Sefîne-i Evliyâ Evliyâ-yı Ebrâr Şerh-i Esmâr-ı Esrâr 6
Şeyh Âşık Mûsâ Efendi
An-asıl Ada nâhiyesine tâbi' Ahur karyesindendir. Edirne'de neşr-i feyz-i
tarîkata me'mûr buyurulmuşlardır. Âlim, fâzıl, mürşid-i kâmil idi. Sultân Selîm
Hân ile Mısır fethinde bulunanlardandır.
Reviş-i hâlden anlaşılıyor ki, Mısır'ın fethinden sonra Hz. Pîr'e mülâkî
oldular. 975/(1567) târîhinde irtihâl-i dâr-ı naîm eylediler Edirne'de Hacı
Dergâhı'na defn olunmuşlardır. Ziyâretle şeref-yâb oldum. Bu dergâh bi'l-âhare hânkâh-ı
Hz. Sezâî'ye kalb olunmuştur.
Hz. Pîr İbrâhîm-i Gülşenî tarafından Edirne'de irşâda me'mûr
buyurulunca, umûm cevâmi'-i şerîfeyi gezmiş, bed'-i tevhîd için münâsib bir
mahal taharrî ettikte, nehir kenârında vâki' olup harâba yüz tutmuş ve vaktiyle
müsâfirîne tahsîs edilmiş olan Şâhmelik Zâviyesi'ni intihâb ile, orada ikâmet
etmişti.
Müşârünileyhden sonra Şeyh Muhammed, Seyyid Ali, Muhammed Sırrî, Muhammed
La'lî-i Gülşenî ve Hz. Sezâî, zînet-efzâ olmuşlardır. Son zamânlarda müşârünileyhin
ahfâdından Muhammed Vâhid Efendiler post-nişîn oldular.
Hz. Sezâî Türbesi'ne muttasıldır.
Sandûkalarının önündeki levhadan:
Hazret-i Âşık
Efendi ol semiyy-i Hayderî
Kıl ziyâret ravzasın al
bûy-ı vird-i ahterî
Sırr-ı pâkine teveccüh eyle her dem ey Vefâ
Bulmak
istersen hakîkat feyz-i pâk-ı Gülşenî
Bunun nâzımı
Hz. Sezâî hafîdi Şeyh Vefâ hazretleri olmak muhtemeldir.
Şeyh Abdülkerîm Efendi
Mûsa Efendi'nin halîfesidir. Edirnelidir. Ârif ve şâir bir zâttır.
992/(1584) târîhinde Edirne'de vefat eylemiştir. Mevlid-i nebî tarzında
manzûmesi vardır.
İlâhî ma'rifet nûrun delîl it
Sirâc-ı akla kudretden fetîl it
Kulûbun kâlıbını rûşen eyle
Maânî sırrı ile gülşen eyle
Şeyh Şânî İbrâhîm Efendi
Lârendelidir. Abdülkerîm Efendi halîfesidir. Mir'âtu's-Safâ isminde
eseri vardır.
Kârbân-ı râh-ı iklîm-i fenâsın Şâniyâ
Baş u cân terkin urur bir kâfile-sâlâr-ı gavs
Zarîf eş'ârı
vardır. Şu iki gazelin Tasavvuf cerîdesinde 30. numarada 8. sahîfesinde
ricâl-i Halvetiyye'den Şeyh Şânî'ye âid olduğu görülmüştür. Pek güzeldir :
Bende-i aşk
ol iki âlemde sultânlık budur
Mantıku't-Tayr-ı
muhabbet bil Süleymânlık budur
Ârif isen bir
işit bir söyle bir gör cümleyi
İkilikde kalma
hôd-bîn olma şeytânlık budur
Sîretin düz
ma'rifet ile derûnun zeyn kıl
Sûretin düzme
sanup ey sûfî insânlık budur
Merdüm-i âzâr olma
kibr ü kinden pâk it dilin*
Hayr-hâh ol herkese cehd
it müselmânlık budur
Sen
nesin kanden gelürsin kandedir azmin yine
Şâni
idrâk itmesen bil mahz-i nâdânlık budur
* *
*
Gel gedây-ı
kûy-ı cânân ol ki sultânlık budur
Tâc
ü tahtı cümle berbâd it ki Süleymânlık budur
Hôd-perest
olma Hudâ'ya tap sücûd-ı hâk kıl
Cehl
ile kalma gurûr içre şeytânlık budur
Kâtib-i
kudretden olan ser-nüvişte râzı ol
Hikmete
çûn ü çerâ kılma müselmânlık budur
Mazhar-ı
eşyâ özündür manzar-ı Hak'dır dilin
"Men
araf" sırrından âgâh ol ki insânlık budur
Âftâbı
zerreden deryâyı Şânî katreden
Görüp idrâk
itmemek âlemde nâdânlık budur
Bu zât-ı muhterem nerede medfûndur, târîh-i irtihâli nedir, nerelerde neşr-i
feyz etmiştir? Tahkîk edemedim. Herhâlde gülşen-i irfânın bülbülü bir mürşid
olduğu, sözünden nümâyândır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Rûşenî hazretlerinin bir gazeline tahmîs-i latîfleri :
Ey ki
yokdan "kün" dimekle bunca eşyâ eyledin
Cümleden
Zât'ın münezzeh şânın a'lâ eyledin
Herkes
idrâk idemez bir nakş-ı garrâ eyledin
Hüsnünün
aksin ruh-ı dil-berde peydâ eyledin
Çeşm-i âşıkdan
o mir'âtı temâşâ eyledin
Var iken
vahdetde âdem yoğidi çerh u zemîn
Âlim
ü dânâ vü bî-gûyâ idi bî-ân ü în
Dâne
dökdün mürg-ı câna söylesün diyü hemîn
Bir
avuc hâke bırakdın câm-ı aşkın cur'asın
Âkıl ü dânâları
Mecnûn ü şeydâ eyledin
Sûret-i eşyâyı
düzdün muhtelif kıldın ayân
Kudretin
ızhâr kıldın hikmetin idüp beyân
Her varak sun'unla bir
âyîne-veş oldu hemân
Âb u gilde gösterip
envâr-ı hüsnünden nişân
Anın ile dîde-i aklı
mücellâ eyledin
Ben zaîf ü âciz ü
bî-çâre kulum bî-nevâ
Sen kavî sultânsın
hükmünde yok çûn ü çerâ
Sâyeden za'file cismim
fark olunmazken şehâ
Bâr-ı aşkın kim
tahammül idemez arz u semâ
Nâtüvân gönlüm acebdir
ana me'vâ eyledin
Nice ârif cevher-i
esrâra mahzen olmasun
Nice âşık derd-i hecr-i
aşka mesken olmasun
Nice Şânî bî-ser
ü bî-cân ü bî-ten olmasun
Nice yanup Rûşenî
aşkınla rûşen olmasun
Hüsnünün aksin ruh-ı
dil-berde peydâ eyledin
/126/
Şeyh Emîr Hayâlî Çelebi Hazretleri
Hz. Pîr
(İbrâhîm-i Gülşenî)'nin mahdûmu ve helîfesidir. Asıl isimleri Ahmed Şemseddîn;
künyeleri Ebu's-safâ; şöhretleri Hayâlî'dir. Tebrîz'da doğdu. On yaşında iken
pederleriyle Mısır'a hicret eyledi. İstanbul'a pederleriyle gelip, avdet
eylemişti. Pederlerinin irtihâllerinde câ-nişîn olup, otuzyedi sene
post-nişîn-i irşâd olup, 977/(1569) târîhinde
azm-i gülşen-sarâ-yı cinân eylemişlerdir.
Mısır
sultânı Tomanbay'ın zevce-i metrûkesini pederi emriyle tezevvüc eylemişti. Pederinin burada Sultân Süleymân'a, "Bu
tahtadan taht-ı saltanat endîşesi gelir mi?" diye, mübârek göğüslerini
açıp göstermeleri, bu hâtûnu mahdûmuna almasından ve Mısır'ın Tomanbay nâm
hükümdârdan Osmânlılara geçmesinden kinâyeten teraşşuh eden dedikoduya müstenid
idi. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Pek ârifâne
bir Divan'ı ve mektûbâtı vardır.
Nazar-gâh-ı Hudâ'dır dil velî
sanma cüdâdır ol
Uçar misl-i hümâdır dil geçer arş-ı
mu'allâdan
Şeyh
Yahyâ Efendi
Hz. Pîr
(İbrâhîm-i Gülşenî)'nin mazhar-ı feyzi
olanlardandır. Âlim ve fâzıl bir zât idi. Tabakât-ı Halvetiyye nâm eseri meşhûrdur.
Şehîd-i
aşk-ı cânân oldu Yahyâ
(شهيد عشق جانان اولدى
يحيى) = (983/1575)
târîh-i irtihâlidir.
Şeyh
Muhammed Demirtaş
Şeyh
Ebû Abdurrahmân Muhammed Demirtaş, Hz. Pîr (İbrâhîm-i Gülşenî)'nin
tarîkdaşıdır. Cenâb-ı Rûşenî'den
mazhar-ı feyz olmuş, hilâfet almıştır. Gülşeniyye'den bir şu'benin
müessisi addolunmuştur. "Mirdâşiyye"
veya "Timurtâşiyye" diyenler de bulunmuştur.
Müşârünileyh,
Kütahya'nın Demirtaş karyesinden neş'et etmiştir. Tahsîli Mısır'dadır. Hz.
Rûşenî hulefâsından Hüseyn-i Ayntâbî ve meşâyıh-ı Mısriyye'den Ahmed b.
Afne'nin sohbetlerinden neş'e-yâb-ı tarîkat olup, berâ-yı istikmâl Tebrîz'e
azîmetle Dede Ömer-i Rûşenî hazretlerine mülâkî oldular. Ahz-ı tarîkatla
Mısır'a döndüler. Kâhire civârında hurmalıkta inşâ eylediği zâviyede irşâd-ı
ümmet ve neşr-i tarîkata himmet etmiştir.
935/(1529)'te
irtihâli üzerine, binâ-kerdesi olan zâviyede defn edilmiştir. Ferîdüddîn-i Attâr'ın
Mantıku't-Tayr'ından bir hikâyesini enfüse tatbîk etmek sûretiyle Cem'u'l-Esrâr ve Keşfü'l-Estâr isminde
tasavvufî bir eser yâdigâr bırakmıştır. Fıkıh'tan, Eşbâh Haşiyesi vardır.
Urefâ-yı Mısır'ın hürmetine mazhar olmuştur.
/127/ Allâme Seyyid Murtazâ,
Ikdü'l-Cevheri's-Semîn ve İthâfü'l-Asfiyâ nâm eserlerinde bu zâttan
hürmetle bahsetmiştir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
( Gülşeniyye Şubeleri) :
Tarîkat-ı aliyye-i Gülşeniyye'nin iki şu'besi vardır. Biri Hâletiyye, dîgeri
Sezâiyye'dir. Hâletiyye şu'besi Şeyh Hasan-ı Hâletî hazretlerine mensûbdur ki,
Cenâb-ı Pîr Gülşenî'ye kadar silsile-i nesebi ber-vech-i âtîdir :
Şeyh Aliyyü'l-A'lâ, Şeyh İbrâhîm Muhyiddîn, Şeyh Hasan b. Muhyiddîn, Şeyh
Ahmed, Şeyh İbrâhîm Muhyiddîn, Şeyh Necîbüddîn Hasan el-Ahsenî, Şeyh Ali
es-Safvetî, Şeyh Ebu's-Safâ ya'nî mahdûm-ı Pîr Şemseddîn-i Hayâlî, Hz. Pîr İbrâhîm-i
Gülşenî (kuddise sırruhu's-senî).
Bu kol Mısır'dan intişâr etmiştir. Zamânımıza kadar sûret-i ittisâlini âtîde
yazacağım.
Pîr-i Sânî SEZÂÎ-İ GÜLŞENÎ
/128/ Hakâyık sırrına âgâh Cenâb-ı Pîr Sezâî'dir
Maârif mülküne
şeh-râh Cenâb-ı Pîr Sezâî'dir
Müzeyyâtıyla
mümtâz ekrem-i aktâb-ı âlemdir
Bu cism-i âleme
cân-gâh Cenâb-ı Pîr Sezâî'dir
Hakâyık
gülşeninde bülbül-i hoş-gûy-ı irfândır
Seherlerde
çeken hep âh Cenâb-ı Pîr Sezâî'dir
Nesîm-i feyzi
her subh u mesâ uğrar dil ü câna
Müfehham
mürşid-i hoşhâh Cenâb-ı Pîr Sezâî'dir
Gel ey âşık
yüzün sür hâk-pây-ı Hazret-i Pîr'e
Muhakkak zât-ı
dil-âgâh Cenâb-ı Pîr Sezâî'dir
Gice gündüz
gönül meclûb-ı lutfı olmada cânâ
İden bezl-i
himem her-gâh Cenâb-ı Pîr Sezâî'dir
Dil-i Vassâf'ı
ihyâ eyleyen îsâr-ı feyziyle
Reîs-i evliyâu'llâh Cenâb-ı Pîr Sezâî'dir
Mazhar-ı âyât-ı seb'u'l-mesânî Hz. Pîr-i sânî (ellezî feyzuhû fi'l-âlemi
yüsrâ), a'nî-bihî Hasan-ı Sezâî (kuddise sırruhu'l-âlî), gülşen-i
tevhîdde neşv ü nemâ bulmuş bir gül-i sad-berg-i hakâyıktır.
İsm-i şerîfleri Hasan'dır, mahlasları Sezâî'dir. Sezâî mahlasını Hz.
Mısrî'nin işâretiyle tahallus buyurmuşlardır. Pederlerinin ismi Ali Bey olup,
cedd-i ekremleri Kurtbey-zâde Hasan'dır.
Vücûd-ı mübârekleri 1080 sene-i hicriyyesinde (1669) bezm-i şuhûda revnak
vermiştir. Maskat-ı re'sleri Gördüs'dür ki, bu, Anadolu'daki Gördüs (Gördes)
olmayıp, Yunanistan'da şimdiki Kurinet şehrinin vaktiyle Osmânlı taht-ı idâresinde
iken takındığı isimdir. Şu hâlde Hz. Sezâî esâs i'tibârıyla Moralıdır.
Sinn-i âlîleri onsekize gelinceye kadar burada bulundular. Feyz ve isti'dâdlarına
göre şöhret-yâb oldular. İstanbul'a hicret ve Edirne'ye azîmet buyurduklarında
piyâde mukâbelecisi Ali Efendi nâm zât, müşârünileyhi evlâd gibi bağrına basıp
mukabele kalemine kabûl eylemiştir. Bu sırada Şeyh Seyyid Osmân Efendi nâmında
bir zâtın kerîme-i pâkîzesiyle izdivâc ettiler ki, sinnen pek genç idiler. Hz.
Sezâî, esnâ-yı râhda meşâyıh-ı Halvetiyye'den /129/ bir azîze tesâdüf
eyledi. Gördüs'ten İstahbul'a gemi ile gelirken bu tesâdüf gemide vâki' oldu.
Meyânede sohbet-i tarîkat cereyân etti. Hz. Sezâî genç ve güzel olmakla berâber
mahâsin-i ahlâk ile mütehallî idi. İsti'dâd-ı ezelîsi kendinin pek yüksek
mertebeleri ihrâz edeceğini erbâb-ı kulûba gösteriyordu. Bu zâtın telkînâtıyla
tahsîllerini ileri götürmeğe azm ettiler. Az zamânda birçok dakâyık-ı ulûma âgâh
oldular. Dâimâ bir mürşid-i kâmil arıyordu. Edirne'de, Hacıhallaç Mahhâlesi'nde
an-asl Ekmekçi Ahmed Paşa Câmi'-i şerîfinde, Âşık Mûsâ Efendi Hânkâhı'nda Hz.
Pîr İbrâhîm-i Gülşenî'nin hafîd-i mükerremi Şeyh Ali es-Safvetî hazretlerinin
birâder-i erşedleri Şeyh Hasan el-Ahsenî hazretlerinin halîfesi Şeyh Muhammed
Sırrî Efendi'den nisbet alarak bir zamân hıdmet-i aliyyelerinde bulundular.
Fakat irtihâline mebnî Şeyh Şucâ' Zâviye'sinde mürşid-i tarîkat Şeyh Muhammed
La'lî-i Fenâî Efendi hazretleri, Muhammed Sırrî Efendi'nin câ-nişîni olmağla
ona intisâb ettiler.
Şâh-râh-ı âlem-i
ıtlâka girdim sıdkla
Kutb-ı âlem
Şeyh La'lî Gülşenî'dir rehberim
neşîdesiyle
dem-sâz olmakla mümtaz oldular. Bu zâttan biraz bahs edeceğim.
Hz. Sezâî hayâtının son günlerini bir mektûbunda şöyle ta'rîf buyuruyorlar
:
"İllet-i mizâcımın iştidâdı var. Evvel, gâhî Himmet Dede Tekkesi'ne mâşiyen
giderdim. Şimdi ise Harem'den hücreye iki-üç küçüğün iânetine muhtâc olarak
gidiyorum. Zîku'n-nefes ibtilâsı fem-i mi'denin in'ikâd-ı rîhı beni bîtâb etti.
Cümleden kat'-ı nazar uşşâkın vakt-i devrânında cilveleri bana aks edince
kalkmak isterim. Kalkılur, iki-üç hatvede nefes tükenür, şuur gider. Pek keder
veren budur.
Rıdvân Efendi oğlumun pey-der-pey mekâtibi gelmektedir. Cevâba tasaddî
etmeğe mecâlim kalmadı. Tahrîr bi'z-zarûrîdir. Türrehâtıma bakmayasız. Ma'zûrum
işte; daha dünyâda rızk-ı hayvânîmiz tükenmedi. Gezer ölülerdeniz. Erbâb-ı
muhabbetin rişte-i alâkaları bizi kayd u bende çekmiştir." (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
!!!!!!!!! RESİM
ÜSTÜ YAZISI :
Edirne’de türbe-i Hz. Sezâî’dir,
!!!!!!! BURADA BİR RESİM VARDIR!!!!!!!!
!!!!!!! RESİM ALTI YAZISI :
Kapıda duran zât Şeyh Sezâî’dir.
Şeyh Muhammed La'lî-i Fenâyî
Mevtınen Kastamonulu olup, Edirne'de neşr-i feyz-i
tarîkat buyurmuşlardır. Harîrî-zâde Kemâl Efendi merhûm naklen buyururlar ki,
müşârünileyh Şa'bânî, Uşşâkî, Gülşenî, Sünbülî ve Nakşî tarîklarını câmi'dir.
Tarîk-ı Şa'bânî'ye Şeyh İsmâîl-i Çorumî'ye nisbetle dâhil olup, tavr-ı râbia
kadar terakkî ettiler. Sonra Edirne'ye gelip, Uşşâkî ricâlinden Şeyh Sâdık
Efendi'ye ve Gülşenî'den, bâlâda ismi geçen Evliyâ Sinan Paşa-zâde Şeyh
Muhammed Sırrî Efendi'ye intisâb ettiler.
Muhammed Sırrî Efendi'nin irtihâline ve işâretine mebnî,
İstanbul'a gelip Hânkâh-ı Hz. Sünbül'de Şeyh Alâeddîn Efendi'ye imtisâl ile ikmâl-i
sülûka muvaffak olup, erbaîn çıkardılar. Teslîk-i ibâda me'mûren Edirne'ye
bi'l-avde, Şeyh Şucâ' zâviyesine şeyh oldular. Hicâz'a azîmetinde, müceddid-i
tarîk-ı Şa'bânî Karabaş Velî hazretlerine mülâkî olup, Şeyh Ahmed-i Cûryânî
(el-müştehir bi-Yekdest) hazretlerine intisâb ettiler. Hicâzdan avdetlerinde
Edirne'de zâviye-i mezkûrede irşâd ile iştigâl buyurdular. Bu beş tarîkın esrârını
bi-hakkın nefs-i nefîslerinde cem' ettiler.
İbrâhîm-i Nazîrâ buyurur ki :
Azîzim
Hazret-i La'lî Efendi
Tarîk-ı
Gülşenî'nin ser-bülendi
Tarîk-ı
Halvetî'de pîşvâdır
Dahi
Uşşâkiyâna reh-nümâdır
"La'lî" mahlası mürekkeb yapmalarından kinâyet
imiş.
/130/ Ma'nevî-i Şerîf'in ibtidâdaki beyitlerine
gayet arifâne şerhi vardır ve matbû'dur. Divançeleri de vardır. 1112 senesi şehr-i
Zi'l-hicce'de (Mayıs 1701), 110
yaşında kâlıb-ı nâsûtu
dinlendirdiler.
Kocamustafapaşa şeyhi Seyyid Alaeddîn Efendi'den dahi
vakt-i istifâzalarında Balat şeyhi Seyyid Hasan Nûri ve Manisa şeyhi Hasan
Kenzî ve sâirler ile dahi hem-dem olup tekrâr bade'l-halvet nâil-i esrâr-ı hilâfet
olmuşlardır. Bu esnâda mezbûr Seyyid Hasan Efendi'den temaşşuk edip, hüsn-i
hattâ sûret vermişlerdir. Bade'l-hac
yine Edirne'ye vuslat ve Gülşenî-hâne’de şeyh bulunan Kutbî Efendi-zâde Şeyh
Seyyid Ali rıhletinde kaymakâm olmuş idi.
Altı sene mürûrunda Zi'l-hiccede rıhlet ve zâviyesinde
defn olundu. Yerine Kabâyî-zâde Hasan Sezâî post-nişîn oldu. (Tuhfe-i Hattâtîn)
Kâmî Efendi'nin,
"
Meded kopdu kıyâmet nahhâl-i Gülşenî'den bir gül-i La'lî* "
(مدد قوبدى قيامت نخال كلشنيدن بر كل لعلى)
mısrâı târîh-i rihletlerini müş'irdir. Na'ş-ı münîfleri, âsitâne-i
Hz. Sezâî'de âsûde-nişîn-i rahmettir. Lehü'l-hamd ziyâretle kâm-yâb oldum.
Müşârünileyh eâzım-ı meşâyıh-ı sûfiyyedendir. Kudret-i ilmiyye-i
maneviyyesi, Hz. Sezâî gibi bir pîr-i tarîkat yetiştirmeleriyle sabittir.
Selîka-i beyânîyyeleri de pek âlîmânedir. Ma’nevî-i Şerîf Şerhi'nden
teberrüken bir kaç satır nakl ediyorum:
"Hz. Pîr-i Gülşenî (kaddesa'llâhu
sirrahû'l-ganî)
bu kitaplarını zikr-i Besmele ile tastîr ve Bâ-ı Besmele, ifrâd bi'z-zikr
eylemek ile tahrîr eylediler. Ve bu sırra îmâ ve işâretten ötürü ki,
ser-çeşme-i evliyâ, nûr-ı çeşm-i asfıyâ Hz. Ali el-Murtazâ (kerrema'llâhu
vechehû ve radıyallâhu anhu)
Cenâb-ı Rasûl-i ekrem (sallâhu
aleyhi ve sellem)'den
rivâyeten buyurdular ki: "Esrâr-ı
Kelâm-ı kadîm-i Rabbânî, Fâtiha-i
şerîfede; ve esrâr-ı Besmele-i şerîfe ve esrâr-ı Fâtiha-i latîfe, bâ-i
Besmele-i şerîfede; ve esrâr-ı bâ, nokta-i bâ'da münderictir. Ol
nokta benim."
deyip, kendilerinin manzar-ı zât ve
mazhar-ı esmâ vü sıfât olduklarını ayân eylediler. Kezalik Hz. Pîr'in zamân-ı âlîlerinde
gavs-ı zamân ve kutb-ı devrân olduklarını beyân eylediler."
Şekl ü Hikmet-i Tâc-ı Gülşenî :
Tâc-ı şerîflerinin ortasına vaz' buyurdukları tükme
(düğme), nokta-i bâ-i besmele-i şerîfeden ibâret ve kendilerinin ol noktaya
mazhariyyetine işârettir. Mâlikî-i Sîrozî bunu nazmen beyân eyler :
Dürr-i
tâc-ı Gülşenî'dir âleme nûr-ı basar
Fehm
iden bu nükteyi olur cihânda dîde-ver
Nokta-i bâ-i bidâyetdir
bizim ser-tâcımız
Başına
giyen iki âlemde olur tâc-ı ser
Kalbini mâ-siva'llâhdan tefrîd eden ârifân dahi bu
sırdan hisse-mend olduklarını yine Mâlikî-i müşârünileyh teşrîh ediyor :
Tükme-i
tâc
Gülşenî ber sırr-ı hayl-i âşıkân
Nokta-i
fâ ârifân dâğ-ı derûn-ı münkirân
O nokta-i bâ'dan kinâye olan düğmenin etrâfı ki, bir
müdevver dâire misâlinde asabe-i tâcı muhîttir. Kendilerinin dâire-i zemîn ü
zamân ve kevn ü mekâna muhît olup cemî' eşyâya mutasarrıf olduklarına delîldir
ve terk-i vaz' eylemeyip
tâc-ı şerîfi yek-pâre ittihâz ü ihtiyâr /131/ buyurmaları kevneyn ve mâ-fîhâyı
terkden mâ-adâ terki dahi terk etmelerine işârettir.
Cihânı
terk iden giyer başına Gülşenî tâcın
O
tâcı Gülşenî gibi bu terkile giyen gelsün
cümle-i
enfâs-ı kudsiyyelerindendir.
Ahvâl-i husûsiyye vü umûmiyyelerinin tafsîline dâir
hiç bir eserde ma'lûmâta dest-res olunamadığından bi-hasebi'z-zarûre bu kadarla
iktifâ olundu.
- - -
Şeyh Şücâeddîn Efendi
Bu dergâhın müessisi olan Şeyh Şücâeddîn’den de bahs
etmek lüzûmunu hisseyledim. Fâzıl bir zât idi. Sultân Murâd-ı sâlis Edirne'de
iken bir gün halâda zellet-i kadem vâki olup, helâki takarrur etti. Meczûb bir
kimse müşârünileyhi o mühlikeden halâs ettikten sonra gaybûbet etti. Pâdişâh
ise o meczûb ile mülâkat sevdâsına düşmüş ise de bulunması mümkin olamadığından
şehrin ahâlîsini birer birer güzergâhından geçirip, azîz-i müşârünileyhi derhâl
tanıyarak ve fevka'l-âde iltifât ederek Debbağlar Mahallesi'nde hâlen merkad ve
zâviyesi olan mahalde bir mescid ve zâviye binâ ettirip, fukarâsına Murâdiye
evkâfından taâmiyye ve vazîfe ta'yîn eyledi.
Şeyh hazretleri kendi mezârının duvarını kerpiç ile binâ
ettirip, her bir kerpici üç İhlâs ile yerine vaz' etti.
Şeyh Şücâeddîn hakkında Tarîh-i Naîmâ'da şu
satırları okudum:
"Sultân Murâd-ı
sâlisin mürşid-i hâssı ve mürebbî-i bâ-ihtisâsları Pîr-i Nakkâ’ Şeyh Şücâeddîn
Efendi'dir ki, merhûmun Manisa'da iken pâdişâhın gördüğü rü'yânın ta'bîri
vechile zuhûru ve enfâs-ı tayyibeleri te'sîri ise beyne'l-halk ma'rûf ve meşhûr
olup, Hz. Pâdişâh cülûslarında İstanbul'a getirtip, fâhir saraylar temlîk edip,
vazâifini, vazâif-i havâss-ı mukarrabîne bağlayıp, "Pâdişâh Şeyhi"
denilmekle ma'rûf oldu. Bâb-ı saâdetine müntesib olanlara menâsıb-ı âliye
müyesser olurdu. Bir derecede merci'-i Divân-ı erkân olmuştu ki, izdihâm-ı uzmâdan
huzûrlarına varılmakta bâb-ı suhûlet insidâd bulmuştu.
Dâru's-saltana'da
munsab ve ma'zûl olan elbette ol ulu’l-azîzi ziyâret ve dest-bûs-ı intisâbları
ile fahr-ı mübâhât ederlerdi; düştükçe imdâd ve incâzlarına me'nûs olurlardı.
998/(1590 )'de vefat eylediler."
/132/ Sultân Süleymân Edirne'yi teşrîflerinde o mescidi câmi'
şekline koyup, tevsî' ve tecdîd eylemiştir. Şeyh Şücâeddîn, mi'mârın rü'yâsına
girip İslâm'a da'vet eylediğinden ertesi gün mi'mâr şeref-i İslâm ile müşerref
olmuştur. Câmi' hazîresinde medfûndur.
Pâdişâhın Edirne ve Manisa'daki mülâkâtları naklinde yek-dîgerini
tutmayan ihtilâf-ı beyân vardır. Her ikisinin aslı olup, Edirne'deki ikinci
derece zuhûr etmiş bir vak'a diye kabûl olunur. Şeyhin tesettürü te'vîl edilirse,
i'tilâf mümkin olur.
Şeyh el-Hâc Mustafa Efendi
Şeyh La'lî Efendi hulefâsındandır. İbrâhîm Nazîra
hazretlerinin pederidir. Hz. La'lî'nin ser-tarîkı idi. İrtihâlinde halk onu
elleri üstünde kabrine îsâl etmiş idi. Âşık Efendi Zâviyesi'nde mihrâb önünde
medfûn ve rahmet-i Hakk'a makrûndur. Otuz yıl seccâde-nişîn-i irşâd olmuştu. O
zamân Hz. Sezâî, şöhret-gîr-i âlem olmakla müşârünileyh teşehhür etmemiştir. (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
Meşhûr Nâilî-i Kadîm
Târîh-i irtihâli 1077/(1666) olmasına ve şiirinde
Edirne'de Gülşenîlik'ten bahs etmesine göre o zamân Şeyh Muhammed La'lî-i
Gülşenî orada hüküm-rân-ı reşâdet idi. Ondan feyz-yâb olduğu istidlâl olunur.
Osmânlı Müellifleri'nde Tahir Bey merhûm der ki:
Esâtize-i şuarâdan idi. İstanbulludur. Nâilî Mustafa
Efendi diye yâd olunur. Beyne'ş-şuarâ, "Nailî-i Kadîm" diye meşhûrdur. "Nâil-i cennet ola Nâilî-i
nâdire-fen" (نائل
جنت اوله نائلئ نادره فن) ve "Nâil-i Firdevs bâdâ Nâilî-
el-Fâtiha" (نائل
فردوس بادا ائلى الفاتحه) (1077/1666)
târîh-i irtihâlleridir. Tophâne civârında Fındıklı'da Keşfî Ca'fer Efendi Dergâhı (Sünbülî
Dergâhı) hazîresinde
defn olunmuş idi.
İkiyüz
sene sonra bu dergâhın tevsî-i tarîk münâsebetiyle civârındaki mezârlık dahi
kaldırıldığında Nâilî merhûmun bakâ-yı ızâmı Beyoğlu Kabristanı'na nakl
olunduğunu Tahir Bey merhûm yazar ise de, üstâdü'l-üdebâ İbnü'l-Emin Mahmûd Kemâl
Bey Efendi'ye sordum. Müverrih İsmet Efendi merhûmdan naklen buyurdular ki : "Dergâhın yola
inkılâbında Hz. Nâilî'nin kabri de kayıplara karışmıştır." Beyoğlu'na nakli hakkında
ma'lûmât yoktur. Ne ise bu bahsin ta'mîk-ı tedkîkini şuarâya bırakırız. Esâsen
bu günlerde (Sene 1346/1920) Beyoğlu Kabristânı da kaldırılıyor.
İtdik
mukârenet nice sâhib-tarîkata
Olduk
karîn-i meclis-i ehl-i şerî'ata
Dest-i
taleb irişmedi dâmân-ı vahdete
Düşdük
bu ızdırâb ile vâdî-i hayrete
Bildik
ki himmet olmayıcak ehl-i hâlden
Esrâr-ı
hak bilinmez imiş kîl ü kâlden
* * *
Yok bizde feyz-i âlem-i
ma'nâyı bilmeye
Bir
himmet olsa hâlet-i ukbâyı bilmeye
Cehd
eylesek ne fâide Mevlâyı bilmeye
Âdem
gerek hakîkat-ı eşyâyı bilmeye
Her
şahsa âşikâr değil âlem-i şuhûd
Ey
âşinâ-yı mes'ele-i vahdet-i vücûd
Şuarâ-i Osmâniyye’den Nâilî-i Kadîm denilen Mustafa
Efendi merhûmun tarîk-ı Gülşenî'ye (mensûb) ve Edirne'de câ-nişîn olduğu şu
manzûmesinden müstebândır :
Dergâh-ı Gülşenî'ye olanlar nihâde-rû
Gül
gibi bir kadehle olurlar güşâde-rû
Olmuş
gül ü benefşesi gûyâ o gülşenin
Pîrân-ı
kad-hamîde civânân sâdedir
Hem
reng ü hüsn olmuş o gül-zâr feyzden
Berk-ı
hazân resîde gül-i nâb dâde-rû
Bây u gedâsı Edrine'nin eylemiş tamâm
Dâmân-ı
Pîr ü dest-i irâdet fütâde-rû
Cûyâ-yı himmetiz tutalım biz de Nâilî
İrşâd ümîdi
ile tarîk-ı reşâde rû
Ne güzel sözleri vardır. Ruhu için el-Fâtiha.
* * *
Biz yine sadede gelelim. Hz. Sezâî'den bahs edelim :
Şeyh Muhammed La'lî-i Fenâyî hazretleri irtihâl edince
yerlerine, Şeyh Mahmûd Hamdi Efendi post-nişîn olup, Hz. Sezâî o sırada Gülşenî
Veli Dede Dergâh-ı şerîfi şeyhi bulunuyorlar idi. Şeyhleri kendisinin makâmına
kâid olacağını işâret buyurmuşlar idi. Şeyh Mahmûd Efendi altı ay kadar
meşgûl-i irşâd olarak sarây-ı ukbâya gitmekle Cenâb-ı Sezâî, buraya nakl-i seccâde
ederek yerine dâmâd-ı muhteremleri Şeyh Ahmed Müslim Efendi hazretlerini ik'âd
buyurmuşlardır. Hz. Sezâî, Âşık Mûsâ Efendi Dergâhı'na geçtikleri zamân otuziki
yaşında imişler. Edirne'ye onsekiz yaşında teşrîf buyurmuş olmalarına nazaran
ondört sene zarfında kemâlât-ı tasavvufiyye sâhibi oldular demektir.
İlm-i zâhir ü bâtında ferîd-i zamân ve vâridât-ı
kudsiyyeye mâlik bir vücûd-ı irfân idiler. Şöhretleri cihâna yayıldı. Hz.
Mısrî-i Niyâzî ile mülâkâtları olup, Cenâb-ı Mısrî'nin duâsına mazhar oldukları
meşhûrdur.
Tedkîkât-ı târîhiyyeye göre Edirne'de elliüç sene
bulunmuşlardır. Târîh-i intikâlleri, 1151 senesi Ramazânının onsekizinci veya
onyedinci (29 veya 30 Aralık 1738) Pazartesi gecesi sâat dört buçuktadır. Edirne'de onyedinci geceye i'tibâr
olunmuştur.
Medâr-ı
gavs-ı âlem kutb-ı dünyâ ârif-i bi'llâh
Sarây-ı
"lî-maa'llâh"ı görüp azm itdi ukbâya
Ricâl-i
gaybdan biri gelüp Rahmî didi târîh
Sezâî
göçdü kutb-ı asr iken Firdevs-i a'lâya
(سزائى كوچدى قطب عصر ايكن
فردوس اعلايه) = 1 + 1150 = 1151
Didi
hâtif Sezâî rıhlet itdi
(ديدى هاتف سزائى رحلت ايتدى)
/133/ Kutb iken göçdü Sezâyî rahmetu'llâhi aleyh
(قطب ايكن موچدى شزايى رحمة الله عليه)[1]
Bu (son)
târîh Şeyh Necâtî'nindir.
Medfen-i mübârekleri dergâh-ı şerîfleri ittisâlindedir.
Ahîren üzerine kârgîr kubbeli bir türbe inşâ olunmuştur. İrtihâl-i dâr-ı naîm
buyuracakları gece şu manzûmeyi inşâd buyurdukları menkûldür :
Râh-ı
aşkda cânını kurbân iden
Şübhesiz
ol vâsıl-ı Yezdân olur
Gülşenî'den
bir kadeh nûş eyleyen
Ey
Sezâî nâil-i cânân olur
Türbe-i şerîfelerinin olduğu mahal vaktiyle bir sebzeci
dükkânı imiş. Orasının dergâha kalb olunacağını ve kendilerine medfen ittihâz
edileceğini işâret buyurmuşlardır.
Manzûme
şudur :
Dost
bâğının gülü oldu güşâde
Bülbülüz
o güle figâna geldik
Yâr
elinden içmişiz bâde
Anın
içün bunda mestâna geldik
Dost illerin iderken seyrân
Bunda uğrayup olmuşuz mihmân
Sanma sen bizi gezeriz hayvân
Özümüz bilüp irfâna geldik
Aslımız bilmişiz nûr-ı ezelî
Ayrılmayız andan sır sezeli
Cân ile sevdik biz o güzeli
Yolunda el'ân kurbâna geldik
Dûd ile dâim yanmakda bu dil
Aşkı nârına olmuşdur fetîl
Pervâne-sıfat olmağa vâsıl
Şem'-i cemle sûzâna geldik
Cismimiz bunda cânımız anda
Gevherimizin aslı ol kânda
Sezâî şimdi biz bu dükkânda
Biraz eğlenüp seyrâna geldik
Fi'l-hakîka buyurdukları gibi vâki' olup, o sebzeci dükkânı
iştirâ edilmiş ve Hz. Sezâî, oraya defn edilip, elyevm ziyâret-gâh-ı ins ü cân
olan türbe-i münevvereleri bu medfen-i pâki üzerine binâ edilmiştir.
Riyâz-ı
şer' u irfân-ı tarîkatdır sezâdır bu
Dinilse
kutbu'l-aktâb-ı hakîkatdır becâdır bu
Sezâî
mürşidi La'lî mürebbî âşık-ı âgâh
Ser-â-ser
hazra-i hadrâ-yı kudsiyyet edâdır bu
Kelâğ-ı
dil düşelden seng-sâr-ı hevl-i ısyâna
Dem-â-dem
eşk-i nedm icrâsına cây-ı vefâdır bu
Çıkanlar
lâneden pür nâle-i şerm ü nedâmetdir
Meded
kıl lutf-ı afva mazhariyyet intimâdır bu
/134/ Kabûl eyle bu
abd-i âcizi şân-ı velâyetdir
Şikeste-bâl
ü bî-kudret meded-hâh-ı atâdır bu
Dergâh-ı şerîfin bir tarafında mihrâbın sağında halvet-hâneleri
el'ân ziyâret-gâh olduğu gibi, bir gün esnâ-yı zikrde mürşid-i muazzamları Şeyh
La'lî-i Gülşenî hazretlerinin haber-i irtihâli kalb-i enverlerine aks edince,
fart-ı teessürlerinden kendilerini kaldırıp, semâ'-hâneye atmışlardı. Mübârek
dişlerinden biri kırılıp, tahtaya saplanmış kalmış olduğundan el'ân mevcûddur;
ziyâret olunur. Teberrüken ziyâret ettim, öptüm. Mihrâbın sağ tarafındadır.
Üzerine yeşil çuka örtülmüştür. Ne aşk, ne muhabbet, ne kemâldir. İnsân bu hakâyıkı
düşünüp, gözlerinden kanlı yaşlar dökmelidir. O mazhariyyette adam olabilmek
için o mertebe îsâr-ı cân etmelidir.
Hz. Sezâî, gülistân-ı irfânda nâdir yetişmiş
güllerdendir. Onun nesîm-i iltifât-i feyz-âyâtı meşâmm-ı cânı ta’tîr eder. Bir
gönülde ki, onun muhabbeti müncelîdir, orada eltâf-ı Rahmânî mütecellîdir.
Mesleğinde letâfet, meşrebinde nezâhet, sohbetinde nezâket,
muâmelât-ı umûmiyyesinde merhametle mümtâz olan o zât-ı memdûhu's-sıfâtın âsitân-ı
pâkinde bende olanların her biri insân-ı kâmil oldu.
Kılmış
Cenâb-ı Hallâk yâ kutb Şeyh Sezâî
Bâbın
melâz-ı Uşşâk yâ kutb Şeyh Sezâî
Sen
sırrısın Ali'nin âlîsi kümmelînin
Memdûhu
her velînin yâ kutb Şeyh Sezâî
Tutunca
dâmeninin kandîli Rûşenî'nin
Şeydâsı
Gülşenî'nin yâ kutb Şeyh Sezâî
Aşkınla
bî–karârım meslûbu'l-ihtiyârım
Bîmâr
u bî-medârım yâ kutb Şeyh Sezâî
Kulun
Halîm be-gâyet senden diler inâyet
Kıl mazhar-ı şefâat yâ kutb Şeyh Sezâî
Hz. Sezâî ne büyük bir zât-ı maâlî-sıfâttır
ki, meslek-i hakîkatte açtıkları şeh-râh-ı irfâna dâhil olan fukarâ, zuafâ ve
gurebânın her biri müşârün bi'l-benân oldular.
Yâ Rab! Derd-i ma'sıyyet ile dâimâ
/135/ elem-nâk olan bu kem-ter kulun Vassâf-ı bî-evsâfa ve işbu eser-i âcizânemi
mütâlaaya rağbet buyuran kullarına ve cümle ihvân-ı dîne, bu mübârek kulun Sezâî
hürmetine, lutfunla muâmele buyur. Bizleri de o zümre-i irfâna dâhil eyle.
Hz. Sezâî, İstanbul'u teşrîf
ile, alâ-rivâyetin Hz. Sünbül Hânkâhı'nda misâfir kalmışlardır. Saçlarını
uzatırlarmış. Bu hâlde teşrîf eylemişler, meşâyıh-ı zamân arasında Edirne'de
zuhûr eden, "Hz. Sezâî şöyle imiş, böyle imiş." diye kemâlleri
şâyı' olduğundan meşâyıh-ı müşârünileyhi görmek, teşerrüf etmek sevdâsıyla hânkâha
şitâbân olmuşlardı. Hz. Sezâî, mahviyyet-i kâmileye bürünerek basît bir âdem gibi
göründüğünden meşâyıh-ı zamân onu medihle mütenâsib
bulmamışlar imiş. O gece âlem-i menâmda bir kaçı huzûr-ı saâdet-i
Muhammediyye'ye girmek üzere Medîne'ye gitmişler. Bâb-ı saâdet-meâb-ı
Muhammedî’de derbân olarak Hz. Sezâî'yi görmüşler, huzûra girmeğe müşârünileyhin
delâletini ricâ etmişler. Bu hâlde uyandıklarında ertesi günü mâ-cerâyı yek-dîgerine
anlattıklarında her biri, "Ben de böyle gördüm." diye hikâye-i
hâl etmişlerdir. Vâris-i ilm-i Muhammedî olduğunu yakînen bilmişler.
Bu vak'a Hz. Sezâî efendimizin
sâmia-i ıttılâına vâsıl oldukta şu na't-ı şerîfi tanzîmen şöylemiştir ki,
türbe-i şerîfelerinin dış cidârında taşa mahkûktur :
Eyâ şâh-ı rusül rahm it Sezâî
derd-mendindir
Kapun bekler kadîmi hıdmetinde pîr-perverdir
Hânkâh-ı Hz. Sünbül'de müsâferetleri
Seyyid Nûreddîn Efendi zamânında olmak muhtemeldir. Mektûbât-ı Hz. Sezâî'de
(s. 24, 101) görülen Habeşî-zâde Rahmi Bey'le muhâbereleri 1140/(1728)'tan
mukaddem olacağına nazaran (s. 294), Habeşî-zâde'nin Hz. Sezâî'ye meclûb
oldukları nümâyândır. (Kaddesa'llâhu esrârahum)
Hz. Sezâî efendimizin Mısır'a
seyâhatleri de menkûldür. Fakat terâcim-i ahvâl kitâblarında bu nakle müsâdif
olmadım. Mısır'a azîmetlerine ve orada Şeyh İbrâhîm Çelebi hazretlerinden,
sûreti âtîde münderic icâzet-nâme almalarına bakılırsa bu seyâhat sahîhdir. Bu
seyâhatleri ne târîhdedir, hakîkatına muttali' olamadım.
Gülşenîlerde Hz. Pîr İbrâhîm-i Gülşenî'ye varıldıkta baş
matrûş olarak gitmek âdet olup, Hz. Sezâî bu usûle tebean tıraş olacak iken,
Hz. İbrâhîm-i Gülşenî, menâmda ona, "Öylece gel. " diye emir
buyurduğundan, o da öylece ziyârette bulunmuştur. Bu hâl, Hazret'in kemâline
delâlet eder.
/136/ Mısru'l-Kâhire'de Âsitâne-i Gülşenî'de seccâde-nişîn-i
reşâdet olan Şeyh İbrâhîm Çelebi hazretleri tarafından pîr-i sânî Hz. Hasan Sezâî-i
Gülşenî'ye i'tâ kılınan icâzet-nâmenin sûretidir, o zamânın şîve-i beyânı ile
aynen nakl olundu.
بســــــــــم الله الرحمن الرحيم.
"وَمَنْ
أَحْسَنُ قَوْلًا مِّمَّن دَعَا إِلَى اللَّهِ وَعَمِلَ صَالِحًا وَقَالَ إِنَّنِي
مِنَ الْمُسْلِمِينَ." وقال الله تعالى : "كُنتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ
تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ." وقال الله
تعالى: "وَتُوبُوا
إِلَى اللَّهِ جَمِيعًا أَيُّهَا الْمُؤْمِنُونَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ." صدق الله العظيم.[2]
Böyle bilin ey
mü'minler ki, tâlib-i Hakk'ız. Terk-i bâtıl kıldıktan sonra bir mürşide kulluk
eylemiş ve Hakk'ı bâtıldan fark edici kılavuz gerektir ki, sizleri Hakk'ın
doğru yoluna kılavuzlaya ve eğri yoldan men' ede. Zîrâ kılavuzsuz yolu kimse
kat' edemez. Bu sebebden sizlerden biriniz ki, ol cezbeye erişip, sülûk
eyledikten sonra teslîmine göre inşirâh-ı sadr ile nûr-ı beden perveriş bulup
kalbi münevver olduğu cihetten ba'zı ahvâlinden sâhib-i vukûf oldu ki, ameline
göre tâlibini cihetlik azgunluğundan kurtarıvere ve doğru yola başlaya ve
müşkil olanı tâlibine hall kılıvere ve tenezzülden terakkî ettire. Ma'rifetine
göre ve eğer tâlib talebinde mücidd olup, terakkî eylese ve halîfesi onun
müşkilini halledebilmese şeyhine göndere eğer göndermelü kimse ise ve eğer
göndermelü değil ise şeyhin ma'nâsına teveccüh edip murâkıb ola. Ol müşkilin
halli için, tâ ki ana sa'yi yüzünden feth ü zâhir ola. Bu ma'rifeti garazsuz,
gönül gözüyle nefsten türemiş ve sûret ü ma'nâdan perveriş bulmuş nûrânî bedene
göre güneşten ay perveriş bulduğu gibi, meretebesine göre menâzilde oğlumuz
Dervîş Hasan-ı Sezâî'dir.
Halîfeliğe lâyık ve
ol mahalle münâsib olduğu sebebden Türkî dilince icâzet-nâme yazıp, tâ beşerden
ki, her kim ana gönül verip, bizim muhabbetimizin cezbesine erişse, onun elin
tutup tevbe eyledikten sonra zikre meşgûl ola ve muhabbet ile gönlün bizden
ayru bilmeye. Zîrâ gönüle ırak yakındır. Onun için Hz. Rasûlu'llah (salla'llâhu
aleyhi ve sellem) buyurur ki : "Gönül kimi severse onunla haşr
olur, kıyâmet gününde"
Pes öyle gerektir
ki, gönlünüzde muhabbetu'llâh'dan özge nesne koymayasız, tâ Hakk'ın sevgüsüne lâyık
olasız ve her kimi /137/ sevseniz, eğer şeyh ve eğer
halîfedir, li'llâh fi'llâh sevesiz, garazsuz, tâ her birine gönül verseniz, Hak
için ola. Garaz-ı nefsânî dahl etmeye ki, Hakk'ın yolunda şeytândan beter yol
urucudur ve Hakk'ı bâtıl kılıp yol azdırıcıdır ve garaz ile amel, puta
tapmaktan beterdir ve garaz, ameli ihlâs ile kılmağa komaz. Ve riyâ ki, şirk-i
hafîdir, garazdan türer. Cehd edin ki, garazsız olasız. Böyle olanlara gıbta
edesiz. Mahabbetu'llâh ile ve birbirinizi Allâh'ın buyruğun tutup doğru yolda
müstakîm olmak için sevesiz ve emr-i bi'l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker edesiz
ve şerîat ki, sırât-ı müstakîmdir, doğru Hakk'ın yoludur. Azgunlara uyup, eğri
yola gitmeye Hakk'ın buyruğun sındırıp, azdırıcı olmayasız. Bu nasîhatı ki,
dürr-i ma'nâdır, kulağınıza küpe gibi takasız ve gönlünüze cândan göz gibi
kılasız ve Hakk'ın kavline mukırrolup, bâtıl söze kulak urmayasız ve bâtılı
şeytândan beter yol urucu azgun bilesiz ve münkirin eğri sözün işidip, doğru
yoldan çıkmayasız ve şerîat-ı Mustafâ'dan özge söz söyleyen ve mezheb çıkaran
mülhiddir; kulak urmayasız.
Eğer su üzerinde
yürürse, yâhud havâda uçarsa dahi kerâmet bilmeyip, şeytânî istidrâc bilesiz ve
meyl edip onun istidrâcından kerâmet gibi gösterdiğine zâhib olmayasız. Her
kim, "Şerîattan özge bir mezheb var." derse, onu mülhid
bilesiz. Şerîat ayn-ı hakîkattır, elden komayasız ve her kim şerîat ile amel
etmez, tarîkat ve hakîkat neydüğün bilmez, bilesiz. Zîrâ şerîat ayn-ı hakîkat u
tarîkattır, öyle bilesiz ve şerîatı Hak teâlânın doğru yolu ve sırât-ı
müstakîmi bilesiz ve ibâdet-perest olasız ve cehd edip, sûreti terk ile ma'nâya
erişmek ardınca olasız. Zîrâ sûretin ma'nâsız bakâsı yoktur ve ma'nâ sûretsiz
bulunmaz, bunu dahi bilesiz ve sûretin iki yüzü vardır :
Biri ademden ve
biri vücûddan, her biri ne vechdendir bilesiz ve ademle aldanıp, vücûddan
mahrûm kalmayasız ve ölmeden ölüp, bâkî dirlik cennât-ı tayyibe ile olduğun
bilesiz ve ol dirlik ile, (كل شيئ هالك إلا
وجهه)[3] sırrını ne yüzdendir, duyasız ve günden güne muhabbetinüzü cân u dilden
mürşide arturup, eksik etmeyesiz. Zîrâ mürîdi mertebe ve makâma erişdiren
şeyhin himmetidir muhabbetine göre, bilmiş olasız ve eğer şeyhden sûretle ırak /138/ olsanız, ma'nâdan cehd edinüz, yakınlık bulasız.
Ve şeyhiniz her
kime halîfelik vermiş olsa ona muhabbetinizi şeyhe muhabbet bilesiz ve
şeyhinize ettiğiniz hürmet ve izzeti edeb ü erkân birle ona dahi edesiz. Ol
hürmet ma'nâda şeyhedir. Şeyhin ma'nâsını ondan ırak bilmeyesiz ve gönlünüzden,
"Şeyh bundan ne ma'nâ gördü ki, hilâfet verdi." demeyesiz. Bu
ona inkâr değil, şeyhe inkârdır ve nakz-ı ahd edip bu inkâr ile, neûzü bi'llâhi
minh, gazab ile, şeyhin reddiyle merdûd-ı Hak olasız. Eğer ahyânen bu vesvese
gönlünüze dursa, fi'l-hâl tevbe edesiz ve şeytân vesvesesini gönlünüzden taşra
çıkarasız ve ol fikr ile hızb-i Rahmân'dan yüz döndürüp, şeytân çerisinden
olmayasız ki, ol fikr sizi, saîd iken şekâvete meyl ettirir. Böyle bilesiz ve
şeytân vesvesesine uyup, münkir sözüyle şeyhinize, halîfesi sebebinden inkâr
etmeyesiz ve münkir ile hem-dem olup, tarîktan âşikâre söylemeyesiz.[4] Ve münkir, Hakk'ı bâtıl anladığı için şeytândan beter düşmândır. Ve anın
körlüğüne bir muhabbetiniz yerine bin edesiz ve halîfenüz yüzüne şeyhinizden
sevgü nazarı ile bakasız ve onun buyurduğunu cânınıza şîrîn tutasız. Tâ ol
muhabbet ile gönlünüz murâdına ve maksûduna yetesiz ve ikiliği terk edip,
birlik ile göz açup, biri birden göresiz. Ol vahdete ermek için kesret
addolunan şeylere kendilerinizi salmayasız. Benliği sizden bilmeyip, Hak'tan
sanasız. Aksi hâlde mülhid mürîdden beter olursuz ve muhdese kadîm demekden
azup azdırıcı olmaktan, bed-mezheplere uyup, azgun güm-râhlardan hazer
etmezsenüz yüzü kara olasız. Zinhâr zinhâr bu mezhebden hazer edesiz. Onların
tiryâk dediklerini cânunuza ağudan beter bilesiz.
Ehl-i sünnet ve cemâat
mezhebi ki, şerî'at-ı Mustafa'dır, bir dakîka fevt etmeyesiz ve tarîkat
edebiyle hakîkat yoluna giresiz. Ve tarîkatın edeb ü erkânı şerîat ile amel
edip hakîkata yetmektir, bilesiz. Enbiyâ vü evliyânın doğru yoluna giresiz ve
onların gittiği yol Hakk'a varır, siz bâtıldan yana sapmayasız ve Hak teâlânın
emrini tutup, nehyinden ictinâb edesiz. Âkıbet bu revişle maksûdunuza yetesiz.
Eğer bu
vasiyetlerim kulağınıza küpe gibi takasız ve bu dürerden kıymetlü gevheri zâyi'
etmeyesiz. Âhir peyrev-i pîr olup birliğe yetişesiz ve pîrlik ne imiş tarîkatla
bilesiz ve pîr olasız.
"هَذَا كِتَابُنَا يَنطِقُ عَلَيْكُم
بِالْحَقِّ."[5] Ve salla’llâhu alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ve
selem.”
Hz. Salâhî'nin Cevâhir-i Tâc-ı Hilâfet nâm
eserinden :
"Hak oldur ki, hak kimde zuhûr ederse a'lâ ednâ
demeyip Hakk'ı kabûl etmekten ibârettir. Gerekse ol kimse rütbeten ve sinnen
kendinden asgar ola. Azîzimiz Seyyid Cemâleddîn (kuddise sırruhu'l-Muîn)
hazretlerinden mervîdir ki : Bir gün Edirne'de Enîs Dede Efendi hazretleriyle
Sezâî Efendi hazretleri azîzimizin tekkesini teşrîf buyurmuşlar. Esnâ-yı
sohbette Enîs Efendi ile Sezâî Efendi beyninde, ma'rifete dâir bir emrde muhâlefet
vâki' olup, nizâ'ları hadd-i kesrete karîb olmuş, hattâ beynlerinde kesret vâki'
olur diye ahbâbı meclisten firâr etmişler. İkisi dahi murâkabe edip, hakîkat-ı
emre bir zamân tefekkürden sonra Enîs Efendi, Sezâî Efendi'ye hitâb edip,
"Yâhu hak sizin elinizde imiş. Biz bir küstâlık edip, tarîkattan
düştük. Kalk bizi kapıdan geçir, yeniden tarîkata girelim." diyu i'tizâr
buyurmuşlar ve öyle etmişler, gerçeklerden Hû insâf! Evvelâ Enîs Efendi,
reîsü'l-meşâyıh olup, ilmen ve ma'rifeten ve sinnen ve rütbeten Sezâî Efendi
hazretlerinden büyük iken hakkı kabûlde nefsini bu menzile tenzîl eylemek
ekber-i havârık-ı âdâtındandır. İşte edeb-i hak budur. Edeb-i hakîkat terk-i
edebdir, ya'nî bir kimse bir fi'l-i nâ-mülâyime masdar olsa, muktezâ-yı edeb-i
şerîat üzre ol kimse tevbîha müstahak olsa erbâb-ı hakîkat setr ile muâmele
edip, onun fi’linden ığmâz-ı ayn etmekten kinâyettir. Esteîzü bi'llâh : (وَالَّذِينَ لَا يَشْهَدُونَ
الزُّورَ وَإِذَا مَرُّوا بِاللَّغْوِ مَرُّوا كِرَامًا)[6] buna nâzırdır.
Zannolunmaya ki, kişinin edebsizlik etmesine ruhsat ola. Fe'fhem."
Hz. Sezâî'nin kemâline taalluk eden bir menkabe-i
mühimmedir. Cenâb-ı Hak şefâatine mazhar buyursun. Âmîn.
Sezâî-i müşârünileyh bir mektûbunda, "Azîz peder-i
muhteremim Enîs Efendi hazretlerinden hüsn-i teveccüh niyâz olunur. Sadr-ı âlî[7] hüsn-i
zanlarındadır. Bâ-husûs kethüdâ bey, nasıl senâlarındadır ki, ta'bîre gelmez.
Tarîkat-ı Mevleviyye'nin sâhib-i vakti âb-rûyudur. "Allah eksik etmesin."
derler. el-Hamdü li'llâh, cümlesi i'tikâd üzeredirler. Hak teâlâ i'tikâdlarına
amellerini de hüsn-i a'mâle yetiştirip, kalblerini hayra tebdîl ve âlet-i hayr
ede." (buyurmuşlardır).
Mektûbât-ı aliyyeleri meyânında tesâdüf ettiğim şu mektûb
bir muvâsalet-nâmedir ki, bu seyâhati müeyyiddir :
"Mısır'da seccâde-nişîn-i feyz ü irşâd kerâmetlü
Çelebi Efendi hazretlerine :
Hz. Pîr-i hakîkat-tenvîrin dergâh-ı arş-nişânlarına rûy-i
aczi nihâde ve feyz-i akdeslerin istifâde birle, ahvâl-i bende-i efkendegî
oldur ki, ibtilâ-yı kibâr-ı selef, tarîkat-ı aliyye dâîlerine dahi, ber-muktezâ-yı
nisbet-i ma'nevî nefy ü isbât muâmelesi zuhûra gelip, geh nefy ile cezîre-bend
ve geh nisbet-i sûrî kaydıyla vatan tarafına mihnet-i hecre peyvend olmağın,
bir mikdâr dağdağa-i kesret yüz gösterip, birkaç gün perîşânlık elvermiş idi.
Li'llâhi'l-hamd, yümn-i himmet-i pîrânla, taraf-ı şehriyârîden da'vet olunup,
dargâh-ı âşıka avdet olunmuştur. Merâhim-i kudsiyânelerinden mercûdur ki,
nefes-i rûh-bahşâlarıyla tekrâr ihyâ buyurup, çerâğ-ı kadîmlerine şu'le-bahş-ı
rûhâniyyet olmaları niyâz olunur.
Nâkıl-ı
niyâz-nâme-i bendegî, Mîr Ebû Bekr-i Buhârî, tarîkat-ı Hz. Nakşıbendiyye
muhlislerinden olup, ârzû-yı rû-mâl-i beyt-i atîk ile taraf-ı şeref-bahşâya
rû-be-râh olmağın nazar-ı iksîr-i hakîkat-resânlarına feyz-mend buyurmaları
mercûdur. Bâkî hem-vâre be-dergâh-ı pîrân niyâz-ı bendegân-ı hâsıl bâd."
İstanbul'da bulundukları sırada sadrazam Koca Râgıp
Paşa'ya sûret-i müsâferetlerini, Edirne'de kayınpederleri Şeyh Seyyid Osmân
Efendi'ye yazdıkları mektûbda şöyle nakil buyuruyorlar :
"Saâdet-mendim,
cânımdan azîzim! Cenâb-ı Allâh, ru'yet-i cemâliyle ve vuslât-ı dâimede dâim
eyleye. Âmîn.
Muktezâ-yı (كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِي شَأْنٍ)[8] Yarınki
günün kaydını men' etmekle ibn-i vakt olmak tarîk-ı ehlu'llâha vâcib olmuştur.
Binâ-berîn elyevm âfiyet-nişîn olup ertenin fikrinde değiliz. Sadr-ı devlette
olanlarla görüşmeden ihtirâz ederdik. Mübtelâ olduk, da'vet ederler, varmasak
olmaz, varsak inkıbâz-ı derûn mukarrer. Bu vechle Zât-ı mutlak sıfât kaydıyla
mücâhede çektiriyor. Zâhiren her bir mertebede bir terbiyesi var.”
/139/ Şeyh Sâdık Efendi
Hz. Sezâî'nin tarîkat-ı aliyye-i Uşşâkiyye'den Şeyh
Muhammed Sâdık Efendi hakkında manzûme-i târîhiyye inşâd etmesi, ona mülâkî
olup olmadığı mes'elesini ortaya çıkarmıştır. Bu bâbda arz-ı îzâhât edeyim :
Sâdık Efendi, Edirneli Şâir Bâdî Efendi'nin, Ravza-i
Edirne nâm eserinde muharrer olduğu üzere Edirnelidir. Şeyhi Kuloğlu
Mustafa Efendi, onun şeyhi Gelibolulu âlim Sinân Efendi, onun şeyhi Ömer
Karîbî, onun şeyhi Memi Cân, onun şeyhi Cenâb-ı Pîr Hüsâmeddîn-i Uşşâkî (kuddise
sırruhu'l-bâkî)'dir.
Bu zât-ı muhterem (Şeyh Sâdık Efendi) 1094/(1683) ve Hz.
Sezâî'nin nazarındaki işârete göre 1101/(1690) târîhinde gülşen-i lâhûta sefer
etmiştir. Edirne'de Zindân altında, Tatar Han kurbünde Dârü'l-hadîs'e giden câdde
üzerinde defîn-i hâk-i gufrândır.
Hz. Sezâî'nin manzûme-i târîhiyyesi :
Kutb-ı âlem şeyh Uşşâkî o hem-nâm-ı habîb
Vâsıl olmuşdur hakîkat ilminin esrârına
Zulmet-i unsurdan evvel yirmibir yıl kurtulup
Mazhar olmuşdu o zât-ı pâk Hak envârına
Râh-ı aşka halkı irşâd eyledi bâ-emr-i Hak
Devrini tekmîl idüp gitdi bakâ gül-zârına
Feyz-i istimdâd ile didim Sezâî târihin
“Hû” diyüp Sâdık Efendi gitdi vahdet dârına
(هو ديوب صادق افندى كتدى وحدت دارينه) = 1122
İrtihâllerine 1094 senesi esâs addolunursa Hz. Sezâî'nin
müşârünileyh ile mülâkâtı mümkin değildir. Eğer 1122 târîhinden, ikinci beyitte
gösterildiği üzere 21 tenzîl olunursa 1101 kalır ki, Hz. Sezâî onsekiz yaşında
Edirne'yi teşrîf buyurmalarına nazaran üç sene kadar şeref-i sohbetlerinden
müstefîd oldukları istidlâl olunur. 1122'de irtihâlleri gayr-i vâki'dir.
Cenâb-ı Şeyh Sezâî-i Gülşenî-i feyz
Bu abd-i kem-teri Vassâf'ı müstenîr eyler
Kemâl-i ka'bı kerâmâtı ebher ü azhar
Dü-çeşm-i şevkımı hak-bîn idüp karîr eyler
Dil-i hazînimi pervâne-i muhabbet idüp
Civâr-ı şu'le-i irfânda müstedîr eyler
(Sezâî-i Gülşenî'nin) Âsâr-ı Aliyyeleri :
1. Müretteb Dîvân-ı şerîfleri.
2. Hz. Mısrî'nin "Ben halk içre âyîneyim her kes bakar bir ân
görür." gazeline şerhleri.
3. Mektûbât-ı aliyyeleri. Mektûbât-ı aliyyeleri de matbû'dur
ve cidden pek mühimdir; teberrüken bir kaçı nakl olundu.
/140/ Mektûbâtının birinde, "Benim Edirne ve havâlîsinde
beşyüzbin adam sâhib-i nisbet dervîşim vardır." buyuruyorlar ki,
şöhret-i aliyyelerinin ne mertebe tevessu' ettiğine delîldir.
Mahdûmları Sâdık Efendi hazretlerine yazdıkları mektûbdur :
"Benim basar-ı basîretim oğlum! Seni her hâlde Allah ve erenlere emânet
ettim. Hak teâlâ encâmını hayr eyleye. Vaktini ganîmet bilip nefsini bilmeğe
çalışasın. Zîrâ bedeninde feyz ü ihsân olunan kuvâ emânettir. Fırsat elde iken
tahsîl-i kemâle vaktini sarf edesin. Dâimâ nefsine muhâlefet üzere olasın.
Halkın cevrini mücâhede-i nefs addedip, tahammül ile rûhun kuvvet bulur. Bâtının
dahi mazhar-ı terakkî olur. Dünyânın vakti üç-beş gündür, aldanıp fırsatı fevt
etme, mücâhededen hâlî olma ki, mücâhede bahr-ı müşâhededir. Tenbel ve battâl
adamlara uymayasın. Mülhidlerle görüşmeyesin. Ehl-i sünnet ü şerîat u
tarîkattan muhkem olanlarıyla yâr u karındaş ol.
Bu tarafa gelmek murâd olunursa, âhiret kardeşim Şeyh Ali Efendi ile
görüşüp, ba'dehû tarafımıza gelesin. Müsellemî Seyyid Osmân ile, sadr-ı devlet
oğluma görderdim. Hak teâlâ hayr ihsân ede. Benim oğlum! Bir şey ile
bağlanmayasın. Babana uymağa sa'y edesin. Zîrâ dünyâya bağlananlar sonra peşîmân
olmuşlardır.
Büyük hemşîrenizin Ebu'l-Vefâ Muhammed nâm-ı latîfinde bir oğlu olmuştur.
Allâh teâlâ sizi de, onu da muammer eylesin. Âmîn. el-Bâkî hüve'l-Kerîm."
* * *
Ahıbbâsından bir zâta gönderdiği mektûbtur :
"Benim rûh-perver ve hakîkat-eser oğlum! Hûş-der-dem ile mukayyed
olarak dâimâ müteyekkız bulunup, aklını nefesine rabt edesin. Tâ ki, cemî' evkâtın
zikr-i dâim ile geçe. Zîrâ cümle zî-rûh bi'z-zarûr zikr-i Hak'tadır; ammâ
zikrlerinden âgâh değillerdir. Ma'rifet-i zikr insâna mahsûstur. Her zî-rûh
nefes alıp verdiği 'hâ'dır ki, onunla hayât bulurlar. Ammâ, (وَلَـكِن لاَّ تَفْقَهُونَ
تَسْبِيحَهُمْ)[9] buyrulmuş. Nefesinden gâfil olanlar da sâir hayvânât gibi
addolunur. Nefesi, Rahmâniyyeye mazhar olanlara gaflet-i (ثُمَّ رَدَدْنَاهُ أَسْفَلَ
سَافِلِينَ)[10]
müstesnâ olur. Basîret üzere olup, bir nefes Hak'dan gâfil olmayarak.
tarafımıza rabt-ı küllî ile evkât-güzâr olmağı sa'y-i cidd edesin. Rızâ-yı
peder ü mâder ile /141/ mukayyed olasın ki, onların rızâsı bizim
rızâmızdır.
Peder-i
vâlâ-güher hazretlerine gül-deste-i duâmın teblîği mercûdur. Dâimâ hıfz-ı Hudâ'da
olup, sâye-i devletleri üzerinizden eksik olmaya. el-Bâkî hüve'llâh."
İbrâhîm Efendi nâm zâta yazdıkları mektûb :
"Hz. Allâh, nûr-ı feyz-i tecellî-i Cemâl-i Lâ-yezâlî'den
karîrü'l-ayn edip, ke-mâ-hî eşyâda Vech-i mutlakı müşâhede ile ulu'l-ebsârdan
eyleye. Âmîn.
Benim sadâkat-kârım, cânımdan eazzım! Size iştiyâkım ol
mertebededir ki, güncâyiş-pezîr-i havsala-i hurûf değil. Eğerçi nev-be-nev
tecellî-i irâdî zuhûruyla, Cenâb-ı Allâh nevâziş-hâtır etmede. Ammâ, "Eski
hammâm, eski tas. " derler; fakîr, eskiceyim. Hak teâlâ hayr ile bir
vakt-i meymenet-âsârda mülâkât müyesser eyleye.
Cânım İbrâhîm Efendi! Dâimâ derûnunu inbisât üzere tut. Sıfat-i
celâli, cemâle tebdîl eyle. Cümle ile hüsn-i zindegânî eylemeni isterim. Dünyâ
ahvâl-i tecellîdir. Ânen-fe-ânen tebeddül ü tegayyürdedir; ricâline dil-beste
olmak olmaz. Hâl ise geçmektedir; geçen şey'e nice dil-beste olunur. Her hâlde
râzî olup, sâhib-i tecellîye gönül bağlayıp, zevk-ı dâime vâsıl olasınız.
Tekkede olanların cümlesi aşk u muhabbet ve arz-ı hulûs
ederler. Müsellem dervîş Ahmed, arz-ı hulûs eder. Bir necl-i mükerremi dünyâya
gelmiştir. Hüsn-i nazarınızı ricâ eder. el-Bakî hüve'llâh."
Bunu da Senâî Efendi hazretlerine yazmışlardır :
"Peygamberimiz (salla'llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur
: (أنا وأتقياء أمتى براء عن التكلف)[11]
تكلف بر كرفتم از ميانه
دعا كفتم فاما
عاسقانه[12]
Hem-râh-ı bâb-ı rızâda sâbit kadem olmağla, mahviyyetle,
abd-i mahz olmağla zümre-i ahrâra dâhil ve cennet-i irfâna vâsıl olup, zevk-ı dâime
nâil olasınız.
Cânımdan eazzım! Me'mûr olduğunuz vedîa-i kübrâya istikâmetle
adâlet-i fıtrîyile amel-i ibâdet-i nefsîden hezâr-ı ber-terdir. Her rûz ki,
hıdmet-i ibâda şürû' buyruldukta, vücûd-ı zıllînizi nefes edip, sâhib-i şer'i
isbât ile azîmet lâzımdır. Hattâ hatânız dahi sevâba mübeddel ola. Cemî'-i evkâta,
ibâdet-i mahz ile mürûr ede. Zîrâ hulûs-ı derûnunuz meşhûdumuzdur. Cenâb-ı Allâh,
muhlisler gürûhundan ayırmayıp, onlarla haşr eyleye. Ve’l-Hatmu ve's-salât."
- - -
/142/ Hz. Sezâî, gülşen-i irfânın bülbülü bir zât-ı âlî-sıfât
idi. Âsâr u eş'ârını okuyup da bûy-ı irfândan neş'e-yâb olmayan insân tasavvur
olunamaz.
Şuarâdan Nâilî-i Kadîm, Edirne'de Gülşenî âlemine alâkasını şu beyitleriyle
söylüyor :
Dergâh-ı
Gülşenî'ye olanlar nihâde-rû
Gül
gibi bir kadehle olurlar güşâde-rû
Olmuş
gül ü benefşesi gûyâ o gül-şenin
Pîrân
kad-i hamîde civânân sâde-rû
Hem-reng-i
vahdet olmuş o gül-zâr-ı feyzden
Berg-i hazân resîde
gül-i tâb râde-rû
Bây u gedâsın Edrine'nin
eylemiş tamâm
Dâmân-ı pîr ü dest-i irâdet
fütâde-rû
Cûyâ-yı himmetiz tutalım
biz de Nâilî
İrşâd ümîdi ile tarîk-ı
reşâde rû
(Sezâî-i
Gülşenî'nin) Eş'ârı :
Vücûdum mülkünün sultânı
sensin
Muhakkak cânımın cânânı
sensin
Vücûdum eyledim isbât
her ân
Ki bildim aslımın burhânı
sensin
Tecellî nev-be-nev
etmekde sensin
Ayân gördüm zuhûrun şânı
sensin
Ne derd kaldı ne dermân
bu arada
Kamunun derdi sen dermânı
sensin
Sezâî varını mahv
itdi şimdi
Hemîn mevcûd olan ihsânı
sensin
* * *
Muhammed ma'den-i
sıdk u safâdır
Muhammed menba'-ı cûd u
atâdır
Muhammed bâis-i îcâd-ı âlem
Muhammed mûcid-i
her-dû-serâdır
Muhammed’dir vücûd-ı
Hakk'a mir'ât
Muhammed bak ki nice
Hak-nümâdır
Muhammed’den zuhûra gel
cüz' ü kül
Muhammed cümleye çün
mübtedâdır
Muhammed âline ashâbınâ
hem
Salât eyle Sezâî hak
edâdır
* * *
Derûnum âteş-i
aşkınla yandır Yâ Rasûla'llâh
Dil-i teşnem mey-i
vasınla kandır Yâ Rasûla'llâh
Firâkım âteşi bağrım yakup eşkim revân itdi
Dü-çeşm-i intizârım dolu
kandır Yâ Rasûla'llâh
İçenler câm-ı aşkın bâb-ı
Hızr'a iltifât itmez
Senin aşkın hayât-ı câvidândır
Yâ Rasûla'llâh
Sen
ol şems-i hakîkatsın ki âlem cümle zerrâtın
Vücûdun bâis-i kevn ü
mekândır Yâ Rasûla'llâh
Sezâî derd-mendin
bâb-ı lutfun ilticâ eyler
Bilür kim dergehin dârü'l-emândır
Yâ Rasûla'llâh
* * *
/143/ Hazret-i
Hakk'ın habîbi sevgili bir dânesi
Oldığüçün oldu âlem
hüsnünün dîvânesi
Zât-ı pâkindir sebeb bu âlemin
îcâdına
Olmasa teşrîfin olmazdı
cihân kâşânesi
Yâ Rasûla'llâh visâlin
bezmine şâyeste kıl
Tâ gönül olsun şarâb-ı
aşkının mestânesi
Âşıkın ancak murâdı
hazretinden kim ola
Âşinâ-yı bezm-i hâssın âlemin
bîgânesi
Kenz-i aşkın mahzeni
olmuş Sezâî gâlibâ
Hiç imâret istemez bu
gönlümün vîrânesi
* * *
Dil-hânesine tâb
virir nâr-ı muhabbet
Pür-âteş olur gonca-i
gül-zâr-ı muhabbet
Ketm eylemesi vâcib imiş
hubb-i fuâdı
Cân terkin urur eyleyen
ızhâr-ı muhabbet
Dâd u sitedi nakd-i dil
ü cân olur ancak
Cân virmek imiş sûdî-i pâzâr-ı
muhabbet
Âb u gili hûn-ı dil ile
oldu sirişte
Her hışti ser-i âşık
imiş dâr-ı muhabbet
Hûn-ı dili bâde ciğeri
nakli-i bezmi
Hep böyle olur meşreb-i
mey-hâr-ı
muhabbet
Mansûr ideriz biz nigehi
dâr-ı alâdan
Bî-bâk Sezâî yine
ser-dâr-ı muhabbet
* * *
Gel
dikensiz gül dilersen gülşen-i irfândadır
Bûy-ı
cânânı taleb kıl gül-sitân-ı cândadır
Mürşide
dil vir dilersen kenz-i aşkı bulmağa
'Küntü
kenz' esrârı zîrâ kümmel-i insândadır
Akl
ile vasfını idrâk eylemek emr-i muhâl
Kim
tecellîsi beyân-ı küll-i yevmin şândadır
Yâr
ile birlik dilersen sen seni sür aradan
Sırr-ı
vahdet zevkı çünki 'men aleyhâ fân'dadır[13]
Ma'ni-i
ilm-i ledünnîden haber-dâr olmağa
Bu
vücûdun âyetin oku Sezâî andadır
* * *
Sarây-ı 'lî-maa'llâh'ı
gönüldür
Tecellî-hâne
va'llâhi günüldür
Ne
istersen yürü var andan iste
Muhakkak
sırrın âgâhı gönüldür
Yürü
gezme beyâbânda zâr u giryân*
Hudâ'nın
ulu dergâhı gönüldür
Ziyâ-güster
olur kevn-i vücûda
Semâ-yı
sadrının mâhı gönüldür
Raiyyetdir
kamu a'zâ Sezâî
Vücûd iklîminin şâhı gönüldür
/144/ Münâcât :
آيينهء جان نما
روى درخشان تو
قبله كه اينما
ابروى بي شان تو
حق نبى ذات تو بر
همه خلق جهان
كشته مرا اين عيان
ذات تو برهان تو
علت غائيه شد ذات
تو بر كائنات
جوهر هر جزؤ وكل
كرده شد از كان تو
اول آخر تويى باطن
وظاهر تويى
بهر تو شد آشكار
اين همه اعيان تو
شان تو ظاهر زخود
بر همه عالم جلى
بهر تماشاى ما
كردهء پنهان تو
عشق تو بر جان ما چون كه بشه رونما
هر كه كجا نبكرم
ديدم از وآن تو
كرچه که ذات شما هيچ ندانت كس
بهر زواجب عيان
كردهء امكان تو
دست زكسب جهان
بندهء تو ميكشد
زآنكه بروى زمين
سرتسر از خوان تو
لذت جرمى چشد زآنكه ايا ذوا الكرم
تاكه سزايى شود
مظهر عفران تو[14]
Türbe-i şerîfelerini ziyâret emeliyle 1324/(1906)
senesinde Edirne'ye azîmet etmiş idim. Hîn-i ziyârette tahassul eden neş'e-i
fakîrânem pek yüksektir. Türbede müstakillen medfûndur. Tâc-ı şerîflerinin
üzerine alâmet-i kutbiyyet olmak üzere siyâh destâr sarılmıştır. Rûhâniyyet-i
azîme içinde ziyâret-gâh-ı ins ü cândır.
Türbesinin kapısının üstünde yukarda nakl eylediğim hikâyeye
müsteniden şu na't-ı şerîf taşa mahkûktur :
Eyâ
şâh-ı rusül rahm it Sezâî derd-mendindir
Kapun
bekler kadîmî hıdmetinde pîr-perverdir
* * *
Sezâî
derd-mendin bâb-ı lutfun ilticâ eyler
Bilir
kim dergehin dâru'l-emândır Yâ Rasûla'llâh
Âsitâne-i
aliyyeleri kapısında ise,
"Menba'-ı
feyz ü hidâyetdir makâm-ı Gülşenî
Cây-ı emn-âbâd imiş dâru's-selâm-ı Gülşenî
Sûret erbâbı Sezâî anlamaz nutk ise de
Ma'nevî ilhâm imiş çünki kelâm-ı Gülşenî "
manzûmesi
müsâdif-i nazar olur. Semâ'-hânesi geniştir ve minber vardır. Gâyet ferahdır.
Hz. Pîr efendimizin halvet-hâneleri minberin yanındadır. Mübârek ayaklarının
bastığı tahtalar, el'ân muhâfaza olunmuştur. Öptüm, yüzüme gözüme sürdüm.
Hz. Pîr'in irtihâlinden yüz küsûr sene sonra
kabirlerini su basmış; rü'yâda dergâhın hatîbine mükerreren i'lâm buyurmuşlar.
Bunun üzerine, ta'zîm
ile /145/ ve hükûmetin inzimâm-ı ma'lûmâtıyla meşâyıh-ı hâzıra ve erkân-ı
hükûmet ve cemm-i gafîr huzûrunda, zikr-i şerîf ile kabirleri açılmış; cesed-i
mübârekleri ter ü tâze görülerek, hatîb-i mûmâileyh ma'rifetiyle çıkarılıp,
tevhîd-hânenin mihrâbının sol tarafındaki birinci hücreye konulmuş. Kabirdeki
su mahzûru izâle ve ta'mîrât icrâ ve etrâfı ba'de't-terhîn ve demir ıskara
(ızgara) i'mâl olunduktan sonra tekrâr defn dolunmuş olduğunu ve bu müddet
zarfında cesed-i latîflerinden tereşşuh eden râyiha-i latîfenin tevhîd-hâneyi
doldurduğunu esnây-ı ziyârette, bu abd-i ahkara delâlet buyuran ve Hz. Sezâî'nin
sülâlesinden bulunan merhûm Şeyh Tal'at Efendi nakl ü beyân eylemişti. Şeyh
Tal'at Efendi, bu vak'ayı aynen müşâhede eden Demirci Topuzoğlu'ndan nakl
ile söylemişti.
Edirne'ye daha sonraları birkaç def'a ziyârete
gittim. Son def'aki ziyâratim, 1341/(1925) senesine müsâdifdir.
Cenâb-ı Pîr'in türbe-i muattaralarına rû-mâl oldum. Hâl-i hâzırda hânkâhın seccâde-nişîni
bulunan efendide neş'e-i tarîkattan ziyâde neş'e-i dünyâ gâlib geldiğinden,
türbe-i şerîfeyi örümcekler, tozlar istîlâ etmiş. Hattâ meczûbun biri türbeye
girip, Hz. Sezâî'nin sandûkası üstündeki çukanın yarısını kesmiş, çalmış ve
satmış olduğundan, sandûkayı o hâlde görüp, çok müteessir oldum. Mehmâ-emken
tathîrâtına fi'len çalıştım.
Daha garîbi şu ki, cildleri
bozulmuş, sahîfeleri eskimiş masâhif-i şerîfeyi gûyâ hıfz edecek başka bir yer
kalmamış gibi, sandûkalarının üstüne, bir sahhâf dükkânının manzarasını arz
eder vaz'iyyette istif edilmiş gördüm. Kemâl-i cesâretle onları topladım, türbede
pencere üstündeki boşluklara kaldırdım.
Evkâf-ı mahalliyyenin azîm
indirâsa uğraması, hânkâh hizmetinde bulunanların derd-i maîşete düşmesi,
buraya hakkıyla hizmet ve i'mâra gayret hissini söndürmüştür. Ricâl-i vilâyet
ve ağniyâ-yı memlekette ise neş'e-i ma'nâ sönmüş olduğundan, bu gibi makâmât-ı
mukaddese dahi bakımsızlığa mahkûmdur.
Hz. Sezâî, âteşîn nutuklarıyla,
hakâyıka müteallik ilâhîleriyle umûm ehl-i tarîkatın ma'lûmu, mergûbu
olduğundan, türbe-i latîfelerinin her hâlde ta'mîr ve
tezyîni için bir sâhib-i hamiyyetin ortaya çıkıp, bu saâdete ermesi eltâf-ı ilâhiyyeden
ümîd olunur.
Maa't-teessüf bir hakîkatten
daha bahs edeceğim. O da, vaktiyle her zamânda müteaddid ricâlu'llâh yetiştiren
tarîk-ı feyz-i refîk-ı Gülşenî dahi, bugün mahrûm-ı ricâldir. Âtîde terceme-i hâl-i
ârifâneleriyle tezyîn-i sahîfe edeceğim merhûm Şeyh Şuayb Şerefeddîn Efendi
hazretlerinden sonra büsbütün denilecek derecede sönmüştür.
/146/ Bir
hüsn-i cihân-firîbe düşdüm
Bir hastası çok tabîbe düşdüm
buyuran Hz. Sezâî efendimiz zamânında hasta-i hicrân-ı
aşk-ı marzâ-yı ma'nâ çok imiş. Şimdi ise, ne o hüsn-i cihân-firîbi görecek göz,
ne de tabîb-i aşkı bulmağa kâbiliyyet sâhibi bir öz kaldı. Erbâb-ı aşk u
muhabbetin yüreğini dâğ-dâr edecek bir hâldir. Erbâb-ı velâyet eksik değildir.
Ancak halkın isti'dâdı muntafî oldu. Bu seseble,
"Hakkıyâ mahrem bulunmaz
râz-ı aşka bu zamân
Halk-ı
âlemden anın çün ihtifâ ister gönül "
neşîdesiyle terennüm-sâz olarak gûşe-nişîn-i hafâ
oldular. Yâ Rabbe'r-Rahîm! Sen Azîmü'ş-şân bizlere lutfunla muâmele buyur.
Bâğ-ı dili bî-berg ü giyâh eyleme Yâ Rab
Hırmen-geh-i maksûdu tebâh eyleme Yâ Rab
Nakd-i emelim virme yeter bâd-ı
hevâya
Sermâye-i
ümmîdimi âh eyleme Yâ Rab
Dîvânçe-i
a'mâl-i tefe'ül ola ferdâ
Ol
günde beni nâme-siyâh eyleme Yâ Rab
Ben
mu'terifim eylediğim cürm ü günâha
Şermende-i
şermî-i günâh eyleme Yâ Rab
Ma'mûr
ider mülk-i dili ceyş-i hayâlin
Ol
milketi bî-hayl ü sipâh eyleme Yâ Rab
Ahvâlimize
ayn-ı inâyetle nazar kıl
Tündî
vü gazab ile nigâh eyleme Yâ Rab
Dervîş
Rızâ sâye-nişîn-i
keremindir
Ser-şârını
bî-tarf-ı külâh eyleme Yâ Rab
Mevlidî Süleymân Çelebi (kuddise
sırruhu'l-âlî)
hazretleri manzûme-i latîfesinde :
"Sana
lâyık kullar ile hem-dem it
Ehl-i derdin sohbetine mahrem
it "
buyuruyor ki, bir veliyy-i kâmil ü mükemmile hem-dem ve
onun sohbetine kâbiliyyet sâhibi, mahrem olmak için temennî-i mahzdır. Tafsîli
cildler dolduracak hakâyık-ı ma'nâyı şâmil bir beyyine-i münîfedir.
Himmeti şâmil, derd-i mürîdâna
devâyı kâfil olan Hz. Pîr İbrâhîm-i Gülşenî ve pîr-i sânî Cenâb-ı Sezâî hazerâtından
ümmîd-i şefâat besleriz. Onlarda buhl yoktur. Cümlesi neş'e-i kâmile-i
Muhammediyye'dedir. Biz abd-i kem-terlerini de her-hâlde mahrûm-ı kerem ü
şefkat buyurmazlar.
Nâ-ümîd-i vuslat olma ber-murâd eyler seni
Vâkıf-ı
her-hâl olan Allâh kâfîdir gönül
/147/
Evrâd-ı Gülşeniyye :
Vird-i
Settâr'dır. Her gün sabâh namâzının edâsını müteâkib kırâat olunur.Vird-i Settâr'ı
müteâkib sûre-i Yâsîn, kısmen sûre-i Ve's-sâffât, sûre-i Vâkıa ve sûre-i
Haşr'ın nihâyeti ve sâir âyât-ı mürettebe-i Kur'âniyye, hatm-i şerîf kırâat
olunur. Ba'dehû salât-ı meşîşiyye ve "seyfü'd-duâ" denilen ed'ıyye-i
me'sûre okunur.
Vird-i zuhr, sûre-i Mülk'dür, esâsen umûm şuabât-ı tarîkat-ı Halvetiyye'de
okunur. Zikr-i şerîfden mukaddem kırâat cümle-i usûldendir.
Vird-i asr, sûre-i Nebe'dir.
Gülşenîler, müctemian sûre-i Mülk okurlar, kelime-i tevhîd çekerler, ism-i
Celâl okurlar, hızb-i zikr yaparlar.
Etvâr-ı Seb'a :
Nefs-i emmâre, nefs-i levvâme,
nefs-i mülhime, nefs-i mutmeinne, nefs-i râziye, nefs-i merzıyye, nefs-i sâfiye
üzerine mürettebdir.
Birinci tavrın zikri,
'kelime-i tevhîd"dir.
İkinci tavrın zikri,
"Yâ Fettâh, Yâ Vedûd, Yâ Allâh",
Üçüncü tavrın zikri,
"Yâ Hû",
Dördüncü tavrın zikri,
"Yâ Kâdir Hak",
Beşinci tavrın zikri,
"Hayy",
Altıncı tavrın zikri,
"Kayyûm",
Yedinci tavrın zikri,
"Kahhâr" esâmî-i mübârekesidir.
İkmâl-i sülûk eden bir mürîd, her gün şu sûretle zikr-i dâimde bulunur :
Cumartesi Pazar
Pazartesi Salı Çarşamba Perşembe Cuma
Kelime-i tevhîd : 1000
1000 1000 1000 1000 1000 1000
İsm-i Celâl :
-- 2000 2000 2000 2000 2000 2000
İsm-i Hû : -- -- 3000 3000 3000 3000 3000
İsm-i Hak :
-- -- -- 4000 4000 4000 4000
İsm-i Hayy :
-- -- -- -- 5000 5000 5000
İsm-i Kayyûm :
-- -- --
-- -- 6000 6000
İsm-i Kahhâr :
-- -- -- -- -- -- 7000
Bi-hakkın ehl-i tarîk olanların ne mertebe meşgûl-i zikru'llâh olduğunu
bilirse insân, öyle bir yolun ehli olmak için nasıl çalışmak lâzım geleceğini
idrâk etmiş olur.
/148/ Etvâr-ı seb'ayı nazmen ta'rîf ve esrârını teşrîh etmek
üzere Hz. Sezâî'nin mutavvel bir kasîdesi vardır ki, buna "Şumû'-ı lâmi'"
nâmı verilmiştir. Dâmâd-ı mükerremleri Ahmed Müsellem Efendi hazretleri gâyet ârifâne
şerh etmiştir. İsmi Şerh-i Kasîde-i Şümû'-ı Lâmi' fî-Beyân-ı Etvâr-ı Sâbi'dir.
1310/(1892) senesinde tab' olunmuştur. Tafsîle vukûf hâsıl etmek isteyenler onu
mütâlaa eylemelidir.
Hulâsatü'l-hulâsasını Cenâb-ı Pîr şöyle beyân buyururlar :
"Kelime-i 'Lâ-ilâhe İlla'llâh' nûru, mâî renktir. Bu makâmda olan sâlik
dâimâ nefs-i emmâre sıfatlarıyla cenkde olur. Ne vakit ki, tevhîdi kuvâ-yı
nefse gâlib görür, nûru eşyâda zuhûr eder. Safvet buldukca nûr-ı eşyâdan
ayrılır, sâf zuhûr eder. Bu menzilde ekser sâlik, rü'yâsında ma'deniyyât ve nebâtâta
müteallık şeyler ve hayvânâtın envâı ve nâkıs insânlar ve çarşular ve zâbitân
ve asâkir görür.
Ve sâlike ikinci ism-i şerîf, rü'yâsında, yâ müşâhedesinde yazılmış
görünür. Altun renkte, yâhûd sarı hat ile, yâhûd kendi tevhîd sürerken mukâbilinde,
"Allâh" ism-i şerîfi sürmeğe başlarlar. Bu menzilde Cennet ve
Cehennem sıfatları fark olur. Bundan sonra tâlibe ism-i Celâl kulâğına ta'lîm
olunur. Ol sâlik ikinci isme isti'dâd kesb etmiştir ki, "Yâ Fettâh, Yâ
Vedûd, Yâ Allâh"dır.
Nefs-i Levvâme : Bu menzilde sâlik ekseriyâ, Hûr u gılmân, melâike ve âsumân
u nücûm-ı rahşân ve kanâdîl-i fürûzân ve çerâğân-ı debistân ve lücce vü ummân
ve âb-ı revân ve kitâb ve mihr ve kuyumcu ve bunlara muâdil suver-i bî-pâyân
müşâhede eder, rikkat-i kalb hâsıl olur. Nûru sarıdır. Tâlib, mürşidine mürâcaat
etmelidir.
Üçüncü ism-i şerîf ki, "Yâ Hû"dur. Menziline, "mülhime"
derler. Bu menzilin nûru kırmızıdır. Makâmı tecrîddir. Bu menzilde nefs fenâ
bulur. Bunda râhibler, kâfirler zuhûr eder. Kiliseler, deyrler, mey-hâneler,
hûb-rûlar, mestâneler, çalgılar görünür. Bunda rü'yâda kâfir görse, nefs, fenâ
fi'llâh sıfatıyla muttasıf olur. Bunda gayri inkâr-ı mecâzînin hükmü kalmaz.
Bunda sâlike ism ü resm-i nûr zuhûr ettikten sonra dördüncünün âsârı
zuhûra başlar.
Eşyâyı câmiiyyet haysiyyetiyle kendüye âid ve râci', belki sâcid müşâhede
eyler ve kendüye tâc, hırka ihsân olunur, /149/ görür. İsm-i
şerîfi, "Yâ Kâdir Hak"dır. Nûru beyâzdır. Makâmına, "mutmeinne"
derler. Aşk menzilidir. "makâm-ı mansûr" da derler. Bunda Hak teâlâ,
sıfat tecellîsiyle zuhûr eder. Ammâ rûh tecellîsi de, Hak sıfatıyla zuhûr etmek
ihtimâli ve alâmâtı vardır. Hak tecellîsi olursa sâlik cümleden fenâ ve acz ve
tezellül ve iftikâr üzere olup, cümleye kemâl üzere nazar eder ve cemî' zuhûrâtı
kemâl üzere görür. Eğer müşâhede-i Hak eylediği rûh tecellîsi ise, kendüde enâniyyet
ve varlık zuhûr eder ve kemâli kendüye tahsîs eyler. Ziyâde imtihân yeridir.
Gaflet olunmaya ve bu makâmda sâliki yokluk cânibine tergîb eylemek gerektir.
Buraya dek Esmâu'llâh "Yâ" ile ta'lîm olunur. Bundan öte
"Yâ"sız ta'lîm olunur.
Beşinci menzil, "Râziye'"dir. ism-i şerîfi
"Hayy"dır. Nûru yeşildir. Rü'yâda Hz. Ali (kerreme'llâhu
vecheh) efendimizi, yâhûd sadâ-yı dil-firîblerini işitir veyâ kendi mürşidini
veyâ pîrân-ı hakîkat efendilerimizden birini kemâl-i nûrâniyyet ile münevver,
yeşil elbiseli, gâyet güzel görür. Bunda, rûhda fenâ bulur. Bu menzile, "taayyün-i
evvel" derler. Makâm-ı ayândır. "Âlem-i ervâh-ı hakîkî" ve
"âlem-i kudsî" dahi derler.
Altıncı menzil ki, buna, "âlem-i amâ" dahi
derler. Makâm-ı merzıyye'dir. İsm-i şerîfi, "Kayyûm"dur.
Nûr-ı basît zuhûr eder ki, siyâh renktir. Bunun vâkıâtı beşinci gibidir.
Münevver kubbeler, semâ üzere yazılmış Âyete'l-Kürsî ve kendüyü tilâvet eder
görmek ve kendüyü Kürsî üzere suûd eyler müşâhede etmek.
Bundan sonra kar, yağmur ve havâ gibi latîf ve bî-renk şeyler zuhûr eder
ki, yedinci makâm-ı sâfiye'dir. İsm-i şerîfi "Kahhâr"dır.
Bunda cümle taayyünât mahv ü fânî olup, vücûd-ı sâlik ve nefs ve rûh ilmi,
bi'l-külliyye zât-ı Hak'da helâk olup, Hak'dan gayri kalmaz. Bu makâmda vücûd-ı
sâlikte, zât-ı Hak tecellî edip, (لِّمَنِ الْمُلْكُ الْيَوْمَ)[15] nidâ eder.
Çünki cümle vücûd-ı sâlik fânîdir. Yine Hak Teâlâ, kendi cevâb verir : (لِلَّهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ)[16] der ve câm-ı
tecellî-i zâtından bi-zâtihî sâlike sunup, sâlik nûş ettikte zât-ı Hak'la bâkî
olup, bu menzile, "nefs-i sâfiye" ıtlâk olunur.
Bunda, nûrda renk olmaz. Cümle nûrlar bu nûrdan zuhûr eder. Meselâ su
bî-renktir. Yeşil kaba korsan, yeşil görünür. Beyâz kaba korsan beyâz görünür.
Her nasıl renkle kaba korsan o rengi alır. Suyun kendi zâtında reng-i mahsûsu
yoktur.
/150/ Bundan sonra sâlik, Hak'tan halka reddolunur ki, buna
"merd-i makbûl" derler. Mâdâmki, âfâka reddolmaya, "ehl-i
istiğrâk" derler. Mürşid olamaz. Lâkin bu da menzil-i taayyünâtı kat'
etmiş olur. Bundan öte hakîkat âlemidir. Pîrinde, ya'nî şeyhinde ne kadar mahv
olursa, o kadar kuvvet hâsıl edip, irşâdda kemâl bulur. (وَاللَّهُ يَقُولُ الْحَقَّ وَهُوَ يَهْدِي
السَّبِيلَ)[17]
Erkân-ı tarîkat budur kim, tekmîl-i etvâr eden halîfe dâimâ vücûd mevhûmunu
nefy ve kendüyü şeyhiyle isbât edip, pîrler muhabbetiyle tarîka müncezib olan
muhibbi tarîk-ı şeyhine da'vet edip, şeyhinden gördüğü minvâl üzere bey'at
verip ve ta'lîm-i zikr edip, ta'bîre geldiklerinde şeyhinde mahv olup, ba'dahû
ta'bîre başlamalıdır. Her tâlibin hakkını ketm eylememelidir. Her kemâli kendi
nefsinden bilmemelidir. Ancak arada kendüyü bir âlet bilmelidir. Âdâb-ı evliyâyı
icrâ etmeğe sa'y etmelidir. Velhâsıl her ne işlerse şeyhiyle işleyip, vücûd-ı
mevhûmunu arada isbât etmemelidir kim, ma'nevî post-perest olmaya. Nitekim lisân-ı
fahr ile buyurur : (وجودك ذنب لايقس
عليه ذنب آخر)[18]
Pek büyük tehlikedir; neûzü bi'llâhi teâlâ, halîfe nefsini ucub ve riyâsetten
sakınmalıdır. Her feyz ki, zuhûra gele, pîrin tarafından feyz ü kerem
bilmelidir. Kendi isti'dâdından zannetmemelidir. Tâlibleri sülûka sa'y ü tergîb
etmelidir. Yalnız müşâhedeleriyle hareket ettirilmemelidir. İsm ü resm ve nûru
bir kerre görülmekle menzil-i âhara geçirmemelidir. Tâ ki, olduğu menzilin zevk
u hâli zuhûr etmeyince ve feyz-i Hak erişip, bir tâlib tekmîl-i merâtib ederek
hilâfet isti'dâdı zuhûr ederse o sâliki şeyhine teslîm etmelidir. Mâ-dâmki
şeyhi sağdır, halîfe, hilâfet ve tâc ve hırka duâsı edemez, hilâf-ı tarîkattır.
Acele ile tekmîle heves etmemelidir kim, gâh olur sâlik, mürşidinden teveccühle,
mürşidin isti'dâdından isti'dâd alıp, tekmîl ahvâli zuhûra gelir. Ammâ sonra
kendi isti'dâdına rif'at ettikte tenezzülde kalur. İmtihân ve tecrübe lâzımdır.
Bir kerre hayâl ve evhâmda kalursa kurtarması müşkil olur ve birden tekmîl
dağdağasına düşürmemelidir. Sonra vücûd, giyer de, mürşidini beğenmez olur.
Gereği gibi pişirip kemâle götürmeğe sa'y etmelidir.
Sâliki halktan uzlet üzere tutmak gerektir. Türlü türlü
renge boyanıp bukalemun olmaya. Zîrâ paklaması güç olur. Hulâsa halîfenin her ân,
hareketi şeyhiyle mahviyyet artırmalıdır ki, kendi vücûdundan eser /151/
kalmayıp şeyhinin aynıyla ayn olup, tâ ki makâm-ı hüviyyet yetişe ve cemâlinden
nasıl mesrûr ise, celâlinden dahi nefsini mesrûr tutmalıdır. İmdi şeyh asıldır,
halîfe vekîldir. Şeyh, halîfe postuna varınca, onda halîfenin tasarrufu kalmaz.
Hükm
şeyhin gerektir. Erkân-ı tarîkat tamâm oldu. (وَاللَّهُ يَقُولُ الْحَقَّ وَهُوَ
يَهْدِي السَّبِيلَ)[19]
Lâilâhe
illa’llâh muhammedü’r-Rasûlu’llâh (salla’llâhu aleyhi ve sellem). Böylece üç
kerre deyip, ba'dehû kelime-i tayyibe-i tevhîd-i şerîfi, yalnızca, “lâilâhe illâ’llâh”
zikr-i latîfi ile meşgûl oldukta fikrini de, "İbâdet ve kulluk etmeğe lâyık
bir ehad yoktur; ancak Hz. Vâcibü'l-Vücûd, Hâlık-ı kâinât ve Râzık-ı mahlûkât
olan Allâhu azîmü'ş-şân vardır." ma'nâsıyla meşgûl ede. Böyle zikr
olunursa, tezce derde dermân olur.
Sabâh
namâzının sünneti ile farzı arasında yüz kerre, (سبحان الله وبحمده
سبحان الله العظيم وبحمده أستعيذ بالله) deye.
İkindi
namâzının akabinde yüz def'a. (اللهم صل على سيدنا محمد النور الذاتى
والسر السارى فى جميع الآثار ولأسماء والصفات) deye.
Cemî'
tarîkat ricâlinin hâl ü şânları vudû' ve devâm-ı zikr bi'l-fikrdir. Kıllet-i taâm,
kıllet-i kelâm, kıllet-i menâm, uzlet ani'l-enâm, kizbden bi'l-külliyye ictinâb,
evkât-ı hamsede bu şurût-ı tarîkata ikdâm ile, Hz. Rabbü'l-âlemînin tevfîkına
müterakkıb ola.
Tertîbü's-sülûk
:
Üç
İhlâs bir Fâtiha. Hz. Âdem
(aleyhi's-selâm)'e.
"
" " " Fahr-i âlem (salla'llâhu aleyhi
ve sellem) hazretlerine.
"
" "
" Hz. İbrâhîm-i
Gülşenî'ye.
100 istiğfâr, 100 salavât-ı şerîfe, 313 kelime-i tevhîd.
Yatarken, üç İhlâs bir Fâtiha, Hz. Pîr'e.
Üç İhlâs bir Fâtiha, cemî' pîrân-ı ızâma ihdâ edilir."
- - -
İşte pîr-i
sânî Hz. Sezâî-i Gülşenî tarafından tertîb buyurulan usûl ü âdâb-ı tarîkat u
sülûk bunlardan ibârettir.
Cenâb-ı
Hak, cümlemize feyz ü hidâyet ihsân buyursun da, abd-i şekûr olarak bu âdâbı
yerine getirmeğe muvaffak olalım inşâa'llâh.
Gülşenîlerin
dâimâ okudukları salât-ı meşîşiyye, kibâr-ı meşâyıh-ı Şâzeliyye'den Abdüsselâm /152/
b. Meşîşî hazretlerinindir. Kalîlü'l-lafz, kesîrü'l-ma'nâ bir salavât-ı
şerîfedir. Hakâyık-ı tevhîdi câmi' bir hazîne-i tevhîddir. Pek çok şerhleri
vardır.
Hz.
Sezâî'nin Evlâdı,
Kerîmesi ve Dâmâdları :
Kaç
mahdûmları olduğu ma'lûm değildir. Yalnız büyük mahdûmları Sâdık Efendi
diye mazbût-ı sahîfe-i i'tibâr olmasına göre, küçük mahdûmları da olduğu istidlâl
olunur.
İki
kerîmesinin birini Ahmed Müsellem Efendi'ye, dîgerini Hâfız Mustafa
Efendi'ye tezvîc buyurmuşlardır ki, dâmâdlarının her ikisi de
halîfeleridir. Teceme-i hâlleri âtîde gelecektir.
Şeyh
Sâdık Efendi hazretleri,
peder-i ekremlerinin yerine hânkâhda seccâde-nişîn olmuşlardır. 1170/(1757)
senesinde, ziyâret-i vatan ârzûsuyla Mora'ya gidüp, orada irtihâl-i dâr-ı bakâ
eylemişlerdir. Hz. Pîr'in irtihâli 1151/(1738) olmasına ve müşârünileyhin
Mora'ya azîmeti 1175/(1761) târîhine tesâdüf etmesine bakılırsa, Edirne'de
yirmidört sene kadar câ-nişîn-i mertebe-i irşâd oldukları anlaşılıyor.
Ba'dehû
yerlerine, (Sâdık Efendi'nin) büyük mahdûmu, Çelebi Hasan Efendi seccâde-ârâ-yı meşîhat oldular.
Hatîce,
Tevhîde, Dervîş, Zeyneb ve Zehrâ isminde dört kerîmesi ve Sezâî isminde bir
oğlu vardır. Dervîş Hanım'ım mahdûmları Şeyh Mahmûd ve Şeyh Ahmed Efendilere
nısf-ı meşîhat müştereken tevcîh ve nısf-ı dîgeri Sezâî Efendi'ye tefvîz
olunmuş ve Mahmûd Efendi'nin bilâ-veled vefâtına mebnî, yalnız Ahmed Efendi'de
şeyhlik tevehhud eylemiştir.
Edirnevî
Şeyh Hayâlî Efendi, berâtların tedkîki netîcesini şöyle yazıyor :
Çelebi
Hasan Efendi, hayâtında
iken dergâhın nısf-ı meşîhatı kerîme-zâdeleri Şeyh Mahmûd ve Şeyh Ahmed
Efendilere terk ediyor. Vefâtında nısf-ı meşîhat oğlu Sezâî Efendi'ye kalıyor
ki, 1241/(1826) târîhine müsâdifdir. Sezâî ve Mahmûd Efendiler bilâ-veled vefât
edince umûm meşîhat, Hasan Efendi uhdesinde birleşiyor. 1265/(1850) senesinde
oğlu Şeyh Muhammed Efendi'ye intikâl ediyor.
Şeyh
Mahmûd Efendi
: Çelebi Hasan Efendi'nin kerime-zâdesidir. Büyük pederinin yerine şeyh olmuştur.
Şeyh
Ahmed Efendi:
Çelebi Hasan Efendi'nin kerime-zâdesidir. Büyük pederinin yerine şeyh olmuştur.
Şeyh
Muhammed Efendi:
Şeyh Ahmed Efendi-zâdedir. Pederinin yerine şeyh olmuştur.
Şeyh
Ahmed Efendi
: Çelebi Hasan Efendi'nin kerime-zâdesidir. 1289/(1872) senesine kadar bu sûretle
ittisâl husûle gelmiştir. Çelebi Abdullatîf Efendi'nin pederi Şeyh Muhammed
Efendi ile müştereken şeyh oldular.
Şeyh
Sezâî Efendi
: Şeyh Ahmed Efendi-zâdedir. Pederinin irtihâlinde hadâset-i sinnine mebnî
azîzim Şeyh Şuayb Şerefeddîn Efendi merhûm 1323/(1905) senesinden
1326/(1910) senesine kadar vekâlet buyurmuşlardır. Sezâî Efendi hâlen
post-nişîn olup, hıdmet-i hânkâh ile
müftehirdir. Abdullatîf Efendi-zâde Mehmed Aşık Efendi ile meşîhatta
müşterektir
Mektûbât-ı
Sezâî'de
Şeyh Muhammed Efendi'nin pederi Şeyh Mahmûd Efendi gösterilmesi yanlıştır. Şeyh
Sezâî Efendi'nin dayısı Şeyh Muhammed Efendi ve oğlu Abdullatîf Efendi ve onun
oğlu Muhammed Aşık Efendilerin de burada müştereken meşîhatları vardır.
/153/ Hz. Sezâî'nin Hulefâsı :
Sâhib-i irşâd kaç halîfesi vardır, ma'lûm değildir. Ma'lûm ve meşhûr
olabilenleri :
Şeyh Ahmed Müsellem Efendi, Şeyh Vefâ b. Müsellem, Şeyh Abdullâh b.
Müsellem, Şeyh Hâfız Mustafa Efendi, Şeyh Gürcü Ali Efendi, Şeyh Peyk Dede
Efendi, Şeyh Hasîb Bey, Şeyh Kırîmî Hasan Efendi, Şeyh İbrâîm-i Nazîrâ Efendi,
Şeyh Muhammed-i Fakrî-i Kırîmî, Dervîş Yûsuf Efendi, Şeyh Seyyid Osmân Efendi.
Selîmağa Kütübhânesi'nde, târîh kısmında, 122 numaralı tomârda şu isimleri.
"Hulefâ-yı Sezâî" diye gördüm :
Peyk Ahmed Remzi Dede, Hayrabolulu Fâzıl Dede, Karasulu Ali Dede, Çukadâr
Muhammed Efendi, Receb Dede, Şeyh Süleymân Efendi, Hayrabolulu Muhammed Mahvî
Efendi, Yazıcı Hüseyin Efendi, Yûsuf Dede, Mahmûd Efendi, Kırîmî Muhammed
Efendi, Boğazhisârî Ahmed Efendi, Keşfî Hüseyin Efendi, Şeyh Seyyid Osmân-ı
Edirnevî, Filibeli Seyyid Muhammed Efendi, Şeyh Ahmed Müsellem Efendi, Dâmâdı Hâfız
Mustafa Efendi.
Bu da eksiktir. Daha olanlar vardır ki, âtîde görülür : Hasib Bey, Gürcü
Ali Efendi, İbrâhîm-i Nazîra, Muhammed Sadık Çelebi, Tatar Hasan Efendi.
Şeyh Abdullâh b. Müsellem
Hz. Sezâî'nin torunudur. Terbiyesi müşârünileyhdendir. Mevâlî-i kirâmdan
idi. Bağdâd kâdîlığına giderken berây-ı vedâ' huzûr-ı Hz. Pîr'e dâhil olunca,
"Pertev-endâz
olıcak şa'şaa-i mihr-i cemâl
Ditredi âşık-ı bî-çâre görüp zerre-misâl "
ve
"Şâm u
Irâk u Hind'e gider tâlib-i visâl
Bir hatve denlü âşıka Bağdâd ırak değil "
buyurarak
taltîf eyledikleri menkûldür.
Şeyh Hâfız Mustafa Efendi
Hz. Sezâî'nin dâmâdıdır. İstanbul'da irşâda me'mûr buyrulmuş olduğundan,
Tophâne'de, Kâdirî-hâne civârında kâin Gülşenî-hâneyi te'sîse muvaffak
olmuşlardı. Dergâh-ı şerîf, son zamânlarda mükemmelen ta'mîr olunmuş iken,
harîk-ı kebîrde yanmıştır.
Kabr-i şerîfleri açıktadır. Mezâr taşında şu ibâre ve târîh mahkûktur :
"Hüve'l-Hak. Râbıta-bend-i silsile-i Rûşenî, hâfız-ı tarîkat-ı
Gülşenî, dâmâd-ı Kutbu'l-ârifîn Hz. Sezâî, eş-Şeyh Hâfız Mustafâ Efendi. Rûh-ı
şerîfi içün el–Fâtiha.'Ni'me'l-Hâfız ' (نعم الحافظ)" 12
Receb 1180/(14 Aralık 1766)
Mezâr taşında yanlış olarak 1177 yazılmıştır. Be-hesâb-ı ebced 1180'dir. Bir
Tomârda da 1180 gördüm.
Demek
ki, Hz. Pîr Efendimizden sonra yirmidokuz sene muammer olmuşlardır.
Dergâh-ı
şerîfin kapısı bâlâsındaki taşta yazılıdır :
Menba'-ı feyz-i hidâyetdir
makâm-ı Gülşenî
Cây-ı emn-âbâd imiş dârü's-selâm-ı
Gülşenî
Sûret erbâbı Sezâî anlamaz
nutk itse de
Ma'nevî ilhâm imiş çünki
kelâm-ı Gülşenî
Çeşmenin
üstünde :
Zühre-i bânû harîm-i saltanat
Ya'ni hurşîd-i sipihr-i
ızz ü şân
Hâfız Mustafa Efendi'den sonra, oğlu Mustafa Rif'at Efendi (1256/1840);
sonra Muhammed Şerefeddîn Efendi (1270/1853) câ-nişîn olarak göçmüşlerdir.
/154/ (Sezâî-i Gülşenî'nin), Edirne'den İstanbul'da dâmâd-ı
muhteremleri şeyh-i müşârünileyhe irsâl buyurdukları mektûblar dahi çok mühimdir.
En kısasını, tarafeyn arasındaki meveddet-i hakîkıyyeyi gösterir bir beyyine
olmak üzere teberrüken nakl eyledim:
"Benim oğlum Hâfız Dede! Her umûrunu cânib-i pîre atf edip, kendini
aradan nefy edesin. İnşâa'llâh, bir vefk-ı dil-hâh-ı maksûd rû-nümâ olur. Lâkin
maksûd-ı hakîkî bunu addetmeyip, maksûd ancak tahsîl-i rızâdır. Onda noksânın
olduğundan, böyle kayd-ı âfâkla muztarib oldun. Cenâb-ı Allâh, her kayddan
mutlak eyleyip, cilve-i pîrâna yetiştire."
Bu dergâha, "Gülşenî-hâne" derler. Mevkii pek güzel ve yüksektir.
Şeyh Peyk Ahmed Remzi Dede
Hz. Sezâî'den mazhâr-ı feyz olmuştur. İstanbul'da Silivrikapı dâhilinde bir
zâviye te'sîs eylemişti. Burada medfûndur. Bu zâviye bi'l-âhare Kâdirî tekkesi
olmuş ve meşîhatine Şeyh Gâlib Efendi ta'yîn kılınmıştı.
Peyk Dede'nin Etvâr-ı Seb'a'sı vardır.
Peyk Dede'nin Hz. Pîr hulefâsından olduğuna tereddüdüm vardı. Bir gün urefâ
vü hulefâ-yı Gülşeniyye'den Şehrî Efendi, nezd-i âcizîye gelerek, Hz. Pîr'in dâmâd-ı
mükerremlerine yazdıkları mektûbu irâe ile, bunda Peyk Dede'ye dâir olan
fıkradan istinbât-ı hakîkat ettim. Hz. Pîr efendimiz buyuruyorlar ki :
"Peyk Dervîş Ahmed gelip birkaç zamân sizin hücrede halvet edip,
tekrâr etvâr-ı envârıyla müşâhede ettirip, sikkeleyip, ol tarafa gönderdik.
Ber-hûr-dâr olsun. Öteden beri edebiyle sülûk etti. İnşâa'llâh, encâmı da hayr
olur."
Yine Mektûbât-ı Sezâî'de gördüm ki :
"Peyk Dervîş Ahmed tarafımıza ârzû edip geldi. Halvete
koydum. Cidd ü sa'y üzeredir. İnşâa'llâh, sahvı reddolup, derece-i âdem-i ma'nâya
erişir. Bir muhlis oğlandır."
Şeyh Muhammed Ağa’ya yazdıkları bir mektûbunda gördüm :
“……. bulurdular. Tahakkuk etti ki, Peyk Hz. Sezâî’nin mahzar-ı kemâli
olanlardandır.”
İki halîfesi vardır : 1. Oğlu Şeyh Mustafa Efendi, 2. Süleymâniye vâizi Âşık
İsmâîl Efendi. 1197/(1705)
Şeyh Kırîmî Hasan Efendi
Tekirdağ'da irşâda me'mûr buyurulmuş idi. Burada medfûndur. Târîh-i irtihâlleri
1158/(1745) senesine müsâdifdir. Bir tomârda da 1180/(1766) diye gördüm. Ziyâret
ettim. Fakat ne kabirleri, ne kabir taşları nişânesi kalmıştır. Bundan çok
müteesir oldum.
Hz. Sezâî Tekirdağ'ı teşrîflerinde içtikleri kahvenin fincanı dergâhda
mahfûzdur.
Şeyh Ahmed-i Celâlî ve Şeyh Mustafa Efendiler halîfeleridir. Tafsîli 230.
sahîfedededir.
Şeyh Yûsuf Dede
Hz. Pîr, Gördüs'te tevellüd buyurdukları beyt-i şerîfi tarîk-ı Gülşenî
fukarâsına hânkâh olarak tevsî' ve ta'mîr edip, bunda sâkin fukarânın
terbiyesine müşârünileyh Yûsuf Dede'yi me'mûren i'zâm buyurmuşlardı. Yazdıkları
/155/ mektûblar, dîger mekâtîb-i matbûa meyânındadır. Mazhar-ı muhabbet-i
kâmileleri olduğuna mektûbâtının birinde,
"Sana iştiyâkım, kendinden hezâr derecede efzûndur. İnşâa'llâh,
karîben mülâkât olunur."
buyurmaları delîldir.
Bugün oraları Yunanistan'da kaldığından hâk ile yek-sândır.
Yûsuf
Dede'nin fazlaca terceme-i hâline dest-res olunamadı.
Şeyh Seyyid Osmân Efendi
Yûsuf Dede'nin irtihâline mebnî, (Hz. Sezâî'nin) onun yerine i'zâm
buyurdukları zâttır. "Oğlum Seyyid Osmân! Hz. Allâh, her husûsta muînin
ve pîrim Sultân Gülşenî dest-gîrin ola. Dâimâ vücûd-ı mevhûmdan ihtirâz edip,
nisbet-i tarîkatı, ya'nî bizde mahv olup, bizimle olmağı kendüne hâl-i derûn
edip, kendi varlığından emîn olmayasın. Hep zarar edenler varlıktan ederler." diye, hakk-ı âlîlerinde ızhâr-ı muhabbet ü
vikâyet buyuruyorlar.
(201. sahifeye mürâcaat buyurula).
Şeyh İbrâhîm-i Nazîrâ Efendi
Zümre-i kudâttandır. Ashâb-ı kalemdendir. Edirnelidir. Tahsîlini Edirne'de
ba'de'l-ikmâl bir müddet tedrîs ile, ba'dehû kâdîlıkla meşgûl olup, Hz. Pîr-i sânî
Sezâî-i Gülşenî'ye intisâb eylediler ve ikmâl-i sülûkla feyz-yâb oldular.
Pederleri Mustafa Efendi nâm zâttır ki, 131. sahîfede tercemesi vardır.
(Nazîrâ Efendi), Hz. Sezâî şeyhi La'lî Efendi hazretlerinin irtihâlinde,
pederi ser-tarîk Mustafa Efendi'ye intisâb ile, otuz sene hizmetinde bulunmuş.
Gördüğü bir rü'yâ üzerine pederinin emriyle Hz. Sezâî'nin dâire-i feyzine
girmiştir. La'lî hazretlerine de nisbeti olduğu Tarîkat Manzûmesi'inde
yazıyor. Fuzalâ-yı kudâttan ve meşâhîr-i şuarâdan Kâmî Muhammed Efendi'nin birâder-zâdesidir.
Şeyh La’lî hazretlerinin akrabâsından olduğunu bir mektûbdan anladım.
Târîh-i irtihâlleri, "Nazîrâ-yı edîb" (نظيرای اديب) terkîbinin delâleti üzere 1188/(1774)
senesidir. Medfeni hakkında rivâyât-ı muhtelife vardır. Meşhûr Hadîkatü'l-Cevâmi'
müellifi Hâfız Hüseyin Ayvansarâyî'nin Mecmûa-i Vefeyât'ında,
Edirne'de irtihâl ettiği muharrer olduğu gibi, ba'zı zevât da Eskizağra'da intikâl
ettiğini rivâyet ederler.
Edirneli Sabri Abdurrahmân Efendi'nin târîhinde ve Edirneli Bâdî Ahmed
Efendi merhûmun Riyâz-ı Belde-i Edirne
nâm eser-i mühimminde, sâhib-i tercemenin medfeni hakkında zikr
eylediğim mevâkı' ta'dâd edilmekle berâber, Kesriye mülhakâtından Horpeşte
olmak ihtimâli der-meyân olunur.
Âsâr-ı aliyyelerinden ma'lûm olanları :
1. Risâle-i
Ehâdîs-i Kudsiyye,
2. Risâle-i
Erbaîn ale'l-Kelimeteyn,
3. Risâle-i
Ehâdîs-i Erbaîn,
4. Münci'l-Melâl ve
Mevsılu'l-Kemâl,
5. Letâif-i
İmâm-ı A'zam,
6. Risâle-i
Nuût-ı Şerîfe,
7. Muammeyât-ı
Manzûme,
8. Terceme-i
Kasîde-i Münferice,
/156/ 9. Terceme-i Risâle-i Etvâr-ı Seb'a,
10. İnsân-nâme,
11. Şerh-i
Kıt'a-i "Aynâni Aynân",
12. Şerh-i
Gazel-i Mevlânâ,
13. Şerh-i
Gazel-i Mısrî-i Niyâzî,
14. Manzûme-i
Ahlâkıyye,
15. Behcetü'l-Ebrâr,
16. Tuhfe-i
Gülşeniyye,
17. Tuhfetü'l-Letâif,
18. Câmiu'l-Mu'cizât,
19. Tuhfetü'z-Zevrâ',
20. Risâletü'l-Fürûk,
21. Muhtasar
Târîh-i Osmânî,
22. Terceme-i
Câmiu'l-Hikâyât,
23. Dîvân,
24. Mecmûa-i
Mekâtibât,
25. Şerh-i
Gazel-i Usûlî,
26.Tuhfetü's-Sâlikîn.
Evrâk-ı perîşânından bi'l-âhare cem' olunmuş bir eserdir.
Na't-ı
Şerîf
Der-i lutfun bize dârü’l-emândır
Yâ Rasûla'llâh
Saâdet re'fet anda râyegândır
Yâ Rasûla'llâh
Terehhum eyle lutf eyle Nazîrâ
derd-mendindir
Şefâat iltimâs eyler zamândır
Yâ Rasûla'llâh
Şeyh İbrâhîm-i Nazîrâ'nın amcası Mısır'a kadı nasb olunmasıyla, 1130/(1718)'da birlikte Mısır'a azîmetle, Hz.
Pîr-i Gülşenî (kuddise sırruhu's-senî) âsitâne-i muallâlarında ve
türbe-i şerîfelerinde pek çok hizmet etmiş ve hattâ buradaki Şeyh Efendi'nin
dahi teberrüken tâc ve hırka giydiklerini bir eserlerinde nakl etmiştir.
Gazel
O dil-dârın
cefâsıyla safâsın bir bilür gönlüm
Fırâkıyla visâli
ibtilâsın bir bilür gönlüm
Gerek uzlet
gerek ülfet bana hep tev'em olmuştur
Bu dehrin
gül-han u gülşen-serâsın bir bilür gönlüm
Makâm-ı cem'a
hâlen vâsıl oldu farkı terk itdi
Cihânın
cümle-i bay u gedâsın bir bilür gönlüm
Safâ-yı hâtır
olsun da bahâr olsun hazân olsun
Bu fânî âlemin
sayf u şitâsın bir bilür gönlüm
Mey olsun
dil-ber olsun da Nazîrâ bezm-i âlemde
Sifâl ile anın
câm-ı safâsın bir bilür gönlüm
Uşşâkîler faslında yazılacağı üzere Cemâleddîn-i Uşşâkî'ye güzel
bir medhiyyesi vardır.
/157/ Şeyh Muhammad Fakrî-i Kırîmî
Hz. Sezâî'den mazhar-ı feyz olmuştur. Medfenleri gayr-i ma'lûmdur. Menâzilü's-Sâirîn'i
şerh etmiş ârif bir zâttır. Tafsîli 231. sahîfededir.
Şeyh Muhammed Hasîb Bey
"Çorumlu-zâde Muhammed Hasîb Bey" diye meşhûrdur. Hz. Sezâî'den
şarâb-ı hâli nûş etmiş bir veliyy-i kâmildir. Eızze-i kirâmdandır. Hayrabolu'da
neşr-i feyz etmiş ve orada irtihâl eylemiştir. Medfen-i mübârekleri ziyâret-gâhdır.
Gâyet latîf ve zarîf eş'ârı vardır. Hz. Sezâî'nin ba'zı gazeliyyâtını
tahmîs eylemiştir. Âtîde aynen derc eylediğim silsile-i Gülşeniyye'yi tanzîm
eylemiştir.
Sinn-i şerîfleri sekseni mütecâviz olduğu hâlde,
"Ey
beni mesned zât-ı nesîb*
Eyledi ukbâya güzer ol edîb
Rıhletinin târîhidir şübhesiz
Mâte mine'l-ışk Muhammed Hasîb "
(مات من العشق محمد
حسيب) = 1199/(1785)[20]
kıt'ası irtihâline
târîh söyleyip, tevhîd ve zikr ederek âzim-i lâhût olduğu menkûldür.
Târîh-i mezkûr seng-i mezârında muharrerdir. Kendi nâmlarına mensûb câmi'-i
şerîf hazîresinde medfûn ve rahmet-i Hakk'a makrûndur.
Müşârünileyh kasaba-i mezkûre eşrâfından âlim ü fâzıl ve gâyet zengin ve
fukarâ-perver bir zât idi.
Şu gazelleri pek latîfdir. Ebced hesâbıyla ba'zı kelime ve isimleri müsâvî
bulması pek hüsn-i tesâdüfdür :
Gönül âyîne
imiş bilmez idim kıldım add
İkisi geldi
müsâvî bi-hisâb-ı ebced
Nakşıbend oldu
bu remzile tarîk-ı irşâd
Mâlik-i kalb-i selîm
olan anı itmez red
Eyleye abd günâh
ola çü afv-ı kayyûm
Hâr-ı has hiç ola mı
bahr-ı muhît önüne sed
Aşk pâk
oldu ider âşık-ı ma'şûk ile dost
Nâil-i vuslat olur fehm
iden erbâb-ı hıred
Ezelî bende-i dergâh atâ
oldu Hasîb
Eyledi bu gazelin
maktaını ala sened[21]
/158/ Gazel
Cigerim
şerhaların dîde-i giryân büyüdür
Saky-ı emtâr
ile ezhârımı bustân büyüdür
Nefes aldıkca
cesâmet gelür ejderhâya
Nefs-i emmâreyi
endîşe-i ısyân büyüdür
Kâbil-i feyz
olamaz düşmeyicek hâke nebât
Mütevâzı'
olanı rahmet-i Rahmân büyüdür
Dâğ bâs sîneye
cânım gibi şöhret-yâb ol
Şevket ü
saltanatı mühr-i Süleymân büyüdür
Kürsüye örf-i
ızâmıyla çıkarmış vâiz
Zann
ider kubbe-i hamkâ ile unvân büyüdür
Bâis-i
rif'atimiz derd ü belâ hôş geldi
Handan-ı
şöhretini hıdmet-i mihmân büyüdür
Arz
olunsa n'ola bu gazel ahbâba Hasîb
Şâirin
kadrini tahsîn-i sühan-dân büyüdür
Silsile-nâme-i Gülşenî
Ey olan
gül-çîn-i gül-zâr Tarîk-ı Gülşenî
Müstefîz-i
feyz-i envâr-ı Tarîk-ı Gülşenî
Ey
bulan ihlâsila râh-ı Hudâ'dan insilâk
Nûr-ı
zikru'llâh ile dâim derûnun eyle pâk
Ey
olan gavvâs-ı bahr-ı zât-ı esmâ vü sıfât
Bil
mezâhir neydüğin dahi şuûn-ı kâinât
Hem
tehallî hem tahallî ile zikru'llâh'dan
Bul
tecellî dâimâ bir mürşid-i âgâhdan
Himmet-i
pîrân ile eylersen ifnâ-yı vücûd
Bâtının
bulur dem-â-dem safvet-i ayn-ı şuhûd
Öğren
esrâr-ı tarîkı hem dahi ashâbını
Her
birinden beyt-i kalbe aç hakâyik bâbını
İsm
ü resm ü şöhret ü nisbetlerin ta'dâd kıl
İrtibât
eyle dil-i vîrâneni âbâd kıl
Ola
seccâde-i pîrâ-yı tarîk-ı Gülşenî
Pertev-i
şem'-ı tecellâ-yı ferîk-ı Rûşenî
Bülbül-i
gülşen serâ ya'nî Sezâî Şeyh Hasan
Pertev-i şems-i Fenâyî
nûr-bahş-ı encümen
Anları irşâd iden şeyhi Muhammed
La’li'dir
Ma'den-i feyz-i ilâhînin
ser-âmed la’lidir
Şeyh-i irşâdı anın dahi Muhammed
Sırrî'dir
Kutb-ı asrın mazharı
gavsın müeyyid sırrıdır
Andan evvel şeh-nişîn-i
ihtidâ Sultân Hasan
Kâr-fermâ-yı füyûzât-ı
Hudâ-yı zü'l-minen
Anı istihlâf iden dahi Aliyy-i
Safvetî
Kim odur irşâd iden erbâb-ı
vecd ü hâleti
Anların şeyhi Emîr
Ahmed Hayâlî'dir bilin
Kümmelînin muktedâsı
ekmeli her kâmilin
Anların hem vâlidi hem
şeyhi İbrâhîm'dir
Taht-gâh-ı Gülşenî'de
hüsrev-i iklîmdir
/159/ Ol şeh-i dîhîm-tırâz-ı
ıstıfânın mürşidi
Rûşenî hazretleri
nâmı Ömer ol mâh idi
Neyyir-i evc-i saâdet
kevkeb-i burc-i safâ
Pertev-i şem'-i tecellî
matla'-ı şems-i hüdâ
Seyyid-i Yahyâ-yı Bâkûyî'den
idüp iktibâs
İtdi kesb-i rûşenâyı
istifâza kıldı nâs
Pes anın (da) mürşidi ol Pîr Sadreddîn'dir
Masdar-ı nûr-ı tecellî
şeyh-i hôş-âyîndir
Ol dahi müsterşid oldu Şeyh-i
Ah İzzüddîn
Oldu ser-mest-i hüviyyet
geçdi ân ü înden
Ol dahi Merem (?) hazretlerinden aldı kâm*
Ol azîz-i muhteremden
kıldı tahsîl-i merâm
Pes bunun da Pîr Ömer'dir
pîri ammâ Halvetî
Her tarîk-ı hakda vardır
bir çerâğ-ı vahdetî
O dahi Ah-ı Muhammed'den
inâbet eyledi
Dergehinde kavl-i kurbân oldu
san'at eyledi
O
dahi müstahlef İbrâhîm-i Gîlâni'den
Pîr-i
zâhiddir Cenâb-ı Gülşenî'ye sânîdir
O
dahi Seyyid Cemâleddîn'den olup mücâz
Hüsn-i
sîretle tarîk-ı hakda buldu imtiyâz
Pes
o da aldı Şehâbeddîn-i Tebrîzî'den el
İtdi
esrâr-ı tarîk-ı Rûşenî'yi keşf ü hal
Ol
azîzin mürşidi hem reh-nümâ-yı milleti
Şeyh Rükneddîn
Muhammed'dir Sincâsî nisbeti*
Ol meh-i evc-i
kemâlin pey-rev-i reh-perveri
Şeyh Kutbeddîn'dir
necm-i hüdânın ebheri
Çûnki anın Bu'n-Necîb-i
Sühreverdî pîridir
Bülbülân-ı
gülşen-i feyzin o dahi biridir
Anları irşâd
iden pîrin dahi nâmı Ömer
Ya'ni
Bekriyyü'n-neseb ol vâkıf-ı sırr-ı kader
Üç Ömer'dir
kim serîr-i Gülşenî'de şâhdır
Her birisi âsmân-ı
Gülşenî'de mâhdır
Ol Vecîhüddîn
kâdî oldu şeyh-i muktedâ
Mazhar-ı ilhâm
olup buldu reşâd-ı ihtidâ
Hem anın da
mürşid-i râhı Muhammed Bekri'dir
Anı ser-mest
eyleyen sahbâ-yı aşkın sekridir
Görmeyince câm-ı
ser-şârımı aşkı tamâm
Gelmedi sahva
ol âşık bulmadı zevk-ı müdâm
Ol dahi Mimşâd-ı
Dîneverî'den oldu müstenîr*
Oldu hatt-ı
istivâda gûyiyâ şems-i münîr
İktizâ itdi Cüneyd'in
ol dahi âsârına
Hıtta-i Bağdâd'ın
oldu muttasıl ahyârına
Vâkıf-ı sırr-ı
'ene'l-Hak' Nâsır-ı Mansûr-ı dîn
Kâşif-i kenz-i hakîkat
hâmî-i dîn-i mübîn
Eyledi o da Seriyy-i
Sakatî'den iltimâ'*
Biri mâh-ı pür-ziyâdır
biri şems-i zî-şuâ'
Ya'ni ol remz âşinâ-yı
sırr-ı 'mâ-evhâ'-i hak
Ârif-i bi'llâh iken Ma'rûf'dan
aldı sebak
Ol nesak-sâz-ı ekâlîm-i
hüdâ sultân-ı carh
Kutbu'l-aktâb-ı velâyet Hazret-i
Hâkân-ı kerh
Oldular
anlar dahi Dâvûd-ı Tâî'den mücâz
Okunan ilm-i
ledünnîden hemân Gülşen-i Râz*
Oldular me'zûn ta'lîm-i
hadîs-i ıstıfâ
Tutdu âfâkı şemîm-i
anber ü avd u safâ
Oldular anlar dahi
me'zûn Habîb-i A'cemî
Münkeşif oldu hafâyâ-yı
sudûrun mübhemi
Sırrını üstâd ü tilmîzin
mukaddes ide Hak
Mekteb-i ilm-i ledünden
her biri almış sebak
Ol dahi Sultân-ı
Basrî'den bulup irşâd-ı tâm
Zâhir ü bâtın ulûmun eyledi
andan tamâm
/160/ Ol Hasan kim ahsenü'l-etvâr-ı hayl-i evliyâ
Muhsin-i sâhib
basîret nûr-ı çeşm-i etkıyâ
Ol azîzin
kadrini anlar ulu'l-ebsâr olan
Aç gözün dinle
sözüm ey tâlib-i dîdâr olan
Anların da
mürşidi oldu Aliyyü'l-Murtazâ
İtdi anlardan
telakkî-i kabûl-i ıstıfâ
Ol
Aliyyü'l-Murtazâ kim Hazret-i Kerrâr'dır
Sıhr-ı Sultân-ı
rusül'dür seyyidü'l-ebrârdır
Mefhar-i Âl-i
Nebî'dir umdetü'l-ashâbdır
Mustafâ ilm-i medîne
sıhr-i pâki bâbdır
Oldurur zevc-i Betûl-i
Hazret-i Zehrâ olan
Hem İmâmeyn-i hümâmeyne
eb ü üstâd olan
Savb-ı Hak'dan da'vet-i
tekrîm ile mümtâzdır
Vâkıf-ı esrâr(dır ol)
hem kâşif-i her râzdır
İtdi
anlar da telakkî Hazret-i Muhtâr'dan
Seyyidü'l-Kevneyn
Muhammed mu'cizü'l-âsârdan
Ol
habîb-i muhterem kim mazhar–ı 'levlâk'dır
Sâhibü'l-mi'râcdır
nûr-ı semâ vü hâkdır
Hâtem-i
hayl-ı rusül üstâd-ı kül hâdi's-sebîl
Muktedâ-yı
enbiyâ vü sâhibü'l-hulkı'l-cemîl
Bâis-i tekvîn-i âlem hâce-i
ilm-i kıdem
Mahrem-i esrâr-ı 'mâ-evhâ' Rasûl-i muhterem
Dâver-i Bathâ-yı Mekke
ol imâmü'l-kıbleteyn
Pâdişâh-ı meşrık u
mağrib hümâm-ı neş'eteyn
Sâhib-i tâc u ridâ hem mâlik-i
tabl u livâ
Mazhar-ı sırr-ı denâ sâhib
Burâk-ı i'tilâ
Vâkıf-ı esrâr-ı ilm-i
evvelîn ü âhirîn
Hâzin-i genc-i şefâat
rahmeten li'l-âlemîn
Mustafâ Mahmûd Muhammed
Ahmed-i Muhtâr'dır
Enbiyâ vü mürselînin
cem'ine sâlârdır
Anların da reh-nümâsı Hazret-i
Cibrîl'dir
Hâmil-i vahy-i ilâhî
münzilü't-tenzîldir
Her neye me'mûr ise ger
akl-ı kül ger ilm-i kül
Bi'l-vesâta eyledi
teblîğ Sultân-ı rusül
Pes hidâyet eyleyen
kullarına Allâh'dır
Enbiyâ vü evliyâ cümle
delîl-i râhdır
Kâsıd-ı Ka'be olan huccâca
lâzımdır delîl
Bir tabîb-i hâzıka muhtâcdır
elbet alîl
Reh-nümâsı olmayanlar
ekserî kem-nâm olur
Gitmeyüp doğru yola rüsvây
olur bed-nâm olur
Himye vü tedbîre merzâ âdetâ muhtâcdır
Hod-be-hod bulsa teşeffî
belki istidrâcdır
Kûy-ı yâra reh-nümâsız hîç
mümkin mi vusûl
Havf u haşyetden ibâretdir
o yolda sağ u sol
Nice
berzahlar zuhûr eyler tarîk erbâbına
Ol
sebebden çihre-sây ol bir azîzin bâbına
Hasta-dil
sâlik tabîbi mürşid-i âgâhdır
Vâkıf-ı
derd ü devâdır rehber-i güm-râhdır
Zühd
ü takvâ sâlike gerçi medâr-ı fevz olur
Reh-nümâsız
matlabın derd ü meşakkatle bulur
Çünki
enfâs-ı halâyık denlü var Allâh'a râh
Vuslat-ı
cânâneye irişdirir bî-iştibâh
Nakşıbendî
Mevlevî Veysî Rufâî Halvetî
Kâdirî
vü Gülşenî Sa'dî Cibâvî Celvetî
Edhemî
Bektâşî vü Bayramî ey nûr-ı basar
Rütbe-i i'dâdda olur
tamâm isnâ-aşar
Ol tarafdan her biri
oldu sırât-ı müstakîm
Cümlesin hak üzre bil ey
sâhib-i tab'-ı selîm
Kangısından feyz-i Hak
olmuş ise sana nasîb
Vasl-ı kül içün olursın
gülşeninde andelîb
/161/ Her tarîkın müntehâsı bir gül-i
bî-hârdır
İllet-i gâiyyesi ancak
visâl-i yârdır
Bû-yı irfân ister isen
gülşen-i lâhûtdan
Mahv idüp nâm u nişânı âlem-i
nâsûtdan
Gül-sitân-ı Gülşenî'ye
andelîb ol eyle zâr
Yan yakıl rûşen-dil ol
şem'-i Hak'a pervâne-vâr
Pes makâm-ı râhatü'l-ervâh
usûl-i sûfiyân
Râstdır uşşâka râhı
devri hûd devr-i revân
İstinâd eyle Hasîbâ
i'tinâ gelsün dile
Süllem-i evc-i
terakkîdir bu nazm-ı silsile
Kem-terîn feyz-i Sezâî'dir
dili hüşyâr iden
Kilk ü destim bezm-i
aşka nây-ı mûsîkâr iden
Çün gül-i sad-berg buldu
silsile nazmı hitâm
Gülşen-i Ebrâr
oldu nâm ana beyne'l-enâm
Fâilâtün fâilâtün fâilâtün
fâilât
Bâd ber-îşân u tahiyyât u dürûd u tayyibât
Âcizleri de Hz. Sezâî'den zamânımıza kadar olan ehl-i silsileyi nazmen ve
zeylen yazdım ki, âtîde Şeyh Şuayb Şerefeddîn Efendi'nin terceme-i hâli
bahsinde nakl edeceğim.
Gülşenî Veli Dede
Bu zât-ı şerîfin, Hz. Pîr İbrâhîm-i Gülşenî zamânında Edirne'ye berây-ı irşâd
i'zâm buyrulduğu istidlâlen anlaşılıyor. Lârî Câmi'-i şerîfinin karşısında kâin
dergâh-ı münîfi te'sîs ve burada icrây-ı meşîhat eylemişlerdir. Bu dergâhın
olduğu mahal bir câmi'-i şerîfdir. Zamân-ı kadîmden kalmış minâresi vardır. Hz.
Bayram-ı Velî'(nin) burada bir erbaîn çıkarmış olmalarına bakılırsa Çelebi Sultân
Mehmed zamânında dahi câmi'-i şerîfin mevcûdiyyeti tezâhür eder. Edirne Sâl-nâme-i
fevka'l-âdesinde görmüş idim. Burası 950/(1543) târîhinde ta'mîr olunmuştur.
Gülşenî Veli Dede daha evvel Edirne'ye geldiğinden, onun şâyi' olan irfânına
ta'zîmen ta'mîr edildiğine kanâat hâsıl olur.
Kendileri irtihâl ettikte dergâha muttasıl kabristâna defn olunmuştur ki, el'ân ziyâret-gâh-ı enâmdır. O zamândan
kalma bir mezâr taşı da mevcûddur. Pek
azîm rûhâniyyeti müşâhed olan kabr-i enverlerine rû-mâl olmuş idim.
İrtihâllerinden sonra mahdûmları Şeyh Muhammed Efendi şeyh olmuştur. İkinci
oğlu İbrâhîm Efendi de burada medfûndur. Edirne ulemâsından Fâyiz Efendi, (onun)
hakkında şu târîhi söylemiştir :
Gelip didi
birisi kudsiyânın Fâyizâ târîh
Revâne oldu
gül-zâr-ı cinâna Gülşenî-zâde
(روانه اولدى كلزار جنانه كلشنى زاده)
Bu dergâhın el'ân nâmı "Gülşenî Veli Dede Tekkesi" diye
meşhûrdur. Elde bulunan berâta nazaran, sonra Şeyh Ali nâmında bir zât icrâ-yı
meşîhatla, 1027/(1618) târîhinde /162/ burada Şeyh Muhammed La'lî-i
Gülşenî hazretleri seccâde-pîrâ-yı meşîhat olmuşlardı ki, Muhammed Sırrî
hazretlerinin halîfesi idi.
125. sahîfede tercüme-i halinden bahs eylediğim Âşık Mûsâ Efendi hakkında
mütemmim-i ma'lûmattan olmak üzere arz edeyim ki, müşârünileyh Hz. Pîr İbrâhîm-i
Gülşenî tarafından Edirne'de irşâda me'mûr buyurulunca umûm cevâmi'-i şerîfeyi
gezmiş, bed'-i tevhîd için münâsib bir mahal taharrî ettikte nehir kenârında vâki'
olup, harâba yüz tutmuş ve vaktiyle müsâfirîne tahsîs edilmiş olan Şahmelek Zâviyesi'ni
intihâb ile orada ikâmet etmişti. Müşârünilyehten sonra Şeyn Muhammed ve Seyyid
Ali ve Muhammed Sırrî ve Muhammed La'lî-i Gülşenî ve Hz. Sezâî zînet-efzâ
olmuşlardır. Son zamânlarda müşârünileyhin ahfâdından Muhammed ve Ahmed
Efendiler post-nişîn oldular.
Muhammed Sırrî Efendi, Âşık Mûsâ Efendi Dergâhı'nda seccâde-nişîn olduğundan
irtihâlinde yerine La'lî-i Gülşenî geçtiğinden, Gülşenî Veli Dede Dergâhı'na
halîfeleri pîr-i sânî Hz. Sezâî'yi iclâs buyurmuşlardı.
Hz. Sezâî, şeyhinin irtihâliyle, Âşık Mûsâ Efendi Dergâhı'na nakl-i makâm
edesiye kadar burada icrâ-yı âyîn-i tarîkat buyurdular.
Burası 1035/(1626)
senesinde, tüccârdan Ken'an Efendi isminde bir zât tarafından müceddeden inşâ
edilip, o zamân mûmâileyh Şeyh Muhammed Efendi post-nişîn olmuştu. 1305/(1888)
senesinde de ta'mîr ve müceddeden bir semâ'-hâne ve şeyh dâiresi yapılmıştır.
Edirne Duyûn-ı Umûmiyye Nâzırı Trabzonî Rahmi Efendi, iâne tedârikiyle muvaffak
olmuş ve Rûmî Paşa merhûm şu târîhi söylemiştir :
Söyledim târîhini
Rûmî ulûm-ı noktadan
Gülşenî Dergâhı
ta'mîr oldu döndü cennete
(كلشنى دركاهى تعمير اولدى دوندى جنته) = 1283/1866)†††
(Yukarda adı geçen) Seyyid Ali Efendi'nin sandûkası önündeki levhada :
Zâde-i kutb
idi bî-şek Şeyh Aliyy-i Gülşenî
Zâhir ü bâtında
seyyid sâhib-i kudret velî
Sırr-ı pâkine
teveccüh eyle sa'y it subh u şâm
Ey vefâ kılmak
dilersen levh-i kalbin müncelî
Muhammed Sırrî Efendi hakkında:
Ol semiyy-i
Hazret-i Fahr-ı rusül
Ya'ni Sırrî ârif-i
sırr-ı Hudâ
Yazdı nâmı ile
idenler duâ
Tâ ki maksûdu
olur(du) bî-merâ
Dergâh-ı şerîf 1305/(1888) senesinde kısmen ta'mîr ve mükemmel bir harem dâiresi
inşâ edilmiştir. O zamân vâli bulunan İzzet Paşa merhûmun söylediği târîhtir :
Zahîri ola
Hân Abdülhamîd'in evliyâu'llâh
Kim oldur hâmi-i dîn-i
mübîn ü millet-i beyzâ
Adâlet merhamet
hıssîsa-i zât-ı humâyûnu
Hilâfet saltanat anın
ile buldu şeref hakkâ
Ne haslet kim şehen-şâhâna
lâzım cümlesin câmi'
Ne kim şâyeste-i şân-ı
hükûmetdir ider icrâ
İbâdu'llâh'ı sevk itdi
tarîk-ı hakk u irfâna
Cevâmi'la tekâyâ vü mekâtib
eyleyüp inşâ
Sezâî-i Velî'nin hânkâhını
da idüp ta'mîr
Bu hayrı dahi ihyâya
muvaffak eyledi Mevlâ
Sezâdır levh-ı nakş
itsün kalem târîhini İzzet
Sezâyî dergehin Sultân
Hamîd Hân eyledi ihyâ
(سزائى دركهن سلطان
حميد خان ايلدى احيا)
/163/
Şeyh Ahmed Müsellem Efendi
Hz. Sezâî
Âşık Mûsâ Efendi Dergâhı'na nakl-i makâm buyurduğu zamân dâmâdı ve halîfesi
Ahmed Müsellem Efendi hazretlerini yerlerine Gülşenî Veli Dede Dergâh-ı
şerîfine iclâs buyurmuşlardır.
Ahmed
Müsellem Efendi bir nâdire-i hilkattir. Kâmil, mükemmil, âşık bir zât-ı irfân-simâttır.
Hz. Pîr'e dâmâd olmuşlardı. Tarîkaten de intisâb ile mazhar-ı hilâfet
olmuşlardır. Buna işâreten bir eserlerinde, "Şeyhim Sezâî Hasan Efendi
hazretlerinin hıdemât-ı şâkka-i rızâlarında, alâ kadri't-tâka, çârûb gibi
kemer-beste-i ubûdiyyet ve çöp gibi fersûde-i makâm-ı zillet olup, sûretâ
mahremiyyetimiz pâye-i sıhriyyete muttasıl ve sîretâ manzûriyyetimiz rütbe-i
hakîkate vâsıl olmağla..." buyururlar ki, irfânda derece-i kemâllerini irâeye
kâfîdir.
Müşârünileyh
Belgradlıdır. 1106 sene-i hicriyyesinde (1695) pâ-nihâde-i âlem-i şuhûd
olmuş ve altmış sene muammer olarak, "hıtâmuhû misk" (ختامه مسك) terkîbinin delâleti mûcibince,
1166/(1753) senesinde irtihâl-i dâr-ı bakâ eylemiştir.
Edirne'ye
ne târîhte geldikleri, nerede tahsîl eyledikleri, hangi târîhte Hz. Sezâî'ye dâmâd
oldukları tahkîk olunamadı. Ulemâdan, urefâdan, şuarâdan oldukları muhakkaktır.
Hz. Sezâî'den
sonra onbeş sene daha muammer olmuşlardı. Mesleken eser-i pâk-i Gülşenî'ye
iktifâ ederek Hz. Sezâî'nin vâris-i kemâli olmuş idi. Gülşenî Veli Dede Dergâh-ı
şerîfini müceddeden inşâ ettiklerinde söyledikleri târîhtir :
/164/ Bir gice elli dokuz sâli
içinde bu makâm
Yandı çün şem'-i hidâyet
âleme virdi zıyâ
Bâb u mihrâbı kalup hamyâze-nâk
u sîne-çâk
Her kemer tecdîdin
eylerdi rükû' üzre recâ
Âhir istimdâd idüp
Hak'dan hakîr-i bî-murâd
Câ-nişîn-i Gülşenî Ahmed
Müsellem Bu'l-Vefâ
Refte
refte âb u gilden eyledi perdâhte
Lâne-i
bülbül gibi bu menzili subh u mesâ
Lâne
yâhûd zerger-i tahkîk elinde pûtedir
Sâlikin
messi vücûdun zerr ider yâ kîmyâ
Her sütûnu ref'-i
engüşt-i şehâdet eyleyüp
Beyt-i tevhîd olduğun îmâ
iderdi gûyiyâ
Erre-i zikr-i kıyâmı
itmeğe perr-i hıtâm(?)
Kufl idüp yazdı Müsellem
iki nev-târîh ana
Dil-güşâ pâk ü Musaffâ
Ahmed-âbâd-ı reşâd
Devr ile huld-i cinâna
döndü bu vâlâ binâ
دلكشا پاك ومصفا احمد آباد رشاد
دور
ايله خلد جنانه دوندى بو والا بنا
Reviş-i beyândan, dergâhın dil-i âşık
gibi yandığı müstebân oluyor. Mahdûmları Vefâ Efendi'den dolayı müşârünileyhe,
"Ebu'l-Vefâ" denilmiştir.
Müşârünileyh hakkındaki muhabbetime
burhân olarak bir târîhte şu kıt'ayı inşâd eylemiştim :
Hazret-i Ahmed
Müsellem ârif-i esrâr-ı dîn
Bâğ-zâr-ı Gülşenî'de
andelîb-i hak-nevâ
İtdi sırran hem de
sıhren iktirân-ı bâ-tamâm
Hazret-i Pîr-i Sezâî'ye
o Rahmânî likâ
Gülşenî
Veli Dede Dergâhı'nın Müsellem Efendi zamânında yeniden inşâsında İbrâhîm-i
Nazîrâ hazretlerinin söyledikleri târîhdir :
Tarîk-ı Gülşenî
reh-revlerinden
Müsellem muhteşem bir
şeyh hakkâ
Bu vâlâ hânkâha itdi
himmet
Harâb iken yeniden kıldı
ihyâ
Nazîrâ didi itmâmına
târîh
Yapıldı hânkâh-ı âlem-ârâ
(ياپلدى خانقاه عالم
آرا)
İrtihâllerinde dergâh-ı münîfin
hazîresine defn olunmuş ve bi'l-âhare üzerine türbe yapılmıştır. Kıymetli bir
şebekesi, rûhâniyyetli bir merkadi vardır ve elyevm ma'mûrdur. Lehü'l-hamd
mükerreren ziyâret ettim ve âvîzeli bir kandîl takdîm eyledim. Baş ucunda
asılıdır.
İrtihâllerine o zamân söylenmiş târîhdir
:
Merkad-i pür-nûr
ravzun min riyâzı'l-cennedir
Oldu bir insân-ı kâmil
ehl-i hakkın medfeni
/165/
Zât-ı mümtâz ü müsellem mihr-i
kutbu'l-ârifîn
Mürşid-i râh-ı hüdâ
şems-i hakîkat rûşeni
Hazret-i Şeyh-i Sezâî
sırrına mazhar idi
Azm-i lâhût eyleyüp
çekdi fenâdan dâmeni
Menzilinde kaldı
mahdûm-ı güzîni Şeyh Vefâ
Kıldı ihyâ türbe vü
sandûkası pîrâmeni
Lafziyâ nâsa
diyüp menkûtla târîhini
Ayn-ı cennet meşhed-i pâk-i
Müsellem Gülşenî
(عين جنت مشهد پاك مسلم كلشنى)
Müsellem Efendi'nin irtihâlinde
söylenmiş olan (başka
bir) târîh :
Müsellem Şeyh Ahmed
terk-i dünyâ eyledi gitdi
Tarîk-ı Gülşenî' de ol
haber almışdı ma'nâdan
Emânet eyleyüp rûh-ı Sezâyî oldu târîhi
Vefâ'sı kala âlemde
Müsellem gitdi dünyâdan
(وفاسى قاله عالمده مسلم كتدى دنيادن)
!!!!!!
KABİR FOTOĞRAFI VAR !!!!!
(Fotoğraf
altı Yazısı ):
“Edirne’de
Hz. Sezâî dâmâdı Ahmed Müsellem Efendihazretlerinin dergâhında kâin türbesidir.
Azîzim Şeyh Şerefeddîn Efendi merhûm da burada medfûndur. Dest-ber-sîne-I
ta’zîm olan zât Şeyh Ahmed-i Hayâlî Efendi’dir.”
(Müsellem Efendi), Cenâb-ı Pîr'in Kasîde-i
Şümû'-ı Lâmi''ine şerh yazmıştır. Matbû'dur. Pek yüksek edebî bir lisân ile
ârifâne bir sûrette yazılmıştır.Kendilerinin ilmen pek âlî mertebe sâhibi
olmalarının da bu eserde semeresi müşâheddir. Büyük ve müretteb bir Dîvân'ı
vardır. Bir de Dîvânçe'si olup, Dîvânçe'si tab' olunmuştur.
Bir kaç nümûne :
Na't-ı Şerîf
Lücce-i ısyânda nâ-çârım
eyâ Hayre'l-beşer
Câh-ı mevc içre girif-dârım
eyâ Hayre'l-beşer
Hep havâss-ı bâtınıyla zâhiri
dem-sâz idüp
Penç-gâh üzre nevâ-kârım
eyâ Hayre'l-beşer
Çâr-çeşm-i intizâr oldum
ser-â-pâ lutfuna
Şeş cihâtımla nigeh-dârım
eyâ Hayre'l-beşer
Vir visâlinle safâ kim
dört tarafdan dâimâ
Niçe penç-i dest-i ağyârım
eyâ Hayrü'l-beşer
Bed' idüp hams-i mübârekle
Müsellem vasfına
Hân-ı na'tında niam-hârım
eyâ Hayre'l-beşer
* * *
Firâkınla harâb-ender-harâbım Yâ Rasûla'llâh
O şevkıla mahall-i âftâbım
Yâ Rasûla'llâh
Dil-i ahker-ızâmım
sîhdır bezm-i anâsırda
Ser-â-pâ nâleyim gûyâ kebâbım
Yâ Rasûla'llâh
Sirişkim âb u âhım bâd u
dil-âteş olup gitdi
Mübârek pâyine tâiş-terâbım
Yâ Rasûla'llâh
Olursam
hâk-i ber-ten riştedir gerdün kıyâmetde
Hıyâmında
yine mîh-ı tınâbım Yâ Rasûla'llâh
Müsellem
bendeni kıldı sezâ-yı devlet-i dîdâr
Vücûhuyla
o yüzden kâm-yâbım Yâ Rasûla'llâh
Gazeliyyâtından :
Değil kim
keyfi bezm-i mâ-hazardır halka-i tevhîd
Döner
hem-vâre câm-ı bî-kederdir halka-i tevhîd
Yakar
hubb-i sivâyı tâb-ı hurşîd-i hakîkatle
/166/ Çü
pertev-sûz-ı kânûn-ı şererdir halka-i tevhîd
Olur
ashâbı her ân muttasıl sırr-ı yedu'llâh'a
Anınçün
dest-ber-dest değerdir halka-i tevhîd
Ruh-ı
zerdir riyâzetle sadâ'-ı derd-i inkâra
Misâl-i
kurs u sandal kâr-gerdir halka-i tevhîd
Olur
ehl-i derûnun sûret-i ahvâlini gammâz
Aceb
mir'ât-ı erbâb-ı nazardır halka-i tevhîd
Cihâd-ı
ekber erbâbı anınla eyler istiftâh
Müdevver
Mushaf-ı remh-ı zaferdir halka-i tevhîd
Dimâğ-ı
sâliki leb-rîz ider bûy-ı muhabbetle
Bu
gülşende açılmış verd-i terdir halka-i tevhîd
N'ola
tâlibleri heb vech-i asfar sâhibi olsa
Urûs-ı
himmete halhâl-ı zerdir halka-i tevhîd
İdüp
tenzîh ü teşbîhi tavassut mu'ted-i ber-hâl
Makâmât-ı
şuhûda tâk-ı derdir halka-i tevhîd
Ke-mâ-şâ'
itmeğe seyr ü temâşâ kûy-ı maksûdu
Bakılsa
dûr-bîn-i pür-iberdir halka-i tevhîd
Müsellem
menzil-i rûh olduğu menkûl ü sâbitdir
Mücerred
hâric ez-tavk-ı beşerdir halka-i tevhîd
* * *
Ehl-i
aşkın tarabı âh u nevâdır zâhid
Dem
ü sohbetleri de bâd-ı hevâdır zâhid
Zikr-i
îş-i ezelî itmiş o erbâbı harâb
Nısf-ı
îş anlara zikr içre sadâdır zâhid
Fakrı
vîrâne idinmiş o gürûh-ı enbûh
Andan
ol tâife hep dahme-güşâdır zâhid
Bir
siyeh hırkaya mâlik imiş ol fırka velî
Cevz-i
hindî gibi pür-mağz-ı vefâdır zâhid
Sen
ibâdetle tefâhurdasın ammâ uşşâk
Hep
ubûdiyyete mâil urefâdır zâhid
Ser-be-ceyb olduğuna
bakma fakîrin çü cebel
Kemer-i himmeti pür-tibr
ü tılâdır zâhid
Fakd-ı mevcûd ile vicdâna
Müsellem-veş iden
Fukarâdır fukarâdır fukarâdır
zâhid
Rubâiyyâtından :
Pîş-i hâkânda Müsellem
kâim olsan dâimâ
Hürr iken sen eylemez
teklîf -i cây u ittikâ
Bir efendiye kul ol kim
iki rek'at neflede
Abdine ta'zîm ile bir
ka'de emr eyler sana
Bu rubâî pek mühim hakâyık-ı ma'nâyı
şâmildir
- - -
/167/ من بقا خواهم بهستى
دل فنا را ميكشد
اين چنين دارم توقع از در ارشاد من
من به پيش رحله كشم صورت الاَ ولى
هيئت لا مى نمايد
رحلهء ارشاد من[22]
Gazel :
Ger sorarsan intisâb
u zât u nâm u şânımız
Bülbül-i şûrîdeyiz biz
Gülşenî uşşâkıyız
Rûz u şeb zikr-i Hudâ'dır
nâle vü efgânımız
Bülbül-i şûrîdeyiz biz
Gülşenî uşşâkıyız
Biz hevây-ı aşkıla düşdük fezâ-yı
gurbete
Kasdımız uçmakdır âhir âşiyân-ı
vahdete
Bir gül-i bî-hâr içün
konduk bu bâğ-ı kesrete
Bülbül-i şûrîdeyiz biz
Gülşenî uşşâkıyız
Cânımız gül bezmimiz
gülşen-i nîm-dîde şarâb
Na'ra-i mestânemiz 'Yâ
Hû' Müsellem dil kebâb
Biz ezel meyhânesinde
böyle olduk neş‘e-yâb
Bülbül-i şûrîdeyiz biz
Gülşenî uşşâkıyız
Şeyh Ahmed Vefâ Efendi
Ahmed Müsellem Efendi'nin mahdûmu,
Hz. Sezâî'nin torunudur. Gülistân-ı irfânda yetişmiş pederinden ahz-i feyz
etmiş, ceddînin nazar-ı feyzine erişmiştir. Gülşen-i ma'rifette bir nihâl-i
hakîkattir. Müşârün ileyhîmânın zübde-i kemâlâtı olmuştur. Meşâyıh-ı zamânın
mümtâzı idi. İlm-i zâhir ü bâtının tecellî-gâhı olmuştu. Kuvvet-i irşâdı ne
mertebe âlî ise nazm u nesrde de o rütbe bâlâ-ter idi.
Pederinin irtihâli üzerine
1166/(1753)'da Gülşenî Veli Dede Dergâhı'na seccâde-nişîn oldular. Sinîn-i
medîde irşâd-ı ibâda hasr-ı vakt ettiler.
Pederlerinin irtihâli üzerine şu
sûretle ızhâr-ı hissiyyât buyururlar :
Hazret-i Şeyh-i
Müsellem kutb-ı aktâb-ı cihân
Vâlid-i tâc-ı serim ol hâdi-i
râh-ı hüdâ
Hânkâh-ı âlem-i fânîden
uzlet eyleyüp
Tekye-i lâhûtda halvetle
idüp kesb-i rızâ
Mürşid-i İsâ-dem oldu
nice demde ol velî
Kıldı ihyâ pes kulûb-ı
mürdeyi idüp duâ
Firkati içün aceb mi
eylese feryâd hezâr
Gülsitân-ı dehre olmuşdu
gül-i la'lî nümâ
Mahzen-i ilm-i ledünnî
maksem-i esrâr-ı Hak
Tâlibe ızhâr iderdi
Hızr-veş sırr-ı hafâ
Feyz-i sultân Gülşenî'ye
ol sezâ-yı nâm olup
Menba' olduğu o feyze
çün değil cây-ı hafâ
Kalb-i pür-nûru anın
ma'nâda beytu'llâh idi
Ana dâhil olana dinildi ‘kâne âminâ’
İrtihâllerinde peder-i ekremlerinin
türbesinde vedîa-i hâk-i gufrân kılındı. Târîh-i irtihâllerine dest-res
olamadım. Her hâlde kırk-elli sene kadar bu makâma, /167/ ya'nî Gülşenî
Veli Dede Dergâhı'na zînet verdiler. Zamân-ı meşîhatlarında cennet-mekân Sultân
Mustafa Hân hazretlerinin vezîr-i a'zamı, müceddeden bir minâre ilâvesiyle dergâhı
ta'mîr ve termîm eylemiştir. Edirneli Tâib Efendi tarafından şu târîh
söylenmiştir :
Bu makâm-ı mu'teberde
nice pîrân-ı selef
Eylemiş her birisi dârü'l-karâr-ı
ma'nevî
Hacı Bayram-ı Velî bir
erbaîn tekmîl idüp
Nice eyyâm olmuş işbu cây-gehde
münzevî
Kıldı binyüzseksenaltı sâlini
tevsî'-ı refî'
Mustafâ Hân’(ın) vezîr-i
a'zam-ı
ser-askeri
Cevheri sarf ile Tâib
nâsa tebşîr eyledi
Oldu Rûşen her zamân bu tekye-gâh-ı Gülşenî
(اولدى روشن هر زمان
بو تكيه كاه كلشنى) = ( 1189/1775)
Şeyh-i
müşârünileyhin Hadâiku's-Salât isminde bir hadîs-i erbaîni vardır. Dîvân-ı
Sezâî'yi, bi-tarîkı'l-intihâb tahmîs etmişlerdir ki, ahîren Nüzhetü'l-İhvân
nâmıyla neşr olunmuştur.
Bir-iki tahmîsini teberrüken nakl
ediyorum :
Vücûdun feyz-i Hakk'a
ayn-ı kândır Yâ Rasûla'llâh
Dile fikr-i visâlin tâze
cândır Yâ Rasûla'llâh
Der-i ulyâna kurbet ızz
ü şândır Yâ Rasûla'llâh
Derûnum âteş-i aşkınla
kandır Yâ Rasûla'llâh
Dil-i teşnem mey-i
vaslınla kandır Yâ Rasûla'llâh
Senin 'levlâke levlâk'
ile Hak şânın ayân itdi
Kelâm-ı 'kâbe
kavseyni ev ednâ'yla beyân itdi
Anınçün na'tını kem-ter
kulun vird-i zebân itdi
Firâkın âteşi bağrım yakup eşkim revân itdi
Dü-çeşm-i intizârım dolu
kandır Yâ Rasûla'llâh
Bilenler cûd-ı lutfun
bâb-ı gayre iltifât itmez
Görenler nûr-ı vechin
şemse zerre iltifât itmez
Olan dergâha bende gayri
gayre iltifât itmez
İçenler câm-ı aşkın bâb-ı
Hızr'a iltifât itmez
Senin aşkın hayât-ı câvidândır
Yâ Rasûla'llâh
Cenâb-ı Hak bu mahlûkâta
rahmet eyledi zâtın
İbâdât oldu ins ü cinne
ezkâr-ı makâlâtın
Senin na'tında âciz vâsıfûn
bî-had kemâlâtın
Sen ol şems-i
hakîkatsin ki âlem cümle zerrâtın
Vücûdun bâis-i kevn ü
mekândır Yâ Rasûla'llâh
Vefâ-yı
rû-siyeh bî-çâre fazlın ilticâ eyler
Kapunda bendedir her
demde cûdun ilticâ eyler
Kerem-kârâ senin
lutfunla rahmın ilticâ eyler
Sezâî derd-mendin bâb-ı
lutfun ilticâ eyler
Bilir kim dergehin dârü'l-emândır
Yâ Rasûla'llâh
* * *
/169/
Sakın keşf itme ağyâra bu râzı
Ki merdân-ı Hudâ virmez
cevâzı
Vefâ her demde dilden it
niyâzı
Bana kulluk Sezâî
aşk-bâzı
Bu râh içre benim ol
rind-i kallâş
* * *
Yâ Rab dilimi
mahzen-i esrâr eyle
Her şâm u seher meşrık-ı
envâr eyle
Tevfîka
karîn eyle beni her dem ü sâl
Fazlınla
pesendîde-i etvâr eyle
Şeyh Şuayb
Efendi
Hz. Vefâ'nın mahdûmudur ve Gülşenî Veli Dede Dergânı'nın şeyhidir. Kaç sene
seccâde-nişîn oldukları, ne târîhte irtihâl eyledikleri anlaşılamadı. Feyz ve
terbiyesi pederlerindendir. Hz. Müsellem'in türbesinde defîn-i hâk-i gufrândır.
(Kaddesa'llâhu sırrahû)
Şeyh Seyfullâh Efendi
1211/(1796) senesinde Hz. Şuayb'ın sulb-i pâkinden kadem-zen-i âlem-i şuhûd
olmuştur. Altmışyedi sene muammer olup, 1278 senesi Ramazân'ının 12. günü (13
Mart l862) vakt-i iftârda azm-i
gülşen-i lâhût ederek şeref-i cemâl-i ilâhî ile iftâr eylemiştir.
Tarîkaten intisâbı Edirne'de Kovacılar içinde Himmet Dede Dergâhı şeyhi İsmâîl
Âşir Efendi'yedir ki, Âşir Efendi, Hicâz'a gittiği zamân Mısır'da Âsitâne-i
Gülşenî'de şeyh bulunan Mustafa Çelebi'den tâc ve hırka giymiş idi.
Seyfullâh Efendi'nin İsmâîl Âşir Efendi'ye intisâbinâ bakılırsa kendisi
henüz küçük yaşta iken pederlerinin irtihâl etmiş olduğuna hükm olunur. Gülşenî
Veli Dede Dergâhı'nda pederinin câ-nişîni olmuş, 1278/(1862) senesine kadar
neşr-i feyz eylemiştir.
Ümmî imiş. Ahlâk-ı hasene sâhibi ve uzun saçlı bir mürşid-i hakîkat-bîn
olduğunu Edirne'de mülâkî olduğum zevâttan işittim.
/170/ Kabirleri Hz. Müsellem'in türbesi kapısı yanındadır.
Açıktadır. Mezâr taşında şu beyitleri okudum :
Tarîk-ı
Gülşenî'nin rûh-ı ervâh-ı tecellîden
Yine
asla rücû' itmiş kibârı nesl-i ehlu'llâh
On
ikinci günü şehr-i sıyâmın vakt-i iftârda
Cenâb-ı
Hâlıkı tevhîd iderdi geldi hükmu'llâh
Kemâl-i
hüsn-i hilkatle mücellâ kalbi tâhirdi
Gönül
virmezdi âlemde ne ki var ise gayru'llâh
Ferâmûş
itmesün evlâdlarım geçdikce yanımdan
Okusunlar
ola kabrim münevver nûr-ı zikru'llâh
Meâlî
cevher-i harfdan düşürmüş târihin Hâşim
O
bâbdan hem kadem basdı bakâya Şeyh Seyfu'llâh
(او بابدن هم قدم باصدى بقايه شيخ سيف الله) = 1278/(1862)
ŞEYH
ŞUAYB ŞEREFEDDÎN EFENDİ HAZRETLERİ
Müşârünileyh
Seyfullâh Efendi'nin necl-i necîbi ve Hz. Sezâî'nin beşinci hafîdidir.
1258 sene-i hicriyyesinde (1842) Edirne'de zînet-sâz-ı âlem-i şuhûd oldu.
Sinn-i âlîleri tahsîl zamânına vâsıl olunca Konyalı Hacı Mahmûd Efendi'den
taallüm-i Kur'ân ile ulûm-ı ibtidâiyyeyi okumuştur. Ba'dehû Edirne'de güşâd
olunan Mekteb-i Rüşdî'de Kütahyalı Osmân Efendi'den bir mikdâr Arabî Fârisî
okuduktan sonra câmi' dersine devâm etmişlerdir. Hocaları Berber-zâde Muhammed
Efendi olup, ulûm-ı êliyeyi onlardan tahsîl eylediler. Bu sırada pederleri irtihâl-ı
dâr-ı naîm eylediği cihetle, henüz yirmi yaşında idiler, hasbe'l-îcâb
İstanbul'a gelerek Molla Aşkî Dergâhı'nda, Şeyh Osmân Efendi ile, Gürcü Ali
Efendi hulefâsından Bolulu, sâhib-i icâze Mustafa Hilmi Efendi hazerâtına mülâkî
olup, Şeyh Mustafa Hilmi Efendi'ye intisâb ve tarîk-ı Gülşenî'ye ittisâl ile kâm-yâb
oldular. Tohm-ı tevhîdi kalb-i Hz. Şeyh'e eken bu zâttır. Teberrüken tâc ve
hırka iksâ ederek me'zûniyyet vermişlerdir.
Ba'dehû Edirne'ye avdetle bir tarafdan tahsîle devâm ve bir yandan ta'lîm
olundukları evrâd u esmâ ile meşgûl olmuşlardır. Üç sene sonra işâret-i
ma'neviyye üzerine İstanbul'u yine teşrîf buyurup, şeyhinden teberrüken icâze
almışlardır ki, 1281/(1864) senesine müsâdifdir.
Bu sırada Edirne'ye avdetle ke-mâ-kân tahsîl-i kemâlâta hasr-ı evkât ederek
Gülşenî Veli Dede Dergâhı maşîhatini de der-uhde buyurmuşlardı.
Üç sene sonra şeyhi Mustafa Hilmi Efendi terk-i dünyâ eylemekle, o gül-zâr-ı
/171/ reşâdetin bir gonca-i ma'rifeti olan Şerefeddîn Efendi, bundan
melûl olmuştu.
Edirne'de Câmi'-i Atîk müderrisi Hâfız İsmâîl Rüşdî Efendi'nin dâhil-i dâire-i
irfânı oldular. Onlardan ilm-i tefsîr ü hadîs-i şerîf ve tasavvuf dersleri
gördüler. Bu sırada Harîrî-zâde Şeyh Muhammed Kemâleddîn Efendi (84. sahîfeye
mürâcaat) hazretleriyle mülâkî oldular. Aralarında ülfet ve ünsiyyet husûle
geldi. Onlardan tarîkat-ı Nakşiyye, Celvetiyye, Nasûhiyye-i Şa'bâniyye,
Bekriyye-i Şa'bâniyye, Kâdiriyye, Rufâiyye ve Halvetiyye'den nâil-i icâze
oldular. Kendileri de müşârünileyhe tarîk-ı Gülşenî'den feyz verdiler ki,
Harîrî-zâde, Fâtih Kütübhânesi'nde mevcûd Tibyânü't-Tarâik nâm eserinde
bu keyfiyyeti yazıyor.
Hz. Sezâî'nin, "Âdem hemîn bu bezm-i dil-ârâya bir gelür"
gazelini Şerefeddîn Efendi'nin ricâları üzerine şerh eylemişlerdi.
Şerefeddîn Efendi, 1290/(1873) senesinde Muhammed Mahvî Efendi nâmında bir
mürşid-i kâmilin mazhar-ı sohbbeti olup, bu zât-ı muhteremden de ahz-i feyz ü
esrâr ederek tarîk-ı Gülşenî'de zül-cenâhayn olmuşlardı. Çünki tarîk-ı
Gülşenî'de iki kol olup, biri Sezâiyye, dîgeri Hâletiyye'dir. Mahvî Efendi vâsıtasıyla
Hâletiyye kolundan da nisbetleri husûle gelmiş idi ki, silsile-i nisbetleri
ber-vech-i âtîdir :
Hâletiyye kolu :
Şeyh Şuayb Şerefeddîn Efendi, Şeyh Muhammed Mahvî er-Rûmî
(Hayrabolulu), Şeyh İsmâîl Âşir b. Ahmed Necîb-i Edirnevî (1278/l861-62), Şeyh
Mustafa Çelebi el-Mısrî hâdim-i Hânkâh-ı Gülşenî, Şeyh İbrâhîm Aliyy-i Lîneverî
sümme'l-Mısrî, Şeyh Ahmed Nâsırüddîn-i Gülşenî an vâlidihî, Şeyh Hasan-ı Hâletî
an-vâlidihî, Şeyh Ali el-A'lâ an-vâlidihî, Şeyh İbrâhîm Muhyiddîn an-Şeyh Hasan
b. Muhyiddîn an-ammihî, Ahmed an-ahîhi, Şeyh İbrâhîm Muhyiddîn (1044/1634) an-vâlidihî,
Necîbüddîn Hasenü'l-Ahsenî (1024/1615) an-ahîhi, Şeyh Ali es-Safvetî
(1005/1597) an-vâlidihî, Şeyh Ebu's-Safâ Şemseddîn-i Hayâlî (977/1569) an-vâlidihî,
İmâmü't-tarîka pîr-i dest-gîr Şeyh İbrâhîm-i Gülşenî (kuddise sırruhu's-senî)
hazretleri.
Sezâiyye kolu :
Şeyh Şuayb Şerefeddîn Efendi, Şeyh Mustafa Hilmi Efendi, Şeyh Ali Rıza
Efendi, Şeyh Hasan el-Hasenî Efendi, Şeyh Hâfız Mustafa Efendi, Şeyh Gürcü Ali
el-kebîr, pîr-i sânî Hasan Sezâî (kuddise sırruhu'l-âlî).
/172/ Şerefeddîn Efendi hazretlerinin terceme-i hâline biraz fâsıla
vererek bu zevâttan bahs edelim :
Şeyh Mustafa Hilmi Efendi
Bu zât-ı muhterem Samatya'da İmrahor Dergâhı hazîresinde medfûndur. Kitâbe-i
seng-i mezârı :
"Hû Dost!
Tarîkat-ı aliyye-i Gülşeniyye'den Molla Aşkî Dergâh-ı şerîfi post-nişîni
meşâyıh-ı ızâmdan eş-Şeyh Ali Rızâ Efendi'nin hulefâsından ve el-Hâc İlyâs Câmi'-i
şerîfi imâmı âlem-i fenâdan âlem-i bakâya intikâl eden eş-Şeyh es-Seyyid Mustafâ
Hilmî Efendi'nin ve kâffe-i ehl-i îmânın ervâhına el-Fâtiha. 9 Receb 1283/5
Teşrîn-i sânî 1282 (17 Ocak 1867), yevm-i Cumartesi."
Şeyh Gürcü Ali Rızâ Efendi
Molla Aşkî Dergâh-ı şerîfinde türbede medfûndur. Sandûkası önündeki
levhadan :
Pîr-i sânî
Hazret-i Sultân Sezâî Gülşenî
Bende-i âgeh
velî ya'nî Cenâb-ı Şeyh Alî
Ârif-i ilm-i
ledünnî vâkıf-ı sırr-ı 'aref'
Ehl-i hâl-i hikmetin
kenz-i rumûzât-ı velî
Zikr ü fikri dâimâ
tevhîd-i bârî itdi heb
Kâr-ı kevn-i bî-bakâda
yok idi hiç medhali
Rû-nümâ olurdu Hak
kılsan nazar im'ânla
Nûrdan mir'ât idi gûyâ
vücûd-ı müncelî
Ni'met-i dîdâr-ı yâre
olıcak da'vet hemân
Sofra-i hân-ı fenâdan
der-akab çekdi eli
Kurb-ı Hak'da ola
firdevsîler ile hem-celîs
Çünki Rıdvân eylemiş âmâda
me'vâ evveli
Cevher-i eşkile Tal'at
yazdı târîhin didi
Hak idi âlemde maksûd
gördü Hakk'ı Şeyh Alî
(حق ايدى عالمده مقصود كوردى حقى شيخ على) =1260/(1844)
Bir
silsile-nâmede 1262/(1846) muharrer olarak gördüm.
Sekiz
halîfesi vardır :
- Şeyh
es-Seyyid el-Hâc Hüseyin Hüsnü Fahrî Efendi
1270/(1854).
Dergâha muttasıl bahçede medfûndur. Duvarın ta'mîrinde fakîr, bir pencere
yaptırdım. Taşında :
“Alevî
evlâdından ve tarîk-ı Gülşeniyye'den ve hâcegân-ı dîvân-ı humâyûndan es-Seyyid
eş-Şeyh el-Hâc Hüseyin Hüsnü Fahrî Efendi, 1270” diye muharrerdir.
- Çubukcu-zâde Şeyh Köse Ahmed Efendi
1274/(1858). Bu zâtın bir halîfesi vardır. İsmi İsmet Paşa'dır Süvârî
livâlarından idi. Şehremîni'de bir konağı vardı. Türbede medfûndur. Paşa olduğu
hâlde, tekkede kahve nakîbliği yaparmış. Sulehâdan bir zât olduğu menkûldür.
- Şeyh el-Hâc Muhammed Rüşdî Efendi :1293/(1876).
- Şeyh Hâfız Hüseyin Efendi : 1259/(1843).
- Şeyh Hâfız Muhammed Efendi : 1258/(1842).
- Şeyh
Seyyid Muhammed Emîn Efendi.
- Şeyh
Seyyid Mustafa Hilmi Efendi : 1283/(1866-67).
- Şeyh
Köse Osmân Nûri Efendi : 1302/(1885).
Şeyh
Hasan el-Hüsnî Efendi
Ali Rızâ
Efendi'nin şeyhidir Molla Aşkî Dergâhı'nda, türbede medfûndur.
Manzûme-i târîhiyye :
Cenâb-ı
Şeyh Alî necli Hasan Hüsnî Efendi Hû
Olup lâhûta âzim
kurb-ı Hak'da eyledi iskân
Azîzim Şeyh
Sezâî'ye yed-i mürşidle peyveste
/173/ İlâhî gülşen-i
cennetde kılsun aşkıle devrân
Sevindirdi
girüp kabre civâr-ı vâlideyninde
Velâkin âşıkân
dervîşlerini eyledi giryân
Mukaddes rûhu
fevc-i tâifân-ı havl-i arş ile
Cebîn-fersâ-yı
adni Ka'be-i ulyâ ide Mennân
Revânı ni'met-i
kevser ile seyrâb u seyr olsun
Makâmın
gül-sitân-ı kasr-ı firdevs eyleye Rahmân
Tefe‘‘üldür bu
târîhim şefâat isterim Hayrî
Hasan Hüsnî
Efendi cânını huld eyledi Yezdân
(حسن حسنى افندى جاننى خلد ايلدى يزدان) = (1249/1833)[23]
Şeyh Hâfız Mustafa Efendi
Şeyh Ali el-Gürcî hazretlerinin halîfesi ve dâmâdı ve Molla Aşkî Dergâhı
şeyhidir. 1206/(1791) senesinde irtihâl-i dâr-ı bakâ eylemiş ve türbe-i
şerîfeye defn olunmuştur. Sofularlıdır.
Şeyh Ali el-Gürcî Efendi
Hz. Sezâî hulefâsındandır. İstanbul'a berây-ı irşâd me'mûr buyrulmuştur.
Molla Aşkî Dergâhı'nı te'sîse muvaffak olup, sinîn-i medîde neşr-i feyz
etmiştir. İntikâlleri vukû' bulunca, tevhîd-hânenin sol tarafında ihzâr edilen
kabre vedîa-i hâk-i rahmet kılınmış idi.
Manzûme-i târîhiyye :
Göçdü dünyâdan
nihâyet Şeyh Aliyy-i Gülşenî
Dâimâ tevhîd ü
zikru'llâh idi fikr ü dili
Mürşidânın
serveri ya'nî Sezâî pîridir
Hep görüp
seyr-i sülûku andan almışdı eli
Tekye-gâh-ı
gülşen-i dehr içre cidd ü sa'yile
el-Hak olmuşdu
tarîk-ı Gülşenî'nin bir güli
Cebhesinde
feyz-i rûhâniyyet itmişdi zuhûr
Hem de envâr-ı
tecelliyyâtı Hakk'ın müncelî
Düşdü üçler Himmetî
târîh-i cevher dârına
Hak kıla gül-zâr-ı
Adni cilve-gâh-ı Şeyh Alî
(حق قيله كلزار عدنى جلوه كاه شيخ على) = 1190/(1776)
Bu târîhlerden istidlâlime göre Şeyh Ali Efendi Hz. Sezâî'nin irtihâllerinden
sonra otuzdokuz sene daha muammer olmuşlardır. Bu dergâhı cenâb-ı Pîr zamânında
te'sîs eylemiş olacaklarına bakılırsa, elli seneden fazla burada neşr-i feyz-i
tarîkat u ma'rifet buyurmuşlar demek olur.
Kendilerinden sonra dâmâdı Hâfız Mustafa Efendi'nin onaltı sene (sene :
1206), Gürcü-zâde Hasan Hüsnü Efendi'nin kırküç sene, Ali Rızâ Efendi'nin onbir
sene (sene : 1262) seccâde-nişîn-i hilâfet oldukları bi'l-hisâb nümâyân olur.
Sonra Şeyh Osmân Nûri ve Sezâî Efendiler, sırasıyla icrâ-yı meşîhat edip, Osmân
Nûri Efendi türbede medfûndur.
Şeyh Muhammed Şehrî ve Sâmî Efendilerin beyânına göre Ali Rızâ, sânisi
hulefâsından Şeyh Ahmed Efendi'nin de, bir aralık altı ay kadar bu dergâhta
meşîhati olup, irtihâlinde Hasan Tevfîk Efendi'nin kabrine defn olunmuştur.
Halîfesi İsmet Paşa dahi bu kabirde defîn-i hâk-i ıtır-nâktır. (Sahîfe 172'de
bahsi geçti).
Şeyh Sâmî Efendi ise selefinin ifâdesine atfen Şeyh Ahmed Efendi'nin esâsen
şeyhi ile arası açılıp, burada meşîhati olmadığını ve ihtimâl ki, vekâlette
bulunduğunu ve başka bir yere defn edildiğini söylemektedir.
Molla Aşkî Dergâhı'nda Şeyh Ali Gürcü hazretlerinin irtihâline dâir,
vak'a-nüvîs Edîb Efendi[24] tarafından
o zamânda söylenmiş bir manzûme-i târîhiyyeyi hâvî levhadan :
Sâlikân-ı
Hazret-i Pîr-i muazzam Gülşenî
Kıldılar sûz-ı
firâk ile yine dilden bükâ
Şeyh Aliyy-i
Gülşenî kıldı bakâya çün sefer
Leyle-i kadr
idi ihsân-ı Cenâb-ı Kibriyâ
Nûş idicek 'irciî'
emrin o dem pervâz idüp
Âşiyân-ı kudse
kondu mürg-ı rûhu çûn hümâ
Şöyle bir kâmil
mükemmil er idi bir kez anın
Gönlüne yol
bulmadı hubb-ı nukûş-ı bî-bakâ
Rabt-ı kalb-i
enveri dâim Cenâb-ı Hak idi
Ol cihetden hiç
anı aldatmadı nefs ü hevâ
Kutb-ı vakt
idi dinürse zâtına lâyık anın
İtmedi Hak'dan
cüdâ bir dem anı kayd-ı sivâ
Zâhir ü bâtın
Sezâî hazretinin bendesi
Ârif-i bi'llâh
muhakkak mürşid ü hem reh-nümâ
Kudve-i ehl-i riyâzet
zübde-i erbâb-ı dil
Manzen-i vecd ü safâ
böyle mücâhid bî-riyâ
Dergehine baş koyan sâlikleri
bî-rayb ü şek
Dûzah-ı emmâreden ol dem
bulurlardı rehâ
Câh u çâhı bu cihânın
bildiğim kesret kamu
Hakkî
müşâhiddi anınçün........
Hak teâlâ sırrını
takdîs ide her rûz u şeb
İde rûh-ı enveri dâim
naîm ile safâ
Ol velînin sû-yi
Hakk'a intikâliçün Edîb
Yaz bu târîh-i mesîli
böylece .........
Kevser-i vaslıyla
kandırsun heme Rabbü'l-enâm
Eyleyüp mihmân-sarây-ı
cenneteyn .........
Kabirlerinin
sağ tarafında birinci sandûkada ilk haremi Fâtıma ve ikinci haremi Hasîbe
hanımlar medfûnedirler.
Ali
Efendi'nin kabrinden (sonra) üçüncü kabir mahdûm-ı mükerremleri Hasan Tevfîk
Efendi'nindir.
Rıfkıyâ
çıkdı üçler yediler cevherle târîhini*
Azm eyledi bu demde
Hasan Tevfîk Efendi cennete
(عزم ايلدى بو دمده
حسن توفيق افندى جنته) = 1242/(1826)
Bu zâtın
meşîhati yoktur. Onun yanında pencere önündeki zât 172. sahîfede bahs eylediğim
Ali Gürcî-i sânîdir. Onun ayak ucunda medfûn olan Şeyh Köse Osmân Nûri Efendi
olup, Ali Rızâ Efendi halîfesidir. Kırkiki sene meşîhati olduğu ınde'l-hisâb
müstebândır. Hânkâh-ı Hz. Sünbül'de erbâîn çıkardıklarını naklen Şeyh Şehrî ve
Sâmî Efendiler söylediler. Müşârünileyhin Hâletiyye-i Gülşeniyye'den icâzesi
vardır (sahîfe 207).
Şeyh-i ekmel Hazret-i
Osmân Efendi'dir velî
Oldu bu dergehde
kırk-elli sene sâhib-makâm
Gülşenî-i Ma'nevî’den
feyz alup bî-iştibâh
Eyledi tevhîd ü ezkâr
ile irşâd-ı enâm
Vâkıf-ı esrâr-ı pîrân ârif-i
bi'llâh'dır
Sâye-i Fahr-ı rusülde
oldu vuslatla be-kâm
İki mısra' söyledim Sa'dî
cenâb-ı hazrete
Her biri târîh-i cevher ile buldu
intizâm
Pîr iken Osmân Efendi
itdi seyrân-ı naîm
Hû diyüp Osmân Efendi
devrini kıldı tamâm
پير ايكن عثمان
افندى ايتدى سيران نعيم = 1302/(1885)
هو ديوب عثمان افندى
دورينى قيلدى تمام = 1302
Şeyh Osmân Nûri Efendi, Ali Rızâ Efendi'den müstahlef olunca Çekmece'deki
dergâhda irşâd-ı ibâda me'mûr olmuş, yirmi sene kadar orada bulunmuş, bakıyye-i
ömürlerini Molla Aşkî'de geçirmişlerdir.
Hulefâsı :
Libhovalı Şeyh Mahmûd Efendi (sahîfe : 208), Voştineli Şeyh Abdullâh
Efendi, Şeyh Abdülbârî Efendi, İstanbullu Şeyh Neş'et Efendi, Çekmece Dergâhı
şeyhi ve dâmâdı İsmâîl Efendi, mahdûmu Şeyh Sezâî Efendi. (Kaddesa'llâhu esrârahum)
Sezâî Efendi, 1302/(1885)'de pederinin câ-nişîni olup, otuz yedi sene kadar
seccâd-nişîn-i meşîhat olup, 1339/(1921) senesinde âzim-i dârü'l-karâr oldular.
Çekmece'deki dergâhda medfûndur. Yerine mahdûmu Osmân Efendi geçmiş ise de mugâyir-i
âdâb-ı şerîat ahvâl ü harekât-ı nâ-merzıyyesine mebnî, meşîhat üzerinden ref'
olunarak, yerine Libhovalı Şeyh Mahmûd Efendi-zâde Şeyh Muhammed Sâmî Efendi
şeyh olmuştur. (Sahife 208)
Tâhirağa Dergâhı şeyhi Ali Behcet Efendi buyurdular ki : Osmân Efendi'nin
İsmâîl Efendi isminde bir dâmâdı vardı. Tekkeye bitişik ev onun idi. Osmân
Efendi'yi, sonra Çekmece'ye şeyh yaptılar. Senede bir iki giderdi. Vefâtından
sonra Sezâî Efendi'ye meşîhat verildi.
* * *
/174/ Sezâi Efendi, Çekmece-i Kabîr (Büyük Çemece) Hz. Sezâî hulefâsından Nasûh Baba Tekkesi'nde
medfûndur. (208. sahîfeye mürâcaat)
Gürcü Ali Efendi'nin halîfeleri, Şeyh Mahmûd Efendi Kırımlıdır. Urefâdan ve
erbâb-ı kalemden bir zât-ı âlî-kadrdir. "Hâmid-i Bî-nevâ" mahlasını
takındıkları, etvâr-ı seb'aya dâir yazdıkları iki risâlenin mütâlaasından
istidlâl olunmuştur.
Bir zat
ba'zı sualler sormuş. Birincisi, (الرَّحْمَنُ
عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى)[25] hakkındadır. Enes b.
Malik'in, (الاستواء
غير مجهول وكيفيته غير معقول والإيمان واجب والسؤال عنه بدعة.)[26] buyurmaları esâsına
göre tedkîkatı câmi'dir. Mesâil-i gâmızadan
bâistir.
Verme râhat nefsine dâim
gazâ-yı ekber it
Hâne-i dil feth olup dâru'l-emân
itsün seni
nutku
kendilerinindir. 232. sahîfede Şeyh Hâmid
hakkında tafsîl vardır.
- Kırımlı
Şeyh el-Hac Mustafa Efendi
- Şeyh
Ahmed Muhtâr Âhî Efendi
- Şeyh
Hafız Mustafa Efendi. Molla Aşkî Dergahı şeyhidir. Silsile-i tarîkat bu zâttan
yürümüştür. Bu zatın halîfesi zâviye-dâr
başı
Şeyh Muhammed Saîd Efendi 1217/(1802).
Bu zâtın beş halîfesi vardır:
- Şehremininde Hz. Ümmî Sinan Zâviye-dârı Yekçeşm Şeyh Hacı Ali Efendi 1219/(1804).
- Şeyh Abdülhamîd Efendi 1245/(1829)
- Şeyh Mîr Saîd Efendi.
- Şeyh Seyyid Hâşim Efendi
- Şeyh Mustafa Efendi-zâde Şeyh Muhammed Rifat Efendi 1256/(1840)
- -
-
Ehl-i
silsile hakkındaki tafsîlat burada bitti. Yine Şeyh Şuayb Şerefeddîn Efendi
hazretlerine rücû’ ediyorum.
Harîrî-zâde'den aldıkları nisbet ile turuk-ı sâireden olan alâkalarına ait
silsile-nâmeleri Tibyânu't-Tarâik'ta
ve müşârünileyh Şerefeddîn Efendi hakkında müstekıllen yazdığım Mürâselât
nâm eser-i dervîşânemde tafsîlen münderictir. Bunlardan Tarîk-ı Şa'bânî'ye ait
olanları ber-vech-i âtîdir:
- Şeyh Şuayb Şerefeddîn Efendi hazretleri
- Şeyh Muhammed Kemâleddîn-i Harîrî
/175/ - Şeyh Salih
Efendi b. Şeyh Abdülkâdir Efendi.
- Şeyh Mustafa Zekî b. Şeyh Mustafa Zekâî el-Üsküdârî an-şeyhıhî Şeyh el-Hâc Hasan es-Simâvî
(1209/1794) ani'ş-Şeyh Abdullâh-ı
Kastamonî (1181/1767) ani'ş-Şeyh Alâeddîn Alî b. Hz. Nasûhî (1161/1748) an-vâlidî,
sümme tekemmele alâ yedi reîsi hulefâihî Şeyh Abdullâh er-Rüşdî el-Mudurnî
(1141/1729) an-imâmü't-tarîka Şeyh Muhammed Nasûhî el-Üsküdârî (kuddise
sırruhu'l-Bârî).
İşte Şeyh Şuayb Şerefeddîn Efendi hazretleri bu sûretle câmiu't-turuk
olmuşlardı. Muhammed Nûru'l-Mahlâvî'den Kemâl Harîrî vâsıtasıyla intikâl eden
neş'e-i melâmetle, "Gey melâmet hırkasın sultânlık anda gizlidir"
diye, hırka-pûş-ı istitâr olmuşlardı.
Mülâkî oldukları zevât-ı kirâmın zevk-ı sohbetlerinin, dimâğında bıraktığı
te'sîrât ile kendine bir meslek-i metîn ittihâz ederek ihtiyâr-ı âlem-i vahdet
buyurup, kemâlât-ı ârifânelerini ileri götürmek için pek çok çalışmışlardır.
İsti’dâd-ı Hudâ-dâd îcâbınca âsâr-ı feyz-i tecellîye başlayınca meclis-i irfânına
cân atanlar çoğalmağa başlamıştır.
Gülşenî Veli Dede Dergâh-ı şerîfi
seccâde-nişîni olduklarından Hz. Bayram-ı Velî'nin erbaîn çıkardıkları mahall-i
mübâreki çille-gâh ittihâz ile, burada âsâr-ı ehlu'llâh mütâlaasıyla ve
meclislerine cân atan urefâ, zurefâ ve uşşâk-ı kirâmın musâhabât-ı ilmiyye vü
zevkıyyesiyle dem-güzâr olmuşlardır.
Fevka'l-âde mahviyyet-perver olduklarından şöhretten ictinâb ederler, meşâyıh-ı
rusûm arasında pek görünmek istemezlerdi. Fakat herkes âsitân-ı irfânına cân
atardı. Edirne'de bulunan ve Edirne'ye gelen ulemâ, urefâ dâimâ meclislerine
şitâbân olurlardı. Nezdlerinde merâsim olmazdı. Ordu ricâlinden paşalar ve efrâddan
neferler de gelir. Nefer hâzır iken bir paşa gelse, kapının yanında boş yer
varsa, paşa orada edebiyle otururdu. (سَوَاء الْعَاكِفُ فِيهِ وَالْبَادِ)[27] sırr-ı ilâhîsi,
o hâce-i irfânın ka'be-i hakîkatinde tecellî-nümâ idi. Odasında bir post
üstünde oturur; yanında bir rahle, rahlenin üstünde kitaplar, husûsiyle hîn-i
tetebbuunda not ettiği hakâyıkı câmi' defterler bulunur. Dâimâ bunlardan açar,
okur, tarîk-ı mübâhaseye yol verirlerdi. Her sorulan şey'e /176/ yerini
bulur; cevâp verirdi, muhâtabını kandırırdı.
Vaktiyle İstanbul'da meclis-i meşâyıh reîsi ve Selîmiye Dergâh-ı şerîfi
seccâde-nişîni Şeyh Saîd Efendi hazretlerine yazdıkları cevâb-nâme, hazretin
silk-i tahrîrde kudretini; bî-çâregânın himâyesinde gösterdikleri gayreti,
hırs-ı âmâlden ne mertebe mütevakkî olduğunu ve meşreb-i mahsûs-ı mürşidânelirini
gösterir bir hakîkat-nâmedir. Aynen nakl ediyorum :
"Reşâdetlü Efendim Hazretleri,
24 Teşrîn-i sânî 1301/(6 Aralık 1885) târîhiyle müverrah ve iltifât-ı mâ-lâ-nihâye-i
mürşidâneleriyle müvaşşah olarak dest-i i'zâm u tekrîm ü tebcîli tezyîn eden
emr-nâme-i reşâdet-penâhîleri mütâlaa-güzâr-ı fakîrânem oldu. Emr-nâme-i âlîlerinin
fıkra-i evveliyyesi ki, Şadırvanlı Dergâh-ı şerîfi meşîhat cihetinin müteveffâ
Râşid Efendi hafîdi İsmâîl Efendi'ye tevcîhi hakkında mukaddemen Edirne vilâyet-i
celîlesinden mürsel i'lâm ve mazbata münderecâtının medâr-ı tevcîh
olamayacağını ihtâr ve izbârdan ibâret olup, husûs-ı mezbûr Edirne'deki
bi'l-cümle meşâyıhı dâğ-dâr-ı teessüf etmiş ve fakr-ı hâllerinin derece-i tâkat-fersâsı
nezd-i maâlî vefd-i mürşidânelerinde ma'lûm olan şu familyanın girif-dârî-i
perîşâneleri ve be-tahsîs Edirne'ce pek çok emsâli olan işbu tevcîhâttan
mahrûmiyyetleri telehhüf ü teessüf-i azîmi mûcib olmuştur.
Fıkra-i sâniyesi ki : Evvel vakt Edirne Cem'iyyet-i Meşâyıh'ının tensîbi
üzerine min-gayr-i istitâatin dergâh-ı mezbûr meşîhat vekâletine ta'yîn
kılınıp, hizmete henüz dest-zen-i şurû' olmamış olan dâîlerinin icrâ-yı vekâlet
edebilmekliğim için usûl-i müttehaze ve şurût-ı mukarrara-i kadîmesine tevfîkan
ve teberrüken bir aded Celvetiyye tâc-ı zevi'l-ibtihâc-ı şerîfinin iksâsıyla
icrâ-yı usûl edilmesi irâde-i aliyye-i riyâset-penâhîleri muktezâ-yı âlîsinden
bulunduğunun beyân ve ityânını hâvîdir.
Bu bâbda hakk-ı nâ-müstehakk-ı fakîrânemde irâe buyurulan eser-i teveccühe
enfâs-ı hayât-ı ma'dûde-i ahkarânemi hasr etmiş olsam, yine îfâ-yı şükrânından
ızhâr-ı acz ederim. Binâenaleyh bir müddetten beri mübtelâ olduğum illet-i
za'fiyye sebebiyle târî-i vücûd-ı fakîrî olan inhirâf-ı mizâc dergâh-ı âcizînin
bile hizmetini îfâda terâhî ve taksîr vukûunu istilzâm etmekte olduğundan
bi't-tab' ârıza-i mahbûs-anhâya mebnî hıdmet-i vekâleti îfâda dahi kusûr
edileceği havfı infâz-ı emr-i âlîlerine /177/ mâni'
olduğunu maa't-teessüf arz eder ve maa-mâ-fîh buradan âharının tedâriki husûsu
irâde buyurulursa evsâf-ı matlûbeyi câmi' bir zât bulunacağı ve her bir husûsta
elden geldiği derece sarf-ı mâ-hasal gayret edileceği ve şâyed oradan münâsibinin
i'zâmı hâlinde dergâh-ı mezkûrun güşâdı ve husûsât-ı sâiresinin tedârik ve ihzârında
çalışılacağının arz u beyânıyla berâber, fark-ı âcizânemde lem'a-nisâr olan
teveccühât-ı mürşidânelerinin ke-mâ-kân bakâsını niyâz eylerim.
Kerîmü'l-fıtratım, efendim hazretleri.
ed-Dâî Şeyh Şuayb Şerefeddîn"
1311/(1893-94) senesinde İstanbul'u teşrîf buyurdular. Merkez Efendi şeyhi
Ahmed Mes'ûd Efendi merhûma müsâfır oldular. Çok hürmet ettiler. Meclis-i
şerîfleri züvvâra tavâf-gâh oldu. İstanbul'da hayli dergâhları, makâmât-ı mübârekeyi
ziyâret ettiler. Bir müddet sonra avdet eylediler.
Hz. Pîr-i sânî Sezâî-i Gülşenî efendimizin :
Kalem-i sun'-ı ezel
her ne ki tahrîr itdi
Kayd idüp suhf-ı edebde anı
takrîr itdi
Evvel ü âhiri bir
noktada cem' itmiş idi
Fasl içün bast-ı hurûf
eyledi teksîr itdi
Sür'at-i devr ile bir dâire
çekmiş nokta
Baksan ol dâirede
noktayı tasvîr itdi
Koydu ol noktanın aynını
gönül dîdesine
Merdüm-i dîdeyi aksi ile
tenvîr itdi
Nükteyi duydu Sezâî
dehen-i yârı sorup
Noktanın sırrını âriflere
takrîr itdi
gazelini pek ârifâne
bir sûrette şerh edip, Îzâhu'l-Merâm fî-Meziyyeti'l-Kelâm, yâhûd Şerhu'n-Nokta
ve'l-Kalem nâmıyla
tab' u neşr eylemişlerdi.
Hüsn-i
tesâdüf eseri olarak bu şerhi ele geçirip mükerreren mütâlaa ettim. Hz. Şeyh'i
henüz tanımıyor idim. Bast olunan hakâyık u dakâyık, bu abd-i ahkarı mest ü
medhûş eyledi. Müellif-i muhteremine ani'l-gıyâb büyük bir aşk u muhabbet neş'esi uyandı. Eserin mukaddimesinde, "efkaru'l-muvahhidîn
eş-şeyh Şuayb Şerefeddîn b. eş-Şeyh Muhammed Seyfullâh seccâde-nişîn-i Hânkâh-ı
Gülşenî Veli Dede Efendi der-Edirne" imzâsını görünce Edirne'ye bir
mektûb yazdım. Arz-ı hissiyyât u ta'zîmât eyledim ki, 1315/(1897) târîhine müsâdifdir.
Bir kaç gün sonra postacının îsâl eylediği şu cevâb-nâmeyi aldım :
“Saâdet-mendim!
Kalb-i
tâb-nâkınızda meknûz olan muhabbet-i hâlisa vü sâfiyenin şiddet-i galeyânından
sâha-i kırtâsa dökülen kelâm-ı âb-dârı
hâvî ve hakk-ı fakîrânemde envâ'-ı /178/ nevâziş ü iltifâtı
muhtevî mektûbunuzu aldım. Mütâlaasıyla hazz-ı küllî husûle geldi.
Âşnâlık tâ ezeldendir Sezâî
yâr ile
Bu
taleb kanden gelür ru'yet mukaddem olmasa
mâ-sadakınca
âşinâlığımız ezelîdir, ebedîdir. İnşâa'llâh sûrîsi de müyesser
olur. Bâkî gülşen-sarây-ı feyz ü ikbâlde dâim olunuz oğlum.
ed-Dâî
(Şuayb
Şerefeddîn-i Gülşenî)”
(Mühür)
Bu mühr-i şerîfleri Hz. Pîr Sezâî efendimizin gördüğüm mühr-i mübâreklerinin
aynı hacim, şekil ve tahrîrindedir.
Bunun üzerine meyânede tarîk-ı meveddet açılmış ve dâimâ iltifâtlarıyla
müşerref olunmuştur. Fakîre yazdıkları, hakâyıkı câmi' mektûbları altmışüçe bâliğ
olmuştur. Cümlesi toplanarak terceme-i hâl-i mufassallarının ilâvesiyle, Mürâselât
nâmıyla bir eser vücûda gelmiştir.
Cenâb-ı
Şeyh Sezâî-i Gülşenî feyzi
Bu abd-i
kem-teri Vassâf-ı müstenîr eyler
Kemâl-i ka'bı
kerâmâtı ebher ü azhar
Dü-çeşm-i
şevkımı hak-bîn idüp karîr eyler
Dil-i hazînimi pervâne-i
muhabbet idüp
Civâr-ı şu'le-i irfânda
müstedîr eyler
Riyâz-ı gülşenin el-yevm
bülbül-i zârı
Cenâb-ı Şeyh Şerefeddîn
beni esîr eyler
Semâ-yı ma'rifetin necm-i
pertevi ki odur
Kulûb-ı kâsiyeyi nûru şu'le-gîr eyler
Anın vücûdu bu dîne
şeref-pezîr-i hedy
Füyûz-ı ilm ü kemâliyle
bî-nazîr eyler
Uluvv-i himmet ü irfânı
zâhir oldukca
Hudâ-yı azze ve cel bâtınen
de pîr eyler
Hulûs-ı aşk u muhabbetle
kem-teri Vassâf
Bu yolda hissini
ta'zîmini kesîr eyler
Bidâyeten
tarîk-ı Şa'bânî'ye intisâb eylemiş idim. Şa'bânîler bâbında tafsîl edileceği
üzere, bu sırada azîzimin irtihâliyle öksüz kaldığımdan Şerefeddîn Efendi,
fakîri cenâh-ı himâyetine almış idi. Tâm sekiz sene ani'l-gıyâb feyz ü
terbiyetleriyle perveriş-yâb oldum. Gâyet karlı bir bayramda Uzunköprü'de
bulunuyorlardı. Oraya gitmek üzere iken gelen telgraf-nâmeleriyle te'hîr-i
azîmet ettim. İki sene daha bu hâlde kaldım. Nâire-i hasret ciğerimi yakmağa
başladı. Nihâyet 1324/(1908) senesi Mayısında vâki' olan emr ü işâretleri
üzerine Edirne'ye /179/ azîmet ederek, hânkâh-ı feyz-i penâhlarında hâk-pâ-yı
mürşidânelerine rû-mâl olmak, üç gün üç gece nezd-i âlîlerinde bulunmak şeref-i
azîmine nâil oldum. O dakîkada hayât-ı câvidânî buldum. Lisân-ı kâl bunu
tasvîre muktedir değildir.
"Evlâdım,
sizi sekiz-on sene gıyâbî muhabbetle meşgûl eyledim. Fakîri görmenizi ârzû
etmiyordum. Çünki gördüğünüz zamân, "Benim
ani'l-gıyâb nâire-i muhabbetle sûzân olduğum adam bu muydu?" diye hâlinize peşîmân
olmanız ihtimâli kuvvetli idi. Fakîre teveccühünüz ziyâde idi. Halbuki tasavvur
ettiğiniz âsâr-ı kemâl olmadığından, o yolda hareketim zarûrî idi. Ammâ ne çâre
ki, bunu idâmeye imkân kalmadı. An-karîb hayât-ı fâniyeden hayât-ı bâkiyeye
intikâl mukarrerdir. Dünyâ gözüyle mülâkâtı fakîr de ârzû ettim. Hamd olsun,
görüştük. Her ikimizin bu muhabbeti asıl sâhibine âiddir. Cenâb-ı Hak cümlemize
âhir-i âkıbet hayırlılığı ihsân buyursun." dediler ve ağladılar. Bu
abd-i kem-teri de ağlattılar.
Senelerce
süren aşk u muhabbetime tercümân olan mektûblarım nezd-i hazret şeyhde
okundukça fakîre ızhâr-ı âsâr-ı teveccüh buyuran ıhvân hep huzûr-ı hazrete
geliyorlar, bu abd-i ahkar ile görüşüyorlardı. O üç gün üç gece zarfında öyle âlemler,
öyle bezm-i hakîkatler oldu ki, vasf için nereden başlayacağımı ta'yînde ızhâr-ı
hayret ederim. Her hâlde ömrümün en kıymet-dâr zamânı o zamândır.
Hulefâ-yı
Hz. Şeyh'den Binbaşı Hasan Efendi delâletiyle arz-ı nisbet eyledim. Hafî celî
telakkun-ı zikr ile bey'at-i tâmmede bulundum. Yedinci esmâya kadar telkîn
buyurdular ve tekrâren, "Oğlum, ilk ve son mülâkâtımızdır."
diye yüreğimi yaktılar.
Şerefeddîn
Efendi, orta boylu, top ve beyâz sakallı; ne zaîf ne de şişman, ikisi ortası;
humrete mâil gâyet güzel yüzlü, pâk özlü, sevimli çehreli, beşûş, mültefit,
mütevâzi', ahlâk-ı hasene ile mütehallî, güzel sohbetli, güzel sözlü, âteşîn
bakışlı bir zât idi. Hiç mâ-lâ-yanî ile iştigâl etmez; dâimâ mütâlaa ve
sohbetle ve ibâdetle dem-güzâr idi. Hücre-i saâdetlerinde bir post üzerine
oturur, ale'd-devâm ziyâret-i şerîfelerine gelen zevâtı şeref-i sohbetleriyle
dil-şâd eder. Hakâyıktan ve dakâyıktan söyler. Herkesin hâline, kemâline göre
ders-i tarîkat verirler idi.
/180/
Yanlarına
ulemâdan bir zât gelse, kendileri tıfl-i ebced-hân vaz'iyyetini alarak o zâta
inbisât verecek şekilde hareket eder. Onu söyletir, her sözünden bin türlü hakâyık-ı
ma'nâ istinbât eyler idi. Edirne'de ulemâ, fuzalâ, meşâyıh, ricâl-i mülkiyye vü
seyfiyye kâmilen Hz. Şeyh'in irfân u kemâline mu'tekid olup, dâimâ ziyâret
ederler ve hakîkatten, ma'rifetten ve tarîkattan ders alırlardı.
Yirmibeş
sene evvelceye kadar saçlarını uzatmışlar, sonra şiddetli nezle te'sîriyle
kestirmişlerdir. Beyâz arâkıyye üzerine kırem renkte, hafîfce sarık sararlardı.
Cemâatle edâ-yı salât eylerlerdi. Zamânımızın Sezâî'si ıtlâkına şâyân sâhib-i
tasarrufât u burhân idi.
Tarîk-ı
Gülşenî'nin zamân-ı ahîrde müceddidi olmuşlardı. "Gülşenî-i Sânî"
mahlasıyla olan
şu nutk, hîn-i irtihâllerinde evrâkı meyânında görülmüş idi. Eşref-zâdelerden,
"Eşref-i Sânî" diye şöhret bulan zâtın olduğu Yâdigâr-ı Şems'de
görülmüş ise (de) ba'zı beyitleri başkadır :
Katreyim
sûretde ammâ ma'nide deryâ benim
Cümle âlem bendedir dünyâ
vü mâ-fîhâ benim
Bendedir bu onsekizbin âlemin
mâhiyyeti
Mazhar-ı kül olmuşum
külliyyet-i esmâ benim
Olmuşum müstağrak-ı
nûr-ı tecelliyyât-ı Hak
Vâdi-i eymende gûyâ
Hazret-i Mûsâ benim
Çün serây-ı izzete
basdım kadem irfân ile
Hem Süleymân-ı zamânım Kâf
ile Ankâ benim
Bu rumûzun nüktesin ancak
yine ârif bilür
Mazhar-ı sırr-ı Alî'yim
cümleten a'lâ benim
Fâris-i meydân-ı aşkım Gülşen-i
Sânî bugün
Mürdeler ihyâ ider ol cân
ile cânân benim
Şu
nutkları bilâ-şek kendilerinindir :
Kayd-ı imkânla
bulunmaz rûh min-me'vâ-yı
aşk
Şeş cihetden taşra tayrân
eyledi ankâ-yı aşk
Çünki 'rabbi zidnî
fîke' didi sâlâr-ı rusül
Vâdi-i hayretde iskân
eyledi âlâ-yı aşk
Efser-i dâğ-ı cünûnu
başına tâc itmeden
Eyleme bî-hûde ey dil
da'vi-i Leylâ-yı aşk
Âkılâna hâl-i aşkı
eylemek tefhîm güç
Çün hurûf u lafz u savta
sığmadı ma'nâ-yı aşk
/181/ Saykal-ı tevhîd ile bulsa derûnun
incilâ
Görünürdü sana andan
çehre-i ra'nâ-yı aşk
Cân u baş virmek
gerekdir işbu yolda hâsılı
Nakd-i tenle alınur
sanma beğim kâlâ-yı aşk
Mazhar-ı Esmâ-yı Hak'dır
cümle eşyâ ey Şeref
Eyle ibretle nazar kim
olasın dânâ-yı aşk
* * *
Reng ü elvân-ı fenâyla
itme cânâ ittisâf
Sil
gönülden gayr fikrin eyle kendin sîne-sâf
Nûr-ı
irfân ile keşf it anla nefsin hîlesin
Kıl
sefer milk-i derûna eyle dil beytin tavâf
Taht-ı
dilde hükm idüp ey şâh-ı dîvân itmeğe
Çün
gerekdir nefs ile çok ictihâd ü ihtilâf
Hakk'a
vuslat ister isen ser-fürû kıl âdeme
Âdem-i
ma'nâ durur zîrâ hakîkatde matâf
Vâkıf-ı
esrâr olan bir kâmilin gir kalbine
Ey
Şeref bulmak dilersen dû-cihânda sen muâf
Hz. Pîr'i medh ediyorlar :
Tarîk-ı
Gülşenî'nin reh-nümâsı Sezâî'dir Sezâî'dir Sezâî
Reh-i Hakk'ın muhassal pîşvâsı Sezâî'dir
Sezâî'dir Sezâî
Maârif ehlidir
cümle mürîdi şekâvet eylemez aslâ saîdi
İden irşâd-ı dervîş-i
reşîdi Sezâî'dir Sezâî'dir Sezâî
Sezâ ider gelen her nâ-sezâyı ki zîrâ bilmedi hiç nâ-sezâyı
Muhakkak
mazhar-ı Seb'u'l-Mesânî Sezâî'dir Sezâî'dir Sezâî
Soyunan sırf
libâsından tamâmen iden farkıla cem'i cem' tamâmen
İrişen nokta-i sırra tamâmen Sezâî'dir Sezâî'dir Sezâî
Kılan mir'ât-ı âlemde şuhûdu idüp teslîm her nâ-bûd u
bûdu
O nokta içre
mahv iden vücûdu Sezâî'dir Sezâî'dir Sezâî
Şeref virdi
tarîk-ı Gülşenî'ye irişdiren o bezm-i Rûşenî'ye
Olan mazhar
bilen sırr-ı Alîyi Sezâî'dir Sezâî'dir Sezâî
/182/ Fî-beyân-ı süyûr-ı seb'a
Allâh içün
Allâh ile Allâh'a gidersen
Allâh'dan Allâh
ile Allâh'a gelirsin
(وَأَحْسِن
كَمَا أَحْسَنَ اللَّهُ إِلَيْكَ)[28]
Çün ezelde
abd pinhân idi Hak zâhir idi
Abdi ızhâr
itmeğile kendin itdi Hak nihân
Şimdi lâzım
oldu abde eylemek kendin nihân
Tâ ki vech-i Hak ola zâhir
ana aynü'l-ayân
Salât-ı Meşîşiyye üzerine bir şerhi
ve 'nûr' hakkında bir risâlesi daha vardır. Keşfü's-Salât nâm eseri de
mühimdir.
Müşârünileyhe nisbet-i tarîkatım hâsıl olunca, Hz. Pîr'e kadar olan ehl-i
silsileyi nazmen beyân eylemiş idim. Hz. Pîr'den yukarısını da, Hz. Pîr'in
halîfesi Şeyh Hasîb Bey yazmışlardı ki, bâlâda ber-aynî nakl edilmiş idi:
Tarîk-ı
Gülşenî'ye nisbetim var andelîb-âsâ
Meşâmm-ı cânıma
gül-bû-yı Yûsuf gelmede cânâ
Cenâb-ı Şeyh
Şerefeddîn Efendi mürşidimdir bil
Gülistân-ı
muhabbetde yegâne bir gül-i ra'nâ
Mükerremdir
mufahhamdır edîb ü nükte-pîrâdır
Beşûşdur hem
halûkdur hâsılı bir mürşid-i a'lâ
Kemâl-i hilme mazhar vâris-i
irfân-ı Peygamber
Maârif gülşeninde
fi'l-hakîka bülbül-i şeydâ
Cemâl-i enverinden
müstenîr olmakdadır uşşâk
Kulûb-ı âşıkânın neş'esi bir
nûr-ı feyz-efzâ
Esîr oldum anın irfânına
ez-cân u dil bi'llâh
Tecellâ-yı kemâlinden
beni mest itdi tahsîsâ
Azîzim mürşidim makbûl ü
mergûbum odur el-hak
Feyiz-bahşâ-yı devrândır
disem ol zât içün ahrâ
/183/
Gelir subh u mesâ bû-yı kemâli cânıma
Yâ Hû
Benim çün zâtıdır fî
külli vaktin ka'be-i ulyâ
Cenâb-ı Kâdir ü
Kayyûm'dan istirhâmım oldur ki
Anı sıhhatde dâim
eylesün pek çok zamân Mevlâ
Bu zât-ı ekremin şeyhi
Cenâb-ı Mustafâ Hilmî
Gülistân-ı vefânın bir
gül-i zîbâsıdır hakkâ
Anın şeyhi idi Gürci
Ali Efendi nâm mürşid
Ki Monla Aşkî Dergâhı'nda
bir dem oldu post-pîrâ
Anın şeyhi Hüseyn
Hüsnî Efendi ârif-i bi'llâh
Cihâna şu'le salmış
nûr-ı irfânıyla mihr-âsâ
Anın şeyhi Cenâb-ı Mustafâ'dır
hâfızu'l-Kur'ân
Kemâl-i aşka mâlik zât
idi bir mürşid-i yektâ
Anın şeyhi Alî
el-Gürcî'dir tebcîle şâyeste
Muallâ bî-nazîr üstâd-ı
kül bir zât-ı âlî-câ
Mübecceldir ki yed almış
cenâb-ı pîr-i sânîden
Füyûz-ı Hazret-i Pîr sâyesinde
oldu müstesnâ
Bu zâtı server-i urrâf
buyurmuşlardı istihlâf
Stanbul'da tarîk-ı
Gülşenî'yi eyledi ihyâ
Çalışdı lutf-ı Hak'la
itdi inşâ Gülşenî-hâne
Sezâî Gülşenî envârını
neşr eyledi şevkâ
Gülistân-ı hakâyık
bülbülü pîrim Sezâî'dir
İrişsün feyz-i lutfu
kalbime her dem nesîm-âsâ
Der-i ihsânının bir
abdidir Vassâf-ı bî-evsâf
Şefâat-hâhıyım dâim ola
çeşm-i dilim bînâ
Cenâb-ı
Şerefeddîn'in hulefâ ve mürîdânına yazdıkları mekâtîb dahi birer hazîne-i irfândır.
Fakîr haylisini topladım, Mürâselât'a kayd ettim. Mektûbâtı
meyânında Arabiyyü'l-ibâre ve Fârisîce yazılmışları da vardır. Her biri kemâline
burhândır.
"Huzûr-ı
âlî-i ârifânelerine ! Nûr-ı aynım Efendi hazretlerine!
Bundan
bir mâh mukaddem taraf-ı âlîlerinize takdîm kılınan bir varak-pâremizde havâss-ı ibâdu'llâha mahsûs inşâsı gayr-ı câiz
ve belki (كشف سر الربوبية كفر)[29] müfâdınca harâm olan
ba'zı kelimât tahrîr olunmuştu. Bunlar zevkıyyât-ı kalbiyyedendir. Ehli
olmayanlara ifşâsı küfürdür. Ahkâm-ı şer'iyyeye hakîkatta mutâbık olup, mahz-ı
îmân ise de, tatbîki gâyet müşkildir.
İlm-i
tasavvufun nice nice ta'rîfleri
efendimizin ma'lûmlarıdır. Bir ta'rîfi
de, "Hakikat
ve ma'rifetle zikr u tevhîde müteallık husûsât-ı kalbiyyeden bahs eden ulûm-ı bâtıniyyeye
derler." O tecelliyyâta mazhariyyet mahz-ı atâ-yı
Hak'tır. Cenab-ı Hak cümlemize nasîb eyleye.
Ma'lûm-ı
ârifâneleridir: Kalb ki, vech-i Hakk'a müteveccih ve nâzır ola. Nûr tecellî-i fâizî iken hergiz gayra
teveccühe
kâdir mi
olur? Satavât-ı
nûr cemâlde bir vech ile müstehlek ve makhûr olur ki, gayra teveccühe değil, hâtırına
gayr hutûr etmez. Kalb, zü'l-vecheyn değildir. Çünki vahdâniyyü'l-vecihtir.
İşte bu ma'nâ külliyyetle
hâsıl için tâlib-i Hak olan sâliklere ilmini ta'lîm ederler imiş.
Sonra ayne'l-yakîn, ba'dehû
hakka'l-yakîn mahz-ı atâ-yı ilâhî ve lutf-ı Rabbânîdir.
Azîzim
Hz. Pîrim Sultân Gülşenî himmetleri hazır olsun. Fârisî divân-ı şerîflerinde ne
hûb buyurmuşlardır :
كذر از خلق خالق جو چوست راه تو زانست
اكر تو خالقت
خواهى چه سازى پس خلايق را[30]
Bu
varak-pâreyi tahrîre bâis ü bâdî geçen varak-pâremizde bir beyt tahrîr
olunmuştu. Onun tekmîlini buldum, Kemâl Paşa-zâde'nin
imiş. Teberrüken zât-ı âlîlerine tahrîr olundu.
19 Kânunsânî1325(31 Ocak 1909)
Efkaru'l-muvahhidîn Şerefeddîn-i Sezâî
Fermûde-i
İbn-i Kemâl (rahimehu'llâh) :
Ağlasın dîdem
ki rûyum rü'yetinden dûrdur
Anlasın sînem
ki kahr-ı hicr ile meksûrdur
Dîdeler dîdârına
müştâk ey rûh-ı revân
Nâ-ümîd etme
kerem kıl kim kerem meşhûrdur
Gel bu arz-ı
feyz-bahşa eyle sen azm-i sefer
Göresin
kim seng-i kûhu ser-be-ser pür-nûrdur
Ravza-i
kabr-i Rasûl'e yüz sürenler nassıla
Her
ne denlü rû-siyeh mücrim ise mağfûrdur
Nûr-ı Ahmed her nefes
eyler tecelli sırrına
Vâsıl-ı dîdâr isen cân u
dilin mesrûrdur
Bilirim şâhım senin
kalbin dürür beyt-i Hudâ
Kim derûnun mevrid-i esrârdır
ma'mûrdur
Bir perîşân kûy-ı dîdâr-cûydur
İbn-i Kemâl
Afv kıl dîvânenin hep
sözleri ma'zûrdur
Sıhhat
ve âfiyet haberlerini müş'ir iki satırcık lutuf-nâmeleriyle mesrûr buyurmaları
mercûdur."
- - -
Tarîk-ı
tasavvufta en gâmız müşkiller Hz. Şeyh'in yanında gâyet basît görünürdü. /184/
Kendileri hâl ile kâli cem' etmiş sâhib-i kemâl olduklarından sözlerinde te'sîr
pek büyük idi.
Hz.
Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî ve Hz. Mısrî-i Niyâzî ve Cenâb-ı Şeyh
Bedreddîn-i Sirozî'ye ve husûsan Salâhaddîn-i
Uşşâkî hazretlerine ziyâde muhabbetleri vardı. Âsâr-ı aliyyelerini dâimâ hırz-ı
cân ederlerdi. Hz. İbrâhîm-i Gülşenî'nin ve Hz. Sezâî'nin sözlerini en iyi
anlamış bir kimse varsa, o da Hz. Şerefeddîn idi.
Hz. Sezâî'nin
Dîvân-ı matbû'larını gâyet dikkatle tashîh buyurmuşlardı ki, bine yakın
hatâyı tashîh etmişlerdi. Bu hatâ Hz. Pîr zamânından beri elden ele geçen nüshâların
istinsâhlarından ileri geliyordu. Kemâlât-ı mürşidâneleri mertebe-i bâlâ-terînde
olduğundan, o kalem Sezâî olmuş, onu tashîhe himmet eylemişti. Nüsha-i
musahhaha Gülşenî Veli Dede Dergâhı'nda mahfûzdur. İnşâa'llâh dûçâr-ı zıyâ'
olmamıştır.
Hz.
Şerefeddîn, vahdet-i vücûd zevkına hakkıyla mazhar olduklarından kâl ü hâlinden
erbâb-ı aşk hisse-mend-i ma'rifet ü hakîkat olurlardı. Kudret-i kalemiyyesi
zengîn idi. Îzâhu'l-Merâm nâm eserinde, vahdet-i vücûdu ne yüksek bir
bilişle ta'rîf ve beyân buyurmuşlardır ki, mütâlaasını erbâb-ı irfâna tavsiye
ederim. Matbû'dur. Bunun hakîkat-ı mevzûu, (ن وَالْقَلَمِ وَمَا يَسْطُرُونَ)[31] âyet-i kerîmesinin tefsîr-i bâtınîsidir.
"Nûn"dan
murâd, Zâtu'llâh; "kalem"den murâd, hakîkat-i Muhammediyye'dir. Zât u
hakîkat birdir. Eserin esâsı budur.
Âsâr-ı
eslâfı gâyet tebcîl eder olduklarından zevk-ı mütâlaa ile o derece mütezevvık
olurlardı ki, ne zamân hazretin huzûr-ı şerîflerine girilse onu, mütâlaada
bulurlardı.
Hz.
Şerefeddîn'in evlâdı dünyâya gelmeyince haremi, ârzû-yı zâtîsiyle dîger bir
hanımı zevcinin dâire-i zevciyyetine almış. Bundan Seyfullâh, İrfân, Kemâl ve
Vefâ isminde dört necîb evlâdı ve Dervîşe Hanım isminde bir kerîme-i pâkîzesi
dünyâya kadem-zen olmuşlardı. İlk haremi sonraları muhtellü'ş-şuûr oldu. Şeyh
hazretleri, Sünbül Hanım ismindeki ikinci haremini, Uzunköprü'deki hânelerinde
bulundururlardı. Kışın Edirne'den Uzunköprü'ye gider, yazın Edirne'ye
gelirlerdi.
/185/
Seyfullâh
Efendi, yirmi yaşına gelmiş, insân güzeli bir genç idi. Uzunköprü'de mekteb
muallimi idi. 1319/(1901)'da
İstanbul'a geldiğinde görüşmüş idim. Bî-çâre, verem hastalığına tutulmuş idi.
Uzunköprü'ye avdetinde irtihâl-i dâr-ı naîm eyledi. Bu iftirâk, Hz. Şeyh'i pek
sarsmıştır. Vefâtı 19 Temmuz 1325/(31 Temmuz 1909)'tedir.
İrfân
ve Kemâl Efendiler de zâbit namzedi olarak harb-i umûmîye dâhil oldular. Suriye
cebhesinde câm-ı şehâdeti nûş ettiler. Vefâ ismindeki mahdûmu, Uzunköprü'de
eniştesi Şeyh Hâfız Mustafa Efendi'nin yanındadır. Dâmâd-ı mükerremleri Hâfız
Mustafa olup, Dervîşe Hanım'ın zevcidir. Uzunköprü'dedir.
Edirne'deki
harem-i âlîlerinin sinîn-i medîde çilesini çeken Hz. Şeyh, ona hizmette kusûr
etmemiştir. Âkıbet bî-çâre kadın, bu çile-gâh-ı fenâdan, gülşen-sarâ-yı bakâya
göçtüler. (Rahmetu'llâhi
aleyhâ)
Azîzim
gezmekten pek hoşlanmazlardı,
onun seyrânı gül-zâr-ı aşkta idi. Tabîî âlem-i dünyâya rağbeti olamaz idi.
Hücrelerinden akşama doğru dergâh-ı şerîfin bahçesine çıkarlar, Hz. Müsellem'in
türbe-i şerîfesi kapısında oturup biraz teneffüs ederlerdi. Cuma günleri edâ-yı
salât-ı cum'a için sokağa çıkmak mu'tâdları idi.
Âcizleri
Edirne'de bulunduğum zamân hulefâ-yı kirâmından Ordu Ser-baytarı Miralay Ârif
Bey tarafından da'vet olunmuş idik. "Oğlum, hâtırınız için gideceğim."
buyurdular. Yolda bizler rikâbında gidiyorduk. Hz. Şeyh, kemâl-i mahviyyet ile
yürüyorlardı. Yolda, İslâm, Hıristiyan ve Mûsevî, arz-ı hürmet için sokak kenârına
çekiliyor, esnâf dükkânlarından çıkıyor, dîvân duruyorlar; Hz. Şeyh'e âsâr-ı
muhabbet ü ta'zîm gösteriyorlar idi ki, halk nazarındaki mevkiine burhân idi.
Azîzim, halk
rahatsız oluyor diye sıkılır, bu fakîre, "Niçin bu kadar teveccüh
gösteriyorlar." diye hicâbından, vechinde âsâr-ı humret nümâyân
olurdu.
Edirne'den
mufârakat edeceğim günün sabâhı seher vakti uyanmış idim. Hz. Şeyh, dâire-i
haremden seher vakti çıkarlardı. Çay içmeğe meyilleri vardı. Çayı haşlamışlar,
çaydanlığı bir postun altında hıfz etmişlerdi. /186/ Maksadları, biz sabâh
namâzını kılasıya kadar çayın hem demi gelir, hem de çaydanlık harâretini muhâfaza
etmekten ibâret idi. Namâzda hâtırıma geldi ki, azîzim bana bir kerâmet
gösterse de fi'len müşâhede etsem.
Ba'de-edâ-yı
salât odaya dâhil olduk, "Evlâdım, şimdi hâtırınıza gelir ki, bu şeyhin bir kerâmetini görsem,
mutmain olsam."
derseniz,
"Al size bir kerâmet." diye postun altından çaydanlığı
çıkardılar. Çayı bardaklara koydular. İçmeğe başladık. "Kerâmet iki
nev'dir; kerâmet-i kevniyye, kerâmet-i irfâniyyedir. Kerâmet-i kevniyye
insâna reh-zendir. Asıl maksûd olan kerâmet, kerâmet-i irfâniyyedir. Hz.
Pîr efendimizin, "Gel, kerâmet dâmına düşme, kerâmet bundadır." buyurdukları,
kerâmet-i kevniyyeye nâzırdır. Kerêmet-i irfâniyye-i Muhammediyye yegâne maksûddur.
Mürşidini kerâmet-i kevniyye ile imtihâna çekmek bir mürîd için, şübheden
kurtulmamış ma'nâsınadır. Sakın böyle bir emelin peşine düşmeyiniz. İrfân-ı
Muhammedî en büyük kerâmettir. Onu görmeğe, ona mâlik olmağa çalışınız."
diye gülerek, ızhâr-ı mâ-fi'z-zamîr buyurdular ve el-hak kerâmet-i irfâniyyelerini
ızhâr ettiler. Fakîr tir tir titredim, müstağrak-ı hicâb oldum, nedâmet ettim, afvlarını diledim, kemâl-i
merhametlerinden, hoş gördüklerini söylediler.
Bu gibi
menâkıbı cildler teşkîl edecek derecede çoktur.
Hz.
Şeyh, kanâat-kâr idi. İkbâl-ı dünyâya yüz çevirmiş idi. Gınâ-hâne-i ilâhîden nâ-mütenâhî
bir kanâat ihsân buyurulmuş idi. Kimseden bir şey istemezdi. Hediyyeten takdîm
olunan şey'i red buyurmazlardı. Mesleki, meslek-i Muhammedî; meşrebi, meşreb-i
Ahmedî idi.
Dâvûdî
sesi vardı. Gâyet güzel ilâhî okurlardı. Dünyâda kimseyi incitmemiş, herkese elinden geldiği kadar
iyilik etmiş idi. Mahbûbu'l-kulûb olmuşlardı. Gâyet müsâfir-perver idi. Âdâb-ı
muâşerete cidden vâkıf, teshîr-i kulûba muktedir idi.
Âsitâne-i
Sezâî'de, şeyhin sığar-ı sinni hasebiyle, vekâletleri vardı. Bir Cum'a günü
(beni) maiyyetlerinde alıp götürmüşler, Hz. Sezâî türbesine ziyârette delîlim
olmuşlardı. Orada muhteşem bir meclis-i zikr olmuş idi. Onun zevkı, neş'esi hâlâ
menkûş-ı hâtıramdır.
/187/ İstanbul'u iki def'a
teşrîf buyurmuşlardır: Biri 1293/(1876) senesi
Rus harbinde, dîgeri sonradır. Her teşrîflerinde burada meşâyıhın hürmet-i
fevka'l-âdesine mazhar oldukları, mesmû'-ı âcizânem olmuştur. Fakîre yazdıkları
altmışüçüncü
son mektûblarında Cenâb-ı Mısrî'nin,
"Ferhâd bugün
ben oldum
Varlık dağını deldim
Şîrîn'ime varmağa
Her cânibim yol oldu "
buyurmuşlardı.
Bunda
üç ahkâm mündemicdir. Mektûblarının altmışüçte tamâm olması, sinn-i
Muhammedî'nin de altmışüçte tamâm olmasına mümâstır. İkincisi son mektûb
olduğuna telmîhdir. Üçüncüsü, "Ferhâd bugün ben oldum."
demeleri, aşk-ı hakîkîde ferîd olduklarına; "Varlık dağını deldim."
buyurmaları mahv-ı vücûd ettikleri, nefs ile mücâhedede galebelerine; "Şîrîn'ime
varmağa..." demeleri, cânân-ı hakîkî ile vuslat neş'elerinin zuhûruna;
"Her cânibim yol oldu." buyurmaları, (·فَأَيْنَمَا تُوَلُّواْ فَثَمَّ
وَجْهُ اللّهِ)[32] sırrının zuhûruna işârettir.
"Âdem isen 'semme vechu'llâh'ı
bul
Kande baksan ol güzel Allâh'ı bul "
zevk-ı tâmmının
tecellî-nümâ olduğuna delîldir ki, kemâlât-ı ârifânelerine delîl-i bâhirdir.
İrtihâlleri
:
Fi'l-hakîka
irtihâlleri vukûa gelde. Yazdığım vechle kışın Cisr-i Ergene'ye gelirler, yazın
Edirne'de bulunurlardı. Kışın ber-mu'tâd Edirne'den Uzunköprü'ye geldiler. Kalb
ve zîk-ı sadr illetleri zuhûra geldi. Müdâvâtına her ne kadar çalışıldıysa, kâr-ger-i
te'sîr olamadı. Hattâ birgün, "İstanbul'da evlâdım Hüseyin'e yazınız,
çiçek suyu göndersin. Fakat hastalığımı şiddetli diye yasmayınız,
kederlenmesin." buyurmuşlar. Mektûb aldım, derhâl çiçek suyu göndermiş
idim. Âhir demlerinde yetişmiş, içmişler; duâ ve selâm
buyurmuşlardır. 1320 senesi şehr-i Nîsânının onikinci (24 Nisan 1904) ve 1329 şehr-i
Cemâziye'l-âhirinin yedince Salı gecesi, sâat ikide, yetmişbir yaşında
oldukları hâlde, (ارْجِعِي
إِلَى رَبِّكِ)[33] emr-i
celîline lebbeyk-zen-i icâbet olmuşlardır. (Kaddese'llâhu sırrahu'l-azîz,
rahmetu'llâhi aleyhi rahmeten vâsiaten)
Müddet-i meşîhatları ellibir senedir.
Birâder-i ekremleri Şeyh Tal'at Efendi, bu abd-i ahkar-ı elem-dîdeye, vâdî-i
tesellîde /188/ yazdıkları mektûbda şöyle buyuruyorlar :
"Nûrum! Fakîr hâl-i ihtizârda azîzimizin yanında idim. "Bi'l-cümle
ıhvâna selâm ederim. Beni hâtırlarından çıkarmasınlar, teblîğ ediniz."
buyurdular. Çamaşırı değiştirildi. Leğen ibrik istedi. Tecdîd-i vudû'
eylediler. Bu sırada hâssaten zât-ı âlîlerinin ismi sebk eyledi. Gönderdiğiniz
çiçek suyu hakîkaten pek makbûle geçmiş idi. Azîzime verirken her damlasında
isminiz yâd buyuruyorlardı. Akşam üzeri fakîre hitâben, "Birâderim!
el-Hükmü li'llâh, vaktim tamâm oluyor, benim hizmetimi îfâ et." diye
vasiyet buyurdular, bahr-ı aşka daldılar. Bir saat kadar bizler dahi hâl-i
mestîde kaldık. Ba'dehû tesellî buyurup, "Birâderim! Biz yek nazar ehli
değiliz; her yüzden dâimâ Hakk'ı müşâhede ederiz." dediler. Tekrâr âlem-i
zevka daldılar. Önce sâat ikide terk-i câme-i hayat-ı müsteâr ile âzim-i dârü'l-karâr
oldular." (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Na'ş-ı gufrân-nakşları trenle Edirne'ye nakl olunduğu zamân, Edirne'de meşâyıh,
ulemâ, asdıkâ ve yârân istasyondan cenâzeyi alarak, birçok asker, ahâlî ve eâlînin
ser-ihtirâmında olduğu hâlde dergâh-ı şerîfe nakl edilmiş ve burada bir gece
bırakılıp, âşıklar tâ-be-sabâh zikr ü tehlîl ile iştigâl ederek, ertesi günü
azîm bir âlây-ı vâlâ ile Eski Câmi'e nakl olunmuş ve cenâze namâzı cemâat-i
kübrâ ile ba'de'l-edâ, dergâh-ı şerîfde türbe-i Hz. Müsellem'de medfen-i pâkinde
vedîa-i hâk-i gufrân kılınmıştır.
Bu medfen-i mahsûslarının mahallini evvelce, birâderleri Şeyh Tal'at
Efendi'ye işâret buyurmuşlardır. "Şeyh-i ârif-i bi'llâh" (شيخ عارف بالله) tâm târîhidir (1329/1911). Muharrir-i
fakîr bi'l-hisâb buldum.
Mersiyye
Bülbül-i
gülşen-i tevhîdi kaçırdım eyvâh
Söndü ikbâl-i
dilim pek yanarım ben bi'llâh
Hazret-i Şeyh
Şerefeddîn-i Şuayb'dı şeyhim
Nûr-ı çeşm-i urefâ
mahrem-i gaybdı şeyhim
Gülşen-i aşka hakîkatda
virirdi revnak
Mecma'-ı sırr-ı garâm
olmuş idi ol el-hak
Nûr-ı irfân lemeân eyler
idi rûyundan
Şemme-i feyz-i Hudâ vârid idi sûyunda
Özü pâk sözleri hoş
mürşid-i kâmil idi bu
Ma'den-i aşk u vefâ sâhib-i
esrâr idi bu
Meclis-i aşkına cân atdı
bütün âşıklar
Rabt-ı kalb itdiler ez-cân
ana (ol) sâdıklar
/189/
Nûr-ı tevhîd saçılır idi dehânından
anın
Bûy-ı esrâr yayılır idi
zebânından anın
Dâhil-i bezm-i safâ-dârı
olan uşşâka
Neş'e-i enfüs ile meyli keser âfâka
Mürşid-i râh-ı Hudâ zât-ı
veliyy-i âgâh
Sâhib-i hilm ü kerem
mahzen-i esrâr-ı ilâh
Reh-nümâ olmuş ana
Hazret-i Şeyhü'l-Ekber
Feyz-bahş olmuş idi
Hazret-i Şeyhü'l-Ekber
Neş'e-i tâmme ile mest ü
müdâm olmuş idi
Şeyh-i merdân-ı tarîkat
ana nâm olmuş idi
Meşrebi meşreb-i pîr
olmuş idi mürşidimin
Mezhebi mezheb-i aşk
olmuş idi mürşidimin
Bulmuyor
zerre kadar vech-i tesellî gönlüm
Gülmüyor
ağlıyor her-bâr kederli gönlüm
Gülşen-i
aşkı bütün başıma zindân oldu
Hep
işim nâle vü feryâd ile efgân oldu
Kem-teri
bî-kesi Vassâf'ını yakdı hasret
El-meded ey güher-i
feyz ü reşâdet-himmet
El-meded şeyhim efendim
bana sensin cânân
Sensiz elbette bana âlem-i
dünyâ zindân
Sen meded eyle bana
hazret-i Pîr aşkına âh
Yetiş imdâdıma ey
mürşid-i hak-bînim âh
İhvân-ı
tarîkatın himmeti ve Şeyh Tal'at Efendi'nin delâletiyle türbe-i şerîfe
müceddeden ta'mîr ve telvîn ve tefrîş olunup, zâhiri de hakîkaten gülşen-i safâ
olmuştur.
Âcizleri
sandûkalarının çukasını ve iki aded büyük sam'dânını ve bir de sünûhât-ı fakîrânemden
olan manzûme-i târîhiyyeyi hâvî levhayı ihdâ etmek ve türbenin de masârif-i
ta'mîriyyesine iştirâk eylemek sûretiyle arz-ı hıdmette bulundum.
Cenâb-ı Şeyh
Şerefeddîn-i Gülşenî'dir bu*
Kemâl-i hikmet-i esrâr-ı
Rûşenî'dir bu
Edeble eyle ziyâret bu zât-ı
ekremi ki
Fuyûz-ı zümre-i ebrâr
ma'denidir bu
Tamâm târihidir Şeyh-i
ârif-i bi'llâh
Hudâ-yı lem-yezel'in
lutf-ı ahsenidir bu
(شيخ عارف بالله)
Mükerren Edirne'ye azîmetle ziyâret-i aliyyelerinde bulundum. Ne çâre ki,
"Bülbül yuvadan uçdu gülistânı gam aldı " hakîkati üzere, dergâh-ı
şerîfin her tarafı ağlıyordu. Her ne tarafa baksam hüzn ü elemimi tezyîd
ediyordu. Hz. Şeyh'in hayât-ı sûriyyelerinde dergâhın gulgulesi de kendileri
gibi, ebediyyete karışmış idi. Her taraf, (كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ إِلَّا وَجْهَهُ)[34] diye ihtâr ediyordu.
/190/ Eyâ bâd-ı sabâ şehr-i
Edirne semtine azm it
Muazzam Şeyh
Sezâî kutb-ı devrâna selâm eyle
Gül-i gül-zâr-ı
irfân sâhib-i feyz-i hakîkatdir
Canım rûhum
efendim merd-i meydâna selâm eyle
Kerîmü'l-hasletim
şeyhim azîzimdir Şerefeddîn*
Huzûrunda
durup ol şeyh-i ekvâna selâm eyle
Mübarek hâk-pâya
yüz sürüp tekrîm ü tebcîl it
Kemâl-i aşk ile ol
mihr-i irfâna selâm eyle
Di kim ey melce-i uşşâk
sana ez-cân selâm olsun
Bu yolda arz-ı ta'zîm it
edîbâna selâm eyle
Kemâl-i hasretinden nâle-kâr
olmakdayım ez-cân
O nûru'l-ayn Vassâf'a
hakîkâna selâm eyle
Hz.
Şeyh'in irtihâli üzerine Yeni Edirne gazetesinde, Muhammed Şeref imzâsıyla
şu makâle-i teessüriyyeyi okudum ki, uluvv-i kadrlerini halkın nasıl telakkî
ettiğine tercümândır :
"Şeyh
Şerefeddîn Efendi
Memleket
bugün bir muhterem sîmânın ufûl-i ebedîsine
ağlıyor.
Şerefeddîn
Efendi, Cenâb-ı veliyyi-i dil-âgâh Sezâî hazretlerinin necl-i necîbi, bütün
ma'nâsıyla kümmelîn-i ulemâ vü evliyâdan idi.
Velâyet-i
Şeref'e îmân etmemek kimsenin elinden gelmez.
Edirne'de bu muhterem vücûd, yetmiş senelik fazl u irfânına, irşâd u nasîhatla
müzeyyen bir hayât-ı sâdegî geçirmiştir. Makbere-i ebediyyetin kenârına
getirilen bu tâbût vilâyet-i memleketimizin hayât-ı ma'neviyyesinde bir boşluk
bıraktı.
İsmet-i
hayât, istihkâr-ı menâfi', hılm ü kerem, ta'lîm-i feyz, ilkâ-yı hürmetten ibâret
bir meslek. Bir meslek-i mukaddes ve dil-âvîz ki, tamâm elli senedir. Hiç bir fâsıla-i
nâ-hoş, hiç bir vak'a-i ihmâl, hiç bir
nisyân bırakmayarak devâm etmiş. Bir bezm-i muhabbet ki, meleklerle,
feriştehlerle süslenmiş, dâimâ öğrenmek, öğretmek ile geçmiş ve dâimâ mehâsin-i
ahlâk, mekârim ü fazâil-i insâniyye ta'lîm edilmiş bir meclis-i sohbet ki,
oraya gam girmez, elem girmez ve fâniyân-ı âlemin hiç bir pisliği uğramaz...
Rûhânî, ma'nevî bir celese-i insânî, zühd ü takvânın menbaı, sabr u kanâatin
mevzii bir meclisti.
Şeyh
Şerefeddîn Efendi hazretlerinin yed-i muhterem-i melâik-pesendini öpenler, onda
derin bir îmân ile birleşmiş bir şey bulurlar idi : İnsânları sevmek!
O,
bütün ma'nâsıyla bir veliyy-i Hudâ idi. Onda tecellî eden aşk-ı hakîkî, muhâtabına /191/ ilkâ-yı
hürmet eder. Karşısındakinde hiç bir boşluk bırakmazdı. Peyâm-ber-pesend bir
tabîat, ilâhî bir ahlâk, Hayderî bir azm-i sabûrâne, Sıddîkî bir sehâ-yı tab',
Fârûkî bir adl, Osmânî bir hılm ü tevâzu'.
Edirne!
Sen zavallı memleket! Kâbil midir ki, bu kıymet-dâr hayâtın aramızda bıraktığı
boşluğu bir daha doldurasın. Şerefeddîn Efendi meclisinde dünyâ yoktu.
O
bir gencîne-i kanâat idi ki, yaklaştıkca celâlet-i kadrine hayrân olunurdu.
Onun lâhûtî sadâsı ba'zan duyulur, ba'zan harîm-i sohbetine dâhil olanlar, onun
pür-vecd ü istiğrâk şân-ı nübüvveti selâmladığı işitiliyordu :
Eyâ
şâh-ı rusül rahm it Sezâî derd-mendindir
Kapun bekler
kadîmî hıdmetinde pîr-perverdir
nağme-i
ecdâdı, lisân-ı zühd ü fazîletinden aktığı zamân tâk-ı gülşen-hâne ona cevâb
verirdi :
Efendim
mürşidim şeyhim azîzim müjdeler olsun
O dergehden bulursın feyzi zîra ki efendindir
Garîb
ü bî-nevâyı sen de yâd eyle o günlerde
Hakîrindir
garîbindir fakîr-i müstemendindir
O bir cihân-ı nûrânî, bir cihân-ı ma'nevî, baştan başa
bir nüsha-i kübrâ idi. Ahsen-i takvîm idi. O, fânîlerle bulaşmamış idi. İşi irşâd
idi. Nihâyet ma'şûkuna kavuştu. Lakin bugün Gülşenî-hâne bu azîz reh-rev-i
ebediyyete ağlasın. Çünki terbiye vü tasfiye-i ahlâkıyyeden mâ-adâ gâye-i hayâli
olmayan bu muhterem vücûdu yerine koyamayacağız.
Cenâb-ı Hak, mazhar-ı şefâatleri buyursun. Âmîn."
/192/ Uzunköprü'de sâkine harem-i âlîleri Sünbül Hanım Efendi, 1337/(1919)
senesinde câm-ı mevti nûş etmiş, oradaki kabristanda defîn-i hâk-i gufrân
olmuştur. Mezâr taşına yazılmak üzere şu manzûme-i târîhiyyeyi söylemiş idim :
Hazret-i Şeyh-i Şuayb'ın
zevce-i pâkîzesi
Hazret-i Sünbül Hanım da
azm-i cânân eyledi
Pek afîfe hem de dervîşe
kanâat hazînesi
Sâliha hem âbide ızhâr-ı burhân eyledi
Ol harîm-i Hazret'in 'gufrânuhâ'
târîhidir
Kendini esrâr-ı aşk-ı
Hakk'a kurbân eyledi
(غفرانها)
1337/(1919)
İrtihâlleri
Kurban Bayramı'ndadır. Uzunköprü'ye azîmetimde kabr-i enverlerini ziyâret
eyledim. Veliyyetu'llâh olduğuna şehâdet edecek menâkıb-ı kesîresi beyne'l-halk
zebân-zeddir.
Uzunköprü'ye
azîmetim mahzâ azîzimin ikâmet-gâhını ve buradaki hücre-i iştigâlini, husûsıyle
cânını sevgili cânânına ulaştırdığı makâm-ı mukaddesini ziyâret esâsına
müstenid idi. Lehü'l-hamd ta'zîmât-ı lâyıka ile ziyâret ettim. Orada pek çok
esrâr-ı maânî içinde müstağrak oldum. Rûhâniyyet-i aliyyelerinden bi'l-münâsebe
istifâde ve istifâza
eyledim.
Azîzimden cüdâyım nâle-kârım
pek hazînim âh
Kemâl-i lutfuna mazhar
idim ez-cân u dil bi'llâh
Gelince gurbet-i eyyâm
harâb-ender-harâb oldum
Bana imdâd-res ol lutf
eyle Yâ Hazret-i Allâh
* * *
Azîzim mürşidim
şeyhim unutmam zâtını aslâ
Fedâ olsun senin uğrunda
heb dünyâ ve mâ-fîhâ
Boğuldum kesret-i âlâyiş-i
dünyâya me'yûsum
Meded-kârım inâyet-mend
efendim şeyh-i âlî-câ
Garîb âşıklara nûr-ı cemâlinden
doğar envâr
Şebistân-ı reşâdet
nûrusın ey zât-ı müstesnâ
Nevâl-i feyzine kandır
beni Allâh içün şeyhim
Hakîkat pek harâb-âbâd-ı
gamm oldum meded cânâ
Hayâlinden gönül şâdân
olur her rûz u şeb şeyhim
Maâza'llâh gönül
mehcûr-ı dîdâr olmasun aslâ
Kapunda abd-i ahkar âşıkın
Vassâf-ı bî-evsâf
Kemâl-i şevkla takdîm-i
hissiyyât ider hakkâ
Azîzimin
zikr eylediğim âsârından mâ-adâ hâtıra defterleri, mebâhis-i mühimme ve
rakîka-i tasavvufiyyeyi câmi' birer hazîne-i pür-hikemdir. Bunlar sekiz-on
parçaya bâlığ olup, en mühimmi Uzunköprü'de dâmâdları Şeyh Mustafa Efendi
yedinde, dîgerleri Edirne'de Gülşenî Veli Dede Kütüphânesi'ndedir.
(Şerefeddîn
Efendi’nin) Hulefâsı
:
Şerefeddîn
Efendi'nin Anadolu, Rumeli ve Arabistan'da çok halîfesi vardır. Tahkîk
edebildiğim zevât şunlardır :
Şeyh
Tal'at Efendi, Şeyh Kemâleddîn-i Harîrî, Şeyh Abdülvâhid Kemâleddîn Efendi,
alay müftüsü Şeyh Muhammed Şehrî Efendi, Şeyhu'l-İslâm merhûm Abdurrahmân Nesîb
Efendi, Miralay Şeyh Hacı Zâhid Bey, Hacıoğlu Şeyh Ahmed Nâcî Efendi, Binbaşı
Şeyh Ferîd Efendi, Şeyh Sabrî Efendi, Şamlı Şeyh Hacı Muhammed Efendi,
Hayrabolulu Şeyh Hâfız Mustafa Efendi, Hayrabolulu Şeyh Rûşenî Efendi, Şeyh A'mâ
Hâfız Efendi, Libhovalı Şeyh Mahmûd Efendi, ez-çelebiyân-ı Sezâî Şeyh Ahmed
Efendi, Edirneli Şeyh İsmâîl Efendi, alay müftüsü Şeyh Nûri Efendi, Şeyh Atâ
Efendi, Edirneli Şeyh Hacı Şükrü Efendi, İstanbullu Şeyh Tevfîk Efendi, Kaymakâm
Şeyh Rif'at Efendi, Binbaşı Şeyh Râsim Efendi, Şeyh Mustafa Efendi, Şeyh
Muhammed Âsım Efendi, Şeyh Selîm Paşa, Şeyh Şükrü Efendi, Hattât Şeyh Hâfız Kâmil
Efendi, Şeyh Rızâ Efendi, Şeyh Emîn Efendi, Atabek-zâde Şeyh Nâil Efendi,
Müftî-zâde Şeyh Sâbit Efendi, Şeyh Hafız Seyyid Ali Efendi, Şeyh İsmâîl Efendi,
Şeyh Ârif Efendi, Hoca Şeyh Abdülkâdir Efendi, Hatîb Şeyh Emîn Efendi, Binbaşı
Şeyh Hasan Efendi, Miralay Şeyh Ârif Bey, Binbaşı Şeyh Necâtî Efendi, Binbaşı
Şeyh Enver Efendi, Beyşehirli Şeyh Hâfız Hakkı Efendi, Şeyh Talha Efendi, Şeyh
Muhammed Bey, Şeyh Şerîf Muhammed Efendi, Üsküblü Şeyh Ali Necîb Efendi, Haseki
şeyhi Şeyh İbrâhîm Efendi, Üsküdarlı Kaymakâm Şeyh Râşid Efendi, Kolağası Şeyh
Saîd Efendi, Sultân Azîz merhûmun seccâdecisi Şeyh Şerîf Celâlî Efendi, Evkâf
başkâtibi Şeyh Şerîf Efendi, Şeyh Muhtâr Efendi, Şeyh Râsim Efendi, Şeyh Hâfız
Rif'at Efendi, Şeyh Hâfız Sâlim Efendi, /194/ Şeyh Hakkı Efendi, Şeyh
Tahsîn Efendi, Şeyh Râif Efendi, Şeyh Hâfız Hamza Efendi, Şeyh Ahmed Hayâlî
Efendi, Şeyh Ma'rûf Efendi, Bingazi Hâkimi Libhovalı Şeyh Rûşenî Efendi, Şeyh
Hasîb Efendi, Şeyh Hâfız Muhammed Sırrî Efendi, Ürgüplü Şeyh Abdurrahmân
Efendi, Şeyh Abdurrahmân Sâmî Niyâzî Efendi (c. IV, sahîfe 299'da terceme-i hâli
vardır.), Şeyh İzzet Dede (Hayrabolu'da münâdîlik eder. Keşfi açık zevâttandır).
/195/
Şeyh İrfan Efendi
Şeyh
Şuayb Şerefeddîn Efendi hazretlerinin ikinci mahdûmu olup, pederlerinin irtihâli
üzerine Gülşenî Veli Dede Dergâhı meşîhatine geçmiş idi. Harb-i Umûmî'de taht-ı
silâha alındı. İhtiyât zâbiti oldu. Sûriye cebhesinde nâil-i rütbe-i şehâdet
oldu.
Seccâde-nişîn-i
meşîhat olduğu zamân hulefâ-yı Gülşeniyye'den Şeyh Muhammed Şerîf Efendi
tarafından şu manzûme inşâd olunmuş idi :
Kutb-ı âlem Şeyh Şerâfeddîn
Efendi-zâde kim
Şeyh İrfân baş eğüp
girdi Hudâ erkânına
Yed tutup ammî-i emced sâyesinde
oldu şâd
Allah Allâh hâdim oldu
Hazret'in meydânına
Bâğ-bân-ı Gülşenî'nin
nûr-bahş-ı feyzi kim
Tâze bir tuhfe
yetişdirdi erenler kânına
Hoş yaraşdı tâc-ı irfân
vechine virdi ziyâ
Bâreka'llâh
okurum her dem anın irfânına
Her nevânın fer'i kim
cinsince aslın gösterir
Âferîn-hân olalım dâim
uluvv-i şânına
Hamdü li'llâh nev-bahâr
oldu açıldı gonca gül
Var mı bir dil kim
dayansun bülbülün efgânına
Tâzelendi bâğ-ı Gülşen
artdı feryâdım benim
Var
sabâ zârım haber vir derdimin Lokmân'ına
Âl
ü evlâd-ı azîzin ömrini itsün mezîd
Dilerim
rû-mâl olup Ma'bûd'umun dîvânına
Eşk-i
şâdıyla Şerîf yazdı hilâfet târihin
İrdi
binüçyüzotuzda çünki hak seyrânına
Şeyh İsmâîl Tal'at Efendi
Şeyh Seyfullâh Efendi-zâdedir. Şerefeddîn Efendi hazretlerinin küçük birâderidir.
Gülşenî Veli Dede Dergâhı meşîhati münâsafeten tevcîh olunmuş idi. Birâderinin
kemâline meftûn olup, kendini ona teslîm eylemiş, ondan terbiye-i tarîkat görmüş, ondan hilâfet almış
idi.
Edirne'ye iki def'a azîmetimde kendileriyle müşerref olmuş idim. Çeşm-i zâhirleri,
İbrâhîm-i Gülşenî hazretleri gibi nâ-bînâ, fakat çeşm-i dilleri bînâ idi. Pek âşık,
sâdık ve ârif bir zât idi. Sesi gâyet dâvûdî olup, amâ-yı zâhirîsiyle berâber, /196/
halaka-i tevhîdi pek güzel idâre ederdi. Âşıkâne sayhâlarıyla huzzârı vecde
getirirdi. Latîfe-gû, mütevâzi', herkese hürmet-kâr bir zât idi. 1340 sene-i hicriyyesinde (1921-22)
irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Türbe-i Müsellem'de, cedleri Şeyh Şuayb Efendi
merhûmun âğûş-ı hürmetinde âsûde-nişîndir.
Söylediğim manzûme-i târîhiyye :
Hılm ile
mümtâz idi Şeyh Tal'at-ı Gülşenî
Aşk ile dem-sâz
idi Şeyh Tal'at-ı Gülşenî
Yokdu gözünde
dünyâ çeşm-i dili açıkdı
Azm-i bakâ
eyledi Şeyh Tal'at-ı Gülşenî
Feyz-i Cenâb-ı Pîr'e
mazhar olan er idi
Terk-i sivâ eyledi Şeyh
Tal'at-ı Gülşenî
'Gufrânı' târîhidir ol bülbül-i gülşenin
Kılsun bize şefâat Şeyh
Tal'at-ı Gülşenî
Vassâf-ı bî-safâsı
hicrân ile doludur
Vir feyz-i dil ana yâ Şeyh
Tal'at-ı Gülşenî[35]
(غفرانى)
Pîr-i fânî idi. Son zamânlarında te'sîr-i şeyhûhet ile muztarib idi. Şeyh Hâfız
Sırrî, Şeyh Ahmed Hayâlî ve Müsellem isminde üç erkek evlâdı, Neşvet isminde bir kızı vardı. Neşvet Hanım,
Yunan istîlâsı zamânında, nasılsa bir Yunan zâbitinin dâm-ı iğfâline tutularak,
neûzü bi'llâhi teâlâ, terk-i dâr u diyâr ederek, Yunanistan'a gittiğinden, bu hâl
o ihtiyâr pederine pek girân geldi ve sebeb-i mevti oldu. Kız da perîşân oldu,
gitti.
Şeyh Hâfız Sırrî Efendi
1296/(1879) senesinde Edirne'de dünyâya gelmiştir. Şeyh Tal'at Efendi'nin
mahdûmudur. Tahsîli Edirne'dedir. İbtidâî mekteb muallimliği ederdi. Hıfz-ı
Kur'ân'a mazhar olmuş ve amcası Şeyh Şerefeddîn Efendi hazretlerinden terbiye-i
tarîkat görmüş ve müstahlef olup, hulefâ sırasına girmiştir. Harb-i Umûmî'de
ihtiyât zâbiti ve bi'l-âhare hastalara ibtidâî müdâvâtı icrâya me'mûr tabîb
namzedi olmuş, Edirne'nin istîlâsında Yunânîler tarafından teb'îd edilmiş idi.
Edirne'nin istihlâsında avdet etti. Pederinin irtihâlinde Gülşenî Veli Dede
Dergâhı'na şeyh olmuştur. Fakat menfâda aldığı illetin pençe-i kahrında zebûn
oldu. Birâderleri Hayâlî Efendi bir mektubunda diyor ki :
"Birâderim Hâfız Sırrî Efendi, iki def'a siyâsî cürm isnâdıyla Yunânîler
tarafından Milos'a teb'îd edildi. Orada elîm fâcialar, işkenceler te'sîriyle, /197/
laranjit veremi oldu. Avdetinde tedâvîsine gayret edildiyse de, kâr-ger-i
tesîr olamadı. (كُلُّ نَفْسٍ
ذَآئِقَةُ الْمَوْتِ )[36] sırrı zuhûra geldi. Nâil-i rütbe-i şehâdet
oldu. Bu târîhde onşekiz yaşında Ali Ma'şûk ve oniki yaşında Şerefeddîn isminde
iki çocuğu ve Hasene ve Nezâhat isminde
iki kerîmesi vardır.
Birâderim nezîhü'l-kalb, halûk, mesleğine sâdık ve pîrine âşık olup, Hz.
Gülşenî'nin hakîkî bir bendesi idi.
15 Şa'bân 1342 ve 21 Mart 1340/(1924) târîhine müsâdif Cum'a günü hastalığı
teşeddüd etti. Sabahleyin ziyâretine gittim. Birlikte sûre-i Yâsîn tilâvet
ettik. Zikru'llâh'a mübâşeretle öğleye kadar devâm etti. Cum'a namâzından sonra
yine yanına geldiğimde birlikte sûre-i Mülk okuduk. Kelime-i tevhîd ile dem-güzâr
olduk. Hz. Sezâî efendimizin, "Kapuna geldiler ümmet-i Muhammed."
na'tını okumağa başladı. Hitâmında ism-i Celâl ile meşgûl oldu. Bir müddet
sonra yine Hz. Pîr efendimizin, "Kalem-i sun'-ı ezel her ne ki tahrîr
itdi." gazel-i şerîfini okudular. Hitâmında sür'atle zikr ettik. İsm-i
Hû'da gülbâng çekildi. Yirmi dakîka istirâhat eyledik. "Lâ-ilâhe illa'llâh
el-Melikü'l-Hakku'l-Mübîn Muhammedü'r-Rasûlu'llâhi sâdiku'l-va'di'l-Emîn"
zikrine başladı. Bizler de iştirâk ettik. Ba'dehû tevhîd-i ism-i Celâl tezyîn-i
lisân ü cinân eyledi. Sâat ona gelmiş idi. tâkatsızlığı arttı İsm-i Celâl ile
zikrini ağırlaştırdı. Daha sonra zikr-i kalbîye inkılâb etti. Beş dakîka kadar
bu hâlin devâmını müteâkib tekmîl-i enfâs-ı ma'dûde-i hayât eyledi. Berât
Kandili'nin sabâhı cenâzesi cemâat-i kübrâ ile Eski Câmi'-i şerîfe götürüldü.
Ba'de-edâ-yı salât cenâze, ihtifâlât-ı fâika ile dergâha getirildi.
Pederlerinin kabri açıldı. Bir buçuk sene mukaddem nasıl defn olunduysa ter ü tâze
cesed-i şerîfleri zâhir oldu. Umûm cemâat müşâhede ettiler. Destûr alarak birâderemi
pederimin âğûşuna tevdî' eyledik."
Henüz pek genc iken ufûlü fakîri çok müteessir etti. Edebi, terbiyesi i'tibâriyle
mümtâz bir mevki' sâhibi olmuş idi.
Edirne'de münteşir Paşaeli gazetesinde Eskizağralı Osmân Nûri
Efendi'nin makâlesini aynen telsîk ediyorum. Merhûmun nasıl takdîre
mazhariyyetini gösterir :
/198/ "Merhûm Muallim Hâfız Sırrî Efendi
Ömr-i beşerde tevâlî eden sinîn-i ıztırâbâta hayât, didinmenin nihâyetü'l-emr
bir sükûna inkılâbinâ da memât nâmı verilince netîce-i hayât, ebediyyete doğru
bir göz kapamaktan ibâret kalır.
Binâenaleyh, “Her şey hâlik, fenâya ma'rûz, ancak fazîlet lâ-yemûttur.”
denilebilir. Ba'zı zevât-ı fâzılanın, Bâkî'nin,
"Kadrini
seng-i Musallâda bilüp ey Bâkî
Durup el bağlayalar karşına yârân saf saf "
beyitinin
mefhûmunu andıran hayât-ı fâniyelerinin
sönüp giderek târîhin sütûr-ı siyâhı arasında bir iki cümlelik bir yer
tutabildiği, her zamân bir çeşm-i teessüf ü hayretle görülmektedir.
Buna emîn olmalıdır ki, dört-beş kelimeden ibâret bir cümle ile matbûâtın
bir i'tiyâd-ı meslek ü san'at netîcesi olarak beyân-ı teessür edebildikleri
öyle zevât-ı kâmile tanırım ki, bunların ufûl-ı ebedîsiyle cem'iyyet-i
beşeriyyede husûle gelen ilmî, ahlâkî boşluk kolay kolay imlâ edilemeyecek
derecede büyüktür, geniştir.
Birkaç gün mukaddem gazetelerde vefâtı kemâl-i teessürle i'lân kılınan Hâfız
Sırrî Efendi merhûm da işte mümtâz ve havârık-ı fıtrattan ma'dûd müstesnâ sîmâlardan
biri idi.
İlmi küçük, fıtratı büyük ve fakat nâ-mütenâhî fazâil-i ahlâkiyyesi pek
yüksek olan merhûm ile aramızda husûle gelen istînâsı, pek eski olmamakla berâber
gâyet samîmî ve ilâhî bir sûrette idi.
Kendisinde gördüğüm âsâr-ı fazîlet pek çok zevâta nasîb olur ahvâlden
değildir.
Müteşerri', müteverri', menâhîden müctenib, insâniyyete muhib ve bi'l-hâssa
ulvî bir seciyyeye sâhib olan bu vücûd-ı muhteremi hakkıyla tavsîf edebilmek
ancak merhûm hakkında olan hissiyyâtıma bir kudret-i beyân vermekle kâbil
olabilir ki, o da bence muhâldir.
Hâfız Sırrî merhûm, tarîk-ı Gülşenî müntesibîninden bir nüsha-i bâdire-i
kemâlât olup, nâdî-i irfânına müdâvemet edenler kudret-i beyânda ızhâr eylediği
ulviyyet ve sâdegî-i ifâde ile meclûb-ı fazâili olduğunu her zamân mu'terif ve
halaka-i tevhîdine dâhil olanlarda istihsâl eyledikleri bir feyz-i ma'nevî ile
her vakit mağbûtu'l-emâsildirler.
Vatanını tezelzül-i nâ-pezîr bir aşk ile sever ve ara sıra, "Hubb-i
vatan vazîfesiyle teâdül edecek bir vazîfe var ise, o da, ancak vatana hizmet
vecîbe-i mukaddesesinden ibârettir." gibi sözleri her vakt lisânından
işitmekte idim.
Hâfız Sırrî, meşâyıh-i kirâmdan pederi merhûm Şeyh Tal'at Efendi'nin
terbiyet-hâne-i irşâdında perveriş-yâb-ı kemâl olmuş fazîlet-kâr bir şahsiyyet
ve bütün şumûl-i ma'nâsıyla bir insân-ı kâmil idi.
Fazâyıhı red, tohm-ı fazâili mezraa-i nefsiyyesinde tenmiye husûsunda hâiz
olduğu terbiye-i ma'neviyyenin bu mübâreze-i hayât içinde vicdânına kabûl
ettirdiği muzafferiyyet pek büyük fazîlet ve uluvv-i cenâbının alâmet-i
mer'iyyesi olan hüsn-i muâmele ve nezâhat-i efkâr ve husûsât-ı mâddiyyede ef'âl-i
hasenenin vereceği netîceler pek ulvî
idi.
Hâfız Sırrî'nin ufûluyle tecemmülât-ı hayâtiyyesinin bundan sonra mâzîye âid
olan kısmı, beşer olmak i'tibâriyle bir perde-i nisyân altında kalması tabîî
olmağla berâber hâiz olduğu fazîlet i'tibâriyle yaşayacaktır. Çünki fazîliyyet
lâ-yemûttur.
Nevvera'llâhu madcaahum.
Eskizağralı
Osmân Nûri"
/199/ Manzûme-i târîhiyye-i
âcizânemdir :
Cenâb-ı
Şeyh Tal'at-zâde Hâfız Şeyh Sırrî'dir
Edîb nâzik halûk
bir rehber-i uşşâk idi bi'llâh
'Füyûz-ı tâmme'
Şeyh-i Gülşenî'ye düşdü tâm târîh
Kemâl-i lutf ile
mağfûr buyursun Hazret-i Allâh
(فيوض تامه) = 1336/(1918)
Küçük
birâderi Müsellem Efendi, Çorlu'da muallimdir. Dergâhın meşîhati buna teveccüh
etmiştir. Fakat henüz müstahlef olmadığından, Hayâlî Efendi, meşîhati vekâleten
idâre ediyorlar.
Şeyh
Ahmed Hayâlî Efendi
Şeyh
Tal'at Efendi-zâdedir. Hâfız Sırrî Efendi merhûmun birâderidir. Pek liyâkatli,
ağır başlı, kâmil bir zâttır. Amcası Şeyh Şerefeddîn Efendi hazretlerinden
terbiye-i tarîkat görmüşlerdir ve ondan müstahlef olmuşlardır. Edirne'de
tarîk-ı Halvetî'den Saçlı İbrâhîm Efendi Dergâhı meşîhati münhal oldukta müşârünileyh
İbrâhîm Efendi'nin işâret-i ma'neviyyeleri üzerine İstanbul'a gelip, Âsitâne-i
Hüdâyî'de post-nişîn bulunan Şeyh
Gülşenî Efendi merhûmdan tâc-ı Hüdâyî giyip, icâzet-nâme ile Edirne'ye
avdetinde meşîhat-i mezkûre kendilerine tevcîh olunmuştur. Elyevm orada
icrâ-yı âyîn-i tarîkat eylemektedir.
Edirne'de mekteb muallimliğinde de bulunmaktadır. Gençliğiyle berâber
tuttuğu meslek kendilerini her hâlde Şerefeddîn-i sânî denilecek bir râddeye îsâl
edeceğine şübhem yoktur.
Bir zâta yazdıkları mektûb, meşreblerini ve emr-i tahkîkta dikkatlerini
gösterir bir beyyine olmağla kısmen derc olunur :
"Bir zâtı mürâcaatında hemân müstahlef kılmak mümkin olamaz. Zât-ı reşâdetlerinizce
de müsellem olduğu üzere, tarîkımızın erkân u âdâbı olmakla berâber, makâmât /200/
i'tibârıyla esmâ-i şerîfenin
tecelliyyâtı ve zevkı görülmedikce, her kim olursa olsun istihlâfa kesb-i liyâkat
edemeyeceği gibi, buna Hz. Pîr-i dest-gîr efendimiz de râzı değildir. (إِنَّ اللّهَ يَأْمُرُكُمْ أَن
تُؤدُّواْ الأَمَانَاتِ إِلَى أَهْلِهَا)[37] emr-i ilâhîsi
ortadadır. Taleb-i nisbet eden olursa, tâlib-i Hakk'ı bilâ-red kabûl ederiz.
Hz. Pîr efendimizin rûhâniyyeti ile nasîbi mikdârınca hidâyet-i ilâhiyye ne
yolda tecellî ederse, bizler o zamân
ma'neviyyâtın tecellî ve zuhûruna göre muâmele ederiz. Yoksa biri gelse de,
"Selâmün aleyküm. Ben müstahlefim, bana teberrüken tarîk-ı Gülşenî'den
de icâze veriniz." dese, tabîî bu olamaz. Yoluyla sülûk lâzım. Sülûku
varsa yoklanır, seviye-i irfânı anlaşılır. Ona göre hareket olunur. Hz. Pîr
kabûl buyururlarsa, bizlerin buhl âsârı göstermekliğimiz hatâdır.
Tarîk, tarîk-ı Muhammedîdir; Sünbülî, Gülşenî, Kâdirî mecâzen teferruk
ederse de, hakîkatte yine birdir. Tarîk-ı Sünbülî'den lâyıkıyla nasîb ve
feyzini alan tarîk-ı Gülşenî'den de alır. Her tâlibin nasîbi mütefâvittir. Bu
yol tarîk-ı hidâyettir.
Dergâh-ı şerîfin meşîhati için ne kadar tâlib ve muârızîn zuhûr ederse
etsin, müveccih-i hakîkî kime tevcîh buyurur ise, onun hakkında esbâb-ı mâddiyyesi
de zuhûr eder. Hz. Pîr efendimizin rûhâniyyetinden istimdâden Cenâb-ı Feyyâz-ı
Mutlak'tan muvaffakıyyet temennî eylemeli. İhsân-ı ilâhîde buhl yoktur,
"Ganî" ism-i şerîfiyle tecellî buyurur. Azîzim, evrâd-ı şerîfede, (اللهم صل على سيدنا محمد النور الذاتى والسر السارى فى جميع الآثار والأسماء
والصفات) denilmiştir
Hz. Şeyh Şerefeddîn-i Gülşenî, Hasan eş-Şâzelî (kuddise sırruhu'l-âlî)
efendimizin âtîdeki makâle-i münîfesine istinâden salavât-ı şerîfeyi tashîh
buyurmuşlardır. Arz ediyorum, sizler de tashîh buyurunuz :
صلات النور الذاتى
وهى لأبى الحسن الشازلى رضى الله عنه ونفعنا به. اللهم صل وسلم وبارك على سيدنا
محمد النور الذاتى، أى نور ذات الله الذى خلق الله تعالى بلامادة الأنه مفتاح
الوجود ومادة لكل موجود كما تقدم لك فى حديث جابر والسر ضد الجهر، السارى،
أى المارى فى سائر، أى جميع الأسماء، أى أسماء الخلق باعتبار مسمياتها والصفات،
أى للخلق فيكون للمعنى الممد لجميع ذوات الخلائق وصفاتهم ويحتمل أن المراد أسماء
الله وصفاته ومعناه إنه مهبط التجلى للأسماء/201/ والصفات فلايستمد من اسم من أسماء الله تعالى ولا
صفة من صفاته تعالى إلاَ بواسطة فكل من المعينين صحيح والأولى التعميم فهو ممد
لجميع ذوات الخلق وصفاتهم دنيا واخرى بواسطته. إنه مهبط الجلى لأسماء الله وصفاته.[38]
Ahmed Hayâlî Efendi, tarîk-ı Rufâî'den de mücâzdır. silsile-i tarîkatı
ber-vech-i âtîdir :
Şeyh Emîn Efendi (Uzunköprü'de Rufâî şeyhi), Şeyh Şuayb Şerefeddîn Efendi
hazretleri, Şeyh Ömer Efendi, Şeyh Muhammed Nazîf Efendi, Şeyh Muhammed Tâhir
Şevkî Efendi, Şeyh Muhammed Ferîdüddîn Efendi, Şeyh Muhammed Ferhâd Efendi,
Şeyh Ahmed Sırrî Efendi, Şeyh Mustafa Kabûlî İbnü'l-Ma'nevî, Muhammed Sa'dî
müftî-zâde el-mütemekkin bi-medîneti'l-Cisr-i Ergene b. İbrâhîm el-Ecel
İbnü'l-Ma'nevî, eş-Şeyh Ali eş-Şeybânî el-Basrî. (kaddesa'llâhu esrârahüm)
Şeyh Şerefeddîn Efendi merhûmun dâmâdı Şeyh Hâfız Mustafa Efendi'yi tarîk-ı
Rufâî'den istihlâf eylemişlerdir. Mustafa Efendi'nin terceme-i hâli gelecektir.
Şeyh Hâfız Osmân Efendi b. Osmân-ı Gülşenî-i Kayserî
Bu zât-ı muhteremin Fâtih'de Reşîd Efendi kitaplarını ihtivâ eden Millet
Kütüphânesi'nde, 1013 numaralı Mecmûa-i Resâil meyânında, el-Lemeâtü's-Sâmia
fî-Beyâni Etvâri Seb'a nâmında gâyet ârifâne yazılmış Arabiyyü'l-ibâre bir
eserini gördüm. Bu eserin târîh-i te'lîfi, 1150 senesi üç Zi'l-ka'desinde (22
Şubat 1738)'dir. Eserin hâtimesinde imzâsı şöyle muharrerdir :
(يقول عبد الضعيف عثمان بن عثمان القيصرى مولداً والحنفى
مذهباً والكلشنى مسلكاً والملامى مشرباً.)[39]
Bu ibâreden müşârünileyhin Gülşenî ricâlinden olduğu, târîhe nazaran Hz.
Sezâî zamânını idrâk ettiği ve eserin bir yerinde, "Kâsımpaşa'da harâb
zâviyede sâkin ve hâfız bulunduğu anlaşılmış ise de, zamânımızda, harâb zâviye
neresi olduğunu bilen yoktur. Girid'de müftülük etmiş ve ulûm-ı Arabiyyede
yed-i tûlâ sâhibi bulunmuş olduğu eserin tedkîkinden anlaşılmıştır. Mestûrînden
olduğu şübhesizdir." (denilmektedir.)
Üsküdar'da Selîmağa Kütüphânesi'nde bulduğum tomârda, Hz. Sezâî hulefâsı
meyânında Şeyh Seyyid Osmân-ı Edirnevî diye bir isim buldum. Acabâ bu zât o Osmân
efendi midir, halledemedim. Kati'yyen bir fikir hâsıl eyleyemedim. Belki de bu
zâttır. Allâhu a'lem.
Cenâb-ı Sezâî'nin Kayınpederi Seyyid Osmân Efendi'dir. Matbû' Mektûbât-ı
Sezâiyye'de, 71. sahîfede münderic bir mektûb dahi bunu müeyyiddir. Bir de
155. sahîfede bahs ettiğim Seyyid Osmân Efendi (nâm) zât ki, bu zâtın Hz. Sezâî
ile münâsebeti ve ondan hilâfeti vardır. Belki bu Osmân Efendi, sâhib-i terceme
olan zâttır. (Kaddesa’llâhu sırrahû)
/202/ Şeyh Muhammed Şehrî Efendi
Azîzim Şeyh Şerefeddîn Efendi merhûmun ecell-i hulefâsındandır. An-asl
cedden ve neslen Faslı olup, Arnavutluk'ta Ergeri civârında Libhova’da 1288
sene-i hicriyyesinde (1871), kuzâttan Ahmed Hâşim Efendi sulbünden zînet-sâz-ı
mehd-i şuhûd olmuştur.
Büyük pederi Şeyh Yûsuf Efendi de tarîk-ı Gülşenî ricâlindendir. Mısır'da hânkâh-ı
Gülşenî'de mazhar-ı feyz olmuştur. Onun pederi Şeyh Mahmûd Efendi, meşâyıh-ı
Nakşiyye'dendir. Onun pederi Şeyh Ahmed Efendi, tarîkat-ı aliyye-i Şâzeliyye'dendir
ve Fas'ta Sûs şehrinden neş'et eylemiştir. Onun pederi Şeyh Muhammed, onun
pederi Şeyh Eyyûb-i Fâsî hazerâtıdır.
Muhammed Şehrî Efendi'nin ibtidâî tahsîli Libhova’dadir. 1301/(1884)
senesinde İstanbul'a gelip, Fâtih Mederesesi'ne dâhil olarak Eğinli Hacı Hâfız
İbrâhîm Efendi'nin dersine müdâvemetle, ahz-i icâzeye muvaffak olmuş ve Gümüşhâneli
Ahmed Ziyâeddîn Efendi hazretlerine arz-ı nisbet ile berâber hadîs-i şerîf
tederrüsle icâze almıştır. Müşârünileyhin irtihâlinde Edirne'de Gülşenî Veli
Dede Dergâh-ı münîfi seccâde-nişîni, eâzım-ı meşâyıhdan Şerefeddîn Efendi
hazretlerine, 1311/(1893-94) senesinde intisâb ile, mazhar-ı feyz-i bî-hisâb
oldular. Onbeş sene zarfında ikmâl-i sülûka muvaffak olup, 1326/(1908)
senesinde nâil-i hilâfet oldular.
Hâletiyye-i Gülşeniyye'den Şeyh Mahmûd Efendi'den de, 1319/(1901)'da alâ-tarîkı't-teberrük
müstahlef olmuşlardı.
Muhammed Şehrî Efendi İşkodra, Yanya, İzmir, Selânik, Manastır ve Edirne'de
alay müftülüğünde bulunup, alayıyla Belgrad harbine iştirâk etmiştir.
1331/(1913) senesinde hayât-ı me'mûriyyetten infikâk eylemiş ise de, bi'l-âhare
İstanbul'da adliyyede yine bir hizmetle meşgûl olmaktadır.
Hüseyin La'lî, Yûsuf Ziyâeddîn, Rükneddîn Hüdâyî, Muhammed İlhâmî ve Hâdî nâmlarında
beş mahdûmu vardır. Bir de zâtü'z-zevc kerîmesi vardır.
Şerefeddîn Efendi hazretlerinin irtihâlinde üç târîh söylemiştir :
Dem-i Hû'ya
virüp demi pîr-i azîz Şerefeddîn
(دم هويه ويروب دمى پير عزيز شرف الدين) = 1329
Virdi
Hû'ya dem-i Hû pîr-i âlem Şerefeddîn
(ويردى هويه دم هو پير عالم شرف الدين) = 1329
Habîbi Hû didi vardı Cenâb-ı Şâh Şerefeddîn
(حبيب هو ديدى واردى جناب شيخ شرف الدين) = 1329[40]
/203/ Şerefeddîn Efendi merhûmun ziyâde hürmet ve muhabbetini
kazanmış idi. Ba'zı manzûmeleri vardır. Şiirde Fakrî tahallus etmişlerdir.
Tarîk-ı Gülşenî'de âdâb u erkânı tafsîlen bir eser vücûda getirmişlerdir.
Vâkıf-ı sırr-ı tevhîd, kâmil, fâzıl bir zât-ı âlî-kadrdir. Gınâ-yı kalbe mâlik,
hakîkaten tarîk-ı Hakk'a sâlik, müteşerri', müteverri' bir rehber-i
mükerremdir.
Şerefeddîn Efendi hazretleriyle olan muhabbet-i kâmile-i fakîrâneme vâkıf
olup, kendinde zuhûr eden bir işâret-i ma'neviyye üzerine bu abd-i ahkara
tarîk-ı Gülşenî'den, alâ-tarîkı't-teberrük icâze ve hilâfet i'tâ buyurmuşlardır.
Hz. Sezâî efendimizin bu bâbdaki emirleri telakkî olunmak üzere tefe''ülen Dîvân-ı
şerîfleri açıldığında,
"Sunulur
câm-ı zâtı ol bezme
Nûş idenler olur ebed sekrân
Çünki ârif bu
sırra vâkıf ola
Lâl olurmuş
Sezâî gayri lisân "
kelâm-ı âlî-i
beşâret-nümâsı şeref-i tesâdüf eyledi. Tâlib-i matlûb sırrı zuhûra geldi.
Silsile-i zerrîn-i Gülşenî'ye de bu sûretle teyemmünen bi-zikrihi'l-celîl râbıta-bend-i
ubûdiyyet oldum. Fakîri taltîfen şu manzûmeyi ihdâ buyurmuşlardır :
Dilâ gel
dil-ber-i uşşâkı vasf it
Anı temdîh
içün enfâsı vakf it
Haber
vir sırr-ı câna neş'esinden
Dü-çeşmim
rûşenâ ruhsâresinden
Anı
gördüm de sevdim ez-dil ü cân
Enîs-i rûhum oldu
medhe şâyân
Tarîkat gülşeninde
bülbül-i aşk
Hakîkat âleminde bir
gül-i aşk
O bulmuş feyzi pîrim
Gülşenî'den
Şarâb-ı aşkı içmiş
Rûşenî'den
Muazzam pîr-i dest-gîrim
Sezâî
Mülattaf eylemiş ol hoş
nevâyı
Azîzim Şeyh Şerefeddîn
Velî'den
Bulup nisbetle devlet ol
velîden
Dalınca bahr-ı uşşâka
safâdan
Çıkardı dürr-i sâfîyi
hafâdan
Sivâdan itdi istinzâh-ı
halvet
Tecellî eyledi envâr-ı
celvet
İrişdi ma'nevî feyz-i
kerâmet
İder dâim Hudâ'ya hamd ü
minnet
Hüseyn-i Gülşenî Vassâf-ı
uşşâk
Ki oldur gül ruh-ı cânâna
müştâk
Anın te'lîfi vardır bir Sefîne
Anı yazdıkca olmuş sâf-sîne
Yazup Manzûme-i Mevlûd'e
bir şerh
Rasûl-i müctebâyı
eylemiş medh
Mahabbet gülşeninde zârı
vardır
Daha onbeş kadar âsârı
vardır
/204/ Bana pîrim Sezâî itdi
ilhâm
Anı müstahlef itdim
bezl-i in'âm
'Füyûz-ı tâmme' târîh-i
hilâfet
Ana mekşûf ola sırr-ı
tarîkat
İrişsün feyz-i pîrim
lutf-ı Sübhân
Safâ-yâb-ı harîm-i
bezm-i cânân
Duâ itmekdedir Şehrî-i Fakrî
Ki lutf-ı Hakk'ın olmaz
kasr u hasrı
(شهرئ فقرى) = 1342/(1923-24)
Bu
abd-i ahkar-ı rû-siyâhın seyyiât-ı ahvâli temiz sahîfeleri karartır derecede
çoktur. Böyle bir lutf-ı ma'nevî, öyle bir taltîf-i âlî karşısında diyecek söz
bulamadım. İnşâa'llâh hüsn-i zanları gibi olurum temennîsiyle mukâbeleten
silsile-i Gülşenî'ye zeylen Şehrî Efendi hakkında şu manzûmeyi ilâveten
söyledim :
Doğunca matla'-ı ma'nâdan
âhir bir meh-i tâbân
Harîm-i sîneme envâr-ı
aşku'llâh olup peydâ
Münevver oldu hamd olsun
Hudâ'ya
gönlümün şehri
Kemâl-i şükr ile eltâf-ı
Hak'dan itdim istid'â
Cenâb-ı Şeyh Şehrî
himmet-i pâk-i azîzânla
Hilâfetle fakîri kâm-yâb
itdi safâ-bahşâ
Azîzim mürşidimden almış
idi himmet-i feyzi
Hakîre tercemân-ı âlem-i
gayb oldu ol cânâ
Hudâ'nın avn ü
tevfîkıyle bezme âşnâyım ben
Erenlerden
ümîd-vârım beni reddeylemez hâşâ
Tarîk-ı Gülşenî icâzet-nâmesinin aynen derci münâsib görüldü :
"Bi'smi'llâhi'r-Rahmâni'r-Rahîm;
Hamd-i bî-had Allâhu Ahad hazretlerine ki, ibâd-ı muhakkıkîni, (وَعَلَّمْنَاهُ مِن لَّدُنَّا
عِلْمًا)[41] âyet-i
kerîmesince ilm-i leddünnîyi ta'lîm ile tecelliyyât-ı ef'âl ü sıfât ü zâta îsâl
ve ibâd-ı mütekkîni, (وَسِيقَ
الَّذِينَ اتَّقَوْا رَبَّهُمْ إِلَى الْجَنَّةِ زُمَرًا)[42] âyet-i kerîmesince harem-sarây-ı cennât ef'âl
ü sıfât u zâta idhâl eyledi.
Salât ü selâm-ı lâ-yuad ol
habîb-i Rabb-i Samad hazretlerine ki, (ادْعُ إِلِى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ
وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُم بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ)[43] âyet-i kerîmesince ümmetini tevhîd-i ef'âl ü
sıfât u zâta da'vet ve tarîk-ı tahkîk-ı tedellâ ile bâr-gâh-ı Hz.
Ehadiyyetü'z-Zât'a hidâyet eyledi. Âl ü evlâd ü ashâb-ı emcâd hazerâtına ki,
ifnâ-i vücûd ve ibkâ-i şühûd ile, (أصحابى كالنجوم
بأيهم اقتديتم اهتديتم.)[44] /205/
hadîs-i şerîfince ümmet-i merhûm, nücûm-ı hüdâ ve kevâkib-i
ihtidâdırlar.
Ba'de-zâ : Bâis-i tasdîr-i kelâm-ı sıdk-irtisâm ve sebeb-i hurûf-ı safâ-peyâm
oldur ki :
Ashâb-ı tarîkattan nûr-ı aynım ve enîs-i cânım el-Hâc
Hüseyin Vassâf, âdâb-ı şerîat u tarîkatla müeddeb ve müddet-i medîde tahsîl-i
kemâlâta ve bu fakîr-i bî-mikdârdan ki, Şeyh Muhammed Şehrî'dir, tarîk-ı
Gülşenî'ye intisâb ile menbau'l-fuyûzât ve mazharü'n-nefehât pîr-i sânî Hz.
Şeyh Hasan-ı Sezâî (kuddise sırruhu'l-âlî) efendimizin ta'yîn ü tahsîs
buyurdukları, "Lâ-ilâhe illa'llâh, Yâ Fettâh, Yâ Vedûd, Yâ Allâh, Yâ
Hû, Yâ Kâdir, Hak, Hayy, Kayyûm, Kahhâr" esmâ-i şerîfesiyle iştigâl
ve pûte-i riyâzette zer-i hâlis-misâl olup, ba'dehû Hz. Rasûlu'llâh (salla'llâhu
aleyhi ve sellem) şehristân-ı ilm ü amel ü şerîat ü tarîkat ü mürüvvet idi.
Hz. İmâm Ali (radıya'llâhu anh ve kerrema'llâhu vecheh) dahi ol şehristânın
kapusı olduğu, (أنا مدينة العلم وعلى بابها)[45] buyurur.
İmdi her kim, ol şehristânın içine kadem bastı, alâ-kadri't-tâka ol şehirden
hurûc etmedi. Tâ tarîkını kemâle yetiştirince kâim-ı makâm-ı Ali oldu.
Rivâyettir, Hz. İmâm Ali (radıya'llâhu anh ve
kerrema'llâhu vecheh)'den üç kişi tekmîl etti. Ammâ bizim pîrlerimizin
silsilesinde ol kemâli İmâm Ali'den Hasan-ı Basrî (rahmetu'llâhi aleyh)
ahz etti. Ondan Habîb-i A'cemî, ondan Davûd-ı Tâî, ondan Ma'rûf-ı Kerhî, ondan
Seriyy-i Sakatî, ondan seyyidü't-tâifeti'l-ûlâ Cüneyd-i Bağdâdî, ondan Mümşâd-ı
Dîneverî, ondan Muhammed-i Dîneverî, ondan Muhammed el-Bekrî, ondan Vecîhüddîn
el-Kâzî, ondan Ömer el-Bekrî, ondan Ebû Necîb-i Sühreverdî, ondan Kutbeddîn-i
Ebherî, ondan Rükneddîn Muhammed-i Nuhâsî, ondan Şehâbeddîn-i Tebrîzî, ondan Seyyid
Cemâleddîn-i Tebrîzî, ondan İbrâhîm Zâhid-i Geylânî, ondan Muhammed-i Geylânî,
ondan Pîr Ömer-i Halvetî, ondan Ahî Merem, ondan Ahî İzzüddîn, ondan Pîr
Sadreddîn, ondan seyyidü't-tâifeti's-sâniye es-Seyyid eş-Şeyh Yahyâ eş-Şirvânî,
ondan Pîr Dede Ömer-i Rûşenî; ondan ol pîr-i âgâh ve mürşid ü rehber-i râh-ı ilâh,
mahzen-i esrâr-ı Kibriyâ kâfile-sâlâr-ı etkıyâ, mütetebbi'-i Mesnevî-i
Mevlevî ve nâzım-ı Kitâb-ı Ma'nevî, memdûh-ı Hz. Mevlânâ, çeşm-i çerâğ-ı
Rûşenî es-Seyyid eş-Şeyh Sultân İbrâhîm-i Gülşenî (kaddesena'llâhu
bi-sırrihî ve emeddenâ bi-mededihî); ondan mahdûm-ı ser-bülendi Emîr
Ahmed-i Hayâlî, ondan veled-i erşedleri Ali es-Safvetî; ondan birâder-i
erşedleri Sultân Hasan, ondan Şeyh Muhammed-i Sırrî; ondan Şeyh Muhammed
La'lî-i Fenâî; ondan pîşvâ-yı tarîk-ı
Gülşenî ve rehnümâ-yı âyîn-i Rûşenî, ârif-i bi'llâh, âşık-ı Rasûlu'llâh,
mazhar-ı sereyân-ı seb'u'l-mesânî, pîr-i sânî Hz. eş-Şeyh Hasan-ı Sezâî (kuddise
sırruhu's-Sâmî); ondan Gürcü Şeyh Ali Efendi, /206/ ondan Şeyh Hâfız
Mustafa Efendi, ondan Şeyh Hasan el-Hasenî Efendi, ondan imdâdı cârî ve feyz ü
kemâli sârî Şeyh Ali Rızâ Efendi, ondan âlim-i bi'llâh âmil-i bi-emri'llâh
eş-Şeyh Mustafa Hilmî Efendi, ondan müceddid-i tarîk-ı Gülşenî ârif-i bi'llâh
es-Seyyid eş-Şeyh Şuayb Şerefeddîn Efendi (mette'ana'llâhu bi-feyzihi's-sârî
kaddesa'llâhu esrârahum), ondan ahkarü'l-ibâd er-râcî min ihsânı
rabbihi'l-kerîm el-Vahhâb eş-Şeyh Muhammed Şehrî ahz eyledi.
Bu dâî-i hakîr tarafından himem-i esrâr-ı eızze-i kirâm
ile ahz eylediğimiz üzere, sülûk-ı hakîkat ile tahsîl-i ma'rifet eyleyip, murâd
eylediği makâmda gûşe-nişîn ve akîb-i salavâtta evrâd u ezkâra müdâvemet ve
zımn-ı duhâlarında ervâh-ı eızze-i tarîkı zikr ü yâd etmeğe mülâzemet üzere
olup ke-mâ-kân belki inşâa'llâhu'r-Rahmân hezâr terakkıyyât-ı Yezdânî ile tâlib-i
tarîk-ı Hak ve mağlûb-ı hevâ vü heves olan vahşî dilleri dâne-i nush u pend ile
sayd ve habl-i metîn-i şerîat ü tarîkat ile kayd edip, telkîn-i zikr-i dâimî-i
vücûdî ile makâmât-ı tevhîd ü ittihâdı merâtib-i sülûk u cezbe ile irşâd ederek,
ta'lîm ü telkîn eylemeğe hulefâmızdan mefharü's-sâlikîn el-Hâc Hüseyin Vassâf
halîfeye izn ü icâzet verildi.
Vemina'llâhi't-tevfîk ve'l-hidâye.
Vasiyyet-i Muhammediyye :
(لاتؤتوا الحكمة لغير أهلها فتظلموها ولاتمنعوها عن أهلها
فتظلموهم)[46] hadîs-i şerîfince
hikmet-i mecîdi ve hakîkat-ı tevhîdi nâ-ehlinden ketm ü dirîğ edip, tâlib-i Hak
olan ehl-i hakîkatten ketm ü dirîğ etmeye.
Ve's-selâmu alâ-meni't-tebea'l-hüdâ ve'l-hamdü li'llâhi ve kefâ. Allâhümme
sebbit akdâmenâ alâ-sırâtıke'l-müstakîm ve nevvir kulûbenâ bi-envârı
ma'rifetike ve zıyâ'-i muhabbetike'l-kadîm."
- - -
Bir recâ-yı mahsûs :
İşbu eser-i dervîşânemi mütâlaaya tenezzül buyuran zevât-ı kirâmın bir
noktaya nazar-ı dikkatlerini celb etmek isterim ki, o da fakîre bu yolda bir icâze
verilmesi. Bu abd-i ahkar-ı rû-siyâhın kemâlinden değil, ehlu'llâh-ı ızâm
efendilerimizin, husûsan Pîr-i dest-gîr Hasan-ı Sezâî efendimizin mücerred bu
kullarını çalışmağa tergîb, bir kat daha teşvîk ve adam olmağa kesb-i kâbiliyyet
için eser-i inâyetinden ibârettir. Yoksa fakîrde henüz kemâlden eser yoktur.
Nefs-i zâlimin elinde bâzîçeyim. Kendine bir pâye vermek emeliyle bunları derc
etmiş zehâbına düşülmemesini ricâ ederim. Her tarîkın mehmâ-emken icâzet-nâmelerini
derc etmek mesleğine tebeıyyetten ileri gelmiştir. Ehl-i tarîkın ahkar-ı kemter
bir kıtmîriyim azîzim.
- -
-
/207/ Muhammed Şehrî Efendi'nin Âdâb-ı Tarîkat-ı Gülşenî Risâlesi'den
:
"Gülşenîler, salât-ı vitri teheccüd vaktine te'hîr
ederler. Yatsı namâzından sonra cümle fukarâ, usûl-i Gülşenî üzere savt-ı a'lâ
ile sûre-i Mülk ve sûre-i Nasr'ı okurlar. Pîr-i sânî Cenâb-ı Sezâî efendimizin
ictihâdına göre yatsı virdi olmak üzere kutbu'l-ârifîn Abdüsselâm-ı Meşîş
hazretlerine mensûb Salât-ı Meşîşiyye tilâvetiyle iktifâ olunur. Sûre-i
Mülk'ü zuhûrât netîcesi olursa ayrıca okumak vardır. Ba'dehû Kelime-i tevhîd ve
İsm-i Celâl zikr olunarak, "Fethiyye" nâmı verilen, "Allâhümme,
Yâ Allâh, Yâ Latîf, Yâ Hâfız, Yâ Dâfi', Yâ Mâni', Yâ Râfi', Yâ Fettâh",
kırkbir aded ve cemâat-i kesîre olursa yedi veyâ üç def'a okunur. Sonra
"Kahriyye" denilen, "Kâdir, Muktedir, Kavî, Kâim, Kayyûm,
Kuddûs, Kadîr, Kâhır " esmâ-yı şerîfesi kırâat edilir."
/208/ Şeyh Mahmûd Hamdî Efendi
Libhovalıdir. Şeyh
Şerefeddîn Efendi hazretlerinin halîfesidir. 1257/(1842) senesinde dünyâya
gelmiş ve 1326/(1908) senesinde âzim-i dârü'l-karâr olmuştur. Müddet-i ömrleri
altmışdokuz senedir. (هو
هوقال ومات سيد الوقت محمود حى)[47] târîh-i irtihâlini
müş'irdir.
Ergeri'de
dergâh-ı Gülşenî vardır. Bu dergâhın nâmı "Âlî
Cennet"
diye meşhûrdur. Buranın şeyhi idi. Terceme-i hâli zikr olunan Muhammed Şehrî
Efendi'nin bu zâttan da hilâfeti vardır. Hilâfet-nâmesini gördüm; Arapca
yazılmıştır. Hâletiyye kolundandır. Şerefeddîn
hazretlerinden tekmîl-i âdâb-ı tarîkat eylemesiyle Sezâiyye neş'esini de cem'
etmeğe muvaffak olmuş ricâl-i tarîkattandır. İbrâhîm-i Gülşenî hazretleri
İstanbul'u teşrîf buyurdukları zamân oraya i'zâm buyurdukları halîfelerinin
te'sîs eylediği dergâhdır. O zamândan beri devâm edegelmiştir. Şehrî Efendi bu
dergâhın ta'mîr ve ihyâsı üzerine şu târîhi söylemiştir :
Matla'-ı nûr-ı hidâyet
âsitân-ı Gülşenî
Menba'-ı feyz ü saâdet câna
cân-ı Gülşenî
es-Salâ uşşâka Şehrî
söyle gel târîhini
Kulle-i Kâf-ı hüdâ-kâr âşiyân-ı Gülşenî
(قلهء
قاف هداكار آشيان كلشنى) = (1320)
Hâletiyye
kolundan silsile-i tarîkatı ber-vech-i âtîdir :
1. Libhovalı
Şeyh Mahmûd Efendi,
2. İstanbullu eş-Şeyh Osmân Nûri Efendi,
3. Mısırlı eş-Şeyh Mustafa Çelebi,
4. Mısırlı eş-Şeyh Hâlid Efendi,
5. eş-Şeyh Nâsırüddîn b. Hâletî,
6. eş-Şeyh Hasan el-Hâletî b. Ali,
7. eş-Şeyh İbrâhîm Muhyiddîn-i Ahsenî,
8. eş-Şeyh Hasan el-Ahsenî b. Safvetî,
9. eş-Şeyh Ali es-Safvetî b. Hayâlî,
10. eş-Şeyh Emîr-i Hayâlî,
11. Hz. Pîr İbrâhîm-i Gülşenî (kuddise sırruhu'senî).
Şeyh Muhammed Sâmî Efendi
Mahmûd Efendi-zâdedir. 1282/(1865) senesinde Libhova’da zînet-sâz-ı âlem-i
şuhûd olmuştur. İstanbul'a gelerek Fâtih'te Eğinli Hacı Hâfız İbrâhîm Efendi
merhûmun dersine devâm ile ahz-i icâzeye muvaffak olup, târîk-ı kuzâta sâlik
olmuş, taşrada birçok yerlerde kadılık eylemiştir.
Edirne'de Şerefeddîn Efendi hazretlerinin nazar-ı feyzine ermiş bahtiyârlardandır.
Tarîkaten nisbetleri pederlerine idi. Ahîren Muhammed Şehrî Efendi'den
müstahlef olup, İstanbul'da Molla Aşkî Dergâh-ı şerîfi şeyhi, Mısır Âsitânesi
şeyhi Mustafa Çelebi'nin halîfesi Sezâî Efendi merhûmun oğlu Şeyh Osmân, mugâyir-i
edeb-i ubûdiyyet ü şerîat hareketinden dolayı hükûmetçe habsi ve cihet-i
meşîhat ref' edildiğinden Sâmî Efendi, bir aralık vekâleten; bir müddet sonra /209/
asâleten ta'yîn edilmiş ve Şehrî Efendi tarafından teberrüken tâc ve hırka ilbâs
edilmiştir. Âlim, müttakî, fâzıl, âşık bir zâttır.
Burada meşîhat ref', tekkeler seddolununca Arnavutluk'a Libhova'ye giderek,
oradaki dergâhda icrâ-yı meşîhat ederken, 1346 senesi Muharreminde (Temmuz
1927) âzim-i âlem-i lâhût olmuştur. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Şeyh Saîd Efendi
Şehrî Efendi halîfesidir. Sâmî Efendi ile birlikte müstahlef olmuştur.
Müsinn ü ma'lûl bir zât idi. 5 Receb 1342/(11 Şubat 1924) târîhinde irtihâl-i dâr-ı
bakâ eyledi. Molla Aşkî'de sâkin idi.
Şeyh Hâfız Mustafa Zevkî Efendi
Şehrî Efendi halîfesidir. 1282/(1865) senesinde Uzunköprü'de Hâfız Hasan
Efendi sulbünden dünyâya gelip, tahsîl-i ibtidâîden sonra hıfz-ı Kur'ân'a
muvaffak olmuştur. Müddet-i medîde beledî kitâbetinde ve son zamânlarda evkâf
kitâbetinde bulundu. Edirne'de Şerefeddîn Efendi hazretlerine intisâbı
1303/(1886) senesindedir. 1321/(1903) senesinde müşârünileyhin kerîme-i
muhteremeleri Dervîşe Hanım'ı tezevvüc ederek Hz. Şerefeddîn'e dâmâd olmak
şerefiyle mümtâz oldular. Azîzimin irtihâline kadar hem-sohbeti ve hizmet-kârı
olup, her türlü kemâlât-ı zâhiriyye vü bâtıniyyeden zevk-yâb olanlardandır.
Uzunköprü'de halkın hüsn-i nazarına nâil olup, buradaki Rufâî Dergâhı
meşîhati inhilâl edince meşîhati der-uhde etmesi ricâ olundukta, Şeyh Tal'at
Efendi-zâde Ahmed-i Hayâlî Efendi'den tarîk-ı Rufâî'yi alarak meşîhat-i
mezkûreyi der-uhde eylemiştir ki, silsile-i tarîkat-ı Rufâiyye'yi Hayâlî
Efendi'nin terceme-i hâli sırasında yazdım. Bir de Uzunköprü'de şehir medhâlindeki
mezârlıkta, Bulgar istîlâsında Bulgarlar tarafından lokanta ve oyun mahalli
diye inşâ olunan binâ ahîren dergâh hâline ifrâğ ve Şeyh Şerefeddîn Efendi Dergâhı
nâmıyla tevsîm olunarak, burada tarîk-ı Gülşenî âyîni her Cum'a geceleri
icrâ olunmaktadır. Muhammed Şehrî Efendi'den müstahlef olduklarından buranın
meşîhati de uhdelerindedir.
Gâyet edîb, ahlâk-ı fâzıla ile mütehallık, mesleğine âşık, ârif bir zâttır.
1341/(1923) senesinde Uzunköprü'ye azîmette kendilerinde üç gün müsâfir kaldım.
Hakkânî muhabbetler edildi. Oradan birlikte Edirne'ye gittik. Azîzimizin, bâ-husûs
pîrimizin âsitânesine rû-mâl olduk. Ârifâne yazılmış mektûbları vardır. Mürâselât
nâm eser-i fakîrânemdedir.
Şerefeddîn Efendi-zâde Vefâ Efendi'yi taht-ı terbiyetlerine almışlardır.
/210/ Andelîb-i bâğ-ı irfân Şeyh Hâfız
Mustafâ
Feyz-yâb-ı
sırr-ı cânân Şeyh Hâfız Mustafâ
Hazret-i pîrim
Sezâî Gülşenî'den feyz-dâr
Sâhib-i esrâr
ü burhân Şeyh Hâfız Mustafâ
Hazret-i Ahmed Rufâî'den
de bulmuş himmeti
Mahzen-i âdâb u iz'ân
Şeyh Hâfız Mustafâ
Tâlib-i irfân olan âşıklara
yol gösterir
Reh-nümâ-yı semt-i irfân
Şeyh Hâfız Mustafâ
Hazret-i Kur'ân'ı hâfız
nâtıku'l-Kur'ân'dır
Hâmil-i esrâr-ı Furkân
Şeyh Hâfız Mustafâ
Hak teâlâ çok zamân
postunda dâim eylesün
Mazhar-ı irfân-ı tâbân
Şeyh Hâfız Mustafâ
Kalb-i Vassâf'a
sünûh itdi bu nazm-ı hôş-edâ
Sâhib-i in'âm u ihsân
Şeyh Hâfız Mustafâ
Şerefeddîn Efendi Dergâhı
hazîresinde Şeyh Mahmûd Baba nâmında bir zâtın türbesi vardır. Sultân Murâd-ı sânî
musâhiblerinden olup, Cisr-i Ergene'nin inşâsı esnâsında irtihâl-i dâr-ı naîm
eylemiştir.[48]
Şeyh
Sadreddîn Efendi
Hayrabolu'da
Ahmed-i Sârbân hazretlerinin tekkesi şeyhidir. Hâfız
Mustafa Efendi'den 1343/(1924-25)'te müstahlef olmuştur. Sâfiyü'l-kalb,
mesleğine sâdık bir zâttır.
/211/ Şeyh Muhammed Şerîf Efendi
Şeyh Şerefeddîn Efendi'den terbiye-i tarîkat görüp mücâz olmuş, fakat icâzet-nâmesini
Şeyh Tal'at Efendi vermiştir.
Âşık, sâdık bir zâttır. Tekirdağlı'dır. Pederi tarîk-ı Nakşıbendî'den İsmâîl
Efendi olup, onun pederi Tütüncü Köse Emîr Muhammed Ağa'dır. Muhammed Şerîf
Efendi küçük yaşta iken öksüz ve yetîm kalmıştır. Sâdâttan olduğunu söyledi.
İbtidâî ve Rüşdî tahsîlini ikmâlden sonra hıdmet-i Mâliyye’ye dâhil olup,
bir müddet sonra terk ile Hoca Muhammed Efendi'den Mesnevî-i şerîf , Hâfız-ı
Şîrâzî ve Gelibolu'da müderris Ali Efendi'den ve Dağistânî Hacı Ahmed
Efendi'den ulûm-ı âliye tahsîline gayret etmiştir.
Bidâyeten Hacı İsmâîl Efendi'nin izniyle, yedi sene kadar Delâil-i Hayrât
okumağa başlayıp, hâfıza-i ihtirâmına almış ve bir sâat zarfında ezberden hatm
etmek gibi haller göstermiştir.
1300/(1883) târîhinde Tekirdağ'da meşâyıh-ı Sa'diyye'den Hacı Hâfız Rif'at
Efendi'ye intisâb ederek beş sene hizmetinde bulunmuştur ki, bu zât İstanbul'da
Nûri Baba'ya intisâb ile tarîk-ı Nâzenîn'e girmiş ve bir müddet âlem-i hayrette
yaşamıştı.
Şerîf Efendi bir gece âlem-i ma'nâda Edirne'de Şeyh Şerefeddîn Efendi
hazretlerini müşâhede ve ma'nen intisâb ile şeref-yâb olup, kalbinde uyanan
şu'le-i aşkın te'sîriyle nihâyet Edirne'ye şitâbân oldu. 7 Rabîulâhir 1307/(1
Aralık 1889) târîhinde intisâb eyledi. Bir müddet hıdmet-i aliyyelerinde
bulunup, isti'dâdları hasebiyle nev-resîdegân-ı tarîkatı ta'bîr ve tesliyeye me'mûr
buyrulduğundan Muhammed Şerîf Efendi, hânesinde cem'iyyet-i zikr teşkîl ederek
kırk kadar ıhvân cem'ine muvaffak olmuş ve ba'zan câmi'lerde icrâ-yı âyîn-i
tarîk-ı Gülşenî'ye başlamıştır. Azîz-i merhûmun irtihâline kadar hıdmet-i
aliyyelerinde bulunup, ikmâl-i sülûk eylemiş ve Tekirdağ'de inhilâl eden Osmân
Baba Zâviyesi meşîhati kendine tevcîh olunmuştur. Bu zâviye elyevm münhedim
olup, bir sâhib-i hayrın tecdîden binâsına muntazırdır.
Şerîf Efendi, te'mîn-i maîşet gâilesiyle jandarmalığa grip, mülâzımlığa
kadar irtikâ etmiş ve bi'l-âhare tekâüd olmuştur.
Fakîre yazdığı bir mektûbunda, "Şimdi ise âlem-i nîstîde mülâzım
olana gayri şey ne lâzım, diyerek ân-ı dâim neş'esiyle demsâzız azîzim."
diyerek ızhâr-ı latîfe etmiştir.
Azîzimize şiddetle âşıklardandır. İsm-i şerîfi yâd olunsa ağlar, cezbe-dâr
olur. Mestûrîndendir.
/212/ Pek âşıkâne gazelleri vardır. Sâhib-i Divân'dır.
Azîzimize âid medhiyyelerinden :
Hazret-i
Hakk'ın kuluyum hem Rasûl'ün ümmeti
Ehl-i Beyt'in
çâkeriyim ehl-i aşkın peyrevi
Râhım erkân-ı tarîkat mezhebim Hak mezhebi
Meşrebim sahbâ-yı
vahdet Hayderî'yim Hayderî
Mürşidim
kutb-ı hakîkat Şeyh Şuayb-ı Gülşenî
Cedd-i pâkidir
Müsellem hem Sezâî Gülşenî
Gülşen-i lâhûta
uçdu bezm-i vahdet bülbülü
Rûşenî'nin
feyz-bahşı Gülşenî’nin bir gülü
Emr-i Hak'la
eyledi ihyâ nice mürde-dili
Her asrda bir
zuhûr eyler imiş böyle velî
Mürşidim
kutb-ı hakîkat Şeyh Şuayb-ı Gülşenî
Cedd-i pâkidir
Müsellem hem Sezâî Gülşenî
Nûr-ı
vechin seyr idenler vâlih ü hayrân olur
Sohbet-i bezm-i visâline
iren kurbân olur
Dest-i sâfından içenler
mest-i ser-gerdân olur
İsr-i pâkince gidenler cânlara
cânân olur
Mürşidim kutb-ı hakîkat
Şeyh Şuayb-ı Gülşenî
Cedd-i pâkidir Müsellem
hem Sezâî Gülşenî
El-hak istersen eğer
ders-i 'aref'den al sebak
Lutfunu ibzâl ider dâim
sana Hazret-i Hak
Gülşen olsun bu vücûdun
nâr-ı İbrâhîm'e yak
Sırr-ı İbrâhîm'e
mazhardır azîzim hoşca bak
Mürşidim kutb-ı hakîkat
Şeyh Şuayb-ı Gülşenî
Cedd-i pâkidir Müsellem
hem Sezâî Gülşenî
Âh kim gitdi azîzim
kaldı dilde hasreti
Dâğ-dâr oldu derûnum
yakdı nâr-ı firkati
Âlem-i ukbâya kıldı aşk
ile ol rıhleti[49]
Eşk-i hasret ile yâd it
ey Şerîf ol hazreti
Mürşidim kutb-ı hakîkat
Şeyh Şuayb-ı Gülşenî
Cedd-i pâkidir Müsellem
hem Sezâî Gülşenî
Azîzimizin "Aşk"
gazeline güzel bir tahmîsi vardır :
Kûy-ı cânândan esince
âşıka sevdâ-yı aşk
Mest idüp aklın alur
Mecnûn ider Leylâ-yı aşk
Dû-cihâna sığmadı ol
nokta-i zîbâ-yı aşk
Kayd-ı imkânla
bulunmaz rûh min-me'vâ-yı
aşk
Şeş cihetden taşra tayrân
eyledi ankâ-yı aşk
* * *
Sen sana ben didiğin
hep ifk ü bühtândır sana
Sendeki benlik hicâbı
zulm ü hicrândır sana
/213/ Sen sana
senden sefer kıl anlayasın neydüğün
Cehl
ile benlikde kalmak bil ki hüsrândır sana
Sen sana senden
yakınsın kendine bir hoşca bak
Geh seni sen sende bulmak
ayn-ı irfândır sana
Sen seni bildin ise
ayrılma senden bir nefes
Sen seninle olduğun bir
özge seyrândır sana
Sen seni bilmek ne
mümkindir Şerîf senlik ile
Sen
seni bilmek çü Hak'dan mahz-ı ihsândır sana
* * *
Semâ-yı kalb-gâhımda
benim bir âftâbım var
Ezelden tâ ebed aslâ
dolanmaz mâh-tâbım var
Anar ol bendesin dürlü
nevâziş gösterüp her ân
Gönül okşar lutuflar
bahş ider âlî cenâbım var
Şerîf atşân olan gelsün melâmet câmesin giysün
Dem-â-dem durmasun içsün
ana bir gül şarâbım var
* * *
Gönül şahbâz-ı aşkın
lânesidir
Kurulmuş bî-cihet kâşânesidir
Şerîf'in varlığı
yok oldu anda
Bu nâm-ı müsteâr âyânesidir
* * *
Âşıka cândan elezdir
dehen-i sohbet-i yâr
Nâr-ı dûzahdan eşeddir
elem-i firkat-ı yâr
Düşmesin ye'se Şerîf
kesme ümîdin Hak'dan
Didiler kalb-i hazîne
irişür şefkat-i yâr
* * *
Devr-i Âdem'den beru
derdsiz gelen insân mı var
Ten libâsın giyinüp terk
itmeyen bir cân mı var
Hep gelen gitmek yolunda
kat'-ı râh itmekdedir
Gitmeyüp bunda kalan
dervîş yâ sultân mı var
Bu cihân bâzârı gâhî
dağılup gâh cem' olur
İr gelüp bunda aceb göç
itmeyen kârvân mı var
Tâk-ı Kisrâ ile hem taht-ı Süleymân n'oldular
Bu fenâda pây-dâr olmuş
ulu eyvân mı var
* * *
Gâh olur derd ile âlûde-i
hicrân oluruz
Nâr-ı hasretle yanup âteş-i
sûzân oluruz
Gâh tecrîde irüp nâm u
nişândan geçeriz
Gâhice vecde gelüp şevk
ile cünbân oluruz
Reh-i aşkında anın
katre-i eşki dökerek
Seyl-veş çağlayarak vâsıl-ı
ummân oluruz
* * *
Zâhidâ sanma bizi bîgâneyiz
Yâr ile ülfetde biz
hem-hâneyiz
Dost ilinden içmişiz
peymâneyi
Ol sebebden tâ ebed mestâneyiz
/214/ Na'ra-i âhile deldik
bağrımız
Sîne-i gencînede dür-dâneyiz
* * *
Eğer
istersen Allâh'ı özün Mevlâ'ya döndür gel
Duyup
'firrû ila'llâh'ı özün Mevlâ'ya döndür gel[50]
* * *
Bülbül-i
şûrîdeyim gül-zârı gözler gözlerim
Gonca-i vech-i cemâl-i
yârı gözler gözlerim
Bâğ-ı vahdet mürgıyım
durmaz figân itmekdeyim
Bir ruh-ı gül-gonca-i
bî-hârı gözler gözlerim
Bâde-i rûz-ı elestin
mestiyim el-hak bugün
Vâlih ü hayrânıyım dîdârı
gözler gözlerim
* * *
عشق خدا يار من جان من جانان من
كيسوى عنبر فشان عقل پريشان من
اول وآخر توئى
ظاهر باط توئى
همه اين وآن توئى
بر همه سلطان من [51]
* * *
Söyle ol nâdâna
kim tashîh-i efkâr eylesün
Vasl-ı yâr ise
merâmı terk-i ağyâr eylesün
Şer'i tasdîk
itmeyenler küfr ile âlûdedir
Varsa îmânı
eğer göğsünde ızhâr eylesün
Hak kelâmı
söylemekden ihtirâz itmez Şerîf
Kim dilerse
anı inkâr yâhûd ikrâr eylesün
* * *
Bülbülün
aşkı gülün bağrını al kan itdi
Gülü ahzâna
virüp bülbülü nâlân itdi
Gamm-ı endûh-ı
felek dîdemi giryân itdi
Yıkup ol hâtırımı
gönlümü vîrân itdi
Beyân-ı Erkân
u Hakâyıkı's-Salât nâmıyla manzûm bir eseri vardır. Eserin başlangıcı
şöyledir :
Zât-ı Hak'dan
kullarına fazl u rahmetdir salât
Hem Rasûl-i Kibriyâ'dan
mahz-i şefkatdir salât
Ümmetiçün
ol Rasûl'e tuhfe-i lutf-ı Hudâ
Leyle-i İsrâ'da bahş
olmuş ne ni'metdir salât
Sâki-i sahbâ-yı vahdet
neş'esiyle mest ider
Âşık-ı bi'llâh içün bir
özge hâletdir salât
Cân fedâ eyle Şerîf
ehl-i salâtın yoluna
Gel basîret üzre kıl
kesretde vahdetdir salât
(Burada
mühür vardır)
/215/ Şeyh Şerîf Efendi
Şerefeddîn Efendi hazretlerinin ecell-i hulefâsından âşık, ârif, sâdık bir
zât-ı pür-kemâldır. Edirne Evkâf Başkâtibi idi. Edirnelidir. 1246/(1830)
senesinde mehd-ârâ-yı âlem-i şuhûd olmuştur. 1318 Muharremü'l-harâmını birinde
(1 Mayıs1900) Edirne'de irtihâl-ı dâr-ı naîm eylemiştir.
Şerefeddîn Efendi'nin dâmâdı Şeyh Mustafa Efendi, fakîre yazdığı 27 Mayıs
1331/(8 Hazıran 1915) târîhli mektûbunda müşârünileyhden hürmetle bahsediyor,
diyor ki :
"Bu zât gâyet mütevâzi' olup, dâire-i sohbet ü muhabbetinde
bulunulduğu zamân, dâimâ ârifâne sözler söyler, kat'iyyen mâ-lâ-ya'nî ile iştigâl
etmez idi. Ale'l-ekser aşk-ı pâk-i Muhammedî'den bahs açar, hem ağlar hem
herkesi ağlatır idi. Herkes onun fazâil-i ahlâkıyyesine meftûn idi.
Son zamânlarında yetmişiki yaşında idi. Onu temdîh etmek isterim. Fakat
kalemim lisânım âcizdir. Azîzimin ehas bendegânından ve şiddetli âşıklarından
idi.
İrtihâli gâyet garîb bir sûrette vukûa gelmiştir: Sabâhleyin vücûdu
sıhhatte olduğu hâlde hânesinden çıkar, Evkâf Dâiresi'nde vazîfesinin başına
gider, bir müddet işle meşgûl olup, elindeki işlerini bitirdikten sonra bir
mektûb yazar, zarfa kor, kapar[52]; yazı
takımının üzerine bırakır. Kalemdeki efendi arkadaşlarına, "Evlâdlarım
biraz rahatsızlık geldi, fakîr-hâneye gidiyorum. İnsân hâli ne olur ne olmaz,
cümleniz hakkınızı helâl ediniz." der ve evine gelir. Vakitsiz hânesine
avdet etmesi efrâd-ı âilesinin merâkını mûcib olur. "Rahatsızlandım,
bir yatak yapınız." der. Yatağını yayarlar cümlesine hitâben, "Bize
büyük yerden emir geldi, Hakk'a gioeceğim. el-Hükmü li'llâh, sizden ricâm oldur
ki, arkamdan ağlayıp gürültü yapmayınız." der ve nasîhat ve hikmet-âmiz
ba'zı şeyler söyler; cümlesiyle vedâ' eder. Abdest alır, yatağa yatar,
"Hû" ism-i şerîfiyle iştigâlde iken, rûh-ı pür-fütûhu mele-i a'lâya
uçar gider.
Edirne'de
urefâdan, eşrâfdan biri vefât ederse minârelerde salâ verilir. /216/ Şerîf
Efendi'nin vefâtını i'lân için verilen salâyı ordu müşîri ve vâli Ârif Paşa
haber alır, tahkîk eder, Şerîf Efendi'nin irtihâline muttali' olur. Fakat sabâhleyin
kaleme gelip gittiğini söylediklerinde kalemden bir efendi celb eder.
Keyfiyyeti istiknâh eder. Bir mektûb yazıp bıraktığını, cümlesiyle vedâ'
ettiğini arz ederler. O mektûbu ister, bakar ki, Şerefeddîn Efendi hazretlerine
hitâben yazılmış. Mektûbcu ve defter-dâr huzûruyla mektûbu açtırır. Okurlar,
ağlarlar. Ârif Paşa'nın emriyle mektûb, Uzunköprü'de Şerefeddîn Efendi'ye îsâl
olunur. Onlar da gaybûbetine müteessir olurlar. Mektûbun sûreti ber-vech-i âtîdir
:
“Aceze-perverlikleri bahr-i bî-pâyân gibi vâsi'dir. Bu abd-i ahkara
himem-i aliyye-i kudsiyyeleri ve eltâf-ı mâ-lâ-nihâye-i mürşidâneleri ile
telkîn buyurulan evâmir-i aliyye-i kerem-kârîleri dâiresinde harekete hasr-ı
hayât ettim. Kalb-i fakîrâneme ilkâ buyrulan şevk u muhabbet-i velâyet-i mürşidâneleriyle
Hz. Pîr-i dest-gîr efendimize, ondan sultân-ı bâr-gâh-ı risâlet ve nâzım-ı kâr-gâh-ı
şerîat ve gevher-i gencîne-i esrâr-ı hikmet aleyhi ekmelü't-tahhiyyet efendimiz
hazretlerine ittisâl peydâ etti. Gerek menâmda, gerek hâl-i yakazada müşâhede-i
nûr-ı cemâl-i Muhammedî ile lehü'l-hamd müşerref oldum. El'ân ke-mâ-kân müşâhede-i
Cemâl'deyim, bir ân u zamân hâlî değilim. Teeddüben ihtiyâr-ı sükût ederim. Lisân
u kalbimin zikri Hak, fikrim Rasûl-i Rabb-i Mutlak oldu. Her ne tarafa nazar
etse, nûr-ı Hak'tan başka bir şey görmüyorum. Müşâhede-i nûr ile garîk-ı bahr-i
vahdet ü hayret oldum. Vuslat-ı yâr-ı Bâkî
âteş-i aşk u muhabbeti ciğer-gâh-ı fakîre düştü. Bu sebeble vuslat-ı cânân
için terk-i cân lâzım geldi. Âzim-i râh-ı bakâ olmak îcâb eyledi.
Azîzim, mürşidim, şeyhim, efendim hazretlerine el-vedâ' ve'l-firâk diyerek
bu vedâ'nâme-i abîdânemi arz u takdîm eyledim. Muhtâcı bulunduğum ed'ıyye-i
hayriyyenizle bu fakîr-i hakîrinizi yad u tezkâr buyurmaları ricâ ve ıhvân-ı bâ-safâya
aşk niyâz eylerim. Tahsîn Efendi kardeşime ayrıca el-vedâ' eylerim. Maa's-Selâm-ı
Hû.
Ser-kâtib-i Evkâf
Fakîr-i
hakîr-i kem-terleri
ŞERîF
Bulıcak âlemde
kâmil kemâlin
Kimseye arz
ider sanma ahvâlin
Görmek isteyen
yârin cemâlin
Nümâyân olur
elbette tal'at-ı Mevlâ
Tal’at Efendi kardeşime aşk-ı niyâz ve el-vedâ' ederim.”
Rûh-ı şerîfleri için el-Fâtiha.
/217/ Şeyh es-Seyyid Muhammed Ârif Bey
Hasan Efendi nâm zâtın oğludur. Şeyh Şerefeddîn Efendi hazretlerinin hulefâsındandır.
İkinci Ordu ser-baytarı miralay idi. Edirne'de bulunduğu sinîn-i medîde
zarfında Hz. Şeyh'in dârie-i irfânına dâhil olup, ikmâl-i sülûka muvaffak
olarak hilâfet almıştır.
1324/(1906) senesinde Edirne'ye azîmetimde kendileriyle görüştüm, bir pîr-i
fânî idi. Azîzimin mazhar-ı muhabbeti olduklarından ale'l-ekser nezd-i ârifânelerinde
bulunur, sohbet-i şerîfesinden müstefîd olur ve huzûr-ı latîflerinde cemâline
bakar da ağlardı.
Şerefeddîn Efendi'nin terceme-i hâlleri sırasında arz u beyân eylediğim
vechile fakîrin Edirne'de bulunduğum zamân azîz-i müşârünileyhi hânelerinde
keşîde ettikleri bir ziyâfete da'vet etmişler, onlar da fevka'l-âde olarak
da'vete icâbetle teşrîfe rağbet buyurmuşlardı. Rikâb-ı ârifânelerinde bu abd-i
ahkar dahi bulunmuştum. Azîze o mertebe hürmet ü tâzîm âsârı gösterdi ki, bununla
kendi kemâli rû-nümâ idi. Bir insân-ı kâmile nasıl hizmet edileceğini o gece Ârif
Bey'den öğrenmiş idim.
Âlem-i İslâmiyyet'te sinn-i pîrîye vâsıl olmuş olan Ârif Bey, huzûr-ı
Hazret'te bir gençten daha çevik bir hâlde idi. Her gün nezd-i ârifânelerine gelir,
edeb-i fevka'l-âde ile oturur, lisân-ı dürer-bârından dökülen kelâm-ı âb-dâra
hayrân olurdu. Edirne'ye gittiğim zamân bu abd-i kem-ter-i rû-siyâhı görmek
hevesine düşmüş, nezd-i azîze şitâbân olmuş idi. Fakîre o mertebe meveddet ü
muhabbet göstermesi, azîzine karşı senelerce ani'l-gıyâb beslediğim hürmet ve
şiddet-i aşka mukâbil idi. "Bu adam azîzimi sevmiş." diye
o da fakîri fart-ı aşkla sevmiş idi. Ne yolda iltifât edeceğini şaşırmış idi.
"Sen azîzimin Üveysiyyü'l-Karanî'sisin. Ancak sende mâddeten de cemâl-i
azîzi görmek şeref-i mahsûsu tecellî etti. Aşk u muhabbet cenâb-ı risâlet-penâh-ı
a'zamadır. Muhabbet-i azîz ona mûsıl bir sefîne-i himmettir." diye
latîfe ve ızhâr-ı hakîkat buyururlardı. "Siz benim âhiret oğlum olunuz,
ben de sizin âhiret babanız olayım." diye muâhede yaptılar. Edirne'den
mufârakatim günü fakîre, Âşık Paşa Dîvânı gibi kıymetli yazma eser ihdâ
ederek gönülden çıkarılmamasını ricâ ve ihtâr etmişlerdi.
Azîzimizin âlem-i cemâle intikâlinde şiddet-i iftirâka tahammül edemeyerek,
ağlaya ağlaya ettiği duâların eser-i icâbeti zuhûr edip, ona peyrev olmuş, hayât-ı
sûrîden tecerrüd etmiştir. "Cenâzesindeki kalabalığı Edirne hayâtı az
görmüştür." diye nakl eylediler. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Fakîre hitâben yazdıkları bir mektûb hâtıra-i nâmı olarak rabt edildi:
"Huzûr-ı âlî-i kerem-kârîlerine,
el-Ma'rûz : Mülâkât-ı âlîlerinden mutahassal safvet-i kalbiyyem sâikasıyla
dâimâ muntazıru'l-iltifâtınız iken lutfen irsâl buyurulan muhabbet-nâme-i kerîmâneleri
vürûdıyla münşerihü'l-bâl oldum.
Hakîkaten şu âlem-i bî-karârda mülâkât-ı ıhvân, şâyân-ı iğtinâm bir
ni'met-i uzmâdır. Bâ-husûs zât-ı âlîleri gibi safvet-i derûn erbâbı ile
te'yîd-i uhuvvet cidden bâis-i hatt-ı vefîrdir. Âlem-i gurbette husûl-i
ünsiyyet mutlakâ kurbiyyet-i rûhâniyyeye muhtâcdır. el-Hamdü li'llâh ki, az zamânda
bu derece muhabbetin zuhûru, bu kurbiyyetin ezelen vukûunu tebşîr eyledi.
Nitekim bir hadîs-i şerîfde buyurulmuştur :
(الأرواح جنود مجندة فما تعارف منها ائتلف وما تناكر منها.)[53]
Ervâhın bu sûretle kurbiyyet ve muârefesi bu âlemdeki ünsiyyet ve ittihâdından
ma'lûm olur. Hemân Cenâb-ı Müellifü'l-kulûb devâm ve kemâlini nasîb buyursun. Âmîn.
Bakâ-yı muhabbet duâsıyla hatm-i ma'rûzât eyledim efendim.
Efendi hazretleri selâm ve duâ eder. Cümle ıhvân-ı aşk niyâz ederler.
29 Mayıs 324/(10 Haziran1908)
İkinci Ordu-yı Hümâyun Ser-baytarı Miralay
(Mühür)
es-Seyyid Muhammed Ârif b. Hasan"
Şeyh Osmân Şemsi Efendi
merhûmun şu nazmı Şeyh Ârif Bey'e tercemân-ı hâldir :
Gözü dünyâ
mı görür âşık-ı dîdâr olanın
Dil-beri sen
gibi bir mâh-ı dilâ-zâr olanın
Gayre meyli
olamaz aşkın ile yâr olanın
Yücedir
rütbesi mihrinle hevâ-dâr olanın
Ayağı
yer mi basar zülfüne ber-dâr olanın
Aşk
u şevkıyla virir cân u seri döne döne
/218/ Şeyh Hulvî Mahmûd
Efendi
Cemâleddîn Mahmûd-ı Hulvî nâmıyla şöhret bulmuş bir
şeyh-i âlî-tebârdır. Pederi Ahmed Ağa, sarây-ı humâyûn helvâcıbaşı olduğu için
Hulvî mahlasını ihtiyâr ettiler. Velâdet târîhi 982/(1574)'dir.
el-Lemezât nâm eseri pek mühimdir. Vefâ'da Âtıf Bey Kütüphânesi'nde
1485 numarada mukayyeddir. Müşârünileyhin şöhretine hizmet eden bir eser-i âlî
olup, gayr-i matbû'dur.
Ulemâdan ve urefâdan idi. Gülşen-i Râz Şerhi, Lâhîcî'yi
Câm-ı Dil-nüvâz ismiyle tercümesi; mevâıza mahsûs güzel bir eseri; Hamse-i
Yahyâ'ya nazîresi ve müretteb Dîvân'ı vardır.
Cân-ı
Hulvî eyledi ikbâl-i şehd-i cennete
(جان حلوى ايلدى اقبال شهد جنته) =1069/(1659)
târîh-i irtihâlidir.
Kabr-i münîfleri İstanbul'da Şehremini civârında Tramvay
câddesinde Erikli Mahallesi’nde Şiroğanî nâm dergâhın hazîresindedir. Bu dergâh
hâl-i hâzırda müşrif-i harâbdır. Gülşenî tekkesi olduğu hâlde tarîk-ı Rufâî'den
bir zâta meşîhati verilmiştir.
Bidâyet-i sülûkları tarîk-ı Sünbülî'den iken, hacc-ı
şerîfden avdetinde Mısır'a uğrayarak tarîkat-ı Gülşeniyye'den ahz-i icâze
almışlardır. Pek âşıkâne ve ârifâne eş'ârı vardır :
Biz
nağme-serâyende-i meyhâne-i aşkız
Bahşende-i şevk-ı
dil-i mestâne-i aşkız
Zâhirde
olup aşkla Mecnûn'a müşâbih
Ma'nâda
velî âkıl ü ferzâne-i aşkız
Azîzim Şerefeddîn Efendi merhûmun Hâletiyye-i
Gülşeniyye'den şeyhleri Muhammed Mahvî Efendi bu dergâhın şeyhi idi. Şerefeddîn
Efendi ona burada mülâkî olmuş idi.
(Kaddesa'llâhu esrârahüm)
Hâfız Hüseyn-i Ayvansarâyî Vefeyât-nâme'sinde, bâlâdaki
ma'lûmâtı mütemmim olarak diyor ki :
"Hulvî Efendi
zuamâdan iken terk-i meslek eyleyip, Yümnî Hasan Efendi'den tarîk-ı Sünbülî'ye
intisâb etmiş, bi'l-âhare Mısır'da Gülşenî-hâne şeyhi Seyyid Hasan Efendi'ye
mülâkî olup, tâc-ı Gülşenî giymiştir. Şehremini'ndeki hâne pederinin idi. Tekke
hâline ifrâğ eyledi. Ma'nevî-i Şerîf tedrîs ederdi. Sekseniki yaşında
vefât eylemiştir. Mezkûr târîhi Senârî Hüseyin Efendi söylemiştir."
/219/
Şeyh Ahmed-i Rindî
"Şemleli-zâde"
diye ma'rûfdur. Mısır'a azîmetle Âsitâne-i Gülşeniyye'de Şeyh Hasan Efendi
hazretlerinden ahz-i feyz ederek Bursa'da Ali Mest Zâviyesi'nde şeyh olmuş idi.
(موتوا قبل أن تموتوا) târîh-i vefâtı olan 1089/(1678)
rakamını müş'irdir. Âşıkâne gazelleri vardır.
Her
encümene şem'-i muhabbet sala pertev
Etrâfın
alur leşker-i pervâne-i hayret
Seyyid Nizâmeddîn Hazretleri
Sâdât-ı kirâmdan ve urefâ-yı ızâmdandır. Meşhûr Seyyid
Seyfullâh Efendi (IV. cildde, 150. sahîfeye mürâcaat buyrula) hazretlerinin
peder-i ekremleridir. Seyyid Nizâm, 894/(1489) senesinde Bağdâd'da doğmuştur.
Seyyid Nizâm, Sultân Selîm-i evvel zamânında Bağdâd'dan
İstanbul'a gelmişti. Evvelâ Kâsımpaşa kasabasında İbrâhîm Paşa bahçesi kurbünde
bir hânkâh yaptılar. İttifâkan bir hâlet vâki' olup, tekkesini yıktılar.
Hikmet-i ilâhiyye, o gün İbrâhîm Paşa'nın bir oğlu dünyâya gelir. Seyyid Nizâm,
İbrâhîm Paşa'ya gider. "Rasûl-i Ekrem efendimiz dünyâya zînet-bahş
oldukları gün, bin kilisenin kubbesi vîrân oldu. Sizin oğlunuz dünyâya geldikte
benim gibi sahîhü'n-neseb bir âl-i Rasûl'ün tekkesini yıktırdınız. Bu alâmet-i
hayr mıdır? Yoksa şer midir?" diye paşaya söylediği sözler te'sîr-i
azîm gösterip, tatyîb-i hâtırına şitâbân olur.
Menâkıbını uzun uzadıya mahdûmu Seyyid Seyfullâh Efendi, Câmiu'l-Avârif'inde
yazmıştır.
Pederleri Seyyid Şehâbeddîn olup, silsile-i nesebini
Seyyid Seyfullâh Efendi, Dîvân'ında şöyle beyân ediyor :
Babam Seyyid Nizâm
âl-i Muhammed
Baba
Seyyid Şehâbeddîn-i Ahmed
Nakîb-i
Mîr Cüneyd ana bir hem*
Baba
ana Celâleddîn
a'lem
Anın
babası Nûreddîn Alî'dir
Nakîb
Ahmed ana benzer velîdir
Onın
babası İzzeddîn Bu İshâk
Ki
İbrâhîm'dir ol nakîb-i âfâk*
Şerefeddîn
Muhammed ana valid*
Nakîb-i
cümle-i evlâd-ı Seyyid
Ona
Zeyd oldu vâlid zü'l-kerâmet
Ziyâeddîn-lakab
mansıb nekâbet
Muhammed
Mahzunî'dir ana eslâf
Irâk
içre dahi nakîbü'l-eşrâf*
Dahi
Zeyd-i Ebu'l-Kâsım'dır a'lem
Ziyâeddîn
nakîb-i mîr-i âlem
Ebu'l-Mansûr
Muhammed vâlidi bil
Nakîb
ü hem vezîr-i şâh-ı Mevsıl
Ona
Zeyd-i Ziyâeddîn pederdir
Nekâbetle
cihânda müştehirdir
Onın
babası Bû Tâhir Muhammed
Nakîb-i zü'l-mefâhir
fahr-i Meşhed
Muhammed
Bu'l-Berekât ana valid*
Ki
dirlerdi ana nakîb-i zâhid*
Ona
Zeyd-i Ziyâeddîn-i A'zam
Ki
Bu'l-Hüseyn ile olmuşdun a'lem*
Ki
anın oğludur âl-i Ebî Zeyd
İdübdür cümle nisâbları
kayd*
Nakîb
Ahmed olup reîs-i a'zam
Onın
babası da ol mîr-i ekrem
Muhammed
Bû Alî'dir ana vâlid
Nakîb-i
a'zam-ı fahrü'l-emâcid
Ona
baba Ebu'l-Huseyn-i Eşter*
Muhammed
nâm hem nakîb-i ekber*
Ona
vâliddürür Kûfe'ye vâris
Ebû
Alîyy-i Abdullâh-ı sâlis
Ebu'l-Hasan
Alî ana pederdir*
Nakîb
ü hem muhaddis mu'teberdir
Ona
baba Ubeydullâh-ı sânî
Ebû Aliyyi'l-asgar
dirler anı
Ebu'l-Hasan
Alî'dir ona valid*
Olup
Sâlih-lakab ol mîr-i zâhid
Ubeydullâh-ı A'rec'dir babası
Ki
nesli gibi çok idi gınâsı
Ebû
Alî'ye vü hem Hüseyn-i asgar*
Olubdur
verd-i vâlidi mukarrer*
Aliyy-i Zeynülibâd Nûh-ı sânî*
Ona vâlid dürür ol ilm
kânı
Anın
babası ol maktûl-i mazlûm
İmâmü'l-Hak
Hüseyn ol sıbt-ı ma'sûm
Anası
Fâtıma bint-i Rasûl'dür
Alî'dir
vâlidi zevc-i Betûl'dür
Peder-i âlîleri İran'da Şîîliğin zuhûr ve tevessüü
üzerine Şâh İsmâîl'in zulmünden Bağdâd'a kaçmış idi. Seyyid Nizâmeddîn, ulûm-ı
akliyye vü nakliyyeyi ke-mâ-hî hakkuhâ tahsîl eyledikten sonra, incizâb-ı ezelî
te'sîriyle bir şeyhe intisâb emeline düşüp, eş-Şeyh Muhammed Mecnûn-ı Bağdâdî
hazretlerine intisâb etmişlerdir.
Bu zât, "Mecnûn Halîfe" diye meşhûrdur.
Bildiğimiz mecnûnlardan değildir. İsmi Muhammed Ali, lakabı Mecnûn'dur.
Hemedanlı olup Bağdâd'da tahsîl eylemiştir. Ba'dehû Mısır'a gelip tarîk-ı
Gülşenî'den /220/ şarâb-ı hakîkatı içmiştir. Bir eserde Şeyh Ali
es-Safvetî'ye mülâkâtından bahs olunur ise de, çok yanlıştır.
Şeyh Ali es-Safvetî, Şemseddîn-i Hayâlî hazretlerinin
mahdûmudur. O da İbrâhîm-i Gülşenî'nin necl-i necîbidir. Şeyh Ali es-Safvetî,
1005/(1597)'te intikâl eylemiştir. Halbuki Seyyid Nizâmuddîn 957/(1550)'de irtihâl
etmiştir ki, şeyhi elbette daha evvel vefât etmiş olacağından, olsa olsa İbrâhîm-i
Gülşenî veya mahdûmu Şemseddîn-i Hayâlî'den nisbet almıştır. Mecnûn-ı Bağdâdî,
Bağdâd'da neşr-i feyze me'mûr olunca Mısır'dan avdet etmiş ve istidlâl
olunduğuna göre Seyyid Nizâmeddîn bundan sonra müşârünileyhe intisâb
eylemiştir.
İbrâhîm-i Gülşenî'nin İstanbul'u teşrîflerinde Seyyid Nizâmeddîn
İstanbul'da bulunuyorlardı. Hz. Merkez'le Seyyid Nizâmeddîn'in ünsiyyet-i fevka'l-âdeleri
olduğundan, Hz. Merkez'in İbrâhîm-i Gülşenî'ye mülâkâtı esnâsında, Seyyid Nizâmeddîn'in
de mülâkî olmaları müsteb'id değildir.
Mecnûn-ı Bağdâdî, Bağdâd'da irtihâl etmiş ve orada medfûn
bulunmuştur. Âsitânesi ve evkâfı olduğunu ve kendilerinin kerâmâtı menkûl
bulunduğunu bir eser-i kadîmde mütâlaa ettim. Türbesinden el'ân fevka'l-âde hâlât
zuhûr eder imiş.
Yirmiyedinci batında Seyyidü's-sâdât'a ittisâl peydâ eden
Seyyid Nizâmeddîn hazretleri, uzun boylu, yassı bağırlı, geniş göğüslü,
kebîrü'l-batn, ela gözlü, açık kaşlı, değirmi çehreli ve heybetli bir zât olup,
mîr-i kelâm, fasîhu'l-lisân, sahiyyü'l-kalb idi. Sultân Selîm Hân-ı evvel zamânında
Bağdâd'dan İsanbul'a hicret buyurup, halkın hürmet-i fevka'l-âdesine mazhar
olmuşlardır.
Âtîde Hz. Merkez'in terceme-i hâlinde nakl olunacak olan
hâllerinden kemâlât-ı ârifânesi nümâyân olur. Mahdûm-ı mükerremleri Seyyid
Seyfullâh Efendi, Câmiu'l-Avârif'inde diyor ki :
"Merhûm
pederimle birlikte hacca gitmiş idim. Mihaffenin bir cânibine kendileri, dîger
cânibine ben bindim. Beytu'llâh'a on günlük yol kalınca, "Oğul! Aç
gözünü temâşâ kıl. Hak teâlâ Beytu'llâh'ı bize istikbâle göndermiş. Huccâc
içinde ne makûle kullar varmış." buyurunca, gök yüzüne baktım, aynı
ile Beytu'llâh'ı durur ve biz yürürsek o da yürür gördüm. Ravza-i Mutahhara'ya
geldik, çadırlarımızı kurup konduk. Nısfü'l-leylde pederim dışarı çıktı. Merâk
edip peşine düştüm. Abdest alıp, ravza-i Rasûl (aleyhi's-selâm)'a vardı.
Hz. Habîbu'llâh efendimizin hücresi kapusuna yapışıp içeri girmek ve bi'z-zât hâk-pâ-yı
Mustafâ'ya yüz sürmek temennâsında bulundu. /221/ Hemân ravza-i şerîfeden, (تعل إلىَ يا بنىَ)[54] hitâb-ı peygamberîsi geldi.
Ravzadan nûrlar saçılır gördüm, aklım başımdan gitti. Ne oldu bilemedim. Bir
zamân sonra pederim ravzadan dışarı çıkıp, beni kendime mâlik değil bir hâlde
görünce, "Küstâh, niçin böyle yaptın? Ben sana bir şey söylemeden ardım
sıra geldin. Sakın bu hâli fâş eyleme, bu râzı kimseye söyleme."
buyurdular."
İhtifâ-yı hayâta meylleri ziyâde idi. Sinn-i âlîleri
altmışüçe resîde oldukta, 957/(1550) senesinde İstanbul'da irtihâl-i dâr-ı bakâ
eylediler. Silivrikapı hâricindeki ibâdet-gâhlarında defn olundular. Cenâzeleri
Fâtih Câmi'-i şerîfine götürülüp, namâzını da Hz. Merkez kıldırmıştır. Ba'dehû
medfen-i mahsûsalarına nakl ve defn olundu. Câmiu'l-Avârif'de mezkûrdur.
Merkez Efendi telkîn vermiş, esnâ-yı telkînde, "Biz cevâbımızı verdik.
Var sen de cevâbını hâzırla." diye gûş-ı hakîkatına bir sadâ
gelmiştir. Sandûkalarının önündeki levhada :
"Hâzâ kabru Hz. Pîr Seyyid Nizâmeddîn :
Velâdeti : 894/(1489)
Rıhleti : 957 Muharrem
(Ocak – Şubat 1550) , leyletü'l-Cum'a
Ömr-i şerîfleri : 63.
Seyyid Seyfullâh nakl ediyor :
"Pederimin hîn-i irtihâlinde burnundan ziyâde kan
geldi. Ellerini kana bulaştırıp, yüzüne sürdü. "Bi-hamdi'llâh, bugün
Hz. Hüseyn'in âlûde-i hûn olması gibi, ben de hûna gark oldum." der.
"Yâ Allâh" sayhasıyla teslîm-i cân eyler.
Çıkdı
ortaya ecel bozdu nizâm-ı âlemi
(چيقدى اورته يه اجل
بوزدى نظام عالمى) = 957/1545)
târîhidir. Lafz-ı "ecel" (اجل)’i çıkarırsanız, ortada ne kalırsa o târîh olur. Altmış üç
yaşında Sultân Süleymân zamânında irtihâl eyledi. (Kaddesa'llâhu sırrahû)”
Dîger bir levhada :
Pâyine
Seyyid Nizâmeddîn'in itdim ilticâ
Cedd-i
pâkine tavassutdur ümîdim mutlakâ
Çûn
yigirmidokuzuncu batnda bulur vusûl
Fahr-ı
âlem Hazret-i Ahmed Muhammed Mustafâ
Merkad-i
pür-nûrının pervânesidir âşıkân
Dergeh-i iclâlinin hep
bendesi ehl-i safâ
Âl ü evlâda muhabbet
farzdır ümmet içün
Duymayan bu bû-yı pâki
bulamaz fevz ü rehâ
İlticâdan maksadım ancak
budur kim Âdile
Rûz-ı mahşerde şefâat
ide ol cedd-i alâ
Sultân Mahmûd-ı sânînin kızı Âdile Sultân
merhûmenindir.
Dîger bir levhada :
İtmek
istersen eğer tanzîm-i emvâl-i umûr
Hânkâh-ı
Hazret-i Seyyid Nizâmeddîn'e gel
Mâ-sivâyı
dilden ihrâc it dahîl-i Hazret ol
Bâb-ı
ehlu'llâh'dır dâim açıkdır bu mahal
Mazhar-ı
nazm-ı celîl-i 'yezkürûna'llâh'dır
Ehl-i
tevhîdin nızâmı Sa'diyâ bulmaz halel
Dîger
bir levhada :
Nûr
ile olmuş münevver kâmilen işbu makâm
Kutb-ı
âlem kavs-ı a'zam Hazret-i Seyyid Nizâm
yazılıdır.
Seyyid Nizâmeddîn'in iki oğlu vardır. Biri Seyyid
Seyfullâh Efendi, dîgeri Seyyid Şerefeddîn'dir. Seyfullâh Efendi'yi Ümmî Sinân
hazretlerinin terbiyesi altına vermiştir. /222/ Sinânî bahsinde zikr
olunacaktır. Seyyid Şerefeddîn Efendi, hâric-i sûrdaki ibâdet-gâhda meşgûl-i ibâdet
olmuştur. Seyyid Nizâmeddîn irşâd ile meşgûl olmamışlardır. Kendilerinden
silsile-i tarîkat yürümemiştir. Nesli el'ân bâkîdir.
Âdile Sultân türbe ve semâ'hâne ve şeyh dâirelerini
tecdîd etmiş idi. Sultân Abdülhamîd-i sânî yeniden ta'mîr ve tefrîşine himmet
buyurmuştu. Seyyid Şuâ' Efendi zamânında dergâh pek hoş bir hâlde idi. İrtihâlinde
Merkez şeyhinin birâderi Âdil Efendi'ye tevcîh olunduğundan eski âlemler
sönmüştür. Tafsîli Şa'bânîler bahsinde Şuâ' Efendi'nin terceme-i hâlinde
gelecektir.
Mazhar-ı
zevk-ı bakâdır Hazret-i Seyyid Nizâm
Nâil-i
şevk-ı likâdır Hazret-i Seyyid Nizâm
Nûr-ı
ihsân ü kerâmâtı şeref bahş itmede
Nesl-i
pâk-i Mustafâ'dır Hazret-i Seyyid Nizâm
İftihâr
itsün bu belde ol kerîmü'z-zât ile
Evliyâdır
evliyâdır Hazret-i Seyyid Nizâm
Ehl-i
aşka cilve-gâh olmuş mukaddes merkadi
Mültecâ-yı
pür-safâdır Hazret-i Seyyid Nizâm
Kalb-i
Vassâf'ında vardır
hubb-ı zâtı dâimâ
Lâyık-ı
medh ü senâdır Hazret-i Seyyid Nizâm
İttisâlindeki kabirlerde, Şeyh Seyyid Şuâeddîn, Şeyh
Seyyid Ali, Şeyh Seyyid Mahmûd Celâleddîn Efendiler medfûndur. Şa'bânîler
bahsinde gelecektir. Burada senelerce ne âlem zikirlerimiz oldu, ne zevkler
edildi. "Zamân zamân olur ki hayâli cihân değer." dediklerine
mâ-sadak zamânlar idi. Erbâb-ı aşk u muhabbet cem' olur. Öyle hızb-i zikrler
yapılırdı ki, hâtıra hutûru kalbimi dûçâr-ı vecd eder.
O ne
âdemler idi âh o ne âlemler idi
Cenâb-ı Hak, cümlemizi seyyid-i
müşârünileyhin mazhar-ı ihsân u şefâati etsin. Âmîn.
Türbe-i şerîfenin olduğu
yerdeki dergâhı inşâ eden, Hacı Bayram Dede nâm zât imiş. Bu civârda bir de
çeşmesi vardır. Burasını Seyyid Nizâm-zâde Seyyid Şerefeddîn'e ve
Silivrikapı dâhilinde, yine müşârünileyh Bayram Dede'nin yaptığı dergâhı Seyyid
Seyfullâh'a tahsîs buyurmuşlar. Bu Hacı Bayram, ricâl-i Hamzaviyye'den Hacı Kabâyî
hazretleri olmak kuvvetle muhtemeldir.
Nutukları :
Kerîmâ âlî-dergâhâ hemân ihsânına geldik
Ne çâre biz günehkâre hemân ihsânına geldik
Senindir kuvvet ü kudret senindir heybet ü
izzet
Ne lâyık bize ger minnet hemân
ihsânına geldik
Bizi lutfundan âgâh it kirâm-ı nâsa
hem-râh it
Dil
ü cân mülküne şâh it hemân ihsânına geldik
Helâk
itdi bizi âdât ihâta eyledi lezzât
Çü
sensin kâdiyü'l-hâcât hemân ihsânına geldik
Nizâmî
bendene derd vir kamu ıhvâna râhat vir
İbâdetde halâvet vir hemân ihsânına geldik
Bu nutuklar, Seyyid Seyfullâh
Efendi Dîvân'ının nihâyetinde görülüp yazılmıştır. Hâfız Hüseyn-i
Ayvansarâyî, Vefeyât-nâme'sinde, "Bu nutuk, Şeyh Muhammed Nizâmî
Nazîfüddîn b. İsmâîl b. Miftâhî-zâde Şeyh Ahmed Efendi merhûmundur."
diyor.
Tarîk-ı hacda irtihâline mebnî,
"Nâzîfü'd-dîn" (نظام الدين) (1135/(1723) ona
târîh düşmüştür.
Mazanna-i kirâmdan idi. Cezbede
idi. Bayramlarda bir hafta sarık sarar, eyyâm-ı sâirede dal arâkıyye ile gezer
idi. Tahsîli ve tabîat-ı şi'riyyesi var idi. (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
/223/ Şeyh Cemâleddîn İshâk-ı
Karamânî Hazretleri
Pîr-i tarîk-ı Halvetî Seyyid Yahyâ-yı Şirvânî hulefâsından
Habîb-i Karamânî hazretlerinden müstahlefdir. "İshâk-ı Karamânî" diye
meşhûrdur. Kibâr-ı meşâyıh-ı Halvetiyye'dendir. Ba'de'l-hac İstanbul'a
geldiklerinde Karamânî Pîrî Muhammed Paşa'nın Yüksekkaldırım'da binâ
eyledikleri dergâhda irşâd ü tedrîs ile meşgûl oldular. Bu dergâhın elyevm
mahalli Aksaray'dan Topkapı'ya giden câddenin Taşkasap ilerisinde sol
tarafındadır. Pîrî Paşa, müşârünileyhin amcasıdır.
Hz. Şeyh âlim, ârif, kâmil, mükemmil ve ferîd-i zamân
idi.
933/(1527) senesinde irtihâl-i dâr-ı bakâ eylediler.
"Mâte zübdetü'l-evliyâ" (مات زبدة الاويا) târîhidir.
Vasıyyetleri üzerine Eyüp karşısında Sütlüce'de, kapı ağası Mahmûd Ağa Câmi'-i
şerîfinin pîşgâhına defn olunmuş ve üzerine türbe yapılmış idi.
Tahsîlleri Mevlânâ Kestel'dendir. Ma'lûmât-ı mütemmime
225. sahîfededir.
Taşkasap'taki dergâha "Koruk Tekkesi" nâmı
verilmiştir. Arsasına Sultân Abdülhamîd Hân-ı sânî zamânında pek muhteşem ve
mükellef bir dergâh-ı şerîf ve türbe inşâ olunmuş, meşîhatine Hz. Merkez şeyhi
Ahmed Mes'ûd Efendi merhûmun birâderi, kudemâ-yı meşâyıh-ı Sünbüliyye'den Zekâî
Efendi ta'yîn kılınmış idi. Harîk-ı kebîrde dergâh tu'me-i lehîb olduğundan
devr-i hâzırada tekrâr ihyâsına teşebbüs olunmuş, şeyh dâiresi inşâ kılınmış,
semâ'hânesi de der-dest ihyâ olunmuştur. Molla Gürânî Câmi'-i şerîfinin minâresi
dergâha tahsîs ve câmi'-i şerîf mahalli sokağa kalb edilmiştir. Minârenin
harîktan müteessir olarak hedmi zarûret hükmünü aldığından bunda istifâde
olunamamıştır.
İshâk-ı Karamânî hazretlerinin Sütlüce'deki bakıyye-i ızâmı
bu dergâh-ı şerîfde ihzâr olunan mahall-i mahsûsa, merâsim-i ta'zîmiyye ile
nakl edilmiş ve üzerine bir türbe-i şerîfe binâ kılınmıştır.
Hâfız Hüseyn-i Ayvansarayî Vefeyât'ında, Hazret'in
Sütlüce'de defni vasıyyetleri îcâbından olduğu mezkûr ise de, dörtyüz sene
sonra buraya nakli mukarrer imiş. Sütlüce'de türbe, el'ân mevcûddur. Teberrüken
ziyâret eyledim.
Müşârünileyh hakkında Müstakîm-zâde hazretlerinin Târih
Encümeni tarafından, urefâ-yı asrımızdan İbnü'l-Emîn Mahmûd Kemâl Beyefendi îzâh-nâmesiyle
neşr olunan Tuhfe-i Hattâtîn'in 112. sahîfesinde deniliyor ki :
"Şeyh İshâk
Cemâleddîn :
Karamanlıdır.
"Cemâl halîfe" demekle ma'rûfdur. Tarîk-ı Halvetiyye (şeyhi) Şeyh
Habîb-i Karamânî'nin halîfesidir ve hattât Karahisârî[55] merhûmun mürşidi olduğu meşhûrdur. Kendileri fuzalâdan olup, hüsn-i hatt-ı
şeyhâneyi bi'z-zât kıbletü'l-küttâb Şeyh Hamdullâh merhûmdan temeşşuk ile
tahsîl eylemiştir. Câmi' sahibi Şeh-zâde Sultân Mehmed bunların eser-i
kalemi olmak üzere bir Kâfiye istiktâb ve mukâbelesinde emvâl-i kesîre
bahş eyledikte hacc-ı şerîfe âzim ve İstanbul'a avdetle kâdim olmuştur.
Sadr-ı esbak Pîrî
Paşa-yı Karamânî, şeyh-i merkûmun İstanbul'u teşrîfini istimâ' eyledikte,
Zeyrek kurbünde Soğukkuyu ta'bîr olunan mahalde bir câmi' ve bir hânkâh binâ
edip, anda meşîhat-i irşâd ile iştigâl eyledi. "Mâte zübdetü'l-evliyâ"
(933) târîhinde mak'ad-ı sıdka hırâm ve Sütlüce'de Nâzır-ı Bâbü's-Saâde Mahmûd
Ağa Câmii pîş-gâhında türbe-i mahsûsaları ziyâret-gâh-ı havâss u avâmdır.
Sebeb-i intisâbesi dahi böyle menkûldür ki : "Argun Kâmil" demekle ma'rûf
Şeyh Abdullâh ki, Cemâleddîn-i Yâkût şâkirdlerindendir, onun hattıyla bir
Mushaf-ı şerîfi sâhibinden alıp, üstâdı olan Muslihuddîn-i Kastalânî İstanbul
kadısı bulunmağla ziyâretine varıp ve Mushaf-ı mezbûru irâet eyledikte hediyesi
altı bin akçeyi istiksâr ve Mushaf-ı şerîfi bana def' eylediği esnâda hıtta-i
Karamân'dan müteaddid dâyeler gelip, onların birini def'aten onbin akçeye iştirâ
eylediğini görüp, tarîk-ı resmî ulemâya râgıb iken bu hâlden nefret-i tâm ve
ye'si müstedâm gelip, "Derûnumdan sâlib oldum ve bi'l-külliyye ferâğ ve
kâlıb-ı rehde hulâsa-i niyyetimi ifrâğ eyledim." diye buyurmuşlardır.
el-Kıssa, zâviye-i mezbûrede ilâ-âhiri'l-ömr kıyâm edip, kendilerinden sonra zâviye-i
mezbûre medreseye tebdîl olundu."
Âsâr-ı Aliyyeleri :
1. Hâşiye alâ Tefsîr-i Beyzâvî,
2. Şerh-i Hadîs-i Erbaîn,
3. Risâle
fî-Etvâri's-Sülûk,
4. İlm-i Sarfdan Nevâbiğ,
5. Sûre-i Mücâdele'den bed' ile nihâyet-i Kur'ân'a kadar
on vech üzre tevcîh eyledikleri /224/ Cemâlî ismindeki tefsîr-i
şerîfleri.
6. Vâiz Molla Arab'ın devrân-ı sûfiyye aleyhinde yazdığı
risâlesine reddiyyesi,
7. Kasâid-i Arabiyye,
8. Vahdet-i Vücûd Risâlesi. Bunu Şeyhü'l-İslâm Mûsâ
Kâzım Efendi, tercüme eylemiştir. (Bu risâle, İshâk-ı Karamânî'nin olmayıp, Bahâeddîn
Ali'nin cümle-i te'lîfâtından bulunduğunu Şeyh Ali Fakrî Efendi söylemiş ve
te'yîd eylemiştir.)
9. Hadîs-i Erbaîn. Es'ad Efendi Kütüphânesi
kitapları meyânındadır.
Esâmî-i âsârın tedkîkinden müstebân olduğu üzere müşârünileyh
cidden ulemâ vü urefâ-yı İslâmiyye'den mâ-bihi'l-iftihâr bir zât-ı kerîmdir.
Hüsn-i hatta dahi yed-i tûlâsı olup, Şeyh Hamdullâh'ın şerîkidir. Hat ve Hatâtân
nâm eserde ma'lûmât-ı lâzıme vardır.
Şeyh Ali Fakrî Efendi buyudular ki : "Müşârünileyh, Şifâ-i
Şerîf, Buhârî-i şerîf yazarmış. Ulemâ-yı kirâmdan imiş. Hicaz'a
giderken esnâ-yı râhda, ulemâ-yı ızâmdan ve ağniyâ-yı zamân İbn-i Hacer-i
Heytemî'ye mülâkâtında, yazdığı Şifâ-i Şerîf'i göstermiş. İştirâya tâlib
olunca, istediği parayı çok görüp, iştirâdan ferâgat etmiş. Bu hâlden İshâk-ı
Karamânî müteessir olarak, "Ne ilm-i zâhirin, ne de hüsn-i hattın fâide-i
mâddiyyesinden müstefîd olamadım." diye cümlesinden tecerrüdle Habîb-i
Karamânî'ye nisbet edip kâmilîn sırasına girmiştir."
Pîrî Mehmed Paşa
Pîrî Mehmed Paşa, Silivri'de, câmii kurbunda medfûndur.
940/(1533-34)'ta vefât eylemiştir. İstanbul'da, Zeyrek kurbünde Soğukkuyu
Mescidi'ni yapan Mehmed Paşa'dır. Sütlüce'de sâkin İshâk-ı Karamânî için bu
mescid civârında bir zâviye yapmış, irtihâline kadar burada sakin olup, irtihâlinde
medreseye tahvîl olunmuştur. Bu medresenin hazîresinde Şeyh Emîn-i Tokâdî ve
Müstakîm-zâde hazerâtı medfûndur. II. cildde 24. sahîfede bahsi vardır. Bu
medreseye, "Soğukkuyu" denilmesi : Bir sahrıncı (sarnıç) varmış, su
çekerler imiş, suyu soğuk imiş. Bundan kinâye olarak o nâm ile yâd olmuştur.
Şeyh Muhammed Efendi
Müşârünileyh (İshâk-ı Karamânî)'nin mahdûmudur. Tarîk-ı
Nakşıbendî'den mücâz olduğundan Emîr Buhârî Tekkesi'ne şeyh olmuş idi.
993/(1585)'de irtihâl eylemiştir.(أَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ)[56] târîhidir. Âsâr u eş'ârı varmış, fakat
göremedim.
Şeyh Koruklu Muhammed Fahrî Efendi
Terceme-i hâlî âtîde zikr olunacak olan Nakşî-i Sünbülî
hazretlerinin halîfesidir. Pîrî Paşa'da İshâk-ı Karamânî Dergâhı meşîhatine
ta'yîn olunmuş idi. Fi'l-asl İstanbul'da Odabaşı'ndaki Koruk mahallesinde sâkin
olmağla bu tekkenin sebeb-i şöhreti olmuştur. Yirmi sene şeyh olup, irtihâlinde
bu dergâh hazîresinde defn olunmuştur.
"Vecd-gâh-ı naîme göçdü Fahrî " (وجدكاه نعيمه كوجدى فخرى) (1148/1735) târîhidir. Zîver Ahmed Efendi
isminde bir zât söylemiştir.
Müretteb
Dîvân'ı vardır.
"Ez-cân
u dil Peygamber'e âşık isen sallû aleyh
Sâhib çıkar rûz-ı cezâ şekk itme gel sallû
aleyh "
na't-ı şerîfi onundur. (Kaddesa'llâhu esrârahum)
Elyevm Koruk Tekkesi meşîhatinde, ricâl-i Sünbüliyye'den Zekâî Efendi'nin bulunması bu münâsebetledir.
Şeyh Zekâî Efendi
Muhammed Zekâî Efendi, Merkez Efendi Dergâhı şeyhi
Muhammed Nûreddîn Efendi merhûmun ikinci mahdûmudur. Nûreddîn Efendi'nin vâlidesi,
kibâr-ı meşâyıh-ı Şa'bâniyye'den Mustafa Zekâî Efendi hazretlerinin mahdûmunun
kerîmesidir. Bu sebeble Zekâî Efendi, ceddine nisbetle tahallus etmiştir.
İstanbul'da 1270 sene-i hicriyyesinde (1854), zînet-sâz-ı
âlem-i dünyâ olmuştur. Bu satırları /225/ yazdığım 1342/(1924) senesi
Ramazânında yetmiş iki yaşına kadem-zen olmuş bir pîr-i muhteremdir. Birâderleri
Ahmed Mes'ûd Efendi'den müstahlef olup, te'mîn-i maîşet-i dünyâ emeliyle Mâliye'de
Banka Odası'na sinîn-i medîde devâm etmiş ve 1324/(1906) senesinde i'lân-ı
Meşrûtiyyet'i müteâkib hayât-ı me'mûriyyetten ferâgat edip, bi'l-âhare tekâüdü
icrâ kılınmıştı. Bâlâda ismi geçen Koruk Dergâhı meşîhati uhdelerine tevcîh
olundukta, sırf gayret ü himmet ile dergâhın ihyâsına sebeb olmuş idi. Harîkı
müteâkib dergâhın yeniden ihyâsını idrâk etmiş ve muvaffak olmuştur.
Tarîk-ı Sünbülî'ye nisbetleri peder-i ekremlerinden
olduğunu söylerler. Mahdûmları Muhammed Nûrullâh Bey ile Kocamustafapaşa hatîb
vekîli Hâfız Muhhamed Sabrî Efendi, halîfeleridir.
Zekâî Efendi mesleğine âşık bir zâttır. Devrânî şeyhler
arasında zikir idâre edenlerin mümtâzlarındandır. İrtihâlinden birkaç gün evvel
birâder-zâdeleri Muhammed Nûreddîn Efendi'ye tâc giydirmiştir. Sünbül Efendi Hânkâhı
şeyhi merhûm Rızâeddîn Efendi ve mahdûmu Kutbeddîn Efendi zamânında tevhîd-hânede
zikr âlemindeki hâl ve neş'eleri el'ân kalb-i fakîrânemde ebedî intibâ'lar
bırakmıştır. Hânkâh-ı Sünbülî'de pîş-kademliği vardır. Bir gün hasbıhâl
eylediği sırada Hz. Sünbül Sinân efendimizin ve sâir eızze-i kirâmın mücâhedât
u riyâzât-ı şedîdelerinden ve şâhid-i emele iktirâb için ettikleri fedâ-kârlıktan
bahs eylediler de, "Bizlerin bu atâletimize, kâbiliyyetsizleğimize
karşı, ehlu'llâh-ı ızâm efendilerimizin hânkâhlarına kabûl olunmaklığımız büyük
lutufdur, âdâb-ı sülûk fî-zamâninâ mahv oldu." diye ızhâr-ı âsâr-ı
teessür buyurmuşlardır.
Orta boylu, beyaz sakallı, terbiyeli, halûk, güler yüzlü
bir zâttır. Zamânımız meşâyıh-ı Sünbüliyyesi arasında onun yerini tutacak sânîsi
yoktur, diyebilirim. İshâk-ı Karamânî'nin bakâyâ-yı ızâmını nakl mes'elesinden
bahs açılınca, "Müşârünileyh bu dergâhda icrâ-yı meşîhat etmişler.
Zannederim, Molla Gürânî ile beynlerinde nasılsa beynûnet husûle gelmiş ve
hastalandıkları zamân amcaları Pîrî Mehmed Paşa'nın Haliç'te kâin konak veya
yalılarına götürülerek irtihâlleri vukûunda, ihtiyâr-ı zahmetle Taşkasab'a
kadar götürülmek külfetini ihtiyârdan ise, beni Südlüce'de defn ediniz.",
yolundaki vasiyetleri üzerine oraya defn edilmişler idi.
Ahîran dergâhına bakâyâ-yı ızâmını nakl ârzû ettim. Meşâyıhdan
ba'zı zevât huzûruyla kabr-i enverleri açıldıkta kemiklerini iskelet hâlinde,
yalnız göğüs kemiklerinin üzerine taş düşerek zedelenmiş bir vaz'iyyette
bulmuşlar. Ta'zîmât-ı fevka'l-âde ile dergâhın /226/ makberesine nakl
edildiğini tafsîl eylediler.
Muhammed Zekâî Efendi, 2 Rebîü'l-evvel 1343 ve 1
Teşrînevvel 1340 (1924) târîhine müsâdif Çarşamba günü veya bir gün evvel, dâr-ı
cemâle intikâl eylemekle, cenâzeleri Koruk Tekkesi'nden, Aksaray tarîkıyla Hz.
Sünbül'e nakl ve orada namâzı ve emr-i tezkiyesi îfâ ve edâ olunarak, Cenâb-ı
Merkez hânkâhına götürülüp, türbe-i şerîfede, birâderleri Ahmed Mes'ûd
Efendi'nin kabrinde vedîa-i rahmet-i Rahmân kılınmıştır. Tarîkaten zâyiâttandır.
(Kaddesa'llâhu sırrahû)
Mevlevî Tahir Beyefendi birâderimizin beyânına göre,
Molla Gürânî, Fâtih devri ulemâsından olup, İshâk-ı Karamânî'nin zamân-ı
zuhûrlarıyla arada bir fark-ı azîm olduğundan, mûmâileyh şeyh efendinin,
"Molla Gürânî ile aralarında beynûnet hâsıl" olmasından bahs etmesi târîhen
yanlıştır. Belki Molla Gürânî olmayıp, o zamân ulemâsından dîger bir zât olsa
gerektir.
(Fakat) Molla Gürânî'nin târîh-i irtihâli 893/(1488)'tür.
Hz. Şeyhin târîh-i irtihâli 933/(1527) olup, Molla Gürânî'den sonra kırk sene
daha yaşamıştır. Bidâyeten araları açılmış olması da ihtimâlden baîd değildir.
Târîhe nazaran her ikisinin yek-dîgeri ile mülâkâtı müsteb'id değildir. Belki
Zekâî Efendi'nin rivâyetinde eksiklik vardır.
Bir de Suûdu'l-Mevlevî Beyefendi birâderimizin nakline
göre bakâyâ-yı ızâmın nakli için kabirleri açıldıkta bir toprak yığını ve bu
meyânda iki-üç parça ufak kemik görülerek, o kemiklerle toprağın dergâha nakl
olunduğu ve bu toprak yığınının mürûr-ı zamân ile çöküntü mahsûlü bulunduğu
anlaşılmış ve Zekâî Efendi'nin irtihâlinde na'şının nakline vâsıta olan tâbûtun,
İshâk-ı Karamânî'nin bakâyâ-yı ızâmını nakl ettikleri tâbût olup, Zekâî
Efendi'nin bunu teberrüken saklayıp, Hazret'in bakâyâ-yı ızâmının temâs ettiği
o tâbûtu teberrük addederek vasıyyet etmişlerdir.
Suûdu'l-Mevlevî Bey tarafından söylenilen târîhdir :
Mevkûf
idi ezkâr ile tevhîde vücûdu
Yetmiş
sene sırran ve cihâran didi Allâh
Tekbîr
ile târîhi sünûh eyledi kalbe
Allâh
diye gitdi Zekâyî-i dil-âgâh
( الله ديه كيتدى ذكايئ دل
اكاه )
Şeyh
Muhammed Nûrullâh Efendi, Zekâî Efendi-zâdedir. Pederinin yerine geçmiştir.
Şeyh Ahmed-i Kemâlî Efendi, bu dergâhda
şeyh olanlardandır. 229. sahîfe nihâyetine mürâcaat buyurula.
/227/ Pîr Muhammed Bahâeddîn-i Erzincânî
Kibâr-ı evliyâullâhtan olup, rütbe-i ilmiyyesi Muhammed
Cemâl-i Halvetî gibi bir sultân-ı tarîkat yetiştirmeleriyle sâbittir.
Erzincan havâlisinden Kesirliç karyesinde dünyâya gelip,
müderris olasıya kadar orada tahsîl-i ilm edip, sonra Amasya'ya hicret
etmiştir.
Alâ-rivâyetin Kocamustafapaşa'daki dergâh, bidâyeten müşârünileyh
için binâ olunmuş idi. Şöhretleri âfak-ı İslâmiyye'yi tutmuştur. Yetmişbin
kadar mürîdleri olduğu menkûldür.
879/(1474) senesinde nakş-ı rûhları levh-i cesedinden âb-ı
hayât-ı "irciî" ile mahv olup, kabr-i münevverleri Erzincan'da Câmi'-i
Kebîr yanında ziyâret-gâh-ı ins ü cândır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Kâdirî-hâne'deki tomârda müşârünileyhin üç halîfesi
mezkûrdur ve şunlardır : Tâceddîn İbrâhîm-i Kayserî, Cemâl-i Halvetî, Seyyid
Ahmed-i Semerkandî. (IV. cildde 185. sahîfeye mürâcaat buyurula.)
Kendileri Seyyid Yahyâ-yı Şirvânî hazretlerine intisâb ve
ilm-i ma'nevî ile kâm-yâb olmuşlar ve Cemâl-i Halvetî hazretlerini tarîkaten
hayru'l-hâlef olarak bırakmışlardır.
Makâmâtü'l-Ârifîn ve Maârifü's-Sâlikîn nâmında
iki eseri vardır. Manisa'da Murâdiye Kütüphânesi'nde mevcûd olduğunu Bursalı Tâhir
Bey söylemiştir.
Nutuklarından :
Tevekkül
eyledik ismine anın
Ezelden
olunan kısmına anın
Ki
zâtın eyledi ismine mebde'
Bir
ismi binbir isme oldu menşe'
Şeyh Kemâl-i Ümmî İsmâîl
Şeyh Kemâl-i Ümmî hazretleri de (Bahâeddîn-i Erzincânî'nin)
halîfeleridir ki, 880/(1475) senesinde Karaman'da irtihâl eylemiştir,
Şeyhlerinden bir sene sonra intikâlleri vâki' olmuş demektir.
"Şefkat" (شفقت) târîh-i irtihâlleridir. Ümmî-i âlim ricâl-i
tarîkattandır. Büyük bir Dîvân'ı vardır. Âşık Yûnus neş'esindedir. Fakat
onun kadar şöhreti yoktur. Seyyid Nesîmî hazretleriyle hem-sohbet olduklarını Tezkire-i
Latîfî'de okudum.
Manisa'da dahi bu namda bir kabir ziyâret olunduğunu mûmâileyh
Tâhir Bey söylediler.
(Urfalı Muhammed Fâzıl Bey tarafından kendi el yazısıyla
yapılan ilâve) :
"Âşık
Ahmed" veya "Dervîş Ahmed" isminde bir zât Kemâl-i Ümmî hakkında
bir menâkıb-nâme yazmıştır. (Ali Emîrî Kütüphânesi manzûm eserler kısmında,
numara : 1184). Bu menâkıb-nâmede Kemâl-i Ümmî'nin hayâtına âid ma'lûmât
bulunduğu gibi, ba'zı kerâmâtı da mündericdir. Bu menâkıb-nâmeden anlaşıldığına
göre, şeyhin veliyyu'llâh mertebesini idrâk etmiş üç oğlu olduğu da zikr
edilmektedir. Bunlardan birisi gayet âlim olan Sinân, dîgeri meczûb-ı Hak ve
nûr-ı mutlakla dîvâne Cemâl ismindedir ki, bu meşrebinden dolayı, ulemâ-yı
şerîat, pâdişâhın fermânıyla salb etmişlerdir. Menâkıb-nâmenin nihâyetinde Âşık
Ahmed'in bir de Dîvân'ı vardır. Gâyet ârifâne sözleri, vâdî-i kıymet
i'tibâriyle de şâyân-ı tedkîkdir.
Âcizâne bir kayd. Urfalı Muhammed Fâzıl Bey"
İlâhiyyâtından :
İlâhî
derd-mendim çâre senden
Bana
ur merhemi çün yâre senden
Budur virdim ki Yâ Rab merhamet kıl
Bu derdi isterim ki yâre senden
Hakîm-i bî-zevâlsin sen ilâhî
İder
tîmâr her bî-çâre senden
İlâhî
fazl u ihsân lutf u dermân
Bu
gün bu derd ü âh u zâre senden
Ağardı gözlerim hasret yaşından
Budur korkum ki yüzüm kare senden
/228/ Eğerçi
sen bana benden yakınsın
Velî ben olmuşum âvâre senden
Bana sen vir seni benden beni al
Çü irmek dilerim sen yâre senden
Kemâl Ümmî'ye göster doğru yolu
Ki senden birle sana vara senden
* * *
Onulmadı yâreler n'aceb derdim var benim
Mecnûn olup gezerim n'aceb derdim var benim
Zîrâ Kemâl coşdum yine yandım tutuşdum
yine
Deryâya düşdüm yine n'aceb derdim var benim
MUHAMMED CEMÂLEDDİN-İ HALVETİ
Ol meh-i envâr-ı
feyziyle gönüller müstenîr
Şem'-i bezm-i ehl-i irfândır Cemâl-i
Halvetî
Bendesi
olmak ne devletdir o gavs-ı a'zamın
Mefhar-i
aktâb-ı devrândır Cemâl-i Halvetî
"Çelebi Halîfe" nâmıyla meşhûrdur. Eâzım-ı
evliyâu'llâh'dandır. Mahlasları Cemâleddîn olup, ism-i âlîleri Muhammed,
lakabları Hamîdeddîn, künyeleri Ebu'l-Fuyûzât'tır. Ba'zı âsârda mahall-i
neş'eti Karaman gösterilmiştir. Silsile-i neseb-i şerîfleri Hz. Sıddîk-ı Ekber
efendimize müntehî bulunan Mevlânâ Cemâleddîn-i Aksarâyî, sâhib-i terceme Hz.
Cemâleddîn'in ecdâdından olmak üzere muharrerdir.
Mevlânâ Cemâleddîn-i Aksarâyî, Konya Aksaray'ından
neş'etle Karaman'da neşr-i ulûm eylemiştir. Halaka-i tedrîsine dâhil olanların
çoğu eâzım sırasına geçmiştir. Talebesi üçe münkasımdır : Bir kısmına medreseye
giderken at üzerinde ders verirmiş. Bunlara "Meşşâiyyûn" derler.
İkinci kısmı, medresede ayak üzerinde tederrüs ederlermiş. Bunlara "Revâkıyyûn"
derler. Üçüncü kısmına medresede ders-hânede tedrîs buyururlar imiş.
(Cemâleddîn-i
Aksarâyî'nin) pederleri Muhammed Enîs-i Tebrîzî b. Muhammed-i Tebrîzî b.
Muhammed er-Râzî b. el-İmâm Fahreddîn Muhammed er-Râzî eş-Şâfiî sâhib-i Tefsîr-i
Kebîr b. Ömer el-Hatîbî b. Hüseyin el-Hatîbî b. Ahmed b. Mahmûd b. Mevdûd
b. Sâbit b. Müseyyib b. Hammâd b. Abdurrahmân b. Hz. Ebû Bekr. (Radıya'llâhu
anhüm ecmaîn)
/229/ Muhammed Cemâl-i Halvetî hazretlerinin, "Çelebi
Halîfe" diye şöhretlerine sebeb, kazasker-zâde olmalarından kinâyet imiş.
İlm-i zâhirde meskenet hâsıl olduktan sonra fâriğ-ı câh olarak tarîkat-ı
sûfiyyeye rağbet göstermişlerdir. Ricâl-i Zeyniyye'den Şeyh Abdullâh-ı Karamânî'ye
intisâb ile, az vakitte maârif-i ilâhiyyeden hisse-mend olmuşlardır. Şeyhlerinin
irtihâli üzerine Tokat'a gidüp, meşâhîr-i meşâyıh-ı Halvetiyye'den Şeyh Tâhir'in
veya Şeyh Tâhir-zâde'nin hizmetine dâhil olup, bir hayli müddet hizmetten sonra
şeyhinin tavsiyesiyle Seyyid Yahyâ-yı Şirvânî ile mülâkât emeline düşüp, henüz
yolda iken Âzerbaycan'da Pîr Muhammed-i Erzincânî ile görüşerek, ba'dehû
Şirvan'a gitmiş ise de, vusûlü günü Cenâb-ı Yahyâ'nın âlem-i bakâya intikâli
vukû' bulmağla, işâret-i ma'neviyye üzerine Âzerbaycan'dan Erzincan'a avdetle
pîr-i müşârünileyhden tekmîl-i sülûk ile Amasya'da sâkin olmuşlardır.
Sultân Bâyezîd Hân-ı sânî, şeh-zâdeliği
devrinde, o zamân Amasya'da vâli imiş. Hz. Cemâleddîn'in sohbetlerinden ziyâde
mütelezziz oldular. Taht-ı Osmânî'ye cülûslarında, da'vet-i vâkıa üzerine Cenâb-ı
Cemâleddîn yüz kadar dervîşleriyle
Dersaâdet'i teşrîf buyurdular. Vüzerâdan Koca Mustafa Paşa tarafından evvelce
inşâsına tevessül olunan dergâh, müşârünileyh nâmına ikmâl ile meşîhatine
ta'yîn olundular. Dersaâdet'te ilk def'a olarak âyîn-i tarîkat-ı Halvetiyye'yi
icrâ buyurdular.
Dokuz sene burada meşgûl-i irşâd oldular. Sultân Bâyezîd-i
sânî iki def'a hânkâha, Hz. Şeyh'i ziyârete gelip görüşmüş, duâlarını
almışlardır. İstanbul'da zuhûr eden tâûnun izâlesinde te'sîrât-ı azîme-i
ma'neviyyeleri görüldüğü menkûldür.
Kerîme-i muhteremeleri Safiye Hâtûn hazretlerini
hulefâ-yı kirâmının ecelli Hz. Sünbül Sinân'a tezvîc ve Cenâb-ı Sünbül'ü
meşîhate ik'âd ile, Haremeyn-i muhteremeyni ziyâret kasdıyla Hicâz'a âzim
oldular. Fakat Şam'dan üç merhâle mesâfede terk-i hayât-ı müsteâr ile âzim-i dârü'l-karâr
olup, "Tâbût Korusu" denilen mahalde defn olundular. (Ravvaha'llahu
rûhahû ve nevvera darîhahû)
Hâfız Hüseyn-i Ayvansarâyî, Vefeyât-nâme'sinde,
müşârünileyh hakkında böyle diyor :
"Çelebi Halîfe Cemâleddîn, Aksarâyî neslinden
olup, onlar dahi nesebi Ebû Bekr es-Sıddîk'a vâsıl olur. Bu sebeble Cemâlî
mahlasıyla ilâhiyyâtı vardır. Tahsîl-i ulûmdan sonra tarîk-ı tasavvufa mâil
olup, Pîr Muhammed-i Erzincânî'ye vuslatla, ondan nâil-i merâm olmuştur.
/230/ Sadrazam-ı vakt olan
Koca Mustafa Paşa, İstanbul'da bir kenîse-i kadîme olan mahalli dergâha kalb
ettiğinden, onda iskân ve nice hulefâ terbiye etmiştir. Sultân Bâyezîd-i Velî
zamânında zuhûr eden tâûn-ı kebîrin def'ine duâ için hacca i'zâm olunup, esnâ-yı
tarîkta "Tâbût
Korusu" demekle ma'rûf mahalde vefât eylediğine bu mısra'ı târîh düşmüştür
: "Kad mâte şâh-ı evliyâ " قد مات شاه اوليا
(899/1494). Mevlânâ, Tefsîr-i
Kebîr sâhibi Fahr-i Râzî, Zenbilli Ali Efendi ve Pîr Muhammed akrabâsındandır."
Lemezât'ta irtihâlleri
912/(1506), dîger bir eserde 903/(1498) veya 900/(1495) gösterilmiştir.
Hırka-i mübârekeleri ve kisve-i müteberrikeleri ve
kemerleri hânkâh-ı şerîfe zînet verir. İrfân u hâlleri mertebe-i kemâlde idi.
Maârif-i ilâhiyyenin te'vîl ü tahkîkında ve küşûfât-ı tecelliyyâtında zamânlarının
Muhyiddîn-i Arabî'si olmuştur.
Âsâr-ı aliyyeleri pek mühim ve o nisbette
mu'teberdir. Arabiyyü'l-ibâre âsâr-ı mübârekelerindeki selâset-i beyâniyye lisân-ı
Arab'daki ihtisâslarına delâlet eder.
Hulâsa-i kelâm, Cenâb-ı Cemâleddîn, asrının ferîdi,
meşâyıhın vahîdi idi. Fazl u irfânını herkes tasdîk etti. Hz. Pîr Dede Ömer-i
Rûşenî bile senâ-yı âlîlerinde bulunmuştur. Kendilerinin tarîkat-ı Zeyniyye'ye
de intisâbları hasebiyle tarîk-ı Sünbülî, tarîkat-ı Halvetiyye ve Zeyniyye'yi câmi'
bir şehrâh-ı safâ olmuştur. Hz. Cemâleddîn'in enfâs-ı tayyibelerine vâsıl
olanlardan kimse mahrûm kalmamıştır. Her biri isti'dâdı derecesinde mazhar-ı
feyz olmuştur.
Âsârı :
Ekserî lisân-ı tahkîk u tasavvufdaki meleke-i kâmilelerine
delâlet etmek üzere yirmiyi mütecâviz âsâr-ı kıymet-dârı, kütüb-hâne-i irfâna
zînet-bahşâdır. Türkî, Arabî ve Fârisî olanları vardır.
Hadîs-i erbaîni işâret üzerine te'vîl edip, Kur'ân-ı
azîmü'ş-şân'dan ba'zı sûreleri te'vîl ve tefsîr etmişlerdir.
1. Tefsîr-i Sûre-i Fâtiha.
2. Tefsîr-i Âyete'l-Kürsî.
3. Dîger Tefsîr-i Fâtiha ve Sûre-i Duhâ'dan
Âhir-i Ku'ân'a Kadar.
4. Şerh-i Hadîs-i Erbaîn-i Kudsî.
5 Şerh-i
Hadîs-i Erbaîn-i Nebevî.
/231/ 6. Risâle fî-Beyâni'l-velâye.
7. Câmiatü'l-Esrâr ve'l-Garâib.
8. Risâle fî-Şerhi İsmeyni A'zameyn Rahmân ü
Rahîm.
9. Şerh–i Sad-kelime-i Sıddîk-ı Ekber (Radıyallâhu
anh.).
10. Risâle fî-Beyâni'l-Merâtib ve'l-Etvâr.
11. Şerh–i Ba'z-ı Ebyât u Rubâiyyât.
12. Şerhu Beyteyni'ş-Şeyhi'l-Ekber el-mezkûr fî-evvel-i
Fütûhât-ı Mekkiyye (er-Rabbu hakkun ve'l-abdü hakkun).
13. Etvâr-ı Seb'a.
14. Dîger Şerh-i Hadîs-i Erbaîn.
15. Şerh-i Ebyât-ı "el-mîmü ke'n-nûn inne
hakîkate rabbihimâ ". el-Müsemmâ bi-Mübeyyineti'l- Esrâr. Türkî
ve manzûmdur.
16. Cevâhirü'l-Kulûb.
17. Risâle-i Teşrîhıyye.
18. Risâle-i Fakriyye.
19. Risâle-i cenk-nâme.
20. Şerh-i Sad-kelime-i İmâm Ali el-müsemmâ bi-Rîdedü'l-Esrâr.
21. Esrârü'l-Vudû'.
Eş'ârı :
Tevhîde müteallık gazeliyyâtı vardır :
Safha-i
sadrında dâim âşıkın efkârı Hû
Şâkirin
şükrü Huva'llâh zâkirin ezkârı Hû
Sidreye
seyr-i muallâ eylemezdi Cebrâîl
Olmasaydı
zikr ü tehlîlindeki tekrârı Hû
Nây
denlü bağrımı deldi nidâ-yı Hû benim
Mevlevî'nin
Mesnevî'nin zübde-i eş'ârı Hû
Devr
ider sûfî safâ-yı Hû ile "Yâ Hû" diyu
Münkirin
inkârı Hû'dur mü'minin ikrârı Hû
Bülbüle
dîvân-ı Hû'dan keşf olundu bir varak
Âlem-i
aşkın bütün Hû'dur gülü gül-zârı Hû
Ey Cemâl-i Halvetî
tut ravza-i Hû'da makâm
Zâhir
ü bâtında Hakk'ın keşf ola esrârı Hû
Şeyh
Sırrî Efendi nâm zât bunu ârifâne bir sûrette tahmîs eylemiştir:
Her
neye baksan cihânda Hâlık'ın âsârı Hû
Gülşenin
eşcârı Hû eşcârının âsârı Hû
Başka
yokdur âlemin hep yârı Hû ağyârı Hû
Safha-i
sadrında dâim âşıkın efkârı Hû
Şâkirin
şükrü Huva'llâh zâkirin ezkârı Hû
* * *
/232/ Tâ ezelden sen benimle ahd ü peymân eyledin
Sevdirüp sen dil-beri hâlim perîşân eyledin
Dimedin mi sev beni derdine dermân olayım
Sevdiğim çün artdı derdim yâne dermân eyledin
Bir kuluna virmedin dünyâda bir gömlek giye
Bir kulunu kul iken (hem)
Mısr'a sultân eyledin
Bir kulunu Kerbelâ'da eyledin susuz şehîd
Bir kuluna mührü virdin hem Süleymân eyledin
Hem kulundur hem Rasûl'ün şâh-ı kevneyn
Mustafâ
Onsekizbin âlem içre anı sultân eyledin
Şeyh Cemâlî ağlamakdan gözlerinden kan
saçar
Yeri göğü Arş u Kürs'ü dosta seyrân eyledin
* * *
Bana cânân gerek şol cân gerekmez
Kusûr-ı cennet ü rıdvân gerekmez
Bana aşk Yûsuf'u mihmân olupdur
Mısır sultânıyım Ken'ân gerekmez
Bana aşk nice saklarsın beni dir
Deli
misin ki aşk pinhân gerekmez
Cemâl-i
Halvetî miskîn fakîrin
Canından
özge hiç kurbân gerekmez
* * *
Gönlümü
aşkınla hayrân ..... eyle dost*
Cânımı
zevk u safâ şevkınla seyrân eyle dost
Bu
garîb âvâreyi gül-zâr-ı nârın şem'ine
Her
seher bülbül-sıfat sözünle nâlân eyle dost
Sen
şehe kıldı sefer kulun Cemâl-i Halvetî
Nefsi
düşmen fethini sen ana âsân eyle dost
* * *
Aşk-ı
vahdetde mihmân olan besbellidir*
Pîr-i
aşka kul olan kurbân olan besbellidir
Hâlet-i
hüsn-i dil-ârâya hemîn mu'tâd olan
Mâye-i
ceddi Muhammed cân olan besbellidir
Tekye-i
vahdetde ilmi kâr iden ey müddeî
Pür-kemâl-i
sâhib-i burhân olan besbellidir
Ey
Cemâlî âlem içre çokdur irfânım diyen
Söylemez
hiç ârif ü sultân olan besbellidir
* * *
Bu
Cemâl-i Halvetî irdi şol ummân iline
Bildi
anda her ne olsa ol ulu sultân olur
* * *
Cemâlî
gerçi ümmîd-vâr müyesser eyle sen Yâ Rab
Ki
itmâm eyleyüp irsün şehim hüsnün kitâbından
/233/ Müşârünileyh hakkında
bir manzûme elime geçti. Bunda müddet-i meşîhatleri on sene olarak
gösterilmiştir :
Şeyh
Cemâl-i Halvetî'dir ibtidâ
Eyleyen
ol ravza-i tevhîdi câ
On
sene seccâde-nişîn oldular
Taht-ı
hilâfetde mekîn oldular
Âlim-i
nıhrîr-i zamân idi ol
Ârif-i
esrâr-ı nihân idi ol
Menba'-ı
envâr-ı kerâmet idi
Pâdişeh-i
şehr-i velâyet idi
Âhir
idüp niyyet ile azm-i râh
Aşk-ı
Habîb ile o himmet-penâh
Sû-yı
Hicâz'a gidüp ol pâk-dîn
Zât-ı
şerîfi olup anda defîn
Kıldı
o gencîne-i tevhîd hemân
Şir'a-i
Tâbût Korusu'nu mekân
Hulefâsı
:
Hz.
Sünbül, Şeyh Üveys, Şeyh Hayreddîn, Şeyh Sinân, Şeyh Muslihuddîn, Şeyh Kâsım
Çelebi, Şeyh Salâhuddîn, Şeyh Uşşâkî Alâeddîn, Şeyh Cemşâh, Şeyh Cemâl-i Aksarâyî,
Şeyh Bâyezîd-i Rûmî, Noktacı Ali Dede, Şeyh Dâvûd.
Hz.
Sünbül halîfetü'l-hulefâsıdır.
Hz.
Sünbül'den âtîde mufassalan bahs edeceğimden burada dîgerleri hakkında arz-ı
ma'lûmât ediyorum :
Şeyh
Üveys:
Şeyh Üveys hazretleri,
ricâlu'llâh'dandır. Zamânında yetmişbin mürîde kisve-i tarîkat iksâ etmiş
erlerdendir. Sütlüce'de Ca'fer Ağa Tekkesi post-nişîni idi. Bu tekkenin bânîsi
Habîb-i Karamânî idi ki, İstanbul fethinden sonra ilk şeyh olandır.
Şeyh
Üveys hazretlerinin şöhretleri Şam'da şâyi' olmuş idi. Karamanlı imiş. Asâliyye-i
Halvetiyye, bu zâttan gelen silsileden zuhûr etmiştir.
Asâliyye-i
Halvetiyye
:
Şeyh Üveys-i Karamânî, Şeyh Şemseddîn-i Rûmî, Şeyh Dâvûd-ı
Şamî, Şeyh Ya'kûb-ı Ayıntâbî, Şeyh Ahmed-i Rûmî, Şeyh Şâh Velî b. Üveys-i Ayıntâbî,
Şeyh Kubâd Halîfe, Şeyh Seyyid Ahmed b. Ali el-Harîrî el-Asâlî.
Şeyh
Seyyid Ahmed b. Ali el-Harîrî el-Asâlî
Kibâr-ı
evliyâdandır. Haleb'in Harîr muzâfâtından Asâl karyesinden neş'et etmiştir.
Dımeşk'da, Haleb'de bulunup, Şeyh Kubâd'ın mazhar-ı feyzi olmuştur. Şam'da
neşr-i feyz edip, 1048/(1638) senesinde irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
Şeyh
Bâyezîd-i Rûmî
900/(1495)
târîhinde Edirne'de irtihâl eyledi. Kısık Kabristân'ında medfûndur. Şerh-i
Fusûs, Şerh-i Nasûhî, Tefsîru'l-Fâtiha, Tûr-i Sînâ, Beyânü'l-Esrâr,
Sırr-ı Cânân cümle-i âsârındandır.
Cemâl-i Halvetî'nin mazhar-ı irfânı olmuş urefâdandır.
/234/ "Kendi hüsnün hûblar şeklinde peydâ
eyledin
Çeşm-i âşıkdan dönüp kendin temâşâ eyledin "
beyiti Bâyezîd-i Rûmî'nin imiş. Pek zarîfâne ve
hakîkat-perverâne söylemiştir.
BAHŞİYYE-İ HALVETİYYE
Asâliyye şu'besinden Şeyh Kubâd Halîfe'den zuhûr etmiştir
: Şeyh Kubâd Halîfe, Şeyh İhlâs b. Nâsıruddîn-i Halebî, Şeyh Seyyid Muhammed
Bahşî-i Halebî.
Şeyh Seyyid Muhammed Bahşî-i
Halebî
1038/(1628) senesi Rebîü'l-evvelinde, Haleb'in Bekfâlon
karyesinde tevellüd ederek, pederinden mukaddemât-ı ulûmu gördükten sonra
Şam'da tahsîl-i kemâl ve Haleb'de tavattun etmiştir. Ulemâ-yı asrdan idi. Şâfiye,
Nazmü'l-Kâfiye, Şerh ale'l-Bürde cümle-i âsârındandır. Neş'e-i tarîkat gâlib
gelince Şeyh İhlâs'a intisâb ile kâm-yâb olmuşlardı. Bir aralık seyâhate çıkıp,
Haleb'e avdetinde şeyhinin irtihâli münâsebetiyle Tekke-i İhlâsıyye'de, onun kâim-i
makâmı olmuştur. Sonra mahdûmunu yerine ik'âd ile Hicâz'a azîmet edip,
Mekke-i Mükerreme'de ihtiyâr-ı mücâveret eylemiştir. 1098/(1687)'de irtihâl
edip, civâr-ı Hz. Hadice'de âsûde-nişîndir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Şeyh Hayreddîn-i Tokâdî
Hz. Şa'bân-ı Velî'nin şeyhidir. Cemâl-i Halvetî'den
müstahlefdir. Envâ'-ı kemâlâta mazhar olup, nice kimseleri irşâd eylemiştir.
Tokat'tan neş'etle Bursa'da Murâdiye Medresesi müderrisi olmuşlar. Ba'dahû
İstanbul'a gelip, Cemâl-i Halvetî halîfesi Kâsım Çelebi'ye mülâkî olup,
mazhar-ı füyûzâtı olmuş; onun delâletiyle Cemâl-i Halvetî hazretlerinin şeref-i
sohbetine eriştiler. Ondan ikmâl-i sülûk eylediler, müstahlef oldular. Rütbe-i
kemâlleri Hz. Şa'bân-ı Velî gibi bir ulu sultân yetiştirmeleriyle sâbittir.
Nefs-i Bolu'da ve Düzcepazar'da irşâd ile meşgûl oldular. Bolu'da Dûtaş nâm
mevki'de medfûndurlar.
Şeyh Sinân-ı Erdebîlî
Sinânüddîn Yûsuf-ı Erdebîlî, vâsıl-ı ulûm-ı câvidânî bir
zât-ı kerîmü's-sıfâttır. Erdebîl'in Râmiyye karyesindendir. Bi't-tahsîl
Tebrîz'e gelip, Dede Ömer-i Rûşenî hazretleriyle hem-sohbet olmuştur. Hayli zamân
mülâzım-ı dergâhları olarak, ba'dehû emr u işâretleriyle İstanbul'a gelip, Cemâl-i
Halvetî hazretlerine intisâb etmiştir. Tekmîl-i sülûktan sonra Ayasofya civârında
kendileri bir zâviye binâ ettiler, burada meşgûl-i irşâd oldular.
Fakr-ı zâhirîyi ihtiyâr edip, te'mîn-i maîşetten fazla vâridâtını
cem' ile mezkûr binâyı vücûda getirerek, evkâfını bile ta'yîn buyurdukları
menkûldür.
/225/[57] Bu dergâh,
Ayasofya Câmi'-i şerîfine karşıdır. zamânımızda tecdîden inşâ olunmuş ve
meşîhatine Şeyh Sırrî Efendi nâm zât ta'yîn edilmiştir. Sırrî Efendi, Erbilî
Şeyh Es'ad Efendi hulefâsından olup, âşık, mesleğine sâdık, mültefit, hoş-gû
bir zâttır.
951/(1544)'de irtihâl eylemiştir. "Ez-zikr" (الذكر) târihidir. Topkapı dışarısında, Merkez
Efendi'ye karîb bir mahalde yol üstünde türbesi vardır. Ziyâret olunur. Ziyâ
Paşa merhûm tarafından tecdîden inşâ olunmuş idi. Ziyâret-gâhdır. Çok rûhâniyyet
vardır. Ba'zı risâleleri var diye Hâfız Hüseyn-i Ayvansarâyî, Vefeyât-nâme'sinde
bahs ediyor.
Şeyh Kâsım Çelebi
Şeyh Ali Fakrî Efendi pederimizin nakline göre, Necm-i Dâye'nin
Mirsâdü'l-İbâd'ını tercüme edip, İstanbul fethi münâsebetiyle Edirne'de
Fâtih Sultân Mehmed'e hediye eylemiş; pâdişâhın mazhar-ı iltifâtı olmuş, eâzım-ı
ulemâ vü urefâdandır.
Bi'l-âhare tarîkat-ı aliyye-i sûfiyyeden hisse-mend-i
feyz olup, Cemâl-i Halvetî hazretlerinin dâhil-i dâire-i fuyûzâtı olup, ulemâ
arasında kudret-i ilmiyye ve urefâ-yı sûfiyye arasında da ma'rifetu'llâh ve
dervîşlik ile şöhret bulmuş bir azîz-i muhterem, bir mürşid-i mükerremdir.
Cemâl-i Halvetî hulefâsındandır. İrtihâli 926/(1520)'dadır.
Çatalca köylerinden Babanakkâş'da medfûndur. İstanbul'da Sultân Bâyezîd civârında
Çenberlitaş'ta, Hâdim Ali Paşa, bir zâviye-i mahsûsa yaptırmıştır. Hz. Şeyh
burada bulunmuştur.
Şeyh Karabaş Ramazân Efendi
Kâsım Çelebi'nin iki halîfesi vardır. Biri Karabaş Şeyh
Ramazân Efendi olup, 952/(1545)'de İrtihâl etmiştir. Medfenini tahkîk edemedim.
Şeyhinden sonra mezkûr zâviyede şeyh olmuştur.
(Kâsım Çelebi'nin)
dîger halîfesi Sofyalı Şeyh Bâlî Efendi hazretleridir.
Sarhoş Bâlî Efendi
Şeyh Ramazân Efendi'nin bir halîfesi Sarhoş Bâlî
Efendi'dir. Bu "Sarhoş" denilmesi bâde-perest olmasından değil, şarâb-ı
aşk-ı ilâhî ile ser-mest ü hayrân olmasından kinâyedir. Tirelidir. Pederi
Amasyalı imiş.
İstanbul'da Ağakapısı'nda, Kurşunlu Türbe civârında
Altıncı Zâviyesi'nde bulundukları mervîdir. 980/(1572) târîhinde irtihâl-i dâr-ı
naîm eylediler. Mezkûr zâviye hazîresinde medfûndur.
Allâme İbn-i Kemâl hazretlerinin pederi Kemâl Paşa ile (onun)
pederi Süleymân Bey de burada defîn-i hâk-i gufrândır. Vüzerâ-yı ahîre-i
devletten Hasan Fehmi Paşa merhûm dahi bunların karînine defn olunduğundan,
ahîren üzerlerine türbe yapılmıştır.
/226/ "Fenâ câmı ile
Bâlî Efendi mest idi geçdi" (فنا جامى ايله بالى
افندى مست ايدى كجدى) târîh-i irtihâlidir. Yedikule'de medfûn olduklarına dâir de
rivâyet vardır.
Elyevm Ağayokuşu'ndaki dergâh ma'mûrdur. Hâlen
"Müştâk-zâde Dergâhı" deniliyor. Buranın şeyhi Ahmed Efendi merhûmun
rü'yâsında görünen Bâlî Efendi, "Meydân odasının altında defîne vardır."
diye işâret ve birkaç gece sonra tekrâr
emr-i keyfiyyet buyurmasıyla kazmışlar, bir kabir bulmuşlar, kemikleri iskelet
hâlinde duruyor. Anlamışlar ki, bu kabir Bâlî Efendi hazretlerinin medfen-i mübârekidir.
Taş ve türbe yaptırılması sia-i hâle ta'lîk bulunmuş iken, Ahmed Efendi irtihâl
edince alâ-hâlihî kalmıştır. Bu dergâh hakkında tafsîlât IV. cilddedir.
(Bâlî Efendi'nin) şiirde mahlası Cevherî dir. Şu beyit
müşârünileyhindir :
İzz
ise maksûd eğer ey yüzü misbâh alnı nûr
Mantıkın hikmetden it
itme avâmm ile kelâm
Malkaralı Şâir Nev'î Yahyâ
Şuarâ-yı Osmâniyye'den Nev'î merhûm, Hz. Şeyh (Bâlî)'den
feyz-yâb olanlardandır. Asrının allâmesi olup, kazaskerlik makâmına kadar irtikâ
etmiş idi. Zamânın şeh-zâdelerine hocalık etmiştir. Câmî merhûmun kıt'a-i
belîğa-i meşhûresini böyle tercüme etmiştir, diye işitirdim. Halbuki Dîvân'ında
gördüm :
Ben
bilmez idim gizli ayân hep Sen imişsin
Tenlerde
vü cânlarda nihân hep Sen imişsin
Senden
bu cihân içre nişân ister idim ben
Âhir bunu bildim ki cihân hep Sen imişsin
Âtîde tafsîlde bulunulmuştur.
Nev'î merhûm, 940/(1533-34)'ta
Malkara'da dünyâya gelip, 1007/(1607)'de, altmışüç yaşında irtihâl etmekle,
Şeyh Vefâ Câmi'-i şerîfi hazîresinde defîn-i hâk-i gufrândır. Fusûs'u
tercüme eylemiştir.
Cân ka'besinin yolunda sâî
Dil-teşne vü bî-karâr Nev'î
Bir gün sûret-i mahsûsada
kabirlerini aradım, bulamadım. Harîk-ı kebîrde birçok duvarlar yıkılmış, mezâristânın
kısm-ı a'zamı taşlar altında kalmış olduğundan taşını bulmak, târîh-i rıhletine
âid manzûmeyi elde etmek mümkin olamadı. Ârif-i maârif-i ilâhî olduğuna bâlâdaki
manzûm tercüme tercümân-ı âdildir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Müstakîm-zâde hazretleri bir
eserinde. "Hz. Nev'î kelâmıdır." diye nakl buyuruyor :
Bir lahza safâ-yı dil ile nefs-i havâtır
İsbât-ı
cüz-i lâ-yetecezzâdan yeğdir
İbnü'l-Emîn Mahmûd Kemâl Beyefendi, "Mezkûr
tercüme, Bursalı Mahmûd Lâmiî Çelebi'nindir." buyurdular. "Nefehâtü'l-Üns'ü
tercüme eden ve onda Câmî'nin kıt'a-i meşhûresini tercemeten yazan odur."
diye te'yîdâtta bulundular.
Hz. Nev'î buyuruyor ki :
İşret-geh-i uşşâkda ayyâşlarız biz
Ayak
çeken âzâdeleriz başlarız biz
Bu zât-ı muhterem, bâlâda terceme-i hâlini yazdığım
Sarhoş Bâlî Efendi hazretlerinin mazhar-ı feyzi olduğu gibi, âtîde 229.
sahîfede bahs olunan İştibli Şeyh Abdülkerîm-i Kurd Efendi'nin kemâlâtına sâhib
olmuş, mestûrînden bir zât-ı âlî-kadrdir. Bursalı Tâhir Bey merhûm, Osmânlı
Müellifleri nâm eserinin II. cildinin 2. kısmında 437. sahîfesinde oldukça tafsîli câmi'
bir sûrette terceme-i hâlinden bahs etmektedir. Şakâyık-ı Nu'mâniyye'nin
II. cildinde 438. sahîfesinde dahi ser-güzeşt-i
hayâtı hakkında bahs vardır. Sicill-i Osmânî'nin IV. cildinde ma'lûmâta
tesâdüf ettiğim gibi, Tezkire-i Rızâ'da 97. sahîfede bir nebze ma'lûmât
verilmektedir.
"Nev'î" deyip geçmemelidir. Bursalı Tâhir
Bey'in, Osmânlı Müellifleri'inde yazdığı gibi, zamânının allâmesi ve
reîsü'ş-şuarâsı addolunacak derecede mühim bir zât-ı âlî-kadrdir.
En doğru ma'lûmât, Şakâyık Tercümesi'indedir.
Çünki Şakâyık müzeyyili[58] Atâyî merhûmun babası
olduğundan Şakâyık (Zeyli)'nde görülen ma'lûmât oğlu tarafından
yazılmıştır ki, elbette doğrusu bu olmak lâzım gelir. İsmi Yahyâ, babasının
ismi Pîr Ali, onun babasının ismi de Nasûh nâm zâttır. Tarîk-ı ilme sülûk ile
ba'de't-tahsîl müderrisliğe kadar irtikâ edip, Edirne'de, Gelibolu'da,
İstanbul'da müteaddid müderrisliklerde arz-ı hıdmetten sonra 998/(1590)'de Bağdâd kâdîsı olmuş
idi. Bir müddet sonra Sultân Murâd-ı râbi' Şehzâdesi Mustafa Hân'ın ta'lîm
ü tedrîsine me'mûr olup, beş sene kadar bu hizmette bulunduktan sonra
1003/(1595) senesinde afv edilerek kazaskerlikten tekâüd edilmiş ve 1007 senesi
Zi'l-ka'desinin selhında (24 Haziran 1599) irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir.
Tafsîl-i safahât-ı hayâtiyyesi Şakâyık (Zeyli)'inde muharrerdir. Merâk
buyuran oraya mürâcaat buyurmalıdır.
İrtihâline Manastırlı Keşfî merhûm, "Yerin cennât
ola Nev'î Efendi" (يرك جنات اوله نوعى افندى) ve Sıdkî-i Bağdâdî merhûm, "Cinân
gül-zârını cây itdi Nev'î " (جنان كلزارينى جاى ايتدى نوعى) târîhlerini
söylemişlerdir.
Sarhoş Bâlî Efendi, ricâl-i Halvetiyye'den ve
Abdülkerîm Efendi ise, hakîkatte ricâl-i Hamzaviyye'den olup, Hamzavîlere karşı
o zamân hükûmetin te'sîr-i siyâsetiyle yine mestûru'l-hâl olarak görünmüştür.
Esâmî-i Âsârı :
Osmânlı Müellifleri'nden :
1. Keşfü'l-Hicâb. Türkçe, Fusâsü'l-Hikem
şerhidir. Sultân Murâd-ı sâlisin emriyle yazıldığını mukaddimesinde söyler. Târîh-i
te'lîfi, "âhirü'l-hikem" (آخر الحكم)[59]’dir. Füsûs'u anlaması
ve tercüme etmesi kemâline delâlet eder.
2. Hâşiye-i Evâil-i Mevâkıf. Şerh-i Risâle-i
Kudsiyye li-Mevlânâ Fenârî.
3. Muhassalü'l-Kelâm fî-İlmi'l-Kelâm.
4. Tehâfüt-i Felâsife Hâşiyesi.
5. Heyâkil-i Nûr Hâşiyesi.
6. Nevâ-yı Uşşâk.
7. Risâle-i Kelâm-ı Nefsî.
8. Risâle-i İlmiyye.
9. Terceme-i Akâid.
10. Risâle-i Mantık.
11. Şerh Dü-beyt-i Mesnevî.
12. Gevher-i Râz.
13. Sûre-i Mülk Tefsîri.
14.
Risâle fî-İlmi'l-Münâzara.
15. Hâce-i cihânın Münşeât'ının tercümesi.
16. Netâyicü'l-Fünûn. Ulûm-ı mütenevviadan bâhis
mûcib-i istifâde bir eserdir.
17. Manzûme-i Hasb-i Hâl.
18. Münâzara-i Tûtî Bâ-zâğ ve sâir
olup cümlesi
gayr-i matbû'dur.
Dîvân'ı müretteb ise de nüshası nâdirdir.
Ahîren Sultân Selîm'e kaldırılan Hamîdiyye Kütüphânesi'nde, Lala İsmâîl Efendi
kitapları meyânında 447 numaradadır. Lehu'l-hamd, mütâlaa ile şeref-yâb oldum
ve ba'zı nutukları âtîde yazdım.
Dârü'l-Fünûn Kütüphânesi'ne ilâve olunan Rızâ Paşa
merhûmun kitapları arasında bir de mufassal Türkçe İsagoci Şerhi vardır.
Ayasofya Kütüphânesi'nde hatt-ı destiyle muharrer Fazâilü'l-Vüzerâ ve Hasâilü'l-Ümerâ
isminde Türkçe ufak bir eseri vardır.
Gazeliyyâtından :
Muhabbetden
garaz sanman ki Kays u Vâmık olmakdır
Hüner
bir hâlet ile vasl-ı yâre lâyık olmakdır
Tamâm
oldu güzellik sanma Şîrîn ile Leylâ'da
Nice
Leylâ bulunur erlik ammâ âşık olmakdır
Çeküp Mansûr'u dâra itdiler hâkisterin berbâd
Hüner
akrân içinde her cihetden fâik olmakdır
Bilinmez
derdi çokdur mübtelâ-yı mihnet-i aşkın
Şifâ-sâz
olmada hikmet tabîbim hâzık olmakdır
Bize
Nev'î gerekmez zümre-i kâlin makâlâtı
Garaz
şi'ri kişinin hasb-i hâlin nâtık olmakdır
* * *
Çârûb-ı
der-i hâne-i hummâr olabilsek
Tutsak
kapuyı vâkıf-ı esrâr olabilsek
Bir
kanlı kapu açılur elbette gelür zâr
Biz nezd-i muhabbetde hemân zâr olabilsek
Derd olsa devâ itmeğe sa'y itmek olurdu
Tîmâr olunurduk hele bîmâr olabilsek
İksîr-i ruh-ı zerdile yâre irişilmez
Bir hâlet irüp mâlik-i dînâr olabilsek
Nev'î bile salınmağa gül-zâr-ı fenâda
Bir serv-i hevâ-bahşa hevâ-dâr
olabilsek
Ebyât-ı
Fârisiyyesinden :
بهار
عالم حسنش دل وجان تازه ميدارت
برنك
اصحاب صورت را ببوى ارباب معنى را[60]
* * *
Çün
sırr-ı Hak vücûh-ı mezâhirde müstetîr
Bir
veche nâzırız görelim Hak ne gösterir
A'yân-ı
mümkinâta nazar eyledim dilâ
Kayd-ı
suverde her biri bir kâra muntazır
Gülşende
gûne gûne nedir bu şükûfeler
Âb
u hevâsı bir kamunun bâğ-bânı bir
Ser-çeşme
bunca katreye bahr-ı vücûd imiş
Ser
virmeyince olamadım âşinâ-i
sır
Mâhiyyet-i
vücûb ile imkânı fark idüp
Oldum
kusûr-ı kudretile Nev'iyâ fakîr
* * *
Kör
çeşm olma verâ-i perde-i eşyâyı gör
Nâzır
olma sûrete ma'nâyı gör ma'nâyı gör
Mâ-sivâdan
yum gözün ref' it vücûdun perdesin
Gör
nice ma'dûm imiş dünyâ vü mâ-fîhâyı gör
Zîr
ü bâlâda muhabbet riştesin mevcûd bil
Pertevinden
âftâbı katreden deryâyı gör
Dik
fenâ sahrâsına şahbâz-ı kalbin dîdesin
Himmetiyle
nice sayd
eyler meges ankâyı gör
Nev'iyâ
çeşm-i basîret kör olurmuş gülmeden
Görmek
istersen Hak'ı ağlayı gör ağlayı gör
* * *
Zâhid-i
hoşk olanı sâğar-ı sahbâ tutmaz
Şûre
yerlerde değilse gül-i ra'nâ tutmaz
Nice
kan yutmayanı tîrin ucundan cânâ
Sîne
.............. dünüdür mey-i hamrâ
tutmaz*
Gelünüz
kollayalım sâğarı serd oldu hevâ
Bâde-i
nâb içeni şahne-i
sermâ tutmaz
Şi'rimiz
nutk-ı mesîhâ iken almaz eline
Âh
elinden sözümüz ol yed-i beyzâ tutmaz
Lâleler
serv ayağın bâğda tutsa n'ola kim
Nev'iyâ
bâğıla bend olmasa hınnâ
tutmaz
* * *
Dil yâresi tîmârına merhem mi bulunmaz
Erbâb-ı gama mûnis ü mahrem mi bulunmaz
Anlar idi mahzûnu peri-rûları şehrin
Âdem olana mihnet ile gam mı bulunmaz
Cânâ hele sen sür kapudan dîv-i
rakîbin
Firdevs-i ser-i kûyuna âdem mi bulunmaz
Her lahza gözüm câmı dolar hûn-ı
gamından
Elbette cihân bezmine bir cem mi bulunmaz
Ol zülf-i binâkûşa gönül bağladı Nev'î
Îyş ehline bir gûşe-i hurrem mi bulunmaz
* * *
Elinde gerçi kim âşıkların sabr u karâr
olmaz
Bi-hamdi'llâh güzellik ehl-i hüsne pây-dâr
olmaz
Ne kadr-i hüsnü fehm eyler ne derd-i hâlet-i
aşkı
Dirîğâ sîm-tenler neyleyem sâhib-ayâr olmaz
Acebdir her hazânın bir bahârı irişür ammâ
Güzellik bâğının her giz hazânına bahâr olmaz
Didim akl ile sabr gitdi benden sana yâr oldu
Didi dîvânesin sen ehl-i aşkın aklı yâr olmaz
Nice bir Nev'i'ye râh-ı gamında nâ-murâd
olmak
Yürü var olmaz ey Şîrîn-dehen lâle-izâr
olmaz
* * *
Tâc u ridâya mürşid-i aşkın rızâsı yok
Aşk ehlinin hicâb-ı riyâdan safâsı yok
Giysün gerekse câme-i atlas gerek
palas
Ey
hâce sana aşk erinin iltibâsı yok
Ger
mâye-i muhabbetimizdir kıbâb-ı çerh
Uryânlarız
ki tâc u kabâ iktizâsı yok
Âlem
garîk-ı hayret-i dil garka-i şuhûd
Bu
bahr-i kesretin bize bir âşinâsı yok
Sanman
lisân-ı kâle gelür lezzet-i fenâ
Bir
ma'ni-i garîbdir anun edâsı yok
Nev'î
diler ki nefy ile isbâtdan geçüp
Bir
âleme irişse ki gayr ü sivâsı yok
* * *
Gönlümü
açup gonca-i handânı Ali'nin
Çözdü
girih-i gussamı dendânı Ali'nin
Âfetse
aceb mi dil-i meyyâli görünce
Deldi
yüreğim nâvek-i müjgânı Ali'nin
Meşhûr
idi müjgânı dilimde (onun) ammâ
Geçdi
gelicek cânıma peykânı Ali'nin
Âşıklar
idüp vuslatı cânân
ile bâzâr
Kesdi
arasın hançer-i pürrânı
Ali'nin
Sahn-ı
çemenin servile şimşârını basdı
Reftâre
gelüp kadd-i hırâmânı Ali'nin
Ağyârı
idüp ol leb-i cân-bahşla ihyâ
Öldürdü
beni çeşme-i hayvânı Ali'nin
Meddâh
ide Nev'î'yi eğer ol şeh-i hûbân
Âfâkı
tuta defter ü dîvânı Ali'nin
* * *
Meclisde
öpüp la'lini
rindâna duyurma
Ol
hâleti ağzındaki dendâna duyurma
Rusvâ-i cihân olmağıla cân
ele girmez
Bilmezlikile
aşkını cânâna duyurma
Ol
Yûsuf ile vuslatı sen düşde de görsen
Erbâb-ı
hasedden sakın ıhvâna duyurma
Ben
böyle hayâtı nideyin râhat-ı cân yok
Ey
hâb-ı ecel gel elemim câna duyurma
Mey
içme güzel sevme dimezler sana Nev'î
Ol
zevkı hemân zümre-i nâdâna duyurma
/227/ Sofyalı Şeyh Bâlî
Efendi
Urefâ vü fuzalâ-yı tarîkat-ı aliyye-i
Halvetiyye'dendir. Câmiu'l-kemâlât idi. Ma'lûmât-ı ibtidâiyyeyi Usturumca'da,
ulûm-ı êliye vü âliyeyi Sofya ve Dersaâdet'te ikmâlden sonra, o târîhde neşr-i
feyz-i tarîkatla meşhûr olan Kâsım Çelebi hazretlerinden feyz-yâb olarak
vatan-ı sânî ittihâz ettikleri Sofya'ya rıhletle onikibin râddesinde mürîdâna mâlik
olmuştur. Dörtyüz kadar halîfe yetiştirdikleri mervîdir. Sultân Süleymân-ı Kânûnî
ile Macaristan Seferi'nde bulunarak guzât-ı Osmâniyye'ye fazâil-i cihâdı telkîn
ile kuvâ-yı ma'neviyyelerinin tezyîdine sarf-ı himmet buyurmuşlardır.
960/(1553)'ta terk-i âlem-i nâsût edip, Sofya'nın bir sâat hâricinde, elyevm
ziyâret-gâh olan türbe-i şerîfelerinde defn olundular. (Cenâb-ı Hak,
sırlarını takdîs buyursun. Âmîn)
Menkûldür ki, bir gün Sofya'da, bir Hıristiyan, arabaya
fıçılarla şarâb tahmîl ile götürüyormuş. Hz. Şeyh, "Bunların içindeki
nedir?" diye sormuş. Hıristiyan, Hz. Şeyh'e hürmetten, "Şarâbdır."
diyememiş. Cenâb-ı Şeyh, "Gâlibâ fıçılarda bal vardır." diye
latîfe buyurmuşlar. Biraz istemişler, Hıristiyan, "Efendim! Bozuktur,
size lâyık değildir." cevâbını vermiş. "Hele bir bakayım."
diye kap getirtmiş, biraz boşaltmış. Sâhibi görür ki, fıçıdan akan şarâb değil,
baldır. Hayret etmiş. Bu hâle hâzırûn şâhid olmuştur. "Bir bakışta bâdeyi
bâl eyledi Bâlî Baba." diye şöhret bulmuş, "Bâlî" mahlası
buradan kinâyeten kendilerine alem olmuştur.
Vâridât isminde manzûmelerinden başka ba'zı ilâhiyyât-ı ârifâneleri
vardır.
Hûr
u aynın düşme dâm-ı zülfüne zâhid gibi
Geç
hevâsından behiştin maksad-ı aksâyı gör
* * *
Çün
nasîb oldu ezel meyhâne-i aşkın bana
Geçmişim
havf u riyâdan mâ-sivâ neyler bana
Bir
kasîdesinden intihâb tarîkıyla :
Beyt-i
ma'mûr ister isen (sen) dil-i dânâyı gör
Mescid-i
Aksâ dilersen dergeh-i Mevlâ'yı gör
Abd-i
mahz ol mâlikin her emrine kıl imtisâl
"Fe'stekım"
emrinde olan hükmile tuğrâyı gör[61]
/228/ Bî-cihet ol her
cihetden vech-i Hak ide zuhûr
Bunca
vechin arasında hayret-i kübrâyı gör
Vech-i
Hak'dan gayrı
eşyâ fânî-i mutlakdan*
"Küllü
şey'in hâlikün" kavlinde istisnâyı gör[62]
İsmi
Bâlî cismi meylî mazharıdır ey tabîb
Bu
belâ-yı mevtını ko mülk-i lâ-yüblâyı gör
Şeyhu'l-İslâm Ebu's-Suûd Efendi'nin evâil-i hâlinde,
Bâlî Efendi tarafından yazılan mektûb-ı manzûmdur :
Kılmak
içün emrini yârân efendi kâm-yâb
Virme
bu cân-ı azîz içre sakın sen çok azâb
Sa'y
idersen ma'rifet tahsîline sa'y eyle kim
Devlet-i
dünyâ olur âhir harâb-ender harâb
Ma'rifet
çün örfile yıkdı yapılamaz
dahi
Bunda
şehâ sen yüz bin medrese bin hücre yap*
İsmi kalmış şimdi dirsen buldu hayli indirâs
Mübtedîler oldu olur cehl ile âlî-cenâb
Fasl-ı ömrün kapu kapu girmeye hasr eyleyen
Lâ-cerem cehlile müstağrak olur fî külli bâb
Sûfîler ikfâr olur dûr kılmakdan semâ'
Yâr-ı kûy idene.... var mıdır başka cevâb
Sûfiyâ derd-vecd
ile sen dönme dönmekden sakın
Döne döne yarlığaya Hak seni
yevme'l-hisâb
Gitmedi zühd ilm ü hikmet kaldı âlem bî-necât
........................... va’llâhu a’lem bi’s-savâb
Âsâr-ı Aliyyeleri :
1. Şerh-i Fusûsu'l-Hikem. Matbû'dur, Arapçadır.
2. Etvâr-ı Sitte. "Usûl-i Fakr" nâmıyla
mevsûm olup, Arapçadır.
3. Etvâr-ı Seb'a.
4. Manzûme-i Vâridât.
5. Şerh-i Hadîs-i Kudsî (Küntü kenzen...).
6. Risâle fî-Beyân-ı Kazâ vü Kader.
7. Mecmûatü'n-Nasâyıh.
8. Mektûbât'ı. Ahîren Sırât-ı Müstakîm'de
neşr olunmuştur.
Nûreddîn-zâde Şeyh Muslihuddîn Mustafa Nûrî Efendi
Bâlî Efendi hazretlerinin ecell-i hulefâsındandır. Kâmil
ü mükemmil bir mürşid-i hakâyık-bîndir. Sofyalı imiş. Hâfız Hüseyn-i Ayvansarâyî,
"Filibelidir." diyor. Küçük Ayasofya Zâviyesi'nde şeyh olmuştur. Sultân
Süleymân ile Zigetvar Seferi'nde bulundu.
İrtihâli, Zilkâde 981/(Şubat 1574) târîhine müsâdifdir.
"Hayrü'l-amel" (خير
العمل) târîhidir. Hîn-i rıhletinde yetmişüç yaşında idi. Kabr-i şerîfleri
Edirnekapı hâricinde, Hayrettepe denilen mahalde idi. Burası ahîren şühedâ mezârlığı
ittihâz olunduğundan, medfenleri hâlen bulunamaz. (V. cildde 52. sahîfeye mürâcaat).
"Pederi Şeyh Nûreddîn, ne
hikmete müstenid ise, dîn gayretine düşüp, dâmen-i der-meyân-ı ibretle, müftîye
ve kazaskere mürâcaatla, Şayh Hamza aleyhinde sözler söyledi. Boynunu urdurmağa
sebeb oldu. Yüzden fazla tevâbiini de şehîd ettirdi." (Câmiu'l-Maârif-i
Seyyid Seyfullâh).
Nutk-ı şerîflerinden :
Dâr-ı
hasretdir bu dünyâ ağla dâim zâr zâr
Göz
yaşıyla yarlığar mücrimleri Perverd-gâr
Yâ
ilâhî geçdi ömrü Nûri'nin ısyân ile
Kalmadı
artık recâsı vaslınadır intizâr
Âsâr-ı Aliyyeleri :
1. Sûre-i En'âm'a kadar Tefsîr-i Şerîf.
2. Tefsîr-i Fâtiha.
3. Şerh alâ-Vâridâti'l-Kübrâ li'ş-Şeyh
Bedreddîn.
/229/ 4. Şerh
alâ-Nusûs li'ş-Şeyh Sadreddîn.
6. Terceme-i Menâzilü's-Sâirîn.
7. Risâle-i Vahdet-i Vücûd.
8. Risâle-i Mi'râc.
Hulefâsı :
Ricâl-i tarîkat arasında mümtâz bir mevkii olduğundan pek
çok zevât-ı kirâm istifâza emeliyle dâhil-i dâire-i terbiyeleri olmuşlardır.
"İştibli Emîr Efendi" nâmıyla meşhûr Abdülkerîm, Yavsı-zâde İznikli
Muhammed ve Kırîmî Şeyh Kutub İbrâhîm Efendiler ecell-i hulefâsındandır.
Selîmağa Kütüphânesi'ndeki bir tomârda (Hüdâyî Bl,
Tasavvuf kısmı : 122) görmüş idim.
Şeyh Bâli Efendi, Nureddînzâde Şeyh Muslihuddîn Mustafa
Efendi hulefâsı :
Tatar İbrâhîm Efendi : 999/(1591) senesinde irtihâl
etmiştir.
Tatar İsâ Efendi : Küçük Ayasofya'da.
Filibeli Ebû Bekir Efendi.
Nefâîsî Şeyh Hüseyin Efendi : 1021/(1612), Sarrâc Doğan
Mezâristânı'nda medfûndur.
Ali Harîrî Bosnavî : Sigetvar'da. 1007/(1598).
Ca’fer Kâmilî Efendi : Tırhâla'da, 1021/(1612).
Şeyh Kemâl b. Ca'fer : Tırhâlalı olup, Pîrî Paşa
Tekkesi'nde şeyh, Ayasofya'da vâiz idi. 1012/(1603).
Şeyh Dervîş Efendi : 1030/(1621).
Şeyh Abdülkerîm Efendi
Melâmî-meşreb bir zâttır. İştiblidir. "Emîr
Efendi" diye şöhretine bakılırsa, sâdâttandır. Nûreddîn-zâde'nin mazhar-ı
feyzidir.
Abdülkerîm Efendi'de neş'e-i Hamzaviyye gâlib idi. Fakat
bir vakitler hükûmetin Hamzavîlere karşı iltizâm eylediği meslek hasebiyle berây-ı
tesettür Halvetîlerden görünmek emeliyle Nûreddîn-zâde'ye intisâb-kâr oldular.
Meşhûr Nev'î Yahyâ b. Nasûh'un da mürşididir ki, bahsi geçti. Mestûrînden bir zât-ı
âlî-kadrdir.
Vefeyât-nâme'de, müşârünileyh hakkında deniliyor ki :
"eş-Şeyh
Abdülkerîm-i İştibî Kurd Efendi, eş-Şeyh Muhammed b. Ömer Efendi'den ahz-i
tarîkat eyledi. Şeyhu'l-Harem oldu. Avdetinde şeyhinin yerine, İstanbul'da
Kadırga'da, Sokollu Mehmed Paşa Zâviyesi'nde şeyh olmuştur. İrtihâlinde bu zâviyede
defn olunmuştur. Târîhi 1015/(1606)'tir. Ayasofya'da vâiz idi. Cifr ve ulûm-ı sâirede
mâhir idi."
Nûreddîn-zâde'ye mülâkâtından bahs olunmamıştır. Tahmîn-i
âcizâneme göre, müşârünileyh Hamzaviyyü'l-meşreb olup, o zamân Hamzavîlere
karşı hükûmetimizin i'dâm siyâseti hasebiyle berây-ı tesettür, dîger ricâl-i
Hamzaviyye gibi, Nûreddîn-zâde hazretlerine nisbet hâsıl etmiş ve müstahlef
olmuştur.
Müşârünileyh, kümmelînden ve mestûrînden idi. (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
Risâletü'l-Hüdâ li-Uli'l-İhtidâ ve Risâle-i
Devrân-ı Sûfiyye cümle-i âsârındandır.
Eş'ârı vardır :
Kendidir
kendisini çün kim bile ey İştibî
Berzah-ı irfânda
kalma ol Hüve'l-Mevlâ'yı bul
* * *
Kıl
tecellî al beni benden Sana
Çünki
oldun bu dilin mihmânı Sen
Derdlinin
her derdine Senden devâ
İştibî'nin
derdinin dermânı Sen
Şeyh Ali Kemâlî Efendi
Nûreddîn-zâde halîfesi ve Koruk Tekkesi şeyhidir. Tırhâlalıdır.
Ayasofya Cum'a vâizi idi. 1012/(1603)'de irtihâl eyledi. İlâhiyyâtı var imiş.
/230/ Yavsı-zâde Şeyh Muhammed Efendi
Yavsı, "kene" ta'bîr olunur hayvândır. “Yavsı” denilmesi, ilimde hangi bir mes'eleyi tedkîk
ederse, kene denilen hayvânın yapıştığı gibi, o mes'eleye sarılmasından
kinâyeten alem olmuştur. Şeyh Yavsı, Bayramiyye'dendir. Akşemseddîn halîfesi
İbrâhîm-i Kayserî halîfesidir. Bahsi geçmişti. Şeyh Muhammed Efendi onun
mahdûmudur.
İznik'te dünyâya gelmiştir. İstanbul'da ikmâl-i tahsîl
ettiler. Hamzavî neş'esinde olduklarından berây-ı tesettür, Nûreddîn-zâde
hazretlerinden himâye görmüş, hilâfet almıştır. Üsküdar'da Vâlide-i Atîk Dârü'l-Hadîs'inde
muhaddis ve câmi'-i şerîfinde vâiz olmuş idi.
"Mülâkât-ı mevt" (ملاقات موت) (1017/1608)[63] târîh-i
rıhletidir. Câmi'-i şerîfin mihrâbı önünde medfûndur. (Pederleri Şeyh
Muhyiddîn-i Yavsı'nin terceme-i hâli cild : II, sahîfe : 277).
Âsârı :
1. Muğni'l-Lebîb üzerine mükemmel şerh.
2. Şerh-i Meşârık-ı Şerîf.
3. Şerhu Miftâhu'l-Ulûm.
4. Şerh-i Ba'z-ı Ebyât.
5. İşârâtü'l-Hâize Şerhu Halli Râmize mine'l-Arûz.
6. Bahrü'l-Kemâl. Manzûmdur.
İlâhiyyâtında Hilmî mahlasını kullanmıştır.
Şeyh Nasreddîn Efendi
Yavsı-zâdedir. Mûmâileyh Muhammed Efendi'nin birâderidir.
Pederlerinden ahz-i feyz etmiştir. İskilip'te seccâde-nişîn olmuş idi.
İstanbul'da pederlerinin zâviyesinde şeyh olan "Edirneli Zâhir-zâde"
demekle ma'rûf zât irtihâl edince, pederinin câ-nişîni olmuş idi. 974 senesi Zi'l-heccesinde
(Haziran 1567) irtihâl eylemekle birâderi Şeyhu'l-İslâm Ebu's-Suûd Efendi'nin
Eyüp civârında i'dâd eylediği mekteb sâhasında medfûndur.
Mervîdir ki, müskirâta mübtelâ iken, dâiye-i gayret ile
def'aten kat'-ı murâd eylediğinden, kâtı'-ı arak-ı hayât ve sebeb-i vefâtı
olmuştur. (Rahmetu'llâhi aleyh)
Kırîmî Şeyh İbrâhîm Efendi
"Kutub İbrâhîm Efendi" diye şöhreti vardır.
Nûreddîn-zâde hazretlerinden müstahlefdir. Bu zâttan yürüyen silsile-i
tarîkattan hayli ricâlu'llâh zuhûr eylemiştir. Cerrâhpaşa Câmii vâizi idi.
1042/(1632-33)'de irtihâl eyledi. Medâric, Tefsîr-i Sûre-i Zümer,
Şerh-i Hadîs-i (Emru'llâhi Teâlâ...), Seb'u'l-Mesânî, Hâşiye
ale'l-Hâmî (isimli eserleri vardır).
(Kendisinden devâm eden silsile
şöyledir) :
Şeyh Kırîmî Kutub Ebrâhîm
Efendi, Şeyh Kırîmî Ebû Bekir Velî Efendi, Şeyh Ahmed-i Kırîmî, Şeyh Kırîmî
Afîfüddîn Efendi (Kutub İbrâhîm Efendi-zâdedir), Şeyh Kırîmî Abdülazîz Efendi
(Şeyh Ahmed Efendi-zâdedir), /231/ Şeyh Kırîmî Hâmid Efendi, Şeyh Kırîmî
Seyyid Muhammed-i Fakrî Efendi (Tekirdağ'da Hz. Sezâî ile hem-sohbet olmuştur.
154. sahîfeye mürâcaat), Şeyh Kırîmî Seyyid Ahmed Efendi (Şamî-zâde, irtihâli
1187/1773), Şeyh Kırîmî Nakîb Abdullâh Efendi-zâde (Şeyh Fakrî
Efendi birâderidir), Şeyh Kırîmî Hâmid Efendi (Tekirdağ'da mütemekkin idi. 174.
sahîfeye mürâcaat), Şeyh Kırîmî Seyyid Pîr Muhammed Çelebi Efendi (Fakrî
Efendi-zâdedir), Şeyh Kırîmî Seyyid Hasan Efendi (Şeyh Seyyid Hâmid-zâdedir),
Şeyh Hâmid-i sânî-i Kırîmî (1258/(1842)'de Tekirdağ'da irtihâl eylemiştir).
Şeyh Seyyid Hasan Efendi
Cemâl-i Halvetî kolundan olup,
Tekirdağ'da Şeyh Bevvâb Muhammed Bey Mahallesi civârında kabristân kenârında
etrâf-ı erbaası duvarla çevrilmiş mezâristânda medfûndur. "İstanbul
Yolu" denilmekle ma'rûf Çorlu Câddesi üzerindedir. (154. sahîfeye mürâcaat
buyrula)
Kabir taşında, "Kutbu'l-ârifîn
gavsü'l-vâsılîn ecille-i ricâl-i tarîkat-ı aliyye-i Halvetiyye'den Kırîmî-zâde
eş-Şeyh Seyyid Hasan Efendi hazretleri. İrtihâli : Sene 1158/(1745) "
yazılıdır.
İmzâlarını gördüm şöyledir :
"Hâdimü'l-fukarâ' eş-Şeyh
es-Seyyid Hasan bi-mücâz es-Seyyid Pîr Muhammed Çelebi el-Kırîmî el-Halvetî
el-Cemâlî (kaddesa'llâhu esrârahum) "
157. sahîfede bahs ettiğim
Muhammed Fakrî-i Kırîmî hazretleri bu silsile-nâmede mezkûr olan zâttır. Hz.
Pîr Sezâî-i Gülşenî'den teberrüken müstahlefdir. Hz. Sezâî, Cemâlî tâcı üzerine
ilâveten bir düğme teberrük buyurmuşlardır. Müşârünileyhin tâcı, hırkası ve
kemeri elyevm Tekirdağ'da Halvetiyye-i Cemâliyye'den Perşembe Dergâhı'nda
mahfûz olup, ziyâret olunmaktadır.
Mahdûmları Şayh Seyyid Pîr
Muhammed Çelebi hazretleri, Tekirdağ'da Müderris tekkesi hazîresinde medfûndur.
Muhammed-i Fakrî hazretlerinin de burada olması muhtemeldir. Ziyâretimde taşdan
eser görmedim.
Gülşenîler arasında, "Tekirdağ'da
Kırîmî Hasan Efendi, Hz. Sezâî hulefâsındandır." diye bir şâyia
vardır. Hasan Efendi merhûmun târîh-i irtihâliyle Cenâb-ı Sezâî zamânı arasında
münâsebet vardır. Hasan Efendi 1158/(1745) senesinde, Hz. Sezâî 1151/(1738)'de
rıhlet buyurmuşlardır. Târîhen münâsebet-dârdır. Hasan Efendi'nin 1178/(1764)'de
irtihâlini yazan bir eser de vardır. Arada çok zamân geçmemiş olduğundan yine
imkân görünür. /232/ Ancak bu silsilede Şeyh Seyyid Muhammed Fakrî-i
Kırîmî'nin de Hz. Sezâî ile mülâkâtı muhakkak olmağla ve bunun zamânen daha
evvel vukûu ihtimâli bulunmağla, Muhammed-i Fakrî Efendi'nin Hasan Efendi'den
çok zamân evvel Hz. Sezâî ile münâsebetini kabûl ederiz.
Şeyh Hâmid-i Kırîmî
174. sahîfede bahsettiğim Şeyh
Hâmid-i Kırîmî hazretleri, bu silsilede ismi mezkûr Hâmidlerden birincisi olsa
gerektir. Etvâr-ı Seb'a'ya dâir risâlelerini kemâl-i dikkatle okuduğumda,
mensûb olduğu tarîkattan bahs etmediğine, tarîkatını tesettüren yazmadığına kâni'
olmuş idi(m). "Şeyh Hâmid-i bî-nevâ-yı Kırîmî" diyor. Eserin
1178/(1764) târîhinde yazılmış olması, müellifinin müşârünileyh olduğu kanâatini
vermiştir. Eserin mevzûu zâten usûl-i Halvetiyye üzerine etvâr-ı seb'aya dâirdir.
Bu silsilede ismi mezkûr zevât-ı kirâm ile birlikte Tekirdağ'da medfûn
oldukları kuvvetle tahmîn olunur. İrtihâli 1215/(1800)'tir.
Üsküdar'da Selîm Ağa Kütüphânesi'ndeki
tomârda iki Hâmid-i Kırîmî mezkûrdur : Birincisi, 231. sahîfede mezkûr Kırîmî,
Muhammed-i Fakrî'den evveldir. İkincisi, Seyyid Ahmed Efendi'den
sonradır; "Hâmid-i sânî" diye mezkûrdur. Hâmid-i Bî-nevâ,
birinci Hâmîd olsa gerektir.
Tekirdağ'a gittiğim zamân, ahâlîyi
zevk-ı tarîkattan uzaklaşmış; onları neş'e-i tarîkatla mütezevvık etmeğe
muktedir sâkî-i şarâb-ı vahdet, insân-ı kâmilin oradan çekilmiş olduğuna
muttali' oldum. Birkaç dergâh varsa da onların şeyhlerini, bukelamun gibi, yetmiş
renge boyanmış, mesleğinden, mezhebinden bî-haber, merâsim-perver adamlardan ibâret
gördüm. Onların bu hâli, halkın cehâletini yek-dîgerine inzimâm edince
Tekirdağ'da tarîkata ve eâzım-ı meşâyıha hürmetin mahv olmuş olmasını pek tabîî
buldum. Bir zamânlar vücûdlarıyla o beldeye zînet-bahş olan evliyâu'llâh'ın ne
kabirleri, ne taşları, ne türbeleri, hiç bir şey kalmamış; dil-hûn oldum.
Tarîkatlar insânlar için en
mükemmel bir zâbıta-i mânia-i ahlâkıyye, ehl-i îmân için muhâfaza-i âdâb-ı
şerîat noktasından en metîn bir kal'a-i âhenîn idi. Onun ulviyyetini,
kudsiyyetini bildirecek olanlar müteşeyyihler değil, insân-ı kâmil olan
şeyhlerdir. Müteşeyyihler seyr ü sülûktan bî-haber olunca, ne sohbetten, ne
hizmetten gâfil bulununca hâsıl olacak netîce felâkettir. Başka ne olabilir?
Yansın o gönül âteşe bu hâle ki yanmaz
Kör olsun o gözler ki bu dem kana boyanmaz
اللهم اجعلنا من العاشقين السالكين الذاكرين لاتجعلنا من
الغافلين.[64]
/233/
Şeyh Muhyî Efendi
233.
sahîfede terceme-i hâlini yazdığım Şeyh Bâyezîd-i Rûmî halîfesidir.
946/(1539)'da irtihâl-i dâr-ı naîm eyledi. Devâirü'l-Maârif nâmında eseri ve eş'ârı vardır. Şu beyit on
dîvâna bedeldir :
Kendi hüsnün hûblar şeklinde peydâ eyledi
Çeşm-i âşıkdan anı döndü temâşâ eyledi[65]
Şeyh Abdülhâlık el-Mısrî
Nûreddîn-zâde kolundan gelen meşâyıh-ı kirâmdandır. Fâtih'de
Millet Kütüp-hânesi'nde Râşid Efendi Kütüphânesi'nden müdevver kitâblar
fihristinde, 492 numarada Vâridât-ı Şeyh Mısrî diye bir eser vardır ki,
bu zâtındır. Çok kimseler yanlışlıkla Hz. Mısrî-i Niyâzî'nin farz etmişlerdir.
Halbuki bu zâtındır. Pâdişâh-ı zamânın mazhar-ı i'tibârı olmuş bir zât olup,
sorulan suâllere cevâb tarzında yazılmış birçok mektûbâtı hâvî bir nüsha-i nâdire
olup, hakâyık-ı tasavvufiyyeyi câmi' mühim bir eserdir. Mütâlaasıyla şeref-yâb
olmuştum.
Hâlen terceme-i hâline müsâdif olamadım. İnşâa'llâh onu
da yazarım.
KOCAMUSTAFAPAŞA SÜNBÜLÎ HÂNKÂHI
Sünbülî Tâcı Vardır
/234/ Bu tâc-ı Sünbül olmuşdur misâl-i tâc-ı
"kerremnâ"
Anı
giy aşk ile cânâ safâ bahşâ-yı "âmennâ"
Tepesi beyâzdır, sarığı yeşildir. Hz. Sünbül'ün sandûkası
üzerindeki tâcın sarığı siyâhdır; alâmet-i kutbiyyettir. Esâsen umûm pîrân-ı ızâm
için siyâh sarık isti'mâl olunagelmiştir. Siyâh, aslü'l-elvân olup, Ka'be-i
Muazzama'nın örtüsünün de siyâh olması bu sırra işârettir.
Müstakîm-zâde Tâc Risâlesi'inde yazarlar ki :
"Çelebi Halîfe
hulefâsından olan dâmâdı ve câ-nişîni kutbu'l-vâsılîn ve gavsü'l-kâmilîn Yûsuf
Sünbül Sinân cenâblarına, bir müşâhedelerinde, Cenâb-ı Mevlânâ Celâleddîn'in
rûhâniyyeti zuhûr edip, "Senin tâcın sâir tâclar meyânında mümtâz olsun."
deyip, dü-dest-i inâyetleriyle etrâf-ı kisveyi lems eyledikte, dört kıt'a farz
olunan târik-i tâc, onların hüsn-i himmetleriyle sâirlerinden teferrüd ve imtiyâz
peydâ olmuştur. İmdi tâc-ı Sünbülî sâir Halvetiyye tâcları gibi değildir."
/235/(Sünbülî Hânkâhı) :
(Hânkâh-ı Sünbülî Resmi
var )
İşbu resim hânkâh-ı feyz-iktinâh-ı Sünbülî'yi
musavverdir. Züvvârın müteveccih olduğu pencere Hz. Sünbül Sinân efendimizin
türbesinin muvâcehe penceresidir. Orta yerdeki kafes, İmâm Zeynelâbidîn
efendimiz kerîmelerinin medfen-i pâkidir. Onun sağ tarafındaki binâ, târîhî
ağacı muhâfaza için yapılmış bir şeydir. Onun arkasındaki uzun binâ, tevîd-hâne
ve ittisâlindeki, câmi'-i şerîfdir.
Demir kafes derûnunda İmâm Zeynelâbidîn hazretlerinin iki
kerîmesi medfûn olduğu merviyyâttandır. Bunlar Emevîlerin zulm ü udvânından
dolayı terk-i dâr u diyâr etmek üzere karâr vermişler. İstanbul fethine gelen
ashâb-ı kirâm berâberinde bulunup ve orduya arz-ı hıdmet yüzünden müsâb olup,
bu makâmda ihtiyâr-ı ikâmet eylemişler imiş. O zamân Rûm tekfûru, gûyâ bu iki
sultânı iki oğluna almak isteyip, cevâb-ı muvâfakat vermeleri için kırk gün
mühlet vermiş. Onlar bu işe, bi't-tab' rızâ-dâr olmayıp bu müddet zarfında hayât-ı
müsteârdan tecerrüd etmek üzere, dergâh-ı ilâhîden tazarru'da bulunmuşlar ve
nezd-i ilâhîde karîn-i kabûl olup, rûh-ı pür-fütûh-ı âlîleri âlem-i ılliyyîne
pervâz eylemekle, berâberlerinde bulunan ve ashâbdan Hz. Câbir'in harem-i
muhteremleri olan muhaddere-i ismet tarafından her ikisi gasl olunarak, bu
kafesin olduğu mahalle defn olunmuşlardır. İmâm Suyûtî'nin bu bâbda rivâyeti
var imiş. İstanbul'un fethine kadar gayr-i ma'lûm bir hâlde kalmışlar. Cemâl-i
Halvetî veya Sünbül Sinân hazerâtı zamânında keşfen meydâna çıkarılmışlardır.
Alâ-rivâyetin Hz. Sünbül, irtihâlinde bu iki gevher-i ismetin ayak ucuna
defnini vasıyyet buyurmuşladır.
/236/ Kütüb-i tevârîhda buna dâir îzâhât yoktur. Rivâyet
ettiğim keyfiyyet ağızdan ağıza intikâl etmiş bir şeydir. Görünen şekildeki
türbeyi Sultân Mahmûd Hân-ı sânî binâ eylemiş ve devr-i Abdülhamîd Hân-ı sânîde
tezhîb olunmuştur. Kafesin etrâfında şu beyitler enzâr-ı kâriîne müsâdif olur :
Kafes
yâ hû tehîdir sanma etrâfında bu câyın
Müşebbek
âşiyân-ı tûtiyân-ı bâğ-ı cennetdir
Viren
feyz ü şeref bu gül-sitân-ı cennet-âsâya
İki
gül-gonca-i pâkîze gül-zâr-ı siyâdetdir
Şehîd-i
Kerbelâ Sultân Hüseyn'in duhterânından[66]
İki
sultân medfûn olduğu bunda rivâyetdir
Bu
câya ihtirâmı Gâzi Hân Mahmûd-ı Adlî'nin
Delîl-i
yümn ü tevfîkı saâdetdir kerâmetdir
Bu
câ-yı pâki tezyîn itmeden ol kutb-ı devrânın
Murâdı
hânedân-ı Mefhar-ı kevneyne hürmetdir
O
hâkân-ı kerâmet-şân u ârif şâh-ı âgâhın
Bu
hıdmetde muvaffak olduğu bî-rayb u minnetdir
Ola
sad-sâl ma'mûr u muammer taht-ı âlîde
Vücûd-ı
lâzımü'l-mevcûdu Mevlâ'ya emânetdir
Bu kafesin
dört köşesinde birer çeşme vardır. Susamış olanlar, bu çeşmelerden teskîn-i atşân
ederler. Cum'a günleri, vakti gelmiş de yürüyemeyen çocukları, kısmeti zuhûr
etmemiş kızları buraya getirirler; salâ verilirken bu kafesin etrâfında tavâf
ettirirler. Kısmetli arayan kızlar, kapalı musluğu açar geçer. Dîgeri kapar,
arkadaki açar. Hulâsa-i kelâm salâ verilinceye kadar bu hâl devâm ederdi.
Musluğu açması tâliinin güşâde olmasına, suyun cereyânı ikbâlinin su gibi
üzerine cârî olması temennîsine alâmettir.
Vaktiyle halkın bu yolda i'tikâdı pek kavî idi. Zamânımızda
eskisi gibi rağbet yoktur. Kızlar şimdi ma'neviyyâttan ziyâde mâddiyyâta
müteveccih olup, ekseriyyetle ve fesâd-ı ahlâk te'sîriyle âsitân-ı ehlu'llâh'dan
rû-gerdân olmuşlardır. (اللهم اختم
عواقبهم بالخير)[67]
/237/ Resimde görünen kuru ağacın medâr-ı istinâdı olan binânın
pencereleri üzerinde levhâlarda şu beyitler okunur :
Zihî
şâh-ı rusül neslinden iki gevherîn-vâlâ
Hemîşe
bu makâma rûhları oldu şeref-efzâ
Ne
hoş gül-goncalar gül-zâr-ı cennetden açılmışdır
Bu
sünbül-zâra bûy-efşân olmuş dû-melek-sîmâ
Hüseyn
hazretleri duhterlerinden Fâtıma Zeyneb[68]
Behişt-âsâ
olur medfenleri câna ferah-bahşâ
İki
sultân-ı zî-şân ile pîre istinâdından
Bu
bir zencîrli servidir kıyâm üzre durur hâlâ
Görünür
hoşk zâhirle olur bâtında tevhîdle
Kıyâm
u hem kuûd zikrin sanursun eylemiş ihyâ
Gül
ü reyhân sünbül ya'ni kabrinden olur zâhir
Meşâmm-ı
câm-ı uşşâkı ıtır-nâk eylemiş cânâ
Yüzün
sür ravzasına hâkin al hem tûtiyâ eyle
Açıla
çeşm-i cânın cânile hakkı ola bînâ
Gelür
bu sünbül-istândan hemâra cân-ı uşşâka
Hemân
rûhânî cismânî nice hâlet olur peydâ
Behey
sûfî sakın devrân-ı pîri eyleme inkâr
Mukırr
ol ism-i Hû'dan devre gir ol âşık-ı şeydâ
Melekler zikr-i Hak'la havl-i arşı oldular "hâffîn"
Oku
nazm-ı celîlden âyet-i devrânı tafsîlâ
Bu
dergâh-ı muallâya hele âdâb ile gir çık
Dolu
ervâh-ı kudsiyyân ile hâlî değil hâşâ
Tarîk-ı
Halvetî'nin âsitânıdır bu hânkâh (ki)
Şeb
ü rûz menba'-ı feyz oldu Koca Mustafâ Paşa
Kabûle
hemm-i erenler bu câda olalı mihmân
Okudum
Mesnevî her Cum'ada bâ-sırr-ı Mevlânâ
Mesnevî-hân İlmî Efendi
merhûmundur.
Bu görünen kuru servi ağacının üzerine zincîr dolanmıştır
ki, ağaç /238/ dalları kırılıp birinin başına düşmesin diye yapılmış,
bir tedbîr-i ihtiyâtîden ibârettir. Bu zincîr münâsebetiyle beyne'n-nâs,
"Zincîrli Servi" diye meşhûrdur.
Bunun hakkında pek çok rivâyetler vardır : Gûyâ Hz. Dâvûd
(aleyhi's-selâm) zamânından kaldığı için i'tinâ edilmiş imiş.
Hakîkatinden haber-dâr olmak için ricâl-i Sünbüliyye'den pek çok zevâta sordum.
Onlar da bî-haberdirler. Bunun her hâlde bir aslı olacaktır.
Servi, o iki dürre-i ismetin
baş ucuna rast gelir. Belki alâmet-i mahsûsa olmak üzere o zamân dikilmiştir.
Ancak bunun binüçyüz senelik bir mes'ele olacağına göre, o kadar bir zamânda
ağacın çürüyüp mahv olmadan durmasına akıl erdirilemez. Hele "Hz. Dâvûd (aleyhi's-selâm)
zamânından kalma" denilmesi tamâmen efsânedir.
Dîger bir rivâyet var : Hz. Sünbül zamânında bu
servi kurumamış. Cenâb-ı Pîr, bunun dibinde Hızır (aleyhi's-selâm) ile
görüşmüş ve buna ta'zîmen ahlâf, alâ-tarîkı't-teberrük hüsn-i muhâfazasına
i'tinâ edilmiş imiş. Bu rivâyet bir dereceye kadar mevki'-i kabûl bulur.
Ağaç, mürûr-ı zamân ile ziyâde meyl etmiş olduğundan,
bundan otuz sene evvel meşe direkle tersîn olunmuş idi. 1340/(1922) senesinde,
bir fırtınalı gecede ağacın yarısı yere düşmüş idi. Birkaç ay mukaddem, birazı
daha kopmuş, düşmüştür.
Her zamânda her hakîkatı kayd u zabt etmenin ne büyük fâidesi
olduğunu şu hâl dahi isbât eder. Âsitâne-i Sünbüliyye'de gelip geçen ricâlu'llâh,
bahr-i tevhîdde müstağrak olduklarından, onların böyle şeylerle iştigâl-i vakt
bulamamaları pek tabîî olup, ancak o âsitâneye râbita-i muhabbetle merbût
olanlar arasında bunu tedkîk ü kayd edenler bulunabilirlerdi. Şu hakîkat, ihmâlin
kurbânı olmuş, bizlere mechûl kalmıştır. Öyle bir âsitânede hizmet-kâr ve oraya
nisbetle pür-iftihâr olan bir zâtın, oradaki esrâr-ı hakâyıktan haber-dâr
olamayarak birtakım efsânelere kendini peyrev etmesine de hayret edilmek îcâb
eder.
Hânkâhın olduğu mahal hakkında ma'lûmât :
Kocamustafapaşa Câmi'-i şerîfi semâ'hânesinin olduğu
mahal Hıristiyanlarca vaktiyle bir mevki'-i mukaddes imiş. "Ayos
Andreas" nâmı verilir imiş. Bidâyeten burası câmie tahvîl edilmiş ise de
Koca Mustafa Paşa merhûm bunu yıktırıp, yerine hâlen mevcûd binâyı
yaptırmıştır. O zamân Şeyhü'l-İslâm bulunan Efdal-zâde /239/ Hamîdeddîn
Efendi şu manzûme-i târîhiyyeyi söylemiştir :
إن فى العهد دولة السلطان
بايزيد المظفر الأعلى
عبده صاحب التقى الخير
مصطفى ذو المناقب الأعلى
قد بنى جامعاً لوجه الله
خالصاً لا بسمعة وريا
وقد اختار فيه للتاريخ
مسجدى أسس على التقوى[69]
895/(1490)
Aradan bir zamân geçtikte Ekmekci-zâde Ahmed Paşa
tarafından semâ'hânenin sağ tarafına câmi'-i şerîf kadar bir mahal ilâve ve binâ
inşâ olunmuştur ki, 1000/(1592) târîhine müsâdifdir.
İdrîs-i Bitlîsî de şu târîhi söylemiştir :
هذه بقعة مباركة
أسست حسنه مبانيها
رتبت فى ظلال سلطان
ما رأى الدهر قط ثانيها
بايزيد أفاض مرحمته
كل قاض بها ودانيها
قد بناها وزيره صدقاً
أسهر اللفظة معانيها
مصطفى الخلق أصفى رتباً
لم تجد رتبتاً تدانيها
هاتف صاخ فى مورخها
رب أوصل ثواب بانيها[70]
Bu ebniye-i mübâreke teferruâtı zamân zamân müşrif-i harâb
oldukca salâtîn-i Osmâniyye ta'mîr ve ihyâsına hasr-ı gayretten geri
durmamışlardır.
Sultân Mahmûd ve Sultân Abdülmecîd zamânlarında
mükemmelen ta'mîr olunduğu gibi, 1309/(1891-92) hareket-i arzında ziyâde
rahne-dâr olduğundan, Sultân Abdülhamîd Hân-ı sânî tarafından mücedded
denilecek derecede ihyâsına sarf-ı nakdîne-i himmet olunmuştur. Hânkâhın cidârındaki
iki manzûme-i târîhiyye şöyledir :
Şehin-şâh-ı
muazzam Hazret-i Sultân Mahmûd Hân
Kerâmet-pîşe
hayr endîşe kutb-ı devlet-i dünyâ
Hilâfet
tahtına zîver hakîkat milkine server
Tarîkat
sırrına mazhar cihâna sâye-i Mevlâ
Tekâyâ
vü zevâyâ sâyesinde olmada ma'mûr
İnâyâtı
kulûb-ı ehl-i zikri kılmada ihyâ
/240/ Biri bu hânkâh-ı Mustafâ Paşa
ki çokdandır
Harâb
idi yapıldı himmetiyle oldu pek a'lâ
Tarîk-ı
Sünbülî'dir şâh-râh-ı gülşen-i tevhîd
Harîm-i sırr-ı pâk-i
Hazret-i Sünbül budur ammâ
Hevâ-yı
Sünbülî'si feyz-i rahmetdir bu gül-zârın
Vezândır
sû-be-sû enfâs-ı kudsiyye nesîm-âsâ
Durur
bu bâğ-ı aşkın sâyesi zincîr ile beste
İder
bir şemmesi böyle hezâr âzâdeyi şeydâ
Bu
dergâh-ı şerîf oldukca Yâ Rab ma'bed-i İslâm
Cihâna
kıble-gâh-ı hâcet olsun şâh-ı adl-ârâ
Buyurdu
hıdmet-i inşâya husrev bendesin me'mûr
Urur
ser-asker-i mansûra destûr himem pîrâ
İki
târîh çekdim ben de pertev silk-i imlâya
Olup
gevher-şumâr-ı sübha-i manzûme-i ma'nâ
Makâm-ı
ârifândır eyledi Mahmûd Hân inşâ
Sezâ
bu zîb u ferre Hânkâh-ı Mustafâ Paşa
مقام عارفاندر ايلدى محمود خان انشا
سزا بو زيب ف وفره خانقاه
مصطفى پاشا
* * *
Sezâ
bey'at iderse dest-i iclâle tutup şâhân
Kerâmetle
olur bak şevket ü şânı cihân-ârâ
Bu
dergeh Bâyezîd Hân-ı Velî asrında yapıldı
Cemâl-i
Halvetî'ye oldu akdem mesken ü me'vâ
Olup
pîr-i tarîk nice dem irşâd idüp nâsı Vefâtında makâmın
eyledi Merkez Efendi câ
Sinân
Efendi kim bu hânkâha şeyh oldukda
Anı
Sultân Süleymân eyledi şeyhu'l-harem vâlâ
Alâeddîn
Kirâmeddîn ü Adlî nâm mürşidler
Meşîhatle
bu yerde kıldı üçler gibi isti'lâ
Cenâb-ı
kutb Nûreddîn Efendi bin Alâeddîn
Olup
altmışdokuz yıl bu mahalde şeyh-i müstesnâ
Bu
câda
sonra Hâşim ibn-i Hâşim ibn-i Hâşim'dir
İden
vefk-ı
müselles-veş meşîhat nüshasın imlâ
/241/ Şehen-şâh-ı
cihânın sâyesinde Şeyh Râzî'dir
Olan
bu dergeh-i feyz-intimâda câ-nişîn hâlâ
Bu
câye şeyh olan bunca zevât ervâhını Yâ Rab
Muîn
kıl şâh-ı devrâna bi-câh-ı hâlet-i esmâ
Gül-i
gülşen-serâ-yı saltanat Abdülmecîd Han'a
Kılan
bu hânkâh-ı Sünbülî zîbende vü ihyâ
Sene :
1264/(1848)
Hânkâh-ı şerîfin havlısı (avlusu) ortasında demir
parmaklıkla ayrılmış bir kabir vardır. Burada alâ-rivâyetin ashâb-ı kirâmdan
iki zât ve rivâyet-i uhrâya göre Hz. Câbir'in harem-i muhteremleri medfûndur.
Ziyâret olunur. Şeyh için harem dâiresi ve pîş-kadem ve zâkir başı ve dedegân
için müteaddid hücreler vardır. Ulu bir âsitânedir.
BURADA RENKLİ ÇİÇEK MOTİFİ VAR
[1] Bu ibârenin
hesaplanmasından 1152 çıkmaktadır. (H)
[2] Sefîne bu cildinin 118. sayfasındaki dipnotta burada geçen âyetlerin mealleri yer
almaktadır. (H)
[3] "O'nun zâtından
başka her şey yok olacaktır. " 28. Kasas sûrsi, 88. (H)
[4] Bu kelime metinde “söyleyesiz” şeklinde okunmaya daha
uygun şekilde yazılmıştır. (H)
[5] "Bu bizim size
hakkı söyleyen kitabımızdır.” 45. Câsiye sûresi, 29.
[6] "Onlar yalan
yere şâhidlik yapmazlar ve boş, mânâsız sözle karşılaştıklarında vakarla geçip
giderler. " 25. Furkân sûresi, 72. (H)
[7] Enîs Dede, sadrazam
Koca Mustafa Paşa'nın şeyhi idi, ona işârettir.
[8] “… O, her an yeni bir ilâhî tasarrutadır.” 55. Rahmân
sûresi, 29. (H)
[9] "Fakat siz
onların tesbihlerini anlamazsınız." 17. İsrâ sûresi, 44. (H)
[10] "... Onu,
aşağıların en aşağısına ittik... " 95. Tîn sûresi, 5. (H)
[11] "Ben ve
ümmetimin müttakîleri, tekellüften berîdirler." el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ,
c.I, s.201'de, "Ben ve ümmetim... " şeklindedir. (H)
[12] “Ortalıkta zor bir işe kendimi kaptırdım; âşıklardan
olayım diye duâ ettim.” (H)
[13] (كُلُّ مَنْ
عَلَيْهَا فَانٍ. وَيَبْقَى وَجْهُ
رَبِّكَ ذُو الْجَلَالِ وَالْإِكْرَامِ) "(Yer)
üzerinde bulunan her şey yok olacaktır. Yalnız Rabbinin, celâl ve ikrâm sâhibi
yüzü (zâtı) bâkî kalacaktır. " 55. Rahmân sûresi, 26, 27. (H)
[14] “Cânı gösteren ayna senin parlak cemâlindir. “Eynemâ” kıble-gâhı senin
şansız kaşındır.
Hak Nebî, bütün cihan halkına senin
zâtını gösterdi. Böylece zâtın, ayan beyan bana da göründü.
Senin Zâtın, kâinâttaki her şey
için esas hedef oldu. Her cüz ve küllün
cevheri, senin yarattığın madenden meydana geldi.
Evvel ve âhir, zâhir ve bâtın
sensin. Senin bütün tecellin, seni ortaya çıkarmak içindir.
Âlemindeki bütün varlıklarla Senin
şânın, ortaya çıkmıştır. Temâşâ etmemiz için senin sırların âşikar oldu.
Senin aşkın, rûhumuzda yüz
gösterince, her nereye baksam orada Seni görürüm.
Gerçi Senin zâtını hiç kimse tam
olarak tanıyıp bilemez. Senin varlığın her zorunlu olan şeyi âşikâr etmiştir.
Yer yüzü sofrası senin nimetlerinle
baştan başa dopdolu olduğu halde, senin kulun dünyayı kazanmaktan el etek
çekmiştir.
Ey kerem sâhibi! Senin gufrânına
nâil olabilmek için cürmün lezzetini tatmak ister; tâ ki, Sezâî senin
mağfiretine mahzar olsun ” (H)
[15] "... O gün
mülk (hâkimiyet) kimindir?..." 40. Gâfir (Mü'min) sûresi, 16. (H)
[16] "... Şübhesiz,
kahredici bir tek Allâh'ın." Aynı âyet. (H)
[17] "Allah, hak
olanı söyler ve doğru yola iletir." 33. Ahzâb sûresi, 4. (H)
[18] “Senin varlığın başkasıyla kıyaslanmayacak bir günahtır.”
(H)
[19] 33. Ahzâb sûresi, 4. (H)
[20] Târih ibâresinin hesaplanmasından 1204
çıkmaktadır. (H)
[21] (كوكل) = 76
(آيينه)
= 76
(نقشبند) = 56
(عبد) = 76
(كناه)
= 76
(عفو) = 156 (قيوم)
= 156
(عشق) = 407
(عطا) = 80
(حسيب)
= 80
[22] “İrşâdım için benim şöyle bir
beklentim var : Ben varlıkta bakâ istemem, ammâ gönül fenâyı arzu eder.
Ben “illâ” sûretinde rihleti meslek ittihâz ediyorum.
Ne var ki, benim irşad rahlem “lâ”nın duruşunu bana gösteriyor.” (H)
[23] Bu ibârenin hesaplanmasından 1266 çıkmaktadır.
(H)
[24] Bu zât Lebîb Hüseyin Efendi olacak. Anadolu kuzâtından
idi. Tarîk-ı Sa'diyye'den Şeyh Şâmî İbrâhîm'den feyz almıştır. İstanbul'da 1181
Zilka'desinde (Mart-Nisan 1768) vefât edip, Üsküdar'da Seyyid Ahmed Deresi'nde
defn olunmuştur. (Rahmetu'llâhi aleyh)
[25] “Rahmân arşı istîvâ etti.” 20 Tâhâ sûresi, 5. (H)
[26] “İstivânın mahiyeti bilinmez değildir, ancak akıl onun
keyfiyetini idrâk edemez. Ona îmân etmek vâcib ve o konuda soru sormak da
bid’attır.” (H)
[27] "İster
yerli olsun, ister dışardan, herkes eşittir. " 22. Hac sûresi, 25. (H)
[28] "Allâh'ın
sana iyilik ettiği gibi sen de iyilik et." 28. Kasas
sûresi, 77. (H)
[29] "Rubûbiyyet sırrını ifşâ etmek küfürdür." (H)
[30] “Sen Allah’ın
yarattıklarını bırak; çünkü senin yolundaki engel onlardır. Eğer sen Allah’ı
istiyorsan, kullarla işin ne?” (H)
[31] "Nûn.
Kalem ve onunla yazılanlara yemin ederim ki... " 68. Kalem sûresi, 1. (H)
[32] "Ne
tarafa yönelirseniz, Allâh'ın vechi oradadır..." 2. Bakara sûresi, 115. (H)
[33] "..Rabbine
dön... " 89. Fecr sûresi. 28. (H)
[34] "...O'ndan
başka her şey yok olacaktır..." 28. Kasas sûresi,
88. (H)
[35] Bu manzûmenin vezninde
çok bozukluklar vardır. (H)
[36] "Her nefis
ölümü tadıcıdır. " 3. Âl-i İmrân sûresi, 185. (H)
[37] "Allâh,
emânetleri ehline vermenizi emreder..." 4. Nisâ sûresi, 58. (H)
[38] “Salât-ı Nûr-ı Zâtî, Ebu'l-Hasan eş-Şâzelî'ye âittir. Allah ondan râzı olsun
ve bu salât (duâ) ile bizi faydalandırsın.
Ey Allah'ım! Salât ü
selâm, nûr-ı zâtî olan efendimiz Muhammed (aleyhi's-selâm)'a olsun. Nûr-ı
zât, yani hiç bir madde olmadan kâinâtı yaratan Allah'ın nûrudur. Çünkü
O, bütün yaratılmaşların maddesi ve varlık âleminin anahtarı durumundadır.
Nitekim bu konu Câbir hadîsinde geçmiştir : es-Sır, cehrin
zıddıdır. es-Sârî, bütün seyirleri geçip yol kat edendir, yani
diğer bütün varlıklarda geçerli demektir. el-Esmâ, yani müsemmâ
ve sıfatları itibariyle varlıkların isimleri demektir. Es-Sıfat
da yine mahlûkatın sıfatlarıdır. Bu durumda mânâ şöyle olur : el-Muhammed,
yani varlıkların bizzat kendilerini ve bütün sıfatlarını içinde bulundurandır.
Burada, muhtemeldir ki, Allah'ın isimleri ve sıfatları kasdedilir. Böylece mânâ
isimlerin ve sıfatların tecellî ettiği yer demek olur. Allâh'ın isimlerinden ve
sıfatlarından hiç bir isim yoktur ki, Hz. Peygamber vatısasıyla elde delmiş
olmasın. Her iki mânâ da sahihtir; ancak tercih edilen umum ifâde etmesidir. O,
dünyevî olsun uhrevî olsun, mahlûkâtın bütün zât ve sıfatlarına ulaşan
demektir. Çünkü o, Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellî ettiği zâttır.” (H)
[39] "Doğum yeri
itibâriyle Kayserili, mezheb itibâriyle Hanefî, sülûk itibâriyle Gülşenî ve
meşreb itibâriyle Melâmî olan Osmân b. Osmân der ki... " (H)
[40] 1331'de işinden ayrıldığı belirtildiğine göre, ölüm
tarihinin 1329 olması mümkün değildir. Bu tarihlerden birisinin yanlış olması
gerekir. (H)
[41] "...Ona
katımızdan bir ilim öğrettik...." 18. Kehf
sûresi, 65. (H)
[42] "Rablerinden
korkanlar da, bölük bölük cennete sevk olunurlar..." 39. Zümer sûresi, 73. (H)
[43] "Rabinin
yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et. Onlarla en güzel bir şekilde münâkaşa
et... " 16. Nahl sûresi, 125. (H)
[44] "Ashâbım
yıldızlar gibidir. Onlardan hangisine uyarsanız, hidâyete erersiniz. " el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, I, 132.
[45] "Ben
ilmin şehriyim, Ali onun kapısıdır. " Tirmizî, Sünen,
Menâkıb, 3. (H)
[46] "Hikmeti
ehlinden başkasına vermeyiniz, yoksa ona zulmeder. Ehli olandan da onu
sakınmayınız; aksi takdirde onlara zulmetmiş olursunuz. " Aynı mânâda hadis için bkz. Dârimî, Sünen, Mukaddime, 34. (H)
[47] “Hû Hû dedi ve vaktin efendisi Mahmûd öldü.”
(H)
[48] Burada, metin sonunda Şeyh Hâfız Mustafa Zevkî
Efendi’nin mührü vardır. (H)
[49] Bir başka nüshada bu beyit şu şekildedir :
Kıldı binüçyüz yirmi dokuzunda
rıhleti
[50] "...Allâh'a
sığının..." 51. Zâriyât sûresi, 50. (H)
[51] Allah'ın aşkı benim yârımdır, cânımdır, cânânımdır. Güzel
kokulu saç benim akl-ı perîşânımdır. Evvel sensin, âhir sensin, zâhir sensin,
bâtın sen. Şu ve bu sensin, sultânım sen. (H)
[52] Efendi babamız
Uzunköprü'de olduğundan, o mektûb ona hitâben yazılmış idi.
[53] "Ruhlar bir
araya toplanmış askerler, ordu gibidir; onlardan birbirini tanıyanlar hemen
kaynaşırlar, birbirinden hoşlanmayanlar da ayrılıp giderler." Buhârî, Sahîh,
Enbiyâ, 2; Müslim, Sahîh, el-Birr, 159; Ebû Dâvûd, Sünen, Edeb,
16. (H)
[54] "Bana doğru
gel, ey oğul! " (H)
[55] Molla Gürânî Câmii
mukâbilinde Pîrî Paşa merhûmun hayrı olan zâviyede kendi ve oğlu Şeyh Muhammed,
şeyh olmuşlardır. Şeyh Muhammed, Emîr
Buhârî şeyhi iken vefât eyledi.
[56] "(Ey
Muhammed!) Senin göğsünü açıp genişletmedik mi? " 94. İnşirâh sûresi, 1.
(H)
[57] Burada sayfa numarasının 235 olması gerekirken yazar
kendisi geri dönerek sayfa numarasını tekrar 225'ten başlatmış ve sayfa
numaraları cildin sonuna kadar bu şekilde devam etmiştir. Biz yazarın bu
tasarrufunu değiştirmedik. (H)
[58] Zeyli yazan
Atâullâh Efendi olup, Nev'î merhûmun oğludur. Râgıp Paşa
Kütübhânesi'nde 1011 numarada 421. sahîfede
terceme-i hâli vardır. Bir de Zey-i Zeyl-i Şakâyık vardır ki, Uşşâkî-zâde'nindir. Onun da
numarası 1009'dur. Nâdirü'n-nüshadır; o kütüb-hânededir.
[59] İbarenin
hesaplanmasından 900 çıkmaktadır. Bu tarih yanlıştır. Çünkü Nev'î'nin doğum
tarihi 940'dır. Târih ibâresi Osmanlı Müellifleri’nde “âhirü’l-kelim” (آخر الكلم) şeklindedir. Ancak ondan da 922 çıkmaktadır. (H)
[60] “Sûret erbâbının rengi, mânâ erbâbının kokusu ve bu
âlemin baharının güzelliği ruh ve canı tâzeler.” (H)
[61] (فَاسْتَقِمْ
كَمَا أُمِرْتَ)
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol... "
11. Hûd sûresi, 112. (H)
[62] (كُلُّ شَيْءٍ
هَالِكٌ إِلَّا وَجْهَهُ) "...O'ndan başka her şey yok
olacaktır... " 28. Kasas sûresi, 88. (H)
[63] Bu ibarenin
hesaplanmasından 1018 çıkmaktadır. (H)
[64] "Ey Allâh'ım! Bizi
âşıklardan, Senin yoluna girmişlerden, zikredenlerden
eyle. Gâfillerden eyleme." (H)
[65] Bu beyit daha önce, redifi “eyledin” şeklinde
olmak üzere Şeyh Bâyezîd-i Rûmî’ye ait olarak yazılmıştır. (Sefîne, s.
234). (H)
[66] Târîh ile tevfîk kabûl etmez.
[67] Allâh’ım! Onların
âkıbetlerini hayırla sonlandır.” (H)
[68] Kat’iyyen yanlıştır.
[69] Muzaffer ve yüce sultan Bâyezîd devrinde, onun kölesi
olan ve birçık menâkıbı bulunan, müttakî ve hayır sâhibi Mustafa, her türlü
riyâdan uzak, sırf Allah rızâsı için bir câmi yaptırdı.
Bu câmiin yapımı için şu târihi söyledi
: Benim mescidim takvâ üzere yapılmıştır. (H)
[70] “Bu mübârek mekânın binâları ne güzel tesîs olunmuştur.
Burası sultanın gölgesinde döşenmiştir
ki, asır, onun bir benzerini aslâ görmemiştir.
Bâyezîd, burada herkese merhâmetini
göstermiştir.
Burayı sultanın veziri doğruluk üzere
binâ etmiştir.
Bu Mustafa’nın ahlakı Hz. Peygamber’e
benzer, onun bu derecesine ulaşacak kimse yoktur.
Bu bunânın târihi için hâtiften bir ses
geldi : Yâ Rab! Bunu yaptıranın sevâbını kendine ulaştır.” (H)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar