Tembel Japonlar ve Hırsız Almanlar
Bazı kültürler ekonomik kalkınma becerisinden yoksunlar mı?
Avustralyalı bir yönetim
danışmanı, gelişmekte olan bir ülkedeki pek çok fabrikayı gezdikten sonra,
kendisini davet eden hükümet yetkililerine şunları söylemişti: ‘Ucuz işgücünüz
hakkındaki izlenimim onları çalışırken görünce kısa sürede hayal kırıklığına
dönüştü. Ücretlerinin düşük olduğu şüphesiz. Fakat verimleri de öyle.
Adamlarınızı iş başında görmek, bana sizin zamanı umursamayan, hâlinden memnun
ve rahat bir ırk olduğunuzu hissettirdi. Konuştuğum bazı yöneticiler, bana
millî kalıtsal alışkanlıkları değiştirmenin imkânsız olduğunu anlattılar.’
Bu AvustralyalI danışman,
anlaşılır şekilde, ziyaret ettiği ülkenin işçilerinin doğru bir iş ahlâkına
sahip olmadıklarından endişe ediyordu. Esasen, düşüncesini oldukça kibar ifade
etmişti. Daha dobra olabilir ve onlara sadece ‘tembelsiniz’ diyebilirdi.
Ülkenin yoksul olduğu aşikârdı. Belki son derece yoksul değildi, ama geliri
Avustralya’nınkinin dörtte birinden azdı.
Ülkenin yöneticileri kendileri
adına AvustralyalI ile hemfikirdiler. Hiç değilse ‘millî kalıtsal
alışkanlıklar’ın ya da kültürün, mümkün olsa bile, değiştirilebilmesinin kolay
olmadığının farkına varacak kadar akıllıydılar.19. yüzyıl Alman iktisatçısı ve
toplumbilimcisi Max Weber’in ufuk açan çalışması Protestan Ahlâkı ve
Kapitalizmin Ruhu'nda ifade gibi, ekonomik kalkınmaya daha uygun bazı kültürler
(örneğin, Protestanlık) mevcuttur. Anlatılan ülke 1915 yılının
Japonya’sıydı. Avustralya’dan (bu
ülke günümüzde iyi zaman geçirme
konusundaki becerisiyle bilinir) birinin Japonlara tembel diyebilmesi kulağa
pek de doğru gelmiyor. Ancak, bir asır önce Batıkların Japonya hakkındaki
düşüncesi buydu.
Amerikalı misyoner Sidney Gulick
1903 tarihli Japonların Evrimi adlı kitabında birçok Japon’un ‘tembel ve
zamanın geçişine son derece kayıtsız oldukları ... izlenimi verdiklerini’
gözlemlemişti. Gulick sıradan bir gözlemci
değildi. Japonya’da 25 yıl (18881913) yaşamıştı, Japon diline tamamen hâkimdi
ve Japon üniversitelerinde dersler vermişti. ABD’ye döndükten sonra Asyalı
Amerikalılar lehine yürüttüğü ırksal eşitlik kampanyalarıyla biliniyordu. Yine
de, Japonlar’ın ‘hâllerinden memnun, geleceğe ilişkin hiçbir endişesi olmayan,
esasen günü gününe yaşayan’ niteliklere sahip ‘kaygısız’ ve duygusal kişiler
oldukları şeklindeki kültürel klişenin bolca örneğini gözlemlemişti. Bu gözlemle bugünün Afrikası hakkında bir
Aftikalı’nın (Kamerunlu bir mühendis ve yazar olan Daniel EtoungaManguelle’in)
gözlemi arasındaki benzerlik dikkat çekicidir. ‘Afrikalı, kendi atalarının
kültürüne öylesine zincirlerle bağlıdır ki, geçmiş sadece kendini tekrar eder
ve o sadece geleceği hakkında üstünkörü endişeler taşır. Ancak, geleceğin
dinamik bir algısı olmaksızın herhangi bir planlama, öngörü, kurgulama, diğer
bir deyişle, olayların seyrini etkileyecek herhangi bir politika söz konusu
olamaz.
İngiliz Fabian sosyalizminin ünlü
lideri Beatrice Webb, 19111912 yıllarındaki Asya gezisinden sonra, Japonları,
‘boş zaman nosyonları sakıncalı ve kişisel bağımsızlıkları bir hayli
dayanılmaz’ kişiler olarak nitelendirmişti.
Japonya’da, ‘insanlara düşünmeyi öğretme arzusu apaçık yok’
demişti. Benim atalarım hakkındaki
eleştirisi daha da sertti. Korelileri ‘yakışıksız kirli beyaz kıyafetler içinde
dolanan, iğrenç balçık kulübelerde yaşayan, 12 milyon kirli, bozulmuş, ters,
tembel ve dinsiz vahşî’ olarak tanımlamıştı.
Japonlar hakkındaki menfi düşüncesine rağmen ‘Korelileri şu ânki barbar
hallerinden şâyet birileri kurtarabilirse, kanaatimce bu Japonlarlar olacaktır’
diye düşünmesine şaşmamak gerekir.
Bu sadece, Doğu halklarına karşı
Batılı bir önyargı değildi. Almanlar hakkında da Ingilizler benzer şeyler söylemekteydi.
19. yüzyılın ortalarındaki ekonomik sıçrayışları öncesinde Almanlar, İngilizler
tarafından genellikle ‘kalın kafalı ve ağır insanlar’ olarak tasvir
edilirlerdi. ‘Miskinlik’ Germanik doğası
ile sıklıkla ilişkilendirilen bir sözcüktü.
Frankenstein’ın yazan Mary Shelley, Alman fayton sürücüsüyle giriştiği
sinir bozucu bir tartışma sonrasında çileden çıkmış halde, ‘Almanlar hiç acele
etmezler’ diye yazmıştı. Böyle
düşünenler sadece îngilizler değildi. Alman işçileri istihdam eden bir Fransız
imâlatçı, kendilerinden ‘canlan isteyince ve canlan istediği kadar
çalışıyorlar’ diye şikâyet ediyordu.
İngilizler, aynca Almanların
kalın kafalı olduklarını düşünüyorlardı. 1820’lerde bir gezi yazan olan John
Russell’a göre Almanlar , ‘kendilerine ne keskin bir algı ne de hassas bir
hissiyat bahşedilmiş olan ... hantal, hâlinden memnun’ kişilerdi. Russell’a
göre, özellikle, yeni fikirlere açık değillerdi: ‘[Bir Almanın] kendisi için
yeni olan bir şeyin etkilerini kavramasının sağlanması uzun zaman alır ve onu
yeniliğin peşinden gitmeye teşvik etmek hayli zordur’. 19. yüzyıl ortalarında
bir başka İngiliz gezginin dediği gibi ‘ne girişim ne de faaliyet bakımından
seçkin olmamalarına’ şaşmamak gerekir.
Almanların aynı zamanda çok
bireysel oldukları ve beraber çalışamadıkları düşünülüyordu. Ingilizler
nazarında, Almanların işbirliği yapma becerilerinin olmayışı kendini en çok,
kamu altyapı tesislerinin kalitesizliğinde ve bakımsızlığında belli ediyordu.
Bunlar o kadar kötüydü ki, Hindistan valisi (ve bu nedenle, emniyetsiz yol
koşullarına alışık) olan John McPherson, ‘Almanya’daki yollar o kadar kötüydü
ki, rotamı İtalya’ya çevirdim’ diye yazmıştı.
Bunu bir kez daha yukarıda zikrettiğim Afrikalı gözlememin yorumu ile
karşılaştırınız: ‘Afrika toplumlan, kişisel çekişmelerle dolu ve takım ruhu
olmayan bir futbol takımı gibidir; bir oyuncu diğerine, gol atabileceği
endişesiyle pass vermez’.
19. yüzyılın başlarında İngiliz gezginler Almanları aynı zamanda
sahtekâr bulmuşlardı. Bu durumu İngiliz ordusunda bir doktor olan Sir Arthur
Brooke Faulkner: ‘Tâcir ve esnaflar her fırsat bulduklarında sizden
yararlanmaya çalışırlar; ne koparabilirlerse... Bu üçkâğıtçılık evrenseldir’
diye gözlemlemişti.
Son olarak, İngilizler Almanların
aşın duygusal olduklarını düşünüyorlardı. Bugün birçok İngiliz, Almanların
neredeyse genetik bir duygusal eksikliği olduğunu düşünür görünmektedir. Oysa
Sir Arthur, Almanların aşın duygusallığından söz ederken, ‘bazılan tüm
kederlerine gülüp geçecek ve diğerleri hep melankoliye boyun eğecek’ demişti. Sir Arthur bir Mandalıydı; onun Almanları
duygusallıkla yaftalaması, bugünün kültürel klişelerine göre, bir
FinlandiyalInın JamaikalIları kasvetli bir güruh olarak nitelemesine
benzetilebilir.
Buyurun! Bir yüzyıl önce,
Japonlar çalışkan değil, tembeldiler; sâdık ‘işçi karıncalar’ olmak yerine (bir
İngiliz sosyalisti için bile!) fazlasıyla başına buyruktular; kapalı kutu değil
duygusaldılar; ciddî olmaktan çok gamsızdırlar; geleceği düşünmek yerine (çok
yüksek tasarruf oranlarından belli olduğu üzere) günü gününe yaşamaktaydılar.
Bir buçuk yüzyıl önce Almanlar, verimli değil miskindiler; birlikte çalışmayı
bilmiyorlardı, bireyciydiler; rasyonel değil duygusaldılar; akıllı değil
aptaldılar; yasalara saygılı kişiler değil hırsız ve sahtekârdılar; disiplinli
değil gevşektiler.
Bu nitelendirmeler iki nedenden
dolayı akıl kanştıcıdır. İlk olarak, şayet Japonlar ve Almanlar bu kadar ‘kötü’
kültürlere sahipdiyseler, nasıl bu kadar zengin oldular? İkincisi, neden o
zamanki Japonlar ve Almanlar bugünkü torunlarından bu kadar farklılar? ‘Millî
kalıtsal alışkanlıklarım’ nasıl tümüyle değiştirmiş olabilirler?
Yeri geldikçe bu sorulan
gereğince yanıtlayacağım. Ancak, bundan önce, kültür ve ekonomik kalkınma
arasındaki ilişki hakkındaki bazı yaygın yanlış algılara açıklık getirme gereği
görüyorum.
Kültür ekonomik kalkınmayı etkiler mi?
Toplumlar arasındaki ekonomik
kalkınma çeşitliliklerini kültürel farklılıklar ile açıklayan görüşler uzun
süredir bilinmektedir. Altta yatan fikir açıktır. Farklı kültürler, kendilerini
farklı davranış şekilleriyle ifade eden, farklı değerlere sahip insanlar
yaratır. Bu davranış tarzlarının bazıları diğerlerine nazaran ekonomik kalkınma
için daha yararlı olduğu gibi; kalkınmaya daha yatkın davranış tarzları yaratan
bir kültüre sahip olan ülkeler, ekonomik açıdan diğerlerine göre daha başarılı
olurlar.
Duayen bir Amerikalı siyaset
bilimci ve çok tartışılan Medeniyetler Çatışması kitabının yazarı Samuel
Huntington, bu fikri veciz bir şekilde ortaya koymuştur: 1960’ lı yıllarda
ekonomik kalkınma bakımından benzer düzeyde olan iki ülke, Güney Kore ve Gana
arasındaki ekonomik sapmayı açıklarken, ‘Kuşkusuz, pek çok etken rol
oynamıştır; ancak, ... açıklamanın büyük bir kısmı kültüre dayanmalıdır. Güney
Koreliler tutumluluk, yatırım, çok çalışma, eğitim, organizasyon ve disipline
değer verdiler. Ganalılar’ın ise farklı değerleri vardı. Kısacası, kültürler
hesaba katılmalıdır.
Pek azımız ‘tutumluluk, yatırım,
çok çalışma, eğitim, organizasyon ve disiplin’ gibi davranış şekilleri gösteren
kişilerin ekonomik olarak başarılı olacağı fikrine karşı çıkarız. Oysa kültür
teorisyenleri, bu konuda daha da ileri giderler; bu davranış biçimlerinin büyük
ölçüde, hatta tamamen değişmez olduğunu, çünkü bunların kültür tarafından
belirlendiğini ileri sürerler. Ekonomik başarı gerçekten de ‘millî kalıtsal
alışkanlıkları’ tarafından belirleniyorsa, bazı insanların diğerlerinden daha
başarılı olması onların yazgısıdır ve bu konuda yapılabilecek bir şey yoktur.
Dolayısıyla bazı yoksul ülkeler, çaresiz, oldukları gibi kalacaklardır.
Ekonomik kalkınma konusunda
kültüre dayalı açıklanmalar 1960’lara kadar popülerdi. Ancak, medenî hakların
kabulünün yaygınlaştığı ve sömürgeciliğin sonlandığı dönemde, insanlar bu
açıklamaların (ırkçı olmasa bile) kültürelüstünlükçü imalar içerdiklerini
hissetmeye başladılar. Sonuçta bu görüşler itibar kaybettiler. Bununla birlikte
tür açıklamalar, son on yıldır yeniden gündeme geldiler. Bu görüşlerin tekrar
moda oluşları, daha baskın kültürlerin (dar anlamda AngloAmerikan ve daha genel
anlamda Avrupa kültürleri) diğer kültürler (ekonomik alanda Konfüçyüsçülük,
siyaset ve uluslararası ilişkiler alanında da İslâm) tarafından ‘tehdit’
edildiklerini hissetmeleriyle ilişkilidir.
Bu tartışmalar Kötü Samiryeliler’e de uygun bahaneler sundular: Neoliberal
politikalar, kendi doğalarından kaynaklanan sorunlar nedeniyle değil; bunları
uygulayan halkların benimsedikleri ‘yanlış’ değer yargıları, bu politikaların
etkilerini azalttığı için başarısız oldular.
Aslında bu tür görüşlerin mevcut
rönesansı çerçevesindeki bazı kültür teorisyenleri, kültürün kendisi hakkında
konuşmazlar. Bu teorisyenler çok geniş ve amorf bir kavram olarak kabul
ettikleri kültürün, sadece ekonomik gelişme ile yakından ilişkili olduğunu
düşündükleri bileşenlerini izole etmeye çalışırlar. Örneğin, Amerikalı neocon
siyasî yorumcu Francis Fukuyama, 1995 tarihli kitabı Güven'de, güven
ilişkisinin aile üyelerinin ötesine geçerek varoluşunun veya olmayışının
ekonomik kalkınmayı ciddî şekilde etkilediğini ileri sürer. Fukuyama, Çin,
Fransa, İtalya ve (bir ölçüde) Kore gibi ülkelerin kültürlerindeki böyle bir
güven ilişkisi yokluğunun, modem ekonomik kalkınma için elzem olan büyük
firmaların bu ülkelerde etkili şekilde işletilmesini zorlaştırdığını savunur.
Fukuyama’ya göre güven, Japonya, Almanya ve ABD gibi güçlü ilişkilerin
kurulabildiği toplumların iktisaden daha gelişmiş olmalarının nedenidir.
‘Kültür’ kelimesi kullanılsa da
kullanılmasa da, ileri sürülen sav özünde aynıdır: Farklı kültürler, kişilerin
farklı davranmalarını sağlayarak, farklı toplumlar arasında ekonomik kalkınma
farklılıkları yaratır. Seçkin bir Amerikalı iktisat tarihçisi ve kültürel
teoriler rönesansının önderlerinden olan David Landes, ‘tüm farkı yaratan
kültürdür’ iddiasındadır.
Farklı kültürler, iş, tasarruf,
eğitim, işbirliği, güven, yetki ve bir toplumun ekonomik ilerlemesini etkileyen
sayısız konuda, farklı tutumlar sergileyen kişiler yaratırlar. Ancak bu sav,
bizi pek de ileri götürmez. Az sonra göreceğimiz gibi, kültürleri tam olarak
tanımlamak hayli zordur. Bunu başarabilsek bile, özsel olarak tikel bir
kültürün ekonomik kalkınma için iyi mi yoksa kötü mü olup olmadığının net bir
şekilde belirlenmesi mümkün değildir. Açıklayayım.
Kültür nedir?
Birçok Batılı, beni bir Çinli ya
da Japonla karıştırır. Bu anlaşılabilir bir durumdur. ‘Çekik’ gözleri, düz
siyah saçları ve belirgin elmacık kemikleriyle Doğu Asyalılar hep ‘aynı
görünür’. En azından farklı Doğu Asya ülkelerinden gelen insanlar arasında
kolayca fark edilemeyen yüz özelliklerinin, tavır ve giyim farklarının ayırdmda
olmayan bir Batılı için bu böyledir. Beni bir Çinli ya da Japonla
karıştırdıkları için özür dileyen Batılılara, bunun sorun olmadığını, çünkü
birçok Korelinin de tüm Batılılan ‘Amerikalı’ (bazı Avrupalıların aynı görüşte
olmayabileceği bir kavram) olarak adlandırdıklarını söylerim. Deneyimi olmayan
bir Koreli’ye bütün Batılıların, büyük burunları, yuvarlak gözleri ve aşın
sakallanyla birbirinin aynı göründüğünü söylerim.
Bu tecrübe, insanların aşın
ölçüde geniş kategorizasyonuna karşı bir uyandır. Elbette, neyin ‘aşın ölçüde
geniş’ olduğu, kategorizasyonun amacına bağlıdır. Sözgelimi, insan ile yunus
beynini karşılaştınyor olsak, kapsamlı Homo sapiens kategorisi bile yeterli
olabilir. Ancak kültürün ekonomik kalkınma üzerinde nasıl bir fark yarattığını
incelerken, nispeten dar bir kategori olan ‘Koreli’ bile sorunlu olabilir.
‘Hıristiyan’ veya ‘Müslüman’ gibi geniş kategoriler, ortaya koyduklarından çok
daha fazla bilinmeyen içerirler.
Bununla birlikte, kültüre dayalı
görüşlerin çoğunda kültürler çok genel tanımlanmıştır. Bize genellikle
eleştirmeye dahi tenezzül etmeyeceğim DoğuBatı gibi çok kaba kategoriler
sunulur. Hıristiyan (Hıristiyanlık kategorisi zaman zaman Yahudilik ile
harmanlanarak Yahudi-Hıristiyan yapılır;
bazen ise Katolik ve Protestan olarak ikiye aynlır), Müslüman, Yahudi, Budist,
Hindu ve Konfüçyüsçü (bu son kategori bir din olmadığı için özellikle
tartışmalıdır) gibi geniş ‘dinî’ kategoriler, sıklıkla önümüze çıkanlır*
Şimdi bir ân için bu kategoriler
hakkında düşünelim. Görünürde homojen bir grup olan ‘Katoliklik’ içinde, hem
Dan Brown’un çok satan romanı Da Vinci Şifresi ile meşhur olan aşınmuhafazakâr
Opus Dei hareketi, hem de Brezilyalı Olinda ve Recife Başpiskoposu Dom Helder
Câmara’nın ünlü ‘Yoksullara yiyecek verdiğimde bana aziz diyorlar; yoksulların
neden hiç yiyeceği yok diye sorduğumda bana komünist diyorlar’ sözüyle
özetlenen solkanat kurtuluş teolojisi birlikte yer almaktadır. Bu iki ‘Katolik’
alt-kültürü servet birikimine, gelirin yeniden bölüşümüne ve sosyal
yükümlülüklere karşı çok farklı tutumlara sahip kişiler yaratır.
Bir başka örneği ele alırsak,
kadınların kamusal hayata katılımını ciddî şekilde sınırlayan aşınmuhafazakâr
Müslüman toplumlar vardır. Buna karşılık, Malezya merkez bankasının profesyonel
kadrosunun yansından fazlası kadındır ve bu oran, sözde daha ‘feminist’
Hıristiyan ülkelerdeki herhangi bir merkez bankasındakinden çok daha yüksektir.
Başka bir örnek daha: Bazılan Japonya’nın ekonomik başansım, Konfüçyüsçülük’ün
kişisel aydınlanmanın Önplanda tutulduğu Çin ve Kore türlerine kıyasla, kendine
özgü bir türde vurgulanan sadâkat öğretisi sayesinde elde edildiğine
inanırlar. Bu genelleme kabul görsün
görmesin (ki bu konuya sonra tekrar değineceğim), Konfüçyüsçülük’ün sadece tek
bir türü olmadığını ortaya koyar.
Konfüçyüsçü veya Müslüman gibi
kategoriler çok genişse, ülkeleri kültürel birimler olarak ele almaya ne
dersiniz? Maalesef bu da sorunu çözmez. Kültürelcilerin kendilerinin de kabul
edecekleri gibi, herhangi bir ülke özellikle Hindistan ve Çin gibi geniş ve
kültürel çeşitliliği barındıranlar çoğu zaman farklı kültürel gruplan içerir;
özellikle Hindistan ve Çin gibi geniş ve kültürel çeşitliliği e barındıranlar.
Fakat kültürel olarak dünyanın en homojen toplumlarından biri Kore gibi bir
ülkede bile bölgeler arasında belirgin kültürel farklılıklar vardır. Özellikle,
güneydoğulular (Kyungsang) güneybatılıların (Cholla) zekî, ama tamamıyla
güvenilemeyecek ikiyüzlü kişiler olduklarını düşünürler. Buna karşılık
güneybatılılar, güneydoğuluların kaba ve saldırgan fakat azimli ve iyi organize
olduklarını söylerler. Bu iki Kore bölgesine ait klişelerin Fransızlar ve
Almanlar’m birbirleri hakkındaki klişelerine benzediğini söylemek abartılı
olmayacaktır. Kore’nin iki bölgesi arasındaki kültürel düşmanlık öylesine yoğundur
ki, bazı aileler çocuklarırımdiğer bölgeden kişilerle evlenmelerine izin
vermezler. Öyleyse tek bir ‘Kore’ kültürü var mıdır, yok mudur? Aynca, eğer
mesele Kore için bu kadar karmaşıksa, diğer ülkeler hakkında konuşmamıza gerek
dahi var mıdır?
Anlatmayı sürdürebilirim, ama
sanırım‘Katolik’ ya da ‘Çinli’ gibi geniş kategorilerin analitik açıdan anlamlı
olamayacak kadar kabataslak olduklarını ve bir ülkenin bile kültürel bir birim
olarak genelleştirilemeyecek kadar büyük olduğunu ortaya koyabildim. Kültürelciler
yapmamız gerekenin Hıristiyan ya da Konfüçyüsçü gibi geniş kategoriler yerine
Mormon ya da Japon Konfüçyüsçülük’ü gibi daha iyi kategorilerle çalışmak olduğu
yanıtı ile karşılık verebilirler. Keşke mesele bu kadar basit olsaydı. Şimdi
değineceğim üzere kültürelci teorilerin çok daha temel sorunlan vardır.
Dr Jekyll Bay Hyde’a karşı
Doğu Asya ekonomik ‘mucize’sinden
bu yana, bölgenin ekonomik başarılarının, en azından kısmen, Konfüçyüs kültüre
dayandığım ileri sürmek çok popüler hâle geldi. Konfüçyüs kültürünün çok
çalışma, eğitim, tutumluluk, işbirliği ve otoriteye itaati vurguladığına işaret
edildi. Bir yandan işbirliği ve disiplin teşvik ederken, insan sermayesi
(eğitime vurgu yaparak) ve fiziksel sermaye (tutumluluğa vurgu yaparak)
birikimini teşvik eden bir kültürün ekonomik kalkınma için iyi olması gerektiği
aşikâr görünüyordu.
Oysa Doğu Asya ekonomik
‘mucize’sinden önce, bölgenin geri kalmışlığının nedeni olduğu gerekçesiyle
Konfüçyüsçülük suçlanıyordu. Üstelik bu doğruydu. Konfüçyüsçülük’ün ekonomik
kalkınma için zararlı olabilecek (kalkınma ile ters düşen) birçok yönü
mevcuttur. Bunlardan en önemlilerine değineyim.
Konfüçyüsçülük insanları,
ekonomik kalkınma için gereken işletme ve mühendislik gibi meslekleri
endinmekten caydırır. Geleneksel Konfüçyüsçü toplumsal sistemin zirvesinde
bilginbürokratlar yer alıyordu. Bunlar, ikinci sınıf yöneticiler olan
profesyonel askerlerlerle birlikte, egemen sınıfı oluştururlardı. Bu egemen
sınıfın yönetimi, sırasıyla köylüler, esnaflar ve tüccarlardan (onların da
altında köleler vardı) oluşan bir halk hiyerarşisi çerçevesinde icra
ediliyordu. Fakat köylülükle ve diğer alt sınıflar arasında temel bir ayrımbulunmaktaydı.
En azından teorik olarak, bir köylünün bir kamu hizmeti sınavını geçerek egemen
sınıfa dahil olması mümkündü (ki bu bazen oluyordu). Esnaf ve tüccarlarınsa
sınava girmelerine bile izin verilmiyordu.
Bu da yetmiyormuş gibi, kamu
hizmeti sınavında sadece egemen sınıfın pratik bilgiyi hor görmesinin nedeni
olan Konfüçyüs klasikleri hakkmdaki skolastik bilgiyi sınanıyordu. 18. yüzyıl’m
Koreli Konfüçyüsçü siyasetçileri, bir kralın annesinin ölümü nedeniyle ne kadar
süreyle yas tutması gerektiğine dair (bir yıl ya da üç yıl) bitmek bilmez hizip
kavgalarına tutuşmuşlardı. Bilginbürokratların ‘temiz yoksulluk’ içinde
yaşamaları gerekiyordu (genellikle uygulamada tersi oluyordu) ve bu nedenle
para kazanmak hor görülüyordu. Yetenekli kişiler, modem çağın Konfüçyüs kültürü
tarafından ekonomik kalkınmaya dolaysız ve daha fazla katkıda bulunan meslekler
olan mühendislik veya işletme okumak yerine, bürokrat olmak için hukuk veya
iktisat okumaya teşvik eder.
Ayrıca, Konfüçyüsçülük
yaratıcılığı ve girişimciliği özendirmez. Katı bir sosyal hiyerarşiye sahiptir
ve belirttiğim gibi, toplumun belli kesimlerinin (esnaf, tüccar) yükselmesini
engeller. Üstlerine sadâkate ve otoriteye biata vurgu yaparak sürdürülen katı
hiyerarşi, geleneklerin devamlılığını ve yaratıcılığın bastırılmasını besler.
Konfiiçyüsçülük’ün bu görünümünün, Doğu Asyalıların pek yaratıcılık gerektirmeyen
mekanik işlerde başarılı olduklarına işaret eden kültürel klişede dayanakları
vardır.
Konfüçyüsçülük’ün hukukun
üstünlüğünü engellediği de ileri sürülebilir. Birçok kişi, özellikle
neoliberaller, mülkiyetin yöneticiler tarafından keyfi olarak gasp edilmesi
karşısındaki nihaî garantör olması nedeniyle, hukukun üstünlüğünün ekonomik
kalkınma için olmazsa olmaz olduğuna inanırlar. Şâyet hukukun üstünlüğü söz
konusu değilse mülkiyet haklanmn hiçbir güvencesi olamayacak o zaman da
insanlar, yatırım yapmak ve varlık yaratmak konusunda gönülsüz davranacaktır.
Konfüçyüsçülük keyfi yönetimi teşvik etmiyor olabilir, fakat Konfüçyüs’ün şu
ünlü pasajından da anlaşılacağı gibi Konfüçyüs felsefesinin hukukun üstünlüğünü
etkisiz bulduğu ve beğenmediği doğrudur: ‘Eğer halk kanunlarla yönetilir ve
düzen, cezalarla sağlanmaya çalışılırsa, insanlar cezadan kaçınmaya çalışacak,
ancak utanç duygusuna sahip olmayacaklardır. Eğer erdemle yönetilir ve ahlâk
kurallarıyla düzen sağlanmaya çalışılırsa, insanların utanç duygulan olacak ve
daha önemlisi iyi olacaklardır’. Aynı fikirdeyim. Sıkı yasal yaptınmlar
karşısında insanlar, ceza korkusuyla kanunlara riayet eder, ama hukuka çok
fazla vurgu yapılması, onlarda ahlâkî bireyler olarak güvenilir bulunmadıklarınıalgısına
neden olabilir. Güven olmadan insanlar, davranışlarını sadece kanunlara uygun
değil, aynı zamanda da ahlâkî kılan ilâve mesafeyi almayacaklardır. Öte yandan
tüm bunlardan sonra, hukukun üstünlüğünün Konfüçyüsçülük tarafından
karalanmasının, sistemi keyfî yönetim karşısında savunmasız bıraktığı inkâr
edilemez. Peki, hükümdarınız erdemli olmadığında ne yapacaksınız?
Öyleyse, hangisi
Konfüçyüsçülük’ün doğru bir portresidir? Huntington’un Güney Kore’yle ilgili
olarak söylediği gibi, ‘tutumluluk, yatınm, sıkı çalışma, eğitim, organizasyon
ve disipline’ değer veren bir kültür mü; yoksa pratik uğraşıları hor gören,
girişimciliği caydıran ve hukukun üstünlüğü geciktiren bir kültür mü?
Bunların her ikisi de doğrudur;
ancak, ilki sadece ekonomik kalkınma için iyi olan unsurları, İkincisiyse
sadece kötü olanları seçmektedir. Aslında, Konfüçyüsçülük’ün tek yanlı bir
görünümü için farklı unsurların seçilmesine dahi gerek yoktur. Aynı kültürel
unsur, peşinde olduğunuz sonuca bağlı olarak, olumlu ya da olumsuz etkileri
varmış gibi yorumlanabilir. Buna en iyi örnek sadakattir. Yukarıda da
belirttiğim gibi bazı kişiler, Konfüçyüsçülük’ün Japon yorumunu diğer
yorumlarına göre ekonomik kalkınma için daha uygun kılanın sadakate yapılan
vurgu olduğunu düşünürler. Diğeriyse, bağımsız düşünmeyi ve dolayısıyla
yeniliği boğduğu gerekçesiyle sadakate yapılan vurguyu Konfüçyüsçülük’ün esas
sorunu olarak değerlendirirler.
Bununla birlikte, Robert Louis
Stevenson’un Dr Jekyll ve Bay Hyde adlı eserindeki başkahraman gibi bölünmüş
bir kişiliğe sahip olan sadece Konfüçyüsçülük değildir. Aynı egzersizi herhangi
bir kültürün inanç sistemi ile yapabiliriz. İslâm örneğini ele alalım.
Günümüzde pekçok kişi, Müslüman
kültürün ekonomik gelişmeyi yavaşlattığını düşünmektedir. İslâm’ın çeşitliliğe
karşı tahammülsüzlüğü, girişimciliği ve yaratıcılığı caydırmaktadır. Ahiret
takıntısı, müminlerin servet birikimi ve verimlilik artışı gibi dünyevî şeylere
karşı daha az ilgi duymasını sebep olur.
Kadınların yapabilecekleri üzerindeki sınırlamalar sadece nüfusun
yansının yeteneklerinin boşa harcanmasına neden olmaz; aynı zamanda gelecekteki
işgücünün muhtemel kalitesini aşağı çeker. Kötü eğitimli anneler, çocuklarını
iyi besleyemezler ve onlara yeterli eğitim desteği veremezler; dolayısıyla onların
okul başanlarının azalmasına neden olurlar. ‘Militarist’ eğilim (kâfirlere
karşı cihat ya da kutsal savaş kavramı ile örneklenebilir) savaşmayı
yüceltmektedir; para kazanmayı değil. Kısacası, mükemmel bir Bay Hyde.
Alternatif olarak, pek çok başka
kültürün aksine Müslüman kültürün değişmez bir toplumsal hiyerarşiye sahip
olmadığım söyleyebiliriz (Güney Asya’da kast sisteminin alt sıralarında yer
alan Hinduların Müslümanlığa geçmesinin nedeni budur). Bu nedenle, yaratıcı
olan ve çok çalışan kişiler ödüllendirilir. Ayrıca, Konfüçyüsçü hiyerarşinin
aksine, endüstriyel veya ticari faaliyetlerin küçümsenmesi söz konusu değildir.
Muhammed Peygamber’in kendisi bir tüccardı. Ve bir tüccar dini olan İslâm,
sözleşmelere çok önem verir; düğün törenlerinde bile evlilik sözleşmeleri
imzalanır. Bu yönelim hukukukun üstünlüğü ve adaleti teşvik eder; Müslüman ülkeler, Hıristiyan ülkelerden
yüzlerce yıl önce eğitimli yargıçlara sahipti. Aynca Peygamberin ünlü ‘âlimin
mürekkebi, şehidin kanından daha kutsaldır’ sözündeki olduğu gibi rasyonel
düşünme ve öğrenmeye vurgu yapılır. Bu, Arap dünyasının bir zamanlar matematik,
fen ve tıp alanında dünyaya önderlik etmesinin nedenlerinden biridir. Tüm
bunlara ek olarak, Kur’ân’ın birbirleriyle çelişen farklı yorumlan olsa da,
uygulamada modem dönem öncesi Müslüman toplumlan, Hıristiyan toplumlardan çok
daha hoşgörülüydüler. 1492 yılında Ispanya’nın Hıristiyanlarca yeniden fethi
(reconquista) sonrasında pek çok İberya Yahudisi’nin Osmanlı İmparatorluğu’na
kaçmasının nedeni budur.
Böyle bir Müslüman kültür tablosunda
Dr Jekyll’in köklerini görürsünüz: Bu kültür, sosyal hareketliliği ve
girişimciliği özendirir; ticarete değer verir; sözleşmeye dayanan bir zihniyete
sahiptir; rasyonel düşünceyi vurgular; çeşitlilik ve dolayısıyla yaratıcılığa
hoşgörülü yaklaşır.
Bu JekyllveHyde egzersizimiz
ekonomik kalkınma için iyi ya da kötü olduğu düşünülebilecek herhangi bir
kültürün bulunmadığını gösterir. Her şey insanların kendi kültürlerinin
‘hammaddesiyle’ ne yaptıklarına bağlıdır. Olumlu öğeler ya da negatif olanlar
baskın olabilir. Zaman ya da coğrafi mekân anlamında farklı yerlerde bulunan ve
aynı hammaddeyle (İslâm, Konfüçyüsçülük ya da Hıristiyanlık) çalışan iki toplum
hayli farklı davranış kalıplan üretebilir ve üretmiştirdir de.
Bunu gerçeği göremeyince,
ekonomik kalkınmanın kültürtemelli açıklamaları genellikle bir keskin
nişancının önceki dönemi kapsayan (ex post factö) mazeretleri gibi olmaktadır.
Yani, kapitalizmin ilk günlerinde, ekonomik açıdan en başarılı ülkelerin
Protestan Hıristiyan ülkeler olması sebebiyle, birçok kişi Protestanlık’m
ekonomik kalkınmaya benzersiz ölçüde uygun olduğunu savundular. Özellikle II.
Dünya Savaşı’ndan sonra, Katolik ülkeler Fransa, İtalya, Avusturya ve Güney
Almanya hızla geliştiğinde, Protestanlık değil, Hıristiyanlık bir sihirli kültür
hâline geliverdi. Japonya zengin olana dek, pek çok kişi Doğu Asya’nın
Konfüçyüsçülük yüzünden gelişmediğini düşünürdü. Fakat Japonya başarılı olunca
bu tez; Japonya’nın başarısının, Konfüçyüsçülük’ün bireysel gelişime daha çok
önem veren Çin ve Kore yorumlarına kıyasla, toplumsal işbirliğine önem veren
yorumuna sahip olmasından kaynaklandığı şeklinde revize edildi. Daha sonra Hong
Kong, Singapur, Tayvan ve Kore’de de işler iyi gitmeye başladı. Böylelikle,
Konfüçyüsçülük’ün farklı türleri hakkındaki bu tespit unutuluverdi. Gerçekten
de, çalışkanlık, tasarruf, eğitim ve otoriteye itaate vurgu yapan
Konfüçyüsçülük, bir bütün olarak, birden bire kalkınma için en uygun kültür
hâline geliverdi. Bugün, Müslüman Malezya ve Endonezya’nın, Budist Tayland’ın ve
hatta Hindu Hindistan’ın ekonomik anlamda başarılı olduklarını görmekteyiz.
Dolayısıyla, yakında bütün bu kültürlerin ekonomik kalkınma için nasıl
benzersiz ölçüde uygun olduklarının ilânına şâhit olabiliriz (ve tabiî ki
bunlan yazanların, her şeyi en başından beri bildiklerinin ilânına da).
Tembel Japonlar ve hırsız Almanlar
Buraya kadar, ekonomik kalkınma
için ideal kültürünün bir çeşidini bulmak bir yana, kültürleri tanımlamanın ve
karmaşıklıklarını anlamanın bile ne kadar zor olduğunu göstermeye çalıştım.
Şâyet, kültürün tanımlanması bile zorsa, bir başka şeyi (sözgelimi ekonomik
kalkınmayı) açıklamaya çalışırken ondan yararlanmaya kalkışmak daha büyük
sorunlan içeren bir egzersiz olacak gibi görünüyor.
Bütün bunlar, insanların davranış
şekillerinin ekonomik kalkınma üzerindeki muhtemel etkisinin inkârı değildir.
Fakat işaret ettiğim nokta, insan davranışlarının kültür tarafından
belirlenmediğidir. Aynca, kültürler değişir; pekçok kültürcünün alışkanlık
haline getirdiğinin aksine, kültüre kader muamelesi yapılması yanlıştır. Bunu
anlamak için, bir anlığına tembel Japonlar ve hırsız Almanlar bilmecelerine
geri dönelim.
Geçmişte Japon ya da Alman
kültürlerinin ekonomik kalkınma için çok kötü görünmelerinin bir nedeni daha
zengin ülkelerden gözlemcilerin yabancılar (özellikle de yoksul yabancılara)
karşısındaki önyargı eğilimleriydi. Fakat bunda, zengin ülkelerin yoksul
ülkelerden çok farklı bir şekilde örgütlenmiş olmalarından kaynaklanan gerçek
bir ‘yanlış yorumlanma’ unsuru da mevcuttu.
Yoksul ülkelerdeki insanların en
sık anılan ‘kültürel’ özelliği olan tembelliği ele alalım. Zengin ülkelerin
insanları, bir alışkanlık olarak yoksul ülkel insanlarının tembel oldukları
için yolsul kaldıklarına inanırlar. Oysa yoksul ülkelerdeki birçok insan,
aslında çok yıpratıcı koşullarda uzun saatler boyunca çalışır. Onları tembel
gösteren çoğu zaman ‘endüstriyel’ anlamda bir zaman algılanılın olmayışıdır.
Basit âletlerle veya makinelerle çalışıyorsanız, zamanı sıkı sıkıya takip etmek
zorunda değilsinizdir. Otomasyonla işleyen bir fabrikada çalışıyorsanız, bu
elzem hâle gelir. Zengin ülkelerin insanlan, zaman algısındaki bu farklılığı
sıklıkla tembellik olarak yorumlarlar.
Elbette, bu durum tümüyle bir
önyargı veya yanlış yorumlama meselesinden ibaret değildir. 19. yüzyıl başlarında
Almanlar ve
20. yüzyıl başlarında Japonlar, genellikle, o zamanın başanlı
ülkelerinin vatandaşlan veya bugünün Almanya ya da Japonya’sının insanlan kadar
iyi örgütlenmiş, akılcı, disiplinli vs. değildiler. Ancak esas soru, bu
davranış tarzlarının ‘olumsuz’ kökenlerini gerçekten, kuşaktan kuşağa aktanlan
inançlar, değerler ve algılarda yer eden ve dolayısıyla değiştirilmesi imkânsız
olmasa bile çok zor olan ‘kültürel’ unsurlar olarak tanımlayıp
tanımlayamayacağımızdır.
Benim kısa cevabım hayır olacaktır.
Tekrar tembelliğe dönelim. Yoksul ülkelerde pek çok insanın boş boş dolandığı
doğrudur. Fakat bu durum, sözü edilenlerin kültürel olarak çok çalışmak yerine
tembelliği tercih etmelerinden midir? Genellikle hayır. Gerçekteki sebep,
yoksul ülkelerdeki pekçok kişinin ya tamamen ya da kısmen (bazıları işsiz
olmasalar da mevcut işleri onları sürekli meşgul etmeye yetmez) işsiz
olmasındandır. Bu kültürel değil, ekonomik koşulların bir sonucudur.
‘Tembellik’ kültürüne sahip yoksul ülkelerden göçmenlerin zengin ülkelere
gittiklerinde oraların kendi insanlarından çok daha fazla çalıştığı gerçeği bu
hususu kanıtlamaktadır.
Bir zamanlar, Almanların en çok
öne çıkanlan ‘sahtekârlıklarında’ olduğu gibi şâyet bir ülke yoksulsa, insanlar
hayatta kalabilmek için sıklıkla etik olmayan, hattâ yasadışı araçlara
başvurabilirler. Aynca yoksulluk, daha zayıf hukuksal yaptırımgücü anlamına
gelir ki bu, insanların yasadışı davranışlarını sürdürebilmelerini ve hukukun
ihlâlinin ‘kültürel’ anlamda kabul edilebilir olmasını mümkün kılar.
Peki, Japonların ve Almanların
‘aşın duygusallığı’ hakkında ne söylenebilir? Yokluğunda aşın duygusallığın
açığa çıktığı akılcı düşünce, büyük ölçüde ekonomik kalkınmanın bir sonucudur.
Modem ekonomiler, ekonomik faaliyetin akılcı biçimde organize edilmesini
gerektirir, ki bu da insanların daha sonraki dünya algısını değiştirir.
Son dönemde pek çok kişinin
Afrika ve Latin Amerika’yla ilişkilendirdiği ‘günü gününe yaşamak’ veya
‘tasasız’ olmak da ekonomik koşulların sonuçlandır. Yavaşça değişen bir ekonomide
gelecek için plan yapmak pek de gerekli değildir. İnsanlar sadece, eğer yeni
fır şatlan (örneğin yeni bir kariyer vb.) veya beklenmeyen şokların (örneğin,
yeni ithal ürünlerinin birden bire ülkeye girişi vb.) ortaya çıkacağını
düşünüyorlarsa gelecek planlan yaparlar. Üstelik yoksul ekonomiler, insanlara
geleceği planlarken kullanabilecekleri pek az araç (örneğin, kredi, sigorta,
sözleşme vb.) sunarlar.
Bir başka ifadeyle, geçmişte
Japonların ve Almanların sahip olduklan ‘olumsuz’ davranış tarzlarının birçoğu
geniş ölçüde ekonomik şartların sonuçlandır. Aynı durum kendi kültürlerinden
bağımsız olarak özellikle, iktisaden geri kalmış tüm ülkeler için geçerlidir.
Geçmişteki Almanların ve Japonların ‘kültürel’ anlamda günümüzdeki Almanlara ve
Japonlara benzemekten çok, bugünün gelişmekte olan ülkelerinin halklarına
benzemesi de bundandır.
Değişmezmiş gibi görünen ‘millî
kalıtsal alışkanlıkların’ çoğu ekonomik şartlardaki değişim tarafından hayli
hızlı biçimde değiştirilebilir ve değiştirilmiştir de. Bu, 19.yüzyılsonu
Almanya’sında ve 20,yüzyılbaşı Japonya’sında bazı gözlemcilerce şahit olunan
durumdur. Daha önce andığım Amerikan misyoneri Sidney Gulick ‘Japonların bir
taraftan çalışkan ve gayretli, diğer yandansa son derece tembel ve zamanın
geçişine karşı ilgisiz oldukları gibi çift bir izlenim verdiklerini’
gözlemlemiştir. Yeni fabrikalardaki
işçilere baktığınızda çok çalışkan görünüyorlardı. Fakat kısmen işsiz
çiftçilere ve maragozlara baktığınızda tembel görünüyorlardı. Ekonomik
kalkınmayla insanlar ‘endüstriyel’ anlamda zaman nosyonunu hızla
geliştireceklerdir. Ülkem Kore bu bakımdan ilginç bir örnek sunar. Yirmi belki
de on beş yıl önce ‘Kore zamanı’ sözüne sahiptik. Bu söz insanların bir
randevuya bir iki saat geç kalabildiği ve hattâ bu tarz için kimsenin
üzülmediğine dair yaygın davranışı tanımlardı. Son zamanlarda, hayatın akışının
çok daha hızlanıp organize oluşuyla bu tür davranışlarla birlikte, bu söz de
neredeyse ortadan kalktı.
Bir başka ifadeyle, kültür
ekonomik kalkınmayla birlikte değişir.* Bugünkü Japon ve Alman kültürlerinin
atalarınınkinden çok farklı olmasının sebebi budur. Kültür, ekonomik
kalkınmanın sebebi olduğu kadar sonucudur da. Ülkelerin ‘çalışkan’ ve
disiplinli’ oluşlarının (ve diğer ‘iyi’ kültürel nitelikleri elde etmelerinin)
ekonomik kalkınma nedeniyle gerçekleştiğini söylemek, tersini söylemekten çok
daha doğru olacaktır.
Teorik olarak pek çok kültürelci,
kültürlerin değiştiğini kabul eder. Fakat bunların çoğu sıra
uygulamayageldiğinde, kültür kavramına değişikliğe uğramayan bir olguymuşçasına
yaklaşır. Bu sebepledir ki, ters yöndeki sonsuz sayıda çağdaş hükme rağmen
kültürelciler bugün, Japonları en açık şekliyle ekonomik kalkınmanın zirvesinde
tanımlarlar. Ekonomik kalkınmanın kültürel teorisinin önde gelen destekleyicilerinden
biri olan David Landes, şunları söylemektedir: ‘Japonlar ekonomik kalkınma
çabasına kendilerine özgü çoşku ve sistemle giriştiler. Onlar buna, sahip
oldukları etkili bir devlet geleneği (hatırlama), yüksek okuryazarlık düzeyi,
sıkı aile yapısı, iş ahlâkı ve özdisiplin, ulusal coşku ve kalıtsal üstünlük
duygusu sayesinde hazırdılar’.
Japonların tembel olduklarına dair çağdaş izlenimlere karşın Güven adlı
kitabında Fukuyama ‘Protestan iş ahlâkının Japonlardaki karşılığının yaklaşık
aynı dönemde şekillendirildiğini’ ileri sürmektedir. Fukuyama Almanya’yı kalıtsal anlamda ‘yüksek
güven’ toplumu olarak sınıflandırdığında; zenginleşme öncesindeki Almanlar
hakkında yabancıların, birbirlerini sürekli aldatan ve işbirliği yapamayan
insanlar olduklarını düşündükleri gerçeğinden de haberdârdı.
İyi bir kültürel argüman,
Almanlar ve Japonların geçmişte oldukça umutsuz bir grup olduklarını kabul
edebilmeli ve ama ekonomilerini nasıl geliştirdiklerini yine de
açıklayabilmelidir. Fakat körü körüne, sadece ‘doğru’ değer sistemlerine sahip
olan ülkelerin kalkınabileceği inacını taşıyan kültürelcilerin çoğu, bu
ülkelerin sonraki ekonomik başarılarım Alman veya Japon tarihlerini yeniden
yorumladıktan sonra ‘açıklarlar’.
Kültürün, kültürelcilerin
varsaydığından çok daha hızlı değiştiği gerçeği bize umut vermelidir. Tembellik
veya yaratıcılık eksikliği gibi olumsuz davranış özellikleri ekonomik
kalkınmayı engeller. Şâyet bu özellikler tamamen ya da ekseriyetle kültürel
olarak belirleniyorsa, bunlardan kurtulmak ve ekonomik kalkınmayı başlatmak
için bir ‘kültür devrimine’ ihtiyaç duyarız.
Eğer ekonomiyi geliştirme girişimlerinden önce, nâdiren eğer mümkün
olursa başarılı olabilen kültürel bir devrime ihtiyacımız varsa, ekonomik
kalkınma neredeyse imkânsız olacaktır. Ekonomik kalkınma dışındaki nedenlerle
başlatılmış olsa da, Çin Kültür Devrimi’nin başarısızlığı çok yararlı bir uyan
olarak dikkate alınmalıdır.
Neyse ki, ekonomik kalkınmanın
gerçekleşmesi için daha önce bir kültür devrimine ihtiyaç yoktur. Ekonomik
kalkınma için gerekli olduğu düşünülen davranışsal özelliklerin pek çoğu, bir
önkoşul olmak yerine, kalkınmayı takip edecektir. Önceki bölümlerde açıkladığım
gibi, ülkeler kalkınmayı, kültürel devrimden başka yollar üzerinden elde
edebilirler. Ekonomik kalkınma süreci bir kez başladıktan sonra, insanların
davranışlarını ve hattâ bunların gerisindeki inançlan (yani kültürü), ekonomik
kalkınmaya yardımcı olacak biçimde değiştirir. Böylelikle, ekonomik kalkınma ve
kültürel değerler arasında etkili bir ‘döngü’ yaratılabilir.
Bu aslında, Japonya ve Almanya’da
ne olduğu ve gelecekteki tüm ekonomik başan hikâyelerinde de ne olacağıyla
ilgilidir. Hindistan’ın son dönemdeki ekonomik başansı göz önüne alındığında,
eminim yakında bir zamanlar ülkenin yavaş büyümesinin kaynağı olarak görülen
Hindu kültürünün Hindistan’ın büyümesine (‘Hintli büyüme oranı’ şeklindeki popüler ifadeyi hatırlaym) nasıl
yardımcı olduğunu anlatan kitaplar göreceksiniz. Eğer başlangıçta anlattığım
Mozambik hayalim 2060 yılında gerçekleşirse, Mozambik kültürünün daha en
başından itibaren ekonomik kalkınmaya ne denli uygun olduğunu tartışan kitaplar
duyacağız.
Kültürü değiştirmek
Şimdiye kadar, kültürün değişmez
olmadığını ve ekonomik kalkınmanın bir sonucu olarak değiştiğini ileri sürdüm.
Ancak bu, kültürü sadece altta yatan ekonomik şartlan değiştirerek
değiştirebileceğimiz anlamına gelmez. Kültür, ikna yoluyla kasıtlı olarak da
değiştirilebilir. Bu husus, kaderci olmayan kültürelciler tarafından doğru
biçimde vurgulanmıştır (kaderciler için kültür neredeyse değiştirilemeyen bir
yazgıdır).
Bu türden kültürelcilerin sorunu
kültürel değişimlerin sadece, Gerikalmışlık Bir Zihniyet Hâlidir
[Underdevelopment is a State of Mind] adlı kitabın yazan olan Lawrence
Harrison’ın sözcükleriyle, ‘ilerlemeci değerleri ve davranışlan öne çıkaran
faaliyetler’ olduğuna inanma eğilimleridir.
Fakat tek başına ideolojik telkinler yoluyla yapılabilecek
değişikliklerin bir sının vardır. Yeterli istihdam imkânı olmayan bir toplumda,
çok çalışmanın yararlarına dair vaaz vermek insanların çalışma ahşkanlıklarını
değiştirmede çok etkili olmayacaktır. Sanayi sektörü küçük olan bir toplumdaki
insanlara, mühendislik mesleğini küçümsemenin yanlış olduğunu anlatmak, pek çok
gencin bu mesleği seçmesini sağlamayacaktır. İşçilerin kötü muamele gördüğü
toplumlarda, işbirliğini câzip hâle getirmeye çalışmak, sağır olmasa bile
alaycı kulaklara hitap edecektir. Tutumlarda değişiklik yapabilmek için
ekonomik faaliyetler, kurumlar ve politikalar gibi gerçek unsurlardaki
değişimlerin desteği gerekir.
Şirket sadâkati hakkındaki
efsanevî Japon kültürünü ele alalım. Birçok gözlemci bu durumun, sadâkatin
önemini vurgulayan Japon türü Konfüçyüsçülük’te köklenen kültürel özelliğin bir
tezahürü olduğuna inanıyor. Şâyet bu doğruysa zaman içinde ileri geri gittiğimizde
de aynı hususun daha belirgin ifade edilmesi gerekirdi. Ancak Beatrice Webb bir
asır önce, Japonların ‘hoşgörülmesi oldukça güç düzeyde bireysel bağımsızlığa’
sahip olduklarını belirtiyordu. Japon
işçiler, hakikâten kısa sayılabilecek bir süre öncesinde bir hayli
militandılar. 1955 ve 1964 yıllan arasındaki Japonya, grevler sebebiyle o
dönemde işbirliğine dayalı endüstriyel ilişkilerde özellikle isim yapmamış
ülkelerden İngiltere veya Fransa’ya kıyasla işçi başına daha fazla gün
kaybetti. İşbirliği ve sadâkat, Japon
işçilere ömür boyu istihdam ve şirket refah planlan sağlayan kurumsal
düzenlemelerin ardından geldi. Bunda ideolojik kampanyaların (ve hükümetin
militan komünist sendikalan bastırmasının) da rolü vardı, ama bu tür gayretler
tek başına yeterli olamazlardı.
Benzer şekilde, huzurlu
endüstriyel ilişkiler konusundaki bugünkü şöhretine rağmen İsveç, bu alanda
geçmişte berbat bir sorunla karşı karşıyaydı. 1920’li yıllardaki grevler
sebebiyle, işçi başma adamsaat bazında herhangi başka bir ülkeden çok daha
fazla kaybı vardı. Fakat 1930’ların ‘korporatist’ tavizlerinden sonra (1938
Saltjöbaden Anlaşması) bu tamamen değişti. Ücret taleplerinin ve grev
faaliyetlerinin kısıtlanması karşılığında, ülkenin kapitalistleri, yeniden
eğitim programlanyla bütünleştirilmiş cömert bir refah devletini işçilere
sundular. İdeolojik telkinler bu yönde tek başına inandıncı olamazlardı.
Halk, 1960’lı yıllarda
sanayileşme sürecine başlayan Kore’de hükümet tarafından geleneksel Konfüçyüsçü
düşünüşteki sınaî meslekleri küçümseme eğiliminin terki için ikna etmeye
çalıştı. Ülkenin daha fazla mühendis ve bilim adamına ihtiyacı vardı.
Ancak mühendislik alanındaki
sınırlı istihdam imkânları sebebiyle, birçok zekî genç mühendis olmak
istemiyordu. Bunun üzerine hükümet, üniversitelerin sosyal bilimler
bölümlerinde tersini yaparken (göreceli olarak); mühendislik ve fen
bölümlerindeki finansman imkânlarını genişleterek öğrenci sayısını arttırdı.
1960’lı yıllarda beşerî bilimlerden mezun olan her kişiye karşılık mühendislik
ve fen dallarından mezun 0,6 kişi vardı; bu oran 1980’lerin başında bire bir
oldu. Elbette bu politika en sonunda işe
yaradı, çünkü ekonomi hızla sanayileşiyordu ve mühendislerle bilim adamları
için ücreti dolgun işlerin sayısı artıyordu. Kore, ideolojik telkinin, eğitim
politikasının ve sanayileşmenin bütünleşmesi sayesinde (sadece ‘ilerlemeci
değer yargılarının ve davranışların’ önünün açılmasıyla değil) dünyadaki en iyi
yetişmiş mühendis ordularından birini meydana getirdi.
Yukarıdaki örnekler, kültürünün
değiştirilmesinde ideolojik iknanın önemli, fakat tek başına yeterli olmadığını
göstermektedir. Bu yönteme, arzu edilen davranış biçimlerini uzun dönemde
yerleştirerek ‘kültürel’ özelliklere dönüştürebilecek olan politika ve kurumsal
değişimlerin eşlik etmesi zorunludur.
Kültürü yeniden icât etmek
Kültür bir ülkenin ekonomik
başarısını etkiler. Belirli bir kültür, zaman içinde verili bir noktada bulunan
diğerlerine kıyasla, ekonomik kalkınma da dâhil olmak üzere belirli sosyal
hedeflere ulaşma sürecinde daha uygun davranışsal özellikler taşıyanları
yaratabilir. Bu önerme soyut düzeyde ihtilafsız görünür.
Ancak bu genel ilkeyi gerçek
durumlarda uygulamaya çalıştığınızda, kanıtlanmasının güç olduğu ortaya çıkar.
Bir ulusal kültürün tanımlamak çok zordur. Kore gibi sözde ‘homojen’ ülkeler
için bile, tek bir ülke içinde çok farklı kültürel geleneklerin bulunduğu
gerçeği, konuyu daha da karmaşıklaştırır. Tüm kültürler ekonomik kalkınma için bazıları olumlu, bazıları
olumsuz olsa da çok karakterlidir. Bütün bunlar göz önüne alındığında, bazı
Kötü Samiriyeliler’in yapmaya
çalıştığı gibi, bir ülkenin ekonomik başarısını ya da başarısızlığını
‘açıklamak’ için kütürü esas almak ne mümkün, ne de yararlıdır.
Daha da önemlisi, [bir toplumun]
belirli davranışsal özellikler taşıyan insanları içermesi, ekonomik kalkınma
açısından daha iyi olsa bile, bir ülke kalkınmadan önce bir ‘kültür devrimine’
ihtiyaç duymaz. Kültür ve ekonomik kalkınma birbirlerini etkileseler de,
aralarındaki nedensellik ilişkisi İkincisinin ilkini daha çok etkilemesi
biçimindedir; ekonomik kalkınma büyük ölçüde ihtiyaç duyduğu kültürü yaratır.
İkincisi eski nedensellik daha güçlüdür; ekonomik kalkınma büyük ölçüde ihtiyaç
duyduğu bir kültürü oluşturur. Ekonomik yapıdaki değişim, insanların yaşamını
ve birbirleriyle ilişkilerini değiştirir; Japonya, Almanya ve Kore örnekleriyle
gösterdiğim gibi, ekonomik kalkınmayı ‘etkiledikleri düşünülen davranışsal
özelliklerin (örneğin, çok çalışma, zaman tutma ve tutumluluk vb.) çoğu
gerçekte sebep değil, sonuçlardır.
Kültürel değişimin büyük ölçüde
ekonomik kalkınma sonucunda gerçekleştiğini söylemek, ideolojik iknayla
değiştirilemeyeceğini söylemek değildir. Bu, iyimser kültürelcilerin gerçekteki
inanışıdır. Onlar ‘gerikalmışlığm bir zihniyet hâli olduğunu’ ifade ederler.
Dolayısıyla kendilerine göre gerikalmışlığm çözümü, insanların düşünüş
tarzlarının ideolojik telkin vasıtasıyla değiştirilmesidir. Bu tür denemelerin
kültürün değiştirilmesinde yararlı, hattâ bazı durumlarda önemli olabileceğini
inkâr etmiyorum. Ancak altta yatan ekonomik yapılar ve kurumlarda tamamlayıcı
değişimler yoksa ‘kültürel devrim’ kök satmayacaktır.
Dolayısıyla, ekonomik kalkınmada
yararlı olan davranış özelliklerinin teşviki için; ideolojik telkinin, ekonomik
kalkınmanın önünü açacak politik önlemlerin ve istenilen kültürel değişimlerini
hızlandıracak kurumsal değişikliklerin kombinasyonu gerekir. Bu karışımı elde
etmek kolay bir iş değildir; fakat bunu bir kez başardığınızda kültür normalde
varsayıldığmdan çok daha hızla değiştirilebilir. Eğer temeldeki ekonomik yapıda
ve kuramlardaki değişim desteği yeterliyse, genellikle sonsuza kadar muhafaza
edilecek gibi görünen bir ulusal bir karakter yirmiotuz yıl içinde değişebilir.
Japonların ‘millî mirası’ olan tembelliğin 1920’lerden bu yana hızla ortayan
kayboluşu, İsveç’te 1930’lardan bu yana endüstriyel ilişkilerdeki işbirliğinin
hızla gelişmesi ve ‘Kore zamanı’ sözünün 1990’larda yokoluşu bu durumun önde
gelen örnekleridir.
Kültürün kasıtlı biçimde
değiştirilebilmesi (ekonomik politikalar, kuramların inşaası ve ideolojik
kampanyalar yoluyla) gerçeği bize umut veriyor. Hiçbir ülke, kendi kültürü
nedeniyle gerikalmışlığa mahkûm edilemez. Fakat bununlabirlikte, kültürün
iradeyle yeniden icât edilemeyeceğinin de unutulmaması gerekir (komünizm
boyunca ‘yeni insanın’ yaratılmasındaki başarısızlık bunun iyi bir kanıtıdır).
Kültürel ‘reformcu’, hâlâ mevcut kültürel tutum ve sembollerle çalışmak
zorundadır.
Ekonomik kalkınmada kültür
rolünü, onun gerçek karmaşıklığı ve önemi içinde anlamamız gerekir. Kültür karmaşıktır
ve tanımlanması zordur. Ekonomik kalkınmayı etkiler, ancak daha ziyade tersi
gerçekleşir. Kültür değişmez değildir. Ekonomik kalkınma, ideolojik ikna ve
belirli davranış tarzlarını özendirmek için bunlara eşlik eden politikalar ve
kuramlarla takviye edildiğinde değiştirilebilir. Sözü edilen davranış tarzları,
zaman içinde kültürel özelliklere dönüşür. Ancak o zaman hayal gücümüzü, hem
kültürün kader olduğuna iman edenlerin haksız karamsarlığından hem de insanları
farklı düşünmeye ikna ederek ekonomik kalkınmayı getirebileceklerine
inananların naif iyimserliğinden kurtarabiliriz.
Kaynak: Ha-Joon Chang SANAYİLEŞMENİN GİZLİ
TARİHİ, İngilizceden Çeviren: Emin Akçaoğlu
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar