Sefîne-i Evliyâ Evliyâ-yı Ebrâr Şerh-i Esmâr-ı Esrâr 5
SÜNBÜLÎLER FASLI
/242/ CENÂB-I PÎR-İ DEST-GÎR YÛSUF SÜNBÜL SİNÂN
Ey mahrem-i esrâr-ı Hudâ Hazret-i Sünbül
Ey bülbül-i gülzâr-ı bakâ Hazret-i Sünbül
Ey mahzen-i irfân u vefâ Hazret-i Sünbül
Ey derd-i mürîdâna devâ Hazret-i Sünbül
Hz. Sünbül nâm-ı latîfi yâd olundukça kalb-i fakîrânem
ihtizâza gelir. Ezelî bir muhabbetin ebedî bir âşinâlığın mahsûlü olmak lâzım
gelen bu hâlin lisân-i kâl ile tasvîre sığmaz. A'mâk-ı rûhumdan kopup gelen
sürûşân-ı aşk ile onu medh edebilmek için bahse nereden başlayacağımı ta'yînde
ızhâr-ı âsâr-ı hayret ederim. İsmi gibi kendi de güzel, cismi gibi râyiha-i ma’neviyyesi
bî-bedel olan o sultân-ı urefânın bâb-ı ihsânında boynunu bükmüş bir gedâyım.
Nesîm-i feyzi her dakîka dil ü cânımı okşar. Onun şefkat ve kerem ve merhameti
öz babanın şefkat ve kerem ve merhametinden kıyas kabûl etmeyecek derecede bâlâ-terdir.
Ounun türbe-i latîfesini henüz kundakta iken başlayan ziyâretim
sinnimin terakkîsi nisbetinde kalb-i
dervîşânemde ne derin intibâ'lar bırakmış ki o muhteşem merkad-i mübârekinin
azameti, o sandukanın ve siyâh destârlı tâc-ı münîfinin menkûş-ı hâtıra-i dâimem
olan câzibe-dâr heybeti her gün, her dakîka pîş-gâh-ı hurmet ü hasretimde
revnak-efzâdır.
Çocukluk hayâtında Sünbül isminden istidlâlen türbe
pencerdesinin önünde iken içeriden sünbül kokusu gelecek diye koklar, hakîkaten
sünbül kokusu alırdım. O hâl ne derece cânıma te'sîr etmiş ki, şeyhûhate
teveccüh eden bu hâlimde bile o neş'e-i tufûliyyetin bakıyye-i âsârını görerek
o kokudan hisse-mend oluyorum.
Meşâmm-ı cânımı ta'tîr iden bû-yı latîfindin
Serîr-i kalbime zînet viren cism-i şerîfindir
Hakâyık mülkünün kutb-ı ferîdi Hazret-i Sünbül
Bu abd-i ahkarı meftûn iden isr-i nazîfindir
Her ne zamân ziyâretini kasd etsem o dakîka hayâlât-ı
latîfesi cânıma te'sîrini gösterir.
/243/ Ravza-i irfânına yaklaştıkca teheyyücât-ı kalbiyyem yüz
gösterir, huzûr-ı saâdetine vuslatta kendimden geçerim. Vüs'at-i tasarrufiyle
bu abd-i rû-siyâhını şeydâlık âleminden kurtarır. Selâmet-i huzûr ile neş'e-yâb
eyler.
Ey kâfile-i hâfile-i tarîkat u hakîkatın serdâr-ı kerâmet-gerdârı
Hz. Sünbül! Senin âşıkın, bende-i sâdıkın olan Vassâf-ı bî-evsâfına esrâr-ı
feyzini ihsân et. Onu uluvv-ı himmetinle bu girdâb-ı mâ-sivâdan çek, kurtar.
Zümre-i nâciye-i makbûleye idhâl et. Sen Hz. Vâhibü'l-âmâlin mergûbu, cenâb-ı
risâlet-penâh-ı a'zamın makbûlü bir veliyy-i zî-şânsın, makâm-ı nâzdasın. Her
sözün mazhar-ı hüsn-i kabûl olur. Bâb-ı in'âmına gelen bir fakîri reddetmek
senin şânından değildir. (وَأَحْسِن كَمَا أَحْسَنَ اللَّهُ إِلَيْكَ)[1]
Destûr Yâ Hz. Pîr
Gavs-ı
yektâ-yı zamândır Hazret-i Sünbül Sinân
Nûr-ı
çeşm-i âşıkândır Hazret-i Sünbül Sinân
İlm-i zâhir ilm-i bâtın
menbaı olmuş idi
Muktedâ-yı
ins ü cândır Hazret-i Sünbül Sinân
Va'z
u tefsîrde nazîrsiz âlim ü fâzıl idi
Mürşid-i
hikmet-zebândır Hazret-i Sünbül Sinân
Merkad-i
pâkinden envâr rû-nümâ olmakdadır
Rûşenâ-yı
bahş-ı cândır Hazret-i Sünbül Sinân
Gel
huzûr-ı pâkine ta'zîm ile âşık isen
Mültecâ-yı
âşıkândır Hazret-i Sünbül Sinân
Bû-yı
rûhâniyyeti uşşâkı mest itmekdedir
Sünbül-i
bâğ-ı cinândır Hazret-i Sünbül Sinân
Gönlümü
dâim füyûzıyla münevver eyliyor
Feyz-bahş-ı
ızz ü şândır Hazret-i Sünbül Sinân
Öyle
bir pîre muhabbetle gönül oldu fahûr
Bir hayât-ı câvidândır
Hazret-i Sünbül Sinân
Hâsılı
bir mürşid-i irfân-penâh âlî-tebâr
Dest-gîr-i
sâlikândır Hazret-i Sünbül Sinân
Âsitân-ı
Sünbülî'nin oldu Vassâf çâkeri
Mürşid-i
bî-çâregândır Hazret-i Sünbül Sinân
(Bu manzûme) Levha hâlinde
türbe-i muazzama-i Hz. Sünbül'de âvihte-i mevki'-i ihtirâmdır. Cenâb-ı Hak
cümlemizi mazhar-ı şefâatleri buyursun. Âmîn bi-hurmeti nebiyyi'l-emîn.
Hz. Sünbül'ün terceme-i hâlinden
bahs edelim :
/244/ Tarîkat bâğında bülbül, zikr ü
tevhîd ile dâimâ eyleyen gulgul Hz. Şeyh Sünbül, meşâyıh-ı kirâm ve evliyâ-yı
ızâmdan bir zât-ı âlî-kadr olup, şu'be-i Halvetiyye'den olmak üzere Sünbülî
tarîkının vâzıı ve pîr-i muhteremidir.
İsm-i âlîleri Yûsuf, pederleri Ali, onun pederi Kaya Bey'dir. Lakabları
Zeyneddîn, şöhretleri ise Sünbül Sinân'dır. Hâfız Hüseyin-i Ayvansarâyî,
"Sinâneddîn" diye kayd etmiştir.
Maskat-ı re'sleri Merzifon'dur. İbtidâ-yı tahsîlleri
Merzifon'dadır. Ba'dehû Isparta'ya gelip, Efdal-zâde'den ve sâir ulemâdan
ulûm-ı âliye vü êliye tahsîl ile, ilm-i tefsîr ü hadîs taallüm etmiştir. Şerh-i
Mevâkıf'ı ezberine alacak derecede erbâb-ı dehâ vü irfândan olduğunu âleme
göstermeğe başlamıştı.
İstanbul'a geldiklerinde burada da tahsîle devâm ârzûsu
üzerine medrese-nişîn olmuşlardır. Fakat hangi medresede oturdukları hakkında âsâr-ı
eslâfda bir kayda dest-res olunamamıştır. Ancak İstanbul'da Samatya'da,
Arapkuyusu nâm mevki'de Hacıhüseyinağa Câmi'-i şerîfinin bir odasında, alâ-rivâyetin,
minberinin sağ tarafındaki köşede ikâmet ettikleri mütevâtirdir. Hattâ burası
elyevm Sünbülî tekkesi hâlindedir ki, müşârünileyhin o hâtırasını te'yîd ve
şahs-ı kıymet-dârına ta'zîm maksadıyla icrâ-yı âyîn-i tarîkata cilve-gâhdır.
Fi'l-hakîka azîm rûhâniyyete mâlik bir mahall-i ferah-fezâdır.
Menâsıb-ı ilmiyyeye münhemik oldukları bir sırada
tarîk-ı Halvetî'ye intisâb ile mâ-sivâdan i'râz buyurmuşlardır. Âtîde arz u
tafsîl edeceğim vak'a üzerine Cemâl-ı Halvetî hazretlerine intisâb edip, nice
seneler mücâhedât ve
riyâzât ile tasfiye-i bâtında bulunmuşlar ve zer-i sâfî olmuşlardır. Darb-hâne-i
aşk-ı ilâhîde, onun nâmına sikke-i tarîkat basılmış, kutb-ı devrân olduğu âleme
şâyı' olmuştur. Hz. Sünbül öyle bir sultân-ı
zî-şân-ı ma'nevîdir.
Ma'rifet
bâğı içre Şeyh
Sünbül
Açılup
olmuş idi san bir gül
Gül
gibi arz idince ruh-sârın
Her
gören olur idi hoş-bülbül
/245/ Hz. Sünbül, mukaddemleri
tarîk-ı sûfîye mu'teriz ve müteacciblerden idi. Şeyhe sûret-i intisâbları ve
"Sünbül" diye şöhret-yâb oluşları, pek güzel bir hâdisedir. Şöyle ki
:
Cemâl-i Halvetî hazretlerinin ahıbbâsından bir zât
Sünbül Efendi ile bir medresede bulunurlar imiş. Hz. Sünbül, arkadaşının sıkca
sıkca bir şeyhin meclisine gittiğini gördükte, "Acâib, sen böyle
zelle-bend-i sûfîlerden ne ümmîd ediyor da gidiyorsun, biz de bilsek."
diye latîfe yollu ta'rîzda bulunurlar imiş. Mukadderât-ı ilâhiyye, bir gün Hz.
Sünbül, arkadaşıyla yolda giderlerken Cemâl-i Halvetî hazretlerine tesâdüf
ederler. Hz. Sünbül, Hz. Cemâl'i ilk def'a gördüğünden, "Bu zât kimdir?"
diye sormuş. Arkadaşı, "İşte benim azîzim, şeyh-i âlî-himmetim budur."
diye göstermiş idi.
Hz. Şeyh siyâh amâme sarmış, siyâh cübbe
giymişlerdi. Onun câzibe-i hüsn-i cemâli, Hz. Sünbül'ü meczûb etmiş idi. Siyâh
amâme, siyâh cübbe, dil-firîb bir sîmâ, câzibe-dâr bir vaz', Hz. Sünbül'de insilâb-ı
ihtiyâra sebeb olmuştu. Meşhûr, "İnkâr ikrârı müstelzimdir."
Hz. Sünbül'de, o anda meyl ü muhabbet zuhûra geliverdi. "Mahbûb-ı Hudâ
olanı bir pîre çekerler." denilmesi ne büyük hakîkattir. İsti'dâd-ı
ezelî îcâbıdır.
Hz Sünbül, arkadaşıyla Hz. Şeyh'in peşine düşerler.
Meclis-i pür-enverlerinde hâzır olurlar. Esnâ-yı va'zda, lisân-ı hakâyık-beyânlarından
zuhûr eden esrâr ile ferah-yâb olmuş idi. Sevk-ı kelâm ile huzzâra hitâben Cenâb-ı
Cemâl, "Tâlib-i müsteiddi mürşide ister istemez vâsıl ve bir
nazarla maksûdunu hâsıl eylerler." buyurup, Hz. Sünbül'e bir nazar
eylemesiyle, derhâl dûçâr-ı vecd ü istiğrâk eder. Hz. Sünbül, dersin hitâmına
kadar hâl-i mestîde kalır.
Ne nazardır o nazar
toprağı altun eyler
O zamân Cemâl-i Halvetî hazretleri, huzzâra hitâben,
"Getürün benim münkir Sünbül'ümü, cübbesini ben kendi elimle giydereyim."
buyurmasıyla, derhâl huzûr-ı Hz. Şeyh'e ihzâr olunmuştur.
Hz. Cemâl'in bu sözünden istidlâl olunur ki, Hz.
Sünbül'de o ilk nazar netîcesi ne kadar şeydâlık zuhûr etmiş de, cübbesi
üzerinden düşmüş; onu Cemâl-i Halvetî giydirmiştir. İşte "Sünbül"
lakabı bu târîhden sonra alem oldu.
/246/ Huzûrda şeyhinin
mübârek elini öpmüş ve arz-ı bey'at eylemiştir.
Ne
bey'atdir bu bey'at kim bütün ins ü melek hayrân
O gece Hz. Sünbül, âlem-i menâmda, halk-ı âlem bir
kuyunun başına toplanmışlar, kimi kendi kovasıyla kimi âharının muâvenetiyle su
çıkarıyor. Hz. Sünbül de içmek murâd ediyor. Derhâl kuyunun suyu tereffu'
eyliyor. Kovaya ihtiyâc husûle gelmeden kana kana su içiyor görür. Ale's-sabâh,
huzûr-ı şeyhe varır. Bu rü'yâyı arz edince, "A benim Sünbül'üm füyûzât-ı
ilâhiyyeyi başkaları birçok mihen ü meşekkatle ele getiriyor. Halbuki size
kolaylıkla müyesser olmuş. Bu hâli niçin meydâna çıkarmıyorsun?"
buyurmasıyla, artık Hz. Sünbül, menâsıb-ı dünyâ meylinden kat'iyyen rû-gerdân
olup, öyle bir deryâ-yı mücâhedeye daldı ki, netîcesinde :
"Riyâzetle
olup ma'nâya vâsıl
Murâdı her ne ise oldu hâsıl "
sırrını
buldular. Şeyhiyle artık, (لحمك لحمى جسمك جسمى)[2] sırrı nümâyân oldu.
Şeyhi Hz. Sünbül'ün hücresine gelir, müşkili oldukca halleylerdi ve "Mevlânâ,
bizi bu gece uyutmadın." diye mülâtefe buyururlardı.
Reviş-i hâlden, Hz. Sünbül'ün bu sıralarda
Kocamustafapaşa Hânkâhı'na zînet-fezâ oldukları istidlâl olunur.
Üç sene mücâhedât-ı azîmede bulundular. Dördüncü
senesinde sırr-ı Muhammedî kendilerinde de tecellîye başladı, nâil-i hilhafet
oldular. Hz. Şeyh, "Başkalarının kırk senede elde edeceği kemâli, Sünbül'üm
üç senede ele getirdi." diye, mübâhât buyururlar imiş.
Gülşen-i
halvet-sarâyın bülbülü Sünbül Sinân
Gül-sitân-ı
vahdetin ahmer gülü Sünbül Sinân
Âlem-i
âfâkdan geçmiş taayyün eylemiş
Hâle-i
bedr-i velâyetdir celî Sünbül Sinân
Ravza-i
anber-şemîminden kerâmet müsteşem
Veche-i nûr-ı hidâyet kâkülü Sünbül Sinân
Ehl-i zevka câ-be-câ hân-ı nevâli münbasıt
Bâreka'llâh mazhar-ı sırr-ı Alî Sünbül Sinân
Teşnegâna su gibi cârî zülâl-i himmeti
Mürdegâna cân virir feyz-i velî Sünbül Sinân
Çâresiziz bizlere muhtâc-ı lutfuz el-meded
Sâye-pîrâ-yı tarîk-ı Sünbülî Sünbül Sinân
/247/ Hz. Sünbül,
şeyhinin emri üzerine neşr-i tarîk için Mısır'a azîmet ve müddet-i medîde ikâmetle
nice cânlar uyandırmış ve ulemâ-yı Mısr'ın hürmet ü ihtirâmına mazhar olmuş
idi. Bu esnâda Cemâl-i Halvetî hazretleri hacca niyyet eylediği cihetle, Hz.
Sünbül'ü İstanbul'a celb ile, kerîmeleri Safıye Hatun'u[3] tezvîc
ederek, kesb-i sıhriyyet etmiş ve postuna ik'âd ile, kendisi Hicâz'a âzim
olmuştur ki, 899 sene-i hicriyyesine (1494)
müsâdifdir. Sinn-i şerîfleri otuza bâlığ idi.
Velâdetleri,
bir eserde 866/(1462) gösterilmiş ise de, 869/(1464-65) olmak lâzım gelir.
Dîger bir rivâyete
göre, Cemâl-i Halvetî hazretleri, Hz. Sünbül'ü İstanbul'dan Şam'a davet etmiş
ve Şam'a muvâsaletinde şeyhi irtihâl eylediğinden mülâkât nasîb olmamıştır. Hz.
Sünbül, yalnız olarak ziyâret-i Haremeyn'e muvaffak olarak İstanbul'a avdet
buyurmuşlardır.
İstanbul'da
Kocamustafapaşa Hânkâhı'nda tamâm otuzüç sene seccâde-nişîn-i reşâdet olup, âhir-i
ömürlerine kadar neşr-i feyz ederek şöhreti âfâkı tutmuştur. Onsekiz sene
arkasını yere koyup, yatmamış, o mertebe mücâhedede bulunmuştur. Gülistân-ı irfânda
onun gibi bir gül yetişmemiştir.
Ömer-meşreb,
kavî-mezheb, celâli gâlib, ehl-i salâbet ü celâlet bir zât-ı âlî-kadr idi. Salât-ı
navâfile riâyeti şedîd olup, sünen-i seniyye-i Muhammediyye'ye mütâbeatte azm-i
kavî sâhibi idi. Çile-hânesi el'ân hüsn-i muhâfaza edilmiştir. Azîm rûhâniyyet
vardır. Meydân-ı mübâhesede karşısına kimse çıkamazdı. Asrında şeyhlerin sultânı
olduğu gibi, dünyâya aslâ i'tibâr etmez, fukarâ gayretini çeker, mücâhede ve
müşâhededen telezzüz eyler idi.
Kendileri
ehl-i devrân u semâ' idi. "Her ne vakit semâa gelseler, câmi'-i şerîfin
kubbesinin ma'nen ref' olup, semâda melâike-i kirâmın devrânlarını, ehl-i kemâl
müşâhede ederlerdi." diye Seyyid Seyfullâh Efendi hazretleri, Câmiu'l-Avârif'inde
yazıyor.
Şâire Leylâ
Hanım'ın Dîvân'ından :
el-Emân üftâdegâna
eyle lutfun râyegân
Kıl meded bî-çâreyim Yâ
Hazret-i Sünbül Sinân
Dergehinden kesb-i feyz
itsün gürûh-ı âşıkân
Kıl meded bî-çâreyim Yâ
Hazret-i Sünbül Sinân
Pek perîşân oldu ahvâlim
dil-i gümrâh ile
Geçmesün bî-hûde ömrüm bu
figân u âh ile
Halka-i tevhîde ilhâk
eyle zikru'llâh ile
Kıl meded bî-çâreyim Yâ
Hazret-i Sünbül Sinân
Dergehindir hâlini züvvâr
takdîr eylesün
Himmetin şâhâ dil-i vîrânı
ta'mîr eylesün
Bû-yı enfâsın dimâğ-ı cânı
ta'tîr eylesün
Kıl meded bî-çâreyim Yâ
Hazret-i Sünbül Sinân
Hâk-pâ-yı Mevlevî'yim
gelmişim dergâhına
Eylerim Molla Celâl'in
aşkına lutfun recâ
İltimâsım itme red ey
Sünbül-i bâğ-ı vefâ
Kıl meded bî-çâreyim Yâ
Hazret-i Sünbül Sinân
Mazhar itmek lutfuna
bir iş mi abd-i ahkarı
Himmetin
ihyâ ider Leylâ gibi bin kem-teri
Sünbül-i bâğ-ı hakîkat
Halvetîler serveri
Kıl meded bî-çâreyim Yâ
Hazret-i Sünbül Sinân
/248/
Müddet-i meşîhatleri otuzüç sene olup, onbeş senesi Sultân
Bâyezîd-i sânî, sekiz senesi Yavuz Sultân Selîm ve on senesi Kânûnî Sultân
Süleymân zamân-ı saltanatına müsâdif olup, her üç pâdişâhın fevka'l-âde hürmet
ü muhabbetini görmüş, her biri Cenâb-ı Şeyh'in ziyâretine şitâbân olmuştur.
Lemezât nâm
eser-i kadîmde mütâlaa eylemiştim :
Sultân
Selîm taht-ı Osmânî'ye câlis oldukta, Bursa'da defîn-i hâk-i gufrân olan ecdâd-ı
ızâmını ziyâret ârzûsuyla ol cânibe sefer etmiştir. Maiyyetinde sadrazam Koca
Mustafa Paşa'yı bulundurup, bir gün türbeleri ziyâret sırasında Sultân Cem'in
türbesine dâhil olduğu zamân, "Amucam Sultân Cem'i bi-gayr-i hakkın
tesmîm ettin." diye paşaya
gazab edip, derhâl i'dâm ettirmişlerdir.
Koca
Mustafa Paşa, efrenciyyü'l-asldır. Sultân Bâyezîd-i sânînin hâs bendelerinden
idi. Fâtih Sultân Mehmed'in oğlu ve Sultân Bâyezîd'in birâderi "Sultân
Cem, bir gün olur saltanatı benim elimden alır." diye Bâyezîd'in
nazar-ı istirkâbinâ uğrayıp, bunu tesmîm ile izâle-i vücûduna karâr verir.
Roma'da ihtiyâr-ı uzlet eden zavallı Sultân Cem'in ol sûretle izâle-i vücûdu
maksadıyla emîn-i hâssı olan Koca Mustafa Paşa'yı Roma'ya i'zâm eder. Sahâif-i
tevârîhde an'anesiyle mezkûr olan bu mes'elenin
burada yeri yoktur.
Paşa,
(Roma'ya) gider, o hizmeti görür; mazlûm Cem'in sebeb-i şehâdeti olur. Sultân
Selîm, amcası Sultân Cem'in uluvv-i ka'b u kemâlâtına, âlem-i edebiyyâtta
mevki'-i mümtâzına, dûçâr olduğu felâketin derecâtına karşı kalbinde pek ziyâde
hisler taşıdığından Koca Mustafa Paşa'yı i'dâm etmesi, o mel'aneti ihtiyârına
karşı bir cezâ-yı ilâhîden başka bir şey değildir. (لافاعل إلا الله)[4] sırrının
zuhûrudur.
Koca
Mustafa Paşa, Roma'dan avdetinde hıdmet-i menhûsesine mükâfeten rütbe-i vezâretle
Rumeli Eyâleti'ne nasb olunmuş ve 917/(1511)'de Hersek-zâde Ahmed Paşa yerine
mesned-i sadârete ta'yîn kılınmıştır. Yavuz Sultân Selîm, cülûslarında onu
mevki'-i sadârette ibkâ eylemiş ise de, Şehzâde Ahmed Hân ile muhâbere ve münâsebeti
olduğu nezd-i pâdişâhîde tahakkuk etmekle Bursa'ya nefy olunarak bu sırada pâdişâhın
maiyyetinde türbelerin ziyâretinde bulunmuştur. Sultân Selîm, Sultân Cem'in
tesmîmi mes'elesini vesîle ile i'dâm ettirmiş idi. Bursa'da Pınarbaşı Kabristânı'nda
medfûndur. İrtihâli 919/(1513) târîhine müsâdifdir. /249/ Hânkâh-ı Hz.
Sünbül'ün bânîsi olmakla berâber, Bursa'da Kalender-hâne civârında bir câmi'-i
şerîfle bir medrese binâ eylemiştir. Sâir hayrât u hasenâtı vardır.
İstanbul'a
avdet eden Sultân Selîm, Koca Mustafa Paşa'nın inşâ-kerdesi olan imâret ve câmiin
esâsından tahrîb edilmesi gibi, gayz ü hiddetini izâle edemeyecek emirler
vermiştir.
Hz.
Sünbül, bu sırada Kocamustafapaşa Hânkâhı'nda irşâd-ı ibâd ile meşgûl idi. Câmi'
denilen tevhîd-hâne, ehl-i zikre cilve-gâh idi. Emr-i pâdişâhîyi yerine
getirmek üzere buraya gelenler, Hz. Sünbül'ün heybet ü rûhâniyyetinden, birşey
yapmağa muvaffak olamadan avdet ettiler. Bu hâl pâdişâhın mesmûu oldukta,
hiddetlerinin bir kat daha feverânını mûcib olup, bi'z-zât kendileri gidüp, vâkıf-ı
hakîkat olmağa karâr verdiler. Keyfiyyet Hz. Sünbül'e ismâ' olunur.
Hz.
Sünbül, siyâh sarık sararlar, kemâl-i edeb ü ta'zîm ile Hz. Pâdişhah'ı istikbâle
çıkarlar. Karşı karşıya geldikleri zamân nazar-ı yek-dîgerine
mün'atıf olur. Pâdişâha bir hâl gelir. Ne maksadla oraya şitâbân olduğunu
unutur. Hz. Sünbül'ün hâl-i ma'nevîsi ona te'sîr eder, nasıl ızhâr-ı muhabbet
edeceğini ta'yînde ızhâr-ı hayret eyler, Ba'de'l-musâfaha hânkâhı teşrîfe
rağbet buyururlar. Hz. Sünbül'ün bezm-i sohbetinden lezzet-yâb olur. Cenâb-ı
Sünbül bir münâsebet getirerek, "Pâdişâhların ahdi yerini bulmak lâzımdır.
Maksad-ı şâhâneniz husûle gelmek üzere, hiç olmazsa medrese odalarının ocaklarının
tepeleri hedm ettirilsin." diye arz-ı hâl edince, Hz. Pâdişâh, Cehâb-ı
Şeyh'in bu derece-i siyâset ü kiyâsetine meftûn ve hâlinden cidden memnûn olup,
derhâl arkasındaki sûf kaplı samur kürkünü çıkarıp, Hz. Sünbül'e kendi eliyle
giydirmiştir. Maiyyet-i pâdişâhîde bulunanlar bu hâle şaştılar, kaldılar.
Şiddet ü hiddetine, metânet-i azmine nazaran, tamâmen zıddı bir hâlin zuhûrunu
görenlerden ve nedîmlerden biri, cür'etle istîzâhda bulununuca, Hz. Pâdişâh,
"Şeyhin iki tarafında arslanlarla iki adam duruyor gördüm. Havf u hicâb
husûle geldi." buyurmuşlardır.
Yine
menkûldür ki, Sultân Selîm, Şam'da bulunduğu zamân Câmi'-i Emeviyye'de bir
mu'tekif /250/ zâta müsâdif oldular. Sohbet ettiler. Mazanna-i kirâmdan
ve mutasarrıfînden olan o zât, Mısır fethini tebşîr eyledi. Kutb-ı zamâna mülâkî
kıldı. Vedâ' sırasında, "Acabâ İstanbul'da da bu mertebede kimse var
mıdır?" diye gönüllerinden geçirince, "İstanbul'da Sünbül Sinân
vardır, gaflet olunmasın." diye pâdişâhı merâktan kurtarmışlardır.
Hz. Pâdişâh,
Mısır fethinden avdetinde İstanbul'da Hz. Sünbül'ün ziyâretlerine şitâbân
olduklarında Hz. Şeyh, keşf-i râz ederek, "Şam'daki şeyhin beyân
eylediği Sinân duâcıları bu âcizinizdir." buyurunca, vak'a pâdişâhın hâtırına
gelmiş, bir kat daha hürmetini artırmıştır. Enfâs-ı kudsiyylerinden istifâza
buyurmuşlardır.
Sultân
Süleymân-ı Kânûnî dahi hürmette kusûr etmemiştir. Beynehumâda çok sohbetler,
muhabbetler cereyân eylemiştir.
Hz. Sünbül,
cum'a günlari ba'zan Fâtih, ba'zan Ayasofya cevâmi'-i şerîfesinde va'z eder ve
ba'de'l-va'z müstemiîn ile zikru'llâh edip, devrân bile eylerler imiş. Gürûh-ı
müteassıbîn bu hâli çekemediler. İ'tirâza başladılar. Husûsiyle içlerinden ve
ulemâdan Sarıgezer ve Muslihuddîn nâm zâtlar, bunu men'e kalkıştılar. Ulemâ iki
fırka oldu. Bir kısmı Hz. Şeyh'e taraf-dâr, dîger kısmı aleyh-dâr ve garaz-kâr
olmuştur. Hattâ müftiyü's-sekaleyn İbn-i Kemâl hazretleri bile dervîşlerin semâına
bir şey demeyip, mebhût u mütehayyir olduklarından, Hz. Sünbül, bir kerâmet-i
mahsûsasıyla müşârün ileyhi ilzâm buyurmuşlardır.
Yine Lemezât'ta
muharrerdir :
Birisi İbn-i
Kemâl'den bir garîb iş için istiftâ eyler. İbn-i Kemâl, birçok tetebbuâtta
bulunur, fetvâ veremez. Daha doğrusu fetvâ vermeğe bir giriz-gâh-ı şer'î
bulamaz. Biraz sonra tazyîk edildiğinden hâl-i ıztırâbda kalır. Bir gün
tecdîd-i vudû' için halâya gittiğinde mes'ele feth olmasıyla sevincinden üç
def'a halâda semâ' eylemiştir. Bu hâline tabîî kendinden başka kimse vâkıf
değildir. İstenilen fetvâya bir giriz-gâh bulamamak, mütebahhir geçinen bir âlim
için pek ağır bir mes'ele idi. Sevinmesi izzet-i nefsi nokta-i nazarından tabîî
idi.
Hz. Sünbül,
kuvvet-i mükâşefe ile bu hâle muttali' olduğundan, derhâl hâne-i Şeyhü'l-İslâmî'ye
/251/ giderek, "Semâ' helâl midir, harâm mıdır?" diye
suâl etmişler. Onlar, "Mubâh değildir demek semtine zâhib olanlardanız."
demeleriyle, Hz. Sünbül, sırran kulaklarına eğilip, "Umûr-ı dünyeviyye
için bir mes'elenin fethinde bî-tereddüd semâ' etmek câiz ola ve buna
mecbûriyyet husûle gele de, fukarâ-yı bâbu'llâh'ın merâtib-i uhreviyye
husûlünde tahammül edememelerinin netîcesi, onlar ma'zûren semâ'-ı devrân
ederlerse, onu kabûl etmemek şart-ı insâf değildir, zannederim." diye
işrâk-ı zamâyir buyurmuşlardır.
İbn-i Kemâl,
mebhût u mütehayyir olarak, bir daha sûfiyyûna dahl etmeyip, her işlerine kâil
olmuşlar ve hattâ Hz. Sünbül'ün meclis-i sohbetinden ayrılmamışlardır. Hattâ
Cenâb-ı Sünbül'ün âlem-i cemâle intikâlinde kemâl-i teessüründen bir kasîde
söyleyip, el'ân çini levha hâlinde, türbelerinin muvâcehe penceresinin sol tarafında
âvîhte-i mevki'-i ihtirâmdır.
Muârızlar
semâın gayr-i câiz olduğuna dâir İbn-i Kemâl'den sûret-i mutlakada fetvâ
istemişler; hattâ semâın bid'at ve hurmetine dâir fetvâ müsveddesi yazıp İbn-i
Kemâl'e takdîm ile, bunun tasdîki için musır olmuşlardır. Hz. Sünbül, bunu
haber alınca aslâ müteessir olmayıp, "Hz. Fahr-i âlemin bir tebşîriyle
biz onlara gâlib geleceğiz." diye, mürîdân ve muhibbânını mübeşşer
eylemişlerdi.
İbn-i Kemâl,
onların yazıp, berây-ı tasdîk kendine tevdî' ettikleri fetvâ sûretini amâmesinin
arasına sokup, sabâh namâzını edâ kasdıyla câmi'-i şerîfe gider. Ba'de-edâ-yı
salât, Şeyh Hacı Mahmûd Efendi isminde bir zât, İbn-i Kemâl'in yanına
sokularak, taraf-ı celîl-i nebevîden ba'zı şeyler teblîğine me'mûr olduğunu
bildirince İbn-i Kemâl hazretleri, hemân ta'zîmât-ı mahsûsa ile önünü
kavuşturup, "Ne emir buyurdular?" suâline karşı, "Bizim
tarîkatımızla ulemâ-yı şerîatımız arasında nifâk u şikâk edenlere i'timâd sezâ
değildir. Ulemâya elyak olan onlara eşfak olmaktır. Eğer rızâmızı râcî ve iki âlemde
nâcî olmak isterlerse ol fetvâdan ve ol sevdâdan vaz geçsinler."
buyurdular demesiyle, İbn-i Kamâl, "Emr onlarındır." diyerek
nev'an bu sözün sıhhatine burhân göstermesini Şeyh Hacı Mahmûd Efendi'den taleb
edince, "Evet, bu bizim hâtırımıza geldi, nişâne istedim. 'Sana burhân
ve onlara sebeb-i îkân olmağa nişân, ol
fetvâ, amâmesinin önünde sokuludur, kendi elinle al.' buyurdular."
diyerek İbn-i Kemâl'in sarığının pîşinden eliyle fetvâyı çıkarıverince, /252/
bir gün İbn-i Kemâl hazretleri her iki tarafı da'vet ile musâfaha
ettirmişlerdir.
Esâsen bu
vak'adan evvel Fâtih Câmi'-i şerîfinde bir cem'iyyet-i azîme teşekkül edip, Hz.
Sünbül da'vet olunmağla cereyân eden mübâhasede delâil-i muknia serdiyle cümle
muârızları iskât eylemişlerdi.
Bunun üzerine Hz. Sünbül, semâ' ve devrânın hak olduğuna
dâir, Risâle-i Tahkîkîyye nâmıyla bir eser yazıp cümle ulemâ ve sulehâya
ve bâ-husûs İbn-i Kemâl hazretlerine imzâ ve tasdîk ettirmişlerdir. Bu eserin
aslı bir harîkta yanmış imiş. Sûretleri Fâtih'de Millet Kütüphânesi'nde ve Vefâ'da
Âtıfbey Kütüphânesi'nde vardır. Arapça yazılmıştır. Tercümeleri de vardır. Vefâ'da
Âtıfbey Kütüphânesi'nde, tasavvuf kısmında, Risâle-i Türkiyye li-Hz. Sünbül
Efendi diye, 1398 numarada bir eser gördüm. Mütâlaa ettim. Devrân ve raks
hakkında olup, Risâle-i Tahkîkıyye tercümesi olduğunu anladım.
1028/(1619)'de yazılmıştır. Kim tercüme etmiş mechûldür.
(Risâle-i Tahkîkıyye'nin) mukaddimesiyle nihâyetini
teberrüken nakl ediyorum :
"الْحَمْدُ
لِلّهِ الَّذِي هَدَانَا لِهَـذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِيَ لَوْلا أَنْ هَدَانَا
اللّه"؛ والصلاة والسلام على خير خلقه محمد الذى سيهدى إلى الحق
بهداية الله وعلى آله وصحبه والهاديين المهتديين بعناية الله؛ والدعاء التام على
الدوام لسلطان السلاطين سلطان البرين والبحرين سلطان سليمان بن سلطان سليم خان
سلمه الله فى الدارين ولوزرائه وعلمائه وصلحائه وأعوانه وأنصاره على عدله وإنصافه،
آمين. يا رب العالمين ويا مجيب السائلين.
أما بعد : فإن بعض الطلبة والأحباب من الخلصان اللإخوان
والأصحاب لما طال ما سألونى أن بعض شبه الفتا مانعين سلوك السالكين الواصلين،
فأجبت مستعيناً بالله ومعتصماً بكتاب الله ومستمداً من سنن رسول الله عليه
السلام..... [5]
ثم اعلم أنه إذا نقل إلينا إجماع الصحابة بإجماع كل عصر على
نقله كان كما نقل الحديث المتواتر ويكفر جاحده؛ وإذا نقل إلينا بالشهرة أو بالآحاد
بأن يروى ثقة أن الصحابة أجمعوا على ذلك كنقل السنة بالشهرة أو بالآحاد فيوجب
العمل دون العلم فلايكفر جاحده فيقدم على القياس تمت الرسالة التحقيقية فى طريق
الصوفية.[6]
Türkçe Risâletü'l-Etvâr'ı da vardır.
İbn-i Kemâl hazretlerinin fetvâları sûreti Âtıfbey Kütüphânesi'nde manzûr-ı fakîrânem olmuş idi. Hâtırımda
kaldığına göre, Risâle-i Tahkîkıyye fî-Sırrı'd-Devrân Tercümesi
kabında muharrerdir.
Mesnevî-i şerîfin onsekiz beyitine şerhi olup, elyevm Yenikapı
Mevlevîhânesi'nde hatt-ı mübârekleriyle muharrer nüshası mahfûzdur. Sultân
Selîm Câmi'-i şerîfinin hitâm-ı inşâsını müteâkib icrâ olunan resm-i güşâdında
Hz. Pâdişâh'ın ârzûsu üzerine Hz. Sünbül, teberrüken kürsîye çıkarak /253/ va'z
buyurduklarını, Gülşen-i Meşâyıh-ı Salâtîn nâm eserde okudum.
Hz. Sünbül, zamân-ı âlîlerinde her hafta hânkâh-ı feyz-penâhlarında
zikr-i şerîf meclisine yetişemezler imiş. Çünkü, bâlâda yazdığım vechile, Fâtih
ve Ayasofya câmi'lerinde ba'de-edâ-yı salât'ı-cum'a va'z buyurduklarından, hânkâhda
ayda bir def'a isbât-ı vücûd ederlermiş. Bu sebeble meşâyıh-ı Sünbüliyye'de
sünnet-i pîr olmuştur. Ayda bir çıkarlar, pîş-kadem olan zât zikr-i şerîf
meclisini idâre eder.
Ba'zan düşünürüm, o meydân-ı aşkta Hz. Sünbül, Hz.
Merkez, Hz. Şeyh Ya'kûb, Hz. Şeyh Hayreddîn-i Tokâdî, Hz. Şeyh Muhammed Üftâde,
hepsi birer hizmette bulunurlar. O devrân ne devrândır, o hâlât ne zevk-âver vâkıâttır.
Ehl-i keşf neler görmüşler. "Neler seyr eyledi bîdâr olanlar."
Bu teemmülât netîcesinde kalb-i fakîrânem ihtizâza geldi.
Tarîk-ı Halvetiyye'de zikre mübâşeretten evvel sûre-i
Mülk okumak âdettir. Bidâyeten Hz. Sünbül'de bu âdete riâyet olunurmuş. Ba'dehû
kuûden zikr olunur. Sonra devrâna kalkılır imiş. Bir Cum'a günü Hz. Sünbül,
tevhîd-hâneye kadem-zen oldukları ve sûre-i Mülk kırâatine mübâşeret olunacağı
zamân, onların çeşm-i hakîkat-bînleri görmüş ki, nûr-i Cemâl-i Mevlâ aleyhi
ekmelü't-tahâyâ efendimiz hazretleri, tevhîd-hâneyi teşrîfe tenezzül
buyuruyorlar. Hz. Sünbül, bu hâli görünce derhâl oturdukları yerden kıyâm ile,
cehren salât ü selâm getirmeğe başlamışlardır. Onun bu hâlini görenler de ona peyrev
olmuşlardır. İşte o zamândan beri
Sünbülî âyînine bu sûretle mübâşeret âdet olmuştur. Hakîkati budur.
Hz. Sünbül, ba'zan ihtifâ edip halvet-güzîn olurlardı.
Odalarında önüne perde çekerler imiş. Sebebini suâl etmişler, "Ervâh-ı
enbiyâ vü evliyâ temessül edip odamın içine doluyorlar. Onların arasında
oturmağa hicâb ediyorum. Bu sebebe mebnî perde çekiyorum." cevâbını
vermişlerdir.
Hz. Sünbül, nevâfile çok riâyet buyururlardı. Berât ve
Muharremin onuncu geceleri yüzer rek'at namâz kılarlar imiş. Bu sünnetleri el-ân
bâkîdir. /254/ Muharremin onuncu günü Haseneyn-i ahseneyn rûhu için su
sebîl ederler imiş. Bu âdet el'ân bâkîdir.
Aşr-ı Muharremde âşûrâ tabh olunur, fukarâ it'âm edilir,
gecesi nâfile namâz kılınır, ibâdet olunur. Ertesi günü sabâhleyin, sünnet-i
pîr olarak şeyh efendi hammâma gider, mürîdânı da hâzır bulunur, cümleten iğtisâl
ederler. Hz. Sünbül zamânından beri her sene devr olunan sudan kurnaya dökülür.
Mürîdân sıra ile şeyhin huzûrundan geçerler. Şeyh efendi her birinin başından
birer tas su döker. Hamâm merâsimi âdetâ alay tarzındadır. O gün öğle namâzını
müteâkib dört rek'at hasmâ namâzı[7] cemâatle edâ olunur. Ba'dehû umûm meşâyıh-ı turuk-ı
aliyye huzûruyla icrâ-yı âyîn-i tarîkat yapılır. Yazıcı-zâde hazretlerinin inşâd
eylediği mersiyye okunur, hatm-i şerîf indirilir. Duâ edilir. Hânkâhda su
dağıtılır, herkes şişe getirir, su alır, merzâya içirirler.
Aşr-ı Muharremü'l-harâma tesâdüf eden gün Hz. Sünbül'ün âdetâ
bir yevm-i mahsûsu gibidir. Bu âdet-i memdûha-i müstahsene el'ân bâkîdir, tamâmiyle
riâyet olunur.
İşte Hz. Sünbül, talebelik hayatında tarîkat-ı aliyyeye
muârız ve şiddetle münkir iken, sonra teslîmiyyet-i hakîkıyye göstermesine mukâbil,
Cenâb-ı Vâhibü'l-âmâl, onu pîr-i tarîkat mertebesine is'âd ve dörtyüz senedir
makâm-ı mübârekini ehl-i zikre cilve-gâh edip, kabr-i enverlerini matâf-ı ins ü
cân eyledi. (ذَلِكَ
فَضْلُ اللَّهِ يُؤْتِيهِ مَن يَشَاء )[8]
Sinn-i şerîfleri, bir rivâyette yetmiş, bir rivâyette
altmışyediye resîde olduğu bir çağda, bâğ-ı fenâdan ravza-i rıdvâna revân
oldular ki, 936/(1529) senesine müsâdifdir. Şehr-i Muharremde bir Pazartesi
gece terk-i âlem-i dünyâ buyurdular. Na'ş-ı mübârekleri, Fâtih Câmi'-i şerîfine
nakl olunmuş ve o zamânın âdeti mûcibince salâ verilerek âleme i'lân
edilmiştir. Şeyhü'l-İslâm İbn-i Kemâl hazretleri, cenâze namâzını kıldırmış.
Nice bin ehl-i İslâm'ın mafârık-ı ta'zîminde hânkâh-ı münîflerine getirilip,
elyevm mevcûd bulunan merkad-i enverlerinde vedîa-i hâk-i mağfiret kılındı. (Kaddesa'llâhu
sırrahû ve rahmetu'llâhi aleyh)
Allâhümme'nfaanâ bi-hurmeti abdike Yûsuf Sünbül Sinân,
Yâ Rahîm u yâ Rahmân.
/255/ (Sünbül Sinân Türbesi resmi!!!!!!!!!!!!)
Türbe-i
envâr-ı Pîr Hazret-i Sünbül'dür bu
Şu görünen kubbenin altında âsûde-nişîn-i rahmet
olan zât-ı âlî-kadr Hz. Sünbül'dür.
Tevellüdleri : 869/(1465).
Âlem-i cemâle intikâlleri : 936/(1529) Muharrem,
leyletü'l-isneyn.
Seccâde-i meşîhate cülûslara : 899/(1494).
Müddet-i meşîhatleri : 33 sene.
Ömr-i şerîfleri : 67 sene.
Hazret-i
Sünbül'den almış bû-yı feyz
Bülbülân-ı
gülşen-i irşâd-ı aşk
Türbesin zâir
olan erbâb-ı aşk
Vuslat-ı
Hak'la olur dil-şâd-ı aşk
Tılsım-ı
kenz-i murâdı feth ider
Eyleyen rûhunda
istimdâd-ı aşk
Sırrını
takdîs ider hep âşıkân
Zâtıdır âyîne-i
evtâd-ı aşk
Safvet
öğrendim ricâlü'l-gaybdan
Rıhleti târîhidir üstâd-ı aşk
(استاد عشق)
İbn-i
Kemâl hazretleri, Cenâb-ı Sünbül'ün gaybûbet-i ebediyyesinden çok müteessir
olmuş, yazdıkları kasîde-i târîhiyye, türbe-i şerîfelerinin muvâcehe
perceresinin sol tarafında çini üzerine yazdırılıp âvihte-i mevki'-i ta'zîm
kılınmıştır. Bir
sûreti ber-vech-i âtîdir :
Pîşvâ-yı sâhib-i ehl-i edeb
Muktedâ-yı tâlib-i Rûm u Arab
Rehber-i ehl-i tarîk-ı Halvetî
Bu'l-vefâ kim Şeyh Sünbül'dür
lakab
Milk-i fânîden bakâ iklîmine
Gitdi tevhîd ile ol şîrîn-leb
Eyledi şehr-i Muharremde sefer
Leyletü'l-isneynde ol zü'n-neseb
Ağladı ol gün bütün ins ü melek
Dökdü gözler yaşını her ibn ü
eb
Münkiri dökmezse göz yaşı ne
tan
Seng-i hârâdan çıkar mı su aceb
/256/ Yer ve
göklerde kamu ins ü melek
Cem' olup kıldı namâzın bî-taab
Hâtif-i gaybî didi târîhini
Nûr ola Sünbül Sinân'ın kabri heb
(نور اوله سنبل سنانك قبرى هب) = 936
Alâ-rivâyetin, Hz. Sünbül'ün 19 evlâdı dünyâya gelmiştir.
Harem-i âlîleri Safiye Hâtûn hazretlerinin medfeni ma'lûm değildir. Nerede, ne
zamân irtihâl eylediklerini bilen yoktur. Safiye Hâtûn’dan başka haremleri de
olmak muhtemeldir. Sülâlesi münkatı' olduğundan zürriyeten neslinden kimse
yoktur. İnşâa'llâh ma'nevî evlâdı ile, ilâ-yevmi'l-kıyâm bâkîdir.
Tâc ve sâir emânât-ı
şerîfe-i Hz. Sünbül, âsitânede mahfûz, mahfaza-i ihtirâmdır. Arafe günleri ziyâret
olunmak mu'tâd idi.
Urefâ-yı zamân kemâl-i teessürlerinden mersiyeler
yazmışlar, târîhler söylemişlerdir :
Cânına Sünbül Sinân'ın Fâtiha
(جاننه سنبل سنانك فاتحه)
Eyledi bustân-ı zühdün Sünbül'ü
me'vâya azm
(ايلدى بستان زهدك سنبلى مأوايه عزم)
Cennete azm eyledi pîr-i azîz
(جنته عزم ايلدى پير عزيز)
Hz. Sünbül'ün ârifâne nutkları vardır :
Gel ey sâlik diyem bir söz ki
hakdır
İşidir hakkı şol kim hak kulakdır
Hadîs-i hak durur hak
söz hakîkat
Eğerçi
söyleyen dildir dudakdır
Şular
kim geçmedi cân u cihândan
Ne
duydu aşkı ne de duyacakdır
Sorarsan hânkâh-ı aşkı zâhid
Makâmı âlîdir ulu ocakdır
Münevver olamaz zühdüyle zâhid
Anın yeri karanlık bir bucakdır
Kalanlar zühd ü takvâda mukarrer
Sefer ehli değildir o durakdır
Hümâ-yı aşkı sayd itmek dilersen
Dil-i vîrâneme gel ki yatakdır
Anın aşkında iken gayre bakma
Ki zîrâ âşıkına ol kıyakdır
Şiâr-ı âşıkı benden sorarsan
Cünûn u âh u vâh u ağlamakdır
Şarâb-ı aşkı içmiş Sünbülî
çok
Velîkin mest iden şol son ayakdır
Bu nutk-ı mübârekleri kısmen
bestelenmiştir. Elsine-pîrâ-yı zâkirândır. Gâyet yüksek hakâyık u dakâyıkı
câmi' olup, mertebe-i zâttan söylenmiş olduğundan, urefâ-yı müteahhirînden Cebbâr-zâde
Ârif Bey merhûm şerh etmişlerdir. Şerhin ismi, Miftâh-ı Hısn-ı Hasîn-i Rahmâniyye
fî-Arz-ı Vücûd-ı İnsâniyye'dir. Mütâlaa ettim. Cenâb-ı Hak, esrâr-ı maânîsinden
haber-dâr eyleye. Âmîn.
/257/
Ezelden aşk oduna yana geldim
Anınçün tâ ebed mestâna geldim
Eğer nûş itmedinse sen bu meyden
Dime
zâhid ki ben îmâna geldim
İçe bir cur'a ger râhib bu meyden
Koyup küfrü diye îmâna geldim
Ola mey-hâne-i vahdetde mey-nûş
Çağırır küfrile îmâna geldim
Sarây-ı vahdet olmuşken makâmım
Bu kerset âlemin seyrâna geldim
Bu dehr içre görüp itme taaccüb
Çü gizli genc idim vîrâna geldim
Var idi ilm-i ayna kâbiliyyet
Görüben
kendimi irfâna geldim
Çü
birdir Sünbülî ma'rûf u ârif
İdüp
da'vâ dime irfâna geldim
Urefâdan Memdûh Paşa'nın neşr olunan Dîvân-ı
eş'ârında, "Te'sîr-i nutk-ı Cenâb-ı Sünbül Sinân kuddise sırruhu'l-mennân
" ser-levhası altında, manzûm bir lisân ile nakl olunur :
Gâyet zengin bir tâcirin bir oğlu dünyâya gelmiş,
büyümüş. Dâimâ bal ister imiş. Balı getirdiklerinde yer yemez sancıya
tutulurmuş. O zamânın meşâyıh ve ettıbbâsı mâddî ve ma'nevî devâsını bulmaktan âciz
kalmışlar. Memdûh Paşa, Dîvân'ında hikâyenin bundan aşağısını ber-vech-i
âtî beyân ediyor :
Sad-şeyh
u nice tabîb-i devrân
Hiç
bulmadılar bu derde dermân
Başlarda
idi misâl-i kâkül
Ol
demde Cenâb-ı Şeyh Sünbül
Aldı
veledin babası pür-gam
Azm
itdi huzûr-ı şeyhe ol dem
Bu
vechile başladı kelâma
Sûret
virüp ihtirâm-ı tâmma
Ey
Sünbül-i bûstân-ı tevhîd
Zıll-efken-i
tâc-ı ehl-i tefrîd
Lutf
eyle meded ki pür-melâlim
Nefside
leb-i safâ-yı bâlim
Virdi
bana gerçi bir oğul Rab
Bal
isteyerek olur muazzeb
Ekl
eylese ıztırâb içinde
Men'iyle
de pîçtâb içinde
Söyler
o zamân o kân-ı himmet
Lâzım
bize çille-i rûz müddet
Al
oğlunu hânene revân ol
Kırk
gün geçicek gelüp ayân ol
Ferzendin
alup peder ber-â-ber
Eyler yine azm-i sû-yı mâder
Bal
isteyerek o şûh her ân
Evvelki
gibi iderdi efgân
Rûzî
olup âh ü vâh-ı cân-sûz
Encâma
irişdi bu çihil rûz
Gitdi
der-i pür-emân-ı şeyhe
Âdâb
ile âsitân-ı şeyhe
Me'yûs
u hazîn eb-i mükedder
Kıldı
püserin revân-ı manzar
/258/ Şeyh ağzına el koyup da durdu
Oğul
balı yeme sen buyurdu
Şu
nutku idince vâlidi gûş
Hayretlere düşdü oldu
bî-hûş
Zann
eyledi bir fesânedir bu
Tutdu
yine semt-i hâneye rû
Zenbûr-ı
belâ üşüşdü başa
Başın
urayazmış idi taşa
Ammâ
ki o şûh-ı nâz-perver
Bal
istemeği unutdu yek-ser
Allâhu
Allah zihî kerâmet
Bir
nutk ile cân bulur halâvet
Hiss
eylediler ki bunda sır var
Bal
eylediler hemân ihzâr
Vaktâ
ki görünce şehdi ferzend
Feryâdı
semâya kıldı peyvend
Yok
yok dilemem yimem diyü bal
Eylerdi
müdâm ifâde-i hâl
Şükr
itmeğe vâlidi bu hâle
Azm
itdi o menba'-ı kemâle
Dâhil
olarak huzûr-ı pîre
Hayret
irişir didi fakîre
Çün
var idi sizde böyle kudret
Neydi
ya şu kırk gün meşekkat
Didi
o zamân o kutb-ı a'zam
Bal
yer idik işte biz de akdem
Şu
nutku ideydik ol dem icrâ
Te'sîrini
görmez idik aslâ
Sabr
eyledik ekl-i şehde çil-rûz
Geçdi
sözümüz çü tîr-i dil-dûz
Bir
fi'li ki nehye olsan âmir
Ol
fi'li
sen itmemen gerekdir
Ey
tâlib-i râz-ı derd-pîşe
Şu
kıssada hisse var hemîşe
Bir gece Hz. Sünbül'ün türbe-i şerîfesinde bulunuyormuşum.
Menâmımda gördüm ki, na'ş-ı mübâreklerini tâbûtuyla maan başıma aldım,
götürdüm. O kadar hafîf ki, sıkletinden bîzâr olmak hâtıra gelmezdi. Hiss-i
azîm-i rûhâniyyet ile meşbû' olarak bîdâr oldum. Zuhûr-ı hâle müterakkıb oldum.
Aradan birkaç gün geçti. Üsküdar'da Vâlide-i Atîk Dergâhı şeyhi Mahmûd Celâleddîn
Efendi merhûm, fakîre mürâcaatla, "Ser-asker Rızâ Paşa, vaktiyle Hz.
Sünbül civârında bir hânede sâkin idi. Mekteb-i Harbiyye'den çıkıp, kılıç
kuşanması zamânı gelince Hz. Sünbül'e
kemâl-i muhabbetinden kılıncını hazretin türbesinde kuşanmış idi. Cenâb-ı
Pîr'e muhabbeti çok ziyâdedir. Şimdi ser-askerliğe kadar irtikâ etmiş. Hz.
Sünbül'ün terceme-i hâlini merâk etmiş. Benim mekteb arkadaşımdır, benden ma'lûmât istedi.
Ben ise sizi hâtırladım. Siz bunu güzelce yazınız, ona vererceğim." dedi. Rü'yânın
ta'bîri bu vechle zuhûra geldi.
/259/ Hz. Sünbül hakkında
mümkin olabildiği kadar ma'lûmâtı câmi' bir risâle yazdım. Şeyh-i mûmâileyh,
Rızâ Paşa'ya verdi. Okumuş, Hz. Sünbül'ün bir kat daha uluvv-i ka'b u kemâlâtına
muttali' olmuş. Bunun türbesini tezyîn hakkında teşebbüste bulunmuş idi. Hz.
Sünbül'ün sandûkası etrâfında demirden bir şebeke vardı. Bunu kaldırttı, yerine
pîrinçten gâyet zarîf bir şebeke yaptırttı. Sandûkayı tecdîd ve türbeyi telvîn
ve tefrîş için gayret eyledi. Eski demir şebeke Seyyid Nûreddîn Efendi
hazretlerinin sandûkasının etrâfına konuldu. Hânkâhın havlısına parke taşı
tefrîş edildi; hava gazıyla tenvîrât yapıldı.
Rızâ Paşa inkılâb-ı hükûmette mevki'-i ikbâlden sâkıt
oldu. Fakat dîger vükelâ gibi dûçâr-ı azâb u ıtâb olmadı. Yine mes'ûdâne
yaşadı. Bi'l-âhare İsviçre'de irtihâl-i dâr-ı bakâ eyledi. Cenâzesi İstanbul'a
getirildi. Sultân Bâyezîd Câmi'-i şerîfinde namâzı kılındı. Meşâyıh, dedegân ve
halk tarafından kemâl-ı ihtirâmla, vasıyyeti mûcibince Hz. Sünbül Âsitânesi'ne
nakl edildi. Hz. Sünbül'ün türbe-i mukaddeselerinin ittisâlinde ihzâr olunan
kabirde
vedîa-i hâk-i rahmet kılındı. Bi'l-âhare üzerine gâyet mükellef, derûnî son
derece müzeyyen bir türbe yapıldı. Hz. Sünbül'ün türbe-i şerîfesiyle arasındaki
duvar kaldırıldı. Kesb-i ittisâl eyledi. Cenâb-ı Sünbül'ün de türbesi bu sûretle yeniden
ta'mîr ve tersîn edildi.
Bu beyânâtımdan ibret alınacak noktalar vardır :
1. Rızâ Paşa'nın Hz. Sünbül'e kadîmî irtibâtı, ona
saâdet-i dünyâyı da ihzâr eylemiştir.
2. Rızâ Paşa'nın Hz. Sünbül'e, kalbî merbûtıyyeti
onu belâ-yı dünyâdan kurtarmıştır.
3. Rızâ Paşa'nın Hz. Sünbül'e muhabbeti o sultân-ı
tarîkatın harîm-i kabrine kurbiyyet saltanatını ona vermiştir.
4. Rızâ Paşa'nın hânkâh-ı Pîr'e hizmeti, züvvâr-ı
Hz. Pîr'in ona da Fâtihâlar ihdâsıyla rûhunun kesb-i râhat eylemesine sebeb
olmuştur.
5. Evliyâu'llâh'a hizmet ve merbûtıyyetin mukâbelesiz
kalmayıp mâddî ma'nevî saâdetler husûle geldiği sâbittir.
"Erenlerden
ümîdin kesme himmet evliyânındır "
Cenâb-ı Sünbül'e muhabbet ve hizmetinden dolayı Rızâ
Paşa merhûmun rûhuna li'llâhi'l-Fâtiha.
/260/ Bir gün şâir-i muhterem Besîm
Bey üstâdım ile, Hz. Sünbül'ün ziyâretine gitmiş idik. Zevk-ı ziyâretin mîr-i
müşârünileyh üzerinde husûle getirdiği te'sîrât üzerine, teşvîk-i âcizânem ile
şu medhiyyeyi yazmış, hediye etmiş idi. el-Hak âşıkânedir :
Tevessül-i bi-tegazzül-i Be-dergâh-ı
Hz. Pîr-i Hazîr-i Sünbül Sinân (kuddise sırruhu'l-Mennân) :
Hevâ-yı Sünbülî esdi ser-i
sevdâ penâhımda
Safâ-yı
devr-i Sünbül mevcelendi nazra-gâhımda
O
sünbül-zâr-ı ma'nâ feyz-bahş-ı hâtır oldukca
Yayar
bin nefha-i rahmet dil-i bî-iştibâhımda
Nesîmin
devr-i mevcin havz-ı kevserde ider taklîd
O
devr-i mevce sâz-ı Sünbülî hâl-i şinâhımda
Mutarrâdır
semâ reng-i latîf-i Sünbülî'den bak
İder
ızhâr-ı sevb-i Sünbülî her itticâhımda
Akar
çeşmân-ı mâîsinde her bir sünbülün yaşlar
Hurûş-ı
aşk-ı sünbül münkeşifdir intîzâhımda
Döküp
halvet-geh-i ezhârda gîsûların sünbül
İder
ilhâm-ı vecd-i Sünbülî pîş-i nigâhımda
Semâvî
reng-i sünbülden yayınca dalgalar deryâ
Kılar
devrân-ı feyz-i Sünbülî tanzîr-i râhımda
Yetiş
ey pîr-i feyyâzî nazar dermânde-i derdim
Besîm'in
mübtelâdır kıl kerem hâl-i tebâhımda
Zamân zamân gelen şuarâ ve urefâ, birçok manzûmeler(le),
bu tarîk-ı feyz-refîkı, bu hânkâh-ı latîfi, bu pîr-i kerîmi, bu bâb-ı evliyâyı
medh etmişlerdir :
Şu'le-endâz-ı
cihâna himmet-i kudsiyyesi
Sâyesinde
sâyelenmiş bendegân-ı sâlikân
Merkadine
yüz sürüp de bendesi Kâmil didi
el-Emân
ey dest-gîrim Hazret-i Sünbül Sinân
Hânkâh-ı şerîfin matbahı için söylenmiş, kapısı bâlâsına
yazılmıştır :
Puhte
eyler her gelen nâ-puhteyi
Matbah-ı Pîr Hazret-i Sünbül Sinân
* * *
/261/ Gülşen-i
tevhîdi farz eyler isen bir gül-sitân
Bir gül-i sad-bergidir Pîr
Hazret-i Sünbül Sinân
Bu
nutk-ı şerîf de, "Hz. Pîr'indir." denilir. Lâkin şekl-i beyândan
kâni' olamam :
Aşkıla
iki cihânda şâh olan gelsün beri
Râh-ı Hak'da
bende-i dergâh olan gelsün beri
Devlet-i
dünyâ ile mağrûr olanlar gelmesün
Âşık-ı fânî fenâ fi'llâh olan
gelsün beri
"Küntü kenz"in
kibriyâsından gören kimdir Hak'ı
Onsekizbin âlemîne şâh olan gelsün
beri
Terk idüpdür Hak içün bu cinn ü
şeytân askerin
Şevk ile kalbinde zikru'llâh olan
gelsün beri
Sünbülî ince durur kıldan
sırât-ı müstakîm
Dest-gîri dâimâ Allâh olan gelsün
beri
Hz. Mısrî-i Niyâzî'nin mürşid-i mükerremi Sinân-ı Ümmî
hazretleri dahi, Hz. Sünbül Sinân hakkında şu sûretle medhiyye-hân olmaktadır :
Gavs-ı a'zam Hazret-i Sünbül
sinân
Cân-ı âlemdir mutasarrıf-ı zamân*
Hazret-i Yûsuf ile hem-nâmdır
Sırr-ı
vahdetden dolu bir câmdır
İki
sultan-ı cihânın nûrudur
Ehl-i
diller çeşminin manzûrudur
Kabri
evlâd-ı Rasûl'e muttasıl
Rûhu
anlardan değildir munfasıl
Kocamustafâpaşa
ana makâm
Zâiri
ol feyzini al ol tamâm
Nûr
içinde kendi nûr-efşândır
Cümle
cânlar cânına cânândır
Mürde-dil
kalma azîzim bende ol
Hâk-pâyine yüzün sür zinde ol
Hânkâh-ı Sünbülî hakkında
medhiyyedir :
Mehbıt-ı kerrûbiyândır hânkâh-ı
Sünbülî
Çün matâf-ı kudsiyândır hânkâh-ı
Sünbülî
Dîde-i cânın açar kemter gubârın
kuhl iden
Nûr-ı pâş-ı çeşm-i cândır hânkâh-ı
Sünbülî
Cezbe-i aşkıyla serv-i sâhası
zencîr-keş
Öyle bir âlî mekândır hânkâh-ı
Sünbülî
/262/ Kılmamış pîrâhenin zannitme
serv-i sebz-gûn
Nûr-ı ahzarda nihândır hânkâh-ı
Sünbülî
Türbelerden nâzır-ı meydân azîzân-ı
selef
Mevkıf-ı rûhâniyândır hânkâh-ı
Sünbülî
Bülbül-i nâleş-günânı zâkirândır jâle
feyz
Gûyiyâ bir gül-sitândır hânkâh-ı
Sünbülî
Enderûnun sanma şeb-rengî
siyeh-gûn güştei
Dûd-ı âh-ı âşıkândır hânkâh-ı
Sünbülî
Matmah-ı enzâr-ı ehlu'llâhdır hem
bâ-husûs
Gavs-ı ahde âsitândır hânkâh-ı
Sünbülî
Kutb-ı devrân ya'ni Nûreddîn
Efendi kim anın
Makdemiyle şâd-mândır hânkâh-ı
Sünbülî
Vâkıf-ı sırr-ı ledünnî kâşif-i
bûd-ı nebûd
Fahr ider zâtıyla şândır hânkâh-ı
Sünbülî
Câ-nişîn-i pâki Seyyid Kutbî
necl-i ekremi
Başına devrân künândır hânkâh-ı
Sünbülî
Çarh-ı tevhîdinde mihr ü meh Saîdâ
ibn ü eb
Reşk-sâz-ı âsmândır hânkâh-ı
Sünbülî
Vâlid-i mâcidleriyle eylesün Allâh
azîz
Tâ ki câ-yı sâlikândır hânkâh-ı
Sünbülî
Bu âsitân-ı âlîde Zâkirbaşılık hizmetiyle kâm-yâb olan
Hacı Evhad şeyhi, kibâr-ı meşâyıh-ı Sünbüliyye'den Şikârî-zâde Ahmed Efendi,
türbe-i şerîfenin kapısı karşısında medfûndur. Bu zât, ravza-i mutahhara-i Cenâb-ı
Risâlet-penâhî'yi ziyâret esnâsında, ta'mîr münâsebetiyle eline geçen iki parça
yeşil çini taşını alıp teberrüken buraya getirerek, âvîhte-i mevki'-i ta'zîm
eylemiştir ki, altındaki levhada şu beyitler okunur :
Hücre-i kân-ı şefâat ravza-i
nûr-ı Hudâ
Üstüvânından
bu kâşî levha oldukda cüdâ
Kurs-ı
mihr-âsâ alup ta'zîm ile zâkir başı
Şeyh
Ahmed ol Şikârî-zâde nâm ehl-i vefâ
/263/ Hacc idüp geldikde bu dergâh-ı
ehlu'llâh'da Beyt-i Hak'da
eyledi âvîze-i tâk-ı safâ
Alsun
erbâb-ı muhabbet feyz-i nûrundan hemân
Levha-i
sâf-ı dile envâr-ı rahmetden ziyâ
Yâdi-gâr-ı
ravza-i hâss-ı şefâatdir Hanîf
Sellimû
sallû alâ şemsi'd-duhâ bedrü'l-hüdâ
Tarîk-ı Sünbülî
hakkındaki medhiyyeden :
Dergeh-i
bâb-ı şerîatdir tarîk-ı Sünbülî
Reh-nümâ-yı
ehl-i iffetdir tarîk-ı Sünbülî
Mazhar-ı
nûr-ı Hudâ'dır hem dahi Yûsuf-cemâl
Âşıka
hem bâğ-ı cennetdir tarîk-ı Sünbülî
Menba'-ı
feyz-i ulûmdur sâlike hem bu makâm
Ekber-i
râh-ı hakîkatdir tarîk-ı Sünbülî
Ehl-i
zikre cilve-gâh-ı bâ-safâdır evliyâ
Bâis-i
aşk u muhabbetdir tarîk-ı Sünbülî
Kutb-ı
aktâb-ı cihândır Yûsuf-ı Sünbül Sinân
Vâris-i esrâr-ı hâcetdir
tarîk-ı Sünbülî
Pîr-i
irşâd-ı velâyet şârih-i ümmü'l-kitâb
Nokta-i
burhân-ı izzetdir tarîk-ı Sünbülî
Şem'-i
Hakk'a devr ile gel pervâne-veş Kutbiyâ
Mefhar-ı
nûr-ı hidâyetdir tarîk-ı Sünbülî
* * *
Kıble-i
erbâb-ı hâcetdir tarîk-ı Sünbülî
Secde-gâh-ı
ehl-i hâletdir tarîk-ı Sünbülî
Oldığiçün
hâki çeşm-i âşıka kuhl-i cilâ
Matlab-ı
ehl-i basîretdir tarîk-ı Sünbülî
Sâlikân
pervâne-veş gerdünde devrân itmede
Bir
aceb şem'-i hakîkatdir tarîk-ı Sünbülî
Hâk-i
müşgîninde âşık vâsıl-ı maksûd olur
Mâ-hasal
pür-feyz-i himmetdir tarîk-ı Sünbülî
Âşıkân
saykal ider hâkin dile mir'ât-veş
Kalb-i
jeng-âlûde safvetdir tarîk-ı Sünbülî
Ehl-i
aşkı gül gibi âzurde ider hâli yok
Sünbül-i
bâğ-ı letâfetdir tarîk-ı Sünbülî
Görmedim
mânendini dünyâda urdum püşt-i pâ
Bir
meserret-gâh-ı cennetdir tarîk-ı Sünbülî
Hazret-i
Pîr-i tarîkat anda medfûn-ı İrem
Anın
içün kurb-ı Hazretdir tarîk-ı Sünbülî
Hâdim-i
dîn-i Muhammed ser-firâz-ı evliyâ
Zîver-i
bâğ-ı şerîatdir tarîk-ı Sünbülî
Şîr-i
pihnâ-yı
hüviyyet şâhbâz-ı Zü'l-Celâl
Merd-i
meydân-ı velâyetdir tarîk-ı Sünbülî
Ceyş-i
ehlu'llâh'a ol mahbûb-ı Hak ser-gerdedir
Şâh-ı
evreng-i kerâmetdir tarîk-ı Sünbülî
Türbesi
etrâfı olmuşdur matâf-ı kudsiyân
Ka'be-i
ehl-i muhabetdir tarîk-ı Sünbülî
Günbed-i
bâlâ-yı kabri arşa dâim nâz ider
Âşıkâna
mahz-ı rif'atdir tarîk-ı Sünbülî
Rûhunun
olsa sezâ pervâz-gehi arş-ı berîn
Bülbül-i
bâğ-ı hüviyyetdir tarîk-ı Sünbülî
/264/ Âsitân-ı devletinde şemm olur her
bû-yı feyz
Sünbül-i
bâğ-ı hakîkatdir tarîk-ı Sünbülî
Ravza-i
dergâhı her dem çarha istiğnâ ider
Reşk-bahş-ı
heşt-cennetdir tarîk-ı Sünbülî
Gülşen-i
aşk-ı tecellîde hemân pervâz ider
Bülbül-i
gûyâ-yı hazretdir tarîk-ı Sünbülî
Hânkâh-ı
devleti olmuş melâik ma'bedi
Haşre
dek câ-yı ziyâretdir tarîk-ı Sünbülî
Zîb-i ser olmazdı sünbül hâkine
yüz sürmese
Böyle
bir pâkîze tînetdir tarîk-ı Sünbülî
Pânzdeh
kandîl ile zeyn-âver-i
bâğ-ı cihân
Nâfe-i
müşgîn nükhetdir tarîk-ı Sünbülî
Tâcı
hurşîde ber-â-ber sanma kim bâlâdadır
Zînet-i
bâğ-ı hüviyyetdir tarîk-ı Sünbülî
Ol
ne sünbüldür tefevvuk itdi burc-ı sünbüle
Itr-ı
anber-bû-yı cennetdir tarîk-ı Sünbülî
Ref'
olur yârin nikâbı cezbe-i tevhîd ile
Bâis-i dîdâr-ı ru'yetdir
tarîk-ı Sünbülî
Vâsıl-ı
cânân olur her kim olur efkendesi
Dâfi'-i
pür-sûz-ı hasretdir tarîk-ı Sünbülî
Dergehinin
olmuşum bir bende-i dîrînesi
Her
gedâ-yı aşka devletdir tarîk-ı Sünbülî
Budur
ümmîdim Necâtî afv ola küstâhlığım
Gerçi
bir deryâ-yı şefkatdir tarîk-ı Sünbülî
* * *
Ey
gönül genc-i ferâgatdir bu bâb-ı evliyâ
Mürdeye
genc-i selâmetdir bu bâb-ı evliyâ
Sûretâ
geşt ü güzâr itmek ne lâzım âlemi
Ma'nevî
seyr ü seyâhatdir bu bâb-ı evliyâ
Câ-be-câ
hân-ı riyâzetden bu nân u ni'meti
Böyle
bir dâr-ı ziyâfetdir bu bâb-ı evliyâ
Sâlikânın
kalbini sâbûn-ı aşkla pâk ider
Cân-fezâ
câna nezâfetdir bu bâb-ı evliyâ
Gürz-i
tevhîd ile nefsi öldürür ıslâh ider
Pek
büyük dâr-ı kerâmetdir bu bâb-ı evliyâ
Ref'
ider zehr-i sivâ-yı gösterir tiryâk-ı aşk
Ser-be-ser
kân-ı halâvetdir bu bâb-ı evliyâ
Zevkını
câhil ne bilsün bu makâm-ı akdesin
Ehl-i
aşka pür-inâyetdir bu bâb-ı evliyâ
Ârifânın
gayri yerde yok karâr u râhatı
Ârife
câ-yı ikâmetdir bu bâb-ı evliyâ
Hak
hemân himmetlerinden bizleri dûr itmesün
Dâhil ol İlmî ne râhatdır
bu bâb-ı evliyâ
Manzûme-i âtiye, Şeyhu'l-İslâm Mekkî Efendi merhûmundur.
1185/(1771) senesinde Şam kadısı iken silk-i nazma çekmiş ve hatt-ı
nefîsleriyle yazılıp hânkâhda minberin sağ tarafında âvihte-i mevki'-i ihtirâmda
görülmüştür :
Ahz-ı bû-yı muhabbet ise murâd
Hâk-i Sünbül'den eyle istimdâd
Nice sünbül Muhammedî güldür
Açmış anı şerâfet-i ecdâd
Serv-i ser-sebz-i ravzatü's-sâdât
Bâğ-bân-ı hadîka-i irşâd
Derd-i
âh-ı muhabbetin Mevlâ
Şekl-i
sünbülde eylemiş inşâd
/265/ Çekdi zencîre cezbe-i
aşkı
Virdi
feyzi cemâda isti'dâd
Eylemişdir
bu hânedân-ı ızâm
Silsileyle kerâmetin îrâd
Yüz
sürenler bu âsitâna gönül
Bulur
elbette neyl-i kâm u murâd
Budur
ol bender-i hakîkat kim
Mâ-sivâ
musrıf oldu hak îrâd
Ne
mübârek makâm olur Yâ Rab
Dil
bulur inşirâh-ı feyz-âbâd
Koca
Paşa yerin cinân olsun
Ne
güzel câmi' eyledin bünyâd
Zâhir
ü bâtının ibâdâtın
Oldu câmi' bu tekye-i irşâd
Şeyh
Sünbül azîz-i muhteremin
Ravza-i
pâkidir bu hayr-âbâd
Açılur
bunda her gül-i maksûd
Müsmir
olur bu yerde nahl-i murâd
Cem'-i
aktâb-ı evliyâdır bu
Oldu
burc-i şümûsu nûr-i ibâd
Bâ-husûs
ol azîz Nûreddîn
Ne
büyük zât idi o pâk-nejâd
Nice
keşf ü kerâmetin gördük
Nicesin
dahi itdiler ta'dâd
Hamdü
li'llâh yed-i mübâreke sen
Hak
nasîb itdi bûs u istis'âd
Nûr-ı
Hak cebhesinde zâhir idi
Berk
ururdu tecelli-i irşâd
Ne idi âlemin
o ta'zîmi
Kul idi
cümle bende vü âzâd
İtdi takbîl-i destine ikbâl
Hân Mahmûd-ı saltanat-bünyâd
Gelmedi hiç tevâzuuna halel
Kim yanında berâber idi ibâd
Nazarında değildi perr-i mekes
İzz ü ikbâl ü saltanat evlâd
Zen-i dünyâyı hep ricâlu'llâh
Hücre-i dilden eylemiş ib'âd
Bu azîzin de makdem-i dünyâ
Nazarında değildi ricl-i cerâd
Yed-i ulyâsı dâğ-ı ber-dil idi
Zerden
eylerdi öyle istib'âd
Çul
giyermiş vücûd-ı pâke memâs
Setr
içünmüş kamîsdan da murâd
Merkez-i
feyz-i Hak bu dâireye
Oldu
aktâb-ı âlem-i irşâd
Böyle
hâk-i mukarrebîne yüzün
Sürmedir
çeşm-i câna kuhl-i murâd
Bu
makâma nazarları vardır
Bâtınîdir
tasarruf u imdâd
Sula
çeşminle hâk-i dergehini
Mekkiyâ
tâ bitince tohm-ı murâd
Nefsi
tashîh içün be-dergâh ol
Bekle
kullukda bekleme âzâd
Melik-i Mülk-i Lâ-yezâl olalım
Saltanatdır
bu derde isti’bâd
Kâfir-i
nefs elinde oldum esîr
İderim
şimdi mahbes içre cihâd
Koma
Yâ Rab beni dalâletde
Kıl
ibâdet bi-hakk-ı nûr-ı ibâd
/266/ Matlabım Yâ
Muhavvile'l-ahvâl
Ola
hâlim seninle hubb ü vidâd
Aks-i
nûr-ı tecelli-i zâtın
Vire
mir'ât-ı kalbe nûr-ı güşâd
Sırr-ı
vahdetle kâm-yâb eyle
Benlik
itsün arada ref'-i sivâd
Âteş-i
aşkın eyleyüp te'sîr
Yana
mahv-ı vücûd ide ekbâd
Sâlik
ol gel tarîk-ı Hakk'a gönül
Andadır
ittisâl-i kûy-i murâd
Zevrak-ı
aşkı câna çekdiri gör
Sal
bu ummâna herçi bâd-âbâd
Mazhariyyetle
sırr-ı vahdete bak
Bunları
ma'rifetdir asl murâd
Kevn
ancak teceddüd-i emsâl
Sanma
vardır vücûd-ı kevn-i fesâd
Ya'ni eşyâ nazarda mahv olsun
Âlem olsun sana adem-âbâd
Meşhed
ü manzarın olup Allâh
Gayriyi
kıl vücûddan ib'âd
Tavr-ı
aklın verâsıdır didiler
Hâl
olur mu makâl ile îrâd
Bu
azîzân mürşidân-ı hüdâ
Bir
nefesde ider velî irşâd
Dest-i
mi'mâr-ı feyz-i himmet ile
İdeler
hâk-i tîremi âbâd
Bize
himmetlerin nasîb ide Hak
Hubb
u ihlâsımız idüp müzdâd
İde
merkadlerin defîne-i nûr
Hak
tecellî ide ile'l-mîâd
Kaddesa'llâhu
sırrahüm ebedâ
Dayyefe
küllühüm bi-hayri'z-zâd
Hâsıl-ı kelâm, Hz. Sünbül, zamân-ı âlîlerinde
teferrüd edip halkın hürmet ü ta'zîmine mazhar olmuş bir zât-ı kudsiyyet-simâttır.
İlm-i tefsîrde yektâ idi. Gülşen-i tevhîd ü tahkîkta o zamân onun gibisi
görülmemiştir. Ravza-i ilm-i tasavvufda ona benzer kimse zuhûr etmedi.
Aşk-ı ilâhîden dâimâ ağlar, muhebbet-i risâlet-penâhî
mübârek kalbini dağlardı. Merkad-i münevverlerinin rûhâniyyeti İstanbul'u ihâta
eylemiştir. Bir insân berây-ı ziyâret türbe-i müteberrikesine âzim olsa,
kalbine havf u tekrîm ile memzûc-ı hissiyyât-ı mahsûsa gelir. Beldemizin bâis-i
iftihârıdır. (Kaddesa'llâhu
esrârahum)
Gedâ-yı
dergeh-i ihsân u iltifâtındır
Gönül
nasîb arayor işte bâb-ı aşkından
Hemîşe
tâbiş-i rûyunla feyz-yâb oldum
Misâl-i
zerre senin âftâb-ı aşkından
Bu makâma münâsebetle yazıldı. Şeyh Abdülbâkî
Dede'nindir.
/267/ Hulefâsı :
Kerâmâtıyla meşhûr Cemşâh Efendi, te'lîfât ve tasnîfâtıyla
meşhûr Cemâl Efendi, Hz. Merkez Mûsâ Muslihuddîn Efendi, ümmî-i âlem Maksûd
Dede Efendi, Kütahyalı Ahmed Dede Efendi, Şeyh Ali Kefevî Alâeddîn Efendi.
Kütahyalı Ahmed Dede Efendi, "Kalburcu şeyhi
Pîr Ahmed Efendi" dedikleri zât olsa gerektir. Şeyh Sun'ullâh-ı Gaybî Bey'at-nâme'sinde der ki :
"Cedd-i
a'lâmız Kalburcu şeyhi Pîr Ahmed Efendi hazretleri Karaman'da Cemşâh'a ve
İstanbul'da Kocamustafapaşa şeyhi Hz. Sünbül Sinân'a
nice müddet kemâl mertebe hizmetler eyleyip, tarîkları muktezâsınca hilâfete icâzet
buyurduklarında, "Hâle muvâfık, isti'dâdıma lâyık insân-ı kâmil
sohbetini buldum." buyurur.
Vâlid-i mâcidimiz Şeyh Ahmed
Efendi dahi Kalburcu şeyhi nezdinde yirmi sene çalışıp, nail-i hilâfet oldu."
Şeyh Ali Kefevî Alâeddîn Efendi
Bu zat-ı muhterem hakkında Hadîkatü'l-Cevâmi'de gördüm ki :
"Pederi Şeyh Mustafa es-Sünbülî'dir. Kendisi Hz.
Sünbül'den hilâfetle feyz-yâb olmuştur. İstanbul'da Sofular'da nâmına nisbetle
bir tekkesi zamânımıza kadar mevcûd idi."
Fazla tafsîlât Hadîka'dadır.
Hânkâh-ı Sünbülî'de zamânıza kadar post-nişîn olan zevât-ı
kirâm :
- Hz. Pîr-i dest-gîr Yûsuf Sünbül Sinân (Kuddise
sırruhu'l-Mennân),
- Hz. Şeyh Merkez Mûsâ Muslihuddîn Efendi (Kuddise
sırruhû),
- Şeyh Ahmed Efendi b. Merkez Efendi (Kuddise sırruhû)[9],
- Şeyh Ya'kûb Efendi (Kuddise sırruhû),
- Şeyh Yûsuf Sinân Çelebi Efendi b. Şeyh Ya'kûb Efendi (Kuddise
sırruhû),
- Şeyh Seyyid Hasan Necmeddîn-i Yümnî Efendi (Kuddise
sırruhû),
- Şeyh Alâeddîn Avnullâh Efendi (Kuddise sırruhû),
- Şeyh Hasan-ı Adlî Efendi (Kuddise sırruhû),
- Şeyh Seyyid Muhammed-i Eyyûbî Efendi (1038/1628-29) (Kuddise
sırruhû),
- Şeyh Seyyid Kerâmeddîn Efendi (Kuddise sırruhû),
- Şeyh Seyyid Alâeddîn Efendi (Kuddise sırruhû),
- Şeyh Seyyid Nûreddîn Efendi b. Seyyid Alâeddîn Efendi (Kuddise
sırruhû),
- Şeyh Seyyid Kutbeddîn Efendi b. Nûreddîn Efendi (Kuddise
sırruhû),
- Şeyh Alâeddîn-i sâlis Efendi (Kuddise sırruhû),
- Şeyh Muhammed Vahyüddîn Efendi (Kuddise sırruhû),
- Şeyh Hâşim-i evvel (Kuddise sırruhû),
- Şeyh Hâşim-i sânî (Kuddise sırruhû),
- Şeyh Hâşim-i sâlis (Kuddise sırruhû),
- Şeyh Yıldız Dede Efendi (Kuddise sırruhû),
- Şeyh Râzî Efendi (Kuddise sırruhû),
- Şeyh Rızâeddîn Efendi (Kuddise sırruhû),
/268/ - Şeyh el-Hâc Muhammed-i Kutbî Efendi b. Rızâeddîn
Efendi (Kuddise sırruhû),
- Şeyh Râzî Efendi (post-nişîn hâlen, 1342/1923-24).
- Ehl-i silsileyi sırasıyla tafsîl edeceğim. Bu meyânda
hulefâsından bahs olunacaktır.
Şeyh Merkez Efendi Hazretleri
Şeyh Muslihuddîn Merkez Mûsâ Efendi'nin pederi Mustafa
Efendi, onun pederi Kılıç Bey, onun pederi Haydar'dır.
"Muslihuddîn" lakabları, "Ebu'n-Nakî"
künyeleridir. Şöhretleri ise "Merkez" nâmındadır. Maskat-ı re'sleri
için dört rivâyet vardır :
Birincisi, Kütahya civârında Larkiye kazâsının Sarımahmûd
köyündendir. İkincisi, Denizli kurâsından, Çakmak karyesindendir. Üçüncüsü,
Manisalıdır. Dördüncüsü, Uşak'tandır.
Tahsîl-i ilme meyl-i zâtîsi olduğundan, henüz sığar-ı sinninde,
ashâb-ı kemâlin feyzinden müstemend olmağa cân atardı. Tahsîli derece-i âliyeyi
bulunca Mevlânâ Hızır Bey-zâde Ahmed Paşa'dan ilm-i tefsîr, ilm-i hadîs okumuş,
irfânen yükselmiş idi. Bülûğundan irtihâline kadar cemâati terk etmemiştir. Bidâyeten
Manisa'da iken tabâbet mesleğinde bulunup, Manisa'da bir hastanın vazîfe-i tabâbetiyle
meşgûl olmuşlar imiş. Ba'zı meşâyıhdan duymuş idim. Meşâyıh-ı Sünbüliyye'den
Şeyh Zekâî Efendi'den sordum, adem-i ma'lûmât beyân eyledi.
Martta Nevrûz-ı Sultânî'de tertîb olunan Nevrûziyye onun
îcâd-kerdesi olup, birtakım nâfi' mevâddan mürekkeb olarak yapar, Manisa'da
halka tevzî' buyururlar imiş. Manisalı bir zât bunu fakîre hikâye etti. "Orada
Merkez Efendi'nin şöhreti vardır." dedi. Bunun elbette bir aslı var
ki, üçyüzelli seneden beri bu ma'lûmât intikâl ede ede zamânımıza muttasıl
olmuştur. Terceme-i hâl kitâblarında, nasılsa münderic değildir.
Hz. Merkez, ulemâ sırasına geçecek derecede tahsîlde
bulunduktan sonra, İstanbul'a gelerek Ayasofya'da tefsîr-i şerîf okutmağa ve
halka va'z u nasîhat etmeğe başlayarak, bir müddet bu sûretle iştigâl
buyurmuşlardır. Tarîk-ı sûfîye meyli hâsıl olunca, Karaman'da Habîb-i Karamânî
isminde bir zâtın kemâlâtından haber alarak Karaman'a kadar şedd-i rahl ederek
müşârünileyhe mülâkî olmuş idi. /269/ O zât-ı muhterem, "Evlâdım!
Nasîbiniz bizden değildir." diye i'tizâr eylemiş ve Hz. Merkez'e,
"Bundan sonra Muslihuddîn olunuz." diye, taltîfen ızhâr-ı âsâr-ı
teveccüh etmiştir. Muslihuddîn lakabı bundan kinâyedir.
Hz. Merkez, Karaman'dan azîmetle, Anadolu'da birçok
yerleri gezerek İstanbul'a avdet ve medreselerden birinde, alâ-rivâyetin Mollâ
Gürânî'de bir medresede ihtiyâr-ı ikâmet buyurmuştur.
Bir müddet sonra Etyemez Dergâhı'nın şeyhi bulunan Mirzâ
Baba nâm zâtın kerîmesini Hz. Merkez tezevvüc eylemekle bu dergâhda bi'l-münâsebe
hayli müddet bulunmuş ve evkâtını riyâzet ve mücâhede ile geçirmiştir. Bu
sırada Hz. Sünbül'ün şöhretini işitmiş, nasılsa onun kemâlini tasdîka meyl-i
kalbîsi husûle gelememiştir. Bir gece rü'yâ görmüş, ta'bîri için bir hayli zevâta
mürâcaat eylemiş ise de herkes ızhâr-ı acz etmiştir. "Hz. Sünbül'e arz
ediniz." yolundaki vesâyânın kalb-i Merkez'de te'sîr-i mahsûsu husûle
gelemiyordu. Bir gece menâmda huzûr-ı Hz. Sünbül'de bulunuyor. Ona rü'yâsını
söylüyor, ta'bîr buyruluyor görür. Hâbdan bîdâr oldukta, "Bu ma'nevî
bir da'vettir." diye gitmeğe karar verir.
Cân
ile cânân taalluk itdiler
Hâlen
ızhâr-ı taaşşuk itdiler
Da'vet, da'vet-i Rahmânî idi. Hz. Merkez, sünbül-zâr-ı
irfâna girdi. Bû-yı sünbül-zârdan mest-i lâ-yu'kal oldu. Ne varlığı, ne irâdesi
kaldı.
"Cânânı
buldu hasta gönül cânı istemez "
diye,
onun cemâl-i tâb-nâkine hayrân oldu. Kendinde ilim kuvvetiyle husûle gelmiş bir
varlık mefrûz idi. Sırr-ı hakîkati ona hitâbın,
شهود
حق طلبى از وجود خود بكذر
كه
جز وجود تو اورا حجاب ديكر نيست
"Hakkı müşâhede etmek istiyorsan kendi
varlığından geç. Çünki
senin vücûdundan başka ona hicâb olamaz." dedi.
Hz. Merkez, intibâha geldi. Huzûr-ı Hazret'e öyle girdi,
orada şemme-i hayâtı buldu. Arz-ı teslîmiyyet etti. Neş'e-i ma'neviyye ile,
"İçenler
câm-ı feyzin âb-ı Hızr'a iltifât itmez "
/270/ nağme-i âşıkânesiyle terennüm-sâz oldu.
Hz. Sünbül, Cenâb-ı Merkez'e bidâyeten şiddet-i inkârına
ve Hz. Sünbül'e adem-i meyline karşı rü'yâda zuhûruna mâni' olmamasına işâreten,
"Mevlânâ, gece kapıya dayanmadınız.", ya'nî "Rü'yânıza
girmekliğime, nasıl oldu da mâni' olamadınız." diye latîfe
buyurmuşlardır. Artık Hz. Merkez,
"Bir
hüsn-i cihân-firîbe düşdüm
Bir hastası çok tabîbe düşdüm "
virdiyle intisâbını i'lân ile, iftihâr eder oldu. Mücâhede-i
tarîkata soyundu. el-Lemezât'ta okudum : Hz. Sünbül, cenâb-ı Merkez'e
isti'dâd-ı fevka'l-âdesi hasebiyle, merâtib-i Esmâ'yı telkîn ve tefhîm ile,
erbaîn teklîf etmiş, o da darhâl erbaîne girmiştir. Bir müddet hıdmet-i celîlelerinde
bulundular. Bidâyeten ilm-i zâhir neş'esinin verdiği sekr ile ne bîhûde yere,
kendinde varlık hissetmiş, ne büyük hatâda bulunmuş olduğuna fi'len ıttılâ'
eyledi.
Tekmîl-i sülûk müyesser oldu. Nâil-i rütbe-i hilâfet
olarak şeyhinin emriyle Aksaray'da Kovacı Dede Zâviyesi'nde[10] post-nişîn
olup, ba'dehû Sultân Süleymân-ı Kanûnî'nin vâlide-i muhteremeleri tarafından
Manisa'da yaptırılan hânkâha, yine şeyhinin emriyle nakl-i seccâde ederek ihyâ-yı
tarîkat eylemiştir. Hz. Merkez'e "Manisalıdır." denilmesi, belki
burada bulunmalarından münbaistir. Ancak tabâbetle iştigâli zamân-ı
meşîhatlerinde mi, bidâyet-i hâllerinde mi, bunu ta'yîn güçtür.
Hz. Merkez'in Manisa'da bulunduğu zamân, Sultân
Süleymân henüz şeh-zâde imiş. Manisa'da vâli bulunurmuş. Hz. Merkez'i pek
severmiş. Ale'l-ekser meclis-i şerîflerine gelir, huzûr-ı Merkez'de ağlarlar
imiş. Hz. Merkez'de talâkat-i lisâniyye ziyâde olup, hâl-i ma'nevî de buna
munzam olunca sâmiîn üzerinde te'sîr-i azîm gösterirler imiş.
Hz. Merkez, bir müddet Manisa'da irşâd-ı ibâd ile
meşgûl olup, ba'dehû âtîde nakl edeceğim sebeb üzerine İstanbul'a gelmişlerdir.
Hadîkatü'l-Cevâmi' ve Osmânlı
Müellifleri nâm eserde mezkûr olduğu üzere, Sultân Selîm-i evvelin kerîmesi
Şâh Sultân hazretleri, Sultân Süleymân ile Rumeli'den gelirler iken, /271/ yolda
ba'zı mertebe meşekkate
dûçâr olmalarıyla, bu esnâda ma'nen Merkez Efendi hazretlerini görüp mütesellî
ve münşerih olmalarıyla Âsitâne'ye vusûllerinde, Eyüp civârında Bahâriyye'de
bir hânkâh inşâ eyleyip, Hz. Merkez'den, buranın meşîhatini kabûl ricâsında
bulunmuşlardır. Onlar da kabûl etmişlerdir, ki elyevm burası ma'mûr olup, âyîn-i
Sünbülî icrâ olunur. 343. sahîfeye mürâcaat buyurula.
Şâh Sultân, evvelce Dâmâd Lütfi Paşa'ye tezvîc
olunmuş idi. Paşa'nın irtihâlinde[11] Hz. Merkez'in dâhil-i
dâire-i zevciyyeti olduğu menkûldür.
Bir gün Sultân Süleymân, hemşîresini görmeğe geldiği
zamân, onu çamaşır yıkarken görünce, riyâzetin terbiye-i ma'neviyyenin husûle
getirdiği netîceye meftûn olarak, "Hemşîre şimdi Merkez'i buldun."
diye beyân-ı iftihâr eyledikleri mestûr-ı sahîfe-i târîhdir.
Sultân Selîm gibi bir pâdişâhın kızı, Sultân Süleymân-ı
Kanûnî gibi bir şehen-şâhın hemşîresi olan bir sultânın, nefsine hâkim olarak
mertebe-i fenâda iltizâm ettiği şu hareket herkesin yapacağı işlerden değildir.
Saltanat-ı dünyânın buz üstüne nakş yapmaktan ibâret olduğunu anlamış,
saltanat-ı ma'neviyyenin büyüklüğünü idrâk eylemiş olan o veliyyetu'llâh'ın
rûh-ı pâkini takdîs ederim. Şâh Sultân ve vâlidesi ve taallukâtından beş kimse
burada, müstakil türbede medfûndur. Sultân Süleymân'ın vâlidesi[12] nâmına, Topkapı hâricinde
yapılan dergâhın meşîhati de Hz. Sünbül'ün emirleriyle, Merkez Efendi
tarafından der-uhde olunmuştur. Hz. Sünbül'ün intikâline kadar, ale't-tahmîn
dokuz sene kadar burada icrâ-yı meşîhat eden Cenâb-ı Merkez, bi'l-âhare hânkâh-ı
Hz. Pîr'de arz-ı hıdmet etmiştir. "Hânkâh-ı Sünbülî'de müddet-i
meşîhatleri üçbuçuk senedir." diye rivâyet vardır.
Hz. Merkez'in Sultân Selîm Câmi'-i şerîfinde kürsî
şeyhliği vardır. Bir gün va'z ediyorlar imiş. Esnâ-yı va'zda gözlerini kapar öyle va'z ederler
imiş. Tefsîr-i Kur'ân'a başlamış. "Esnâ-yı va'zda ol rütbe sûz-nâk sözler
söylerler imiş ki, yürekler deler idi. Hâl-i vecde gelir kendinden geçer idi." deniliyor. Cemâat
kalmamış. Câmiin kayyımı nezd-i Hz. Şeyh'e gelerek, "Efendim, cemâat
kalmadı." diye arz-ı keyfiyyet edince, gözlerini açmış, "Behey
a'mâ! Bir kerre şu duranlara
baksanıza. Bunlar melâike değil midir?" buyurmalarıyla,
kayyımın çeşm-i basîreti açılmış. Hakîkate muttali' olunca isti'fâ-yı kusûr etmiştir.
Bu vak'a Câmiu'l-Avârif'de mezkûrdur.
/272/ Şakâyık'da müşârünileyh hakkında şu yolda serd-i kelâm olunur :
"Vasat-ı dâire-i
talebde Merkez gibi sâbit-kadem olup, nokta-i kalbi medâr-ı hutût-ı muhabbet-i
ilâhiyye olmağın kemâlât-ı felekiyye ve melekât-ı melekiyyenin gâyetine vâsıl
oldu. Müddet-i ömründe şer'-i şerîfe ke-mâ-yenbağî riâyet edip, tarîkatı,
hakîkatı kemâ-hüve hakkuhû râî idi. Evkâtını riyâzet ü mücâhedeye masrûf edip,
silâh-ı salâh ile muhâlif-i akl u hûş olan nefsiyle cihâddan hâlî değildir. Esbâb-ı
eştâd-ı maâşdan ma'dûme medânî îş-ı dûn ile kanâat edip, evzâ' u etvârında
külfe-i tekellüfden arî ve berî idi. Mahrûse-i Kostantıniyye'de, emâkin-i
seniyyede va'z u tezkîr edip, Kur'ân-ı azîm tefsîr ederdi. "
Erbilî Tekkesi şeyhi Sırrı Efendi'den mesmûum oldu ki,
Hz. Sünbül, Cenâb-ı Merkez'e Dürrü'l-Muhtâr ezberlemesini emretmiş; Hz.
Merkez de çalışarak ezberlemiş, Hz. Şeyh'e dinletmiş. Bunun üzerine, "Şimdi
fıkıhdan da kâmil oldun." diye taltîfine mazhar olmuştur.
İrtihâli :
Dokuzyüz ellidokuz sene-i hicriyyesinde (1552) bir Cum'a
günü, terk-i hayât-ı müsteâr eylediler. Nüsha-i nefîse-i vücûdları, Topkapı hâricindeki
âsitâne-i âlîlerinde mahfaza-i kabre tevdî' olundu. (Kaddesa'llâhu sırrahû)
Bir rivâyete göre (irtihâlleri) 951/(1553)'dir; "mâte
takî" (مات تقى) târîhidir.
Hz., Sünbül'den sonra, yirmidört sene muammer
olmuşlardır. Âsitâne-i Sünbülî'de, Cenâb-ı Sünbül'ün câ-nişîni olmuşlardı. Hz.
Pîr, irtihâline karîb, yerine onun geçmesini vasiyyet buyurmuşlardı. el-Lemezât'ta
muharrer olduğuna göre, o zamân Hz. Merkez, li-maslahatin Manisa'da imiş.
Azîzinin emirlerini alarak İstanbul'a şitâbân olmuş ise de muvâsaleti günü
pîrinin intikâli vukû' bulmuştur.
Hz. Merkez'in ilk haremi Etyemez şeyhi kerîmesinin nerede
medfûn olduğu ma'lûm değildir. Şâh Sultân, Bahâriye'de türbe-i mahsûsasında
medfûndur. (Rahmetu'llâhi aleyhimâ)
Şeyhu'l-İslâm Ebussuûd Efendi hazretleri, Cenâb-ı
Merkez'in uluvv-i kadrini takdîr eden eâzımdandır. Onun gaybûbetinden pek
müteessir olarak bir manzûme-i târîhiyye inşâd eylemiştir ki, son mısrâı şudur
:
Dâiresin
Merkez'in nûr ide Allâh
(دائره سن مركزك نور ايده الله)
İrtihâllerinde
sinn-i mübârekleri doksandan ziyâde imiş. Seyyid Seyfullâh Efendi, Câmiu'l-Avârif'inde
yazıyor ki :
/273/ "Merkez Efendi'nin bir Cum'a günü âlem-i bakâya intikâlinde,
cenâze namâzını allâme-i cihân Ebussuûd Efendi kıldırmıştır. Namâz Fâtih'de edâ
olundu. Ba'zı ehl-i keşf cenâzeyi halkın omuzlarından bir arşın yüksekliğinde, muallakta gider görmüşlerdir.
Hz. Merkez,
zühd ü takvâda bî-adîl, hâlîm, selîm, ârif-i bi'llâh bir zât-ı kerîm idi. Hâl-i
sabâvetinden beri sâhib-i tertîb olup, ömrünün nihâyetine kadar bu mazharıyyeti
muhâfaza buyurmuştur. Pederim Seyyid Nizâm hazretleri, Hicâz'dan avdetlerinde
Cenâb-ı Merkez, istikbâllerine şitâb edip, mülâkâtı vukû' bulmuş; Hz. Merkez'e
hitâben Cenâb-ı Seyyid, "Ka'be'yi tavâf ederken ve Arafat'a giderken
bizimle berâber idiniz. Kuvve-i rûhâniyye ile varıp, tayy-i mekân ettiniz. Siz
hakîkaten hacısınız. Biz fakîrler, para sarf edip gittik, tavâf ettik."
buyurmalarıyla Hz. Merkez, bu sözü söylememesini ve kendisini âleme fâş
etmemesini, yoksa o da kendilerinin velâyetini ve ahvâlini âleme fâş
eyleyeceğini bi'l-beyân ricâda bulunmasıyla birbirleriyle sarışıp
öpüşmüşlerdir."
Câmiu'l-Avârif
'den naklim burada bitti.
Pîr-i tarîk-ı Gülşenî Sultân İbrâhîm-i Gülşenî
hazretleriyle Hz. Merkez, İstanbul'da görüşmüşler ve Hz. Merkez'e teberrüken
mübârek ridâ-yı şerîflerini ihdâ buyurmuşlardır.
Evliyâ Çelebi Müntehabât'ında
mezkûrdur :
"Azîz-i müşârünileyh
Cenâb-ı Merkez, bir gün mürîdânına Topkapı dışarısındaki hânkâhında hitâben,
"Şurada secde ederken, 'Yâ Şeyh! Ben yer altında sinîn-i medîde habs
olmuş bir aynü'l-hayâtım. Beni bu mahbesten halâs eyle' diye taht-ı zemînden
bir sadâ sem'-ı ıttılâıma vâsıl oldu. Gelin ey azîzler, şu seccâdemin olduğu yeri kazalım."
buyurmalarıyla, mürîdân kazdılar. Nihâyet ol âb-ı hoş-güvâr meydâna çıktı. Merzâya
teberrüken içirirler, bi'izni'llâh şifâ bulurlar.
Bu suyun olduğu
mahalde çile-hâneleri vardır. Su el'ân mevcûddur. Teberrüken ziyâret olunur.
Kemâl-i hilm ü
şefkatinden nâşî, fâreler bile bizden incinmesin diye, dergâhda kedi
beslemezlermiş. Ezâ vü cefâya ihtimâli olan sözü söylemekten fevka'l-âde tehâşî
buyururlar imiş."
Menkûlâttandır :
Ara sıra mekteblere uğrar, çocuklara yemiş dağıtırlar
imiş. /274/ Çocuklar mesrûr olsunlar diye âzâd ettirirler imiş. Bu
sırada, "Benim için duâ ediniz. Sizler ma'sûmlarsınız. Duânız
makbûldür. Bu yüzü kara, sakalı ak, koca âsî için duâ ediniz. Ola ki, yevm-i
kıyâmette yüzü ak ola evlâdlarım." der, ağlarlar imiş.
Sultân Süleymân-ı Kânûnî maiyyetinde ordu ile birlikte
harbe gittikleri, askere cihâdın fazâilinden bâhis va'z u nasîhatlarda bulundukları
ve daha birçok menâkıbı, el-Lemezât'ta muharrerdir.
Mehîb sûretli, sahâbe sîretli bir azîz-i muhterem idi.
Cenâb-ı Hak, cümlemizi, mazhar-ı şefâatleri buyursun. Âmîn.
Enîs-i
zümre-i ahyâr Cenâb-ı Şeyh Merkez'dir
Velâyet
mülküne ser-dâr Cenâb-ı Şeyh Merkez'dir
Lisân-ı
feyzi olmuş hikmet-i aşkdan dürer-efşân
Misâl-i
bülbül-i gül-zâr Cenâb-ı Şeyh Merkez'dir
Cihâna
velvele-endâz idi irşâd u tefsîrde
Mükemmel
menba'-ı esrâr Cenâb-ı Şeyh Merkez'dir
Vücûd-ı
ekremi tebcîle şâyân zât-ı âlîdir
Mufahham
pîr-i hayr-âsâr Cenâb-ı Şeyh Merkez'dir
Muallâ
türbesinden münteşirdir bû-yı sünbül-zâr
Mübârek
kabri pür-envâr Cenâb-ı Şeyh Merkez'dir
Garîbi
kem-teri Vassâf'ının cânı gözü nûru
Veliyy-i
mes'adet-girdâr Cenâb-ı Şeyh Merkez'dir
Türbeleri pek i'tinâ ile yapılmış, ma'mûrdur. Fâtih Sultân
Mehmed Hân hazretlerinin türbesi, Sultân Abdülazîz devrinde ta'mîr olunduğu zamân
ona gümüşten şebeke yapıldığında ceviz üzerine sedef işlemeli şebeke Hz.
Merkez'in sandûkasının etrâfına konulmuştur. Çok rûhâniyyetli mahall-i isticâbet-i
duâ bir makâm-ı saâdet-nümâdır.
Türbe-i şerîfede bir levhâda şu beyitleri okudum :
Merhabâ
ey Merkez-i devrân-ı cihân
Merhabâ
ey kutb-ı kevneyn-i mekân
Zâhir
ü bâtında nûrun olmada
/275/ Âf-tâb-veş
cümleye şu'le-feşân
Kıymetin
bilmekde âcizdir ukûl
Ayn-ı
nûr-ı Mustafâ'sın bî-gümân
Doğsa
şems garbdan didi Monlâ-yı Rûm
Ayn-ı
hurşîddir ki meşrıkdan doğan
Zarf
değişse hak hakîkat pâyidâr
Ahvel
olma aç gözün bir gör ıyân
Dâire
meydânda biz içindeyiz
Nûru
zâhir göreler Merkez-nihân
Lutf u ulviyyetini ta'rîf muhâl*
Çünki
bu ta'rîfden âcizdir lisân
Âşık
u hayrânınım şâhım senin
Melceim
sensin efendim nûr-ı cân
Bendelikden
itme âzâd bizleri
Dâimâ
kurbân sana Ken'ân-ı cinân
Hz. Merkez'in şu ilâhîsi bestelenmiştir :
Eyâ
âlemlerin şâhı tecellî kıl tesellî kıl
Gönüller
burcunun mâhı tecellî kıl tesellî kıl
Ciğerden
eylerim feryâd bu benlik da'visinden dâd
İkilikden kılup âzâd tecellî kıl
tesellî kıl
"Garîk-ı bahr-i ısyânım
şefâat yâ Rasûla'llâh" na'tı müşârünileyhindir. "Merkez" tahallus
eder.
Bir âdet-i müstahsene-i kadîme
:
Yenikapı Mevlevî-hânesi
müessisi Kemâl Ahmed Dede zamânından beri cârî olan bir âdet-i müstahseneye binâen,
bayramlarda dedegân ve dervîşân, müctemian ve önlerinde âyîn-hânlar, nây ve
kudümler bulunduğu hâlde, Mevlvî-hâneden çıkıp ve yolda âyîn okuyarak Merkez
Efendi Dergâhı'na gelirler ve orada bayram namâzını edâdan sonra Hz. Merkez
Muslihüddîn'in türbe-i şerîfesi önünde bütün dedegân ve muhibbân-ı Mevlevî
halka teşkîl ettikleri hâlde Mevlevî şeyhi olan zât gül-bang çektikten sonra,
Hz. Merkez post-nişîni efendi ile ba'de'l-musâfaha, yine hey'etce ve âyîn
okunarak ve nây ve kudüm çalınarak Mevlevî-hâne'ye avdet olunur. Devr-i
Hamîdî'de bu âdet-i kadîmenin men'ine kıyâm edilmiş ise de, merhûm Celâleddîn
Efendi hazretlerinin teşebbüs ve ısrârı üzerine ferâgat edilmiştir.
/276/ Cem Şâh
Hazretleri
Cemâl-i Halvetî hazretlerinin
mahdûmu ve Hz. Sünbül'ün halîfesidir. Müteşerri' ve müteverri' bir zât-ı âlî-kadr
idi. Hz. Sünbül zamânında pîş-kademlik eyleyip, tekmîl-i tarîkat ettikde
Akşehir'de neşr-i tarîka me'zûn olmuş ve hayli müddet irşâd ile
meşgûl olarak 943 sene-i hicriyyesinde (1536)
terk-i âlem-i nâsût etmiştir. Akşehir'de medfûndur. (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
Şeyh Cemâl Efendi[13]
Maksûd Dede Efendi
Tokatlıdır. İlm-i zâhirde ümmî
iken, ilm-i bâtında allâme olmuş; âşık, sâdık bir zât-ı âlî-kadr idi. Tekmîl-i
sülûkdan sonra Hz. Sünbül'ün emriyle Siroz'da neşr-i tarîka başlamış ve nice
müddet irşâd ile meşgûl olduktan sonra, 970/(1563) senesinde terk-i dağdağa-i
hayât eylediler.
Ahmed Dede Efendi
Kerâmâtı görülmüş bir zât-ı âlî-kadrdir.
Hz. Sünbül'den tekmîl-i tarîkata muvaffak olup, Kütahya civârında, Okçu köyünde
neşr-i tarîkata me'zûn idi. 979/(1571) senesinde orada irtihâl-i dâr-ı naîm
eylediler. (Kaddesa'llâhu esrârahum)
Hz. Merkez'in Hulefâsı :
Mikdârı dörtyüzü bulmuştur. Şöhretleri Hind'e kadar şâyi'
olmuş idi.
Ecell-i hulefâsından :
Gömleksiz Muhammed Efendi, Behiştî Ramazân Efendi, Köse
Muhyiddîn Efendi, Şeyh Ahmed Efendi, Şeyh Ya'kûb Efendi, Muhammed Emîn Efendi,
Seyyid Ahmed Muslihuddîn Efendi, Şeyh Ahmed Beşîr Efendi.
/277/ Şeyh
Gömleksiz Muhammed Efendi
"Gömleksiz" diye şöhreti vardır. Eyüp'te Bahâriye'deki
dergâhta şeyh olup, 951/(1544)'de irtihâl eylemekle, Eyüp'te Bahâriye'ye giden
yol kenarında sol tarafta elyevm türbesi mevcûddur. Mezkûr dergâh-ı şerîf, zamânımıza
kadar Sünbüliyye'den gelmiştir ve deniz kenârında gâyet rûhâniyyetli bir
mahaldir. Hz. Merkez'in güzîde halîfelerindendir. 343. sahîfeye mürâcaat
buyurula.
Behiştî Ramazân
Efendi
Hz.
Merkez'in yetiştirmelerindendir. Vizelidir. 979/(1571)'de Çorlu'da irtihâl eylemiştir.
Ârif, kâmil bir zâttır. Âsârı uluvv-ı ka'bına şehâdet eder :
l. Hâşiye alâ
Şerhi Akâid li'l-allâme Taftazânî.
2. Ta'lîkât alâ Şerhi Miftâh.
3. Hâşiye-i Âdâb-ı Mes'ûdî.
4. Ta'lîkât ale'l-Câmi'.
5. Cem-şâh ve
Alem-şâh.
6. Süleymân-nâme.
Eş'ârından :
Visâlin
Ka'be'dir rûz-ı ecel azmi zamânıdır
Kefen
ihrâmıdır tâbût o yolun taht-ı revânıdır
Köse Muhyiddîn Efendi
Hz. Merkez'in hulefâsı meyânında ismi zikre şâyândır. Ricâl-i
tarîkattandır. Kerâmâtı görülmüştür. 990/(1582) târîhinde irtihâl edip, âsitâne-i
Merkez'de minâre dibinde âsûde-nişîn-i rahmettir.
Şeyh Ahmed Efendi
Hz. Merkez'in veled-i es'adları olup, cezbe-i ilâhiyye sâhibi,
müessirü'l-kelâm, makbûl-i hâss u âmm, âlim, âmil, kâmil bir zât idi. Cenâb-ı
Merkez, "Oğlum benden çok eyidür." diye mahfiyyetle iftihâr buyururlardı.
Denizli mülhakâtından Akçaköy, inzivâ-gâhı olduğu Şakâyık'ta mezkûrdur.
Te'lîfât-ı adîdesi olup, en meşhûru, seksen cüzden ibâret
olmak üzere Bâpûsî ismiyle tercüme eylediği Lugat-ı Kâmûs'dur. Bu
eserin bir nüshası Edirne'de Sultân Selîm-i sânî Kütüphânesi'nde mevcûddur.
Hatt-ı destiyle muharrer nüshâsı Âtıf Bey Kütüphânesi'ndedir.
Bir de, İsmetü'l-Enbiyâ ve Tuhfetü'l-Asfiyâ eseri meşhûrdur.
el-Lemezât'ın beyânına göre rihletleri 970/(1563) ve Esmârü't-Tevârîh'a
göre 963/(1556) senesindedir.
/278/ Medfenleri Uşşâk'ta
olduğunu el-Lemezât yazar. Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye'de Sâdık Vicdânî
Bey, Hz. Merkez'den sonra Hânkâh-ı Sünbülî'de icrâ-yı meşîhat ettiğini beyân
ediyor.
Şeyh Muhammed Emîn Efendi
Hz. Merkez'in hem halîfesi, hem dâmâdıdır. Câmiu'l-Avârif'de,
"Âlem-i fenâya kadem basmış, tam dervîşlik tahsîl etmiş server idi.
Ehl-i dünyânın bisâtına kadem basmış ve külhânlarına kolluk asmış değildi. Hânkâh-ı
Hz. Merkez'de seccâde-nişîn-i irşâd olmuş idi. Bir bostânı vardı, eker biçer,
onunla taayyüş ederdi. Dervîşleri, şeyhlerinin nice kerâmâtını görmüşlerdir."
diye yazılmıştır. Âhiri'l-emr, (كُلُّ نَفْسٍ ذَآئِقَةُ الْمَوْتِ)[14] sırrı zuhûr
edince şarâb-ı mevti nûş etti. Türbe-i Hz. Merkez'de medfûndur. (Kaddesa'llâhu
sırrahû).
Şeyh Seyyid Ahmed Muslihuddîn Efendi
Hadîkatü'l-Cevâmi'in beyânı vechile, Hz.
Merkez'in dâmâdıdır. Ondan müstahleftir. 984/(1576) senesinde irtihâl eyledi.
Civâr-ı Hz. Pîr'de medfûndur. "Şeyh Seyyid" (شيخ سيد) târîh-i irtihâlidir.
Dîger manzûme-i târîhiyye :
Kutb-ı
âlem Hazret-i Merkez Efendi'nin budur
Sıhrı
hem müstahlefi ol zât-ı kerrûbî-hısâl
Kümmel-i ehl-i
kulûbdan ârif-i bi'llâh idi
Seyyid
Ahmed Muslihuddîn-i kerâmet-iştimâl
Pür
iderdi sırr-ı feyz ile dimâğ-ı âlemi
Sünbülistân-ı
hakîkatden alup bû-yı kemâl
Bunda
devr-i sübha-i enfâsı itmâm eyleyüp
Rûh-ı
pâki eyledi gül-zâr-ı kurba irtihâl
Geldi
çâr-evtâd-ı târîhi didiler cevherîn
Menzili
Şeyh Ahmed'in ola ârâm-gâh-ı cemâl
(منزلى شيخ احمدك اوله آرام كاه جمال)
Bir oğlu, iki kerîmesi olup, yanında medfûndur.
Kendileri an-asl Germiyân'dan neş'et ederek tahsîl-i ulûmdan sonra İstanbul'a
gelip, Hz. Merkez'e intisâb eylemişlerdi. Bir emr-i ma'nevî üzerine Hz.
Merkez'e dâmâd oldular ve onlardan ikmâl-i sülûk ettiler. Kâmil ü mükemmil bir
mürşid-i âlî-nisâb idi.
Şeyh Ahmed Beşîr Efendi
Mevlidi Kütahya kurâsından Çavdar - Kalburcu karyesi
olup, tarîh-i irtihâli 978/(1570)'dir. Devrân-ı sûfiyye hakkında bir risâlesi
vardır. Hamzavîler bahsinde terceme-i hâlini yazdığım Şeyh Sun'ullâh-ı Gaybî
hazretlerinin büyük pederleridir. Tarîk-ı Bayramî'de şöhretleri vardır.
(Sun'ullâh-ı Gaybî'nin büyük babası olan) bu zât, Hz. Sünbül halîfesi olmak lâzımdır.
Bahsi 267. sahîfede geçti. "Müftî Şeyh Ahmed Efendi" denilen zât dahi
olsa gerektir. Târîhe karışmış bahisler olup ta'mîka imkân bulamadım.
Şeyh Hasan Efendi
Ahmed Beşîr Efendi'nin halîfesidir. "Simkeş-zâde
Feyzi Hasan Efendi" diye meşhûrdur. /279/ Zeyl-i Şakâyık sâhibi
Zeylî'nin pederidir. Elsine-i selâsede nazm u nesre muktedir bir şâir-i ârifdir.
Şeyh Abdulahad en-Nûrî'den de
hilâfeti olduğu gibi, Edirnekapı hâricinde Emîr Buhârî Dergâhı meşîhatine
ta'yîni münêsebetiyle, Hakîm Çelebi şeyhi Bosnavî Şeyh Osmân-ı Nakşıbend'den
mücâz olmuş idi. Pederi Simkeşbaşı Muhammed Ağa imiş.
1102/(1691) senesinde altmışaltı yaşında irtihâl
etmiş, dergâh-ı mezkûr hazîresine defn olunmuştur. "İde feyz-i cinânı cây
ü me'vâ " (ايده
فيض جنانى جاى مأوا) târîhidir.
Âsârı :
1. Tefsîr-i Beyzâvî'nin Sûre-i Bakara kısmına
ta'lîkâtı.
2. Müretteb Dîvân'ı.
3. Mi'râc-nâme.
4. Cevân-nâme.
5. Gamze-i Dil.
Gazellerinden :
Nihân it derd-i aşkı eyleyip feryâd neylersin
Cihânı
itdin ey dil âh ile berbâd neylersin
* * *
Arz
eyle subh-dem gül yüzin ol şeh-suvârımız
Sahrâ-yı
sabr-ı aşkdan kalmaz karârımız
/280/ Şeyh Ya'kûb Efendi Hazretleri
Anadolu'da Germiyân ilinde Şeyhli nâm karyede dünyâya
gelmiştir. Eben-an-ced siyâhî-zâdedir. Ulûm-ı zâhireyi tahsîl ile berâber, îş ü
işrete dalmakla, gördüğü bir rü'yânın te'sîriyle tevbe-kâr olarak Hz. Sünbül'ün
dâmen-i irfânına gâyet sâdıkâne bir sûrette yapışmıştır.
Öyle mücâhede eder imiş ki, altı ay su içmez, üç
günde bir iftâr eder, halaka-i zikrde kendisini pâre pâre eyler imiş. Hayli zamân
lâ-ya'kıl bir hâlde kalır imiş. Hz. Sünbül, "Dervîş olunca Germiyânlı
Ya'kûb Dede gibi olmalı." buyururlardı. Bir buçuk yıl böylece mücâhededen
sonra icâzet vermişlerdir.
Ba'dehû Hz. Merkez'den hilâfet alarak Yanya cânibine
irşâden li'l-ibâd me'mûr olmuş.
Orada mahsûsan inşâ olunan bir mescidde imâm olup, halkın pek ziyâde teveccüh
ve rağbetini celb ile nice vîrân kalbleri ma'mûr buyurmuşlardır.
Ya'kûb Efendi, bir azîz-i nûrânî idi. Hânkâh-ı
Sünbülî meşîhati kendilerine teveccüh ettikten sonra hâli büsbütün kesb-i
ulviyyet eyledi. Envâr-ı rûhâniyyeti, âsâr-ı velâyeti nümâyân oluyordu.
Meclis-i va'zında hâzır bulunan kimse, husûle gelen te'sîrâttan ağlardı. Bir
kerre meclisine gelen bir daha terk edemezdi.
Âdâb-ı meşâyıha çok riâyet-kâr idi. Fukarâ ve dervîşânı
sıyânet eder idi. "Kırk sene namâzda kalbime mâ-sivâ gelmemiştir"
diye hamd ederler imiş. Namâzda iken kendinden geçerlerdi.
Bir cum'a günü Dâvûdpaşa Câmii'nde, salât-ı Cum'a edâ
olunurken, kubbeden bir büyük sıva düşmüş, halk, "Kubbe yıkılıyor."
diye câmi'den firâr etmiş. Ya'kûb Efendi, huzûr-ı Hak'da mâ-sivâdan tecerrüd
ettiğinden, bu vak'adan haber-dâr
bile olmayarak namâzına devâm eylemiştir.
Dervîşlerinden biri dûçâr olduğu dîk-ı hâlden dolayı
müşârünileyhe mürâcaatında, "Oğul! Duâyı rızâ-yı Hak içün yap. Nefsin
içün bir şey taleb etme." buyurmuşlar. Bu sözün te'sîriyle kendinden
geçen o zât, bu sebebe mebnî dervîşleri sırasına girmiştir.
Bir gün mürîdânından biri şeyhinin hücresine gelip
içeri girereceği
sırada, içeride musâhabe sadâsı işitince edeb edip beklemiş, ses kesilince müsâade
alarak huzûruna girdiğinde kendilerinden başka kimseyi göremeyince, "Sultânım!
Sesler işittim, edeben girmedim. Halbuki kimse yok, mütehayyir oldum."
demesiyle Hz. Ya'kûb, "Kimseye söyleme /281/ nâ-mahreme
ızhâr etme, Hz. Hızır ve İlyâs aliyhime's-selâm geldiler, bana duâ ta'lîm eylediler." buyurunca,
"Sultânım! O duâ nedir? Bu kem-terinize da ta'lîm buyurunuz."
diye ricâ edince, "(يا خالق الخلايق يا مالك الملك يا حى ياقيوم يا ذا الجلال
والإكرام )dir."[15] buyurmuşlardır.
Seyyid Seyfullâh Efendi, Câmiu'l-Avârif'inde
nakl ediyor : "İşrâk namâzından sonra yirmi beş def'a okumağa mülâzım
olan, iki cihânda ne isterse bulur." diyor.
Yine mürîdânından biri, bir gece salât-ı teheccüdü
edâ kasdıyla câmi'-i şerîfe giderken ortalığı tabîî ağyârdan hâlî bulup, fakat
câmiin önünde zencîrli servinin dibinde, şeyhini diz çökmüş oturuyor görmüş.
Biriyle musâhabe ediyormuş. Ba'dehû duâ edip, câmie girmişler. Bu hâli istîzâh
ettiğinde, "O servi önünde Rasûl-i ekrem (salla'llâhu aleyhi ve sellem)
efendimiz hazretleri, ahyânen bu abd-i kem-terlerine hadîs-i şerîf ta'lîm
buyururlar. Servinin yanında el açar duâ ederim ve gâyet edeble geçerim."
dediklerini Câmiu'l-Avârif yazıyor. Servi hakkındaki rivâyetin en
sıhhate karîb olanı budur.
Sultân Süleymân-ı Kanûnî zamânında yağmursuzluktan
pek ziyâde ıztırâb çekilen bir zamânda, ekâbir ü a'yân u ahâlî müctemian
Şeyhü'l-İslâm'a mürâcaatla pâdişâh-ı enâmın duâ etmesini ricâ etmişler. O da
"Hânkâh-ı Sünbül'de seccâde-nişîn-i reşâdet olan Şeyh Ya'kûb Efendi
hazretleri duâ buyursunlar." demişler. Hz. Şeyh'i aramışlar,
bulmuşlar, güç hâl ile cebren minbere çıkarıp duâ ettirdiler. Rahmet-i ilâhiyye
ile âlem tâze hayât buldu.
Şeyh Ya'kûb Efendi, kemâl-i mahviyyetlerinden ve dûçâr-ı
şöhret olmasından nâşî, "Ben vahdette yaşar bir adamım, beni kesrete
uğratıp ömrümde çekmediğim sıkıntıyı çektirdiler. Kâşki dünyâya gelmeyeydim."
diye beyân-ı şikâyet buyurmuşlardır. Kendilerine, "Efendim! Vücûnunuz
mahz-ı hayrdır. Ale'l-husûs bu kadar fazâil ü fevâide mukârin olup nice
kimselere fâideniz dokundu. Bundan tehâşîye sebeb nedir?" diye
sordular. Cevâbında, "Bende evvelâ bu kelâm, âlem-i vahdetin
lezzetinden müfârekat elemi tezekkür olunduğu zamânda lisân-ı hâlden lisân-ı
kalbe gelmiştir. Sâniyen, şerâit-i ni'met-i vücûd ki, edâsında nice ehl-i şuhûd
âciz ve mertebe-i kemâli az kimse hâiz görüldüğü esnâda makâm-ı aczde vârid
olmuş kelâmdır. Sâlisen bu kelâm, makâm-ı kâlimde denilmiş değildir. Ba'zı hâlin
muktezâsıdır. Bu mertebede Fahr-ı âlem (salla'llâhu aleyhi ve sellem) efendimiz
hazretleri (يا
ليت رب محمد لم يخلق محمداً)[16] /282/ buyurmuşlardı.
Hz. Ali (kerema'llâhu vechehû ve radıyallâhu anh) efendimiz dahi, "Hiç
kimseye reşk etmem, illâ dünyâya gelmeyenlere reşk ederim."
buyurmuşlardır. Nice evliyâ-yı kirâmın bu makâmda birer sözü vardır."
diye bir çok hakâyıktan bahs eylemişlerdir.
Hicret-i nebeviyyenin 979/(1571) sâlinde cihân-ı
mihnetten sarâ-yı vahdete çekildiler. Türbe-i münevvereleri Hz. Sünbül'e
muttasıldır. Türbeyi, Sultân Süleymân-ı Kânûnî inşâ eylemişlerdir.
Şeyh
Ya'kûb ol azîz-i pâk-dîn
Eyledi
azm-i reh-i dârü'l-karâr
Geldi
yapdı üstüne bu kubbeyi
Pâdişâh-ı
âlem-i gerdûn-vakâr
Cem'
olup bu ravzaya kerrûbiyân
Hıdmet
itmekle iderler iftihâr
İdicek
târîh-i fevtinden suâl
Didi
hâtif gitdi kutb-ı rûz-gâr
(كتدى قطب روزكار)
Cenâb-ı Hak, sırlarını takdîs ve bizleri mazhar-ı
şefâati buyursun. Âmîn.
Hulefâsı :
Şeyh Mahmûd Efendi, Şâh Veliyy-i Ayıntâbî, Şeyh Mahmûd-ı
Şuhûdî, Şeyh Yûsuf, Şeyh Necmeddîn Sinân Efendi hazerâtıdır.
Şeyh Mahmûd Efendi, Hz. Ya'kûb'un halîfesidir. Mübârek
bir zâttır. 863/(1458)'te Gazi Tiryâki Hasan Paşa'nın inşâ-kerdesi olan Balçık
Tekkesi (Cezerî Kâsım Paşa) şeyhi ve imâmı olmuş idi. Vefâtı 1018/(1609)'dedir.
"Mahmûd-ı Şeyhî" (محمود شيخى) târîhidir. Mezkûr
tekke hazîresinde medfûndur.
Şâh Veliyy-i Ayintâbî, Hz. Ya'kûb'un (dîger bir)
halîfesidir. 1000/(1592) târîhine yakın bir zamânda Ayıntab (Antep)'de vefât
eylemiştir. Gunyetü'l-Sâlïkîn, Virdü's-Settâr üzerine Arapça
şerhi, el-Kevkebü'l-Mudıyyetü fi't-Tarîkati'l-Muhammediyye, Risâletü'd-Dürriyye
fî-Beyânı Tarîkati'l-Marzıyye cümle-i âsârındandır. 956/(1549) târîhinde
Ya'kûb Efendi'ye intisâbinâ bakılırsa, yirmidört sene onun nazar-ı feyziyle
perverde olduğu anlaşılır.
Şeyh Muhammed-i Şuhûdî Efendi, Hz. Ya'kûb'un (başka
bir) halîfesidir. Hasan Necmeddîn Efendi hazretlerine hânkâh-ı Sünbülî'de vekâleti
vardır. Bursalıdır. Bursa'da irtihâl-ı dâr-ı naîm eylemiştir.
"Muallimü'l-Hayr" (معلم
الخير) (1021/1612) târîhidir. Tekkesi vardır. Orada medfûndur. Müretteb
Dîvân'ı olup âşık bir zâttır.
Yâ
Rab kullar ihsâna kaldı
Lutf
u kerem sultâna kaldı
Müznib
Şuhûdî dergâha geldi
Yâ
Rab murâdım gufrâna kaldı
/283/ Şeyh Yûsuf Sinân Efendi
Hz. Ya'kûb'un mahdûmu ve halîfesidir. Yanya'da dünyâya
gelmişlerdir. Tahsîl-i kemâlât ve terbiye-i tarîkattan sonra, Süleymân-ı Kânûnî
vezîri Ali Paşa kethüdâsı Ferah Efendi'nin binâ-kerdesi olan dergâha 972/(1565)
senesinde şeyh olmuştur. Bu dergâh zamânımıza kadar muttasıldır. Hıfz-ı Kur'ân'a
mazhar olan Şeyh Sinân Efendi, Hz. Merkez'in şeref-i sohbetine mazhar olmuş
idi. Sultân Murâd-ı sâlis kendilerini çok severlerdi.
Hüsn-i savta mâlik olup, sâmiîni vecde getirirler
idi. İlmen dahi yüksek mertebesi var idi.
Peder-i ekremlerinin irtihâlinde hânkâh-ı Hz. Sünbül'de
der-uhde-i meşîhat buyurup altı sene bu hıdmet-i şerîfeyi îfâdan sonra,
985/(1577) senesinde, ârzû-yı zâtîsi ve pâdişâh-ı enâmın tensîbiyle
Şeyhu'l-Harem-i Nebevî hıdmet-i mübeccelesiyle Medîne-i Mürevvere'ye gitmiştir.
Dört sene bu hıdmet-i mukaddesede bulunarak, 989/(1581)'da cânını cânânına
teslîm edip, Cennet-i Bakîa'da, ammu'n-Nebî Hz. Abbâs'ın kubbesi yanında âsûde-nişîn-i
rahmet-i Rahmân'dır. "Şeyhu'l-evliyâ" (شيخ الاوليا) (ölüm) târîhidir. (Kadddesa’llâhu
sırrahû)
Âsâr-ı aliyyeleri :
1. Tenbîhu'l-Gabî fî-Rü'yeti'n-Nebî. Bu eseri
Şeyhu'l-Harem iken yazmıştır. Mütâlaa ile şeref-yâb oldum. Âşıkâne bir sûrette
yazılmıştır. "Hâl-i yakazada ehl-i hâlin cemâl-i Ahmed'i temâşâsı
mümkindir." diye isbât-ı hakîkat maksadıyla edille serd ediyor. Bir
çok dakâyıktan bahs ediyor.
2. Menâsik-i Hac.
3. Tadlîlü't-Te'vîl.
4. Risâletü'l-Hakîka.
5. Metâlibü'l-Îkân.
6.Tezkire-i Halvetiyye. Cemâl-i Halvetî, Hz.
Sünbül, Merkez, Ya'kûb Efendilerin menâkıbını hâvîdir.
İlâhiyyâtından :
Beni
benlikten al kurtar ilâhî
Ki
gide bendeden benlik günâhı
Kaçan
bunda göçem olam müsâfir
Cemâlin
Ka'be'sinde kıl mücâvir
* *
*
Ârzû-yı
vuslatın gitmez gönülden bir nefes
Yâ
Rasûla'llâh cemâl-i bâ-kemâlin kıl nasîb
İki
cihânda murâdım bu durur ancak hemân
Ki
müyesser ola vuslat bu cihânda an-karîb
/284/ Pek âşık, âlim bir
merd-i ârif idi.
(Rahmetu'llâhi aleyhi rahmeten vâsia)
Sinân Çelebi'nin birâderi Yûsuf Efendi ulemâdan idi.
Tarîkat-nâme'si vardır. Abdülkerîm Kerâmeddîn isminde bir mahdûmu olup,
1042/(1632-33)'de irtihâl eylemiştir.
Şeyh Seyyid Hasan Necmeddîn
Efendi
"Yümnî Hasan Efendi" diye meşhûrdur.
Alacahisarlıdır. Hz.Ya'kûb'un halîfesidir. Sinân Çelebi'den sonra, hânkâh-ı
Sünbül'de post-nişîn olmuştur. Sultân Mehmed-ı sâlisle Eğri seferinde bulunduğu
gibi, Bağdâd'a kadar seyâhatle oradaki eızze-i kirâmı ziyâret ve oradan
Haremeyn-i Muhteremeyn'e azîmet etmiştir.
İstanbul'da ilk def'a şeb-i mevlid-i Nebî'yi kanâdîl
ile ihyâ eden bu zât-ı muhteremdir. Leyle-i mübârekeyi ihyâ etmeği öteden beri
mu'tâd eylemiş Hz. Sünbül hânkâhının minâresinde önce kandîl yaktırır imiş. Bu
cemîle-i ihtirâm-kârî Sultân Murâd-ı râbiin takdîrini celb ve tensîbini istilzâm
etmekle umûm memâliki-i Osmâniyye'de leyâlî-i mukaddesenin bu tarz-ı nûrâniyyette
tebcîl ve ihyâsı emr edilmiştir.
Nûr-ı cemâl-i Mevlâ aleyhi ekmelü't-tehâyâ efendimiz
hazretlerine fart-ı aşk u muhabbeti vardı. Hattâ bir leyle-i saâdet-i mevlid-i
Nebî'de kemâl-i aşk u muhabbeti cûş u hurûşa gelerek nâire-i âh ile hayât-ı
müsteârdan tecerrüd edivermiştir. (Allâhümme yessir lenâ bi-hurmeti nebiyyinâ,
yâ rabbenâ).
Târîhi :
"Azm-i
ukbâ itdi Necmeddîn Hasan "
(عزم عقبا ايتدى نجم
الدين حسن)
= 1019/(1610)
Bu zât-ı âlî-kadrin yazdığı bir silsile-nâme vardır.
Vefâ'da Âtıf Bey Kütüphânesi'nde 1398 numaradaki eser zeylindedir; gördüm.
Şeyh Hasan-ı Adlî Efendi
Hasan b. Muhammed b. Ali'dir. Lakabları Adlullâh;
künyeleri Ebu'l-Mütevekkil'dir. Rumeli'de İştib'de dünyâya gelip, meşhûr âlim
Taşköprülü-zâde Kemâl Efendi'den tahsîl-i ulûm eylemiştir. Hasan Necmeddîn
Efendi hazretlerine nice müddet hizmet edip, nâil-i hilâfet olmuş, pek çok
yerleri dolaşarak nice cânlar uyandırmıştır. Balat Dergâhı'nda meşîhati olduğu
gibi, Yanya ve Manastır taraflarında bulundukları sırada şeyhinin intikâli
üzerine da'vet-i pâdişâhî ile İstanbul'a gelip, hânkâh-ı Hz. Sünbül'de şeyh
olmuştur. Mazanna-i kirâmdan pek mübârek bir zât-ı âlî-kadr idi. Tergîbât nâmında
bir eseri vardır. Şu kasîde-i tevhîdiyye kendilerinindir :
Cennetin
didi ol Rasûlu'llâh
Semen-i
lâ-ilâhe illâ'llâh
Aslını
saldı gülşen-i câna
Şecer-i
lâ-ilâhe illâ'llâh
Anın
içün gıdâsı rûh oldu
Semer-i
lâ-ilâhe illâ'llâh
/285/ Hıfz ider cânı şerr-i şeytândan
Siper-i
lâ-ilâhe illâ'llâh
Mâ-sivâyı
bu dâr niheng-âsâ
Ejder-i
lâ-ilâhe illâ'llâh
'Küntü
kenz'i sana ayân eyler
Güher-i
lâ-ilâhe illâ'llâh
Getürür
bahr-i vahdeti cûşa
Eser-i
lâ-ilâhe illâ'llâh
İki
kat itdi pîr-i gerdûnu
Kemer-i
lâ-ilâhe illâ'llâh
Virgürür
aşka câmi'-i aşkın
Minber-i
lâ-ilâhe illâ'llâh
İltürür
râhını cinâna senin
Rehber-i
lâ-ilâhe illâ'llâh
Kandırır
teşne-dilleri âhir
Kevser-i
lâ-ilâhe illâ'llâh
Vâsıl-ı
râh-ı Hakk oldun ise
Mazhar-ı
lâ-ilâhe illâ'llâh
Sadef-i
kalbe düşse incü olur
Matar-ı
lâ-ilâhe illâ'llâh
Cünd-i
şeytânı târ-mâr eyler
Asker-i
lâ-ilâhe illâ'llâh
Başına
giydi kim ki şâh oldu
Efser-i
lâ-ilâhe illâ'llâh
Şark
u garbda irişdi açılıcak
Şehber-i
lâ-ilâhe illâ'llâh
Tâs-ı
çarhî olup geçer arşa
Hançer-i
lâ-ilâhe illâ'llâh
Cân
u dil göklerin münevver ider
Kamer-i
lâ-ilâhe illâ'llâh
Hırmen-i dilde mâ-sivâyı
yıkar
Şerer-i
lâ-ilâhe illâ'llâh
Doğıcak
yakdı zulmet-i küfrü
Ahter-i
lâ-ilâhe illâ'llâh
İrişelden
dile fütûh irdi
Zafer-i
lâ-ilâhe illâ'llâh
Bû-yı
vahdet irer yanınca dile
Micmer-i
lâ-ilâhe illâ'llâh
Adliyâ
irs ile irişdi bize
Gevher-i
lâ-ilâhe illâ'llâh
"Mübeşşirü'l-Cennet" (مبشر الجنت) terkîbinin işâreti
mûcibince 1026/(617) târîhinde irtihâl-i dâr-ı bakâ eylemiştir. Müstakil
türbesi vardır. Sandûkasının başındaki levhadan :
Hazret-i
Adli Efendi bu idi merd-i ilâh
Âlim
ü ârif idi aşk-ı Hudâ'ya âgâh
Aşkla
devr iderek itmiş idi mahv-ı vücûd
Zikr
ü fikriyle geçerdi şeb ü rûzu her-gâh
Bû-yı
irfân ile mest itdi meşâmm-ı cânı
Nefsinin
hâhişini eyledi çün istikrâh
Nîm-nigâh
ile iderdi nice merdi ihyâ
Zer-i
hâlisde nühâs itdi tarîkın güm-râh
İlmî
çün geldi "temûtûne taîşûn" sırrı
Cânı
cânâna virüp söyledi Allâh Allâh
Hadîkatü'l-Cevâmi',
müşârünileyhin hac avdetinde Medîne-i Münevvere'de vefât eylediğini, "dahale'l-merkad" (دخل المرقد) terkîbine göre, 1009/(1600) senesinde rıhletini
yazıyorsa da bunda bir yanlışlık olsa gerektir. Târîh de tevâfuk etmiyor.
/286/ Fâtih'de Millet Kütüphânesi'nde
Târîh kısmında 236/1797 numaralı Vefeyât-ı Ekâbir-i İslâmiyye nâm eserde
de 1026 gördüm. Doğrusu budur.
Şeyh Seyyid Muhammed Efendi
Şeyh Adlî Efendi hulefâsındandır. Pederleri Abdülhâlık
Çelebi, Eyüp'te Şâhsultân Zâviyesi'nde medfûndur. Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye'nin
Halvetiyye bahsinde, Sâdık Vicdânî Bey, müşârünileyhin Adlî Efendi'den sonra hânkâh-ı
Sünbülî'de meşîhat ettiğini yazıyor.
Bu zât 1071/(1661)'de Medîne-i Münevvere'de vefât
eylemiştir. Bundan sonra post-nişîn olan Kerâmeddîn Efendi'nin 1071'den sonra irtihâli
vukû' bulmak lâzım gelir. Halbuki, âtîde tafsîl edileceği üzere,
1051/(1641)'dir. Şu hâlde Seyyid Muhammed Efendi'nin belki Adlî Efendi'den
sonra bir müddet-i cüz'iyye burada seccâde-nişîn olup, bi'l-âhare Karâmeddîn Efendi
onu istihlâf etmiş olacaktır.
Seyyid Muhammed Efendi, sülâle-i Sıddîkıyye'den idi.
Âlim, fâzıl
bir zât-ı âlî-kadrdir. Risâletü'l-Esmâiyye, Risâletü't-Tahkîk fî-Sülâleti's-Sıddîk
nâm eserleriyle, Mecmûa-i İlâhiyyât'ı vardır.
Şeyh Ahmed-i Adîmî Efendi
"Miftâhî-zâde" diye meşhûrdur. Pederi İbrâhîm
Efendi'dir; Narlı Kapı'nın miftâh-dârı idi. Bundan dolayı "Miftâhî-zâde"
denilmiştir. Hâfız Hüseyn-i Ayvansarâyî, Vefeyât-nâme'sinde (şöyle der) :
"Kocamustafapaşa
şeyhi Seyyid Muhammed Efendi'den ahz-i tarîkat edip, zâhir ü bâtınını ma'mûr
etmiştir. Şeyhi Seyyid Muhammed Efendi'nin birâderi Bostân Efendi'nin yerine Şâhsultân
Tekkesi şeyhi olmuştur. Eyüp'de Cum'a vâizi idi. Edâ-yı hacc-ı şerîf maksadıyla
âzim-i râh-ı Hicâz olup, Şam'a vusûlünde Hz. Bilâl-i Habeşî (radıya'llâhu
anh) civâr-ı rahmet-medârında irtihâl etti. Burada medfûndur."
Miftâhî-zâde'ye
açıldı Cennet
(مفتاحى زاده يه آچلدى جنت) = 1072/(1662)
târîhidir.
1040/(1631)'ta hilâfet almış olmasına nazaran otuziki sene mesned-nişîn-i reşâdet
olmuştur. İlâhiyyâtı vardır, bu
onundur :
Derd-mend
olmak dilersen iste ehl-i derdi bul
Lâ-mekân
olmak dilersen aşka yâr ol râhı bul
Şeyh Eyyûbî Muhammed Efendi
Şeyh Adlî hulefâsındandır. Sâhib-i fazîlet bir zât
olup, şehrîdir. 1071/(1661)'de Medîne-i Münevvere'de irtihâl eyledi. Eyüp'de Şâhsultân
Tekkesi'nde medfûn, sülâle-i Sıddîkıyye'den Abdülhâlık Çelebi'nin mahdûmudur. Risâle-i
Esmâiyye, Risâletü't-Tahkîk fî-Sülâleti's-Sıddîk ve Mecmûa-i İlâhiyyât
cümle-i âsârındandır.[17] Silsile-nâmelerde
isimleri, "Şeyh Muhammed-i Eyyûbî el-Medenî" diye muharrerdir.
/287/ Şeyh Seyyid Kerâmeddîn
Efendi
Sâdâttan olup, Şeyh Hasan Necmeddîn Efendi
hazretlerinin mahdûmlarıdır. 1013/(1604)'te dünyâya gelip, tahsîl-i ulûmdan
sonra dayıları Şeyh Muhammed-i Sünbülî'den, (Bu zât Seyyid Muhammed-i Eyyûbî
olacak.) ahz–i feyz ederek şeyh-i mükerremlerinin yerine post-nişîn oldular.
Kerâmâtı görülmüş erlerdendir. Vefeyât-nâme'de, "Kerîmüddîn"
diye yazılmıştır.
"Hûr-ı maksûrât" (حور مقصورات) (1051/1641) târîh-i irtihâlleridir.
Şeyh Ya'kûb Efendi hazretlerinin türbesinde medfûndur. Oradaki iki levhada şu
beyitleri okudum :
Bu
iki merkad-i mümtâz pür-envâr-ı feyz-âkîn(?)
Biri
Ya'kûb Efendi'dir biri Seyyid Kerâmeddîn
Be-hem-âğûş-ı
der-hâb-ı ferâgatdir görilen heb
Karâr
itmiş şerefle burc-ı hâkîde meh-i pervîn
Yine
bir mefhar-ı ehl-i tarîkat göcdü dünyâdan
Koyup
firkatde ahbâbın ola yâri Habîbu'llâh
Bakâ-bi'llâh'a
azm itdikde Feyzî
didi târîhin
Kerâmeddîn'e
dîdârıyla ikrâm eyleye Allâh
(كرام الدينه ديداريله
اكرام ايليه الله)
Bu târih 1009 çıkıyor. Binâenaleyh yanlıştır.
Doğrusu bâlâda yazdığım vechile 1051'dir.
İlâhiyyâtından :
Gel
meclis-i uşşâka tâ ref' ola ahzânın
Kabr-i mübâreklerinde rûhâniyyet vardır. Hz.
Sünbül'e kabren en karîb bahtiyâr-ı meşâyıh-ı Sünbüliyye'dendir.
Keşfî Ca'fer Efendi
Adlî Efendi hazretlerinin hulefâsındandır.
İstanbulludur. Tophâne'de, Fındıklı'da Kaptan Arap Ahmed Paşa'nın Hâtûniyye
Mescidi yanında haremi Perîzâd Hanım'ın binâ eylediği dergâha şeyh olmuştur.
Sultân Abdülmecîd devrinde, câddesinin tevsîi sırasında dergâh mahalli câddeye
kalb olunduğundan, tramvay hattının deniz cihetinde inşâ olunan dergâh
hazîresine bakâ-yı ızâmı nakl edilmiş, üzerine bir türbe yapılmıştır. Elyevm câdde
üzerinde ziyâret-gâh-ı enâmdır. Şu, târîhidir :
Hû
diyüp Ca'fer Efendi azm-i Firdevs eyledi
(هو ديوب جعفر افندى عزم فردوس ايلدى) 1053/(1643)
/288/ Buraya ilk şeyh olan zât Hasan
Efendi'dir. 983/(1575)'te şeyh olup, 1008/(1599)'de vefât etmiştir.
Yerine müşârünileyh Keşfî Ca'fer Efendi geçmiş; kırkbeş sene şeyh olmuştur.
Güzel nutukları varmış. Fakîr, yalnız âtîdekine müsâdif oldum :
Şol gönül kim mübtelâ-yı derd-i
aşku'llâh olur
Derdine dermân bulunca kârı âh u zâr
olur
Tâlib-i dîdâr olan ey derd-mend Keşfî
bugün
"Mâ-vesa’nî"
remzinin esrârına âgâh olur
Sonra şeyh olanlar : Şeyh Receb Efendi (1155/1742)[18], Şeyh Fazlullâh
Efendi (1065/1655), halîfesi Ömer Hüseyin Efendi 1118/1705) (Elliüç sene
meşîhat etmiştir.); yerine yine Fazlullâh
Efendi halîfesi Şeyh Mustafa Efendi (1140/1728), Şeyh Muhammed Efendi
(1149/1736), Şeyh İbrâhîm Efendi 1178/1764), Şeyh Muhammed Nebî Efendi
(1189/1775), Şeyh Hâfız Efendi (1194/1780).
Şeyh A’mâ Hüseyin Efendi
Şeyh Hasan-ı Ünsî Risâlesi’nde gördüm ki, Ca’fer
Efendi hazretlerinin hulefâsından Fazlı Efendi vardır. Onun yetiştirmelerinden
A’mâ Şeyh Hüseyin Efendi şâyân-ı zikirdir. Çocuk iken İstanbul’da bir
bâzergânın kulu imiş, âzâd olmuş. Salıpazarı’da iskelede kayıkçılık edermiş. 1060/(1650)’ta
terk edip Fındıklı Hâtûniyye Câmii’nin civârındaki dergâhında Şeyh Fazlı
Efendi’ye intisâb (etti) ve mazhar-ı hilâfet oldu. Şeyhinin irtihâlinde A’mâ
Hüseyin Efendi yerine şeyh oldu. Sahib-i nefes ve kâmil ü mükemmil adam imiş.
Haktan gayriyi nazardan iki gözleri a’mâ olmuş, fakat bir yere gitse elinden
kimse tutmaz idi. 1118 senesi Zi’l-hiccesinin âhiri Cum’a (1706 Mart sonu)
beyne’l-ışâeyn irtihâl edip tekkesi karşısındaki kabristana defn olundu.
Mülâhaza : Buradan şimdiki câdde açıldığından Ca’fer
Efendi kabri, yeni yapılan türbeye nakl olunmuş ve binâen aleyh A’mâ Hüseyin
Efendi kabri mensî olmuştur. Hüseyin Efendi irtihâl edince yerine halîfesi
Derviş Mustafa Efendi geçip câ-nişîn olmuştu. Sâlih ve müttakî bir adam imiş.
Şeyh Yûnus Hilmi Efendi b. Ali
Keşfî Ca'fer Efendi Dergâhı şeyhi idi.
Sünbüliyye'dendir. Sultân Mahmûd Hân-ı sânînin mazhar-ı teveccühü olmuş; dergâhına
birkaç def'a teşrîf-i humâyûn vukû' bulmuştur. Beyne'l-meşâyıh, Yûnus Efendi
hakkında ratb u yâbis hayli sözler devrân eder. Belki teveccüh-i pâdişâhîyi
istirkâb yüzünden hâdis olmuş rivâyâttır. Yûnus Efendi'den sonra Şeyh Hâfız
Ahmed Efendi post-nişîn olup, 1301/(1884) Zi'l-hiccesinde Cidde'de vefât etmiş,
yerine Şeyh Kudret Efendi şeyh olmuştur.
Şeyh Yûnus Hilmi Efendi zamânında tarîk-ı Sünbülî
yeniden vüs’at bulmuştu. Birçok halîfe yetiştirmişlerdir. İrtihâlleri 1278
şehr-i Recebinin yirmiyedinci (8 Şubat 1861) Perşembe gününe müsâdiftir. Keşfî
Ca’fer Efendi türbesinde medfûndur. Eyüp’te Şâhsultân Dergâhı şeyhi Necâti
Efendi ve Kâdirî-hâne şeyhi Şerefenddîn Efendi, hulefâsı meyânındadır. Merkez
şeyhi Nûreddîn Efendi dahi müşârünileyhten mazhar-ı feyz olanlardandır.
Yûnus Efendi’nin silsile-i tarîkatı :
-
Şeyh Seyyid Muhammed Mes’ûd
Efendi
-
Şeyh Hâfız İsmâîl-i Cihângîrî
-
Şeyh Nûrullah-ı Merkezî
-
Şeyh Nebîh es-Seyyid Abdullâh-ı
Uyûnî (eş-şehîr) bi-Suyolcu-zâde
-
Şeyh es-Seyyid Nûreddîn-i
Sünbülî
Bakıyyesi 339. sahîfededir.
Hânkâh-ı Sünbülî post-nişîni merhûm Râzî Efendi
hazretleri ile Samatya’da Mîrahûr Dergâhı şeyhi Hâfız Nazîf Efendi, Şeyh Yûnus
Efendi’den mahzar-ı feyz olanlardandır.
Şeyh Seyyid Alâeddîn Efendi
Necmeddîn Hasan Efendi hazretlerinin mahdûmu ve Seyyid
Kerâmeddîn Efendi'nin küçük birâderidir. 1016/(1607) senesinde dünyâya
gelmiştir. Pederinin irtihâlinde üç yaşında idi. Birâderi Seyyid Kerâmeddîn
Efendi'nin şeyhi ve mürşidi Eyyûbî Seyyid Muhammed Efendi'den müstahlef olup,
birâderine hâlef olarak hânkâh-ı Hz. Sünbül'de hıdmet-i meşîhate geçmiştir.
Elliüç yaşında irtihâl-i dâr-ı bakâ eylediler. Türbe-i
münevvereleri hânkâh-ı Hz. Sünbül'de meydâna nâzırdır.
Hazret-i Pîr-i Alâeddîn'dir cân-ı cihân
Gün
gibi keşf ü kerâmât ile olmuşdu ayân
Nice
dem meydân-ı aşkda devr idüp hû diyerek
Kûy-i
aşkı himmet-i çevgân ile aldı hemân
Sünbülî
bâğında bitmişdi
bu da bir verd-i nev
Bû-yı
feyzi andelîb-âsâ el'ân itdi figân
Nâgehân
dostdan hıtâb-ı 'irciî' geldikde hem
Hû
diyüp derhâl virdi sıdk ile cânâna cân
İlmiyâ
şahbâz-ı rûh-ı aşkla pervâz idüp
Kasr-ı
Firdevs'i bi-hamdillâh itdi âşiyân
Seccâde-i irşâda otuzyedi yaşında câlis olmuşlar.
Onaltı sene icrâ-yı meşîhat buyurmuşlardır.
/289/ Şeyh İbrâhîm Nakşî-i
Sünbülî
Seyyid Alâeddîn Efendi hazretlerinden müstahlefdir.
Pederi Muhammed Ağa'dır ki, Hasan Paşa'nın kethüdâsıdır. Sünbülistân-ı aşkta
yetişen eâzım-ı meşâyıhdandır. İstanbulludur. Tezkire-i Sâlim'in beyânına
göre, 1051 sene-i hicriyyesinde (1641) doğmuştur.
Muharrir-i kem-ter bunda bir yanlışlık olmak ihtimâline
kâniim. Seyyid Alâeddîn Efendi'nin târîh-i irtihâli 1069/(1659) olduğundan, İbrâhîm-i
Nakşî Efendi, onsekiz yaşında tâc-ı hilâfet giymiş olur. Halbuki tarîk-ı
Sünbülî'de o zamân tekmîl-i sülûk etmeden hilâfet verilmezdi. Tekmîl-i sülûk
ise, senelerce hizmet ü mücâhedeye ve sinn-i kâmil sâhibi olmağa mütevakkıf
idi. Vefeyât-nâme'de dahi 1051 gösterildiğinden, o zamânki menkûlâtta
bir yanlışlık olacaktır.
Muhakkak olan bir şey varsa o da, Seyyid Alâeddîn Efendi'ye mülâkâtıdır.
Harem-gâh-ı irfân-ı sedâd olan kalb-i şerîflerinden nakş-ı mâ-sivâyı sildikten
sonra, 1090/(1679) senesinde, otuz yaşında iken Haremeyn-i Muhteremeyni ziyârete
gidüp gelmiş ve yine tahsîl-i kemâlât u mücâhedât ile iştigâl edip, yedi sene
bu hâl üzere kalmıştır.
1097/(1686) senesinde, Rumeli Hisârı Câmi'-i şerîfi
vâizliğine, ba'dahû Üsküdar Vâlide-i Atîk Câmi'-i şerîfine, 1106/(1694/
senesinde Şehzâde Câmi'-i şerîfine me'mûr olup, burada sekiz sene mütemâdiyen
icrâ-yı va'z u nasîhatta
bulunmuştur.
Hz. Nakşî'nin dergâh meşîhati yoktur. 1114 senesi
Saferinin yirmialtıncı (22 Temmuz1702) günü âlem-i ukbâya intikâl eylediler.
İstanbul'da Hekimoğlu Ali Paşa Câmi'-i şerîfi harîminde elyevm ziyâret olunan
makbere-i mahsûsada vedîa-i hâk-i gufrân kılınmıştır.
Hz. Nakşî, zâhir ü bâtını ma'mûr bir vücûd-ı fazâil-mevfûr
idi. Şi'r ve ilâhiyyâtta sâhib-i iktidâr idi.
Tezkire-i Sâlim'de, "Hz.
Nakşî ecille-i ricâlullâh'dandır. Nâzik ve latîf güftârı vardır. Bu beyt-i dil-ârâ
ona şâhiddir." deniliyor :
Şarâb-ı
la'l-i nâbın nûş idenler
Leb-i
yâre bir içim su didiler
* * *
Şol
arak kim zeyn ola gül-gûne-i ruhsârdan
Bir
gül-âb-ı nâzdır kim verd-i sahrâdan çıkar
Azîz-i merhûm, nâdî-i vâdî-i aşka münâdî, şevk u garâm
mebâdı olan âh-ı feryâdını mutasavvıfâne bu beyit ile bir ilâhî-i şerîflerinde
ta'mîr ettikleri edâ-yı dil-pezîri, hak bu ki, derece-i /290/ ulyâ-yı
fesâhat-ı tâm olduğu müttefekun aleyh-i erbâb-ı kemâldir ki, ol hâlet-i
bî-tedbîri bu beyt-i kerâmet-ta'bîr ile takrîr buyururlar :
Dâğ
yakmış şerha çekmiş sînesin çâk eylemiş
Böyledir
âlemde Nakşî hâl-i müştâkân-ı aşk
Hz. Nakşî'nin gaybûbet-i ebediyyesi ile müteessir
olan Üsküdarlı Abdüllatîf-i Râzî şu târîhi söylemiştir :
Hem-nâm-ı
Halîl-i Hak Nakşî ki anın dâim
Derd-i
dil-i pür-zârına eylerdi müdâvâ Hû
Ol
sâlik-i âgâha olmuşdu bu devr içre
Matlûb-ı
temennâ Hû mahbûb-ı dil-ârâ Hû
Dergâh-ı
Hak'a rûh-ı pâkini nisâr etdi
Şevkıyle
diyüp bir kez Yâ Hazret-i Mevlâ Hû
Sa'y
eyleyerek cânı cânâna ulaşdırdı
Kad
nâle mine'l-kurbâ mâ-en-yetemennâ Hû
Ervâh-ı
selef Zârî geldi didi târîhin
Cennet'de
de ey Nakşî gel Hû diye Yâ Hû*
(جنتده ده اى نقشى كل
هو ديه يا هو) = 1114/(1702)
Türbenin olduğu mahalde fevka'l-âde bir zâviye
varmış. "Abdâl Ya'kûb Zâviyesi" derler imiş. Hekimoğlu Ali Paşa, Câmi'-i
şerîfi binâ ederken bu zâviyeyi câmi' hudûdu dâhiline alarak zâviyeyi
kaldırmıştır. Câmi' havlısındaki şadırvanın olduğu mahal, zâviyenin olduğu yer
ve oradaki kabristân onun hazîresi imiş. Elyevm bu zâviyenin vücûdu yoktur. Hz.
Nakşî, bu hazîreye defn olundukta üzerine türbe yapılmıştı. Türbe son harîk-ı
kebîrde yanmıştır. Kabr-i Nakşî, elyevm mezâr taşından muarrâ olarak ziyâret
olunur. Türbesi varken ziyâretimde sandûkasının önündeki levhada şu ma'lûmât-ı
müeyyide vardı :
"İşbu merkad-i şerîf Deli Hasan Paşa'nın kethüdâsı
Muhammed Ağa-zâde eş-Şeyh es-Seyyid İbrâhîm-i Nakşî (kaddesa'llâhu sırrahû)
hazretlerinin tecellî-gâh-ı rûhânîsidir. Merhûm müşârünileyh Kocamustafapaşa
şeyhi ârif-i bi'llâh Alâeddîn Efendi merhûmdan tekmîl-i tarîkat etmiş ve Şehzâde
Câmi'-i şerîfi vâizi iken 1114 sene-i hicriyyesinde Saferü'l-hayrda irtihâl-i dâr-ı
bakâ /291/ eyleyip, Abdâl Ya'kûb Mezâristânı denilen bir mahalde
rahmet-i Rahmân'a tevdî' kılınmıştır. Abdâl Ya'kûb Zâviyesi fevkânî bir tekke
olup, bu mahalde idi. Ba'dehû mezkûr zâviye arsasına Hekimoğlu Ali Paşa, ilk
sadâretinde, elyevm meşhûd olan câmi'-i şerîfi inşâ eylemiştir."
Abdâl Ya'kûb ve burada şeyh olan İbrâhîm Vehbî-i
Enfüsî, Ali Paşa'nın türbesinde medfûndur. Vefeyât-nâme böyle yazıyor.
Koruklu Şeyh Muhammed-i Fahrî Efendi, Hz. Nakşî'nin
halîfesidir ki, terceme-i hâli İshâk-ı Karamânî bahsinde geçti. (Kaddesa'llâhu esrârahum)
Hz. Nakşî'nin müretteb bir Dîvân'ı vardır.
Şeyh Kenzî Hasan Efendi
Seyyid Alâeddîn Efendi halîfesidir. An-asl
Ayaşlıdır. Buraya gelerek ba'de'l-intisâb mazhar-ı feyz-i Rahmânî olarak
şeyhinin emriyle Manisa'ya azîmet ve orada neşr-i tarîkat eylemişlerdir.
"Türbetü'l-azîz" (تربة العزيز) (1122/(1710) târîh-i irtihâlidir. Bir Dîvânçe'si
var imiş, Bu ilâhî müşârünileyhindir :
Aldın
mı safâ ile Musaffâ haberin sen
Ol
nûr-ı Hudâ vech-i muallâ haberin sen
Her
müddeiye sorma ki aşkdan haberi yok
Mecnûn'a suâl eyle o Leylâ haberin
sen
Ey zâhid-i hoşk ma'bedini mescidi
sanma
Dil
Ka'be'sine sor o musallâ haberin sen
Sevdâya
düşüp yârini sahrâda arama
Cân
ehline sor matlab-ı a'lâ haberin sen
Mahv eyledi heb varını esrâr-ı
ene'l-hak
Mansûr'a suâl eyle o Mevlâ haberin
sen
Zâhidlere sorma güzelim vuslat-ı yâri
Âşıklara sor kudret-i bâlâ haberin
sen
Ey Kenzî eğüp boynunu sür pâyine
rûyın
Sor şeyhim Alâddîn'e o Mevlâ
haberin sen
/292/ Şeyh Seyyid Nûreddîn Efendi
Seyyid Alâeddîn Efendi hazretlerinin necl-i necîbidir.
1063/(1653) senesi şehr-i Recebinde İstanbul'da zînet-efzâ-yı âlem-i şuhûd
olmuştur. Henüz altı yaşında iken 1069/(1659) senesinde peder-i ekremlerinin
intikâline mebnî öksüz kalmıştır. İbtidâî, intihâî tahsîl-i kemâlât ile mümtâz oldular. Kimden
müstahlef olduklarına dâir âsârda bir kayda dest-res olunamamış ise de, karîne
ile istidlâl ediyorum ki, pederlerinin halîfesi ve o zamânın zübdetü'l-meşâyıhı
bulunan Şeyh İbrâhîm Nakşî-i Sünbülî hazretlerinin taht-ı terbiyesinde
perveriş-yâb olmuşlardır. Hilâfetleri de ondan olmak muhtemedir. Pederlerinin irtihâlinde
altı yaşında bulunduklarına göre, her hâlde pederlerinin halîfesi olamazlar.
Yirmiyedi yaşında hânkâh-ı Hz. Sünbül'de post-nişîn olmaları hasebiyle bu sinne
vusûle kadar tekmîl-i sülûk ile uğraştıkları, bu sinde tâc-ı hilâfeti
giydikleri müstebân olur.
Seyyid Nûreddîn Efendi hazretleri, hânkâh-ı Sünbül'deki
meşâyıhın eâzımındandır. Altmışdokuz sene yedi ay seccâde-nişîn-i meşîhat
olmuşlardı. "Yetmişdokuz sene yedi aydır." denilmekte ise de,
ikinci şık kabûl olunursa onyedi yaşında seccâde-nişîn olması lâzım gelir ki,
gayr-i vâriddir. Pederlerinin irtihâlinde altı yaşında bulunmalarına ve
yirmiyedi yaşında seccâde-nişîn olmalarına nazaran kendilerine vekâlet eden zâtın
yirmibir sene bu hizmette bulunduğu münfehim olmaktadır.
Şöhret ü kıymet-i zâtiyyeleri hasebiyle, halkın ziyâdesiyle
mazhar-ı ihtirâmları olmuşlardır. Kutb-ı âlem Nûreddîn-i Cerrâhî hazretlerinin
mürîdânından biri bir gün, hânkâh-ı Hz. Sünbül'e gelerek dâhil-i
halaka-i dervîşân olur. Seyyid Nûreddîn Efendi hazretleri de burada seccâde-nişîn
olduklarından, esnâ-yı devrândaki hâli mürîdin nazar-ı dikkatini celb ile,
"Kâşki bu zâta intisâb etmiş, onun mürîdi bulunmuş olsaydım. "
diye kalbinden temenniyâtta bulunmuştur. Hz. Nûreddîn, esnâ-yı devrânda
halakanın ortasında dolaşır, kumanda edermiş. O mürîdin yanından geçerken,
yavaşca ona hitâb ile, "Evlâdım, şeyhinle ol, şeyhinle ol. O sâhib-i
kemâldir. Ondan yüz çevirme." buyurmak sûretiyle, hem onun zamîr-i
kalbîsini keşf etmiş, hem de ders-i hakîkat vermiştir. Bu kabîl hâlâtı şâyi'
oldukta halkın inhimâkâtı artmakta idi.
1153/(1740) senesinde, Hamzaviyye ricâlinden ba'zı zevât
ile hem-hâl olarak halktan inkıtâ' ile yedi sene inzivâ eylemiştir.
İnzivâ-güzîn oldukları hücreleri hânkâh-ı Sünbülî'de şeyh
dâiresinin bahçesinde tahmînen üç metre murabbaında bir mahall-i mübârektir.
El'ân hüsn-i muhâfaza olunursa da cam ve çerçeveleri kalmamıştır. Eslâf, müşârünileyh
hazretlerine ne derece hürmet etmiş ki, bu hücreyi san'at-ı mi'mâriyyenin
enmûzeci denilecek derecede arabesk tarzında tezyîn ve ebyât-ı latîfe ile
duvarlarını tezhîb eylemişlerdir. Tavanı hâlen kıymetine bahâ olmaz derecede
müzeyyendir. Ziyâretim esnâsında o makâm-ı âlîde müşârünileyhin geçirdikleri
eyyâm-ı hayâtı düşündüm, lerze-dâr oldum (Kaddesa'llâhu
sırrahû).
Peder-i mükerremleri Seyyid Alâeddîn Efendi zamânında
hücre-i hânkâhda sâkin olan /293/ ve ricâl-i Hamzaviyye'den Sarı Abdullâh
Efendi hazretlerinin hulefâsından bulunan Işık (?) Hüseyin Dede
ile hem-bezm olmuşlardır. Muhabbeti o dereceye götürdüler ki, Seyyid Nûreddîn
hazretleri, Hüseyin Dede'nin odasından çıkmaz olmuştu. Aldıkları neş'enin
te'sîriyle Habeşî-zâde Rahîmî Bey ve Halîl Ağa'nın dahi hem-sohbeti olup,
bunların Hamzavîler kısmında geçen terceme-i hâllerinden müstebân olmuş olacağı
üzere, ricâl-i Hamzaviyye'den, ya'nî evliyâ-yı mestûrînden olmaları hasebiyle,
Hz. Nûreddîn bunların mesleğinden şemme-i hakîkati duyduğundan, zâhiren âyîn-i
Sünbülî üzere meşgûl oldukları hâlde, bâtınen zevk-ı melâmetle mukayyed
oldular.
Giy
melâmet hırkasın sultânlık anda gizlidir
Bi'l-âhare
halktan inkıtâ' neş'esinin galebesi yedi sene inzivâsına sebeb oldu. Yedi sene
sonra mahdûm-ı mükerremleri Kubbuddîn Efendi hazretlerine hilâfet vermiş ve
birkaç hafta esnâ-yı devrânda görünmüşlerdir. O zamânı düşünürüm; halk bidâyeten ne kadar tehâlük ve iştiyâk
gösterdiler. İnzivâları üzerine bu iştiyâkları ne mertebe arttı. Sonra tekrâr
devrânda görünmeleri, ne derece izdihâma sebeb oldu ve ne hâller zuhûra geldi;
ne cilveler husûl buldu.
Bir mukâbele
günü cümle ahıbbâsıyla vedâ' ederek, esnâ-yı zikrde "Allâh" diye
sayha, hem de herkesi dûçâr-ı ra'şa edecek bir şiddetli sayha ile terk-i hayât-ı
müsteâr ve âzim-i dârü'l-karâr oldular. 1160/(1747) senesine müsâdifdir (Kaddesa'llâhu
sırrahû).
Sinn-i
şerîfleri doksanyediye resîde olmuş idi.
Hz.
Nûreddîn, zâhir ü bâtınını ma'mûr etmiş, ecille-i meşâyıhdan olmakla berâber,
umûmun fevka'l-âde hürmetine mazhar olmuş, nûrâniyyü'l-vech bir pîr-i muhterem
idi. Sultân Mahmûd Hân-ı evvel kendilerini çok sever idi. Birkaç def'a ziyâret-i
aliyyelerine gelmiştir. Haber-i irtihâlleri şâyi' oldukta herkes göz yaşları
dökmüşlerdir. Pâdişâh-ı müşârünileyh dahi müteessir olup, Fâtih Sultân Mehmed Câmi'-i
şerîfinde salâ verilmesini emr etmişti. Na'ş-ı münîfleri cemm-i gafîr ile Fâtih
Câmii'ne nakl olunup, herkes ta'tîl-i meşgale etmiş, dükkânlar kapanmış idi.
Salât-ı
cenâzeyi Şeyhü'l-İslâm Zeynelâbidîn Efendi kıldırdıktan sonra na'ş-ı münîfleri
bâ-kemâl-i ihtifâl, huzûr-ı Hz. Sünbül'e getirilmiştir. İhzâr edilen kabre
Sadrazam Hacı Muhammed Paşa bi'z-zât inmiş ve Hz. Nûreddîn'i tâbûttan
kucaklayıp kabrine yatırmıştır. Bi'l-âhare üzerine kubbeli bir türbe inşâ
olunup, elyevm ma'mûr bulunmuştur.
Müstakîm-zâde'nin Şerh-i Dîvân-ı Ali nâm eserinden
:
"Vaktimizde
serv-i sünbülistân-ı tarîkat, serv-i sebz-bâğ-ı hakîkat Şeyh Seyyid Nûreddîn-i
Sünbülî (kuddise sırruhû), 1140/(1728) târîhinde bîmâr olduklarında
kendi tâc-dârân-ı hulefâsından Hocapaşa vâizi Muabbir-zâdelerin kebîri Şeyh
Muhammed-i Şânî merhûm ricâ ve niyâzıyla bedelini tazmîn edip, derhâl ol maraz
Hz. Azîz'den zâil ve Muabbir-zâde'ye nâkil ve ol tîr-i kazânın nîşânı Şeyh
Muhammed-i Şânî olup, çend-eyyâmda azm-i bakâ ve azîz-i müşârünileyh
bi'l-külliyye sıhhat-nümâ ve yirmi sene daha pîrâye-i hadîka-i fukarâ oldu.
"Hıfzu'l-lisân"
(حفظ اللسان) (1160/1747) târîhinde, yetmiş
sene hilâfet ve doksanaltı yıl müddet-i ömrlerini ba'de't-tekmîl şerefle zümre-i
hâmûşân oldu. Hilâfetleri vâlid-i mâcidleri Seyyid Alâeddîn Efendi'den olup,
onların dahi hâlleri Seyyid Muhammed-i Eyyübî'den; onların dahi enişteleri
Necmeddîn Hasan Efendi'den ve o dahi Şeyh Ya'kûb'dan ve Şeyh Ya'kûb ise, imâme-i
sübha-i tarîkat, ser-halka-i çemen-i suffa-i ma'rifet, sünbül-i bâğ-ı hakîkat
eş-Şeyh Yûsuf Sinân Efendi cenâblarından mücâzen irşâd-ı hilâfet olmuşlardır. (Ravvehallâhu
ervâhahum.) Bu târîh-i hoş-âyîne, teberrüken bu fakîrin yâdigarıdır. "Cânına Sünbül Sinan'ın Fâtiha" (حاننه سنبل سنانك فاتحه). Sene 936" (s. 501)
Şerh-i Dîvân-ı Alî’den bir latîfe :
"Kocamustafapaşa hânkâhında zâviye-dâr Seyyid Nûreddîn, pîrden ahz-ı
dest-i inâbet eylemek için meşâhîr-i hattâtînden Taşmektebli Mustafa Râkım
Efendi, istihâre eyledikte ma'nâda görürler ki, kendisine bir siyâh tesbîh ihdâ
olunur. Lâkin bir tânesi noksân olmakla azîz-i müşârünileyh huzûrunda bu noksânı
arz ve tekmîlini taleb-kâr oldukta, meğer bir mikdâr lâden mevcûd imiş. Ondan
bir dâne habbe derhâl tedbîr edip, tesbîhin noksânını ikmâl ve tesbîhin ipine
geçirmek ile tetmîm buyurdular. Mustafa Râkım Efendi, ale's-seher bu rü'yâsını
li-ecli'l-arz huzûr-ı âlîlerine gelir. Söze başlayacağı sırada, "İnşâallâh
(lâ)'dan geçirdik." demekle hem rü'yâyı keşf ve hem te'vîlini ifâde
buyururlar." (s. 162)
Yıldız Kütüphânesi'nin mütenevviasında 3700 numaralı eser
ki, Müstakîm-zâde'nin külliyyâtını câmi'dir, ondaki Hülâsatü'l-Hediyye'de
gördüm ki :
"Seyyid
Nûreddîn Efendi b. Seyyid Alâeddîn b. Hasan-ı Yümnî b. Muhammed b. Bahâdır.
"Halaka-i zikr" (خلقهء ذكر) târîh-i velâdetleridir (1064/1654). Şeyh Sünbül Sinân postunda
hıdmet-i meşîhatle kıyâm ve yetmiş sene teslîk-i fukarâya ihtimâm edip evâhir-i
ömrlerinde,
"Anın
kim açıkdır basîret gözü
Odur her varakdan olan ders-hân
O kim mâ-sivâdan yummuş çeşmini
Berâberdir ana bahâr u hazân "
meâli hasb-i hâl ve da'f-ı basara mübtelâ kuvvet-i
basîretle rûşenâ olup, bu deryâ-yı celîlü'l-i'tinâ, kıble-i ehl-i tevhîd olan hânkâh-ı
mecîdde odur. İkinci mürşid Saîd idi. Ayne'l-yakîn çile-hâne-i halvet ü erbâîn
iken, "halvet-i adn" (خلوت عدن) (1160) târîhinde, Saferin
sekizinci rûz-ı şenbede (19 Şubat 1747) sinîn-i sinleri doksanaltı sâle vâsıl
oldukta, çeşm-i bûse bu şikâk-ı nâsût u medhûş, sünbül-zâr-ı lâhût olan rûz-ı
dil-sûz-ı dehşette Fâtih Câmii'nde salâ verildi. Seng-i musallâsı tâbût-ı
sekîne-i men'ûtları teşrîf-sâz oldukta, Akmahmûd nâm Şeyhü'l-İslâm Muhammed
Zeynî-i Hüseynî cenâbları cenâze namâzında imâmet eylediler."
(Kaddesa'llâhu sırrahû)
/294/ Müddet-i meşîhatlari altmışdokuz sene yedi aydır. Hânkâh-ı
Sünbülî'de müşârünileyh kadar taht-nişîn-i meşîhat olmuş kimse yoktur. Kabr-i
enverlerini ziyâret eden uşşâk, nevâle-çîn-i eltâf-ı Hallâk olur. Şuarâ vü urefâ-yı
zamân, mersiyeler, kasîdeler söylediler. Sandûkalarının önündeki levhada :
"Savt-ı
a'lâ ile tezkîr eyle târîhin Necîb
Göçdü milk-i Adn'e Nûreddîn-i kutbu'l-ârifîn "
(كوجدى ملك عدنه نور الدين قطب العارفين)
yazılıdır. Habeşî-zâde Rahîmî Bey'in ve Seyyid Halîl
Ağa'nın Hz. Nûreddîn ile sohbetleri Cenâb-ı Nûreddîn'in irtihâllerinden yirmi
sene evvele âiddir. Habeşî-zâde 1140/(1727-28)'ta; Seyyid Halîl Ağa
1134/(1722)'te irtihâl etmişler ve her ikisinin na'şını Cenâb-ı Nûreddîn gasl
ve tekfîn eylemiştir.
Kazasker Mîrzâ-zâde Neylî Ahmed Efendi merhûmun manzûme-i
târîhiyyesidir :
Gavs-ı
a'zam Şeyh Nûreddîn Efendi kutb-ı asr
Ârif-i
râh-ı hakîkat vâkıf-ı esrâr-ı dîn
Nûr-ı
tevhîd ü siyâdetle misâl-i neyyirîn
Lâmi'
idi rûz u şeb rûyunda envâr-ı yakîn
Mustafâpaşa'da
sıdk u bâl ile heftâd-sâl
Olmuş
idi buk'a-i irşâdda halvet-güzîn
Rıhletinde
bir mahalle cem' idüp ashâbını
Kıldı
dünyâdan güzer tevhîd ile ol pâk-dîn
Hâli
oldu Neyliyâ kendüye târîh-i vefât
Göçdü
tevhîd ile Nûreddîn-i kutbu'l-ârifîn
(کوچدی توحيد ايله نور الدين قطب العارفين)
Bu manzûmeyi taşa hakketmişler, türbe-i şerîfenin dışına
ta'lîk eylemişlerdir.
Hz. Nûreddîn hakkında Şeyhü'l-İslâm'ın yazdığı medhiyye,
Hz. Sünbül terceme-i hâlinde geçmiş idi. Hele şu beyitlerinde hakîkate ne güzel
tercümân olmuştur :
Nûr-ı
Hak cebhesinde zâhir idi
Berk
ururdu tecellî-i irşâd
Ne
idi o âlemin ta'zîmi*
Kul
idi cümle bende vü âzâd
/295/ Yed-i
ulyâsı dâğ-ı ber-dil idi
Zerden
eylerdi öyle istib'âd
Çul
giyermiş vücûd-ı pâke mümâs
Setr
içünmüş kamîsdan da murâd
İtdi
takbîl-i destine ikbâl
Hân-ı
Mahmûd-ı saltanat-bünyâd
Gelmedi
hiç tevâzuuna halel
Kim
yanında ber-â-ber idi ibâd
Şeyh Müstakîm-zâde tarafından söylenmiştir :
Seyyidü'l-aktâb-ı
devrân ol azîz-i râz-dân
Sünbül-i
bâğ-ı hakîkat pîr-i irşâd-ı kemâl
Virdi
cândan vasl-ı cânânda rızâ-yı 'irciî'
Mahva
âid bed'-i hestî sâbit-i envâr cemâl
Harf-i
sâit ve hâl-dârından iki târîh
olur
Şeyh
Nûreddîn Efendi sadru'l-esrâr-ı visâl
(شيخ نور الدين افندى
صدر الاسرار وصال)
Noktalı
harfler : 1160
Noktasız
harfler : 1160
Suyolcu-zâde'nindir :
Gevher-i
tâc-ı hakîkat seyyid-i vâlâ-neseb
Sünbül-i
bâğ-ı tarîkat pîşvâ-yı vâsılîn
Pîr-i
meydân-ı kerâmet mazhar-ı feyz-i ilâh
Nûr-bahşâ-yı
tesellî şem'-i bezm-i sâlikîn
Mustafâpaşa
şeyhi itdi devrâna vedâ'*
Çünki
oldu cây-gâhı tekye-i huld-i berîn
Savt-i
a'lâ ile tezkîr eyle târîhin Necîb
Göçdü
milk-i Adn'e Nûreddîn-i kutbu'l-ârifîn
(كوچدى ملك عجنه نور الدين قطب العارفين) = 1166-6= 1160
(Suyolcu-zâde'nin bu manzûmesinin), Sandûkalarının
önündeki iki beyitin mütemmimi olduğu anlaşılıyor.
Şuarâdan dîgerinin :
Âh
gitdi halka-i tevhîdin elfi sâli bu
Merkez-i
vasl oldu Nûreddîn'e Sünbül-zâr-ı Hû
(مركز وصل اولدى نور الدينه سنبل زار هو)
Çavuş-zâde'nin :
Cihânın
kutbu Nûreddîn Efendi bî-nişân oldu
(جهانك قطبى نور الدين افندى بى نشان اولدى)
/296/ Safvetî'nindir :
İki
cânibden gelen züvvâr okur târîhini
Tekye-i
me'vâyı Nûreddîn Efendi kıldı câ
(تكيهء مأوايى نور الدين افندى قيلدى جا)1158+2=1160
Meşâyıh-ı Nakşiyye'den Eğrikapılı Hattât Râsim Efendi'nin
:
Oldu Nûreddîn Efendi'm râh-yâb-ı nûr-ı Hak
(اولدى نور الدين افندم راه ياب نور حق)
Şâhsultân Dergâhı şeyhi Abdülkerîm Efendi'nin :
Geldi
bir kem-ter didi bu mısraı târîhidir
Oldu
Nûreddîn Efendi âzim-i kasr-i cinân
(اولدى نور الدين افندى عازم قصر جنان) = 1159+1= 1160
Şâir Sabîh'indir :
Hazret-i
şeyhu'l-meşâyıh kutb-ı pergâr-ı zamân
Ya'ni
Nûreddîn Efendi mazhar-ı sırr-ı Vedûd
Hânkâh-ı
âlem-i nâsûtdan vahşet idüp
Girdi
halvet-gâh-ı lâhûta olup âhir nübûd
Meşrık-ı
subh-ı tecellî idi ol zât-ı şerîf
Cisminin her zerresi
bir kurs-ı hurşîd-i şühûd
Sohbet-i
bîdâri-i irfân-medârından anın
Ref'
olurdu sâlikînden perde-i çeşm-i rukûd
Pür-niyâk-ı
kâr-gâh-ı aşk idi peşmînesi
K'anda olmuş rişte-i
nûr-ı tecellî târ u pûd
Zann
iderdi çille-bend oldukca ol zâtı gören
Mâh-ı çarh-ı feyz olmuş hâleden
pertev-nümûd
Dâne-i tesbîhi devr itdikce
zikr-i Hak ile
Tâir-i
kudse olurdu riştesi dâm-ı kuyûd
Ka'be-i
vahdet idi sahn-ı harîm-i tekyesi
Bûriyâsı
ser-te-ser yek-rengi-i nakş-ı sücûd
Merkadinde
ol kadar meşhûd olur kim feyz-i Hak
Kubbesi
olsa sezâdır günbed-i çarh-ı kebûd
/297/ Hücre-sâî acz olanlar
dergeh-i vâlâsına
Bir
dahi olmaz esîr-i pençe-i nefs-i anûd
Sen
de ol ey dil kemâl-i aşkla rû-mâl kim
Eylesin
her dem sana âsâr-ı esrârı vürûd
Himmet-i
pîrân ile nutk eyle târîhin Sabîh
Kıldı
Nûreddîn aşku'llâh ile mahv-ı vücûd
(قيلدى نور الدين عشق الله ايله محو وجود) = 1160/(1747)
Habeşî-zâde Rahîmî Bey
Habeşî-zâde, hânkâh-ı Hz. Sünbül'de defîn-i hâk-i
gufrândır. Pederi Habeş vâlisi Mustafa Paşa'dır. Bunun için, "Habeşî-zâde"
denilmiştir. Hz. Sezâî'den de mazhar-ı feyz olanlardandır. O, zamân-ı me'mûriyyetlerinden,
"tezkire-i evvel" iken irtihâl eyledi. "Rıhletü'l-âşık" (رحلة العاشق) târîhidir. Müdevven Dîvân'ı
vardır. Şu na't müşârünileyhindir :
Yüzün
âyîne-i nûr-ı Hudâ'dır Yâ Rasûla'llâh
Zuhûrun
âleme mahz-ı atâdır Yâ Rasûla'llâh
N'ola
hâhende-i lutfun olursa rûz-ı mahşerde
Rahîmî
ümmetinden bir gedâdır Yâ Rasûla'llâh
Fâtih'de Millet Kütüphânesi'nde Zeyl-i Şakâyık-ı
Şeyhî'de okumuştum :
Rahîmî Bey'in ba'zı vüzerâya dîvân efendiliği
vardır. Dîvân-ı Sultânî hocaları zümresine dâhil
ve ba'zı menâsıba nâil olmuştu. 1127/(1715) senesinde Divân-ı Sultânî'de
tezkireci-i evvel; 1131/(1719)'de mâliye tezkirecisi (mektûbçusu olacak);
1135/(1722) Saferinde Dîvân-ı Pâdişâhî'de tezkire-i evvel olup, 1140 Rebîu'l-âhirinin
onbirinci Pazartesi (26 Kasım 1727) gecesi irtihâl eylemiştir. Civâr-ı
Sünbül'de kabrini çok aradım, bulamadım. Taş dikilmemiş olduğu anlaşıldı. (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
Müstakîm-zâde,
Risâle-i Melâmiyye-i Bayramiyye-i Şettâriyye nâm eserinde (Tuhfe-i
Hattâtîn, 55), terceme-i hâlini yazmıştır. Süleymâniye Kütüphânesi'nde Nâfiz
Paşa kitapları meyânında 1268 numaralıdır.
Hâfız Osmân Efendi
Meşhûr Hattât Hâfız Osmân nâm zâtttır. Bunu bilmeyen yok
gibidir. Çünki hepimizin evinde Hâfız Osmân hattıyla Mushaf-ı şerîf vardır. Bunu,
suhûlet-i kırâat i'tibâriyle herkes elde etmeğe hâhiş-kerdir. Bu sebeble Hâfız
Osmân, zamân-ı irtihâlinden sonra da, zamânımıza kadar şöhretiyle tanınmış ve
bundan sonra da geleceklerden kıymet-şinâsânın takdîr edecekleri tabîî bulunmuş
bir üstâd-ı kerîmü'l-mu'tâddır.
Pederi, Ali Efendi isminde bir zât olup, Cerrâhpaşa civârında
Haseki Sultân Câmii'nin müezzini idi. Târîh-i velâdeti mazbût değildir.
Osmân Efendi henüz küçük yaşında iken, ihtimâl ki,
pederinin münâsebeti sebebiyle, sadrazam Köprülü-zâde Mustafa Fâzıl Paşa dâiresinde
perveriş-yâb olup, burada tahsîl-i ulûma başlamış, hüsn-i hatt-ı sülüs ü neshi
ibtidâ Dervîş Ali merhûmdan temeşşuka şürû' eylemiştir. Fakat Dervîş Ali ihtiyâr
olduğundan, Osmân Efendi'de gördüğü isti'dâd hasebiyle Suyolcu-zâde Mustafa
Efendi'den taallüm ve onsekiz yaşında hatt-ı sülüs ü neshden, 1070/(1659) târîhinde
me'zûn olmuştur. Bu esnâda hıfz-ı Kur'ân'a da muvaffak olduğundan beyne'n-nâs
"Hâfız Osmân" diye teşehhür eylemiştir. İsti'dâdındaki yükseklik
hasebiyle hüsn-i hattı daha ileri götürmeğe azm eyleyerek, dakâyık-ı şîve-i
şeyhâneyi Ağakapılı Nefesî-zâde Seyyid İsmâîl'den taallüme mübâşeret ve tekrâr-ı
elif-bâ meşkından ibtidâ ile hüsn-i hatt-ı şeyhâneye sûret vermeğe başladı. Evâhir-i
vaktinde 1106/(1595)'te Sancak-dâr mahallesinde sâkin idi.
Suyolcu-zâde şuarâdan ve hattâtînden olup, Seyyid
Nûreddîn Efendi hazretlerinin irtihâlinde söyledikleri manzûme bâlâda yazılmış
idi. Hâfız Osmân'a ta'lîm-i hüsn-i hat ettiği sırada, onu Seyyid Alâeddîn
Efendi'ye münâbeset-dâr ettiğine kâniim. Zîrâ Hâfız Osmân Efendi, burada bir
taraftan ikmâl-i sülûk-i tarîkatla zâkirbaşılığa kadar /298/ irtikâ
etmiş idi. Hüsn-i savta ve usûl-i terennümâta mâlik idi. Zâkirbaşıların
müstahlefînden olması mine'l-kadîm âdet oluşuna bakılırsa, Hâfız Osmân'ın Seyyid
Alâeddîn Efendi'den müstahlef olduğuna da hükm edilebilir. Şeyh Seyyid Alâeddîn'e
intisâbı olduğu Tuhfe-i Hattâtîn'de nüsha-i matbûanın 302. sahîfesinde
görülmüştür.
Tuhfe-i Hattâtîn'de Müstakîm-zâde hazretleri Hâfız Osmân bahsinde yazar
ki :
“Bir gün talebeden
biri vakt-i ta’lîmden sonra esnâ-yı tarîkta Cerrâh Paşa Hamâmı kurbunda
müsâdefe edip, tâlib-i mezbûrun sebeb-i tehallüfünü suâl edip ve özr-i şer’î
sebebiyle ta’lîmden mahrûmiyyeti ma’lûmları oldukta dâbbesinden nüzûl ve hemân
şeh-râhda kuûd edip hattını ta’lîm ve meşkini dahi tenmîk içün ahz ü der-cüzdân
eylemekle tekrîm eylemiştir. Aklâm-ı sittede şeyh-i sânî, hattât-ı bî-medânî
olup, yevmen-fe-yevmen hadd ü kadri pertev-pâş-ı kulûb-ı talebe olmaktadır.
Vakt-i takyîd-i tercümelerine dek onbeş seneyi mütecâviz oldu ki,
silsilelerinden olmayan ehl-i hat dahi kendi vâdîlerin terk ve insâf ve
merhûmun reftârına taklîd ile i’tirâf eylemişlerdir.
Zamânımızda zevât-ı
kalâil bî-insâf kalmıştır ki, bunların tavırlarına teveccühe âr edip ol ismet-i
mücessem hakkında mükeyyifâttan mübtelâ-yı duhân dahi değil iken haseden kimi
şurb-i hamr iftirâsına cesâret ve kimi derûnî adâvetle hasâret üzeredir.
Merhûm-ı merkûm ol
mertebe hüsn-i hat envâından terakkîye iştigâl üzere idi ki, hacc-ı şerîfe
reh-revân iken her merhalede bir iki sahîfe karalama tesvîdi ve mahall-i
tenmîkı dahi ketebesinden takyîdi mu’tâdları imiş. Hattâ Vâdiyü’n-nâr
merhalesinde yazdıkları nısf tabaka karalamasını ziyâret eyledim. El-hak
rütbe-i i’câzda olduğu zâhir idi.
Yekşenbe ile Çârşamba
günlerinde ta’lîm edip, biri fukarâ günü, dîgeri ağniyâ günü olmağla fukarâya
ikrâm ederlerdi. Kırk seneden ziyâde bu rütbe kesret-i kitâbet ve bir ân adem-i
râhat sebebiyle dâü’l-enbiyâ olan nezle-i felc zuhûr edip, tedbîr-i hekîmâne
ile tahfîf olunup yine hüsn-i hatlarıyla noksân târî olmamıştır. Ol muddette
kalemlerinin mahalli bâdâmîleri âdet-i kadîmlerinden kasîr güşâde olunup ve
kat’-ı kalem hizmetini Çinici-zâde Abdurrahmân Efendi der-uhde-i iltizâm
eylemişidi. Bu hâl üzere üç sene mürûrunda da’vet-i “irciî”ya icâbet ve
hânkâh-ı mezbûrda hücre-nişîn olmağa hâzır bulunup, ol ânda imâma hitâben demiş
ki : “Efendi zahmet çekme, merhûmun kârı tamâm ve çoktan mahallinden nakl
ile ikrâm ve a’lâ-yı ılliyyîni makâm eyledi. Hak taâlâ şefâatini müyesser eyleye.”
diye keşf-i râz-ı ahvâl-i kubûr eylediği sikât-ı mevcûdînden mesmû’dur. Muhammesât-ı
İmâm Zeynelâbidîn’den, (وأيقن أنه يوم
الفراق)[19] mısraını sâhib-i
aklâm-ı sitte-i heft-iklîm Yedikuleli Emîr Efendi merhûmun hattında ta’lîm
buyurduklarından iki sâat-i nücûmî geçtikte rıhlet ve âhir ta’lîmleri mısra’-ı
mezbûr olduğun Emîr Efende-zâde Seyyid Abdülhalîm Efendi bu fakîre rivâyet
edip, teberrüken ziyâret eylemişidim.
İrtihâline
Nihâdî’nin bu târîhi hoş neşîdedir :
Hâfız Osmân Efendi
ki kemâlâtıyla
Hüsn-i hattıyla
bulup merteb-i vâlâyı
Fenn-i hat içre olup
mefhâri hattâtânın
Sürme-i çeşm-i
sürûr idi gubâr-ı pâyı
Hıdmet itmekle şeb
ü rûz kelâmu’llâh’a
Hak nasîb itmişidi
ana yed-i tûlâyı
Sû-yı gaybîden idüp
“irciî” emrin ısğâ
Kıldı zîb-âver-i
gûş-ı emr-i cihân-ârâyı
Terk-i âlâyiş-i
dünyâ idüp ol merd-i Hudâ
Mülk-i bâkîye fedâ
itdi fenâ kâlâyı
Kendisi gitdi velî
bâkî kalup âsârı
Rûhuna yâver ola
mevhibe-i Mevlâyî
Geldi
bir hâtif anın fevtine didi târîh
Adn-i bâkî ola
Osmân Efendi câyı
(عرن باقى اوله عثمان افندى جايى) = 1110
Ba’zı üstâdın
yâdigârı bu dahî tarîntir :
Mülk-i bâkî özleyüp
Osmân Efendi didi “Hû”
(ملك باقى اوزليوب عثمنا افندى ديدى هو)
Seng-i mezârına
nesren ism-i sâmisini müşârünileyh İsmâîl Efendi yazmıştır. Yirmibeş Mushaf-ı
şerîf kitâbetiyle min-tarafi’llâhi’l-latîf teşrîf olunmuştur. Hatları ile bir
Mushaf-ı şerîf ve bir murakka’ hurûf Ayasofya-i kebîr kitâb-hânesinde
mevcûddur.
Terâcim-i ahvâl kitâblarında müşârünileyhin hüsn-i
hattaki teşehhürü nazar-ı dikkate alınarak hep bu yolda icâle-i efkâr edilerek
dervîşliğinden bahs edilmemiştir.
Hattâtînden merhûm el-Hâc Hâfız Tahsîn Efendi, fakîre
nakl eyledi ki, Hâfız Osmân, Cerrâhpaşa tarafında otururlarmış. Her Cum'a Hz.
Sünbül Hânkâhı'na gider, orada zâkirbaşılık hizmetini îfâ eyler imiş. Meşâgıl-i
kesîresi hasebiyle ne hânesinde, ne de başka yerde kendisini bulup, temeşşuk
etmek şerefinden mahrûm kalan hüsn-i hat marâklıları, yazdıkları meşkleri hâmilen,
Hz. Şeyh'in Sünbül Efendi'ye azîmeti esnâsında, reh-güzârında beklerler, geçerken
boyunlarını büker, Hâfız Osmân'ın meşklerine atf-ı nazar-ı inâyet buyurmasına
müterakkıb olurlar imiş. O da bunları gördükce, tatyîb-i hâtırları için bir kenâra
çekilir, meşklerdeki hatâları tashîh ederler imiş. Hânkâh-ı Sünbül'e
varabilmeleri hayli zamân uzadığından, hânelerinden erken çıkmağa mecbûr
olurlar imiş.
Murakkaâtı ve yazdıkları hilye-i saâdetleri ale'l-ekser
koynunda, cilbendinde saklarlar imiş. Esnâ-yı zikrde kendilerine hâl-i vecd
gelerek kendinden geçer, tevhîd-hânede düşer bayılırlar imiş. Bu hâlde iken
cilbendi ale'l-ekser koynundan düşer, yazıları tevhîd-hâneye dağılır, hüsn-i
hat merâklıları etrâfında beklerler, bu hâlden bi'l-istifâde yazıları yağma
ederler imiş.
Bizde hılye-i saâdet-i nebeviyyeyi elyevm gördüğünüz
şekilde tanzîm ve tahrîr eden Hâfız Osmân'dır. Ona bir gece âlem-i menâmda,
Server-i âlem (salla'llâhu aleyhi ve sellem) efendimiz hazretleri, o
şekli ta'rîf ve ta'rîf mûcibince yazmasını emr buyurduklarından, hilye-i saâdetlerini
gördüğümüz şekl-i mahsûsda bu sebebe mebnî yazmıştır. Hânkâh-ı Hz. Sünbül'de
hücreleri dahi var idi. (Tahsîn Efendi'nin sözü burada bitti.)
- - -
Hüsn-i hattâ şîve-i şeyhânesi eslâf ve ahlâf asarında ona
mahsûstur. Hattâ Ağakapılı İsmâîl Efendi gibi üstâd, Hâfız Osmân'ın kemâlini
tasdîk ile, "Hüsn-i hattı biz bildik, Osmân efendimiz yazdı."
demiştir.
/299/
1106/(1694-95) senesinde Sultân Mustafa Hân-ı sânîye hüsn-i hat muallimi
oldu. Pâdişâh her ne yazmak murâd ederse şekl ü resmini Hâfız Osmân'a yaptırır;
onu taklîd ederdi. Pâdişâhın teveccüh-i azîmine karşı ikbâl-i dünyâya mağrûr
olanlardan değildi. Aldığı terbiye-i ma'neviyye ona dervîş-meşrebliğini muhâfaza
ettirirdi. Hattâ bir gün talebelerinden biri Hâfız Osmân'ı ta'kîbe başlamış. Hâfız
Osmân merkeb-süvâr idi. Talebesini görünce, "Evlâdım beni niçin ta'kîb
ediyorsun?" demiş. Talebesi ise, "Efendim, hayli zamândır
hasta idim, temeşşük edemedim. Şimdi iyileştim, fakat efendimi bir yerde bulmak
mümkin değil. Vaktiniz gayr-i müsâid ve çok kıymetli. Şimdi ise efendimize tesâdüf
ettim, ta'kîbe başladım. Belki beni görür de, merhamet eder, yazımı tashîh
buyurur ümîdine düştüm. Sebebi budur." demesiyle Hâfız Osmân müteessir
olmuş, derhâl merkebden inerek sokağın bir kenârında meşkini tashîh etmek
sûretiyle âsâr-ı tevâzu' göstermiştir.
Sülüs ve neshde müceddid olmuştur. Ne gibi ta'dîlât ve ilâvâtı
ihtiyâr eylediği Tezkiretü'l-Hattâtîn'de muharrerdir.
Pazartesi ve Çarşamba günleri umûma ta'lîm-i hatta
bulunur idi. Kırk seneden ziyâde kesret-i kitâbet ve adem-i râhat sebebiyle,
"dâü'l-enbiyâ" denilen felc illetine mübtelâ oldu. Fakat vücûd-ı
pür-kıymetine pâdişâh ve millet pek ziyâde ehemmiyet verdiklerinden huzzâk-ı
etıbbâ toplandılar, tedâvîsine çalıştılar. Şâfî-i hakîkî şifâ ihsân buyurdu,
iyileşti. Hâfız Osmân'ın kalemlerini Çebinci-zâde Abdurrahmân der-uhde
eylemiştir. Bu hâl ile üç sene mürûrunda, da'vet-i 'irciî'ya icâbet eyledi.
Kalem-tıraş-ı ecel Hz. Osmân'ın nokta-i vücûdunu hakkederek sahîfe-i âlemden
kaldırmıştır.
Zamân-ı irtihâlleri 1110/(1698-99) senesine müsâdif olup,
hânkâh-ı Hz. Sünbül'de, sol tarafdaki mezârında, yol kenârında medfûn ve
rahmet-i Hakk'a makrûndur. Mezâr taşını Hattât İsmâîl Efendi yazmıştır :"Hak
sübhânehû ve teâlâ hazretleri Hâfız Osmân kuluna ve bi'l-cümle mü'minîn ve
mü'minâta rahmet eyleye. Li'llâhi'-Fâtiha." yazılıdır.
Oradan her gelen geçen ziyâret eder. Mehbıt-ı envâr-ı
Rahmân olan kabr-i Osmân, maa't-teessüf gönlümün ârzû ettiği derece-i umrânda
değildir. Gerçi bâtını ma'mûr ise de biz ehl-i zâhir, zâhire nâzır
olduğumuzdan, onu zînet-i zâhire ile müzeyyen görmek isteriz. (Rahmetu'llâhi
aleyhi rahmete vâsiaten).
/300/ Sinn-i şerîflerini altmış ile yetmiş arasında bi'l-hisâb
tahmîn ediyorum. Onsekiz yaşında icâzet almışlar, kırk sene ta'lîm ile meşgûl
olmuşlar ki, ellisekiz eder. Üç sene daha muammer oldular, altmış bire bâlığ
olur. Onsekiz yaşından sonra Seyyid İsmâîl Efendi'den de her hâlde birkaç sene
meşgûl olmaları dâhil-i hisâb edilirse arz ettiğim netîce husûle gelir.
Yirmibeş mushaf-ı şerîf yazmıştır. Hilye-i saâdet dörtyüz
kadar tahmîn olunmuştur. Bir mushaf ve bir murakkaâtı Ayasofya Kütüphânesi'nde
vardır. Hâfız Osmân'ın yazdıklarını tezhîb eden müzehhibler bile mazhar-ı
şöhret olmuşlardır.
Hânkâh-ı Sünbülî'deki hücreleri Hz. Sünbül'ün hücresinin
yanındadır. El'ân mevcûddur. Her hücrenin bir tepe camı olduğu hâlde Hattât Osmân'ın
hücresine üç tepe camına müsâade olunmuştur ki, yazı yazarken aydınlıktan
müstefîd olması maksadına müsteniddir.
Şeyh Kutbeddîn Efendi
Seyyid Nûreddîn Efendi-zâde'dir. Terceme-i hâllerine
dest-res olamadım. Öyle mühim bir hânkâhda bu gibi büyük zevât-ı kirâmın
tercemelerini yazmakta eser-i ihmâl gösterilmesi cidden şâyân-ı esefdir. İrtihâlleri
1170/(1757) târîhindedir. Pederlerinin yanında medfûndur. Müddet-i meşîhatleri
on senedir. Sandûkalarının önündeki levhada :
Şeyh
Kutbeddîn Efendi âşık-ı Mevlâ idi
Vuslat-ı
ma'şûk göründü göçdü zikru'llâh ile
yazılıdır.
İrtihâllerinin
halk üzerinde ziyâde teessürle karşılanmış olması, onların da kemâllerine delâlet
eder.
Hattât
İbrâhîm Efendi'nin söylediği târîh :
Sünbülistân-ı
bakâya kıldı hayfâ irtihâl
Şeyh
Kutbeddîn Efendi nesl-i Fahrü'l-mürselîn
Hânkâh-ı
Mustafâpaşa'da devrânın sürüp
Oldu
kutb-ı dâire merkez-nişîn-i ârifîn
Hem-dem
olup Sünbül ü Ya'kûb u Adlî vü Kerem
Şeyh
Alâeddîn Nûreddîn ile hem-nişîn
Levh-ı
mahfûza kalem târîh yazsın Tâhirâ
Arş
olsun câ-yı Kutbeddîn kutbü'l-vâsılîn
(عرش اولسون جاى قطب الدين قطب الوعصلين)
Dîger
birinin söylediği târîh:
Cenâb-ı
Pîr sâdât-ı meşâyıh Şeyh Kutbeddîn
/301/ Ki
ya'nî bâğ-ı feyzin sünbülü ol rehber-i nâsût
Mukîm-i câ-yı Nûreddîn
Şeyh-i Mustafâpaşa
Müselsel
sırr-ı vahdet ravza-i devr-i safâ-men'ût
Alup
bû-yı bakâ-yı sünbül-i asl-ı vatan nâ-gâh
Fenâya
virdi fer'i lücce-i vuslatda oldu hût
İde
Hak meşrık-ı envâr-ı kurbet sırr-ı mesrûrîn
İde
hatmü'r-rusül bezm-i naîminde ola pür-kût
Teveccüh
eyleyüp her dem ki giryân ola dervîşân
Bu
bir beyt iki târîh ile kılsun vuslatını mevkût
Sülûk-i
halka-i sünbül-sitân-ı vasl-ı Hak idüp
Makâm-ı
pâk-ı Kutbeddîn oldu merkez-i lâhût
سلوك حلقهء سنبلستان
وصل حق ايدوب
مقام
پاك قطب الدين اولدى مركز لاهوت
Şeyh
Alâeddîn-i sânî
1170/(1757)'de
Kutbeddîn Efendi yerine seccâde-nişîn olup kırk gün sonra irtihâl-ı dâr-ı naîm
eylemiştir. Kutbeddîn Efendi'nin mahdûmları olmamak veya ehil bulunmamak hasebiyle
amca-zâdesi Şeyh Alâeddîn Efendi'ye meşîhat teveccüh eylemiştir. Pederleri meşâyıhdan
Pîş-kadem Muhammed Efendi'dir. Hilâfetleri Kutbeddîn Efendi'den olmak
muhtemeldir. Kutbeddîn Efendi'nin kabri yanında defîn-i hâk-i gufrândır.
Bir
levhadan :
Bu
şeyh-i hemm Alâeddîn güzer kıldıkda dünyâdan
Mürîdân
ağladılar kendi güldü dâr-ı Adn içre
Dîger
:
Şeyh Kutbeddîn
gidince geldi ammî-zâdesi
Mustafâpaşa'da
şeyh oldu ki hoş-âyîn ola
Ya'nî
bu Seyyid Alâeddîn-i sânî pîr-i pâk
Oldu
ondördüncü şeyh anda o pür-temkîn ola
Nâgehân
kırkıncı gün gelip o emr-i 'irciî'
Dehr
ana göstermedi gün cânı ılliyyîn ola
Hem
civâr-ı Pîş-kadem eş-Şeyh Muhammed vâlidi
Olalar
hem kasr-ı kurbet mazhar-ı zevk-ı
yakîn ola*
Eyledi
terk-i fenâ çün yazdı târîhin kalem
Merkez-i
sırr-ı bakâ kabr-i Alâeddîn ola
(مركز سر بقا قبر علاء
الدين اوله) = 1171/(1758)
/302/ Şeyh Muhammed Vahyüddîn Efendi
Alâeddîn
Efendi hazretlerinden sonra seccâd-nişîn olmuşlardır. On
sene kadar meşîhatleri vardır. Onun kabri ittisâlinde medfûndur.
Nûr-ı Seyyid yine bir şâh-ı gül-i âl-i Rasûl
İdicek terk-i sivâ ya'ni
Muhammed Vahyî
Bî-bedel
mısra'-ı târîhini kıldım tesvîd
Nâil-i
zevk-ı visâl ola Muhammed Vahyî
(نائل ذوق وصال اوله
محمد وحيى) = 1181/(1767)
Alâeddîn Efendi-zâde olmak muhtemeldir.
Şeyh Hâşim-i evvel
Muhammed Vahyî Efendi'den sonra seccâde-nişîn olup,
onsekiz sene kadar icrâ-yı meşîhat buyurmuşlardır. Nûreddîn Efendi'nin sülâle-i
tâhiresi buraya kadar gelmiştir. Türbe-i mahsûsası vardır.
Hadîkatü'l-Cevâmi'de de mestûr olduğuna
göre Balat şeyhi Seyyid Seyfullâh Efendi-zâde'dir. 1142/(1729-30)'de Balat Dergâhı'na
şeyh oldu. Sultân Mustafâ Hân-ı sâlisin
cülûsunda Kocamustafapaşa Hânkâhı'na nakl edildi. Ecdâdı Balât Dergâhı'nda
meşîhat etmiştir.
Balat şeyhi Vahyî Efendi-zâde Seyyid Feyzullâh
Efendi dâmâdı neslinden el-Hâc Seyyid Hâşim Efendi hazretleri,
"ez-zuhûr" (الظهور) (1142) târîhinde Balat'ta Ferah Kethüdâ Zâviyesi'nde şeyh
olmuştur.
Birinci
Şeyh Hâşim Efendi ki şeyh-i kâmil idi
Hitâb-ı
'irciî' geldikde hû diyüp göçdü
(خطاب ارجعى كلدكده هو
ديوب كوچدى)
Dîger
:
Hâşim
Muhammed Mustafâpaşa şeyhi ol azîz*
Sırrın
mukaddes eyleye Kayyûm ta rûz-ı kıyâm
İrince
emr-i 'irciî' fermân-ı lâ-yeste'hırûn
Rûhuna
ol sâat seyâhat virdi ol pâkîze-nâm
Bârî
tecellîsiyle şâd ide revânın dem-be-dem
İmdâd-ı
rûhâniyyeti ile olalar şâd (u) kâm
Âyîne-i
devrânda neslini idüp Hak rû-nümâ
Anın
yerinden hâne-i kutb olmaya hâlî müdâm
Şevvâlde
rıhlet idüp târîhi oldu bu duâ
Lâhûtu
Vehhâb eyleye Hâşim Efendi'ye makâm
(لاهوتى وهاب ايليه هاشم افنديه مقام)
/303/
İkinci Hâşim Efendi
Birinci
Hâşim Efendi'den sonra şeyh olup, otuziki sene meşgûl-i irşâd oldular
1231/(1816) senesinde âzim-i dâr-ı cinân olup, Birinci Hâşim Efendi'nin yanına
defn eylediler.
Bu
bezm-gâh-ı fenâdan bakâya rıhlet ile
İkinci
Hâşim Efendi cinâna itdi sefer
(ايكنجى هاشم افندى
جتانه ايتدى سفر)1231/(1816)
Üçüncü
Hâşim Efendi
Bu
zât-ı muhterem de onların yanında defîn-i hâk-i gufrândır. Târîh-i irtihâli
1231/(1816)'dır. İkinci ve üçüncü Hâşim Efendilerle, Yıldız Dede bir sene
içinde âzim-i dâr-ı karâr olmuşlardır.
Şeyh
Şihâb Efendi
Türbe-i
şerîfede Nûreddîn Efendi yanında medfûndur. 1154/(1741) senesinde irtihâline
bakılırsa Hz. Nûreddîn zamân-ı meşîhatine müsâdifdir (Kaddesa'llâhu sırrahû).
Şeyh
Yıldız Dede Efendi
Hayli
zamân seccâde-nişîn-i irşâd olup, terk-i hayât-ı müsteâr eylediler. Müşârünileyhim
ile berâber âsûde-nişîn-i rahmettir. Târîh-i irtihâli 1231/(1816)'dir.
Hz.
Sünbül hânkâhında irtihâl eden bir şeyhin sülâle-i nesebi münkatı' olursa
Balat'taki Hacı Evhad Dergâhı şeyhi olan zâtın hânkâh-ı Hz. Sünbül meşîhatine
naklen ta'yîni usûl-i kadîme îcâbından olup, âtîde tercemesi muharrer Şeyh Râzî
Efendi, Hacı Evhad şeyhi iken, Yıldız Dede'nin bilâ-veled irtihâline mebnî
buraya nakl-i meşîhat etmiştir. (Bunları), Hâfız Mustafa Efendi söyledi.
Şeyh
Râzî Efendi
Ulemâdan,
urefâdan bir zât-ı âlî-kadr idi. Nice zamân, icrâ-yı reşâdet ile, 1268/(1852)
senesinde terk-i âlem-i nâsût ettiler. Türbe-i mahsûsası vardır.
Ey
felek senden dem–â-dem âh u feryâd u figân
Aldın
elden gâfil iken ol hümâyı nâgehân
İlm-i
tefsîr ü hadîsin kânını kıldın nihân
Sünbülî
Râzî Efendi cenneti kıldı mekân
Dîger
:
Şeyh Râzî Rızâ-yı Bârî'de
Çok
yıl etmişdi aşkıla tek u pû
Mürşid-i
hânkâh-ı Sünbül iken
Eyledi
azm-i gülşeni mînû
Ke's-i çeşm-i azîzi
olmuşdu
Cû-yı
irfân u ilm ile memlû
Hâlden
bahs olunsa Bestâmî
Kâle
geldikde sânî-i Rusto
Kâmı
almışdı bu himem-kârın
Sünbülistân-ı
ma'rifetden bû
/304/ Tahte'l-arz irdi sanki şemse
küsûf
Lahdi
me'vâ idince ol meh-rû
Türbesinden
safâ ile gitsün
Her gelen zâirân himmet-cû
İde takdîs rûh-ı akdesini
Rabb-i Kuddûs'den budur mercû
Didi Safvet muhibbi târihini
Göçdü Râzî Efendi'miz yâ Hû
(كودى راضى افنديمز يا هو)
= 1268
Müşârünileyhin ilâhiyyâtı
vardır. Bu onlardandır :
Aşkınla yâ Rab behre-yâb eyle
Girüde koma efendim hisse-yâb eyle
Zâhir ü bâtın eyleyüp ma'mûr
Esrâra ma'den olan bir kitâb eyle
Firkatde koma Râzî-i nâ-çârı
Vuslatla anı feyz-yâb eyle[20]
Araz-bâr yürük makâmından bestelenmiştir, okurlar.
Menkûldür ki, Sultân Abdülmecîd Hân merhûm henüz küçük
iken müdhiş bir hastalığa mübtelâ olmuş, müdâvât-ı cismâniyyenin te'sîri
görülmediğinden, Sultân Mahmûd merhûm ve vâlide sultân pek melûl olmuşlardı.
Enfâs-ı ma'neviyyeden istifâde için Şeyh Râzî Efendi
merhûmu saraya da'vet etmeleriyle da'vete icâbet buyurmuşlar ve Abdülmecîd'e
nefes etmişlerdir. Li-hikmeti'llâh ümmîd-i şifâ yüz gösterip, iyilik nokta-i
nazarından az vaktte tahavvül-i azîm hâsıl olmağla vâlide sultân tarafından
şeyhe hediyeler ihzâr olunmuş ve vâlide sultâna cemîle-kâr olmak isteyen bendegân
dahi en kıymetli hediyelerini ona terdîf etmişlerdir. Şeyh Râzî Efendi,
maiyyetinde getirdiği bir dede ile avdet ve kayığa rükûb esnâsında hediyeler
takdîm olundukta kabûl sûretini götürüp berâberine almıştır. Samatya
İskelesi'ne vusûllerinden i'tibâren her tesâdüf ettiği fakîrü'l-hâl kimselere,
hediyelerin cinsine, kıymetine, nefâsetine bakmadan sıra ile tevzî' ede ede,
dergâha tekarrüblerinde dede, "Bâkî kalan bir kürk de inşâallâh
bizedir. " diye ümîd-vâr iken, tam hânkâha girecekleri zamân, bir
meczûb zuhûr ile, "Şey'en li'llâh" dedikte, o kürkü de Hz. Şeyh ona
vermiştir. Dervîşin melâletine vâkıf olan Hz. Şeyh, vâdî-i tesellîde, "Oğlum!
Biz bu kapıdan çıktığımız gibi girmez isek, nefesimizin te'sîri olmaz. Bunlar
muvakkat dünyâ metâ'larıdır. Sen hayırlı metâ' olan saâdet-i irfâna mazhar /305/
olmağa çalış. Böyle zînet-i dünyânın rağbet-kârı olmak insânın feyz-i
ma'nevîsine mâni' olur. Gencîne-i kanâatte sâbit ol. Hamd olsun, aç, çıplak
değilsin. Eline geçen bu saltanat-ı ma'neviyyenin kadrini takdîr et. Onu elden
kaçırmamağa çalış. " buyurmuşlardır.
Râzî
Efendi, zamân-ı meşîhatinde urefâ ve zurefânın ziyâretle şeref kazandıkları bir
zât-ı irfân-simât idi. Zamânında hânkâh-ı Hz. Sünbül'e herkes ziyâdesiyle
rağbet-kâr olmuşlar idi.
Şeyh Muhammed Nûreddîn Efendi
Râzî Efendi hulefâsındandır. Hayli seneler, Hz. Sünbül'de
zâkirbaşılık etmiştir. İrtihâlinde Hz. Sünbül'ün türbeleri karşısındaki kabristânda
defn edilmiştir.
Mezâr taşındaki kitâbe :
"Bu hânkâh-ı âlînin seccâde-nişînlerinden âzim-i
dârü'l-cinân olan eş-Şeyh Muhammed Râzî Efendi hazretlerinin hulefâsından olup,
zâkirbaşı iken irtihâl-i dâr-ı bakâ eden merhûm ve mağfûr es-Seyyid Muhammed
Nûreddîn Efendi. Rûhu için el-Fâtiha. 2 Rebîü'l-evvel 1301/(1 ocak 1884)"
Şikârî-zâde Şeyh Hacı Ahmed Efendi
Râzî Efendi ve eslâfından birkaçının zamânını idrâk etmiş
ve zâkirbaşılık hizmetinde bulunmuş idi. Hacı Evhad Dergâhı'nın da şeyhi idi.
Bu da mezkûr mezâristânda medfûndur :
"Kudemâ-yı sûfiyyeden bu hânkâhda zâkirbaşı ve
Hacı Evhadüddîn Tekyesi şeyhi merhûm el-muhtâc ilâ-rahmeti Rabbihi'l-Gafûr Şikârî-zâde
el-Hâc Ahmed Efendi rûhiçün el-Fâtiha. 16 Muharrem 1247/(27 Hazîrân 1831)"
Tayyibetü'l-Ezkâr nâmıyla hâtıra-i Hicâziyyesi
vardır. Matbû'dur. Son derece âşıkâne yazılmış bir eser-i mebrûktur. 262.
sahîfedeki çini levhayı hânkâha getiren zât bu şeyh-i mükerremdir.
/306/ Şeyh Rızâeddîn Efendi
Râzî Efendi-zâde'dir. Pederlerinin irtihâlinde yirmidokuz yaşında
post-nişîn-i reşâdet olmuşlardır. Hilâfetleri peder-i ekremlerindendir.
1239/(1824) senesinde zînet-sâz-ı âlem-i şuhûd olup, 1309 senesi Rebîu'l-evvelinin
dördüncü (8 Mayıs1891) Perşembe günü
yetmiş yaşında oldukları hâlde sünbül-zâr-ı bakâya âzim olmuşlardır.
Müddet-i meşîhatleri kırk veya kırkbir senedir. Lehü'l-hamd zamân-ı âlîlerini
idrâk saâdetine ve yed-i mübâreklerini öpmek devletine nail olanlardanım. (أعزك الله فى الدارين)[21] diye duâlarına mazhar olmuş idim.
Sünbülistân-ı aşk u muhabbete cidden revnak vermiş bir şeyh-i kâmil idi. Cezbeleri
gâlib olmakla berâber vâdî-i aşk u muhabbette ser-mest idi. Fevka'l-âde hâlleri
görülmüştür. Hakkında herkes son derecede hürmet-kâr idi. Âşık, mücâhid,
mahviyyet-perver, hayât-ı inzivâyı sever idi. Sahrâları, kırları, mezârları
dolaşır; halktan uzak yaşamağı tercîh ederdi. Ale'l-ekser esb-süvâr idi. Beyâz
arâkıyye, beyâz sarık başında, siyâh cübbesi üzerinde pür-vakâr bir şeyh-i âlî-tebâr
idi.
Bir kerre Hz. Şeyh'i Beylerbeyi'nde görmüş idim. Atının yularını tutmuş;
nazar ber-kadem neş'esiyle yaya olarak gidiyordu. Üsküdar'a geçer, mezâristânı
dolaşır, Çamlıca'ya gider, hâlî yerlerde üns-i maa'llâh neş'esine müstağrak
olurdu. Hakîkat-i hâlini bilenler, ta'zîmde kusûr etmezler idi.
Geceleri onu hâb-ı istirâhatte gören olmaz idi. Hânkâhda şeyh dâiresi
mükellef, müzeyyen, mefrûş, her türlü esbâb-ı isitirâhat mebzûl iken, o bunlara
rağbet-kâr değil idi.
Geceleri ale'l-ekser uzak ve tenhâ mahallerde dem-güzâr olur. Sabâh namâzından
evvel uzak mahallerdeki cevâmi'-i şerîfenin birine gider. Orada edâ-yı salât
eder. Cemâatin hürmetini celb ederdi.
Hz. Şeyh'in gıdâsı bir zeytin, bir hurma, ba'zan birkaç lokma ekmek, birkaç
kaşık çorbaya kadar inmiş idi. Hânkâh-ı Sünbül şeyhlerinin âdeti vechile ayda
bir def'a esnâ-yı zikrde isbât-ı vücûd ederler idi. Hz. Şeyh burada kemâliyle
görülürdü. Basîret sâhibleri onu görünce cezbe-dâr olurlardı. Kafes dâhilindeki
şeyh hücresinden devrâna dâhil olmak üzere çıkışı /307/ kulûb-ı kâsiyeyi
tenvîre kifâyet ederdi. Hânkâh-ı şerîfde, Hz. Sünbül'ün makâmı vardır ki, hünkâr
mahfilinin ittisâlindedir. Burada pîr postu dâimâ durur; tevhîd-hâneye medhâli
vardır. Medhâldeki kapı kafesden ma'mûldür. "Şeyh Efendi kafesden çıktı."
denilmesi, bu kapıdan kinâyettir. Şeyhlerin ikinci devrânda tevhîd-hâneye
çıkmaları âdettir.
İlk devrânı pîş-kadem olan zât îfâ eder. Ba'dehû durak okunur. İkinci devrâna
başlanıldığı zamân şeyh efendi çıkar, devrânı o idâre eder. Ba'dehû vecd ü hâlât
ile, "Bedevî Topu" denilen kütle hâline gelen dervîşânın ortasında
şeyh kalır. Etrâfına dervîşân sarılır. Bir müddet sonra kuûd zikri başlar.
Üçüncü devr ki, ona, "Şeyh Vefâ Devri" derler. Başlamak üzere iken
şeyh efendi yine kafesden avdet eder. Şeyh Vefâ Devrini pîş-kadem efendi idâre
eder.
Hz. Sünbül, tarîk-ı Zeynî'den de hisse-dâr-ı feyz olup, tarîk-ı Zeynî esrârını
Şeyh Vefâ, ona emânet etmekle bu yapılan son devrân için, "Şeyh Vefâ Devri"
nâmı verilmiştir. Soldan sağa, "Allâh, Vâhid, Ehad, Samed "
diye devr olunur. Sonra şeyh nâmına pîş-kadem efendi duâ eder, zikir meclisi
dağılır.
Sadede rücû' edelim : Şeyh Rızâ efendi hazretlerinin çıkışı, devrâna girişi
vasfa lâyıktır. Uzuna karîb boylu, buğday benizli, seyrek uzunca kır sakallı, gâyet
zaîf, vücûdunda et nâmına bir şey kalmamış denilecek derecede, bir deri bir
kemik, vech-i tâbânı kesret-i riyâzet ü mücâhededen ve zevk-ı müşâhededen
müstağrak-ı envâr olmuş, mükellef tâc-ı şerîf başında biniş üzerinde eller
kavuşmuş olduğu, boynu kemâl-i ta'zîmden ve başındaki tâc-ı şerîfin sıkletine
nehâfet-i vücûdiyyenin adem-i tahammülünden sağ tarafa ve yere doğru eğrilmiş
bulunduğu hâlde içerüden kafese doğru gelirken herkesi bir heyecân istîlâ ederdi.
Herkesin gözü kafese müteveccih, Hz. Şeyh'in nûr-ı vücûdunun tulûuna müterakkıb
iken, geliyor telâşıyla huzzâr kıyâm eyler, kafes açılır, ağır ağır Hz. Şeyh
çıkardı. İşte bu dakîkayı tasvîre lisân-ı kâl müsâid değildir. Umûmda huzûr hâsıl
olur. Halaka-i zikrin bir kısmından Hz. Şeyh'e yol açılır. Pîş-kadem efendi
derhâl halaka-i zikre dâhil olup emr-i idâreyi cenâb-ı Rızâ der-uhde ederdi.
Bir dakîka sonra pîş-kadem efendi, huzûr-ı /308/ Hz. Şeyh'e gelir, el
öper, tâc-ı şerîfini ve binişini çıkaran Hz. Şeyh'den bu emênetleri ta'zîm ile
alır. Hz. Şeyh, koynundaki dal arâkıyyeyi (dikişli Sünbülî tâcı) çıkarır, ser-i
mübârekine giyer, devrânda cûş u hurûşa iştirâk ederdi. Herkesde huzûr-ı tâm hâsıl
olmuş, eller kavuşmuş, Hz. Şeyh'in iskelet denilecek bir hâldeki vücûd-ı mübâreklerinin
o meydân-ı aşk u muhabbette zikru'llâh'ın haşyetinden ne hâllere geldiğini
görmeğe şitâb eseri nümâyân olurdu. Hafîf titrek sadâsıyla, "Allâh,
Kayyûm, Mevlâm, Âh " demesi, erbâb-ı zikri cezbe-dâr eder, herkeste
göz yaşları seyl-veş cûş u hurûşa gelirdi. Hz. Sünbül'ü o muhabbet meydânında
bi-hakkın temsîl eder bir vücûd-ı mes'ûd-nümûd idi. Zâkirlerde şevk-ı azîm
husûle gelir. İ'tinâ-yı mahsûs ile ilâhiyyât-ı nuût okunurdu. Hele Hz. Şeyh'in
sabâ makâmından İbrâhîm Bey tarafından bestelenmiş olan,
"Getür
câm-ı şarâbı encâm-ı diller şâd-kâm olsun
Tamâm itdi bizi gam sâkiyâ gam da tamâm olsun
Bilip aşkın müdâmını bî-çâre uşşâkın*
Şarâb-ı la'l-i nâbın sundu dil-ber müstedâm
olsun"[22]
yolunda kemâl-i aşktan zuhûr etmiş
olan nutk-ı şerîfleri okununca tevhîd-hâne yerinden oynar, erbâb-ı zikr cândan
geçer bir hâle gelirdi.
Nihâyet tezâyüd-i şevk-ı
hakîkî ile Hz. Şeyh'i ortaya alırlar, etrâfına cem' olup, birbirlerine
sarılırlar, "Yâ Hayy" ism-i şerîfiyle zikre başlarlardı. İşte
o zamân Hz. Şeyh'i görmek bahtiyârlıktı. Azîm bir cûş u hurûş hâsıl olur, kıyâmet
kopuyor zannolunurdu.
Şeyh Resmî Efendi merhûm
nakl etmiştir : Bu esnâda Hz. Şeyh'in ağzından alev çıktığını görenler, bu hâle
şâhid olanlar vardır.
Nihâyet tevhîd-hânenin
kuru tahtası üzerine otururlar, kuûd zikrini idâreye başlarlardı. Mübârek
çeşm-i hûn-âlûdundan akan yaşlar tahtayı ıslatır; bunu görenlerde vecd ü hâlât
zuhûra gelirdi. Mübârek dizlerini tahtaya urdukları zamân herkes hâlden hâle
gelirdi. Cândan geçerdi. Âh âh! O dakîkaları hâtırladıkca bu satırları yazarken
kalbim teheyyüc eyledi. O ne âlemlerdi! /309/ Âh o ne adamlar idi!
Vaktiyle müdâvimi
bulunduğum dâire-i rusûmâtta müsteşâr olan merhûm Muhammed Ali Bey, bir gece
hikâyeten, "Sâhib Molla ile Hz. Sünbül'e gitmiş idik. Aşr-i Muharreme
müsâdif bir gün idi. Şeyh Rızâ Efendi merhûm kafesden çıkdığı zamân kalbimdeki
inkâr, ikrâra münkalib oldu. Evvelce tarîkatı ve ehlini kat'iyyen münkir idim.
Benden bu inkârı Cenâb-ı Rızâ def' etti. Îmânım kuvvetlendi. " dediler.
Hz. Şeyh, nazar ber-kadem'e ziyâde riâyet
ederdi. Cerrahpaşa Câddesi'nde bir fırın yapılmış, aradan iki sene geçmiş; bir
gün oradan geçerken ahıbbâsından Şeyh Muhmûd Efendi'ye, "Yâhu bu fırın
ne zamân yapıldı. " diye sormuş. "Efendim, iki sene vardır.
" dedikte, "Hiç farkında değilim. " buyurmuşlardır.
Hz. Sünbül, hânkâhda
mürîdâna ikindiden sonra su içilmesini men' etmişler. Zîrâ yemekte ve yemekten
sonra su içilince vücûda kesâfet ve bu te'sîriyle uyku getirir, uykuda ise adgâs
u ahlâmdan başka bir şeyle meşgûl olmaz. Buna, yakın vakte kadar riâyet
olunurdu.
Hulefâ-yı Mevleviyye'den
Cemâl Beyefendi anlattılar :
"Ramazân-ı
şerîfde bir gece hânkâh-ı Sünbül'de iftâr etmek istedik. Şeyh Rızâ Efendi
hazretleri taâm-hânede idiler. Sofralara oturuldu. Hz. Şeyh bir lokma etti,
kalktı; züvvâra hizmet etmek istedi. Su içilmediğinden haberim yok, dedelerin
birinden su istedim. Rızâ efendi, derhâl karpuz tabağını önüme sürdü.
"Buyurunuz evlâdım! Bu, harâreti keser." buyurdular. Mahcûb oldum.
Hz. Şeyh'in edebine, irfânına, tevâzuuna hayrân kaldım." dediler.
Sultân Abdülhamîd-i sânî,
Hz. Şeyh'e hürmet-kâr idi. Sarâyı teşrîflerini temennî eder idi. Hz. Şeyh,
görüşmekten mütehâşî bulunurdu. Bir Ramazânda iftâra da'vet ve teşrîfleri
şiddetle ricâ olunmuş, rağbet buyurmuşlar. Sultân Abdülhamîd, bi'z-zât
sofrasına kabûl edip birlikte taâm etmişler, duâlarını almışlardır. Avdetinde
Hacı Ali Paşa vâsıtasıyla nakden ihsân-ı şâhâne tevdî' olunmak istenildiğinde,
"Bizi da'vet ve birlikte taâm en büyük ihsândır. Hâlen paraya ihtiyâcımız
yok. Binâenaleyh, bunu almak muvâfık değildir. Erbâb-ı ihtiyâc çok, onlara
verilmesi daha münâsibdir." diyerek, kabûlden istinkâf buyurmuşlar ve
bir daha kat'iyyen eser-i rağbet göstermemişlerdir.
/310/ Ricâl-i Şa'bâniyye'den Şeyh Necîb Efendi
hazretlerinin irtihâlinde mürîdânından Ali Efendi, Hz. Sünbül hazîresinde bir
kabr tedârik etmek üzere Şeyh Rızâüddîn Efendi hazretlerinin müsâadelerini
isithsâle me'mûr idiler. Ale's-seher hânkâh-ı Hz. Sünbül'e gittiğinde hüsn-i
tesâdüf kabîlinden Hz. Şeyh, Hz. Sünbül'ün türbesi önünde duvara dayanmış bir hâlde
görür. Kemâl-i edeble huzûruna varıp dest-i mübâreklerini öperken, "Hazret
yürüdü, biz ona sokağa nâzır pencerenin önündeki lahdi tahsîs ettik. Oraya defn
ediniz. Fakat o lahd yerine dîger bir lahd yapıp vakf ediniz. Cenâb-ı Hak
rahmet ve bizleri mazhar-ı şefâat buyursun." dediler, ağladılar. Ben
şakk-ı şefe etmeden, Hazret keşf-i hâl buyurdu. Beni de ağlattı diye nakl
eylemiştir.
Tâhir Ağa Dergâhı şeyhi
kibâr-ı meşâyıh-ı Nakşiyye'den el-Hâc Ali Behcet Efendi hazretleri buyurdular
ki :
Bir gün dergâhda
oturuyordum; Şeyh Rızâ Efendi hazretleri teşrîf ve selâm ve iltifâtlarıyla
taltîf buyurdular; sevindim. Nasıl hürmet edeceğimi şaşırdım. Tecdîd-i vudû' ârzûsunu
ızhâr ettiler, abdest aldılar. Ricâda bulundum, istirâhat buyurdular, kahve
pişirdim, takdîm eyledim, içtiler, duâ buyurdular, avdet eylediler. Neş'e-i
ma'neviyyelerinin ser-mesti oldum. Kıymetli ricâlden idi.
Menâkıb-i kesîresi
vardır. Biz bu kadarla iktifâ eyleriz.
İrtihâllerinin şuyûu
İstanbul halkını mahzûn eyledi. Cenâzelerine şitâbân olanlar o mertebe çok idi
ki, hânkâh-ı şerîfin o cesîm havlısı insân kütlesi olmuş, mürûr u ubûr inkıtâa
uğramıştı. Hz. Sünbül'ün türbe-i şerîfeleri önünden medfen-i mahsûsları otuz
metre uzak değildi. Bu kadar yerde cenâze ancak yarım sâatte nakl
olunabilmiştir. Bu hâli göz önüne getirir iseniz hakîkate vusûl mümkin olur.
Kesret-i izdihâmdan cenâze
ile yürümek imkânı kalmadığından cenâze elden ele herkesin mefârık-ı ta'zîminde
türbe-i muattaralarına kadar bu sûretle nakl olunabilmiştir. Na'ş-ı şerîfleri
taâm-hânede gasl edilmiş ve hıdmet-i şerîfe-i gasli, pîş-kadem Şükrü Efendi
hazretleri îfâ eylemiştir.
Odabaşı şeyhi Hâfız Ahmed
Muhtâr Efendi nakl eyledi :
Hz. Şeyh'in hîn-i
gaslinde bulundum. Te'sîr-i cezbe ile, "Âh efendim, senin, ölüme dek
kerâmetin bâkîdir. Ne olur bize lutf-ı mahsûs olarak bir kerâmet daha göster,
görelim. " diye nidâ ettim. Ten-şûy üzerinde Hz. Şeyh, mübârek
gözlerini açtı. Etrâfa bir göz gezdirdi, yine kapadı. Bu hâl şuhûdumuz olunca
huzzâr arasında cûş u hurûş oldu. Kıyâmet koptu. Nâle vü efgân âsumânı tuttu.
/327/([23]) Şâir Sa'dî Efendi,
bu vak'ayı beyânen şu târîhi söylemiştir ki, sandûkalarının önündeki levhadan
muktebestir :
Dergâh-ı Sünbülî'de bir şeyh-i
ekmel iken
İrdi Rızâ Efendi tâ merkez-i Cemâl'e
Gaslinde ol Hudâ-bîn feth eyleyüp
dü-çeşmin
Gösterdi bir kerâmet erbâb-ı vecd
ü hâl'e
Cevherle yazdı Sa'dî târîh-i
irtihâlin
Gitdi Rızâ-yı pîrân dergâh-ı lâ-yezâle
(كتدى رصاى پيران دركاه لايزاله) = 1309/(1891-92)
Merhûm Ahmed Muhtâr
Efendi dahi, âtîde aynen nakl edeceğim mersiyyelerinde, bu vak'ayı şu
beyitlerinde îmâ buyurmuşlardır :
Dem-i gaslinde ten-şûy üzre
açdı çeşm-i hûnînin
Garîk-ı buht ü hayret kıldı erbâb-ı
temâşâyı
Hz. Sünbül Hânkâhı şeyhlerinin
cenâze namâzı Fâtih'de edâ olunmak, mine'l-kadîm cârî âdâttan iken, Hz. Rızâ'nın
namâzı, hânkâhda kılınmıştır. İhtimâl ki, halkın izdihâmı o zamân hafiyyelerin Sultân Abdülhamîd'i
tedhîş etmiş olmalarından mütevelliddir.
Ahmed Muhtâr Efendi
merhûmun manzûmesi :
Bahâristân-ı aşkın nefha-cû-yı
sünbül-i feyzi
Sabâhü'l-hayr-ı irfânın nesîm-i
anber-i sâyı
Cenâb-ı Şeyh Rızâ ol cilve-bîn-i
nûr-ı ma'nâ kim
Tecellî-hâne-i vahdet görürdü zîr
ü bâlâyı
Tarîk-ı Sünbülî'de kâm-peymâ-yı
visâl oldu
Nazardan tayy iderdi ihtilâfât-ı
'men' ü 'mâ'yı
Münevver-çeşm idi nûr-ı cemâl-i
Ahmediyyet'den
Temâşâ-sâz idi her şeyde el-hak
sırr-ı Mevlâ'yı
Sene kırkdan ziyâde post-pîrâ-yı
reşâd oldu
Tecellî-gâh-ı aşk itmişdi bu dergâh-ı
vâlâyı
/328/
Meyân-ı
külfe-i zikre girüp oldukca nûr-efşân
Karîrü'l-ayn-ı feyz eylerdi ehl-i
aşk u sevdâyı
Olurdu her sözünde ter-zebân-ı
lafz-ı 'eyvallâh'
Bu sözle kasd iderdi hikmet-i
tevhîd-i 'illâ'yı
Bürünmüşdü abâ-yı pâk-i istiğnâya
ser-tâ-ser
Nigâh-ı rağbete almazdı mâl ü
meyl-i dünyâyı
Mezâristânı eylerdi tenezzüh-hâne-i
ibret
Ne dem dil-hâh-ı Mevlâ-cûyı
üste(?) zevk-ı tenhâyı
Tecellî-hâh-ı nûr-ı 'semme
vechi'llâh' idüp her-gâh
Geçüp kayd-ı taayyünden celî gördü
bu ma'nâyı
Nazar-pîrâ-yı ıtlâk olmuş idi
Kays-ı aşk-âmûz
Şühûd eyler idi her yerde ol dîdâr-ı
Leylâ'yı
Nihân oldu eğerçi çeşm-i zâhir-bîn-i
âlemden
Hakîkatde odur şimdi tahakkuk-yâb-ı
peydâyı
Cenâb-ı Lâ-yezâl'in mazharıdır
evliyâu'llâh
Çalış Allâh içün derk eyle bu
sırr-ı hüveydâyı
Kelâm-ı hak-perestân-ı tarîkatta
hılâf olmaz
Bu merhûmun da tenvîr itdi son hâli
bu da'vâyı
Dem-i gaslinde ten-şûy üzre açdı
çeşm-i hûnînin
Garîk-ı buht ü hayret kıldı erbâb-ı
temâşâyı
Bu hâletde devâm-ı nazra-i ibret
idüp îmâ
Tesellî-yâb-ı hicrân eyledi uşşâk-ı
şeydâyı
Gelin ey ma'rifet-cûyân-ı rüşd-i zâhir
ü bâtın
Tevessül-gâh idin bu ârif-i irşâd-fermâyı
Sakın zannitmeyin zâhirden oldu
himmeti zâil
Butûn-gâh itdi zîrâ rahmet-i Bârî
teâlâyı
Harîm-efrûz-ı kurb oldukca bu
rûşen-dil-i tevhîd
Müeyyed eylesün Hak ehl-i tevhîd-i
safâ-zâyı
Ricâlü'l-gayb telkîn itdiler târîhini
Muhtâr
Didi 'Allah' Rızâ-cû-yı ilâhî
buldu Mevlâ'yı
(ديدى الله رضاجوى الهى بولدى
مولايى) = 1309
Bu (manzûmeyi), Şâkir Efendi isminde bir zât
tahmîs eylemiştir. Hânkâhda bir sûreti vardır.
/329/ Türbe-i şerîfelerinin muvâcehe penceresinin
üstündeki büyük levha taşta şu hadîs-i şerîf
ve manzûme-i latîf mahkûkdur :
قال عليه السلام : " المؤمنون
لايموتون بل ينقلبون من دار الفنائى إلى دار البقاء." صدق رسول الله صلى الله
عليه وسلم.[24]
İşbu rahmet-hâneyi kıldı tecellî-gâh-ı
feyz
Post-pîrâ-yı velâyet altı merd-i
bahtiyâr
Şeyh Hâşim'dir birincisi bu erbâb-ı dilin
Hâşim-i sânî ile sânîsi buldu iştihâr
Hâşim-i sâlis üçüncüsüdür oldu râbii
Hazret-i Yıldız Efendi şöhretiyle
tâb-dâr
Hâmisidir Şeyh Râzî-i Hudâ-âgâh kim
Eylemiş bin ikiyüz altmişsekizde
terk-i dâr
Sâdisidir ârif-i esrâr-ı tevhîd-i Hudâ
Şeyh Rızâüddîn Efendi mürşid-i âlî-tebâr
Kıldı bin üçyüz dokuzda ol hüdâ-peymâ-yı
aşk
Azm-i ılliyyîn serâ-yı rahmet-i Perverd-gâr
Geçme ey zâir oku bir Fâtiha Allâh
içün
Feyz-i rûhânîleri olsun sana
himmet-nisâr
Bu satırları yazdığım sırada
Şeyh Ali Behcet Efendi hazretleri şöyle bir vak'a anlattılar :
"Hâce-i irfânım Muhammed Es'ad Dede hazretleri,
Alyanak merhûmun dergâhına gitmişler, semâhânede zikr-i şerîf pek harâretli ve
gâyet neşeli bir sûrette devam ediyormuş. Kendisi öğle namâzını kılmamış ve
bunu edâyı düşünmüş ise de, meclis-i zikre de alâka-i kalbiyyesi husûle gelmiş;
şeyh odasında ise, Hânkâh-ı Hz. Sünbül şeyhi Rızâeddîn Efendi hazretlerini
görüp, onunla hem-sohbet olmak dâiyyesi baş göstermiş idi. Bu hengâmda Rızâ
Efendi hazretleri, dedemize hitâben, "Efendim! Namâzı edâ ediniz. Ricâ
ederim. Kimseyi vebâl altında bırakmayınız." diye dedemizin muzmerâtından
olan hâli keşfedivermiş idi. Bunu dede efendimiz, kemâl-i ehemmiyetle nakl
edip, Rızâ Efendi'ye karşı hürmet-i kalbiyyesini ızhâr etmişler ve onun
büyüklüğünü bizlere ifhâm buyurmuşlardır." (Kaddesa'llâhu esrârahum)
/330/ Hulefâsı :
Şeyh Abdullâh Nidâî Efendi, Şeyh
Mustafa Şükrü Efendi, Şeyh Hatîb Efendi,
Ser-tarîk Şeyh Şâkir Efendi, Şeyh Kutbeddîn Efendi, Şeyh Alâeddîn
Efendi, Zâkirbaşı Şeyh Hüsnü Efendi, Şeyh Kemâleddîn Efendi, Şeyh Resmî Efendi,
Şeyh Şerâfeddîn Efendi, Şeyh Eşref Efendi, Şeyh Sa'deddîn Efendi.
Son üç
zât teberrüken Hz. Şeyh'ten tâc giymişlerdir. Birincisi Haseki Dergâhı
şeyhidir. İkincisi Başçı Mahmûd Dergâhı şeyhidir. Üçüncüsü Beşikci-zâde Efendi
Tekkesi şeyhi idi.
Hacı Evhad şeyhi Hasan Efendi merhûm
dahi teberrüken tâc giymişlerdi. Şeyh Haydar Efendi, Şeyh Hasan Dede, Şeyh Nûri
Dede, Şeyh Hacı Muhammed Dede, Koruk Tekkesi şeyhi Abdülazîz-zâde Hüsnü Efendi , Şeyh Mûsa Efendi, Şeyh Hâfız Gâlib
Efendi, Ser-tarîk Abdülazîz Efendi, Muhammed Seyyid Efendi, Şeyh Tevfîk Efendi,
Şeyh Atâ Efendi.
Şeyh Abdullâh Nidâî
Efendi
Hacı Evhadüddîn Dergâhı
şeyhi Hacı Muhammed Sûfî Efendi'nin sulbünden
1255/(1839) senesinde dünyâya
gelmiştir. Üstâd-ı şehîr Şeyh Hâfız Gâlib
ve Mesnevî-hân-ı benâm Şeyh Hoca Hüsâmeddîn efendilerden iktisâb-ı ulûm u maârif ve ulemâdan Kasîdeci-zâde Süleymân Efendi
merhûmdan ikmâl-i tahsîl eylemiştir. Hz.
Sünbül Hânkâhı post-nişîni Şeyh Rızâeddîn
Efendi hazretlerinden ahz-ı tarîkat
edip, 1272/(1856) senesinde pederinin yerine makâm-ı irşâda oturmuş ve
Hz. Sünbül'de pîş-kadem-i sâlikîn
olmuştur.
1282/(1865) senesinde
Dolmabahçe'de Vâlide Sultân Câmi'-i şerîfi'ne
Cuma vâizi olup, Râmi Kışlası vâizliğinde
iken 1289/(1872) senesinde irtihâl-i dâr-ı
naîm eylemiştir. Hz. Sünbül'ün türbe kapısı karşısındaki makberede medfûndur.
Şeyh Muhammed Şâkir
Efendi
Balat Dergâhı şeyhi ve
Rızâ Efendi halîfesidir. Hz. Sünbül Hânkâhı'nda
ser-tarîk idi. Civâr-ı Hz. Pîr'de âsûde-nişîn-i rahmettir.
Kitâbe-i seng-i mezârı :
"Lâ-mevcûde illâ
Hû! Bu hânkâh-ı feyz-penâhta seccâde-nişîn-i tarîkat ve mesned-nişîn-i râh-ı
hakîkat, kıdvetü's-sâlikîn es-Seyyid
eş-Şeyh Muhammed Rızâeddîn Efendi hazretlerinin hâlifesi ve bu makâm-ı âlî
ser-tarîkı ve Balat Dergâhı post-nişîni
es-Seyyid eş-Şeyh Hâfız Muhammed Şâkir Efendi'nin rûhu için Fâtiha. 24
Zi'l-hicce 1296/(10 Aralık 1879)."
Davutpaşa Mahkeme-i
şer'iyyesinde başkâtiblikte
bulunmuşlardır. Âşık, edîb bir zât idi.
/331/ Şeyh Kemâl Efendi
"Balat Şeyhi Kemâl Efendi" diye meşhûrdur. "eş-Şeyh
el-Hâc Abdülvâhid Kemâleddîn el-Mecdî es-Sünbülî" diye tavsîf olunmuştur.
Balat Dergâhı'nı inşâ
eden Ferah Efendi nâm zâttır. Sultân Süleymân-ı Kânûnî vüzerâsından Cedîd Ali Paşa kethüdâsıdır. Hz.
Sünbül hânkâhındaki Şeyh Ya'kûb-ı Germiyânî'nin mahdûm-ı mükerremleri Sinân
Çelebi için inşâ olunmuş idi. Târîh-i inşâsı 972 sene-i hicriyyesidir (1564-65).
Balat'ta mahkeme altındadır. Hânkâh-ı Sünbül'deki meşâyıhdan bilâ-veled vefât
eden olunca, yerine Balat Dergâhı şeyhinin geçmesi şart imiş.
Şeyh Kemâl Efendi, 26
Şa'bân 1257/(13 Ekim 1841) târîhinde Pazartesi günü akşamı, sâat beşde zînet-sâz-ı
âlem-i şuhûd olmuştur. Pederleri, bâlâda 330. sahîfede ismi geçen Muhammed Şâkir
Efendi'dir.
Kemâl Efendi, Dâvûdpaşa
Mektebi'nde ibtidâî ulûmu ba'de't-tahsîl Fâtih ders-i âmlarından, meşhûr Şâkir
Efendi'nin ve Eyüp Nişancısı'ndaki Şeyh Murâd Dergâhı şeyhi Feyzullâh
Efendi'nin dâhil-i dâire-i irfânı olup, dersden icâzet almış ve Mesnevî-hân-ı
şehîr Hoca Hüsâm Efendi'den de nâil-i feyz olmuştur.
Yirmiyedi yaşında iken âsitâne-i
Sünbülî'de Şeyh Rızâüddîn Efendi hazretlerine intisâb ile tarîk-ı mücâhedeye
koyulmuş ve bir erbaîn çıkarmıştır. Bi'l-âhare mazhar-ı hilâfet oldular.
1292/(1875) senesinde
ba'de'l-hac Medîne-i Münevvere'de, Harem-i Şerîf Emânât-ı Müteberrike Hazînesi Başkitâbeti
hizmetiyle şeref-yâb olarak, yedi sene burada kalmıştır. 1300/(1883)'de Dersaâdet'e
avdetle, bir müddet sonra yine ol cânib-i âlîye rû-mâl olmak emeliyle âzim-i râh-ı
Haremeyn olmuştur. Bu sırada meşâyıh-ı Nakşıbendiyye'den Hoca Muhammed Cân
Efendi'den teberrüken Nakşî hilâfet-nâmesi almıştır.
Beş def'a âzim-i râh-ı
Hicâz oldular. Kendilerinden menkûldür ki, 1309/(1891-92) senesinde Ravza-i
Mutahhara'da namâz kılarken mechûl bir zât, şeyhinin İstanbul'da irtihâlini
haber vermekle, bi'l-âhare Dersaâdet'ten bi'l-istîzâh aldığı cevâb-nâme'den
ayn-ı zamân ü sâatte şeyhinin âlem-i cemâle intikâli vukû' bulduğuna muttali'
olarak hemân İstanbul'a da'vetle kabr-i mübâreklerini hasret yaşlarıyla
ıslatarak birkaç sene sonra, ya'nî 1313/(1895)'de Hicâz'a avdet eylediler. Son
zamânları İstanbul'da geçmiştir.
Pederlerinin irtihâlinde
onun yerine Balat Dergâhı meşîhatine geçtiler. Müddet-i meşîhatleri otuzaltı
senedir.
/332/ Edirne'de Şeyh Şuayb Şerefeddîn Efendi
azîzimin sît ü şöhretini haber aldıkta, onunla da müşerref olmak sevdâsıyla
Edirne'ye azîmet etmiş ve müşârünileyhe mülâkî olarak, teberrüken tarîkat-ı
aliyye-i Gülşeniyye'den de feyz-yâb olmuşlardı. İstanbul'a avdetlerinde, Şeyh
Kemâleddîn-i Harîrî ile mülâkâtı olup, tarîkat-ı aliyye-i Şa'bâniyye'den
müstahlef oldular ki, bu intisâblar 1300 târîhinden mukaddemdir.
1332 senesi şehr-i Cemâziye'l-evvel'inin üçüncü (30 Mart
1914) Pazartesi günü akşamı, Salı gecesi sâat üçte irtihâl-i dâr-ı cemâl
eylediler. Cemm-i gafîr ile huzûr-ı Hz. Hâlid'de namâzı ba'de'l-edâ Balat Dergâhı
mihrâbının sol tarafındaki pencere önünde ihzâr olunan kabr-i münîfe defn
olundular. (Kaddesa'llâhu sırrahû).
Kendileriyle müşerref
oldum. Hoş-sohbet, mutasavvıf, ârif bir zât idi. Uzunca boylu, mülehham, mütenâsib
derecede uzunca sakallı idi. Yüzünden nûr-ı irfân lemeân ederdi. Kisve-i
sûfiyye kendilerine pek yakışır idi.
İlm-i mûsikî'de dahi
behre-dâr idi. Dâvûdî sesli olup, Hz. Sünbül'de zâkirlik ettiği de olurdu.
Besteledikleri devrân, cumhûr-ı ilâhiyyât elsine-pîrâ-yı zâkirândır.
Virdü'l-A'zami'l-Kemâliyye nâmıyla Arabiyyü'l-ibâre bir eserleri
olduğunu, hulefâsından Şeyh Muhammed Muhyiddîn Efendi yazmışlardır.
Muhyiddîn Efendi,
azîzinin terceme-i hâlini mufassalca yazmış, bir risâle şeklinde bu abd-i
ahkara ihdâ eylemiştir. Bunun mütâlaasından da Hz. Şeyh'in cidden sâhib-i irfân
ve mâlik-i aşk-ı bî-pâyân bir zât olduğuna yakîn hâsıl ettim. Cenâb-ı Hak
rahmet-i ilâhiyyesine mazhar buyursun. Âmîn.
Hulefâsı :
Şeyh Ali Efendi, Şeyh Hâfız
Muhammed Hayri Efendi, Şeyh Hüseyin Mazlûm Efendi, Şeyh Muhammed Muhyiddîn
Efendi, Şeyh Hâfız Hüseyin Necmeddîn Efendi, Şeyh Osmân Efendi, Şeyh İsmâîl
Efendi, Şeyh Hamdî Efendi.
Şeyh Ali Efendi
Kemâl Efendi halîfesidir.
Saraya mensûb ve orada müstahdem idi. "Ali Dede" derler. Tarîk-ı Şa'bânî'den
müstahlef olup, âşık, sâdık bir zât idi.
Şeyh Hâfız Muhammed Hayri
Efendi
Kemâl Efendi halîfesidir.
Tarîk-ı Gülşenî'den de mücâzdır.
/333/ Şeyh Hüseyin Mazlûm
Efendi
Elli seneyi mütecâviz bir
zamân bu dergâhda bulunmuş ve dört şeyh zamânını idrâk etmiş mübârek bir zât
olup, Şeyh Kemâl Efendi'den icâze almıştır. Hilâfeti, terceme-i hâli geçen Şeyh
el-Hâc Abdullâh en-Nidâî Efendi'dendir. Tâc ve hırkası Abdülmecîd-i Sivâsî
türbesinde ilbâs olunmuştur. Sinni doksanı mütecâviz iken irtihâl-i dâr-ı bakâ
eyledi. Na'ş-ı şerîfleri ihtifâlât-ı lâyıka ile kaldırıldı. Namâzı Hz. Ebû
Eyyûb el-Ensârî'de kılındı. Eyüp Nişancası'nda, Abdülmecîd-i Sivâsî hazîresinde
defn olundu. Buraya münâsebeti senelerce Abdülehad en-Nûrî türbe-dârlığında
bulunmalarındandır. Molla Gürânî mahallesinde İshâk-ı Karamânî hazretlerinin
Koruklu Dergâh nâm tekkelerinde nice seneler şeyh vekâleti vardır.
Şeyh Muhammed Muhyiddîn
Efendi
Kemâl Efendi hulefâsındandır.
Balat Dergâhı'nda, on sene kadar şeyhine vekâlet eylemiştir. Adliye'ye müdâvim
iken, son zamânlarda kadro hâricî bırakılarak fevka'l-âde zarûret-i dünyâya dûçâr
olmuştu. Tarîkına, pîrine, şeyhine cidden âşık, sâdık bir zât idi. Gülşenî
tarîkatından da icâzesi vardı. Şeyhinin irtihâlinde pek ziyâde sûzân olmuş ve
her meclisde onun menâkıb-ı latîfesinden bahsle lezzet bulmuş idi. Tâc-ı
şerîflerine gâyet güzel sarık sarardı. Bu münâsebetle, pîrân-ı ızâm
efendilerimizin türbelerinde, sandûkalar üzerindeki tâc-ı şerîflerin sarığını
da bu zâta sardırırlar idi.
Gözü yaşlı, âkıbet-endîş
bir dervîş idi. Son zamânlarında Üsküdar'da otururdu. İrtihâline bir ay kala
fakîr-hâneye gelmiş, hâlini hikâye eylemiş idi. Vaktiyle görmüş, geçirmiş iken,
son zamânlarda imtihân-ı ilâhîye sabr ile tahammüle çalışır, hâlini ağyâra
açmazdı. 17 Receb 1342 ve 23 Şubat 1340 (1924) târîhine müsâdif Pazar günü
irithâl-i dâr-ı naîm eylemiş; Üsküdar'da Bandırmalı Hâşım Efendi Dergâhı
hazîresine defn olunmuştur.
Âdab-ı tarîkatı
inceliklerine kadar bilir, yerine getirir, bundan fevka'l-âde zevk alırdı.
Azîzi ve (onun) hulefâsı hakkında yazdığı risâleyi fakîre yâdi-gâr eylemiştir.
(Rahmetu'llâhi alyehi rahmeten vâsia)
Şeyh Hâfız Hüseyin
Necmeddîn Efendi
Kemâl Efendi'nin mahdûmu
ve halîfesidir. Kendi hâlinde bir zâttır. Balat Dergâhı şeyhidir.
/334/ Şeyh Seyyid
Muhammed Vahyî Efendi
Balat şeyhi meşhûr Şeyh
Hasan Efendi'nin oğludur. Pederinin irtihâlinde câ-nişîni olmuştur. Sultân
Selîm (Câmii) vâizi idi. "Muhtefî" (مختفى) (1130) (ölüm) târîhidir. Şehr-i
Şâ'bânda (1718) irtihâl eylemiştir. Ayvansaray hâricinde pederi yanında
medfûndur. Altmış sene muammer olmuştur. Güzel ilâhîleri vardır.
Gönül olsun nevâlinle mutayyeb
Bizi lutfile mesrûr eyle Yâ Rab
Müretteb Dîvân'ı
vardır. Gayr-i matbû'dur. İki kasîdesini istinsâh eyledim. Biri ihtisâren
yazılmıştır. Azamet-i tasvîr ve kudret-i tahayyülde gösterdiği hârikulâdelik şâyân-ı
takdîrdir. İstinsâh ettiğim kasîdeler mütâlaa buyurulursa kemâli taayyün eder.
(Kaddesa'llâhu sırrahû)
Ey âşık-ı sâdık-ı Sünbülî
Ey gül-izâr-ı irfânın bülbülü
Sen mazhar-ı feyz-i Ahmedîsin
Hem sâlik-i râh-ı Sünbülîsin
Senden dilerim şefâat ey yâr
Bi-hakk-ı Hazret-i Ahmed-i Muhtâr
Vassâf'a atf-ı nigâh-ı
terahhum it
Feyz-i mübâreğinle herkese
tekaddüm it
Rûh-ı latîfine bin Fâtiha olsun
Kabr-i şerîfine envâr-ı Hak dolsun[25]
Şeyh Vayhî-i Sünbülî'nin şu
na't-ı şerîfi derece-i aşkına ve kudret-i şi'riyyesine dâlldir :
Dil-i âşufte kim dâim hayâl-ı
rûy-i yâr eyler
Ne fikr ü vasl u ne endîşe-i pûs u kenâr eyler
Sadâkatle vücûdın hâk-pâ-yı yâr
iden merdin
Derûnundan nice fikr-i dem-i
vuslat- güzâr eyler
Nükûş-ı gayriden sâf olmayınca
safha-i hâtır
Nice âdem cihânda da'vî-i aşk-ı
nigâr eyler
Hazer-sad el-hazer aşk-ı mecâz-âlûddan
ey dil
Safâ-yı bezm-i îşi rehn-i derd-i
intizâr eyler
Civânın gamze-i hûn-sebzi müjgân-ı
dil-âvîzi
Seni zahm-âşinâ-yı tîr-i tîğ-ı âbdâr
eyler
İderse bir nefes memnûn-ı vuslat âşık-ı
zârın
Teb-i hicrân ile sad-sâle cismin
reşk-i nâr eyle
Çeker câm-ı elemle âkıbet zehr-âb-ı
hûn-ı dil
O kim dil-dâr ile zevk-ı şarâb-ı
hoş-güvâr eyler
Hased ol merd-i sâhib-re'ye kim âb-ı
nedâmetle
İdüp pâkîze levh-ı kalbi istiğfârı
kâr eyler
Ne nüzhet bil ki feyz-i Hazret-i
Feyyâz olup yâri
Benim gibi seni bir şâir-i mihr-iştihâr
eyler
Benim ol şâir-i sâhir arar kim
zînet-i nazmım
Zarîfân-ı zamânın çeşm-i
hûşun hîre-dâr eyler
Eğer şahbâz-ı tab'ım âleme açsa
per-i i'câz
Hezârân Sâib ü Örfî vü Hassân'ı
şikâr eyler
O pâk-endîşeyim kim sihr-i i'câz-ı
nigâh-ı hûb
Telâfî-i dil-i şûhumla her bâr
iftihâr eyler
İzâr-ı dil-berin vasfında tahrîr itdiğim
ebyât
Cihân-ı vakt-i dîde-gülşeni fasl-i
bahâr eyler
Eğer meyl eylesem vasf-ı leb ü
dendân-ı dil-dâra
Dem-i midhatde hâmem lü’lü-i
gevher nisâr eyler
Ne hâcet iftihâra rütbe-i nazmı
bilen ârif
Bu şi'r-i tâzemi gûş eyleyüp
fehm-i ayâr eyler
Koyup uşşâkı ol meh bezm-i ağyâra
firâr eyler
O güldür kim meyân-ı hârede cây-ı
karâr eyler
İdüp pür-zahm-ı gamze sîne-i pür-dâğım
ol hûnu
Dil-i cevr-âşinâyı gülşen iken lâle-zâr
eyler
Dil-i firkat-keşîde rûz u şeb
fikr-i ruh-ı yâri
Gehî meh-tâb u gâhî âftâb-ı
şu'le-dâr eyler
Nice sünbül-sitânı vakf-ı nisyân
eylemez ol kim
Ruh-ı gül-fâmın üzre seyr-i zülf-i
müşk-bâr eyler
Musahhardır sana milk-i sühan-gûyu
bugün Vahyî
Kelâmın fehm iden ahsente gûyân
i'tibâr eyler
Sen ol mazmûn-güster sihr-perver
nükte-pîrâsın
Ki tab'ın her edâyı bir nigâr-ı
gül-izâr eyler
Bu fahr u bu temedduh gerçi nâ-şâyestedir
ammâ
Ne çâre hâme-i mu'ciz-beyân
bî-ihtiyâr eyler
N'ola vasf olsa ol pâkîze-gû şâir
ki hemvâre
Kelâmın harc-ı evsâf-ı Rasûl ü çâr-yâr
eyler
Cenâb-ı Hazret-i Ahmed Rasûl-i
efdal ü emced
Ki zâtın zâtına Mevlâ iki âlemde yâr eyler
Sen ol peygamber-i i'câz-perversin
ki bir demde
Dıraht-ı mürdeyi feyz-i nigâhın
mîve-dâr eyler
Sen ol mihr-i nübüvvetsin ki sultân-ı
muazzamsın
Ki Mevlâ kudsiyânı sana ceyş-i
bî-şumâr eyler
Nigâh-ı şefkatin bu bende-i nâçîze
dûş olsa
Hudâvend-i cihân şâh-ı zamân
sadr-ı kibâr eyler
Eğer mihr ü zamîrin pertev-endâz-ı
cihân olsa
Amâ teşhîs-i ma'kûlâta kesb-i
iktidâr eyler
Hücûm üzre eğer nazzâre-i kahrın
adüv üzre
Vücûd-ı kîne-dârın âteş-i dûzah
şirâr eyler
Sen ol yekke-süvâr-ı arsa-i pehn-i
şefâatsin
Nigâhın kabz-ı rûh-ı Rüstem ü
İsfendiyâr eyler
O şûh u meh-cebîn ü mihr-ârızsın
ki mihr ü meh
Sana dil-dâdedir hem-vâre pûsu
reh-güzâr eyler
Kerem tab'an şefâat-hâh-ı rûz-ı
mahşerâ şâhâ
Ser-â-ser halk-ı âlem sana arz-ı
iftikâr eyler
Bu Vahyî bendene lutfen kerem
kıl iltifât eyle
Nice demdir
ki dergâhında arz-ı hâl-i zâr eyler
Salât-ı
bî-kıyâs olsun revân-ı pâkine her-dem
Gönülde tâ ki
fikr-i vuslatın geşt ü güzâr eyler
* * *
Gönül
fikr-i cemâl-i yâr ile gül-zâr-ı hasretdir
Şüküfte
güller anda ârzû-yı zevk-ı vuslatdır
Hayâl-i kâkül-i müşgîn-i cânân kalb-i âşıkda
Derûn-ı sâğar-ı kevserde
anber-bû-yı cennetdir
Ruh-ı ümmîd eşk-i âteşînim zerd-i fâm eyler
Gül-i bâğ-ı heves nîlûfer-i cûy-ı
harâretdir
İrişsün derd-i âhım kâmetin
fikriyle sevdâya
Bülend olsun ko tab'ım gibi serv-i
bâğ-ı himmetdir
Bu hasret hasret-i rû-mâl-i dergâh-ı
muallâdır
Bu hasret hasret-i dîdâr-ı şâh-ı
dîn ü devletdir
Bu hasret iştiyâk-ı kûy-ı mahbûb-ı
ilâhîdir
Bu hasret ârzû-yı ravza-i sâhib-saâdetdir
O ra'nâ ravza kim gül-zâr-ı cennet
bâğ-ı dîdârdır
O kabr-i pâk kim hâki abîr-i bû-yı
cennetdir
O cây-ı akdesin mümkin mi evsâfın
beyân itmek
Ki halvet-hâne-i sultân-ı iklîm-i
risâletdir
Gedâyân oldu mağbût-ı şehân dergâh-ı
lutfunda
Garîbân âsitânında hased-fermâ-yı
servetdir
Gubâr-ı dergehinde Vahyi zâra
bir nigâh eyle
Taleb-kâr-ı nigâh-ı şefkatindir
nice müddetdir
Bu kasîde uzundur. İktisâren
yazılmıştır. Şeyhin kemâline hayrân oldum.
Şeyh Mustafa Şükrü Efendi
Ramazân Efendi Dergâhı şeyhi
idi. Hânkâh-ı Sünbül'de pîş-kadem olup, Şeyh Rızâ Efendi hazretlerinden
müstahlefdir. Pür-vakâr bir şeyh-i âlî-tebâr idi. Gâyet âşık, mesleğine sâdık
idi. Hânkâh-ı Sünbül'de Şeyh Rızâ Efendi'ye lâyık bir pîş-kadem idi. Meydân-ı
ehlu'llâh'ı vücûd-ı ma'nevîsiyle doldurur idi. Son derece edîb ve sâhib-i
hurmet olduğundan, o meydân-ı muhabbette gözlerinden akan hürmet yaşları
tahtaları ıslatır idi. Sinîn-i medîde pîş-kadem hıdmet-i şerîfesini hüsn-i îfâ
eylemişti. 28 Zilhice 1324/(12 Şubat 1907) târîhinde irtihâl-i dâr-ı naîm
eylemiştir. Türbe-i Hz. Pîr'in karşısındaki hazîrede medfûndur. Mezâr taşında
şöyle yazılmıştır :
"Bu hânkâh-ı âlîde
pîş-kadem iken irtihâl-i dâr-ı bakâ eden Ramazân Efendi hazretleri dergâh-ı şerîfi
post-nişîni es-Seyyid eş-Şeyh Mustafâ Şükrî Efendi rûhuna el-Fâtiha."
Pederleri de
Ramazân Efendi (Dergâhı) şeyhi idi. "Öküz Hâfız Efendi" diye şöhret
bulmuştur. Bu gibi lakablar garaz-kârânın isnâdâtıdır. Bir makâm-ı âlîde şeyh
ve husûsiyle hâfız-ı Kur'ân olmasına göre, zevâhiri olsun muâfazaten bu gibi
küstâhlığa cür'et etmemelidir.
/335/
Şeyh Kutbeddîn Efendi
Rızâ Efendi
hazretlerinin necl-i necîbidir. Ondan müstahlefdir. 1277/(1860-61) senesinde
mehd-ârâ-yı bezm-i şuhûd olup, tahsîl-i ilm ile meşgûl olup, pederlerinin irtihâlinde
otuziki yaşında oldukları hâlde seccâde-i meşîhate kâid oldular. Yirmiüç sene mesned-nişîn-i
reşâdet oldular.
1310/(1892-93)
senesinde Haremeyn-i muhteremeyni ziyârete
muvaffak olup, azîmet ve avdetinde Sünbülîler tarafından fevka'l-âde merâsim
yapılmış idi.
Pederlerinin
birçok evsâfını nefsinde cem'e muvaffak olmuş, halkın tevccühünü celb eylemiş
idi. Mesleğine âşık, tarîkatına sâdık olup, halûk, fukarâ-perver, hoş-sohbet,
mütvâzi' bir rehber-i tarîkat idi.
Merkez şeyhi
Ahmed Mes'ûd Efendi'nin kerîmesini tezevvüc edip, ondan Râzî Efendi isminde bir
evlâdı dünyâya gelmiştir.
Devrânı çok
güzel idâre eder. Herkesi vecde getirir idi. İlm-i mûsikîye nisbeti olmağla
güzel besteleri vardır.
Nehâfet-i
vücûdiyyesi tevlîd-i emrâz eylediğinden henüz ellibeş yaşında iken irtihâl-i dâr-ı
naîm eylediler. 11 Safer 1332 ve 27 Kânûn-ı evvel 1329/(8 Ocak 1915) târîhlerine
müsâdif bir Cuma akşamı zamân-ı rıhletleridir. Peder-i ekremlerinin yanında
defn edildi. Orta boylu, buğday benizli, kumral sakallı, nahîfü'l-bünye idi.
Ahıbbâsından Rızâ
Efendi'nin söylediği târîhdir :
Bî-vefâdır
kimseye mâl olmuyor bu köhne dâr
Sen bakâ
ümmîdini dünyâda gönlünden çıkar
Her gelen elbet gider ahvâl-i
âlem böyledir
Gitdi eyvâh
işte bir mürşid-i âlî-tebâr*
Sâlik-i râh-ı hakîkat rehber-i ehl-i sülûk
Âlim-i ilm-i ledünnî kâmil-i sâhîb-vakâr
Ya'ni Kutbeddîn Efendi kim o
şeyh-i kâmilin
İtdi mürg-i rûhunu bâz-ı ecel sayd
u şikâr
Gördü yok bû-yı vefâ bâğ-ı fenâdan
çekdi el
İnzivâ-gâh-ı bakâ-bi'llâh'ı itdi
ihtiyâr
/336/ 'İrciî' emri gelince gûşuna lebbeyk
diyüp
Oldu Kutbeddîn Efendi âzim-i dâr-ı
karâr
Sünbülistân-ı bakâda Hazret’(in)
şu uzleti
Hâtır-ı ihvân u dervîşânı itdi dâğ-dâr
Göz yaşıyla yazdı hâmem fevtinin târîhini
Kutb-ı âlem eyledi terk-i hayât-ı
müsteâr
(قطب عالم ايلدى ترك حيات مستعار) = 1332/(1914)
Yanyalı Kutbeddîn, Şükrü
Efendi-zâde Muhammed, Sinân Efendi, Gül Ali, Nidâî, Tekirdağ imâmı Mevlânâ-zâde,
Tekirdağlı Ma'rûfî Efendilere tâc giydirmiştir.
Şeyh Râzî Efendi
Kutbî Efendi-zâde'dir.
Pederinin yerine geçmiştir. Hilâfet-i sûriyyeyi Yanyalı Kutbeddîn Efendi'den
almıştır. Hâlen neş'e-dâr-ı feyz-i tarîk görünmüyor ise de, inşâallâh bir insân-ı
kâmilin zîr-i terbiyesine girer, mazhar-ı irfân olur.
Yukarı sahîfelerde vasfından
ızhâr-ı acz ettiğim ahvâl-i rûhâniyye hâlen sönmüştür. Şeyh Rızâ ve Kutbeddîn
Efendiler zamânından kalma birkaç zevât-ı kirâm dahi azm-i bakâ ederlerse ve
yerlerine o neş'ede adamlar yetişmezse, hânkâhın hâli acınacak râddededir.
"Bülbül yuvadan açdu gülistânı gam aldı."
Meşîhatin evlâda intikâli
bir cihetten iyi olmakla berâber, dîger cihetten de fenâdır. Maa-hâzâ zamânımızda
kaht-ı ricâl vardır. Olanlar da hâl-i ihtifâdadır.
"Hakkıyâ
mahrem bulunmaz râz-ı aşka şu zamân
Halk-ı âlemden anınçün ihtifâ ister gönül "
diye şikâyet eden İsmâîl Hakkı hazretlerinin
bu sözü söylediği zamândan şimdiye kadar ikiyüz sene güzer eylemiştir. Kıyâs
buyurmalıdır.
Râzî Efendi inşâallâh nâil-i
rütbe-i kemâl olur da, bu satırları yazdığıma nedâmet edecek dakîkaları idrâk
ederim.
Şeyh Hâfız Resmî Efendi
Cihân-girî Hasan Efendi
terceme-i hâli sırasında bahs olunacaktır.
Oraya mürâcaat buyurula.
/337/ Şeyh
Muhammed Nûreddîn Efendi
Merkez şeyhidir. Hânkâh-ı
Sünbülî'de Şeyh Râzî Efendi telkîn-i zikr etmiş, zuhûrât-ı ma'neviyye üzerine
Fındıklı şeyhi Yûnus Efendi'den tekmîl-i sülûk ederek hilâfet almıştır. Kâdirî-hâne
şeyhi Ahmed Muhyiddîn Efendi ile Tophâne'de Gülşenî şeyhi Ahmed Efendi ve
mahdûmu Ahmed Mes'ûd Efendi'ye tarîk-ı Sünbülî'den hilâfet vermişlerdir. Temiz
yürekli bir zât imiş. İrtihâlleri 1298/(1881)'dedir.
Şeyh Ahmed Mes'ûd Efendi
Şeyh Kutbî Efendi'nin
kayınpederi ve Merkez Efendi Hânkâhı seccâde-nişîni ve Hz. Sünbül'de Mustafa
Şükrü Efendi'den sonra pîş-kadem idi. Merkez Şeyhi Nûreddîn Efendi merhûmun
mahdûmudur. Nûreddîn Efendi'nin vâlidesi, kibâr-ı meşâyıh-ı Şa'bâniyye'den
Mustafa Zekâî Efendi hazretlerinin mahdûmunun kerîmesidir.
Ahmad Mes'ûd
Efendi, kırk sene Hz. Merkez'de seccâde-nişîn-i meşîhat olmuştur. Beyne'n-nâs, "Şeyh Ahmed Efendi" diye şöhret bulmuştu. 1332/(1914)
senesinde irtihâl-i dâr-ı naîm
eyledi. Dâmâdı Kutbî Efendi'ye çok muhabbet ve meveddeti vardı. Onun genç
yaşında ufûlü, onu dağ-dâr etmiş ve az zamân sonra kendi de ufûl eylemiştir.
Edîb, hoş-sohbet,
tarîkına muhib, mesleğine sâdık bir zât idi. Orta boylu, mülahhame, beyâz
mutavassıt sakallı olup, yüzünün humreti gâlib idi.
Türbe-i Hz.
Merkez'de medfûndur. İrtihâllerine söylenen târîh, Rızâ Efendi'nindir :
Tâc-ı
fark-ı sulehâ Hazret-i Ahmed Mes'ûd
Sâlikân
ağlayınız oldu cihândan nâ-bûd
Hayli yıl
mürşid olup itdi kulûbu tenvîr
Dergeh-i Hazret-i Merkez'de bu kıymetli vücûd
Göremez çeşm-i felek ba'de-ez-în dünyâda
Böyle bir ârif ü sâhib-dil ü
gencîne-i cûd
Kalem evsâfını anın nasıl
itsün ta'dâd
Anda ahlâk-ı pesen-dîde idi nâ-ma'dûd
Eylesün sırrını takdîs ü makâmın
firdevs
Eylesün rûhunu mesrûr Hudâ-yı
ma'bûd
Fikr-i târîh-i vefâtın idiyorken nâ-gâh
Giryeden dîdelerim olmuş idi hûn-âlûd
Bir sadâ çıkdı ana oldu güher-bâr
târîh
Göçdü Yâ Hak diyerek Hazret-i
Ahmed mes'ûd
(كوچدى يا حق ديه رك حضرت احمد
مسعود)
Hilâfeti pederlerindendir.
_ _ _
Hz. Merkez'in türbe-i
şerîfesinde bir çok meşâyıh-ı kirâm
medfûndur. Bu türbede Merkez Efendi Asitânesi'nde îfâ-yı hizmet eden meşâyıh-ı kirâmdan daha
hayli zevât medfûndur. Lâkin onların kabirlerine bi'l-âhare dîger meşâyıh defn
olunarak sandukalar onlara tahsîs kılınmakla dîgerlerinin nâm u nişânı
kalmamıştır. Bu da munsifâne bir hareket değildir. Her sandukaya, bu kabirde
filan filan medfûndur, demekte hiç bir mahzûr olamazdı.
Mevcûd sandukalara göre
medfûn zevât-ı kirâm :
Şeyh Mustafa Efendi
Şeyh Mustafâ Efendi dört sene bu
tekkede
Ol sütûde-zât oldu pîşvâ-yı sâlikîn
Söyledim târîh-i cevher-dârını ihlâs
ile
Dâr-ı cennet Mustafâ Efendi'ye ola mekân
(دار جنت مصطفى افنديه اوله
مكان) = 1201/(1787)
Şeyh Nûrullah Efendi
Şeyh Nûrullah Efendi-i kerâmet-pîşe kim
Post-nişîn oldu bu dergâh içre bir
hayli zamân
Fevtinin târîhini bir pîr geldi
söyledi
Şeyh Nûrullah'a Yezdân eylesün
Adn'i makâm
(شيخ نور اللهه يزدان ايلسون عدنى مقام) = 1197/(1782)
Şeyh Seyyid Ahmed Mes'ûd
Efendi
Şeyh Seyyid Ahmed-i Mes'ûd
Efendi'nin Hudâ
Nûr ide kabrin kıla gülzâr-ı
cennetde mukîm
Didi canlar Vâsıfâ târîh-i
cevher mâyesin
Oldu Şeyh Ahmed Efendi'ye mahal
kasr-ı Naîm
(اولدى شيخ احمد افنديه محل
قصر نعيم) = 1230/(1815)
Şeyh Ahmed Efendi
Cenâb-ı Şeyh Ahmed
kıldı rahmet
İde Hak kabrini firdevs-i
a'lâ
Didi târîhini Rıdvân'a İzzet
Makâm-ı Şeyh Ahmed oldu me'vâ
(مقام شيخ احمد اولدى مأوى) = 1252/(1836)
- - -
Cümle kapısının yanında,
Şeyh Abdi Efendi (1000/1592) ve Şeyh Mustafa Efendi (1008/1599-600)
medfûndurlar, üzerlerine türbe yapılmıştır.
Şeyh Muhammed Nûreddîn
Efendi
Şeyh Ahmed Mes'ûd Efendi-zâdedir.
Elyevm seccâde-nişîndir. 1316/(1898) senesinde dünyâya gelmiştir. Cenâb-ı Hak ârifînden
eylesin. Muhammed Zekâî Efendi'den müstahlefdir.
Şeyh el-Hâc Hâfız Mustafa
Nûrî İlhâmî Efendi
Beyne'n-nâs, "Küçük Hâfız" nâmıyla meşhûr olan bu zât İstanbul'da,
Lâleli civârında Kızıltaş Câmi'-i şerîfi müezzini ve Sâdık-ı Erzincânî kolundan
Kırkağaçlı Şeyh Emîn Efendi halîfesi el-Hâc Dâvûd Fehmî Efendi-zâde'dir. Târîh-i
velâdeti 1280/(1863)'dir. Mahalle mektebinde ve Kaptanpaşa Rüşdîsi'nde ibtidâî
tahsîlden sonra İstanbullu Hâfız Muhammed Sâlih b. İsmâîl-i Zühdî'nin Câmi'
dersine devâm ve bir tarafdan mûmâileyhden hıfz-ı Kur'ân'a ve taallüm-i kırâata ikdâm
ile, 1306 senesi Cemâziye'l-âhirinin yirmibeşinde (26 Şubat1889) ilm-i kırâattan
ve 1311
senesi Cemâziye'l-evvelinin yirmiyedisende (6 Aralık 1893) dersden mücâz
olmuştur. 1314/(1896-97) senesinde ruûs imtihânına girip kürsî şeyhi silkine
kabûl olunduğundan, silsile-i meşâyıh-ı selâtîne dâhil olmuştur.[26]
Kürsî şeyhi olan zât,
Aksaray'da Pertevniyal Vâlide Sultân Câmi'-i şerîfinden bed' ile
Dolmabahçe'deki Vâlide Câmii, Üsküdar'da Mihrimâh Sultân, Rumeli Hisarı,
Ortaköy, Hırka-i Saâdet-i Mecîdiyye, Yenibahçe'de Vâlide Sultân, Beşiktaş'da
Küçük Süleymâniye yerine Vişne-zâde, Mîrkun, Âsâriye, Râmi Kışlası, Topkapı'da
Ahmed Paşa, Arnavudköy Şemsipaşa'da Adliyye, Emînönü'nde Hidâyet, Tophâne'de
Nusretiyye, Üsküdar'da Selîmiyye, /339/ Hasköy'de Kumbar-hâne,
Beylerbeyi, Ayazma, Üsküdar'da Vâlide-i Cedîd ve Şehzâde cevâmi'-i şerîfesiyle,
Yeni Câmi', Lâleli ve Eyüpsultân Câmi' kürsî şeyliğinde bulunmuşlardır. Bundan
sonra Sultân Selîm, Nûr-ı Osmâniyye, Fâtih, Bâyezîd, Süleymâniyye, Sultân
Ahmed, Ayasofya cevâmi'-i şerîfesi kürsî şeyhliği gelir.
(Mustafa Nûrî Efendi'nin)
kürsî şeyliğine bidâyet-i ta'yîni
1324/(1906) senesidir.
Meşîhat müsteşârı kazasker Râşid
Efendi merhûmdan ilm-i tefsîr ve Kasîde-i Bür'e ve Delâilü'l-Hayrât okuyup,
bunlardan da me'zûn olmuştur. Tarîkata intisâbı,
ibtidâen Merkez
şeyhi Nûreddîn Efendi merhûmadır. Sülûku Nûreddîn Efendi-zâde Ahmed Mes'ûd
Efendi'dendir.
Nûreddîn Efendi, âlem-i menâmda
Şeyh Ahmed Efendi'ye, "Oğlum! Bizim Hâfız
Mustafa'ya benim tâcımı giydir." diye emr etmesiyle derhâl bir
cem'iyyet-i meşâyıhda ilbâs-ı tâc u hırka olunarak meşâyıh-ı Sünbüliyye
sırasına geçmiştir. İcâzet-nâmelerini gördüm. Târîhi Rabîu'l-âhir 1314/(Eylül 1896)'tür.
İcâzet-nâme-i Sünbülî :
eş-Şeyh Ahmed b. Nûreddîn
es-Sünbülî, eş-Şeyh Muhammed Nûreddîn b. eş-Şeyh Ahmed-i Merkezî, eş-Şeyh
Muhammed Râzî b. eş-Şeyh Muhammed-i Hamdî, Şeyh Yûnus b. Ali, Şeyh Seyyid
Muhammed-i Mes'ûd, Şeyh Hâfız İsmâîl-i Cihângîrî, es-Seyyid eş-Şeyh Nûrullâh-ı
Merkezî, kutbü'l-âşıkîn es-Seyyid el-Hâc Nebîh, eş-Şeyh es-Seyyid Abdullâh-ı
Uyûnî (el-ma'rûf) bi-Suyolcu-zâde, eş-Şeyh Seyyid Nûreddîn-i Sünbülî b. Seyyid
Alâeddîn, eş-Şeyh Seyyid Alâeddîn b. Hasan el-Yemenî, Seyyid Kerâmeddîn,
eş-Şeyh Hasan el-Yemenî, Şeyh Seyyid
Muhammed-i Eyyûbî el-Medenî, Şeyh Hasan el-Adlî el-İştibî, Şeyh Necmeddîn b.
Hüseyin b. Muhammed er-Rûmî, Şeyh Ya'kûb el-Germiyânî, eş-Şeyh Muslihuddîn Mûsâ
eş-şehîr bi-Merkez, Hz. Pîr sûltân Yûsuf eş-şehîr bi-Sinâneddîn Sünbül. (Kaddesa'llâhu
esrârahüm)
İcâzet-nâmenin
tedkîkinden Sünübülîlerde etvâr-ı seb'adan sonra Kâdir, Kavî, Cebbâr,
Mâlik, Vedûd esmâ-i ilâhiyyesi ile on iki esmâya iblâğ ile
tekmîl-i sülûk usûlü anlaşıldı.
İcâzet-nâme-i Nakşıbendî
:
- Şeyh Mustafa Efendi,
Seyyid Ahmed-i Buhârî Dergâhı şeyhi Ali Fakrî Efendi'den tarîkat-ı Nakşıbendî'den
de mücâz olmuştur. Târîhi 11 Cemâziye'l-evvel 1331/(7 Mart 1913)'dir.
- es-Seyyid el-Hâc Hâfızu'l-Kur'ân
Mustafa Nûrî Efendi eş-Şeyh es-Seyyid Ali Rızâ el-Fakrî,
- eş-Şeyh Seyyid Ömer
el-Hulûsî el-İskenderânî,
- Şeyh Seyyid Muhammed Sâdık
b. el-Hâc Selîm,
/340/ -eş-Şeyh
Muhammed Mes'ûd el-İstanbulî,
- eş-Şeyh Hâce Muhammed-i
Hudâverdi,
- eş-Şeyh İbrâhîm Müftî el-Kastamonî,
- eş-Şeyh Hâfız Muhammed
el-Hisârî,
- eş-Şeyh Halîl-i
Birgivî,
- eş-Şeyh Ali el-Kebîr
el-Manâsırî,
- eş-Şeyh Muhammed Murâd
el-Hüseynî el-Buhârî,
- Mevlânâ Ahmed el-Farûkî
el-meşhûr İmâm er-Rabbânî.
İcâzet-nâme-i Kâdirî :
-eş-Şeyh Mustafa Safvet
b. eş-Şeyh Kemâleddîn Abdülkâdir b. eş-Şeyh Muhyiddîn es-Sıddîkî el-Kâdirî
el-Halvetî,
- eş-Şeyh Ziyâeddîn
Abdurrâhmân et-Tâlibânî,
- eş-Şeyh Mahmûd
ez-Zengî,
- eş-Şeyh Ahmed el-Hindî
el-Lâhorî,
- eş-Şeyh Seyyid Muhammed
el-Hüseyn el-Ezîdânî,
- eş-Şeyh Abdürrezzâk-ı
Hamevî,
- eş-Şeyh Seyyid Muhammed
Ma'sûm el-Medenî,
- eş-Şeyh Burhâneddîn,
- eş-Şeyh Abdurrâhmân
el-Hasenî,
- eş-Şeyh Nûreddîn-i Şâmî,
- eş-Şeyh Yahyâ el-Basrî,
- eş-Şeyh Osmân el-Cîlî,
- eş-Şeyh es-Seyyid
Abdürrezzâk el-Bağdâdî,
- Hz. Pîr Abdülkâdir
el-Geylânî. (Kaddesa'llâhu esrârahüm)
İcâzet-nâme târîhi, 20
Şa'bân 1338/(9 Mayıs 1920)'dir.
- - -
Şeyh Hâfız Mustafa Efendi
1305/(1888) târîhinde ziyâret-i Haremeyn'e muvaffak olmuştur. Aksaray'da
Karamuhammed Paşa Câmii hitâbeti ve Lâleli Câmii'nde imâm vekâleti ve
Kızıltaş'da medfûne Sultân Bâyezîd kerîmesi Ferahşâd Sultân türbe-dârlığı uhdesindedir.
Harîk-ı kebîrde bu türbe muhterik olunca, tevsî'-i tarîk münâsebetiyle daha
geriye bakâyâ-yı ızâmı nakl olunan müşarünileyhânın üzerine sakf yapılmıştır.
Sünbülî dergâhı olmak üzere inşâ olunan binâ dâhilinde kalmıştır. Bu dergâhın
inşâsı emrinde Şeyh Hâfız Efendi'nin mesâî-i gayret-kârânesi mesbûk olup,
muvaffak olmuş ve 1341/(1923) senesinde resm-i güşâdı bi'l-icrâ, elyevm
Çarşamba günleri icrâ-yı âyîn-i tarîk-ı Sünbülî icrâ olunmakta bulunmuştur.
Meşîhat, şeyh-i mûmâileyhin uhde-i mahsûsasındadır. Bi-hasebi'l-muhabbe, dergâh
için söylediğim manzûme-i târîhiyyedir :
Mustafâ Nûrî Efendi şeyh-i uşşâk-ı
Hudâ
Nâil-i feyz-i Cenâb-ı Pîr-i Sünbül pür-safâ
İlm-i zâhir ilm-i bâtın mazharı
bir reh-nümâ
Sünbülistân-ı vefâda buldu feyz-i
ibtidâ
Halvetîdir Kâdirîdir Nakşıbendîdir
o zât
Şübhesiz Kur'ân-ı nâtıkdır edîb-i
hoş-nevâ
Hâmil-i esrâr-ı Kur'ân âşık-ı
nûr-ı cemâl
Ol gül-i ruhsâre-i cânâna olmuş
mübtelâ
/341/ Merkez-i devrânda dönmüş hâle-i seyyâreye
Mahrem-i esrâr-ı pîrân olmağa
olmuş sezâ
Nûr-ı aşku'llâh ile kılmakdadır
mahv-ı vücûd
Kalmamışdır anda hiç bir vechile
hubb-i sivâ
Çeşme-sâr-ı ilm ü irfânından
herkes müstefîd*
Rû-nümâ olmakdadır âsâr-ı feyzi dâimâ
Lutf-ı Hak'la pîrine nisbetle
yapdı tekyeyi
İstinâd-gâh-ı beşâretdir hadîs-i 'men
benâ'
Cem' olur her hafta âşıklar bu câ-yı
akdese
Sünbülî âyînini icrâ iderler
bî-riyâ
Çok zamân postunda dâim eylesün
Rabbim anı
Bû-yı sünbülden safâ-yâb eylesün Zâtü'l-ulâ
es-Salâdır es-salâdır es-salâdır
es-salâ
Sıdkile dergâh-ı
aşka gel azîzim merhabâ
Tâlib-i sâdıklara
sohbet saâdet bahşolur
Derd-i uşşâkın
tabîbi evliyâdır evliyâ
Girmeyenler
halka-i tevhîde Allâh aşkına
Perde-i
gafletle mestûrdur ana ister devâ
Ömr-i
kıymet-dârını gafletle zâyi' eyleme
Elde fırsat
var iken fevt itme aslâ bul rehâ
Hak teâlâ
bizleri mahbûbuna bahş eylesün
Hazret-i Ahmed Muhammed mültecâdır mültecâ
Âsitân-ı Ahmedî'nin bende-i
dîrînesi
Olmuşuz
el-hamdü li'llâh lutf-ı Hakk'a bin senâ
Feyz-i akdesden dile cârî ola esrâr-ı
feyz
Muttali' lutfundan işrâk eylesün
şems-i duhâ
Pîr-i âlî-şânımız Sünbül Sinân'ın
himmeti
Müstedâm olsun bize hep eyleriz
böyle duâ
Tâm binüçyüz kırkbire itmiş tesâdüf târîhi
Ehl-i zikre cilve-gâh oldu bu dergâh-ı
hüdâ
Muhlisi Vassâf'ı ez-cân
eyliyor aşk-ı niyâz
Himmet-i pîrân ile esrâra olsun âşinâ
Şeyh Hâfız Efendi mesleğine âşık,
tarîkına sâdık bir rehber-i muvâfıkdır. Talâkat-ı beyâniyye, kudret-i
tasvîriyyesi, esnâ-yı va'zda sâmiîni te'sîr altında bırakır.
Şeyh Cemâl Efendi isminde
bir halîfesi vardır. Ale'l-ekser hanımlara va'z edegeldiğinden, kadınlardan çok
mürîdesi vardır.
Kendisiyle bir gün hasb-i hâl
ediyordum, ma'lûmât-ı âtiyeyi verdiler :
"Seyyid Nizâm şeyhi Şuâ'
Efendi vefât edince Silivrikapı'da kal'a dâhilinde kâin Seyyid Seyfullâh
Efendi Dergâhı meşîhati kendi uhdesine tefvîz olunmuş ise de, veresenin da'vâsı
münâsebetiyle meşîhat-i mezkûreden keff-i yed etmiş ve bi'l-âhare Fındık-zâde
tekke şeyhi Mustafa Sâfî Efendi hazretleri Kâsımpaşa'da Hüsâmüddîn-i Uşşâkî (kuddise
sırruhu'l-Bâkî) hazretleri âsitânesine şeyh olunca inhilâl eden Fındık-zâde
Dergâhı meşîhatine der-dest-i ta'yîn
iken tekkenin harîk-ı kebîrde muhterik olmasından nâşî, buna da imkân kalmayıp,
ahîren Lâleli'deki dergâhı te'sîs ve inşâya muvaffak olmuştur. Hz. Pîr âsitânesinin
ahvâline nakl-i kelâm ettiklerinde, Hz. /342/ Pîr Sünbül Sinân'ın elyevm
hânkâh bahçesinde iki taş oda ve bir
çile-hânesi mevcûd bulunduğunu, hânkâhda "Kafes" denilen mahalle
buradan medhâl olduğunu, Hz. Pîr'in buradan tevhîd-hâneye çıktıklarını söyledi.
Dîger bir hâli tasvîren, hânkâh-ı
Sünbül'de seccâde-nişîn olacak zâtın usûl-i hilâfeti : Hânkâh taâm-hânesinde
med'uvvîn taâm eder. Meşâyıh ve huzzâr ellerini taâm-hânede yıkarlar. Şeyhin
postu taâm-hânede yayılır. Herkes ayakta salât okurlar. Hulefâ-yı
Sünbüliyye'den en kıdemlisi her kim ise, şeyh-i nev-câha tâc giydirir. Hulefâ-yı
Sünbüliyye hakkında da, âsitânede âdet böyledir. Kısa bir duâ edilir. Merâsim
tamâm olur. Şeyhlerin irtihâlinde, emr-i gasl yine taâm-hânede îfâ
olunur."
Şeyh Mustafa Safvet
Efendi[27]
İ'lân-ı meşrûtiyyeti müteâkib
Urfa meb'ûsu olmuş idi. O zamânlar Tasavvuf Cerîdesi çıkarmış, pek güzel
şeyler neşrine sebeb olmuş idi. Bi'l-âhare Aksaray'da Olanlar Dergâhı meşîhati
uhdesine verilmiş iken, bu dergâhın evvelki şeyhi âilesiyle dergâh
mes'elesinden meyânede beynûnet hâsıl olmağla, terk-i meşîhat etmiş idi. Bâb-ı
meşîhatte bir zamânlar, Tedkîk-i Mesâhif ü Müellefât-ı Şer'iyye Reîsi olmuş
idi. Bunun en büyük hizmeti, İzmirli İsmâîl Hakkı Bey'in tasavvuf ve âsâr-ı
tasavvufiyye hakkında yazdığı makâlâta, ârifâne olarak yazdığı ve bi'n-netîce
1343/(1924) senesinde tab' u neşr ettiği Tasavvufun Zaferleri nâm eserde
görülür. Cidden vâkıfâne ve âlîmâne yazılmış bir eserdir ve İsmâîl Hakkı Bey'i
iskât etmiştir. Kendisine karşı memleketimiz meşâyıh-ı sûfiyyesininin ziyâde
mültefit olmamasından muğber olarak, bi'l-âhare aleyhlerinde tertîbât-ı
mahsûsada bulunarak devr-i ahîrde tekkelerin kapanmasına sebeb olduğu rivâyet
olunur.
Her ne derlerse desinler,
ilm-i zâhir ve ilm-i bâtında mütehassıs bir zât olduğu âşikârdır. Arz ettiğim
tarzdaki müdâfaâtta derece-i ilminin yüksek olduğuna hükm olunur. Tarîk-ı Kâdirî'de
neşr-i tarîkat ederdi. Tasavvuf risâle-i usbûiyyesi, âlem-i tasavvuf
için pek mühim âsâr sırasına geçmiştir. Urefâ-yı muharrirînin bu Tasavvuf'da
çok gayreti nâ-yâb idi. Birinci cildde 6. sahifede bahsi geçti.
Şâhsultân
Dergâhı :
/343/ Bu dergâhın bâniyesi Sultân Selîm-i
evvel kerîmesi Şâh Sultân'dır. Hz. Merkez'e, Dâmâd Lutfi Paşa'nın irtihâlinden
sonra varmıştır. "Hz. Merkez burda icrâ-yı meşîhat etti."
denilirse de, târîhlerin tedkîkinden, dergâhın 963/(1556) senesinde, ya'nî Hz.
Merkez'in dâr-ı cemâle intikâlinden dört sene sonra inşâ olunduğu anlaşılır.
Hz. Merkez'in halîfesi Gömleksiz Muhammed Efendi hazretlerinin kabri, bu dergâhın
karşısında yol üzerindedir. Onun irtihâli 951/(1544) olup, Hz. Merkez'in irtihâlinden
sekiz sene evveldir. İstidlâlen derim ki, esâs dergâhın inşâsından evvel burada
başka bir binâ vardı. O binâda Hz. Merkez icrâ-yı meşîhat edip, halîfesi
Gömleksiz Muhammed Efendi'yi buraya vekîl bırakıp, kendileri Topkapı hâricindeki
hânkâhda ve âsitâne-i Hz. Sünbül'de bulunmuşlardır.
Dergâhın manzûme-i târîhiyyesi
:
Bulup Hakk'a giden râhı
İder seyr-i ila'llâh'ı
Binâ kıldı bu dergâhı
Ki Şâh-ı bint-i Selîm Şâhî
Didi hâtif ana târîh
Ve inne'l-hayra li'llâh
(وان الخير لله) = 963/(1556)
Burada icrâ-yı meşîhat
eden zevât-ı kirâm :
Gömleksiz Muhammed Efendi
: Hz. Merkez halîfesidir.
İrtihâli : 951/(1544).
Şeyh Seyyid Abdülhâlik
Efendi :
Hazîne-i humâyûnda bulunan sancağ-ı şerîf vaktiyle türbe-i Hz. Hâlid'de muhâfaza
olunur imiş. Onun muhâfızlığında bulunmuş ve alâ-rivâyetin Gömleksiz Muhammed
Efendi'den sonra (icrâ-yı) meşîhat etmiştir.
Şeyh Bostân Efendi : Abdülhâlık Efendi-zâdedir. İrtihâli :
1040/(1631).
Şeyh Miftâhî-zâde Ahmed
Efendi. İrtihâli :
1072/(1662).
Şeyh İsmâîl Efendi : Ahmed Efendi'nin dâmâdı. İrtihâli
: 1097/(1686).
(Onun) mahdûmu Şeyh
Nizâmî Efendi 1135/(1723)'de Hicâz'da irtihâl eylemiştir.
Şeyh Abdullâh Efendi : "Cânkurtaran" diye
şöhret bulmuştur. İrtihâli 1145/(1732).
Suyolcu-zâde Eyyûbî Şeyh Necîb
Efendi bu târîhi söylemiştir :
Tekye-i fânîden ukbâ cisrini
Geçdi Yâ Allâh diyü Cânkurtaran
(كچدى يا الله دلو جان
قورتاران)[28]
Şeyh Abdurrahîm Efendi : Şeyh Abdullâh Efendi-zâdedir. Dergâh
mezâristânında medfûndur :
Şâh Sultân şeyhi tekye-nişîn
Mazhar-ı sırr-ı 'câhidû fînâ'
Cem'
u fark ile çün olup me'mûr
Cânın itdi visâl-i Hakk'a fedâ
Kutb-ı irşâdı Şeyh Abdullâh
Vâlid-i mâcid olmuş idi ana
Câ-nişîni olup vefâtında
İtdi şart-ı tarîkatı icrâ
Pederi ile anı me'vâda
Hem-dem ide Rasûlüne Mevlâ
/344/
Ona bu beyti ile didim târîh
Göçdü Abdurrahîm Efendi hayfâ
(كوچدى عبد الحيم افندى حيفا) = 1159/(1746)[29]
Şeyh Abdurrahmân Efendi : Abdullâh Efendi-zâdedir. İrtihâli :
1161/(1748). Dergâh mezâristânında medfûndur.
Şeyh Abdülkâdir Efendi : Abdullâh Efendi-zâdedir. İrtihâli :
1163/(1750). Dergâh mezâristânında medfûndur.
Şeyh Muhammed Efendi : Abdullâh Efendi-zâdedir. İrtihâli :
1163/(1750). Dergâh mezâristânında medfûndur.
Şeyh Murâd Efendi :
Abdullâh Efendi birâderidir. İrtihâli : 1146/(1733). Dergâh mezâristânında
medfûndur.
Şeyh Muhammed Efendi. İrtihâli : 1168/(1755). Salı Tekkesi'nde
medfûndur.
Şeyh Muhammed Dede Efendi. İrtihâli : 1169/(1756). Dergâh mezâristânında
medfûndur.
Muhammed Dede Efendi'nin kitâbe-i
seng-i mezârı :
Şeyh Muhammed ârif-i esrâr-ı
Hak şeyh idi
Şâh Sultân Tekyesi'nde rûh-perver
şeyh idi
Neş'e-dâr-ı câm-ı sırr-ı aşk-ı dîdâr-ı
Hudâ
Terk-i tecrîd eyleyüp kılmış idi
azm-i bakâ
Rahmet ide Zü'l-minen rûh-ı revânı
şâd ola
Âb-ı kevserden içüp kansın dili âbâd
ola
Hak teâlâ lutf u ihsânıyla kılsun
ber-murâd
Her kim okur rûhuna Allâh içün bir
Fâtiha
Geldi üçler lafz u ma'nâ çıkdı târîh
Dede
Binyüzaltmışyedi de çeküp bir
'Hû' göçdü Dede*
Şeyh
Abdurrahîm Efendi : Dede
Efendi-zâdedir. İrtihâli: 1181/(1767)
Şeyh
Abdülkerîm Efendi: Buhûrî-zâdedir.
Hânkâh-ı Sünbül'de Kutbeddîn Efendi halîfesidir. 1197/(1783) senesinde irtihâl
eylemiştir. Mezâristanda medfûndur. Hânkâh-ı Hz. Sünbül'de zâkirbaşı idi.
Kudret-i şi'riyyesi olduğu 296. sahîfedeki târîhten nümâyândır.
Şeyh
Ahmed Efendi : Ulemâdan ve sulehâdan bir zât olup, tekke
nizâları vukû' buldukta ıslâh ve temyîzini, şeyhü'l-islâmlar müşârünileyhe havâle
ederler idi. 36 sene meşîhati vardır. Kendileri için binâ ettikleri kargîr
türbede medfûndur. İrtihâlleri 1233/(1818) senesindedir. Hilâfeti, Fındıklı'da
Keşfî Ca'fer Efendi Türbesi'nde medfûn Şeyh Nebîh Efendi'den olup, onun şeyhi
de hânkâh-ı Sünbül'de şeyh ikinci Hâşim Efendi'dir.
Şeyh
Ahmed Efendi'nin türbesi kapısı bâlâsında mahkûk manzûme:
Şâh Sultân
hânkâhında kerâmet menba'ı
Hazret-i Şeyh
Ahmed'in fazl u kemâli müncelî
Medfen-i pâkin
hayâtında tamâm hayrât idüp
Oldu târîh
mürşid-i pîr-i tarîk-ı Sünbülî
1233/(1818)
Hadîkatü'l-Cevâmi'de "Merkez Efendi-zâde"
denilmiş ise de, doğru olmasa gerektir.
Şeyh
Nazîf-i Üsküdârî : Ahmed
Efendi-zâde'dir. 1238/(1822-23)'de Üsküdar'da Bandırma Tekkesi'nde vefat etmiş.
Mevsim kış olduğundan cenâzesi İstanbul'a geçirilememiş, Karacaahmed civârında
defn olunmuştur. Beş sene meşîhatı vardır.
/345/
Şeyh Ubeyd Efendi : Ahmed Efendi halîfesidir. Şâhsultân Dergâhı'nda
icrâ-yı meşîhat edip, 1251/(1835)'de Eğrikapı hâricinde Savaklar'da Cemâleddîn-i
Uşşâkî Dergâhı meşîhatine me'mûr edilip, bir sene sonra vefât etmiştir.
(Şâhsultân)
Dergâhı'nın Ta'mîri :
Şâh
Sultân Tekkesi, Sultân Mustafa Hân-ı sâlis zamânında ta'mîr olunmuş, mahfil ve
tevhîd-hâne ihdâs ve sâhilde hucurât ve meşîhate mahsûs dâire inşâ olunduğu
gibi, Sultân Mahmûd-ı Adlî zamânında da ta'mîr ü tecdîd ve 1251/(1835)
senesinde ta'mîrât resîde-i hıtâm olmuştur.
Şeyh
el-Hâc İbrâhîm Necâtî Efendi
Şeyh
Ubeyd Efendi'nin Uşşâkî Dergâhı'na naklinde, yerine Şeyh Nazîf Efendi-zâde Necâtî
Efendi post-nişîn olmuştur.
Şeyh
Nazîf Efendi, Selîmiyye'de kibâr-ı meşâyıh-ı Nakşiyye'den Ali Behcet Efendi
hazretlerinden, tarîk-ı Nakşî'den ahz-i feyz ettiklerinden, mahdûmları Necâtî
Efendi, Hadîka'nın beyânına göre, Nakşiyye'den olarak, burada icrâ-yı
meşîhate me'mûr buyuruldu. Çarşamba günleri, dergâhın yevm-i mahsûsu iken
Salıya tahvîl edildi. Otuzbeş sene burada irşâd ile meşgûl olarak, 1286/(1869)
senesinde irtihâl-i dâr-ı naîm eyledi. Ahmed Efendi'nin türbesinde sol tarafına
defn edildi.
288.
sahîfede mezkûr Şeyh Yûnus-ı Sünbülî'den de icâzet ve hilâfeti vardır. Kâdirî-hâne'deki
tomârda gördüm. Tomârda irtihâlleri 1282/(1865) gösteriliyor. Mahdûmları,
Ebulfeyz Efendi'ye Sünbüliyye'den hilâfet vermişlerdir. (Kaddesa'llûhu esrârahüm)
Şeyh
Ebulfeyz Efendi
Necâtî
Efendi-zâdedir. 1236/(1821) senesinde zînet-sâz-ı bezm-i şuhûd olmuş, doksanüç
sene yaşamış, kırk sene meşîhat eylemiştir. Nûr yüzlü, halûk, nâzik,
mahbûbu'l-kulûb bir zât-ı âlî-kadr idi. Herkesin hürmetine mazhar olmuş idi.
1329/(1911) senesinde irtihâl eyledi. Ahmed Efendi türbesinde, sağ tarafda
medfûndur. Meşâyıh-ı Sünbüliyye'den idi.
Şeyh
Burhân Efendi
Ebulfeyz
Efendi-zâdedir. Pederinin câ-nişîni olmuştur. Sâkıb Efendi isminde bir birâderi
vardır. Bir gün zevât-ı müşârünileyhim hakkında tedkîkât için dergâh-ı mezkûra
gittim. Şeyh efendiyi bulamadım. Birâderini gördüm. Burada medfûn zevât-ı kirâm
hakkında ma'lûmât vermeğe gayr-i muktedir olduğundan mahzûnen avdet etmiş idim.
/346/ 345. sahîfede ismi geçen Şeyh Hacı İbrâhîm-i
Necâtî Efendi'nindir :
Sensin ey mefhar-i âlem o Nebiyy-i Kureşî
Zâtının gelmedi gelmez
dahi mânend ü eşi
Zulmet-i
leyli-i şirk almış idi dağ u taşı
Çün
doğup tutdu cihân yüzünü hüsnün güneşi
Kim
ola sevmeye bu vechle sen mâh-veşi
Ser-fürû-kerde-i
emrin ne kadar fâcir ise
Ya'ni
nefs ana günâh eylemeği âmir ise
Ne
kadar müznib ü mücrim ne kadar müksir ise
Sen emîre kul olan her ne kadar müdbir ise
Bende-i
mukbil olur misl-i Bilâl-i Habeşî
Teşne-gâna
sühanın menba'-ı âb-ı hayavân
Hızr
sakâ-yı der-i lutfun olur ise şâyân
Suyunu
mu'cizene buldurup ey fahr-i cihân
Parmağından
akıdup âb-ı revân-bahşı revân
Nice yüzbin kişiden ref' idisersin
ataşı
Âsi
vü mücrime çün zât-ı şerîfin eşfak
Cümleden
olsa alâ-kadr-i bülendin evfak
Kaynadup
nâr-ı muhabbetle Hakîm-i mutlak
Dîg-i
hikmetde pişürdi çü senin sevgüni Hak
Cebreîl
olsa n'ola matbahının hîme-keşi
Sensin
ol bahr-ı hayât u dür-i yektâ-yı Aden
Doldu
âvâzın ile Mekke vü Bathâ vü Yemen
Yalınız
ben değilim midhat ü evsâfın iden
Türk
ü Kürd ü Acem ü Hindi bilür bunu ki sen
Hâşimîsin
Arabîsin Medenîsin Kureşî
Ravza-i
pâkine rû-mâl iden a'yün uyanur
Haşmet
ü saltanat-ı câh-ı fenâdan usanur
Kâmetin ru'yet idince ser-i Tûbâ utanur
Kaddin
üstünde gören haddini gûyâ ki sanur
Salınur
serv başı üstüne alup güneşi
Andelîb
olsa Necâtî n'ola şâh-ı gülüne
Na't-ı
pâkini okur ezber idüp fülfülüne
Sarılur her seher efgân
iderek kâkülüne
'Ve'd-duhâ' verdine 've'l-leyl' okurum
sünbülüne
Rûşenî
virdi budur "külle
gadâtin ve aşiyy“
SİVÂSÎ-İ HALVETÎ ŞU'BESİ
/347/ - Pîr-i sânî Seyyid Yahyâ eş-Şirvânî (kuddise sırruhu'r-Rabbânî),
- Mahdûm-ı Pîr Şeyh Ziyâeddîn Yûsuf el-Mahzûmî (kuddise sırruhû)
(Şirvânî'dir),
- Şeyh Muhyiddîn Muhammed er-Rukıyye (kuddise sırruhû) (Şirvânî'dir),
- Şeyh Kubâd-şâh-ı Şirvânî (kuddise sırruhû) (Tokat'ta medfûndur),
- Şeyh Mecdüddîn Nûrullâh Abdülmecîd-i Şirvânî (kuddise sırruhû),
- Şeyh Şemseddîn-i Sivâsî (kaddesa'llâhu sırrahû),
- Şeyh Abdülmecîd-i Sivâsî (kaddesa'llâhu sırrahû),
- Hz. Şeyh Abdülehad en-Nûrî-i Sivâsî (kaddesa'llâhu sırrahû) (velâdeti):
1001/(1593) veya 1013/(1604), müddet-i
ömrü: 60, irtihâlleri : 1061/(1651).
Şeyh Şemseddîn-i Sivâsî'nin dîger bir silsile-i tarîkatı :
- Pîr-i sânî Seyyid Yahyâ eş-Şirvânî (kuddise sırruhu'r-Rabbânî),
- Şeyh Habîb-i Karamânî (kuddise sırruhu'r-Rabbânî),
- Şeyh Hacı Hızır Efendi (kuddise sırruhu'r-Rabbânî) (Amasyalı),
-Şeyh Muslihuddîn Efendi (kuddise sırruhu'r-Rabbânî),
- Şeyh Şemseddîn-i Sivâsî (kuddise sırruhu'r-Rabbânî).
ŞEYH ŞEMSÎ-İ SİVÂSÎ
Ser-firâz-ı uşşâk-ı ilâhî bir zât-ı âlî-kadrdir. Ecille-i ricâl-i
Halvetiyye'dendir. İsm-i âlîleri, Ebussenâ Şemseddîn Ahmed b. Ebulberekât
Muhammed'dir. "Sivâsî-zâde" denildiği gibi, "Kara Şems" nâmıyla
da meşhûrdur.
Hicretin 926/(1520) senesinde Zile'de dünyâya zînet vermiştir. Henüz yedi
yaşında iken, pederleri Amasyalı Muhammed Efendi tarafından, mürşidi Şeyh Hacı
Hızır Efendi'nin duâsına mazhar edilmiş; ba'dehû Tokat'a gelip, ulemâdan Arâkıyyeci-zâde
Şemseddîn Efendi'den tahsîl-i ulûm ettikten sonra İstanbul'u teşrîf buyurup,
rüteb-i ilmiyyeye nâil olarak, ba'dehû Hicâz'a gidüp, avdetlerinde tekrâr
memleketleri cânibine azîmet buyurmuşlardır. Bu esnâda Şeyh Muslihuddîn Efendi
nâmında bir zâttan inâbetle, tavr-ı râbia kadar terakkî etmiş ve ba'dehû Tokat
ve Zile'ye gitmiş ve birçok te'lîfât vücûda getirmiştir.
Tokat'ta iken meşâyıh-ı Halvetiyye'den Mecdüddîn-i Şirvânî hazretlerinin
terbiye-i mürşidânelerine dehâletle altı ay zarfında tekmîl-i etvâr-ı tarîkat /348/ ve nâil-i
makâm-ı terbiyet olmuş ve emr-i şeyhle memleketine avdet edip irşâd-ı âşıkîn ve
ta'lîm-i tâlibîn meşgale-i hayriyyesine başlamıştır. Bu sırada ashâb-ı hayrdan
Sivas valisi Hasan Paşa tarafından binâ olunan câmi'-i şerîf imâmetiyle dergâh-ı
münîf meşîhatine da'vet edilmekle, âilesiyle Sivas'a rıhlet ve ilâ-âhiri'l-ömr
tedrîs ü terbiyetle iştigâl eylemiştir.
Hakk-ı âlîlerinde yazılmış menkabet-nâmeler vardır. Ez-cümle Receb es-Sivâsî'nin
Necmü'l-Hüdâ ve Şeyh Nazmî-i İstanbulî'nin Hediyyetü'l-İhvân ve
Müstakîm-zâde'nin Hulâsatü'l-Hediyye nâm eserleri meşhûrdur.
Tarîkat-ı Halvetiyye'nin müceddidlerindendir. Ulûm-ı zâhire vü bâtınada ârif
ve riyâzet ve takvâ ve bereket-i enfâs ile meşhûr olduklarından, Der-saâdet'e
geldikleri zamân, Sultân Selîm Hân-ı sânî, çok hürmet ve muhabbet göstermiş, Sultân Murâd-ı sâlis
zamânında İstanbul'da va'z u irşâd ile iştigâl buyurup, Sultân Mehmed-i sâlisle
Eğri gazâsında bulundukları mesbût-ı sahâif-i tevârîh bulunmuştur. Ahîren
Ağrıboz fethinde bulunup, "Gâzî" unvânını ihrâz eylediler.
Müstakîm-zâde hazretleri, Dîvân-ı Hz. Ali Şerhi'inde yazıyorlar ki :
"Müşârünileyhin 1005/(1596-97)'de Eğri seferine
iştirâk etmek üzere Sivas'tan hareketle İstanbul'a gelmekte oldukları mesmû'-ı
pâdişâhî oldukta, li-ecli'l-istikbâl Azîz Mahmûd-ı Hüdâyî hazretlerini Gebze'ye
i'zâm buyurmuşlardır. Hz. Hüdâyî, müşârünileyhe hitâben, "Böyle seksen
yaşında ihtiyâr-ı sefer etmekliğinizin hikmeti nedir?" diye suâl
buyurduklarında. "Kütüb-i İslâmiyye'de her gördüğüm sünneti bir kerre
olsun ömrümde icrâ eyledim, li'llâhi'l-hamd ve'l-minne. Lâkin sünnet-i
gazâya henüz muvaffak olamamış idim. Âhir-i ömrümde onu da icrâ eylemiş olayım
diye teveccüh eyledim." cevâbını vermişlerdir."
(Kaddesa'llâhu esrârahum)"
1006/(1597-98) veya 1009/(1600-601)'da Sivas'ta terk-i âlem-i fenâ
eylemiştir. Türbeleri elyevm ma'mûr olup, ziyâret-gâh-ı ins ü cândır.
Kadriyâ târîh-i fevtin didim
Nüh felek şems dolandı nûr ile
(نه فلك شمس طولاندى نور ايله)
Târîhi 1006'yı götermektedir.
Ey Hüsâmî fevtine târîhdir
Zümre-i pâk şemsîye Firdevs câh
(زمرۀ پاك شمسييه فردوس جاه)
Dolandı hayf Şems-i ma’nâ dîdeden zâil oldu
(طولاندى حيف شكس معنى ديده دن زائل مولدى)
Gâyet ârifâne ve âşıkâne gazel, na't ve ilâhiyyâtı vardır. Haylisi
bestelenmiştir. Meclis-i zikrde, el-hâletü hâzihî okunur; ravza-i seniyye-i
Muhammediyye'ye muvâsalet hengâmında sânih olan şu gazel, dîger manzûmeleri
gibi âşıkânedir :
/349/ Cânân ilinin güllerinin bâğı göründü
Dost
ikliminin lâlesinin dâğı göründü
Envâr-ı
Muhammed doğuben tutdu cihânı
Şakku'l-kamerin
mu'cize parmağı göründü
Kaygu
gecesi gitdi kamu kalmadı korku
Eyyûb'a
dahi sıhhatinin çağı göründü
Dil-hastasının
derdine dermânı irişdi
Şemsî'ye
bu gün dostunun otağı göründü
* * *
Ya'kûb'a bu gün Yûsuf'unun
kokusu geldi
Dîger bir nutuklarından :
El-emân
bu çarh elinden nice insân ağladı
Ruz-gârın
şiddetinden bahr-i ummân ağladı
Âh çeküp
kapkara yandı bu ciğerim gussadan
Nergis-i
bâğı göründü gül ü reyhân ağladı
Bunca
yıllık pâdişâhlık ideni gel gör bu gün
Soydular
dürlü libâsın ten-i uryân ağladı*
Şemsiyâ
virme gönül fânî olan dünyâya sen
Çün
buna gönül viren yaş(lar) değil kan ağladı
* * *
Tâlib-i
hüsn olup derde düşenler
Derdinin
dermânın arar Hû diyü
Bir
mürşid-i kâmil şeyhi bulunca
Kulların
boynuna dola Hû diyü
Mürşid
olan görür anın işini
Akıdır
gözünden kanlı yaşını
Secdeden
kaldırmaz aslâ başını
Yüzün(ü)
yerlere sürer Hû diyü
Şemsî
bu sözleri eyü bilenler
Cânına
başına koyup ilenler
Bu
yol ârifindir eyü bilenler
Gönül
murâdına irer Hû diyü
............
............
...........
Güzel
Muhammed'i arar Hû diyü
* * *
Vâsıl
olmaz kimse Hakk'a cümleden dûr olmadan
Kenz
açılmaz her gönülde tâ ki pür-nûr olmadan
Sür
çıkar gayrı gönülden tâ tecellî kıla Hak
Pâdişâh
konmaz sarâya hâne ma'mûr olmadan
Mest
olup mestâne geldim tâ ezelden tâ ebed
İçmişim
aşkın şarâbın âb-ı engûr olmadan
Mest
olanların cevâbı gayriden gelmez velî
Pes
'ene'l-hak' nice söyler kişi Mansûr olmadan
'Mûtu
kable en-temûtû' sırrına mazhar olan
Haşr
u neşri gördü anlar nefha-i sûr olmadan
Bir
acâib derde düşmüş bu dil-i Şemsî müdâm
Hakk'a
vâsıl olmak ister halka menfûr olmadan
* * *
/350/ Beden
mehdin semâ' ehli niçün tahrîk ider gâhî
Meğer
cân tıflı ol tende anup ağlardı Allâh'ı
O
tıfl-i 'mâ-zâğa'l-basar' kim ol sultânı emzirdi*
Kanar
ol feyz-i akdesden gönül va'llâhi bi'llâhi
Güher
kânda olur tekmîl urûc eyler o dem asla
Makâm-ı
kuds-i lâhûtdan görür ol 'lî maa'llâh'ı
Geçerse cübbe-i 'lâ'dan
giyerse lübs-i 'illâ'dan
İkilik
perdesin yırtar görür her yerde Allâh'ı
Füyûzât-ı ilâhîden
alup irşâdını Şemsî
Özüne hil'at
itmişdir tevekkeltü ala'llâh'ı
Risâle-i Mevlid nâm eserinden
:
Yâ ilâhî
ol Habîb'in hürmeti
Dahi esmâ vü
sıfâtın hürmeti
İtme Şemsî
miskini yâ Rabbenâ
Rûz-ı
mahşerde Habîb'inden cüdâ
Dahi cümle
mü'minîni yâ Kerîm
Lutfuna
müstağrak eyle yâ Kerîm
Meclis-i ehl
lutf idüp yâd ideler
Fâtiha'yla
rûhumu şâd ideler
Yâ ilâhî
rahmet eyle sen ana
Vâlideynim
dahi ihvânım ana
Şehr-i Sivas
oldu bu nazmıma câ
Ehline şâfi' ola
nûrü'd-dücâ
Âsâr-ı
aliyyeleri :
1. Dîvân.
2. Risâle-i
ibret-nümâ. Manzûmdur.
3. Nakdü'l-Hâtır.
Pek mühimdir.
4. Te'vîl.
5. Dâire-i
Usûliyye-i Câmia.
6. Zübdetü'l-Esrâr
fî-Şerhi Muhtasari'l-Menâr. 6 cild fetâvâ-yı şerîfe.
7. Hallü'l-Maâkıd
fî-Şerhi'l-Kavâd
8. Risâle-i Gülşen-âbâd. Manzûmdur.
9. Heşt-behişt.
10. Risâletü'l-hâs fî-Menâkıbı Hulefâi Râşidîn.
11. Risâletü'l-hâs fî-Menâkıbı İmâm A'zam.
/351/ 12. İlcâmü'n-Nüfûs.
13. Pend-i Attâr Tercümesi. Manzûmdur.
14. Risâle-i Mevlûdu'n-Nebî maa-Mevlûdi Ma'nevî. Manzûmdur.
15. Risâle-i
Menâsik-i Hac.
16. Risâle-i
Umdetü'l-Edîb fi't-Taallüm ve't-Te'dîbi fî-Kavâidi'l-Fârisî.
17. Menâzilü'l-Ârifîn.
18. Mir'âtü'l-Ahlâk
ve Müşevviku'l-Eşvâk.
19. Safâyihu'n-Nevâyıh.
20. Risâle-i
İrşâd-ı Avâm. Manzûmdur.
21. Sohbet
Risâlesi.
22. Şerh-i
Gazel-i Sultân Murâd-ı Sâlis bi-işâretihî.
23. Risâle
fî Kıssatı Mûsâ bi-Hızr (aleyhima's-selâm).
24. İrşâdü'l-Ulûm.
25. Tercüme-i
İlâhî-nâme-i Şeyh Attâr.
26. Mecmûatü'r-Resâil.
27. Şerh-i
Kelimât-i Kümeyl b. Ziyâd.
28. Cilâü'l-Uyûni'l-Arâisi'l-Muhaddere.
29. Letâifü'l-Âyât.
30. Meclis.
31. Menâkıb-ı
İmâm-ı A'zam.
32. Süleymân-nâme.
33. Tercüme-i
Kasîde-i Bür'e.
Ecell-i
Hulefâsı :
Şeyh
Şirvânî-zâde Veli Çelebi, Şeyh Muhammed-i Arabgirî, mahdûmu Şeyh Muhammed ve
Şeyh Hasan Efendiler, Şeyh Âşık Muhammed Efendi, Tokâdî Şeyh Sinân Efendi, Şeyh
Abdülmecîd-i Sivâsî, Şeyh Receb Efendi.
Şu'be-i
Halvetiyye-i Sivâsiyye'nin müessisidir. Tarîkatları Sivas vilâyetinde ve bi'l-hâssa
Zile taraflarında taammüm ve intişâr etmiş ve eş-Şeyh Evhadüddîn Abdülehad
en-Nûri hazretleri vâsıtasıyla İstanbul'da intişâr ederek, Şemsiyye nâmıyla bir
şu'be-i Halvetiyye teşa''ub
eylemiştir. Müşârünileyh Esmâ-i seb'aya, Kâdir, Kavî, Cebbâr,
Mâlik ve Vedûd Esmâ-i Hüsnâsını ilâve etmiştir.
/352/ Şeyh Receb Efendi
Şemsî-i Sivâsî'nin birâder-zâdesi ve Şeyh İbrâhîm Cemâleddîn-i
Sivâsî hazretlerinin mahdûmudur. Şemsî-i Sivâsî'ye dâmâd olmuş ve ondan ahz-i
feyz-i tarîkat eylemiştir. Sivas'ta Hz. Şemsî'nin dergâhında medfûndur. Ulemâdan,
urefâdan idi. Kâmil ve mükemmil idi.
Âsârı :
1. Necmü'l-Hüdâ fî-Menâkıbı'ş-Şeyh Şemseddîn-i Ebissenâ.
2. Esmâü'l-Usûl.
3. Nûriyyü'l-Hüdâ.
4. Mecmûa-i İlâhiyyât.
Şeyh Abdülmecîd-i Sivâsî
"Sivâsî Efendi" denilmekle meşhûrdur. Pederi, Molla
Câmî şârihi Muharrem Efendi, onun pederi Muhammed Efendi olup, Zilelidir. 971/(1563)
senesinde doğmuştur. "Müteveccih-i nâsût" (متوجه ناسوت) târîh-i velâdetidir. Yedi yaşında hıfz-ı
Kur'ân'a muvaffak olup, pederlerinden ve amcaları Şeyh Şemsî-i Sivâsî
hazretlerinden tahsîl-i ulûm eyleyip, Tefsîr-i Keşşâf'ı tederrüs
eylemiştir. Otuz yaşında iken Şemsî-i Sivâsî hazretlerine intisâb ve tekmîl-i
sülûk etmiş ve Merzifon'da irşâd-ı nâsa me'mûr edilmiştir. Ba'dehû Zile'de Şeyh
Veliyyüddîn Zâviyesi'ne şeyh olarak, şöhret-i aliyyeleri İstanbul'a kadar
aks-endâz olunca Eğri fâtihi Sultân Mehmed Hân merhûmun da'vetiyle İstanbul'u
teşrîf ve Ayasofya civârında ikâmet etmiştir.
Bir Cum'a günü pâdişâhın ârzûsuyla Ayasofya'da umûm-ı erkân-ı
devlet ve ulemâ-yı şerîat ve ekâbir-i tarîkat huzûruyla va'z ederek, hâzırûnu
müstağrak-ı zevk-ı rûhânî eylediler.
Ayasofya'da kürsü arkasındaki mahalde Erdebîlî Şeyh Sinân
hazretlerinin inzivâ eylediği mahalde, teberrüken bir erbaîn çıkarıp, bu sırada
reîsü'l-küttâb Musallî Efendi kendilerine intisâb ile berâber Eyüp
Nişancısı'nda ihdâs olunan tekke meşîhatine ve bir müddet sonra Sultân Selîm
civârında Muhammed Ağa Tekkesi meşîhatine ta'yîn olunup, Şeyhü'l-İslâm Sun'ullâh
Efendi tarafından Atpazarı kurbünde Hüsâm Bey Mescidi'ne minber vaz'ıyla Cum'a
günleri Hz. Şeyh burada va'za me'mûr edilmiştir. Talâkat ü fesâhat-i
mahsûsaları ve uluvv-i irfânları pek ziyâde şöhret bulduğundan, pâdişâhın ârzûsuyla
Fâtih Câmi'-i şerîfine vâiz ta'yîn edilmişlerdir.
Muhammed Ağa Tekkesi meşîhatinde üç sene kaldıktan sonra
Şeyh Yavsı Tekkesi'ne /353/ şeyh olmuş ve Sultân Ahmed Câmi'-i şerîfinin
vaz'-ı esâsı resminde Hz. Azîz Mahmûd-ı Hüdâyî ile hâzır bulunarak duâ
eylemişlerdir. Câmi'-i şerîfin hıtâm-ı inşâsında Pazar vâizliğine Hz. Hüdâyî ve
Cum'a vâizliğine ise Hz. Şeyh ta'yîn buyurulmuş idi.
İlm ü fazîlette, irfân u dirâyette nâdire-i zamân idi.
Ulûm-ı zâhire vü bâtınada iktisâb eylediği füyûzâtın te'sîriyle nâil-i visâl ü
zevk-ı Cemâl olmuş idi. Esnâ-yı va'zda sâmiîne hâl gelirmiş. Va'za başlarken
savt-ı hazîn ile sûre-i Fâtiha'yı okuyup, müstemiîne safâ-bahş olurlar imiş.
Sultân Ahmed Hân-ı evvelin hürmet ü muhabbetine mazhar olmuşlardı. Hz. Pâdişâh,
Cenâb-ı Pîr Hüdâyî'ye hediye göndermişler, her ne hikmete mebnî ise, kabûl
buyurmamışlar, Abdülmecîd-i Sivâsî'ye göndermiş, kabûl buyurmuşlar. Cenâb-ı Pâdişâh,
bu hediyeyi Hz. Hüdâyî'nin kabûl etmediğinden bahs edince, Abdülmecîd-i Sivâsî,
"Pâdişâhım! Hüdâyî bir ankâ-yı hakîkattır. Lâşeye tenezzül etmez."
cevâb-ı vazîini vermiş. Birkaç gün sonra Hz. Hüdâyî'ye mülâkâtında, "Hediyeyi
Abdülmecîd-i Sivâsî kabûl etti." buyurunca, "Pâdişâhım!
Abdülmecîd-i Sivâsî, bir bahrdır. Bahre bir katre çirkâb-ı mâ-sivâ düşmekle
bahr mülevves olmaz." diye izhâr-ı hakîkat buyurmuşlardır. (Kaddesa'llâhu
esrârahum)
"Hadden aşdı iştiyâkım Yâ Rasûl göster cemâlin"
na'tı meşhûrdur ve bestelenmiştir.
Abdülmecîd-i Sivâsî, hükûmetin Hamzavîlere karşı ittihâz
eylediği mesleği revâc-kâr görerek onların aleyhinde idâre-i lisân eylemiştir.
Ale'l-husûs İdrîs-i Muhtefî için çok acı sözler söylemiştir. İctihâd-ı
fikrîsinde, her ne sebebe mebnî ise, bu yolu ihtiyâr eyledi.
Yetmişsekiz yaşında iken 1049/(1639) senesinde irtihâl-i
dâr-ı bakâ eylediler. Na'ş-ı şerîfleri Eyüp Nişancası'ndaki medfen-i
mahsûslarında defn olunmuştur. İki sene sonra Mâhpeyker Vâlide Sultân, Hz.
Şeyh'i rü'yâsında görüp, derhâl üzerine bir türbe binâ ettirmişlerdir. Elyevm
türbeleri ma'mûrdur. Her iki bayramın son günlerinde meşâyıh ve uşşâk-ı ilâhî
buraya cem' olur, icrâ-yı âyîn-i tarîkat eylerler. Devrânda sandûkaları ortada
kalır, arş-ı vücûdları devr olunur. Kulûb-ı uşşâkı öyle bir heybet istîlâ eder
ki, vasfa sığmaz. Abdülehad en-Nûrî halîfesi Şeyh Nazmî merhûmun, hakk-ı âlîlerinde
söylediği bir medhiyye vardır ki, bir sûreti ber-vech-i âtîdir :
Bu
bâğ-ı fânînin gülü elbette fânîdir hemân
/354/ Bâkî kalır mı bülbülü bâkî değilken gülsitân
Çün
halk-ı âlem ser-te-ser geldikleri yere gider
Âyâne ibretle nazar eyle gözün
açup uyan
Ol gavs-ı âlem Şeyhi-i Sîvâsi-i sâhib-safâ
İtdiği dem azm-i bakâ ağladı ana
ins ü cân
Feryâd idüp âşıkları muhlisleri sâdıkları
Çâk itdi sîne her biri bâlâ vü pes
doldu figân
Eflâke çıkdı hây ü hû gül-bang ile
âlem dolu
Hayrân olup kimi ulu oldu kıyâmet
kopdu san
Anın gibi birer kanı şerh ide nûru
sadrını
Bildire nefs ü Rabbini zâhir ola
sırr-ı cihân
Sırrına
menba' olanı özüne matla' olanı
Tavrına meşra' olanı ister bulur ârif
olan
Çün sâl-i gamda intikâl
itdi o memdûhu'l-hısâl
Ahbâbına var mı mecâl çeşminde
akıtmada kan
Gam kaplamışdır âlemi târîhin didi
Nazmî
Bin kırkdokuzda aldı pâk
Sîvâsî Uçmak'da mekân
(غمده) = 1049
Te'lîfât-ı Aliyyeleri :
1. Risâle-i Mufassala fî-Hakkı'l-îmân ve'l-İslâm.
2. Risâle-i Mufassala fî's-Salât.
3. Şerh-i Hadîs-i Âfâk.
4. Idetü'l-Müsteiddîn (şerh).
5. Metn fi'n-Nahv.
6. Kahrü's-Sûs İlcâmü'n-Nüfûs.
7. Telhîsû Hasâyisi'n-Nebî (aleyhi's-selâm).
8.
Risâle-i Mufassala fi'l-Ecniha.
9. Risâle-i Hızr (aleyhi's-selâm).
10. Beyân u Şerhu'l-Kebâir.
11. Kerâhiyye.
12. Metn fi's-Sarf.
13. Mufassal Şurûtü's-Salât.
14. el-Lugatü'l-Fârisiyye.
15. Kitâbu İlmi'l-Kelâm.
16. Şerh-i Mutavvel-i Mesnevî.
17. Latâifü'l-Ezhâr.
18. Hadîs-i Erbaîn.
19. Risâle-i Fir'avn.
20. Kitâb-ı Keffârât-ı Hamse.
21. Risâle-i Niyyet.
22. Musaykalü'l-Kulûb.
23. Hadîs-i Sittîn.
/355/ 24. Risâle-i Savm.
25. Risâle fi'l-Bataleti ve'l-Melâhide.
26. Şerh-i Muhtasar-ı Mesnevî.
Abdülmecîd-i Sivâsî, esâmî-i âsârından anlaşılacağı
üzere ecille-i ricâl-i Halvetiyye'dendir. Uluvv-i ka'bına Abdülehad en-Nûrî
gibi bir halîfe yetiştirmiş olmasıyla sâbittir. Kâdî-zâde Şeyh Muhammed Efendi
ile münâkaşaları olmuştur.
Hulefâsı :
Şeyh Abdülehad en-Nûrî, Endülüslü Şeyh Mustafa
Efendi, Bolulu Şeyh Murâd Efendi, Şeyh Abdülkerîm Efendi, Şeyh Yûsuf el-Mısrî
Efendi, Gedizli Şeyh Muhammed Efendi, Ankaralı Şeyh Hasan Efendi, Zileli Şeyh
Hasan Efendi, Merzifonlu Şeyh Ali Efendi, Şeyh Müeyyed Efendi, Burgazlı Şeyh
İbrâhîm Efendi, Kumlalı Şeyh Osmân Efendi, Şeyh Hüsâm el-Mısrî, birâderleri
Şeyh Feyzullâh Efendi, Şeyh İdrîs Efendi, Hatîb Şeyh Muhammed Efendi, Sakızlı
Şeyh Mustafa Efendi, Şeyh Mustafa Efendi, Erzincanlı Şeyh Şa'bân Efendi,
Bozüyüklü Şeyh Abdurrahmân Efendi, Şeyh Latîf Dede, Lofçalı Şeyh Hasan Efendi,
Sivaslı Şeyh Mustafa Efendi, Kırımlı Şeyh Ali Efendi, Şeyh Hasan Efendi, Şeyh
Abdi-zâde Mustafa Çelebi, Ereğlili Şeyh Ahmed Efendi, ser-tarîk Şeyh Şâmî Efendi,
Şeyh Kâdî-zâde Muhammed Efendi, Şeyh İbrâhîm Çelebî-i Sivâsî, Gelibolulu Şeyh
Hamza Efendi, Boyabatlı Şeyh Hamza Dede, Şeyh Şâmî Muhammed Efendi, Şeyh
Abdülalîm Efendi.
Kâdî-zâde Şeyh Küçük Muhammed
Efendi
Hz. Şeyh'in hulefâsından, ulemâdan idi. Amasyalı olup,
Abdurrahmân Efendi'den ahz-i ilm ederek Abdülmecîd-i Sivâsî'nin dâire-i irfânına
girmiş idi. Amasya'da Sultân Bâyezîd Câmii vâizliğinde bulunmuştur.
1045/(1635)'de Amasya'da irtihâl eyledi. Pîr İlyâs-ı Halvetî kabri yanında
medfûndur.
Âsârı :
1. Kitâbü'l-Makbûl fî-Hâli'l-Huyûl.
2. Mesmûatü'n-Nekâyıh ve Mecmûatü'n-Nasâyıh.
3. Nushu'l-Hukkâm Sebebü'n-Nizâm.
4. Niddü'l-Ahbâb Kahrü'l-Bâb.
5. Risâle fi't-Ta'lîm ve't-Teallüm.
6. Risâle-i Regâibiyye.
7. el-Hükmü'l-Behiyye.
/356/ Şeyh Abdülbâkî Efendi
Abdülmecîd-i Sivâsî mahdûmudur. Pederinin yanında
medfûndur. "Sivâsî-zâde" diye şöhret bulmuştu. "Şeyh Bâkî" (شيخ باقى) (1023/(1614) târîh-i velâdetidir. Tahsîl-i
ulûm eyledi. Bi'l-âhare burada seccâde-nîşîn oldu. Sultân Ahmed ve Fâtih cevâmi'-i
şerîfesi kürsî şeyhliğinde bulundu. Sultân Ahmed Câmi'-i şerîfinde yetmişüç
sene Cum'a vâizliği ettiğini Vefeyât-nâme'de okudum. Müddet-i ömrleri
doksandokuz sene olup, 1122/(1710)'de irtihâl-i dâr-ı naîm eylediler.
Bidâyeten zevkleri ilm-i zâhirîde iken, bi'l-âhare
ilm-i bâtında yektâ-yı zamân oldular.
Yahyâ-yı Nazîm'in söyledği târîh ber-vech-i âtîdir :
Göçdü
ukbâya Cenâb-ı Hazret-i Şeyhü'ş-şüyûh
Ya'ni
Sîvâsî Efendi-zâde sad-feryâd ü âh
Mürg-i
rûhu âlem-i nâsûtdan pervâz idüp
Âşiyân-ı
âlem-i lâhûta oldu rû-be-râh
Kutb-ı
âlem gavs-ı a'zam mürşid-i ehl-i tarîk
Ârif-i
ilm-i ledün pîr-i kerâmet-hânkâh
Firkatinde
ol azîz-i kâmilin sanma şefeh
Rûz
u şeb kan ağlamakda dîde-i hurşîd-mâh
Gitdi
bâkî menzile târîhini didim Nazîm
Kürsi-i
Adn'i ide Sivâsi-zâde cilve-gâh
(كرسئ هدنى ايده
سيواسى زاده جلو كاه) = 1122
Güftelerinden :
İlâhî
sen beni yarlıga lutf it
Ledünnî
ilmine mazhar olam tâ
Nesilleri bâkîdir; bu nesilden gelenlerden :
Şeyh Abdülmecîd Efendi
Şeyh
Muhammed Efendi-zâdedir. Onun yerine şeyh olmuş idi. Altı sene sonra, çeşm-i
pûş-ı bustân-ı lâhût ve ârzû-yı gülistân-ı lâhût eylemiştir. Abdülmecîd-i Sivâsî'nin
türbesi hâricinde pederi Muhammed Efendi'nin ve ceddi Abdülbâkî Efendi
ve dâmâdı Zülfikâr Ağa'nın kabri yanında defn olunmuştur.
Hâtif-i
gaybî didi târîh-i sâl-i rıhletin
Cilve-gâhın
gülşen-i Cennet ola Abdülmecîd
(جلوكاهك كلشن جنت
اوله عبد المجيد) = 1149/(1736)
Mûmâileyh Şeyh Abdülbâkî b. Abdülmecîd b. Şeyh
Muhammed ki, Sivâsî-zâde Abdülbâkî Efendi'nin kerîme-zâdesidir.
/357/ Şeyh Abdülehad en-Nûrî
Esrâr-ı tarîkatın misbâhı, envâr-ı hakîkatın miftâhı bir
zât-ı âlî-kadrdir. Pederleri Muslihuddîn Mustafa Safâî b. İsmâîl b. Ebulberekât
olup, bu Ebulberekât müctehid-i tarîkat-ı Şemsiyye, Şemseddîn-i Sivâsî'nin
pederleridir.
Vâlideleri
Safâ Hâtûn dahi, cedleri İsmâîl Efendi'nin birâder-i ekberi ve Şeyh
Abdülmecîd-i Sivâsî hazretlerinin pederi, şârih-i Molla Câmî Muharrem
Efendi'nin kerîmesidir.
Pederleri müşârünileyh Muslihuddîn Mustafa Efendi kuzâttan
olup, cedleri İsmâîl Efendi, Şemseddîn-i Sivâsî'nin birâder-i güheri ve Sivas
müftîsi ve şârih-i Mültekâ'dır ki, Abdülehad en-Nûrî hazretleri, bu
takdîrce Şemseddîn-i Sivâsî'nin birâderi sâlifü'l-beyân İsmâîl Efendi'nin
hafîdi ve dîger birâderi Muharrem Efendi'nin kerîme-zâdesidir.
Abdülehad en-Nûrî, 1003/(1595) veya 1013/(1604) senesinde
kâdim-i sahn-ı vücûd olup, üç yaşında iken Şemsî-i Sivâsî'nin nazar-ı feyzine
mazhar olmuşlardır. Pederlerinin irtihâlinden sonra Abdülmecîd-i Sivâsî ile
birlikte, iki birâderi Abdüssamed Efendi ve Kâmil Ağa ile İstanbul'a
gelmişlerdir.
Hz. Nûrî'nin sinn-i âlîleri yirmiye bâliğ olduğu sırada
tahrîr-i âsâra başlayıp, yirmi kadar eser vücûda getirmişlerdir.
Abdülganî-i Nablusî hazretlerinin istihsân ve şerh
ettikleri Risâle-i Hazarât-ı Hams gibi te'lîf-i cemîlleri kütüphâne-i
irfânı tezyîn eden âsârdandır.
Tarîkaten nisbetleri Abdülmecîd-i Sivâsî hazretlerinedir.
Muttasılan kırk erbaîn çıkarıp, nâil-i hilâfet olmuşlardır. Kırk erbaîn 1600
gün eder. Muttasılan 1600 gün hâl-i i'tikâfda yaşamak işitilmemiş riyâzetlerdendir.
İnsân neş'e-i ma'nânın açılması emrinde gösterilen şu mücâhedeyi nazar-ı
teemmüle alırsa, Abdülehad en-Nûrî'nin ne büyük bir zât-ı âlî-kadr olduğuna
muttali' olabilir.
Ba'dehû me'mûren-li'l-irşâd Midilli'ye hicret ederek,
ümerâ-yı bahriyyeden Bâlî-zâde Hasan Bey'in inşâ ettiği câmi' ve zâviyede va'z
u irşâd ile meşgûl olmuştur. Bu esnâda İstanbul'da Muhammed Ağa Tekkesi şeyhi
olup, vefât eden Şeyh Sinân Efendi'nin mahdûmu hadîsü's-sin olmak hasebiyle,
Şeyhü'l-İslâm Es'ad Efendi, Muhammed Efendi'yi tarîk-ı tedrîse sevk ile
meşîhati 1030/(1621) senesinde Abdülehad en-Nûrî'ye tevcîh eylemekle, müşârünileyh
da'vet-i vâkıaya bi'l-icâbe hemân Der-saâdet'e gelip, şeyhi bulunan
Abdülmecîd-i Sivâsî hazretlerinin meclis-i irfânına cân atmıştır. /358/ 1033/(1624)'de
şeyhine dâmâd olup, tam yirmisekiz sene bu tekkede irşâd-ı ümmet ile iştigâl
buyurmuşlardır.
1045 senesi şehr-i Rabîulâhirinden (Eylül – Ekim 1635)
i'tibâren Ayasofya, Fâtih ve Sultân Ahmed Câmi'leri kürsî şeyhliğinde
bulunmuştur.
Sultân Ahmed Câmi'-i şerîfinin hitâm-ı inşâsıyla resm-i
güşâdında hâzır bulunup, kürsüde va'z etmiştir. Esnâ-yı va'zda irticâlen,
"Semâdan
sırr-ı tevhîdi duyan gelsün bu meydâna
Derûn içre bu gün Allâh diyen gelsün bu meydâna
Duyanlar sırr-ı Settâr'ı görenler nûr-ı Gaffâr'ı
Cihânda şîşe-i ârı kıran gelsün bu meydâna
Salâdır ehl-i irfâna getürsün cânı meydâna
Fedâ kılmağa ol cânı duyan gelsün bu meydâna
Gönül maksûdunu buldu cihân envâr ile doldu
Bugün Nûrî imâm oldu uyan gelsün bu
meydâna "
buyurup kendilerine o esnâda teveccüh eden makâm-ı
kutbiyyeti ızhâr eylemeleriyle, gündüz olduğu hâlde câmi'-i şerîf derûnundaki
kandîllerin birden bire şu'le-feşân oluverdiğini, erbâb-ı keşf bi'l-ittifâk beyân
buyurmuşlardır.
Bu vak'a resm-i güşâd günü olmasa gerektir. Zîrâ o gün
hutbeyi okuyan Hz. Hüdâyî, devrân yapan İsmâîl-i Rûmî idi. Başka bir zamânda
şeref-vâki' olduğu istidlâl olunur.
Bir gün Ali Behcet Efendi pederimizle hem-sohbet iken söz
bu mes'eleye intikâl ettikte, bu vak'anın Sultân Ahmed Câmii'nde değil,
Ayasofya kürsî şeyhliğinde iken zâhir olduğunu ve Hz. Hüdâyî efendimizin intikâlini
müteâkib kutbiyyetin kendilerine teveccühünde o nutku îrâd buyurduklarını
naklen söylediler. Bununla mes'ele dürüst bir şekle girmiş oldu ki,
1038/(1628-29) senesine müsâdifdir.
Gülşen-i Meşâyih-i Selâtîn'de manzûr-ı
fakîrânem olduğuna göre, Ayasofya'da müfessir-i Kelâm-ı mübîn olup, Fâtih'de
iken Kâdî Beyzâvî tefsîrine bed' edip, devâm etmiş ve Bâyezîd kürsî şeyhliğine
ta'yîninde sûre-i Yâsîn'de imiş. Ayasofya'ya geçtiğinde sûre-i Feth'e gelmiş
idi.
Bir gün esnâ-yı va'zda âlem-i ulvîye intikâlinin
takarrubuna remz ü işâret etmiştir. 1060/(1650) senesinde dersleri bi'l-külliyye
ta'tîl, va'zların edâsına hulefâsından Bülbülcü-zâde Şeyh Abdülkerîm Efendi'yi
tevkîl ettiler. Kendileri teslîk-i mürîdîne, ibâdât u tâât ve ihyâ-yı leyâlîye
hasr-ı enfâs ederek, Müstakîm-zâde merhûmun hesâbı vechile, "eş-Şeyh
Abdülehad en-Nûrî" (الشيخ عبد الاحد النورى) terkîbiyle, şuarâdan Feyzi
Efendinin "Gitdi bezm-i Cennet'e Abdülehâd" (كيتدى بزم جنته عبد الاحد) ve hulefâsından
Şeyh Nazmî Efendi'nin, /361/ "Abdülehad Efendi olsun mukîm-i
Cennet" (عبد الاحد افندى اولسون مقيم جنت) mısrâ'larının delâleti olan 1061
senesi şehr-i Saferinin ilk (4 Ocak 1651) Cum'a günü, vakt-i asrda âzim-i
gülşen-serâ-yı âhiret olmuşlardır. (Rahmetu'llâhi aleyh rahmeten vâsiaten ve
kaddesa'llâhu sırrahû)
O gece tâ-be-sabâh hulefâ ve fukarâsı birkaç def'a
yetmişbin kelime-i tevhîd tekrârıyla ihyâ-yı leyl ettiler. Ertesi gün, tekkede
imâm olan, bakıyyetü'l-muhaddisîn Tatar Şeyh Ali Efendi, emr-i gasllerini îfâ
etmiş ve esnâ-yı gaslde nice ahvâl-i garîbe müşâhede edilmiştir. Ba'dehû cenâzeleri,
kırkbinden mütecâviz dervîşân, muhibbân, meşâyıh ve a'yân hâzır olarak, evrâd ü
ezkâr ile ve kesret-i izdihâmdan ancak birkaç sâatte Eyüp Nişancası'ndan Fâtih'e
nakl olunup, salât-ı zuhrun edâsını müteâkib Sultân Ahmed şeyhi Azîz-zâde Şeyh
Abdülbâkî Efendi hazretleri tarafından cenâze namâzı imâmeti edâ olunmuştur.
İhtifâlât-ı azîme ile, tekrâr dergâh-ı münîflerine naklen götürülerek medfen-i
mahsûslarında vedîa-i rahmet-i Rahmân kılındı. Ba'dehû ahıbbâsından Yûsuf Ağa-zâde
Mustafa Efendi tarafından kabr-i mübârekleri üzerine türbe inşâ olunmuştur.
Hz. Şeyh'in gaybûbet-i ebediyyesi hasebiyle şuarâ-yı zamân tarafından altmış kadar mersiyye söylenmiştir :
Bir
ahad çıkdı didi târîhini
(فات قطب الطريق عبد الاحد)[30] = 1061/(1651)
* * *
Ol
vahîd-i kutb-ı âlem Hazret-i Abdülehad
Zâtını
mahv itdi zât-ı Hak'da me'men eyledi
Bu
nidâyı hâtif-i gaybdan işit târîhini
Nûrî-i
Abdülahad lâhûtu mesken eyledi
(نورئ عبد الاحد
لاهوتى مسكن ايلدى)
Türbelerinin kapısı bâlâsında :
هذا
مرقد الشريف وارث الطريقة الأحمدية كامل الحقيقة المحمدية الشيخ عبد الأحد النورى.[31]
yazılıdır.
Semâ'hânenin
kapısında :
Bu
hâk-i pâke eyledi (ol) neşr-i Feyyâz u şeref
/362/ Sîvâsi-i
Abdülmecîd ol merd-i gavsi'l-vâsılîn
Ol
hazreti ta'kîb idüp tezyîd-i envâr eyledi
Dâmâdıdır
Abdülehad Nûrî-i kutbu'l-ârifîn
Her
sâl iki bayramda idüp tecemmu' türbeye
Eylerler
erbâb-ı tarîk icrâ-yı âyîn-i behîn
Ba'd
ez-zamân bir ehl-i hayr bu dâr-ı tevhîdi yapup
Her
hafta akd-i halka-i zikr itdi bunda zâkirîn
İrfân
o iki zâtdan feyz aldı târîhin didi
Ahmed
Efendi yapdı bu meydân-ı tevhîdi rasîn
(احمد افندى ياپدى بو مسدان توحيدى رصين)
Azîz-i müşârünileyhin türbelerini mükerreren ziyâret
şerefine mazhar oldum. Harem-i âlîleri de yanında medfûndur. Sandukası etrâfı
kafesle muhât olup, türbede, meydânda yalnız Abdülehad en-Nûrî
hazretlerinin kabri görünür. Edeben harem-i âlîleri kabrine bakılmaz.
Gülşen-i Meşâyıh-ı Selâtîn'de, terceme-i hâlleri
kemâl-i ehemmiyyetle yazılmıştır. Ba'zı bahislerini teberrüken ve aynen nakl
ediyorum :
" İzâbe-i vücûd için secdede kırkbir defa, (لَّا إِلَهَ إِلَّا أَنتَ
سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنتُ مِنَ الظَّالِمِينَ)[32] âyet-i kerîmesini kırâat
etmeyi nevâfilde i'tiyâd etmiştir. Yirmidört sâatte evkâtını ibâdât u tââta
maksûm edip, yatsı namâzından sonra bir kimse ile asla mükâleme etmeyerek ibâdet-hânesine duhûlü mu'tâd,
fakat tevhîd gecelerinde hitâm-ı tevhîde kadar seccâdede ârâm buyurmak ile icrâ-yı
lâzime-i makâm-ı irşâd ederdi. Her gece üç sâat mikdârı hâb u râhat eder,
ba'dehû kalkıp, oniki rek'at salât-ı teheccüdü edâ ile icrâ-yı sünnet eylerdi.
Ba'dehû hânkâhta ve câmi'de ve Dârü'l-hadîs'te bulunanlara haber verilip, her gece cemâatla salât-ı
tesbîhi edâya müdâvemet ve vaktin tahammülüne göre zikr-i cehrîye muvâzebet ve
ba'zen tâ-be-sabah devrân olunarak icrâ-yı vazâif-i tarîkat buyururlardı.
Akab-i salât-ı fecrde evrâd-ı tarîkat ile iştigâl ve ba'de't-tulû' vakt-i kerâhatin
mürûrunda altı rek'at salât-ı işrâkı edâ ile halvet-hânesine girerdi. Vakt-i
duhâda çıkar ve salât-ı duhâ olarak sekiz rek'at namâz kılardı. Ba'dehû mürîdânın
rü'yâlarını dinler, ta'bîr ve onları tesellî /363/ ile meşgul olurlardı.
Kendilerini ziyârete gelenler var ise, onlarla da bir mikdar görüşürler
idi. Salât-ı zuhûrdan sonra yine bu minvâl üzere ikindiye kadar dem-güzâr olup,
salât-ı asrdan sonra saâdet-hânesinde oturup, cânib-i âsumâna
nazar ile sanâyi’-i azîme-i ilâhiyyeyi mütefekkir ve bir sâat kadar mütâlaa ve
mürâkabe ile meşgûl olurlar idi.
Akşam namâzından sonra altı
rek'at salât-ı evvâbîni ba'de'l-edâ fukarâsıyla berâber taâm eder ve tevhîd-hânede usûl-i tarîkat-ı
Şemsiyye'den olan yüz aded Fâtiha-i şerîfe kırâat olunduktan sonra ba'de salâti'l-ışâ hareme avdet
buyurur, bir mikdar uyku uyuyarak gıdâ-yı cesedi edâya rağbet ederlerdi.
Her sene Leyle-i Berât ve
Leyle-i Kadir'de birer Fâtiha, üçer sûre-i Kadr ve onbir ihlâs-ı şerîf ile yüz
rek'at namâz kılar ve son derece za'f-ı vücûdu var iken nevâfili kıyâmen edâ
ederdi.
Be-her gün sıyâma devâm ve sıyâmına
âharın ıttılâından ihtirâz-ı tâm ederdi. Eğer züvvârdan bir kimse var ise berâber
kahve içer ve taâm vakti ise berâber yer, eyyâm-ı sâirede kazâ-yı sıyâm ederdi.
Kendi kahve içip, içenleri men'
etmezdi. Fakat aslâ içmeyenlerden pek mahzûz olurdu.
Kendi fukarâsından başkasının
da'vetine icâbet etmezdi. Eğer iktizâ ederse, avdetinde tenâvül ettiği taâmı
kîh ile çıkararak, zühd ü takvâdaki derecesini ızhâr ederdi. (Fe-sübhâne'llâh).
Eyyâm-ı va'zda câmi'-i şerîfe
giderken fukarâsından iki hazîne-dâr dede yanına üçer yüz akça alıp, Hz.
Şeyh'in berâberlerinde giderler. Rast geldikleri fukarâya birer ve ba'zan emr-i
azîz ile üçer, beşer, sekizer akçe infâk ile hizmet ve avdetinde dahi ber-minvâl-i
sâbık edâ-yı hıdmete dikkat ederdi. Ba'zan cübbe ve hırkasını verip nîm-ten ile
dergâha avdeti vâki' olurdu."
Kerâmât-ı aliyyelerinden olmak
üzere Müstakîm-zâde merhûm, Hulâsatü'l-İlâhiyyesi'inde, "Lâ-ilâhe
illa'llâh Muhamedü'r-Rasûlu'llâh" hurûfu adedince yirmi dört kerâmetini
beyân etmiş ise de, burada yalnız birinin nakliyle iktifâ olundu :
Bir gün Hz. Şeyh, Süleymâniyye
Câmi'-i şerîfinde, va'zını hitâma îsâl edeceği sırada /364/ kendisine
cemâatten biri bir tezkire verdiğinde, okuyup taaccüben "İnnâ li'llâh!
Taassub insânı bu dereceye getiriyor.
Tezkirede, "Eğer sen kutb isen şimdi beni helâk eyle."
denilmiş. Halkın lisânı tutulmaz Allâh Teâlâ zanlarını tahkîk eylesin. İnsân
huzûzât-ı nefsâniyyenin terkine tahammül ile maksadına nâil olur. Yoksa her
istediği şey'i yapmaz. Evliyâ-yı kirâm afv ile ve hevâ-yı nefsin hilâfında
bulunmağla nâil-i merâtib-i ilâhiyye olurlar. Lâkin evliyâu'llâh, kabzası
yerde, cânib-i âsumâna uzatılmış bir kılıçtır. Bir kimse kendini o kılıca ursa
cürm onun mudur? Yoksa kılıcın mıdır?" buyurdukları anda cemâatin
içinde biri feryâd ü figâna başlar. Ba'de'l-va'z tevhîd-i şerîf hitâmında o
kimseyi huzûr-ı Hz. Şeyh'e getirirler. Dâmenine yüzler sürerek ağlayıp, "Amân
ben hatâ ettim, siz atâ edin, afv buyurun." dediyse
de Hz. Azîz ellerini kaldırarak, "Hak teâlâ îmân-ı müncî ile hatm
eyleye." diye duâ buyurup, henüz câmi'-i şerîfden çıkılmadan o kimse
teslîm-i rûh etmiştir.
Hz. Pîr-i rûşen-zamîrin hakk-ı âlîlerinde
Silki'd-Dürer'de münderic ibâre aynen nakl olundu :
الشيخ البركة نزيل
قسطنطنية هو رومى الأصل ولا أدرى نسبته إلى بلدة. وكان خلوتي الطريقة. وهو والسخ
عبد المجيد سيواسى رفيقاً عنان فى الصلاة والزهد والمعرفة وإتقان. وكان عبد الواحد
من أفراد العباد معتقداً وعظما مبجلا. وكان له مريدون وأذكار ووعظ ونصيحة.
وبالجملة فهو من خيار الخيال. وكانت وفاته فى سنة إحدى وستين والف بمدينة
قسطنطنية.[33]
Müşârünileyhin çile-hâneleri el'ân mevcûddur. Ziyâret
eyledim. Ancak silsile-i tarîkatları munkatı' olduğundan, her iki bayramın
dördüncü günlerinde Sünbülî âyîni icrâ olunmaktadır.
Abdülmecîd-i Sivâsî, Hamzavîlere şiddet-kâr olmasına mukâbil,
Abdülehad en-Nûrî hazretleri himâyet-kâr oldular. Hattâ Aksaray'da dergâhında
bulunan Şeyh İbrâhîm Efendi'yi vikâye buyurmuşlardır. "Oğlan Şeyh"
denilen bu zât-ı muhterem, bir gece müşâhedesinde sâhib-i risâlet aleyhi
ekmelü't-tahıyyât efendimiz hazretlerini görüp me'mûren kutbu'l-vakt Hz. Şeyh
Abdülehad en-Nûrî'den istihlâf ile, ol müşâhedeyi nazmen Hz. Azîz'e takdîm
eylemiştir. Elyevm türbe-i şerîfelerinde levha hâlinde mevcûddur :
Gönül
tahtında gördüm Fahr-ı âlem
Nebîler
serveri Sultân-ı ekrem
Hıtâb
idüp buyurdu bendesine
Ayağı toprağı
efkendesine
/367/ Ehad'den
zâhir oldu vâhidiyyet
Göründü
vâhidiyyetden bu kesret
Ehad
sârî durur a'dâd içinde
Ehad'dir
görünen ta'dâd içinde
Ne
denlü bî-hisâb olsa sağışlar
Tecellî-i
ehad sırrın bağışlar
Ehad
esmâ-i küllün mebdeidir
Ehad
cümle kemâlin menşeidir
Rücûu
mercii dahi ehad'dir
Münezzeh
zâtı Allâhu's-Samed'dir
Bu
gâmız sırrı cânın itsün idrâk
Buyurdu
bendesine şâh-ı 'levlâk'
Mübârek
pâyine sürdüm yüzümü
Hezâr
şerm ile arz itdim sözümü
Didim kimdir ehad sırrına vâkıf
Beyân
eyle eyâ kenzü'l-maârif
Buyurdu
vârisim Abdülahad'dir
Muîni
anın Allâhu's-Samed'dir
Didim
ey kâinâtın muktedâsı
Sanadır
cümle cânın iktidâsı
Dahi
kimdir Ehad sırrına vâsıl
Dilekler
olmuş ola ana hâsıl
Mübârek
elini sürdü yüzüme
Düşürdü
vecd ü zevk u hâl özüme
O
dem üçler yediler zâhir oldu
Cemâl-i
kutb-ı âlem bâhir oldu
Bu
hâli böyle gördüm cân içinde
Güher
buldum hakîkat kân içinde
Tecellî
âyine vechin büründü
Cihân
bir top gibi oldum göründü
Olup
âyîne içre cümle eşyâ
Göründü
cümle esmâ vü müsemmâ
O
dem bir nâr-ı muhrik oldu peydâ
Vücûdumdan
eser kalmadı aslâ
Gönül
kim sırr-ı Hak gencînesidir
Hakîkat
şemsinin âyînesidir
Kamu
ol nâr-ı muhrik kıldı ifnâ
Gönülden
de eser kalmadı kat'â
Gönül
gitdikde ilmi kaldı ancak
Gönül
mahv oldu ol dem ilme mülhak
O dem bir nâr-ı meşrik kıldı işrâk
Nedir feth oldu ol dem ilm-i ıtlâk
Bu
ilmin mazharı Abdülehad'dir
Çü
nûru nûr-ı Allâhu's-Samed'dir.
Hakk-ı âlîlerinde söylenmiştir :
Hâkine
Hazret-i Abdülehad en-Nûrî'nin
Yüz
süren elbet olur mazhar-ı feyz-i Yezdân
Evvel
âhir ki o dânâ-yı hakîkat pek çok
Eylemiş
halka kerâmâtını ızhâr u ıyân
Ayasofya
gibi bir câmi'-i âlîde bu zât
Vâiz-i
Cum'a idi böylece meşhûr-ı cihân
Bir
tecellî irişüp cânib-i Rabbânîden
Va'z
iderken ana kutbiyyet-i kübrâ ihsân
Ârif-i
ilm-i ledün vâkıf-ı sırr-ı vahdet
Vâsıl-i kurb-ı Ehad pîr-i
kerâmet-unvân
Sa'diyâ
şânını hakkıyla ne mümkin ifhâm
Çünki
evsâfı değil kâbil-i ta'dâd u beyân
/368/ Âsâr-ı aliyyeleri :
Âsâr-ı aliyyeleri yirmisekiz parçadır.Tahkîk
edebildiklerim ber-vech-i âtîdir:
l. Risâle-i Şerh-i
Erbaîniyyât.
2. Risâle-i Te'dîbi'l-Mütemerridîn fî-İslâmi'l-Ebeveyn.
3. Risâle fî-Tevfîkı Muârızı'l-Âyât.
4. Risâle fî-Nef'i Mesâıyyü'l-Ahyâ ve'l-Emvât.
5. Risâle fî-Cevâzi Edâi'n-Nevâfili
bi'l-Cemâa.
6. Risâle fî-Muhabbeti'l-Abdi li-Rabbihî.
7. Risâle fî-Şurûtı Talebi'l-İlmi'n-Nâfi'.
8. Risâle fî-Sübûtı Tayyi'l-Mekâni li-Evliyâi'l-Ümme.
9. Risâle-i İlâhiyyât.
10 Ebeveyi'n-Nebî.
11.
Risâle-i Riyâzü'l-Ezkâr.
12.
Risâle fi'l-Evliyâ ve fî-Hayâti'l-Hızr ve'l-İlyâs.
13.
Risâle-i Mir'âtü'l-Vücûd ve Mirkâtü'ş-Şuhûd fi'l-Merâtibi'l-Külliyye ve'l-Hadarât.
14.
Risâle-i Şart-ı İsticâbeti'd-Duâ.
15.
Risâle fî-Hakîkati Leyleti'l-Kadr.
16.
Risâle fî-İsbâti'ş-Şuûr li-Ehli'l-Kubûr.
17.
Ravdatü'l-Cinân fî-Esrâri'd-Devrân.
18.
Vâridât.
19.
Sülûk.
20 Risâle-i
Mâ-arafnâke.
İşbu âsârın kısm-ı a'zamı Arabiyyü'l-ibâredir.
Na'tlarından :
Kaldırdı
bütün zulmeti envâr-ı Muhammed
Bildirdi
hüdâ yolunu ahbâr-ı Muhammed
Âsâr-ı
Muhammed iledir cümle tarîkat
Âdâb-ı
tarîkatdadır etvâr-ı Muhammed
Mahşerde
usâta yetişüp ide şefâat
Ol
bahr-ı kerem rahmet-i Gaffâr-ı Muhammed
Debretse
leb-i hûbunu Mevlâ'ya Habîb'i
Zâyi'
mi olur anda dürer-bâr-ı Muhammed
Ümmetden olan âsî vü müflislere
gam yok
Ser-mâye yeter çün dür-i şeh-vâr-ı
Muhammed
Me'yûs ola mı mü'min olan
rahmet-i Hak'dan
Ol
günde şefâat olıcak kâr-ı Muhammed
Elden
eteğin koma sen ey Nûri-i miskîn
Elbette
olur ümmete enzâr-ı Muhammed
* * *
Ey
Habîb-i Hak kerîm insân Muhammed Mustafâ
Nâzenîn-i
Hazret-i Yezdân Muhammed Mustafâ
Ravza-i
vahdet gülüsün 'lî maa'llâh' bülbülü
Cânlara
cânân cihâna cân Muhammed Mustafâ
Nûr-ı
âlem Fahr-ı âdem Seyyidü'l-Kevneynsin
İki
âlemde şeh-i şâhân Muhammed Mustafâ
Bû-yı
enfâsın mutayyeb itdi nâsût ehlini
Doldu
âlem rûhıla reyhân Muhammed Mustafâ
/369/ Zâtını meddâh olan ol
Hazret-i Hak olıcak
Nice
bilsin kadrini insân Muhammed Mustafâ
Ümmet
üzre ulu minnetdir vücûdun ni'meti
Cümle
halka rahmet-i Rahmân Muhammed Mustafâ
Âline
ashâbina ezvâcına etbâına
Hâzır
olmuş ravza-i rıdvân Muhammed Mustafâ
Nûri
miskîni unutma Rabb-ı izzet hakkıçün
Ey
nebîler hizbine sultân Muhammed Mustafâ
* * *
Ey
Habîb-i Hazret-i Allâh Rabbü'l-âlemîn
Vey
şeh-i fermân-revâ-yı enbiyâ vü mürselîn
Mebde-i
esrâr-ı zâtın lem-yekün şey'en sivâh
Na'tının
envârı (da) el-ân ke-mâ-kân hâlidîn
Sûre-i
Seb'u'l-mesânî nûr-ı vechinden ayân
Ci'tenâ
nûrun mine'llâhi vü Kur'ân-ı mübîn
Sâkinân-ı
her-dü-âlem seyr-hân-ı şefkatin
İnnemâ
ürsilte illâ rahmeten li'l-âlemîn
Yâ
Rasûla'llâh innî küntü bi'l-aşkı fedâk
Vechüke'n-nûr
ü ene'n-Nûrî vü a'le'l-âşıkîn
* * *
Düşürdün
mürg-ı cânım âh u zâra Yâ Rasûla'llâh
Firâkınla
bulandın hâk-sâra Yâ Rasûla'llâh
N'ola
kuhl eylesem bir zerre hâk-i pâ-yi pâkinden
Bu
çeşm-i hûn-feşân-ı eşk-bâra Yâ Rasûla'llâh
Şererdir
nâr-ı dûzah iftirâk-ı hecrine nisbet
Nice
tâkat gelir hicrân-ı nâra Yâ Rasûla'llâh
İrişdim
dergehine hıdmetinden tard u def' itme
Baş açık yalın ayak sîne-yâra Yâ
Rasûla'llâh
Amân ey şâh-ı evreng-i risâlet
itme ser-gerdân
Şefâat
kıl
bu Nûrî dil-fikâra Yâ Rasûla'llâh
Şeyh Abdülehad en-Nûrî hazretlerinin bir na't-ı
şerîfini tahmîs-i âcizânemdir :
Hazret-i
Allâhu Zî-şân'ın bize Kur'ân'ısın
Ümmet-i
merhûmenin hem dîni hem îmânısın
Âsiyânın
mazhar-ı afv olmağa burhânısın
Yâ Rasûla'llâh kerem
eyle keremler kânısın
Dürr-i
deryâ-yı şefâatsin atâ ummânısın
Ol
Hudâ-yı müsteânın bizlere bir ni'meti
Sâye-i
pâkinde bulduk rahmet ile devleti
Âsitân-ı
feyzinin mensûbu buldu
izzeti
Halka
Hakk'ın minnetisin âlemîne rahmeti
Fazl-ı
Hak'sın bize Allâh'ın ulu ihsânısın
Enbiyâdan
kim ki gelmiş sen gibi bâri' değil
Âlem-i
dünyâ vü ukbâda ise sâti' değil
Merhametle
şefkat-i bâbında da vâsi' değil
Sonra
gelmek fazlına takdîmine mâni' değil
Defter-i
ilm-i ezelde cümlenin unvânısın
Bir
dakîka olmasun Vassâf'ına nûrun ıyân
İmtiyâz-ı
tâm ile Hak zâtını kılmış ıyân
Şânını
idrâke yokdur iktidâr ey cân-ı cân
Kande
olur kadrini bilmek senin halk-ı cihân
Enbiyâ
vü evliyânın şâh-ı âlî-şânısın
Var
idi nûrun ezelde olmamışken âb ü gil
Vasf-ı
pâkin gayrı her söz bizlere oldu mumil
Kudret-i
ilmiyyeni takdîrde müflisdir akıl
Hayli demdir görmedi
nûr-ı cemâlin hasta-dil
Bana
lutf eyle efendim derdlüler dermânısın
Rûhum
ister dâimâ râhında bu cânım virem
Lâyık-ı
esrâr olup gül-zârına cândan irem
Dâhil-i
bezm-i safâ-dârın olup aşka girem
Vir mübârek ayağını tâ
doyunca yüz sürem
Çünki
cânım cânısın cânânımın cânânısın
Âşık-ı
şûrîde Vassâf'ın kapunda bir gedâ
Eyleme
red ey kerem-kânım Muhammed Mustafâ
Merhamet
kıl merhamet kıl mültecâsın mültecâ
Gel
vücûdın nûrunun nûr eyle ey nûr-ı Hudâ
Cânısın
cân mülkünün dil tahtının sultânısın
/370/ Esâmî-i hulefâsı :
1.
Midillili Şeyh Ahmed Efendi,
2.
Konyalı Şeyh Süleymân Efendi,
3.
Şeyh Muhammed Çelebi Efendi,
4.
Midillili Şeyh Zekeriyyâ
Efendi,
5.
Safranbolulu Şeyh Hüseyin
Efendi,
6.
Kayserili Şeyh Osmân Efendi,
7.
Şeyh Yûsuf Efendi,
8.
Şeyh Hüseyin Efendi,
9.
Şeyh Ömer Efendi,
10.
Şeyh Mustafa Efendi,
11.
Tokatlı Şeyh-zâde Şeyh Muhammed
Efendi,
12.
İstanbullu Şeyh Hasan Feyzi
Efendi,
13.
Şeyh Nazmî Efendi,
14.
Şeyh Fethî Efendi,
15.
Şeyh Abdurrahîm Efendi,
16.
Şeyh el-Hâc Yahyâ Efendi.
Şeyh Hasan Feyzî Efendi
Hamzavîlerden Şeyh Beşîr Efendi'den ahz-i feyz eylediği
gibi, Abdülehad en-Nûrî'nin de halîfesidir. Anlaşıldığına göre himâyet-kerdesidir.
1102/(1690-91)'de irtihâline
nazaran azîzinden kırkbir sene sonra göçmüştür. Edirnekapı hâricinde
post-nişîni bulunduğu Emîr Buhârî Dergâhı dâmâdı (?) Muhmûd Çelebi Dergâhı'nda
medfûndur. Ulemâdan, urefâdan idi.
Âsârı :
1. Tefsîr-i
Beyzâvî'nin sûre-i Bakara kısmında ta'lîkâtı.
2.
Müretteb Dîvân'ı.
3. Mi'râc-nâme.
5. Cevân-nâme.
6. Gamze-i
Dil.
Vefeyât-nâme'de Hâfız Hüseyn-i
Ayvansarâyî müşârünileyh hakkında böyle diyor :
"Pederi
Muhammed Ağa, simkeşbaşı olmuştur. Şeyh Abdülehad en-Nûrî'den ve Hakîm Çelebi
Tekkesi şeyhi Bosnavî Osmân-ı Nakşıbendî'den ahz-i tarîkat etmiştir. Hâric-i
sûrda Emîr Buhârî Tekkesi'nde meşîhati vardır. Altmışaltı yaşında rıhlet edip,
zâviyesi mukâbilindeki kabristânda medfûndur. Rüşdî Ahmed Efendi bu mısraı târîh
olarak söylemiştir :
/371/ İde Feyzî cinânı cây
ü me'vâ
(ايده فيضى جنانى جاى ومأوى) = 1102/(1794-95)"
Bir gazelinden :
Nihân
it derd-i aşkı eyleyüp feryâd neylersin
Cihânı
itdin ey dil âh ile berbâd neylersin
Şeyh Muhammed Nazmî Efendi
Gülşen-i Meşâyıh-ı Salâtîn'de,
"İstanbulludur, pederi Trabzonlu Ramazân Efendi'dir." diyor. Vefeyât-nâme'de,
"Trabzonludur." deniliyor. 1024/(1615) veya 1032/(1623) senesinde
dünyâya gelmiştir. Sinn-i tahsîli hulûl edince kesb-i kemâlât yoluna koyuldu.
Tarîkaten nisbeti Sivâsî Efendi'yedir. Hilâfeti Abdülehad en-Nûrî
hazretlerindendir. Henüz tekmîl-i esmâ etmeden şeyhi Sivâsî Efendi irtihâl edince,
bir müddet onun rûhâniyyetiyle perveriş-yâb olup keşfi açılmış idi. Ba'dehû,
yazdığım vechile Abdülehad en-Nûrî yediyle silsile-i meşâyıh-ı kümmelîne dâhil
oldu.
1065/(1655) senesinde Yenibahçe civârında Yavaşca
Muhammed Ağa Zâviyesi'ne şeyh oldu. Kırkyedi sene icrâ-yı reşâdet ederek,
1112/(1701) senesinde irtihâl-ı dâr-ı bakâ eyledi. Zâviye-i mezkûrede defn
olundu. "Nazmî veliyyu'llâh" (نظمى ولى الله) târîhidir. Bu târîhi bulan Şeyh Seyyid
İbrâhîm Nakşî-i Sünbülî'dir.
1074/(1663-64) târîhinde “Teşyîd-i asker” (تشييد عسكر) ordû-yı humâyûnda meşîhati vardır.
Atpazarı'nda, Hüsâm Bey ve Sultân Bâyezîd ve
1105/(1693-94)'de Yeni Câmi'-i şerîflerinde kürsî şeyhliği eyledi.
Târîh-i rıhleti, şehr-i Şevvâlin 24'üncü Pazar gününe müsâdifdir.
Hz. Mısrî-i Niyâzî (kuddise sırruhu's-sâmî)'ye
şiddetle aleyh-dâr olup, âsârından Şemsiyye tarîkı menâkıbına mahsûs Hediyyetü'l-İhvân
nâm eserinde veliyy-i müşârünileyh hakkında zebân-dırâzlık eylemesi nazar-ı
teessürle görülmüştür. Müstakîm-zâde hazretleri, anladığıma göre, bu eseri
iktisâr edip, nâmına "Hulâsatü'l-Hediyye" demiş, Hz. Mısrî
hakkındaki bahisleri çıkarmıştır. "Hulasatü'l-hediyye", ebced hesâbıyla
1176/(1762-63) eder. Târîh-i te'lîfi olmak gibi hüsn-i tesâdüf vâki' olmuştur.
Âsârı :
1. Hediyyetü'l-İhvân.
Hz. Mısrî aleyhindeki mezkûr eser.
/372/ 2. Mi'yârü't-Tarîka.
Manzûmdur.
3. Şerh-i
Mesnevî. I. cildin şerhi.
4. Etvâr-ı
Seb'a
5. Dîvân.
"Cemâlin
mihr-i âlem-tâb-ı cândır Yâ Rasûla'llâh "
na'tı onundur.
Şeyh Fethî Abdülkerîm Efendi
"Bülbülcü-zâde" diye meşhûrdur. Karamanlıdır.
Ulemâdan Abdüllatîf Efendi'nin oğludur. İstanbul'da tahsîl ve Şeyh Abdülehad
en-Nûrî'den ikmâl-i sülûk eylemiştir. Fâtih'de Nişancı Muhammed Paşa Zâviyesi'ne
şeyh olup, Fâtih ve Ayasofya kürsî şeyhliğinde dahi bulunmuştur. Muhammed Paşa
Zâviyesi'nde meşîhati üç senedir. 1106 senesi Rabîu'l-âhirinde (Kasım – Aralık 1694)
irtihâl-i dâr-ı naîm eyledi.
Şeyh Muhammed Nazmî Efendi, "Abdülkerîm Efendi'ye
Cennet ola mahal" (عبد الكريم افنديه
حنت اوله محل) târîhini söylemiştir.
Vefeyât-nâme'nin beyânına göre Karabaş Velî hazretleri İstanbul'dan
nefy olunduğu zamân Üsküdar'da Vâlide-i Atîk hânkâhı meşîhati de ref' edildiğinden,
Fethî Abdülkerîm Efendi buranın meşîhatine ta'yîn üzere iken irtihâline mebnî
küçük oğlu Abdurrahîm Efendi, Üsküdar'daki dergâha, büyük oğlu Mustafa Efendi
de Nişancı Zâviyesi'ne şeyh olmuşlardır.
Fethî Abdülkerîm Efendi'nin Dîvân'ı ve sülûk ve
mevâıza müteallık âsârı vardır. Şiirde Fethî tahallus eylemiştir.
Bu na't onundur :
Cemâlin
pertevi nûr-ı Hudâ'dır Yâ Rasûla'llâh
Kelâmın
cümle vahy-i Kibriyâ'dır Yâ Rasûla'llâh
Medfenleri, şeyhlerinin türbesi civârında olduğunu Vefeyât'ta
gördüm.
İlâhiyyâtından :
Gönül
âyînesi olsun mücellâ
Senin
bir zerre-i aşkınla Mevlâ
Görünsün
sûretâ ma'nâ Musaffâ
Gönül
âyînesi olsun mücellâ
Şeyh Kutub Hüseyin Efendi
Za'ferânbolu (Safranbolu)ludur. "Hacı Evhad
Şeyhi" ve "Kutub Hüseyin Efendi" diye meşhûrdur. Âlim, mücâhid
bir zât idi. Zâhirî bâtınî ulûmunda Şeyh Abdülehad en-Nûrî hazretlerinden
mazhar-ı kemâlât olmuş idi. Hacı Evhad Dergâhı'nda meşîhati vardır. Silsile-i
meşâyıh-ı selâtîne dâhil olup, Süleymâniyye Câmi'-i şerîfi vâizliğinde iken,
1105/(1693-94) senesinde irtihâl-i dâr-ı naîm eyledi. Merkez Efendi Kabristânı'nda
medfûndur. Şeyh Nazmî Efendi tarafından söylenen târîhdir :
Bir
eksik ile Nazmî fevtine didi târîh
Seyyid
Hüseynin olsun yiri Cennet
(سيد حسينك اولسون ييرى جنت) = 1105
Bu zât-ı muhterem Merkez Efendi Kabristan'ında medfûndur.
Kabrinin etrâfı demir parmaklıklı olup, geceleri kandîl yanar. Kitâbe-i seng-i
mezârı :
"Vârisü't-tarîkati'l-Ahmediyye, kâmilü'l-hakîkati'l-Muhamediyye
eş-Şeyh Abdülehad en-Nûrî hazretlerinin ekmel-i hulefâsından câmiu'l-alemeyn
Hacı Evhad şeyhi es-Seyyid Hüseyin Efendi hazretlerinin rûh-ı şerîfine el-Fâtiha.
1105/(1693-94)."
Kabrine muttasıl, "cism-i latîf" diye meşhûr
Şeyh İsmâîl-i Halvetî (1106/1794-95) ve mahdûmu Şeyh Ahmed Efendiler
(1120/1708) medfûndur.
/373/ Âsârı :
1. Mecmau't-Tefâsîr.
2. Risâle-i
Devrâniyye.
3. Ferâiz
Şerhi.
4. İzzî
Şerhi.
5. Dîvân.
Seyyid
Hüseyin mahlaslı eş'ârı vardır:
Hâtemü'n-nebiyyîn
ceddim Muhammed
Umarım
senden himmet şefâat
Sâhib-i şefâat ol
güzel Ahmed
Umarım
senden himmet şefâat
* * *
Dervîş
olan sâdık gerek
O
yolda hem sâdık gerek
Terk
eyleyüp ser-keşliği
İsbât
ider dervîşliği
İsbât
idüp ol merdliği
Hem
kâmile tâlib gerek
Kuddûsî Abdurrahîm Efendi
Abdullâh Efendi-zâdedir. Abdülehad en-Nûrî
hazretleri halîfesidir. Manisalı olup 1080/(1669)'de Manisa'da irtihâl
eyledi.
Âsârı :
1. Ta'lîkât
ale't-Tefsîri'l-Kâdî.
2. Şerh-i
Manzûme-i Şâhidî.
Nefer Anbarı Şeyh Osmân Efendi
Kayserilidir. Mukaddemen Abaza şeyhi Abdurrahmân
Efendi'nin Kayseri'de Cevân-ı Vatan Tekkesi'nde zâkirbaşı idi. Şeyhiyle
İstanbul'a gelip, şeyhi katl olunca, Abdülehad en-Nûrî hazretlerine intisâb
eyledi. İkmâl-i sülûk ile hilâfet aldıkta, Şemsi Paşa Zâviyesi'ne şeyh oldu.
Dırağman (Dıraman)'da Tercemân Yûnus Zâviyesi meşîhati mahlûl olunca buraya
nakl-i seccâde eyledi. Kırkbir sene icrâ-yı meşîhatle, irtihâli
1095/(1684)'dedir. Bu zâviyede medfûndur. Mezâr taşı bile olmadığını Dıraman şeyhi Şerefeddîn
Efendi teessürle söylediler.
Şeyh Nazmî Efendi tarafından,
"Vâh
uçdu bülbül-i tevhîd Cennet bezmine "
(واه اوچدى بلبل توحيد جنت
بزمنه)
târîhi söylenmiştir.
"Nefes anbarı" diye şöhreti vardır.
"Safâlar
virdi nûrıyla dil ü câna seher zikri "
yolunda güzel ilâhiyyâtı vardır. (Kaddesa'llâhu
sırrahû)
Bülbül-i şûrîdeyim huld-i naîm-dârıyım
Sanmanız beyhûdeyim huld-i naîm-dârıyım
........
....... (Okunamıyor)
Başka nutukları da varmış, ilm-i ledünnîye âşinâ olduğu
müstedeldir.
Şeyh Hüseyin Efendi
"Esîrci-zâde" diye meşhûrdur. Muhammed Ağa Zâviyesi
şeyhi idi. Abdülehad en-Nûrî halîfesidir.
İrtihâli 1105/(1693-94)'tir. Kabri Abdülehad en-Nûrî civârındadır. Yerine
mahdûmu el-Hâc Yahyâ Efendi geçmiştir.
/374/ eş-Şeyh el-Hâc Yahyâ Efendi
Pederi "Esîrci-zâde Hüseyin Efendi" nâm zâttır
ki, Muhammed Ağa Zâviyesi şeyhi ve
Abdülehad en-Nûrî halîfesidir. Pederinden tahsîl-i ulûm eyledi. Vâlidleri
yerine post-nişîn oldu. Sülûku da pederlerindendir. Pederlerinin hayâtında
sadr-ı esbak Dâmâd İbrâhîm Paşa halîlesi Fâtıma Sultân, Pîrî Ağa Mescidi'ni câmie
kalb ve tevsî' edince Yahyâ Efendi'yi Cum'a vâizi ta'yîn eylemişti.
Pederinin
İrtihâlinden kırksekiz sene sonra âzim-i dâr-ı cinân olmuştur. Müddet-i
meşîhati kırksekiz senedir. "Râhat-ı mürşid" (راحت مرسد) târîhidir (1153/1740). Abdülehad en-Nûrî
civârında, pederi yanında defîn-i hâk-i gufrândır.
Manzûm
nutkları vardı :
Nâr-ı
aşkıyla yanup hâşâk-i efkâr-ı sivâ
Tavr-ı
dilde cilve-ger oldu fakat nûr-ı Hudâ
Gönlüme
keşf oldu mâhiyyât-ı eşyâ hem dahi
Oldu
ayn-ı sâbitim mir'ât-ı dilde rû-nümâ
Kendi
isti'dâdı üzre feyz olur mâhiyyete
Hazzı
isti'dâdımın gördüm cihânda ibtilâ
Feyz-i
akdesden alur feyz-i mukaddes sûreti
Her ne yazarsa o
sûretden yazar kilk-i kazâ
Ger
celâlinden görünse sûret-i kahr u gazab
Çünki
cânânıdır ol câna gelür zevk u safâ
Gerçi
nefsin gûşe-i hazzı cemâli sûreti
Lâkin
ammâ her ne olur ise olsun bize lâzımdır rızâ
Çün
alup bâd-ı fenâ resm-i vücûdun mahv ide
Pes
vücûd-ı Hak'la bulursın bakâ-ender-bakâ
Nice
bir uzletdesin Yahyâ çıkup meydâna gel
Gel
berü şimden gerü ol sâlikâna pîşvâ
Şeyh Rufey'â Abdurrahmân Efendi
Şeyh Nazmî Muhammed Efendi mahdûmudur. Pederinin
yerine post-nişîn olup yirmidört sene meşîhati vardır. Şehîden irtihâlinde
yerine birâderi Abdülmecîd Efendi şeyh oldu. Târîh-i şehâdeti, 1136/(1724)
senesine müsâdifdir.
Abdülmecîd Efendi, âtîde yazılacağı üzere,
1133/(1721)'te, ya'nî birâderinden üç sene evvel irtihâl etmiş[34] ve bundan evvel âti't-terceme
Îsâ Efendi de burada meşîhat ettiğine göre, Rufey'â Abdurrahmân Efendi, fi'len
o kadar meşîhat etmemiş demek olur.
Târîh-i Râşid'de görüp aynen istinsâh ve buraya telsîk ettiğim tahkîkât
şâyân-ı ibrettir :
"Katl-i
Nazmî-zâde ve tertîb-i cezâ-yı kâtilân :
Kibâr-ı meşâyıh-ı
Halvetiyye'den Nazmî Efendi merhûmun büyük mahdûmu, "Rufey'â" mahlası
ile ma'rûf Abdurrahmân Efendi, Şehr-âyîn kurbunda, Barut-hâne yokuşunda Yavaşca
Muhammed Ağa Zâviyesi ki, babası Nazmî merhûma nisbetle meşhûrdur, kendi bir
mevtûe câriyesi, bir Arap câriyesi ile sâkin
iken, 1132 mâh-ı Recebinin 13'üncü (21 Mayıs 1720) sülesâ gecesi, şeyh ile
mevtûesi maktûl bulunup, bu vak'a-i garîbenin hakîkati istitlâ' olundukta
şeyh-i merkûm, Sultân Bâyezîd Câmi'-i şerîfinde sebt günü vâiz olup, ba'de-edâi'l-va'z
istirâhat için Kaptanpaşa Hammâmı'na gelmeğin, yevmen mine'l-eyyâm hammâm-ı
mezbûr dellâklarının ba'zılarından mahall-i tevfîr-i evzâ'-ı nâ-hem-vâr
sudûruyla mütekeddir oldukta, hammâmcıyı ta'zîr ve muâheze etmeğin dellâkı
def'e sebeb olmağla, ber-muktezâ-yı cibilliyyet, Arnavudî icrâ-yı mel'anet
diyü, racîm-i merdûdî fikriyle şeyh-i mezbûra, sûret-i Hak'dan görünüp şeyhle safvet
için ele ve eteğe mürâcaat ve hamâma yine duhûlüne şeyh-i mezbûra şefâat
ettirdikten sonra, ber-âdet-i me'lûfe Şeyh Efendi ba'de'l-va'z hammâma girip,
dellâk-i mezbûr ortağı bir gulâm-ı emrede kîse sürünürken mezbûr dellâk-i nâ-pâk
ta'rîz-gûne Şeyh Efendi'ye, "Sultânım! Bana sû-i zann edip hâtırımı
yıktınız ve yoldaşlarım arasında, hamâmdan beni koğdurmakla beni hacîl ettiniz.
Bunu size helâl edemem. Meğer bir ziyâfet ile beni tatyîb edesiz."
dedikte, Şeyh Efendi dahi, "Pek iyi, bir ziyâfet ile mutayyeb olursan
sana ve ortağına bir değil, iki ziyâfet edeyim, helâl eyle." demeğin,
kâfir-i bî-dîn, "Murâdım hâsıl oldu, fırsatı fevt etmek olmaz."
diye gulâm-ı mezbûr ile mukâvele edip, "Sen ileri var, ben dahi
ba'de'l-gurûb varırım." diye leyle-i mezbûrede, oğlan gurûbdan
mukaddemce varıp, mezbûr dellâk üç refîk ile ba'de'l-gurûb gelip dakk-ı bâb
ettiklerinde, Şeyh Efendi'nin taşrada hademe ve sarfı nâmına kimsesi
bulunmamakla kendü gelip feth-i bâb ve "Ne aceb geciktiniz, size taâm
çıkarayım." dediğinde, "Bizim karnımız tok, taâm istemeziz,
hemen sohbet edelim." diye cevâb vermeleriyle, "İmdi bâri
kahve getireyim." diye içeriye gidüp, pişirip kahve ile taşra çıkup
içtiklerinden sonra musâhabet ve mülâtafeleri muârazaya mübeddel olduğunda,
şeyh-i mezbûr, kasdların teferrüs ve tefehhüm etmeğin, hâlâs fikriyle, "Sizin
karnınız aç, varayım taâm çıkarayım, aç ile eceli gelen söyleşür."
yollu latîfe ederek kalkıp içeriye giderken odanın kapısı dibinde, onyedi,
onsekiz yerinden carh u katl, ba'dehû hareme girip mevtûe câriyeyi kitap-hânesi
önünde zebh ettiklerinde, matbahda Arap câriye, "Efendi darılmış,
kadını döğüyor, şimdi gelir beni de döğer." havfıyla tavuk kümesine
girip, sît ü sadâ etmeyip sabâh oldukta, mu'tâd
üzere efendisinin hizmetine terekkub ve intizâr edip, hilâf-ı âde tulûa
dek efendisinden eser olmadığından odası kapısını dakkeder. Sadâ yok; mandalı
kaldırıp içeri girdikte, kadının zebh olunmuş görüp, işâa kasdıyla sokağa
uğrayıp cümlenin ma'lûmu olmuştur.
Mezbûr eşkıyâ
Kaptanpaşa Hamamı'ndan ahz olundukta gulâm-ı emred-i mezbûr bir iki def'a müvâcehelerinde
vukûu üzere takrîr ü i'tirâf etmeğin, icrâ-yı hükm-i kısâsda terk-i te'hîr ve
cezâ-yı kârlarıyla sâir erbâb-ı fesâd terhîb ve tahzîr olundu.
Şeyh-i mezbûr, yegâne-i
asr fahrü'l-müderrisîn Kâtib-zâde Mustafa Efendi ve Şehirli-zâde Efendi'den
tahsîl-i ilm ü kemâl ve tarîk-ı Halvetiyye'de vâlidi şeyh-i merkûmdan tekmîl-i
dâire-i evsâf-ı irfân ü efdâl etmişti. Hâsıl-ı kelâm hüsn-i takrîre mâlik olup,
fesâhat ü belâgat üzere va'z etmede akrân, asrında değil selefde dahi olmadığı
erbâb-ı temyîz ü insâf katında zâhir ve murâd ettikte her vâdîde sohbet-i
dil-güşâ ve musâhabet-i cân-fezâya kâdir, mertebe-i cevelân-ı tab'ı ihâta-i
vehmden hâric, vâdîsinde yegâne bir racül-i kâmil olup, evzâ' u ef'âlinde merdâne
musâhabet ve muârazada mutlakü'l-inân olup, kangı pehlüvân olaydı ki, da'vâ-yı
mukâvemet ile kuvvet-i hâfızada nazîri nâdir idi. Zâviye-i mezbûre câmiinin
tahtında vâlidleri cenbinde medfûndur. Tecâveza'llâhu an seyyiâtihî ve efâda
aleyhi min kemâli rahmetihî."
(Târîh-i Râşid,
c. V, s. 212, Matbaa-i Âmire).
Bu zâtın pederi Şeyh Nazmî Efendi, Hz. Mısrî'nin ziyâde
aleyhinde bulunanlardan idi. Mısrî-i müşârünileyhe karşı vâki' olan tecâvüzât
ne gibi cezâyı istilzâm ettiğine, Nazmî-zâde'ye karşı zuhûr eden bu vak'a şâhid-i
âdildir.
/375/ Şeyh Îsâ Mahvî Efendi
Abdülehad en-Nûrî hulefâsından Şeyh Fethî Abdülkerîm
Efendi halîfesidir. Gerede'ye tâbi' Kadılar karyesindendir. Şehzâde Câmi'-i
şerîfi vâizliğinde bulunmuştu. Sonra Dıraman Tekkesi şeyhi ve Süleymâniyye Câmii
vâizi oldu. Haremeyn-i Muhteremeyn'e âzim olup, avdetinde, "mâte Îsâ ve
lem-yemüt hubb" (مات عيسى ولم يمت حب) "Geldi zamânı kıldı
nüzûlü, me'vâ-yı Şâm'a Îsâ Efendi." (كلدى زمانى قليلدى نزولى مأواى شامه عيسى افندى) 1127/(1715)[35].
Şâm-ı şerîfde Sâlihiyye'de bir Kadir gecesi irtihâl-i dâr-ı
naîm eyledi. Hz. Şeyhü'l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî Efendimizin türbesi civârında âsûde-nişîn-i
rahmet-i bî-pâyân oldu. Hâric-i türbede Emîr el-Hâc Îsâ Paşa'nın kabri yanında
medfûn olduğunu Hadîkatü'l-Cevâmi''de okudum.
Müretteb Dîvân'ı ve Müfîdü'l-İ'râb isminde
eseri ve daha ba'zı te'lîfleri vardır. Şu na't-ı şerîf müşârünileyhindir :
Derd-mendim
mücrimim dermâna geldim Yâ Rasûl
Sâilim
muhtâcınım ihsâna geldim Yâ Rasûl
Ka'be-i
vaslın yolunda sa'y idüp düşdüm garîb
Gayri
neyim cânımı kurbâna geldim Yâ Rasûl
Nâr-ı
hasret câna geçdi cân atup cânım sana
Aşk
ile dîdârını seyrâna geldim Yâ Rasûl
Akl
u fikrim aldılar heb râh-ı Hak düşmenleri
Baş
açık yalın ayak dîvâna geldim Yâ Rasûl
İntisâb-ı
zât-ı pâkin afv-ı cürme çün sebeb
Sen
şefâat hem mürüvvet kâna geldim Yâ Rasûl
İtme Mahvî
bendeni red ey şefâat ma'deni
Sen
gibi ihsânı çok sultâna geldim Yâ Rasûl
* * *
Yokluğunda
var olan varlıkda bilmez yokluğu
Sohbet-i
yâr lezzetin bilmez beğim ağyâr olan
Hz. Nasûhî-i Şa'bânî ile aralarında muhabbet-i
şedîde husûl bulmuş. (Oraya mürâcaat).
Şeyh Abdülmecîd Efendi
Şeyh Nazmî Efendi-zâdedir. İsâ Mahvî Efendi'den
sonra Dıraman ve nâm-ı aslîsi Yavaşca Muhammed Ağa Zâviyesi'nde şeyh olmuştur.
1133/(1721)'te irtihâline nazaran, altı sene kadar meşîhatte bulundukları
anlaşılır. Dergâh-ı mezkûrede medfûndur.
(Kaddesa'llâhu esrârahum).
Burası bir zamân Kâdirî tarîkından meşâyıha, ahîren
meşâyıh-ı Sünbüliyye'den Şerefeddîn Efendi'ye geçmiştir.
/376/ Şeyh Abdurrahîm Münîb
Efendi
Şeyh Fethî Abdülkerîm Efendi'nin küçük oğludur.
Üsküdar'da Vâlide-i Atîk Dergâhı meşîhatinde bulundu. "Fâzıl-ı refîk"
(فاصل
رفيق) târîh-i irtihâlidir
(1125/1713).[36] Peder-i ekreminin
kabri yanında defîn-i hâk-i mağfirettir.
"Hâdî-i
sübül, zât-ı kerem-kâr Muhammed"
tarzında pek zârifâne âşıkâne na'tları vardır.
Şeyh Ahmed Vahdî Efendi
Yenikapı dâhilinde Mi'mâr Tekkesi şeyhi ve Şeyh
Nazmî Efendi halîfesi idi. "Vakt-i hicret" (وقت هجرت) târîh-i rıhletidir
(1114/1702). Tekkesinde medfûndur. İlâhiyyâtı vardır :
Tulû'
itsün Hudâyâ şems-i izzet
Kerem
kıl ey muîn-i müstemendân
Dili
kılsun münevver nûr-ı vahdet
Kerem
kıl ey muîn-i müstemendân
* * *
Bir tedkîk :
Şeyh Abdülehad en-Nûrî hazretleri zamânında
tarîkat-ı aliyye-i Şemsiyye-i Sivâsiyye sür'atle intişâr ederek, Tomâr-ı
Turuk-ı Aliyye müellif-i muhtereminin nakline göre, kırk kadar zâviye
teessüs etmiştir. Şemsiyye ve
Sivâsiyye ve hattâ diyebilirim ki, Nûriyye şu'beleri, neşr-i feyz-i tarîkatta nâm
kazanmışlardır. Abdülehad en-Nûrî
hazretleri de, zamânının müceddidi idi. Fakat bu şuab-ı tarîkat, hayrü'l-hâlef
yetiştirilememesinden dolayı zâviyeleri başka tarîk ricâli eline düşmüş.
İstanbul'da elyevm Sivâsiyye şu'besine mensûb olarak Taşkasab'da Zeyn-i Saâdet
Dergâhı kalmıştır. Silsile-i nesebi Abdülehad en-Nûrî hazretlerine müntehî Şeyh
Yûsuf Ziyâeddîn Efendi ihyâ etmekte ve bu dergâh esâsen bir zâviye-i
Nakşıbendiyye olduğundan, hatm-i hâcegân dahi okunmaktadır.
Şeyh Kâsım Efendi
Mûmâileyh Yûsuf Ziyâeddîn Efendi'nin pederidir.
1197/(1783) senesinde Dağistan'da mehd-ârâ-yı âlem-i şuhûd olup, yüzyirmidokuz
sene muammer olduktan sonar 1326/(1910)
senesi şehr-i Mayısında İstanbul'da irtihâl-i dâr-ı cinân eylemiş ve
post-nişîni olduğu mezkûr dergâh-ı şerîfin hazîresinde defîn-i hâk-i gufrân
olmuştur.
Müşârünileyh sâdât-ı kirâmdan olup, Seyyid Yahyâ-yı
Şirvânî vâsıtasıyla /377/ İmâm Hüseyin (radıya'llâhu
anh)
efendimiz hazretlerine müntehîdir. Terceme-i hâllerine müteallık
bir levhada şu ibâreyi okudum :
"Silsile-i nesebi İmâm Ca'fer es-Sâdık'a müntehî kâim-i makâm-ı Yûsuf,
mısr-ı irfân Ziyâeddîn hazretlerinin evlâd-ı hakîkî vü ma'nevîsi, Dağistân
nakîbü'l-eşrâfından el-Gâzî es-Seyyid el-Hâc eş-Şeyh Kâsım Efendi hazretleri,
tarîkat-ı aliyye-i Nakşıbendî-i Hâlidiyye'ye ve Şemsiyye-i Sivâsiyye-i
Halvetiyye'ye nisbet-dâr bir şeyh-i irfân-şiâr olup, turuk-ı sâireden de
nasîb-dâr-ı feyzdir. Yüzyirmidokuz sene yaşamış muammerîndendir. Taşkasab'daki
Nakşıbendî dergâhında onüç sene seccâde-nişîn-i reşâdet olup, Nakşıbendî ve
Halvetî usûllerini îfâ etmiştir. Şemsiyye-i Sivâsiyye tarîkının zamânımızda
mümessili idi. Mayıs 1326 senesinde âzim-i dâr-ı cinân olmuş ve dergâh
hazîresine defn olunmuştur."
Pek iyi söylenmemiş olan şu manzûme târîh-i vefâtlarına dâirdir
:
Şuhûd-ı
Hak safâ kalbinde kâim
Anınçün
hâiz oldu Şeyh Kâsım
O
nefs-i mutmeinne sâhibidir
Odur
mürşid mürebbî Şeyh Kâsım
Onun
cânı bu gün cânâna irdi
Teni
yerde yer itdi Şeyh Kâsım
Dede
Osmân'a Hak'dan geldi târîh
Matîb-i
Hakk'a göçdü Şeyh Kâsım
(مطيب حقه كوچدى شيخ قاسم)
* * *
Şeyh
Seyyid Hâcı Kâsım ehl-tarîka tâc-ı ser
Zât-ı
pâkidir hakîkat burcuna şems ü kamer
Zâhid
inkâr itme işbu zât-ı pâkin bâtının
Rûz-ı
mahşerde sakın kıl havf-ı Bârî'den hazer
Şeyh Kâsım uzunca boylu, iri kemikli, fakat zaîf; beyâz
sakallı, güzel, melîhu-l-vech bir zât idi. Dâimâ asâ ile ve yeşil biniş ile ve
tâcıyla gezer idi. Saçları uzun olup, tâcının sarığına sokulu idi. Tâcı üzeri
düz ve işlemeli beyâz ve tepesinde bir akîktan düğme vardı. Yeşil sarık sarardı.
Halîm, selîm, mesleğine âşık, fukarâ-perver, kendi hâlinde bir zât-ı
kerîmü's-sıfât idi.
Mahdûmu da pederinin eserine
tebeıyyet etmektedir. (Tavvela'llâhu ömrehû ve zâda'llâhu feyzehû).
/378/ Şeyh Seyyid Muhammed Hasîb Efendi
Meşhûr Himmet-zâde dâmâdı Abdülhâlîm Efendi mahdûmudur.
Ulemâ ve urefâdandır. Süleymâniyye vâizi olduğu gibi, Şeyh Nazmî-zâde
Abdülmecîd Efendi'den sonra Muhammed Ağa Zâviyesi'ne şeyh olmuş idi.
"İzzet-i behişt" (عزت بهست) târîh-i rıhletidir (1184/1770). Demek ki
ellibir sene meşîhatte bulunmuştur.
Şeyh el-Hâc Sırrî Seyyid Muhammed
Efendi
Mûmâileyh Hasîb Efendi yerine şeyh olmuştur. Burada
medfûndur. (Kaddesa'llâhu esrârahum)
Sûzî Şeyh Ahmed Efendi
Şemsî-i Sivâsî ahfâdındandır. Sivaslı olup, âşık bir zâttır.
Hâdimî merhûmun şâkirdlerinden olup, 375. sahîfede isimleri mezkûr Şeyh
Abdülmecîd Efendi'den müstahlefdir. 1246/(1830)'da irtihâl eylemiş, Sivas'ta
Şemsî-i Sivâsî civârında defn olunmuştur. "Sûzî" mahlaslı ilâhiyyâtı
ve Dîvân'ı vardır ve matbû'dur. Kasîde-i Bür'e Tercümesi ve Sülûk-nâme
cümle-i te'lîfâtındandır.
Ne
ararsın bu fenâ bâğında sen
Dil gülistânındaki ezhârı gör
Sahvî Şeyh Muhammed Sâlih
Efendi
375. sahîfede geçen İsâ Mahvî
Efendi mahdûmudur. 1173/(1759-60)'te vefât eyledi. Tercemân Yûnus Dıraman Câmii
hazîresinde medfûndur. Tezkire-i Râmiz'de eş'âr-ı ârifânesi vardır :
Cemâlin âleme mihr-i münevver Yâ
Rasûla'llâh
Vücûdun cümleten nûr-ı Musavver Yâ
Rasûla'llâh
ŞA'BÂNÎLER
/381/ Tarîkat-ı
aliyye-i Şa'bâniyye, tarîk-ı Halvetînin en büyük ve en mühim bir şu'besidir. Öyle bir şu'be ki,
Anadolu'dan zuhûr ederek Rumeli, Sûriye, Mısır, Tırablus-garb, Tunus, Cezâyir,
Fas ile Medîne-i Münevvere, Mekke-i Mükerreme, Yemen ve Hindistân'a kadar dal
budak salmış bir şecere-i azîme-i Halvetiyye'dir. Bu mertebede intişâr, turuk-ı
aliyyenin pek azına nasîb olmuştur. Pîr-i muazzamı, kutbu'l-evliyâ,
zahru'l-asfiyâ, matla'-ı âfitâb-ı kerâmet, şeyhu'l-meşâyıh, berzehu'l-berâzıh
olan Hz. Şa'bân-ı Velî (kuddise sırruhu'l-celî)
efendimizdir (kaddesa'llâhu sırrahû). Silsile-i
tarîkatları dördüncü şeyhde pîr-i tarîk-ı Halvetî Seyyid Yahyâ-yı Şirvânî (kuddise
sırruhu'r-rabbânî) hazretlerine müntehîdir :
Hz. Şa'bân-ı Velî'nin şeyhi
Hayreddîn-i Tokâdî hazretleri, onun şeyhi Muhammed Cemâleddîn-i Halvetî hazretleri,
onun şeyhi Muhammed-i Erzincânî hazretleri, onun şeyhi Seyyid Yahyâ-yı Şirvânî.
(Hz. Şa'bân-ı Velî)
Hz. Şa'bân-ı Velî'nin târîh-i velâdeti : 905/(1499-500);
müddet-i ömrleri : 72 (sene); târîh-i intikâlleri : 977(1569-70)'dir. Maskat-ı
re'si, Kastamonu mülhakâtından Taşköprü'de Harmancık mahallesinde, Çifte
Hacılar sokağında, pederlerinin hânesidir. Bu hâne, yakın zamâna kadar mevcûd
idi. Hânenin kurbünde, müşârünileyhin nâmına mensûb bir mescid ve hâne ve
derûnunda bir kuyu vardı ki, eyyâm-ı mübâreke-i Ramazânda bunun suyuyla
teberrük ederlerdi. Abdurrahmân Nûreddîn Paşa vilayeti devr esnâsında burayı
ziyâret ve mahallenin ismini "Şa'bân-ı Velî Mahallesi" diye tesmiye
eylemiştir. Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye sâhibi Sâdık Vicdânî Bey böyle
naklediyor.
Yegâne
kutb-ı zamândır Cenâb-ı Pîr Şa'bân
Ferîd-i
bâğ-ı cinândır Cenâb-ı Pîr Şa'bân
Mürîdi
kem-teri Vassâf'ına feyiz-bahşâ
Şefîk-ı
mürşid-i cândır Cenâb-ı Pîr Şa'bân
Hz. Şa'bân, henüz küçük yaşta iken babadan, anadan yetim
kalmış idi. /383/[37] Lâkin arz-ı
hâl etmeden bî-çâre kullarının ahvâline vâkıf ve nâzır olan Hz. Allâhu Zü'l-kemâl'in
feyz ü ilhâmıyla, Hz. Fahr-i kâinât (salla'llâhu aleyhi ve sellem)'i
besleyen Halîme Dâye gibi, ehl-i şefkat bir hâtûn Hz. Şa'bân'ı alıp, evlâd
edinmiş ve hasbeten li'llâh besleyip cânı gibi sevmiş idi.
Sinn-i tahsîl hulûl edince, evvelâ Hz. Kur'ân'ı
okuyup, ba'dehû ulûm-ı mürettebeyi tahsîle koyulmuştur. Tahsîli kısmen
Taşköprü'de ve kısman Kastamonu'dadır. İlm-i kırâati dahi elde etmiş idi.
Ahlâk-ı hasenesi pek yüksek olup, edeb ve vakâr ve
emânet ve salâh ile henüz genç yaşında beyne'l-akrân bir mevki'-i mümtâza sâhib
olmuşlardı. Ulûm-ı müktesebesini
bir derece daha ileri götürmek ârzûsuyla İstanbul'a gelip, Fâtih medreselerinin
birinde ikâmetle, müderrisînden ulûm-ı âliyeyi tahsîle bezl-i makderet
buyurmuşlardı.
Bu kadar ilmden maksûd-ı aslî olan ilm-i ledünnü
elde etmek için tasavvufa merâk sarıp, tasfiye-i bâtın ve ikmâl-i sülûk etmeye
meyl etmiş idi. Kendisiyle hem-meşreb ulemâ ile görüşürlerdi. Bazan hücrelerinde
inzivâ buyurup, kapısını kilitleyerek tard-ı kesret ve ihtiyâr-ı gûşe-i vahdet
buyurdukları da olurdu.
Konrapalı Şeyh Muslihuddîn
Efendi
Bolu'da Konrapalı Muslihuddîn Efendi, mürşid-i
mükerremleri Şeyh Hayreddîn-i Tokâdî hazretleri tarafından irşâda me'mûr
buyrulmuş idi. Şa'bân Efendi henüz müntesib ve müstahlef değildi. Esnâ-yı râhda
mûmâileyh Muslihuddîn Efendi ile tesadüfen bulunup görüşmüşler. Fakat
Muslihuddîn Efendi düşünmüş, "Ben hilâfete ve irşâda kendimde tâkat
bulamıyorum; böyle acz ü kusûr ile nasıl hizmet ederim." diye dönüp
azîzinin hizmetinde bulunmağa karâr verir. Şa'bân Efendi bu hâle muttali'
olunca mütehayyir kalır. Fakat Muslihuddîn Efendi'nin sûretine bakmayıp hâline
nazar etti ve gördü ki, o zâtta ucb u gurûrdan eser kalmamış. Alâmet-i kemâl
olan acz ü tevâzu' zuhûra gelmiş. Bunun üzerine Muslihuddîn Efendi'ye, "Kardeşim
bu hâlin iyi bir haslettir; lâkin dönüp mürşidin yanına gidilmesi, zannedersem
muvâfık-ı edeb değildir. O ma'nâya mahmûl olur ki, ben henüz kâbiliyyet hâsıl
etmeden beni me'mûr eylemeniz,
bu işi iyice takdîr etmemiş olduğunuza delâlet eyler ve
mürşidiniz üzerinde sû-i te'sîr husûle getirir." dediler.
Muslihuddîn Efendi, bu sözlerden mütenebbih oldu. Fenâdan sonra hâl-i bakâ ve
vücûd-ı hakkânî ve tecelî-i Rabbânî /384/ zuhûra geldi, me'mûr olduğu
yere gitti. Hayreddîn Efendi'nin irtihâlinde ona hayrü'l-hâlef oldu. Hz. Şa'bân-ı
Velî, bidâyeten bu zâtı hak yola sevk etmiş olmak i'tibârıyla, kendisi de Hayreddîn-i
Tokâdî'nin mazhar-ı feyzi oldu.
Şeyh Muslihuddîn, Cenâb-ı Şa'bân'a tarîkat âdâb u
erkânını ve sülûk yollarını öğretmiş, o da bunları hüsn-i telakkî ederek
tarîk-ı mücâhedede neş'e-dâr olmağa başlamış idi. İsti'dâd-ı zâtîsi onu, Hayreddîn'in
mazhar-ı feyzi eylemiştir.
Bu tesâdüf pek hoş bir şekilde vâki' olmuştur. Şöyle
ki :
Şa'bân Efendi İstanbul'dan memleketine avdet ederken esnâ-yı
râhda bir ağaç altında birkaç kişiyi oturmakta görür. Arkadaşıyla berâber biraz
dinlenmek üzere bu zevâtın yanına varırlar. Hayreddîn-i Tokâdî bu zevâtın biri
imiş. Birbirlerini henüz gördükleri cihetle, her iki taraf yek-dîgerini tanır.
Sohbet esnâsında Hz. Şa'bân'a bir âyet-i kerîmenin ma'nâsından sorar. Şa'bân
efendi, kudret-i ilmiyyesini ızhâr ile, her bir müfessirin kavline göre ma'nâlar
verir. Hayreddîn Efendi de bir ma'nâ verir; tafsîl ve tefsîr eder. Şa'bân
Efendi lâl olur; bu ma'nâ onun okuduğu şeylere benzemiyor, daha yüksek şeyler
ihsâs eyliyordu. Müfârakat zamânı gelir. Arkadaşı Şa'bân Efendi'ye, "Birâder
haydi gidelim." der. O ise, "Kardeşim ben gidemeyeceğim. Bu zâttan
ayrılamayacağım. Eğer siz gitmek ârzûsunda iseniz beni ma'zûr görünüz. Size
uğurlar olsun." cevâbını verir ve Hz. Hayreddîn'in dâhil-i dâire-i irfânı
oluverir.
Şeyh Hayreddîn-i Tokâdî
Eâzım-ı meşâyıh-ı Halvetiyye'den bir şeyh-i
kerîmü'l-haslettir. Şeyh Cemâl-i Halvetî hazretlerinin halîfesi olup, Cenâb-ı
Şeyh Sünbül Sinân-ı Halvetî ile pîr-daşdır. Hz. Sünbül zamânında da hânkâh-ı
Hz. Sünbül'de bir hizmetle mükellef
olmuşlardır.
Tokatlıdır. Bursa'da Murâdiyye Medresesi'nde müderrislik
edip İstanbul'a geldiklerinde, bidâyeten Kâsım Çelebi hazretlerinin, bi'l-âhare
Cemâl-i Halvetî hazretlerinin mazhar-ı füyûzâtı olmuşlardır. Menâkıb-ı Hz.
Şa'bân-ı Velî'de manzûr-ı fakîrânem olduğuna nazaran, nefs-i Bolu'da ve
ba'zan Düzcepazar'da meşgûl-i irşâd olmuşlardır. Bolu'da Dütaş nâm mevzi'de
defîn-i hâk-i gufrândır.
Envâ'-ı kemâlât-ı irfâna mazhar idi. Nice kimseleri irşâd
buyurdukları gibi, Şa'bân-ı Velî gibi bir kutb-ı zamânı yetiştirmekle meleke-i
irşâdlarını âleme göstermişlerdir. (Kaddesa'llâhu sırrahû).
- -
-
/385/ Hz. Şa'bân-ı Velî efendimizin, Ömerü'l-Fuâdî
hazretlerinden başka menâkıb-ı şerîfelerini yazan olmamıştır. O da muhtasar add
olunur. Hayât-ı umûmiyye vü husûsiyyesi hakkında terceme-i hâl teşkîl edecek
ma'lûmât noksândır.
Şa'bân Efendi, Hayreddîn-i Tokâdî hazretlerinin ne kadar
müddet dâhil-i dâire-i irfânları olduğu ma'lûm değildir. İkmâl-i sülûk ile nâil-i
rütbe-i irşâd ü hilâfet olduktan sonra, Kastamonu'da ricâl-i Halvetiyye'den
Şeyh Sünnetî Efendi tarafından inşâ olunan dergâhda nice cânları, mürde-dilleri
sîr-âb u ihyâ buyurdular. Kastamonu'ya geldikleri zamân Honsalar-Hunsâlar
Mahallesi câmiinde va'z eylediler. (Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye)
Esnâ-yı sülûklarında, "Şa'bân Dede" diye
tesmiye olunduklarından, Mahvî Efendi merhûm, şu medhiyyesiyle müşârünileyhin
derece-i kemâline tercümân olmak istemiştir :
Anladım
bir bahr-ı bî-pâyân imiş Şa'bân Dede
'Küntü
kenz'in gevherine kân imiş Şa'bân Dede
Mürde-diller
bulur enfâs-ı Mesîh'inden hayât
Cân-ı âlem Îsi-i devrân imiş Şa'bân
Dede
Her marîz-ı cehl olana şerbet-i
irfân virir
Çâresizler derdine dermân imiş
Şa'bân Dede
Hak teâlâ dâim eyler kalb-i pâkine
nazar
Her nazarda manzar-ı Rahmân imiş
Şa'bân Dede
Hükm ider gayb u şehâdet kişverine
ser-te-ser
Her dü-âlem mülküne sultân imiş
Şa'bân Dede
Zâil eylerse şeb-i kesret zalâmın
hükmüdür
Burc-ı vahdetde meh-i tâbân imiş
Şa'bân Dede
Âlem-i ulvîde her dem Mahviyâ
seyrân ider
Himmeti a'lâ aliyyü'ş-şân imiş
Şa'bân Dede
Sinîn-i medîde meşgûl-i irşâd oldular. Sinn-i
şerîfleri şeyhûhete resîde oldu. Hânkâh-ı münîflerinde, hâlen ziyâret-gâh olan
hücre-i mübârekelerinde alâ-rivâyetin yedi sene inzivâ buyurarak dünyâ yüzü
görmemiş, müşâhede-i hakîkatle makâm-ı ubûdiyyette Cenâb-ı Hakk'a ibâdetle
iştigâl buyurmuştur. /386/ Bu müddet zarfında cemâaate çıkmayıp
hücrelerinde edâ-yı salât ederlerdi. Halbuki bu müddet zarfında ale'l-ekser
Ka'be-i Mükerreme'de namâz kıldıklarını ehl-i keşf azîzlerden çoğu görmüş, nakl
etmişlerdir.
Herkes onun pîr-i tarîk olduğuna kâni' olmuş, nâm-ı
şerîfini "Hz. Pîr" diye yâd etmeğe başlamış idi. El'ân Kastamonu'dan
gelen yolculara yolda râst gelindikte, "Nereden geliyorsunuz?"
diye soruldukta, "Hz. Pîr'den geliyoruz." cevâbını verirler.
Halk nazarında da, çok muhterem add
olunduklarına bir delîl-i dâimîdir. Ser-â-pâ nûr-ı mücessem olmuş, şarktan
garba nûr-ı irfânı ifâza etmiş idi. Meclis-i irfânına uzaktan yakından şitâbân
olanların adedi çoğalmış, herkes onun cemâl-i tâb-nâkına meftûn u hayrân olmuş
idi.
Mazhar-ı
sırr-ı Alî Hazret-i Şa'bân-ı Velî
İlm
ü irfânı celî Hazret-i Şa'bân-ı Velî
Nûr-ı
kutbiyyet ile rehber-i uşşâk olmuş
Bu
cihâna geleli Hazret-i Şa'bân-ı Velî
Bende-i
hâlısı Vassâf'ı feyiz bulmadadır
Bezl-i
himmet ideli Hazret-i Şa'bân-ı Velî
Hz. Şa'bân-ı Velî'nin, mürîdânına şefkati pek ziyâdesiyle
gâlib idi. Kendilerine arz-ı muhabbet edenlerin ve ilâ-yevminâ hâzâ, arz-ı
nisbette bulunanların kalblerini nûr-ı iltifâtlarıyla, el'ân meşhûn buyururlar.
Benim
pîrim mübeccel dest-gîrim Şeyh Şa'bân'dır
İki
âlemde elbette zahîrim Şeyh Şa'bân'dır
Nesîm-i
feyz ü himmetle dem-â-dem kalbimi okşar
Mükerrem
kutb-ı efhamdır emîrim Şeyh Şa'bân'dır
Mürîd-i
râh-ı Hakk'a dem-be-dem îsâr-ı feyz eyler
Benim
âlî- nazar pîr-i hatîrim Şeyh Şa'bân'dır
Tarîkında
nice esrâr nümâyân olmada her ân
Bu
zulmet-hâne-i tende münîrim Şeyh Şa'bân'dır
Fakîri
kem-teri Vassâf'ına lutf-ı ilâhîdir
Benim
âlî-nazar pîr-i kebîrim Şeyh Şa'bân'dır
Âtîde bahs olunacağı vechile,
muharrir-i kem-terin ilk nisbetim tarîkat-ı aliyye-i Şa'bâniyye'yedir. Şeyhimin
irtihâliyle Gülşenî'den, bi'l-âhare Uşşâkî'den mazhar-ı feyz olmağa çalıştım ve
çalışıyorum. O zamân söylenmiş medhiyyelerdendir.
Menâkıb-ı şerîfeleri insânı cidden zevk-yâb edecek
meâliyyât ile mâlîdir. "Bize kahr yüzünden gelenler lutf gördüler.
Bilmem ki lutf yüzünden gelenler ne olur?" buyururlarmış. Bu sözleri âtîdeki
hikâye-i meşhûreden tevellüd etmiştir :
/387/ Ahâlî-i Hırıstiyâniyyeden biri
son derece fakr u zarûrete dûçâr olur. Te'mîn-i maîşetten âciz kalır; hırsızlığa
karar verir. O sırada Kastamonu'da büyük bir hırsız kumpanyası varmış. Onların
cem'iyyetine dâhil olmak ârzûsuna düşerek mürâcaat eder. "Seni kabûl
ederiz, lâkin evvel emirde bir teklîfimiz var : Şurada büyük bir tekke var, o
tekkenin şeyhinin odasında gâyet kıymet-dâr bir iskemle duruyor, onu çalıp bize
getirmelisin." derler. Bu iskemleyi ağniyâ-yı zamândan ve asdıkâ-yı
Hz. Şa'bân'dan bir zât, hediyyeten kendilerine takdîm etmiş; çok kıymet-dâr
imiş. Hz. Pîr hücrelerinden hiç çıkmadıklarından, hırsızlar hayli zamân
tarassud etmişler, bir fırsat bulup çalamamışlar. Bu sebeple, bu işi o Hırıstiyana
tahmîl etmişler. Hırıstiyan, der-uhde ettiği bu fi'l-i sirkati vücûda getirmek
için fırsat-bîn olur. Garîb bir hâl, kırk gün çalmak için müterakkıb olmuş,
muvaffak olamamış.
Hz. Pîr, bu işe kuvve-i kudsiyyeleri ile vâkıf idi.
Kırkıncı günü idi. Ricâlü'l-gaybdan biri intikâl etmiş, yerine âhar birinin
ta'yîni için Hz. Pîr'e mürâcaat etmişler. Onlar ise "Kırk gündür
bizim odamıza girmeğe
müterakkıb olarak duran bir Hırıstiyan var, hidâyet-i ilâhiyye erişmiştir; onu
münâsib gördüm."
buyurmuşlar. Bunun üzerine o Hırıstiyanı yakalamışlar. Zavallı bahtiyâr çok
korkmuş; te'mîn etmişler, huzûr-ı Hz. Pîr'e getirmişler. Orada derhâl îmân-ı
ezelîsini ızhâr ile ricâlü'l-gayba dâhil olmuştur.
Mefhar-ı
ehl-i velâ Hazret-i Şa'bân-ı Velî
Medh
ü tekrîme sezâ Hazret-i Şa'bân-ı Velî
Muhtefî
genc-i nihânında onun gevher-i zât
Vâkıf-ı
sırr-ı Hudâ Hazret-i Şa'bân-ı Velî
Kutb-ı
yektâ-yı zamân olduğuna şek yokdur
Mefhar-ı
şâh u gedâ Hazret-i Şa'bân-ı Velî
Halvetî
güllerinin en güzelidir zâtı
Gül-i
gül-zâr-ı vefâ Hazret-i Şa'bân-ı Velî
Bâb-ı
medhinde anın her ne dinilse azdır
Lâyık-ı
medh u senâ Hazret-i Şa'bân-ı Velî
Nazarı
derd-i mürîdâna devâdır Vassâf
Bil
ki dârû-yı şifâ Hazret-i Şa'bân-ı Velî
Şeyh Ömerü'l-Fuâdî hazretleri, alâ-rivâyetin Hz. Pîr
efendimiz hakkında iki menâkıb-nâme yazmışlardır. Biri büyük, dîgeri muhtasar
imiş. Muhtasar olan 1294/(1877) senesinde, nüsha-i aslîsinden iktibâsen Kastamonu
Matbaası'nda basılmıştır. Bir nüshası
kütüp-hâne-i âcizânemi tezyîn eder. /388/ Bunda mestûr-ı sahîfe-i ihtirâm
kılındığı vechile, Hz. Pîr Şa'bân-ı Velî'nin üçyüzaltmış halîfesi vardır. Memâlik-i
İslâmiyye'nin her cihetine me'mûren
i'zâm buyurulmuştur. "Üçyüzüne ben duâ ettim,
altmışına da Sultânü'l-Enbiyâ aleyhi ekmelü't-tehâyâ efendimiz hazretleri duâ
buyurdular. " derler imiş.
Ulûm-ı akliyye vü nakliyyede deryâ-yı bî-pâyân
oldukları hâlde, halka karşı ümmî sûretinde görünürler ve ilm-i zâhirin mekrinden
pek ziyâde hazer buyururlar imiş. Kendilerinden fetvâ istenilse, "Müftîye
mürâcaat ediniz; iklîm-i vücûd-ı insânîdeki ilm-i bâtına âid fetvâ bizde
vardır. " dedikleri menkûldür.
Mürşidü's-sekaleyn oldukları cihetle, tâife-i cinden
dahi mürîdânı var imiş. Bunun için bir menâkıb-nâme kaleme alınmıştır.
Mukaddemce Seyyid Sünnetî Efendi hazretlerinin ihyâ-kerdesi
olan mescide ihtiyâr-ı inzivâ eyleyip, sonra ahâlî-i beldenin ricâ ve istirhâmı
üzerine Honsalar Câmi'-i şerîfinde zikr ü tevhîd ile meşgûl olduklarını
Ömerü'l-Fuâdî yazıyor. Sâdık Vicdânî Bey'in bâlâda Tomâr-ı Turuk'undan
nakl eylediğime göre, bu câmi'de va'zı evvel, Sünnetî Efendi Dergâhı'nda ikâmeti
sonra zannolunmuş ise de Ömerü’l-Fuâdî hazretlerinin beyânı daha doğru olmak lâzım
geleceği der-kârdır.
Hz. Pîr efendimizin Haremeyn-i muhteremeyni ziyâreti
ne târîhde vâki' olduğuna dâir ma'lûmâta dest-res olunamadı. Kendilerine
"Hacı Şa'bân-ı Velî" denilmekte olması, her hâlde ziyâret-i
Haremeyn'in netîcesi verilmiş bir lakabdır.
Ömerü’l-Fuâdî buyuruyor ki :
"Şa'bân
Efendi hazretlerinin ömr-i azîz-i safâ-âmîzleri bi-emri'llâh tamâm oldukta vâsıl-ı
mertebe-i rûh-ı kuds olup, tekmîl-i merâtib-i ilâhiyye eden nefs-i kudsîleri cânib-i
akdes-i ilâhîden
(يَا أَيَّتُهَا النَّفْسُ
الْمُطْمَئِنَّةُ. ارْجِعِي إِلَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَّرْضِيَّةً. … )[38]
nidâsını gûş
u sâkî-i bâkî elinden,
(كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ)[39] şarabını nûş edip,
(ثُمَّ إِلَيْنَا تُرْجَعُونَ)[40] hükmüyle rûh-ı pür-fütûhları âlem-i
illiyyîne urûc etti. Cism-i latîf-i
misk-âsâları, nâfe-i merkad-i münevver-i muattarlarına defn olundu. Bugünkü günün
hâlini vasfa kimse muktedir olamaz. Hâl-i ihtizârlarında iken cümle ahibbâ ve dervîşân huzûr-ı
şerîflerine dâhil oldukda, her birine nasîhat edip, tatyîb-i hâtırlarına bezl-i
inâyet buyurmuşlardır."
/389/ Şeyh Şa'bân'ın İrtihâlleri :
Hz. Pîr'in âlem-i
nâsûttan çekilmesi hasebiyle umûma sirâyet
eden âteş-i iftirâkın te'sîrât-ı
azîmesi baş göstermiş idi. Ağlamadık
kimse kalmadı. Li-hikmeti'llah irtihâllerinden kırk gün sonraya kadar mütemâdiyen yağmur
yağıp semâ bile ağladı
Garîb bir tesâdüf olarak arz edeyim :
Bu satırları yazar iken 11 Hazîran 1340/(1924) ve 9
Zi'l-ka'de 1342 târîhine ve yevm-i Çarşambaya tesâdüf etti. Ba'de'l-asr saat
onu yirmi geçiyordu. Hava karardı, lamba yakmağa mecbûr oldum. Şiddetli bir
yağmur yağmağa başladı. Her tarafta kurak te'sîriyle sıkıntı vardı. Semânın bükâsı,
ehl-i arza, Cenâb-ı Pîr hürmetine bâis-i rahmet ü menfaat oldu. (Kaddesa'llâhu
sırrahû ve nefeana'llâhu bi-berekâtihî ve fuyûzâtihî)
İrtihâlleri, 976 senesi şehr-i Zi'l-ka'desinin
onsekizinci (4 Mayıs 1569) Cum'a gününe müsâdifdir. "Eyledi Şa'bân Efendi
azm-i dil-dâr-ı cinân" (ايلدى شعبان افندى
عزم دلدار جنان) târîhidir. Techîz ü tekfînine mübâderet
olundu. Ganî, fakîr cümle halk hizmet-i şerîfesine cân attı.
Kastamonulu meşhûr âlim ve Süleymâniyye Câmi'-i şerîfi vâizi
Şeyh Muharrem Efendi ve hulefâ-yı Hz. Pîr'den Muzaffer Dede, kemâl-i ta'zîm ile
gasl eylediler. Halk o derece hizmete rağbet göstermiştir ki, ta'rîfe sığmaz.,
Hîn-i gaslde akan suları şifâ niyyetine herkes getirdiği kaplara aldılar. Bir
damlasını yere düşürmediler. Hücre-i mübârekelerindeki hasırı pâre pâre edip,
herkes teberrüken bir parçasını aldı. O yevm-i hüzn-intimâda kesret-i izdihâmdan
nâşî cenâze namâzı ancak ikindi vakti edâ olunabildi.
Tâbûtları üzerine Ka'betu'llâh gibi siyah Ka'be örtüsü
örttüler. Kutbiyyetlerine delâlet etmek üzere tâc-ı şerîflerine siyah dülbend
sarıp, tâbûtun baş tarafına koydular. Zâkir dervîşler nice binlerce hâzır
olduğu hâlde cenâze götürülüyordu. Zikr ü tevhîd ve na't ü temcîd sadâları
küngüre-i âsumânı inletiyordu. Halk cenâzeye girmek için o kadar tehâlük
gösteriyordu ki, kesret-i tehâcümden kimse muvaffak olamıyordu. Ellerini olsun
sürmeği teberrük addediyorlardı. Musallâ üzerine getirdiler. Ehl-i keşfden nice
zevât-ı kirâm haber verdiler ki, Hz. Pîr'in namâzı kılınırken, bâ-emri'llâh semâvâttan
yer yüzüne bî-hadd ü bî-pâyân melâike nâzil olup namâzda bulundular. /390/ Esnâ-yı
edâ-yı salâtta tâife-i cinnin dahi bulunduğunu ehl-i basîret nakl ettiler. Namâzını
Muharrem Efendi kıldırmıştı. Hz. Pîr'in na'şı yine ol sûretle, Hisarardı
denilen mahaldeki medfen-i mübâreklerine îsâl olundu. Esnâ-yı defninde zikru'llâh
ile meşgûl olan zâkirlerin sadâsı ve hâlet-i aşk galebe etmiş dervîşlerin hüzünlü
edâsı ve âteş-i firâk u hicrân ile yanan kalblerinin dûd-ı siyâhı pek hazîn
idi.
Âsitâne-i aliyyelerindeki medfen-i mukaddeslerine o
vücûd-ı mes'ûdun hîn-i defninde ortalığı nûr-ı ilâhî istîlâ ettiğini erbâb-ı
kemâl müşâhede ettiler.
Gubâr-ı
âsitânın kuhl-ı çeşm it kut-ı devrânın [41]
Amâ-yı
muzlim-i kesretden âzâd olmak istersen
O
kutbun sırrını ez-cân u dil takdîs ü tebcîl it
Makâm-ı
cem' u farkı dûr idüp şâd olmak istersen
Der-i
pâkinde dâim hâk-sâr ol Hazret-i Pîr'in
Eğer rûşen-dil-i
feyz-i Hudâ-dâd olmak istersen
Sarıl
gel dâmen-i ihsânına Sultân Şa'bân'ın
Harâbîden
geçüp ma'mûr u âbâd olmak istersen
Eyâ
Vassâf pîr-i ekremin bâbında sâbit ol
Visâl-i
yâr ile memnûn u dil-şâd olmak istersen
Hz. Pîr'in irtihâlleri üzerine şuarâ vü urefâ-yı zamânın
söylemiş olacakları târîhler elimize geçmedi. Merhûm Nakîbü'l-eşrâf Şeyh Abdürrezzâk
İlmî Efendi ile bu ciheti görüşmüş idim. Bir gün sonra, "Benim fakîrâne
sünûhâtım vardır." diye âtîdeki manzûme-i târîhiyyeyi getirdi :
Pîr
Şa'bân kutb-ı feyz-efzâ
Pertev-i
aşkı âftâb-âsâ
Gönül
âyînesin o kılmış pâk
Mâ-sivâ
jengi kalmamış aslâ
Cünbüş
itdikde cezb-i rûhânî
İtdi
efsürde-dilleri
ihyâ
Yek
nazarda olurdu irşâdı
Dilde
a'mâları ider bînâ
Kût-ı
evliyâ cihânı tutar
Böyledir
şübhe itme ey cânâ
Keşti-i
âlemin hemân dümeni
Dest-i
merdân-ı Hak'da subh u mesâ
Şerîat
gülsitânın gülüdür
O
güle bülbül oldu nağme-serâ
Bâğ-ı
aşka odur yegâne safâ
Hakîkat
dürrüne odur deryâ
/391/ Âşıkın cânı irdi ma'şûka
'İrciî'
gûş-ı câna virdi sadâ
İki
mısrâ'la cevherîn târîh
Söyledi
İlmi bendesi a'lâ
Pîr
Şa'bân-ı Velî o merd-i ilâh
Gönlüdür
vâsıl-ı Cemâl-i Hudâ
(پير شعبان وفى لو مرد اله)976
(كوكلدر واصل جمال خدا) = 976
O zamânın vüzerâsından Murâd Paşa'nın kethüdâsı
bulunan Ömer Bey nâm zât-ı âlî-kadr, Hz. Pîr'e pek ziyâde arz-ı muhabbet
edenlerden olduğuna mebnî, medfen-i mübâreklerinin üzerine bir türbe binâsını
tasmîm edip, hemen başlamış ve binâ pencere hizâsına kadar yükseldiği sırada irtihâli
vukû' bulmağla nâ-tamâm kalan kısmı ahâlînin gayretiyle ikmâl olunmuştur.
Ömerü'l-Fuâdî hazretlerinin söyledikleri târîhdir :
Kethüdâ
Bey kim Ömer'dir nâm ana
Türbeye
sıdk ile itdi ibtidâ
Çünki
anlar gitdi dâr-ı rahmete
Cem'
oluben yapdılar ehl-i sehâ
Yapdırup
dervîş Ömer târîh didi
Merkad-i
Şa'bân sultân-ı bakâ
(مرقد شعبان سلطان بقا) = 1020/(1611)
Bu târîhe bakılırsa irtihâl-i Hz. Pîr'den otuzaltı sene
sonradır. Vüzerâdan Halîl Paşa, türbenin kubbesi üzerine kurşun kaplatıp,
derûnunun dahi ikmâl-i nevâkısına bezl-i gayret eyledi.
Kurşuncu-zâde Mustafa Paşa'nın da bu bâbda büyük fedâ-kârlıkları
mestûr-ı sahîfe-i menâkıb-nâme'dir.
Manzûme-i âtiye dahi Ömerü'l-Fuâdî'nindir ve türbenin
taşına mahkûktur :
Kurşuncu-zâde
vezîr-i pür-kerem*
Türbeye
kapu ile yapdı harem
Kondu
mir'ât sırr-ı cândan kapuya
Tâ
ki ârif göre rûh-ı muhterem
Gördü
mir'ât-ı Fuâdî târihin
Bâniye
açıldı mir'ât-ı kerem
Sultân Abdülazîz ve Sultân Abdülhamîd-i sânî devrlerinde
de ta'mîr edilmiş olduğundan elyevm ma'mûr ve pek mühim bir ziyâret-gâhdır.
Hz. Pîr, ne te'lîfe, ne de îrâd-ı nutka ve eş'âra rağbet
buyurmadıklarından eserleri, nutk ve şiirleri yoktur. Meslek-i şerîfleri kâlden
ziyâde hâle nâzırdır.
/392/ Hz. Şa'bân-ı Velî sırr-ı kutbiyyete mazhar oldukları zamân
Cenâb-ı Hak'dan üç şey istemişlerdir :
Birincisi : Tarîkat-ı aliyyelerine intisâb edenlerden bir
kimse esrâr-ı sülûktan haber-dâr olamadan vefât ederse, o kimseye son nefesde
tevhîd-i zât zevkından ihsân buyurulması.
İkincisi : Tarîkat-ı aliyyeleri sâlikânının cin ve peri
tasallutâtından ve ale'l-husûs sehhârın sihrinden muhâfaza buyurulması.
Üçüncüsü : Rûz-ı kıyâmete kadar tarîkat-ı aliyyelerinde
urefânın eksik olmaması.
-
- -
Bu tarîkta çok urefâ yetişmiş ve el'ân yetişmekte
bulunmuştur. Memâlik-i İslâmiyye'nin her tarafına yayılan tarîkat-ı aliyye-i
Şa'bâniyye'de, hâl-i hâzırda eâzım eksik değildir. Sâlikân arasında cin peri musallat
olmuşları yoktur. Duâlarının nezd-i ilâhîde lutfen mazhar-ı kabûl olunduğuna
delâlet edecek âsârın çoğuna bu abd-i ahkar şâhid oldum.
Server-i ehl-i tarîk
Hazret-i Şa'bân-ı Velî
Sâlik-i
râha hakîk Hazret-i Şa'bân-ı Velî
Hâl
ü kâlinde anın bû-yı hakîkat vardır
Cümle
uşşâka şefîk Hazret-i Şa'bân-ı Velî
Misl-i
hurşîd tulû' itdi cihâna ol pîr
Bahr-ı
envâra garîk Hazret-i Şa'bân-ı Velî
Halvetî
bâğına bir bülbül-i revnak-efzâ
Meslek-i
feyzi vesîk Hazret-i Şa'bân-ı Velî
Âşık-ı
sâdık-ı cânân-ı hakîkîdir ki
Fikr-
i irfânı amîk Hazret-i Şa'bân-ı Velî
Dâhil-i
zümre-i pîrân-ı ızâm olmuşdur
Hak
teâlâya sadîk Hazret-i Şa'bân-ı Velî
Evliyâ
rehberidir hem urefânın fahri
Pîr
ü burhân-ı tarîk Hazret-i Şa'bân-ı Velî
Bülbül-i
bâğ-ı edeb mefhar-ı erbâb-ı ireb
Hiss-i
âlîsi refîk Hazret-i Şa'bân-ı Velî
/393/ Mazhar-ı fevz ü fütûh zât-ı şerîfi
memdûh
Âşıka
feyzi refîk Hazret-i Şa'bân-ı Velî
Sensin
ummân-ı kerem bülbül-i gül-zâr-ı İrem
Remz-i akvâli rakîk Hazret-i Şa'bân-ı
Velî
Ol Hudâ aşkına Vassâf'ına
bezl it keremi
Ey mürîdâna şefîk Hazret-i Şa'bân-ı
Velî
Hz. Pîr efendimiz hakkında Şakâyık'da
bu sûretle beyân-ı hakîkat olunmaktadır :
"Hânkâh-ı irfânı
Ka'betü'l-uşşâk ve ziyâret-gâh-ı âfâk iken, sene-i hicriyyenin 977 târîhinde
(1569-70) terk-i milket-i eşbâh ve azm-i âlem-i ervâh eyledi. Azîz-i müşârünileyhe,
umde-i meşâyıh-ı Rûm, âsitân-ı feyz-penâhı meygede-i aşk u muhabbet ve
mastaba-i irşâd-ı dest-gâhı âbiş-hor-ı zülâl-i fazl u hikmet, tarîkları zikr-i
cehrî olup, sâhib-i cezbe bir azîz idi. Vazîfe ve hediyye kabûl etmeyip, zirâat
ve hırâset ve kesb-i yedleriyle kanâat ederler idi. El'ân türbeleri ziyâret-gâh-ı
uşşâktır."
Uşşâk-ı tarîkattan Fehmî Efendi tarafından Hz. Pîr'e
ta'zîmen söylenilmiş bir manzûme-i âşıkânedir :
Gül-zâr-ı hayâtında
hazân istemiyorsan
Meydân-ı
uhuvvetde ziyân istemiyorsan
Pîşinde
civârında figân istemiyorsan
Dergâh-ı
muallâsına gel Hazret-i Pîr'in
Pür-samt
ü sükûnet mütevâzı' mütevârî
Dervîşleri
de böyle bütün tafradan ârî
Erbâb-ı
garâmın diline nûr-ı inâyet cârî
Dergâh-ı
muallâsına gel Hazret-i Pîr'in
Gül-zâr-ı
harîminde tavâf eyleyen insân
Bir
rûh-ı samîmiyyet olur kalbine rîzân
Safvet
iline maksadın olmaksa girîzân
Dergâh-ı
muallâsına gel Hazret-i Pîr'in
Darlıkdan
eğer kurtulayım dir isen ey cân
Âlâm-ı
zarûretle de oldun ise giryân
Nîk
ü bedi hoş görmeği ister ise vicdân
Dergâh-ı
muallâsına gel Hazret-i Pîr'in
/394/ Bin def'a anın himmetini itdi der-âğûş
Fehmî
kulu olmuş iken âlâm ile medhûş
Hicrân-zede oldunsa da
itmez o ferâmûş
Dergâh-ı
muallâsına gel Hazret-i Pîr'in
Te'sîs buyurdukları şu'be-i Halvetiyye, tarîk-ı
Halvetî'de bir şeh-râh-ı sedâd olmuştur. Virdü's-Settâr'ı aynen kabûl
buyurduklarından, elyevm ilâvesiz olarak aslını, her sabâh namâzını müteâkib
okumak, tarîkat-ı aliyyelerine arz-ı nisbet edenlerin ilk vazîfesidir.
Bektâşîlik neş'esi turuk-ı aliyyenin birçoğuna fürce-yâb-ı
dühûl olduğu hâlde, târik-ı Şa'bânî, lehü'l-hamd, Bektâşîlige sedd-i sedîd
olduğundan, ehl-i sünnet ve'l-cemâat mezhebinin bi-hakkın sâliki olan Şa'bânîler,
zamânımız ehl-i tarîkatının mâ-bihi'l-iftihârı denilecek derece-i bâlâ-terîndedir.
Meslekleri beş vakit namâzı ve sâir ferâiz-i ilâhiyyeyi
edâya ve nevâfil-i sünene son derece riâyete ve meslek-i celîl-i Muhammedî'ye
bi-hakkın sülûka gayret-kâr olmaktan ve seyr ü sülûka, tezkiye-i nefse,
tasfiye-i bâtına riâyet etmekten ve nefs ile mücâhededen ve benî nev'ine iyilik
eylemekten ve helâlinden kazanıp yemekten ibârettir.
Zikirleri cehrî olup, Hz. Pîr efendimizin zamân-ı kerâmet-nişânlarında
ne sûretle tertîb buyurulmuş ise, ona ilâvesiz devâma ziyâde riâyet olunur.
Ba'de-edâ-yı salât halka teşkîl edilip, Şeyh Efendi eûzü
besmele ile sûre-i Fâtiha'yı okur. Ba'dehû, (إِنَّ اللَّهَ وَمَلَائِكَتَهُ يُصَلُّونَ
عَلَى النَّبِيِّ يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا
تَسْلِيمًا)[42] âyet-i
kerîmesini okuduktan sonra, müctemian "Allâhümme salli alâ-seyyidinâ
Muhammedin abdike ve Rasûlike ve nebiyyike ve habibike'n-nebiyyi'l-ümmiyyi ve
alâ-âlihî ve sahbihî ve sellim." diye salât ü selâma devâm olunur.
Kelime-i tevhîde başlanılacağı zamân şeyh efendi, salât-ı şerîfenin nihâyetinden,
"Ve sellim küllemâ zekereke'z-zâkirûn ve gafele an-zikrike'l-gâfilûn,
salli ve sellim alâ eşrefi ve es'adi Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ve sellim."
der. Eûzü besmele çekip, "fa'lem ennehû lâ-ilâhe illa'llâh."
demesiyle hâzırûn kelime-i tevhîde, ba'dehû ism-i Celâl'e, ba'dehû bir müddet
ism-i Hû'ya devâm ederler. Sonra hizb-i zikr /395/ başlar.
İşte cezbe ve hâlât o zamân zuhûra başlar. Kuûden ve kıyâmen
zikre devâm olunur. Hizb-i zikr odur ki, ehlu'llâh'ın ta'rîfine göre, zikr
tokmağıyla ejderhâ-yı nefsin başını ezmekten ibârettir. Lisândan kalbe intikâl
eden zikr esnâsında kalb nefy-i mâ-sivâ eder. "Rûh, sır, hafî, ahfâ"
hızb-i zikrin müsemmâsıyla iştigâle başlar. Vücûdun esnâ-yı zikrde hareketi pek
büyük hikmete müsteniddir. Kollar, vücûd hareket etmezse sinirler bozulur.
Zikre devâm imkânı olmaz. Hizb-i zikr âleminde ne zevkler, ne haller zuhûra
gelir. Lisân-ı kâl onu vasf edemez.
Görüp
hâlât ile devrânımız dahl itme ey zâhid
Bize
nûr-ı celî Sultân Şa'bân-ı Velî'dendir
Bu âlemlerde tâ-be-sabâh bulunduğum âvân-ı mes'adet
olmuştur. Rûhlarda o derece neş'e zuhûra gelirdi ki, birkaç günler onun safâ-yı
batınîsi sürerdi.
İncilâ-bahş-ı
kulûb olmadadır hizb-i zikr
Âşıkın
zevkını artırmadadır hizb-i zikr
Kalb
ü rûhun dahi birlikde iderse zikri
Sırr-ı zât neş'esini virmededir
hizb-i zikr
Tarîk-ı Şa'bânî'de ikmâl-i
sülûka muvaffak olmadan hilâfet almak mümkin değildir. Nâil-i rütbe-i irşâd
olan zevât beyaz sarık üzerine, risâle ta'bîr ettikleri enli kurdela gibi bir
siyâh bez, beyaz sarığın arkasında alt tarafdan i'tibâren sol tarafı
dolaştırılarak, ön tarafda sarığın üstüne sokulup ucu düz olarak aşağıya sarkıtılır.
Nâil-i rütbe-i velâyet olan meşâyıh-ı Şa'bâniyye siyâh sararlar o zamân risâle
beyaz olur.
SARIK RESMİ VAR
1. RESİM
Şa’bânî şeyhlerine mahsûs
2. RESİM
Kibâr-ı meşâyıh-ı Sa’bânî’ye mahsûs
/396/ Bir de hulefâ-yı Şa'bâniyye'ye verilen, "Yol Tâcı"
denilen ser-pûş-ı tarîkat vardır ki, üzeri neftî renkte yeşil ve sarığı da
yeşildir. Bunun üzerindeki risâle sarığa nisbetle daha açık yeşildir.
Tarîk-ı Şa'bânî'de erbaîne çok ihtimâm ve sâhib-i irşâd
olmak için tekmîl-i etvâr-ı sülûka ziyâdesiyle ikdâm olunur. Pederden evlâda
bir meşîhat teveccüh etse, onun ikmâl-i sülûkuna kadar yalnız zikr-i şerîf icrâsına
me'mûriyyeti tanılır. Ne bey'at verilebilir, ne de hilâfet. "Kendisi
muhtâc-ı himmet bir dede nerde kaldı âhara himmet ede" ta'bîrine mâ-sadaktır.
Bunun için tâc ve hırka ile hemân şeyh yapmazlar. İnsânda sülûkun netîcesi
mertebe-i kemâl zuhûr eder ki, sâhib-i sırru'l-esrâr aleyhi salavâtü'l-Gaffâr
efendimiz hazretlerinin emr ü işâret-i celîleleriyle verilen bir emânet vardır
ki, onun hâmiline alâmet-i mahsûsa-i sûfiyye olarak tâc, biniş, kemer, asâ ve
tesbîh ihsân buyrulur. Bu sırr-ı emânet zuhûr etmedikce, hilâfet ve hilâfet-nâme
ve tâc u abâ cümleten hebâdır.
Sûfîlik
tâc ile abâ oldu
Hayf
kim ma'rifet hebâ oldu
Arabistan'da Mustafa el-Bekrî hazretlerinin zamânlarına
kadar sülûk ve tekmîl-i etvâr usûlü var iken, müşârünileyhden sonra,
Arabistan'da şekl-i âhara ifrâğ olunmuş ve nazarla terbiye ve i'lâ-yı merâtib
mesleği yol bulmuştur. Arablarda bey'at, telkîn, icâzet, hilâfet birkaç gün,
belki birkaç sâatte mümkindir. Fakat hazarât-ı sûfiyyenin meslek-i
müstahsenleri o riyâzetler, mücâhedeler, râbıtalar vücûd bulmadıkca şâhid-i
emele kolay kolay iktirâb husûlüne îmân edenlerden değilim.
Azîzim Şeyh Mustafa Efendi nakl eyledi :
Murad Molla şeyhi bir zâta hilâfet vermiş, eâzım-ı meşâyıh
arasında güft u gû olmuş. Murâd Molla şeyhinin sâmia-i ıttılâına vâsıl olmuş.
Kendisi muâhaze edilmiş. Bunun üzerine, "Efendim! Öyle ise hilâfeti
geri alayım. " demiş. Hâzır-cevâb meşâyıhdan bir zât, "Ne
verdiniz ki, istirdâd edeceksiniz. " diye ızhâr-ı âsâr-ı hakîkat
etmiştir.
Tarîk-ı Şa'bânî'de esâs-ı meslek :
Sülûk ve seyr-i etvâr için tarîk-ı Şa'bânî'de altı makâm,
üç tecellî i'tibâr olunmuştur ki, ber-vech-i âtî beyân olunur :
/397/ Makâmât-ı sitte :
1. Makâm-ı Ef'âldir.
Bu da yedi merâtıb mukâbili yedi esmâ-i ilâhiyyedir :
Birincisi, emmâredir. Mukâbili tevhîddir.
İkincisi, levvâmedir. Mukâbili İsm-i
Celâl'dir.
Üçüncüsü, mülhimedir. Mukâbili İsm-i
Hû'dur.
Dördüncüsü, mutmainnedir. Mukâbili İsm-i
Hak'dır.
Beşincisi, râzıyyedir. Mukâbili İsm-i
Hay'dır.
Altıncısı, merzıyyedir. Mukâbili İsm-i
Kayyûm'dur.
Yedincisi, sâfiyedir. Mukâbili İsm-i
Kahhâr'dır.
2. Nefsin sıfatları olan şu sıfât-ı seb'anın tebeddülüyle
esmâ-i ilâhiyye tebeddül eder. Bu, makâm-ı bidâyet, makâm-ı cem' ve makâm-ı hilâfettir.
Bu makâma kadar, "hurûc" ta'bîr olunduğu gibi, ba'de'n-nüzûl yine
mebde i'tibâr olunarak, ikincisi makâm-ı sıfattır.
Bu makâm da sekiz dereceye münkasımdır : Nefs, kalb, rûh,
sır, zât, hafâ, ahfâ ve ahfâ-yı mutlaktır. Bu makâm cem' makâmı ve hilâfet makâmıdır.
3. Üçüncü makâm, makâm-ı zâttır. Bu makâmda ef'âl, sıfât
ve zâtı câmi', ya'nî "Ef'âlinde, sıfâtında, zâtında fenâ" demektir.
Makâm-ı fenâdandır. Bu makâm, hakîkat-ı şeyhdir. Fenâ fi'ş-şeyh makâmıdır.
4. Dördüncü makâm, hakîkat-ı Muhammediyye'dir. Fenâ
fi'r-Rasûl makâmıdır.
5. Beşinci makâm, kurb-ı nevâfildir. İş bu makâm fenâ
fi'llâh ve müntehâ-yı makâm-ı cem'dir.
6. Altıncı makâm, kurb-ı ferâizdir. Bu makâm, sırf bakâ
bi'llâh'a dâll olduğu için zâtında, sıfâtında, ef'âlinde bakâ demektir. Makâm-ı
bakâdandır. Bu makâm, makâm-ı ubûdiyyet, makâm-ı şerîat, makâm-ı irşâddır.
Bu makâma gelinceye kadar ta'dâd ettiğim makâmât-ı
sittenin her birerleri tecellî-i ef'âl, tecellî-i sıfât ve tecellî-i zâttan ibârettir.
Ve's-selâmü alâ-meni'ttebea'l-hüdâ. Va'llâhu yekûlü'l-hak ve huve
yehdi's-sebîl. Ni'me'l-mevlâ ve ni'me'd-delîl.
Yâ
Rab bize ihsân it vuslat yolunu görter
Sûretde
koma cân it vuslat yolunu görter
Hâr
içre biter gül-zâr zâr içre doğar envâr
Her
şeyde tecellîn var ru'yet yolunu göster
Nûr-ı aynım! İşte hilâfet yolu böyle imiş. Cenâb-ı Hak
cümlemizi ehl-i sîretten buyursun. Âmîn.
/398/ Ârifânın kutbudur Sultân Şa'bân-ı Velî
Ehl-i
aşkın lübbüdür Sultân Şa'bân-ı
Velî
İlm-i
zâhir ilm-i bâtında kemâlât sâhibi
İlm
ü irfân bahrıdır Sultân Şa'bân-ı
Velî
Menba'-ı
feyz ü keremdir mazhar-ı esrâr-ı Hak
Ehl-i
zikrin pîridir Sultân Şa'bân-ı
Velî
Sâhibü'l-fazli'l-celîdir
mazhar-ı sırr-ı Alî
Râh-ı
Hakk'ın nûrudur Sultân Şa'bân-ı
Velî
Kutb-ı a'zam pîr-i
efham vâris-i ilm-i Nebî
Bendegânın
fahrıdır
Sultân Şa'bân-ı Velî
Rûşen-i
çeşm-i hidâyet seyyid-i ehl-i tarîk
Kâşifü'l-esrârdır Sultân Şa'bân-ı Velî
Zulmet-i
hicrânda kalmış bî-kes ü bî-çâreye
Matlau'l-envârdır Sultân Şa'bân-ı Velî
Bende-i
dîrînesi Vassâf'ının ser-tâcıdır
Mefharü'l-ahyârdır Sultân Şa'bân-ı Velî
Şeyh Yahyâ Efendi
Hz. Pîr'in Yahyâ Efendi isminde bir mahdûmları var idi.
Der-saâdet'te Câmi'-i Ebâ Eyyûb el-Ensârî'de kürsü şeyhliği etmiş, allâme-i zamân
idi. Peder-i ekremlerinin irtihâlinde İsmâîl-i Çorumî hazretlerinden ahz ü feyz
edip, zâhir ü bâtınını ma'mûr eden erler sırasına geçmiş, 1082/(1671)'de irtihâl
eylemiştir. Bu hesâba göre, yüz yaşından ziyâde muammer olmuşlardır. Yâhûd,
hafîdleridir.
Şeyh Müntehâ Efendi : Şeyh Yahyâ Efendi-zâdedir.
Şeyh Hacı Mustafa Efendi : Şeyh Müntehâ
Efendi-zâdedir.
Şeyh Muhammed Efendi : Şeyh Hacı Mustafa Efendi-zâdedir.
Şeyh Şa'bân Efendi : Şeyh Muhammed Efendi-zâdedir. Bu
zât-ı muhterem Eyüp'te Hasîp Efendi Dergâhı'nda post-nişîn olmuş idi ki, nâm-ı
şerîfleri cild-i evvelde Rufâîler bahsinde geçmiş idi ki, irtihâlinde
mahdûmları Yahyâ Efendi câ-nişîn olmuş ve bu tekke bir zamânlar "Yahyâ-zâde
Tekkesi" diye şöhret bulmuş idi.
Âsitâne-i Hz. Şa'bân-ı Velî'de şimdiye kadar seccâde-nişîn
olan zevât-ı kirâm :
Kastamonulu Şeyh Osmân Efendi, Kastamonulu Şeyh Hayreddûn
Efendi, İskilipli Şeyh Abdülbâkî Efendi, Kastamonulu Şeyh Muhyiddîn Efendi,
Kastamonulu Şeyh Ömerü'l-Fuâdî Efendi, Çorumlu Şeyh İsmâîl Kudsî Efendi, Çelebi
Pîr Mustafa Efendi b. İsmâîl-i Kudsî,
Zileli Şeyh Abdurrahmân Efendi, Amasyalı
Şeyh Hâfız İbrâhîm Efendi, /399/ Şeyh Hâfız Ahmed Efendi b.
Çelebi Pîr Mustafa Efendi, Şeyh Muhammed Efendi b. Hâfız Ahmed Efendi, Şeyh
Abdullâh Efendi b. Muhammed Efendi, Şeyh Hâfız Mustafa Vahdetî Efendi, Şeyh Hâfız
Abdurrahmân Efendi b. Hâfız Mustafa Vahdetî Efendi, Şeyh Muhammed Saîd Efendi
b. Hâfız Abdurahmân Efendi, Bolulu Şeyh İbrâhîm Efendi (niyâbeten), Şeyh
Muhammed Atâullâh Efendi b. Şeyh Muhammed Saîd Efendi.
Şeyh Atâullâh Efendi
Bu zât, nâzik, terbiyeli, halûk, mültefit bir rehber-i
kerîmü'l-fıtrattır. Sülûkları Şeyh İbrâhîm Efendi'yedir.
1324/(1906) senesinde İstanbul'u teşrîf buyurdukları zamân
müşerref olmuş idim. Fakîre hitâben iki mektûbları vardır. Teberrüken buraya
telsîk ile, Sefîne-i Evliyâ'mızın III. cildine de hâtime veriyorum.
"Cevâb-nâme-i
dâiyânemdir :
Mürşid-i ins ü cânn cenâb-ı Pîr Şa'bân-ı Velî
sultân efendi hazretlerine fart-ı muhabbetle muhib ve tarîkat-ı aliyyelerine hâlisâne
sâlik ve müntesib bulunmalarından mütevellid dil-i pür-neş'e-i ârifânelerinden
zuhûra gelen vâridâta ve sünûhât ve
hakk-ı fakîrânemde ani'l-ğıyâb perverde
buyurdukları muhabbet ve teveccühâtı mûcib-i şükrân bulunmuş ve terakkî-i feyz
ü ikbâl-i vâlâları duâsı huzûr-ı feyz-nüşûr-ı cenâb-ı Pîr-i dest-gîrde tezkâr kılınmıştır.
el-Bâkî hüve'llâh. 27 Hazîrân 1322/( 9
Temmuz l906)
ed-Dâî Post-nişîn-i Hânkâh-ı Hz. Pîr-i Müşârünileyh
eş-Şeyh Muhammed Atâullah b. Saîd"
(Mühür)
- - -
"Huzûr-ı ârifânelerine,
Fazîlet-meâb, ah-ı fi'llâhım
efendim.
Cerîde-i Sûfiyye'de cenâb-ı pîr-i dest-gîr, (kaddesa'llâhü sırrahü'l-azîz)
efendimizin şems-i tâbân-ı kemâllerinden bâhis ve mükaddime-i hâl-i
gavsiyyet-penâhîlerinden bir fasıl olmak üzere tezyîn-i sütûr ve tenvîr-i
uyûn-ı uşşâk buyurmalarından hâsıl
olan zevk u sürûr sâikasıyla ve gülistân-ı
Halvetîde bülbül-i şeydâ oldukları hüsn-i beyân
ve makâlât-ı ârifâneleri delâletiyle
hüveydâ olmaktan nâşî tezâyüd-i
aşk u şevk-i dil-âgâha medâr olmak
niyyet-i hâlısıyla bir aded, Mi'râcü'l-Beyân
takdîm olunmuş idi. Vâsıl-ı dest-i ârifâneleri
oldukda mûcib-i inşirâh-ı rûh ve bâis-i feyz u futûh olduğunu l Şubat 1329/(13
Şubat 1913) târîhli muhabbet-nâme-i ârifâneleri mübeşşir olduğundan fevka'l-âde
memnûn ve lutfen ihdâ buyurulan Vesîletü'n-Necât
dahi
bi'l-vusûl dâîlerini aynı hisle mütehassis kılarak, "Ol şarâb-ı
vahdetin mahmûruyum.” sırrınca mürg-i cân
nice zamân mest ü bî-hûş kaldığı ve o şevk ile daavât-ı hayriyye-i âşıkâneleri
pîş-gâh-ı kudsiyyet-iktinâh hiffet-i pîr-dest-gîri ref'-i bâr-gâh-ı ehadiyyet
kılındığı ma'rûz-ı risâle-i celîleden birer adedi teşne-gân-ı feyz-i
Muhammedî'ye tevzi' edilmiştir. Berâ-yı ziyâret Kastamonu'yu teşrîf
buyuracakları va'd-i âlîsiyle dil ü cânımız
muntazır ve mesrûrdur.
Bâkî muhabbet ve teveccühât-ı
kerîmânelerinin bekâsı niyâzımızdır.
Dil-âgâhım efendim. 11 Şubat 1329/(23 Şubat 1913)
el-Fakîr ed-Dâî Post-nişîn-i dergâh-ı
şerîf-i Hz. Pîr Şa'bân-ı Velî
eş-Şeyh Muhammed Atâullah b. Saîd"
Mühür
Kastamonu’da
Şa’bân-ı Velî hazretlerinin türbe-i şerifesinin muhtelif vaziyetlerde alınmış
resimleridir :
1.
Fotoğraf
Türbenin
arkadan görünüşü
2.
Fotoğraf
Türbenin sağ
tarafındaki sokaktan görünüşü, sağ cephesi.
3.
Fotoğraf
Türbenin
soldan görünüşü. Şeyhzâdesinin evvelinden alınmıştır.
4.
Fotoğraf
Türbenin
önünden görünüşü
5.
Fotoğraf
Hz.
Şa’bân-ı Velî’nin türbesinin bir tarafından görünüşü.
6.
Fotoğraf
Türbe
medhali.
7.
Fotoğraf
Türbe
hazîresinde Edhem Pertve Paşa’nın kabri.
Şa’bân-ı Velî Türbesi Planı ve Buradaki Yerlerin Listesi :
BURADA ŞEMA VARDIR
1- Kabr-i Şerîf-i Şeyh Şa’bân-ı Velî
2- Türbe,
3- Diğer Zevâtın Kabirleri,
4- Türbe Dâhilindeki Parmaklık,
5- Türbe Kapısındaki Camekân,
6- Mezarlık,
7- Bahçe,
8- Pencereler,
9- Kapılar,
10- Taş Merdiven,
11- Çeşme,
12- Oluk
13- Rafet
(?) Efendi Namıyla Ma’rûf Bir Adamın Kabri,
14- Havuzlar,
15- Edhem
Pertev Paşa’nın Kabri,
16- Minber,
17- Şeyhin
Camide Oturacağı Post,
18- Mihrab,
19- Şimdi mesdûd evvelce dervîşânın oturup sohbet
edeceği daire,
20- Şeyh Hânesi,
21- Bahçe,
22- Mutfak,
23- Minare,
24- İ’tikâf
Hücreleri,
25- Camiin Nihâyet …..,
26- Musallâ
Taşı,
27- Taşlık
Avlu,
28- Tahta
Parmaklık,
29- Cami ve
türbe ve saireyi tahdit eden iki metre irtifâında kalın kargir duvar,
30- Resim
Alınan Mahaller,
(.) nokta işareti ağacı müş’irdir.
Kastamonu Erkek Lisesi 10. sınıftan 67 numaralı bir talebe hediye
etmiştir.
- - -
Hû!
Es-Selâmü aleyküm aleyke yâ mürşid!
Selâmet-i ahvâliniz niyâz-ı dâimesiyle meşgûliyyeti
ba’de’l-arz selâm-ı mürşidânenizi hikmet … tekrîmen ahz ve kitâb
hakkındaki emrinizi hüsn-i telakkî eyledim. Onbir gün esîr-i firâş bulundum.
Âyât-ı kitâb-ı müstetâbı okumaktan mahrûm kalmakla berâber pek yakında tesellüm
edip Cidde’ye şeref-vüsûlünüz kısmetse vâsıl olduğundan “el-emrü fevka’l-edeb”
hikmete tebean her ne kadar keitâbı takdîm ettimse dec hatmiyle iktisâb-ı
füyûzât-ı ma’neviyye etmek emeliyle iâdesi istid’âsına cür’et ve muhtâcı bulunduğum
iltifât-ı mürşidânenizle ve duânızla da inhâ edilmekliğim mütemennâdır azîzim.
8
Eylül 1929
Bu cildi de tebyîze muvaffak buyuran Hz. Vâhibü'l-âmâle
arz-ı şükrân-ı firâvân ederim. Bunda, esâmî-i mübârekleriyle tezyîn-i sahîfe-i
i'tibâr eylediğim, zevât-ı âlî-şânın vâkıf oldukları esrâr-ı aliyye hürmetine
işbu eser-i fakîrânemi okumağa tenezzül ve rağbet buyuran ihvân-ı kirâmı ve
umûm ehl-i îmânı ve bu abd-i ahkar-ı kem-bidâayı iki cihân saâdetine mazhar
buyursun. Âmîn
bi-hurmeti Nebiyyi'l-emîn.
9 Zi'l-ka'de 1342 ve 12 Hazîran 1340 (1924), yevm-i
Perşembe, vakt-i gurûb.
[1] "Allâh'ın sana
ihsân ettiği gibi sen de ihsân et... " 28. Kasas sûresi, 77. (H)
[2] "Senin vücûdunun eti etim gibidir, cismin de
cismim gibi." (H)
[3] "Hâtûn" Türkce "katun"dan
muharrefdir. Moğolcadan alınmıştır. Elyevm, "kadın" imlâsıyla
yazılmaktadır. "Hanım" demektir. "Hanım" ta'bîri sonraları
kullanılmıştır.
[4] "Her şeyi
ancak Allâh yapar. " (H)
[5] “Hamd, bizi buna eriştiren Allah’a mahsustur. Eğer Allah’ın bizi hidâyete eriştirmesi
olmasaydı, hidâyete ermiş olamazdık (7. A’râf sûresi, 43). Salât ü selâm,
Allah’ın hidâyetiyle en çok sevdiğim zât olan ve mahlûkâtın en hayırlısı
bulunan Hz. Muhammed (aleyhi’s-selâm)’a, onun âline, ashâbına ve Allah’ın
inâyetiyle hidâyet üzere bulunan herkese olsun. Duâmız isekaraların ve
denizlerin sultânı olan, Sultân Selîm’in Sultân Süleyman’a, onun vezirlerine,
âlimlerine, sâlih zâtlara,, onun adâletle hükmetmesine yardımcı olanlar
içindir.
Hâlis ihvânımızdan bazı dostlarımız
ve bazı tâlipler, bize şöyle bir soru sordular : Bazı gençler, tasavvufa sülûk
edenlere mâni olunmasını istiyorlar ne dersiniz? Ben de bunun üzerine Cenâb-ı
Hak’tan yardım talep ederek, O’nun kitâbına istinâden ve Rasûlünün sünnetinden
istimdâd ederek şöyle cevap verdim…..” (H)
[6] “Şöyle bil ki : Bize sahâbenin icmâı, naklinde her asrın
icmâı ile nakledildiğinde bu mütevâtır hadîsin nakli gibidir ki, inkâr eden
tekfîr edilir. Fakat eğer bize meşur bir yol ile yahut sika râvîlerin, “Sahâbe
şu konuda icmâ ettiler.” şeklinde rivâyet edilmesi hâlinde ise bu, ilmi değil,
sâdece ameli gerekli kılar. Bunun inkâr eden ise tekfîr olunmaz. Ancak (bu tür
haberler de) kıyâsa takdîm edilir.” (H)
[7] Ulemâ-yı rüsûmdan çoğu bu salât-ı hasmâ'nın aslını tedkîk
edemediğinden mu’teriz bulunurlar. Halbuki Müstakîm-zâde hazretlerinin Tahkîku’t-Teslîm
nâm eserinde deniliyor ki : Mefâtîhu'l-Cinân'da, Evdahü's-Sübül'de
ve Şerh-i Şir’a’da, Seyyid Ali-zâde ve sâir müellifîn yazarlar : Yevm-i
mahşerde hasımlarına Hak telâlânın rızâsı içün bir âşûrâ günü dört rek'at namâz
kılsa ilk rek'atta ba'de'l-Fâtiha onbir sûre-i İhlâs ve ikincide ba’de’l-Fâtiha
bir kerre sûre-i Kâfirûn ve onbir kerre yine İhlâs ve üçüncüde ba'de'l-Fâtiha
bir kere sûre-i Tekâsür, onbir İhlâs ve dördüncüde ba'de'l-Fâtiha Âyete'l-Kürsî
ve yirmibeş İhlâs sûresi zammeylese, ahvâl-i kabrden tahlîs ve husemâsını rûz-ı
mahşerde rızâlandıra.
[8] "Bu, Allâh'ın
dilediğine verdiği fazlıdır." 57. Hadîd sûresi, 21. (H)
[9] Risâle-i Halvetiyye'de Hz. Merkez'den sonra mahdûmu Ahmed Efendi gösterilmiştir.
[10] Vaktiyle muhterik
olmuş, yerine câmi'-i şerîf yapılmış ise de yine muhterik olmuştur.
[11] Lütfi Paşa, bidâyeten sudûrdan iken dâmâd
olmuştur. 944/(1537)'de vezîr-i a'zam, 947/(1540)'de ma'zûl, 950/(1543)'de
Dimetoka'da âzim-i âhiret olmuştur.
Demek ki Hz. Merkez'in tezevvücü 950'den sonradır. Birlikte dokuz sene
muammer olmuşlardır.
[12] Yazar buraya bir
dipnot numarası koymuştur. Ancak ne yazdığı bunamamıştır. (H)
[13] Bu şahsın ismi yazılmış ve boşluk bırakılmış olduğu halde, herhangi bir
bilgi verilmemiştir. (H)
[14] "Her nefis
ölümü tadıcıdır." 3. Âl-i İmrâm sûresi , 185. (H)
[15] "Ey bütün
varlıkların yaratıcısı! Ey mülkün sâhibi! Ey Hayyolan! Ey herşeyi ayakta tutan!
Ey celâlet ve ikrâm sâhibi!" (H)
[16] "Keşke Muhammed'in
Rabbı, Muhammed'i yaratmasaydı.
" (H)
[17] Burada zikredilen eserler, aynı sahîfenın üst tarafında
anlatılan Şeyh Seyyid Muhammed Efendi'ye ait olarak zikredilmişti.
Burada tekrâr verildi. Bir yanlışlık
olmalı. (H)
[18] Bu
târih 1055 olsa gerektir. (H)
[19] “Ayrılık günü
olduğuna kesin olarak inandı.” (H)
[20] Bu manzûmede vezin kuruları çoktur. (H)
[21] "Allâh, seni iki cihanda azîz eylesin. " (H)
[22] Dörtlüğün ilk beyti
Şeyhü'l-İslâm Yahyâ Efendi merhûmun olduğuna dâir Hilmî Bey'in defter-i
hâtırâtında bir kayd gördüm. Şöylece muharrerdir :
Getir câm-ı sürûr-encâmı diller şâd-gâm olsun
Tamâm itdi bezl-i
gam sâkiyâ gam da tamâm olsun
Öyle anlıyorum ki, Hz.
Şeyh, tevârüd kabîlinden böyle söylemiş, altını da ilâveten ityân eylemiştir.
[23] Müellif burada
s.310'dan 327'e geçmiştir. (H)
[24] “Rasûlullâh aleyhi's-selâm şöyle buyurdu:
Mü'minler ölmezler. Bilakis fenâ yurdundan bakâ yurduna göç ederler.” (H)
[25] Bu manzûmenin vezninde problemler vardır. (H)
[26] Meşâyıh-ı salâtînin va’za me’mûr oldukları cevâmi’-i
şerîfe.
[27] Mustafa Safvet Efendi’yle ilgili bilgiler Sefîne’nin
340. sayfasında kenâra sonradan yazılmıştır. (H)
[28] Bu ibarenin
hesaplanmasından 1146 çıkmaktadır. (H.)
[29] Bu ibarenin
hesaplanmasından verilen tarih çıkmamaktadır. (H.)
[30] “Tarîkatın kutbu Abdullâh en-Nûrî vefât etti.” (H)
[31] “Burası Ahmedî tarîkının vârisi, Muhammedî hakîkatin
kâmili Şeyh Abdüehad en-Nûrî’nin mübârek kabridir.” (H)
[32] " Senden başka
hiç bir ilah yoktur.Seni tenzîh ve tesbih ederim. Doğrusu ben
zâlimlerden oldum." 21. Enbiyâ sûresi , 87. (H)
[33] “Bu mübârek zât, İstanbul'a yerleşmiştir. O aslen
Rumelili'dir. Ancak herhangi bir beldeye nisbetini bilmiyorum. O tarîkaten
Halvetî idi. kendisi ve Abdülmecîd-i Sîvâsî, ma'rifette, zühdde, salâh ve
takvâya itinâ gösteren iki arkadaştılar. Abdülvâhid, kuvvetli itikâda sâhip
kullardan idi. Kendisinin mürîdleri, zikir usûlü, va'z u nasîhatları vardır.
Bundan dolayı o, seçkinlerin seçkinidir. Vefâtı İstanbul'da 1061 senesindedir.”
(H)
[34] Birinci paragraftaki bilgi ile bu, birbirini nakz ediyor.
Burada bir yanlışlık olmalı. (H)
[35] İkinci ibarenin hesaplanmasından
1128 çıkmaktadır. (H)
[36] İbarenin
hesaplanmasından verilen tarih çıkmamaktadır. (H)
[37] Sayfa numarası müellif tarafından böyle konulmuştur. (H)
[38] "Ey huzur içinde olan nefis! Sen Rabb'inden râzı, Rabb'in de senden
râzı olarak O'na dön. " 89. Fecr sûresi, 27-28. (H)
[39] "Her nefis
ölümü tadacaktır." 29. Ankebût sûresi, 57. (H)
[40] "Sonra hepiniz O'na döndürüleceksiniz." 29.Ankebût sûresi, 57. (H)
[41] Bu mısra’ şiir
usûlüne göre ahîren bu şekle ifrâğ olunmuştur : Hakâyık âleminde sâhib-i zâd
olmak istersen
[42] "Muhakkak
Allâh, peygamberine rahmet bahşeder, melekler de onun için duâ ederler. Ey
îmân edenler! Siz de ona salât u selâmda bulunun ve ona tam bir teslîmiyetle
boyun eğin. " 33. Ahzâb
sûresi. 56. (H)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar