttiğim gibi bazı kişiler, Konfüçyüsçülük’ün Japon yorumunu diğer yorumlarına göre ekonomik kalkınma için daha uygun kılanın sadakate yapılan vurgu olduğunu düşünürler. Diğeriyse, bağımsız düşünmeyi ve dolayısıyla yeniliği boğduğu gerekçesiyle sadakate yapılan vurguyu Konfüçyüsçülük’ün esas sorunu olarak değerlendirirler.

Bununla birlikte, Robert Louis Stevenson’un Dr Jekyll ve Bay Hyde adlı eserindeki başkahraman gibi bölünmüş bir kişiliğe sahip olan sadece Konfüçyüsçülük değildir. Aynı egzersizi herhangi bir kültürün inanç sistemi ile yapabiliriz. İslâm örneğini ele alalım.

Günümüzde pekçok kişi, Müslüman kültürün ekonomik gelişmeyi yavaşlattığını düşünmektedir. İslâm’ın çeşitliliğe karşı tahammülsüzlüğü, girişimciliği ve yaratıcılığı caydırmaktadır. Ahiret takıntısı, müminlerin servet birikimi ve verimlilik artışı gibi dünyevî şeylere karşı daha az ilgi duymasını sebep olur.  Kadınların yapabilecekleri üzerindeki sınırlamalar sadece nüfusun yansının yeteneklerinin boşa harcanmasına neden olmaz; aynı zamanda gelecekteki işgücünün muhtemel kalitesini aşağı çeker. Kötü eğitimli anneler, çocuklarını iyi besleyemezler ve onlara yeterli eğitim desteği veremezler; dolayısıyla onların okul başanlarının azalmasına neden olurlar. ‘Militarist’ eğilim (kâfirlere karşı cihat ya da kutsal savaş kavramı ile örneklenebilir) savaşmayı yüceltmektedir; para kazanmayı değil. Kısacası, mükemmel bir Bay Hyde.

Alternatif olarak, pek çok başka kültürün aksine Müslüman kültürün değişmez bir toplumsal hiyerarşiye sahip olmadığım söyleyebiliriz (Güney Asya’da kast sisteminin alt sıralarında yer alan Hinduların Müslümanlığa geçmesinin nedeni budur). Bu nedenle, yaratıcı olan ve çok çalışan kişiler ödüllendirilir. Ayrıca, Konfüçyüsçü hiyerarşinin aksine, endüstriyel veya ticari faaliyetlerin küçümsenmesi söz konusu değildir. Muhammed Peygamber’in kendisi bir tüccardı. Ve bir tüccar dini olan İslâm, sözleşmelere çok önem verir; düğün törenlerinde bile evlilik sözleşmeleri imzalanır. Bu yönelim hukukukun üstünlüğü ve adaleti teşvik eder;  Müslüman ülkeler, Hıristiyan ülkelerden yüzlerce yıl önce eğitimli yargıçlara sahipti. Aynca Peygamberin ünlü ‘âlimin mürekkebi, şehidin kanından daha kutsaldır’ sözündeki olduğu gibi rasyonel düşünme ve öğrenmeye vurgu yapılır. Bu, Arap dünyasının bir zamanlar matematik, fen ve tıp alanında dünyaya önderlik etmesinin nedenlerinden biridir. Tüm bunlara ek olarak, Kur’ân’ın birbirleriyle çelişen farklı yorumlan olsa da, uygulamada modem dönem öncesi Müslüman toplumlan, Hıristiyan toplumlardan çok daha hoşgörülüydüler. 1492 yılında Ispanya’nın Hıristiyanlarca yeniden fethi (reconquista) sonrasında pek çok İberya Yahudisi’nin Osmanlı İmparatorluğu’na kaçmasının nedeni budur.

Böyle bir Müslüman kültür tablosunda Dr Jekyll’in köklerini görürsünüz: Bu kültür, sosyal hareketliliği ve girişimciliği özendirir; ticarete değer verir; sözleşmeye dayanan bir zihniyete sahiptir; rasyonel düşünceyi vurgular; çeşitlilik ve dolayısıyla yaratıcılığa hoşgörülü yaklaşır.

Bu JekyllveHyde egzersizimiz ekonomik kalkınma için iyi ya da kötü olduğu düşünülebilecek herhangi bir kültürün bulunmadığını gösterir. Her şey insanların kendi kültürlerinin ‘hammaddesiyle’ ne yaptıklarına bağlıdır. Olumlu öğeler ya da negatif olanlar baskın olabilir. Zaman ya da coğrafi mekân anlamında farklı yerlerde bulunan ve aynı hammaddeyle (İslâm, Konfüçyüsçülük ya da Hıristiyanlık) çalışan iki toplum hayli farklı davranış kalıplan üretebilir ve üretmiştirdir de.

Bunu gerçeği göremeyince, ekonomik kalkınmanın kültürtemelli açıklamaları genellikle bir keskin nişancının önceki dönemi kapsayan (ex post factö) mazeretleri gibi olmaktadır. Yani, kapitalizmin ilk günlerinde, ekonomik açıdan en başarılı ülkelerin Protestan Hıristiyan ülkeler olması sebebiyle, birçok kişi Protestanlık’m ekonomik kalkınmaya benzersiz ölçüde uygun olduğunu savundular. Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra, Katolik ülkeler Fransa, İtalya, Avusturya ve Güney Almanya hızla geliştiğinde, Protestanlık değil, Hıristiyanlık bir sihirli kültür hâline geliverdi. Japonya zengin olana dek, pek çok kişi Doğu Asya’nın Konfüçyüsçülük yüzünden gelişmediğini düşünürdü. Fakat Japonya başarılı olunca bu tez; Japonya’nın başarısının, Konfüçyüsçülük’ün bireysel gelişime daha çok önem veren Çin ve Kore yorumlarına kıyasla, toplumsal işbirliğine önem veren yorumuna sahip olmasından kaynaklandığı şeklinde revize edildi. Daha sonra Hong Kong, Singapur, Tayvan ve Kore’de de işler iyi gitmeye başladı. Böylelikle, Konfüçyüsçülük’ün farklı türleri hakkındaki bu tespit unutuluverdi. Gerçekten de, çalışkanlık, tasarruf, eğitim ve otoriteye itaate vurgu yapan Konfüçyüsçülük, bir bütün olarak, birden bire kalkınma için en uygun kültür hâline geliverdi. Bugün, Müslüman Malezya ve Endonezya’nın, Budist Tayland’ın ve hatta Hindu Hindistan’ın ekonomik anlamda başarılı olduklarını görmekteyiz. Dolayısıyla, yakında bütün bu kültürlerin ekonomik kalkınma için nasıl benzersiz ölçüde uygun olduklarının ilânına şâhit olabiliriz (ve tabiî ki bunlan yazanların, her şeyi en başından beri bildiklerinin ilânına da).

Tembel Japonlar ve hırsız Almanlar

Buraya kadar, ekonomik kalkınma için ideal kültürünün bir çeşidini bulmak bir yana, kültürleri tanımlamanın ve karmaşıklıklarını anlamanın bile ne kadar zor olduğunu göstermeye çalıştım. Şâyet, kültürün tanımlanması bile zorsa, bir başka şeyi (sözgelimi ekonomik kalkınmayı) açıklamaya çalışırken ondan yararlanmaya kalkışmak daha büyük sorunlan içeren bir egzersiz olacak gibi görünüyor.

Bütün bunlar, insanların davranış şekillerinin ekonomik kalkınma üzerindeki muhtemel etkisinin inkârı değildir. Fakat işaret ettiğim nokta, insan davranışlarının kültür tarafından belirlenmediğidir. Aynca, kültürler değişir; pekçok kültürcünün alışkanlık haline getirdiğinin aksine, kültüre kader muamelesi yapılması yanlıştır. Bunu anlamak için, bir anlığına tembel Japonlar ve hırsız Almanlar bilmecelerine geri dönelim.

Geçmişte Japon ya da Alman kültürlerinin ekonomik kalkınma için çok kötü görünmelerinin bir nedeni daha zengin ülkelerden gözlemcilerin yabancılar (özellikle de yoksul yabancılara) karşısındaki önyargı eğilimleriydi. Fakat bunda, zengin ülkelerin yoksul ülkelerden çok farklı bir şekilde örgütlenmiş olmalarından kaynaklanan gerçek bir ‘yanlış yorumlanma’ unsuru da mevcuttu.

Yoksul ülkelerdeki insanların en sık anılan ‘kültürel’ özelliği olan tembelliği ele alalım. Zengin ülkelerin insanları, bir alışkanlık olarak yoksul ülkel insanlarının tembel oldukları için yolsul kaldıklarına inanırlar. Oysa yoksul ülkelerdeki birçok insan, aslında çok yıpratıcı koşullarda uzun saatler boyunca çalışır. Onları tembel gösteren çoğu zaman ‘endüstriyel’ anlamda bir zaman algılanılın olmayışıdır. Basit âletlerle veya makinelerle çalışıyorsanız, zamanı sıkı sıkıya takip etmek zorunda değilsinizdir. Otomasyonla işleyen bir fabrikada çalışıyorsanız, bu elzem hâle gelir. Zengin ülkelerin insanlan, zaman algısındaki bu farklılığı sıklıkla tembellik olarak yorumlarlar.

Elbette, bu durum tümüyle bir önyargı veya yanlış yorumlama meselesinden ibaret değildir. 19. yüzyıl başlarında Almanlar ve

20.         yüzyıl başlarında Japonlar, genellikle, o zamanın başanlı ülkelerinin vatandaşlan veya bugünün Almanya ya da Japonya’sının insanlan kadar iyi örgütlenmiş, akılcı, disiplinli vs. değildiler. Ancak esas soru, bu davranış tarzlarının ‘olumsuz’ kökenlerini gerçekten, kuşaktan kuşağa aktanlan inançlar, değerler ve algılarda yer eden ve dolayısıyla değiştirilmesi imkânsız olmasa bile çok zor olan ‘kültürel’ unsurlar olarak tanımlayıp tanımlayamayacağımızdır.

Benim kısa cevabım hayır olacaktır. Tekrar tembelliğe dönelim. Yoksul ülkelerde pek çok insanın boş boş dolandığı doğrudur. Fakat bu durum, sözü edilenlerin kültürel olarak çok çalışmak yerine tembelliği tercih etmelerinden midir? Genellikle hayır. Gerçekteki sebep, yoksul ülkelerdeki pekçok kişinin ya tamamen ya da kısmen (bazıları işsiz olmasalar da mevcut işleri onları sürekli meşgul etmeye yetmez) işsiz olmasındandır. Bu kültürel değil, ekonomik koşulların bir sonucudur. ‘Tembellik’ kültürüne sahip yoksul ülkelerden göçmenlerin zengin ülkelere gittiklerinde oraların kendi insanlarından çok daha fazla çalıştığı gerçeği bu hususu kanıtlamaktadır.

Bir zamanlar, Almanların en çok öne çıkanlan ‘sahtekârlıklarında’ olduğu gibi şâyet bir ülke yoksulsa, insanlar hayatta kalabilmek için sıklıkla etik olmayan, hattâ yasadışı araçlara başvurabilirler. Aynca yoksulluk, daha zayıf hukuksal yaptırımgücü anlamına gelir ki bu, insanların yasadışı davranışlarını sürdürebilmelerini ve hukukun ihlâlinin ‘kültürel’ anlamda kabul edilebilir olmasını mümkün kılar.

Peki, Japonların ve Almanların ‘aşın duygusallığı’ hakkında ne söylenebilir? Yokluğunda aşın duygusallığın açığa çıktığı akılcı düşünce, büyük ölçüde ekonomik kalkınmanın bir sonucudur. Modem ekonomiler, ekonomik faaliyetin akılcı biçimde organize edilmesini gerektirir, ki bu da insanların daha sonraki dünya algısını değiştirir.

Son dönemde pek çok kişinin Afrika ve Latin Amerika’yla ilişkilendirdiği ‘günü gününe yaşamak’ veya ‘tasasız’ olmak da ekonomik koşulların sonuçlandır. Yavaşça değişen bir ekonomide gelecek için plan yapmak pek de gerekli değildir. İnsanlar sadece, eğer yeni fır şatlan (örneğin yeni bir kariyer vb.) veya beklenmeyen şokların (örneğin, yeni ithal ürünlerinin birden bire ülkeye girişi vb.) ortaya çıkacağını düşünüyorlarsa gelecek planlan yaparlar. Üstelik yoksul ekonomiler, insanlara geleceği planlarken kullanabilecekleri pek az araç (örneğin, kredi, sigorta, sözleşme vb.) sunarlar.

Bir başka ifadeyle, geçmişte Japonların ve Almanların sahip olduklan ‘olumsuz’ davranış tarzlarının birçoğu geniş ölçüde ekonomik şartların sonuçlandır. Aynı durum kendi kültürlerinden bağımsız olarak özellikle, iktisaden geri kalmış tüm ülkeler için geçerlidir. Geçmişteki Almanların ve Japonların ‘kültürel’ anlamda günümüzdeki Almanlara ve Japonlara benzemekten çok, bugünün gelişmekte olan ülkelerinin halklarına benzemesi de bundandır.

Değişmezmiş gibi görünen ‘millî kalıtsal alışkanlıkların’ çoğu ekonomik şartlardaki değişim tarafından hayli hızlı biçimde değiştirilebilir ve değiştirilmiştir de. Bu, 19.yüzyılsonu Almanya’sında ve 20,yüzyılbaşı Japonya’sında bazı gözlemcilerce şahit olunan durumdur. Daha önce andığım Amerikan misyoneri Sidney Gulick ‘Japonların bir taraftan çalışkan ve gayretli, diğer yandansa son derece tembel ve zamanın geçişine karşı ilgisiz oldukları gibi çift bir izlenim verdiklerini’ gözlemlemiştir.  Yeni fabrikalardaki işçilere baktığınızda çok çalışkan görünüyorlardı. Fakat kısmen işsiz çiftçilere ve maragozlara baktığınızda tembel görünüyorlardı. Ekonomik kalkınmayla insanlar ‘endüstriyel’ anlamda zaman nosyonunu hızla geliştireceklerdir. Ülkem Kore bu bakımdan ilginç bir örnek sunar. Yirmi belki de on beş yıl önce ‘Kore zamanı’ sözüne sahiptik. Bu söz insanların bir randevuya bir iki saat geç kalabildiği ve hattâ bu tarz için kimsenin üzülmediğine dair yaygın davranışı tanımlardı. Son zamanlarda, hayatın akışının çok daha hızlanıp organize oluşuyla bu tür davranışlarla birlikte, bu söz de neredeyse ortadan kalktı.

Bir başka ifadeyle, kültür ekonomik kalkınmayla birlikte değişir.* Bugünkü Japon ve Alman kültürlerinin atalarınınkinden çok farklı olmasının sebebi budur. Kültür, ekonomik kalkınmanın sebebi olduğu kadar sonucudur da. Ülkelerin ‘çalışkan’ ve disiplinli’ oluşlarının (ve diğer ‘iyi’ kültürel nitelikleri elde etmelerinin) ekonomik kalkınma nedeniyle gerçekleştiğini söylemek, tersini söylemekten çok daha doğru olacaktır.

Teorik olarak pek çok kültürelci, kültürlerin değiştiğini kabul eder. Fakat bunların çoğu sıra uygulamayageldiğinde, kültür kavramına değişikliğe uğramayan bir olguymuşçasına yaklaşır. Bu sebepledir ki, ters yöndeki sonsuz sayıda çağdaş hükme rağmen kültürelciler bugün, Japonları en açık şekliyle ekonomik kalkınmanın zirvesinde tanımlarlar. Ekonomik kalkınmanın kültürel teorisinin önde gelen destekleyicilerinden biri olan David Landes, şunları söylemektedir: ‘Japonlar ekonomik kalkınma çabasına kendilerine özgü çoşku ve sistemle giriştiler. Onlar buna, sahip oldukları etkili bir devlet geleneği (hatırlama), yüksek okuryazarlık düzeyi, sıkı aile yapısı, iş ahlâkı ve özdisiplin, ulusal coşku ve kalıtsal üstünlük duygusu sayesinde hazırdılar’.  Japonların tembel olduklarına dair çağdaş izlenimlere karşın Güven adlı kitabında Fukuyama ‘Protestan iş ahlâkının Japonlardaki karşılığının yaklaşık aynı dönemde şekillendirildiğini’ ileri sürmektedir.  Fukuyama Almanya’yı kalıtsal anlamda ‘yüksek güven’ toplumu olarak sınıflandırdığında; zenginleşme öncesindeki Almanlar hakkında yabancıların, birbirlerini sürekli aldatan ve işbirliği yapamayan insanlar olduklarını düşündükleri gerçeğinden de haberdârdı.

İyi bir kültürel argüman, Almanlar ve Japonların geçmişte oldukça umutsuz bir grup olduklarını kabul edebilmeli ve ama ekonomilerini nasıl geliştirdiklerini yine de açıklayabilmelidir. Fakat körü körüne, sadece ‘doğru’ değer sistemlerine sahip olan ülkelerin kalkınabileceği inacını taşıyan kültürelcilerin çoğu, bu ülkelerin sonraki ekonomik başarılarım Alman veya Japon tarihlerini yeniden yorumladıktan sonra ‘açıklarlar’.

Kültürün, kültürelcilerin varsaydığından çok daha hızlı değiştiği gerçeği bize umut vermelidir. Tembellik veya yaratıcılık eksikliği gibi olumsuz davranış özellikleri ekonomik kalkınmayı engeller. Şâyet bu özellikler tamamen ya da ekseriyetle kültürel olarak belirleniyorsa, bunlardan kurtulmak ve ekonomik kalkınmayı başlatmak için bir ‘kültür devrimine’ ihtiyaç duyarız.  Eğer ekonomiyi geliştirme girişimlerinden önce, nâdiren eğer mümkün olursa başarılı olabilen kültürel bir devrime ihtiyacımız varsa, ekonomik kalkınma neredeyse imkânsız olacaktır. Ekonomik kalkınma dışındaki nedenlerle başlatılmış olsa da, Çin Kültür Devrimi’nin başarısızlığı çok yararlı bir uyan olarak dikkate alınmalıdır.

Neyse ki, ekonomik kalkınmanın gerçekleşmesi için daha önce bir kültür devrimine ihtiyaç yoktur. Ekonomik kalkınma için gerekli olduğu düşünülen davranışsal özelliklerin pek çoğu, bir önkoşul olmak yerine, kalkınmayı takip edecektir. Önceki bölümlerde açıkladığım gibi, ülkeler kalkınmayı, kültürel devrimden başka yollar üzerinden elde edebilirler. Ekonomik kalkınma süreci bir kez başladıktan sonra, insanların davranışlarını ve hattâ bunların gerisindeki inançlan (yani kültürü), ekonomik kalkınmaya yardımcı olacak biçimde değiştirir. Böylelikle, ekonomik kalkınma ve kültürel değerler arasında etkili bir ‘döngü’ yaratılabilir.

Bu aslında, Japonya ve Almanya’da ne olduğu ve gelecekteki tüm ekonomik başan hikâyelerinde de ne olacağıyla ilgilidir. Hindistan’ın son dönemdeki ekonomik başansı göz önüne alındığında, eminim yakında bir zamanlar ülkenin yavaş büyümesinin kaynağı olarak görülen Hindu kültürünün Hindistan’ın büyümesine (‘Hintli büyüme oranı’  şeklindeki popüler ifadeyi hatırlaym) nasıl yardımcı olduğunu anlatan kitaplar göreceksiniz. Eğer başlangıçta anlattığım Mozambik hayalim 2060 yılında gerçekleşirse, Mozambik kültürünün daha en başından itibaren ekonomik kalkınmaya ne denli uygun olduğunu tartışan kitaplar duyacağız.

Kültürü değiştirmek

Şimdiye kadar, kültürün değişmez olmadığını ve ekonomik kalkınmanın bir sonucu olarak değiştiğini ileri sürdüm. Ancak bu, kültürü sadece altta yatan ekonomik şartlan değiştirerek değiştirebileceğimiz anlamına gelmez. Kültür, ikna yoluyla kasıtlı olarak da değiştirilebilir. Bu husus, kaderci olmayan kültürelciler tarafından doğru biçimde vurgulanmıştır (kaderciler için kültür neredeyse değiştirilemeyen bir yazgıdır).

Bu türden kültürelcilerin sorunu kültürel değişimlerin sadece, Gerikalmışlık Bir Zihniyet Hâlidir [Underdevelopment is a State of Mind] adlı kitabın yazan olan Lawrence Harrison’ın sözcükleriyle, ‘ilerlemeci değerleri ve davranışlan öne çıkaran faaliyetler’ olduğuna inanma eğilimleridir.  Fakat tek başına ideolojik telkinler yoluyla yapılabilecek değişikliklerin bir sının vardır. Yeterli istihdam imkânı olmayan bir toplumda, çok çalışmanın yararlarına dair vaaz vermek insanların çalışma ahşkanlıklarını değiştirmede çok etkili olmayacaktır. Sanayi sektörü küçük olan bir toplumdaki insanlara, mühendislik mesleğini küçümsemenin yanlış olduğunu anlatmak, pek çok gencin bu mesleği seçmesini sağlamayacaktır. İşçilerin kötü muamele gördüğü toplumlarda, işbirliğini câzip hâle getirmeye çalışmak, sağır olmasa bile alaycı kulaklara hitap edecektir. Tutumlarda değişiklik yapabilmek için ekonomik faaliyetler, kurumlar ve politikalar gibi gerçek unsurlardaki değişimlerin desteği gerekir.

Şirket sadâkati hakkındaki efsanevî Japon kültürünü ele alalım. Birçok gözlemci bu durumun, sadâkatin önemini vurgulayan Japon türü Konfüçyüsçülük’te köklenen kültürel özelliğin bir tezahürü olduğuna inanıyor. Şâyet bu doğruysa zaman içinde ileri geri gittiğimizde de aynı hususun daha belirgin ifade edilmesi gerekirdi. Ancak Beatrice Webb bir asır önce, Japonların ‘hoşgörülmesi oldukça güç düzeyde bireysel bağımsızlığa’ sahip olduklarını belirtiyordu.  Japon işçiler, hakikâten kısa sayılabilecek bir süre öncesinde bir hayli militandılar. 1955 ve 1964 yıllan arasındaki Japonya, grevler sebebiyle o dönemde işbirliğine dayalı endüstriyel ilişkilerde özellikle isim yapmamış ülkelerden İngiltere veya Fransa’ya kıyasla işçi başına daha fazla gün kaybetti.  İşbirliği ve sadâkat, Japon işçilere ömür boyu istihdam ve şirket refah planlan sağlayan kurumsal düzenlemelerin ardından geldi. Bunda ideolojik kampanyaların (ve hükümetin militan komünist sendikalan bastırmasının) da rolü vardı, ama bu tür gayretler tek başına yeterli olamazlardı.

Benzer şekilde, huzurlu endüstriyel ilişkiler konusundaki bugünkü şöhretine rağmen İsveç, bu alanda geçmişte berbat bir sorunla karşı karşıyaydı. 1920’li yıllardaki grevler sebebiyle, işçi başma adamsaat bazında herhangi başka bir ülkeden çok daha fazla kaybı vardı. Fakat 1930’ların ‘korporatist’ tavizlerinden sonra (1938 Saltjöbaden Anlaşması) bu tamamen değişti. Ücret taleplerinin ve grev faaliyetlerinin kısıtlanması karşılığında, ülkenin kapitalistleri, yeniden eğitim programlanyla bütünleştirilmiş cömert bir refah devletini işçilere sundular. İdeolojik telkinler bu yönde tek başına inandıncı olamazlardı.

Halk, 1960’lı yıllarda sanayileşme sürecine başlayan Kore’de hükümet tarafından geleneksel Konfüçyüsçü düşünüşteki sınaî meslekleri küçümseme eğiliminin terki için ikna etmeye çalıştı. Ülkenin daha fazla mühendis ve bilim adamına ihtiyacı vardı.

Ancak mühendislik alanındaki sınırlı istihdam imkânları sebebiyle, birçok zekî genç mühendis olmak istemiyordu. Bunun üzerine hükümet, üniversitelerin sosyal bilimler bölümlerinde tersini yaparken (göreceli olarak); mühendislik ve fen bölümlerindeki finansman imkânlarını genişleterek öğrenci sayısını arttırdı. 1960’lı yıllarda beşerî bilimlerden mezun olan her kişiye karşılık mühendislik ve fen dallarından mezun 0,6 kişi vardı; bu oran 1980’lerin başında bire bir oldu.  Elbette bu politika en sonunda işe yaradı, çünkü ekonomi hızla sanayileşiyordu ve mühendislerle bilim adamları için ücreti dolgun işlerin sayısı artıyordu. Kore, ideolojik telkinin, eğitim politikasının ve sanayileşmenin bütünleşmesi sayesinde (sadece ‘ilerlemeci değer yargılarının ve davranışların’ önünün açılmasıyla değil) dünyadaki en iyi yetişmiş mühendis ordularından birini meydana getirdi.

Yukarıdaki örnekler, kültürünün değiştirilmesinde ideolojik iknanın önemli, fakat tek başına yeterli olmadığını göstermektedir. Bu yönteme, arzu edilen davranış biçimlerini uzun dönemde yerleştirerek ‘kültürel’ özelliklere dönüştürebilecek olan politika ve kurumsal değişimlerin eşlik etmesi zorunludur.

Kültürü yeniden icât etmek

Kültür bir ülkenin ekonomik başarısını etkiler. Belirli bir kültür, zaman içinde verili bir noktada bulunan diğerlerine kıyasla, ekonomik kalkınma da dâhil olmak üzere belirli sosyal hedeflere ulaşma sürecinde daha uygun davranışsal özellikler taşıyanları yaratabilir. Bu önerme soyut düzeyde ihtilafsız görünür.

Ancak bu genel ilkeyi gerçek durumlarda uygulamaya çalıştığınızda, kanıtlanmasının güç olduğu ortaya çıkar. Bir ulusal kültürün tanımlamak çok zordur. Kore gibi sözde ‘homojen’ ülkeler için bile, tek bir ülke içinde çok farklı kültürel geleneklerin bulunduğu gerçeği, konuyu daha da karmaşıklaştırır. Tüm kültürler              ekonomik kalkınma için bazıları olumlu, bazıları olumsuz olsa da çok karakterlidir. Bütün bunlar göz önüne alındığında, bazı

Kötü Samiriyeliler’in yapmaya çalıştığı gibi, bir ülkenin ekonomik başarısını ya da başarısızlığını ‘açıklamak’ için kütürü esas almak ne mümkün, ne de yararlıdır.

Daha da önemlisi, [bir toplumun] belirli davranışsal özellikler taşıyan insanları içermesi, ekonomik kalkınma açısından daha iyi olsa bile, bir ülke kalkınmadan önce bir ‘kültür devrimine’ ihtiyaç duymaz. Kültür ve ekonomik kalkınma birbirlerini etkileseler de, aralarındaki nedensellik ilişkisi İkincisinin ilkini daha çok etkilemesi biçimindedir; ekonomik kalkınma büyük ölçüde ihtiyaç duyduğu kültürü yaratır. İkincisi eski nedensellik daha güçlüdür; ekonomik kalkınma büyük ölçüde ihtiyaç duyduğu bir kültürü oluşturur. Ekonomik yapıdaki değişim, insanların yaşamını ve birbirleriyle ilişkilerini değiştirir; Japonya, Almanya ve Kore örnekleriyle gösterdiğim gibi, ekonomik kalkınmayı ‘etkiledikleri düşünülen davranışsal özelliklerin (örneğin, çok çalışma, zaman tutma ve tutumluluk vb.) çoğu gerçekte sebep değil, sonuçlardır.

Kültürel değişimin büyük ölçüde ekonomik kalkınma sonucunda gerçekleştiğini söylemek, ideolojik iknayla değiştirilemeyeceğini söylemek değildir. Bu, iyimser kültürelcilerin gerçekteki inanışıdır. Onlar ‘gerikalmışlığm bir zihniyet hâli olduğunu’ ifade ederler. Dolayısıyla kendilerine göre gerikalmışlığm çözümü, insanların düşünüş tarzlarının ideolojik telkin vasıtasıyla değiştirilmesidir. Bu tür denemelerin kültürün değiştirilmesinde yararlı, hattâ bazı durumlarda önemli olabileceğini inkâr etmiyorum. Ancak altta yatan ekonomik yapılar ve kurumlarda tamamlayıcı değişimler yoksa ‘kültürel devrim’ kök satmayacaktır.

Dolayısıyla, ekonomik kalkınmada yararlı olan davranış özelliklerinin teşviki için; ideolojik telkinin, ekonomik kalkınmanın önünü açacak politik önlemlerin ve istenilen kültürel değişimlerini hızlandıracak kurumsal değişikliklerin kombinasyonu gerekir. Bu karışımı elde etmek kolay bir iş değildir; fakat bunu bir kez başardığınızda kültür normalde varsayıldığmdan çok daha hızla değiştirilebilir. Eğer temeldeki ekonomik yapıda ve kuramlardaki değişim desteği yeterliyse, genellikle sonsuza kadar muhafaza edilecek gibi görünen bir ulusal bir karakter yirmiotuz yıl içinde değişebilir. Japonların ‘millî mirası’ olan tembelliğin 1920’lerden bu yana hızla ortayan kayboluşu, İsveç’te 1930’lardan bu yana endüstriyel ilişkilerdeki işbirliğinin hızla gelişmesi ve ‘Kore zamanı’ sözünün 1990’larda yokoluşu bu durumun önde gelen örnekleridir.

Kültürün kasıtlı biçimde değiştirilebilmesi (ekonomik politikalar, kuramların inşaası ve ideolojik kampanyalar yoluyla) gerçeği bize umut veriyor. Hiçbir ülke, kendi kültürü nedeniyle gerikalmışlığa mahkûm edilemez. Fakat bununlabirlikte, kültürün iradeyle yeniden icât edilemeyeceğinin de unutulmaması gerekir (komünizm boyunca ‘yeni insanın’ yaratılmasındaki başarısızlık bunun iyi bir kanıtıdır). Kültürel ‘reformcu’, hâlâ mevcut kültürel tutum ve sembollerle çalışmak zorundadır.

Ekonomik kalkınmada kültür rolünü, onun gerçek karmaşıklığı ve önemi içinde anlamamız gerekir. Kültür karmaşıktır ve tanımlanması zordur. Ekonomik kalkınmayı etkiler, ancak daha ziyade tersi gerçekleşir. Kültür değişmez değildir. Ekonomik kalkınma, ideolojik ikna ve belirli davranış tarzlarını özendirmek için bunlara eşlik eden politikalar ve kuramlarla takviye edildiğinde değiştirilebilir. Sözü edilen davranış tarzları, zaman içinde kültürel özelliklere dönüşür. Ancak o zaman hayal gücümüzü, hem kültürün kader olduğuna iman edenlerin haksız karamsarlığından hem de insanları farklı düşünmeye ikna ederek ekonomik kalkınmayı getirebileceklerine inananların naif iyimserliğinden kurtarabiliriz.

 

Kaynak: Ha-Joon Chang SANAYİLEŞMENİN GİZLİ TARİHİ, İngilizceden Çeviren: Emin Akçaoğlu

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar