Print Friendly and PDF

KARA GÜNLER YE İBRET LEVHALARI

 


Yazan: Hasan Basri ÇANTAY

Hayâtımın bütün safhalarını günü gününe yazmak âdetimdi. Yunan işgali zamânına kadar olan kısımların notlarını, Ba­lıkesir’in kuvâyi milliyye hâtıralarını da ihtiva etmek üzere, hicret esnâsmda burada (Balıkesirde) münevver tanıdığım bir zâtin yed-i emânetine tevdi’ etmişdim. Bu zât bir gaz teneke­sini dolduran o notları ve onlarla berâber bütün bir ömrümün tedkik ve tetebbu’ mahsulü ve sermâyesi olan diğer evrak ve vesâikımı —-ki Balıkesir târihine ve meşâhîrine âit notlarım da o arada idi— bir mahzende gizleyecek, kurtuluşdan sonra yine bana iâde edecekdi. Kurtuluş olmuşdu ve ben onları ken­disinden istemişdim. Onun bana verdiği kat’î cevab şu oldu :

   Ben onları korkumdan yakdım!

Her evin, her âilenin kendine mahsus acı tatlı hâtıraları vardır. Onlar o âilenin âdetâ târihini teşkil ederler. Meselâ me’murlar hakkında ta’yîn, terfi, azil birer hâtıradır.

O hâtıralar me’murlar için yıl, ay, gün hesabları yerine ge­çer. Denilir ki: «Çocuğum, ben falan me’muriyyete ta’yîn olundukdan bir yıl sonra doğdu.» Çiftçiler alel’ekser tabîat hâdise­lerini, bir ineğin yavrulamasını, bir öküzün hastalanmasını âdetâ târih başlangıcı sayarlar.

Bir gazeteci için de, kendine göre, bu kabîl hâtıraları bu­lunmak pek tabiîdir.

Evimizde zaman zaman (kaçaklık devri) bir târih, bir hâ­tıra gibi yâdedilir. Oğlum (Mürşid) in:

   Kaçaklık nedir, kim kaçdı, nereden kaçdı? niçin kaçdı?.

Yolundaki süâllerine dâimâ :

   Dur, söze karışma! Tarzında susdurucu cevablar veririm.

O, birgün âdetâ bana isyan eder vaz’iyyetle dedi ki:

    Baba, ya şu kaçaklık mes’elesini bana anlat, yahut bu sözü bir daha benim yanımda söyleme, recâ ederim!

(Bir fıkra aklıma geldi: Herifin biri askerliğinde Hicâza gitmiş. Memleketine döndüğü zaman hep Hicâzm kudsî hâtı­ralarını anlatmak istermiş. Kahvehâne halkı artık usanmış, bıkmış. Aralarında söz birliği etmişler. Herkim hicazdan bah­sederse kahvehânenin bütün müdâvimlerine dört başı ma’mur ziyâfet verecek»! Adamcağız günlerce susmuş, hicâz lâfına uzakdan temas eden yalan yanlış sözleri tashih etmek îcâp ederken, sırf ziyâfet korkusiyle, bunu yapamaz olmuş!

Bir gün öyle müdhiş bir falso önünde kalmış ki beheme­hal onu düzeltmek lâzım! söylese ziyâfet var, söylemese tah­rif var! kıvranmış, kıvranmış, nihâyet olduğu yere düşüp ba­yılmış! Herifi güç hal ile ayıltmışlar.

    Ne oldun yahu?

Diye sormuşlar. Demiş ki:

   Bırakın allah aşkına, bu hal benim başıma bir kerre de Hicâzda gelmişdi!...)

Bizim küçük beyin ısrârma dayanamadım. Fakat, notlarım yanmışdı, «Teab-ı dimağî» hastalığından henüz kurtulmıya başlamışdım. Yıprak hâfızamı biraz derleyip toparladım. «Kaçaklık devri» ni pek küçük bir şema hâlinde kendisine şöylece anlatdım: (1)

*

**

Oğlum, târihde okumuşsunuzdur. Biz genel savaşdan (2) yenilerek çıkmışdık. Memleketin her yanında büyük bir ümidsizlik vardı. İstanbul ve bir çok şehirlerimiz, ecnebilerin bo­yunduruğu altında idi ve bu hal gitgide diğer şehirleri-

(1)      Bu hâtıracığm, okuyanlara göre, ihtimal hiç bir kıymeti yokdur. Fakat kara günleri hatırlatdığı ve gençliğe de bir ibret teşkil edebileceği için belki fâideli olur diye düşündüm.

(2)     Birinci Dünyâ Savaşı.

mizi de sarmak üzere idi. Gazeteler sansör altındaydı... İstan­bul’daki meb’uslar meclisinde bulunan (Amanoloidi) gibi Rum meb’uslar ve diğer Rum ve Ermeni vatandaşlar açıktan açığa Türke hakaret ediyorlardı. İftirâlar sayısızdı. Memleketin ile­ri gelen adamları hayatlarından emîn değildi. Türkiyede, he­le Balıkesir’de eşkiyâlık o kadar ilerlemişdi ki, biz bağlarımı­za, tarlalarımıza bile gidemiyorduk. Köyler, kasabalar bası­lıyor, Türk ağaları en feci’ işkencelerle öldürülüyordu.

Herkes ümidsizlikle susmuş, (vık) diyemiyordu. Ben o,, ka­ra günlerde Balıkesir’de (SES) adında bir gazete çıkaracakdım. Türkün çiğnenen haklarını müdâfaa edecekdim. Birçok arkadaşlarımın :

    Canım, senin bir gazeten mi bu dünyâyı düzeltecek? Başına felâket açacaksın, vazgeç, yapma, etme! Demelerine rağmen (17/İlk Teşrin/1918 (Ekim 1334)) târihine rastlayan perşembe günü ilk nüshasını çıkardım ve memleketin her ya­nma gönderdim.

(SES) in ta başında merhum (Mehmed Âkif) beyin sure­ti mahsusada yazıp yolladığı şu selîs kıt’ası vardı:

Düşman sesi duymak iştemezsen,

Kardeş sesidir uyan bu sesden!

Kalkınca görür ki akşam olmuş 

Vaktiyle uyanmayan bu sesden.

Zaman oldu, Türke hakaret eden istilâcıların aleyhinde mecburî müdâfaa, yazıları yazdım. Vakit oldu, Rum ve Erme­ni vatandaşlarla karşılıklı kavgalar etdim. Hele eşkiyâ hakkmdaki yazılarım çok şiddetli idi.

Halk tamâmen ümidsizdi Onlara ümid vermek lâzımdı. İstanbul mektubları adiyle yazılar neşrediyordum «Eşref Edip» bey tarafından yazılan bu mektublar muhitde çok gü­zel te’sirler yapıyordu. Bu millet ölmeyecekdi.

Kara günlerimizde de hâlâ ihtikârlarla, hâlâ yağmalarla meşgul adamlar vardı. Onları fırsat buldukça hırpalamakdan ayrılmadım.

Herkesi «İttifak-ı mukaddes» e, «Millî Harekete» çağırıyor­dum.

Mütâreke devrindeyiz. Yer yer de tevkifler başladı. Ma’hud vatandaşlar şımardıkça şımardılar. Yazıyorlardı, yazıyor­dum ve (SES) Türkiyenin en gizli köşelerine kadar sokuluyor, okunuyordu.

Birgün Balıkesir’deki gayr-i müslim vatandaşlarımızdan iki kişi ile beni sevmeyen bir muhtekirin, aleyhimde şikâyet etmek üzere İstanbul’a gitdiklerini, oradaki ecnebi mümessil ile (Damad Ferid) hükümetine jurnal etdiklerini işitdim. Ken­dimce ba’zı tertibat aldım.

15/Mart/1919 tarihine rastlayan cumartesi günü İzmire gi­deceğiz. Orada ilk (Reddi ilhak kongresi) kurulacak. Ben de Balıkesir murahhaslarındanım. Hatırımda kalan arkadaşlarım şunlardı:

1  — Hocam Müftü Kodanaz zâde hacı Ahmed efendi. (3)

2  — Maârif Müdürü Sabri Sözen bey. (4)

3   — Miralay mütekaidi Rızâ bey (5)

4   — Zarbalı zâde Hulusi bey.. (Eski Meb’us) .

5  — Belediye ve ticâret odası reîsi Keçeci zâde Hafız Mehmed Emin bey merhum.

6   — Bandırma nâmına Bandırma muhâsebei hususiyye memuru Nazım bey merhum ve diğer kazaların mürahhasları.

(Müftülerle belediye reisleri tabîî üyelerdendi).

Balıkesir’de trene binerken Hoca zâdem (Râif) bey (6) yanıma sokuldu. «Vatandaşlar, B'andırma treninden çıkan şu adama seni gösterdiler, dikkat et!» dedi. Gördüm, genç bir va-

(3)    Vefat etmişdir.

(4)     Bayezit mutasarrıfı sabıkı. Vefât etmişdir.

(5)    Jandarma miralaylarındandı. BalIkesirli. Vefât etdi.

(6)    Midhat Paşa ilik okul başöğretmeni, vefât etdi.

tandaş, yabancı. Bu herifin tehcîr komitesinden (7) Adanalı biri olduğunu bil’âhare öğrendim. Bu adam da trene atladı. İs­tasyonlarda hep beni gözetliyordu. Bil’iltizam Manisa’da in­dim, Keçeci zâdeyi de yanıma alarak, dostlarımdan (Avni) ve (Bahri) bey merhumları aramak behânesiyle şehre girdim. Hayli dolaşdık.

Trenin kaçdığmı anladıkdan sonra arkadaşıma «haydi dö­nelim, trene yetişelim» dedim! İstasyon tenhâ idi, tren kaçmışdı! Keçeci zâde telâş gösterdi. Ben «Alaşehir treni ile gi­deriz. Arkadaşların ineceği oteli biliyoruz. Bizim çantalarımı­zı da bırakmazlar» dedim. Kompartımanda benim de bir ba­vulum vardı. Bu, Balıkesir’e ve vilâyetin heyet-i umumiyyesine âid vesâik ile dolu idi. Bu vesâika istinaden rapor tanzim ve kongreye takdîm edecekdim. Bu memleketin Türk olduğunu ısbâta çalışacakdım! Çünkü (Venizelos) İzmir ve havalisinin (Ya’nî bütün Karesi livâsı ile Bursa’nın garbının ve Menteşe livâsının garb ve cenub kısımlarının) Yunanlı olduğunu, bu­ralarda Rumların ekseriyyetde bulunduklarını utanmadan iddiâ ediyordu! (8)

Gece arkadaşların indiği İzmir merkez oteline indik. Ar­kadaşlar uyumuşlar. Beni (Sabri) beyin yatdığı odaya ver­mişler. Uyumadım, sabaha kadar rapor tanzimi ile meşgul ol­dum.

(16/Mart/1919) Pazar sabahı arkadaşlarla birleşdik. Vâli ve kumandan (Nureddin Paşa) merhumu ziyâret etdik. O, bi­ze muhtemel tehlikeye karşı gizlice hazırlanmamızı, memleketde sükûnu muhafazaya çalışmamızı tavsiye etdi.

(7)     Türkiyenin muhtelif memleketlerindeki Ermenileri Adana ve ha­vâlisinde teksif ve bir Ermenistan teşkil etmek üzere cebren tehcîr vazifesiy­le mükellef komite. İlk def’a ben gazetemde bu gizli komite hakkında ifşââtda bulunmuşdum.

(8)     Venizelos’un metâtibi bundan da ibâret değildi: gûyâ «Vilson pren­siplerine istinâden İstanbul’u, Samsun’u, Marmara ve adalar sahillerini de istiyordu!> Trabzon’u da Ermenilere veriyordu!

Ben yalınızca (Anadolu) gazetesi idârehanesine gitdim. Orada tesâdüfen (Celâl) bey (9) le görüşdüm. Bana nasıl olup da tevkif edilmediğimi sordu ve kendisinin de anbean tevkifi­ne intizâr etmekde olduğunu söyledi. Maamâfih böyle birşey olursa kaçacağını da ilâve etdi.

Esâsen ben de o fikirde idim. Kongre (17/Mart/1919) pa­zartesi günü müzâkeresine 'başlayacakdı... O günün sabahına karşı uyumuşum. Korkunç rü’yâlar içinde (Sabri) bey tara­fından uyandırıldım.

Henüz kahvaltı etmemigdim, aşağıda Pelitköylü (Mehmed Cavid) bey (10) tarafından çağırıldığımı söylediler, gitdim, meğer o gün henüz Balıkesir’den gelmiş. Dedi ki:

   Şifre var. İzmire belki yarım saat sonra tebliğ edilecek, yakalanacaksın. Artık hazin bir mâcerâya girmiş olacakdım.

Otele çıkdım, büyük bir odada toplanmış olan arkadaşla­rımdan yalınız hocam Müftü efendiyi dışarıya çağırdım: «Bu­radan uzaklaşmak mecburiyyetindeyim. Hakkınızı helâl ediniz. Ne yapacağımı söylemeyeceğim. Belki sizi tazyik ederler, ye­min etdirirler.» dedim, muhterem ihtiyar ağlamıya başladı ve hıçkırıklar arasında yerden göğe kadar... hak selâmet versin,» dedi. Elini öpdüm, ayrıldım. Zavallı boğazından hasta idi, ken­disini bir gün evvel doktora muâyene etdirmişdik. (Sabri) beye de evrâkı, bavulu ve raporu tevdi’ etdikden ve kısaca malûmat verdikden sonra otelden çıkdım.

Benim aldığım tertibat Balıkesir mmtakasına ve vaz’iyyetine göre idi. Arkadaşlarım tevkifim ihtimâlinden haberdar ol­madıkları için İzmir kongresine iştirâkime Balıkesir’de çok ıs­rar etmişlerdi. Ben sâdece hakkımda gelecek şifrenin, bana gizlice haber verilmedikçe, İzmir Vilâyetine tebliğ olunmama­sını te’min etmişdim. (Karasi) mutasarrıfı (Hasan Vassaf) bey (Damad Ferid) hükümetinin çok saadık bir adamı idi.

(9)     Celâl Bayar bey.

(10)    Eski Balıkesir meb’usu. Vefât etdi.

Ben livâ daimî encümeninde âzâ idim. Encümen müzâkerele­rinde bile kendisiyle ahval hakkında kavgalar çıkarıyorduk. Şifrenin Izmire tebliğini te’hire söz veren de maiyyetindeki emîn bir şifre me’muru idi! (x)

(Mehmed Câvid) beyle pek kısa bir konuşmadan sonra şu kararı verdik: Evvelâ birlikde (Karşıyaka) ya geçeceğiz, ben oradan bir arabaya atlayarak (Befgama) ya gideceğim. Mual­lim olacağım, gözlerimdeki gözlüğü atacağım. Adım da (Sâlim) olacak. Kongre bitince (Câvid) bey de Bergamaya gele­cek, birlikde (Bürhâniyye) nin (Pelitköyü) ne gideceğim. Vaz’iyyeti orada tedkik edeceğiz. «Karşıyaka» ya gitmek için ha­zırlanırken Manisa’da yolunu şaşırtdığımız komiteci yine kar­şımıza dikildi! Müdhiş bir fırtına, sağnaklı bir yağmur başlamışdı! Seviniyordum. O adam gözden kaybolmuşdu. Biz de Karşıyakayı tutduk.

Para çantam otelde, yatağımın yasdığı altında unutulmuş, cebimde beş para yok! (Mehmed Câvid) bey mevcud (106) li­rasından (105) ini bana verdi. Orada (Arab Ali) adında bir arabacı ile, beni Bergama’ya götürmek üzere kırk liraya pa­zarlık etdik. Ali genç bir çocukdu. Ben muallim olmuşdum. Adım da (Sâlim) di.

(Mehmed Câvid) beyle hazin bir veda’... Yoldayız, müdhişsyağmurlar arasında (Menemen) i tutduk. Orada hükümet konağı yanında bir kahvehanenin saçağı altında beş dakîka içinde bir kahve içdikden sonra hareket etdik. Hedefimiz «Ali ağa çiftliği». Fakat yol öyle berbad ki... Yalınız tesviyesi ya pilmiş, araba ile geçilmesi âdetâ imkânsız.

Zâten Menemen’den hareketimiz de akşam ezanına yakın­dı. Birkaç def’a arabamız devrildi, çamurlar içinde yuvarlan­dık. Zifiri bir karanlık, yıldırım sağnakları, yağmurlar, seller...

(x) Bugün ismini söylemekde mahzur görmüyorum: Tahrîrat kalemi mümeyyizi Şahin zâde (İbrahim Fevzi) Bey. Emekli kurmay albay «Muam­mer Şâhin» beyin rahmetli pederi.

(Ali) me’yusdu, ağlıyordu. Ne arabasında bir fener vardı, ne de bizde kibrit kalmışdı.

Gece yarısından sonra «Ali Ağa Çiftlğiine» (Nahiye mer­kezîdir) muvâsalat etdik. (Ali) beni kapalı bir kahvehânenin yakınında indirdi, harab bir ahırın içersine girdim, arabamı­zın cebinde bir parça ekmek, peynir vardı, koyu karanlığın içinden süzülüp gelen bir kedi, biz yetişmeden, onları kapıp gitdi! Ahır çok pireli idi.

Yanımızda kısa boylu, elli yaşlarında bir adam belirdi. Bi­ze: «Hoş geldiniz, buyurun bizim eve gidelim» dedi. Gitdik, basık ve bir katlı bir evceğiz. O zât galibâ mütekaaid me’murlardan idi. Hakkmdaki minneti hâlâ unutamadığım ve unuta­mayacağım o hamiyyetli adamın bugün ismini maal’esef hatır­layamayacağım. Nurânî yüzlü, müslüman bir adamdı. Bizi ısıtdı, doyurdu. Ben kim olduğumu ona açıkça söyledim. Tesliyete çalışıyordu. Gece rahat uyku uyudum. O zât sabah na­mazına kalkmış, ben de uyandım, kalkdım.

Dışarıya gidip gelen arabacı (Ali) dedi ki:

   Sâlim bey, haberler fenâ! «Güzelhisar» çayı taşmış, ge­çit vermiyormuş!

İçim burkuldu. O, sözüne devam ediyordu:

   Ben geçerim dedim, «O çay her sene birer baş yer, iyi düşün» dediler, doğrusu ben gidemeyeceğim!

Mihmandar efendi birlikde dışarı çıkmamı, bunda hiç bir mahzur olmadığını söyledi çıkdık, akşamki kahvehaneye gir­dik. Dışarıda tek tük askerler göze çarpıyordu. (x) İçime şübheler girmişdi.

Çayımı henüz bitirmemişdim... Süngülü bir asker doğru­ca bana yönelerek geldi ve :

    Buyurun, hükümete gideceğiz!

Dedi, vâkıâ, ben, her ne bahâsına olursa olsun, yakalanmamaya karar vermişdim. Fakat, o zâtin teminâtı beni gafil

(x) Bunlar sahil muhafazasma me’mur imişler. 150 kadar asker.


avlamışdı. Kim bilir belki de kurtulabilirdim. Askerle birlik­de gitdik. Şimdi sîmasmı bile unutduğum otuzbeş yaşlarında bir zâtin huzurundayım. O, Nahiye Müdürü (Râtib bey) imiş. Selâm verdim, selâmımı almadı, yakalanmışdım!

Aramızda şöyle muhavere geçdi:

   Kimsiniz?

    Balıkesirli (H. Basri) yim.

    Mesleğiniz?

    Gazeteci.

    Buraya niçin geldiniz?

    Gezmek ve görmek için.

    Teşkilât yapacaksınız değil mi?

    Ne münâsebet? Bir gazeteci nasıl teşkilât yapar?

    Bilirim, ocakcısmız, her şeyi yaparsınız!

   Kabul etmem, reddederim.

    Sen şimdi görürsün hâlini!

   Fakat, düşünmelisiniz ki karşınızdaki bir Türkdür, müslümandır.

    Çıkardığın gazetenin adı ne?

    (SES).

    Müsyö (Şimit) hakkında yazı yazan sen misin?

   Evet.

    (Derin bir nefes aldıktan sonra) oturunuz! (oturdum).

     (Şimit) hâdisesini biliyor musunuz efendim?

    (Gülümseyerek): “bilmez miyim? ben de ondan tokat yiyenlerdenim!

(Masasının bir gözünü açarak): İşte gazeteniz!.

    O halde bana çatmakda ma’nâ nedir

   Azizim, ben müşkil mevki’deyim, ocakcıları (ittihadcıları) bilmez misin? Gözümüz ürkdü.

    Ben ocakcı değilim, müstekillim.

    Fakat nede olsa...

    Hayır, hayır.

    Siz dâimî encümen âzâsındanmışsınız, öyle mi?

   Evet.

    Nereye gitmek istiyorsunuz?

   Nahiyeniz dâhilinde biraz dolaşmak fikrindeyim!

    Hayır, dolaşamazsınız! Sizi bir me’mur sıfatiyle yaka­lamak mecburiyetindeyim! Fakat, kıyamıyorum da...

—, Niçin yakalayacaksın? Ben senin hakkını müdafaa etdim!

    O halde, azizim, ne ben sizi görmüş olayım, ne de siz beni! Fakat çok recâ ederim, bu mes’ele aramızda kalsın, son­ra mahvolduğum gündür.

    Hayhay, tamâmen müsterih olabilirsiniz efendim, «Güzelhisar» çayını geçebilir miyim?

    Geçemezsiniz. (Menemen) e döner, orada bir çâre arar­sınız! Ben de bu gün Menemen’e gideceğim.

(Râtib) beye verdiğim cevablar çok müessirdi. Uzatmak istemiyorum. Oradan müsâadeleriyle çıkdım, (Ali) yi, mih­mandar efendiyi buldum. Kısa bir müşâvereden sonra tekrar «Menemed» e dönmiye karar verdim. (Râtib) beyden biraz şübhelenmişdim. Hele «Ben de bugün Menemen’e gideceğim» demesi bana ma’nâlı geldi. Vaz’iyyetimi (Ali) ye de anlatdım. Tâ ki muhtemel tehlike karşısında alınması lâzım gelen ted­birlere o da iştirâk etsin. Ben zâten yolları da tanımıyordum.

(Ali) beni bin i’tinâ ile Menemen’e ulaşdırdı: (18/Mart/ 1919). Tenbîhâtım veçhile bir köylü hanına indirdi. Bu han emîn idi. Sahib veyâ müste’ciri (Keresteci Mustafa efendi) yi müsâfir olduğum odaya çağırtdım. Kendisiyle açıkça konuşdum. Dedi ki:

. — Biz seni gıyâben tanır ve severiz; hanı yakarım, seni yakalatmam! Müsterih ol.

(Mustafa) efendi akşam yanıma geldi. Konuşuyoruz :

    Azizim, ben behemehal Bergama’ya gitmek mecburiyyetindeyim. Oradan Balıkesir havâlisine geçeceğim .(Güzelhisar) çayının ötesine beni atmanın bir çâresi?


Te’min etdi:

    Hiç merak etme. Sen yalınız biraz uyu.

    Hayır uyumam. îzah et.

   Kaderin varmış. Handa (Arnavud Şaban) isminde biri müsâfir. Sabaha karşı gidecek. Seni de hayvaniyle götürecek!

O    adam yaz kış çayı geçer, seni «Reşadiye» ye kadar götüre­cek. Yalnız kıyâfetini tebdil etmek lâzım.

   Ne şekilde?

   Seni bir «fıstık taciri» yapacağım! Başına bir Mene­men sargısı saracağım!

    Hayhay.

Mustafa efendiye para verdim. Bana bir «Menemen üstlü­ğü» alıp geldi ve iki ucunu sarkıtmak suretiyle onu güzelce fesime doladı. Bir falso yapmamak için fıstık muâmelesi üze­rine hayli şeyler öğrendim ve müsterih yatağıma yatdım.

Sabaha karşı odamın kapısı vuruldu. (Şaban ağa) karşım­da, «Hazır mısın? gideceğiz» dedi. Hazırlandım, desti yüklü ve semerli bir beygire binerek ve (Mustafa) efendiye veda’ edip ayrıldım

Şiddetli yağmur yağıyordu. Bereket versin ki (Şaban ağa) kalın yağmurluğunu bana giydirdi. O, yaya.

Dün geldiğim yollar üzerinden tekrar gidiyoruz. Jandar­ma karakolları var. Fakat benim kaçak olduğumu anlamak için büyük feraset lâzım.

«Ali Ağa Çiftliğine» uğramadan geçdik, nihâyet «Güzelhisar» çayının kenarma geldik. Çay kudurmuş bir vaziyyetde. Şaban ağa «Korkma, gözlerini yum» dedi, hayvanın çılbırını eline alarak suya daldı, gidiyoruz, dizlerim sular içinde. Tek­rar ediyor: «Sakın gözlerini açma, sağa sola meyil etme ha!»... Sâhil-i selâmeti bulmuşduk.

«Reşadiye»? Bu bir nâhiye, fakat oraya varınca ne yapa­cağım? (Şaban ağa) ile konuşmak istiyorum, adamcağız hem sırsıklam ıslanmış, hem yorgun. Benim on kelimeme bir keli-

14 me ile cevab verip bitiriyor. Yabancı muhitlerde barınmak ne müşkil Yâ Rabbî!

Benim azîz bir dostum ve muhaabirim vardı: (Vâcid Nazmi) Bey merhum. Bir zaman İzmir’den gazeteme çok kıymet­li ve hisli yazılar yazardı. Son günlerde imzasının yanına bir de «Reşadiye» kelimesini atmıya başlamışdı. Mesleği de nâhiye müdürlüğü idi. Biğadıc müdürü iken tanışmışdık. Acaba, varacağımız «Reşadiye» o Reşadiye mi idi? acabâ (Vâcid Nazmi) şimdi orada müdürmüydü? İmkânsızlık içinde bir imkân yakalamış gibi idim. (Şaban Ağa) ya, çekine çekine sordum :

    Müdürünüzün adı? dedi ki:

   Nazım mı, ne... öyle bir şey.

Seviniyordum. Akşam ezanları okunurken «Reşadiye» ye vardık. (Şaban Ağa), suratı asık, yorgun, bitkin... «Geldik, in bakalım!» dedi. Hayvandan indim. Müdürün evini sordum, ce­vab vermedi, bir han, bir kahve sordum, yine cevab vermedi! Hayvanını ve sırtımdan yağmurluğunu alıp gitdi!..» Yağmur hâlâ devam ediyordu. Güç hal ile hükümet konağını buldum, bir jandarma koğuşuna daldım. Müdür beyin evinde telefon olup olmadığım sordum, «Var» dediler. Mikrofon elimde, ko­nuşuyoruz :

    Alo.

    Müdür.

    Müsâfirin var.

    Ay, âşinâ, bir ses! Kimsiniz?

    H. B.

    Aman geliniz, bekliyorum!

Bir jandarma aldım, (Vâcid Nazmi) Beyin evine yollan­dık. Merhum pijamasiyle sokağa fırlamış, koşarak bana doğru geliyordu. Sarmaşdık. Evine gitdik. Onlar da o dakikalarda be­ni konuşuyorlarmış. «Ah buraya gelse de gizlesek» diyorlarmış.

«Sındırgı» eşrâfmdan (Hilmi) bey (eski meb’us Süreyyâ Örgeevren beyin pederleri) merhum da orada müsâfir. Hilmi “bey, Vâcid Nazminin kayın pederi. (1) Çamaşırlarımı değişdirdiler. Çaylar, ıhlamurlar, yemekler... O gece öyle rahat uyu­dum ki...

Sabahlayın kalkdım, (Vâcid Nazmi) beyin ısrariyle hükü­mete gitdim, mekteblerini ziyâret etdim. Hattâ ba’zı talebeleri imtihan yapdım. Merhum benim hakkımda şifre geldiğini söy­ledi, fakat göstermedi. Vaz’iyyet fenâ idi. İstanbul hükümeti işe öyle ehemmiyyet veriyordu ki...

(Vâcid Nazmi) bana (Çeçen Râşid) in atını te’min etdi. Ya­nıma bir de arkadaş verdi, akşama doğru Bergama’ya yollandık.

Gece Bergama’da, (Hacı İbrahim Efendi zâde Hafız Hüse­yin) Beyin evinin önündeyiz. (Hafız Hüseyin) Bey evvelden Mehmed Câvid Bey tarafından vaz’iyyetden haberdâr edilmişdi. Bize kayın biraderi (Şevket) beyi terfik etdi. Kasaba civa­rındaki çiftliğine gitdik. Çiftlik binâsı bir sathı mâile yaslanmışdır... İki katlıdır. Kâhya (Osman efendi), ile tanışdık. O, be­nim hüviyyetimi anlamak istiyordû. «Smdırgılıyım» dedim, «Hayır, sen Balıkesir’lisin, bu âğız Sındırgı ağzı değildir...» de­di. Utandım.

O günlerde Bergame «İttihad İtilâf gürültüleri içinde çalkanıyordu! Bir müstantik lafı vardı. Herkes onunla meşgul. (Osman efendi) müdhiş İttihad ve Terakki düşmanı. Söğüyor, söğüyordu! Dedim ki: «Yahu, ben de İttihadcı isem?» Cevab verdi: «Efendi, İttihadcı olsaydın buraya gelemezdin!»

Bergama’nın ortasından bir dere geçiyormuş, o dere Bergama’lıları ikiye ayırmış imiş! Binâen’aleyh halkının birleşme­si, anlaşması mümkin olamazmış, ağzımı açdım, gözümü yum­dum, «Hey efendiler, memleket batıyor, (Venizelos) Türkiyenin en mühim şehirlerini, kasabalarını, hattâ bu havâlîyi Yunanistana ilhak etmek istiyor, siz hâlâ fırkalarla, tefrikalarla mı oynuyorsunuz? Balkan harbi biter bitmez içinden henüz çıkdığımız şu son umumî harb hâlâ akıllarımızı başımıza ge-

(1)     (Vacid Nazmi) bey de diş hekimi (Niyazi) beyin kaym pederleri idi.


tirmedi mi? Türkiye teşrih masasının üstündedir, taksim edi­liyor...»

(Osman Efendi) de, (Şevket bey) de benim konferansı­mı (!) can kulağıyle dinlediler, sözlerime tamâmen hak ver­diler. Hüviyyetimin açığa vurulması hakkmdaki recâlarını ar­tık reddedemedim, söyledim. Şimdi bana bir fıstık tâcirine ya­pılacak hürmetden fazla hürmet ve mahabbet gösteriyorlardı.

Sabahleyin (21/Mart/1919) horoz sesleriyle uyandım. (Os­man efendi) nefîs bir çiftlik kahvaltısı getirdikden sonra aşa­ğı gitdi. Koyunlar, kuzular meleşiyordu. Kahvaltımı etdim. Pencereden kasabaya doğru, boynu bükük bakmıya başladım. Ay, şoseden mavzerli bir polis me’muru geliyor! Hem bu me’mur çiftliğe sapan yola dönmüşdü! Hedefi muhakkak çiftlik ve muhakkak ben’im!

Oturduğum odanın dıvarında asılı ve çiftliğin malı olan Osmanlı filintasını elime aldım, derin ve hazin muhakemele­re daldım...

Şimdi aşağıdaki sesleri dinliyorum :

    Gel bakalım Veli efendi.

    Selâmün aleyküm.

    Aleyküm selâm. Bu ne hal?

    Sorma, bir kaçak arıyorum!

    Bizim çiftlikde kaçağın işi ne?

    Bu tarafa geldiğini tesbît etdik de.

    Bizde öyle bir adam yokdur.

    Ben de eminim ya vazife, malûm. Yukarı çıkalım.

    Veli efendi, kusura bakma, şurada oturalım da hem ko­nuşuruz, hem ben de işlerimi görmüş olurum .

    Yukarı çıkmak yasak mı yoksa? Ben çıkayım.

   Ben seni yalnız çıkarır mıyım ya!

Ne yalan söyleyeyim, müdhiş halecan içinde idim. Kararı­mı behemehal tatbik mecburiyyetindeyim. Bayıra nâzır pen­cereden atlayabilirim. Fakat kalın demir parmaklıklar var! Gizlenmek de imkânsız. Silâh elimde. Oda kapısının sol tara-


fini kendime siper ittihaz etdim. Şimdi acıklı bir muhaakeme içindeyim: Mavzer bu, tam oda kapısına karşı olan merdiven­den ikisi birden çıkarsa, (Osman efendi) yi nasıl vurabilirim? Sonra (Veli efendi) nin ne kabahati var? Çoluğuna çocuğuna yazık değil mi?

Aşağıdaki ses dinmişdi. Galiba odaya girdiler. Mahabbete daldılar. Bir saat sonra «Allaha ısmarladık, uğurlar olsun» seslerini işitdim. Pencereden bakdım, polis me’muru gidiyor­du. Mavzerli polisi ilk def’a burada gördüm.

(Osman efendi), beti benzi uçmuş bir halde yanıma geldi* «Korkdunuz değil mi?» dedi, telâş ile sordum:

   Kaçak kim imiş?

Cevab verdi:

    Bir Rum! Akşam Bergamada bir ev soyulmuş, hırsız­lar iki Rum imiş, birini yakalamışlar, öbürünü bu tarafa doğ­ru kaçırmışlar. Telâş edecek bir şey yok. Efendi, ben. sağ ol­dukça seni buradan kimse alamaz!

Çiftlikde beş gün kaldım. (Hâfız Hüseyin) bey her gün ge­lir, hatırımı sorar, gelemediği ba’zı günler de (Şevket bey) î yollardı. Bu zâtlerin ve (Osman efendi) nin cidden lütuflarma mazhar oldum... İzmir kongresi bitmiş, (Mehmed Câvid) bey de sözleşdiğimiz veçhile çiftliğe gelmişdi.

Ertesi günü (26/Mart/1919) hayvanlara binerek sarp ve ıssız yollardan (Kozak) nâhiyesine doğru ilerledik, (Bağyüzü)ne vardık. Ben hâlâ fıstık tâciri idim. Asıl fıstık mmtakası da bu mmtakadır... Şemsiyeli çamlar bu havaliyi cennet gibi be­zemiş. Diyebilirim ki dünyânın en güzel yerleri bu yerlerdir. Bağyüzü’nde rahmetli (Osman bey) in çok temiz evinde müsâfir kaldık. Fıstık, bâdem, çekirdeksiz üzüm üzerine, lafla,, hayli alışverişler yapdık ve kârlar kazandık!

«Ayvalık» muhabirim (Sansör Ali bey) de (1) orada. O[1] zavallı da Rumlardan kaçmış, öldüreceklermiş. Vakıâ suçu da büyük! çünkü (24/Şubat/1919) pazartesi günü Ayvalığa çıkan Yunan «Salîb-i ahmer (Kızıl haç) hey’eti» (!) münâsebetiyle (Ses) e (2) imzâsız mektub yazan o idi ve o mektub müteâkib nüshalarda tarafımdan şedîd yazılar yazılmasına ve başlı­ca felâketime sebeb olmuşdu. (Sansör Ali bey) in o mektubu­nu, o kara günlerin küçük bir hâtırası olmak üzere, okuyalım:

(Sansör Ali bey) in mektubu :

«Çokdan beri kemâl-i iştiyakla beklenilen Yunan salibi ah­mer (Kızıl haç) hey’eti pazartesi günü bir Yunan torpitosiyle Ayvalık limanına geldi. Torpito boğazdan görünür görünmez evvelâ meclis-i umumî âzâsmdan (Vasilâki) nin fabrikası dü­dük çalmak suretiyle resm-i istikbâle müsâreat ve nihâyet bü­tün fabrika düdükleri ile kilise çanları da buna iştirâk etdiler. Kasabadaki umumî cûş-u huruş şâyân-ı temâşâ idi. Vatandaş­larımız :

    Zito Yunanistan, zito Venizelos!

na’relerini atarak sâhile koşuyorlar, müslümanlarm fesle­rini yırtıyorlar, her türlü hakaretleri mübah görüyorlardı. Ba’zıları elbisesiyle kendisini denize atarak, torpitoyu öpüyordu! Belediye civârına, gazinolar arasına, köprü başına gûyâ alâ­met-i ilhak olmak üzere büyük Yunan bandıraları asılmışdı. Hey’et, bu mahşer-i cünûn arasmdan ilerlediği zaman metrepolithaneye de gidilerek nümayişler yapıldı. Salîb-i ahmer hey’eti ile birlikde kaymakam mösyö (Şimit) de bulunuyordu.

Bu heyetde evvelce Osmanlı ordusundan kaçmış ve mah­kûm olmuş Ayvalıktı doktor (Mihalâki) ile mukaddemâ Ayvalıkdan alâkasını keserek Yunanistana gitmiş eczâcı (Zaferâki) de celb-i enzâr-ı dikkat eyliyordu.

Salîb-i ahmer Ayvalıkda gûyâ sıhhî ve insânî hizmetler îfâ edecekdi. Halbuki Ayvalığın, hükûmet-i Osmaniyyenin kâ-

(2)     27 şubat 1919 No: 20.

fî mikdarda doktorları, teşkîlât-ı sıhhiyyesi mevcud olduğu gi­bi, hastalık nâmına da hiç bir şey yokdu. Bu hey’et elbette si­yâsî bir emel ile gelmişdi. Kendilerini muhafaza etmek üzere de Ayvalıklılardan maiyyetlerinde silâhlı yirmi kadar asker bulunuyordu. Mösyö (Şimit) kendisinin Ayvalıkdan vâki şi­kâyetleri tedkik için geldiğini söylemiş, civar kazâlar eşrâfının tamâmen celbini kaymakamlıkdan istemişdir! Bergama’­dan bir hey’et geldi. Gerek bunların ve gerek bil’umum rüesây-i me’murînin arkalarında birer Yunanlı ve müsellah asker ikaame edilmek suretiyle zavallılar divana çekilmiş, kayma­kam beyin odasında Mösyö (Şimit) ahz-ı mevki’ eylemişdi! Mumâileyh hazmedilemeyecek ve pek ağır bir nutk ile müslünıan ve Türk kalblerini delik deşik etmişdi. (2) Kazâ kaymaka­mı (Osman Nuri) bey bu nutuk karşısında hiç bir şey demiyerek, hattâ merciini bile haberdâr etmeyerek derhal verilen emir­leri infâza kıyâm etmişdi. Evvelce Yunanistana hicret edip de malları emvâl-i metrûkeden addedilen Ayvalıklı Yunanlılar esâsen Osman beyin müsâadesiyle hemen kâmilen Ayvalığa gelmiş, müdhiş bir hâdise çıkarmak üzere muntazır-ı fırsat bir vaz’iyyet almışlardı. Şimdiye kadar bir hayli müslümanı ca­navarca tahkir, darb etdikleri ve kesdikleri halde bunlar bir türlü görünmüyor, görülemiyordu. Ayvalıkda tehcir mes’elesi yokdu, hicret vardı ve bu hicret de hükûmet-i Osmaniyye ile Yunan hükümeti arasında tanzim ve imzâ edilen protokol ahkâmına müstenid bulunuyordu. Kaymakam bey zavallı İs­lâm mühâcirlerini evlerinden çıkarmıya teşebbüs ve hattâ Ay­valığa İstanbuldan ve şâir yerlerden gelen müslüman tüccarın bütün kış rum ve müslümanlardan satın aldıkları yağların ihrâcını da kat’i nutuk mucibince men etdi. Hey’etin ve Yunan torpitosu askerinin çıkdığının ikinci günü metrepolithanece gösterilen lüzûm üzerine, başta Ayvalıklı (yani hacı Kuntu­nun delâleti ve bir Yunan zâbitinin refâkati ile arkalarına dü-

(2)    Bu nutuk ve cevabı müeâkib nüshada idi, bu risâleye de ekledik.

şen şerirlerden bir cemm-i gafîr müslüman evlerine hücûma ve gûyâ taharriyâta başladılar!

Müslüman malları gasb ve yağma ediliyordu. Bu miyanda tahsildarlardan birinin hânesinden henüz mikdârı anlaşılama­yan emvâli mîriyye de gasb olundu. Mes’eleden haberdâr olan (Osman Nuri) bey metrepolithâneye mürâcaat etdi. Fakat galeyânın men’inin kaâbil olamayacağı cevâbını aldı, fazla olarak da yağmacıların yanma resmen birer polis terfik edildi. (Ya­ni hacı Kuntu) asıp kesiyor, Yunan hükümetini temsil ediyor, i’lân-ı istiklâl eyliyordu! Bunun hakkında hiç, hiç bir şey ya­pılmadı. Rüfekaasından ön ayak olanların isimlerini de ayrıca yazacağım. Me’murin ve muhâcirîn-i islâmiyye müdhiş daki­kalar geçirmekdedirler. Evlerin tahliyesine, zaptına, yağmaya şiddetle devam ediliyor. Zavallı me’murin, ailelerini harice nakil teşebbüsünde bulunuyorlarsa da sıhhi vezâifi ifâ ile mü­kellef (!) Salîb-i ahmercilerin, mümanaatına ma’ruz kalmakda ve hîn-i nakilde bile eşyâları gasb edilmekdedir. Hükûmet-i mahalliyye cidden lâkayddır.

Müslümanlara yapılan tahkîrat ve tecâvüzât ve vukuu muhtemel şeni’ taarruzât karşısında civar köylüler ehâlisi ga­leyana gelmişdir. Gayr-i kaabil-i ta’mir haadisât vukuundan korkulmakdadır. Livâ hükümetinin (3) nazar-ı dikkatini celb etmenizi recâ ederim.»

*

* *

Ertesi gün (27/Mart/1919) «Armutova» ya müteveccihen hareket etdik. Yolda (Rahmi) adında bir şakinin icrây-i fa’âliyyet etmekde olduğunu işitmişdik. Aldırış etmedik. Maamâfih öyle bir adama da rastlamadık.

(3)     Hangi «livâ hükümeti?» O zaman Babi Âlî, livâ dâhilindeki (3000) e yakın eşkıyayı bölük bölük kendisine istîmana mecbur eden mutasarrıf (Ha­cim Muhiddin) beyi azletmiş, yerine (Hasan Vassaf) gibi tirit bir adamı yollamışdı.

İzmir’den çıkdığımdan beri yollarda ta’kib etdiğim usul, hiçbir köye, hiçbir karakola, hattâ hiçbir şahsa yaklaşmamakdı, yaklaşmadığımı da hissetdirmemekdi. Bu yolculukda da ay­ni usule riâyet etdik. Sarp ve fenâ bir yoldayız.

«Gömeç» in uzağından geniş bir tur yaparak, fakat «Kara­ağaç» köyü civarında (Mehmet Câvid) beyin akrıbâ ve eviddâsmdan muhterem ve emîn birkaç zât ile (adlarını maalesef unutdum) bir çeşme başında görüşerek doğruca «Pelit» köyü­ne vardık. (Mehmed Câvid) beyin melce-i gurebâ olan evine müsafir oldum. Orada konuşduğum zevât şunlardı:

1   — Bürhaniye Zirâat Bankası me’muru hemşehrimiz rah­metli (Emrullah bey).

2   — Rahmetli (İbrahim) bey (Mehmed Câvid beyin bira­derleri) .

3  — (Zekeriyyâ) bey (Mehmed Câvid beyin akrabasın­dan).

4   — Bakkal (Mehmed) bey.

Köylü vaz’iyyetden tamâmiyle habersizdi. Balıkesirden bazı hemşehrilerimin yağ ve sabun almak üzere geldiğini işi­tiyor, onlarla görüşemediğimden çok müteessir oluyordum.

Dokuz gün kaldığım bu güzel ve vefâlı köyde sabahlan er­ken çamlığa ve onun karşısındaki hâkim tepeye gider, nankör denizlere bakar, dalar, okur, yazar, akşamları da eve döner­dim. (Mehmed Câvid) beyin ve âilesinin hakkımda ibraz etdikleri lütuflarm, muâvenetlerin ebedî minnetdâriyim.

Eğer (Mehmed Câvid) bey olmasaydı belki yakalanacak-

dım.

Kaçaklıkda en büyük endîşe, müsâferetde kalman yerin şübheli ve müşkil bir mevkie düşmesi keyfiyyetidir. Bu mü­lâhaza beni sarsdı. Çtyle ya himâye edenlerin mel’unâne tazyıklar altında kalması, mühim zararlar görmesi de muhtemel idi. (Mehmed Câvid) bey haricde, Bürhaniye ve Gömeçde mü­temadiyen vaz’iyyeti tedkik ediyordu. O havâlîye geçdiğime dâir hiç bir emare yokdu. Beni en çok şimendöfer güzergâh­larında arıyorlardı.Balıkesir’deki evim ve akrıbalarımdan ba’zılarmm evleri de dâimi tarassud altında idi. Bununla berâber, ben çiftlikde iken kendimin «Eskişehir» taraflarında olduğu­mu Balıkesirde işâa etdirmişdim. Bu habere zavallı âilem de inanmışdı.

Pelidköyünde tam bir köylü kıyâfetindeyim. Beni kolay kolay kimse tanıyamaz. Bir akşam eve dönerken Balıkesirli bir tâcire rastladım, yam başından geçip gitdim, hemşehrim irkilmedi bile. Bir gün (4/Nisan/1919) Mehmed Câvid bey Burhaniye eşrâf ve tüccarından (Hacı Tâli’) beyin dâimi be­nimle meşgul olduğunu, o havâlîye geçdiğim takdirde çok se­vineceğini ve beni gizliyeceğini, kendisinin yemin ile benden haberdar edildiğini ve behemhal Bürhanyieye gitmemi istedi­ğini anlatdı. Hiç düşünmeden hazırlandım, geceleyin (4 5/ Nisan/1919) hareket etdim. (Hacı Tâli’) beyin çarşı içindeki ma­ğazasının fevkaanî bir odacığı bana tahsis edilmiş. Orada müsâfir edildim. Odada karyola, küçük masa, sürâhi, bardak, ay­na, fırça, lâmba gibi şeyler var. Yanıbaşında da bir halâsı var. Caddeye bakan penceresi perdeli, oh, dedim, kesretde ra’nâ bir vahdet!

Zavallı (Hacı dayı) bana kendi eliyle sepet içinde yemek-, ler taşıyordu. İki gün geçdi, ruhum fazlaca sıkılmıya başladı. Kendi vatanımda sırf Türklüğümden dolayı, ma’ruz kaldığım bu felâket ve esâret gücüme gidiyordu. Hapishânede olsaydım eşlerimle, dostlarımla konuşabilirdim. Daha rahat vakit geçi­rebilirdim. Mahbus ve mevkuflar da bana enîs olabilirlerdi. (Şimit) in hakaaret tükrüklerine boğduğu Türk vatanperver(Simit) in hakaaret tükrüklerine boğduğu Türk vatanperver­leri bu havâlî halkından idi. Beni Türk bir mutasarrıf, Türk bir me’mur ne diye taharri ve ta’kib ediyordu? Balıkesir’de beni yakalamak için gece gündüz uğraşan (22) me’mur vardı. Ben onlara ne yapmışdım? Benim hangi hıyânet ve cinâyetimi ta’­kib ediyorlardı? Va’d edilen (600) lira mükâfat mı onları böy­le koşduruyordu?

Bu mülâhazalar beni, çok rahatsız etdi. Müteessirdim. Bu teessürümden haberdar olmayan (Hacı Tâli’) bey söz arasın­da dedi ki:

    Bugün kaymakam beyle konuşdum. «Livâ tazyik edi­yor. Basri bey yanılıp da bu havâlîye gelmese...» yolunda söz­ler söyledi.

Canım sıkıldı, bu gibi laflar bana istiskal gibi geliyordu. Hakları da yokmuydu ya? Halbuki (Hacı Tâli’) bey böyle bir ağırsanma kasdından tamamen münezzehdi. O, beni kendi hâ­limde bırakdı, aşağı gitdi, kafamın içi ateş gibi yanıyordu. Üze­rimde bir rüvelver de vardı. Böyle dostlara bâr olmak ne bü­yük azab idi! İşi âdetâ kökünden halletme fikri depreşiyordu. Hattâ «Vasiyyetnâme» m de hazırlanmışdı. Refika-i hayâtım bir anda karşıma dikildi:

    Bana acımıyor musun? dedi. Gözümden kayboldu. Bu, rü’yâ değildi ,hayâl değildi, hakikatdı. Bilâihtiyar ağladım, ağ­ladım... (Beni bu âkibetden asıl kurtaran dindarlığımdı, Al­lah’ın siyâneti idi).

Bir müddet sonra (Hacı Tâli’) bey karşımda. Konuşuyoruz:

   Ne haber hacı dayı?

   Hayırlar.

   Kaymakam beyin adı ne?

    Salim Özdemir. (1)

    Bu adam Türk mü?

    Sapma kadar.

    Cesâreti nasıl?

   Henüz genedir, maamâfih, çok temiz kalblidir.

   Kendisiyle konuşabilir miyim?

    (Hayretle yüzüme bakarak) Bu nasıl olur canım?

   Mâdem ki Türkdür, temiz kalbli bir adamdır, onunla kolayca anlaşabiliriz.

(1)    Sonra Balıkesir valisi oldu.

   Vallahi ben mes’ûliyyet kabul etmem! Sonra (Hacı da­yı) sebeb oldu deme!

   Yok yok, endîşe etme! bu isim bana mûnis geldi. Sen evvelâ (Hacı Ali bey) i haberdâr et, gelsin görüşelim.

(Hacı Ali) bey (2) merhum gelmişdi. Hacı dayı da dâhil olduğu halde üç kişi şu kararı verdik: «Ben akşam karanlığın­da Hacı dayı ile birlikde Hacı Ali beyin evine gideceğim. (Müf­tü hoca Mehmed bey) de kaymakam beyi, çay içmek üzere ve da’vetli olarak, alıp o eve getirecek. Bir müddet istirahatden sonra ben, oturdukları oda kapısını ansızın açıp yanlarına gi­receğim, kendimi takdim edeceğim!.»

Bu karar aynen tatbik olundu. İçeri girdim, (Hoca Meh­med) bey merhum beni öteden beri livâ encümeninden tanı­yordu. Bilâihtiyâr (O, o...) diyerek boynuma sarıldı, ben de kendimi kaymakam beye takdim edip oturdum!

Kaymakam bey âdeta ne söyleyeceğini bilemiyordu. De­rin bir süküt hâkimdi. (Hoca Mehmed) bey kendini toparla­yarak benimle başıma gelen bu felâkete dâir konuşmıya baş­ladı. Ben anlatırken kaymakam da can kulağıyle dinliyordu. Kanâat getirdim ki bu zât cidden temiz yürekli ve hamiyyetli bir adam. (Hoca bey) gazetemin yapdığı hizmetleri takdir etdi. Kaymakam bey de «Hepimizin intikaamını siz aldınız» de­di. Artık mahabbete dalmışdık. Muhtemel Yunan tehlikesine karşı alınması lâzım gelen tedbirleri konuşuyorduk. Millî ha­reketler, çeteler, muharebeler yapıyorduk! (3) Kaymakam beyle samîmi dost olduk. Tabîî kendisini müşkil vaz’iyyetde bırakamazdım. Bu hususda te’minât verdim, dağıldık. Haydi ben de mağazanın üstüne!

Ertesi gün (8/Nisan/1919) yine ateşler içindeyim, kabıma sığamıyorum, taşmak, dışarı fırlamak, vurmak, vurulmak, ge-

(2)     Bürhaniye’nin hamiyetli eşrafından. Vefat etmişdir. Muhterem «En­ver Güreli» nin pederidir.

(3)      (Sâlim Özdemir) bey millî hareketlerin devamı müddetince fi’len çalışmışdır.


Taertıpek, gebermek istiyorum. İhtimâl bu kara düşüncelerde lıavasızlığın da büyük te’siri var. Bu sefer âilemin vaz’iyyeti de berii berbad ediyordu. Başıma bir felâket geleceğinden her an ürkerek bana öteden beri i’tidâl tavsiye eden refikam «Naz­miye» parasızdı. O, hâlini kimseye açamazdı, babasına bile. Sonra hasta bir kadın... Of...

Ben, böyle kara kara düşünürken birden bire kapı açıldı. Biri sımsıkı boynuma sarıldı. Bu, (Hâşim bey) di (Şimdi Ba­lıkesir tekel me’murluğundan emekli) Encümen-i dâimi arka­daşlarımdan (Gönenli Osman bey) merhum tarafından gön■derilmişdir. O, beni Balıkesir’de hazırlanan bir ihtifâgâha nak­le me’murdu.

(Hâşim) bey memleket hakkında haberler getirdi. Mene­men’den hususî bir adamla gönderdiğim bir mektub vardı, âileme verilmemiş. Bir zaman benim İzmir’de yakalanarak de­nizden İstanbul’a sevk ve ecnebilere teslim edildiğimi, bir za­man İstanbulda asılarak (!) öldürüldüğümü, bir zaman da kol­larım kelepçeli olarak karadan yaya sevk olunduğumu işâa et­mişler! Nihayet Eskişehir’de hayat ve sıhhatda olduğum işidilmiş. Sonra da Pelid köyünde bulunduğumu anlamışlar, se­vinmişler. Benim Balıkesir’e naklimde ısrar eden de refikam olmuş. (Hâşim) Beye verilen emir şu merkezde imiş: «İki gün­de Bürhaniyeye gideceksin. İki günde de geleceksin. Şu paro­la ile Telgraf vereceksin. Biz de şehir hâricinde sizi karşılaya­cağız.» Halbuki (Hâşim) Bey bir hiss-i kablelvuku’ ile bir gün­de gelmiş. Telgraf vermiye ve bir gün fazla kalmıya muvâfakat etmedim.

Çok büyük lütuflarını gördüğüm (Hacı Tâli’) beye veda’ ve teşekkür etdikden sonra sabaha karşı (9/Nisan/1919) yo­la çıkdık. Ben ve Hâşim bey yaylı bir arabadayız, fakat ara­bacı benden haberdar değil! Arabada barut sandığı var! (Hâ­şim) bey barut kaçırıyor! Yollarda ne kadar jandarmaya rast­ladık. (Hâşim) Bey hepsini, işi sezdirmeden idâre etdi.

(9 10/Nisan/1919) gecesi şehrin civârında «Kızpmarı» mevkiinde barut arabadan indirilmiş, arabacıya destur verilmişdi!

(Hâşim) bey dedi ki: «Sen Başçeşme kabristanında bekle, gideyim, (Osman) beye haber vereyim. Çünkü program bo­zuldu. Nereye gideceğimizi bilmiyorum. Parolamız Maydanoz». O, şehre gitdi, ben de kabristana doğru ilerledim. Aradan iki dakika kadar geçdi, kabristanın kapısı yanlarında üç karaltı peydâ oldu. Bunların ikisi erkek, biri kadındı. Erkekler sarhoş, Herifler galibâ karaltımı gördüler, istikametlerini değişdirdiler.

Bir müddet sonra Hâşim Bey gelmiş, beni aramıya başlamışdı. Birden bire yaklaşamadım. Parolayı duyunca yanına gitdim. O, (Osman) beyi bulmuş,' rahmetli (Somali Hacı Ha­fız Cemil) ve rahmetli (Abdulgafur) efendilerle birlikde oturuyorlarmış. (Osman) Beyi dışarı çağırmış, ineceğim yeri öğ­renmiş, gelirken o evin kapısını açık bırakdırmayı te’min etmiş.

Şimdi iki kişi ellerimizde rövelver ve bombalarla şehrin içindeyiz. Gâh polis devriyyelerinin ötdürdükleri zehirli dü­düklerin aksi istikaametleri takib ederek, gâh sıkışınca gölge­li saçaklar altında gizlenerek ihtifâgâhımıza geldik. (Hâşim) Beye «Uğurlar olsun» dedidm, içeri daldım. İhtifâgâhım öyle bir ev ki onun dört odasında üç âile barınmakdadır ve bu üç âilenin ikisi ile diğer biri dargındır! Burada benim için öksür­mek bile kaabil değil!

«Eyvâh bu Bâzîcede bizler yine yandık!»

Ben yukarı katdaki karanlık odadayım. Burada ikaamet için verilen ta’lîmâtın hatırımda kalan maddeleri şunlar:

1   — Alt katdakiler yatıp uyumadıkça ben yukarıda hiç bir kıpırtı yapamayacağım!

2   — Def’i hâcet için ancak iki vakit var: yatacağım za­man, sabaha karşı kalkınca!

3   — Altdakiler uyanmadan ben her işimi sessizce bitirmiş olmıya mecburum!

4   — Geceleri ışık yakmak yasak!

5     — Muayyen iki vakıtda def’i hâcete çıkarken fevkaanî halâye emekleyerek gidip gelmek şartdır! (Çünkü civar kom­şulara havaleler vardır.)

6   — Öksürmek, tıksırmak memnu’dur!

7   — Odamın arka sokağa bakan zemini kârgir ve kalın bir duvardan ibaret penceresinin içinde oturacağım! Şâyed sa­londa bir çatırtı hissedersem derhal pencerenin iç tarafında­ki kalın perdeyi kendime siper yapacağım!

8 Kimsenin şübhesini celbetmemiş olmak için odanın

kapısını dâimâ açık tutacağım!

9   — Gece de olsa hârice, ya’ni sokağa çıkmak yasakdır!

10   — Ânî bir baskına uğrarsam fârelerin toplantı yerine, hazırlanmış büyük bir yuvaya girip gizleneceğim!...

Bu ta’lîmâta tam bir sadâkatle sarıldım. Öyle zamanlarım oldu ki ben halâda iken aşağıdakiler kalkdılar, saatlerce içer­de kaldım! Odama komşulardan kaç kişi geldiyse beni göreme­diler! O komşular hâriçde samîmiyyetle yemin ediyorlardı ki ben o evde ve Balıkesirde değilim!

Canımdan bezdim. Tabii hak ve hürriyetlerin ne demek olduğunu o vakit daha iyi anladım. Kendimin Balıkesir’de bu­lunduğumu kimseye hissetdirmemişdim. Hattâ (Osman) bey de ihtifâgâhımı görmemişdi. (Hâşim) bey dahi benim orada ancak bir gece yatacağım kanâatinde idi.

Aşağıdaki odanın sâkinleri ara sıra gezmiye giderler, ya­hut odadan dışarı çıkarlardı. İşte o zamanlar benim nisbî hürriyyete kavuşduğum en mes’ud demlerimdi.

Kayın pederim merhum Sarfaklarlı zâde (Hasan Âbid) efendi (Ses) nâmına hâlâ mübâdele suretiyle gelmekde olan bütün gazeteleri alır, muntazaman bana ulaştırırdı. Ben de on­ları okur, mülâhazalarımı not ederdim. Onlar ne gazetelerdi! Onlar ne feci’ ve kara mütâlâalardı! Ah «Ses» im!

Birgün mutasarrıf (Hasan Vassaf) beyin Balıkesir’den kal­dırıldığını ve yerine (Ahmed Hilmi) bey (1) isminde gene bir

(1)    Bir zaman dahiliye vekâleti müsteşarı olmuşdu.

zâtin mutasarrıflığa ta’yin olunduğunu işitdim. İhtimâl (Vassaf) bu âkibete beni yakalayamadığından dolayı uğramışdır.

(17/Nisan/1919): Ahmed Hilmi bey Balıkesir’de işe başla­mış. Vaz’iyyetini uzun uzadıya tedkik etdirdim. Namuslu ve vatanperver bir Türk. İlk günlerinde kozmopolitler, tufeyliler onun etrafına üşüşmiye başlamışlardı. Gitgide dağıldılar ve «Galibâ bu da onlardan» dediler! Bilvâsıta ağzını yoklatdım. Hakkımda fenâ fikir beslemediğini, bil’akis beni lütfen tak­dir etdiğini anladım. Artık kendisine Balıkesir’de bulunduğu­mu duyurmakda bir beis görmüyordum. Her hangi tazyik kar­şısında beni gizlice haberdâr etmesi kâfi idi. Bunu te’min etdim ve bu sâyede oldukça genişlemiş oldum. Maamâfih bu an­laşmamdan ta’kib me’murlarımn ve muallim (Faik) Bey ile (2) (Niyâzi) (3) ve (Osman) beylerden mâadâ hiç kimsenin tabîî, malûmâtı yokdu. Ta’kibciler vazifelerini yapmakda yine ser­best idiler. Gizleyemeyeceğini:

İhtifâ zamanlarımda beni sıkan mühim sebeblerden biri de ba’zı aziz dostlarım olmuşdur. İçlerinden birine Balıkesir’e geldiğimi bilvâsıta bildirmişdim. Bu haber ertesi gün ağızdan ağıza yayılmış, bu yüzden tazyik artmışdı! Bu dostumun — devâm eden mütemâdi tarassudlara rağmen— benim ihtifâ ede­ceğimi tahmin etdiği her evin kapısını çaldığını, «Basri bura­da mı?» diye alenen ve yüksek sesle sorduğunu işiderek büs­bütün pirelendim. Bu azizlik bana çok pahalıya mal olmuşdu. Vâkıâ o dostumun şu alâkası beni sevdiğindendi, düşmanlığın­dan değildi. Fakat zavallı, vaz’iyyetin inceliğini takdir edemi­yor, beni kendisi gibi hür sanıyordu. Bu yüzden âilemin ve akrıbâlarımm ma’ruz kaldıkları halecanlar, ıztırablar çok büyükdür. Atalarımızın «Söyleme dostuna, söyler dostuna» ve«Söyleme dostuna, saman doldurur postuna» savlarının ne bü­yük hakikat olduğunu o zaman daha iyi anladım.

(2)    Baş öğretmen (emekli).

(3)    Avukat (Niyazi Akyürek). O da vefât etdi.

Diğer ba’zı dostlarım da birbiriyle kavga etmiye başla­mışlar:

   Basri’nin gizlendiği yeri biliyorsun da söylemiyorsun!

   Hayır, sen bildiğin halde!...

   Eğer yerini bulamazsam yüzüme tükürsünler!

   Bu adam ne katı yürekli imiş yahu! Bizi hiç de sevmiyormuşü

Bir zaman (Niyâzi) Beyin evinde bir mahzende saklanmakda olduğum duyulmuş! Haydi oraya hücum!...

Bunlar büyük falsolardı. Zamânın ve muhitin şartlarını ve benim içinde bulunduğum vaz’iyyeti düşünmemekden ileri ge­liyordu. «O zaman ve muhit» diyorum. Bir tarafda gayri müs­lim vatandaşlar, diğer tarafda kozmopolitler, aleyhlerinde ya­zı yazdığım azılı şakiler, İngiliz muhibler cem’iyyeti erkânı, ta’kîb me’murları ve nihâyet İngiliz mümessili ve şâire. Bü­tün bunlar teşkîlâtlariyle beni arıyorlardı. Eşkiyâ evvelce dağ­larda idi, af ve istîman sâyesinde şimdi silâhlariyl'e, kamalariyle şehirde dolaşıyorlardı ve bunların başmda bulunan adam da o zaman gûyâ ta’kib kumandanı olan meşhur (Ahmed Anzavur) idi!! (x)

Bir aralık yerim keşfedilir gibi oldu, derhal değişdirdim.

Şimdi burada binnisbe daha serbest ve eminim.

*

**

15/Mayıs/1919 akşamı Gönenli (Osman bey) merhumla ve (Niyâzi) beyle mülâkat etdik.

Bugün sevgili «İzmir» imiz Yunanlılar tarafından işgal edilmiş, bir çok fâcialar yapılmışdı. Ben ağlıyordum (Osman bey) ağlıyordu, (Niyâzi) ağlıyordu. (Osman) beyin biricik itimad etdiği adam ben idim. Akşam üstü «Varnalı Zâde İsmail Hakkı» bey kendisini görmüş:

(x) Yunanlılarla harb ederken bizi arkamızdan vurmak, istiyen adam (Vahdeddin) in halîfe ordusu kumandanı.

    Ne duruyoruz? millî bir müdâfaa hey’eti teşkil etsek ya... Demiş, o, da:

   Ben akşam düşüneyim, yarın konuşuruz. Cevâbını ver­miş. Maksadı da benimle görüşmek imiş.

Bu vâdîde uzun uzadıya konuşduk. Millî müdâfanın kat’î bir zaruret olduğunu, zâten fikirlerin daha evvelden beri ha­zırlanmış bulunduğunu tesbît etdik. Eşhas üzerinde dolaşdık ve kendimizce gizli bir proğram yapdık. Verdiğimiz karara gö­re ben de artık ihtifâgâhımdan çıkacağım. «KepsuU ve «Dursunbey» havâlisinde, kendi mes’ûliyyetim altında, ya’nî millî müdâfaa hey’etine merbut addedilmemek ve onları ve muta­sarrıf beyi ecnebî mümessile ve Dâmad Ferid hükümetine kar­şı müşkil mevki’de bırakmamak şartiyle fa’âliyyete başlayaca­ğım. Dört saatlik konuşmadan sonra (Osman) ve (Niyâzi) bey­ler gitdiler.

O günlerde Balıkesir’de Varnalı zâde (İsmail Hakkı) be­yin mes’ûliyyeti altında çıkmıya başlıyan (Söz) gazetesine (Huznî) nâm-ı müsteâriyle manzumeler gönderdim. Bunlar ihtilâl şiirleri idi.

Kuvây-i milliyyenin kuruluşundaki temevvücâta ve onla­ra âit hâtıralara elimden geldiği kadar, temas etmemeye çalı­şacağım. Ancak, şu kadarına işâret edeyim ki o zamanlar her ağızdan çıkan muhtelif sesler vardı. Bugün her şey bitdikden ve her tehlike geçdikden sonra hamiyyet ve vatanperverlik dellâllığma kalkışmak istiyen dar kafalı ve küçük ruhlu bazı zübbelerin o kara günlerde aldıkları menfî tavırları, vaz’iyyetleri o kadar iğrençdi ki? Eğer memleket onların, o beyinsizle­rin dileğine göre yürümüş olsaydı vatanda ne millî müdâfaa vardı, ne Türklük, ne istiklâl!

Balıkesir’de millî müdâfaanın teessüs ve temerküz edebil­mesi, hakîkî fazîlet ve nâmus erbâbımn derhal vaz’iyyete hâ­kim olarak âmmeyi emniyyetle, fütursuzca arkalarından sürüklemiye muvaffak olmaları sâyesindedir. Bu muhakkakdır.

İlk zamanlarda (Yusuf İzzet Paşa) merhumun ve burada.


bulundukları esnâda mutasarrıf (Hilmi) ve jandarma alay ku­mandanı miralay (Hurşid bey) lerin de bu hususda büyük himmetleri sebketmişdir.

20/Mayıs/1919 günü akşamı gece yarısına doğru hala za­dem ve kayın biraderim (Vehbi) merhumla birlikde atlara bi­nerek «Kepsüd» e yollandık; birer çete kıyâfetinde idik. Na­hiye müdürü (o zaman Kepsüd nahiye idi) (Emin bey) mer­hum bizi (Sıtma pınarı) mevkiinde karşıladı. Doğruca onun evine gitdik ve bir kaç gün orada kaldıkdan ve itimad eddiğim adamlarla, bilhassa hacı Ahmed ağa zâde rahmetli (Nâfiz efendi) ile konuşdukdan sonra, (Emin) bey de (1) birlikde olarak, alenen köylerde dolaşmıya başladık. Artık ne muallim­lik, ne fıstık tüccarlığı yokdu, çetecilik vardı. Omzumda ağır bir İngiliz mavzeri, belimde kama, bomba, göksümde kat, kat fişenkler, dürbin. Her gitdiğim köyde açıkdan hitâbeler veri­yordum.

Emin beyden işitdim ki gazetemdeki yazılarımdan çok müteessir olmuş olan (Çerkeş Edhem) ve kardeşi (Reşid) bey­ler daha evvel o havalide günlerce dolaşmışlar, adamlarını gezdirmişler, beni aramışlar. (Emin) beye «sen Basri’nin nere­de olduğunu bilirsin, onu kurtaracağız! aman, haber ver!» de­mişler. O da bilmiyorum diye yemin etmiş! Maksadları bel­ki öyle idi.

Ben hayli zamandır dağlarda gezen, istîman etmeyen (Kürseli İzzet) efeye haber göndermişdim. (Emin) beyin bu­lunmadığı bir zaman ve mekânda onunla buluşarak görüşdüm. (İzzet) Susığırlığın «Kürse» köyünden halis bir Türkdü ve maiyyetindeki altı arkadaşı da muhtelif Türk köylerinden se­çilmiş cesur adamlardı. Onlarla mutâbık kaldım ve kayıtsız şartsız emrime tebeiyyet etmelerine and içirdim. (Emin) bey

(1)      (Emin) beye demişdim ki: «Sen me’mursun, bizimle gezme! Senin yalnız himayen kâfi!» Merhumun bana verdiği cevab şudur: «Millet esir oldukdan sonra benim me’muriyetim yerin dibine batsın!» O zaman «Kepsüt» ııâhiye idi.


merhum da artık onları ta’kîb etmeyecekdi. Geldiler onun da elini öpdüler.

«Kepsüd» ve havâlisinde dolaşdığımız köylerin maalesef isimlerini bile unutdum. Hatırımda kalanlar şunlardır: «Dere­li, Serçeören, Kansız, Alagüney, Maftaros, Kalburca, Bey, Tek­ke, Uncukırı, ve şâire...»

Tekke köyünde (Hüseyin ağa) nın evi karargâhımdı. Top­lantıları da ıssız ve emin bir yer olan (Ayni Ali) (İnebey) türbesi önünde veya dâhilinde yapıyorduk.

Balıkesir’le dSimî irtibatdayım. Bu irtibâtımı hususî pos­tamız (Deli Mehmed) (2) vâsıtasiyle te’min ve tanzim eden de nâhiye müdürü rahmetli (Emin) bey olmuşdu.

(Osman) bey bana ne candan mektublar yazardı ve ben ona ne ruhdan cevablar verirdim. Gerek o mektublar, gerek benim cevablanm ve her günkü notlarım hep merhumun bü­yük kızı (Kadriye hanım) da toplanırdı. Benim için çok göz yaşı döken bu hamiyyetli hanım o yazılarımı ihtimam lie koynunda saklardı. .Valideleri (Fatma hanım) da hasta refikamın dâimî tesliyeti ile meşguldü. Zaman bana, başda o âile olmak üzere, bütün iyilik edenlere karşı şükran borçlarımı ödemek fırsat ve imkânını vermediğinden çok müteessirim. Bununla berâber beni ma’zur göreceklerinden de emînim.

(30/Mayıs/1919) da (Osman) bey merhumdan mühim bir mektub aldım. Bu mektubda «Ayvalık taburu® kumandanı (Ali bey) in dün Yunanlılara ilk millî kurşunu atdığım, Ayvalık cebhesinde Yunanlıları bozduğunu tebşîr ediyordu. Bu kahra­man ve kurtarıcı kurşunun şerefine efelerle candan bayram­lar etdik. (Bu Ali bey meşhur Ali Çetinkaya bey merhumdur).

(İstırat vaz’iyyetin küçük bir hülâsası): Bir taraf dan (Da-

(2)      Bizde «deli» adı alel’efcser cesur akıllılara verilir. Saraç köylü de­li (Mehmed) de öyleydi. Çok temiz ve hamiyyetli bir adamdı. Mühim zaman ve hâdiselerde «Kepsüd» den »Balıkesir» e yaya bir buçuk saatde giderdi, yine dönerdi. O da vefât etdL


mad Ferid hükümeti, diğer tarafdan livânın ba’zı mıntakalarındaki ve Balıkesir’deki ecnebi mümessil, millî müdâfaaya olanca şiddetleriyle mâni’ olmak isterlerken Yunanlılar, cenubdan şimâle, garbden şarka doğru kasıp kavurarak ilerliyorlar­dı. îmanlı halk, bütün bu mümâneatları tanımamak suretiy­le başlı başına kurduğu müdâfaa teşkilâtının ilk kuvvetini 5/Haziran/1919 târihinde «Akhisar» a doğru şevketmiş ve bu hareket neticesinde «Akhisar» düşmandan kurtarılmışdı: 10/ Haziran/1919. O zamana kadar Yunanlılar «Menemen» i, «Ma­nisa» yı ve «Akhisar» ı da istilâ etmişler, «Kırkağaç» ve «Ber­gama» önlerine kadar dayanmışlardı. Bil’âhare denizden çı­kardıkları yeni kuvvetlerle de «Bergama» üzerine yürüdülerse de Balıkesir evlâdları yine onların karşılarında göründü. Ancak orada BergamalI şakî (Hamid Çavuş) un ihâneti yü­zünden büyük bir fâcia çıkdı.

Ondan sonra Balıkesir «Soma» ya doğru kuvvetler şevki­ne başladı. Artık «Soma cebhesi» tamâmiyle tesbît ve tanzim edilmiş, bundan başka «Akhisar cebhesi» ne de ehemmiyyet verilmişdi. Orada dahi düşman tamâmiyle durduruldu. Salih­li ile diğer cebhelerdeki millî hareketler bundan sonra başlamışdı. Sonra «İvrindi» taraflarında da bir cebhe teşkil edilmişdir.

Balıkesir’den çıkanlan ilk millî kuvvetlerin kahraman ve fedâkâr kumandanı hemşehrimiz erkânı harb (Kemâl bey) (1> di. Kemâl bey, millî harbin nihâyetine kadar Soma cebhesi ku­mandanlığını büyük muvaffakiyyetle idâre etdi.

Erkânı harb miralayı (albay) «Kâzım bey» in (2) de Ba­lıkesir’de kuvâyî milliyye heyetlerinin teessüsünden bir zaman sonra Balıkesir’e gelerek, (Şimal mmtakaları) kumandasını eline aldığını, berâberinde gelen (Vasıf bey) (3) in «İzmire

(1)     General (Kemal Balıkesir). Şimdi emeklidir

(2)    General (Kâzım Özalp), eski Balıkesir millet vekili. Emekli.

(3)     Eski maârif vekili ve Moskova büyük elçisi (Vasıf Çınar) bey merhum.

Doğru» adında bir gazete neşrine başladığını, eski mutasarrı­fımız (Hacim Muhiddin bey) in (4) de Balıkesirde merkez he­yeti reisliğine intihab edildiğini sevinçle haber aldım. Bu zâtlerin hangi tarihlerde geldiklerini ve vak’alarm târih sıraları­na göre seyrini bugün ta’yîn edemiyeceğim. Maamâfih bunlar, (kaçaklık devri) min yâkın mevzularından da şimdilik hâricdir.)

*

* *

Balıkesir hey’eti birinci müdâfaai hukuk kongresini hazır­lamakla meşgul. Şimal cebheleri dâhilindeki murahhasların tamâmen iştirâk edeceği bu kongreye çok ehemmiyyet verili­yordu. «Kepsüd» den de murahhas istendi, hatırımda kaldığı­na göre belediye reîsi (Şâkir efendi) merhum intihab olundu... 28/Haziran/1919 dan 13/Temmuz/1919 tarihine kadar devam eden bu kongre, millî müdâfaa işlerini daha sağlam esaslara bağlamışdır. Şâkir efendiyi celbetdim, konuşduk. Zavallı ne­ler yapıldığını bana bir türlü anlatamadı! Yalnız «Çok şeyler oldu» diyebildi!!

Sonra (Osman) Beyden aldığım uzun bir mektubla tenev­vür etdim. Bu mektub bana ayni zamanda şu mühim ve gizli haberi de müjdeliyordu: «Anafartalar kahramanı (Mustafa Ke­mal Paşa) isyan etmişdir. Anadoluda millî bir vahdet ve hü­kümet te’sisine çalışıyor. (5)»

Bu haber bizi çok sevindirdi. Demek, artık hükûmetsizlikden ,başsızlıkdan kurtulacağız, millî hareketleri, millî emelle­ri umumî bir emir ve kumanda altına sokmuş olacağız.

*

**

(10/Ağustos/1919) (Ayni Ali) hazretlerinin türbesi civâ-

(4)     Balıkesir millet vekili oldu.

(5)     Filhakika müşarünileyh 19 mayıs 1919 da «Samsun > a çıkarak millî ve büyük vazifesine başladığını, 23 temmuz -: 1919 da da «Erzurum kongresi» nin in’ikad etmiş olduğunu bil’âhare öğrendik.


rında geziyordum. Karşıdan bir at şakırtısının yaklaşmakda olduğunu duydum. Biri indi, bana doğru ilerlemiye başladı. Bu, Kepsür jandarma karakol kumandanı (Bayram Çavuş) mer­hum idi. «Ne haber?» dedim, «Haydi, sizi Kepsüde götürece­ğim, Mutasarrıf Hilmi ve Kâzım beyler istemişler. Akşama sultanî mektebinde (lise binâsmda) gizli bir içtima’ varmış, si­zi da’vet ediyorlar» cevâbını verdi.

Adetâ alıklaşmışdım. Acabâ Balıkesir’den ecnebi mümes­sil mi gitdi. Bana «aman gelme, görünme» diye haber gönde­ren kuvâyi milliyye heyeti mi kudret kazandı?

Köyden atımı getirtdim, (Vehbi) ye ve (İzzet) e haber yol­ladım, yola düşdük. Henüz beş dakika ilerlemeşdik, bir çok istikbalcilerle karşılaşdık. Bunlar başlarında nâhiye müdürü Emin bey merhum olduğu halde Kepsüddeki eşrâf ve ehibbâ idi. Atdan indim. Hepsi ile müsâfahalar yapdık, beni doğruca Kepsüd belediyesine götürdüler. Halk sevinçle ziyaretime ge­liyordu. Fakat nedense dilim tutulmuşdu! ağzımdan bir keli­me bile çıkmıyordu! yadırgıyordum, âdetâ vahşî olmuşdumBir saat sonra açıldım, vahşetim oldukça zâyil oldu. İzzet çe­tesini teşkil eden yedi arkadaş, (Vehbi) ve ben atlarla Balı­kesir’e doğru hareket etdik. «İrvana» köyünde bir dostum var: (Hacı Yakub efendi merhum .Önün harmanına uğradık, bir za­man beni tanıyamadı. Nihayet tanıyınca boynuma sarıldı. Ora­da birer kahve içdik, aşağıki dere boyunu ta’kîben ilerlemiye başladık. Köylü, bizi eşkiyâ zannı ve (Hacı Yakub) efendiyi soydular vehmi ile silâhlanmış, tepeden kurşun atmıya kalkışdı! Kurşunlar cızlayarak kulaklarımızın dibinden geçiyor­du. (İzzet) mendilini salladı, silâh sesleri kesildi. Yolda efe yal­varıyordu:

    Bana izin ver de dönerken şu adamları biraz okşayayım!

    Hayır olmaz, yanlışlıkdır.

   Ya efendi, bu kadar zahmetden sonra mâazzallah sizi vursalardı?

    Mukadder ne ise o olur.

   Recâ ederim.

    Hayır!.

   Peki efendim.

Şehir civarındaki (Gümüş Çeşme) mevkiine gelmişdik. (İzzet) şehire ve şehirlilere güvenemiyordu. Ben de onu bel­ki o gün için kurtaramayacakdım. İzin verdim. Haber gönde­rince gelmek üzere halâllaşarak döndüler.

Şehirin sokaklarından geçerken herkes bana sevinçli, fa­kat endişeli nazarlarla bakıyordu. Eve geldim. Akşam «Sultanî mektebi» ne (lise binâsma) gitdim.

Mektebin ikinci katında müdür odasmdayız. Şimâl mıntakaları kumandanı «Kâzım» Bey, mutasarrıf «Hilmi», Köprü­lü «Hamdi» (1) beylerle tanışdık Yeşil Gönenin biricik efesi ve efendisi rahmetli (Osman) Bey de orada.

«Hilmi» Bey Maksadı içtimâi kısaca îzah etdi:

4/Eylül/1919 da (Sivas) da bir kongre kurulacak, sizi mu­rahhas göndereceğiz, ne dersiniz?

Cevab verdim:

    Hayhay, ecnebî (İngiliz) mümessilin müdâhalesinden kurtarmayı ve işgal mmtakasmdan sâlimen geçmemi te’min edersiniz tabiî.

Kâzım bey:

   Artık müdâhale mevzu-ı bahis değildir. İşgal mmtakasmdan da sâlimen geçebilirsiniz. Ne vakit hareket edeceksiniz? dedi.

    Hazırım.

Dedim, bundan sonra kongrede mevzu-ı bahs olabilecek maddeler etrâfında konuşuldu. Kâzım, Hilmi ve Osman bey­lerle fikren ve tamâmen anlaşdığımız halde Hamdi beyle bir noktada mutâbık kalamadık. Aramızdaki münâkaşa hayli bü­yüdü. (2)

(1)      «Edremit* kaymakamı idi. (Damat Ferid) hükümeti taratmdan azledilmişdi. Kuvâyi milliyye heye’ti âzasından. Şehîden vefât etdi.

(2)     Bu münâkaşanın tarzını yazmak istemiyorum. Herkesin kanâati muh­teremdir.


(Hilmi) beye sordum:

   Yarın şehir içinde serbest gezebilir miyim?

Dedi ki:

  Hay hay... Maamâfih bir tehlike çıkarsa sizi derhal ha­berdâr ederim.

Ayrıldım. Ertesi günü evden çıkdım, özlediğim ehbablarımla konuşuyordum. Herkes tehassürle yanıma geliyor, «Geç­miş olsun, hoş geldiniz» diyordu. Sağa sola sapa sapa hükü­met (Anafartalar) câddesindeki (Hacı İshak türbesi) (3) bi­tişiğindeki Çakır’m kahvehânesi önünde arkadaşlarım bir hilâl-i uhuvvet şeklinde karşımda idi. Çay içerken Zirâat Mü­dürü (Hüdâî) Bey telâş ile geldi ve kulağıma şu sözleri fısıl­dadı:

   Şimdi ecnebi mümessil, mutasarrıf beye gelmiş. Ültümatom vermiş «(Basri) gözümüzün önünde geziyor! Şimdi is­terim!» demiş. On dakika sonra sıkı ve ciddî araştırma ve ta’kîb başlayacak. Haber veriyorum!...

Oradan kimseye hissetdirmeden çekildim, uzaklaşdım. Ne­reye gideceğimi bilmiyordum. Kıyâfetim akşamki toplantıdan i’tibaren efendi kıyâfeti idi. Üzerimde bir rüvelverden başka da bir şey yokdu. Belki bir çarpışma olur mülâhazasiyle şehir hâricindeki (Garibler) mezarlığına doğru gitmiye başladım.

Çok mütehevvirdim. Evime gidemezdim. İhtimâl hâlâ giz­

li    gizli de ta’kîb ediliyordum. Mezârlığa yaklaşdığım zaman tesâdüfen karşıma (leblebici Raşid) efendi (4) çıkdı ,ona vaz’iyyeti kısaca anlatdım. Beni evlerine aldı. Orada birkaç gün müsâfir kaldım, ta’kîbatdan da bir netîce çıkaramadılar.

(Raşid) efendi ile küçük kardeşi merhum (Receb) in ve vâlidelerinin o günlerde hakkımda gösterdikleri büyük insânıy-

(3)     Şimdi müskirat dükkânıdır.

(4)     İzmir işgalinin ikinci günü saat kulesi dibinde o zamanki «Okuma Yurdu» nda yapılan memleket ictimâında:

— Lâfla bir şey olmaz. Kurtuluş silâhın namlusundadır! diyen zât.

yetleri unutamayacağım. Yalnız gramofon plâkları içindeki «Bu gençlikde neler geldi garib başıma» mısra’lı şarkıyı hâlâ af yedemiyorum! O şarkı beni ağlatdı.

Kayın pederimin evine gitdim. Orada bir hafta kadar kal­dım. Bir akşam (Vehbi) âilesine öfkelenmiş. Ben de yukarı­da şu kelimeleri işitdim.

   Bağıracağım, isterse o da duysun! (Beni kasdediyordu).

Vehbi bana candan merbutdu. Böyle bir hareketini hiç görmemişdim, onun için müteessir olmuşdum. Sabahlayin kalkdım. Dağ elbiselerimi giydim, çizmelerimi ayağıma çekdim, mavzerimi ve müteferriâtını aldım, (Vehbi) nin olanca recâlarına rağmen sokağa fırladım. O da silâhiyle arkamdan geliyordu. Zavallı beni yalnız bırakamıyordu. Ben artık önü­me geçen her mânii devirecekdim. Asıl hedefim de bana, be­nim memleketimde serbestçe gezmek hakkını bile çok gören ecnebi mümessildi.

(Osman) beye evimden haber göndermişler, o da kol kol insanlar çıkarmış. Beni yalvara yakara kuvây-i milliyye hey'et-i merkeziyyesinin birinci karargâhı olan (Darünnafia) (5) ya götürdüler.

(Osman) beyle kavga eder gibi konuşuyordum. Artık ba­na gölge etmemelerini istiyordum. Merhum beni güç hal ile teskin etdi ve daha evvelden hazırlatmış olduğu bir arabaya bindirerek ve âilemi de aldırarak yine «Kepsüd» e, o vefâlı yurda gönderdi .

İlk akşam (Emin bey) merhumun evinde müsâfir kaldıkdan sonra kiraladığımız çırılçıplak bir eve yerleşdik (6). Ora­da bir müddet ikâmet ve istirâhati müteakib (İzzet) çetesiyle birlikde yine dağlarda, köylerde gezmiye, dolaşmıya başladık.

(5)    Şimdiki «Ali Şuurî» ilk okulu. Hey’eti merkeziyye odası, idi.

(6)      Merhum (Hüsnü Karabey) in evinden gelen kilim, döşeme ve kap kacakla ihtiyacımız mükemmelen te’min edildi.


(Sivas) Kongresi 4/Eylül/1919 da kurulmuş, 13/Eylül/1919 da müzâkerelerine son vermişdi. Hattâ (Mustafa Kemal) im­zalı   telgraflar alıyorduk. 19/Tş. Sâni/1919 dan 29/Tş. Sâni/1919 a kadar devam eden «üçüncü Balıkesir kongresi» ne de maatteessüf iştirâk edemedim. Kış gelmişdi, hey’et-i merkeziyyeden hâlâ bir ses yok! Anladım ki ben ancak kendi si­lâhımla kurtulacağım. Her mes'ûliyyet tarafıma âid olmak üzere 27/Kâ. Evvel/1919 da Balıkesire geldim. Müsellehan ve alenen gezmiye başladım. «İzzet çetesi» de berâberimde idi. Ondan sonra ne mümessil kaldı, ne tarassud, ne hafiyye ve câsus, ne korku!

Yaşasın hürriyyet!

*

**

Oğlum, dokuz ay on gün devam eden bu kaçaklık devrim­den sonra sanki bir çocuk gibi yeniden dünyâya gelmişdim. O kara günlerimde, hele para hususunda, çekdiğim sıkıntıları hâ­lâ unutamıyorum. Bununla berâber kimseye yük olmamaya çalışdık. Göksümdeki eski ve müannid bronşit kaçaklık devri­nin yâdigârıdır.

Evlâdım, şu günler hayâtımızın en mes’ud günleridir. Ne bir tek düşman, ne (Damad Ferid) kalmadı. Artık istiklâlimi­ze kavuşdurk. Artık Türkiye bizimdir ve şimdi siz, babanızın senelerce evvelden beri sayıkladığı güneşin altında hür ve müstakil yaşıyorsunuz.

Bu günlerin kıymetini iyi, çok iyi bilin evlâdım.

Not: Benim yakalanmamak için ihtiyar etdiğim bunca zahmet ve me­şakkatler sırf ecnebilere ve hâin hükümete esîr ve hakaarete dûçâr olmamak ve kaçaklık hâlinde de elimden geldiği nisbetde vatanıma hizmet etmek için­dir. Buna muvaffak olabildimse ne mutlu bana.


SES’DEN İKTİBASLAR

(Kara günlerin küçük manzaralarını ve iniltilerini, o zamâna göre, dile getirmiye çalışan «SES» den birkaç iktibas) :

Eşkiyalık derdi

17/Teşrini evvel (Ekim)/1918

Şimdiye kadar çekdiğimiz çileler yetmiyormuş gibi başı­mıza bir de eşkiyalık belâsı musallat oldu. Harbin ve tedbir­sizliğin doğurduğu bu dâhiye herşeyden evvel ortadan kaldı-


rılmadıkca bizim için kurtuluş imkânı yokdur ve olamaz. Çün­kü dört senedir devam eden felâketli muharebenin köy kulü­belerinde bırakdığı boşluklar, saçdığı pek acı sefâletler ve yok­sulluklar ancak emniyyet ve âsâyiş ile doldurulabilir, tâ’mîr edilebilir. Böyle olmadıkça memleketlerimizin âkibeti maâzallah yine ve daha çok fenâ olacakdır.

Bizde eşkiyalık derdinin en fazla yüklendiği yerler köy­lerdir. Halbuki enginde ve uçurumda bulunan devlet gemisi­ni selâmet kıyısına ulaşdırabilecek kuvvet yine köylerdir. Köy­lüler şimdiye kadar her belâya sabretdiler, hükümetin bütün dileklerine ,buyuruklarma eyvallah dediler, memleketi —ka­dın ve çoluk çocuklariyle çalışmak suretiyle— doyurdular, or­duyu beslediler. İstedikleri yalınız bir şeydi: «Memleket kur­tulsun, müslümanlık dirilsin».

Fakat bin çeşid felâketlerin üzerine tüy diken bu eşkiyalık beliyyesi o zavallılara herşey’i unutdurdu, dünyâya geldik­lerine bile peşîman etdirdi.

Vatan düşmanların çizmeleri altında ezilirken, varlığımız haysiyyetimiz çiğnenirken gözlerini velînîmet köylülere çevi­ren şakiler; kimsesizlik, hastalık, millî endîşeler içinde kıvra­nan o bedbahtlar üzerinde yaman bir derd kesilmişdir.

Köylü ilk zamanlarında eşkiyâyı avutabilecek kadar ahı­rında hayvan ,kesesinde para, anbarında ekin bulabiliyor, bunları vermekle canını kurtarmıya güc yetirebiliyordu. Fa­kat günden güne bir tufan gibi akıp gelen ve çoğaldıkça ço­ğalan eşkiyâ sürüleri karşısında, zavallı, bundan da mahrum kaldı. Hattâ köylerde âile sandığına mahsus eşyâ ile âile nâmusuna varıncaya kadar hepsi yağma edildi, yırtıldı. Ya son ümidlerle sallanıp kalan hayatlar... evet, bunlar da didiklen­di; parçalandı.

Bacası tüten, fakîr, zengin herkesi doyuran, köylerinde köşe taşı gibi oturan ağalardan sağ kalanlar bugün bir lokma-


yı bulamayacak bir hale gelmek üzeredirler. Bunlar köylerin temel direğidirler ve o direklerin yıkılması, bütün ocakların sönmesi demekdir. Yeşil tarlalarını, sevimli hayvancıklarını, dede ve baba kabirlerini bırakarak kasabaların vefasız kuca­ğına atılan ağalar bugün hıçkırıklarla ağlıyor, bir nur, bir çâ­re, bir kurtuluş yolu arıyor. Kırlarda, obalarda ve hattâ nâhiyelerde bugün hâkim olan kuvvet —saklamayalım ki— eşkiyâdır.

Hükümetin kanunu susdurulmuş, adâleti kaldırılmışdır. Bu hallerin devâmı bizim ebedî batmamızdır. Pâdişâhın afvinden bile ibret dersi alamayan ve günler, dakikalar geçdikce çoğalan eşkiyâ hakkında fevkalâde tedbirler kurulması artık farz oldu.

Biz vak’alar ve şahıslar üzerine şimdilik birşey yazmak is­temiyoruz. Çünkü sükûnete son derece muhtâcız. Dimağları­mız yorulmuş, vuran kalblerimiz dinmişdir.

Fakat — hele herkesçe belli olan son hâdiseler üzerine ol­sun— ehemmiyyetle dikkat gözünü çekmeyi vazife biliriz. îslâmda kavmiyyet (ya’nî ırkçılık) yokdur, kardeşlik vardır. Akan bir damla kan bile bizim için pek elîm bir zarardır. Binâen’aleyh çarpışan kuvvetlerin derhal önüne geçmek, şekavetde dolaşarak hâlâ köyleri soyan, son ümidlerimizi de sön­dürmek üzere bulunan adamların zulümlerine nihayet vermek lâzımdır. Allah’ın binasını yıkanlara karşı sabr ile seyirci kal­mak nasıl doğru olur?...

Âsâyiş mes’elesl 24 Teşrini evvel (Ekim) 1918

Hükümetlerin kurulmasından birinci maksad, halkın hak-

Not: O devirlerde Çerkeş şakilerle Arnavud şakiler birbirine düşman olarak çarpışıyorlar, fakat her iki zümre de zavallı Türk köylülerine olanca zulümleri, işkenceleri yapmaktan geri duymuyorlardı,


larinı çiğnetmemek, güçsüzü güdüye ezdirmemek, kısaca emniyyet ve adâleti takrir ve tevzi’ etmekdir. Diğer vazifeler hep bu temel üzerine kurulacak fer’î ve tâlî şeylerdir.

Cihan Harbinin belirmesi ve dört seneden fazla devâmı yüzünden hükümet dahilî emniyyet ve âsâyiş işlerine gereği gibi bakamadı. Memleketde inzibatı başaran jandarma kuvve­ti harb cebhelerine gönderilmişdi. Esâsen eli silâh tutan genç­lerimiz de cenge koşmuş, mevcud ehâlîmiz ise yalınız ihtiyar­larla kadınlardan ibâret kalmışdı.

Gerek harbden kaçan ve gerek ba’zı müsâmahalar ve menfeatler sonunda köşede bucakda kalan kimseler bu yalınızlığı ve zamânın yağma zamâni olduğunu fırsat bilerek ufak tefek hırsızlıklara ve nihayet eşkiyâlığa başladılar.

İlk zamanlarda pek basît, fakat devamlı tedbirlerle bu­nun önüne geçmek kaabildi, fakat hükümet gözünü bir türlü iç hallerimize çeviremedi, eşkiyâlık artdıkca artdı.

Hele son zamanlarda coğrâfî kuruluşu i’tibâriyle Anadolunun en mühim bir memleketi olan Livâmız o hâle geldi ki kimse malından, canından, ırzından emîn olamıyordu. Eşkiyânın — hem defeâtla — baskınına uğramayan hiçbir köyümüz kalmadı. Bu baskınlarda nice mallar yağma, paralar gasb, ha­yatlar ifnâ ve nâmuslar hetkedildi. Büyük muhaarebenin eritdiği nüfus, mahvetdiği servet yetişmiyormuş gibi şekaavet be­lâsı da köylerimizdeki bakıyye-i hayât ve samanı âdeta sön­dürmüş, kurutmuşdur...

Evet, ateş saçağı sardığı bir zamanda ta’kîb vazifesiyle uğraşmıya başlayanlar bu işi üzerine lâyıkı ile mal etmedikleri gibi eşkiyâlığın bil’akis artmasına —bilerek, bilmeyerek — yardım etmişlerdir. Hodgâmlık, tehakküm, ihtiras ve menfeat gibi çirkin şeyler onları esâs vazifelerinden uzaklaşdırmış, eşkiyâdaki az çok korkuyu da kaldırmış, onları şımartmışdır.

Şimdi öyle bir felâket karşısında bulunuyoruz ki her gün,


her saat ve her dakika ölüme mahkûmûz. «450.000» nüfusu ku­caklayan bu koca livada, bu târihî memleketde yükselen, hay­kıran, haakim olan yalınız bir ses var: Eşkiyâ sesi! Bu ses kar­şısında — hayır bu ses karşısında değil— şakilerin silâhı kar­şısında herkes korkmuş, ürkmüşdür. Yalınız bir kaç günlük vak’alardan işidebildiklerimizi gösteren eşkiyâ haberleri (x) şimdiye kadar yapılan zulümlerin yanında vız kalır.

Fakat bu hal, bu felâket devâm edemez. «600» küsûr sene evvel Osmanlılığı diriltmiş, başdan başa Rumeliyi fethetmiş olan bu itâatli memleket halkı ve ahfâdı artık hükûmetden bir azm, bir cesâret, bir icrâ istiyor.

Sulhun akdinden sonra eşkiyâlığm tabiatiyle kalkacağını zannetmek hatâdır. Asıl bundan sonradır ki bugün elindeki sapamnı, tohumunu bırakarak, sabahlara kadar siperlerde ak sakalı ile nefs müdâfaasına mecbur kalan ihtiyarların arslan yavruları köylerine dönecek ve yapılan zulümler karşısında kükreyerek onlar da intikam sevdâsına düşecekdir.

Ey şakiler, bu intikamdan titreyiniz ve şimdiden silâhla­rınızı bırakmıya çalışınız. Senelerce en azılı kuvvetlerle çarpı­şan mücâhidlerimizin köylerimizi, memleketlerimizi âsâyişden mahrum, anbarlarım boş, tarlalarım ekilmemiş görmesi ne bü­yük bedbahtlıkdır.

Ümid ederiz ki âsâyiş mes’elesine ciddî ve kat’î bir ehemmiyyet vereceğini söyleyen yeni hükümetimiz (xx) bu işe der­hal başlar, Anadolu’nun Makedonya’sı hâline gelen bu zavallı memleketi artık yangından kurtarmak lütfünü esirgemez.

Bu günkü vazifelerimiz: Mîllî muâvenet lâzımdır.

7   . Teşrîni sânî (Kasım) 1918

Dört seneden fazla süren kanlı muhaarebe (31 Teşrîni ev-

(x) Ayni nüshada yazılı haberler.

(xx) ömrü pek kısa olan Sadrı A’zam İzzet' Paşa hükümeti.

vel (Ekim) 1918) gününden i’tibâren artık hitam buldu. Ge­rek i’tilâfcılar tarafından, gerek hükümetimiz tarafından ordu­lara «ateş kes!» emri verilmişdir. Şu halde yakında kahraman askerlerimiz evlerine, işleri başına gelerek hasretlilerine kavuşacakdır.

Fakat kim bilir ne kadar bedbaht ana, baba, kardeş, evlâd, akrıbâ, eviddâ acı hıçkırıklar koparacak, zehirli göz yaşlan akıtacakdır.

Bu savaş o kadar felâketler doğurdu ki düşündükçe insa­nın âdetâ beyni patlayacak. Eğer harb şanlı bir zaferle bitsey­di herkes umumî şenlikler arasında evlâd ve baba acılarını unutacak, bu şenliklere sevinçle katılacakdı.

Fakat iş fena bir şekilde neticelendi. Bizi bu kara günlere, bu cehennem azablanna sürükleyen sebebler pek çokdur. Bun­ları siyah satırlarla bilhassa târih yazacakdır.

Fakat biz peşin söyleyelim ki felâketimizi doğuran birin­ci sebeb ahlâksızlığımızdır. Bizi can evimizden vuran düşman ne İngiliz, ne Fransız, ne Moskof, ne de Almandır. Kendimiz, kendimiz kendi ahlâksızlığımızdır.

Hep çekdiceğim kendi cezâyi amelimdir.

Evet, umumî savaşın en kızgın zamanlarında, daha «1330» temmuzunda başlayan, millî fedâkârlıkları bırakarak, güzel ahlâkımızı bozarak hep kendi ihtiras ve menfeatlarimizin pe­şinde koşmıya başladık. Gözlerimizi memleketde . kalan bir avuç servete dikdik. Kursaklarımızı haram lokmalarla, kasala­rımızı sarı ve kâğıd paralarla doldurduk. Kocası hudud bo­yunda canla, başla cenk eden âilenin nâmusunu, malını, ha­yâtını alçakça mahvetdik. Bu âilenin yiğit kocası harbedemez, vatan borcunu ödeyemez, ölmek isteyemezdi.

İşte bu gibi ahlâksızlıklarımızda ki İmâm-ı a’zamm merkadini, peygamber-i zîşan (S.A.) in mukaddes memleketlerini hamâsetperver ecdâdımızın pırlanta yâdigârlarmı tamâmen düşmanın ayağı altında çiğnetdirdi, bir çok nurları; zekâları, mütefekkir dimağları da ebedî söndürdü.

Felâketlerden ibret almayan milletler batar. Bundan son­ra aklımızı başımıza alarak saydığımız yanlış yollardan ayrıl­mazsak — Allah göstermesin— bizim de batmamız hakdır ve gerçekdir.

Ben mâddî düşmandan ziyâde ma’nevî düşmandan korka­rım. Ma’nevî düşmanımız ahlâksızlığımızdır. Binâen’aleyh adam olmak istiyorsak her şeyden evvel ahlâkımıza bir salâh vermeliyiz.

ÇBütün dindaşlarımı bu günün en mühim ve ahlâkî bir va­zifesine da’vet ediyorum: millî muavenet! Issız ve perîşan ka­lan kulübeler, vîrâneler bizden merhamet ve imdâd bekliyor. Daha doğrusu bir i’tirâf-ı zünûb istiyor, bir keffâret-i cürm-ü günâh istiyor.

Kocası — benim mi’demi doldurmak için — şehid olan âi­le bugün açdır, çıplakdır. Kış geliyor, odunu, kömürü, sırtında gömleği, ayağında çorabı, hattâ sandığında ufak tefek eşyâsı yokdur. Zavallı lokmasızdır da.

Dört dıvar içindeki yanık derdlerini meydana çıkarama­yan bu nâmuslu âile yetim evlâdlarım beslemek için herşeyini, herşey’ini satmış, bütün ümidlerini kocasının gelmesine bağlamışdı. Fakat gelecek askerler arasında zavallının kocası yokdur, şehid olmuşdur. Şimdi bu âile kime güvensin, kime dayansın?

Sonra bir çok gazilerimiz vardır ki âşiyanlarmı kupkuru bulacak, daha geldiği gün ac kalacakdır. Dört senelik bir di­dişmeden sonra bu zavallı ne yapabilir? Biz milletin kanından, iliğinden emdiğimiz servetlerle karı peşlerinde dolaşırken, iş­ret meclislerinde bağrışırken bu kahraman asker, Moskofun karşısında harbediyordu.

Eğer biz bu gibi fakîr askerlere ve ailelerine esaslı yardım­lar yapmazsak yakamızı umumun itabından, müntekım Al­lah’ın müdhiş ikaabından kurtaramayız. Matem tutan kulbeciklere biraz nur, biraz sürür verelim...

RUMLAR MI MAZLUM?

Amanoloidi efendiye 14 Kasım 1918

4/Teşrin-i sâni (Kasım)/1334-1918) târihinde meclis-i meb’usâna verdiğiniz takriri okuduk. Bunun bir mâddesinde «Kara­deniz, Çanakkale, Marmara ve Adalar denizleri sevâhil ve ha­vâlisinde ve sair mahallerde «550.000» rumun katl-ü itlâf edil­diğini» yazıyorsunuz! Bu mâddenin bilhassa livâmıza da şü­mulü olması gerekdir. Çünkü Çanakkale, Marmara ve Adalar sevâhili rumları hemen ekseriyyetle «Karesi» dâhilinden geç­miş veyâ burada ikaamet etdirilmişdir. Acebâ «katl-ü itlâf» edildiğini yazdığınız rumlarm isimlerini lütfen neşredebilir inisiniz? «550.000» nüfus nerede idi? Bu küsürsüz rakamı nere­den hangi vesikalardan çıkardınız? Kumlar mı mazlum, müslümanlar mı?

Biz size şimdilik kısaca anlatalım: Evet Marmara, Paşalimanı, Ekinlik adaları filhakika tahliye edilmişdi. Buralarda tahminen «20.000» vatandaşımız vardı. Paşalimanlıların bir kıs­mı livâmız merkezine, MarmaralIlar Kirmastı’ya naklolunul­dular. Bir hayli nüfus da mahallerinde bırakılarak rahatlan hiç kaçırılmadı. Sonra Ayvalık’dan «8.000» nüfus buraya, «2.000» nüfus Bursa’ya, «5.000» nüfus da doğruca İzmir’e sevkolunmuşdu. Buradan çıkanların yekûnü de esasen «14.000» rad­desinde idi. Bundan başka Çanakkale’den de «3.000» nüfus ka­darı Balıkesir’e gönderilmişdi.

Bunların nakli esnâsmda —i’timad ediniz ki— imkânın son derece-i müsâadesine kadar istirahatlerinin te'mînine çalı­şılmış, gerek yollarda, gerek ikaamet etdirildikleri mahallerde


tek bir rumun burunu bile kanatılmamışdır. Kendileri milyon­lar sarfiyle iâşe edilmiş, herbiri muhteşem evlerde barmdırılmışdır. Balıkesir’de açılan «dârülmesâ-î» —ki mensûcat için açılmışdır — ekseriyyetle bunlara hasredilmiş, çalışanlara

  diğer müslüman vatandaşlarımız gibi— ayrıca yevmiyeler verilmişdir.

Müslümanlar her rumu bir kardeş telâkki ederek müâvenetlerine koşmuş, ufak bir rahatsızlıklarına bile meydan ver­memeye çalışmışdır.

£>ün böyle olduğu gibi bugün de mahallerine iâdesinde ay­ni şefkat ve uhuvvet eserleri gösteriliyor. Zannederiz ki hiç bir rum vatandaşımız haklarında ibrâz edilen bu muâvenetleri inkâr edemez.

Fakat böyle olduğu halde, Amanoloidi efendi, «550.000» rumun katli hâdisesini nereden çıkarıyorsunuz?! İnsan belki yalan söyler amma, bu kadarına, kaabil değil, cür’et edemez.

Amanoloidi efendi, rumlar değil ,maatteessüf müslüman­lar mazlumdur. Her vakit müslümanlar zulüm görmüş ve bu­gün de yine müslümanlar sizin şakîylerin zulümleri altında kalmakda bulunmuşdur. Daha şu son zamanlara âid olmak üze­re bir kaç isim ve bir kaç vak’a nakledersem acabâ yüzünüz kızarmaz mı? İşte isimler:

1  — Tutliman köylü çete reisi Panayot,

2   — Andon Kâhya oğlu İstavri,

3   — Nikole oğlu Yani,

4   — Yorgi oğlu Sof oklu,

5   — Nikole oğlu Dimitri,

6   — Papa Nikole oğlu Penâki,

7   — Yani oğlu İstirâti,

8   — Elbislikli Moskova oğlu Yorgi,

9  — Peremeli Andon oğlu Yorgaki,

10  — Pandali oğlu Petro.


A)    Bu şakiyler Yenice ile T.utliman köyleri arasında mer­kez karakol kumandanı «İbrâhim Çavuş» u canavarca şehid etdiler.

B)    Yenice köyü civârında kayıkçılara fenâ işkenceler yap­mışlar, onların binlerce liralık mallarını almışlardır.

C)                          Zirâatli           atik köyünü basarak muhtar «Kabak Musta­fa ağa» yı feci’ suretde öldürdüler.

Ç) Yine o köyden «Hüseyn ağa» mn kızını kirletdiler.

D)    Bir çok para ve eşyâ gasbetdiler.

E)    Şâhin köyünde külliyyetli zînet altını ile eşyâ aldılar.

İşte diğer bir çete daha: 1 — Reis Yeniceli Kırman, 2 —

Çavdar, 3 — Yordanoğlu Yorgi, 4 — Mihanyalı Kıraman, 5 — İstavri, 6 — Timurtaşlı Tanaş, 7 — Tınaş oğlu İstirati, 8 — Yorgioğlu Yani, 9 — Karamari oğluManol, 10 — Yorgioğlu Dimitri, 11 — Yanko oğlu Yorgi, 12 — Yorgi oğlu Alako, 13 — Alek­si fotuoğlu Lâmbo, 14 — Maydoslu İstiratioğlu Vasil, 15 — Yor­gi oğlu Ligortiodaş...

Bunların yapdıkları edebsizliklerden de bir ikisi:

1   — Erikli köyünü basdılar, «Kâmil efendi» nin mukaavemeti üzerine firar etdiler.

2  — Mihanya açıklarında kayıklardan bir çok mal gasbet­diler.

3   — Erikli köyünde «Kara Ali» zevcesinden ayakkaplarına varıncaya kadar her şey’ini aldılar.

4   — Panayot çetesiyle birlikde olarak yine Erikli köyünü abluka ile tarladan gelen «Küçük Mehmed» i, koyun çardağın­da bulunan «Ömeroğlu Halil» ile «Yeni Mehmed» i zorla ön­lerine katarak o köyü tamâmen soydular.

5   — Yine o köyde «Halil» in validesinin ateşle saçlarını yakdılar, zavallıya bir çok işkenceler yapdılar .

6   — Kezâ Erikli köyünden «korucu İbrahim» i öldürdüler.

7  — «Andon Kâhya» kumandasında olarak Zirâatli köyün-


den «Küçük İbrahim» in sandık eşyâsma ve hayvan takımına varıncaya kadar herşey’ini aldılar ve «Kasim ağa» nın kısra­ğım, merhum «Mustafa» nın atını gasbetdiler.

Bu fecâyi’ el’an şiddetle devam etmekdedir. Hattâ iki gün evvel «Mihanya» köyünde bulunan «70» İslâm muhâcirinin mazlum (!) eşkiyâmz tarafından tüyler ürpertici mezâlime ma’ruz kaldığını işitdik. Maktül ve mecruh da varmış. Tafsi­lâtını aldığımız zaman inşâallah yazacağız.

(Amanoloidi, bu yazıları tekzib edemedi).

ŞEKAVET HABERLERİ

28 Kasım 1918 («Ses» in hemen her nüshası eşkiyalık haberleriyle dolu idi. Bu kabil haberleri kaçırmamaya çalışıyorduk. Meşhur «Ahmed Anzavur» Balıkesir jandarma alay kumandanlığı muâvinliğine ta’yin olunmuşdu! Umumî af de i’lân edilmişdi).

Öteden beri livâda âsâyişi bozan şakilerden ve asker ka­çaklarından bir haylisinin terk-i silâh ve istîman etdikleri anlaşılmışdır. Bunların mikdarı aşağıdadır:

Aded

150

Arnavut Ali, Hurşid, Çerkeş Edhem, Balıklı dereli Çer­keş Musa, Laz Yusuf ve Mustafa Çeteleri,

10

Manalı Gürcü deli Yusuf Çetesi,

7

Salorlu Râif,

14

Dağıstanlı Kara Veli,

22

Eski Manyaslı Çerkeş İsmail,

5

Tuzakcılı Ç. Kâmil,

3

Eleksili Ç. Nuri,

11

Keçelerli Ç. Aydemir oğlu Mehmed,

5

Darıcalı Hasan Çetesi,

6

Darıcalı İdris Çetesi,

18

Hacı Menteşli Ç. Şah İsmail Çetesi,

1

Karadağlı Yusuf Çetesinden,

 


1     Mürefteli Kerim Çetesinden,

169 Asker kaçaklarından.

422 Yekûn.

ZAVALLI KÖYLÜLERİMİZ

5  Aralık' 1918

Evet zavallı köylülerimiz şu dört buçuk sene içinde ne zu­lümler, ne işkenceler, ne ateşler, ne büyük sefaletler ve felâ­ketler gördü. Uğursuz muhaarebenin bütün ağırlıkları onların omuzlarına yüklenmişdi. Bu ağırlıklar biçâreleri çok, pek çok hırpaladı.

Bizde çokluğu teşkil eden velîni’met köylülerin arslanları senelerce düşmana göğüs gerdiği gibi onların ak sakallı dede ve babaları, ihtiyar vâlidecikleri, bahar hayâtını yaşayan du­vaklı gelin ve hemşireleri, ağızlarında henüz süt kokan bed­baht yavrucukları da orduyu ve memleketi doyurdu.

Evet, beşiği sallayan eller tamâmen sapana sarılmışdı. Bu eller pek muhterem ve mübeccel idi. Köylünün bütün umudu, gözü harbin şanlı bir muzafferiyyetle bitmesinde idi. Fakat bir çok sebebler yüzünden zavallı, bu şanlı âkibeti göremedi, mağlûb oldu.

Galibiyyet de, mağlûbiyyet de milletlerin nâsıye-i mukadderâtma yazılmış olduğu için köylü adâlet-i ilâhiyyeye güve­nerek, takdire boyun eğerek ye’sini bir dereceye kadar ta’dîl ediyordu. Fakat onun afvetmediği, edemeyeceği başka şenâatlar da vardı.

Evet o, din kardeşlerinden bir çoğunun —yalınızlığmdan istifâdeye kalkışarak— kendisine ihtikâr ve şekaavetle saldır­masını bir türlü hazmedemiyordu. Düşmandan herşey me’mul idi. Çünkü düşmandı. Fakat asırlarca birlikte yaşamış, vataıı müdâfaasından sinmiş, köpeksiz köy bulmuş olanların birgün gelip de canavarca kardeşlerine saldıracağını, kulak, burun keseceğini, köylerde köşetaşı gibi kurulan karabahtlı, ihtiyâr hânedânı öldüreceğini, düşmanla çarpışan arslanların âilelerinin nâmusunu yırtacağını, köylüdeki bakıyye-i serveti, parayı, çift hayvanını, davarını, hattâ sandık eşyâsmı gasb ve yağma ede­ceğini, hattâ kocalı kadınları zorla boşatdırmak, dilediklerine vermek ve gözlerinin kesdiği kızları kendilerine nikâhlamâk... gibi fazîhalara varıncaya kadar (x) herşey’i yapacağını hiç, hiç hatırına getiremezdi. İşte köylü, zavallı köylü bütün bu fe­lâketleri de gördü, âdetâ canından bezdi, insanlığa lânet ve nefret etdi.

Köylü demek; velîni’met demek, müstahsil demek, ekseriyyet demek, binâen’aleyh asıl millet demekdir ve bu varlığın ihmâli vatanın —maâzallah— batmasıdır.

Şu halde herşeyden evvel işimiz bu aslı, bu özü canlan­dırmak, yaralarını sarmak, kendilerini ellerinde silâhla hayat­larını kurtarmak için girdiği inlerden, siperlerden çıkarıp o si­lâhların yerine şu tohumu atma zamânında sapanmı vermek, hülâsa bütün ciddiyyet ve himmetimizle köylü ile uğraşmak lâzımdır.

Köylü pek büyük bir hüsn-i niyyet ve fedakârı ile te’mîn edilen dehaaletlerin, istîmanların doğruluğuna —yakın bir mâzîyi düşünerek— bir türlü inanamıyor, zâlimleri afvedemiyor.

Pâdişâhın afvi bu hususda esaslı te’mînat olamaz. Esâsen şahsî hakları değil pâdişâh, Allah bile afvetmez. Onu afvedecek ancak mazlumlar, mazlum köylülerdir ve bunların —bel­ki— afvini te’mîn edebilecek şey de müste’minlerin artık ra­hat oturmaları, bütün günahlarına tevbe ederek işleri, güçleri başında çalışmaları, bu yaralı vatana onların da fâideli birer uzuv olmalarıdır.

(x) Bunların hepsi olmuş ve »Ses» in muhtelif nüshalarında neşr-ü tesbit edilmişdir.


MÜLHAKKAT

«Balya» muhabirimiz yazıyor (12 Aralık 1918):

Bugün okuduğumuz 28 teşrîni sânî (Kasım) 1334 (1918) tarihli «İkdâm» gazetesinde Balya’dan rum patrikhânesine çe­kilmiş bir telgraf gördüm. Bunda Ayvalık’dan nakledilen «25.000» rumdan «18.000» inin telef olduğu yazılıyor!

Cidden hayretde kaldım. Rumların ne kadar hayalperest bir millet olduğunu bilirdim. Fakat hayâl kuvvetinin bu de­rece yalanlar uydurabileceğine hiç ihtimal veremezdim.

«25.000» nüfusdan «18.000» i telef olmuş ,geride zavallılar-: dan yalınız «7.000» nüfus kalmış ha! Vah vah vah!!!.

Bu telgrafı okuyup da inananlar bize, biz Türklere — kimbilir— ne kadar lânet etmişlerdir! Ben bu sarîh yalanın ya­lan olduğunu bilmekle beraber lâzım gelenlerden yine tahki­kat yapmakdan çekinmedim.

Kat’î suretde öğrendiğime göre Balya’ya nakledilen rum­ların mıkdârı «25.000» değil, «587» nüfusdan ibâretdir! Bunla­rın «445» i Ayvalık’dan, «142» si Çanakkale ve Paşalimanından gelmişlerdi. Hükümet kendilerini kirâ bedeli almaksızın en mükemmel evlere yerleşdirmiş, muhtaç olanlarına yevmi­yeler verdiği gibi iâşeden de muntazaman zahire tevzi’ etmişdir. Bundan başka ma’den şirketi direktörlüğü tarafından da kendilerine pek vâsi’ mıkyasda muâvenetler yapılmışdır.

Balya’da bu rahat ve refâhı gören vatandaşlarımız hükü­mete ve ehâlîye zaman zaman minnetdarlıklarını göstermiş, hiçbir ferd şikâyetde bulunmamışdır. Buraya gelen fakır rumlar zengin olmuşlar, îhattâ Balya’da yerleşmek arzusuna düş­müşlerdir.

Nakilleri esnasında tek bir ölüm vukua gelmediği gibi bu­radaki ikaametleri zamâmnda da kezâ sefâletle hiçbir vatan­daşımız ölmemişdir.

Ancak her tarafda olduğu gibi Balya’da da şiddetle hük­münü icrâ eden İspanyol hastalığından bir mikdar ölümün vu­ku’ bulmuş olması pek tabiîdir.

Bununla berâber ben bu hususda da tahkikat yapdım. Rumların buraya geldikleri 16 Nisan 1333 târihinden 30 Teşrini Sânı târihine kadar ecelleriyle «18.000» değil, yalınız «27» kişi ölmüşdür ve ölümleri de İspanyol hastalığından mütevelliddir.

İslâm nüfusunun bu yüzden vâki müdhiş vefeyâtı yanın­da vatandaşlarımızın bu mikdar vefâtı yüzde bir derecesinde bile değildir. Maamâfih hükümetimiz hastalanan her rumun tedâvîsine hasrı ehemmiyyet etmiş ve bu yüzden de bir hayli masârıf ihtiyâr olunmuşdur.

Hem ne hâcet? Ecelleriyle ölen rumların mes’ûliyyeti de bize, biz Türklere mi yükledilecek? Bu hususda vatandaşları­mızın muhaatabı biz değiliz, Allah’dır!

Rumlar hakkında Balya’nın yapdığı fedâkârlıkları hiçbir vatandaşımız inkâr edemez sanırım. Bunu inkâr etse etse tel­grafı yazan yalancı herif inkâr edebilir. Böyle iftirâları yapmakdan maksad ecnebilere karşı Türkleri barbar göstermek ve hükümetimizi suçlu tutmakdır. Fakat suratlarına çarpdığımız bu hakîkatlar kendilerini hâlâ utandırmayacak mı?

*

Rumlar mı mazlum?

Bandırma muhaabirimiz yazıyor:

Rum eşkiyâmn Bandırma’nm Mihanya köyünü basdığıııı evvelce yazmışdım. Bu kerre yapdığım tahkikata nazaran bu şakiler o köyü güpe gündüz basarak orada rüsûmat me’muru «İbrahim efendi» nin iki kulağını kesmiş, İslâm muhtarı ile İs­lâm muhâcirlerinden «Hasan efendi» yi süngü ile yaraladıkdan ve zavallı mühâcirlerin ev eşyâlarmı gasbetdikden ve köy­den kalkmalarını ihtar ile «derhal gitmedikleri takdirde hep­sini keseceklerini» söyledikden sonra çekilip gitmişlerdir.

Merkumlar bir gece yine o köyü basarak «Âişe» adında bir mühâcirenin eşya, çamaşır ve elbiselerini gasbetmişler ve üç çuvala koydukdan sonra elbise dolu sandığını ve yiyecekleri üç kile mısır ve arpasını ve on sekiz Osmanlı lirası ile takım altınlarını da almışlardır.

*

**

Erdek muhaabirimiz yazıyor:

«Rumlar mı mazlum?» makaalenizi okuyunca doğrusu acı acı güldüm. Bu yazınız bir çok hakîkatları ihtiva etmekle berâber pek noksandır. Siz Erdek’de bulunsanız da asırlardan beri Türk tâbiiyyeti altında kemâl-i refah ve seâdetle yaşamış olan rum vatandaşlarımızın bilhassa son zamanlarda aldığı vaz’ijyetleri görseniz...

Gûyâ bunlarla artık vatanî bütün münâsebetlerimiz münkati’ olmuş ve artık bundan sonra da hiç birbirimizin yüzüne bakmayacağız! Öteden beri nân-ü ni’metleriyle beslendikleri, sâyelerinde büyük servetler kazandıkları Türklerin mağlûbiyyeti için rumlar neler, neler yapmadılar? Marmara havzasın­da mağrurâne dolaşan düşman denizaltıları kimlerin muâvenetiyle barınabildi? Onlara varını, yoğunu taşıyan, bütün sırla­rımızı bin türlü vâsıtalarla anlatan kimlerdi? Bütün yapılan bu fenâlıklar unutuluyor da rumlar mazlum, biz zaalim olu­yoruz öyle mi? Lânetler olsun hakîkatları tahrîf edenlere! Dü­ne ne hâcet, bugüne, bugüne bakalım. Evet, bugün de yine mazlum olan Türklerdir.

Mütârekenin imzâsmdan evvel Kapıdağında ve adalarda muhtelif çeteler hâlinde icrây-i şekaavet eden rumlar, kendi­lerini müslüman olarak gösteriyorlar, baskınlarında Türk lisâ­nını konuşmak ve aralık aralık rum köylerini de —zâhiren — basmak suretiyle bunlar her türlü şenâatı yapıyorlardı.


Vaktaki mütâreke imzalandı, mel’unlar bütün mâhiyyetlerini, hüviyyetlerini meydana vurarak şekaavetlerine, fakat daha mütecâsirâne devam etmekde hiçbir beis görmediler. Son günlerde yapdıkları bir, iki vak’ayı olduğu gibi hikâye eder­sem artık siz îcâbeden hükmünüzü vermekde tereddüd etmez­siniz sanırım.

Bu çeteler geçenlerde Şeytan köyüne gelmişlerdi. Orada mahkemeye âid celb müzekkerelerini tebliğ etmek üzere bu­lunan Gönen’de mukîm «Manastırlı Emin Onbaşı» ile Bursa’nın Orhaneli kazâsına tâbi’ Bodur köyünden jandarma «Yakub oğlu Haşamı o kadar büyük fecâatle öldürmüşlerdir ki... Ba­kınız, vak’ayı arzedeyim: Canavarlar jandarmaların evvelce o köye geldiğini haber alırlar, yerlerini sorarlar. Zavallılar köy muhtarı «Daskalos» un evine ilticâ etmşiler imiş. Nasılsa bu­nu işidirler. Çete reîsi «Mihal oğlu Panayot» eve gelir, «Emin» ile «Hasan» ı bulur, yakalarından tutarak ve sürük­leyerek merdivenden aşağı çeker, indirir.

O  sırada mel’unun diğer avenesi de ö eve doğru gelirler. Panayot, Emin ile Hasan’ı evden çıkardığı vakit avene-î havenesi de ateş açmıya başlarlar. Fakat isâbet etdiremezler. Ya­lınız bir kurşun isâbet eder ki o da çete reisleri Panayot’u de­virir!! Başlarının kendi kurşunlariyle yaralandığını gören şa­kiler bir çığlıkdır koparırlar ve mecruhu Daskalasun evine ya­tırarak «bunu güzelce tedâvî etdiriniz, fakat hükümete haber vermeyiniz» diye tenbîh etdikden sonra zavallı Emin’i ve Hasan’ı alırlar (ha unutdum: jandarmalar esâsen üç kişidir. Biri gözünü açmış, kaçmış. Arkasından yirmi el silâh atdıkları hal­de isâbet etdirememişler!) Emin ve Hasan’da ne silâh var, ne bıçak .Bunlar yalvarmıya başlarlar:

   Biz sizi ta’kîbe gelmedik. Çocuklarımız var. Esâsen ih­tiyarız. Buradan avdetimizde tezkeremizi alarak ailemizin ba­şına gideceğiz. Silâhsız, bıçaksız kimseleri öldürmek merdlik değildir. Bize kıymayın!


Nâmerd mel’unlar bu recâlara süngü ve kamalarla cevâb verirler, vücudlarını lîme lîme ederler ve bu halde iken onla­rı bağçalıklara doğru sürüklerler, orada son dem-i hayâtını ya­şayan bu ma’sumlarm -beyinlerine ve göğüslerine birer silâh sıkmak suretiyle kendilerini şehîd ederler.

Vak’ayı haber alan hükümet, bir mikdar kuvvet göndermişdi. Şakiler de hâlâ o köyde idiler, fakat bunlar rum ahâ­linin yardımıyİe kaçarlar. Hükümet müfrezesi şehidleri alır. Mecruhdan hiçbir haber yok. Bunu meydana çıkarmak için uğraşan süvâri Hulusi beyle Ahmed ve Seyfi beyler nihâyet Panayot’u bulurlar.

Ertesi günü Erdek’e avdet etdiler. Ah ne feci’ manzara!

Panayot —ki bil’âhare ölmüşdür— evvelâ arkadaşlarının tamamen Türk olduğunu iddiâ etmek ister. Bir müddet sonra muhtelif milletlerden mürekkeb bulunduğunu söyler. Fakat bil’âhare bunların da kâmilen rum olduğunu i’tiraf eder ve hattâ isimlerini de söyler.

Marmara vak’ası:

İşte diğer bir vak’a daha, Marmara vak’ası! Evet bu nâhiye merkezi de rumlar tarafından basılmışdır. Kırk kişilik bir rum çetesi evvelâ yolda telgraf, telefon ve kablo hatlarını ka­satura ile keserek tellerin her iki tarafa gidecek uçlarını gü­zelce yere gömerler. Erdek, Marmara ve Paşalimanı arasında muhaabere münkatı’ olur, fakat bu inkıta’ hissedilemez. Çün­kü teller işliyor! Çünkü manaplo muntazaman devrini yapı­yor! Merkezler hükmederler ki telgraf ve telefon başında kim­se yok!

İşte şakiler bu suretle muhaabereyi kesdikden sonra gece alaturka sâat altıda Marmara nâhiyesi merkezini basarlar. İki kola ayrılırlar, bir kısmı nâhiye müdürünün evini, diğer kısmı da ta’kib müfrezesinin bulunduğu dâireyi abluka eder!

Dâirede ateş başlar: İlk ateşde Zafranbolu kazâsının Dana Ulvi köyünden ve Hacı Mehmed oğullarından İsmail oğlu Hak­kı şehîd olur. Cesûr askerlerden Emin Onbaşı ile Osman oğlu Mehmed Onbaşı da bundan sonra ağır yaralanarak düşerler.

Ta’kîb müfrezesi bil’âhare tertîbâtını alarak saatlerce müsâdeme devam ederse de maal’esef bir muvaffakıyyet te’mîn edemezler, şakîler de kaçarlar!

Asker koğuşunu gördüm, delik deşik olmuş! Marmarada bulunan müslüman muhâcirlerin o akşam geçirdiği buhran ve heyecan ta’rif edilemez.

Nahiye müdürünün evini abluka eden kısmın:

   Ey Türkler, sizi tamâmen imha edeceğiz!

diye bağırdıklarını işitdim. Acebâ rumlar mı mazlum?!

Ayni nüshadan:

«Karasi» (x) refikimiz mutasarrıf Hâcim bey efendi ile yapdığı bir mülâkatı neşrediyor. Bunda müşârün’ileyh «Manyas’da yüzellisi şakî, mütebâkîsi asker firârîsi olmak üzere cem’an (450) ve Gönen’de otuzu şakî, mütebâkîsi kaçak olmak üzere (350) şahs ile Bandırma’da (150) ve Şamlı, Bürhaniye ve Balıkesirde (50) şakînin ve Kebsüd’de (300) asker kaçağı­nın ki cem’an (1300) küsûr kimsenin istîman etdiğini» beyan etdikden sonra diyor ki:

   Müste’minlere mazhar oldukları afvin son af olduğunu ve bir daha şekavet yapdıkları suretde behemehal tenkîl edil­melerinin musammem bulunduğunu îzah etdim. Kendileri de hükümetin her türlü evâmir ve tenbîhâtına mutâvaat edecek­lerini söylediler.

*

**

Yine o nüshadan :

İşitdiğimize göre Bndırma ve Erdek havâlisinde icrây-i

(x) Resmî gazete.

şekaavet eden ramlardan Keçeli Dimitri Çandaraki ile Tutlimanlı Panayot — on üç refîkı ve yirmi sekiz asker firârîsi ile birlikde— dehaalet etmişlerdir.

Firârî jandarma Kadri ile Aravacık köyünde mukîm Ge­libolulu Kâzım istîman etmişdir.

*

**

MUHTEKİRLER CEZASIZ MI KALACAK?

2   Ocak 1919

Dört seneden fazla süren uğursuz muhaarebenin ahlâkı­mız üzerinde en ziyâde icrâ etdiği te’sîr ihtikâr ve hırsızlık sâhalarmda olmuşdur.

Bu devamlı ve kanlı harbi milleti soymak, kanını, iliğini emmek için iyi bir fırsat sanan alçaklar öyle yağmaya, ihti­kâra koyuldular ki bunların gerçekden hesâbını Allah göre­bilir.

Bu yağmalar, bu ihtikârlar milletin âdetâ yüzde doksanı­nı züğürt ve perişan bırakdığı halde, onunu servetlere, ihti­şamlara garketdi. Meselâ vaktiyle beş kuruş haftalıkla kahve­ci çıraklığı edenler bugün başımızda birer lord kesildiler.

Bunlar milletin mısır koçanı, ayrık kökü ile idâme-i ha­yâta mecbur kaldığı zamanlarda kılçıklı ve yenmeyecek mâddelerle karışık bakla unlarını en has un diye bu millete yutdurdular ve mukaabilinde milyonlar kazandılar.

Biz vâkıâ her dindaş ve vatandaşımızın zengin ve mes’ud olmasını canla arzu ederiz. Nitekim bu vâdîde bir çok yazılar yazdık, servet iktisâbının en büyük dîn buyuruğu olduğunu gösterdik. Hele ticâret işinde pek geri kalan müslüman un­surların ilerlemesini, zengin olmasını bütün ruhumuzla istedik.

Not: Bu yazıları o kara günlerin dahili manzarasından ancak bir neb­zesini göstermek için iktibas etdik.


Fakat biz onlara hiçbir zaman «serveti sülük gibi fakirle­rin kanından, iliğinden eminiz» demedik. Tam dört buçuk sene asker âilelerinin nâmusiyle, ahlâkiyle oynayan ve onları peri­şan ve binnetîce ahlâksız yapan muhtekirler, nâmussuzlar bir çok hânümânı alçakça söndürdükden başka açlıkla da binler­ce, yüz binlerce nüfusu öldürdüler ve bu suretle de birer kaatil oldular.

Dağlardaki eşkiyâ ile şehir ve kasabalardaki muhtekirler arasında fark, hemen hemen evvelkilerin silâhına güvenerek, bütün hayâtını kırlarda, obalarda geçirerek uğraşmasından, diğerlerinin ise silâhsız, emeksiz, zahmetsiz hırsızlık etmesin­den ibâretdir.

Muhtekirler Kafkasyada, Irakda, Suriyede, hattâ Galiçyada, Romanyada düşmanla arslanca harbeden bir milletin var ol­duğunu ve bu millet bakıyyesinin de birgün, evet birgün mem­leketlerine döneceğini, âilelerinin dört senedir çekdiği felâ­ketleri anlayarak ve kükreyerek onların yüzüne tüküreceği­ni hiç hatır ve hayâle getirmemişlerdi. Çünkü kafalarını dol­duran hırs ve menfeat bu gibi âkibetleri düşünmiye mâni’ olu­yordu.

Bunlar kasaları başında, masaları başında harbin devamını alkışlıyor, sulhu bir kara tehlike olarak görüyordu. İşte nihâyet o «kara tehlike» olanca dehşet ve şiddetiyle, evet —başka bakımdan— hakîkaten «kara tehlike» olarak başımızın üzeri­ne çullandı! Fakat muhtekirler acaba bunu şimdi de takdir ediyorlar mı?

Boğazları tıkanmış, dimâğı üzerinde tehlikeli bir ameliyye yapılmış, diğer uzuvları ise parçalanmakda bulunmuş olan milletin, evet demir kafes içinde kalmış bir arslan vaz’îyyetinde bulunan bu asîl, kahraman ve sabırlı milletin herşeyden ev­vel halâsı çarelerini düşünmekde olması, iç hallerimize bakmıya bir türlü vakit ve imkân bulamaması halâ onlara, o muh^ ikirlere hırs ve ihtikâr sahasında serbestçe at oynatmak cür’etini bahş edebiliyor, artık son fırsatları da kaçırmamak sev­dasından ayrılmıyorlar.

Fakat ey gaafiller, bu millet, tek başına küfür ve ilhaada meydan okuyan hazret-i Muhammed sallâllâhü aleyhi ve sellemin «1300j> küsûr senelik mübârek ve saadık ümmeti, asır­larca Avrupaya haakim olmuş, bir çok vartalardan, felâketler­den kurtulmuş olan bu Osman Gazi evlâdı elbette birgün olup kurtulacak, sizin hesâbınızı görmiye başlayacak, bol tükürük­lerle yüzünüze tükürecek, belki de sizi — kendi öz kardeşlerin­den saymayarak— mütecerrid, yapayalınız bir halde bırakacakdır. O vakit, ey gafiller, ne yapacaksınız?

Birgün gelecek sen de perişan olacaksın,

Ey gönce bu cem’iyyeti herdem mi sanırsın?

Zâlim yine bir zulme giriftâr olur âhir,

Elbette olur ev yıkanın hânesi viran.

(Muhtelif nüshalarda o devrin azılı muhtekirleriyle çetin mücâdeleler yapılmış, sayısı «3.000» i geçen şakilerin bilhas­sa köylerde hatır ve hayâle gelmeyen zulümleri ve işkencele­ri hakkında müsâmehasız ve cür’etli bir çok yazılar yazılmış­tır. «Doğru söyleyeni dokuz köyden koğarlar» derler. Katıyü­rekli bir muhtekirle iki hıristiyandan müteşekkil bir hey’et

şamada da işâret edildiği gibi— İstanbul’a giderek hem Damad Ferid Paşa hükümetine, hem ecnebi bir mümessile beni jurnal etmişler, felâketime sebeb olmuşlardır. Ayvalık’a çıkan ve Türkleri tahkir eden, sözde, «salîb-i ahmer = kızıl haç» hey’etine verdiğimiz sert, fakat mecbûrî cevablar da onların mel’ûnâne arzularının tervicine yaramışdır. Neşriyyatımızdan bir kaç örnek daha vereceğim).

UN MES’ELESİ

6   Şubat 1919

Bilmeyiz ki artık delile, isbâta haacet kaldı mı? 25 kânunı sânî 1335 târihinde meclis-i idâre, iâşe, belediye ve ticâret oda­sı hey’etleri huzurunda «un ihtikârı» mes’elesi bütün çıplaklığıyle meydana çıkmadı mı?

Geçenki nüshamızda da yazmışdık: O ictima’daki tedkîkatın mevzuu fabrikacıların verdiği yalancı liste idi. Bu listeler fabrikaların bir günlük hasılât ve sarfiyyâtı ile sâfî temettularını gösteriyordu. Hey’et içinde bulunanlardan ba’zılarının haber verdiğine göre «büyük fabrika» nın listesi hülâsası şu:

Kuruş Para

23 300 00 Bir günlük hasılat

   19 720 — 20 Bir günlük sarfiyat

3      579 20 Sâfî temettü’ (!)

«Hilâl» fabrikasının listesine göre günlük kazanç «1062* kuruş, «20» paradır (!)

Diğer fabrikalardan bir kısmı hiç hesab vermemiş, «Pehlevan oğlu Kirkor» ise dolambaçlı bir cevab ile iktifâ etmişdi.

Ücret-i tahniyyeye (öğütme ücretine) gelince: «Büyüle fabrika» kara taşda ehâlîye öğütülen zahireden okkada «3», elekden geçirilen ehâli zahiresinden «4», tüccara yapılan mal­dan «5» ve diğer «Hilâl» fabrikası ise iâşeye günde öğütdüğü «1250» okka unun okkasından «3» kuruş «30» para, tüccar ma­lından «5:6», ikiyüz okka kadar ehâliye öğütdüğü hasdan «4»,, perâkendeden dahi «3» kuruş ücret almakda olduğunu göste­riyordu. Tüccar malından okkada «9» kuruşa kadar para alın­dığı da inkâr edilmiyordu!

Arzetdiğimiz hey’etler bu listeleri istediği, bunlar yazıl­dığı sırada fabrikacıların cidden büyük bir buhran içinde kal­mış olduğunu işitmişdik. Hattâ bunlardan birinin «aman mıkdarlarını az gösterelim» diye çırpındığını muhaabirlerimizden biri kulağıyla işitmiş, bize de hikâye etmişdi!

Hey’et, temettü’ mıkdarına, tahniyyeye bakacak, fabrika­cılara acıyacak, onlara hak verecekdi. Zavallı «Ses» ise bihûde vesâik neşri ile uğraşıp duracakdı! Yâkıâ hak elbette tecellî edecekdi. Fakat aradan biraz daha vakit geçecek ve bu müd­det zarfında yine bîçâre fakirler ezilecek, ezilecekdi.

Nihâyet ticâret odası a’zâsmdan «Tireli zâde Sabri» beyin pek haklı bir teklifi işte bütün bu pilânları altüst ediverdi! Sabri bey hey’et huzurunda kükreyerek diyordu ki: «Şu, safi temettu’ları, fabrikacılar hiç yorulmadan, ben vereceğim! Hat­tâ büyük fabrika için bir misil daha ilâve edeceğim! Bu iki fabrikayı bana teslîm ediniz! Hem ben unu «42 :44» kuruşa de­ğil, «32» kuruşa satacağım! Üğütme ücreti olarak da «3 :9» ku­ruş değil, alesseviyye «2,5» kuruş alacağım!»

Hey’et arasında bulunan fabrikacılar bu âkibet karşısında titriyorlardı! Nihâyet:

Kendi elimle yâre kesip verdiğim kalem Fetvây-i hun-i nâhakkımı yazdı ibtidâ!

diye diye buna muvâfakat ve yazılan kararı da lütfen imzâ et inişlerdi!

Demek, ı nk millet has unu, ekmeği binnisbe ucuz tedâ­rik edecek, tarmiyyeyi de yüz paradan verecekdi

Hey’et fabrikaların teslîm ve tesellümünü icra etmek, Sab­ri beyin tahniyyâtı üzerinde kontrol vazifesini yapmak üzere derhal bir komisyon teşkîl etdi. Esâsen fabrikacılar îcâra mu­vâfakat etmemiş olsalardı bile iâşe nezâretinin telgrafına gö­re vaz’iyed, muamelesi icra edilecekdi.

Sabri beyin gösterdiği hamiyyet bütün milleti minnetdar etmiş, herkes artık ihtikârdan kurtulmak sevdâsiyle sevinmek


de bulunmuşdu. «26» imzayı ihtivâ eden muazzam bir kararı tatbiksiz bırakmak ise hiç hatıra gelemezdi.

Fakat, evet fakat bilmeyiz ki sonradan ne oldu? Komisyo­nun Sabri beyi hiç da’vet etmeyerek fabrikaları yine sâhiblelinin elinde bırakmıya karar verdiğini işitmekle mütehayyir ve müteellim olduk. Gûyâ fabrikacılar Sabri beyin şeraiti dâi­resinde tahniyyat yapacak, onun söylediği fiata göre un sata­cak imiş!!

Memleketde elektrik süratiyle yayılan bu. habere kimse inanmadı. Gitdik, biz de sorduk: «Evet» buyurdular. Ah koca ihtikâr, bu millet yine senin pençene mi düşecek ?

Fakat mes’ele pek basitdir:

1   — Komisyonun vazifesi «26» imzalı bir kararı bozmak değil, icrâ etmekdi. Bu i’tibarla verdiği karar hükümsüz demekdi.

2   — Şimdiye kadar ihtikârı inkâr, yalancı hesablarla hü­kümeti bile iğfal eden ve nihâyet Sabri beyin şerâitini tatbik edeceklerini söylemekle ihtikârlarını açıkdan i’tiraf eylemiş olan fabrikacılara i’timad en büyük bir safderunluk idi. «Men cerrebel mücerreb hallet bihinnedâme».

3   — Fukaraya verilen vesika ekmeklerine âid iaşe unları­nın okkasını «3» kuruş «30» paraya tahn ile — Sabri beyin hesâbma göre— bir günde hazîneden «1562» kuruş «20» para, bir ayda «46,875» ve bir senede ise «562,500» kuruş fazla bir ücret almış olan bir fabrikacı hakkında yapılacak en ba&ît muame­le kendisinden tazminat aramak olduğu halde buna tekrar emniyyetle yine ihtikârına meydan verilmesi açıkdan açığa bir iltizam ma’nâsım tezammun eder,

4    — Yevmî hâsılât-ı sâfiyesi «1062» kuruşdan ibâret ol­mak üzere gösteren ve halbuki yalınız iâşeden bir günde al­dığı fazla kârının «1,562» kuruşa bâliğ olduğu resmen anlaşı­lan bir fabrikanın cürm-i meşhud halinde mütebâriz yalanı


komisyonca nazar-ı dikkat ve ehemmiyyete alınmak lâzımdı. Maamâfih bir kısım a’zâsınm muhâlefetiyle ittihaz edildiğini işitdiğimiz bu karar elbette mu’teber olmamak gerekdir. Çün­kü her nokta-i nazardan merduddur ve hükümsüzdür.

Fakat bu işe artık en âdil bir tarzda müdâhale etmek lâ­zımdır. ..

Un fabrikalarının hakîkî hâsılât ve sarfiyyâtı, hırsızlıkla­rı, fire oyunları, te’mîn etdikleri gayr-i meşru’ kârın azameti ve şâire ve şâire inşâallah muârızlarımızı ebkem bırakacak bir kat’iyyetle— gelecek nüshamızda.

İTTİFÂK-I MUKADDES

13 Şubat 1919

Milletimizi yaşatan, ilerileten birinci âmil ittifak’dır. İtti­fak râbıtaları kuvvetle mevcud cem’iyyetler —ne kadar isti­haleler geçirmiş olurlarsa olsunlar— neticede dâimâ galib ve muvaffak olagelmişler, batmakdan, ölmekden kurtulmuşlardır. Târih bunun beliğ şahididir.

Hele birliği, yardımlaşma ve arkalamayı mağz-ı kur'andan almış olan müslümanlar buna sımsıkı yapışdıkları zaman­larda büyük varlıklar, harikalar göstermişler, fakat bu râbıtayı gevşetdikleri devirlerde perişan ve muzmahil olmuşlardır.

Tek başına cehl ve vahşete karşı meydan okuyan hazret-i nebiyy-i a’zam (S.A.) in en büyük düstüru «mü’minler ancak kardeşdirler» meâlindeki âyet-i kerîme idi. Aralarındaki ayrı­lık ve ahlâksızlık yüzünden şîrâze-i cem’iyyetleri dağılmak

Not: Bütün kara günlerimizde ihtikârı, karaborsacılığı kendilerine mes­lek ednimiş olan merhametsiz adamlar bizim Ayvalık ahvâli hakkında yaz­dıklarımızı aleyhimizde fırsat bilerek beni İstanbul’un ecnebi işgal mümes­sillerine ve hain Damad Ferid Paşaya jurnal etmişler, dokuz küsûr ay süren acı felâketime sebeb olmuşlar ve mücâdelemin susdurulduğu o müddet zar­fında bile ihtikârlarını ve karaborsacılıklarını bırakmamışlardır.

üzere bulunan vahşî arab kavmlerini az zaman içinde ittifak sancağı altında toplayan ma’nevî âmil hep bu âlî düstur idi. Her mü’min kendi şahsî varlığını bir külli vâhidin, ya’ni müt­tefik milletinin eczâsından sayar ve dâimâ o küllün endîşesi ve aşkı ile yaşardı. Zâtî menfeatler, şahsî ihtiraslar hep umu­mî menfeatler içinde erir, ferd cem’iyyetin hayat ve bekaası uğrunda çalışırdı.

İşte bu suretle kökleşen elbirlik ve kardeşlik İslâm nuru­nu her tarafa saçabilmiş, din kardeşliği daha geniş bir suretde yerleşmiş, İslâm nüfusu pek az bir müddet içinde yüz mil­yon raddesine varmışdır. Bu yüz milyon insanın ruhu bir, vic­danı bir, îmânı bir, emeli hep birdi. En büyük şehirlerden tu­tunuz da en hücrâ çöllere, haymelere varıncaya kadar hüküm süren siyâset elbirlik ve kardeşlik siyâseti idi. Bu köklü, kuv­vetli siyâseti yaşatan, canlandıran diğer düşturlar da adâlet, hakkaniyyet, umumî menfeatlere hizmet, hürriyyet ve müsâvat... gibi kudsî şeylerdi.

İslâmın bu âhengi, bu câzibesi karşısında İslâm nüfusuna yüz binlerce insanlar can atarak katılıyor, müslümanlar kuv­vetleniyor, dünyâları titretiyordu. Toplu İslâm kalblerinin hep bir emel ile çarpması; küfür, dalal ve nifak içinde çalkanan ecnebî devletleri düşündürmekde, bunlar yeni parlayan İslâm nuru, İslâm ittifâkı karşısında sönmekde, mahvolmakda idi. Aralarında müdhiş bir ayrılık ve ahlâksızlık var idi.

Hilâfetin saltanata istihalesi zamanına kadar devam eden İslâm ittifak ve uhuvveti yerine bir takım sefâhetlerin, ayrı­lıkların, ahlâksızlıkların sokulabilmiş olması yüzünden müs­lümanlar pek elîm bir felâkete tutuluverdiler. Abbâsîlerin zen­ginliği her nasılsa kendilerinin temiz ahlâkını bozmuş, arala­rına ayrılık girmiş ve bunu iyi bir fırsat sanan müttefik moğul orduları Abbâsî memleketlerini istîlâ etmişdi.

Medeniyyetiyle, ulûm ve fünunu ile varlığını bütün gar­ba tanıtmış, hattâ müslümanlığı Avrupaya nakletmiş olan ko­ca «Endülüs» İslâm devletini batıran, OsmanlIlardan fazla tâ­rihî bir hayat yaşadığı halde onu mahveden, evet kılıçdan ya­kasını kurtarabilmiş Endülüs arablarma cebren hıristiyanlığı kabul etdiren mel’un âmil de yine ahlâksızlık ve bu miyandaki ayrılık, gayrılık değil miydi?

Osmanlılara gelince: bir avuç aşiret halinde meydana ge­len Osmanlıları tâ Viyana’ya kadar götüren, Avrupa devletle­rinden haraç aldıran, bugün krallık ve imperatorluk şeklinde­ki büyük ülkeleri birer vâli ile idâre etdiren mukaddes âmil ittifak, uhuvvet, adâlet, celâdet... gibi meziyyetlerdi. Fakat iki, üç asırdan beri bizi inhitâta ve nihâyet —maazallah— inkırâza sürükleyen şey de tefrika, nifak, zulüm, hubb-i hayat oldu.

Bugün riyâzî bir kat’iyyet gibi sabit olmuş hakikatlerden­dir ki ahlâksız bir millet yaşayamaz. Ahlâk, her milletin içti­mâi gidişine göre ba’zı tehavvülât arzedebilirse de vahdet ve tesânüd her millet ve memleketde kurtuluş âmili olarak ka­bul edilmiş bir ana hattır.

Hele kur’ân-ı azîm bu hakîkat-i mahzayi ne belîğ bir ifâ­de ile tebliğ etmişdir. Haalik-i zîşan meâlen diyor ki: «ey müslümanlar habl-i metîn-i kur’ana sımsıkı sarılınız. Zinhar yekdiğerinizden ayrılmayınız. Sonra memleketleriniz, saltanatla­rınız elinizden gider, mahvolursunuz».

Ne garibdir ki biz müslümanlar ittifâkm kıymet ve ehemmiyyetini şu felâket zamanlarında bile hâlâ anlayamadık. Son dört sene içinde bir çok eyâletlerimizden .vilâyetlerimizden mahrum kaldık. Evliyâ ve enbiyâ merkadlerini kucaklayan, İs­lâm medeniyyet ve ma’rifetine tecelligâh olan memleketleri­miz düşmanların eline geçdi. Ecdâdımızın ruhu bize lânet edi­yor. Haricî düşman dimâğımızda cerrahî bir ameliyye yapar­ken, dahildeki gayr-i müslim vatandaşlar bizi, şîrâzesi bozu­lan İslâm cem’iyyetini, İslâm ülkesini parçalamak istiyorlar. Yunan baş vekili «Venizelos», Yunan emellerini Paris’de izah için günlerce söz söylüyor, rum ve ermeni gazeteleri sevimli ve zengin İzmir’in, onun hayatına, mukaddesâtma bağlı olan târihî ve İslâm Karesî’nin, Osmanlılığı sinesinde büyütmüş olan yeşil Bursa’nın... Yunanistana, bilmem hangi memleket­lerimizin hangi devletlere verileceğini, karadeniz sevâhilindeki vilâyetlerimizde bir rum devleti teşekkül edeceğini, Adana’nın ve civârmdaki vilâyetlerimizin ermeniler elinde kalacağı­nı... açıkdan açığa yazıyor, arab ülkelerinde ayrı devletler ku­ruluyor ,garbi ve şarkî Trakya’yı Yunanlılar işgal ediyor, de­miryolları istasyonlarında kör gözümüzün önünde İngiliz ve Fransızlarla Yunanlılar icrâyi hüküm ve tehakküm eyliyor. Hülâsa bin küsur seneden beri parlayan İslâm nuru insafsızca söndürülmek isteniliyor da biz hâlâ nifak ve şikakdan, fitne ve fesaddan ayrılmıyor, müdhiş felâket karşısında gafilâne se­yirci kalıyoruz. Maruz olduğumuz felâket o kadar büyük ve şümullüdür ki insanın âdetâ beyni patlayacakdır. Fakat biz

gözün kendisini görmemesi kabilinden— bunu maal’esef gö­remiyoruz.

Nifak ve şikakm en ziyâde kök saldığı kalbler eşraf ve ağniyâ kalbidir. Halbuki bunlar bu vatanın ikbâl ve idbâriyle daha ziyâde alâkadar değil midirler? Aceba — ey kaadiri mut­lak, sen sakla— memleketimizin âfâkında Yunan bandıraları temevvüc ederken, ismet ve iffetimizi bir takım piçler yırtar­ken mi uyanacağız? Düne kadar bizim lütfümüzle idâme-i ha­yat ve iddihar-ı servet eden vatandaşların durumları, nankör­lükleri tedkîk ve müşâhede edilmiyor mu?

Ey müslümanalr, Allah ve resûlüllah aşkına artık elele verelim, başımız üstünde dolaşan felâket ve izmihlâlden tit­reyelim, ittifak-ı mukaddes teşkil edelim. Bugün müslümanlığm ve türklüğün pâk alnına sürülmüş yağlı kazan karaları vardır. Bunları temizlemek, masuniyyetimizi isbat etmek için millî bir hareket gösterelim. Eğer yaşayacaksak elbirliğiyle ya­şayalım, — el’iyâzû billah— öleceksek de yine elbirliğiyle ölelim:

Düşman sesi duymak istemezsen Kardeş sesidir uyan bu sesden,

Kalkınca görür ki akşam olmuş,

Vaktiyle uyanmayan bu sesden.

(KARA ÎSÂ) NIN TÜRK MEMLEKETİ HİÇ BİR ECNEBİYE

VERİLEMEZ.

13 Mart 1335 (1919)

Yunanistan başvekili (Venizelos) — kısm-ı mahsusumuz­da görüleceği üzere —islâm ve Türk memleketlerimizi almak, Yunanlı yapmak istiyor!

«İzmir ve havâlîsi» nden maksadı (bütün Karesî, Balıke­sir) livâsı ile Bursa’nın garbı, İzmir vilâyetinin kısm-ı garbîsi ve Menteşe livâsmın da garbı ve cenubu) dur.

Şu halde asırlardan beri müslümanlığıyla, Türklüğüyle ya­şamış olan memleketlerimizin hakkı hâkimiyyeti —maâzallah— bugün tehlikededir.

(Venizelos), bu meşru’ olmayan talebini tervîc etdirmek için hayâl kuvvetiyle memleketlerimizde rum nüfusunun İs­lâm nüfusundan fazla olduğunu Paristeki sulh konferansında resmen söylemekden sıkılmıyor, «maksada vusul için herşey..» nazariyyesini fi’len tatbik etmiş oluyor.

Halbuki «Tevfik Paşa» kabinesi tarafından —ecnebilerin de şehâdetine istinâden— tanzîm edilen 12/Şubat/1335 târihli muhtırada gerek ermenilerin, gerek rumlarm göz dikdiği Os­manlı memleketlerinde kaahir bir çokluğun Türklerde olduğu kat’î suretde isbat edildi.

Bu nüshamızda münderic nüfus umum müdürü Re’fet be­yin beyânâtı da pek sarîh değil midir? Fakat —her ne olursa olsun— Yunanlılar hakka, ekseriyyete, târihe ve hiçbir şey’e bakmayarak behemehal güzel memleketlerimize konmak sevdâsmdan ayrılamıyorlar!

Mîdesi zâten küçük ve zaif olan Yunanistan Balkan har­binde Rumeliden birçok yerlerimizi yutmuşdu. Şimdi de ba­şından, kudretinden ,midesinin istîâb hacminden çok büyük memleketlerimizi lokma etmek istiyor! Bilmiyor ki o lokma Yunan kursağını, Yunan midesini patlatacak, târihde bir çok ölümlü istihaaleler geçiren Yunanlılığı büsbütün adem meza­rına gömecekdir.

(Aydınoğlu) nun, (Kara îsâ) nm, (Ertuğrul ve (Osman) ın fâhir ve ebedî yadigârları hiç lokma edilebilir mi? (Millet­ler cem’iyyeti) nin hedef tutduğu sulh ve sükûn akıllı Avrupaca ihlâl edilmek ,daha doğrusu eski Yunan medeniyyet ve ırkının vârisi sandıkları bugünkü Yunanlılar kan ve ateş içi­ne atılmak istenilir mi?

Büyük üstâdım merhum müftü (xx) (Osman Nuri) efen­di hazretleri birgün şöyle söylemişdi:

   Keçiyi sarhoş etmişler de arslan dediğiniz hâini bana gösterin, diye bağırmış!

İşte Yunanlılar da tıbkı bu sarhoş keçi gibidir. Muhayyel zaferleri, geniş hayalleri, kör gözleri önlerindeki uçurumu, karşılarındaki ateş ve kanı kendilerine cennet gibi gösteriyor! Vâkıâ güzel memleketlerimiz başdan başa dünyânın birer cen­netidir. Fakat bu, kem nazarlara karşı icâbında ateş de püs­kür ebilir. Elhazer bu cennetden ve elhazer bu ateşden!

Ne elîm bir vaz’iyyetdir: Türklüğün cirit oynatdığı, asır­larca yaşadığı bu memleketlerin şimdiki haklı zilyedleri bu haklarını isbat mevkiinde kalıyor! Ne müellim bir hayatdır:

(xx) Balıkesir müftüsü.


Giridli (Venizelos) karşımıza dâvâcı sıfatiyle çıkıyor! Ne acı bir hakîkatdir: Parisde kurulan insâniyyet ve adâlet mahke­mesi yalınız müddeîleri dinliyor, bize karşı hür yollarını kapı­yor, aleyhimizdeki dâvâları vakt-u zamânında bize duyurmakdan bile çekiniyor!

Fakat merak etmeyin okuyucularım, umûmî vicdan ve bil­hassa müslümanlık ölmeyecek, bu kara günlerin acısını elbet­te unutmayacakdır. (xxx)

Asabî kalem bir türlü isbât-ı hakka tenezzül etmek iste­miyor, Türk kanım ni’met kâfirlerine karşı «evet, haklıyım» bile demeyi kendisine bir zül addediyor. Çünkü hak, hakdır, güneş güneşdir. Acabâ Yunanlılar memleketimizin her tara­fında kaynaşan, memleketimizin zirâatına, ticâretine, irfan ve medeniyyetine haakim olan yüz binlerce Türkü göremiyorlar mı? Memleketimizin bütün livâmızm kucakladığı türbeler, câmiler, mescidler, tekkeler, medreseler, mektebler, imâretler, hanlar, hamamlar, kervansaraylar, dükkânlar, mağazalar, köp­rüler, yollar... kimindir? Türkün mü, yoksa Yunanın mı? Hat­tâ merkezine nisbetle çokluğu teşkil eden Ayvalık müsâfirlerinin nesi, ne eseri, ne marifeti vardır? Evlerini tünetdikleri arâzî bile (Medîne-i münevvere) vakfıdır!

Marmara havzası sâhillerini fetheden bizim ecdâdımızdır. Aydıncık ve havâlisi yedi asırdan beri Türklere yalınız maber (geçit) değil, makar da olmuşdur. Hülâsa livânm her ye­ri, her noktası haakim ve sâhib Türklerin hakkını olanca se­siyle haykırmakdadır.

Bu livâ, Karesî livâsı Osmanlılar doğmazdan çok zaman evvelden beri Türk’dür, Türkmen’dir. Beğlik haalinde idâre olunduğu zamanlarda Karesî’nin donanması, ordusu vardı. Ka-

(xxx) Nitekim İstiklâl Savaşımızda kükreyen bu millet Yunanlıların hadlerini bildirmişdir. H. B. Ç.

resî devleti arasıra donanması ve ordusu ile düşmanlarını tit­retir, Bizans’a karşı, Rumeliye, Avrupaya karşı galibâne hare­ketler, seferler yapardı. Hükmü, nüfûzü bir tarafdan Çanakkaleye, diğer tarafdan adalara, İzmir hudûduna kadar cârî idi. Ben o iddiâdayım ki bu havâlî Selçuklulardan evvel de İslâm ve Türk ruhu taşıyordu.

Hemnâmı olan Cami-i şerîf harîminde medfun (Karaoğlan); (Ertuğrul Gazi) ile birlikde gelmiş Türk dilâverlerindendi. (Kara îsâ) —ki (Karesi) onun muhaffefidir— Selçukî devletinin inkırâzı ile Balıkesirde istiklâlini i’lân etdi.

Bu emâret — (Câmi-üd-düvel) in rivâyetine göre — Ay­dıncık, Manyas, Bergama, Edremid, Kemer Edremid (ya’nî Bürhâniye), Pınarhisar, İvrindi, Ayazmand, Bigadiç, Mendehurya, Sındırgı, Gördös, Temirci, Kızılcatuzla, Başgelembe, Meret) kasabalarını haavî idi.

(Kara îsâ) Konya ve Anadoluda hüküm süren Selçuklu­lardan on dördüncüsü (Sultan Gıyâseddid Mes’ud-i sânî) ricâlindendir. Bu beyin te’sis etdiği emârete bir tarafdan İlhan­lIların mezâliminden bîzâr olarak mühâceretle gelen Anadolunun şark cihetleri halkı, diğer tarafdan (662) târihinde (Dobruca) yı (Sarısaltık Gazi) maiyyetiyle zabteden mücâhidlerin bakıyyesi olan Rumeli muhacirleri ilticâ ediyorlardı. Çünkü (Kara îsâ) mn adâlet ve kiyaseti meşhûr-i enâm idi.

(Kara îsâ) Türk olmayan, Türklüğün kuvveti bulunmayan bir yerde icrây-i saltnaat edemezdi. Târihler diyor ki: Karesi eyâlet halkı (Kara îsâ) dan çok zaman evvelden beri «Türk­men» di(1)

(Kara îsâ) beyden sonra emârete oğlu (Aclân) bey geçdi. Bu bey de pederi gibi âdil ve kavi idi. Kendisi Türk olduğu

(1)     Livânın bir çok köy ve şâire isimleri vardır ki hep eski Türk ve Türkmenlere âiddir: Afşar, Bayındır, Ören, Çetini (Çetine), Çavlı, Hundular, Ulus, Bayat, II... gibi.

için (Osman gazi) nin zuhurundan i’tibâren Osmanlı hânedânı ile pek iyi geçinirdi. Hattâ oğlu (Tursun bey) i «nezd-i Orhânîde dursun, terbiye görsün» diye (Orhan Gazi) nin yanma göndermişdi. Orhan, Turşunu öz evlâdı gibi severdi.

Aclân beyin vefâtmdan sonra yerine oğlu (Demurhan) geçdi (2). Onun kardeşi (Yahşi bey) de Bergamada icrây-i hü­kümet ediyordu (3). Demur, kötü idâresi yüzünden halkı gücendirmişdi. Evvelce (Aclân) ın vezâretinde bulunmuş olan (Hacı İlbeyi) —ki BalIkesirlidir— mürahhas gönderilerek Karasi’ye (Tursun bey) istenildi. (Tursun) Karasî’nin —velev kısmen— Osmanlılığa iltihaakı arzusunda idi. Orhan gazî ile birlikde Balıkesire gelerek halkın parlak alkışları ve istikbâl­leri arasında (bey) olmak üzere Balıkesir’e ta’yin olundu.

«Demur» daha evvel Bergamaya kaçmışdı. İki kardeşin uz­laşması Orhan’ca uygun görüldüğü için hep birlik Bergama’ya gitdiler. Fakat mükâleme halinde iken Demur, gene Tursun’u okla vurmuş, şehid etmişdi. (4)

Artık ehâlî (Orhan Gazi) ye itâat ve bey’at etdi. Bu su­retle bütün Karesi Osmanlı oldu (H: 737).

İslâm memleketlerinden ilk önce Osmanlılığa iltihak eden

  ilhak değil— yer, Karesi eyâletidir. Târihler diyor ki: Os­manlIlar asıl şevket, kudret ve muvaffakiyyeti Karesî’nin iltihaakmdan sonra kazanmışdır.

(2)     Bu zâtin adı Türk târihlerinde yokdur. (İbn-i Batuta) ile (Mesâlik-ül ebsâr) yazıyor. (İbn-i Batuta) Demurhan hakkında «iyi adam değildi» diyor.

(3)     Evvelce Bergama emîri (Sebga) isminde biri idi. (Mesâlik-ül eb­sâr), rumlarla Karesîlilerin deniz muharebelerinden bahseder ve Karâsî’nin memâlik-i ecnebiyyeye ipek ve lâden ihraç etdiğini ve ucuz bir memleket olduğunu yazar. Yine bu kitaba göre (Marmara) memleketinin (25) şehri ve mükemmel donanması varmış ve rumlarla çok vakit muharebe edermiş. Bu memleketler bizim kılıç hakkımız değil mi?

(4)     BergamalIların tazyiki üzerine Demur, Orhan’a arz-ı teslîmiyyet et­miş, Orhan onu afv ile Bursa’ya nefyeylemişdi (737). Orada iki sene yaşadıkdan sonra «Yumurcak Taun» dan vefat etdi.

Orhan Gazî, memleketin ve askerin idâresini Karesi üme­râsından (Hacı İlbeyi, Gazî Fâdıl, Ecebey, Evrenos) (5) a tev­cih buyurmuş, oğlu (Süleyman paşa) yı da vâliliğine ta’yîn etmişdir.

Bu beylerin Osmanlılığa ve müslümanlığa yapdığı hizmet­ler pek büyük ve şâmildir. Rumeli’yi başdan başa feth ile Osm.anlı memleketlerine ilhak eden (Karesi beyleri) dir. Rume­li müslümanlarının ecdâdı olan Türk Karesîlilerden mühim bir kısmının kabirleri bugün yetim Rumelide değil midir? Yunan­lılar fâtih Karesi halkını bilmiyorlarsa lütfen kendi târihleri­ne bakmalı, bu memleketi midelerine indirmek isterken çok, pek çok düşünmelidirler!

Yukarıda (Ayvalık) dan bahsetmişdim. Oranın sâkinleri ekseriyyetle korsanlıkla gelmiş müsâfirlerden ibâretdir. İhti­mâl ki merkezindeki rum kesâfeti vatandaşlarımızı ümide dü­şürüyor. Fakat ne kadar vâhî bir ümiddir!

Ayvalık kaahir çoğunluğu Türk olan Edremid, Bürhaniye, Kozak ve havâlîsine o kadar bitişikdir ki bunu oralardan ayırmak mümkin değildir. Kara ve îcâbât-ı mevkiiyye ve iktisâdiyye i’tibâriyle Ayvalık Yunanlı, Avrupalı olmakdan zi­yâde Türk ve Asyalıdır. Eğer böyle ufak, tefek ve hattâ koca­man yerleri — sırf nüfus düşüncesiyle — fek ve ilhaak îcâbedecekse bundan bizden ziyâde Yunanlıların mütezarrır olması lâzım gelir. İsterlerse ırkdaşlarını — evvelce yapdıkları ve fa­kat bil’âhare koğdukları gibi— bu kerre de Yunanistan’a celbedebilirler!

Karesîli ecdâdım bağırıyor: «Bizi unutmayınız». Evet,

(5)     Bu zatın asıl adı «Ören» dir. Nihayetindeki »us» u —ki «bey» ma’nâsmadır— sonradan rumeli rumları ilâve etmişlerdir. Ba’zı târihler ve hat­tâ bunlara itimad eden «Minber» ve «Zaman» gibi Türk gazeteleri bu zâtın ramdan dönme olduğuna zâhib olmuşlardı. Halbuki '■gazı Hacı Evrenos bey» îsâ bey»—in oğludur, dedesi de «Bazoklu han» dır. Türk oğlu Türkdür.

evet... fakat şimdilik yalınız mübârek isimlerinizi saymakla iktifâ edeyim:

(Senâî, Câmî, Zâtî, Sarıgürz (xx), Salâhi-i uşşakî, Molla Yegân oğlu Yusuf Bâlî, İlyas Paşa, İmam Birgviî, Şeyh Lütfullah, Şeyh Hasan hoca, Muarrif zâde, Hüsâmeddin Hasan Çelebi, Oruç Gazî, Hacı İshak, Zağnos Mehmed Paşa, Aydıncıklık Ravzî, Vahîdî...)

Nüfus mes’elesine gelince: Livâ dâhilinde (463,011) nüfus vardır. Bunun (374,518) i müslüman, (88,493) ü rum, ermeni bütün hıristiyanlardır. Ermenileri çıkaracak olursak rumların yekûnü daha zavallı kalır.

Muhterem Karesî evlâdı, müsâade ediniz de sizin nâmını­za haykırayım:

   Ey Yunanlılar ve Avrupalılar, işte târih, işte nüfus, iş­te âsâr-ı islâmiyye! Bu memleket Türkdür, Türk kalacakdır ve ecnebi hâkimiyyetini maâzallah tek bir Türk kalmayıncaya kadar koğacakdır.

Venizelos ne istiyor?

Ayni nüshadan —

Bu hafta gelen İstanbul gazeteleri ruviter ajansının bir telgrafını neşrediyordu. Bunda «Yunan umuru komisyonunun Anadoluda ihdas edilecek yeni vaz’iyyet hakkında uzun bir iç­tima’ akdetdiği, hukümet-i Osmâniyyeye dâir kabul edilen pilânın boğazların beynelmilel bir hale ifrâğını ve Anadolunun ortasında bir Türk hükümetinin te’sîsini muhtevi olduğu» zikredilmekde idi.

4/Mart/1335 tarihli gazetelerde de Venizelos’un istedikle­ri hakkında «Maten» gazetesinden naklen aşağıdaki tafsilât veriliyordu: «Venizelos, mister (Vilson) un programının on

(xx) İstanbul’daki Sarıgüzel mahallesi ve câmii bu zâte nisbet edilmişdir.

ikinci mâddesi mucibince Osmanlı haakimiyyetinin münhası­ran Türk vilâyetlerinde ibka edileceğini söylemiş ve İstanbul vilâyetinin Türk vilâyeti addedilemeyeceğini beyan etmişdir. (Venizelos) un îzâhma göre İstanbul vilâyetinde ancak (449,114) Türk sâkindir. Halbuki vilâyetin umumî nüfusu (1,173,670) olduğundan Türkler mevcud nüfusun üçde birini teşkil ediyorlar demekdir. Şu halde en tabîî hal sureti boğaz­ların serbestîsi için beynelmilel te’mînât vazederek İstanbul vilâyetini Yunanistana ilhaak etmekdir. Elyevm İstanbulda (400,000) kadar rum sâkindir. Bunların (237) mektebi, (170) kilisesi vardır. Yunanlılar İstanbulda gerek aded-i nüfusları, gerek Türk paytahtmdaki şâir anâsıra nisbetle gayr-i kabil-i inkâr olan seviyye-i medeniyyeleri i’tibâriyle cem’iyyet-i ah vam için en ziyâde şâyân-ı i’timad kimselerdir. Cem’iyyet-i ak­vam boğazların büyük ehemmiyyeti hasebiyle bir vâli ta’yîn ve şâir te’mînat da talebedebilir».

Venizelos, İstanbul mes’elesinden sonra Anadolu rumları­na nakl-i kelâm etmiş ve şu izahları vermişdir: Anadoluda rumların en çok bulundukları yer İzmir şehri ve havâlîsidir. Burada pek eski zamanlardan beri (800,000) rum sâkin bulunmakdadır. Rumların kesretle bulundukları ikinci yer (Trabzon, Samsun) havâlîsidir. Burada (350,000) rum sâkindir. Üçüncü mıntaka (Marmara) sevâhili olup burada sâkin ehâlînin beşde üçünü rumlar teşkil etmekdedir.

Venizelos, Trabzon vilâyetinin Ermenistan’a verilerek bu­radaki rumların âtisini ta’yin hususunun Ermenistan’a bırakı­labileceğini söylemişdir.

İzmir havâlisinde ve adalardaki rumlara gelince: bunların Yunanistan’a rabtedilmeleri lâzım geleceğini beyan etmişdir.

Venizelos’un izahlarını müteâkip Yunanistan’ın taleblerinı tedkik etmek üzere i’tilâf devletlerinden her birinin ikişer mürahhas ta’yîn etmesi kararlaşmışdır.

*

* * (VENİZELOS) A CEVAB

— Ayni nüshadan —

(Tasvîr-i efkâr) refikimiz nüfus müdürü Re’fet beyle yap­tığı bir mülâkatı bervechi âtî neşrediyor:

   Venizelos «İstanbulda (1 173 670) nüfus vardır» diyor. Nüfus-ı mezkûrenin sülüsünden (üçde birinden) biraz ziyâde­sini Türk olarak kabul etmekle berâber İstanbulda (400,000) rum bulunduğunu ve unsur-ı mezkûre âit (237) mekteb ile (170) kilisenin mevcud olduğunu ilâve ediyor. Halbuki Osman­

lI             paytahtımn (909,978) nüfusu olup bunun (560,434) ü, ya’nî yüzde altmış bir buçuğu müslümandır. Rumların mıkdarı ise ancak (205,375), ya’nî yüzde yirmi iki buçukdur.

   Görüyorsunuz ki rakamlarda sarâhat ve kat’iyyet var­dır. Venizelos müslüman nüfusdan yüzde yirmisini keyfe mâyeşâ tenzil eylemişdir. Söylediğim rakamlar (1330) senesi ıbtidâsında tesbit ve ta’yîn etdirilmişdir.

   Biz de Venizelos gibi paytahtda mevcud dînî ve İlmî â­bide ve müesseselerimizin istatistiğini yaparak terâzinin ke­fesine koyacak olursak diğer kefenin tevâzünü için bir çok (A­tine) 1er ilâvesi îcâbeder.

   Venizelos Anadoludaki rum ehâlîyi üç kesîf kütle hâ­linde irâe ediyor ki ona nazaran bunlardan birincisi İz­mir ve havâlîsi teşkil eylemekdedir. Güyâ o havalide (800,000) rum mevcud gibi gösterilmekdedir. Hakîkat ise şu merkezde­dir: (Menteşe) sancağı da dâhil olduğu halde Aydın vilâyeti­nin (1,819,606) nüfusu vardır. Bunun (1,437,983) ü, ya’nî yüz­de yetmiş dokuzu kâmilen İslâm ve Türkdür. Rumların mıkdarı da (319,019) dır. Nüfus-ı umumiyyenin yüzde on yedi bu­çuğu nistebinde! Sonra (Menteşe) ile Aydın vilâyetinde (2952) kasaba ve köy vardır. Bunlardan (2724) adedinin, ya’nî yüzde doksan ikisinin ehâlisi kâmilen müslümandır. Sükkânı müstekıllen rumlardan mürekkeb bulunan köylerin adedi de ancak (86) kadardır ki müslüman çokluğuna nazaran yüzde dört bi­le teşkil edemez! (115) kasaba ve karyede dahi rum, İslâm ve şâir anâsır karışık olarak meskün bulunmakdadır. İzmir şeh­riyle ekser livâ ve kazalar bu miyandadır.

    Venizelos (Trabzon) ve havâlisinde sâkin rumların (Ermenistan) hükümetine tevdiini istiyor. Bu vilâyetin nüfusu umumiyyesi —Samsun dâhildir— (1,516,249 )a bâliğ olmakdadır. Bunun (1,187,078) ini, ya’nî yüzde yetmiş sekizden faz­lasını yine müslümanlar teşkil eder. Rumların mıkdarı ise (260,313) den ibâretdir ki umum nüfusunun yüzde on yedisin­den ibâretdir. Ermenilere gelince: Ermenilerin (Trabzon) vi­lâyetiyle alâkaları yok gibidir. Ancak yüzde dört buçuk nisbetindedir. (Canik) müstesna olmak üzere (Trabzon) dâhilin­de (1868) karye ve kasaba vardır. Bunların (1468) i kâmilen müslümanlardan mürekkebdir. Müstekıllen rumlarla meskün. (182), ermenilerin sâkin olduğu (39) karye mevcuddur Zikretdiğim (39) karyenin (33) ü de (Ordu) kazası dâhilindedir. (Ordu) kazası dâhilinde de (33) ermeni köyüne mukabil (229) müslüman karyesi vardır.

     (Marmara) sevahili (İstanbul, Edirne, Hüdâvendigâr (Bursa) vilâyetleriyle (Çatalca, İzmit, Karesi, Kal’ai sultani­ye) sancaklarından ibâretdir. İstanbul hariç olmak üzere havâlîi mebhusede (3,179,923) nüfus mevcuddur. Bunun (2,151,579) u müslümandır. Mütebaki (687,638) i de rum, er­meni ve müsevîlerden mürekkebdir. Buralarda da hiristiyanlar yüzde yetmiş dokuz ekseriyyete mukabil yüzde yirmi bir ekalliyyete mâlikdirler. Zikretdiğim vilâyet ve livâlara merbut (5364) kasaba ve karyeden (4,784) ü, ya’nî yüzde doksanı müs­lümanlar, yüzde onu da hiristiyan anâsır-ı muhtelife teşkil eylemekdedir. Bu cihetlerde rumlarla meskün ancak (299) köy mevcuddur. İcâbında bu köylerin ve hattâ eşhasın esâmisini irâe edebiliriz. Maahâzâ (Vilson) un prensipleri dâhilinde ha­reket olunduğu takdirde devlet-i Osmâniyyenin hukuku sarih ve mahfuz demekdir.

AYVALIK AHVÂLİ — Anarşi

6/Mart/1335 (1919)

Evvelki pazartesi günü Ayvalığa gelen İngiliz siyâsî mü­messili kaymakam möstö «Şimit» in Bergama ve Ayazmand eşrâfından üçer zât ile bütün İslâm me’murlarım — kazâ kay-* makamının resmî dâiresinde — divana çekerek kendilerine karşı hazmedilemiyecek ağır bir nutuk îrad etmiş olduğunu yazmışdık.

Aldığımız tamamlayıcı bilgiye göre Şimit cenahları aynen şöyle söylemişdir:

   Ey hırsız ve namussuz Türkler, biz sizi evvelce kaba­hatsiz sanıyorduk. Halbuki başda Enver’leriniz, Talât’larınız olmak üzere Almanya ile birleşerek medeniyyeti kana boya­dınız. Artık buralarda hakk-ı hayât ve bekaanız kalmamışdır. Burada bir alâkanız yokdur. Bir haftaya kadar işler yoluna konacakdır. Enver’ler, Talât’lar öldü! Onlara peyrev olanların da başı kesildi! Burada bir rumun burnu kanayacak olursa ceza­nız pek ağırdır. Emval-i metrûke yokdur. Herkese malları, mülkleri derhal iade edilecekdir. Velevki müzayededen para ile almış olunuz. Bunları mal sahihlerine vereceksiniz. Aksi takdirde cebr kuvvetiyle teslîm etdireceğim! Yağlarınız mağsubdur! Bunları da hiristiyanlara tevzi’ edeceğim! Yağlar kat’iyyen harice çıkmayacakdır.

Biz mösyö Şimit’in bir İngiliz siyâsî mümessili sıfatiyle bu tarz-ı hakaretâmizde söz söylemiş olmasına bir türlü inan­mak istemiyoruz. Bu zâtin ictimâî terbiyece Avrupa milletle­rinin çoğundan yüksek bulunan İngiliz milletine mensûb ol­duğuna bile kaani’ değiliz. Olsa olsa Şimit, Türk düşmanlığı­nı kendisi için meziyyet sanmış bir şahısdır. Türklerin ma’su


miyyetini, safveti ahlâkıyyesini defa’larca takdir ve i’tiraf et­miş olan memleketimizdeki İngilizler ve bilhassa amiral «Galtrop» ve mösyö «Dikson» cenahları bu tahkîratı elbette İngilizlere mal etmeyecek, Türk ve İslâm düşmanı birinin müteassıb kafasından çıkan hezeyanlardan ibâret olduğuna hükmeyleyecekdir. Fakat ne olursa olsun arkasına bir takım şı­marık palikaryaları takarak şurada burada dolaşan ve ma’sum Türk kalblerini zehirleyen bu adamı İngilizler men’etmeli, hattâ sür’atle cezâlandırmalıdırlar.

Vakıa mağlûbuz. Bu, gayr-i münkerdir. Fakat hiç bir za­man «hırsız» ve «namussuz» olmadık. Bu sıfatlan, müsâadele­riyle, söyleyene iâde ediyoruz. Türkler asırlardan beri ruh te­mizliği ile yaşamış, kimsenin bir habbesine dokunmamış, bil’akis korsanlıkla yerleşenlere merhamet ve atıfet göstermiş büyük bir milletdir. Eğer herhangi bir yerde hırsızlık ve na­mussuzluk yapılmış ise bu sıfatların onlara tevcihi lâzımdır. Fakat mösyö Şimit bu gibi şahıslara da bu tarzda hitab ve itabda bulunmıya salâhiyyetli değildir. Hamd olsun Türk mil­leti henüz ölmemişdir. O, tebeasmdan istediğini cezâlandırabilir ve nitekim cezâlandırmakdadır da.

Mösyö Şimit’in değil Türklere, hattâ Osmanlı ünvân-ı mübâreki altında yaşayan herhangi bir unsura veyâ efrâdmdan bir kısmına bile itabda bulunmasına dayanamayız. Meselâ o havâlîde Murad ilili Ahmed’i evinde katleden, Araplar civârında iki deveciyi cerh ve darbederek ölümüne sebeb olan, Dalkıran oğlu Osmanı ayağından yaralayan, Ayazmand’a er­zak götürmekde olan bir asker arabasına tecâvüz, iaşe anbarına leylen girerek zahire ve zeytin sirkat, Kozak’lı Ahmed’i — bileğinden elini keserek ve alarak cesedini bırakmak suretiy­le — şehid eyleyen ve Şahu’nun evine girerek cerh ile para­sını çalan... rumlarm bile ecnebi bir kuvvetle cezâlandınlmalarmı çekemeyiz. Çünkü meydanda hâkim bir hükümet var­dır. O, bugün hareketsiz ve mukayyed ise de elbette bir gün eski hürriyyetine kavuşacak, adâletin pençesinden kurtulmak isteyen bütün kaatil ve zaalimleri terbiye edecekdir.

Türkler kabahatsizdir, ma’sumdur. Bilhassa Balkan har­binde Yunanlıların canavarlıkları karşısında memleketini, ser­vetini, yurdunu bırakarak İslâm diyârma ve bu arada Ayva­lığa sığınmış olan Türk muhacirler... acebâ daha dün ateşden, zulümden kurtulmuş olan bu zavallılar mıdır ki «Almanya ile birleşerek medeniyyeti kana» boyadılar? Kaymakamlarının gafleti neticesinde divana çekilmek bedbahtlığına uğrayan Ayazmand’lı, Bergama’lı üçer kişi midir ki «Almanya ile itti­fak etdi de medeniyyeti» bu hale getirdi? Hayatın bin çeşit ıztırabları, yaramaz vatandaşlarının bin türlü hırçınlıkları kar­şısında ezilen, fakat sebât eden küçük me’murlar mıdır ki ko­ca umumî harbi açdılar ve «medeniyyeti kana» boyadılar?

Biz doğrusu kaymakam rütbesinde bir zâtin böyle yalınız insafsızca değil, ayni zamanda pek de mantıksız bir nutuk îrad etmiş olduğuna hâlâ inanamıyoruz.

«Artık hakk-ı hayât ve bekaanız kalmamışdır, burada bir alâkanız yokdur»!

Mösyö Şimit’i afvederler amma, irâdesine de gayr-i mâlik bir zât olarak tavsîf edeceğiz. Bir milletin «hakk-ı hayât ve bekaası» o milletin varlığı ile teayyün eder. Bugün meydanda bir millet, bir Türk milleti var mı, yok mu? Eğer yok derler­se müsâadeleriyle soracağız ki Çanakkal’ade muazzam donan­malarınıza karşı arslanca sebât eden, senelerce boğazlardan geçmenize mâni’ olan kuvvet ne idi? «Küt-ül emâre» de sizi mağlûb edenler kimlerdi?

Demek, meydanda bir Türk milleti, hem kahraman bir Türk milleti vardır ve o Türk milletidir ki asırlardan beri medeniyyetiyle, istiklâliyle, adâletiyle, izzet-i nefsiyle yaşamış, hattâ bir zamanlar bugün galib mevkiinde bulunan ba’zı dev­letleri de ulüvv-i cenâbiyle himâye etmişdir. Bu millet yaşa­mayacak da hangi millet yaşayacakdır? Yunanlılar mı, rumlar mı?

Hem bu sözü söylemiye Şimit cenahları nereden salâhiyyet almışlardır? Aceba «Sulh konferansı» Anadolu sâhillerini Yunanlılara verdi de bizim haberimiz mi olmadı?

Gerek mösyö Şimit ve gerek bütün cihan-ı medeniyyet şuna kaani’ olmalıdır ki bu havâlîde Türklerden başka hiç bir kuvvet icrây-i haakimiyyet edemeyecekdir. Türkler «hakk-ı hayât ve bekaa» larını — maâzallah — tek bir Türk kalmayıncaya kadar müdâfaada sebât eyleyecekdir.

«Bir haftaya kadar...» acebâ bundan maksad nedir? Ayvalıkdaki islâm nüfusunun imhası mı kasdediliyor? Zavallı Türk muhâcirlerin sokak aralarında sürünmekde olmalarım mı murad etmişdi? Öyle ise zehî adâlet, zehî medeniyyet!!

«Bir rumun burnu kanarsa...» emin olunuz Şimit, Türk­ler vekaar ve temkinlerini hiç bir zaman bırakmayacaklar, in­tikam sevdaasına tenezzül etmeyeceklerdir. Fakat onları kış­kırtan palikaryalar biriltizam Ayvalıkda müdhiş hadiseler çıkarmıya çalışıyorlar ve bunun müsebbibi de — bize yazılanlar doğru ise — zât-i âlîniz bulunuyorsunuz!

«Emvâl-i metrûke» yok mudur? Biraz îzah edelim: Hatır­larda kaldığına göre sâhillerde bulunan rumları — harbden evvel — Yunanlılar memleketlerine da’vet etmişlerdi. Yeni Yunanistanda bulunan müslüman emlâkini rumlara verecek­ler, bu suretle hicret eden İslâm nüfusu boşluğunu rumlarla dolduracaklardı. İşte sâhillerdeki hicret bizde bu suretle baş­ladı. Bu, tehcîr değil, bir hicretdir. Hattâ böyle olduğuna Rus­ya, İngiltere, Fransa, İtalya sefâretleri baş tercümanlarından mürekkeb bir tahkik hey’eti de tamâmen kanâat getirmişdi.

Yunanistana giden rumları biz zorla koğmadık. Onlar ken­di arzu ve ihtiyarlariyle gittiler. Hey’et-i tahkîkiyyenin verdi­ği müşterek rapor üzerine Türk devleti ile Yunan hükümeti tarafından büyük elçi rütbesini haaiz birer siyâsî mürahhas ta’yin edilerek emval ve emlâkin mübadelesi mes’elesi düşü­nüldü ve bu da neticelenerek resmî bir protokol imzalandı. İş­te bu suretle Türk hükümeti Ayvalıkdaki ba’zı evlere İslâm mücâhirlerini yerleşdirmişdi.

Ayvalığa iskân edilen bu muhâcirler şu beş, on sene için­de defalarca hicret derdine uğramış zavallılardır. Bir tarafdan onların bırakdığı emval ve emlâki rumlar alırken diğer tarafdan işgal etdikleri yerleri de yine rumlar mı alacakdır? Maamâfih aczi ve za’fı kendisini herşey’e serfüru etdiren kazâ kaymakamı Osman Nuri bey mösyö Şimit’in arzusu vech ile zavallı muhâcirlerin kollarından tutulup atılması karşısın­da seyirci kalmış, salîb-i ahmercilere (kızıl haçcılara) İslâm emval ve emlâkini — gözü önünde — yağma etdirmişdir!

«Yağlarınız mağsubdur». Acâyib! Neden mağsub olsun? Ayvalıkda bir çok müslüman tâcir var. Onlar parasiyle din­daşlarından ve hıristiyanlardan yağ almışlarsa bu, bir gasıb mıdır? O halde ramların müslümanlardan satın aldığı mallar hakkında da mağsubdur hükmünü vermek îcâbeder ki bu, İngilizlerin hiç de sevmediği bir nevi’ bolşeviklikdir! Aman memleketimize holşevikliği getirmeyiniz!

Kazâ kaymakamı bey — Allah kahretsin — Şimit cenahla­rının emri (!) mucibince kazâ dâhilinden yağ ihrâcını derhal yasak etmişdir! Hıristiyanlara tevzi’ vazifesini de ifâ edip et­mediğini bilmiyoruz. İhtimal buna da eyvallah diyecekdir. Böyle zaif hükümetin kafasına elbette herkes tüner.

«Velevki müzâyededen...». İyi amma müzâyededen bede­lini vermek suretiyle mal alanların rie günahı vardır? Eğer meydanda bir suçlu varsa onu zahire çıkarmalı, cezâlandırılmak üzere hükümete haber vermelidir. Yoksa hod behod yağ­maya kalkışmak bir zulümdür. Biz büyük Britanya krallığı ve Hindistan imparatorluğu adamlarını böyle zulümlerden, hak­sızlıklardan tenzih etmek isteriz.

Şurasını da ilâve edelim ki bütün bu mülâhazalarımız mösyö Şimit’in naklettiğimiz nutku hakîkaten söylemiş olma­sına göredir. Eğer .bize vâki’ olan ihbârat doğru değilse derhal tekzîb edilmesini recâ eder ve şu halde İngilizlere karşı olan mahabbetimizin sevkı ile bu tekzibi de büyük bir inşirah ile dere edeceğimize söz veririz. Fakat böyle olmadığı takdirde, yu­karıda da yazdığımız gibi, iki milletin samimî münâsebetleri­ne bile dokunan bu nutuk sahibinin derhal işden men’ini mu­azzam İngiltere mümessillerinin ciddiyyetinden bekleriz.

(Ayni nüshadan:)

Yunan salîb-i ahmeri (kızıl haç hey’eti) nâmiyle Ayvalı­ğa gelen Yunan askerlerinin iştirâkile mahallî rumlar me’murların ve müslüman muhâcirlerin evlerine hücum ve bütün eş­yalarını ve paralarım yağma etmişlerdir. Me’murlardan bir kısmı âilelerini bin müşkilât ile civar Türk memleketlerine göndermiş, fakat zavallı muhâcirler sokaklar arasında dökü­lüp kalmışdır.

İzmirde çıkan rumca «Patris» gazetesinden naklen «Ana­dolu» refikimizin yazdığına göre geçen pazar günü Ayvalıkda büyük bir âyin-i ruhânî icrâ edildikden sonra Yunan kızıl haçının hastahanede te’sîsi merâsimi yapılmışdır. Bu merâsimde ahalîden bir cemm-i gafîr ve kazâ kaymakamı hazır bulunmuşdur. Metropolit ve Prosilelos taraflarından harâretli nu­tuklar söylenmiş, doktor Orfanidis tarafından mukabele edil­miştir. Bu münâsebetle keşide edilen Yunan bandırası rumlarm şiddetli alkışlarını da’vet etmişdir. Gece ziyâfet verilmiş, bunun devamı müddetince bir bando muzika Venizelos ile Yu­nan marşlarını çalmışdır!

§ Dört gün evvel gece Ayvalık mal muâvini Neş’et efen­di, hânesinde ondört yerinden bıçakla yaralanmak suretiyle rumlar tarafından şehid edilmişdir. Merhum namus ve iktidâriyle tanınmış gene ve çalışkan me’murlarımızdandı. İşte kı­zıl haç’m marifetleri! Fakat bu hal, bu rezâlet devam edemez.

Livâ hükümetinin merkezî hükümete en müsta’cel telgraflar­la vuku’ bulan iş’arları maatteessüf cevabsız kalmakdadır. Meydanda bir hükümet kalmadı mı yâ Rabbî! Ayvalık me­mur ve muhâcirleri hergün, her dakika ölüme mahkûmdur. Bunlar canlarının kurtarılması çiin telgrafla müracaatde bu­lunmuşlar, fakat merkezî hükûmetden bir hareket eseri göre­memişlerdir.

§ Salîb-i Ahmerciler ve hempâları tarafından Ayvalık hükümetinin de basıldığını teessürle haber aldık! Bereket ver­sin ki kahraman nöbetçi bunların fenâ tasavvurlarına mâni’ olmuşdur. Ayvalık bir silâh deposu halindedir. Salîb-i Ahmerciler bütün rumları silâhlandırmışdır! Bugün Ayvalık bir Yunan memleketi vaz’iyyetindedir.

Kazâ kaymakamı Osman Nuri — ki Bulgaristandır — bunca aczine ve hainliğine rağmen hâlâ yerinde tutulmakdadır. Gelecek nüshamızm intişârı zamanına kadar kaldırılmadı­ğı takdirde onun hakkındaki şikâyetleri bütün delilleriyle îzah edeceğiz. (x)

(x) Ne o adam kaldırılmış, ne o rezâletler son bulmuşdur. Bil’akis o ya­zıları yazan zavallı gazeteci «Hasan Basri Çântay» ın yakalanarak mahfuzan İstanbul’a sevkı ve gazetesinin müebbeden ta’tili hakkında Balıkesir mutasar­rıflığına şifre verilmiş, bu yüzden gazeteci felâketli ve heyecanlı iylar geçir­miş, mâddî bir çok zararlar görmüşdür. O feci’ safha başda kısaca arzedildi. Allah o kara günleri tekrar başımıza getirmesin, âmin. H. B. Ç.



[1]     Nişin «sansör» denildiğini bilmiyorum. Çok hamiyyetli bir gençdi. Kurtüluşu müteâkib Ayvalık belediyesine baş kâtib olmuşdur. Vefât etmişdir„ Allah rahmet etsin.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar