Miki Fare’yi Daha Uzun Yaşatmak
1998’de ABD, Telif Haklan Dönem
Uzatma Kanunu ile telif haklanmn korunması için ‘yazarın ömrü artı 50 yıl, veya
kurumsal yazarlığa dayanan eserler için 75 yıl’ (1976’da belirlendiği gibi)
olan süreyi ‘yazarın ömrü artı 70 yıl, veya kurumsal yazarlığa dayanan eserler
için 95 yıl’ biçiminde uzatmıştır. Tarihsel bir perspektifle bu, 1790 Telif
Haklan Kanunu’nca getirilen orijinali 14 yıl olan (14 yıllık bir dönem için
yenilenebiliyordu) telif koruma süresinin inanılmaz ölçüde uzatılmasıydı.
1998 yasası, Disney’in 1928’de
yaratılan (Steamboat Willie) Miki Fare’nin 75. doğumgününe vurguyla bu yasa
için lobicilik yapması sebebiyle, hicivle Miki Fare’yi Koruma Kanunu olarak
bilinir. Bu yasanın özellikle dikkate değer yönü, öncesini kapsayarak
uygulanmasıdır. Mevcut çalışmalar için koruma döneminin uzatılmasının asla yeni
bilgi yaratamayacağı aşikârdır.
Hikâye telif haklarıyla bitmez.
ABD ilâç endüstrisi hâlihazırda, FDA (Gıda ve İlâç İdaresi) tarafından ilâç
onay sürecindeki gecikmeleri telâfi ihtiyacı gibi bahaneleri kullanarak
patentleri sekiz yıla kadar de facto uzatmak için başanyla lobilicik
yapmaktadır. ABD patentlerinin geçmişteki telif haklarında olduğu gibi, sadece
14 yıl geçerli olduğu dikkate alındığında, ilâç endüstrisinin kendi icâtlarının
patent ömürlerini fiilen iki katma çıkardıklan anlaşılır.
Fikrî mülkiyet haklarının korunma
süresini uzatan sadece ABD değildir. 19. yüzyılın üçüncü çeyreğinde (18501875),
60 ülkelik bir ömeklemde ülke içindeki patent ömrünün ortalama 13 yıl olduğunu
açıklıyor. 1900 ile 1975 arasında bu süre 16 veya 17 yıla uzadı. Fakat son
dönemde, yukanya doğru gidişi hızlandıran ve konsolide eden bu eğilimde öncülük
rolünü ABD oynadı. ABD, Dünya Ticaret Örgütü’nün TRIPS anlaşmasında verdiği
özel yer sayesinde 20 yıl olan patent koruma süresini artık bir ‘küresel
Standard’ hâline getirmiştir. 60 ülkelik ortalama süre 2004 itibanyla 19 yıl
olmuştur. İlâç patentlerinin de facto
uzatılması gibi TRIP’in ötesine geçen diğer örneklere ABD hükümetince ikili
serbest ticaret anlaşmalanyla yaygınlık kazandınlmaktadır. Patent koruma
süresinin, toplumsal bir bakış açısıyla, 20 yıl olmasının 13 ya da 16 yıl
olmasından daha iyi olduğunu söyleyen bir ekonomi teorisi bilmiyorum. Fakat
daha uzun bir sürenin patent sahipleri için daha iyi olacağı aşikârdır.
Fikrî ve sınaî mülkiyet
haklarının korunmasının tekel yaratması (ve bunun toplumsal maliyetleri
bulunması) sebebiyle, koruma süresinin uzatılmasının bu tür maliyetleri yükselteceği
açıktır. Sürenin uzatılması fikrî mülkiyet haklarının herhangi başka bir
şekilde güçlendirilmesinde olduğu gibi toplumun yeni bilgi için daha fazla
ödeme yapması anlamına gelir. Elbette, eğer sürenin uzatılması yeni bilgi
üretilmesini sağlıyorsa (yeniliği teşvik ederek) bu maliyetlere katlanılması
haklı görülebilir. Fakat bunun en azından artan koruma maliyetini telafi edecek
düzeyde gerçekleştiğine dair bir delil yoktur. Bu şartlarda, mevcut fikrî
mülkiyet haklan sürelerinin uygun olup olmadığını ve eğer gerekiyorsa
kısaltılmasının gerekip gerekmediğini dikkatle incelememiz gerekir.
Kapatılmış kabuksuz sandviçler ve zerdeçal
FMH kanunlanmn gerisindeki temel
yaklaşımlardan biri, korunmayla ödüllendirilmiş yeni bir fikrin korunmaya değer
olmasıdır. Bu, söz konusu edilen türdeki tüm kanunların orijinal olma (teknik
jargonda ‘yeniliğe’ sahip olmak ve ‘aşikâr olmamak’) fikrini talep etme
sebebidir. Bu soyut bir kavram olarak tartışma götürmez bir husus gibi
görünebilir. Fakat uygulamaya aktanlması daha zordur. Çünkü yatınmcılan, diğer
sebeplerin yanı sıra orijinalite çıtasını aşağıya indirme yönünde lobi yapmaya
sevk eden saikler vardır.
Örneğin, İsviçre patent kanununun
tarihini tartışırken belirttiğim gibi, pek çok kişi kimyasal maddelerin
(kimyasal süreçler yerine) patent korumasına değer olmadığına, çünkü bunlan
üretenlerin gerçekten orijinal bir şey yapmadıklarına inanır. Bu sebeple zengin
ülkelerin çoğunda (Almanya, Fransa, İsviçre, Japonya ve Kuzey ülkelerinde)
1960’lara veya 1970’lere kadar kimyasal maddelerin ve/veya ilâç maddelerinin
patenti alınamıyordu. İlâçlar İspanya ve Kanada’da 1990’ların başına kadar pa
tentl alınamayan ürünler olarak
kaldılar. TRIPS anlaşmasından önce,
gelişmekte olan ülkelerin çoğu ilâçlara patent vermediler. Bu ülkelerin çoğu, bu tür ürünlere ya hiç
patent vermediler ya da Hindistan ve Brezilya gibi bazı ülkeler, daha önce
verdikleri ilâç patentlerini (Brezilya örneğinde olduğu gibi süreç patentlerini
de) lağvettiler.
Patentlenmesi konusunda
anlaşmazlık bulunmayan şeyler için bile neyin patentlemeye değecek bir icât
olduğuna hükmetmek için belirgin bir yöntem yoktur. Örneğin, Thomas Jefferson
ABD patent sorumlusuyken patent başvurularını en küçük mazerette bile geri
çevirerek çok iyi iş çıkarırdı. îroniktir ama Jefferson, dışişleri bakanlığı
görevi gereği (ex officio) yerine getirmekle yükümlü olduğu (bu konu üzerinde
daha sonra ayrıntılı duracağım) patentlere karşıydı. Jefferson bu pozisyonu ve
dolayısıyla patent sorumluluğunu bıraktıktan sonra her yıl verilen patent sayısının
üçe katlandığı bilinmektedir. Elbette bu, Amerikalılar arasındaki icâtçı
sayısının birden bire üç kat birden artması nedeniyle değildir.
1980’lerden bu yana ABD’de
patentler için orijinalite engelleri belirgin ölçüde indirilmiştir. ABD patent
sisteminin bugünkü durumu hakkındaki önemli kitaplardan birinin yazarı olan
Profesör Adam Jaffe ve Profesör Josh Lemer çok açık bazı şeyler için
bile patent verildiğini işaret
ediyorlar. Örneğin, amazon.com’un ‘tek tık’ internet alışveriş sistemi,
Smuckers adlı gıda firmasının ‘kapatılmış kabuklu sandviçleri’, ve hattâ ‘ekmek
tazeleme yöntemleri’ (esasen bayat ekmeğin tost yapılması) veya bir ‘salıncakta
sallanma (görünen o ki beş yaşında bir çocuk tarafından ‘icât edilen’) yöntemi’
gibi. İlk iki örnekte, patent sahipleri
ellerindeki yeni hakları rakiplerini mahkemeye vermek için bile kullandılar.
Önceki örnekte bamesandnoble.com, sonrakinde ise Michigan’da Albie’s Foods Inc.
adındaki küçük bir yemek şirketi dava edildiler. Bu örnekler yelpazenin daha çılgın ucunda
olsalar da genel eğilim, ‘patent tekelinin sadece hakikaten orijinal fikirlere
verilmesini garanti altına alması gereken yenilik ve aşikâr olmama testinin
büyük ölçüde işlemez hâle gelişini’ yansıtmaktadır’. Bunun sonucu, Jaffe ve Lemer tarafından ‘patent
patlaması’ diye adlandırılan durumdur. Yazarlar, ABD’de 1930 ile Amerikan
patent sisteminin gevşetildiği 1982 arasında verilen patent sayısının % 1
arttığım, ama sayının patent verilirken daha liberal bir yaklaşımın
benimsendiği 19832002 döneminde % 5,7 oranında arttığını belgelemişlerdir. Bu yükseliş, kesinlikle Amerikan
yaratıcılığındaki bir ani artıştan kaynaklanmıyor!
Fakat eğer, Amerikalılar aptalca
patentler veriyorlarsa, bu durumu niçin umursamalı? Umursamalı, çünkü yeni
Amerikan sistemi, başka ülkelerde iyi bilinen fikirlerin ‘çalınmasını’
özendirmektedir. Özellikle de gelişmekte olan ülkelerde, çok uzun zamandır çok
iyi bilinmeleri sebebiyle hukukî koruma altında bulunmayan fikirlerin
çalınmasını. Bu durum ‘geleneksel bilgi’ hırsızlığı olarak bilinir. Bu alandaki
en iyi örnek, 1995 yılında Mississippi Üniversitesi’nden Hindistanlı iki
araştırmacıya, yaraiyileştirici etkileri Hindistan’da binlerce yıldır bilinen
zerdeçalın ilâç olarak kullanımı için patent verilmesidir. Patent, Yeni Delhi’de
yerleşik Tarımsal Araştırma Konseyi’nin [Council for Agriculture Research]
Amerikan mahkemelerinde meydan okuyuşu mümkün kılan desteği sayesinde iptal
edilmiştir. Ama haksızlığa uğrayan ülke, bu tür mücadelelerin yürütülmesinde
Hindistan’ın sahip olduğu insan kaynaklan ve fınansal imkânlarından yoksun
küçük ve çok fakir bir ülke olsaydı, bu patent hâlen geçerli olabilirdi.
Bu örnekler şoke edici olsalar
da, nihai olarak orijinallik çıtasının aşağıya indirilmesinden kaynaklanan
sonuçlar, fikrî mülkiyet haklan sisteminde bugün de geçerli olan dengesizliğin
yarattığı en büyük sorun değildir. En ciddî sorun, fikrî mülkiyet haklan
sisteminin, teknolojik yenilikleri teşvik etmekten ziyade, önünde bir engel
oluşturmasıdır.
İçiçe geçmiş patentler tiranlığı
Isaac Newton’ın ünlü deyişi gibi,
‘eğer biraz daha ötesini görürsem, bu devlerin omuzlarına dayanarak olur.’ Nevvton bu sözle fikirlerin birikerek
geliştiği gerçeğine atıfta bulunuyordu. Patentlere ilişkin daha önceki
uyuşmazlıklarda bazıları bunu rakiplerine karşı kullandılar. Yeni fikirler,
entelektüel gayretle mayalandığında, bir icâda ‘nihaî dokunuşlan’ yapan birinin
tüm şöhreti ve kân alması gerektiğini nasıl söyleyebiliriz? Thomas Jefferson,
patentlere bu noktadan hareketle karşı çıkmıştır. Jefferson, fikirlerin ‘hava
gibi’ olduğunu, dolayısıyla sahiplenilemeyeceğini ileri sürmüştür (her ne kadar
insanların sahiplenilmesinde bir beis görmese de kendisi pek çok köleye sahipti
çünkü).
Sorun patent sisteminin doğasında
vardır. Fikirler, yeni fikirlerin üretilmesindeki en önemli girdilerdir. Fakat,
eğer başkaları sizin yeni fikirleri geliştirmek için ihtiyaç duyduğunuz
fikirlere sahipse, onlara ödeme yapmadan bu fikirleri kullanamazsınız. Bu yeni
fikirler üretmeyi pahalılaştınr. Daha kötüsü, sizin patentlerinizle yakından
ilişkili patentlere sahip olan rakipleriniz tarafından patent ihlâli davaları
açılma tehlikesine maruz kalmanızdır. Bu tür bir dava, sadece paranızı boşa
harcamanıza sebep olmaz, fakat sizi uyuşmazlık konusu olan teknolojiyi
geliştirmekten alıkoy ar. Bu anlamda patentler bir müşevvik olmaktan ziyade
teknolojik gelişmenin önünde bir engeldir.
Gerçekten de patent ihlâli
davaları, dikiş makineleri (19. yüzyılın ortası), uçaklar (20. yüzyılın başı)
ve yaniletkenler (20. yüzyılın ortası) gibi ABD endüstrilerindeki teknolojik
gelişmelerin önündeki esas engeller olmuşlardır. Dikiş makinesi endüstrisi
(Singer ve birkaç başka şirket) bu soruna özel zekice bir çözüm bulmuştur:
Dâhil olan tüm şirketlerin ikili patentleri birbirlerine karşılıklı lisanslarla
kullandırdıkları bir ‘patent havuzu’. Uçaklar (Wright kardeşlere karşı Glenn
Curtiss) ve yaniletkenler (Texas Instrument’a karşı Fairchild) söz konusu
olduğunda, adı geçen firmalar bir uzlaşmaya varamadıkları için patent havuzunu
ABD hükümeti empoze etmiştir. Bu endüstrilerin devlet tarafından empoze edilen
bu patent havuzlan olmadan bugüne kadar başardıklan ölçüde ilerlemeleri mümkün
olamazdı.
Maalesef, içiçe geçmiş patentler
sorunu son dönemde daha da kötüleşmiştir. Çok küçük bilgi parçacıklarının
münferit genler düzeyine kadar inerek daha kolay patentlenebilir duruma
gelmesi, patentlerin teknolojik gelişmeye engel olma riskini de yükselmektedir.
Yakın zamandaki altın pirinç adıyla bilinen tartışma bu noktayı çok iyi
göstermektedir.
2000 yılında, öncülüğünü Ingo Potrykus (İsviçreli) ve Peter Beyer’in
(Alman) yaptığı bir grup bilim adamı, pirincin içerdiği beta carotene adlı
maddenin (bu madde sindirildiğinde A vitaminine dönüşür) artırılmasını sağlayan
bir genetik mühendisliği teknolojisinin geliştirildiğini duyurdular. Beta
carotene maddesinin doğal rengi sebebiyle bu yeni pirinç kendisine adım veren
altın rengindeydi. Bu pirincin bazılarınca ‘altın’ olarak görülmesinin bir
başka sebebi de, pirincin temel besin kaynağı olarak kullanıldığı ülkelerde
yaşayan milyonlarca fakir insanın beslenmesine önemli faydalar sağlama
potansiyeliydi. Pirincin besleyiciği çok
etkilidir; aynı büyüklükteki araziden buğdaya kıyasla daha çok insanı beslemeye
yetecek miktarda pirinç elde edilebilir. Fakat A vitamini gibi kritik bir
maddeden yoksundur. Pirinçyiyen ülkelerdeki fakir insanların pirinç dışındaki
gıdalan az tüketme eğilimleri, A vitamini yetersizliğinden (Vitamin A
deficiency VAD) mustarip olmalarına neden olur. 21. yüzyılın başında Afrika ve
Asya’daki 118 ülkede yaşayan 124 milyon insanın A vitamini yetersizliğine
yakalanmış olduğu tahmin edilmektedir. A vitamin yetersizliğinin her yıl, bir
veya iki milyon insanın ölümüne, yarımmilyon insanın tedavisi mümkün olmayan
şekilde körleşmesine ve milyonlarca insanın xerophthalmia adındaki zayıflatıcı
göz hastalığına sebep olduğu düşünülmektedir.
2001 ’de Potrykus ve Beyer bu teknolojiyi ilâç ve biyoteknoloji
firması Syngenta’ya (o zamanki adıyla AstraZeneca’ya) satarak bir uyuşmazlığa
yol açtılar. Syngenta, geliştirilen yeni
teknolojiye dair araştırmanın dolaylı olarak Avrupa Birliği üzerinden finanse
edilmiş olması nedeniyle kısmî ve yasal bir hak iddiasına zaten sahipti. Ve
soruna onurlu biçimde yaklaşan bu iki bilim adamı, Syngenta ile sert bir
müzakereye giriştiler: Konu söz konusu tekonolojinin altın pirinçten yılda 10
bin dolardan daha az kazanan çiftçilere bedavaya kullandınlması izniydi.
Bazılan bu durumda bile, bu türden değerli bir ‘kamu malı’ teknolojisinin, kâr
peşinde koşan bir firmaya satışını kabul edilemez bulmuşlardır.
Potrykus ve Beyer eleştiriler
karşısında, geliştirdikleri teknolojinin patentini, hem alınmış olan diğer
teknoloji lisanslarının temininde güçlükler hem de kendi teknolojilerini
kullanılabilir hâle getirmek amacıyla Syngenta’ya satmak zorunda kaldıklarını
söylemişlerdir. En yalın şekliyle 32 farklı firma ya da üniversiteye ait olan
ilgili 70 patentin kullanımı için gereken kaynaklara veya becerilere, bilim
adamı konumunda sahip olmadıklarını ileri sürmüşlerdir. Eleştiri getirenler, bu
görüşlere Potrykus ve Beyer’in güçlükleri abartıklarını söyleyerek karşı
çıkmışlardır. Bu kişiler sadece bir düzine kadar patentin, altın pirincin en
fazla yarar sağlayacağı ülkeleri ilgilendirdiğini işaret etmişlerdir.
Fakat esas husus geçerliliğini
korumaktadır. Teknolojinin laboratuvarlarda münferit bilim adamları tarafından
geliştirilebildiği günler geride kalmıştır. Bugün tehlikeli ve içiçe girmiş
patentler sathında müzakereleri sürdürmek için bir avukatlar ordusuna
ihtiyacınız vardır. Patent sistemi, içiçe geçmiş patentler sorununa bir çözüm
bulmadıkça teknolojik gelişmeyi teşvik etmek yerine, gerçekte bir temel engel
hâline gelebilir.
Zalim kurallar ve gelişmekte olan ülkeler
Fikrî ve sınaî mülkiyet haklan
sisteminde kısa süre önce ortaya çıkan değişiklikler, faydalan azaltırken
maliyetleri artırmıştır. Orijinalite eşiğinin aşağıya çekilmesi ve patentlerin
(ve diğer FMH’nın) geçerlilik sürelerinin uzatılması şu anlama gelir: Ortalama
patent kalitesi, eskisinin altında olduğu hâlde fiilen her bir patent için
eskisinden daha fazla bedel ödüyoruz. Zengin ülke hükümetlerinin ve
şirketlerinin davranışlarındaki değişimler de kamu yararının, HIV/AIDS
örneğinde gördüğümüz gibi, patent sahiplerinin ticarî çıkarlarının önüne
geçmesini güçleştirmiştir. Ve çok küçük bilgi parçacıklarının gittikçe artan
ölçülerde patentlenebilir hâle gelmesi, teknolojik gelişmeyi yavaşlatarak içiçe
geçmiş patentler sorununu kötüleştirmiştir.
Bu negatif etkiler, gelişmekte
olan ülkeler için daha büyüktür.
özellikle yeri ABD’de belirlenen
daha aşağıdatallik çıta», hâlihazırda mevcut geleneksel bilginin gelişmekte oUn
ülkelerden çalınmasını kolaylaştırmıştır. Zengin ülkelerdeki ilâç
şirketlerinin, kamu menfaati hükümlerini gelişmekte olan ülkelerin siyasî
zayıflıklarına paralel olarak kullanma imkânlarım sınırlamaları ve kopyalanmış
ilâçları imal veya ithal etmelerine artık izin verilmemesi, beraberinde çok
ihtiyaç duyulan ilâçların fiyatlarının yükselmesine sebep olmuştur.
Fakat sözümüzü sakınmadan
söylersek en büyük sorun yeni FMH sisteminin ekonomik kalkınmayı
zorlaştırmasıdır. Tüm patentlerin % 97’siyle, yayın haklarının ve markaların
çok büyük bir kısmı zengin ülkelerin elindeyken, FMH sahiplerinin haklarının
güçlendirilmesi gelişmekte olan ülkelerin bilgiye erişiminin daha pahalılaşması
demektir. Dünya Bankası’nca, TRIPS anlaşmasını izleyen dönemde sadece teknoloji
lisans ödemelerinin gelişmekte olan ülkelere fazladan 45 milyar dolara
malolduğu tahmin edilmektedir, ki bu tutar zengin ülkelerce verilen dış
yardımın yaklaşık olarak yansı kadardır (20042005 döneminde yılda 93 milyar
dolar). Etkinin büyüklüğünü
sayısallaştırmanın zorluğuna rağmen, telif haklarının güçlendirilmesi; eğitimi,
özellikle de ileri düzeydeki yabancı kitaplara ihtiyaç duyulan yüksek eğitimi
daha pahalı hâle getirmiştir.
Üstelik hepsi bununla sınırlı da
değildir. Eğer gelişmekte olan ülkeler, TRIPS anlaşmasına uygun hareket
ederlerse, her biri yeni bir FMH sistemi kurmak ve uygulamak için ziyadesiyle
para harcamaya ihtiyaç duyacaklardır. Sistem kendi kendine işlememektedir. Telif
haklarının ve markaların korunması bir müfettişler ordusunu gerektirmektedir.
Patent ofisinin patent başvurularını değerlendirmek için bilim adamlarına ve
mühendislere ve mahkemelerin uyuşmazlıkların çözümünde yardım almak için patent
avukatlarına ihtiyacı vardır. Bütün bu insanların eğitilmesi ve istihdamı
maliyetlidir. Kaynakların sınırlı olduğu bir dünyada, DVD korsanlarını avlamak
için daha çok patent avukatı yetiştiril
mesi ve daha çok müfettiş
kiralanması gerekir. Bu ise daha az hemşire ve polis memuru istihdam ederken
daha az doktor ve öğretmenin yetiştirilmesi anlamına gelir. Gelişmekte olan
ülkelerin bu mesleklerin hangilerine daha çok ihtiyaç duydukları ortadadır.
Acınacak durumdaki husussa şudur:
Gelişmekte olan ülkeler artan lisans bedellerini ve FMH sistemim uygulamak için
açığa çıkan ilâve masrafları ödemeleri karşılığında neredeyse hiçbir şey elde
edemeyeceklerdir. Zengin ülkelerin kendi FMH koruma sistemlerini
güçlendirmeleriyle ortaya çıkan maliyetler, korumacılığın güçlenmesinden kaynaklanan
yararlan karşılamasa bile, en azından yarar sağladıktan yeniliklerde artış
bekleyebilirler. Bunun tersine, gelişmekte olan ülkelerin çoğu araştırma yapmak
için gerekli kapasiteye sahip değillerdir. Araştırmalan özendirici teşvikler
artınlabilir, fakat bunların avantajlarından yararlanacak kimse yoktur. Bu
üçüncü bölümde tartıştığım, oğlum JinGyu’nun hikâyesi gibidir. Eğer, bunları
kullanabilecek kapasite yoksa, teşviklerin neler olduğunun hiç önemi yoktur.
Küreselleşmeyi savunduğunu ifade eden ünlü îngiliz ekonomi gazetecisi Martin
Wolf’un bile gelişmekte olan pek çok ülke için fikrî mülkiyet haklarını ‘kendi
ülkelerinin insanlarını eğitebilmek (telif hakları sebebiyle), tasanmlan kendi
kullammlarına uygun hâle getirebilmek ve kamu sağlığına yönelen ciddî risklerle
baş edebilmek için tahripkâr potansiyel sonuçlanyla bir rant elde etme aracı’
olarak tanımlaması bundandır.
Vurguladığım gibi, ekonomik
kalkınmanın temeli daha çok üretken bilgi edinmeye dayanır. FMH’nın
uluslararası düzlemde daha güçlü biçimde korunması, geriden gelen ülkelerin
yeni bilgiyi edinmesini daha da zorlaştıracaktır. Bu sebeple tarihsel olarak
ülkeler, kendileri bilgi ithaline ihtiyaç duyduklarında yabancıların fikrî
mülkiyet haklarına gereken korumayı (veya hiç) sağlamamışlardır. Eğer bilgi
yokuş aşağı akan su gibi olsa, o zaman bugünün FMH sistemi, potansiyel
bereketli arazileri teknoloji bakımından kuraklıktan kum fırtınası yaşanan bir
araziye dönüştüren bir baraj gibidir. Bu durumun iyileştirilmesi gerektiği
açıktır.
Dengeyi doğru kurmak
Derslerimde mevcut FMH sistemini
eleştirdiğimde bana sıklıkla sorulan bir soru şudur: ‘Sizin fikrî mülkiyet
hakkının varlığına karşı olduğunuzu görerek, başkalarının makalelerinizi
çalmalarına ve kendi adlan altında yaymlamalarına izin verir misiniz?’ Bu,
fikrî mülkiyet haklan konusundaki tartışmamızı istilâ ederek basite indirgeyen
bir zihniyetin belirtisidir.
Patentleri, telif haklarını veya
markalan lağvetmemiz gerektiğini ileri sürmüyorum. Bunlar yararlı amaçlara
hizmet ederler. Fakat fikrî mülkiyet haklanmn bir ölçüde korunmasının yararlı
veya gerekli bile olduğu gerçeği, daha fazlasının daima daha iyi olduğu
anlamına gelmez. Bu noktayı daha anlaşılır hâle getirmek için tuz benzetmesi
faydalı olabilir. Hayatta kalmak için biraz tuz elzemdir. Biraz daha fazlası
sağlığımıza zarar verebilirse de yemeği keyifli hale getirir. Fakat belirli bir
düzeyin üstünde tuzun sağlığımıza verdiği zarar, gıdanın lezzetinden elde
ettiğimiz faydayı aşar. Fikrî mülkiyet haklanmn korunması da buna benzer.
Asgariye yakın bir düzeyde koruma, bilgi üretilmesi için elzem olan
müşevvikleri yaratır. Biraz daha fazlası, maliyetinden daha fazla yarar
getirebilir. Fakat çok fazlası yararından daha fazla maliyet getirir;
dolayısıyla ekonomiyi tahrip eden bir sonuca götürür.
Dolayısıyla esas sorun FMH
korumasının soyut anlamda iyi ya da kötü olup olmaması değildir. Esas sorun,
insanları yeni bilgi üretmeye teşvik etme ihtiyacı ile yeni bilginin getirdiği
yararların bu alandaki tekelden kaynaklanan maliyetleri aşmayacağını garanti
altına alma ihtiyacı arasındaki dengeyi doğru biçimde nasıl kuracağımızdır.
Bunu yapabilmek için bugün geçerli olan FMH koruma ölçüsünün; koruma süresinin
kısaltılması, orijinallik çıtasını yükseltilmesi ve paralel ithalatın zorunlu
lisanslama aracılığıyla kolaylaştınlıp zayıflatılması gerekir.
Eğer daha zayıf koruma,
potansiyel yatınmcılar için yetersiz müşevviklere yol açarsa ki bu mümkün
olabilir de olmayabilir de kamu sektörü, sürece müdahil olabilir. Bu araştırma
faaliyetlerinin doğrudan ulusal (örneğin, ABD Ulusal Sağlık Enstitü
sü the US National Institutes of
Health) ya da uluslararası (örneğin, pirincin Yeşil Devrim çeşitlerini
geliştiren Uluslararası Pirinç Araştırma Enstitüsü the International Rice
Research Institute) kamusal kurumlar tarafından yapılmasıyla söz konusu
olabilir. Bu, nihaî ürüne kamusal erişim şartım koyan özel sektör şirketlerine
yönelik hedeflenmiş arge sübvansiyonları vasıtasıyla da yapılabilir. Ulusal ve uluslararası düzeydeki kamu sektörü,
bu işleri zaten yapmaktadır. Dolayısıyla mevcut uygulamadan radikal bir sapma
söz konusu olmayacaktır. Bu tür bir hareket, yalın hâliyle bir müdahâle ve
mevcut çabaların yeniden yönlendirilmesi sorunudur.
Her şeyin ötesinde, uluslararası
FMH sistemi, gelişmekte olan ülkelerin yeni teknik bilgiyi hem makûl
maliyetlerle elde edebilmelerine izin veren hem de daha üretken olmalarına
yardım edecek şekilde reforme edilmelidir. Gelişmekte olan ülkelere daha zayıf
fikrî mülkiyet haklan daha kısa patent süreleri, daha düşük lisanslama
bedelleri (muhtemelen ödeme güçlerine göre kademelendirilmiş) veya daha kolay
zorunlu lisanslama ve paralel ithalat uygulamalan için izin verilmelidir.
Son olarak bir başka önemli konu
şudur: Gelişmekte olan ülkelerin teknolojiyi elde etmesini kolaylaştırmakla
yetinmemeliyiz; aynı zamanda bu ülkelerin daha üretken teknolojileri kullanma
ve geliştirme kapasitelerini geliştirmelerine de yardım etmeliyiz. Bu amaçla,
patent ödemeleri üstüne uluslararası bir vergi koyup buradan temin edilecek
geliri, gelişmekte olan ülkelere teknolojik destek için ayırabiliriz. Bu amaç,
uluslararası telif haklan sisteminde akademik kitaplara erişimi kolaylaştıran
bir değişiklik yapılarak desteklenebilir.
Diğer kurumlar gibi, nasıl
tasarlandıklarına ve nerelerde kullamldıklarına bağlı olarak fikri mülkiyet
haklan (patentler, telif haklan ve markalar) faydalı olabilirler de
olmayabilirler de. İşin zorluğu bunlan bütünüyle çöpe atmak veya tamamıyla
güçlendirmek değildir; fakat FMH sahiplerinin menfaatleri ile toplumun geri
kalanı (isterseniz, dünyanın geri kalanı) arasında doğru dengeyi kurabilmektir.
FMH sistemi, başlangıçta hizmet etmesi amaçlanan yarara sadece bu dengeyi doğru
kurduğumuzda hizmet edecektir. Esas gaye, yeni fikirlerin toplum için mümkün
olan asgarî maliyetle üretilmesinin teşvik edilmesidir.
Kaynak: Ha-Joon Chang, SANAYİLEŞMENİN GİZLİ
TARİHİ, İngilizceden Çeviren: Emin Akçaoğlu
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar