Print Friendly and PDF

Sefîne-i Evliyâ Evliyâ-yı Ebrâr Şerh-i Esmâr-ı Esrâr 6



Şeyh Âşık Mûsâ Efendi

An-asıl Ada nâhiyesine tâbi' Ahur karyesindendir. Edirne'de neşr-i feyz-i tarîkata me'mûr buyurulmuşlardır. Âlim, fâzıl, mürşid-i kâmil idi. Sultân Selîm Hân ile  Mısır fethinde bulunanlardandır. Reviş-i hâlden anlaşılıyor ki, Mısır'ın fethinden sonra Hz. Pîr'e mülâkî oldular. 975/(1567) târîhinde irtihâl-i dâr-ı naîm eylediler Edirne'de Hacı Dergâhı'na defn olunmuşlardır. Ziyâretle şeref-yâb oldum. Bu dergâh bi'l-âhare hânkâh-ı Hz. Sezâî'ye kalb olunmuştur.

Hz. Pîr İbrâhîm-i Gülşenî tarafından Edirne'de irşâda me'mûr buyurulunca, umûm cevâmi'-i şerîfeyi gezmiş, bed'-i tevhîd için münâsib bir mahal taharrî ettikte, nehir kenârında vâki' olup harâba yüz tutmuş ve vaktiyle müsâfirîne tahsîs edilmiş olan Şâhmelik Zâviyesi'ni intihâb ile, orada ikâmet etmişti.

Müşârünileyhden sonra Şeyh Muhammed, Seyyid Ali, Muhammed Sırrî, Muhammed La'lî-i Gülşenî ve Hz. Sezâî, zînet-efzâ olmuşlardır. Son zamânlarda müşârünileyhin ahfâdından Muhammed Vâhid Efendiler post-nişîn oldular. 

Hz. Sezâî  Türbesi'ne muttasıldır. Sandûkalarının önündeki  levhadan:

                        Hazret-i Âşık Efendi  ol semiyy-i Hayderî

                        Kıl ziyâret ravzasın al bûy-ı vird-i ahterî

                        Sırr-ı pâkine  teveccüh eyle her dem ey Vefâ

                        Bulmak istersen hakîkat feyz-i pâk-ı Gülşenî

Bunun  nâzımı  Hz. Sezâî hafîdi Şeyh Vefâ hazretleri olmak muhtemeldir.

           

Şeyh Abdülkerîm Efendi

Mûsa Efendi'nin halîfesidir. Edirnelidir. Ârif ve şâir bir zâttır. 992/(1584) târîhinde Edirne'de vefat eylemiştir. Mevlid-i nebî tarzında manzûmesi vardır.

                      İlâhî ma'rifet nûrun  delîl it

                      Sirâc-ı akla kudretden fetîl it

                     

                      Kulûbun kâlıbını rûşen eyle

                      Maânî sırrı ile gülşen eyle

           

Şeyh Şânî İbrâhîm Efendi

Lârendelidir. Abdülkerîm Efendi halîfesidir. Mir'âtu's-Safâ isminde eseri vardır.

Kârbân-ı râh-ı iklîm-i fenâsın Şâniyâ

Baş u cân terkin urur bir kâfile-sâlâr-ı gavs

            Zarîf eş'ârı vardır. Şu iki gazelin Tasavvuf cerîdesinde 30. numarada 8. sahîfesinde ricâl-i Halvetiyye'den Şeyh Şânî'ye âid olduğu görülmüştür. Pek güzeldir :

                        Bende-i aşk ol iki âlemde sultânlık budur

                        Mantıku't-Tayr-ı muhabbet bil Süleymânlık budur

                        Ârif isen bir işit bir söyle bir gör cümleyi

                        İkilikde kalma hôd-bîn olma şeytânlık budur

                        Sîretin düz ma'rifet ile derûnun zeyn kıl

                        Sûretin düzme sanup ey sûfî insânlık budur

                        Merdüm-i âzâr olma kibr ü kinden pâk it dilin*

                        Hayr-hâh ol herkese cehd it müselmânlık budur

                        Sen nesin kanden gelürsin kandedir azmin yine

                        Şâni idrâk itmesen bil mahz-i nâdânlık budur

                       

                                                   * * *

                        Gel gedây-ı kûy-ı cânân ol ki sultânlık budur

                        Tâc ü tahtı cümle berbâd it ki Süleymânlık budur

                        Hôd-perest olma Hudâ'ya tap sücûd-ı hâk kıl

                        Cehl ile kalma gurûr içre şeytânlık budur

                        Kâtib-i kudretden olan ser-nüvişte râzı ol

                        Hikmete çûn ü çerâ kılma müselmânlık budur

                        Mazhar-ı eşyâ özündür manzar-ı Hak'dır dilin

                        "Men araf" sırrından âgâh ol ki insânlık budur

                        Âftâbı zerreden deryâyı Şânî katreden

                        Görüp idrâk itmemek âlemde nâdânlık budur

Bu zât-ı muhterem nerede medfûndur, târîh-i irtihâli nedir, nerelerde neşr-i feyz etmiştir? Tahkîk edemedim. Herhâlde gülşen-i irfânın bülbülü bir mürşid olduğu, sözünden nümâyândır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

  

Rûşenî hazretlerinin bir gazeline tahmîs-i latîfleri :

                        Ey ki yokdan "kün" dimekle bunca eşyâ eyledin

                        Cümleden Zât'ın münezzeh şânın a'lâ eyledin

                        Herkes idrâk idemez bir nakş-ı garrâ eyledin

                        Hüsnünün aksin ruh-ı dil-berde peydâ eyledin

                        Çeşm-i âşıkdan o mir'âtı temâşâ eyledin

                        Var iken vahdetde âdem yoğidi çerh u zemîn

                        Âlim ü dânâ vü bî-gûyâ idi bî-ân ü în

                        Dâne dökdün mürg-ı câna söylesün diyü hemîn

                        Bir avuc hâke bırakdın câm-ı aşkın cur'asın

                        Âkıl ü dânâları Mecnûn ü şeydâ eyledin

                        Sûret-i eşyâyı düzdün muhtelif kıldın ayân

                        Kudretin ızhâr kıldın hikmetin idüp beyân

                        Her varak sun'unla bir âyîne-veş oldu hemân

                        Âb u gilde gösterip envâr-ı hüsnünden nişân

                        Anın ile dîde-i aklı mücellâ eyledin

                        Ben zaîf ü âciz ü bî-çâre kulum bî-nevâ

                        Sen kavî sultânsın hükmünde yok çûn ü çerâ

                        Sâyeden za'file cismim fark olunmazken şehâ

                        Bâr-ı aşkın kim tahammül idemez arz u semâ

                        Nâtüvân gönlüm acebdir ana me'vâ eyledin

                        Nice ârif cevher-i esrâra mahzen olmasun

                        Nice âşık derd-i hecr-i aşka mesken olmasun

                        Nice Şânî bî-ser ü bî-cân ü bî-ten olmasun

                        Nice yanup Rûşenî aşkınla rûşen olmasun

                        Hüsnünün aksin ruh-ı dil-berde peydâ eyledin       

           

/126/ Şeyh Emîr Hayâlî  Çelebi Hazretleri

Hz. Pîr (İbrâhîm-i Gülşenî)'nin mahdûmu ve helîfesidir. Asıl isimleri Ahmed Şemseddîn; künyeleri Ebu's-safâ; şöhretleri Hayâlî'dir. Tebrîz'da doğdu. On yaşında iken pederleriyle Mısır'a hicret eyledi. İstanbul'a pederleriyle gelip, avdet eylemişti. Pederlerinin irtihâllerinde câ-nişîn olup, otuzyedi sene post-nişîn-i irşâd olup, 977/(1569) târîhinde  azm-i gülşen-sarâ-yı cinân eylemişlerdir.

Mısır sultânı Tomanbay'ın zevce-i metrûkesini pederi emriyle tezevvüc eylemişti.  Pederinin burada Sultân Süleymân'a, "Bu tahtadan taht-ı saltanat endîşesi gelir mi?" diye, mübârek göğüslerini açıp göstermeleri, bu hâtûnu mahdûmuna almasından ve Mısır'ın Tomanbay nâm hükümdârdan Osmânlılara geçmesinden kinâyeten teraşşuh eden dedikoduya müstenid idi. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

       

Pek ârifâne bir Divan'ı  ve mektûbâtı vardır.

                      Nazar-gâh-ı Hudâ'dır dil velî sanma cüdâdır ol

                      Uçar misl-i hümâdır dil geçer arş-ı mu'allâdan 

Şeyh Yahyâ Efendi

Hz. Pîr (İbrâhîm-i Gülşenî)'nin mazhar-ı feyzi  olanlardandır. Âlim ve fâzıl bir zât idi. Tabakât-ı Halvetiyye  nâm eseri meşhûrdur.

Şehîd-i aşk-ı cânân oldu Yahyâ

(شهيد عشق جانان اولدى يحيى) = (983/1575)

târîh-i irtihâlidir.

Şeyh Muhammed  Demirtaş

Şeyh Ebû Abdurrahmân Muhammed Demirtaş, Hz. Pîr (İbrâhîm-i Gülşenî)'nin tarîkdaşıdır. Cenâb-ı Rûşenî'den  mazhar-ı feyz olmuş, hilâfet almıştır. Gülşeniyye'den bir şu'benin müessisi addolunmuştur. "Mirdâşiyye" veya "Timurtâşiyye" diyenler de bulunmuştur.

Müşârünileyh, Kütahya'nın Demirtaş karyesinden neş'et etmiştir. Tahsîli Mısır'dadır. Hz. Rûşenî hulefâsından Hüseyn-i Ayntâbî ve meşâyıh-ı Mısriyye'den Ahmed b. Afne'nin sohbetlerinden neş'e-yâb-ı tarîkat olup, berâ-yı istikmâl Tebrîz'e azîmetle Dede Ömer-i Rûşenî hazretlerine mülâkî oldular. Ahz-ı tarîkatla Mısır'a döndüler. Kâhire civârında hurmalıkta inşâ eylediği zâviyede irşâd-ı ümmet ve neşr-i tarîkata himmet etmiştir.

935/(1529)'te irtihâli üzerine, binâ-kerdesi olan zâviyede defn edilmiştir. Ferîdüddîn-i Attâr'ın Mantıku't-Tayr'ından bir hikâyesini enfüse tatbîk etmek sûretiyle  Cem'u'l-Esrâr ve Keşfü'l-Estâr isminde tasavvufî bir eser yâdigâr bırakmıştır. Fıkıh'tan, Eşbâh Haşiyesi vardır. Urefâ-yı Mısır'ın hürmetine mazhar olmuştur.

/127/ Allâme Seyyid Murtazâ, Ikdü'l-Cevheri's-Semîn ve İthâfü'l-Asfiyâ nâm eserlerinde bu zâttan hürmetle bahsetmiştir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

( Gülşeniyye Şubeleri) :

Tarîkat-ı aliyye-i Gülşeniyye'nin iki şu'besi vardır. Biri Hâletiyye, dîgeri Sezâiyye'dir. Hâletiyye şu'besi Şeyh Hasan-ı Hâletî hazretlerine mensûbdur ki, Cenâb-ı Pîr Gülşenî'ye kadar silsile-i nesebi ber-vech-i âtîdir :

Şeyh Aliyyü'l-A'lâ, Şeyh İbrâhîm Muhyiddîn, Şeyh Hasan b. Muhyiddîn, Şeyh Ahmed, Şeyh İbrâhîm Muhyiddîn, Şeyh Necîbüddîn Hasan el-Ahsenî, Şeyh Ali es-Safvetî, Şeyh Ebu's-Safâ ya'nî mahdûm-ı Pîr Şemseddîn-i Hayâlî, Hz. Pîr İbrâhîm-i Gülşenî (kuddise sırruhu's-senî).

Bu kol Mısır'dan intişâr etmiştir. Zamânımıza kadar sûret-i ittisâlini âtîde yazacağım.

           


Pîr-i Sânî SEZÂÎ-İ GÜLŞENÎ

                       

       /128/   Hakâyık sırrına âgâh Cenâb-ı Pîr Sezâî'dir

                        Maârif mülküne şeh-râh Cenâb-ı Pîr Sezâî'dir

                        Müzeyyâtıyla mümtâz ekrem-i aktâb-ı âlemdir

                        Bu cism-i âleme cân-gâh Cenâb-ı Pîr Sezâî'dir

                        Hakâyık gülşeninde bülbül-i hoş-gûy-ı irfândır

                        Seherlerde çeken hep âh Cenâb-ı Pîr Sezâî'dir

                        Nesîm-i feyzi her subh u mesâ uğrar dil ü câna

                        Müfehham mürşid-i hoşhâh Cenâb-ı Pîr Sezâî'dir

                        Gel ey âşık yüzün sür hâk-pây-ı Hazret-i Pîr'e

                        Muhakkak zât-ı dil-âgâh Cenâb-ı Pîr Sezâî'dir

                        Gice gündüz gönül meclûb-ı lutfı olmada cânâ

                        İden bezl-i himem her-gâh Cenâb-ı Pîr Sezâî'dir

                        Dil-i Vassâf'ı ihyâ eyleyen îsâr-ı feyziyle

                        Reîs-i evliyâu'llâh Cenâb-ı Pîr Sezâî'dir

Mazhar-ı âyât-ı seb'u'l-mesânî Hz. Pîr-i sânî (ellezî feyzuhû fi'l-âlemi yüsrâ), a'nî-bihî Hasan-ı Sezâî (kuddise sırruhu'l-âlî), gülşen-i tevhîdde neşv ü nemâ bulmuş bir gül-i sad-berg-i hakâyıktır.

İsm-i şerîfleri Hasan'dır, mahlasları Sezâî'dir. Sezâî mahlasını Hz. Mısrî'nin işâretiyle tahallus buyurmuşlardır. Pederlerinin ismi Ali Bey olup, cedd-i ekremleri Kurtbey-zâde Hasan'dır.

Vücûd-ı mübârekleri 1080 sene-i hicriyyesinde (1669) bezm-i şuhûda revnak vermiştir. Maskat-ı re'sleri Gördüs'dür ki, bu, Anadolu'daki Gördüs (Gördes) olmayıp, Yunanistan'da şimdiki Kurinet şehrinin vaktiyle Osmânlı taht-ı idâresinde iken takındığı isimdir. Şu hâlde Hz. Sezâî esâs i'tibârıyla Moralıdır.

Sinn-i âlîleri onsekize gelinceye kadar burada bulundular. Feyz ve isti'dâdlarına göre şöhret-yâb oldular. İstanbul'a hicret ve Edirne'ye azîmet buyurduklarında piyâde mukâbelecisi Ali Efendi nâm zât, müşârünileyhi evlâd gibi bağrına basıp mukabele kalemine kabûl eylemiştir. Bu sırada Şeyh Seyyid Osmân Efendi nâmında bir zâtın kerîme-i pâkîzesiyle izdivâc ettiler ki, sinnen pek genç idiler. Hz. Sezâî, esnâ-yı râhda meşâyıh-ı Halvetiyye'den /129/ bir azîze tesâdüf eyledi. Gördüs'ten İstahbul'a gemi ile gelirken bu tesâdüf gemide vâki' oldu. Meyânede sohbet-i tarîkat cereyân etti. Hz. Sezâî genç ve güzel olmakla berâber mahâsin-i ahlâk ile mütehallî idi. İsti'dâd-ı ezelîsi kendinin pek yüksek mertebeleri ihrâz edeceğini erbâb-ı kulûba gösteriyordu. Bu zâtın telkînâtıyla tahsîllerini ileri götürmeğe azm ettiler. Az zamânda birçok dakâyık-ı ulûma âgâh oldular. Dâimâ bir mürşid-i kâmil arıyordu. Edirne'de, Hacıhallaç Mahhâlesi'nde an-asl Ekmekçi Ahmed Paşa Câmi'-i şerîfinde, Âşık Mûsâ Efendi Hânkâhı'nda Hz. Pîr İbrâhîm-i Gülşenî'nin hafîd-i mükerremi Şeyh Ali es-Safvetî hazretlerinin birâder-i erşedleri Şeyh Hasan el-Ahsenî hazretlerinin halîfesi Şeyh Muhammed Sırrî Efendi'den nisbet alarak bir zamân hıdmet-i aliyyelerinde bulundular. Fakat irtihâline mebnî Şeyh Şucâ' Zâviye'sinde mürşid-i tarîkat Şeyh Muhammed La'lî-i Fenâî Efendi hazretleri, Muhammed Sırrî Efendi'nin câ-nişîni olmağla ona intisâb ettiler.

                       

                        Şâh-râh-ı âlem-i ıtlâka girdim sıdkla

                        Kutb-ı âlem Şeyh La'lî Gülşenî'dir rehberim

neşîdesiyle dem-sâz olmakla mümtaz oldular. Bu zâttan biraz bahs edeceğim.

Hz. Sezâî hayâtının son günlerini bir mektûbunda şöyle ta'rîf buyuruyorlar :

"İllet-i mizâcımın iştidâdı var. Evvel, gâhî Himmet Dede Tekkesi'ne mâşiyen giderdim. Şimdi ise Harem'den hücreye iki-üç küçüğün iânetine muhtâc olarak gidiyorum. Zîku'n-nefes ibtilâsı fem-i mi'denin in'ikâd-ı rîhı beni bîtâb etti. Cümleden kat'-ı nazar uşşâkın vakt-i devrânında cilveleri bana aks edince kalkmak isterim. Kalkılur, iki-üç hatvede nefes tükenür, şuur gider. Pek keder veren budur.

Rıdvân Efendi oğlumun pey-der-pey mekâtibi gelmektedir. Cevâba tasaddî etmeğe mecâlim kalmadı. Tahrîr bi'z-zarûrîdir. Türrehâtıma bakmayasız. Ma'zûrum işte; daha dünyâda rızk-ı hayvânîmiz tükenmedi. Gezer ölülerdeniz. Erbâb-ı muhabbetin rişte-i alâkaları bizi kayd u bende çekmiştir." (Kaddesa'llâhu sırrahû)

!!!!!!!!!   RESİM ÜSTÜ YAZISI :

Edirne’de türbe-i Hz. Sezâî’dir,

!!!!!!! BURADA BİR RESİM VARDIR!!!!!!!!

!!!!!!! RESİM ALTI YAZISI :

Kapıda duran zât Şeyh Sezâî’dir.

Şeyh Muhammed La'lî-i Fenâyî

 

Mevtınen Kastamonulu olup, Edirne'de neşr-i feyz-i tarîkat buyurmuşlardır. Harîrî-zâde Kemâl Efendi merhûm naklen buyururlar ki, müşârünileyh Şa'bânî, Uşşâkî, Gülşenî, Sünbülî ve Nakşî tarîklarını câmi'dir. Tarîk-ı Şa'bânî'ye Şeyh İsmâîl-i Çorumî'ye nisbetle dâhil olup, tavr-ı râbia kadar terakkî ettiler. Sonra Edirne'ye gelip, Uşşâkî ricâlinden Şeyh Sâdık Efendi'ye ve Gülşenî'den, bâlâda ismi geçen Evliyâ Sinan Paşa-zâde Şeyh Muhammed Sırrî Efendi'ye intisâb ettiler.

Muhammed Sırrî Efendi'nin irtihâline ve işâretine mebnî, İstanbul'a gelip Hânkâh-ı Hz. Sünbül'de Şeyh Alâeddîn Efendi'ye imtisâl ile ikmâl-i sülûka muvaffak olup, erbaîn çıkardılar. Teslîk-i ibâda me'mûren Edirne'ye bi'l-avde, Şeyh Şucâ' zâviyesine şeyh oldular. Hicâz'a azîmetinde, müceddid-i tarîk-ı Şa'bânî Karabaş Velî hazretlerine mülâkî olup, Şeyh Ahmed-i Cûryânî (el-müştehir bi-Yekdest) hazretlerine intisâb ettiler. Hicâzdan avdetlerinde Edirne'de zâviye-i mezkûrede irşâd ile iştigâl buyurdular. Bu beş tarîkın esrârını bi-hakkın nefs-i nefîslerinde cem' ettiler.

           

İbrâhîm-i Nazîrâ buyurur ki :

                        Azîzim Hazret-i La'lî Efendi

                        Tarîk-ı Gülşenî'nin ser-bülendi

                        Tarîk-ı Halvetî'de pîşvâdır

                        Dahi Uşşâkiyâna reh-nümâdır

"La'lî" mahlası mürekkeb yapmalarından kinâyet imiş.

 

/130/ Ma'nevî-i Şerîf'in ibtidâdaki beyitlerine gayet arifâne şerhi vardır ve matbû'dur. Divançeleri de vardır. 1112 senesi şehr-i Zi'l-hicce'de (Mayıs 1701), 110  yaşında  kâlıb-ı nâsûtu dinlendirdiler.

Kocamustafapaşa şeyhi Seyyid Alaeddîn Efendi'den dahi vakt-i istifâzalarında Balat şeyhi Seyyid Hasan Nûri ve Manisa şeyhi Hasan Kenzî ve sâirler ile dahi hem-dem olup tekrâr bade'l-halvet nâil-i esrâr-ı hilâfet olmuşlardır. Bu esnâda mezbûr Seyyid Hasan Efendi'den temaşşuk edip, hüsn-i hattâ  sûret vermişlerdir. Bade'l-hac yine Edirne'ye vuslat ve Gülşenî-hâne’de şeyh bulunan Kutbî Efendi-zâde Şeyh Seyyid Ali rıhletinde kaymakâm olmuş idi.

Altı sene mürûrunda Zi'l-hiccede rıhlet ve zâviyesinde defn olundu. Yerine Kabâyî-zâde Hasan Sezâî post-nişîn oldu. (Tuhfe-i Hattâtîn)

Kâmî Efendi'nin,

                        " Meded kopdu kıyâmet nahhâl-i Gülşenî'den bir gül-i La'lî* "

                        (مدد قوبدى قيامت نخال كلشنيدن بر كل لعلى)

mısrâı târîh-i rihletlerini müş'irdir. Na'ş-ı münîfleri, âsitâne-i Hz. Sezâî'de âsûde-nişîn-i rahmettir. Lehü'l-hamd ziyâretle kâm-yâb oldum.

Müşârünileyh eâzım-ı meşâyıh-ı sûfiyyedendir. Kudret-i ilmiyye-i maneviyyesi, Hz. Sezâî gibi bir pîr-i tarîkat yetiştirmeleriyle sabittir. Selîka-i beyânîyyeleri de pek âlîmânedir. Ma’nevî-i Şerîf Şerhi'nden teberrüken bir kaç satır nakl ediyorum:

"Hz. Pîr-i Gülşenî (kaddesa'llâhu sirrahû'l-ganî) bu kitaplarını zikr-i Besmele ile tastîr ve Bâ-ı Besmele, ifrâd bi'z-zikr eylemek ile tahrîr eylediler. Ve bu sırra îmâ ve işâretten ötürü ki, ser-çeşme-i evliyâ, nûr-ı çeşm-i asfıyâ Hz. Ali el-Murtazâ (kerrema'llâhu vechehû ve radıyallâhu anhu) Cenâb-ı Rasûl-i ekrem (sallâhu aleyhi ve sellem)'den rivâyeten buyurdular ki: "Esrâr-ı Kelâm-ı kadîm-i Rabbânî,  Fâtiha-i şerîfede; ve esrâr-ı Besmele-i şerîfe ve esrâr-ı Fâtiha-i latîfe, -i Besmele-i şerîfede; ve esrâr-ı , nokta-i 'da münderictir. Ol nokta benim." deyip, kendilerinin  manzar-ı zât ve mazhar-ı esmâ vü sıfât olduklarını ayân eylediler. Kezalik Hz. Pîr'in zamân-ı âlîlerinde gavs-ı zamân ve kutb-ı devrân olduklarını beyân eylediler."

Şekl ü Hikmet-i Tâc-ı Gülşenî :

Tâc-ı şerîflerinin ortasına vaz' buyurdukları tükme (düğme), nokta-i bâ-i besmele-i şerîfeden ibâret ve kendilerinin ol noktaya mazhariyyetine işârettir. Mâlikî-i Sîrozî bunu nazmen beyân eyler :

                        Dürr-i tâc-ı Gülşenî'dir âleme nûr-ı basar

                        Fehm iden bu nükteyi olur cihânda dîde-ver

                        Nokta-i bâ-i bidâyetdir bizim ser-tâcımız

                        Başına giyen iki âlemde olur tâc-ı ser 

Kalbini mâ-siva'llâhdan tefrîd eden ârifân dahi bu sırdan hisse-mend olduklarını yine Mâlikî-i müşârünileyh teşrîh ediyor :

           

                        Tükme-i tâc Gülşenî ber sırr-ı hayl-i âşıkân

                        Nokta-i fâ ârifân dâğ-ı derûn-ı münkirân

O nokta-i bâ'dan kinâye olan düğmenin etrâfı ki, bir müdevver dâire misâlinde asabe-i tâcı muhîttir. Kendilerinin dâire-i zemîn ü zamân ve kevn ü mekâna muhît olup cemî' eşyâya mutasarrıf olduklarına delîldir ve terk-i vaz' eylemeyip tâc-ı şerîfi yek-pâre ittihâz ü ihtiyâr /131/ buyurmaları kevneyn ve mâ-fîhâyı terkden mâ-adâ terki dahi terk etmelerine işârettir.

                        Cihânı terk iden giyer başına Gülşenî tâcın

                        O tâcı Gülşenî gibi bu terkile giyen gelsün

cümle-i enfâs-ı kudsiyyelerindendir.

Ahvâl-i husûsiyye vü umûmiyyelerinin tafsîline dâir hiç bir eserde ma'lûmâta dest-res olunamadığından bi-hasebi'z-zarûre bu kadarla iktifâ olundu.

                                                      -    -    -

Şeyh Şücâeddîn Efendi

Bu dergâhın müessisi olan Şeyh Şücâeddîn’den de bahs etmek lüzûmunu hisseyledim. Fâzıl bir zât idi. Sultân Murâd-ı sâlis Edirne'de iken bir gün halâda zellet-i kadem vâki olup, helâki takarrur etti. Meczûb bir kimse müşârünileyhi o mühlikeden halâs ettikten sonra gaybûbet etti. Pâdişâh ise o meczûb ile mülâkat sevdâsına düşmüş ise de bulunması mümkin olamadığından şehrin ahâlîsini birer birer güzergâhından geçirip, azîz-i müşârünileyhi derhâl tanıyarak ve fevka'l-âde iltifât ederek Debbağlar Mahallesi'nde hâlen merkad ve zâviyesi olan mahalde bir mescid ve zâviye binâ ettirip, fukarâsına Murâdiye evkâfından taâmiyye ve vazîfe ta'yîn eyledi.

Şeyh hazretleri kendi mezârının duvarını kerpiç ile binâ ettirip, her bir kerpici üç İhlâs ile yerine vaz' etti.

Şeyh Şücâeddîn hakkında Tarîh-i Naîmâ'da şu satırları okudum:

"Sultân Murâd-ı sâlisin mürşid-i hâssı ve mürebbî-i bâ-ihtisâsları Pîr-i Nakkâ’ Şeyh Şücâeddîn Efendi'dir ki, merhûmun Manisa'da iken pâdişâhın gördüğü rü'yânın ta'bîri vechile zuhûru ve enfâs-ı tayyibeleri te'sîri ise beyne'l-halk ma'rûf ve meşhûr olup, Hz. Pâdişâh cülûslarında İstanbul'a getirtip, fâhir saraylar temlîk edip, vazâifini, vazâif-i havâss-ı mukarrabîne bağlayıp, "Pâdişâh Şeyhi" denilmekle ma'rûf oldu. Bâb-ı saâdetine müntesib olanlara menâsıb-ı âliye müyesser olurdu. Bir derecede merci'-i Divân-ı erkân olmuştu ki, izdihâm-ı uzmâdan huzûrlarına varılmakta bâb-ı suhûlet insidâd bulmuştu.

Dâru's-saltana'da munsab ve ma'zûl olan elbette ol ulu’l-azîzi ziyâret ve dest-bûs-ı intisâbları ile fahr-ı mübâhât ederlerdi; düştükçe imdâd ve incâzlarına me'nûs olurlardı. 998/(1590 )'de vefat eylediler."

/132/ Sultân Süleymân Edirne'yi teşrîflerinde o mescidi câmi' şekline koyup, tevsî' ve tecdîd eylemiştir. Şeyh Şücâeddîn, mi'mârın rü'yâsına girip İslâm'a da'vet eylediğinden ertesi gün mi'mâr şeref-i İslâm ile müşerref olmuştur. Câmi' hazîresinde medfûndur.

Pâdişâhın Edirne ve Manisa'daki mülâkâtları naklinde yek-dîgerini tutmayan ihtilâf-ı beyân vardır. Her ikisinin aslı olup, Edirne'deki ikinci derece zuhûr etmiş bir vak'a diye kabûl olunur. Şeyhin tesettürü te'vîl edilirse, i'tilâf mümkin olur.

           

Şeyh el-Hâc Mustafa Efendi

Şeyh La'lî Efendi hulefâsındandır. İbrâhîm Nazîra hazretlerinin pederidir. Hz. La'lî'nin ser-tarîkı idi. İrtihâlinde halk onu elleri üstünde kabrine îsâl etmiş idi. Âşık Efendi Zâviyesi'nde mihrâb önünde medfûn ve rahmet-i Hakk'a makrûndur. Otuz yıl seccâde-nişîn-i irşâd olmuştu. O zamân Hz. Sezâî, şöhret-gîr-i âlem olmakla müşârünileyh teşehhür etmemiştir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Meşhûr Nâilî-i Kadîm

Târîh-i irtihâli 1077/(1666) olmasına ve şiirinde Edirne'de Gülşenîlik'ten bahs etmesine göre o zamân Şeyh Muhammed La'lî-i Gülşenî orada hüküm-rân-ı reşâdet idi. Ondan feyz-yâb olduğu istidlâl olunur.

           

Osmânlı Müellifleri'nde Tahir Bey merhûm der ki:

Esâtize-i şuarâdan idi. İstanbulludur. Nâilî Mustafa Efendi diye yâd olunur. Beyne'ş-şuarâ, "Nailî-i Kadîm" diye meşhûrdur. "Nâil-i cennet ola Nâilî-i nâdire-fen" (نائل جنت اوله نائلئ نادره فن)  ve "Nâil-i Firdevs bâdâ Nâilî- el-Fâtiha" (نائل فردوس بادا ائلى الفاتحه) (1077/1666) târîh-i irtihâlleridir. Tophâne civârında Fındıklı'da Keşfî Ca'fer Efendi Dergâhı (Sünbülî Dergâhı) hazîresinde defn olunmuş idi.

            İkiyüz sene sonra bu dergâhın tevsî-i tarîk münâsebetiyle civârındaki mezârlık dahi kaldırıldığında Nâilî merhûmun bakâ-yı ızâmı Beyoğlu Kabristanı'na nakl olunduğunu Tahir Bey merhûm yazar ise de, üstâdü'l-üdebâ İbnü'l-Emin Mahmûd Kemâl Bey Efendi'ye sordum. Müverrih İsmet Efendi merhûmdan naklen buyurdular ki : "Dergâhın yola inkılâbında Hz. Nâilî'nin kabri de kayıplara karışmıştır." Beyoğlu'na nakli hakkında ma'lûmât yoktur. Ne ise bu bahsin ta'mîk-ı tedkîkini şuarâya bırakırız. Esâsen bu günlerde (Sene 1346/1920) Beyoğlu  Kabristânı da kaldırılıyor.

                                   İtdik mukârenet nice sâhib-tarîkata

                                   Olduk karîn-i meclis-i ehl-i şerî'ata

                                   Dest-i taleb irişmedi dâmân-ı vahdete

                                   Düşdük bu ızdırâb ile  vâdî-i hayrete

                                   Bildik ki himmet olmayıcak ehl-i hâlden

                                   Esrâr-ı hak bilinmez imiş kîl ü kâlden

                                                           *   *   *

                                   Yok bizde feyz-i âlem-i ma'nâyı bilmeye

                                   Bir himmet olsa hâlet-i ukbâyı bilmeye

                                   Cehd eylesek ne fâide Mevlâyı bilmeye

                                   Âdem gerek hakîkat-ı eşyâyı bilmeye

                                   Her şahsa âşikâr değil âlem-i şuhûd

                                   Ey âşinâ-yı mes'ele-i vahdet-i vücûd

Şuarâ-i Osmâniyye’den Nâilî-i Kadîm denilen Mustafa Efendi merhûmun tarîk-ı Gülşenî'ye (mensûb) ve Edirne'de câ-nişîn olduğu şu manzûmesinden müstebândır :

                                    Dergâh-ı Gülşenî'ye olanlar nihâde-rû

                                   Gül gibi bir kadehle olurlar güşâde-rû

                                   Olmuş gül ü benefşesi gûyâ o gülşenin

                                   Pîrân-ı kad-hamîde civânân sâdedir

                                   Hem reng ü hüsn olmuş o gül-zâr feyzden

                                   Berk-ı hazân resîde gül-i nâb dâde-rû

                                    Bây u gedâsı Edrine'nin eylemiş tamâm

                                   Dâmân-ı Pîr ü dest-i irâdet fütâde-rû

                                    Cûyâ-yı himmetiz tutalım biz de Nâilî

         İrşâd ümîdi ile tarîk-ı reşâde rû

Ne güzel sözleri vardır. Ruhu için el-Fâtiha.

                                                      

                                               *  *  *

           

Biz yine sadede gelelim. Hz. Sezâî'den bahs edelim :

 

Şeyh Muhammed La'lî-i Fenâyî hazretleri irtihâl edince yerlerine, Şeyh Mahmûd Hamdi Efendi post-nişîn olup, Hz. Sezâî o sırada Gülşenî Veli Dede Dergâh-ı şerîfi şeyhi bulunuyorlar idi. Şeyhleri kendisinin makâmına kâid olacağını işâret buyurmuşlar idi. Şeyh Mahmûd Efendi altı ay kadar meşgûl-i irşâd olarak sarây-ı ukbâya gitmekle Cenâb-ı Sezâî, buraya nakl-i seccâde ederek yerine dâmâd-ı muhteremleri Şeyh Ahmed Müslim Efendi hazretlerini ik'âd buyurmuşlardır. Hz. Sezâî, Âşık Mûsâ Efendi Dergâhı'na geçtikleri zamân otuziki yaşında imişler. Edirne'ye onsekiz yaşında teşrîf buyurmuş olmalarına nazaran ondört sene zarfında kemâlât-ı tasavvufiyye sâhibi oldular demektir.

İlm-i zâhir ü bâtında ferîd-i zamân ve vâridât-ı kudsiyyeye mâlik bir vücûd-ı irfân idiler. Şöhretleri cihâna yayıldı. Hz. Mısrî-i Niyâzî ile mülâkâtları olup, Cenâb-ı Mısrî'nin duâsına mazhar oldukları meşhûrdur.

Tedkîkât-ı târîhiyyeye göre Edirne'de elliüç sene bulunmuşlardır. Târîh-i intikâlleri, 1151 senesi Ramazânının onsekizinci veya onyedinci (29 veya 30 Aralık 1738) Pazartesi gecesi sâat dört  buçuktadır. Edirne'de onyedinci geceye i'tibâr olunmuştur.

                        Medâr-ı gavs-ı âlem kutb-ı dünyâ ârif-i bi'llâh

                        Sarây-ı "lî-maa'llâh"ı görüp azm itdi ukbâya

                        Ricâl-i gaybdan biri gelüp Rahmî  didi târîh

                        Sezâî göçdü kutb-ı asr iken Firdevs-i a'lâya

                        (سزائى كوچدى قطب عصر ايكن فردوس اعلايه) = 1 + 1150 = 1151

                        Didi hâtif  Sezâî rıhlet itdi

(ديدى هاتف سزائى رحلت ايتدى)

/133/ Kutb iken göçdü Sezâyî rahmetu'llâhi aleyh

(قطب ايكن موچدى شزايى رحمة الله عليه)[1]    

           

            Bu (son) târîh Şeyh Necâtî'nindir.

           

Medfen-i mübârekleri dergâh-ı şerîfleri ittisâlindedir. Ahîren üzerine kârgîr kubbeli bir türbe inşâ olunmuştur. İrtihâl-i dâr-ı naîm buyuracakları gece şu manzûmeyi inşâd buyurdukları menkûldür :

                        Râh-ı aşkda cânını kurbân iden

                        Şübhesiz ol vâsıl-ı Yezdân olur

                        Gülşenî'den bir kadeh nûş eyleyen

                        Ey Sezâî nâil-i cânân olur

Türbe-i şerîfelerinin olduğu mahal vaktiyle bir sebzeci dükkânı imiş. Orasının dergâha kalb olunacağını ve kendilerine medfen ittihâz edileceğini işâret buyurmuşlardır.

           

            Manzûme şudur :

                        Dost bâğının gülü oldu güşâde

                        Bülbülüz o güle figâna geldik

                        Yâr elinden içmişiz bâde

                        Anın içün bunda mestâna geldik

                        Dost illerin iderken seyrân

                        Bunda uğrayup olmuşuz mihmân

                        Sanma sen bizi gezeriz hayvân

                        Özümüz bilüp irfâna geldik

                        Aslımız bilmişiz nûr-ı ezelî

                        Ayrılmayız andan sır sezeli

                        Cân ile sevdik biz o güzeli

                        Yolunda el'ân kurbâna geldik

                        Dûd ile dâim yanmakda bu dil

                        Aşkı nârına olmuşdur fetîl

                        Pervâne-sıfat olmağa vâsıl

                        Şem'-i cemle sûzâna geldik

           

                        Cismimiz bunda cânımız anda

                        Gevherimizin aslı ol kânda

                        Sezâî şimdi biz bu dükkânda

                        Biraz eğlenüp seyrâna geldik

Fi'l-hakîka buyurdukları gibi vâki' olup, o sebzeci dükkânı iştirâ edilmiş ve Hz. Sezâî, oraya defn edilip, elyevm ziyâret-gâh-ı ins ü cân olan türbe-i münevvereleri bu medfen-i pâki üzerine binâ edilmiştir.

                        Riyâz-ı şer' u irfân-ı tarîkatdır sezâdır bu

                        Dinilse kutbu'l-aktâb-ı hakîkatdır becâdır bu

                        Sezâî mürşidi La'lî mürebbî âşık-ı âgâh

                        Ser-â-ser hazra-i hadrâ-yı kudsiyyet edâdır bu

                        Kelâğ-ı dil düşelden seng-sâr-ı hevl-i ısyâna          

                        Dem-â-dem eşk-i nedm icrâsına cây-ı vefâdır bu

                        Çıkanlar lâneden pür nâle-i şerm ü nedâmetdir

                        Meded kıl lutf-ı afva mazhariyyet intimâdır bu

/134/   Kabûl eyle bu abd-i âcizi şân-ı velâyetdir

                        Şikeste-bâl ü bî-kudret meded-hâh-ı atâdır bu

Dergâh-ı şerîfin bir tarafında mihrâbın sağında halvet-hâneleri el'ân ziyâret-gâh olduğu gibi, bir gün esnâ-yı zikrde mürşid-i muazzamları Şeyh La'lî-i Gülşenî hazretlerinin haber-i irtihâli kalb-i enverlerine aks edince, fart-ı teessürlerinden kendilerini kaldırıp, semâ'-hâneye atmışlardı. Mübârek dişlerinden biri kırılıp, tahtaya saplanmış kalmış olduğundan el'ân mevcûddur; ziyâret olunur. Teberrüken ziyâret ettim, öptüm. Mihrâbın sağ tarafındadır. Üzerine yeşil çuka örtülmüştür. Ne aşk, ne muhabbet, ne kemâldir. İnsân bu hakâyıkı düşünüp, gözlerinden kanlı yaşlar dökmelidir. O mazhariyyette adam olabilmek için o mertebe îsâr-ı cân etmelidir.

Hz. Sezâî, gülistân-ı irfânda nâdir yetişmiş güllerdendir. Onun nesîm-i iltifât-i feyz-âyâtı meşâmm-ı cânı ta’tîr eder. Bir gönülde ki, onun muhabbeti müncelîdir, orada eltâf-ı Rahmânî mütecellîdir.

Mesleğinde letâfet, meşrebinde nezâhet, sohbetinde nezâket, muâmelât-ı umûmiyyesinde merhametle mümtâz olan o zât-ı memdûhu's-sıfâtın âsitân-ı pâkinde bende olanların her biri insân-ı kâmil oldu.

                        Kılmış Cenâb-ı Hallâk yâ kutb Şeyh Sezâî

                        Bâbın melâz-ı Uşşâk yâ kutb Şeyh Sezâî

                        Sen sırrısın Ali'nin âlîsi kümmelînin

                        Memdûhu her velînin yâ kutb Şeyh Sezâî

                        Tutunca dâmeninin kandîli Rûşenî'nin

                        Şeydâsı Gülşenî'nin yâ kutb Şeyh Sezâî

                        Aşkınla bî–karârım meslûbu'l-ihtiyârım

                        Bîmâr u bî-medârım yâ kutb Şeyh Sezâî

                        Kulun Halîm be-gâyet senden diler inâyet

                        Kıl mazhar-ı şefâat yâ kutb Şeyh Sezâî

Hz. Sezâî ne büyük bir zât-ı maâlî-sıfâttır ki, meslek-i hakîkatte açtıkları şeh-râh-ı irfâna dâhil olan fukarâ, zuafâ ve gurebânın her biri müşârün bi'l-benân oldular.

Yâ Rab! Derd-i ma'sıyyet ile dâimâ /135/ elem-nâk olan bu kem-ter kulun Vassâf-ı bî-evsâfa ve işbu eser-i âcizânemi mütâlaaya rağbet buyuran kullarına ve cümle ihvân-ı dîne, bu mübârek kulun Sezâî hürmetine, lutfunla muâmele buyur. Bizleri de o zümre-i irfâna dâhil eyle.

Hz. Sezâî, İstanbul'u teşrîf ile, alâ-rivâyetin Hz. Sünbül Hânkâhı'nda misâfir kalmışlardır. Saçlarını uzatırlarmış. Bu hâlde teşrîf eylemişler, meşâyıh-ı zamân arasında Edirne'de zuhûr eden, "Hz. Sezâî şöyle imiş, böyle imiş." diye kemâlleri şâyı' olduğundan meşâyıh-ı müşârünileyhi görmek, teşerrüf etmek sevdâsıyla hânkâha şitâbân olmuşlardı. Hz. Sezâî, mahviyyet-i kâmileye bürünerek basît bir âdem gibi göründüğünden meşâyıh-ı zamân onu medihle mütenâsib bulmamışlar imiş. O gece âlem-i menâmda bir kaçı huzûr-ı saâdet-i Muhammediyye'ye girmek üzere Medîne'ye gitmişler. Bâb-ı saâdet-meâb-ı Muhammedî’de derbân olarak Hz. Sezâî'yi görmüşler, huzûra girmeğe müşârünileyhin delâletini ricâ etmişler. Bu hâlde uyandıklarında ertesi günü mâ-cerâyı yek-dîgerine anlattıklarında her biri, "Ben de böyle gördüm." diye hikâye-i hâl etmişlerdir. Vâris-i ilm-i Muhammedî olduğunu yakînen bilmişler.

Bu vak'a Hz. Sezâî efendimizin sâmia-i ıttılâına vâsıl oldukta şu na't-ı şerîfi tanzîmen şöylemiştir ki, türbe-i şerîfelerinin dış cidârında taşa mahkûktur :

                        Eyâ şâh-ı rusül rahm it Sezâî derd-mendindir

                        Kapun bekler kadîmi hıdmetinde pîr-perverdir

Hânkâh-ı Hz. Sünbül'de müsâferetleri Seyyid Nûreddîn Efendi zamânında olmak muhtemeldir. Mektûbât-ı Hz. Sezâî'de (s. 24, 101) görülen Habeşî-zâde Rahmi Bey'le muhâbereleri 1140/(1728)'tan mukaddem olacağına nazaran (s. 294), Habeşî-zâde'nin Hz. Sezâî'ye meclûb oldukları nümâyândır. (Kaddesa'llâhu esrârahum)

Hz. Sezâî efendimizin Mısır'a seyâhatleri de menkûldür. Fakat terâcim-i ahvâl kitâblarında bu nakle müsâdif olmadım. Mısır'a azîmetlerine ve orada Şeyh İbrâhîm Çelebi hazretlerinden, sûreti âtîde münderic icâzet-nâme almalarına bakılırsa bu seyâhat sahîhdir. Bu seyâhatleri ne târîhdedir, hakîkatına muttali' olamadım.

Gülşenîlerde Hz. Pîr İbrâhîm-i Gülşenî'ye varıldıkta baş matrûş olarak gitmek âdet olup, Hz. Sezâî bu usûle tebean tıraş olacak iken, Hz. İbrâhîm-i Gülşenî, menâmda ona, "Öylece gel. " diye emir buyurduğundan, o da öylece ziyârette bulunmuştur. Bu hâl, Hazret'in kemâline delâlet eder.

/136/ Mısru'l-Kâhire'de Âsitâne-i Gülşenî'de seccâde-nişîn-i reşâdet olan Şeyh İbrâhîm Çelebi hazretleri tarafından pîr-i sânî Hz. Hasan Sezâî-i Gülşenî'ye i'tâ kılınan icâzet-nâmenin sûretidir, o zamânın şîve-i beyânı ile aynen nakl olundu.

بســــــــــم الله الرحمن الرحيم.

"وَمَنْ أَحْسَنُ قَوْلًا مِّمَّن دَعَا إِلَى اللَّهِ وَعَمِلَ صَالِحًا وَقَالَ إِنَّنِي مِنَ الْمُسْلِمِينَ." وقال الله تعالى : "كُنتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ." وقال الله تعالى: "وَتُوبُوا إِلَى اللَّهِ جَمِيعًا أَيُّهَا الْمُؤْمِنُونَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ." صدق الله العظيم.[2]  

Böyle bilin ey mü'minler ki, tâlib-i Hakk'ız. Terk-i bâtıl kıldıktan sonra bir mürşide kulluk eylemiş ve Hakk'ı bâtıldan fark edici kılavuz gerektir ki, sizleri Hakk'ın doğru yoluna kılavuzlaya ve eğri yoldan men' ede. Zîrâ kılavuzsuz yolu kimse kat' edemez. Bu sebebden sizlerden biriniz ki, ol cezbeye erişip, sülûk eyledikten sonra teslîmine göre inşirâh-ı sadr ile nûr-ı beden perveriş bulup kalbi münevver olduğu cihetten ba'zı ahvâlinden sâhib-i vukûf oldu ki, ameline göre tâlibini cihetlik azgunluğundan kurtarıvere ve doğru yola başlaya ve müşkil olanı tâlibine hall kılıvere ve tenezzülden terakkî ettire. Ma'rifetine göre ve eğer tâlib talebinde mücidd olup, terakkî eylese ve halîfesi onun müşkilini halledebilmese şeyhine göndere eğer göndermelü kimse ise ve eğer göndermelü değil ise şeyhin ma'nâsına teveccüh edip murâkıb ola. Ol müşkilin halli için, tâ ki ana sa'yi yüzünden feth ü zâhir ola. Bu ma'rifeti garazsuz, gönül gözüyle nefsten türemiş ve sûret ü ma'nâdan perveriş bulmuş nûrânî bedene göre güneşten ay perveriş bulduğu gibi, meretebesine göre menâzilde oğlumuz Dervîş Hasan-ı Sezâî'dir.

Halîfeliğe lâyık ve ol mahalle münâsib olduğu sebebden Türkî dilince icâzet-nâme yazıp, tâ beşerden ki, her kim ana gönül verip, bizim muhabbetimizin cezbesine erişse, onun elin tutup tevbe eyledikten sonra zikre meşgûl ola ve muhabbet ile gönlün bizden ayru bilmeye. Zîrâ gönüle ırak yakındır. Onun için Hz. Rasûlu'llah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) buyurur ki : "Gönül kimi severse onunla haşr olur, kıyâmet gününde"

Pes öyle gerektir ki, gönlünüzde muhabbetu'llâh'dan özge nesne koymayasız, tâ Hakk'ın sevgüsüne lâyık olasız ve her kimi /137/ sevseniz, eğer şeyh ve eğer halîfedir, li'llâh fi'llâh sevesiz, garazsuz, tâ her birine gönül verseniz, Hak için ola. Garaz-ı nefsânî dahl etmeye ki, Hakk'ın yolunda şeytândan beter yol urucudur ve Hakk'ı bâtıl kılıp yol azdırıcıdır ve garaz ile amel, puta tapmaktan beterdir ve garaz, ameli ihlâs ile kılmağa komaz. Ve riyâ ki, şirk-i hafîdir, garazdan türer. Cehd edin ki, garazsız olasız. Böyle olanlara gıbta edesiz. Mahabbetu'llâh ile ve birbirinizi Allâh'ın buyruğun tutup doğru yolda müstakîm olmak için sevesiz ve emr-i bi'l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker edesiz ve şerîat ki, sırât-ı müstakîmdir, doğru Hakk'ın yoludur. Azgunlara uyup, eğri yola gitmeye Hakk'ın buyruğun sındırıp, azdırıcı olmayasız. Bu nasîhatı ki, dürr-i ma'nâdır, kulağınıza küpe gibi takasız ve gönlünüze cândan göz gibi kılasız ve Hakk'ın kavline mukırrolup, bâtıl söze kulak urmayasız ve bâtılı şeytândan beter yol urucu azgun bilesiz ve münkirin eğri sözün işidip, doğru yoldan çıkmayasız ve şerîat-ı Mustafâ'dan özge söz söyleyen ve mezheb çıkaran mülhiddir; kulak urmayasız.

Eğer su üzerinde yürürse, yâhud havâda uçarsa dahi kerâmet bilmeyip, şeytânî istidrâc bilesiz ve meyl edip onun istidrâcından kerâmet gibi gösterdiğine zâhib olmayasız. Her kim, "Şerîattan özge bir mezheb var." derse, onu mülhid bilesiz. Şerîat ayn-ı hakîkattır, elden komayasız ve her kim şerîat ile amel etmez, tarîkat ve hakîkat neydüğün bilmez, bilesiz. Zîrâ şerîat ayn-ı hakîkat u tarîkattır, öyle bilesiz ve şerîatı Hak teâlânın doğru yolu ve sırât-ı müstakîmi bilesiz ve ibâdet-perest olasız ve cehd edip, sûreti terk ile ma'nâya erişmek ardınca olasız. Zîrâ sûretin ma'nâsız bakâsı yoktur ve ma'nâ sûretsiz bulunmaz, bunu dahi bilesiz ve sûretin iki yüzü vardır :

Biri ademden ve biri vücûddan, her biri ne vechdendir bilesiz ve ademle aldanıp, vücûddan mahrûm kalmayasız ve ölmeden ölüp, bâkî dirlik cennât-ı tayyibe ile olduğun bilesiz ve ol dirlik ile, (كل شيئ هالك إلا وجهه)[3] sırrını ne yüzdendir, duyasız ve günden güne muhabbetinüzü cân u dilden mürşide arturup, eksik etmeyesiz. Zîrâ mürîdi mertebe ve makâma erişdiren şeyhin himmetidir muhabbetine göre, bilmiş olasız ve eğer şeyhden sûretle ırak /138/ olsanız, ma'nâdan cehd edinüz, yakınlık bulasız.

Ve şeyhiniz her kime halîfelik vermiş olsa ona muhabbetinizi şeyhe muhabbet bilesiz ve şeyhinize ettiğiniz hürmet ve izzeti edeb ü erkân birle ona dahi edesiz. Ol hürmet ma'nâda şeyhedir. Şeyhin ma'nâsını ondan ırak bilmeyesiz ve gönlünüzden, "Şeyh bundan ne ma'nâ gördü ki, hilâfet verdi." demeyesiz. Bu ona inkâr değil, şeyhe inkârdır ve nakz-ı ahd edip bu inkâr ile, neûzü bi'llâhi minh, gazab ile, şeyhin reddiyle merdûd-ı Hak olasız. Eğer ahyânen bu vesvese gönlünüze dursa, fi'l-hâl tevbe edesiz ve şeytân vesvesesini gönlünüzden taşra çıkarasız ve ol fikr ile hızb-i Rahmân'dan yüz döndürüp, şeytân çerisinden olmayasız ki, ol fikr sizi, saîd iken şekâvete meyl ettirir. Böyle bilesiz ve şeytân vesvesesine uyup, münkir sözüyle şeyhinize, halîfesi sebebinden inkâr etmeyesiz ve münkir ile hem-dem olup, tarîktan âşikâre söylemeyesiz.[4] Ve münkir, Hakk'ı bâtıl anladığı için şeytândan beter düşmândır. Ve anın körlüğüne bir muhabbetiniz yerine bin edesiz ve halîfenüz yüzüne şeyhinizden sevgü nazarı ile bakasız ve onun buyurduğunu cânınıza şîrîn tutasız. Tâ ol muhabbet ile gönlünüz murâdına ve maksûduna yetesiz ve ikiliği terk edip, birlik ile göz açup, biri birden göresiz. Ol vahdete ermek için kesret addolunan şeylere kendilerinizi salmayasız. Benliği sizden bilmeyip, Hak'tan sanasız. Aksi hâlde mülhid mürîdden beter olursuz ve muhdese kadîm demekden azup azdırıcı olmaktan, bed-mezheplere uyup, azgun güm-râhlardan hazer etmezsenüz yüzü kara olasız. Zinhâr zinhâr bu mezhebden hazer edesiz. Onların tiryâk dediklerini cânunuza ağudan beter bilesiz.

Ehl-i sünnet ve cemâat mezhebi ki, şerî'at-ı Mustafa'dır, bir dakîka fevt etmeyesiz ve tarîkat edebiyle hakîkat yoluna giresiz. Ve tarîkatın edeb ü erkânı şerîat ile amel edip hakîkata yetmektir, bilesiz. Enbiyâ vü evliyânın doğru yoluna giresiz ve onların gittiği yol Hakk'a varır, siz bâtıldan yana sapmayasız ve Hak teâlânın emrini tutup, nehyinden ictinâb edesiz. Âkıbet bu revişle maksûdunuza yetesiz.

Eğer bu vasiyetlerim kulağınıza küpe gibi takasız ve bu dürerden kıymetlü gevheri zâyi' etmeyesiz. Âhir peyrev-i pîr olup birliğe yetişesiz ve pîrlik ne imiş tarîkatla bilesiz ve pîr olasız.

"هَذَا كِتَابُنَا يَنطِقُ عَلَيْكُم بِالْحَقِّ."[5] Ve salla’llâhu alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ve selem.”

Hz. Salâhî'nin Cevâhir-i Tâc-ı Hilâfet nâm eserinden :

"Hak oldur ki, hak kimde zuhûr ederse a'lâ ednâ demeyip Hakk'ı kabûl etmekten ibârettir. Gerekse ol kimse rütbeten ve sinnen kendinden asgar ola. Azîzimiz Seyyid Cemâleddîn (kuddise sırruhu'l-Muîn) hazretlerinden mervîdir ki : Bir gün Edirne'de Enîs Dede Efendi hazretleriyle Sezâî Efendi hazretleri azîzimizin tekkesini teşrîf buyurmuşlar. Esnâ-yı sohbette Enîs Efendi ile Sezâî Efendi beyninde, ma'rifete dâir bir emrde muhâlefet vâki' olup, nizâ'ları hadd-i kesrete karîb olmuş, hattâ beynlerinde kesret vâki' olur diye ahbâbı meclisten firâr etmişler. İkisi dahi murâkabe edip, hakîkat-ı emre bir zamân tefekkürden sonra Enîs Efendi, Sezâî Efendi'ye hitâb edip, "Yâhu hak sizin elinizde imiş. Biz bir küstâlık edip, tarîkattan düştük. Kalk bizi kapıdan geçir, yeniden tarîkata girelim." diyu i'tizâr buyurmuşlar ve öyle etmişler, gerçeklerden Hû insâf! Evvelâ Enîs Efendi, reîsü'l-meşâyıh olup, ilmen ve ma'rifeten ve sinnen ve rütbeten Sezâî Efendi hazretlerinden büyük iken hakkı kabûlde nefsini bu menzile tenzîl eylemek ekber-i havârık-ı âdâtındandır. İşte edeb-i hak budur. Edeb-i hakîkat terk-i edebdir, ya'nî bir kimse bir fi'l-i nâ-mülâyime masdar olsa, muktezâ-yı edeb-i şerîat üzre ol kimse tevbîha müstahak olsa erbâb-ı hakîkat setr ile muâmele edip, onun fi’linden ığmâz-ı ayn etmekten kinâyettir. Esteîzü bi'llâh : (وَالَّذِينَ لَا يَشْهَدُونَ الزُّورَ وَإِذَا مَرُّوا بِاللَّغْوِ مَرُّوا كِرَامًا)[6] buna nâzırdır. Zannolunmaya ki, kişinin edebsizlik etmesine ruhsat ola. Fe'fhem."

Hz. Sezâî'nin kemâline taalluk eden bir menkabe-i mühimmedir. Cenâb-ı Hak şefâatine mazhar buyursun. Âmîn.

Sezâî-i müşârünileyh bir mektûbunda, "Azîz peder-i muhteremim Enîs Efendi hazretlerinden hüsn-i teveccüh niyâz olunur. Sadr-ı âlî[7] hüsn-i zanlarındadır. Bâ-husûs kethüdâ bey, nasıl senâlarındadır ki, ta'bîre gelmez. Tarîkat-ı Mevleviyye'nin sâhib-i vakti âb-rûyudur. "Allah eksik etmesin." derler. el-Hamdü li'llâh, cümlesi i'tikâd üzeredirler. Hak teâlâ i'tikâdlarına amellerini de hüsn-i a'mâle yetiştirip, kalblerini hayra tebdîl ve âlet-i hayr ede." (buyurmuşlardır).

Mektûbât-ı aliyyeleri meyânında tesâdüf ettiğim şu mektûb bir muvâsalet-nâmedir ki, bu seyâhati müeyyiddir :

"Mısır'da seccâde-nişîn-i feyz ü irşâd kerâmetlü Çelebi Efendi hazretlerine :

Hz. Pîr-i hakîkat-tenvîrin dergâh-ı arş-nişânlarına rûy-i aczi nihâde ve feyz-i akdeslerin istifâde birle, ahvâl-i bende-i efkendegî oldur ki, ibtilâ-yı kibâr-ı selef, tarîkat-ı aliyye dâîlerine dahi, ber-muktezâ-yı nisbet-i ma'nevî nefy ü isbât muâmelesi zuhûra gelip, geh nefy ile cezîre-bend ve geh nisbet-i sûrî kaydıyla vatan tarafına mihnet-i hecre peyvend olmağın, bir mikdâr dağdağa-i kesret yüz gösterip, birkaç gün perîşânlık elvermiş idi. Li'llâhi'l-hamd, yümn-i himmet-i pîrânla, taraf-ı şehriyârîden da'vet olunup, dargâh-ı âşıka avdet olunmuştur. Merâhim-i kudsiyânelerinden mercûdur ki, nefes-i rûh-bahşâlarıyla tekrâr ihyâ buyurup, çerâğ-ı kadîmlerine şu'le-bahş-ı rûhâniyyet olmaları niyâz olunur.

            Nâkıl-ı niyâz-nâme-i bendegî, Mîr Ebû Bekr-i Buhârî, tarîkat-ı Hz. Nakşıbendiyye muhlislerinden olup, ârzû-yı rû-mâl-i beyt-i atîk ile taraf-ı şeref-bahşâya rû-be-râh olmağın nazar-ı iksîr-i hakîkat-resânlarına feyz-mend buyurmaları mercûdur. Bâkî hem-vâre be-dergâh-ı pîrân niyâz-ı bendegân-ı hâsıl bâd."

İstanbul'da bulundukları sırada sadrazam Koca Râgıp Paşa'ya sûret-i müsâferetlerini, Edirne'de kayınpederleri Şeyh Seyyid Osmân Efendi'ye yazdıkları mektûbda şöyle nakil buyuruyorlar :

"Saâdet-mendim, cânımdan azîzim! Cenâb-ı Allâh, ru'yet-i cemâliyle ve vuslât-ı dâimede dâim eyleye. Âmîn.

Muktezâ-yı (كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِي شَأْنٍ)[8] Yarınki günün kaydını men' etmekle ibn-i vakt olmak tarîk-ı ehlu'llâha vâcib olmuştur. Binâ-berîn elyevm âfiyet-nişîn olup ertenin fikrinde değiliz. Sadr-ı devlette olanlarla görüşmeden ihtirâz ederdik. Mübtelâ olduk, da'vet ederler, varmasak olmaz, varsak inkıbâz-ı derûn mukarrer. Bu vechle Zât-ı mutlak sıfât kaydıyla mücâhede çektiriyor. Zâhiren her bir mertebede bir terbiyesi var.”

/139/ Şeyh Sâdık Efendi

Hz. Sezâî'nin tarîkat-ı aliyye-i Uşşâkiyye'den Şeyh Muhammed Sâdık Efendi hakkında manzûme-i târîhiyye inşâd etmesi, ona mülâkî olup olmadığı mes'elesini ortaya çıkarmıştır. Bu bâbda arz-ı îzâhât edeyim :

Sâdık Efendi, Edirneli Şâir Bâdî Efendi'nin, Ravza-i Edirne nâm eserinde muharrer olduğu üzere Edirnelidir. Şeyhi Kuloğlu Mustafa Efendi, onun şeyhi Gelibolulu âlim Sinân Efendi, onun şeyhi Ömer Karîbî, onun şeyhi Memi Cân, onun şeyhi Cenâb-ı Pîr Hüsâmeddîn-i Uşşâkî (kuddise sırruhu'l-bâkî)'dir.

Bu zât-ı muhterem (Şeyh Sâdık Efendi) 1094/(1683) ve Hz. Sezâî'nin nazarındaki işârete göre 1101/(1690) târîhinde gülşen-i lâhûta sefer etmiştir. Edirne'de Zindân altında, Tatar Han kurbünde Dârü'l-hadîs'e giden câdde üzerinde defîn-i hâk-i gufrândır.

Hz. Sezâî'nin manzûme-i târîhiyyesi :

Kutb-ı âlem şeyh Uşşâkî o hem-nâm-ı habîb

Vâsıl olmuşdur hakîkat ilminin esrârına

Zulmet-i unsurdan evvel yirmibir yıl kurtulup

Mazhar olmuşdu o zât-ı pâk Hak envârına

Râh-ı aşka halkı irşâd eyledi bâ-emr-i Hak

Devrini tekmîl idüp gitdi bakâ gül-zârına

Feyz-i istimdâd ile didim Sezâî târihin

“Hû” diyüp Sâdık Efendi gitdi vahdet dârına

(هو ديوب صادق افندى كتدى وحدت دارينه) = 1122

İrtihâllerine 1094 senesi esâs addolunursa Hz. Sezâî'nin müşârünileyh ile mülâkâtı mümkin değildir. Eğer 1122 târîhinden, ikinci beyitte gösterildiği üzere 21 tenzîl olunursa 1101 kalır ki, Hz. Sezâî onsekiz yaşında Edirne'yi teşrîf buyurmalarına nazaran üç sene kadar şeref-i sohbetlerinden müstefîd oldukları istidlâl olunur. 1122'de irtihâlleri gayr-i vâki'dir.

Cenâb-ı Şeyh Sezâî-i Gülşenî-i feyz

Bu abd-i kem-teri Vassâf'ı müstenîr eyler

Kemâl-i ka'bı kerâmâtı ebher ü azhar

Dü-çeşm-i şevkımı hak-bîn idüp karîr eyler

Dil-i hazînimi pervâne-i muhabbet idüp

Civâr-ı şu'le-i irfânda müstedîr eyler

(Sezâî-i Gülşenî'nin) Âsâr-ı Aliyyeleri :

1. Müretteb Dîvân-ı şerîfleri.

2. Hz. Mısrî'nin "Ben halk içre âyîneyim her kes bakar bir ân görür." gazeline şerhleri.

3. Mektûbât-ı aliyyeleri. Mektûbât-ı aliyyeleri de matbû'dur ve cidden pek mühimdir; teberrüken bir kaçı nakl olundu.

/140/ Mektûbâtının birinde, "Benim Edirne ve havâlîsinde beşyüzbin adam sâhib-i nisbet dervîşim vardır." buyuruyorlar ki, şöhret-i aliyyelerinin ne mertebe tevessu' ettiğine delîldir.

Mahdûmları Sâdık Efendi hazretlerine yazdıkları mektûbdur :

"Benim basar-ı basîretim oğlum! Seni her hâlde Allah ve erenlere emânet ettim. Hak teâlâ encâmını hayr eyleye. Vaktini ganîmet bilip nefsini bilmeğe çalışasın. Zîrâ bedeninde feyz ü ihsân olunan kuvâ emânettir. Fırsat elde iken tahsîl-i kemâle vaktini sarf edesin. Dâimâ nefsine muhâlefet üzere olasın. Halkın cevrini mücâhede-i nefs addedip, tahammül ile rûhun kuvvet bulur. Bâtının dahi mazhar-ı terakkî olur. Dünyânın vakti üç-beş gündür, aldanıp fırsatı fevt etme, mücâhededen hâlî olma ki, mücâhede bahr-ı müşâhededir. Tenbel ve battâl adamlara uymayasın. Mülhidlerle görüşmeyesin. Ehl-i sünnet ü şerîat u tarîkattan muhkem olanlarıyla yâr u karındaş ol.

Bu tarafa gelmek murâd olunursa, âhiret kardeşim Şeyh Ali Efendi ile görüşüp, ba'dehû tarafımıza gelesin. Müsellemî Seyyid Osmân ile, sadr-ı devlet oğluma görderdim. Hak teâlâ hayr ihsân ede. Benim oğlum! Bir şey ile bağlanmayasın. Babana uymağa sa'y edesin. Zîrâ dünyâya bağlananlar sonra peşîmân olmuşlardır.

Büyük hemşîrenizin Ebu'l-Vefâ Muhammed nâm-ı latîfinde bir oğlu olmuştur. Allâh teâlâ sizi de, onu da muammer eylesin. Âmîn. el-Bâkî hüve'l-Kerîm."

                                               *   *   *

Ahıbbâsından bir zâta gönderdiği mektûbtur :

"Benim rûh-perver ve hakîkat-eser oğlum! Hûş-der-dem ile mukayyed olarak dâimâ müteyekkız bulunup, aklını nefesine rabt edesin. Tâ ki, cemî' evkâtın zikr-i dâim ile geçe. Zîrâ cümle zî-rûh bi'z-zarûr zikr-i Hak'tadır; ammâ zikrlerinden âgâh değillerdir. Ma'rifet-i zikr insâna mahsûstur. Her zî-rûh nefes alıp verdiği 'hâ'dır ki, onunla hayât bulurlar. Ammâ, (وَلَـكِن لاَّ تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ)[9] buyrulmuş. Nefesinden gâfil olanlar da sâir hayvânât gibi addolunur. Nefesi, Rahmâniyyeye mazhar olanlara gaflet-i (ثُمَّ رَدَدْنَاهُ أَسْفَلَ سَافِلِينَ)[10] müstesnâ olur. Basîret üzere olup, bir nefes Hak'dan gâfil olmayarak. tarafımıza rabt-ı küllî ile evkât-güzâr olmağı sa'y-i cidd edesin. Rızâ-yı peder ü mâder ile /141/ mukayyed olasın ki, onların rızâsı bizim rızâmızdır.

            Peder-i vâlâ-güher hazretlerine gül-deste-i duâmın teblîği mercûdur. Dâimâ hıfz-ı Hudâ'da olup, sâye-i devletleri üzerinizden eksik olmaya. el-Bâkî hüve'llâh."

                                      

İbrâhîm Efendi nâm zâta yazdıkları mektûb :

"Hz. Allâh, nûr-ı feyz-i tecellî-i Cemâl-i Lâ-yezâlî'den karîrü'l-ayn edip, ke-mâ-hî eşyâda Vech-i mutlakı müşâhede ile ulu'l-ebsârdan eyleye. Âmîn.

Benim sadâkat-kârım, cânımdan eazzım! Size iştiyâkım ol mertebededir ki, güncâyiş-pezîr-i havsala-i hurûf değil. Eğerçi nev-be-nev tecellî-i irâdî zuhûruyla, Cenâb-ı Allâh nevâziş-hâtır etmede. Ammâ, "Eski hammâm, eski tas. " derler; fakîr, eskiceyim. Hak teâlâ hayr ile bir vakt-i meymenet-âsârda mülâkât müyesser eyleye.

Cânım İbrâhîm Efendi! Dâimâ derûnunu inbisât üzere tut. Sıfat-i celâli, cemâle tebdîl eyle. Cümle ile hüsn-i zindegânî eylemeni isterim. Dünyâ ahvâl-i tecellîdir. Ânen-fe-ânen tebeddül ü tegayyürdedir; ricâline dil-beste olmak olmaz. Hâl ise geçmektedir; geçen şey'e nice dil-beste olunur. Her hâlde râzî olup, sâhib-i tecellîye gönül bağlayıp, zevk-ı dâime vâsıl olasınız.

Tekkede olanların cümlesi aşk u muhabbet ve arz-ı hulûs ederler. Müsellem dervîş Ahmed, arz-ı hulûs eder. Bir necl-i mükerremi dünyâya gelmiştir. Hüsn-i nazarınızı ricâ eder. el-Bakî hüve'llâh."

                                         

Bunu da Senâî Efendi hazretlerine yazmışlardır :

"Peygamberimiz (salla'llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur : (أنا وأتقياء أمتى براء عن التكلف)[11]

تكلف بر كرفتم از ميانه

دعا كفتم فاما عاسقانه[12]

Hem-râh-ı bâb-ı rızâda sâbit kadem olmağla, mahviyyetle, abd-i mahz olmağla zümre-i ahrâra dâhil ve cennet-i irfâna vâsıl olup, zevk-ı dâime nâil olasınız.

Cânımdan eazzım! Me'mûr olduğunuz vedîa-i kübrâya istikâmetle adâlet-i fıtrîyile amel-i ibâdet-i nefsîden hezâr-ı ber-terdir. Her rûz ki, hıdmet-i ibâda şürû' buyruldukta, vücûd-ı zıllînizi nefes edip, sâhib-i şer'i isbât ile azîmet lâzımdır. Hattâ hatânız dahi sevâba mübeddel ola. Cemî'-i evkâta, ibâdet-i mahz ile mürûr ede. Zîrâ hulûs-ı derûnunuz meşhûdumuzdur. Cenâb-ı Allâh, muhlisler gürûhundan ayırmayıp, onlarla haşr eyleye. Ve’l-Hatmu ve's-salât."

                                                -    -   -

/142/ Hz. Sezâî, gülşen-i irfânın bülbülü bir zât-ı âlî-sıfât idi. Âsâr u eş'ârını okuyup da bûy-ı irfândan neş'e-yâb olmayan insân tasavvur olunamaz.

Şuarâdan Nâilî-i Kadîm, Edirne'de Gülşenî âlemine alâkasını şu beyitleriyle söylüyor :

                        Dergâh-ı Gülşenî'ye olanlar nihâde-rû

                        Gül gibi bir kadehle olurlar güşâde-rû

                        Olmuş gül ü benefşesi gûyâ o gül-şenin

                        Pîrân kad-i hamîde civânân sâde-rû

                        Hem-reng-i vahdet olmuş o gül-zâr-ı feyzden

                        Berg-i hazân resîde gül-i tâb  râde-rû

                        Bây u gedâsın Edrine'nin eylemiş tamâm

                        Dâmân-ı pîr ü dest-i irâdet fütâde-rû

                        Cûyâ-yı himmetiz tutalım biz de Nâilî

                        İrşâd ümîdi ile tarîk-ı reşâde rû

                                       

           

(Sezâî-i Gülşenî'nin) Eş'ârı :

                        Vücûdum mülkünün sultânı sensin

                        Muhakkak cânımın cânânı sensin

                        Vücûdum eyledim isbât her ân

                        Ki bildim aslımın burhânı sensin

                        Tecellî nev-be-nev etmekde sensin

                        Ayân gördüm zuhûrun şânı sensin

                        Ne derd kaldı ne dermân bu arada

                        Kamunun derdi sen dermânı sensin

                        Sezâî varını mahv itdi şimdi

                        Hemîn mevcûd olan ihsânı sensin

                                           *   *   *

                        Muhammed ma'den-i sıdk u safâdır

                        Muhammed menba'-ı cûd u atâdır

                        Muhammed bâis-i îcâd-ı âlem

                        Muhammed mûcid-i her-dû-serâdır

                        Muhammed’dir vücûd-ı Hakk'a mir'ât

                        Muhammed bak ki nice Hak-nümâdır

                        Muhammed’den zuhûra gel cüz' ü kül

                        Muhammed cümleye çün mübtedâdır

                        Muhammed âline ashâbınâ hem

                        Salât eyle Sezâî hak edâdır

                                         *   *   *

                        Derûnum âteş-i aşkınla yandır Yâ Rasûla'llâh

                        Dil-i teşnem mey-i vasınla kandır Yâ Rasûla'llâh

                        Firâkım âteşi bağrım yakup eşkim revân itdi

                        Dü-çeşm-i intizârım dolu kandır Yâ Rasûla'llâh

                        İçenler câm-ı aşkın bâb-ı Hızr'a iltifât itmez

                        Senin aşkın hayât-ı câvidândır Yâ Rasûla'llâh

                        Sen ol şems-i hakîkatsın ki âlem cümle zerrâtın

                        Vücûdun bâis-i kevn ü mekândır Yâ Rasûla'llâh

                        Sezâî derd-mendin bâb-ı lutfun ilticâ eyler

                        Bilür kim dergehin dârü'l-emândır Yâ Rasûla'llâh

                                                  * * *

/143/               Hazret-i Hakk'ın habîbi sevgili bir dânesi

                        Oldığüçün oldu âlem hüsnünün dîvânesi

                        Zât-ı pâkindir sebeb bu âlemin îcâdına

                        Olmasa teşrîfin olmazdı cihân kâşânesi

                        Yâ Rasûla'llâh visâlin bezmine şâyeste kıl

                        Tâ gönül olsun şarâb-ı aşkının mestânesi

                        Âşıkın ancak murâdı hazretinden kim ola

                        Âşinâ-yı bezm-i hâssın âlemin bîgânesi

                        Kenz-i aşkın mahzeni olmuş Sezâî gâlibâ

                        Hiç imâret istemez bu gönlümün vîrânesi

                                              *   *   *

                        Dil-hânesine tâb virir nâr-ı muhabbet

                        Pür-âteş olur gonca-i gül-zâr-ı muhabbet

                        Ketm eylemesi vâcib imiş hubb-i fuâdı

                        Cân terkin urur eyleyen ızhâr-ı muhabbet

                        Dâd u sitedi nakd-i dil ü cân olur ancak

                        Cân virmek imiş sûdî-i pâzâr-ı muhabbet

                        Âb u gili hûn-ı dil ile oldu sirişte

                        Her hışti ser-i âşık imiş dâr-ı muhabbet

                        Hûn-ı dili bâde ciğeri nakli-i bezmi

                        Hep böyle olur meşreb-i mey-hâr-ı muhabbet

                        Mansûr ideriz biz nigehi dâr-ı alâdan

                        Bî-bâk Sezâî yine ser-dâr-ı muhabbet

                                              *    *    *

                        Gel dikensiz gül dilersen gülşen-i irfândadır

                        Bûy-ı cânânı taleb kıl gül-sitân-ı cândadır

                        Mürşide dil vir dilersen kenz-i aşkı bulmağa

                        'Küntü kenz' esrârı zîrâ kümmel-i insândadır

                        Akl ile vasfını idrâk eylemek emr-i muhâl

                        Kim tecellîsi beyân-ı küll-i yevmin şândadır

                        Yâr ile birlik dilersen sen seni sür aradan

                        Sırr-ı vahdet zevkı çünki 'men aleyhâ fân'dadır[13]

                        Ma'ni-i ilm-i ledünnîden haber-dâr olmağa

                        Bu vücûdun âyetin oku Sezâî andadır

                                                 *    *    *

                        Sarây-ı 'lî-maa'llâh'ı gönüldür

                        Tecellî-hâne va'llâhi günüldür

                        Ne istersen yürü var andan iste

                        Muhakkak sırrın âgâhı gönüldür

                        Yürü gezme beyâbânda zâr u giryân*

                        Hudâ'nın ulu dergâhı gönüldür

                        Ziyâ-güster olur kevn-i vücûda

                        Semâ-yı sadrının mâhı gönüldür

                        Raiyyetdir kamu a'zâ Sezâî

                        Vücûd iklîminin şâhı gönüldür

                       

            /144/ Münâcât :

آيينهء جان نما روى درخشان تو

قبله كه اينما ابروى بي شان تو

حق نبى ذات تو بر همه خلق جهان

كشته مرا اين عيان ذات تو برهان تو

علت غائيه شد ذات تو بر كائنات

جوهر هر جزؤ وكل كرده شد از كان تو

اول آخر تويى باطن وظاهر تويى

بهر تو شد آشكار اين همه اعيان تو

شان تو ظاهر زخود بر همه عالم جلى

بهر تماشاى ما كردهء پنهان تو

عشق تو بر جان ما چون كه بشه رونما

هر كه كجا نبكرم ديدم از وآن تو

كرچه که ذات شما هيچ ندانت كس

بهر زواجب عيان كردهء امكان تو

دست زكسب جهان بندهء تو ميكشد

زآنكه بروى زمين سرتسر از خوان تو

لذت جرمى چشد زآنكه ايا ذوا الكرم

تاكه سزايى شود مظهر عفران تو[14]

Türbe-i şerîfelerini ziyâret emeliyle 1324/(1906) senesinde Edirne'ye azîmet etmiş idim. Hîn-i ziyârette tahassul eden neş'e-i fakîrânem pek yüksektir. Türbede müstakillen medfûndur. Tâc-ı şerîflerinin üzerine alâmet-i kutbiyyet olmak üzere siyâh destâr sarılmıştır. Rûhâniyyet-i azîme içinde ziyâret-gâh-ı ins ü cândır.

Türbesinin kapısının üstünde yukarda nakl eylediğim hikâyeye müsteniden şu na't-ı şerîf taşa mahkûktur :

                        Eyâ şâh-ı rusül rahm it Sezâî derd-mendindir

                        Kapun bekler kadîmî hıdmetinde pîr-perverdir

                                                      *    *    *

                        Sezâî derd-mendin bâb-ı lutfun ilticâ eyler

                        Bilir kim dergehin dâru'l-emândır Yâ Rasûla'llâh

            Âsitâne-i aliyyeleri kapısında ise,

                        "Menba'-ı feyz ü hidâyetdir makâm-ı Gülşenî

                         Cây-ı emn-âbâd imiş dâru's-selâm-ı Gülşenî

                         Sûret erbâbı Sezâî anlamaz nutk ise de

                         Ma'nevî ilhâm imiş çünki kelâm-ı Gülşenî "

manzûmesi müsâdif-i nazar olur. Semâ'-hânesi geniştir ve minber vardır. Gâyet ferahdır. Hz. Pîr efendimizin halvet-hâneleri minberin yanındadır. Mübârek ayaklarının bastığı tahtalar, el'ân muhâfaza olunmuştur. Öptüm, yüzüme gözüme sürdüm.

Hz. Pîr'in irtihâlinden yüz küsûr sene sonra kabirlerini su basmış; rü'yâda dergâhın hatîbine mükerreren i'lâm buyurmuşlar. Bunun üzerine, ta'zîm ile /145/ ve hükûmetin inzimâm-ı ma'lûmâtıyla meşâyıh-ı hâzıra ve erkân-ı hükûmet ve cemm-i gafîr huzûrunda, zikr-i şerîf ile kabirleri açılmış; cesed-i mübârekleri ter ü tâze görülerek, hatîb-i mûmâileyh ma'rifetiyle çıkarılıp, tevhîd-hânenin mihrâbının sol tarafındaki birinci hücreye konulmuş. Kabirdeki su mahzûru izâle ve ta'mîrât icrâ ve etrâfı ba'de't-terhîn ve demir ıskara (ızgara) i'mâl olunduktan sonra tekrâr defn dolunmuş olduğunu ve bu müddet zarfında cesed-i latîflerinden tereşşuh eden râyiha-i latîfenin tevhîd-hâneyi doldurduğunu esnây-ı ziyârette, bu abd-i ahkara delâlet buyuran ve Hz. Sezâî'nin sülâlesinden bulunan merhûm Şeyh Tal'at Efendi nakl ü beyân eylemişti. Şeyh Tal'at Efendi, bu vak'ayı aynen müşâhede eden Demirci Topuzoğlu'ndan nakl ile söylemişti.

Edirne'ye daha sonraları birkaç def'a ziyârete gittim. Son def'aki ziyâratim, 1341/(1925) senesine müsâdifdir. Cenâb-ı Pîr'in türbe-i muattaralarına rû-mâl oldum. Hâl-i hâzırda hânkâhın seccâde-nişîni bulunan efendide neş'e-i tarîkattan ziyâde neş'e-i dünyâ gâlib geldiğinden, türbe-i şerîfeyi örümcekler, tozlar istîlâ etmiş. Hattâ meczûbun biri türbeye girip, Hz. Sezâî'nin sandûkası üstündeki çukanın yarısını kesmiş, çalmış ve satmış olduğundan, sandûkayı o hâlde görüp, çok müteessir oldum. Mehmâ-emken tathîrâtına fi'len çalıştım.

Daha garîbi şu ki, cildleri bozulmuş, sahîfeleri eskimiş masâhif-i şerîfeyi gûyâ hıfz edecek başka bir yer kalmamış gibi, sandûkalarının üstüne, bir sahhâf dükkânının manzarasını arz eder vaz'iyyette istif edilmiş gördüm. Kemâl-i cesâretle onları topladım, türbede pencere üstündeki boşluklara kaldırdım.

Evkâf-ı mahalliyyenin azîm indirâsa uğraması, hânkâh hizmetinde bulunanların derd-i maîşete düşmesi, buraya hakkıyla hizmet ve i'mâra gayret hissini söndürmüştür. Ricâl-i vilâyet ve ağniyâ-yı memlekette ise neş'e-i ma'nâ sönmüş olduğundan, bu gibi makâmât-ı mukaddese dahi bakımsızlığa mahkûmdur.

Hz. Sezâî, âteşîn nutuklarıyla, hakâyıka müteallik ilâhîleriyle umûm ehl-i tarîkatın ma'lûmu, mergûbu olduğundan, türbe-i latîfelerinin her hâlde ta'mîr ve tezyîni için bir sâhib-i hamiyyetin ortaya çıkıp, bu saâdete ermesi eltâf-ı ilâhiyyeden ümîd olunur.

Maa't-teessüf bir hakîkatten daha bahs edeceğim. O da, vaktiyle her zamânda müteaddid ricâlu'llâh yetiştiren tarîk-ı feyz-i refîk-ı Gülşenî dahi, bugün mahrûm-ı ricâldir. Âtîde terceme-i hâl-i ârifâneleriyle tezyîn-i sahîfe edeceğim merhûm Şeyh Şuayb Şerefeddîn Efendi hazretlerinden sonra büsbütün denilecek derecede sönmüştür.

/146/               Bir hüsn-i cihân-firîbe düşdüm

                                    Bir hastası çok tabîbe düşdüm  

buyuran Hz. Sezâî efendimiz zamânında hasta-i hicrân-ı aşk-ı marzâ-yı ma'nâ çok imiş. Şimdi ise, ne o hüsn-i cihân-firîbi görecek göz, ne de tabîb-i aşkı bulmağa kâbiliyyet sâhibi bir öz kaldı. Erbâb-ı aşk u muhabbetin yüreğini dâğ-dâr edecek bir hâldir. Erbâb-ı velâyet eksik değildir. Ancak halkın isti'dâdı muntafî oldu. Bu seseble,

                        "Hakkıyâ mahrem bulunmaz râz-ı aşka bu zamân

                         Halk-ı âlemden anın çün ihtifâ ister gönül "

neşîdesiyle terennüm-sâz olarak gûşe-nişîn-i hafâ oldular. Yâ Rabbe'r-Rahîm! Sen Azîmü'ş-şân bizlere lutfunla muâmele buyur.

           

                        Bâğ-ı dili bî-berg ü giyâh eyleme Yâ Rab

                        Hırmen-geh-i maksûdu tebâh eyleme Yâ Rab

                        Nakd-i emelim virme yeter bâd-ı hevâya

                        Sermâye-i ümmîdimi âh eyleme Yâ Rab

                        Dîvânçe-i a'mâl-i tefe'ül ola ferdâ

                        Ol günde beni nâme-siyâh eyleme Yâ Rab

                        Ben mu'terifim eylediğim cürm ü günâha

                        Şermende-i şermî-i günâh eyleme Yâ Rab

                        Ma'mûr ider mülk-i dili ceyş-i hayâlin

                        Ol milketi bî-hayl ü sipâh eyleme Yâ Rab

                        Ahvâlimize ayn-ı inâyetle nazar kıl

                        Tündî vü gazab ile nigâh eyleme Yâ Rab

                        Dervîş Rızâ sâye-nişîn-i keremindir

                        Ser-şârını bî-tarf-ı külâh eyleme Yâ Rab

           

            Mevlidî Süleymân Çelebi (kuddise sırruhu'l-âlî) hazretleri manzûme-i latîfesinde :

                        "Sana lâyık kullar ile hem-dem it

                         Ehl-i derdin sohbetine mahrem it "

buyuruyor ki, bir veliyy-i kâmil ü mükemmile hem-dem ve onun sohbetine kâbiliyyet sâhibi, mahrem olmak için temennî-i mahzdır. Tafsîli cildler dolduracak hakâyık-ı ma'nâyı şâmil bir beyyine-i münîfedir.

Himmeti şâmil, derd-i mürîdâna devâyı kâfil olan Hz. Pîr İbrâhîm-i Gülşenî ve pîr-i sânî Cenâb-ı Sezâî hazerâtından ümmîd-i şefâat besleriz. Onlarda buhl yoktur. Cümlesi neş'e-i kâmile-i Muhammediyye'dedir. Biz abd-i kem-terlerini de her-hâlde mahrûm-ı kerem ü şefkat buyurmazlar.

                        Nâ-ümîd-i vuslat olma ber-murâd eyler seni

                        Vâkıf-ı her-hâl olan Allâh kâfîdir gönül         

/147/ Evrâd-ı Gülşeniyye :

Vird-i Settâr'dır. Her gün sabâh namâzının edâsını müteâkib kırâat olunur.Vird-i Settâr'ı müteâkib sûre-i Yâsîn, kısmen sûre-i Ve's-sâffât, sûre-i Vâkıa ve sûre-i Haşr'ın nihâyeti ve sâir âyât-ı mürettebe-i Kur'âniyye, hatm-i şerîf kırâat olunur. Ba'dehû salât-ı meşîşiyye ve "seyfü'd-duâ" denilen ed'ıyye-i me'sûre okunur.

Vird-i zuhr, sûre-i Mülk'dür, esâsen umûm şuabât-ı tarîkat-ı Halvetiyye'de okunur. Zikr-i şerîfden mukaddem kırâat cümle-i usûldendir.

Vird-i asr, sûre-i Nebe'dir.

Gülşenîler, müctemian sûre-i Mülk okurlar, kelime-i tevhîd çekerler, ism-i Celâl okurlar, hızb-i zikr yaparlar.

            Etvâr-ı Seb'a :

            Nefs-i emmâre, nefs-i levvâme, nefs-i mülhime, nefs-i mutmeinne, nefs-i râziye, nefs-i merzıyye, nefs-i sâfiye üzerine mürettebdir.

            Birinci tavrın zikri, 'kelime-i tevhîd"dir.

            İkinci tavrın zikri, "Yâ Fettâh, Yâ Vedûd, Yâ Allâh",

            Üçüncü tavrın zikri, "Yâ Hû",

            Dördüncü tavrın zikri, "Yâ Kâdir Hak",

            Beşinci tavrın zikri, "Hayy",

            Altıncı tavrın zikri, "Kayyûm",

            Yedinci tavrın zikri, "Kahhâr" esâmî-i mübârekesidir.

İkmâl-i sülûk eden bir mürîd, her gün şu sûretle zikr-i dâimde bulunur :

                     Cumartesi     Pazar     Pazartesi     Salı     Çarşamba    Perşembe     Cuma

Kelime-i tevhîd :  1000            1000         1000              1000          1000              1000           1000

İsm-i Celâl         :     --          2000          2000              2000          2000              2000           2000

İsm-i Hû            :      --             --          3000              3000          3000             3000           3000

 

İsm-i Hak          :      --            --             --              4000         4000              4000           4000

İsm-i Hayy         :     --            --            --               --                5000          5000           5000

İsm-i Kayyûm    :     --           --            --               --              --                6000           6000

İsm-i Kahhâr    :       --           --            --              --             --                --               7000

Bi-hakkın ehl-i tarîk olanların ne mertebe meşgûl-i zikru'llâh olduğunu bilirse insân, öyle bir yolun ehli olmak için nasıl çalışmak lâzım geleceğini idrâk etmiş olur.

/148/ Etvâr-ı seb'ayı nazmen ta'rîf ve esrârını teşrîh etmek üzere Hz. Sezâî'nin mutavvel bir kasîdesi vardır ki, buna "Şumû'-ı lâmi'" nâmı verilmiştir. Dâmâd-ı mükerremleri Ahmed Müsellem Efendi hazretleri gâyet ârifâne şerh etmiştir. İsmi Şerh-i Kasîde-i Şümû'-ı Lâmi' fî-Beyân-ı Etvâr-ı Sâbi'dir. 1310/(1892) senesinde tab' olunmuştur. Tafsîle vukûf hâsıl etmek isteyenler onu mütâlaa eylemelidir.

Hulâsatü'l-hulâsasını Cenâb-ı Pîr şöyle beyân buyururlar :

"Kelime-i 'Lâ-ilâhe İlla'llâh' nûru, mâî renktir. Bu makâmda olan sâlik dâimâ nefs-i emmâre sıfatlarıyla cenkde olur. Ne vakit ki, tevhîdi kuvâ-yı nefse gâlib görür, nûru eşyâda zuhûr eder. Safvet buldukca nûr-ı eşyâdan ayrılır, sâf zuhûr eder. Bu menzilde ekser sâlik, rü'yâsında ma'deniyyât ve nebâtâta müteallık şeyler ve hayvânâtın envâı ve nâkıs insânlar ve çarşular ve zâbitân ve asâkir görür.

Ve sâlike ikinci ism-i şerîf, rü'yâsında, yâ müşâhedesinde yazılmış görünür. Altun renkte, yâhûd sarı hat ile, yâhûd kendi tevhîd sürerken mukâbilinde, "Allâh" ism-i şerîfi sürmeğe başlarlar. Bu menzilde Cennet ve Cehennem sıfatları fark olur. Bundan sonra tâlibe ism-i Celâl kulâğına ta'lîm olunur. Ol sâlik ikinci isme isti'dâd kesb etmiştir ki, "Yâ Fettâh, Yâ Vedûd, Yâ Allâh"dır.

Nefs-i Levvâme : Bu menzilde sâlik ekseriyâ, Hûr u gılmân, melâike ve âsumân u nücûm-ı rahşân ve kanâdîl-i fürûzân ve çerâğân-ı debistân ve lücce vü ummân ve âb-ı revân ve kitâb ve mihr ve kuyumcu ve bunlara muâdil suver-i bî-pâyân müşâhede eder, rikkat-i kalb hâsıl olur. Nûru sarıdır. Tâlib, mürşidine mürâcaat etmelidir.

Üçüncü ism-i şerîf ki, "Yâ Hû"dur. Menziline, "mülhime" derler. Bu menzilin nûru kırmızıdır. Makâmı tecrîddir. Bu menzilde nefs fenâ bulur. Bunda râhibler, kâfirler zuhûr eder. Kiliseler, deyrler, mey-hâneler, hûb-rûlar, mestâneler, çalgılar görünür. Bunda rü'yâda kâfir görse, nefs, fenâ fi'llâh sıfatıyla muttasıf olur. Bunda gayri inkâr-ı mecâzînin hükmü kalmaz. Bunda sâlike ism ü resm-i nûr zuhûr ettikten sonra dördüncünün âsârı zuhûra başlar.

Eşyâyı câmiiyyet haysiyyetiyle kendüye âid ve râci', belki sâcid müşâhede eyler ve kendüye tâc, hırka ihsân olunur, /149/ görür. İsm-i şerîfi, "Yâ Kâdir Hak"dır. Nûru beyâzdır. Makâmına, "mutmeinne" derler. Aşk menzilidir. "makâm-ı mansûr" da derler. Bunda Hak teâlâ, sıfat tecellîsiyle zuhûr eder. Ammâ rûh tecellîsi de, Hak sıfatıyla zuhûr etmek ihtimâli ve alâmâtı vardır. Hak tecellîsi olursa sâlik cümleden fenâ ve acz ve tezellül ve iftikâr üzere olup, cümleye kemâl üzere nazar eder ve cemî' zuhûrâtı kemâl üzere görür. Eğer müşâhede-i Hak eylediği rûh tecellîsi ise, kendüde enâniyyet ve varlık zuhûr eder ve kemâli kendüye tahsîs eyler. Ziyâde imtihân yeridir. Gaflet olunmaya ve bu makâmda sâliki yokluk cânibine tergîb eylemek gerektir. Buraya dek Esmâu'llâh "" ile ta'lîm olunur. Bundan öte "Yâ"sız ta'lîm olunur.

Beşinci menzil, "Râziye'"dir. ism-i şerîfi "Hayy"dır. Nûru yeşildir. Rü'yâda Hz. Ali (kerreme'llâhu vecheh) efendimizi, yâhûd sadâ-yı dil-firîblerini işitir veyâ kendi mürşidini veyâ pîrân-ı hakîkat efendilerimizden birini kemâl-i nûrâniyyet ile münevver, yeşil elbiseli, gâyet güzel görür. Bunda, rûhda fenâ bulur. Bu menzile, "taayyün-i evvel" derler. Makâm-ı ayândır. "Âlem-i ervâh-ı hakîkî" ve "âlem-i kudsî" dahi derler.

Altıncı menzil ki, buna, "âlem-i amâ" dahi derler. Makâm-ı merzıyye'dir. İsm-i şerîfi, "Kayyûm"dur. Nûr-ı basît zuhûr eder ki, siyâh renktir. Bunun vâkıâtı beşinci gibidir. Münevver kubbeler, semâ üzere yazılmış Âyete'l-Kürsî ve kendüyü tilâvet eder görmek ve kendüyü Kürsî üzere suûd eyler müşâhede etmek.

Bundan sonra kar, yağmur ve havâ gibi latîf ve bî-renk şeyler zuhûr eder ki, yedinci makâm-ı sâfiye'dir. İsm-i şerîfi "Kahhâr"dır. Bunda cümle taayyünât mahv ü fânî olup, vücûd-ı sâlik ve nefs ve rûh ilmi, bi'l-külliyye zât-ı Hak'da helâk olup, Hak'dan gayri kalmaz. Bu makâmda vücûd-ı sâlikte, zât-ı Hak tecellî edip, (لِّمَنِ الْمُلْكُ الْيَوْمَ)[15] nidâ eder. Çünki cümle vücûd-ı sâlik fânîdir. Yine Hak Teâlâ, kendi cevâb verir : (لِلَّهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ)[16] der ve câm-ı tecellî-i zâtından bi-zâtihî sâlike sunup, sâlik nûş ettikte zât-ı Hak'la bâkî olup, bu menzile, "nefs-i sâfiye" ıtlâk olunur.

Bunda, nûrda renk olmaz. Cümle nûrlar bu nûrdan zuhûr eder. Meselâ su bî-renktir. Yeşil kaba korsan, yeşil görünür. Beyâz kaba korsan beyâz görünür. Her nasıl renkle kaba korsan o rengi alır. Suyun kendi zâtında reng-i mahsûsu yoktur.

/150/ Bundan sonra sâlik, Hak'tan halka reddolunur ki, buna "merd-i makbûl" derler. Mâdâmki, âfâka reddolmaya, "ehl-i istiğrâk" derler. Mürşid olamaz. Lâkin bu da menzil-i taayyünâtı kat' etmiş olur. Bundan öte hakîkat âlemidir. Pîrinde, ya'nî şeyhinde ne kadar mahv olursa, o kadar kuvvet hâsıl edip, irşâdda kemâl bulur.  (وَاللَّهُ يَقُولُ الْحَقَّ وَهُوَ يَهْدِي السَّبِيلَ)[17]

Erkân-ı tarîkat budur kim, tekmîl-i etvâr eden halîfe dâimâ vücûd mevhûmunu nefy ve kendüyü şeyhiyle isbât edip, pîrler muhabbetiyle tarîka müncezib olan muhibbi tarîk-ı şeyhine da'vet edip, şeyhinden gördüğü minvâl üzere bey'at verip ve ta'lîm-i zikr edip, ta'bîre geldiklerinde şeyhinde mahv olup, ba'dahû ta'bîre başlamalıdır. Her tâlibin hakkını ketm eylememelidir. Her kemâli kendi nefsinden bilmemelidir. Ancak arada kendüyü bir âlet bilmelidir. Âdâb-ı evliyâyı icrâ etmeğe sa'y etmelidir. Velhâsıl her ne işlerse şeyhiyle işleyip, vücûd-ı mevhûmunu arada isbât etmemelidir kim, ma'nevî post-perest olmaya. Nitekim lisân-ı fahr ile buyurur : (وجودك ذنب لايقس عليه ذنب آخر)[18]

Pek büyük tehlikedir; neûzü bi'llâhi teâlâ, halîfe nefsini ucub ve riyâsetten sakınmalıdır. Her feyz ki, zuhûra gele, pîrin tarafından feyz ü kerem bilmelidir. Kendi isti'dâdından zannetmemelidir. Tâlibleri sülûka sa'y ü tergîb etmelidir. Yalnız müşâhedeleriyle hareket ettirilmemelidir. İsm ü resm ve nûru bir kerre görülmekle menzil-i âhara geçirmemelidir. Tâ ki, olduğu menzilin zevk u hâli zuhûr etmeyince ve feyz-i Hak erişip, bir tâlib tekmîl-i merâtib ederek hilâfet isti'dâdı zuhûr ederse o sâliki şeyhine teslîm etmelidir. Mâ-dâmki şeyhi sağdır, halîfe, hilâfet ve tâc ve hırka duâsı edemez, hilâf-ı tarîkattır. Acele ile tekmîle heves etmemelidir kim, gâh olur sâlik, mürşidinden teveccühle, mürşidin isti'dâdından isti'dâd alıp, tekmîl ahvâli zuhûra gelir. Ammâ sonra kendi isti'dâdına rif'at ettikte tenezzülde kalur. İmtihân ve tecrübe lâzımdır. Bir kerre hayâl ve evhâmda kalursa kurtarması müşkil olur ve birden tekmîl dağdağasına düşürmemelidir. Sonra vücûd, giyer de, mürşidini beğenmez olur. Gereği gibi pişirip kemâle götürmeğe sa'y etmelidir.

Sâliki halktan uzlet üzere tutmak gerektir. Türlü türlü renge boyanıp bukalemun olmaya. Zîrâ paklaması güç olur. Hulâsa halîfenin her ân, hareketi şeyhiyle mahviyyet artırmalıdır ki, kendi vücûdundan eser /151/ kalmayıp şeyhinin aynıyla ayn olup, tâ ki makâm-ı hüviyyet yetişe ve cemâlinden nasıl mesrûr ise, celâlinden dahi nefsini mesrûr tutmalıdır. İmdi şeyh asıldır, halîfe vekîldir. Şeyh, halîfe postuna varınca, onda halîfenin tasarrufu kalmaz. Hükm şeyhin gerektir. Erkân-ı tarîkat tamâm oldu. (وَاللَّهُ يَقُولُ الْحَقَّ وَهُوَ يَهْدِي السَّبِيلَ)[19]

Lâilâhe illa’llâh muhammedü’r-Rasûlu’llâh (salla’llâhu aleyhi ve sellem). Böylece üç kerre deyip, ba'dehû kelime-i tayyibe-i tevhîd-i şerîfi, yalnızca, “lâilâhe illâ’llâh” zikr-i latîfi ile meşgûl oldukta fikrini de, "İbâdet ve kulluk etmeğe lâyık bir ehad yoktur; ancak Hz. Vâcibü'l-Vücûd, Hâlık-ı kâinât ve Râzık-ı mahlûkât olan Allâhu azîmü'ş-şân vardır." ma'nâsıyla meşgûl ede. Böyle zikr olunursa, tezce derde dermân olur.

Sabâh namâzının sünneti ile farzı arasında yüz kerre, (سبحان الله وبحمده سبحان الله العظيم وبحمده أستعيذ بالله) deye.

İkindi namâzının akabinde yüz def'a. (اللهم صل على سيدنا محمد النور الذاتى والسر السارى فى جميع الآثار ولأسماء والصفات) deye.

Cemî' tarîkat ricâlinin hâl ü şânları vudû' ve devâm-ı zikr bi'l-fikrdir. Kıllet-i taâm, kıllet-i kelâm, kıllet-i menâm, uzlet ani'l-enâm, kizbden bi'l-külliyye ictinâb, evkât-ı hamsede bu şurût-ı tarîkata ikdâm ile, Hz. Rabbü'l-âlemînin tevfîkına müterakkıb ola.

Tertîbü's-sülûk :

Üç İhlâs bir Fâtiha.        Hz. Âdem (aleyhi's-selâm)'e.

                         

"       "      "     "              Fahr-i âlem (salla'llâhu aleyhi ve sellem) hazretlerine.

"       "      "     "              Hz. İbrâhîm-i Gülşenî'ye.

100 istiğfâr, 100 salavât-ı şerîfe, 313 kelime-i tevhîd.

Yatarken, üç İhlâs bir Fâtiha, Hz. Pîr'e.

Üç İhlâs bir Fâtiha, cemî' pîrân-ı ızâma ihdâ edilir."

                                                                 -   -   -

İşte pîr-i sânî Hz. Sezâî-i Gülşenî tarafından tertîb buyurulan usûl ü âdâb-ı tarîkat u sülûk bunlardan ibârettir.

Cenâb-ı Hak, cümlemize feyz ü hidâyet ihsân buyursun da, abd-i şekûr olarak bu âdâbı yerine getirmeğe muvaffak olalım inşâa'llâh.

Gülşenîlerin dâimâ okudukları salât-ı meşîşiyye, kibâr-ı meşâyıh-ı Şâzeliyye'den Abdüsselâm /152/ b. Meşîşî hazretlerinindir. Kalîlü'l-lafz, kesîrü'l-ma'nâ bir salavât-ı şerîfedir. Hakâyık-ı tevhîdi câmi' bir hazîne-i tevhîddir. Pek çok şerhleri vardır.

Hz. Sezâî'nin Evlâdı, Kerîmesi ve Dâmâdları :

Kaç mahdûmları olduğu ma'lûm değildir. Yalnız büyük mahdûmları Sâdık Efendi diye mazbût-ı sahîfe-i i'tibâr olmasına göre, küçük mahdûmları da olduğu istidlâl olunur.

İki kerîmesinin birini Ahmed Müsellem Efendi'ye, dîgerini Hâfız Mustafa Efendi'ye tezvîc buyurmuşlardır ki, dâmâdlarının her ikisi de halîfeleridir. Teceme-i hâlleri âtîde gelecektir.

Şeyh Sâdık Efendi hazretleri, peder-i ekremlerinin yerine hânkâhda seccâde-nişîn olmuşlardır. 1170/(1757) senesinde, ziyâret-i vatan ârzûsuyla Mora'ya gidüp, orada irtihâl-i dâr-ı bakâ eylemişlerdir. Hz. Pîr'in irtihâli 1151/(1738) olmasına ve müşârünileyhin Mora'ya azîmeti 1175/(1761) târîhine tesâdüf etmesine bakılırsa, Edirne'de yirmidört sene kadar câ-nişîn-i mertebe-i irşâd oldukları anlaşılıyor.

Ba'dehû yerlerine, (Sâdık Efendi'nin) büyük mahdûmu, Çelebi Hasan Efendi  seccâde-ârâ-yı meşîhat oldular.

Hatîce, Tevhîde, Dervîş, Zeyneb ve Zehrâ isminde dört kerîmesi ve Sezâî isminde bir oğlu vardır. Dervîş Hanım'ım mahdûmları Şeyh Mahmûd ve Şeyh Ahmed Efendilere nısf-ı meşîhat müştereken tevcîh ve nısf-ı dîgeri Sezâî Efendi'ye tefvîz olunmuş ve Mahmûd Efendi'nin bilâ-veled vefâtına mebnî, yalnız Ahmed Efendi'de şeyhlik tevehhud eylemiştir.

Edirnevî Şeyh Hayâlî Efendi, berâtların tedkîki netîcesini şöyle yazıyor :

Çelebi Hasan Efendi, hayâtında iken dergâhın nısf-ı meşîhatı kerîme-zâdeleri Şeyh Mahmûd ve Şeyh Ahmed Efendilere terk ediyor. Vefâtında nısf-ı meşîhat oğlu Sezâî Efendi'ye kalıyor ki, 1241/(1826) târîhine müsâdifdir. Sezâî ve Mahmûd Efendiler bilâ-veled vefât edince umûm meşîhat, Hasan Efendi uhdesinde birleşiyor. 1265/(1850) senesinde oğlu Şeyh Muhammed Efendi'ye intikâl ediyor.

Şeyh Mahmûd Efendi : Çelebi Hasan Efendi'nin kerime-zâdesidir. Büyük pederinin yerine şeyh olmuştur.

Şeyh Ahmed Efendi: Çelebi Hasan Efendi'nin kerime-zâdesidir. Büyük pederinin yerine şeyh olmuştur.

Şeyh Muhammed Efendi: Şeyh Ahmed Efendi-zâdedir. Pederinin yerine şeyh olmuştur.

Şeyh Ahmed Efendi : Çelebi Hasan Efendi'nin kerime-zâdesidir. 1289/(1872) senesine kadar bu sûretle ittisâl husûle gelmiştir. Çelebi Abdullatîf Efendi'nin pederi Şeyh Muhammed Efendi ile müştereken şeyh oldular.

Şeyh Sezâî Efendi : Şeyh Ahmed Efendi-zâdedir. Pederinin irtihâlinde hadâset-i sinnine mebnî azîzim Şeyh Şuayb Şerefeddîn Efendi merhûm 1323/(1905) senesinden 1326/(1910) senesine kadar vekâlet buyurmuşlardır. Sezâî Efendi hâlen post-nişîn olup, hıdmet-i hânkâh  ile müftehirdir. Abdullatîf Efendi-zâde Mehmed Aşık Efendi ile meşîhatta müşterektir

Mektûbât-ı Sezâî'de Şeyh Muhammed Efendi'nin pederi Şeyh Mahmûd Efendi gösterilmesi yanlıştır. Şeyh Sezâî Efendi'nin dayısı Şeyh Muhammed Efendi ve oğlu Abdullatîf Efendi ve onun oğlu Muhammed Aşık Efendilerin de burada müştereken meşîhatları vardır.  

/153/ Hz. Sezâî'nin Hulefâsı :

Sâhib-i irşâd kaç halîfesi vardır, ma'lûm değildir. Ma'lûm ve meşhûr olabilenleri :

Şeyh Ahmed Müsellem Efendi, Şeyh Vefâ b. Müsellem, Şeyh Abdullâh b. Müsellem, Şeyh Hâfız Mustafa Efendi, Şeyh Gürcü Ali Efendi, Şeyh Peyk Dede Efendi, Şeyh Hasîb Bey, Şeyh Kırîmî Hasan Efendi, Şeyh İbrâîm-i Nazîrâ Efendi, Şeyh Muhammed-i Fakrî-i Kırîmî, Dervîş Yûsuf Efendi, Şeyh Seyyid Osmân Efendi.

Selîmağa Kütübhânesi'nde, târîh kısmında, 122 numaralı tomârda şu isimleri. "Hulefâ-yı Sezâî" diye gördüm :

Peyk Ahmed Remzi Dede, Hayrabolulu Fâzıl Dede, Karasulu Ali Dede, Çukadâr Muhammed Efendi, Receb Dede, Şeyh Süleymân Efendi, Hayrabolulu Muhammed Mahvî Efendi, Yazıcı Hüseyin Efendi, Yûsuf Dede, Mahmûd Efendi, Kırîmî Muhammed Efendi, Boğazhisârî Ahmed Efendi, Keşfî Hüseyin Efendi, Şeyh Seyyid Osmân-ı Edirnevî, Filibeli Seyyid Muhammed Efendi, Şeyh Ahmed Müsellem Efendi, Dâmâdı Hâfız Mustafa Efendi.

Bu da eksiktir. Daha olanlar vardır ki, âtîde görülür : Hasib Bey, Gürcü Ali Efendi, İbrâhîm-i Nazîra, Muhammed Sadık Çelebi, Tatar Hasan Efendi.

Şeyh Abdullâh b. Müsellem

Hz. Sezâî'nin torunudur. Terbiyesi müşârünileyhdendir. Mevâlî-i kirâmdan idi. Bağdâd kâdîlığına giderken berây-ı vedâ' huzûr-ı Hz. Pîr'e dâhil olunca,

                        "Pertev-endâz olıcak şa'şaa-i mihr-i cemâl

                         Ditredi âşık-ı bî-çâre görüp zerre-misâl "

ve

                        "Şâm u Irâk u Hind'e gider tâlib-i visâl

                         Bir hatve denlü âşıka Bağdâd ırak değil "

buyurarak taltîf eyledikleri menkûldür.

Şeyh Hâfız Mustafa Efendi

Hz. Sezâî'nin dâmâdıdır. İstanbul'da irşâda me'mûr buyrulmuş olduğundan, Tophâne'de, Kâdirî-hâne civârında kâin Gülşenî-hâneyi te'sîse muvaffak olmuşlardı. Dergâh-ı şerîf, son zamânlarda mükemmelen ta'mîr olunmuş iken, harîk-ı kebîrde yanmıştır.

Kabr-i şerîfleri açıktadır. Mezâr taşında şu ibâre ve târîh mahkûktur :

"Hüve'l-Hak. Râbıta-bend-i silsile-i Rûşenî, hâfız-ı tarîkat-ı Gülşenî, dâmâd-ı Kutbu'l-ârifîn Hz. Sezâî, eş-Şeyh Hâfız Mustafâ Efendi. Rûh-ı şerîfi içün el–Fâtiha.'Ni'me'l-Hâfız '  (نعم الحافظ)" 12 Receb 1180/(14 Aralık 1766)

Mezâr taşında yanlış olarak 1177 yazılmıştır. Be-hesâb-ı ebced 1180'dir. Bir Tomârda da 1180 gördüm.

Demek ki, Hz. Pîr Efendimizden sonra yirmidokuz sene muammer olmuşlardır.

Dergâh-ı şerîfin kapısı bâlâsındaki taşta yazılıdır :

                        Menba'-ı feyz-i hidâyetdir makâm-ı Gülşenî

                        Cây-ı emn-âbâd imiş dârü's-selâm-ı Gülşenî

                        Sûret erbâbı Sezâî anlamaz nutk itse de

                        Ma'nevî ilhâm imiş çünki kelâm-ı Gülşenî

                       

Çeşmenin üstünde :

                        Zühre-i bânû  harîm-i saltanat

                        Ya'ni hurşîd-i sipihr-i ızz ü şân

Hâfız Mustafa Efendi'den sonra, oğlu Mustafa Rif'at Efendi (1256/1840); sonra Muhammed Şerefeddîn Efendi (1270/1853) câ-nişîn olarak göçmüşlerdir.

/154/ (Sezâî-i Gülşenî'nin), Edirne'den İstanbul'da dâmâd-ı muhteremleri şeyh-i müşârünileyhe irsâl buyurdukları mektûblar dahi çok mühimdir. En kısasını, tarafeyn arasındaki meveddet-i hakîkıyyeyi gösterir bir beyyine olmak üzere teberrüken nakl eyledim:

"Benim oğlum Hâfız Dede! Her umûrunu cânib-i pîre atf edip, kendini aradan nefy edesin. İnşâa'llâh, bir vefk-ı dil-hâh-ı maksûd rû-nümâ olur. Lâkin maksûd-ı hakîkî bunu addetmeyip, maksûd ancak tahsîl-i rızâdır. Onda noksânın olduğundan, böyle kayd-ı âfâkla muztarib oldun. Cenâb-ı Allâh, her kayddan mutlak eyleyip, cilve-i pîrâna yetiştire."

Bu dergâha, "Gülşenî-hâne" derler. Mevkii pek güzel ve yüksektir.

Şeyh Peyk Ahmed Remzi Dede

Hz. Sezâî'den mazhâr-ı feyz olmuştur. İstanbul'da Silivrikapı dâhilinde bir zâviye te'sîs eylemişti. Burada medfûndur. Bu zâviye bi'l-âhare Kâdirî tekkesi olmuş ve meşîhatine Şeyh Gâlib Efendi ta'yîn kılınmıştı.

Peyk Dede'nin Etvâr-ı Seb'a'sı vardır.

Peyk Dede'nin Hz. Pîr hulefâsından olduğuna tereddüdüm vardı. Bir gün urefâ vü hulefâ-yı Gülşeniyye'den Şehrî Efendi, nezd-i âcizîye gelerek, Hz. Pîr'in dâmâd-ı mükerremlerine yazdıkları mektûbu irâe ile, bunda Peyk Dede'ye dâir olan fıkradan istinbât-ı hakîkat ettim. Hz. Pîr efendimiz buyuruyorlar ki :

"Peyk Dervîş Ahmed gelip birkaç zamân sizin hücrede halvet edip, tekrâr etvâr-ı envârıyla müşâhede ettirip, sikkeleyip, ol tarafa gönderdik. Ber-hûr-dâr olsun. Öteden beri edebiyle sülûk etti. İnşâa'llâh, encâmı da hayr olur."

Yine Mektûbât-ı Sezâî'de gördüm ki :

"Peyk Dervîş Ahmed tarafımıza ârzû edip geldi. Halvete koydum. Cidd ü sa'y üzeredir. İnşâa'llâh, sahvı reddolup, derece-i âdem-i ma'nâya erişir. Bir muhlis oğlandır."

Şeyh Muhammed Ağa’ya yazdıkları bir mektûbunda gördüm :

“……. bulurdular. Tahakkuk etti ki, Peyk Hz. Sezâî’nin mahzar-ı kemâli olanlardandır.”

İki halîfesi vardır : 1. Oğlu Şeyh Mustafa Efendi, 2. Süleymâniye vâizi Âşık İsmâîl Efendi. 1197/(1705)

Şeyh Kırîmî Hasan Efendi

Tekirdağ'da irşâda me'mûr buyurulmuş idi. Burada medfûndur. Târîh-i irtihâlleri 1158/(1745) senesine müsâdifdir. Bir tomârda da 1180/(1766) diye gördüm. Ziyâret ettim. Fakat ne kabirleri, ne kabir taşları nişânesi kalmıştır. Bundan çok müteesir oldum.

Hz. Sezâî Tekirdağ'ı teşrîflerinde içtikleri kahvenin fincanı dergâhda mahfûzdur.

Şeyh Ahmed-i Celâlî ve Şeyh Mustafa Efendiler halîfeleridir. Tafsîli 230. sahîfedededir.

Şeyh Yûsuf Dede

Hz. Pîr, Gördüs'te tevellüd buyurdukları beyt-i şerîfi tarîk-ı Gülşenî fukarâsına hânkâh olarak tevsî' ve ta'mîr edip, bunda sâkin fukarânın terbiyesine müşârünileyh Yûsuf Dede'yi me'mûren i'zâm buyurmuşlardı. Yazdıkları /155/ mektûblar, dîger mekâtîb-i matbûa meyânındadır. Mazhar-ı muhabbet-i kâmileleri olduğuna mektûbâtının birinde,  "Sana iştiyâkım, kendinden hezâr derecede efzûndur. İnşâa'llâh, karîben mülâkât olunur."  buyurmaları delîldir.

Bugün oraları Yunanistan'da kaldığından hâk ile yek-sândır.

Yûsuf Dede'nin fazlaca terceme-i hâline dest-res olunamadı.

Şeyh Seyyid Osmân Efendi

Yûsuf Dede'nin irtihâline mebnî, (Hz. Sezâî'nin) onun yerine i'zâm buyurdukları zâttır. "Oğlum Seyyid Osmân! Hz. Allâh, her husûsta muînin ve pîrim Sultân Gülşenî dest-gîrin ola. Dâimâ vücûd-ı mevhûmdan ihtirâz edip, nisbet-i tarîkatı, ya'nî bizde mahv olup, bizimle olmağı kendüne hâl-i derûn edip, kendi varlığından emîn olmayasın. Hep zarar edenler varlıktan ederler."  diye, hakk-ı âlîlerinde ızhâr-ı muhabbet ü vikâyet buyuruyorlar.

(201. sahifeye mürâcaat buyurula).

Şeyh İbrâhîm-i Nazîrâ Efendi

Zümre-i kudâttandır. Ashâb-ı kalemdendir. Edirnelidir. Tahsîlini Edirne'de ba'de'l-ikmâl bir müddet tedrîs ile, ba'dehû kâdîlıkla meşgûl olup, Hz. Pîr-i sânî Sezâî-i Gülşenî'ye intisâb eylediler ve ikmâl-i sülûkla feyz-yâb oldular.

Pederleri Mustafa Efendi nâm zâttır ki, 131. sahîfede tercemesi vardır.

(Nazîrâ Efendi), Hz. Sezâî şeyhi La'lî Efendi hazretlerinin irtihâlinde, pederi ser-tarîk Mustafa Efendi'ye intisâb ile, otuz sene hizmetinde bulunmuş. Gördüğü bir rü'yâ üzerine pederinin emriyle Hz. Sezâî'nin dâire-i feyzine girmiştir. La'lî hazretlerine de nisbeti olduğu Tarîkat Manzûmesi'inde yazıyor. Fuzalâ-yı kudâttan ve meşâhîr-i şuarâdan Kâmî Muhammed Efendi'nin birâder-zâdesidir. Şeyh La’lî hazretlerinin akrabâsından olduğunu bir mektûbdan anladım.

Târîh-i irtihâlleri, "Nazîrâ-yı edîb" (نظيرای اديب) terkîbinin delâleti üzere 1188/(1774) senesidir. Medfeni hakkında rivâyât-ı muhtelife vardır. Meşhûr Hadîkatü'l-Cevâmi' müellifi Hâfız Hüseyin Ayvansarâyî'nin Mecmûa-i Vefeyât'ında, Edirne'de irtihâl ettiği muharrer olduğu gibi, ba'zı zevât da Eskizağra'da intikâl ettiğini rivâyet ederler.

Edirneli Sabri Abdurrahmân Efendi'nin târîhinde ve Edirneli Bâdî Ahmed Efendi merhûmun Riyâz-ı Belde-i Edirne  nâm eser-i mühimminde, sâhib-i tercemenin medfeni hakkında zikr eylediğim mevâkı' ta'dâd edilmekle berâber, Kesriye mülhakâtından Horpeşte olmak ihtimâli der-meyân olunur.

Âsâr-ı aliyyelerinden ma'lûm olanları :

1. Risâle-i Ehâdîs-i Kudsiyye,

2. Risâle-i Erbaîn ale'l-Kelimeteyn,

3. Risâle-i Ehâdîs-i Erbaîn,

4. Münci'l-Melâl ve Mevsılu'l-Kemâl,

5. Letâif-i İmâm-ı A'zam,

6. Risâle-i Nuût-ı Şerîfe,

7. Muammeyât-ı Manzûme,

8. Terceme-i Kasîde-i Münferice,

/156/  9. Terceme-i Risâle-i Etvâr-ı Seb'a,

10. İnsân-nâme,

11. Şerh-i Kıt'a-i "Aynâni Aynân",

12. Şerh-i Gazel-i Mevlânâ,

13. Şerh-i Gazel-i Mısrî-i Niyâzî,

14. Manzûme-i Ahlâkıyye,

15. Behcetü'l-Ebrâr,

16. Tuhfe-i Gülşeniyye,

17. Tuhfetü'l-Letâif,

18. Câmiu'l-Mu'cizât,

19. Tuhfetü'z-Zevrâ',

20. Risâletü'l-Fürûk,

21. Muhtasar Târîh-i Osmânî,

22. Terceme-i Câmiu'l-Hikâyât,

23. Dîvân,

24. Mecmûa-i Mekâtibât,

25. Şerh-i Gazel-i Usûlî,

26.Tuhfetü's-Sâlikîn. Evrâk-ı perîşânından bi'l-âhare cem' olunmuş bir eserdir.

Na't-ı Şerîf

                        Der-i lutfun bize dârü’l-emândır Yâ Rasûla'llâh

                        Saâdet re'fet anda râyegândır Yâ Rasûla'llâh

                        Terehhum eyle lutf eyle Nazîrâ derd-mendindir

                        Şefâat iltimâs eyler zamândır Yâ Rasûla'llâh

Şeyh İbrâhîm-i Nazîrâ'nın amcası Mısır'a kadı nasb olunmasıyla,  1130/(1718)'da birlikte Mısır'a azîmetle, Hz. Pîr-i Gülşenî (kuddise sırruhu's-senî) âsitâne-i muallâlarında ve türbe-i şerîfelerinde pek çok hizmet etmiş ve hattâ buradaki Şeyh Efendi'nin dahi teberrüken tâc ve hırka giydiklerini bir eserlerinde nakl etmiştir.

Gazel

                        O dil-dârın cefâsıyla safâsın bir bilür gönlüm

                        Fırâkıyla visâli ibtilâsın bir bilür gönlüm

                        Gerek uzlet gerek ülfet bana hep tev'em olmuştur

                        Bu dehrin gül-han u gülşen-serâsın bir bilür gönlüm

                        Makâm-ı cem'a hâlen vâsıl oldu farkı terk itdi

                        Cihânın cümle-i bay u gedâsın bir bilür gönlüm

                        Safâ-yı hâtır olsun da bahâr olsun hazân olsun

                        Bu fânî âlemin sayf u şitâsın bir bilür gönlüm

                        Mey olsun dil-ber olsun da Nazîrâ bezm-i âlemde

                        Sifâl ile anın câm-ı safâsın bir bilür gönlüm

                       

Uşşâkîler faslında yazılacağı üzere Cemâleddîn-i Uşşâkî'ye güzel bir medhiyyesi vardır.

/157/ Şeyh Muhammad Fakrî-i Kırîmî

Hz. Sezâî'den mazhar-ı feyz olmuştur. Medfenleri gayr-i ma'lûmdur. Menâzilü's-Sâirîn'i şerh etmiş ârif bir zâttır. Tafsîli 231. sahîfededir.

Şeyh Muhammed Hasîb Bey

"Çorumlu-zâde Muhammed Hasîb Bey" diye meşhûrdur. Hz. Sezâî'den şarâb-ı hâli nûş etmiş bir veliyy-i kâmildir. Eızze-i kirâmdandır. Hayrabolu'da neşr-i feyz etmiş ve orada irtihâl eylemiştir. Medfen-i mübârekleri ziyâret-gâhdır.

Gâyet latîf ve zarîf eş'ârı vardır. Hz. Sezâî'nin ba'zı gazeliyyâtını tahmîs eylemiştir. Âtîde aynen derc eylediğim silsile-i Gülşeniyye'yi tanzîm eylemiştir.

Sinn-i şerîfleri sekseni mütecâviz olduğu hâlde,

                        "Ey beni mesned zât-ı nesîb*

                         Eyledi ukbâya güzer ol edîb

                         Rıhletinin târîhidir şübhesiz

                         Mâte mine'l-ışk Muhammed Hasîb "

                        (مات من العشق محمد حسيب)  = 1199/(1785)[20]

kıt'ası irtihâline târîh söyleyip, tevhîd ve zikr ederek âzim-i lâhût olduğu menkûldür. 

Târîh-i mezkûr seng-i mezârında muharrerdir. Kendi nâmlarına mensûb câmi'-i şerîf hazîresinde medfûn ve rahmet-i Hakk'a makrûndur.

Müşârünileyh kasaba-i mezkûre eşrâfından âlim ü fâzıl ve gâyet zengin ve fukarâ-perver bir zât idi.

Şu gazelleri pek latîfdir. Ebced hesâbıyla ba'zı kelime ve isimleri müsâvî bulması pek hüsn-i tesâdüfdür :

                        Gönül âyîne imiş bilmez idim kıldım add

                        İkisi geldi müsâvî bi-hisâb-ı ebced

                        Nakşıbend oldu bu remzile tarîk-ı irşâd

                        Mâlik-i kalb-i selîm olan anı itmez red

                        Eyleye abd günâh ola çü afv-ı kayyûm

                        Hâr-ı has hiç ola mı bahr-ı muhît önüne sed  

                        Aşk pâk oldu ider âşık-ı ma'şûk ile dost

                        Nâil-i vuslat olur fehm iden erbâb-ı hıred

                        Ezelî bende-i dergâh atâ oldu Hasîb

                        Eyledi bu gazelin maktaını ala sened[21]

/158/ Gazel

           

                        Cigerim şerhaların dîde-i giryân büyüdür

                        Saky-ı emtâr ile ezhârımı bustân büyüdür

                        Nefes aldıkca cesâmet gelür ejderhâya

                        Nefs-i emmâreyi endîşe-i ısyân büyüdür

                        Kâbil-i feyz olamaz düşmeyicek hâke nebât

                        Mütevâzı' olanı rahmet-i Rahmân büyüdür

                        Dâğ bâs sîneye cânım gibi şöhret-yâb ol

                        Şevket ü saltanatı mühr-i Süleymân büyüdür

                        Kürsüye örf-i ızâmıyla çıkarmış vâiz

                        Zann ider kubbe-i hamkâ ile unvân büyüdür

                        Bâis-i rif'atimiz derd ü belâ hôş geldi

                        Handan-ı şöhretini hıdmet-i mihmân büyüdür

                        Arz olunsa n'ola bu gazel ahbâba Hasîb

                        Şâirin kadrini tahsîn-i sühan-dân büyüdür

                       

                                

Silsile-nâme-i Gülşenî

                        Ey olan gül-çîn-i gül-zâr Tarîk-ı Gülşenî

                        Müstefîz-i feyz-i envâr-ı Tarîk-ı Gülşenî

 

                        Ey bulan ihlâsila râh-ı Hudâ'dan insilâk

                        Nûr-ı zikru'llâh ile dâim derûnun eyle pâk

                        Ey olan gavvâs-ı bahr-ı zât-ı esmâ vü sıfât

                        Bil mezâhir neydüğin dahi şuûn-ı kâinât

                       

                        Hem tehallî hem tahallî ile zikru'llâh'dan

                        Bul tecellî dâimâ bir mürşid-i âgâhdan

                        Himmet-i pîrân ile eylersen ifnâ-yı vücûd

                        Bâtının bulur dem-â-dem safvet-i ayn-ı şuhûd

                        Öğren esrâr-ı tarîkı hem dahi ashâbını

                        Her birinden beyt-i kalbe aç hakâyik bâbını

                        İsm ü resm ü şöhret ü nisbetlerin ta'dâd kıl

                        İrtibât eyle dil-i vîrâneni âbâd kıl

                        Ola seccâde-i pîrâ-yı tarîk-ı Gülşenî

                        Pertev-i şem'-ı tecellâ-yı ferîk-ı Rûşenî

                        Bülbül-i gülşen serâ ya'nî Sezâî Şeyh Hasan

                        Pertev-i şems-i Fenâyî nûr-bahş-ı encümen

                        Anları irşâd iden şeyhi Muhammed La’li'dir

                        Ma'den-i feyz-i ilâhînin ser-âmed  la’lidir

                       

                        Şeyh-i irşâdı anın dahi Muhammed Sırrî'dir

                        Kutb-ı asrın mazharı gavsın müeyyid  sırrıdır

                        Andan evvel şeh-nişîn-i ihtidâ Sultân Hasan

                        Kâr-fermâ-yı füyûzât-ı Hudâ-yı zü'l-minen

                        Anı istihlâf iden dahi Aliyy-i Safvetî

                        Kim odur irşâd iden erbâb-ı vecd ü hâleti

                        Anların şeyhi Emîr Ahmed Hayâlî'dir bilin

                        Kümmelînin muktedâsı ekmeli her kâmilin

                        Anların hem vâlidi hem şeyhi İbrâhîm'dir

                        Taht-gâh-ı Gülşenî'de hüsrev-i iklîmdir

/159/   Ol şeh-i dîhîm-tırâz-ı ıstıfânın mürşidi

                        Rûşenî hazretleri nâmı Ömer ol mâh idi

                        Neyyir-i evc-i saâdet kevkeb-i burc-i safâ

                        Pertev-i şem'-i tecellî matla'-ı şems-i hüdâ

                        Seyyid-i Yahyâ-yı Bâkûyî'den idüp iktibâs

                        İtdi kesb-i rûşenâyı istifâza kıldı nâs

                        Pes anın (da) mürşidi ol Pîr Sadreddîn'dir

                        Masdar-ı nûr-ı tecellî şeyh-i hôş-âyîndir

                        Ol dahi müsterşid oldu Şeyh-i Ah İzzüddîn

                        Oldu ser-mest-i hüviyyet geçdi ân ü înden

                        Ol dahi Merem (?) hazretlerinden aldı kâm*

                        Ol azîz-i muhteremden kıldı tahsîl-i merâm

                        Pes bunun da Pîr Ömer'dir pîri ammâ Halvetî

                        Her tarîk-ı hakda vardır bir çerâğ-ı vahdetî

                        O dahi Ah-ı Muhammed'den inâbet eyledi

                        Dergehinde  kavl-i kurbân oldu san'at eyledi

                        O dahi müstahlef İbrâhîm-i Gîlâni'den

                        Pîr-i zâhiddir Cenâb-ı Gülşenî'ye sânîdir

                        O dahi Seyyid Cemâleddîn'den olup mücâz

                        Hüsn-i sîretle tarîk-ı hakda buldu imtiyâz

                        Pes o da aldı Şehâbeddîn-i Tebrîzî'den el

                        İtdi esrâr-ı tarîk-ı Rûşenî'yi keşf ü hal

                        Ol azîzin mürşidi hem reh-nümâ-yı milleti

                        Şeyh Rükneddîn Muhammed'dir Sincâsî nisbeti*

                        Ol meh-i evc-i kemâlin pey-rev-i reh-perveri

                        Şeyh Kutbeddîn'dir necm-i hüdânın ebheri

                        Çûnki anın Bu'n-Necîb-i Sühreverdî pîridir

                        Bülbülân-ı gülşen-i feyzin o dahi biridir

                        Anları irşâd iden pîrin dahi nâmı Ömer

                        Ya'ni Bekriyyü'n-neseb ol vâkıf-ı sırr-ı kader

                        Üç Ömer'dir kim serîr-i Gülşenî'de şâhdır

                        Her birisi âsmân-ı Gülşenî'de mâhdır

                        Ol Vecîhüddîn kâdî oldu şeyh-i muktedâ

                        Mazhar-ı ilhâm olup buldu reşâd-ı ihtidâ

                        Hem anın da mürşid-i râhı Muhammed Bekri'dir

                        Anı ser-mest eyleyen sahbâ-yı aşkın sekridir

                        Görmeyince câm-ı ser-şârımı aşkı tamâm

                        Gelmedi sahva ol âşık bulmadı zevk-ı müdâm

                        Ol dahi Mimşâd-ı Dîneverî'den oldu müstenîr*

                        Oldu hatt-ı istivâda gûyiyâ şems-i münîr

                        İktizâ itdi Cüneyd'in ol dahi âsârına

                        Hıtta-i Bağdâd'ın oldu muttasıl ahyârına

                        Vâkıf-ı sırr-ı 'ene'l-Hak' Nâsır-ı Mansûr-ı dîn

                        Kâşif-i kenz-i hakîkat hâmî-i dîn-i mübîn

                        Eyledi o da Seriyy-i Sakatî'den iltimâ'*

                        Biri mâh-ı pür-ziyâdır biri şems-i zî-şuâ'

                        Ya'ni ol remz âşinâ-yı sırr-ı 'mâ-evhâ'-i hak

                        Ârif-i bi'llâh iken Ma'rûf'dan aldı sebak

                        Ol nesak-sâz-ı ekâlîm-i hüdâ sultân-ı carh

                        Kutbu'l-aktâb-ı velâyet Hazret-i Hâkân-ı kerh

                        Oldular anlar dahi Dâvûd-ı Tâî'den mücâz

                        Okunan ilm-i ledünnîden hemân Gülşen-i Râz*

                        Oldular me'zûn ta'lîm-i hadîs-i ıstıfâ

                        Tutdu âfâkı şemîm-i anber ü avd u safâ

                        Oldular anlar dahi me'zûn Habîb-i A'cemî

                        Münkeşif oldu hafâyâ-yı sudûrun mübhemi

                        Sırrını üstâd ü tilmîzin mukaddes ide Hak

                        Mekteb-i ilm-i ledünden her biri almış sebak

                        Ol dahi Sultân-ı Basrî'den bulup irşâd-ı tâm

                        Zâhir ü bâtın ulûmun eyledi andan tamâm

/160/  Ol Hasan kim ahsenü'l-etvâr-ı hayl-i evliyâ

                        Muhsin-i sâhib basîret nûr-ı çeşm-i etkıyâ

                        Ol azîzin kadrini anlar ulu'l-ebsâr olan

                        Aç gözün dinle sözüm ey tâlib-i dîdâr olan

                        Anların da mürşidi oldu Aliyyü'l-Murtazâ

                        İtdi anlardan telakkî-i kabûl-i ıstıfâ

                        Ol Aliyyü'l-Murtazâ kim Hazret-i Kerrâr'dır

                        Sıhr-ı Sultân-ı rusül'dür seyyidü'l-ebrârdır

                        Mefhar-i Âl-i Nebî'dir umdetü'l-ashâbdır

                        Mustafâ ilm-i medîne sıhr-i pâki bâbdır

                       

                        Oldurur zevc-i Betûl-i Hazret-i Zehrâ olan

                        Hem İmâmeyn-i hümâmeyne eb ü üstâd olan

                        Savb-ı Hak'dan da'vet-i tekrîm ile mümtâzdır

                        Vâkıf-ı esrâr(dır ol) hem kâşif-i her râzdır

                        İtdi anlar da telakkî Hazret-i Muhtâr'dan

                        Seyyidü'l-Kevneyn Muhammed mu'cizü'l-âsârdan

                        Ol habîb-i muhterem kim mazhar–ı 'levlâk'dır

                        Sâhibü'l-mi'râcdır nûr-ı semâ vü hâkdır

                        Hâtem-i hayl-ı rusül üstâd-ı kül hâdi's-sebîl

                        Muktedâ-yı enbiyâ vü sâhibü'l-hulkı'l-cemîl

                        Bâis-i tekvîn-i âlem hâce-i ilm-i kıdem

                        Mahrem-i esrâr-ı 'mâ-evhâ'  Rasûl-i muhterem

                        Dâver-i Bathâ-yı Mekke ol imâmü'l-kıbleteyn

                        Pâdişâh-ı meşrık u mağrib hümâm-ı neş'eteyn

                        Sâhib-i tâc u ridâ hem mâlik-i tabl u livâ

                        Mazhar-ı sırr-ı denâ sâhib Burâk-ı i'tilâ

                        Vâkıf-ı esrâr-ı ilm-i evvelîn ü âhirîn

                        Hâzin-i genc-i şefâat rahmeten li'l-âlemîn

                        Mustafâ Mahmûd Muhammed Ahmed-i Muhtâr'dır

                        Enbiyâ vü mürselînin cem'ine sâlârdır

                        Anların da reh-nümâsı Hazret-i Cibrîl'dir

                        Hâmil-i vahy-i ilâhî münzilü't-tenzîldir

                        Her neye me'mûr ise ger akl-ı kül ger ilm-i kül

                        Bi'l-vesâta eyledi teblîğ Sultân-ı rusül

                        Pes hidâyet eyleyen kullarına Allâh'dır

                        Enbiyâ vü evliyâ cümle delîl-i râhdır

                        Kâsıd-ı Ka'be olan huccâca lâzımdır delîl

                        Bir tabîb-i hâzıka muhtâcdır elbet alîl

                        Reh-nümâsı olmayanlar ekserî kem-nâm olur

                        Gitmeyüp doğru yola rüsvây olur bed-nâm olur

                        Himye vü tedbîre merzâ âdetâ muhtâcdır

                        Hod-be-hod bulsa teşeffî belki istidrâcdır

                        Kûy-ı yâra reh-nümâsız hîç mümkin mi vusûl

                        Havf u haşyetden ibâretdir o yolda sağ u sol

                        Nice berzahlar zuhûr eyler tarîk erbâbına

                        Ol sebebden çihre-sây ol bir azîzin bâbına

                        Hasta-dil sâlik tabîbi mürşid-i âgâhdır

                        Vâkıf-ı derd ü devâdır rehber-i güm-râhdır

                        Zühd ü takvâ sâlike gerçi medâr-ı fevz olur

                        Reh-nümâsız matlabın derd ü meşakkatle bulur

                        Çünki enfâs-ı halâyık denlü var Allâh'a râh

                        Vuslat-ı cânâneye irişdirir bî-iştibâh

                        Nakşıbendî Mevlevî Veysî Rufâî Halvetî

                        Kâdirî vü Gülşenî Sa'dî Cibâvî Celvetî

                        Edhemî Bektâşî vü Bayramî ey nûr-ı basar

                        Rütbe-i i'dâdda olur tamâm isnâ-aşar

                        Ol tarafdan her biri oldu sırât-ı müstakîm

                        Cümlesin hak üzre bil ey sâhib-i tab'-ı selîm

                        Kangısından feyz-i Hak olmuş ise sana nasîb

                        Vasl-ı kül içün olursın gülşeninde andelîb

            /161/      Her tarîkın müntehâsı bir gül-i bî-hârdır

                        İllet-i gâiyyesi ancak visâl-i yârdır

                        Bû-yı irfân ister isen gülşen-i lâhûtdan

                        Mahv idüp nâm u nişânı âlem-i nâsûtdan

                        Gül-sitân-ı Gülşenî'ye andelîb ol eyle zâr

                        Yan yakıl rûşen-dil ol şem'-i Hak'a pervâne-vâr

                        Pes makâm-ı râhatü'l-ervâh usûl-i sûfiyân

                        Râstdır uşşâka râhı devri hûd devr-i revân

                        İstinâd eyle Hasîbâ i'tinâ gelsün dile

                        Süllem-i evc-i terakkîdir bu nazm-ı silsile

                        Kem-terîn feyz-i Sezâî'dir dili hüşyâr iden

                        Kilk ü destim bezm-i aşka nây-ı mûsîkâr iden

                        Çün gül-i sad-berg buldu silsile nazmı hitâm

                        Gülşen-i Ebrâr oldu nâm ana beyne'l-enâm

                        Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilât

                        Bâd ber-îşân u tahiyyât u dürûd u tayyibât

Âcizleri de Hz. Sezâî'den zamânımıza kadar olan ehl-i silsileyi nazmen ve zeylen yazdım ki, âtîde Şeyh Şuayb Şerefeddîn Efendi'nin terceme-i hâli bahsinde nakl edeceğim.

Gülşenî Veli Dede

Bu zât-ı şerîfin, Hz. Pîr İbrâhîm-i Gülşenî zamânında Edirne'ye berây-ı irşâd i'zâm buyrulduğu istidlâlen anlaşılıyor. Lârî Câmi'-i şerîfinin karşısında kâin dergâh-ı münîfi te'sîs ve burada icrây-ı meşîhat eylemişlerdir. Bu dergâhın olduğu mahal bir câmi'-i şerîfdir. Zamân-ı kadîmden kalmış minâresi vardır. Hz. Bayram-ı Velî'(nin) burada bir erbaîn çıkarmış olmalarına bakılırsa Çelebi Sultân Mehmed zamânında dahi câmi'-i şerîfin mevcûdiyyeti tezâhür eder. Edirne Sâl-nâme-i fevka'l-âdesinde görmüş idim. Burası 950/(1543) târîhinde ta'mîr olunmuştur. Gülşenî Veli Dede daha evvel Edirne'ye geldiğinden, onun şâyi' olan irfânına ta'zîmen ta'mîr edildiğine kanâat hâsıl olur.

Kendileri irtihâl ettikte dergâha muttasıl kabristâna defn olunmuştur  ki, el'ân ziyâret-gâh-ı enâmdır. O zamândan kalma bir mezâr taşı da mevcûddur. Pek  azîm rûhâniyyeti müşâhed olan kabr-i enverlerine rû-mâl olmuş idim.

İrtihâllerinden sonra mahdûmları Şeyh Muhammed Efendi şeyh olmuştur. İkinci oğlu İbrâhîm Efendi de burada medfûndur. Edirne ulemâsından Fâyiz Efendi, (onun) hakkında şu târîhi söylemiştir :

                        Gelip didi birisi kudsiyânın Fâyizâ târîh

                        Revâne oldu gül-zâr-ı cinâna Gülşenî-zâde

                        (روانه اولدى كلزار جنانه كلشنى زاده)

Bu dergâhın el'ân nâmı "Gülşenî Veli Dede Tekkesi" diye meşhûrdur. Elde bulunan berâta nazaran, sonra Şeyh Ali nâmında bir zât icrâ-yı meşîhatla, 1027/(1618) târîhinde /162/ burada Şeyh Muhammed La'lî-i Gülşenî hazretleri seccâde-pîrâ-yı meşîhat olmuşlardı ki, Muhammed Sırrî hazretlerinin halîfesi idi.

125. sahîfede tercüme-i halinden bahs eylediğim Âşık Mûsâ Efendi hakkında mütemmim-i ma'lûmattan olmak üzere arz edeyim ki, müşârünileyh Hz. Pîr İbrâhîm-i Gülşenî tarafından Edirne'de irşâda me'mûr buyurulunca umûm cevâmi'-i şerîfeyi gezmiş, bed'-i tevhîd için münâsib bir mahal taharrî ettikte nehir kenârında vâki' olup, harâba yüz tutmuş ve vaktiyle müsâfirîne tahsîs edilmiş olan Şahmelek Zâviyesi'ni intihâb ile orada ikâmet etmişti. Müşârünilyehten sonra Şeyn Muhammed ve Seyyid Ali ve Muhammed Sırrî ve Muhammed La'lî-i Gülşenî ve Hz. Sezâî zînet-efzâ olmuşlardır. Son zamânlarda müşârünileyhin ahfâdından Muhammed ve Ahmed Efendiler post-nişîn oldular.

Muhammed Sırrî Efendi, Âşık Mûsâ Efendi Dergâhı'nda seccâde-nişîn olduğundan irtihâlinde yerine La'lî-i Gülşenî geçtiğinden, Gülşenî Veli Dede Dergâhı'na halîfeleri pîr-i sânî Hz. Sezâî'yi iclâs buyurmuşlardı.

Hz. Sezâî, şeyhinin irtihâliyle, Âşık Mûsâ Efendi Dergâhı'na nakl-i makâm edesiye kadar burada icrâ-yı âyîn-i tarîkat buyurdular.

            Burası 1035/(1626) senesinde, tüccârdan Ken'an Efendi isminde bir zât tarafından müceddeden inşâ edilip, o zamân mûmâileyh Şeyh Muhammed Efendi post-nişîn olmuştu. 1305/(1888) senesinde de ta'mîr ve müceddeden bir semâ'-hâne ve şeyh dâiresi yapılmıştır. Edirne Duyûn-ı Umûmiyye Nâzırı Trabzonî Rahmi Efendi, iâne tedârikiyle muvaffak olmuş ve Rûmî Paşa merhûm şu târîhi söylemiştir :

                        Söyledim târîhini Rûmî ulûm-ı noktadan

                        Gülşenî Dergâhı ta'mîr oldu döndü cennete

                        (كلشنى دركاهى تعمير اولدى دوندى جنته) = 1283/1866)†††

(Yukarda adı geçen) Seyyid Ali Efendi'nin sandûkası önündeki levhada :

                        Zâde-i kutb idi bî-şek Şeyh Aliyy-i Gülşenî

                        Zâhir ü bâtında seyyid sâhib-i kudret velî

                        Sırr-ı pâkine teveccüh eyle sa'y it subh u şâm

                        Ey vefâ kılmak dilersen levh-i kalbin müncelî

 

Muhammed Sırrî Efendi hakkında:

                        Ol semiyy-i Hazret-i Fahr-ı rusül

                        Ya'ni Sırrî ârif-i sırr-ı Hudâ

                        Yazdı nâmı ile idenler duâ

                        Tâ ki maksûdu olur(du) bî-merâ

Dergâh-ı şerîf 1305/(1888) senesinde kısmen ta'mîr ve mükemmel bir harem dâiresi inşâ edilmiştir. O zamân vâli bulunan İzzet Paşa merhûmun söylediği târîhtir :

                        Zahîri ola Hân Abdülhamîd'in evliyâu'llâh

                        Kim oldur hâmi-i dîn-i mübîn ü millet-i beyzâ

                        Adâlet merhamet hıssîsa-i zât-ı humâyûnu

                        Hilâfet saltanat anın ile buldu şeref hakkâ

                        Ne haslet kim şehen-şâhâna lâzım cümlesin câmi'

                        Ne kim şâyeste-i şân-ı hükûmetdir ider icrâ

                        İbâdu'llâh'ı sevk itdi tarîk-ı hakk u irfâna

                        Cevâmi'la tekâyâ vü mekâtib eyleyüp inşâ

                        Sezâî-i Velî'nin hânkâhını da idüp ta'mîr

                        Bu hayrı dahi ihyâya muvaffak eyledi Mevlâ

                        Sezâdır levh-ı nakş itsün kalem târîhini İzzet

                        Sezâyî dergehin Sultân Hamîd Hân eyledi ihyâ

                        (سزائى دركهن سلطان حميد خان ايلدى احيا)

/163/ Şeyh Ahmed Müsellem Efendi

Hz. Sezâî Âşık Mûsâ Efendi Dergâhı'na nakl-i makâm buyurduğu zamân dâmâdı ve halîfesi Ahmed Müsellem Efendi hazretlerini yerlerine Gülşenî Veli Dede Dergâh-ı şerîfine iclâs buyurmuşlardır.

Ahmed Müsellem Efendi bir nâdire-i hilkattir. Kâmil, mükemmil, âşık bir zât-ı irfân-simâttır. Hz. Pîr'e dâmâd olmuşlardı. Tarîkaten de intisâb ile mazhar-ı hilâfet olmuşlardır. Buna işâreten bir eserlerinde, "Şeyhim Sezâî Hasan Efendi hazretlerinin hıdemât-ı şâkka-i rızâlarında, alâ kadri't-tâka, çârûb gibi kemer-beste-i ubûdiyyet ve çöp gibi fersûde-i makâm-ı zillet olup, sûretâ mahremiyyetimiz pâye-i sıhriyyete muttasıl ve sîretâ manzûriyyetimiz rütbe-i hakîkate vâsıl olmağla..." buyururlar ki, irfânda derece-i kemâllerini irâeye kâfîdir.

Müşârünileyh Belgradlıdır. 1106 sene-i hicriyyesinde (1695) pâ-nihâde-i âlem-i şuhûd olmuş ve altmış sene muammer olarak, "hıtâmuhû misk" (ختامه مسك) terkîbinin delâleti mûcibince, 1166/(1753) senesinde irtihâl-i dâr-ı bakâ eylemiştir.

Edirne'ye ne târîhte geldikleri, nerede tahsîl eyledikleri, hangi târîhte Hz. Sezâî'ye dâmâd oldukları tahkîk olunamadı. Ulemâdan, urefâdan, şuarâdan oldukları muhakkaktır.

Hz. Sezâî'den sonra onbeş sene daha muammer olmuşlardı. Mesleken eser-i pâk-i Gülşenî'ye iktifâ ederek Hz. Sezâî'nin vâris-i kemâli olmuş idi. Gülşenî Veli Dede Dergâh-ı şerîfini müceddeden inşâ ettiklerinde söyledikleri târîhtir :

/164/   Bir gice elli dokuz sâli içinde bu makâm

                        Yandı çün şem'-i hidâyet âleme virdi zıyâ

                        Bâb u mihrâbı kalup hamyâze-nâk u sîne-çâk

                        Her kemer tecdîdin eylerdi rükû' üzre recâ

                        Âhir istimdâd idüp Hak'dan hakîr-i bî-murâd

                        Câ-nişîn-i Gülşenî Ahmed Müsellem Bu'l-Vefâ

                        Refte refte âb u gilden eyledi perdâhte

                        Lâne-i bülbül gibi bu menzili subh u mesâ

                        Lâne yâhûd zerger-i tahkîk elinde pûtedir

                        Sâlikin messi vücûdun zerr ider yâ kîmyâ

                        Her sütûnu ref'-i engüşt-i şehâdet eyleyüp

                        Beyt-i tevhîd olduğun îmâ iderdi gûyiyâ

                        Erre-i zikr-i kıyâmı itmeğe perr-i hıtâm(?)

                        Kufl idüp yazdı Müsellem iki nev-târîh ana

                        Dil-güşâ pâk ü Musaffâ Ahmed-âbâd-ı reşâd

                        Devr ile huld-i cinâna döndü bu vâlâ binâ

                        دلكشا پاك ومصفا احمد آباد رشاد

                        دور ايله خلد جنانه دوندى بو والا بنا

           

            Reviş-i beyândan, dergâhın dil-i âşık gibi yandığı müstebân oluyor. Mahdûmları Vefâ Efendi'den dolayı müşârünileyhe, "Ebu'l-Vefâ" denilmiştir.

            Müşârünileyh hakkındaki muhabbetime burhân olarak bir târîhte şu kıt'ayı inşâd eylemiştim :

                        Hazret-i Ahmed Müsellem ârif-i esrâr-ı dîn

                        Bâğ-zâr-ı Gülşenî'de andelîb-i hak-nevâ

                        İtdi sırran hem de sıhren iktirân-ı bâ-tamâm

                        Hazret-i Pîr-i Sezâî'ye o Rahmânî likâ

Gülşenî Veli Dede Dergâhı'nın Müsellem Efendi zamânında yeniden inşâsında İbrâhîm-i Nazîrâ hazretlerinin söyledikleri târîhdir :

                        Tarîk-ı Gülşenî reh-revlerinden

                        Müsellem muhteşem bir şeyh hakkâ

                        Bu vâlâ hânkâha itdi himmet

                        Harâb iken yeniden kıldı ihyâ

                        Nazîrâ didi itmâmına târîh

                        Yapıldı hânkâh-ı âlem-ârâ

                        (ياپلدى خانقاه عالم آرا)

 

            İrtihâllerinde dergâh-ı münîfin hazîresine defn olunmuş ve bi'l-âhare üzerine türbe yapılmıştır. Kıymetli bir şebekesi, rûhâniyyetli bir merkadi vardır ve elyevm ma'mûrdur. Lehü'l-hamd mükerreren ziyâret ettim ve âvîzeli bir kandîl takdîm eyledim. Baş ucunda asılıdır.

            İrtihâllerine o zamân söylenmiş târîhdir :

                        Merkad-i pür-nûr ravzun min riyâzı'l-cennedir

                        Oldu bir insân-ı kâmil ehl-i hakkın medfeni

/165/   Zât-ı mümtâz ü müsellem mihr-i kutbu'l-ârifîn

                        Mürşid-i râh-ı hüdâ şems-i hakîkat rûşeni

                        Hazret-i Şeyh-i Sezâî sırrına mazhar idi

                        Azm-i lâhût eyleyüp çekdi fenâdan dâmeni

                        Menzilinde kaldı mahdûm-ı güzîni Şeyh Vefâ

                        Kıldı ihyâ türbe vü sandûkası pîrâmeni

                        Lafziyâ nâsa diyüp menkûtla târîhini

                        Ayn-ı cennet meşhed-i pâk-i Müsellem Gülşenî

                        (عين جنت مشهد پاك مسلم كلشنى)

           

            Müsellem Efendi'nin irtihâlinde söylenmiş olan (başka bir) târîh :

                        Müsellem Şeyh Ahmed terk-i dünyâ eyledi gitdi

                        Tarîk-ı Gülşenî' de ol haber almışdı ma'nâdan

                        Emânet eyleyüp rûh-ı Sezâyî oldu târîhi

                        Vefâ'sı kala âlemde Müsellem gitdi dünyâdan

                        (وفاسى قاله عالمده مسلم كتدى دنيادن)

!!!!!! KABİR FOTOĞRAFI VAR !!!!!

(Fotoğraf altı Yazısı ):

Edirne’de Hz. Sezâî dâmâdı Ahmed Müsellem Efendihazretlerinin dergâhında kâin türbesidir. Azîzim Şeyh Şerefeddîn Efendi merhûm da burada medfûndur. Dest-ber-sîne-I ta’zîm olan zât Şeyh Ahmed-i Hayâlî Efendi’dir.

 

            (Müsellem Efendi), Cenâb-ı Pîr'in Kasîde-i Şümû'-ı Lâmi''ine şerh yazmıştır. Matbû'dur. Pek yüksek edebî bir lisân ile ârifâne bir sûrette yazılmıştır.Kendilerinin ilmen pek âlî mertebe sâhibi olmalarının da bu eserde semeresi müşâheddir. Büyük ve müretteb bir Dîvân'ı vardır. Bir de Dîvânçe'si olup, Dîvânçe'si tab' olunmuştur.

 

            Bir kaç nümûne :

                                            Na't-ı Şerîf

                        Lücce-i ısyânda nâ-çârım eyâ Hayre'l-beşer

                        Câh-ı mevc içre girif-dârım eyâ Hayre'l-beşer

                        Hep havâss-ı bâtınıyla zâhiri dem-sâz idüp

                        Penç-gâh üzre nevâ-kârım eyâ Hayre'l-beşer

                        Çâr-çeşm-i intizâr oldum ser-â-pâ lutfuna

                        Şeş cihâtımla nigeh-dârım eyâ Hayre'l-beşer

                        Vir visâlinle safâ kim dört tarafdan dâimâ

                        Niçe penç-i dest-i ağyârım eyâ Hayrü'l-beşer

                        Bed' idüp hams-i mübârekle Müsellem vasfına

                        Hân-ı na'tında niam-hârım eyâ Hayre'l-beşer

                                                   *   *  *

                        Firâkınla harâb-ender-harâbım Yâ Rasûla'llâh

                        O şevkıla mahall-i âftâbım Yâ Rasûla'llâh

                        Dil-i ahker-ızâmım sîhdır bezm-i anâsırda

                        Ser-â-pâ nâleyim gûyâ kebâbım Yâ Rasûla'llâh

                        Sirişkim âb u âhım bâd u dil-âteş olup gitdi

                        Mübârek pâyine tâiş-terâbım Yâ Rasûla'llâh

                        Olursam hâk-i ber-ten riştedir gerdün kıyâmetde

                        Hıyâmında yine mîh-ı tınâbım Yâ Rasûla'llâh

                        Müsellem bendeni kıldı sezâ-yı devlet-i dîdâr

                        Vücûhuyla o yüzden kâm-yâbım Yâ Rasûla'llâh

                                       

Gazeliyyâtından :

                        Değil kim keyfi bezm-i mâ-hazardır halka-i tevhîd

                        Döner hem-vâre câm-ı bî-kederdir halka-i tevhîd

                        Yakar hubb-i sivâyı tâb-ı hurşîd-i hakîkatle

/166/   Çü pertev-sûz-ı kânûn-ı şererdir halka-i tevhîd

                        Olur ashâbı her ân muttasıl sırr-ı yedu'llâh'a

                        Anınçün dest-ber-dest değerdir halka-i tevhîd

                        Ruh-ı zerdir riyâzetle sadâ'-ı derd-i inkâra

                        Misâl-i kurs u sandal kâr-gerdir halka-i tevhîd

                        Olur ehl-i derûnun sûret-i ahvâlini gammâz

                        Aceb mir'ât-ı erbâb-ı nazardır halka-i tevhîd

                        Cihâd-ı ekber erbâbı anınla eyler istiftâh

                        Müdevver Mushaf-ı remh-ı zaferdir halka-i tevhîd

                        Dimâğ-ı sâliki leb-rîz ider bûy-ı muhabbetle

                        Bu gülşende açılmış verd-i terdir halka-i tevhîd

                        N'ola tâlibleri heb vech-i asfar sâhibi olsa

                        Urûs-ı himmete halhâl-ı zerdir halka-i tevhîd

                        İdüp tenzîh ü teşbîhi tavassut mu'ted-i ber-hâl

                        Makâmât-ı şuhûda tâk-ı derdir halka-i tevhîd

                        Ke-mâ-şâ' itmeğe seyr ü temâşâ kûy-ı maksûdu

                        Bakılsa dûr-bîn-i pür-iberdir halka-i tevhîd

                        Müsellem menzil-i rûh olduğu menkûl ü sâbitdir

                        Mücerred hâric ez-tavk-ı beşerdir halka-i tevhîd

                       

                                                      *    *

                        Ehl-i aşkın tarabı âh u nevâdır zâhid

                        Dem ü sohbetleri de bâd-ı hevâdır zâhid

                        Zikr-i îş-i ezelî itmiş o erbâbı harâb

                        Nısf-ı îş anlara zikr içre sadâdır zâhid

                        Fakrı vîrâne idinmiş o gürûh-ı enbûh

                        Andan ol tâife hep dahme-güşâdır zâhid

                        Bir siyeh hırkaya mâlik imiş ol fırka velî

                        Cevz-i hindî gibi pür-mağz-ı vefâdır zâhid

                        Sen ibâdetle tefâhurdasın ammâ uşşâk

                        Hep ubûdiyyete mâil urefâdır zâhid

                        Ser-be-ceyb olduğuna bakma fakîrin çü cebel

                        Kemer-i himmeti pür-tibr ü tılâdır zâhid

                        Fakd-ı mevcûd ile vicdâna Müsellem-veş iden

                        Fukarâdır fukarâdır fukarâdır zâhid

            Rubâiyyâtından :

                        Pîş-i hâkânda Müsellem kâim olsan dâimâ

                        Hürr iken sen eylemez teklîf -i cây u ittikâ

                        Bir efendiye kul ol kim iki rek'at neflede

                        Abdine ta'zîm ile bir ka'de emr eyler sana

            Bu rubâî pek mühim hakâyık-ı ma'nâyı şâmildir

                                         -    -    -

/167/    من بقا خواهم بهستى دل فنا را ميكشد

اين چنين دارم توقع از در ارشاد من

من به پيش رحله كشم صورت الاَ ولى

هيئت لا مى نمايد رحلهء ارشاد من[22]

Gazel :

                        Ger sorarsan intisâb u zât u nâm u şânımız

                        Bülbül-i şûrîdeyiz biz Gülşenî uşşâkıyız

                        Rûz u şeb zikr-i Hudâ'dır nâle vü efgânımız

                        Bülbül-i şûrîdeyiz biz Gülşenî uşşâkıyız

                        Biz hevây-ı aşkıla düşdük fezâ-yı gurbete

                        Kasdımız uçmakdır âhir âşiyân-ı vahdete

                        Bir gül-i bî-hâr içün konduk bu bâğ-ı kesrete

                        Bülbül-i şûrîdeyiz biz Gülşenî uşşâkıyız

                        Cânımız gül bezmimiz gülşen-i nîm-dîde şarâb

                        Na'ra-i mestânemiz 'Yâ Hû' Müsellem dil kebâb

                        Biz ezel meyhânesinde böyle olduk neş‘e-yâb

                        Bülbül-i şûrîdeyiz biz Gülşenî uşşâkıyız

                       

            Şeyh Ahmed Vefâ Efendi

            Ahmed Müsellem Efendi'nin mahdûmu, Hz. Sezâî'nin torunudur. Gülistân-ı irfânda yetişmiş pederinden ahz-i feyz etmiş, ceddînin nazar-ı feyzine erişmiştir. Gülşen-i ma'rifette bir nihâl-i hakîkattir. Müşârün ileyhîmânın zübde-i kemâlâtı olmuştur. Meşâyıh-ı zamânın mümtâzı idi. İlm-i zâhir ü bâtının tecellî-gâhı olmuştu. Kuvvet-i irşâdı ne mertebe âlî ise nazm u nesrde de o rütbe bâlâ-ter idi.

            Pederinin irtihâli üzerine 1166/(1753)'da Gülşenî Veli Dede Dergâhı'na seccâde-nişîn oldular. Sinîn-i medîde irşâd-ı ibâda hasr-ı vakt ettiler.

            Pederlerinin irtihâli üzerine şu sûretle ızhâr-ı hissiyyât buyururlar :

                        Hazret-i Şeyh-i Müsellem kutb-ı aktâb-ı cihân

                        Vâlid-i tâc-ı serim ol hâdi-i râh-ı hüdâ

                        Hânkâh-ı âlem-i fânîden uzlet eyleyüp

                        Tekye-i lâhûtda halvetle idüp kesb-i rızâ

                        Mürşid-i İsâ-dem oldu nice demde ol velî

                        Kıldı ihyâ pes kulûb-ı mürdeyi idüp duâ

                        Firkati içün aceb mi eylese feryâd hezâr

                        Gülsitân-ı dehre olmuşdu gül-i la'lî nümâ

                        Mahzen-i ilm-i ledünnî maksem-i esrâr-ı Hak

                        Tâlibe ızhâr iderdi Hızr-veş sırr-ı hafâ

                        Feyz-i sultân Gülşenî'ye ol sezâ-yı nâm olup

                        Menba' olduğu o feyze çün değil cây-ı hafâ

                        Kalb-i pür-nûru anın ma'nâda beytu'llâh idi

                        Ana dâhil olana dinildi ‘kâne  âminâ’

            İrtihâllerinde peder-i ekremlerinin türbesinde vedîa-i hâk-i gufrân kılındı. Târîh-i irtihâllerine dest-res olamadım. Her hâlde kırk-elli sene kadar bu makâma, /167/ ya'nî Gülşenî Veli Dede Dergâhı'na zînet verdiler. Zamân-ı meşîhatlarında cennet-mekân Sultân Mustafa Hân hazretlerinin vezîr-i a'zamı, müceddeden bir minâre ilâvesiyle dergâhı ta'mîr ve termîm eylemiştir. Edirneli Tâib Efendi tarafından şu târîh söylenmiştir :

                        Bu makâm-ı mu'teberde nice pîrân-ı selef

                        Eylemiş her birisi dârü'l-karâr-ı ma'nevî

                        Hacı Bayram-ı Velî bir erbaîn tekmîl idüp

                        Nice eyyâm olmuş işbu cây-gehde münzevî

                        Kıldı binyüzseksenaltı sâlini tevsî'-ı refî'

                        Mustafâ Hân’(ın) vezîr-i a'zam ser-askeri

                        Cevheri sarf ile Tâib nâsa tebşîr eyledi

                        Oldu Rûşen  her zamân bu tekye-gâh Gülşenî

                        (اولدى روشن هر زمان بو تكيه كاه كلشنى) = ( 1189/1775)

           

Şeyh-i müşârünileyhin Hadâiku's-Salât isminde bir hadîs-i erbaîni vardır. Dîvân-ı Sezâî'yi, bi-tarîkı'l-intihâb tahmîs etmişlerdir ki, ahîren Nüzhetü'l-İhvân nâmıyla neşr olunmuştur.

            Bir-iki tahmîsini teberrüken nakl ediyorum :

                        Vücûdun feyz-i Hakk'a ayn-ı kândır Yâ Rasûla'llâh

                        Dile fikr-i visâlin tâze cândır Yâ Rasûla'llâh

                        Der-i ulyâna kurbet ızz ü şândır Yâ Rasûla'llâh

                        Derûnum âteş-i aşkınla kandır Yâ Rasûla'llâh

                        Dil-i teşnem mey-i vaslınla kandır Yâ Rasûla'llâh

                        Senin 'levlâke levlâk' ile Hak şânın ayân itdi

                        Kelâm-ı 'kâbe kavseyni ev ednâ'yla beyân itdi

                        Anınçün na'tını kem-ter kulun vird-i zebân itdi

                        Firâkın âteşi bağrım yakup eşkim revân itdi

                        Dü-çeşm-i intizârım dolu kandır Yâ Rasûla'llâh

                        Bilenler cûd-ı lutfun bâb-ı gayre iltifât itmez

                        Görenler nûr-ı vechin şemse zerre iltifât itmez

                        Olan dergâha bende gayri gayre iltifât itmez

                        İçenler câm-ı aşkın bâb-ı Hızr'a iltifât itmez

                        Senin aşkın hayât-ı câvidândır Yâ Rasûla'llâh

                        Cenâb-ı Hak bu mahlûkâta rahmet eyledi zâtın

                        İbâdât oldu ins ü cinne ezkâr-ı makâlâtın

                        Senin na'tında âciz vâsıfûn bî-had kemâlâtın

                        Sen ol şems-i hakîkatsin ki âlem cümle zerrâtın

                        Vücûdun bâis-i kevn ü mekândır Yâ Rasûla'llâh

                        Vefâ-yı rû-siyeh bî-çâre fazlın ilticâ eyler

                        Kapunda bendedir her demde cûdun ilticâ eyler

                        Kerem-kârâ senin lutfunla rahmın ilticâ eyler

                        Sezâî derd-mendin bâb-ı lutfun ilticâ eyler

                        Bilir kim dergehin dârü'l-emândır Yâ Rasûla'llâh

                                                *   *   *

/169/   Sakın keşf itme ağyâra bu râzı

                        Ki merdân-ı Hudâ virmez cevâzı

                        Vefâ her demde dilden it niyâzı

                        Bana kulluk Sezâî aşk-bâzı

                        Bu râh içre benim ol rind-i kallâş

                                             *   *   *

                        Yâ Rab dilimi mahzen-i esrâr eyle

                        Her şâm u seher meşrık-ı envâr eyle

                        Tevfîka karîn eyle beni her dem ü sâl

                        Fazlınla pesendîde-i etvâr eyle

Şeyh Şuayb  Efendi 

Hz. Vefâ'nın mahdûmudur ve Gülşenî Veli Dede Dergânı'nın şeyhidir. Kaç sene seccâde-nişîn oldukları, ne târîhte irtihâl eyledikleri anlaşılamadı. Feyz ve terbiyesi pederlerindendir. Hz. Müsellem'in türbesinde defîn-i hâk-i gufrândır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Şeyh Seyfullâh Efendi

1211/(1796) senesinde Hz. Şuayb'ın sulb-i pâkinden kadem-zen-i âlem-i şuhûd olmuştur. Altmışyedi sene muammer olup, 1278 senesi Ramazân'ının 12. günü (13 Mart l862)   vakt-i iftârda azm-i gülşen-i lâhût ederek şeref-i cemâl-i ilâhî ile iftâr eylemiştir.

Tarîkaten intisâbı Edirne'de Kovacılar içinde Himmet Dede Dergâhı şeyhi İsmâîl Âşir Efendi'yedir ki, Âşir Efendi, Hicâz'a gittiği zamân Mısır'da Âsitâne-i Gülşenî'de şeyh bulunan Mustafa Çelebi'den tâc ve hırka giymiş idi.

Seyfullâh Efendi'nin İsmâîl Âşir Efendi'ye intisâbinâ bakılırsa kendisi henüz küçük yaşta iken pederlerinin irtihâl etmiş olduğuna hükm olunur. Gülşenî Veli Dede Dergâhı'nda pederinin câ-nişîni olmuş, 1278/(1862) senesine kadar neşr-i feyz eylemiştir.

Ümmî imiş. Ahlâk-ı hasene sâhibi ve uzun saçlı bir mürşid-i hakîkat-bîn olduğunu Edirne'de mülâkî olduğum zevâttan işittim.

/170/ Kabirleri Hz. Müsellem'in türbesi kapısı yanındadır. Açıktadır. Mezâr taşında şu beyitleri okudum :

                        Tarîk-ı Gülşenî'nin rûh-ı ervâh-ı tecellîden

                        Yine asla rücû' itmiş kibârı nesl-i ehlu'llâh

                        On ikinci günü şehr-i sıyâmın vakt-i iftârda

                        Cenâb-ı Hâlıkı tevhîd iderdi geldi hükmu'llâh

                        Kemâl-i hüsn-i hilkatle mücellâ kalbi tâhirdi

                        Gönül virmezdi âlemde ne ki var ise gayru'llâh

                        Ferâmûş itmesün evlâdlarım geçdikce yanımdan

                        Okusunlar ola kabrim münevver nûr-ı zikru'llâh

                        Meâlî cevher-i harfdan düşürmüş târihin Hâşim

                        O bâbdan hem kadem basdı bakâya Şeyh Seyfu'llâh

                        (او بابدن هم قدم باصدى بقايه شيخ سيف الله) = 1278/(1862)


ŞEYH ŞUAYB ŞEREFEDDÎN EFENDİ HAZRETLERİ

Müşârünileyh Seyfullâh Efendi'nin necl-i necîbi ve Hz. Sezâî'nin beşinci hafîdidir.

1258 sene-i hicriyyesinde (1842) Edirne'de zînet-sâz-ı âlem-i şuhûd oldu. Sinn-i âlîleri tahsîl zamânına vâsıl olunca Konyalı Hacı Mahmûd Efendi'den taallüm-i Kur'ân ile ulûm-ı ibtidâiyyeyi okumuştur. Ba'dehû Edirne'de güşâd olunan Mekteb-i Rüşdî'de Kütahyalı Osmân Efendi'den bir mikdâr Arabî Fârisî okuduktan sonra câmi' dersine devâm etmişlerdir. Hocaları Berber-zâde Muhammed Efendi olup, ulûm-ı êliyeyi onlardan tahsîl eylediler. Bu sırada pederleri irtihâl-ı dâr-ı naîm eylediği cihetle, henüz yirmi yaşında idiler, hasbe'l-îcâb İstanbul'a gelerek Molla Aşkî Dergâhı'nda, Şeyh Osmân Efendi ile, Gürcü Ali Efendi hulefâsından Bolulu, sâhib-i icâze Mustafa Hilmi Efendi hazerâtına mülâkî olup, Şeyh Mustafa Hilmi Efendi'ye intisâb ve tarîk-ı Gülşenî'ye ittisâl ile kâm-yâb oldular. Tohm-ı tevhîdi kalb-i Hz. Şeyh'e eken bu zâttır. Teberrüken tâc ve hırka iksâ ederek me'zûniyyet vermişlerdir.

Ba'dehû Edirne'ye avdetle bir tarafdan tahsîle devâm ve bir yandan ta'lîm olundukları evrâd u esmâ ile meşgûl olmuşlardır. Üç sene sonra işâret-i ma'neviyye üzerine İstanbul'u yine teşrîf buyurup, şeyhinden teberrüken icâze almışlardır ki, 1281/(1864) senesine müsâdifdir.

Bu sırada Edirne'ye avdetle ke-mâ-kân tahsîl-i kemâlâta hasr-ı evkât ederek Gülşenî Veli Dede Dergâhı maşîhatini de der-uhde buyurmuşlardı.

Üç sene sonra şeyhi Mustafa Hilmi Efendi terk-i dünyâ eylemekle, o gül-zâr-ı /171/ reşâdetin bir gonca-i ma'rifeti olan Şerefeddîn Efendi, bundan melûl olmuştu.

Edirne'de Câmi'-i Atîk müderrisi Hâfız İsmâîl Rüşdî Efendi'nin dâhil-i dâire-i irfânı oldular. Onlardan ilm-i tefsîr ü hadîs-i şerîf ve tasavvuf dersleri gördüler. Bu sırada Harîrî-zâde Şeyh Muhammed Kemâleddîn Efendi (84. sahîfeye mürâcaat) hazretleriyle mülâkî oldular. Aralarında ülfet ve ünsiyyet husûle geldi. Onlardan tarîkat-ı Nakşiyye, Celvetiyye, Nasûhiyye-i Şa'bâniyye, Bekriyye-i Şa'bâniyye, Kâdiriyye, Rufâiyye ve Halvetiyye'den nâil-i icâze oldular. Kendileri de müşârünileyhe tarîk-ı Gülşenî'den feyz verdiler ki, Harîrî-zâde, Fâtih Kütübhânesi'nde mevcûd Tibyânü't-Tarâik nâm eserinde bu keyfiyyeti yazıyor.

Hz. Sezâî'nin, "Âdem hemîn bu bezm-i dil-ârâya bir gelür" gazelini Şerefeddîn Efendi'nin ricâları üzerine şerh eylemişlerdi.

Şerefeddîn Efendi, 1290/(1873) senesinde Muhammed Mahvî Efendi nâmında bir mürşid-i kâmilin mazhar-ı sohbbeti olup, bu zât-ı muhteremden de ahz-i feyz ü esrâr ederek tarîk-ı Gülşenî'de zül-cenâhayn olmuşlardı. Çünki tarîk-ı Gülşenî'de iki kol olup, biri Sezâiyye, dîgeri Hâletiyye'dir. Mahvî Efendi vâsıtasıyla Hâletiyye kolundan da nisbetleri husûle gelmiş idi ki, silsile-i nisbetleri ber-vech-i âtîdir :

           

Hâletiyye kolu :

Şeyh Şuayb Şerefeddîn Efendi, Şeyh Muhammed Mahvî er-Rûmî (Hayrabolulu), Şeyh İsmâîl Âşir b. Ahmed Necîb-i Edirnevî (1278/l861-62), Şeyh Mustafa Çelebi el-Mısrî hâdim-i Hânkâh-ı Gülşenî, Şeyh İbrâhîm Aliyy-i Lîneverî sümme'l-Mısrî, Şeyh Ahmed Nâsırüddîn-i Gülşenî an vâlidihî, Şeyh Hasan-ı Hâletî an-vâlidihî, Şeyh Ali el-A'lâ an-vâlidihî, Şeyh İbrâhîm Muhyiddîn an-Şeyh Hasan b. Muhyiddîn an-ammihî, Ahmed an-ahîhi, Şeyh İbrâhîm Muhyiddîn (1044/1634) an-vâlidihî, Necîbüddîn Hasenü'l-Ahsenî (1024/1615) an-ahîhi, Şeyh Ali es-Safvetî (1005/1597) an-vâlidihî, Şeyh Ebu's-Safâ Şemseddîn-i Hayâlî (977/1569) an-vâlidihî, İmâmü't-tarîka pîr-i dest-gîr Şeyh İbrâhîm-i Gülşenî (kuddise sırruhu's-senî) hazretleri.

           

Sezâiyye kolu :

Şeyh Şuayb Şerefeddîn Efendi, Şeyh Mustafa Hilmi Efendi, Şeyh Ali Rıza Efendi, Şeyh Hasan el-Hasenî Efendi, Şeyh Hâfız Mustafa Efendi, Şeyh Gürcü Ali el-kebîr, pîr-i sânî Hasan Sezâî (kuddise sırruhu'l-âlî).

/172/ Şerefeddîn Efendi hazretlerinin terceme-i hâline biraz fâsıla vererek bu zevâttan bahs edelim :

Şeyh Mustafa Hilmi Efendi

Bu zât-ı muhterem Samatya'da İmrahor Dergâhı hazîresinde medfûndur. Kitâbe-i seng-i mezârı :

"Hû Dost!

Tarîkat-ı aliyye-i Gülşeniyye'den Molla Aşkî Dergâh-ı şerîfi post-nişîni meşâyıh-ı ızâmdan eş-Şeyh Ali Rızâ Efendi'nin hulefâsından ve el-Hâc İlyâs Câmi'-i şerîfi imâmı âlem-i fenâdan âlem-i bakâya intikâl eden eş-Şeyh es-Seyyid Mustafâ Hilmî Efendi'nin ve kâffe-i ehl-i îmânın ervâhına el-Fâtiha. 9 Receb 1283/5 Teşrîn-i sânî 1282 (17 Ocak 1867), yevm-i Cumartesi."

Şeyh Gürcü Ali Rızâ Efendi

Molla Aşkî Dergâh-ı şerîfinde türbede medfûndur. Sandûkası önündeki levhadan :

                        Pîr-i sânî Hazret-i Sultân Sezâî Gülşenî

                        Bende-i âgeh velî ya'nî Cenâb-ı Şeyh Alî

                        Ârif-i ilm-i ledünnî vâkıf-ı sırr-ı 'aref'

                        Ehl-i hâl-i hikmetin kenz-i rumûzât-ı velî

                        Zikr ü fikri dâimâ tevhîd-i bârî itdi heb

                        Kâr-ı kevn-i bî-bakâda yok idi hiç medhali

                        Rû-nümâ olurdu Hak kılsan nazar im'ânla

                        Nûrdan mir'ât idi gûyâ vücûd-ı müncelî

                        Ni'met-i dîdâr-ı yâre olıcak da'vet hemân

                        Sofra-i hân-ı fenâdan der-akab çekdi eli

                        Kurb-ı Hak'da ola firdevsîler ile hem-celîs

                        Çünki Rıdvân eylemiş âmâda me'vâ evveli

                        Cevher-i eşkile Tal'at yazdı târîhin didi

                        Hak idi âlemde maksûd gördü Hakk'ı Şeyh Alî

                        (حق ايدى عالمده مقصود كوردى حقى شيخ على) =1260/(1844)

Bir silsile-nâmede 1262/(1846) muharrer olarak gördüm.

 

Sekiz halîfesi vardır :

 

- Şeyh es-Seyyid el-Hâc Hüseyin Hüsnü Fahrî Efendi

1270/(1854). Dergâha muttasıl bahçede medfûndur. Duvarın ta'mîrinde fakîr, bir pencere yaptırdım. Taşında :

Alevî evlâdından ve tarîk-ı Gülşeniyye'den ve hâcegân-ı dîvân-ı humâyûndan es-Seyyid eş-Şeyh el-Hâc Hüseyin Hüsnü Fahrî Efendi, 1270” diye muharrerdir.

- Çubukcu-zâde Şeyh Köse Ahmed Efendi

1274/(1858). Bu zâtın bir halîfesi vardır. İsmi İsmet Paşa'dır Süvârî livâlarından idi. Şehremîni'de bir konağı vardı. Türbede medfûndur. Paşa olduğu hâlde, tekkede kahve nakîbliği yaparmış. Sulehâdan bir zât olduğu menkûldür.

- Şeyh el-Hâc Muhammed Rüşdî Efendi :1293/(1876).

- Şeyh Hâfız Hüseyin Efendi : 1259/(1843).

- Şeyh Hâfız Muhammed Efendi : 1258/(1842).

- Şeyh Seyyid Muhammed Emîn Efendi.

- Şeyh Seyyid Mustafa Hilmi Efendi : 1283/(1866-67).

- Şeyh Köse Osmân Nûri Efendi : 1302/(1885).

Şeyh Hasan el-Hüsnî Efendi

Ali Rızâ Efendi'nin şeyhidir Molla Aşkî Dergâhı'nda, türbede medfûndur.

           

Manzûme-i târîhiyye :

                        Cenâb-ı Şeyh Alî necli Hasan Hüsnî Efendi Hû

                        Olup lâhûta âzim kurb-ı Hak'da eyledi iskân

                        Azîzim Şeyh Sezâî'ye yed-i mürşidle peyveste

/173/   İlâhî gülşen-i cennetde kılsun aşkıle devrân

                        Sevindirdi girüp kabre civâr-ı vâlideyninde

                        Velâkin âşıkân dervîşlerini eyledi giryân

                        Mukaddes rûhu fevc-i tâifân-ı havl-i arş ile

                        Cebîn-fersâ-yı adni Ka'be-i ulyâ ide Mennân

                        Revânı ni'met-i kevser ile seyrâb u seyr olsun

                        Makâmın gül-sitân-ı kasr-ı firdevs eyleye Rahmân

                        Tefe‘‘üldür bu târîhim şefâat isterim Hayrî

                        Hasan Hüsnî Efendi cânını huld eyledi Yezdân

                        (حسن حسنى افندى جاننى خلد ايلدى يزدان) = (1249/1833)[23]

           

Şeyh Hâfız Mustafa Efendi

Şeyh Ali el-Gürcî hazretlerinin halîfesi ve dâmâdı ve Molla Aşkî Dergâhı şeyhidir. 1206/(1791) senesinde irtihâl-i dâr-ı bakâ eylemiş ve türbe-i şerîfeye defn olunmuştur. Sofularlıdır.

           

Şeyh Ali el-Gürcî Efendi 

Hz. Sezâî hulefâsındandır. İstanbul'a berây-ı irşâd me'mûr buyrulmuştur. Molla Aşkî Dergâhı'nı te'sîse muvaffak olup, sinîn-i medîde neşr-i feyz etmiştir. İntikâlleri vukû' bulunca, tevhîd-hânenin sol tarafında ihzâr edilen kabre vedîa-i hâk-i rahmet kılınmış idi.

            Manzûme-i târîhiyye :

                        Göçdü dünyâdan nihâyet Şeyh Aliyy-i Gülşenî

                        Dâimâ tevhîd ü zikru'llâh idi fikr ü dili

                        Mürşidânın serveri ya'nî Sezâî pîridir

                        Hep görüp seyr-i sülûku andan almışdı eli

                        Tekye-gâh-ı gülşen-i dehr içre cidd ü sa'yile

                        el-Hak olmuşdu tarîk-ı Gülşenî'nin bir güli

                        Cebhesinde feyz-i rûhâniyyet itmişdi zuhûr

                        Hem de envâr-ı tecelliyyâtı Hakk'ın müncelî

                        Düşdü üçler Himmetî târîh-i cevher dârına

                        Hak kıla gül-zâr-ı Adni cilve-gâh-ı Şeyh Alî

                        (حق قيله كلزار عدنى جلوه كاه شيخ على) = 1190/(1776)

Bu târîhlerden istidlâlime göre Şeyh Ali Efendi Hz. Sezâî'nin irtihâllerinden sonra otuzdokuz sene daha muammer olmuşlardır. Bu dergâhı cenâb-ı Pîr zamânında te'sîs eylemiş olacaklarına bakılırsa, elli seneden fazla burada neşr-i feyz-i tarîkat u ma'rifet buyurmuşlar demek olur.

Kendilerinden sonra dâmâdı Hâfız Mustafa Efendi'nin onaltı sene (sene : 1206), Gürcü-zâde Hasan Hüsnü Efendi'nin kırküç sene, Ali Rızâ Efendi'nin onbir sene (sene : 1262) seccâde-nişîn-i hilâfet oldukları bi'l-hisâb nümâyân olur. Sonra Şeyh Osmân Nûri ve Sezâî Efendiler, sırasıyla icrâ-yı meşîhat edip, Osmân Nûri Efendi türbede medfûndur.

Şeyh Muhammed Şehrî ve Sâmî Efendilerin beyânına göre Ali Rızâ, sânisi hulefâsından Şeyh Ahmed Efendi'nin de, bir aralık altı ay kadar bu dergâhta meşîhati olup, irtihâlinde Hasan Tevfîk Efendi'nin kabrine defn olunmuştur. Halîfesi İsmet Paşa dahi bu kabirde defîn-i hâk-i ıtır-nâktır. (Sahîfe 172'de bahsi geçti).

Şeyh Sâmî Efendi ise selefinin ifâdesine atfen Şeyh Ahmed Efendi'nin esâsen şeyhi ile arası açılıp, burada meşîhati olmadığını ve ihtimâl ki, vekâlette bulunduğunu ve başka bir yere defn edildiğini söylemektedir.

Molla Aşkî Dergâhı'nda Şeyh Ali Gürcü hazretlerinin irtihâline dâir, vak'a-nüvîs Edîb Efendi[24] tarafından o zamânda söylenmiş bir manzûme-i târîhiyyeyi hâvî levhadan :

                        Sâlikân-ı Hazret-i Pîr-i muazzam Gülşenî

                        Kıldılar sûz-ı firâk ile yine dilden bükâ

                        Şeyh Aliyy-i Gülşenî kıldı bakâya çün sefer

                        Leyle-i kadr idi ihsân-ı Cenâb-ı Kibriyâ

                        Nûş idicek 'irciî' emrin o dem pervâz idüp

                        Âşiyân-ı kudse kondu mürg-ı rûhu çûn hümâ

                        Şöyle bir kâmil mükemmil er idi bir kez anın

                        Gönlüne yol bulmadı hubb-ı nukûş-ı bî-bakâ

                        Rabt-ı kalb-i enveri dâim Cenâb-ı Hak idi

                        Ol cihetden hiç anı aldatmadı nefs ü hevâ

                        Kutb-ı vakt idi dinürse zâtına lâyık anın

                        İtmedi Hak'dan cüdâ bir dem anı kayd-ı sivâ

                        Zâhir ü bâtın Sezâî hazretinin bendesi

                        Ârif-i bi'llâh muhakkak mürşid ü hem reh-nümâ

                        Kudve-i ehl-i riyâzet zübde-i erbâb-ı dil

                        Manzen-i vecd ü safâ böyle mücâhid bî-riyâ

                        Dergehine baş koyan sâlikleri bî-rayb ü şek

                        Dûzah-ı emmâreden ol dem bulurlardı rehâ

                                        

                        Câh u çâhı bu cihânın bildiğim kesret kamu

Hakkî müşâhiddi anınçün........

                        Hak teâlâ sırrını takdîs ide her rûz u şeb

                        İde rûh-ı enveri dâim naîm ile safâ

                        Ol velînin sû-yi Hakk'a intikâliçün Edîb

                        Yaz bu târîh-i mesîli böylece .........

                        Kevser-i vaslıyla kandırsun heme Rabbü'l-enâm

                        Eyleyüp mihmân-sarây-ı cenneteyn .........

                       

Kabirlerinin sağ tarafında birinci sandûkada ilk haremi Fâtıma ve ikinci haremi Hasîbe hanımlar medfûnedirler.

Ali Efendi'nin kabrinden (sonra) üçüncü kabir mahdûm-ı mükerremleri Hasan Tevfîk Efendi'nindir.

                        Rıfkıyâ çıkdı üçler yediler cevherle târîhini*

                        Azm eyledi bu demde Hasan Tevfîk Efendi cennete

                        (عزم ايلدى بو دمده حسن توفيق افندى جنته) = 1242/(1826)

Bu zâtın meşîhati yoktur. Onun yanında pencere önündeki zât 172. sahîfede bahs eylediğim Ali Gürcî-i sânîdir. Onun ayak ucunda medfûn olan Şeyh Köse Osmân Nûri Efendi olup, Ali Rızâ Efendi halîfesidir. Kırkiki sene meşîhati olduğu ınde'l-hisâb müstebândır. Hânkâh-ı Hz. Sünbül'de erbâîn çıkardıklarını naklen Şeyh Şehrî ve Sâmî Efendiler söylediler. Müşârünileyhin Hâletiyye-i Gülşeniyye'den icâzesi vardır (sahîfe 207).

                        Şeyh-i ekmel Hazret-i Osmân Efendi'dir velî

                        Oldu bu dergehde kırk-elli sene sâhib-makâm

                        Gülşenî-i Ma'nevî’den feyz alup bî-iştibâh

                        Eyledi tevhîd ü ezkâr ile irşâd-ı enâm

                        Vâkıf-ı esrâr-ı pîrân ârif-i bi'llâh'dır

                        Sâye-i Fahr-ı rusülde oldu vuslatla be-kâm

                        İki mısra' söyledim Sa'dî cenâb-ı hazrete

                        Her biri târîh-i cevher ile buldu intizâm

                        Pîr iken Osmân Efendi itdi seyrân-ı naîm

                        Hû diyüp Osmân Efendi devrini kıldı tamâm

                        پير ايكن عثمان افندى ايتدى سيران نعيم = 1302/(1885)

                        هو ديوب عثمان افندى دورينى قيلدى تمام = 1302

                                        

Şeyh Osmân Nûri Efendi, Ali Rızâ Efendi'den müstahlef olunca Çekmece'deki dergâhda irşâd-ı ibâda me'mûr olmuş, yirmi sene kadar orada bulunmuş, bakıyye-i ömürlerini Molla Aşkî'de geçirmişlerdir.

           

Hulefâsı :

           

Libhovalı Şeyh Mahmûd Efendi (sahîfe : 208), Voştineli Şeyh Abdullâh Efendi, Şeyh Abdülbârî Efendi, İstanbullu Şeyh Neş'et Efendi, Çekmece Dergâhı şeyhi ve dâmâdı İsmâîl Efendi, mahdûmu Şeyh Sezâî Efendi. (Kaddesa'llâhu esrârahum)

Sezâî Efendi, 1302/(1885)'de pederinin câ-nişîni olup, otuz yedi sene kadar seccâd-nişîn-i meşîhat olup, 1339/(1921) senesinde âzim-i dârü'l-karâr oldular. Çekmece'deki dergâhda medfûndur. Yerine mahdûmu Osmân Efendi geçmiş ise de mugâyir-i âdâb-ı şerîat ahvâl ü harekât-ı nâ-merzıyyesine mebnî, meşîhat üzerinden ref' olunarak, yerine Libhovalı Şeyh Mahmûd Efendi-zâde Şeyh Muhammed Sâmî Efendi şeyh olmuştur. (Sahife 208)

Tâhirağa Dergâhı şeyhi Ali Behcet Efendi buyurdular ki : Osmân Efendi'nin İsmâîl Efendi isminde bir dâmâdı vardı. Tekkeye bitişik ev onun idi. Osmân Efendi'yi, sonra Çekmece'ye şeyh yaptılar. Senede bir iki giderdi. Vefâtından sonra Sezâî Efendi'ye meşîhat verildi.

                                           

 *    *    *

/174/ Sezâi Efendi, Çekmece-i Kabîr (Büyük Çemece) Hz. Sezâî  hulefâsından Nasûh Baba Tekkesi'nde medfûndur. (208. sahîfeye mürâcaat)

Gürcü Ali Efendi'nin halîfeleri, Şeyh Mahmûd Efendi Kırımlıdır. Urefâdan ve erbâb-ı kalemden bir zât-ı âlî-kadrdir. "Hâmid-i Bî-nevâ" mahlasını takındıkları, etvâr-ı seb'aya dâir yazdıkları iki risâlenin mütâlaasından istidlâl olunmuştur.

Bir zat ba'zı sualler sormuş. Birincisi, (الرَّحْمَنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى)[25] hakkındadır. Enes b. Malik'in, (الاستواء غير مجهول وكيفيته غير معقول والإيمان واجب والسؤال عنه بدعة.)[26] buyurmaları esâsına göre tedkîkatı câmi'dir.  Mesâil-i gâmızadan bâistir.

                        Verme râhat nefsine dâim gazâ-yı ekber it

                        Hâne-i dil feth olup dâru'l-emân itsün seni

nutku kendilerinindir. 232. sahîfede  Şeyh Hâmid hakkında tafsîl vardır.

- Kırımlı Şeyh el-Hac Mustafa Efendi

- Şeyh Ahmed Muhtâr Âhî Efendi

- Şeyh Hafız Mustafa Efendi. Molla Aşkî Dergahı şeyhidir. Silsile-i tarîkat bu zâttan yürümüştür. Bu zatın halîfesi zâviye-dâr başı Şeyh Muhammed Saîd Efendi 1217/(1802).

Bu zâtın beş halîfesi vardır:

- Şehremininde Hz. Ümmî Sinan Zâviye-dârı Yekçeşm Şeyh Hacı Ali Efendi 1219/(1804).

- Şeyh Abdülhamîd Efendi 1245/(1829)

- Şeyh Mîr Saîd Efendi.

- Şeyh Seyyid Hâşim Efendi

- Şeyh Mustafa Efendi-zâde Şeyh Muhammed Rifat Efendi 1256/(1840)

 

                                           -    -    -

Ehl-i silsile hakkındaki tafsîlat burada bitti. Yine Şeyh Şuayb Şerefeddîn Efendi hazretlerine rücû’ ediyorum.

           

Harîrî-zâde'den aldıkları nisbet ile turuk-ı sâireden olan alâkalarına ait silsile-nâmeleri  Tibyânu't-Tarâik'ta ve müşârünileyh Şerefeddîn Efendi hakkında müstekıllen yazdığım Mürâselât nâm eser-i dervîşânemde tafsîlen münderictir. Bunlardan Tarîk-ı Şa'bânî'ye ait olanları ber-vech-i âtîdir:

- Şeyh Şuayb Şerefeddîn Efendi hazretleri

- Şeyh Muhammed Kemâleddîn-i Harîrî

/175/  - Şeyh Salih Efendi b. Şeyh Abdülkâdir Efendi.

- Şeyh Mustafa Zekî b. Şeyh Mustafa Zekâî el-Üsküdârî  an-şeyhıhî Şeyh el-Hâc Hasan es-Simâvî (1209/1794)  ani'ş-Şeyh Abdullâh-ı Kastamonî (1181/1767) ani'ş-Şeyh Alâeddîn Alî b. Hz. Nasûhî (1161/1748) an-vâlidî, sümme tekemmele alâ yedi reîsi hulefâihî Şeyh Abdullâh er-Rüşdî el-Mudurnî (1141/1729) an-imâmü't-tarîka Şeyh Muhammed Nasûhî el-Üsküdârî (kuddise sırruhu'l-Bârî).

İşte Şeyh Şuayb Şerefeddîn Efendi hazretleri bu sûretle câmiu't-turuk olmuşlardı. Muhammed Nûru'l-Mahlâvî'den Kemâl Harîrî vâsıtasıyla intikâl eden neş'e-i melâmetle, "Gey melâmet hırkasın sultânlık anda gizlidir" diye, hırka-pûş-ı istitâr olmuşlardı.

Mülâkî oldukları zevât-ı kirâmın zevk-ı sohbetlerinin, dimâğında bıraktığı te'sîrât ile kendine bir meslek-i metîn ittihâz ederek ihtiyâr-ı âlem-i vahdet buyurup, kemâlât-ı ârifânelerini ileri götürmek için pek çok çalışmışlardır. İsti’dâd-ı Hudâ-dâd îcâbınca âsâr-ı feyz-i tecellîye başlayınca meclis-i irfânına cân atanlar çoğalmağa başlamıştır.

 Gülşenî Veli Dede Dergâh-ı şerîfi seccâde-nişîni olduklarından Hz. Bayram-ı Velî'nin erbaîn çıkardıkları mahall-i mübâreki çille-gâh ittihâz ile, burada âsâr-ı ehlu'llâh mütâlaasıyla ve meclislerine cân atan urefâ, zurefâ ve uşşâk-ı kirâmın musâhabât-ı ilmiyye vü zevkıyyesiyle dem-güzâr olmuşlardır.

Fevka'l-âde mahviyyet-perver olduklarından şöhretten ictinâb ederler, meşâyıh-ı rusûm arasında pek görünmek istemezlerdi. Fakat herkes âsitân-ı irfânına cân atardı. Edirne'de bulunan ve Edirne'ye gelen ulemâ, urefâ dâimâ meclislerine şitâbân olurlardı. Nezdlerinde merâsim olmazdı. Ordu ricâlinden paşalar ve efrâddan neferler de gelir. Nefer hâzır iken bir paşa gelse, kapının yanında boş yer varsa, paşa orada edebiyle otururdu.  (سَوَاء الْعَاكِفُ فِيهِ وَالْبَادِ)[27] sırr-ı ilâhîsi, o hâce-i irfânın ka'be-i hakîkatinde tecellî-nümâ idi. Odasında bir post üstünde oturur; yanında bir rahle, rahlenin üstünde kitaplar, husûsiyle hîn-i tetebbuunda not ettiği hakâyıkı câmi' defterler bulunur. Dâimâ bunlardan açar, okur, tarîk-ı mübâhaseye yol verirlerdi. Her sorulan şey'e /176/ yerini bulur; cevâp verirdi, muhâtabını kandırırdı.

Vaktiyle İstanbul'da meclis-i meşâyıh reîsi ve Selîmiye Dergâh-ı şerîfi seccâde-nişîni Şeyh Saîd Efendi hazretlerine yazdıkları cevâb-nâme, hazretin silk-i tahrîrde kudretini; bî-çâregânın himâyesinde gösterdikleri gayreti, hırs-ı âmâlden ne mertebe mütevakkî olduğunu ve meşreb-i mahsûs-ı mürşidânelirini gösterir bir hakîkat-nâmedir. Aynen nakl ediyorum :

           

"Reşâdetlü Efendim Hazretleri,

24 Teşrîn-i sânî 1301/(6 Aralık 1885) târîhiyle müverrah ve iltifât-ı mâ-lâ-nihâye-i mürşidâneleriyle müvaşşah olarak dest-i i'zâm u tekrîm ü tebcîli tezyîn eden emr-nâme-i reşâdet-penâhîleri mütâlaa-güzâr-ı fakîrânem oldu. Emr-nâme-i âlîlerinin fıkra-i evveliyyesi ki, Şadırvanlı Dergâh-ı şerîfi meşîhat cihetinin müteveffâ Râşid Efendi hafîdi İsmâîl Efendi'ye tevcîhi hakkında mukaddemen Edirne vilâyet-i celîlesinden mürsel i'lâm ve mazbata münderecâtının medâr-ı tevcîh olamayacağını ihtâr ve izbârdan ibâret olup, husûs-ı mezbûr Edirne'deki bi'l-cümle meşâyıhı dâğ-dâr-ı teessüf etmiş ve fakr-ı hâllerinin derece-i tâkat-fersâsı nezd-i maâlî vefd-i mürşidânelerinde ma'lûm olan şu familyanın girif-dârî-i perîşâneleri ve be-tahsîs Edirne'ce pek çok emsâli olan işbu tevcîhâttan mahrûmiyyetleri telehhüf ü teessüf-i azîmi mûcib olmuştur.

Fıkra-i sâniyesi ki : Evvel vakt Edirne Cem'iyyet-i Meşâyıh'ının tensîbi üzerine min-gayr-i istitâatin dergâh-ı mezbûr meşîhat vekâletine ta'yîn kılınıp, hizmete henüz dest-zen-i şurû' olmamış olan dâîlerinin icrâ-yı vekâlet edebilmekliğim için usûl-i müttehaze ve şurût-ı mukarrara-i kadîmesine tevfîkan ve teberrüken bir aded Celvetiyye tâc-ı zevi'l-ibtihâc-ı şerîfinin iksâsıyla icrâ-yı usûl edilmesi irâde-i aliyye-i riyâset-penâhîleri muktezâ-yı âlîsinden bulunduğunun beyân ve ityânını hâvîdir.

Bu bâbda hakk-ı nâ-müstehakk-ı fakîrânemde irâe buyurulan eser-i teveccühe enfâs-ı hayât-ı ma'dûde-i ahkarânemi hasr etmiş olsam, yine îfâ-yı şükrânından ızhâr-ı acz ederim. Binâenaleyh bir müddetten beri mübtelâ olduğum illet-i za'fiyye sebebiyle târî-i vücûd-ı fakîrî olan inhirâf-ı mizâc dergâh-ı âcizînin bile hizmetini îfâda terâhî ve taksîr vukûunu istilzâm etmekte olduğundan bi't-tab' ârıza-i mahbûs-anhâya mebnî hıdmet-i vekâleti îfâda dahi kusûr edileceği havfı infâz-ı emr-i âlîlerine /177/ mâni' olduğunu maa't-teessüf arz eder ve maa-mâ-fîh buradan âharının tedâriki husûsu irâde buyurulursa evsâf-ı matlûbeyi câmi' bir zât bulunacağı ve her bir husûsta elden geldiği derece sarf-ı mâ-hasal gayret edileceği ve şâyed oradan münâsibinin i'zâmı hâlinde dergâh-ı mezkûrun güşâdı ve husûsât-ı sâiresinin tedârik ve ihzârında çalışılacağının arz u beyânıyla berâber, fark-ı âcizânemde lem'a-nisâr olan teveccühât-ı mürşidânelerinin ke-mâ-kân bakâsını niyâz eylerim. Kerîmü'l-fıtratım, efendim hazretleri.

                                                                                ed-Dâî Şeyh Şuayb Şerefeddîn"

1311/(1893-94) senesinde İstanbul'u teşrîf buyurdular. Merkez Efendi şeyhi Ahmed Mes'ûd Efendi merhûma müsâfır oldular. Çok hürmet ettiler. Meclis-i şerîfleri züvvâra tavâf-gâh oldu. İstanbul'da hayli dergâhları, makâmât-ı mübârekeyi ziyâret ettiler. Bir müddet sonra avdet eylediler.

Hz. Pîr-i sânî Sezâî-i Gülşenî efendimizin :

                        Kalem-i sun'-ı ezel her ne ki tahrîr itdi

                        Kayd idüp suhf-ı edebde anı takrîr itdi

                        Evvel ü âhiri bir noktada cem' itmiş idi

                        Fasl içün bast-ı hurûf eyledi teksîr itdi

                        Sür'at-i devr ile bir dâire çekmiş nokta

                        Baksan ol dâirede noktayı tasvîr itdi

                        Koydu ol noktanın aynını gönül dîdesine

                        Merdüm-i dîdeyi aksi ile tenvîr itdi

                        Nükteyi duydu Sezâî dehen-i yârı sorup

                        Noktanın sırrını âriflere takrîr itdi

gazelini pek ârifâne bir sûrette şerh edip, Îzâhu'l-Merâm fî-Meziyyeti'l-Kelâm, yâhûd Şerhu'n-Nokta ve'l-Kalem nâmıyla tab' u neşr eylemişlerdi.

Hüsn-i tesâdüf eseri olarak bu şerhi ele geçirip mükerreren mütâlaa ettim. Hz. Şeyh'i henüz tanımıyor idim. Bast olunan hakâyık u dakâyık, bu abd-i ahkarı mest ü medhûş eyledi. Müellif-i muhteremine ani'l-gıyâb büyük bir aşk u muhabbet neş'esi  uyandı. Eserin mukaddimesinde, "efkaru'l-muvahhidîn eş-şeyh Şuayb Şerefeddîn b. eş-Şeyh Muhammed Seyfullâh seccâde-nişîn-i Hânkâh-ı Gülşenî Veli Dede Efendi der-Edirne" imzâsını görünce Edirne'ye bir mektûb yazdım. Arz-ı hissiyyât u ta'zîmât eyledim ki, 1315/(1897) târîhine müsâdifdir. Bir kaç gün sonra postacının îsâl eylediği şu cevâb-nâmeyi aldım :

“Saâdet-mendim!

Kalb-i tâb-nâkınızda meknûz olan muhabbet-i hâlisa vü sâfiyenin şiddet-i galeyânından sâha-i kırtâsa dökülen kelâm-ı âb-dârı hâvî ve hakk-ı fakîrânemde envâ'-ı /178/ nevâziş ü iltifâtı muhtevî mektûbunuzu aldım. Mütâlaasıyla hazz-ı küllî husûle geldi.

                        Âşnâlık tâ ezeldendir Sezâî yâr ile

                        Bu taleb kanden gelür ru'yet mukaddem olmasa 

mâ-sadakınca âşinâlığımız ezelîdir, ebedîdir. İnşâa'llâh sûrîsi de müyesser olur. Bâkî gülşen-sarây-ı feyz ü ikbâlde dâim olunuz oğlum.

                                                                                                           ed-Dâî

                                                                                               (Şuayb Şerefeddîn-i Gülşenî)” 

                                                                                              (Mühür)

Bu mühr-i şerîfleri Hz. Pîr Sezâî efendimizin gördüğüm mühr-i mübâreklerinin aynı hacim, şekil ve tahrîrindedir.

Bunun üzerine meyânede tarîk-ı meveddet açılmış ve dâimâ iltifâtlarıyla müşerref olunmuştur. Fakîre yazdıkları, hakâyıkı câmi' mektûbları altmışüçe bâliğ olmuştur. Cümlesi toplanarak terceme-i hâl-i mufassallarının ilâvesiyle, Mürâselât nâmıyla bir eser vücûda gelmiştir.

                        Cenâb-ı Şeyh Sezâî-i Gülşenî feyzi

                        Bu abd-i kem-teri Vassâf-ı  müstenîr eyler

                        Kemâl-i ka'bı kerâmâtı ebher ü azhar

                        Dü-çeşm-i şevkımı hak-bîn idüp karîr eyler

                        Dil-i hazînimi pervâne-i muhabbet idüp

                        Civâr-ı şu'le-i irfânda müstedîr eyler

                        Riyâz-ı gülşenin el-yevm bülbül-i zârı

                        Cenâb-ı Şeyh Şerefeddîn beni esîr eyler

                        Semâ-yı ma'rifetin necm-i pertevi ki odur

                        Kulûb-ı  kâsiyeyi nûru şu'le-gîr eyler

                        Anın vücûdu bu dîne şeref-pezîr-i hedy

                        Füyûz-ı ilm ü kemâliyle bî-nazîr eyler

                        Uluvv-i himmet ü irfânı zâhir oldukca

                        Hudâ-yı azze ve cel bâtınen de pîr eyler

                        Hulûs-ı aşk u muhabbetle kem-teri Vassâf

                        Bu yolda hissini ta'zîmini kesîr eyler

Bidâyeten tarîk-ı Şa'bânî'ye intisâb eylemiş idim. Şa'bânîler bâbında tafsîl edileceği üzere, bu sırada azîzimin irtihâliyle öksüz kaldığımdan Şerefeddîn Efendi, fakîri cenâh-ı himâyetine almış idi. Tâm sekiz sene ani'l-gıyâb feyz ü terbiyetleriyle perveriş-yâb oldum. Gâyet karlı bir bayramda Uzunköprü'de bulunuyorlardı. Oraya gitmek üzere iken gelen telgraf-nâmeleriyle te'hîr-i azîmet ettim. İki sene daha bu hâlde kaldım. Nâire-i hasret ciğerimi yakmağa başladı. Nihâyet 1324/(1908) senesi Mayısında vâki' olan emr ü işâretleri üzerine Edirne'ye /179/ azîmet ederek, hânkâh-ı feyz-i penâhlarında hâk-pâ-yı mürşidânelerine rû-mâl olmak, üç gün üç gece nezd-i âlîlerinde bulunmak şeref-i azîmine nâil oldum. O dakîkada hayât-ı câvidânî buldum. Lisân-ı kâl bunu tasvîre muktedir değildir.

"Evlâdım, sizi sekiz-on sene gıyâbî muhabbetle meşgûl eyledim. Fakîri görmenizi ârzû etmiyordum. Çünki gördüğünüz zamân, "Benim ani'l-gıyâb nâire-i muhabbetle sûzân olduğum adam bu muydu?" diye hâlinize peşîmân olmanız ihtimâli kuvvetli idi. Fakîre teveccühünüz ziyâde idi. Halbuki tasavvur ettiğiniz âsâr-ı kemâl olmadığından, o yolda hareketim zarûrî idi. Ammâ ne çâre ki, bunu idâmeye imkân kalmadı. An-karîb hayât-ı fâniyeden hayât-ı bâkiyeye intikâl mukarrerdir. Dünyâ gözüyle mülâkâtı fakîr de ârzû ettim. Hamd olsun, görüştük. Her ikimizin bu muhabbeti asıl sâhibine âiddir. Cenâb-ı Hak cümlemize âhir-i âkıbet hayırlılığı ihsân buyursun." dediler ve ağladılar. Bu abd-i kem-teri de ağlattılar.

Senelerce süren aşk u muhabbetime tercümân olan mektûblarım nezd-i hazret şeyhde okundukça fakîre ızhâr-ı âsâr-ı teveccüh buyuran ıhvân hep huzûr-ı hazrete geliyorlar, bu abd-i ahkar ile görüşüyorlardı. O üç gün üç gece zarfında öyle âlemler, öyle bezm-i hakîkatler oldu ki, vasf için nereden başlayacağımı ta'yînde ızhâr-ı hayret ederim. Her hâlde ömrümün en kıymet-dâr zamânı o zamândır.

Hulefâ-yı Hz. Şeyh'den Binbaşı Hasan Efendi delâletiyle arz-ı nisbet eyledim. Hafî celî telakkun-ı zikr ile bey'at-i tâmmede bulundum. Yedinci esmâya kadar telkîn buyurdular ve tekrâren, "Oğlum, ilk ve son mülâkâtımızdır." diye yüreğimi yaktılar.

Şerefeddîn Efendi, orta boylu, top ve beyâz sakallı; ne zaîf ne de şişman, ikisi ortası; humrete mâil gâyet güzel yüzlü, pâk özlü, sevimli çehreli, beşûş, mültefit, mütevâzi', ahlâk-ı hasene ile mütehallî, güzel sohbetli, güzel sözlü, âteşîn bakışlı bir zât idi. Hiç mâ-lâ-yanî ile iştigâl etmez; dâimâ mütâlaa ve sohbetle ve ibâdetle dem-güzâr idi. Hücre-i saâdetlerinde bir post üzerine oturur, ale'd-devâm ziyâret-i şerîfelerine gelen zevâtı şeref-i sohbetleriyle dil-şâd eder. Hakâyıktan ve dakâyıktan söyler. Herkesin hâline, kemâline göre ders-i tarîkat verirler idi.

/180/ Yanlarına ulemâdan bir zât gelse, kendileri tıfl-i ebced-hân vaz'iyyetini alarak o zâta inbisât verecek şekilde hareket eder. Onu söyletir, her sözünden bin türlü hakâyık-ı ma'nâ istinbât eyler idi. Edirne'de ulemâ, fuzalâ, meşâyıh, ricâl-i mülkiyye vü seyfiyye kâmilen Hz. Şeyh'in irfân u kemâline mu'tekid olup, dâimâ ziyâret ederler ve hakîkatten, ma'rifetten ve tarîkattan ders alırlardı.

Yirmibeş sene evvelceye kadar saçlarını uzatmışlar, sonra şiddetli nezle te'sîriyle kestirmişlerdir. Beyâz arâkıyye üzerine kırem renkte, hafîfce sarık sararlardı. Cemâatle edâ-yı salât eylerlerdi. Zamânımızın Sezâî'si ıtlâkına şâyân sâhib-i tasarrufât u burhân idi.

Tarîk-ı Gülşenî'nin zamân-ı ahîrde müceddidi olmuşlardı. "Gülşenî-i Sânî" mahlasıyla olan şu nutk, hîn-i irtihâllerinde evrâkı meyânında görülmüş idi. Eşref-zâdelerden, "Eşref-i Sânî" diye şöhret bulan zâtın olduğu Yâdigâr-ı Şems'de görülmüş ise (de) ba'zı beyitleri başkadır :

                        Katreyim sûretde ammâ ma'nide deryâ benim

                        Cümle âlem bendedir dünyâ vü mâ-fîhâ benim

                        Bendedir bu onsekizbin âlemin mâhiyyeti

                        Mazhar-ı kül olmuşum külliyyet-i esmâ benim

                        Olmuşum müstağrak-ı nûr-ı tecelliyyât-ı Hak

                        Vâdi-i eymende gûyâ Hazret-i Mûsâ benim

                        Çün serây-ı izzete basdım kadem irfân ile

                        Hem Süleymân-ı zamânım Kâf ile Ankâ benim

                        Bu rumûzun nüktesin ancak yine ârif bilür

                        Mazhar-ı sırr-ı Alî'yim cümleten a'lâ benim

                        Fâris-i meydân-ı aşkım Gülşen-i Sânî bugün

                        Mürdeler ihyâ ider ol cân ile cânân benim

           

Şu nutkları bilâ-şek kendilerinindir :

                        Kayd-ı imkânla bulunmaz rûh min-me'vâ-yı aşk

                        Şeş cihetden taşra tayrân eyledi ankâ-yı aşk

                        Çünki 'rabbi zidnî fîke' didi sâlâr-ı rusül

                        Vâdi-i hayretde iskân eyledi âlâ-yı aşk

                        Efser-i dâğ-ı cünûnu başına tâc itmeden

                        Eyleme bî-hûde ey dil da'vi-i Leylâ-yı aşk

                        Âkılâna hâl-i aşkı eylemek tefhîm güç

                        Çün hurûf u lafz u savta sığmadı ma'nâ-yı aşk

/181/   Saykal-ı tevhîd ile bulsa derûnun incilâ

                        Görünürdü sana andan çehre-i ra'nâ-yı aşk

                        Cân u baş virmek gerekdir işbu yolda hâsılı

                        Nakd-i tenle alınur sanma beğim kâlâ-yı aşk

                        Mazhar-ı Esmâ-yı Hak'dır cümle eşyâ ey Şeref

                        Eyle ibretle nazar kim olasın dânâ-yı aşk

                                                  *   *   *

                        Reng ü elvân-ı fenâyla itme cânâ ittisâf

                        Sil gönülden gayr fikrin eyle kendin sîne-sâf

                        Nûr-ı irfân ile keşf it anla nefsin hîlesin

                        Kıl sefer milk-i derûna eyle dil beytin tavâf

                        Taht-ı dilde hükm idüp ey şâh-ı dîvân itmeğe

                        Çün gerekdir nefs ile çok ictihâd ü ihtilâf

                        Hakk'a vuslat ister isen ser-fürû kıl âdeme

                        Âdem-i ma'nâ durur zîrâ hakîkatde matâf

                        Vâkıf-ı esrâr olan bir kâmilin gir kalbine

                        Ey Şeref bulmak dilersen dû-cihânda sen muâf

                       

Hz. Pîr'i medh ediyorlar :

                        Tarîk-ı Gülşenî'nin reh-nümâsı Sezâî'dir Sezâî'dir Sezâî

                        Reh-i Hakk'ın muhassal pîşvâsı Sezâî'dir Sezâî'dir Sezâî

                        Maârif ehlidir cümle mürîdi şekâvet eylemez aslâ saîdi

                        İden irşâd-ı dervîş-i reşîdi Sezâî'dir Sezâî'dir Sezâî

                        Sezâ ider gelen her nâ-sezâyı ki zîrâ bilmedi hiç nâ-sezâyı

                        Muhakkak mazhar-ı Seb'u'l-Mesânî Sezâî'dir Sezâî'dir Sezâî

                        Soyunan sırf libâsından tamâmen iden farkıla cem'i cem' tamâmen

                        İrişen nokta-i sırra tamâmen Sezâî'dir Sezâî'dir Sezâî

                        Kılan mir'ât-ı âlemde şuhûdu idüp teslîm her nâ-bûd u bûdu

                        O nokta içre mahv iden vücûdu Sezâî'dir Sezâî'dir Sezâî

                        Şeref  virdi tarîk-ı Gülşenî'ye irişdiren o bezm-i Rûşenî'ye

                        Olan mazhar bilen sırr-ı Alîyi Sezâî'dir Sezâî'dir Sezâî

                       

/182/    Fî-beyân-ı süyûr-ı seb'a

                        Allâh içün Allâh ile Allâh'a gidersen

                        Allâh'dan Allâh ile Allâh'a gelirsin

                        (وَأَحْسِن كَمَا أَحْسَنَ اللَّهُ إِلَيْكَ)[28]

                        Çün ezelde abd pinhân idi Hak zâhir idi

                        Abdi ızhâr itmeğile kendin itdi Hak nihân

                        Şimdi lâzım oldu abde eylemek kendin nihân

                        Tâ ki vech-i Hak ola zâhir ana aynü'l-ayân

Salât-ı Meşîşiyye  üzerine bir şerhi ve 'nûr' hakkında bir risâlesi daha vardır. Keşfü's-Salât nâm eseri de mühimdir.

Müşârünileyhe nisbet-i tarîkatım hâsıl olunca, Hz. Pîr'e kadar olan ehl-i silsileyi nazmen beyân eylemiş idim. Hz. Pîr'den yukarısını da, Hz. Pîr'in halîfesi Şeyh Hasîb Bey yazmışlardı ki, bâlâda ber-aynî nakl edilmiş idi:

                        Tarîk-ı Gülşenî'ye nisbetim var andelîb-âsâ

                        Meşâmm-ı cânıma gül-bû-yı Yûsuf gelmede cânâ

                        Cenâb-ı Şeyh Şerefeddîn Efendi mürşidimdir bil

                        Gülistân-ı muhabbetde yegâne bir gül-i ra'nâ

                        Mükerremdir mufahhamdır edîb ü nükte-pîrâdır

                        Beşûşdur hem halûkdur hâsılı bir mürşid-i a'lâ

                        Kemâl-i hilme mazhar vâris-i irfân-ı Peygamber

                        Maârif gülşeninde fi'l-hakîka bülbül-i şeydâ

                        Cemâl-i enverinden müstenîr olmakdadır uşşâk

                        Kulûb-ı âşıkânın neş'esi bir nûr-ı feyz-efzâ

                        Esîr oldum anın irfânına ez-cân u dil bi'llâh

                        Tecellâ-yı kemâlinden beni mest itdi tahsîsâ

                        Azîzim mürşidim makbûl ü mergûbum odur el-hak

                        Feyiz-bahşâ-yı devrândır disem ol zât içün ahrâ

/183/   Gelir subh u mesâ bû-yı kemâli cânıma Yâ Hû

                        Benim çün zâtıdır fî külli vaktin ka'be-i ulyâ

                        Cenâb-ı Kâdir ü Kayyûm'dan istirhâmım oldur ki

                        Anı sıhhatde dâim eylesün pek çok zamân Mevlâ

                        Bu zât-ı ekremin şeyhi Cenâb-ı Mustafâ Hilmî

                        Gülistân-ı vefânın bir gül-i zîbâsıdır hakkâ

                        Anın şeyhi idi Gürci Ali Efendi nâm mürşid

                        Ki Monla Aşkî Dergâhı'nda bir dem oldu post-pîrâ

                        Anın şeyhi Hüseyn Hüsnî Efendi ârif-i bi'llâh

                        Cihâna şu'le salmış nûr-ı irfânıyla mihr-âsâ

                        Anın şeyhi Cenâb-ı Mustafâ'dır hâfızu'l-Kur'ân

                        Kemâl-i aşka mâlik zât idi bir mürşid-i yektâ

                        Anın şeyhi Alî el-Gürcî'dir tebcîle şâyeste

                        Muallâ bî-nazîr üstâd-ı kül bir zât-ı âlî-câ

                        Mübecceldir ki yed almış cenâb-ı pîr-i sânîden

                        Füyûz-ı Hazret-i Pîr sâyesinde oldu müstesnâ

                        Bu zâtı server-i urrâf buyurmuşlardı istihlâf

                        Stanbul'da tarîk-ı Gülşenî'yi eyledi ihyâ

                        Çalışdı lutf-ı Hak'la itdi inşâ Gülşenî-hâne

                        Sezâî Gülşenî envârını neşr eyledi şevkâ

                        Gülistân-ı hakâyık bülbülü pîrim Sezâî'dir

                        İrişsün feyz-i lutfu kalbime her dem nesîm-âsâ

                        Der-i ihsânının bir abdidir Vassâf-ı bî-evsâf

                        Şefâat-hâhıyım dâim ola çeşm-i dilim bînâ

Cenâb-ı Şerefeddîn'in hulefâ ve mürîdânına yazdıkları mekâtîb dahi birer hazîne-i irfândır. Fakîr haylisini topladım, Mürâselât'a kayd ettim. Mektûbâtı meyânında Arabiyyü'l-ibâre ve Fârisîce yazılmışları da vardır. Her biri kemâline burhândır.

"Huzûr-ı âlî-i ârifânelerine ! Nûr-ı aynım Efendi hazretlerine!

Bundan bir mâh mukaddem taraf-ı âlîlerinize takdîm kılınan bir varak-pâremizde  havâss-ı ibâdu'llâha  mahsûs inşâsı gayr-ı câiz ve belki (كشف سر الربوبية كفر)[29] müfâdınca harâm olan ba'zı kelimât tahrîr olunmuştu. Bunlar zevkıyt-ı kalbiyyedendir. Ehli olmayanlara ifşâsı küfürdür. Ahkâm-ı şer'iyyeye hakîkatta mutâbık olup, mahz-ı îmân ise de, tatbîki gâyet müşkildir.

İlm-i tasavvufun nice nice ta'rîfleri efendimizin ma'lûmlarıdır. Bir ta'rîfi de, "Hakikat ve ma'rifetle zikr u tevhîde müteallık husûsât-ı kalbiyyeden bahs eden ulûm-ı bâtıniyyeye derler." O tecelliyyâta mazhariyyet mahz-ı atâ-yı Hak'tır. Cenab-ı Hak cümlemize nasîb eyleye.

Ma'lûm-ı ârifâneleridir: Kalb ki, vech-i Hakk'a müteveccih ve nâzır ola. Nûr tecellî-i fâizî iken hergiz gayra teveccühe kâdir mi olur? Satavât-ı nûr cemâlde bir vech ile müstehlek ve makhûr olur ki, gayra teveccühe değil, hâtırına gayr hutûr etmez. Kalb, zü'l-vecheyn değildir. Çünki vahdâniyyü'l-vecihtir. İşte bu ma'nâ külliyyetle hâsıl için tâlib-i Hak olan sâliklere ilmini ta'lîm ederler imiş. Sonra  ayne'l-yakîn, ba'dehû hakka'l-yakîn mahz-ı atâ-yı ilâhî ve lutf-ı Rabbânîdir.

Azîzim Hz. Pîrim Sultân Gülşenî himmetleri hazır olsun. Fârisî divân-ı şerîflerinde ne hûb buyurmuşlardır :

كذر از خلق خالق جو چوست راه تو زانست

اكر تو خالقت خواهى چه سازى پس خلايق را[30]

Bu varak-pâreyi tahrîre bâis ü bâdî geçen varak-pâremizde bir beyt tahrîr olunmuştu.  Onun tekmîlini buldum, Kemâl Paşa-zâde'nin imiş. Teberrüken zât-ı âlîlerine tahrîr olundu.

                                                                                       19 Kânunsânî1325(31 Ocak 1909)

                                                                        Efkaru'l-muvahhidîn Şerefeddîn-i Sezâî

            Fermûde-i İbn-i Kemâl (rahimehu'llâh) :

                        Ağlasın dîdem ki rûyum rü'yetinden dûrdur

                        Anlasın sînem ki kahr-ı hicr ile meksûrdur

                        Dîdeler dîdârına müştâk ey rûh-ı revân

                        Nâ-ümîd etme kerem kıl kim kerem meşhûrdur

                        Gel bu arz-ı feyz-bahşa eyle sen azm-i sefer

                        Göresin kim seng-i kûhu ser-be-ser pür-nûrdur

                        Ravza-i kabr-i Rasûl'e yüz sürenler nassıla

                        Her ne denlü rû-siyeh mücrim ise mağfûrdur

                        Nûr-ı Ahmed her nefes eyler tecelli sırrına

                        Vâsıl-ı dîdâr isen cân u dilin mesrûrdur

                        Bilirim şâhım senin kalbin dürür beyt-i Hudâ

                        Kim derûnun mevrid-i esrârdır ma'mûrdur

                        Bir perîşân kûy-ı dîdâr-cûydur İbn-i Kemâl

                        Afv kıl dîvânenin hep sözleri ma'zûrdur

Sıhhat ve âfiyet haberlerini müş'ir iki satırcık lutuf-nâmeleriyle mesrûr buyurmaları mercûdur."

                                                        -    -    -

Tarîk-ı tasavvufta en gâmız müşkiller Hz. Şeyh'in yanında gâyet basît görünürdü. /184/ Kendileri hâl ile kâli cem' etmiş sâhib-i kemâl olduklarından sözlerinde te'sîr pek büyük idi.

Hz. Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî ve Hz. Mısrî-i Niyâzî ve Cenâb-ı Şeyh Bedreddîn-i Sirozî'ye ve husûsan Salâhaddîn-i Uşşâkî hazretlerine ziyâde muhabbetleri vardı. Âsâr-ı aliyyelerini dâimâ hırz-ı cân ederlerdi. Hz. İbrâhîm-i Gülşenî'nin ve Hz. Sezâî'nin sözlerini en iyi anlamış bir kimse varsa, o da Hz. Şerefeddîn idi.

Hz. Sezâî'nin Dîvân-ı matbû'larını gâyet dikkatle tashîh buyurmuşlardı ki, bine yakın hatâyı tashîh etmişlerdi. Bu hatâ Hz. Pîr zamânından beri elden ele geçen nüshâların istinsâhlarından ileri geliyordu. Kemâlât-ı mürşidâneleri mertebe-i bâlâ-terînde olduğundan, o kalem Sezâî olmuş, onu tashîhe himmet eylemişti. Nüsha-i musahhaha Gülşenî Veli Dede Dergâhı'nda mahfûzdur. İnşâa'llâh dûçâr-ı zıyâ' olmamıştır.

Hz. Şerefeddîn, vahdet-i vücûd zevkına hakkıyla mazhar olduklarından kâl ü hâlinden erbâb-ı aşk hisse-mend-i ma'rifet ü hakîkat olurlardı. Kudret-i kalemiyyesi zengîn idi. Îzâhu'l-Merâm nâm eserinde, vahdet-i vücûdu ne yüksek bir bilişle ta'rîf ve beyân buyurmuşlardır ki, mütâlaasını erbâb-ı irfâna tavsiye ederim. Matbû'dur. Bunun hakîkat-ı mevzûu, (ن وَالْقَلَمِ وَمَا يَسْطُرُونَ)[31]  âyet-i kerîmesinin tefsîr-i bâtınîsidir.

"Nûn"dan murâd, Zâtu'llâh; "kalem"den murâd, hakîkat-i Muhammediyye'dir. Zât u hakîkat birdir. Eserin esâsı budur.

Âsâr-ı eslâfı gâyet tebcîl eder olduklarından zevk-ı mütâlaa ile o derece mütezevvık olurlardı ki, ne zamân hazretin huzûr-ı şerîflerine girilse onu, mütâlaada bulurlardı.

Hz. Şerefeddîn'in evlâdı dünyâya gelmeyince haremi, ârzû-yı zâtîsiyle dîger bir hanımı zevcinin dâire-i zevciyyetine almış. Bundan Seyfullâh, İrfân, Kemâl ve Vefâ isminde dört necîb evlâdı ve Dervîşe Hanım isminde bir kerîme-i pâkîzesi dünyâya kadem-zen olmuşlardı. İlk haremi sonraları muhtellü'ş-şuûr oldu. Şeyh hazretleri, Sünbül Hanım ismindeki ikinci haremini, Uzunköprü'deki hânelerinde bulundururlardı. Kışın Edirne'den Uzunköprü'ye gider, yazın Edirne'ye gelirlerdi.

/185/ Seyfullâh Efendi, yirmi yaşına gelmiş, insân güzeli bir genç idi. Uzunköprü'de mekteb muallimi idi. 1319/(1901)'da İstanbul'a geldiğinde görüşmüş idim. Bî-çâre, verem hastalığına tutulmuş idi. Uzunköprü'ye avdetinde irtihâl-i dâr-ı naîm eyledi. Bu iftirâk, Hz. Şeyh'i pek sarsmıştır. Vefâtı 19 Temmuz 1325/(31 Temmuz 1909)'tedir.

İrfân ve Kemâl Efendiler de zâbit namzedi olarak harb-i umûmîye dâhil oldular. Suriye cebhesinde câm-ı şehâdeti nûş ettiler. Vefâ ismindeki mahdûmu, Uzunköprü'de eniştesi Şeyh Hâfız Mustafa Efendi'nin yanındadır. Dâmâd-ı mükerremleri Hâfız Mustafa olup, Dervîşe Hanım'ın zevcidir. Uzunköprü'dedir.

Edirne'deki harem-i âlîlerinin sinîn-i medîde çilesini çeken Hz. Şeyh, ona hizmette kusûr etmemiştir. Âkıbet bî-çâre kadın, bu çile-gâh-ı fenâdan, gülşen-sarâ-yı bakâya göçtüler. (Rahmetu'llâhi aleyhâ)

Azîzim gezmekten pek hoşlanmazlardı, onun seyrânı gül-zâr-ı aşkta idi. Tabîî âlem-i dünyâya rağbeti olamaz idi. Hücrelerinden akşama doğru dergâh-ı şerîfin bahçesine çıkarlar, Hz. Müsellem'in türbe-i şerîfesi kapısında oturup biraz teneffüs ederlerdi. Cuma günleri edâ-yı salât-ı cum'a için sokağa çıkmak mu'tâdları idi.

Âcizleri Edirne'de bulunduğum zamân hulefâ-yı kirâmından Ordu Ser-baytarı Miralay Ârif Bey tarafından da'vet olunmuş idik. "Oğlum, hâtırınız için gideceğim." buyurdular. Yolda bizler rikâbında gidiyorduk. Hz. Şeyh, kemâl-i mahviyyet ile yürüyorlardı. Yolda, İslâm, Hıristiyan ve Mûsevî, arz-ı hürmet için sokak kenârına çekiliyor, esnâf dükkânlarından çıkıyor, dîvân duruyorlar; Hz. Şeyh'e âsâr-ı muhabbet ü ta'zîm gösteriyorlar idi ki, halk nazarındaki mevkiine burhân idi. Azîzim, halk rahatsız oluyor diye sıkılır, bu fakîre, "Niçin bu kadar teveccüh gösteriyorlar." diye hicâbından, vechinde âsâr-ı humret nümâyân olurdu.

Edirne'den mufârakat edeceğim günün sabâhı seher vakti uyanmış idim. Hz. Şeyh, dâire-i haremden seher vakti çıkarlardı. Çay içmeğe meyilleri vardı. Çayı haşlamışlar, çaydanlığı bir postun altında hıfz etmişlerdi. /186/ Maksadları, biz sabâh namâzını kılasıya kadar çayın hem demi gelir, hem de çaydanlık harâretini muhâfaza etmekten ibâret idi. Namâzda hâtırıma geldi ki, azîzim bana bir kerâmet gösterse de fi'len müşâhede etsem.

Ba'de-edâ-yı salât odaya dâhil olduk, "Evlâdım, şimdi hâtırınıza gelir ki, bu şeyhin bir kerâmetini görsem, mutmain olsam." derseniz, "Al size bir kerâmet." diye postun altından çaydanlığı çıkardılar. Çayı bardaklara koydular. İçmeğe başladık. "Kerâmet iki nev'dir; kerâmet-i kevniyye, kerâmet-i irfâniyyedir. Kerâmet-i kevniyye insâna reh-zendir. Asıl maksûd olan kerâmet, kerâmet-i irfâniyyedir. Hz. Pîr efendimizin, "Gel, kerâmet dâmına düşme, kerâmet bundadır." buyurdukları, kerâmet-i kevniyyeye nâzırdır. Kerêmet-i irfâniyye-i Muhammediyye yegâne maksûddur. Mürşidini kerâmet-i kevniyye ile imtihâna çekmek bir mürîd için, şübheden kurtulmamış ma'nâsınadır. Sakın böyle bir emelin peşine düşmeyiniz. İrfân-ı Muhammedî en büyük kerâmettir. Onu görmeğe, ona mâlik olmağa çalışınız." diye gülerek, ızhâr-ı mâ-fi'z-zamîr buyurdular ve el-hak kerâmet-i irfâniyyelerini ızhâr ettiler. Fakîr tir tir titredim, müstağrak-ı hicâb oldum, nedâmet ettim, afvlarını diledim, kemâl-i merhametlerinden, hoş gördüklerini söylediler.

Bu gibi menâkıbı cildler teşkîl edecek derecede çoktur.

Hz. Şeyh, kanâat-kâr idi. İkbâl-ı dünyâya yüz çevirmiş idi. Gınâ-hâne-i ilâhîden nâ-mütenâhî bir kanâat ihsân buyurulmuş idi. Kimseden bir şey istemezdi. Hediyyeten takdîm olunan şey'i red buyurmazlardı. Mesleki, meslek-i Muhammedî; meşrebi, meşreb-i Ahmedî idi.

Dâvûdî sesi vardı. Gâyet güzel ilâhî okurlardı. Dünyâda kimseyi incitmemiş, herkese elinden geldiği kadar iyilik etmiş idi. Mahbûbu'l-kulûb olmuşlardı. Gâyet müsâfir-perver idi. Âdâb-ı muâşerete cidden vâkıf, teshîr-i kulûba muktedir idi.

Âsitâne-i Sezâî'de, şeyhin sığar-ı sinni hasebiyle, vekâletleri vardı. Bir Cum'a günü (beni) maiyyetlerinde alıp götürmüşler, Hz. Sezâî türbesine ziyârette delîlim olmuşlardı. Orada muhteşem bir meclis-i zikr olmuş idi. Onun zevkı, neş'esi hâlâ menkûş-ı hâtıramdır.

/187/ İstanbul'u iki def'a teşrîf buyurmuşlardır: Biri 1293/(1876) senesi Rus harbinde, dîgeri sonradır. Her teşrîflerinde burada meşâyıhın hürmet-i fevka'l-âdesine mazhar oldukları, mesmû'-ı âcizânem olmuştur. Fakîre yazdıkları altmışüçüncü son mektûblarında Cenâb-ı Mısrî'nin,

                        "Ferhâd bugün ben oldum

                         Varlık dağını deldim

                         Şîrîn'ime varmağa

                         Her cânibim yol oldu "

buyurmuşlardı.

Bunda üç ahkâm mündemicdir. Mektûblarının altmışüçte tamâm olması, sinn-i Muhammedî'nin de altmışüçte tamâm olmasına mümâstır. İkincisi son mektûb olduğuna telmîhdir. Üçüncüsü, "Ferhâd bugün ben oldum." demeleri, aşk-ı hakîkîde ferîd olduklarına; "Varlık dağını deldim." buyurmaları mahv-ı vücûd ettikleri, nefs ile mücâhedede galebelerine; "Şîrîn'ime varmağa..." demeleri, cânân-ı hakîkî ile vuslat neş'elerinin zuhûruna; "Her cânibim yol oldu." buyurmaları, (·فَأَيْنَمَا تُوَلُّواْ فَثَمَّ وَجْهُ اللّهِ)[32] sırrının zuhûruna işârettir.

                         "Âdem isen 'semme vechu'llâh'ı bul

                          Kande baksan ol güzel Allâh'ı bul "

zevk-ı tâmmının tecellî-nümâ olduğuna delîldir ki, kemâlât-ı ârifânelerine delîl-i bâhirdir.

İrtihâlleri :

Fi'l-hakîka irtihâlleri vukûa gelde. Yazdığım vechle kışın Cisr-i Ergene'ye gelirler, yazın Edirne'de bulunurlardı. Kışın ber-mu'tâd Edirne'den Uzunköprü'ye geldiler. Kalb ve zîk-ı sadr illetleri zuhûra geldi. Müdâvâtına her ne kadar çalışıldıysa, kâr-ger-i te'sîr olamadı. Hattâ birgün, "İstanbul'da evlâdım Hüseyin'e yazınız, çiçek suyu göndersin. Fakat hastalığımı şiddetli diye yasmayınız, kederlenmesin." buyurmuşlar. Mektûb aldım, derhâl çiçek suyu göndermiş idim. Âhir demlerinde yetişmiş, içmişler; duâ ve selâm buyurmuşlardır. 1320 senesi şehr-i Nîsânının onikinci (24 Nisan 1904) ve 1329 şehr-i Cemâziye'l-âhirinin yedince Salı gecesi, sâat ikide, yetmişbir yaşında oldukları hâlde, (ارْجِعِي إِلَى رَبِّكِ)[33] emr-i celîline lebbeyk-zen-i icâbet olmuşlardır. (Kaddese'llâhu sırrahu'l-azîz, rahmetu'llâhi aleyhi rahmeten vâsiaten)

Müddet-i meşîhatları ellibir senedir.

Birâder-i ekremleri Şeyh Tal'at Efendi, bu abd-i ahkar-ı elem-dîdeye, vâdî-i tesellîde /188/ yazdıkları mektûbda şöyle buyuruyorlar :

"Nûrum! Fakîr hâl-i ihtizârda azîzimizin yanında idim. "Bi'l-cümle ıhvâna selâm ederim. Beni hâtırlarından çıkarmasınlar, teblîğ ediniz." buyurdular. Çamaşırı değiştirildi. Leğen ibrik istedi. Tecdîd-i vudû' eylediler. Bu sırada hâssaten zât-ı âlîlerinin ismi sebk eyledi. Gönderdiğiniz çiçek suyu hakîkaten pek makbûle geçmiş idi. Azîzime verirken her damlasında isminiz yâd buyuruyorlardı. Akşam üzeri fakîre hitâben, "Birâderim! el-Hükmü li'llâh, vaktim tamâm oluyor, benim hizmetimi îfâ et." diye vasiyet buyurdular, bahr-ı aşka daldılar. Bir saat kadar bizler dahi hâl-i mestîde kaldık. Ba'dehû tesellî buyurup, "Birâderim! Biz yek nazar ehli değiliz; her yüzden dâimâ Hakk'ı müşâhede ederiz." dediler. Tekrâr âlem-i zevka daldılar. Önce sâat ikide terk-i câme-i hayat-ı  müsteâr ile âzim-i dârü'l-karâr oldular." (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Na'ş-ı gufrân-nakşları trenle Edirne'ye nakl olunduğu zamân, Edirne'de meşâyıh, ulemâ, asdıkâ ve yârân istasyondan cenâzeyi alarak, birçok asker, ahâlî ve eâlînin ser-ihtirâmında olduğu hâlde dergâh-ı şerîfe nakl edilmiş ve burada bir gece bırakılıp, âşıklar tâ-be-sabâh zikr ü tehlîl ile iştigâl ederek, ertesi günü azîm bir âlây-ı vâlâ ile Eski Câmi'e nakl olunmuş ve cenâze namâzı cemâat-i kübrâ ile ba'de'l-edâ, dergâh-ı şerîfde türbe-i Hz. Müsellem'de medfen-i pâkinde vedîa-i hâk-i gufrân kılınmıştır.

Bu medfen-i mahsûslarının mahallini evvelce, birâderleri Şeyh Tal'at Efendi'ye işâret buyurmuşlardır. "Şeyh-i ârif-i bi'llâh" (شيخ عارف بالله) tâm târîhidir (1329/1911). Muharrir-i fakîr bi'l-hisâb buldum.

                                               Mersiyye

                        Bülbül-i gülşen-i tevhîdi kaçırdım eyvâh

                        Söndü ikbâl-i dilim pek yanarım ben bi'llâh

                        Hazret-i Şeyh Şerefeddîn-i Şuayb'dı şeyhim

                        Nûr-ı çeşm-i urefâ mahrem-i gaybdı şeyhim

                        Gülşen-i aşka hakîkatda virirdi revnak

                        Mecma'-ı sırr-ı garâm olmuş idi ol el-hak

                        Nûr-ı irfân lemeân eyler idi rûyundan

                        Şemme-i feyz-i Hudâ vârid idi sûyunda

                        Özü pâk sözleri hoş mürşid-i kâmil idi bu

                        Ma'den-i aşk u vefâ sâhib-i esrâr idi bu

                        Meclis-i aşkına cân atdı bütün âşıklar

                        Rabt-ı kalb itdiler ez-cân ana (ol) sâdıklar

/189/   Nûr-ı tevhîd saçılır idi dehânından anın

                        Bûy-ı esrâr yayılır idi zebânından anın

           

                        Dâhil-i bezm-i safâ-dârı olan uşşâka

                        Neş'e-i enfüs ile meyli keser âfâka

                        Mürşid-i râh-ı Hudâ zât-ı veliyy-i âgâh

                        Sâhib-i hilm ü kerem mahzen-i esrâr-ı ilâh

           

                        Reh-nümâ olmuş ana Hazret-i Şeyhü'l-Ekber

                        Feyz-bahş olmuş idi Hazret-i Şeyhü'l-Ekber

                        Neş'e-i tâmme ile mest ü müdâm olmuş idi

                        Şeyh-i merdân-ı tarîkat ana nâm olmuş idi

                        Meşrebi meşreb-i pîr olmuş idi mürşidimin

                        Mezhebi mezheb-i aşk olmuş idi mürşidimin

                        Bulmuyor zerre kadar vech-i tesellî gönlüm

                        Gülmüyor ağlıyor her-bâr kederli gönlüm

                        Gülşen-i aşkı bütün başıma zindân oldu

                        Hep işim nâle vü feryâd ile efgân oldu

                        Kem-teri bî-kesi Vassâf'ını yakdı hasret

                        El-meded ey güher-i feyz ü reşâdet-himmet

                        El-meded şeyhim efendim bana sensin cânân

                        Sensiz elbette bana âlem-i dünyâ zindân

                        Sen meded eyle bana hazret-i Pîr aşkına âh

                        Yetiş imdâdıma ey mürşid-i hak-bînim âh

İhvân-ı tarîkatın himmeti ve Şeyh Tal'at Efendi'nin delâletiyle türbe-i şerîfe müceddeden ta'mîr ve telvîn ve tefrîş olunup, zâhiri de hakîkaten gülşen-i safâ olmuştur.

Âcizleri sandûkalarının çukasını ve iki aded büyük sam'dânını ve bir de sünûhât-ı fakîrânemden olan manzûme-i târîhiyyeyi hâvî levhayı ihdâ etmek ve türbenin de masârif-i ta'mîriyyesine iştirâk eylemek sûretiyle arz-ı hıdmette bulundum.

                        Cenâb-ı Şeyh Şerefeddîn-i Gülşenî'dir bu*

                        Kemâl-i hikmet-i esrâr-ı Rûşenî'dir bu

                        Edeble eyle ziyâret bu zât-ı ekremi ki

                        Fuyûz-ı zümre-i ebrâr ma'denidir bu

                        Tamâm târihidir Şeyh-i ârif-i bi'llâh

                        Hudâ-yı lem-yezel'in lutf-ı ahsenidir bu

                        (شيخ عارف بالله)

Mükerren Edirne'ye azîmetle ziyâret-i aliyyelerinde bulundum. Ne çâre ki, "Bülbül yuvadan uçdu gülistânı gam aldı " hakîkati üzere, dergâh-ı şerîfin her tarafı ağlıyordu. Her ne tarafa baksam hüzn ü elemimi tezyîd ediyordu. Hz. Şeyh'in hayât-ı sûriyyelerinde dergâhın gulgulesi de kendileri gibi, ebediyyete karışmış idi. Her taraf, (كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ إِلَّا وَجْهَهُ)[34]  diye ihtâr ediyordu.

/190/   Eyâ bâd-ı sabâ şehr-i Edirne semtine azm it

                        Muazzam Şeyh Sezâî kutb-ı devrâna selâm eyle

                        Gül-i gül-zâr-ı irfân sâhib-i feyz-i hakîkatdir

                        Canım rûhum efendim merd-i meydâna selâm eyle

                        Kerîmü'l-hasletim şeyhim azîzimdir Şerefeddîn*

                        Huzûrunda durup ol şeyh-i ekvâna selâm eyle

                        Mübarek hâk-pâya yüz sürüp tekrîm ü tebcîl it

                        Kemâl-i aşk ile ol mihr-i irfâna selâm eyle

                        Di kim ey melce-i uşşâk sana ez-cân selâm olsun

                        Bu yolda arz-ı ta'zîm it edîbâna selâm eyle

                        Kemâl-i hasretinden nâle-kâr olmakdayım ez-cân

                        O nûru'l-ayn Vassâf'a hakîkâna selâm eyle

Hz. Şeyh'in irtihâli üzerine Yeni Edirne gazetesinde, Muhammed Şeref imzâsıyla şu makâle-i teessüriyyeyi okudum ki, uluvv-i kadrlerini halkın nasıl telakkî ettiğine tercümândır :

"Şeyh Şerefeddîn Efendi

Memleket bugün bir muhterem sîmânın ufûl-i ebedîsine ağlıyor.

Şerefeddîn Efendi, Cenâb-ı veliyyi-i dil-âgâh Sezâî hazretlerinin necl-i necîbi, bütün ma'nâsıyla kümmelîn-i ulemâ vü evliyâdan idi.

Velâyet-i Şeref'e îmân etmemek kimsenin elinden gelmez. Edirne'de bu muhterem vücûd, yetmiş senelik fazl u irfânına, irşâd u nasîhatla müzeyyen bir hayât-ı sâdegî geçirmiştir. Makbere-i ebediyyetin kenârına getirilen bu tâbût vilâyet-i memleketimizin hayât-ı ma'neviyyesinde bir boşluk bıraktı.

İsmet-i hayât, istihkâr-ı menâfi', hılm ü kerem, ta'lîm-i feyz, ilkâ-yı hürmetten ibâret bir meslek. Bir meslek-i mukaddes ve dil-âvîz ki, tamâm elli senedir. Hiç bir fâsıla-i nâ-hoş, hiç bir vak'a-i ihmâl, hiç bir  nisyân bırakmayarak devâm etmiş. Bir bezm-i muhabbet ki, meleklerle, feriştehlerle süslenmiş, dâimâ öğrenmek, öğretmek ile geçmiş ve dâimâ mehâsin-i ahlâk, mekârim ü fazâil-i insâniyye ta'lîm edilmiş bir meclis-i sohbet ki, oraya gam girmez, elem girmez ve fâniyân-ı âlemin hiç bir pisliği uğramaz... Rûhânî, ma'nevî bir celese-i insânî, zühd ü takvânın menbaı, sabr u kanâatin mevzii bir meclisti.

Şeyh Şerefeddîn Efendi hazretlerinin yed-i muhterem-i melâik-pesendini öpenler, onda derin bir îmân ile birleşmiş bir şey bulurlar idi : İnsânları sevmek!

O, bütün ma'nâsıyla bir veliyy-i Hudâ idi. Onda tecellî eden aşk-ı hakîkî, muhâtabına /191/ ilkâ-yı hürmet eder. Karşısındakinde hiç bir boşluk bırakmazdı. Peyâm-ber-pesend bir tabîat, ilâhî bir ahlâk, Hayderî bir azm-i sabûrâne, Sıddîkî bir sehâ-yı tab', Fârûkî bir adl, Osmânî bir hılm ü tevâzu'.

Edirne! Sen zavallı memleket! Kâbil midir ki, bu kıymet-dâr hayâtın aramızda bıraktığı boşluğu bir daha doldurasın. Şerefeddîn Efendi meclisinde dünyâ yoktu.

O bir gencîne-i kanâat idi ki, yaklaştıkca celâlet-i kadrine hayrân olunurdu. Onun lâhûtî sadâsı ba'zan duyulur, ba'zan harîm-i sohbetine dâhil olanlar, onun pür-vecd ü istiğrâk şân-ı nübüvveti selâmladığı işitiliyordu :

                             

Eyâ şâh-ı rusül rahm it Sezâî derd-mendindir

                              Kapun bekler kadîmî hıdmetinde pîr-perverdir

nağme-i ecdâdı, lisân-ı zühd ü fazîletinden aktığı zamân tâk-ı gülşen-hâne ona cevâb verirdi :

                              Efendim mürşidim şeyhim azîzim müjdeler olsun

                              O dergehden bulursın feyzi zîra ki efendindir

                              Garîb ü bî-nevâyı sen de yâd eyle o günlerde

                              Hakîrindir garîbindir fakîr-i müstemendindir

O bir cihân-ı nûrânî, bir cihân-ı ma'nevî, baştan başa bir nüsha-i kübrâ idi. Ahsen-i takvîm idi. O, fânîlerle bulaşmamış idi. İşi irşâd idi. Nihâyet ma'şûkuna kavuştu. Lakin bugün Gülşenî-hâne bu azîz reh-rev-i ebediyyete ağlasın. Çünki terbiye vü tasfiye-i ahlâkıyyeden mâ-adâ gâye-i hayâli olmayan bu muhterem vücûdu yerine koyamayacağız.

Cenâb-ı Hak, mazhar-ı şefâatleri buyursun. Âmîn."

/192/ Uzunköprü'de sâkine harem-i âlîleri Sünbül Hanım Efendi, 1337/(1919) senesinde câm-ı mevti nûş etmiş, oradaki kabristanda defîn-i hâk-i gufrân olmuştur. Mezâr taşına yazılmak üzere şu manzûme-i târîhiyyeyi söylemiş idim :

                        Hazret-i Şeyh-i Şuayb'ın zevce-i pâkîzesi

                        Hazret-i Sünbül Hanım da azm-i cânân eyledi

                        Pek afîfe hem de dervîşe kanâat hazînesi

                        Sâliha hem  âbide ızhâr-ı burhân eyledi

                        Ol harîm-i Hazret'in 'gufrânuhâ' târîhidir

                        Kendini esrâr-ı aşk-ı Hakk'a kurbân eyledi

                        (غفرانها)                                      1337/(1919)

İrtihâlleri Kurban Bayramı'ndadır. Uzunköprü'ye azîmetimde kabr-i enverlerini ziyâret eyledim. Veliyyetu'llâh olduğuna şehâdet edecek menâkıb-ı kesîresi beyne'l-halk zebân-zeddir.

Uzunköprü'ye azîmetim mahzâ azîzimin ikâmet-gâhını ve buradaki hücre-i iştigâlini, husûsıyle cânını sevgili cânânına ulaştırdığı makâm-ı mukaddesini ziyâret esâsına müstenid idi. Lehü'l-hamd ta'zîmât-ı lâyıka ile ziyâret ettim. Orada pek çok esrâr-ı maânî içinde müstağrak oldum. Rûhâniyyet-i aliyyelerinden bi'l-münâsebe istifâde ve istifâza eyledim.

                        Azîzimden cüdâyım nâle-kârım pek hazînim âh

                        Kemâl-i lutfuna mazhar idim ez-cân u dil bi'llâh

                        Gelince gurbet-i eyyâm harâb-ender-harâb oldum

                        Bana imdâd-res ol lutf eyle Yâ Hazret-i Allâh

           

                                                  *    *    *

                        Azîzim mürşidim şeyhim unutmam zâtını aslâ

                        Fedâ olsun senin uğrunda heb dünyâ ve mâ-fîhâ

                        Boğuldum kesret-i âlâyiş-i dünyâya me'yûsum

                        Meded-kârım inâyet-mend efendim şeyh-i âlî-câ

                        Garîb âşıklara nûr-ı cemâlinden doğar envâr

                        Şebistân-ı reşâdet nûrusın ey zât-ı müstesnâ

                        Nevâl-i feyzine kandır beni Allâh içün şeyhim

                        Hakîkat pek harâb-âbâd-ı gamm oldum meded cânâ

                        Hayâlinden gönül şâdân olur her rûz u şeb şeyhim

                        Maâza'llâh gönül mehcûr-ı dîdâr olmasun aslâ

                        Kapunda abd-i ahkar âşıkın Vassâf-ı bî-evsâf

                        Kemâl-i şevkla takdîm-i hissiyyât ider hakkâ

Azîzimin zikr eylediğim âsârından mâ-adâ hâtıra defterleri, mebâhis-i mühimme ve rakîka-i tasavvufiyyeyi câmi' birer hazîne-i pür-hikemdir. Bunlar sekiz-on parçaya bâlığ olup, en mühimmi Uzunköprü'de dâmâdları Şeyh Mustafa Efendi yedinde, dîgerleri Edirne'de Gülşenî Veli Dede Kütüphânesi'ndedir.

(Şerefeddîn Efendi’nin) Hulefâsı :

Şerefeddîn Efendi'nin Anadolu, Rumeli ve Arabistan'da çok halîfesi vardır. Tahkîk edebildiğim zevât şunlardır :

Şeyh Tal'at Efendi, Şeyh Kemâleddîn-i Harîrî, Şeyh Abdülvâhid Kemâleddîn Efendi, alay müftüsü Şeyh Muhammed Şehrî Efendi, Şeyhu'l-İslâm merhûm Abdurrahmân Nesîb Efendi, Miralay Şeyh Hacı Zâhid Bey, Hacıoğlu Şeyh Ahmed Nâcî Efendi, Binbaşı Şeyh Ferîd Efendi, Şeyh Sabrî Efendi, Şamlı Şeyh Hacı Muhammed Efendi, Hayrabolulu Şeyh Hâfız Mustafa Efendi, Hayrabolulu Şeyh Rûşenî Efendi, Şeyh A'mâ Hâfız Efendi, Libhovalı Şeyh Mahmûd Efendi, ez-çelebiyân-ı Sezâî Şeyh Ahmed Efendi, Edirneli Şeyh İsmâîl Efendi, alay müftüsü Şeyh Nûri Efendi, Şeyh Atâ Efendi, Edirneli Şeyh Hacı Şükrü Efendi, İstanbullu Şeyh Tevfîk Efendi, Kaymakâm Şeyh Rif'at Efendi, Binbaşı Şeyh Râsim Efendi, Şeyh Mustafa Efendi, Şeyh Muhammed Âsım Efendi, Şeyh Selîm Paşa, Şeyh Şükrü Efendi, Hattât Şeyh Hâfız Kâmil Efendi, Şeyh Rızâ Efendi, Şeyh Emîn Efendi, Atabek-zâde Şeyh Nâil Efendi, Müftî-zâde Şeyh Sâbit Efendi, Şeyh Hafız Seyyid Ali Efendi, Şeyh İsmâîl Efendi, Şeyh Ârif Efendi, Hoca Şeyh Abdülkâdir Efendi, Hatîb Şeyh Emîn Efendi, Binbaşı Şeyh Hasan Efendi, Miralay Şeyh Ârif Bey, Binbaşı Şeyh Necâtî Efendi, Binbaşı Şeyh Enver Efendi, Beyşehirli Şeyh Hâfız Hakkı Efendi, Şeyh Talha Efendi, Şeyh Muhammed Bey, Şeyh Şerîf Muhammed Efendi, Üsküblü Şeyh Ali Necîb Efendi, Haseki şeyhi Şeyh İbrâhîm Efendi, Üsküdarlı Kaymakâm Şeyh Râşid Efendi, Kolağası Şeyh Saîd Efendi, Sultân Azîz merhûmun seccâdecisi Şeyh Şerîf Celâlî Efendi, Evkâf başkâtibi Şeyh Şerîf Efendi, Şeyh Muhtâr Efendi, Şeyh Râsim Efendi, Şeyh Hâfız Rif'at Efendi, Şeyh Hâfız Sâlim Efendi, /194/ Şeyh Hakkı Efendi, Şeyh Tahsîn Efendi, Şeyh Râif Efendi, Şeyh Hâfız Hamza Efendi, Şeyh Ahmed Hayâlî Efendi, Şeyh Ma'rûf Efendi, Bingazi Hâkimi Libhovalı Şeyh Rûşenî Efendi, Şeyh Hasîb Efendi, Şeyh Hâfız Muhammed Sırrî Efendi, Ürgüplü Şeyh Abdurrahmân Efendi, Şeyh Abdurrahmân Sâmî Niyâzî Efendi (c. IV, sahîfe 299'da terceme-i hâli vardır.), Şeyh İzzet Dede (Hayrabolu'da münâdîlik eder. Keşfi açık zevâttandır).

/195/ Şeyh İrfan Efendi

Şeyh Şuayb Şerefeddîn Efendi hazretlerinin ikinci mahdûmu olup, pederlerinin irtihâli üzerine Gülşenî Veli Dede Dergâhı meşîhatine geçmiş idi. Harb-i Umûmî'de taht-ı silâha alındı. İhtiyât zâbiti oldu. Sûriye cebhesinde nâil-i rütbe-i şehâdet oldu.

Seccâde-nişîn-i meşîhat olduğu zamân hulefâ-yı Gülşeniyye'den Şeyh Muhammed Şerîf Efendi tarafından şu manzûme inşâd olunmuş idi :

                        Kutb-ı âlem Şeyh Şerâfeddîn Efendi-zâde kim

                        Şeyh İrfân baş eğüp girdi Hudâ erkânına

                        Yed tutup ammî-i emced sâyesinde oldu şâd

                        Allah Allâh hâdim oldu Hazret'in meydânına

                        Bâğ-bân-ı Gülşenî'nin nûr-bahş-ı feyzi kim

                        Tâze bir tuhfe yetişdirdi erenler kânına

                        Hoş yaraşdı tâc-ı irfân vechine virdi ziyâ

                        Bâreka'llâh okurum her dem anın irfânına

                        Her nevânın fer'i kim cinsince aslın gösterir

                        Âferîn-hân olalım dâim uluvv-i şânına

                        Hamdü li'llâh nev-bahâr oldu açıldı gonca gül

                        Var mı bir dil kim dayansun bülbülün efgânına

                        Tâzelendi bâğ-ı Gülşen artdı feryâdım benim

                        Var sabâ zârım haber vir derdimin Lokmân'ına

                        Âl ü evlâd-ı azîzin ömrini itsün mezîd

                        Dilerim rû-mâl olup Ma'bûd'umun dîvânına

                        Eşk-i şâdıyla Şerîf yazdı hilâfet târihin

                        İrdi binüçyüzotuzda çünki hak seyrânına

Şeyh İsmâîl Tal'at Efendi

Şeyh Seyfullâh Efendi-zâdedir. Şerefeddîn Efendi hazretlerinin küçük birâderidir. Gülşenî Veli Dede Dergâhı meşîhati münâsafeten tevcîh olunmuş idi. Birâderinin kemâline meftûn olup, kendini ona teslîm eylemiş, ondan terbiye-i tarîkat görmüş, ondan hilâfet almış idi.

Edirne'ye iki def'a azîmetimde kendileriyle müşerref olmuş idim. Çeşm-i zâhirleri, İbrâhîm-i Gülşenî hazretleri gibi nâ-bînâ, fakat çeşm-i dilleri bînâ idi. Pek âşık, sâdık ve ârif bir zât idi. Sesi gâyet dâvûdî olup, amâ-yı zâhirîsiyle berâber, /196/ halaka-i tevhîdi pek güzel idâre ederdi. Âşıkâne sayhâlarıyla huzzârı vecde getirirdi. Latîfe-gû, mütevâzi', herkese hürmet-kâr bir zât idi. 1340 sene-i hicriyyesinde (1921-22) irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Türbe-i Müsellem'de, cedleri Şeyh Şuayb Efendi merhûmun âğûş-ı hürmetinde âsûde-nişîndir.

Söylediğim manzûme-i târîhiyye :

                        Hılm ile mümtâz idi Şeyh Tal'at-ı Gülşenî

                        Aşk ile dem-sâz idi Şeyh Tal'at-ı Gülşenî

                        Yokdu gözünde dünyâ çeşm-i dili açıkdı

                        Azm-i bakâ eyledi Şeyh Tal'at-ı Gülşenî

                        Feyz-i Cenâb-ı Pîr'e mazhar olan er idi

                        Terk-i sivâ eyledi Şeyh Tal'at-ı Gülşenî

                        'Gufrânı' târîhidir  ol bülbül-i gülşenin

                        Kılsun bize şefâat Şeyh Tal'at-ı Gülşenî

                        Vassâf-ı bî-safâsı hicrân ile doludur

                        Vir feyz-i dil ana yâ Şeyh Tal'at-ı Gülşenî[35]

                        (غفرانى)

Pîr-i fânî idi. Son zamânlarında te'sîr-i şeyhûhet ile muztarib idi. Şeyh Hâfız Sırrî, Şeyh Ahmed Hayâlî ve Müsellem isminde üç erkek evlâdı,  Neşvet isminde bir kızı vardı. Neşvet Hanım, Yunan istîlâsı zamânında, nasılsa bir Yunan zâbitinin dâm-ı iğfâline tutularak, neûzü bi'llâhi teâlâ, terk-i dâr u diyâr ederek, Yunanistan'a gittiğinden, bu hâl o ihtiyâr pederine pek girân geldi ve sebeb-i mevti oldu. Kız da perîşân oldu, gitti.

Şeyh Hâfız Sırrî Efendi

1296/(1879) senesinde Edirne'de dünyâya gelmiştir. Şeyh Tal'at Efendi'nin mahdûmudur. Tahsîli Edirne'dedir. İbtidâî mekteb muallimliği ederdi. Hıfz-ı Kur'ân'a mazhar olmuş ve amcası Şeyh Şerefeddîn Efendi hazretlerinden terbiye-i tarîkat görmüş ve müstahlef olup, hulefâ sırasına girmiştir. Harb-i Umûmî'de ihtiyât zâbiti ve bi'l-âhare hastalara ibtidâî müdâvâtı icrâya me'mûr tabîb namzedi olmuş, Edirne'nin istîlâsında Yunânîler tarafından teb'îd edilmiş idi. Edirne'nin istihlâsında avdet etti. Pederinin irtihâlinde Gülşenî Veli Dede Dergâhı'na şeyh olmuştur. Fakat menfâda aldığı illetin pençe-i kahrında zebûn oldu. Birâderleri Hayâlî Efendi bir mektubunda diyor ki :

"Birâderim Hâfız Sırrî Efendi, iki def'a siyâsî cürm isnâdıyla Yunânîler tarafından Milos'a teb'îd edildi. Orada elîm fâcialar, işkenceler te'sîriyle, /197/ laranjit veremi oldu. Avdetinde tedâvîsine gayret edildiyse de, kâr-ger-i tesîr olamadı. (كُلُّ نَفْسٍ ذَآئِقَةُ الْمَوْتِ )[36]  sırrı zuhûra geldi. Nâil-i rütbe-i şehâdet oldu. Bu târîhde onşekiz yaşında Ali Ma'şûk ve oniki yaşında Şerefeddîn isminde iki çocuğu  ve Hasene ve Nezâhat isminde iki kerîmesi vardır.

Birâderim nezîhü'l-kalb, halûk, mesleğine sâdık ve pîrine âşık olup, Hz. Gülşenî'nin hakîkî bir bendesi idi.

15 Şa'bân 1342 ve 21 Mart 1340/(1924) târîhine müsâdif Cum'a günü hastalığı teşeddüd etti. Sabahleyin ziyâretine gittim. Birlikte sûre-i Yâsîn tilâvet ettik. Zikru'llâh'a mübâşeretle öğleye kadar devâm etti. Cum'a namâzından sonra yine yanına geldiğimde birlikte sûre-i Mülk okuduk. Kelime-i tevhîd ile dem-güzâr olduk. Hz. Sezâî efendimizin, "Kapuna geldiler ümmet-i Muhammed." na'tını okumağa başladı. Hitâmında ism-i Celâl ile meşgûl oldu. Bir müddet sonra yine Hz. Pîr efendimizin, "Kalem-i sun'-ı ezel her ne ki tahrîr itdi." gazel-i şerîfini okudular. Hitâmında sür'atle zikr ettik. İsm-i Hû'da gülbâng çekildi. Yirmi dakîka istirâhat eyledik. "Lâ-ilâhe illa'llâh el-Melikü'l-Hakku'l-Mübîn Muhammedü'r-Rasûlu'llâhi sâdiku'l-va'di'l-Emîn" zikrine başladı. Bizler de iştirâk ettik. Ba'dehû tevhîd-i ism-i Celâl tezyîn-i lisân ü cinân eyledi. Sâat ona gelmiş idi. tâkatsızlığı arttı İsm-i Celâl ile zikrini ağırlaştırdı. Daha sonra zikr-i kalbîye inkılâb etti. Beş dakîka kadar bu hâlin devâmını müteâkib tekmîl-i enfâs-ı ma'dûde-i hayât eyledi. Berât Kandili'nin sabâhı cenâzesi cemâat-i kübrâ ile Eski Câmi'-i şerîfe götürüldü. Ba'de-edâ-yı salât cenâze, ihtifâlât-ı fâika ile dergâha getirildi. Pederlerinin kabri açıldı. Bir buçuk sene mukaddem nasıl defn olunduysa ter ü tâze cesed-i şerîfleri zâhir oldu. Umûm cemâat müşâhede ettiler. Destûr alarak birâderemi pederimin âğûşuna tevdî' eyledik."

Henüz pek genc iken ufûlü fakîri çok müteessir etti. Edebi, terbiyesi i'tibâriyle mümtâz bir mevki' sâhibi olmuş idi.

Edirne'de münteşir Paşaeli gazetesinde Eskizağralı Osmân Nûri Efendi'nin makâlesini aynen telsîk ediyorum. Merhûmun nasıl takdîre mazhariyyetini gösterir :

/198/ "Merhûm Muallim Hâfız Sırrî Efendi

Ömr-i beşerde tevâlî eden sinîn-i ıztırâbâta hayât, didinmenin nihâyetü'l-emr bir sükûna inkılâbinâ da memât nâmı verilince netîce-i hayât, ebediyyete doğru bir göz kapamaktan ibâret kalır.

Binâenaleyh, “Her şey hâlik, fenâya ma'rûz, ancak fazîlet lâ-yemûttur.” denilebilir. Ba'zı zevât-ı fâzılanın, Bâkî'nin,

                        "Kadrini seng-i Musallâda bilüp ey Bâkî

                         Durup el bağlayalar karşına yârân saf saf "

beyitinin mefhûmunu  andıran hayât-ı fâniyelerinin sönüp giderek târîhin sütûr-ı siyâhı arasında bir iki cümlelik bir yer tutabildiği, her zamân bir çeşm-i teessüf ü hayretle görülmektedir.

Buna emîn olmalıdır ki, dört-beş kelimeden ibâret bir cümle ile matbûâtın bir i'tiyâd-ı meslek ü san'at netîcesi olarak beyân-ı teessür edebildikleri öyle zevât-ı kâmile tanırım ki, bunların ufûl-ı ebedîsiyle cem'iyyet-i beşeriyyede husûle gelen ilmî, ahlâkî boşluk kolay kolay imlâ edilemeyecek derecede büyüktür, geniştir.

Birkaç gün mukaddem gazetelerde vefâtı kemâl-i teessürle i'lân kılınan Hâfız Sırrî Efendi merhûm da işte mümtâz ve havârık-ı fıtrattan ma'dûd müstesnâ sîmâlardan biri idi.

İlmi küçük, fıtratı büyük ve fakat nâ-mütenâhî fazâil-i ahlâkiyyesi pek yüksek olan merhûm ile aramızda husûle gelen istînâsı, pek eski olmamakla berâber gâyet samîmî ve ilâhî bir sûrette idi.

Kendisinde gördüğüm âsâr-ı fazîlet pek çok zevâta nasîb olur ahvâlden değildir.

Müteşerri', müteverri', menâhîden müctenib, insâniyyete muhib ve bi'l-hâssa ulvî bir seciyyeye sâhib olan bu vücûd-ı muhteremi hakkıyla tavsîf edebilmek ancak merhûm hakkında olan hissiyyâtıma bir kudret-i beyân vermekle kâbil olabilir ki, o da bence muhâldir.

Hâfız Sırrî merhûm, tarîk-ı Gülşenî müntesibîninden bir nüsha-i bâdire-i kemâlât olup, nâdî-i irfânına müdâvemet edenler kudret-i beyânda ızhâr eylediği ulviyyet ve sâdegî-i ifâde ile meclûb-ı fazâili olduğunu her zamân mu'terif ve halaka-i tevhîdine dâhil olanlarda istihsâl eyledikleri bir feyz-i ma'nevî ile her vakit mağbûtu'l-emâsildirler.

Vatanını tezelzül-i nâ-pezîr bir aşk ile sever ve ara sıra, "Hubb-i vatan vazîfesiyle teâdül edecek bir vazîfe var ise, o da, ancak vatana hizmet vecîbe-i mukaddesesinden ibârettir." gibi sözleri her vakt lisânından işitmekte idim.

Hâfız Sırrî, meşâyıh-i kirâmdan pederi merhûm Şeyh Tal'at Efendi'nin terbiyet-hâne-i irşâdında perveriş-yâb-ı kemâl olmuş fazîlet-kâr bir şahsiyyet ve bütün şumûl-i ma'nâsıyla bir insân-ı kâmil idi.

Fazâyıhı red, tohm-ı fazâili mezraa-i nefsiyyesinde tenmiye husûsunda hâiz olduğu terbiye-i ma'neviyyenin bu mübâreze-i hayât içinde vicdânına kabûl ettirdiği muzafferiyyet pek büyük fazîlet ve uluvv-i cenâbının alâmet-i mer'iyyesi olan hüsn-i muâmele ve nezâhat-i efkâr ve husûsât-ı mâddiyyede ef'âl-i hasenenin vereceği netîceler pek ulvî  idi.

Hâfız Sırrî'nin ufûluyle tecemmülât-ı hayâtiyyesinin bundan sonra mâzîye âid olan kısmı, beşer olmak i'tibâriyle bir perde-i nisyân altında kalması tabîî olmağla berâber hâiz olduğu fazîlet i'tibâriyle yaşayacaktır. Çünki fazîliyyet lâ-yemûttur.

            Nevvera'llâhu madcaahum.

                                                     

                                                                                               Eskizağralı Osmân Nûri"

            /199/ Manzûme-i târîhiyye-i âcizânemdir :

                        Cenâb-ı Şeyh Tal'at-zâde Hâfız Şeyh Sırrî'dir

                        Edîb nâzik halûk bir rehber-i uşşâk idi bi'llâh

                        'Füyûz-ı tâmme' Şeyh-i Gülşenî'ye düşdü tâm târîh

                        Kemâl-i lutf ile mağfûr buyursun Hazret-i Allâh

                        (فيوض تامه)  = 1336/(1918)

Küçük birâderi Müsellem Efendi, Çorlu'da muallimdir. Dergâhın meşîhati buna teveccüh etmiştir. Fakat henüz müstahlef olmadığından, Hayâlî Efendi, meşîhati vekâleten idâre ediyorlar.

Şeyh Ahmed Hayâlî Efendi

Şeyh Tal'at Efendi-zâdedir. Hâfız Sırrî Efendi merhûmun birâderidir. Pek liyâkatli, ağır başlı, kâmil bir zâttır. Amcası Şeyh Şerefeddîn Efendi hazretlerinden terbiye-i tarîkat görmüşlerdir ve ondan müstahlef olmuşlardır. Edirne'de tarîk-ı Halvetî'den Saçlı İbrâhîm Efendi Dergâhı meşîhati münhal oldukta müşârünileyh İbrâhîm Efendi'nin işâret-i ma'neviyyeleri üzerine İstanbul'a gelip, Âsitâne-i Hüdâyî'de  post-nişîn bulunan Şeyh Gülşenî Efendi merhûmdan tâc-ı Hüdâyî giyip, icâzet-nâme ile Edirne'ye avdetinde meşîhat-i mezkûre kendilerine tevcîh olunmuştur. Elyevm orada icrâ-yı âyîn-i tarîkat eylemektedir.

Edirne'de mekteb muallimliğinde de bulunmaktadır. Gençliğiyle berâber tuttuğu meslek kendilerini her hâlde Şerefeddîn-i sânî denilecek bir râddeye îsâl edeceğine şübhem yoktur.

Bir zâta yazdıkları mektûb, meşreblerini ve emr-i tahkîkta dikkatlerini gösterir bir beyyine olmağla kısmen derc olunur :

"Bir zâtı mürâcaatında hemân müstahlef kılmak mümkin olamaz. Zât-ı reşâdetlerinizce de müsellem olduğu üzere, tarîkımızın erkân u âdâbı olmakla berâber, makâmât /200/  i'tibârıyla esmâ-i şerîfenin tecelliyyâtı ve zevkı görülmedikce, her kim olursa olsun istihlâfa kesb-i liyâkat edemeyeceği gibi, buna Hz. Pîr-i dest-gîr efendimiz de râzı değildir. (إِنَّ اللّهَ يَأْمُرُكُمْ أَن تُؤدُّواْ الأَمَانَاتِ إِلَى أَهْلِهَا)[37] emr-i ilâhîsi ortadadır. Taleb-i nisbet eden olursa, tâlib-i Hakk'ı bilâ-red kabûl ederiz. Hz. Pîr efendimizin rûhâniyyeti ile nasîbi mikdârınca hidâyet-i ilâhiyye ne yolda tecellî ederse, bizler  o zamân ma'neviyyâtın tecellî ve zuhûruna göre muâmele ederiz. Yoksa biri gelse de, "Selâmün aleyküm. Ben müstahlefim, bana teberrüken tarîk-ı Gülşenî'den de icâze veriniz." dese, tabîî bu olamaz. Yoluyla sülûk lâzım. Sülûku varsa yoklanır, seviye-i irfânı anlaşılır. Ona göre hareket olunur. Hz. Pîr kabûl buyururlarsa, bizlerin buhl âsârı göstermekliğimiz hatâdır.

Tarîk, tarîk-ı Muhammedîdir; Sünbülî, Gülşenî, Kâdirî mecâzen teferruk ederse de, hakîkatte yine birdir. Tarîk-ı Sünbülî'den lâyıkıyla nasîb ve feyzini alan tarîk-ı Gülşenî'den de alır. Her tâlibin nasîbi mütefâvittir. Bu yol tarîk-ı hidâyettir.

Dergâh-ı şerîfin meşîhati için ne kadar tâlib ve muârızîn zuhûr ederse etsin, müveccih-i hakîkî kime tevcîh buyurur ise, onun hakkında esbâb-ı mâddiyyesi de zuhûr eder. Hz. Pîr efendimizin rûhâniyyetinden istimdâden Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlak'tan muvaffakıyyet temennî eylemeli. İhsân-ı ilâhîde buhl yoktur, "Ganî" ism-i şerîfiyle tecellî buyurur. Azîzim, evrâd-ı şerîfede, (اللهم صل على سيدنا محمد النور الذاتى والسر السارى فى جميع الآثار والأسماء والصفات) denilmiştir

Hz. Şeyh Şerefeddîn-i Gülşenî, Hasan eş-Şâzelî (kuddise sırruhu'l-âlî) efendimizin âtîdeki makâle-i münîfesine istinâden salavât-ı şerîfeyi tashîh buyurmuşlardır. Arz ediyorum, sizler de tashîh buyurunuz :

صلات النور الذاتى وهى لأبى الحسن الشازلى رضى الله عنه ونفعنا به. اللهم صل وسلم وبارك على سيدنا محمد النور الذاتى، أى نور ذات الله الذى خلق الله تعالى بلامادة الأنه مفتاح الوجود ومادة لكل موجود كما تقدم لك فى حديث جابر والسر ضد الجهر، السارى، أى المارى فى سائر، أى جميع الأسماء، أى أسماء الخلق باعتبار مسمياتها والصفات، أى للخلق فيكون للمعنى الممد لجميع ذوات الخلائق وصفاتهم ويحتمل أن المراد أسماء الله وصفاته ومعناه إنه مهبط التجلى للأسماء/201/  والصفات فلايستمد من اسم من أسماء الله تعالى ولا صفة من صفاته تعالى إلاَ بواسطة فكل من المعينين صحيح والأولى التعميم فهو ممد لجميع ذوات الخلق وصفاتهم دنيا واخرى بواسطته. إنه مهبط الجلى لأسماء الله وصفاته.[38]

Ahmed Hayâlî Efendi, tarîk-ı Rufâî'den de mücâzdır. silsile-i tarîkatı ber-vech-i âtîdir :

Şeyh Emîn Efendi (Uzunköprü'de Rufâî şeyhi), Şeyh Şuayb Şerefeddîn Efendi hazretleri, Şeyh Ömer Efendi, Şeyh Muhammed Nazîf Efendi, Şeyh Muhammed Tâhir Şevkî Efendi, Şeyh Muhammed Ferîdüddîn Efendi, Şeyh Muhammed Ferhâd Efendi, Şeyh Ahmed Sırrî Efendi, Şeyh Mustafa Kabûlî İbnü'l-Ma'nevî, Muhammed Sa'dî müftî-zâde el-mütemekkin bi-medîneti'l-Cisr-i Ergene b. İbrâhîm el-Ecel İbnü'l-Ma'nevî, eş-Şeyh Ali eş-Şeybânî el-Basrî. (kaddesa'llâhu esrârahüm)

Şeyh Şerefeddîn Efendi merhûmun dâmâdı Şeyh Hâfız Mustafa Efendi'yi tarîk-ı Rufâî'den istihlâf eylemişlerdir. Mustafa Efendi'nin terceme-i hâli gelecektir.

Şeyh Hâfız Osmân Efendi b. Osmân-ı Gülşenî-i Kayserî

Bu zât-ı muhteremin Fâtih'de Reşîd Efendi kitaplarını ihtivâ eden Millet Kütüphânesi'nde, 1013 numaralı Mecmûa-i Resâil meyânında, el-Lemeâtü's-Sâmia fî-Beyâni Etvâri Seb'a nâmında gâyet ârifâne yazılmış Arabiyyü'l-ibâre bir eserini gördüm. Bu eserin târîh-i te'lîfi, 1150 senesi üç Zi'l-ka'desinde (22 Şubat 1738)'dir. Eserin hâtimesinde imzâsı şöyle muharrerdir :

(يقول عبد الضعيف عثمان بن عثمان القيصرى مولداً والحنفى مذهباً والكلشنى مسلكاً والملامى مشرباً.)[39] 

Bu ibâreden müşârünileyhin Gülşenî ricâlinden olduğu, târîhe nazaran Hz. Sezâî zamânını idrâk ettiği ve eserin bir yerinde, "Kâsımpaşa'da harâb zâviyede sâkin ve hâfız bulunduğu anlaşılmış ise de, zamânımızda, harâb zâviye neresi olduğunu bilen yoktur. Girid'de müftülük etmiş ve ulûm-ı Arabiyyede yed-i tûlâ sâhibi bulunmuş olduğu eserin tedkîkinden anlaşılmıştır. Mestûrînden olduğu şübhesizdir." (denilmektedir.)

Üsküdar'da Selîmağa Kütüphânesi'nde bulduğum tomârda, Hz. Sezâî hulefâsı meyânında Şeyh Seyyid Osmân-ı Edirnevî diye bir isim buldum. Acabâ bu zât o Osmân efendi midir, halledemedim. Kati'yyen bir fikir hâsıl eyleyemedim. Belki de bu zâttır. Allâhu a'lem.

Cenâb-ı Sezâî'nin Kayınpederi Seyyid Osmân Efendi'dir. Matbû' Mektûbât-ı Sezâiyye'de, 71. sahîfede münderic bir mektûb dahi bunu müeyyiddir. Bir de 155. sahîfede bahs ettiğim Seyyid Osmân Efendi (nâm) zât ki, bu zâtın Hz. Sezâî ile münâsebeti ve ondan hilâfeti vardır. Belki bu Osmân Efendi, sâhib-i terceme olan zâttır. (Kaddesa’llâhu sırrahû

/202/ Şeyh Muhammed Şehrî Efendi

Azîzim Şeyh Şerefeddîn Efendi merhûmun ecell-i hulefâsındandır. An-asl cedden ve neslen Faslı olup, Arnavutluk'ta Ergeri civârında Libhova’da 1288 sene-i hicriyyesinde (1871), kuzâttan Ahmed Hâşim Efendi sulbünden zînet-sâz-ı mehd-i şuhûd olmuştur.

Büyük pederi Şeyh Yûsuf Efendi de tarîk-ı Gülşenî ricâlindendir. Mısır'da hânkâh-ı Gülşenî'de mazhar-ı feyz olmuştur. Onun pederi Şeyh Mahmûd Efendi, meşâyıh-ı Nakşiyye'dendir. Onun pederi Şeyh Ahmed Efendi, tarîkat-ı aliyye-i Şâzeliyye'dendir ve Fas'ta Sûs şehrinden neş'et eylemiştir. Onun pederi Şeyh Muhammed, onun pederi Şeyh Eyyûb-i Fâsî hazerâtıdır.

Muhammed Şehrî Efendi'nin ibtidâî tahsîli Libhova’dadir. 1301/(1884) senesinde İstanbul'a gelip, Fâtih Mederesesi'ne dâhil olarak Eğinli Hacı Hâfız İbrâhîm Efendi'nin dersine müdâvemetle, ahz-i icâzeye muvaffak olmuş ve Gümüşhâneli Ahmed Ziyâeddîn Efendi hazretlerine arz-ı nisbet ile berâber hadîs-i şerîf tederrüsle icâze almıştır. Müşârünileyhin irtihâlinde Edirne'de Gülşenî Veli Dede Dergâh-ı münîfi seccâde-nişîni, eâzım-ı meşâyıhdan Şerefeddîn Efendi hazretlerine, 1311/(1893-94) senesinde intisâb ile, mazhar-ı feyz-i bî-hisâb oldular. Onbeş sene zarfında ikmâl-i sülûka muvaffak olup, 1326/(1908) senesinde nâil-i hilâfet oldular.

Hâletiyye-i Gülşeniyye'den Şeyh Mahmûd Efendi'den de, 1319/(1901)'da alâ-tarîkı't-teberrük müstahlef olmuşlardı.

Muhammed Şehrî Efendi İşkodra, Yanya, İzmir, Selânik, Manastır ve Edirne'de alay müftülüğünde bulunup, alayıyla Belgrad harbine iştirâk etmiştir.

1331/(1913) senesinde hayât-ı me'mûriyyetten infikâk eylemiş ise de, bi'l-âhare İstanbul'da adliyyede yine bir hizmetle meşgûl olmaktadır.

Hüseyin La'lî, Yûsuf Ziyâeddîn, Rükneddîn Hüdâyî, Muhammed İlhâmî ve Hâdî nâmlarında beş mahdûmu vardır. Bir de zâtü'z-zevc kerîmesi vardır.

Şerefeddîn Efendi hazretlerinin irtihâlinde üç târîh söylemiştir :

                        Dem-i Hû'ya virüp demi pîr-i azîz Şerefeddîn

                        (دم هويه ويروب دمى پير عزيز شرف الدين) = 1329

                        Virdi Hû'ya dem-i Hû pîr-i âlem Şerefeddîn

                        (ويردى هويه دم هو پير عالم شرف الدين) = 1329

                        Habîbi Hû didi vardı Cenâb-ı Şâh Şerefeddîn

                        (حبيب هو ديدى واردى جناب شيخ شرف الدين) = 1329[40]

/203/ Şerefeddîn Efendi merhûmun ziyâde hürmet ve muhabbetini kazanmış idi. Ba'zı manzûmeleri vardır. Şiirde Fakrî tahallus etmişlerdir. Tarîk-ı Gülşenî'de âdâb u erkânı tafsîlen bir eser vücûda getirmişlerdir.

Vâkıf-ı sırr-ı tevhîd, kâmil, fâzıl bir zât-ı âlî-kadrdir. Gınâ-yı kalbe mâlik, hakîkaten tarîk-ı Hakk'a sâlik, müteşerri', müteverri' bir rehber-i mükerremdir.

Şerefeddîn Efendi hazretleriyle olan muhabbet-i kâmile-i fakîrâneme vâkıf olup, kendinde zuhûr eden bir işâret-i ma'neviyye üzerine bu abd-i ahkara tarîk-ı Gülşenî'den, alâ-tarîkı't-teberrük icâze ve hilâfet i'tâ buyurmuşlardır. Hz. Sezâî efendimizin bu bâbdaki emirleri telakkî olunmak üzere tefe''ülen Dîvân-ı şerîfleri açıldığında,

                        "Sunulur câm-ı zâtı ol bezme

                         Nûş idenler olur ebed sekrân

                        Çünki ârif bu sırra vâkıf ola

                        Lâl olurmuş Sezâî gayri lisân "

kelâm-ı âlî-i beşâret-nümâsı şeref-i tesâdüf eyledi. Tâlib-i matlûb sırrı zuhûra geldi. Silsile-i zerrîn-i Gülşenî'ye de bu sûretle teyemmünen bi-zikrihi'l-celîl râbıta-bend-i ubûdiyyet oldum. Fakîri taltîfen şu manzûmeyi ihdâ buyurmuşlardır :

                        Dilâ gel dil-ber-i uşşâkı vasf it

                        Anı temdîh içün enfâsı vakf it

                        Haber vir sırr-ı câna neş'esinden

                        Dü-çeşmim rûşenâ ruhsâresinden

                        Anı gördüm de sevdim ez-dil ü cân

                        Enîs-i rûhum oldu medhe şâyân

                        Tarîkat gülşeninde bülbül-i aşk

                        Hakîkat âleminde bir gül-i aşk

                        O bulmuş feyzi pîrim Gülşenî'den

                        Şarâb-ı aşkı içmiş Rûşenî'den

                        Muazzam pîr-i dest-gîrim Sezâî

                        Mülattaf eylemiş ol hoş nevâyı

                        Azîzim Şeyh Şerefeddîn Velî'den

                        Bulup nisbetle devlet ol velîden

                        Dalınca bahr-ı uşşâka safâdan

                        Çıkardı dürr-i sâfîyi hafâdan

                        Sivâdan itdi istinzâh-ı halvet

                        Tecellî eyledi envâr-ı celvet

                        İrişdi ma'nevî feyz-i kerâmet

                        İder dâim Hudâ'ya hamd ü minnet

                        Hüseyn-i Gülşenî Vassâf-ı uşşâk

                        Ki oldur gül ruh-ı cânâna müştâk

                        Anın te'lîfi vardır bir Sefîne

                        Anı yazdıkca olmuş sâf-sîne

                        Yazup Manzûme-i Mevlûd'e bir şerh

                        Rasûl-i müctebâyı eylemiş medh

                        Mahabbet gülşeninde zârı vardır

                        Daha onbeş kadar âsârı vardır

/204/  Bana pîrim Sezâî itdi ilhâm

                        Anı müstahlef itdim bezl-i in'âm

                        'Füyûz-ı tâmme' târîh-i hilâfet

                        Ana mekşûf ola sırr-ı tarîkat

                        İrişsün feyz-i pîrim lutf-ı Sübhân

                        Safâ-yâb-ı harîm-i bezm-i cânân

                        Duâ itmekdedir  Şehrî-i Fakrî

                        Ki lutf-ı Hakk'ın olmaz kasr u hasrı

                        (شهرئ فقرى)  = 1342/(1923-24)

Bu abd-i ahkar-ı rû-siyâhın seyyiât-ı ahvâli temiz sahîfeleri karartır derecede çoktur. Böyle bir lutf-ı ma'nevî, öyle bir taltîf-i âlî karşısında diyecek söz bulamadım. İnşâa'llâh hüsn-i zanları gibi olurum temennîsiyle mukâbeleten silsile-i Gülşenî'ye zeylen Şehrî Efendi hakkında şu manzûmeyi ilâveten söyledim :

                        Doğunca matla'-ı ma'nâdan âhir bir meh-i tâbân

                        Harîm-i sîneme envâr-ı aşku'llâh olup peydâ

                        Münevver oldu hamd olsun Hudâ'ya gönlümün şehri

                        Kemâl-i şükr ile eltâf-ı Hak'dan itdim istid'â

                        Cenâb-ı Şeyh Şehrî himmet-i pâk-i azîzânla

                        Hilâfetle fakîri kâm-yâb itdi safâ-bahşâ

                        Azîzim mürşidimden almış idi himmet-i feyzi

                        Hakîre tercemân-ı âlem-i gayb oldu ol cânâ

                        Hudâ'nın avn ü tevfîkıyle bezme âşnâyım ben

                        Erenlerden ümîd-vârım beni reddeylemez hâşâ

           

Tarîk-ı Gülşenî icâzet-nâmesinin aynen derci münâsib görüldü :

"Bi'smi'llâhi'r-Rahmâni'r-Rahîm;

           

Hamd-i bî-had Allâhu Ahad hazretlerine ki, ibâd-ı muhakkıkîni, (وَعَلَّمْنَاهُ مِن لَّدُنَّا عِلْمًا)[41] âyet-i kerîmesince ilm-i leddünnîyi ta'lîm ile tecelliyyât-ı ef'âl ü sıfât ü zâta îsâl ve ibâd-ı mütekkîni, (وَسِيقَ الَّذِينَ اتَّقَوْا رَبَّهُمْ إِلَى الْجَنَّةِ زُمَرًا)[42]  âyet-i kerîmesince harem-sarây-ı cennât ef'âl ü sıfât u zâta idhâl eyledi.

            Salât ü selâm-ı lâ-yuad ol habîb-i Rabb-i Samad hazretlerine ki, (ادْعُ إِلِى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُم بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ)[43]  âyet-i kerîmesince ümmetini tevhîd-i ef'âl ü sıfât u zâta da'vet ve tarîk-ı tahkîk-ı tedellâ ile bâr-gâh-ı Hz. Ehadiyyetü'z-Zât'a hidâyet eyledi. Âl ü evlâd ü ashâb-ı emcâd hazerâtına ki, ifnâ-i vücûd ve ibkâ-i şühûd ile, (أصحابى كالنجوم بأيهم اقتديتم اهتديتم.)[44] /205/ hadîs-i şerîfince ümmet-i merhûm, nücûm-ı hüdâ ve kevâkib-i ihtidâdırlar.

Ba'de-zâ : Bâis-i tasdîr-i kelâm-ı sıdk-irtisâm ve sebeb-i hurûf-ı safâ-peyâm oldur ki :

Ashâb-ı tarîkattan nûr-ı aynım ve enîs-i cânım el-Hâc Hüseyin Vassâf, âdâb-ı şerîat u tarîkatla müeddeb ve müddet-i medîde tahsîl-i kemâlâta ve bu fakîr-i bî-mikdârdan ki, Şeyh Muhammed Şehrî'dir, tarîk-ı Gülşenî'ye intisâb ile menbau'l-fuyûzât ve mazharü'n-nefehât pîr-i sânî Hz. Şeyh Hasan-ı Sezâî (kuddise sırruhu'l-âlî) efendimizin ta'yîn ü tahsîs buyurdukları, "Lâ-ilâhe illa'llâh, Yâ Fettâh, Yâ Vedûd, Yâ Allâh, Yâ Hû, Yâ Kâdir, Hak, Hayy, Kayyûm, Kahhâr" esmâ-i şerîfesiyle iştigâl ve pûte-i riyâzette zer-i hâlis-misâl olup, ba'dehû Hz. Rasûlu'llâh (salla'llâhu aleyhi ve sellem) şehristân-ı ilm ü amel ü şerîat ü tarîkat ü mürüvvet idi. Hz. İmâm Ali (radıya'llâhu anh ve kerrema'llâhu vecheh) dahi ol şehristânın kapusı olduğu, (أنا مدينة العلم وعلى بابها)[45] buyurur. İmdi her kim, ol şehristânın içine kadem bastı, alâ-kadri't-tâka ol şehirden hurûc etmedi. Tâ tarîkını kemâle yetiştirince kâim-ı makâm-ı Ali oldu.

Rivâyettir, Hz. İmâm Ali (radıya'llâhu anh ve kerrema'llâhu vecheh)'den üç kişi tekmîl etti. Ammâ bizim pîrlerimizin silsilesinde ol kemâli İmâm Ali'den Hasan-ı Basrî (rahmetu'llâhi aleyh) ahz etti. Ondan Habîb-i A'cemî, ondan Davûd-ı Tâî, ondan Ma'rûf-ı Kerhî, ondan Seriyy-i Sakatî, ondan seyyidü't-tâifeti'l-ûlâ Cüneyd-i Bağdâdî, ondan Mümşâd-ı Dîneverî, ondan Muhammed-i Dîneverî, ondan Muhammed el-Bekrî, ondan Vecîhüddîn el-Kâzî, ondan Ömer el-Bekrî, ondan Ebû Necîb-i Sühreverdî, ondan Kutbeddîn-i Ebherî, ondan Rükneddîn Muhammed-i Nuhâsî, ondan Şehâbeddîn-i Tebrîzî, ondan Seyyid Cemâleddîn-i Tebrîzî, ondan İbrâhîm Zâhid-i Geylânî, ondan Muhammed-i Geylânî, ondan Pîr Ömer-i Halvetî, ondan Ahî Merem, ondan Ahî İzzüddîn, ondan Pîr Sadreddîn, ondan seyyidü't-tâifeti's-sâniye es-Seyyid eş-Şeyh Yahyâ eş-Şirvânî, ondan Pîr Dede Ömer-i Rûşenî; ondan ol pîr-i âgâh ve mürşid ü rehber-i râh-ı ilâh, mahzen-i esrâr-ı Kibriyâ kâfile-sâlâr-ı etkıyâ, mütetebbi'-i Mesnevî-i Mevlevî ve nâzım-ı Kitâb-ı Ma'nevî, memdûh-ı Hz. Mevlânâ, çeşm-i çerâğ-ı Rûşenî es-Seyyid eş-Şeyh Sultân İbrâhîm-i Gülşenî (kaddesena'llâhu bi-sırrihî ve emeddenâ bi-mededihî); ondan mahdûm-ı ser-bülendi Emîr Ahmed-i Hayâlî, ondan veled-i erşedleri Ali es-Safvetî; ondan birâder-i erşedleri Sultân Hasan, ondan Şeyh Muhammed-i Sırrî; ondan Şeyh Muhammed La'lî-i Fenâî; ondan pîşvâ-yı  tarîk-ı Gülşenî ve rehnümâ-yı âyîn-i Rûşenî, ârif-i bi'llâh, âşık-ı Rasûlu'llâh, mazhar-ı sereyân-ı seb'u'l-mesânî, pîr-i sânî Hz. eş-Şeyh Hasan-ı Sezâî (kuddise sırruhu's-Sâmî); ondan Gürcü Şeyh Ali Efendi, /206/ ondan Şeyh Hâfız Mustafa Efendi, ondan Şeyh Hasan el-Hasenî Efendi, ondan imdâdı cârî ve feyz ü kemâli sârî Şeyh Ali Rızâ Efendi, ondan âlim-i bi'llâh âmil-i bi-emri'llâh eş-Şeyh Mustafa Hilmî Efendi, ondan müceddid-i tarîk-ı Gülşenî ârif-i bi'llâh es-Seyyid eş-Şeyh Şuayb Şerefeddîn Efendi (mette'ana'llâhu bi-feyzihi's-sârî kaddesa'llâhu esrârahum), ondan ahkarü'l-ibâd er-râcî min ihsânı rabbihi'l-kerîm el-Vahhâb eş-Şeyh Muhammed Şehrî ahz eyledi.

Bu dâî-i hakîr tarafından himem-i esrâr-ı eızze-i kirâm ile ahz eylediğimiz üzere, sülûk-ı hakîkat ile tahsîl-i ma'rifet eyleyip, murâd eylediği makâmda gûşe-nişîn ve akîb-i salavâtta evrâd u ezkâra müdâvemet ve zımn-ı duhâlarında ervâh-ı eızze-i tarîkı zikr ü yâd etmeğe mülâzemet üzere olup ke-mâ-kân belki inşâa'llâhu'r-Rahmân hezâr terakkıyyât-ı Yezdânî ile tâlib-i tarîk-ı Hak ve mağlûb-ı hevâ vü heves olan vahşî dilleri dâne-i nush u pend ile sayd ve habl-i metîn-i şerîat ü tarîkat ile kayd edip, telkîn-i zikr-i dâimî-i vücûdî ile makâmât-ı tevhîd ü ittihâdı merâtib-i sülûk u cezbe ile irşâd ederek, ta'lîm ü telkîn eylemeğe hulefâmızdan mefharü's-sâlikîn el-Hâc Hüseyin Vassâf halîfeye izn ü icâzet verildi.

Vemina'llâhi't-tevfîk ve'l-hidâye.

Vasiyyet-i Muhammediyye :

(لاتؤتوا الحكمة لغير أهلها فتظلموها ولاتمنعوها عن أهلها فتظلموهم)[46] hadîs-i şerîfince hikmet-i mecîdi ve hakîkat-ı tevhîdi nâ-ehlinden ketm ü dirîğ edip, tâlib-i Hak olan ehl-i hakîkatten ketm ü dirîğ etmeye.

Ve's-selâmu alâ-meni't-tebea'l-hüdâ ve'l-hamdü li'llâhi ve kefâ. Allâhümme sebbit akdâmenâ alâ-sırâtıke'l-müstakîm ve nevvir kulûbenâ bi-envârı ma'rifetike ve zıyâ'-i muhabbetike'l-kadîm."  

                                                  -    -    -

Bir recâ-yı mahsûs :

           

İşbu eser-i dervîşânemi mütâlaaya tenezzül buyuran zevât-ı kirâmın bir noktaya nazar-ı dikkatlerini celb etmek isterim ki, o da fakîre bu yolda bir icâze verilmesi. Bu abd-i ahkar-ı rû-siyâhın kemâlinden değil, ehlu'llâh-ı ızâm efendilerimizin, husûsan Pîr-i dest-gîr Hasan-ı Sezâî efendimizin mücerred bu kullarını çalışmağa tergîb, bir kat daha teşvîk ve adam olmağa kesb-i kâbiliyyet için eser-i inâyetinden ibârettir. Yoksa fakîrde henüz kemâlden eser yoktur. Nefs-i zâlimin elinde bâzîçeyim. Kendine bir pâye vermek emeliyle bunları derc etmiş zehâbına düşülmemesini ricâ ederim. Her tarîkın mehmâ-emken icâzet-nâmelerini derc etmek mesleğine tebeıyyetten ileri gelmiştir. Ehl-i tarîkın ahkar-ı kemter bir kıtmîriyim azîzim.

                                               -    -    -

/207/ Muhammed Şehrî Efendi'nin Âdâb-ı Tarîkat-ı Gülşenî Risâlesi'den :

"Gülşenîler, salât-ı vitri teheccüd vaktine te'hîr ederler. Yatsı namâzından sonra cümle fukarâ, usûl-i Gülşenî üzere savt-ı a'lâ ile sûre-i Mülk ve sûre-i Nasr'ı okurlar. Pîr-i sânî Cenâb-ı Sezâî efendimizin ictihâdına göre yatsı virdi olmak üzere kutbu'l-ârifîn Abdüsselâm-ı Meşîş hazretlerine mensûb Salât-ı Meşîşiyye tilâvetiyle iktifâ olunur. Sûre-i Mülk'ü zuhûrât netîcesi olursa ayrıca okumak vardır. Ba'dehû Kelime-i tevhîd ve İsm-i Celâl zikr olunarak, "Fethiyye" nâmı verilen, "Allâhümme, Yâ Allâh, Yâ Latîf, Yâ Hâfız, Yâ Dâfi', Yâ Mâni', Yâ Râfi', Yâ Fettâh", kırkbir aded ve cemâat-i kesîre olursa yedi veyâ üç def'a okunur. Sonra "Kahriyye" denilen, "Kâdir, Muktedir, Kavî, Kâim, Kayyûm, Kuddûs, Kadîr, Kâhır " esmâ-yı şerîfesi kırâat edilir."

/208/ Şeyh Mahmûd Hamdî Efendi

Libhovalıdir. Şeyh Şerefeddîn Efendi hazretlerinin halîfesidir. 1257/(1842) senesinde dünyâya gelmiş ve 1326/(1908) senesinde âzim-i dârü'l-karâr olmuştur. Müddet-i ömrleri altmışdokuz senedir. (هو هوقال ومات سيد الوقت محمود حى)[47] târîh-i irtihâlini müş'irdir.

Ergeri'de dergâh-ı Gülşenî vardır. Bu dergâhın nâmı "Âlî Cennet" diye meşhûrdur. Buranın şeyhi idi. Terceme-i hâli zikr olunan Muhammed Şehrî Efendi'nin bu zâttan da hilâfeti vardır. Hilâfet-nâmesini gördüm; Arapca yazılmıştır. Hâletiyye kolundandır. Şerefeddîn hazretlerinden tekmîl-i âdâb-ı tarîkat eylemesiyle Sezâiyye neş'esini de cem' etmeğe muvaffak olmuş ricâl-i tarîkattandır. İbrâhîm-i Gülşenî hazretleri İstanbul'u teşrîf buyurdukları zamân oraya i'zâm buyurdukları halîfelerinin te'sîs eylediği dergâhdır. O zamândan beri devâm edegelmiştir. Şehrî Efendi bu dergâhın ta'mîr ve ihyâsı üzerine şu târîhi söylemiştir :

                        Matla'-ı nûr-ı hidâyet âsitân-ı Gülşenî

                        Menba'-ı feyz ü saâdet câna cân-ı Gülşenî

                        es-Salâ uşşâka Şehrî söyle gel târîhini

                        Kulle-i Kâf-ı hüdâ-kâr  âşiyân-ı Gülşenî 

                         (قلهء قاف هداكار آشيان كلشنى) = (1320)

Hâletiyye kolundan silsile-i tarîkatı ber-vech-i âtîdir :

1. Libhovalı Şeyh Mahmûd Efendi,

2. İstanbullu eş-Şeyh Osmân Nûri Efendi,

3. Mısırlı eş-Şeyh Mustafa Çelebi,

4. Mısırlı eş-Şeyh Hâlid Efendi,

5. eş-Şeyh Nâsırüddîn b. Hâletî,

6. eş-Şeyh Hasan el-Hâletî b. Ali,

7. eş-Şeyh İbrâhîm Muhyiddîn-i Ahsenî,

8. eş-Şeyh Hasan el-Ahsenî b. Safvetî,

9. eş-Şeyh Ali es-Safvetî b. Hayâlî,

10. eş-Şeyh Emîr-i Hayâlî,

11. Hz. Pîr İbrâhîm-i Gülşenî (kuddise sırruhu'senî).

Şeyh Muhammed Sâmî Efendi

Mahmûd Efendi-zâdedir. 1282/(1865) senesinde Libhova’da zînet-sâz-ı âlem-i şuhûd olmuştur. İstanbul'a gelerek Fâtih'te Eğinli Hacı Hâfız İbrâhîm Efendi merhûmun dersine devâm ile ahz-i icâzeye muvaffak olup, târîk-ı kuzâta sâlik olmuş, taşrada birçok yerlerde kadılık eylemiştir.

Edirne'de Şerefeddîn Efendi hazretlerinin nazar-ı feyzine ermiş bahtiyârlardandır. Tarîkaten nisbetleri pederlerine idi. Ahîren Muhammed Şehrî Efendi'den müstahlef olup, İstanbul'da Molla Aşkî Dergâh-ı şerîfi şeyhi, Mısır Âsitânesi şeyhi Mustafa Çelebi'nin halîfesi Sezâî Efendi merhûmun oğlu Şeyh Osmân, mugâyir-i edeb-i ubûdiyyet ü şerîat hareketinden dolayı hükûmetçe habsi ve cihet-i meşîhat ref' edildiğinden Sâmî Efendi, bir aralık vekâleten; bir müddet sonra /209/ asâleten ta'yîn edilmiş ve Şehrî Efendi tarafından teberrüken tâc ve hırka ilbâs edilmiştir. Âlim, müttakî, fâzıl, âşık bir zâttır.

Burada meşîhat ref', tekkeler seddolununca Arnavutluk'a Libhova'ye giderek, oradaki dergâhda icrâ-yı meşîhat ederken, 1346 senesi Muharreminde (Temmuz 1927) âzim-i âlem-i lâhût olmuştur. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Şeyh Saîd Efendi

Şehrî Efendi halîfesidir. Sâmî Efendi ile birlikte müstahlef olmuştur. Müsinn ü ma'lûl bir zât idi. 5 Receb 1342/(11 Şubat 1924) târîhinde irtihâl-i dâr-ı bakâ eyledi. Molla Aşkî'de sâkin idi.

Şeyh Hâfız Mustafa Zevkî Efendi

Şehrî Efendi halîfesidir. 1282/(1865) senesinde Uzunköprü'de Hâfız Hasan Efendi sulbünden dünyâya gelip, tahsîl-i ibtidâîden sonra hıfz-ı Kur'ân'a muvaffak olmuştur. Müddet-i medîde beledî kitâbetinde ve son zamânlarda evkâf kitâbetinde bulundu. Edirne'de Şerefeddîn Efendi hazretlerine intisâbı 1303/(1886) senesindedir. 1321/(1903) senesinde müşârünileyhin kerîme-i muhteremeleri Dervîşe Hanım'ı tezevvüc ederek Hz. Şerefeddîn'e dâmâd olmak şerefiyle mümtâz oldular. Azîzimin irtihâline kadar hem-sohbeti ve hizmet-kârı olup, her türlü kemâlât-ı zâhiriyye vü bâtıniyyeden zevk-yâb olanlardandır.

Uzunköprü'de halkın hüsn-i nazarına nâil olup, buradaki Rufâî Dergâhı meşîhati inhilâl edince meşîhati der-uhde etmesi ricâ olundukta, Şeyh Tal'at Efendi-zâde Ahmed-i Hayâlî Efendi'den tarîk-ı Rufâî'yi alarak meşîhat-i mezkûreyi der-uhde eylemiştir ki, silsile-i tarîkat-ı Rufâiyye'yi Hayâlî Efendi'nin terceme-i hâli sırasında yazdım. Bir de Uzunköprü'de şehir medhâlindeki mezârlıkta, Bulgar istîlâsında Bulgarlar tarafından lokanta ve oyun mahalli diye inşâ olunan binâ ahîren dergâh hâline ifrâğ ve Şeyh Şerefeddîn Efendi Dergâhı nâmıyla tevsîm olunarak, burada tarîk-ı Gülşenî âyîni her Cum'a geceleri icrâ olunmaktadır. Muhammed Şehrî Efendi'den müstahlef olduklarından buranın meşîhati de uhdelerindedir.

Gâyet edîb, ahlâk-ı fâzıla ile mütehallık, mesleğine âşık, ârif bir zâttır. 1341/(1923) senesinde Uzunköprü'ye azîmette kendilerinde üç gün müsâfir kaldım. Hakkânî muhabbetler edildi. Oradan birlikte Edirne'ye gittik. Azîzimizin, bâ-husûs pîrimizin âsitânesine rû-mâl olduk. Ârifâne yazılmış mektûbları vardır. Mürâselât nâm eser-i fakîrânemdedir.

Şerefeddîn Efendi-zâde Vefâ Efendi'yi taht-ı terbiyetlerine almışlardır.

/210/               Andelîb-i bâğ-ı irfân Şeyh Hâfız Mustafâ

                        Feyz-yâb-ı sırr-ı cânân Şeyh Hâfız Mustafâ

                        Hazret-i pîrim Sezâî Gülşenî'den feyz-dâr

                        Sâhib-i esrâr ü burhân Şeyh Hâfız Mustafâ

                        Hazret-i Ahmed Rufâî'den de bulmuş himmeti

                        Mahzen-i âdâb u iz'ân Şeyh Hâfız Mustafâ

                        Tâlib-i irfân olan âşıklara yol gösterir

                        Reh-nümâ-yı semt-i irfân Şeyh Hâfız Mustafâ

                        Hazret-i Kur'ân'ı hâfız nâtıku'l-Kur'ân'dır

                        Hâmil-i esrâr-ı Furkân Şeyh Hâfız Mustafâ

                        Hak teâlâ çok zamân postunda dâim eylesün

                        Mazhar-ı irfân-ı tâbân Şeyh Hâfız Mustafâ

                        Kalb-i Vassâf'a sünûh itdi bu nazm-ı hôş-edâ

                        Sâhib-i in'âm u ihsân Şeyh Hâfız Mustafâ

            Şerefeddîn Efendi Dergâhı hazîresinde Şeyh Mahmûd Baba nâmında bir zâtın türbesi vardır. Sultân Murâd-ı sânî musâhiblerinden olup, Cisr-i Ergene'nin inşâsı esnâsında irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir.[48]

Şeyh Sadreddîn Efendi

Hayrabolu'da Ahmed-i Sârbân hazretlerinin tekkesi şeyhidir. Hâfız Mustafa Efendi'den 1343/(1924-25)'te müstahlef olmuştur. Sâfiyü'l-kalb, mesleğine sâdık bir zâttır.

/211/ Şeyh Muhammed Şerîf Efendi

Şeyh Şerefeddîn Efendi'den terbiye-i tarîkat görüp mücâz olmuş, fakat icâzet-nâmesini Şeyh Tal'at Efendi vermiştir.

Âşık, sâdık bir zâttır. Tekirdağlı'dır. Pederi tarîk-ı Nakşıbendî'den İsmâîl Efendi olup, onun pederi Tütüncü Köse Emîr Muhammed Ağa'dır. Muhammed Şerîf Efendi küçük yaşta iken öksüz ve yetîm kalmıştır. Sâdâttan olduğunu söyledi.

İbtidâî ve Rüşdî tahsîlini ikmâlden sonra hıdmet-i Mâliyye’ye dâhil olup, bir müddet sonra terk ile Hoca Muhammed Efendi'den Mesnevî-i şerîf , Hâfız-ı Şîrâzî ve Gelibolu'da müderris Ali Efendi'den ve Dağistânî Hacı Ahmed Efendi'den ulûm-ı âliye tahsîline gayret etmiştir.

Bidâyeten Hacı İsmâîl Efendi'nin izniyle, yedi sene kadar Delâil-i Hayrât okumağa başlayıp, hâfıza-i ihtirâmına almış ve bir sâat zarfında ezberden hatm etmek gibi haller göstermiştir.

1300/(1883) târîhinde Tekirdağ'da meşâyıh-ı Sa'diyye'den Hacı Hâfız Rif'at Efendi'ye intisâb ederek beş sene hizmetinde bulunmuştur ki, bu zât İstanbul'da Nûri Baba'ya intisâb ile tarîk-ı Nâzenîn'e girmiş ve bir müddet âlem-i hayrette yaşamıştı.

Şerîf Efendi bir gece âlem-i ma'nâda Edirne'de Şeyh Şerefeddîn Efendi hazretlerini müşâhede ve ma'nen intisâb ile şeref-yâb olup, kalbinde uyanan şu'le-i aşkın te'sîriyle nihâyet Edirne'ye şitâbân oldu. 7 Rabîulâhir 1307/(1 Aralık 1889) târîhinde intisâb eyledi. Bir müddet hıdmet-i aliyyelerinde bulunup, isti'dâdları hasebiyle nev-resîdegân-ı tarîkatı ta'bîr ve tesliyeye me'mûr buyrulduğundan Muhammed Şerîf Efendi, hânesinde cem'iyyet-i zikr teşkîl ederek kırk kadar ıhvân cem'ine muvaffak olmuş ve ba'zan câmi'lerde icrâ-yı âyîn-i tarîk-ı Gülşenî'ye başlamıştır. Azîz-i merhûmun irtihâline kadar hıdmet-i aliyyelerinde bulunup, ikmâl-i sülûk eylemiş ve Tekirdağ'de inhilâl eden Osmân Baba Zâviyesi meşîhati kendine tevcîh olunmuştur. Bu zâviye elyevm münhedim olup, bir sâhib-i hayrın tecdîden binâsına muntazırdır.

Şerîf Efendi, te'mîn-i maîşet gâilesiyle jandarmalığa grip, mülâzımlığa kadar irtikâ etmiş ve bi'l-âhare tekâüd olmuştur.

Fakîre yazdığı bir mektûbunda, "Şimdi ise âlem-i nîstîde mülâzım olana gayri şey ne lâzım, diyerek ân-ı dâim neş'esiyle demsâzız azîzim." diyerek ızhâr-ı latîfe etmiştir.

Azîzimize şiddetle âşıklardandır. İsm-i şerîfi yâd olunsa ağlar, cezbe-dâr olur. Mestûrîndendir.

/212/ Pek âşıkâne gazelleri vardır. Sâhib-i Divân'dır. Azîzimize âid medhiyyelerinden :

                        Hazret-i Hakk'ın kuluyum hem Rasûl'ün ümmeti

                        Ehl-i Beyt'in çâkeriyim ehl-i aşkın peyrevi

                        Râhım erkân-ı tarîkat mezhebim Hak mezhebi

                        Meşrebim sahbâ-yı vahdet Hayderî'yim Hayderî

                        Mürşidim kutb-ı hakîkat Şeyh Şuayb-ı Gülşenî

                        Cedd-i pâkidir Müsellem hem Sezâî Gülşenî

                        Gülşen-i lâhûta uçdu bezm-i vahdet bülbülü

                        Rûşenî'nin feyz-bahşı Gülşenî’nin bir gülü

                        Emr-i Hak'la eyledi ihyâ nice mürde-dili

                        Her asrda bir zuhûr eyler imiş böyle velî

                        Mürşidim kutb-ı hakîkat Şeyh Şuayb-ı Gülşenî

                        Cedd-i pâkidir Müsellem hem Sezâî Gülşenî

                        Nûr-ı vechin seyr idenler vâlih ü hayrân olur

                        Sohbet-i bezm-i visâline iren kurbân olur

                        Dest-i sâfından içenler mest-i ser-gerdân olur

                        İsr-i pâkince gidenler cânlara cânân olur

                        Mürşidim kutb-ı hakîkat Şeyh Şuayb-ı Gülşenî

                        Cedd-i pâkidir Müsellem hem Sezâî Gülşenî

                        El-hak istersen eğer ders-i 'aref'den al sebak

                        Lutfunu ibzâl ider dâim sana Hazret-i Hak

                        Gülşen olsun bu vücûdun nâr-ı İbrâhîm'e yak

                        Sırr-ı İbrâhîm'e mazhardır azîzim hoşca bak

                        Mürşidim kutb-ı hakîkat Şeyh Şuayb-ı Gülşenî

                        Cedd-i pâkidir Müsellem hem Sezâî Gülşenî

                        Âh kim gitdi azîzim kaldı dilde hasreti

                        Dâğ-dâr oldu derûnum yakdı nâr-ı firkati

                        Âlem-i ukbâya kıldı aşk ile ol rıhleti[49]

                        Eşk-i hasret ile yâd it ey Şerîf  ol hazreti

                       

                        Mürşidim kutb-ı hakîkat Şeyh Şuayb-ı Gülşenî

                        Cedd-i pâkidir Müsellem hem Sezâî Gülşenî

            Azîzimizin "Aşk" gazeline güzel bir tahmîsi vardır :

                        Kûy-ı cânândan esince âşıka sevdâ-yı aşk

                        Mest idüp aklın alur Mecnûn ider Leylâ-yı aşk

                        Dû-cihâna sığmadı ol nokta-i zîbâ-yı aşk

                        Kayd-ı imkânla bulunmaz rûh min-me'vâ-yı aşk

                        Şeş cihetden taşra tayrân eyledi ankâ-yı aşk

                                              *   *   *

                        Sen sana ben didiğin hep ifk ü bühtândır sana

                        Sendeki benlik hicâbı zulm ü hicrândır sana

/213/               Sen sana senden sefer kıl anlayasın neydüğün

                        Cehl ile benlikde kalmak bil ki hüsrândır sana

                        Sen sana senden yakınsın kendine bir hoşca bak

                        Geh seni sen sende bulmak ayn-ı irfândır sana

                        Sen seni bildin ise ayrılma senden bir nefes

                        Sen seninle olduğun bir özge seyrândır sana

                        Sen seni bilmek ne mümkindir Şerîf senlik ile

                        Sen seni bilmek çü Hak'dan mahz-ı ihsândır sana

                                                 *   *   *

                        Semâ-yı kalb-gâhımda benim bir âftâbım var

                        Ezelden tâ ebed aslâ dolanmaz mâh-tâbım var

                        Anar ol bendesin dürlü nevâziş gösterüp her ân

                        Gönül okşar lutuflar bahş ider âlî cenâbım var

                        Şerîf  atşân olan gelsün melâmet câmesin giysün

                        Dem-â-dem durmasun içsün ana bir gül şarâbım var

                                                     *   *   *

                        Gönül şahbâz-ı aşkın lânesidir

                        Kurulmuş bî-cihet kâşânesidir

                        Şerîf'in varlığı yok oldu anda

                        Bu nâm-ı müsteâr âyânesidir

                                                   *   *   *

                        Âşıka cândan elezdir dehen-i sohbet-i yâr

                        Nâr-ı dûzahdan eşeddir elem-i firkat-ı yâr

                        Düşmesin ye'se Şerîf kesme ümîdin Hak'dan

                        Didiler kalb-i hazîne irişür şefkat-i yâr

                                                   *   *   *

                        Devr-i Âdem'den beru derdsiz gelen insân mı var

                        Ten libâsın giyinüp terk itmeyen bir cân mı var

                        Hep gelen gitmek yolunda kat'-ı râh itmekdedir

                        Gitmeyüp bunda kalan dervîş yâ sultân mı var

                        Bu cihân bâzârı gâhî dağılup gâh cem' olur

                        İr gelüp bunda aceb göç itmeyen kârvân mı var

                        Tâk-ı Kisrâ ile  hem taht-ı Süleymân n'oldular

                        Bu fenâda pây-dâr olmuş ulu eyvân mı var

                                                *   *   *

                        Gâh olur derd ile âlûde-i hicrân oluruz

                        Nâr-ı hasretle yanup âteş-i sûzân oluruz

                        Gâh tecrîde irüp nâm u nişândan geçeriz

                        Gâhice vecde gelüp şevk ile cünbân oluruz

                        Reh-i aşkında anın katre-i eşki dökerek

                        Seyl-veş çağlayarak vâsıl-ı ummân oluruz

                                                   *   *   *

                        Zâhidâ sanma bizi bîgâneyiz

                        Yâr ile ülfetde biz hem-hâneyiz

                        Dost ilinden içmişiz peymâneyi

                        Ol sebebden tâ ebed mestâneyiz

            /214/               Na'ra-i âhile deldik bağrımız

                        Sîne-i gencînede dür-dâneyiz

                                                 *   *   *

                        Eğer istersen Allâh'ı özün Mevlâ'ya döndür gel

                        Duyup 'firrû ila'llâh'ı özün Mevlâ'ya döndür gel[50]

                                                     *    *    *

                        Bülbül-i şûrîdeyim gül-zârı gözler gözlerim

                        Gonca-i vech-i cemâl-i yârı gözler gözlerim

                        Bâğ-ı vahdet mürgıyım durmaz figân itmekdeyim

                        Bir ruh-ı gül-gonca-i bî-hârı gözler gözlerim

                       

                        Bâde-i rûz-ı elestin mestiyim el-hak bugün

                        Vâlih ü hayrânıyım dîdârı gözler gözlerim

                       

                                                     *   *   *

عشق خدا يار من جان من جانان من

كيسوى عنبر فشان عقل پريشان من

اول وآخر توئى ظاهر باط توئى

همه اين وآن توئى بر همه سلطان من          [51]

                                                *   *   *

                        Söyle ol nâdâna kim tashîh-i efkâr eylesün

                        Vasl-ı yâr ise merâmı terk-i ağyâr eylesün

                        Şer'i tasdîk itmeyenler küfr ile âlûdedir

                        Varsa îmânı eğer göğsünde ızhâr eylesün

                        Hak kelâmı söylemekden ihtirâz itmez Şerîf

                        Kim dilerse anı inkâr yâhûd ikrâr eylesün

                                                *   *   *

                        Bülbülün aşkı gülün bağrını al kan itdi

                        Gülü ahzâna virüp bülbülü nâlân itdi

                        Gamm-ı endûh-ı felek  dîdemi giryân itdi

                        Yıkup ol hâtırımı gönlümü vîrân itdi

            Beyân-ı Erkân u Hakâyıkı's-Salât nâmıyla manzûm bir eseri vardır. Eserin başlangıcı şöyledir :

                        Zât-ı Hak'dan kullarına fazl u rahmetdir salât

                        Hem Rasûl-i Kibriyâ'dan mahz-i şefkatdir salât

                        Ümmetiçün ol Rasûl'e tuhfe-i lutf-ı Hudâ

                        Leyle-i İsrâ'da bahş olmuş ne ni'metdir salât

                        Sâki-i sahbâ-yı vahdet neş'esiyle mest ider

                        Âşık-ı bi'llâh içün bir özge hâletdir salât

                        Cân fedâ eyle Şerîf ehl-i salâtın yoluna

                        Gel basîret üzre kıl kesretde vahdetdir salât

                                                           (Burada mühür vardır)

                       

/215/ Şeyh Şerîf Efendi

Şerefeddîn Efendi hazretlerinin ecell-i hulefâsından âşık, ârif, sâdık bir zât-ı pür-kemâldır. Edirne Evkâf Başkâtibi idi. Edirnelidir. 1246/(1830) senesinde mehd-ârâ-yı âlem-i şuhûd olmuştur. 1318 Muharremü'l-harâmını birinde (1 Mayıs1900) Edirne'de irtihâl-ı dâr-ı naîm eylemiştir.

Şerefeddîn Efendi'nin dâmâdı Şeyh Mustafa Efendi, fakîre yazdığı 27 Mayıs 1331/(8 Hazıran 1915) târîhli mektûbunda müşârünileyhden hürmetle bahsediyor, diyor ki :

"Bu zât gâyet mütevâzi' olup, dâire-i sohbet ü muhabbetinde bulunulduğu zamân, dâimâ ârifâne sözler söyler, kat'iyyen mâ-lâ-ya'nî ile iştigâl etmez idi. Ale'l-ekser aşk-ı pâk-i Muhammedî'den bahs açar, hem ağlar hem herkesi ağlatır idi. Herkes onun fazâil-i ahlâkıyyesine meftûn idi.

Son zamânlarında yetmişiki yaşında idi. Onu temdîh etmek isterim. Fakat kalemim lisânım âcizdir. Azîzimin ehas bendegânından ve şiddetli âşıklarından idi.

İrtihâli gâyet garîb bir sûrette vukûa gelmiştir: Sabâhleyin vücûdu sıhhatte olduğu hâlde hânesinden çıkar, Evkâf Dâiresi'nde vazîfesinin başına gider, bir müddet işle meşgûl olup, elindeki işlerini bitirdikten sonra bir mektûb yazar, zarfa kor, kapar[52]; yazı takımının üzerine bırakır. Kalemdeki efendi arkadaşlarına, "Evlâdlarım biraz rahatsızlık geldi, fakîr-hâneye gidiyorum. İnsân hâli ne olur ne olmaz, cümleniz hakkınızı helâl ediniz." der ve evine gelir. Vakitsiz hânesine avdet etmesi efrâd-ı âilesinin merâkını mûcib olur. "Rahatsızlandım, bir yatak yapınız." der. Yatağını yayarlar cümlesine hitâben, "Bize büyük yerden emir geldi, Hakk'a gioeceğim. el-Hükmü li'llâh, sizden ricâm oldur ki, arkamdan ağlayıp gürültü yapmayınız." der ve nasîhat ve hikmet-âmiz ba'zı şeyler söyler; cümlesiyle vedâ' eder. Abdest alır, yatağa yatar, "Hû" ism-i şerîfiyle iştigâlde iken, rûh-ı pür-fütûhu mele-i a'lâya uçar gider. 

            Edirne'de urefâdan, eşrâfdan biri vefât ederse minârelerde salâ verilir. /216/ Şerîf Efendi'nin vefâtını i'lân için verilen salâyı ordu müşîri ve vâli Ârif Paşa haber alır, tahkîk eder, Şerîf Efendi'nin irtihâline muttali' olur. Fakat sabâhleyin kaleme gelip gittiğini söylediklerinde kalemden bir efendi celb eder. Keyfiyyeti istiknâh eder. Bir mektûb yazıp bıraktığını, cümlesiyle vedâ' ettiğini arz ederler. O mektûbu ister, bakar ki, Şerefeddîn Efendi hazretlerine hitâben yazılmış. Mektûbcu ve defter-dâr huzûruyla mektûbu açtırır. Okurlar, ağlarlar. Ârif Paşa'nın emriyle mektûb, Uzunköprü'de Şerefeddîn Efendi'ye îsâl olunur. Onlar da gaybûbetine müteessir olurlar. Mektûbun sûreti ber-vech-i âtîdir :

           

Aceze-perverlikleri bahr-i bî-pâyân gibi vâsi'dir. Bu abd-i ahkara himem-i aliyye-i kudsiyyeleri ve eltâf-ı mâ-lâ-nihâye-i mürşidâneleri ile telkîn buyurulan evâmir-i aliyye-i kerem-kârîleri dâiresinde harekete hasr-ı hayât ettim. Kalb-i fakîrâneme ilkâ buyrulan şevk u muhabbet-i velâyet-i mürşidâneleriyle Hz. Pîr-i dest-gîr efendimize, ondan sultân-ı bâr-gâh-ı risâlet ve nâzım-ı kâr-gâh-ı şerîat ve gevher-i gencîne-i esrâr-ı hikmet aleyhi ekmelü't-tahhiyyet efendimiz hazretlerine ittisâl peydâ etti. Gerek menâmda, gerek hâl-i yakazada müşâhede-i nûr-ı cemâl-i Muhammedî ile lehü'l-hamd müşerref oldum. El'ân ke-mâ-kân müşâhede-i Cemâl'deyim, bir ân u zamân hâlî değilim. Teeddüben ihtiyâr-ı sükût ederim. Lisân u kalbimin zikri Hak, fikrim Rasûl-i Rabb-i Mutlak oldu. Her ne tarafa nazar etse, nûr-ı Hak'tan başka bir şey görmüyorum. Müşâhede-i nûr ile garîk-ı bahr-i vahdet ü hayret oldum. Vuslat-ı yâr-ı Bâkî  âteş-i aşk u muhabbeti ciğer-gâh-ı fakîre düştü. Bu sebeble vuslat-ı cânân için terk-i cân lâzım geldi. Âzim-i râh-ı bakâ olmak îcâb eyledi.

Azîzim, mürşidim, şeyhim, efendim hazretlerine el-vedâ' ve'l-firâk diyerek bu vedâ'nâme-i abîdânemi arz u takdîm eyledim. Muhtâcı bulunduğum ed'ıyye-i hayriyyenizle bu fakîr-i hakîrinizi yad u tezkâr buyurmaları ricâ ve ıhvân-ı bâ-safâya aşk niyâz eylerim. Tahsîn Efendi kardeşime ayrıca el-vedâ' eylerim. Maa's-Selâm-ı Hû.

                                                                                        Ser-kâtib-i Evkâf

                                                                                               Fakîr-i hakîr-i kem-terleri

                                                                                                           ŞERîF

           

                        Bulıcak âlemde kâmil kemâlin

                        Kimseye arz ider sanma ahvâlin

                        Görmek isteyen yârin cemâlin

                        Nümâyân olur elbette tal'at-ı Mevlâ

Tal’at Efendi kardeşime aşk-ı niyâz ve el-vedâ' ederim.

Rûh-ı şerîfleri için el-Fâtiha. 

/217/ Şeyh es-Seyyid Muhammed Ârif Bey

Hasan Efendi nâm zâtın oğludur. Şeyh Şerefeddîn Efendi hazretlerinin hulefâsındandır. İkinci Ordu ser-baytarı miralay idi. Edirne'de bulunduğu sinîn-i medîde zarfında Hz. Şeyh'in dârie-i irfânına dâhil olup, ikmâl-i sülûka muvaffak olarak hilâfet almıştır.

1324/(1906) senesinde Edirne'ye azîmetimde kendileriyle görüştüm, bir pîr-i fânî idi. Azîzimin mazhar-ı muhabbeti olduklarından ale'l-ekser nezd-i ârifânelerinde bulunur, sohbet-i şerîfesinden müstefîd olur ve huzûr-ı latîflerinde cemâline bakar da ağlardı.

Şerefeddîn Efendi'nin terceme-i hâlleri sırasında arz u beyân eylediğim vechile fakîrin Edirne'de bulunduğum zamân azîz-i müşârünileyhi hânelerinde keşîde ettikleri bir ziyâfete da'vet etmişler, onlar da fevka'l-âde olarak da'vete icâbetle teşrîfe rağbet buyurmuşlardı. Rikâb-ı ârifânelerinde bu abd-i ahkar dahi bulunmuştum. Azîze o mertebe hürmet ü tâzîm âsârı gösterdi ki, bununla kendi kemâli rû-nümâ idi. Bir insân-ı kâmile nasıl hizmet edileceğini o gece Ârif Bey'den öğrenmiş idim.

Âlem-i İslâmiyyet'te sinn-i pîrîye vâsıl olmuş olan Ârif Bey, huzûr-ı Hazret'te bir gençten daha çevik bir hâlde idi. Her gün nezd-i ârifânelerine gelir, edeb-i fevka'l-âde ile oturur, lisân-ı dürer-bârından dökülen kelâm-ı âb-dâra hayrân olurdu. Edirne'ye gittiğim zamân bu abd-i kem-ter-i rû-siyâhı görmek hevesine düşmüş, nezd-i azîze şitâbân olmuş idi. Fakîre o mertebe meveddet ü muhabbet göstermesi, azîzine karşı senelerce ani'l-gıyâb beslediğim hürmet ve şiddet-i aşka mukâbil idi. "Bu adam azîzimi sevmiş." diye o da fakîri fart-ı aşkla sevmiş idi. Ne yolda iltifât edeceğini şaşırmış idi. "Sen azîzimin Üveysiyyü'l-Karanî'sisin. Ancak sende mâddeten de cemâl-i azîzi görmek şeref-i mahsûsu tecellî etti. Aşk u muhabbet cenâb-ı risâlet-penâh-ı a'zamadır. Muhabbet-i azîz ona mûsıl bir sefîne-i himmettir." diye latîfe ve ızhâr-ı hakîkat buyururlardı. "Siz benim âhiret oğlum olunuz, ben de sizin âhiret babanız olayım." diye muâhede yaptılar. Edirne'den mufârakatim günü fakîre, Âşık Paşa Dîvânı gibi kıymetli yazma eser ihdâ ederek gönülden çıkarılmamasını ricâ ve ihtâr etmişlerdi.

Azîzimizin âlem-i cemâle intikâlinde şiddet-i iftirâka tahammül edemeyerek, ağlaya ağlaya ettiği duâların eser-i icâbeti zuhûr edip, ona peyrev olmuş, hayât-ı sûrîden tecerrüd etmiştir. "Cenâzesindeki kalabalığı Edirne hayâtı az görmüştür." diye nakl eylediler. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Fakîre hitâben yazdıkları bir mektûb hâtıra-i nâmı olarak rabt edildi:

"Huzûr-ı âlî-i kerem-kârîlerine,

el-Ma'rûz : Mülâkât-ı âlîlerinden mutahassal safvet-i kalbiyyem sâikasıyla dâimâ muntazıru'l-iltifâtınız iken lutfen irsâl buyurulan muhabbet-nâme-i kerîmâneleri vürûdıyla münşerihü'l-bâl oldum.

Hakîkaten şu âlem-i bî-karârda mülâkât-ı ıhvân, şâyân-ı iğtinâm bir ni'met-i uzmâdır. Bâ-husûs zât-ı âlîleri gibi safvet-i derûn erbâbı ile te'yîd-i uhuvvet cidden bâis-i hatt-ı vefîrdir. Âlem-i gurbette husûl-i ünsiyyet mutlakâ kurbiyyet-i rûhâniyyeye muhtâcdır. el-Hamdü li'llâh ki, az zamânda bu derece muhabbetin zuhûru, bu kurbiyyetin ezelen vukûunu tebşîr eyledi. Nitekim bir hadîs-i şerîfde buyurulmuştur :

        (الأرواح جنود مجندة فما تعارف منها ائتلف وما تناكر منها.)[53]

Ervâhın bu sûretle kurbiyyet ve muârefesi bu âlemdeki ünsiyyet ve ittihâdından ma'lûm olur. Hemân Cenâb-ı Müellifü'l-kulûb devâm ve kemâlini nasîb buyursun. Âmîn.

Bakâ-yı muhabbet duâsıyla hatm-i ma'rûzât eyledim efendim.

Efendi hazretleri selâm ve duâ eder. Cümle ıhvân-ı aşk niyâz ederler.

                                                                             29 Mayıs 324/(10 Haziran1908)

                                                                        İkinci Ordu-yı Hümâyun Ser-baytarı Miralay

                                                                                                    (Mühür)

                                                                          es-Seyyid Muhammed Ârif b. Hasan"

            Şeyh Osmân Şemsi Efendi merhûmun şu nazmı Şeyh Ârif Bey'e tercemân-ı hâldir :

                        Gözü dünyâ mı görür âşık-ı dîdâr olanın

                        Dil-beri sen gibi bir mâh-ı dilâ-zâr olanın

                        Gayre meyli olamaz aşkın ile yâr olanın

                        Yücedir rütbesi mihrinle hevâ-dâr olanın

                        Ayağı yer mi basar zülfüne ber-dâr olanın

                        Aşk u şevkıyla virir cân u seri döne döne

 

/218/ Şeyh Hulvî Mahmûd Efendi 

Cemâleddîn Mahmûd-ı Hulvî nâmıyla şöhret bulmuş bir şeyh-i âlî-tebârdır. Pederi Ahmed Ağa, sarây-ı humâyûn helvâcıbaşı olduğu için Hulvî mahlasını ihtiyâr ettiler. Velâdet târîhi 982/(1574)'dir.

el-Lemezât nâm eseri pek mühimdir. Vefâ'da Âtıf Bey Kütüphânesi'nde 1485 numarada mukayyeddir. Müşârünileyhin şöhretine hizmet eden bir eser-i âlî olup, gayr-i matbû'dur.

Ulemâdan ve urefâdan idi. Gülşen-i Râz Şerhi, Lâhîcî'yi Câm-ı Dil-nüvâz ismiyle tercümesi; mevâıza mahsûs güzel bir eseri; Hamse-i Yahyâ'ya nazîresi ve müretteb Dîvân'ı vardır.

                        Cân-ı Hulvî eyledi ikbâl-i şehd-i cennete

                        (جان حلوى ايلدى اقبال شهد جنته) =1069/(1659)

târîh-i irtihâlidir.

Kabr-i münîfleri İstanbul'da Şehremini civârında Tramvay câddesinde Erikli Mahallesi’nde Şiroğanî nâm dergâhın hazîresindedir. Bu dergâh hâl-i hâzırda müşrif-i harâbdır. Gülşenî tekkesi olduğu hâlde tarîk-ı Rufâî'den bir zâta meşîhati verilmiştir.

Bidâyet-i sülûkları tarîk-ı Sünbülî'den iken, hacc-ı şerîfden avdetinde Mısır'a uğrayarak tarîkat-ı Gülşeniyye'den ahz-i icâze almışlardır. Pek âşıkâne ve ârifâne eş'ârı vardır :

                        Biz nağme-serâyende-i meyhâne-i aşkız

                        Bahşende-i şevk-ı dil-i mestâne-i aşkız

                       

                        Zâhirde olup aşkla Mecnûn'a müşâbih

                        Ma'nâda velî âkıl ü ferzâne-i aşkız

                       

Azîzim Şerefeddîn Efendi merhûmun Hâletiyye-i Gülşeniyye'den şeyhleri Muhammed Mahvî Efendi bu dergâhın şeyhi idi. Şerefeddîn Efendi ona burada mülâkî olmuş idi. (Kaddesa'llâhu esrârahüm)

Hâfız Hüseyn-i Ayvansarâyî Vefeyât-nâme'sinde, bâlâdaki ma'lûmâtı mütemmim olarak diyor ki :

"Hulvî Efendi zuamâdan iken terk-i meslek eyleyip, Yümnî Hasan Efendi'den tarîk-ı Sünbülî'ye intisâb etmiş, bi'l-âhare Mısır'da Gülşenî-hâne şeyhi Seyyid Hasan Efendi'ye mülâkî olup, tâc-ı Gülşenî giymiştir. Şehremini'ndeki hâne pederinin idi. Tekke hâline ifrâğ eyledi. Ma'nevî-i Şerîf tedrîs ederdi. Sekseniki yaşında vefât eylemiştir. Mezkûr târîhi Senârî Hüseyin Efendi söylemiştir."

            /219/ Şeyh Ahmed-i Rindî

            "Şemleli-zâde" diye ma'rûfdur. Mısır'a azîmetle Âsitâne-i Gülşeniyye'de Şeyh Hasan Efendi hazretlerinden ahz-i feyz ederek Bursa'da Ali Mest Zâviyesi'nde şeyh olmuş idi. (موتوا قبل أن تموتوا) târîh-i vefâtı olan 1089/(1678) rakamını müş'irdir. Âşıkâne gazelleri vardır.

                        Her encümene şem'-i muhabbet sala pertev

                        Etrâfın alur leşker-i pervâne-i hayret

Seyyid Nizâmeddîn Hazretleri

Sâdât-ı kirâmdan ve urefâ-yı ızâmdandır. Meşhûr Seyyid Seyfullâh Efendi (IV. cildde, 150. sahîfeye mürâcaat buyrula) hazretlerinin peder-i ekremleridir. Seyyid Nizâm, 894/(1489) senesinde Bağdâd'da doğmuştur.

Seyyid Nizâm, Sultân Selîm-i evvel zamânında Bağdâd'dan İstanbul'a gelmişti. Evvelâ Kâsımpaşa kasabasında İbrâhîm Paşa bahçesi kurbünde bir hânkâh yaptılar. İttifâkan bir hâlet vâki' olup, tekkesini yıktılar. Hikmet-i ilâhiyye, o gün İbrâhîm Paşa'nın bir oğlu dünyâya gelir. Seyyid Nizâm, İbrâhîm Paşa'ya gider. "Rasûl-i Ekrem efendimiz dünyâya zînet-bahş oldukları gün, bin kilisenin kubbesi vîrân oldu. Sizin oğlunuz dünyâya geldikte benim gibi sahîhü'n-neseb bir âl-i Rasûl'ün tekkesini yıktırdınız. Bu alâmet-i hayr mıdır? Yoksa şer midir?" diye paşaya söylediği sözler te'sîr-i azîm gösterip, tatyîb-i hâtırına şitâbân olur.

Menâkıbını uzun uzadıya mahdûmu Seyyid Seyfullâh Efendi, Câmiu'l-Avârif'inde yazmıştır.        

Pederleri Seyyid Şehâbeddîn olup, silsile-i nesebini Seyyid Seyfullâh Efendi, Dîvân'ında şöyle beyân ediyor :

                        Babam Seyyid Nizâm âl-i Muhammed

                        Baba Seyyid Şehâbeddîn-i Ahmed

                        Nakîb-i Mîr Cüneyd ana bir hem*

                        Baba ana Celâleddîn  a'lem

                        Anın babası Nûreddîn Alî'dir

                        Nakîb Ahmed ana benzer velîdir

                        Onın babası İzzeddîn Bu İshâk

                        Ki İbrâhîm'dir ol nakîb-i âfâk*

                        Şerefeddîn Muhammed  ana valid*

                        Nakîb-i cümle-i evlâd-ı Seyyid

                        Ona Zeyd oldu vâlid zü'l-kerâmet

                        Ziyâeddîn-lakab mansıb nekâbet

                        Muhammed Mahzunî'dir ana eslâf

                        Irâk içre dahi nakîbü'l-eşrâf*

                        Dahi Zeyd-i Ebu'l-Kâsım'dır a'lem

                        Ziyâeddîn nakîb-i mîr-i âlem

                        Ebu'l-Mansûr Muhammed vâlidi bil

                        Nakîb ü hem vezîr-i şâh-ı Mevsıl

                        Ona Zeyd-i Ziyâeddîn pederdir

                        Nekâbetle cihânda müştehirdir

                        Onın babası Tâhir  Muhammed

                        Nakîb-i zü'l-mefâhir fahr-i Meşhed

                        Muhammed Bu'l-Berekât ana valid*

                        Ki dirlerdi ana nakîb-i zâhid*

                        Ona Zeyd-i Ziyâeddîn-i A'zam

                        Ki Bu'l-Hüseyn ile olmuşdun a'lem*

                        Ki anın oğludur âl-i Ebî Zeyd

                        İdübdür cümle nisâbları kayd*

                        Nakîb Ahmed olup reîs-i a'zam

                        Onın babası da ol mîr-i ekrem

                        Muhammed Bû Alî'dir ana vâlid

                        Nakîb-i a'zam-ı fahrü'l-emâcid

                        Ona baba Ebu'l-Huseyn-i Eşter*

                        Muhammed nâm hem nakîb-i ekber*

                        Ona vâliddürür Kûfe'ye vâris

                        Ebû Alîyy-i Abdullâh-ı sâlis

                        Ebu'l-Hasan Alî  ana pederdir*

                        Nakîb ü hem muhaddis mu'teberdir

                        Ona baba Ubeydullâh-ı sânî

                        Ebû Aliyyi'l-asgar dirler anı

                        Ebu'l-Hasan Alî'dir ona valid*

                        Olup Sâlih-lakab ol mîr-i zâhid

                        Ubeydullâh-ı A'rec'dir babası

                        Ki nesli gibi çok idi gınâsı

                        Ebû Alî'ye vü hem Hüseyn-i asgar*

                        Olubdur verd-i vâlidi mukarrer*

                        Aliyy-i Zeynülibâd Nûh-ı sânî*

                        Ona vâlid dürür ol ilm kânı

                        Anın babası ol maktûl-i mazlûm

                        İmâmü'l-Hak Hüseyn ol sıbt-ı ma'sûm

                        Anası Fâtıma bint-i Rasûl'dür

                        Alî'dir vâlidi zevc-i Betûl'dür

Peder-i âlîleri İran'da Şîîliğin zuhûr ve tevessüü üzerine Şâh İsmâîl'in zulmünden Bağdâd'a kaçmış idi. Seyyid Nizâmeddîn, ulûm-ı akliyye vü nakliyyeyi ke-mâ-hî hakkuhâ tahsîl eyledikten sonra, incizâb-ı ezelî te'sîriyle bir şeyhe intisâb emeline düşüp, eş-Şeyh Muhammed Mecnûn-ı Bağdâdî hazretlerine intisâb etmişlerdir.

Bu zât, "Mecnûn Halîfe" diye meşhûrdur. Bildiğimiz mecnûnlardan değildir. İsmi Muhammed Ali, lakabı Mecnûn'dur. Hemedanlı olup Bağdâd'da tahsîl eylemiştir. Ba'dehû Mısır'a gelip tarîk-ı Gülşenî'den /220/ şarâb-ı hakîkatı içmiştir. Bir eserde Şeyh Ali es-Safvetî'ye mülâkâtından bahs olunur ise de, çok yanlıştır.

Şeyh Ali es-Safvetî, Şemseddîn-i Hayâlî hazretlerinin mahdûmudur. O da İbrâhîm-i Gülşenî'nin necl-i necîbidir. Şeyh Ali es-Safvetî, 1005/(1597)'te intikâl eylemiştir. Halbuki Seyyid Nizâmuddîn 957/(1550)'de irtihâl etmiştir ki, şeyhi elbette daha evvel vefât etmiş olacağından, olsa olsa İbrâhîm-i Gülşenî veya mahdûmu Şemseddîn-i Hayâlî'den nisbet almıştır. Mecnûn-ı Bağdâdî, Bağdâd'da neşr-i feyze me'mûr olunca Mısır'dan avdet etmiş ve istidlâl olunduğuna göre Seyyid Nizâmeddîn bundan sonra müşârünileyhe intisâb eylemiştir.

İbrâhîm-i Gülşenî'nin İstanbul'u teşrîflerinde Seyyid Nizâmeddîn İstanbul'da bulunuyorlardı. Hz. Merkez'le Seyyid Nizâmeddîn'in ünsiyyet-i fevka'l-âdeleri olduğundan, Hz. Merkez'in İbrâhîm-i Gülşenî'ye mülâkâtı esnâsında, Seyyid Nizâmeddîn'in de mülâkî olmaları müsteb'id değildir.

Mecnûn-ı Bağdâdî, Bağdâd'da irtihâl etmiş ve orada medfûn bulunmuştur. Âsitânesi ve evkâfı olduğunu ve kendilerinin kerâmâtı menkûl bulunduğunu bir eser-i kadîmde mütâlaa ettim. Türbesinden el'ân fevka'l-âde hâlât zuhûr eder imiş.

Yirmiyedinci batında Seyyidü's-sâdât'a ittisâl peydâ eden Seyyid Nizâmeddîn hazretleri, uzun boylu, yassı bağırlı, geniş göğüslü, kebîrü'l-batn, ela gözlü, açık kaşlı, değirmi çehreli ve heybetli bir zât olup, mîr-i kelâm, fasîhu'l-lisân, sahiyyü'l-kalb idi. Sultân Selîm Hân-ı evvel zamânında Bağdâd'dan İsanbul'a hicret buyurup, halkın hürmet-i fevka'l-âdesine mazhar olmuşlardır.

Âtîde Hz. Merkez'in terceme-i hâlinde nakl olunacak olan hâllerinden kemâlât-ı ârifânesi nümâyân olur. Mahdûm-ı mükerremleri Seyyid Seyfullâh Efendi, Câmiu'l-Avârif'inde diyor ki :

"Merhûm pederimle birlikte hacca gitmiş idim. Mihaffenin bir cânibine kendileri, dîger cânibine ben bindim. Beytu'llâh'a on günlük yol kalınca, "Oğul! Aç gözünü temâşâ kıl. Hak teâlâ Beytu'llâh'ı bize istikbâle göndermiş. Huccâc içinde ne makûle kullar varmış." buyurunca, gök yüzüne baktım, aynı ile Beytu'llâh'ı durur ve biz yürürsek o da yürür gördüm. Ravza-i Mutahhara'ya geldik, çadırlarımızı kurup konduk. Nısfü'l-leylde pederim dışarı çıktı. Merâk edip peşine düştüm. Abdest alıp, ravza-i Rasûl (aleyhi's-selâm)'a vardı. Hz. Habîbu'llâh efendimizin hücresi kapusuna yapışıp içeri girmek ve bi'z-zât hâk-pâ-yı Mustafâ'ya yüz sürmek temennâsında bulundu. /221/ Hemân ravza-i şerîfeden, (تعل إلىَ يا بنىَ)[54]  hitâb-ı peygamberîsi geldi. Ravzadan nûrlar saçılır gördüm, aklım başımdan gitti. Ne oldu bilemedim. Bir zamân sonra pederim ravzadan dışarı çıkıp, beni kendime mâlik değil bir hâlde görünce, "Küstâh, niçin böyle yaptın? Ben sana bir şey söylemeden ardım sıra geldin. Sakın bu hâli fâş eyleme, bu râzı kimseye söyleme." buyurdular."

İhtifâ-yı hayâta meylleri ziyâde idi. Sinn-i âlîleri altmışüçe resîde oldukta, 957/(1550) senesinde İstanbul'da irtihâl-i dâr-ı bakâ eylediler. Silivrikapı hâricindeki ibâdet-gâhlarında defn olundular. Cenâzeleri Fâtih Câmi'-i şerîfine götürülüp, namâzını da Hz. Merkez kıldırmıştır. Ba'dehû medfen-i mahsûsalarına nakl ve defn olundu. Câmiu'l-Avârif'de mezkûrdur. Merkez Efendi telkîn vermiş, esnâ-yı telkînde, "Biz cevâbımızı verdik. Var sen de cevâbını hâzırla." diye gûş-ı hakîkatına bir sadâ gelmiştir. Sandûkalarının önündeki levhada :

"Hâzâ kabru Hz. Pîr Seyyid Nizâmeddîn :

           

Velâdeti : 894/(1489)

Rıhleti   : 957 Muharrem (Ocak – Şubat 1550) , leyletü'l-Cum'a

Ömr-i şerîfleri : 63.

Seyyid Seyfullâh nakl ediyor :

"Pederimin hîn-i irtihâlinde burnundan ziyâde kan geldi. Ellerini kana bulaştırıp, yüzüne sürdü. "Bi-hamdi'llâh, bugün Hz. Hüseyn'in âlûde-i hûn olması gibi, ben de hûna gark oldum." der. "Yâ Allâh" sayhasıyla teslîm-i cân eyler.

                        Çıkdı ortaya ecel bozdu nizâm-ı âlemi

                        (چيقدى اورته يه اجل بوزدى نظام عالمى) = 957/1545)

târîhidir. Lafz-ı "ecel" (اجل)’i çıkarırsanız, ortada ne kalırsa o târîh olur. Altmış üç yaşında Sultân Süleymân zamânında irtihâl eyledi. (Kaddesa'llâhu sırrahû)”

Dîger bir levhada :

                        Pâyine Seyyid Nizâmeddîn'in itdim ilticâ

                        Cedd-i pâkine tavassutdur ümîdim mutlakâ

                        Çûn yigirmidokuzuncu batnda bulur vusûl

                        Fahr-ı âlem Hazret-i  Ahmed Muhammed Mustafâ

                        Merkad-i pür-nûrının pervânesidir âşıkân

                        Dergeh-i iclâlinin hep bendesi ehl-i safâ

                        Âl ü evlâda muhabbet farzdır ümmet içün

                        Duymayan bu bû-yı pâki bulamaz fevz ü rehâ

                        İlticâdan maksadım ancak budur kim Âdile

                        Rûz-ı mahşerde şefâat ide ol cedd-i alâ

Sultân Mahmûd-ı sânînin kızı Âdile Sultân merhûmenindir.

Dîger bir levhada :

                        İtmek istersen eğer tanzîm-i emvâl-i umûr

                        Hânkâh-ı Hazret-i Seyyid Nizâmeddîn'e gel

                        Mâ-sivâyı dilden ihrâc it dahîl-i Hazret ol

                        Bâb-ı ehlu'llâh'dır dâim açıkdır bu mahal

                        Mazhar-ı nazm-ı celîl-i 'yezkürûna'llâh'dır

                        Ehl-i tevhîdin nızâmı Sa'diyâ bulmaz halel

            Dîger bir levhada :

                        Nûr ile olmuş münevver kâmilen işbu makâm

                        Kutb-ı âlem kavs-ı a'zam Hazret-i Seyyid Nizâm

yazılıdır.

Seyyid Nizâmeddîn'in iki oğlu vardır. Biri Seyyid Seyfullâh Efendi, dîgeri Seyyid Şerefeddîn'dir. Seyfullâh Efendi'yi Ümmî Sinân hazretlerinin terbiyesi altına vermiştir. /222/ Sinânî bahsinde zikr olunacaktır. Seyyid Şerefeddîn Efendi, hâric-i sûrdaki ibâdet-gâhda meşgûl-i ibâdet olmuştur. Seyyid Nizâmeddîn irşâd ile meşgûl olmamışlardır. Kendilerinden silsile-i tarîkat yürümemiştir. Nesli el'ân bâkîdir.

Âdile Sultân türbe ve semâ'hâne ve şeyh dâirelerini tecdîd etmiş idi. Sultân Abdülhamîd-i sânî yeniden ta'mîr ve tefrîşine himmet buyurmuştu. Seyyid Şuâ' Efendi zamânında dergâh pek hoş bir hâlde idi. İrtihâlinde Merkez şeyhinin birâderi Âdil Efendi'ye tevcîh olunduğundan eski âlemler sönmüştür. Tafsîli Şa'bânîler bahsinde Şuâ' Efendi'nin terceme-i hâlinde gelecektir.

                        Mazhar-ı zevk-ı bakâdır Hazret-i Seyyid Nizâm

                        Nâil-i şevk-ı likâdır Hazret-i Seyyid Nizâm

                        Nûr-ı ihsân ü kerâmâtı şeref bahş itmede

                        Nesl-i pâk-i Mustafâ'dır Hazret-i Seyyid Nizâm

                        İftihâr itsün bu belde ol kerîmü'z-zât ile

                        Evliyâdır evliyâdır Hazret-i Seyyid Nizâm

                        Ehl-i aşka cilve-gâh olmuş mukaddes merkadi

                        Mültecâ-yı pür-safâdır Hazret-i Seyyid Nizâm

                        Kalb-i Vassâf'ında vardır hubb-ı zâtı dâimâ

                        Lâyık-ı medh ü senâdır Hazret-i Seyyid Nizâm

İttisâlindeki kabirlerde, Şeyh Seyyid Şuâeddîn, Şeyh Seyyid Ali, Şeyh Seyyid Mahmûd Celâleddîn Efendiler medfûndur. Şa'bânîler bahsinde gelecektir. Burada senelerce ne âlem zikirlerimiz oldu, ne zevkler edildi. "Zamân zamân olur ki hayâli cihân değer." dediklerine mâ-sadak zamânlar idi. Erbâb-ı aşk u muhabbet cem' olur. Öyle hızb-i zikrler yapılırdı ki, hâtıra hutûru kalbimi dûçâr-ı vecd eder.

                        O ne âdemler idi âh o ne âlemler idi

Cenâb-ı Hak, cümlemizi seyyid-i müşârünileyhin mazhar-ı ihsân u şefâati etsin. Âmîn.

Türbe-i şerîfenin olduğu yerdeki dergâhı inşâ eden, Hacı Bayram Dede nâm zât imiş. Bu civârda bir de çeşmesi vardır. Burasını Seyyid Nizâm-zâde Seyyid Şerefeddîn'e ve Silivrikapı dâhilinde, yine müşârünileyh Bayram Dede'nin yaptığı dergâhı Seyyid Seyfullâh'a tahsîs buyurmuşlar. Bu Hacı Bayram, ricâl-i Hamzaviyye'den Hacı Kabâyî hazretleri olmak kuvvetle muhtemeldir.

Nutukları :

                        Kerîmâ âlî-dergâhâ hemân ihsânına geldik

                        Ne çâre biz günehkâre hemân ihsânına geldik

                        Senindir kuvvet ü kudret senindir heybet ü izzet

                        Ne lâyık bize ger minnet hemân ihsânına geldik

                        Bizi lutfundan âgâh it kirâm-ı nâsa hem-râh it

                        Dil ü cân mülküne şâh it hemân ihsânına geldik

                        Helâk itdi bizi âdât ihâta eyledi lezzât

                        Çü sensin kâdiyü'l-hâcât hemân ihsânına geldik

                        Nizâmî bendene derd vir kamu ıhvâna râhat vir

                        İbâdetde halâvet vir hemân ihsânına geldik

Bu nutuklar, Seyyid Seyfullâh Efendi Dîvân'ının nihâyetinde görülüp yazılmıştır. Hâfız Hüseyn-i Ayvansarâyî, Vefeyât-nâme'sinde, "Bu nutuk, Şeyh Muhammed Nizâmî Nazîfüddîn b. İsmâîl b. Miftâhî-zâde Şeyh Ahmed Efendi merhûmundur." diyor.

Tarîk-ı hacda irtihâline mebnî, "Nâzîfü'd-dîn" (نظام الدين) (1135/(1723) ona târîh düşmüştür.

Mazanna-i kirâmdan idi. Cezbede idi. Bayramlarda bir hafta sarık sarar, eyyâm-ı sâirede dal arâkıyye ile gezer idi. Tahsîli ve tabîat-ı şi'riyyesi var idi. (Kaddesa'llâhu sırrahû)  

/223/ Şeyh Cemâleddîn İshâk-ı Karamânî Hazretleri

Pîr-i tarîk-ı Halvetî Seyyid Yahyâ-yı Şirvânî hulefâsından Habîb-i Karamânî hazretlerinden müstahlefdir. "İshâk-ı Karamânî" diye meşhûrdur. Kibâr-ı meşâyıh-ı Halvetiyye'dendir. Ba'de'l-hac İstanbul'a geldiklerinde Karamânî Pîrî Muhammed Paşa'nın Yüksekkaldırım'da binâ eyledikleri dergâhda irşâd ü tedrîs ile meşgûl oldular. Bu dergâhın elyevm mahalli Aksaray'dan Topkapı'ya giden câddenin Taşkasap ilerisinde sol tarafındadır. Pîrî Paşa, müşârünileyhin amcasıdır.

Hz. Şeyh âlim, ârif, kâmil, mükemmil ve ferîd-i zamân idi.

933/(1527) senesinde irtihâl-i dâr-ı bakâ eylediler. "Mâte zübdetü'l-evliyâ" (مات زبدة الاويا) târîhidir. Vasıyyetleri üzerine Eyüp karşısında Sütlüce'de, kapı ağası Mahmûd Ağa Câmi'-i şerîfinin pîşgâhına defn olunmuş ve üzerine türbe yapılmış idi.

Tahsîlleri Mevlânâ Kestel'dendir. Ma'lûmât-ı mütemmime 225. sahîfededir.

Taşkasap'taki dergâha "Koruk Tekkesi" nâmı verilmiştir. Arsasına Sultân Abdülhamîd Hân-ı sânî zamânında pek muhteşem ve mükellef bir dergâh-ı şerîf ve türbe inşâ olunmuş, meşîhatine Hz. Merkez şeyhi Ahmed Mes'ûd Efendi merhûmun birâderi, kudemâ-yı meşâyıh-ı Sünbüliyye'den Zekâî Efendi ta'yîn kılınmış idi. Harîk-ı kebîrde dergâh tu'me-i lehîb olduğundan devr-i hâzırada tekrâr ihyâsına teşebbüs olunmuş, şeyh dâiresi inşâ kılınmış, semâ'hânesi de der-dest ihyâ olunmuştur. Molla Gürânî Câmi'-i şerîfinin minâresi dergâha tahsîs ve câmi'-i şerîf mahalli sokağa kalb edilmiştir. Minârenin harîktan müteessir olarak hedmi zarûret hükmünü aldığından bunda istifâde olunamamıştır.

İshâk-ı Karamânî hazretlerinin Sütlüce'deki bakıyye-i ızâmı bu dergâh-ı şerîfde ihzâr olunan mahall-i mahsûsa, merâsim-i ta'zîmiyye ile nakl edilmiş ve üzerine bir türbe-i şerîfe binâ kılınmıştır.

Hâfız Hüseyn-i Ayvansarayî Vefeyât'ında, Hazret'in Sütlüce'de defni vasıyyetleri îcâbından olduğu mezkûr ise de, dörtyüz sene sonra buraya nakli mukarrer imiş. Sütlüce'de türbe, el'ân mevcûddur. Teberrüken ziyâret eyledim.

Müşârünileyh hakkında Müstakîm-zâde hazretlerinin Târih Encümeni tarafından, urefâ-yı asrımızdan İbnü'l-Emîn Mahmûd Kemâl Beyefendi îzâh-nâmesiyle neşr olunan Tuhfe-i Hattâtîn'in 112. sahîfesinde deniliyor ki :

           

"Şeyh İshâk Cemâleddîn :

Karamanlıdır. "Cemâl halîfe" demekle ma'rûfdur. Tarîk-ı Halvetiyye (şeyhi) Şeyh Habîb-i Karamânî'nin halîfesidir ve hattât Karahisârî[55] merhûmun mürşidi olduğu meşhûrdur. Kendileri fuzalâdan olup, hüsn-i hatt-ı şeyhâneyi bi'z-zât kıbletü'l-küttâb Şeyh Hamdullâh merhûmdan temeşşuk ile tahsîl eylemiştir. Câmi' sahibi Şeh-zâde Sultân Mehmed bunların eser-i kalemi olmak üzere bir Kâfiye istiktâb ve mukâbelesinde emvâl-i kesîre bahş eyledikte hacc-ı şerîfe âzim ve İstanbul'a avdetle kâdim olmuştur.

Sadr-ı esbak Pîrî Paşa-yı Karamânî, şeyh-i merkûmun İstanbul'u teşrîfini istimâ' eyledikte, Zeyrek kurbünde Soğukkuyu ta'bîr olunan mahalde bir câmi' ve bir hânkâh binâ edip, anda meşîhat-i irşâd ile iştigâl eyledi. "Mâte zübdetü'l-evliyâ" (933) târîhinde mak'ad-ı sıdka hırâm ve Sütlüce'de Nâzır-ı Bâbü's-Saâde Mahmûd Ağa Câmii pîş-gâhında türbe-i mahsûsaları ziyâret-gâh-ı havâss u avâmdır. Sebeb-i intisâbesi dahi böyle menkûldür ki : "Argun Kâmil" demekle ma'rûf Şeyh Abdullâh ki, Cemâleddîn-i Yâkût şâkirdlerindendir, onun hattıyla bir Mushaf-ı şerîfi sâhibinden alıp, üstâdı olan Muslihuddîn-i Kastalânî İstanbul kadısı bulunmağla ziyâretine varıp ve Mushaf-ı mezbûru irâet eyledikte hediyesi altı bin akçeyi istiksâr ve Mushaf-ı şerîfi bana def' eylediği esnâda hıtta-i Karamân'dan müteaddid dâyeler gelip, onların birini def'aten onbin akçeye iştirâ eylediğini görüp, tarîk-ı resmî ulemâya râgıb iken bu hâlden nefret-i tâm ve ye'si müstedâm gelip, "Derûnumdan sâlib oldum ve bi'l-külliyye ferâğ ve kâlıb-ı rehde hulâsa-i niyyetimi ifrâğ eyledim." diye buyurmuşlardır. el-Kıssa, zâviye-i mezbûrede ilâ-âhiri'l-ömr kıyâm edip, kendilerinden sonra zâviye-i mezbûre medreseye tebdîl olundu."   

Âsâr-ı Aliyyeleri :

1. Hâşiye alâ Tefsîr-i Beyzâvî,

2. Şerh-i Hadîs-i Erbaîn,

3. Risâle fî-Etvâri's-Sülûk,

4. İlm-i Sarfdan Nevâbiğ,

5. Sûre-i Mücâdele'den bed' ile nihâyet-i Kur'ân'a kadar on vech üzre tevcîh eyledikleri /224/ Cemâlî ismindeki tefsîr-i şerîfleri.

6. Vâiz Molla Arab'ın devrân-ı sûfiyye aleyhinde yazdığı risâlesine reddiyyesi,

7. Kasâid-i Arabiyye,

8. Vahdet-i Vücûd Risâlesi. Bunu Şeyhü'l-İslâm Mûsâ Kâzım Efendi, tercüme eylemiştir. (Bu risâle, İshâk-ı Karamânî'nin olmayıp, Bahâeddîn Ali'nin cümle-i te'lîfâtından bulunduğunu Şeyh Ali Fakrî Efendi söylemiş ve te'yîd eylemiştir.)

9. Hadîs-i Erbaîn. Es'ad Efendi Kütüphânesi kitapları meyânındadır.

Esâmî-i âsârın tedkîkinden müstebân olduğu üzere müşârünileyh cidden ulemâ vü urefâ-yı İslâmiyye'den mâ-bihi'l-iftihâr bir zât-ı kerîmdir. Hüsn-i hatta dahi yed-i tûlâsı olup, Şeyh Hamdullâh'ın şerîkidir. Hat ve Hatâtân nâm eserde ma'lûmât-ı lâzıme vardır.

Şeyh Ali Fakrî Efendi buyudular ki : "Müşârünileyh, Şifâ-i Şerîf, Buhârî-i şerîf yazarmış. Ulemâ-yı kirâmdan imiş. Hicaz'a giderken esnâ-yı râhda, ulemâ-yı ızâmdan ve ağniyâ-yı zamân İbn-i Hacer-i Heytemî'ye mülâkâtında, yazdığı Şifâ-i Şerîf'i göstermiş. İştirâya tâlib olunca, istediği parayı çok görüp, iştirâdan ferâgat etmiş. Bu hâlden İshâk-ı Karamânî müteessir olarak, "Ne ilm-i zâhirin, ne de hüsn-i hattın fâide-i mâddiyyesinden müstefîd olamadım." diye cümlesinden tecerrüdle Habîb-i Karamânî'ye nisbet edip kâmilîn sırasına girmiştir." 

Pîrî Mehmed Paşa

Pîrî Mehmed Paşa, Silivri'de, câmii kurbunda medfûndur. 940/(1533-34)'ta vefât eylemiştir. İstanbul'da, Zeyrek kurbünde Soğukkuyu Mescidi'ni yapan Mehmed Paşa'dır. Sütlüce'de sâkin İshâk-ı Karamânî için bu mescid civârında bir zâviye yapmış, irtihâline kadar burada sakin olup, irtihâlinde medreseye tahvîl olunmuştur. Bu medresenin hazîresinde Şeyh Emîn-i Tokâdî ve Müstakîm-zâde hazerâtı medfûndur. II. cildde 24. sahîfede bahsi vardır. Bu medreseye, "Soğukkuyu" denilmesi : Bir sahrıncı (sarnıç) varmış, su çekerler imiş, suyu soğuk imiş. Bundan kinâye olarak o nâm ile yâd olmuştur.

Şeyh Muhammed Efendi

Müşârünileyh (İshâk-ı Karamânî)'nin mahdûmudur. Tarîk-ı Nakşıbendî'den mücâz olduğundan Emîr Buhârî Tekkesi'ne şeyh olmuş idi. 993/(1585)'de irtihâl eylemiştir.(أَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ)[56]  târîhidir. Âsâr u eş'ârı varmış, fakat göremedim.

Şeyh Koruklu Muhammed Fahrî Efendi

Terceme-i hâlî âtîde zikr olunacak olan Nakşî-i Sünbülî hazretlerinin halîfesidir. Pîrî Paşa'da İshâk-ı Karamânî Dergâhı meşîhatine ta'yîn olunmuş idi. Fi'l-asl İstanbul'da Odabaşı'ndaki Koruk mahallesinde sâkin olmağla bu tekkenin sebeb-i şöhreti olmuştur. Yirmi sene şeyh olup, irtihâlinde bu dergâh hazîresinde defn olunmuştur.

"Vecd-gâh-ı naîme göçdü Fahrî " (وجدكاه نعيمه كوجدى فخرى) (1148/1735) târîhidir. Zîver Ahmed Efendi isminde bir zât söylemiştir.

            Müretteb Dîvân'ı vardır.

                        "Ez-cân u dil Peygamber'e âşık isen sallû aleyh

                         Sâhib çıkar rûz-ı cezâ şekk itme gel sallû aleyh "

na't-ı şerîfi onundur. (Kaddesa'llâhu esrârahum)

 

Elyevm Koruk Tekkesi meşîhatinde, ricâl-i Sünbüliyye'den Zekâî Efendi'nin bulunması  bu münâsebetledir.

Şeyh Zekâî Efendi

Muhammed Zekâî Efendi, Merkez Efendi Dergâhı şeyhi Muhammed Nûreddîn Efendi merhûmun ikinci mahdûmudur. Nûreddîn Efendi'nin vâlidesi, kibâr-ı meşâyıh-ı Şa'bâniyye'den Mustafa Zekâî Efendi hazretlerinin mahdûmunun kerîmesidir. Bu sebeble Zekâî Efendi, ceddine nisbetle tahallus etmiştir.

İstanbul'da 1270 sene-i hicriyyesinde (1854), zînet-sâz-ı âlem-i dünyâ olmuştur. Bu satırları /225/ yazdığım 1342/(1924) senesi Ramazânında yetmiş iki yaşına kadem-zen olmuş bir pîr-i muhteremdir. Birâderleri Ahmed Mes'ûd Efendi'den müstahlef olup, te'mîn-i maîşet-i dünyâ emeliyle Mâliye'de Banka Odası'na sinîn-i medîde devâm etmiş ve 1324/(1906) senesinde i'lân-ı Meşrûtiyyet'i müteâkib hayât-ı me'mûriyyetten ferâgat edip, bi'l-âhare tekâüdü icrâ kılınmıştı. Bâlâda ismi geçen Koruk Dergâhı meşîhati uhdelerine tevcîh olundukta, sırf gayret ü himmet ile dergâhın ihyâsına sebeb olmuş idi. Harîkı müteâkib dergâhın yeniden ihyâsını idrâk etmiş ve muvaffak olmuştur.

Tarîk-ı Sünbülî'ye nisbetleri peder-i ekremlerinden olduğunu söylerler. Mahdûmları Muhammed Nûrullâh Bey ile Kocamustafapaşa hatîb vekîli Hâfız Muhhamed Sabrî Efendi, halîfeleridir.

Zekâî Efendi mesleğine âşık bir zâttır. Devrânî şeyhler arasında zikir idâre edenlerin mümtâzlarındandır. İrtihâlinden birkaç gün evvel birâder-zâdeleri Muhammed Nûreddîn Efendi'ye tâc giydirmiştir. Sünbül Efendi Hânkâhı şeyhi merhûm Rızâeddîn Efendi ve mahdûmu Kutbeddîn Efendi zamânında tevhîd-hânede zikr âlemindeki hâl ve neş'eleri el'ân kalb-i fakîrânemde ebedî intibâ'lar bırakmıştır. Hânkâh-ı Sünbülî'de pîş-kademliği vardır. Bir gün hasbıhâl eylediği sırada Hz. Sünbül Sinân efendimizin ve sâir eızze-i kirâmın mücâhedât u riyâzât-ı şedîdelerinden ve şâhid-i emele iktirâb için ettikleri fedâ-kârlıktan bahs eylediler de, "Bizlerin bu atâletimize, kâbiliyyetsizleğimize karşı, ehlu'llâh-ı ızâm efendilerimizin hânkâhlarına kabûl olunmaklığımız büyük lutufdur, âdâb-ı sülûk fî-zamâninâ mahv oldu." diye ızhâr-ı âsâr-ı teessür buyurmuşlardır.

Orta boylu, beyaz sakallı, terbiyeli, halûk, güler yüzlü bir zâttır. Zamânımız meşâyıh-ı Sünbüliyyesi arasında onun yerini tutacak sânîsi yoktur, diyebilirim. İshâk-ı Karamânî'nin bakâyâ-yı ızâmını nakl mes'elesinden bahs açılınca, "Müşârünileyh bu dergâhda icrâ-yı meşîhat etmişler. Zannederim, Molla Gürânî ile beynlerinde nasılsa beynûnet husûle gelmiş ve hastalandıkları zamân amcaları Pîrî Mehmed Paşa'nın Haliç'te kâin konak veya yalılarına götürülerek irtihâlleri vukûunda, ihtiyâr-ı zahmetle Taşkasab'a kadar götürülmek külfetini ihtiyârdan ise, beni Südlüce'de defn ediniz.", yolundaki vasiyetleri üzerine oraya defn edilmişler idi.

Ahîran dergâhına bakâyâ-yı ızâmını nakl ârzû ettim. Meşâyıhdan ba'zı zevât huzûruyla kabr-i enverleri açıldıkta kemiklerini iskelet hâlinde, yalnız göğüs kemiklerinin üzerine taş düşerek zedelenmiş bir vaz'iyyette bulmuşlar. Ta'zîmât-ı fevka'l-âde ile dergâhın /226/ makberesine nakl edildiğini tafsîl eylediler.

Muhammed Zekâî Efendi, 2 Rebîü'l-evvel 1343 ve 1 Teşrînevvel 1340 (1924) târîhine müsâdif Çarşamba günü veya bir gün evvel, dâr-ı cemâle intikâl eylemekle, cenâzeleri Koruk Tekkesi'nden, Aksaray tarîkıyla Hz. Sünbül'e nakl ve orada namâzı ve emr-i tezkiyesi îfâ ve edâ olunarak, Cenâb-ı Merkez hânkâhına götürülüp, türbe-i şerîfede, birâderleri Ahmed Mes'ûd Efendi'nin kabrinde vedîa-i rahmet-i Rahmân kılınmıştır. Tarîkaten zâyiâttandır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Mevlevî Tahir Beyefendi birâderimizin beyânına göre, Molla Gürânî, Fâtih devri ulemâsından olup, İshâk-ı Karamânî'nin zamân-ı zuhûrlarıyla arada bir fark-ı azîm olduğundan, mûmâileyh şeyh efendinin, "Molla Gürânî ile aralarında beynûnet hâsıl" olmasından bahs etmesi târîhen yanlıştır. Belki Molla Gürânî olmayıp, o zamân ulemâsından dîger bir zât olsa gerektir.

(Fakat) Molla Gürânî'nin târîh-i irtihâli 893/(1488)'tür. Hz. Şeyhin târîh-i irtihâli 933/(1527) olup, Molla Gürânî'den sonra kırk sene daha yaşamıştır. Bidâyeten araları açılmış olması da ihtimâlden baîd değildir. Târîhe nazaran her ikisinin yek-dîgeri ile mülâkâtı müsteb'id değildir. Belki Zekâî Efendi'nin rivâyetinde eksiklik vardır.

Bir de Suûdu'l-Mevlevî Beyefendi birâderimizin nakline göre bakâyâ-yı ızâmın nakli için kabirleri açıldıkta bir toprak yığını ve bu meyânda iki-üç parça ufak kemik görülerek, o kemiklerle toprağın dergâha nakl olunduğu ve bu toprak yığınının mürûr-ı zamân ile çöküntü mahsûlü bulunduğu anlaşılmış ve Zekâî Efendi'nin irtihâlinde na'şının nakline vâsıta olan tâbûtun, İshâk-ı Karamânî'nin bakâyâ-yı ızâmını nakl ettikleri tâbût olup, Zekâî Efendi'nin bunu teberrüken saklayıp, Hazret'in bakâyâ-yı ızâmının temâs ettiği o tâbûtu teberrük addederek vasıyyet etmişlerdir.

Suûdu'l-Mevlevî Bey tarafından söylenilen târîhdir :

                        Mevkûf idi ezkâr ile tevhîde vücûdu

                        Yetmiş sene sırran ve cihâran didi Allâh

                        Tekbîr ile târîhi sünûh eyledi kalbe

                        Allâh diye gitdi Zekâyî-i dil-âgâh

                        ( الله ديه كيتدى ذكايئ  دل اكاه )        

            Şeyh Muhammed Nûrullâh Efendi, Zekâî Efendi-zâdedir. Pederinin yerine geçmiştir.

Şeyh Ahmed-i Kemâlî Efendi, bu dergâhda şeyh olanlardandır. 229. sahîfe nihâyetine mürâcaat buyurula.

          

/227/ Pîr Muhammed Bahâeddîn-i Erzincânî

Kibâr-ı evliyâullâhtan olup, rütbe-i ilmiyyesi Muhammed Cemâl-i Halvetî gibi bir sultân-ı tarîkat yetiştirmeleriyle sâbittir.

Erzincan havâlisinden Kesirliç karyesinde dünyâya gelip, müderris olasıya kadar orada tahsîl-i ilm edip, sonra Amasya'ya hicret etmiştir.

Alâ-rivâyetin Kocamustafapaşa'daki dergâh, bidâyeten müşârünileyh için binâ olunmuş idi. Şöhretleri âfak-ı İslâmiyye'yi tutmuştur. Yetmişbin kadar mürîdleri olduğu menkûldür.

879/(1474) senesinde nakş-ı rûhları levh-i cesedinden âb-ı hayât-ı "irciî" ile mahv olup, kabr-i münevverleri Erzincan'da Câmi'-i Kebîr yanında ziyâret-gâh-ı ins ü cândır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Kâdirî-hâne'deki tomârda müşârünileyhin üç halîfesi mezkûrdur ve şunlardır : Tâceddîn İbrâhîm-i Kayserî, Cemâl-i Halvetî, Seyyid Ahmed-i Semerkandî. (IV. cildde 185. sahîfeye mürâcaat buyurula.)

Kendileri Seyyid Yahyâ-yı Şirvânî hazretlerine intisâb ve ilm-i ma'nevî ile kâm-yâb olmuşlar ve Cemâl-i Halvetî hazretlerini tarîkaten hayru'l-hâlef olarak bırakmışlardır.

Makâmâtü'l-Ârifîn ve Maârifü's-Sâlikîn nâmında iki eseri vardır. Manisa'da Murâdiye Kütüphânesi'nde mevcûd olduğunu Bursalı Tâhir Bey söylemiştir.

Nutuklarından :

                        Tevekkül eyledik ismine anın

                        Ezelden olunan kısmına anın

                       

                        Ki zâtın  eyledi ismine mebde'

                        Bir ismi binbir isme oldu menşe'

Şeyh Kemâl-i Ümmî İsmâîl

Şeyh Kemâl-i Ümmî hazretleri de (Bahâeddîn-i Erzincânî'nin) halîfeleridir ki, 880/(1475) senesinde Karaman'da irtihâl eylemiştir, Şeyhlerinden bir sene sonra intikâlleri vâki' olmuş demektir. "Şefkat" (شفقت) târîh-i irtihâlleridir. Ümmî-i âlim ricâl-i tarîkattandır. Büyük bir Dîvân'ı vardır. Âşık Yûnus neş'esindedir. Fakat onun kadar şöhreti yoktur. Seyyid Nesîmî hazretleriyle hem-sohbet olduklarını Tezkire-i Latîfî'de okudum.

Manisa'da dahi bu namda bir kabir ziyâret olunduğunu mûmâileyh Tâhir Bey söylediler.

(Urfalı Muhammed Fâzıl Bey tarafından kendi el yazısıyla yapılan ilâve) :

"Âşık Ahmed" veya "Dervîş Ahmed" isminde bir zât Kemâl-i Ümmî hakkında bir menâkıb-nâme yazmıştır. (Ali Emîrî Kütüphânesi manzûm eserler kısmında, numara : 1184). Bu menâkıb-nâmede Kemâl-i Ümmî'nin hayâtına âid ma'lûmât bulunduğu gibi, ba'zı kerâmâtı da mündericdir. Bu menâkıb-nâmeden anlaşıldığına göre, şeyhin veliyyu'llâh mertebesini idrâk etmiş üç oğlu olduğu da zikr edilmektedir. Bunlardan birisi gayet âlim olan Sinân, dîgeri meczûb-ı Hak ve nûr-ı mutlakla dîvâne Cemâl ismindedir ki, bu meşrebinden dolayı, ulemâ-yı şerîat, pâdişâhın fermânıyla salb etmişlerdir. Menâkıb-nâmenin nihâyetinde Âşık Ahmed'in bir de Dîvân'ı vardır. Gâyet ârifâne sözleri, vâdî-i kıymet i'tibâriyle de şâyân-ı tedkîkdir.

                             

                                                                              Âcizâne bir kayd. Urfalı Muhammed Fâzıl Bey"

İlâhiyyâtından :

                        İlâhî derd-mendim çâre senden

                        Bana ur merhemi çün yâre senden

                        Budur virdim ki Yâ Rab merhamet kıl

                        Bu derdi isterim ki yâre senden

                        Hakîm-i bî-zevâlsin sen ilâhî

                        İder tîmâr her bî-çâre senden

                        İlâhî fazl u ihsân lutf u dermân

                        Bu gün bu derd ü âh u zâre senden

                        Ağardı gözlerim hasret yaşından

                        Budur korkum ki yüzüm kare senden

/228/               Eğerçi sen bana benden yakınsın

                        Velî ben olmuşum âvâre senden

                        Bana sen vir seni benden beni al

                        Çü irmek dilerim sen yâre senden

                        Kemâl Ümmî'ye göster doğru yolu

                        Ki senden birle sana vara senden

                                          *    *    *

                        Onulmadı yâreler n'aceb derdim var benim

                        Mecnûn olup gezerim  n'aceb derdim var benim

                        Zîrâ Kemâl coşdum yine yandım tutuşdum yine

                        Deryâya düşdüm yine n'aceb derdim var benim

 

                       

                       

                       

                


MUHAMMED CEMÂLEDDİN-İ HALVETİ

                        Ol meh-i envâr-ı feyziyle gönüller müstenîr

                        Şem'-i bezm-i ehl-i irfândır Cemâl-i Halvetî

                        Bendesi olmak ne devletdir o gavs-ı a'zamın

                        Mefhar-i aktâb-ı devrândır Cemâl-i Halvetî

"Çelebi Halîfe" nâmıyla meşhûrdur. Eâzım-ı evliyâu'llâh'dandır. Mahlasları Cemâleddîn olup, ism-i âlîleri Muhammed, lakabları Hamîdeddîn, künyeleri Ebu'l-Fuyûzât'tır. Ba'zı âsârda mahall-i neş'eti Karaman gösterilmiştir. Silsile-i neseb-i şerîfleri Hz. Sıddîk-ı Ekber efendimize müntehî bulunan Mevlânâ Cemâleddîn-i Aksarâyî, sâhib-i terceme Hz. Cemâleddîn'in ecdâdından olmak üzere muharrerdir.

Mevlânâ Cemâleddîn-i Aksarâyî, Konya Aksaray'ından neş'etle Karaman'da neşr-i ulûm eylemiştir. Halaka-i tedrîsine dâhil olanların çoğu eâzım sırasına geçmiştir. Talebesi üçe münkasımdır : Bir kısmına medreseye giderken at üzerinde ders verirmiş. Bunlara "Meşşâiyyûn" derler. İkinci kısmı, medresede ayak üzerinde tederrüs ederlermiş. Bunlara "Revâkıyyûn" derler. Üçüncü kısmına medresede ders-hânede tedrîs buyururlar imiş.

(Cemâleddîn-i Aksarâyî'nin) pederleri Muhammed Enîs-i Tebrîzî b. Muhammed-i Tebrîzî b. Muhammed er-Râzî b. el-İmâm Fahreddîn Muhammed er-Râzî eş-Şâfiî sâhib-i Tefsîr-i Kebîr b. Ömer el-Hatîbî b. Hüseyin el-Hatîbî b. Ahmed b. Mahmûd b. Mevdûd b. Sâbit b. Müseyyib b. Hammâd b. Abdurrahmân b. Hz. Ebû Bekr. (Radıya'llâhu anhüm ecmaîn)

/229/ Muhammed Cemâl-i Halvetî hazretlerinin, "Çelebi Halîfe" diye şöhretlerine sebeb, kazasker-zâde olmalarından kinâyet imiş. İlm-i zâhirde meskenet hâsıl olduktan sonra fâriğ-ı câh olarak tarîkat-ı sûfiyyeye rağbet göstermişlerdir. Ricâl-i Zeyniyye'den Şeyh Abdullâh-ı Karamânî'ye intisâb ile, az vakitte maârif-i ilâhiyyeden hisse-mend olmuşlardır. Şeyhlerinin irtihâli üzerine Tokat'a gidüp, meşâhîr-i meşâyıh-ı Halvetiyye'den Şeyh Tâhir'in veya Şeyh Tâhir-zâde'nin hizmetine dâhil olup, bir hayli müddet hizmetten sonra şeyhinin tavsiyesiyle Seyyid Yahyâ-yı Şirvânî ile mülâkât emeline düşüp, henüz yolda iken Âzerbaycan'da Pîr Muhammed-i Erzincânî ile görüşerek, ba'dehû Şirvan'a gitmiş ise de, vusûlü günü Cenâb-ı Yahyâ'nın âlem-i bakâya intikâli vukû' bulmağla, işâret-i ma'neviyye üzerine Âzerbaycan'dan Erzincan'a avdetle pîr-i müşârünileyhden tekmîl-i sülûk ile Amasya'da sâkin olmuşlardır.

Sultân Bâyezîd Hân-ı sânî, şeh-zâdeliği devrinde, o zamân Amasya'da vâli imiş. Hz. Cemâleddîn'in sohbetlerinden ziyâde mütelezziz oldular. Taht-ı Osmânî'ye cülûslarında, da'vet-i vâkıa üzerine Cenâb-ı Cemâleddîn yüz kadar dervîşleriyle Dersaâdet'i teşrîf buyurdular. Vüzerâdan Koca Mustafa Paşa tarafından evvelce inşâsına tevessül olunan dergâh, müşârünileyh nâmına ikmâl ile meşîhatine ta'yîn olundular. Dersaâdet'te ilk def'a olarak âyîn-i tarîkat-ı Halvetiyye'yi icrâ buyurdular.

Dokuz sene burada meşgûl-i irşâd oldular. Sultân Bâyezîd-i sânî iki def'a hânkâha, Hz. Şeyh'i ziyârete gelip görüşmüş, duâlarını almışlardır. İstanbul'da zuhûr eden tâûnun izâlesinde te'sîrât-ı azîme-i ma'neviyyeleri görüldüğü menkûldür.

Kerîme-i muhteremeleri Safiye Hâtûn hazretlerini hulefâ-yı kirâmının ecelli Hz. Sünbül Sinân'a tezvîc ve Cenâb-ı Sünbül'ü meşîhate ik'âd ile, Haremeyn-i muhteremeyni ziyâret kasdıyla Hicâz'a âzim oldular. Fakat Şam'dan üç merhâle mesâfede terk-i hayât-ı müsteâr ile âzim-i dârü'l-karâr olup, "Tâbût Korusu" denilen mahalde defn olundular. (Ravvaha'llahu rûhahû ve nevvera darîhahû)

Hâfız Hüseyn-i Ayvansarâyî, Vefeyât-nâme'sinde, müşârünileyh hakkında böyle diyor :

"Çelebi Halîfe Cemâleddîn, Aksarâyî neslinden olup, onlar dahi nesebi Ebû Bekr es-Sıddîk'a vâsıl olur. Bu sebeble Cemâlî mahlasıyla ilâhiyyâtı vardır. Tahsîl-i ulûmdan sonra tarîk-ı tasavvufa mâil olup, Pîr Muhammed-i Erzincânî'ye vuslatla, ondan nâil-i merâm olmuştur.

/230/ Sadrazam-ı vakt olan Koca Mustafa Paşa, İstanbul'da bir kenîse-i kadîme olan mahalli dergâha kalb ettiğinden, onda iskân ve nice hulefâ terbiye etmiştir. Sultân Bâyezîd-i Velî zamânında zuhûr eden tâûn-ı kebîrin def'ine duâ için hacca i'zâm olunup, esnâ-yı tarîkta "Tâbût Korusu" demekle ma'rûf mahalde vefât eylediğine bu mısra'ı târîh düşmüştür : "Kad mâte şâh-ı evliyâ "  قد مات شاه  اوليا   (899/1494).  Mevlânâ, Tefsîr-i Kebîr sâhibi Fahr-i Râzî, Zenbilli Ali Efendi ve Pîr Muhammed akrabâsındandır."

Lemezât'ta irtihâlleri 912/(1506), dîger bir eserde 903/(1498) veya 900/(1495) gösterilmiştir.

Hırka-i mübârekeleri ve kisve-i müteberrikeleri ve kemerleri hânkâh-ı şerîfe zînet verir. İrfân u hâlleri mertebe-i kemâlde idi. Maârif-i ilâhiyyenin te'vîl ü tahkîkında ve küşûfât-ı tecelliyyâtında zamânlarının Muhyiddîn-i Arabî'si olmuştur.

Âsâr-ı aliyyeleri pek mühim ve o nisbette mu'teberdir. Arabiyyü'l-ibâre âsâr-ı mübârekelerindeki selâset-i beyâniyye lisân-ı Arab'daki ihtisâslarına delâlet eder.

Hulâsa-i kelâm, Cenâb-ı Cemâleddîn, asrının ferîdi, meşâyıhın vahîdi idi. Fazl u irfânını herkes tasdîk etti. Hz. Pîr Dede Ömer-i Rûşenî bile senâ-yı âlîlerinde bulunmuştur. Kendilerinin tarîkat-ı Zeyniyye'ye de intisâbları hasebiyle tarîk-ı Sünbülî, tarîkat-ı Halvetiyye ve Zeyniyye'yi câmi' bir şehrâh-ı safâ olmuştur. Hz. Cemâleddîn'in enfâs-ı tayyibelerine vâsıl olanlardan kimse mahrûm kalmamıştır. Her biri isti'dâdı derecesinde mazhar-ı feyz olmuştur.

Âsârı :

 

Ekserî lisân-ı tahkîk u tasavvufdaki meleke-i kâmilelerine delâlet etmek üzere yirmiyi mütecâviz âsâr-ı kıymet-dârı, kütüb-hâne-i irfâna zînet-bahşâdır. Türkî, Arabî ve Fârisî olanları vardır.

Hadîs-i erbaîni işâret üzerine te'vîl edip, Kur'ân-ı azîmü'ş-şân'dan ba'zı sûreleri te'vîl ve tefsîr etmişlerdir.

1. Tefsîr-i Sûre-i Fâtiha.

2. Tefsîr-i Âyete'l-Kürsî.

3. Dîger Tefsîr-i Fâtiha ve Sûre-i Duhâ'dan Âhir-i Ku'ân'a Kadar.

4. Şerh-i Hadîs-i Erbaîn-i Kudsî.

5  Şerh-i Hadîs-i Erbaîn-i Nebevî.

/231/ 6. Risâle fî-Beyâni'l-velâye.

7. Câmiatü'l-Esrâr ve'l-Garâib.

8. Risâle fî-Şerhi İsmeyni A'zameyn Rahmân ü Rahîm.

9. Şerh–i Sad-kelime-i Sıddîk-ı Ekber (Radıyallâhu anh.).

10. Risâle fî-Beyâni'l-Merâtib ve'l-Etvâr.

11. Şerh–i Ba'z-ı Ebyât u Rubâiyyât.

12. Şerhu Beyteyni'ş-Şeyhi'l-Ekber el-mezkûr fî-evvel-i Fütûhât-ı Mekkiyye (er-Rabbu hakkun ve'l-abdü hakkun).

13. Etvâr-ı Seb'a.

14. Dîger Şerh-i Hadîs-i Erbaîn.

15. Şerh-i Ebyât-ı "el-mîmü ke'n-nûn inne hakîkate rabbihimâ ". el-Müsemmâ bi-Mübeyyineti'l- Esrâr. Türkî ve manzûmdur.

16. Cevâhirü'l-Kulûb.

17. Risâle-i Teşrîhıyye.

18. Risâle-i Fakriyye.

19. Risâle-i cenk-nâme.

20. Şerh-i Sad-kelime-i İmâm Ali el-müsemmâ bi-Rîdedü'l-Esrâr.

21. Esrârü'l-Vudû'.

           

Eş'ârı :

           

Tevhîde müteallık gazeliyyâtı vardır :

                        Safha-i sadrında dâim âşıkın efkârı Hû

                        Şâkirin şükrü Huva'llâh zâkirin ezkârı Hû

                        Sidreye seyr-i muallâ eylemezdi Cebrâîl

                        Olmasaydı zikr ü tehlîlindeki tekrârı Hû

                        Nây denlü bağrımı deldi nidâ-yı Hû benim

                        Mevlevî'nin Mesnevî'nin zübde-i eş'ârı Hû

                        Devr ider sûfî safâ-yı Hû ile "Yâ Hû" diyu

                        Münkirin inkârı Hû'dur mü'minin ikrârı Hû

                        Bülbüle dîvân-ı Hû'dan keşf olundu bir varak

                        Âlem-i aşkın bütün Hû'dur gülü gül-zârı Hû

                        Ey Cemâl-i Halvetî tut ravza-i Hû'da makâm

                        Zâhir ü bâtında Hakk'ın keşf ola esrârı Hû

            Şeyh Sırrî Efendi nâm zât bunu ârifâne bir sûrette tahmîs eylemiştir:

                        Her neye baksan cihânda Hâlık'ın âsârı Hû

                        Gülşenin eşcârı Hû eşcârının âsârı Hû

                        Başka yokdur âlemin hep yârı Hû ağyârı Hû

                        Safha-i sadrında dâim âşıkın efkârı Hû

                        Şâkirin şükrü Huva'llâh zâkirin ezkârı Hû

                                                 *    *    *

/232/               Tâ ezelden sen benimle ahd ü peymân eyledin

                        Sevdirüp sen dil-beri hâlim perîşân eyledin

                        Dimedin mi sev beni derdine dermân olayım

                        Sevdiğim çün artdı derdim yâne dermân eyledin

                        Bir kuluna virmedin dünyâda bir gömlek giye

                        Bir kulunu kul iken (hem) Mısr'a sultân eyledin

                        Bir kulunu Kerbelâ'da eyledin susuz şehîd

                        Bir kuluna mührü virdin hem Süleymân eyledin

                        Hem kulundur hem Rasûl'ün şâh-ı kevneyn Mustafâ

                        Onsekizbin âlem içre anı sultân eyledin

                        Şeyh Cemâlî ağlamakdan gözlerinden kan saçar

                        Yeri göğü Arş u Kürs'ü dosta seyrân eyledin

                                                     *    *    *

                        Bana cânân gerek şol cân gerekmez

                        Kusûr-ı cennet ü rıdvân gerekmez

                        Bana aşk Yûsuf'u mihmân olupdur

                        Mısır sultânıyım Ken'ân gerekmez

                        Bana aşk nice saklarsın beni dir

                        Deli misin ki aşk  pinhân gerekmez

                        Cemâl-i Halvetî miskîn fakîrin

                        Canından özge hiç kurbân gerekmez

                                              *    *    *

                        Gönlümü aşkınla hayrân ..... eyle dost*

                        Cânımı zevk u safâ şevkınla seyrân eyle dost

                        Bu garîb âvâreyi gül-zâr-ı nârın şem'ine

                        Her seher bülbül-sıfat sözünle nâlân eyle dost

                        Sen şehe kıldı sefer kulun Cemâl-i Halvetî

                        Nefsi düşmen fethini sen ana âsân eyle dost

                                                   *    *    *

                        Aşk-ı vahdetde mihmân olan besbellidir*

                        Pîr-i aşka kul olan kurbân olan besbellidir

                        Hâlet-i hüsn-i dil-ârâya hemîn mu'tâd olan

                        Mâye-i ceddi Muhammed  cân olan besbellidir

                        Tekye-i vahdetde ilmi kâr iden ey müddeî

                        Pür-kemâl-i sâhib-i burhân olan besbellidir

                        Ey Cemâlî âlem içre çokdur irfânım diyen

                        Söylemez hiç ârif ü sultân olan besbellidir

                                                   *    *    *

                        Bu Cemâl-i Halvetî irdi şol ummân iline

                        Bildi anda her ne olsa ol ulu sultân olur

                                                   *    *    *

                        Cemâlî gerçi ümmîd-vâr müyesser eyle sen Yâ Rab

                        Ki itmâm eyleyüp irsün şehim hüsnün kitâbından

            /233/ Müşârünileyh hakkında bir manzûme elime geçti. Bunda müddet-i meşîhatleri on sene olarak gösterilmiştir :

                        Şeyh Cemâl-i Halvetî'dir ibtidâ

                        Eyleyen ol ravza-i tevhîdi câ

                        On sene seccâde-nişîn oldular

                        Taht-ı hilâfetde mekîn oldular

                        Âlim-i nıhrîr-i zamân idi ol

                        Ârif-i esrâr-ı nihân idi ol

                        Menba'-ı envâr-ı kerâmet idi

                        Pâdişeh-i şehr-i velâyet idi

                        Âhir idüp niyyet ile azm-i râh

                        Aşk-ı Habîb ile o himmet-penâh

                        Sû-yı Hicâz'a gidüp ol pâk-dîn

                        Zât-ı şerîfi olup anda defîn

                        Kıldı o gencîne-i tevhîd hemân

                        Şir'a-i Tâbût Korusu'nu mekân

            Hulefâsı :

            Hz. Sünbül, Şeyh Üveys, Şeyh Hayreddîn, Şeyh Sinân, Şeyh Muslihuddîn, Şeyh Kâsım Çelebi, Şeyh Salâhuddîn, Şeyh Uşşâkî Alâeddîn, Şeyh Cemşâh, Şeyh Cemâl-i Aksarâyî, Şeyh Bâyezîd-i Rûmî, Noktacı Ali Dede, Şeyh Dâvûd.

            Hz. Sünbül halîfetü'l-hulefâsıdır.

            Hz. Sünbül'den âtîde mufassalan bahs edeceğimden burada dîgerleri hakkında arz-ı ma'lûmât ediyorum :

            Şeyh Üveys:

            Şeyh Üveys hazretleri, ricâlu'llâh'dandır. Zamânında yetmişbin mürîde kisve-i tarîkat iksâ etmiş erlerdendir. Sütlüce'de Ca'fer Ağa Tekkesi post-nişîni idi. Bu tekkenin bânîsi Habîb-i Karamânî idi ki, İstanbul fethinden sonra ilk şeyh olandır.

            Şeyh Üveys hazretlerinin şöhretleri Şam'da şâyi' olmuş idi. Karamanlı imiş. Asâliyye-i Halvetiyye, bu zâttan gelen silsileden zuhûr etmiştir.

           

Aliyye-i Halvetiyye :

           

Şeyh Üveys-i Karamânî, Şeyh Şemseddîn-i Rûmî, Şeyh Dâvûd-ı Şamî, Şeyh Ya'kûb-ı Ayıntâbî, Şeyh Ahmed-i Rûmî, Şeyh Şâh Velî b. Üveys-i Ayıntâbî, Şeyh Kubâd Halîfe, Şeyh Seyyid Ahmed b. Ali el-Harîrî el-Asâlî.

            Şeyh Seyyid Ahmed b. Ali el-Harîrî el-Asâlî

            Kibâr-ı evliyâdandır. Haleb'in Harîr muzâfâtından Asâl karyesinden neş'et etmiştir. Dımeşk'da, Haleb'de bulunup, Şeyh Kubâd'ın mazhar-ı feyzi olmuştur. Şam'da neşr-i feyz edip, 1048/(1638) senesinde irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

            Şeyh Bâyezîd-i Rûmî

            900/(1495) târîhinde Edirne'de irtihâl eyledi. Kısık Kabristân'ında medfûndur. Şerh-i Fusûs, Şerh-i Nasûhî, Tefsîru'l-Fâtiha, Tûr-i Sînâ, Beyânü'l-Esrâr, Sırr-ı Cânân  cümle-i âsârındandır. Cemâl-i Halvetî'nin mazhar-ı irfânı olmuş urefâdandır.

            /234/   "Kendi hüsnün hûblar şeklinde peydâ eyledin

                         Çeşm-i âşıkdan dönüp kendin temâşâ eyledin "

beyiti Bâyezîd-i Rûmî'nin imiş. Pek zarîfâne ve hakîkat-perverâne söylemiştir.


BAHŞİYYE-İ HALVETİYYE

Asâliyye şu'besinden Şeyh Kubâd Halîfe'den zuhûr etmiştir : Şeyh Kubâd Halîfe, Şeyh İhlâs b. Nâsıruddîn-i Halebî, Şeyh Seyyid Muhammed Bahşî-i Halebî.

Şeyh Seyyid Muhammed Bahşî-i Halebî

1038/(1628) senesi Rebîü'l-evvelinde, Haleb'in Bekfâlon karyesinde tevellüd ederek, pederinden mukaddemât-ı ulûmu gördükten sonra Şam'da tahsîl-i kemâl ve Haleb'de tavattun etmiştir. Ulemâ-yı asrdan idi. Şâfiye, Nazmü'l-Kâfiye, Şerh ale'l-Bürde  cümle-i âsârındandır. Neş'e-i tarîkat gâlib gelince Şeyh İhlâs'a intisâb ile kâm-yâb olmuşlardı. Bir aralık seyâhate çıkıp, Haleb'e avdetinde şeyhinin irtihâli münâsebetiyle Tekke-i İhlâsıyye'de, onun kâim-i makâmı olmuştur. Sonra mahdûmunu yerine ik'âd ile Hicâz'a azîmet edip, Mekke-i Mükerreme'de ihtiyâr-ı mücâveret eylemiştir. 1098/(1687)'de irtihâl edip, civâr-ı Hz. Hadice'de âsûde-nişîndir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Şeyh Hayreddîn-i Tokâdî

Hz. Şa'bân-ı Velî'nin şeyhidir. Cemâl-i Halvetî'den müstahlefdir. Envâ'-ı kemâlâta mazhar olup, nice kimseleri irşâd eylemiştir. Tokat'tan neş'etle Bursa'da Murâdiye Medresesi müderrisi olmuşlar. Ba'dahû İstanbul'a gelip, Cemâl-i Halvetî halîfesi Kâsım Çelebi'ye mülâkî olup, mazhar-ı füyûzâtı olmuş; onun delâletiyle Cemâl-i Halvetî hazretlerinin şeref-i sohbetine eriştiler. Ondan ikmâl-i sülûk eylediler, müstahlef oldular. Rütbe-i kemâlleri Hz. Şa'bân-ı Velî gibi bir ulu sultân yetiştirmeleriyle sâbittir. Nefs-i Bolu'da ve Düzcepazar'da irşâd ile meşgûl oldular. Bolu'da Dûtaş nâm mevki'de medfûndurlar.

Şeyh Sinân-ı Erdebîlî

Sinânüddîn Yûsuf-ı Erdebîlî, vâsıl-ı ulûm-ı câvidânî bir zât-ı kerîmü's-sıfâttır. Erdebîl'in Râmiyye karyesindendir. Bi't-tahsîl Tebrîz'e gelip, Dede Ömer-i Rûşenî hazretleriyle hem-sohbet olmuştur. Hayli zamân mülâzım-ı dergâhları olarak, ba'dehû emr u işâretleriyle İstanbul'a gelip, Cemâl-i Halvetî hazretlerine intisâb etmiştir. Tekmîl-i sülûktan sonra Ayasofya civârında kendileri bir zâviye binâ ettiler, burada meşgûl-i irşâd oldular.

Fakr-ı zâhirîyi ihtiyâr edip, te'mîn-i maîşetten fazla vâridâtını cem' ile mezkûr binâyı vücûda getirerek, evkâfını bile ta'yîn buyurdukları menkûldür.  

/225/[57] Bu dergâh, Ayasofya Câmi'-i şerîfine karşıdır. zamânımızda tecdîden inşâ olunmuş ve meşîhatine Şeyh Sırrî Efendi nâm zât ta'yîn edilmiştir. Sırrî Efendi, Erbilî Şeyh Es'ad Efendi hulefâsından olup, âşık, mesleğine sâdık, mültefit, hoş-gû bir zâttır.

951/(1544)'de irtihâl eylemiştir. "Ez-zikr" (الذكر) târihidir. Topkapı dışarısında, Merkez Efendi'ye karîb bir mahalde yol üstünde türbesi vardır. Ziyâret olunur. Ziyâ Paşa merhûm tarafından tecdîden inşâ olunmuş idi. Ziyâret-gâhdır. Çok rûhâniyyet vardır. Ba'zı risâleleri var diye Hâfız Hüseyn-i Ayvansarâyî, Vefeyât-nâme'sinde bahs ediyor.

           

Şeyh Kâsım Çelebi

Şeyh Ali Fakrî Efendi pederimizin nakline göre, Necm-i Dâye'nin Mirsâdü'l-İbâd'ını tercüme edip, İstanbul fethi münâsebetiyle Edirne'de Fâtih Sultân Mehmed'e hediye eylemiş; pâdişâhın mazhar-ı iltifâtı olmuş, eâzım-ı ulemâ vü urefâdandır.

Bi'l-âhare tarîkat-ı aliyye-i sûfiyyeden hisse-mend-i feyz olup, Cemâl-i Halvetî hazretlerinin dâhil-i dâire-i fuyûzâtı olup, ulemâ arasında kudret-i ilmiyye ve urefâ-yı sûfiyye arasında da ma'rifetu'llâh ve dervîşlik ile şöhret bulmuş bir azîz-i muhterem, bir mürşid-i mükerremdir.

Cemâl-i Halvetî hulefâsındandır. İrtihâli 926/(1520)'dadır. Çatalca köylerinden Babanakkâş'da medfûndur. İstanbul'da Sultân Bâyezîd civârında Çenberlitaş'ta, Hâdim Ali Paşa, bir zâviye-i mahsûsa yaptırmıştır. Hz. Şeyh burada bulunmuştur.

           

Şeyh Karabaş Ramazân Efendi

Kâsım Çelebi'nin iki halîfesi vardır. Biri Karabaş Şeyh Ramazân Efendi olup, 952/(1545)'de İrtihâl etmiştir. Medfenini tahkîk edemedim. Şeyhinden sonra mezkûr zâviyede şeyh olmuştur.

(Kâsım Çelebi'nin)  dîger halîfesi Sofyalı Şeyh Bâlî Efendi hazretleridir.

           

           

Sarhoş Bâlî Efendi

Şeyh Ramazân Efendi'nin bir halîfesi Sarhoş Bâlî Efendi'dir. Bu "Sarhoş" denilmesi bâde-perest olmasından değil, şarâb-ı aşk-ı ilâhî ile ser-mest ü hayrân olmasından kinâyedir. Tirelidir. Pederi Amasyalı imiş.

İstanbul'da Ağakapısı'nda, Kurşunlu Türbe civârında Altıncı Zâviyesi'nde bulundukları mervîdir. 980/(1572) târîhinde irtihâl-i dâr-ı naîm eylediler. Mezkûr zâviye hazîresinde medfûndur.

Allâme İbn-i Kemâl hazretlerinin pederi Kemâl Paşa ile (onun) pederi Süleymân Bey de burada defîn-i hâk-i gufrândır. Vüzerâ-yı ahîre-i devletten Hasan Fehmi Paşa merhûm dahi bunların karînine defn olunduğundan, ahîren üzerlerine türbe yapılmıştır.

/226/ "Fenâ câmı ile Bâlî Efendi mest idi geçdi"  (فنا جامى ايله بالى افندى مست ايدى كجدى) târîh-i irtihâlidir. Yedikule'de medfûn olduklarına dâir de rivâyet vardır.

Elyevm Ağayokuşu'ndaki dergâh ma'mûrdur. Hâlen "Müştâk-zâde Dergâhı" deniliyor. Buranın şeyhi Ahmed Efendi merhûmun rü'yâsında görünen Bâlî Efendi, "Meydân odasının altında defîne vardır." diye  işâret ve birkaç gece sonra tekrâr emr-i keyfiyyet buyurmasıyla kazmışlar, bir kabir bulmuşlar, kemikleri iskelet hâlinde duruyor. Anlamışlar ki, bu kabir Bâlî Efendi hazretlerinin medfen-i mübârekidir. Taş ve türbe yaptırılması sia-i hâle ta'lîk bulunmuş iken, Ahmed Efendi irtihâl edince alâ-hâlihî kalmıştır. Bu dergâh hakkında tafsîlât IV. cilddedir.

(Bâlî Efendi'nin) şiirde mahlası Cevherî dir. Şu beyit müşârünileyhindir :

                        İzz ise maksûd eğer ey yüzü misbâh alnı nûr

                        Mantıkın hikmetden it itme avâmm ile kelâm

Malkaralı Şâir Nev'î Yahyâ

Şuarâ-yı Osmâniyye'den Nev'î merhûm, Hz. Şeyh (Bâlî)'den feyz-yâb olanlardandır. Asrının allâmesi olup, kazaskerlik makâmına kadar irtikâ etmiş idi. Zamânın şeh-zâdelerine hocalık etmiştir. Câmî merhûmun kıt'a-i belîğa-i meşhûresini böyle tercüme etmiştir, diye işitirdim. Halbuki Dîvân'ında gördüm :

                        Ben bilmez idim gizli ayân hep Sen imişsin

                        Tenlerde vü cânlarda nihân hep Sen imişsin

                        Senden bu cihân içre nişân ister idim ben

                        Âhir bunu bildim ki cihân hep Sen imişsin

                       

Âtîde tafsîlde bulunulmuştur.

           

Nev'î merhûm, 940/(1533-34)'ta Malkara'da dünyâya gelip, 1007/(1607)'de, altmışüç yaşında irtihâl etmekle, Şeyh Vefâ Câmi'-i şerîfi hazîresinde defîn-i hâk-i gufrândır. Fusûs'u tercüme eylemiştir.

                        Cân ka'besinin yolunda sâî

                        Dil-teşne vü bî-karâr Nev'î

Bir gün sûret-i mahsûsada kabirlerini aradım, bulamadım. Harîk-ı kebîrde birçok duvarlar yıkılmış, mezâristânın kısm-ı a'zamı taşlar altında kalmış olduğundan taşını bulmak, târîh-i rıhletine âid manzûmeyi elde etmek mümkin olamadı. Ârif-i maârif-i ilâhî olduğuna bâlâdaki manzûm tercüme tercümân-ı âdildir. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Müstakîm-zâde hazretleri bir eserinde. "Hz. Nev'î kelâmıdır." diye nakl buyuruyor :

           

                        Bir lahza safâ-yı dil ile nefs-i havâtır

                        İsbât-ı cüz-i lâ-yetecezzâdan yeğdir

İbnü'l-Emîn Mahmûd Kemâl Beyefendi, "Mezkûr tercüme, Bursalı Mahmûd Lâmiî Çelebi'nindir." buyurdular. "Nefehâtü'l-Üns'ü tercüme eden ve onda Câmî'nin kıt'a-i meşhûresini tercemeten yazan odur." diye te'yîdâtta bulundular.

Hz. Nev'î buyuruyor ki :

                        İşret-geh-i uşşâkda ayyâşlarız biz

                        Ayak çeken âzâdeleriz başlarız biz

                       

Bu zât-ı muhterem, bâlâda terceme-i hâlini yazdığım Sarhoş Bâlî Efendi hazretlerinin mazhar-ı feyzi olduğu gibi, âtîde 229. sahîfede bahs olunan İştibli Şeyh Abdülkerîm-i Kurd Efendi'nin kemâlâtına sâhib olmuş, mestûrînden bir zât-ı âlî-kadrdir. Bursalı Tâhir Bey merhûm, Osmânlı Müellifleri nâm eserinin II. cildinin 2. kısmında 437. sahîfesinde oldukça tafsîli câmi' bir sûrette terceme-i hâlinden bahs etmektedir. Şakâyık-ı Nu'mâniyye'nin II. cildinde 438. sahîfesinde dahi ser-güzeşt-i hayâtı hakkında bahs vardır. Sicill-i Osmânî'nin IV. cildinde ma'lûmâta tesâdüf ettiğim gibi, Tezkire-i Rızâ'da 97. sahîfede bir nebze ma'lûmât verilmektedir.

"Nev'î" deyip geçmemelidir. Bursalı Tâhir Bey'in, Osmânlı Müellifleri'inde yazdığı gibi, zamânının allâmesi ve reîsü'ş-şuarâsı addolunacak derecede mühim bir zât-ı âlî-kadrdir.

En doğru ma'lûmât, Şakâyık Tercümesi'indedir. Çünki Şakâyık müzeyyili[58] Atâyî merhûmun babası olduğundan Şakâyık (Zeyli)'nde görülen ma'lûmât oğlu tarafından yazılmıştır ki, elbette doğrusu bu olmak lâzım gelir. İsmi Yahyâ, babasının ismi Pîr Ali, onun babasının ismi de Nasûh nâm zâttır. Tarîk-ı ilme sülûk ile ba'de't-tahsîl müderrisliğe kadar irtikâ edip, Edirne'de, Gelibolu'da, İstanbul'da müteaddid müderrisliklerde arz-ı hıdmetten sonra 998/(1590)'de Bağdâd kâdîsı olmuş idi. Bir müddet sonra Sultân Murâd-ı râbi' Şehzâdesi Mustafa Hân'ın ta'lîm ü tedrîsine me'mûr olup, beş sene kadar bu hizmette bulunduktan sonra 1003/(1595) senesinde afv edilerek kazaskerlikten tekâüd edilmiş ve 1007 senesi Zi'l-ka'desinin selhında (24 Haziran 1599) irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Tafsîl-i safahât-ı hayâtiyyesi Şakâyık (Zeyli)'inde muharrerdir. Merâk buyuran oraya mürâcaat buyurmalıdır.

İrtihâline Manastırlı Keşfî merhûm, "Yerin cennât ola Nev'î Efendi" (يرك جنات اوله نوعى افندى) ve Sıdkî-i Bağdâdî merhûm, "Cinân gül-zârını cây itdi Nev'î " (جنان كلزارينى جاى ايتدى نوعى)  târîhlerini söylemişlerdir.   

Sarhoş Bâlî Efendi, ricâl-i Halvetiyye'den ve Abdülkerîm Efendi ise, hakîkatte ricâl-i Hamzaviyye'den olup, Hamzavîlere karşı o zamân hükûmetin te'sîr-i siyâsetiyle yine mestûru'l-hâl olarak görünmüştür.

Esâmî-i Âsârı :

Osmânlı Müellifleri'nden :

1. Keşfü'l-Hicâb. Türkçe, Fusâsü'l-Hikem şerhidir. Sultân Murâd-ı sâlisin emriyle yazıldığını mukaddimesinde söyler. Târîh-i te'lîfi, "âhirü'l-hikem" (آخر الحكم)[59]’dir. Füsûs'u anlaması ve tercüme etmesi kemâline delâlet eder.

2. Hâşiye-i Evâil-i Mevâkıf. Şerh-i Risâle-i Kudsiyye li-Mevlânâ Fenârî.

3. Muhassalü'l-Kelâm fî-İlmi'l-Kelâm.

4. Tehâfüt-i Felâsife Hâşiyesi.

5. Heyâkil-i Nûr Hâşiyesi.

6. Nevâ-yı Uşşâk.

7. Risâle-i Kelâm-ı Nefsî.

8. Risâle-i İlmiyye.

9. Terceme-i Akâid.

10. Risâle-i Mantık.

11. Şerh Dü-beyt-i Mesnevî.

12. Gevher-i Râz.

13. Sûre-i Mülk Tefsîri.

14. Risâle fî-İlmi'l-Münâzara.

15. Hâce-i cihânın Münşeât'ının tercümesi.

16. Netâyicü'l-Fünûn. Ulûm-ı mütenevviadan bâhis mûcib-i istifâde bir eserdir.    

17. Manzûme-i Hasb-i Hâl.

18. Münâzara-i Tûtî Bâ-zâğ ve sâir olup cümlesi gayr-i matbû'dur.

           

Dîvân'ı müretteb ise de nüshası nâdirdir. Ahîren Sultân Selîm'e kaldırılan Hamîdiyye Kütüphânesi'nde, Lala İsmâîl Efendi kitapları meyânında 447 numaradadır. Lehu'l-hamd, mütâlaa ile şeref-yâb oldum ve ba'zı nutukları âtîde yazdım.

Dârü'l-Fünûn Kütüphânesi'ne ilâve olunan Rızâ Paşa merhûmun kitapları arasında bir de mufassal Türkçe İsagoci Şerhi vardır. Ayasofya Kütüphânesi'nde hatt-ı destiyle muharrer Fazâilü'l-Vüzerâ ve Hasâilü'l-Ümerâ isminde Türkçe ufak bir eseri vardır.

Gazeliyyâtından :

                        Muhabbetden garaz sanman ki Kays u Vâmık olmakdır

                        Hüner bir hâlet ile vasl-ı yâre lâyık olmakdır

                        Tamâm oldu güzellik sanma Şîrîn ile Leylâ'da

                        Nice Leylâ bulunur erlik ammâ âşık olmakdır

                        Çeküp  Mansûr'u dâra itdiler hâkisterin berbâd

                        Hüner akrân içinde her cihetden fâik olmakdır

                        Bilinmez derdi çokdur mübtelâ-yı mihnet-i aşkın

                        Şifâ-sâz olmada hikmet tabîbim hâzık olmakdır

                        Bize Nev'î gerekmez zümre-i kâlin makâlâtı

                        Garaz şi'ri kişinin hasb-i hâlin nâtık olmakdır

                                                 *   *   *

                        Çârûb-ı der-i hâne-i hummâr olabilsek

                        Tutsak kapuyı vâkıf-ı esrâr olabilsek

                        Bir kanlı kapu açılur elbette gelür zâr

                        Biz nezd-i muhabbetde hemân zâr olabilsek

                        Derd olsa devâ itmeğe sa'y itmek olurdu

                        Tîmâr olunurduk hele bîmâr olabilsek

                        İksîr-i ruh-ı zerdile yâre irişilmez

                        Bir hâlet irüp mâlik-i dînâr olabilsek

                        Nev'î bile salınmağa gül-zâr-ı fenâda

                        Bir serv-i hevâ-bahşa hevâ-dâr olabilsek

                          

            Ebyât-ı Fârisiyyesinden :

بهار عالم حسنش دل وجان تازه ميدارت

برنك اصحاب صورت را ببوى ارباب معنى را[60]

                                                 *    *    *

                        Çün sırr-ı Hak vücûh-ı mezâhirde müstetîr

                        Bir veche nâzırız görelim Hak ne gösterir

                        A'yân-ı mümkinâta nazar eyledim dilâ

                        Kayd-ı suverde her biri bir kâra muntazır

                        Gülşende gûne  gûne nedir bu şükûfeler

                        Âb u hevâsı bir kamunun bâğ-bânı bir

                        Ser-çeşme bunca katreye bahr-ı vücûd imiş

                        Ser virmeyince olamadım âşinâ-i sır

                        Mâhiyyet-i vücûb ile imkânı fark idüp

                        Oldum kusûr-ı kudretile Nev'iyâ fakîr

                                              *   *   *

                        Kör çeşm olma verâ-i perde-i eşyâyı gör

                        Nâzır olma sûrete ma'nâyı gör ma'nâyı gör

                        Mâ-sivâdan yum gözün ref' it vücûdun perdesin

                        Gör nice ma'dûm imiş dünyâ vü mâ-fîhâyı gör

                        Zîr ü bâlâda muhabbet riştesin mevcûd bil

                        Pertevinden âftâbı katreden deryâyı gör

                        Dik fenâ sahrâsına şahbâz-ı kalbin dîdesin

                        Himmetiyle nice sayd eyler meges ankâyı gör

                        Nev'iyâ çeşm-i basîret kör olurmuş gülmeden

                        Görmek istersen Hak'ı ağlayı gör ağlayı gör

                                                  * * *

                        Zâhid-i hoşk olanı sâğar-ı sahbâ tutmaz

                        Şûre yerlerde değilse gül-i ra'nâ tutmaz

                        Nice kan yutmayanı tîrin ucundan cânâ

                        Sîne ..............  dünüdür mey-i hamrâ tutmaz*

                        Gelünüz kollayalım sâğarı serd oldu hevâ

                        Bâde-i nâb içeni şahne-i sermâ tutmaz

                        Şi'rimiz nutk-ı mesîhâ iken almaz eline

                        Âh elinden sözümüz ol yed-i beyzâ tutmaz

                        Lâleler serv ayağın bâğda tutsa n'ola kim

                        Nev'iyâ  bâğıla bend olmasa hınnâ tutmaz

                                               *   *   *

                        Dil yâresi tîmârına merhem mi bulunmaz

                        Erbâb-ı gama mûnis ü mahrem mi bulunmaz

                        Anlar idi mahzûnu peri-rûları şehrin

                        Âdem olana mihnet ile gam mı bulunmaz

                        Cânâ hele sen sür kapudan dîv-i rakîbin

                        Firdevs-i ser-i kûyuna âdem mi bulunmaz

                        Her lahza gözüm câmı dolar hûn-ı gamından

                        Elbette cihân bezmine bir cem mi bulunmaz

                        Ol zülf-i binâkûşa gönül bağladı Nev'î

                        Îyş ehline bir gûşe-i hurrem mi bulunmaz

                                                  *   *   *

                        Elinde gerçi kim âşıkların sabr u karâr olmaz

                        Bi-hamdi'llâh güzellik ehl-i hüsne pây-dâr olmaz

                        Ne kadr-i hüsnü fehm eyler ne derd-i hâlet-i aşkı

                        Dirîğâ sîm-tenler neyleyem sâhib-ayâr olmaz

                        Acebdir her hazânın bir bahârı irişür ammâ

                        Güzellik bâğının her giz hazânına bahâr olmaz

                        Didim akl ile sabr gitdi benden sana yâr oldu

                        Didi dîvânesin sen ehl-i aşkın aklı yâr olmaz

                        Nice bir Nev'i'ye râh-ı gamında nâ-murâd olmak

                        Yürü var olmaz ey Şîrîn-dehen lâle-izâr olmaz

                                                     *   *   *

                        Tâc u ridâya mürşid-i aşkın rızâsı yok

                        Aşk ehlinin hicâb-ı riyâdan safâsı yok

                        Giysün gerekse câme-i atlas gerek palas

                        Ey hâce sana aşk erinin iltibâsı yok

                        Ger mâye-i muhabbetimizdir kıbâb-ı çerh

                        Uryânlarız ki tâc u kabâ iktizâsı yok

                        Âlem garîk-ı hayret-i dil garka-i şuhûd

                        Bu bahr-i kesretin bize bir âşinâsı yok

                        Sanman lisân-ı kâle gelür lezzet-i fenâ

                        Bir ma'ni-i garîbdir anun edâsı yok

                        Nev'î diler ki nefy ile isbâtdan geçüp

                        Bir âleme irişse ki gayr ü sivâsı yok

                                             *    *    *

                        Gönlümü açup gonca-i handânı Ali'nin

                        Çözdü girih-i gussamı dendânı Ali'nin

                        Âfetse aceb mi dil-i meyyâli görünce

                        Deldi yüreğim nâvek-i müjgânı Ali'nin

                        Meşhûr idi müjgânı dilimde (onun) ammâ

                        Geçdi gelicek cânıma peykânı Ali'nin

                        Âşıklar idüp vuslatı cânân ile bâzâr

                        Kesdi arasın hançer-i pürrânı Ali'nin

                        Sahn-ı çemenin servile şimşârını basdı

                        Reftâre gelüp kadd-i hırâmânı Ali'nin

                        Ağyârı idüp ol leb-i cân-bahşla ihyâ

                        Öldürdü beni çeşme-i hayvânı Ali'nin

         Meddâh ide Nev'î'yi eğer ol şeh-i hûbân

                        Âfâkı tuta defter ü dîvânı Ali'nin

                            *    *    *

         Meclisde öpüp la'lini rindâna duyurma

         Ol hâleti ağzındaki dendâna duyurma

                    

         Rusvâ-i cihân olmağıla cân ele girmez

         Bilmezlikile aşkını cânâna duyurma

                    

         Ol Yûsuf ile vuslatı sen düşde de görsen

         Erbâb-ı hasedden sakın ıhvâna duyurma

         Ben böyle hayâtı nideyin râhat-ı cân yok

         Ey hâb-ı ecel gel elemim câna duyurma

         Mey içme güzel sevme dimezler sana Nev'î

         Ol zevkı hemân zümre-i nâdâna duyurma

        

/227/ Sofyalı Şeyh Bâlî Efendi

Urefâ vü fuzalâ-yı tarîkat-ı aliyye-i Halvetiyye'dendir. Câmiu'l-kemâlât idi. Ma'lûmât-ı ibtidâiyyeyi Usturumca'da, ulûm-ı êliye vü âliyeyi Sofya ve Dersaâdet'te ikmâlden sonra, o târîhde neşr-i feyz-i tarîkatla meşhûr olan Kâsım Çelebi hazretlerinden feyz-yâb olarak vatan-ı sânî ittihâz ettikleri Sofya'ya rıhletle onikibin râddesinde mürîdâna mâlik olmuştur. Dörtyüz kadar halîfe yetiştirdikleri mervîdir. Sultân Süleymân-ı Kânûnî ile Macaristan Seferi'nde bulunarak guzât-ı Osmâniyye'ye fazâil-i cihâdı telkîn ile kuvâ-yı ma'neviyyelerinin tezyîdine sarf-ı himmet buyurmuşlardır. 960/(1553)'ta terk-i âlem-i nâsût edip, Sofya'nın bir sâat hâricinde, elyevm ziyâret-gâh olan türbe-i şerîfelerinde defn olundular. (Cenâb-ı Hak, sırlarını takdîs buyursun. Âmîn)

Menkûldür ki, bir gün Sofya'da, bir Hıristiyan, arabaya fıçılarla şarâb tahmîl ile götürüyormuş. Hz. Şeyh, "Bunların içindeki nedir?" diye sormuş. Hıristiyan, Hz. Şeyh'e hürmetten, "Şarâbdır." diyememiş. Cenâb-ı Şeyh, "Gâlibâ fıçılarda bal vardır." diye latîfe buyurmuşlar. Biraz istemişler, Hıristiyan, "Efendim! Bozuktur, size lâyık değildir." cevâbını vermiş. "Hele bir bakayım." diye kap getirtmiş, biraz boşaltmış. Sâhibi görür ki, fıçıdan akan şarâb değil, baldır. Hayret etmiş. Bu hâle hâzırûn şâhid olmuştur. "Bir bakışta bâdeyi bâl eyledi Bâlî Baba." diye şöhret bulmuş, "Bâlî" mahlası buradan kinâyeten kendilerine alem olmuştur.

Vâridât isminde manzûmelerinden başka ba'zı ilâhiyyât-ı ârifâneleri vardır.

                        Hûr u aynın düşme dâm-ı zülfüne zâhid gibi

                        Geç hevâsından behiştin maksad-ı aksâyı gör

                                                  *    *    *

                        Çün nasîb oldu ezel meyhâne-i aşkın bana

                        Geçmişim havf u riyâdan mâ-sivâ neyler bana

            Bir kasîdesinden intihâb tarîkıyla :

                        Beyt-i ma'mûr ister isen (sen) dil-i dânâyı gör

                        Mescid-i Aksâ dilersen dergeh-i Mevlâ'yı gör

                        Abd-i mahz ol mâlikin her emrine kıl imtisâl

                        "Fe'stekım" emrinde olan hükmile tuğrâyı gör[61]

/228/               Bî-cihet ol her cihetden vech-i Hak ide zuhûr

                        Bunca vechin arasında hayret-i kübrâyı gör

                        Vech-i Hak'dan gay eşyâ fânî-i mutlakdan*

                        "Küllü şey'in hâlikün" kavlinde istisnâyı gör[62]  

                        İsmi Bâlî cismi meylî mazharıdır ey tabîb

                        Bu belâ-yı mevtını ko mülk-i lâ-yüblâyı gör

Şeyhu'l-İslâm Ebu's-Suûd Efendi'nin evâil-i hâlinde, Bâlî Efendi tarafından yazılan mektûb-ı manzûmdur :

                        Kılmak içün emrini yârân efendi kâm-yâb

                        Virme bu cân-ı azîz içre sakın sen çok azâb

                        Sa'y idersen ma'rifet tahsîline sa'y eyle kim

                        Devlet-i dünyâ olur âhir harâb-ender harâb

                        Ma'rifet çün örfile yıkdı yapılamaz dahi

                        Bunda şehâ sen yüz bin medrese bin hücre yap*

                        İsmi kalmış şimdi dirsen  buldu hayli indirâs

                        Mübtedîler oldu olur  cehl ile âlî-cenâb

                        Fasl-ı ömrün kapu kapu girmeye hasr eyleyen

                        Lâ-cerem cehlile  müstağrak olur fî külli bâb

                        Sûfîler ikfâr olur dûr kılmakdan semâ'

                        Yâr-ı kûy idene.... var mıdır başka cevâb

                        Sûfiyâ derd-vecd ile sen dönme dönmekden sakın

                        Döne döne yarlığaya Hak seni yevme'l-hisâb

                        Gitmedi zühd ilm ü hikmet kaldı âlem bî-necât

                        ...........................   va’llâhu a’lem bi’s-savâb

           

Âsâr-ı Aliyyeleri :

1. Şerh-i Fusûsu'l-Hikem. Matbû'dur, Arapçadır.

2. Etvâr-ı Sitte. "Usûl-i Fakr" nâmıyla mevsûm olup, Arapçadır.

3. Etvâr-ı Seb'a.

4. Manzûme-i Vâridât.

5. Şerh-i Hadîs-i Kudsî (Küntü kenzen...).

6. Risâle fî-Beyân-ı Kazâ vü Kader.

7. Mecmûatü'n-Nasâyıh.

8. Mektûbât'ı. Ahîren Sırât-ı Müstakîm'de neşr olunmuştur.

Nûreddîn-zâde Şeyh Muslihuddîn Mustafa Nûrî Efendi

Bâlî Efendi hazretlerinin ecell-i hulefâsındandır. Kâmil ü mükemmil bir mürşid-i hakâyık-bîndir. Sofyalı imiş. Hâfız Hüseyn-i Ayvansarâyî, "Filibelidir." diyor. Küçük Ayasofya Zâviyesi'nde şeyh olmuştur. Sultân Süleymân ile Zigetvar Seferi'nde bulundu.

İrtihâli, Zilkâde 981/(Şubat 1574) târîhine müsâdifdir. "Hayrü'l-amel" (خير العمل) târîhidir. Hîn-i rıhletinde yetmişüç yaşında idi. Kabr-i şerîfleri Edirnekapı hâricinde, Hayrettepe denilen mahalde idi. Burası ahîren şühedâ mezârlığı ittihâz olunduğundan, medfenleri hâlen bulunamaz. (V. cildde 52. sahîfeye mürâcaat).

"Pederi Şeyh Nûreddîn, ne hikmete müstenid ise, dîn gayretine düşüp, dâmen-i der-meyân-ı ibretle, müftîye ve kazaskere mürâcaatla, Şayh Hamza aleyhinde sözler söyledi. Boynunu urdurmağa sebeb oldu. Yüzden fazla tevâbiini de şehîd ettirdi." (Câmiu'l-Maârif-i Seyyid Seyfullâh).

           

Nutk-ı şerîflerinden :

                        Dâr-ı hasretdir bu dünyâ ağla dâim zâr zâr

                        Göz yaşıyla yarlığar mücrimleri Perverd-gâr

                        Yâ ilâhî geçdi ömrü Nûri'nin ısyân ile

                        Kalmadı artık recâsı vaslınadır intizâr

           

Âsâr-ı Aliyyeleri :

1. Sûre-i En'âm'a kadar Tefsîr-i Şerîf.

2. Tefsîr-i Fâtiha.

3. Şerh alâ-Vâridâti'l-Kübrâ li'ş-Şeyh Bedreddîn.

/229/    4. Şerh alâ-Nusûs li'ş-Şeyh Sadreddîn.

6. Terceme-i Menâzilü's-Sâirîn.

7. Risâle-i Vahdet-i Vücûd.

8. Risâle-i Mi'râc.

Hulefâsı :

Ricâl-i tarîkat arasında mümtâz bir mevkii olduğundan pek çok zevât-ı kirâm istifâza emeliyle dâhil-i dâire-i terbiyeleri olmuşlardır. "İştibli Emîr Efendi" nâmıyla meşhûr Abdülkerîm, Yavsı-zâde İznikli Muhammed ve Kırîmî Şeyh Kutub İbrâhîm Efendiler ecell-i hulefâsındandır.

Selîmağa Kütüphânesi'ndeki bir tomârda (Hüdâyî Bl, Tasavvuf kısmı : 122) görmüş idim.

Şeyh Bâli Efendi, Nureddînzâde Şeyh Muslihuddîn Mustafa Efendi hulefâsı :

Tatar İbrâhîm Efendi : 999/(1591) senesinde irtihâl etmiştir.

Tatar İsâ Efendi : Küçük Ayasofya'da.

Filibeli Ebû Bekir Efendi.

Nefâîsî Şeyh Hüseyin Efendi : 1021/(1612), Sarrâc Doğan Mezâristânı'nda medfûndur.

Ali Harîrî Bosnavî : Sigetvar'da. 1007/(1598).

Ca’fer Kâmilî Efendi : Tırhâla'da, 1021/(1612).

Şeyh Kemâl b. Ca'fer : Tırhâlalı olup, Pîrî Paşa Tekkesi'nde şeyh, Ayasofya'da vâiz idi. 1012/(1603).

Şeyh Dervîş Efendi : 1030/(1621).

Şeyh Abdülkerîm Efendi

Melâmî-meşreb bir zâttır. İştiblidir. "Emîr Efendi" diye şöhretine bakılırsa, sâdâttandır. Nûreddîn-zâde'nin mazhar-ı feyzidir.

Abdülkerîm Efendi'de neş'e-i Hamzaviyye gâlib idi. Fakat bir vakitler hükûmetin Hamzavîlere karşı iltizâm eylediği meslek hasebiyle berây-ı tesettür Halvetîlerden görünmek emeliyle Nûreddîn-zâde'ye intisâb-kâr oldular. Meşhûr Nev'î Yahyâ b. Nasûh'un da mürşididir ki, bahsi geçti. Mestûrînden bir zât-ı âlî-kadrdir.

Vefeyât-nâme'de, müşârünileyh hakkında deniliyor ki :

"eş-Şeyh Abdülkerîm-i İştibî Kurd Efendi, eş-Şeyh Muhammed b. Ömer Efendi'den ahz-i tarîkat eyledi. Şeyhu'l-Harem oldu. Avdetinde şeyhinin yerine, İstanbul'da Kadırga'da, Sokollu Mehmed Paşa Zâviyesi'nde şeyh olmuştur. İrtihâlinde bu zâviyede defn olunmuştur. Târîhi 1015/(1606)'tir. Ayasofya'da vâiz idi. Cifr ve ulûm-ı sâirede mâhir idi."

           

Nûreddîn-zâde'ye mülâkâtından bahs olunmamıştır. Tahmîn-i âcizâneme göre, müşârünileyh Hamzaviyyü'l-meşreb olup, o zamân Hamzavîlere karşı hükûmetimizin i'dâm siyâseti hasebiyle berây-ı tesettür, dîger ricâl-i Hamzaviyye gibi, Nûreddîn-zâde hazretlerine nisbet hâsıl etmiş ve müstahlef olmuştur.

Müşârünileyh, kümmelînden ve mestûrînden idi. (Kaddesa'llâhu sırrahû

Risâletü'l-Hüdâ li-Uli'l-İhtidâ ve Risâle-i Devrân-ı Sûfiyye cümle-i âsârındandır.

           

Eş'ârı vardır :

                        Kendidir kendisini çün kim bile ey İştibî

                        Berzah-ı irfânda kalma ol Hüve'l-Mevlâ'yı bul

                                                   *    *    *

                        Kıl tecellî al beni benden Sana

                        Çünki oldun bu dilin mihmânı Sen

                        Derdlinin her derdine Senden devâ

                        İştibî'nin derdinin dermânı Sen

Şeyh Ali Kemâlî Efendi

Nûreddîn-zâde halîfesi ve Koruk Tekkesi şeyhidir. Tırhâlalıdır. Ayasofya Cum'a vâizi idi. 1012/(1603)'de irtihâl eyledi. İlâhiyyâtı var imiş.

/230/ Yavsı-zâde Şeyh Muhammed Efendi

Yavsı, "kene" ta'bîr olunur hayvândır. “Yavsı”  denilmesi, ilimde hangi bir mes'eleyi tedkîk ederse, kene denilen hayvânın yapıştığı gibi, o mes'eleye sarılmasından kinâyeten alem olmuştur. Şeyh Yavsı, Bayramiyye'dendir. Akşemseddîn halîfesi İbrâhîm-i Kayserî halîfesidir. Bahsi geçmişti. Şeyh Muhammed Efendi onun mahdûmudur.

İznik'te dünyâya gelmiştir. İstanbul'da ikmâl-i tahsîl ettiler. Hamzavî neş'esinde olduklarından berây-ı tesettür, Nûreddîn-zâde hazretlerinden himâye görmüş, hilâfet almıştır. Üsküdar'da Vâlide-i Atîk Dârü'l-Hadîs'inde muhaddis ve câmi'-i şerîfinde vâiz olmuş idi.

"Mülâkât-ı mevt"  (ملاقات موت) (1017/1608)[63] târîh-i rıhletidir. Câmi'-i şerîfin mihrâbı önünde medfûndur. (Pederleri Şeyh Muhyiddîn-i Yavsı'nin terceme-i hâli cild : II, sahîfe : 277).

Âsârı :

1. Muğni'l-Lebîb üzerine mükemmel şerh.

2. Şerh-i Meşârık-ı Şerîf.

3. Şerhu Miftâhu'l-Ulûm.

4. Şerh-i Ba'z-ı Ebyât.

5. İşârâtü'l-Hâize Şerhu Halli Râmize mine'l-Arûz.

6. Bahrü'l-Kemâl. Manzûmdur.

           

İlâhiyyâtında Hilmî mahlasını kullanmıştır.

Şeyh Nasreddîn Efendi

Yavsı-zâdedir. Mûmâileyh Muhammed Efendi'nin birâderidir. Pederlerinden ahz-i feyz etmiştir. İskilip'te seccâde-nişîn olmuş idi. İstanbul'da pederlerinin zâviyesinde şeyh olan "Edirneli Zâhir-zâde" demekle ma'rûf zât irtihâl edince, pederinin câ-nişîni olmuş idi. 974 senesi Zi'l-heccesinde (Haziran 1567) irtihâl eylemekle birâderi Şeyhu'l-İslâm Ebu's-Suûd Efendi'nin Eyüp civârında i'dâd eylediği mekteb sâhasında medfûndur.

Mervîdir ki, müskirâta mübtelâ iken, dâiye-i gayret ile def'aten kat'-ı murâd eylediğinden, kâtı'-ı arak-ı hayât ve sebeb-i vefâtı olmuştur. (Rahmetu'llâhi aleyh)

Kırîmî Şeyh İbrâhîm Efendi

"Kutub İbrâhîm Efendi" diye şöhreti vardır. Nûreddîn-zâde hazretlerinden müstahlefdir. Bu zâttan yürüyen silsile-i tarîkattan hayli ricâlu'llâh zuhûr eylemiştir. Cerrâhpaşa Câmii vâizi idi. 1042/(1632-33)'de irtihâl eyledi. Medâric, Tefsîr-i Sûre-i Zümer, Şerh-i Hadîs-i (Emru'llâhi Teâlâ...), Seb'u'l-Mesânî, Hâşiye ale'l-Hâmî (isimli eserleri vardır).

(Kendisinden devâm eden silsile şöyledir) :

Şeyh Kırîmî Kutub Ebrâhîm Efendi, Şeyh Kırîmî Ebû Bekir Velî Efendi, Şeyh Ahmed-i Kırîmî, Şeyh Kırîmî Afîfüddîn Efendi (Kutub İbrâhîm Efendi-zâdedir), Şeyh Kırîmî Abdülazîz Efendi (Şeyh Ahmed Efendi-zâdedir), /231/ Şeyh Kırîmî Hâmid Efendi, Şeyh Kırîmî Seyyid Muhammed-i Fakrî Efendi (Tekirdağ'da Hz. Sezâî ile hem-sohbet olmuştur. 154. sahîfeye mürâcaat), Şeyh Kırîmî Seyyid Ahmed Efendi (Şamî-zâde, irtihâli 1187/1773), Şeyh Kırîmî Nakîb Abdullâh Efendi-zâde (Şeyh Fakrî Efendi birâderidir), Şeyh Kırîmî Hâmid Efendi (Tekirdağ'da mütemekkin idi. 174. sahîfeye mürâcaat), Şeyh Kırîmî Seyyid Pîr Muhammed Çelebi Efendi (Fakrî Efendi-zâdedir), Şeyh Kırîmî Seyyid Hasan Efendi (Şeyh Seyyid Hâmid-zâdedir), Şeyh Hâmid-i sânî-i Kırîmî (1258/(1842)'de Tekirdağ'da irtihâl eylemiştir).

Şeyh Seyyid Hasan Efendi

Cemâl-i Halvetî kolundan olup, Tekirdağ'da Şeyh Bevvâb Muhammed Bey Mahallesi civârında kabristân kenârında etrâf-ı erbaası duvarla çevrilmiş mezâristânda medfûndur. "İstanbul Yolu" denilmekle ma'rûf Çorlu Câddesi üzerindedir. (154. sahîfeye mürâcaat buyrula)

Kabir taşında, "Kutbu'l-ârifîn gavsü'l-vâsılîn ecille-i ricâl-i tarîkat-ı aliyye-i Halvetiyye'den Kırîmî-zâde eş-Şeyh Seyyid Hasan Efendi hazretleri. İrtihâli : Sene 1158/(1745) " yazılıdır.

İmzâlarını gördüm şöyledir :

"Hâdimü'l-fukarâ' eş-Şeyh es-Seyyid Hasan bi-mücâz es-Seyyid Pîr Muhammed Çelebi el-Kırîmî el-Halvetî el-Cemâlî (kaddesa'llâhu esrârahum) "

157. sahîfede bahs ettiğim Muhammed Fakrî-i Kırîmî hazretleri bu silsile-nâmede mezkûr olan zâttır. Hz. Pîr Sezâî-i Gülşenî'den teberrüken müstahlefdir. Hz. Sezâî, Cemâlî tâcı üzerine ilâveten bir düğme teberrük buyurmuşlardır. Müşârünileyhin tâcı, hırkası ve kemeri elyevm Tekirdağ'da Halvetiyye-i Cemâliyye'den Perşembe Dergâhı'nda mahfûz olup, ziyâret olunmaktadır.

Mahdûmları Şayh Seyyid Pîr Muhammed Çelebi hazretleri, Tekirdağ'da Müderris tekkesi hazîresinde medfûndur. Muhammed-i Fakrî hazretlerinin de burada olması muhtemeldir. Ziyâretimde taşdan eser görmedim.

Gülşenîler arasında, "Tekirdağ'da Kırîmî Hasan Efendi, Hz. Sezâî hulefâsındandır." diye bir şâyia vardır. Hasan Efendi merhûmun târîh-i irtihâliyle Cenâb-ı Sezâî zamânı arasında münâsebet vardır. Hasan Efendi 1158/(1745) senesinde, Hz. Sezâî 1151/(1738)'de rıhlet buyurmuşlardır. Târîhen münâsebet-dârdır. Hasan Efendi'nin 1178/(1764)'de irtihâlini yazan bir eser de vardır. Arada çok zamân geçmemiş olduğundan yine imkân görünür. /232/ Ancak bu silsilede Şeyh Seyyid Muhammed Fakrî-i Kırîmî'nin de Hz. Sezâî ile mülâkâtı muhakkak olmağla ve bunun zamânen daha evvel vukûu ihtimâli bulunmağla, Muhammed-i Fakrî Efendi'nin Hasan Efendi'den çok zamân evvel Hz. Sezâî ile münâsebetini kabûl ederiz.

Şeyh Hâmid-i Kırîmî

174. sahîfede bahsettiğim Şeyh Hâmid-i Kırîmî hazretleri, bu silsilede ismi mezkûr Hâmidlerden birincisi olsa gerektir. Etvâr-ı Seb'a'ya dâir risâlelerini kemâl-i dikkatle okuduğumda, mensûb olduğu tarîkattan bahs etmediğine, tarîkatını tesettüren yazmadığına kâni' olmuş idi(m). "Şeyh Hâmid-i bî-nevâ-yı Kırîmî" diyor. Eserin 1178/(1764) târîhinde yazılmış olması, müellifinin müşârünileyh olduğu kanâatini vermiştir. Eserin mevzûu zâten usûl-i Halvetiyye üzerine etvâr-ı seb'aya dâirdir. Bu silsilede ismi mezkûr zevât-ı kirâm ile birlikte Tekirdağ'da medfûn oldukları kuvvetle tahmîn olunur. İrtihâli 1215/(1800)'tir.

Üsküdar'da Selîm Ağa Kütüphânesi'ndeki tomârda iki Hâmid-i Kırîmî mezkûrdur : Birincisi, 231. sahîfede mezkûr Kırîmî, Muhammed-i Fakrî'den evveldir. İkincisi, Seyyid Ahmed Efendi'den sonradır; "Hâmid-i sânî" diye mezkûrdur. Hâmid-i Bî-nevâ, birinci Hâmîd olsa gerektir. 

Tekirdağ'a gittiğim zamân, ahâlîyi zevk-ı tarîkattan uzaklaşmış; onları neş'e-i tarîkatla mütezevvık etmeğe muktedir sâkî-i şarâb-ı vahdet, insân-ı kâmilin oradan çekilmiş olduğuna muttali' oldum. Birkaç dergâh varsa da onların şeyhlerini, bukelamun gibi, yetmiş renge boyanmış, mesleğinden, mezhebinden bî-haber, merâsim-perver adamlardan ibâret gördüm. Onların bu hâli, halkın cehâletini yek-dîgerine inzimâm edince Tekirdağ'da tarîkata ve eâzım-ı meşâyıha hürmetin mahv olmuş olmasını pek tabîî buldum. Bir zamânlar vücûdlarıyla o beldeye zînet-bahş olan evliyâu'llâh'ın ne kabirleri, ne taşları, ne türbeleri, hiç bir şey kalmamış; dil-hûn oldum.

Tarîkatlar insânlar için en mükemmel bir zâbıta-i mânia-i ahlâkıyye, ehl-i îmân için muhâfaza-i âdâb-ı şerîat noktasından en metîn bir kal'a-i âhenîn idi. Onun ulviyyetini, kudsiyyetini bildirecek olanlar müteşeyyihler değil, insân-ı kâmil olan şeyhlerdir. Müteşeyyihler seyr ü sülûktan bî-haber olunca, ne sohbetten, ne hizmetten gâfil bulununca hâsıl olacak netîce felâkettir. Başka ne olabilir?

                        Yansın o gönül âteşe bu hâle ki yanmaz

                        Kör olsun o gözler ki bu dem kana boyanmaz

اللهم اجعلنا من العاشقين السالكين الذاكرين لاتجعلنا من الغافلين.[64]

/233/ Şeyh Muhyî Efendi

233. sahîfede terceme-i hâlini yazdığım Şeyh Bâyezîd-i Rûmî halîfesidir. 946/(1539)'da irtihâl-i dâr-ı naîm eyledi. Devâirü'l-Maârif  nâmında eseri ve eş'ârı vardır. Şu beyit on dîvâna bedeldir :

                        Kendi hüsnün hûblar şeklinde peydâ eyledi

                        Çeşm-i âşıkdan anı döndü temâşâ eyledi[65]

           

Şeyh Abdülhâlık el-Mısrî

Nûreddîn-zâde kolundan gelen meşâyıh-ı kirâmdandır. Fâtih'de Millet Kütüp-hânesi'nde Râşid Efendi Kütüphânesi'nden müdevver kitâblar fihristinde, 492 numarada Vâridât-ı Şeyh Mısrî diye bir eser vardır ki, bu zâtındır. Çok kimseler yanlışlıkla Hz. Mısrî-i Niyâzî'nin farz etmişlerdir. Halbuki bu zâtındır. Pâdişâh-ı zamânın mazhar-ı i'tibârı olmuş bir zât olup, sorulan suâllere cevâb tarzında yazılmış birçok mektûbâtı hâvî bir nüsha-i nâdire olup, hakâyık-ı tasavvufiyyeyi câmi' mühim bir eserdir. Mütâlaasıyla şeref-yâb olmuştum.

Hâlen terceme-i hâline müsâdif olamadım. İnşâa'llâh onu da yazarım.

 

                         


KOCAMUSTAFAPAŞA SÜNBÜLÎ HÂNKÂHI

Sünbülî Tâcı  Vardır

            /234/   Bu tâc-ı Sünbül olmuşdur misâl-i tâc-ı "kerremnâ"

                        Anı giy aşk ile cânâ safâ bahşâ-yı "âmennâ"

Tepesi beyâzdır, sarığı yeşildir. Hz. Sünbül'ün sandûkası üzerindeki tâcın sarığı siyâhdır; alâmet-i kutbiyyettir. Esâsen umûm pîrân-ı ızâm için siyâh sarık isti'mâl olunagelmiştir. Siyâh, aslü'l-elvân olup, Ka'be-i Muazzama'nın örtüsünün de siyâh olması bu sırra işârettir.

           

Müstakîm-zâde Tâc Risâlesi'inde yazarlar ki :

 

"Çelebi Halîfe hulefâsından olan dâmâdı ve câ-nişîni kutbu'l-vâsılîn ve gavsü'l-kâmilîn Yûsuf Sünbül Sinân cenâblarına, bir müşâhedelerinde, Cenâb-ı Mevlânâ Celâleddîn'in rûhâniyyeti zuhûr edip, "Senin tâcın sâir tâclar meyânında mümtâz olsun." deyip, dü-dest-i inâyetleriyle etrâf-ı kisveyi lems eyledikte, dört kıt'a farz olunan târik-i tâc, onların hüsn-i himmetleriyle sâirlerinden teferrüd ve imtiyâz peydâ olmuştur. İmdi tâc-ı Sünbülî sâir Halvetiyye tâcları gibi değildir."

/235/(Sünbülî Hânkâhı) :

(Hânkâh-ı Sünbülî Resmi var )

İşbu resim hânkâh-ı feyz-iktinâh-ı Sünbülî'yi musavverdir. Züvvârın müteveccih olduğu pencere Hz. Sünbül Sinân efendimizin türbesinin muvâcehe penceresidir. Orta yerdeki kafes, İmâm Zeynelâbidîn efendimiz kerîmelerinin medfen-i pâkidir. Onun sağ tarafındaki binâ, târîhî ağacı muhâfaza için yapılmış bir şeydir. Onun arkasındaki uzun binâ, tevîd-hâne ve ittisâlindeki, câmi'-i şerîfdir.

Demir kafes derûnunda İmâm Zeynelâbidîn hazretlerinin iki kerîmesi medfûn olduğu merviyyâttandır. Bunlar Emevîlerin zulm ü udvânından dolayı terk-i dâr u diyâr etmek üzere karâr vermişler. İstanbul fethine gelen ashâb-ı kirâm berâberinde bulunup ve orduya arz-ı hıdmet yüzünden müsâb olup, bu makâmda ihtiyâr-ı ikâmet eylemişler imiş. O zamân Rûm tekfûru, gûyâ bu iki sultânı iki oğluna almak isteyip, cevâb-ı muvâfakat vermeleri için kırk gün mühlet vermiş. Onlar bu işe, bi't-tab' rızâ-dâr olmayıp bu müddet zarfında hayât-ı müsteârdan tecerrüd etmek üzere, dergâh-ı ilâhîden tazarru'da bulunmuşlar ve nezd-i ilâhîde karîn-i kabûl olup, rûh-ı pür-fütûh-ı âlîleri âlem-i ılliyyîne pervâz eylemekle, berâberlerinde bulunan ve ashâbdan Hz. Câbir'in harem-i muhteremleri olan muhaddere-i ismet tarafından her ikisi gasl olunarak, bu kafesin olduğu mahalle defn olunmuşlardır. İmâm Suyûtî'nin bu bâbda rivâyeti var imiş. İstanbul'un fethine kadar gayr-i ma'lûm bir hâlde kalmışlar. Cemâl-i Halvetî veya Sünbül Sinân hazerâtı zamânında keşfen meydâna çıkarılmışlardır. Alâ-rivâyetin Hz. Sünbül, irtihâlinde bu iki gevher-i ismetin ayak ucuna defnini vasıyyet buyurmuşladır.

/236/ Kütüb-i tevârîhda buna dâir îzâhât yoktur. Rivâyet ettiğim keyfiyyet ağızdan ağıza intikâl etmiş bir şeydir. Görünen şekildeki türbeyi Sultân Mahmûd Hân-ı sânî binâ eylemiş ve devr-i Abdülhamîd Hân-ı sânîde tezhîb olunmuştur. Kafesin etrâfında şu beyitler enzâr-ı kâriîne müsâdif olur :

                        Kafes yâ hû tehîdir sanma etrâfında bu câyın

                        Müşebbek âşiyân-ı tûtiyân-ı bâğ-ı cennetdir

                        Viren feyz ü şeref bu gül-sitân-ı cennet-âsâya  

                        İki gül-gonca-i pâkîze gül-zâr-ı siyâdetdir

                        Şehîd-i Kerbelâ Sultân Hüseyn'in duhterânından[66]    

                        İki sultân medfûn olduğu bunda rivâyetdir

                       

                        Bu câya ihtirâmı Gâzi Hân Mahmûd-ı Adlî'nin

                        Delîl-i yümn ü tevfîkı saâdetdir kerâmetdir

                        Bu câ-yı pâki tezyîn itmeden ol kutb-ı devrânın

                        Murâdı hânedân-ı Mefhar-ı kevneyne hürmetdir

                        O hâkân-ı kerâmet-şân u ârif şâh-ı âgâhın

                        Bu hıdmetde muvaffak olduğu bî-rayb u minnetdir

                        Ola sad-sâl ma'mûr u muammer taht-ı âlîde

                        Vücûd-ı lâzımü'l-mevcûdu Mevlâ'ya emânetdir

            Bu kafesin dört köşesinde birer çeşme vardır. Susamış olanlar, bu çeşmelerden teskîn-i atşân ederler. Cum'a günleri, vakti gelmiş de yürüyemeyen çocukları, kısmeti zuhûr etmemiş kızları buraya getirirler; salâ verilirken bu kafesin etrâfında tavâf ettirirler. Kısmetli arayan kızlar, kapalı musluğu açar geçer. Dîgeri kapar, arkadaki açar. Hulâsa-i kelâm salâ verilinceye kadar bu hâl devâm ederdi. Musluğu açması tâliinin güşâde olmasına, suyun cereyânı ikbâlinin su gibi üzerine cârî olması temennîsine alâmettir.

Vaktiyle halkın bu yolda i'tikâdı pek kavî idi. Zamânımızda eskisi gibi rağbet yoktur. Kızlar şimdi ma'neviyyâttan ziyâde mâddiyyâta müteveccih olup, ekseriyyetle ve fesâd-ı ahlâk te'sîriyle âsitân-ı ehlu'llâh'dan rû-gerdân olmuşlardır. (اللهم اختم عواقبهم بالخير)[67]

/237/ Resimde görünen kuru ağacın medâr-ı istinâdı olan binânın pencereleri üzerinde levhâlarda şu beyitler okunur :

                        Zihî şâh-ı rusül neslinden iki gevherîn-vâlâ

                        Hemîşe bu makâma rûhları oldu şeref-efzâ

                       

                        Ne hoş gül-goncalar gül-zâr-ı cennetden açılmışdır

                        Bu sünbül-zâra bûy-efşân olmuş dû-melek-sîmâ

                        Hüseyn hazretleri duhterlerinden Fâtıma Zeyneb[68]    

                        Behişt-âsâ olur medfenleri câna ferah-bahşâ

                        İki sultân-ı zî-şân ile pîre istinâdından

                        Bu bir zencîrli servidir kıyâm üzre durur hâlâ

                       

                        Görünür hoşk zâhirle olur bâtında tevhîdle

                        Kıyâm u hem kuûd  zikrin sanursun eylemiş ihyâ

                       

                        Gül ü reyhân sünbül ya'ni kabrinden olur zâhir

                        Meşâmm-ı câm-ı uşşâkı ıtır-nâk eylemiş cânâ

                       

                        Yüzün sür ravzasına hâkin al hem tûtiyâ eyle

                        Açıla çeşm-i cânın cânile hakkı ola bînâ

                       

                        Gelür bu sünbül-istândan hemâra cân-ı uşşâka

                        Hemân rûhânî cismânî nice hâlet olur peydâ

                       

                        Behey sûfî sakın devrân-ı pîri eyleme inkâr

                        Mukırr ol ism-i Hû'dan devre gir ol âşık-ı şeydâ

                       

                        Melekler zikr-i Hak'la havl-i arşı oldular "hâffîn"

                        Oku nazm-ı celîlden âyet-i devrânı tafsîlâ

                       

                        Bu dergâh-ı muallâya hele âdâb ile gir çık

                        Dolu ervâh-ı kudsiyyân ile hâlî değil hâşâ

                       

                        Tarîk-ı Halvetî'nin âsitânıdır bu hânkâh (ki)

                        Şeb ü rûz menba'-ı feyz oldu Koca Mustafâ Paşa

                        Kabûle hemm-i erenler bu câda olalı mihmân

                        Okudum Mesnevî her Cum'ada bâ-sırr-ı Mevlânâ

Mesnevî-hân İlmî Efendi merhûmundur.

Bu görünen kuru servi ağacının üzerine zincîr dolanmıştır ki, ağaç /238/ dalları kırılıp birinin başına düşmesin diye yapılmış, bir tedbîr-i ihtiyâtîden ibârettir. Bu zincîr münâsebetiyle beyne'n-nâs, "Zincîrli Servi" diye meşhûrdur.

Bunun hakkında pek çok rivâyetler vardır : Gûyâ Hz. Dâvûd (aleyhi's-selâm) zamânından kaldığı için i'tinâ edilmiş imiş. Hakîkatinden haber-dâr olmak için ricâl-i Sünbüliyye'den pek çok zevâta sordum. Onlar da bî-haberdirler. Bunun her hâlde bir aslı olacaktır.

Servi, o iki dürre-i ismetin baş ucuna rast gelir. Belki alâmet-i mahsûsa olmak üzere o zamân dikilmiştir. Ancak bunun binüçyüz senelik bir mes'ele olacağına göre, o kadar bir zamânda ağacın çürüyüp mahv olmadan durmasına akıl erdirilemez. Hele "Hz. Dâvûd (aleyhi's-selâm) zamânından kalma" denilmesi tamâmen efsânedir.

Dîger bir rivâyet var : Hz. Sünbül zamânında bu servi kurumamış. Cenâb-ı Pîr, bunun dibinde Hızır (aleyhi's-selâm) ile görüşmüş ve buna ta'zîmen ahlâf, alâ-tarîkı't-teberrük hüsn-i muhâfazasına i'tinâ edilmiş imiş. Bu rivâyet bir dereceye kadar mevki'-i kabûl bulur.

Ağaç, mürûr-ı zamân ile ziyâde meyl etmiş olduğundan, bundan otuz sene evvel meşe direkle tersîn olunmuş idi. 1340/(1922) senesinde, bir fırtınalı gecede ağacın yarısı yere düşmüş idi. Birkaç ay mukaddem, birazı daha kopmuş, düşmüştür.

Her zamânda her hakîkatı kayd u zabt etmenin ne büyük fâidesi olduğunu şu hâl dahi isbât eder. Âsitâne-i Sünbüliyye'de gelip geçen ricâlu'llâh, bahr-i tevhîdde müstağrak olduklarından, onların böyle şeylerle iştigâl-i vakt bulamamaları pek tabîî olup, ancak o âsitâneye râbita-i muhabbetle merbût olanlar arasında bunu tedkîk ü kayd edenler bulunabilirlerdi. Şu hakîkat, ihmâlin kurbânı olmuş, bizlere mechûl kalmıştır. Öyle bir âsitânede hizmet-kâr ve oraya nisbetle pür-iftihâr olan bir zâtın, oradaki esrâr-ı hakâyıktan haber-dâr olamayarak birtakım efsânelere kendini peyrev etmesine de hayret edilmek îcâb eder.

Hânkâhın olduğu mahal hakkında ma'lûmât :

Kocamustafapaşa Câmi'-i şerîfi semâ'hânesinin olduğu mahal Hıristiyanlarca vaktiyle bir mevki'-i mukaddes imiş. "Ayos Andreas" nâmı verilir imiş. Bidâyeten burası câmie tahvîl edilmiş ise de Koca Mustafa Paşa merhûm bunu yıktırıp, yerine hâlen mevcûd binâyı yaptırmıştır. O zamân Şeyhü'l-İslâm bulunan Efdal-zâde /239/ Hamîdeddîn Efendi şu manzûme-i târîhiyyeyi söylemiştir :

إن فى العهد دولة السلطان

بايزيد المظفر الأعلى

عبده صاحب التقى الخير

مصطفى ذو المناقب الأعلى

قد بنى جامعاً لوجه الله

خالصاً لا بسمعة وريا

وقد اختار فيه للتاريخ

مسجدى أسس على التقوى[69]

                                                                                   895/(1490)

Aradan bir zamân geçtikte Ekmekci-zâde Ahmed Paşa tarafından semâ'hânenin sağ tarafına câmi'-i şerîf kadar bir mahal ilâve ve binâ inşâ olunmuştur ki, 1000/(1592) târîhine müsâdifdir.

İdrîs-i Bitlîsî de şu târîhi söylemiştir :

هذه بقعة مباركة

أسست حسنه مبانيها

رتبت فى ظلال سلطان

ما رأى الدهر قط ثانيها

بايزيد أفاض مرحمته

كل قاض بها ودانيها

قد بناها وزيره صدقاً

أسهر اللفظة معانيها

مصطفى الخلق أصفى رتباً

لم تجد رتبتاً تدانيها

هاتف صاخ فى مورخها

رب أوصل ثواب بانيها[70]

Bu ebniye-i mübâreke teferruâtı zamân zamân müşrif-i harâb oldukca salâtîn-i Osmâniyye ta'mîr ve ihyâsına hasr-ı gayretten geri durmamışlardır.

Sultân Mahmûd ve Sultân Abdülmecîd zamânlarında mükemmelen ta'mîr olunduğu gibi, 1309/(1891-92) hareket-i arzında ziyâde rahne-dâr olduğundan, Sultân Abdülhamîd Hân-ı sânî tarafından mücedded denilecek derecede ihyâsına sarf-ı nakdîne-i himmet olunmuştur. Hânkâhın cidârındaki iki manzûme-i târîhiyye şöyledir :

                        Şehin-şâh-ı muazzam Hazret-i Sultân Mahmûd Hân

                        Kerâmet-pîşe hayr endîşe kutb-ı devlet-i dünyâ

                        Hilâfet tahtına zîver hakîkat milkine server

                        Tarîkat sırrına mazhar cihâna sâye-i Mevlâ

                        Tekâyâ vü zevâyâ sâyesinde  olmada ma'mûr

                        İnâyâtı kulûb-ı ehl-i zikri kılmada ihyâ

/240/               Biri bu hânkâh-ı Mustafâ Paşa ki çokdandır

                        Harâb idi yapıldı himmetiyle oldu pek a'lâ

                        Tarîk-ı Sünbülî'dir şâh-râh-ı gülşen-i tevhîd

                        Harîm-i sırr-ı pâk-i Hazret-i Sünbül budur ammâ

                        Hevâ-yı Sünbülî'si feyz-i rahmetdir bu gül-zârın

                        Vezândır sû-be-sû enfâs-ı kudsiyye nesîm-âsâ

                        Durur bu bâğ-ı aşkın sâyesi zincîr ile beste

                        İder bir şemmesi böyle hezâr âzâdeyi şeydâ

                        Bu dergâh-ı şerîf oldukca Yâ Rab ma'bed-i İslâm

                        Cihâna kıble-gâh-ı hâcet olsun şâh-ı adl-ârâ

                        Buyurdu hıdmet-i inşâya husrev bendesin me'mûr

                        Urur ser-asker-i mansûra destûr himem pîrâ

                        İki târîh çekdim ben de pertev silk-i imlâya

                        Olup gevher-şumâr-ı sübha-i manzûme-i ma'nâ

                        Makâm-ı ârifândır eyledi Mahmûd Hân inşâ

                        Sezâ bu zîb u ferre Hânkâh-ı Mustafâ Paşa

                        مقام عارفاندر ايلدى محمود خان انشا

                        سزا بو زيب ف وفره خانقاه مصطفى پاشا

                                                    *   *   *

                        Sezâ bey'at iderse dest-i iclâle tutup şâhân

                        Kerâmetle olur bak şevket ü şânı cihân-ârâ

                        Bu dergeh Bâyezîd Hân-ı Velî asrında yapıldı

                        Cemâl-i Halvetî'ye oldu akdem mesken ü me'vâ

                        Olup pîr-i tarîk nice dem irşâd idüp nâsı                                                                Vefâtında makâmın eyledi Merkez Efendi câ

                        Sinân Efendi kim bu hânkâha şeyh oldukda

                        Anı Sultân Süleymân eyledi şeyhu'l-harem vâlâ

                        Alâeddîn Kirâmeddîn ü Adlî nâm mürşidler

                        Meşîhatle bu yerde kıldı üçler gibi isti'lâ

                        Cenâb-ı kutb Nûreddîn Efendi bin Alâeddîn

                        Olup altmışdokuz yıl bu mahalde şeyh-i müstesnâ

                        Bu câda sonra Hâşim ibn-i Hâşim ibn-i Hâşim'dir

                        İden vefk-ı müselles-veş meşîhat nüshasın imlâ

/241/               Şehen-şâh-ı cihânın sâyesinde Şeyh Râzî'dir

                        Olan bu dergeh-i feyz-intimâda câ-nişîn hâlâ

                        Bu câye şeyh olan bunca zevât ervâhını Yâ Rab

                        Muîn kıl şâh-ı devrâna bi-câh-ı hâlet-i esmâ

                        Gül-i gülşen-serâ-yı saltanat Abdülmecîd Han'a

                        Kılan bu hânkâh-ı Sünbülî zîbende vü ihyâ

                                                                                   Sene : 1264/(1848)

Hânkâh-ı şerîfin havlısı (avlusu) ortasında demir parmaklıkla ayrılmış bir kabir vardır. Burada alâ-rivâyetin ashâb-ı kirâmdan iki zât ve rivâyet-i uhrâya göre Hz. Câbir'in harem-i muhteremleri medfûndur. Ziyâret olunur. Şeyh için harem dâiresi ve pîş-kadem ve zâkir başı ve dedegân için müteaddid hücreler vardır. Ulu bir âsitânedir.

BURADA RENKLİ ÇİÇEK MOTİFİ VAR



[1] Bu ibârenin hesaplanmasından 1152 çıkmaktadır. (H)

[2] Sefîne bu cildinin 118. sayfasındaki dipnotta burada geçen âyetlerin mealleri yer almaktadır. (H)

[3] "O'nun zâtından başka her şey yok olacaktır. " 28. Kasas sûrsi, 88. (H)

[4] Bu kelime metinde “söyleyesiz” şeklinde okunmaya daha uygun şekilde yazılmıştır. (H)

[5] "Bu bizim size hakkı söyleyen kitabımızdır.” 45. Câsiye sûresi, 29.

[6] "Onlar yalan yere şâhidlik yapmazlar ve boş, mânâsız sözle karşılaştıklarında vakarla geçip giderler. " 25. Furkân sûresi, 72. (H)

[7] Enîs Dede, sadrazam Koca Mustafa Paşa'nın şeyhi idi, ona işârettir.

[8] “… O, her an yeni bir ilâhî tasarrutadır.” 55. Rahmân sûresi, 29. (H)

[9] "Fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız." 17. İsrâ sûresi, 44. (H)

[10] "... Onu, aşağıların en aşağısına ittik... " 95. Tîn sûresi, 5. (H)

[11] "Ben ve ümmetimin müttakîleri, tekellüften berîdirler." el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, c.I, s.201'de, "Ben ve ümmetim... " şeklindedir. (H)

[12] “Ortalıkta zor bir işe kendimi kaptırdım; âşıklardan olayım diye duâ ettim.” (H)

[13] (كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ.  وَيَبْقَى وَجْهُ رَبِّكَ ذُو الْجَلَالِ وَالْإِكْرَامِ)  "(Yer) üzerinde bulunan her şey yok olacaktır. Yalnız Rabbinin, celâl ve ikrâm sâhibi yüzü (zâtı) bâkî kalacaktır. " 55. Rahmân sûresi, 26, 27. (H)

[14] “Cânı gösteren ayna senin parlak cemâlindir. “Eynemâ” kıble-gâhı senin şansız kaşındır.

Hak Nebî, bütün cihan halkına senin zâtını gösterdi. Böylece zâtın, ayan beyan bana da göründü.

Senin Zâtın, kâinâttaki her şey için  esas hedef oldu. Her cüz ve küllün cevheri, senin yarattığın madenden meydana geldi.

Evvel ve âhir, zâhir ve bâtın sensin. Senin bütün tecellin, seni ortaya çıkarmak içindir.

Âlemindeki bütün varlıklarla Senin şânın, ortaya çıkmıştır. Temâşâ etmemiz için senin sırların âşikar oldu.

Senin aşkın, rûhumuzda yüz gösterince, her nereye baksam orada Seni görürüm.

Gerçi Senin zâtını hiç kimse tam olarak tanıyıp bilemez. Senin varlığın her zorunlu olan şeyi âşikâr etmiştir.

Yer yüzü sofrası senin nimetlerinle baştan başa dopdolu olduğu halde, senin kulun dünyayı kazanmaktan el etek çekmiştir.

Ey kerem sâhibi! Senin gufrânına nâil olabilmek için cürmün lezzetini tatmak ister; tâ ki, Sezâî senin mağfiretine mahzar olsun ” (H)   

[15] "... O gün mülk (hâkimiyet) kimindir?..." 40. Gâfir (Mü'min) sûresi, 16. (H)

[16] "... Şübhesiz, kahredici bir tek Allâh'ın." Aynı âyet. (H)

[17] "Allah, hak olanı söyler ve doğru yola iletir." 33. Ahzâb sûresi, 4. (H)

[18] “Senin varlığın başkasıyla kıyaslanmayacak bir günahtır.” (H)

[19] 33. Ahzâb sûresi, 4. (H)

[20] Târih ibâresinin hesaplanmasından 1204 çıkmaktadır. (H)

[21] (كوكل)    =   76       (آيينه)    =  76

(نقشبند)   =   56

(عبد)    =  76     (كناه)    =   76

(عفو)   = 156    (قيوم)    =    156

(عشق)   =  407

(عطا)   =   80      (حسيب)   =  80

[22] “İrşâdım için benim şöyle bir beklentim var : Ben varlıkta bakâ istemem, ammâ gönül fenâyı arzu eder.

Ben “illâ” sûretinde rihleti meslek ittihâz ediyorum. Ne var ki, benim irşad rahlem “lâ”nın duruşunu bana gösteriyor.” (H)

[23] Bu ibârenin hesaplanmasından 1266 çıkmaktadır. (H)

[24] Bu zât Lebîb Hüseyin Efendi olacak. Anadolu kuzâtından idi. Tarîk-ı Sa'diyye'den Şeyh Şâmî İbrâhîm'den feyz almıştır. İstanbul'da 1181 Zilka'desinde (Mart-Nisan 1768) vefât edip, Üsküdar'da Seyyid Ahmed Deresi'nde defn olunmuştur. (Rahmetu'llâhi aleyh)

[25] “Rahmân arşı istîvâ etti.” 20 Tâhâ sûresi, 5. (H)

[26] “İstivânın mahiyeti bilinmez değildir, ancak akıl onun keyfiyetini idrâk edemez. Ona îmân etmek vâcib ve o konuda soru sormak da bid’attır.” (H)

[27] "İster yerli olsun, ister dışardan, herkes eşittir. " 22. Hac sûresi, 25. (H)

[28] "Allâh'ın sana iyilik ettiği gibi sen de iyilik et." 28. Kasas sûresi, 77. (H)

[29] "Rubûbiyyet sırrını ifşâ etmek küfürdür." (H)

[30] “Sen Allah’ın yarattıklarını bırak; çünkü senin yolundaki engel onlardır. Eğer sen Allah’ı istiyorsan, kullarla işin ne?” (H)

[31] "Nûn. Kalem ve onunla yazılanlara yemin ederim ki... " 68. Kalem sûresi, 1. (H)

[32] "Ne tarafa yönelirseniz, Allâh'ın vechi oradadır..." 2. Bakara sûresi, 115. (H)

[33] "..Rabbine dön... " 89. Fecr sûresi. 28. (H)

[34] "...O'ndan başka her şey yok olacaktır..." 28. Kasas sûresi, 88. (H)

[35] Bu manzûmenin vezninde çok bozukluklar vardır. (H)

[36] "Her nefis ölümü tadıcıdır. " 3. Âl-i İmrân sûresi, 185. (H)

[37] "Allâh, emânetleri ehline vermenizi emreder..." 4. Nisâ sûresi, 58. (H)

[38]Salât-ı Nûr-ı Zâtî, Ebu'l-Hasan eş-Şâzelî'ye âittir. Allah ondan râzı olsun ve bu salât (duâ) ile bizi faydalandırsın.

Ey Allah'ım! Salât ü selâm, nûr-ı zâtî olan efendimiz Muhammed (aleyhi's-selâm)'a olsun. Nûr-ı zât, yani hiç bir madde olmadan kâinâtı yaratan Allah'ın nûrudur. Çünkü O, bütün yaratılmaşların maddesi ve varlık âleminin anahtarı durumundadır. Nitekim bu konu Câbir hadîsinde geçmiştir : es-Sır, cehrin zıddıdır. es-Sârî, bütün seyirleri geçip yol kat edendir, yani diğer bütün varlıklarda geçerli demektir. el-Esmâ, yani müsemmâ ve sıfatları itibariyle varlıkların isimleri demektir. Es-Sıfat da yine mahlûkatın sıfatlarıdır. Bu durumda mânâ şöyle olur : el-Muhammed, yani varlıkların bizzat kendilerini ve bütün sıfatlarını içinde bulundurandır. Burada, muhtemeldir ki, Allah'ın isimleri ve sıfatları kasdedilir. Böylece mânâ isimlerin ve sıfatların tecellî ettiği yer demek olur. Allâh'ın isimlerinden ve sıfatlarından hiç bir isim yoktur ki, Hz. Peygamber vatısasıyla elde delmiş olmasın. Her iki mânâ da sahihtir; ancak tercih edilen umum ifâde etmesidir. O, dünyevî olsun uhrevî olsun, mahlûkâtın bütün zât ve sıfatlarına ulaşan demektir. Çünkü o, Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellî ettiği zâttır.”  (H)

[39] "Doğum yeri itibâriyle Kayserili, mezheb itibâriyle Hanefî, sülûk itibâriyle Gülşenî ve meşreb itibâriyle Melâmî olan Osmân b. Osmân der ki... " (H)

[40] 1331'de işinden ayrıldığı belirtildiğine göre, ölüm tarihinin 1329 olması mümkün değildir. Bu tarihlerden birisinin yanlış olması gerekir. (H)

[41] "...Ona katımızdan bir ilim öğrettik...." 18. Kehf  sûresi, 65. (H)

[42] "Rablerinden korkanlar da, bölük bölük cennete sevk olunurlar..." 39. Zümer sûresi, 73. (H)

[43] "Rabinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et. Onlarla en güzel bir şekilde münâkaşa et... " 16. Nahl sûresi, 125. (H)

[44] "Ashâbım yıldızlar gibidir. Onlardan hangisine uyarsanız, hidâyete erersiniz. " el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, I, 132.

[45] "Ben ilmin şehriyim, Ali onun kapısıdır. " Tirmizî, Sünen, Menâkıb, 3. (H)

[46] "Hikmeti ehlinden başkasına vermeyiniz, yoksa ona zulmeder. Ehli olandan da onu sakınmayınız; aksi takdirde onlara zulmetmiş olursunuz. " Aynı mânâda hadis için bkz. Dârimî, Sünen, Mukaddime, 34. (H)

[47] “Hû Hû dedi ve vaktin efendisi Mahmûd öldü.” (H)

[48] Burada, metin sonunda Şeyh Hâfız Mustafa Zevkî Efendi’nin mührü vardır. (H)

[49] Bir başka nüshada bu beyit şu şekildedir : Kıldı binüçyüz yirmi dokuzunda rıhleti

[50] "...Allâh'a sığının..."  51. Zâriyât sûresi, 50. (H)

[51] Allah'ın aşkı benim yârımdır, cânımdır, cânânımdır. Güzel kokulu saç benim akl-ı perîşânımdır. Evvel sensin, âhir sensin, zâhir sensin, bâtın sen. Şu ve bu sensin, sultânım sen. (H) 

[52] Efendi babamız Uzunköprü'de olduğundan, o mektûb ona hitâben yazılmış idi.

[53] "Ruhlar bir araya toplanmış askerler, ordu gibidir; onlardan birbirini tanıyanlar hemen kaynaşırlar, birbirinden hoşlanmayanlar da ayrılıp giderler." Buhârî, Sahîh, Enbiyâ, 2; Müslim, Sahîh, el-Birr, 159; Ebû Dâvûd, Sünen, Edeb, 16. (H)

[54] "Bana doğru gel, ey oğul! " (H)

[55] Molla Gürânî Câmii mukâbilinde Pîrî Paşa merhûmun hayrı olan zâviyede kendi ve oğlu Şeyh Muhammed, şeyh olmuşlardır.  Şeyh Muhammed, Emîr Buhârî şeyhi iken vefât eyledi.

[56] "(Ey Muhammed!) Senin göğsünü açıp genişletmedik mi? " 94. İnşirâh sûresi, 1. (H)

[57] Burada sayfa numarasının 235 olması gerekirken yazar kendisi geri dönerek sayfa numarasını tekrar 225'ten başlatmış ve sayfa numaraları cildin sonuna kadar bu şekilde devam etmiştir. Biz yazarın bu tasarrufunu değiştirmedik. (H)

[58] Zeyli yazan Atâullâh Efendi olup, Nev'î merhûmun oğludur. Râgıp Paşa Kütübhânesi'nde 1011 numarada 421. sahîfede terceme-i hâli vardır. Bir de Zey-i Zeyl-i Şakâyık  vardır ki, Uşşâkî-zâde'nindir. Onun da numarası 1009'dur. Nâdirü'n-nüshadır; o kütüb-hânededir.

[59] İbarenin hesaplanmasından 900 çıkmaktadır. Bu tarih yanlıştır. Çünkü Nev'î'nin doğum tarihi 940'dır. Târih ibâresi Osmanlı Müellifleri’nde “âhirü’l-kelim” (آخر الكلم) şeklindedir. Ancak ondan da 922 çıkmaktadır. (H)

[60] “Sûret erbâbının rengi, mânâ erbâbının kokusu ve bu âlemin baharının güzelliği ruh ve canı tâzeler.” (H)

[61] (فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ) "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol... "  11. Hûd sûresi, 112. (H)

[62] (كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ إِلَّا وَجْهَهُ)  "...O'ndan başka her şey yok olacaktır... " 28. Kasas sûresi, 88. (H)

[63] Bu ibarenin hesaplanmasından 1018 çıkmaktadır. (H)

[64] "Ey Allâh'ım! Bizi âşıklardan, Senin yoluna girmişlerden, zikredenlerden eyle. Gâfillerden eyleme." (H)

[65] Bu beyit daha önce, redifi “eyledin” şeklinde olmak üzere Şeyh Bâyezîd-i Rûmî’ye ait olarak yazılmıştır. (Sefîne, s. 234). (H)

[66] Târîh ile tevfîk kabûl etmez.

[67] Allâh’ım! Onların âkıbetlerini hayırla sonlandır.” (H)

[68] Kat’iyyen yanlıştır.

[69]    Muzaffer ve yüce sultan Bâyezîd devrinde, onun kölesi olan ve birçık menâkıbı bulunan, müttakî ve hayır sâhibi Mustafa, her türlü riyâdan uzak, sırf Allah rızâsı için bir câmi yaptırdı.

         Bu câmiin yapımı için şu târihi söyledi : Benim mescidim takvâ üzere yapılmıştır. (H)

[70] “Bu mübârek mekânın binâları ne güzel tesîs olunmuştur.

         Burası sultanın gölgesinde döşenmiştir ki, asır, onun bir benzerini aslâ görmemiştir.

         Bâyezîd, burada herkese merhâmetini göstermiştir.

         Burayı sultanın veziri doğruluk üzere binâ etmiştir.

         Bu Mustafa’nın ahlakı Hz. Peygamber’e benzer, onun bu derecesine ulaşacak kimse yoktur.

         Bu bunânın târihi için hâtiften bir ses geldi : Yâ Rab! Bunu yaptıranın sevâbını kendine ulaştır.” (H) 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar