LA - SONSUZLUK HECESİ - Nazan Bekiroğlu
Öyle
bir çığlıkla attı ki kendini Adem uykusundan, gerçekte çığlık atıp atmadığını
bile bilmedi. Ama iki uyku arasında rüyasının bölündüğü gün gibi gerçekti. Ve
başına bir şey gelmiş gibiydi.
O
zamansızlık zamanında, cennet ırmağının kıyısında Adem, onunla göz göze geldi.
Kuşları,
tüyleri ürkütmekten korkarcasına elini uzattı yavaşça. Parmaklarının ucundan
dökülen yaseminleri gösterdi. İçine dolan ses ve ışığa, sevince sarmaşığa,
usulca, sen kimsin, dedi. Bildiğini bir kez daha bilmek, kelimesini bir de
ondan duymak istedi.
Ben
kadınım, dedi Havva, ama bu benim sıfatım. Adımı henüz bilmiyorum.
Sonra
döndü Adem’e, aklına bir şey gelmişti, Sesi, bengisular
gibiydi.
Bana,
dedi, bir isim ver, varlığım olsun. Durdu, aklından yeni bir şey geçti. Bana,
dedi, sen isim ver, varlığım senin olsun.
Bana
öyle bir isim ver ki senin adının yanında dursun.
Seni
anan beni de ansın. Seni hatırlayan beni hatırlamadan
olmasın.
Bir
"ile" koy aramıza bizi birbirimize bağlasın.
LÂ - SONSUZLUK HECESİ
Nazan Bekiroğlu
LA
Sonsuzluk
Hecesi
Nazan
LÂ
SAHİFESİ
Bir
gün Sabâ Melikesi Belkıs’tan, Âdem’le Havva’nın hikâyesini anlamanın bütün bir
insanlığın da hikâyesini anlamak manasına geldiğini öğrendim. Çünkü Âdem cem
makamındaydı, yani hayatları, hikâyeleri kendinde toplayıcıydı. İnsanın bütün
halleri Âdem’de gizliydi ve bütün macera onun hikâyesinde özetlenmişti.
Bu
cümleyi yıllarca içimde gezdirdim de bir türlü kalemi elime alamadım, anlatmaya
kalkışamadım. Oysa anlatmak, benim için de anlamanın en yetkin biçimiydi.
Ne
zaman ki, kalmak için değil uğrayıp geçmek için kadem bastığımız, kök attığımız
değil kısa bir gölge saldığımız şu dünyada bir cennet sürgünüyle yazgılandığımı
anladım ve Kelimeler Kitabıçift isimler sahifesinde, Âdem’le Havva'nın yanına
bir de Habil'le Kabil ekledim. O zaman anladım anlatma zamanının geldiğini.
Hikâyenin
ismi düştü dilime bir gece: LÂ.
İLLÂ,
dedim.
Bir
ömür boyu aradığım hece harfinin LÂ olduğunu bildim.
LÂ:
Olumsuzluk eki. Başkaldırı serbestîsi.
Ama
değil mi ki Tevhid kelimesi de LÂ ile başlar: LÂ ilâhe.
Bilinçli
kabul kelimesi onun ardından gelir: İllallah.
Öyleyse
Âdem, İLLÂ’ya giden yolda bir LÂ hecesidir. İsyan tecrübesi onun ilk halidir.
Âdem, cümlenin daha başında LÂ diyecek, reddedecek
özgürlüğe
sahip olduğu halde illallah’a varmasıyla
yaratılmışların
en güzelidir, mümkünler âlemindeki o en esrarlı heceyle, kendiliğinden değil
bile isteyedir. LÂ, hiçlik mesabesi, öyleyse sonsuzluk ekidir.
Hamdele,
bu hikâyenin hem ilk sahifesi hem de neticesi.
Hamd
O'na ki;
Ey
varlığı kendi kendinden olan.
Ey
kendi kendisinin hem sebebi hem sonucu.
Ey
kendi ezelinde ezeli, kendi ebedinde ebedi.
(....)
Bütün
bunları.
Aklım
almıyor.
Ama
kalbime sığıyor.
Ey,
sorgulayan aklıma değilse de kalbime bu genişliği veren Allah'ım. ey ki aklımın
her şeye yetmediğini sezecek gücü de yine aklıma veren Allah’ım.
Aklım
iyi ki almıyor. Çünkü Yaratan, yarattığı şeyin sınırları içine nasıl sığabilir?
Onunla nasıl anlaşılabilir,
bilinebilir?
Onun hükmü altına nasıl girebilir?
Bildim
ki başka bilgiler var, bu kitaba sığmazmış. Bu terazi almazmış.
Terazinin
kefelerini zorlayıp da, melek-şeytan, Âdem-Havva, iyilik-kötülük, şuur-irade,
kader-kaza hakkında düşünüp durduğum geceler boyunca: Kimi, gülümseten sezginin
hükmünde kendimden memnun kaldım. İlk ânda, aydınlık bahçelere yağan nisan
yağmurları berraklığında gördüm göreceğimi. Işıklı. Sevinçli. Renkli. Ama
kelimeyi söz denizine kavuşturmaya, sükûn bulmaya gelince sıra, kâğıtlarım
rüzgârda dağıldı, kalemimde mürekkep tükendi. Akşamdan dizdiğim harfleri
sabahtan bozdum, birer kanat taktım, hepsini rüzgârda uçurdum. Hafızama
kaydettiklerimin de çoğu yerinde yoktu. Uçtu düşünce, fikir buharlaştı. Geriye
bir duygu kelâmı kaldı o da muğlâktı.
Kimi
de, öyle bir dolandım, öyle bir çatala düştü ki yolum, bir yılan hikâyesine
dönüştü, el yordamıyla bile yol alamadım. Söz gelimi iyiliği ve merhameti
sınırsız olan, kötülüğü neden yaratmıştı? O Tek, sonsuz iyilik ve sınırsız hayr
iken, kötülüğün çamurunu nereden karıp da hamurumuza katmıştı?
Hem
kötülük nedir? Kime göredir? Hâl midir irade midir? Şeytan sonra! Kötülüğün
nesidir? Sebebi midir bahanesi midir? Benzeyeni midir benzetileni midir? Temsil
midir gerçek midir? Kıssa mıdır mesel midir? Dahası Âdem, kendi kaderinin
neresindedir?
Sorular
sorular... Hepsi de geldi küstah aklın zanlarının önünde durdu.
İlmi
verilmemiş bilgi. Sırrın kapıları O öyle istediği için açık değil kapalıydı.
Kelimeye çevrilemeyen mananın düğümünde kalp açık, akıl kapalı. Bana da sırrı
değil hikâyesi kaldı.
Her
şeyin doğrusunu söyleyen Kitap, manayı verir suret üzerinde durmaz. Esası verir
ayrıntıda oyalanmaz. Kıssa anlatır ama maksadı hikâye anlatmak değildir. Esası
desteklediği nisbette kıssa muteberdir. Amenna.
Elem
çeken kalemin bahtına düşense, üzerinden geçtiğim dünyaya, şükür ki benim de
arasında bulunduğum uğultulu ezel kalabalığına, o muazzam ümmete imamlık etmiş
olan Adem’e, en fazla da onda toplanmış insanlık manasına yani onun bütün
insanlara
dağılmış
yanına ilişkin aciz bir anlama denemesi. Kıssa üzerinde düşünme niyeti.
Kıssa
üzerinde düşünürken, romanla mesnevi arasına düşmüş bir kalemle hikâyet ettim,
bunca harfi ardı ardına o kalemle ekledim. Lâkin bu kitabın aynasını dolduran
kaçınılmaz çelişkinin de iki dünya, iki şekil, iki mana arasındaki gidip
gelmeler olduğunu en evvel ben fark ettim. Örtmedim üstünü kararsızlığımın,
açıkça söyledim; gizlemedim aşikâr ettim. Ve dahi bunca yıl, bunca harf, bunca
cümle sonra, bir metni ateşe atmakla açığa vurmak arasında yaman bir hesaba
düşmüşken, tuttum, bütün kararsızlıklarımın savunusunu şu bir tek LÂ
Sahifesi'nin sırtına yükledim.
Öyleyse
bu hikâyeyi, ben anlatmaya kalkıştığımda, okuyan okumaya başladığında, en
baştan bilinsin ki bu aynada her şey temsil her şey mecaz. Gaybın ne şekli ne
manası dünya kelimelerine çevrilebilir çünkü. Yanılgıysa Adem’le Havva’dan bu
yana kanımızda. Öyle yakınız ki!
Aslında,
doygun ve mahzun yanımla,
yıkıp
da yapamayan yanımla,
insan
olmanın bütün kusurlarını bütün cevheriyle bir arada içeren yanımla.
Hiçbir
şey anlatmasam da, bu tek hikâyenin derinliğinde,
kırk
yıl boğulur bir kırk yıl da kurtulurdum.
Ama
anlatmak istedim. Anlatmasam, anladığımı da unuturdum.
Âdem’in
hikâyesini hatırlayan herkes, her şey kendi başından geçmiş gibi olur. Kendi
hikâyesini okur.
Ben?
Benden
önce seçilmiş bir yolun yolcusu olarak geldim bu dünyaya ben. Bana sorulmadı.
Ama sorulsaydı ben de seçerdim. Açık itiraf işte, yasak meyveyi, unutarak ve
hatırlayarak ben de yerdim.
Hangimiz
balçık bedeni yaratılmışların en üstünü kılacak olan kutsal nefese, özgür
iradeye hayır, derdik?
Hangimiz
insan olmanın şerefli bilincine, kansız olaysız bir masumluk halini tercih
ederdik?
Hangimiz
bir dünya yolculuğunun onurlu yorgunluğuna, kazasız belâsız cennet yaşamının
bilgisizliğini yeğlerdik?
Bilmemenin
güvencesini hangimiz neylerdik?
Bildiğini
bilmeyen bilgisini ne yapsın? Sen biliyordun ben bilmiyordum, buna kim
dayanabilir?
Demem
o ki, dağların taşların taşımaya takat yetiremediği teklifi hangimiz
reddederdik?
Ödülle
cezayı hangimiz ayırt edebilirdik?
Yasak
meyveyi hangimiz yemezdik?
Böyle
ağır sınanmasa Âdem kendisini nereden bilecekti? Geçici yanılgısının sebebi
olan şey, onun sahiplenilmesine de neden olan şeydir. Ve böyle bir sahipleniliş
için insan olan gözden düşmeyi, sürgün edilmeyi, her bir şeyi göze alabilir.
***
Anlatmak
anlamaktır, demiştim ya. Şimdi gözlerimde, onları neredeyse kaybedeceğim
korkusuyla bunca anlatmadan sonra ne anladığım sorulursa:
Ben
de bu dünyaya düşmüş biriyim.
Kimi
zaman şeytan dokunmuş düşünü hayra yoramayan Havva, kimi zaman af dileyerek
kırk yıl gözyaşı döken Âdem gibiyim.
Dünyaydı
adı. Sertti, hayattı. Ağırdı ölüm. Katıydı günah. Kaderdi, kazaydı, belâydı.
Ama gözlerimi kapatıp da bunca ahd-i belâya çok uzak bir zamandan baktığımda,
cümle kovalıyor cümlelerimi; rüyada gibiyim.
Uzaktan
sesler geliyor. Işık kervanlarının çıngırakları. Ağaç ve ırmak konuştuğunda
bana, sanki cennetteyim. Uğultuya uyanıp da azametli derinliğin içinden ruhumu
rüzgâra açtığımda cennette bile değil bezm-i ezelde gibiyim.
Ne
yazıda, ne aşkta, ne acıda. Kalbin de daha ileri gidemediği bir yer var. Hayal
zamanlarda yıkılmış beldeler. Gözlerimi kendi satırlarımda gezdirip de görünce
ki gölge üstüne gölge. Kimse üstüne alınmasın, hikâye sadece kul ile Allah
arasında; sezer gibiyim.
Dahası,
O’nun da,
sırrıyla
aynası,
ismiyle
yansıması,
ayanıyla
beyânı arasında; der gibiyim.
I. CENNET GÜNLERİ
O
büyük katta.
Her
şeyle çağdaş, ama hiçbir şeyle de zamandaş olmayan o mutlak zamanda.
O
zamanlar bu zamanlardan ayrı, zamanın hesabı o zeminde farklı. Sadece bize göre
bir di'li geçmiş zamandı. Gerçeğin de gerçeğinde ise; sonsuz bir şimdilik ânı,
sıfır lâhzası.
Zaman
yoktu. Akmıyordu. Bir vardı başka da bir şey yoktu. Bir varmıştı bir yokmuştu.
Tüm
ânların birbirine eşit ve denk durduğu o yek- parçada, her şey aynı ânda olup
bitiyor, önce ve sonra aynı ânda yaşanıyordu. Evren daha biçimlenmemişken
kıyamet kopuyor, Âdem yaratılmamışken yeryüzünün son sakini ölüyordu. Cennet ve
cehennem ile köhne dünya karşılıklı seyrediyordu birbirini. Yaşanacak
zannedilenler çoktan yaşanmış oluyordu, yaşandı bitti denenlerse yaşanıp
duruyordu.
Olmuş
olan da, olacak olan da yoktu bu yüzden, geriye sadece oluş kalıyordu.
Ama,
zamanın olmadığı o zamansızlıkta, olayın olmadığı o oluşta, bildim ve kabul
ettim'den öte başlangıcı olmayan o başlangıçsızlıkta neyin nasıl olduğu nasıl
bilinebilir? Gelecek zamanların geçmiş kipine, her ikisinin de şimdi’ye
kayıtsız şartsız sığdığı bu lisanda olup bitenler yeryüzü sözcüklerine
nasıl
çevrilebilir?
Böyle bir olmak üzerinden bir dünya cümlesi nasıl geçirilebilir?
Parça
pürçük akıl her şeyi en-boy-derinlik, zaman-mekân ve oluş ölçeğinde kavrıyor.
Oysa nokta zamanı, nokta mekânı, nokta ânı aklın algı sınırlarını aşıyor.
Nokta
ki mümkünlerin en mükemmelidir. Her isim, her kelime, her resim OL noktasının
içindedir. Sıfır hacim-sonsuz kütle, noktanın sonsuzluk sırrında gizlidir.
Öyleyse daha başlarken bile en fazla, nokta diyebilirim. Noktayla başlayıp
noktayla bitirebilirim.
Her
şey gizli. Benim bildiğimse:
Gizli
bir hâzineydi; görünmeyi, bilinmeyi sevdi.
Sıfırdan
zamana, sonsuz ân’dan ânbeân’a, nâ-mevcûddan vücûda, lâ-mekândan mekâna,
noktadan mükemmele, kelimeden cümleye, emirden vâkiye.
Muhabbeti
aşikâr kuvveyi fiil eyledi OL, dedi.
OL’uverdi.
Kûn!
Bir
kâf. Bir nûn.
Sonra
sükûn.
VARLIĞIN ÖZÜ MUHABBET
Arşı,
arşın kürsîsini, karargâhını.
Arşı;
gösterip mekânı, hareket ettirip zamanı.
Karanlıktan
sıyırıp ışığı.
Yedi
kat döşeyip semaları.
Felekleri,
menzilleri. Sebepleri, illetleri.
Atlasta
çakılı duran yıldızları, döneduran seyyareleri.
Yörüngelerinde
yüzen parlak gök cisimlerini.
Uysal
ay’ı, itaatkâr güneşi. Onların manalarını, durduraklarını, evrelerini.
Göklerden
ayrılmış arzı,
arzı
kaplayan çatlayışlı dağları,
kara
parçalarını, ufukları, uzakken bitişenleri, bitişikken ayrılanları.
Dört
unsuru. Havayı, toprağı, suyu, ateşi. Maddeyi, ilkeleri. Yedi iklim dört
bucağı, altı cihet on sekiz bin âlemi.
Saymakla
bitmez, isimleri varlıklarına yetmez. Kendi Sırrının Sahibi, bunca şeyin
hepsini. Yoktan var
etti,
serdi, yaydı, döşedi.
Beyhude
değildi bu oluş. Sebepsiz değildi.
Âlemlerin
Rabbi âlemde bilindik kıldı kendisini. Görünmezini görünüründe kaydetti. Sonra
döndü kendisine nazar etti, kaydettiğini seyretti.
Bütün
yaratılmışlarda bir hayranlık gülümsemesi.
Bir
seçilmişlik sevinci.
Ama
O gizli bir hâzineydi. Daha fazla bilinmek, farklı bir nazarla seyredilmek
istedi.
Yaratmaya
devam etti.
Birbiri
ardınca gelsinler diye, aydınlatılmış günü, karartılmış geceyi.
Yaza
dönsün diye kışı, kışa dönsün diye yazı.
Yerle
gök arasında emre tâbi bulutu, yağmuru.
Yaksın
diye alevi, ısıtsın diye ateşi, kandırsın diye suyu, boğsun diye ırmağı.
Yani
dönüşü, deveran sırrını,
biçimlerin
en güzeli olan daireyi, başladığı yerde biten çemberi.
Bunları
da var etti.
Göründü
görünmesine ama yine yetmedi, göründükçe perdelendi. Yaratmaya devam etti.
Gökten
inip yataklarına dolan suları.
Sığ
bataklıkları, derin gölleri, kaynayan denizleri, ummanları, okyanusları.
Kara
toprağı, tam ortasından yarılacak olan taşı, kumu, kumun içinde saklı camı.
Düzlükleri,
otlakları, eğrelti otlarını, su kamışlarını.
Yaprakla
donanmış kalın gövdeli ağaçları, reçine kokulu sık ve derin ormanları.
Elma
çiçeğini, pembe peygamber gülünün yaprağını, üzümü, inciri, narı.
Zeytini,
zeytinin içindeki yeşil ışıklı yağı, hurmayı, hurmanın göklere uzanan
dallarını, akasyayı, buğdayı.
Çizgili
zebrayı, uzun boyunlu zürafayı, sırma yeleli tayı. Haritasına göçeceksin
yazılmış-yazılmamış bütün kuşları. Sürünenleri, yüzenleri, koşanları.
Onların
arasındaki yarışı, can pazarını.
Otu
yesin diye kuzuyu, kuzuyu yesin diye kurdu.
Sonra
hepsinin kanına susamış yırtıcı parsı, bol yeleli arslanı.
Kan
revanı, kan revanı,
ama
bunca kan revan arasında arslanın masumiyetini, kurdun art niyetsizliğini,
âlemin
kusursuz düzenini yani, işleyişini.
Kurdu.
Etti. Eyledi. Ayna kıldı kendisine cümle
âlemi.
Âlem
O'nun cümlesiydi şimdi. Öznesi gizliydi ama isimlerinin her biriyle cemicümlede
tecelli etti. Yarattıklarının üzerine isimlerinden, sıfatlarından, fiillerinden
bariz bir ışık düşürüverdi. Lâkin tümünü taşımaya güç yetiremezlerdi.
Bölüştürdü bu yüzden. Kimine bir, kimine üç, kimine beş emanet etti.
Oysa
sonsuzdu isimleri ve O hâlâ gizli bir hâzineydi.
O'na
şimdi, ismini esmasını, sıfatını vasıflarını, benliğinde tümüyle taşıyıp
toplayacak,
sonra
bir ayna olup yansıtacak, ışıtacak, bir bakıma O’na temsil O'na misal,
O'na
halife olacak, O’nu hatırlatacak,
O'na
emanet O’na emin,
şimdiye
kadar yarattıklarının hepsinden daha güzel, daha mükemmel,
bir
şey lâzımdı.
İsimlerinin
kelime kelimesi değil, cümlesi, ez- cümlesi,
ve
şuursuz değil, ne olduğunun farkında, şuur sahibi,
sahip
olmakla kalmayıp
bu
şuurla yapabilen, edebilen, öyleyse iradesiz değil iradeye sahip birisi.
Belli
ki,
Âlemlerin
Varedicisi,
bal
ve süt ırmakları akan cennetinde, hata yapmaya yeteneği, kabahat işlemeye
meyli, muhalefet edecek hilkati olmayan, masum kılınmış meleklerinin kusursuz
tapıncıyla yetinmedi. Hür iradesiyle kendisini bilecek, bilgisiyle kulluk
edecek insanın boz bulanık taşkını önündeki bendi bu yüzden çekti.
Gizli
saklı hâzineydi. İki nokta arasındaki yek- cümlede kendi sırrını kendine açmak
istedi. Evvelini saklı tuttu. Ahirini gösterdi. Varlığın özü muhabbet.
Âdem’e
sıra geldi akıbet.
EKSİK CÜMLE
Arşın
kürsîsine hat çeken bu metinde eksik cümle geldi yerine doldu. İlâhi
muhayyilede bir kelime, bir resimdi önce, çok geçmedi vücut buldu; Kudretin
Eli, Adem'in çamurunu cennet göklerinin altında, esenlik toprağının üzerinde
yoğurdu.
Ama
has bahçelerin arasında OL, deyip de oluruna bırakmadı onu. Dokundu, bu toprağa
kendisinden bir temas hatırası bıraktı. Üzerine doğrudan bir yakınlık kattı.
İki eliyle âyetinin sırrınca yarattı.
Özenin
kaydı olmazdı elbet Yaratıcı için, OL, dese olurdu. Yine de Kadir Olan, Adem'in
hamurunu, oluşun sırrı açığa çıksın diye aniden değil zamanla, aşama aşama,
topraktan toprağa hemhâl etti. Merhaleden merhaleye geçirdi. iki merhale
arasında döndürdü, çevirdi, bekletti.
Alemlerin
Rabbi bu hamura, kendisinde ne varsa; gazapla rahmeti, celâlle cemâli, korkuyla
ümidi ve ikisinin arasında duran yüzlerce binlerceyi, tek tek değil bir arada
kattı. Zıtlıklar mihenk taşı, zıtlıkları bir araya topladı. Adem'in hamurunu
tezadın teknesinde kardı.
Ahenk
ve düzendi yaratışının temeli. Yarattığının doğasına, bütün zıtlıklara rağmen,
ahenge doğru bir meyil, düzene dair bir akış isteği verdi. Ancak doğasının
güzelliğinde dinlenecekti. Bu haliyle kötülük yoktu Âdem’in mayasında, özünde
temizdi, iyiydi. Lâkin sınav yeriydi dünya. İyiliği ve merhameti sınırsız olan,
Âdem’in hamuruna kötülük koymadı ama kötülüğü taşıyabilecek bir kıvam ekledi.
Sonra da bu kıvama bir parça kararsızlık, biraz unutkanlık, epeyce de
sabırsızlık ilâve etti.
Bu
kadar katışığın karışığın arasında Âdem eğri ile doğruyu birbirinden
ayırabilsin diye, Yaratan, aklı yarattı. Diri ve parlak bir varlıktı. Onu
Âdem'in başına koydu. Lâkin bir manası da düğüm olan akıl, kendi kendisiyle sınırlıydı.
Kavrayamadığını reddediyordu. Bunun üzerine Kalpleri Sağlam Tutucu, kalbi
yarattı, Âdem’in göğsünün sol yanına bıraktı. Kalp, aklın çıkmadığı yücelere
çıkacaktı. Akıldan daha diri daha parlaktı.
Kendisine
bütün bu katılıp karıştırılanlardan sonra toprak yükünü aldı, önce havayla
kurudu, sonra çatladı, kıvam tuttu. Bir süre kendi haline bırakıldı,
topraklığıyla baş başa kaldı. Işığını tutamayıp taşıran cennet bulutları şeffaf
gölgelerini düşürdü üzerine, cennet yağmurları yağdı hacmine günlerce. İçine
lâtif rüzgârlar sızdı. Suyla, havayla, kokuyla buluştu.
Merhale
merhaleyi izledi.
Âdem’in
topraktan bedeni halden hale geçti. Kaptan kaba döküldü. Şekle şemaile girdi.
Kayda
değmez o toprak yığınından bambaşka bir şeydi şimdi.
Ama
hâlâ eksikti.
Öylece
yatıyordu. Canı yoktu. Kıpırtısızdı. Biçimlenmiş olsa da ona insan denemezdi.
Etten
kemikten
bir kafesti sadece, bumbuz bir cesetti. Kim yaklaşsa yanına onun soğuğundan buz
keserdi. Ama bu haliyle bile öyle farklı, öyle yeniydi ki bütün ilgi onun
üzerineydi. Cennetin bütün kuşları, dalları, yaprakları, ırmakları, ağaçları,
melekleri, cinleri merakla baktılar bu toprak bedene, bu çamurdan şeye. Bir
sağında durdular, bir solundan geçtiler. Anlayamadılar ki! Bu? Neydi?
Kimi
yaklaşıp usulca dokunmaya cesaret etti. Kimi bu cüreti bile gösteremedi.
Günler
geçti. Nihayetinde oluşun son aşamasına sıra geldi.
Nefes
hayatın ruhu. Makamın kopuş yeri.
Âlemlerin
Rabbi bu toprak bedene,
nefesinden
nefha,
suretinden
suret,
ruhundan
ruh verdi.
Ona,
ruhumdan, dedi.
Söze
harfe, rakama sayıya sığmaz ilişki. Böyle bir gramer kime nasip olmuş ki?
Şimdi
Yaratan’la yaratılan arasında bir nefes ilişkisi. Yaratan yarattığına şu
şahdamarı kadar yakınsa, yaratılan da Yaratan’ına bir nefes kadar yakındı.
Çamurdu bedeninin özü ama alnında bir halifelik mührü, ruhunda O'nun ruhundan
vardı.
O
zaman ruh ile ceset arasındaki örtü kalktı. Toprağın topraklığı, cesedin
zenginliği arttı. Âdem’in
zahiri
gibi batını da tamamlandı. Bumbuz beden ısınıp da ilk nefesiyle devinirken,
damarına kan yürüyüp yüzüne gün, kalbine hayat düşerken,
Yaratan
yarattığına baktı.
Güzel
değil en güzeldi.
Mükemmel
değil ekmeldi. Dahası yok, mükemmelin de mükemmeli.
Yaratacağının
nasıl olacağını zaten biliyordu Yaratıcı. Ama öyle güzeldi ki Âdem, bu
güzellikten arşıâlâ bile titredi.
Toprak
bedeninin üzerinden tatlı bir ürperti geçti. Şöyle bir silkindi yerinden Âdem,
derin bir uykudan sahici bir rüyaya uyanır gibiydi. Hayatın içindeki cennet
bağına muazzam bir göz aydınlığı, umulmadık bir sevinç kaynağı gibi geldi.
Parıltılı
ışığı teninde hissetti. İçine önce güzel kokular doldu. Hülyalar arasından
sesleri seçti. Bir tebessüm indi yüzüne. Görmek ardından geldi.
Bir
ağacın altındaydı. Saf çiçekler açmış filbahri dallarının arasından üzerinde
bekleyen şeffaf bulutu gördü. Bir şehrayinle tarandı saçları. Işık parılcakları
döne döne, zerre zerre dökülünce boynu, göğsü aydınlandı. Gözlerini göklerden
yere indirdi. Her şey üzerine eğilmişti merakla. Hepsiyle göz göze geldi.
Merak
karşılıklıydı. Üzerine eğilmiş kuşlara, hele ışık yollarının içinden süzülen
yeşil zümrüt kuşuna,
meleklere,
cinlere, hele içlerinden o birisine,
dağlara,
ırmaklara, ağaçlara, hele o meyveleri camdan, kokudan, hazdan, renkten,
ışıktan, sudan olana,
gözü
ne görüyorsa, Âdem de onlara baktı merakla.
Sağ
dirseğine dayanarak yavaşça doğruldu, ayağa kalktı. Bir iki adım attı.
Bunca
cennet kalabalığının ortasında çok yeniydi Âdem. Ama hiç yabancılık çekmedi.
Sadece, bir rüyadan uyanmış da birdenbire her şeyi hatırlamış gibiydi. Bu
hatırlamayla kendi kıymetini kendisinde hazır buldu. Zihni, bir kamaşmayla,
sanki hep de varmış gibi oluşunu kavradı. Şimdi, karıştığı büyük ırmağın
akışında kendi hacmini, kendi zamanını aşan küçücük dereler kadar aslına
yakındı.
Bir
yanıyla sanki hep vardı ve bu yanı, kendi yaradılışına tanıktı. Kendi kendisini
seyretti bu gözle. Kendi suyuna, havasına, ateşine, toprağına, ruhuna, mizacına
baktı. İçine sonsuz ruhtan bir soluk üflenmişti ya Adem, şimdi cennette yeni
doğmuş bir bedende çok eski bir ruh gibiydi. Hatırlamasız bir geçmişten bu yana
sanki hep de cennetliydi.
Ve,
şah damarında bir atma hissetti. Geldi,
bilinecek
olan Bilinmezin kesilip eksilmeyen, bitmeyen
tükenmeyen
bilgisine erişti: O. Zahir'di Batın’dı. Evvel'di Ahir’di. O'nu bilmek için bir
gayret sarf etmedi Âdem. Kendisini O’na öyle yakın, öyle parça, öyle ayna
hissetti ki O'ndan başka bir yerden gelmemiş olduğunu bir ânda anladı. Yüzünü
nereye çevirse oradaydı ve baktığı her cihette O’nunla kendi arasında kurulmuş
olan bağın manasına rastladı. Yaratılmışlığının sebebini kavradı ve kulluğuna
hiç şaşırmadı:
Muhtaç
değildi elbet Yaratan, yarattığının kulluğuna. Lâkin Yaratan o kadar büyüktü ki
Âdem’in O’na varmaya kulluktan başka yolu yoktu. Kendisini, ister istemez
değil, istekle kulluk eder buldu. Bu kulluğun sayesinde sayeban oldu. Zorunlu
kölelik değil şuurlu kulluktu bu. Bütün isimlerinin önü sıra o kadar güzeldi ki
onun Rabbi, Âdem’in bu ihtişama tapmaktan, O’na kul köle olmaktan başka yolu
yoktu. O ne derse kayıtsız şartsız, sorgusuz sualsiz doğru. O ne isterse koşulsuz
kuralsız alacaklı. Aşktı bu, başka izahı yoktu.
Kendisini
cennetin daha ilk sabahında, ilk ânında bile Âdem, cinnet aşkıyla şuurlu kulluk
arasında emre âmade buldu. Aşkın da aşkıydı bu.
Hây,
dedi Adem bu heyecanla, nefes kalbinden kopa kopa. Dizlerindeki dermanın
boşaldığı ânda varlık sınırını, kavradı. Bir daire içine aldı kendisini,
bedenini tuttuysa da ruhunu taşırdı. Güzellik ve korkunun iç içe durduğu o
eşsiz ihtişam ânında daha fazla dayanamadı, kendisini büyük bir coşkuyla
bıraktı, alnını cennet toprağına yasladı. Ateş geçen alnını, yazısının
sarhoşluğunda yıkadı.
Anladı
ki Âdem'in kendi varlığı sadece mümkün, O’nun varlığı ise şartların da
üstündeki şarttı. O, tüm ihtimalleri ihtimal ederek Yaratan, kendisi ise önemli
bir ihtimalin eşiğinde durandı.
Öyleyse,
ferman O'nundu, O ne derse o olacaktı.
Her
fermanın altında bir imza, üzerinde bir tasdik mührü. Yaratılış tamamlanınca
şimdi bu mükemmele bir onay gerekti. Kabul ve bunun ikrarı gerekli. Âdem kendi
rüyasına uyandığı ânda, ilâhi hitap geldi. Emir suretindeydi.
O’nun
hitabı duyulurken cennetin her köşesinde meyvelerle donanan dallar, altın
tahtlar, gümüş
ırmaklar.
Gel deyince gelen taşlar, getir deyince getiren ağaçlar.
İç
içe açılan ışıklı salkımlar, salkımlardan dökülen parıltılar, suya değen yıldızlar,
havuzlar, havzalar.
Işıltılarını
saça saça kırılan dalgalar, yükünü taşıyamayan kristal bulutlar.
Yan
yana duran, bir hizaya gelen, birbirini sema eden, devreden gezegenler,
devirler, devr i daimiler.
Yerden
göğe kadar kandiller, nurlar, revnaklar.
Şavklar,
şualar, tayflar.
Yakamozlar,
şevkler, ziyalar.
Bütün
bir cennet varlığı ürperdi. Bir varlığı olan her şey edep ve muhabbetle, asalet
ve cazibeyle, gözün görmediği kulağın işitmediği güzellik suretiyle kendisini
gösterdi. Çoğaldı, yenilendi, kendisini gerçeğinde bildi.
Âdem
toprağın üzerinden alnını kaldırmamışken daha meleklere de Âdem'e secde
etmeleri emredildi.
Deniyordu
ki: Secde edin.
Yani,
onun üstünlüğünü şeksiz şüphesiz kabul edin. Değerini bilin. Bilmekle kalmayın
bildiğinizi de gösterin. Ona selâm edin. Ona selâm ederken Bana yönelin. Eğilin
onun önünde, Benim ruhumdan bir parçanın önünde eğilir gibi eğilin.
Âdem’in
gözü o cennet ânında bir daha göklere ilişti. O daha su ile toprak arasındayken
bir mim remzinde gökleri doldurmuş akl-ı evvel aydınlığını fark etti.
Bir
daha nokta.
Nûr-ı
Muhammedi.
Bir
daha her şey o nokta'nın içindeydi.
İsimleri
öğrenmemişti henüz Âdem. Senden iki cümle, benden bir cümle. O da tekrar, o da
ezber. Bu metni henüz sökemedi, bu müsemmayı çözemedi. Ama ruhunun üzerine,
isminin içine, alnının parıltısına,
unutamayacağı
bir harf mührü, zamanın zarfını bekleyecek bir nur nakşetti.
MASUM AMA GÜÇLÜ SORU
Bu
onay mührünün, secde emrinin evveliyatı vardı aslında.
Hani
Alemlerin Rabbi meleklere, Ben yeryüzünde
bir
halife yaratacağım, deyip de Âdem'in, alnında bir
işaret
taşıyan bu güzel yolcunun haberini verince. İşte o zaman meleklerin üzerinden
fırtına öncesi yağmur kuşlarının huzursuzluğuna benzer bir huzursuzluk
geçmişti.
Öylesine
bir silkinme, rüzgâra muhalif olmasa da, safî bir kanat çırpışı.
Anlayamamışlardı.
Nasıl
olurdu?
Hem
yeryüzünde hem halife?
Yani
O’nun yerine hükmedecek, çevirip idare edecek. Öğretip gösterecek. En fazla da
O'nu görüp bilecek, bilgisiyle O'na kulluk edecek.
Bir
insan!
Nasıl
olurdu?
Bunun
üzerine sormuşlardı ki: Biz Seni yeterince övemiyor muyuz? Gizli bir hazineysen
gevherini görmüyor muyuz? Güzelliğin bilinmek ister, biz bilmiyor muyuz? Biz
sabah akşam Senin güzel isimlerini zikreden ve Sana ibadet eden, günah işlemez
meleklerken. Şu aciz çamur bedenin içindeki çalkantılı bulanık deniz?
Nasıl
halife o olurdu? Nasıl olurdu?
Bir
başkaldırı değildi aslında meleklerin sorusu. Bir niyet gizli değildi
arkasında, soru da niyeti kadar masumdu. Sadece öğrenmek için sorulmuştu. Yani
ki tecahül-i arifaneyle değil sadece tecahülle sorulmuştu. Üstelik melek
kalplerin ortasına bu soru sezgisini düşüren de Evvel Allah'tı. Lâkin masum ama
güçlü bir soruydu bu.
Belli
ki alnı mühürlü güzel yolcu, büyük bir fırtınanın evvelinde duruyordu. Fırtına
öyle büyüktü ki daha kopmadan hissediliyordu. Ve eğer meleklerin bilmediği bir
manası yoksa bu fırtınanın.
Bir
kez daha: Nasıl olurdu?
Sen
orada kan dökücü, fesat çıkana birini mi yaratacaksın?
Kan
dökücü ve fesat çıkarıcı? Sen öyle birini mi kendine halife kılacaksın?
Bu
sezgi ithamı çok ağırdı. Damarları olsaydı cennet sakinlerinin, bu cümlenin
ağırlığı onların kanını donduracaktı.
Ne
demek kan dökücü?
Âdem
daha bir toprak yığınının tortusunda hazır, ve Rahman Allah'ın kelâmında bir
kelime iken bu ağır suçlamanın altında kalmıştı.
Lâkin
meleklerin bilmediği bir şey vardı. Sezgileri gerçekse de onların, bilgileri
eksikti ve hiç kimse O’nun öğrettiğinden daha fazlasını bilemezdi.
Bandan
sebep, Alîm Allah bunca sahiplendiğini, Âdem’ini, bir kez de bilmek eylemiyle
sahiplendi. İlmini, kelâmını halifesine emanet etti. Sınırsız kelimelerini
sınırlı isimler haline getirdi. Kendisinden bildiğine, kelimelerinden de verdi.
İsmin
lâfzı neye yarar? Esma yetmezdi Âdem'i Âdem etmeye. Ona müsemmayı da, bir
isimle isimlenmiş ne varsa hepsini de gösterdi. Bir büyük anlamak ve anlatmak
gücü verdi.
Nihayetinde,
Âdem'e bütün isimleri öğretti.
Adem’in
Kelimeler Kitabı eline verildi, sayfaları da zihnine serildi.
Kelimelerin
Sahibi akabinde emanetçisini melekleriyle bir hizaya getirdi. Melekler dizi
dizi, saf saf, sıra sıraydılar. Işıktılar, nurdular. Nergisler, nilüferler
üzerinden kayıp giden yağmur damlaları kadar duru, aynı damlaların
sayısızlığınca çoktular. Âdem’se tekti. Karşı karşıya durdular.
Bu
duruş, bilenin bildiğini göstermesi, bilmeyenin bilmediğini anlaması içindi.
Meleklere
Âdem'le aralarındaki fark gösterilecekti.
Fark,
bir bilmek hali. Kelimelerin Sahibi imtihan edecekti.
Kelimelerin
Sahibi, önce eşyayı, şeyleri gösterdi.
Bambaşka
bir bilgiyle aydınlandı cennetin cihetleri. Bir şimşek aydınlığında, perdeye
aniden ışık düşmüş gibi, timsaller suretlendi. Bambaşka bir âlemdi. Bu kadar
kalabalık, bu kadar hareket. Bu hengâme, bu kıyamet. Cennet böyle şeyleri
yansımasından dahi bilmezdi. Bir sessizliktir cennetin üzerine sindi. Alışıldık
sessizlikler gibi değildi.
Kevser
sustu. Gökler sustu. Tûba sustu.
Maîn
çeşmesi suyunu tuttu.
Âlemlerin
Hatîbi sessizliğin üzerinden sesini duyurdu. Meleklere hitap ediyordu:
Eğer
haklıysanız, haydi söyleyin bana bunların isimlerini, diyordu.
Melekler
de konuşurlardı elbet hallerinin diliyle, cennet kelimeleriyle. Ama sınırlıydı
kelimeleri. Onların lisanı, lisan-ı hal kadardı. İsimlerin hepsini
bilmiyorlardı bu yüzden. Üstelik bilmediklerinden haberleri bile yoktu. Ama
işte şimdi. Bilmedikleri ne varsa karşılarında duruyordu.
Dilleri
tutuldu. Başlarını zarafet ve edeple önlerine eğdiler. Nuraniyetleri harelendi.
Verebildikleri tek karşılık suskunluktu. Susarken bile öyle güzellerdi.
Bu
güzellik Âdem'in sıcacık soluğunu kesecekti ki, bu kez Kelimelerin Sahibi,
Âlemlerin Alîmi, Âdem’e
döndürdü
hitabını. İşaret. Önce şeyler sonra melekler.
Söyle,
dedi, onlara bütün bunların isimlerini.
Bütün
bunların isimlerini. Yani bütün olup bitecekleri. Gelip geçecekleri. Bir gölge
gibi perdeye düşecekleri. Bir görünüp bir geri çekilecekleri. Her şeyi, birer
birer, hepsini.
Söyle
eşyanın isimlerini.
Âdem
kendisine ne verildiğinin, esma talim ettiğinin, isimleri öğrendiğinin henüz
farkında bile değildi. Ben isimleri bilmem, diyecekti ki dilini dişleriyle
damağının arasında, dudaklarıyla genzinin ortasında çevirmesiyle birlikte
içinden bir bent, sel suyunun önünden çekilir gibi çekildi. Tek tek açıldı
zihnindeki Kelimeler Kitabı'nın sayfaları. Bütün bilgisi önce ses haline girdi
Adem'in. Sonra işitildi. Âdem şeylerin ismini bildi. Nasıl olduğunu anlamadan
bile aktı ağzından kelimeler. Sular seller gibiydi.
Önce
tek tek saydı kelimeleri. Şerbet, dedi. Kevser, dedi. Yaprak, dedi, elmas dedi.
Cinsleri, ibadetleri, müddetleri böyle bildi. Sonra biçimin, kıvamın, ahengin,
düzenin, güzelliğin isimlerini söyledi. Geniş kanatlı kuşları, cennet
çiçeklerini, aynaları, suları böyle zikretti, dilinin ucuna getirdi.
Söyledikleri lâfta kalmadı. Hepsinin işaret ettiği manayı, karşılık geldiği
kavramı da buldu. Kelime kelime tanıdı, cümle cümle kurdu.
Sonra
sınırlı sayıdaki kelimelerden yeni terkipler, farklı ibareler yapmaya geçti.
Bilindik isimlerden
bilinmedik
manalar, olanlardan olmayanlar, basitlerden karmaşıklar türetti.
Söylediklerine,
Âdem’in kendisi bile hayret etti. Bu kadar kelimeyi ne zaman öğrenmişti? Bunca
ismi, nereden bilmişti? Nasıl böyle konuşabilmişti?
Zor
değil.
Ân
meselesi.
Sanki
hep de bilmişti.
Durmadı.
Söylemeye devam etti. Söyledikçe kendi kendisiyle yüz yüze geldi. Söylemek şuur
işi. Söylemek düşünmenin hem sebebi hem neticesi. Söyledikçe kendisini Âdem
kılan özelliğinin söylemek olduğunu fark etti. Her şeyi bildiği kadar, bilmenin
de kıymetini bildi.
Kelimelerle
konuşamayan, kavramlarla düşünemeyen ne varsa, hepsine karşı apaçık bir
üstünlüktü bu. Buydu Adem'in mucizesi. Halifeliği. Vekilliği. Misali. Temsili.
Sebebi, sonucu, hürriyeti. Öyle bir konuştu öyle bir düşündü ki Adem, hiçbir
yaratılmış kendisinden daha özgür değildi.
Söyledikçe
söylemeyi sevdi. Sevdikçe söylemek istedi. Öyle güzeldi ki, kendisini, mucizesine
terk etti, içinde konuşan Rahman'ın nefesi. Şimdi Âdem, ışığın üstünde ışık,
nurun üstünde haleydi.
Sesi
dağıldı ışıklı suların, şeffaf gölgelerin, lâcivert aynaların üzerine. O,
merakla söyledi, dinleyenler hayranlıkla dinledi. Şebnem damlacıkları dudaklarının
üzerinde tomurcuklanırken, neden sonra durakladı. Başını kaldırdı. Etrafına
bakındı.
Saydıklarının
bir kısmı cennette vardı. Oradalardı. Yanıbaşındalardı. Elini uzatsa tutacaktı.
Ağaçları, ışıkları, ırmakları, kokuları, otları, hazları, yeşil zümrüt kuşunu,
güzel bakışlı, munis yaradılışlı, cana dost hayvanları, içe işleyen tatlı
nağmeleri, ılık nefesleri, güzel sesleri, cennetin sakinlerini... Hepsini bir
bir tanıdı, işaret etti. Muhabbet etti. Tebessüm etti her birine, her birinden
bir tebessüm aldı.
Bir
kısmını kelime olarak söyleyip mana olarak bildiyse de uzak bir bilgiydi bu.
Eksik kaldı tanıması. Yabancılardı. Çanağın, çömleğin, mermerin, kilin,
buğdayın, ekmeğin, çift sürmenin, bağ bellemenin, hayvanları ehlileştirmenin,
korunmanın, barınmanın, âletlerin, sanatın isimlerini böyle söyledi. Bunları
sert huylu, tekinsiz sözcükler takip etti. Uyku, dedi Âdem, terlemek, dedi.
Acıkmak, yorulmak, canı sıkılmak, bunalmak, susuzluk çekmek, güneş altında
yanmak, yaşlanmak, çirkinleşmek, çıplak kalmak. Hep böyleydi. Hele ölmek, dedi.
Uykuya benziyordu manasının ilk basamağında ölmek, ama uyumak gibi hiç değildi.
Hele
hele kendisine öğretilen isimlerin arasında öyleleri vardı ki Âdem o sayfalara
göz bile gezdiremedi. Kan dökmek, fesat çıkarmak, bozgunculuk yapmak. Emanete
ihanet etmek, kalbi kapanmak, vicdansız kalmak. Hepsi de zulüm başlığının
altında duruyordu. Bir çocuk masumiyetinde, ne olduklarını anlamadı Adem ama
ağırlıklarını sol göğsünün altında, kalbinin üzerinde hissetti. Öyle kötü
huylulardı ki, şu en ağır kelime, ölmek’ten bile beterlerdi.
İyi
ama! Bir kuşku geldi, Adem’in zihnine takıldı. Eğer isimleri varsa müsemmaları
da vardı. Yani yaşanacaklardı. O zaman neresine sığardı bu sözcükler cennetin?
Koyu bir kasvet kapladı Âdem'in her yanını. Öğrendiği ama cennette karşılığı
olmayan bu kelimeleri kullanacak olmaktan çok korktu. Bu isimlerin, gün gelip
karşısına teker teker dikileceklerini, hepsiyle yüz yüze geleceğini, bir dünya
hikâyesini, hayal meyal hissettiyse de tam bir yakınlık getiremedi. Ama kimi
perdeleri yarı açık, kimi perdeleri sımsıkı kapalı; bambaşka bir dünyanın,
varlıkların, olayların, ömürlerin, fertlerin, ümmetlerin, insanların tarihini
bir ân bakıp geçtiği sayfalardan öğrendi.
Bir
çocuk zihniyle, çabuk unuttu Âdem. Akıp gitti merak. Geriye bulanık bir hatıra,
saklı bir bilgi kaldı. Zamanı geldiğinde hatırlanacaktı.
Bu
sayfalar kapanırken benîâdem, diye mırıldandı Âdem. Benîâdem, derken kendi
adının da Âdem olduğunu öğrendi. Kendi ismi zürriyetinin isminin içindeydi.
Gülümsedi.
En
son, yalnızlığın kelimesini söyleyip bir Havva ismi gelince dilinin ucuna,
Adem'in kalbine bir sevinç, ayağına bir telâş takıldı.
Havva!
Henüz yoktu ortada. Ama ne kadar tanıdık ne kadar başkaydı.
Tanıdıkları,
tanımadıkları, bir ân görüp ânında unuttukları, anlam verebildikleri,
anlayamadıkları, telâffuz edip de müsemmasından korktukları, ismini anmakla
bile ayağına tatlı bir telâş dolananları...
Âdem
Kelimeler Kitabı’nı meleklerin huzurunda tamam etti. Lâkin sınırlıydı
kelimeleri ve Âdem nihayetinde sadece bir emanetçiydi.
Ân
geldi, talim bitti.
Yani
esma gününde Âdem bazı sayfalara göz bile gezdiremedi, kimi kelimelerden ileri
geçemedi.
MELEKLERİN CÜMLELERİ
Âdem
eşyanın kelimesini bilip isimlerini söyleyince, melekler lâl kesilip de Âdem’in
karşısında sadece susabilince; o zaman cennet güllerinin sularıyla yıkandı
ışıklı gözleri. Yağmur kuşları yağmuru, denizin balıkları denizi kavrar gibi
kavradılar gerçeği. Huzursuzlukları sükûnetin şelâlesinden dökülüverdi. O masum
ama güçlü soruları, hiç sorulmamış gibiydi.
Sıra
sıra, dalga dalga geldiler. Âdem’in çevresine saf olup dizildiler. Başlarını
hafifçe önlerine eğdiler. Bir esinti. Bir ışık seli. Her şey onlarla doldu.
Rüzgâr olup da cennetin üzerinden geçmişlerdi. Yaprak titreyince gölge titrer,
şimdi her biri göklerden kendine yer beğenmişlerdi.
Üzerlerinden
cennet kokuları geçerken,
saçları
alınlarında halkalanırken,
bir
yanlarından bakan diğer yanlarını seyredebilecekken,
o
kadar ışık ve suya dönüşmüşlerken,
ve
bütün çokluklarına, her yandalıklarına rağmen erişilmezcesine güzellerken, daha
güzeli yokken,
Âdem
onları, bu saklı inciler gibi ölümsüz güzellikleri asla unutamayacakken.
Hep
bir ağızdan, kendi dillerince ve letafetle terennüm ettiler. Bir önsöz
yaptılar, bir giriş söylediler:
Ey
âdemlerin Âdemi. Sana selâm durmaya geldik şimdi. Kabul buyur, bizimki bir
selâm secdesi.
Cennetin,
genişliği gökler ile yer kadar olan o
yerin;
dalları
birbirine sarmaşan ağaçları, yüklü dalları bükülmüş kirazlar'ı, çiçeklerle
bezenmiş akasyalar’ı,
salkım
salkım muzlar'ı, dikensiz sedirler'i, meyve dolu sidreler’i, ağaçlarda
münhanileri, nar bahçeleri, yayılıp uzanmış gölgeler’i
mor
zambakları, beyaz gelincikleri,
altın
kumları, gök zümrütleri, kızıl yakutları,
köşklerinin
incileri, ırmaklarının şerbeti,
yakamozları,
yağmurları, yıldız kümeleri, bilindikten başka güneşleri, bambaşka gökleri.
Tûba’sı,
Maîn’i, Kevser’i.
Cennetin
bildiğimiz bilmediğimiz her tasviri, hayale sığar sığmaz resimleri, nesi varsa
nesi, cümlesi. Bütün cennet âyetlerini sözcüklerinde çağrıştırarak kendi
dillerince bu sedaya katıldı.
Ama
belli ki Âdem’in mahiyetini en fazla da onun yaradılışını sual eden melekler
anlamıştı.
Dediler
ki: Dünya bir tecelli yeridir. Görünen O değil ama O'nun isimleridir. Âdem'se
halifedir. Aslen değil vekâletendir. Aynen değil suretendir. Temsilendir.
Mecazendir. Ama yine de O’nun içindir O'nun yerinedir.
Bu
cümledeki anlam bir netlice hükmü, Âdem’in özü özeti, bir sonsözdü
haddizatında. Bundan sonra melekler ne demişlerse, bu ilk cümleye eklenmiş
birer yan cümlecikti. Ama ezgileri o kadar güzeldi ki Âdem içinden, hiç
durmasalar, diye geçirdi. Sermestti.
Melekler
başlarını rüzgârda dalgalanan altın başakları gibi hafifçe eğmişlerdi ki soylu
cümlelerin devamı geldi. Mademki Âdem halifelik için seçilmişti, ikinci cümle
seçilmişliğin sebebiyle ilgiliydi:
Üstünlüğün
eşyayı tanımanda. Onları bir bir isimleriyle saymanda. Konuşmanda. Konuşmak ki
düşünmektir, düşünmekse özgür bilinç halidir. Bildik, üstünsün. Âmenna!
Meleklerin
üçüncü cümlesi Âdem’in hür irade- tercih hakkı üzerineydi. Melekler bu cümlenin
üzerinde biraz fazla durdular. Âdem’e kendi mahiyetini anlatmakta
ısrarlıydılar. Söze kendi mahiyetlerinin istikametinden, Âdem'inse
karmaşıklığından başladılar.
Konuşurken
Âdem’den de kendilerinden de bazen üçüncü kişiden bahseder gibi bahsettiler,
yeri geldi doğrudan hitap ettiler.
Dediler
ki: Melek. Kötülük yeteneği yok. Onların içinde, uyanabilir bir kötülük bile
yok. İçlerinde ne vesvesenin amansız sesi ne şüphenin gizli ateşi gezinebilir.
Başkaldırmazlar. İsyan nedir bilmezler. Emre karşı gelmezler. Yaklaşmazlar
günaha, bulaşmazlar. Masumlar, korunmuşlar. Sadece iyiler. Serapa güzellikler.
Tek özellikler. Rüzgâr esmekten, kuş ötmekten başkasını nasıl bilmezse; akmamak
nasıl suyun elinde değilse, melekler de güzelliğin kaynağına, yaradılış
gayelerine doğru akıp duruyor. Teşbih. Tahmid. Tekbir. Başka türlüsü mümkün
olmadığı için, öyle oluyor.
Oysa
Adem, ey güzel yolcu, sen öyle misin? Hatırla nasıl yaratıldığını. Bu toprak
bedene neler katılıp karıldığını, suyuna mizacına neler karıştırıldığını. Hani
ruhun, hamurunun yoğrulmasına tanık tutulmuştu.
Bir
yanın karanlık senin bir yanın ışık.
Bir
yanın melek kanadı bir yanın şeytan ıslığı.
Bir
yanın çamur beden, bir yanın kutsal ruh. Bir yanın iyiliğe açık bir yanın
iyiliğe kapalı.
Tek
başına ne duru iyilik ne de saf kötülük sensin. Ne baştan ayağa cennetsin ne de
tümüyle cehennemsin. Aynı ânda birbirine zıt iki şeysin. İçinde iyilik ve
kötülüğü besleyip büyütecek yeteneğe aynı ânda rastlayacaksın. Hataya da sevaba
da aynı derecede ehliyetli olacaksın. Bir yanın yükselmeye çekecek seni bir
yanın düştükçe düş diyecek. Zirvelerle çukurlar arasında gidip geleceksin.
Ama.
Bu ikilik kabahatin değil senin mahiyetin. Üstünlüğün, zayıflığın olan bu
şeyde. Tepeden tırnağa çamursun Âdem ilk bakışta. Toprağın topraklığına batmış
gibisin. Ama bu halinle kıymetlisin. Çünkü bu halini aşabilirsin. İçindeki
kutsal ruha sahip çıkabilirsin.
İşte
o zaman melek değil ama melekler gibisin. Ve ey Âdem unutma, böyle bir tartıda
melek gibi olmak melek olmaktan ağır çeker. Çünkü sen o iki şey arasında özgür
irade-bilinçli seçimsin.
İşte
o zaman,
her
halinle değil ama bu halinle, düşmenle değil yükselmenle, esfel-i safilîninle
değil ahsen-i takviminle, yani insan-ı kâmilinle bizden yücesin İşte o ânda
secdeye değersin.
Sözün
özü Ey Âdem,
Baş
dikmeye, isyan etmeye, hataya düşmeye senin gücün var da meleğin gücü yok. Yani
bir iktidar çekimi senin insanlığını meşrulaştıran.
Seç
seçebildiğim.
Ne
olmak istersen, o sensin.
Cümlelerin
cümlesi, selâm cümlesi. Yaratıcı’dan başkasına secdesi mümkün olmayanların duru
kalplerine koyulan bu kabule secde, mecaz olarak yetti.
Melekler
secde etti.
Halleri.
Kelâma sığar gibi değildi.
Doğrusu,
kendisine secde edilen de, bu toprak beden, bu Âdem değildi.
Adem
sadece Adem değildi.
Bütün
insanlığın temsili onda gizli. Ezel bezminin tek sorusuna o uğultulu cevabı
verenlerin, kıyamete değin şu dünya üzerinden gelip de geçeceklerin hepsiydi.
Adem hepsini arkasına almış, muazzam bir insanlık ümmetinin önünde tek imam,
tek müezzindi.
Şimdi
önünde secde edilen, kendisine selâm verilen, kadri kıymeti bilinen, değeri
fark edilen de bütün bir insanlık ailesi, benîâdem'di.
Âdem.
Cennetin gölgeliklerinde, emaneti yüklendi.
Masumdu
henüz. Omuzlarında bir ağırlık, kalbinde bir ağrı hissetmedi.
Dağlara
taşlara kalsa bu emanet taşınır gibi değildi.
SECDEDEN KAÇINAN AYRICALIKLI
Kutlu
zeminin ipeksi çimenleri meleklerin secdesini özlemle beklerken, böyle bir baş
eğişin altında ezilmemek için varlığın ne kadar dik olması gerekirdi? Ve böyle
bir dikiliş şayet Allah'tan gelmez O’na dönmezse, varlığı nasıl da iki büklüm
edebilirdi. Ateşse de toprağa çevirebilirdi.
Önünde
saygıya durulan Âdem'de saklı insaniyet sırrı. O da aslında çok açıktı. O kadar
açıktı ki, cennetin bütün meleksi sakinleri bu secdeleriyle Adem’in temsil
ettiği kutsal ruhun önünde kendi değerlerini bildi, kendi yerlerini belirledi.
Hepsi kendini Âdem'de seyretti onda eşitledi. Cennette bir varlığı, bir ismi
olan her şey Âdem’in önünde eğildi. Başları eğildikçe kendileri yükseldi.
Biri
müstesna!
Alev
ateşti. Işıklarını saçarak geldi.
Yürüdüğü
yollardan, yansımasının düştüğü sulardan bir hayranlık esintisinin geçmesi
gecikmedi. Çok güzeldi. Üzerinden bir ilenç geçmemişti henüz. Alnına bir kara
bulaşmamış, görüşüne bir karanlık çökmemişti. Gözlerine, hayranlık duymaksızın
bakmak mümkün değildi. Okşanmış bir gönlü vardı ve asaletli, ayrıcalıklı bir
yerde durduğu her halinden belliydi.
Adem’in
gözünden bakılırsa, güçlü ve korkutucu, çekici fakat ürperticiydi. İçinde
sakladığını ele vermeyen görkemli yanardağlar gibiydi. Doğasında kibre müsait
bir hacim aşikâr, galiba melekler gibi değildi.
Ben
mi, dedi, secde buyruğuyla karşılaştığı daha ilk ânda. Kibrin zamiri ben. Ben,
diye yineledi, ben, diye devam etti. Ben ki dumansız ateşten yaratılmışım,
asilim, vakarlıyım.
Sesinde
acı değil öfke vardı. Keskindi edası ve dili abartılıydı. Alevli ateşten bir
örtüye bürünürken mahiyetini göstermek istedi, kıymetini yaratıldığı maddenin
sırrına yasladı. Kendi özelliklerini ateşin yakıcı lisanında bir bir sıraladı:
Ateş,
dedi en üstün yaratılış unsurudur. Çünkü maddesi yoktur, görünür ama dokunulmaz
ona. Saftır, katışıksızdır. Üstelik sınırsızdır. Ateşin sınırı ancak onun kendi
kendisinde tekrarıyla aşılır. Bu haliyle saltanattır baştan başa, ulaşılmazdır.
Kendisine her yaklaşana yakıcı haberini gönderir. Bir kez dokunanın tüm
izlerini silen bir izi silinmezdir. Onunla bir kez karşılaşanın eskisi gibi
kalması artık mümkün değildir. Geriye çoğu kez yakıcı bir tutku kalır. Benim
yangınımda en çok başkalarının kaybolması bu yüzdendir. Çünkü ateş ayrıştırır.
Yanması gerekeni yakar yok eder. Geriye varsa saf cevher kalır.
Böyle
bir yığın söyledi söylendi. Ateşi yücelttikçe yüceltti. Sözü söze eklerken,
söylediklerinin bir kısmı secdeden kaçınmasıyla ilgili bir savunu bile değildi.
Ama sözün kalabalığında şaşaalanmak da belli ki onun özelliğiydi.
Benliğinin
önünde secde bekleyen çimenlerin alnından önce bir kırışık sonra bir korku
geçti. Bağlanmış mıydı gözleri? Belli ki gözlerinde kendi ışığının yakıcı
kamaşması, o da iki cümleydi:
Kabar
ey nefsim, ben senden şikâyetçi değilim.
Büyü
ey kibrim, çünkü ben sende büyüklenirim.
Şekiller
de manalar gibi birbirine karıştı. Daha ilk sınanmasında bu ayrıcalıklının
ayağı ha kaydı ha kayacaktı.
Oysa,
o durmadı, devam etti. Duyulan bir tek onun sesi, geri dönmedi, ısrar etti.
Çoğalttı, tekrar etti. İnat etti. Ayak diredi. İçinde ateş üstüne ateş
kaynarken biçimden biçime girdi. Sırtındaki ateş örtüsü yetmedi, gözleri alev
alev, dilleri de alevdendi şimdi. Yakıcı doğasını öyle bir ele verdi ki kendisi
bile ateşliğinin şimdiye değin bunca farkında değildi. Bu kadarını o bile hesap
etmemişti.
Bu
hesapta aklına güvenirken kendi iç kalesinde mevzilendi. Bir ateşi düşündü, o
parlak ateşi, o var etmeye gücü yetmese de yok etmeye gücü yeteni. Kendi yaratılışındaki
cevheri. Yüreği güvenle kabardı. Bir de toprağı getirdi aklına. O soğuk,
karanlık, kasvetli şeyi, o değersiz nesneyi.
Sonra
ikisini yan yana tuttu, gözünün önüne getirdi. Ölçtü biçti. Tekrar ölçtü tekrar
biçti. Birbiriyle mukayese etti. Kıyastı dillerin uçurumu, kıyasın kör kuyusuna
devrildi.
Kıyasında
meşru kibri öyle bir işledi ki içine, kendinden daha üstün bir makam
tanımayacak hale geldi. Kendisini her türlü sorunun cevabı, her türlü emrin
âmiri addetti. Kendi kulluğunda kendi tanrılığına itaat etti. Sözlerine
başlarken başı önde, gözleri yerdeydi. Hitabı belli bir makama değil orta
yereydi. Sonra bir cesarettir geldi. Başını kaldırdı. Gözlerini, diklenmemesi
gereken yere dikti. Sesini yükseltti. Böyle bir sesle seslenilmemesi gereken yere
seslendi:
Beni,
dedi, ateşten, ateş derken sesi titredi, onu çamurdan yarattın. Ben ateşten
mizacımla seçilmiş, üstün tutulmuş olan değil miydim? Ben başka, ben yekta
değil miydim?
Oysa
Sen! Onu bana eş koştun. Eş bile değil, üstün kıldın. Sonra tuttun, şu bulanık
balçık bedene secde etmemi emrettin. Bir toprak yığını. Kayda değmez, adı bile
edilmez. Bunu benden nasıl istedin? Hesabın neydi, ben bile buna akıl
erdiremedim. Ben? Şu biçimsiz, kara, kasvetli şeyin önünde eğilmem. Hayır,
asla! Ölürüm de onun önünde küçülmem. Ben küçülsem bile onun büyüklüğünü kabul
etmem. Bu topraktan bedene, bu çamurdan şeye secde etmem.
Şimdi.
Sakın bana kibirden söz etme. Beni kibrimden ötürü yerme. Kibir ekâbir içindir,
büyüklenen değil büyüğüm ben, sakın beni hor görme. Ben kendimi herkesten daha
iyi bilirim.
O
toprak, bense ateşim.
Ben
ondan daha üstün daha fazlayım, daha esaslı daha adamakıllıyım.
Neticede
baş eğmesi istenirken başını göklere dikti. Bir vehimle vehimlendi. Toprakta
topraktan fazlasını, ateşte ateşten azını göremedi. Oysa o sadece ateşti de
Adem sadece toprak değildi.
Şeytan
işte! Melek değildi.
Kibir
secdenin tam tersi.
Meleğin
secdesi gibi. Şeytanın da kibri, Âdem'in Âdemliğinin gereği.
GÖZDEN DÜŞME
Cennetin
üzerine bir dehşet sessizliği çöktü. Şeytanın kibri görünürde Âdem'e yönelikti.
Ama emri Âlemlerin Rabbi vermişti. Öyleyse asilerin bu ilki, Âdem’e
başkaldırırken Âlemlerin Rabbine de mi kafa
tutuyordu?:Kendi
iradesini O'nun iradesinin üzerine mi koyuyordu?
Üzerine
bir lânet inmesi ân meselesi. Güzelliği, itibarı, ismi onu terk etmek üzere.
Elini
uzatsa. Gitme, dese. Gitmezlerdi.
Ama.
Ne
pişmanlık ne dönme. Ne vazgeçiş ne af dileme.
Hata
üstüne hata.
Sapma
üstüne sapma.
Şeytan
diye bir şey olmazdı, adı şeytana çıkmazdı, isyanından çok isyanında ısrarı,
ayak diremesi olmasaydı. Ama o direttikçe diretti, azgınlaştıkça azgınlaştı. Bu
kadar istekle kışkırtılmış bir azgınlığın sonunda, kopardığı selin önünde
boğulması, kendi başını yemesi kaçınılmazdı.
Uyarıldı.
Sorgulandı. Azarlandı. Demek ki yollar hâlâ açık, kapılar aralıktı. Ama o, geri
dönecek gibi değildi.
Başını
kaldırdı.
Seslendi,
beni Sen azdırdın, dedi. Kaderimi
Sen
yazdın. Sorumluluğu, Kaderler Çizen'e
yükleyiverdi.
Müsebbib-ül
Esbâb olana sebep gösterdi.
Kabahatinden
büyük bir özrü sahiplendi.
Bir
makamı varsa makamından düştü. Gözde idiyse gözden. Yürekteyse yürekten.
Üzerinden
bir olumsuzluk nefesi geçti. Hatırası kirlendi. Şöhreti şaibelendi.
Lanetlendi.
Ayıplandı. Kınandı. Adı şeytana çıktı.
Bütün
bu eylem sözcükleri onun üzerine birer sıfat olarak kaldı.
Cennet
yine zamansız mekansız bahçe. Ama başkaldmcıların bu ilkiyle arasına sonsuz bir
uçurum girdi.
Şeytana
aşikâr, cennet sakinlerine gizli.
BÜYÜK BAŞKALDIRICININ CENNETE SON BAKIŞI
Uçurumun
kıyısına dayandı.
Sonsuz
ayrılıştan önce bir taşa yaslandı. Derin bir nefes aldı. Cennete son kez baktı.
Bir
kez olsun cennet gözüyle görmemiş olanların düşleyemeyeceği kadar tatlı ve
yumuşak bir ışığın içinde yüzüyordu her şey. Yarı gövdelerine kadar kristal
göllerin saydamlığında dinlenen ağaçlar da, en derinindeki dağlar gibi
yıldızlarını da gösteren sular da, ağaçların köklerini okşayan gümüş kumlar da,
geniş vadiler ve kıvrıla kıvrıla akan ırmaklar da altın tozuna boyanmıştı. Bir
buğuyla kucaklanmış toprağın üzerinden hoş kokular yükseliyor, dalların arasına
elmas tozları konup kalkıyordu. İnci taneleri dökülüyordu yaprakların ucundan,
yapraklar iplik iplik süzülüyordu. Sükûnetin berraklığında yavaş yavaş dönüyor,
değişiyordu cennet, her şey her ân yeniden yaratılıyor, yeni baştan
varlıklanıyordu.
Cennet,
kendisine son kez bakanın hatırında bundan daha güzel kalamazdı.
Sanki
bütün olanlar cennet toprağının üzerinde, bu göklerin altında olmamıştı.
Düşenlerin
ilki. Hafif bir sesle güldü.
Yaralı
bir hıçkırık değil, tanrılık taslayanların tamamındaki gibi, karanlık bir
gülüştü.
Kendisinden
başka duyan olmadı.
Bu
bahçe böyle güzelken. Bu güzelliği, bu bahçedeki kendisini, bu can acısını, bu
itibar kaybını unutması kolay olmayacaktı. Bu kalp acısını unutamazdı. Canına
batan diken belli ki hiç susmayacaktı. Ve bir yanı değil her yanı, hep kırık
kalacaktı.
Değil
mi ki Ateşin Rabbi, ateşin ruhunu yarı yolda bırakmıştı!
Oysa
onun güzelliğini O'ndan başka hiç kimse onayamazdı!
Ona
O lâzımdı. Bu görüntü başka bir aynaya sığmazdı!
Eski
günleri hatırladı. Bu günler o eski günler değildi.
Kaybetmişim,
dedi. O kadar kaybetmişim ki, kaybedecek hiçbir şeyi olmayanların günündeyim
artık.
Devam
etti, kime seslendiği ilk ânda belli değildi, kendi kendine konuşur gibiydi:
Kaybetme
duygusunu bile kaybettiğime göre şimdi artık kayıptan korkmadan savaşabilirim.
Korku, elimi kolumu bağlamıyor artık. Attığım adımın hesabını yapmak
mecburiyetinde değilim. Kim benden daha güçlü olduğunu öne sürebilir şimdi?
Beni, kimse tutamaz bundan sonra. Sakın ama sakın, bu hikâye burada bitti sanma.
Kime
seslendiği şimdi belliydi.
Döndü
O’nun katına baktı. Yola kibir ve kıskançlıktan çıkıp da terazisini akıl ve
kıyastan kuran,
öç
almanın kaçınılmaz durağına geldi, dayandı. Olanlar gibi olacak olanları da bir
arada gören bir bakışla baktı. Ateşin ruhunu damıtan gözleri hâlâ birer alev
çanağı. Kelimelerinin arasında dura dura, her birinin üzerine basa basa,
biriyle öteki arasına mesafe koya koya:
Öyleyse,
dedi, mademki bu düşmanlık girdi Âdem’inle arama. Mademki bu lânet sıçradı
alnıma. Mademki bu kirli şöhret kaldı şimdi benim sırtıma. İrkiltici olanı
temsil ederim madem. Renkliysem acıtır, eğlendirirken şaşırtırım. Hem görkemli
hem arsızım. Bütün bunlar gibi görünsem de madem çok daha fazlasıyım.
Mademki
ben sizin, sizin derken gözünü bu kez Âdem’in bulunduğu yöne çevirdi, bütün bir
insan soyunu ima etti. Mademki ben sizin daracık kalplerinizin küçücük
akıllarınızın alamayacağı, korkulu bedenlerinizin taşıyamayacağı hazlarla
lezzetleneceğim.
Madem arı ile bulanık, melek ile şeytan karşı karşıya durup da. Ağzı kanlı bir
bıçağın sırtında masumiyetin karşısına çıktığımda, sırtlanlar bile masum
kalacak yanımda. Mademki bir melek safiyetini baştan çıkardığımda. Onu kendi
rengime, kendi boyama boyadığımda. İşte o zaman siz, masumluğunu korkaklığında
koruyanların, masumiyeti küçüklüğünden kaynaklananların tahmin bile edemeyeceği
bir zevkle zevkleneceğim. Mademki benim yapacaklarımı, sizin gücünüz yetmez,
hayal bile edemezsiniz. Olacaklara hayalinizde bile tahammül edemezsiniz.
Mademki kendi gücümün kendi kudretimin görkemini ancak ben, iliklerime kadar
titreyerek hem göreceğim hem göstereceğim.
Yeniden
O’nun katına döndü: Mademki ben iyiye karşı kötü, düzene karşı kargaşayım.
Emanete ihanet eden varlığımla sonsuz uyumunu Senin bozarım. Hem kulun hem
başkaldıranınım. O zaman bu hikâye yarım kalmasın, tamamlansın. Çünkü benim de
göstereceklerim var Sana.
Şimdi
Tanrılığını benden esirgeme.
Değil
mi ki benim de Rabbimsin.
Yokluk
haberimi ertele. Ölüleri dirilteceğin güne
dek
beni öldürme. Vakit, kıyamete değin olsun. Mekân,
dünya
mekânı. Hani, Senin Adem'inin henüz bilmediği kaza belâ ortası.
Bunca
irkiltici kelâmın neticesinde başkaldıranların ilki, o ezeli öfkenin, o
unutulmayacak hadisenin, o ilk düşmanlık hikâyesinin üzerine, bir tek Âdem’i
değil bütün bir Âdem soyunu yoldan çıkarmak için izin istedi. Çünkü onların her
biri bir kez daha Âdem, bir kez daha secde edilesi insan demekti. Onların,
yeteri kadar sadık kalmayacaklarını göstermek için yakıcı bir istekle
isteklendi. İsteğini öfkeyle besledi. Geçmesi yoktu bu öfkenin. Mahşere dek
sürecekti.
Döktü
saçtı, içindekileri gösterdi. Ona bakılırsa, insanın yüzmeyi bildiği kadar
deniz de boğmanın bilgisine sahipti. Onları, dedi, yeteri kadar kendine sadık
bulamayacaksın. Sağdan, soldan, önden, arkadan, yani her halden, her meşrepten,
her mizaçtan, her lisandan bir yol bulacağım. Sımsıkı bağlarını gevşetip
açacağım. Ümit vereceğim, korku salacağım. Güzellikle kandıracağım, güzellikle
olmazsa şiddetli nefreti sokacağım araya. Elimden geleni ardına komayacağım.
Doğru olanı yaptıklarına inandıracağım. En fazla da onları ben’den
caydıracağım. Yok, diyecekler, şeytan diye bir şey. Benim ismimi telâffuz
ederken dudakları titremeyecek. Benizleri atmayacak, kanları çekilmeyecek.
Korkmayacaklar şerrimden. O kadar ileri gideceğim ki olmadığıma neredeyse ben
bile inanacağım. İşte o zaman onları Sana geldikleri dosdoğru yoldan çekip
çıkaracağım. Yani ben kazanacağım.
İşte
o zaman ey benim, ey benim, ey benim Rabbim.
Ey
topraktan önce ateşin Rabbi.
Onu
hiç seçmemiş gibi benim üstünlüğümü kabul edeceksin.
O
zaman hiç gitmemiş gibi bana geleceksin.
O
zaman gör ki Sana kalan mı daha fazla yoksa bana dönen mi? Ben mi üstünmüşüm
yoksa Adem mi?
Olumsuzluğun
ruhu, yaratılacak ve yaşatılacak, ve hepsi de ölümü tadacak insanları doğru
yoldan çıkaracağını söylerken bile Rabbinin izzet ve şerefine and içti. Ağız
dolusu Rabbim, dedi.
Ama
gücünün nereye kadar yeteceğinin, nerede duracağının o bile farkındaydı. Araya
bir istisna bıraktı:
Muhlis
kulların müstesna. Yani temiz ve samimi olanlar bir yana. Yani meleklerin
önünde secde ettiği mana.
Kabul
gördü dileği. Harfe sayıya sığar zamanın biteceği âna değin ona mühlet verildi.
En
eski düşmanlık hikâyesi böyle başladı.
Ateşin
tutkusu, toprağın onuru.
MESNEVÎ’DEN BİR HİKÂYE:BÜYÜK AYARTICININ ÇELDİRİCİLERİ
Dileği
kabul gördüğünde bir adım daha ötesine cesaret etti. Bakışlarını sislerin
içinde kıvrıla kıvrıla kaybolan gümüş ırmaklardan öteye çevirdi. Başını
kaldırdı alev mizacıyla, bir kez daha dikti gözlerini. Seslendi.
Bana,
dedi, mademki bu izni verdin, mademki Âdem’inle benim arama bu bahsin, bu
yarışın girmesine evet, dedin, öyleyse şimdi beni yarı yolda bırakma. İnsanını
kayırma. Benim de Rabbim değil misin? İsyan ettimse de Sana ettim. Hâlâ
benimsin. Ben de Seninim. Öyleyse onu sınanabileceği her şeyle sına.
Durdu
bir an. içindekini, artık tutmadı, aşikâr etti. Dedi ki: Mahşer gününe değin
sürecek bu hikâye boyunca onları yoldan çıkarmam için bana çeldiriciler ver.
Yoldan çeviriciler nelerdir, bana göster.
Uçurum
kıyısında. Dizlerinin üstüne düştü. Başını bıraktı. Yere baktı.
Varedici,
güvendiğine öyle bir güvendi ki büyük ayartıcıdan istediği çeldiricileri
esirgemedi.
Ona
birer suret olarak, Âdem’in oğullarının yolunda göz alıcı altından, soylu
gümüşten, gökte yıldız parçaları kadar parlak elmaslardan kurulmuş tuzaklar
gösterdi.
Güzel
ama yetmez, dedi şeytan, daha.
Alemlerin
Rabbi, ona, incecik ipekli kumaşlar, ağır şallar, güzel kokular, buhurlar,
baharatlar gösterdi. Gösterdiklerinin yanına koşumu kıymetli soylu atların
suretini ilâve etti. Yeleleri rüzgârdan, sağrıları terdendi. Bu kadar güzel bir
şey, tahayyül bile edilemezdi.
Yetmez,
dedi şeytan, daha fazlası. Sesine bir gözü doymazlık eklenmişti.
Âlemlerin
Rabbi, lezzetli yiyecekler, hoş kokulu içecekler, bir ısıranda bir daha ısırma
arzusu bırakan sulu, ışıklı ve renkli meyveler gösterdi. Ağır ve tatlı ama
biraz da buruklardı. Vazgeçilmezlikleri bu tattandı.
Yetmez,
diye yineledi şeytan. O da insanın tanığı, tanıdığıydı. Düşmanına bir bilgi
kadar yakındı. Onun neye ne kadar direneceğini kestirebildi. İnsan bütün
bunlara direnebilirdi.
Bunlar
da yetmeyince Varedici, şeytana devlet ve ikbal, mülk ve erk, makam ve mevki,
nihayetinde şarap, çalgı, cümbüş ve âlem gösterdi.
Yarı
gülümsedi şeytan. Ama yine yetinmedi. Bunlar, dedi pek çoklarını Senin yolundan
çevirecek güçte. Ama daha güçlüsü olmalı. Bana onu ver. Kendisine direnmek çok
zor olanı.
Bunun
üzerine Âlemlerin Rabbi, şeytana, kadının suretini gösterdi. Kadın ki henüz
Âdem'in zihninde bir kelime, varlık âleminde bir resimdi.
Şeytan,
o aklı baştan alıcı gözleri, o mahmur nergisleri, o saçlar arasına gömülmüş
munis çehreyi, fidan endamı, beyaz omuzları, gümüş bedeni görünce duramadı,
yerinden kalktı. Birkaç adım attı. Döndü, bir O'nun makamına bir kadının
suretine baktı.
Gördüğü
karşısında sersemledi. Neydi bu, nasıl bir şeydi?
O
bile esrimişti.
Neden
sonra, tamam, dedi, istediğim bu işte! Öyle mükemmel ki yarattığın bu şey, onu
bir kez elime geçirirsem, kendisini kendisinde nefse çevirebilirsem. Yani
Sen’den çekip kendime getirirsem, en muhteşem Tanrı hediyesini yoldan çıkarıp
da bir ânda yoldan çıkarıcıya dönüştürebilirsem Âdem’in oğulları için dayanmak
artık imkânsız.
Çünkü
altın cansız. İnsanın gözlerinin içine derin derin bakmıyor. Gümüş, saçlarıyla
sarmalayıp en keskin acıları dahi avutmayı bilmiyor. Elmas parçaları, mal mülk,
makam mevki, hatta güzel koşumlu soylu atlar, güzel kokular, cümbüş, işret.
İkbalin ardına kadar açık kapıları ve devletin külçelenmiş ağırlığı. Bunlar
göğsüne bastırmıyor insanı, her şeyi unutturmuyor. Unuttursa bile az sonra
yeniden hatırlanıyor.
Ve
ey Ateşin Rabbi, en önemlisi de şu ki bunlar Seni hatırlatmıyor. Hiçbirisi
vuslatının hazzında cennet, ebedilik ve Yaratıcı'yı vaad etmiyor.
Oysa
kadın öyle mi? Hepsinin verdiği haz dünyaya bakarken, bir tek kadının küçücük
bedeni yüce arşa kadar yol açıyor. Çünkü bir meleğe en fazla o benziyor. Fark
edene de etmeyene de bu güzellik en fazla Seni hatırlatıyor: O baş döndürücüye
her bakan, bilse de bilmese de, Alemlerin Yaratıcısı'nın kudretini seyrediyor.
Onunla esriyor, onunla kendinden geçiyor. Değil mi ki ruhun ulaşabileceği en
üst nokta, ikisinin teninin arasında duruyor. Mestî. Değil mi ki hazla ebedilik
vehmi aynı yerden doğuyor. Bir kez çağırırsa karşı durmak mümkün olmaz. Göz
görse gönül dayanmaz. Gönül dayansa ten kulak asmaz.
Peki
ya ben? Âdem'le aramızdaki bu hikâyeyi bile bile âdemoğullarını ne kadar
çağırsam da bana gelirler mi?
Hayır!
Bin kere hayır!
Öyleyse
ben onların gittikleri yerde olacağım, baktıkları yerde duracağım. En fazla da
yarattığın şu kadının gözlerinin derinine, dudaklarının kıvrımına, saçlarının
arasına, tenine, bedenine, endamına kurulup oturacağım. Onda seyrettireceğim
kendimi. Seni seyrediyor zannederken bana dönecekler. Sana gittiklerini
zannederken bana gelecekler.
Ey
Âdem’in, şu toprak bedenin, şu kara balçık yığınının oğulları. Artık korkun
benden.
Korkun,
derken, alev ateş libasına yeniden büründü. Eteklerini gümüş çimenlerin, firuze
ırmakların üzerinde sürüdü. Mekânları cennet olmasaydı, neredeyse çimenler de
sular da tutuşacaktı. Sesi saf boşluğa çarparken gözden kayboldu, kendi
karanlığına karıştı.
Anlaşma
yapılmıştı.
Karanlıklar
ülkesinin bu ilk yolcusundan geriye cennette solgun bir gölge, ürpertici bir
hatıra kaldı.
ÂDEM’İN “CAN SIKINTISI”
Cennettin
günleri geçerken, adı şeytana çıkanın hatırası silinmemiş ama silikleşmişken,
ondan geriye hepi topu bir isim kiri kalmışken; Âdem’in iyi, doğru, güzel ve
günahsız cennet yaşamı, üzerinde hiçbir kıpırtı olmayan sular gibi durgundu.
Üstelik bu suyun derinlerinde de akıntı yoktu, dalga yoktu, hareket yoktu. Ki
bir gün hiç beklenmedik bir şey oldu. Adı konulmamış ilk eksikliği, bu ilk
avuntusuzluğu, ilk kimsesizliği hissettiği ânda Âdem’in “canı sıkıldı”.
Kesilip
eksilmeyen, yasaklanmayan tükenmeyen esenliklerin bahçesinde kendisini derin
bir yalnızlıkla yalnız hissetti. Göğsü, her şeyin sahibinin aydınlığıyla
dolduktan sonra bile kalbinde bir boşluk sınırı kaldı. Suların bulanıklığıyla
Âdem neredeyse taşacaktı.
Göze,
kulağa, kalbe ulaşmamış bitimsiz güzelliğin cennetinde can sıkıntısının bahsi
geçmezdi elbet. Canının sıkılacağını ne Âdem tahmin edebilirdi, ne de böyle bir
sıkıntı meleklerin aklından geçerdi. Ama Âdem’in içine yalnızlık duygusunu
koyan, secde gününde kelimelerinin arasına Havva ismini katan, muhabbet bahsini
de bitişik sayfada açan, Âdem’in canının sıkılacağını da elbet biliyordu.
Âdem,
canı ilk kez sıkıldığında, masmavi bir cennet nehrinin kıyısındaydı. İnci rengi
dalgacıkları, suya dökülmüş nilüferleri, yıldızları, kandilleri dalgın dalgın
seyrederken, çok yalnızım, diye içini çekti, canım sıkılıyor, diyebildi. Sağ
omzunun başındaki yeşil zümrüt kuşu bu sızlanışı duyunca, kırmızı gagasını
uzattı, gözlerini merakla açtı kapattı. Tüylerini parlattı. Kanatlarını
esnetti.
Dedi
ki: Ey Âdem, bu nice iştir? Cennette can sıkıntısının sözü mü edilir? Pınarlar,
tahtlar, kadehler. Mühürlü halis bir içki. Yastıklar, halılar, koltuklar. İçin
için akan ırmaklar. Misk kokular. Yüzünde nimetlerin sevinci. Ne yana baksan
saltanat, neye dönsen iltifat. Baksana bir: Açlık yok cennette ama nimetler
kırk günlük açlığın üzerine doyurur gibi doyuruyor. Su öyle kandırıyor. Her yan
elmas tozuna, ay parıltısına batmış olsa da gören göz onları her defasında ilk
kez görür gibi görüyor. Öyle coşuyor, öyle taşıyor. Sıcaktan bunalmak yok
burada ama rüzgâr, yanıp da kavrulmuşu serinletir gibi serinletiyor. Yorgunluk
ve bezginlik yok ama yıldızların ışığı öyle ferahlatıyor, öyle dinlendiriyor.
Diyeceğim o ki Âdem, zahmet yok burada ama haz sana zahmetin ardından gelir
gibi geliyor. Şimdi söyle bakalım nasıl olup da senin cennette canın sıkılıyor?
Şu
Havva adı bir kez düşmüştü ya Âdem’in aklına, kelimeleri arasına. Hani kalbine
bir sevinç düşmüş, bir telâş takılmıştı ya ayağına. Neyi istediğini bilmeden
bile, istediğini yeşil zümrüt kuşundan gizlemedi. Dedi ki:
Ey
yeşillerin en güzeli, kuşların zümrüt sevgilisi. Şu meyve dolu dalları,
neredeyse çatlayacak olan narı, köşklerin altından akan ırmakları, elmaslı
yağmurları görüyorum. Cennetin her ân şaşırtıcı bir güzellikle, renk, ışık ve
kokuyla başkalaşımını, olduğunda kalmayışını, bu bitimsiz ânda yeniden yeniden
yaratılışını seyrediyorum. Ama görmek bana yetmiyor. Gördüğümün de görülmesini
istiyorum. Ne istediğimi bilmiyorum aslında ama başka bir şey istiyorum.
Elini
göğsünün üzerine koydu.
Sanki,
dedi, bak tam şuramda, sol yanımda, kalbimin altında bir yer eksik kalıyor.
Sonra bu kadarla kalmıyor, o eksiklik bütün ruhuma doluyor. Ne yapsam
eksilmiyor ne yapmasam dolmuyor.
Yeşil
zümrüt kuşu başını sol kanadının üzerine bıraktı. Adem’in sözlerinin hepsini
anlamamıştı ama hali içine dokunmuştu. Üstelik bu sözler pek etkileyici pek
parlaktı. Ne dediğini bir tarafa bıraktı, Âdem adına bu kelimelerle gururlandı.
Kanat vurdu, havalandı. Kendi kendine, Âdem'in canı sıkılıyor, diye mırıldandı.
Sesi boşluğa halka halka yayıldı. Cennetin gökleri, bulutları, güneşleri,
yıldız yağmurları onunla birlikte fısıldadı: Âdem’in canı sıkılıyor.
Âdem’in
canı sıkılıyor, diye tekrarladı daldan dala uçup duran haberci hüthüt kuşları.
Haber onların diline bir kez düşünce ırmakların balıklarına, göllerin
kuğularına, yasemin bahçelerine ulaştı. Parslar, ceylanlar başlarını kaldırdı
koyun koyuna uykulardan. Melekler zaten olup bitenin farkındaydı. Bütün cenneti
bir meraktır sardı. Cennette insanın canı hiç sıkılır mıydı?
Ama
işte! Melek değildi ki bu, insandı.
Ona
has ona mahsus değildi yalnızlık.
Onun
doğasına yalnızlık ihtisası yazılmamıştı.
GALİBA EZELDEN TANIŞLARDI
Âdem’in
üzerine öyle bir ağırlık çöktü ki, bütün gece uyudu.
Uyku
da bir bilgi hali. Rüyasında sol yanının birdenbire boşaldığını duydu.
Uyandığında,
boşluğunu dolduracak olan az ilerde duruyordu. Sanki bütün bu ağır uyku
yalnızca bu uyanış rüyası için uyunmuştu.
Sağ
dirseğinin üzerinde hafifçe doğruldu. Bir tebessüm sindi yüzüne. Meraklar
içindeydi. Ve boşluğu hâlâ sızlıyordu.
İlk
ânda gözleri kamaştı, pek bir şey seçemedi. Bu ışık nereden geliyor,
çıkaramadı. Neden sonra onu ilk kez görünce, nutku tutuldu. Bu hikâye içinde üç
kez olacak ya Âdem, ilk kez bildiği kelimelerin tümünü bir ân için unuttu.
Böyle
bir şeye daha evvel rastlamamıştı. Ama şaşırtıcı derecede de tanıdıktı.
İlk
bakışta tanıdı.
Havva’ydı.
Sanki
Âdem’di ama Âdem’den de başkaydı.
Galiba.
Ezelden tanışlardı.
Ruhuyla
o ruhun arasında o zamandan bir şey
vardı.
Adem’in
Havva’ya dair bütün bilgisi bu hatıranın ardından geldi. Havva her defasında
tanıdık, her defasında yenidendi.
Orada
duruyordu.
Bir
şelâle havuzunda, ışığın aynasında, sükûnetin duasında, üzerinden mavi buharlar
yükselen bir suda, durur gibi yürüyor, bir yürüyor bir duruyordu. Bir görünüp
bir yok oluyor, su ayaklarını yalıyor, bileklerini okşuyor. Damlalar konuyordu
omuz başlarına. Kollarından parmak uçlarına, parmak uçlarından cennet toprağına
akıyor, dökülüyordu. Cenneti onun güzelliği dolduruyordu.
Havva,
orada suyun altında, kollarını uzatırken, damlaları elleriyle toplar,
saçlarıyla dağıtırken Âdem dikkatlice baktı ona.
Bakışına,
duruşuna. Cennetin, gözlerinde su olup ırmak olup tekrarlanışına, yanağından
boynuna saç olup savruluşuna.
Bu,
su gibi oluşa.
Akıp
akıp duruluşa.
Savruluşa,
sonra toplanışa.
Her
şeyi yapışına, hiçbir şey yapmayışına.
Ani
bir sevinç şaşkınlığı doldu içine onun yüzüne bakınca.
Bir
baktı. Bir daha da gözünü ondan alamadı.
Oysa
Âdem, Havva'nın yüzüne bakmaktan bir ân için vazgeçip de kendi yüzüne sinen
tebessümü
görebilseydi.
O kadar tamamlanmıştı ki daha başlarken bitmiş gibiydi, takıldığı kitabın
üzerinden tek bir harf tefsiri ile gelip geçmişti.
Havva?
Korku ile bakındı etrafına. Bir güneş kristalinden süzülen ışık, alnına yedi
renkli bir taç kondurdu, bir yıldız geldi saçlarının arasında durdu. Âdem’e
öyle geldi ki cennetin meyveleri elmasa, zebercetleri çiçeğe durdu. Irmak arı
duru akarken gökler bambaşka bir merasimle dönüp durdu.
Başının
üzerine eğilmiş mavi bir su çiçeğini kopardı Havva, evirdi çevirdi, avuçlarının
arasına aldı, merakla inceledi. Yapraklarını okşadı. Usulca, ayaklarının
dibinden akan suya bıraktı, döndü, bıraktığı çiçeğin arkasından baktı. Sonra
mavi bir çiçek daha kopardı. Kadındı. Saçlarının arasına taktı. O, saçlarının
arasına mavi bir çiçek takarken, bir başkasının arkasından bakakalmışken,
cennette zaman yoktu ya Âdem yine de bu ânın biteceğinden korktu.
Korku
korkuyu kovalamadı esenlik bahçesinde elbet, ama Havva suyun aynasından
çıkarken Âdem bu kez onun tarafından görülmekten, düpedüz ondan korktu.
Buydu
istediği. Görülmek. Ama yine de korktu.
Gözlerini
yumdu. Yeni bir uyku çöktü üzerine.
Çok
geçmeden daldı. Çok geçmeden uyandı.
İki
uyku arasında gördüğünün bir cennet rüyası olduğunusandı.
Ama
hayır, işte yine oradaydı!
Ve
bu kez suda değil az ötedeki ağaçların arkasındaydı.
SEYİR LÜGATÇESİ: AMA
Adem
de güçlü ve güzeldi.
Yapılı
AMA narindi. Zarif fakat heybetliydi. İnce AMA derindi.
Toprağı
dünyadan suyu cennettendi. Bu yüzden gölgesi vardı. Farklıydı yani. Cennet
sakinlerine göre bambaşka bir güzellikle güzeldi. Demem o ki, cennetin
cemicümlesi ondan daha güzelinin olamayacağından neredeyse emindi.
Ta
ki Havva yaratılıncaya kadar.
Ne
zaman ki bir şelâle suyunun havuzunda Havva’nın kelimesi vücut buldu, cennet
ehlinin güzelliğe dair bütün bilgisi baştan sona bozuldu.
O
göründüğünde sadece Âdem'in değil, konuşkan hüthüt kuşunun bile dili tutuldu.
Havva'nın ilk görünüşünün neticesi, her şeyin üzerine sinen ani bir
suskunluktu. AMA sonrasında bir seyir lügatçesinde toplandı Havva'ya ilişkin
cennet kelimeleri. Âdem bakakalmışken, bütün bir cennet de onu seyredurdu.
Fakat
nedense melekleri, Âdem'in yaradılış haberini aldıkları günküne benzer bir
huzursuzluk sezgisi sardı. Havva’ya bakışları bakışa eklenirken cümleleri de
AMA'larla bölündü. Çünkü Havva AMA’lar olmadan, düz bir cümleye sığmıyordu.
AMA’lar bu seyirde o denli vurguluydu.
Havva
sadece güzel değildi.
Aynı
zamanda tatlıydı, sevimliydi.
Sıcak,
cana yakın ve gönüldendi.
Boyu
boyuna uygundu Âdem’in, endamı endamına.
AMA
sanki teni onunkinden daha parlak, gözleri, bakışları daha gizemliydi. Ve sanki
daha çetrefildi. Ve bu çetrefil açık değil gizliydi. Zahirde değil içteydi. Her
halde Havva aynı ânda çok şeydi. Ve ona ilk bakışla son bakış birbirinin aynı
değildi.
Duruydu
ilk bakışta. Yalın. Işıltılı. Akıcı. Sanki sudan yaratılmıştı ve meylinde güneş
ışığı oynaşan sular gibi berraktı. AMA her ân değişiyordu. Bir kararda
durmuyor, iki bakış arasında halden hale giriyordu. Karanlıkları, uçurumları,
ırmakları vardı. İşten değildi gölgesine düşenin yitip gitmesi. AMA yitip gideni
bulup çıkaracak olan da yine Havva'nın eliydi.
Çiçek
gibiydi Havva.
AMA
hayır! Çiçek fazla masum kalırdı bu güzelliğin tanımı babında. Onu bir çiçek
güzelliğine indirgeyecekler için yanılgıydı sadece. Havva aynı ânda hem çiçek
hem zehir gibiydi. Bir vadi rüzgârının uçurumundaki sesi dinler gibi, o sesin
kendisi gibi ürperticiydi.
Hem
tehlikeydi hem tehlikedeydi. Hem suç ortağıydı Havva hem suçun teşvikçisi hem
suçun ta kendisi.
Her
türlü hiddeti doğuracak denli sebepti. AMA aynı hiddeti teskin edecek denli de
güzeldi. Çünkü
Havva
saf güzellikti ve güzellik hiddeti durduracak yegâne şeydi.
Saf
güzelliğin haberi Havva'daydı. Ona bir kez bakanın, hiç bilmese de bir
Yaratıcı’nın varlığına inanması kaçınılmazdı. O kadar güzeldi ki
yaratılmışların bu en yenisi, meleklerin de sükûn bulmaları fazla gecikmedi.
Onlar da afiyet bağına muhteşem bir süs gibi inen bu güzelliğin seyrine
bıraktılar kendilerini.
AMA
güzel olmaktan başka hazineleri, hayatı süslemekten başka bir kaderi de vardı
bu güzelliğin, besbelli. Gelip geçici bir sermaye değildi sahip olduğu.
Bambaşka zenginliklerle de zengindi. Ve defteri ilk âlemde, evvel âlemde
kapanıp kalacak gibi görünmüyordu. Ahiri vardı, sonraya düşecekti yolu.
Ve
bir sezgi! Ne kadar çok çile çekecekti.
Meleklerin
Havva'nın çekeceği büyük acıya dair sezgisi bilgiye dönüşmedi. AMA Havva’nın
saçlarının arasında duran mavi su çiçeği, içlerinden birisinin gözüne ilişince.
Hüzün geldi. Bir melek kalbinin üzerinde titredi.
İsmini
henüz bilmeyen Havva kendisini bir şelâle suyunun havuzunda bulup da hem
uysallıkla, hem dik başlılıkla etrafına bakındığında. Merakla birkaç adım atıp
bir su ağacının altında durduğunda. Mavi bir su çiçeğini suya bıraktığında,
diğerini saçlarının arasına taktığında.
Kimin
sol yanını boş bıraktığını bilmiyordu.
Kimi
tamamlayacaktı? Kimi eksiltmişti?
Merak
etti. Gelmişti, öyleyse bu geliş sebepsiz değildi.
Az
ilerde gördü onu. Adem orada suyun kıyısında, bir ağacın altında, başı
bulutlara dönük uyuyordu. Bir cennet rüyasının kıyısındaydı. Başı omzuna
kaymış, bir kolunu kendi göğsünün üzerine atmış, diğer kolunu sarkıtmıştı.
Gövdesini güneşe, saçlarını rüzgâra bırakmıştı.
Ne
kadar güzeldi ki?
Dudakları
biraz açık, gözleri biraz kapalı. Bir şebnem tanesi süzülüyordu yanağının
üzerinden. Havva ona yaklaştı. Kendisine bu kadar yaklaşıldığını Âdem bilmedi.
O
kadar güzeldi ki.
Gördüğü
şeye dokunmadan yapamıyordu Havva. Her şeyle ilgiliydi. Zümrüt bir yaprağı
dalından koparır gibi, avuçlarının arasında evirir çevirir gibi. Yokluyor ve
merak ediyordu. Dur durak bilmiyordu.
Bu
merakla usulca eğildi Âdem'in üzerine. Boydan boya inceledi. Kokusunu içine
çekti. Perçemlerine, kirpiklerine, yanağına, boynuna dokunmak, omzunu yoklamak
istedi. Öyle bir yakınlık hissettiyse de cesaret edemedi. İsteğini yarı yolda
bıraktı. Ama aklı da onda kaldı.
Tam
o esnada suya, toprağa, bulutlara ışığını düşüren bu masum Adem bedeni derin
bir nefes alarak belli belirsiz irkilince, sağdan sola dönüp hafifçe devinince.
Havva korktu, bir adım geriye sıçradı, güzel gözlü ceylânlar da onunla birlikte
sıçradı. Yeşil zümrüt kuşu havalandı. Havva biraz evvel durduğu yere, o ağacın
altına kaçtı. Derin gövdesinin arkasına saklandı. Gözlerini dalların
yaprakların boşluklarına uydurdu. Âdem’i göz hapsine aldı. Çok geçmeden
sıkıldı. Sabırsızdı. Yerinden çıktı. Her şeyi göze aldı. Âdem'e doğru iki adım
attı.
BANA BİR İSİM VER, VARLIĞIM OLSUN
Öyle
bir çığlıkla attı ki kendini Adem uykusundan, gerçekte çığlık atıp atmadığını
bile bilmedi. Ama iki uyku arasında rüyasının bölündüğü gün gibi gerçekti. Ve
başına bir şey gelmiş gibiydi.
O
zamansızlık zamanında, cennet ırmağının kıyısında Âdem onunla göz göze geldi.
Kuşları, tüyleri ürkütmekten korkarcasına elini uzattı yavaşça. Parmaklarının
ucundan dökülen yaseminleri gösterdi. İçine dolan ses ve ışığa, sevince sarmaşığa,
usulca, sen kimsin, dedi. Bildiğini bir kez daha bilmek, kelimesini bir de
ondan duymak istedi.
Ben
kadınım, dedi Havva, ama bu benim sıfatım. Adımı henüz bilmiyorum.
Sonra
döndü Âdem’e, aklına bir şey gelmişti.
Sesi,
bengisular gibiydi.
Bana,
dedi, bir isim ver, varlığım olsun.
Durdu,
aklından yeni bir şey geçti. Bana, dedi, sen isim ver, varlığım senin olsun.
Bana
öyle bir isim ver ki senin adının yanında dursun.
Seni
anan beni de ansın. Seni hatırlayan beni hatırlamadan olmasın.
Bir
“ile” koy aramıza bizi birbirimize bağlasın.
Sesi
bulutlarda göklerde, alnı aylarda güneşlerdeydi.
Âdem
baktı ona. Göğsü olan güzelliğiyle açılırken başkaydı. Ama sözleri ruha
işlerken anladı ki bambaşkaydı.
Hiç
düşünmedi ki Âdem. Aralarında çoktan kurulmuş bir isim bağı. Kolay söylenir bir
adın hatırası. Kelimelerin gününden bu yana aklından hiç çıkmayan ismi bir
çırpıda fısıldadı. Fısıldadığı isim hitap makamında yansırken, Havva da pembe
dudaklarının arasından Havva diye Havva diye tekrarladı.
Âdem’in
ismini Yaratıcı vermişti. Havva’yı Âdem adlandırdı.
Havva’nın
adı adına, ruhu ruhuna, varlığı varlığına katıldı.
Bedeni?
Zaten kaburgası kadar Âdem’e yakındı.
Cennetin
elmas taçlı güneşleri bahçeleri doldurdukça. Âdem, suya, ışığa ve parıltıya,
renge, kokuya ve buğuya bu denli yakışanın kim olduğunu fark etti. Havva.
İsmini tekrar etti.
Ama
aynı ânda o kadar aydınlık ve o kadar kapalıydı ki bir isme sığmazdı bu
güzellik. Belli ki onu tanımak için bir isim yetmeyecekti. Elinden gelse Âdem
bildiği bütün isimleri Havva'ya verecekti.
Bildiği
isimlerin hepsini Havva’ya veremedi ama her defasında ona bambaşka bir isimle
seslendi. Bambaşka bir vasıfla vasfetti. Havva’ydı bu, hâzineydi.
BEN SENİN NEYİNİM?
Kendi
ismini öğrenen Havva, Adem'in yanıbaşına uzandı. Kolu başının altında, gözleri
bulutlarda. Yumuşak ve tatlı bir sesle, söyle, dedi, ben nereden geldim?
Nereliyim, neredenim? Özüm aslım ne benim?
Hani
ya, merak onun özelliğiydi.
Aynı
özden yaratılmış olmalıyız biz, dedi Âdem. Aynı cevherden aynı yerdeniz. Aynı
yurttan gelmişiz aynı evdeniz. Sol yanında boşalan yerin acısını unutmuştu.
Öyle
sıcak, öyle içten, öyle tatlı, öyle şirindi ki Havva, öyle candandı ki aşikâr
edilmemiş bile olsa, Âdem onunla bir candan yaratıldığını şeksiz şüphesiz
bilebilirdi. Ne yandan olsa da, dikkatle baksa da bakmasa da, Havva Âdem’le
aynı surettendi aynı özdendi.
Havva
kolunu başının altından çekti, yarı doğruldu. Saçları yüzünün yarısını örttü.
Parmağının ucunu Âdem’in sol göğsünün altında, kalbinin üzerinde gezdirdi.
Yaseminleri yoktu ama saçlarının ucundan sümbüllerini serpti. Yok, dedi, ben
senin eğe kemiğinim. Bak tam şuranda benimle dolar bir boşluk. Ben olmazsam
sende bir yokluk ki ne yokluk.
Âdem,
üsteledi, biz, dedi, seninle aynı özden yaratılmadık mı?
Israr
etti Havva. Yok, dedi bir kez daha. Aynı özden yaratılmış olsak da, uzak tutma
beni kendinden. Senden başka bir ülkeden gelmiş olamam, farklı bir topraktan
yaratılmış olamam. Ben senin eğe kemiğinim, öyle değilsem de öyleyim. Seninim
ben, şendenim. Farklı bir yurda sürgün etme. Böyle kabul et beni.
Kadındı.
Temsilleri seviyordu. Hakikatin dilini çapraşıklaştırmada üstüne yoktu. Ama
işte kimliğini Âdem’den öğrenirken bile ona bir temsille kendi hakikatini
öğretiyordu. Ve Âdem gözleri kapalı, onun sözünü sesinden ayırt etmeye
çalışırken, kimi sözü sesinden kimi sesi sözünden öteye geçiyordu.
İster
onunla aynı cevherden aynı özden aynı nefisten.
İster
sol göğsünün altındaki eğe biçimindeki kemikten, Âdem’in bedeninden.
Her
ne'den, her neden yaratılmış olursa olsun,
Âdem
onun yurduydu. O neye adım atsa Âdem’e doğru, Âdem ona doğruydu.
O
varsa her şey tamam.
O
yoksa Âdem eksikti.
Aralarındaki
bir eksiklik tamlık ilişkisi.
Ne
eksikse Âdem’de, Havva'da o fazla. Ne fazlaysa Âdem’de, Havva’da o eksikti.
Onlar
orada öylece birbirlerinin varlığında tamam, eksiğinde eksik. Daha fazlası
yokken.
Meleklerden
o biri, hani Havva'nın saçlarındaki mavi çiçeğe gözü ilişen, kalbine bir
sezginin hüznü düşen, Âdem’le de Havva'yla da ayrı ayrı göz göze geldi. Sonra
ikisini bir arada seyretti.
Gülümsedi.
Ayrı
ayrı da güzellerdi.
Fakat
bir araya gelince. Bir başka güzellerdi.
İLK AŞK
Ezelden
tanışlardı tanış olmasına ya, yine de Âdem, Havva’yı daha çok bilmek daha fazla
tanımak için dayanılmaz bir arzuyla doldu taştı. Havva’da da her ân tanınmaya
değer yeni bir yan vardı. Tanıdıkça, Havva bir sırlar kitabının sayfaları gibi
Adem'e açıldı. Açıldıkça kapandı. Yani bitimli değildi bu güzellik, bir sona
varmadı. Bitti, dendikçe çoğaldı. Eksik, dendikçe tamamlandı. Büyüdükçe büyüdü,
yazıldıkça yazıldı. Âdem’in tümü zannettiği her güzellik Havva’nın sadece bir
parçasıydı.
Güzellik
bu hikâyenin dönüp dolaşıp varılan eylemi. Bu kadar güzelliğin arasına
kaçınılmaz olan aşkın kelimesi de geldi yerleşti. Bu ilk erkek, ilk kadına,
kendisinden sonraki bütün erkeklerin bütün kadınlara duyacağı kuvvenin yekûn
fiiliyle muhabbet etti. Havva böğründen çıkıp da yanına uzandığında, anlamsız
erkek oluşu bir anlam kazandı. Varlığın özü muhabbet; gizliydi Âdem, aşikâr
kılındı.
Âdem,
Havva’yı, kendisini sever gibi sevdi. Havva’yı sever gibi kendisine sevgilendi,
özüne muhabbet etti.
Havva
kelimeleri kadar evi. Âh ki Havva Âdem’in kelimesi.
En
fazla yanında olduğu zamanda bile özlem duydu ona, bu, kendisini özlemekten
farklı değildi. Ama yine de Adem'i bütünleyecek bir yarım var idiyse o da, Havva’ydı,
başkası değildi.
Öyle
ki elmas ağaçların ışık tayflarında Adem nefes verirken Havva içini çekti.
Havva nefese doyarken Âdem bekledi. Biri salıverdi nefesini diğeri tuttu. Biri
hatırlarken diğeri unuttu.
Havva
Âdem için, benim değildi ben'di. Ben değil sen’di. Hasılı bu insan çiftinden
hiçbirisi bir tek ve kendisi için değildi.
Ne
Havva Âdem’e eşit.
Ne
Âdem Havva’dan üstün.
Eşitliğin
muteber ölçü olmadığı bir her zaman endazesinde eşit değil denklerdi.
Bu
kadar farklı ama bu kadar birbirine göre, ikisinin varlık nedeni, başka bir
hesabın rakamlarıyla yazılı: Bütünleyici.
Havva
Âdem'in sükûn bulması için yaratılmıştı yaratılmasına ya, çoğu kez sakin bir
liman değil fırtınalı bir deniz oluyordu.
Durgun
bir su olup aktığı zamanlardan çok boğarken hayat veriyor, taşkınıyla
diriltiyordu.
Garip
bir güzellikti bu ama her haliyle güzeldi.
Güzeldi
ve güzelliği sanki Âdem ona baktıkça çoğalıyordu.
Çoğalmak
istiyordu zaten, bu yüzden saklamıyordu kendisini Havva, görünüyordu. Açıyordu
benlerinin
örtülerini bir bir, iki avucunda topladığı incileri, kulağının arkasına taktığı
su nilüferlerini, saçının her telini, kendini, gösteriyordu.
Saçlarıyla
avutuyor, dokunuşuyla unutturuyordu.
Sesi
akıllara durgunluk veriyor, gülümseyişi ölümlerden ölüm, ağlayışı dirim
oluyordu. Göğsü Adem’in göğsünde boş kalan yeri dolduruyor, kendini bir daha
geri almayacakmış gibi Âdem’e veriyor, Adem onda sükûnet bulsun diye onda
coşuyordu. O coşmalar, o akmalar ki, çiçekleri insan olmaklığa
heveslendiriyordu.
Işık
ona farklı yanlardan vurunca da vurmayınca da, her ân değişiyordu. Anı ânına
benzemiyordu. Kendisi olarak kalmıyordu.
Ya
Âdem’e dönüşüyordu ya Âdem’i baştan başa, tepeden tırnağa Havva ediyordu.
Tekinsiz
gibi duruyordu önce, sonra tutup elinden kaldırıyordu çarptığını.
Ya
Rabbi neydi bu ki Âdem’e Havva'nın ettiğini kimse kimseye etmiyordu.
Yine
de Âdem, Havva’dan şikâyet etmiyor, daha yok mu, diyordu.
Susuyordu
Havva. Ama daha aydınlık bir cevabı içinde taşıyan bir soruyla sustuğundan
dokunmuyordu bu suskunluk Âdem'e.
Mutluysa
mutlu ediyordu Havva, Âdem mutlular içinde en mutlu. Mutsuzsa, kül rengi bir is
bırakıyordu elinin değdiği yere. Gözünün gördüğünün ve görmediğinin üzerine
kendisinden bir mutsuzluk bırakıyordu.
Kadındı
bu. Halleri, muhalleri, ânı, niyeti, bulaşıyordu, akıyordu. Durmuyordu bir
yerde, sızıyordu.
Âdem
şaşırdı. Bu kadının hallerini neredeyse kendisine öğretilmiş isimlerin arasında
bulamayacaktı. Neticede, yaratıkların bu en şereflisi, bütün isimlerin emanetçi
efendisi, esma taliminin gözdesi, o kadar kelimeyi aklında tutmuş öğrenmiş
birisi, bir
türlü
Havva'yı tam anlamıyla anlayıp kavrayamadı. Açtı da açıklayamadı.
Ama
yine de ondan aklında en fazla kalan renkti, ışıktı, karanlıktı.
Belli
ki o, saf değil sarmaşıktı. Berrak değil katışıktı, kadındı karmaşıktı.
Ama.
Havva’da
kusurlu duran şey onun emrivakisi oluyordu aslında. Böyle bir güzellikten
ürkülebilirdi belki. Lâkin bir rüya bilincinde hengâmesi yoktu ki Âdem’in.
Ürküntü aklının ucundan bile geçmedi. Yalnızca sevdi.
Öyle
sevdi ki Âdem. Onun yanında bir büyüdü bir çocuk oldu. Bir coştu bir duruldu.
Havva'nın her hali hoştu.
Şefkat
doluydu Havva’nın bakışı. Havva’nın ilgisi.
Havva’nın
Âdem’e tâbiliği. Munisliği. İtaati.
Rüzgârın
önündeki defne dalı gibi bir kapanışı bir açılışı.
Bir
kaçışı bir kucaklayışı.
Sonra
ani bir hırçınlıkla Âdem’in canını yakışı. Ama bunu inanılmaz bir güzellikle
yapışı.
Kokusu.
Kadın oluşu. Sokuluşu. Saçlarını savuruşu.
Yüzünün
yarısı karanlık yarısı aydınlık duruşu.
Su
değince, yel esince, üzerine gece inince, Âdem kadar masum oluşu. Bozulmaması
bu masumiyetin. Hep masum oluşu. Çünkü masumluğundan habersiz oluşu.
Öyle
bir dal budak, kök yaprak saldı ki içinde Havva, Âdem’e nefes alacak yer
kalmadı. Ama bu havasızlıkta Âdem her dem yeniden yaratıldı. Selin denize
kavuşması gibi duruldu. Havva? O da ancak seline, ırmağına kavuşan denizler
kadar durgundu.
Ne
olsa ne olmasa da Havva’ya bakınca Âdem’in içinden her defasında derin bir
gülümseme geldi. Çünkü öyle güzeldi ki Havva bu güzelliği ancak bir tebessüm
karşılayabilirdi. Ve böyle bir güzellik ancak bir tebessüme sebep olabilirdi.
Âdem’in
Havva'ya bu ilk bakışı cennette bile kalbe sığmayan aşkın arı duru bakışı.
Her
görüşünde ilk kez görür gibi.
Her
bakışında son kez bakar gibi.
Ama
Âdem kendisine ne olduğunu anlayıp da ilk ânda aşkın adını koyamadı. Neden
sonra bir baktı ki Kelimeler Kitabı'na.
Sıradan
insanlar aşk diyeceklerdi bu erimenin, bir'ikmenin, bu bir'leşmenin adına.
Aşk
öylece geldi. Aralarına girdi.
Ama
ayırmadı birleştirdi.
Öznesi
çiftse de eylemi birdi.
Ben
ve sen’den ibaret, ne tek sen ne de tek ben, hem sen hem ben, bir cennet öznesi
onlar içindi.
Ve
Havva ile çift olduğunda Âdem yalnızlığın ancak Allah'a mahsus olduğunu anladı.
Demek bundan böyle Havva’sız yapamazdı.
Ne
zaman ki Havva'nın baş ve işaret parmaklarının arasında bir ak zambak dalı.
Cennette doğmuştu da Adem’e cennet olmayan bir yeri hatırlattı. Adem her dem
çoğalan kelimelerinin arasından o yerin kelimesini, tam ismini, henüz bulup da
çıkaramadı. Belli ki, Kelimeler Kitabı’nda karanlıkta kalanlar, bir görülüp bir
unutulanlar arasında kalmıştı, o bahse varmaya henüz çok sayfa çok hikâye
vardı.
Ama.
Yaşanacakların akyel esintisi bir ân için geçti Âdem'in üzerinden. Doğru
yanlış, çoğu tevatür, şu kadıncık, Havvacık hakkında neler söyleneceğini
bilmese de sezdi. Görmese de hissetti. Hissetti bu cennet serencamının
encamını. Bu suçun rivayetlerde, şikâyetlerde kimin sırtına kalacağını. Bu
bedelin kime çıkartılacağını.
Desinlerdi.
Bir temsiller kitabında o kadar güzeldi ki Havva, uğrunda çok acı
çekilebilirdi. Ve bir değil bütün kaburgalarını verse Âdem, onun gibi bir tane
daha gelmezdi. Neticede, âşıkların bu ilki her türlü tevatürü içine
sindirebilirdi.
Oysa
tevatürde kalmadı. Aşkın yolları kazalıydı ve her kazanın bir belâsı vardı.
Üstelik
belâ, kalubelâ’da yazılmıştı.
Uyarılmışlardı:
Bu bahçede ne isterseniz bol bol yiyin için, ne isterseniz edip eyleyin, bütün
bahçe, bütün cennet sizin. Ama şu ağacın meyvesinden yemeyin. Yemek ne kelime,
yaklaşmayın ona, yanına bile gitmeyin. Yöresinden bile geçmeyin.
Kâr
etmedi.
Kaza.
Yola
çıkmıştı bir kere.
Geldi.
Tanımadık
da değildi.
II. YASAK MEYVE
“ŞU AĞAÇ”
Şu
ağaca yaklaşmayın.
“Şu”
ağaç.
“Bu”
kadar yakın değil.
“O”
kadar da uzak değil.
Arada.
Neydi
ki şu ağaç?
Yaprakları.
Dalları.
Parılcakları,
yakamozları.
Işıkları,
aynacıkları.
Simleri,
siminleri, altın tozları, gümüş iplikleri. Hele meyveleri, hele meyvelerinden
de biri. Kokusu. Hazzı. Rayihası. Rengi.
Âh
ki âh'tı.
Bıraksalar
bütün cenneti kaplayacaktı.
Ama
cennetin diğer ağaçları? Onlar da daha az güzel değillerdi ki!
Öyleyse
ne varsa Âdem'in bakışında Havva'nın içindeydi.
Cennetin
bunca nimetinden tadan Âdem bir de şu ağacın meyvesinden tatsa, bir şey mi fark
ederdi?
Ederdi.
Ağacın
da hikmeti, ismiyle çağrıştırdığı yorumun zenginliği. Öyleyse şu ağaç, ağaç
değil sınır taşı.
Edep
dairesi, kulluk kaydı. Tahayyül hududu, imkân sınırı. Deniyordu ki:
Halifesin,
dikkat et egemen değilsin.
Tanrı’dansın,
Tanrı değilsin. Manzursun nazar değilsin. Sadece yerini tutansın. Kendisi
değilsin.
Kutsal
nefesten üflendi sana. Kendini kutsal nefes sanma. Ruhumdan, denmiş. Ruhum,
denmiş sanma.
Bir
şeysin, ama kendini her şey zannedip de aldanma.
Varlık
nedenini unutma.
Senin
haddin buraya kadar. Haddini bil. Ötesine kalkışma.
Kıyısına
gelinmesi bir uçurum doğuracak her şey gibi, o ağaç için de yaklaşmayın, dendi.
Ama
yasak, büyülü uykular kadar tatlıydı ve yaprağına yüz vuranın meyvesinden
yemesi kaçınılmazdı.
Üstelik
Âdem’i önden çeken arkasından da iten
vardı.
Şeytan?
Ayartının, güzelliği solmuş, gözden düşmüş habercisi. Allah’a rağmen, O'na benzer,
O’na denk bir güç değildi.
Her
şeyi yaratan, istese, şeytanı da, şu ağacı da, hatayı da günahı da, unutmayı
da, isyanı da yaratmayabilirdi.
Ama
cennetten dünyaya yol açılmıştı bir kere.
Şu
ağaç bahanesi.
Değil
mi ki göstermek gördürmekti.
Sakındırmak,
yasaklamak yöneltmekti.
Kaderin
işaretlenmesi.
Gaye
Âdem’in, kaderin de üstündeki
kaderinin
gerçekleşmesi. Sırr-ı imtihan.
Yasak
meyveden bir ısırık alınacaktı. Adem'di bu. Kendi tercihinde, kendi
düşmüşlüğünde sınanacaktı.
İLK KARŞILAŞMA
Bir
sesle başladı aslında.
Âdem,
bir cennet sabahında, başı sol omzuna düşmüş, tatlı ve yumuşak bir ışığın
altında uyuyordu. Cennetti burası. Öyleyse uykusuzluğun zahmetini tatmadan,
beti-benzi sararmadan, uykunun hazzına kanıyordu. Çiçekler, yıldızlar konup
kalkıyordu avuçlarına, omuz başlarına. Gül, karanfil, sümbül ağırlıyordu
uykusunu. Adem’in gözkapaklarının arkasından yepyeni bir cennet düşü geçiyordu.
Düşle
uyanıklık arasında, bir ses duydu. Sanki ona bir şey dokunmuştu. Âdem uyandı.
Kuşlar kanatlar ilk kez onunla birlikte uykuya kanamadı. Ama yine de nefesini
melekler bekledi. Uyanışını melekler gözledi. Etrafına bakındı Âdem. Bir şey
göremedi.
Kulak
verdi, dikkat kesildi.
Sesi
vardı, kendisi görünürlerde değildi.
Ses
yineledi. Sert değil lâtifti. Koyu değil hafifti.
Yumuşacıktı,
tatlıydı, nazik ve inceydi.
Bu
haliyle sesten çok bir nefesti. Nehrin sakin sınırlarına, cennet göklerinin
seraplarına kadar her yerdeydi. Budaksız dalların arasından süzülerek geçerken,
özü alev alev ateştendi. Ama öz libasına bürünmemişti henüz. Açık değil
saklıydı şimdi ve alev alev yanan bir ateşten ziyade, çok az tüten hoş kokulu
bir duman gibiydi.
Çoktandır
cennetin sakini değildi. Hani araya derin bir uçurum girmişti ya her defasında
bir ses olarak geldi, kendisinden bir ses bıraktı geriye, kalmadı gitti. Ama
yeniden seslenmek için bir daha bir daha geldi. Birkaç zaman sadece seslenmekle
yetindi. Kendi haline bıraktı Âdem’i. Sesini duysun, yeterdi. Bu sese
alışsındı. Nasılsa zaman vardı. Ama o zaman zarfında Âdem’le yetinmedi. Havva’yı
da gözüne kestirdi. Ona da seslendi, ona da ses verdi.
Havva’nın
kulağının içinden geliyordu ses. Bir iç göl mağarasına, bir çöl ayazına
damlayan sular gibi ağır ağır açılıyor, ezgi ezgi yayılıyordu. Ama ne zaman
Havva, kulağının içinde tatlı tatlı yankılanan, ruhuna işleyen, ruhunu ruh eden
o sese ses vermeye kalkışsa bu kez yok oluyordu.
Onu
görmek için başını çeviriyordu Havva. Döndüğü yerde ya bir hiç görüyordu ya da
devinip duran, bir büyüyen bir yok olan, bir kıvrılan bir uzanan kurşuni renkli
bir gölgeyle karşılaşıyordu. Ya da o gölge bile gitmiş oluyordu da arkasında
bıraktığı boşlukta yakut başakları titriyordu. Ama bitmiyordu, Havva’nın içinde
daima bir şey kalıyordu.
Ve
yeniden geliyordu.
O
geldiğinde kuşlar havalanıyordu huzursuzlukla.
Ağır
bir kaygı geçiyordu bahçenin üzerinden ve her şey onun altında kalıyordu. Kimi
sesten çıkıyor esinti oluyordu. Kimi buğu kimi kokuydu. Biçimden biçimeydi. Her
haldeydi. Yerden yükseliyor, gökten sicim sicim iniyor, suya değiyor, ağaçların
bedenini,
belini
sarıyordu defalarca. Asmanın, salkımların üzerinden kayıyor, kıvrılıyor; çok
yakın duruyor, tam arkalarından usulca gelip Âdem’le Havva'nın sırtına soluğuna
dayanıyordu. Öyle yakın duruyordu ki aralarına giriyordu. Enselerinden doğru
ikisine aynı ânda sesleniyordu. Âdem’in bedenini okşayıp Havva'ya, Havva’ya
dokunup Âdem'e geçiyordu. Bir şey geçmiş oluyordu ikisinin üzerinden. Ama
geçmiş oluyordu.
Yine
de oluyordu. Üstelik uzakta değil yakında oluyordu.
Olan
Âdem'den çıkıp Havva’ya, Havva'dan çıkıp Âdem’e oluyordu.
Böyle
sürüp gitmedi. Büyük ayartıcı, düşenlerin unutmasız ilki, ânını zamanını
bekledi. Yüzleşmeleri, boy ölçüşmeleri gerekti. Cennetin göklerine çizilmiş
kapılardan birinin güzelliğini seyrederken Âdem, soluğunu ensesinde, sesini
içinde hissettiğinin gölgesiyle yüz yüze geldi. Bir kez bakınca anladı kimin
gölgesi olduğunu. Uyarıyı hatırladı. Kendisinden kaçınılması gerekenle arasına
derin bir mesafe bıraktı. Fakat o konuşmaya başlayınca bu mesafe daraldı.
Büyük
ayartıcı, Âdem, dedi Âdem'e, onun ismini söyledi. Haydi selâmlaşalım, diye
devam etti. Secde gününde esirgediği selâmı sundu cömertlikle, başını hafifçe
eğdi omzunun üzerine. Selâmına mukabele istedi:
Verilen
selâmı almamak ayıp olmaz mı ya Âdem? Söylesene sen de benim ismimi!
Hiçbir
teşvik bu kadar tatlı olamazdı ve Âdem'e bir ân için öyle geldi ki hiç kimse
Âdem’in adını bu kadar güzel ağzına alamazdı. Öyle büyüleyici dökülüyordu ki
cümleler ağzından, neredeyse Âdem’inkinden bile güzel kelimeleri vardı. İçine
sızıyordu bu lisan Âdem’in. Sirayet ediyor, iliğine işliyor, bulaşıyordu. Hem
bu gölgenin, bu suretin kendisi? Suretten aslına nisbet varsa eğer, hali,
ahvali, hareketleri? Kaçılacak, saklanılacak bir şey değil, tatlı bir su gibi
içe akan, akmakla kalmayıp dolan bir şey gibiydi. Üstelik yasak değildi ki
adını anmak, onunla konuşmak. Sadece, ona dikkat edin, denmişti. Âdem de bu
emre şimdiye değin icabet etmişti.
Bu
icabet halinin güvencesiyle Âdem, cesaret etti, onun selâmına mukabele etti.
İsmini söyledi. Şeytan, diye mırıldandı, ışık, hava, su, der gibi. Secde
gününden beri bu ismi ilk kez dilinin ucuna getirmiş, bu tekinsiz kelimeyi ilk
kez söylemişti. İsmi vardı artık, öyleyse ismi varsa şeytan da vardı. Ama onun
ismini anınca, dili yanmadı Adem'in, genzine bir ısırgan dolmadı. Yer çökmedi,
cennet gökleri yarılmadı. Âdem, şeytan konusunda neden bu kadar ısrarla
uyarıldıklarını neredeyse anlamayacaktı.
Âh
cennet masumiyeti! Âh Âdem gafleti!
Cennetten
henüz düşmemiş olan, kötünün lâfzını bilip de manasına sırdaş olmayan,
kelimesini bilip de kendisiyle yüz yüze gelmeyen biri için “şeytan” bile henüz
o kadar tekinsiz bir kelime değildi.
İKİNCİ KARŞILAŞMA
Ne
kadar ince ve nazik olsa da önünde sonunda şeytandı, secde gününün hatırasını,
o can acısını, uçurum kıyısından cennete son bakışını unutmamıştı. Ve arada,
gör ki ben mi üstünmüşüm yoksa Âdem mi, Sana kalan mı daha fazla yoksa bana
dönen mi, diye başlayan bir hikâye vardı. Meramı başkaydı secde günü
yaralısının, meramına adım adım yaklaşmaya başladı. Alışkanlık hâsıl olmuştu
nasılsa Âdem’le Havva’da, şimdi söylemek zamanıydı.
Zamanı
geldi. Kendi gölgesine gizlendi, bir cennet ânına süzülüverdi. Âdem’le Havva,
altın salkımlı üzüm ağaçlarının yanında, buluttan buluta yayılan bir ışığın
altındalardı. Ilık rüzgâra katılmış neredeyse ışık olmuşlardı. İkisi de
ayaktaydı. Havva, başını Âdem’in sol omzuna yaslamış, bir eli onun bağrında,
diğer eli kendi boynunda, hafif bir sesle şarkısını söylüyordu. Sesi sulara
çarpıp çarpıp geri dönüyordu. Bir ağacın dalları gibi sarmışlardı birbirlerini.
Havva, şarkısını söylerken Âdem onun saçlarını çözüyor sonra tekrar bağlıyordu.
Elmas çiçekleri iliştiriyordu bu saçların arasına, su damlaları serpiyordu.
Semadan yıldız yağıyordu üzerlerine. Melekler hayranlıkla, bu ilk insan
çiftinin sevinmesini, sevilmesini seyrediyordu.
Düşenlerin
ilki onları bu halde görünce bir kez daha kıskançlıkla kavruldu. Kıskançlığını
nefretle, öfkeyle besledi. Bir müddet durduğu yerden, gülüşmelerini,
söyleşmelerini seyretti. Aşklarından da sohbetlerinden de tiksindi. Neden sonra
bastırdı içinden geçenleri. Dinerdi bu azap, dinmez değildi. Yeter ki göstermek
istediğini gösterebilsindi.
Yaklaştı,
seslendi. Önce hallerinden sual etti.
Ey
Adem, dedi, bir kez demekle kalmadı, yineledi: Ey Âdemlerin Âdem'i.
En
ince yerinden kavradı: Ey Havva’nın Âdem'i, Ey Allah’ın sevgilisi.
Kimi,
sen, dedi. Kimi, siz, dedi. Kimi ikisine birden hitap etti. Sözü kimi Âdem'e
kimi Havva'ya çevirdi. Manayı sözden geçirdi. Makamı düzene ekledi. İtibarlı
yanlarını pekiştirdi o ikisinin gözlerinin önünde. Ateşten benliğini gizledi.
Öyle ya, cennetin eskisiydi, tecrübeleri engindi, aklını göstermedi ama bir
akıl hocası olarak dikildi bir rüya bilincinde yüzenlerin karşısına. Sonunda;
siz dünyayı bu kadar zannediyorsunuz, ama cennetin dışında bilmediğiniz ne
dünyalar var, bir bilseniz, deyiverdi.
Henüz
yasak ağacın adını zikretmedi.
Kalbe
bir merak atmakla yetindi.
Âdem’e
ilk kez kendi sesiyle seslenmişti.
Âdem
de bu sesi gerçekte ancak o zaman işitti. Şimdiye kadar onun kendi sesiyle
değil apayrı bir fısıltıyla fısıldadığını anladı. Secde emri geldiğinde ateşin
mizacına bürünen o sesi hatırladı. Şeytanın, gölgesinde göremediği şeyi
sesinden okumakta gecikmedi. Ayrıntılı şiddetle dolu yakıcı yaşamına, yıkıcı
ahlâkına ilişkin bütün ürkütücü ipuçlarını da bu sesten bulup çıkarırken onu
görmek için etrafına bakındı.
Göremedi,
yine yoktu. Ama ısrarla sesleniyordu. Âdem bu sesten ilk kez tedirgin oldu.
Kesin buyruğu
hatırladı,
sakının, nidasını yeniden duydu.
Bu
sesten kaçmak için sırtını döndü, koştu. Bir ağacın gölgesine oturdu.
Korkmuştu. Doğrusu korkunun ne olduğunu bile tam olarak bilmiyordu. Yüzünü
yıkadı. Saçlarını ıslattı. Ağzına birkaç üzüm tanesi attı. Ama kulağının ta
içinden yine seslendi şeytan.
Ey
Âdem, dedi, beni duymuyor musun?
Böyle
devam etti. Şeytan yineledikçe, Âdem kaçtı. Âdem kaçtıkça şeytan kovaladı.
Kovalamaktan yorulmadı. Tanımaz değildi Âdem'i, tanıyordu. Hırsı, gururu,
hayalleri, ruhu, teni, bedeni, benlik duygusu, ölümsüzlük arzusuyla bir arada
özgürlük duygusu olduğunu, kutsal nefesle çamurdan bir ceset arasında
durduğunu, mizacında kan dökücülük, tutarında kararsızlık olduğunu Âdem’in
kendisi bile henüz bilmiyorken şeytan biliyordu. Ve Âdem’in hamuruna bir parça
unutkanlık, epeyce sabırsızlık katıldığını, şu ân gözünün önündeymiş gibi
görüyordu. Hasılı şeytan nereden vuracağını biliyordu.
Bir
uyarmaya bakıyordu bütün bu uyuyan şeylerin uyanması, yanması, alev alması.
Fırsat şeytanını bekliyordu.
Fırsat
çok beklemedi, şeytan fırsatın ayağına kadar gitti. Sindi arkasına, gövdesine
sarıldı, dallarını kucakladı. Yapraklarını göğsüne bastırdı, yüzünü gömdü
çiçeklerine, incecik sürgünlerini benimsedi. Süründü, meyvesinde bekledi. Yılan
değildi ama cennetin hatırasına yılansı bir rivayet ekledi.
Seslendi.
Sesi olmasa bir hiçti.
Orada
ikisi, yine el ele, yine yüz yüze. Irmaklar boyunca geziniyorlardı. Başlarına
lâl tomurcuklarından birer taç, göğüslerinin üzerine yapraklardan kolyeler
takmışlardı. Havva arkadan tek örgü yapmıştı saçlarını. Ayak bileklerinde su
damlasından bilezikler vardı. Ara sıra duruyordu. Etrafında gördüğü her şeye
bakıyor, her şeyi yokluyordu. Kehribar kelebekleri konup kalkıyordu saçlarının
arasına başını kımıldattıkça. Yanağının üzerinde bir yıldız tanesi parlıyordu.
Alçacık bir sesle Âdem’ine bir şeyler anlatıyordu. Şiirler okuyordu cennet
kelimeleriyle. Gülümsüyordu Adem. Gülümsedikçe yüzünde billûr suyun ışıltısı.
Sonra bu ışık yağmurları yüzünden boynuna, omuzlarına yansıyordu.
Duydukları
sesi çoktan unutmuşlardı bile. Cennet saltanatında bile çocuklar gibi. O kadar
kendilerinden geçmişlerdi. O kadar kendi hallerindelerdi ki, şeytan, sesini
biraz yükseltti. Yoksa onu işitmeyeceklerdi.
Şu
ağaç var ya, dedi.
O
ağacı gösterdi.
etti.
Açıkça
söylemişti. İlk kez adını zikretmişti.
Şu
ağaç var ya!
Vardı.
Baktılar.
Var olmaktan başka özelliği olmayan bir ağaçtı ilk bakışta. O kadar masumdu
Adem, ve ağaç ihtişamlı güzelliği içinde bile cennette o kadar sıradandı.
Fakat
şeytan, şu ağaca bak, diye yineledi. Hiç merak etmiyor musun neden
yasaklandığını?
Âdem
hiç merak etmemişti.
Merak
et, dedi şeytan.
Ağacı
bir kez daha işaret etti. Adem ağacı değil onun gölgesinde ellerini fark etti.
Parmakları upuzun, bilekleri incecikti. Bu karanlık eller, bu nefti gölgeler
işarette ısrar etti.
Şeytan
ısrar etmeseydi Âdem ağacı görmezdi bile. Ama şimdi onun varlığını fark
etmişti. Üstelik Âdem, varlığını fark ettiği ânda ağacın üzerine de siyah bir
örtü tülü atıldı. Nesi varsa kapandı, saklandı.
Merak
et, sedası yinelendi.
Nasıl
bir ağaçmıştı acaba cennetteki ağaçların bu en gizemlisi?
Dalları,
yaprakları, meyveleri nasılmış?
Camdan
mı sudan mı ışıktan mı kokudan mı hazdan mıymış?
Âdem,
meraktan uzak durmak için gayret etti. Bu gayretle, ağacın varlığını, önce
tereddüt etti, sonra reddetti. Varlığını yok sayarsa onu merak da etmezdi.
Ama
kalbine bir kez ağacın ismi düşmüştü ya. İsminin önünde bir yasak sıfatı
duruyordu ya. Neydi bu yasağın sebebi? Ne vardı siyah örtüsünün altında acaba?
Bu
acaba'yla ilk kez merak etti.
Merak
bir gitti bir geldi. İçine bir doldu bir boşaldı.
Bütün
gece uyudu uyandı Âdem. Ağacı unuttuğu ânların toplamı hatırladıklarından daha
azdı.
Yasak
ağaç teraslar üzerinde iç içe açılarak yükselen üç defne bahçesinin tam
ortasındaydı. Bu haliyle hem uzaktı hem yakındı. Yani bir yandan korunmalı
saklanmalı, öbür yandan çağırmalı kışkırtmalıydı. Fark ediş, gelip de kalbinin
ucuna konunca Âdem duyduğu merakla ilk bahçeye adımını attı. Bir kez yanına
gitmekten, yakından görmekten ne çıkardı?
Üstelik
yalnız değildi. İkinci bahçenin yollarından geçerken bir baktı ki Havva da
oradaydı. İlk kez birbirlerinden ayrı adım atmışlardı.
Üçüncü
bahçeyi geçip yasak ağaca gidecekti ki Âdem, büyük bir defne ağacının altında
durdu, dinlendi. Böyle bir yol cennette bile dinlenmeden yürünemezdi. Saçları
dağılmıştı. Defne kokusunu içine çekti. Onu böyle görünce defnelerin sırtından
bir ürpertidir geçti. Merak bir kez başlarsa, siyah örtü tülü bir açılırsa,
artık önü kesilemezdi. Arkasından, ne gelecekse gelirdi. Öyleyse Âdem’i uyarmak
gerekti:
Sakın,
dediler, Âdem'e, sakın merak etme. Kaç bu bahçeden, bir daha da geri gelme.
Defne
ağaçlarından biri söyledi diğerleri ses verdi. Dillerinde aynı cümle, birinin
sesi zayıflaşa diğerlerininki güçlendi.
Ama
kolay değildi. Git, dendikçe Âdem gelmek istedi. Merak etme, dendikçe merakı
ziyadeleşti. Bir ân için bastırsa merakını, o daha güçlü geri geldi.
Bilmeye
dair
merakını öldürse Âdem, bu kez bilmediğinin ne olduğunu bilmek istedi. Sonu
yoktu. Merak, kalbini deldi geçti Âdem’in tenini bile istilâ etti. Merak
doğurdu merakı. Ter olsaydı cennette, Âdem kan ter içinde kalacaktı.
Böyle
zorlanınca, etrafına çevirdi gözlerini, merakla bakındı cennetin sakinlerine,
onlardan medet umdu. Bir cennetli elinden tutsundu. Yüreğinden bu burguyu çekip
çıkarsındı. Merakın varlığını bile hatırlamasındı.
Cennetin
kuşlarına baktı, merakı geri geldi.
Güzel
gölgeli, zümrüt meyveli ağaçlara verdi sırtını. Bir şey fark etmedi.
Çevirdi
başını. Yumdu gözlerini, gözlerinin önünde merak duruyordu.
Unutmaya
çalıştı Âdem, olmuyordu.
Sel
gibiydi merak. Önünden nasıl kurtulacaktı? Hiç yokmuş gibi yapabilse, başaracaktı.
Ama
o ağaç, orada, cennetin ortasında vardı. Israrla vardı, inatla vardı.
Kimse
yemeyecekse meyvesinden, o ağaç niye vardı?
Dalları
yaprakları yüksekteyken meyveleri neden el hizasın
daydı?
Ve
neye yarardı bu güzellik? Muhatapsızsa neden yaratılmıştı?
Öyle
varken, Âdem onu nasıl yok saysındı?
Fazla
söze ne hacet! Bir tarafta yasak ağaç. Arada defne ağaçlarının gövdesi. Diğer
tarafta, aralarındaki o sonsuz bağla, “ile” edatıyla, Âdem ile Havva. O ikisi.
Yani:
Merak
ikisinin kalbini aynı ânda buldu. Önüne düşen her şeyi sürükleyen bir rüzgâr
gibi ikisinin de yelkenini doldurdu. Birbirlerinden mecal almak, derman vermek
istediler ama sel ikisinin de içini ayrı ayrı oydu. Zayıf kaldı dalları
yaprakları. Kökleri gövdeleri neredeyse hiç yoktu.
Sonunda
merakın hacmi, ağırlığı, baskısı Âdem’le Havva’nın toplamını aştı. Sabrın seli
taştı. Ölçüsünün ötesine aktı. Onlar kendilerini dizginsiz ve iştahlı meraka
bıraktıkları ânda ağacın da siyah örtü tülü kalktı. Sanki bütün cennet gölgede
kalmış da bir tek o ağaç, üzerine düşen bir ışık salkımıyla ışıklanmıştı.
Önce
Âdem'in başı döndü, Havva’ya yaslandı. Havva, tutunacak yer aradı, sendeledi,
sırtını Âdem'e verdi. Çakılıp kaldılar oldukları yere. Adım atmaları mümkün
değildi. Birlikte seyrettiler olup biteni.
Ağaç!
Ağaç,
az gelirdi onu tanımlamaya.
Bütün
bir bahçeydi. Baştan başa meşcerdi.
Hep
aynı değildi. Değişkendi. Her defasında yenidendi.
Bir
baktılar, meyvelerini saklamış, kökten uca yaprak.
Bir
baktılar, bütün yapraklarını örtbas etmiş, sadece dal ucunda meyveydi.
Bir
baktılar, yaprak meyve, kucak kucağa iç içeydi.
Yani
ağaç, kimi, dallarını birbirine sardı, örttü kendini, kimi döndü gösterdi.
Ama
meyveleri olmasa ağaçtan kim söz ederdi?
Gördüler
ağacın meyvelerini. Hele içlerinden en fazla dal ucunda duran o birisini.
Evet!
Işıktandı, sudandı, kokudandı, hazdandı.
Rengârenkti,
camdandı.
Ne
yedikçe tükenecek, ne eksildikçe bitecek gibi duruyordu. Tek değil çoktu. Ve
bilinmedik ne vaadler taşıyordu.
Adem
oralı olmamaya çalıştı. Ama bir kez gören? Hiç görmemiş gibi olmanın artık
imkânı yoktu. Havva’nın gözü parıltıya kaydı, Âdem de daha fazla dayanamadı,
kendisini kokuya bıraktı.
Susuzluğunu
giderecek denli tatlı ve olgun meyveler o kadar yakınındayken sıcaktan
bunalışı. Susuzluktan yanışı. Kavruluşu.
Öyleyse:
Acaba
tadı nasıldı?
Bilmek
merakı bir burgu gibi oydu beyinlerini. Oysa daha fazla ne bileceklerdi?
Âh,
keşke bilselerdi.
Onlar,
bilmek merakıyla kendilerinden geçmişken, uyarıyı da yasağı da neredeyse
unutmuşken, birden başlarına hiç beklemedikleri bir şey geldi. Âdem'in, altında
yaratıldığı filbahri ağacı, dalları yapraklarıyla, gövdesiyle kökleriyle
çıkageldi. Defne ağaçlarının bend olması yetmemişti ki, Âdem'le yasak ağacın
arasına giriverdi. Merakın önünü kesmek istedi. Ne de olsa, aralarında derin bir
hukuk vardı, Âdem bir filbahri ağacının altında yaratılmıştı.
Âdem,
dedi, yapma dön geri. Yoldan çıkma. Şeytana uyma. O büyük uyarıyı unutma.
Koca
ağacın sesinde sitem, bağrında ter vardı.
Âdem
gözlerini önce koca ağacın yeşil yapraklarına, baygın kokularına, saydam beyaz
çiçeklerine dikti, sonra utançla başını önüne eğdi. Kendine gelebildi. Yasağı
ancak hatırlayabildi.
Yaklaştı
yanına Havva'sının, hafifçe sarstı. Kolundan tutarak kaldırdı. Dedi, kalk
gidelim. Ve bir daha da bu bahçeye geçmeyelim. Havva'yı tuttu elinden. İç içe
üç bahçeden geçti. Geri geldi.
Ama
aklı ağaçta kaldı. Kutsal ruhla balçık arasında, geri dönen bedeniydi.
VESVESENİN KALPTE DOĞAN AĞACI
Ama
bu kadar merak hiç iyi bir şey değildi ve büyük yıkıcının yıkmak istediği her
şey şimdi bu merakın üzerine kurulabilirdi. İnsan olan bu merakla, ne kadar
kuvvetle verilmiş olsa da bütün sözlerini unutabilirdi.
Kışkırtıcıların
ilki, bu güvenceyle, Adem’le Havva’ya bir süre görünmedi, seslenmedi. Esmedi,
nefeslemedi, hışırdatmadı eteklerini. Ateşinin alevlerini nefti gölgelerinde
sürüklemedi. Tohumunu atmıştı bir kere. Onları kendi kendileriyle baş başa
bıraktı. Merakın, içlerinde dal budak salmasına izin verdi. Nasılsa şimdi kendi
kendilerine yeterlerdi. İçlerinin nasıl döneceğini, kalplerine neyin düşeceğini
öyle iyi biliyordu ki.
Neden
sonra karşılarına dikiliverdi. Onları bulduğu yer? Anlatılır gibi değildi.
Cennetten kovulduktan bu yana şeytan hiç bu kadar sevinmemişti. O ikisi,
merakla, bir kez daha, üç bahçeden geçerek yasak ağacın önüne dikilmişlerdi.
Âdem’in güçlü adımları vardı Havva’nınsa ayakları minicikti.
Hedefine
bir adım daha yaklaşmışların coşkusuyla şeytan sevincini gizledi ama sözünü
esirgemedi. Kısa cümlelerini coşkun bir denizin uzun dalgaları gibi ardı ardına
gönderdi:
Şu
ağaç var ya!
Ne
söylese yerine gidecekti şimdi, bu kadar yaklaşmışlarsa artık o kadar kolay
direnemezlerdi, kolay kolay geri dönemezlerdi. Onların ayağını kaydıracak asıl
vaadini cümlesinin ucuna dürdü, sürdü, ekledi.
Dedi
ki: Âdem, hani sen ölümlüsün ya!
Bir
süre sonra bütün bu saltanat bitecek ya!
Sizler
gideceksiniz, geriye ölümsüz melekler kalacak ya, siz biteceksiniz bu bahçe
burada duracak, esenlik cennetinde hayat sizsiz de devam edecek ya!
Hatıranız
bile kalmayacak üstelik, var olduğunuzu siz bile hatırlamayacaksınız ya!
Kaldırdı
başını. O ikisinin yüzlerine baktı. Âdem'in de Havva’nın da renkleri atmış,
gözleri kocamanlaşmıştı. Uzun ve incecik parmaklarını dokundurmadan bile
anladı, buz kesmişti dudakları. Devam etti. Az kalmıştı:
Ama
bir kez şu ağacın meyvesinden yerseniz. Gözünüzün önünden kalkacak tüm
perdeler. O zaman gerçeği göreceksiniz. Her şeyi bileceksiniz. Bilgi sizin
olunca ey Âdem, böylece cennette, melekler gibi sonsuz bir yaşam süreceksiniz.
Ölmeyeceksiniz.
Söylesene
Allah aşkına ey Allah'ın sevgilisi,
ey
Havva’nın Âdemi
ey
Âdem’in Havva’sı,
melekler
gibi olmayı, sonsuz yaşam sürmeyi, esenlik bilgisini istemez misiniz?
Onlara
önce bilgiyi sonra gücü teklif etti. Büyük gerçeği, sonsuz yaşamayı vaad etti.
Hepsi de neticede
aynı
şeydi:
Gitmeyebilir
kalabilirlerdi.
Melekler
gibi olabilir, yani ölmeyebilirlerdi.
Yeter
ki şu ağacın meyvesinden yesinlerdi. Fazlasına gerek yok, yalnızca tek ısırık
yeterdi.
Sustu.
Daha fazlasını söylemedi. Gitti.
Alçaktan
uçan kuşları göz ucuyla izlerken Ya Rabbi, dedi Âdem, nedir içimdeki bu duygu?
Oysa ölümün adı anılana, kelimesi söylenene kadar ne ölmek korkusu Âdem’in
umurundaydı ne de bilmediği bilgilerin farkındaydı. Yine de aklındaki yasağın
korkusuyla hayır, diyebildi. Hayır hayır, diye yineleyebildi. Ama çok geçmedi.
Hayır’ın nefesi hafifledi.
Vesvese
öyle bir girdi ki kanına, Âdem kendisini büyük bir sırrın ortağı sandı. Bu
sanıyla sanrılandı.
Acaba?
Kurdu
kaldırdı. Kaldırdı kurdu.
Yoksa
şeytanın dedikleri doğru muydu?
Ya
gerçekten öleceksek!
AĞACIN ÇAĞRISI
Kalbin
kapıları vardı. Korunması kolaydı. Ama vesvese, kapıları bir bir aşarak
girmiyor, kalpte doğuyordu. Olan, doğrudan kalp evinde, gönül hanesinde
oluyordu. Neticede, vesvesenin kalpte doğan ağacı Adem’in içine önce tohumunu
bıraktı. Sonra tohum çatladı, filiz başını kaldırdı. Âdem’in içini kapladı.
Başka da hiçbir şeye yer kalmamıştı.
Zemin
hazır olmasaydı minicik bir tohum nasıl bu kadar kolay tutunabilirdi?
Âdem
nihayetinde. İnsandı. Topraktandı bedeni.
Ve
ağaç, belki de çok tanıdıktı, eyvanımızda bahçemizdeydi.
Merak,
içine dokunmaya, vesvese bir kurt gibi oymaya başlayınca, Âdem'e öyle geldi ki
güzel meyve de yenmek için yanıp tutuşuyordu. Ağaç da şarkısıyla Âdem’i
çağırıyordu. Bilmek merakını kışkırtıyordu:
Ey
Âdem! Gel! Benim ol sadece ve sahiplen beni.
Baksana
elmaslarıma, zümrüt dallarıma, yakut yapraklarıma.
Görsene
alev kandili gibi sarkıttığım meyvelerimi.
Ben
de gizli saklı bir hazine değil miyim? Âdem, bil beni.
Sadece
meleklerin bu lezzeti bilmesi yeter mi? Sen bilmezsen bu lezzet anlamını yitirmeyecek
mi?
Sen
de görün bana. Âdem oluşun bir anlam bulsun. Bildir kendini.
Âdem
bu sesten uzaklaştı. Ama o
uzaklaştıkça
ağaç yaklaştı. Dallarını yapraklarını
uzattı.
Kollarını
boynuna sardı. Sarmaşıklarıyla ellerini bağladı Âdem'in, filizleriyle gözlerini
okşadı.
Saçlarının
arasına girdi, göğsüne serildi, rüyasına sızdı. Hiçbir çağrı bu kadar kuvvetli
olamazdı. Dayanmak imkânsızdı.
Ağaç
masumdu aslında. Onun ne kabahati vardı? Kendiliğinden Âdem’i kandırmaya
yeltenmemişti ki hiç, kendiliğinden gel, dememişti. Ağacın ağzından konuşan,
gövdesinden, ışığından, suyundan ses veren bambaşka biriydi. Ve çağrı, Âdem’in
içindeydi.
Yine
de biraz daha direnebildi, bir kez daha hayır, diyebildi. Bu kadar çok hayır,
diyebilmek için ne kadar büyük bir evet, demiş olmak gerekirdi.
Olmadı.
Âdem’in
kendisi görmüyordu nasıl zorlandığını, gözleri bağlanmıştı. Ama böyle zorlanmak
yaman şeydi. Ağacın çağrısı Âdem’i de Havva’yı da ele geçirdi. Bu ele
geçmişliği ikisi de gizleyemedi. İlk defa aynı özden yaratılmış ikisinin arasına
bir şey girdi.
Üstelik
uzak değildi bu şey. Âdem tarafından bakınca Havva, Havva tarafından bakınca
Âdem gibiydi. Ağaç, Âdem'de Havva, Havva’da Âdem, birinden öbürüne, gitti
geldi. Birinden boşaldı öbürüne doldu, öyle ki cennet sabahı doğarken, Havva Âdem’i,
Âdem Havva’yı bir kez daha o ağacın altında buldu.
Ağaç
aynı ağaçtı ima bu kez bambaşka bir ayartıcılıkla ayarttı. Önce öğretti
şarkısını, sonra unutturdu. Birer çiçek bağladı kuşlarının kanatlarına, uçurdu.
Aklı vardı Âdem'in, aklını başından aldı. Âdem daha fazla ayakta duramadı. Bir
nefes çekti içine, ağacın gölgeliğine uzandı. Çağrının şiddetinden Havva’nın
koynuna sığınmak, ona dayanmak istedi. Ama hayret! Ağaç, Havva’nın koynunda
uyuyordu. Havva’dan çıkıyordu hayat dalı, Havva'ya dönüyordu.
Yine
de, avut beni, dedi Âdem Havva’ya, akla beni, ne olursun unuttur.
Havva:
Unutturacak gibi değil hatırlatacak gibi duruyordu.
Üstelik
gözleri karşılaşınca anladı ki, Havva da Âdem’i merak eder gibi ağacı merak
ediyordu.
Yumdu
gözlerini Adem. Kendisini düşüne, gördüğünü göreceğine bıraktı. Düş: Cennetin
yasak ağacı.
Yasak
meyve, düşünde bile bir kararda durmadı. Biçimden biçime, renkten renge girdi.
Sürekli değişti. Biraz daha dikkatli bakınca. Cennet meyvelerinin en şaibelisi.
En güzeli. Adem'e öyle geldi ki yasak meyve Havva’nın ta kendisiydi.
Havva
orada kendi kıvrımları arasında Tanrı hediyesinin de cennet meyvesinin de
kendisi gibi dururken. Bir dokunulsa bütün evren titreyecek denli durgun bir
su, bir dokunulsa bütün denizler yataklarından boşalacak kadar arzu. Âdem
meyveyle yasak arasındaki denizin derinliğinde boğulacakken. Cennette bilmediği
bir duyguyu tadacak, o duyguyla sarsılacakken.
Kendisini
attı. Gözlerini açtı.
Baktı
Havva Yanında bir beyaz güvercin uykusuyla uyuyordu. Fakat göğsünden geçen telâşa
bakılırsa o da Âdem’in gördüğünü görüyordu.
Havva
da kendi düşünde. O da yasak ağaca her baktığında tek bir şey görmedi.
Değişiyordu sürekli. Bir, elma ağacı gibi geldi. Bir baktı, buğday başağına
benzetti. Bir, ağzını arzuyla açmış incir, bir, buğulu kokulu mor üzüm salkımı.
Bir daha baktı, yasak ağacın meyvesi sanki Âdem’di.
İlk
kez Âdem'in, cennetten bağımsız, biricik varlığını fark etti Havva. Şu düş
haliyle hem Âdem'di hem cennetti. Hem de cennetten gayri bir şeydi. Birdi. Ve
bu birlik, sadece Âdem’le Havva birleştiğinde gerçekleşen bir şeydi. Ama bu
başka bir şeydi.
Gözlerinin
kapalılığı arkasında bile Havva bu hayalden ürktü. Gözlerini açtı. Nasıl bir
uyanmaksa, kendi uyanışının kopardığı velvelede sarsıldı.
Cennet
erkeği, yanında, sanki korkulu bir rüyadan uyanmış, her zamanki gibi sağ
dirseğinin üzerine dayanmış, perçemleri yanağına sarkmış, merakla kendisine
bakıyordu. Havva, başını kaldırıp da onun yüzüne dikkatle bakınca, Adem'in
gözbebeklerinde yasak ağaç suretinde yerleşmiş bir Havva suretini fark etti.
Kendisini hiç böyle görmemiş böyle seyretmemişti.
Haklıydı
ateş. Ona yaklaşanın aynı kalması mümkün olmamıştı.
İkisinin
de düşünde daha evvel bilmedikleri bir şey uyandı.
Arzu!
Öyle
bir uyandı ki bir daha hiç uyumadı. Gerçekten düşe taştı. Bu duyguyu unutmaları
artık imkânsızdı. Çünkü yarısı gerçekti yarısı rüyaydı. Dahası, tamamlanmamış,
yarım kalmıştı.
HAVVA'NIN KENDİ GÜZELLİĞİNİ İKİNCİ KEZ SEYRETMESİ
Düşünden
doğrulup da göğsünü serinletmek için suyun üzerine eğilen Havva defnelerin,
minelerin, nergislerin, nilüferlerin arasında seyretti kendisini uzun uzun. Bu
güzelliğe alıcı gözle baktı. İlk değildi, bu seyrin ilki vardı:
İlkinde,
daha yeni yaratılmışken karşılaştığı, iki cennet dağı arasında, şelâle
havuzundaki suyun aynasında bir yansımaydı. O zaman, kendi güzelliğini seyreden
kadınların ilkiydi Havva. Suyun üzerine eğildiğinde dallar, yapraklar, kuşlar,
rüzgârlar şenlenmişti. Salkım söğüt, akasya dalı, kayısı ağacı, hatta suyun
kendisi, birlikte seyretmiştiler bu güzelliği.
İsimlerin
Sahibi'nin her isminden bir tecelli vardı Havva'nın mizacında ya, en fazla da
güzelliği fark etmişlerdi suyun aynasında. Bir sevinç dolmuştu içine Havva'nın.
Yaratıcı güzelliğin, dahası Yaratıcı'nın güzelliğinin bir parçasını yüzünde
yansır bulmuştu. Doğrudan görmemişti ama bilmişti ki Cemâl'in yansısıydı bu.
O
zaman Havva O'nun güzelliğiyle güzeldi. Kendi güzelliğini, güzelliğin saf
cevherini, O'nun güzelliğini sever gibi sevmişti.
Yüzünde,
bütününe ayna olmuş parçanın masumiyeti, kendisine memnuniyetle muhabbet
etmişti.
Kendi
aynasında seyrettiği, kendisinden ötesi.
Verâ.
İlâhi cazibe.
Havva’nın
kendi suretinde tutulduğu ise: İlâhi cezbe.
Bilse
de bilmese de.
Şimdiyse
düşünden uyanan Havva kendi yüzünde gördüğü has bahçe, boğulduğu ışık, düştüğü
yağmur, içindeki arzuyla. Aynı güzelliği ikinci kez seyretti. O zaman iki
hikâye, iki Havva, iki ayna arasına fark girdi.
Suyun
aynası aynıydı aslında, kendisine ne gösterilirse onu göstermişti. Havva da
aynı Havva. Ama bu ikinci bakışta ilkinden farklı bir şey vardı. Havva artık
kendi kendisinin farkındaydı:
Benim
yüzümde seyredilen Tanrı'nın bana bıraktığı şeydir. Ama her şey gibi o da
zıddıyla iç içedir.
Yani
Havvaların bu ilki, öyle bir baktı kendisine, öyle bir gördü ki kendini. Suyun
üzerinden doğrulup da Âdem’i yanıbaşında gülümser bulduğunda. Havva omzundaki
güzel ben'i örten saçlarını elleriyle geri itiverdi. Ayağının dibinde açıveren
biri alev ateş, kan kırmızı, diğeri beyazlar kadar duru iki cennet çiçeğinden
beyaz olana baktı. Kan kırmızı, alev ateş olanı alıp saçlarının arasına kattı.
Suya
eğilmiş yeşil zümrüt kuşunu bir endişedir sardı. İçtiği su neredeyse kursağında
kalacaktı. Havva çocuklar kadar masumdu henüz, ama mademki bu güzelliği
bambaşka bir gözle seyretmişti. Demek kalbinden bir vesvese geçmişti.
Güzelliği
Havva'da saf cemâl haberinden çıkıp, nefse mi dönüşecekti?
Güzelliğini
fark etmese masum, fark ettiğinde mücrimdi.
Bu
hikâyenin varacağı yer besbelli:
Havva’nın,
sanki arkasından bir gölge, üstünden kötü bir rüzgâr rüyası geçti. Tenine bir
şey değdi. Kendi görüntüsü ile arasına biri girdi.
Emekler,
gayretler, kendine göre niyetler, cennete göre günlerle; iç bahçenin kıyısına
gelip gelip dönmeklerle, içteki sesi sindirmeklerle; hep sebepler, hep
tehirler, hep bahanelerle dolu olan bunca sayfa boyunca. Büyük ayartıcı, merakı
kışkırttı, akla mantıklı delili üfledi. Vesveseyi kalp evinde doğurdu. Benliğe
giden yolda bir gedik açtı. Tende arzuyu tutuşturdu.
Âdem
de Havva gibi, bu süre içinde gitti geldi. Sendeledi ama düşmedi.
Amma.
Büyük çağrıcı, dirençlerinin ne kadar inceldiğini fark etmişti. Uyarıyı da
yasağı da unutmaları ân meselesi. Artık her şey hazırdı. Bir gitseler, bir daha
dönüşleri yoktu. Bir düşseler doğrulması olmazdı. Bir darbelik takatleri
kalmıştı. Öyle vurmalıydı ki bir daha kalkamasınlardı.
O
da canını dişine takmıştı. Soğukkanlılığı kalmamıştı artık. Hırs kör etmişti
gözlerini, görmesi yoktu. O da baştan başa kendisine göre gayret kesmişti. Bu
gayretle son defa, en zayıf yerlerinden vurdu.
Öyle
bir vuruş ki:
Bu
kez gizlice değil açıkça vurdu.
Nereden
vuruyorsa oradan yara almıştı.
Neyi
karalıyorsa aklı en çok onda kalmıştı.
Kendini
suçlu hissetmese böyle saldırmazdı.
Güçlü
olsa böyle vurmazdı.
Bir
zümrüt denizinin kıyısında çıktı karşılarına. Bu denizi Âdem de Havva da ilk
kez görüyorlardı. Bu kez suskundular; cilveleri bir gül yaprağı gibi kurumuştu.
Havva bir şeyler anlatmıyordu dalgın dalgın, Adem dinlemiyordu. Adem kelebekler
uçurmuyordu omuz başlarından, Havva iki göğsünün arasından pınarlar
akıtmıyordu. Kendi içlerine dönmüşlerdi daha ziyade, ne varsa orada duruyordu.
Ama yine de sarmaşık ağaçlar gibi Âdem Havva’yı, Havva Âdem’i sarıp duruyordu.
Şeytanın
sesi, duyulası bütün sesleri bastırdı. Bu ses artık fırtına uğultusu, kasırga
bulutu.
Doğrudan
yaklaştı.
Dedi
ki:
Ey
Âdem'le Havva!
Dediklerimi
hatırlayın bir bir. Vaadlerimi hafife almayın.
Feda
edilecek ne varsa bu uğurda, çekinmeyin feda etmekten. Dağlar parçalansa
gözlerinizi kapatın. Çünkü göze almazsanız hiçbir zaman tam anlamıyla
bilemeyeceksiniz.
Isırın,
sakın korkmayın. Atın korkularınızı bir tarafa, ısırın artık, dişinizi
damağınızı, dilinizi genzinizi sakınmayın.
Bunu
derken, eğilmiş dallardan birine baktı. Nefti gölgeli, incecik bilekli ellerini
uzattı. Meyvelerden birini çekti kendisine, kopardı. Her parmağı arzu her zerresi
iştahtı.
Eşi görülmemiş bir hevesle ısırdı. Bakın, dedi. Bakın, işte hiçbirşey olmuyor..
Aramızda ne fark var ki bana olmayan size olsun? Eşit bile değiliz. Hani ya siz
en üstün olarak yaratılmışsınız. Bir yanı ruh, bir yanı topraktınız. Öyleyse
benden daha güçlü daha korunaklısınız.
Ağzının
kenarlarından yasak meyvenin yapışkan sıvısı akarken ilâve etti: Melekleşmenin
bedeli ağırdır ama melek olmak ancak bu bedeli ödemeyi göze alanların hakkıdır.
Her
şeyi bilmek ve sonsuzluk.
Neredeyse
Tanrı gibi! Öyle değil mi?
O
kadar körlükle açılmıştı ki gözleri, bir adım daha atsa, Tanrı olacaksınız,
diyecekti.
Karanlık
bir gülüş. Nefes nefeseydi.
Devam
etti:
Yemin
ederim ki.
Durdu,
ekledi;
O’nun
adı üzerine yemin ederim ki, hiçbir şey olmayacak.
O’nun
adı üzerine inanın bana.
Bu.
Yetti.
Ebedilik
vaadi. Ve melek olma özlemi. Ayağı kaydı Âdem’in, bir güzellik yanılgısına
düşüverdi.
Bir
güzellik yanılgısına düşerken, bir ebedilik vaadine inanırken, O'nun adına
içilmiş bir yemine kanarken. Yolları önce meraka, sonra vesveseye uğramıştı.
Sonunda ha bire yer değiştiren, herkesin karşısına farklı bir rüzgâr
uğultusuyla dikilen meşhur uçurumun kıyısına geldi dayandı.
Toprağında
acelecilik, mizacında sebatsızlık vardı Âdem’in. Ahdinde vefasız, varlığında
azimsiz ve kararsız çıktı. Ve ki sözdü bu nihayetinde, unutması vardı. Öyle bir
unutmak ki bütün bir insan soyu hatırlasındı.
Öyle
unuttu Âdem. Kalbinden, zihninden, muhayyilesinden o kadar derin bir girdap,
öyle ağır bir cendere geçti ki. Öyle merak etti öyle vesveselendi öyle istedi
ki. Hatırlamanın zıddı unutmak. Âdem verdiği sözü hatırlamaya bile korktu.
Yolunu kesen sözünü zihninin arka bahçesine itiverdi. Adımlarının önündeki
engeli devirdi.
Diyelim
ki neticede: Kâğıdın bir yüzü teslimiyet, bir yüzü Âdem'in kendisi. Kendi
kendisiyle olan savaşında bir yanının öbür yanına direnci iyice tükendi. Bu
güçlü merak, bu baskıcı vesvese, bu önlenemez arzu her şeyi unutturdu. Sonunda
Âdem de Havva'sı gibi verdiği sözü unuttu.
Lâkin
oruçlu olduğunu unutup suya kanmak gibi değil, kanatları olmadığını unutup da
kendini uçuruma bırakmak gibi bir unutmaktı bu.
Adem,
en fazla unuttuğu ânda bile aklı başında, unutması ânında dahi sorumlu.
YASAK MEYVE ISIRIĞI
Yüzlerini
çevirdiler yasak ağacın meyvesine. O kadar özlemli o kadar susamışlardı.
Diğerlerine benzemiyordu bu gidiş, dönüşü yoktu. O hengâmede Adem artık
korkusuzdu.
Bir
adım attı Adem, cennet titredi.
Keskin,
acı bir koku kapladı dört bir yanı, her yerdeydi.
Dallarını,
yapraklarını, meyvelerini, güzelliklerini uzatmış yasak ağaç titredi.
Yeşil
zümrüt kuşu, kursağındaki su damlacığını gerisin geri döküverdi.
Cennette
ne oluyorsa Yer’de de onun gölgesi.
Henüz
yaratılmıştı konuğunu bekleyen dünya. Ayak seslerini duydu uzaktan Adem'inin.
Konuğum, sahibim, derken yeryüzü titredi. Bir adım atsaydı Âdem Yer’in
üzerinde, toprak ancak bu kadar titreyebilirdi.
Titremek
fiiline sığardı ancak böyle bir eylem, dağların kendi üzerindeki gölgesi, suyun
kendi üzerindeki rengi titredi.
Ve
unutkanlık toprağında hatalarına doğru ilerlerken, attıkları her adımda, o
hatayı Yaratan'ın yarattığı arşıâlânın bile içi titredi.
Ruhların
Ruhu. Nefeslerin Nefesi. Kalplerin Kalbi.
Arşıâlâ
böylesine, bir de Adem yaratıldığı gün titremişti.
Ortalıkta
şeytan filân kalmamıştı şimdi, o sadece kenara çekilmiş, seyirci. İçindeki ses
de artık Âdem'in kendi sesi, ta kendisi.
Israrla
tekrarladı:
Tat
bundan.
Susacak
gibi değildi.
Cennetin
yasak nimetinden tatmak hevesi bütün benliğini kapladı Adem’in. İçinde yasağı
çiğneyecek gücü buldu. Söz? Nasılsa unutulmuştu. Lâkin böyle bir eylem gözü
açık olamazdı. Kapadı gözlerini. Ne olacaksa göze aldı. Sanki hiçbir şey
olmayacaktı.
İç
bahçenin yollarına daldı.
Dolambaçlı.
Her
zamankinden daha sıkıydı iç bahçenin defneleri. Dalları birbirine iyice
geçmişti. Âdem onları araladı. Artık ne ayaklarına ne ellerine, ne de diline,
dişine, damağına söz geçirebilirdi. Âdem artık Âdem bile değildi.
Yürüdü,
tam ortadaki yasak ağaca doğru ilerledi. En fazla sarkmış, en büyük, en ağır,
en zengin dalın altında durdu.
Ağacın
gölgesi.
Yapraklar
saçlarına, sürgünler yanağına dokundu. Başını kaldırdı. Rüzgâr geçti gözlerinin
üzerinden.
Dal
çiçeklerle, meyvelerle, yapraklarla, yeşillerle, allarla, renklerle, kokularla,
camlarla, ışıklarla, hazlarla doluydu.
Uzandı
iki eliyle Âdem. Dalı kendisine doğru çekti. En ışıklı, en güzel, en kokulu
meyveyi seçti.
Bir
temas ânı.
Kopardı.
Yasak
ağacın yasak meyvesini eline aldığı ânda Havva’nın da elini kavradı.
Ani
bir sevinç düşüncesi geçti içlerinden. Hiçbir şey olmamıştı işte. Bu sevinçle
fazla uzaklaşmadılar. Ağacın altına, cennet toprağının üzerine oturdular. Hem
yıldızların hem güneşlerin altında, el ele, kucak kucağa, ağız ağıza, diz dize,
nefes nefeseydiler şimdi. Yer ve gök de göz gözeydi. Âdem Havva’nın elinden,
Havva Âdem’in elinden. Birbirlerine sundular, tattırdılar yasak meyveyi.
Ağırladılar, azizlediler birbirlerini.
Büyük
ağacın altına ne biri sonra, ne diğeri önce geldi. Ne biri gecikti ne de öbürü
acele etti. O ânda Âdem’le Havva ayrı ayrı değillerdi. Ama içlerinde dolaşan da
ancak kendileri. Herkes o ânda ancak kendi
kadardı.
Üstelik arada bir ucu divaneliğe çıkan ar u,
Âdem’in
Havva’yı, Havva'nın Âdem'i zorlaması vardı.
Ne
geldiyse başlarına birlikte geldi. Öznesi çiftti bu cümlerin. Eylemi tekildi.
Suç tekti ama işleyeni ikiydi. İkisi ayrı ayrı tadına baktı, ayrı ayrı çiğnedi.
Ama damaklarına aynı tat, dişlerine aynı kamaşma aynı ânda yayıldı. Bir bedende
iki ruh, iki bedende aynı bir ruh olarak yediler yasaklanmış meyveyi. Kimse
kandırmadı kimseyi. Suçu ne Âdem Havva’ya yükledi ne de Havva Âdem’ini itham
etti.
Ancak
çok büyük bir suçu paylaşanların duyabileceği bir yakınlıkla yakındılar şimdi.
Yasak meyvenin tadıyla tatlanan Havva, Âdem kadar suçlu, Âdem kadar suç
ortağıydı. Âdem de ancak Havva kadar suçlu Havva kadar suç ortağıydı. Tek
nefisten yaratılmış, tek candan ayrılmışlardı. Suç onları birleştirdi. İkisi
bir kez daha tek nefiste bir’leşti.
Havva
Âdem'e, Âdem Havva’ya önce fısıldadı sonra haykırdı dilinin ucunda dönüp duran
kelimeyi. Zahirde ismi vardı. Batında belâydı. Dilinden damağına, dişlerinden
genzine yayılan lezzet, cennetteki hiçbir lezzetle kıyaslanamayacak kadar
güzeldi. Ama yasağı çiğnemiş olmanın acı tadı da o lezzetin içinden geldi.
Şeytanın yalanında “doğruluk" payı vardı aslında.
Âdem
bir ân için kendisini cennetin sakini değil sahibi sandı.
Ama
sonsuzluğa en fazla karıştığı o ânda sonsuz olmadığını da anladı.
Ölümsüz
olduğunu en fazla zannettiği solukla, ölümlü olduğunu kavradı.
Bir
sonsuzluk vehmi. Bitimsiz bir şimdi. Lâkin
geçti.
Hazdan
acıya, arzudan utanca döndüğü ânda Âdem, henüz cenneti yitirdiğini bilmeden
cenneti özledi.
Acıyı
bilmiyordu cennet yurdunda, ilk acıyı sonsuzluk vehminde fark etti.
Hissettiği
sonsuzluk vehim, duyduğu acı gerçekti.
Masumiyetli
bir rüya bilincinden şuura, unutmaktan hatırlamaya geçtikleri o en gizemli
ân’ın sonsuzluğunda.
Unutmak
hatırlamaktı.
Hepsi
de aynı ân’dı. Hepi topu bir ân’dı.
Yutamadılar
bile. Boğazlarında kaldı, kokusu burunlarından geldi. Yasak meyvenin tadı,
diline damağına yapışıp da Âdem dehşete uyandığında ateşin zorba efendisini, onun
karanlığın içine gölge salan kapkaranlık yanını, alev üstünde ateş tarafını ilk
kez kendi suretinde kendi şeklinde görebildi.
O.
Kıvrıla
kıvrıla yanan dumansız bir ateşti.
Adem’le
Havva.
Bir
sürçmeyle bir ayartı arasında. Ne kolay düşmüşlerdi.
UTANIYORUM, DİYEBİLDİ
Arşın
kürsîsine hat çekmişti Adem. Yediği yasak meyve, ilk bakışta tek bir cümle. Ama
arşıâlâyı bile düşündürecek bu bir tek cümleyle, bütün bir metin yerinden
oynadı. Lâkin cennetin sakinlerinde, göklerden gök beğenen meleklerinde bile,
bak gördün mü, diyecek mecal kalmadı. Bir uğultu koptu zihinlerde. Bütün cennet
şimdi sadece dehşet içinde.
Girdaplı
bulutlar önce yarıldı, sonra birbirinin üstüne kapandı. Hızla ilerleyen nefti
bir gölge bütün cennet toprağını kapladı. Aynı ânda keskin bir uğultu koptu.
Derinlerden çoğalarak geliyordu ve hiçbir şeye benzemiyordu. Aniden çıkan soğuk
bir rüzgâr ortalığı kasıp kavurdu. Cennetin iki büklüm ağaçlarını neredeyse
köklerinden söküp atacaktı.
Hepsi
de haşirden âyet, alâmet:
Neredeyse
cennetin, gökleri yarılacak, yıldızları ışıklarını yitirip sönecek,
savrulacaktı.
Dağlar
un ufak olup dağılacak, kaybolup gidecek, yürütülüp serap olacaktı.
Güneş
karanlığa gömülecek, ay yarılacak, denizler önce kabarıp sonra yataklarından
taşacaktı.
Sular
yerden fışkıracak, göklerden boşalacaktı. Şiddetli bir sarsıntıyla yarılacaktı
yer, daha şiddetlisi ardında duracaktı. Toprak dışarı atacaktı ağırlıklarını.
Ve
zifirden bir zilli mağmum içinde; kapkara dumandan boğucu bir gölgede...
Kelimeler manalarına
uymayacaktı.
Göklerden gök, dağlardan dağ olarak bahsetmek mümkün değil, kâbus gibi
çökecekti gün üzerlerine. Neredeyse cennette kıyamet kopacaktı.
Ki.
İlâhi
öfke ân'ın derinliğinde, cennette kıyamet kopmadı.
Ama.
İlk
ya da son fark etmez, insan günah işlediğini nasıl fark ederse Âdem de kendi
kıyametini öyle fark etti. O zaman anladı artık onlar için geri dönüş
olmadığını. Bir kez bu yolda yürüdükten sonra geriye dönülse bile hiçbir şeyin
artık eskisi gibi olmayacağını.
Yasak
meyve.
Bir
kez yiyenin hiç yememiş gibi olmasının artık imkânı yoktu.
Yani
bir kez bilince. Hiç bilmemiş gibi? Olmuyordu.
Hatır
bu hatırayı daima taşıyacaktı.
Masumiyetin
yitiği, bir unutamama hali.
Unutulur
gibi değildi.
Yasak
meyve: Şuur hali.
Her
şey bu şuurla başladı.
Âdem
bin yıldır görmezmiş de gözü aniden açılmış gibi gördü başına geleni.
Demek
melek değillerdi.
Ama
asıl göreceğini, şuurun asıl eserini, asıl eziyetini, kendi kendisine,
bedenine, tenine bakınca gördü.
Dehşet
içinde kaldı.
Gözleri
neredeyse yuvalarından fırlayacaktı. Ayakta duramadı. Olduğu yere çöktü.
Kollarını dizlerinin üstünde kavuşturdu. Başını dayadı. Ateş bastı bedenini.
İliklerine kadar titredi. Düşünemez haldeydi.
Ama
bildiği kelimeler arasından biri de ilk kez o ân dilinin ucuna geldi.
Utanıyorum,
diyebildi.
Bu
utancı bir kez duyunca, kilit bir kez kırılıp da, ne var ne yok ortalığa
saçılınca. Bir bakışın keskinliğinde aydınlandı her şey. Mahremiyetin cennet
örtüsü kalktı. Bir ânda bütün kötülüklerin üstü açıldı. Doğru yanlıştan
ayrıldı. Gözlerindeki perde kalktı. Kalkmaz olaydı.
Gördükleri,
birbirlerine ve kendilerine bakmalarını engelleyen büyük bir utançtı.
Utanma.
Libas-ı fıtrî. İçten gelen giysi.
Açığa
çıktı.
Olmasa
açığa çıkmazdı.
Çırılçıplak
olduklarını fark ettiler çaresizlikle. Üstelik anladılar ki bu ürkütücü çıplaklık
yeni de değildi, geçmişten beriydi.
Hep
böyle miydi? Bu kadar mı yabancıydı kendi kendisine Adem, bu kadar mı ikiydi?
Demek kendi bedenine bile sonuna kadar sahip değildi; Âdem, Âdem’e bile ait
değildi. Beden kendisine ait olsa, gören göz Âdem'in değildi. O kadar ki hiç
kimse giremezdi araya. Kendisi bile girse kendisiyle arasına, yabancı gibi
gelirdi.
Utanç
sadece ikisinin değil bütün bir cennetin üzerine çöktü. Durgun su, bağrına
kocaman bir taş düşmüş gibi bulandı. Bir daha da durulmadı. Böyle bir görüntüyü
yansıtmasındı, saklamasındı. Ama suydu. Kaderi derinlikti. Gördüğünü
hafızasında saklayan sular
utandı.
Dallar yapraklar utandı. Cennetin kuşları çığlıklarla havalanmaya çabaladı.
Oysa kırıktı kanatları. Yeşil zümrüt kuşu, başını kanadının altına sakladı.
Konuşkan hüthüt kuşunun bile sesi soluğu kesildi. Masumiyetli hayvanlar
yuvalarına sığındılar gün ortasında. Herkes Âdem'le Havva'nın utancının
ağırlığı altında kalmıştı. Nasıl olup da cennette kıyamet kopmamıştı?
O
zaman; Adem gibi tepeden tırnağa utanca bürününce, örtün beni, dedi Havva.
Gözlerimi de örtün. Ne ben kimseyi göreyim ne kimse beni görsün.
Geceydi
bütün günahları örten. Ayıpları yok eden. Ama cennette bir hata yoktu ki
şimdiye kadar, gecenin de böyle bir örtüsü olsundu.
Bir
kez daha, örtün beni,, dedi Havva. Cennetin bütün örtülerini örtünsem,
kalbimdeki bu utancın yoksulluğuna yetmez. Bu günahı gidermez.
Toprak
olsam. Yok olsam. Örtünmek yetmez, gizleyin beni.
Cennet
toprağı da sessizdi.
Nerelere
gitse nerelere saklansa bu utançtan kurtulabilirdi? Sapından kırılmış bir çiçek
gibi iki büklüm, etrafına bakındı. Cennette her şey kendisine bakıyor sandı.
Sırtında ürperti, cennetin gözleri. Işık bile üzerine ağır geldi.
Elinden
gelse cennetin bütün hafızasından silecekti kendisini. Ya da ruhunu bedeninden
ayırabilseydi. Ne çare! Mümkün değildi.
O
acıyla, kendisini elleriyle örtmeyi, kollarıyla sarmayı, saçlarıyla saklamayı
aklına getirebildi. Ama elleri hiç bu kadar küçük, kolları bu kadar zayıf
olmamıştı. Saçlarıysa, hani Âdem onları hâzinem diye okşar, arasına gevherler
bırakırdı, meğer ne kadar azdı.
Hiçbir
şey bu büyük çıplaklığı örtmeye yetmeyince, duramadılar, bir yerlere
sığamadılar. Sırtlarını büyük ağaca dönüp kaçmaya başladılar.
Âdem’in
ayağı takıldı derken. Gölgesinde defalarca dinlendikleri söğüt ağacı onu
perçeminden yakaladı. Sonra bıraktı. Dallar canlarını yaktı, sarmaşıklar
kollarına bacaklarına dolandı, dikenler çizdi ellerini yüzlerini. Dizleri yara
bere içindeydi. Düşünmeden, öylece, kendiliğinden, geniş gövdeli, çok yapraklı
bir ağacın arkasına, sıkı gölgelerin karanlığına, sık dalların, keskin acı
kokulu, sütlü meyvelerin arasına gizlendiler.
Havva
dönüp Âdem’e baktı. Sitem yoktu bu bakışta lâkin tere ateşe batmıştı. Bütün bu
yaşananlar? Âdem’e kader olsun diye mi bir kalbin altından çıkartılmış, bir eğe
kemiğinden yaratılmıştı? Kaderini sevecekti, şu utanmak bir parça yakasını
bıraksaydı.
Başını
öteye çevirdi. Ne kendisine bakabildi ne Âdem’in kendisini görmesine tahammül
edebildi.
Oysa
daha önce de çıplaktılar.
Nasıl
yaratılmışlarsa o kadardılar.
Utanmaya
şimdi neden olan her ne ise, o zaman da onunlaydılar, oydular.
Bakardı
Âdem Havva'ya.
Saçına.
Göğsüne. Karnına.
Olgun
bir meyveye benzeyen ağzına.
Kirli
olan hiçbir şey olmazdı. Hazzın yüzü utanca bakmazdı.
Havva
o zaman çıplaktı da Âdem'e çıplak gibi gelmezdi. Bu çıplak ten incitmezdi.
Oysa
şimdi.
Bir
kez daha bakınca Havva’ya.
Saçı.
Göğsü. Karnı.
Olgun
bir meyveye benzeyen ağzı.
Kadın
kadınlığının; erkek, erkek olduğunun farkına vardı.
Aralarında
birkaç cennet yaprağı.
O
ânda acı meyve kokusu içini yakınca, Havva'nın aklına yapraklar geldi.
Cennetin
esenliğini bozmuş olsalar da, yine cennetin yapraklarıyla örtünmeye çalıştılar.
Ama ne fayda! Bir parçaları örtülse bir parçaları açıkta kaldı. Çıplak
bedenlerini birbirinden saklasalar kendilerine aşikârdı. Çünkü gördükleri,
örtünseler de artık hatırlarındaydı.
Birkaç
adım attılar. İlk kez sırtlarını ayrı ayrı ağaçlara dayadılar. Bambaşka
bakışlarla başka yönlere doğru baktılar.
Şimdi
Havva orada Âdem’in bir parçası gibi değil, sadece kendisi gibi duruyordu.
Havva
Âdem’inden, Âdem Havva’sından gerçek anlamda o ânda koptu.
O
ânda ayrı düştüler birbirlerinden.
Hiç
kimse bu közün üzerinde, kendisinden başkasının derdine yanamazdı.
Uzaklaşmış,
başkalaşmışlardı.
Bir
daha asla eskisi gibi eksiksiz bir bütün, kusursuz bir çift olamayacaklardı.
Bir bütün olduklarını ne kadar sansalar da araya hep bir başkalık, yabancılık,
lisan uyuşmazlığı katılacaktı: Kendileri.
Farklı
ağaçların altında Biz değillerdi. Ben ve Sen’lerdi sadece şimdi.
Bir
daha, Ben ve Sen'den farklı, ikisinin kopmaz- parçalanmaz- ayrılmaz yekliğinden
ibaret, o üçüncü özne olamazlardı. Yeryüzü lisanlarında karşılığı olmayan o
unutulmuş cennet öznesi onları şim'den sonra karşılamazdı.
Ne
kadar bir araya gelseler de Sen ayrı Ben ayrı.
ÂDEM’İN ŞELÂLE SUYUNA GİRMESİ
Eti
bu kadar sızıyı hiç bilmemiş, bedenindeki bütün uzuvların varlığını Adem,
böylesi şiddetli bir acıyla, bunca sancıyla hiç hissetmemişti. Kemikleri
birbirinden, iliği kemiğinden, derisi etinden sıyrıldı sanki. Perçeminde söğüt
dallarının zorlu sillesi. Yapraklar yetmedi. Âdem'i şimdi ne örterdi?
O
dehşetle, ırmağın kıyısına koştu, büyük yağmur şelâlesinin altına girdi. O
şelâle ki Âdem'le Havva'yı havuzunda kaç kez ağırlamış, onların şenliğiyle
şenlenmişti. Yerden yükselen koyu bir buhar perdesiyle yüksekten dökülen
çisentili bir yağmur sağanağının arasında, mavi ışıklar, gümüşlü sisler,
çisentiler, selintiler ortasında. Bir kayanın üzerine oturuverdi Âdem.
Ayaklarını bir araya topladı. Dizlerini birleştirdi, dirseklerini dizlerinin
üzerine dayadı. Avuçlarını çukurlaştırdı.
Yağmur.
Irmak suyu. Şelâle havuzu.
Âdem
onca suyun ortasında, dikti gözlerini, avuçlarında biriken suya baktı sadece.
Bu
kadar mı gafil olunurdu?
Ağzını
cennet suyuyla çalkaladı, ellerini cennet suyuyla yıkadı. Gözyaşına, hıçkırığa,
haykırışa, dolup da boşalmayışa karışan bir ırmak suyunda tepeden tırnağa,
yıkandı.
Suyun
içinde içi yandı.
Öyle
bir yanmayla yandı ki, cennetin ağaçları neredeyse tutuşacaktı.
Rabbim,
dedi, ey cennetin Rabbi, ey cehennemin Varedicisi.
Cennetinde
bu kadar yanıyorsam cehennemin nicedir?
Korku
düştü içine. Ateşe benziyordu.
Öyle
bir korku ki anlatmanın imkânı yok. Anlatabileceği tek kişiydi Havva. O da aynı
korkuyla korkuyordu.
Avucundan
akan suları sessizce izledi.
Söyleyecek
sözü yoktu.
İsimler
her şeye yetmiyordu.
Şeytan?
Daha ilk bahsinde kazanmıştı.
Âdem
en çok da daha kendisini görmeden, soru suretinde şüphe etmiş olan melekleri
haklı çıkarmış olmaktan utandı.
Kazazedeydi
Âdem. Lâkin asıl acıyı Rabbinin rızasını kaybettiği için çekti. Şimdi. Hicabı
Âdem'in, kendisinden razı değilliği.
Olanlar
olmadan önce, yüzünde Rabbin rızasının izleri. O zaman parlaktı Âdem’in yüzü ve
Rabbinden ona sözlü bir selâm gelirdi. Muhataptı. Biricikti. Buydu asıl
safiyeti mutluluğun. O'nun cemâliyle arasına perde girmezdi.
Cennet
cennet, dedikleri bir bahçeydi
nihayetinde.
Âlemlerin Rabbi kendi güzelliğinin
yansıması
olarak orada görünmeseydi, cennete
kim kıymet verirdi?
Dehşetle
açılmış gözlerine sinmiş pişmanlıkla. İlâhi kalpten sürgünlüğün azabıyla. Ne
olacağının, o kalbe bir daha hiç mi giremeyeceğinin korkusuyla. En fazla da,
sevilenin içinde kırılan yerin sevene armağan ettiği o büyük utançla, yani
kendini kınamayla, başını önüne eğdi Âdem. Üzerinden ne kadar zaman geçti?
Bilmedi.
Sonunda
şelâle suyundan çıktı. Gidebileceği tek yere sendeleyerek gitti. Altında
yaratıldığı filbahri ağacının geniş gölgeliğine sığındı. Gövdesine sarılmak,
başını göğsünde saklamak için ağaca doğru bir iki adım attı. Yapamadı. Olduğu
yere yığıldı. Utanç içindeydi hâlâ, uzanamadı, gösteremedi gövdesini, kıvrıldı.
Sorsalar
şimdi, Kelimelerin Emanetçi Efendisi ne kendi ismini ne de Havva’nınkini
hatırlayabilirdi. Başlarına gelenin ne olduğunu henüz tam anlamıyla
anlayabilmiş değildi. Anladığını bile henüz kelimelere çevirememişti.
Neden
sonra kimbilir hangi büyük meleğin kanadı usulca sırtına dokundu. Âdem bu
dokunuşla kendine geldi. Başka dokunuşlar gibi değildi. Bakışına, duruşuna
çekidüzen vermek istedi. Güç belâ doğruldu. Çok geçmedi. Bir ses duydu ve çok korktu.
Çünkü
ses kendisinindi ama konuşan Âdem değildi. Kalbine doldurulan bilgiyi kendi
sesinden ama
kendisine
ait olmayan kelimelere çevirdi. Ürpertiler içindeydi.
Gözleri
bir noktaya dikili. Âdem kendi kendisine hitap etti:
Oku,
dedi zihnindeki Kelimeler Kitabı’nı, tanıklık eden parmağını kımıldattı, esma
gününde ileri geçemediği sayfaları işaret etti.
Kelimelerin
ağırlığı Âdem'i titretti. Altında durdukları filbahri ağacının gövdesi, bir kez
daha ter damladı, sonra dayanamadı boydan boya çatladı, en sonunda yarıldı.
İnsanın kendisini bilme, kendi anlamına erme ânına tanıktı.
Âdem’in
zihnindeki Kelimeler Kitabı'nın kapalı sayfaları da ilk kez o ânda açıldı. Âdem
esma gününden kalan bulanık hatıraları, bir görülüp de bir unutulmuşları, ismi
söylenmiş ama yaşanmamışları, sisli sayfaları ilk kez bu kadar aydınlık buldu
önünde. Kelimelerini ayrı ayrı değil, bir bütün olarak fark etti. Hepsinin
oluşturduğu o muazzam cümleyi bir araya getirdi, cem etti. Kıraat etti.
Sayfaları çevirdi.
Birer
isim olarak, Şuur’u, Mantık'ı, Akl'ı, Hürriyet'i, Seçmeyi, Tercih Etme’yi
kolaylıkla geçti, İrade'ye geldi. Ama sıra İrade'ye gelince, sayfalarını en
açık, kelimelerinin tamamını bir arada gördüğü o ânda Kelimeler Kitabı’nın
bulanıklaştığını da fark etti. İrade, bu kitapta Âdem’in yarı kapalı yarı açık
olarak görebildiği son kelimeydi. Ruh'a, Kader’e, Kaza'ya sıra bile gelmedi.
Yine
de kendi irade’sini seçti Âdem, küçük harflerle yazılmış. O da büyük harflerle
yazılmış İRADE'nin içindeydi.
Okudu:
İRADE
içinde ama yine de irade’ydi.
İrade'ydi
ama yine de İRADE’nin içindeydi.
Ve
ki irade İRADE’yle çelişik değildi. Uzlaşıktı, birleşikti.
İRADE’nin
içindeki irade: Gayret ve Niyet’ti.
O
da Rahmanın nefesi.
Öyleyse
İRADE İRADE'nin içindeydi, İRADE İRADE'nin üzerindeydi. Hepsi de İRADE’ydi.
Bu
muammanın nasılına niçinine akıl yetirmeye çalışırken, satırları izlemek,
sütunları inmek, sayfaları geçmek için acele ederken, Adem, harflerin iyice
silikleştiğini, sayfaların tümüyle karardığını, kelimelerin yok olduğunu fark
etti.
Sonrası
sır, sonrası dokunulmazdı.
Sonrası
Adem'e karanlık, hele benîâdem’e kapkaranlıktı.
Senin
bilme sınırın şimdilik buraya kadar, daha ileri geçemezsin. Daha fazlasına güç
takat yetiremezsin.
En
fazla bunu okudu.
İçini
büyük bir bilmezlik duygusu kapladı Âdem'in. Bilmek, kavramak, kelimeye
çevirmek, isimlendirmek
isteyen
insan yanıyla büyük bir eksiklik hissetti. Ama bu duyguyla da sınırını,
hacmini, muhtevasını, gücünü ve güçsüzlüğünü bildi.
Bilmezlik
duygusuyla en fazla dolduğu o ânda bildiği şeyi de hissetti. Demek bilebileceği
son kelime Bilinmezlik'ti. Bir Bilinmezlik kelimesini söyleyebilmek için esma
taliminin gözdesi bunca kelime bilmiş, bunca
isim
söylemişti. Belli ki o ilimden kendisine verilen az bir şey'le yetinecekti.
Ama
Âdem, bilgisinin ulaşabildiği son sınır çizgisinde, aklının son devinimiyle
aklını sınır dışı ederken, kendisine verilen isimlerden birinin, verilmeyen
bütün isimlerin yerini tutması gerektiğini de düşünebildi. Kalb'i öyle seçti.
Aklına sığmayanları Kalb’inde bir araya getirdi. Kelimeler Kitabı’nda
Yaratan’ın ismi, Kalb’in içindeydi.
Son
bir ân, Âdem, İyilik ve Kötülük bahsine bakabilir mi, merak etti.
Garip!
İyilik
ve Kötülük'ün bir kısmı karanlık sayfaların arasında, Kader bahsinin içindeydi.
Ama diğer yandan İyilik ve Kötülük, Adem'in Kelimeler Kitabı’nın ilk iki
kelimesiydi.
DİYEBİLİRDİ. AMA DEMEDİ.
Gaflet
mi evveldi, isyan mı? Unutmak, ayağı kaymak mazur kılabilir miydi gerçekleşmiş
gerçeği? Takdir Eden bilir. Ama Adem kendisini bildiği için sorumluluğu da
kimsenin üstüne atmadı. Kabullendi, üzerine aldı.
Bana
bu kelimeleri Sen verdin.
Sonra
beni bu kelimelerle itham ettin.
Beni
topraktan yarattın, hamuruma nefsimi kattın. Sonra tuttun beni nefsimle
sınadın. Hevesli kıldın da beni, heveskârlığımı suçladın.
DİYEBİLİRDİ. AMA DEMEDİ.
Sen
yarattın bizi, Sen çizdin bu kaderi.
Kaderim
böyleymiş, elimden ne gelirdi?
İsyan
ettimse de Sen ettirdin.
Halim
buysa da sebeb-i halim Sendin. Söyle! Başka ne yapabilirdim?
DİYEBİLİRDİ. AMA DEMEDİ.
Ben
kendimi o yasak ağacın altında buldum. Adını Sen sınav koydun. Düşmekten başka
yolum, yasak meyvenden başka azığım yoktu bu oyunda. Bunu Sen de biliyordun.
Oyunu sen kurdun. Ben sadece oyuncuydum.
Yürüdüysem
de Sen değil miydin yürüten? Öyleyse beni suçlaman neden?
DİYEBİLİRDİ. AMA DEMEDİ.
ÇÜNKÜ:
Filbahar ağacının altında, büyük meleğin cümlelerini sese çevirdiği, zihnindeki
Kelimeler Kitabı'nda İrade’den öteye geçemese de Kalb'e kadar gelebildiği o
kendini bilme ânında, içindeki Rahmanı nefesin de anlamını bilmişti.
Kendi
içindeki ruhumdan’lığın, yani ki O değilse de O'ndanlığın bilgisine ermişti.
Bu
fark edişle, bu bilişle sorumluluğu kendi üzerine alırken, O'nun kendisine
kattığı nefesin eylem gücünü de yüceltti. Bu yüceltmeyle kadrini kıymetini,
oyuna rağmen oyunculuğunun sebebini hikmetini bildi.
Yine
de Âdem’di. “Akletmeye” devam etti. Hepsi de soru çekimindeydi:
O
Rahmani nefesin kendisine verdiği gücün eylemiyle, eylemin gücüyle: Âdem mi
atmıştı adımını?
Olacak
olanın olmadığı bu oluşta Rahman, kendi adımını bilir gibi mi bu adımı
bilmişti?
Öyleyse
kimse kimseye zorla bir şey mi yazmamış, bir şey mi çizmemişti?
Kendisine
önerilen dümdüz yolda yürüyebilseydi, bütün bu yaşadıkları görülmemiş bir rüya
olarak mı kalacaktı? Sadece Alîm Allah'ın ilminde mi var olacaktı?
O
yol ayrımında Âdem biraz durmuş, beklemişti. Kendisiyle cebelleşmiş,
sendelemişti. Düşmüştü sonunda, ayağı kaymıştı. Ama en fazla düştüğü ânda bile
özgürdü, öyleyse o mu seçmişti o mu istemişti?
Sonu
yoktu düşünmenin. Sorular sel sağanak. Başını çevirdi Adem. Belli ki yasak
ağacın altında ne tamamen mecburdu ne tümüyle başına buyruktu.
Boydan
boya yarılmış filbahri ağacının gövdesinden geçirdi elini.
Bıraktı
akletmeyi.
Alîm
olan O’ydu, o kendisine talim ettirilenle yetindi.
Suçlayabileceği
tek kişi vardı şimdi. O da büyük ayartıcının alev ateş gölgesi. Nefti gölgeli,
uzun parmaklı, ipincecik elleri.
Âdem
onun da üzerinden geçti gitti.
İlk
masumiyetinde, ilk hatasında bile, ayartı ne kadar güçlü gelse de, ayartıcının
zorla bir şey yaptıramayacağının bilincindeydi.
Bana
bunu o yaptırdı, demedi.
Sığınacağı
yere sığınmak istemedi. Bildi ki kötülüğün sebebi yok sadece bahanesi var ve
şeytan kötülüğün sebebi değil bahanesiydi. Çelişki? Yo! Bir burgaç gibi içinde
içine dönen, dışından dışına savrulan bu çözümsüzlük, çözümün ta kendisiydi.
Ben
yanıldım, dedi. O çağırdı ama giden ben’dim.
Öznesine
Havva'yı dâhil etti.
Biz
ettik kendi kendimize edeceğimizi. Bize kimse etmedi bizim eylediğimizi.
Bu
cümlenin eylemi de eyleyeni de biziz. O çağırdı biz gittik. Gafildik. Kendimize
biz zulmettik.
Söz
buraya gelince, Zulm'ün tanımını da Kelimeler Kitabı'ndan buldu çıkardı. Tanık
tutulduğu kendi yaratılışının merhalelerini hatırladı. Hamuru ahenk ve düzen
üzre yoğrulmuştu Adem'in. Ve insan olan ancak kendi doğasındaki ahenkte,
düzende, güzelde, iyilikte dinlenebilirdi. Oysa; insanın kendi
doğasına
aykırı davranışı. Kendi kendisine yabancı kalışı. Kalbin kendini inkârı. Hiç
ummadığı yerden yara alışı. Hiç ummadığı kadar zalimce yaralayışı. Kınadığını
kendinde tekrarı. Bir yanıyla en güzel olanın hemen ardından en çirkin olması.
En güzeli yaşatanın en korkuncu tattırması. Yasak meyvenin tadına bakışı
hasılı. Başkaldırışı.
Zulüm,
başka neydi ki?
Âdem
bu kördüğümü çözdüğü o kıldan ince, kılıçtan keskin, bıçağın sırtında. Sonu
yoktu bilmenin, bir kez daha kendisini bildi. Bir kendisi bir de Rabbi bilirdi.
Kaderi
düşmekmiş? Düşmekle kalmadı.
Kalkmaya
çalıştı.
Koşmadı
kaderine. Kaderinden kaçtı.
Niyet
ve gayret: Kaderin anlaşılabilir anlamı.
Niyeti
halis gayreti yüksek çıktı Kudret'in iki eliyle yarattığının. Yaratan yarattığından
bir kez daha hoşnut kaldı.
Büyüktü
hataları. Ama. Ama’sı vardı. Bu kitapta Tevbe vardı Af vardı.
Asilik
eğer başkaldırmaksa, başkaldırışıyla Âdem’in şeytandan ne farkı vardı?
Biri
savını ispat etmek için kıyamete değin direnirken diğeri affın kapılarına,
tevbenin mısrasına sığındı.
Fark
tevbede. Geri dönmede. Ne dese ne demese de, affet, diyebilmekte.
Edepli
durdu Âdem’le Havva.
Hatada
ısrarlı olmadı.
Tevbeydi.
Pişmanlıktı.
Gözyaşı?
Daha fazlası nasıl aksındı?
Nasıl
af dilenirdi, tevbe edilirdi?
Hiç
olmamış gibi olabilirdi?
Elin
yasak meyveye uzandığı ânın bir ân evveline dönülebilirdi? Her şey
silinebilirdi?
Yo!
Geri dönmek yoktu bu serüvende. Bu serüvenin çizgisi üzerinde ancak ileri
gidilebilirdi. Ama düzdü yol. Düz yolda düşen erken kalkabilirdi.
Bu
yüzden hatanın dönülebilir ucunda Âdem ve onun Havva'sı hâlâ, şerif değil
eşreflerdi.
AFFET YAKARIŞI
Yerinden
doğruldu Âdem. Gövdesi boydan boya yarılmış filbahri ağacının gölgeliğinden
çıktı, şelâle suyuna yaklaştı. Saçlarını, bileklerini ıslattı. Göğsü hâlâ
sıcaktı. Neden sonra kaldırdı başını. Denizler gibi akan göklere de avuçlarında
biriken suya baktığı kadar baktı.
Gözlerini
yumarken kelimeler döküldü ağzından
bir
bir.
Hatakârların
bu ilki, cennet suyunun kıyısında iç parçalayan bir yakarışla yakardı.
Dedi
ki: BENİ AFFET!
Bütün
söyleyecekleri aslında bu iki kelimeydi. Ne söylese daha ileri geçemeyecekti.
Ama
o devam etti.
Çok
pişmanım, diye inledi.
Böyle
bir pişmanlığı kıyamete değin hiçbir âdemoğlu bilmeyecekti.
Rabbim,
dedi, benim Rabbim. Yani kulu olduğum.
Benim,
dedi, benimsedi. Sahiplendi, inkâr etmedi. Benlik meramı gütmedi. Senlik-benlik
davasına düşmedi.
Yaratan’ıyla
arasındaki bağı reddetmedi. Örtmedi üzerini, gösterdi. Ruhunu O'nun ruhuna,
adını O'nun adına raptetti.
Devam
etti:
Ey
gelmişin ve geleceğin Rabbi,
Ey
isimlerin sahibi,
Ben
ayağımın nerede sürçtüğünü, ben hatamı, ben yanılgımı adımı bilir gibi
biliyorum.
Ben
bin kerre kabul ettim kabahatimi. Sen bir kere
affet.
Tevbe
bir bilinç hali. Bir ilgi eki. Ben hatamla da Senin dairendeyim. Hâlâ Sana ait
hâlâ Seninim.
Tevbemi
kabul et. Af duama icabet et.
Sözünün
daha başında nefesi tıkandı.
İki
üç kelimeyi daha hatırlayabildiği yerlerden buldu çıkardı.
Bir
şeyler daha demek istedi Rabbine. Onlarla hitaba devam etmek. Af dilemek, tevbe
etmek.
Ama
diyemedi. Diyebildikleri de yetmedi.
Kelimeye
döndü. Ey kelime, dedi Âdem, hacmin neden bu kadar dar?
Kelime
ne yapsındı, boynunu bükmüş bir köşede duruyordu. Kendi içine kıvrıldı. Yeşil
zümrüt kuşu da o ânda geldi, bir dalın ucuna kondu. Kanatları düşmüş, tüyleri
matlaşmıştı. Mahzun bir yürekle cennet arkadaşını dinlemeye başladı. Âdem
yalvardıkça, yeşil zümrüt kuşu gözyaşlarını akıttı.
Rabbim,
dedi Âdem, Senden af dilemeye bildiğim kelimeler yetmiyor, bana yenilerini ver.
Âdem’in
kalbine ondan sonra indi tevbenin suret-i hali. Rabbi ona yeni kelimeler verdi.
Belli ki Seslerin Sahibi'nin katında, Âdem’in yakarış sesi sevilmişti.
Âdem
bu yeni kelimelerle, hatasının da tevbesinin de üzerinden yepyeni bir tefsirle
geçti. Yakarışını, ellerinin parmaklarında önce tek tek saydı, sonra vaz geçti.
Kendisini içinden gelen cümlelere olduğu gibi terk etti. Kalbinden koptuğu
gibi, diline geldiği gibi söyledi. Kaldığı yerden, pişmanlık halinin
hikâyetinden devam etti. Bir kere yanılmıştı kırk bir kere düzeltti.
Ya
Rabbi, dedi, çok pişmanım. Ama enseme bir fısıltıyla sokulup sesini kulağıma
yapıştırdığında, o ses derin suların altından gelen tatlı ezgiler gibiydi.
İşitmemek, işitip de kulak kesilmemek mümkün değildi. Öyle güzeldi. Kim olsa
dayanamazdı, benim gibi kulak kesilirdi. O sesle içime girdi.
Ama
yine de. Zorla bir şey yaptırmadı ki bana. O söyledi ben dinledim. O gösterdi
ben eyledim. Keşke hiç işitmeseydim. Keşke yer ile gökler kadar mesafe olsaydı
aramızda, onun yanına hiç gitmeseydim. Büyük ağacın altında onunla karşı
karşıya gelmeseydim. Yanı başımda durmasına, yüzüme bakmasına izin vermeseydim.
İçimde uyuduğundan benim bile haberim olmayan o şeyi uyandırdı. Uyanmasına izin
vermeseydim. Kendi içimde ne taşıdığımı görmeseydim.
Ağır
geldi gördüğüm. Gördüğümü sevmedim.
Ben
bu değilim.
Ey
Alîm Rabbim, bilinenin bilinmeyenin, bilenin bilmeyenin yaratıcısı.
Sen
ki her şeyi bilensin. Her şeyi gören ve işitensin. Benim niyetimi benden daha
iyi bilirsin.
Sen
ki kaderleri yazan, yazgısı içine düşmüş kalpleri okuyansın, ben ki en fazla ve
sadece Sana malûmum.
Mizacıma,
hamuruma neler kattığını. Nedenimi nasılımı. Çamurdan bir bedenle ilâhi nefes
arasında durduğumu. Yaşanmış evvelim gibi yaşanmamış sonumu da Sen bilirsin.
Geçmişi
ve geleceği aynı ânda konuşturan lisanınla bilirsin ki içimin Sana başkaldıran
bir yanı yoktu benim. Gövdesinden hoş kokulu yağlar süzülen cennet ağaçları, şu
dalın üzerindeki yeşil zümrüt kuşu tanık ki ben o vaade cennet diye, cennet
diye aldandım. Sana daha çok varmak için Senden saptım. Eylemim şerdi ama
niyetimde halistim. Senin adını sahte bir imlâ içre anabileceğini bilemedim.
Böyle bir yüzle daha önce yüz yüze gelmiş değildim. Böyle bir göz görmemiştim.
Gözlerim bağlıydı, tuzağı göremedim. Ama ilâhi nefesi taşıyacak güçte yaratılmış
olan da bendim. Yani görebilirdim.
Öyleyse
bu hesapta ben yanıldım.
Bu
ağır yükü sırtıma ben kondurdum.
O
çağırdı ben uydum.
Rabbim,
Sen benimle ezelde ünsiyet peyda ettin.
Bir
ayna kıldın beni, döndün, o aynadan kendine nazar ettin.
İsimlerini
paylaştırdın cümle âleme de bütün isimlerinin yek-cümlesini bende söyledin.
Sen
ki bana ruhumdan, demiştin. Melekleri, manamın önünde secdeye davet etmiştin.
Sen.
Beni bana emanet etmiştin.
Ama
ben. Emaneti koruyamadım.
Ama
yine de ben. Gördüğümden hiç vazgeçmedim.
Bir
kez sürçtüysem de hâlâ o ben’im.
O
vakit o kadar çok şey idiysem, nasıl olup da şimdi hiçbir şeyim?
Canımı
alsan, şu ölümlü bedenimi, çamurdan tenimi çıkarsan aradan benden geriye Senin
nefesin kalır. Peki ben, varlığımdan hoşnut olmayım mı?
Sana
kul ama Senin yarattıklarına üstün olmayım
mı?
Bu
üstünlüğüm hatırına.
Beni
affet.
Ey
Kelîm, ey Kelimelerin Sahibi,
Yaratan'ın
ismi en büyük isim.
Yaratılanda
Yaratan’ın ismi.
Senin
isminin hatırına.
Bana
verdiğin isim aşkına. Benim adıma. Senin adına.
Beni
yaratan Sensin.
Sen.
Kendi hatırına.
Rabbim
hoş gör beni, yarattığını. “Yaratanımdan ötürü” beni bağışla.
Her
şeye razıyım:
Cennetteyken
daha içime düşen şu amansız kedere.
Anlamlarını
ilk kez çözdüğüm şu kötü huylu kelimelere.
Hatta
Havva'dan ayrılığa. Hatta cennetten sürgünlüğe, yitiğe, düşmeye.
Ama
benim içime koyduğun Senden yanımla, yani yaratılmış olanın da Yaratan
üzerindeki hakkıyla.
Şuna
razı değilim ki kalbimin Senden haber alan kısmını kapatma. Beni Sensiz
bırakma.
Ey
Âlemlerin Rabbi, ey benim Rabbim,
İster
sürgün et. İster kov, gönder bahçenden. Ama beni Senden gönderme.
Cennetinden
düşürürken gözünden de düşürme. Kendi rızan için, benden vazgeçme.
Ne
edersen et. Ama beni kendine dâhil et. Kendine merhamet eder gibi bana merhamet
et. Sonra dön bak yarattığına, bir filbahar ağacının altında yarattığın günkü
gibi kabul et, onu öylece affet.
Benim
kalbim Senin nazarın. Bana bir nazar et.
Bulmuştum
kaybettim.
Rabbim,
Ey Âlemlerin Rabbi. Ben de Senin âleminden değil miyim?
Beni
affet melek değilim.
Affet,
diyorsam hâlâ Seninim.
Tanrım,
ben şu kutsal ruhla, şu toprak bedene nasıl sığayım?
Şu
yolda taş olsaydım, sarsılmaz kıpırdamazdım. Şaşmaz sapmazdım. Ama affet,
insanım.
Ey
âlimlerin Alîmi. Zamanın Sahibi.
Ey
tevbekârların Tevvâbı.
Sen
affı seversin. Rahman ve Rahim olan adınla, gaflete merhamet edersin.
Bana
verdiğin kelimelerden okuyorum ki Sen, Sen’den dönenlere bile geri dönerlerse
gel, diyeceksin. Altından buzağıya tapanları bile eğer af dilerlerse,
affedeceksin.
Kıyas
değil ümit. Beni de affet.
Ben
kendimi affetmesem bile Sen beni affet.
Sözün
ucu sabaha varınca Âdem’in ağzı dili kurudu.
Bildiği
kelimeleri de unuttu, bu hikâye içinde iki
oldu.
Yaş
geldi gözünden. Kaldırdı başını göklere. Kelimelerim tükendi, dedi. Onların
yerine şu gözyaşlarımı kabul et.
Düştüm,
düşmüşlüğüm kimsenin değil benim yanılgımın eseri.
Düştüm.
Düşenin dostu Allah. Tut elimden kaldır
beni.
AFFETTİ
Avuçlarının
içini göklere çevirdi. Yaseminler dökülmedi parmak uçlarından ama yüreği
avucundaydı.
Kimbilir
ki o halde ne kadar kaldı?
Baki
Allah,
Rahman
Allah,
Sübhan
Allah.
Ya
Allah, dedi sustu.
Öyle
bir Allah, dedi ki Adem, Azam isminin sahibi hoşnut oldu.
Hatasıyla
asi, tevbesiyle kuldu Adem. Başeğişi, başkaldıracak gücü de içinde taşıdığı
için bunca muteberdi. Ve Âlemlerin Rabbi, isyana gücü olanın itaatini, bir kez
gitmiş olanın dönmesini, affet yakarışını çok sevdi.
Hepi
topu bir meyve ısırığı. O da kamaştırıcı bir lezzet. Bir buruk tat damakta.
Yarım yamalak. Yutamamışlardı bile, boğazlarında kalmıştı. O kadar erken
uyanmışlardı ki safiyetti bu hataya en uygun kelime. Bütün cennet
saltanatlarının yanı sıra, çocuklardı. Bir rüya bilincinde kabahatleri bile
masumdu.
Üstelik
dünya çoktan yaratılmıştı, göklerin çatısı çatılmış, çivileri çakılmış, arzın
yüzü döşenmiş, uzatılmıştı.
Adem’in
yolculuğu alnına ezelden karalanmış, takdirin kalemi hatayı çoktan yazmış,
mürekkebi kurumuş, kâğıdı katlanmıştı.
O
ikisi ilâhi emre karşı çıkarken bile ilâhî yazıya uymuşlardı. Hani, iradeydi
ama İRADE’nin altındaydı.
Allahuâlem
ki; fikretmenin sonu yok, bu kapılar kapıkullarına kapalı. İşledikleri suçun
sırrının bir kısmı hikmetiyle hükmeden Tanrı’da kaldı.
Rab
öfkelendi bu temsilde. Öfkesi temsilin gereği.
Tebessüm
etti. Tebessümü gerçekti.
Yani:
Rahmeti gazabını geçti.
Özündeki
Rahmet ismiyle gaflete merhamet etti.
Affetti.
Öyle
bir kabul olundu ki Âdem'in tevbesi,
Bütün
insanlar için açık duracak bir belâ defterinin en başında duran kabahati
affolundu.
Besbelli,
af, yaradılış kitabının daha ser- namesinde duruyordu. Sözde değildi kendisine
verdiği isimler, Tevvâb olan, tevbekârı duyuyordu.
Beden
bile değişirken. Yenilenirken.
Acı
pişmanlıkla aslına dönen ruh nasıl aynı kalabilirdi?
Ruhun
mucizesi: Yenilenmesi. Hiç olmamış gibi olabilmesi. Sözleşme ânının safiyetine
dönebilmesi.
Velhasıl:
Yaratan,
bu hatayı, yazıcı meleklere unutturdu, içinde işlenen bahçeye, meyvesinden
yenen ağaca unutturdu. Kabahati işleyen beden Âdem’indi. Tanıktı Âdem’in dili
damağı, dişleri. Âdem'in uzuvlarına unutturdu.
Af,
tanıklıkların ortadan kalkması.
Artık
kıyamet gününde tanıklık edecek
tanık
yoktu. Silinmişti, Âdem’in artık
kabahati
yoktu.
Âdem’in
âdemliği kabahatle başladı, bilmekle biçimlendi, zehir menzillerinden geçti.
Arınmakla tamamlandı. Afla mühürlendi. Suyla yoğrulmuş toprak bedeni hamdı
Âdem'in, ateşlerde yandı, pişti.
O
zaman, getirdiler, cennetin zemini akan yıldız bezemeli atlas örtüsünü, üzerine
çekti. Sabah vaktinin lâciverdi. Akşamın tazeliği. Âdem'in örtündüğü ancak
kendisine yetebildi. Bir adım atabildi. Sıyrılan bulutların arasından ışığın
parladığını yapraktan değilse de gölgeden okuyabildi. Güneşe değilse de gölgeye
bakabildi. Sendeleyerek birkaç adım daha atabildi.
Ceylânların,
mavi gagalı kuşların, turuncu gölgeli ağaçların, altın rengi derin uçurumların,
süt ve bal ırmaklarının, incilenmiş köşklerin kendisine bakmasına tahammül
edebildi.
Üzerinden
önce bir yıkım sonra bir af geçmişti.
Kalbinin
üzerinden o büyük ağırlık kalktı.
Çilenin
sonuna geldiğini anladı.
Uyumamıştı
ama kâbustan uyandı.
Bundan
sonrası? Âdem’in yolculuğu.
Şimdi
bir filbahri dalının altında gözlerini açtığı günkü kadar masumdu.
DÜŞME
Cennetin
bütün yaratılmışları. Âdem'le Havva'nın utancının ağırlığından, ayıbının
dehşetinden daha kurtulamamışken. Bu büyük isyanı unutamamışken. Ama affet
yakarışını dinlemiş ve Âlemlerinin Rabbi'nin affettiğini de bilmişken.
Ferahlamışken.
Çok
geçmedi. Uğultu dindi, gölgeler seyreldi, karanlık hafifledi. Belli ki kelâm
inecekti cennet sakinlerinin üzerine, ilâhi hitap işitilecekti.
Hitabın
haşmetinden, kalbine inen azametten Âdem öyle ezildi ki gözlerini kapadı.
Ateşler içinde kaldı. Dizlerine kadar cennet toprağına battı. Duyduğu ses daha
evvel duyduklarından bambaşkaydı. Aslında ses aynıydı da Âdem’in duyuşu
başkaydı.
Azap
etme değil azarlama vardı bu hitapta. Sonsuz ceza değil, kaderin hükmü gerçekleşirken,
vasıtasız aracısız son bir kınama. Ses sese katılırken, son bir hatırlatma,
uyarma.
Azamet
zamiriyle Biz, deniyordu.
Bundan
sonrası: Meydan-ı kaza.
Önce
başlangıcı duyuldu cümlenin, emir kipindeydi: İnin.
Arkasından
asıl kısmı geldi: Düşman olarak yaşayın.
Hükmü
tamamlandı: Ve dünyada bir süre kalın.
Yankılanan
cümlenin öznesi çoğuldu. Görünürde Âdem’le Havva'ya hitap ediliyordu. Ama belli
ki bu çoğulluk Âdem ve Havva'dan çoktu. Böylece Âdem ve Havva’dan çıktı iki
özneli hikâye. Bütün insanların hikâyesi oldu.
Demek
cennet burada bitiyordu.
Yerler
gökler sustu.
Bahçeydi
seçilmişliğin alemi, alâmeti.
Öyle
büyüktü ki kaybı Âdem'in, insan neslinden hiç kimse bir daha bir cennet
kaybetmeyecekti.
İkisi,
başları önlerinde, yine el ele, suçlu çocuklar nasıl yürürlerse. Öyle.
Çıktılar
cennetten.
Her
şey geride kaldı.
Bir
büyük kabahat ve bir utançla fark etmişti insan oluşunun sırrını Âdem. Bir
acıyla sürgünlüğünü başladı.
O
ikisinin çıkışıyla birlikte bütün bir insan soyunun önünde cennet yolu açıldı.
Hayret! Bu çıkış, daha çok insan cennete girsin diye mi, düşünemediler bile.
Esenlik dilemeye, veda etmeye, son bir kez meleklerle göz göze, yeşil zümrüt
kuşuyla yüz yüze gelmeye de vakitleri olmadı.
Yola
çıkmadan önce Âdem, dönüp geriye son bir kez baktı. Bulutlar dizi dizi. Yaslı
filbahar ağacı. Sanki cennet her zamankinden daha güzeldi. Kulaklarında İlâhi
cümlenin yankısı: Onlar düşecekti. Bu bahçe burada böyle kalacaktı.
Çok
acı! Çok acı! Gözü geride kaldı.
Havva
ise omuzları bir araya toplanmış, boynu bükük, başı yerde, gözleri minicik
ayaklarının ucunda. Nereye gittiğini bile bilmeden, yürümek değil sürüklenmekti
bu. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Saçları alnına yapışmış, güzel burnu
kızarmış, ıslanmıştı. O da son bir kez dönüp geriye bakmak istedi. Başını
çevirdi. Ama öyle telâşlıydı ki, saçlarının arasındaki çiçeği düşürdü yere,
fark bile etmedi. Havva gitti. Arkasında mavi bir suçiçeği kaldı. Meleklerden
biri, aldı onu. Hani, Havva’nın yaratıldığı gün, seyrettiği güzellikten geriye,
kalbinin üzerinde bir sezginin hüznü kalmıştı.
Büyük
yalnızlığın korkusu evvelâ Havva’nın içini sardı. Gözünü açtığında Âdem’i
görmüştü karşısında. Onsuz yaşayamaz, yaşamak ne kelime, adım bile atamazdı.
Etrafına bakındı. Oradaydı. Kadın sezgisiyle, arkalarındaki büyük kapının
kapandığını, önlerinde çok ama çok bilinmez bir yolun açıldığını hissetti. Ama
uzun bir yol arkadaşlığı yapacaklarını düşünürken bile ne kadar uzak bir yere
gideceklerini tahmin edemezdi.
Yol?
Daha
yeni başlamıştı.
Ve,
soluğunu enselerinden hiç çekmeyecek, eksik etmeyecek biri. Yandaşlarındaydı.
Bir
cennet ömrüne musallattı.
Her
düşüş ya bir kopma ya da kovulma.
Her
kovulan ya da kopan telâş içinde bir şey alıyor ya yanına. Onlar da bu hatıra
hikâyesinden yanlarına bir şeyler almak istediler. Hepsi de temsil, hepsi de
mecaz. Ama meleklerle, yeşil zümrüt kuşuyla bile vedalaşamadıkları. Gözlerini,
ağızlarını cennet suyuyla son bir kez yıkayamadıkları bir zamansızlıkta,
beklenmedik bir ayrılışta, böyle ani bir hazırsızlıkta. İnsan olan yanına neyi
alabilirdi? Beraberinde neyi götürebilirdi?
Üç
şey seçtiler cennetten çıkarmak için:
Bir:
Kelimeler.
İki:
Aşk.
Üç:
Annelik duygusu.
Kelimeleri
Adem yanına aldı, annelik duygusunu taşımak Havva’ya kaldı.
Ama
aşk çok ağırdı.
İkisinin
de, aşkı tek başına taşıması mümkün olmayınca, ikisinin zembili de aşkı bir
başına kaldı ramayınca, bölüştüler yükü. Yarısını Âdem sırtlandı, aşkın yarısı
Havva'ya kaldı.
Öyle
sert düştüler ki dünyaya, bu fenaya, Âdem’in dizlerinin bağı çözüldü, ciğerleri
yandı. Nutku tutuldu. Üçüncü defa, bildiği kelimelerin hepsini önce unuttu.
Sonra
bir kısmını hatırladıysa da o bir kısmını kıyamete değin unuttu.
Aşk?
Daha yollarda sakin durmamıştı bir türlü. Kabına sığmamıştı. Bir yarısı
yollarda kayboldu. Getirebildikleri ancak öbür yarısıydı.
O
gün bu gün yeryüzü kelimeleri yetersiz, aşk bu dünyada kusurlu.
Annelik
duygusu?
Havva’nın
cennet duygusu.
Gönül
evinde, kadın bedeninde, tastamam duruyordu.
III.
SERENDİP YOLU
GELDİ
Cennetin
bir yitik olduğu doğruydu lâkin şu koca dünya da bir ceza yeri değildi.
Sadece,
muazzam oluşta bir sınav yeri.
O
da yedi lâcivert denizin ortasında güneşe doğru yükselmiş bir küçük adada
başlayıverdi.
Yeryüzüne
kabahati ile düşmedi Adem, kabahatsiz geldi. Ayağını bastığı toprak bir günahı
karşılamadı, bir günahkârı ağırlamadı. Yeryüzü; geçmişinde dehşetli bir hikâye
dursa da, masum bir varlıkla yüz yüze geldi.
Âdem
gibi, Havva da dünyaya geldiğinde erkeğini baştan çıkaran, onun yolunu kaydıran
ilençli kadın değildi. Bütün bir kadın cinsine üç büyük sancı, üçü de tende,
armağan etmemişti.
Lânetlenmemişti.
İlk
günahın yüküyle salınmadı bu ilk insan çifti dünyaya.
İlk
hata: Evet.
Ama
lânet?
Asla!
Yaratan
yarattığını lanetlemedi.
Hayır.
Lanetlenmiş değillerdi.
Ve
Alemlerin Rabbi.
Yaratan,
sonra yarattığının eylemi karşısında şaşıran, gazaplanan, vuran ve vurduğunu
dünyaya başıboş savuran bir Rab değildi.
O
Âlemlerin Rabbiydi. Ne olduğunu elbet bilirdi. Yarattığı hiçbir şey beyhude
değildi.
Dünya
böyle yaratılmışken, yazısı böyle yazılmışken,
Âdem
yasak meyveden nasıl yemesindi?
Dünyaya
nasıl düşmesindi?
Nasıl
gelmesindi?
Geldi.
Dünya,
işte oradaydı. Vardı. Yaratılmıştı. Dayanıp döşenmiş'ti. Hazırlıkları tamamdı.
Konuğunu
bekliyordu sadece.
Âdem,
gelmeyip de ne yapacaktı?
O
dünyaya uygundu dünya ona hazırdı.
Onunla
tamamlandı dünya, Âdemsiz eksik kalırdı. Dünya dünya olalı, dünyalığını böyle
bilmemişti. Geldi. Asıl sahibiymiş gibi dünya bahçesine girdi. Her şey ona
aşina. O her şeye efendi. Tanışıklık
ezeli.
Geldi.
Serendip'e indi.
BULDU REDİFLİ DÜNYA
Söz
buraya gelince âdet de yerini buldu. Evveli ahiri cennetti Adem'in. Araya,
Buldu Redifli bir dünya doldu. Cennet sürgünü kendisini dünya yolcusu buldu.
Serendip.
Bu kelime Beklenmedik Şeylerin Ülkesi, demekti.
Beklenmedik
Şeylerin Ülkesi, ama orada Âdem yedi iklim dört bucağı, hayvanları, bitkileri,
maddeyi, ilkeleri, bilgiyi kendisini bekler buldu.
Bir
zerre sapma yoktu dünyanın yapısında, çatısında. İlk konuğu, mekânla
sınırlanmış, zamanla kuşatılmış dünyayı, fazla fark yoktu arada, bugünküne
benzer buldu.
Lâkin
Âdem için, Âdem'e göre kılınıncaya değin dünya çok merhaleden geçmişti. Halden
hale girmiş, munisleştirilmiş, müsait edilmişti. Nice türler var edilmiş, daha
Âdem görmeden yok da edilmişlerdi. Velhasıl ne lâzımsa Âdem’e, varlığı Âdem’in
gelişine yakın, ne lâzım değilse Âdem'e, onun gelişine uzak durdu. Âdem dünya
üzerinde geçmiş zamanı buldu.
Bu
ilgiyle Âdem bereketli ırmağın, suyu tuzlu denizin yaradılışını, suların
göklerden inişini kendi gelişine yakın zamanlı buldu. Anın sathı topraktı. Yer,
patlayan bir yeşil sedef gibi, bitkilerle sarmaş dolaş, dolu. Işıklı, gölgeli,
renkli. Yürüyen bir orman, sürünen bir örtü gibi güzeldi.
Güzellik
aşkın özü. Aşk dünyanın evveli ve ahiri. Bülbül gülle eş zamanlı, ikisinin
yaratılışı da Âdem’in gelişine yakın. Öyle ki Âdem gelişinin az evvelinde bir
aşk hikâyesi buldu.
Bülbül
ve gül gibi her bir şey de kendi türünde sabitti. Hiçbir şey başka bir şeye
dönüşmemiş, bir şeyden diğerine evrilmemişti. Gür yeleli arslanlar, uzun
boyunlu zürafalar, çizgili zebralar. Rengârenk ve binbir çeşit. OL, denmişti
hepsine, Âdem hepsini olgun buldu.
Sürünenleri,
uçanları, yüzenleri, koşanları gördü. Kendisini, kimini sever, kiminden ürker
korkar buldu. Mağrur ve cazip kedi, o şimdilik yabani. Ama kendisini koruyan,
avladığını düştüğü yerden bulup da çıkaran köpek, ilk gün bile sadıktı. Sadakat
onun mahzun bakışlarından sorulacaktı. Arı, balını Âdem için çoktan hazırlamış,
güzel tüylü koyun ve keçi de doğasına evcil yazılmışların arasındaydı.
Sözün
özü Âdem, dünya yüzünde sadık dostlar buldu. Onlarla avundu onlarla hayata
tutundu. Ama yelesi rüzgârlı at, evcil değildi henüz, uzaktaydı, yabandı.
Garip! Demek onun kutlu dostluğunun vakti zamanı vardı.
Yolun
üstünde yel, üstünün içinde üstün var. Bu ilk dünya sabahında bile mağara
yoktu, mağarada yaşayan yoktu. Âdem kendisini dünyada evinde hissetsin diye,
çatısı sazdan, zemini ottan da olsa, ev’i bilgisinin en kıymetlisi olarak
buldu. Yani insan kendisini sıfırdan başlayarak değil, birdenbire uygar buldu.
Muazzam
bir oluşta hiçbir şeyin varlığı diğerinden bağımsız değildi. Adem her şeyi
diğerinin içinde, yekdiğerine ilgili buldu. Hepsi de Adem için hazırdı. Her
hazırı kendisine nazır buldu.
Bulmakla
yazdı Âdem ilk dünyanın redifini. Kafiyesini bu şiirin bir ben öznesi koydu.
Eksik
olan bu şiirde bir Adem bir Havva'ydı.
Adem
geldi, Havva henüz görünürlerde yoktu.
Sesi
vardı dağın taşın.
Âdem
kendisini kimi kulak kesilmiş kimi kör sağır buldu. Alkış tuttu cümle âlem
Âdem’in teşrifine. Hoş âmedi hoş âmedi.
Hoş
buldu dünyayı, dünya onu hoş buldu. Koca cennete sığmamıştı Âdem, dünyaya
sığdı.
SERENDİP YOLU: ÂDEM İN KELİMELERİ HATIRLAMASI
Adem
kendisini Serendip adasının bembeyaz kumsalında, lâcivert suyun kıyısında bir
hurma ağacının altında buldu. Dalgalarını ardı ardına gönderen büyük denizin
uğultusunu duydu. Sanki gölgesinde yaratıldığı cennet ağacının altındaydı. Ve
bir cennet rüyasından az evvel uyanmıştı.
Gözlerini
açtığında zihni bir çocuk zihni kadar
boştu.
Buraya
nasıl geldiğini bile anlamadı.
Çok
sürmedi, olup biteni bir ânda hatırladı. Eylemi affedilmiş olsa bile utancı
unutulur gibi değildi. Bu acı hikâyeyi yeniden hatırladı, yeniden aklandı.
Kabahatinin anısı bir elbise gibi sırtında taşıdı. Ruh dayansa bedenin, beden
dayansa ruhun nasıl dayandığını anlamadı. Bundan böyle kalbinin üzerinde hep
bir kırık taşıyacaktı.
İlk
ânda Allah’ım, diyebildi. İçinde, yakan kavuran acı, derin bir kasvet uyandı.
Büyük bir yeryüzü yalnızlığı geldi kalbini sardı. Merak, korku ve kederin
yanında durdu. Şimdi ne olacaktı?
Gözleri
önce kamaştı, hiçbir şeyi hiçbir şeyden ayıramadı. Ama her şeyin alışması var,
gözleri ışığa alışıp da yerlere eğilmiş hurma dallarının arasından üzerindeki
buluta bakınca, yattığı yerden yine sağ dirseğinin üzerinde doğruldu. Hiç
bilmediği bir duyguyla yorgundu.
Çok
sıcaktı. Teni yandı. İçi kavruldu. Susadı. Saçaklı hurma yaprakları üzerine
gölge saldı. Yetmedi bu serinlik. Şu ilk susayışta bile dünyanın mizacındaki
zahmeti tanıdı. Gel, deyince gelirdi cennette sular çağıldayarak. Oysa şimdi.
Gel, deyince hiçbir şey gelmedi. Belli ki bundan böyle hiçbir şey Adem’e
gelmeyecek, hepsine o gidecekti.
Gözlerinde
kum tanelerinin batması. Bir müddet o halde kaldı. Neden sonra kalktı.
Sendeledi. Soluk soluğaydı. Tutunacak bir dal aradı. Durmakla olmadı. İlk
adımını attı. Serendip yolu karşısındaydı. Ve Âdem için artık geri dönüş yok,
gayri bütün yollar kapalıydı.
Şimdi
bir Allah bir Âdem bir de dünya. Kalp kalbe, Âdem dünyaya karşı.
Âdem
yaratılmış. Cennetinden atılmış. Yerin yüzüne salınmış. Bu dünyada içilecek
suyu, yenecek lokması, çekilecek çilesi, sürülecek sefası varmış. Gelip de
geçecekmiş dünya üzerinden, yürünecek yolu varmış. Ama önü deniz, arkası dağ.
Üstünde gökler altında kara toprak. Âdem hepsinin ortasında şimdi yapayalnızdı.
Havva yoktu yanında, bir başınaydı. Ve Serendip yolunun üzerindeki her şey Âdem
için yeniydi, yabancıydı, başkaydı.
Bu
yabancı yolda düşmemek için eline tomurcuklanmış, sıkı bir dal aldı. Ona
dayandı. Güneşin izlediği yolu izleyerek yürümeye başladı. Beyaz bir sincap,
bir kuş tüyü çıkınca yoluna yalnız olmadığını anladı. Gözünün gördüğü her şeyi
önce isminden, her ismi gerçeğinden tanıdı. Kelimeler Kitabı zihninde açıldı.
Fıtrat,
öğretilmiş kelimeleriydi Âdem’in. Hepsi de kendisinde hazırdı. Bir bir
hatırladı.
İsmini
bildi her şeyin. Her şeyi ismiyle tekrar etti. Kalbinin niyetini, düşüncelerini,
korkularını ve eylemini söze yükledi, sözden devşirdi. Manayı kuvve, kuvveyi
fiil eyledi. İsimler, secde günündeki gibi, önce içine doğdu, sonra dilinden
dökülüverdi. İlk dünyanın bilgisi kendisini Âdem'e kelime kelime sundu. Düştüğü
ânlarda kelimeler kollarından tuttu kaldırdı. Çıplak ayaklarında ilk yaranın
acısı, kelimeler olmasaydı Âdem Serendip yolunda adım atamazdı.
Önce
göklere çevirdi yüzünü. Saçlarında rüzgârın uğultusu, ilk kez ses verdi,
gökler, diyebildi. Kelimenin tınısı yerin yüzüne değdi, Âdem kendi sesini
işitti. Acıyla gülümsedi. Sonra toprağa eğildi. Bu toprak, derken toprağı
tanıdı. Kokusu, toprağın yağız kokusuna karışınca, nereden karılmış çamur
bedeninin harcı, nereliymiş anladı. İkisinin arasındaki hatırlamaktan da fazla,
Âdem kaderinin toprak bir sayfanın üzerine yazıldığını anlarken, toprak da
üzerindeki harfleri tanıdı.
Gökleri
ve toprağı hızla geçti Âdem, üzerine serilmiş gökyüzünü eksiksiz aynasında
yansıtan büyük suya yöneldi. Sınırsız okyanusa baktı. Tuzlaları, dalyanları,
mercanları tanıdı. Açıklardan koşagelen bembeyaz dalgaları, çapraz gün
ışıklarını birbirinden ayırdı. Kumun beyazı, denizin mavisi, kayalıkların gri
gölgesi. Kum setlerinin ağır ağır yer değiştirişi. Tatlı su bayırları. Denizin
aniden coşup taşışı sonra aniden uysallaşışı.
Su
ayaklarını yaladı Âdem’in, birkaç adım atınca dizlerine dayandı. Birkaç adım
daha. Göğsü ıslandı sonra saçları. Tuzdan gözleri, genzi yandı. Âdem suyu
kurutarak gözlerini okşayan rüzgârı tanıdı. Ayağının üzerinden renkli bir balık
kaydı. Elini uzatsa dokunacaktı. Oyalanmadı. Gerisin geri döndü. Denizin
kelimelerini zihninde sabitledi. Güneşi kaybetmeyerek yürümeye devam etti.
Bataklığı,
sazlığı, nehir yataklarını geçti. Serendip yolunun kelimeler serencamında
ağaçlara sıra geldi. Âdem, kimini yaprağından dalından, kimini meyvesinden
kokusundan, kimini rüzgârından uğultusundan tanıdı. İtibarlı ve ihtişamlı
kâfuru, portakal ve turuncu, limon, karanfil ve taflanı böyle seçti. Dik bir
yamaç üzerinde heybetli sedir ağacıyla yüz yüze geldi, hemen yanında hoş kokulu
mür ve kendisini rüzgârda ses, havada ıtır eden bir huş ağacı ile karşılaştı.
Kıpkırmızı bir tarçın ile tanıştı. Bu büyük ağaçların büyük gölgelerine
sığındı. Dünya gölgeliğinde dinlenirken bilgisine bilgi, kelimelerine kelime
ekledi. Tanıdıkça tanımak istedi.
Dünyanın
gölgesinde güneşinde, kıyısında köşesinde bambaşka isimler vardı. Hoş kokulu
mersin dalları, orta boylu fındık fidanı, fındığın meyveleri, baharat kokuları,
kahve taneleri. Yüksek eğrelti otları, ormanlardan süzülen ışık yağmurları, iç
göller, ırmaklar. Yeraltından esen rüzgârlar, uğultular, kelebekler,
yusufçuklar. Güney rüzgârı, güneş ve ay deltası. Sesler, kokular, tatlar.
Bunca
dünya varlığının kimini ilk ânda tanıdı Âdem, kimini hiç hatırlamadı. Hafızası
zorlandı. Her varlığın bilgisini onun kelimesine, heyecanını kalbine
sığdıramayınca, kelimelerin kusursuzunu cennette bıraktığını anladı.
Güneş
iyice alçalıp ufka yaklaşınca. Şekiller önce yumuşadı, sonra koyulaştı. Çok
geçmedi. İlk defa üşüdü Âdem. İlk defa acıktı. Bir salkım meyveyi, birkaç
şifalı taneyi, dağ çileklerini ağzına attı. Her şey ilkti bu ilk dünya gününde.
Terinin kokusunu hissetti ilk kez. Kendi bedeninin, şu etten, ilikten, kemikten
kafesin külfetini tanıdı. Ağır bir gözyaşı damlası, içinden geldi. Yanağından
süzülüverdi. Kendisini koca dünyada yapayalnız hissetti Âdem. Ellerini yüzüne
kapadı. Daha fazla dayanamadı. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
Neden
sonra, kendi hıçkırıklarından yoruldu. Ağlamanın sonu yoktu, sustu. Karanlık
inmişti iyice. Sırtını bir ağaca yasladı.
Saçlarında
rüzgârın uğultusu, içinde dünya korkusu. Dağlara bakmaya başladı. Derken bir
bulut çekildi usulca gözlerinin önünden. Dağların arkasından kocaman bir ay
doğdu. Baktı Adem. Mehtap, diye mırıldandı, hiç unutmamıştı ki hatırlasındı.
Ama onun da aslı cennette kalmıştı.
Cennetteki
pek çok şeyden dünyada da vardı aslında. Dünyada da ağaç vardı, su vardı, ışık
vardı, gül vardı. Ama aralarındaki benzerlik sadece isimleri kadar, gerçekte ne
kadar farklılardı. Cennet. Orada her şey sınırsızdı. Kusursuzdu. Burada ise
güzelliğin sonu vardı ve her şeyin kusurlusu duruyordu. Hem cenneti hem dünyayı
görmüş olan bu ilk insan çevresine baktı kederle. Ve dünya yüzünden gelip de
geçecek bütün insanların cenneti hayal bile edemeyeceğini anladı. Çünkü
tahayyülün sınırları vardı ve o da dünya gözünün bakışıyla sınırlanmıştı.
Bundan böyle cennet, dünya insanı için sadece, temsillerdi, mecazlardı.
Bu
ilk dünya gecesinde Âdem, olduğu yerde otların üzerine, önce uzanıp sonra
kıvrılıp da, hiç bilmediği bir yorgunluğu üzerinden atmak için uykunun üzerine
sinmesini beklerken. Bakışlarını gökyüzüne dikti. Bir yandan sesleri dinledi
bir yandan gökleri seyretti. Gözü, cennetin göklerinden alıştığı bambaşka
mehtapları, bambaşka yıldızları, bambaşka gök cisimlerini, ışıkları,
parıltıları aradı. İsimlerini mırıldandı. Yoklardı. Demek sadece cennete mahsus
kelimeler kalmıştı hatırında Âdem’in ve onların dünyada karşılığı yoktu. Hiç
kullanılmayacaklardı.
Hatırladıkları,
unuttukları.
Kendisini
tanıyıp da ismini çıkaramadıkları.
İsmini
bilip de kendisini bulamadıkları.
İç
geçirdi Âdem.
Âh
koca dünya! Hepi topu hatıra uyuşmazlığı, kelime farkıydı.
Dünya
zamanı yaratılmıştı ve Âdem'in artık acelesi vardı. Ertesi sabah erkenden
uyandı, bütün yaşadıklarının rüya olmadığını bir kez daha anladı. Güneş ağır
ağır doğarken derin bir yar'ın kıyısından dünyayı seyretmeye başladı. Neydim ne
oldum, derken, insan olanın ne oldum değil ne olacağım, demesinin anlamını
kavradı.
Dört
bir yanında ağır ve kırmızı meyveler. İstilâ kelebekleri. Nar dalları. Zeytin
ağacı. Defne kokusu. Renkli kuşlar havalandı her bir daldan, ağaçtan. Adem’i bu
dünya sabahında suyun kırılgan aynası, sumru, suna, akbalıkçıl karşıladı.
Tepeli toygar, tarla kuşu, göğsü sarı kiraz kuşu ağırladı.
Dünya
ayaklarının altında, gözlerinin önünde uzanıyordu şimdi. Tatlı bir ışık dört
bir yandan süzülürken, eşya altın sarısı bir aydınlığın içinde yüzüyordu.
Âdem’in
yüzünde bir memnuniyet tebessümü belirdi. Gözlerinin içi gülümsedi.
Işıktı
bu dünya.
Seldi,
puldu, yağmurdu.
Kokuydu,
suydu, sarmaşıktı.
Her
şey cennetten nişaneydi. Emsalsizdi burası, ne güzeldi. Öyle güzel öyle sakindi
ki sabahın bu vakti, içine bir güven doldu Adem'in, korkusu hafifledi.
İnsandı
işte.
Daha
ikinci sabahında dünya ona cennet gibi
geldi.
Evet
evet, dünya sanki cennetti.
Ama
o sükûnetin nasıl bir tekinsizlik içerdiğini, onun saklı bir yüzünün varlığını,
dünyanın cennet olmadığını çok geçmeden anladı. Dünyanın fena yanıyla aniden
burun buruna geldi. Kanlı ağzını seçti. Her şey gözlerinin önünde oldu. Âdem
sanki bir temsil seyretti.
Olan
şu ki, aniden bir kurt zavallı bir tavşanın peşinden seğirtti. Güzelliğiyle
Âdem’i mutlu eden ceylan, su içerken can damarından canavara yenildi. Zehirli
bir yılan kaydı otların arasından. Der demez, büyük bir kuş geldi, eşini
benzerini öyle bir yaraladı ki Âdem’in canı yandı. Neticede o birini, biri onu,
bir diğeri her ikisini. Yedi, yuttu, parçaladı. Kolunu kanadını kırdı, pençe
attı, gagaladı. Hepsinin de kanı Âdem'in üzerine sıçradı.
Tepeden
tırnağa ürperdi Âdem.
Bu
muydu? Dünyanın düzeni bu muydu?
İlk
kez akıtılmış kanla, acıtılmış etle, vahşetle burun buruna gelince. Derin
yardan geriye güç belâ bir adım attı. Hoş kokulu otların üzerine kan ter içinde
çöktü kaldı. Elleri dizlerinde, dehşet içinde, nefes nefese. Kendi soluğunun
basıncından ciğerleri neredeyse patlayacaktı. Gözleri uçurumun boşluğundaki bir
noktaya saplandı. Donakaldı. Yan
yana
uyurdu kurtla kuzu cennette. Sırt sırta dayanırdı ceylân ile pars. Kan yoktu
orada. Vahşet yoktu. Burada ise pars ceylânı, kurt kuzuyu yiyordu. Hepsi de
gaddarlıktı.
İliklerine
kadar titredi.
Ademlerin
Adem'i hayatın seyrinde değil işte tam içindeydi. Ama burası nasıl bir yerdi?
Güzeldi
güzel olmasına dünya ya, bu güzelliğin içine bu fenalık nasıl sindirilmişti?
Hayır!
Dünya cennet değildi.
Düpedüz
cehennemdi.
Âdem
öğrendiği ama anlamını bilmediği kelimelerin vahşi yaşanmışlığını o gün orada
bir bir tecrübe etti. Hepsi de tek bir sözcükte özetlenebilir, zulmün
harflerine sığabilirdi. Ama öyle fena idi ki dünya, içerdiği kötülüğe ân geldi
Âdem’in kelimeleri gibi harfleri de yetmedi.
DÜNYA TACİZİ
Her
akşam olduğu yerde korkuyla kıvrıldı, uyudu Adem, her sabah telâşla uyandı.
Gördüğü her gölgeyle kendisini yerinden attı, işittiği her sesle kalbi oyuldu.
Her oh, dediğinde rahatı bozuldu. Ne zaman bir hayale kapılsa, kendisini
cennette varsaymaya kalkışsa, dünya cennet olmadığını onun yüzüne vurdu. Çok
kısa bir zaman içinde suyun da kokuştuğunu bozulduğunu fark edince Âdem, hiçbir
şeyin ilk günkü tazeliğinde kalmadığını, dünya varlığının özünde bir çürüme
mecburiyeti olduğunu kavradı. Bu kavrayışla dünyanın cennet olmadığını her
geçen gün bir kez daha anladı. Sırtındaki dünya yükü ağırlaştıkça ağırlaştı.
Lâkin günlerce sürdü yürümesi Âdem’in, düşünmesi durmadı.
Keskin
sular, sert ayazlar, bir kökü olan ne varsa hepsini tutup da koparacak güçte
fırtınalar, önüne geleni alıp götürecek denli coşkun yağmurlar. Günler günleri
kovaladıkça bazı günlerin bıçak gibi kestiğini fark etti Âdem. Soğuk içine
işledi. İlk kez hastalandı. Alevler ateşler içinde kaldı. Harikulâde bedeninde
etin kemiğin ne kadar iğreti durduğunu anladı. İnsan. Ne kadar da nazlıydı.
Yaşayabilmesi ne çok şartın bir araya gelmesine bağlıydı. Bu en güçlü yaratık
en fazla da güçsüz olandı. Bir büyük ağaç kadar kavi ve heybetli, bir kuru dal
gibi kırılgandı.
Dünya,
büyüdükçe büyüdü. Âdem, onun üzerinde bir kum tanesi kadar kaldı. Acizdi.
Üstelik yapayalnızdı. Çaresizlikle bir huş ağacının gövdesine baktı. Alışıktı
ağaçların şefkatine, bu kez de bir teselli,
bir
şifa aradı. Ama ses seda yoktu ağaçta. Aradığını bulamayınca Âdem, bu kez bir
pınar buldu. Ve. Eğildiği suyun aynasında kendisini tanıdı. Ama kendisini
tanıyamadı. Dünyaya bulaşmış bir yüzdü bu. Kendi acısını duymuş, pek çok yandan
yaralanmıştı. Ben, dedi, şaştı kaldı Âdem. İki kaşının arasında derin bir dünya
kırışığı. O cennet sakini bu dünya yolcusu muydu?
Üzerine
düşen ışık kararmıştı. Yüzü güneş yanığı, dudakları çatlaktı. Suyu uğuldatarak
rüzgâr esmişti Âdem'in üzerine. Rüzgâr vurup yakmıştı, soğuk kırbaçlamıştı.
Cennetten hatıra güzelliği parçalanmış, ipek teni alazlanmış, saçı sakalı
birbirine karışmıştı. Cennette taşıdığı o gülümseme yoktu artık yüzünde. Uzun
süre de olmayacaktı.
Kelimeler
Kitabı'na baktı Âdem: Dünya hali. Acının evi, dayanılmaz raddesi. Elemler,
kederler, türlü türlü hastalıklar, akla gelmedik felâketler. Varlığı bile
bilinmedik kötülükler, musibetler. Belânın göze, kulağa, tene değmesi, kalbe
inmesi. Gönül sarayının yıkılması, ateş geçitleri...
Durdu
Âdem. Daha fazlasını okuyamadı. Buna göz gönül dayanmazdı.
Başını
kaldırdı. Etrafına baktı.
Ey
dünya, dedi, sesinde sitem gizliydi. Ey dünya, yabancıyım, buralı değilim, diye
mi beni taciz edip duruyorsun?
Ses
yoktu. Dünya kendi dilinde konuşuyor, kendi düzeninde akıp gidiyordu.
Ümitsizlik
Âdem'in her yanını kapladı.
Nasıl
dayanacaktı?
Dikili
bir ağacı, tutunacak bir dalı yoktu. Neye tutunsa avuçlarının arasından
kayacak, neye yaslansa üzerine yıkılacak gibi duruyordu. Dünyaydı burası. Kan
kokuyordu.
ZÜMRÜT KUŞUNUN YABANCILIĞI
Bunca
kan kokusu arasında Adem, bir Serendip sabahında, cennet dostu zümrüt kuşuyla
karşılaştı. Az ötede bir dalın üzerine konmuş, kuyruğunu sarkıtmıştı.
Kanatlarını çırpıyor tüylerini parlatıyordu güneşin altında. Oydu işte,
aynıydı, aslıydı. Mizacına bir yabancılık, kanına barbarlık karışmamıştı. Bu
şarkıyı kim onun gibi şakıyabilirdi? Ta kendisiydi.
Âdem,
yaban elde sıla arkadaşıyla karşılaşmış, eski bir dostla rastlaşmış gibi
sevindi. Bir yangının ortasında bahtına bir cennet çiçeği, bir kâse soğuk su
düşüvermişti.
Hani
bir zamanlar, elini her uzattığında zümrüt kuşu gelir Âdem’in işaret parmağına
narin ayaklarıyla tutunuverirdi. Sarkıtırdı kuyruğunu, tüylerini güneşe öyle
çevirirdi. Şarkısını öyle söylerdi. O zaman Âdem, erguvan renkli gagasının
ucuna bir öpücük bırakır, zümrüt kuşunun gözlerinin üzerinden parmak uçlarını
geçirirdi. Başının üzerindeki yumuşacık tüylerini severdi. Kanatlarının üzerine
yaseminler serperdi.
Bu
hatıranın sevinciyle, elini uzattı yeniden, zümrüt kuşuna muhabbet etti.
Parmaklarının ucundan yaseminler dökemezdi artık, ama göğsünden okşayabilir,
pembe gagasının ucuna bir daha öpücük kondurabilirdi. Dertleşmek, cennetten
söyleşmek istedi. Âh zümrüt kuşu gördün mü kendime ettiğimi, diyecek, toprağın
sertliğinden, dünyanın dönekliğinden söz edecek; meleklerden, cennetin halinden
sual edecekti ki. Âdem’in elini uzatmasıyla, zümrüt kuşu telâşla pervaz vurdu,
daldan dala, ağaçtan ağaca kaçtı. Kayıtsızdı. Uzaktı. Âdem’i tanımamıştı.
Âdem’in
canına sitem battı.
Sen
de mi zümrüt kuşu, diye mırıldandı.
Sen
ki cennette herkesten çok bana yakındın. Her halime haldaş, her sırrıma
sırdaştın.
Havva
eksikliğindeki özlemimi, yalnızlık hallerimi bile ilk kez sana söylemiştim.
Affet
yakarışımı, kulak tıkamamıştın, bir dalın üzerinden dinlemiştin.
Zümrüt
kuşu ne Âdem’in söylediklerini işitti ne de ona kendisinden bir şey
bırakabildi, bir şey söyledi. Âdem kendisi söyledi kendisi işitti.
Bir
unutmak girmiş ki araya her şey yarıdan az tanıdık, yarıdan fazla tanımadıktı.
Dostlarını geri kazanmak için bile Âdem’e şimdi ne kadar zaman lâzımdı?
DÜNYA BİR CENNET BİR DE CEHENNEM GİBİYDİ
İçinde
zümrüt kuşunun yabancılık acısı. Adem ağlarken gülümsedi. Kanı terine, teri
gözyaşına karıştı. Demek böyleydi burası, dünyaydı. Kimi isyankârdı yer kimi
itaatkârdı.
Kimi
bozguncuydu kimi uysaldı.
Dünya
aynı ânda korku ve hayranlıktı.
Bu
bilgiyle bir yanını hoş buldu koca dünyanın Adem, ama daha çok diğer yanından
korktu.
Bundan
sonra bir yurdu ümitti Serendip yolcusunun, daha geniş bir yurdu korku.
Şu
dünya âlemin mizacındaki kararsızlık. Âdem’i en çok da bu korkuttu. Meşrebi
dönekti dünyanın. Fırtına hiç beklenmedik ânda patlıyordu. Onda her ân her şey
olabilirmiş gibi duruyordu.
Her
şey iç içeydi burada. Dağınıktı, düzensizdi.
Emniyetsizdi.
Hiçbir şey sonuna kadar duru sonuna kadar masum değildi.
Dünya
işte, bir cennet bir de cehennem gibiydi.
Her
şeyin, asliyetinden başka bir şeye benzediği şu yerde Âdem, kelimeler arasından
“gibi”yi seçti. Cennet gibiydi dünya. Neredeyse ona eş ona benzerdi. Göklerden
geliyordu her şey. Ama sağlam bir aynaya düşmüyordu cennetin görüntüsü.
Belli
ki dünyanın “âyinesi saf’ değildi.
Cennetinden
ayrı düşmüş Adem Serendip günleri boyunca ayrılığı ruhu kadar bedeninde de
sarsıla sarsıla yaşadı. İçindeyken gafiliydi cennetin ama hatırasının her ânını
defalarca tekrarladı.
Bir
kez olsun cenneti görmüş, onun suyundan tatmış, kokusundan almış bulunan, bu
dünyaya, bu oyun alanına nasıl sığsındı, nasıl avunsundu? Ama bir yanı
cennetliydi Âdem'in bir yanı dünyalı, ve Âdem’in isminde unutmaktan mana ve
dünyada zaman vardı.
Üzerinde
her ân açılacak bir lav ağzı, önünde her ân sarsılacak bir deprem yoluyla
yaşamaya başladı. Her gün o derin yar’ın kenarında oturdu. Rüzgarın kırdığı
dala, ayazın dondurduğu suya baktı. Ancak ilk insanın gözlerinde olabilecek bir
merakla olup bitenin seyrine daldı. Her şey kırıktı, paramparçaydı. Dağınıktı,
tutarsızdı.
Direnmekten
vazgeçmedi başlangıçta. Kendisini olana bırakmadı. Bir türlü, olup biteni
olduğu gibi kabule yanaşmadı. Ama neden sonra, zamanın devrini tamamladığı bir
dünya sabahında Âdem, oluşu oluşa ekleyip de olanlar arasında bağlantı kurunca.
Suyunu
tutup da tam kararınca indiren buluta,
gökten
inen yağmurla canlanan ölü toprağa,
kurumuş
dalların damarlarına bir gecede yürüyen
suya.
Gecenin
ve gündüzün birbirini izlemesine,
güneşin
ve ay'ın evrelerine,
mevsimlerin
dönmesine, tazelenmesine, bereketine bakakalınca.
İlk
kez görüşü keskinleşti Adem'in, kelimelerinin bilgisi yaşamının resmiyle
birleşti, velveleli dünya kalabalığının arkasındaki döngüyü seçebildi. Haşin
dünyanın kendi içindeki saf uyumunu görebildi.
Dengeyi
düzeni bir bir fark etti.
Arzın
sathında hiçbir şey sebepsiz değildi. Hiçbir şey keşmekeş değildi. Her şey aynı
ânda iki şey, hiçbir şey aynı ânda tek bir şey değildi.
Her
görünüş görmekteki niyetle perdeli, hiçbir şey göründüğü gibi değildi.
Üstelik
hepsi de Kelimeler Kitabı'nda yerli yerindeydi.
Adem,
her şeyle her şey arasındaki dirlik ve düzeni, uyumu ve dengeyi bu bilgiyle
öğrendi. Dağınıklığı derledi, topladı, bir’ledi. Bir, deyince alev alev yanan
gözlerine huzurun serinliği serpildi. Görüşü keskinleşti.
Tohumun,
ağacın tüm bilgisine sahip olduğunu. Haritasız göçmen kuşların okyanuslar
aşabildiğini, gerisin geri yuvalarına dönebildiğini. Zalim kurdun da, acımasız
arslanın da, yavrularına şefkat ettiklerini. Ve içlerinden en masum olanın bile
yavrusunu koruma zamanı geldiğinde zalimleştiğini. Böyle bir zulme artık zulüm
bile denemeyeceğini bu görüş keskinliğiyle fark etti.
Büyük
balıklar küçük balıkları yuttuğunda içi acımıştı önce Âdem’in. Zavallı tavşanı
dişleri arasında sıkan hunhar kaplanla karşılaştığı o uçurum kıyısında
sendelemişti hani, öfke duymuştu. Bir lügat yanılmasıyla onun adını gaddar
koymuştu. Fakat annelerinin getireceği azığı bekleyen üç küçük kurt yavrusu da
öyle masumdu. O zaman kurt Âdem'in gözünde gaddarken, şimdi bir esma
yansımasıyla cebbar olmuştu.
Hiçbirisinin
nedensiz öldürmediği bu saf uyumun içinde aslolan öldürmek değil hayatta
kalmaktı. Hayattan daha fazlasını istemek kimsenin içinden gelmezdi. Bütün bu
yaygaranın nedeni bir fazla nefes dahaydı, ve hayat, ceylân kadar arslanın,
kuzu kadar kurdun da hakkıydı.
Bu
muhteşem denge oyununda her şeyin üstünde Bir Şey, uyum sükûnetini sadece o Bir
Şey tutuyordu. O zaman kurtla kuzu, arslanla ceylân bir oluyordu.
Gaddarlıkla
cebbarlık arasında bir helâllik farkı. O zaman av razı avcı razı.
Ne
arslan davalı ne ceylân davacı.
Ne
yılan şikâyetçi ne leylek yalvarışlı.
Ne
kuzu kurttan alacaklı ne kelebek kurbağadan.
Yeter
ki bu muhteşem şarkıya, bu sonsuz uyuma hariçten bir ses katılmasındı. Oyunu bozmasındı.
Dengeyi sarsmasındı.
Bir
ân Âdem'in aklından, kararınca olamaz mıydı her şey acaba, diye geçti. Kurt
kuzuyu, büyük balık küçük balığı yemeden de olabilirdi. Denge, kimse kimseyi
incitmeden de kurulabilirdi elbet. Her şeye Kadir olan buna da muktedirdi.
Gülümsedi
Âdem.
Dünya
cennet değildi ki!
Yitirilmiş
cennete dönüş yolunun tuzaklarla dolduğunu Âdem kelime kelime öğrendi. Şu dünya
âlemin türlü suret haksızlıklarına, iyiliği ve merhameti sonsuz olan Tanrı’nın
kötülüğü neden yarattığına dair bilgiyi Kelimeler Kitabı'na baktı, sınav
sözcüğünün içine sığdırabildi.
Cennetin
yasak meyvesi? Bir şey değil.
Dünya,
Âdem’in en sert sınanacağı yer olarak kayıtlara geçti.
Bir
kez olsun bu mana ile gülümseyebilince Adem’in görüşüne görüş katıldı:
Uzunluğu
artan yağmurları, yeşeren otları, bereketli narı. Suyun üzerinde bir o yana bir
bu yana salınan nilüferi. Çuha çiçeğini, boyun eğen sümbülleri.
Ateş
almadan ışık salan böceği.
Kozasını
yırtan kelebeği.
Tohumları
uçuran rüzgârı.
Çiçek
fırtınasını.
Gölge
salan bulutu, yerden yükselen suyu.
Tîk
ağacı, demir ağacı, abanozu.
Kıvrılan
deniz kabuğunu.
Nefes
alıp veren inciyi.
Akgünlük,
akik taşı, gök yakut, sarı safiri.
Yedi
denizleri.
Egemen
dağları.
Kollara
ayrılıp da kuru toprağın üzerinde hayat taşıyan ırmakları.
Kanat
çırpmaksızın dalgaların üzerine yayılan, gökyüzünün içinde süzülen kuşları.
Sökün
vaktini şaşmayan bıldırcınları, turnaları.
Bütün
bunları kimse öğretmeden öğrenenleri.
Her
şeyi ama her şeyi. Hiçbir şey müstesna değildi. Dili vardı dünyanın, lâl ü ebkem
değildi. Âdem,
yedi
gök, yer ve içindekileri gökle yer arasında emir kendilerine süreklice
inenler’i ve toprağın üstü gibi altındakileri.
Gecenin
derinlikleri gibi günün ortasında da.
Sessizce
ve süreklice,
Âlemlerin
Rabbini zikreder, O'na secde eder buldu.
Kiraz
çiçeğinin rüzgârda uçuşan pembe yaprakları gibi arslan da ceylân da O'nu
söylüyordu.
Tasayla
bir adım attığında ayaklarından yakalamış da bırakmayacakmış gibi duran dünyada
Âdem, bunca kusurun ortasında kusursuza giden bir yol buldu.
Başı
boş değildi dünyanın, bütün yollar O’na çıkıyordu.
Bir
elhamdülillah ânı kadar kanatlanabilirdi ruhu şimdi Adem’in. Bir secde ânı
kadar yükselebilirdi alnı. Dört bir yanında dilek dalları. Cennet ırmaklarından
biri olmadığı malûm ırmağın kıyısında ellerini üst üste bağladı, başparmağını
nabzına dayadı, bedenini rüzgâra bıraktı, derin bir düşünceye daldı.
Şu
dünya fenasının daha ilk sayfasında pek çok şeyi yarım kalmış, birçok şeye hiç
başlayamamıştı. Birçok şeyi anlayamamış ve aklı hep geride kalmıştı. Ama onca
güçlüğe tahammülüyle ve bu hayatı sahiplenmesiyle Âdem insandı.
Şimdi:
Cennete olan bütün özlemine rağmen, onu tekrar cennete götürecek biricik yol
olan bu dünyanın imtihan sırrını sezmesiyle, onun hikmetini bilmesiyle.
Dönüp
de geriye baktığında, nasıl taşımışım, nasıl ezilmemişim, şimdi olsa belki de
yapamam, dedikleriyle.
Hissi
kalbinin o kadar derinlerine indiğinde ki Âdem, ya Rabbim, artık bundan fazlası
ölüm, deyip de ölmedikleriyle.
Oradan
oraya savrulurken, güneşte kavrulurken, gecede donarken, iki büklüm olup da
çığlık atamazken, Havva’yı özlerken, Rabbin rızasını bir kez kaybedip bir kez
bulmuşken.
Hep
susarken. Hep ketumken. Hiç şikâyet etmezken.
Kalbi
sıkan iki elin aniden gevşeyişi, aniden haberin gelişi. Duanın kabul edilişi.
Bu
duyguyla, daha fazla direnmedi Âdem. Dünyalığının hacmini bildi. Bir dünya
sürgününün fetretinden sonra kayra kapılarından girerek sürgününü sıla edindi.
Şu
fena dünyayı içine sindirdi.
Rabbim,
dedi, beni nereye gönderdiysen, neye mal olduysa bu sürgün, kaybettiysem kaybettiğimi
sevdim. Bulduysam bulduğumu çok sevdim.
Ben,
şimdi mutmain ruhum.
Sana
dönücü olmanın sevinci ve emniyetiyle, bulduğumdan hoşnudum. Bana verdiğin
şuurun yol göstericiliğinde insan olmaktan memnunum. Neticede cennette de yerde
de Sana kul’um.
Öyle
ürperdi, kalbinin gerçeği önünde, kendi şerefli yerini öyle idrak etti ki Âdem.
Melekler, önünde secdeye vardığı gün de, yasak meyve sonrasında o büyük meleğin
cümlelerini kalbinden geçirip kelimeye çevirirken de, terlerken de, Kelimeler
Kitabı’nın sayfalarını okurken de kendisini böyle bilmemiş, kendi manasına
bunca erememişti. Kalbinde şeytanın kibre yasak koyan hatırası, bir yasak
meyvenin acı anısı olmasa kendi güzelliğinden başı dönebilirdi.
Ama
o, kendisinin değilse de kendinde tecelli eden büyük oluşun karşısında.
Duramadı
yerinde. Kalktı.
Ellerini
yıldızlı göğe uzattı.
Gökler
başının üzerinde, Âdem kendi etrafındaydı.
Öyle
genişledi ki Âdem'in kalbi. İçine, önemi çok olduğu için isimleri de çok olan
muhabbet doldu.
Gökler
doldu.
Yer
kaldı geriye. Yer sığdı.
İsimlerinin
hepsiyle Âlemlerin Rabbi sığdı.
Âdem
dönüp baktı. Oradaydı.
Âlemlerin
Rabbi. Sığdığı yer sadece inanan bir kalp kadardı.
BİR DAHA: BULDU REDİFLİ DÜNYA
O
vardı her yerde. Âdem O'nu talep etti, O’nu buldu. Her nerede O'nu aradı, O’nu
kendisine yakın buldu.
Cennet
aydınlığında bile görmemişken O Zatı, dünya karanlığında O’nun görünürünü her
şeyde,
görünmezini
kişiyle kalbi arasında buldu.
Baktığı
yerde cemâlini gördü celâlini gördü. Lütfunu kahrını, rahmetini rahmanını,
hilmini hiddetini.
Onun
Rabbi lütfuyla da kahrıyla da güzeldi.
Yüce
Sanatkârın eserinin seyredilmesi, gizli saklı hâzinenin hem görmesi hem
görülmesi, hem bilmesi hem bilinmesi içindi bunca temaşa.
Ama
bu temaşada şuur lâzımdı ki hayranlık olsundu. İnsandı Âdem, kendisini bu
oluşun en şuurlu seyircisi buldu. Bu şuurla, dünyadaki kulluğunu cennet
kulluğundan daha değerli buldu.
Onun
temaşası, onun bakışı, onun nazarı lâzımdı seyrin tamamı için. Haklı imiş
melekler, kendisini Âdem, âlemin gözü gözbebeği buldu.
“Hoşça
baktı zatına”, bildi ki “âlemin özü özeti”
oydu.
“Âlemin
gözbebeği”, Âdem'in gözünden bakıyordu.
Yaratılmışların
en üstünüydü bu yüzden Âdem. Lâkin aynı şuurla, kendisini aşağıların da
aşağısına
düşebilir
buldu. Başka hiçbir yaratılmışa verilmeyen hicapsız sözcükler de gelip gelip
onu buldu. Bir baktı Âdem gözünü alamadı. İnsanı bu dünyada meşakkat içre
buldu. Lâkin her meşakkatin kolaylığını da onun yanıbaşında buldu.
Yarattığını
en iyi bilen onun Yaratıcısıydı elbet. Bir yanında meleklerin soluğu, her
yanında kara katran bir çift şeytan kanadı.. Yaratan, halifesini kör kuyuyla
izzet-mekân, saf aydınlıkla pür karanlık arasında hayli kararsız buldu. Ama,
yol göstersin diye elçiler gönderecekti, sözü vardı. Bu ilgiyle Âdem kendisini
sadece ilk insan değil hem ilk peygamber buldu.
Bir
yanıyla insandı. Çok yanıyla haberci; Her haber bir mucize. Konuşmak mucizeydi.
Yazmak mucize. Âdem kendisini suhuf başında okur buldu.
Kelâm
ilâhi özdü. Dünya kalem. Gök sahife.
Sözü
sese ayırdı. Sesi şekle çevirdi. Adem kendisini dünya kitabını okur gibi yazıyı
da yazar buldu.
Örtüsünü
öyle bürünmüştü ki dünya, Âdem bu kitapta olgunluğa bir virgül koydu, kemalin
noktası ise görünürlerde yoktu.
Bir
geçmişi yoktu Âdem'in dünya yüzünde, gök kubbenin altında. Ama o daha su ile
toprak
arasında'yken
cennet göklerinde bilip ayırdığı, ruhuna nakşettiği, alnına mühürlediği harfi
çok uzak bir
geçmişi
hatırlar gibi hatırladı. Onu geçmişten değil gelecekten tanıdı.
Âdem,
ey Âdem, dedi. Kendisine seslendi. Sonra kendisine cevap verdi.
Gelişinin
evvelinde ahir olanın sırrını keşfetti. Nûr-ı Muhammedi. Ebedi fehmederken,
ezelde çözümlendi.
Bir
beyaz gül remzinde akl-ı evvelin kelimesini söyledi:
Mim.
Örttü
kelimelerinin kapısını. Mirâc etti.
BULUTLAR VE FİLBAHRİ AĞACI
Bulutlar
geldi.
Suyun
üzerine gölgelerini bıraka bıraka ufkun üzerinden akıp gitti.
Yumdu
gözlerini Adem, sonra açtı.
Bulutlar
bir varlardı bir yoklardı.
Âdem
bir bulutlara bir gölgeye baktı.
Suretten
sirete.
Kesretten
vahdete.
Çoktan
Bir'e.
Gölgeden
ışığa.
Nakıştan
nakkaşa.
Bir
dünyayı gördü bir cenneti hatırladı.
Bir
resim. Bir suret. Bir vehim.
Cennette
vuku bulmuş bir bahse mevzu olan insanın hatırladığı rüya.
Bildi
yaradılışının ve macerasının hikmetini.
Asıl,
sürgüne göre sıla olan makamdaydı.
Birkaç
adım attı. Serendip yolunda, kelimeler serencamında, ağaçlığın sonunda yer yer
gölgeye boğulmuş, yer yer ışıktan doğmuş, çiçeklenmiş, filizlenmiş kocaman bir
filbahri ağacıyla yüz yüze geldi. Beyaz ve hafif koku içine dolunca acıyla
gülümsedi,
acıyla
hatırladı. Yaratıldığı ânı. Hatırasının ağırlığından kalbi neredeyse duracaktı.
Elini, üzerine bastırdı.
Kalp:
Aynı ânda bu dünya ve o dünyaydı.
İkilik
aradan kalktı, cennet ve dünya diye bir ayrılık kalmadı. Zaman yine o yekpare
ân’dı.
O
zaman Âdem, her zaman değilse de zaman zaman, birkaç sayılı ân, ufkun üzerine
serilmiş bulutlar gibi filbahri dallarının da suretlerinin değil kendilerinin
dünyada durduğunu anladı.
Mecaz
değil sahilerdi.
Temsil
değil gerçeklerdi.
Ayna
değil aynılardı.
Hediyeydiler
Âdem’e. Şu dünya fenasının üzerinde bir avunmalık müjdesi kadar asıllardı.
Âdem
ilk haberci, hem de ilk insanken. Yani bir yanı cennete ama bir yanı da
adamakıllı dünyaya bakarken. Üstelik dünya hem zahmetken, hem nimetken, bir
yanıyla cennet bir yanıyla cehennemken. İç içe geçmiş şaşaalı kelimelerin
hayallerinden tanıdığı ve öğrendiği bu yaşamdaki renkten, ışıktan ve kokudan
başı döndü Âdem’in. Güneş, ay ve yıldızların izlediği yolları izleyerek nereye
gitse de geri döndü. Fazla uzaklaşmadı, suya sıkıca sarıldı. Neyi varsa ne’sini
suyun kıyısında aradı. Bulduğunu da orada buldu. Suya yazdı yazısını, taştan
okudu. Güneşten köprüler kurdu. Küçük dünyasının- ipliğini dokudu.
Hayatı
büyüdükçe kelimeleri çoğaldı. Kelimeleri çoğaldıkça hayatı tahsil etti. O kadar
keskinleşti ki bilgisi, dünyanın bu ilk sakini, öğrenmesi gereken ne varsa
hepsini öğrendi.
Ev
kurmayı, korunmayı. Hasırdan şilte yapmayı. Kızgın taşların üstüne soğuk su
dökmeyi, taşı çatlatmayı. Kuyu açmayı. Çıkrığı, kovayı. Kuyudan su çıkarmayı.
Bahçe
kurmayı. Önüne çit çekip çevirmeyi. Kırmızı gövdeli kırmızı yapraklı tarçın
ağacını o bahçeye dikmeyi. Hayvanları ehlileştirmeyi.
Taşların
içinden, odunların gövdesinden kıvılcım çakmayı. Kavı tutuşturmayı. Kara ocakta
ateş yakmayı, karşısında ısınmayı, deniz kabuklarından kandiller yapmayı, ışığı
kandillerde taşımayı.
Tarla
sürmeyi, toprağı işlemeyi, tohum ekmeyi. Ektiğini biçmeyi, bu işlerde
kullanılacak âletleri, saban ve üç dişli yaba yapmayı, ağacı oymayı, toprağın
madeni olan bakırı dövmeyi, eğip bükmeyi.
Bulutların
renginden, denizin ne zaman sakinleşeceğini, ırmağın ne zaman coşacağını
okumayı. Sığ derelerin ağzına kıstak kurmayı, kanallar açmayı. Sal bağlamayı.
Yelken takmayı, denize açılmayı, balık tutmayı.
Şifalı
otları, meyvelerden ferahlatıcı sular çıkarmayı, derde deva bulmayı.
Zeytini
ezmeyi, berrak ve yeşil yağını sıkmayı, ipliği bükmeyi, saz liflerinden hafif
sepetler örmeyi.
Resmetme
sanatını. Boyamayı. Renk ve cilâ vurmayı. Ayna, bıçak, taş balta, cam şişe,
koku kabı yapmayı.
Hepsini
öğrendi.
Kolay
değildi öğrenmek. Her defasında öğrendiği ayağına dolandı Âdem’in, eline
bulaştı. Ama o sebat etti.
Üstelik
ödülü vardı sebatın.
Dünya
bilgisinin en kıymetlisi en sonda geldi.
Kara
ocakta ekmek pişirecekti.
Âdem’di
bu, âdemoğulları bir parça ekmek uğuruna onca cefa çekecek, bir parça ekmekle
avunacaklardı.
Adem
dünya nimetlerini bir bir tanıdı.
Nar,
incir ve susamı, kokulu taneleri, kalın kabuklu meyveleri. Baharat bitkilerini,
safran çiçeklerini, üzümleri. Tek tek tattı. Kimini çok sevdi. Kiminden hoşlanmadı.
Kiminin tadı damağında kaldı, kiminden geriye bir buruk tat kaldı. Neticede,
nefsinde dünya nimetlerine karşı derin bir arzu ve seçicilik taşıdı.
Ama
bu dünyanın özetini çıkarmak için tek bir kelime isteseler Âdem'den, buğday,
derdi. Çünkü dünyanın ancak bir buğday tarlası üzerinden geçen rüzgâr kadar
hükmü vardı. Ve Adem buğdaya ama buğday da Âdem’e muhtaçtı.
Buğday
ki zahmetti. Hazdı.
Sabırdı,
çileydi. Meşakkatti, nimetti.
Ancak
emekten sonra selâmetti.
O
da kalıcı değil geçiciydi.
Âdem
emek ve zahmeti göze alınca nimet gecikmedi, kendiliğinden geldi.
Otlar
sarardı. Hasat mevsimi yaklaştı.
Bir
sabah vakti Âdem buğday tarlasının kıyısına dayandı.
Bir
süre rüzgârı dinledi. Başını serinletti. Altın rengi başakların dalgalanmasını
seyretti. Neden sonra içlerinden birisini kopardı. Taneleri avucuna sıyırdı.
Güneş
gibi parlak. Bir taneyi diğerlerinden ayırdı. Gözünü alamadı, uzun uzun baktı.
Şu
esmer buğday bayata, ayakta kalmaya, yayılmaya ve dünyaya dair ne varsa onun
sırrına sahipti. Gevşek kökü, sert rüzgârlar onu alıp da götürmesin diye
toprağı sıkıca kavrıyordu. Bir can taşıyordu içinde ama yere düşmeden de o canı
hayata uzatmıyordu.
Seyrettiği
taneyi diğerlerinin arasına kattı Adem. Hepsini de bir avucundan diğerine
akıttı. Defalarca tekrarladı. Avucunda kalanlara, toprağa akanlara baktı. Ter
aktı boynundan. Döndü geriye baktı.
Meşakkat
dünyasıydı bu dünya. Adem hepi topu bir buğday boyu yol almıştı. Ekmeğin
bilgisini Kelimeler Kitabı'ndan seçti. O da ateşle iç içeydi.
Kara
ocakta ateş yaktı. Acıydı hatırası, ânında eli
yandı.
Bir
o yandan esti rüzgâr, bir bu yandan.
Bir
sarsmakla yetindi, bir vurdu devirdi.
Ateşini
söndürdü Âdem’in. Dünya çok sertti.
Ama
Âdem de ezilecek gibi değildi.
Tekrar
denedi. Tekrar emek verdi. Emeğinin karşılığını aldıkça hayatla doldu içi.
Ufaladı
taneleri. Öğüttü, inceltti. Kendisinden başka bir şeye benzetti. Islah etti. Su
kattı. Yoğurdu! Hal hamur etti, pürüzsüz hale getirdi.
Her
biçimi başka güzel, her hali" nimetti. Buğday. Ne mübarekti.
Gözünü
açtığında etler, elini uzattığında hoş kokulu meyveler bulmaya, tahtlara
yaslanıp altın bezekli koltuklara uzanmaya alışkın cennet âdeminin, bir parça
ekmek uğruna gözlerine duman yangını, tırnaklarının arasına is karası bulaştı.
Alnından ter damladı. Bu ter ilk ekmeğin hamuruna karıştı.
Hamurunu
Âdem, hamdı, müsait hale getirdi. Közlenmiş ateşten geçirdi, pişirdi. Nihayet
ilk ekmeği ortasından ikiye böldü. Kokusunu içine çekti.
Ekmek
ve cennette yediği yasak meyve?
Bilmedi
ki hangisi daha güzeldi.
Her
defasında ekmek ateşinin karşısında yandıkça pişti Âdem. Ezildikçe inceldi.
Üzerine bir olgunluk geldi, önce kalbine indi, sonra gözlerinin içine yerleşti.
Hoşnut oldu dünya zahmetinden Âdem, dünyaya selâm etti. En fazla da ekmekle
dünyalık olduğunu bildi.
Ekmek
dünyaydı cennet değildi. Cennette ekmeğin adı yok, cennet âyetlerinin arasında
onun adı bile geçmedi.
Hayır,
Âdem’e cennetten bir ekmek hatırası kalmış değildi.
DÜNYANIN DA ÂDEM ÜZERİNDEKİ HAKKI
Bir
yandan selâmetlik dünyanın dilini öğrenirken bir yandan da kendi dilini dünyaya
öğretti Âdem. Azgın fırtınalarıyla, korkunç dalgalarıyla, yol vermez ağaçları,
tehlikeli hayvanlarıyla baş edebildi, onlara boyun eğdirdi. Kendisinden
yaratılmış olduğu toprağı kuşattı. Ona hükmetti. İnsandı, hükmetmek nefsine hoş
geldi.
O
zaman:
Bu
tertemiz dünya henüz köhne değil gençken, koca değil yeniyken, körpeyken. Her
şey terütazeyken.
Dünya,
kendi cennetinden daha düşmemişken. Durgun göle ilk taş atılmamış, su
bulanmamış, havaya cıva karışmamışken.
Güzel
kuğunun boynu insan eliyle kırılmamış, kuşların kanadına taş bağlanmamışken.
Bembeyaz
tüylü kar kaplanı için “Başlıca düşmanı insandır”, cümlesi henüz kayıtlara
geçmemişken.
İnsan,
bir canlının ölürken çıkardığı nefeste hazlanmamışken, hazlanmak için
öldürmemişken.
Sair
zaman olsa ölesiye utanacağı ve iğreneceği şeyi tam da onu utandıran ve
iğrendiren yanlarının üzerine basa basa ve sadece o yanları için istememişken.
Yani
dilin düğümü çözük, kapılar henüz açıkken.
Söz
buraya gelince o büyük melek, Adem’i, kanadıyla tekrar usulca okşadı. Âdem’e,
dünyanın da onun üzerindeki hakkını hatırlattı. Derin yar’in kıyısında, dünya
göklerinin altındalardı.
Unutma,
diye başladı:
Her
şey senin için yaratıldı ama dikkat et sen her şey değilsin.
Dünya
boyun eğicidir ama sen zalim efendi değilsin.
Yeterli
sayıyorsun kendini kendine. Oysa hiç yeterli değilsin. Muhtaçsın, ihtiyaçsız
değilsin.
Her
şey senin emrinde doğru, ama amirliğe kalkışma.
Bil
ki kalıcı değil geçicisin, sahip değil misafirsin. Sabit değil iğretisin.
Her
ne ki var sende, ödünçtür, senin sanma.
Şımarma.
Yarı
kısmın topraktır. Toprağı horlama. Dünyadan, yerine koyduğundan daha fazlasını
alma. Onun dengesini bozma. Uyumuna musallat olma. Gülün rengiyle, sütün
tavıyla oynama. Karıncanın yolunu kapama, kırlangıcın yuvasını bozma, yılanın
dişini kanatma. Pınarların, nehirlerin, ince suların kurumaması için çaba sarf
et. Göz kulak ol emanete. Bozma kıvamını, aldığın gibi iade et.
Hava-toprak-ateş-su
da insandan alacaklıydı. Bitkinin ve hayvanın, dağın, taşın ve börtü böceğin,
yaralı
kedinin, hasta leyleğin, yırtıcı parsın, dayanıklı devenin de insan üzerinde
hakkı, insandan razılığı vardı.
Büyük
melek üst üste üç kez tekrarladı. Âdem'den söz aldı. Sözünü, unutma, diye
başladığı sözcükle tamamladı. Kanadının okşayışı da sesi gibi hafifledi,
uzaklaştı.
Âdem
ter içinde kalmıştı. Güneş neredeyse batacaktı ama o yerinden bile
kıpırdayamadı. Gün o gün oldu, bu uyarıyı hiç unutmadı.
Ama
oğullar babalarına asi, insanın yasası unutmakla illetli. Onun oğulları, her
şeyi görmek, her şeyi yaşamak, her şeyi hissetmek, her şeye sahip olmak, her
şeyce sahip olunmak hırsıyla, hem nasıl da unutacaklardı.
ÂDEM’İN YALNIZLIK HALLERİ / HAVVA SÖZLERİ
Âdem’in
sırtına dünya gailesi çöküp de üzerinden sayıyla sayılır vakit geçince, bir
varmış bir yokmuş'u seçti. Zaman göz kirpimi mesafe. Cennetten kovuluşu daha
dün gibi. Bitmez geçmez dediği nice günü akşam etti. Her sabah tükendi her
akşam yenilendi. Alışkanlık insanın mizacı. Âdem, gözü karanlığa alışır gibi
dünyaya da alıştı.
Uzundu
yolu. Dünya ömrü, ışığa nisbetle ışık. Âdem dağların taşların ağırlığını
sırtında duydu. Ölümlüydü, kendisini ölümü bekler buldu.
Ölüm
emir, ölüm kader, korkusu yoktu.
Lâkin
Havva gelmeden öleceğinden korktu.
Kelimeler
Kitabı'na baktığında, Havva’nın ilk harfinin kendi isminin ilk harfinden çok
uzakta durduğunu anladı.
Döndü.
Baktı. Bir daha baktı. Ruhundan bir şey iliştirdi o sayfaya. Diyelim ki Âdem
Serendip'teyken Havva güllerin ülkesine inmişti. Bütün bunlar temsil. Gerçek o
ki aralarındaki uzun bir mesafe uzun bir hasretti.
Bakındı
çevresine. Renkli kuşları gördü dalların üzerinde Adem, bir yerde bir
göktelerdi.
Bulutları
gördü, gölgelerini denizin üstüne sermişlerdi. Denizi gördü, kumsalın üzerine
az gelmiş, bir az geri çekilmiş.
Uğultusunu
işitti denizin. Sırma sim bir hilâl yükseldi.
Dünya
dedikleri işte, hâlâ cennet gibiydi.
Ama
Havva yoktu yanında, öyleyse dünya cehennemdi.
Yalnız
gelmişti dünyaya Âdem. Dünyanın bir adının da yalnızlık olduğunu bildi. O kadar
yalnızdı ki, dünya böylesi bir yalnızlığı son gününe değin görecek değildi.
Bundan
sonrası, Âdem'in Yalnızlık Halleri/Havva Sözleri.
I-
Deniz
bir batıya aktı, bir doğuya aktı.
Kimi
gösterdi derûnundaki yıldızları kimi sakladı.
Öyle
ânlar geldi ki Âdem, âlemi kendisidir sandı. Onunla yek-vücud oldu, onunla
kucaklaştı. Ona karıştı. Varlığından memnun kaldı. Bir Âdem ömrüne sevincin
daha fazlası sığmazdı.
Ama
Havva yoktu yanında, hepsi eksik kaldı.
Evini
kurdu Âdem. Havva yoktu.
Kızıl
tüylü, yabani hayvanları ele geçirdi, sakinleştirdi, kendisine bend etti, Havva
yoktu.
Yıldızları
saydı bir bir, buğday ekti, hasat etti.
Ter
döktü biçerken. Ateşin karşısında yandı, ekmek pişirdi, Havva yoktu.
Hiçbir
işinde Havva yok, hiçbir yerde Havva yoktu.
Oysa
olsaydı Havva şu bahçenin kenarında, pelinin, süsenin yanında, görüneydi şu
kırmızı yapraklı tarçın ağacının altında, âh, ne olurdu!
Unutmak,
diye bir kelime vardı Kelimeler Kitabı'nda. Unutucuydu insan. Öyle yaratılmış,
kalbi öyle yasalanmıştı.
Ama
Âdem bir Havva’yı unutamadı. Ne kadar zordu derin bir hasretin üstesinden
gelmek. Unutur gibi bile olmadı. Uzaklaşmadı içinden hiçbir hatıra. Havva’yı
hatıram, diye andı. Hatıralarını dağa taşa anlattı.
Havva
dünde kalsa da Âdem onu hep bugünmüş gibi bildi.
Hiçbir
şey giderek uzaklaşmadı. Hiç olmamış gibi olmadı. Artık zaman vardı ve Âdem’in
istemediği kadar çoktu. Lâkin Havva yoktu ve bir tek Havva’nın hasretinin
üzerinden zaman geçmiyordu.
Yeryüzünün
o zamanları bu zamanlarına uysaydı, Âdem’in kırk yıl ağladığı, seksen yıl
beklediği, Havva’nın yüz yıl gelmediği bile söylenebilirdi. Ama mutlak olan
sadece kalbin zamanı.
Kalbin
zamanı: Cennet zamanı.
Canlıydı
orada her hatıra. Onda unutuş yoktu.
Aşkın
zamanı: Ân-ı ebedi: Bitimsiz şimdi.
Âdem
kalbinin zamanında o kadar bekledi. Havva o kadar gelmedi.
Havva’nın
hasreti kalbinin zarına değince, fuadına inince, Âdem gecenin geç bir vakti
denize karşı durdu. Göğsünü olan hasretiyle açtı. Bakışlarını bir denize
indirdi bir göklere çevirdi.
Kalplerin
Sahibi’ne seslendi.
Gökler
sessizdi ama Âdem tepeden tırnağa sesti.
Rabbim,
dedi, demelerin en içteniyle.
Semanın
aydınlanma zamanı girdi. Göğün rengi yerde, yerin rengi göklerde yansımaya
başladı. Yeşilin üzerinde yeşili, alevin içinde ateşi seçiyor şu gözlerim. Ama
çok yalnızım. Koca dünya üzerinde bir başınayım.
Havva
yaratılmazdan önceki yalnızlığıma hiç benzemiyor bu. O zaman varlığını
bilmediğim bir Havva’nın yokluğuyla yokluk çekiyordum. Şimdiyse bir kez bulup
da kaybettiğimin boşluğuyla doluyorum.
Onu
bir kez tanıyan artık onsuz olamaz, beni şu dünya yolunda onsuz koma, beni
Havva'sız bırakma.
Rabbim,
dedi, aynı içtenlikle.
Ey
Kalplerin Tartıcısı.
Çok
bunaldım Senin uzaklığında. Senden habersiz, cennetinden kovulmuş.
Çok
yorgunum.
Bana
bütün haberlerin yerini tutacak bir haber gönder. Üzerime bir iyilik ve
güzellik kondur.
Avunmalığım
olsun, hiç ummadığım bir sevinç nasib et.
Lâtifsin,
lütfet.
Lütfet.
Bu gam denizinde tatlı bir dirlik olsun.
Sürgünlüğümün
sebebi o değil ama mükâfatı Havva olsun.
Sen
ki dağları dağlara kavuşturursun, “kavuşmamız kıyamete kalmasın”, burada olsun.
Bir
dünya yetmez Havva’ya doymaya. Ahretliğim de o olsun.
Ya
Rabbi, dedi Âdem, ey kalpleri çekip çeviren, açan değiştiren.
Yokluğu
yokluk ki, ben onu hâlâ yitirdiğim cenneti sever gibi seviyorum.
Şu
arzın sathında cenneti bana onun kadar kuvvetle hatırlatacak biri daha varsa
gönder bana.
Yoktu.
Arzın
sathında bir Âdem bir Havva, aralarında bir büyük umman duruyordu.
Her
şey kopmuş ayrılmış aslından. Bir Havva kalmış Âdem’e, arı duru, yekta. Gülün
adıyla varlığı arasına mesafe girmediği, dünyanın o en saf zamanında. Aşk da
sadece aşktı. Bunca bulanmışlıkla daha karşılaşmamıştı. Havva varlığında ne
kadarsa, yokluğunda da o kadardı. Ve Âdem anladı ki cennette bile Havva'ya
doyamamıştı. Değilse, geride söylenecek bu kadar çok söz kalır mıydı?
Âdem
bu kez Havva'ya seslendi.
Dedi:
Ey ismimin bütün harfleri, ey benim benliğim, benliğimin sen’i.
İçimde
tecelli bulan lâtif esmasınca, her ânımın şimdisi. Her gecikmişliğimin
telâfisi.
Arttır
kelimelerimi. Göster yüzünü, cennetlik et
beni.
Dünyanın
son gününe değin yaşasam, bambaşka bir gözle görmüşlüğüm görülmüşlüğüm.
Çünkü
cennette gördüğüm görüldüğüm.
Gençliğini
gördüğüm, gençliğine görüldüğüm.
Bir
esenlik bahçesinde zorlamışlığım zorlanmışlığım. Sınadığım sınandığım.
Sınavım.
Kaybım. Kaybımda kazancım.
Yani
kârım, kârgâhım. Nihayetinde kararım, karargâhım.
Bu
nedenle yeri hiç kimseyle dolmayacak olan ve yerimi doldurmayacak olanım.
Etin
etimden, kemiğin kemiğimden. Ay ışığında oku harflerimi ay ışığında yaz nameni.
Senden önce öleyim ki ölümden korkma. Benden evvel öl ki ölümden korkmayım.
Öyleyse
dirimim gibi ölümümde de arkadaşım.
Ey
benim yaradılışım, yolunu kaybetmiş yol arkadaşım.
Kimin
bağrındaki kemikten yaratılmışsan ona gel. Eksik parçamı arar gibi seni
arıyorum ben. Sen de beni ara. Boşluğunu doldur, eksiğini tamamla.
Dünya
dediğin bir kaza ertesi. Aç kapılarını. Elinle koymuş gibi bıraktığın yerde bul
beni. Gel neredeysen. Cennet olsun yeniden.
IV-
Bir
cenneti özlüyordu Âdem bir de Havva'yı. Görmek, özlemin ateşi. Görmese, belki
ikisini de unutacaktı. Ama şurada. Şu çok dallı, zarif endamlı servi rüzgârda
salındıkça. Limon ağaçları bahar bahçe, meyve çiçek bir arada açtıkça. Portakal
dalları, turunç yaprakları, kokusunu ay ışığında rüzgâra bıraktıkça. Irmaklar
konuşup sular toprağın alnına kapandıkça.
Geniş
yapraklı incir, olgun meyveleriyle nar. Tadı buruk zeytin. Ağaçların arasına
süzülen ışık yağmuru.
Beyaz
sorguçlu kuşlar. Zarif ve masum ceylânlar.
Gülün
kokusu. Rengi. Teni. Bütünüyle kendi. Katmerlenmiş bir son ek zaafıyla; gülün
ta kendisi.
Göklerin
ve yerin gizleri.
Dünyanın
her hali. Her sebebi.
Bu
sürgün yerinde Âdem ne yana baksa her yerde cennet her şeyde Havva’yı
görüyordu. Her yer Havva, her şey Havva'dan oluyordu.
Mahzunluğu
çok derinlere indi.
Düştüğü
keder uçurumunda anladı Havva'nın kendisi için ne demek olduğunu.
Mahremiyetinde sırrı.
Utancında
örtüsü. O olmazsa insan olmanın hem sınavı, hem sebebi, hem sonucu eksik
kalacaktı. Bu yüzden Havva bir kez daha, Âdem’in Âdemliği. Sebebi, sonucu,
sınırı.
Onun
için özlemini küçültmedi Âdem. Bastırmadı. Sindirmedi. Küllemeye yeltenmedi. Onu,
bir özleme kendisini gönüllü terk ederek özledi. Bir cennet sürgününe mal olan
bu özleyişin Havva'sını belli ki kendisine bir avunmalık olsun diye
vermemişlerdi.
Şu
dağ, şu taş, şu toprak.
Şu,
denizi uzun uzun seyreden yağmur kuşu şahit olsundu ki güzelliğin kaynağını
böyle kuvvetle hatırlatmasa, Âdem, Havva’yı böyle hasretle beklemezdi. Aşkın
tarihçesinin bile olmadığı bir tarihte onu böyle büyük bir aşkla sevmezdi.
Böyle
çözülmezdi dizleri, kalbi dile gelmezdi.
Havva
belli ki içinde değil içinden çok derindeydi.
Yandı
Âdem bu yüzden yandıkça tükenmedi. Değil mi ki ondan sürgün edilmiş olsa bile,
cennetin hatırasını yitirmeyen bir kalbe güvenilebilirdi.
Âdem
yitirdiği cennetin hesabını dünya gözüyle yapmaya ancak o zaman başladı.
Havva’sız
bu dünya, bir cehennem yurdu.
Oysa
Havva olsaydı Âdem’in dünyası cennet olurdu.
V-
Cennetin
hatırası, Rabbin bağışı.
Pervanelerin
kanatları yandı.
Öyle
daraldı ki içi, Âdem bu dünyaya sığmadı.
Bu
dünya ona artık dar, anladı ki durmakla olmuyor. Ne kurduysa arkasında bıraktı.
Yolculuk
zamanı geldi çattı.
Kapattı
kapısını Adem. Salının yelkenini bağladı. Ummanlara açıldı.
Temsilin
yolculuğunda Âdem, kıyışız ummanlarda yol alır- ken, karardıkça kararan fırtına
bulutlarına rastladı. Yıldırımların yardığı yepyeni gökleri tanıdı. Lâcivertten
griye, siyahtan maviye. Üzeri tüllenen denizler gibi, görünüründen çoğunu suyun
altında saklayan dalgaları da aştı. Deniz şelâlelerinden geçti. Hepsi
birbirinin aynı dalgalara değil, güneşe ve yıldızlara bakarak yolunun
işaretlerini seçti. Günler gecelere karıştı. Gün geldi bu zorlu yolculukta
Âdem’in yolu ölüme kadar dayandı. Ama kavuşmak yazılmış ki alnına, sonunda
güzel yolcu her kazayı her belâyı atlattı. Dünyanın ilk seyyahı yeniden karaya
ayak bastı.
Bu
yepyeni diyarda, dünya âlemin, bambaşka çehreleriyle karşılaştı, bilmediği
yanlarını tanıdı. Serendip'te ismi bile okunmayan buz kırağı mevsimlere, coşkun
nehirlere, akıntılarının altında sakin sakin akan,derelere.. Meleklerden başka
muhatabı olmayan hiç bilinmedik yabancı kokulara, yabani çiçeklere, hiç
yaşanmamış zamanlara. Çok renkli kuşlara, ismi bir süre sonra unutulacâk ve
yerine yenileri konulacak olan hayvanlara rastladı. Ne kadar büyükmüş dünya!
Âdem şimdi biraz Baha şaşkın biraz daha hayrandı. Ama karar kılmadı oracıkta.
Havva’yı, bulmadan duramazdı.
Diyar
diyar ilerledi. Sarp tepelerle yüz yüze geldi. Dayanmanın en zor olduğu ânlarda
dayanabildi. Lâkin her defasında yeni bir tepe de karşısına dikildi. Gölgeden
kalkanlarla dağların hücumunu savuşturmaya çalıştı. Kumdan ummanları aştı.
Cennet:
Kaybettiği.
Havva:
Bulamadığı.
Yıllarca
Adem Havva'yı aradı.
Dört
unsur: Ateş-toprak-hava-su.
Üç
oluşum: Bitki-hayvan-maden.
Dağlar
taşlar elbirliği etmiş, onunla yürüdü.
Âdem
yürüdükçe buğday tarlaları yürüdü.
Yanıbaşında
sadık ve mahzun köpek, bahçesinde gülle bülbül.
Ardı
sıra gür yeleli arslanlar, önü sıra katar tutmuş turnalar.
Bütün
bir Asya'yı yürüdü Âdem.
Âdem
yürüdü, Asya yürüdü.
Havva’ya
doğru yürüdüğü yıllar boyunca Âdem. Hiç pişman olmadı. Şikâyet etmedi. Yoruldu
ama yolundan dönmedi.
Kalbi
hiç kaymadı. Bu uzun çile yolunda hiç yan basmadı.
Güveni
hiç sarsılmadı. Aşkın ipi hiç kopmadı.
Başka
türlü yol alamazdı.
Bütün
yorgunlukları arkasında bırakmış, aşılmaz zannedileni aşmakla onanmış. Bir kere
değil çok kere, bir şeyle değil çok şeyle sınanmış. Bir dünya yolculuğu
geçmişti üzerinden Âdem'in. Ayakları suya ermişti. Ama
belli
ki cennet bir kez yitirilse de kazanılabilir bir şeydi. Baştan ayağa dikkat
kesildi, Âdem, Havva'yı bekledi.
Onu
yalnız Âdem değil bütün bir âlem bekledi. Belliydi Havva’nın geleceği,
gelmeyecek olan böyle beklenmezdi.
Bir
rayiha harfi gibi içine düşen umutla Âdem, bekliyorum öyleyse gelecek, dedi.
Bu
kadar çok çağırdığı için. Bir devri kapadığını, bir devranı tamamladığını. Bir
eşiği geçtiğini hissetti.
Ân
geldi.
Yakıcı
sıcaklar saklanmış, sular serinlemişti. Tatlı bir rüzgâr esiyordu dünya âlemin
üzerinden, varlığın seyrüseferinden. Her şey nefesini tutmuştu ki dünyanın biri
bir ucunda, öbürü öbür ucunda olan o iki kişinin, ilk dünyanın bu ilk iki
sakininin bir araya gelmesi için izin çıktı.
Gerisi
kolaydı, zor değildi.
Âdem,
Havva ile, iki dünyanın birleştiği yerde bir araya geldi.
Giden
Âdem'di ama Havva geldi.
Gelen
Havva değil, yitirilmiş cennetti.
Havva
geldi.
Yer
ürperdi önce. Denizin kıpırtısı, rüzgârın direnişi hafifledi. Ağaçlar kulak
kesilirken vahşi hayvanlar iç geçirdi.
Daha
önce böyle bir şey görmüş değillerdi. Bütün ilgileri bir seyir lügatçesinde
toplanırken, Havva'yı ilk kez gören cennet sakinlerine benzemişlerdi.
Havva,
bir başına değildi.
Akzambak,
amber, inciçiçeği.
Vadi
karanfili. Dağ lâlesi.
Bir
çiçek saltanatını. Gül fırtınasını. Ardı sıra sürükleyerek geldi.
Gitmiş
de vazgeçmiş gibi. Ölüp de dönmüş gibiydi.
Işıklı
bir yağmurun içinde oldu buluşmaları.
Bir
yerde değil her yerdeydiler şimdi. Adım attıkları yerde mor yapraklı kır
menekşeleri bitti. Yüzlerinde onca yorgunluğun güzelliği, aynı yolların
yolculuğu. Denk düştü sevinçleri, birbirine karıştı.
Dağ
dağa kavuşur gibi Âdem Havva'ya kavuştu.
Âdem,
Havva'ya doğru yürüdü. Bütün bir dünya macerası onunla birlikte yürüdü.
Uğultusuna
rüzgâr, ırmağına su yürüdü.
Minicik
adımlarındaki yorgunluğa bakınca Âdem anladı ki Havva da durmamış yürümüştü.
Dünya
toprağının üzerinde, iki ırmağın iyice yaklaştığı yerde karşılaştılar. Diyelim
ki Mekke cihetinde, evlerin en güzelinin makamı, ismi ezelden belli Kâbe
toprağında, Arafat'taydılar.
Irmakların
biri devam etti kendi yönünde akmaya. Diğeri dayanamadı, bu büyük buluşmaya
karışmak istedi. Akış yönünü ters çevirdi. Şimdi artık Havva ile Âdem’in
ayaklarının dibine doğru akan bir nehirdi.
Âdem,
Havva ile yüz yüze geldi.
Dünya,
nihayet “cennet gibi” değil, ilk kez cennetti.
Âdem’in
dünya gözüyle ilk görmesiydi Havva'yı.
Tanışıp
bilişmeleri, ısınıp sevişmeleri için zamana gerek yoktu. Ezelden tanışlardı
zaten. Âdem karşılaştığı yüzü, hani konuşup kaynaştıydı, hatırladı. Cennet
şelâlesinin, su damlacıklarını saçlarıyla savuran Havva’sını geçmişi hatırlar
gibi hatırladı, geleceği tanır gibi tanıdı.
Cennet
aşkına benziyordu bu hatırlayışta sevmek.
Her
şey Havva’ya hatırasınca önemliydi. Zaten Havva da her şeydi şimdi.
Dünyanın
o en tenha zamanında bile, bir çehreyi milyonlarca benzerinden ayırıp, işte bu,
der gibi. Öyle tanıdı Âdem Havva’yı, öyle kendisinin bildi. Yine de bildiğini
bilmek ister gibi sordu Âdem: Sen misin?
Benim
ya ben, dedi Havva. Baştanbaşa sen'im.
Mavi
bir bulut ışığında durdular. Cennetten sürgün edilmişleri de gölgesinde
barındıran bir dünya ağacının altındaydılar.
Âdem,
bir şeye dayanmak istedi. Ağaca baktı, Havva’ya yaslandı.
Havva
döndü yüzünü, derin bir tebessümle elini uzattı, ağacın gövdesini okşadı.
Ağaç
gülümsedi, eğdi başını.
Baktı
Âdem. Havva. Yine güzeldi.
Ama
su gibi değil ışık gibi de değil. Artık toprak gibi güzeldi.
Yanıktı
teni, dudakları kavrulmuştu.
Alnında
bir dünya yorgunluğu, bedeni ter damlası. Saçları rüzgâr kokusu, elleri tuz
çatlağı.
Cennet
masumiyetinde değildi artık bu güzellik. Ama yunmuştu yıkanmıştı. Yeniden
saflaşmış, aslına varmıştı.
Yaratılış
ânı kadar berrak. Bağışlanma ânı kadar inandırıcıydı.
Belli
ki Havva da kaderin fırtınasından, kasırgasından geçmişti. Şimdi kaderini
sahiplenenlere özgü güzellikle güzeldi. En fazla da gözlerinin derinine sinmiş
şu dünya elemiyle güzeldi.
Havva
şimdi Âdem’e, cennet kapısında son kez görüştükleri ân kadar yakın, araya giren
dünya sürgünü kadar uzaktı. Onun yüzünde Âdem, kendi yüzünde
değişenin
de ne olduğunu anladı. Öyle buldu Havva’yı kendisine öyle rastladı.
Havva.
Eksilmiyordu hâlâ. Hâlâ her ân yeniden doğuyordu. Öyle zenginleşiyordu ki onu
ilk kez görmekle son kez görmek arasında hiçbir fark yoktu.
Yüzüne
bir dünya çilesi çökmüş olsa da, hâlâ kulağının arkasında bir ırmak çiçeği,
gözlerinin arkasında uzak uçurumlar vardı. Ve bedeni hâlâ cennetten sökülmüş
bir fidandı.
Yani
hâlâ Âdem'in tamam zannettiği her güzellik Havva’nın sadece bir parçasıydı.
Havva
Âdem’in aşeka otu, sarıl-sarıl-sarmaşığı.
Dünya
yüzünde gördüğü en güzel yüze baktı bir kez daha Âdem.
Yumdu
gözlerini.
Bildiği
her şeyi bir kez Havva’da unuttu. Sonra açtı gözlerini. Her şeyi Havva olarak
hatırladı.
Koydu
aşkın ismini. Bir kez unutmak sonra hepsini hatırlamaktı.
Yeni
bir şeyi değil can yitiğini bulur gibi.
Zamanlarca
kaybedip de sonra aniden kendini bulmuş gibi. Ama bulduğu, o eski kendisinden
çok daha çokmuş gibi. Zor olan aşılmış, bundan sonrası olurmuş gibi.
Başını
Havva’nın sağ omzuna gömüp de bin yıllık gözyaşıyla hıçkıra hıçkıra
ağladığında. Bütün sesler kesildi. Âdem sadece Havva'nın, bırak üzülmeyi, artık
ağlama,
diyen sesini işitebildi. Karardı gözleri, dahasını görmedi.
DÜNYA HAZZI
Cennette
bütün sözcükleri öğrenmişti de Adem, dünyada Havva’ya her Havva dediğinde güzel
sözcüğünü yeniden ezberledi. Her şey aşka âşıkken, aşkın bir tek güzelliğe âşık
olduğunu öğrendi. Galiba bu dünyada aşk arazdı da güzellik cevherdi.
Ne
zaman ki dünya üzerine çöker gibi oldu, yer ayağının altından kaydı, Âdem bir
dağın altında kaldı. Uzak durma, yaklaş bana, dedi Havva’ya.
Havva
böyle zamanlarda tebessümüyle sardı, sesiyle avuttu Âdem'i. Bir çocuk gibi
başını okşadı.
Sıcaktı
teni, Âdem'in gecesine güneş kattı.
Havva
olunca yanında, dünya? Katlandırdı.
Dünya
dedikleri bir cennet mahrumluğu.
Yaklaştıkça,
Havva'nın yurdu cennet.
Ama
sonu var, sonsuzluğu yoktu. Bir adım sonrası, Âdem düşüyordu.
Her
defasında ışıklı, nurlu, selli pullu bir suya verdi kendisini Âdem. Başı göğe erdi.
Her defasında can tene, ten cennete değdi.
Ama
eksikti. Elinden gelse Âdem geriye hiç dönmezdi. Ama her defasında ardından
sürgün geldi. O ne kadar kalmak istese de geri çevrildi.
Dünya
hazzı! Âdem Havva'ya her dokunduğunda, gözlerini yumup da tepeden tırnağa Havva
olduğunda, cenneti içinde hazır, kendisini cennete nazır buldu. Ama gözlerini
her açtığında dünya yerinde duruyordu.
Havva?
Âdem
ona bin adım atıp da o Âdem’e doğru bin bir adım attığında, yaklaştığında.
Gözlerini yumdu. Âdem’le cennetlik olmuştu, Âdem’le dünyalık oldu.
Suyun
suya karışması gibi değil, toprağın suyu kabul etmesi gibi kabul etti Âdem'i en
derûnuna. Her defasında Âdem'den de ona cennet aktı. Ama dünyaydı burası. Her
defasında yasak meyvenin yanıbaşındaki Havva’ydı. Ve gördükleri yarım kalan o
rüyaydı.
Yasak
ağacın altında bilmiş olmanın ona armağan ettiği suç ortaklığıyla, suçu
işleyecek olan bütün kadınların annesi ve suçun diğer ortağı bütün erkeklerin
de annesi olacak olan Havva.
Cennetten
hayata geçtiği ânda.
Yüzündeki
cennet izinin kedere döndüğü sırada. Kıyamet koptu.
Bunca
zamandır dünya toprağındaydı ya ilk kez hayata karıştı Havvacık.
Bir
damla kan. Rüyası bozuldu.
Bir
damla kan. Cennet kadınını sürgünlük toprağının Havva’sı kıldı, ama aynı bir
damla kan sürgünlüğün Havva’sını bütün bir insanlığın da anası yaptı.
Kanın
olduğu yerde hayat ile ölüm, arı ile kirli iç
içe.
İnsan
olmak rahimlerde bir damla kanla başlıyordu.
Ana:
İnsan olmanın isimlerini sıralayan Kelimeler Kitabı'nda taç sayfa oydu.
Daha
yükseği yoktu.
CENNETİN HAVVA’YA HEDİYE GÖNDERMESİ
Gün
geldi geçti kendi gözlerinin içinde bambaşka bir ışık buldu Havva, ruhtu, bir
daha ruh oldu. Kendinde bir başkalık buldu. Bütün dünya nimetlerinden tiksinir
oldu. Buğdayın taze ekmeğe sinmiş tadı, zeytinin buruk kokusu, otların sarı,
yeşil, kahve rengi. Bir kokusu, rengi ve tadı olan her şeyden ikrah etti. Suyun
kokusu, rengi, tadı yoktu ya Havva sudan bile iğrendi.
Nasıl
olurdu?
Ama
oldu.
Havva’nın
canı bir tek taze kekik, yeşil elma, ekşi erik istedi. Öyle çok istedi ki.
Şaşıp kaldı Âdem.
Hayret!
Havva elma sevmezdi.
Zaten
elma isteyen de Havva’nın kendi canı değildi.
O
zaman anladı Havva canına can katıldığını. Tek değil iki can taşıdığını. Ve
dahi üzerinden kaç yıl geçse de o canı hep taşıyacağını. Okşadı karnını. Elinin
değdiği yerde gül bitti. Okşadı karnını bir kez daha, canına diken değdi.
Canım,
dedi, canı yerine geldi.
Canım,
dedi, canı eksildi.
İstekleri
hiç bitmedi Havva’nın. Her istediğini az çok bulup getirdi Âdem. Ama Havva ne
çok şey istedi. Sonra gün geldi bütün isteklerinden vazgeçti. Sadece bir
isteğinde diretti. Fakat inanılır gibi değildi!
Havva
daha evvel tattığı bir cennet meyvesini hatırlamıştı. Dünyanın nimetleri
yetmemiş de, bir cennet yemişini, onun kokusunu, rengini, lezzetini
arzulamıştı. Gelip cennetin kapısına dayanmıştı.
Âdem
şimdi ne yapsındı? Havva'nın istediği o cennet yemişini bir türlü bulup da
getiremedi. Olsaydı esirgemezdi elbet ama olacak şey miydi?
Olmayacağını
Havva da biliyordu bilmesine ya yine de, canı yandı. Güneşi renginde, ışığı
suyunda, cenneti kokusunda saklayan o yemişi bir türlü aklından çıkaramadı.
Üstelik dünyaydı burası. Unutmuştu cennet kelimelerinin bir kısmını Havva. O
yemişin ismini bile tam hatırlayamadı.
Ama
nereye gitse aklında o koku, o renk, o lezzet, o hatıra. Bir diş alsa ruhunun
ağırlığı, bedeninin sızısı kalkacaktı ortadân. Bir ısırsa canına can
katılacaktı.
Arzulamakla
kalmadı Havva. Acı doldu içine. Bir meyveyi arzulamak nasıldır, hatırladı.
Arzusundan utandı. Ama bu bambaşkaydı. Rahmetin eli dokunuyordu bu arzuya.
Havva cennetteki kadar saftı.
Bu
arzuyla,uyuyamadı, bu arzuyla uyandı bir sabah. Yürüdü gün boyunca. Ter bastı
ağırlaşmış bedenini. Saçları sırtına yapıştı. Yoruldu. Bir ağacın gölgesine
sığındı. Ağaç orada dalları yapraklarıyla, yarısı yeşil yarısı allarıyla
duruyordu. Filizleri çoktu ama meyvesi yoktu. Meyvesiz bir ağaç olmakla
yazgılanmıştı ve dünya yüzünde yaratıldığı günden bu yana, neden meyvesiz
yaratıldığını hiç anlamamıştı. Başkaldırmamışsa da içi hep acımıştı.
Öyle
bir ağırlık çöktü ki üzerine Havva’nın, ağacın altında, uzanarak değil
yaslanarak uyudu. Sırtının ağrısıyla uyandı. Uyandığında, içindeki canın isteği
yerinde duruyordu, üstelik eskisinden de çoktu. Mahmurluğunu üzerinden atıp da
kendisine geldiğinde Havva başının üzerindeki geniş ve yeşil yaprakların
arasında güneş renkli cennet elmasını buldu.
Elini
uzattı. Alçacık dallardan birini kendisine
doğru
çekti. Kopardı hoş kokulu meyveyi. İlk ısırığı aldığı ânda cennetin kendisine bir armağan gönderdiğini anladı.
Havva
ne de olsa, cennetten çıkarken annelik duygusunu yanına almış kadındı. Şefkatin
elleri geçti gözkapaklarının. üzerinden. Şefkate en muhtaç olduğu bu ânda Şefik
olanın kendisini yalnız bırakmadığını anladı.
Hafif
bir yükle yüklüydü önce, gittikçe ağırlaştı. Bu yükün ağırlığıyla kadınlığın
sırrına erdi. Hafif bir uyku bürüdü gözlerini. Attığı adıma dikkat etti.
İçinde
eksik değil çoğalan bir parça vurup durdu. O parça ilk kıpırdadığı ânda, cennet
yaklaştı. Böylesi hiç olmamıştı.
Ana
rahminin sıcaklığında, Rahman ve Rahim olanın adıyla, evlâtlarını sakladı.
Büyüttü, taşıdı. Dünya üzerine kendisinden bir sevgi bırakanın adını andı.
Doğum
vakti gelince Havva'nın kasıklarına öyle bir sancı saplandı ki yüz üstü yere
kapandı. Kıvrandı binbir büklüm. Olmadı. Ayağa kalkmaya kalkıştı. Duramadı. Tek
başına. Dizlerindeki derman boşaldı.
Can
havliyle en yakınındaki ağaca, cennet elmasına sarıldı. Ter, alnından damladı
önce, sonra bedeninin her gözesinden fışkırdı. Fazla uzun sürmedi doğumların bu
ilki. Canından can, teninden ten, etinden et koparken Havva artık tek çığlıktı.
Tek
avazda kurtuldu.
Öyle
bir avaz ki ama, yer duydu, gökler duydu. Havva’nın yaşadığı, o çok düşündüğü
kıyametin penceresinden bakıp gerisin geri dönmekten farksızdı.
Korkunç
sancılarla bedeninden kopan şeyi kucağına aldı. Saracak sarılacak ne varsa
onunla sardı. Korudu kolladı. Öptü kokladı. Böyle tanıdı anneliği Havva. Âdem
anneliğin ismini böyle hatırladı.
Bastırdı
göğsüne yavrusunu annelerin ilki. Saçlarının kuytusuna gömdü cennet kokusunu.
Göğsünden ilk sütü emdiği ân. Öyle yükseldi ki ruhu Havva’nın, başı arş-ı
Rahmana vardı. Cennetten sürgün edilmiş kadının cennet şimdi ayaklarının
altındaydı.
Havva’nın
kucağındaki de Habil değil Kabil'di. Neydi ki annelik, bu hesapta oğul değil
anne muteberdi.
Ve
bu bahis sonunda söylemeli ki Âdem’in kelimeleri arasında iyi ki unutmak vardı.
Eğer
unutmak olmasaydı Havva ve onun soyundan gelen hiçbir kadın bir daha asla,
ikinci bir çocuk doğurmayı, canından can kopartmayı, kanından kan boşaltmayı
göze alamazdı.
Lâkin
geçen zamanın üzerinde unutuş vardı.
Nasıl
yaratıldığını hatırlamıyordu Havva. Ama kendisi eğer gerçekten Âdem’in
böğründen bir kez çıkarılmışsa, onun ana rahminin sıcaklığından ikişerli
onlarca kez Âdem'ler dünyaya geldi.
Kelimeler
Kitabı'nın isimler sayfasında, ikizleriyle birlikte, Kabil'i Habil, Habil’i
diğerleri izledi.
Âdem’e
gelince. Hem cenneti hem dünyayı hatırında taşıyan Âdem. Bebeğin yüzüne baktı
uzun uzun. Yanağını değdirdi yanağına. Dudaklarının üzerinden parmağını,
gözlerinin üzerinden busesini geçirdi. Onunla göz göze geldi. Cennet kokuyordu,
kokusunu içine çekti. Cennette bıraktığı o gülümseme bunca zamandan sonra ilk
kez geldi Âdem’in yüzüne yerleşti.
Havva’yı
dünya gözüyle gördüğü gün bile böyle gülümsememişti.
Ey
oğul, dedi, nereden geldiğini biliyorum ben. Ama sen hatırlamayacaksın. Bir tek
benim haberim var.
Umarım
anlattıklarıma inanırsın.
Kabil
ve Habil.
Her
ikisi de saflardı, çocuklardı.
Melek
değillerdi ama melekler kadar masumlardı.
Ne
zaman ki Habil masmavi, yumuşacık bir bakışla ve Kabil kum yeşili gözlerinin
yabanıl çekiciliğinde, bambaşka güzelliğinde boy verip de bambaşka bir bakışla
baktılar Âdem’e. Baba, diye ses verdiler. O da oğul, diye karşılık verdi. Âdem
kendisine öğretilen kelimelerin arasında, bu kez tam da kendisine ayrılmış sayfada,
baba'yı ayırdı da oğul’u tam kesti remedi.
Ne
de olsa Âdem, babaydı da oğul değildi.
Baba
olmayı bildi de oğul olmak, onda sadece ilimdi.
IV. ATIN BU HİKÂYEYE GİRMESİ ATIN BU HİKÂYEYE GİRMESİ
Bütün
bunlar olurken, bunca sahife boyunca bütün bunlar size anlatılırken, dalların
yaprakların arasından bir çift göz, açık değil gizlice, kayıtsızlıkla değil
ilgiyle, kimi korkuyla kimi hevesle, ama hep de merakla Adem’i seyretti.
Adem
onun henüz farkında değildi. Ama Serendip yolunu yürürken de, zümrüt kuşunun
yabancılığıyla canı yanar, ilk ekmekle avunur, ilk kez hastalanırken de.
Dünyayı önce cennete sonra cehenneme, sonra hem cennet hem cehenneme
benzetirken. Nihayetinde Âlemlerin Rabbi'ne çıkan yolu her yanda görüp
sürgününü sıla edinirken, dünyayı içine sindirirken de. Havva’ya bir dünya
ağacının altında kavuşurken, kucağına aldığı ilk bebeğe oğul, derken de.
Üzerinde bir çift gün ışığı sezdi. Teninde bulutların arasından sızan bir
okşayış, seyrinde bir bakış hissetti.
Başını
geriye her çevirdiğinde, alev saçan bir çift gözle göz göze geldi.
Henüz
evcilleşmemiş at bu hikâyeye böyle girdi.
Henüz
evcilleşmemiş at bütün bu hikâye boyunca Âdem’in sayfalarının arasında bir
koştu bir durdu. Ayak sesleri bir kesildi bir duyuldu.
Bir
gerçekti bir hayal oldu. Bir göründü bir yok
oldu.
ATI ÂDEM’İN İLK KEZ GÖRMESİ
Kaçınılmaz
karşılaşma, ikisinin de inmeye mecbur oldukları yerde, ırmağın kıyısında, ay
ışığında gerçekleşti. Geceydi. Soğuktu ayın ışığı. Her şey maviliğin
sükûnetinde yüzerken kendi teninde artıyor, gayrinde başkalaşıyordu. Bu hayal
denizinde ses yoktu seda yoktu. Bir ses verme kabiliyeti olanların tümü
susmuştu. Gece kuşlarının, en yırtıcı hayvanların bile dilleri tutulmuş, bütün
bir tabiat nefesini tutmuştu. Göklerin kapılarının açılmasına ramak kalmış, meleklerin
kanatları sürtünse birbirine duyulacaktı ki onu gördü Âdem.
Su
içiyordu.
Ön
ayakları bileklerine kadar suya batmış. Yansıması suyun parlak yüzüne yayılmış,
uzanmış. Tatlı bir rüzgâr yalıyordu gür ve parlak yelesini. Ay ışığı güzel
sırtını, sert sağrısını okşuyordu. Öyle zarifti ki, o su içerken, suyun
yüzünden bir ürperti bile geçmiyor ve dalların yaprakların gölgesi, hayır,
onunla birlikte eğilmiş su içmiyor, sadece onu seyrediyordu.
Işık
saçıyordu. Ânbeân karanlıktan sıyrılıyor, gecenin içinden çıkıyordu.
Bir
tutam deniz köpüğü, bir içimlik suydu sanki. Ama, ay ışığında bile fark etti
Âdem, alnından burnuna doğru çatallanmış damarlarına ve burun deliklerinin
açılıp kapanmasına bakılırsa öfkeli bir ateş mağarası da onun içinde gizliydi.
İnkarcıyken
teşvikçi. İsyan ederken muti.
Reddederken
razı. Yalanlarken onaycı.
Çetin
ve inatçı. Aynı zamanda ölene dek bağlı.
Çok
güzel. Çok değerli.
Ve
çok soylu. Çok soylu.
İlk
bakışta anladı Âdem onun çetrefilini. Yerden göğe kadar, aynı ânda birbiriyle
uyuşmaz iki şeydi. Ve şimdilik gelmekten çok gitmek gibiydi.
Ürperdi
Âdem. Ses çıkarmadı. Büyülenmiş gibi, olduğu yerde dondu kaldı. O kadar ürkek
duruyordu ki, onun yok olmasından korkarak, bir adım bile atamadı. Dalların
yaprakların arasına saklandı, sadece baktı. Gözlerini, gizlice gördüğünden
alamadı. Baktıkça doyamadı. Bakmaya kıyamadı. İçine çekildiği bu güzelliğe, bu
dostluğa, bu sıcaklığa, bu çekiciliğe ama bu mesafeye, ilk ânda bulup da bir
isim veremedi. Onu, tanıdığı canlılardan hiçbirisine benzetemedi. Neden sonra
bildiği kelimeler arasından at'ın ismini seçti.
Çok
geçmedi. Suya kanmıştı at. Gecenin içinde aniden belirdiği gibi, aniden de
gitti. Ondan geriye kalan, suyun üzerinde iç içe açılıp kapanan bir yığın
sessizlikti. Bir tül hayaleti.
Sular
tüllenirken Âdem bilmedi ki, gördüğü, rüya mıydı gerçek miydi? Bildiği, kelime
gerçeğinden, rüya bilgisinden öteye geçmedi.
At,
diye mırıldandı bir kez daha. Ama yetinmedi. Her şeyin ismini koymaktı Âdem'in
mizacı. Onu bir cins olarak bütün benzerleriyle birleştiren bu ismin dışında,
sadece ona has ona mahsus bir ismi de bulup bir
yerlerden
çıkarmak, ona o isimle seslenmek yani onu sahiplenmek istedi. Ama o isim bir
türlü dilinin ucuna gelmedi. Âdem, Leylî diyemedi.
Yine
de. Parmağının ucuyla göklere, su içen bir at resmi yaptı. Ay ışığını da ihmal
etmeden gölge resmini tamamladı.
İkinci
kez kahve ağaçlarının altında karşılaştıklarında vakit sabahtı. Güneşin
yalansızlığında arıydı duruydu dârıdünyanın renkleri, gölgesizdi, seçikti, ve
at da en az Adem kadar gerçekti.
Adem’in
dikkatini en evvel onun perçemleri çekti. Tarçın ağacının kabukları kadar
kırmızıydı bu perçemler ve atın gözlerine kadar inmişlerdi. Göz gözelerdi
şimdi. Lâkin gözlerindeki bakış hariç tutulursa at, bir taş kadar hareketsizdi.
Adem
neşeyle gülümsedi.
Kırmızı
perçemleri gözlerine, gür yelesi boynuna, güzel teri koynuna dökülmüş atı, bu
güzel varlığı tanıdı. Hani, bir gece önce ırmağın kıyısında, ay ışığında
karşılaşmışlardı.
Âdem’in
bedeninin özü topraktı. Ama at, hareketsiz dururken bile uçmaya hazırdı ve
sanki göklerden inmiş, en soylu seher rüzgârlarından yaratılmıştı. Ve eğer
gerçekten rüzgârdan yaratılmışsa, şu saçak saçak perçemler, gözlerinin üzerine,
alnının ortasına her halde onu Yaratan'dan armağan, son bir övünç nişanesi
olarak bırakılmıştı. Çünkü bütün güzellikler bu perçemde asılıydı.
O
kadar çok, zamanın zamansızlığa, bedenin ruha, koşmanın kanatlanmaya, imkânın
imkânsızlığa karıştığı karar noktasında, bu dünya ile o dünya, gerçek ile rüya
arasında duruyordu ki at, Âdem merak etti. Bu güzellik bir tek isme sığmazdı.
Baktı Kelimeler
Kitabı'na.
Birden fazlaydı isimleri. Hepsini bir bir gözden geçirdi. Ümmetlerin lisanında
at, kimi zaman hayal, kimi zaman akıl, kimi zaman ruh anlamına da gelen
sözcüklerle adlandırılacaktı. Gülümsedi Âdem. Başka türlüsü? Zaten olamazdı.
Âdem
zihnini tekrar yokladı. Sayfaları başka bir cihetten çevirdi. Kelimeler
Kitabı’nda at, “insanın kutlu dostu, evvel, evcil” hanesine sicillenmişti.
Lâkin bu sicilde de bir çetrefil gizliydi. Çünkü Âdem şimdi, karşı karşıya
durdukları şu ânda onun ruhunu okurken, ruhundan öte yazgısı da önündeydi. Ve
atın hamurunda özgürlük duygusuyla insana hizmet arzusu birlikteydi. Doğası
özgürlük, yazgısı insana hizmetti onun. Fakat yazgısı ile doğası arasında,
doğası baskın gelecek gibi görünüyordu. Yani en fazla boyun eğdiği ânda en
fazla başkaldıracak olan da oydu. Fakat susuzluktan dili damağına yapıştığı
ânda bile çağrıya uyacak, emre itaat edecek, pınardan geri dönecek gibi
duruyordu. Ne garip bir hesaptı bu!
Üzerinde
fazla durmadı Âdem. Seyrine devam
etti.
Yabandı.
Henüz hiçbir insan eli gözkapaklarına, alnına, ipeksi tüylerine dokunmamıştı.
Kuyruğuna düğüm atıp sağrısını okşamamıştı. Uzun, kavisli ve güçlü boynuna
sarılıp, hüznünü yelelerine saklamamıştı. Kulağına bir sözcük fısıldamamış,
derdini ona anlatmamıştı. Kendini ona bırakmamış, gözyaşlarını gözlerine
akıtmamıştı. Yüzünü yüzüne, gözlerini gözlerine sürmemişti ve gözpınarları gibi
kirpiklerinden de öpmemişti.
Ama
atın ona dost, ona arkadaş, ona en sadık olarak yaratıldığını da okudu Âdem
kelimelerinden. Birlikte atılacak adımları vardı. Yan yana olunca kuşkusuz daha
çabuk yol alacaklardı. Öyleyse, bir yerde buluşmaları kaçınılmazdı.
Bilgisinin
tatlı sevinci ve içinin güvenciyle bir adım attı Âdem. Sadık dostuna bir tanışlık
vermek, ondan bir tanışlık almak, boynunu okşamak istedi. Biliyor musun bütün
bir insanlık seninle yürüyecek yolunu, diyecekti ki:
Celâlle
sıçradı yerinden at.
Yelesi
rüzgârda savruldu. Terliydi. Yay gibi gergin ve hiddetliydi. Soylu bir öfke
saklıydı kaslarının seğirmesinde. Ama düşman da değildi.
Adem
hayret etti fakat yılacak gibi değildi. Peşinden seğirtti. Âdem de dünya
üzerinde en az kırmızı perçemli at kadar gençti.
Hayır!
O kadar basit değildi. Ele avuca gelmesi imkânsızdı atın. Boynuna bağ sırtına
dağ vurulmaz gibi duruyordu. Âdem koştukça o kaçtı. Ama her kaçışında Âdem’in
kokusunu ayırdı rüzgârda, ona kendi kokusunu bıraktı. Âdem yoruldukça o
hızlandı. Âdem kovalamaktan yoruldu da kızıl perçemli at kaçmaktan yorulmadı. O
koşarken Âdem'in dünya zamanına dair bütün bilgisi alt üst oldu. Sür’ati,
zamanla bile yarışılabileceğini fark etti.
Ân
geldi Âdem durdu, Âdem durunca at da durdu. Gözlerini dalların budakların
boşluklarına uydurdu. İnsanın onu merak ettiği kadar o da insanı merak etti. O
da galiba insan gibi, üzerinde ilgi görmeye istekliydi. Göğsü inip kalkarken
kızıl perçemlerinin arasından derin derin baktı. Sanılır ki ne kadar güzel
olduğunu bilerek baktı Âdem’e, güzelliğini göstermek arzusundaydı.
Günlerce
sürdü bu kovalamaca.
Her
defasında aralarında sabit bir mesafe kaldı. Adem ona ancak uzaktan baktı.
Ama
tanımasına tanımak kattı.
Her
defasında farklı bir yürüyüşle yürüdüğünü fark etti onun. Hareketlerinin bütün
gizemi, ruhu, duyguları, kalbinin vuruşları ayaklarının ucundaydı. Adımları, mutluysa
farklı, öfkeliyse farklı. Neşeliyse, canı oyun istiyorsa daha da farklı. Çapraz
adımları, iki yanlı koşar adımları, dört ayak-bir toplanış-bir açılış
koşmaları, neredeyse uçmaları vardı. Âdem onun en fazla da her ayağını yere
farklı zamanlarda vurduğu dört zamanlı yürüyüşüne hayran kaldı. Böyle
zamanlarda ayakları yerden kesiliyordu, uçuyordu bir ân için. Sonra yine yere
dokunuyordu.
Bunca
adım, bunca koşma arasında bir defasında Adem ona bir boy mesafesince yanaşmayı
başardı. Onu ilk kez bu kadar yakından görüyordu. Daha fazla yaklaşmaktan
korktu. At da bir adım atmadı boynunu uzatmadı.
Ama
bu kadar yakındayken Âdem gördü göreceğini. Gördüğü de ancak güzellik
sözcüğünün eşanlamlılarına çevrilebilirdi.
Uzun
kirpiklerle gölgelenmiş, kahve ağaçlarının rengindeki, içi hayal ile dolu
gözleri. Ağır ağır kirpik indirişi. Hüzünlü ve mağrur bakışlarla, sükûnetli bir
meydan okumayla, sevimli bir merakla Âdem’i seyredişi. Başını çevirişi, aniden
yön değiştirişi. Boynunu eğişi, alnını rüzgârda serinletişi.
Hiçbir
meziyeti, hiçbir mahareti olmasa bile. Bu görünüş. Bu güzellik. Vallahi
yeterdi. Her şeyi güzeldi. Her şeyi sevilebilirdi. Hiçbir şey yapmazken bile.
Büyüleyiciydi.
Fakat
Âdem onun en fazla da ruhuna bağlandı. Çünkü bu ruh. Neredeyse dile gelecek,
konuşacaktı.
Diğer
yandan asi ve kibirli. O kadar kibirli ki bu kibir ancak boyun eğmeyle
yatışabilirdi. Gelgelelim onun içinde saklı bu ruha, eğer biraz dikkat etmezse
insanoğlu tutsak olabilirdi.
Öyleyse
önce bu ruha bend olmak onu kayıt altına almak lâzımdı. Cesaret etti Âdem. Bir
adım ilerledi. Bir ân için onun terli ve sıcak sırtına dokunabildi. Hayat vurdu
bileğinde. İçine öyle tatlı bir dostluk aktı ki, neden hâlâ bu kadar uzaklar
birbirlerinden bir türlü anlayamadı.
Neden
hâlâ bu kadar yabancılardı?
Oysa
Âdem onun ismini her düşündüğünde bir resim geliyordu gözlerinin önüne. Kırmızı
perçemli bir at. Buna benziyor fakat tam olarak da bu olmuyordu. Farklı olarak,
beyaz bir akıtma seçiliyordu alnının üzerinde. Damla biçiminde. Geliyor ve
hafifçe kişniyor, Âdem’i çağırıyordu.
Git,
demiyordu bu kez, kalıyordu.
Yelelerini
akıtıyordu uysallıkla, başını bırakıyordu. Ve bütün bunlar Âdem'in kapısının
önündeki pembe çiçekli, kırmızı gövdeli, kırmızı yapraklı tarçın ağacının
altında oluyordu.
Pembe
çiçeklerini açmıştı çoktan tarçın ağacı. Irmak bulutu. Yağmur sabahı. Resim
aynı. Mevsim aynı. Öyleyse atın şimdiye değin çoktan gelip Âdem’e boynunu
uzatması gerekmiyor muydu?
Ona
sadık, ona yakın, ona dost.
Böyle
olması gerekiyordu ama işte olmuyordu.
At
bir kez boyun eğse, küçültse gözbebeklerini, dönüşü olmazdı, başlayacaktı
dostluğun hikâyesi.
Ama.
Hafifçe
kişnedi. Toynak vurdu toprağa.
Korkuttu
Adem'i. Asilik gösterdi.
Boyun
eğmedi, küçültmedi gözbebeklerini.
Kelimelerinden
şüphe etmedi Âdem. Hafızasına güvenmemeyi yeğledi. Demek zamanı şimdi değilmiş,
dedi. Eğer kelimesi yazılmışsa, bu gerçekleşmeyi nasılsa kimse engelleyemezdi.
Sabırsızlıktandı Âdem'in hamurunun mayası ama yavuz dünya ona, sabrı da
öğretmişti.
Üstelemedi.
Beklemeyi bilirdi.
Fakat
beklediği o uzun süre içinde onu hezaran çiçeklerinin, fundalıkların, ufukla
nerede birleştiği belli bile olmayan çayırların ortasında, bulutların hizasında
uçarcasına koşarken her gördüğünde. Âdem’in diline ata ilişkin o kadar çok
kelime eklendi ki; kelimelerin emanetçi efendisinin çiçeklere, barınmaya,
beslenmeye, hayata tutunmaya ilişkin kelimeleri bile bu kadar çok değildi.
ATIN ANNE OLMASI VE...
Zaman
zamanı, yıllar yılları kovaladı. Baharlar, pembe çiçekler gelip geçti tarçın
ağacının üzerinden defalarca. Çocuklar, bahar fidanları gibi boy attı.
Günlerden bir gün Âdem, bir yanında Habil bir yanında Kabil, kızıl perçemli
atın gezindiği yerlerde buldu kendini.
Ne
ki bir gariplik vardı. Kızıl perçemli at yoktu ortalıkta, görünmüyordu.
Yamaçlara vurmuyordu kendisini, menevişli bulutlara baş çekmiyor, sonra tutup
bir ağacın arkasına saklanmıyordu. Gözlerini dalların yaprakların boşluklarına
uydurarak Âdem’e bakmıyordu. Onu kollamıyordu.
Çağırıp
da kaçması gerekirdi, oysa ne çağırıyor ne de kaçıyordu.
Çok
geçmedi. Ses, varlıktan önce. Hafif bir inilti duyuldu. Adem bir adım attı,
derken çalılığın arkasında kendisini onunla yüz yüze buldu. Sağrısına bir ân
için dokunabildiği günden sonra, hiç bu kadar yakın olmamışlardı. Böylesine
uzun bakışmamış, nefes nefese duruşmamışlardı.
Kızıl
perçemli at kendisini kum yaprakların, sararmış otların arasına atmıştı. Güzel
başını, sıcaktan ufalanmış, dağılmış toprağın üzerine bırakmıştı.
Ter
akıyordu boynundan. Perçemleri alnına, yeleleri göğsüne, boynuna yapışmıştı.
Sırılsıklamdı kuyruğu. Burun delikleri genişlemiş, damarları neredeyse
çatlayacaktı. Gözleri kocaman açılmış, yuvalarından fırlamış, kanlanmıştı. Ve
yanağına doğru bir gözyaşı, damlamıştı, sızmıştı. Çok acı çektiği her halinden
belliydi ve belli ki her haliyle çaresizdi.
Âdem’le
göz göze gelince yerinden doğrulmaya, bir hamle yapmaya bile gücü yetmedi.
Kendisini hiç bu kadar ele vermemiş, oluruna terk etmemişti.
O
ân anladı Âdem kızıl perçemli atın ne halde olduğunu. Sancısını gözlerinden
okudu. Rahatını kaçırmaktan korkarak, elini hafifçe onun boynunun, şahdamarının
üzerine koydu. Uzun, ipek kirpikli gözkapaklarından geçirdi parmaklarını,
gözyaşını sildi. Alnını okşadı, perçemlerini yana doğru taradı. Bir serinlik
akıttı ona sesinden. Karnını hafifçe sığarken, korkma, diye fısıldadı, hep
böyle olur. Çok sancı çekersin ama çektiğine değer. Anne oluyorsun.
Çok
geçmedi, Âdem yaratılışın mucizesiyle bir kez daha yüz yüze geldi. Armağanlar
dağıtıcıydı ya at, bu kez çok ama çok kıymetliydi hediyesi.
Âdem,
gördüğünü Kabil'le Habil'e de gösterdi. Şu tüyleri yapış yapış, ayakları
üzerinde duramayan, adım bile atamayan çelimsiz yavruya bakarken gülümsedi.
Biricik ve soylu. Annesinden farklı olarak beyaz akıtması alnının ortasındaydı
ama annesi gibi onun da gözlerinin üstüne düşen övünç nişanesi, mutluluk
salkımı, kızıl perçemleri vardı.
Yorgun
ve güzel anne takatsizlikle yumarken gözlerini yavru, havayı kokladı, vakit
harcamadan hayatın kaynağına, annesinin süt dolu memesine uzandı.
Belinde
asma lifinden bükülmüş ip ve kıvrık bir kanca vardı Âdem’in. En savunmasız
olduğu böyle bir ânda, hayatının ta başında, yavruyu bağlayabileceğini apaçık
gördü. Yavruyu bir kez bağlasa anne zaten her defasında Âdem'indi. Ve biri bir
kez Âdem'in olsa bütün bir at soyu da evcilleşmiş demekti.
Ama
kıyamadı Âdem. Yine sabretti. Yine hayalindeki o muhabbet resminin
tamamlanmasını, onun gelip kendiliğinden, tarçın ağacının altında kendisine
bağlanmasını bekledi.
Fundalardan
destek, kuru yapraklardan yastık. Duru su, taze çimen.
Bir
eli Kabil’in elinde diğeri Habil'de.
Usulca
geri çekilecekti. Dönüp gidecekti.
Ki.
Ölüm,
yönlerini bozdu.
Silkindi
yerinden anne at. Kalkmaya yeltendi. Ön ayaklarının üzerinde yarı doğruldu.
Arka ayaklarını taşımaya gücü yetmedi. Düştü. Bir daha denedi. Bir daha gücü
yetmedi. Olduğu yere yığıldı. Devrildi. Güzel ve uzun boynunu hayatın bütün
nefeslerini içine çekmek ister gibi son bir kez kaldırdı. Başını göklere
uzattı. Fazla dik tutamadı. Bıraktı. Keskin bir kişnemeyle boşalttı içindeki
hayatın nefesini. Burun delikleri titredi. Uzun kirpikli güzel gözleri
kapanırken, görmediğini bile bilmediği yavrusunun hayalini gözlerinin içine
hapsetti.
Yavrusunu
bıraktı arkasında, kendi gitti.
Kaza
vardı kaderin gerçekleştiği ânda ama perçemleri annesinin perçemleri kadar
kızıl, ve en az onun kadar yabanıl bu küçük atın kör doğduğunu ne Âdem, ne de
annesi ve kör atın kendisi bilebildi.
Görülmeyecek
ne gerçeği, görülecek ne rüyası vardı?
Neye
tanık olacaktı, neyi tamamlayacaktı ki düşmüştü bu devrana, bu dünya fenasına
gelmişti?
ÖLÜM DEDİĞİN BUYSA
Kızıl
perçemli güzel at ölürken Adem’in oğullarının ikisi de ağladı. Oysa insan
cinsinden henüz kimse ölmüş değildi ve ölüm, Âdem için bile henüz sadece bir
kelimeydi. Ürpertici ama uzak bir bilgiydi.
Sakinleştirmek
niyetiyle aldı götürdü oğullarını suyun başına babaların ilki. Su iyi gelirdi.
İkisini de aynı taşın üzerine oturttu. Yüzlerini yıkadı, alınlarını ovdu.
Ellerini aldı avucunun içine. Birinin sağ birinin sol, üst üste koydu. Kendi
geniş avucunu da bu ellerin üzerine kapattı. Cennetin yağmurlarını toplamış,
semenlerini güllerini dermiş, dünya toprağında sertleşmiş bu eller merhem
olmasa, bu minik elleri başka ne avuturdu?
Habil.
En rüzgârsız havalarda bile başı daima eğik duran ağaçlar gibiydi. O ne kadar
suysa ağabeyi o kadar ateşti. Habil sessiz sedasız, gözyaşlarını içine akıtarak
ağlıyorken, Kabil’inse hıçkırıkları durmak bilmedi.
Saçını
rüzgâr okşarken, henüz kalbinde kin, elinde taş yokken. Mizacındaki ateş
tutuşmamışken. Kabil’in göğsü olan hacmiyle gözyaşının duasına, meleklerin
armağanına açılmıştı. O kadar ki Âdem'in tesellileri yetmedi, oğulcuğunun
gözyaşları dinmedi.
Oğulcuğum,
dedi Kabil ile Habil'in babası.
Şimdiye
kadar hiç, oğul sözcüğünün arkasına o iki hecelik eki, kalbindeki o şeyi, o
engin denizi, bastırılmasa taşacak o sevgiyi, izni İlâhi kattan gelmiş o
muhabbeti
eklemeden, yalın bir kelimede oğul, dememişti.
Tekrar
etti: Oğulcuğum, neden ben seni teselli edemiyorum?
Aldığı
cevaptan Âdem bile korktu. Nasıl korkmasındı? Böylesini beklemiyordu.
Kabil,
o atın ölümünde ölümü gördüm, dedi. Ölümle aynı mesafeye geldim, bir hizada
durdum. Ölüm ölüm, dediğin buysa ey baba, ölüm kamet, ölüm kıyamet. Atın,
yavrusunu zamanlarca beklediğini, o zahmeti, o meşakkati sen söyledindi. Şimdi
o gidecek ama yavrusu geride kalacak. Bu yemyeşil çayırlarda annesi olmaksızın
koşacak. Ya annesi? Onu hiç mi hatırlamayacak?
Fazla
söze gerek yoktu. Yine de Kabil, durmaksızın hıçkırıklarıyla bölünen cümlelerle
anlatıyordu. Kelâmın neticesi, bu körpe yaşında öyle bir dal budak atmış, öyle
derinlere kök salmıştı ki, bu dünyaya ya hiç gelmeseydik ya da madem geldik
gitmeseydik, diyordu.
Oğulcuğum,
dedi Âdem, kendi sesini duymak için bekledi, cümleyi cümleye ekledi:
Oğulcuğum,
ölüm her nefiste bir kıyamettir. Ama yine de ölmeliyiz. Ölmezsek hepimiz
ölümsüzlüğe kalkışabiliriz.
Oğulcuğum,
geçiyorken uğradık biz, bu dünyaya kalmaya gelmedik ki. Kulluk kaydıyla indik,
saf hazla mutlu olmak için değil ki.
Çetin
bir sınanmanın ortasındayız. Örselenmemiz incinmemiz bu yüzden. Ama seni
Allah'ın yarattığının, kalman için değil geçmen için bu dünyaya saldığının, bir
gün mutlaka ama mutlaka ona dönücü kılındığının sen de farkındasın.
Hüküm
cümlesinin sonuna bir “değil mi” eklemedi Âdem. Sual etmek, onay istemek
şüpheye işaretti. Henüz endişeleri de şüpheleri de yoktu ki Âdem’in. Ama. Korku!
Bir ân, kalbini yokladı. Kabil! Başı eğik suya bakarken, kimbilir şu güzelliğin
içinden neler geçiyordu? Korkusunun üzerinde fazla durmadı Âdem. Oğulcuğunun
yüzüne muhabbetle baktı. Kum yeşili gözlerini okşadı.
Kabil
yine o eski Kabil şimdi. İki kaşının ortasında bir masumiyet çiçeği. Habil
göklere kaldırırken başını Kabil kendi gölgesini seyretmeye koyuldu. Gölgesiyle
eğlendi gölgesinde duruldu.
Sanki
bir yağmur fırtınası, çıkacakken aniden vazgeçmişti. Kayaların arasından sızan
yomsuz sayhalar dinmişti.
Ama
aniden çıkacaktı bu hikâyede rüzgâr. Fırtına sessizce gelecekti. Öyle sessiz
ki, geliyorum, bile demeyecekti.
BELÂ SABAHININ BULUTLARI
Çok
geçmedi.
Birkaç
bahar daha geçmişti ki fırtına çıkageldi.
Oğulcuğum,
dediği o ikisi arasına mesafe girdi.
Ne
kadar çok zaman geçmişti Serendip sabahının üzerinden.
Her
şey değişmiş, her şey eskimişti.
Dünya
bile artık o eski dünya değildi.
Dünya
dedikleri hepi topu bir göz kirpimi mesafeli rüya, Adem apaçık gördü ki bu
rüyanın üzerinde bir belâ sabahının bulutları serili.
Habil
de Âdem'dendi, Kabil de Âdem'indi. Ve Âdem ummadığıyla sınanıp sarsılacakların,
kavmince taşlanacakların sonuncusu değil ama ilkiydi.
Taş,
Âdem'e hiç ummadığı bir yerden geldi. Oysa Âdem, iki oğlunun da üzerine böyle
eşit bir muhabbet bıraktıkça bu bütünlük bozulmaz zannederdi.
Peygamberdi
Âdem. Kavminden evvel oğullarında tecrübe edildi. Kabil’in karşısına sadece
baba değil peygamber vasfıyla da dikiliverdi.
Bundan
böyle bu kitabın sayfalarında Âdem'e düşen uzun uzun söylemekti.
V. KÖR ATIN RÜYASI “SİDRE”
Habil'le
Kabil'i, Âdem’le Havva kadar meşhur bu çifti kurban taşının önüne kadar
getiren, bir ateşin sınavından geçiren neydi?
Kurbansa
kurban. Kansa kan.
Ama
hakikat neyse de araya bir şey girdi.
Kabil’i
yolundan çevirdi.
Bütün
hikâyeyi tersyüz etti.
Hakikat
tekse de rivayet muhtelif. Belki rivayet edildiği gibi Kabil eş-karın
kardeşini, o güzeller güzeli dişiyi istemiş olabilirdi. Gönlü, ceylân
ürkekliğinde, sırtı yay gerginliğinde o dünya güzelliğine düşmüş olabilirdi.
Her
şeyi gözden çıkarmış bir o kadarını göze almış, neticede gözünü karartmış
olabilirdi. Üstelik hakkı olmayana göz dikerek gözden düşmüş de olabilirdi.
Sevmek,
bir görmek görülmek hikâyesiyse eğer, onu gördüğü ânda, bu benim olmalı, benim
olmazsa ne ben ne o, demiş olabilirdi. Dediğim dedik, kulaklarını her sese
tıkamış, ayak diremiş olabilirdi.
Kurbanının
seçkin tutulmamışlığı? Toprağa kök salışı? İlk cinayet için ilk aşkı bahane
kılışı. Bütün bunlar sebep değil neticelerdi. Kabil'in kimliğine giydirilecek
bütün yorum denemeleri, anlatılmış bir hikâyeye yeni bir dil giydirmek hevesi.
Bir
hikâye dilinde ikisinin arasına giren o şeye
“Sidre”
diyelim. Diyelim ki o “şey” de Kabil'in imtihanı.
Sadece
bir muhalefet şerhi değil, bütün inkârlar manzumesinin simgesi, “sidre”si, yasak
ağacı.
Kabil'le
Habil arasındaki sadece bir teslimiyet
farkı.
Her
şeyin üzerinde Bir Tek Şey var.
O
Şey’e birinin kendini bırakışı da diğerinin bırakmayışı.
Zaman
deli rüzgâr gibi geçti. Dönekti dünya. Âdem rüzgâr ekmese de fırtına
biçebileceğim zaten biliyordu ama bu kez yaman öğrendi. Hiç durmayan
yürüyüşlerinden birinde yolu oğullarının yoluna çıktı. İkisi de suyu, tuzu,
ekmeği bölüştükten sonra kendi gündelik yollarına koyulmuşlardı. Âdem önce
Kabil'e uğradı. Güneş doğmamıştı henüz. Ama gökler erken bir fecirle
aydınlanmıştı.
Bir
ırmak ovasının bağrında hafif rüzgârın sesini duydu Âdem. Serindi. Ürperdi.
Kabil’i gördü uzaktan, bir süre ses çıkarmadı. Bir asma kütüğüne dayandı,
oğulcuğunu şefkatle, muhabbetle seyretti. Güzelliğini bir kez daha fark etti.
Ama şu kısacık bakışla bile defterini görebildi onun, hikâyesini okuyabildi,
tefsirini çözebildi. Ve gördüğünü çok sevmedi.
Kabil
ırmağın kıyısında, bağlarının bahçelerinin ortasında, olgunlaşmış, ağırlaşmış
salkımlarının arasında zahmetle eğilip doğruluyordu. Su veriyordu toprağa.
Ayrık otlarını ayıklıyordu. Cömertti toprak, o da aldığına karşılık veriyordu.
Ama ağırdı verdiğinin bedeli. Kaldırmak için eğilmek şarttı. Esirgemiyordu
Kabil, baş eğiyordu.
Âdem
dikkat etti. Her bir asma fidanıyla Kabil de toprağa kök salıyor, yere
bağlanıyordu. Yaptığı, toprakla uğraşmaktan çok ona tutsak olmak gibiydi. Ama
bu tutsaklıkta toprağa taslanan bir efendilik de gizliydi. Kabil kendi
efendiliğine adanmış bir köleydi.
Topladıkça
topladığını sırtına yükledi. O kadar ağırdı ki bu yük, toplamakla yetinmedi,
çoğaltmanın, büyütmenin, biriktirmenin hazzını tattı. Sonra öyle bir baktı ki
toprağa, Âdem'in içine bir endişe sızdı. Zira Kabil’in üzerinde dünyanın
parıltısına, âlâyişine dalan bir taraf vardı.
Yaklaştı
Âdem. Selâm verdi selâm aldı. Her zamanki gibi oğulcuğunun omzunu okşadı. Hal
hatırdan sonra, oğulcuğum, dedi usulca. Uyarmak istedi. Bu kadar efendilik azmi
iyi değildi.
Benim,
demek: Ben’im, demek.
Benlik:
Kibir. Mülk: Hâkimiyet.
Hepi
topu gelip geçici dünyada kalıcılık hevesi. Oysa önünde sonunda misafirlerdi şu
dünya toprağında. Gidecek değiller miydi? Öyleyse gerekenden fazlası? Niyeydi?
Kabil,
buğulu bir üzüm salkımını asma yaprağının çukurunda babasına uzatırken iri, mor
bir taneyi de kendi ağzına attı. Güzel saçlarını parmaklarıyla geri itti,
gülümsedi. Kum yeşili gözleri ilk ânda şenlikliydi. Ben, diye başladı. Benim,
diye devam etti. Gülümsemesi giderek yerini kapanık bir bakışa bıraktı.
Babasının endişelerini, gidermekten çok doğruladı.
Bak
ey baba, dedi. Madem merak ediyorsun, anlatayım. Uyarıyorsun, kendimi
savunayım. Hatırla toprağın evveliyatını. Şu bomboş kara toprağı bereketli bir
bağa ben dönüştürdüm. İşledim onu, emeğimi verdim, benim kıldım. Hükmettim.
Yayıldım üzerine. Günden güne onunla büyüdüm, onunla genişledim.
Benliğimle
birleştirdim. Ayrılık gayrilik kalmadı aramızda. Artık toprak ben’im.
Hal
böyleyken bu toprağı bırakıp da gideceğimi hesaba katmamı benden nasıl
istersin?
Gitmem.
Gidecek olsam da gitmeyecekmiş gibi yaparım.
Öyle
bir kazarım ki ismimi toprağa, gitsem bile benim olarak kalır, benim adımla
anılır.
Dünya
sabahında sular aydınlandı. Adem'in içi sıkıldı. Şu safiyetle bakan da Kabil'di
tekinsiz vurup geçen de geçmeyen de, hep oydu. Farklıydı, farkıyla bütün
olandan kopuyordu. Tek başına dikiliyordu çoğul olanın karşısına. Ve gelip de
babasının karşısında durunca, babasına karşı duracak oğulların ilki oluyordu.
Ama bir yanıyla da Âdem'in bir yanına benziyordu.
Âdem’in
iç sıkıntısının asıl nedeni şu ki, Kabil'in dilinin altında başka bir ses,
başka bir kelâm vardı. Ama bu sesin ne söylediği henüz açık değil kapalıydı.
Âdem bir parça ferahladı. Demek Kabil’in içindeki, engellenemez değil
katlandırdı.
Sormadı.
Üstelemedi. Yerinden doğruldu. Kabil’den döndü, Habil'e doğru yola koyuldu.
Habil,
taze otlaklara yayılmış parlak tüylü ve gamsız hayvanlarının az uzağında, bir
vadi uçurumunun ağzında, kendisini yamaç rüzgârına bırakmıştı. Bir elinde
filizlenmiş bir dal, toprağın üzerine çizgiler çizerken, beyaz tüylü bir
kuzunun
sırtında
gezdiriyordu diğer elini. Dalgındı ama sakin değildi. Âdem onun da omzunu
okşadı. Onu da sığadı. Habil kaldırdı başını, Havva’nın mavi gözleriyle
babasına baktı. Bir su tebessümü yayıldı yüzüne. Doğası derin göllerin
dinginliğine yakındı ama suyun yüzü yavaş yavaş kırıştı.
Ter
damlıyordu şakağından, perçemleri alnına yapışmıştı. Bir daha dokunsa Âdem,
kırılacak, dağılacaktı.
Âdem,
ona da neden, diye sormadı. Ama onun, gölgesi susarken yüzünde haykıran şeyi,
görmemek imkânsızdı.
Biri
su biri ateşti. Aralarında kötü bir rüzgârın gidip geldiğini Âdem keskin bir
bakışla fark etti.
İkisi
de oğluydu.
Ne
oluyordu?
Fırtına
çok yakındı.
Ve
belli ki acımasız olacaktı.
Adem
günü zor geçirdi. Kabil’in dönmesini bekleyemedi. Güneş alçalırken tekrar
ırmağın kıyısına, kıvrım kıvrım sürgünlenmiş asma bağlarına gitti. Her şey
sakindi görünürde. Ama Âdem'in gözünden kaçmadı. Kabil’in içi içine sığmıyor,
bir şey içini kemiriyordu. Sığmıyordu kabına, taşıyordu. Huzursuzdu, soluğunu
öfkeyle alıyor, aldığını geriye hınçla veriyordu. Demek ki, açık değil kapalı
tuttuğu şey, Âdem’in daha bu sabah zannettiği kadar katlanılır değildi. Ha
döküldü ha dökülecekti.
Âdem
bir giriş yapmak için dilinin ucunda biriktirdiği bütün sözcükleri geri
iteledi. Uzatmadı. Söze hemen girdi. Ey oğulcuğum, diye başladı, anlat bana,
ne'n var, ne haldesin? Görüyorum ki her zamanki sen değilsin.
Fazla
zorlaması gerekmedi. Çok geçmedi, Kabil’in içinde sandığından çok daha büyük
bir yanardağın kaynadığını anladı. Kabil, Habil'e yazılmış Sidre’ye
sevdalanmışa.
Sevilen
tekse de seven ikiydi şimdi. Üstelik Kabil’le Sidre arasına emri büyük kattan
gelmiş bir olmazlık eki çoktan girmişti. Lâkin Kabil de geri dönecek gibi
değildi.
Âdem'in,
ilk ânda eli ayağı buz kesti. Ama hatırası bunca güçlü olan sözüne güvendi.
Konuşmakla ikna ederim, zannetti.
Dili
vardı o zamanlar Âdem’in kalbinin. Dalgalanırdı ırmağın yüzü, üzerinden bir
kelimesi geçtikçe. Ondan birisine söz zahmetsizce gidip gelirdi. Yorulmazdı
kelimenin kabında hiçbirisi. Konuşmak, iç ruhla anlaşmak gibi bir şeydi.
Oysa
şimdi Âdem, mucizesi konuşabilmek olan bu ilk haberci, kelimelerin dünya
sahibi, konuşmak anlatmak için ne kadar zahmet çekmesi gerekti. Ama erinmedi.
Söylemekti vazifesi. Söyledi. Söylemekle kalmadı üstelik. Üsteledi.
Sözlerinde
Âdemce bir samimiyet açık, peygamberce bir tecrübe gizliydi. Oysa sanki dağlara
taşlara, titreyen alevlere, bulutla yer arasında düşmeden kaybolan damlaya,
boşlukta döneduran fırtına kuşlarına söylüyordu sözlerini. Hepsi duyuyordu da
bir tek Kabil işitmiyordu.
Kabil
mi anlamak istemiyordu? Yoksa farklı mıydı artık konuştukları dil? Âdem
bilmiyordu.
Anlaşmak,
karşılıklı bir bilişmek eylemi, bir işteşlik haliyse.
İşte,
şimdi birbirlerini anlamıyorlardı.
Ne
olmuştu?
Olan
o kadar basit değildi. Tek bir şey bile değildi.
Belli
ki olanlar olmuştu.
İçindeki
Kelimeler Kitabı'na baktı Âdem. Kabil'e kimin sağdan soldan, önden arkadan
yaklaştığını anladı.
Adımlarının
sesini duydu uzaktan. Ağır ağır bile değil, doludizgin geliyordu.
BU
DEFTERİN ORADA KAPANDIĞINI MI SANDIN?
Kurtlar,
kuşlar, dağlar, taşlar dünya gecesi boyunca uyudu. Adem ırmak boyunca yürüdü.
Suya doğru birkaç adım attı. Bir taşa dayandı. Geri döndü. Altın renkli
kumların üzerine gâh oturdu gâh uzandı. Bütün gece uyuyamadı, yıldızları saydı.
Ve sanki sadece şu tek rüyayı görmek için gün doğarken kısacık bir uykuya
daldı.
Âdem
aslında gördüğünün gerçek mi düş mü olduğunu bilmedi ama yasak meyve gününden
beri işitmediği sesin de gelip ensesine dayandığını hissetti. Kıvrımlı, boğumlu
ateş önce gözlerini yaktı. Sonra bir fısıltı halinde anlattı. Âdem'in
korktuğunu doğruladı. Fısıltısında bile heyecan vardı.
Dedi
ki:
Ey
Âdem, gördün mü olanları? Olan bir şey değil, bekle ve gör olacakları. Bu dünya
sürgününün kazasız belâsız geçeceğini, bir daha karşılaşmayacağımızı, o
defterin cennet kapısında kapandığını, bir daha açılmayacağını mı sandın? Öyle
zannettiysen bir kez daha yanıldın. Oysa bak, sana en yakın olana senden daha
yakınım. Sen daha benim alnımın ateşiyle bile tanışmadın. Dinle; olup biteni,
ve dahi olacak olanı sana anlatayım. Senin aklın yetmez, ben açıklayayım:
Sağından
geldim oğlunun, solundan girdim. Meşrebinden, mizacından, lisanından
bilgilendim. Mukavim yanlarında durmadım, zayıflıklarından denedim. Mülk,
hakimiyet, toprak, derken sonunda buldum asıl yolumu. Kan gibi dolaştım
damarlarında. Onu güzellikte kışkırtmayı denedim. Kibrini besledim.
Dünyanın
bütün güzelliklerini serdim Kabil’in önüne.
Bana
mısın, demedi. Dünyanın bütün güzellikleri yetmedi.
Üzerine
Sidre'nin güzelliğini kattım. Kalbine, muhal bir davanın ismini attım. Aklına
da aşkında haklılığın gerekçelerini fısıldadım.
Fazla
bir sermayesi yoktu aslında Sidre'nin. Sahip olduğu, gelip geçici bir
güzellikti. Senin Kabil'in şöyle bir sendeledi. Ama düşmedi. Kalbine de tenine
de söz geçirebildi. Direndi.
Ey
Adem, bana verdiğin isimle anayım şimdi kendimi: “Büyük Ayartıcı” uygun yolu
bulmuştu. Son bir darbe yetecekti Kabil’in düşmesine. Bütün güzelliklerin ve
güzeller güzeli Sidre'nin güzelliğinin üzerine, ölçtüm biçtim, bir kez daha
ölçtüm biçtim, Kabil'in kendi güzelliğini ekledim.
Bir
ayna kıldım Sidre’yi ama arkasında ben sırlandım. Sonra tuttum yüzüne, o aynada
Kabil'e kendi güzelliğini gösterdim. Kendi kendisini baştan çıkarmasını hazla
seyrettim. Seyrettiğimden hem ürktüm hem büyülendim. Bu kadarını ben bile
tahayyül edemezdim.
Kabil
kendi ruhunun derinliğinde esrimeyi öğrendi. Omzundan pınarlar akıttı. Güçlü
göğsünü duru sulara
bağladı.
Gölgesinde gördüğü şeyden hoşlandı. Öyle bir varlık yorumuna girişti ki kibir
kapladı içini. Bir seçilmişlik vehmiyle bu güzelliğin beyhude olmadığını
zannetti. Bu varsayımda diretti. Sidre’yi sevdiğini sanıyor ama aşkında ayak
dirediği sadece kendisi.
Şimdi
bu aynayı kaybederse Kabil kendisini de kaybedecek. Sidre’ye duyduğu aşkla
kendisine duyduğu aşk arasında önce kırılacak, sonra binbir parçaya bölünüp
dağılacak. Parçalanacak.
Bu
yüzden Sidre'nin yokluğuna dayanamaz.
Çünkü
Kabil kendisi olmadan yapamaz. Artık onu kimse durduramaz.
Anlayacağın
ey koca Âdem, ey cennet seçilmişi, ey Allah’ın sevgilisi! Allah'ın Sevgilisi
derken sesi, secde günündeki gibi titredi, devam etti:
Senin
oğlun, Kabil'in,
Sidre’den
evvel kendi güzelliğinde yitip gitti.
Gayrin
güzelliğinde sendelemişti. Kendi güzelliğinde devrildi.
Devrildi,
kelimesini söylerken ses hafifledi. Âdem bir parça kendine gelebildi. Bir
şeyler söylemek, haykırmak, zalim gölgenin üzerine yürümek, kovmak, taşlamak
istedi. Ama bir el sakalından saçından, boğazından bağrından yakalamış, öyle
bir karabasan çökmüştü ki üzerine. Âdem’in, uyanmasız uykularda eli kolu
bağlandı, nefesi tıkandı. Haykırmak istedi de ağzını bile açamadı.
Ter
içinde kalmıştı ki ses iyice tükendi.
Âdem
kendisini kurtardığında güneş çoktan yükselmişti.
Serendip
gününden bu yana dünya sabahını Âdem ilk kez seyretmemişti.
NERGİSLER, NİLÜFERLER, DEFNELER
Âdem,
teri kurumadan, Kabil'e koştu. Onu pınarın aynasında buldu. Nergisler,
nilüferler, defneler arasında, üzerine sarkmış salkımların, filizlerin, ince
sürgünlerin gölgesinde, bir taşın üzerine oturmuştu. Âdem’in düşünü, düşündeki
sesin söylediklerini doğruluyordu.
Suya
eğilmişti. Su, gözünün değdiği yerden alev alırken o, kendisiyle söyleşiyor,
sev-mek’ten türemiş bir fiille, kendisiyle sev- i-ş-i-yor-du. Sidre’yi
seyrederken bile kimse böyle görmemişti onu. Sidre’yi severken bile böyle
olmuyordu.
Âdem
bütün sorularını soran bir bakışla ona bakınca, baktığıyla yetinmeyip hafif bir
sesle ismini söyleyince, söylediği isme bir endişe ekleyince, Kabil başını
kaldırdı. Yanağından dudağına doğru birkaç damla şebnem aktı. Bir tebessüm
yayıldı yüzüne. Üzerinde dünkü yangınından eser kalmamıştı. Suyun üzerine
yazılmış bir şiiri okur gibi konuşmaya başladı. Âdem’in henüz sormadığı
soruları cevapladı.
Gizlisi
saklısı yoktu, açıkça sıraladı.
Bütün
özetini de haddizatında ilk cümleye sığdırdı:
Güzelim
ben ey baba, diye başladı. Bir baksana şu gözlerime, alnıma, şakağıma. Şarkıma
bak, saçlarımın rengine, ellerimdeki derin denize. Dileklerimdeki gamzeye.
Sümbül parmaklarımda su olup akan şiirlere, karanfil tırnaklarımda kendisine
dönen, dönüp secde eden göklere.
Suyun
aynasının gösterdikleri kadar gösteremediklerine de bak. Yani bir var bir yok
tenimden fazlasına, aklıma, aklımdan geçenlerin eksiksiz çokluğuna, parlak
zekâma, kavrayışıma. Bir söyleneni ikinci kez söylenmeden zihnimde tutuşuma,
hafızama. Dilimden dökülen çok manalı ırmaklara. Alnımdan geçen şakıması bol
kuşlara. Ruhumun engin denizlerine. Açtığım kapılara, gördüğüm gerçeklere,
çıktığım yücelere. İşaret ettiklerime, bildiklerime, bilmediklerime.
Bu
kum yeşili gözleri, bu engin denizi, bu tatlı teni, bir görende bir daha görmek
neşesi uyandıran bu kıvırcık siyah sümbül saçları inkâr etmek Âdem’in harcı
değildi. Kabil’in miracı da aklı da hafızası da saklı değildi. Şarkısı şiiri
boldu, üstelik bildikleri kadar bilmedikleriyle de zengindi.
Ama
belli ki onun istediği, her güzelliğin istediği onayla, doğasının masumluğuyla
sınırlı değildi. Saf güzellik değil kendi kendisine hevesti.
Hele
sözü? Bitecek gibi değildi, devam etti:
Sadece
ben değil, bütün ağaçlar ve sular da benim güzelliğimde kendinden geçiyor.
Cennet, diyorsun ey baba, hepsi de hiç görmedikleri bir cenneti ben yürürken
benim gölgemde seyrediyor, sesimde dinliyor.
Güzelsem,
bu hazine bana benden dolayı hediyedir. O halde ben daha ezel gününden
ayrıcalıklıyım. Farklı yaratılmışım diğerlerinden, üstün tutulmuşum, başkayım.
Herkesin ölene dek elde edemediklerine doğuştan sahibim. Üstelik bir kör
bakışında kendinden habersizlerden de değilim, farkındayım kendi değerimin.
Söyle,
sen de görmüyor musun benim gördüklerimi, suyun göremediklerini? Ey baba,
şeninim ben. Beni kendinle onaylasana. Kime nasip olur benim gibi bir oğul?
Bana sahipliğinin farkına varıp sen de benimle onansana. Tutma sıradanlarla bir
sırada, beni ayrı bir yere koysana, onları bağlayan kayıtlarla bağlamasana!
İçi
önce bahar suları gibi bulandı Âdem'in sonra sözüne sitem erişti. Sözünü
esirgemedi. Ağır ağır dedi ki:
Oğul,
elbette kıymetlisin, elbette güzelsin. Ama dikkat et, zordur güzelliğin
taşınması, zorlanma. Niceleri kendi güzelliğinde boğulup gider bu dünya
kitabında. Sen de onlardan olma.
Miraç
ettin, bari yükseldiğin yerde kal. Kendi miracından düşüp de ezilme kendi
ağırlığının altında, kendi derinliğinde vurguna uğrama. Işıklar saçarak
yükselirken, kendi üzerine devrilen yıldızlar gibi solma, kendi ışığında
kararıp kaybolma, kendi ateşinden alev alıp da yanma.
Gör
senin bakışlarında seni seyreden o çetrefili. Hayat doğuramayan bir görüntüye
tutunma, su üzerinde bir var bir yok bir hayalde kendine sapma. Seyrettiğin
kendi bakışında sana dönen bu ifrattan hoşnut olma
artık.
Kendi efendiliğinde kendi köleliğini tanıyıp da şımarık varlığınla takdiri
karartma. Bu güzelliğin de hesabı var, verilecek unutma.
Buldun
makamı, bari düzene ekle.
İtina
et kendine, yüzünü hayaller içinde yok etme.
Bu
kadar kibirlenme ey oğul, başını özün olan toprağa doğru eğ.
Mütekebbir
olanın kibrine göz dikme.
Âdem
sözünü bitirdiğinde Kabil, ey baba, dedi, aç gözünü kör olma. Şu tenha
dünyamızda kimsesizlikten bunaldığımda, gölgemden önce suda gördüm suretimi.
Başka gözlerden önce ben fark ettim kendi değerimi. Hiçbir aynaya göz atmadan
geçmedim. Gölgemi hiç çiğnemedim. Yüzümdeki, kalbimdeki bunca şey bana bile çok
gelirken nasıl göstermeyeyim? Gölgemin arkasından nasıl gitmeyeyim? Bir
başkalık bir farklılık gizlidir bende. Uykularım, neşelerim farklıdır başka
uykulardan başka neşelerden. Sarhoşluğum bu yüzden. Sözümün gücünden titriyorsa
ağaçların yaprakları evvelinde, sonunda ben büyüleniyorum. Güzelliğimde en
evvel ben kayboluyorum. Bunun adı kibirse. Kibre de hakkım var benim. Dünya
benim etrafımda dönmüyorsa eğer başka hiçbir şeyin de etrafında dönmemeli.
Senin ismini bildiğin-bilmediğin ne varsa, kelimelerinin o meşhur kitabına
sığan da sığmayan da, kızgın ateşte vurulmuş kelebekler gibi benim eteklerime
düşmeli, benim önümde secde etmeli.
Kabil
devam ettikçe etti. Adem bu sözlerin sonu nereye çıkacak merak etti.
Gecikmedi.
Kabil niyetini sözünün ucuna ekledi. Attı ağzından o kelimeyi.
Ben
en güzelim, dedi, Sidre de en güzel. Öyleyse benim olmalı.
O
benim hakkım.
Benim
güzelliğimi ondan başka hiç kimse onayamaz!
Bana
o lâzım. Bu görüntü başka bir aynaya sığmaz!
Geldi,
başladığı yere eklendi. Sidre’yi isterken bile kendisine hevesliydi. Bir
zamanlar cennet göklerinin altında söylenmiş meşum cümleleri tekrarladığının
farkında bile değildi.
I. MUKADDİME
Âdem
bir uçurum yatağının yaklaştığını rüzgârın uğultusundan duyunca oğullarını bir
daha çekti dizlerinin dibine. Ayrım yapmadı aralarında ama bir araya da
getirmedi. İlk ata ocağında, kara ateşin etrafında önce Habil'i dinledi sonra
Kabil'i öğütledi.
Bir
kandil yaktı. Ateşin bir yüzü soğuk, ortaya bir şey çıkmadı. Oysa aşk iyi bir
ayrıştırıcıydı. Kimin özünde ne varsa o çıkardı açığa. Habil’de bir razı oluş
fark etti Âdem, lâkin Kabil'deki bir göze alıştan fazlası değildi.
Habil
başı önünde dinledi. Bir Tanrı yazgısıyla kendisine verilmiş olana el
uzatılmasına, göz konulmasına görünürde ses etmedi. Ama sesini, Seslerin
Sahibine emanet etti. Sessizliğinde su gibi, yazanların en büyüğünün ne
yazdığını sessiz sedasız bekledi.
Sözün
edepsizliğine ne hacet! Yani Habil teslimdi. Fazla kalmadı. İzin istedi. Kalktı
ve gitti.
Kabilse
lav olukları tıkanmış kızgın dağlar gibiydi. Babası sormadan o söyledi.
Dinlemesi de anlamaktan çok anlamamak içindi.
Âdem
uyarmakla başladı. Yaklaşan fırtınadan, fırtınanın büyüdüğünde kasırga
olduğundan söz etti.
Huzursuzdu
koca dağ. Endişe kesmişti yollarını. Abartmadı, hafifletmedi, olduğu gibi
söyledi:
Oğulcuğum,
dedi, gel vazgeç bu haksız öfkenden, ayak diremenden, hep ben, diyen
taleplerinden. Sabret biraz, ne olur biraz bekle, bu kadar aceleci olup da
boğulma ümitsizliğinde. Dikkat et tehlikeli yoldasın. Akla kendini. Aman ayağın
kaymasın.
Yoluma,
dedi Kabil, o kadar bahsettiğin ama bir insanın yüzünde hiç görmediğim ölüm
çıksa bile dönmem. Ölürüm de vazgeçmem.
Her
zamanki gibi, ilk cümlesi bile bitiş mührü gibiydi. Ama sabaha kadar sürdü söz
en uzun ve karanlık gecede. Bu, daha mukaddimeydi.
Gece
boyunca Kabil sözünü esirgemedi, içini gizlemedi. Kendisini cümle cümle
gösterdi. Perde perde kaldırdı üzerindeki örtüleri. Her gördüğüyle bir kez daha
sendeledi Âdem ama düşmedi. Yeniden dikildi oğulcuğunun karşısına. Bırakmak
istemedi. Yakasından, perçeminden, kolundan, yeninden ama mutlaka bir yerinden
tuttu, gerisin geri çekeledi. Göz göre göre gelen bu selin karşısında direndi.
Bir cennetten bahsetti, bir cehennemle gözdağı verdi. Bir nefisten söz etti,
bir ölüm var, dedi. Bir fıtratın aslını hatırlatmak istedi, bir ezelden
söyledi. Kara ateşin başında sözü söze eklerken, kimi taze dallar kadar esnekti
kimi fırtınalar kadar sertti.
Kâr
etmedi.
Kabil
her defasında eskisinden daha çok gitti.
Ateşten
gemlerini yakan benliğinden kibir, kibrinden azamet, azametinden cehalet sökün
etti. Hırsı nefret, onu da eziyet takip etti. Hepsi de kıskançlık hesabının
dahilindeydi ve direnci katı bir mantıkla güçlendirilmişti. Kalbinde sınanırken
aklından yakalandı. Parlak aklı bilgeliğinin önünü tıkadı. Zengin benliğini
bildiğinden bu yana içi karardı.
Hem
gayra gadretti hem özyıkıcılık etti. Öyle bir meydan okuyan davaya düştü ki bu
yolun çıkışı yoktu. Bir çırpıda yok etti hasıl-ı ömrünü Âdem'in, semere-i
hayatını, hepsinin de üzerinden, çiğnedi, geçti.
II.NEDEN
Neden,
diye başladı Adem. Neden?
Neden,
diye karşılık aldı Kabil'den.
Değişen,
çatlayan, çınlayan, içinde badireler açılan bir sesle sözünü yineledi: Söyle,
dedi Kabil, neden? Neden bana bu tutkuyu, bu arzuyu verdi? Ben’imin benliğini o
arzuda seyrettirdi? Sonra da beni ben yapan yanımı koparıp atmamı istedi?
Benimle Sidre'nin arasına ezelde o şeyi koyan kim? Sonra tutup, vazgeç, diyen
kim? Bana bu nefsi veren, bu isteği, bu hevesi hamuruma katan, sonucundan niye
beni sorumlu tutuyor? Kim kimi suçluyor?
Sorusunda
sormaktan çok cevap vardı. O da hepi topu bir isyandı: Neden?
Âdem
baktı ona. Siyah bir bağ geçirmişti alnının üzerinden, saçlarını omuzlarına
akıtmıştı. Kum yeşili gözlerinde alevli ateşin öfkesi. Halleri: Kıyasın
dilleri.
Çağlayanlar
gibi dökülüyordu cümleler ağzından ama alfabenin daha ilk harfinde takılıp
kalmıştı. Çünkü kavradığı ancak kendi kendisi kadar tamdı. Onu da evrenin
gövdesinden koparıp ayırmıştı, kör bir bıçakla oyup çıkarmıştı. Bütünü değil
parçayı görüyordu. Bunu ona nasıl anlatmalıydı?
Öyle
sağlam kuruyordu ki mantığını, bu mantıktan aldığı güçle, temelden kusurlu bir
davayı ayrıntıda üstün ehliyetle savunuyordu. Ayrıntıda akıllı, bütünü kavramada
yetersiz. Şu haliyle, açıklarda kolaylıkla yol
alıp
da sığ sularda dengesi bozulup kırılan okyanus dalgaları gibiydi.
Ve
Kabil’in dedikleri, yasak meyve ardından Âdem’in diyebilecekken demediklerinin
cümlesiydi.
Âdem,
DİYEBİLİRDİ. AMA DEMEDİ’ydi.
Kabil’se,
DİYEBİLİRDİ. VE DEDİ.
Çünkü,
nedenleri soruyordu da ÇÜNKÜ'lerden habersizdi.
Kalbinde
duran kıyamın cüssesi Âdem'i aşıp da Âdem’in işaretlerine ulaşınca, Kabil bir
inkârlar manzumesinde her bahse ayrı bir başlık attı. Âdem, oğlu adına
oğulcuğundan korktu, görmeyenin gözünü karartması ne kadar kolaydı. Hatırlattı:
Oğulcuğum,
dedi, yasak emri bu kadar büyük yerden gelmiş, bu kadar kesin kılınmışken.
Gideceğin yeri nasıl bunca şaşabilirsin, nasıl bu kadar ters yönde
koşabilirsin? Bu inadın sonu ateşe çıkar, farkında değil misin?
Ben,
dedi, Kabil, ateşe bundan daha fazla nasıl düşebilirim? Daha fazla nasıl
yanabilirim? Sidre gelince aklıma, her şey gözümün önünden siliniyor. Geriye
hiçbir şey kalmıyor. Aşktan büyük emir mi olur?
Kabil’in
büyüklük sıralamasındaki yanılgı Âdem'i iliklerine kadar titretti. Bir şey
Sidre’nin suretine bürünmüş, Kabil'i sürükleyip duruyormuş, fark etti. Âdem’in
içinden aşkın bu yanılsamasına dair bir bunaltı geçti. Bu, aşk değil başka bir
şeydi.
Olur,
dedi. Aşkının neyin üzerinde değil neyin altında durduğuna dikkat et.
Sıralamana itibar et. Aşkı nefisten o zaman ayırırsın. Nefsinin altında
bıraktıkların kadar eksik, üzerine koyabildiklerin kadar fazlasındır ancak.
Çünkü aşk küllidir. Bütünler, bir'ler. Ama küll ile cüz arasında mesafe
başlayınca, parça bütününden kopunca hiçbir şey artık eskisi gibi kalmaz. O
zaman
aşk,
aşk olmaz. Ey oğul, aşk deyip de aşkı darıltma. Allah’ın işine karışma.
O
zaman Kabil. Önce başını babasının omzuna dayadı. Sonra hıçkıra hıçkıra ağladı.
Her
şey siliniyor, dedi gözümden. Bir güzellik kalıyor geriye. O da Sidre.
Güzelliğin
sırrı aşk suretinde kalbine bir ân dokundu geçti. Lâkin yitirdi o ânı Kabil.
Üzerinde durmak istemedi. Gerçeği. Âh! Dokunduysa da hissedemedi. Hissettiyse
de ifade edemedi. Gördüyse de gördüğünü fark edemedi. Bulduğunu bilemedi. Kibir
kapladı içini, daha ileri geçemedi.
Yürüdü
üzerinden. Bir kez daha ezdi geçti.
IV. BELÂ AŞKTAN BÜYÜKTÜR
Söz
gece içinde genişledi, ân geldi Kabil bir denge bozulmasında, direnmesine bir
yüreklilik hali, bir göze almak cesareti yüklemeye yeltendi. Aşk aşk, diyecek,
aşkına bir ölçüsüzlük cesareti giydirecek, göze alırım kendi bedelimi, öderim
diyetimi, diyecekti ki yerini bir aşkınlık telâffuzunda belirledi. Belirlediği
yerde büyüklendi. Kolay olanı değil zor olanı seçmekle kibirlendi. Sesi yüksek
perdeli, gözleri alev alevdi.
Âdemse
usul usul, açık seçik söyledi. Bak bana, dedi. Uzun gece ırmaklarına benzeyen
bu söyleşmekler sırasında sesini ilk kez yükseltti:
Aşk,
diyorsun. Ölçüsü olmaz ya, varsa da ölçüsü, neler yapabildiğin değil, neler
yapabilmediğindir.
Aşk
aşk, diyorsun. Aşk adına yapıp yapabileceğin, ölüp da biteceğin bu mu senin?
Oğul,
dedi, senin keşfettiğini ben çoktan eskitmişim. Aşkı bana mı öğretiyorsun?
Ve
içine düşen huzursuz bir sezgiyle, gözlerini Kabil’in gözlerine, bu elâ mehtap
hatırasına dikti.
Dikkat
et, dedi:
Belâ
aşktan büyüktür, Allah hepsinden.
Sesi
yine eski sesiydi.
Kabil
ikna olacak gibi değildi. Baba, dedi. Demekten çok diklendi. Sesine bir
zorbalık eklenmişti, ve ilk kez baba sözcüğünün ne sonuna ne de başına iyeliği
eklememişti. Benim, dememişti, benimsememişti. Babasının bir yanını eksik
bıraktığını fark bile etmedi. Durdu, bir ân için söyleyeceğinden kendisi de
korktu. Ama içinde tutmadı. Bir alev dilini, kıyasının boşluğuna bıraktı.
Sen,
dedi, sen derken yüzüne kan hücum etti, sen her gece, uğrunda bir cennet feda
ettiğin, dünyalar güzeli Havva’nın koynunda uyuyorsun. Sonra tutup bana nefsin
vaazını veriyorsun. Yapma! Bana söylevler verip durma! Boşuna tüketme nefesini.
Parlak sözlerini onlara inanacak uydum akıllılara sakla.
Âdem
dehşetle baktı onun yüzüne.
Oğul,
dedi, edep her türlü davanın üzerindedir. Ve insan ancak dili kadar edeplidir.
Bilmediği kelimeler kadar edepli bildiği kelimeler kadar da edepsizdir. İnsan olan
her hesabı aşar da bir kendi sözcüklerinin ağırlığı altında ezilir. Ne kadar
hicapsız sözcükler üşüşmüş diline senin. Bu kelimeleri sana ben öğretmedim.
Nereden öğrendin? Ve oğul, utanmak ki nimetlerin en değerlisidir. Utanman yok
mu senin?
Âdem
de, ilk kez, oğul sözcüğünün arkasına sahiplik ekini eklememişti.
Sustu.
Araya, ağaçları iki büklüm eden rüzgârın sesi doldu. Âdem yasak meyve
sonrasındaki büyük çıplaklığı hatırlayarak şimdi Kabil'in yerine de utanıyordu.
Kabil.
Sanki bütün söylediklerini söylememiş gibiydi. Bir müddet ses etmedi. Sonra,
döndü babasına, neden susuyorsun, dedi. Bana karşılık gelecek bir kelimen yok
mu? Sen ki kelimelerin sahibisin. Haydi, bul da söyle, çıkar hâzinelerinin
arasından bir mucize, bana da göster birini. Utanmanın da üstündeki davamdan
caydırabilirsen caydır beni. Şimdi de sen akla kendini.
Cevabım,
dedi Âdem, yaşadıklarım.
Cennette
zuhur etmiş bir mucizeyi miras olarak bırakıyorum sana. Bundan daha iyi bir
sözü bulup da sana ne anlatayım?
Araya
derin bir sessizlik girdi. Şu, perçemleri alnına dökülmüş olan, sanki biraz
evvelki o değildi. Bu ateş parçasına her bakışında Âdem, sanki Kabil’di ama
sanki Kabil de değildi. Korktuğuna uğradı Âdem. Kimseyle değildi aslında
Kabil'in davası. Bütün alıp veremediği kendisiyle kendisi arasında, Âdem bu
savaşın tam ortasında kaldı.
Âh
oğul, diye inledi.
Kendisine
uyumlu kendisine tezat.
Bir
güzel kâğıt üzerine yazılmış neden bu kadar kötü bir hikâyesin?
Kimi
kanat kimi kırbaç. Sen niye böylesin?
Saklamadı,
söyledi dilinin ucuna geleni:
Ey
oğul, sen kaç kişisin?
Âdem’in
sesine bir acılık geldi oturdu. Ama durmadı devam etti:
Ey
oğul, dedi, bu söyleyen sen değilsin.
Nereden
aldın bu sözleri? Sana kim akıl verdi?
Kimlerin
halleriyle hallendin? Kimlerin diliyle dillendin?
Örneğin
yok bu dünyada, söyle, kime benzedin?
O
böyle söyleyince Kabil baktı babasının yüzüne.
Dedi:
Bak kendi içine.
Yapraklanmış
ağacımın kimden tohum aldığını, kökümün nerelere dek uzandığını orada
göreceksin. Gör kendini, fazla uzaklara gitme, o zaman benim kime benzediğimi
bileceksin. Hepimizin babası atası sen değil misin?
Oğullarda
babaların sırrı vardır. İkimiz aynı dağız aslında. Yalnızca, ben çöktüm sen
yükseldin. Sen örttün ben gösterdim.
Âdem
acıyla gülümsedi.
Doğruluk
payı vardı bunda. Kabil’den etrafa saçılan kötülüğün kapısı, Âdem’in yasak
ağacın altında unuttuğu anahtarla açılmıştı.
VI. MİZAÇ İMTİZÂC EDER
Kabil’in
söyleyeceklerini içinde tutması, söylemesinden daha zordu. Sorularına cevap
bile beklemedi. Hiç durmadı, devam etti. Bu kez bir ateş söylemini sahiplendi.
Ateş geçitlerinden geçerek konuşurken eritilmiş kara katran kazanlarına batar
çıkar gibiydi.
Bak
ey baba, dedi, sesinde bir gözdağı gizliydi. Günah günah, diyorsun. Bu eskimiş
kelimeyi ağzında öğütüp duruyorsun. Ben
mazurum
günahımda, tabii eğer bir günahım varsa. Bunu dağ, taş, göller ve buğday başağı
biliyor. Birsen bilmiyorsun. Mazeretimi görmüyorsun.
Hangi
mazeret, dedi Âdem. Dağ, taş, göller ve buğday başağı benim bilmediğim neyi
biliyor?
Mazeretim,
dedi Kabil, mizacım. Mizaç imtizaç eder, ben böyle yaratılmışım.
Yaratıcı’nın
kurallarından büyük fıtrat mı var ki ey oğulcuğum, dedi Âdem, ısrarında
mazeretin olsun?
Yeniden
oğulcuğum, demişti. Ama Kabil bu sahiplenmeyi fark etmedi. Fark ettiyse bile
oralı değildi. Fırladı yerinden, öfkeli doğasını, kavgacı mizacını ele verdi.
Bir iki adım attı. Neden sonra, gör artık, senin nefis dediğin şey benim öz
cevherimdir, diye haykırdığında sesi dışarıdaki ağaçları, kış gecesini sarstı.
Gözleri kocaman açılmış, bakışları başkalaşmıştı.
Devam
etti, kendisine gösterilecek bütün delilleri peşinen çürütmeye niyetliydi:
Sakın
öldür nefsini, deme. Öldüremem. Çünkü nefsim ateştendir benim, ateş-mizacım
ben. Özümdeki ateşi değiştiremem. Ateşin vasfı yakmak. Ona, yakma, diyemem.
İçimdeki ateş beni bile yakarken, bu yangını ben bile istesem söndüremem.
İstesem de vazgeçemem.
Sen
de kaldır başını etrafına bir bak ey baba. Korkaklara sahiplik etmekten vazgeç.
Senin yasak meyveye uzanan elin ben’im. Gör içindeki ben'i, yalanlama kendini.
Ben babasının da biriciği, Tanrı'nın da sevgilisiyim. Gel sen de, inat etme,
artık yolumdan çekil. Çünkü ben yolumu açmak için üzerindeki her şeyi yakarak
ilerlerim. Babam bile olsa karşıma dikilen, dinlemem, yakar geçerim. Ateş
gecesinin sabahına vardığımda ben bile artık o eski ben değilim. Beni toprakla
tuzla karışık şu ziftli isli dumanlı ateşle karıştırma. Ben şimşeğin, şu
ekinleri yok eden yıldırımın saf ateşi gibiyim.
Şimdi
gözlerinin yerinde ateşin gözleri.
Âdem’inse
bakışı duru. Göreceğini ateş saçan bulutların, birer meşale gibi tepelerinden
tutuşan ağaçların içinde gördü.
Kabil.
Ateşe düşmüş, içi yanıyor. Bir ateş lisanını ezber ediyor, ama hâlâ ham
duruyor. Oysa bir kez iliklerine kadar yansa, yok olsa, kendisini çıkarsa
aradan, hiç olsa. Yeniden doğabilir. Bulmanın en sağlam yolu kaybetmek aslında.
Ama
hayır! Kabil ateşin girdabına, o büyük akıntının ortasına devrilmiş
sürükleniyor da bu girdap, içine aldığını yok bile etmiyor. Kabil o sarmalın
içinde inadıyla, ısrarıyla, mantığıyla, kıyasıyla, gafleti ve yanılgısını
yüklediği aklıyla, aklından çıkıp uğradığı cinnetiyle, öfkesiyle, kiniyle,
nefretiyle kendi üzerine burkulup duruyor, sadece başladığı yere yani kendine
dönüyor.
Âh,
o da görmüyor. Ateşte yok olarak parlak ve saydam bir ışık salmak yerine
burkulan bir duman ve gittikçe kabaran bir is yayıyor. Saf aleve dönüşmüyor bir
türlü. Kalın, kıvamlı bir kül bırakıyor geriye ve bu kızgın külde önce kendisi
boğuluyor.
Çünkü:
Kabar ey nefsim, ben senden şikâyetçi değilim, büyü ey kibrim, ben sende
büyüklenirim. Bir zamanlar cennet göklerinin altında söylenmiş cümleleri ezber
ediyor, bütün insanlar için çıkartılmış özet yanılgılarını tekrar ediyor.
Neticede
Âdem gördü ki: Kabil'in içi tortu dolu. Onu bu kadar zorlayan şey ateş değil,
şu isli ziftli tortuydu. Bu beisle, yandıkça saflaşmadı Kabil. Ateşine toprak,
alevine duman, közüne kül karıştı. Yağlı isli bir karaydı. Mizacı ateşti ama
sadece karanlık bir ışık saçtı.
Yalan
değildi Âdem’in bir yanının Kabil olduğu. Lâkin Kabil, o eski cümlelerin
karanlık ezbercisi, Lâ dedi de İllâ'ya geçemedi.
Adem,
sözü değiştirirken kara ocağın alevini harladı. Her defasında yeniden başlar
gibi başladı. Bu kez Kabil’e, hani birkaç gece önce ırmak kıyısında gördüğü,
içine şeytan girmiş düşünü anlattı. Düş de olsa, görülmüşün tesirine sığındı.
Şeytandan söz etti, cenneti ve cehennemi hatırlattı.
Oysa
Kabil'in her söze yetişecek bir cevabı, her şeye katacak bir hesabı vardı.
Âdem’in sözünü önden kesti, bir cennettir tutturmuşsun, diye küçümsedi.
Bak
baba, diye sözüne söz ekledi:
Beni
sakın cennetinle kışkırtıp cehenneminle korkutma. Sakın yine uzun uzun
cennet-cehennem hikâyeleri anlatma. Varsayalım ki cennet var. Sen bir bahçenin
anılarıyla avunup duruyorsun. Bense cennetimi bu dünyada bulmuşum. Sidre'nin
yanındayken, onun bahçesinde, kuytusundayken. O kadar çok ki cennetim. Bir, üç,
beş. Sonrasını saymaktan vazgeçtim. Ondan vazgeçmek niyetinde hiç değilim.
Aç
gözünü baba, diye yineledi. Çekinmeden söyledi. Cennet de bu dünyada cehennem
de. Ne cenneti bekliyorum ne cehennemden ürküyorum. Kalbini işaret etti, şeytan
da burada çünkü melek de.
Ürpertili
bir uçurum onun ağzında, rüzgârında salınıp duruyordu. Adem’in, kanı
damarlarında sözü dilinin ucunda dondu. Yine de, tuttu Kabil’i
omuzlarından,
bu kez okşayış değil, şiddetle sarstı. Gözlerini gözlerine dikti.
Bak,
dedi şu gözlerime. Ben, şeytanı da, meleği de, senin şu ocaktaki ateşi gördüğün
gibi görmüşken. Cennet hatıralarımı dün akşamki ekmeği nasıl yoğurduğumu,
hamura nasıl tuz kattığımı anlatır gibi sizlere anlatırken. O’nun hitabını
işitmiş, yasağını çiğnemiş, affına uğramışken. O'na isyan etmiş, O'nun
tarafından esirgenmişken. Ben unutmuş, ben sürçmüş ama O bana kıyamamışken.
Hatamda masum tevbemde samimi iken. İlâhi esirgeme de ilâhi öfke de bana
dokunmuşken. Bütün bunları oğul, ben, ben, ben yaşamışken.
Nasıl
böyle yaparsın? Bana nasıl inanmazsın?
Üzerimde
hâlâ cennet kokusu, bedenimde kuru balçığın tortusu var. Damağımda yasak
meyvenin tadı, kalbimde o utanç, o pişmanlık var. Doğru, benim bir yanım
sen’sin, sen benim yasak meyveye uzanan elimsin. Ama halimden anlaşana. Ey
oğul, sebebimi değil sonucumu okusana. Kabil yanımla yedim yasak meyveyi, Habil
yanımla af diledim. Kahramanı sen olsan da hikâye benim. Evvelim sen isen de
ahirim sen değilsin.
Kabil,
dikkatlice bir bak bakalım ey baba, diye ağzını açtı, bakışları bulanıklaştı.
Hafızan seni kandırıyor olmasın? Cenneti de cehennemi de sen uydurmayasın?
Yalanlamak gibi olmasın ama hatıran seni yanıltmasın?
Cehennem
dediğin, sadece buradaki ateştir, aynı konuşma içinde ikinci kez kalbini işaret
etti. Cennetine gelince. Ne de olsa, ne gözümüzle gördük pınarlarını, ne de
Kevser ırmaklarının çağıltısını işittik. İnciden köşklerinde, yakut
eyvanlarında dinlenmedik. Tahtlarına yaslanıp kendimizden geçmedik. Yasak
meyvesinden yemedik. Çıplak kalmadık göklerinin altında, toprağında utancı
tanımadık, yapraklarıyla örtünmedik.
Oğul,
dedi Âdem, cehennem sen inansan da var inanmasan da. İçimizde ve dışımızda, bu
dünyada ve o dünyada, ateşi olsa da olmasa da, senin zannettiğinden de benim
hayal ettiğimden de çok başka. Demem o ki senin inanmayışın onun var olduğu
gerçeğini değiştirmez. Sen bilsen çoğalmaz, bilmesen yok olmaz, eksilmez.
Bir
nefes aldı yutkundu. Cennetine de bir dikkat et bakalım. Sen ancak bir ânlık
hazzın cennet kıldığı geçici bir dünyada yaşıyorsun. Cennetine, bu ân geçmese,
bitmese, diyorsun. Bense hazzı, bitimsiz bir ânda donduran sonsuzluk
cennetinden geliyorum. İki cihan kadar fark var arada.
Şimdi
söyle, bana hâlâ inanmıyor musun?
Kabil
karanlığa doğru güldü. Cevabı da sorusu kadar ürkütücüydü:
Sen
böyle anlatırken inanacağım geliyor amma, dedi, gerçek, yalnızca mantığımın
kavradığı, bilmek sadece aklımın aldığıdır. Eliyle manası muallâk bir işaret
yaptı. Bütün bu anlattıklarını aklım almıyor. Aklım
almadığında
ise aklımı yalanlamaktansa ey baba, seni yalanlamak işime geliyor.
Aklın
almıyorsa, dedi Âdem, ey oğul, kalbine de mi sığmıyor?
Sesi,
sel arkasından gelen sakıngan sular gibi sakindi ama serzenişi yeri göğü
titretti.
Sözü
tek Kabil'e değil herkeseydi.
Yine
de devam etti Adem. En fazla bu gecede anlattı hikâyelerini. Ama burası
dünyaydı, ateşin etrafında doğan hırçın hikâyenin yüzü hemencecik toprağa
döndü, söz geldi ölmek bahsine dayandı. Cennet ve cehennemin inkarcısı bir kez
daha sarsıldı.
Sesinde
isyan, ölüm mü, diye haykırdı. En zayıf yerinden yara almıştı.
Nasıl
dayanıyorsun, anlamıyorum. Çünkü ben dayanamıyorum. En kötü şartlarda bile
sonsuz yaşamaya razıyım. Dayanamıyorum benden sonrasına bir şey kalacak
olmasına. Zamanın geçmesine. Eskimeye bitmeye. Yitip yitip gitmeye. Çürümeye
çökmeye. Ölmeye.
Ama
var, dedi Âdem. İstesen de var istemesen de. Uzak görüyorsun oysa çok yakın.
Kuru dalları işaret etti. Bak, dedi, soğuğun en harlı zamanında birer kuru
oduna dönüşmüş bu dalların, fazla değil az bir zaman sonra ve bir gecede
yeşereceğini, çiçekleneceğini iyi biliyorsun. O dallar çiçeklendiğinde bu gece
konuştuklarımızı hatırla. O zaman anlarsın. İşte o kadar gerçek ve yakın.
Kabil
önce cevap vermedi. Neden sonra dalgın dalgın, hem, dedi, belli mi olur? Beni
ırmak boğmaz, rüzgârın gücü yetmez bana. Belki de ben ölümsüzümdür.
Sesi
değişmişti ve söylediğine inandığı yüzünden belliydi. Ne de olsa şimdiye değin
ölümü, bir insanın yüzünde görmemişti.
IX. GEÇERSİZ EVETLEŞME
Derinden
bir çığlık koptu. Adem her şeyin kırılacağından korktu. Her şey kırılmadan
evvel sayısız gayretlerinden birine daha yaslandı, Kabil'e kendisini, doğasını
hatırlatmaya çalıştı. Bütün acı sözleri zihninin gerisine attı. Kabil'in elini
eline aldı, kendi elini onun avuçlarına bıraktı. Gözlerinin içine bakarken,
oğluna, ümmetinin bu ilk dikbaşlı kuluna, ezel evetleşmesini hatırlattı.
Sen
nerelisin, diye başladı açık denizlerin sesiyle:
Ey
oğul, hatırlasana unuttuğun kendini. Unutma nereden geldiğini. Unutma söz
verdiğini. Ezel günü kendi doğan sana açıklandığında, gerçeğinle karşı karşıya
durduğunda, sen kendine tanık tutulduğunda. Ve senden söz alındığında. Arkamda
duran bütün ruhlarla birlikte sen de evet, dememiş miydin? O kalabalık ümmetin
içinde değil miydin? Yoksa evet'i yeterince güçlü olmayıp, sıra yaşamaya gelince
gözü korkan, sözünü tutamayan, ahdinden dönenlerden misin? Ahdine vefasızlık,
kavline ihanet edenlerden misin?
Âdem
karanlık göklere yazılmış hatlardan birkaç kelâm daha çekti çıkardı. Elife
istikamet, be’ye gözü kara bir nokta. Sözü söze bağladı:
İnsan,
varlığının amacını hatırlayacak yapıda, kendi kitabını okuyacak kıratta. Gel
oğul, yapma. Kesme gerçeğinle arandaki bağı. Yabancı kılma kendini kendine,
özüne zulmetme. Duru aklını örtbas edip de kalp bilgini görmezden gelme.
Fıtratının çizdiği yönden geri dönme. Yükü yüreğinden kaldır. Anlamından çok
yaşamayı sevme. En fazla da isteklerin cevaplanmadığında, yaşam, seni kibrinden
arda kalan darlıkta kıstırdığında, ne olduğunu hangi maksada hizmet ettiğini
hatırla.
Gözleri
nemlendi, boğazı düğümlendi, boğuk bir sesle devam etti:
Bütün
habercilerle birlikte bana da ümmetime tanıklık etmem emredildiği zaman.
Kendini şefaatimin dışında tutma. Dinle. Baban olduğumu unut bir ân, sadece
haberci olarak gör beni. İtibar et haberime. Reddetme sözleşmeyi.
Hayır,
diye haykırdı Kabil. Böyle bir sözleşmeye, ben değil, sen evet, dedin. Ben
değil, sen seçtin. Benim razı olmayacağımı sen niye kabul ettin? Ben
hatırlamıyorum. Hatırlamak da istemiyorum. Çünkü nereden geldiğim değil nereye
gideceğim gerek bana. Ve bu yol üzerinde ben yeterim bana. Bir de Sidre! İllâ
Sidre. İllâ!
Öyleyse,
dedi Adem, sözü ilk sen bozdun kimseyi suçlama. Ama oğulcuğum unutma. Bazı
unutmaların sonu hatırlamaktır. Sen unutsan da sözün seni hatırlayacaktır.
Unutma.
Harfe dönüşen kelâm yok olmaz. Sen unutsan ben unutsam, gökler unutmaz.
Mümkün
değil. Aklının da hissinin de yolları kapalı, taş duvara dönmüştü Kabil.
Âdem'in bütün sözcükleri o duvardan geri çevrildi.
Ne
söylediyse de bir adım ileri geçemedi.
X. UZUN GECENİN SONU
En
uzun gecede söz sabaha kadar sürdü. Cümlenin sonu yok. Lâkin kelâmın da hükmü
yok.
Hiçbir
şey çözülmedi. İyice dolandı. Birbirine eklendi. Üst üste bindi. Kördüğümle
düğümlendi.
Bir
kapalı yol ki biri o yandan çekiyor ama biri bu yandan itmiyor. Dağlar iğne
deliğinden mümkün değil geçmiyor.
Âdem,
âh evlâdım, diye inledi. Dağlar taşlar ses verdi de Kabil'den baba yüreğine su
serpecek bir ses gelmedi.
Âdem
yoruldu. Yorgunluğun sonu suskunluk. Sustu.
Kara
ocakta ateş sönerken sular aydınlanmaya başladı. Rüya görenler rüyalarından uyandı.
Bu
kalem, Havva kalbinin bu hikâyedeki gerçeğini çekmez. Bu yüzden bu hikâyeye
Havva’nın halleri sığmadı, sadece rüyaları kaldı.
HAVVA’NIN İLK RÜYASI
En
uzun gecenin sabaha karşısında her şey her zamanki gibiydi. Uzaktan geliyordu
eğrelti otları, kış çiçekleri ve yusufçuklara düşmüş hayatın uğultulu sesleri.
Ama görülecek olan, Havva’nın rüyasına girdi.
Âdem’e
doğru geldi Havva. Saçları dağınık yüzü sarıydı. Yanına oturdu, bir elini
Âdem’in dizine koydu, başını kaldırdı, cennet arkadaşının yüzüne baktı. Yüreği
ağzındaydı.
Yâ
Kabil'in ve Habil'in babası, bir rüya gördüm bu gece, diye başladı. Anlatayım.
Hiçbir şey anlamadım.
Cennetteydik
yine. Cennetin bütün ağaçları, hiç tanımadığımız yapraklar sürgünler
veriyorlardı. Sonra bunlardan gül pembesi, tan rengi, altın rengi çiçekler
açıyor ve dallarına tutunamayarak dört bir yana uçuşuyorlardı. O kadar
çoklardı.
Tatlı
bir esinti vardı. Sözünü ettiğim çiçekler rüzgârda uçuşurken o kadar güzellerdi
ki bu kadar güzelliği cennette bile görmedikti. Doğrusu, görmediğim bir şeyi
nasıl düşe çevirdim bunu da bilemedim.
Havva
sustu. Sonra? Dedi Âdem. Belli ki bu güzel rüyanın yomsuz, sevimsiz bir devamı
vardı. Yoksa Havva böylesine çırpınıp durmaz, dilinin ucuna gelen sözü
yutkunmazdı.
Sonra,
diye devam etti Havva, rüyamın rengi değişti. Güzel rüyam aniden kâbusa
dönüverdi. Hafif rüzgârda uçuşan bütün o güzel renkli hafif yapraklar
birdenbire kırmızılaştı. Kırmızı az gelir tanımlamaya, kırmızı dediysem,
düpedüz alev rengindelerdi. Alev almış, ateşlerdi. Kırmızıdan hiç bu kadar
korkmamıştım.
İçlerinden
birini elime aldım. Çok sıcaktı. Elim yandı. O acıyla yere attım. Attığım yerde
biteviye birbirlerinin içinden çıktılar, çoğaldıkça çoğaldılar. Bu çoğalmaya
mani olmak istedim ama ne yapacağımı bilmiyordum, hiçbir şey yapamadım.
Irmakların ağzında, yolların sapaklarında, göllerin kenarında biriktiler. Senin
anlayacağın suyun bile önünü kestiler. Her yerdeydiler. O kadar arttılar ki
cennet nerdeyse tutuşacaktı. Isıyı tenimde hissederek uyandım. Yanacağım
sandım. Neydi? Anlamadım.
Âdem,
Havva’ya baktı.
Ağzı
burnu yara bere içindeydi, güzel yüzü çökmüştü bir gecede.
Havva’yı
hiç böyle görmemişti.
Başını
çekti dizlerinin üstüne. Sırtına güç verdi.
Sonra
kendi başını eğdi. Havva'nın kederinden yine onun saçlarına gizlendi.
Endişesi?
Eksilmedi.
Dünya
dünya olalı Adem bu kadar bunalmamış, hiç bu kadar zorlanmamıştı. Böylesi bir
dağ dikilmemişti önüne, böyle yordamsız kalmamıştı.
Şu
dünyada Serendip yoluna düştüğü, gözlerini bir hurma ağacının altında açtığı
günden bu yana bir yerlere sığamadığı nice gün geçirmişti. Defalarca
çatallanmıştı yolu, bir o kadar da tıkanmıştı. Ama her defasında açılmıştı önü.
Her düştüğünde, hatta cennetten düştüğünde bile, bir el tutup da kaldırmıştı
Âdem’i.
Üzerinden
önce bir cennet sonra bir sürgün geçmişlere mahsus emniyet haliyle ve gaflette
isyanının bedelini önce bir cennet sürgünü sonra kendi kalbindeki kaygıyla
ödemiş olan Âdem. Kabahat ile tartılmış, tevbe ile daralanmış, af ile vezin
tutmuş bir kalbin sahibi olan Âdem. Her sarsıntıdan sonra ırmaklar yataklarına
eskisinden daha sağlam nasıl dönerlerse. Öyle dönerdi aslına, varlığı onunla
yorumlardı yeniden.
Ama
bu kez başkaydı, öyle değildi. Bütün kanı, damarlarını ters yüz ederek,
defalarca geri çekildi, sonra bütün gücüyle gerisin geri boşaldıkları yere
hücum etti. Âdem kızgın taşlara su serpse de olmadı. T aşlar kaynayacak, gökler
çatlayacaktı. Kemikleri birbirinden, iliği kemiğinden, derisi etinden
ayrılacak, Âdem, buhar olup havaya karışacak, ter olup olduğu yere yığılacak
sandı. Az kaldı ki, kendi teninin gözelerinden kan olup sızacaktı.
Benzer
haller Adem’in üzerinden yasak meyveyi yedikten sonra da geçmişti. Ama bu kez
manası kötü bambaşka sözcükler üşüştü zihnine. Hiçbirisinin izini sürmek
istemedi. Keşke düşüncelerini engelleyebilseydi. Ama kelimesi olanın manası
olmak da kaderin kaderi. Ve hiç kimse bunu Âdem'den daha iyi bilemezdi.
Zihnindeki
Kelimeler Kitabı’na baktı. Harfler göz hizasından kayıp gidince, eğrilip
büğrülüp birbirine girince, kederle kapattı sayfaları. Olacaklardan korktu.
Kişi
ile kalbinin arası'na girilmezdi elbet, ama birinin
yolculuğunu
öbürünün yolundan, sonra bütün bir insanlığın macerasını iki oğlunun alnından
okudu. Belli ki Âdem kadar kuvvetli değildi hafızası Kabil’de rumuzlanan bu asi
kavmin. Olacakları böyle apaçık görüp de önüne geçememek ne kadar zordu.
İki
oğlunun arasındaki o şey. Her, bunu aşarsam tamam, dediğinde. Gideremedi. Her,
bitti, dediğinde. Bir nefeslenmeydi sadece, eskisinden daha güçlü geldi.
Âdem,
bir türlü şerri hayra çeviremedi.
Bu.
Musibetti.
İsabet etti.
Yasak
ağacın meyvesi bir kez daha geldi önünde durdu. Ya Rabbim, dedi, Âdem, Sen
onları koru.
Öyle
bir yağmur indir ki üzerlerine, birisinin ateşini diğerinin elemini söndürsün.
Güle döndürsün.
Bu
kadar canhıraş kelâm Âdem'in dilinden bir de affet yakarışı esnasında kopmuştu.
Benzer bir can acısıyla hatırı sayılır her şeyi araya soktu. Sabah vaktinin,
doğan güneşin, doğu ufkunda parıldayan yıldızın, ışık saçan bulutun, ayasından
yağmur sızan yaprakların, yeryüzüne sakin sakin inen suların hatırına sığındı.
Tanık
tuttu onları, derdine ortak etti.
Adem
gece boyunca kendisiyle cidalleşti.
Görünür
yüzüyle kavrayabildiği kaderin görünmez yüzünü, gücü yetmedi, değiştiremedi.
Kalbinin üzerine çöreklenmiş sıkıntıyı gideremedi.
Kendisini
yapayalnız hisseti.
İlk
kez Havva'nın saçları Âdem'i koruyamadı.
Dünya
gecesi çok soğuktu.
Kalktı.
Kaç kez kendisine yaslandığı sağ dirseğinin üzerinde bir kez daha doğruldu.
Irmak
boyunca yürüdü durdu, ne kadar yol aldığını kendisi de bilmedi. Sabaha kadar
kendi içine baktı. Haberciliğinin ona verdiği bilgiyle, kör kapıların
açılmasını Müfettih-ül Ebvâb olana bıraktı.
Sabah
olup da geri döndüğünde dedi ki: Birer kurban sunun bakalım hanginizinki kabul
olacak?
Bakalım
gökten inen işaret hanginizin kurbanını gösterecek hangisini olduğu gibi
bırakacak?
Doğrusu
baba yüreği, keşke ikisininki de yanıp kül olsa, diyesiydi.
BİRİ YANDI ÖBÜRÜ OLDUĞU GİBİ KALDI
Kavgalı
bir istilânın ceremesini toprak çekmesin diye bulut bulut üstüne bindi.
Temsilde işaret, ateşin alaşımları arındırması gibi, Habil'in de Kabil'in de
niyetini gayretini, özünü özetini, kabiliyetini tıynetini açık etti. Neticede
mecazın gökten inen ateşi Kabil'in adak taşına bıraktığını değil de Habil’in
adadığını yaktı. Yanma, seçilmenin işareti. Biri yandı öbürü olduğu gibi kaldı.
Adem,
oğullarını çekti yanına, birini sağına aldı, Habil solunda kaldı. Kurban
taşının üzerine neler bıraktınız, diye sordu. Döndü, Kabil'in yüzüne baktı.
Tuhaf bir hava vardı. Gökler başkalaşmıştı.
Kabil,
ben, diye başladı. Yeni bir metni açıklamak için bilindik bir cümleyi
tekrarladı, kendisini tanımladı. Ben tarımla uğraşırım. Toprağa aidim, toprak
ve onun üstünde yetişen de benimdir.
Konuşurken
ellerine baktı. İki elini de diğer bileğinin üzerinde kelepçeledi, bağladı.
Diline bir pürüz gelmiş, peltekleşmişti. Yine de devam etti:
Bu
yüzden kâsemi meyvelerin en tazeleriyle doldurdum. Üzümler buğuluydu, incirler
ağzı açık, narlar çoktan çatlamışlardı. Dökülmeleri ân meselesi. Birçok zeytin
dalı kopardım sonra. Dallar meyvelerin ağırlığından kendilerini tutamaz
olmuşlardı, yere doğru sarkmışlardı. Ben koparmasam düştü düşeceklerdi
neredeyse, o kadar dolmuşlardı. Kabımı adak taşının üzerine bıraktım.
Yetinmedim. Tarlamdan başaklı bir demeti de yanlarına ekledim.
Uzun
sözün kısası, ölçtüm biçtim. Saydım döktüm. Tarttım dengeledim.
Benim
olandan vazgeçtim.
Sustu,
ellerini bileklerinden çözdü, dizlerinin üzerine bıraktı. Neredeyse
bileklerinden ateş taşacaktı.
Bu
kadar mı, dedi Adem.
Kabil,
nabzında vuran atışa bir süre baktı.
Dedi:
Bu kadar. Daha ne olsun?
O
zaman soluna döndü Âdem. Habil'e, sen, dedi, ne bıraktın kurban taşına?
Habil
de kendisini tanımlayarak başladı:
Ben,
dedi, hayvancılıkla uğraşırım. Toprağın hiçbir yeri bana ait değildir. Gezer
göçerim. Kalmam, uğrar geçerim. Kök salmam. Çünkü hiçbir yere ait değilim.
Bilirim ki kalıcı değil geçiciyim, sahip değil misafirim. Sabit değil
iğretiyim.
En
güzelini seçtim koyunlarımın. Gözleri en kara, tüyleri en parlak en beyaz,
sırtı en kınalı olanı. Bana en içli bakanı, en alışık olanı. En sevdiğimi
anlayacağın, hüznü içimi en çok oyacak olanı. Onu götürürken canım acıdı.
Görmemek için gözlerinin üzerinden siyah bir bağ geçirdim. Elimden gelse kendi
gözlerimi de bağlayacaktım. Ama bildim ki canım acımazsa kurban, kurban
olmazdı. Onu kurban taşının üzerine öyle bıraktım.
Bu
kadar mı, dedi Âdem.
Yok,
dedi Habil, dahası var.
Beyaz
tüylü, kara gözlü koyunumu adak taşına sadece koyun olarak koymadım. Her bir
şeyin karşılığı, inancımın ve korkumun ölçeğiydi o. Varlıklarımın cümlesi. Onun
yerine adak taşına önce bütün bir sürüyü koydum. Yetmedi. Sevdiğim ne varsa,
sevebileceğim ne varsa hepsini koydum. Seni koydum ey baba, içim yandı. Annemi
koydum, içim daha çok yandı. Ama vazgeçmedim. Sevgilerin yekûnu Sidre, Sidre’yi
koydum. Sidre’yi koyunca zaten geriye ben bile kalmıyordum.
Veremeyeceğim
ne varsa teker teker değil hepsini birden koydum. En son da güzel gözlü
koyununum yerine adak taşına kendi başımı koydum.
Koyacak
başka bir şeyim olsa onu da koyacaktım. Ama yoktu, daha fazlasını bulamadım.
Öyle ağırdı ki feda ettiklerimin toplamı, kendimi bir tüy gibi hafif hissettim.
Yüklerimin tümünü üzerimden attım devirdim. Bütün bir dünya ağırlığını gölge
gibi hissettim.
Oğul,
dedi Âdem, yorumunu son bir cümleyle aşikâr etti. Habil değerli hayvanına en
değerlilerini yüklemişti de senin meyve tabağın sadece bir meyve tabağı,
başaklı buğdayın sadece başaklı bir demetti.
Bir
itiraz ateşi geldi Kabil'in benliğini sardı. O ateşle bağırdı:
Karışıyor
aşkım aşkıma, kıskançlığım kıskançlığıma. Gördüğüm güzel rüyaların hiçbirisi
çıkmıyor
da kötülerinin çıkması sabaha bile kalmıyor. Hem Tanrı beni kapısından kovuyor,
kurbanımı, adağımı kabul etmiyor. Hem de uğrunda ayartıldığımı benden alıyor.
Ölürüm de bırakmam.
Hiçbir
şeyin onu durdurması mümkün değildi. Kalpten geçti, akıl aklı terk etmişti.
Öfkeyle
kalktı, gitti. Baba ocağını, kara ocaktaki ateşi, ana eli değmiş ekmeği terk
etti.
Yol
ayrımı. Sapak noktası. Dur, desen de dinlemez ki.
Havva’nın
ekmeğinden, Âdem'in ocağından çekip gideli hayli zaman olmuştu. Kuru dallarla
çiçekler arasında bir gece mesafesi, o kadar bahara yakınlardı.
Zaman
her şeyin ilâcı. Lâkin ateşin zamanı yoktu. Zaman geçmiyordu Kabil'in
üzerinden. Sırtından bu ateş gömleği çıkarıp atamıyordu.
Bu
yokluklar cümlesinde gözyaşı da yoktu Kabil’in. Gözyaşı ancak merhamet varsa
var. Oysa Kabil’in önce kendisine merhameti yoktu ki gözyaşı da olsundu.
Bir
ben vardı onun için, başkası yoktu.
Bir
dağ başına çıktı. Baktı gözünün önünde serili duran mesafeye. Ekili tarlalar,
buğulu üzüm bağları ayağının altında. Şurada reddedilmiş adağı, şurada Sidre
duruyordu.
Kabil
o gün orada, ânı ânına, bakışı bakışına, kendisi kendisine, çehresi teninin
rengine uymadı, halden hale girdi. Öyle bir bozuldu ki dengesi, hoşça bir
uyumun dirliğini kaybetti. Her şeyi eski düzenine çevirmek lâzımdı. İstemedi.
Bu,
çok daha fazlası, şeb-i yeldâ asiliği gibi değildi.
Sadece
babasına değil her şeye isyan etti. Bir yandan değil her yandan gelen sesin
eline geçti.
Onu
eline geçiren, sadece fısıltılı bir sesti.
Ama
tenini geçti fısıltı, kanına girdi:
Korkma
dağlar parçalansa, olacakları seyret.
Dikkat
etseydi Kabil bu sesin, yasak meyvenin tadına bakılmasını fısıldayan cennet
kovulmuşunun sesi olduğunu, cümlenin aynı cümle olduğunu fark edebilirdi. Ama
babasının hatıralarına hiç güvenmemişti ki.
Başını
neden sonra kaldırdı. Karanlık bir söz söyledi yedi göklere, feleklere
menzillere, yıldızlara seyyarelere. Yumruğunu sıktı. Önce bağrına, sonra
boğazına bastırdı. Önü kapkaranlıktı.
Bu
iş artık gönüle sığmaz, yürekte hallolmazdı.
Kaderse
kader. Yazıysa yazı. Emirse emir. İsyansa isyan.
Ne
olacaksa olsundu.
Nereden
inceyse oradan kopsundu.
Ona
öyle geldi ki ne yaptığını hiç bu kadar bilmemişti. O ânda kararını verdi:
Tek
yolu var. Neydi şu ben’de bedende taşıdığı şey ki dünya ona dar geldi. Bu dünya
hem kardeşini hem kendisini içine almaya yetmeyecekti. Birisi gitmeliydi.
Giden
Habil olsundu, Kabil’e dünya yeterdi.
Yüksek
bir yamacın sırtında, yapraklanmış, çiçeklenmiş, şenlenmiş bir elma ağacının
altında uzanmıştı Âdem’in ikinci oğlu.
Bir
gönül huzursuzluğu.
Uzun
zamandır yoklamayan o duygu.
Geldi
yağmacı otağını kurdu, Habil'in ta içine oturdu.
Kabil’in
kalbi sanki geldi Habil’in kalbinin içinde durdu.
Kıvrımlı,
ıslak, yapışkan, devingen bir yaratık gibi atıyordu bu kalp, sıfatları çoktu.
Habil onun atışlarını kendi kalbinde duydu. Duyduklarını okudu. Her kelime kara
katran cehennemince vurdu kalbinin çeperlerine. Ama Habil, bu kalpte
okuduklarından çok, bir kalbi böyle, kendi kalbiymiş gibi okumaktan korktu.
Kabil
tam o esnada geldi. Habil'in, az arka uzağında durdu. Bir müddet onu göz
hapsine aldı. Derken bir daire çizdi, uzaklaştı, sonra tekrar geldi. Bu kez tam
karşısına dikildi. Habil yerinden yarı doğruldu. Kardeşinin içinden neler
geçtiğini bilmek istemezdi ama saçlarına takılmış yaprakları silkerken onunla
göz göze geldi. Güneş gözlerinin içindeydi ve bu gözler alev alevdi.
Kabil
gizlemedi. Örtmedi üzerini içinden geçen şeyin. Sözü uzatmadı. Hemen söyledi,
söyledikçe bir
daha
söylemek istedi. Ateş tomarları gibi döküldü kelimeler ağzından, yanmadı ağzı,
tutuşmadı dili. Sesinden nefret taştı, sesinin dokunduğu şeye kin eşlik etti,
husumet sindi. Açıkça söyledi ki:
Bu
dünya ikimize birden dar. Başka türlü sönmeyecek bu ateş, bu su durulmayacak.
Senin varlığından kaynaklanan dayanılmaz acım ancak senin yokluğunla sağalır.
Her şeye razıyım. Her şeye katlanırım. Gereklilik yetmez, gelecek zamanın
kesinliğinde göstermeli şimdi, ben seni öldüreceğim. Çünkü sonsuza dek
borçlusun bana, ödeyeceksin.
Böyle
bir cümlenin üzerine doğamayacak kadar güzel bir gündü. Belâ sabahı gökler
karardıkça kararmıyor, güneşli bir bahar yağmuru iniyordu savrula savrula.
Kasvet yoktu ki bu inişte, ağaçlar, ırmaklar, dağlar bir hayır duasına
dursundu. Yağmur kendi yolunda, güneş mutlu, bulutlar mahzundu.
Sırtının
kınası seçilmeyen kara kuzu geldi Habil'in ayaklarına süründü. Habil'in içinden
bir ürpertidir geçti. Sezdi çok geçmeden patlayacak yanardağı. Çevirdi yüzünü,
kardeşinin yüzüne baktı. Hatırlı sözcükleri araya sokmaya niyetlendi. Birkaç
kelime birkaç mana zikretti:
Ey
benim Kâbe'yi görmüş kardeşim, ey kardeşim, dedi. Kâbe sözcüğünü de kardeşim
sözcüğü kadar ısrarla yineledi.
Suyundan
ver bir yudum, ekmeğini bölüş benimle.
Bakışları
yerde, birkaç cümleyi daha bulup bir yerlerden çıkardı.
Kardeşini,
dedi, buradan başlarsak, bu gözlerle bakarsak, bu kelimelere sığdırırsak
çözülmez bu düğüm. Halis niyetime itibar et. Ben sana bilerek bir kötülük
etmedim. Bilmeden bir kötülük ettiysem de insan oluşuma hamlet. Durma üzerinde,
bu kez ihmal et.
Bir
adım attı Kabil'e doğru. Elini uzattı. Al, dedi, bu benim elim. Suyunu uzattı.
Bu da suyum. Sen yıka benim ellerimi. Uzat ben de yıkayım senin ellerini.
Ben
helâl ettim sana hakkımı sen de bana hakkını helâl et. Terk et şu içindeki sana
rağmen sen'i. Beni kendine dâhil et.
Senin
de benim de üzerimizdeki Hakîm tarafından hakemliği yapılmış davandan vazgeç.
Senden de benden de aşktan da öfkeden de büyük olanın hükmüne itaat et. Bırak
üzülmeyi kardeşim. Artık yas tutma. Gel, soframızdaki yerine dön geri.
Ben
seni kendi kanımla hiç kışkırtmadım. Aramıza bu kan davasını ben sokmadım. Gel,
güneşin doğuşunu birlikte seyredelim, at suya içindeki ateşi. Bizi bu kavgadan,
bu düşmanlıktan, bu kandan azad et. Bil ki kan doldurmaz bu mesafeyi, ölüm
eşitlemez bizi.
Şimdi
güneş Habil’in gözlerinin içindeydi.
İki
kelime! İki Fikret! Çözülecek bu düğüm!
Ama
Habil bunca cümleyi kalbinden koparırken sözü manaya katabileceğini
zannederken, Kabil'i hiç mi tanımamış, bu yıkıcı iştahı hiç mi anlayamamış, ne
kadar da gafildi. Sabrın taşı bile işitti, gel gör ki Kabil,
ne
Habil'i işitti ne durabildi. Duyduğu öfke dinmedi. Ne elini uzattı ona ne onun
elini alabildi.
Bu
dünya ikimize birden dar, ben seni öldüreceğim, dedi de başka bir şey demedi.
Aynı cümleyi bambaşka sözcüklerle, evirdi çevirdi. Uzattıkça uzattı, defalarca
söyledi.
Habil
iki adım attı, bir taşın üzerine oturdu. Ayaklarının ucuna baktı. Kabil'in
söylediği şey değil, söylerken üzerine sarıldığı kırık yılan dişi dizlerindeki
dermanı kesti. Bu ürkütücü dille karşı karşıya geldiğinde. Şaşırdı önce. Yoktu
zihninde bu sözcükler, anlayamadı. Bu nasıl bir dildi? Böyle bir dilin var
olabileceği bile aklından geçmezdi. Neden sonra alfabesini söktüyse de, bu
yapışkan dili konuşmak içinden gelmedi. Böyle yakıcı bir düşmanlığa tahammül
ancak ona aynı dilde mukabeleyle mümkündü oysa. Ama. Mümkün değildi.
Kaldırdı
başını.
Kardeşinin
yüzüne baktı.
Bak-ı-ş-tı-lar
karşılıklı. Kabil'in ne gördüğü belli değildi. Ama Habil hayatta var olduğunu
bile bilmediği bir kötülükle yüz yüze geldi.
Bir
kez daha: Yasak meyve.
Güneş
şimdi hiçbir yerdeydi.
Oysa
dünyanın son gününe kadar yaşasa, alnına bir yaşamak yazgısı düşen bütün
insanlarla bir bir karşılaşsa Habil, kimsenin hayatına böyle bir dehşetle
eklenmez zannederdi.
Dünya
yüzünde, kâinat kâğıdında, ezel defterinde, Kelimeler Kitabı’nda. Bir yazıya
satıh olan ne varsa, neresi varsa, orada. İsmi ismiyle benzer harflerle, yan
yana, satır satıra yazılmış olana birkaç cümle daha söyledi.
Dedi
ki, ben sana kardeşim, demiştim. Seninle bu sözcükte kavilleşmiştim. Dünya
yerinden oynasa, gökler yarılsa, kızılca kıyamet kopsa hep kardeşin kalırım
zannetmiştim. Çünkü vicdanında yer talep etmiştim. Bütün derdimi seninle
dertleşmiştim. Beni sana emanet etmiştim. Şartı, kuralı, zamanı, vadesi,
gerekçesi yoktu bu emanetin. Bir hükme bağlı değildi. O kadar ki ben sana
ihanet etsem, sen emanete ihanet etmezsin zannetmiştim. Sana öyle güvenmiştim.
Emanete ihanet mi edeceksin?
Vazgeçmedi
Kabil, ısrar etti. Tekrir etti. Teksir etti. Ezber etti. Şerh etti.
Korkunç
gücü katı mantığı, yani mantıksızlığı.
Kavgacı.
İç
karartıcı.
ÖLÜMÜYLE YÜZLEŞENİN HALLERİ
Habil.
Böyle
bir çile. Çekilir gibi değildi. Çilesini güzelleştirdi.
Başı
önünde, gözleri hâlâ yerde, yaprakların, dökülmüş elma çiçeklerinin üzerinde.
Ben
sana elimi kaldırmam, dedi.
Konuşuyordu
ama orada değil gibiydi.
Zalim
olmaktansa mazlum olmak yeğdir bana.
Sesi
çok uzaklarda akan derin nehirlerin sesi, ya da gecenin arka arkaya gelen en
kapalı vakitlerinin sesi gibiydi.
Eziklik
yoktu bu seste. Bambaşka bir güçle güçlü bir sesti.
Dirençsiz
değil direnmesizdi.
Dirençsizlik,
acizliğin gaflet hali.
Direnmesizlik:
Teslimiyet tesellisi.
Ancak
Habil-mizaca nasip olabilirdi.
İnsan
olan, etten kemikten, ruhtan nefesten yaratılmış bulunan; bütün kayıtlardan
nasıl daha fazla sıyrılabilirdi? Bütün bağlarını nasıl daha fazla çözebilir,
eteklerini rüzgâra bırakarak kendi saçlarının arabasına asılabilir, gökleri
öyle devredebilir, her şeyin üzerine çıkabilirdi? Nasıl bundan daha fazla
özgürleşebilirdi?
Habil,
Kabil'de fazla vakit kaybetmedi, dünya kelâmı tüketmedi. Nefesini hafifletti.
Makamını değiştirdi. Gözlerini titreşen sedir yapraklarına, hüzünlenen
bulutlara, tüllenen göklere çevirdi. Yedi kat semanın arkasını görmek istedi.
Dedi ki:
Ey
Âlemlerin Rabbi.
Düne,
bugüne, yarına, parçalanmayan zamana hakim olan.
Zamanı
daraltılmış olmayan Ey.
Ey
Zamanın Sahibi.
Güzelliğin,
öfkenin, adaletin, ihtişamın, cebrin ve hiddetin
Rabbi.
İsimlerin
sonsuz.
Her
bir isminden kendime kurduğum bağla,
Kabil’in
de Rabbi.
Yetmedi.
O’nun
bütün güzel isimlerini aynı ânda anmak, bir yönüne değil her yanına sığınmak
istedi. Cennetten gelme o isimle, ağız dolusu Allah’ım, dedi.
Allah
demeye alışkın dağlar taşlar bir kez de Habil’le. Allah,dedi.
Nehirlerden
balıklar başlarını uzattı, dallardan kuşlar sarktı onun duasına eşlik etmek
için. Habil duasını etti. Yaralı bir kalbin ateşinde canlı cansız, dolu boş ne
varsa, duasını Kabil'in ağzından tekrar etti:
Taşınmaz
yük ne demekmiş anladım. Yükün taşınamaması, kulun Allah ile arasındaki bağın
bozulması. Sen ki benim gönlüme Senden bir bağ bıraktın.
Her
şeye razıyım, ama Seninle aramdaki bağı bozma.
Bana
kaderimi sorgulatma. Neden, diye sordurma.
Ey
Galipler Galibi,
Senden,
Senin takdirinden başka bir şey istemeyeceğim.
Ama,
aramıza
kimseyi sokma.
Bulutlar
üzerine eğilince,
Habil
bu dünyadan geçmiş. Fazlasını istiyor.
Kalbe
ancak sığan duru aklın, emniyetli gönül görüşünün keskinliğinde, görüyor ki:
Her
bir yan gölge üstüne gölge.
Gölge
gölgeyle didişip duruyor. Her şey oluyor ama hiçbir şey de olmuyor.
Tufan
kopuyor ama Habil'in ayakları bile ıslanmıyor.
Yangının
ortasında, ateş yakmıyor, saçının tek teli tutuşmuyor.
Can
acısa bir türlü acımasa bir türlü. Perdeyi göremeyen bütün gölgeleri gerçek
sanıyor. Ve oyunu
buna
göre kuruyor, buna göre oynuyor.
Habil'se
gölgelerin üzerinden geçip gidiyor. İndirmiş kılıçlarını. Gölgelerle savaşmaya
kalkışmıyor. Göklerin vâhid makamına doğru yer’den geçiyor.
Çünkü
acı can evine değince her şey yerine döner. Her şey gölgeye döner.
Kabil
diye biri yok aslında. Bir Allah var, bir de
Habil.
Kabil,
Habil’in ne kadar dayanacağı sınanırken sadece içi boş bir gölge. Çünkü
masumlar da gölgeden ateşler çıkararak sınanır. Kabil bir bahane.
Ve
Habil diye biri de yok aslında. Bir Allah var bir de Kabil. Kabil sınanırken de
Habil bir gölge. Çünkü zalimler de sınanır. Habil bir bahane.
Habil
Kabil’e gölge.
Kabil
Habil’e gölge.
Hatta:
Bir
Allah
var.
İkilik
yok arada.
Kabil
Kabil'e gölge.
Habil
Habil'e gölge.
Allah’a
göre:
Habil
gölge. Kabil gölge.
Gölge
üstüne gölge.
Öyleyse:
Gölgenin
derdiyle dertlenmek niye?
Sözünün
hükmü gölgeye geçmeyince Habil, elma ağacının altına çekildi. Elma ağacı,
gölgeliklerini bu yaralı kalbin üzerine serecekti ki, Habil, ağabeyinin
arkasından baktı.
Kabil,
diye seslendi.
İlk
kez onu ismiyle çağırmış, ağız dolusu kardeşim, dememişti. Başka bir şey demedi,
sadece onun ismini söylemekle yetindi. Acısını içine gömüverdi. Rüzgârın
gözünde savrulmak yok artık. Sözünü suskunluğuna emanet etti.
Bu
hançereden, bu dudaklardan, bu ağızdan, bu dilden, bu genizden, bu ciğerden
Kabil’e hitaben bir dünya kelâmı daha çıkmaz zannetti. Oysa vakti saati gelip
de bir son cümleler dizininde ağzından dökülecek öyle bir sitemi, öyle bir
seslenişi vardı ki Habil bile tahmin edemezdi.
SÖYLE SÖYLEYECEĞİNİ EY HABERCİ
Kabil.
Kurban gününden sonra baba evine ilk kez geldi, Adem’in karşısına dikildi.
Selâmı
sabahı yoktu. Anlatmaya başladı:
Gittim,
dedi. Onu gördüm. Bir elma ağacının altındaydı. Kolunu başının altına almış,
uzanmıştı. Başını elma çiçeklerinin mavi gölgesine saklamıştı. Rüzgâr değdikçe,
saçları elma çiçeği kokuyordu. Arkasında duruyordum. Kokusu geliyordu bana
kadar. Ne düşündüğünü bilmiyordum. Ama kurduğu hayali, düşündüğü şeyi bile
kıskanıyordum.
Elma
ağacı bile nasiplenmişti onun masumluğundan, daha rahat dinlensin, gölgelensin
diye kendisini onun üzerine yaymıştı, uzatmıştı. Hiç öyle şefkatli görmemiştim
bir ağacın dallarını. Bu şefkat kanımı başıma sıçrattı. Öyle hücum etti ki
kanım damarlarıma, gözelerimden fışkıracağım sandım.
Bu
yangından beni ne kurtarırdı? Kan lâzımdı şimdi bana, gerçek bir kurban
lâzımdı. Kana susadım. Bir damla kan aksa durulacaktım. O kanda yıkanmazsam
artık arınamazdım. Bir ucundan yaşamaya başlayamazdım. Çünkü böyle bir alevi su
değil ancak kanın sıcaklığı söndürebilirdi, kan alırdı bu ateşi. Su yetmezdi bu
ateşi söndürmeye. Ancak ateş benim üzerime bir serinlik ve selâmet
indirebilirdi. Ancak ölüm durdurabilir beni yolumdan çevirebilirdi. Varlığının
verdiği cezayı ancak yokluğu ödüllendirebilirdi.
Durdum.
Yüzüne baktım. Artık var olmasına dayanamadım. Bu dünya ikimizi birden almaz
sandım. O da gördü beni. O da benim yüzüme baktı. Bir ürperti dolaştı ki
bedenini, gözle görülür gibiydi. Birbirimizin yüzünde gördük göreceğimizi.
Aramızdaki perde o kadar incelmişti ki yırtılacağından korktum.
Ama
korkum ey baba, senin korkularına eş değildi. Aklıma senin sözlerin gelmedi.
Bütün bir çocukluğum boyunca sabahlara kadar anlattıkların, sonra o gece, şeb-i
yeldâda sözün şiddetinden savrulan, kahrolan ağaçlar, gelmedi. Yasaklar
gelmedi. Anlattığın cennet, anlatamadığın cehennem hiç gelmedi. Ölüm gelmedi.
Nefsim, kibrim, aşkımda azgınlığım, kıskançlığım gelmedi. Sahiplendiğim, sizin
aklınızın eremeyeceği gerekçelerim her zamankinden de fazla geçerliydi.
Kıskançlık da kibir gibi. Duymayanlar şefaatçisi olamaz. Ateşine düşenlerse
harlamadan o ateşten kurtulamaz.
Sadece
ne olacağından korktum. Çünkü ne olacağımı bilmiyordum. Niyet ettim, gizlemedim
niyetimi, ona da söyledim. Direttim. Ama gerçekleştiremedim. Cesaret edemedim.
Gerisin geri döndüm. O kaldı ben gittim.
Ama
hemen sonra, neden yapamadım, diye sitem ettim kendime. Sustukça kendi kendimle
yüzleştim, eylemedikçe eylemsizliğimden iğrendim. Öcümü alamadığım için kendime
lânet ettim. Keşke yapsaydım. Yaptığımdan değil yapamadığımdan pişmanım.
Şimdi
bu düşünce bir burgu gibi zihnimin içinde dönüp duruyor. Beni rahat bırakmıyor.
Onu zihnimden ne kadar kovsam da olmuyor. Ben kovuyorum o geliyor. Başımı
uykuya her uzattığımda boşaltıyorum aklımdan geçenleri, uyandığımda eskisinden
çok doluyor. Uyanmama gerek yok aslında, uykudayken de oluyor.
Şimdi
söyle söyleyeceğini ey Haberci. Çünkü içimi koyu bir karanlık bürüyor. Bu
karanlık, kaderime de kaderimi yazıp yaratana da karşı bütün benliğimi sarıyor.
İçimde
sana, senin anlattıklarına, beni tutan ne varsa, hepsine karşı tarifsiz bir
öfke büyüyor. O kadar büyüyor ki, öfkenin kapladığı yerden geriye başka bir şey
kalmıyor.
KÖTÜLÜK BİLDİRGESİ; ADALETİNİZDEN DE NEŞ'ENİZDEN DE TİKSİNDİM
ben,
gizlemiyorum olup biteni, ne yüreğimi ne tenimi, ne inadımı ne ayak dirediğimi,
hayır, pişman değilim, bu ağırlığın altında ezilmem, benliğimden utanıp da
yerin dibine geçmem, inancımı da inanmadığımı da
örtbas
etmem, çünkü kendimle yüzleşiyorum ben.
ama
ya siz? benim kadar cesur benim kadar zeki değilsiniz, kendi doğanızla
yüzleşecek cesaretiniz bile yok. bu nedenle özgür değil kölesiniz, biricik
değil sürüsünüz, dürüst değil ikiyüzlüsünüz, tevazuunuz kibir, köleliğiniz
efendilik, alçakgönüllülüğünüz de eğer korkaklık değilse başka nedir?
karşıma
dikeceğiniz her değer şimdi o kadar zayıf, o kadar cılız bir ses olarak kalmaya
mahkûm ki bu halimle bile sizden daha erdemli, çok daha şerefliyim. kınayıcılar
çoğu kez kınadıklarından daha kirlidir, adım kadar eminim.
sözcüklerim,
duaların kabul edilmediği kâbuslar bahçesine iteleneli beri kendi sözcüklerimle
kendi kendimi ihlâl ettiğimin bilincindeyim, kendi sözcüklerimden, en fazla da
ben muztaribim. kendimden tiksindiğim doğrudur belki, ama size duyduğum
tiksintinin yanında
hiç
kalır bu. değil mi ki ortalama ahlâkınızla yüzleştiğimden, içyüzünüzdeki
ikiyüzlülüğe bulaştığımdan bu yana, ona yaslanarak içinizi rahatlattığınız
vicdanlarınızdan da, inançlarınızdan da, sahtekârlıklarınızdan da bıktım,
usandım, iğrendim, adaletinizden de neş'enizden de tiksindim, iyi ve gerçek
dediğiniz ne varsa hepsinden nefret ettim. habil'den nefret eder gibi yâ âdem
senden nefret ettim, senden nefret eder gibi de seni yaratanın yasalarından
incindim.
sana
da seni yaratana da söyleyemedim nefretimi ama habil'e çekinmeden söyledim, ona
kustum içimi ondan çıkardım acısını bütün reddedilmişliklerimin.
yenilmişlerin
öfkesiyle doluyum şimdi, irademi tümüyle kinime teslim ettim, artık bütün
nedenler kayıp, nedensizim, her ân her şeye dönüşebilirim.
körsem
kör, sağırsam sağır, isyansa isyan, kötülükse kötülük, öfkeyse öfke, hepsi de
benim işte, bütün alfabe tersine dönüyor benim dilimde, övgüm küfür, şarkım
diken, şiirimin tümü saçma, sarsılmış ruhum dengelerini nerede
bulur
şimdi? bir tek kötülük aklar bundan böyle beni, sadece araya soktuğum şiddetli
nefret ayakta tutabilir, içi boşalmış, su ile toprak cesedime ancak o can
verebilir, böyle bir boşluk sadece kötülükle dolabilir, öyleyse ölene dek
düşmeli, düşene dek kötülemeliyim şimdi.
hiçbir
şeyimi hiçbir şeyin arkasına gizlemeden yüzüme yapıştırdığınız sahte suretimi
indiriyorum ve doğrudan kendi kötülüğüme dönüşüyorum, sadece kötülüğü arıyorum
şimdi ve başka hiçbir şey de bulmak istemiyorum, hiçbir suçluluk duymadan
kötülüğü kendisi için ve kendisi olarak seviyorum, kendi yasalarımdan başka
yasa tanımayarak bütün yasalara, bütün egemen olanlara başkaldırıyorum. değil
mi ki yasalarınız sıradanları bağlar, oysa sıradanlarla aynı sırada değilim,
onların bağlı olduğu yasalarla ölçülemez benim değerim, kendi yasalarımı
koymaya kendimde yasa tanıyorum, çünkü farklılığımı da üstünlüğümü de
biliyorum.
onaylamak
değil kökünden değiştirmek, yapmak değil temelinden yıkmak, günahsa günah,
nefretse nefret.
lânetse
lânet. ateşse gayya, azapsa azâbennar. cehennem buysa işte tam göbeğindeyim.
vurduğum
yeri devirdiğim, devirdiğim şeyin yerine de başka bir şey koyduğum
düşünülmesin,
çünkü artık hiçbir değerim yok benim.
kendimden
başka temsilim, temsil ettiğimden başka kıymetim yok. haddim yok ki kararım
olsun benim, uçurumun kenarında mı duruyorum?
hayır!
ben
uçurumun ta kendisiyim ve kendimi büyük bir coşkuyla kendime bırakıyorum, kapatın
isterseniz gözlerinizi, görmezden gelin, çünkü bütün ordularımla geliyorum,
çığırımdan çıkarak işte geliyorum.
öyle
bir geliyorum ki sadece Kabil'i değil, şu göksel küreleri, onların üzerinde
dönen ay'ı, güneşi, suyun rengini, toprağın bereketini bile yok etmeliyim
şimdi, öyle yok etmeliyim ki hepsini, habil sadece kendi bedeninde değil
evrenin gözlerinde, seyyarelerin bilincinde bile
yok
olsun, sadece bugünde ve yarında değil, geçmişte bile yok olsun, hiç
yaratılmamış gibi olsun, bir ağacın gövdesinde bile bakışlarının
izi
bulunmasın, ondan geriye hiçbir şey kalmasın, tanrı bilincinde bilgisi, o'nun
kelimeleri arasında bile kelimesine rastlanmasın, adı bile-anılmasın.
yeraltından
yer üstüne gönderilen bütün mektuplar bundan böyle benim kanımla yazılsın benim
adımla imzalansın; benden sonra benimle aynı kaderi paylaşacakların hepsinin
kaderi benden sorulsun, hepsinin soyu benim sulbümden çıksın, adı benden sual
olunsun, hepsinin günahı benim
boynuma
kalsın, yazısı benim alnıma yazılsın, isterlerse yirmi tırnakları da benim
yakamda kalsın, hepsi de kabulüm.
zira
benim tekinsizliğimi hiç kimse görmezden gelemez, bu göze alışa, bu kendine
tanrı kendine kul oluşa kimse artık kayıtsızlık edemez.
çünkü
bu büyük özgürlüğe, bu kendi oluşa, bu güçlü isyana, başkaldırışa, yani
yaratışa kimse imrenmezlik edemez, ne kadar lanetleseniz de içinizde bana dair
bir özenme kalacak, kınayan yanınızdan çok kıskanan yanlarınız canınızı
yakacak, çünkü içinizdeki bir yan ben'im. lânetim gibi güzelliğim de gücüm de
bu
benim.
ama
başkaldırı güçlülerin harcıdır, zayıflar bu emaneti taşıyamaz, ruhlarınız gibi
bedenleriniz de bu yükü sırtlanamaz.
Şimdi
anladın mı beni ey haberci? Hiçbir isteğimi cennete havale edemem ve cehennem
korkusuyla da erteleyemem. Sabrım kararım yok benim. Ne olacaksa olmalı ve
zaman geçmez benim üzerimden, “hemmen”, şimdi olmalı.
Kelimeler
ağzında ezilip büzülüyordu. Hemen’in imlâsını bile bir ısrar fiiliyle bozmuştu.
Sesinde, dişi kırık
bir
yılan ıslığı.
Ağlamaklı
değil haykırmaklı.
Hayal
gücü, bütün yoldan çıkmışlar gibi, hayal edilemez raddeye vardı. Haddi kararı
aştı.
Ayrıntıda
güçlü. Bütünü kavramada mantıksız.
Kendi
kendisinde tekrarlı.
Alevin
ateşinde soğuk.
Ağır.
Can sıkıcı. Ve çok acı.
O
zaman Âdem, bu büyüklenmeyi, bu karanlık teraneyi. Kemliği böylesine
sahiplenmeyi, gerekçelerini türetmeyi, kendini ona seve seve vermeyi. Gördü
göreceğini, işitti işiteceğini.
Ses
Kabil'indi ama onun ağzından konuşan, o değil, başkasıydı. Aynı duman aynı
ateş. Âdem’in ensesinde aynı alevli nefes. Tanıdı tanıyacağını. Her yandaydı.
Atın öldüğü geceden bu yana hep de vardı.
Dilinin
altında mevzilenmiş bambaşka sözcüklerle konuşmuştu Kabil. Ağzında yuvalanmış
bambaşka bir ses duyulmuştu. Duymuş ve kulak kesilmişti Âdem. Fakat içinde hep
bir ümit. Önünü alırım, demişti. Bu sesi keserim, bu yoldan onu geri
çevirebilirim, zannetmişti. İsimlerinin arasından çıkarıp da ismini koymak, bu
yüzden istememişti.
Şimdiyse.
Ey
oğul, diye inledi Âdem. Gece gündüz seni gözetlesem, her harfinin hesabını
tutsam, sebeplerini, illetlerini, gerekçelerini, mazeretini çözemem. De bana,
hangi sebep böyle bir niyeti mazur kılabilir? İnsan, içine sığmayan şeyi nasıl
sızdırabilir? Varlığın yek cümlesi: Hava-toprak-ateş-su. Hepsinin hoşça
birlikteliği gerekirken mizacında, bir hoş hallikle koyulmuşken hamuruna, sen
hangisini kabul edip hangisini reddetmedesin? Söyle bana sen neyin serüvenisin?
Söyle,
hangi hallerle hallendin? Yok edici ve yakıcı bir ateşi sen kendine ne edindin?
Söyle oğul ona
hangi
manayı yükledin?
Havva
yaratıldığında sol yanımda açılan boşluk bile böyle büyük değildi. Neyi inkâr
ettin ki yerinde doğan büyük boşluğu ateşle doldurdun? Sen kimlerle hemdaş
oldun?
Ey
oğul. Kim geçmiş senin yerine? Söyle, kendini kime vermekten hoşnut kaldın? Şu,
üç beş kişiyi bulmayan dünya tenhalığımızda o kadar mı yalnız kaldın ki kendine
bile tutunamadın?
Bak,
iyi bak şimdi gölgene, sulardaki göklerdeki yansımana, resmine. Ayırma
gözlerini. Ayıkla kendini bir kez, çözümle.
Esfel-i
safilin denen büyük çöküşü bu kadar erken mi betimleyeceksin?
Sen,
dünya seyyaresinde kararmış vicdana bir simge misin?
Kabil
çıktı. Gitti. Yerinde kalan, ağacın gövdesinde yapış yapış bir sızıntı.
Adem,
oğulcuğunu bir kez daha sarsmak. Omuzlarından tutup meyveli bir ağacı silker
gibi silkelemek. Saçından perçeminden yakalamak. Kendine çekmek için. Peşinden
seğirtirken.
Havva
kesti Âdem'in yolunu. Ona bir rüya daha anlattı.
Bir
rüya daha gördüm bu gece, dedi kalem çekmez metinde rüyaların Havva’sı.
Anlattığına bakılırsa bu da bir yangın rüyasıydı:
Sabah
olmamıştı henüz, sıkıntıyla uyandım. Bu kez cennette değil, yerdeydik. Ateş
dört bir yanımdan yükseliyordu, aşılmaz duvarlar gibi yolumu kesiyordu.
Nerelere baksam bir dağ gibi karşıma dikiliyor, yalımlı bir alev evimizi,
bahçemizi sarıyor, kurduğumuz her şeyi ağzına alıyor, yutuyordu. Kurtulmanın
imkânı yoktu. Bir ateş kıskacında sıkışıp kalıyordum. En korkuncu da ateşin
kulaklarımı sağır eden gürültücüydü, sanki hâlâ duyuyorum. Alev nasıl böyle bir
ses çıkarabilir, anlamıyorum.
Havva
anlattıkça açılmadı, bir parçacık ferahlamadı. Yükünü üzerinden atıp da rahat
bir nefes alamadı. Daha da bunaldı. Üstelik yangının üzerinden yükselen koyu
duman sütununu anlatmaya başladığında, Âdem, görmediği bu rüyanın sonunu
getirebileceğini anladı. O kadar tanıdıktı. Bir yangın rüyasını anlatan sesleri
neredeyse birbirine karışacaktı ki sustu Âdem. Havva rüyasını tamamladı:
İs
ayaklarımdan doğru yükselmeye başladı. Kaçmaya çalıştım ama bir türlü
kaçamadım. Çünkü içimde ne varsa, ciğerim, yüreğim, belkemiğim, iliğim, hepsi
cayır cayır yanıyordu, is düpedüz benim içimden çıkıyordu. Nereye koşsam o da
benimle geldi. Ben yürüdüm, o da yanım sıra, ardım sıra yürüdü. Önümü
kesti.
Bütün bir ormanı, ormandaki güzel kuşları, hoş kokulu portakal yapraklarını,
limon ağaçlarını, ıtırları yalayıp yuttu. Kaçmaya çalışıyordu bütün bir can
taşıyanlar. Bu can pazarında, uçmanın ustası geniş kanatlı kuşlar, yüzgeçleri
kuvvetli renkli balıklar kaçabilecek gibi görünüyordu. Ama ateş onların da
önlerine çıktı, onlardan evvel gittikleri yerde oldu. Ne yüzmek kurtardı onları
ne uçmak. Suyu da yuttu ateş havayı da yuttu.
Bir
türlü bu yangının sonu gelmedi. Hiç bitmeyecek gibiydi. Derken duman karası
bütün bu dünyayı kapladı. Yasak meyveden yediğimiz sırada gökler ancak bu kadar
kararmıştı.
KADERİN EN SERT TAŞI
Teninde
bir rüyanın yakıcı kaydı, Adem gece içinde düşe kalka yol aldı, Kabil'i bir kez
daha ırmağın kıyısında, üzüm bağlarının arasında yakaladı.
Bir
asma kütüğünün üzerinde oturuyordu. Kuru odunları yığmıştı üst üste. Yaktığı
ateşin alevlerine bakıyordu şimdi. Bu sönen, çöken güzelliğe hüzünle baktı
Adem. Hayatın ışığı ondan günbegün uzaklaşmıştı. Nergislerinden nilüferlerinden
geriye bir şey kalmamıştı.
İçi
yandı koca dağ gibi Âdem’in. Yaklaştı. Bir kez daha Kabil'in ayaklarının dibine
oturdu. Başını oğulcuğunun dizlerine yasladı. Bir kez daha yalvardı. Ey
oğulcuğum, diye söze başladı. Ağaçta dal, ateşte alev sarsıldı.
Bir
kez daha sabaha kadar konuştular. Bu kitabın en acı sayfaları bunlar. Kimi Âdem
söyledi Kabil dinledi, kimi Kabil konuştu Âdem hiç ses etmedi. Lâkin sözün gücü
ne değildi ki Kabil’in sözleri Âdem’i çökertti de Âdem’in söyledikleri Kabil’i
yolundan bir zerre mesafe çeviremedi. Kabil, alev kadar yakıcı sözü bir
cehennem yatağından bulup çıkarırken. Söz incindi. Kandilin alevi tükendi.
Söz
bile, yaratılalı beri sırtına böyle ağır bir yük, bu kadar zorlu bir libas
binmemişti.
Cümle
koptu Âdem’in dilinden:
Ey
oğul, yapma. Gel bu uçurumdan beri.
Gel,
vazgeç bu kızgın öfkenden. Ateşinde sen de yanma bizleri de yakma. Bu
azgınlıkta sen de boğulma.
Kabil,
yerinden fırladı, yaslandığı asma kütüğü sarsıldı, azdımsa, dedi, beni O
azdırdı. O, derken başını göklere kaldırdı. Sonra elini alnının üzerinden
geçirdi, işaret etti, alnıma böyle yazdı. Gözleri kocamandı. Bütün bunları O
istedi. O zorladı. Kaderimse, kaderimde boğulmaktan başka ne yapabilirim,
alnıma öyle yazmışsa ben mi sileceğim?
Ah,
bu sahne Adem'e ne kadar da tanıdıktı.
Oğulcuğunun,
gelip kaderin en sert taşına dayandığını anladı. Kabil'in de efendisi gibi ilk
günahı kibirdi son günahı umutsuzluktu. O da zorlanırken, aklı çatlamasın kalbi
boğulmasın diye, kaderi suçluyordu.
Oğulcuğum,
dedi Adem, kaderimse yaşarım, deyip durma. Suçu kaderin üzerine atma. Bütün
sahte dilekleri gerçek bir dua gibi üzerine alma. Günahkâr ayakların adımlarını
ima yoluyla ahir ümmetlerin suçuna suç katma.
Ama
gel, varsayalım ki kaderin böyleymiş, o zaman da kaderine koşma. Kaç ondan,
kaçamasan da. Kaç, ölü dağlardan kaçan bulutlar gibi kaç, kaçmak için attığın
her adım seni kaderine yaklaştırsa da. Acını bilincinle buluştur. Kaderinin,
hiç olmazsa elinde kalan kısmını zorla.
Bunun
adı niyet ve gayret. Kader dediğin bu işte.
Çünkü
kaçmak: Niyet.
Adım:
Gayrettir.
İnsanın
gayreti ve niyeti içindeki Tanrı nefesinin iradesidir.
Tanrı
nefesi içindeyse, adımların da artık şenindir.
Ümidin
kapıları hâlâ aralık ey oğul. Gittiğin yere kadar gidip sonra geri
dönebilirsin. Düştükten sonra kalkabilir, bittikten sonra nihayet aşabilirsin.
Aşağıların en aşağısına düşüp düze öyle çıkabilirsin. Lâ dedin, illâ da
diyebilirsin.
O
zaman kader sabit olsa da ona koşmayıp ondan kaçarak kaderi aşabilirsin.
Gerçekleşse bile kader unutma sorumlusu artık sen değilsin.
Haydi
oğlum, sen bilirsin.
Kabil’in
gözü bağlı. Âdem’in karşısında bir sükût duvarı.
Oğul,
dedi bir kez daha Âdem.
Günahın
günah olduğunu reddetme. Aklama kendini, ben mazurum, deme. Kadere sığınma.
O’nu, kendi sonucuna bahane kılma. Bazen kader, kaderin reddedilmiş, geri
çevrilmiş halidir. Sonsuz esenlik ve rıza bazen kadere rıza göstermekle değil
ona karşı koymakla gerçekleşebilir. İnan bana. Seçmeyi kim benden daha iyi
bilebilir?
Bir
daha sükût duvarı duvarı duvarı.
Oğul,
dedi Âdem, koşma hevesle. Gitme. Gittin bari geri dön, oralarda eyleşme.
Düşeceksen
kendi adımınla düşme. Düşeceksen arkandan itmelerini bekle.
Yürüme
bir çırpıda karanlık kaderinle arandaki yolu. Ben bu yolda yürüyemem, de.
Ayak
dire. Ey oğul, gel etme eyleme.
Çıkmasın
adın şeytana, gel gitme.
Kader
dediğin kaderle aramızdaki mesafe.
Kaç
ondan, koşarak gitme.
Kabil.
Koşmak ne kelime! O kadar hızlı gidiyordu ki etrafındaki hiçbir şeyi
seçemiyordu.
Tüten
buharlar, çatlayan çatırdayan kayalar, sızan lavlar arasında. Ateşten taşlar
üzerine alevden gölgeler düşürerek koşarken. Hiçbir sınırının kalmadığı
belliydi. Ve sınır taşlarını kırdıktan sonra geriye dönemezdi. Birisinin Kabil'e
dur, demesi gerekti. Ama ona dur, diyecek olan yine Kabil'in kendisi. Kendi
kendisinden başka kıymeti de yok bedeli de yok. Ama Kabil. Belli ki çoktan
yitip gitmişti. Onun alev ateş serüveni şeytanı bile aratmadı. Gözü korktu
Âdem’in. Bu, Kabil değil başka biriydi.
Öyle
taştı öyle azgınlaştı ki, kimse ona bend olamadı. O kadar ki bir peygamber
görüsüyle olacakları gördü Âdem. İçi yandı. Kendisine hiçbir ihtiyaç akçesi
ayırmadığı bu serüvende en fazla da oğulcuğuna yazık olacaktı. Hızla ve belâ
arayarak atılışı en çok da kendisini vuracaktı. Haklılık kıyasında acımasız
kılınmış bu öfke, en fazla da öfkeyi taşıyan kalbi kavuracaktı. Değil mi ki özü
ateş olan var olmak için yakmak zorunda. Yakacak bir şey bulamayınca kendisini
yakacaktı. Ateşten bulutlar altında kibirli zorbalığın akıbeti, geçici
zaferlerle avunulsa da, kaçınılmazdı.
Dondurucu
bir rüzgâr, ani bir çığlık, kesin bir sarsıntı.
Âh
ne kadar yakındı!
O
kadar sert vurmuştu ki Kabil kendini taşa, kalbi artık ayar tutmadı. Yapmak
istediğinin dehşetini görecek gözü kapandı. Ne yaptığını bile görmedi. Kendi
elleriyle hazırladığı ölümünü bile fark etmedi. Kendi yok oluşunu bir hazlar
seyrinde seyretti. O kadar çok tekrarladı kendinde kendini ve eyleminin
niyetini öyle bir yüceltti ki duyguları körleşti. Hiçbir şey hissedemedi.
Yaptığı,
makulleşti kalbine batmadı.
Fıtratını
acıtmadı. Öyle sıradanlaştı.
Öyle
kanıksadı, öyle alıştı ki Kabil.
Bu
kalp, siyah bir nokta. Bir daha. Bir daha. Yâ süveyda! Perdeleri tümüyle
kapandı, katılaştı.
Olduğu
yere çöktü Adem.
Ya
Rabbi, dedi ona ne yaptığını göster.
Hiçbir
şey göremedi Kabil.
Görüşü
kilitlenmişti.
Kendisine
yabancı, kendi kendisinin zalim efendisi. İstese de artık dönemezdi.
Kalbi
mühürlenmek, demek böyle bir şeydi.
Oysa.
Bu kalp ona mühürlü verilmiş değildi.
Kalbe
mühür, göze perde, kulaklara kurşun. Demek böyleydi.
Kalbini,
onu Yaratan’a bağlayan son bağı da kopardı attı Kabil. En ufak bir cüz’ünün
zede alması bile sonsuz uyumun heyetini sarsarken, o şimdi paramparçaydı. Değil
mi ki bütününden kopan insan parçalanırdı. Bu yoksunlukla yitirdi O’nun
suretinde yaratılan kendisine de duyduğu sevgiyi. Üzerine inen karanlık, kalbin
vicdan makamına çörekleniverdi.
Giderek
hafifleyen bir söz gücüyle, oğul, dedi Adem, senin vicdanın yok mu?
Yok,
dedi Kabil. Ama beni siz böyle ettiniz.
Suçu
başkalarının üzerine atmak şeytandan beri şeytansıların âdetiydi.
Ey
oğul, dedi Âdem, vicdan, kaybetmeye en fazla hakkımız olduğu ânda
koruyabildiğimiz şey değil midir?
Kelimeler
dilinden öylesine, kendiliğinden, hiç düşünmeden dökülüvermişi. Âdem’e kalsa,
sesi de, sözü de, kelimeleri de tükenmek üzereydi.
Kelimelerin
emanetçi efendisi, esma taliminin gözdesi, secde gününün galibi, her sözü
Kabil'den geri dönünce. Oğulcuğunun sadece dizlerini değil, boynunu, göğsünü de
okşadı. Sırtından öptü, iki omzunun arasında gezdirdi elini. Üşüdü. Okşadığı
her yer ağır, soğuk ve acıtıcıydı.
Kaldırıp
başını evlâtçığının gözlerinin içine baktı.
Bu
gözler artık alev değil akkordu. Ve bir daha deryanın deryalığını görmeyecek
gibi bakıyordu. Artık Kabil diye biri yoktu.
Âdem
meleklerin itirazını hatırladı. Kabil melekleri mi doğrulayacaktı?
Canının
acısıyla Âdem son bir gayret, sonun sonu bir söze, sözün son hükmüne, münteha
sidresine, sözden öte bir söze dayandı. Kalbini Kabil’in kalbine yasladı.
Ey
oğul, dedi senin kalbin nerede atıyor?
Benim,
dedi Kabil, kalbim atmıyor.
Böyle
bir gece nasıl bir sabaha gebeydi ki, kalbi olan kalbinin varlığını reddetti?
Şiraze
kaydı.
Baba
yüreği.
Bu
delice akışı, öyle olmazsa böylece durdurmak istedi. Eylem kalmıştı geriye
sözden öte. Sözü yetmeyince Âdem, eylemine güvendi. Artık sadece eylenecek
fiilin önüne geçmek istedi.
Bırakmadı.
Yürüyemesindi. Gidemesindi.
Yatırdı
Kabil’ini hasır yaygının üzerine. Hafif bir örtüyle örttü üzerini. Saçlarının
arasından geçirdi nice gün görmüş elini. Yanağından süzülen terini sildi. Yanan
alnını yokladı. Ateşini bir ân için dindirdi. Gözlerini sığadı. O uykuya
düşerken, yine de böyle bir uykuya güvenemedi. Ne de olsa Kabil, kanadından
kopan bir tüy gibi sessizce ve sakince düşülen uykuları nicedir kaybetmişti.
Oğulcuğunu, asma lifinden bükülmüş kalınca bir urganla bileğinden kendi
bileğine bağladı Âdem. Düğüm üstüne düğüm attı. Kendisi de asma kütüğüne
yaslandı. Kokulu bir tutam otu, yiyici ateşe bıraktı. Yanan kütüklere, kıvılcım
saçan ateşlere bakmaya, çıkan dumandan halinin tabirini seyretmeye, seslere
kulak vermeye başladı.
Gece
o kadar sessizdi ki, sese ses kattı Âdem, sessizliğin dilini dinledi, dikkat
kesildi. Çiçeğin açarken, tomurcuğun patlarken, otun toprağı delerken, yağmurun
yaprağa düşerken, bir kuş tüyünün gövdesinden koparken çıkardığı sesi dinledi.
Ağacın aldığı nefesi, gölgenin ayak sesini, kirpiğinin kirpik üzerine
kapanma
sesini
bile işitti. Sesleri böyle dikkatle bir de Serendip’in ilk gecesinde dinlemiş,
işitmişti. Biraz daha kulak kesilseydi Âdem göklerin dönerken, bulutların ağır
ağır birbiri üzerine kayarken çıkardığı sesi bile işitecekti.
Her
şeyin sesini işitti de bir tek Kabil'in kalp atışlarını işitemedi.
Uykunun
adı olmazdı böyle bir gecede elbet. Ama kader! Gerçekleşecek.
Çok
geçmeden bir el geldi. Gözlerini bağladı, Âdem kapkaranlık bir boşluk
derinliğine, uyuşarak, eli kolu bağlanarak yuvarlandı.
Ateş
dehlizlerinde koşmaya başlayıp da alevden duvarlar dört bir yandan karşısına
çıkınca, Havva ile aynı rüyayı gördüğünü rüyasında anladı. Öyle yandı ki,
derisindeki ateşin bileğindeki ipe geçtiğini sandı.
Attı
kendini rüyasından. Etrafına bakındı.
Kabil
yoktu.
Âdem’in
bileğinde asma lifinden urganın kalan yarısı. Ucundan duman tütüyordu.
BOĞUK BİR İNİLTİ
Havva’sı
olmayan melekleri esenlik cennetinde ne bir yasak meyve ne de bir dünya sürgünü
bekliyorken. Dünya toprağında henüz açılmamış, ölülerine kavuşmamış,
iskeletlerine hazla sarılmamış mezarlardan korkunç uğultular geldi. Gökler
aydınlanırken Kabil, bir adım attı, bir adım daha, Habil'e doğru ilerledi.
Serendip
yolu değildi önünde açılan yol. Kabil de kelimelerin emanetçi efendisi,
dünyanın ilk sakini değildi. Yine de bir ilk dünya toprağının bütün yolunu adım
adım yürüdü sanki. Bütün ağaçları bir bir geçti. Ağaçlara kalsa geçit
vermezlerdi hiç, yol vermezlerdi. Ama ağaçları dinleyen kim ki?
Reçine
kokulu sık ve geniş ormanları, ormanlardan süzülen ışık yağmurlarını, iç
gölleri, ırmakları, yeraltından esen rüzgârları, uğultuları, kelebekleri,
yusufçukları. Sesleri, kokuları. İtibarlı ve ihtişamlı kâfuru, portakal ve
turuncu, limon, karanfil ve taflanı. Heybetli sediri, kırmızı yapraklı tarçını,
hoş kokulu mür ve kendisini rüzgârda ses, havada koku eden huş ağacını geçti.
Bütün bu hikâye bir ağaçlar serüveni. Elma ağacının altına geldi.
Yarı
yaslanmış yarı uzanmış, uzaklara bakan Habil'in arkasında durdu. Elma ağacı
gölgelerini yine şefkatle uzatmış, onun üzerine yaymış, kokusunu Habil'in
saçlarına sermişti. Şimdi Kabil, aralarında ağacın gövdesi, açık değil
gizliceydi. Ama Habil boynunu böyle bükmüşken, şah damarı o kadar ortadaydı ki
bir dokunulsa kan akacaktı.
Kabil
etrafına bakındı. Bir adım kalmıştı. Önden çeken arkadan iten vardı ama
uçurumun kenarından kendisini çekip de geri alamadı. Uçurum. Hani, zamanında
şeytanın da Âdem'in de önünde açılmıştı.
Fazla
aramadı. Gözüne ilişen ilk taş parçasını eline aldı. Taş. Mavi bir su mermeri.
Soğuk değil! Ter içindeydi. Oysa Kabil'in eline düşene kadar içinde ne hayaller
ne resimler gizliydi. Bu da taşın kaderi! İçindeki kanı sızdıran taşlar gibi
değildi. Ona kalsa, bir yontucu gelsin de eline alsın kendisini diye kıyamete
kadar bekleyebilirdi.
Önce
usulca dokundu taşa Kabil. Tam avucunun hacmindeydi. Bedeninin bir parçası,
kolunun uzantısı, elinin ta kendisi. Tam Kabil’e göre. Kabil kendisini o kadar
taş gibi hissetti, o kadar taş kesmedi.
Habil'e
baktı. Taşı elinde tarttı.
Aradaki
mesafeyi ölçtü biçti. Tarttı döktü. Zamanını kollamadı bile, Habil öyle
savunmasızdı.
Hırsla
kavradı, eli yanmadı, taş yandı. Taş korktu da Kabil korkmadı.
Bütün
gücünü hızına sakladı.
Kaldırdı
kolunu. Aynı hızla indirdi.
Habil
tekse de, her insan demekti.
Zor
işti eylediği Kabil'in, zorluğunu bilmedi.
Yaptı.
Baştanbaşa öfkeydi.
Yaptı.
Artık Kabil, Kabil bile değildi.
HABİL.
Ne
bir cümle ne bir haykırış. Sadece bir yaralı hıçkırık. Bir de boğuk bir inilti.
Yo! Habil’den değil ağaçların gövdesinden kopup gelmişti. Yeryüzü ağaçları
böylesine bir Âdem ve Havva yasak ağacın meyvesine uzandıkları ânda, ve bir de
Adem'in affet yakarışı esnasında inlemişlerdi.
İşte
orada, uzanmış yatıyordu. Görünürde bir şeyi yoktu. Sanki elma çiçeklerinin
pembe gölgesinde her zamanki gibi tatlı bir uykuyla uyuyordu.
Sadece
burnundan koyu bir kan.
Sızıp
duruyordu.
Bir
de. Alnının üzerinde açık bir yara.
Görünüyordu.
KABİL.
Bir
kalbi olan böyle bir eylemi eyleyemez. Kalbi hâlâ atmıyordu.
Sıkılmadı.
Pişman olmadı. Utanmadı.
Utanç,
Kabil’in yaptığını görenlerin payına düştü. Denizdeki balıklar, havadaki
kuşlar, denize varmadan kuruyan ırmaklar, yokuş yukarı akan sular, kelimesi
manasına uymayan varlıklar utandı. Evrende utanmayan bir şey kalmadı.
Yasak
meyveden bir ısırık alındığında cennet ancak bu kadar utanmıştı.
Bir
tek, Kabil tanık değil Kabil'e ne olduğuna. Sadece kendi isminin harflerine
değil bütün bir toprağın üzerine kan sıçrattı.
Hiç
suçu yokken bir masumiyet kaybı, kanlı gözyaşlarıyla ağlasa bile ne aklar ne
yıkardı şimdi toprağı?
Kol
veren ırmakların bile akışı çamurlaştı, ağırlaştı. Defne fidanını kökünden
söken rüzgâr, iki dağ arasında hızlanan nehir böyle belâ görmemişti. Hep
birlikte gördüler kan sızısını. Unutmaları artık imkânsızdı.
Rab
seyretti.
Kabil’e
bu sessizlik, Rab hiçbir şey yapamaz gibi mi geldi? Tanrı mı unutmuştu bu ilk
insanların çevresinde yaşadığı tepeyi?
Yo!
Rab mühlet verirdi ama ihmal etmezdi.
Kimsenin
âhı kalmazdı kimsede.
Karıncanın
Süleyman üzerindeki hakkı kimden sual edilecekti?
SESLENİŞ
Ölümün
gölgesi gizli değil ki. Arkasından sinsice, açık değil gizlice, yüreklice değil
yüreksizce yaklaşan Kabil’in gölgesi, taşı kavramış elinin hayaleti, elma
çiçekleriyle kaplı toprağın üzerine düşerken. Habil de gördü ölümünün
gölgesini.
Bir
an. Başını çevirdi. Bu Havva mavisi gözler, artık kum yeşili bile olmayan akkor
gözlerle birleşti. Öyle bir duman yükseldi ki Habil'in canının yangınından,
onun yanında Kabil'in ateşinin adını kimse anmazdı. Melekliğine gökyüzünün
sakinleri bile imrenirken, melek değildi ki Habil. O da insandı. Onun da bir
yanı topraktandı.
Canını
pazara çıkarmadığı bu can pazarında suyun hasreti gibi sonsuzca akan acısı tenini
deldi geçti. İçine gömdüğü her acı yanardağlar gibi infilâk etti.
Son
bir cümleler dizini. Öyle bir sesleniş, seslenişlerin en beteri döküldü ki
dilinden, sözcükler kendiliğinden tutuşuverdi. Sular ateş alacaktı neredeyse,
ağaçların tutuşması ân meselesi. Böyle bir serzenişi nasıl seslendirdiğine
Habil’in kendisi de hayret etti. Sebepli bir düşmanlığı bile kalbine sığdırması
için ne kadar çok zaman geçmesi, içine ne kadar gözyaşı dolması gerekmişti.
Cümleler
dilinden kendiliğinden dökülüverdi:
Kabil,
dedi. Gör kendini! Ne yaptığını bil!
Alnının
bir tarafında Habil’in katili, yazılı senin. Ama diğer yanında Habil’in
kardeşi. Hiçbir kalp dayanamaz buna. Ne de olsa insansın. Bakalım sen nasıl
dayanacaksın? Nasıl güç bulacaksın?
Kabil,
dedi, seni bu kadar güçlü kılan öfkene de o kadar güvenme. Öfkenin ateşini
sönmez zannetme. Senin ateşin bir gün mutlaka söner. Ama benim yeisimin ateşi
senin içinde, saklı ırmaklar gibi akıp duracak daima. Unutma suyun mizacı
temizdir ve ateşin karşısına ancak onun sabrı dikilebilir. Vicdanının ateşiyle,
suyun sabrıyla baş başa kalırsın akıbet. Unutma!
Kabil!
Benim başıma gelen, başa gelebileceklerin en kötüsü değil. Hatta ölmek kötü bir
şey bile değil. Ya bugün ya yarın! Ben ölmeye niyetlenebilirim. Şu gelip geçici
dünyada gecenin kandilleri battığında hiç yaşamamış gibi de olabilirim. Ama ya
sen? Benim görümden daha açık değil senin görün. Ben incindim fakat sen tümden
yok oldun. Ben örselendim sense çöktün. Ben ölür ölmez, benim ölümümden daha
ağır bir ceza bekliyor seni, unutma!
Ben
ölürsem ölürüm ama dünya sana kalır mı?
Silebilir
misin alnının yazısından beni?
Çıkarabilir
misin rüyalarından? Uyanabilir misin kâbuslarından?
Dağlar,
taşlar, toprak saklasa. Gökler sussa gördüğünü. Sen saklayabilir sen örtebilir
misin? Hiç olmamış gibi yapabilir misin? Yapamazsın. Ben sussam sen susamazsın.
Unutamazsın.
Kabil!
Üzerine
and içilebilecek ne varsa, onların adına and olsun ki.
Asla
unutamayacaksın.
Asla
unutamayacağını sakın unutma!
Bir
unutma daha ekledi:
Mahşer
var, unutma, dedi. Unutma’yı ısrarla yineledi. Sözünü, kelâmın ezeli özünde
şerh etti:
Ey
Kabil, Yâ Âdem'in büyük oğlu,
kendi
sicilin ile yüzleşmeye çağrıldığın gün. Sakın unutma bir kez daha
karşılaşacağız. Ve o zaman benim tanığım, insan vicdanının kınayan sesi olacak,
yani beni sen savunacaksın, seni sen yargılayacaksın.
Ağzına
mühür vursan ellerin dile gelecek,
gözlerinin
üzerine bir perde çeksen saçının her teli ayrı ayrı söyleyecek.
Kalbini
kilitlesen ayakların, adımların konuşacak, her biri bir kalp kesilecek, kalbin dile
gelecek. Seni kendinden sen bile kurtaramayacaksın.
Öyle
bir yanacak ki ruhun, gerçek bir ateşin bedenini yakıp kavurması için
yalvaracaksın. Bir ân unutmak için. Fıtratınla arana giren sen’i kaldırıp
cehennemin en derin çukuruna sen atmaya kalkışacaksın lâkin yapamayacaksın.
Bakalım
nasıl dayanacaksın?
Ve
son bir cümle ekledi. Dünya üzerinde bu ona son seslenmesiydi:
Kabil!
Allah
var, değil mi?
Vardı.
Habil
başını kaldırıp bulutlara baktı. Göklerin yandığını, bulutların alev aldığını
gördü. Muazzam bir yangını mahzun bir kalpten kopan kıvılcımla yorumladı.
Kalbiyle
acının arasında bir siper kalmadı. Acı o kadar canına geçti ki yıkıl, dese
dünyaya, yıkılacaktı.
Bir
dileğe, emir hükmünde bütün bir evren boyun eğecekken.
Demedi.
Gözlerini bulutlardan denize çevirdi.
Kaldırmadı
elini. Ölümüne ölümle mukabele etmedi. Ama kendisini kurban edenle, kimbilir
kaç harf kaç hece, kardeşim, dediğiyle son bir kez göz göze geldi. Bir an.
Yumdu gözlerini. Buğday başağı saçları kendi terinde ıslanırken, güzel
burnundan akan kan çenesinden boynuna sızarken, şu cümle yazıcının hiçbir
öyküsünde değişmez: “Hesabı, bütün mazlumlar gibi, Hesap Gününün Sahibine
havale etti.”
Yetti
bu kadarı.
Mazlumdu.
Âh'ı göğe çıktı.
Bir
şey geldi. Sırtını okşadı.
Karşılık?
Elbet
bir gün bulunurdu.
çoktu.
Habil,
canını onun sahibine henüz teslim etmeden. Masumiyetin bu ilk dünya beratı,
Âdem’in affedilişine bir delil olarak babasının özlediği cennete babasından
önce dönmeden. Feleklerin menzillerin, seyyarelerin yörüngelerin içinden,
bambaşka bir kata, bambaşka bir makama yükseldi. Sanki iki koluna girmişler de
takatsiz bedenini göksel karanlıkların derinliklerinde gezdirirlermiş gibiydi.
Çok
geniş, çok serin ve çok sessizdi. Yıldızlar uzanıyordu ayaklarının altında
şimdi.
Bitimsiz
bir ân-ı şimdi'ydi.
Bu
sonsuz ânda, yansıyan da yansıtan da, geçmiş de gelecek de aynı perde üzerinde
birleşti, aynı ayna içinde karşılıklı ziyadeleşti.
Şu
dünya meydanının ortasında sanki bir Kabil bir Habil'i alnını taşla ezerek
öldürürken. Kardeşinin kanını toprağa sıçratırken. Ellerindeki kanı kendi
üzerine silerken. İçinde kaldığı hikâyeyi Habil bir de çok uzaklardan seyretti.
Şimdi
artık gören göz de Habil'inki değil, gören gözü olmuş birisinin gözleriyle
seyretti kendisine olup biteni.
Yumdu
gözlerini. Hayal perdesine başka bir resim geldi. O perdenin üzerinde şimdi bir
daha resimlerdi.
Altın
renkli ışığın tatlı aydınlığı yayıldı yüzüne. Yıldızlar titrerken ruhundan
hafif bir rüzgâr geçti.
Çok
eskidendi. İkisi de çocuklardı daha. “Habil’le Kabil" değillerdi. Sadece
kardeşlerdi.
Annelerinin,
mavi su çiçeğini cennet toprağında nasıl düşürdüğünü anlattığı bir sabah
vaktiydi.
Kızıl
perçemli atın arkasından koşuyordular. Üzerlerinden geçen parılcaklı bir ışık
yağmurunun, savrulan perçemlerin, açılan kanatların içinden akıyordular.
Birazdan
Havva çağıracaktı onları. Annelerin en güzeli. En çilelisi. Ekmek koyacaktı
önlerine. Zeytin koyacaktı. İncir koyacaktı. Cennet kadınının, elleri zeytin
karası, tırnaklarının arası dünya yarası. Nar kıracaktı orta yerinden, ikiye ayıracaktı.
Siyah üzüm koparacaktı bir salkım, buğusu üzerinde. Zeytinlerini koklayacaktı.
Ağabeydi
Kabil. Emaneti koruyup kollayacaktı. Gökyüzünden koca bir gözyaşı damlası
düşmemişti daha. Emin, emanetine ihanet etmemiş, topraktan yaralı bir hıçkırık
yükselmemişti.
Perdenin
üzerindeki resim geldi geçti.
Habil,
nefesi kesilirken son bir nefesi içine çekti. Gök küreler, seyyareler,
menziller, yörüngeler. Akan yıldızlar, batan ve doğan güneş, yedi iklim dört
köşeler. Toprağın bereketi. Irmaklar, sular, dertli denizler. Kandiller,
nilüferler, hilâller. Bir hizaya geldi. Onları dünya gözüyle kimse böyle
görmemişti. Göğsü o kadar
genişledi
Habil’in, aldığı o kadar güzel bir nefesti ki kendini, ömrünün gerçeğine hazır
hissetti. Yok oluşu yeni değil, hep de öyleydi.
Bu
dünyadan geldi geçti.
Her
şey ayaklarının altında. Adımını attı. Kendi sırrına kadem bastı.
Cennetin,
bir zamanlar Adem'in omuzlarına atılmış, akan yıldız bezemeli atlas örtüsünü
Habil’in sırtına attıklarında bunca lâf ü güzâfın sayfası da kapandı.
KARGA DİYE BİR KUŞ
Bir
taşın üzerine oturdu Kabillerin Kabil'i. Hâlâ aynı yerdeydi. Ayrılamamıştı o
mahalden, cinayet yerindeydi. Ne yaptığını bilip de ne yapacağını bilmeyenlerin
çaresizliğiyle bekledi. Belâ günü, avuçları kenetlenmiş, bomboş gözlerle toprağa
bakarken. Yasak meyve ardından şelâle suyuna giren Âdem gibiydi.
Gerçekleştirecek
bir işaret aramadı bile. Ama işaret geldi. Çok geçmedi. Bir karga az yakınına,
sert toprağın üzerine indi. Sağlam, kocaman bir kuştu. En az toprak kadar siyah
gagası, geniş kanatları vardı. Ve uzun ömürle yazgılanmıştı.
Kuşların
bu en siyah olanı sağa sola bakındı önce. Kanatlarını açtı kapadı. Silkendi.
Tüylerini kabarttı. Toprağı eşeledi, dağıttı, savurdu. Afra tafra saldı dört
bir yana. Uzun uzun bağırdı. Hükmünü icra etti. Sonra da uçtu gitti.
Kanatlarının
ucundan bir tüy düştü döne döne. Gömecek bir kardeşi yoktu onun, o bile
kardeşini öldürmemişti.
Karganın
her gaga vuruşunda toprağın ağzı biraz daha açılınca, Kabil işareti okudu, bu
açlığın, içine ne konsa üzerini kapatacağını, yutacağını, her ayıbı
saklayacağını anladı. Aklıyla övünürdü her zaman. O kadar güvendiği aklının bu
kadarını bile kesmediğini fark ettiğinde bildi ki akıl da o kadar güvenilir şey
değilmiş, onun da sınırları varmış. Ve insan bazen karga dedikleri bir kuş
kadar olamazmış. Yazgıya kafa tutan insan bu kadar mı ufacıkmış?
Düşünecek
halde değildi. Habil'in kanı ile yıkanmış sivri taşı aldı. Toprağı eşmeye
başladı. Taş yetmedi, ellerini, o da yetmedi tırnaklarını kullandı. Ama çok
geçmeden tırnakları yarıldı, elleri yara bere içinde kaldı. Kanadı.
Bu
kirli tırnakları, kanlı elleri yakasına yapışmış hissedince, toprak şöyle bir
silkindi. Böyle bir şey bağrını yırtsın hiç istemezdi. Ne de olsa topraktı,
emanet teklif edildiğinde kabule yanaşmamıştı. Ama Kabil, emirlerin emrini
dinlememişti de onu mu dinleyecekti? Toprak çaresiz, açtı kara bağrını yumdu
gözlerini. Bu kadarı ona bile ağır geldi. Utançtan yerin dibine geçti.
Derinlere
inildikçe, toprak serinledi. Lâkin kabadayıydı, verdiğinin ederini fazlasıyla
istedi. Akşam inerken Kabil kendisini soğuk karanlığın içinde buldu. Demek
kazılan her mezar önce mezarcısını içine alıyordu.
Telâşla
fırladı. Öfkesine öfke kattı. Sivri taşı bir yana attı. Artık bu iş bir ân
evvel bitsindi. Kapansındı bu ilk mezarın ağzı. Soğumuş cesedi sürüye çekeleye
çukurun kıyısına getirdi. Bir uçurum ağzı gibi açılmış o soğuk karanlığa
itiverdi.
Ama.
Bu yüz nasıldır, diye merak etti, itelemeden önce Habil'in yüzüne bir
bakıverdi.
Burnundan
kan sızıyordu hâlâ. Yarı aralık bir çift göz, solgun bir benizdi. Ve gözleri
hâlâ masmaviydi.
Acele
etti Kabil.
Zannetti
ki görmese, görünmezdi. Toprak yığınıyla örttü üzerini cesedin, kaskatıydı.
Bastırdı ayaklarıyla toprağı, elleriyle sıkıştırdı. Habil'i sonsuza değin yok
etti. Varlığıyla sonsuzca acı verenin yokluğuyla ödüllensindi.
Yanılgı!
Bu
yüzü dünya gözüyle bir daha göremeyeceğini anladığı o ânda, hayatın ve ölümün
vâhidesiyle iç içe geçmiş bir Habil güzelliğine karşı yakıcı bir hasret
hissetti.
Ölümü
ânında, diriminde olmadığı kadar güzelleşmiş bir şeyi kaybettiğini, ama
kaybettiği şeyin özleminin onu hiç terk etmeyeceğini de bildi.
Ondan
kurtulmak için onu yok ettiği ânda bitimsiz bir hasretin de içine devrildi.
O
zaman gördü göreceğini Kabil. Bir akşam sükûnetine sızmış ölümün dehşetinde,
aralarındaki yalnızca bir harf farkı. Dünya yüzünde bu yüzü bu ismi unutmak
artık imkânsızdı.
Ruh
daha mı dayanıklıydı ki beden dayanamadı. Bu yorgun bedenin gözelerinden kan
boşandı. Kabil’i önce kendi bedeni yarı yolda bıraktı. İşlediğinin ağırlığını ruhu
ve aklı kaldırsa da bedeni kaldıramadı.
Ruh
ve beden cürümün ağırlığını aynı rıza ile paylaşamadı.
Bir
şey geldi. Soğuk, ıslak, kıvrımlı, yapış yapış ve sımsıkı. Üzerine çöreklendi.
Bir
daha da gitmedi.
Bir
iki adım attı. Yürüyen o değildi. Habil'in ölü yüzü, yarı açık mavi gözleri,
saz benizi, burnundan sızan kan, her yerdeydi.
İç
içe geçmiş ağaçlar. Sımsıkı sarılmış sarmaşıklar. Irmak kumu, sel yağmuru.
Aniden iki yana açılan karanlık bulutlar. Onların da arkasından çıkan daha
karanlıklar. Uğultular, buğular, hararetler, harlar.
Hepsi.
Habil’in yüzünü yüz edinmişlerdi.
Pınarın
durgun suyu. Kıvırcık filizler. Defneler, nergisler, nilüferler. Seyirlikler.
Kabil’e
öyle geldi ki her yandan üzerine bir Habil gelmekteydi.
Yo!
Habil değil. Kabil’in kendisi.
İç
içe geçmişti yüzleri.
Habil'in
yüzü. Kabil'in yüzü.
Bu
yüz üzerine geldikçe bir yerde duramadı Kabil, bir yerlere sığamadı. Kaçmaya
başladı. Öyle bir kaçtı ki dünya durdukça hiçbir kurban katilinden öyle
kaçmayacaktı.
Ne
kadar zaman koştuğunu bilmedi. Yoruldu. Soluk soluğa, kan ter içinde, sırtını
siyah meyveli bir ağu ağacına yasladı. Ağu ağacı bile bu yakınlığa, bu temasa
dayanamadı, Su yürümüş bahar dallarına, damarlarına kadar sarsıldı, tiksindi.
İtti Kabil'i. Dallarıyla yapraklarıyla kıskıvrak sarmadı bile kollarını,
sarmaşıklarıyla ayak bileklerine dolanmadı, boğazını sıkmadı, yüzünü yırtmadı.
Yeter ki böyle bir sırt kendisine dayanmasındı. Uzak kalsın, yaslanmasındı.
Tekrar
kaçmaya başladı Kabil. Koşarken, toprağın taşı dikeni ayaklarına battı. Çalılar
yüzünü yırttı. Düştü. Güç belâ kalktı. Düşe kalka tepeye tırmandı. Uçurumun
kıyısına dayandı.
Boşluğa
baktı. Kıyamet korkusuyla korktu. Korkusu yasak meyveyi yiyen Âdem'in
korkusundan da çoktu. Ama dünya yüzündeydi Kabil ve sussa boğulacaktı, susmasa
boğulmaklı.
Göklere
kaldırdı başını. Kollarını uzattı. Yumruklarını sıktı. Artık içine sığmayan o
şeyi daha fazla tutamadı. Makamından koparken bütün ciğerlerini de paramparça
eden tek bir nefesle, öyle bir çığlık attı
ki.
O karanlık çığlıkla kalbi de atmaya başladı. Yumruğunu bastırmasa üzerine,
göğsü parçalanacaktı.
Keşke
bu kalp atmaya hiç başlamasaydı. İçine kan dolmasaydı. Hep mühürlü kalsaydı.
Cezaydı mührün kırılması şimdi, o mühür hiç açılmasaydı.
Kalpsizlikti
Kabil’in emniyeti. Kendi kalpsizliğinin ihanetine uğradı. Kalbiyle baş başa
kaldı.
Vicdanı?
Vardı, vardı, varmıştı. Keşke hiç uyanmasaydı.
Bu
çığlıkla, bu kalbin vuruşuyla kendi kendisiyle de yüz yüze geldi. Öyle bir
gördü ki ne yaptığını. Yaparken hiçbir şey hissetmemişti. Ama yaptıktan sonra!
Ekşi bir balçık kokusu genzini yaktı. Çamur, ayağına dizlerine bulaştı.
Şimdi
onu kendisinden, Kabil’i Kabil'den sor.
Habil'in
seslenişi demek böyle gerçekleşecekti.
Haklılık
duygusunu, bunca zulmü üzerine oturttuğu katı mantığını, öfkesini kaybetti. Artık
isteklerini isteyemez, linetlerini edemezdi.
Buna
dayanmak?
Dayanılır
gibi değildi.
Keşke
ölseydi.
Babasının
o kadar anlattığı, bilindik ateşlerin dışındaki farklı ateşler, bilinmedik
cehennemler, yeniden yansın diye yenilenen tenler nasıl olurmuş, aklı da kalbi
de ilk kez aldı. İlk kez, babasını sadece baba değil bir peygamber olarak da
yalanladığını anladı. Ruhundaki yangını bir parça unutmak için, bütün bedeninin
bir çam dalı gibi çıtırdayarak yanmasına razıydı. Öyle bir gördü ki kendisini
Kabil, bir kurban seçilmemişliğinde simgelenen inançsızlığı boyutunda, aşk
adına Sidre’ye perdelenmiş kibri, hasedi ve azgınlığıyla göze aldığı ateş bunun
yanında hiçti. Cehenneme düşmedi, cehennem içindeydi, o da kan revan içindeydi.
Böyle
bir kanda hiçbir şey yaşayamazdı. Bu kanda, bu çığlıkta, bu ağrıda, bu kalbin
atışında, Sidre’ye duyduğu aşk da, kesilen bir süt gibi, Kabil’in içinde
ekşidi, kıvamı bozuldu. Her şey kendisi için yitirilip de kendisi de yiten bir
şeyin dehşetinde, geriye ne Sidre ne de aşk kaldı.
Berrak
bir düşüncede değilse de karmakarışık bir hisler cümlesinde anladı:
Aşk
çok şeymiş ama onun da manası haline göreymiş.
Aşk
olsaymış kıvamı bozulmazmış. Bir kalbi buraya, kalpsizlik toprağına
savurmazmış. Onunki aşk değilmiş başka bir şeymiş.
Aşk
değil tenmiş.
Sen
değil benmiş.
Sevda
değil hışımmış. Belâymış. Kerbelâymış.
Ama
ne ise, her şey değilmiş en fenası.
Ve
haklıymış Adem. Haklıymış habercilerin ilki. Belâ aşktan büyükmüş, Allah
hepsinden.
Habercinin
yalanlayıcısı, kararmış göklerle yer arasında dönen kuşların çığlıklarından,
kanat vuruşlarından, bir yaklaşıp bir uzaklaşmalarından, deli rüzgârın
uğultusundan korktu. Kan bulutlarının gölgesi üzerine düşerken uçurum
kenarından koşarak uzaklaştı. Durgun bir su başı buldu. Eğildi. Birkaç yudum
su. Bu kez kendi yüzünü seyretmeyi dilemeden kendi yüzünü seyretti. Kalbini,
katilinin avuçlarında henüz atar durumdayken gören ve bilinci henüz kendisini
terk etmemiş birisinin dehşetiyle baktı kendisine. O gözlerle gördü o gözlere
göründü. Toprağa batmış bir yüzdü bu ve kendi acısının dışında değildi.
Habil'in yüzünden okuduğu bu kanatıcı metni bir kez de kendi yüzünden okudu.
Dudakları kan kusarken kirpiklerinden tutuştu.
Yıldızların
soluk ışığında bile suyun yüzüne daha fazla bakamadı. İliklerine kadar işleyen
kaynar bir su
içinde
yandı. Dayanamadı. Can boğaza dayandığında
gözlerini
suyun üzerinden ellerine çevirdi. Cinayetten sonra ilk kez gördü ellerini.
Demek
bu ellerdi!
Nasıl
dayanmıştı o parmaklar? O eller, o gamzeler yaparken nasıl yanmamıştı? Nasıl
uzanmıştı, nasıl? En çok da bu ellere darıldı.
Elleri
hâlâ yerinde, elinden gelse ellerini koparıp atacaktı.
Tırnaklarının
arasında Habil’in kanı, bir mezar karası. Ellerini üzerine sildi.
Sağ.
Sol. El sırtı. Avuç içi.
Toprak
ufalandıysa da kan üzerinde kaldı. Artık bu eller peşini bırakmayacak, bu
tırnaklar yakasında kalacaktı.
Kendisinden
geçse, her şeyi inkâr edebilse, hatta unutsa bile, şu ellere Habil'in kanı
dokunmuştu bir kere. Ellerini koparıp atsa bileğinden, yaptığı yok olmazdı.
Nereye
baksa bir Habil anlatısı. Her yan zifirî karanlık. Kabil karanlıktan utandı.
Duramadı. Bedeni ağırlaştı. Ellerini midesine bastırdı, iki büklüm, kıvrandı.
Bedenini ne kadar küçültürse ruhu da o kadar az acır sandı.
Zan!
Yanılgı! Ne de olsa aklı başındaydı. Bu akıl bu başta durdukça yaptığına en
fazla kendisi dayanamayacaktı.
Yüzükoyun
kapandı toprağın üzerine. Al, dedi Allah’ım, bu aklı bu baştan al. Bana büyük
bir unutmak ver ki şimdi. Unutmak her şey olsun. Hiçbir şey hatırlamayayım.
Sidre’yi
ver, diye bile böyle yalvarmamıştı. Duasını endişesinin önüne koymamıştı.
Olmadı.
Göklerin kapıları Kabil’in kendi elleriyle astığı kör kilitle kapalıydı.
Bundan
sonra her şey bir parça unutabilmek uğruna. Unutmak ve hiçbir şey hatırlamamak.
Ama nereye gitse o ses içinde. Kabil’i kınıyor, yargılıyordu. Habil’i
savunuyordu. Bin kez yeni baştan kuruyordu gerekçelerini Kabil. O ses bin kez
temelden yıkıyordu.
Her,
unuttum, dediğinde eskisinden fazla hatırlıyordu. İşlediği cinayeti unutabilse,
vicdanının sesini susturamayacaktı. Artık ona unutuş yoktu. Bundan sonra
Kabil’e kazanmak yok. Yense bile mağlûptu.
Sırtında
bir nefes hissetti. Kızgın bir sam yeli. Uçurumun kenarında, yanıbaşında,
dumansız ateşin varlığını sezdi. Kıvrım kıvrım, buram buramdı. Nefti gölgeli
incecik parmakları saklı, fısıltısı açıktı. O da Kabil’in yüzünde, kendi
zaferiyle yüzleşmeye gelmişti. Gururluydu, ne de olsa kendi kendisinde eskimiş
kendi kendisinde yenilenmişti.
Çaresizlikle
gözlerini çevirdi Kabil. Boşlukta bir beden, bir temas, bir avuntu dokunuşu
aradı. Sarılabileceği tek dal vardı, ona sarıldı.
Dedi:
Bari sen beni yalnız koma. Yarı yolda bırakma. Bir yol göster. Yaptığımın
haklılığına dair duyduğum inancı geri ver. Sığdır kalbime eylemimin mantığını.
Sustur vicdanımı. Bağla yine gözümü. Durdur yüreğimin atışlarını. Mühürle şu
kalbimi. Ki dayanayım. Yoksa dayanamayacağım.
Olmadı.
Fısıltı
ensesine kadar sokuldu.
Ben
sana zorla bir şey yaptırmadım.
Perçeminden
kavramadım.
Ben
çağırdım sen geldin. Ben gösterdim sen
gittin.
Diyordu.
Gerisin
geri döndü. Gidebileceği bir tek yer var şimdi. Babasının karşısına dikildi.
Âdem, kapı önündeki tarçın ağacının altında, tarçın da bütün ağaçlar gibi
baharlanmış çiçeklenmiş, yapraklanmış şenlenmişti.
Kabil’in
yüzüne bakınca. İlk dünya sabahından, Serendip yolundaki ilk adımından bu yana
duyduğu bütün sesleri bir kez daha işitti Âdem. Ama Kabil'in anlatacaklarını
dinlemeyi reddetti. Bu yüze bakmak istemedi. Yüzünü çevirdi.
Kabil
yine de anlattı. Bir çığlık dili kalmıştı kendisine. Sakin sakin, tane tane
değil, çığlık çığlığa anlattı. Ağzından dilinden çok elleriyle anlattı.
Anlatırken, gözü babasının ellerine ilişti. Ucu yanık asma lifi urganın diğer
yarısı hâlâ Âdem'in bileğindeydi.
Daha
fazlasını anlatmaya gücü yetmedi Kabil’in. Anlattığı da kendisine yetmedi.
Baba, dedi, son bir cümle, söyle şimdi bana, dünya toprağında unutmak kaç zaman
alır? Benim de üzerime bir teselli haberi iner mi?
Cevabını
beklemedi. Kalktı. Gitti. Yürüdü sürünür gibi. Geride bütün bunları anlattığı
Âdem’i bıraktı. Hepsini işitmişti.
Kabil
bir çığlık hayaleti gibi çekip gittikten sonra Âdem bir söyledi bir sustu.
Bin
değil on bin yıl yaşasa görebileceklerinin hepsi de bu bir geceye sığdı.
Gece
uzadı, her yan kör karanlıktı.
Bu
belâ gecesini tanıdı.
Meleklerin
o uzak gündeki huzursuzluğunu, şikâyetini hatırladı.
Ne
demekmiş bozgunculuk ve kan dökücülük. Neymiş fesat anladı.
Yasak
meyveyi yediği ânda ancak bu kadar mı yanmıştı, bu kadar mı acımıştı?
Başını
kaldırıp göklere baktı.
Bir
kez daha cennetten atıldı.
İnsandı
ama. Kabul ettiği emanete tahammül etti. Nasıl bir tahammülse bu, bilmedi ki bu
emanet kendisine teklif edildiğinde niye kabul etmişti, nasıl evet, demişti?
Havva?
Olup biteni Âdem’in yüzüne bakınca anladı. Üçüncü rüyasını anlatmaya fırsat
kalmamıştı.
YOLLARIN SONU
Bir
yerlerde duramadı Kabillerin Kabil’i.
Yolun
sonuna geldiğini anladı.
Revan
oldu sular gibi.
Kâbe
toprağından kaçtı, Yemen kadar uzaklaştı.
Rüzgâra
düşmüş bulutlar, yolunu kaybetmiş dağlar gibi karanlığa karıştı. Yeşili
örselenmiş ağaçlar, savrula savrula gelen yağmurlar, onun acısını anlamazdı.
Yaşadı.
Ateş-mizaç
soyu sürdü. Zamana yayıldı.
O
Kabil ki, üzüm bağlarının arasında, gelip de geçici dünyada kalıcılığa
yeltenmişti. Gitmem, gidecek olsam da gitmeyecekmiş gibi yaparım, öyle bir
kazarım ki ismimi toprağa, gitsem bile benim olarak kalır, benim adımla anılır,
diye haykırmıştı.
İstediği
oldu da aslında.
Habil
geçerken şöyle bir uğramış, kısa bir gölge salmıştı.
Kabil’se
dünyaya kök saldı.
Ama.
Ne kadar dal budak salsa da bu soyun ağacı, kökte Habil’in adıyla yan yana
yazıldı.
Habil’le
Kabil'di artık onlar.
Kurban
ile avcısı. Mazlum ile zalimi.
Aralarında
kardeşlikten de meşhur bir bağ, “ile" edatı. Bundan böyle isimlerini ayrı
yazmak mümkün değildi.
Aldatıcı
bir gramer aslında.
Habil'in
adı olmasa Kabil’i kim anardı?
Gitti.
Karanlıklara karıştı.
Allah
biliyor ya, affet yakarışının sayfaları hâlâ
açıktı.
Toprak?
Habil’i içine aldı. Cesedinden çoktan uçup gitmiş olmasa onun ruhunu da
okşayacaktı.
Yutmak
değildi eyleminin ismi. Sonsuz ânda ılık, tatlı bir tül örtüsü gibi sarıldı.
Sardı sarmaladı, şefkatle kucakladı bu soğuk bedeni. Emaneti bağrına bastı.
Öptü aralık gözkapaklarında kalan bakışı. Güzel burnunun deliklerinden hâlâ
sızan kanı önce öptü sonra dindirdi.
Bundan
sonrası ancak inmek eylemiyle tarif edilebilirdi.
Akşam
indi, yıldız indi, ay indi.
Yağmur
indi, vakit indi, âh indi.
Vahanın
kalbine sekine, dünyanın gecesine keder.
Serinlikler,
selâmetler.
Habil’i
almak için melekler.
Kabil’i
yazmak için kâtipler.
Ve,
kırmızı perçemleri gözlerine dökülen kör atın yelelerine rüzgâr, görmeyen
gözlerinin arkasına bir rüya indi.
Olup
bitenler kör atın rüyasına girdi.
Kırmızı
perçemleri gözlerine kadar dökülen kör at, bütün bu olup bitenleri rüyasında
bir gördü bir kaybetmedi.
Bir
gerçeğini buldu rüyasının, onu bir tabir etti.
Yelesi
dalgalandı. Boz toprağın, güneş çatlağı kıracın üzerinde yürümeye başladı. İki
yanında olgun başaklar, sararmış otlar. Teni okşayan rüzgâr, güneş kokulu
hasatlar.
Toprağı
ayağının altında, havayı burnunun ucunda hissetti. Önce ağır ağır attı adımlarını.
Adımlarının sesini dinledi. İnce ama güçlüydü bilekleri. Bu adımlara
hava-toprak-ateş-su eşlik etti.
Sonra
kanı damarlarına, teri tenine, içi içine, kendisi kendisine sığmadı. Hızlandı.
Teri boynundan göğsüne, sırtından sağrısına damladı. Bedeninden sıcak bir buğu
yükseldi.
Taze
buğday. Çağla. Portakal çiçeği.
Genişledi
burun delikleri. Dünyanın kokusunu içine çekti.
Ağaçlar,
yoncalıklar, çayırlar, sarmaşıklar, uzak ufuklar geçti iki yanından. O kadar
koştu ki hızı arttıkça arttı. Hızlandıkça açıldı. O koşarken ırmaklar,
bulutlar, dağlar yavaşladı. Göçen kuşlar bile onun yanında yavaş kaldı. En
sonunda bütün hayat durakladı. Onunsa, kanı yorulmadı. Göğsü daralmadı. Nefesi
tıkanmadı. İçinde bir ateş körüğü inip kalktı yalnızca. Doğasında koşmak yazılı
hiçbir at o güne değin böyle koşmamıştı.
Sınırı
yoktu ülkesinin. Öyle hızlandı ki bir ân geldi kendisini hem yerde hem gökte
hissetti. Bundan daha
fazla
nasıl yağmur olabilir rüzgâra karışabilirdi? Çok geçmeden sırtında ışıktan
kanatlar açıldı. Bir el gözlerini sığarken, o iyice hafifledi. Ayakları yerden
kesildi.
Sırtında
bulutlardan sızan ışık huzmesi. Bir yıldız geldi, yelesinin ucuna, bir diğeri
perçemlerinin arasına kondu. Ardında geceyi yaran, parılcaklı bir ışık çizgisi
bıraktı.
Selli
pullu, semavatlı şehrayin.
Tayflar,
şualar, ziyalar.
Karanlıklar
aydınlandı.
Uçtan
uca. Buluttan buluta. Irmaktan karşı kıyıya.
Şimşek
parıltısı.
Rüzgâr
okşayışı.
Kendisinden
geriye bir toynak izi bile kalmadı. Kanatlarının gölgesi bütün bir yerin yüzünü
kapladı.
Hû,
dese göklerin kapıları açılacaktı.
Oysa
daha o doğarken annesi ölen, yerin yüzüne bir tezat ilkesiyle gelen, kırmızı
perçemleri gözlerine kadar inen kör attı bu. Koşmayı bilmiyordu ama rüyasında,
uçar gibi, rüzgârla yarışır gibi koştuğunu görüyordu.
Yani
rüyaydı bütün bu rüzgârla yarışlar, kanatlanışlar, şahlanışlar.
Gerçekte,
sırtında belâ gecesinin ayazı. Başında bahar gecesinin sert rüzgârı. Dallara
yapraklara yaslanmış, otlara başaklara uzanmış. Hafif ürpermeler içinde.
Sığındığı kuytuda köşede. Kendisini attığı uykunun izbesinde. Kıvrılmış, başını
ön ayaklarının üzerine bırakmış, kuyruğunu sağrısına sarmış.
Rüyasının
her dönemecinde gözkapakları ürperirken boynu seğirdi, alnı çatallandı. Koşmayı
bilmeyen kör at gülümsedi gözlerinin içine dolan mutlu düşle.
Ona
kalsa görecek başka bir rüyası olmazdı. Çünkü öyle zannederdi ki koşmaktan daha
büyük bir gerçek olamazdı.
Ama.
Gerçeği de rüyası da bu kadarla bitmedi. Rüyasında koşarken bir yandan da,
gözlerine dökülen perçemlerinin arasından dünyanın tüm manzaraları, hayatın her
sahnesi ona seyrettirildi.
Havva
ile Adem'in dünya hayatı cennet hayatı ile bir arada ve aynı ânda olup
biterken, olmak yoktu sadece oluş vardı bu rüyada.
Rüya
dili: O da bitimsiz bir ân-ı ebedi.
O
da kalbin ve cennetin zamanı ile yek-dildi.
İşte,
bir yolun iki yanına, bütün halleriyle hayatlarıyla dizilmişlerdi. Âdem az
ilerde. Havva onun yanında güzel ve sessiz. Çilekeş ve daima bir cennet
hatırasıyla yaralı. Aralarında, mevve çiçek aynı ânda, bir limon ağacı.
Şu
kenarda Habil ve Kabil kurmuşlar oyunlarını, bir cennet bahçesinde
oynuyorlardı. Çocuklardı. Saflardı. Masumlardı. Derken yılansı bir ıslık
yaklaşıyordu arkalarından. Sessizce sokuluyordu. Aldanıyorlardı. Ve her
defasında cennetten kovuluyor, dünyaya düşüyorlardı.
Kör
atın rüyasında göründü görülmesi gereken en son şey. Görmese de olurdu. Kan
rengiydi.
Kabil
Habil’i öldürürken, kardeşinin alnını taşla ezerken, sonra onu toprağın bağrına
gömerken, gördüğü kör ata yetti.
Rüya
bozuldu. Her şeyin rengi değişti.
Onun
bile doğasına aykırı geldi rüyasında gördüğü şey, ne de olsa gören göz buna
takat getiremezdi.
Gördüğüne
dayanamadı. Koştukça koştu. Kaçtıkça kaçtı.
Kaçarsam,
gördüğümden kurtulurum, unuturum
sandı.
Böylesine
koşarken karıştığı karanlıkta, kendini bir o yana bir bu yana attı, dallara
budaklara takıldı, başını çarptı. Beyaz akıtmalı güzel alnı yarıldı, tüyü
tüyüne yapıştı. Burnundan kan geldi, gözünden yaş aktı, genzinden feryat sızdı.
Güç belâ, kendisini ırmağın kıyısına attı. Suya, köpüğe bulandı. İncecik
bilekleri, yaralı dizleri, yarılmış toynakları, dağınık yelesi, kanayan alnı
ıslandı.
Ama
hiçbir şey değişmedi. Gördüğünden kaçmakla kör atın kurtuluşu yok. Nereye atsa
kendini kanın kokusunu orada buldu. Yağmur yağsa da topraktan hâlâ kan kokusu
geliyordu. Sadece toprak değil, su bile kanıyordu.
Kaçmaktan
vazgeçti. Bu kez gözlerini kapadı.
O
da yetmedi. Gördüğü, gözünün önünden gitmedi.
Sonunda
gözlerini açmak, kendisini bu rüyadan atmak, uyanmak istedi. Artık bu rüya
bitsindi.
Yine
olmadı. Uyanamadı.
Öyle
bir rüya ki, sonuna kadar görmekten başka kurtuluşu yok, bu rüyanın tabirden
başka uyanışı yok.
Kaçmakla
çözülmez bu düğüm, göz yummakla bu muamma hallolmaz.
Anladı
kör at, bu rüyadan, bu rüyayı yaşamadan uyanılmazdı. Yaşanacak ne’si varsa
hazırdı. Gözlerini rüyasına açtı.
O
ânda dünyanın bir bıçağın sırtında, gayet açık ve yalın iki
sözle,
tevilsiz
ve tefsirsiz,
sade
ve basit,
art
anlamsız yan anlamsız,
dilin
en duru bilgisiyle,
en
temel kelimeleriyle ikiye ayrıldığını sezdi.
İyi
ve Kötü,
Adem’in
Kelimeler Kitabı'nın ilk iki kelimesiydi. Hem mukaddimesi hem hâtimesiydi.
şimdi
bu bölümü kötülük bildirgesi’nin harfleriyle dizmeli. kabillere seslenmeli.
güzelliğinizden
de gücünüzden de tiksindim; mantığınızda ve kıyasınızda meşrulaştırdığınız ne
varsa hepsinden nefret ettim, diye söze girmeli, ama bunca harfin adına iyilik
bildirgesi
de
dememeli, bu kitapta iyiliğin bildirgesi eksik, çünkü iyiliğin bir bildirgeye
ihtiyacı olamaz, iyilik gerekçelerle sınırlandırılamaz, çünkü onun bildirgesi
insanın doğasında yazılı, kaydı kendiliğindendir, gerekçesi fıtratın
kendisidir, oysa fıtratı zorlayan kötülük, gerekçelerini sıralamak, mantığını
kurmak, bildirgesini yaymak zorunda, yoksa fıtrat bu öz yıkıcılığa dayanamaz,
bu zulüm altında önce kendisi ezilir.
çünkü
kötülük, kendisine şehvetle koşmayanların taşıyamayacağı ağırlıkta
bir
şeydir.
bu
yüzden kötülüğün bildirgeleri daima daha çok, daha renkli, daha cazip, daha
çeşitlidir,
oysa iyilik, tek ve birleştiricidir.
öyleyse
şimdi iyiliğe bir bildirge biçmemeli ama kör atın gördüğü rüyayı da rüya
sonlanmadan tabir etmeli, bu tabirin diliyle hükmetmeli: yıldızlar, seyyareler,
gökler taraf tutarken bu zıtlaşmada, bu ayrımda, saf tutmalı, taraf olmalı,
belli etmeli rengini, çünkü âdem’in kelimeler kitabı, insanın varlık gerçeğini
yorumluyor, oysa kabil, insanlığın hikâyesini kölesi olduğu karanlık adına en
baştan bozuyor, kelimeler kitabı'nın ilk sayfasında dehşet verici bir hayalet
olarak duruyor, üstelik bütün büyük yıkıcılar, büyük özgürlük adına, onun
ismiyle başlayan sayfada hikâye
oluyor.
hepsiyle
soydaş, hepsiyle isimdaş. hepsinin alnında onun kurbanlığının kanı, hepsinin
kapısı onunla aynı yola
açılıyor,
aynı yere çıkıyor.
oysa
bu fıtrat bozumunda kötülük, büyük özgürlük değil, sadece insanı cevherinden
ayırıp arazında yorumluyor, onun kutsal doğasını bozuyor, yerine de başka bir
şey önermiyor, başka
bir
değer koymuyor, sınırsız özgürlük saplantısında, kural tanımazlığını meşru
kılan üstünlük kıyasında, bütün değerleri tartışmaya açıyor yani
değersizleştiriyor. kendi yasalarını kendisi koyarak, kendisinde yasa bozmaya
hak-hukuk
bularak,
öyleyse
kendisinden üstün bir ahlâk tanımayarak geliyor.
oysa
mutlak ahlâkın tartışması yok.
öyleyse
görece ahlâkın kıyametine
düşme.
bu
görecelikte kıyam edene de izin
verme.
her
şeyle her, hiçbir şeyle hiç arasında, ahlâkın mutlak yasasını tanımlamaktan
korkma,
tanımlamakla kalma, katıl bu tanıma, hatırla insanın ahenk ve düzen üzre
yaratıldığını,
ayır artık iyi ile kötüyü birbirinden, yerlerini belirle.
bir
bütün olarak kavra kavranacak
ne
varsa, öylece gör. göz yummakla dünyayı cennet kılacağını sanma, yıka gözlerini
acı suyla, sen de o meşhur
uçurumlara
uğra, kolaycı iyimserliğin saflığıyla, aldatıcı küçücük hazzıyla kandırma
kendini, ayıl artık gaflet uykusundan, adını sabır koyma acizliğin, buna
tahammül deme, kendi masumluğunda yok olma, bırak, masumlar için bozulsun
masumiyetin, masumiyet, tek kişiyi korur ancak: bilmemenin güvencesi, bilmesem
daha mı iyi olurdu? oysa bilmeli, her acıyı bir kez de kendi nefsinde
çekmeli.
çünkü
kelimeler kitabı'nın ilk iki kelimesinin, hem mukaddimesinin hem hatimesi'nin,
o ezeli rekabetin varlığını reddetmekle çözülmez bu düğüm, adını anmaktan
korkma kötülüğün ve onun bütün müştaklarının, mecazlarının, yan anlamlarının,
defin yapılarının, öğelerinin, söz dizimlerinin, temsillerinin, tefsirlerinin,
şerhlerinin, ezberlerinin, inkâr etme artık varlığını,
kabul
et. yüzleş onunla, görmezlikten gelme, azami dikkatle bak gözlerinin içine ve
bütün ayrıntılarını fark et. iyiliği ancak kötülükle mukayese et.
değil
mi ki kötülük bir olmak halidir şunun şurasında, direnmemektir. dizginsiz
bentsiz akmaktır, zoraki onurlandırılmış ateş krallıklarının azgınlığında
kendini bırakmak, karşı koymamaktır, kendi kulluğunda kendi tanrılığına
taparken,
cazibeli ihtişamı göz boyayan bir gölgeler yanardağında sınır tanımamak, hiçbir
engele takılmamaktır. oysa iyilik hem olmaktır hem olduğunda
kalmaktır,
direnmektir, yoldan çıkmamaktır, yani bir bakıma da olmamaktır, onun için bu
zorlu yolda iyilik, ona sadık kalmayı göze alanlar için gerçek
bir
savaştır, mazlumların yanında saf tutmak kahramancadır ve iyilik azınlığı
korkusuz olmak zorundadır.
öyleyse
şimdi baş eğmemeli. dikilmeli karşısına kötülüğün, zulmü zulümle yarıştırarak,
kötülüğü kötülükle tartarak değil ama ilâhî adaletle doğrultarak dur, demeli,
elde ne varsa, bu mücadelenin tarihçesinde onunla isimlenmeli. sözse söylemeli,
yazıysa yazmalı, gayesiz değil hiçbir şey kelimeler kitabı'nda. bunca harfi
seçerken, ardı ardına
dizerken,
yazdığına bir gaye biçmeli.
ruh
doğasına, acı bala öylece dönüşmeli, ve, bakir uykulara giriveren kabil'in
gözdağı rüyasından ürkmemeli. çok taşlık çok sarp bir yol bu, öyle mi dedi?
bırak desin! habll'in taşlarını temizlediği yolda
yürümeli.
göze
almalı, itilmeyi kakılmayı, azınlıkta kalmayı, kınanmayı, horlanmayı,
kovulmayı, taşlanmayı, hatta küçümsenmeyi üstüne gülünmeyi. aldırma, bırak
gülenler gülsün, sen yine de atıl kaza meydanına.
göze
al bir kez de sen ölmeyi, ben ölürüm, sen ölürsün,
değmez
mi?
değer,
vallahi değer, çünkü ancak o zaman derin ve ağır acıların arasından pişerek ve
yanarak
geçen.
bunca
cenkleşmeden kimi selâmetle, kimi de, onmaz kapanmaz, açık yaralarla
çıkabilen.
her
kaybın arkasında kayıptan büyük bir kazanç bulunduğunu fark eden, doğabilirse
kendi cesedinden doğan insan anlarmış: hakikate vasıl eden çölün yolunda yanma
yakılma da varmış, hayat, âdem’in tahayyülünden bile muazzammış, ve düşmez
kalkmaz bir allah'mış. insan düşermiş ve kalkarmış.
düşen
kalkan insan ancak o zaman, üzerinde eksiksiz dönen gökyüzü ve içinde yazılı
ahlâk yasasının arasında
sakinleşebilir,
göksel dairelerin üzerindeki geniş yolda, bir yıldız yağmurunun altında, sonsuz
uyuma katılabilir, ancak o zaman yaratanla yaratılan, parça ile bütün
birleşebilir. ruh aslına dönebilir,
ezel
güzelliğiyle yüz yüze gelebilir, kendi doğasında dinlenebilir, kendinden memnun
kalabilir, insan, kimin düşünde görülen bir hayal olduğunu sezebilir, kendisini
cennette, yitirdiği cenneti yeryüzünde bulabilir.
o
zaman, yutulamayan bir meyve ısırığında kaybedilen bilgi geri döner.
insan,
yüzünde büyük bir melek kanadının esintisi, hani âdem’in de habil'in de sırtını
okşamıştı, omuzlarında cennetin, akan yıldız bezemeli atlas örtüsü, hani
âdem’in de habil'in de sırtına atılmıştı, hakikat, kendisine verilir, insan,
âdem'in kelimeler kitabı’nda daha ileri geçilebilir, kararmış sayfaları,
üzerinden silgi geçmiş bölümleri okuyabilir, okunmayan kelimeleri sökebilir,
unuttuklarını hatırlayabilir, kalkar gözünün bebeğindeki perde,
öğrenir.
bilmek,
cennettir, çünkü bilmek bütünle
birleşmektir,
bu bilgiyle o zaman, kabil’in habil’i neden öldürdüğü, bu zulmü onun içine
kimin koyduğu, kabil'in mazurluğunun nerede bittiği, cürümünün nerede
başladığı, ve onu mücrim kılan yanının ismi
esmâsı.
kaderle
kader arasındaki mesafede, iradeye rağmen iradede, kaderin içindeki kaderde
suçlu olduğu, ama kaderin de üstündeki kaderle, onun bile masum kaldığı
anlaşılır, irade iradeyle açıklanır, o zaman kelimeler kitabı'nın sırları
arasında en fazla da zulmün ve onun ayrılmaz bütünü olan kaderin kâğıdı
aydınlanır,
ve bu anlayışla zulüm bile hükümsüz
kalır.
iyilik
de ancak o zaman ve ancak kötülüğe rağmen anlam kazanır.
o
zaman Serendip yoluyla haşir sabahı arasında bütün yaşananların gerçek bir rüya
olduğu anlaşılır, ve o rüya, sil baştan, bir gün yeniden
yaşanır.
bu
kez bilgi de iktidar da bize râm, melekler yeniden selâm verir, cennet belki de
bu dünyayı sınırsız bilmek ve edebilmek gücüyle yeniden
yaşamaktı
r.
Onun,
doğasının özgürlük yazgısının insana hizmet olduğunu, Âdem uzun zaman önce,
göklere parmak ucuyla çizilmiş bir gölge resminde bilmişti, kör atın kendisi
şimdi bildi.
Ama
bu doğayla yazgı arasında ancak cennet kanatlı atların aşabileceği bir uçurum.
Bütün bir at soyunun yazgısıyla doğası arasındaki çetrefil de geldi onun,
kırmızı perçemleri altında terleyen güzel alnında düğümlendi. Bir kez daha ter
bastı yelesini.
Sadakatin
adı ihanetin lekesi. İçinde tabir edilmiş bir rüyanın bilgisi.
Suya
akmak. Dağa yürümek. Buluta durmak.
Öyleyse
sen de durma, göster rengini. Bir şey yap. Bir adım at. Kendine bir yer tayin
et. Sen de tekrarla o meşhur cümleyi: Dağlar parçalansa korkma taraf tutmaktan.
Niyetini gayretini belli et. Ver verebileceğini. Gördüğün rüya nedensiz değil,
tabirine tabircisine hürmet et.
Kırmızı
perçemleri gözlerine kadar inen kör atın, verip verebileceği, bir tek kendisi.
İlk sözün hatırası, onun insana bağlı bir kaderi, atılacak iki adımı var şimdi.
Kaderin gerçekleşmesi ân meselesi. Gördüğü rüyadan çıkardı kendi gerekçesini.
Tabirine tabircisine iltifat etti.
Başını
çevirdi. Kokusunu ayırdı seher rüzgârından Âdem’in. Özgürlüğünü, bir fiilin
kuvvesi halinde hatırasına sardı. Bu hatırayı da dünyanın bütün kokularını
içine çekmek isteyen burun deliklerindeki harlı nefeste, dünyanın bütün
görüntülerini görmek isteyen fersiz gözlerinde, ve bütün yamaçlarını koşmak
isteyen ince ama güçlü bileklerinde sakladı.
Boynuna
vurulacak boyunduruğu, sırtına indirilecek kamçıyı, ayağına takılacak bağı bir
ân için görebildi. İrinler akacaktı yaralarından, keten tohumları yetmeyecekti
dizlerinin sızısını dindirmeye.
Bunları
da geçti.
Boşalttı
içindeki en harlı nefesi. Son bir kez asilendi.
Her
zamankinden daha asi olduğu o ânda gitti, Âdem’in kapısına dayandı.
Onun
kazasında kendi kaderine bağlandı. Varlığını insanın varlığına kattı. Kendisini
adadı. Bütün bir insanlığın yükünü sırtlandı.
Çekirdekte
ağacın, atalarda çocuklarının sırrı. Bütün bir at soyunun da kaderini kendi
alnına, beyaz akıtmasının, kırmızı perçemlerinin üzerine aldı.
Zamanlar
evvel Âdem’in muhayyilesine kelimesi düşmüş bir resmi doğrularken, onun
hayalini ağaç kabuğundan oyulmuş bir resim gibi çıkarırken, tepeden tırnağa
pembe çiçek açmış tarçın ağacının altında, hafifçe kişnedi. Âdem'in kokusunu
rüzgârda bir daha bir
daha
ayırmak, şafağı rüzgâr kılmak, sesini, halinin dilini ona duyurmak istedi:
Bundan
sonra sana ait, şeninim. Senin korumanda, senin hizmetinde, senin dostluğunda
bir ben'im.
Karşılık
gelmedi. Bekledi. Bir daha hafifçe kişnedi. Haline hal, diline dil ekledi:
Duysana
sesimi. Al şeninim bundan böyle, kabul et beni. Doğrulansın Kelimeler
Kitabı'nın yazısı. Artık sen de bensiz yapama. Bensiz olama.
Kızıl
perçemlerinin altında gözlerini kırpıştırdı. Hiç kimseyi dokundurmazdı boynuna,
boynunu uzattı. Perçemlerini rüzgâra bıraktı, dalgalandırdı.
Ses
seda yok. Nice zaman geçti de bir âdemoğlu gelmedi.
Yoruldu
kör at. Boynunu tarçın ağacının gövdesinde dinlendirdi.
Yaraları
sızladı.
Taşıyamadı
bedenini. Sırtında, ağır bir dünya tabirinin yorgunluğu. Olduğu yere yığıldı.
Varlığını sunduğu kapıda gözleri kapandı. Derin bir uykuya daldı. Gördüğü
rüyayı unuttu ama tabiri aklında kaldı.
Uyandığında,
kör at kendi rüyasındaydı.
En
sadık, en vefâdar olanlardandı.
Âdem
de beniâdem de oradaydı.
NEREYE ÇAĞIRIYORSAN
NEREYE ÇAĞIRIYORSAN
Kırmızı
perçemleri gözlerine kadar inen kör at hafifçe kişnedi. Kendisini bu kapıya
bırakalı çok uzun zamanlar geçmişti, dünya kimbilir kaç kez devrini deveran
etmişti. Ama o ilk kez, önüne suyunu yemini, yelesine şefkatini emeğini bırakan
Havva'nın beyaz elini boynunda hissetmedi. Oysa gelmenin zamanıydı şimdi.
Gelseydi Havva. Dünya gözüyle son kez görseydi cennet arkadaşını, dünyalığını,
ahretliğini, Âdem’ini.
Bir
kez daha hafifçe kişnedi kırmızı perçemleri gözlerine dökülen kör at. Toynak
vurdu toprağa. Hafif kişnemesine bir huzursuzluk ekledi. Yelesini silkeledi.
Boynunda asma lifinden bükülmüş bağ. Gölgelerini salmış tarçın ağacını kökünden
sökebilse, gidebilse. Çekse Havva’yı eteğinin ucundan, neredeyse, dermanı
kesilmiş Adem’in yanına getirebilse. Refakat birliğin kaydı, Havva, Âdem'inin
ölümüne refakat edebilse.
Dili
olsaydı, kırmızı perçemleri gözlerine kadar inen kör at, Havva, diye öyle bir
seslenecekti ki yerler gökler Havva, diye karşılık verecekti. Oysa yüce bir
şafak, erken bir fecir. Gökyüzü sakinlerinin telâşı her günkü gibi bir dünya
gününe denk gelmişti. Darbe Âdem’in kalbine ağır ağır değil aniden inmişti.
Yalnız gelmişti dünyaya Âdem, demek ki yalnız gidecekti. Bu görkemli şarkı
sessiz sedasız bir nakarat ile biterken, doğumu diğer insanlar gibi değildi
Âdem’in ama ölümü ânındaki yalnızlığında bütün insanlarla birleşecekti. İlk
nefes son nefesmiş, diyecekti.
Gölgelerini
salmış tarçın ağacının altında, sağ dirseğine dayanarak doğruldu Âdem. Ağır
ağır kalktı. Zamanı azdı ve o da bu zamansızlığın farkındaydı. Yine de elini
uzattı. Kırmızı perçemli atın yelesini okşadı mecalsizlikle. Gözlerinin
üzerinden gözlerini geçirdi. Alnını alnına dayadı. Kaldırdı başını derken.
Tomurcuklanmış sıkı bir dal, âsâsına dayandı. Birkaç adım attı.
Kör
at, kırmızı perçemlerinin arasından ışıksız gözlerini kırpıştırdı, Âdem’in ayak
seslerine kulak kabarttı. Boynundaki damarlar seğirdi. Yelesini savururken bir
kez daha kişnedi. Sesi hafif değil şiddetliydi:
Geri
dön. Beni yalnız bırakma. Sen de bensiz kalma. Der gibiydi.
Geri
döndü Âdem, bu sese cevap verdi. Atın bağındaki düğümü çözdü. Kendi yoluna geri
döndü.
Kırmızı
perçemleri gözlerine kadar inen kör at, kulaklarını bir Havva’nın gelesi olduğu
yana çevirdi, tarla kuşları, yasemin bahçeleri. Bir de Âdem’in uzaklaştığı yanı
dinledi. Fesleğen. Yaban nanesi. Âdem yönünden esen rüzgârın taşıdığı kokuyu
ayırdı diğerlerinden. Fazla oyalanmadı. Seçimini yaptı. Âdem’in peşine takıldı.
Âdem
yürüdü o yürüdü.
Âdem
durdu o da yanıbaşında durdu.
Buğday
tarlasının kıyısına kadar gücü ancak yetti Âdem’in. Dizlerine kadar yükselen
altın sarısı burçakların arasına ancak girebildi. Daha fazlasını yürüyemedi.
Bir
müddet nefes nefese kaldı, elini göğsüne bastırdı. Yoksa, bağrından bir ateş
nehri taşacaktı. Ter içindeydi. Sırtını, tarlanın kıyısında tek başına
yükselmiş bir ağacın gövdesine yasladı. Neden sonra kurumuş ot kokusu içini
ferahlattı. Üzerine bir parça sükûnet indi. Başından hafif bir dağ rüzgârı
geçti. Olgun başakların dalgalanmasını seyretti. Elinin sırtını başakların
üzerinde gezdirdi önce. Sonra toprağa avuçlarının içini çevirdi. Rüzgârın
sesini dinledi, uğultunun söylediğini tefsir etti. Rüzgâr, saçlarını savurur,
güneş yanığı tenini serinletirken Âdem dünya düzlüğünü uzaktan seyretti. Batıya
döndüğünde göklerin ışıklarının parladığını gördü.
Bulutlar
ufkun üzerinde dizi dizi.
Dağların
üzerinde bulutların gölgesi.
Yumdu
gözlerini.
Cennet
bir hatıra. Ezel bir hatıra. Şimdi dünya hayatı, o da bir hatıraydı.
Gülümsedi.
Bir cennet ağacının altında görülmüş kısacık bir rüya gibi. Bütün hatırayı
hatırladı.
Sanki
bir cennet gölgeliğinde uyuyakalmış da bir filbahri dalının esirgemesinde, bir
cennet çiçeğinin açarken koparamadığı velveledeydi şimdi.
Cennet
göklerini ilk kez yaprakların dalların arasından seyretmişti. Yeşil zümrüt
kuşunun şen şakrak esintisi, kanat sesi tenine sanki şu ân değmişti. Sanki
cennetin bütün sakinleriyle şimdi, şu ân göz göze gelmiş, hepsi de onun üzerine
merakla şimdi, şu ân eğilmişti.
Bu
dünyaya Âdem diye biri sanki hiç gelmemiş, hiç düşmemişti. Serendip yolunu bir
boydan bir boya yürümemişti. Kelimeleri hatırlayıp sesleri dinlememişti.
Sanki
atı ehlileştirmemiş, toprağa hükmetmemişti.
Buğdayı
yetiştirmemiş, ilk ekmeği pişirmemiş, saban yapmayı, ev kurmayı, sal bağlamayı,
yelken açmayı, toprağa gölge salmayı öğrenmemişti.
Havva
sanki örgülerini çözüp de suya eğilmemişti.
Adem’in,
sanki tenine su hiç değmemiş, ateş yakmamıştı gövdesini.
O
en büyük acıyı çekmemiş gibi, sanki Kabil Habil’i biç öldürmemişti.
Zaman
her şeyi uğurlar, yola koyar. Her yolun sonu, her cümlenin noktası var. Tesadüf
değildi ismin harflerinin birbirini sırayla izlemesi. Bir avuç topraktı özü
özeti. Toprağı kendisine her zamankinden daha yakın hissettiği ânda dizleri de
koca Âdem’i daha fazla taşıyamadı. Bir dağ nasıl çökerse öylece çöktü olduğu
yere. Önce dizüstü oturdu. Sonra sendeleyerek yanladı, yorgun başını, artık
direnmedi, ağacın gölgeliğinde usulca toprağa bıraktı.
Gözlerini
yumdu. Kalbinin üzerinde, gözlerinin ardında hiçbir yükü yoktu. Cennetten
dünyaya düşerken getirdiği her ne idiyse, dünyadan cennete giderken de onu
götürüyordu.
Toprağın
kokusunu içine çekerken, ey yeryüzü, dedi, üzerinden gelip geçtim, suyundan
içtim, nimetinden nasiplendim. Beyt’imi sende buldum, duvarlarını sende
yükselttim.
Ben
senden razıyım sen de razı ol benden.
Hakkını
helâl et, kıyamet günü davacı olma bu sakininden.
Âdem
ki. Onun affet yakarışı esnasında, yeryüzü ağaçlarının damarlarından boğuk bir
inilti gelmişti.
Âdem,
buhar olup suya sinsem, toz olup toprağa gizlensem, demişti.
Razılık
istemeye devam etti.
Hepsi
ilâhi muhayyilede bir kelime, bir resim olarak duran ve kelimelerin gününde bir
ân için Adem’e gösterilmiş olan bütün insanların. Oğullarının, kızlarının,
torunlarının, onların da çocuklarının hepsine. Âdemoğluna. Benîâdeme. Ümmetine.
Ancak bir peygamber kalbinin taşıyabileceği şefkat tanışıklığıyla döndü.
Hepsinin
ismi kendi isminin içindeydi ve Âdem hepsinin yerine gülümseyebilmiş, hepsinin
yerine gözyaşı dökebilmişti.
Razılık
istedi hepsinden, kendi belinden çıkartılmış zürriyetinden. Razılık verdi
kendisinden.
Razıydı:
Kaderimden
razıyım. Cennet sürgünümden razı. Dünya çilesinden razı.
Öyleyse:
Rabbi ondan razı, o Rabbinden razı.
Deveranını
tamamladığı o ânda. Nedendir dünya sürgünü, apaçık bir bilmeyle bildi. Bilmesi
için bir kez yaşaması bir kez de ölmesi gerekmişti.
Ben,
dedi bilmeden seçtim. Seçimim bir ayak sürçmesiydi ilk bakışta. Manasını şimdi
tamam ettim. Bilsem de seçerdim.
Baktı
kimbilir kaç yıllık ömrüne.
Sanki
hiç yaşamamıştı.
Toprağı
teninde hissetti. Allah biliyor ya, gidişinin kederi yoktu içinde. Gittiği yer
tanımadık değildi. Ama bütün yaşadıkları bir bir gözlerinin önüne gelince.
Bir
kuşku kapladı içini. İnsandı. Yoksa şu kötü dünyaya mı alışmıştı?
Gözü
geride kalmadı giderken ama dönüp dönüp geriye, şu dünya âlem dedikleri
gölgeliğe bir daha baktı. Bir damla yaş süzüldü yasak meyveyi ısırmış ağzının kenarından,
ağır bir sızı.
Cennete
son bakışını hatırladı.
Açtı
gözlerini. Yapraklar rüzgârda uçuşurken bir daha geriye baktı.
Dünya!
Muhteşemdi. Muazzamdı.
Bundan
daha güzeli, daha mümkünü olamazdı.
Cennetin
hatırası hatırında böyle canlı durmasa.
Dünya
böyle güzelken bırakıp gitmek ne kadar zor, diyebilirdi.
Ama
bir cennet hatırası, bütün dünya gerçeğini hükümsüz kılabilecek denli gerçekti.
Arada
bir dünya ömrü. Bitti, dediğinde başladığı yerdeydi.
Gözlerini
son bir kez açtı. Bu kez geriye değil. Başının üzerinde gölgelenen tüllenen,
kokusunu verip çiçeklenen dünya ağacına baktı. Elini uzattı. Yaseminler döküldü
parmak uçlarından. Tanıklık eden parmağıyla, ağacın gördüğü resmi unutmayan
gövdesine kendisinden bir işaret bıraktı.
Ağaç
eğildi üzerine iyice, dallarını yapraklarını uzattı. Âdem’i sardı, kucakladı.
Meyveleri
sanki ışıktandı, sudandı, kokudandı, hazdandı, rengârenkti, camdandı.
Ateş
rengi çiçekleri vardı. Gel, der gibiydi yeniden.
Âdem
gülümsedi.
Ey
ağaç, dedi, nereye çağırıyorsan oradan geliyorum ben.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar