KARA GÜNLER YE İBRET LEVHALARI
Yazan: Hasan Basri ÇANTAY
Hayâtımın bütün safhalarını
günü gününe yazmak âdetimdi. Yunan işgali zamânına kadar olan kısımların
notlarını, Balıkesir’in kuvâyi milliyye hâtıralarını da ihtiva etmek üzere,
hicret esnâsmda burada (Balıkesirde) münevver tanıdığım bir zâtin yed-i
emânetine tevdi’ etmişdim. Bu zât bir gaz tenekesini dolduran o notları ve
onlarla berâber bütün bir ömrümün tedkik ve tetebbu’ mahsulü ve sermâyesi olan
diğer evrak ve vesâikımı —-ki Balıkesir târihine ve meşâhîrine âit notlarım da
o arada idi— bir mahzende gizleyecek, kurtuluşdan sonra yine bana iâde
edecekdi. Kurtuluş olmuşdu ve ben onları kendisinden istemişdim. Onun bana
verdiği kat’î cevab şu oldu :
— Ben onları korkumdan yakdım!
Her evin, her âilenin kendine
mahsus acı tatlı hâtıraları vardır. Onlar o âilenin âdetâ târihini teşkil
ederler. Meselâ me’murlar hakkında ta’yîn, terfi, azil birer hâtıradır.
O hâtıralar me’murlar için yıl, ay, gün hesabları
yerine geçer. Denilir ki: «Çocuğum, ben falan me’muriyyete ta’yîn olundukdan
bir yıl sonra doğdu.» Çiftçiler alel’ekser tabîat hâdiselerini, bir ineğin
yavrulamasını, bir öküzün hastalanmasını âdetâ târih başlangıcı sayarlar.
Bir gazeteci için de, kendine
göre, bu kabîl hâtıraları bulunmak pek tabiîdir.
Evimizde zaman zaman (kaçaklık
devri) bir târih, bir hâtıra gibi yâdedilir. Oğlum (Mürşid) in:
— Kaçaklık nedir, kim kaçdı, nereden kaçdı? niçin kaçdı?.
Yolundaki süâllerine
dâimâ :
— Dur, söze karışma! Tarzında susdurucu cevablar veririm.
O, birgün âdetâ bana
isyan eder vaz’iyyetle dedi ki:
— Baba, ya şu kaçaklık mes’elesini bana anlat, yahut bu sözü bir
daha benim yanımda söyleme, recâ ederim!
(Bir fıkra aklıma geldi:
Herifin biri askerliğinde Hicâza gitmiş. Memleketine döndüğü zaman hep Hicâzm
kudsî hâtıralarını anlatmak istermiş. Kahvehâne halkı artık usanmış, bıkmış.
Aralarında söz birliği etmişler. Herkim hicazdan bahsederse kahvehânenin bütün
müdâvimlerine dört başı ma’mur ziyâfet verecek»! Adamcağız günlerce susmuş,
hicâz lâfına uzakdan temas eden yalan yanlış sözleri tashih etmek îcâp ederken,
sırf ziyâfet korkusiyle, bunu yapamaz olmuş!
Bir gün öyle müdhiş bir falso
önünde kalmış ki behemehal onu düzeltmek lâzım! söylese ziyâfet var, söylemese
tahrif var! kıvranmış, kıvranmış, nihâyet olduğu yere düşüp bayılmış! Herifi
güç hal ile ayıltmışlar.
— Ne oldun yahu?
Diye sormuşlar. Demiş
ki:
— Bırakın allah aşkına, bu hal benim başıma bir kerre de Hicâzda
gelmişdi!...)
Bizim küçük beyin ısrârma dayanamadım. Fakat,
notlarım yanmışdı, «Teab-ı dimağî» hastalığından henüz kurtulmıya başlamışdım.
Yıprak hâfızamı biraz derleyip toparladım. «Kaçaklık devri» ni pek küçük bir
şema hâlinde kendisine şöylece anlatdım: (1)
*
**
Oğlum, târihde okumuşsunuzdur. Biz genel savaşdan
(2) yenilerek çıkmışdık. Memleketin her yanında büyük bir ümidsizlik vardı.
İstanbul ve bir çok şehirlerimiz, ecnebilerin boyunduruğu altında idi ve bu
hal gitgide diğer şehirleri-
(1) Bu hâtıracığm, okuyanlara göre, ihtimal hiç bir kıymeti yokdur.
Fakat kara günleri hatırlatdığı ve gençliğe de bir ibret teşkil edebileceği
için belki fâideli olur diye düşündüm.
(2) Birinci Dünyâ Savaşı.
mizi de sarmak üzere idi. Gazeteler sansör
altındaydı... İstanbul’daki meb’uslar meclisinde bulunan (Amanoloidi) gibi Rum
meb’uslar ve diğer Rum ve Ermeni vatandaşlar açıktan açığa Türke hakaret
ediyorlardı. İftirâlar sayısızdı. Memleketin ileri gelen adamları
hayatlarından emîn değildi. Türkiyede, hele Balıkesir’de eşkiyâlık o kadar
ilerlemişdi ki, biz bağlarımıza, tarlalarımıza bile gidemiyorduk. Köyler,
kasabalar basılıyor, Türk ağaları en feci’ işkencelerle öldürülüyordu.
Herkes ümidsizlikle susmuş,
(vık) diyemiyordu. Ben o,, kara günlerde Balıkesir’de (SES) adında bir gazete
çıkaracakdım. Türkün çiğnenen haklarını müdâfaa edecekdim. Birçok
arkadaşlarımın :
— Canım, senin bir gazeten mi bu dünyâyı düzeltecek? Başına
felâket açacaksın, vazgeç, yapma, etme! Demelerine rağmen (17/İlk Teşrin/1918
(Ekim 1334)) târihine rastlayan perşembe günü ilk nüshasını çıkardım ve
memleketin her yanma gönderdim.
(SES) in ta başında merhum (Mehmed Âkif) beyin
sureti mahsusada yazıp yolladığı şu selîs kıt’ası vardı:
Düşman sesi duymak iştemezsen,
Kardeş sesidir uyan bu sesden!
Kalkınca görür ki akşam olmuş
Vaktiyle uyanmayan bu sesden.
Zaman oldu, Türke hakaret eden
istilâcıların aleyhinde mecburî müdâfaa, yazıları yazdım. Vakit oldu, Rum ve
Ermeni vatandaşlarla karşılıklı kavgalar etdim. Hele eşkiyâ hakkmdaki
yazılarım çok şiddetli idi.
Halk tamâmen ümidsizdi Onlara
ümid vermek lâzımdı. İstanbul mektubları adiyle yazılar neşrediyordum «Eşref
Edip» bey tarafından yazılan bu mektublar muhitde çok güzel te’sirler
yapıyordu. Bu millet ölmeyecekdi.
Kara günlerimizde de
hâlâ ihtikârlarla, hâlâ yağmalarla meşgul adamlar vardı. Onları fırsat buldukça
hırpalamakdan ayrılmadım.
Herkesi «İttifak-ı mukaddes»
e, «Millî Harekete» çağırıyordum.
Mütâreke devrindeyiz. Yer yer
de tevkifler başladı. Ma’hud vatandaşlar şımardıkça şımardılar. Yazıyorlardı,
yazıyordum ve (SES) Türkiyenin en gizli köşelerine kadar sokuluyor,
okunuyordu.
Birgün Balıkesir’deki gayr-i
müslim vatandaşlarımızdan iki kişi ile beni sevmeyen bir muhtekirin, aleyhimde
şikâyet etmek üzere İstanbul’a gitdiklerini, oradaki ecnebi mümessil ile (Damad
Ferid) hükümetine jurnal etdiklerini işitdim. Kendimce ba’zı tertibat aldım.
15/Mart/1919 tarihine
rastlayan cumartesi günü İzmire gideceğiz. Orada ilk (Reddi ilhak kongresi)
kurulacak. Ben de Balıkesir murahhaslarındanım. Hatırımda kalan arkadaşlarım
şunlardı:
1 — Hocam Müftü Kodanaz zâde hacı Ahmed efendi. (3)
2 — Maârif Müdürü Sabri Sözen bey. (4)
3 — Miralay mütekaidi Rızâ bey (5)
4 — Zarbalı zâde Hulusi bey.. (Eski Meb’us) .
5 — Belediye ve ticâret odası reîsi Keçeci zâde Hafız Mehmed Emin
bey merhum.
6 — Bandırma nâmına Bandırma muhâsebei hususiyye memuru Nazım bey
merhum ve diğer kazaların mürahhasları.
(Müftülerle belediye
reisleri tabîî üyelerdendi).
Balıkesir’de trene binerken Hoca zâdem (Râif) bey
(6) yanıma sokuldu. «Vatandaşlar, B'andırma treninden çıkan şu adama seni
gösterdiler, dikkat et!» dedi. Gördüm, genç bir va-
(3) Vefat etmişdir.
(4) Bayezit mutasarrıfı sabıkı. Vefât etmişdir.
(5) Jandarma miralaylarındandı. BalIkesirli. Vefât etdi.
(6) Midhat Paşa ilik okul başöğretmeni, vefât etdi.
tandaş, yabancı. Bu herifin tehcîr komitesinden
(7) Adanalı biri olduğunu bil’âhare öğrendim. Bu adam da trene atladı. İstasyonlarda
hep beni gözetliyordu. Bil’iltizam Manisa’da indim, Keçeci zâdeyi de yanıma
alarak, dostlarımdan (Avni) ve (Bahri) bey merhumları aramak behânesiyle şehre
girdim. Hayli dolaşdık.
Trenin kaçdığmı anladıkdan
sonra arkadaşıma «haydi dönelim, trene yetişelim» dedim! İstasyon tenhâ idi,
tren kaçmışdı! Keçeci zâde telâş gösterdi. Ben «Alaşehir treni ile gideriz.
Arkadaşların ineceği oteli biliyoruz. Bizim çantalarımızı da bırakmazlar»
dedim. Kompartımanda benim de bir bavulum vardı. Bu, Balıkesir’e ve vilâyetin
heyet-i umumiyyesine âid vesâik ile dolu idi. Bu vesâika istinaden rapor tanzim
ve kongreye takdîm edecekdim. Bu memleketin Türk olduğunu ısbâta çalışacakdım!
Çünkü (Venizelos) İzmir ve havalisinin (Ya’nî bütün Karesi livâsı ile Bursa’nın
garbının ve Menteşe livâsının garb ve cenub kısımlarının) Yunanlı olduğunu, buralarda
Rumların ekseriyyetde bulunduklarını utanmadan iddiâ ediyordu! (8)
Gece arkadaşların indiği İzmir
merkez oteline indik. Arkadaşlar uyumuşlar. Beni (Sabri) beyin yatdığı odaya
vermişler. Uyumadım, sabaha kadar rapor tanzimi ile meşgul oldum.
(16/Mart/1919) Pazar sabahı arkadaşlarla
birleşdik. Vâli ve kumandan (Nureddin Paşa) merhumu ziyâret etdik. O, bize
muhtemel tehlikeye karşı gizlice hazırlanmamızı, memleketde sükûnu muhafazaya
çalışmamızı tavsiye etdi.
(7) Türkiyenin muhtelif memleketlerindeki Ermenileri Adana ve havâlisinde
teksif ve bir Ermenistan teşkil etmek üzere cebren tehcîr vazifesiyle mükellef
komite. İlk def’a ben gazetemde bu gizli komite hakkında ifşââtda bulunmuşdum.
(8) Venizelos’un metâtibi bundan da ibâret değildi: gûyâ «Vilson
prensiplerine istinâden İstanbul’u, Samsun’u, Marmara ve adalar sahillerini de
istiyordu!> Trabzon’u da Ermenilere veriyordu!
Ben yalınızca (Anadolu)
gazetesi idârehanesine gitdim. Orada tesâdüfen (Celâl) bey (9) le görüşdüm.
Bana nasıl olup da tevkif edilmediğimi sordu ve kendisinin de anbean tevkifine
intizâr etmekde olduğunu söyledi. Maamâfih böyle birşey olursa kaçacağını da
ilâve etdi.
Esâsen ben de o fikirde idim.
Kongre (17/Mart/1919) pazartesi günü müzâkeresine 'başlayacakdı... O günün
sabahına karşı uyumuşum. Korkunç rü’yâlar içinde (Sabri) bey tarafından
uyandırıldım.
Henüz kahvaltı etmemigdim,
aşağıda Pelitköylü (Mehmed Cavid) bey (10) tarafından çağırıldığımı söylediler,
gitdim, meğer o gün henüz Balıkesir’den gelmiş. Dedi ki:
— Şifre var. İzmire belki yarım saat sonra tebliğ edilecek,
yakalanacaksın. Artık hazin bir mâcerâya girmiş olacakdım.
Otele çıkdım, büyük bir odada
toplanmış olan arkadaşlarımdan yalınız hocam Müftü efendiyi dışarıya çağırdım:
«Buradan uzaklaşmak mecburiyyetindeyim. Hakkınızı helâl ediniz. Ne yapacağımı
söylemeyeceğim. Belki sizi tazyik ederler, yemin etdirirler.» dedim, muhterem
ihtiyar ağlamıya başladı ve hıçkırıklar arasında yerden göğe kadar... hak
selâmet versin,» dedi. Elini öpdüm, ayrıldım. Zavallı boğazından hasta idi, kendisini
bir gün evvel doktora muâyene etdirmişdik. (Sabri) beye de evrâkı, bavulu ve
raporu tevdi’ etdikden ve kısaca malûmat verdikden sonra otelden çıkdım.
Benim aldığım tertibat Balıkesir mmtakasına ve
vaz’iyyetine göre idi. Arkadaşlarım tevkifim ihtimâlinden haberdar olmadıkları
için İzmir kongresine iştirâkime Balıkesir’de çok ısrar etmişlerdi. Ben sâdece
hakkımda gelecek şifrenin, bana gizlice haber verilmedikçe, İzmir Vilâyetine
tebliğ olunmamasını te’min etmişdim. (Karasi) mutasarrıfı (Hasan Vassaf) bey
(Damad Ferid) hükümetinin çok saadık bir adamı idi.
(9) Celâl Bayar bey.
(10) Eski Balıkesir meb’usu. Vefât etdi.
Ben livâ daimî encümeninde âzâ idim. Encümen
müzâkerelerinde bile kendisiyle ahval hakkında kavgalar çıkarıyorduk. Şifrenin
Izmire tebliğini te’hire söz veren de maiyyetindeki emîn bir şifre me’muru idi!
(x)
(Mehmed Câvid) beyle pek kısa
bir konuşmadan sonra şu kararı verdik: Evvelâ birlikde (Karşıyaka) ya
geçeceğiz, ben oradan bir arabaya atlayarak (Befgama) ya gideceğim. Muallim
olacağım, gözlerimdeki gözlüğü atacağım. Adım da (Sâlim) olacak. Kongre bitince
(Câvid) bey de Bergamaya gelecek, birlikde (Bürhâniyye) nin (Pelitköyü) ne
gideceğim. Vaz’iyyeti orada tedkik edeceğiz. «Karşıyaka» ya gitmek için hazırlanırken
Manisa’da yolunu şaşırtdığımız komiteci yine karşımıza dikildi! Müdhiş bir
fırtına, sağnaklı bir yağmur başlamışdı! Seviniyordum. O adam gözden
kaybolmuşdu. Biz de Karşıyakayı tutduk.
Para çantam otelde, yatağımın
yasdığı altında unutulmuş, cebimde beş para yok! (Mehmed Câvid) bey mevcud
(106) lirasından (105) ini bana verdi. Orada (Arab Ali) adında bir arabacı
ile, beni Bergama’ya götürmek üzere kırk liraya pazarlık etdik. Ali genç bir
çocukdu. Ben muallim olmuşdum. Adım da (Sâlim) di.
(Mehmed Câvid) beyle hazin bir
veda’... Yoldayız, müdhişsyağmurlar arasında (Menemen) i tutduk. Orada hükümet
konağı yanında bir kahvehanenin saçağı altında beş dakîka içinde bir kahve
içdikden sonra hareket etdik. Hedefimiz «Ali ağa çiftliği». Fakat yol öyle
berbad ki... Yalınız tesviyesi ya pilmiş, araba ile geçilmesi âdetâ imkânsız.
Zâten Menemen’den hareketimiz de akşam ezanına
yakındı. Birkaç def’a arabamız devrildi, çamurlar içinde yuvarlandık. Zifiri
bir karanlık, yıldırım sağnakları, yağmurlar, seller...
(x) Bugün ismini
söylemekde mahzur görmüyorum: Tahrîrat kalemi mümeyyizi Şahin zâde (İbrahim
Fevzi) Bey. Emekli kurmay albay «Muammer Şâhin» beyin rahmetli pederi.
(Ali) me’yusdu, ağlıyordu. Ne arabasında bir
fener vardı, ne de bizde kibrit kalmışdı.
Gece yarısından sonra «Ali Ağa
Çiftlğiine» (Nahiye merkezîdir) muvâsalat etdik. (Ali) beni kapalı bir
kahvehânenin yakınında indirdi, harab bir ahırın içersine girdim, arabamızın
cebinde bir parça ekmek, peynir vardı, koyu karanlığın içinden süzülüp gelen
bir kedi, biz yetişmeden, onları kapıp gitdi! Ahır çok pireli idi.
Yanımızda kısa boylu, elli
yaşlarında bir adam belirdi. Bize: «Hoş geldiniz, buyurun bizim eve gidelim»
dedi. Gitdik, basık ve bir katlı bir evceğiz. O zât galibâ mütekaaid me’murlardan
idi. Hakkmdaki minneti hâlâ unutamadığım ve unutamayacağım o hamiyyetli adamın
bugün ismini maal’esef hatırlayamayacağım. Nurânî yüzlü, müslüman bir adamdı.
Bizi ısıtdı, doyurdu. Ben kim olduğumu ona açıkça söyledim. Tesliyete
çalışıyordu. Gece rahat uyku uyudum. O zât sabah namazına kalkmış, ben de
uyandım, kalkdım.
Dışarıya gidip gelen
arabacı (Ali) dedi ki:
— Sâlim bey, haberler fenâ! «Güzelhisar» çayı taşmış, geçit
vermiyormuş!
İçim burkuldu. O,
sözüne devam ediyordu:
— Ben geçerim dedim, «O çay her sene birer baş yer, iyi düşün»
dediler, doğrusu ben gidemeyeceğim!
Mihmandar efendi birlikde
dışarı çıkmamı, bunda hiç bir mahzur olmadığını söyledi çıkdık, akşamki
kahvehaneye girdik. Dışarıda tek tük askerler göze çarpıyordu. (x) İçime şübheler
girmişdi.
Çayımı henüz bitirmemişdim...
Süngülü bir asker doğruca bana yönelerek geldi ve :
— Buyurun, hükümete gideceğiz!
Dedi, vâkıâ, ben, her ne bahâsına olursa olsun,
yakalanmamaya karar vermişdim. Fakat, o zâtin teminâtı beni gafil
(x) Bunlar sahil muhafazasma me’mur
imişler. 150 kadar asker.
avlamışdı. Kim bilir belki de kurtulabilirdim.
Askerle birlikde gitdik. Şimdi sîmasmı bile unutduğum otuzbeş yaşlarında bir
zâtin huzurundayım. O, Nahiye Müdürü (Râtib bey) imiş. Selâm verdim, selâmımı
almadı, yakalanmışdım!
Aramızda şöyle muhavere geçdi:
—
Kimsiniz?
—
Balıkesirli (H. Basri) yim.
—
Mesleğiniz?
—
Gazeteci.
—
Buraya niçin geldiniz?
—
Gezmek ve görmek için.
— Teşkilât yapacaksınız değil mi?
— Ne münâsebet? Bir gazeteci nasıl teşkilât yapar?
—
Bilirim, ocakcısmız, her
şeyi yaparsınız!
—
Kabul etmem, reddederim.
—
Sen şimdi görürsün hâlini!
—
Fakat, düşünmelisiniz ki
karşınızdaki bir Türkdür, müslümandır.
—
Çıkardığın gazetenin adı
ne?
—
(SES).
—
Müsyö (Şimit) hakkında yazı
yazan sen misin?
— Evet.
— (Derin bir nefes aldıktan sonra) oturunuz! (oturdum).
—
(Şimit) hâdisesini biliyor
musunuz efendim?
—
(Gülümseyerek): “bilmez
miyim? ben de ondan tokat yiyenlerdenim!
(Masasının bir gözünü açarak): İşte
gazeteniz!.
—
O halde bana çatmakda ma’nâ
nedir
—
Azizim, ben müşkil
mevki’deyim, ocakcıları (ittihadcıları) bilmez misin? Gözümüz ürkdü.
—
Ben ocakcı değilim,
müstekillim.
—
Fakat nede olsa...
—
Hayır, hayır.
—
Siz dâimî encümen âzâsındanmışsınız,
öyle mi?
— Evet.
— Nereye gitmek istiyorsunuz?
— Nahiyeniz dâhilinde biraz dolaşmak fikrindeyim!
— Hayır, dolaşamazsınız! Sizi bir me’mur sıfatiyle yakalamak
mecburiyetindeyim! Fakat, kıyamıyorum da...
—, Niçin yakalayacaksın? Ben
senin hakkını müdafaa etdim!
— O halde, azizim, ne ben sizi görmüş olayım, ne de siz beni!
Fakat çok recâ ederim, bu mes’ele aramızda kalsın, sonra mahvolduğum gündür.
— Hayhay, tamâmen müsterih olabilirsiniz efendim, «Güzelhisar»
çayını geçebilir miyim?
—
Geçemezsiniz. (Menemen) e
döner, orada bir çâre ararsınız! Ben de bu gün Menemen’e gideceğim.
(Râtib) beye verdiğim cevablar
çok müessirdi. Uzatmak istemiyorum. Oradan müsâadeleriyle çıkdım, (Ali) yi, mihmandar
efendiyi buldum. Kısa bir müşâvereden sonra tekrar «Menemed» e dönmiye karar
verdim. (Râtib) beyden biraz şübhelenmişdim. Hele «Ben de bugün Menemen’e
gideceğim» demesi bana ma’nâlı geldi. Vaz’iyyetimi (Ali) ye de anlatdım. Tâ ki
muhtemel tehlike karşısında alınması lâzım gelen tedbirlere o da iştirâk
etsin. Ben zâten yolları da tanımıyordum.
(Ali) beni bin i’tinâ ile
Menemen’e ulaşdırdı: (18/Mart/ 1919). Tenbîhâtım veçhile bir köylü hanına
indirdi. Bu han emîn idi. Sahib veyâ müste’ciri (Keresteci Mustafa efendi) yi
müsâfir olduğum odaya çağırtdım. Kendisiyle açıkça konuşdum. Dedi ki:
. — Biz seni gıyâben tanır ve severiz; hanı
yakarım, seni yakalatmam! Müsterih ol.
(Mustafa) efendi akşam
yanıma geldi. Konuşuyoruz :
— Azizim, ben behemehal Bergama’ya gitmek mecburiyyetindeyim.
Oradan Balıkesir havâlisine geçeceğim .(Güzelhisar) çayının ötesine beni
atmanın bir çâresi?
Te’min etdi:
— Hiç merak etme. Sen yalınız biraz uyu.
— Hayır uyumam. îzah et.
— Kaderin varmış. Handa (Arnavud Şaban) isminde biri müsâfir.
Sabaha karşı gidecek. Seni de hayvaniyle götürecek!
O adam yaz kış çayı geçer, seni «Reşadiye» ye kadar götürecek.
Yalnız kıyâfetini tebdil etmek lâzım.
— Ne şekilde?
— Seni bir «fıstık taciri» yapacağım! Başına bir Menemen sargısı
saracağım!
— Hayhay.
Mustafa efendiye para verdim.
Bana bir «Menemen üstlüğü» alıp geldi ve iki ucunu sarkıtmak suretiyle onu
güzelce fesime doladı. Bir falso yapmamak için fıstık muâmelesi üzerine hayli
şeyler öğrendim ve müsterih yatağıma yatdım.
Sabaha karşı odamın kapısı
vuruldu. (Şaban ağa) karşımda, «Hazır mısın? gideceğiz» dedi. Hazırlandım,
desti yüklü ve semerli bir beygire binerek ve (Mustafa) efendiye veda’ edip
ayrıldım
Şiddetli yağmur yağıyordu.
Bereket versin ki (Şaban ağa) kalın yağmurluğunu bana giydirdi. O, yaya.
Dün geldiğim yollar üzerinden
tekrar gidiyoruz. Jandarma karakolları var. Fakat benim kaçak olduğumu anlamak
için büyük feraset lâzım.
«Ali Ağa Çiftliğine» uğramadan
geçdik, nihâyet «Güzelhisar» çayının kenarma geldik. Çay kudurmuş bir
vaziyyetde. Şaban ağa «Korkma, gözlerini yum» dedi, hayvanın çılbırını eline
alarak suya daldı, gidiyoruz, dizlerim sular içinde. Tekrar ediyor: «Sakın
gözlerini açma, sağa sola meyil etme ha!»... Sâhil-i selâmeti bulmuşduk.
«Reşadiye»? Bu bir nâhiye, fakat oraya varınca ne
yapacağım? (Şaban ağa) ile konuşmak istiyorum, adamcağız hem sırsıklam
ıslanmış, hem yorgun. Benim on kelimeme bir keli-
14
me ile cevab verip bitiriyor. Yabancı muhitlerde
barınmak ne müşkil Yâ Rabbî!
Benim azîz bir dostum ve
muhaabirim vardı: (Vâcid Nazmi) Bey merhum. Bir zaman İzmir’den gazeteme çok
kıymetli ve hisli yazılar yazardı. Son günlerde imzasının yanına bir de
«Reşadiye» kelimesini atmıya başlamışdı. Mesleği de nâhiye müdürlüğü idi.
Biğadıc müdürü iken tanışmışdık. Acaba, varacağımız «Reşadiye» o Reşadiye mi
idi? acabâ (Vâcid Nazmi) şimdi orada müdürmüydü? İmkânsızlık içinde bir imkân
yakalamış gibi idim. (Şaban Ağa) ya, çekine çekine sordum :
—
Müdürünüzün adı? dedi ki:
— Nazım mı, ne... öyle bir şey.
Seviniyordum. Akşam ezanları
okunurken «Reşadiye» ye vardık. (Şaban Ağa), suratı asık, yorgun, bitkin...
«Geldik, in bakalım!» dedi. Hayvandan indim. Müdürün evini sordum, cevab
vermedi, bir han, bir kahve sordum, yine cevab vermedi! Hayvanını ve sırtımdan
yağmurluğunu alıp gitdi!..» Yağmur hâlâ devam ediyordu. Güç hal ile hükümet
konağını buldum, bir jandarma koğuşuna daldım. Müdür beyin evinde telefon olup
olmadığım sordum, «Var» dediler. Mikrofon elimde, konuşuyoruz :
— Alo.
— Müdür.
— Müsâfirin var.
— Ay, âşinâ, bir ses! Kimsiniz?
— H. B.
— Aman geliniz, bekliyorum!
Bir jandarma aldım, (Vâcid
Nazmi) Beyin evine yollandık. Merhum pijamasiyle sokağa fırlamış, koşarak bana
doğru geliyordu. Sarmaşdık. Evine gitdik. Onlar da o dakikalarda beni
konuşuyorlarmış. «Ah buraya gelse de gizlesek» diyorlarmış.
«Sındırgı» eşrâfmdan (Hilmi) bey
(eski meb’us Süreyyâ Örgeevren beyin pederleri) merhum da orada müsâfir. Hilmi
“bey, Vâcid Nazminin kayın pederi. (1) Çamaşırlarımı değişdirdiler. Çaylar,
ıhlamurlar, yemekler... O gece öyle rahat uyudum ki...
Sabahlayın kalkdım, (Vâcid
Nazmi) beyin ısrariyle hükümete gitdim, mekteblerini ziyâret etdim. Hattâ
ba’zı talebeleri imtihan yapdım. Merhum benim hakkımda şifre geldiğini söyledi,
fakat göstermedi. Vaz’iyyet fenâ idi. İstanbul hükümeti işe öyle ehemmiyyet
veriyordu ki...
(Vâcid Nazmi) bana (Çeçen
Râşid) in atını te’min etdi. Yanıma bir de arkadaş verdi, akşama doğru
Bergama’ya yollandık.
Gece Bergama’da, (Hacı İbrahim
Efendi zâde Hafız Hüseyin) Beyin evinin önündeyiz. (Hafız Hüseyin) Bey
evvelden Mehmed Câvid Bey tarafından vaz’iyyetden haberdâr edilmişdi. Bize
kayın biraderi (Şevket) beyi terfik etdi. Kasaba civarındaki çiftliğine
gitdik. Çiftlik binâsı bir sathı mâile yaslanmışdır... İki katlıdır. Kâhya
(Osman efendi), ile tanışdık. O, benim hüviyyetimi anlamak istiyordû.
«Smdırgılıyım» dedim, «Hayır, sen Balıkesir’lisin, bu âğız Sındırgı ağzı
değildir...» dedi. Utandım.
O günlerde Bergame «İttihad İtilâf gürültüleri
içinde çalkanıyordu! Bir müstantik lafı vardı. Herkes onunla meşgul. (Osman
efendi) müdhiş İttihad ve Terakki düşmanı. Söğüyor, söğüyordu! Dedim ki: «Yahu,
ben de İttihadcı isem?» Cevab verdi: «Efendi, İttihadcı olsaydın buraya
gelemezdin!»
Bergama’nın ortasından bir dere geçiyormuş, o
dere Bergama’lıları ikiye ayırmış imiş! Binâen’aleyh halkının birleşmesi, anlaşması
mümkin olamazmış, ağzımı açdım, gözümü yumdum, «Hey efendiler, memleket
batıyor, (Venizelos) Türkiyenin en mühim şehirlerini, kasabalarını, hattâ bu
havâlîyi Yunanistana ilhak etmek istiyor, siz hâlâ fırkalarla, tefrikalarla mı
oynuyorsunuz? Balkan harbi biter bitmez içinden henüz çıkdığımız şu son umumî
harb hâlâ akıllarımızı başımıza ge-
(1) (Vacid Nazmi) bey de diş hekimi (Niyazi) beyin kaym pederleri
idi.
tirmedi mi? Türkiye teşrih masasının üstündedir,
taksim ediliyor...»
(Osman Efendi) de, (Şevket
bey) de benim konferansımı (!) can kulağıyle dinlediler, sözlerime tamâmen hak
verdiler. Hüviyyetimin açığa vurulması hakkmdaki recâlarını artık
reddedemedim, söyledim. Şimdi bana bir fıstık tâcirine yapılacak hürmetden
fazla hürmet ve mahabbet gösteriyorlardı.
Sabahleyin (21/Mart/1919)
horoz sesleriyle uyandım. (Osman efendi) nefîs bir çiftlik kahvaltısı
getirdikden sonra aşağı gitdi. Koyunlar, kuzular meleşiyordu. Kahvaltımı
etdim. Pencereden kasabaya doğru, boynu bükük bakmıya başladım. Ay, şoseden
mavzerli bir polis me’muru geliyor! Hem bu me’mur çiftliğe sapan yola dönmüşdü!
Hedefi muhakkak çiftlik ve muhakkak ben’im!
Oturduğum odanın dıvarında
asılı ve çiftliğin malı olan Osmanlı filintasını elime aldım, derin ve hazin
muhakemelere daldım...
Şimdi aşağıdaki sesleri
dinliyorum :
— Gel bakalım Veli efendi.
— Selâmün aleyküm.
— Aleyküm selâm. Bu ne hal?
— Sorma, bir kaçak arıyorum!
— Bizim çiftlikde kaçağın işi ne?
— Bu tarafa geldiğini tesbît etdik de.
— Bizde öyle bir adam yokdur.
— Ben de eminim ya vazife, malûm. Yukarı çıkalım.
— Veli efendi, kusura bakma, şurada oturalım da hem konuşuruz,
hem ben de işlerimi görmüş olurum .
— Yukarı çıkmak yasak mı yoksa? Ben çıkayım.
— Ben seni yalnız çıkarır mıyım ya!
Ne yalan söyleyeyim, müdhiş
halecan içinde idim. Kararımı behemehal tatbik mecburiyyetindeyim. Bayıra
nâzır pencereden atlayabilirim. Fakat kalın demir parmaklıklar var! Gizlenmek
de imkânsız. Silâh elimde. Oda kapısının sol tara-
fini kendime siper ittihaz etdim. Şimdi acıklı
bir muhaakeme içindeyim: Mavzer bu, tam oda kapısına karşı olan merdivenden
ikisi birden çıkarsa, (Osman efendi) yi nasıl vurabilirim? Sonra (Veli efendi)
nin ne kabahati var? Çoluğuna çocuğuna yazık değil mi?
Aşağıdaki ses dinmişdi. Galiba
odaya girdiler. Mahabbete daldılar. Bir saat sonra «Allaha ısmarladık, uğurlar
olsun» seslerini işitdim. Pencereden bakdım, polis me’muru gidiyordu. Mavzerli
polisi ilk def’a burada gördüm.
(Osman efendi), beti benzi
uçmuş bir halde yanıma geldi* «Korkdunuz değil mi?» dedi, telâş ile sordum:
— Kaçak kim imiş?
Cevab verdi:
— Bir Rum! Akşam Bergamada bir ev soyulmuş, hırsızlar iki Rum
imiş, birini yakalamışlar, öbürünü bu tarafa doğru kaçırmışlar. Telâş edecek
bir şey yok. Efendi, ben. sağ oldukça seni buradan kimse alamaz!
Çiftlikde beş gün kaldım.
(Hâfız Hüseyin) bey her gün gelir, hatırımı sorar, gelemediği ba’zı günler de
(Şevket bey) î yollardı. Bu zâtlerin ve (Osman efendi) nin cidden lütuflarma
mazhar oldum... İzmir kongresi bitmiş, (Mehmed Câvid) bey de sözleşdiğimiz
veçhile çiftliğe gelmişdi.
Ertesi günü (26/Mart/1919)
hayvanlara binerek sarp ve ıssız yollardan (Kozak) nâhiyesine doğru ilerledik,
(Bağyüzü)ne vardık. Ben hâlâ fıstık tâciri idim. Asıl fıstık mmtakası da bu
mmtakadır... Şemsiyeli çamlar bu havaliyi cennet gibi bezemiş. Diyebilirim ki
dünyânın en güzel yerleri bu yerlerdir. Bağyüzü’nde rahmetli (Osman bey) in çok
temiz evinde müsâfir kaldık. Fıstık, bâdem, çekirdeksiz üzüm üzerine, lafla,,
hayli alışverişler yapdık ve kârlar kazandık!
«Ayvalık» muhabirim (Sansör Ali bey) de (1)
orada. O[1] zavallı da Rumlardan kaçmış,
öldüreceklermiş. Vakıâ suçu da büyük! çünkü (24/Şubat/1919) pazartesi günü
Ayvalığa çıkan Yunan «Salîb-i ahmer (Kızıl haç) hey’eti» (!) münâsebetiyle
(Ses) e (2) imzâsız mektub yazan o idi ve o mektub müteâkib nüshalarda
tarafımdan şedîd yazılar yazılmasına ve başlıca felâketime sebeb olmuşdu.
(Sansör Ali bey) in o mektubunu, o kara günlerin küçük bir hâtırası olmak
üzere, okuyalım:
(Sansör
Ali bey) in mektubu :
«Çokdan beri kemâl-i iştiyakla beklenilen Yunan salibi ahmer
(Kızıl haç) hey’eti pazartesi günü bir Yunan torpitosiyle Ayvalık limanına
geldi. Torpito boğazdan görünür görünmez evvelâ meclis-i umumî âzâsmdan
(Vasilâki) nin fabrikası düdük çalmak suretiyle resm-i istikbâle müsâreat ve
nihâyet bütün fabrika düdükleri ile kilise çanları da buna iştirâk etdiler.
Kasabadaki umumî cûş-u huruş şâyân-ı temâşâ idi. Vatandaşlarımız :
— Zito Yunanistan, zito Venizelos!
na’relerini atarak sâhile koşuyorlar, müslümanlarm feslerini
yırtıyorlar, her türlü hakaretleri mübah görüyorlardı. Ba’zıları elbisesiyle
kendisini denize atarak, torpitoyu öpüyordu! Belediye civârına, gazinolar
arasına, köprü başına gûyâ alâmet-i ilhak olmak üzere büyük Yunan bandıraları
asılmışdı. Hey’et, bu mahşer-i cünûn arasmdan ilerlediği zaman metrepolithaneye
de gidilerek nümayişler yapıldı. Salîb-i ahmer hey’eti ile birlikde kaymakam
mösyö (Şimit) de bulunuyordu.
Bu heyetde evvelce Osmanlı ordusundan kaçmış ve mahkûm
olmuş Ayvalıktı doktor (Mihalâki) ile mukaddemâ Ayvalıkdan alâkasını keserek
Yunanistana gitmiş eczâcı (Zaferâki) de celb-i enzâr-ı dikkat eyliyordu.
Salîb-i ahmer Ayvalıkda gûyâ sıhhî ve insânî hizmetler îfâ
edecekdi. Halbuki Ayvalığın, hükûmet-i Osmaniyyenin kâ-
(2) 27 şubat 1919 No: 20.
fî mikdarda
doktorları, teşkîlât-ı sıhhiyyesi mevcud olduğu gibi, hastalık nâmına da hiç
bir şey yokdu. Bu hey’et elbette siyâsî bir emel ile gelmişdi. Kendilerini
muhafaza etmek üzere de Ayvalıklılardan maiyyetlerinde silâhlı yirmi kadar
asker bulunuyordu. Mösyö (Şimit) kendisinin Ayvalıkdan vâki şikâyetleri tedkik
için geldiğini söylemiş, civar kazâlar eşrâfının tamâmen celbini kaymakamlıkdan
istemişdir! Bergama’dan bir hey’et geldi. Gerek bunların ve gerek bil’umum rüesây-i
me’murînin arkalarında birer Yunanlı ve müsellah asker ikaame edilmek suretiyle
zavallılar divana çekilmiş, kaymakam beyin odasında Mösyö (Şimit) ahz-ı mevki’
eylemişdi! Mumâileyh hazmedilemeyecek ve pek ağır bir nutk ile müslünıan ve
Türk kalblerini delik deşik etmişdi. (2) Kazâ kaymakamı (Osman Nuri) bey bu
nutuk karşısında hiç bir şey demiyerek, hattâ merciini bile haberdâr etmeyerek
derhal verilen emirleri infâza kıyâm etmişdi. Evvelce Yunanistana hicret edip
de malları emvâl-i metrûkeden addedilen Ayvalıklı Yunanlılar esâsen Osman beyin
müsâadesiyle hemen kâmilen Ayvalığa gelmiş, müdhiş bir hâdise çıkarmak üzere
muntazır-ı fırsat bir vaz’iyyet almışlardı. Şimdiye kadar bir hayli müslümanı
canavarca tahkir, darb etdikleri ve kesdikleri halde bunlar bir türlü
görünmüyor, görülemiyordu. Ayvalıkda tehcir mes’elesi yokdu, hicret vardı ve bu
hicret de hükûmet-i Osmaniyye ile Yunan hükümeti arasında tanzim ve imzâ edilen
protokol ahkâmına müstenid bulunuyordu. Kaymakam bey zavallı İslâm
mühâcirlerini evlerinden çıkarmıya teşebbüs ve hattâ Ayvalığa İstanbuldan ve
şâir yerlerden gelen müslüman tüccarın bütün kış rum ve müslümanlardan satın
aldıkları yağların ihrâcını da kat’i nutuk mucibince men etdi. Hey’etin ve
Yunan torpitosu askerinin çıkdığının ikinci günü metrepolithanece gösterilen
lüzûm üzerine, başta Ayvalıklı (yani hacı Kuntunun delâleti ve bir Yunan
zâbitinin refâkati ile arkalarına dü-
(2) Bu nutuk ve cevabı müeâkib nüshada idi, bu risâleye de ekledik.
şen şerirlerden bir cemm-i gafîr müslüman evlerine hücûma
ve gûyâ taharriyâta başladılar!
Müslüman malları gasb ve yağma ediliyordu. Bu miyanda
tahsildarlardan birinin hânesinden henüz mikdârı anlaşılamayan emvâli mîriyye
de gasb olundu. Mes’eleden haberdâr olan (Osman Nuri) bey metrepolithâneye
mürâcaat etdi. Fakat galeyânın men’inin kaâbil olamayacağı cevâbını aldı, fazla
olarak da yağmacıların yanma resmen birer polis terfik edildi. (Yani hacı
Kuntu) asıp kesiyor, Yunan hükümetini temsil ediyor, i’lân-ı istiklâl
eyliyordu! Bunun hakkında hiç, hiç bir şey yapılmadı. Rüfekaasından ön ayak
olanların isimlerini de ayrıca yazacağım. Me’murin ve muhâcirîn-i islâmiyye
müdhiş dakikalar geçirmekdedirler. Evlerin tahliyesine, zaptına, yağmaya
şiddetle devam ediliyor. Zavallı me’murin, ailelerini harice nakil teşebbüsünde
bulunuyorlarsa da sıhhi vezâifi ifâ ile mükellef (!) Salîb-i ahmercilerin,
mümanaatına ma’ruz kalmakda ve hîn-i nakilde bile eşyâları gasb edilmekdedir.
Hükûmet-i mahalliyye cidden lâkayddır.
Müslümanlara yapılan tahkîrat ve tecâvüzât ve vukuu
muhtemel şeni’ taarruzât karşısında civar köylüler ehâlisi galeyana gelmişdir.
Gayr-i kaabil-i ta’mir haadisât vukuundan korkulmakdadır. Livâ hükümetinin (3)
nazar-ı dikkatini celb etmenizi recâ ederim.»
*
* *
Ertesi gün (27/Mart/1919) «Armutova» ya
müteveccihen hareket etdik. Yolda (Rahmi) adında bir şakinin icrây-i fa’âliyyet
etmekde olduğunu işitmişdik. Aldırış etmedik. Maamâfih öyle bir adama da
rastlamadık.
(3) Hangi «livâ hükümeti?» O zaman Babi Âlî, livâ dâhilindeki (3000)
e yakın eşkıyayı bölük bölük kendisine istîmana mecbur eden mutasarrıf (Hacim
Muhiddin) beyi azletmiş, yerine (Hasan Vassaf) gibi tirit bir adamı yollamışdı.
İzmir’den çıkdığımdan beri yollarda ta’kib etdiğim usul,
hiçbir köye, hiçbir karakola, hattâ hiçbir şahsa yaklaşmamakdı, yaklaşmadığımı
da hissetdirmemekdi. Bu yolculukda da ayni usule riâyet etdik. Sarp ve fenâ
bir yoldayız.
«Gömeç» in uzağından geniş bir tur yaparak, fakat «Karaağaç»
köyü civarında (Mehmet Câvid) beyin akrıbâ ve eviddâsmdan muhterem ve emîn
birkaç zât ile (adlarını maalesef unutdum) bir çeşme başında görüşerek doğruca
«Pelit» köyüne vardık. (Mehmed Câvid) beyin melce-i gurebâ olan evine müsafir
oldum. Orada konuşduğum zevât şunlardı:
1
—
Bürhaniye Zirâat Bankası me’muru hemşehrimiz rahmetli (Emrullah bey).
2
—
Rahmetli (İbrahim) bey (Mehmed Câvid beyin biraderleri) .
3
—
(Zekeriyyâ) bey (Mehmed Câvid beyin akrabasından).
4
—
Bakkal (Mehmed) bey.
Köylü vaz’iyyetden tamâmiyle habersizdi. Balıkesirden bazı
hemşehrilerimin yağ ve sabun almak üzere geldiğini işitiyor, onlarla
görüşemediğimden çok müteessir oluyordum.
Dokuz gün kaldığım bu güzel ve vefâlı köyde sabahlan erken
çamlığa ve onun karşısındaki hâkim tepeye gider, nankör denizlere bakar, dalar,
okur, yazar, akşamları da eve dönerdim. (Mehmed Câvid) beyin ve âilesinin
hakkımda ibraz etdikleri lütuflarm, muâvenetlerin ebedî minnetdâriyim.
Eğer (Mehmed Câvid) bey olmasaydı belki yakalanacak-
dım.
Kaçaklıkda en büyük endîşe, müsâferetde kalman yerin
şübheli ve müşkil bir mevkie düşmesi keyfiyyetidir. Bu mülâhaza beni sarsdı.
Çtyle ya himâye edenlerin mel’unâne tazyıklar altında kalması, mühim zararlar
görmesi de muhtemel idi. (Mehmed Câvid) bey haricde, Bürhaniye ve Gömeçde mütemadiyen
vaz’iyyeti tedkik ediyordu. O havâlîye geçdiğime dâir hiç bir emare yokdu. Beni
en çok şimendöfer güzergâhlarında arıyorlardı.Balıkesir’deki
evim ve akrıbalarımdan ba’zılarmm evleri de dâimi tarassud altında idi. Bununla
berâber, ben çiftlikde iken kendimin «Eskişehir» taraflarında olduğumu
Balıkesirde işâa etdirmişdim. Bu habere zavallı âilem de inanmışdı.
Pelidköyünde tam bir köylü
kıyâfetindeyim. Beni kolay kolay kimse tanıyamaz. Bir akşam eve dönerken
Balıkesirli bir tâcire rastladım, yam başından geçip gitdim, hemşehrim
irkilmedi bile. Bir gün (4/Nisan/1919) Mehmed Câvid bey Burhaniye eşrâf ve
tüccarından (Hacı Tâli’) beyin dâimi benimle meşgul olduğunu, o havâlîye
geçdiğim takdirde çok sevineceğini ve beni gizliyeceğini, kendisinin yemin ile
benden haberdar edildiğini ve behemhal Bürhanyieye gitmemi istediğini anlatdı.
Hiç düşünmeden hazırlandım, geceleyin (4 5/ Nisan/1919) hareket etdim. (Hacı
Tâli’) beyin çarşı içindeki mağazasının fevkaanî bir odacığı bana tahsis
edilmiş. Orada müsâfir edildim. Odada karyola, küçük masa, sürâhi, bardak, ayna,
fırça, lâmba gibi şeyler var. Yanıbaşında da bir halâsı var. Caddeye bakan
penceresi perdeli, oh, dedim, kesretde ra’nâ bir vahdet!
Zavallı (Hacı dayı) bana kendi
eliyle sepet içinde yemek-, ler taşıyordu. İki gün geçdi, ruhum fazlaca
sıkılmıya başladı. Kendi vatanımda sırf Türklüğümden dolayı, ma’ruz kaldığım bu
felâket ve esâret gücüme gidiyordu. Hapishânede olsaydım eşlerimle, dostlarımla
konuşabilirdim. Daha rahat vakit geçirebilirdim. Mahbus ve mevkuflar da bana
enîs olabilirlerdi. (Şimit) in hakaaret tükrüklerine boğduğu Türk vatanperver(Simit)
in hakaaret tükrüklerine boğduğu Türk vatanperverleri bu havâlî halkından idi.
Beni Türk bir mutasarrıf, Türk bir me’mur ne diye taharri ve ta’kib ediyordu?
Balıkesir’de beni yakalamak için gece gündüz uğraşan (22) me’mur vardı. Ben
onlara ne yapmışdım? Benim hangi hıyânet ve cinâyetimi ta’kib ediyorlardı?
Va’d edilen (600) lira mükâfat mı onları böyle koşduruyordu?
Bu mülâhazalar beni, çok
rahatsız etdi. Müteessirdim. Bu teessürümden haberdar olmayan (Hacı Tâli’) bey
söz arasında dedi ki:
— Bugün kaymakam beyle konuşdum. «Livâ tazyik ediyor. Basri bey
yanılıp da bu havâlîye gelmese...» yolunda sözler söyledi.
Canım sıkıldı, bu gibi laflar
bana istiskal gibi geliyordu. Hakları da yokmuydu ya? Halbuki (Hacı Tâli’) bey
böyle bir ağırsanma kasdından tamamen münezzehdi. O, beni kendi hâlimde
bırakdı, aşağı gitdi, kafamın içi ateş gibi yanıyordu. Üzerimde bir rüvelver
de vardı. Böyle dostlara bâr olmak ne büyük azab idi! İşi âdetâ kökünden
halletme fikri depreşiyordu. Hattâ «Vasiyyetnâme» m de hazırlanmışdı. Refika-i
hayâtım bir anda karşıma dikildi:
— Bana acımıyor musun? dedi. Gözümden kayboldu. Bu, rü’yâ değildi
,hayâl değildi, hakikatdı. Bilâihtiyar ağladım, ağladım... (Beni bu âkibetden
asıl kurtaran dindarlığımdı, Allah’ın siyâneti idi).
Bir müddet sonra (Hacı Tâli’) bey karşımda.
Konuşuyoruz:
— Ne haber hacı dayı?
— Hayırlar.
— Kaymakam beyin adı ne?
— Salim Özdemir. (1)
— Bu adam Türk mü?
— Sapma kadar.
— Cesâreti nasıl?
— Henüz genedir, maamâfih, çok temiz kalblidir.
— Kendisiyle konuşabilir miyim?
— (Hayretle yüzüme bakarak) Bu nasıl olur canım?
—
Mâdem ki Türkdür, temiz
kalbli bir adamdır, onunla kolayca anlaşabiliriz.
(1) Sonra Balıkesir valisi oldu.
— Vallahi ben mes’ûliyyet kabul etmem! Sonra (Hacı dayı) sebeb
oldu deme!
— Yok yok, endîşe etme! bu isim bana mûnis geldi. Sen evvelâ (Hacı
Ali bey) i haberdâr et, gelsin görüşelim.
(Hacı Ali) bey (2)
merhum gelmişdi. Hacı dayı da dâhil olduğu halde üç kişi şu kararı verdik: «Ben
akşam karanlığında Hacı dayı ile birlikde Hacı Ali beyin evine gideceğim. (Müftü
hoca Mehmed bey) de kaymakam beyi, çay içmek üzere ve da’vetli olarak, alıp o
eve getirecek. Bir müddet istirahatden sonra ben, oturdukları oda kapısını
ansızın açıp yanlarına gireceğim, kendimi takdim edeceğim!.»
Bu karar aynen tatbik
olundu. İçeri girdim, (Hoca Mehmed) bey merhum beni öteden beri livâ
encümeninden tanıyordu. Bilâihtiyâr (O, o...) diyerek boynuma sarıldı, ben de
kendimi kaymakam beye takdim edip oturdum!
Kaymakam bey âdeta ne
söyleyeceğini bilemiyordu. Derin bir süküt hâkimdi. (Hoca Mehmed) bey kendini
toparlayarak benimle başıma gelen bu felâkete dâir konuşmıya başladı. Ben
anlatırken kaymakam da can kulağıyle dinliyordu. Kanâat getirdim ki bu zât
cidden temiz yürekli ve hamiyyetli bir adam. (Hoca bey) gazetemin yapdığı
hizmetleri takdir etdi. Kaymakam bey de «Hepimizin intikaamını siz aldınız» dedi.
Artık mahabbete dalmışdık. Muhtemel Yunan tehlikesine karşı alınması lâzım
gelen tedbirleri konuşuyorduk. Millî hareketler, çeteler, muharebeler
yapıyorduk! (3) Kaymakam beyle samîmi dost olduk. Tabîî kendisini müşkil vaz’iyyetde
bırakamazdım. Bu hususda te’minât verdim, dağıldık. Haydi ben de mağazanın
üstüne!
Ertesi gün (8/Nisan/1919) yine ateşler içindeyim,
kabıma sığamıyorum, taşmak, dışarı fırlamak, vurmak, vurulmak, ge-
(2) Bürhaniye’nin hamiyetli eşrafından. Vefat etmişdir. Muhterem «Enver
Güreli» nin pederidir.
(3) (Sâlim Özdemir) bey millî hareketlerin devamı müddetince fi’len
çalışmışdır.
Taertıpek, gebermek istiyorum. İhtimâl bu kara düşüncelerde
lıavasızlığın da büyük te’siri var. Bu sefer âilemin vaz’iyyeti de berii berbad
ediyordu. Başıma bir felâket geleceğinden her
an ürkerek bana öteden beri i’tidâl tavsiye eden refikam «Nazmiye» parasızdı.
O, hâlini kimseye açamazdı, babasına bile. Sonra hasta bir kadın... Of...
Ben, böyle kara kara düşünürken birden bire kapı açıldı.
Biri sımsıkı boynuma sarıldı. Bu, (Hâşim bey) di (Şimdi Balıkesir tekel
me’murluğundan emekli) Encümen-i dâimi arkadaşlarımdan (Gönenli Osman bey)
merhum tarafından gön■derilmişdir. O, beni Balıkesir’de hazırlanan bir
ihtifâgâha nakle me’murdu.
(Hâşim) bey memleket hakkında haberler getirdi. Menemen’den
hususî bir adamla gönderdiğim bir mektub vardı, âileme verilmemiş. Bir zaman
benim İzmir’de yakalanarak denizden İstanbul’a sevk ve ecnebilere teslim
edildiğimi, bir zaman İstanbulda asılarak (!) öldürüldüğümü, bir zaman da kollarım
kelepçeli olarak karadan yaya sevk olunduğumu işâa etmişler! Nihayet Eskişehir’de hayat ve sıhhatda olduğum işidilmiş. Sonra da Pelid köyünde bulunduğumu anlamışlar, sevinmişler. Benim Balıkesir’e naklimde ısrar eden de refikam olmuş. (Hâşim)
Beye verilen emir şu merkezde imiş: «İki günde Bürhaniyeye gideceksin. İki günde de geleceksin. Şu parola
ile Telgraf vereceksin. Biz de şehir hâricinde sizi karşılayacağız.» Halbuki
(Hâşim) Bey bir hiss-i kablelvuku’ ile bir günde gelmiş. Telgraf vermiye ve
bir gün fazla kalmıya muvâfakat etmedim.
Çok büyük lütuflarını gördüğüm (Hacı Tâli’) beye veda’ ve
teşekkür etdikden sonra sabaha karşı (9/Nisan/1919) yola çıkdık. Ben ve Hâşim
bey yaylı bir arabadayız, fakat arabacı benden haberdar değil! Arabada barut
sandığı var! (Hâşim) bey barut kaçırıyor! Yollarda ne kadar jandarmaya rastladık.
(Hâşim) Bey hepsini, işi sezdirmeden idâre etdi.
(9 10/Nisan/1919) gecesi şehrin civârında «Kızpmarı» mevkiinde barut arabadan indirilmiş, arabacıya destur verilmişdi!
(Hâşim) bey dedi ki: «Sen
Başçeşme kabristanında bekle, gideyim, (Osman) beye haber vereyim. Çünkü
program bozuldu. Nereye gideceğimizi bilmiyorum. Parolamız Maydanoz». O, şehre
gitdi, ben de kabristana doğru ilerledim. Aradan iki dakika kadar geçdi,
kabristanın kapısı yanlarında üç karaltı peydâ oldu. Bunların ikisi erkek, biri
kadındı. Erkekler sarhoş, Herifler galibâ karaltımı gördüler, istikametlerini
değişdirdiler.
Bir müddet sonra Hâşim Bey
gelmiş, beni aramıya başlamışdı. Birden bire yaklaşamadım. Parolayı duyunca
yanına gitdim. O, (Osman) beyi bulmuş,' rahmetli (Somali Hacı Hafız Cemil) ve
rahmetli (Abdulgafur) efendilerle birlikde oturuyorlarmış. (Osman) Beyi dışarı
çağırmış, ineceğim yeri öğrenmiş, gelirken o evin kapısını açık bırakdırmayı
te’min etmiş.
Şimdi iki kişi ellerimizde
rövelver ve bombalarla şehrin içindeyiz. Gâh polis devriyyelerinin ötdürdükleri
zehirli düdüklerin aksi istikaametleri takib ederek, gâh sıkışınca gölgeli
saçaklar altında gizlenerek ihtifâgâhımıza geldik. (Hâşim) Beye «Uğurlar olsun»
dedidm, içeri daldım. İhtifâgâhım öyle bir ev ki onun dört odasında üç âile
barınmakdadır ve bu üç âilenin ikisi ile diğer biri dargındır! Burada benim
için öksürmek bile kaabil değil!
«Eyvâh bu Bâzîcede bizler yine yandık!»
Ben yukarı katdaki karanlık
odadayım. Burada ikaamet için verilen ta’lîmâtın hatırımda kalan maddeleri
şunlar:
1 — Alt katdakiler yatıp uyumadıkça ben yukarıda hiç bir kıpırtı
yapamayacağım!
2 — Def’i hâcet için ancak iki vakit var: yatacağım zaman, sabaha
karşı kalkınca!
3 — Altdakiler uyanmadan ben her işimi sessizce bitirmiş olmıya mecburum!
4 — Geceleri ışık yakmak yasak!
5 — Muayyen iki vakıtda def’i hâcete çıkarken fevkaanî halâye
emekleyerek gidip gelmek şartdır! (Çünkü civar komşulara havaleler vardır.)
6 — Öksürmek, tıksırmak memnu’dur!
7 — Odamın arka sokağa bakan zemini kârgir ve kalın bir duvardan
ibaret penceresinin içinde oturacağım! Şâyed salonda bir çatırtı hissedersem
derhal pencerenin iç tarafındaki kalın perdeyi kendime siper yapacağım!
8
Kimsenin şübhesini celbetmemiş olmak için odanın
kapısını dâimâ açık tutacağım!
9 — Gece de olsa hârice, ya’ni sokağa çıkmak yasakdır!
10 — Ânî bir baskına uğrarsam fârelerin toplantı yerine,
hazırlanmış büyük bir yuvaya girip gizleneceğim!...
Bu ta’lîmâta tam bir sadâkatle
sarıldım. Öyle zamanlarım oldu ki ben halâda iken aşağıdakiler kalkdılar,
saatlerce içerde kaldım! Odama komşulardan kaç kişi geldiyse beni göremediler!
O komşular hâriçde samîmiyyetle yemin ediyorlardı ki ben o evde ve Balıkesirde
değilim!
Canımdan bezdim. Tabii hak ve
hürriyetlerin ne demek olduğunu o vakit daha iyi anladım. Kendimin Balıkesir’de
bulunduğumu kimseye hissetdirmemişdim. Hattâ (Osman) bey de ihtifâgâhımı
görmemişdi. (Hâşim) bey dahi benim orada ancak bir gece yatacağım kanâatinde
idi.
Aşağıdaki odanın sâkinleri ara
sıra gezmiye giderler, yahut odadan dışarı çıkarlardı. İşte o zamanlar benim
nisbî hürriyyete kavuşduğum en mes’ud demlerimdi.
Kayın pederim merhum
Sarfaklarlı zâde (Hasan Âbid) efendi (Ses) nâmına hâlâ mübâdele suretiyle
gelmekde olan bütün gazeteleri alır, muntazaman bana ulaştırırdı. Ben de onları
okur, mülâhazalarımı not ederdim. Onlar ne gazetelerdi! Onlar ne feci’ ve kara
mütâlâalardı! Ah «Ses» im!
Birgün mutasarrıf (Hasan Vassaf) beyin
Balıkesir’den kaldırıldığını ve yerine (Ahmed Hilmi) bey (1) isminde gene bir
(1) Bir zaman dahiliye vekâleti müsteşarı olmuşdu.
zâtin mutasarrıflığa ta’yin olunduğunu işitdim.
İhtimâl (Vassaf) bu âkibete beni yakalayamadığından dolayı uğramışdır.
(17/Nisan/1919): Ahmed Hilmi
bey Balıkesir’de işe başlamış. Vaz’iyyetini uzun uzadıya tedkik etdirdim. Namuslu
ve vatanperver bir Türk. İlk günlerinde kozmopolitler, tufeyliler onun etrafına
üşüşmiye başlamışlardı. Gitgide dağıldılar ve «Galibâ bu da onlardan» dediler!
Bilvâsıta ağzını yoklatdım. Hakkımda fenâ fikir beslemediğini, bil’akis beni
lütfen takdir etdiğini anladım. Artık kendisine Balıkesir’de bulunduğumu
duyurmakda bir beis görmüyordum. Her hangi tazyik karşısında beni gizlice
haberdâr etmesi kâfi idi. Bunu te’min etdim ve bu sâyede oldukça genişlemiş
oldum. Maamâfih bu anlaşmamdan ta’kib me’murlarımn ve muallim (Faik) Bey ile
(2) (Niyâzi) (3) ve (Osman) beylerden mâadâ hiç kimsenin tabîî, malûmâtı yokdu.
Ta’kibciler vazifelerini yapmakda yine serbest idiler. Gizleyemeyeceğini:
İhtifâ zamanlarımda beni sıkan mühim sebeblerden
biri de ba’zı aziz dostlarım olmuşdur. İçlerinden birine Balıkesir’e geldiğimi
bilvâsıta bildirmişdim. Bu haber ertesi gün ağızdan ağıza yayılmış, bu yüzden
tazyik artmışdı! Bu dostumun — devâm eden mütemâdi tarassudlara rağmen— benim
ihtifâ edeceğimi tahmin etdiği her evin kapısını çaldığını, «Basri burada
mı?» diye alenen ve yüksek sesle sorduğunu işiderek büsbütün pirelendim. Bu
azizlik bana çok pahalıya mal olmuşdu. Vâkıâ o dostumun şu alâkası beni
sevdiğindendi, düşmanlığından değildi. Fakat zavallı, vaz’iyyetin inceliğini
takdir edemiyor, beni kendisi gibi hür sanıyordu. Bu yüzden âilemin ve
akrıbâlarımm ma’ruz kaldıkları halecanlar, ıztırablar çok büyükdür.
Atalarımızın «Söyleme dostuna, söyler dostuna» ve«Söyleme dostuna, saman
doldurur postuna» savlarının ne büyük hakikat olduğunu o zaman daha iyi
anladım.
(2) Baş öğretmen (emekli).
(3) Avukat (Niyazi Akyürek). O da vefât etdi.
Diğer ba’zı dostlarım da
birbiriyle kavga etmiye başlamışlar:
— Basri’nin gizlendiği yeri biliyorsun da söylemiyorsun!
— Hayır, sen bildiğin halde!...
— Eğer yerini bulamazsam yüzüme tükürsünler!
— Bu adam ne katı yürekli imiş yahu! Bizi hiç de sevmiyormuşü
Bir zaman (Niyâzi) Beyin
evinde bir mahzende saklanmakda olduğum duyulmuş! Haydi oraya hücum!...
Bunlar büyük falsolardı.
Zamânın ve muhitin şartlarını ve benim içinde bulunduğum vaz’iyyeti
düşünmemekden ileri geliyordu. «O zaman ve muhit» diyorum. Bir tarafda gayri
müslim vatandaşlar, diğer tarafda kozmopolitler, aleyhlerinde yazı yazdığım
azılı şakiler, İngiliz muhibler cem’iyyeti erkânı, ta’kîb me’murları ve nihâyet
İngiliz mümessili ve şâire. Bütün bunlar teşkîlâtlariyle beni arıyorlardı.
Eşkiyâ evvelce dağlarda idi, af ve istîman sâyesinde şimdi silâhlariyl'e,
kamalariyle şehirde dolaşıyorlardı ve bunların başmda bulunan adam da o zaman
gûyâ ta’kib kumandanı olan meşhur (Ahmed Anzavur) idi!! (x)
Bir aralık yerim
keşfedilir gibi oldu, derhal değişdirdim.
Şimdi burada binnisbe
daha serbest ve eminim.
*
**
15/Mayıs/1919 akşamı Gönenli
(Osman bey) merhumla ve (Niyâzi) beyle mülâkat etdik.
Bugün sevgili «İzmir» imiz Yunanlılar tarafından
işgal edilmiş, bir çok fâcialar yapılmışdı. Ben ağlıyordum (Osman bey)
ağlıyordu, (Niyâzi) ağlıyordu. (Osman) beyin biricik itimad etdiği adam ben
idim. Akşam üstü «Varnalı
Zâde İsmail Hakkı» bey kendisini görmüş:
(x) Yunanlılarla harb ederken bizi arkamızdan
vurmak, istiyen adam (Vahdeddin) in halîfe ordusu kumandanı.
— Ne duruyoruz? millî bir müdâfaa hey’eti teşkil etsek ya...
Demiş, o, da:
— Ben akşam düşüneyim, yarın konuşuruz. Cevâbını vermiş. Maksadı
da benimle görüşmek imiş.
Bu vâdîde uzun uzadıya
konuşduk. Millî müdâfanın kat’î bir zaruret olduğunu, zâten fikirlerin daha
evvelden beri hazırlanmış bulunduğunu tesbît etdik. Eşhas üzerinde dolaşdık ve
kendimizce gizli bir proğram yapdık. Verdiğimiz karara göre ben de artık
ihtifâgâhımdan çıkacağım. «KepsuU ve «Dursunbey» havâlisinde, kendi
mes’ûliyyetim altında, ya’nî millî müdâfaa hey’etine merbut addedilmemek ve
onları ve mutasarrıf beyi ecnebî mümessile ve Dâmad Ferid hükümetine karşı müşkil
mevki’de bırakmamak şartiyle fa’âliyyete başlayacağım. Dört saatlik konuşmadan
sonra (Osman) ve (Niyâzi) beyler gitdiler.
O günlerde Balıkesir’de
Varnalı zâde (İsmail Hakkı) beyin mes’ûliyyeti altında çıkmıya başlıyan (Söz)
gazetesine (Huznî) nâm-ı müsteâriyle manzumeler gönderdim. Bunlar ihtilâl
şiirleri idi.
Kuvây-i milliyyenin
kuruluşundaki temevvücâta ve onlara âit hâtıralara elimden geldiği kadar,
temas etmemeye çalışacağım. Ancak, şu kadarına işâret edeyim ki o zamanlar her
ağızdan çıkan muhtelif sesler vardı. Bugün her şey bitdikden ve her tehlike
geçdikden sonra hamiyyet ve vatanperverlik dellâllığma kalkışmak istiyen dar
kafalı ve küçük ruhlu bazı zübbelerin o kara günlerde aldıkları menfî
tavırları, vaz’iyyetleri o kadar iğrençdi ki? Eğer memleket onların, o
beyinsizlerin dileğine göre yürümüş olsaydı vatanda ne millî müdâfaa vardı, ne
Türklük, ne istiklâl!
Balıkesir’de millî müdâfaanın
teessüs ve temerküz edebilmesi, hakîkî fazîlet ve nâmus erbâbımn derhal
vaz’iyyete hâkim olarak âmmeyi emniyyetle, fütursuzca arkalarından sürüklemiye
muvaffak olmaları sâyesindedir. Bu muhakkakdır.
İlk zamanlarda (Yusuf
İzzet Paşa) merhumun ve burada.
bulundukları esnâda mutasarrıf (Hilmi) ve
jandarma alay kumandanı miralay (Hurşid bey) lerin de bu hususda büyük
himmetleri sebketmişdir.
20/Mayıs/1919 günü akşamı gece
yarısına doğru hala zadem
ve kayın biraderim (Vehbi) merhumla birlikde atlara binerek «Kepsüd» e
yollandık; birer çete kıyâfetinde idik. Nahiye müdürü (o zaman Kepsüd nahiye
idi) (Emin bey) merhum bizi (Sıtma pınarı) mevkiinde karşıladı. Doğruca onun
evine gitdik ve bir kaç gün orada kaldıkdan ve itimad eddiğim adamlarla,
bilhassa hacı Ahmed ağa zâde rahmetli (Nâfiz efendi) ile konuşdukdan sonra,
(Emin) bey de (1) birlikde olarak, alenen köylerde dolaşmıya başladık. Artık ne
muallimlik, ne fıstık tüccarlığı yokdu, çetecilik vardı. Omzumda ağır bir
İngiliz mavzeri, belimde kama, bomba, göksümde kat, kat fişenkler, dürbin. Her
gitdiğim köyde açıkdan hitâbeler veriyordum.
Emin beyden işitdim ki
gazetemdeki yazılarımdan çok müteessir olmuş olan (Çerkeş Edhem) ve kardeşi
(Reşid) beyler daha evvel o havalide günlerce dolaşmışlar, adamlarını
gezdirmişler, beni aramışlar. (Emin) beye «sen Basri’nin nerede olduğunu bilirsin,
onu kurtaracağız! aman, haber ver!» demişler. O da bilmiyorum diye yemin
etmiş! Maksadları belki öyle idi.
Ben hayli zamandır dağlarda gezen, istîman
etmeyen (Kürseli İzzet) efeye haber göndermişdim. (Emin) beyin bulunmadığı bir
zaman ve mekânda onunla buluşarak görüşdüm. (İzzet) Susığırlığın «Kürse»
köyünden halis bir Türkdü ve maiyyetindeki altı arkadaşı da muhtelif Türk
köylerinden seçilmiş cesur adamlardı. Onlarla mutâbık kaldım ve kayıtsız
şartsız emrime tebeiyyet etmelerine and içirdim. (Emin) bey
(1) (Emin) beye demişdim ki: «Sen me’mursun, bizimle gezme! Senin
yalnız himayen kâfi!» Merhumun bana verdiği cevab şudur: «Millet esir oldukdan
sonra benim me’muriyetim yerin dibine batsın!» O zaman «Kepsüt» ııâhiye idi.
merhum da artık onları ta’kîb etmeyecekdi.
Geldiler onun da elini öpdüler.
«Kepsüd» ve havâlisinde
dolaşdığımız köylerin maalesef isimlerini bile unutdum. Hatırımda kalanlar
şunlardır: «Dereli, Serçeören, Kansız, Alagüney, Maftaros, Kalburca, Bey, Tekke,
Uncukırı, ve şâire...»
Tekke köyünde (Hüseyin ağa)
nın evi karargâhımdı. Toplantıları da ıssız ve emin bir yer olan (Ayni Ali)
(İnebey) türbesi önünde veya dâhilinde yapıyorduk.
Balıkesir’le dSimî
irtibatdayım. Bu irtibâtımı hususî postamız (Deli Mehmed) (2) vâsıtasiyle
te’min ve tanzim eden de nâhiye müdürü rahmetli (Emin) bey olmuşdu.
(Osman) bey bana ne candan
mektublar yazardı ve ben ona ne ruhdan cevablar verirdim. Gerek o mektublar,
gerek benim cevablanm ve her günkü notlarım hep merhumun büyük kızı (Kadriye
hanım) da toplanırdı. Benim için çok göz yaşı döken bu hamiyyetli hanım o
yazılarımı ihtimam lie koynunda saklardı. .Valideleri (Fatma hanım) da hasta
refikamın dâimî tesliyeti ile meşguldü. Zaman bana, başda o âile olmak üzere,
bütün iyilik edenlere karşı şükran borçlarımı ödemek fırsat ve imkânını
vermediğinden çok müteessirim. Bununla berâber beni ma’zur göreceklerinden de
emînim.
(30/Mayıs/1919) da (Osman) bey
merhumdan mühim bir mektub aldım. Bu mektubda «Ayvalık taburu® kumandanı (Ali
bey) in dün Yunanlılara ilk millî kurşunu atdığım, Ayvalık cebhesinde
Yunanlıları bozduğunu tebşîr ediyordu. Bu kahraman ve kurtarıcı kurşunun
şerefine efelerle candan bayramlar etdik. (Bu Ali bey meşhur Ali Çetinkaya bey
merhumdur).
(İstırat vaz’iyyetin küçük bir hülâsası): Bir
taraf dan (Da-
(2) Bizde «deli» adı alel’efcser cesur akıllılara verilir. Saraç
köylü deli (Mehmed) de öyleydi. Çok temiz ve hamiyyetli bir adamdı. Mühim
zaman ve hâdiselerde «Kepsüd» den »Balıkesir» e yaya bir buçuk saatde giderdi,
yine dönerdi. O da vefât etdL
mad Ferid hükümeti, diğer tarafdan livânın ba’zı
mıntakalarındaki ve Balıkesir’deki ecnebi mümessil, millî müdâfaaya olanca
şiddetleriyle mâni’ olmak isterlerken Yunanlılar, cenubdan şimâle, garbden
şarka doğru kasıp kavurarak ilerliyorlardı. îmanlı halk, bütün bu mümâneatları
tanımamak suretiyle başlı başına kurduğu müdâfaa teşkilâtının ilk kuvvetini 5/Haziran/1919
târihinde «Akhisar» a doğru şevketmiş ve bu hareket neticesinde «Akhisar»
düşmandan kurtarılmışdı: 10/ Haziran/1919. O zamana kadar Yunanlılar «Menemen»
i, «Manisa» yı ve «Akhisar» ı da istilâ etmişler, «Kırkağaç» ve «Bergama»
önlerine kadar dayanmışlardı. Bil’âhare denizden çıkardıkları yeni kuvvetlerle
de «Bergama» üzerine yürüdülerse de Balıkesir evlâdları yine onların
karşılarında göründü. Ancak orada BergamalI şakî (Hamid Çavuş) un ihâneti yüzünden
büyük bir fâcia çıkdı.
Ondan sonra Balıkesir «Soma»
ya doğru kuvvetler şevkine başladı. Artık «Soma cebhesi» tamâmiyle tesbît ve
tanzim edilmiş, bundan başka «Akhisar cebhesi» ne de ehemmiyyet verilmişdi.
Orada dahi düşman tamâmiyle durduruldu. Salihli ile diğer cebhelerdeki millî
hareketler bundan sonra başlamışdı. Sonra «İvrindi» taraflarında da bir cebhe
teşkil edilmişdir.
Balıkesir’den çıkanlan ilk
millî kuvvetlerin kahraman ve fedâkâr kumandanı hemşehrimiz erkânı harb (Kemâl
bey) (1> di. Kemâl bey, millî harbin nihâyetine kadar Soma cebhesi kumandanlığını
büyük muvaffakiyyetle idâre etdi.
Erkânı harb miralayı (albay) «Kâzım bey» in (2)
de Balıkesir’de kuvâyî milliyye heyetlerinin teessüsünden bir zaman sonra
Balıkesir’e gelerek, (Şimal mmtakaları) kumandasını eline aldığını, berâberinde
gelen (Vasıf bey) (3) in «İzmire
(1) General (Kemal Balıkesir). Şimdi emeklidir
(2) General (Kâzım Özalp), eski Balıkesir millet vekili. Emekli.
(3) Eski maârif vekili ve Moskova büyük elçisi (Vasıf Çınar) bey
merhum.
Doğru» adında bir gazete neşrine başladığını,
eski mutasarrıfımız (Hacim Muhiddin bey) in (4) de Balıkesirde merkez heyeti
reisliğine intihab edildiğini sevinçle haber aldım. Bu zâtlerin hangi
tarihlerde geldiklerini ve vak’alarm târih sıralarına göre seyrini bugün
ta’yîn edemiyeceğim. Maamâfih bunlar, (kaçaklık devri) min yâkın mevzularından
da şimdilik hâricdir.)
*
* *
Balıkesir hey’eti birinci
müdâfaai hukuk kongresini hazırlamakla meşgul. Şimal cebheleri dâhilindeki
murahhasların tamâmen iştirâk edeceği bu kongreye çok ehemmiyyet veriliyordu.
«Kepsüd» den de murahhas istendi, hatırımda kaldığına göre belediye reîsi
(Şâkir efendi) merhum intihab olundu... 28/Haziran/1919 dan 13/Temmuz/1919
tarihine kadar devam eden bu kongre, millî müdâfaa işlerini daha sağlam
esaslara bağlamışdır. Şâkir efendiyi celbetdim, konuşduk. Zavallı neler
yapıldığını bana bir türlü anlatamadı! Yalnız «Çok şeyler oldu» diyebildi!!
Sonra (Osman) Beyden aldığım
uzun bir mektubla tenevvür etdim. Bu mektub bana ayni zamanda şu mühim ve
gizli haberi de müjdeliyordu: «Anafartalar kahramanı (Mustafa Kemal Paşa)
isyan etmişdir. Anadoluda millî bir vahdet ve hükümet te’sisine çalışıyor.
(5)»
Bu haber bizi çok sevindirdi.
Demek, artık hükûmetsizlikden ,başsızlıkdan kurtulacağız, millî hareketleri,
millî emelleri umumî bir emir ve kumanda altına sokmuş olacağız.
*
**
(10/Ağustos/1919) (Ayni Ali) hazretlerinin türbesi civâ-
(4) Balıkesir millet vekili oldu.
(5) Filhakika müşarünileyh 19 mayıs 1919 da «Samsun > a çıkarak millî ve büyük
vazifesine başladığını, 23 temmuz -: 1919 da da «Erzurum kongresi» nin in’ikad
etmiş olduğunu bil’âhare öğrendik.
rında geziyordum. Karşıdan bir at
şakırtısının yaklaşmakda olduğunu duydum. Biri indi, bana doğru ilerlemiye
başladı. Bu, Kepsür jandarma karakol kumandanı (Bayram Çavuş) merhum idi. «Ne
haber?» dedim, «Haydi, sizi Kepsüde götüreceğim, Mutasarrıf Hilmi ve Kâzım
beyler istemişler. Akşama sultanî mektebinde (lise binâsmda) gizli bir içtima’
varmış, sizi da’vet ediyorlar» cevâbını verdi.
Adetâ alıklaşmışdım.
Acabâ Balıkesir’den ecnebi mümessil mi gitdi. Bana «aman gelme, görünme» diye
haber gönderen kuvâyi milliyye heyeti mi kudret kazandı?
Köyden atımı getirtdim,
(Vehbi) ye ve (İzzet) e haber yolladım, yola düşdük. Henüz beş dakika
ilerlemeşdik, bir çok istikbalcilerle karşılaşdık. Bunlar başlarında nâhiye
müdürü Emin bey merhum olduğu halde Kepsüddeki eşrâf ve ehibbâ idi. Atdan
indim. Hepsi ile müsâfahalar yapdık, beni doğruca Kepsüd belediyesine
götürdüler. Halk sevinçle ziyaretime geliyordu. Fakat nedense dilim
tutulmuşdu! ağzımdan bir kelime bile çıkmıyordu! yadırgıyordum, âdetâ vahşî
olmuşdumBir saat sonra açıldım, vahşetim oldukça zâyil oldu. İzzet çetesini
teşkil eden yedi arkadaş, (Vehbi) ve ben atlarla Balıkesir’e doğru hareket
etdik. «İrvana» köyünde bir dostum var: (Hacı Yakub efendi merhum .Önün
harmanına uğradık, bir zaman beni tanıyamadı. Nihayet tanıyınca boynuma
sarıldı. Orada birer kahve içdik, aşağıki dere boyunu ta’kîben ilerlemiye
başladık. Köylü, bizi eşkiyâ zannı ve (Hacı Yakub) efendiyi soydular vehmi ile
silâhlanmış, tepeden kurşun atmıya kalkışdı! Kurşunlar cızlayarak
kulaklarımızın dibinden geçiyordu. (İzzet) mendilini salladı, silâh sesleri
kesildi. Yolda efe yalvarıyordu:
— Bana izin ver de dönerken şu adamları biraz okşayayım!
— Hayır olmaz, yanlışlıkdır.
— Ya efendi, bu kadar zahmetden sonra mâazzallah sizi vursalardı?
— Mukadder ne ise o olur.
— Recâ ederim.
— Hayır!.
— Peki efendim.
Şehir civarındaki (Gümüş
Çeşme) mevkiine gelmişdik. (İzzet) şehire ve şehirlilere güvenemiyordu. Ben de
onu belki o gün için kurtaramayacakdım. İzin verdim. Haber gönderince gelmek
üzere halâllaşarak döndüler.
Şehirin sokaklarından geçerken
herkes bana sevinçli, fakat endişeli nazarlarla bakıyordu. Eve geldim. Akşam
«Sultanî mektebi» ne (lise binâsma) gitdim.
Mektebin ikinci katında müdür
odasmdayız. Şimâl mıntakaları kumandanı «Kâzım» Bey, mutasarrıf «Hilmi», Köprülü
«Hamdi» (1) beylerle tanışdık Yeşil Gönenin biricik efesi ve efendisi rahmetli
(Osman) Bey de orada.
«Hilmi» Bey Maksadı
içtimâi kısaca îzah etdi:
4/Eylül/1919 da (Sivas) da bir
kongre kurulacak, sizi murahhas göndereceğiz, ne dersiniz?
Cevab verdim:
— Hayhay, ecnebî (İngiliz) mümessilin müdâhalesinden kurtarmayı ve
işgal mmtakasmdan sâlimen geçmemi te’min edersiniz tabiî.
Kâzım bey:
— Artık müdâhale mevzu-ı bahis değildir. İşgal mmtakasmdan da
sâlimen geçebilirsiniz. Ne vakit hareket edeceksiniz? dedi.
— Hazırım.
Dedim, bundan sonra kongrede mevzu-ı bahs
olabilecek maddeler etrâfında konuşuldu. Kâzım, Hilmi ve Osman beylerle fikren
ve tamâmen anlaşdığımız halde Hamdi beyle bir noktada mutâbık kalamadık.
Aramızdaki münâkaşa hayli büyüdü. (2)
(1) «Edremit* kaymakamı idi. (Damat Ferid) hükümeti taratmdan azledilmişdi.
Kuvâyi milliyye heye’ti âzasından. Şehîden vefât etdi.
(2) Bu münâkaşanın tarzını yazmak istemiyorum. Herkesin kanâati muhteremdir.
(Hilmi) beye sordum:
— Yarın şehir içinde serbest gezebilir miyim?
Dedi ki:
— Hay hay... Maamâfih bir tehlike çıkarsa sizi derhal haberdâr
ederim.
Ayrıldım. Ertesi günü evden
çıkdım, özlediğim ehbablarımla konuşuyordum. Herkes tehassürle yanıma geliyor,
«Geçmiş olsun, hoş geldiniz» diyordu. Sağa sola sapa sapa hükümet
(Anafartalar) câddesindeki (Hacı İshak türbesi) (3) bitişiğindeki Çakır’m kahvehânesi
önünde arkadaşlarım bir hilâl-i uhuvvet şeklinde karşımda idi. Çay içerken
Zirâat Müdürü (Hüdâî) Bey telâş ile geldi ve kulağıma şu sözleri fısıldadı:
— Şimdi ecnebi mümessil, mutasarrıf beye gelmiş. Ültümatom vermiş
«(Basri) gözümüzün önünde geziyor! Şimdi isterim!» demiş. On dakika sonra sıkı
ve ciddî araştırma ve ta’kîb başlayacak. Haber veriyorum!...
Oradan kimseye hissetdirmeden
çekildim, uzaklaşdım. Nereye gideceğimi bilmiyordum. Kıyâfetim akşamki
toplantıdan i’tibaren efendi kıyâfeti idi. Üzerimde bir rüvelverden başka da
bir şey yokdu. Belki bir çarpışma olur mülâhazasiyle şehir hâricindeki
(Garibler) mezarlığına doğru gitmiye başladım.
Çok mütehevvirdim.
Evime gidemezdim. İhtimâl hâlâ giz
li gizli de ta’kîb ediliyordum. Mezârlığa yaklaşdığım zaman tesâdüfen
karşıma (leblebici Raşid) efendi (4) çıkdı ,ona vaz’iyyeti kısaca anlatdım.
Beni evlerine aldı. Orada birkaç gün müsâfir kaldım, ta’kîbatdan da bir netîce
çıkaramadılar.
(Raşid) efendi ile küçük kardeşi merhum (Receb)
in ve vâlidelerinin o günlerde hakkımda gösterdikleri büyük insânıy-
(3) Şimdi müskirat dükkânıdır.
(4) İzmir işgalinin ikinci günü saat kulesi dibinde o zamanki «Okuma
Yurdu» nda yapılan memleket ictimâında:
— Lâfla bir şey
olmaz. Kurtuluş silâhın namlusundadır! diyen zât.
yetleri unutamayacağım. Yalnız gramofon plâkları
içindeki «Bu gençlikde neler geldi garib başıma» mısra’lı şarkıyı hâlâ af
yedemiyorum! O şarkı beni ağlatdı.
Kayın pederimin evine gitdim. Orada bir hafta
kadar kaldım. Bir akşam (Vehbi) âilesine öfkelenmiş. Ben de yukarıda şu
kelimeleri işitdim.
— Bağıracağım, isterse o da duysun! (Beni kasdediyordu).
Vehbi bana candan merbutdu. Böyle bir hareketini
hiç görmemişdim, onun için müteessir olmuşdum. Sabahlayin kalkdım. Dağ
elbiselerimi giydim, çizmelerimi ayağıma çekdim, mavzerimi ve müteferriâtını
aldım, (Vehbi) nin olanca recâlarına rağmen sokağa fırladım. O da silâhiyle
arkamdan geliyordu. Zavallı beni yalnız bırakamıyordu. Ben artık önüme geçen
her mânii devirecekdim. Asıl hedefim de bana, benim memleketimde serbestçe
gezmek hakkını bile çok gören ecnebi mümessildi.
(Osman) beye evimden haber göndermişler, o da kol
kol insanlar çıkarmış. Beni yalvara yakara kuvây-i milliyye hey'et-i
merkeziyyesinin birinci karargâhı olan (Darünnafia) (5) ya götürdüler.
(Osman) beyle kavga eder gibi konuşuyordum. Artık
bana gölge etmemelerini istiyordum. Merhum beni güç hal ile teskin etdi ve
daha evvelden hazırlatmış olduğu bir arabaya bindirerek ve âilemi de aldırarak
yine «Kepsüd» e, o vefâlı yurda gönderdi .
İlk akşam (Emin bey) merhumun evinde müsâfir
kaldıkdan sonra kiraladığımız çırılçıplak bir eve yerleşdik (6). Orada bir
müddet ikâmet ve istirâhati müteakib (İzzet) çetesiyle birlikde yine dağlarda,
köylerde gezmiye, dolaşmıya başladık.
(5) Şimdiki «Ali Şuurî» ilk okulu. Hey’eti merkeziyye odası, idi.
(6) Merhum (Hüsnü Karabey) in evinden gelen kilim, döşeme ve kap
kacakla ihtiyacımız mükemmelen te’min edildi.
(Sivas) Kongresi 4/Eylül/1919 da kurulmuş, 13/Eylül/1919 da
müzâkerelerine son vermişdi. Hattâ (Mustafa Kemal) imzalı telgraflar alıyorduk. 19/Tş. Sâni/1919 dan
29/Tş. Sâni/1919 a kadar devam eden «üçüncü Balıkesir kongresi» ne de
maatteessüf iştirâk edemedim. Kış gelmişdi, hey’et-i merkeziyyeden hâlâ bir ses
yok! Anladım ki ben ancak kendi silâhımla kurtulacağım. Her mes'ûliyyet
tarafıma âid olmak üzere 27/Kâ. Evvel/1919 da Balıkesire geldim. Müsellehan ve
alenen gezmiye başladım. «İzzet çetesi» de berâberimde idi. Ondan sonra ne
mümessil kaldı, ne tarassud, ne hafiyye ve câsus, ne korku!
Yaşasın hürriyyet!
*
**
Oğlum, dokuz ay on gün devam eden bu kaçaklık devrimden
sonra sanki bir çocuk gibi yeniden dünyâya gelmişdim. O kara günlerimde, hele
para hususunda, çekdiğim sıkıntıları hâlâ unutamıyorum. Bununla berâber
kimseye yük olmamaya çalışdık. Göksümdeki eski ve müannid bronşit kaçaklık
devrinin yâdigârıdır.
Evlâdım, şu günler hayâtımızın en mes’ud günleridir. Ne bir
tek düşman, ne (Damad Ferid) kalmadı. Artık istiklâlimize kavuşdurk. Artık
Türkiye bizimdir ve şimdi siz, babanızın senelerce evvelden beri sayıkladığı
güneşin altında hür ve müstakil yaşıyorsunuz.
Bu
günlerin kıymetini iyi, çok iyi bilin evlâdım.
Not: Benim yakalanmamak için ihtiyar etdiğim bunca zahmet ve meşakkatler sırf ecnebilere ve hâin hükümete esîr ve hakaarete dûçâr olmamak ve kaçaklık hâlinde de elimden geldiği nisbetde vatanıma hizmet etmek içindir. Buna muvaffak olabildimse ne mutlu bana.
SES’DEN İKTİBASLAR
(Kara günlerin küçük manzaralarını ve
iniltilerini, o zamâna göre, dile getirmiye çalışan «SES» den birkaç iktibas) :
Eşkiyalık
derdi
17/Teşrini evvel (Ekim)/1918
Şimdiye kadar
çekdiğimiz çileler yetmiyormuş gibi başımıza bir de eşkiyalık belâsı musallat
oldu. Harbin ve tedbirsizliğin doğurduğu bu dâhiye herşeyden evvel ortadan
kaldı-
rılmadıkca bizim için kurtuluş imkânı yokdur ve
olamaz. Çünkü dört senedir devam eden felâketli muharebenin köy kulübelerinde
bırakdığı boşluklar, saçdığı pek acı sefâletler ve yoksulluklar ancak emniyyet
ve âsâyiş ile doldurulabilir, tâ’mîr edilebilir. Böyle olmadıkça
memleketlerimizin âkibeti maâzallah yine ve daha çok fenâ olacakdır.
Bizde eşkiyalık derdinin en
fazla yüklendiği yerler köylerdir. Halbuki enginde ve uçurumda bulunan devlet
gemisini selâmet kıyısına ulaşdırabilecek kuvvet yine köylerdir. Köylüler
şimdiye kadar her belâya sabretdiler, hükümetin bütün dileklerine ,buyuruklarma
eyvallah dediler, memleketi —kadın ve çoluk çocuklariyle çalışmak suretiyle—
doyurdular, orduyu beslediler. İstedikleri yalınız bir şeydi: «Memleket kurtulsun,
müslümanlık dirilsin».
Fakat bin çeşid felâketlerin üzerine
tüy diken bu eşkiyalık beliyyesi o zavallılara herşey’i unutdurdu, dünyâya
geldiklerine bile peşîman etdirdi.
Vatan düşmanların çizmeleri
altında ezilirken, varlığımız haysiyyetimiz çiğnenirken gözlerini velînîmet
köylülere çeviren şakiler; kimsesizlik, hastalık, millî endîşeler içinde kıvranan
o bedbahtlar üzerinde yaman bir derd kesilmişdir.
Köylü ilk zamanlarında
eşkiyâyı avutabilecek kadar ahırında hayvan ,kesesinde para, anbarında ekin
bulabiliyor, bunları vermekle canını kurtarmıya güc yetirebiliyordu. Fakat
günden güne bir tufan gibi akıp gelen ve çoğaldıkça çoğalan eşkiyâ sürüleri
karşısında, zavallı, bundan da mahrum kaldı. Hattâ köylerde âile sandığına
mahsus eşyâ ile âile nâmusuna varıncaya kadar hepsi yağma edildi, yırtıldı. Ya
son ümidlerle sallanıp kalan hayatlar... evet, bunlar da didiklendi;
parçalandı.
Bacası tüten, fakîr, zengin
herkesi doyuran, köylerinde köşe taşı gibi oturan ağalardan sağ kalanlar bugün
bir lokma-
yı bulamayacak
bir hale gelmek üzeredirler. Bunlar köylerin temel direğidirler ve o direklerin
yıkılması, bütün ocakların sönmesi demekdir. Yeşil tarlalarını, sevimli
hayvancıklarını, dede ve baba kabirlerini bırakarak kasabaların vefasız kucağına
atılan ağalar bugün hıçkırıklarla ağlıyor, bir nur, bir çâre, bir kurtuluş
yolu arıyor. Kırlarda, obalarda ve hattâ nâhiyelerde bugün hâkim olan kuvvet
—saklamayalım ki— eşkiyâdır.
Hükümetin kanunu susdurulmuş, adâleti kaldırılmışdır. Bu
hallerin devâmı bizim ebedî batmamızdır. Pâdişâhın afvinden bile ibret dersi
alamayan ve günler, dakikalar geçdikce çoğalan eşkiyâ hakkında fevkalâde
tedbirler kurulması artık farz oldu.
Biz vak’alar ve şahıslar üzerine şimdilik birşey yazmak istemiyoruz.
Çünkü sükûnete son derece muhtâcız. Dimağlarımız yorulmuş, vuran kalblerimiz
dinmişdir.
Fakat — hele herkesçe belli olan son hâdiseler üzerine olsun—
ehemmiyyetle dikkat gözünü çekmeyi vazife biliriz. îslâmda kavmiyyet (ya’nî
ırkçılık) yokdur, kardeşlik vardır. Akan bir damla kan bile bizim için pek elîm
bir zarardır. Binâen’aleyh çarpışan kuvvetlerin derhal önüne geçmek, şekavetde
dolaşarak hâlâ köyleri soyan, son ümidlerimizi de söndürmek üzere bulunan
adamların zulümlerine nihayet vermek lâzımdır. Allah’ın binasını yıkanlara
karşı sabr ile seyirci kalmak nasıl doğru olur?...
Âsâyiş mes’elesl
24 Teşrini evvel (Ekim) 1918
Hükümetlerin
kurulmasından birinci maksad, halkın hak-
Not: O devirlerde
Çerkeş şakilerle Arnavud şakiler birbirine düşman olarak çarpışıyorlar, fakat her iki zümre de
zavallı Türk köylülerine olanca zulümleri, işkenceleri yapmaktan geri
duymuyorlardı,
larinı
çiğnetmemek, güçsüzü güdüye ezdirmemek, kısaca emniyyet ve adâleti takrir ve
tevzi’ etmekdir. Diğer vazifeler hep bu temel üzerine kurulacak fer’î ve tâlî
şeylerdir.
Cihan Harbinin belirmesi ve dört seneden fazla devâmı yüzünden
hükümet dahilî emniyyet ve âsâyiş işlerine gereği gibi bakamadı. Memleketde
inzibatı başaran jandarma kuvveti harb cebhelerine gönderilmişdi. Esâsen eli
silâh tutan gençlerimiz de cenge koşmuş, mevcud ehâlîmiz ise yalınız ihtiyarlarla
kadınlardan ibâret kalmışdı.
Gerek harbden kaçan ve gerek ba’zı müsâmahalar ve menfeatler
sonunda köşede bucakda kalan kimseler bu yalınızlığı ve zamânın yağma zamâni
olduğunu fırsat bilerek ufak tefek hırsızlıklara ve nihayet eşkiyâlığa
başladılar.
İlk zamanlarda pek basît, fakat devamlı tedbirlerle bunun önüne
geçmek kaabildi, fakat hükümet gözünü bir türlü iç hallerimize çeviremedi,
eşkiyâlık artdıkca artdı.
Hele son zamanlarda coğrâfî kuruluşu i’tibâriyle Anadolunun en
mühim bir memleketi olan Livâmız o hâle geldi ki kimse malından, canından,
ırzından emîn olamıyordu. Eşkiyânın — hem defeâtla — baskınına uğramayan hiçbir
köyümüz kalmadı. Bu baskınlarda nice mallar yağma, paralar gasb, hayatlar ifnâ
ve nâmuslar hetkedildi. Büyük muhaarebenin eritdiği nüfus, mahvetdiği servet
yetişmiyormuş gibi şekaavet belâsı da köylerimizdeki bakıyye-i hayât ve samanı
âdeta söndürmüş, kurutmuşdur...
Evet, ateş saçağı sardığı bir zamanda ta’kîb vazifesiyle uğraşmıya
başlayanlar bu işi üzerine lâyıkı ile mal etmedikleri gibi eşkiyâlığın bil’akis
artmasına —bilerek, bilmeyerek — yardım etmişlerdir. Hodgâmlık, tehakküm,
ihtiras ve menfeat gibi çirkin şeyler onları esâs vazifelerinden uzaklaşdırmış,
eşkiyâdaki az çok korkuyu da kaldırmış, onları şımartmışdır.
Şimdi öyle bir felâket karşısında bulunuyoruz ki her gün,
her saat ve her
dakika ölüme mahkûmûz. «450.000» nüfusu kucaklayan bu koca livada, bu târihî
memleketde yükselen, haykıran, haakim olan yalınız bir ses var: Eşkiyâ sesi! Bu
ses karşısında — hayır bu ses karşısında değil— şakilerin silâhı karşısında
herkes korkmuş, ürkmüşdür. Yalınız bir kaç günlük vak’alardan
işidebildiklerimizi gösteren eşkiyâ haberleri (x) şimdiye kadar yapılan
zulümlerin yanında vız kalır.
Fakat bu hal, bu felâket devâm edemez. «600» küsûr sene evvel
Osmanlılığı diriltmiş, başdan başa Rumeliyi fethetmiş olan bu itâatli memleket
halkı ve ahfâdı artık hükûmetden bir azm, bir cesâret, bir icrâ istiyor.
Sulhun akdinden sonra eşkiyâlığm tabiatiyle kalkacağını
zannetmek hatâdır. Asıl bundan sonradır ki bugün elindeki sapamnı, tohumunu
bırakarak, sabahlara kadar siperlerde ak sakalı ile nefs müdâfaasına mecbur
kalan ihtiyarların arslan yavruları köylerine dönecek ve yapılan zulümler
karşısında kükreyerek onlar da intikam sevdâsına düşecekdir.
Ey şakiler, bu intikamdan titreyiniz ve şimdiden silâhlarınızı
bırakmıya çalışınız. Senelerce en azılı kuvvetlerle çarpışan mücâhidlerimizin
köylerimizi, memleketlerimizi âsâyişden mahrum, anbarlarım boş, tarlalarım ekilmemiş
görmesi ne büyük bedbahtlıkdır.
Ümid ederiz ki
âsâyiş mes’elesine ciddî ve kat’î bir ehemmiyyet vereceğini söyleyen yeni
hükümetimiz (xx) bu işe derhal başlar, Anadolu’nun Makedonya’sı hâline gelen
bu zavallı memleketi artık yangından kurtarmak lütfünü esirgemez.
Bu günkü
vazifelerimiz: Mîllî muâvenet lâzımdır.
7
. Teşrîni sânî (Kasım) 1918
Dört seneden
fazla süren kanlı muhaarebe (31 Teşrîni ev-
(x) Ayni nüshada
yazılı haberler.
(xx) ömrü pek kısa
olan Sadrı A’zam İzzet' Paşa hükümeti.
vel (Ekim) 1918)
gününden i’tibâren artık hitam buldu. Gerek i’tilâfcılar tarafından, gerek
hükümetimiz tarafından ordulara «ateş kes!» emri verilmişdir. Şu halde yakında
kahraman askerlerimiz evlerine, işleri başına gelerek hasretlilerine kavuşacakdır.
Fakat kim bilir ne kadar bedbaht ana, baba, kardeş, evlâd,
akrıbâ, eviddâ acı hıçkırıklar koparacak, zehirli göz yaşlan akıtacakdır.
Bu savaş o kadar felâketler doğurdu ki düşündükçe insanın âdetâ
beyni patlayacak. Eğer harb şanlı bir zaferle bitseydi herkes umumî şenlikler
arasında evlâd ve baba acılarını unutacak, bu şenliklere sevinçle katılacakdı.
Fakat iş fena bir şekilde neticelendi. Bizi bu kara günlere, bu
cehennem azablanna sürükleyen sebebler pek çokdur. Bunları siyah satırlarla
bilhassa târih yazacakdır.
Fakat biz peşin söyleyelim ki felâketimizi doğuran birinci
sebeb ahlâksızlığımızdır. Bizi can evimizden vuran düşman ne İngiliz, ne
Fransız, ne Moskof, ne de Almandır. Kendimiz, kendimiz kendi
ahlâksızlığımızdır.
Hep çekdiceğim
kendi cezâyi amelimdir.
Evet, umumî savaşın en kızgın zamanlarında, daha «1330»
temmuzunda başlayan, millî fedâkârlıkları bırakarak, güzel ahlâkımızı bozarak
hep kendi ihtiras ve menfeatlarimizin peşinde koşmıya başladık. Gözlerimizi
memleketde . kalan bir avuç servete dikdik. Kursaklarımızı haram lokmalarla,
kasalarımızı sarı ve kâğıd paralarla doldurduk. Kocası hudud boyunda canla,
başla cenk eden âilenin nâmusunu, malını, hayâtını alçakça mahvetdik. Bu
âilenin yiğit kocası harbedemez, vatan borcunu ödeyemez, ölmek isteyemezdi.
İşte bu gibi ahlâksızlıklarımızda ki İmâm-ı a’zamm merkadini,
peygamber-i zîşan (S.A.) in mukaddes memleketlerini hamâsetperver ecdâdımızın
pırlanta yâdigârlarmı tamâmen düşmanın ayağı altında çiğnetdirdi, bir çok
nurları; zekâları, mütefekkir dimağları da ebedî söndürdü.
Felâketlerden ibret almayan milletler batar. Bundan sonra
aklımızı başımıza alarak saydığımız yanlış yollardan ayrılmazsak — Allah
göstermesin— bizim de batmamız hakdır ve gerçekdir.
Ben mâddî düşmandan ziyâde ma’nevî düşmandan korkarım. Ma’nevî
düşmanımız ahlâksızlığımızdır. Binâen’aleyh adam olmak istiyorsak her şeyden
evvel ahlâkımıza bir salâh vermeliyiz.
ÇBütün dindaşlarımı bu günün en mühim ve ahlâkî bir vazifesine
da’vet ediyorum: millî muavenet! Issız ve perîşan kalan kulübeler, vîrâneler
bizden merhamet ve imdâd bekliyor. Daha doğrusu bir i’tirâf-ı zünûb istiyor,
bir keffâret-i cürm-ü günâh istiyor.
Kocası — benim mi’demi doldurmak için — şehid olan âile bugün
açdır, çıplakdır. Kış geliyor, odunu, kömürü, sırtında gömleği, ayağında
çorabı, hattâ sandığında ufak tefek eşyâsı yokdur. Zavallı lokmasızdır da.
Dört dıvar içindeki yanık derdlerini meydana çıkaramayan bu
nâmuslu âile yetim evlâdlarım beslemek için herşeyini, herşey’ini satmış, bütün
ümidlerini kocasının gelmesine bağlamışdı. Fakat gelecek askerler arasında
zavallının kocası yokdur, şehid olmuşdur. Şimdi bu âile kime güvensin, kime
dayansın?
Sonra bir çok gazilerimiz vardır ki âşiyanlarmı kupkuru bulacak,
daha geldiği gün ac kalacakdır. Dört senelik bir didişmeden sonra bu zavallı
ne yapabilir? Biz milletin kanından, iliğinden emdiğimiz servetlerle karı
peşlerinde dolaşırken, işret meclislerinde bağrışırken bu kahraman asker,
Moskofun karşısında harbediyordu.
Eğer biz bu gibi
fakîr askerlere ve ailelerine esaslı yardımlar yapmazsak yakamızı umumun
itabından, müntekım Allah’ın müdhiş ikaabından kurtaramayız. Matem tutan kulbeciklere
biraz nur, biraz sürür verelim...
Amanoloidi efendiye 14 Kasım 1918
4/Teşrin-i sâni (Kasım)/1334-1918) târihinde meclis-i meb’usâna
verdiğiniz takriri okuduk. Bunun bir mâddesinde «Karadeniz, Çanakkale, Marmara
ve Adalar denizleri sevâhil ve havâlisinde ve sair mahallerde «550.000» rumun
katl-ü itlâf edildiğini» yazıyorsunuz! Bu mâddenin bilhassa livâmıza da şümulü
olması gerekdir. Çünkü Çanakkale, Marmara ve Adalar sevâhili rumları hemen
ekseriyyetle «Karesi» dâhilinden geçmiş veyâ burada ikaamet etdirilmişdir.
Acebâ «katl-ü itlâf» edildiğini yazdığınız rumlarm isimlerini lütfen neşredebilir
inisiniz? «550.000» nüfus nerede idi? Bu küsürsüz rakamı nereden hangi
vesikalardan çıkardınız? Kumlar mı mazlum, müslümanlar mı?
Biz size şimdilik kısaca anlatalım: Evet Marmara, Paşalimanı,
Ekinlik adaları filhakika tahliye edilmişdi. Buralarda tahminen «20.000»
vatandaşımız vardı. Paşalimanlıların bir kısmı livâmız merkezine, MarmaralIlar
Kirmastı’ya naklolunuldular. Bir hayli nüfus da mahallerinde bırakılarak
rahatlan hiç kaçırılmadı. Sonra Ayvalık’dan «8.000» nüfus buraya, «2.000» nüfus
Bursa’ya, «5.000» nüfus da doğruca İzmir’e sevkolunmuşdu. Buradan çıkanların
yekûnü de esasen «14.000» raddesinde idi. Bundan başka Çanakkale’den de
«3.000» nüfus kadarı Balıkesir’e gönderilmişdi.
Bunların nakli esnâsmda —i’timad ediniz ki— imkânın son derece-i
müsâadesine kadar istirahatlerinin te'mînine çalışılmış, gerek yollarda, gerek
ikaamet etdirildikleri mahallerde
tek bir rumun burunu bile kanatılmamışdır. Kendileri milyonlar
sarfiyle iâşe edilmiş, herbiri muhteşem evlerde barmdırılmışdır. Balıkesir’de
açılan «dârülmesâ-î» —ki mensûcat için açılmışdır — ekseriyyetle bunlara
hasredilmiş, çalışanlara
— diğer müslüman vatandaşlarımız
gibi— ayrıca yevmiyeler verilmişdir.
Müslümanlar her rumu bir kardeş telâkki ederek müâvenetlerine
koşmuş, ufak bir rahatsızlıklarına bile meydan vermemeye çalışmışdır.
£>ün böyle olduğu gibi bugün de mahallerine iâdesinde ayni
şefkat ve uhuvvet eserleri gösteriliyor. Zannederiz ki hiç bir rum vatandaşımız
haklarında ibrâz edilen bu muâvenetleri inkâr edemez.
Fakat böyle olduğu halde, Amanoloidi efendi, «550.000» rumun
katli hâdisesini nereden çıkarıyorsunuz?! İnsan belki yalan söyler amma, bu
kadarına, kaabil değil, cür’et edemez.
Amanoloidi efendi, rumlar değil ,maatteessüf müslümanlar
mazlumdur. Her vakit müslümanlar zulüm görmüş ve bugün de yine müslümanlar
sizin şakîylerin zulümleri altında kalmakda bulunmuşdur. Daha şu son zamanlara
âid olmak üzere bir kaç isim ve bir kaç vak’a nakledersem acabâ yüzünüz
kızarmaz mı? İşte isimler:
1 — Tutliman köylü çete reisi
Panayot,
2
— Andon Kâhya oğlu İstavri,
3
— Nikole oğlu Yani,
4
— Yorgi oğlu Sof oklu,
5
— Nikole oğlu Dimitri,
6
— Papa Nikole oğlu Penâki,
7
— Yani oğlu İstirâti,
8
— Elbislikli Moskova oğlu Yorgi,
9 — Peremeli Andon oğlu Yorgaki,
10 — Pandali oğlu Petro.
A)
Bu şakiyler Yenice ile T.utliman köyleri arasında merkez
karakol kumandanı «İbrâhim Çavuş» u canavarca şehid etdiler.
B)
Yenice köyü civârında kayıkçılara fenâ işkenceler yapmışlar,
onların binlerce liralık mallarını almışlardır.
C)
Zirâatli atik
köyünü basarak muhtar «Kabak Mustafa ağa» yı feci’ suretde öldürdüler.
Ç) Yine o köyden
«Hüseyn ağa» mn kızını kirletdiler.
D)
Bir çok para ve eşyâ gasbetdiler.
E)
Şâhin köyünde külliyyetli zînet altını ile eşyâ aldılar.
İşte diğer bir çete daha: 1 — Reis Yeniceli Kırman, 2 —
Çavdar, 3 —
Yordanoğlu Yorgi, 4 — Mihanyalı Kıraman, 5 — İstavri, 6 — Timurtaşlı Tanaş, 7 —
Tınaş oğlu İstirati, 8 — Yorgioğlu Yani, 9 — Karamari oğluManol, 10 — Yorgioğlu
Dimitri, 11 — Yanko oğlu Yorgi, 12 — Yorgi oğlu Alako, 13 — Aleksi fotuoğlu
Lâmbo, 14 — Maydoslu İstiratioğlu Vasil, 15 — Yorgi oğlu Ligortiodaş...
Bunların yapdıkları edebsizliklerden de bir ikisi:
1
— Erikli köyünü basdılar, «Kâmil efendi» nin mukaavemeti üzerine
firar etdiler.
2 — Mihanya açıklarında kayıklardan
bir çok mal gasbetdiler.
3
— Erikli köyünde «Kara Ali» zevcesinden ayakkaplarına varıncaya
kadar her şey’ini aldılar.
4
— Panayot çetesiyle birlikde olarak yine Erikli köyünü abluka
ile tarladan gelen «Küçük Mehmed» i, koyun çardağında bulunan «Ömeroğlu Halil»
ile «Yeni Mehmed» i zorla önlerine katarak o köyü tamâmen soydular.
5
— Yine o köyde «Halil» in validesinin ateşle saçlarını yakdılar,
zavallıya bir çok işkenceler yapdılar .
6
— Kezâ Erikli köyünden «korucu İbrahim» i öldürdüler.
7 — «Andon Kâhya» kumandasında
olarak Zirâatli köyün-
den «Küçük
İbrahim» in sandık eşyâsma ve hayvan takımına varıncaya kadar herşey’ini
aldılar ve «Kasim ağa» nın kısrağım, merhum «Mustafa» nın atını gasbetdiler.
Bu fecâyi’ el’an şiddetle devam etmekdedir. Hattâ iki gün evvel
«Mihanya» köyünde bulunan «70» İslâm muhâcirinin mazlum (!) eşkiyâmz tarafından
tüyler ürpertici mezâlime ma’ruz kaldığını işitdik. Maktül ve mecruh da varmış.
Tafsilâtını aldığımız zaman inşâallah yazacağız.
(Amanoloidi, bu
yazıları tekzib edemedi).
ŞEKAVET HABERLERİ
28 Kasım 1918 («Ses» in hemen her nüshası eşkiyalık haberleriyle
dolu idi. Bu kabil haberleri kaçırmamaya çalışıyorduk. Meşhur «Ahmed Anzavur» Balıkesir jandarma alay kumandanlığı
muâvinliğine ta’yin olunmuşdu! Umumî af de i’lân edilmişdi).
Öteden beri livâda âsâyişi bozan şakilerden ve asker kaçaklarından
bir haylisinin terk-i silâh ve istîman etdikleri anlaşılmışdır. Bunların
mikdarı aşağıdadır:
Aded
150 |
Arnavut Ali, Hurşid, Çerkeş Edhem, Balıklı dereli Çerkeş
Musa, Laz Yusuf ve Mustafa Çeteleri, |
10 |
Manalı Gürcü deli Yusuf Çetesi, |
7 |
Salorlu Râif, |
14 |
Dağıstanlı Kara Veli, |
22 |
Eski Manyaslı Çerkeş İsmail, |
5 |
Tuzakcılı Ç. Kâmil, |
3 |
Eleksili Ç. Nuri, |
11 |
Keçelerli Ç. Aydemir oğlu Mehmed, |
5 |
Darıcalı Hasan Çetesi, |
6 |
Darıcalı İdris Çetesi, |
18 |
Hacı Menteşli Ç. Şah İsmail Çetesi, |
1 |
Karadağlı Yusuf Çetesinden, |
1
Mürefteli Kerim Çetesinden,
169 Asker kaçaklarından.
422 Yekûn.
5 Aralık' 1918
Evet zavallı köylülerimiz şu dört buçuk sene içinde ne zulümler,
ne işkenceler, ne ateşler, ne büyük sefaletler ve felâketler gördü. Uğursuz
muhaarebenin bütün ağırlıkları onların omuzlarına yüklenmişdi. Bu ağırlıklar
biçâreleri çok, pek çok hırpaladı.
Bizde çokluğu teşkil eden velîni’met köylülerin arslanları
senelerce düşmana göğüs gerdiği gibi onların ak sakallı dede ve babaları,
ihtiyar vâlidecikleri, bahar hayâtını yaşayan duvaklı gelin ve hemşireleri,
ağızlarında henüz süt kokan bedbaht yavrucukları da orduyu ve memleketi
doyurdu.
Evet, beşiği sallayan eller tamâmen sapana sarılmışdı. Bu eller
pek muhterem ve mübeccel idi. Köylünün bütün umudu, gözü harbin şanlı bir
muzafferiyyetle bitmesinde idi. Fakat bir çok sebebler yüzünden zavallı, bu
şanlı âkibeti göremedi, mağlûb oldu.
Galibiyyet de, mağlûbiyyet de milletlerin nâsıye-i mukadderâtma
yazılmış olduğu için köylü adâlet-i ilâhiyyeye güvenerek, takdire boyun eğerek
ye’sini bir dereceye kadar ta’dîl ediyordu. Fakat onun afvetmediği, edemeyeceği
başka şenâatlar da vardı.
Evet o, din kardeşlerinden bir çoğunun —yalınızlığmdan
istifâdeye kalkışarak— kendisine ihtikâr ve şekaavetle saldırmasını bir türlü
hazmedemiyordu. Düşmandan herşey me’mul idi. Çünkü düşmandı. Fakat asırlarca
birlikte yaşamış, vataıı müdâfaasından sinmiş, köpeksiz köy bulmuş olanların
birgün gelip de canavarca kardeşlerine saldıracağını, kulak, burun keseceğini,
köylerde köşetaşı gibi kurulan karabahtlı, ihtiyâr hânedânı öldüreceğini,
düşmanla çarpışan arslanların âilelerinin nâmusunu yırtacağını, köylüdeki
bakıyye-i serveti, parayı, çift hayvanını, davarını, hattâ sandık eşyâsmı gasb
ve yağma edeceğini, hattâ kocalı kadınları zorla boşatdırmak, dilediklerine
vermek ve gözlerinin kesdiği kızları kendilerine nikâhlamâk... gibi fazîhalara
varıncaya kadar (x) herşey’i yapacağını hiç, hiç hatırına getiremezdi. İşte
köylü, zavallı köylü bütün bu felâketleri de gördü, âdetâ canından bezdi,
insanlığa lânet ve nefret etdi.
Köylü demek; velîni’met demek, müstahsil demek, ekseriyyet
demek, binâen’aleyh asıl millet demekdir ve bu varlığın ihmâli vatanın
—maâzallah— batmasıdır.
Şu halde herşeyden evvel işimiz bu aslı, bu özü canlandırmak,
yaralarını sarmak, kendilerini ellerinde silâhla hayatlarını kurtarmak için
girdiği inlerden, siperlerden çıkarıp o silâhların yerine şu tohumu atma
zamânında sapanmı vermek, hülâsa bütün ciddiyyet ve himmetimizle köylü ile
uğraşmak lâzımdır.
Köylü pek büyük bir hüsn-i niyyet ve fedakârı ile te’mîn edilen
dehaaletlerin, istîmanların doğruluğuna —yakın bir mâzîyi düşünerek— bir türlü
inanamıyor, zâlimleri afvedemiyor.
Pâdişâhın afvi
bu hususda esaslı te’mînat olamaz. Esâsen şahsî hakları değil pâdişâh, Allah
bile afvetmez. Onu afvedecek ancak mazlumlar, mazlum köylülerdir ve bunların
—belki— afvini te’mîn edebilecek şey de müste’minlerin artık rahat
oturmaları, bütün günahlarına tevbe ederek işleri, güçleri başında çalışmaları,
bu yaralı vatana onların da fâideli birer uzuv olmalarıdır.
(x) Bunların hepsi olmuş ve »Ses» in muhtelif nüshalarında neşr-ü
tesbit edilmişdir.
«Balya» muhabirimiz yazıyor (12 Aralık 1918):
Bugün okuduğumuz 28 teşrîni sânî (Kasım) 1334 (1918) tarihli
«İkdâm» gazetesinde Balya’dan rum patrikhânesine çekilmiş bir telgraf gördüm.
Bunda Ayvalık’dan nakledilen «25.000» rumdan «18.000» inin telef olduğu
yazılıyor!
Cidden hayretde kaldım. Rumların ne kadar hayalperest bir millet
olduğunu bilirdim. Fakat hayâl kuvvetinin bu derece yalanlar uydurabileceğine
hiç ihtimal veremezdim.
«25.000» nüfusdan «18.000» i telef olmuş ,geride zavallılar-:
dan yalınız «7.000» nüfus kalmış ha! Vah vah vah!!!.
Bu telgrafı okuyup da inananlar bize, biz Türklere — kimbilir—
ne kadar lânet etmişlerdir! Ben bu sarîh yalanın yalan olduğunu bilmekle
beraber lâzım gelenlerden yine tahkikat yapmakdan çekinmedim.
Kat’î suretde öğrendiğime göre Balya’ya nakledilen rumların
mıkdârı «25.000» değil, «587» nüfusdan ibâretdir! Bunların «445» i
Ayvalık’dan, «142» si Çanakkale ve Paşalimanından gelmişlerdi. Hükümet
kendilerini kirâ bedeli almaksızın en mükemmel evlere yerleşdirmiş, muhtaç
olanlarına yevmiyeler verdiği gibi iâşeden de muntazaman zahire tevzi’ etmişdir.
Bundan başka ma’den şirketi direktörlüğü tarafından da kendilerine pek vâsi’
mıkyasda muâvenetler yapılmışdır.
Balya’da bu rahat ve refâhı gören vatandaşlarımız hükümete ve
ehâlîye zaman zaman minnetdarlıklarını göstermiş, hiçbir ferd şikâyetde
bulunmamışdır. Buraya gelen fakır rumlar zengin olmuşlar, îhattâ Balya’da
yerleşmek arzusuna düşmüşlerdir.
Nakilleri esnasında tek bir ölüm vukua gelmediği gibi buradaki
ikaametleri zamâmnda da kezâ sefâletle hiçbir vatandaşımız ölmemişdir.
Ancak her tarafda olduğu gibi Balya’da da şiddetle hükmünü icrâ
eden İspanyol hastalığından bir mikdar ölümün vuku’ bulmuş olması pek
tabiîdir.
Bununla berâber ben bu hususda da tahkikat yapdım. Rumların
buraya geldikleri 16 Nisan 1333 târihinden 30 Teşrini Sânı târihine kadar
ecelleriyle «18.000» değil, yalınız «27» kişi ölmüşdür ve ölümleri de İspanyol
hastalığından mütevelliddir.
İslâm nüfusunun bu yüzden vâki müdhiş vefeyâtı yanında
vatandaşlarımızın bu mikdar vefâtı yüzde bir derecesinde bile değildir.
Maamâfih hükümetimiz hastalanan her rumun tedâvîsine hasrı ehemmiyyet etmiş ve
bu yüzden de bir hayli masârıf ihtiyâr olunmuşdur.
Hem ne hâcet? Ecelleriyle ölen rumların mes’ûliyyeti de bize,
biz Türklere mi yükledilecek? Bu hususda vatandaşlarımızın muhaatabı biz
değiliz, Allah’dır!
Rumlar hakkında
Balya’nın yapdığı fedâkârlıkları hiçbir vatandaşımız inkâr edemez sanırım. Bunu
inkâr etse etse telgrafı yazan yalancı herif inkâr edebilir. Böyle iftirâları
yapmakdan maksad ecnebilere karşı Türkleri barbar göstermek ve hükümetimizi
suçlu tutmakdır. Fakat suratlarına çarpdığımız bu hakîkatlar kendilerini hâlâ
utandırmayacak mı?
*
Rumlar mı mazlum?
Bandırma muhaabirimiz yazıyor:
Rum eşkiyâmn Bandırma’nm Mihanya köyünü basdığıııı evvelce
yazmışdım. Bu kerre yapdığım tahkikata nazaran bu şakiler o köyü güpe gündüz
basarak orada rüsûmat me’muru «İbrahim efendi» nin iki kulağını kesmiş, İslâm
muhtarı ile İslâm muhâcirlerinden «Hasan efendi» yi süngü ile yaraladıkdan ve zavallı mühâcirlerin ev
eşyâlarmı gasbetdikden ve köyden kalkmalarını ihtar ile «derhal gitmedikleri
takdirde hepsini keseceklerini» söyledikden sonra çekilip gitmişlerdir.
Merkumlar bir gece yine o köyü basarak «Âişe» adında bir
mühâcirenin eşya, çamaşır ve elbiselerini gasbetmişler ve üç çuvala koydukdan
sonra elbise dolu sandığını ve yiyecekleri üç kile mısır ve arpasını ve on
sekiz Osmanlı lirası ile takım altınlarını da almışlardır.
*
**
Erdek muhaabirimiz yazıyor:
«Rumlar mı mazlum?» makaalenizi okuyunca doğrusu acı acı güldüm.
Bu yazınız bir çok hakîkatları ihtiva etmekle berâber pek noksandır. Siz
Erdek’de bulunsanız da asırlardan beri Türk tâbiiyyeti altında kemâl-i refah ve
seâdetle yaşamış olan rum vatandaşlarımızın bilhassa son zamanlarda aldığı
vaz’ijyetleri görseniz...
Gûyâ bunlarla artık vatanî bütün münâsebetlerimiz münkati’ olmuş
ve artık bundan sonra da hiç birbirimizin yüzüne bakmayacağız! Öteden beri
nân-ü ni’metleriyle beslendikleri, sâyelerinde büyük servetler kazandıkları
Türklerin mağlûbiyyeti için rumlar neler, neler yapmadılar? Marmara havzasında
mağrurâne dolaşan düşman denizaltıları kimlerin muâvenetiyle barınabildi?
Onlara varını, yoğunu taşıyan, bütün sırlarımızı bin türlü vâsıtalarla anlatan
kimlerdi? Bütün yapılan bu fenâlıklar unutuluyor da rumlar mazlum, biz zaalim
oluyoruz öyle mi? Lânetler olsun hakîkatları tahrîf edenlere! Düne ne hâcet,
bugüne, bugüne bakalım. Evet, bugün de yine mazlum olan Türklerdir.
Mütârekenin imzâsmdan evvel Kapıdağında ve adalarda
muhtelif çeteler hâlinde icrây-i şekaavet eden rumlar, kendilerini müslüman
olarak gösteriyorlar, baskınlarında Türk lisânını konuşmak ve aralık aralık
rum köylerini de —zâhiren — basmak suretiyle bunlar her türlü şenâatı
yapıyorlardı.
Vaktaki mütâreke imzalandı, mel’unlar bütün mâhiyyetlerini,
hüviyyetlerini meydana vurarak şekaavetlerine, fakat daha mütecâsirâne devam
etmekde hiçbir beis görmediler. Son günlerde yapdıkları bir, iki vak’ayı olduğu
gibi hikâye edersem artık siz îcâbeden hükmünüzü vermekde tereddüd etmezsiniz
sanırım.
Bu çeteler geçenlerde Şeytan köyüne gelmişlerdi. Orada mahkemeye
âid celb müzekkerelerini tebliğ etmek üzere bulunan Gönen’de mukîm «Manastırlı
Emin Onbaşı» ile Bursa’nın Orhaneli kazâsına tâbi’ Bodur köyünden jandarma
«Yakub oğlu Haşamı o kadar büyük fecâatle öldürmüşlerdir ki... Bakınız,
vak’ayı arzedeyim: Canavarlar jandarmaların evvelce o köye geldiğini haber
alırlar, yerlerini sorarlar. Zavallılar köy muhtarı «Daskalos» un evine ilticâ
etmşiler imiş. Nasılsa bunu işidirler. Çete reîsi «Mihal oğlu Panayot» eve
gelir, «Emin» ile «Hasan» ı bulur, yakalarından tutarak ve sürükleyerek merdivenden
aşağı çeker, indirir.
O sırada mel’unun diğer
avenesi de ö eve doğru gelirler. Panayot, Emin ile Hasan’ı evden çıkardığı
vakit avene-î havenesi de ateş açmıya başlarlar. Fakat isâbet etdiremezler. Yalınız
bir kurşun isâbet eder ki o da çete reisleri Panayot’u devirir!! Başlarının
kendi kurşunlariyle yaralandığını gören şakiler bir çığlıkdır koparırlar ve
mecruhu Daskalasun evine yatırarak «bunu güzelce tedâvî etdiriniz, fakat
hükümete haber vermeyiniz» diye tenbîh etdikden sonra zavallı Emin’i ve Hasan’ı
alırlar (ha unutdum: jandarmalar esâsen üç kişidir. Biri gözünü açmış, kaçmış.
Arkasından yirmi el silâh atdıkları halde isâbet etdirememişler!) Emin ve
Hasan’da ne silâh var, ne bıçak .Bunlar yalvarmıya başlarlar:
— Biz sizi ta’kîbe gelmedik.
Çocuklarımız var. Esâsen ihtiyarız. Buradan avdetimizde tezkeremizi alarak
ailemizin başına gideceğiz. Silâhsız, bıçaksız kimseleri öldürmek merdlik
değildir. Bize kıymayın!
Nâmerd mel’unlar bu recâlara süngü ve kamalarla cevâb verirler,
vücudlarını lîme lîme ederler ve bu halde iken onları bağçalıklara doğru
sürüklerler, orada son dem-i hayâtını yaşayan bu ma’sumlarm -beyinlerine ve
göğüslerine birer silâh sıkmak suretiyle kendilerini şehîd ederler.
Vak’ayı haber alan hükümet, bir mikdar kuvvet göndermişdi.
Şakiler de hâlâ o köyde idiler, fakat bunlar rum ahâlinin yardımıyİe kaçarlar.
Hükümet müfrezesi şehidleri alır. Mecruhdan hiçbir haber yok. Bunu meydana
çıkarmak için uğraşan süvâri Hulusi beyle Ahmed ve Seyfi beyler nihâyet
Panayot’u bulurlar.
Ertesi günü Erdek’e avdet etdiler. Ah ne feci’ manzara!
Panayot —ki
bil’âhare ölmüşdür— evvelâ arkadaşlarının tamamen Türk olduğunu iddiâ etmek
ister. Bir müddet sonra muhtelif milletlerden mürekkeb bulunduğunu söyler.
Fakat bil’âhare bunların da kâmilen rum olduğunu i’tiraf eder ve hattâ
isimlerini de söyler.
İşte diğer bir vak’a daha, Marmara vak’ası! Evet bu nâhiye
merkezi de rumlar tarafından basılmışdır. Kırk kişilik bir rum çetesi evvelâ
yolda telgraf, telefon ve kablo hatlarını kasatura ile keserek tellerin her
iki tarafa gidecek uçlarını güzelce yere gömerler. Erdek, Marmara ve
Paşalimanı arasında muhaabere münkatı’ olur, fakat bu inkıta’ hissedilemez. Çünkü
teller işliyor! Çünkü manaplo muntazaman devrini yapıyor! Merkezler
hükmederler ki telgraf ve telefon başında kimse yok!
İşte şakiler bu suretle muhaabereyi kesdikden sonra gece
alaturka sâat altıda Marmara nâhiyesi merkezini basarlar. İki kola ayrılırlar,
bir kısmı nâhiye müdürünün evini, diğer kısmı da ta’kib müfrezesinin bulunduğu
dâireyi abluka eder!
Dâirede ateş başlar: İlk ateşde Zafranbolu kazâsının Dana Ulvi
köyünden ve Hacı Mehmed oğullarından İsmail oğlu Hakkı şehîd olur. Cesûr
askerlerden Emin Onbaşı ile Osman oğlu Mehmed Onbaşı da bundan sonra ağır
yaralanarak düşerler.
Ta’kîb müfrezesi bil’âhare tertîbâtını alarak saatlerce müsâdeme
devam ederse de maal’esef bir muvaffakıyyet te’mîn edemezler, şakîler de
kaçarlar!
Asker koğuşunu gördüm, delik deşik olmuş! Marmarada bulunan
müslüman muhâcirlerin o akşam geçirdiği buhran ve heyecan ta’rif edilemez.
Nahiye müdürünün evini abluka eden kısmın:
— Ey Türkler, sizi tamâmen imha
edeceğiz!
diye bağırdıklarını işitdim. Acebâ
rumlar mı mazlum?!
♦
Ayni nüshadan:
«Karasi» (x) refikimiz mutasarrıf Hâcim bey efendi ile yapdığı
bir mülâkatı neşrediyor. Bunda müşârün’ileyh «Manyas’da yüzellisi şakî,
mütebâkîsi asker firârîsi olmak üzere cem’an (450) ve Gönen’de otuzu şakî,
mütebâkîsi kaçak olmak üzere (350) şahs ile Bandırma’da (150) ve Şamlı,
Bürhaniye ve Balıkesirde (50) şakînin ve Kebsüd’de (300) asker kaçağının ki
cem’an (1300) küsûr kimsenin istîman etdiğini» beyan etdikden sonra diyor ki:
— Müste’minlere mazhar oldukları
afvin son af olduğunu ve bir daha şekavet yapdıkları suretde behemehal tenkîl
edilmelerinin musammem bulunduğunu îzah etdim. Kendileri de hükümetin her
türlü evâmir ve tenbîhâtına mutâvaat edeceklerini söylediler.
*
**
Yine o nüshadan
:
İşitdiğimize
göre Bndırma ve Erdek havâlisinde icrây-i
(x) Resmî gazete.
şekaavet eden
ramlardan Keçeli Dimitri Çandaraki ile Tutlimanlı Panayot — on üç refîkı ve
yirmi sekiz asker firârîsi ile birlikde— dehaalet etmişlerdir.
Firârî jandarma Kadri ile Aravacık köyünde mukîm Gelibolulu
Kâzım istîman etmişdir.
*
**
MUHTEKİRLER CEZASIZ MI KALACAK?
2
Ocak 1919
Dört seneden fazla süren uğursuz muhaarebenin ahlâkımız
üzerinde en ziyâde icrâ etdiği te’sîr ihtikâr ve hırsızlık sâhalarmda olmuşdur.
Bu devamlı ve kanlı harbi milleti soymak, kanını, iliğini emmek
için iyi bir fırsat sanan alçaklar öyle yağmaya, ihtikâra koyuldular ki
bunların gerçekden hesâbını Allah görebilir.
Bu yağmalar, bu ihtikârlar milletin âdetâ yüzde doksanını
züğürt ve perişan bırakdığı halde, onunu servetlere, ihtişamlara garketdi.
Meselâ vaktiyle beş kuruş haftalıkla kahveci çıraklığı edenler bugün başımızda
birer lord kesildiler.
Bunlar milletin mısır koçanı, ayrık kökü ile idâme-i hayâta
mecbur kaldığı zamanlarda kılçıklı ve yenmeyecek mâddelerle karışık bakla
unlarını en has un diye bu millete yutdurdular ve mukaabilinde milyonlar
kazandılar.
Biz vâkıâ her
dindaş ve vatandaşımızın zengin ve mes’ud olmasını canla arzu ederiz. Nitekim
bu vâdîde bir çok yazılar yazdık, servet iktisâbının en büyük dîn buyuruğu
olduğunu gösterdik. Hele ticâret işinde pek geri kalan müslüman unsurların
ilerlemesini, zengin olmasını bütün ruhumuzla istedik.
Not: Bu yazıları o
kara günlerin dahili manzarasından ancak bir nebzesini göstermek için iktibas
etdik.
Fakat biz onlara hiçbir zaman «serveti sülük gibi fakirlerin
kanından, iliğinden eminiz» demedik. Tam dört buçuk sene asker âilelerinin
nâmusiyle, ahlâkiyle oynayan ve onları perişan ve binnetîce ahlâksız yapan
muhtekirler, nâmussuzlar bir çok hânümânı alçakça söndürdükden başka açlıkla da
binlerce, yüz binlerce nüfusu öldürdüler ve bu suretle de birer kaatil
oldular.
Dağlardaki eşkiyâ ile şehir ve kasabalardaki muhtekirler
arasında fark, hemen hemen evvelkilerin silâhına güvenerek, bütün hayâtını
kırlarda, obalarda geçirerek uğraşmasından, diğerlerinin ise silâhsız, emeksiz,
zahmetsiz hırsızlık etmesinden ibâretdir.
Muhtekirler Kafkasyada, Irakda, Suriyede, hattâ Galiçyada,
Romanyada düşmanla arslanca harbeden bir milletin var olduğunu ve bu millet
bakıyyesinin de birgün, evet birgün memleketlerine döneceğini, âilelerinin
dört senedir çekdiği felâketleri anlayarak ve kükreyerek onların yüzüne
tüküreceğini hiç hatır ve hayâle getirmemişlerdi. Çünkü kafalarını dolduran
hırs ve menfeat bu gibi âkibetleri düşünmiye mâni’ oluyordu.
Bunlar kasaları başında, masaları başında harbin devamını
alkışlıyor, sulhu bir kara tehlike olarak görüyordu. İşte nihâyet o «kara
tehlike» olanca dehşet ve şiddetiyle, evet —başka bakımdan— hakîkaten «kara
tehlike» olarak başımızın üzerine çullandı! Fakat muhtekirler acaba bunu şimdi
de takdir ediyorlar mı?
Boğazları
tıkanmış, dimâğı üzerinde tehlikeli bir ameliyye yapılmış, diğer uzuvları ise
parçalanmakda bulunmuş olan milletin, evet demir kafes içinde kalmış bir arslan
vaz’îyyetinde bulunan bu asîl, kahraman ve sabırlı milletin herşeyden evvel
halâsı çarelerini düşünmekde olması, iç hallerimize bakmıya bir türlü vakit ve
imkân bulamaması halâ onlara, o muh^ ikirlere hırs ve ihtikâr sahasında
serbestçe at oynatmak cür’etini bahş edebiliyor, artık son fırsatları da
kaçırmamak sevdasından ayrılmıyorlar.
Fakat ey
gaafiller, bu millet, tek başına küfür ve ilhaada meydan okuyan hazret-i
Muhammed sallâllâhü aleyhi ve sellemin «1300j> küsûr senelik mübârek ve saadık ümmeti, asırlarca Avrupaya
haakim olmuş, bir çok vartalardan, felâketlerden kurtulmuş olan bu Osman Gazi
evlâdı elbette birgün olup kurtulacak, sizin hesâbınızı görmiye başlayacak, bol
tükürüklerle yüzünüze tükürecek, belki de sizi — kendi öz kardeşlerinden
saymayarak— mütecerrid, yapayalınız bir halde bırakacakdır. O vakit, ey
gafiller, ne yapacaksınız?
Birgün gelecek sen de perişan olacaksın,
Ey gönce bu cem’iyyeti herdem mi sanırsın?
Zâlim yine bir zulme giriftâr olur âhir,
Elbette olur ev yıkanın hânesi viran.
(Muhtelif nüshalarda o devrin azılı muhtekirleriyle çetin
mücâdeleler yapılmış, sayısı «3.000» i geçen şakilerin bilhassa köylerde hatır
ve hayâle gelmeyen zulümleri ve işkenceleri hakkında müsâmehasız ve cür’etli
bir çok yazılar yazılmıştır. «Doğru söyleyeni dokuz köyden koğarlar» derler.
Katıyürekli bir muhtekirle iki hıristiyandan müteşekkil bir hey’et
— şamada da işâret edildiği gibi—
İstanbul’a giderek hem Damad Ferid Paşa hükümetine, hem ecnebi bir mümessile
beni jurnal etmişler, felâketime sebeb olmuşlardır. Ayvalık’a çıkan ve Türkleri
tahkir eden, sözde, «salîb-i ahmer = kızıl haç» hey’etine verdiğimiz sert,
fakat mecbûrî cevablar da onların mel’ûnâne arzularının tervicine yaramışdır.
Neşriyyatımızdan bir kaç örnek daha vereceğim).
UN MES’ELESİ
6
Şubat 1919
Bilmeyiz ki artık delile, isbâta haacet kaldı mı? 25 kânunı sânî
1335 târihinde meclis-i idâre, iâşe, belediye ve ticâret odası hey’etleri
huzurunda «un ihtikârı» mes’elesi bütün çıplaklığıyle meydana çıkmadı mı?
Geçenki
nüshamızda da yazmışdık: O ictima’daki tedkîkatın mevzuu fabrikacıların verdiği
yalancı liste idi. Bu listeler fabrikaların bir günlük hasılât ve sarfiyyâtı
ile sâfî temettularını gösteriyordu. Hey’et içinde bulunanlardan ba’zılarının
haber verdiğine göre «büyük fabrika» nın listesi hülâsası şu:
Kuruş Para
23 300 00 Bir günlük hasılat
— 19 720 — 20 Bir günlük sarfiyat
3
579 20 Sâfî temettü’ (!)
«Hilâl» fabrikasının listesine göre günlük kazanç «1062* kuruş,
«20» paradır (!)
Diğer fabrikalardan bir kısmı hiç hesab vermemiş, «Pehlevan oğlu
Kirkor» ise dolambaçlı bir cevab ile iktifâ etmişdi.
Ücret-i tahniyyeye (öğütme ücretine) gelince: «Büyüle fabrika»
kara taşda ehâlîye öğütülen zahireden okkada «3», elekden geçirilen ehâli
zahiresinden «4», tüccara yapılan maldan «5» ve diğer «Hilâl» fabrikası ise
iâşeye günde öğütdüğü «1250» okka unun okkasından «3» kuruş «30» para, tüccar
malından «5:6», ikiyüz okka kadar ehâliye öğütdüğü hasdan «4»,, perâkendeden
dahi «3» kuruş ücret almakda olduğunu gösteriyordu. Tüccar malından okkada «9»
kuruşa kadar para alındığı da inkâr edilmiyordu!
Arzetdiğimiz hey’etler bu listeleri istediği, bunlar yazıldığı
sırada fabrikacıların cidden büyük bir buhran içinde kalmış olduğunu işitmişdik.
Hattâ bunlardan birinin «aman mıkdarlarını az gösterelim» diye çırpındığını
muhaabirlerimizden biri kulağıyla işitmiş, bize de hikâye etmişdi!
Hey’et, temettü’ mıkdarına, tahniyyeye bakacak, fabrikacılara
acıyacak, onlara hak verecekdi. Zavallı «Ses» ise bihûde vesâik neşri ile
uğraşıp duracakdı! Yâkıâ hak elbette tecellî edecekdi. Fakat aradan biraz daha
vakit geçecek ve bu müddet zarfında yine bîçâre fakirler ezilecek, ezilecekdi.
Nihâyet ticâret odası a’zâsmdan «Tireli zâde Sabri» beyin pek
haklı bir teklifi işte bütün bu pilânları altüst ediverdi! Sabri bey hey’et
huzurunda kükreyerek diyordu ki: «Şu, safi temettu’ları, fabrikacılar hiç
yorulmadan, ben vereceğim! Hattâ büyük fabrika için bir misil daha ilâve
edeceğim! Bu iki fabrikayı bana teslîm ediniz! Hem ben unu «42 :44» kuruşa değil,
«32» kuruşa satacağım! Üğütme ücreti olarak da «3 :9» kuruş değil, alesseviyye
«2,5» kuruş alacağım!»
Hey’et arasında
bulunan fabrikacılar bu âkibet karşısında titriyorlardı! Nihâyet:
Kendi elimle yâre kesip verdiğim kalem Fetvây-i hun-i nâhakkımı
yazdı ibtidâ!
diye diye buna
muvâfakat ve yazılan kararı da lütfen imzâ et inişlerdi!
Demek, ı nk millet has unu, ekmeği binnisbe ucuz tedârik edecek,
tarmiyyeyi de yüz paradan verecekdi
Hey’et fabrikaların teslîm ve tesellümünü icra etmek, Sabri
beyin tahniyyâtı üzerinde kontrol vazifesini yapmak üzere derhal bir komisyon
teşkîl etdi. Esâsen fabrikacılar îcâra muvâfakat etmemiş olsalardı bile iâşe
nezâretinin telgrafına göre vaz’iyed, muamelesi icra edilecekdi.
Sabri beyin gösterdiği hamiyyet bütün milleti minnetdar etmiş,
herkes artık ihtikârdan kurtulmak sevdâsiyle sevinmek
de bulunmuşdu. «26» imzayı ihtivâ eden muazzam bir kararı
tatbiksiz bırakmak ise hiç hatıra gelemezdi.
Fakat, evet fakat bilmeyiz ki sonradan ne oldu? Komisyonun
Sabri beyi hiç da’vet etmeyerek fabrikaları yine sâhiblelinin elinde bırakmıya
karar verdiğini işitmekle mütehayyir ve müteellim olduk. Gûyâ fabrikacılar
Sabri beyin şeraiti dâiresinde tahniyyat yapacak, onun söylediği fiata göre un
satacak imiş!!
Memleketde elektrik süratiyle yayılan bu. habere kimse inanmadı.
Gitdik, biz de sorduk: «Evet» buyurdular. Ah koca ihtikâr, bu millet yine senin
pençene mi düşecek ?
Fakat mes’ele pek basitdir:
1
— Komisyonun vazifesi «26» imzalı bir kararı bozmak değil, icrâ
etmekdi. Bu i’tibarla verdiği karar hükümsüz demekdi.
2
— Şimdiye kadar ihtikârı inkâr, yalancı hesablarla hükümeti
bile iğfal eden ve nihâyet Sabri beyin şerâitini tatbik edeceklerini söylemekle
ihtikârlarını açıkdan i’tiraf eylemiş olan fabrikacılara i’timad en büyük bir
safderunluk idi. «Men cerrebel mücerreb hallet bihinnedâme».
3
— Fukaraya verilen vesika ekmeklerine âid iaşe unlarının
okkasını «3» kuruş «30» paraya tahn ile — Sabri beyin hesâbma göre— bir günde
hazîneden «1562» kuruş «20» para, bir ayda «46,875» ve bir senede ise «562,500»
kuruş fazla bir ücret almış olan bir fabrikacı hakkında yapılacak en ba&ît
muamele kendisinden tazminat aramak olduğu halde buna tekrar emniyyetle yine
ihtikârına meydan verilmesi açıkdan açığa bir iltizam ma’nâsım tezammun eder,
4
— Yevmî hâsılât-ı sâfiyesi «1062» kuruşdan ibâret olmak üzere
gösteren ve halbuki yalınız iâşeden bir günde aldığı fazla kârının «1,562»
kuruşa bâliğ olduğu resmen anlaşılan bir fabrikanın cürm-i meşhud halinde
mütebâriz yalanı
komisyonca nazar-ı dikkat ve ehemmiyyete
alınmak lâzımdı. Maamâfih bir kısım a’zâsınm muhâlefetiyle ittihaz edildiğini
işitdiğimiz bu karar elbette mu’teber olmamak gerekdir. Çünkü her nokta-i
nazardan merduddur ve hükümsüzdür.
Fakat bu işe artık en âdil bir tarzda müdâhale etmek lâzımdır.
..
Un
fabrikalarının hakîkî hâsılât ve sarfiyyâtı, hırsızlıkları, fire oyunları,
te’mîn etdikleri gayr-i meşru’ kârın azameti ve şâire ve şâire inşâallah
muârızlarımızı ebkem bırakacak bir kat’iyyetle— gelecek nüshamızda.
13 Şubat 1919
Milletimizi yaşatan, ilerileten birinci âmil ittifak’dır. İttifak
râbıtaları kuvvetle mevcud cem’iyyetler —ne kadar istihaleler geçirmiş
olurlarsa olsunlar— neticede dâimâ galib ve muvaffak olagelmişler, batmakdan,
ölmekden kurtulmuşlardır. Târih bunun beliğ şahididir.
Hele birliği, yardımlaşma ve arkalamayı mağz-ı kur'andan almış
olan müslümanlar buna sımsıkı yapışdıkları zamanlarda büyük varlıklar,
harikalar göstermişler, fakat bu râbıtayı gevşetdikleri devirlerde perişan ve
muzmahil olmuşlardır.
Tek başına cehl
ve vahşete karşı meydan okuyan hazret-i nebiyy-i a’zam (S.A.) in en büyük
düstüru «mü’minler ancak kardeşdirler» meâlindeki âyet-i kerîme idi.
Aralarındaki ayrılık ve ahlâksızlık yüzünden şîrâze-i cem’iyyetleri dağılmak
Not: Bütün kara günlerimizde ihtikârı, karaborsacılığı kendilerine
meslek ednimiş olan merhametsiz adamlar bizim Ayvalık ahvâli hakkında yazdıklarımızı
aleyhimizde fırsat bilerek beni İstanbul’un ecnebi işgal mümessillerine ve
hain Damad Ferid Paşaya jurnal etmişler, dokuz küsûr ay süren acı felâketime
sebeb olmuşlar ve mücâdelemin susdurulduğu o müddet zarfında bile
ihtikârlarını ve karaborsacılıklarını bırakmamışlardır.
üzere bulunan
vahşî arab kavmlerini az zaman içinde ittifak sancağı altında toplayan ma’nevî
âmil hep bu âlî düstur idi. Her mü’min kendi şahsî varlığını bir külli vâhidin,
ya’ni müttefik milletinin eczâsından sayar ve dâimâ o küllün endîşesi ve aşkı
ile yaşardı. Zâtî menfeatler, şahsî ihtiraslar hep umumî menfeatler içinde
erir, ferd cem’iyyetin hayat ve bekaası uğrunda çalışırdı.
İşte bu suretle kökleşen elbirlik ve kardeşlik İslâm nurunu her
tarafa saçabilmiş, din kardeşliği daha geniş bir suretde yerleşmiş, İslâm
nüfusu pek az bir müddet içinde yüz milyon raddesine varmışdır. Bu yüz milyon
insanın ruhu bir, vicdanı bir, îmânı bir, emeli hep birdi. En büyük
şehirlerden tutunuz da en hücrâ çöllere, haymelere varıncaya kadar hüküm süren
siyâset elbirlik ve kardeşlik siyâseti idi. Bu köklü, kuvvetli siyâseti
yaşatan, canlandıran diğer düşturlar da adâlet, hakkaniyyet, umumî menfeatlere
hizmet, hürriyyet ve müsâvat... gibi kudsî şeylerdi.
İslâmın bu âhengi, bu câzibesi karşısında İslâm nüfusuna yüz
binlerce insanlar can atarak katılıyor, müslümanlar kuvvetleniyor, dünyâları
titretiyordu. Toplu İslâm kalblerinin hep bir emel ile çarpması; küfür, dalal
ve nifak içinde çalkanan ecnebî devletleri düşündürmekde, bunlar yeni parlayan
İslâm nuru, İslâm ittifâkı karşısında sönmekde, mahvolmakda idi. Aralarında
müdhiş bir ayrılık ve ahlâksızlık var idi.
Hilâfetin saltanata istihalesi zamanına kadar devam eden İslâm
ittifak ve uhuvveti yerine bir takım sefâhetlerin, ayrılıkların,
ahlâksızlıkların sokulabilmiş olması yüzünden müslümanlar pek elîm bir
felâkete tutuluverdiler. Abbâsîlerin zenginliği her nasılsa kendilerinin temiz
ahlâkını bozmuş, aralarına ayrılık girmiş ve bunu iyi bir fırsat sanan
müttefik moğul orduları Abbâsî memleketlerini istîlâ etmişdi.
Medeniyyetiyle, ulûm ve fünunu ile varlığını bütün garba
tanıtmış, hattâ müslümanlığı Avrupaya nakletmiş olan koca «Endülüs» İslâm
devletini batıran, OsmanlIlardan fazla târihî bir hayat yaşadığı halde onu
mahveden, evet kılıçdan yakasını kurtarabilmiş Endülüs arablarma cebren
hıristiyanlığı kabul etdiren mel’un âmil de yine ahlâksızlık ve bu miyandaki
ayrılık, gayrılık değil miydi?
Osmanlılara gelince: bir avuç aşiret halinde meydana gelen
Osmanlıları tâ Viyana’ya kadar götüren, Avrupa devletlerinden haraç aldıran,
bugün krallık ve imperatorluk şeklindeki büyük ülkeleri birer vâli ile idâre
etdiren mukaddes âmil ittifak, uhuvvet, adâlet, celâdet... gibi meziyyetlerdi.
Fakat iki, üç asırdan beri bizi inhitâta ve nihâyet —maazallah— inkırâza
sürükleyen şey de tefrika, nifak, zulüm, hubb-i hayat oldu.
Bugün riyâzî bir kat’iyyet gibi sabit olmuş hakikatlerdendir ki
ahlâksız bir millet yaşayamaz. Ahlâk, her milletin içtimâi gidişine göre ba’zı
tehavvülât arzedebilirse de vahdet ve tesânüd her millet ve memleketde kurtuluş
âmili olarak kabul edilmiş bir ana hattır.
Hele kur’ân-ı azîm bu hakîkat-i mahzayi ne belîğ bir ifâde ile
tebliğ etmişdir. Haalik-i zîşan meâlen diyor ki: «ey müslümanlar habl-i metîn-i
kur’ana sımsıkı sarılınız. Zinhar yekdiğerinizden ayrılmayınız. Sonra
memleketleriniz, saltanatlarınız elinizden gider, mahvolursunuz».
Ne garibdir ki biz müslümanlar ittifâkm kıymet ve ehemmiyyetini
şu felâket zamanlarında bile hâlâ anlayamadık. Son dört sene içinde bir çok
eyâletlerimizden .vilâyetlerimizden mahrum kaldık. Evliyâ ve enbiyâ
merkadlerini kucaklayan, İslâm medeniyyet ve ma’rifetine tecelligâh olan
memleketlerimiz düşmanların eline geçdi. Ecdâdımızın ruhu bize lânet ediyor.
Haricî düşman dimâğımızda cerrahî bir ameliyye yaparken, dahildeki gayr-i
müslim vatandaşlar bizi, şîrâzesi bozulan İslâm cem’iyyetini, İslâm ülkesini
parçalamak istiyorlar. Yunan baş vekili «Venizelos», Yunan emellerini Paris’de
izah için günlerce söz söylüyor, rum ve ermeni gazeteleri sevimli ve zengin
İzmir’in, onun hayatına, mukaddesâtma bağlı olan târihî ve İslâm Karesî’nin,
Osmanlılığı sinesinde büyütmüş olan yeşil Bursa’nın... Yunanistana, bilmem
hangi memleketlerimizin hangi devletlere verileceğini, karadeniz sevâhilindeki
vilâyetlerimizde bir rum devleti teşekkül edeceğini, Adana’nın ve civârmdaki
vilâyetlerimizin ermeniler elinde kalacağını... açıkdan açığa yazıyor, arab
ülkelerinde ayrı devletler kuruluyor ,garbi ve şarkî Trakya’yı Yunanlılar
işgal ediyor, demiryolları istasyonlarında kör gözümüzün önünde İngiliz ve
Fransızlarla Yunanlılar icrâyi hüküm ve tehakküm eyliyor. Hülâsa bin küsur
seneden beri parlayan İslâm nuru insafsızca söndürülmek isteniliyor da biz hâlâ
nifak ve şikakdan, fitne ve fesaddan ayrılmıyor, müdhiş felâket karşısında
gafilâne seyirci kalıyoruz. Maruz olduğumuz felâket o kadar büyük ve
şümullüdür ki insanın âdetâ beyni patlayacakdır. Fakat biz
— gözün kendisini görmemesi
kabilinden— bunu maal’esef göremiyoruz.
Nifak ve şikakm en ziyâde kök saldığı kalbler eşraf ve ağniyâ
kalbidir. Halbuki bunlar bu vatanın ikbâl ve idbâriyle daha ziyâde alâkadar
değil midirler? Aceba — ey kaadiri mutlak, sen sakla— memleketimizin âfâkında
Yunan bandıraları temevvüc ederken, ismet ve iffetimizi bir takım piçler yırtarken
mi uyanacağız? Düne kadar bizim lütfümüzle idâme-i hayat ve iddihar-ı servet
eden vatandaşların durumları, nankörlükleri tedkîk ve müşâhede edilmiyor mu?
Ey müslümanalr, Allah ve resûlüllah aşkına artık elele verelim,
başımız üstünde dolaşan felâket ve izmihlâlden titreyelim, ittifak-ı mukaddes
teşkil edelim. Bugün müslümanlığm ve türklüğün pâk alnına sürülmüş yağlı kazan
karaları vardır. Bunları temizlemek, masuniyyetimizi isbat etmek için millî bir
hareket gösterelim. Eğer yaşayacaksak elbirliğiyle yaşayalım, — el’iyâzû
billah— öleceksek de yine elbirliğiyle ölelim:
Düşman sesi duymak istemezsen Kardeş sesidir
uyan bu sesden,
Kalkınca görür ki akşam olmuş,
Vaktiyle
uyanmayan bu sesden.
(KARA ÎSÂ) NIN TÜRK MEMLEKETİ HİÇ BİR ECNEBİYE
VERİLEMEZ.
13 Mart 1335
(1919)
Yunanistan başvekili (Venizelos) — kısm-ı mahsusumuzda
görüleceği üzere —islâm ve Türk memleketlerimizi almak, Yunanlı yapmak istiyor!
«İzmir ve havâlîsi» nden maksadı (bütün Karesî, Balıkesir)
livâsı ile Bursa’nın garbı, İzmir vilâyetinin kısm-ı garbîsi ve Menteşe
livâsmın da garbı ve cenubu) dur.
Şu halde asırlardan beri müslümanlığıyla, Türklüğüyle yaşamış
olan memleketlerimizin hakkı hâkimiyyeti —maâzallah— bugün tehlikededir.
(Venizelos), bu meşru’ olmayan talebini tervîc etdirmek için
hayâl kuvvetiyle memleketlerimizde rum nüfusunun İslâm nüfusundan fazla
olduğunu Paristeki sulh konferansında resmen söylemekden sıkılmıyor, «maksada
vusul için herşey..» nazariyyesini fi’len tatbik etmiş oluyor.
Halbuki «Tevfik Paşa» kabinesi tarafından —ecnebilerin de
şehâdetine istinâden— tanzîm edilen 12/Şubat/1335 târihli muhtırada gerek
ermenilerin, gerek rumlarm göz dikdiği Osmanlı memleketlerinde kaahir bir
çokluğun Türklerde olduğu kat’î suretde isbat edildi.
Bu nüshamızda
münderic nüfus umum müdürü Re’fet beyin beyânâtı da pek sarîh değil midir?
Fakat —her ne olursa olsun— Yunanlılar hakka, ekseriyyete, târihe ve hiçbir
şey’e bakmayarak behemehal güzel memleketlerimize konmak sevdâsmdan
ayrılamıyorlar!
Mîdesi zâten küçük ve zaif olan Yunanistan Balkan harbinde
Rumeliden birçok yerlerimizi yutmuşdu. Şimdi de başından, kudretinden ,midesinin
istîâb hacminden çok büyük memleketlerimizi lokma etmek istiyor! Bilmiyor ki o
lokma Yunan kursağını, Yunan midesini patlatacak, târihde bir çok ölümlü
istihaaleler geçiren Yunanlılığı büsbütün adem mezarına gömecekdir.
(Aydınoğlu) nun, (Kara îsâ) nm, (Ertuğrul ve (Osman) ın fâhir ve
ebedî yadigârları hiç lokma edilebilir mi? (Milletler cem’iyyeti) nin hedef
tutduğu sulh ve sükûn akıllı Avrupaca ihlâl edilmek ,daha doğrusu eski Yunan
medeniyyet ve ırkının vârisi sandıkları bugünkü Yunanlılar kan ve ateş içine
atılmak istenilir mi?
Büyük üstâdım merhum müftü (xx) (Osman Nuri) efendi hazretleri
birgün şöyle söylemişdi:
— Keçiyi sarhoş etmişler de arslan
dediğiniz hâini bana gösterin, diye bağırmış!
İşte Yunanlılar da tıbkı bu sarhoş keçi gibidir. Muhayyel
zaferleri, geniş hayalleri, kör gözleri önlerindeki uçurumu, karşılarındaki
ateş ve kanı kendilerine cennet gibi gösteriyor! Vâkıâ güzel memleketlerimiz
başdan başa dünyânın birer cennetidir. Fakat bu, kem nazarlara karşı icâbında
ateş de püskür ebilir. Elhazer bu cennetden ve elhazer bu ateşden!
Ne elîm bir
vaz’iyyetdir: Türklüğün cirit oynatdığı, asırlarca yaşadığı bu memleketlerin
şimdiki haklı zilyedleri bu haklarını isbat mevkiinde kalıyor! Ne müellim bir
hayatdır:
(xx) Balıkesir
müftüsü.
Giridli
(Venizelos) karşımıza dâvâcı sıfatiyle çıkıyor! Ne acı bir hakîkatdir: Parisde
kurulan insâniyyet ve adâlet mahkemesi yalınız müddeîleri dinliyor, bize karşı
hür yollarını kapıyor, aleyhimizdeki dâvâları vakt-u zamânında bize duyurmakdan
bile çekiniyor!
Fakat merak etmeyin okuyucularım, umûmî vicdan ve bilhassa
müslümanlık ölmeyecek, bu kara günlerin acısını elbette unutmayacakdır. (xxx)
Asabî kalem bir türlü isbât-ı hakka tenezzül etmek istemiyor,
Türk kanım ni’met kâfirlerine karşı «evet, haklıyım» bile demeyi kendisine bir
zül addediyor. Çünkü hak, hakdır, güneş güneşdir. Acabâ Yunanlılar
memleketimizin her tarafında kaynaşan, memleketimizin zirâatına, ticâretine,
irfan ve medeniyyetine haakim olan yüz binlerce Türkü göremiyorlar mı?
Memleketimizin bütün livâmızm kucakladığı türbeler, câmiler, mescidler,
tekkeler, medreseler, mektebler, imâretler, hanlar, hamamlar, kervansaraylar,
dükkânlar, mağazalar, köprüler, yollar... kimindir? Türkün mü, yoksa Yunanın
mı? Hattâ merkezine nisbetle çokluğu teşkil eden Ayvalık müsâfirlerinin nesi,
ne eseri, ne marifeti vardır? Evlerini tünetdikleri arâzî bile (Medîne-i
münevvere) vakfıdır!
Marmara havzası sâhillerini fetheden bizim ecdâdımızdır. Aydıncık
ve havâlisi yedi asırdan beri Türklere yalınız maber (geçit) değil, makar da
olmuşdur. Hülâsa livânm her yeri, her noktası haakim ve sâhib Türklerin
hakkını olanca sesiyle haykırmakdadır.
Bu livâ, Karesî
livâsı Osmanlılar doğmazdan çok zaman evvelden beri Türk’dür, Türkmen’dir.
Beğlik haalinde idâre olunduğu zamanlarda Karesî’nin donanması, ordusu vardı.
Ka-
(xxx) Nitekim
İstiklâl Savaşımızda kükreyen bu millet Yunanlıların hadlerini bildirmişdir. H.
B. Ç.
resî devleti
arasıra donanması ve ordusu ile düşmanlarını titretir, Bizans’a karşı,
Rumeliye, Avrupaya karşı galibâne hareketler, seferler yapardı. Hükmü, nüfûzü
bir tarafdan Çanakkaleye, diğer tarafdan adalara, İzmir hudûduna kadar cârî
idi. Ben o iddiâdayım ki bu havâlî Selçuklulardan evvel de İslâm ve Türk ruhu
taşıyordu.
Hemnâmı olan Cami-i şerîf harîminde medfun (Karaoğlan);
(Ertuğrul Gazi) ile birlikde gelmiş Türk dilâverlerindendi. (Kara îsâ) —ki
(Karesi) onun muhaffefidir— Selçukî devletinin inkırâzı ile Balıkesirde
istiklâlini i’lân etdi.
Bu emâret — (Câmi-üd-düvel) in rivâyetine göre — Aydıncık,
Manyas, Bergama, Edremid, Kemer Edremid (ya’nî Bürhâniye), Pınarhisar, İvrindi,
Ayazmand, Bigadiç, Mendehurya, Sındırgı, Gördös, Temirci, Kızılcatuzla,
Başgelembe, Meret) kasabalarını haavî idi.
(Kara îsâ) Konya ve Anadoluda hüküm süren Selçuklulardan on
dördüncüsü (Sultan Gıyâseddid Mes’ud-i sânî) ricâlindendir. Bu beyin te’sis
etdiği emârete bir tarafdan İlhanlIların mezâliminden bîzâr olarak mühâceretle
gelen Anadolunun şark cihetleri halkı, diğer tarafdan (662) târihinde (Dobruca)
yı (Sarısaltık Gazi) maiyyetiyle zabteden mücâhidlerin bakıyyesi olan Rumeli
muhacirleri ilticâ ediyorlardı. Çünkü (Kara îsâ) mn adâlet ve kiyaseti meşhûr-i
enâm idi.
(Kara îsâ) Türk olmayan, Türklüğün kuvveti bulunmayan bir yerde
icrây-i saltnaat edemezdi. Târihler diyor ki: Karesi eyâlet halkı (Kara îsâ)
dan çok zaman evvelden beri «Türkmen» di(1)
(Kara îsâ)
beyden sonra emârete oğlu (Aclân) bey geçdi. Bu bey de pederi gibi âdil ve kavi
idi. Kendisi Türk olduğu
(1)
Livânın bir çok köy ve şâire isimleri vardır ki hep eski Türk ve
Türkmenlere âiddir: Afşar, Bayındır, Ören, Çetini (Çetine), Çavlı, Hundular,
Ulus, Bayat, II... gibi.
için (Osman
gazi) nin zuhurundan i’tibâren Osmanlı hânedânı ile pek iyi geçinirdi. Hattâ
oğlu (Tursun bey) i «nezd-i Orhânîde dursun, terbiye görsün» diye (Orhan Gazi)
nin yanma göndermişdi. Orhan, Turşunu öz evlâdı gibi severdi.
Aclân beyin vefâtmdan sonra yerine oğlu (Demurhan) geçdi (2).
Onun kardeşi (Yahşi bey) de Bergamada icrây-i hükümet ediyordu (3). Demur,
kötü idâresi yüzünden halkı gücendirmişdi. Evvelce (Aclân) ın vezâretinde
bulunmuş olan (Hacı İlbeyi) —ki BalIkesirlidir— mürahhas gönderilerek Karasi’ye (Tursun bey) istenildi.
(Tursun) Karasî’nin —velev kısmen— Osmanlılığa iltihaakı arzusunda idi. Orhan
gazî ile birlikde Balıkesire gelerek halkın parlak alkışları ve istikbâlleri
arasında (bey) olmak üzere Balıkesir’e ta’yin olundu.
«Demur» daha evvel Bergamaya kaçmışdı. İki kardeşin uzlaşması
Orhan’ca uygun görüldüğü için hep birlik Bergama’ya gitdiler. Fakat mükâleme
halinde iken Demur, gene Tursun’u okla vurmuş, şehid etmişdi. (4)
Artık ehâlî (Orhan Gazi) ye itâat ve bey’at etdi. Bu suretle
bütün Karesi Osmanlı oldu (H: 737).
İslâm memleketlerinden ilk önce Osmanlılığa iltihak eden
— ilhak değil— yer, Karesi
eyâletidir. Târihler diyor ki: OsmanlIlar asıl şevket, kudret ve
muvaffakiyyeti Karesî’nin iltihaakmdan sonra kazanmışdır.
(2)
Bu zâtin adı Türk târihlerinde yokdur. (İbn-i Batuta) ile (Mesâlik-ül
ebsâr) yazıyor. (İbn-i Batuta) Demurhan hakkında «iyi adam değildi» diyor.
(3)
Evvelce Bergama emîri (Sebga) isminde biri idi. (Mesâlik-ül ebsâr),
rumlarla Karesîlilerin deniz muharebelerinden bahseder ve Karâsî’nin memâlik-i
ecnebiyyeye ipek ve lâden ihraç etdiğini ve ucuz bir memleket olduğunu yazar.
Yine bu kitaba göre (Marmara) memleketinin (25) şehri ve mükemmel donanması
varmış ve rumlarla çok vakit muharebe edermiş. Bu memleketler bizim kılıç
hakkımız değil mi?
(4)
BergamalIların tazyiki üzerine Demur, Orhan’a arz-ı teslîmiyyet etmiş,
Orhan onu afv ile Bursa’ya nefyeylemişdi (737). Orada iki sene yaşadıkdan sonra
«Yumurcak Taun» dan vefat etdi.
Orhan Gazî, memleketin ve askerin idâresini Karesi ümerâsından
(Hacı İlbeyi, Gazî Fâdıl, Ecebey, Evrenos) (5) a tevcih buyurmuş, oğlu
(Süleyman paşa) yı da vâliliğine ta’yîn etmişdir.
Bu beylerin Osmanlılığa ve müslümanlığa yapdığı hizmetler pek
büyük ve şâmildir. Rumeli’yi başdan başa feth ile Osm.anlı memleketlerine ilhak
eden (Karesi beyleri) dir. Rumeli müslümanlarının ecdâdı olan Türk
Karesîlilerden mühim bir kısmının kabirleri bugün yetim Rumelide değil midir?
Yunanlılar fâtih Karesi halkını bilmiyorlarsa lütfen kendi târihlerine
bakmalı, bu memleketi midelerine indirmek isterken çok, pek çok düşünmelidirler!
Yukarıda (Ayvalık) dan bahsetmişdim. Oranın sâkinleri
ekseriyyetle korsanlıkla gelmiş müsâfirlerden ibâretdir. İhtimâl ki
merkezindeki rum kesâfeti vatandaşlarımızı ümide düşürüyor. Fakat ne kadar
vâhî bir ümiddir!
Ayvalık kaahir çoğunluğu Türk olan Edremid, Bürhaniye, Kozak ve
havâlîsine o kadar bitişikdir ki bunu oralardan ayırmak mümkin değildir. Kara
ve îcâbât-ı mevkiiyye ve iktisâdiyye i’tibâriyle Ayvalık Yunanlı, Avrupalı
olmakdan ziyâde Türk ve Asyalıdır. Eğer böyle ufak, tefek ve hattâ kocaman
yerleri — sırf nüfus düşüncesiyle — fek ve ilhaak îcâbedecekse bundan bizden
ziyâde Yunanlıların mütezarrır olması lâzım gelir. İsterlerse ırkdaşlarını —
evvelce yapdıkları ve fakat bil’âhare koğdukları gibi— bu kerre de
Yunanistan’a celbedebilirler!
Karesîli ecdâdım
bağırıyor: «Bizi unutmayınız». Evet,
(5)
Bu zatın asıl adı «Ören» dir. Nihayetindeki »us» u —ki «bey» ma’nâsmadır—
sonradan rumeli rumları ilâve etmişlerdir. Ba’zı târihler ve hattâ bunlara
itimad eden «Minber» ve «Zaman» gibi Türk gazeteleri bu zâtın ramdan dönme
olduğuna zâhib olmuşlardı. Halbuki '■gazı Hacı Evrenos bey» îsâ bey»—in
oğludur, dedesi de «Bazoklu han» dır. Türk oğlu Türkdür.
evet... fakat
şimdilik yalınız mübârek isimlerinizi saymakla iktifâ edeyim:
(Senâî, Câmî, Zâtî, Sarıgürz (xx), Salâhi-i uşşakî, Molla Yegân
oğlu Yusuf Bâlî, İlyas Paşa, İmam Birgviî, Şeyh Lütfullah, Şeyh Hasan hoca, Muarrif zâde, Hüsâmeddin Hasan Çelebi, Oruç Gazî, Hacı İshak, Zağnos Mehmed Paşa, Aydıncıklık
Ravzî, Vahîdî...)
Nüfus mes’elesine gelince: Livâ dâhilinde (463,011) nüfus
vardır. Bunun (374,518) i müslüman, (88,493) ü rum, ermeni bütün
hıristiyanlardır. Ermenileri çıkaracak olursak rumların yekûnü daha zavallı
kalır.
Muhterem Karesî evlâdı, müsâade ediniz de sizin nâmınıza haykırayım:
— Ey Yunanlılar ve Avrupalılar,
işte târih, işte nüfus, işte âsâr-ı islâmiyye! Bu memleket Türkdür, Türk
kalacakdır ve ecnebi hâkimiyyetini maâzallah tek bir Türk kalmayıncaya kadar
koğacakdır.
Venizelos ne istiyor?
— Ayni nüshadan —
Bu hafta gelen İstanbul gazeteleri ruviter ajansının bir
telgrafını neşrediyordu. Bunda «Yunan umuru komisyonunun Anadoluda ihdas
edilecek yeni vaz’iyyet hakkında uzun bir içtima’ akdetdiği, hukümet-i
Osmâniyyeye dâir kabul edilen pilânın boğazların beynelmilel bir hale ifrâğını
ve Anadolunun ortasında bir Türk hükümetinin te’sîsini muhtevi olduğu»
zikredilmekde idi.
4/Mart/1335
tarihli gazetelerde de Venizelos’un istedikleri hakkında «Maten» gazetesinden
naklen aşağıdaki tafsilât veriliyordu: «Venizelos, mister (Vilson) un
programının on
(xx) İstanbul’daki
Sarıgüzel mahallesi ve câmii bu zâte nisbet edilmişdir.
ikinci mâddesi
mucibince Osmanlı haakimiyyetinin münhasıran Türk vilâyetlerinde ibka
edileceğini söylemiş ve İstanbul vilâyetinin Türk vilâyeti addedilemeyeceğini
beyan etmişdir. (Venizelos) un îzâhma göre İstanbul vilâyetinde ancak (449,114)
Türk sâkindir. Halbuki vilâyetin umumî nüfusu (1,173,670) olduğundan Türkler
mevcud nüfusun üçde birini teşkil ediyorlar demekdir. Şu halde en tabîî hal
sureti boğazların serbestîsi için beynelmilel te’mînât vazederek İstanbul
vilâyetini Yunanistana ilhaak etmekdir. Elyevm İstanbulda (400,000) kadar rum
sâkindir. Bunların (237) mektebi, (170) kilisesi vardır. Yunanlılar İstanbulda
gerek aded-i nüfusları, gerek Türk paytahtmdaki şâir anâsıra nisbetle gayr-i
kabil-i inkâr olan seviyye-i medeniyyeleri i’tibâriyle cem’iyyet-i ah vam için
en ziyâde şâyân-ı i’timad kimselerdir. Cem’iyyet-i akvam boğazların büyük
ehemmiyyeti hasebiyle bir vâli ta’yîn ve şâir te’mînat da talebedebilir».
Venizelos, İstanbul mes’elesinden sonra Anadolu rumlarına
nakl-i kelâm etmiş ve şu izahları vermişdir: Anadoluda rumların en çok
bulundukları yer İzmir şehri ve havâlîsidir. Burada pek eski zamanlardan beri
(800,000) rum sâkin bulunmakdadır. Rumların kesretle bulundukları ikinci yer
(Trabzon, Samsun) havâlîsidir. Burada (350,000) rum sâkindir. Üçüncü mıntaka
(Marmara) sevâhili olup burada sâkin ehâlînin beşde üçünü rumlar teşkil
etmekdedir.
Venizelos, Trabzon vilâyetinin Ermenistan’a verilerek buradaki
rumların âtisini ta’yin hususunun Ermenistan’a bırakılabileceğini söylemişdir.
İzmir havâlisinde ve adalardaki rumlara gelince: bunların
Yunanistan’a rabtedilmeleri lâzım geleceğini beyan etmişdir.
Venizelos’un izahlarını müteâkip Yunanistan’ın taleblerinı
tedkik etmek üzere i’tilâf devletlerinden her birinin ikişer mürahhas ta’yîn
etmesi kararlaşmışdır.
*
* * (VENİZELOS) A CEVAB
— Ayni nüshadan
—
(Tasvîr-i efkâr) refikimiz nüfus müdürü Re’fet beyle yaptığı
bir mülâkatı bervechi âtî neşrediyor:
— Venizelos «İstanbulda (1 173 670)
nüfus vardır» diyor. Nüfus-ı mezkûrenin sülüsünden (üçde birinden) biraz ziyâdesini
Türk olarak kabul etmekle berâber İstanbulda (400,000) rum bulunduğunu ve
unsur-ı mezkûre âit (237) mekteb ile (170) kilisenin mevcud olduğunu ilâve
ediyor. Halbuki Osman
lI paytahtımn (909,978) nüfusu olup bunun (560,434) ü, ya’nî yüzde
altmış bir buçuğu müslümandır. Rumların mıkdarı ise ancak (205,375), ya’nî
yüzde yirmi iki buçukdur.
— Görüyorsunuz ki rakamlarda
sarâhat ve kat’iyyet vardır. Venizelos müslüman nüfusdan yüzde yirmisini keyfe
mâyeşâ tenzil eylemişdir. Söylediğim rakamlar (1330) senesi ıbtidâsında tesbit
ve ta’yîn etdirilmişdir.
— Biz de Venizelos gibi paytahtda
mevcud dînî ve İlmî âbide ve müesseselerimizin istatistiğini yaparak terâzinin
kefesine koyacak olursak diğer kefenin tevâzünü için bir çok (Atine) 1er
ilâvesi îcâbeder.
— Venizelos Anadoludaki rum ehâlîyi
üç kesîf kütle hâlinde irâe ediyor ki ona nazaran bunlardan birincisi İzmir
ve havâlîsi teşkil eylemekdedir. Güyâ o havalide (800,000) rum mevcud gibi
gösterilmekdedir. Hakîkat ise şu merkezdedir: (Menteşe) sancağı da dâhil
olduğu halde Aydın vilâyetinin (1,819,606) nüfusu vardır. Bunun (1,437,983) ü,
ya’nî yüzde yetmiş dokuzu kâmilen İslâm ve Türkdür. Rumların mıkdarı da
(319,019) dır. Nüfus-ı umumiyyenin yüzde on yedi buçuğu nistebinde! Sonra
(Menteşe) ile Aydın vilâyetinde (2952) kasaba ve köy vardır. Bunlardan (2724)
adedinin, ya’nî yüzde doksan ikisinin ehâlisi kâmilen müslümandır. Sükkânı
müstekıllen rumlardan mürekkeb bulunan köylerin adedi de ancak (86) kadardır ki
müslüman çokluğuna nazaran yüzde dört bile teşkil edemez! (115) kasaba ve
karyede dahi rum, İslâm ve şâir anâsır karışık olarak meskün bulunmakdadır.
İzmir şehriyle ekser livâ ve kazalar bu miyandadır.
— Venizelos (Trabzon) ve
havâlisinde sâkin rumların (Ermenistan) hükümetine tevdiini istiyor. Bu
vilâyetin nüfusu umumiyyesi —Samsun dâhildir— (1,516,249 )a bâliğ olmakdadır.
Bunun (1,187,078) ini, ya’nî yüzde yetmiş sekizden fazlasını yine müslümanlar
teşkil eder. Rumların mıkdarı ise (260,313) den ibâretdir ki umum nüfusunun
yüzde on yedisinden ibâretdir. Ermenilere gelince: Ermenilerin (Trabzon) vilâyetiyle
alâkaları yok gibidir. Ancak yüzde dört buçuk nisbetindedir. (Canik) müstesna
olmak üzere (Trabzon) dâhilinde (1868) karye ve kasaba vardır. Bunların (1468)
i kâmilen müslümanlardan mürekkebdir. Müstekıllen rumlarla meskün. (182),
ermenilerin sâkin olduğu (39) karye mevcuddur Zikretdiğim (39) karyenin (33) ü
de (Ordu) kazası dâhilindedir. (Ordu) kazası dâhilinde de (33) ermeni köyüne
mukabil (229) müslüman karyesi vardır.
— (Marmara) sevahili (İstanbul,
Edirne, Hüdâvendigâr (Bursa) vilâyetleriyle (Çatalca, İzmit, Karesi, Kal’ai
sultaniye) sancaklarından ibâretdir. İstanbul hariç olmak üzere havâlîi
mebhusede (3,179,923) nüfus mevcuddur. Bunun (2,151,579) u müslümandır.
Mütebaki (687,638) i de rum, ermeni ve müsevîlerden mürekkebdir. Buralarda da
hiristiyanlar yüzde yetmiş dokuz ekseriyyete mukabil yüzde yirmi bir ekalliyyete
mâlikdirler. Zikretdiğim vilâyet ve livâlara merbut (5364) kasaba ve karyeden
(4,784) ü, ya’nî yüzde doksanı müslümanlar, yüzde onu da hiristiyan anâsır-ı
muhtelife teşkil eylemekdedir. Bu cihetlerde rumlarla meskün ancak (299) köy
mevcuddur. İcâbında bu köylerin ve hattâ eşhasın esâmisini irâe edebiliriz.
Maahâzâ (Vilson) un prensipleri dâhilinde hareket olunduğu takdirde devlet-i
Osmâniyyenin hukuku sarih ve mahfuz demekdir.
AYVALIK AHVÂLİ — Anarşi
6/Mart/1335
(1919)
Evvelki pazartesi günü Ayvalığa gelen İngiliz siyâsî mümessili
kaymakam möstö «Şimit» in Bergama ve Ayazmand eşrâfından üçer zât ile bütün
İslâm me’murlarım — kazâ kay-* makamının resmî dâiresinde — divana çekerek
kendilerine karşı hazmedilemiyecek ağır bir nutuk îrad etmiş olduğunu
yazmışdık.
Aldığımız tamamlayıcı bilgiye göre Şimit cenahları aynen şöyle
söylemişdir:
—
Ey hırsız ve namussuz Türkler, biz sizi evvelce kabahatsiz sanıyorduk. Halbuki başda
Enver’leriniz, Talât’larınız olmak üzere Almanya ile birleşerek medeniyyeti
kana boyadınız. Artık buralarda hakk-ı hayât ve bekaanız kalmamışdır. Burada
bir alâkanız yokdur. Bir haftaya kadar işler yoluna konacakdır. Enver’ler,
Talât’lar öldü! Onlara peyrev olanların da başı kesildi! Burada bir rumun burnu
kanayacak olursa cezanız pek ağırdır. Emval-i metrûke yokdur. Herkese malları,
mülkleri derhal iade edilecekdir. Velevki müzayededen para ile almış olunuz.
Bunları mal sahihlerine vereceksiniz. Aksi takdirde cebr kuvvetiyle teslîm
etdireceğim! Yağlarınız mağsubdur! Bunları da hiristiyanlara tevzi’ edeceğim!
Yağlar kat’iyyen harice çıkmayacakdır.
Biz mösyö Şimit’in bir İngiliz siyâsî mümessili sıfatiyle bu
tarz-ı hakaretâmizde söz söylemiş olmasına bir türlü inanmak istemiyoruz. Bu
zâtin ictimâî terbiyece Avrupa milletlerinin çoğundan yüksek bulunan İngiliz
milletine mensûb olduğuna bile kaani’ değiliz. Olsa olsa Şimit, Türk
düşmanlığını kendisi için meziyyet sanmış bir şahısdır. Türklerin ma’su
miyyetini, safveti ahlâkıyyesini defa’larca takdir ve i’tiraf etmiş
olan memleketimizdeki İngilizler ve bilhassa amiral «Galtrop» ve mösyö «Dikson»
cenahları bu tahkîratı elbette İngilizlere mal etmeyecek, Türk ve İslâm düşmanı
birinin müteassıb kafasından çıkan hezeyanlardan ibâret olduğuna hükmeyleyecekdir.
Fakat ne olursa olsun arkasına bir takım şımarık palikaryaları takarak şurada
burada dolaşan ve ma’sum Türk kalblerini zehirleyen bu adamı İngilizler
men’etmeli, hattâ sür’atle cezâlandırmalıdırlar.
Vakıa mağlûbuz. Bu, gayr-i münkerdir. Fakat hiç bir zaman
«hırsız» ve «namussuz» olmadık. Bu sıfatlan, müsâadeleriyle, söyleyene iâde
ediyoruz. Türkler asırlardan beri ruh temizliği ile yaşamış, kimsenin bir
habbesine dokunmamış, bil’akis korsanlıkla yerleşenlere merhamet ve atıfet
göstermiş büyük bir milletdir. Eğer herhangi bir yerde hırsızlık ve namussuzluk
yapılmış ise bu sıfatların onlara tevcihi lâzımdır. Fakat mösyö Şimit bu gibi
şahıslara da bu tarzda hitab ve itabda bulunmıya salâhiyyetli değildir. Hamd
olsun Türk milleti henüz ölmemişdir. O, tebeasmdan istediğini cezâlandırabilir
ve nitekim cezâlandırmakdadır da.
Mösyö Şimit’in değil Türklere, hattâ Osmanlı ünvân-ı mübâreki
altında yaşayan herhangi bir unsura veyâ efrâdmdan bir kısmına bile itabda
bulunmasına dayanamayız. Meselâ o havâlîde Murad ilili Ahmed’i evinde katleden,
Araplar civârında iki deveciyi cerh ve darbederek ölümüne sebeb olan, Dalkıran
oğlu Osmanı ayağından yaralayan, Ayazmand’a erzak götürmekde olan bir asker
arabasına tecâvüz, iaşe anbarına leylen girerek zahire ve zeytin sirkat,
Kozak’lı Ahmed’i — bileğinden elini keserek ve alarak cesedini bırakmak suretiyle
— şehid eyleyen ve Şahu’nun evine girerek cerh ile parasını çalan... rumlarm
bile ecnebi bir kuvvetle cezâlandınlmalarmı çekemeyiz. Çünkü meydanda hâkim bir
hükümet vardır. O, bugün hareketsiz ve mukayyed ise de elbette bir gün eski
hürriyyetine kavuşacak, adâletin pençesinden kurtulmak isteyen bütün kaatil ve
zaalimleri terbiye edecekdir.
Türkler kabahatsizdir, ma’sumdur. Bilhassa Balkan harbinde
Yunanlıların canavarlıkları karşısında memleketini, servetini, yurdunu bırakarak
İslâm diyârma ve bu arada Ayvalığa sığınmış olan Türk muhacirler... acebâ daha
dün ateşden, zulümden kurtulmuş olan bu zavallılar mıdır ki «Almanya ile
birleşerek medeniyyeti kana» boyadılar? Kaymakamlarının gafleti neticesinde
divana çekilmek bedbahtlığına uğrayan Ayazmand’lı, Bergama’lı üçer kişi midir
ki «Almanya ile ittifak etdi de medeniyyeti» bu hale getirdi? Hayatın bin
çeşit ıztırabları, yaramaz vatandaşlarının bin türlü hırçınlıkları karşısında
ezilen, fakat sebât eden küçük me’murlar mıdır ki koca umumî harbi açdılar ve
«medeniyyeti kana» boyadılar?
Biz doğrusu kaymakam rütbesinde bir zâtin böyle yalınız
insafsızca değil, ayni zamanda pek de mantıksız bir nutuk îrad etmiş olduğuna
hâlâ inanamıyoruz.
«Artık hakk-ı hayât ve bekaanız kalmamışdır, burada bir alâkanız
yokdur»!
Mösyö Şimit’i afvederler amma, irâdesine de gayr-i mâlik bir zât
olarak tavsîf edeceğiz. Bir milletin «hakk-ı hayât ve bekaası» o milletin
varlığı ile teayyün eder. Bugün meydanda bir millet, bir Türk milleti var mı,
yok mu? Eğer yok derlerse müsâadeleriyle soracağız ki Çanakkal’ade muazzam
donanmalarınıza karşı arslanca sebât eden, senelerce boğazlardan geçmenize
mâni’ olan kuvvet ne idi? «Küt-ül emâre» de sizi mağlûb edenler kimlerdi?
Demek, meydanda bir Türk milleti, hem kahraman bir Türk milleti
vardır ve o Türk milletidir ki asırlardan beri medeniyyetiyle, istiklâliyle,
adâletiyle, izzet-i nefsiyle yaşamış, hattâ bir zamanlar bugün galib mevkiinde
bulunan ba’zı devletleri de ulüvv-i cenâbiyle himâye etmişdir. Bu millet yaşamayacak
da hangi millet yaşayacakdır? Yunanlılar mı, rumlar mı?
Hem bu sözü söylemiye Şimit cenahları nereden salâhiyyet
almışlardır? Aceba «Sulh konferansı» Anadolu sâhillerini Yunanlılara verdi de
bizim haberimiz mi olmadı?
Gerek mösyö Şimit ve gerek bütün cihan-ı medeniyyet şuna kaani’
olmalıdır ki bu havâlîde Türklerden başka hiç bir kuvvet icrây-i haakimiyyet
edemeyecekdir. Türkler «hakk-ı hayât ve bekaa» larını — maâzallah — tek bir
Türk kalmayıncaya kadar müdâfaada sebât eyleyecekdir.
«Bir haftaya kadar...» acebâ bundan maksad nedir? Ayvalıkdaki
islâm nüfusunun imhası mı kasdediliyor? Zavallı Türk muhâcirlerin sokak
aralarında sürünmekde olmalarım mı murad etmişdi? Öyle ise zehî adâlet, zehî
medeniyyet!!
«Bir rumun burnu kanarsa...» emin olunuz Şimit, Türkler vekaar
ve temkinlerini hiç bir zaman bırakmayacaklar, intikam sevdaasına tenezzül
etmeyeceklerdir. Fakat onları kışkırtan palikaryalar biriltizam Ayvalıkda
müdhiş hadiseler çıkarmıya çalışıyorlar ve bunun müsebbibi de — bize yazılanlar
doğru ise — zât-i âlîniz bulunuyorsunuz!
«Emvâl-i metrûke» yok mudur? Biraz îzah edelim: Hatırlarda
kaldığına göre sâhillerde bulunan rumları — harbden evvel — Yunanlılar
memleketlerine da’vet etmişlerdi. Yeni Yunanistanda bulunan müslüman emlâkini
rumlara verecekler, bu suretle hicret eden İslâm nüfusu boşluğunu rumlarla
dolduracaklardı. İşte sâhillerdeki hicret bizde bu suretle başladı. Bu, tehcîr
değil, bir hicretdir. Hattâ böyle olduğuna Rusya, İngiltere, Fransa, İtalya
sefâretleri baş tercümanlarından mürekkeb bir tahkik hey’eti de tamâmen kanâat
getirmişdi.
Yunanistana giden rumları biz zorla koğmadık. Onlar kendi arzu
ve ihtiyarlariyle gittiler. Hey’et-i tahkîkiyyenin verdiği müşterek rapor
üzerine Türk devleti ile Yunan hükümeti tarafından büyük elçi rütbesini haaiz
birer siyâsî mürahhas ta’yin edilerek emval ve emlâkin mübadelesi mes’elesi
düşünüldü ve bu da neticelenerek resmî bir protokol imzalandı. İşte bu
suretle Türk hükümeti Ayvalıkdaki ba’zı evlere İslâm mücâhirlerini
yerleşdirmişdi.
Ayvalığa iskân edilen bu muhâcirler şu beş, on sene içinde
defalarca hicret derdine uğramış zavallılardır. Bir tarafdan onların bırakdığı
emval ve emlâki rumlar alırken diğer tarafdan işgal etdikleri yerleri de yine
rumlar mı alacakdır? Maamâfih aczi ve za’fı kendisini herşey’e serfüru etdiren
kazâ kaymakamı Osman Nuri bey mösyö Şimit’in arzusu vech ile zavallı
muhâcirlerin kollarından tutulup atılması karşısında seyirci kalmış, salîb-i
ahmercilere (kızıl haçcılara) İslâm emval ve emlâkini — gözü önünde — yağma
etdirmişdir!
«Yağlarınız mağsubdur». Acâyib! Neden mağsub olsun? Ayvalıkda
bir çok müslüman tâcir var. Onlar parasiyle dindaşlarından ve hıristiyanlardan
yağ almışlarsa bu, bir gasıb mıdır? O halde ramların müslümanlardan satın
aldığı mallar hakkında da mağsubdur hükmünü vermek îcâbeder ki bu, İngilizlerin
hiç de sevmediği bir nevi’ bolşeviklikdir! Aman memleketimize holşevikliği
getirmeyiniz!
Kazâ kaymakamı bey — Allah kahretsin — Şimit cenahlarının emri
(!) mucibince kazâ dâhilinden yağ ihrâcını derhal yasak etmişdir!
Hıristiyanlara tevzi’ vazifesini de ifâ edip etmediğini bilmiyoruz. İhtimal
buna da eyvallah diyecekdir. Böyle zaif hükümetin kafasına elbette herkes
tüner.
«Velevki müzâyededen...». İyi amma müzâyededen bedelini vermek
suretiyle mal alanların rie günahı vardır? Eğer meydanda bir suçlu varsa onu
zahire çıkarmalı, cezâlandırılmak üzere hükümete haber vermelidir. Yoksa hod
behod yağmaya kalkışmak bir zulümdür. Biz büyük Britanya krallığı ve Hindistan
imparatorluğu adamlarını böyle zulümlerden, haksızlıklardan tenzih etmek
isteriz.
Şurasını da
ilâve edelim ki bütün bu mülâhazalarımız mösyö Şimit’in naklettiğimiz nutku
hakîkaten söylemiş olmasına göredir. Eğer .bize vâki’ olan ihbârat doğru
değilse derhal tekzîb edilmesini recâ eder ve şu halde İngilizlere karşı olan
mahabbetimizin sevkı ile bu tekzibi de büyük bir inşirah ile dere edeceğimize
söz veririz. Fakat böyle olmadığı takdirde, yukarıda da yazdığımız gibi, iki
milletin samimî münâsebetlerine bile dokunan bu nutuk sahibinin derhal işden
men’ini muazzam İngiltere mümessillerinin ciddiyyetinden bekleriz.
Yunan salîb-i ahmeri (kızıl haç hey’eti) nâmiyle Ayvalığa gelen
Yunan askerlerinin iştirâkile mahallî rumlar me’murların ve müslüman
muhâcirlerin evlerine hücum ve bütün eşyalarını ve paralarım yağma
etmişlerdir. Me’murlardan bir kısmı âilelerini bin müşkilât ile civar Türk
memleketlerine göndermiş, fakat zavallı muhâcirler sokaklar arasında dökülüp
kalmışdır.
İzmirde çıkan rumca «Patris» gazetesinden naklen «Anadolu»
refikimizin yazdığına göre geçen pazar günü Ayvalıkda büyük bir âyin-i ruhânî
icrâ edildikden sonra Yunan kızıl haçının hastahanede te’sîsi merâsimi
yapılmışdır. Bu merâsimde ahalîden bir cemm-i gafîr ve kazâ kaymakamı hazır
bulunmuşdur. Metropolit ve Prosilelos taraflarından harâretli nutuklar
söylenmiş, doktor Orfanidis tarafından mukabele edilmiştir. Bu münâsebetle
keşide edilen Yunan bandırası rumlarm şiddetli alkışlarını da’vet etmişdir.
Gece ziyâfet verilmiş, bunun devamı müddetince bir bando muzika Venizelos ile
Yunan marşlarını çalmışdır!
§ Dört gün evvel gece Ayvalık mal muâvini Neş’et efendi,
hânesinde ondört yerinden bıçakla yaralanmak suretiyle rumlar tarafından şehid
edilmişdir. Merhum namus ve iktidâriyle tanınmış gene ve çalışkan
me’murlarımızdandı. İşte kızıl haç’m marifetleri! Fakat bu hal, bu rezâlet
devam edemez.
Livâ hükümetinin
merkezî hükümete en müsta’cel telgraflarla vuku’ bulan iş’arları maatteessüf
cevabsız kalmakdadır. Meydanda bir hükümet kalmadı mı yâ Rabbî! Ayvalık memur
ve muhâcirleri hergün, her dakika ölüme mahkûmdur. Bunlar canlarının
kurtarılması çiin telgrafla müracaatde bulunmuşlar, fakat merkezî hükûmetden
bir hareket eseri görememişlerdir.
§ Salîb-i Ahmerciler ve hempâları tarafından Ayvalık hükümetinin
de basıldığını teessürle haber aldık! Bereket versin ki kahraman nöbetçi
bunların fenâ tasavvurlarına mâni’ olmuşdur. Ayvalık bir silâh deposu
halindedir. Salîb-i Ahmerciler bütün rumları silâhlandırmışdır! Bugün Ayvalık
bir Yunan memleketi vaz’iyyetindedir.
Kazâ kaymakamı
Osman Nuri — ki Bulgaristanlıdır — bunca
aczine ve hainliğine rağmen hâlâ yerinde tutulmakdadır. Gelecek nüshamızm
intişârı zamanına kadar kaldırılmadığı takdirde onun hakkındaki şikâyetleri
bütün delilleriyle îzah edeceğiz. (x)
(x) Ne o adam kaldırılmış, ne o rezâletler son bulmuşdur. Bil’akis
o yazıları yazan zavallı gazeteci «Hasan Basri Çântay» ın yakalanarak mahfuzan İstanbul’a sevkı ve
gazetesinin müebbeden ta’tili hakkında Balıkesir mutasarrıflığına şifre
verilmiş, bu yüzden gazeteci felâketli ve heyecanlı iylar geçirmiş, mâddî bir
çok zararlar görmüşdür. O feci’ safha başda kısaca arzedildi. Allah o kara
günleri tekrar başımıza getirmesin, âmin. H. B. Ç.
[1] Nişin «sansör»
denildiğini bilmiyorum. Çok hamiyyetli bir gençdi. Kurtüluşu müteâkib Ayvalık belediyesine
baş kâtib olmuşdur. Vefât etmişdir„ Allah rahmet etsin.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar