[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] SEKSEN BİRİNCİ KISMI
Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın
Adıyla
DOKUZUNCU SORU
Onlar, Münâcâtı Neyle Açar? Cevap:
Sohbet
ehli, kendilerini münâcâta sevk eden
ve çağıran şeye göre münâcâtı açar. Şöyle ki: Hakk onları zikrettiğimiz bu
meclislere (kapıyı) ‘çalma’, ‘açma’ ve ‘açılmasını dilemek’ eylemlerinden sonra
oturtur. Çünkü onlar, Hakkın ‘Ey iman edenler Peygamberi
çağırdığınızda, konuşmanızın öncesinde sadaka'verin’297 dediğini duymuştur. Sonra Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Konuşmadan önce sadaka vermekten
çekindiniz mi?’298 Allah Teâlâ Peygamberin bizzat Hakk
konumuna indirilmesi hakkmda şöyle der: ‘Ey
iman edenler! Sizi çağırdığında Allah Teâlâ’ya ve peygamberine olumlu karşılık veriniz.’299
Başka bir ayette ise ‘Kim Peygambere itaat ederse, Allah
Teâlâ’ya itaat etmiştir’300 buyrulur. Çünkü Allah Teâlâ
peygamber vasıtasıyla kendine davet eder. Peygamber ise ‘Güzel söz sadakadır’
buyururken başka bir hadiste ‘Âdemoğlunun sabahlayan her eklemine bir sadaka
düşer’ buyurur. Sadakanın en faziledisi, insanın kendi nefsine verdiğidir. Sadaka
verenlerin en üstünü, kendi nefsine sadaka veren kişidir.
Öyleyse kul, Rabbiyle konuşmak
istediğinde, önce kendisi için nefsini sunmalıdır. Çünkü konuşma, konuşan ve
dinleyenden (oluşur). Kul ise Hakk onun kulağı olmadıkça Allah Teâlâ’nın
kelamını anlamaya güç yetiremez. Konuşma esnasında Hakk kulun gözü olmazsa,
konuşmanın Allah Teâlâ ile konuşulmaya yakışır doğru bir konuşma olması
imkânsızdır.
Böyle bir durumda ise Hakk kendisiyle
kendisine konuşandır. Kul ise (bu konuşmanın sonucundan) istifade etme yeridir,
çünkü o, var olan durumlardır. Varhk ise, onun aynıdır. Kul kendisiyle
kendisine sadaka vermiştir. Böyle bir sadaka, sadakaların en üstünüdür. Bu
sadakayı ise Rabbiyle konuşmasını açmak amacıyla vermiştir. Öyleyse konuşma ile
kendisiyle konuşmanın açıldığı şey arasındaki ilişki, sadakanın kula dönmesiyle
Hakkın konuşmasının kendisiyle kendi arasında olmasıydı. Hakkı ancak Hakk
duyduğu gibi, kul da ancak kula (kendisine) sadaka vermiştir. Böylelikle
ehliyet geçerli olmuştur. Kim konuşmasını böyle açarsa, o meclis ve sohbet
ehlinden birisidir.
Tirmizî’nin görüşüne gelirsek,
onların münâcâtı açtıkları şey, büyüklük elbisesini giymeleridir. Ardından
özel bir şekilde onun bir kısmından soyudanır, bir kısmını ise üzerlerine
bırakırlar. Kalan kısım, konuşma geçerli olabilsin diye, sayesinde Hakkın
sözünü duymaya ve Hakkın kendisiyle konuşmasına layık kısımdır. Böylelikle
başlangıç kuldan meydana geldiği gibi bu mertebede öncelik kula aittir. Bu, doğru
yorumdur. İşte bu, konuşmaya yönelten vaz'î nedendir. Daha önce zikredilen ise,
zâtî nedendir. Bu halde bu gurubun konuşması, genel için namaz konumundadır.
Çünkü zikrettiğimiz bu mertebeden namazla yükümlülük, peygamberlerin dili
aracılığıyla insanlar için ortaya çıkmıştır. Zikrettiğimiz nedenle de teklif
emredilmiştir. Namaz bir münâcâttır.
Allah Teâlâ ehlinden bir kısmı,
işlerin sonunu açıhş sayarak, onu başlangıca döndürürler. Çünkü amaç, işlerin
sonudur. Örnek olarak gölgelenmek isteyen bir insanın durumunu verebiliriz.
Onun nezdinde ilk gerçekleşen şey, çatının varlığıdır. Çatı ise, fiille ortaya
çıkan son şeydir, çünkü onun varhğı diğer eşyanın varlığına bağlıdır. Bu
şeylerdeki amaç, varlıklarının herhangi bir şeye dayanmadığı şeyler ise, son başın
aynısıdır. Böylelikle amelin açılması, son ile gerçekleşir. Bu ise, bizim de
kendisiyle münâcâtımızı yaptığımız ve kendisine göre hareket ettiğimiz sırh
bir yöntemdir. Fakat ifade ettiğimiz gibi, konuşmanın Hakkın duyması ve
sözüyle olması gerekir. Çünkü hakikat, kendisinden başka birinin Hakk ile
konuşmasını ya da kendisinden başkasının O’nu duymasını kabul etmez.
Böylece, meclis ve sohbet ehlinin
münâcâtı neyle açtıklarım sana bildirmiş oldum!
ONUNCU SORU
Konuşmayı Neyle Bitirirler? Cevap:
Onlar, konuşmayı bu açışın verisi olan menzil ile bitirir. Açış ise
(bir önceki soruda belirtildiği gibi) değişik değişiktir. Bu nedenle, son da
değişir ve sınırlanmaz. Burada birleştirici bir durum vardır ki, o da iki isim
arasında durmaktır. Bu iki isim, kendisinden ayrılman isim ile kendisinden
(bilgi) alınan isimdir. Bunların arasmda, kendisiyle bitirmenin gerçekleştiği
gizli bir isim vardır. Onu ise ancak meclis ve sohbet ehli fark edebilir. O da
bütün varlıklara yayılan varlıktır. Fakat inceliği nedeniyle fark edilemez. Bu
durum, gölge ve güneşi ayıran çizgiye benzer. Çizgi, bilinir, fakat duyuyla
algılanamaz. Bu, eşya arasındaki sınırlardır. Onlar, kendileri bölünmemekle
birlikte, aralarında bulundukları her bir şeyden özel bir yöne sahiptir.
Dolayısıyla, özü gereği her sınırlanan şey ile beraberdir. Bu nedenle,
bilginlerin elde ettiği resim ve söz (lafzı) tanımlarından farklı olarak zâtî
tanımların öğrenimi güçtür.
Bazen konuşmayı sonlandıran şey,
kevnin (varlığın görünen yönü) kanıtı olabileceği gibi bazen (varlığın bâtını
anlamındaki) hakikat kanıtı olabilir. Bazen mazharları kabul etmeyen bir zât
fiili de olabilir. Bu ise, söz konusu kimselere göre, konuşmayı bitiren en
üstün şeydir. Onun altında ise, bir mazharm bulunmasını gerektiren kevnin
(oluş) kanıt olması gelir. Onun altında herhangi bir hakikatin kanıtı gelir.
Burada hakikat, başkalaşmayı kabul etmeyen ve ‘mazharın bâtını’ diye ifade
edilen şeydir.
Bilmelisin ki, konuşmada iş,
başlangıcına ulaşmak isteyen dönen bir daireye benzer. Böylece işin sonu
açılışın aynısı olur. Böylelikle iş, ilk, son, zâhir ve bâtın kısımlarına
ayrılır. Konuşma başladığında zâhir iken sonunda zâhir bâtın olur ve bâtın
zâhire döner, çünkü hüküm artık ona aittir. Açılışta son başlangıç nezdinde
gizlenmişken açılış ise sona erdiğinde sonda gizlenir. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve selleme ‘nebilerin sonuncusu’ olduğu söylenmiştir. Onun sonluğu
ortaya çıkarken, ‘Âdem su ve toprak arasında iken Peygamber oluşu’ gizlendi.
Âdem su ile toprak arasındayken Peygamber oluşu ortaya çıkarak Hakk kendisiyle
beşer mertebelerini açtığında ise, nebilerin sonuncusu olması bu zuhurda
gizlendi. .
Hakk ile ilgili duruma gelirsek,
varlık O’ndandır ve bütün iş, O’na dönecektir. Bu ikisinin arasmda ise ‘O’na
ibadet et5 ve bu ikisinde ‘O’na tevekkül et, Rabbin yaptıklarından
habersiz değildir.’ Çünkü siz O’nun güzel isimlerinin mazharlarısınız. Bu
sayede, mutlu veya bedbaht olursunuz. ‘Allah Teâlâ sizinle beraberdir ve
amellerinizi zayi etmeyeçektir.’ Böylelikle işi O’na teslim et ve emrine boyun
eğ ki, işin kendiliğindeki haline uygun olasın. Böyle yapınca, açılış ve bitiş
arasında iddianın yorgunluğundan rahata erersin! Allah Teâlâ hakkı söyler ve
doğru yola ulaştırır.
ON BİRİNCİ SORU
Neyle Cevap Alırlar? Cevap:
Meclis ve sohbet
ehli, hal ve vakitlerine göre (çağrıya) karşılık
görürler. Hal ve vakideri ise açılış ve bitiş esnasında kendilerine hakim olan
isme bağlıdır. Bitiş ve açılış esnasındaki ilahi isimler pek çoktur ve bunlar
sohbet ve meclis ehlinin varlıklarından dile gelen şeylerdir. Böylelikle
cevap, ismin bütününün kendisinde gerçekleştiği şeye göre verilir. Fakat
mudaka bir isimle cevap almaları gerekir.
Sohbet müşahede kaynaklı mânevî bir
sohbet ise, cevap isimlerden soyudanabilir. Böyle bir cevap gerçek karşısında
mecaz gibidir. Bu ise, ifade ve anlatımda söz ile birleşir. İfade ve istifadeyi
dikkate alan kimse, bu makamı meclis ve sohbet ehline katar. Tirmizî’nin
kastettiği şey
budur. Çünkü o, ‘meclis ve sohbet
ehli’ demiş, özel olarak sohbet ehli dememiştir. Bazı insanlar ise sohbetten
başkasını dikkate almaz. Dolayısıyla onlar, bu mertebede hal kaynaklı manevî
söze ait bir hüküm kabul etmezler. Çünkü o ‘benim amacım hakikatlerdir5
demiştir. Fakat böyle söyleyen insan, muhakkik olmayanlar gibidir. Onu bu
düşünceye yönelten şey, sohbetin lafızlarla sınırlanmasıdır. Biz, bu konuda
Tirmizî’nin görüşündeyiz. Bu hah karşılıklı oturuşta yorum ve kapalılıktan uzak
manevî bir konuşma olarak son derece anlaşılır bir halde tattık. Bizim
tattığımız, tek bir hakikatte gerçekleşmiş ayrıntı idi. Bu bölümde güvenilecek
şey budur.
ON İKİNCİ SORU
Onların Bu Sohbet ve Meclise Yürüyüşleri
Başlangıçta Nasıl Gerçekleşir!1 Cevap:
Onların bu
sohbet ve meclise yürümeleri, ‘başka’dan
(mâsiva) soyudanmış himmederle gerçekleşir. Bunun açıklaması şudur: Maddelere
ve onlarm sınırlamasına konu olmayan manevî durumların ya da onlardan meydana
gelecek şeylerin elde edilmesine mesafeler kat ederek ya da yerler aşarak
ulaşılamaz. Fakat bazen himmet maddî hareketler ile birleşir. Bunlar, her
ikisinde de tevhid şart olmakla birlikte, bilgi ya da imana dayanan hareketlerdir.
Söz konusu insanların ‘bilgin’ olmak
yönünden yürüyüşlerine gelirsek, bu yürüyüş, nefislerini doğa kirlerinden
temizleme, kalplerini varlıkların parçalarıyla ilgili düşüncelerden boşaltmak
için halvedere girmekle gerçekleşir. Bu düşünceler, duyuları duyulurlara
salmayla meydana gelir. Böylelikle hayal hâzinesi dolar ve musavvire gücü onlardan
kendisine bağlanan şekilde suretler oluşturur. Bu suretler, hayal ile bu ilahi
mertebenin gerçekleşmesi arasında perdeye dönüşür.
Bu bilginler, halvet ve zikirlere
melekûtu elinde tutanın (Hakk) övgüsünü kazanmak amacıyla yönelir. Nefis
arındığında ve melekût âlemi.
ile arasında bulunan doğal perde
kalktığında, melekût âleminin suretleriiıe nakşedilmiş bütün ilimler o nefsin
aynasına yansır. Mele-i â'lâ (Yüce topluluk) ise bu konumdaki nefse muttali
olur ve onda bulunan şeyleri görüp içerdiği şeylerin ortaya çıkacağı bir
tecelligâh edinir. Mele-i â'lâ bu duruluğu sürdürebilmesi hususunda nefis sahibine
yardımcı olur ve kendisiyle doğal perdesinin gerekleri arasında engel haline gelir.
Bu nefs, kendileriyle ilişkili olduğu ölçüde ulvî (yüce) âlemden Allah Teâlâ’ya
dair bilgi alır. Bu bilgi ise, onları ilahi feyizden bilgi almaya -fakat nuranî
ruhlar vasıtasıylayönlendirir ki bu zorunludur. Onlar bu gidişi ‘seyir’ diye
isimlendirir. Bu nedenle de, bu bilgiyi ararken niyetin (engel olacak
ilgilerden) soyutlanması zorunludur. Himmet kendisinde kabaca yerleşmiş şeyleri
elde etmeye ilgi duymamış olsaydı, Mele-i â'lâ’ya yönelmesi geçerli olmazdı.
Bu adam sülük esnasında bilgiyle
beraber iman sahibi ya da bilgi olmaksızın sadece iman sahibi olabilir. Böyle
bir insanın himmeti, sadece Allah Teâlâ ile ilgili olabilir. Çünkü iman onu
sadece Allah Teâlâ’ya götürebilir. Bilgi ise, vasıtalara ve âlemde
alışılagelmiş hikmetin düzenine yönlendirir. İman sahiplerinin seyrinin
niteliğine gelirsek, onların buna ulaşması, sadece meşru olmak yönünden dince
belirlenmiş azimetler vasıtasıyla gerçekleşebilir. Onlar iki kısımdır: Bir
kısmı, himmetlerini peygamberin bir uyarıcı ve öğretici olarak gelmiş olmasına
bağlar. Peygamber, Allah Teâlâ’nın mertebesine ulaştıran yolu öğreten ve buna
dikkat çeken kimsedir. Peygamber bu bilgiyi verdiğinde, aradan çıkar ve kendileriyle
Allah Teâlâ’nın arası boşalır. Bunlar, iyilik ve hayırlara koşup yarıştıklarında
önlerinde hiçbir yaratığın ayak izini görmez. Çünkü onlar bunu nefislerinden
uzaklaştırmış ve tek başlarına Hakka yönelmişlerdir. Bu kısma örnek olarak
Rabia Adeviyye’yi verebiliriz. Bu insanlar, meclis ve sohbette durduklarında Hakk
belirli bir dil vasıtasıyla olmaksızın ilahi sözlerle kendilerine hitap eder.
Diğer guruba gelirsek, onlar
kendilerini şuna inandırmıştır: Allah Teâlâ’nın bir perdedarı olan Peygamber
olmaksızın Allah Teâlâ’ya ulaşmaya yol yoktur. Dolayısıyla onlar, her neyi
görürlerse sülüklerinde Peygamberin ayağını da önlerinde görürler. Hakk da
onlara Peygamberin diliyle ve sözüyle hitap eder. Bu kısma örnek olarak şu sözü
söyleyen Muhammed el-Evani’yi verebiliriz: ‘Her şeyi terk edip ardıma bıraktım
ve O’na geldim. Önümde bir ayak gördüm, şaşırdım ve ‘kimindir bu ayale?’ dedim.
Soruyu sorarken beni kimsenin geçmemiş olduğuna ve ilk gruptan olduğuma
güveniyordum. Bunun üzerine bana ‘Peygamberinin ayağıdır’ denildi. Benim de
korkum bitti.’ Birinci hal ise Abdülkadir’in (Cîlî), Ebu’s-Suud b. eş-Şibl,
Rabia Adeviyye ve onların yolundan gidenlerin halidir.
İman sahipleri bilgili de
olduklarında, her iki durum onlar için biraraya getirilir. Onlar, Allah Teâlâ adamları’nın
(rical) en kâmilleridir. Kâmil olmaları şu şarta bağlıdır: Onlar Allah
Teâlâ’ya sülük edip daha önce belirtildiği gibi O’nun nezdinde mânevi söz ve
duyma sözüyle meclislerini aldıklarında, ‘Bana bir karış yaklaşana, bir arşın
yaklaşırım’ ifadesinden ve Allah Teâlâ’nın yafan semaya inmiş olmasından Allah
Teâlâ’nın varlıklara nüfuz edişini görürler. Yakın semadan daha yakını yoktur,
çünkü o, şah damarından daha yakındır. Öyleyse bu kişide doğa âlemi ruhanî
âleme katılırken, bütün varlık Mele-i â’lâ’ya ve yafan mertebeye dönüşür. Artık
hiçbir varlık onu perdelemeyeceği gibi hiçbir hakikat de onu örtmez. Böyle bir
insanda mekân ile mekânsızlık, olan ve olmayan eşitlenir. Bu durumda Hakkı
perdede ve karanlıkta görür; sözünü sessizlik ve zil sesinde duyar.
İşte, farklı tabakalarına göre onlarm
sülükleri böyledir. Söz konusu insanların bir kısmının Allah Teâlâ’ya seyri,
O’nun isimleriyle gerçekleşir. Böyle birisi, Allah Teâlâ’ya Allah Teâlâ’dan ve Allah
Teâlâ ile sülük eder. Bu kişi, dururken seyreden seyir halindeyken duran
kişidir. Hızır ve Ferder bu makamın ehlidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in göz aydınlığının namazda olması, bu makamdan kaynaklanır. Çünkü
Peygamber, ayakta durmak, rükû etmek, secde ve oturmak gibi farklı halleriyle
birlikte, namazda münâcât etmekteydi. Bu unsurlardan fazla bir şey de yoktur.
Bunlar, ruhanî dört: lemenin halleridir ve dört olmada unsurlara
benzemişlerdir. Bu durumda anlamların suretleri, dört halin karışımından
meydana geldiği gibi doğal cisimsel suretleri de bu unsurların karışımından
meydana gelir.
ON ÜÇÜNCÜ SORU
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem Nebiliğin
Hatemi (Son, Mühür) Olmayı Hakk
Ettiği Gibi Veliliğin Hatemliğini Kim Hakk Eder? Cevap:
Hatem iki
içişidir: Birincisi Allah Teâlâ’nın genel anlamda
veliliği kendisiyle bitirdiği Hatem iken İkincisi Allah Teâlâ’nın Muhammedi
veliliği bitirdiği hatem’dir. Genel anlamda veliliğin hatem’i Hz. İsa’dır. O,
bu ümmet devrinde mutlak nebilik ile velîdir. Kuşkusuz İsa ile yasa koyucu
nebîlik ve resullük arasında engel vardır. Bu nedenle ahir zamanda ‘varis ve
hatem’ olarak iner. Artık ondan sonra, ‘genel nebîlik’ (salt haber ve bilgi
veren nebîlik) özelliğindeki bir velî olmayacaktır. Nitekim Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem de, kendisinden sonra yasa koyucu nebîliğin
bulunmadığı nebiliğin sonudur. Halbuki Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’den
sonra büyük peygamberlerden ve nebilerin seçkinlerinden olan İsa gelir. Fakat
İsa’nın hükmü -başkasına ait olan zamanın hükmü nedeniyleortadan kalkar.
Böylelikle İsa mutlak nebîlik sahibi bir velî olarak iner. Muhammedi velîler de
bu konuda ona ortaktır. İsa bizdendir ve bizim efendimizdir. Bu işin başı bir
nebî olduğu gibi -Ademsonu da bir nebîdir -İsa-. Kast edilen, ihtisas
peygamberliğidir. Kıyamet günü İsa iki kez diriltilir: Birincisi bizimle
beraber, diğeri ise peygamberler ve nebilerle beraber.
Muhammedi veliliğin Hatem’ine
gelirsek, bu hatemlik Arap’tan bir adama aittir. O, Arapların asalet ve güç
bakımından en soylularındandır ve günümüzde mevcuttur. Ben 595 senesinde onu
tanıdım ve Hakkın insanların gözlerinden gizlediği alameti kendisinde gördüm.
Bu alameti bana Fas şehrinde gösterdi, ben de velayet mührünü onda gördüm. O,
mutlak anlamda veliliğin sonudur. İnsanların çoğu kendisini tanımaz. Allah
Teâlâ, bu kişinin sırrındaki hakka’l-yakîn olarak öğrendiği O’na dair bilgi
hakkında inkâr ehliyle onu sınamıştır. Allah Teâlâ Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem ile yasa koyucu nebîliği sona erdirdiği gibi Muhammedi Hatem
ile de veliliği sona erdirdi. Söz konusu nebîlik, diğer nebilerden meydana
gelen nebîlikle değil, Muhammedi varislikten meydana gelen velilikle ilgilidir.
Velîlerin bir kısmı İsa’ya, bir kısmı İbrahim’e ve Musa’ya varistir. Bunlar,
Muhammedi Hatem’den sonra da vardır. Dolayısıyla ondan sonra sadece Muhammed
kalbi üzerinde velî olmaz. İşte Muhammedi veliliğin hateminin anlamı budur.
Kendisinden sonra hiçbir velînin
gelmeyeceği genel velîlik ise, Hz. İsa ile biter. Biz, İsa’nın kalbi ve diğer
peygamberlerin kalbi üzerinde bulunan bir grupla karşılaştık. İki arkadaşım,
Abdullah Bedr el-Habeşi ile İsmail Sevdekin bu Hatem ile biraraya gelmiş, Hatem
onlara dua etmiş, onlar da kendisinden yararlanmıştır. Allah Teâlâ’ya hamd
olsun!
ON DÖRDÜNCÜ SORU
Bu Mertebeyi Hakk Eden Kimse Hangi
Nitelikle Hakk Etmiştir? Cevap:
Genel
veliliğin Hatem’i olan kimse, emanet niteliğiyle onu
Hakk etmiştir. Onun elinde nefislerin anahtarları vardır. Onun hah, soyutlanma
ve harekettir ki bu, Hz. İsa’nın niteliğidir. Hz. İsa, üflemeyle hayat verirdi.
O Peygamberlerin zâhidlerinden olduğu gibi aynı zamanda seyahat eden, emaneti
koruyan ve onu ehline veren biriydi. Bu nedenle Yahudiler ona düşmanlık yapmış,
fakat Allah Teâlâ yolunda kınayanın kınaması onu korkutmamıştı. Ben vakıalarda
pek çok kez Hz. İsa ile biraraya geldim. Onun elinde tövbe ettim, dünya ve
âhiret hayatında dindarlıkta sabit olmam için bana dua etti. Beni ‘habib’ diye
çağırdı ve zühd ve (dünyadan) tecrit etmemi bana emretti.
Muhammedi veliliğin Hatem’inin ‘son’
olmasını sağlayan nitelik, Allah Teâlâ karşısında tam anlamıyla güzel ahlâk
sahibi olmaktır. İnsanlar karşısındaki bütün davranış ve huyları da, Allah
Teâlâ karşısında uygulanabilir bir huy olması itibarıyla ondan gerçekleşir.
Söz konusu velînin insanlara gösterdiği bütün huylar, aynı zamanda Allah Teâlâ
karşısında davranılabilecek huylardır. Bunun böyle olmasının nedeni, amaçların
farklılığıdır. Herkese göre kendine karşı gösterilen güzel huy, o kişinin amacına
uygun olan huylar demektir. Bu huyun başkasının nezdinde övülmesi veya
kınanması durumu değiştirmez. Bütün âlemi aynı güzellik etrafına toplamak
mümkün olamayacağı için, güzel huylarla ahlâklanan, gerekeni, gerektiği tarzda
ve sebeple yapan el-Hakim’in bakışıyla meseleye bakmıştır. Varlıklara bakmış ve
Hakk gibi bir arkadaş bulamadığı gibi O’nun sohbetinden daha güzel bir sohbet
de bulamamış, muduluğun O’na (karşı saygılı) davranmada ve iradesine uymada
bulunduğunu görmüştür. Böylece Hakkın belirlediği ve yasa yaptığı şeye bakmış,
O’nun nezdinde durmuş ve O’na uymuştur.
Hakkın şeriatının bir yönü de, Allah Teâlâ’nın
dışındaki kimselere nasıl davranacağını ona öğretmiş olmasıdır. Bunlar temiz
bir melek, saygın bir peygamber, Allah Teâlâ’nın yarattıklarının işini
yönetimine emanet ettiği bir halife yâ da arkadaş, eş, yakın, çocuk, hizmetçi,
binek, hayvan, bitki ve cansızlardır (donuklardır). Allah Teâlâ kendi zâtı,
itibarı ve sahip olduğu mülkü hususunda nasıl davranacağını o kişiye öğretir.
Güzel ahlâk ile ahlâklanan insan, zikrettiğimiz bütün hususlarda gerçek arkadaşı
gözeterek davranır, her davranışı ancak efendisinin karşısında yaptığını düşünür.
Bu konumda olunca, peygamber için söylenen ‘Sen
üstün bir ahlâk üzeresin’301 onun hakkında da
denilir. Hz. Aişe şöyle derdi: ‘Peygamberin ahlâkı Kur’an idi.’ Allah
Teâlâ’nın övdüğünü över, kınadığını ‘doğru bir oturakta muktedir hükümdar
nezdinde’Hakkın diliyle kınardı. Onun damarları temizdir, ahlâkı âleme yayılmış
ve şefkati bütün ufuklara ulaşmıştır. Bu nedenle, böyle bir insan Muhammedi veliliğin kendisiyle sona erdiği hatem olma
hakkını kazanır. Çünkü Allah Teâlâ ‘Kuşkusuz sen üstün bir ahlâk üzeresin’
buyurur.
Allah Teâlâ bizi kendisine yolu
hazırladığı ve hidayet ettiği ve o yolda yürümeye imkân verdiği kimselerden
etsin!
ON BEŞİNCİ SORU
Hatem’in Sebebi ve Anlamı Nedir (Niçin
Hatem Vardır)? Cevap:
Makamın
kemâli Hatem’in varlık sebebiyken men ve engelleme
de anlamıdır.
Şöyle ki: Dünyanın bir başlangıcı ve
sonu vardır. Bu son, onun bitişidir (hatm). Allah Teâlâ dünyada bulunan her
şeyi de dünyanın niteliğine göre yarattı. Dolayısıyla her şeyin bir başlangıcı
ve sonu vardır. Dünyada bulunan şeylerden birisi de şeriatlerin
indirilmesidir. Allah Teâlâ bu indirmeyi Muhammed’in şeriatiyle sona erdirmiş,
böylelikle Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ‘nebilerin sonuncusu
olmuştur. Allah Teâlâ her şeyi bilendir.’ Dünyada bulunan şeylerden birisi de,
genel veliliktir. Onun da Âdem’den başlayan bir başlangıcı vardır. Allah Teâlâ
onu İsa ile sona erdirdi ve böylelikle son başa benzedi. ‘Kuşkusuz Allah Teâlâ
nezdinde İsa Âdem gibidir.’ Allah Teâlâ başladığı kimseyle bitirdi. Bu
(peygamberlik anlamındaki) işin başlangıcı mutlak bir nebiyle olduğu gibi yine
mutlak bir nebiyle sona erdi.
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem’in hükümleri Allah Teâlâ nezdinde diğer nebî ve resullerin
hükümlerinden farklıdır. Bu hükümlere örnek olarak bütün insanlığa
gönderilmesini, ganimetlerin ona helal yapılmasını, yeryüzünün temiz ve mescit
kılınmasını, bütün hakikatleri toplayıcılık (cevamiü’lkelim’in) kendisine
verilmesini, manevî yardım almasını -ki korkutma demektir-, yeryüzü
hâzinelerinin eline verilmesini ve nebiliğin onunla sona ermesini verebiliriz.
Bu nedenle kendisinden sonraki her nebinin hükmü, velî hükmüne dönmüş, onun
özel makamından indirilmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, özel
veliliği için adına uyan ve ahlâkını kazanmış bir velîye sahip olmayı Hakk
etmiştir. Söz konusu kişi, bilinen ve beklenen diye isimlendirilen Mehdî
değildir, çünkü Mehdî, Peygamberin ailesi ve temiz sulbündendir. Hatem ise, maddî
soyundan değil, huy ve damar sülalesindendir.
Kardeşim! Allah Teâlâ’nın işaret
ettiğimiz hususta şöyle dediğini duymaz mısın: ‘Her
ümmetin bir eceli vardır.’302 Dünyada yaratılmış bütün türler,
ümmettir. Başka bir ayette ise şöyle der: ‘Hepsi
belirli bir ecele doğru yürür.’303 Bunu ise ‘Geceyi
gündüze, gündüzü geceye tâbi kılmıştır, güneşe ve aya boyun eğdirir, hepsi
belli bir ecele doğru yürür’304 ayetinin ardından söylemiştir. Allah
Teâlâ, onlar için de bir son belirlemiştir ki bu, ecel süresinin bitimidir. ‘Her
şey, O’nun övgüsünü tespih eder.’305 Her tür, bir ümmettir. Sana
açıkladığımız hususu anla! Çünkü o, keşf yoluyla bilinebilecek olan âlemin
saldı sırlarından biridir. ‘Allah Teâlâ gerçeğe ve doğru yola ulaştırır.’
ON ALTINCI SORU
el-Melik’in Mülkünün Meclisleri Kaç
Tanedir? Cevap:
Mülkün
mülkünün meclisleri, meleklerin, cinlerin ve
insanların hakikatlerinin sayısı kadardır. Ayrıca, söz konusu hakikatlerin
kendisinden istedikleri şeylerde Hakkın icabetini sağlayan Hakk edişlerinin sayısına
göre değişir. Bunu şöyle açıklayabiliriz:
Bilmelisin ki, önce ‘mülkün mülkü’nün
ne demek olduğunu ve sûfilerin bununla neyi kastetiklerini öğrenmen gerekir!
Bundan sonra ise -varsa belli bir sayılarımeclislerinin kaç tane olduğunu
öğrenebilirsin.
Mülk, sahibinin ve melikinin dilediği
şekilde kendisinde hüküm verdiği şey demektir. Bu sahip, söz konusu işten
‘isteksizlik’ diye isimlendirilebilecek bir zorlamayla engellenemeyeceği gibi
arzu diye isimlendirilen ihtiyarıyla da engellenemez. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
‘Göklerde ve yerde bulunan her şey dileyerek veya isteyerek
O’na secde eder.’306 Başka bir
ayette ise: ‘Göğe ve yere 'isteyerek veya zorla
gelin' dedik’307 buyrulur.
Emredilen mülk iken emreden sahiptir (mâlik). Öyleyse emrin tanımında iradenin
bulunması zorunludur, çünkü emir, bir gerektirme olduğu gibi aynı zamanda
emredenin emredilenden bir talebidir. Emredilen kişinin onun (mertebece)
aşağısında bulunması ya da dengi ya da daha üstün olması durumu değiştirmez,
insanlar konum bakımından daha aşağıda bulunanın emir ile üstte olanın emrini
ayırt ederek, aşağıdaki üsttekine emir verdiğinde bunu ‘talep’ ve ‘sual’ diye
isimlendirmişlerdir. Örnek olarak ‘bize
hidayet et,m ayetindeki emir kipini verebiliriz.
Burada bu ifadenin kuldan Allah Teâlâ’ya dönük bir emir olduğunu ve ‘dıia’ diye
nitelendiğini biliriz.
Bunu anladığın gibi emredene göre
emredilenin bir mülk, emredenin ise ‘sahip (mâlik)’ olduğunu öğrenmişsindir.
Başka bir durumda, memurun (emredilen) amirin emrine itaat ettiğini ve
kendisinden istediği şeyde ona olumlu karşılık verdiğini -ya da çağrılan
çağırandan üstün olduğundakendisine dua edildiğinde duaya olumlu karşılık
verdiğini görürsün. Bu durumda üstün kişi, aşağıdakinin mülkü haline gelir.
Halbuki aşağıdaki üsttekinin mülkü, ihatası, kudreti ve kahrı altındadır.
Öyleyse o, hiç kuşkusuz, üsttekinin mülküdür. Daha önce ifade ettiğimiz gibi,
bu konumdaki (konum bakımından) aşağıdaki birisi, efendisine emreder ve
efendisi onun emrine ‘olumlu karşılık verir.’ Bu olumlu karşılık vermeyle
efendi -kendi iradesinden karşılık verse bileonun mülkü haline gelir ve artık
efendi hakkında ‘mülkün mülkü’ yargısı doğru olur. Çünkü efendi, mülkü olan
‘kulunun mülkü’ haline gelmiştir.
Emir alan ve emre olumlu karşılık
veren kişiye ‘memur’ adının verilmesi doğrudur. İşte bu, mülkün anlamıdır.
Efendi kulunun -ki o bir mülktüremrine olumlu karşılık verdiğinde, bu olumlu
karşılık vermeyle kendisini ‘mülkün mülkü’ haline getirir. İşte bu Hakkın
kuluna tenezzülünün son kertesidir. Çünkü Allah Teâlâ kuluna ‘bana dua et ki,
sana karılık vereyim’ demişti. Kul ise Hakka şöyle der: ‘Beni bağışla, bana
merhamet et, benim sıkıntımı gider.’ Allah Teâlâ da bunu yapar. Allah Teâlâ da
ona şöyle der: Bana dua et, namaz kıl, zekât ver, ‘sabret, rabıta içinde olup
cihat ediniz.’ Kul ise bazen emre itaat ederken bazen emre itaatsizlik yaparak
günahkâr olur. Hakk ise, kendisini duaya bütünüyle vermesi koşuluyla, dua
ettiği konuda kuluna olumlu karşılık verir.
Bazen müessirin etkisi -bir emir
olmaksızınfiil şeklinde gerçekleşebilir. Örnek olarak, günah işleyen bir kulu
verebiliriz. Kulun günahkâr olması, efendinin içinde bir öfke meydana getirir
ve kulu cezalandırır. Böyle bir durumda kul, yaptığı günah nedeniyle
efendisini kendisini cezalandırmaya sevk etmiştir. Günahkâr olmasaydı,
efendiden ortaya çıkan şey ortaya çıkmayacak ya da onu bağışlayacaktı. İtaat
ettiğinde de efendi onu ödüllendirir. Öyleyse efendi, bu yönden de ‘mülkün
mülkü’ haline gelir. Başka bir ifadeyle Efendi, mülkü olan kimsenin mülkü haline
gelmiştir. Bütün şeriadar, bunu dile getirmiştir.
‘Onların meclisleri ne kadardır?’
sorusuna gelirsek, bu meclisler, akılca sınırlanamaz. Çünkü bu meclisler,
kuldan efendiye ve efendiden kula dönük sürekli bir haldir. Tirmizî bu
sorusuyla ya onlarm ‘akla göre sınırlanmadığı’ sözümüzü kast etmiştir. Soru
sorulan kişi bu meclislerin bir nicelikte sınırlandığını söylerse, bu konuda
bilgisi olmadığı anlaşılır. Ya da Tirmizî tespit edilmiş olmaları yönünden
meclisleri kast etmiş olabilir. Bunlar, dünyada sınırlı, âhirette sınırsız
meclislerdir. Çünkü âhirette meydana gelen bütün sonuçlar, şeriattan
kaynaklanır. Dolayısıyla dünya ve âhirette şeriatın hükmü ayrılamaz. Her iki
yerde de kalıcılık, şeriatın hükmünden kaynaklanır. Haktan onlarda meydana
gelen şey de şeriatın hükmünden kaynaklanır. Öyleyse şeriat yönünden ‘mülkün
mülkünün meclisleri’ sınırsızdır.
Soruyu soran kişi özellikle dünya
halini kast etmiş olabilir. Onlarm sayısı, akla göre, yarattıklarının nefesleri
kadardır. Bu soruyla özel anlamda kulun emrinin (dua) bitiştiği mertebeleri
sormuş ise, o meclislerin sayısı kulun -kendisine emredildiği yöndenRabbine
yaptığı dua kadardır. Bu ise, Allah Teâlâ’nın bilgisinde kullarından her
birinin kendisine ne kadar dua edeceğini takdir etmiş olmasına bağlıdır. Bu konumdaki
Allah Teâlâ’nın yarattıkları ise, kendilerini sınırlayan bir sayı ismini
söylemeyi kaçırır, çünkü melekler, cinler ve insanlar da buna dâhildir. Dünya
hayatı bitinceye kadar onlarm nicelikleri, melek, cin ve insan hakkında sınırlıdır.
Şu var ki, onu telaffuz etmek tasavvur edilemez. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Rabbinin
ordularım ancak O bilir.’309 Onlar, Rablerine dua eden
müminlerdir. Allah Teâlâ’ya dua ederek, O’nu ‘mülk’ haline getirirler.
Nicelikleri sınırlı olsa bile, belli değillerdir. Bilindiğinde ise, bu konudaki
güçlük nedeniyle onun telaffuzu mümkün olmaz. Fakat Levh-i mahfuz’da yazılı
bulunan şeyi öğrenen kimse hiç kuşkusuz onlarm niceliklerini de öğrenir.
Bununla birlikte onları söyleme imkânı bulamaz. Her yönden bu soruya bundan
fazlasıyla yanıt verilmesi beklenemez. Tirmizî bu soruyu sınamak amacıyla
sormuştur, çünkü o, cevap verilemeyecek soruları da sormuştur. Sorulan kişi,
onlara cevap verdiğinde meseleyi bildiği iddiası boş çıkar. Çünkü bilseydi, o
sorunun cevabmm verilemeyeceğini de bilir ve iddiasının doğruluğu anlaşılırdı.
Bu sorular hakkında öğreneceğin başka hususlar da gelecektir.
Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru
yola ulaştırır.
ON YEDİNCİ SORU
Her Bir Peygamberin Rabbinden Payı
Nedir? Cevap:
Bu sorunun
cevabı bilenemez, çünkü Allah Teâlâ yolunun ehlinin
sözleri, zevklere dayanır. Bir peygamberin Allah Teâlâ’dan olan nasibi
hakkında ise, kimsenin bir payı yoktur. Çünkü peygamberlerin zevkleri peygamberlere
özgü olduğu gibi nebîlerinki nebilere, velîlerinki de velilere özgüdür.
Bununla birlikte resullerin bir kısmında her üç zevk bulunabilir. Çünkü bir
resul aynı zamanda velî ve nebidir. Hızır Musa’ya şöyle demişti: ‘Hubra
bakımından kuşatamadığın şeyi.’310 Hubra ‘zevk’
demektir. Hızır Musa’ya gerçekte şöyle demişti: Ben Allah Teâlâ’nın bana
öğrettiği ve senin bilmediğin bir bilgiye sahip olduğum gibi sen de Allah
Teâlâ’nın sana öğrettiği ve benim bilmediğim bir bilgiye sahipsin.’ İşte bu,
zevk ilmidir.
Ârifler topluluğunun meclisinde
bulunmuştum. Biri diğerine şöyle soruyordu: ‘Musa görmeyi hangi makamdan
istemişti?’ Diğeri bu soruya şöyle yanıt verdi: ‘Özlem makamından.’ Ben de
şöyle dedim: ‘Yapma! Yolun esası şudur: Nebilerin sonları velîlerin
başlangıcıdır. Hiçbir velînin şeriat getiren nebîlerin halleri hakkında
tecrübesi olmadığı için bu konuda bir zevkleri de yoktur. Esaslarımızdan
birisi de söylediklerimizi ‘zevk’ yoluyla söylemektir. Biz resul olmadığımız
gibi şeriat getiren nebî de değiliz. Öyleyse, Musa’nın Rabbini görmeyi hangi
makamdan istediğini nereden bileceksin? Evet! Bir velî bunu sorarsa (velînin
zevkiyle ilgili olarak sorulursa), cevap verme imkânı bulursun, çünkü bu
konuda bir zevkinin olması mümkündür. Kuşkusuz peygamber olmayanların
peygamberlerin makamını tatmalarının imkânsız olduğunu zevk yoluyla öğrendik.
Böylece onun varlığı, akıl balamından imkânsıza katılır. Çünkü zât, ya bu özel
tertibin veya bilginin -ki hangisini istersen onu söyleyebilirsinöne geçmesini
gerektirmiştir.
Tirmizî bir peygambere özgü bu hazzın
verilmesinin sebebini sormuş da olabilir. Bu bağlamda Mehasin
(Mehasinü’l-mecalis) yazarı şöyle der: ‘Allah Teâlâ ile kulları arasında
inayetten başka bağ, hükümden başka sebep, ezelden başka vakit yoktur. Bunun
dışında kalan ise körlük ve karıştırmadan ibarettir.’
Bilmelisin ki, sahipleri için yüce
mertebeleri belirleyen genel sebep ilahi inayettir. Bu ise ‘iman
edenleri Rableri katında doğru bir kademleri olmakla müjdele,3“ ayetidir.
Peygamberin Rabbinden kazandığı özel payın söz konusu peygambere özgü sebebini
açıklamak ise, her peygamberi ismiyle birlikte zikretmeyi gerektirir. Bu
durumda onun sebebi de zikredilmiş olur, insanlar içerisinde Allah Teâlâ’nın
peygamberleri sınırlıdır. Melekler içinde ise -bize göresınırsızdır. Fakat
tasavvuf yolunun mensupları şunu şart koşar: Bu bilgiyi bildiklerini iddia
ettiklerinde, peygamberi adıyla zikrettiklerinde sebebi de bilmelidirler. Fakat
bu sebep, açıklanamayacak sebeplerden birisidir. Çünkü o sebebin açıklanması
insanları yorabileceği gibi zayıf görüşlüler -sebebi bilindiğinderesullüğün bu
sebep vasıtasıyla kazanılabileceğini zanneder. Bu durumda ise sebebin
açıklanması âlemde bozukluğa yol açar. Bu nedenle güvenilir İçimseler (Eminler,
Ümenâ), bu sebebi gizlemiştir.
Öte yandan, söz konusu sebebi
açıklamanın da bir yararı yoktur, çünkü o, ilgili olduğu peygambere özgüdür,
yoksa onun vasıtasıyla peygamber olmamıştır. Peygamber, bütün peygamberlerin
kendisinde ortak olduğu genel bir durum nedeniyle peygamberdir. Allah Teâlâ
şöyle buyurur: ‘Peygamberleri birbirine üstün yaptık.’3'2 Başka bir
ayette ise, ‘Nebilerin bir kısmını diğerlerinden
üstün yaptık’313 buyrulur.
Öyleyse peygamberler arasında .üstün olan ve olmayan vardır. Sûfilerin görüşü
budur. Ebu’l-Kasım b. Kasî, Halu’n-Na’leyn isimli
kitabında bu meseleyi açıklamıştır. Bu, ‘Onlar
bizim nezdimizde seçilmiş kimselerdendir’314 ayetine işaret eder. Bu bağlamda Adem
ilahi isimlerin bilgisine tahsis edilmişti. Bu isimlerin bilgisi meleklerden
gizlenmiş, Âdem’den öğreninceye kadar o isimlerle Allah Teâlâ’yı tespih
edememişlerdi. Musa’ya ise (Allah Teâlâ ile) konuşma ve Âdem’i yaratmazdan dört
bin yıl önce Allah Teâlâ’nın kendi eliyle yazdığı Tevrat tahsis edildi. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve selleme, kendisinden aktarıldığı üzere, cevamiü’l-kelim
verilmiş, İsa’ya ruh olmak özelliği tahsis edilmiştir. Allah Teâlâ yarattığı
kuşa üfleme fiilini İsa’ya tahsis etmiş, hayat verirken üflemeyi İsa’dan
başkasına izafe etmemiş, ya çoğul zamiriyle ya da ikinci tekil şahıs zamiriyle
kendisine izafe etmiştir. Bütün bu payların ilgili oldukları peygamberler adına
gerçekleştiği nas ile sabittir. Fakat bunların sadece onlara tahsis edilmiş
olduğu nas ile sabit değildir, bu, keşf ve öğrenme yoluyla bilinir.
ON SEKİZİNCİ SORU
Resullerin Makamının Karşısında
Velîlerin Makamı Nerededir? Cevap:
Onların
makamları paraleldir. Şu var ki nebilerin makamı
mertebe bakımından dördüncü makamdadır. Çünkü mertebeler insana mutluluk
verecek şekilde dört tanedir. Bunlar iman, velilik, nebîlik ve resullüktür.
Resullerin nebilerin makamının karşısındaki yeri, şeriat getiren nebilerden
ikinci, nebilerin makamından ise üçüncü mertebededir. Bilgi veliliğin
şartlarından iken iman onun şartı değildir. Çünkü imanın dayanağı haberdir.
Bilgiyle birlikte habere gerek yoktur. Bu ise, ya imkânsızla ilgili bir
haberdir -buna örnek olarak Allah Teâlâ için mekânı verebilirizya da imkân
dâhilindeki bir şeyle ilgilidir. Bu ise, haber vereni kendisiyle
ilişkilendirmesi mümkün olan bilinmeyen konulardan haber vermektir.
Allah Teâlâ’nın birliğini bilenlerin
ilk mertebesinde velîler bulunur çünkü Allah Teâlâ bir cahili velî edinmez. Bu,
şekilci bilginlerin farkına varamadığı bir meseledir. Velîlik feleği altına
hangi şekilde olursa olsun Allah Teâlâ’yı bilen herkes girer. Velîlik feleği,
birinci makamdır. Sonra nebîlik, sonra resullük ve iman gelir. Dolayısıyla o,
yani velîlik mertebesi, bize göre sıraladığımız şekildedir. Burada velîlik,
sonra iman, sonra nebîlik, sonra resullük gelir. Şekilci bilginlere ve bu özel
yolun dışındaki insanların geneline göre, birinci mertebe iman, sonra velîlik
sonra nebîlik ve sonra resullük gelir. Biz bu konuda sıradan insanların ve
şekilci bilginlerin bildiği tarzda cevap verdik ve farklı yönlere göre bu
mertebelerin nasıl olduğunu açıkladık.
Öyleyse hangi tarzda olursa olsun Allah
Teâlâ’yı birleyenler, Allah Teâlâ’nın velîleridir. Çünkü onlar, mertebelerin en
üstününü elde etmişlerdir. Allah Teâlâ bu üstünlük nedeniyle o mertebenin
mensuplarını bu mertebelerde kendisine ortak yapmış ve şöyle buyurmuştur: ‘Allah
Teâlâ kendisinden başka ilah olmadığına tanıklık eder.’3'5
Allah Teâlâ, kendisinin kendisi hakkındaki tanıklığını başkasının
tanıklığından ayırt etmek için, ayrım bağlacı getirmiş ve bağlaçla devam
ederek ‘ve melekler’ demiştir. Burada ‘ilah’ olması yönünden ilişkideki
yakınlık nedeniyle melekler önce zikredildi. Şeriatta olduğu kadar soylu ve
bilginlerin örfünde en yakın komşu, belirli bir nitelikte ortak olsalar bile,
diğer yönlerden uzak olan komşudan önce gelir. ‘Biz
ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz’316 ayetinde Allah Teâlâ’nın
yarattıklarına bir rahmeti vardır. Bunun kadrini sadece Allah Teâlâ’yı bilenler
takdir edebilir. Öyleyse biz, en yakın komşuyuz. Komşunun ise, şeriat ehlinin
bildiği meşru bir hakkı vardır. Başka bir ayette ise ‘Biz
ona şah damarından daha yakınız3317 denilir. Öyleyse, komşunun komşu
üzerinde belirlenmiş hakkını Allah Teâlâ’dan isteyebilmesi için, insamn ölüm
vaktinde bu ilahi komşuluğu aklında tutması gerekir. Bu Hakk için Allah Teâlâ
peygamberine şöyle demeyi emretmiştir: ‘De ki,
Rabbim Hakk ile hüküm ver.’318 Yani bize yasa
yaptığın Hakk ile bize davran ki, keremin gerektirdiği şeylerden hiç birini
inkâr etmeyelim! İnsanlar bu iki ayette kullara dönük inayeti bilselerdi,
açıklanması mümkün olmayan bir halde olurlardı. Allah Teâlâ şöyle der: ‘De ki
herkes yaratılışınca amel ederm9 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem benzer bir bağlamda ‘Şükreden bir kul olmayayım mı?’ der.
Allah Teâlâ şöyle devam eder: ‘Ve bilgi
sahipleri.’320
Kastedilen, cin, insan, ‘analar’ ve ‘türeyenler’den onlara ortak olan Allah Teâlâ’yı
bilenlerdir. Allah Teâlâ, komşuluk hakkı nedeniyle melekler de bize şefaat
edebilsin diye, onları meleklere komşu yaptı. ‘O'ndan başka ilah olmadığına
tanıklık ederler.’ ‘O'ndan’ zamiri Allah Teâlâ’ya döner. Buna göre âlimlerin Allah
Teâlâ’nın birliği hakkındaki tanıklıkları, bu konudaki mertebelerine göre
değişir. Bu nedenle Allah Teâlâ, kendisinin kendisi hakkındaki tanıklığı ile
âlimlerin O’nun hakkındaki tanıklığını ayırt etmiştir. Sonra şöyle buyurur: ‘Adalet
(kist) ile ayakta duranlar.’32' Başka bir
ifadeyle iki tanıklığı kendisiyle ayırt ettiği konuda adalede ayakta duranlar
demektir. Sonra kendiliğinden şöyle der: ‘O'ndan
başka ilah yoktur.’122 Bu, O’na ait ilk tanıklığın benzeridir.
Böylelikle, bedbahtlık tevhidi söyleyen kişiye ulaşamasın diye, O’nu bilen
kişinin tevhid tanıklığı, kendisini çevreleyen iki ilahi tanıklık arasında
gerçekleşmiştir.
Sonra şu sözüyle tamamlamıştır: ‘O
azizdir.’323 Böyle
denilmesinin hedefi, O’na ait üçüncü tanıklığın kendisine bitişen izzet nedeniyle
ilki gibi olduğunu bildirmektir. Başka bir ifadeyle ona ancak O ulaşabilir,
çünkü O’nun tanıklığı, izzetiyle yasaklanmış bir korudur. Bu tanıklık
yaratıklardan meydana gelseydi, Allah Teâlâ’ya yasaklanmış bir koru olamazdı.
İzzetin tanıklığa izâfe edilmesi, onun Allah Teâlâ’nın kendisi için yaptığı bir
tanıklık olduğunu gösterir. ‘Allah Teâlâ hakimdir.’324 Bunun zikredilmesinin amacı, bu
tanıklığı yapana mutluluk verecek olan bu tertibin varlığıdır, çünkü ayet onu
el-Evvel ve el-Ahir ismi yönünden Allah Teâlâ’ya mensup iki şahidik arasına
yerleştirmiştir. Yaratıkların tanıklığı ise Allah Teâlâ’ya nispet edilen bu iki
tanıklığın arasındadır.
Eşyanın kadrini takdir eden Allah
Teâlâ münezzehtir. Âlem, onları hakkıyla takdir etmekten acizdir. Âlem kendilerini
yaratanı hakkıyla nasıl takdir edebilir ki? Bu keşf, resullüğü yönünden
peygambere varislik makamından ortaya çıkar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem (adına Allah Teâlâ) ‘Ben ve bana uyanlar basiret üzere Allah
Teâlâ’ya davet ederiz’325 der. Onlar, Allah Teâlâ’yı bilen Allah
Teâlâ ehlidir. Hakk onları Allah Teâlâ’ya davette peygamberler makamına yerleştirmiştir.
Onlar, salt haber vermek üzere (mutlak nebîlik) doğru bir dille Allah Teâlâ’ya
davet eden kimselerdir. Onları böyle nitelemek, kendilerine gösterilen bir
ilgidir. Burada yasa koyucu nebîlik değil, meşru bir emri korumaya dönük
basiret üzere nebîlik söz konusudur.
ON DOKUZUNCU SORU
Nebilerin Velîler Karşısındaki
Makamı Nerededir? Cevap:
Nebîlikte
velilik özel bir durumdur ve nebîlik makamının
paralelindedir. Şu var ki, o daha önce zikredilen mertebelere göre üçüncü
makamdadır. Burada sorunun şeriat getiren nebîlik ile genel nebîlik arasındaki
farkı açıklamak üzere sorulması yerindedir. Söz konusu olan şeriat getiren
nebîler ise, velîler karşısında onlar üçüncü derecededir. Kastedilen sözlük
anlamıyla nebîlik ise, onlar, ikinci mertebededir.
Bilmelisini ki velîler, dört düşmana
karşı cihat ederken Allah Teâlâ’nın kendilerine yardım işini üstlendiği
kimselerdir. Bu dört düşman, hevâ (arzu gücü), nefs, dünya ve şeytandır.
Bunları tanımak, Muhasibi’ye göre, marifetin esasıdır.
Tirmizî bu soruyla nebilerin velîler
karşısındaki yerini, başka bir ifadeyle velî-nebîlerin makamını sormuş
olabilir. Söz konusu nebîlik, şeriat getiren nebîlik olmadığı için
kesilmeyeceğini söylediğimiz nebîliktir. Aynı şekilde, nebî olan resullerin
makamının sorulması da böyledir.
Buna yanıt olarak deriz ki: Nebilerin
velîlerinin makamları, ilahi mertebeden ferdaniyettir (teklik). Onları kulluğa
sevk eden isim ise elFerd’dir (Tek). Onlar ‘Fertler (Tekler, Efrâd)’ diye
isimlendirilen kimselerdir. İşte bu şeriat nebîliği değil, velayet (velîlik)
nebîliği makamı' dır. Nebî resullerin makamına gelirsek, onlara uyanların
kendisine göre ibadet ettikleri özellikleri vardır. Buna örnek olarak hakkında ‘Müminlerden
farklı olarak sana özgü’316 denilen MuRammed’i verebiliriz. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve selleme özgü olan şey, ‘hibe nikâhı’dır. Resullerin bir
kısmının ayrıcalığı varken bir kısmına Allah Teâlâ ümmederinden başka bir
ayrıcalık tahsis etmemiştir.
Velîler içinde de nebîler vardır.
Yani, sadece nebî adına gerçekleşebilecek ilahi bir bilgi onlara da tahsis
edilmiştir. Onların verdikleri haberde Allah Teâlâ karşısındaki durumları,
meleklerin durumuna benzer. Bu nedenle Peygamberi (Musa) hakkında Hızır ‘Bilgi
bakımından kuşatamadığın şey’327 demiştir. Yani o senin zevkindir Ey
Musa demektir. Halbuki Hz. Musa Allah Teâlâ’nın konuştuğu kimseydi. Hızır
gemiyi yarmış, çocuğu bir hüküm olarak öldürmüş, güzel ahlâkın gereği olarak
duvarı onarmıştı. Bütün bunları Hakkın emriyle yapmıştı. Başka bir örnek ise,
Cebrail’in veya herhangi bir meleğin eliyle şehirlerin yere batırılmasını
verebiliriz. İnsanlar karşısında ferder melekler karşısındaki güçlü meleklere
benzer. Onların nebîleri ise, nebiler karşısındaki resullere benzer.
YİRMİNCİ SORU
İsimlerinden Hangisini Ona Tahsis Etmiştir? Cevap:
Sorduğun bu
soru dört şeyi içerebilir: Menehahû (tahsis
etme) keİlmesindeki ötreli zamirin birincisi Allah Teâlâ’ya, İkincisi makama,
üçüncüsü ilahi isme, dördüncüsü ise esmaihî (isimler) kelimesindeki zamirin
kula dönmesidir. Bu durumda isim Allah Teâlâ’nın değil, kulun ismidir. Menehahu
kelimesinde mansup zamir de -ki ikinci mefuldurilahi ismin (ismin ilahiyyin)
zamiri midir, yoksa makam mıdır? Merfu zamir Allah Teâlâ ya da makam ise, ihsan
edilen şey, hiç kuşkusuz, isimdir. Merfiı zamir Allah Teâlâ ya da ilahi isim ya
da kulun ismi ise, makam ihsan edilmiş demektir.
Merfu zamirin Allah Teâlâ olduğunu
kabul edelim! Bu durumda ihsan edilen şey, kulun ahlâklamrken isimlendiği ilahi
isim ya da kula ait isimdir ki, bu isim Hakka yakınlıkta asildir. Çünkü kul Allah
Teâlâ’ya yaklaşırken kendi ismiyle nitelenir. Allah Teâlâ Ebu Yezid’e şöyle
der: ‘Bana ait olmayan bir şey ile bana yaklaş!’ Bunun üzerine Ebu Yezid ‘Ya
Rab! Sana ait olmayan şey nedir ki?’ diye sorunca, Allah Teâlâ ‘horluk ve
yoksulluktur’ demiştir. Bunun nedeni, kulun aslının zorunlu olarak nedenli
olmasıdır. Kul için nedenlilik, onun özü gereğidir. Her nedenli ise, yoksul ve
hordur. Bu hastalıktan (illet) kurtulmanın umulacağı bir şifa yoktur. Bu
nedenle Allah Teâlâ’ya yaklaşmak, zâtî ve aslî bir yakınlıktır.
İhsan edilen şey, kul kendisiyle
ahlâktansın diye, ilahi bir isim olabilir. Söz gelişi, kendi yerinde er-Rahim
ya da el-Meük el-Mütekebbir ismi gibi. Bu, onun için bunu belirleyen Şâri’den
kul adına ortaya çıkan dolaylı bir yakınlıktır. Kulun Hakk ettiği bir takım
isimleri olduğu gibi ona ilişen geçici bir takım isimleri de vardır. Örnek
olarak, kulun ahlâklandığı ilahi isimleri verebiliriz. Allah Teâlâ’nın da Hakk
ettiği bir takım isimleri olduğu gibi kullarının akıllarına tenezzül edişinden
kaynaklanan geçici isimleri vardır. Bunlar, Hakk ediş bakımından gerçekte kula
aittir. Kulun bu isimlerle nitelenmiş olması, acaba Allah Teâlâ’nın kulun isimleriyle
ahlâklandığı anlamına mı gelir? Ya da bu nitelikler gerçekte kula mı aittir?
Biz, Allah Teâlâ’ya göre, bunun anlamını bilemeyiz, fakat bize göre anlamını
bilebiliriz. Bu durumda kul, -kendisine nispet edildiğinde anlamını biliyor
olması yönündenonları Hakk etse bile, bu isimlerle ahlâklanmış olur. Bununla
birlikte, el-Bari o isimlerle bizim bilmediğimiz bir şekilde nitelenmiştir.
Dolayısıyla bu isimleri bilmediğimiz için Hakka nasıl nispet edildiklerini de
bilemeyiz. Bu durumda isim Allah Teâlâ’ta asıl, bizde geçicidir. Öyleyse, ne Allah
Teâlâ’nın isimlerinden ne de bizim ismimiz olan isimlerden hiçbir şeyi
gerçekte Hakk edemeyiz. İşte bu, hayrettir ve Allah Teâlâ’nın basiretini açtığı
kimselerin dışındaki kimselerin ayağınm kaydığı bir yerdir.
Allah Teâlâ’ya hamd olsun, biz bunu
öğrenmiş isek de, öğrendiğimiz bilgi, asıl ve kendiliğinden açıklanamayacak
bilgilerdendir. Bu isimleri bilmeyle Allah Teâlâ’ya çağıran kişi, basiret üzere
çağırır. Böyle bir şahıs, Rabbinden bir kesinlik üzeredir ve ondan bir şahit
kendisini takip eder. Şahit, onun sahip olduğu kanıtın doğruluğuna tanıklık
eder. Öyleyse zeki insan, bizim gizlediğimiz şeyi, ‘O'nu
ondan bir şahit takip eder’328 ayeti hakkında Allah
Teâlâ’nın bildirmesiyle öğrenir: Acaba isimler Allah Teâlâ’ya nispet
edildiğinde, ahlâklanma anlamında mı, yoksa gerçek sahip olma şeklinde mi
nispet edilir? Kula nispet edildiğinde de -seçkin ve sıradan insanlara göre
görüş ayrılığının bulunmadığıahlâklanma yoluyla mı, yoksa gerçek anlamıyla mı
nispet edilir. Burada talep edilen şahit, kulun hakikati bakımından hiçbir şey
Hakk edemeyeceğidir. Çünkü onun hakikati, kesinlikle gerçek değildir. Hakk ise,
Hakk ettiğini elde edendir. Öyleyse âlemde bulunan ve kulun hakkı olduğu
zannedilen her isim, gerçekte, Allah Teâlâ’ya aittir. Bu isimler, Allah
Teâlâ’ya izafe edildiğinde ve kul Hakk edişten başka bir şekilde onlarla
isimlendirildiğinde, bu davraniş küfür, yapanı da kâfirdir. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Allah Teâlâ 'Allah Teâlâ yoksuldur, biz zenginiz'
diyenleri duydu.’329 Onlar,
topluca kâfir olmuştu. Bu durum, küfür dini anlamıyla alındığında böyledir;
sözlük anlamıyla alındığında ise, bu ifade Allah Teâlâ’nın güvenilir kullarına
(Ümenâ) işarettir. Onlar, âlemde bulunan ve hükmü ortaya çıkan tüm isimlerin
gerçekte Hakka ait olduğunu bilenlerdir. Kul ise, o isimlerle sadece
ahlâklanır. Kulun ise kendisinden başka bir şeyi yoktur. Bir şey için
‘kendisini Hakk eder’ denilemez, çünkü onun varhğı, hüviyetidir. Öyleyse ne bir
Hakk ne Hakk ediş vardır! Kul için herhangi bir isim meydana geldiğinde veya
ortaya çıktığında, mazharlar olan dış varlıklar üzerinde ortaya çıkmıştır. O
halde, herhangi bir isim dışta Hakkın varhğı üzerine gerçekleşmiştir. Dış
varlıklar ise, asılları üzerinde hiçbir Hakk edişe sahip değildir. İşte bu, ‘bir
şahit kendisini takip eder’330 ayetinin açıklamasıdır. Bu şahit, o
kişinin nispetinin doğruluğuna tanıklık eder: O, bir hükme sahip olmaksızın,
sadece bir hakikattir (ayn) ve hakikat (ayn) olmaksızın hüküm ve mazhardır.
Öyleyse varlık Allah Teâlâ’nındır.
Varlık hangi nitelikle nitelenirse nitelensin, o nitelikle isimlendirilen, Allah
Teâlâ’dır, bunu anla! Çünkü Allah Teâlâ’dan başka gerçek isimlendirilen yoktur.
Allah Teâlâ, her isimle isimlendirilen, her nitelikle nitelenen ve her na’t ile
betimlenendir. ‘Rabbin onlarm nitelemelerinden
münezzehtir!’331 Ayette
kast edilen şey, O’nun bütün isimlerinde ortaktan münezzehliğidir. Hepsi, Allah
Teâlâ’nın isimleridir; onlar ya fiillerinin ya sıfadarının ya da zâtının
isimleridir. Allah Teâlâ’dan başkası yoktur. Dış varlıklar (a’yân) ise,
kendisinden çıkmadıkları bir hakikatte ma’dumdur (yok). Bu fasılla
-anladıysanmansub ve merfu iki zamirin taksimini dâhil ettik. Varlık O’nun,
yokluk şenindir! Hakk sürekli mevcut, sen sürekli ma’dumsun (yok). O’nun
varlığının kendinden olması, senin O’nun hakkında büemediğin kısımdır. O’nun
varlığının senden kaynaklanması ise, senin O’nun hakkında bildiğin şeydir. Bu
yönüyle Hakk, bilen-bilinendir.
İnsanların çoğunun ‘Allah Teâlâ
peygambere hangi ismi tahsis etmiştir?’ sorusuyla kast ettiği ise, peygamberin
davetini desteklemeyi gerektiren isimdir. Bu ise otoritesi ve etkisi bakımından
‘aciz bırakma’ diye ifade edilen şeydir. Peygambere ihsan edilmiş ise bu isim
nebîlik mertebesinin gerçekleşme ve doğruluğunda kendisini destekleyen
isimdir. Bazen her şahsın Allah Teâlâ tarafından kendisine ihsan edilen bir
ismi vardır. Bu ismi Allah Teâlâ onun nübüvvet ya da risalet makamındaki
mertebesinin gereğiyle, fakat el-Vahib ismiyle ihsan etmiştir. Makam
kazanılmış ise, söz konusu ismi el-Kerîm veya el-Cevâd veya es-Sahî ismi ihsan
eder.
Seksen birinci kısım sona erdi, onu
yirmi birinci soruyla seksen ikinci kısım takip edecektir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar