Print Friendly and PDF

Sefîne-i Evliyâ Evliyâ-yı Ebrâr Şerh-i Esmâr-ı Esrâr 5

Bunlarada Bakarsınız




SÜNBÜLÎLER FASLI

/242/ CENÂB-I PÎR-İ DEST-GÎR YÛSUF SÜNBÜL SİNÂN

Ey mahrem-i esrâr-ı Hudâ Hazret-i Sünbül

Ey bülbül-i gülzâr-ı bakâ Hazret-i Sünbül

Ey mahzen-i irfân u vefâ Hazret-i Sünbül

Ey derd-i mürîdâna devâ Hazret-i Sünbül

Hz. Sünbül nâm-ı latîfi yâd olundukça kalb-i fakîrânem ihtizâza gelir. Ezelî bir muhabbetin ebedî bir âşinâlığın mahsûlü olmak lâzım gelen bu hâlin lisân-i kâl ile tasvîre sığmaz. A'mâk-ı rûhumdan kopup gelen sürûşân-ı aşk ile onu medh edebilmek için bahse nereden başlayacağımı ta'yînde ızhâr-ı âsâr-ı hayret ederim. İsmi gibi kendi de güzel, cismi gibi râyiha-i ma’neviyyesi bî-bedel olan o sultân-ı urefânın bâb-ı ihsânında boynunu bükmüş bir gedâyım. Nesîm-i feyzi her dakîka dil ü cânımı okşar. Onun şefkat ve kerem ve merhameti öz babanın şefkat ve kerem ve merhametinden kıyas kabûl etmeyecek derecede bâlâ-terdir.

Ounun türbe-i latîfesini henüz kundakta iken başlayan ziyâretim sinnimin terakkîsi  nisbetinde kalb-i dervîşânemde ne derin intibâ'lar bırakmış ki o muhteşem merkad-i mübârekinin azameti, o sandukanın ve siyâh destârlı tâc-ı münîfinin menkûş-ı hâtıra-i dâimem olan câzibe-dâr heybeti her gün, her dakîka pîş-gâh-ı hurmet ü hasretimde revnak-efzâdır.

Çocukluk hayâtında Sünbül isminden istidlâlen türbe pencerdesinin önünde iken içeriden sünbül kokusu gelecek diye koklar, hakîkaten sünbül kokusu alırdım. O hâl ne derece cânıma te'sîr etmiş ki, şeyhûhate teveccüh eden bu hâlimde bile o neş'e-i tufûliyyetin bakıyye-i âsârını görerek o kokudan hisse-mend oluyorum.

Meşâmm-ı cânımı ta'tîr iden bû-yı latîfindin

Serîr-i kalbime zînet viren cism-i şerîfindir

Hakâyık mülkünün kutb-ı ferîdi Hazret-i Sünbül

Bu abd-i ahkarı meftûn iden isr-i nazîfindir

Her ne zamân ziyâretini kasd etsem o dakîka hayâlât-ı latîfesi cânıma te'sîrini gösterir.

/243/ Ravza-i irfânına yaklaştıkca teheyyücât-ı kalbiyyem yüz gösterir, huzûr-ı saâdetine vuslatta kendimden geçerim. Vüs'at-i tasarrufiyle bu abd-i rû-siyâhını şeydâlık âleminden kurtarır. Selâmet-i huzûr ile neş'e-yâb eyler.

Ey kâfile-i hâfile-i tarîkat u hakîkatın serdâr-ı kerâmet-gerdârı Hz. Sünbül! Senin âşıkın, bende-i sâdıkın olan Vassâf-ı bî-evsâfına esrâr-ı feyzini ihsân et. Onu uluvv-ı himmetinle bu girdâb-ı mâ-sivâdan çek, kurtar. Zümre-i nâciye-i makbûleye idhâl et. Sen Hz. Vâhibü'l-âmâlin mergûbu, cenâb-ı risâlet-penâh-ı a'zamın makbûlü bir veliyy-i zî-şânsın, makâm-ı nâzdasın. Her sözün mazhar-ı hüsn-i kabûl olur. Bâb-ı in'âmına gelen bir fakîri reddetmek senin şânından değildir. (وَأَحْسِن كَمَا أَحْسَنَ اللَّهُ إِلَيْكَ)[1]   

                                         Destûr Yâ Hz. Pîr

                        Gavs-ı yektâ-yı zamândır Hazret-i Sünbül Sinân

                        Nûr-ı çeşm-i âşıkândır Hazret-i Sünbül Sinân

                        İlm-i zâhir ilm-i bâtın menbaı olmuş idi

                        Muktedâ-yı ins ü cândır Hazret-i Sünbül Sinân

                        Va'z u tefsîrde nazîrsiz âlim ü fâzıl idi

                        Mürşid-i hikmet-zebândır Hazret-i Sünbül Sinân

                        Merkad-i pâkinden envâr rû-nümâ olmakdadır

                        Rûşenâ-yı bahş-ı cândır Hazret-i Sünbül Sinân

                        Gel huzûr-ı pâkine ta'zîm ile âşık isen

                        Mültecâ-yı âşıkândır Hazret-i Sünbül Sinân

                        Bû-yı rûhâniyyeti uşşâkı mest itmekdedir

                        Sünbül-i bâğ-ı cinândır Hazret-i Sünbül Sinân

                        Gönlümü dâim füyûzıyla münevver eyliyor

                        Feyz-bahş-ı ızz ü şândır Hazret-i Sünbül Sinân

                        Öyle bir pîre muhabbetle gönül oldu fahûr

                        Bir hayât-ı câvidândır Hazret-i Sünbül Sinân

                        Hâsılı bir mürşid-i irfân-penâh âlî-tebâr

                        Dest-gîr-i sâlikândır Hazret-i Sünbül Sinân

                        Âsitân-ı Sünbülî'nin oldu Vassâf  çâkeri

                        Mürşid-i bî-çâregândır Hazret-i Sünbül Sinân

            (Bu manzûme) Levha hâlinde türbe-i muazzama-i Hz. Sünbül'de âvihte-i mevki'-i ihtirâmdır. Cenâb-ı Hak cümlemizi mazhar-ı şefâatleri buyursun. Âmîn bi-hurmeti nebiyyi'l-emîn.

Hz. Sünbül'ün terceme-i hâlinden bahs edelim :

/244/ Tarîkat bâğında bülbül, zikr ü tevhîd ile dâimâ eyleyen gulgul Hz. Şeyh Sünbül, meşâyıh-ı kirâm ve evliyâ-yı ızâmdan bir zât-ı âlî-kadr olup, şu'be-i Halvetiyye'den olmak üzere Sünbülî tarîkının vâzıı ve pîr-i muhteremidir.

İsm-i âlîleri Yûsuf, pederleri Ali, onun pederi Kaya Bey'dir. Lakabları Zeyneddîn, şöhretleri ise Sünbül Sinân'dır. Hâfız Hüseyin-i Ayvansarâyî, "Sinâneddîn" diye kayd etmiştir.

Maskat-ı re'sleri Merzifon'dur. İbtidâ-yı tahsîlleri Merzifon'dadır. Ba'dehû Isparta'ya gelip, Efdal-zâde'den ve sâir ulemâdan ulûm-ı âliye vü êliye tahsîl ile, ilm-i tefsîr ü hadîs taallüm etmiştir. Şerh-i Mevâkıf'ı ezberine alacak derecede erbâb-ı dehâ vü irfândan olduğunu âleme göstermeğe başlamıştı.

İstanbul'a geldiklerinde burada da tahsîle devâm ârzûsu üzerine medrese-nişîn olmuşlardır. Fakat hangi medresede oturdukları hakkında âsâr-ı eslâfda bir kayda dest-res olunamamıştır. Ancak İstanbul'da Samatya'da, Arapkuyusu nâm mevki'de Hacıhüseyinağa Câmi'-i şerîfinin bir odasında, alâ-rivâyetin, minberinin sağ tarafındaki köşede ikâmet ettikleri mütevâtirdir. Hattâ burası elyevm Sünbülî tekkesi hâlindedir ki, müşârünileyhin o hâtırasını te'yîd ve şahs-ı kıymet-dârına ta'zîm maksadıyla icrâ-yı âyîn-i tarîkata cilve-gâhdır. Fi'l-hakîka azîm rûhâniyyete mâlik bir mahall-i ferah-fezâdır.

Menâsıb-ı ilmiyyeye münhemik oldukları bir sırada tarîk-ı Halvetî'ye intisâb ile mâ-sivâdan i'râz buyurmuşlardır. Âtîde arz u tafsîl edeceğim vak'a üzerine Cemâl-ı Halvetî hazretlerine intisâb edip, nice seneler mücâhedât ve riyâzât ile tasfiye-i bâtında bulunmuşlar ve zer-i sâfî olmuşlardır. Darb-hâne-i aşk-ı ilâhîde, onun nâmına sikke-i tarîkat basılmış, kutb-ı devrân olduğu âleme şâyı' olmuştur. Hz. Sünbül öyle bir sultân-ı zî-şân-ı ma'nevîdir.

                        Ma'rifet bâğı içre Şeyh Sünbül

                        Açılup olmuş idi san bir gül

                        Gül gibi arz idince ruh-sârın

                        Her gören olur idi hoş-bülbül

/245/ Hz. Sünbül, mukaddemleri tarîk-ı sûfîye mu'teriz ve müteacciblerden idi. Şeyhe sûret-i intisâbları ve "Sünbül" diye şöhret-yâb oluşları, pek güzel bir hâdisedir. Şöyle ki :

Cemâl-i Halvetî hazretlerinin ahıbbâsından bir zât Sünbül Efendi ile bir medresede bulunurlar imiş. Hz. Sünbül, arkadaşının sıkca sıkca bir şeyhin meclisine gittiğini gördükte, "Acâib, sen böyle zelle-bend-i sûfîlerden ne ümmîd ediyor da gidiyorsun, biz de bilsek." diye latîfe yollu ta'rîzda bulunurlar imiş. Mukadderât-ı ilâhiyye, bir gün Hz. Sünbül, arkadaşıyla yolda giderlerken Cemâl-i Halvetî hazretlerine tesâdüf ederler. Hz. Sünbül, Hz. Cemâl'i ilk def'a gördüğünden, "Bu zât kimdir?" diye sormuş. Arkadaşı, "İşte benim azîzim, şeyh-i âlî-himmetim budur." diye göstermiş idi.

Hz. Şeyh siyâh amâme sarmış, siyâh cübbe giymişlerdi. Onun câzibe-i hüsn-i cemâli, Hz. Sünbül'ü meczûb etmiş idi. Siyâh amâme, siyâh cübbe, dil-firîb bir sîmâ, câzibe-dâr bir vaz', Hz. Sünbül'de insilâb-ı ihtiyâra sebeb olmuştu. Meşhûr, "İnkâr ikrârı müstelzimdir." Hz. Sünbül'de, o anda meyl ü muhabbet zuhûra geliverdi. "Mahbûb-ı Hudâ olanı bir pîre çekerler." denilmesi ne büyük hakîkattir. İsti'dâd-ı ezelî îcâbıdır.

Hz Sünbül, arkadaşıyla Hz. Şeyh'in peşine düşerler. Meclis-i pür-enverlerinde hâzır olurlar. Esnâ-yı va'zda, lisân-ı hakâyık-beyânlarından zuhûr eden esrâr ile ferah-yâb olmuş idi. Sevk-ı kelâm ile huzzâra hitâben Cenâb-ı Cemâl, "Tâlib-i müsteiddi mürşide ister istemez vâsıl ve bir nazarla maksûdunu hâsıl eylerler." buyurup, Hz. Sünbül'e bir nazar eylemesiyle, derhâl dûçâr-ı vecd ü istiğrâk eder. Hz. Sünbül, dersin hitâmına kadar hâl-i mestîde kalır.

                       

                        Ne nazardır o nazar toprağı altun eyler

O zamân Cemâl-i Halvetî hazretleri, huzzâra hitâben, "Getürün benim münkir Sünbül'ümü, cübbesini ben kendi elimle giydereyim." buyurmasıyla, derhâl huzûr-ı Hz. Şeyh'e ihzâr olunmuştur.

Hz. Cemâl'in bu sözünden istidlâl olunur ki, Hz. Sünbül'de o ilk nazar netîcesi ne kadar şeydâlık zuhûr etmiş de, cübbesi üzerinden düşmüş; onu Cemâl-i Halvetî giydirmiştir. İşte "Sünbül" lakabı bu târîhden sonra alem oldu.

/246/ Huzûrda şeyhinin mübârek elini öpmüş ve arz-ı bey'at eylemiştir.

                        Ne bey'atdir bu bey'at kim bütün ins ü melek hayrân

O gece Hz. Sünbül, âlem-i menâmda, halk-ı âlem bir kuyunun başına toplanmışlar, kimi kendi kovasıyla kimi âharının muâvenetiyle su çıkarıyor. Hz. Sünbül de içmek murâd ediyor. Derhâl kuyunun suyu tereffu' eyliyor. Kovaya ihtiyâc husûle gelmeden kana kana su içiyor görür. Ale's-sabâh, huzûr-ı şeyhe varır. Bu rü'yâyı arz edince, "A benim Sünbül'üm füyûzât-ı ilâhiyyeyi başkaları birçok mihen ü meşekkatle ele getiriyor. Halbuki size kolaylıkla müyesser olmuş. Bu hâli niçin meydâna çıkarmıyorsun?" buyurmasıyla, artık Hz. Sünbül, menâsıb-ı dünyâ meylinden kat'iyyen rû-gerdân olup, öyle bir deryâ-yı mücâhedeye daldı ki, netîcesinde :

                        "Riyâzetle olup ma'nâya vâsıl

                         Murâdı her ne ise oldu hâsıl "

sırrını buldular. Şeyhiyle artık, (لحمك لحمى جسمك جسمى)[2] sırrı nümâyân oldu. Şeyhi Hz. Sünbül'ün hücresine gelir, müşkili oldukca halleylerdi ve "Mevlânâ, bizi bu gece uyutmadın." diye mülâtefe buyururlardı.

Reviş-i hâlden, Hz. Sünbül'ün bu sıralarda Kocamustafapaşa Hânkâhı'na zînet-fezâ oldukları istidlâl olunur.

Üç sene mücâhedât-ı azîmede bulundular. Dördüncü senesinde sırr-ı Muhammedî kendilerinde de tecellîye başladı, nâil-i hilhafet oldular. Hz. Şeyh, "Başkalarının kırk senede elde edeceği kemâli, Sünbül'üm üç senede ele getirdi." diye, mübâhât buyururlar imiş.

                        Gülşen-i halvet-sarâyın bülbülü Sünbül Sinân

                        Gül-sitân-ı vahdetin ahmer gülü Sünbül Sinân

                        Âlem-i âfâkdan geçmiş  taayyün eylemiş

                        Hâle-i bedr-i velâyetdir celî Sünbül Sinân

                        Ravza-i anber-şemîminden kerâmet müsteşem

                        Veche-i nûr-ı hidâyet kâkülü Sünbül Sinân

                        Ehl-i zevka câ-be-câ hân-ı nevâli münbasıt

                        Bâreka'llâh mazhar-ı sırr-ı Alî Sünbül Sinân

                        Teşnegâna su gibi cârî zülâl-i himmeti

                        Mürdegâna cân virir feyz-i velî Sünbül Sinân

                        Çâresiziz bizlere muhtâc-ı lutfuz el-meded

                        Sâye-pîrâ-yı tarîk-ı Sünbülî Sünbül Sinân

      

/247/ Hz. Sünbül, şeyhinin emri üzerine neşr-i tarîk için Mısır'a azîmet ve müddet-i medîde ikâmetle nice cânlar uyandırmış ve ulemâ-yı Mısr'ın hürmet ü ihtirâmına mazhar olmuş idi. Bu esnâda Cemâl-i Halvetî hazretleri hacca niyyet eylediği cihetle, Hz. Sünbül'ü İstanbul'a celb ile, kerîmeleri Safıye Hatun'u[3] tezvîc ederek, kesb-i sıhriyyet etmiş ve postuna ik'âd ile, kendisi Hicâz'a âzim olmuştur ki, 899 sene-i hicriyyesine (1494)  müsâdifdir. Sinn-i şerîfleri otuza bâlığ idi.

Velâdetleri, bir eserde 866/(1462) gösterilmiş ise de, 869/(1464-65) olmak lâzım gelir.

Dîger bir rivâyete göre, Cemâl-i Halvetî hazretleri, Hz. Sünbül'ü İstanbul'dan Şam'a davet etmiş ve Şam'a muvâsaletinde şeyhi irtihâl eylediğinden mülâkât nasîb olmamıştır. Hz. Sünbül, yalnız olarak ziyâret-i Haremeyn'e muvaffak olarak İstanbul'a avdet buyurmuşlardır.

İstanbul'da Kocamustafapaşa Hânkâhı'nda tamâm otuzüç sene seccâde-nişîn-i reşâdet olup, âhir-i ömürlerine kadar neşr-i feyz ederek şöhreti âfâkı tutmuştur. Onsekiz sene arkasını yere koyup, yatmamış, o mertebe mücâhedede bulunmuştur. Gülistân-ı irfânda onun gibi bir gül yetişmemiştir.

Ömer-meşreb, kavî-mezheb, celâli gâlib, ehl-i salâbet ü celâlet bir zât-ı âlî-kadr idi. Salât-ı navâfile riâyeti şedîd olup, sünen-i seniyye-i Muhammediyye'ye mütâbeatte azm-i kavî sâhibi idi. Çile-hânesi el'ân hüsn-i muhâfaza edilmiştir. Azîm rûhâniyyet vardır. Meydân-ı mübâhesede karşısına kimse çıkamazdı. Asrında şeyhlerin sultânı olduğu gibi, dünyâya aslâ i'tibâr etmez, fukarâ gayretini çeker, mücâhede ve müşâhededen telezzüz eyler idi.

Kendileri ehl-i devrân u semâ' idi. "Her ne vakit semâa gelseler, câmi'-i şerîfin kubbesinin ma'nen ref' olup, semâda melâike-i kirâmın devrânlarını, ehl-i kemâl müşâhede ederlerdi." diye Seyyid Seyfullâh Efendi hazretleri, Câmiu'l-Avârif'inde yazıyor.

Şâire Leylâ Hanım'ın Dîvân'ından :

                       el-Emân üftâdegâna eyle lutfun râyegân

                       Kıl meded bî-çâreyim Yâ Hazret-i Sünbül Sinân

                       Dergehinden kesb-i feyz itsün gürûh-ı âşıkân

                       Kıl meded bî-çâreyim Yâ Hazret-i Sünbül Sinân

                      

                       Pek perîşân oldu ahvâlim dil-i gümrâh ile

                       Geçmesün bî-hûde ömrüm bu figân u âh ile

                       Halka-i tevhîde ilhâk eyle zikru'llâh ile

                       Kıl meded bî-çâreyim Yâ Hazret-i Sünbül Sinân

                      

                       Dergehindir hâlini züvvâr takdîr eylesün

                       Himmetin şâhâ dil-i vîrânı ta'mîr eylesün

                       Bû-yı enfâsın dimâğ-ı cânı ta'tîr eylesün

                       Kıl meded bî-çâreyim Yâ Hazret-i Sünbül Sinân

                      

                       Hâk-pâ-yı Mevlevî'yim gelmişim dergâhına

                       Eylerim Molla Celâl'in aşkına lutfun recâ

                       İltimâsım itme red ey Sünbül-i bâğ-ı vefâ

                       Kıl meded bî-çâreyim Yâ Hazret-i Sünbül Sinân

                      

                       Mazhar itmek lutfuna bir iş mi abd-i ahkarı

                       Himmetin ihyâ ider Leylâ gibi bin kem-teri

                       Sünbül-i bâğ-ı hakîkat Halvetîler serveri

                       Kıl meded bî-çâreyim Yâ Hazret-i Sünbül Sinân

                      

                      

/248/ Müddet-i meşîhatleri otuzüç sene olup, onbeş senesi Sultân Bâyezîd-i sânî, sekiz senesi Yavuz Sultân Selîm ve on senesi Kânûnî Sultân Süleymân zamân-ı saltanatına müsâdif olup, her üç pâdişâhın fevka'l-âde hürmet ü muhabbetini görmüş, her biri Cenâb-ı Şeyh'in ziyâretine şitâbân olmuştur.

      

Lemezât nâm eser-i kadîmde mütâlaa eylemiştim :

Sultân Selîm taht-ı Osmânî'ye câlis oldukta, Bursa'da defîn-i hâk-i gufrân olan ecdâd-ı ızâmını ziyâret ârzûsuyla ol cânibe sefer etmiştir. Maiyyetinde sadrazam Koca Mustafa Paşa'yı bulundurup, bir gün türbeleri ziyâret sırasında Sultân Cem'in türbesine dâhil olduğu zamân, "Amucam Sultân Cem'i bi-gayr-i hakkın tesmîm ettin."  diye paşaya gazab edip, derhâl i'dâm ettirmişlerdir.

Koca Mustafa Paşa, efrenciyyü'l-asldır. Sultân Bâyezîd-i sânînin hâs bendelerinden idi. Fâtih Sultân Mehmed'in oğlu ve Sultân Bâyezîd'in birâderi "Sultân Cem, bir gün olur saltanatı benim elimden alır." diye Bâyezîd'in nazar-ı istirkâbinâ uğrayıp, bunu tesmîm ile izâle-i vücûduna karâr verir. Roma'da ihtiyâr-ı uzlet eden zavallı Sultân Cem'in ol sûretle izâle-i vücûdu maksadıyla emîn-i hâssı olan Koca Mustafa Paşa'yı Roma'ya i'zâm eder. Sahâif-i tevârîhde an'anesiyle mezkûr olan bu mes'elenin  burada yeri yoktur.

Paşa, (Roma'ya) gider, o hizmeti görür; mazlûm Cem'in sebeb-i şehâdeti olur. Sultân Selîm, amcası Sultân Cem'in uluvv-i ka'b u kemâlâtına, âlem-i edebiyyâtta mevki'-i mümtâzına, dûçâr olduğu felâketin derecâtına karşı kalbinde pek ziyâde hisler taşıdığından Koca Mustafa Paşa'yı i'dâm etmesi, o mel'aneti ihtiyârına karşı bir cezâ-yı ilâhîden başka bir şey değildir. (لافاعل إلا الله)[4] sırrının zuhûrudur.

Koca Mustafa Paşa, Roma'dan avdetinde hıdmet-i menhûsesine mükâfeten rütbe-i vezâretle Rumeli Eyâleti'ne nasb olunmuş ve 917/(1511)'de Hersek-zâde Ahmed Paşa yerine mesned-i sadârete ta'yîn kılınmıştır. Yavuz Sultân Selîm, cülûslarında onu mevki'-i sadârette ibkâ eylemiş ise de, Şehzâde Ahmed Hân ile muhâbere ve münâsebeti olduğu nezd-i pâdişâhîde tahakkuk etmekle Bursa'ya nefy olunarak bu sırada pâdişâhın maiyyetinde türbelerin ziyâretinde bulunmuştur. Sultân Selîm, Sultân Cem'in tesmîmi mes'elesini vesîle ile i'dâm ettirmiş idi. Bursa'da Pınarbaşı Kabristânı'nda medfûndur. İrtihâli 919/(1513) târîhine müsâdifdir. /249/ Hânkâh-ı Hz. Sünbül'ün bânîsi olmakla berâber, Bursa'da Kalender-hâne civârında bir câmi'-i şerîfle bir medrese binâ eylemiştir. Sâir hayrât u hasenâtı vardır.

İstanbul'a avdet eden Sultân Selîm, Koca Mustafa Paşa'nın inşâ-kerdesi olan imâret ve câmiin esâsından tahrîb edilmesi gibi, gayz ü hiddetini izâle edemeyecek emirler vermiştir.

Hz. Sünbül, bu sırada Kocamustafapaşa Hânkâhı'nda irşâd-ı ibâd ile meşgûl idi. Câmi' denilen tevhîd-hâne, ehl-i zikre cilve-gâh idi. Emr-i pâdişâhîyi yerine getirmek üzere buraya gelenler, Hz. Sünbül'ün heybet ü rûhâniyyetinden, birşey yapmağa muvaffak olamadan avdet ettiler. Bu hâl pâdişâhın mesmûu oldukta, hiddetlerinin bir kat daha feverânını mûcib olup, bi'z-zât kendileri gidüp, vâkıf-ı hakîkat olmağa karâr verdiler. Keyfiyyet Hz. Sünbül'e ismâ' olunur.

Hz. Sünbül, siyâh sarık sararlar, kemâl-i edeb ü ta'zîm ile Hz. Pâdişhah'ı istikbâle çıkarlar. Karşı karşıya geldikleri zamân nazar-ı yek-dîgerine mün'atıf olur. Pâdişâha bir hâl gelir. Ne maksadla oraya şitâbân olduğunu unutur. Hz. Sünbül'ün hâl-i ma'nevîsi ona te'sîr eder, nasıl ızhâr-ı muhabbet edeceğini ta'yînde ızhâr-ı hayret eyler, Ba'de'l-musâfaha hânkâhı teşrîfe rağbet buyururlar. Hz. Sünbül'ün bezm-i sohbetinden lezzet-yâb olur. Cenâb-ı Sünbül bir münâsebet getirerek, "Pâdişâhların ahdi yerini bulmak lâzımdır. Maksad-ı şâhâneniz husûle gelmek üzere, hiç olmazsa medrese odalarının ocaklarının tepeleri hedm ettirilsin." diye arz-ı hâl edince, Hz. Pâdişâh, Cehâb-ı Şeyh'in bu derece-i siyâset ü kiyâsetine meftûn ve hâlinden cidden memnûn olup, derhâl arkasındaki sûf kaplı samur kürkünü çıkarıp, Hz. Sünbül'e kendi eliyle giydirmiştir. Maiyyet-i pâdişâhîde bulunanlar bu hâle şaştılar, kaldılar. Şiddet ü hiddetine, metânet-i azmine nazaran, tamâmen zıddı bir hâlin zuhûrunu görenlerden ve nedîmlerden biri, cür'etle istîzâhda bulununuca, Hz. Pâdişâh, "Şeyhin iki tarafında arslanlarla iki adam duruyor gördüm. Havf u hicâb husûle geldi." buyurmuşlardır.

Yine menkûldür ki, Sultân Selîm, Şam'da bulunduğu zamân Câmi'-i Emeviyye'de bir mu'tekif /250/ zâta müsâdif oldular. Sohbet ettiler. Mazanna-i kirâmdan ve mutasarrıfînden olan o zât, Mısır fethini tebşîr eyledi. Kutb-ı zamâna mülâkî kıldı. Vedâ' sırasında, "Acabâ İstanbul'da da bu mertebede kimse var mıdır?" diye gönüllerinden geçirince, "İstanbul'da Sünbül Sinân vardır, gaflet olunmasın." diye pâdişâhı merâktan kurtarmışlardır.

Hz. Pâdişâh, Mısır fethinden avdetinde İstanbul'da Hz. Sünbül'ün ziyâretlerine şitâbân olduklarında Hz. Şeyh, keşf-i râz ederek, "Şam'daki şeyhin beyân eylediği Sinân duâcıları bu âcizinizdir." buyurunca, vak'a pâdişâhın hâtırına gelmiş, bir kat daha hürmetini artırmıştır. Enfâs-ı kudsiyylerinden istifâza buyurmuşlardır.

Sultân Süleymân-ı Kânûnî dahi hürmette kusûr etmemiştir. Beynehumâda çok sohbetler, muhabbetler cereyân eylemiştir.

Hz. Sünbül, cum'a günlari ba'zan Fâtih, ba'zan Ayasofya cevâmi'-i şerîfesinde va'z eder ve ba'de'l-va'z müstemiîn ile zikru'llâh edip, devrân bile eylerler imiş. Gürûh-ı müteassıbîn bu hâli çekemediler. İ'tirâza başladılar. Husûsiyle içlerinden ve ulemâdan Sarıgezer ve Muslihuddîn nâm zâtlar, bunu men'e kalkıştılar. Ulemâ iki fırka oldu. Bir kısmı Hz. Şeyh'e taraf-dâr, dîger kısmı aleyh-dâr ve garaz-kâr olmuştur. Hattâ müftiyü's-sekaleyn İbn-i Kemâl hazretleri bile dervîşlerin semâına bir şey demeyip, mebhût u mütehayyir olduklarından, Hz. Sünbül, bir kerâmet-i mahsûsasıyla müşârün ileyhi ilzâm buyurmuşlardır.

      

Yine Lemezât'ta muharrerdir :

Birisi İbn-i Kemâl'den bir garîb iş için istiftâ eyler. İbn-i Kemâl, birçok tetebbuâtta bulunur, fetvâ veremez. Daha doğrusu fetvâ vermeğe bir giriz-gâh-ı şer'î bulamaz. Biraz sonra tazyîk edildiğinden hâl-i ıztırâbda kalır. Bir gün tecdîd-i vudû' için halâya gittiğinde mes'ele feth olmasıyla sevincinden üç def'a halâda semâ' eylemiştir. Bu hâline tabîî kendinden başka kimse vâkıf değildir. İstenilen fetvâya bir giriz-gâh bulamamak, mütebahhir geçinen bir âlim için pek ağır bir mes'ele idi. Sevinmesi izzet-i nefsi nokta-i nazarından tabîî idi.

Hz. Sünbül, kuvvet-i mükâşefe ile bu hâle muttali' olduğundan, derhâl hâne-i Şeyhü'l-İslâmî'ye /251/ giderek, "Semâ' helâl midir, harâm mıdır?" diye suâl etmişler. Onlar, "Mubâh değildir demek semtine zâhib olanlardanız." demeleriyle, Hz. Sünbül, sırran kulaklarına eğilip, "Umûr-ı dünyeviyye için bir mes'elenin fethinde bî-tereddüd semâ' etmek câiz ola ve buna mecbûriyyet husûle gele de, fukarâ-yı bâbu'llâh'ın merâtib-i uhreviyye husûlünde tahammül edememelerinin netîcesi, onlar ma'zûren semâ'-ı devrân ederlerse, onu kabûl etmemek şart-ı insâf değildir, zannederim." diye işrâk-ı zamâyir buyurmuşlardır.

İbn-i Kemâl, mebhût u mütehayyir olarak, bir daha sûfiyyûna dahl etmeyip, her işlerine kâil olmuşlar ve hattâ Hz. Sünbül'ün meclis-i sohbetinden ayrılmamışlardır. Hattâ Cenâb-ı Sünbül'ün âlem-i cemâle intikâlinde kemâl-i teessüründen bir kasîde söyleyip, el'ân çini levha hâlinde, türbelerinin muvâcehe penceresinin sol tarafında âvîhte-i mevki'-i ihtirâmdır.

Muârızlar semâın gayr-i câiz olduğuna dâir İbn-i Kemâl'den sûret-i mutlakada fetvâ istemişler; hattâ semâın bid'at ve hurmetine dâir fetvâ müsveddesi yazıp İbn-i Kemâl'e takdîm ile, bunun tasdîki için musır olmuşlardır. Hz. Sünbül, bunu haber alınca aslâ müteessir olmayıp, "Hz. Fahr-i âlemin bir tebşîriyle biz onlara gâlib geleceğiz." diye, mürîdân ve muhibbânını mübeşşer eylemişlerdi.

İbn-i Kemâl, onların yazıp, berây-ı tasdîk kendine tevdî' ettikleri fetvâ sûretini amâmesinin arasına sokup, sabâh namâzını edâ kasdıyla câmi'-i şerîfe gider. Ba'de-edâ-yı salât, Şeyh Hacı Mahmûd Efendi isminde bir zât, İbn-i Kemâl'in yanına sokularak, taraf-ı celîl-i nebevîden ba'zı şeyler teblîğine me'mûr olduğunu bildirince İbn-i Kemâl hazretleri, hemân ta'zîmât-ı mahsûsa ile önünü kavuşturup, "Ne emir buyurdular?" suâline karşı, "Bizim tarîkatımızla ulemâ-yı şerîatımız arasında nifâk u şikâk edenlere i'timâd sezâ değildir. Ulemâya elyak olan onlara eşfak olmaktır. Eğer rızâmızı râcî ve iki âlemde nâcî olmak isterlerse ol fetvâdan ve ol sevdâdan vaz geçsinler." buyurdular demesiyle, İbn-i Kamâl, "Emr onlarındır." diyerek nev'an bu sözün sıhhatine burhân göstermesini Şeyh Hacı Mahmûd Efendi'den taleb edince, "Evet, bu bizim hâtırımıza geldi, nişâne istedim. 'Sana burhân ve onlara sebeb-i  îkân olmağa nişân, ol fetvâ, amâmesinin önünde sokuludur, kendi elinle al.' buyurdular." diyerek İbn-i Kemâl'in sarığının pîşinden eliyle fetvâyı çıkarıverince, /252/ bir gün İbn-i Kemâl hazretleri her iki tarafı da'vet ile musâfaha ettirmişlerdir.

Esâsen bu vak'adan evvel Fâtih Câmi'-i şerîfinde bir cem'iyyet-i azîme teşekkül edip, Hz. Sünbül da'vet olunmağla cereyân eden mübâhasede delâil-i muknia serdiyle cümle muârızları iskât eylemişlerdi.

Bunun üzerine Hz. Sünbül, semâ' ve devrânın hak olduğuna dâir, Risâle-i Tahkîkîyye nâmıyla bir eser yazıp cümle ulemâ ve sulehâya ve bâ-husûs İbn-i Kemâl hazretlerine imzâ ve tasdîk ettirmişlerdir. Bu eserin aslı bir harîkta yanmış imiş. Sûretleri Fâtih'de Millet Kütüphânesi'nde ve Vefâ'da Âtıfbey Kütüphânesi'nde vardır. Arapça yazılmıştır. Tercümeleri de vardır. Vefâ'da Âtıfbey Kütüphânesi'nde, tasavvuf kısmında, Risâle-i Türkiyye li-Hz. Sünbül Efendi diye, 1398 numarada bir eser gördüm. Mütâlaa ettim. Devrân ve raks hakkında olup, Risâle-i Tahkîkıyye tercümesi olduğunu anladım. 1028/(1619)'de yazılmıştır. Kim tercüme etmiş mechûldür.

(Risâle-i Tahkîkıyye'nin) mukaddimesiyle nihâyetini teberrüken nakl ediyorum :

"الْحَمْدُ لِلّهِ الَّذِي هَدَانَا لِهَـذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِيَ لَوْلا أَنْ هَدَانَا اللّه"؛ والصلاة والسلام على خير خلقه محمد الذى سيهدى إلى الحق بهداية الله وعلى آله وصحبه والهاديين المهتديين بعناية الله؛ والدعاء التام على الدوام لسلطان السلاطين سلطان البرين والبحرين سلطان سليمان بن سلطان سليم خان سلمه الله فى الدارين ولوزرائه وعلمائه وصلحائه وأعوانه وأنصاره على عدله وإنصافه، آمين. يا رب العالمين ويا مجيب السائلين.

أما بعد : فإن بعض الطلبة والأحباب من الخلصان اللإخوان والأصحاب لما طال ما سألونى أن بعض شبه الفتا مانعين سلوك السالكين الواصلين، فأجبت مستعيناً بالله ومعتصماً بكتاب الله ومستمداً من سنن رسول الله عليه السلام..... [5]

ثم اعلم أنه إذا نقل إلينا إجماع الصحابة بإجماع كل عصر على نقله كان كما نقل الحديث المتواتر ويكفر جاحده؛ وإذا نقل إلينا بالشهرة أو بالآحاد بأن يروى ثقة أن الصحابة أجمعوا على ذلك كنقل السنة بالشهرة أو بالآحاد فيوجب العمل دون العلم فلايكفر جاحده فيقدم على القياس تمت الرسالة التحقيقية فى طريق الصوفية.[6]

Türkçe Risâletü'l-Etvâr'ı da vardır.

İbn-i Kemâl hazretlerinin fetvâları sûreti Âtıfbey Kütüphânesi'nde  manzûr-ı fakîrânem olmuş idi. Hâtırımda kaldığına göre, Risâle-i Tahkîkıyye fî-Sırrı'd-Devrân Tercümesi kabında muharrerdir.

Mesnevî-i şerîfin onsekiz beyitine şerhi olup, elyevm Yenikapı Mevlevîhânesi'nde hatt-ı mübârekleriyle muharrer nüshası mahfûzdur. Sultân Selîm Câmi'-i şerîfinin hitâm-ı inşâsını müteâkib icrâ olunan resm-i güşâdında Hz. Pâdişâh'ın ârzûsu üzerine Hz. Sünbül, teberrüken kürsîye çıkarak /253/ va'z buyurduklarını, Gülşen-i Meşâyıh-ı Salâtîn nâm eserde okudum.

Hz. Sünbül, zamân-ı âlîlerinde her hafta hânkâh-ı feyz-penâhlarında zikr-i şerîf meclisine yetişemezler imiş. Çünkü, bâlâda yazdığım vechile, Fâtih ve Ayasofya câmi'lerinde ba'de-edâ-yı salât'ı-cum'a va'z buyurduklarından, hânkâhda ayda bir def'a isbât-ı vücûd ederlermiş. Bu sebeble meşâyıh-ı Sünbüliyye'de sünnet-i pîr olmuştur. Ayda bir çıkarlar, pîş-kadem olan zât zikr-i şerîf meclisini idâre eder.

Ba'zan düşünürüm, o meydân-ı aşkta Hz. Sünbül, Hz. Merkez, Hz. Şeyh Ya'kûb, Hz. Şeyh Hayreddîn-i Tokâdî, Hz. Şeyh Muhammed Üftâde, hepsi birer hizmette bulunurlar. O devrân ne devrândır, o hâlât ne zevk-âver vâkıâttır. Ehl-i keşf neler görmüşler. "Neler seyr eyledi bîdâr olanlar." Bu teemmülât netîcesinde kalb-i fakîrânem ihtizâza geldi.

Tarîk-ı Halvetiyye'de zikre mübâşeretten evvel sûre-i Mülk okumak âdettir. Bidâyeten Hz. Sünbül'de bu âdete riâyet olunurmuş. Ba'dehû kuûden zikr olunur. Sonra devrâna kalkılır imiş. Bir Cum'a günü Hz. Sünbül, tevhîd-hâneye kadem-zen oldukları ve sûre-i Mülk kırâatine mübâşeret olunacağı zamân, onların çeşm-i hakîkat-bînleri görmüş ki, nûr-i Cemâl-i Mevlâ aleyhi ekmelü't-tahâyâ efendimiz hazretleri, tevhîd-hâneyi teşrîfe tenezzül buyuruyorlar. Hz. Sünbül, bu hâli görünce derhâl oturdukları yerden kıyâm ile, cehren salât ü selâm getirmeğe başlamışlardır. Onun bu hâlini görenler de ona peyrev olmuşlardır. İşte o zamândan beri  Sünbülî âyînine bu sûretle mübâşeret âdet olmuştur. Hakîkati budur.

Hz. Sünbül, ba'zan ihtifâ edip halvet-güzîn olurlardı. Odalarında önüne perde çekerler imiş. Sebebini suâl etmişler, "Ervâh-ı enbiyâ vü evliyâ temessül edip odamın içine doluyorlar. Onların arasında oturmağa hicâb ediyorum. Bu sebebe mebnî perde çekiyorum." cevâbını vermişlerdir.

Hz. Sünbül, nevâfile çok riâyet buyururlardı. Berât ve Muharremin onuncu geceleri yüzer rek'at namâz kılarlar imiş. Bu sünnetleri el-ân bâkîdir. /254/ Muharremin onuncu günü Haseneyn-i ahseneyn rûhu için su sebîl ederler imiş. Bu âdet el'ân bâkîdir.

Aşr-ı Muharremde âşûrâ tabh olunur, fukarâ it'âm edilir, gecesi nâfile namâz kılınır, ibâdet olunur. Ertesi günü sabâhleyin, sünnet-i pîr olarak şeyh efendi hammâma gider, mürîdânı da hâzır bulunur, cümleten iğtisâl ederler. Hz. Sünbül zamânından beri her sene devr olunan sudan kurnaya dökülür. Mürîdân sıra ile şeyhin huzûrundan geçerler. Şeyh efendi her birinin başından birer tas su döker. Hamâm merâsimi âdetâ alay tarzındadır. O gün öğle namâzını müteâkib dört rek'at hasmâ namâzı[7] cemâatle edâ olunur. Ba'dehû umûm meşâyıh-ı turuk-ı aliyye huzûruyla icrâ-yı âyîn-i tarîkat yapılır. Yazıcı-zâde hazretlerinin inşâd eylediği mersiyye okunur, hatm-i şerîf indirilir. Duâ edilir. Hânkâhda su dağıtılır, herkes şişe getirir, su alır, merzâya içirirler.

Aşr-ı Muharremü'l-harâma tesâdüf eden gün Hz. Sünbül'ün âdetâ bir yevm-i mahsûsu gibidir. Bu âdet-i memdûha-i müstahsene el'ân bâkîdir, tamâmiyle riâyet olunur.

İşte Hz. Sünbül, talebelik hayatında tarîkat-ı aliyyeye muârız ve şiddetle münkir iken, sonra teslîmiyyet-i hakîkıyye göstermesine mukâbil, Cenâb-ı Vâhibü'l-âmâl, onu pîr-i tarîkat mertebesine is'âd ve dörtyüz senedir makâm-ı mübârekini ehl-i zikre cilve-gâh edip, kabr-i enverlerini matâf-ı ins ü cân eyledi. (ذَلِكَ فَضْلُ اللَّهِ يُؤْتِيهِ مَن يَشَاء )[8]   

Sinn-i şerîfleri, bir rivâyette yetmiş, bir rivâyette altmışyediye resîde olduğu bir çağda, bâğ-ı fenâdan ravza-i rıdvâna revân oldular ki, 936/(1529) senesine müsâdifdir. Şehr-i Muharremde bir Pazartesi gece terk-i âlem-i dünyâ buyurdular. Na'ş-ı mübârekleri, Fâtih Câmi'-i şerîfine nakl olunmuş ve o zamânın âdeti mûcibince salâ verilerek âleme i'lân edilmiştir. Şeyhü'l-İslâm İbn-i Kemâl hazretleri, cenâze namâzını kıldırmış. Nice bin ehl-i İslâm'ın mafârık-ı ta'zîminde hânkâh-ı münîflerine getirilip, elyevm mevcûd bulunan merkad-i enverlerinde vedîa-i hâk-i mağfiret kılındı. (Kaddesa'llâhu sırrahû ve rahmetu'llâhi aleyh)

Allâhümme'nfaanâ bi-hurmeti abdike Yûsuf Sünbül Sinân, Yâ Rahîm u yâ Rahmân.

           

/255/ (Sünbül Sinân Türbesi resmi!!!!!!!!!!!!)

                                   Türbe-i envâr-ı Pîr Hazret-i Sünbül'dür bu

Şu görünen kubbenin altında âsûde-nişîn-i rahmet olan zât-ı âlî-kadr Hz. Sünbül'dür.

           

Tevellüdleri : 869/(1465).

Âlem-i cemâle intikâlleri : 936/(1529) Muharrem, leyletü'l-isneyn.

Seccâde-i meşîhate cülûslara : 899/(1494).

Müddet-i meşîhatleri : 33 sene.

Ömr-i şerîfleri : 67 sene.

         Hazret-i Sünbül'den almış bû-yı feyz                                  

         Bülbülân-ı gülşen-i irşâd-ı aşk

        

         Türbesin zâir olan erbâb-ı aşk                                

         Vuslat-ı Hak'la olur dil-şâd-ı aşk

                                

         Tılsım-ı kenz-i murâdı feth ider                               

         Eyleyen rûhunda istimdâd-ı aşk

                                

         Sırrını takdîs ider hep âşıkân                                  

         Zâtıdır âyîne-i evtâd-ı aşk

         Safvet öğrendim ricâlü'l-gaybdan

Rıhleti târîhidir üstâd-ı aşk      

         (استاد عشق)

            İbn-i Kemâl hazretleri, Cenâb-ı Sünbül'ün gaybûbet-i ebediyyesinden çok müteessir olmuş, yazdıkları kasîde-i târîhiyye, türbe-i şerîfelerinin muvâcehe perceresinin sol tarafında çini üzerine yazdırılıp âvihte-i mevki'-i ta'zîm kılınmıştır. Bir sûreti ber-vech-i âtîdir :

Pîşvâ-yı sâhib-i ehl-i edeb

Muktedâ-yı tâlib-i Rûm u Arab

Rehber-i ehl-i tarîk-ı Halvetî

Bu'l-vefâ kim Şeyh Sünbül'dür lakab

Milk-i fânîden bakâ iklîmine

Gitdi tevhîd ile ol şîrîn-leb

Eyledi şehr-i Muharremde sefer

Leyletü'l-isneynde ol zü'n-neseb

Ağladı ol gün bütün ins ü melek

Dökdü gözler yaşını her ibn ü eb

Münkiri dökmezse göz yaşı ne tan

Seng-i hârâdan çıkar mı su aceb

/256/    Yer ve göklerde kamu ins ü melek

Cem' olup kıldı  namâzın bî-taab

Hâtif-i gaybî didi târîhini

Nûr ola Sünbül Sinân'ın kabri heb

(نور اوله سنبل سنانك قبرى هب) = 936

            Alâ-rivâyetin, Hz. Sünbül'ün 19 evlâdı dünyâya gelmiştir. Harem-i âlîleri Safiye Hâtûn hazretlerinin medfeni ma'lûm değildir. Nerede, ne zamân irtihâl eylediklerini bilen yoktur. Safiye Hâtûn’dan başka haremleri de olmak muhtemeldir. Sülâlesi münkatı' olduğundan zürriyeten neslinden kimse yoktur. İnşâa'llâh ma'nevî evlâdı ile, ilâ-yevmi'l-kıyâm bâkîdir.

             Tâc ve sâir emânât-ı şerîfe-i Hz. Sünbül, âsitânede mahfûz, mahfaza-i ihtirâmdır. Arafe günleri ziyâret olunmak mu'tâd idi.

            Urefâ-yı zamân kemâl-i teessürlerinden mersiyeler yazmışlar, târîhler söylemişlerdir :

                                   Cânına Sünbül Sinân'ın Fâtiha

                                    (جاننه سنبل سنانك فاتحه)

                                   Eyledi bustân-ı zühdün Sünbül'ü me'vâya azm

                                   (ايلدى بستان زهدك سنبلى مأوايه عزم)

                                   Cennete azm eyledi pîr-i azîz

                                    (جنته عزم ايلدى پير عزيز)

            Hz. Sünbül'ün ârifâne nutkları vardır :

                                   Gel ey sâlik diyem bir söz ki hakdır

                                   İşidir hakkı şol kim hak kulakdır

                                    Hadîs-i hak durur hak söz hakîkat

                                   Eğerçi söyleyen dildir dudakdır

                                   Şular kim geçmedi cân u cihândan

                                   Ne duydu aşkı ne de duyacakdır

                                   Sorarsan hânkâh-ı aşkı zâhid

                                   Makâmı âlîdir ulu ocakdır

                                   Münevver olamaz zühdüyle zâhid

                                   Anın yeri karanlık bir bucakdır

                                   Kalanlar zühd ü takvâda mukarrer

                                   Sefer ehli değildir o durakdır

                                   Hümâ-yı aşkı sayd itmek dilersen

                                   Dil-i vîrâneme gel ki yatakdır

                                   Anın aşkında iken gayre bakma

                                   Ki zîrâ âşıkına ol kıyakdır

                                   Şiâr-ı âşıkı benden sorarsan

                                   Cünûn u âh u vâh u ağlamakdır

                                   Şarâb-ı aşkı içmiş Sünbülî çok

                                   Velîkin mest iden şol son ayakdır

Bu nutk-ı mübârekleri kısmen bestelenmiştir. Elsine-pîrâ-yı zâkirândır. Gâyet yüksek hakâyık u dakâyıkı câmi' olup, mertebe-i zâttan söylenmiş olduğundan, urefâ-yı müteahhirînden Cebbâr-zâde Ârif Bey merhûm şerh etmişlerdir. Şerhin ismi, Miftâh-ı Hısn-ı Hasîn-i Rahmâniyye fî-Arz-ı Vücûd-ı İnsâniyye'dir. Mütâlaa ettim. Cenâb-ı Hak, esrâr-ı maânîsinden haber-dâr eyleye. Âmîn.

                        /257/    Ezelden aşk oduna yana geldim

                                   Anınçün tâ ebed mestâna geldim

                                   Eğer nûş itmedinse sen bu meyden

                                   Dime zâhid ki ben îmâna geldim

                                   İçe bir cur'a ger râhib bu meyden

                                   Koyup küfrü diye îmâna geldim

                                   Ola mey-hâne-i vahdetde mey-nûş

                                   Çağırır küfrile îmâna geldim

                                   Sarây-ı vahdet olmuşken makâmım

                                   Bu kerset âlemin seyrâna geldim

                                   Bu dehr içre görüp itme taaccüb

                                   Çü gizli genc idim vîrâna geldim

                                   Var idi ilm-i ayna kâbiliyyet

                                   Görüben kendimi irfâna geldim

                                   Çü birdir Sünbülî ma'rûf u ârif

                                   İdüp da'vâ dime irfâna geldim

Urefâdan Memdûh Paşa'nın neşr olunan Dîvân-ı eş'ârında, "Te'sîr-i nutk-ı Cenâb-ı Sünbül Sinân kuddise sırruhu'l-mennân " ser-levhası altında, manzûm bir lisân ile nakl olunur :

Gâyet zengin bir tâcirin bir oğlu dünyâya gelmiş, büyümüş. Dâimâ bal ister imiş. Balı getirdiklerinde yer yemez sancıya tutulurmuş. O zamânın meşâyıh ve ettıbbâsı mâddî ve ma'nevî devâsını bulmaktan âciz kalmışlar. Memdûh Paşa, Dîvân'ında hikâyenin bundan aşağısını ber-vech-i âtî beyân ediyor :

                                   Sad-şeyh u nice tabîb-i devrân

                                   Hiç bulmadılar bu derde dermân

                                   Başlarda idi misâl-i kâkül

                                   Ol demde Cenâb-ı Şeyh Sünbül

                                   Aldı veledin babası pür-gam

                                   Azm itdi huzûr-ı şeyhe ol dem

                                   Bu vechile başladı kelâma

                                   Sûret virüp ihtirâm-ı tâmma

                                   Ey Sünbül-i bûstân-ı tevhîd

                                   Zıll-efken-i tâc-ı ehl-i tefrîd

                                   Lutf eyle meded ki pür-melâlim

                                   Nefside leb-i safâ-yı bâlim

                                   Virdi bana gerçi bir oğul Rab

                                   Bal isteyerek olur muazzeb

                                   Ekl eylese ıztırâb içinde

                                   Men'iyle de pîçtâb içinde

                                   Söyler o zamân o kân-ı himmet

                                   Lâzım bize çille-i rûz müddet

                                   Al oğlunu hânene revân ol

                                   Kırk gün geçicek gelüp ayân ol

                                   Ferzendin alup peder ber-â-ber

                                   Eyler yine azm-i sû-yı mâder

                                   Bal isteyerek o şûh her ân

                                   Evvelki gibi iderdi efgân

                                   Rûzî olup âh ü vâh-ı cân-sûz

                                   Encâma irişdi bu çihil rûz

                                   Gitdi der-i pür-emân-ı şeyhe

                                   Âdâb ile âsitân-ı şeyhe

                                   Me'yûs u hazîn eb-i mükedder

                                   Kıldı püserin revân-ı manzar

                        /258/    Şeyh ağzına el koyup da durdu

                                   Oğul balı yeme sen buyurdu

                                   Şu nutku idince vâlidi gûş

                                    Hayretlere düşdü oldu bî-hûş

                                   Zann eyledi bir fesânedir bu

                                   Tutdu yine semt-i hâneye rû

                                   Zenbûr-ı belâ üşüşdü başa

                                   Başın urayazmış idi taşa

                                   Ammâ ki o şûh-ı nâz-perver

                                   Bal istemeği unutdu yek-ser

                                   Allâhu Allah zihî kerâmet

                                   Bir nutk ile cân bulur halâvet

                                   Hiss eylediler ki bunda sır var

                                   Bal eylediler hemân ihzâr

                                   Vaktâ ki  görünce şehdi ferzend

                                   Feryâdı semâya kıldı peyvend

                                   Yok yok dilemem yimem diyü bal

                                   Eylerdi müdâm ifâde-i hâl

                                   Şükr itmeğe vâlidi bu hâle

                                   Azm itdi o menba'-ı kemâle

                                   Dâhil olarak huzûr-ı pîre

                                   Hayret irişir didi fakîre

                                   Çün var idi sizde böyle kudret

                                   Neydi ya şu kırk gün meşekkat

                                   Didi o zamân o kutb-ı a'zam

                                   Bal yer idik işte biz de akdem

                                   Şu nutku ideydik ol dem icrâ

                                   Te'sîrini görmez idik aslâ

                                   Sabr eyledik ekl-i şehde çil-rûz

                                   Geçdi sözümüz çü tîr-i dil-dûz

                                   Bir fi'li ki nehye olsan âmir

                                   Ol fi'li sen itmemen gerekdir

                                   Ey tâlib-i râz-ı derd-pîşe

                                   Şu kıssada hisse var hemîşe

Bir gece Hz. Sünbül'ün türbe-i şerîfesinde bulunuyormuşum. Menâmımda gördüm ki, na'ş-ı mübâreklerini tâbûtuyla maan başıma aldım, götürdüm. O kadar hafîf ki, sıkletinden bîzâr olmak hâtıra gelmezdi. Hiss-i azîm-i rûhâniyyet ile meşbû' olarak bîdâr oldum. Zuhûr-ı hâle müterakkıb oldum. Aradan birkaç gün geçti. Üsküdar'da Vâlide-i Atîk Dergâhı şeyhi Mahmûd Celâleddîn Efendi merhûm, fakîre mürâcaatla, "Ser-asker Rızâ Paşa, vaktiyle Hz. Sünbül civârında bir hânede sâkin idi. Mekteb-i Harbiyye'den çıkıp, kılıç kuşanması zamânı gelince Hz. Sünbül'e  kemâl-i muhabbetinden kılıncını hazretin türbesinde kuşanmış idi. Cenâb-ı Pîr'e muhabbeti çok ziyâdedir. Şimdi ser-askerliğe kadar irtikâ etmiş. Hz. Sünbül'ün terceme-i hâlini merâk etmiş. Benim mekteb arkadaşımdır, benden ma'lûmât istedi. Ben ise sizi hâtırladım. Siz bunu güzelce yazınız, ona vererceğim." dedi. Rü'yânın ta'bîri bu vechle zuhûra geldi.

/259/ Hz. Sünbül hakkında mümkin olabildiği kadar ma'lûmâtı câmi' bir risâle yazdım. Şeyh-i mûmâileyh, Rızâ Paşa'ya verdi. Okumuş, Hz. Sünbül'ün bir kat daha uluvv-i ka'b u kemâlâtına muttali' olmuş. Bunun türbesini tezyîn hakkında teşebbüste bulunmuş idi. Hz. Sünbül'ün sandûkası etrâfında demirden bir şebeke vardı. Bunu kaldırttı, yerine pîrinçten gâyet zarîf bir şebeke yaptırttı. Sandûkayı tecdîd ve türbeyi telvîn ve tefrîş için gayret eyledi. Eski demir şebeke Seyyid Nûreddîn Efendi hazretlerinin sandûkasının etrâfına konuldu. Hânkâhın havlısına parke taşı tefrîş edildi; hava gazıyla tenvîrât yapıldı.

Rızâ Paşa inkılâb-ı hükûmette mevki'-i ikbâlden sâkıt oldu. Fakat dîger vükelâ gibi dûçâr-ı azâb u ıtâb olmadı. Yine mes'ûdâne yaşadı. Bi'l-âhare İsviçre'de irtihâl-i dâr-ı bakâ eyledi. Cenâzesi İstanbul'a getirildi. Sultân Bâyezîd Câmi'-i şerîfinde namâzı kılındı. Meşâyıh, dedegân ve halk tarafından kemâl-ı ihtirâmla, vasıyyeti mûcibince Hz. Sünbül Âsitânesi'ne nakl edildi. Hz. Sünbül'ün türbe-i mukaddeselerinin ittisâlinde ihzâr olunan kabirde vedîa-i hâk-i rahmet kılındı. Bi'l-âhare üzerine gâyet mükellef, derûnî son derece müzeyyen bir türbe yapıldı. Hz. Sünbül'ün türbe-i şerîfesiyle arasındaki duvar kaldırıldı. Kesb-i ittisâl eyledi. Cenâb-ı  Sünbül'ün de türbesi bu sûretle yeniden ta'mîr ve tersîn edildi.

 

Bu beyânâtımdan ibret alınacak noktalar vardır :

1. Rızâ Paşa'nın Hz. Sünbül'e kadîmî irtibâtı, ona saâdet-i dünyâyı da ihzâr eylemiştir.

2. Rızâ Paşa'nın Hz. Sünbül'e, kalbî merbûtıyyeti onu belâ-yı dünyâdan kurtarmıştır.

3. Rızâ Paşa'nın Hz. Sünbül'e muhabbeti o sultân-ı tarîkatın harîm-i kabrine kurbiyyet saltanatını ona vermiştir.

4. Rızâ Paşa'nın hânkâh-ı Pîr'e hizmeti, züvvâr-ı Hz. Pîr'in ona da Fâtihâlar ihdâsıyla rûhunun kesb-i râhat eylemesine sebeb olmuştur.

5. Evliyâu'llâh'a hizmet ve merbûtıyyetin mukâbelesiz kalmayıp mâddî ma'nevî saâdetler husûle geldiği sâbittir.

                                  

                                   "Erenlerden ümîdin kesme himmet evliyânındır "

Cenâb-ı Sünbül'e muhabbet ve hizmetinden dolayı Rızâ Paşa merhûmun rûhuna li'llâhi'l-Fâtiha.

/260/ Bir gün şâir-i muhterem Besîm Bey üstâdım ile, Hz. Sünbül'ün ziyâretine gitmiş idik. Zevk-ı ziyâretin mîr-i müşârünileyh üzerinde husûle getirdiği te'sîrât üzerine, teşvîk-i âcizânem ile şu medhiyyeyi yazmış, hediye etmiş idi. el-Hak âşıkânedir :

Tevessül-i bi-tegazzül-i Be-dergâh-ı Hz. Pîr-i Hazîr-i Sünbül Sinân (kuddise sırruhu'l-Mennân) :

                                   Hevâ-yı Sünbülî esdi ser-i sevdâ penâhımda

                                   Safâ-yı devr-i Sünbül mevcelendi nazra-gâhımda

           

                                   O sünbül-zâr-ı ma'nâ feyz-bahş-ı hâtır oldukca

                                   Yayar bin nefha-i rahmet dil-i bî-iştibâhımda

           

                                   Nesîmin devr-i mevcin havz-ı kevserde ider taklîd

                                   O devr-i mevce sâz-ı Sünbülî hâl-i şinâhımda

           

                                   Mutarrâdır semâ reng-i latîf-i Sünbülî'den bak

                                   İder ızhâr-ı sevb-i Sünbülî her itticâhımda

           

                                   Akar çeşmân-ı mâîsinde her bir sünbülün yaşlar

                                   Hurûş-ı aşk-ı sünbül münkeşifdir intîzâhımda

           

                                   Döküp halvet-geh-i ezhârda gîsûların sünbül

                                   İder ilhâm-ı vecd-i Sünbülî pîş-i nigâhımda

           

                                   Semâvî reng-i sünbülden yayınca dalgalar deryâ

                                   Kılar devrân-ı feyz-i Sünbülî tanzîr-i râhımda

           

                                   Yetiş ey pîr-i feyyâzî nazar dermânde-i derdim

                                   Besîm'in mübtelâdır kıl kerem hâl-i tebâhımda

Zamân zamân gelen şuarâ ve urefâ, birçok manzûmeler(le), bu tarîk-ı feyz-refîkı, bu hânkâh-ı latîfi, bu pîr-i kerîmi, bu bâb-ı evliyâyı medh etmişlerdir :

                                   Şu'le-endâz-ı cihâna himmet-i kudsiyyesi

                                   Sâyesinde sâyelenmiş bendegân-ı sâlikân

                                   Merkadine yüz sürüp de bendesi Kâmil didi

                                   el-Emân ey dest-gîrim Hazret-i Sünbül Sinân

Hânkâh-ı şerîfin matbahı için söylenmiş, kapısı bâlâsına yazılmıştır :

                                   Puhte eyler her gelen nâ-puhteyi

                                   Matbah-ı Pîr Hazret-i Sünbül Sinân

                                                    * * *

                        /261/      Gülşen-i tevhîdi farz eyler isen bir gül-sitân

                                   Bir gül-i sad-bergidir Pîr Hazret-i Sünbül Sinân

            Bu nutk-ı şerîf de, "Hz. Pîr'indir." denilir. Lâkin şekl-i beyândan kâni' olamam :

                                   Aşkıla iki cihânda şâh olan gelsün beri

                                   Râh-ı Hak'da bende-i dergâh olan gelsün beri

                                    Devlet-i dünyâ ile mağrûr olanlar gelmesün

                                   Âşık-ı fânî fenâ fi'llâh olan gelsün beri

                                   "Küntü kenz"in kibriyâsından gören kimdir Hak'ı

                                   Onsekizbin âlemîne şâh olan gelsün beri

                                   Terk idüpdür Hak içün bu cinn ü şeytân askerin

                                   Şevk ile kalbinde zikru'llâh olan gelsün beri

                                   Sünbülî ince durur kıldan sırât-ı müstakîm

                                   Dest-gîri dâimâ Allâh olan gelsün beri

            Hz. Mısrî-i Niyâzî'nin mürşid-i mükerremi Sinân-ı Ümmî hazretleri dahi, Hz. Sünbül Sinân hakkında şu sûretle medhiyye-hân olmaktadır :

                                   Gavs-ı a'zam Hazret-i Sünbül sinân

                                   Cân-ı âlemdir mutasarrıf  zamân*

                                   Hazret-i Yûsuf ile hem-nâmdır

                                   Sırr-ı vahdetden dolu bir câmdır

                                   İki sultan-ı cihânın nûrudur

                                   Ehl-i diller çeşminin manzûrudur

                                   Kabri evlâd-ı Rasûl'e muttasıl

                                   Rûhu anlardan değildir munfasıl

                                   Kocamustafâpaşa ana makâm

                                   Zâiri ol feyzini al ol tamâm

                                   Nûr içinde kendi nûr-efşândır

                                   Cümle cânlar cânına cânândır

                                   Mürde-dil kalma azîzim bende ol

                                   Hâk-pâyine yüzün sür zinde ol

Hânkâh-ı Sünbülî hakkında medhiyyedir :

                                   Mehbıt-ı kerrûbiyândır hânkâh-ı Sünbülî

                                   Çün matâf-ı kudsiyândır hânkâh-ı Sünbülî

                                  

                                   Dîde-i cânın açar kemter gubârın kuhl iden

                                   Nûr-ı pâş-ı çeşm-i cândır hânkâh-ı Sünbülî

                                  

                                   Cezbe-i aşkıyla serv-i sâhası zencîr-keş

                                   Öyle bir âlî mekândır hânkâh-ı Sünbülî

                                  

                        /262/      Kılmamış pîrâhenin zannitme serv-i sebz-gûn

                                   Nûr-ı ahzarda nihândır hânkâh-ı Sünbülî

                                  

                                   Türbelerden nâzır-ı meydân azîzân-ı selef

                                   Mevkıf-ı rûhâniyândır hânkâh-ı Sünbülî

                                  

                                   Bülbül-i nâleş-günânı zâkirândır jâle feyz

                                   Gûyiyâ bir gül-sitândır hânkâh-ı Sünbülî

                                  

                                   Enderûnun sanma şeb-rengî siyeh-gûn güştei

                                   Dûd-ı âh-ı âşıkândır hânkâh-ı Sünbülî

                                  

                                   Matmah-ı enzâr-ı ehlu'llâhdır hem bâ-husûs

                                   Gavs-ı ahde âsitândır hânkâh-ı Sünbülî

                                  

                                   Kutb-ı devrân ya'ni Nûreddîn Efendi kim anın

                                   Makdemiyle şâd-mândır hânkâh-ı Sünbülî

                                  

                                   Vâkıf-ı sırr-ı ledünnî kâşif-i bûd-ı nebûd

                                   Fahr ider zâtıyla şândır hânkâh-ı Sünbülî

                                  

                                   Câ-nişîn-i pâki Seyyid Kutbî necl-i ekremi

                                   Başına devrân künândır hânkâh-ı Sünbülî

                                  

                                   Çarh-ı tevhîdinde mihr ü meh Saîdâ ibn ü eb

                                   Reşk-sâz-ı âsmândır hânkâh-ı Sünbülî

                                  

                                   Vâlid-i mâcidleriyle eylesün Allâh azîz

                                   Tâ ki câ-yı sâlikândır hânkâh-ı Sünbülî

                                  

            Bu âsitân-ı âlîde Zâkirbaşılık hizmetiyle kâm-yâb olan Hacı Evhad şeyhi, kibâr-ı meşâyıh-ı Sünbüliyye'den Şikârî-zâde Ahmed Efendi, türbe-i şerîfenin kapısı karşısında medfûndur. Bu zât, ravza-i mutahhara-i Cenâb-ı Risâlet-penâhî'yi ziyâret esnâsında, ta'mîr münâsebetiyle eline geçen iki parça yeşil çini taşını alıp teberrüken buraya getirerek, âvîhte-i mevki'-i ta'zîm eylemiştir ki, altındaki levhada şu beyitler okunur :

                                   Hücre-i kân-ı şefâat ravza-i nûr-ı Hudâ

                                   Üstüvânından bu kâşî levha oldukda cüdâ

                                   Kurs-ı mihr-âsâ alup ta'zîm ile zâkir başı

                                   Şeyh Ahmed ol Şikârî-zâde nâm ehl-i vefâ

                        /263/      Hacc idüp geldikde bu dergâh-ı ehlu'llâh'da                                                       Beyt-i Hak'da eyledi âvîze-i tâk-ı safâ

                                   Alsun erbâb-ı muhabbet feyz-i nûrundan hemân

                                   Levha-i sâf-ı dile envâr-ı rahmetden ziyâ

                                   Yâdi-gâr-ı ravza-i hâss-ı şefâatdir Hanîf

                                   Sellimû sallû alâ şemsi'd-duhâ bedrü'l-hüdâ

            Tarîk-ı Sünbülî hakkındaki medhiyyeden :

                       

                                   Dergeh-i bâb-ı şerîatdir tarîk-ı Sünbülî

                                   Reh-nümâ-yı ehl-i iffetdir tarîk-ı Sünbülî

                                   Mazhar-ı nûr-ı Hudâ'dır hem dahi Yûsuf-cemâl

                                   Âşıka hem bâğ-ı cennetdir tarîk-ı Sünbülî

                                   Menba'-ı feyz-i ulûmdur sâlike hem bu makâm

                                   Ekber-i râh-ı hakîkatdir tarîk-ı Sünbülî

                                   Ehl-i zikre cilve-gâh-ı bâ-safâdır evliyâ

                                   Bâis-i aşk u muhabbetdir tarîk-ı Sünbülî

                                   Kutb-ı aktâb-ı cihândır Yûsuf-ı Sünbül Sinân

                                    Vâris-i esrâr-ı hâcetdir tarîk-ı Sünbülî

                                   Pîr-i irşâd-ı velâyet şârih-i ümmü'l-kitâb

                                   Nokta-i burhân-ı izzetdir tarîk-ı Sünbülî

                                   Şem'-i Hakk'a devr ile gel pervâne-veş Kutbiyâ

                                   Mefhar-ı nûr-ı hidâyetdir tarîk-ı Sünbülî

                                                       *    *    *

                                   Kıble-i erbâb-ı hâcetdir tarîk-ı Sünbülî

                                   Secde-gâh-ı ehl-i hâletdir tarîk-ı Sünbülî

                                   Oldığiçün hâki çeşm-i âşıka kuhl-i cilâ

                                   Matlab-ı ehl-i basîretdir tarîk-ı Sünbülî

                                   Sâlikân pervâne-veş gerdünde devrân itmede

                                   Bir aceb şem'-i hakîkatdir tarîk-ı Sünbülî

                                   Hâk-i müşgîninde âşık vâsıl-ı maksûd olur

                                   Mâ-hasal pür-feyz-i himmetdir tarîk-ı Sünbülî

                                   Âşıkân saykal ider hâkin dile mir'ât-veş

                                   Kalb-i jeng-âlûde safvetdir tarîk-ı Sünbülî

                                   Ehl-i aşkı gül gibi âzurde ider hâli yok

                                   Sünbül-i bâğ-ı letâfetdir tarîk-ı Sünbülî

                                   Görmedim mânendini dünyâda urdum püşt-i pâ

                                   Bir meserret-gâh-ı cennetdir tarîk-ı Sünbülî

                                   Hazret-i Pîr-i tarîkat anda medfûn-ı İrem

                                   Anın içün kurb-ı Hazretdir tarîk-ı Sünbülî

                                   Hâdim-i dîn-i Muhammed ser-firâz-ı evliyâ

                                   Zîver-i bâğ-ı şerîatdir tarîk-ı Sünbülî

                                   Şîr-i pihnâ-yı hüviyyet şâhbâz-ı Zü'l-Celâl

                                   Merd-i meydân-ı velâyetdir tarîk-ı Sünbülî

                                   Ceyş-i ehlu'llâh'a ol mahbûb-ı Hak ser-gerdedir

                                   Şâh-ı evreng-i kerâmetdir tarîk-ı Sünbülî

                                   Türbesi etrâfı olmuşdur matâf-ı kudsiyân

                                   Ka'be-i ehl-i muhabetdir tarîk-ı Sünbülî

                                   Günbed-i bâlâ-yı kabri arşa dâim nâz ider

                                   Âşıkâna mahz-ı rif'atdir tarîk-ı Sünbülî

                                   Rûhunun olsa sezâ pervâz-gehi arş-ı berîn

                                   Bülbül-i bâğ-ı hüviyyetdir tarîk-ı Sünbülî

                        /264/      Âsitân-ı devletinde şemm olur her bû-yı feyz

                                   Sünbül-i bâğ-ı hakîkatdir tarîk-ı Sünbülî

                                   Ravza-i dergâhı her dem çarha istiğnâ ider

                                   Reşk-bahş-ı heşt-cennetdir tarîk-ı Sünbülî

                                  

                                   Gülşen-i aşk-ı tecellîde hemân pervâz ider

                                   Bülbül-i gûyâ-yı hazretdir tarîk-ı Sünbülî

                                   Hânkâh-ı devleti olmuş melâik ma'bedi

                                   Haşre dek câ-yı ziyâretdir tarîk-ı Sünbülî

                                   Zîb-i ser olmazdı sünbül hâkine yüz sürmese

                                   Böyle bir pâkîze tînetdir tarîk-ı Sünbülî

                                   Pânzdeh kandîl ile zeyn-âver-i bâğ-ı cihân

                                   Nâfe-i müşgîn nükhetdir tarîk-ı Sünbülî

                                   Tâcı hurşîde ber-â-ber sanma kim bâlâdadır

                                   Zînet-i bâğ-ı hüviyyetdir tarîk-ı Sünbülî

                                   Ol ne sünbüldür tefevvuk itdi burc-ı sünbüle

                                   Itr-ı anber-bû-yı cennetdir tarîk-ı Sünbülî

                                   Ref' olur yârin nikâbı cezbe-i tevhîd ile

                                   Bâis-i dîdâr-ı ru'yetdir tarîk-ı Sünbülî

                                   Vâsıl-ı cânân olur her kim olur efkendesi

                                   Dâfi'-i pür-sûz-ı hasretdir tarîk-ı Sünbülî

                                   Dergehinin olmuşum bir bende-i dîrînesi

                                   Her gedâ-yı aşka devletdir tarîk-ı Sünbülî

                                   Budur ümmîdim Necâtî afv ola küstâhlığım

                                   Gerçi bir deryâ-yı şefkatdir tarîk-ı Sünbülî

                                                           *    *    *

                                   Ey gönül genc-i ferâgatdir bu bâb-ı evliyâ

                                   Mürdeye genc-i selâmetdir bu bâb-ı evliyâ

                                   Sûretâ geşt ü güzâr itmek ne lâzım âlemi

                                   Ma'nevî seyr ü seyâhatdir bu bâb-ı evliyâ

                                   Câ-be-câ hân-ı riyâzetden bu nân u ni'meti

                                   Böyle bir dâr-ı ziyâfetdir bu bâb-ı evliyâ

                                   Sâlikânın kalbini sâbûn-ı aşkla pâk ider

                                   Cân-fezâ câna nezâfetdir bu bâb-ı evliyâ

                                   Gürz-i tevhîd ile nefsi öldürür ıslâh ider

                                   Pek büyük dâr-ı kerâmetdir bu bâb-ı evliyâ

                                   Ref' ider zehr-i sivâ-yı gösterir tiryâk-ı aşk

                                   Ser-be-ser kân-ı halâvetdir bu bâb-ı evliyâ

                                   Zevkını câhil ne bilsün bu makâm-ı akdesin

                                   Ehl-i aşka pür-inâyetdir bu bâb-ı evliyâ

                                   Ârifânın gayri yerde yok karâr u râhatı

                                   Ârife câ-yı ikâmetdir bu bâb-ı evliyâ

                                   Hak hemân himmetlerinden bizleri dûr itmesün

                                   Dâhil ol İlmî ne râhatdır bu bâb-ı evliyâ

            Manzûme-i âtiye, Şeyhu'l-İslâm Mekkî Efendi merhûmundur. 1185/(1771) senesinde Şam kadısı iken silk-i nazma çekmiş ve hatt-ı nefîsleriyle yazılıp hânkâhda minberin sağ tarafında âvihte-i mevki'-i ihtirâmda görülmüştür :

                                   Ahz-ı bû-yı muhabbet ise murâd

                                   Hâk-i Sünbül'den eyle istimdâd

                                  

                                   Nice sünbül Muhammedî güldür

                                   Açmış anı şerâfet-i ecdâd

                                  

                                   Serv-i ser-sebz-i ravzatü's-sâdât

                                   Bâğ-bân-ı hadîka-i irşâd

                                  

                                   Derd-i âh-ı muhabbetin Mevlâ

                                   Şekl-i sünbülde eylemiş inşâd

                                  

                        /265/   Çekdi zencîre cezbe-i aşkı

                                   Virdi feyzi cemâda isti'dâd

                                   Eylemişdir bu hânedân-ı ızâm

                                   Silsileyle kerâmetin îrâd

                                  

                                   Yüz sürenler bu âsitâna gönül

                                   Bulur elbette neyl-i kâm u murâd

                                  

                                   Budur ol bender-i hakîkat kim

                                   Mâ-sivâ musrıf oldu hak îrâd

                                  

                                   Ne mübârek makâm olur Yâ Rab

                                   Dil bulur inşirâh-ı feyz-âbâd

                                  

                                   Koca Paşa yerin cinân olsun

                                   Ne güzel câmi' eyledin bünyâd

                                  

                                   Zâhir ü bâtının ibâdâtın

                                   Oldu câmi' bu tekye-i irşâd

                                   Şeyh Sünbül azîz-i muhteremin

                                   Ravza-i pâkidir bu hayr-âbâd

                                  

                                   Açılur bunda her gül-i maksûd

                                   Müsmir olur bu yerde nahl-i murâd

                                  

                                   Cem'-i aktâb-ı evliyâdır bu

                                   Oldu burc-i şümûsu nûr-i ibâd

                                  

                                   Bâ-husûs ol azîz Nûreddîn

                                   Ne büyük zât idi o pâk-nejâd

                                  

                                   Nice keşf ü kerâmetin gördük

                                   Nicesin dahi itdiler ta'dâd

                                  

                                   Hamdü li'llâh yed-i mübâreke sen

                                   Hak nasîb itdi bûs u istis'âd

                                  

                                   Nûr-ı Hak cebhesinde zâhir idi

                                   Berk ururdu tecelli-i irşâd

                                  

                                   Ne idi âlemin o ta'zîmi

                                   Kul idi cümle bende vü âzâd

                                  

                                   İtdi takbîl-i destine ikbâl

                                   Hân Mahmûd-ı saltanat-bünyâd

                                  

                                   Gelmedi hiç tevâzuuna halel

                                   Kim yanında berâber idi ibâd

                                  

                                   Nazarında değildi perr-i mekes

                                   İzz ü ikbâl ü saltanat evlâd

                                  

                                   Zen-i dünyâyı hep ricâlu'llâh

                                   Hücre-i dilden eylemiş ib'âd

                                  

                                   Bu azîzin de makdem-i dünyâ

                                   Nazarında değildi ricl-i cerâd

                                   Yed-i ulyâsı dâğ-ı ber-dil idi

                                   Zerden eylerdi öyle istib'âd

                                  

                                   Çul giyermiş vücûd-ı pâke memâs

                                   Setr içünmüş kamîsdan da murâd

                                  

                                   Merkez-i feyz-i Hak bu dâireye

                                   Oldu aktâb-ı âlem-i irşâd

                                  

                                   Böyle hâk-i mukarrebîne yüzün

                                   Sürmedir çeşm-i câna kuhl-i murâd

                                  

                                   Bu makâma nazarları vardır

                                   Bâtınîdir tasarruf u imdâd

                                  

                                   Sula çeşminle hâk-i dergehini

                                   Mekkiyâ tâ bitince tohm-ı murâd

                                  

                                   Nefsi tashîh içün be-dergâh ol

                                   Bekle kullukda bekleme âzâd

                                  

                                   Melik-i Mülk-i Lâ-yezâl olalım

                                   Saltanatdır bu derde isti’bâd

                                  

                                   Kâfir-i nefs elinde oldum esîr

                                   İderim şimdi mahbes içre cihâd

                                  

                                   Koma Yâ Rab beni dalâletde

                                   Kıl ibâdet bi-hakk-ı nûr-ı ibâd

                                  

                        /266/   Matlabım Yâ Muhavvile'l-ahvâl

                                   Ola hâlim seninle hubb ü vidâd

                                  

                                   Aks-i nûr-ı tecelli-i zâtın

                                   Vire mir'ât-ı kalbe nûr-ı güşâd

                                  

                                   Sırr-ı vahdetle kâm-yâb eyle

                                   Benlik itsün arada ref'-i sivâd

                                  

                                   Âteş-i aşkın eyleyüp te'sîr

                                   Yana mahv-ı vücûd ide ekbâd

                                  

                                   Sâlik ol gel tarîk-ı Hakk'a gönül

                                   Andadır ittisâl-i kûy-i murâd

                                  

                                   Zevrak-ı aşkı câna çekdiri gör

                                   Sal bu ummâna herçi bâd-âbâd

                                  

                                   Mazhariyyetle sırr-ı vahdete bak

                                   Bunları ma'rifetdir asl murâd

                                  

                                   Kevn ancak teceddüd-i emsâl

                                   Sanma vardır vücûd-ı kevn-i fesâd

                                  

                                   Ya'ni  eşyâ nazarda mahv olsun

                                    Âlem olsun sana adem-âbâd

                                  

                                   Meşhed ü manzarın olup Allâh

                                   Gayriyi kıl vücûddan ib'âd

                                  

                                   Tavr-ı aklın verâsıdır didiler

                                   Hâl olur mu makâl ile îrâd

                                  

                                   Bu azîzân mürşidân-ı hüdâ

                                   Bir nefesde ider velî  irşâd

                                  

                                   Dest-i mi'mâr-ı feyz-i himmet ile

                                   İdeler hâk-i tîremi âbâd

                                  

                                   Bize himmetlerin nasîb ide Hak

                                   Hubb u ihlâsımız idüp müzdâd

                                  

                                   İde merkadlerin defîne-i nûr

                                   Hak tecellî ide ile'l-mîâd

                                  

                                   Kaddesa'llâhu sırrahüm ebedâ

                                   Dayyefe küllühüm bi-hayri'z-zâd

                                  

Hâsıl-ı kelâm, Hz. Sünbül, zamân-ı âlîlerinde teferrüd edip halkın hürmet ü ta'zîmine mazhar olmuş bir zât-ı kudsiyyet-simâttır. İlm-i tefsîrde yektâ idi. Gülşen-i tevhîd ü tahkîkta o zamân onun gibisi görülmemiştir. Ravza-i ilm-i tasavvufda ona benzer kimse zuhûr etmedi.

Aşk-ı ilâhîden dâimâ ağlar, muhebbet-i risâlet-penâhî mübârek kalbini dağlardı. Merkad-i münevverlerinin rûhâniyyeti İstanbul'u ihâta eylemiştir. Bir insân berây-ı ziyâret türbe-i müteberrikesine âzim olsa, kalbine havf u tekrîm ile memzûc-ı hissiyyât-ı mahsûsa gelir. Beldemizin bâis-i iftihârıdır. (Kaddesa'llâhu esrârahum)

                                   Gedâ-yı dergeh-i ihsân u iltifâtındır

                                   Gönül nasîb arayor işte bâb-ı aşkından

                                   Hemîşe tâbiş-i rûyunla feyz-yâb oldum

                                   Misâl-i zerre senin âftâb-ı aşkından

Bu makâma münâsebetle yazıldı. Şeyh Abdülbâkî Dede'nindir.

/267/ Hulefâsı :

Kerâmâtıyla meşhûr Cemşâh Efendi, te'lîfât ve tasnîfâtıyla meşhûr Cemâl Efendi, Hz. Merkez Mûsâ Muslihuddîn Efendi, ümmî-i âlem Maksûd Dede Efendi, Kütahyalı Ahmed Dede Efendi, Şeyh Ali Kefevî Alâeddîn Efendi.

Kütahyalı Ahmed Dede Efendi, "Kalburcu şeyhi Pîr Ahmed Efendi" dedikleri zât olsa gerektir. Şeyh Sun'ullâh-ı Gaybî Bey'at-nâme'sinde der ki :

"Cedd-i a'lâmız Kalburcu şeyhi Pîr Ahmed Efendi hazretleri Karaman'da Cemşâh'a ve İstanbul'da Kocamustafapaşa şeyhi Hz. Sünbül Sinân'a nice müddet kemâl mertebe hizmetler eyleyip, tarîkları muktezâsınca hilâfete icâzet buyurduklarında, "Hâle muvâfık, isti'dâdıma lâyık insân-ı kâmil sohbetini buldum." buyurur.

Vâlid-i mâcidimiz Şeyh Ahmed Efendi dahi Kalburcu şeyhi nezdinde yirmi sene çalışıp, nail-i hilâfet oldu."

Şeyh Ali Kefevî Alâeddîn Efendi

Bu zat-ı muhterem hakkında Hadîkatü'l-Cevâmi'de gördüm ki :

"Pederi Şeyh Mustafa es-Sünbülî'dir. Kendisi Hz. Sünbül'den hilâfetle feyz-yâb olmuştur. İstanbul'da Sofular'da nâmına nisbetle bir tekkesi zamânımıza kadar mevcûd idi."

Fazla tafsîlât Hadîka'dadır.

Hânkâh-ı Sünbülî'de zamânıza kadar post-nişîn olan zevât-ı kirâm :

- Hz. Pîr-i dest-gîr Yûsuf Sünbül Sinân (Kuddise sırruhu'l-Mennân),

- Hz. Şeyh Merkez Mûsâ Muslihuddîn Efendi (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Ahmed Efendi b. Merkez Efendi (Kuddise sırruhû)[9],

- Şeyh Ya'kûb Efendi (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Yûsuf Sinân Çelebi Efendi b. Şeyh Ya'kûb Efendi (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Seyyid Hasan Necmeddîn-i Yümnî Efendi (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Alâeddîn Avnullâh Efendi (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Hasan-ı Adlî Efendi (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Seyyid Muhammed-i Eyyûbî Efendi (1038/1628-29) (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Seyyid Kerâmeddîn Efendi (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Seyyid Alâeddîn Efendi (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Seyyid Nûreddîn Efendi b. Seyyid Alâeddîn Efendi (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Seyyid Kutbeddîn Efendi b. Nûreddîn Efendi (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Alâeddîn-i sâlis Efendi (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Muhammed Vahyüddîn Efendi (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Hâşim-i evvel (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Hâşim-i sânî (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Hâşim-i sâlis (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Yıldız Dede Efendi (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Râzî Efendi (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Rızâeddîn Efendi (Kuddise sırruhû),

/268/ - Şeyh el-Hâc Muhammed-i Kutbî Efendi b. Rızâeddîn Efendi (Kuddise sırruhû),

- Şeyh Râzî Efendi (post-nişîn hâlen, 1342/1923-24).

- Ehl-i silsileyi sırasıyla tafsîl edeceğim. Bu meyânda hulefâsından bahs olunacaktır.

Şeyh Merkez Efendi Hazretleri

Şeyh Muslihuddîn Merkez Mûsâ Efendi'nin pederi Mustafa Efendi, onun pederi Kılıç Bey, onun pederi Haydar'dır.

"Muslihuddîn" lakabları, "Ebu'n-Nakî" künyeleridir. Şöhretleri ise "Merkez" nâmındadır. Maskat-ı re'sleri için dört rivâyet vardır :

Birincisi, Kütahya civârında Larkiye kazâsının Sarımahmûd köyündendir. İkincisi, Denizli kurâsından, Çakmak karyesindendir. Üçüncüsü, Manisalıdır. Dördüncüsü, Uşak'tandır.

Tahsîl-i ilme meyl-i zâtîsi olduğundan, henüz sığar-ı sinninde, ashâb-ı kemâlin feyzinden müstemend olmağa cân atardı. Tahsîli derece-i âliyeyi bulunca Mevlânâ Hızır Bey-zâde Ahmed Paşa'dan ilm-i tefsîr, ilm-i hadîs okumuş, irfânen yükselmiş idi. Bülûğundan irtihâline kadar cemâati terk etmemiştir. Bidâyeten Manisa'da iken tabâbet mesleğinde bulunup, Manisa'da bir hastanın vazîfe-i tabâbetiyle meşgûl olmuşlar imiş. Ba'zı meşâyıhdan duymuş idim. Meşâyıh-ı Sünbüliyye'den Şeyh Zekâî Efendi'den sordum, adem-i ma'lûmât beyân eyledi.

Martta Nevrûz-ı Sultânî'de tertîb olunan Nevrûziyye onun îcâd-kerdesi olup, birtakım nâfi' mevâddan mürekkeb olarak yapar, Manisa'da halka tevzî' buyururlar imiş. Manisalı bir zât bunu fakîre hikâye etti. "Orada Merkez Efendi'nin şöhreti vardır." dedi. Bunun elbette bir aslı var ki, üçyüzelli seneden beri bu ma'lûmât intikâl ede ede zamânımıza muttasıl olmuştur. Terceme-i hâl kitâblarında, nasılsa münderic değildir.

Hz. Merkez, ulemâ sırasına geçecek derecede tahsîlde bulunduktan sonra, İstanbul'a gelerek Ayasofya'da tefsîr-i şerîf okutmağa ve halka va'z u nasîhat etmeğe başlayarak, bir müddet bu sûretle iştigâl buyurmuşlardır. Tarîk-ı sûfîye meyli hâsıl olunca, Karaman'da Habîb-i Karamânî isminde bir zâtın kemâlâtından haber alarak Karaman'a kadar şedd-i rahl ederek müşârünileyhe mülâkî olmuş idi. /269/ O zât-ı muhterem, "Evlâdım! Nasîbiniz bizden değildir." diye i'tizâr eylemiş ve Hz. Merkez'e, "Bundan sonra Muslihuddîn olunuz." diye, taltîfen ızhâr-ı âsâr-ı teveccüh etmiştir. Muslihuddîn lakabı bundan kinâyedir.

Hz. Merkez, Karaman'dan azîmetle, Anadolu'da birçok yerleri gezerek İstanbul'a avdet ve medreselerden birinde, alâ-rivâyetin Mollâ Gürânî'de bir medresede ihtiyâr-ı ikâmet buyurmuştur.

Bir müddet sonra Etyemez Dergâhı'nın şeyhi bulunan Mirzâ Baba nâm zâtın kerîmesini Hz. Merkez tezevvüc eylemekle bu dergâhda bi'l-münâsebe hayli müddet bulunmuş ve evkâtını riyâzet ve mücâhede ile geçirmiştir. Bu sırada Hz. Sünbül'ün şöhretini işitmiş, nasılsa onun kemâlini tasdîka meyl-i kalbîsi husûle gelememiştir. Bir gece rü'yâ görmüş, ta'bîri için bir hayli zevâta mürâcaat eylemiş ise de herkes ızhâr-ı acz etmiştir. "Hz. Sünbül'e arz ediniz." yolundaki vesâyânın kalb-i Merkez'de te'sîr-i mahsûsu husûle gelemiyordu. Bir gece menâmda huzûr-ı Hz. Sünbül'de bulunuyor. Ona rü'yâsını söylüyor, ta'bîr buyruluyor görür. Hâbdan bîdâr oldukta, "Bu ma'nevî bir da'vettir." diye gitmeğe karar verir.

                                   Cân ile cânân taalluk itdiler

                                   Hâlen ızhâr-ı taaşşuk itdiler

Da'vet, da'vet-i Rahmânî idi. Hz. Merkez, sünbül-zâr-ı irfâna girdi. Bû-yı sünbül-zârdan mest-i lâ-yu'kal oldu. Ne varlığı, ne irâdesi kaldı.

                                   "Cânânı buldu hasta gönül cânı istemez "

           

diye, onun cemâl-i tâb-nâkine hayrân oldu. Kendinde ilim kuvvetiyle husûle gelmiş bir varlık mefrûz idi. Sırr-ı hakîkati ona hitâbın,

شهود حق طلبى از وجود خود بكذر

كه جز وجود تو اورا حجاب ديكر نيست

"Hakkı müşâhede etmek istiyorsan kendi varlığından geç. Çünki senin vücûdundan başka ona hicâb olamaz." dedi.

Hz. Merkez, intibâha geldi. Huzûr-ı Hazret'e öyle girdi, orada şemme-i hayâtı buldu. Arz-ı teslîmiyyet etti. Neş'e-i ma'neviyye ile,

                        "İçenler câm-ı feyzin âb-ı Hızr'a iltifât itmez "

/270/ nağme-i âşıkânesiyle terennüm-sâz oldu.

Hz. Sünbül, Cenâb-ı Merkez'e bidâyeten şiddet-i inkârına ve Hz. Sünbül'e adem-i meyline karşı rü'yâda zuhûruna mâni' olmamasına işâreten, "Mevlânâ, gece kapıya dayanmadınız.", ya'nî "Rü'yânıza girmekliğime, nasıl oldu da mâni' olamadınız." diye latîfe buyurmuşlardır. Artık Hz. Merkez,

                                   "Bir hüsn-i cihân-firîbe düşdüm

                                    Bir hastası çok tabîbe düşdüm "

virdiyle intisâbını i'lân ile, iftihâr eder oldu. Mücâhede-i tarîkata soyundu. el-Lemezât'ta okudum : Hz. Sünbül, cenâb-ı Merkez'e isti'dâd-ı fevka'l-âdesi hasebiyle, merâtib-i Esmâ'yı telkîn ve tefhîm ile, erbaîn teklîf etmiş, o da darhâl erbaîne girmiştir. Bir müddet hıdmet-i celîlelerinde bulundular. Bidâyeten ilm-i zâhir neş'esinin verdiği sekr ile ne bîhûde yere, kendinde varlık hissetmiş, ne büyük hatâda bulunmuş olduğuna fi'len ıttılâ' eyledi.

Tekmîl-i sülûk müyesser oldu. Nâil-i rütbe-i hilâfet olarak şeyhinin emriyle Aksaray'da Kovacı Dede Zâviyesi'nde[10] post-nişîn olup, ba'dehû Sultân Süleymân-ı Kanûnî'nin vâlide-i muhteremeleri tarafından Manisa'da yaptırılan hânkâha, yine şeyhinin emriyle nakl-i seccâde ederek ihyâ-yı tarîkat eylemiştir. Hz. Merkez'e "Manisalıdır." denilmesi, belki burada bulunmalarından münbaistir. Ancak tabâbetle iştigâli zamân-ı meşîhatlerinde mi, bidâyet-i hâllerinde mi, bunu ta'yîn güçtür.

Hz. Merkez'in Manisa'da bulunduğu zamân, Sultân Süleymân henüz şeh-zâde imiş. Manisa'da vâli bulunurmuş. Hz. Merkez'i pek severmiş. Ale'l-ekser meclis-i şerîflerine gelir, huzûr-ı Merkez'de ağlarlar imiş. Hz. Merkez'de talâkat-i lisâniyye ziyâde olup, hâl-i ma'nevî de buna munzam olunca sâmiîn üzerinde te'sîr-i azîm gösterirler imiş.

Hz. Merkez, bir müddet Manisa'da irşâd-ı ibâd ile meşgûl olup, ba'dehû âtîde nakl edeceğim sebeb üzerine İstanbul'a gelmişlerdir.

Hadîkatü'l-Cevâmi' ve Osmânlı Müellifleri nâm eserde mezkûr olduğu üzere, Sultân Selîm-i evvelin kerîmesi Şâh Sultân hazretleri, Sultân Süleymân ile Rumeli'den gelirler iken, /271/ yolda ba'zı mertebe meşekkate dûçâr olmalarıyla, bu esnâda ma'nen Merkez Efendi hazretlerini görüp mütesellî ve münşerih olmalarıyla Âsitâne'ye vusûllerinde, Eyüp civârında Bahâriyye'de bir hânkâh inşâ eyleyip, Hz. Merkez'den, buranın meşîhatini kabûl ricâsında bulunmuşlardır. Onlar da kabûl etmişlerdir, ki elyevm burası ma'mûr olup, âyîn-i Sünbülî icrâ olunur. 343. sahîfeye mürâcaat buyurula.

Şâh Sultân, evvelce Dâmâd Lütfi Paşa'ye tezvîc olunmuş idi. Paşa'nın irtihâlinde[11] Hz. Merkez'in dâhil-i dâire-i zevciyyeti olduğu menkûldür.

Bir gün Sultân Süleymân, hemşîresini görmeğe geldiği zamân, onu çamaşır yıkarken görünce, riyâzetin terbiye-i ma'neviyyenin husûle getirdiği netîceye meftûn olarak, "Hemşîre şimdi Merkez'i buldun." diye beyân-ı iftihâr eyledikleri mestûr-ı sahîfe-i târîhdir.

Sultân Selîm gibi bir pâdişâhın kızı, Sultân Süleymân-ı Kanûnî gibi bir şehen-şâhın hemşîresi olan bir sultânın, nefsine hâkim olarak mertebe-i fenâda iltizâm ettiği şu hareket herkesin yapacağı işlerden değildir. Saltanat-ı dünyânın buz üstüne nakş yapmaktan ibâret olduğunu anlamış, saltanat-ı ma'neviyyenin büyüklüğünü idrâk eylemiş olan o veliyyetu'llâh'ın rûh-ı pâkini takdîs ederim. Şâh Sultân ve vâlidesi ve taallukâtından beş kimse burada, müstakil türbede medfûndur. Sultân Süleymân'ın vâlidesi[12] nâmına, Topkapı hâricinde yapılan dergâhın meşîhati de Hz. Sünbül'ün emirleriyle, Merkez Efendi tarafından der-uhde olunmuştur. Hz. Sünbül'ün intikâline kadar, ale't-tahmîn dokuz sene kadar burada icrâ-yı meşîhat eden Cenâb-ı Merkez, bi'l-âhare hânkâh-ı Hz. Pîr'de arz-ı hıdmet etmiştir. "Hânkâh-ı Sünbülî'de müddet-i meşîhatleri üçbuçuk senedir." diye rivâyet vardır.

Hz. Merkez'in Sultân Selîm Câmi'-i şerîfinde kürsî şeyhliği vardır. Bir gün va'z ediyorlar imiş. Esnâ-yı va'zda gözlerini kapar öyle va'z ederler imiş. Tefsîr-i Kur'ân'a başlamış. "Esnâ-yı va'zda ol rütbe sûz-nâk sözler söylerler imiş ki, yürekler deler idi. Hâl-i vecde gelir kendinden geçer idi." deniliyor. Cemâat kalmamış. Câmiin kayyımı nezd-i Hz. Şeyh'e gelerek, "Efendim, cemâat kalmadı." diye arz-ı keyfiyyet edince, gözlerini açmış, "Behey a'mâ! Bir kerre şu duranlara baksanıza. Bunlar melâike değil midir?" buyurmalarıyla, kayyımın çeşm-i basîreti açılmış. Hakîkate muttali' olunca isti'fâ-yı kusûr etmiştir. Bu vak'a Câmiu'l-Avârif'de mezkûrdur.

           

/272/ Şakâyık'da müşârünileyh hakkında şu yolda serd-i kelâm olunur :

"Vasat-ı dâire-i talebde Merkez gibi sâbit-kadem olup, nokta-i kalbi medâr-ı hutût-ı muhabbet-i ilâhiyye olmağın kemâlât-ı felekiyye ve melekât-ı melekiyyenin gâyetine vâsıl oldu. Müddet-i ömründe şer'-i şerîfe ke-mâ-yenbağî riâyet edip, tarîkatı, hakîkatı kemâ-hüve hakkuhû râî idi. Evkâtını riyâzet ü mücâhedeye masrûf edip, silâh-ı salâh ile muhâlif-i akl u hûş olan nefsiyle cihâddan hâlî değildir. Esbâb-ı eştâd-ı maâşdan ma'dûme medânî îş-ı dûn ile kanâat edip, evzâ' u etvârında külfe-i tekellüfden arî ve berî idi. Mahrûse-i Kostantıniyye'de, emâkin-i seniyyede va'z u tezkîr edip, Kur'ân-ı azîm tefsîr ederdi. "

           

Erbilî Tekkesi şeyhi Sırrı Efendi'den mesmûum oldu ki, Hz. Sünbül, Cenâb-ı Merkez'e Dürrü'l-Muhtâr ezberlemesini emretmiş; Hz. Merkez de çalışarak ezberlemiş, Hz. Şeyh'e dinletmiş. Bunun üzerine, "Şimdi fıkıhdan da kâmil oldun." diye taltîfine mazhar olmuştur.

İrtihâli :

Dokuzyüz ellidokuz sene-i hicriyyesinde (1552) bir Cum'a günü, terk-i hayât-ı müsteâr eylediler. Nüsha-i nefîse-i vücûdları, Topkapı hâricindeki âsitâne-i âlîlerinde mahfaza-i kabre tevdî' olundu. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Bir rivâyete göre (irtihâlleri) 951/(1553)'dir; "mâte takî" (مات تقى)  târîhidir.

Hz., Sünbül'den sonra, yirmidört sene muammer olmuşlardır. Âsitâne-i Sünbülî'de, Cenâb-ı Sünbül'ün câ-nişîni olmuşlardı. Hz. Pîr, irtihâline karîb, yerine onun geçmesini vasiyyet buyurmuşlardı. el-Lemezât'ta muharrer olduğuna göre, o zamân Hz. Merkez, li-maslahatin Manisa'da imiş. Azîzinin emirlerini alarak İstanbul'a şitâbân olmuş ise de muvâsaleti günü pîrinin intikâli vukû' bulmuştur.

Hz. Merkez'in ilk haremi Etyemez şeyhi kerîmesinin nerede medfûn olduğu ma'lûm değildir. Şâh Sultân, Bahâriye'de türbe-i mahsûsasında medfûndur. (Rahmetu'llâhi aleyhimâ)

Şeyhu'l-İslâm Ebussuûd Efendi hazretleri, Cenâb-ı Merkez'in uluvv-i kadrini takdîr eden eâzımdandır. Onun gaybûbetinden pek müteessir olarak bir manzûme-i târîhiyye inşâd eylemiştir ki, son mısrâı şudur :

           

                                   Dâiresin Merkez'in nûr ide Allâh

                                   (دائره سن مركزك نور ايده الله)

İrtihâllerinde sinn-i mübârekleri doksandan ziyâde imiş. Seyyid Seyfullâh Efendi, Câmiu'l-Avârif'inde yazıyor ki : 

/273/ "Merkez Efendi'nin bir Cum'a günü âlem-i bakâya intikâlinde, cenâze namâzını allâme-i cihân Ebussuûd Efendi kıldırmıştır. Namâz Fâtih'de edâ olundu. Ba'zı ehl-i keşf cenâzeyi halkın omuzlarından bir arşın yüksekliğinde, muallakta gider görmüşlerdir.

Hz. Merkez, zühd ü takvâda bî-adîl, hâlîm, selîm, ârif-i bi'llâh bir zât-ı kerîm idi. Hâl-i sabâvetinden beri sâhib-i tertîb olup, ömrünün nihâyetine kadar bu mazharıyyeti muhâfaza buyurmuştur. Pederim Seyyid Nizâm hazretleri, Hicâz'dan avdetlerinde Cenâb-ı Merkez, istikbâllerine şitâb edip, mülâkâtı vukû' bulmuş; Hz. Merkez'e hitâben Cenâb-ı Seyyid, "Ka'be'yi tavâf ederken ve Arafat'a giderken bizimle berâber idiniz. Kuvve-i rûhâniyye ile varıp, tayy-i mekân ettiniz. Siz hakîkaten hacısınız. Biz fakîrler, para sarf edip gittik, tavâf ettik." buyurmalarıyla Hz. Merkez, bu sözü söylememesini ve kendisini âleme fâş etmemesini, yoksa o da kendilerinin velâyetini ve ahvâlini âleme fâş eyleyeceğini bi'l-beyân ricâda bulunmasıyla birbirleriyle sarışıp öpüşmüşlerdir."

Câmiu'l-Avârif 'den naklim burada bitti.

Pîr-i tarîk-ı Gülşenî Sultân İbrâhîm-i Gülşenî hazretleriyle Hz. Merkez, İstanbul'da görüşmüşler ve Hz. Merkez'e teberrüken mübârek ridâ-yı şerîflerini ihdâ buyurmuşlardır.

           

Evliyâ Çelebi Müntehabât'ında mezkûrdur :

           

"Azîz-i müşârünileyh Cenâb-ı Merkez, bir gün mürîdânına Topkapı dışarısındaki hânkâhında hitâben, "Şurada secde ederken, 'Yâ Şeyh! Ben yer altında sinîn-i medîde habs olmuş bir aynü'l-hayâtım. Beni bu mahbesten halâs eyle' diye taht-ı zemînden bir sadâ sem'-ı ıttılâıma vâsıl oldu. Gelin ey azîzler,  şu seccâdemin olduğu yeri kazalım." buyurmalarıyla, mürîdân kazdılar. Nihâyet ol âb-ı hoş-güvâr meydâna çıktı. Merzâya teberrüken içirirler, bi'izni'llâh şifâ bulurlar.

Bu suyun olduğu mahalde çile-hâneleri vardır. Su el'ân mevcûddur. Teberrüken ziyâret olunur.

Kemâl-i hilm ü şefkatinden nâşî, fâreler bile bizden incinmesin diye, dergâhda kedi beslemezlermiş. Ezâ vü cefâya ihtimâli olan sözü söylemekten fevka'l-âde tehâşî buyururlar imiş."

           

Menkûlâttandır :

Ara sıra mekteblere uğrar, çocuklara yemiş dağıtırlar imiş. /274/ Çocuklar mesrûr olsunlar diye âzâd ettirirler imiş. Bu sırada, "Benim için duâ ediniz. Sizler ma'sûmlarsınız. Duânız makbûldür. Bu yüzü kara, sakalı ak, koca âsî için duâ ediniz. Ola ki, yevm-i kıyâmette yüzü ak ola evlâdlarım." der, ağlarlar imiş.

Sultân Süleymân-ı Kânûnî maiyyetinde ordu ile birlikte harbe gittikleri, askere cihâdın fazâilinden bâhis va'z u nasîhatlarda bulundukları ve daha birçok menâkıbı, el-Lemezât'ta muharrerdir.

Mehîb sûretli, sahâbe sîretli bir azîz-i muhterem idi. Cenâb-ı Hak, cümlemizi, mazhar-ı şefâatleri buyursun. Âmîn.

                                   Enîs-i zümre-i ahyâr Cenâb-ı Şeyh Merkez'dir

                                   Velâyet mülküne ser-dâr Cenâb-ı Şeyh Merkez'dir

                                   Lisân-ı feyzi olmuş hikmet-i aşkdan dürer-efşân

                                   Misâl-i bülbül-i gül-zâr Cenâb-ı Şeyh Merkez'dir

                                   Cihâna velvele-endâz idi irşâd u tefsîrde

                                   Mükemmel menba'-ı esrâr Cenâb-ı Şeyh Merkez'dir

                                   Vücûd-ı ekremi tebcîle şâyân zât-ı âlîdir

                                   Mufahham pîr-i hayr-âsâr Cenâb-ı Şeyh Merkez'dir

                                   Muallâ türbesinden münteşirdir bû-yı sünbül-zâr

                                   Mübârek kabri pür-envâr Cenâb-ı Şeyh Merkez'dir

                                   Garîbi kem-teri Vassâf'ının cânı gözü nûru

                                   Veliyy-i mes'adet-girdâr Cenâb-ı Şeyh Merkez'dir

Türbeleri pek i'tinâ ile yapılmış, ma'mûrdur. Fâtih Sultân Mehmed Hân hazretlerinin türbesi, Sultân Abdülazîz devrinde ta'mîr olunduğu zamân ona gümüşten şebeke yapıldığında ceviz üzerine sedef işlemeli şebeke Hz. Merkez'in sandûkasının etrâfına konulmuştur. Çok rûhâniyyetli mahall-i isticâbet-i duâ bir makâm-ı saâdet-nümâdır.

Türbe-i şerîfede bir levhâda şu beyitleri okudum :

                                   Merhabâ ey Merkez-i devrân-ı cihân

                                   Merhabâ ey kutb-ı kevneyn-i mekân

                                   Zâhir ü bâtında nûrun olmada

                        /275/               Âf-tâb-veş cümleye şu'le-feşân

                                   Kıymetin bilmekde âcizdir ukûl

                                   Ayn-ı nûr-ı Mustafâ'sın bî-gümân

                                   Doğsa şems garbdan didi Monlâ-yı Rûm

                                   Ayn-ı hurşîddir ki meşrıkdan doğan

                       

                                   Zarf değişse hak hakîkat pâyidâr

                                   Ahvel olma aç gözün bir gör ıyân

                                   Dâire meydânda biz içindeyiz

                                   Nûru zâhir göreler Merkez-nihân

                                   Lutf  u ulviyyetini ta'rîf muhâl*

                                   Çünki bu ta'rîfden âcizdir lisân

                                   Âşık u hayrânınım şâhım senin

                                   Melceim sensin efendim nûr-ı cân

                                   Bendelikden itme âzâd bizleri

                                   Dâimâ kurbân sana Ken'ân-ı cinân

Hz. Merkez'in şu ilâhîsi bestelenmiştir :

                                   Eyâ âlemlerin şâhı tecellî kıl tesellî kıl

                                   Gönüller burcunun mâhı tecellî kıl tesellî kıl

                                   Ciğerden eylerim feryâd bu benlik da'visinden dâd

                                   İkilikden kılup âzâd tecellî kıl tesellî kıl

           

"Garîk-ı bahr-i ısyânım şefâat yâ Rasûla'llâh" na'tı müşârünileyhindir. "Merkez" tahallus eder.

Bir âdet-i müstahsene-i kadîme :

Yenikapı Mevlevî-hânesi müessisi Kemâl Ahmed Dede zamânından beri cârî olan bir âdet-i müstahseneye binâen, bayramlarda dedegân ve dervîşân, müctemian ve önlerinde âyîn-hânlar, nây ve kudümler bulunduğu hâlde, Mevlvî-hâneden çıkıp ve yolda âyîn okuyarak Merkez Efendi Dergâhı'na gelirler ve orada bayram namâzını edâdan sonra Hz. Merkez Muslihüddîn'in türbe-i şerîfesi önünde bütün dedegân ve muhibbân-ı Mevlevî halka teşkîl ettikleri hâlde Mevlevî şeyhi olan zât gül-bang çektikten sonra, Hz. Merkez post-nişîni efendi ile ba'de'l-musâfaha, yine hey'etce ve âyîn okunarak ve nây ve kudüm çalınarak Mevlevî-hâne'ye avdet olunur. Devr-i Hamîdî'de bu âdet-i kadîmenin men'ine kıyâm edilmiş ise de, merhûm Celâleddîn Efendi hazretlerinin teşebbüs ve ısrârı üzerine ferâgat edilmiştir.

           

/276/  Cem Şâh  Hazretleri

Cemâl-i Halvetî hazretlerinin mahdûmu ve Hz. Sünbül'ün halîfesidir. Müteşerri' ve müteverri' bir zât-ı âlî-kadr idi. Hz. Sünbül zamânında pîş-kademlik eyleyip, tekmîl-i tarîkat ettikde Akşehir'de neşr-i tarîka me'zûn olmuş ve hayli müddet irşâd ile meşgûl olarak 943 sene-i hicriyyesinde (1536)   terk-i âlem-i nâsût etmiştir. Akşehir'de medfûndur. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Şeyh Cemâl Efendi[13]

 

Maksûd Dede Efendi

Tokatlıdır. İlm-i zâhirde ümmî iken, ilm-i bâtında allâme olmuş; âşık, sâdık bir zât-ı âlî-kadr idi. Tekmîl-i sülûkdan sonra Hz. Sünbül'ün emriyle Siroz'da neşr-i tarîka başlamış ve nice müddet irşâd ile meşgûl olduktan sonra, 970/(1563) senesinde terk-i dağdağa-i hayât eylediler.

Ahmed Dede Efendi

Kerâmâtı görülmüş bir zât-ı âlî-kadrdir. Hz. Sünbül'den tekmîl-i tarîkata muvaffak olup, Kütahya civârında, Okçu köyünde neşr-i tarîkata me'zûn idi. 979/(1571) senesinde orada irtihâl-i dâr-ı naîm eylediler. (Kaddesa'llâhu esrârahum)

           

Hz. Merkez'in Hulefâsı :

Mikdârı dörtyüzü bulmuştur. Şöhretleri Hind'e kadar şâyi' olmuş idi.

Ecell-i hulefâsından :

Gömleksiz Muhammed Efendi, Behiştî Ramazân Efendi, Köse Muhyiddîn Efendi, Şeyh Ahmed Efendi, Şeyh Ya'kûb Efendi, Muhammed Emîn Efendi, Seyyid Ahmed Muslihuddîn Efendi, Şeyh Ahmed Beşîr Efendi.

           

/277/  Şeyh Gömleksiz Muhammed Efendi

"Gömleksiz" diye şöhreti vardır. Eyüp'te Bahâriye'deki dergâhta şeyh olup, 951/(1544)'de irtihâl eylemekle, Eyüp'te Bahâriye'ye giden yol kenarında sol tarafta elyevm türbesi mevcûddur. Mezkûr dergâh-ı şerîf, zamânımıza kadar Sünbüliyye'den gelmiştir ve deniz kenârında gâyet rûhâniyyetli bir mahaldir. Hz. Merkez'in güzîde halîfelerindendir. 343. sahîfeye mürâcaat buyurula.

           

Behiştî  Ramazân Efendi

            Hz. Merkez'in yetiştirmelerindendir. Vizelidir. 979/(1571)'de Çorlu'da irtihâl eylemiştir. Ârif, kâmil bir zâttır. Âsârı uluvv-ı ka'bına şehâdet eder :

l.  Hâşiye alâ Şerhi Akâid  li'l-allâme Taftazânî.

2. Ta'lîkât alâ Şerhi Miftâh.

3.  Hâşiye-i  Âdâb-ı Mes'ûdî.

4. Ta'lîkât ale'l-Câmi'.

5.  Cem-şâh ve Alem-şâh.

6.  Süleymân-nâme.

Eş'ârından :

                                   Visâlin Ka'be'dir rûz-ı ecel azmi zamânıdır

                                   Kefen ihrâmıdır tâbût o yolun taht-ı revânıdır

Köse Muhyiddîn Efendi

Hz. Merkez'in hulefâsı meyânında ismi zikre şâyândır. Ricâl-i tarîkattandır. Kerâmâtı görülmüştür. 990/(1582) târîhinde irtihâl edip, âsitâne-i Merkez'de minâre dibinde âsûde-nişîn-i rahmettir.

Şeyh Ahmed Efendi

           

Hz. Merkez'in veled-i es'adları olup, cezbe-i ilâhiyye sâhibi, müessirü'l-kelâm, makbûl-i hâss u âmm, âlim, âmil, kâmil bir zât idi. Cenâb-ı Merkez, "Oğlum benden çok eyidür."  diye mahfiyyetle iftihâr buyururlardı. Denizli mülhakâtından Akçaköy, inzivâ-gâhı olduğu Şakâyık'ta mezkûrdur.

Te'lîfât-ı adîdesi olup, en meşhûru, seksen cüzden ibâret olmak üzere Bâpûsî ismiyle tercüme eylediği Lugat-ı Kâmûs'dur. Bu eserin bir nüshası Edirne'de Sultân Selîm-i sânî Kütüphânesi'nde mevcûddur. Hatt-ı destiyle muharrer nüshâsı Âtıf Bey Kütüphânesi'ndedir.

Bir de, İsmetü'l-Enbiyâ ve Tuhfetü'l-Asfiyâ  eseri meşhûrdur.

el-Lemezât'ın beyânına göre rihletleri 970/(1563) ve Esmârü't-Tevârîh'a göre  963/(1556) senesindedir.

/278/  Medfenleri Uşşâk'ta olduğunu el-Lemezât yazar. Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye'de Sâdık Vicdânî Bey, Hz. Merkez'den sonra Hânkâh-ı Sünbülî'de icrâ-yı meşîhat ettiğini beyân ediyor.

Şeyh Muhammed Emîn Efendi

Hz. Merkez'in hem halîfesi, hem dâmâdıdır. Câmiu'l-Avârif'de, "Âlem-i fenâya kadem basmış, tam dervîşlik tahsîl etmiş server idi. Ehl-i dünyânın bisâtına kadem basmış ve külhânlarına kolluk asmış değildi. Hânkâh-ı Hz. Merkez'de seccâde-nişîn-i irşâd olmuş idi. Bir bostânı vardı, eker biçer, onunla taayyüş ederdi. Dervîşleri, şeyhlerinin nice kerâmâtını görmüşlerdir." diye yazılmıştır. Âhiri'l-emr, (كُلُّ نَفْسٍ ذَآئِقَةُ الْمَوْتِ)[14] sırrı zuhûr edince şarâb-ı mevti nûş etti. Türbe-i Hz. Merkez'de medfûndur. (Kaddesa'llâhu sırrahû).

Şeyh Seyyid Ahmed Muslihuddîn Efendi

Hadîkatü'l-Cevâmi'in beyânı vechile, Hz. Merkez'in dâmâdıdır. Ondan müstahleftir. 984/(1576) senesinde irtihâl eyledi. Civâr-ı Hz. Pîr'de medfûndur. "Şeyh Seyyid" (شيخ سيد) târîh-i irtihâlidir.

           

Dîger manzûme-i târîhiyye :

           

                                   Kutb-ı âlem Hazret-i Merkez Efendi'nin budur

                                   Sıhrı hem müstahlefi ol zât-ı kerrûbî-hısâl

                                   Kümmel-i ehl-i kulûbdan ârif-i bi'llâh idi

                                   Seyyid Ahmed Muslihuddîn-i kerâmet-iştimâl

                                   Pür iderdi sırr-ı feyz ile dimâğ-ı âlemi

                                   Sünbülistân-ı hakîkatden alup bû-yı kemâl

                                   Bunda devr-i sübha-i enfâsı itmâm eyleyüp

                                   Rûh-ı pâki eyledi gül-zâr-ı kurba irtihâl

                                   Geldi çâr-evtâd-ı târîhi didiler cevherîn

                                   Menzili Şeyh Ahmed'in ola ârâm-gâh-ı cemâl

                                   (منزلى شيخ احمدك اوله آرام كاه جمال)

Bir oğlu, iki kerîmesi olup, yanında medfûndur. Kendileri an-asl Germiyân'dan neş'et ederek tahsîl-i ulûmdan sonra İstanbul'a gelip, Hz. Merkez'e intisâb eylemişlerdi. Bir emr-i ma'nevî üzerine Hz. Merkez'e dâmâd oldular ve onlardan ikmâl-i sülûk ettiler. Kâmil ü mükemmil bir mürşid-i âlî-nisâb idi.   

Şeyh Ahmed Beşîr Efendi

Mevlidi Kütahya kurâsından Çavdar - Kalburcu karyesi olup, tarîh-i irtihâli 978/(1570)'dir. Devrân-ı sûfiyye hakkında bir risâlesi vardır. Hamzavîler bahsinde terceme-i hâlini yazdığım Şeyh Sun'ullâh-ı Gaybî hazretlerinin büyük pederleridir. Tarîk-ı Bayramî'de şöhretleri vardır.

(Sun'ullâh-ı Gaybî'nin büyük babası olan)  bu zât, Hz. Sünbül halîfesi olmak lâzımdır. Bahsi 267. sahîfede geçti. "Müftî Şeyh Ahmed Efendi" denilen zât dahi olsa gerektir. Târîhe karışmış bahisler olup ta'mîka imkân bulamadım.

Şeyh Hasan Efendi

Ahmed Beşîr Efendi'nin halîfesidir. "Simkeş-zâde Feyzi Hasan Efendi" diye meşhûrdur. /279/ Zeyl-i Şakâyık sâhibi Zeylî'nin pederidir. Elsine-i selâsede nazm u nesre muktedir bir şâir-i ârifdir. Şeyh Abdulahad en-Nûrî'den de hilâfeti olduğu gibi, Edirnekapı hâricinde Emîr Buhârî Dergâhı meşîhatine ta'yîni münêsebetiyle, Hakîm Çelebi şeyhi Bosnavî Şeyh Osmân-ı Nakşıbend'den mücâz olmuş idi. Pederi Simkeşbaşı Muhammed Ağa imiş.

1102/(1691) senesinde altmışaltı yaşında irtihâl etmiş, dergâh-ı mezkûr hazîresine defn olunmuştur. "İde feyz-i cinânı cây ü me'vâ " (ايده فيض جنانى جاى مأوا) târîhidir.

Âsârı :

1. Tefsîr-i Beyzâvî'nin Sûre-i Bakara kısmına ta'lîkâtı.

2. Müretteb Dîvân'ı.

3. Mi'râc-nâme.

4. Cevân-nâme.

5. Gamze-i Dil.

Gazellerinden :

                                    Nihân it derd-i aşkı eyleyip feryâd neylersin

                                   Cihânı itdin ey dil âh ile berbâd neylersin

                                                        * * *

                                   Arz eyle subh-dem gül yüzin ol şeh-suvârımız

                                   Sahrâ-yı sabr-ı aşkdan kalmaz karârımız

/280/ Şeyh Ya'kûb Efendi Hazretleri

Anadolu'da Germiyân ilinde Şeyhli nâm karyede dünyâya gelmiştir. Eben-an-ced siyâhî-zâdedir. Ulûm-ı zâhireyi tahsîl ile berâber, îş ü işrete dalmakla, gördüğü bir rü'yânın te'sîriyle tevbe-kâr olarak Hz. Sünbül'ün dâmen-i irfânına gâyet sâdıkâne bir sûrette yapışmıştır.

Öyle mücâhede eder imiş ki, altı ay su içmez, üç günde bir iftâr eder, halaka-i zikrde kendisini pâre pâre eyler imiş. Hayli zamân lâ-ya'kıl bir hâlde kalır imiş. Hz. Sünbül, "Dervîş olunca Germiyânlı Ya'kûb Dede gibi olmalı." buyururlardı. Bir buçuk yıl böylece mücâhededen sonra icâzet vermişlerdir.

Ba'dehû Hz. Merkez'den hilâfet alarak Yanya cânibine irşâden li'l-ibâd me'mûr olmuş. Orada mahsûsan inşâ olunan bir mescidde imâm olup, halkın pek ziyâde teveccüh ve rağbetini celb ile nice vîrân kalbleri ma'mûr buyurmuşlardır.

Ya'kûb Efendi, bir azîz-i nûrânî idi. Hânkâh-ı Sünbülî meşîhati kendilerine teveccüh ettikten sonra hâli büsbütün kesb-i ulviyyet eyledi. Envâr-ı rûhâniyyeti, âsâr-ı velâyeti nümâyân oluyordu. Meclis-i va'zında hâzır bulunan kimse, husûle gelen te'sîrâttan ağlardı. Bir kerre meclisine gelen bir daha terk edemezdi.

Âdâb-ı meşâyıha çok riâyet-kâr idi. Fukarâ ve dervîşânı sıyânet eder idi. "Kırk sene namâzda kalbime mâ-sivâ gelmemiştir" diye hamd ederler imiş. Namâzda iken kendinden geçerlerdi.

Bir cum'a günü Dâvûdpaşa Câmii'nde, salât-ı Cum'a edâ olunurken, kubbeden bir büyük sıva düşmüş, halk, "Kubbe yıkılıyor." diye câmi'den firâr etmiş. Ya'kûb Efendi, huzûr-ı Hak'da mâ-sivâdan tecerrüd ettiğinden, bu vak'adan haber-dâr bile olmayarak namâzına devâm eylemiştir.

Dervîşlerinden biri dûçâr olduğu dîk-ı hâlden dolayı müşârünileyhe mürâcaatında, "Oğul! Duâyı rızâ-yı Hak içün yap. Nefsin içün bir şey taleb etme." buyurmuşlar. Bu sözün te'sîriyle kendinden geçen o zât, bu sebebe mebnî dervîşleri sırasına girmiştir.

Bir gün mürîdânından biri şeyhinin hücresine gelip içeri girereceği sırada, içeride musâhabe sadâsı işitince edeb edip beklemiş, ses kesilince müsâade alarak huzûruna girdiğinde kendilerinden başka kimseyi göremeyince, "Sultânım! Sesler işittim, edeben girmedim. Halbuki kimse yok, mütehayyir oldum." demesiyle Hz. Ya'kûb, "Kimseye söyleme /281/ nâ-mahreme ızhâr etme, Hz. Hızır ve İlyâs aliyhime's-selâm geldiler, bana duâ ta'lîm eylediler." buyurunca, "Sultânım! O duâ nedir? Bu kem-terinize da ta'lîm buyurunuz." diye ricâ edince, "(يا خالق الخلايق يا مالك الملك يا حى ياقيوم يا ذا الجلال والإكرام )dir."[15] buyurmuşlardır.

Seyyid Seyfullâh Efendi, Câmiu'l-Avârif'inde nakl ediyor : "İşrâk namâzından sonra yirmi beş def'a okumağa mülâzım olan, iki cihânda ne isterse bulur." diyor.

Yine mürîdânından biri, bir gece salât-ı teheccüdü edâ kasdıyla câmi'-i şerîfe giderken ortalığı tabîî ağyârdan hâlî bulup, fakat câmiin önünde zencîrli servinin dibinde, şeyhini diz çökmüş oturuyor görmüş. Biriyle musâhabe ediyormuş. Ba'dehû duâ edip, câmie girmişler. Bu hâli istîzâh ettiğinde, "O servi önünde Rasûl-i ekrem (salla'llâhu aleyhi ve sellem) efendimiz hazretleri, ahyânen bu abd-i kem-terlerine hadîs-i şerîf ta'lîm buyururlar. Servinin yanında el açar duâ ederim ve gâyet edeble geçerim." dediklerini Câmiu'l-Avârif yazıyor. Servi hakkındaki rivâyetin en sıhhate karîb olanı budur.

Sultân Süleymân-ı Kanûnî zamânında yağmursuzluktan pek ziyâde ıztırâb çekilen bir zamânda, ekâbir ü a'yân u ahâlî müctemian Şeyhü'l-İslâm'a mürâcaatla pâdişâh-ı enâmın duâ etmesini ricâ etmişler. O da "Hânkâh-ı Sünbül'de seccâde-nişîn-i reşâdet olan Şeyh Ya'kûb Efendi hazretleri duâ buyursunlar." demişler. Hz. Şeyh'i aramışlar, bulmuşlar, güç hâl ile cebren minbere çıkarıp duâ ettirdiler. Rahmet-i ilâhiyye ile âlem tâze hayât buldu.

Şeyh Ya'kûb Efendi, kemâl-i mahviyyetlerinden ve dûçâr-ı şöhret olmasından nâşî, "Ben vahdette yaşar bir adamım, beni kesrete uğratıp ömrümde çekmediğim sıkıntıyı çektirdiler. Kâşki dünyâya gelmeyeydim." diye beyân-ı şikâyet buyurmuşlardır. Kendilerine, "Efendim! Vücûnunuz mahz-ı hayrdır. Ale'l-husûs bu kadar fazâil ü fevâide mukârin olup nice kimselere fâideniz dokundu. Bundan tehâşîye sebeb nedir?" diye sordular. Cevâbında, "Bende evvelâ bu kelâm, âlem-i vahdetin lezzetinden müfârekat elemi tezekkür olunduğu zamânda lisân-ı hâlden lisân-ı kalbe gelmiştir. Sâniyen, şerâit-i ni'met-i vücûd ki, edâsında nice ehl-i şuhûd âciz ve mertebe-i kemâli az kimse hâiz görüldüğü esnâda makâm-ı aczde vârid olmuş kelâmdır. Sâlisen bu kelâm, makâm-ı kâlimde denilmiş değildir. Ba'zı hâlin muktezâsıdır. Bu mertebede Fahr-ı âlem (salla'llâhu aleyhi ve sellem) efendimiz hazretleri (يا ليت رب محمد لم يخلق محمداً)[16] /282/ buyurmuşlardı. Hz. Ali (kerema'llâhu vechehû ve radıyallâhu anh) efendimiz dahi, "Hiç kimseye reşk etmem, illâ dünyâya gelmeyenlere reşk ederim." buyurmuşlardır. Nice evliyâ-yı kirâmın bu makâmda birer sözü vardır." diye bir çok hakâyıktan bahs eylemişlerdir.

Hicret-i nebeviyyenin 979/(1571) sâlinde cihân-ı mihnetten sarâ-yı vahdete çekildiler. Türbe-i münevvereleri Hz. Sünbül'e muttasıldır. Türbeyi, Sultân Süleymân-ı Kânûnî inşâ eylemişlerdir.

                                   Şeyh Ya'kûb ol azîz-i pâk-dîn

                                   Eyledi azm-i reh-i dârü'l-karâr

                                   Geldi yapdı üstüne bu kubbeyi

                                   Pâdişâh-ı âlem-i gerdûn-vakâr

                                   Cem' olup bu ravzaya kerrûbiyân

                                   Hıdmet itmekle iderler iftihâr

                                   İdicek târîh-i fevtinden suâl

                                   Didi hâtif gitdi kutb-ı rûz-gâr

                                   (كتدى قطب روزكار)

Cenâb-ı Hak, sırlarını takdîs ve bizleri mazhar-ı şefâati buyursun. Âmîn.

           

Hulefâsı :

Şeyh Mahmûd Efendi, Şâh Veliyy-i Ayıntâbî, Şeyh Mahmûd-ı Şuhûdî, Şeyh Yûsuf, Şeyh Necmeddîn Sinân Efendi hazerâtıdır.

Şeyh Mahmûd Efendi, Hz. Ya'kûb'un halîfesidir. Mübârek bir zâttır. 863/(1458)'te Gazi Tiryâki Hasan Paşa'nın inşâ-kerdesi olan Balçık Tekkesi (Cezerî Kâsım Paşa) şeyhi ve imâmı olmuş idi. Vefâtı 1018/(1609)'dedir. "Mahmûd-ı Şeyhî" (محمود شيخى) târîhidir. Mezkûr tekke hazîresinde medfûndur.

Şâh Veliyy-i Ayintâbî, Hz. Ya'kûb'un (dîger bir) halîfesidir. 1000/(1592) târîhine yakın bir zamânda Ayıntab (Antep)'de vefât eylemiştir. Gunyetü'l-Sâlïkîn, Virdü's-Settâr üzerine Arapça şerhi, el-Kevkebü'l-Mudıyyetü fi't-Tarîkati'l-Muhammediyye, Risâletü'd-Dürriyye fî-Beyânı Tarîkati'l-Marzıyye cümle-i âsârındandır. 956/(1549) târîhinde Ya'kûb Efendi'ye intisâbinâ bakılırsa, yirmidört sene onun nazar-ı feyziyle perverde olduğu anlaşılır.

Şeyh Muhammed-i Şuhûdî Efendi, Hz. Ya'kûb'un (başka bir) halîfesidir. Hasan Necmeddîn Efendi hazretlerine hânkâh-ı Sünbülî'de vekâleti vardır. Bursalıdır. Bursa'da irtihâl-ı dâr-ı naîm eylemiştir. "Muallimü'l-Hayr" (معلم الخير) (1021/1612) târîhidir. Tekkesi vardır. Orada medfûndur. Müretteb Dîvân'ı olup âşık bir zâttır.

                                   Yâ Rab kullar ihsâna kaldı

                                   Lutf u kerem sultâna kaldı

                                   Müznib Şuhûdî dergâha geldi

                                   Yâ Rab murâdım gufrâna kaldı

      

      

/283/ Şeyh Yûsuf Sinân Efendi

Hz. Ya'kûb'un mahdûmu ve halîfesidir. Yanya'da dünyâya gelmişlerdir. Tahsîl-i kemâlât ve terbiye-i tarîkattan sonra, Süleymân-ı Kânûnî vezîri Ali Paşa kethüdâsı Ferah Efendi'nin binâ-kerdesi olan dergâha 972/(1565) senesinde şeyh olmuştur. Bu dergâh zamânımıza kadar muttasıldır. Hıfz-ı Kur'ân'a mazhar olan Şeyh Sinân Efendi, Hz. Merkez'in şeref-i sohbetine mazhar olmuş idi. Sultân Murâd-ı sâlis kendilerini çok severlerdi.

Hüsn-i savta mâlik olup, sâmiîni vecde getirirler idi. İlmen dahi yüksek mertebesi var idi.

Peder-i ekremlerinin irtihâlinde hânkâh-ı Hz. Sünbül'de der-uhde-i meşîhat buyurup altı sene bu hıdmet-i şerîfeyi îfâdan sonra, 985/(1577) senesinde, ârzû-yı zâtîsi ve pâdişâh-ı enâmın tensîbiyle Şeyhu'l-Harem-i Nebevî hıdmet-i mübeccelesiyle Medîne-i Mürevvere'ye gitmiştir. Dört sene bu hıdmet-i mukaddesede bulunarak, 989/(1581)'da cânını cânânına teslîm edip, Cennet-i Bakîa'da, ammu'n-Nebî Hz. Abbâs'ın kubbesi yanında âsûde-nişîn-i rahmet-i Rahmân'dır. "Şeyhu'l-evliyâ" (شيخ الاوليا) (ölüm) târîhidir. (Kadddesa’llâhu sırrahû)

Âsâr-ı aliyyeleri :

1. Tenbîhu'l-Gabî fî-Rü'yeti'n-Nebî. Bu eseri Şeyhu'l-Harem iken yazmıştır. Mütâlaa ile şeref-yâb oldum. Âşıkâne bir sûrette yazılmıştır. "Hâl-i yakazada ehl-i hâlin cemâl-i Ahmed'i temâşâsı mümkindir." diye isbât-ı hakîkat maksadıyla edille serd ediyor. Bir çok dakâyıktan bahs ediyor.

2. Menâsik-i Hac.

3. Tadlîlü't-Te'vîl.

4. Risâletü'l-Hakîka.

5. Metâlibü'l-Îkân.

6.Tezkire-i Halvetiyye. Cemâl-i Halvetî, Hz. Sünbül, Merkez, Ya'kûb Efendilerin menâkıbını hâvîdir.

İlâhiyyâtından :

                                   Beni benlikten al kurtar ilâhî

                                   Ki gide bendeden benlik günâhı

                                   Kaçan bunda göçem olam müsâfir

                                   Cemâlin Ka'be'sinde kıl mücâvir

                                                    *    *   *

                                   Ârzû-yı vuslatın gitmez gönülden bir nefes

                                   Yâ Rasûla'llâh cemâl-i bâ-kemâlin kıl nasîb

                                   İki cihânda murâdım bu durur ancak hemân

                                   Ki müyesser ola vuslat bu cihânda an-karîb

/284/ Pek âşık, âlim bir merd-i ârif idi. (Rahmetu'llâhi aleyhi rahmeten vâsia)

Sinân Çelebi'nin birâderi Yûsuf Efendi ulemâdan idi. Tarîkat-nâme'si vardır. Abdülkerîm Kerâmeddîn isminde bir mahdûmu olup, 1042/(1632-33)'de irtihâl eylemiştir.

Şeyh Seyyid Hasan Necmeddîn Efendi

"Yümnî Hasan Efendi" diye meşhûrdur. Alacahisarlıdır. Hz.Ya'kûb'un halîfesidir. Sinân Çelebi'den sonra, hânkâh-ı Sünbül'de post-nişîn olmuştur. Sultân Mehmed-ı sâlisle Eğri seferinde bulunduğu gibi, Bağdâd'a kadar seyâhatle oradaki eızze-i kirâmı ziyâret ve oradan Haremeyn-i Muhteremeyn'e azîmet etmiştir.

İstanbul'da ilk def'a şeb-i mevlid-i Nebî'yi kanâdîl ile ihyâ eden bu zât-ı muhteremdir. Leyle-i mübârekeyi ihyâ etmeği öteden beri mu'tâd eylemiş Hz. Sünbül hânkâhının minâresinde önce kandîl yaktırır imiş. Bu cemîle-i ihtirâm-kârî Sultân Murâd-ı râbiin takdîrini celb ve tensîbini istilzâm etmekle umûm memâliki-i Osmâniyye'de leyâlî-i mukaddesenin bu tarz-ı nûrâniyyette tebcîl ve ihyâsı emr edilmiştir.

Nûr-ı cemâl-i Mevlâ aleyhi ekmelü't-tehâyâ efendimiz hazretlerine fart-ı aşk u muhabbeti vardı. Hattâ bir leyle-i saâdet-i mevlid-i Nebî'de kemâl-i aşk u muhabbeti cûş u hurûşa gelerek nâire-i âh ile hayât-ı müsteârdan tecerrüd edivermiştir. (Allâhümme yessir lenâ bi-hurmeti nebiyyinâ, yâ rabbenâ).

Târîhi :

                                   "Azm-i ukbâ itdi Necmeddîn  Hasan "

                                   (عزم عقبا ايتدى نجم الدين حسن)  = 1019/(1610)

Bu zât-ı âlî-kadrin yazdığı bir silsile-nâme vardır. Vefâ'da Âtıf Bey Kütüphânesi'nde 1398 numaradaki eser zeylindedir; gördüm.

Şeyh Hasan-ı Adlî Efendi

           

Hasan b. Muhammed b. Ali'dir. Lakabları Adlullâh; künyeleri Ebu'l-Mütevekkil'dir. Rumeli'de İştib'de dünyâya gelip, meşhûr âlim Taşköprülü-zâde Kemâl Efendi'den tahsîl-i ulûm eylemiştir. Hasan Necmeddîn Efendi hazretlerine nice müddet hizmet edip, nâil-i hilâfet olmuş, pek çok yerleri dolaşarak nice cânlar uyandırmıştır. Balat Dergâhı'nda meşîhati olduğu gibi, Yanya ve Manastır taraflarında bulundukları sırada şeyhinin intikâli üzerine da'vet-i pâdişâhî ile İstanbul'a gelip, hânkâh-ı Hz. Sünbül'de şeyh olmuştur. Mazanna-i kirâmdan pek mübârek bir zât-ı âlî-kadr idi. Tergîbât nâmında bir eseri vardır. Şu kasîde-i tevhîdiyye kendilerinindir :

                                   Cennetin didi ol Rasûlu'llâh

                                   Semen-i lâ-ilâhe illâ'llâh

                                   Aslını saldı gülşen-i câna

                                   Şecer-i lâ-ilâhe illâ'llâh

                                   Anın içün gıdâsı rûh oldu

                                   Semer-i lâ-ilâhe illâ'llâh

                        /285/   Hıfz ider cânı şerr-i şeytândan

                                   Siper-i lâ-ilâhe illâ'llâh

                                   Mâ-sivâyı bu dâr niheng-âsâ

                                   Ejder-i lâ-ilâhe illâ'llâh

                                   'Küntü kenz'i sana ayân eyler

                                   Güher-i lâ-ilâhe illâ'llâh

                                   Getürür bahr-i vahdeti cûşa

                                   Eser-i lâ-ilâhe illâ'llâh

                                   İki kat itdi pîr-i gerdûnu

                                   Kemer-i lâ-ilâhe illâ'llâh

                                   Virgürür aşka câmi'-i aşkın

                                   Minber-i lâ-ilâhe illâ'llâh

                                   İltürür râhını cinâna senin

                                   Rehber-i lâ-ilâhe illâ'llâh

                                   Kandırır teşne-dilleri âhir

                                   Kevser-i lâ-ilâhe illâ'llâh

                                   Vâsıl-ı râh-ı Hakk oldun ise

                                   Mazhar-ı lâ-ilâhe illâ'llâh

                                   Sadef-i kalbe düşse incü olur

                                   Matar-ı lâ-ilâhe illâ'llâh

                                   Cünd-i şeytânı târ-mâr eyler

                                   Asker-i lâ-ilâhe illâ'llâh

                                   Başına giydi kim ki şâh oldu

                                   Efser-i lâ-ilâhe illâ'llâh

                                   Şark u garbda irişdi açılıcak

                                   Şehber-i lâ-ilâhe illâ'llâh

                                   Tâs-ı çarhî olup geçer arşa

                                   Hançer-i lâ-ilâhe illâ'llâh

                                   Cân u dil göklerin münevver ider

                                   Kamer-i lâ-ilâhe illâ'llâh

                                   Hırmen-i dilde mâ-sivâyı yıkar

                                   Şerer-i lâ-ilâhe illâ'llâh

                                   Doğıcak yakdı zulmet-i küfrü

                                   Ahter-i lâ-ilâhe illâ'llâh

                                   İrişelden dile fütûh irdi

                                   Zafer-i lâ-ilâhe illâ'llâh

                                   Bû-yı vahdet irer yanınca dile

                                   Micmer-i lâ-ilâhe illâ'llâh

                                   Adliyâ irs ile irişdi bize

                                   Gevher-i lâ-ilâhe illâ'llâh

"Mübeşşirü'l-Cennet" (مبشر الجنت) terkîbinin işâreti mûcibince 1026/(617) târîhinde irtihâl-i dâr-ı bakâ eylemiştir. Müstakil türbesi vardır. Sandûkasının başındaki levhadan :

                                   Hazret-i Adli  Efendi bu idi merd-i ilâh

                                   Âlim ü ârif idi aşk-ı Hudâ'ya âgâh

                                  

                                   Aşkla devr iderek itmiş idi mahv-ı vücûd

                                   Zikr ü fikriyle geçerdi şeb ü rûzu her-gâh

                                  

                                   Bû-yı irfân ile mest itdi meşâmm-ı cânı

                                   Nefsinin hâhişini eyledi çün istikrâh

                                  

                                   Nîm-nigâh ile iderdi nice merdi ihyâ

                                   Zer-i hâlisde nühâs itdi tarîkın güm-râh

                                  

                                   İlmî çün geldi "temûtûne taîşûn" sırrı

                                   Cânı cânâna virüp söyledi Allâh Allâh

            Hadîkatü'l-Cevâmi', müşârünileyhin hac avdetinde Medîne-i Münevvere'de vefât eylediğini, "dahale'l-merkad" (دخل المرقد) terkîbine göre, 1009/(1600) senesinde rıhletini yazıyorsa da bunda bir yanlışlık olsa gerektir. Târîh de tevâfuk etmiyor.

/286/ Fâtih'de Millet Kütüphânesi'nde Târîh kısmında 236/1797 numaralı Vefeyât-ı Ekâbir-i İslâmiyye nâm eserde de 1026 gördüm. Doğrusu budur.

Şeyh Seyyid Muhammed Efendi

Şeyh Adlî Efendi hulefâsındandır. Pederleri Abdülhâlık Çelebi, Eyüp'te Şâhsultân Zâviyesi'nde medfûndur. Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye'nin Halvetiyye bahsinde, Sâdık Vicdânî Bey, müşârünileyhin Adlî Efendi'den sonra hânkâh-ı Sünbülî'de meşîhat ettiğini yazıyor.

Bu zât 1071/(1661)'de Medîne-i Münevvere'de vefât eylemiştir. Bundan sonra post-nişîn olan Kerâmeddîn Efendi'nin 1071'den sonra irtihâli vukû' bulmak lâzım gelir. Halbuki, âtîde tafsîl edileceği üzere, 1051/(1641)'dir. Şu hâlde Seyyid Muhammed Efendi'nin belki Adlî Efendi'den sonra bir müddet-i cüz'iyye burada seccâde-nişîn olup, bi'l-âhare Karâmeddîn Efendi onu istihlâf etmiş olacaktır.

Seyyid Muhammed Efendi, sülâle-i Sıddîkıyye'den idi. Âlim, fâzıl bir zât-ı âlî-kadrdir. Risâletü'l-Esmâiyye, Risâletü't-Tahkîk fî-Sülâleti's-Sıddîk nâm eserleriyle, Mecmûa-i İlâhiyyât'ı vardır.

Şeyh Ahmed-i Adîmî Efendi

"Miftâhî-zâde" diye meşhûrdur. Pederi İbrâhîm Efendi'dir; Narlı Kapı'nın miftâh-dârı idi. Bundan dolayı "Miftâhî-zâde" denilmiştir. Hâfız Hüseyn-i Ayvansarâyî, Vefeyât-nâme'sinde (şöyle der) :

            "Kocamustafapaşa şeyhi Seyyid Muhammed Efendi'den ahz-i tarîkat edip, zâhir ü bâtınını ma'mûr etmiştir. Şeyhi Seyyid Muhammed Efendi'nin birâderi Bostân Efendi'nin yerine Şâhsultân Tekkesi şeyhi olmuştur. Eyüp'de Cum'a vâizi idi. Edâ-yı hacc-ı şerîf maksadıyla âzim-i râh-ı Hicâz olup, Şam'a vusûlünde Hz. Bilâl-i Habeşî (radıya'llâhu anh) civâr-ı rahmet-medârında irtihâl etti. Burada medfûndur."

                                   Miftâhî-zâde'ye açıldı Cennet

                                   (مفتاحى زاده يه آچلدى جنت)  = 1072/(1662)

târîhidir. 1040/(1631)'ta hilâfet almış olmasına nazaran otuziki sene mesned-nişîn-i reşâdet olmuştur. İlâhiyyâtı vardır, bu onundur :

                                   Derd-mend olmak dilersen iste ehl-i derdi bul

                                   Lâ-mekân olmak dilersen aşka yâr ol râhı bul

Şeyh Eyyûbî Muhammed Efendi

Şeyh Adlî hulefâsındandır. Sâhib-i fazîlet bir zât olup, şehrîdir. 1071/(1661)'de Medîne-i Münevvere'de irtihâl eyledi. Eyüp'de Şâhsultân Tekkesi'nde medfûn, sülâle-i Sıddîkıyye'den Abdülhâlık Çelebi'nin mahdûmudur. Risâle-i Esmâiyye, Risâletü't-Tahkîk fî-Sülâleti's-Sıddîk ve Mecmûa-i İlâhiyyât cümle-i âsârındandır.[17] Silsile-nâmelerde isimleri, "Şeyh Muhammed-i Eyyûbî el-Medenî" diye muharrerdir.

/287/ Şeyh Seyyid Kerâmeddîn Efendi

Sâdâttan olup, Şeyh Hasan Necmeddîn Efendi hazretlerinin mahdûmlarıdır. 1013/(1604)'te dünyâya gelip, tahsîl-i ulûmdan sonra dayıları Şeyh Muhammed-i Sünbülî'den, (Bu zât Seyyid Muhammed-i Eyyûbî olacak.) ahz–i feyz ederek şeyh-i mükerremlerinin yerine post-nişîn oldular. Kerâmâtı görülmüş erlerdendir. Vefeyât-nâme'de, "Kerîmüddîn" diye yazılmıştır.

"Hûr-ı maksûrât" (حور مقصورات) (1051/1641) târîh-i irtihâlleridir. Şeyh Ya'kûb Efendi hazretlerinin türbesinde medfûndur. Oradaki iki levhada şu beyitleri okudum :

                                   Bu iki merkad-i mümtâz pür-envâr-ı feyz-âkîn(?)

                                   Biri Ya'kûb Efendi'dir biri Seyyid Kerâmeddîn

                                   Be-hem-âğûş-ı der-hâb-ı ferâgatdir görilen heb

                                   Karâr itmiş şerefle burc-ı hâkîde meh-i pervîn

                                   Yine bir mefhar-ı ehl-i tarîkat göcdü dünyâdan

                                   Koyup firkatde ahbâbın ola yâri Habîbu'llâh

                                   Bakâ-bi'llâh'a azm itdikde Feyzî  didi târîhin

                                   Kerâmeddîn'e dîdârıyla ikrâm eyleye Allâh

                                   (كرام الدينه ديداريله اكرام ايليه الله)

Bu târih 1009 çıkıyor. Binâenaleyh yanlıştır. Doğrusu bâlâda yazdığım vechile 1051'dir.

 

İlâhiyyâtından :

                                   Gel meclis-i uşşâka tâ ref' ola ahzânın

Kabr-i mübâreklerinde rûhâniyyet vardır. Hz. Sünbül'e kabren en karîb bahtiyâr-ı meşâyıh-ı Sünbüliyye'dendir.

Keşfî Ca'fer Efendi

Adlî Efendi hazretlerinin hulefâsındandır. İstanbulludur. Tophâne'de, Fındıklı'da Kaptan Arap Ahmed Paşa'nın Hâtûniyye Mescidi yanında haremi Perîzâd Hanım'ın binâ eylediği dergâha şeyh olmuştur. Sultân Abdülmecîd devrinde, câddesinin tevsîi sırasında dergâh mahalli câddeye kalb olunduğundan, tramvay hattının deniz cihetinde inşâ olunan dergâh hazîresine bakâ-yı ızâmı nakl edilmiş, üzerine bir türbe yapılmıştır. Elyevm câdde üzerinde ziyâret-gâh-ı enâmdır. Şu, târîhidir :

                                   Hû diyüp Ca'fer Efendi azm-i Firdevs eyledi

(هو ديوب جعفر افندى عزم فردوس ايلدى) 1053/(1643)

/288/ Buraya ilk şeyh olan zât Hasan Efendi'dir. 983/(1575)'te şeyh olup, 1008/(1599)'de vefât etmiştir. Yerine müşârünileyh Keşfî Ca'fer Efendi geçmiş; kırkbeş sene şeyh olmuştur. Güzel nutukları varmış. Fakîr, yalnız âtîdekine müsâdif oldum :

           

                                   Şol gönül kim mübtelâ-yı derd-i aşku'llâh olur

                                   Derdine dermân bulunca kârı âh u zâr olur

                                   Tâlib-i dîdâr olan ey derd-mend Keşfî bugün

                                   "Mâ-vesa’nî" remzinin esrârına âgâh olur

Sonra şeyh olanlar : Şeyh Receb Efendi (1155/1742)[18], Şeyh Fazlullâh Efendi (1065/1655), halîfesi Ömer Hüseyin Efendi 1118/1705) (Elliüç sene meşîhat etmiştir.);  yerine yine Fazlullâh Efendi halîfesi Şeyh Mustafa Efendi (1140/1728), Şeyh Muhammed Efendi (1149/1736), Şeyh İbrâhîm Efendi 1178/1764), Şeyh Muhammed Nebî Efendi (1189/1775), Şeyh Hâfız Efendi (1194/1780).

Şeyh A’mâ Hüseyin Efendi

Şeyh Hasan-ı Ünsî Risâlesi’nde gördüm ki, Ca’fer Efendi hazretlerinin hulefâsından Fazlı Efendi vardır. Onun yetiştirmelerinden A’mâ Şeyh Hüseyin Efendi şâyân-ı zikirdir. Çocuk iken İstanbul’da bir bâzergânın kulu imiş, âzâd olmuş. Salıpazarı’da iskelede kayıkçılık edermiş. 1060/(1650)’ta terk edip Fındıklı Hâtûniyye Câmii’nin civârındaki dergâhında Şeyh Fazlı Efendi’ye intisâb (etti) ve mazhar-ı hilâfet oldu. Şeyhinin irtihâlinde A’mâ Hüseyin Efendi yerine şeyh oldu. Sahib-i nefes ve kâmil ü mükemmil adam imiş. Haktan gayriyi nazardan iki gözleri a’mâ olmuş, fakat bir yere gitse elinden kimse tutmaz idi. 1118 senesi Zi’l-hiccesinin âhiri Cum’a (1706 Mart sonu) beyne’l-ışâeyn irtihâl edip tekkesi karşısındaki kabristana defn olundu.

Mülâhaza : Buradan şimdiki câdde açıldığından Ca’fer Efendi kabri, yeni yapılan türbeye nakl olunmuş ve binâen aleyh A’mâ Hüseyin Efendi kabri mensî olmuştur. Hüseyin Efendi irtihâl edince yerine halîfesi Derviş Mustafa Efendi geçip câ-nişîn olmuştu. Sâlih ve müttakî bir adam imiş.    

Şeyh Yûnus Hilmi Efendi b. Ali

Keşfî Ca'fer Efendi Dergâhı şeyhi idi. Sünbüliyye'dendir. Sultân Mahmûd Hân-ı sânînin mazhar-ı teveccühü olmuş; dergâhına birkaç def'a teşrîf-i humâyûn vukû' bulmuştur. Beyne'l-meşâyıh, Yûnus Efendi hakkında ratb u yâbis hayli sözler devrân eder. Belki teveccüh-i pâdişâhîyi istirkâb yüzünden hâdis olmuş rivâyâttır. Yûnus Efendi'den sonra Şeyh Hâfız Ahmed Efendi post-nişîn olup, 1301/(1884) Zi'l-hiccesinde Cidde'de vefât etmiş, yerine Şeyh Kudret Efendi şeyh olmuştur.

Şeyh Yûnus Hilmi Efendi zamânında tarîk-ı Sünbülî yeniden vüs’at bulmuştu. Birçok halîfe yetiştirmişlerdir. İrtihâlleri 1278 şehr-i Recebinin yirmiyedinci (8 Şubat 1861) Perşembe gününe müsâdiftir. Keşfî Ca’fer Efendi türbesinde medfûndur. Eyüp’te Şâhsultân Dergâhı şeyhi Necâti Efendi ve Kâdirî-hâne şeyhi Şerefenddîn Efendi, hulefâsı meyânındadır. Merkez şeyhi Nûreddîn Efendi dahi müşârünileyhten mazhar-ı feyz olanlardandır.

Yûnus Efendi’nin silsile-i tarîkatı :

-        Şeyh Seyyid Muhammed Mes’ûd Efendi

-        Şeyh Hâfız İsmâîl-i Cihângîrî

-        Şeyh Nûrullah-ı Merkezî

-        Şeyh Nebîh es-Seyyid Abdullâh-ı Uyûnî (eş-şehîr) bi-Suyolcu-zâde

-        Şeyh es-Seyyid Nûreddîn-i Sünbülî

Bakıyyesi 339. sahîfededir.

Hânkâh-ı Sünbülî post-nişîni merhûm Râzî Efendi hazretleri ile Samatya’da Mîrahûr Dergâhı şeyhi Hâfız Nazîf Efendi, Şeyh Yûnus Efendi’den mahzar-ı feyz olanlardandır.

  

Şeyh Seyyid Alâeddîn Efendi

Necmeddîn Hasan Efendi hazretlerinin mahdûmu ve Seyyid Kerâmeddîn Efendi'nin küçük birâderidir. 1016/(1607) senesinde dünyâya gelmiştir. Pederinin irtihâlinde üç yaşında idi. Birâderi Seyyid Kerâmeddîn Efendi'nin şeyhi ve mürşidi Eyyûbî Seyyid Muhammed Efendi'den müstahlef olup, birâderine hâlef olarak hânkâh-ı Hz. Sünbül'de hıdmet-i meşîhate geçmiştir.

Elliüç yaşında irtihâl-i dâr-ı bakâ eylediler. Türbe-i münevvereleri hânkâh-ı Hz. Sünbül'de meydâna nâzırdır.

           

                                   Hazret-i Pîr-i Alâeddîn'dir cân-ı cihân

                                   Gün gibi keşf ü kerâmât ile olmuşdu ayân

                                   Nice dem meydân-ı aşkda devr idüp hû diyerek

                                   Kûy-i aşkı himmet-i çevgân ile aldı hemân

                                   Sünbülî bâğında bitmişdi bu da bir verd-i nev

                                   Bû-yı feyzi andelîb-âsâ el'ân itdi figân

                                   Nâgehân dostdan hıtâb-ı 'irciî' geldikde hem

                                   Hû diyüp derhâl virdi sıdk ile cânâna cân

                                   İlmiyâ şahbâz-ı rûh-ı aşkla pervâz idüp

                                   Kasr-ı Firdevs'i bi-hamdillâh itdi âşiyân

                         

             

Seccâde-i irşâda otuzyedi yaşında câlis olmuşlar. Onaltı sene icrâ-yı meşîhat buyurmuşlardır.

/289/ Şeyh İbrâhîm Nakşî-i Sünbülî

Seyyid Alâeddîn Efendi hazretlerinden müstahlefdir. Pederi Muhammed Ağa'dır ki, Hasan Paşa'nın kethüdâsıdır. Sünbülistân-ı aşkta yetişen eâzım-ı meşâyıhdandır. İstanbulludur. Tezkire-i Sâlim'in beyânına göre, 1051 sene-i hicriyyesinde (1641)  doğmuştur.

Muharrir-i kem-ter bunda bir yanlışlık olmak ihtimâline kâniim. Seyyid Alâeddîn Efendi'nin târîh-i irtihâli 1069/(1659) olduğundan, İbrâhîm-i Nakşî Efendi, onsekiz yaşında tâc-ı hilâfet giymiş olur. Halbuki tarîk-ı Sünbülî'de o zamân tekmîl-i sülûk etmeden hilâfet verilmezdi. Tekmîl-i sülûk ise, senelerce hizmet ü mücâhedeye ve sinn-i kâmil sâhibi olmağa mütevakkıf idi. Vefeyât-nâme'de dahi 1051 gösterildiğinden, o zamânki menkûlâtta bir yanlışlık olacaktır.

Muhakkak olan bir şey varsa o da, Seyyid Alâeddîn Efendi'ye mülâkâtıdır. Harem-gâh-ı irfân-ı sedâd olan kalb-i şerîflerinden nakş-ı mâ-sivâyı sildikten sonra, 1090/(1679) senesinde, otuz yaşında iken Haremeyn-i Muhteremeyni ziyârete gidüp gelmiş ve yine tahsîl-i kemâlât u mücâhedât ile iştigâl edip, yedi sene bu hâl üzere kalmıştır.

1097/(1686) senesinde, Rumeli Hisârı Câmi'-i şerîfi vâizliğine, ba'dahû Üsküdar Vâlide-i Atîk Câmi'-i şerîfine, 1106/(1694/ senesinde Şehzâde Câmi'-i şerîfine me'mûr olup, burada sekiz sene mütemâdiyen icrâ-yı va'z u nasîhatta bulunmuştur.

Hz. Nakşî'nin dergâh meşîhati yoktur. 1114 senesi Saferinin yirmialtıncı (22 Temmuz1702) günü âlem-i ukbâya intikâl eylediler. İstanbul'da Hekimoğlu Ali Paşa Câmi'-i şerîfi harîminde elyevm ziyâret olunan makbere-i mahsûsada vedîa-i hâk-i gufrân kılınmıştır.

Hz. Nakşî, zâhir ü bâtını ma'mûr bir vücûd-ı fazâil-mevfûr idi. Şi'r ve ilâhiyyâtta sâhib-i iktidâr idi.

Tezkire-i Sâlim'de, "Hz. Nakşî ecille-i ricâlullâh'dandır. Nâzik ve latîf güftârı vardır. Bu beyt-i dil-ârâ ona şâhiddir."  deniliyor :

                                   Şarâb-ı la'l-i nâbın nûş idenler

                                   Leb-i yâre bir içim su didiler

                                                    *   *   *

                                   Şol arak kim zeyn ola gül-gûne-i ruhsârdan

                                   Bir gül-âb-ı nâzdır kim verd-i sahrâdan çıkar

Azîz-i merhûm, nâdî-i vâdî-i aşka münâdî, şevk u garâm mebâdı olan âh-ı feryâdını mutasavvıfâne bu beyit ile bir ilâhî-i şerîflerinde ta'mîr ettikleri edâ-yı dil-pezîri, hak bu ki, derece-i /290/ ulyâ-yı fesâhat-ı tâm olduğu müttefekun aleyh-i erbâb-ı kemâldir ki, ol hâlet-i bî-tedbîri bu beyt-i kerâmet-ta'bîr ile takrîr buyururlar :

                                   Dâğ yakmış şerha çekmiş sînesin çâk eylemiş

                                   Böyledir âlemde Nakşî  hâl-i müştâkân-ı aşk

Hz. Nakşî'nin gaybûbet-i ebediyyesi ile müteessir olan Üsküdarlı Abdüllatîf-i Râzî şu târîhi söylemiştir :

                                   Hem-nâm-ı Halîl-i Hak Nakşî ki anın dâim

                                   Derd-i dil-i pür-zârına eylerdi müdâvâ Hû

                                   Ol sâlik-i âgâha olmuşdu bu devr içre

                                   Matlûb-ı temennâ Hû mahbûb-ı dil-ârâ Hû

                                   Dergâh-ı Hak'a rûh-ı pâkini nisâr etdi

                                   Şevkıyle diyüp bir kez Yâ Hazret-i Mevlâ Hû

                                   Sa'y eyleyerek cânı cânâna ulaşdırdı

                                   Kad nâle mine'l-kurbâ mâ-en-yetemennâ Hû

                                   Ervâh-ı selef Zârî geldi didi târîhin

                                   Cennet'de de ey Nakşî gel Hû diye Yâ Hû*

                                   (جنتده ده اى نقشى كل هو ديه يا هو) = 1114/(1702)

Türbenin olduğu mahalde fevka'l-âde bir zâviye varmış. "Abdâl Ya'kûb Zâviyesi" derler imiş. Hekimoğlu Ali Paşa, Câmi'-i şerîfi binâ ederken bu zâviyeyi câmi' hudûdu dâhiline alarak zâviyeyi kaldırmıştır. Câmi' havlısındaki şadırvanın olduğu mahal, zâviyenin olduğu yer ve oradaki kabristân onun hazîresi imiş. Elyevm bu zâviyenin vücûdu yoktur. Hz. Nakşî, bu hazîreye defn olundukta üzerine türbe yapılmıştı. Türbe son harîk-ı kebîrde yanmıştır. Kabr-i Nakşî, elyevm mezâr taşından muarrâ olarak ziyâret olunur. Türbesi varken ziyâretimde sandûkasının önündeki levhada şu ma'lûmât-ı müeyyide vardı :

"İşbu merkad-i şerîf Deli Hasan Paşa'nın kethüdâsı Muhammed Ağa-zâde eş-Şeyh es-Seyyid İbrâhîm-i Nakşî (kaddesa'llâhu sırrahû) hazretlerinin tecellî-gâh-ı rûhânîsidir. Merhûm müşârünileyh Kocamustafapaşa şeyhi ârif-i bi'llâh Alâeddîn Efendi merhûmdan tekmîl-i tarîkat etmiş ve Şehzâde Câmi'-i şerîfi vâizi iken 1114 sene-i hicriyyesinde Saferü'l-hayrda irtihâl-i dâr-ı bakâ /291/ eyleyip, Abdâl Ya'kûb Mezâristânı denilen bir mahalde rahmet-i Rahmân'a tevdî' kılınmıştır. Abdâl Ya'kûb Zâviyesi fevkânî bir tekke olup, bu mahalde idi. Ba'dehû mezkûr zâviye arsasına Hekimoğlu Ali Paşa, ilk sadâretinde, elyevm meşhûd olan câmi'-i şerîfi inşâ eylemiştir."

Abdâl Ya'kûb ve burada şeyh olan İbrâhîm Vehbî-i Enfüsî, Ali Paşa'nın türbesinde medfûndur. Vefeyât-nâme böyle yazıyor.

Koruklu Şeyh Muhammed-i Fahrî Efendi, Hz. Nakşî'nin halîfesidir ki, terceme-i hâli İshâk-ı Karamânî bahsinde geçti. (Kaddesa'llâhu esrârahum)

Hz. Nakşî'nin müretteb bir Dîvân'ı vardır.

Şeyh Kenzî Hasan Efendi

Seyyid Alâeddîn Efendi halîfesidir. An-asl Ayaşlıdır. Buraya gelerek ba'de'l-intisâb mazhar-ı feyz-i Rahmânî olarak şeyhinin emriyle Manisa'ya azîmet ve orada neşr-i tarîkat eylemişlerdir. "Türbetü'l-azîz" (تربة العزيز) (1122/(1710) târîh-i irtihâlidir. Bir Dîvânçe'si var imiş, Bu ilâhî müşârünileyhindir :

                                   Aldın mı safâ ile Musaffâ haberin sen

                                   Ol nûr-ı Hudâ vech-i muallâ haberin sen

                                   Her müddeiye sorma ki aşkdan haberi yok

                                   Mecnûn'a suâl eyle o Leylâ haberin sen

                                   Ey zâhid-i hoşk ma'bedini mescidi sanma

                                   Dil Ka'be'sine sor o musallâ haberin sen

                                   Sevdâya düşüp yârini sahrâda arama

                                   Cân ehline sor matlab-ı a'lâ haberin sen

                                   Mahv eyledi heb varını esrâr-ı ene'l-hak

                                   Mansûr'a suâl eyle o Mevlâ haberin sen

                                   Zâhidlere sorma güzelim vuslat-ı yâri

                                   Âşıklara sor kudret-i bâlâ haberin sen

                                   Ey Kenzî eğüp boynunu sür pâyine rûyın

                                   Sor şeyhim Alâddîn'e o Mevlâ haberin sen

                                  

            /292/ Şeyh Seyyid Nûreddîn Efendi

            Seyyid Alâeddîn Efendi hazretlerinin necl-i necîbidir. 1063/(1653) senesi şehr-i Recebinde İstanbul'da zînet-efzâ-yı âlem-i şuhûd olmuştur. Henüz altı yaşında iken 1069/(1659) senesinde peder-i ekremlerinin intikâline mebnî öksüz kalmıştır. İbtidâî, intihâî tahsîl-i kemâlât ile mümtâz oldular. Kimden müstahlef olduklarına dâir âsârda bir kayda dest-res olunamamış ise de, karîne ile istidlâl ediyorum ki, pederlerinin halîfesi ve o zamânın zübdetü'l-meşâyıhı bulunan Şeyh İbrâhîm Nakşî-i Sünbülî hazretlerinin taht-ı terbiyesinde perveriş-yâb olmuşlardır. Hilâfetleri de ondan olmak muhtemedir. Pederlerinin irtihâlinde altı yaşında bulunduklarına göre, her hâlde pederlerinin halîfesi olamazlar. Yirmiyedi yaşında hânkâh-ı Hz. Sünbül'de post-nişîn olmaları hasebiyle bu sinne vusûle kadar tekmîl-i sülûk ile uğraştıkları, bu sinde tâc-ı hilâfeti giydikleri müstebân olur.

            Seyyid Nûreddîn Efendi hazretleri, hânkâh-ı Sünbül'deki meşâyıhın eâzımındandır. Altmışdokuz sene yedi ay seccâde-nişîn-i meşîhat olmuşlardı. "Yetmişdokuz sene yedi aydır." denilmekte ise de, ikinci şık kabûl olunursa onyedi yaşında seccâde-nişîn olması lâzım gelir ki, gayr-i vâriddir. Pederlerinin irtihâlinde altı yaşında bulunmalarına ve yirmiyedi yaşında seccâde-nişîn olmalarına nazaran kendilerine vekâlet eden zâtın yirmibir sene bu hizmette bulunduğu münfehim olmaktadır.

            Şöhret ü kıymet-i zâtiyyeleri hasebiyle, halkın ziyâdesiyle mazhar-ı ihtirâmları olmuşlardır. Kutb-ı âlem Nûreddîn-i Cerrâhî hazretlerinin mürîdânından biri bir gün, hânkâh-ı Hz. Sünbül'e gelerek dâhil-i halaka-i dervîşân olur. Seyyid Nûreddîn Efendi hazretleri de burada seccâde-nişîn olduklarından, esnâ-yı devrândaki hâli mürîdin nazar-ı dikkatini celb ile, "Kâşki bu zâta intisâb etmiş, onun mürîdi bulunmuş olsaydım. " diye kalbinden temenniyâtta bulunmuştur. Hz. Nûreddîn, esnâ-yı devrânda halakanın ortasında dolaşır, kumanda edermiş. O mürîdin yanından geçerken, yavaşca ona hitâb ile, "Evlâdım, şeyhinle ol, şeyhinle ol. O sâhib-i kemâldir. Ondan yüz çevirme." buyurmak sûretiyle, hem onun zamîr-i kalbîsini keşf etmiş, hem de ders-i hakîkat vermiştir. Bu kabîl hâlâtı şâyi' oldukta halkın inhimâkâtı artmakta idi.

            1153/(1740) senesinde, Hamzaviyye ricâlinden ba'zı zevât ile hem-hâl olarak halktan inkıtâ' ile yedi sene inzivâ eylemiştir.

            İnzivâ-güzîn oldukları hücreleri hânkâh-ı Sünbülî'de şeyh dâiresinin bahçesinde tahmînen üç metre murabbaında bir mahall-i mübârektir. El'ân hüsn-i muhâfaza olunursa da cam ve çerçeveleri kalmamıştır. Eslâf, müşârünileyh hazretlerine ne derece hürmet etmiş ki, bu hücreyi san'at-ı mi'mâriyyenin enmûzeci denilecek derecede arabesk tarzında tezyîn ve ebyât-ı latîfe ile duvarlarını tezhîb eylemişlerdir. Tavanı hâlen kıymetine bahâ olmaz derecede müzeyyendir. Ziyâretim esnâsında o makâm-ı âlîde müşârünileyhin geçirdikleri eyyâm-ı hayâtı düşündüm, lerze-dâr oldum (Kaddesa'llâhu sırrahû).

            Peder-i mükerremleri Seyyid Alâeddîn Efendi zamânında hücre-i hânkâhda sâkin olan /293/ ve ricâl-i Hamzaviyye'den Sarı Abdullâh Efendi hazretlerinin hulefâsından bulunan Işık (?) Hüseyin Dede ile hem-bezm olmuşlardır. Muhabbeti o dereceye götürdüler ki, Seyyid Nûreddîn hazretleri, Hüseyin Dede'nin odasından çıkmaz olmuştu. Aldıkları neş'enin te'sîriyle Habeşî-zâde Rahîmî Bey ve Halîl Ağa'nın dahi hem-sohbeti olup, bunların Hamzavîler kısmında geçen terceme-i hâllerinden müstebân olmuş olacağı üzere, ricâl-i Hamzaviyye'den, ya'nî evliyâ-yı mestûrînden olmaları hasebiyle, Hz. Nûreddîn bunların mesleğinden şemme-i hakîkati duyduğundan, zâhiren âyîn-i Sünbülî üzere meşgûl oldukları hâlde, bâtınen zevk-ı melâmetle mukayyed oldular.

                                   Giy melâmet hırkasın sultânlık anda gizlidir

            Bi'l-âhare halktan inkıtâ' neş'esinin galebesi yedi sene inzivâsına sebeb oldu. Yedi sene sonra mahdûm-ı mükerremleri Kubbuddîn Efendi hazretlerine hilâfet vermiş ve birkaç hafta esnâ-yı devrânda görünmüşlerdir. O zamânı düşünürüm; halk  bidâyeten ne kadar tehâlük ve iştiyâk gösterdiler. İnzivâları üzerine bu iştiyâkları ne mertebe arttı. Sonra tekrâr devrânda görünmeleri, ne derece izdihâma sebeb oldu ve ne hâller zuhûra geldi; ne cilveler husûl buldu.

            Bir mukâbele günü cümle ahıbbâsıyla vedâ' ederek, esnâ-yı zikrde "Allâh" diye sayha, hem de herkesi dûçâr-ı ra'şa edecek bir şiddetli sayha ile terk-i hayât-ı müsteâr ve âzim-i dârü'l-karâr oldular. 1160/(1747) senesine müsâdifdir (Kaddesa'llâhu sırrahû).

            Sinn-i şerîfleri doksanyediye resîde olmuş idi.

            Hz. Nûreddîn, zâhir ü bâtınını ma'mûr etmiş, ecille-i meşâyıhdan olmakla berâber, umûmun fevka'l-âde hürmetine mazhar olmuş, nûrâniyyü'l-vech bir pîr-i muhterem idi. Sultân Mahmûd Hân-ı evvel kendilerini çok sever idi. Birkaç def'a ziyâret-i aliyyelerine gelmiştir. Haber-i irtihâlleri şâyi' oldukta herkes göz yaşları dökmüşlerdir. Pâdişâh-ı müşârünileyh dahi müteessir olup, Fâtih Sultân Mehmed Câmi'-i şerîfinde salâ verilmesini emr etmişti. Na'ş-ı münîfleri cemm-i gafîr ile Fâtih Câmii'ne nakl olunup, herkes ta'tîl-i meşgale etmiş, dükkânlar kapanmış idi.

            Salât-ı cenâzeyi Şeyhü'l-İslâm Zeynelâbidîn Efendi kıldırdıktan sonra na'ş-ı münîfleri bâ-kemâl-i ihtifâl, huzûr-ı Hz. Sünbül'e getirilmiştir. İhzâr edilen kabre Sadrazam Hacı Muhammed Paşa bi'z-zât inmiş ve Hz. Nûreddîn'i tâbûttan kucaklayıp kabrine yatırmıştır. Bi'l-âhare üzerine kubbeli bir türbe inşâ olunup, elyevm ma'mûr bulunmuştur.

Müstakîm-zâde'nin Şerh-i Dîvân-ı Ali nâm eserinden :

"Vaktimizde serv-i sünbülistân-ı tarîkat, serv-i sebz-bâğ-ı hakîkat Şeyh Seyyid Nûreddîn-i Sünbülî (kuddise sırruhû), 1140/(1728) târîhinde bîmâr olduklarında kendi tâc-dârân-ı hulefâsından Hocapaşa vâizi Muabbir-zâdelerin kebîri Şeyh Muhammed-i Şânî merhûm ricâ ve niyâzıyla bedelini tazmîn edip, derhâl ol maraz Hz. Azîz'den zâil ve Muabbir-zâde'ye nâkil ve ol tîr-i kazânın nîşânı Şeyh Muhammed-i Şânî olup, çend-eyyâmda azm-i bakâ ve azîz-i müşârünileyh bi'l-külliyye sıhhat-nümâ ve yirmi sene daha pîrâye-i hadîka-i fukarâ oldu.

"Hıfzu'l-lisân" (حفظ اللسان) (1160/1747) târîhinde, yetmiş sene hilâfet ve doksanaltı yıl müddet-i ömrlerini ba'de't-tekmîl şerefle zümre-i hâmûşân oldu. Hilâfetleri vâlid-i mâcidleri Seyyid Alâeddîn Efendi'den olup, onların dahi hâlleri Seyyid Muhammed-i Eyyübî'den; onların dahi enişteleri Necmeddîn Hasan Efendi'den ve o dahi Şeyh Ya'kûb'dan ve Şeyh Ya'kûb ise, imâme-i sübha-i tarîkat, ser-halka-i çemen-i suffa-i ma'rifet, sünbül-i bâğ-ı hakîkat eş-Şeyh Yûsuf Sinân Efendi cenâblarından mücâzen irşâd-ı hilâfet olmuşlardır. (Ravvehallâhu ervâhahum.) Bu târîh-i hoş-âyîne, teberrüken bu fakîrin yâdigarıdır.  "Cânına Sünbül Sinan'ın  Fâtiha" (حاننه سنبل سنانك فاتحه).   Sene 936" (s. 501)

Şerh-i Dîvân-ı Alî’den bir latîfe :

            "Kocamustafapaşa hânkâhında zâviye-dâr Seyyid Nûreddîn, pîrden ahz-ı dest-i inâbet eylemek için meşâhîr-i hattâtînden Taşmektebli Mustafa Râkım Efendi, istihâre eyledikte ma'nâda görürler ki, kendisine bir siyâh tesbîh ihdâ olunur. Lâkin bir tânesi noksân olmakla azîz-i müşârünileyh huzûrunda bu noksânı arz ve tekmîlini taleb-kâr oldukta, meğer bir mikdâr lâden mevcûd imiş. Ondan bir dâne habbe derhâl tedbîr edip, tesbîhin noksânını ikmâl ve tesbîhin ipine geçirmek ile tetmîm buyurdular. Mustafa Râkım Efendi, ale's-seher bu rü'yâsını li-ecli'l-arz huzûr-ı âlîlerine gelir. Söze başlayacağı sırada, "İnşâallâh (lâ)'dan geçirdik." demekle hem rü'yâyı keşf ve hem te'vîlini ifâde buyururlar." (s. 162)

Yıldız Kütüphânesi'nin mütenevviasında 3700 numaralı eser ki, Müstakîm-zâde'nin külliyyâtını câmi'dir, ondaki Hülâsatü'l-Hediyye'de gördüm ki :

"Seyyid Nûreddîn Efendi b. Seyyid Alâeddîn b. Hasan-ı Yümnî b. Muhammed b. Bahâdır. "Halaka-i zikr" (خلقهء ذكر) târîh-i velâdetleridir (1064/1654). Şeyh Sünbül Sinân postunda hıdmet-i meşîhatle kıyâm ve yetmiş sene teslîk-i fukarâya ihtimâm edip evâhir-i ömrlerinde,

                                            "Anın kim açıkdır basîret gözü

                                             Odur her varakdan olan ders-hân

                                             O kim mâ-sivâdan yummuş çeşmini

                                             Berâberdir ana bahâr u hazân "

meâli hasb-i hâl ve da'f-ı basara mübtelâ kuvvet-i basîretle rûşenâ olup, bu deryâ-yı celîlü'l-i'tinâ, kıble-i ehl-i tevhîd olan hânkâh-ı mecîdde odur. İkinci mürşid Saîd idi. Ayne'l-yakîn çile-hâne-i halvet ü erbâîn iken, "halvet-i adn" (خلوت عدن) (1160) târîhinde, Saferin sekizinci rûz-ı şenbede (19 Şubat 1747) sinîn-i sinleri doksanaltı sâle vâsıl oldukta, çeşm-i bûse bu şikâk-ı nâsût u medhûş, sünbül-zâr-ı lâhût olan rûz-ı dil-sûz-ı dehşette Fâtih Câmii'nde salâ verildi. Seng-i musallâsı tâbût-ı sekîne-i men'ûtları teşrîf-sâz oldukta, Akmahmûd nâm Şeyhü'l-İslâm Muhammed Zeynî-i Hüseynî cenâbları cenâze namâzında imâmet eylediler."

(Kaddesa'llâhu sırrahû)      

/294/ Müddet-i meşîhatlari altmışdokuz sene yedi aydır. Hânkâh-ı Sünbülî'de müşârünileyh kadar taht-nişîn-i meşîhat olmuş kimse yoktur. Kabr-i enverlerini ziyâret eden uşşâk, nevâle-çîn-i eltâf-ı Hallâk olur. Şuarâ vü urefâ-yı zamân, mersiyeler, kasîdeler söylediler. Sandûkalarının önündeki levhada :

                                   "Savt-ı a'lâ ile tezkîr eyle târîhin Necîb

                                    Göçdü milk-i Adn'e Nûreddîn-i kutbu'l-ârifîn "

                                   (كوجدى ملك عدنه نور الدين قطب العارفين)

yazılıdır. Habeşî-zâde Rahîmî Bey'in ve Seyyid Halîl Ağa'nın Hz. Nûreddîn ile sohbetleri Cenâb-ı Nûreddîn'in irtihâllerinden yirmi sene evvele âiddir. Habeşî-zâde 1140/(1727-28)'ta; Seyyid Halîl Ağa 1134/(1722)'te irtihâl etmişler ve her ikisinin na'şını Cenâb-ı Nûreddîn gasl ve tekfîn eylemiştir.

Kazasker Mîrzâ-zâde Neylî Ahmed Efendi merhûmun manzûme-i târîhiyyesidir :

                                   Gavs-ı a'zam Şeyh Nûreddîn Efendi kutb-ı asr

                                   Ârif-i râh-ı hakîkat vâkıf-ı esrâr-ı dîn

                                   Nûr-ı tevhîd ü siyâdetle misâl-i neyyirîn

                                   Lâmi' idi rûz u şeb rûyunda envâr-ı yakîn

                                   Mustafâpaşa'da sıdk u bâl ile heftâd-sâl

                                   Olmuş idi buk'a-i irşâdda halvet-güzîn

                                   Rıhletinde bir mahalle cem' idüp ashâbını

                                   Kıldı dünyâdan güzer tevhîd ile ol pâk-dîn

                                   Hâli oldu Neyliyâ kendüye târîh-i vefât

                                   Göçdü tevhîd ile Nûreddîn-i kutbu'l-ârifîn

                                   (کوچدی توحيد ايله نور الدين قطب العارفين)

Bu manzûmeyi taşa hakketmişler, türbe-i şerîfenin dışına ta'lîk eylemişlerdir.

Hz. Nûreddîn hakkında Şeyhü'l-İslâm'ın yazdığı medhiyye, Hz. Sünbül terceme-i hâlinde geçmiş idi. Hele şu beyitlerinde hakîkate ne güzel tercümân olmuştur :

                                   Nûr-ı Hak cebhesinde zâhir idi

                                   Berk ururdu tecellî-i irşâd

                                   Ne idi o âlemin ta'zîmi*

                                   Kul idi cümle bende vü âzâd

                        /295/               Yed-i ulyâsı dâğ-ı ber-dil idi

                                   Zerden eylerdi öyle istib'âd

                                   Çul giyermiş vücûd-ı pâke mümâs

                                   Setr içünmüş kamîsdan da murâd

                                   İtdi takbîl-i destine ikbâl

                                   Hân-ı Mahmûd-ı saltanat-bünyâd

                                   Gelmedi hiç tevâzuuna halel

                                   Kim yanında ber-â-ber idi ibâd

Şeyh Müstakîm-zâde tarafından söylenmiştir :

                                   Seyyidü'l-aktâb-ı devrân ol azîz-i râz-dân

                                   Sünbül-i bâğ-ı hakîkat pîr-i irşâd-ı kemâl

                                   Virdi cândan vasl-ı cânânda rızâ-yı 'irciî'

                                   Mahva âid bed'-i hestî sâbit-i envâr cemâl

           

                                   Harf-i it ve hâl-dârından iki târîh olur

                                   Şeyh Nûreddîn Efendi sadru'l-esrâr-ı visâl

                                   (شيخ نور الدين افندى صدر الاسرار وصال)

                                                                     

                                   Noktalı harfler : 1160

                                   Noktasız harfler : 1160

Suyolcu-zâde'nindir :

                                   Gevher-i tâc-ı hakîkat seyyid-i vâlâ-neseb

                                   Sünbül-i bâğ-ı tarîkat pîşvâ-yı vâsılîn

                                   Pîr-i meydân-ı kerâmet mazhar-ı feyz-i ilâh

                                   Nûr-bahşâ-yı tesellî şem'-i bezm-i sâlikîn

                                   Mustafâpaşa şeyhi itdi devrâna vedâ'*

                                   Çünki oldu cây-gâhı tekye-i huld-i berîn

                                   Savt-i a'lâ ile tezkîr eyle târîhin Necîb

                                   Göçdü milk-i Adn'e Nûreddîn-i kutbu'l-ârifîn

                                   (كوچدى ملك عجنه نور الدين قطب العارفين) = 1166-6= 1160

(Suyolcu-zâde'nin bu manzûmesinin), Sandûkalarının önündeki iki beyitin mütemmimi olduğu anlaşılıyor.

Şuarâdan dîgerinin :

                                   Âh gitdi halka-i tevhîdin elfi sâli bu

                                   Merkez-i vasl oldu Nûreddîn'e Sünbül-zâr-ı Hû

                                   (مركز وصل اولدى نور الدينه سنبل زار هو)                                                                                

Çavuş-zâde'nin :

                                   Cihânın kutbu Nûreddîn Efendi bî-nişân oldu

                                   (جهانك قطبى نور الدين افندى بى نشان اولدى)                                                                                               

/296/ Safvetî'nindir :

                                   İki cânibden gelen züvvâr okur târîhini

                                   Tekye-i me'vâyı Nûreddîn Efendi kıldı câ

                                   (تكيهء مأوايى نور الدين افندى قيلدى جا)1158+2=1160

Meşâyıh-ı Nakşiyye'den Eğrikapılı Hattât Râsim Efendi'nin :

                     Oldu  Nûreddîn Efendi'm râh-yâb-ı nûr-ı Hak

                                   (اولدى نور الدين افندم راه ياب نور حق)

Şâhsultân Dergâhı şeyhi Abdülkerîm Efendi'nin :

                                   Geldi bir kem-ter didi bu mısraı târîhidir

                                   Oldu Nûreddîn Efendi âzim-i kasr-i cinân

                                    (اولدى نور الدين افندى عازم قصر جنان) = 1159+1= 1160

           

Şâir Sabîh'indir :

                                   Hazret-i şeyhu'l-meşâyıh kutb-ı pergâr-ı zamân

                                   Ya'ni Nûreddîn Efendi mazhar-ı sırr-ı Vedûd

                                   Hânkâh-ı âlem-i nâsûtdan vahşet idüp

                                   Girdi halvet-gâh-ı lâhûta olup âhir nübûd

                                   Meşrık-ı subh-ı tecellî idi ol zât-ı şerîf

                                   Cisminin her zerresi bir kurs-ı hurşîd-i şühûd

                                   Sohbet-i bîdâri-i irfân-medârından anın

                                   Ref' olurdu sâlikînden perde-i çeşm-i rukûd

                                   Pür-niyâk-ı kâr-gâh-ı aşk idi peşmînesi

                                   K'anda olmuş rişte-i nûr-ı tecellî târ u pûd

                                   Zann iderdi çille-bend oldukca ol zâtı gören

                                   Mâh-ı çarh-ı feyz olmuş hâleden pertev-nümûd

                                   Dâne-i tesbîhi devr itdikce zikr-i Hak ile

                                   Tâir-i kudse olurdu riştesi dâm-ı kuyûd

                                   Ka'be-i vahdet idi sahn-ı harîm-i tekyesi

                                   Bûriyâsı ser-te-ser yek-rengi-i nakş-ı sücûd

                                   Merkadinde ol kadar meşhûd olur kim feyz-i Hak

                                   Kubbesi olsa sezâdır günbed-i çarh-ı kebûd

                        /297/               Hücre-sâî acz olanlar dergeh-i vâlâsına

                                   Bir dahi olmaz esîr-i pençe-i nefs-i anûd

                                   Sen de ol ey dil kemâl-i aşkla rû-mâl kim

                                   Eylesin her dem sana âsâr-ı esrârı vürûd

                                   Himmet-i pîrân ile nutk eyle târîhin Sabîh

                                   Kıldı Nûreddîn aşku'llâh ile mahv-ı vücûd

                                   (قيلدى نور الدين عشق الله ايله محو وجود) = 1160/(1747)

                       

Habeşî-zâde Rahîmî Bey

Habeşî-zâde, hânkâh-ı Hz. Sünbül'de defîn-i hâk-i gufrândır. Pederi Habeş vâlisi Mustafa Paşa'dır. Bunun için, "Habeşî-zâde" denilmiştir. Hz. Sezâî'den de mazhar-ı feyz olanlardandır. O, zamân-ı me'mûriyyetlerinden, "tezkire-i evvel" iken irtihâl eyledi. "Rıhletü'l-âşık" (رحلة العاشق) târîhidir. Müdevven Dîvân'ı vardır. Şu na't müşârünileyhindir :

                                   Yüzün âyîne-i nûr-ı Hudâ'dır Yâ Rasûla'llâh

                                   Zuhûrun âleme mahz-ı atâdır Yâ Rasûla'llâh

                                   N'ola hâhende-i lutfun olursa rûz-ı mahşerde

                                   Rahîmî ümmetinden bir gedâdır Yâ Rasûla'llâh

Fâtih'de Millet Kütüphânesi'nde Zeyl-i Şakâyık-ı Şeyhî'de okumuştum :

Rahîmî Bey'in ba'zı vüzerâya dîvân efendiliği vardır. Dîvân-ı Sultânî hocaları zümresine dâhil ve ba'zı menâsıba nâil olmuştu. 1127/(1715) senesinde Divân-ı Sultânî'de tezkireci-i evvel; 1131/(1719)'de mâliye tezkirecisi (mektûbçusu olacak); 1135/(1722) Saferinde Dîvân-ı Pâdişâhî'de tezkire-i evvel olup, 1140 Rebîu'l-âhirinin onbirinci Pazartesi (26 Kasım 1727) gecesi irtihâl eylemiştir. Civâr-ı Sünbül'de kabrini çok aradım, bulamadım. Taş dikilmemiş olduğu anlaşıldı. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

            Müstakîm-zâde, Risâle-i Melâmiyye-i Bayramiyye-i Şettâriyye nâm eserinde (Tuhfe-i Hattâtîn, 55), terceme-i hâlini yazmıştır. Süleymâniye Kütüphânesi'nde Nâfiz Paşa kitapları meyânında 1268 numaralıdır.

Hâfız Osmân Efendi

           

Meşhûr Hattât Hâfız Osmân nâm zâtttır. Bunu bilmeyen yok gibidir. Çünki hepimizin evinde Hâfız Osmân hattıyla Mushaf-ı şerîf vardır. Bunu, suhûlet-i kırâat i'tibâriyle herkes elde etmeğe hâhiş-kerdir. Bu sebeble Hâfız Osmân, zamân-ı irtihâlinden sonra da, zamânımıza kadar şöhretiyle tanınmış ve bundan sonra da geleceklerden kıymet-şinâsânın takdîr edecekleri tabîî bulunmuş bir üstâd-ı kerîmü'l-mu'tâddır.

Pederi, Ali Efendi isminde bir zât olup, Cerrâhpaşa civârında Haseki Sultân Câmii'nin müezzini idi. Târîh-i velâdeti mazbût değildir.

Osmân Efendi henüz küçük yaşında iken, ihtimâl ki, pederinin münâsebeti sebebiyle, sadrazam Köprülü-zâde Mustafa Fâzıl Paşa dâiresinde perveriş-yâb olup, burada tahsîl-i ulûma başlamış, hüsn-i hatt-ı sülüs ü neshi ibtidâ Dervîş Ali merhûmdan temeşşuka şürû' eylemiştir. Fakat Dervîş Ali ihtiyâr olduğundan, Osmân Efendi'de gördüğü isti'dâd hasebiyle Suyolcu-zâde Mustafa Efendi'den taallüm ve onsekiz yaşında hatt-ı sülüs ü neshden, 1070/(1659) târîhinde me'zûn olmuştur. Bu esnâda hıfz-ı Kur'ân'a da muvaffak olduğundan beyne'n-nâs "Hâfız Osmân" diye teşehhür eylemiştir. İsti'dâdındaki yükseklik hasebiyle hüsn-i hattı daha ileri götürmeğe azm eyleyerek, dakâyık-ı şîve-i şeyhâneyi Ağakapılı Nefesî-zâde Seyyid İsmâîl'den taallüme mübâşeret ve tekrâr-ı elif-bâ meşkından ibtidâ ile hüsn-i hatt-ı şeyhâneye sûret vermeğe başladı. Evâhir-i vaktinde 1106/(1595)'te Sancak-dâr mahallesinde sâkin idi.

Suyolcu-zâde şuarâdan ve hattâtînden olup, Seyyid Nûreddîn Efendi hazretlerinin irtihâlinde söyledikleri manzûme bâlâda yazılmış idi. Hâfız Osmân'a ta'lîm-i hüsn-i hat ettiği sırada, onu Seyyid Alâeddîn Efendi'ye münâbeset-dâr ettiğine kâniim. Zîrâ Hâfız Osmân Efendi, burada bir taraftan ikmâl-i sülûk-i tarîkatla zâkirbaşılığa kadar /298/ irtikâ etmiş idi. Hüsn-i savta ve usûl-i terennümâta mâlik idi. Zâkirbaşıların müstahlefînden olması mine'l-kadîm âdet oluşuna bakılırsa, Hâfız Osmân'ın Seyyid Alâeddîn Efendi'den müstahlef olduğuna da hükm edilebilir. Şeyh Seyyid Alâeddîn'e intisâbı olduğu Tuhfe-i Hattâtîn'de nüsha-i matbûanın 302. sahîfesinde görülmüştür.

Tuhfe-i Hattâtîn'de Müstakîm-zâde hazretleri Hâfız Osmân bahsinde yazar ki :

“Bir gün talebeden biri vakt-i ta’lîmden sonra esnâ-yı tarîkta Cerrâh Paşa Hamâmı kurbunda müsâdefe edip, tâlib-i mezbûrun sebeb-i tehallüfünü suâl edip ve özr-i şer’î sebebiyle ta’lîmden mahrûmiyyeti ma’lûmları oldukta dâbbesinden nüzûl ve hemân şeh-râhda kuûd edip hattını ta’lîm ve meşkini dahi tenmîk içün ahz ü der-cüzdân eylemekle tekrîm eylemiştir. Aklâm-ı sittede şeyh-i sânî, hattât-ı bî-medânî olup, yevmen-fe-yevmen hadd ü kadri pertev-pâş-ı kulûb-ı talebe olmaktadır. Vakt-i takyîd-i tercümelerine dek onbeş seneyi mütecâviz oldu ki, silsilelerinden olmayan ehl-i hat dahi kendi vâdîlerin terk ve insâf ve merhûmun reftârına taklîd ile i’tirâf eylemişlerdir.

Zamânımızda zevât-ı kalâil bî-insâf kalmıştır ki, bunların tavırlarına teveccühe âr edip ol ismet-i mücessem hakkında mükeyyifâttan mübtelâ-yı duhân dahi değil iken haseden kimi şurb-i hamr iftirâsına cesâret ve kimi derûnî adâvetle hasâret üzeredir.

Merhûm-ı merkûm ol mertebe hüsn-i hat envâından terakkîye iştigâl üzere idi ki, hacc-ı şerîfe reh-revân iken her merhalede bir iki sahîfe karalama tesvîdi ve mahall-i tenmîkı dahi ketebesinden takyîdi mu’tâdları imiş. Hattâ Vâdiyü’n-nâr merhalesinde yazdıkları nısf tabaka karalamasını ziyâret eyledim. El-hak rütbe-i i’câzda olduğu zâhir idi.

Yekşenbe ile Çârşamba günlerinde ta’lîm edip, biri fukarâ günü, dîgeri ağniyâ günü olmağla fukarâya ikrâm ederlerdi. Kırk seneden ziyâde bu rütbe kesret-i kitâbet ve bir ân adem-i râhat sebebiyle dâü’l-enbiyâ olan nezle-i felc zuhûr edip, tedbîr-i hekîmâne ile tahfîf olunup yine hüsn-i hatlarıyla noksân târî olmamıştır. Ol muddette kalemlerinin mahalli bâdâmîleri âdet-i kadîmlerinden kasîr güşâde olunup ve kat’-ı kalem hizmetini Çinici-zâde Abdurrahmân Efendi der-uhde-i iltizâm eylemişidi. Bu hâl üzere üç sene mürûrunda da’vet-i “irciî”ya icâbet ve hânkâh-ı mezbûrda hücre-nişîn olmağa hâzır bulunup, ol ânda imâma hitâben demiş ki : “Efendi zahmet çekme, merhûmun kârı tamâm ve çoktan mahallinden nakl ile ikrâm ve a’lâ-yı ılliyyîni makâm eyledi. Hak taâlâ şefâatini müyesser eyleye.” diye keşf-i râz-ı ahvâl-i kubûr eylediği sikât-ı mevcûdînden mesmû’dur. Muhammesât-ı İmâm Zeynelâbidîn’den, (وأيقن أنه يوم الفراق)[19] mısraını sâhib-i aklâm-ı sitte-i heft-iklîm Yedikuleli Emîr Efendi merhûmun hattında ta’lîm buyurduklarından iki sâat-i nücûmî geçtikte rıhlet ve âhir ta’lîmleri mısra’-ı mezbûr olduğun Emîr Efende-zâde Seyyid Abdülhalîm Efendi bu fakîre rivâyet edip, teberrüken ziyâret eylemişidim.

İrtihâline Nihâdî’nin bu târîhi hoş neşîdedir :

Hâfız Osmân Efendi ki kemâlâtıyla

Hüsn-i hattıyla bulup merteb-i vâlâyı

Fenn-i hat içre olup mefhâri hattâtânın

Sürme-i çeşm-i sürûr idi gubâr-ı pâyı

Hıdmet itmekle şeb ü rûz kelâmu’llâh’a

Hak nasîb itmişidi ana yed-i tûlâyı

Sû-yı gaybîden idüp “irciî” emrin ısğâ

Kıldı zîb-âver-i gûş-ı emr-i cihân-ârâyı

Terk-i âlâyiş-i dünyâ idüp ol merd-i Hudâ

Mülk-i bâkîye fedâ itdi fenâ kâlâyı

Kendisi gitdi velî bâkî kalup âsârı

Rûhuna yâver ola mevhibe-i Mevlâyî

                              Geldi bir hâtif anın fevtine didi târîh

Adn-i bâkî ola Osmân Efendi câyı

(عرن باقى اوله عثمان افندى جايى) = 1110

Ba’zı üstâdın yâdigârı bu dahî tarîntir :

Mülk-i bâkî özleyüp Osmân Efendi didi “Hû”

(ملك باقى اوزليوب عثمنا افندى ديدى هو)

Seng-i mezârına nesren ism-i sâmisini müşârünileyh İsmâîl Efendi yazmıştır. Yirmibeş Mushaf-ı şerîf kitâbetiyle min-tarafi’llâhi’l-latîf teşrîf olunmuştur. Hatları ile bir Mushaf-ı şerîf ve bir murakka’ hurûf Ayasofya-i kebîr kitâb-hânesinde mevcûddur. 

 

       

Terâcim-i ahvâl kitâblarında müşârünileyhin hüsn-i hattaki teşehhürü nazar-ı dikkate alınarak hep bu yolda icâle-i efkâr edilerek dervîşliğinden bahs edilmemiştir.

Hattâtînden merhûm el-Hâc Hâfız Tahsîn Efendi, fakîre nakl eyledi ki, Hâfız Osmân, Cerrâhpaşa tarafında otururlarmış. Her Cum'a Hz. Sünbül Hânkâhı'na gider, orada zâkirbaşılık hizmetini îfâ eyler imiş. Meşâgıl-i kesîresi hasebiyle ne hânesinde, ne de başka yerde kendisini bulup, temeşşuk etmek şerefinden mahrûm kalan hüsn-i hat marâklıları, yazdıkları meşkleri hâmilen, Hz. Şeyh'in Sünbül Efendi'ye azîmeti esnâsında, reh-güzârında beklerler, geçerken boyunlarını büker, Hâfız Osmân'ın meşklerine atf-ı nazar-ı inâyet buyurmasına müterakkıb olurlar imiş. O da bunları gördükce, tatyîb-i hâtırları için bir kenâra çekilir, meşklerdeki hatâları tashîh ederler imiş. Hânkâh-ı Sünbül'e varabilmeleri hayli zamân uzadığından, hânelerinden erken çıkmağa mecbûr olurlar imiş.

Murakkaâtı ve yazdıkları hilye-i saâdetleri ale'l-ekser koynunda, cilbendinde saklarlar imiş. Esnâ-yı zikrde kendilerine hâl-i vecd gelerek kendinden geçer, tevhîd-hânede düşer bayılırlar imiş. Bu hâlde iken cilbendi ale'l-ekser koynundan düşer, yazıları tevhîd-hâneye dağılır, hüsn-i hat merâklıları etrâfında beklerler, bu hâlden bi'l-istifâde yazıları yağma ederler imiş.

Bizde hılye-i saâdet-i nebeviyyeyi elyevm gördüğünüz şekilde tanzîm ve tahrîr eden Hâfız Osmân'dır. Ona bir gece âlem-i menâmda, Server-i âlem (salla'llâhu aleyhi ve sellem) efendimiz hazretleri, o şekli ta'rîf ve ta'rîf mûcibince yazmasını emr buyurduklarından, hilye-i saâdetlerini gördüğümüz şekl-i mahsûsda bu sebebe mebnî yazmıştır. Hânkâh-ı Hz. Sünbül'de hücreleri dahi var idi. (Tahsîn Efendi'nin sözü burada bitti.)

                                                             

-    -    -

Hüsn-i hattâ şîve-i şeyhânesi eslâf ve ahlâf asarında ona mahsûstur. Hattâ Ağakapılı İsmâîl Efendi gibi üstâd, Hâfız Osmân'ın kemâlini tasdîk ile, "Hüsn-i hattı biz bildik, Osmân efendimiz yazdı." demiştir.

            /299/ 1106/(1694-95) senesinde Sultân Mustafa Hân-ı sânîye hüsn-i hat muallimi oldu. Pâdişâh her ne yazmak murâd ederse şekl ü resmini Hâfız Osmân'a yaptırır; onu taklîd ederdi. Pâdişâhın teveccüh-i azîmine karşı ikbâl-i dünyâya mağrûr olanlardan değildi. Aldığı terbiye-i ma'neviyye ona dervîş-meşrebliğini muhâfaza ettirirdi. Hattâ bir gün talebelerinden biri Hâfız Osmân'ı ta'kîbe başlamış. Hâfız Osmân merkeb-süvâr idi. Talebesini görünce, "Evlâdım beni niçin ta'kîb ediyorsun?" demiş. Talebesi ise, "Efendim, hayli zamândır hasta idim, temeşşük edemedim. Şimdi iyileştim, fakat efendimi bir yerde bulmak mümkin değil. Vaktiniz gayr-i müsâid ve çok kıymetli. Şimdi ise efendimize tesâdüf ettim, ta'kîbe başladım. Belki beni görür de, merhamet eder, yazımı tashîh buyurur ümîdine düştüm. Sebebi budur." demesiyle Hâfız Osmân müteessir olmuş, derhâl merkebden inerek sokağın bir kenârında meşkini tashîh etmek sûretiyle âsâr-ı tevâzu' göstermiştir.

Sülüs ve neshde müceddid olmuştur. Ne gibi ta'dîlât ve ilâvâtı ihtiyâr eylediği Tezkiretü'l-Hattâtîn'de muharrerdir.

Pazartesi ve Çarşamba günleri umûma ta'lîm-i hatta bulunur idi. Kırk seneden ziyâde kesret-i kitâbet ve adem-i râhat sebebiyle, "dâü'l-enbiyâ" denilen felc illetine mübtelâ oldu. Fakat vücûd-ı pür-kıymetine pâdişâh ve millet pek ziyâde ehemmiyet verdiklerinden huzzâk-ı etıbbâ toplandılar, tedâvîsine çalıştılar. Şâfî-i hakîkî şifâ ihsân buyurdu, iyileşti. Hâfız Osmân'ın kalemlerini Çebinci-zâde Abdurrahmân der-uhde eylemiştir. Bu hâl ile üç sene mürûrunda, da'vet-i 'irciî'ya icâbet eyledi. Kalem-tıraş-ı ecel Hz. Osmân'ın nokta-i vücûdunu hakkederek sahîfe-i âlemden kaldırmıştır.

Zamân-ı irtihâlleri 1110/(1698-99) senesine müsâdif olup, hânkâh-ı Hz. Sünbül'de, sol tarafdaki mezârında, yol kenârında medfûn ve rahmet-i Hakk'a makrûndur. Mezâr taşını Hattât İsmâîl Efendi yazmıştır :"Hak sübhânehû ve teâlâ hazretleri Hâfız Osmân kuluna ve bi'l-cümle mü'minîn ve mü'minâta rahmet eyleye. Li'llâhi'-Fâtiha." yazılıdır.

Oradan her gelen geçen ziyâret eder. Mehbıt-ı envâr-ı Rahmân olan kabr-i Osmân, maa't-teessüf gönlümün ârzû ettiği derece-i umrânda değildir. Gerçi bâtını ma'mûr ise de biz ehl-i zâhir, zâhire nâzır olduğumuzdan, onu zînet-i zâhire ile müzeyyen görmek isteriz. (Rahmetu'llâhi aleyhi rahmete vâsiaten).

/300/ Sinn-i şerîflerini altmış ile yetmiş arasında bi'l-hisâb tahmîn ediyorum. Onsekiz yaşında icâzet almışlar, kırk sene ta'lîm ile meşgûl olmuşlar ki, ellisekiz eder. Üç sene daha muammer oldular, altmış bire bâlığ olur. Onsekiz yaşından sonra Seyyid İsmâîl Efendi'den de her hâlde birkaç sene meşgûl olmaları dâhil-i hisâb edilirse arz ettiğim netîce husûle gelir.

Yirmibeş mushaf-ı şerîf yazmıştır. Hilye-i saâdet dörtyüz kadar tahmîn olunmuştur. Bir mushaf ve bir murakkaâtı Ayasofya Kütüphânesi'nde vardır. Hâfız Osmân'ın yazdıklarını tezhîb eden müzehhibler bile mazhar-ı şöhret olmuşlardır.

Hânkâh-ı Sünbülî'deki hücreleri Hz. Sünbül'ün hücresinin yanındadır. El'ân mevcûddur. Her hücrenin bir tepe camı olduğu hâlde Hattât Osmân'ın hücresine üç tepe camına müsâade olunmuştur ki, yazı yazarken aydınlıktan müstefîd olması maksadına müsteniddir.

                       

Şeyh Kutbeddîn Efendi

Seyyid Nûreddîn Efendi-zâde'dir. Terceme-i hâllerine dest-res olamadım. Öyle mühim bir hânkâhda bu gibi büyük zevât-ı kirâmın tercemelerini yazmakta eser-i ihmâl gösterilmesi cidden şâyân-ı esefdir. İrtihâlleri 1170/(1757) târîhindedir. Pederlerinin yanında medfûndur. Müddet-i meşîhatleri on senedir. Sandûkalarının önündeki levhada :

           

                                   Şeyh Kutbeddîn Efendi âşık-ı Mevlâ idi

                                   Vuslat-ı ma'şûk göründü göçdü zikru'llâh ile

 

yazılıdır.

            İrtihâllerinin halk üzerinde ziyâde teessürle karşılanmış olması, onların da kemâllerine delâlet eder.

            Hattât İbrâhîm Efendi'nin söylediği târîh :

                                   Sünbülistân-ı bakâya kıldı hayfâ irtihâl

                                   Şeyh Kutbeddîn Efendi nesl-i Fahrü'l-mürselîn

                                   Hânkâh-ı Mustafâpaşa'da devrânın sürüp

                                   Oldu kutb-ı dâire  merkez-nişîn-i ârifîn

                                   Hem-dem olup Sünbül ü Ya'kûb u Adlî vü Kerem

                                   Şeyh Alâeddîn Nûreddîn ile hem-nişîn

                                   Levh-ı mahfûza kalem târîh yazsın Tâhirâ

                                   Arş olsun câ-yı Kutbeddîn kutbü'l-vâsılîn

                                   (عرش اولسون جاى قطب الدين قطب الوعصلين)

            Dîger birinin söylediği târîh:

                                   Cenâb-ı Pîr sâdât-ı meşâyıh Şeyh Kutbeddîn

                        /301/      Ki ya'nî bâğ-ı feyzin sünbülü ol rehber-i nâsût

                                   Mukîm-i câ-yı Nûreddîn Şeyh-i Mustafâpaşa

                                   Müselsel sırr-ı vahdet ravza-i devr-i safâ-men'ût

                                   Alup bû-yı bakâ-yı sünbül-i asl-ı vatan nâ-gâh

                                   Fenâya virdi fer'i lücce-i vuslatda oldu hût

                                   İde Hak meşrık-ı envâr-ı kurbet sırr-ı mesrûrîn

                                   İde hatmü'r-rusül bezm-i naîminde ola pür-kût

                                   Teveccüh eyleyüp her dem ki giryân ola dervîşân

                                   Bu bir beyt iki târîh ile kılsun vuslatını mevkût

                                   Sülûk-i halka-i sünbül-sitân-ı vasl-ı Hak idüp

                                   Makâm-ı pâk-ı Kutbeddîn oldu merkez-i lâhût

                                   سلوك حلقهء سنبلستان وصل حق ايدوب

                                   مقام پاك قطب الدين اولدى مركز لاهوت

            Şeyh Alâeddîn-i sânî

            1170/(1757)'de Kutbeddîn Efendi yerine seccâde-nişîn olup kırk gün sonra irtihâl-ı dâr-ı naîm eylemiştir. Kutbeddîn Efendi'nin mahdûmları olmamak veya ehil bulunmamak hasebiyle amca-zâdesi Şeyh Alâeddîn Efendi'ye meşîhat teveccüh eylemiştir. Pederleri meşâyıhdan Pîş-kadem Muhammed Efendi'dir. Hilâfetleri Kutbeddîn Efendi'den olmak muhtemeldir. Kutbeddîn Efendi'nin kabri yanında defîn-i hâk-i gufrândır.

            Bir levhadan :

                                   Bu şeyh-i hemm Alâeddîn güzer kıldıkda dünyâdan

                                   Mürîdân ağladılar kendi güldü dâr-ı Adn içre

                                    

            Dîger :

                                    Şeyh Kutbeddîn gidince geldi ammî-zâdesi

                                   Mustafâpaşa'da şeyh oldu ki hoş-âyîn ola

                                   Ya'nî bu Seyyid Alâeddîn-i sânî pîr-i pâk

                                   Oldu ondördüncü şeyh anda o pür-temkîn ola

                                   Nâgehân kırkıncı gün gelip o emr-i 'irciî'

                                   Dehr ana göstermedi gün cânı ılliyyîn ola

                                   Hem civâr-ı Pîş-kadem eş-Şeyh Muhammed vâlidi

                                   Olalar hem kasr-ı kurbet mazhar-ı zevk yakîn ola*

                                   Eyledi terk-i fenâ çün yazdı târîhin  kalem

                                   Merkez-i sırr-ı bakâ kabr-i Alâeddîn ola

                                   (مركز سر بقا قبر علاء الدين اوله) = 1171/(1758) 

           

             /302/ Şeyh Muhammed Vahyüddîn Efendi

            Alâeddîn Efendi hazretlerinden sonra seccâd-nişîn olmuşlardır. On sene kadar meşîhatleri vardır. Onun kabri ittisâlinde medfûndur.

                                   Nûr-ı Seyyid yine bir şâh-ı gül-i âl-i Rasûl

                                   İdicek terk-i sivâ ya'ni Muhammed  Vahyî

                                   Bî-bedel mısra'-ı târîhini kıldım tesvîd

                     Nâil-i zevk-ı visâl ola Muhammed Vahyî   

                     (نائل ذوق وصال اوله محمد وحيى) = 1181/(1767)

Alâeddîn Efendi-zâde olmak muhtemeldir.

Şeyh Hâşim-i evvel

Muhammed Vahyî Efendi'den sonra seccâde-nişîn olup, onsekiz sene kadar icrâ-yı meşîhat buyurmuşlardır. Nûreddîn Efendi'nin sülâle-i tâhiresi buraya kadar gelmiştir. Türbe-i mahsûsası vardır.

Hadîkatü'l-Cevâmi'de de mestûr olduğuna göre Balat şeyhi Seyyid Seyfullâh Efendi-zâde'dir. 1142/(1729-30)'de Balat Dergâhı'na şeyh oldu. Sultân Mustafâ Hân-ı sâlisin  cülûsunda Kocamustafapaşa Hânkâhı'na nakl edildi. Ecdâdı Balât Dergâhı'nda meşîhat etmiştir. 

Balat şeyhi Vahyî Efendi-zâde Seyyid Feyzullâh Efendi dâmâdı neslinden el-Hâc Seyyid Hâşim Efendi hazretleri, "ez-zuhûr" (الظهور) (1142) târîhinde Balat'ta Ferah Kethüdâ Zâviyesi'nde şeyh olmuştur.

                                   Birinci Şeyh Hâşim Efendi ki şeyh-i kâmil idi

                                   Hitâb-ı 'irciî' geldikde hû diyüp göçdü

                                   (خطاب ارجعى كلدكده هو ديوب كوچدى)

            Dîger :

                                   Hâşim Muhammed Mustafâpaşa şeyhi ol azîz*

                                   Sırrın mukaddes eyleye Kayyûm ta rûz-ı kıyâm

                                   İrince emr-i 'irciî' fermân-ı lâ-yeste'hırûn

                                   Rûhuna ol sâat seyâhat virdi ol pâkîze-nâm

                                   Bârî tecellîsiyle şâd ide revânın dem-be-dem

                                   İmdâd-ı rûhâniyyeti ile olalar şâd (u) kâm

                                   Âyîne-i devrânda neslini idüp Hak rû-nümâ

                                   Anın yerinden hâne-i kutb olmaya hâlî müdâm

                                   Şevvâlde rıhlet idüp târîhi oldu bu duâ

                                   Lâhûtu Vehhâb eyleye Hâşim Efendi'ye makâm

                                    (لاهوتى وهاب ايليه هاشم افنديه مقام)

            /303/ İkinci Hâşim Efendi

            Birinci Hâşim Efendi'den sonra şeyh olup, otuziki sene meşgûl-i irşâd oldular 1231/(1816) senesinde âzim-i dâr-ı cinân olup, Birinci Hâşim Efendi'nin yanına defn eylediler.

                                   Bu bezm-gâh-ı fenâdan bakâya rıhlet ile

                                   İkinci Hâşim Efendi cinâna itdi sefer

                                   (ايكنجى هاشم افندى جتانه ايتدى سفر)1231/(1816)

            Üçüncü Hâşim Efendi

            Bu zât-ı muhterem de onların yanında defîn-i hâk-i gufrândır. Târîh-i irtihâli 1231/(1816)'dır. İkinci ve üçüncü Hâşim Efendilerle, Yıldız Dede bir sene içinde âzim-i dâr-ı karâr olmuşlardır.

           

            Şeyh Şihâb Efendi

            Türbe-i şerîfede Nûreddîn Efendi yanında medfûndur. 1154/(1741) senesinde irtihâline bakılırsa Hz. Nûreddîn zamân-ı meşîhatine müsâdifdir (Kaddesa'llâhu sırrahû).

            Şeyh Yıldız Dede Efendi

            Hayli zamân seccâde-nişîn-i irşâd olup, terk-i hayât-ı müsteâr eylediler. Müşârünileyhim ile berâber âsûde-nişîn-i rahmettir. Târîh-i irtihâli 1231/(1816)'dir.

            Hz. Sünbül hânkâhında irtihâl eden bir şeyhin sülâle-i nesebi münkatı' olursa Balat'taki Hacı Evhad Dergâhı şeyhi olan zâtın hânkâh-ı Hz. Sünbül meşîhatine naklen ta'yîni usûl-i kadîme îcâbından olup, âtîde tercemesi muharrer Şeyh Râzî Efendi, Hacı Evhad şeyhi iken, Yıldız Dede'nin bilâ-veled irtihâline mebnî buraya nakl-i meşîhat etmiştir. (Bunları), Hâfız Mustafa Efendi söyledi.

            Şeyh Râzî Efendi

            Ulemâdan, urefâdan bir zât-ı âlî-kadr idi. Nice zamân, icrâ-yı reşâdet ile, 1268/(1852) senesinde terk-i âlem-i nâsût ettiler. Türbe-i mahsûsası vardır.

                                   Ey felek senden dem–â-dem âh u feryâd u figân

                                   Aldın elden gâfil iken ol hümâyı nâgehân

                                   İlm-i tefsîr ü hadîsin kânını kıldın nihân

                                   Sünbülî Râzî Efendi cenneti kıldı mekân

                                    

            Dîger :

                                    Şeyh Râzî Rızâ-yı Bârî'de

                                   Çok yıl etmişdi aşkıla tek u pû

                                   Mürşid-i hânkâh-ı Sünbül iken

                                   Eyledi azm-i gülşeni mînû

                                   Ke's-i  çeşm-i azîzi  olmuşdu

                                   Cû-yı irfân u ilm  ile memlû

                                   Hâlden bahs olunsa  Bestâmî

                                   Kâle geldikde sânî-i Rusto

                                   Kâmı almışdı bu himem-kârın

                                   Sünbülistân-ı ma'rifetden bû

                        /304/   Tahte'l-arz irdi sanki şemse küsûf

                                   Lahdi me'vâ idince ol meh-rû

                                   Türbesinden safâ ile gitsün

                                   Her gelen zâirân himmet-cû

                                   İde takdîs rûh-ı akdesini

                                   Rabb-i Kuddûs'den budur mercû

                                   Didi Safvet muhibbi târihini

                                   Göçdü Râzî Efendi'miz  yâ Hû

                                   (كودى راضى افنديمز يا هو) = 1268                            

           

Müşârünileyhin ilâhiyyâtı vardır. Bu onlardandır :

                                   Aşkınla yâ Rab behre-yâb eyle

                                   Girüde koma efendim hisse-yâb eyle

                                   Zâhir ü bâtın eyleyüp ma'mûr

                                   Esrâra ma'den olan bir kitâb eyle

                                   Firkatde koma Râzî-i nâ-çârı

                                   Vuslatla anı feyz-yâb eyle[20]

Araz-bâr yürük makâmından bestelenmiştir, okurlar.

Menkûldür ki, Sultân Abdülmecîd Hân merhûm henüz küçük iken müdhiş bir hastalığa mübtelâ olmuş, müdâvât-ı cismâniyyenin te'sîri görülmediğinden, Sultân Mahmûd merhûm ve vâlide sultân pek melûl olmuşlardı.

Enfâs-ı ma'neviyyeden istifâde için Şeyh Râzî Efendi merhûmu saraya da'vet etmeleriyle da'vete icâbet buyurmuşlar ve Abdülmecîd'e nefes etmişlerdir. Li-hikmeti'llâh ümmîd-i şifâ yüz gösterip, iyilik nokta-i nazarından az vaktte tahavvül-i azîm hâsıl olmağla vâlide sultân tarafından şeyhe hediyeler ihzâr olunmuş ve vâlide sultâna cemîle-kâr olmak isteyen bendegân dahi en kıymetli hediyelerini ona terdîf etmişlerdir. Şeyh Râzî Efendi, maiyyetinde getirdiği bir dede ile avdet ve kayığa rükûb esnâsında hediyeler takdîm olundukta kabûl sûretini götürüp berâberine almıştır. Samatya İskelesi'ne vusûllerinden i'tibâren her tesâdüf ettiği fakîrü'l-hâl kimselere, hediyelerin cinsine, kıymetine, nefâsetine bakmadan sıra ile tevzî' ede ede, dergâha tekarrüblerinde dede, "Bâkî kalan bir kürk de inşâallâh bizedir. " diye ümîd-vâr iken, tam hânkâha girecekleri zamân, bir meczûb zuhûr ile, "Şey'en li'llâh" dedikte, o kürkü de Hz. Şeyh ona vermiştir. Dervîşin melâletine vâkıf olan Hz. Şeyh, vâdî-i tesellîde, "Oğlum! Biz bu kapıdan çıktığımız gibi girmez isek, nefesimizin te'sîri olmaz. Bunlar muvakkat dünyâ metâ'larıdır. Sen hayırlı metâ' olan saâdet-i irfâna mazhar /305/ olmağa çalış. Böyle zînet-i dünyânın rağbet-kârı olmak insânın feyz-i ma'nevîsine mâni' olur. Gencîne-i kanâatte sâbit ol. Hamd olsun, aç, çıplak değilsin. Eline geçen bu saltanat-ı ma'neviyyenin kadrini takdîr et. Onu elden kaçırmamağa çalış. " buyurmuşlardır.

            Râzî Efendi, zamân-ı meşîhatinde urefâ ve zurefânın ziyâretle şeref kazandıkları bir zât-ı irfân-simât idi. Zamânında hânkâh-ı Hz. Sünbül'e herkes ziyâdesiyle rağbet-kâr olmuşlar idi.

Şeyh Muhammed Nûreddîn Efendi

Râzî Efendi hulefâsındandır. Hayli seneler, Hz. Sünbül'de zâkirbaşılık etmiştir. İrtihâlinde Hz. Sünbül'ün türbeleri karşısındaki kabristânda defn edilmiştir.

           

Mezâr taşındaki kitâbe :

"Bu hânkâh-ı âlînin seccâde-nişînlerinden âzim-i dârü'l-cinân olan eş-Şeyh Muhammed Râzî Efendi hazretlerinin hulefâsından olup, zâkirbaşı iken irtihâl-i dâr-ı bakâ eden merhûm ve mağfûr es-Seyyid Muhammed Nûreddîn Efendi. Rûhu için el-Fâtiha. 2 Rebîü'l-evvel 1301/(1 ocak 1884)"

Şikârî-zâde Şeyh Hacı Ahmed Efendi

Râzî Efendi ve eslâfından birkaçının zamânını idrâk etmiş ve zâkirbaşılık hizmetinde bulunmuş idi. Hacı Evhad Dergâhı'nın da şeyhi idi. Bu da mezkûr mezâristânda medfûndur :

"Kudemâ-yı sûfiyyeden bu hânkâhda zâkirbaşı ve Hacı Evhadüddîn Tekyesi şeyhi merhûm el-muhtâc ilâ-rahmeti Rabbihi'l-Gafûr Şikârî-zâde el-Hâc Ahmed Efendi rûhiçün el-Fâtiha. 16 Muharrem 1247/(27 Hazîrân 1831)"

Tayyibetü'l-Ezkâr nâmıyla hâtıra-i Hicâziyyesi vardır. Matbû'dur. Son derece âşıkâne yazılmış bir eser-i mebrûktur. 262. sahîfedeki çini levhayı hânkâha getiren zât bu şeyh-i mükerremdir.

/306/ Şeyh Rızâeddîn Efendi

Râzî Efendi-zâde'dir. Pederlerinin irtihâlinde yirmidokuz yaşında post-nişîn-i reşâdet olmuşlardır. Hilâfetleri peder-i ekremlerindendir.

1239/(1824) senesinde zînet-sâz-ı âlem-i şuhûd olup, 1309 senesi Rebîu'l-evvelinin dördüncü (8 Mayıs1891)  Perşembe günü yetmiş yaşında oldukları hâlde sünbül-zâr-ı bakâya âzim olmuşlardır.

Müddet-i meşîhatleri kırk veya kırkbir senedir. Lehü'l-hamd zamân-ı âlîlerini idrâk saâdetine ve yed-i mübâreklerini öpmek devletine nail olanlardanım. (أعزك الله فى الدارين)[21]  diye duâlarına mazhar olmuş idim.

Sünbülistân-ı aşk u muhabbete cidden revnak vermiş bir şeyh-i kâmil idi. Cezbeleri gâlib olmakla berâber vâdî-i aşk u muhabbette ser-mest idi. Fevka'l-âde hâlleri görülmüştür. Hakkında herkes son derecede hürmet-kâr idi. Âşık, mücâhid, mahviyyet-perver, hayât-ı inzivâyı sever idi. Sahrâları, kırları, mezârları dolaşır; halktan uzak yaşamağı tercîh ederdi. Ale'l-ekser esb-süvâr idi. Beyâz arâkıyye, beyâz sarık başında, siyâh cübbesi üzerinde pür-vakâr bir şeyh-i âlî-tebâr idi.

Bir kerre Hz. Şeyh'i Beylerbeyi'nde görmüş idim. Atının yularını tutmuş; nazar ber-kadem neş'esiyle yaya olarak gidiyordu. Üsküdar'a geçer, mezâristânı dolaşır, Çamlıca'ya gider, hâlî yerlerde üns-i maa'llâh neş'esine müstağrak olurdu. Hakîkat-i hâlini bilenler, ta'zîmde kusûr etmezler idi.

Geceleri onu hâb-ı istirâhatte gören olmaz idi. Hânkâhda şeyh dâiresi mükellef, müzeyyen, mefrûş, her türlü esbâb-ı isitirâhat mebzûl iken, o bunlara rağbet-kâr değil idi.

Geceleri ale'l-ekser uzak ve tenhâ mahallerde dem-güzâr olur. Sabâh namâzından evvel uzak mahallerdeki cevâmi'-i şerîfenin birine gider. Orada edâ-yı salât eder. Cemâatin hürmetini celb ederdi.

Hz. Şeyh'in gıdâsı bir zeytin, bir hurma, ba'zan birkaç lokma ekmek, birkaç kaşık çorbaya kadar inmiş idi. Hânkâh-ı Sünbül şeyhlerinin âdeti vechile ayda bir def'a esnâ-yı zikrde isbât-ı vücûd ederler idi. Hz. Şeyh burada kemâliyle görülürdü. Basîret sâhibleri onu görünce cezbe-dâr olurlardı. Kafes dâhilindeki şeyh hücresinden devrâna dâhil olmak üzere çıkışı /307/ kulûb-ı kâsiyeyi tenvîre kifâyet ederdi. Hânkâh-ı şerîfde, Hz. Sünbül'ün makâmı vardır ki, hünkâr mahfilinin ittisâlindedir. Burada pîr postu dâimâ durur; tevhîd-hâneye medhâli vardır. Medhâldeki kapı kafesden ma'mûldür. "Şeyh Efendi kafesden çıktı." denilmesi, bu kapıdan kinâyettir. Şeyhlerin ikinci devrânda tevhîd-hâneye çıkmaları âdettir.

İlk devrânı pîş-kadem olan zât îfâ eder. Ba'dehû durak okunur. İkinci devrâna başlanıldığı zamân şeyh efendi çıkar, devrânı o idâre eder. Ba'dehû vecd ü hâlât ile, "Bedevî Topu" denilen kütle hâline gelen dervîşânın ortasında şeyh kalır. Etrâfına dervîşân sarılır. Bir müddet sonra kuûd zikri başlar. Üçüncü devr ki, ona, "Şeyh Vefâ Devri" derler. Başlamak üzere iken şeyh efendi yine kafesden avdet eder. Şeyh Vefâ Devrini pîş-kadem efendi idâre eder.

Hz. Sünbül, tarîk-ı Zeynî'den de hisse-dâr-ı feyz olup, tarîk-ı Zeynî esrârını Şeyh Vefâ, ona emânet etmekle bu yapılan son devrân için, "Şeyh Vefâ Devri" nâmı verilmiştir. Soldan sağa, "Allâh, Vâhid, Ehad, Samed " diye devr olunur. Sonra şeyh nâmına pîş-kadem efendi duâ eder, zikir meclisi dağılır.

Sadede rücû' edelim : Şeyh Rızâ efendi hazretlerinin çıkışı, devrâna girişi vasfa lâyıktır. Uzuna karîb boylu, buğday benizli, seyrek uzunca kır sakallı, gâyet zaîf, vücûdunda et nâmına bir şey kalmamış denilecek derecede, bir deri bir kemik, vech-i tâbânı kesret-i riyâzet ü mücâhededen ve zevk-ı müşâhededen müstağrak-ı envâr olmuş, mükellef tâc-ı şerîf başında biniş üzerinde eller kavuşmuş olduğu, boynu kemâl-i ta'zîmden ve başındaki tâc-ı şerîfin sıkletine nehâfet-i vücûdiyyenin adem-i tahammülünden sağ tarafa ve yere doğru eğrilmiş bulunduğu hâlde içerüden kafese doğru gelirken herkesi bir heyecân istîlâ ederdi. Herkesin gözü kafese müteveccih, Hz. Şeyh'in nûr-ı vücûdunun tulûuna müterakkıb iken, geliyor telâşıyla huzzâr kıyâm eyler, kafes açılır, ağır ağır Hz. Şeyh çıkardı. İşte bu dakîkayı tasvîre lisân-ı kâl müsâid değildir. Umûmda huzûr hâsıl olur. Halaka-i zikrin bir kısmından Hz. Şeyh'e yol açılır. Pîş-kadem efendi derhâl halaka-i zikre dâhil olup emr-i idâreyi cenâb-ı Rızâ der-uhde ederdi. Bir dakîka sonra pîş-kadem efendi, huzûr-ı /308/ Hz. Şeyh'e gelir, el öper, tâc-ı şerîfini ve binişini çıkaran Hz. Şeyh'den bu emênetleri ta'zîm ile alır. Hz. Şeyh, koynundaki dal arâkıyyeyi (dikişli Sünbülî tâcı) çıkarır, ser-i mübârekine giyer, devrânda cûş u hurûşa iştirâk ederdi. Herkesde huzûr-ı tâm hâsıl olmuş, eller kavuşmuş, Hz. Şeyh'in iskelet denilecek bir hâldeki vücûd-ı mübâreklerinin o meydân-ı aşk u muhabbette zikru'llâh'ın haşyetinden ne hâllere geldiğini görmeğe şitâb eseri nümâyân olurdu. Hafîf titrek sadâsıyla, "Allâh, Kayyûm, Mevlâm, Âh " demesi, erbâb-ı zikri cezbe-dâr eder, herkeste göz yaşları seyl-veş cûş u hurûşa gelirdi. Hz. Sünbül'ü o muhabbet meydânında bi-hakkın temsîl eder bir vücûd-ı mes'ûd-nümûd idi. Zâkirlerde şevk-ı azîm husûle gelir. İ'tinâ-yı mahsûs ile ilâhiyyât-ı nuût okunurdu. Hele Hz. Şeyh'in sabâ makâmından İbrâhîm Bey tarafından bestelenmiş olan,

                        "Getür câm-ı şarâbı encâm-ı diller şâd-kâm olsun

                         Tamâm itdi bizi gam sâkiyâ gam da tamâm olsun

                         Bilip aşkın müdâmını bî-çâre uşşâkın*

                         Şarâb-ı la'l-i nâbın sundu dil-ber müstedâm olsun"[22]

yolunda kemâl-i aşktan zuhûr etmiş olan nutk-ı şerîfleri okununca tevhîd-hâne yerinden oynar, erbâb-ı zikr cândan geçer bir hâle gelirdi.  

 

Nihâyet tezâyüd-i şevk-ı hakîkî ile Hz. Şeyh'i ortaya alırlar, etrâfına cem' olup, birbirlerine sarılırlar, "Yâ Hayy" ism-i şerîfiyle zikre başlarlardı. İşte o zamân Hz. Şeyh'i görmek bahtiyârlıktı. Azîm bir cûş u hurûş hâsıl olur, kıyâmet kopuyor zannolunurdu.

Şeyh Resmî Efendi merhûm nakl etmiştir : Bu esnâda Hz. Şeyh'in ağzından alev çıktığını görenler, bu hâle şâhid olanlar vardır.

Nihâyet tevhîd-hânenin kuru tahtası üzerine otururlar, kuûd zikrini idâreye başlarlardı. Mübârek çeşm-i hûn-âlûdundan akan yaşlar tahtayı ıslatır; bunu görenlerde vecd ü hâlât zuhûra gelirdi. Mübârek dizlerini tahtaya urdukları zamân herkes hâlden hâle gelirdi. Cândan geçerdi. Âh âh! O dakîkaları hâtırladıkca bu satırları yazarken kalbim teheyyüc eyledi. O ne âlemlerdi! /309/ Âh o ne adamlar idi!

Vaktiyle müdâvimi bulunduğum dâire-i rusûmâtta müsteşâr olan merhûm Muhammed Ali Bey, bir gece hikâyeten, "Sâhib Molla ile Hz. Sünbül'e gitmiş idik. Aşr-i Muharreme müsâdif bir gün idi. Şeyh Rızâ Efendi merhûm kafesden çıkdığı zamân kalbimdeki inkâr, ikrâra münkalib oldu. Evvelce tarîkatı ve ehlini kat'iyyen münkir idim. Benden bu inkârı Cenâb-ı Rızâ def' etti. Îmânım kuvvetlendi. " dediler.

Hz. Şeyh,  nazar ber-kadem'e ziyâde riâyet ederdi. Cerrahpaşa Câddesi'nde bir fırın yapılmış, aradan iki sene geçmiş; bir gün oradan geçerken ahıbbâsından Şeyh Muhmûd Efendi'ye, "Yâhu bu fırın ne zamân yapıldı. " diye sormuş. "Efendim, iki sene vardır. " dedikte, "Hiç farkında değilim. " buyurmuşlardır.

Hz. Sünbül, hânkâhda mürîdâna ikindiden sonra su içilmesini men' etmişler. Zîrâ yemekte ve yemekten sonra su içilince vücûda kesâfet ve bu te'sîriyle uyku getirir, uykuda ise adgâs u ahlâmdan başka bir şeyle meşgûl olmaz. Buna, yakın vakte kadar riâyet olunurdu.

Hulefâ-yı Mevleviyye'den Cemâl Beyefendi anlattılar :

 

"Ramazân-ı şerîfde bir gece hânkâh-ı Sünbül'de iftâr etmek istedik. Şeyh Rızâ Efendi hazretleri taâm-hânede idiler. Sofralara oturuldu. Hz. Şeyh bir lokma etti, kalktı; züvvâra hizmet etmek istedi. Su içilmediğinden haberim yok, dedelerin birinden su istedim. Rızâ efendi, derhâl karpuz tabağını önüme sürdü. "Buyurunuz evlâdım! Bu, harâreti keser." buyurdular. Mahcûb oldum. Hz. Şeyh'in edebine, irfânına, tevâzuuna hayrân kaldım." dediler.

Sultân Abdülhamîd-i sânî, Hz. Şeyh'e hürmet-kâr idi. Sarâyı teşrîflerini temennî eder idi. Hz. Şeyh, görüşmekten mütehâşî bulunurdu. Bir Ramazânda iftâra da'vet ve teşrîfleri şiddetle ricâ olunmuş, rağbet buyurmuşlar. Sultân Abdülhamîd, bi'z-zât sofrasına kabûl edip birlikte taâm etmişler, duâlarını almışlardır. Avdetinde Hacı Ali Paşa vâsıtasıyla nakden ihsân-ı şâhâne tevdî' olunmak istenildiğinde, "Bizi da'vet ve birlikte taâm en büyük ihsândır. Hâlen paraya ihtiyâcımız yok. Binâenaleyh, bunu almak muvâfık değildir. Erbâb-ı ihtiyâc çok, onlara verilmesi daha münâsibdir." diyerek, kabûlden istinkâf buyurmuşlar ve bir daha kat'iyyen eser-i rağbet göstermemişlerdir.

/310/ Ricâl-i Şa'bâniyye'den Şeyh Necîb Efendi hazretlerinin irtihâlinde mürîdânından Ali Efendi, Hz. Sünbül hazîresinde bir kabr tedârik etmek üzere Şeyh Rızâüddîn Efendi hazretlerinin müsâadelerini isithsâle me'mûr idiler. Ale's-seher hânkâh-ı Hz. Sünbül'e gittiğinde hüsn-i tesâdüf kabîlinden Hz. Şeyh, Hz. Sünbül'ün türbesi önünde duvara dayanmış bir hâlde görür. Kemâl-i edeble huzûruna varıp dest-i mübâreklerini öperken, "Hazret yürüdü, biz ona sokağa nâzır pencerenin önündeki lahdi tahsîs ettik. Oraya defn ediniz. Fakat o lahd yerine dîger bir lahd yapıp vakf ediniz. Cenâb-ı Hak rahmet ve bizleri mazhar-ı şefâat buyursun." dediler, ağladılar. Ben şakk-ı şefe etmeden, Hazret keşf-i hâl buyurdu. Beni de ağlattı diye nakl eylemiştir.

Tâhir Ağa Dergâhı şeyhi kibâr-ı meşâyıh-ı Nakşiyye'den el-Hâc Ali Behcet Efendi hazretleri buyurdular ki :

Bir gün dergâhda oturuyordum; Şeyh Rızâ Efendi hazretleri teşrîf ve selâm ve iltifâtlarıyla taltîf buyurdular; sevindim. Nasıl hürmet edeceğimi şaşırdım. Tecdîd-i vudû' ârzûsunu ızhâr ettiler, abdest aldılar. Ricâda bulundum, istirâhat buyurdular, kahve pişirdim, takdîm eyledim, içtiler, duâ buyurdular, avdet eylediler. Neş'e-i ma'neviyyelerinin ser-mesti oldum. Kıymetli ricâlden idi.

Menâkıb-i kesîresi vardır. Biz bu kadarla iktifâ eyleriz.

İrtihâllerinin şuyûu İstanbul halkını mahzûn eyledi. Cenâzelerine şitâbân olanlar o mertebe çok idi ki, hânkâh-ı şerîfin o cesîm havlısı insân kütlesi olmuş, mürûr u ubûr inkıtâa uğramıştı. Hz. Sünbül'ün türbe-i şerîfeleri önünden medfen-i mahsûsları otuz metre uzak değildi. Bu kadar yerde cenâze ancak yarım sâatte nakl olunabilmiştir. Bu hâli göz önüne getirir iseniz hakîkate vusûl mümkin olur.

Kesret-i izdihâmdan cenâze ile yürümek imkânı kalmadığından cenâze elden ele herkesin mefârık-ı ta'zîminde türbe-i muattaralarına kadar bu sûretle nakl olunabilmiştir. Na'ş-ı şerîfleri taâm-hânede gasl edilmiş ve hıdmet-i şerîfe-i gasli, pîş-kadem Şükrü Efendi hazretleri îfâ eylemiştir.

Odabaşı şeyhi Hâfız Ahmed Muhtâr Efendi nakl eyledi :

Hz. Şeyh'in hîn-i gaslinde bulundum. Te'sîr-i cezbe ile, "Âh efendim, senin, ölüme dek kerâmetin bâkîdir. Ne olur bize lutf-ı mahsûs olarak bir kerâmet daha göster, görelim. " diye nidâ ettim. Ten-şûy üzerinde Hz. Şeyh, mübârek gözlerini açtı. Etrâfa bir göz gezdirdi, yine kapadı. Bu hâl şuhûdumuz olunca huzzâr arasında cûş u hurûş oldu. Kıyâmet koptu. Nâle vü efgân âsumânı tuttu.

/327/([23]) Şâir Sa'dî  Efendi, bu vak'ayı beyânen şu târîhi söylemiştir ki, sandûkalarının önündeki levhadan muktebestir :

                                   Dergâh-ı Sünbülî'de bir şeyh-i ekmel iken

                                   İrdi Rızâ Efendi tâ merkez-i Cemâl'e

                                   Gaslinde ol Hudâ-bîn feth eyleyüp dü-çeşmin

                                   Gösterdi bir kerâmet erbâb-ı vecd ü hâl'e

                                   Cevherle yazdı Sa'dî târîh-i irtihâlin

                                   Gitdi Rızâ-yı pîrân dergâh-ı lâ-yezâle

                                   (كتدى رصاى پيران دركاه لايزاله) = 1309/(1891-92)

Merhûm Ahmed Muhtâr Efendi dahi, âtîde aynen nakl edeceğim mersiyyelerinde, bu vak'ayı şu beyitlerinde îmâ buyurmuşlardır :

                                   Dem-i gaslinde ten-şûy üzre açdı çeşm-i hûnînin

                                   Garîk-ı buht ü hayret kıldı erbâb-ı temâşâyı

Hz. Sünbül Hânkâhı şeyhlerinin cenâze namâzı Fâtih'de edâ olunmak, mine'l-kadîm cârî âdâttan iken, Hz. Rızâ'nın namâzı, hânkâhda kılınmıştır. İhtimâl ki, halkın izdihâmı  o zamân hafiyyelerin Sultân Abdülhamîd'i tedhîş etmiş olmalarından mütevelliddir.

Ahmed Muhtâr Efendi merhûmun manzûmesi :

                                   Bahâristân-ı aşkın nefha-cû-yı sünbül-i feyzi

                                   Sabâhü'l-hayr-ı irfânın nesîm-i anber-i sâyı

                                   Cenâb-ı Şeyh Rızâ ol cilve-bîn-i nûr-ı ma'nâ kim

                                   Tecellî-hâne-i vahdet görürdü zîr ü bâlâyı

                                   Tarîk-ı Sünbülî'de kâm-peymâ-yı visâl oldu

                                   Nazardan tayy iderdi ihtilâfât-ı 'men' ü 'mâ'yı

                                   Münevver-çeşm idi nûr-ı cemâl-i Ahmediyyet'den

                                   Temâşâ-sâz idi her şeyde el-hak sırr-ı Mevlâ'yı

                                   Sene kırkdan ziyâde post-pîrâ-yı reşâd oldu

                                   Tecellî-gâh-ı aşk itmişdi bu dergâh-ı vâlâyı

                        /328/               Meyân-ı külfe-i zikre girüp oldukca nûr-efşân

                                   Karîrü'l-ayn-ı feyz eylerdi ehl-i aşk u sevdâyı

                                   Olurdu her sözünde ter-zebân-ı lafz-ı 'eyvallâh'

                                   Bu sözle kasd iderdi hikmet-i tevhîd-i 'illâ'yı

                                   Bürünmüşdü abâ-yı pâk-i istiğnâya ser-tâ-ser

                                   Nigâh-ı rağbete almazdı mâl ü meyl-i dünyâyı

                                   Mezâristânı eylerdi tenezzüh-hâne-i ibret

                                   Ne dem dil-hâh-ı Mevlâ-cûyı üste(?) zevk-ı tenhâyı

                                   Tecellî-hâh-ı nûr-ı 'semme vechi'llâh' idüp her-gâh

                                   Geçüp kayd-ı taayyünden celî gördü bu ma'nâyı

                                   Nazar-pîrâ-yı ıtlâk olmuş idi Kays-ı aşk-âmûz

                                   Şühûd eyler idi her yerde ol dîdâr-ı Leylâ'yı

                                   Nihân oldu eğerçi çeşm-i zâhir-bîn-i âlemden

                                   Hakîkatde odur şimdi tahakkuk-yâb-ı peydâyı

                       

                                   Cenâb-ı Lâ-yezâl'in mazharıdır evliyâu'llâh

                                   Çalış Allâh içün derk eyle bu sırr-ı hüveydâyı

                                   Kelâm-ı hak-perestân-ı tarîkatta hılâf olmaz

                                   Bu merhûmun da tenvîr itdi son hâli bu da'vâyı

                                   Dem-i gaslinde ten-şûy üzre açdı çeşm-i hûnînin

                                   Garîk-ı buht ü hayret kıldı erbâb-ı temâşâyı

                                   Bu hâletde devâm-ı nazra-i ibret idüp îmâ

                                   Tesellî-yâb-ı hicrân eyledi uşşâk-ı şeydâyı

                                   Gelin ey ma'rifet-cûyân-ı rüşd-i zâhir ü bâtın

                                   Tevessül-gâh idin bu ârif-i irşâd-fermâyı

                                   Sakın zannitmeyin zâhirden oldu himmeti zâil

                                   Butûn-gâh itdi zîrâ rahmet-i Bârî teâlâyı

                                   Harîm-efrûz-ı kurb oldukca bu rûşen-dil-i tevhîd

                                   Müeyyed eylesün Hak ehl-i tevhîd-i safâ-zâyı

                                   Ricâlü'l-gayb telkîn itdiler târîhini Muhtâr

                                   Didi 'Allah' Rızâ-cû-yı ilâhî buldu Mevlâ'yı

                                   (ديدى الله رضاجوى الهى بولدى مولايى) = 1309

           

  Bu (manzûmeyi), Şâkir Efendi isminde bir zât tahmîs eylemiştir. Hânkâhda bir sûreti vardır.

            /329/ Türbe-i şerîfelerinin muvâcehe penceresinin üstündeki büyük levha taşta şu hadîs-i şerîf  ve manzûme-i latîf  mahkûkdur :

قال عليه السلام : " المؤمنون لايموتون بل ينقلبون من دار الفنائى إلى دار البقاء." صدق رسول الله صلى الله عليه وسلم.[24]

                       

                                   İşbu rahmet-hâneyi kıldı tecellî-gâh-ı feyz

                                   Post-pîrâ-yı velâyet altı merd-i bahtiyâr

                                   Şeyh Hâşim'dir birincisi  bu erbâb-ı dilin

                                   Hâşim-i sânî ile  sânîsi buldu iştihâr

                                   Hâşim-i sâlis üçüncüsüdür oldu râbii

                                   Hazret-i Yıldız Efendi şöhretiyle tâb-dâr

                                   Hâmisidir Şeyh Râzî-i Hudâ-âgâh  kim

                                   Eylemiş bin ikiyüz altmişsekizde terk-i dâr

                                   Sâdisidir ârif-i esrâr-ı tevhîd-i Hudâ

                                   Şeyh Rızâüddîn Efendi mürşid-i âlî-tebâr

                                   Kıldı bin üçyüz dokuzda ol hüdâ-peymâ-yı aşk

                                   Azm-i ılliyyîn  serâ-yı rahmet-i Perverd-gâr

                                   Geçme ey zâir oku bir Fâtiha Allâh içün

                                   Feyz-i rûhânîleri olsun sana himmet-nisâr

            Bu satırları yazdığım sırada Şeyh Ali Behcet Efendi hazretleri şöyle bir vak'a anlattılar :

            "Hâce-i irfânım Muhammed Es'ad Dede hazretleri, Alyanak merhûmun dergâhına gitmişler, semâhânede zikr-i şerîf pek harâretli ve gâyet neşeli bir sûrette devam ediyormuş. Kendisi öğle namâzını kılmamış ve bunu edâyı düşünmüş ise de, meclis-i zikre de alâka-i kalbiyyesi husûle gelmiş; şeyh odasında ise, Hânkâh-ı Hz. Sünbül şeyhi Rızâeddîn Efendi hazretlerini görüp, onunla hem-sohbet olmak dâiyyesi baş göstermiş idi. Bu hengâmda Rızâ Efendi hazretleri, dedemize hitâben, "Efendim! Namâzı edâ ediniz. Ricâ ederim. Kimseyi vebâl altında bırakmayınız." diye dedemizin muzmerâtından olan hâli keşfedivermiş idi. Bunu dede efendimiz, kemâl-i ehemmiyetle nakl edip, Rızâ Efendi'ye karşı hürmet-i kalbiyyesini ızhâr etmişler ve onun büyüklüğünü bizlere ifhâm buyurmuşlardır." (Kaddesa'llâhu esrârahum)

            /330/ Hulefâsı :

           

            Şeyh Abdullâh Nidâî Efendi, Şeyh Mustafa Şükrü Efendi, Şeyh Hatîb Efendi,  Ser-tarîk Şeyh Şâkir Efendi, Şeyh Kutbeddîn Efendi, Şeyh Alâeddîn Efendi, Zâkirbaşı Şeyh Hüsnü Efendi, Şeyh Kemâleddîn Efendi, Şeyh Resmî Efendi, Şeyh Şerâfeddîn Efendi, Şeyh Eşref Efendi, Şeyh Sa'deddîn Efendi.          

Son üç zât teberrüken Hz. Şeyh'ten tâc giymişlerdir. Birincisi Haseki Dergâhı şeyhidir. İkincisi Başçı Mahmûd Dergâhı şeyhidir. Üçüncüsü Beşikci-zâde Efendi Tekkesi şeyhi idi.

            Hacı Evhad şeyhi Hasan Efendi merhûm dahi teberrüken tâc giymişlerdi. Şeyh Haydar Efendi, Şeyh Hasan Dede, Şeyh Nûri Dede, Şeyh Hacı Muhammed Dede, Koruk Tekkesi şeyhi Abdülazîz-zâde  Hüsnü Efendi , Şeyh Mûsa Efendi, Şeyh Hâfız Gâlib Efendi, Ser-tarîk Abdülazîz Efendi, Muhammed Seyyid Efendi, Şeyh Tevfîk Efendi, Şeyh Atâ Efendi.

Şeyh Abdullâh Nidâî Efendi

Hacı Evhadüddîn Dergâhı şeyhi Hacı Muhammed Sûfî Efendi'nin sulbünden  1255/(1839) senesinde  dünyâya gelmiştir. Üstâd-ı şehîr  Şeyh Hâfız Gâlib ve Mesnevî-hân-ı benâm Şeyh Hoca Hüsâmeddîn efendilerden iktisâb-ı ulûm u maârif  ve ulemâdan Kasîdeci-zâde Süleymân Efendi merhûmdan  ikmâl-i tahsîl eylemiştir. Hz. Sünbül Hânkâhı post-nişîni  Şeyh Rızâeddîn Efendi hazretlerinden ahz-ı tarîkat  edip, 1272/(1856) senesinde pederinin yerine makâm-ı irşâda oturmuş ve Hz. Sünbül'de  pîş-kadem-i sâlikîn olmuştur.

1282/(1865) senesinde Dolmabahçe'de Vâlide Sultân Câmi'-i şerîfi'ne  Cuma vâizi olup, Râmi Kışlası  vâizliğinde iken 1289/(1872) senesinde irtihâl-i  dâr-ı naîm eylemiştir. Hz. Sünbül'ün türbe kapısı karşısındaki makberede medfûndur.

Şeyh Muhammed Şâkir Efendi

Balat Dergâhı şeyhi ve Rızâ Efendi halîfesidir.  Hz. Sünbül Hânkâhı'nda ser-tarîk idi. Civâr-ı Hz. Pîr'de âsûde-nişîn-i rahmettir.

           

Kitâbe-i seng-i mezârı :

           

"Lâ-mevcûde illâ Hû! Bu hânkâh-ı feyz-penâhta seccâde-nişîn-i tarîkat ve mesned-nişîn-i râh-ı hakîkat, kıdvetü's-sâlikîn  es-Seyyid eş-Şeyh Muhammed Rızâeddîn Efendi hazretlerinin hâlifesi ve bu makâm-ı âlî ser-tarîkı ve Balat Dergâhı post-nişîni  es-Seyyid eş-Şeyh Hâfız Muhammed Şâkir Efendi'nin rûhu için Fâtiha. 24 Zi'l-hicce 1296/(10 Aralık 1879)."

Davutpaşa Mahkeme-i şer'iyyesinde  başkâtiblikte bulunmuşlardır. Âşık, edîb bir zât idi.

/331/  Şeyh Kemâl Efendi

            "Balat Şeyhi Kemâl Efendi" diye meşhûrdur. "eş-Şeyh el-Hâc Abdülvâhid Kemâleddîn el-Mecdî es-Sünbülî"   diye tavsîf olunmuştur.

Balat Dergâhı'nı inşâ eden Ferah Efendi nâm zâttır. Sultân Süleymân-ı Kânûnî  vüzerâsından Cedîd Ali Paşa kethüdâsıdır. Hz. Sünbül hânkâhındaki Şeyh Ya'kûb-ı Germiyânî'nin mahdûm-ı mükerremleri Sinân Çelebi için inşâ olunmuş idi. Târîh-i inşâsı 972 sene-i hicriyyesidir (1564-65). Balat'ta mahkeme altındadır. Hânkâh-ı Sünbül'deki meşâyıhdan bilâ-veled vefât eden olunca, yerine Balat Dergâhı şeyhinin geçmesi şart imiş.

Şeyh Kemâl Efendi, 26 Şa'bân 1257/(13 Ekim 1841) târîhinde Pazartesi günü akşamı, sâat beşde zînet-sâz-ı âlem-i şuhûd olmuştur. Pederleri, bâlâda 330. sahîfede ismi geçen Muhammed Şâkir Efendi'dir.

Kemâl Efendi, Dâvûdpaşa Mektebi'nde ibtidâî ulûmu ba'de't-tahsîl Fâtih ders-i âmlarından, meşhûr Şâkir Efendi'nin ve Eyüp Nişancısı'ndaki Şeyh Murâd Dergâhı şeyhi Feyzullâh Efendi'nin dâhil-i dâire-i irfânı olup, dersden icâzet almış ve Mesnevî-hân-ı şehîr Hoca Hüsâm Efendi'den de nâil-i feyz olmuştur.

Yirmiyedi yaşında iken âsitâne-i Sünbülî'de Şeyh Rızâüddîn Efendi hazretlerine intisâb ile tarîk-ı mücâhedeye koyulmuş ve bir erbaîn çıkarmıştır. Bi'l-âhare mazhar-ı hilâfet oldular.

1292/(1875) senesinde ba'de'l-hac Medîne-i Münevvere'de, Harem-i Şerîf Emânât-ı Müteberrike Hazînesi Başkitâbeti hizmetiyle şeref-yâb olarak, yedi sene burada kalmıştır. 1300/(1883)'de Dersaâdet'e avdetle, bir müddet sonra yine ol cânib-i âlîye rû-mâl olmak emeliyle âzim-i râh-ı Haremeyn olmuştur. Bu sırada meşâyıh-ı Nakşıbendiyye'den Hoca Muhammed Cân Efendi'den teberrüken Nakşî hilâfet-nâmesi almıştır.

Beş def'a âzim-i râh-ı Hicâz oldular. Kendilerinden menkûldür ki, 1309/(1891-92) senesinde Ravza-i Mutahhara'da namâz kılarken mechûl bir zât, şeyhinin İstanbul'da irtihâlini haber vermekle, bi'l-âhare Dersaâdet'ten bi'l-istîzâh aldığı cevâb-nâme'den ayn-ı zamân ü sâatte şeyhinin âlem-i cemâle intikâli vukû' bulduğuna muttali' olarak hemân İstanbul'a da'vetle kabr-i mübâreklerini hasret yaşlarıyla ıslatarak birkaç sene sonra, ya'nî 1313/(1895)'de Hicâz'a avdet eylediler. Son zamânları İstanbul'da geçmiştir.

Pederlerinin irtihâlinde onun yerine Balat Dergâhı meşîhatine geçtiler. Müddet-i meşîhatleri otuzaltı senedir.

/332/ Edirne'de Şeyh Şuayb Şerefeddîn Efendi azîzimin sît ü şöhretini haber aldıkta, onunla da müşerref olmak sevdâsıyla Edirne'ye azîmet etmiş ve müşârünileyhe mülâkî olarak, teberrüken tarîkat-ı aliyye-i Gülşeniyye'den de feyz-yâb olmuşlardı. İstanbul'a avdetlerinde, Şeyh Kemâleddîn-i Harîrî ile mülâkâtı olup, tarîkat-ı aliyye-i Şa'bâniyye'den müstahlef oldular ki, bu intisâblar 1300 târîhinden mukaddemdir.

            1332 senesi şehr-i Cemâziye'l-evvel'inin üçüncü (30 Mart 1914) Pazartesi günü akşamı, Salı gecesi sâat üçte irtihâl-i dâr-ı cemâl eylediler. Cemm-i gafîr ile huzûr-ı Hz. Hâlid'de namâzı ba'de'l-edâ Balat Dergâhı mihrâbının sol tarafındaki pencere önünde ihzâr olunan kabr-i münîfe defn olundular. (Kaddesa'llâhu sırrahû).

Kendileriyle müşerref oldum. Hoş-sohbet, mutasavvıf, ârif bir zât idi. Uzunca boylu, mülehham, mütenâsib derecede uzunca sakallı idi. Yüzünden nûr-ı irfân lemeân ederdi. Kisve-i sûfiyye kendilerine pek yakışır idi.

İlm-i mûsikî'de dahi behre-dâr idi. Dâvûdî sesli olup, Hz. Sünbül'de zâkirlik ettiği de olurdu. Besteledikleri devrân, cumhûr-ı ilâhiyyât elsine-pîrâ-yı zâkirândır.

Virdü'l-A'zami'l-Kemâliyye nâmıyla Arabiyyü'l-ibâre bir eserleri olduğunu, hulefâsından Şeyh Muhammed Muhyiddîn Efendi yazmışlardır.

Muhyiddîn Efendi, azîzinin terceme-i hâlini mufassalca yazmış, bir risâle şeklinde bu abd-i ahkara ihdâ eylemiştir. Bunun mütâlaasından da Hz. Şeyh'in cidden sâhib-i irfân ve mâlik-i aşk-ı bî-pâyân bir zât olduğuna yakîn hâsıl ettim. Cenâb-ı Hak rahmet-i ilâhiyyesine mazhar buyursun. Âmîn.

Hulefâsı :

Şeyh Ali Efendi, Şeyh Hâfız Muhammed Hayri Efendi, Şeyh Hüseyin Mazlûm Efendi, Şeyh Muhammed Muhyiddîn Efendi, Şeyh Hâfız Hüseyin Necmeddîn Efendi, Şeyh Osmân Efendi, Şeyh İsmâîl Efendi, Şeyh Hamdî Efendi.

Şeyh Ali Efendi

Kemâl Efendi halîfesidir. Saraya mensûb ve orada müstahdem idi. "Ali Dede" derler. Tarîk-ı Şa'bânî'den müstahlef olup, âşık, sâdık bir zât idi.

Şeyh Hâfız Muhammed Hayri Efendi

Kemâl Efendi halîfesidir. Tarîk-ı Gülşenî'den de mücâzdır.

/333/ Şeyh Hüseyin Mazlûm Efendi

           

Elli seneyi mütecâviz bir zamân bu dergâhda bulunmuş ve dört şeyh zamânını idrâk etmiş mübârek bir zât olup, Şeyh Kemâl Efendi'den icâze almıştır. Hilâfeti, terceme-i hâli geçen Şeyh el-Hâc Abdullâh en-Nidâî Efendi'dendir. Tâc ve hırkası Abdülmecîd-i Sivâsî türbesinde ilbâs olunmuştur. Sinni doksanı mütecâviz iken irtihâl-i dâr-ı bakâ eyledi. Na'ş-ı şerîfleri ihtifâlât-ı lâyıka ile kaldırıldı. Namâzı Hz. Ebû Eyyûb el-Ensârî'de kılındı. Eyüp Nişancası'nda, Abdülmecîd-i Sivâsî hazîresinde defn olundu. Buraya münâsebeti senelerce Abdülehad en-Nûrî türbe-dârlığında bulunmalarındandır. Molla Gürânî mahallesinde İshâk-ı Karamânî hazretlerinin Koruklu Dergâh nâm tekkelerinde nice seneler şeyh vekâleti vardır.

Şeyh Muhammed Muhyiddîn Efendi

Kemâl Efendi hulefâsındandır. Balat Dergâhı'nda, on sene kadar şeyhine vekâlet eylemiştir. Adliye'ye müdâvim iken, son zamânlarda kadro hâricî bırakılarak fevka'l-âde zarûret-i dünyâya dûçâr olmuştu. Tarîkına, pîrine, şeyhine cidden âşık, sâdık bir zât idi. Gülşenî tarîkatından da icâzesi vardı. Şeyhinin irtihâlinde pek ziyâde sûzân olmuş ve her meclisde onun menâkıb-ı latîfesinden bahsle lezzet bulmuş idi. Tâc-ı şerîflerine gâyet güzel sarık sarardı. Bu münâsebetle, pîrân-ı ızâm efendilerimizin türbelerinde, sandûkalar üzerindeki tâc-ı şerîflerin sarığını da bu zâta sardırırlar idi.

Gözü yaşlı, âkıbet-endîş bir dervîş idi. Son zamânlarında Üsküdar'da otururdu. İrtihâline bir ay kala fakîr-hâneye gelmiş, hâlini hikâye eylemiş idi. Vaktiyle görmüş, geçirmiş iken, son zamânlarda imtihân-ı ilâhîye sabr ile tahammüle çalışır, hâlini ağyâra açmazdı. 17 Receb 1342 ve 23 Şubat 1340 (1924) târîhine müsâdif Pazar günü irithâl-i dâr-ı naîm eylemiş; Üsküdar'da Bandırmalı Hâşım Efendi Dergâhı hazîresine defn olunmuştur.

Âdab-ı tarîkatı inceliklerine kadar bilir, yerine getirir, bundan fevka'l-âde zevk alırdı. Azîzi ve (onun) hulefâsı hakkında yazdığı risâleyi fakîre yâdi-gâr eylemiştir. (Rahmetu'llâhi alyehi rahmeten vâsia)

Şeyh Hâfız Hüseyin Necmeddîn Efendi

Kemâl Efendi'nin mahdûmu ve halîfesidir. Kendi hâlinde bir zâttır. Balat Dergâhı şeyhidir.

/334/ Şeyh Seyyid Muhammed Vahyî Efendi

Balat şeyhi meşhûr Şeyh Hasan Efendi'nin oğludur. Pederinin irtihâlinde câ-nişîni olmuştur. Sultân Selîm (Câmii) vâizi idi. "Muhtefî" (مختفى) (1130) (ölüm) târîhidir. Şehr-i Şâ'bânda (1718) irtihâl eylemiştir. Ayvansaray hâricinde pederi yanında medfûndur. Altmış sene muammer olmuştur. Güzel ilâhîleri vardır.

                                   Gönül olsun nevâlinle mutayyeb

                                   Bizi lutfile mesrûr eyle Yâ Rab

Müretteb Dîvân'ı vardır. Gayr-i matbû'dur. İki kasîdesini istinsâh eyledim. Biri ihtisâren yazılmıştır. Azamet-i tasvîr ve kudret-i tahayyülde gösterdiği hârikulâdelik şâyân-ı takdîrdir. İstinsâh ettiğim kasîdeler mütâlaa buyurulursa kemâli taayyün eder. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

                                   Ey âşık-ı sâdık-ı Sünbülî

                                   Ey gül-izâr-ı irfânın bülbülü

                                   Sen mazhar-ı feyz-i Ahmedîsin

                                   Hem sâlik-i râh-ı Sünbülîsin

                                   Senden dilerim şefâat ey yâr

                                   Bi-hakk-ı Hazret-i Ahmed-i Muhtâr

                                   Vassâf'a atf-ı nigâh-ı terahhum it

                                   Feyz-i mübâreğinle herkese tekaddüm it

                                   Rûh-ı latîfine bin Fâtiha olsun

                                   Kabr-i şerîfine envâr-ı Hak dolsun[25]

Şeyh Vayhî-i Sünbülî'nin şu na't-ı şerîfi derece-i aşkına ve kudret-i şi'riyyesine dâlldir :

                                   Dil-i âşufte kim dâim hayâl-ı rûy-i yâr eyler

                                   Ne fikr ü vasl u ne endîşe-i pûs u kenâr eyler

                                   Sadâkatle vücûdın hâk-pâ-yı yâr iden merdin

                                   Derûnundan nice fikr-i dem-i vuslat- güzâr eyler

                                   Nükûş-ı gayriden sâf olmayınca safha-i hâtır

                                   Nice âdem cihânda da'vî-i aşk-ı nigâr eyler

                                   Hazer-sad el-hazer aşk-ı mecâz-âlûddan ey dil

                                   Safâ-yı bezm-i îşi rehn-i derd-i intizâr eyler

                                   Civânın gamze-i hûn-sebzi müjgân-ı dil-âvîzi

                                   Seni zahm-âşinâ-yı tîr-i tîğ-ı âbdâr eyler

                                   İderse bir nefes memnûn-ı vuslat âşık-ı zârın

                                   Teb-i hicrân ile sad-sâle cismin reşk-i nâr eyle

                                   Çeker câm-ı elemle âkıbet zehr-âb-ı hûn-ı dil

                                   O kim dil-dâr ile zevk-ı şarâb-ı hoş-güvâr eyler

                                   Hased ol merd-i sâhib-re'ye kim âb-ı nedâmetle

                                   İdüp pâkîze levh-ı kalbi istiğfârı kâr eyler

                                   Ne nüzhet bil ki feyz-i Hazret-i Feyyâz olup yâri

                                   Benim gibi seni bir şâir-i mihr-iştihâr eyler

                                   Benim ol şâir-i sâhir arar kim zînet-i nazmım

                                   Zarîfân-ı zamânın çeşm-i hûşun  hîre-dâr eyler

 

                                   Eğer şahbâz-ı tab'ım âleme açsa per-i i'câz

                                   Hezârân Sâib ü Örfî vü Hassân'ı şikâr eyler

                                   O pâk-endîşeyim kim sihr-i i'câz-ı nigâh-ı hûb

                                   Telâfî-i dil-i şûhumla her bâr iftihâr eyler

                                   İzâr-ı dil-berin vasfında tahrîr itdiğim ebyât

                                   Cihân-ı vakt-i dîde-gülşeni fasl-i bahâr eyler

                                   Eğer meyl eylesem vasf-ı leb ü dendân-ı dil-dâra

                                   Dem-i midhatde hâmem lü’lü-i gevher nisâr eyler

                                   Ne hâcet iftihâra rütbe-i nazmı bilen ârif

                                   Bu şi'r-i tâzemi gûş eyleyüp fehm-i ayâr eyler

                                   Koyup uşşâkı ol meh bezm-i ağyâra firâr eyler

                                   O güldür kim meyân-ı hârede cây-ı karâr eyler

                                   İdüp pür-zahm-ı gamze sîne-i pür-dâğım ol hûnu

                                   Dil-i cevr-âşinâyı gülşen iken lâle-zâr eyler

                                   Dil-i firkat-keşîde rûz u şeb fikr-i ruh-ı yâri

                                   Gehî meh-tâb u gâhî âftâb-ı şu'le-dâr eyler

                                   Nice sünbül-sitânı vakf-ı nisyân eylemez ol kim

                                   Ruh-ı gül-fâmın üzre seyr-i zülf-i müşk-bâr eyler

                                   Musahhardır sana milk-i sühan-gûyu bugün Vahyî

                                   Kelâmın fehm iden ahsente gûyân i'tibâr eyler

                                   Sen ol mazmûn-güster sihr-perver nükte-pîrâsın

                                   Ki tab'ın her edâyı bir nigâr-ı gül-izâr eyler

                                   Bu fahr u bu temedduh gerçi nâ-şâyestedir ammâ

                                   Ne çâre hâme-i mu'ciz-beyân bî-ihtiyâr eyler

                                   N'ola vasf olsa ol pâkîze-gû şâir ki hemvâre

                                   Kelâmın harc-ı evsâf-ı Rasûl ü çâr-yâr eyler

                                   Cenâb-ı Hazret-i Ahmed Rasûl-i efdal ü emced

                                   Ki zâtın  zâtına Mevlâ iki âlemde yâr eyler

                                   Sen ol peygamber-i i'câz-perversin ki bir demde

                                   Dıraht-ı mürdeyi feyz-i nigâhın mîve-dâr eyler

                                   Sen ol mihr-i nübüvvetsin ki sultân-ı muazzamsın

                                   Ki Mevlâ kudsiyânı sana ceyş-i bî-şumâr eyler

                                   Nigâh-ı şefkatin bu bende-i nâçîze dûş olsa

                                   Hudâvend-i cihân şâh-ı zamân sadr-ı kibâr eyler

                                   Eğer mihr ü zamîrin pertev-endâz-ı cihân olsa

                                   Amâ teşhîs-i ma'kûlâta kesb-i iktidâr eyler

                                   Hücûm üzre eğer nazzâre-i kahrın adüv üzre

                                   Vücûd-ı kîne-dârın âteş-i dûzah şirâr eyler

                                   Sen ol yekke-süvâr-ı arsa-i pehn-i şefâatsin

                                   Nigâhın kabz-ı rûh-ı Rüstem ü İsfendiyâr eyler

                                   O şûh u meh-cebîn ü mihr-ârızsın ki mihr ü meh

                                   Sana dil-dâdedir hem-vâre pûsu reh-güzâr eyler

                                   Kerem tab'an şefâat-hâh-ı rûz-ı mahşerâ şâhâ

                                   Ser-â-ser halk-ı âlem sana arz-ı iftikâr eyler

                                   Bu Vahyî bendene lutfen kerem kıl iltifât eyle

                                   Nice demdir ki dergâhında arz-ı hâl-i zâr eyler

                                   Salât-ı bî-kıyâs olsun revân-ı pâkine her-dem

                                   Gönülde tâ ki fikr-i vuslatın geşt ü güzâr eyler

                                                              *   *   *

                                   Gönül fikr-i cemâl-i yâr ile gül-zâr-ı hasretdir

                                   Şüküfte güller anda ârzû-yı zevk-ı vuslatdır

                                  

                                   Hayâl-i kâkül-i müşgîn-i cânân kalb-i âşıkda

                                   Derûn-ı sâğar-ı kevserde anber-bû-yı cennetdir

                                   Ruh-ı ümmîd  eşk-i âteşînim zerd-i fâm eyler

                                   Gül-i bâğ-ı heves nîlûfer-i cûy-ı harâretdir

                                   İrişsün derd-i âhım kâmetin fikriyle sevdâya

                                   Bülend olsun ko tab'ım gibi serv-i bâğ-ı himmetdir

                                   Bu hasret hasret-i rû-mâl-i dergâh-ı muallâdır

                                   Bu hasret hasret-i dîdâr-ı şâh-ı dîn ü devletdir

                                   Bu hasret iştiyâk-ı kûy-ı mahbûb-ı ilâhîdir

                                   Bu hasret ârzû-yı ravza-i sâhib-saâdetdir

                                   O ra'nâ ravza kim gül-zâr-ı cennet bâğ-ı dîdârdır

                                   O kabr-i pâk kim hâki abîr-i bû-yı cennetdir

                                   O cây-ı akdesin mümkin mi evsâfın beyân itmek

                                   Ki halvet-hâne-i sultân-ı iklîm-i risâletdir

                                   Gedâyân oldu mağbût-ı şehân dergâh-ı lutfunda

                                   Garîbân âsitânında hased-fermâ-yı servetdir

                                   Gubâr-ı dergehinde Vahyi zâra bir nigâh eyle

                                   Taleb-kâr-ı nigâh-ı şefkatindir nice müddetdir

Bu kasîde uzundur. İktisâren yazılmıştır. Şeyhin kemâline hayrân oldum.

           

Şeyh Mustafa Şükrü Efendi

Ramazân Efendi Dergâhı şeyhi idi. Hânkâh-ı Sünbül'de pîş-kadem olup, Şeyh Rızâ Efendi hazretlerinden müstahlefdir. Pür-vakâr bir şeyh-i âlî-tebâr idi. Gâyet âşık, mesleğine sâdık idi. Hânkâh-ı Sünbül'de Şeyh Rızâ Efendi'ye lâyık bir pîş-kadem idi. Meydân-ı ehlu'llâh'ı vücûd-ı ma'nevîsiyle doldurur idi. Son derece edîb ve sâhib-i hurmet olduğundan, o meydân-ı muhabbette gözlerinden akan hürmet yaşları tahtaları ıslatır idi. Sinîn-i medîde pîş-kadem hıdmet-i şerîfesini hüsn-i îfâ eylemişti. 28 Zilhice 1324/(12 Şubat 1907) târîhinde irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Türbe-i Hz. Pîr'in karşısındaki hazîrede medfûndur. Mezâr taşında şöyle yazılmıştır :

"Bu hânkâh-ı âlîde pîş-kadem iken irtihâl-i dâr-ı bakâ eden Ramazân Efendi hazretleri dergâh-ı şerîfi post-nişîni es-Seyyid eş-Şeyh Mustafâ Şükrî Efendi rûhuna el-Fâtiha."

Pederleri de Ramazân Efendi (Dergâhı) şeyhi idi. "Öküz Hâfız Efendi" diye şöhret bulmuştur. Bu gibi lakablar garaz-kârânın isnâdâtıdır. Bir makâm-ı âlîde şeyh ve husûsiyle hâfız-ı Kur'ân olmasına göre, zevâhiri olsun muâfazaten bu gibi küstâhlığa cür'et etmemelidir.

/335/ Şeyh Kutbeddîn Efendi

Rızâ Efendi hazretlerinin necl-i necîbidir. Ondan müstahlefdir. 1277/(1860-61) senesinde mehd-ârâ-yı bezm-i şuhûd olup, tahsîl-i ilm ile meşgûl olup, pederlerinin irtihâlinde otuziki yaşında oldukları hâlde seccâde-i meşîhate kâid oldular. Yirmiüç sene mesned-nişîn-i reşâdet oldular.

1310/(1892-93) senesinde Haremeyn-i muhteremeyni ziyârete muvaffak olup, azîmet ve avdetinde Sünbülîler tarafından fevka'l-âde merâsim yapılmış idi.

Pederlerinin birçok evsâfını nefsinde cem'e muvaffak olmuş, halkın tevccühünü celb eylemiş idi. Mesleğine âşık, tarîkatına sâdık olup, halûk, fukarâ-perver, hoş-sohbet, mütvâzi' bir rehber-i tarîkat idi.

Merkez şeyhi Ahmed Mes'ûd Efendi'nin kerîmesini tezevvüc edip, ondan Râzî Efendi isminde bir evlâdı dünyâya gelmiştir.

Devrânı çok güzel idâre eder. Herkesi vecde getirir idi. İlm-i mûsikîye nisbeti olmağla güzel besteleri vardır.

Nehâfet-i vücûdiyyesi tevlîd-i emrâz eylediğinden henüz ellibeş yaşında iken irtihâl-i dâr-ı naîm eylediler. 11 Safer 1332 ve 27 Kânûn-ı evvel 1329/(8 Ocak 1915) târîhlerine müsâdif bir Cuma akşamı zamân-ı rıhletleridir. Peder-i ekremlerinin yanında defn edildi. Orta boylu, buğday benizli, kumral sakallı, nahîfü'l-bünye idi.

Ahıbbâsından Rızâ Efendi'nin söylediği târîhdir :

           

                                   Bî-vefâdır kimseye mâl olmuyor bu köhne dâr

                                   Sen bakâ ümmîdini dünyâda gönlünden çıkar

                                   Her gelen elbet gider ahvâl-i âlem böyledir

                                   Gitdi eyvâh işte bir mürşid-i âlî-tebâr*

                                   Sâlik-i râh-ı hakîkat rehber-i ehl-i sülûk

                                   Âlim-i ilm-i ledünnî kâmil-i sâhîb-vakâr

                                   Ya'ni Kutbeddîn Efendi kim o şeyh-i kâmilin

                                   İtdi mürg-i rûhunu bâz-ı ecel sayd u şikâr

                                   Gördü yok bû-yı vefâ bâğ-ı fenâdan çekdi el

                                   İnzivâ-gâh-ı bakâ-bi'llâh'ı itdi ihtiyâr

                        /336/    'İrciî' emri gelince gûşuna lebbeyk diyüp

                                   Oldu Kutbeddîn Efendi âzim-i dâr-ı karâr

                                   Sünbülistân-ı bakâda Hazret’(in) şu uzleti

                                   Hâtır-ı ihvân u dervîşânı itdi dâğ-dâr

                                   Göz yaşıyla yazdı hâmem fevtinin târîhini

                                   Kutb-ı âlem eyledi terk-i hayât-ı müsteâr

                                    (قطب عالم ايلدى ترك حيات مستعار) = 1332/(1914)

Yanyalı Kutbeddîn, Şükrü Efendi-zâde Muhammed, Sinân Efendi, Gül Ali, Nidâî, Tekirdağ imâmı Mevlânâ-zâde, Tekirdağlı Ma'rûfî Efendilere tâc giydirmiştir. 

Şeyh Râzî Efendi

Kutbî Efendi-zâde'dir. Pederinin yerine geçmiştir. Hilâfet-i sûriyyeyi Yanyalı Kutbeddîn Efendi'den almıştır. Hâlen neş'e-dâr-ı feyz-i tarîk görünmüyor ise de, inşâallâh bir insân-ı kâmilin zîr-i terbiyesine girer, mazhar-ı irfân olur.

Yukarı sahîfelerde vasfından ızhâr-ı acz ettiğim ahvâl-i rûhâniyye hâlen sönmüştür. Şeyh Rızâ ve Kutbeddîn Efendiler zamânından kalma birkaç zevât-ı kirâm dahi azm-i bakâ ederlerse ve yerlerine o neş'ede adamlar yetişmezse, hânkâhın hâli acınacak râddededir. "Bülbül yuvadan açdu gülistânı gam aldı."

Meşîhatin evlâda intikâli bir cihetten iyi olmakla berâber, dîger cihetten de fenâdır. Maa-hâzâ zamânımızda kaht-ı ricâl vardır. Olanlar da hâl-i ihtifâdadır.

                                   "Hakkıyâ mahrem bulunmaz râz-ı aşka şu zamân

                                    Halk-ı âlemden anınçün ihtifâ ister gönül "

diye şikâyet eden İsmâîl Hakkı hazretlerinin bu sözü söylediği zamândan şimdiye kadar ikiyüz sene güzer eylemiştir. Kıyâs buyurmalıdır.

Râzî Efendi inşâallâh nâil-i rütbe-i kemâl olur da, bu satırları yazdığıma nedâmet edecek dakîkaları idrâk ederim.

Şeyh Hâfız Resmî Efendi

Cihân-girî Hasan Efendi terceme-i hâli sırasında bahs olunacaktır.  Oraya mürâcaat buyurula.

/337/ Şeyh Muhammed Nûreddîn Efendi

Merkez şeyhidir. Hânkâh-ı Sünbülî'de Şeyh Râzî Efendi telkîn-i zikr etmiş, zuhûrât-ı ma'neviyye üzerine Fındıklı şeyhi Yûnus Efendi'den tekmîl-i sülûk ederek hilâfet almıştır. Kâdirî-hâne şeyhi Ahmed Muhyiddîn Efendi ile Tophâne'de Gülşenî şeyhi Ahmed Efendi ve mahdûmu Ahmed Mes'ûd Efendi'ye tarîk-ı Sünbülî'den hilâfet vermişlerdir. Temiz yürekli bir zât imiş. İrtihâlleri 1298/(1881)'dedir.

Şeyh Ahmed Mes'ûd Efendi 

Şeyh Kutbî Efendi'nin kayınpederi ve Merkez Efendi Hânkâhı seccâde-nişîni ve Hz. Sünbül'de Mustafa Şükrü Efendi'den sonra pîş-kadem idi. Merkez Şeyhi Nûreddîn Efendi merhûmun mahdûmudur. Nûreddîn Efendi'nin vâlidesi, kibâr-ı meşâyıh-ı Şa'bâniyye'den Mustafa Zekâî Efendi hazretlerinin mahdûmunun kerîmesidir.

Ahmad Mes'ûd Efendi, kırk sene Hz. Merkez'de seccâde-nişîn-i meşîhat olmuştur. Beyne'n-nâs, "Şeyh Ahmed Efendi" diye şöhret bulmuştu. 1332/(1914) senesinde irtihâl-i dâr-ı naîm eyledi. Dâmâdı Kutbî Efendi'ye çok muhabbet ve meveddeti vardı. Onun genç yaşında ufûlü, onu dağ-dâr etmiş ve az zamân sonra kendi de ufûl eylemiştir.

Edîb, hoş-sohbet, tarîkına muhib, mesleğine sâdık bir zât idi. Orta boylu, mülahhame, beyâz mutavassıt sakallı olup, yüzünün humreti gâlib idi.

Türbe-i Hz. Merkez'de medfûndur. İrtihâllerine söylenen târîh, Rızâ Efendi'nindir :

                                   Tâc-ı fark-ı sulehâ Hazret-i Ahmed Mes'ûd

                                   Sâlikân ağlayınız oldu cihândan nâ-bûd

                                   Hayli yıl mürşid olup itdi kulûbu tenvîr

                                   Dergeh-i Hazret-i Merkez'de bu kıymetli vücûd

                                   Göremez çeşm-i felek ba'de-ez-în dünyâda

                                   Böyle bir ârif ü sâhib-dil ü gencîne-i cûd

                                   Kalem evsâfını anın nasıl itsün  ta'dâd

                                   Anda ahlâk-ı pesen-dîde idi nâ-ma'dûd

                                   Eylesün sırrını takdîs ü makâmın firdevs

                                   Eylesün rûhunu mesrûr Hudâ-yı ma'bûd

                                   Fikr-i târîh-i vefâtın idiyorken nâ-gâh

                                   Giryeden dîdelerim olmuş idi hûn-âlûd

                                   Bir sadâ çıkdı ana oldu güher-bâr târîh

                                   Göçdü Yâ Hak diyerek Hazret-i Ahmed mes'ûd

                                    (كوچدى يا حق ديه رك حضرت احمد مسعود)                                                                                                  

            Hilâfeti pederlerindendir.

                                                           _   _   _

  

Hz. Merkez'in türbe-i şerîfesinde  bir çok meşâyıh-ı kirâm medfûndur. Bu türbede Merkez Efendi Asitânesi'nde  îfâ-yı hizmet eden meşâyıh-ı kirâmdan daha hayli zevât medfûndur. Lâkin onların kabirlerine bi'l-âhare dîger meşâyıh defn olunarak sandukalar onlara tahsîs kılınmakla dîgerlerinin nâm u nişânı kalmamıştır. Bu da munsifâne bir hareket değildir. Her sandukaya, bu kabirde filan filan medfûndur, demekte hiç bir mahzûr olamazdı.

Mevcûd sandukalara göre medfûn zevât-ı kirâm :

           

Şeyh Mustafa Efendi

                                   Şeyh Mustafâ Efendi dört sene bu tekkede 

                                   Ol sütûde-zât oldu pîşvâ-yı sâlikîn

                                   Söyledim târîh-i cevher-dârını ihlâs ile

                                   Dâr-ı cennet Mustafâ Efendi'ye ola mekân

                                   (دار جنت مصطفى افنديه اوله مكان) = 1201/(1787)

           

Şeyh Nûrullah Efendi

                                   Şeyh Nûrullah Efendi-i kerâmet-pîşe kim

                                   Post-nişîn oldu bu dergâh içre bir hayli zamân

                                   Fevtinin târîhini bir pîr geldi söyledi

                                   Şeyh Nûrullah'a Yezdân eylesün Adn'i makâm

                                   (شيخ نور اللهه يزدان ايلسون عدنى مقام) = 1197/(1782)

Şeyh Seyyid Ahmed Mes'ûd Efendi

                                   Şeyh Seyyid Ahmed-i Mes'ûd Efendi'nin Hudâ

                                   Nûr ide kabrin kıla gülzâr-ı cennetde mukîm

                                   Didi canlar Vâsıfâ târîh-i cevher mâyesin

                                   Oldu Şeyh Ahmed Efendi'ye mahal kasr-ı Naîm

                                    (اولدى شيخ احمد افنديه محل قصر نعيم) = 1230/(1815)                                                                      

Şeyh Ahmed Efendi

                                    Cenâb-ı Şeyh Ahmed kıldı rahmet

                                   İde Hak kabrini firdevs-i  a'lâ

                                   Didi târîhini Rıdvân'a İzzet

                                   Makâm-ı Şeyh Ahmed oldu me'vâ

                                    (مقام شيخ احمد اولدى مأوى) = 1252/(1836)

                                               -   -   -

Cümle kapısının yanında, Şeyh Abdi Efendi (1000/1592) ve Şeyh Mustafa Efendi (1008/1599-600) medfûndurlar, üzerlerine türbe yapılmıştır.

Şeyh Muhammed Nûreddîn Efendi

Şeyh Ahmed Mes'ûd Efendi-zâdedir. Elyevm seccâde-nişîndir. 1316/(1898) senesinde dünyâya gelmiştir. Cenâb-ı Hak ârifînden eylesin. Muhammed Zekâî Efendi'den müstahlefdir.

Şeyh el-Hâc Hâfız Mustafa Nûrî İlhâmî Efendi

Beyne'n-nâs, "Küçük Hâfız" nâmıyla meşhûr olan bu zât İstanbul'da, Lâleli civârında Kızıltaş Câmi'-i şerîfi müezzini ve Sâdık-ı Erzincânî kolundan Kırkağaçlı Şeyh Emîn Efendi halîfesi el-Hâc Dâvûd Fehmî Efendi-zâde'dir. Târîh-i velâdeti 1280/(1863)'dir. Mahalle mektebinde ve Kaptanpaşa Rüşdîsi'nde ibtidâî tahsîlden sonra İstanbullu Hâfız Muhammed Sâlih b. İsmâîl-i Zühdî'nin Câmi' dersine devâm ve bir tarafdan mûmâileyhden hıfz-ı Kur'ân'a ve taallüm-i kırâata ikdâm ile, 1306 senesi Cemâziye'l-âhirinin yirmibeşinde (26 Şubat1889) ilm-i kırâattan ve 1311 senesi Cemâziye'l-evvelinin yirmiyedisende (6 Aralık 1893) dersden mücâz olmuştur. 1314/(1896-97) senesinde ruûs imtihânına girip kürsî şeyhi silkine kabûl olunduğundan, silsile-i meşâyıh-ı selâtîne dâhil olmuştur.[26]

Kürsî şeyhi olan zât, Aksaray'da Pertevniyal Vâlide Sultân Câmi'-i şerîfinden bed' ile Dolmabahçe'deki Vâlide Câmii, Üsküdar'da Mihrimâh Sultân, Rumeli Hisarı, Ortaköy, Hırka-i Saâdet-i Mecîdiyye, Yenibahçe'de Vâlide Sultân, Beşiktaş'da Küçük Süleymâniye yerine Vişne-zâde, Mîrkun, Âsâriye, Râmi Kışlası, Topkapı'da Ahmed Paşa, Arnavudköy Şemsipaşa'da Adliyye, Emînönü'nde Hidâyet, Tophâne'de Nusretiyye, Üsküdar'da Selîmiyye, /339/ Hasköy'de Kumbar-hâne, Beylerbeyi, Ayazma, Üsküdar'da Vâlide-i Cedîd ve Şehzâde cevâmi'-i şerîfesiyle, Yeni Câmi', Lâleli ve Eyüpsultân Câmi' kürsî şeyliğinde bulunmuşlardır. Bundan sonra Sultân Selîm, Nûr-ı Osmâniyye, Fâtih, Bâyezîd, Süleymâniyye, Sultân Ahmed, Ayasofya cevâmi'-i şerîfesi kürsî şeyhliği gelir.

(Mustafa Nûrî Efendi'nin) kürsî şeyliğine bidâyet-i ta'yîni 1324/(1906) senesidir.

Meşîhat müsteşârı kazasker Râşid Efendi merhûmdan ilm-i tefsîr ve Kasîde-i Bür'e  ve Delâilü'l-Hayrât okuyup, bunlardan da me'zûn olmuştur. Tarîkata intisâbı, ibtidâen Merkez şeyhi Nûreddîn Efendi merhûmadır. Sülûku Nûreddîn Efendi-zâde Ahmed Mes'ûd Efendi'dendir.

Nûreddîn Efendi, âlem-i menâmda Şeyh Ahmed Efendi'ye, "Oğlum! Bizim Hâfız Mustafa'ya benim tâcımı giydir." diye emr etmesiyle derhâl bir cem'iyyet-i meşâyıhda ilbâs-ı tâc u hırka olunarak meşâyıh-ı Sünbüliyye sırasına geçmiştir. İcâzet-nâmelerini gördüm. Târîhi Rabîu'l-âhir 1314/(Eylül 1896)'tür.

İcâzet-nâme-i Sünbülî :

           

eş-Şeyh Ahmed b. Nûreddîn es-Sünbülî, eş-Şeyh Muhammed Nûreddîn b. eş-Şeyh Ahmed-i Merkezî, eş-Şeyh Muhammed Râzî b. eş-Şeyh Muhammed-i Hamdî, Şeyh Yûnus b. Ali, Şeyh Seyyid Muhammed-i Mes'ûd, Şeyh Hâfız İsmâîl-i Cihângîrî, es-Seyyid eş-Şeyh Nûrullâh-ı Merkezî, kutbü'l-âşıkîn es-Seyyid el-Hâc Nebîh, eş-Şeyh es-Seyyid Abdullâh-ı Uyûnî (el-ma'rûf) bi-Suyolcu-zâde, eş-Şeyh Seyyid Nûreddîn-i Sünbülî b. Seyyid Alâeddîn, eş-Şeyh Seyyid Alâeddîn b. Hasan el-Yemenî, Seyyid Kerâmeddîn, eş-Şeyh Hasan el-Yemenî,  Şeyh Seyyid Muhammed-i Eyyûbî el-Medenî, Şeyh Hasan el-Adlî el-İştibî, Şeyh Necmeddîn b. Hüseyin b. Muhammed er-Rûmî, Şeyh Ya'kûb el-Germiyânî, eş-Şeyh Muslihuddîn Mûsâ eş-şehîr bi-Merkez, Hz. Pîr sûltân Yûsuf eş-şehîr bi-Sinâneddîn Sünbül. (Kaddesa'llâhu esrârahüm)

İcâzet-nâmenin tedkîkinden Sünübülîlerde etvâr-ı seb'adan sonra Kâdir, Kavî, Cebbâr, Mâlik, Vedûd esmâ-i ilâhiyyesi ile on iki esmâya iblâğ ile tekmîl-i sülûk usûlü anlaşıldı.

İcâzet-nâme-i Nakşıbendî :

- Şeyh Mustafa Efendi, Seyyid Ahmed-i Buhârî Dergâhı şeyhi Ali Fakrî Efendi'den tarîkat-ı Nakşıbendî'den de mücâz olmuştur. Târîhi 11 Cemâziye'l-evvel 1331/(7 Mart 1913)'dir.

- es-Seyyid el-Hâc Hâfızu'l-Kur'ân Mustafa Nûrî Efendi eş-Şeyh es-Seyyid Ali Rızâ el-Fakrî,

- eş-Şeyh Seyyid Ömer el-Hulûsî el-İskenderânî,

- Şeyh Seyyid Muhammed Sâdık b. el-Hâc Selîm,

/340/    -eş-Şeyh Muhammed Mes'ûd el-İstanbulî,

- eş-Şeyh Hâce Muhammed-i Hudâverdi,

- eş-Şeyh İbrâhîm Müftî el-Kastamonî,

- eş-Şeyh Hâfız Muhammed el-Hisârî,

- eş-Şeyh Halîl-i Birgivî,

- eş-Şeyh Ali el-Kebîr el-Manâsırî,

- eş-Şeyh Muhammed Murâd el-Hüseynî el-Buhârî,

- Mevlânâ Ahmed el-Farûkî el-meşhûr İmâm er-Rabbânî.

İcâzet-nâme-i Kâdirî :  

-eş-Şeyh Mustafa Safvet b. eş-Şeyh Kemâleddîn Abdülkâdir b. eş-Şeyh Muhyiddîn es-Sıddîkî el-Kâdirî el-Halvetî,

- eş-Şeyh Ziyâeddîn Abdurrâhmân et-Tâlibânî,

- eş-Şeyh Mahmûd ez-Zengî,

- eş-Şeyh Ahmed el-Hindî el-Lâhorî,

- eş-Şeyh Seyyid Muhammed el-Hüseyn el-Ezîdânî,

- eş-Şeyh Abdürrezzâk-ı Hamevî,

- eş-Şeyh Seyyid Muhammed Ma'sûm el-Medenî,

- eş-Şeyh Burhâneddîn,

- eş-Şeyh Abdurrâhmân el-Hasenî,

- eş-Şeyh Nûreddîn-i Şâmî,

- eş-Şeyh Yahyâ el-Basrî,

- eş-Şeyh Osmân el-Cîlî,

- eş-Şeyh es-Seyyid Abdürrezzâk el-Bağdâdî,

- Hz. Pîr Abdülkâdir el-Geylânî. (Kaddesa'llâhu esrârahüm)

İcâzet-nâme târîhi, 20 Şa'bân 1338/(9 Mayıs 1920)'dir.

                                               -   -   - 

Şeyh Hâfız Mustafa Efendi 1305/(1888) târîhinde ziyâret-i Haremeyn'e muvaffak olmuştur. Aksaray'da Karamuhammed Paşa Câmii hitâbeti ve Lâleli Câmii'nde imâm vekâleti ve Kızıltaş'da medfûne Sultân Bâyezîd kerîmesi Ferahşâd Sultân türbe-dârlığı uhdesindedir. Harîk-ı kebîrde bu türbe muhterik olunca, tevsî'-i tarîk münâsebetiyle daha geriye bakâyâ-yı ızâmı nakl olunan müşarünileyhânın üzerine sakf yapılmıştır. Sünbülî dergâhı olmak üzere inşâ olunan binâ dâhilinde kalmıştır. Bu dergâhın inşâsı emrinde Şeyh Hâfız Efendi'nin mesâî-i gayret-kârânesi mesbûk olup, muvaffak olmuş ve 1341/(1923) senesinde resm-i güşâdı bi'l-icrâ, elyevm Çarşamba günleri icrâ-yı âyîn-i tarîk-ı Sünbülî icrâ olunmakta bulunmuştur. Meşîhat, şeyh-i mûmâileyhin uhde-i mahsûsasındadır. Bi-hasebi'l-muhabbe, dergâh için söylediğim manzûme-i târîhiyyedir :

                       

                                   Mustafâ Nûrî Efendi şeyh-i uşşâk-ı Hudâ

                                   Nâil-i feyz-i Cenâb-ı Pîr-i Sünbül pür-safâ

                                   İlm-i zâhir ilm-i bâtın mazharı bir reh-nümâ

                                   Sünbülistân-ı vefâda buldu feyz-i ibtidâ

                                  

                                   Halvetîdir Kâdirîdir Nakşıbendîdir o zât

                                   Şübhesiz Kur'ân-ı nâtıkdır edîb-i hoş-nevâ

                                  

                                   Hâmil-i esrâr-ı Kur'ân âşık-ı nûr-ı cemâl

                                   Ol gül-i ruhsâre-i cânâna olmuş mübtelâ

                                  

                        /341/   Merkez-i devrânda dönmüş hâle-i seyyâreye

                                   Mahrem-i esrâr-ı pîrân olmağa olmuş sezâ

                                  

                                   Nûr-ı aşku'llâh ile kılmakdadır mahv-ı vücûd

                                   Kalmamışdır anda hiç bir vechile hubb-i sivâ

                                  

                                   Çeşme-sâr-ı ilm ü irfânından herkes müstefîd*

                                   Rû-nümâ olmakdadır âsâr-ı feyzi dâimâ

                                  

                                   Lutf-ı Hak'la pîrine nisbetle yapdı tekyeyi

                                   İstinâd-gâh-ı beşâretdir hadîs-i 'men benâ'

                                  

                                   Cem' olur her hafta âşıklar bu câ-yı akdese

                                   Sünbülî âyînini icrâ iderler bî-riyâ

                                  

                                   Çok zamân postunda dâim eylesün Rabbim anı

                                   Bû-yı sünbülden safâ-yâb eylesün Zâtü'l-ulâ

                                   

                                   es-Salâdır es-salâdır es-salâdır es-salâ

                                   Sıdkile dergâh-ı aşka gel azîzim merhabâ

                                  

                                   Tâlib-i sâdıklara sohbet  saâdet bahşolur

                                   Derd-i uşşâkın tabîbi evliyâdır evliyâ

                                  

                                   Girmeyenler halka-i tevhîde Allâh aşkına

                                   Perde-i gafletle mestûrdur ana ister devâ

                                  

                                   Ömr-i kıymet-dârını gafletle zâyi' eyleme

                                   Elde fırsat var iken fevt itme aslâ bul rehâ

                                  

                                   Hak teâlâ bizleri mahbûbuna bahş eylesün

                                   Hazret-i Ahmed Muhammed mültecâdır mültecâ

                                  

                                   Âsitân-ı Ahmedî'nin bende-i dîrînesi

                                    Olmuşuz el-hamdü li'llâh lutf-ı Hakk'a bin senâ

                                  

                                   Feyz-i akdesden dile cârî ola esrâr-ı feyz

                                   Muttali' lutfundan işrâk eylesün şems-i duhâ

                                   Pîr-i âlî-şânımız Sünbül Sinân'ın himmeti

                                   Müstedâm olsun bize hep eyleriz böyle duâ

                                  

                                   Tâm binüçyüz kırkbire itmiş tesâdüf târîhi

                                   Ehl-i zikre cilve-gâh oldu bu dergâh-ı hüdâ

                                  

                                   Muhlisi Vassâf'ı ez-cân eyliyor aşk-ı niyâz

                                   Himmet-i pîrân ile esrâra olsun âşinâ

                                  

Şeyh Hâfız Efendi mesleğine âşık, tarîkına sâdık bir rehber-i muvâfıkdır. Talâkat-ı beyâniyye, kudret-i tasvîriyyesi, esnâ-yı va'zda sâmiîni te'sîr altında bırakır.

Şeyh Cemâl Efendi isminde bir halîfesi vardır. Ale'l-ekser hanımlara va'z edegeldiğinden, kadınlardan çok mürîdesi vardır.

Kendisiyle bir gün hasb-i hâl ediyordum, ma'lûmât-ı âtiyeyi verdiler :

"Seyyid Nizâm şeyhi Şuâ' Efendi vefât edince Silivrikapı'da kal'a dâhilinde kâin Seyyid Seyfullâh Efendi Dergâhı meşîhati kendi uhdesine tefvîz olunmuş ise de, veresenin da'vâsı münâsebetiyle meşîhat-i mezkûreden keff-i yed etmiş ve bi'l-âhare Fındık-zâde tekke şeyhi Mustafa Sâfî Efendi hazretleri Kâsımpaşa'da Hüsâmüddîn-i Uşşâkî (kuddise sırruhu'l-Bâkî) hazretleri âsitânesine şeyh olunca inhilâl eden Fındık-zâde Dergâhı meşîhatine der-dest-i ta'yîn iken tekkenin harîk-ı kebîrde muhterik olmasından nâşî, buna da imkân kalmayıp, ahîren Lâleli'deki dergâhı te'sîs ve inşâya muvaffak olmuştur. Hz. Pîr âsitânesinin ahvâline nakl-i kelâm ettiklerinde, Hz. /342/ Pîr Sünbül Sinân'ın elyevm hânkâh bahçesinde  iki taş oda ve bir çile-hânesi mevcûd bulunduğunu, hânkâhda "Kafes" denilen mahalle buradan medhâl olduğunu, Hz. Pîr'in buradan tevhîd-hâneye çıktıklarını söyledi.

Dîger bir hâli tasvîren, hânkâh-ı Sünbül'de seccâde-nişîn olacak zâtın usûl-i hilâfeti : Hânkâh taâm-hânesinde med'uvvîn taâm eder. Meşâyıh ve huzzâr ellerini taâm-hânede yıkarlar. Şeyhin postu taâm-hânede yayılır. Herkes ayakta salât okurlar. Hulefâ-yı Sünbüliyye'den en kıdemlisi her kim ise, şeyh-i nev-câha tâc giydirir. Hulefâ-yı Sünbüliyye hakkında da, âsitânede âdet böyledir. Kısa bir duâ edilir. Merâsim tamâm olur. Şeyhlerin irtihâlinde, emr-i gasl yine taâm-hânede îfâ olunur."

     

           

Şeyh Mustafa Safvet Efendi[27]

İ'lân-ı meşrûtiyyeti müteâkib Urfa meb'ûsu olmuş idi. O zamânlar Tasavvuf Cerîdesi çıkarmış, pek güzel şeyler neşrine sebeb olmuş idi. Bi'l-âhare Aksaray'da Olanlar Dergâhı meşîhati uhdesine verilmiş iken, bu dergâhın evvelki şeyhi âilesiyle dergâh mes'elesinden meyânede beynûnet hâsıl olmağla, terk-i meşîhat etmiş idi. Bâb-ı meşîhatte bir zamânlar, Tedkîk-i Mesâhif ü Müellefât-ı Şer'iyye Reîsi olmuş idi. Bunun en büyük hizmeti, İzmirli İsmâîl Hakkı Bey'in tasavvuf ve âsâr-ı tasavvufiyye hakkında yazdığı makâlâta, ârifâne olarak yazdığı ve bi'n-netîce 1343/(1924) senesinde tab' u neşr ettiği Tasavvufun Zaferleri nâm eserde görülür. Cidden vâkıfâne ve âlîmâne yazılmış bir eserdir ve İsmâîl Hakkı Bey'i iskât etmiştir. Kendisine karşı memleketimiz meşâyıh-ı sûfiyyesininin ziyâde mültefit olmamasından muğber olarak, bi'l-âhare aleyhlerinde tertîbât-ı mahsûsada bulunarak devr-i ahîrde tekkelerin kapanmasına sebeb olduğu rivâyet olunur.

Her ne derlerse desinler, ilm-i zâhir ve ilm-i bâtında mütehassıs bir zât olduğu âşikârdır. Arz ettiğim tarzdaki müdâfaâtta derece-i ilminin yüksek olduğuna hükm olunur. Tarîk-ı Kâdirî'de neşr-i tarîkat ederdi. Tasavvuf risâle-i usbûiyyesi, âlem-i tasavvuf için pek mühim âsâr sırasına geçmiştir. Urefâ-yı muharrirînin bu Tasavvuf'da çok gayreti nâ-yâb idi. Birinci cildde 6. sahifede bahsi geçti.

Şâhsultân Dergâhı :

           

/343/ Bu dergâhın bâniyesi Sultân Selîm-i evvel kerîmesi Şâh Sultân'dır. Hz. Merkez'e, Dâmâd Lutfi Paşa'nın irtihâlinden sonra varmıştır. "Hz. Merkez burda icrâ-yı meşîhat etti." denilirse de, târîhlerin tedkîkinden, dergâhın 963/(1556) senesinde, ya'nî Hz. Merkez'in dâr-ı cemâle intikâlinden dört sene sonra inşâ olunduğu anlaşılır. Hz. Merkez'in halîfesi Gömleksiz Muhammed Efendi hazretlerinin kabri, bu dergâhın karşısında yol üzerindedir. Onun irtihâli 951/(1544) olup, Hz. Merkez'in irtihâlinden sekiz sene evveldir. İstidlâlen derim ki, esâs dergâhın inşâsından evvel burada başka bir binâ vardı. O binâda Hz. Merkez icrâ-yı meşîhat edip, halîfesi Gömleksiz Muhammed Efendi'yi buraya vekîl bırakıp, kendileri Topkapı hâricindeki hânkâhda ve âsitâne-i Hz. Sünbül'de bulunmuşlardır.

           

Dergâhın manzûme-i târîhiyyesi :

                                   Bulup Hakk'a giden râhı

                                   İder seyr-i ila'llâh'ı

                                   Binâ kıldı bu dergâhı

                                   Ki Şâh-ı bint-i Selîm Şâhî

                                   Didi hâtif ana târîh

                                   Ve inne'l-hayra li'llâh

                                   (وان الخير لله) = 963/(1556)

                                                          

Burada icrâ-yı meşîhat eden zevât-ı kirâm :

Gömleksiz Muhammed Efendi : Hz. Merkez halîfesidir. İrtihâli : 951/(1544).

Şeyh Seyyid Abdülhâlik Efendi : Hazîne-i humâyûnda bulunan sancağ-ı şerîf vaktiyle türbe-i Hz. Hâlid'de muhâfaza olunur imiş. Onun muhâfızlığında bulunmuş ve alâ-rivâyetin Gömleksiz Muhammed Efendi'den sonra (icrâ-yı) meşîhat etmiştir.

Şeyh Bostân Efendi : Abdülhâlık Efendi-zâdedir. İrtihâli : 1040/(1631).

Şeyh Miftâhî-zâde Ahmed Efendi. İrtihâli : 1072/(1662).

Şeyh İsmâîl Efendi : Ahmed Efendi'nin dâmâdı. İrtihâli : 1097/(1686).

(Onun) mahdûmu Şeyh Nizâmî Efendi 1135/(1723)'de Hicâz'da irtihâl eylemiştir.

Şeyh Abdullâh Efendi : "Cânkurtaran" diye şöhret bulmuştur. İrtihâli 1145/(1732).

Suyolcu-zâde Eyyûbî Şeyh Necîb Efendi bu târîhi söylemiştir :

                                   Tekye-i fânîden ukbâ cisrini

                                   Geçdi Yâ Allâh diyü Cânkurtaran

                                   (كچدى يا الله دلو جان قورتاران)[28]

Şeyh Abdurrahîm Efendi : Şeyh Abdullâh Efendi-zâdedir. Dergâh mezâristânında medfûndur :

                                   Şâh Sultân şeyhi tekye-nişîn

                                   Mazhar-ı sırr-ı 'câhidû fînâ'

                                    Cem' u fark ile çün olup me'mûr

                                   Cânın itdi visâl-i Hakk'a fedâ

                                   Kutb-ı irşâdı Şeyh Abdullâh

                                   Vâlid-i mâcid olmuş idi ana

                                   Câ-nişîni olup vefâtında

                                   İtdi şart-ı tarîkatı icrâ

                                   Pederi ile anı me'vâda

                                   Hem-dem ide Rasûlüne Mevlâ

                        /344/   Ona bu beyti ile didim târîh

                                   Göçdü Abdurrahîm Efendi hayfâ

                                   (كوچدى عبد الحيم افندى حيفا) = 1159/(1746)[29]

Şeyh Abdurrahmân Efendi : Abdullâh Efendi-zâdedir. İrtihâli : 1161/(1748). Dergâh mezâristânında medfûndur.

Şeyh Abdülkâdir Efendi : Abdullâh Efendi-zâdedir. İrtihâli : 1163/(1750). Dergâh mezâristânında medfûndur.

Şeyh Muhammed Efendi : Abdullâh Efendi-zâdedir. İrtihâli : 1163/(1750). Dergâh mezâristânında medfûndur.

Şeyh Murâd Efendi : Abdullâh Efendi birâderidir. İrtihâli : 1146/(1733). Dergâh mezâristânında medfûndur.

Şeyh Muhammed Efendi. İrtihâli : 1168/(1755). Salı Tekkesi'nde medfûndur.

Şeyh Muhammed Dede Efendi. İrtihâli : 1169/(1756). Dergâh mezâristânında medfûndur.

Muhammed Dede Efendi'nin kitâbe-i seng-i mezârı :

                                   Şeyh Muhammed ârif-i esrâr-ı Hak şeyh idi

                                   Şâh Sultân Tekyesi'nde rûh-perver şeyh idi

                                   Neş'e-dâr-ı câm-ı sırr-ı aşk-ı dîdâr-ı Hudâ

                                   Terk-i tecrîd eyleyüp kılmış idi azm-i bakâ

                                   Rahmet ide Zü'l-minen rûh-ı revânı şâd ola

                                   Âb-ı kevserden içüp kansın dili âbâd ola

           

                                   Hak teâlâ lutf u ihsânıyla kılsun ber-murâd

                                   Her kim okur rûhuna Allâh içün bir Fâtiha

                                   Geldi üçler lafz u ma'nâ çıkdı târîh Dede

                                   Binyüzaltmışyedi de çeküp bir 'Hû' göçdü Dede*

           

Şeyh Abdurrahîm Efendi : Dede Efendi-zâdedir. İrtihâli: 1181/(1767)

Şeyh Abdülkerîm Efendi: Buhûrî-zâdedir. Hânkâh-ı Sünbül'de Kutbeddîn Efendi halîfesidir. 1197/(1783) senesinde irtihâl eylemiştir. Mezâristanda medfûndur. Hânkâh-ı Hz. Sünbül'de zâkirbaşı idi. Kudret-i şi'riyyesi olduğu 296. sahîfedeki târîhten nümâyândır.

Şeyh Ahmed Efendi : Ulemâdan ve sulehâdan bir zât olup, tekke nizâları vukû' buldukta ıslâh ve temyîzini, şeyhü'l-islâmlar müşârünileyhe havâle ederler idi. 36 sene meşîhati vardır. Kendileri için binâ ettikleri kargîr türbede medfûndur. İrtihâlleri 1233/(1818) senesindedir. Hilâfeti, Fındıklı'da Keşfî Ca'fer Efendi Türbesi'nde medfûn Şeyh Nebîh Efendi'den olup, onun şeyhi de hânkâh-ı Sünbül'de şeyh ikinci Hâşim Efendi'dir.

           

Şeyh Ahmed Efendi'nin türbesi kapısı bâlâsında mahkûk manzûme:

                                   Şâh Sultân hânkâhında kerâmet menba'ı

                                   Hazret-i Şeyh Ahmed'in fazl u kemâli müncelî

                                   Medfen-i pâkin hayâtında tamâm hayrât idüp

                                   Oldu târîh mürşid-i pîr-i tarîk-ı Sünbülî 

1233/(1818)

Hadîkatü'l-Cevâmi'de "Merkez Efendi-zâde" denilmiş ise de, doğru olmasa gerektir.

Şeyh Nazîf-i Üsküdârî : Ahmed Efendi-zâde'dir. 1238/(1822-23)'de Üsküdar'da Bandırma Tekkesi'nde vefat etmiş. Mevsim kış olduğundan cenâzesi İstanbul'a geçirilememiş, Karacaahmed civârında defn olunmuştur. Beş sene meşîhatı vardır.

/345/ Şeyh Ubeyd Efendi : Ahmed Efendi halîfesidir. Şâhsultân Dergâhı'nda icrâ-yı meşîhat edip, 1251/(1835)'de Eğrikapı hâricinde Savaklar'da Cemâleddîn-i Uşşâkî Dergâhı meşîhatine me'mûr edilip, bir sene sonra vefât etmiştir.

           

(Şâhsultân) Dergâhı'nın Ta'mîri :

Şâh Sultân Tekkesi, Sultân Mustafa Hân-ı sâlis zamânında ta'mîr olunmuş, mahfil ve tevhîd-hâne ihdâs ve sâhilde hucurât ve meşîhate mahsûs dâire inşâ olunduğu gibi, Sultân Mahmûd-ı Adlî zamânında da ta'mîr ü tecdîd ve 1251/(1835) senesinde ta'mîrât resîde-i hıtâm olmuştur.

           

Şeyh el-Hâc İbrâhîm Necâtî Efendi 

Şeyh Ubeyd Efendi'nin Uşşâkî Dergâhı'na naklinde, yerine Şeyh Nazîf Efendi-zâde Necâtî Efendi post-nişîn olmuştur.

Şeyh Nazîf Efendi, Selîmiyye'de kibâr-ı meşâyıh-ı Nakşiyye'den Ali Behcet Efendi hazretlerinden, tarîk-ı Nakşî'den ahz-i feyz ettiklerinden, mahdûmları Necâtî Efendi, Hadîka'nın beyânına göre, Nakşiyye'den olarak, burada icrâ-yı meşîhate me'mûr buyuruldu. Çarşamba günleri, dergâhın yevm-i mahsûsu iken Salıya tahvîl edildi. Otuzbeş sene burada irşâd ile meşgûl olarak, 1286/(1869) senesinde irtihâl-i dâr-ı naîm eyledi. Ahmed Efendi'nin türbesinde sol tarafına defn edildi.

288. sahîfede mezkûr Şeyh Yûnus-ı Sünbülî'den de icâzet ve hilâfeti vardır. Kâdirî-hâne'deki tomârda gördüm. Tomârda irtihâlleri 1282/(1865) gösteriliyor. Mahdûmları, Ebulfeyz Efendi'ye Sünbüliyye'den hilâfet vermişlerdir. (Kaddesa'llûhu esrârahüm)

Şeyh Ebulfeyz Efendi 

Necâtî Efendi-zâdedir. 1236/(1821) senesinde zînet-sâz-ı bezm-i şuhûd olmuş, doksanüç sene yaşamış, kırk sene meşîhat eylemiştir. Nûr yüzlü, halûk, nâzik, mahbûbu'l-kulûb bir zât-ı âlî-kadr idi. Herkesin hürmetine mazhar olmuş idi. 1329/(1911) senesinde irtihâl eyledi. Ahmed Efendi türbesinde, sağ tarafda medfûndur. Meşâyıh-ı Sünbüliyye'den idi.

           

Şeyh Burhân Efendi 

Ebulfeyz Efendi-zâdedir. Pederinin câ-nişîni olmuştur. Sâkıb Efendi isminde bir birâderi vardır. Bir gün zevât-ı müşârünileyhim hakkında tedkîkât için dergâh-ı mezkûra gittim. Şeyh efendiyi bulamadım. Birâderini gördüm. Burada medfûn zevât-ı kirâm hakkında ma'lûmât vermeğe gayr-i muktedir olduğundan mahzûnen avdet etmiş idim.

/346/ 345. sahîfede ismi geçen Şeyh Hacı İbrâhîm-i Necâtî Efendi'nindir :

                                   Sensin ey mefhar-i âlem o Nebiyy-i Kureşî

                                   Zâtının gelmedi gelmez dahi mânend ü eşi

                                   Zulmet-i leyli-i şirk almış idi dağ u taşı

                                   Çün doğup tutdu cihân yüzünü hüsnün güneşi

                                   Kim ola sevmeye bu vechle sen mâh-veşi

                                   Ser-fürû-kerde-i emrin ne kadar fâcir ise

                                   Ya'ni nefs ana günâh eylemeği âmir ise

                                   Ne kadar müznib ü mücrim ne kadar müksir ise

                                   Sen emîre kul olan her ne kadar müdbir ise

                                   Bende-i mukbil olur misl-i Bilâl-i Habeşî

                                   Teşne-gâna sühanın menba'-ı âb-ı hayavân

                                   Hızr sakâ-yı der-i lutfun olur ise şâyân

                                   Suyunu mu'cizene buldurup ey fahr-i cihân

                                   Parmağından akıdup âb-ı revân-bahşı revân

                                    Nice yüzbin kişiden ref' idisersin ataşı

                                   Âsi vü mücrime çün zât-ı şerîfin eşfak

                                   Cümleden olsa alâ-kadr-i bülendin evfak

                                   Kaynadup nâr-ı muhabbetle Hakîm-i mutlak

                                   Dîg-i hikmetde pişürdi çü senin sevgüni Hak

                                   Cebreîl olsa n'ola matbahının hîme-keşi

                                   Sensin ol bahr-ı hayât u dür-i yektâ-yı Aden

                                   Doldu âvâzın ile Mekke vü Bathâ vü Yemen

                                   Yalınız ben değilim midhat ü evsâfın iden

                                   Türk ü Kürd ü Acem ü Hindi bilür bunu ki sen

                                   Hâşimîsin Arabîsin Medenîsin Kureşî

                                   Ravza-i pâkine rû-mâl iden a'yün uyanur

                                   Haşmet ü saltanat-ı câh-ı fenâdan usanur

                                   Kâmetin ru'yet idince ser-i Tûbâ utanur

                                   Kaddin üstünde gören haddini gûyâ ki sanur

                                   Salınur serv başı üstüne alup güneşi

                                   Andelîb olsa Necâtî n'ola şâh-ı gülüne

                                   Na't-ı pâkini okur ezber idüp fülfülüne

                                   Sarılur her seher efgân iderek kâkülüne

                                   'Ve'd-duhâ' verdine 've'l-leyl' okurum sünbülüne

                                   Rûşenî virdi budur "külle gadâtin ve aşiyy

 

           


             

SİVÂSÎ-İ HALVETÎ ŞU'BESİ

/347/ - Pîr-i sânî Seyyid Yahyâ eş-Şirvânî (kuddise sırruhu'r-Rabbânî),

- Mahdûm-ı Pîr Şeyh Ziyâeddîn Yûsuf el-Mahzûmî (kuddise sırruhû) (Şirvânî'dir),

- Şeyh Muhyiddîn Muhammed er-Rukıyye (kuddise sırruhû) (Şirvânî'dir),

- Şeyh Kubâd-şâh-ı Şirvânî (kuddise sırruhû) (Tokat'ta medfûndur),

- Şeyh Mecdüddîn Nûrullâh Abdülmecîd-i Şirvânî (kuddise sırruhû),

- Şeyh Şemseddîn-i Sivâsî (kaddesa'llâhu sırrahû),

- Şeyh Abdülmecîd-i Sivâsî (kaddesa'llâhu sırrahû),

- Hz. Şeyh Abdülehad en-Nûrî-i Sivâsî (kaddesa'llâhu sırrahû) (velâdeti): 1001/(1593)  veya 1013/(1604), müddet-i ömrü: 60, irtihâlleri : 1061/(1651).

Şeyh Şemseddîn-i Sivâsî'nin dîger bir silsile-i tarîkatı :

- Pîr-i sânî Seyyid Yahyâ eş-Şirvânî (kuddise sırruhu'r-Rabbânî),

- Şeyh Habîb-i Karamânî (kuddise sırruhu'r-Rabbânî),

- Şeyh Hacı Hızır Efendi (kuddise sırruhu'r-Rabbânî) (Amasyalı),

-Şeyh Muslihuddîn Efendi (kuddise sırruhu'r-Rabbânî),

- Şeyh Şemseddîn-i Sivâsî (kuddise sırruhu'r-Rabbânî).

ŞEYH ŞEMSÎ-İ SİVÂSÎ

Ser-firâz-ı uşşâk-ı ilâhî bir zât-ı âlî-kadrdir. Ecille-i ricâl-i Halvetiyye'dendir. İsm-i âlîleri, Ebussenâ Şemseddîn Ahmed b. Ebulberekât Muhammed'dir. "Sivâsî-zâde" denildiği gibi, "Kara Şems" nâmıyla da meşhûrdur.

Hicretin 926/(1520) senesinde Zile'de dünyâya zînet vermiştir. Henüz yedi yaşında iken, pederleri Amasyalı Muhammed Efendi tarafından, mürşidi Şeyh Hacı Hızır Efendi'nin duâsına mazhar edilmiş; ba'dehû Tokat'a gelip, ulemâdan Arâkıyyeci-zâde Şemseddîn Efendi'den tahsîl-i ulûm ettikten sonra İstanbul'u teşrîf buyurup, rüteb-i ilmiyyeye nâil olarak, ba'dehû Hicâz'a gidüp, avdetlerinde tekrâr memleketleri cânibine azîmet buyurmuşlardır. Bu esnâda Şeyh Muslihuddîn Efendi nâmında bir zâttan inâbetle, tavr-ı râbia kadar terakkî etmiş ve ba'dehû Tokat ve Zile'ye gitmiş ve birçok te'lîfât vücûda getirmiştir.

Tokat'ta iken meşâyıh-ı Halvetiyye'den Mecdüddîn-i Şirvânî hazretlerinin terbiye-i mürşidânelerine dehâletle altı ay zarfında tekmîl-i etvâr-ı tarîkat /348/ ve nâil-i makâm-ı terbiyet olmuş ve emr-i şeyhle memleketine avdet edip irşâd-ı âşıkîn ve ta'lîm-i tâlibîn meşgale-i hayriyyesine başlamıştır. Bu sırada ashâb-ı hayrdan Sivas valisi Hasan Paşa tarafından binâ olunan câmi'-i şerîf imâmetiyle dergâh-ı münîf meşîhatine da'vet edilmekle, âilesiyle Sivas'a rıhlet ve ilâ-âhiri'l-ömr tedrîs ü terbiyetle iştigâl eylemiştir.

Hakk-ı âlîlerinde yazılmış menkabet-nâmeler vardır. Ez-cümle Receb es-Sivâsî'nin Necmü'l-Hüdâ ve Şeyh Nazmî-i İstanbulî'nin Hediyyetü'l-İhvân ve Müstakîm-zâde'nin Hulâsatü'l-Hediyye nâm eserleri meşhûrdur.

Tarîkat-ı Halvetiyye'nin müceddidlerindendir. Ulûm-ı zâhire vü bâtınada ârif ve riyâzet ve takvâ ve bereket-i enfâs ile meşhûr olduklarından, Der-saâdet'e geldikleri zamân, Sultân Selîm Hân-ı sânî, çok hürmet ve muhabbet göstermiş, Sultân Murâd-ı sâlis zamânında İstanbul'da va'z u irşâd ile iştigâl buyurup, Sultân Mehmed-i sâlisle Eğri gazâsında bulundukları mesbût-ı sahâif-i tevârîh bulunmuştur. Ahîren Ağrıboz fethinde bulunup, "Gâzî" unvânını ihrâz eylediler.

           

Müstakîm-zâde hazretleri, Dîvân-ı Hz. Ali Şerhi'inde yazıyorlar ki :

"Müşârünileyhin 1005/(1596-97)'de Eğri seferine iştirâk etmek üzere Sivas'tan hareketle İstanbul'a gelmekte oldukları mesmû'-ı pâdişâhî oldukta, li-ecli'l-istikbâl Azîz Mahmûd-ı Hüdâyî hazretlerini Gebze'ye i'zâm buyurmuşlardır. Hz. Hüdâyî, müşârünileyhe hitâben, "Böyle seksen yaşında ihtiyâr-ı sefer etmekliğinizin hikmeti nedir?" diye suâl buyurduklarında. "Kütüb-i İslâmiyye'de her gördüğüm sünneti bir kerre olsun ömrümde icrâ eyledim, li'llâhi'l-hamd ve'l-minne. Lâkin sünnet-i gazâya henüz muvaffak olamamış idim. Âhir-i ömrümde onu da icrâ eylemiş olayım diye teveccüh eyledim." cevâbını vermişlerdir."

(Kaddesa'llâhu esrârahum)"

1006/(1597-98) veya 1009/(1600-601)'da Sivas'ta terk-i âlem-i fenâ eylemiştir. Türbeleri elyevm ma'mûr olup, ziyâret-gâh-ı ins ü cândır.

Kadriyâ târîh-i fevtin didim

Nüh felek şems dolandı nûr ile

(نه فلك شمس طولاندى نور ايله)

Târîhi 1006'yı götermektedir.

Ey Hüsâmî fevtine târîhdir

Zümre-i pâk şemsîye Firdevs câh

(زمرۀ پاك شمسييه فردوس جاه)

Dolandı hayf Şems-i ma’nâ dîdeden zâil oldu

(طولاندى حيف شكس معنى ديده دن زائل مولدى)

 

Gâyet ârifâne ve âşıkâne gazel, na't ve ilâhiyyâtı vardır. Haylisi bestelenmiştir. Meclis-i zikrde, el-hâletü hâzihî okunur; ravza-i seniyye-i Muhammediyye'ye muvâsalet hengâmında sânih olan şu gazel, dîger manzûmeleri gibi âşıkânedir :

                        /349/   Cânân ilinin güllerinin bâğı göründü

                                   Dost ikliminin lâlesinin dâğı göründü

                                   Envâr-ı Muhammed doğuben tutdu cihânı

                                   Şakku'l-kamerin mu'cize parmağı göründü

                                   Kaygu gecesi gitdi kamu kalmadı korku

                                   Eyyûb'a dahi sıhhatinin çağı göründü

                                   Dil-hastasının derdine dermânı irişdi

                                   Şemsî'ye bu gün dostunun otağı göründü

                                                          *   *   *

       Ya'kûb'a bu gün Yûsuf'unun kokusu geldi

            Dîger bir nutuklarından :

                                   El-emân bu çarh elinden nice insân ağladı

                                   Ruz-gârın şiddetinden bahr-i ummân ağladı

                                   Âh çeküp kapkara yandı bu ciğerim gussadan

                                   Nergis-i bâğı göründü gül ü reyhân ağladı

                                   Bunca yıllık pâdişâhlık ideni gel gör bu gün

                                   Soydular dürlü libâsın ten-i uryân ağladı*

                                   Şemsiyâ virme gönül fânî olan dünyâya sen

                                   Çün buna gönül viren yaş(lar) değil kan ağladı

                                                        *   *   *

                                   Tâlib-i hüsn olup derde düşenler

                                   Derdinin dermânın arar Hû diyü

                                   Bir mürşid-i kâmil şeyhi bulunca

                                   Kulların boynuna dola Hû diyü

                                   Mürşid olan görür anın işini

                                   Akıdır gözünden kanlı yaşını

                                   Secdeden kaldırmaz aslâ başını

                                   Yüzün(ü) yerlere sürer Hû diyü

                                   Şemsî bu sözleri eyü bilenler

                                   Cânına başına koyup ilenler

                                   Bu yol ârifindir eyü bilenler

                                   Gönül murâdına irer Hû diyü

............

............

...........

                                   Güzel Muhammed'i arar Hû diyü

                                               *    *    *

                                   Vâsıl olmaz kimse Hakk'a cümleden dûr olmadan

                                   Kenz açılmaz her gönülde tâ ki pür-nûr olmadan

                                   Sür çıkar gayrı gönülden tâ tecellî kıla Hak

                                   Pâdişâh konmaz sarâya hâne ma'mûr olmadan

                                   Mest olup mestâne geldim tâ ezelden tâ ebed

                                   İçmişim aşkın şarâbın âb-ı engûr olmadan

                                   Mest olanların cevâbı gayriden gelmez velî

                                   Pes 'ene'l-hak' nice söyler kişi Mansûr olmadan

                                   'Mûtu kable en-temûtû' sırrına mazhar olan

                                   Haşr u neşri gördü anlar nefha-i sûr olmadan

                                   Bir acâib derde düşmüş bu dil-i Şemsî müdâm

                                   Hakk'a vâsıl olmak ister halka menfûr olmadan

                                                          *    *   *

                        /350/               Beden mehdin semâ' ehli niçün tahrîk ider gâhî

                                   Meğer cân tıflı ol tende anup ağlardı Allâh'ı

                                   O tıfl-i 'mâ-zâğa'l-basar' kim ol sultânı emzirdi*

                                   Kanar ol feyz-i akdesden gönül va'llâhi bi'llâhi

                                   Güher kânda olur tekmîl urûc eyler o dem asla

                                   Makâm-ı kuds-i lâhûtdan görür ol 'lî maa'llâh

                                   Geçerse cübbe-i ''dan giyerse lübs-i 'illâ'dan

                                   İkilik perdesin yırtar görür her yerde Allâh'ı

                                   Füyûzât-ı ilâhîden alup irşâdını Şemsî

                                   Özüne hil'at itmişdir tevekkeltü ala'llâh'ı

            Risâle-i Mevlid nâm eserinden :

                                   Yâ ilâhî ol Habîb'in hürmeti

                                   Dahi esmâ vü sıfâtın hürmeti

                                   İtme Şemsî miskini yâ Rabbenâ

                                   Rûz-ı mahşerde Habîb'inden cüdâ

                                   Dahi cümle mü'minîni yâ Kerîm

                                   Lutfuna müstağrak eyle yâ Kerîm

                                   Meclis-i ehl lutf idüp yâd ideler

                                   Fâtiha'yla rûhumu şâd ideler

                                   Yâ ilâhî rahmet eyle sen ana

                                   Vâlideynim dahi ihvânım ana

                                   Şehr-i Sivas oldu bu nazmıma câ

                                   Ehline şâfi' ola nûrü'd-dücâ

Âsâr-ı aliyyeleri :

1. Dîvân.

2. Risâle-i ibret-nümâ. Manzûmdur.

3. Nakdü'l-Hâtır. Pek mühimdir.

4. Te'vîl.

5. Dâire-i Usûliyye-i Câmia.

6. Zübdetü'l-Esrâr fî-Şerhi Muhtasari'l-Menâr. 6 cild fetâvâ-yı şerîfe.

7. Hallü'l-Maâkıd fî-Şerhi'l-Kavâd

8. Risâle-i Gülşen-âbâd. Manzûmdur.

9. Heşt-behişt.

10. Risâletü'l-hâs fî-Menâkıbı Hulefâi Râşidîn.

11. Risâletü'l-hâs fî-Menâkıbı İmâm A'zam.

/351/ 12. İlcâmü'n-Nüfûs.

13. Pend-i Attâr Tercümesi. Manzûmdur.

14. Risâle-i Mevlûdu'n-Nebî maa-Mevlûdi Ma'nevî. Manzûmdur.

15. Risâle-i Menâsik-i Hac.

16. Risâle-i Umdetü'l-Edîb fi't-Taallüm ve't-Te'dîbi fî-Kavâidi'l-Fârisî.

17. Menâzilü'l-Ârifîn.

18. Mir'âtü'l-Ahlâk ve Müşevviku'l-Eşvâk.

19. Safâyihu'n-Nevâyıh.

20. Risâle-i İrşâd-ı Avâm. Manzûmdur.

21. Sohbet Risâlesi.

22. Şerh-i Gazel-i Sultân Murâd-ı Sâlis bi-işâretihî.

23. Risâle fî Kıssatı Mûsâ bi-Hızr (aleyhima's-selâm).

24. İrşâdü'l-Ulûm.

25. Tercüme-i İlâhî-nâme-i Şeyh Attâr.

26. Mecmûatü'r-Resâil.

27. Şerh-i Kelimât-i Kümeyl b. Ziyâd.

28. Cilâü'l-Uyûni'l-Arâisi'l-Muhaddere.

29. Letâifü'l-Âyât.

30. Meclis.

31. Menâkıb-ı İmâm-ı A'zam.

32. Süleymân-nâme.

33. Tercüme-i Kasîde-i Bür'e.

           

Ecell-i Hulefâsı :

Şeyh Şirvânî-zâde Veli Çelebi, Şeyh Muhammed-i Arabgirî, mahdûmu Şeyh Muhammed ve Şeyh Hasan Efendiler, Şeyh Âşık Muhammed Efendi, Tokâdî Şeyh Sinân Efendi, Şeyh Abdülmecîd-i Sivâsî, Şeyh Receb Efendi.

Şu'be-i Halvetiyye-i Sivâsiyye'nin müessisidir. Tarîkatları Sivas vilâyetinde ve bi'l-hâssa Zile taraflarında taammüm ve intişâr etmiş ve eş-Şeyh Evhadüddîn Abdülehad en-Nûri hazretleri vâsıtasıyla İstanbul'da intişâr ederek, Şemsiyye nâmıyla bir şu'be-i Halvetiyye teşa''ub eylemiştir. Müşârünileyh Esmâ-i seb'aya, Kâdir, Kavî, Cebbâr, Mâlik ve Vedûd Esmâ-i Hüsnâsını ilâve etmiştir.

/352/ Şeyh Receb Efendi

           

Şemsî-i Sivâsî'nin birâder-zâdesi ve Şeyh İbrâhîm Cemâleddîn-i Sivâsî hazretlerinin mahdûmudur. Şemsî-i Sivâsî'ye dâmâd olmuş ve ondan ahz-i feyz-i tarîkat eylemiştir. Sivas'ta Hz. Şemsî'nin dergâhında medfûndur. Ulemâdan, urefâdan idi. Kâmil ve mükemmil idi.

Âsârı :

1. Necmü'l-Hüdâ fî-Menâkıbı'ş-Şeyh Şemseddîn-i Ebissenâ.

2. Esmâü'l-Usûl.

3. Nûriyyü'l-Hüdâ.

4. Mecmûa-i İlâhiyyât.

Şeyh Abdülmecîd-i Sivâsî

"Sivâsî Efendi" denilmekle meşhûrdur. Pederi, Molla Câmî şârihi Muharrem Efendi, onun pederi Muhammed Efendi olup, Zilelidir. 971/(1563) senesinde doğmuştur. "Müteveccih-i nâsût" (متوجه ناسوت) târîh-i velâdetidir. Yedi yaşında hıfz-ı Kur'ân'a muvaffak olup, pederlerinden ve amcaları Şeyh Şemsî-i Sivâsî hazretlerinden tahsîl-i ulûm eyleyip, Tefsîr-i Keşşâf'ı tederrüs eylemiştir. Otuz yaşında iken Şemsî-i Sivâsî hazretlerine intisâb ve tekmîl-i sülûk etmiş ve Merzifon'da irşâd-ı nâsa me'mûr edilmiştir. Ba'dehû Zile'de Şeyh Veliyyüddîn Zâviyesi'ne şeyh olarak, şöhret-i aliyyeleri İstanbul'a kadar aks-endâz olunca Eğri fâtihi Sultân Mehmed Hân merhûmun da'vetiyle İstanbul'u teşrîf ve Ayasofya civârında ikâmet etmiştir.

Bir Cum'a günü pâdişâhın ârzûsuyla Ayasofya'da umûm-ı erkân-ı devlet ve ulemâ-yı şerîat ve ekâbir-i tarîkat huzûruyla va'z ederek, hâzırûnu müstağrak-ı zevk-ı rûhânî eylediler.

Ayasofya'da kürsü arkasındaki mahalde Erdebîlî Şeyh Sinân hazretlerinin inzivâ eylediği mahalde, teberrüken bir erbaîn çıkarıp, bu sırada reîsü'l-küttâb Musallî Efendi kendilerine intisâb ile berâber Eyüp Nişancısı'nda ihdâs olunan tekke meşîhatine ve bir müddet sonra Sultân Selîm civârında Muhammed Ağa Tekkesi meşîhatine ta'yîn olunup, Şeyhü'l-İslâm Sun'ullâh Efendi tarafından Atpazarı kurbünde Hüsâm Bey Mescidi'ne minber vaz'ıyla Cum'a günleri Hz. Şeyh burada va'za me'mûr edilmiştir. Talâkat ü fesâhat-i mahsûsaları ve uluvv-i irfânları pek ziyâde şöhret bulduğundan, pâdişâhın ârzûsuyla Fâtih Câmi'-i şerîfine vâiz ta'yîn edilmişlerdir.

Muhammed Ağa Tekkesi meşîhatinde üç sene kaldıktan sonra Şeyh Yavsı Tekkesi'ne /353/ şeyh olmuş ve Sultân Ahmed Câmi'-i şerîfinin vaz'-ı esâsı resminde Hz. Azîz Mahmûd-ı Hüdâyî ile hâzır bulunarak duâ eylemişlerdir. Câmi'-i şerîfin hıtâm-ı inşâsında Pazar vâizliğine Hz. Hüdâyî ve Cum'a vâizliğine ise Hz. Şeyh ta'yîn buyurulmuş idi.

İlm ü fazîlette, irfân u dirâyette nâdire-i zamân idi. Ulûm-ı zâhire vü bâtınada iktisâb eylediği füyûzâtın te'sîriyle nâil-i visâl ü zevk-ı Cemâl olmuş idi. Esnâ-yı va'zda sâmiîne hâl gelirmiş. Va'za başlarken savt-ı hazîn ile sûre-i Fâtiha'yı okuyup, müstemiîne safâ-bahş olurlar imiş. Sultân Ahmed Hân-ı evvelin hürmet ü muhabbetine mazhar olmuşlardı. Hz. Pâdişâh, Cenâb-ı Pîr Hüdâyî'ye hediye göndermişler, her ne hikmete mebnî ise, kabûl buyurmamışlar, Abdülmecîd-i Sivâsî'ye göndermiş, kabûl buyurmuşlar. Cenâb-ı Pâdişâh, bu hediyeyi Hz. Hüdâyî'nin kabûl etmediğinden bahs edince, Abdülmecîd-i Sivâsî, "Pâdişâhım! Hüdâyî bir ankâ-yı hakîkattır. Lâşeye tenezzül etmez." cevâb-ı vazîini vermiş. Birkaç gün sonra Hz. Hüdâyî'ye mülâkâtında, "Hediyeyi Abdülmecîd-i Sivâsî kabûl etti." buyurunca, "Pâdişâhım! Abdülmecîd-i Sivâsî, bir bahrdır. Bahre bir katre çirkâb-ı mâ-sivâ düşmekle bahr mülevves olmaz." diye izhâr-ı hakîkat buyurmuşlardır. (Kaddesa'llâhu esrârahum)

"Hadden aşdı iştiyâkım Yâ Rasûl göster cemâlin" na'tı meşhûrdur ve bestelenmiştir.

Abdülmecîd-i Sivâsî, hükûmetin Hamzavîlere karşı ittihâz eylediği mesleği revâc-kâr görerek onların aleyhinde idâre-i lisân eylemiştir. Ale'l-husûs İdrîs-i Muhtefî için çok acı sözler söylemiştir. İctihâd-ı fikrîsinde, her ne sebebe mebnî ise, bu yolu ihtiyâr eyledi.

Yetmişsekiz yaşında iken 1049/(1639) senesinde irtihâl-i dâr-ı bakâ eylediler. Na'ş-ı şerîfleri Eyüp Nişancası'ndaki medfen-i mahsûslarında defn olunmuştur. İki sene sonra Mâhpeyker Vâlide Sultân, Hz. Şeyh'i rü'yâsında görüp, derhâl üzerine bir türbe binâ ettirmişlerdir. Elyevm türbeleri ma'mûrdur. Her iki bayramın son günlerinde meşâyıh ve uşşâk-ı ilâhî buraya cem' olur, icrâ-yı âyîn-i tarîkat eylerler. Devrânda sandûkaları ortada kalır, arş-ı vücûdları devr olunur. Kulûb-ı uşşâkı öyle bir heybet istîlâ eder ki, vasfa sığmaz. Abdülehad en-Nûrî halîfesi Şeyh Nazmî merhûmun, hakk-ı âlîlerinde söylediği bir medhiyye vardır ki, bir sûreti ber-vech-i âtîdir :

                                   Bu bâğ-ı fânînin gülü elbette fânîdir hemân

                        /354/               Bâkî kalır mı bülbülü bâkî değilken gülsitân

                                   Çün halk-ı âlem ser-te-ser geldikleri yere gider

                                   Âyâne ibretle nazar eyle gözün açup uyan

                                   Ol gavs-ı âlem Şeyhi-i Sîvâsi-i sâhib-safâ

                                   İtdiği dem azm-i bakâ ağladı ana ins ü cân

                                   Feryâd idüp âşıkları muhlisleri sâdıkları

                                   Çâk itdi sîne her biri bâlâ vü pes doldu figân

                                   Eflâke çıkdı hây ü hû gül-bang ile âlem dolu

                                   Hayrân olup kimi ulu oldu kıyâmet kopdu san

                                   Anın gibi birer kanı şerh ide nûru sadrını

                                   Bildire nefs ü Rabbini zâhir ola sırr-ı cihân

                                    Sırrına menba' olanı özüne matla' olanı

                                   Tavrına meşra' olanı ister bulur ârif olan

                                   Çün sâl-i gamda intikâl itdi o memdûhu'l-hısâl

                                   Ahbâbına var mı mecâl çeşminde akıtmada kan

                                   Gam kaplamışdır âlemi târîhin didi Nazmî

                                   Bin kırkdokuzda aldı pâk Sîvâsî Uçmak'da mekân

                                   (غمده) = 1049

Te'lîfât-ı Aliyyeleri :

            1. Risâle-i Mufassala fî-Hakkı'l-îmân ve'l-İslâm.

            2. Risâle-i Mufassala fî's-Salât.

            3. Şerh-i Hadîs-i Âfâk.

            4. Idetü'l-Müsteiddîn (şerh).

            5. Metn fi'n-Nahv.

            6. Kahrü's-Sûs İlcâmü'n-Nüfûs.

            7. Telhîsû Hasâyisi'n-Ne (aleyhi's-selâm).

            8. Risâle-i Mufassala fi'l-Ecniha.

            9. Risâle-i Hızr (aleyhi's-selâm).

10. Beyân u Şerhu'l-Kebâir.

11. Kerâhiyye.

12. Metn fi's-Sarf.

13. Mufassal Şurûtü's-Salât.

14. el-Lugatü'l-Fârisiyye.

15. Kitâbu İlmi'l-Kelâm.

16. Şerh-i Mutavvel-i Mesnevî.

17. Latâifü'l-Ezhâr.

18. Hadîs-i Erbaîn.

19. Risâle-i Fir'avn.

20. Kitâb-ı Keffârât-ı Hamse.

21. Risâle-i Niyyet.

22. Musaykalü'l-Kulûb.

23. Hadîs-i Sittîn.

/355/ 24. Risâle-i Savm.

25. Risâle fi'l-Bataleti ve'l-Melâhide.

26. Şerh-i Muhtasar-ı Mesnevî.

           

Abdülmecîd-i Sivâsî, esâmî-i âsârından anlaşılacağı üzere ecille-i ricâl-i Halvetiyye'dendir. Uluvv-i ka'bına Abdülehad en-Nûrî gibi bir halîfe yetiştirmiş olmasıyla sâbittir. Kâdî-zâde Şeyh Muhammed Efendi ile münâkaşaları olmuştur.

Hulefâsı :

Şeyh Abdülehad en-Nûrî, Endülüslü Şeyh Mustafa Efendi, Bolulu Şeyh Murâd Efendi, Şeyh Abdülkerîm Efendi, Şeyh Yûsuf el-Mısrî Efendi, Gedizli Şeyh Muhammed Efendi, Ankaralı Şeyh Hasan Efendi, Zileli Şeyh Hasan Efendi, Merzifonlu Şeyh Ali Efendi, Şeyh Müeyyed Efendi, Burgazlı Şeyh İbrâhîm Efendi, Kumlalı Şeyh Osmân Efendi, Şeyh Hüsâm el-Mısrî, birâderleri Şeyh Feyzullâh Efendi, Şeyh İdrîs Efendi, Hatîb Şeyh Muhammed Efendi, Sakızlı Şeyh Mustafa Efendi, Şeyh Mustafa Efendi, Erzincanlı Şeyh Şa'bân Efendi, Bozüyüklü Şeyh Abdurrahmân Efendi, Şeyh Latîf Dede, Lofçalı Şeyh Hasan Efendi, Sivaslı Şeyh Mustafa Efendi, Kırımlı Şeyh Ali Efendi, Şeyh Hasan Efendi, Şeyh Abdi-zâde Mustafa Çelebi, Ereğlili Şeyh Ahmed Efendi, ser-tarîk Şeyh Şâmî Efendi, Şeyh Kâdî-zâde Muhammed Efendi, Şeyh İbrâhîm Çelebî-i Sivâsî, Gelibolulu Şeyh Hamza Efendi, Boyabatlı Şeyh Hamza Dede, Şeyh Şâmî Muhammed Efendi, Şeyh Abdülalîm Efendi.

 

Kâdî-zâde Şeyh Küçük Muhammed Efendi

Hz. Şeyh'in hulefâsından, ulemâdan idi. Amasyalı olup, Abdurrahmân Efendi'den ahz-i ilm ederek Abdülmecîd-i Sivâsî'nin dâire-i irfânına girmiş idi. Amasya'da Sultân Bâyezîd Câmii vâizliğinde bulunmuştur. 1045/(1635)'de Amasya'da irtihâl eyledi. Pîr İlyâs-ı Halvetî kabri yanında medfûndur.

Âsârı :

1. Kitâbü'l-Makbûl fî-Hâli'l-Huyûl.

2. Mesmûatü'n-Nekâyıh ve Mecmûatü'n-Nasâyıh.

3. Nushu'l-Hukkâm Sebebü'n-Nizâm.

4. Niddü'l-Ahbâb Kahrü'l-Bâb.

5. Risâle fi't-Ta'lîm ve't-Teallüm.

6. Risâle-i Regâibiyye.

7. el-Hükmü'l-Behiyye.

/356/ Şeyh Abdülbâkî Efendi

Abdülmecîd-i Sivâsî mahdûmudur. Pederinin yanında medfûndur. "Sivâsî-zâde" diye şöhret bulmuştu. "Şeyh Bâkî" (شيخ باقى) (1023/(1614) târîh-i velâdetidir. Tahsîl-i ulûm eyledi. Bi'l-âhare burada seccâde-nîşîn oldu. Sultân Ahmed ve Fâtih cevâmi'-i şerîfesi kürsî şeyhliğinde bulundu. Sultân Ahmed Câmi'-i şerîfinde yetmişüç sene Cum'a vâizliği ettiğini Vefeyât-nâme'de okudum. Müddet-i ömrleri doksandokuz sene olup, 1122/(1710)'de irtihâl-i dâr-ı naîm eylediler.

Bidâyeten zevkleri ilm-i zâhirîde iken, bi'l-âhare ilm-i bâtında yektâ-yı zamân oldular.

Yahyâ-yı Nazîm'in söyledği târîh ber-vech-i âtîdir :

                                   Göçdü ukbâya Cenâb-ı Hazret-i Şeyhü'ş-şüyûh

                                   Ya'ni Sîvâsî Efendi-zâde sad-feryâd ü âh

                                   Mürg-i rûhu âlem-i nâsûtdan pervâz idüp

                                   Âşiyân-ı âlem-i lâhûta oldu rû-be-râh

                                   Kutb-ı âlem gavs-ı a'zam mürşid-i ehl-i tarîk

                                   Ârif-i ilm-i ledün pîr-i kerâmet-hânkâh

                                   Firkatinde ol azîz-i kâmilin sanma şefeh

                                   Rûz u şeb kan ağlamakda dîde-i hurşîd-mâh

                                   Gitdi bâkî menzile târîhini didim Nazîm

                                   Kürsi-i Adn'i ide Sivâsi-zâde cilve-gâh

                                   (كرسئ هدنى ايده سيواسى زاده جلو كاه) = 1122

Güftelerinden :

                                   İlâhî sen beni yarlıga lutf it

                                   Ledünnî ilmine mazhar olam tâ

Nesilleri bâkîdir; bu nesilden gelenlerden :

Şeyh Abdülmecîd Efendi

            Şeyh Muhammed Efendi-zâdedir. Onun yerine şeyh olmuş idi. Altı sene sonra, çeşm-i pûş-ı bustân-ı lâhût ve ârzû-yı gülistân-ı lâhût eylemiştir. Abdülmecîd-i Sivâsî'nin türbesi hâricinde pederi Muhammed Efendi'nin ve ceddi Abdülbâkî Efendi ve dâmâdı Zülfikâr Ağa'nın kabri yanında defn olunmuştur.

                                   Hâtif-i gaybî didi târîh-i sâl-i rıhletin

                                   Cilve-gâhın gülşen-i Cennet ola Abdülmecîd

                                   (جلوكاهك كلشن جنت اوله عبد المجيد) = 1149/(1736)                                                                                             

Mûmâileyh Şeyh Abdülbâkî b. Abdülmecîd b. Şeyh Muhammed ki, Sivâsî-zâde Abdülbâkî Efendi'nin kerîme-zâdesidir.

/357/ Şeyh Abdülehad en-Nûrî

Esrâr-ı tarîkatın misbâhı, envâr-ı hakîkatın miftâhı bir zât-ı âlî-kadrdir. Pederleri Muslihuddîn Mustafa Safâî b. İsmâîl b. Ebulberekât olup, bu Ebulberekât müctehid-i tarîkat-ı Şemsiyye, Şemseddîn-i Sivâsî'nin pederleridir.

            Vâlideleri Safâ Hâtûn dahi, cedleri İsmâîl Efendi'nin birâder-i ekberi ve Şeyh Abdülmecîd-i Sivâsî hazretlerinin pederi, şârih-i Molla Câmî Muharrem Efendi'nin kerîmesidir.

Pederleri müşârünileyh Muslihuddîn Mustafa Efendi kuzâttan olup, cedleri İsmâîl Efendi, Şemseddîn-i Sivâsî'nin birâder-i güheri ve Sivas müftîsi ve şârih-i Mültekâ'dır ki, Abdülehad en-Nûrî hazretleri, bu takdîrce Şemseddîn-i Sivâsî'nin birâderi sâlifü'l-beyân İsmâîl Efendi'nin hafîdi ve dîger birâderi Muharrem Efendi'nin kerîme-zâdesidir.

Abdülehad en-Nûrî, 1003/(1595) veya 1013/(1604) senesinde kâdim-i sahn-ı vücûd olup, üç yaşında iken Şemsî-i Sivâsî'nin nazar-ı feyzine mazhar olmuşlardır. Pederlerinin irtihâlinden sonra Abdülmecîd-i Sivâsî ile birlikte, iki birâderi Abdüssamed Efendi ve Kâmil Ağa ile İstanbul'a gelmişlerdir.

Hz. Nûrî'nin sinn-i âlîleri yirmiye bâliğ olduğu sırada tahrîr-i âsâra başlayıp, yirmi kadar eser vücûda getirmişlerdir.

Abdülganî-i Nablusî hazretlerinin istihsân ve şerh ettikleri Risâle-i Hazarât-ı Hams gibi te'lîf-i cemîlleri kütüphâne-i irfânı tezyîn eden âsârdandır.

Tarîkaten nisbetleri Abdülmecîd-i Sivâsî hazretlerinedir. Muttasılan kırk erbaîn çıkarıp, nâil-i hilâfet olmuşlardır. Kırk erbaîn 1600 gün eder. Muttasılan 1600 gün hâl-i i'tikâfda yaşamak işitilmemiş riyâzetlerdendir. İnsân neş'e-i ma'nânın açılması emrinde gösterilen şu mücâhedeyi nazar-ı teemmüle alırsa, Abdülehad en-Nûrî'nin ne büyük bir zât-ı âlî-kadr olduğuna muttali' olabilir.

Ba'dehû me'mûren-li'l-irşâd Midilli'ye hicret ederek, ümerâ-yı bahriyyeden Bâlî-zâde Hasan Bey'in inşâ ettiği câmi' ve zâviyede va'z u irşâd ile meşgûl olmuştur. Bu esnâda İstanbul'da Muhammed Ağa Tekkesi şeyhi olup, vefât eden Şeyh Sinân Efendi'nin mahdûmu hadîsü's-sin olmak hasebiyle, Şeyhü'l-İslâm Es'ad Efendi, Muhammed Efendi'yi tarîk-ı tedrîse sevk ile meşîhati 1030/(1621) senesinde Abdülehad en-Nûrî'ye tevcîh eylemekle, müşârünileyh da'vet-i vâkıaya bi'l-icâbe hemân Der-saâdet'e gelip, şeyhi bulunan Abdülmecîd-i Sivâsî hazretlerinin meclis-i irfânına cân atmıştır. /358/ 1033/(1624)'de şeyhine dâmâd olup, tam yirmisekiz sene bu tekkede irşâd-ı ümmet ile iştigâl buyurmuşlardır.

1045 senesi şehr-i Rabîulâhirinden (Eylül – Ekim 1635) i'tibâren Ayasofya, Fâtih ve Sultân Ahmed Câmi'leri kürsî şeyhliğinde bulunmuştur.

Sultân Ahmed Câmi'-i şerîfinin hitâm-ı inşâsıyla resm-i güşâdında hâzır bulunup, kürsüde va'z etmiştir. Esnâ-yı va'zda irticâlen,

                                   "Semâdan sırr-ı tevhîdi duyan gelsün bu meydâna

                                    Derûn içre bu gün Allâh diyen gelsün bu meydâna

                                    Duyanlar sırr-ı Settâr'ı görenler nûr-ı Gaffâr'ı

                                    Cihânda şîşe-i ârı kıran gelsün bu meydâna

                                    Salâdır ehl-i irfâna getürsün cânı meydâna

                                    Fedâ kılmağa ol cânı duyan gelsün bu meydâna

                                    Gönül maksûdunu buldu cihân envâr ile doldu

                                    Bugün Nûrî imâm oldu uyan gelsün bu meydâna "

buyurup kendilerine o esnâda teveccüh eden makâm-ı kutbiyyeti ızhâr eylemeleriyle, gündüz olduğu hâlde câmi'-i şerîf derûnundaki kandîllerin birden bire şu'le-feşân oluverdiğini, erbâb-ı keşf bi'l-ittifâk beyân buyurmuşlardır.

Bu vak'a resm-i güşâd günü olmasa gerektir. Zîrâ o gün hutbeyi okuyan Hz. Hüdâyî, devrân yapan İsmâîl-i Rûmî idi. Başka bir zamânda şeref-vâki' olduğu istidlâl olunur.

Bir gün Ali Behcet Efendi pederimizle hem-sohbet iken söz bu mes'eleye intikâl ettikte, bu vak'anın Sultân Ahmed Câmii'nde değil, Ayasofya kürsî şeyhliğinde iken zâhir olduğunu ve Hz. Hüdâyî efendimizin intikâlini müteâkib kutbiyyetin kendilerine teveccühünde o nutku îrâd buyurduklarını naklen söylediler. Bununla mes'ele dürüst bir şekle girmiş oldu ki, 1038/(1628-29) senesine müsâdifdir.

Gülşen-i Meşâyih-i Selâtîn'de manzûr-ı fakîrânem olduğuna göre, Ayasofya'da müfessir-i Kelâm-ı mübîn olup, Fâtih'de iken Kâdî Beyzâvî tefsîrine bed' edip, devâm etmiş ve Bâyezîd kürsî şeyhliğine ta'yîninde sûre-i Yâsîn'de imiş. Ayasofya'ya geçtiğinde sûre-i Feth'e gelmiş idi.

Bir gün esnâ-yı va'zda âlem-i ulvîye intikâlinin takarrubuna remz ü işâret etmiştir. 1060/(1650) senesinde dersleri bi'l-külliyye ta'tîl, va'zların edâsına hulefâsından Bülbülcü-zâde Şeyh Abdülkerîm Efendi'yi tevkîl ettiler. Kendileri teslîk-i mürîdîne, ibâdât u tâât ve ihyâ-yı leyâlîye hasr-ı enfâs ederek, Müstakîm-zâde merhûmun hesâbı vechile, "eş-Şeyh Abdülehad en-Nûrî" (الشيخ عبد الاحد النورى) terkîbiyle, şuarâdan Feyzi Efendinin "Gitdi bezm-i Cennet'e Abdülehâd" (كيتدى بزم جنته عبد الاحد) ve hulefâsından Şeyh Nazmî Efendi'nin, /361/ "Abdülehad Efendi olsun mukîm-i Cennet" (عبد الاحد افندى اولسون مقيم جنت) mısrâ'larının delâleti olan 1061 senesi şehr-i Saferinin ilk (4 Ocak 1651) Cum'a günü, vakt-i asrda âzim-i gülşen-serâ-yı âhiret olmuşlardır. (Rahmetu'llâhi aleyh rahmeten vâsiaten ve kaddesa'llâhu sırrahû)

O gece tâ-be-sabâh hulefâ ve fukarâsı birkaç def'a yetmişbin kelime-i tevhîd tekrârıyla ihyâ-yı leyl ettiler. Ertesi gün, tekkede imâm olan, bakıyyetü'l-muhaddisîn Tatar Şeyh Ali Efendi, emr-i gasllerini îfâ etmiş ve esnâ-yı gaslde nice ahvâl-i garîbe müşâhede edilmiştir. Ba'dehû cenâzeleri, kırkbinden mütecâviz dervîşân, muhibbân, meşâyıh ve a'yân hâzır olarak, evrâd ü ezkâr ile ve kesret-i izdihâmdan ancak birkaç sâatte Eyüp Nişancası'ndan Fâtih'e nakl olunup, salât-ı zuhrun edâsını müteâkib Sultân Ahmed şeyhi Azîz-zâde Şeyh Abdülbâkî Efendi hazretleri tarafından cenâze namâzı imâmeti edâ olunmuştur. İhtifâlât-ı azîme ile, tekrâr dergâh-ı münîflerine naklen götürülerek medfen-i mahsûslarında vedîa-i rahmet-i Rahmân kılındı. Ba'dehû ahıbbâsından Yûsuf Ağa-zâde Mustafa Efendi tarafından kabr-i mübârekleri üzerine türbe inşâ olunmuştur.

Hz. Şeyh'in gaybûbet-i ebediyyesi hasebiyle şuarâ-yı zamân  tarafından altmış kadar  mersiyye söylenmiştir :

                                   Bir ahad çıkdı didi târîhini

                                   (فات قطب الطريق عبد الاحد)[30] = 1061/(1651)

                                                                                 

                                                 *    *    *

                                   Ol vahîd-i kutb-ı âlem Hazret-i Abdülehad

                                   Zâtını mahv itdi zât-ı Hak'da  me'men eyledi

                                   Bu nidâyı hâtif-i gaybdan  işit târîhini

                                   Nûrî-i Abdülahad  lâhûtu mesken eyledi

                                   (نورئ عبد الاحد لاهوتى مسكن ايلدى)

Türbelerinin kapısı bâlâsında  :

هذا مرقد الشريف وارث الطريقة الأحمدية كامل الحقيقة المحمدية الشيخ عبد الأحد النورى.[31]

yazılıdır.

Semâ'hânenin  kapısında :

                                   Bu hâk-i pâke eyledi (ol) neşr-i Feyyâz u şeref

                        /362/               Sîvâsi-i Abdülmecîd ol merd-i gavsi'l-vâsılîn

                                   Ol hazreti ta'kîb idüp tezyîd-i envâr eyledi

                                   Dâmâdıdır Abdülehad  Nûrî-i kutbu'l-ârifîn

                                   Her sâl iki bayramda idüp tecemmu' türbeye

                                   Eylerler erbâb-ı tarîk icrâ-yı âyîn-i behîn

                                   Ba'd ez-zamân bir ehl-i hayr bu dâr-ı tevhîdi yapup

                                   Her hafta akd-i halka-i zikr itdi bunda zâkirîn

                                   İrfân o iki zâtdan feyz aldı târîhin  didi

                                   Ahmed Efendi yapdı bu meydân-ı tevhîdi rasîn

                                    (احمد افندى ياپدى بو مسدان توحيدى رصين)

Azîz-i müşârünileyhin türbelerini mükerreren ziyâret şerefine mazhar oldum. Harem-i âlîleri de yanında medfûndur. Sandukası etrâfı kafesle muhât olup, türbede, meydânda yalnız Abdülehad  en-Nûrî  hazretlerinin kabri görünür. Edeben harem-i âlîleri kabrine bakılmaz.

Gülşen-i Meşâyıh-ı Selâtîn'de, terceme-i hâlleri kemâl-i ehemmiyyetle yazılmıştır. Ba'zı bahislerini teberrüken ve aynen nakl ediyorum :

" İzâbe-i vücûd için secdede kırkbir defa, (لَّا إِلَهَ إِلَّا أَنتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنتُ مِنَ الظَّالِمِينَ)[32] âyet-i kerîmesini kırâat etmeyi nevâfilde i'tiyâd etmiştir. Yirmidört sâatte evkâtını ibâdât u tââta maksûm edip, yatsı namâzından sonra bir kimse ile asla mükâleme etmeyerek ibâdet-hânesine duhûlü mu'tâd, fakat tevhîd gecelerinde hitâm-ı tevhîde kadar seccâdede ârâm buyurmak ile icrâ-yı lâzime-i makâm-ı irşâd ederdi. Her gece üç sâat mikdârı hâb u râhat eder, ba'dehû kalkıp, oniki rek'at salât-ı teheccüdü edâ ile icrâ-yı sünnet eylerdi. Ba'dehû hânkâhta ve câmi'de ve Dârü'l-hadîs'te bulunanlara  haber verilip, her gece cemâatla salât-ı tesbîhi edâya müdâvemet ve vaktin tahammülüne göre zikr-i cehrîye muvâzebet ve ba'zen tâ-be-sabah devrân olunarak icrâ-yı vazâif-i tarîkat buyururlardı. Akab-i salât-ı fecrde evrâd-ı tarîkat ile iştigâl ve ba'de't-tulû' vakt-i kerâhatin mürûrunda altı rek'at salât-ı işrâkı edâ ile halvet-hânesine girerdi. Vakt-i duhâda çıkar ve salât-ı duhâ olarak sekiz rek'at namâz kılardı. Ba'dehû mürîdânın rü'yâlarını dinler, ta'bîr ve onları tesellî /363/ ile meşgul olurlardı. Kendilerini ziyârete gelenler var ise, onlarla da bir mikdar görüşürler idi. Salât-ı zuhûrdan sonra yine bu minvâl üzere ikindiye kadar dem-güzâr olup, salât-ı asrdan sonra saâdet-hânesinde oturup, cânib-i âsumâna nazar ile sanâyi’-i azîme-i ilâhiyyeyi mütefekkir ve bir sâat kadar mütâlaa ve mürâkabe ile meşgûl olurlar idi.

Akşam namâzından sonra altı rek'at salât-ı evvâbîni ba'de'l-edâ fukarâsıyla berâber  taâm eder ve tevhîd-hânede usûl-i tarîkat-ı Şemsiyye'den olan yüz aded Fâtiha-i şerîfe kırâat olunduktan sonra ba'de salâti'l-ışâ  hareme avdet  buyurur, bir mikdar uyku uyuyarak gıdâ-yı cesedi  edâya rağbet ederlerdi.

Her sene Leyle-i Berât ve Leyle-i Kadir'de birer Fâtiha, üçer sûre-i Kadr ve onbir ihlâs-ı şerîf ile yüz rek'at namâz kılar ve son derece za'f-ı vücûdu var iken nevâfili kıyâmen edâ ederdi.

Be-her gün sıyâma devâm ve sıyâmına âharın ıttılâından ihtirâz-ı tâm ederdi. Eğer züvvârdan bir kimse var ise berâber kahve içer ve taâm vakti ise berâber yer, eyyâm-ı sâirede kazâ-yı sıyâm ederdi.

Kendi kahve içip, içenleri men' etmezdi. Fakat aslâ içmeyenlerden pek mahzûz olurdu.

Kendi fukarâsından başkasının da'vetine icâbet etmezdi. Eğer iktizâ ederse, avdetinde tenâvül ettiği taâmı kîh ile çıkararak, zühd ü takvâdaki derecesini ızhâr ederdi. (Fe-sübhâne'llâh).

Eyyâm-ı va'zda câmi'-i şerîfe giderken fukarâsından iki hazîne-dâr dede yanına üçer yüz akça alıp, Hz. Şeyh'in berâberlerinde giderler. Rast geldikleri fukarâya birer ve ba'zan emr-i azîz ile üçer, beşer, sekizer akçe infâk ile hizmet ve avdetinde dahi ber-minvâl-i sâbık edâ-yı hıdmete dikkat ederdi. Ba'zan cübbe ve hırkasını verip nîm-ten ile dergâha avdeti vâki' olurdu."

Kerâmât-ı aliyyelerinden olmak üzere Müstakîm-zâde merhûm, Hulâsatü'l-İlâhiyyesi'inde, "Lâ-ilâhe illa'llâh Muhamedü'r-Rasûlu'llâh" hurûfu adedince yirmi dört kerâmetini beyân etmiş ise de, burada yalnız birinin nakliyle iktifâ olundu :

Bir gün Hz. Şeyh, Süleymâniyye Câmi'-i şerîfinde, va'zını hitâma îsâl edeceği sırada /364/ kendisine cemâatten biri bir tezkire verdiğinde, okuyup taaccüben "İnnâ li'llâh!  Taassub insânı bu dereceye getiriyor. Tezkirede, "Eğer sen kutb isen şimdi beni helâk eyle." denilmiş. Halkın lisânı tutulmaz Allâh Teâlâ zanlarını tahkîk eylesin. İnsân huzûzât-ı nefsâniyyenin terkine tahammül ile maksadına nâil olur. Yoksa her istediği şey'i yapmaz. Evliyâ-yı kirâm afv ile ve hevâ-yı nefsin hilâfında bulunmağla nâil-i merâtib-i ilâhiyye olurlar. Lâkin evliyâu'llâh, kabzası yerde, cânib-i âsumâna uzatılmış bir kılıçtır. Bir kimse kendini o kılıca ursa cürm onun mudur? Yoksa kılıcın mıdır?" buyurdukları anda cemâatin içinde biri feryâd ü figâna başlar. Ba'de'l-va'z tevhîd-i şerîf hitâmında o kimseyi huzûr-ı Hz. Şeyh'e getirirler. Dâmenine yüzler sürerek ağlayıp, "Amân ben hatâ ettim, siz atâ edin, afv buyurun." dediyse de Hz. Azîz ellerini kaldırarak, "Hak teâlâ îmân-ı müncî ile hatm eyleye." diye duâ buyurup, henüz câmi'-i şerîfden çıkılmadan o kimse teslîm-i rûh etmiştir.

Hz. Pîr-i rûşen-zamîrin hakk-ı âlîlerinde Silki'd-Dürer'de münderic ibâre aynen nakl olundu :

            الشيخ البركة نزيل قسطنطنية هو رومى الأصل ولا أدرى نسبته إلى بلدة. وكان خلوتي الطريقة. وهو والسخ عبد المجيد سيواسى رفيقاً عنان فى الصلاة والزهد والمعرفة وإتقان. وكان عبد الواحد من أفراد العباد معتقداً وعظما مبجلا. وكان له مريدون وأذكار ووعظ ونصيحة. وبالجملة فهو من خيار الخيال. وكانت وفاته فى سنة إحدى وستين والف بمدينة قسطنطنية.[33]

Müşârünileyhin çile-hâneleri el'ân mevcûddur. Ziyâret eyledim. Ancak silsile-i tarîkatları munkatı' olduğundan, her iki bayramın dördüncü günlerinde Sünbülî âyîni icrâ olunmaktadır.

Abdülmecîd-i Sivâsî, Hamzavîlere şiddet-kâr olmasına mukâbil, Abdülehad en-Nûrî hazretleri himâyet-kâr oldular. Hattâ Aksaray'da dergâhında bulunan Şeyh İbrâhîm Efendi'yi vikâye buyurmuşlardır. "Oğlan Şeyh" denilen bu zât-ı muhterem, bir gece müşâhedesinde sâhib-i risâlet aleyhi ekmelü't-tahıyyât efendimiz hazretlerini görüp me'mûren kutbu'l-vakt Hz. Şeyh Abdülehad en-Nûrî'den istihlâf ile, ol müşâhedeyi nazmen Hz. Azîz'e takdîm eylemiştir. Elyevm türbe-i şerîfelerinde levha hâlinde mevcûddur :

                                   Gönül tahtında gördüm Fahr-ı âlem

                                   Nebîler serveri Sultân-ı ekrem

                                  

                                   Hıtâb idüp buyurdu bendesine

                                    Ayağı toprağı efkendesine

                        /367/               Ehad'den zâhir oldu vâhidiyyet

                                   Göründü vâhidiyyetden bu kesret

                                   Ehad sârî durur a'dâd içinde

                                   Ehad'dir görünen ta'dâd içinde

                                   Ne denlü bî-hisâb olsa sağışlar

                                   Tecellî-i ehad sırrın bağışlar

                                   Ehad esmâ-i küllün mebdeidir

                                   Ehad cümle kemâlin menşeidir

                                   Rücûu mercii dahi ehad'dir

                                   Münezzeh zâtı Allâhu's-Samed'dir

                                   Bu gâmız sırrı cânın itsün idrâk

                                   Buyurdu bendesine şâh-ı 'levlâk'

                                   Mübârek pâyine sürdüm yüzümü

                                   Hezâr şerm ile arz itdim sözümü

                                    Didim kimdir ehad sırrına vâkıf

                                   Beyân eyle eyâ kenzü'l-maârif

                                   Buyurdu vârisim Abdülahad'dir

                                   Muîni anın Allâhu's-Samed'dir

                                   Didim ey kâinâtın muktedâsı

                                   Sanadır cümle cânın iktidâsı

                                   Dahi kimdir Ehad sırrına vâsıl

                                   Dilekler olmuş ola ana hâsıl

                                   Mübârek elini sürdü yüzüme

                                   Düşürdü vecd ü zevk u hâl özüme

                                   O dem üçler yediler zâhir oldu

                                   Cemâl-i kutb-ı âlem bâhir oldu

                                   Bu hâli böyle gördüm cân içinde

                                   Güher buldum hakîkat kân içinde

                                   Tecellî âyine vechin büründü

                                   Cihân bir top gibi oldum göründü

                                   Olup âyîne içre cümle eşyâ

                                   Göründü cümle esmâ vü müsemmâ

                                   O dem bir nâr-ı muhrik oldu peydâ

                                   Vücûdumdan eser kalmadı aslâ

                                   Gönül kim sırr-ı Hak gencînesidir

                                   Hakîkat şemsinin âyînesidir

                                   Kamu ol nâr-ı muhrik kıldı ifnâ

                                   Gönülden de eser kalmadı kat'â

                                   Gönül gitdikde ilmi kaldı ancak

                                   Gönül mahv oldu ol dem ilme mülhak

                                   O dem bir nâr-ı meşrik kıldı işrâk

                                   Nedir feth oldu ol dem ilm-i ıtlâk

                                   Bu ilmin mazharı Abdülehad'dir

                                   Çü nûru nûr-ı Allâhu's-Samed'dir.

           

Hakk-ı âlîlerinde söylenmiştir :

                                   Hâkine Hazret-i Abdülehad en-Nûrî'nin

                                   Yüz süren elbet  olur mazhar-ı feyz-i Yezdân

                                   Evvel âhir ki o dânâ-yı hakîkat pek çok

                                   Eylemiş halka kerâmâtını ızhâr u ıyân

                                   Ayasofya gibi bir câmi'-i âlîde bu zât

                                   Vâiz-i Cum'a idi böylece meşhûr-ı cihân

                                   Bir tecellî irişüp cânib-i Rabbânîden

                                   Va'z iderken ana kutbiyyet-i kübrâ ihsân

                                   Ârif-i ilm-i ledün vâkıf-ı sırr-ı vahdet

                                   Vâsıl-i kurb-ı Ehad pîr-i kerâmet-unvân

                                   Sa'diyâ şânını hakkıyla ne mümkin ifhâm

                                   Çünki evsâfı değil kâbil-i ta'dâd u beyân  

             

 

/368/ Âsâr-ı aliyyeleri :

Âsâr-ı aliyyeleri yirmisekiz parçadır.Tahkîk edebildiklerim ber-vech-i âtîdir:

           

              l. Risâle-i Şerh-i Erbaîniyyât.

             2. Risâle-i Te'dîbi'l-Mütemerridîn fî-İslâmi'l-Ebeveyn.

             3. Risâle fî-Tevfîkı Muârızı'l-Âyât.

             4. Risâle fî-Nef'i Mesâıyyü'l-Ahyâ ve'l-Emvât.

             5. Risâle fî-Cevâzi Edâi'n-Nevâfili bi'l-Cemâa.

             6. Risâle fî-Muhabbeti'l-Abdi li-Rabbihî.

             7. Risâle fî-Şurûtı Talebi'l-İlmi'n-Nâfi'.

             8. Risâle fî-Sübûtı Tayyi'l-Mekâni li-Evliyâi'l-Ümme.

             9. Risâle-i İlâhiyyât.

            10 Ebeveyi'n-Nebî.

            11. Risâle-i Riyâzü'l-Ezkâr.

            12. Risâle fi'l-Evliyâ ve fî-Hayâti'l-Hızr ve'l-İlyâs.

            13. Risâle-i Mir'âtü'l-Vücûd ve Mirkâtü'ş-Şuhûd fi'l-Merâtibi'l-Külliyye                   ve'l-Hadarât.

            14. Risâle-i Şart-ı İsticâbeti'd-Duâ.

            15. Risâle fî-Hakîkati Leyleti'l-Kadr.

            16. Risâle fî-İsbâti'ş-Şuûr li-Ehli'l-Kubûr.

            17. Ravdatü'l-Cinân fî-Esrâri'd-Devrân.

            18. Vâridât.

            19. Sülûk.

            20 Risâle-i Mâ-arafnâke.

İşbu âsârın kısm-ı a'zamı Arabiyyü'l-ibâredir.

Na'tlarından :

                                   Kaldırdı bütün zulmeti envâr-ı Muhammed

                                   Bildirdi hüdâ yolunu ahbâr-ı Muhammed

                                   Âsâr-ı Muhammed iledir cümle tarîkat

                                   Âdâb-ı tarîkatdadır etvâr-ı Muhammed

                                   Mahşerde usâta yetişüp ide şefâat

                                   Ol bahr-ı kerem rahmet-i Gaffâr-ı Muhammed

                                   Debretse leb-i hûbunu Mevlâ'ya Habîb'i

                                   Zâyi' mi olur anda dürer-bâr-ı Muhammed

                                   Ümmetden olan âsî vü müflislere gam yok

                                   Ser-mâye yeter çün dür-i şeh-vâr-ı Muhammed

                                   Me'yûs ola mı mü'min olan rahmet-i Hak'dan

                                   Ol günde şefâat olıcak kâr-ı Muhammed

                                   Elden eteğin koma sen ey Nûri-i miskîn

                                   Elbette olur ümmete enzâr-ı Muhammed

                                                          *    *    *

                                   Ey Habîb-i Hak kerîm insân Muhammed Mustafâ

                                   Nâzenîn-i Hazret-i Yezdân Muhammed Mustafâ

                                   Ravza-i vahdet gülüsün 'lî maa'llâh' bülbülü

                                   Cânlara cânân cihâna cân Muhammed Mustafâ

                                   Nûr-ı âlem Fahr-ı âdem Seyyidü'l-Kevneynsin

                                   İki âlemde şeh-i şâhân Muhammed Mustafâ

                                   Bû-yı enfâsın mutayyeb itdi nâsût ehlini

                                   Doldu âlem rûhıla reyhân Muhammed Mustafâ

                        /369/               Zâtını meddâh olan ol Hazret-i Hak olıcak

                                   Nice bilsin kadrini insân Muhammed Mustafâ

                                   Ümmet üzre ulu minnetdir vücûdun ni'meti

                                   Cümle halka rahmet-i Rahmân Muhammed Mustafâ

                                   Âline ashâbina ezvâcına etbâına

                                   Hâzır olmuş ravza-i rıdvân Muhammed Mustafâ

                                   Nûri miskîni unutma Rabb-ı izzet hakkıçün

                                   Ey nebîler hizbine sultân Muhammed Mustafâ

                                                              *    *    *

                                   Ey Habîb-i Hazret-i Allâh Rabbü'l-âlemîn

                                   Vey şeh-i fermân-revâ-yı enbiyâ vü mürselîn

                                  

                                   Mebde-i esrâr-ı zâtın lem-yekün şey'en sivâh

                                   Na'tının envârı (da) el-ân ke-mâ-kân hâlidîn

                                  

                                   Sûre-i Seb'u'l-mesânî nûr-ı vechinden ayân

                                   Ci'tenâ nûrun mine'llâhi vü Kur'ân-ı mübîn

                                  

                                   Sâkinân-ı her-dü-âlem seyr-hân-ı şefkatin

                                   İnnemâ ürsilte illâ rahmeten li'l-âlemîn

                                  

                                   Yâ Rasûla'llâh innî küntü bi'l-aşkı fedâk

                                   Vechüke'n-nûr ü ene'n-Nûrî  vü a'le'l-âşıkîn

                                                        *    *    *

                                   Düşürdün mürg-ı cânım âh u zâra Yâ Rasûla'llâh

                                   Firâkınla bulandın hâk-sâra Yâ Rasûla'llâh

                                   N'ola kuhl eylesem bir zerre hâk-i pâ-yi pâkinden

                                   Bu çeşm-i hûn-feşân-ı eşk-bâra Yâ Rasûla'llâh

                                   Şererdir nâr-ı dûzah iftirâk-ı hecrine nisbet

                                   Nice tâkat gelir hicrân-ı nâra Yâ Rasûla'llâh

                                   İrişdim dergehine hıdmetinden tard u def' itme

                                   Baş açık yalın ayak sîne-yâra Yâ Rasûla'llâh

                                   Amân ey şâh-ı evreng-i risâlet itme ser-gerdân

                                   Şefâat kıl bu Nûrî dil-fikâra Yâ Rasûla'llâh

Şeyh Abdülehad en-Nûrî hazretlerinin bir na't-ı şerîfini tahmîs-i âcizânemdir :

                                   Hazret-i Allâhu Zî-şân'ın bize Kur'ân'ısın

                                   Ümmet-i merhûmenin hem dîni hem îmânısın

                                   Âsiyânın mazhar-ı afv olmağa burhânısın

                                   Yâ Rasûla'llâh kerem eyle keremler kânısın

                                   Dürr-i deryâ-yı şefâatsin atâ ummânısın

                                   Ol Hudâ-yı müsteânın bizlere bir ni'meti

                                   Sâye-i pâkinde bulduk rahmet ile devleti

                                   Âsitân-ı feyzinin mensûbu buldu izzeti

                                   Halka Hakk'ın minnetisin âlemîne rahmeti

                                   Fazl-ı Hak'sın bize Allâh'ın ulu ihsânısın

                                   Enbiyâdan kim ki gelmiş sen gibi bâri' değil

                                   Âlem-i dünyâ vü ukbâda ise sâti' değil

                                   Merhametle şefkat-i bâbında da vâsi' değil

                                   Sonra gelmek fazlına takdîmine mâni' değil

                                   Defter-i ilm-i ezelde cümlenin unvânısın

                                   Bir dakîka olmasun Vassâf'ına nûrun ıyân

                                   İmtiyâz-ı tâm ile Hak zâtını kılmış ıyân

                                   Şânını idrâke yokdur iktidâr ey cân-ı cân

                                   Kande olur kadrini bilmek senin halk-ı cihân

                                   Enbiyâ vü evliyânın şâh-ı âlî-şânısın

                                   Var idi nûrun ezelde olmamışken âb ü gil

                                   Vasf-ı pâkin gayrı her söz bizlere oldu mumil

                                   Kudret-i ilmiyyeni takdîrde müflisdir akıl

                                   Hayli demdir görmedi nûr-ı cemâlin hasta-dil

                                   Bana lutf eyle efendim derdlüler dermânısın

                                   Rûhum ister dâimâ râhında bu cânım virem

                                   Lâyık-ı esrâr olup gül-zârına cândan irem

                                   Dâhil-i bezm-i safâ-dârın olup aşka girem

                                   Vir mübârek ayağını tâ doyunca yüz sürem

                                   Çünki cânım cânısın cânânımın cânânısın

                                   Âşık-ı şûrîde Vassâf'ın kapunda bir gedâ

                                   Eyleme red ey kerem-kânım Muhammed Mustafâ

                                   Merhamet kıl merhamet kıl mültecâsın mültecâ

                                   Gel vücûdın nûrunun nûr eyle ey nûr-ı Hudâ

                                   Cânısın cân mülkünün dil tahtının sultânısın  

                                  

/370/ Esâmî-i hulefâsı :

1.     Midillili Şeyh Ahmed Efendi,

2.     Konyalı Şeyh Süleymân Efendi,

3.     Şeyh Muhammed Çelebi Efendi,

4.     Midillili Şeyh Zekeriyyâ Efendi,

5.     Safranbolulu Şeyh Hüseyin Efendi,

6.     Kayserili Şeyh Osmân Efendi,

7.     Şeyh Yûsuf Efendi,

8.     Şeyh Hüseyin Efendi,

9.     Şeyh Ömer Efendi,

10.  Şeyh Mustafa Efendi,

11.  Tokatlı Şeyh-zâde Şeyh Muhammed Efendi,

12.  İstanbullu Şeyh Hasan Feyzi Efendi,

13.  Şeyh Nazmî Efendi,

14.  Şeyh Fethî Efendi,

15.  Şeyh Abdurrahîm Efendi,

16.  Şeyh el-Hâc Yahyâ Efendi.

           

Şeyh Hasan Feyzî Efendi

Hamzavîlerden Şeyh Beşîr Efendi'den ahz-i feyz eylediği gibi, Abdülehad en-Nûrî'nin de halîfesidir. Anlaşıldığına göre himâyet-kerdesidir. 1102/(1690-91)'de irtihâline nazaran azîzinden kırkbir sene sonra göçmüştür. Edirnekapı hâricinde post-nişîni bulunduğu Emîr Buhârî  Dergâhı dâmâdı (?) Muhmûd Çelebi Dergâhı'nda medfûndur. Ulemâdan, urefâdan idi.

 

Âsârı :

            1. Tefsîr-i Beyzâvî'nin sûre-i Bakara kısmında ta'lîkâtı.

            2. Müretteb Dîvân'ı.

            3. Mi'râc-nâme.

            5. Cevân-nâme.

            6. Gamze-i Dil.

Vefeyât-nâme'de Hâfız Hüseyn-i Ayvansarâyî müşârünileyh hakkında böyle diyor :

"Pederi Muhammed Ağa, simkeşbaşı olmuştur. Şeyh Abdülehad en-Nûrî'den ve Hakîm Çelebi Tekkesi şeyhi Bosnavî Osmân-ı Nakşıbendî'den ahz-i tarîkat etmiştir. Hâric-i sûrda Emîr Buhârî Tekkesi'nde meşîhati vardır. Altmışaltı yaşında rıhlet edip, zâviyesi mukâbilindeki kabristânda medfûndur. Rüşdî Ahmed Efendi bu mısraı târîh olarak söylemiştir :

                        /371/    İde Feyzî cinânı cây ü me'vâ

                                   (ايده فيضى جنانى جاى ومأوى) = 1102/(1794-95)"

                                                                                 

Bir gazelinden :

                                   Nihân it derd-i aşkı eyleyüp feryâd neylersin

                                   Cihânı itdin ey dil âh ile berbâd neylersin

Şeyh Muhammed Nazmî Efendi

Gülşen-i Meşâyıh-ı Salâtîn'de, "İstanbulludur, pederi Trabzonlu Ramazân Efendi'dir." diyor. Vefeyât-nâme'de, "Trabzonludur." deniliyor. 1024/(1615) veya 1032/(1623) senesinde dünyâya gelmiştir. Sinn-i tahsîli hulûl edince kesb-i kemâlât yoluna koyuldu. Tarîkaten nisbeti Sivâsî Efendi'yedir. Hilâfeti Abdülehad en-Nûrî hazretlerindendir. Henüz tekmîl-i esmâ etmeden şeyhi Sivâsî Efendi irtihâl edince, bir müddet onun rûhâniyyetiyle perveriş-yâb olup keşfi açılmış idi. Ba'dehû, yazdığım vechile Abdülehad en-Nûrî yediyle silsile-i meşâyıh-ı kümmelîne dâhil oldu.

1065/(1655) senesinde Yenibahçe civârında Yavaşca Muhammed Ağa Zâviyesi'ne şeyh oldu. Kırkyedi sene icrâ-yı reşâdet ederek, 1112/(1701) senesinde irtihâl-ı dâr-ı bakâ eyledi. Zâviye-i mezkûrede defn olundu. "Nazmî veliyyu'llâh" (نظمى ولى الله) târîhidir. Bu târîhi bulan Şeyh Seyyid İbrâhîm Nakşî-i Sünbülî'dir.

1074/(1663-64) târîhinde “Teşyîd-i asker” (تشييد عسكر) ordû-yı humâyûnda meşîhati vardır.

Atpazarı'nda, Hüsâm Bey ve Sultân Bâyezîd ve 1105/(1693-94)'de Yeni Câmi'-i şerîflerinde kürsî şeyhliği eyledi.

Târîh-i rıhleti, şehr-i Şevvâlin 24'üncü Pazar gününe müsâdifdir.

Hz. Mısrî-i Niyâzî (kuddise sırruhu's-sâmî)'ye şiddetle aleyh-dâr olup, âsârından Şemsiyye tarîkı menâkıbına mahsûs Hediyyetü'l-İhvân nâm eserinde veliyy-i müşârünileyh hakkında zebân-dırâzlık eylemesi nazar-ı teessürle görülmüştür. Müstakîm-zâde hazretleri, anladığıma göre, bu eseri iktisâr edip, nâmına "Hulâsatü'l-Hediyye" demiş, Hz. Mısrî hakkındaki bahisleri çıkarmıştır. "Hulasatü'l-hediyye", ebced hesâbıyla 1176/(1762-63) eder. Târîh-i te'lîfi olmak gibi hüsn-i tesâdüf  vâki' olmuştur.

Âsârı :

            1. Hediyyetü'l-İhvân. Hz. Mısrî aleyhindeki mezkûr eser.

/372/ 2. Mi'yârü't-Tarîka. Manzûmdur.

            3. Şerh-i Mesnevî. I. cildin şerhi.

            4. Etvâr-ı Seb'a

            5. Dîvân.

         "Cemâlin mihr-i âlem-tâb-ı cândır Yâ Rasûla'llâh "

na'tı onundur.

           

                                  

Şeyh Fethî Abdülkerîm Efendi

"Bülbülcü-zâde" diye meşhûrdur. Karamanlıdır. Ulemâdan Abdüllatîf Efendi'nin oğludur. İstanbul'da tahsîl ve Şeyh Abdülehad en-Nûrî'den ikmâl-i sülûk eylemiştir. Fâtih'de Nişancı Muhammed Paşa Zâviyesi'ne şeyh olup, Fâtih ve Ayasofya kürsî şeyhliğinde dahi bulunmuştur. Muhammed Paşa Zâviyesi'nde meşîhati üç senedir. 1106 senesi Rabîu'l-âhirinde (Kasım – Aralık 1694)  irtihâl-i dâr-ı naîm eyledi.

Şeyh Muhammed Nazmî Efendi, "Abdülkerîm Efendi'ye Cennet ola mahal" (عبد الكريم افنديه حنت اوله محل) târîhini söylemiştir.

Vefeyât-nâme'nin beyânına göre Karabaş Velî hazretleri İstanbul'dan nefy olunduğu zamân Üsküdar'da Vâlide-i Atîk hânkâhı meşîhati de ref' edildiğinden, Fethî Abdülkerîm Efendi buranın meşîhatine ta'yîn üzere iken irtihâline mebnî küçük oğlu Abdurrahîm Efendi, Üsküdar'daki dergâha, büyük oğlu Mustafa Efendi de Nişancı Zâviyesi'ne şeyh olmuşlardır.

Fethî Abdülkerîm Efendi'nin Dîvân'ı ve sülûk ve mevâıza müteallık âsârı vardır. Şiirde Fethî tahallus eylemiştir.

           

Bu na't onundur :

                                   Cemâlin pertevi nûr-ı Hudâ'dır Yâ Rasûla'llâh

                                   Kelâmın cümle vahy-i Kibriyâ'dır Yâ Rasûla'llâh

Medfenleri, şeyhlerinin türbesi civârında olduğunu Vefeyât'ta gördüm.

           

İlâhiyyâtından :

                                   Gönül âyînesi olsun mücellâ

                                   Senin bir zerre-i aşkınla Mevlâ

                                   Görünsün sûretâ ma'nâ Musaffâ

                                   Gönül âyînesi olsun mücellâ

           

Şeyh Kutub Hüseyin Efendi

Za'ferânbolu (Safranbolu)ludur. "Hacı Evhad Şeyhi" ve "Kutub Hüseyin Efendi" diye meşhûrdur. Âlim, mücâhid bir zât idi. Zâhirî bâtınî ulûmunda Şeyh Abdülehad en-Nûrî hazretlerinden mazhar-ı kemâlât olmuş idi. Hacı Evhad Dergâhı'nda meşîhati vardır. Silsile-i meşâyıh-ı selâtîne dâhil olup, Süleymâniyye Câmi'-i şerîfi vâizliğinde iken, 1105/(1693-94) senesinde irtihâl-i dâr-ı naîm eyledi. Merkez Efendi Kabristânı'nda medfûndur. Şeyh Nazmî Efendi tarafından söylenen târîhdir :

                                   Bir eksik ile Nazmî fevtine didi târîh

                                   Seyyid Hüseynin olsun yiri Cennet

                                   (سيد حسينك اولسون ييرى جنت) = 1105

Bu zât-ı muhterem Merkez Efendi Kabristan'ında medfûndur. Kabrinin etrâfı demir parmaklıklı olup, geceleri kandîl yanar. Kitâbe-i seng-i mezârı :

"Vârisü't-tarîkati'l-Ahmediyye, kâmilü'l-hakîkati'l-Muhamediyye eş-Şeyh Abdülehad en-Nûrî hazretlerinin ekmel-i hulefâsından câmiu'l-alemeyn Hacı Evhad şeyhi es-Seyyid Hüseyin Efendi hazretlerinin rûh-ı şerîfine el-Fâtiha. 1105/(1693-94)."

Kabrine muttasıl, "cism-i latîf" diye meşhûr Şeyh İsmâîl-i Halvetî (1106/1794-95) ve mahdûmu Şeyh Ahmed Efendiler (1120/1708) medfûndur.

/373/ Âsârı :

            1. Mecmau't-Tefâsîr.

            2. Risâle-i Devrâniyye.

            3. Ferâiz Şerhi.

            4. İzzî Şerhi.

            5. Dîvân.

            Seyyid Hüseyin mahlaslı eş'ârı vardır:

                                   Hâtemü'n-nebiyyîn ceddim Muhammed

                                   Umarım senden himmet şefâat

                                   Sâhib-i şefâat ol güzel Ahmed

                                   Umarım senden himmet şefâat

                                              

                                               *   *   *

                                   Dervîş olan sâdık gerek

                                   O yolda hem sâdık gerek

                                   Terk eyleyüp ser-keşliği

                                   İsbât ider dervîşliği

                                   İsbât idüp ol merdliği

                                   Hem kâmile tâlib gerek

Kuddûsî Abdurrahîm Efendi

Abdullâh Efendi-zâdedir. Abdülehad en-Nûrî hazretleri halîfesidir. Manisalı olup 1080/(1669)'de Manisa'da irtihâl eyledi.

Âsârı :

            1. Ta'lîkât ale't-Tefsîri'l-Kâdî.

            2. Şerh-i Manzûme-i Şâhidî.

Nefer Anbarı Şeyh Osmân Efendi

Kayserilidir. Mukaddemen Abaza şeyhi Abdurrahmân Efendi'nin Kayseri'de Cevân-ı Vatan Tekkesi'nde zâkirbaşı idi. Şeyhiyle İstanbul'a gelip, şeyhi katl olunca, Abdülehad en-Nûrî hazretlerine intisâb eyledi. İkmâl-i sülûk ile hilâfet aldıkta, Şemsi Paşa Zâviyesi'ne şeyh oldu. Dırağman (Dıraman)'da Tercemân Yûnus Zâviyesi meşîhati mahlûl olunca buraya nakl-i seccâde eyledi. Kırkbir sene icrâ-yı meşîhatle, irtihâli 1095/(1684)'dedir. Bu zâviyede medfûndur. Mezâr taşı bile olmadığını Dıraman şeyhi Şerefeddîn Efendi teessürle söylediler.

Şeyh Nazmî Efendi tarafından,

                                   "Vâh uçdu bülbül-i tevhîd Cennet bezmine "

                                   (واه اوچدى بلبل توحيد جنت بزمنه)

târîhi söylenmiştir.

"Nefes anbarı" diye şöhreti vardır.

                                   "Safâlar virdi nûrıyla dil ü câna seher zikri "

yolunda güzel ilâhiyyâtı vardır. (Kaddesa'llâhu sırrahû)

Bülbül-i şûrîdeyim huld-i naîm-dârıyım

Sanmanız beyhûdeyim huld-i naîm-dârıyım

........

....... (Okunamıyor)

Başka nutukları da varmış, ilm-i ledünnîye âşinâ olduğu müstedeldir.

Şeyh Hüseyin Efendi

"Esîrci-zâde" diye meşhûrdur. Muhammed Ağa Zâviyesi şeyhi idi.  Abdülehad en-Nûrî halîfesidir. İrtihâli 1105/(1693-94)'tir. Kabri Abdülehad en-Nûrî civârındadır. Yerine mahdûmu el-Hâc Yahyâ Efendi geçmiştir.

/374/ eş-Şeyh el-Hâc Yahyâ Efendi

Pederi "Esîrci-zâde Hüseyin Efendi" nâm zâttır ki, Muhammed Ağa Zâviyesi şeyhi ve  Abdülehad en-Nûrî halîfesidir. Pederinden tahsîl-i ulûm eyledi. Vâlidleri yerine post-nişîn oldu. Sülûku da pederlerindendir. Pederlerinin hayâtında sadr-ı esbak Dâmâd İbrâhîm Paşa halîlesi Fâtıma Sultân, Pîrî Ağa Mescidi'ni câmie kalb ve tevsî' edince Yahyâ Efendi'yi Cum'a vâizi ta'yîn eylemişti.

            Pederinin İrtihâlinden kırksekiz sene sonra âzim-i dâr-ı cinân olmuştur. Müddet-i meşîhati kırksekiz senedir. "Râhat-ı mürşid" (راحت مرسد) târîhidir (1153/1740). Abdülehad en-Nûrî civârında, pederi yanında defîn-i hâk-i gufrândır.

            Manzûm nutkları vardı :

                                   Nâr-ı aşkıyla yanup hâşâk-i efkâr-ı sivâ

                                   Tavr-ı dilde cilve-ger oldu fakat nûr-ı Hudâ

                                   Gönlüme keşf oldu mâhiyyât-ı eşyâ hem dahi

                                   Oldu ayn-ı sâbitim mir'ât-ı dilde rû-nümâ

                                   Kendi isti'dâdı üzre feyz olur mâhiyyete

                                   Hazzı isti'dâdımın gördüm cihânda ibtilâ

                                   Feyz-i akdesden alur feyz-i mukaddes sûreti

                                   Her ne yazarsa o sûretden yazar kilk-i kazâ

                                   Ger celâlinden görünse sûret-i kahr u gazab

                                   Çünki cânânıdır ol câna gelür zevk u safâ

                                   Gerçi nefsin gûşe-i hazzı cemâli sûreti

                                   Lâkin ammâ her ne olur ise olsun bize lâzımdır rızâ

                                   Çün alup bâd-ı fenâ resm-i vücûdun mahv ide

                                   Pes vücûd-ı Hak'la bulursın bakâ-ender-bakâ

                                   Nice bir uzletdesin Yahyâ çıkup meydâna gel

                                   Gel berü şimden gerü ol sâlikâna pîşvâ

Şeyh Rufey'â Abdurrahmân Efendi

Şeyh Nazmî Muhammed Efendi mahdûmudur. Pederinin yerine post-nişîn olup yirmidört sene meşîhati vardır. Şehîden irtihâlinde yerine birâderi Abdülmecîd Efendi şeyh oldu. Târîh-i şehâdeti, 1136/(1724) senesine müsâdifdir.

Abdülmecîd Efendi, âtîde yazılacağı üzere, 1133/(1721)'te, ya'nî birâderinden üç sene evvel irtihâl etmiş[34] ve bundan evvel âti't-terceme Îsâ Efendi de burada meşîhat ettiğine göre, Rufey'â Abdurrahmân Efendi, fi'len o kadar meşîhat etmemiş demek olur.

Târîh-i Râşid'de görüp aynen istinsâh ve buraya telsîk ettiğim tahkîkât şâyân-ı ibrettir :

"Katl-i Nazmî-zâde ve tertîb-i cezâ-yı kâtilân :

Kibâr-ı meşâyıh-ı Halvetiyye'den Nazmî Efendi merhûmun büyük mahdûmu, "Rufey'â" mahlası ile ma'rûf Abdurrahmân Efendi, Şehr-âyîn kurbunda, Barut-hâne yokuşunda Yavaşca Muhammed Ağa Zâviyesi ki, babası Nazmî merhûma nisbetle meşhûrdur, kendi bir mevtûe  câriyesi, bir Arap câriyesi ile sâkin iken, 1132 mâh-ı Recebinin 13'üncü (21 Mayıs 1720) sülesâ gecesi, şeyh ile mevtûesi maktûl bulunup, bu vak'a-i garîbenin hakîkati istitlâ' olundukta şeyh-i merkûm, Sultân Bâyezîd Câmi'-i şerîfinde sebt günü vâiz olup, ba'de-edâi'l-va'z istirâhat için Kaptanpaşa Hammâmı'na gelmeğin, yevmen mine'l-eyyâm hammâm-ı mezbûr dellâklarının ba'zılarından mahall-i tevfîr-i evzâ'-ı nâ-hem-vâr sudûruyla mütekeddir oldukta, hammâmcıyı ta'zîr ve muâheze etmeğin dellâkı def'e sebeb olmağla, ber-muktezâ-yı cibilliyyet, Arnavudî icrâ-yı mel'anet diyü, racîm-i merdûdî fikriyle şeyh-i mezbûra, sûret-i Hak'dan görünüp şeyhle safvet için ele ve eteğe mürâcaat ve hamâma yine duhûlüne şeyh-i mezbûra şefâat ettirdikten sonra, ber-âdet-i me'lûfe Şeyh Efendi ba'de'l-va'z hammâma girip, dellâk-i mezbûr ortağı bir gulâm-ı emrede kîse sürünürken mezbûr dellâk-i nâ-pâk ta'rîz-gûne Şeyh Efendi'ye, "Sultânım! Bana sû-i zann edip hâtırımı yıktınız ve yoldaşlarım arasında, hamâmdan beni koğdurmakla beni hacîl ettiniz. Bunu size helâl edemem. Meğer bir ziyâfet ile beni tatyîb edesiz." dedikte, Şeyh Efendi dahi, "Pek iyi, bir ziyâfet ile mutayyeb olursan sana ve ortağına bir değil, iki ziyâfet edeyim, helâl eyle." demeğin, kâfir-i bî-dîn, "Murâdım hâsıl oldu, fırsatı fevt etmek olmaz." diye gulâm-ı mezbûr ile mukâvele edip, "Sen ileri var, ben dahi ba'de'l-gurûb varırım." diye leyle-i mezbûrede, oğlan gurûbdan mukaddemce varıp, mezbûr dellâk üç refîk ile ba'de'l-gurûb gelip dakk-ı bâb ettiklerinde, Şeyh Efendi'nin taşrada hademe ve sarfı nâmına kimsesi bulunmamakla kendü gelip feth-i bâb ve "Ne aceb geciktiniz, size taâm çıkarayım." dediğinde, "Bizim karnımız tok, taâm istemeziz, hemen sohbet edelim." diye cevâb vermeleriyle, "İmdi bâri kahve getireyim." diye içeriye gidüp, pişirip kahve ile taşra çıkup içtiklerinden sonra musâhabet ve mülâtafeleri muârazaya mübeddel olduğunda, şeyh-i mezbûr, kasdların teferrüs ve tefehhüm etmeğin, hâlâs fikriyle, "Sizin karnınız aç, varayım taâm çıkarayım, aç ile eceli gelen söyleşür." yollu latîfe ederek kalkıp içeriye giderken odanın kapısı dibinde, onyedi, onsekiz yerinden carh u katl, ba'dehû hareme girip mevtûe câriyeyi kitap-hânesi önünde zebh ettiklerinde, matbahda Arap câriye, "Efendi darılmış, kadını döğüyor, şimdi gelir beni de döğer." havfıyla tavuk kümesine girip, sît ü sadâ etmeyip sabâh oldukta, mu'tâd  üzere efendisinin hizmetine terekkub ve intizâr edip, hilâf-ı âde tulûa dek efendisinden eser olmadığından odası kapısını dakkeder. Sadâ yok; mandalı kaldırıp içeri girdikte, kadının zebh olunmuş görüp, işâa kasdıyla sokağa uğrayıp cümlenin ma'lûmu olmuştur.

Mezbûr eşkıyâ Kaptanpaşa Hamamı'ndan ahz olundukta gulâm-ı emred-i mezbûr bir iki def'a müvâcehelerinde vukûu üzere takrîr ü i'tirâf etmeğin, icrâ-yı hükm-i kısâsda terk-i te'hîr ve cezâ-yı kârlarıyla sâir erbâb-ı fesâd terhîb ve tahzîr olundu.

Şeyh-i mezbûr, yegâne-i asr fahrü'l-müderrisîn Kâtib-zâde Mustafa Efendi ve Şehirli-zâde Efendi'den tahsîl-i ilm ü kemâl ve tarîk-ı Halvetiyye'de vâlidi şeyh-i merkûmdan tekmîl-i dâire-i evsâf-ı irfân ü efdâl etmişti. Hâsıl-ı kelâm hüsn-i takrîre mâlik olup, fesâhat ü belâgat üzere va'z etmede akrân, asrında değil selefde dahi olmadığı erbâb-ı temyîz ü insâf katında zâhir ve murâd ettikte her vâdîde sohbet-i dil-güşâ ve musâhabet-i cân-fezâya kâdir, mertebe-i cevelân-ı tab'ı ihâta-i vehmden hâric, vâdîsinde yegâne bir racül-i kâmil olup, evzâ' u ef'âlinde merdâne musâhabet ve muârazada mutlakü'l-inân olup, kangı pehlüvân olaydı ki, da'vâ-yı mukâvemet ile kuvvet-i hâfızada nazîri nâdir idi. Zâviye-i mezbûre câmiinin tahtında vâlidleri cenbinde medfûndur. Tecâveza'llâhu an seyyiâtihî ve efâda aleyhi min kemâli rahmetihî."

                                                           (Târîh-i Râşid, c. V, s. 212, Matbaa-i Âmire).

Bu zâtın pederi Şeyh Nazmî Efendi, Hz. Mısrî'nin ziyâde aleyhinde bulunanlardan idi. Mısrî-i müşârünileyhe karşı vâki' olan tecâvüzât ne gibi cezâyı istilzâm ettiğine, Nazmî-zâde'ye karşı zuhûr eden bu vak'a şâhid-i âdildir.

           

/375/ Şeyh Îsâ Mahvî Efendi

Abdülehad en-Nûrî hulefâsından Şeyh Fethî Abdülkerîm Efendi halîfesidir. Gerede'ye tâbi' Kadılar karyesindendir. Şehzâde Câmi'-i şerîfi vâizliğinde bulunmuştu. Sonra Dıraman Tekkesi şeyhi ve Süleymâniyye Câmii vâizi oldu. Haremeyn-i Muhteremeyn'e âzim olup, avdetinde, "mâte Îsâ ve lem-yemüt hubb" (مات عيسى ولم يمت حب) "Geldi zamânı kıldı nüzûlü, me'vâ-yı Şâm'a Îsâ Efendi." (كلدى زمانى قليلدى نزولى مأواى شامه عيسى افندى)  1127/(1715)[35].

Şâm-ı şerîfde Sâlihiyye'de bir Kadir gecesi irtihâl-i dâr-ı naîm eyledi. Hz. Şeyhü'l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî Efendimizin türbesi civârında âsûde-nişîn-i rahmet-i bî-pâyân oldu. Hâric-i türbede Emîr el-Hâc Îsâ Paşa'nın kabri yanında medfûn olduğunu Hadîkatü'l-Cevâmi''de okudum.

Müretteb Dîvân'ı ve Müfîdü'l-İ'râb isminde eseri ve daha ba'zı te'lîfleri vardır. Şu na't-ı şerîf müşârünileyhindir :

                                   Derd-mendim mücrimim dermâna geldim Yâ Rasûl

                                   Sâilim muhtâcınım ihsâna geldim Yâ Rasûl

                                   Ka'be-i vaslın yolunda sa'y idüp düşdüm garîb

                                   Gayri neyim cânımı kurbâna geldim Yâ Rasûl

                                   Nâr-ı hasret câna geçdi cân atup cânım sana

                                   Aşk ile dîdârını seyrâna geldim Yâ Rasûl

                                   Akl u fikrim aldılar heb râh-ı Hak düşmenleri

                                   Baş açık yalın ayak dîvâna geldim Yâ Rasûl

                                   İntisâb-ı zât-ı pâkin afv-ı cürme çün sebeb

                                   Sen şefâat hem mürüvvet kâna geldim Yâ Rasûl

                                   İtme Mahvî bendeni red ey şefâat ma'deni

                                   Sen gibi ihsânı çok sultâna geldim Yâ Rasûl

                                                       *     *    *

                                   Yokluğunda var olan varlıkda bilmez yokluğu

                                   Sohbet-i yâr lezzetin bilmez beğim ağyâr olan

Hz. Nasûhî-i Şa'bânî ile aralarında muhabbet-i şedîde husûl bulmuş. (Oraya mürâcaat).

Şeyh Abdülmecîd Efendi

Şeyh Nazmî Efendi-zâdedir. İsâ Mahvî Efendi'den sonra Dıraman ve nâm-ı aslîsi Yavaşca Muhammed Ağa Zâviyesi'nde şeyh olmuştur. 1133/(1721)'te irtihâline nazaran, altı sene kadar meşîhatte bulundukları anlaşılır. Dergâh-ı mezkûrede medfûndur. (Kaddesa'llâhu esrârahum).

Burası bir zamân Kâdirî tarîkından meşâyıha, ahîren meşâyıh-ı Sünbüliyye'den Şerefeddîn Efendi'ye geçmiştir.

/376/ Şeyh Abdurrahîm Münîb Efendi

Şeyh Fethî Abdülkerîm Efendi'nin küçük oğludur. Üsküdar'da Vâlide-i Atîk Dergâhı meşîhatinde bulundu. "Fâzıl-ı refîk" (فاصل رفيق) târîh-i irtihâlidir (1125/1713).[36] Peder-i ekreminin kabri yanında defîn-i hâk-i mağfirettir.

"Hâdî-i sübül, zât-ı kerem-kâr Muhammed" tarzında pek zârifâne âşıkâne na'tları vardır.

Şeyh Ahmed Vahdî Efendi

Yenikapı dâhilinde Mi'mâr Tekkesi şeyhi ve Şeyh Nazmî Efendi halîfesi idi. "Vakt-i hicret" (وقت هجرت) târîh-i rıhletidir (1114/1702). Tekkesinde medfûndur. İlâhiyyâtı vardır :

                                   Tulû' itsün Hudâyâ şems-i izzet

                                   Kerem kıl ey muîn-i müstemendân

                                   Dili kılsun münevver nûr-ı vahdet

                                   Kerem kıl ey muîn-i müstemendân

                                                     *    *    *

Bir tedkîk :

Şeyh Abdülehad en-Nûrî hazretleri zamânında tarîkat-ı aliyye-i Şemsiyye-i Sivâsiyye sür'atle intişâr ederek, Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye müellif-i muhtereminin nakline göre, kırk kadar zâviye teessüs etmiştir. Şemsiyye ve Sivâsiyye ve hattâ diyebilirim ki, Nûriyye şu'beleri, neşr-i feyz-i tarîkatta nâm kazanmışlardır.  Abdülehad en-Nûrî hazretleri de, zamânının müceddidi idi. Fakat bu şuab-ı tarîkat, hayrü'l-hâlef yetiştirilememesinden dolayı zâviyeleri başka tarîk ricâli eline düşmüş. İstanbul'da elyevm Sivâsiyye şu'besine mensûb olarak Taşkasab'da Zeyn-i Saâdet Dergâhı kalmıştır. Silsile-i nesebi Abdülehad en-Nûrî hazretlerine müntehî Şeyh Yûsuf Ziyâeddîn Efendi ihyâ etmekte ve bu dergâh esâsen bir zâviye-i Nakşıbendiyye olduğundan, hatm-i hâcegân dahi okunmaktadır.

Şeyh Kâsım Efendi

Mûmâileyh Yûsuf Ziyâeddîn Efendi'nin pederidir. 1197/(1783) senesinde Dağistan'da mehd-ârâ-yı âlem-i şuhûd olup, yüzyirmidokuz sene muammer olduktan sonar 1326/(1910) senesi şehr-i Mayısında İstanbul'da irtihâl-i dâr-ı cinân eylemiş ve post-nişîni olduğu mezkûr dergâh-ı şerîfin hazîresinde defîn-i hâk-i gufrân olmuştur.

Müşârünileyh sâdât-ı kirâmdan olup, Seyyid Yahyâ-yı Şirvânî vâsıtasıyla /377/ İmâm Hüseyin (radıya'llâhu anh) efendimiz hazretlerine müntehîdir. Terceme-i hâllerine müteallık bir levhada şu ibâreyi okudum :

            "Silsile-i nesebi İmâm Ca'fer es-Sâdık'a müntehî kâim-i makâm-ı Yûsuf, mısr-ı irfân Ziyâeddîn hazretlerinin evlâd-ı hakîkî vü ma'nevîsi, Dağistân nakîbü'l-eşrâfından el-Gâzî es-Seyyid el-Hâc eş-Şeyh Kâsım Efendi hazretleri, tarîkat-ı aliyye-i Nakşıbendî-i Hâlidiyye'ye ve Şemsiyye-i Sivâsiyye-i Halvetiyye'ye nisbet-dâr bir şeyh-i irfân-şiâr olup, turuk-ı sâireden de nasîb-dâr-ı feyzdir. Yüzyirmidokuz sene yaşamış muammerîndendir. Taşkasab'daki Nakşıbendî dergâhında onüç sene seccâde-nişîn-i reşâdet olup, Nakşıbendî ve Halvetî usûllerini îfâ etmiştir. Şemsiyye-i Sivâsiyye tarîkının zamânımızda mümessili idi. Mayıs 1326 senesinde âzim-i dâr-ı cinân olmuş ve dergâh hazîresine defn olunmuştur."

Pek iyi söylenmemiş olan şu manzûme târîh-i vefâtlarına dâirdir :

                                   Şuhûd-ı Hak safâ kalbinde kâim

                                   Anınçün hâiz oldu Şeyh Kâsım

                                   O nefs-i mutmeinne sâhibidir

                                   Odur mürşid mürebbî Şeyh Kâsım

                                   Onun cânı bu gün cânâna irdi

                                   Teni yerde yer itdi Şeyh Kâsım

                                   Dede Osmân'a Hak'dan geldi târîh

                                   Matîb-i Hakk'a göçdü Şeyh Kâsım

                                   (مطيب حقه كوچدى شيخ قاسم)

                                                  *   *   *

                                   Şeyh Seyyid Hâcı Kâsım ehl-tarîka tâc-ı ser

                                   Zât-ı pâkidir hakîkat burcuna şems ü kamer

                                   Zâhid inkâr itme işbu zât-ı pâkin bâtının

                                   Rûz-ı mahşerde sakın kıl havf-ı Bârî'den hazer

Şeyh Kâsım uzunca boylu, iri kemikli, fakat zaîf; beyâz sakallı, güzel, melîhu-l-vech bir zât idi. Dâimâ asâ ile ve yeşil biniş ile ve tâcıyla gezer idi. Saçları uzun olup, tâcının sarığına sokulu idi. Tâcı üzeri düz ve işlemeli beyâz ve tepesinde bir akîktan düğme vardı. Yeşil sarık sarardı. Halîm, selîm, mesleğine âşık, fukarâ-perver, kendi hâlinde bir zât-ı kerîmü's-sıfât idi.

Mahdûmu da pederinin eserine tebeıyyet etmektedir. (Tavvela'llâhu ömrehû ve zâda'llâhu feyzehû).

/378/ Şeyh Seyyid Muhammed Hasîb Efendi

Meşhûr Himmet-zâde dâmâdı Abdülhâlîm Efendi mahdûmudur. Ulemâ ve urefâdandır. Süleymâniyye vâizi olduğu gibi, Şeyh Nazmî-zâde Abdülmecîd Efendi'den sonra Muhammed Ağa Zâviyesi'ne şeyh olmuş idi. "İzzet-i behişt" (عزت بهست) târîh-i rıhletidir (1184/1770). Demek ki ellibir sene meşîhatte bulunmuştur.

Şeyh el-Hâc Sırrî Seyyid Muhammed Efendi

Mûmâileyh Hasîb Efendi yerine şeyh olmuştur. Burada medfûndur. (Kaddesa'llâhu esrârahum)

Sûzî Şeyh Ahmed Efendi

Şemsî-i Sivâsî ahfâdındandır. Sivaslı olup, âşık bir zâttır. Hâdimî merhûmun şâkirdlerinden olup, 375. sahîfede isimleri mezkûr Şeyh Abdülmecîd Efendi'den müstahlefdir. 1246/(1830)'da irtihâl eylemiş, Sivas'ta Şemsî-i Sivâsî civârında defn olunmuştur. "Sûzî" mahlaslı ilâhiyyâtı ve Dîvân'ı vardır ve matbû'dur. Kasîde-i Bür'e Tercümesi ve Sülûk-nâme cümle-i te'lîfâtındandır.

                                   Ne ararsın bu fenâ bâğında sen

                                   Dil gülistânındaki ezhârı gör

Sahvî Şeyh Muhammed Sâlih Efendi

375. sahîfede geçen İsâ Mahvî Efendi mahdûmudur. 1173/(1759-60)'te vefât eyledi. Tercemân Yûnus Dıraman Câmii hazîresinde medfûndur. Tezkire-i Râmiz'de eş'âr-ı ârifânesi vardır :

                                   Cemâlin âleme mihr-i münevver Yâ Rasûla'llâh

                                   Vücûdun cümleten nûr-ı Musavver Yâ Rasûla'llâh


             

                       

ŞA'BÂNÎLER

/381/ Tarîkat-ı aliyye-i Şa'bâniyye, tarîk-ı Halvetînin en büyük ve  en mühim bir şu'besidir. Öyle bir şu'be ki, Anadolu'dan zuhûr ederek Rumeli, Sûriye, Mısır, Tırablus-garb, Tunus, Cezâyir, Fas ile Medîne-i Münevvere, Mekke-i Mükerreme, Yemen ve Hindistân'a kadar dal budak salmış bir şecere-i azîme-i Halvetiyye'dir. Bu mertebede intişâr, turuk-ı aliyyenin pek azına nasîb olmuştur. Pîr-i muazzamı, kutbu'l-evliyâ, zahru'l-asfiyâ, matla'-ı âfitâb-ı kerâmet, şeyhu'l-meşâyıh, berzehu'l-berâzıh olan Hz. Şa'bân-ı Velî (kuddise sırruhu'l-celî) efendimizdir (kaddesa'llâhu sırrahû). Silsile-i tarîkatları dördüncü şeyhde pîr-i tarîk-ı Halvetî Seyyid Yahyâ-yı Şirvânî (kuddise sırruhu'r-rabbânî) hazretlerine müntehîdir :

Hz. Şa'bân-ı Velî'nin şeyhi Hayreddîn-i Tokâdî hazretleri, onun şeyhi Muhammed Cemâleddîn-i Halvetî hazretleri, onun şeyhi Muhammed-i Erzincânî hazretleri, onun şeyhi Seyyid Yahyâ-yı Şirvânî.

(Hz. Şa'bân-ı Velî)

Hz. Şa'bân-ı Velî'nin târîh-i velâdeti : 905/(1499-500); müddet-i ömrleri : 72 (sene); târîh-i intikâlleri : 977(1569-70)'dir. Maskat-ı re'si, Kastamonu mülhakâtından Taşköprü'de Harmancık mahallesinde, Çifte Hacılar sokağında, pederlerinin hânesidir. Bu hâne, yakın zamâna kadar mevcûd idi. Hânenin kurbünde, müşârünileyhin nâmına mensûb bir mescid ve hâne ve derûnunda bir kuyu vardı ki, eyyâm-ı mübâreke-i Ramazânda bunun suyuyla teberrük ederlerdi. Abdurrahmân Nûreddîn Paşa vilayeti devr esnâsında burayı ziyâret ve mahallenin ismini "Şa'bân-ı Velî Mahallesi" diye tesmiye eylemiştir. Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye sâhibi Sâdık Vicdânî Bey böyle naklediyor.

                                   Yegâne kutb-ı zamândır Cenâb-ı Pîr Şa'bân

                                   Ferîd-i bâğ-ı cinândır Cenâb-ı Pîr Şa'bân

                                   Mürîdi kem-teri Vassâf'ına feyiz-bahşâ

                                   Şefîk-ı mürşid-i cândır Cenâb-ı Pîr Şa'bân

Hz. Şa'bân, henüz küçük yaşta iken babadan, anadan yetim kalmış idi. /383/[37] Lâkin arz-ı hâl etmeden bî-çâre kullarının ahvâline vâkıf ve nâzır olan Hz. Allâhu Zü'l-kemâl'in feyz ü ilhâmıyla, Hz. Fahr-i kâinât (salla'llâhu aleyhi ve sellem)'i besleyen Halîme Dâye gibi, ehl-i şefkat bir hâtûn Hz. Şa'bân'ı alıp, evlâd edinmiş ve hasbeten li'llâh besleyip cânı gibi sevmiş idi.

Sinn-i tahsîl hulûl edince, evvelâ Hz. Kur'ân'ı okuyup, ba'dehû ulûm-ı mürettebeyi tahsîle koyulmuştur. Tahsîli kısmen Taşköprü'de ve kısman Kastamonu'dadır. İlm-i kırâati dahi elde etmiş idi.

Ahlâk-ı hasenesi pek yüksek olup, edeb ve vakâr ve emânet ve salâh ile henüz genç yaşında beyne'l-akrân bir mevki'-i mümtâza sâhib olmuşlardı. Ulûm-ı müktesebesini bir derece daha ileri götürmek ârzûsuyla İstanbul'a gelip, Fâtih medreselerinin birinde ikâmetle, müderrisînden ulûm-ı âliyeyi tahsîle bezl-i makderet buyurmuşlardı.

Bu kadar ilmden maksûd-ı aslî olan ilm-i ledünnü elde etmek için tasavvufa merâk sarıp, tasfiye-i bâtın ve ikmâl-i sülûk etmeye meyl etmiş idi. Kendisiyle hem-meşreb ulemâ ile görüşürlerdi. Bazan hücrelerinde inzivâ buyurup, kapısını kilitleyerek tard-ı kesret ve ihtiyâr-ı gûşe-i vahdet buyurdukları da olurdu.

Konrapalı Şeyh Muslihuddîn Efendi

Bolu'da Konrapalı Muslihuddîn Efendi, mürşid-i mükerremleri Şeyh Hayreddîn-i Tokâdî hazretleri tarafından irşâda me'mûr buyrulmuş idi. Şa'bân Efendi henüz müntesib ve müstahlef değildi. Esnâ-yı râhda mûmâileyh Muslihuddîn Efendi ile tesadüfen bulunup görüşmüşler. Fakat Muslihuddîn Efendi düşünmüş, "Ben hilâfete ve irşâda kendimde tâkat bulamıyorum; böyle acz ü kusûr ile nasıl hizmet ederim." diye dönüp azîzinin hizmetinde bulunmağa karâr verir. Şa'bân Efendi bu hâle muttali' olunca mütehayyir kalır. Fakat Muslihuddîn Efendi'nin sûretine bakmayıp hâline nazar etti ve gördü ki, o zâtta ucb u gurûrdan eser kalmamış. Alâmet-i kemâl olan acz ü tevâzu' zuhûra gelmiş. Bunun üzerine Muslihuddîn Efendi'ye, "Kardeşim bu hâlin iyi bir haslettir; lâkin dönüp mürşidin yanına gidilmesi, zannedersem muvâfık-ı edeb değildir. O ma'nâya mahmûl olur ki, ben henüz kâbiliyyet hâsıl etmeden beni me'mûr eylemeniz, bu işi iyice takdîr etmemiş olduğunuza delâlet eyler ve mürşidiniz üzerinde sû-i te'sîr husûle getirir." dediler. Muslihuddîn Efendi, bu sözlerden mütenebbih oldu. Fenâdan sonra hâl-i bakâ ve vücûd-ı hakkânî ve tecelî-i Rabbânî /384/ zuhûra geldi, me'mûr olduğu yere gitti. Hayreddîn Efendi'nin irtihâlinde ona hayrü'l-hâlef oldu. Hz. Şa'bân-ı Velî, bidâyeten bu zâtı hak yola sevk etmiş olmak i'tibârıyla, kendisi de Hayreddîn-i Tokâdî'nin mazhar-ı feyzi oldu.

Şeyh Muslihuddîn, Cenâb-ı Şa'bân'a tarîkat âdâb u erkânını ve sülûk yollarını öğretmiş, o da bunları hüsn-i telakkî ederek tarîk-ı mücâhedede neş'e-dâr olmağa başlamış idi. İsti'dâd-ı zâtîsi onu, Hayreddîn'in mazhar-ı feyzi eylemiştir.

Bu tesâdüf pek hoş bir şekilde vâki' olmuştur. Şöyle ki :

Şa'bân Efendi İstanbul'dan memleketine avdet ederken esnâ-yı râhda bir ağaç altında birkaç kişiyi oturmakta görür. Arkadaşıyla berâber biraz dinlenmek üzere bu zevâtın yanına varırlar. Hayreddîn-i Tokâdî bu zevâtın biri imiş. Birbirlerini henüz gördükleri cihetle, her iki taraf yek-dîgerini tanır. Sohbet esnâsında Hz. Şa'bân'a bir âyet-i kerîmenin ma'nâsından sorar. Şa'bân efendi, kudret-i ilmiyyesini ızhâr ile, her bir müfessirin kavline göre ma'nâlar verir. Hayreddîn Efendi de bir ma'nâ verir; tafsîl ve tefsîr eder. Şa'bân Efendi lâl olur; bu ma'nâ onun okuduğu şeylere benzemiyor, daha yüksek şeyler ihsâs eyliyordu. Müfârakat zamânı gelir. Arkadaşı Şa'bân Efendi'ye, "Birâder haydi gidelim." der. O ise, "Kardeşim ben gidemeyeceğim. Bu zâttan ayrılamayacağım. Eğer siz gitmek ârzûsunda iseniz beni ma'zûr görünüz. Size uğurlar olsun." cevâbını verir ve Hz. Hayreddîn'in dâhil-i dâire-i irfânı oluverir.

Şeyh Hayreddîn-i Tokâdî

Eâzım-ı meşâyıh-ı Halvetiyye'den bir şeyh-i kerîmü'l-haslettir. Şeyh Cemâl-i Halvetî hazretlerinin halîfesi olup, Cenâb-ı Şeyh Sünbül Sinân-ı Halvetî ile pîr-daşdır. Hz. Sünbül zamânında da hânkâh-ı Hz. Sünbül'de bir hizmetle mükellef  olmuşlardır.

Tokatlıdır. Bursa'da Murâdiyye Medresesi'nde müderrislik edip İstanbul'a geldiklerinde, bidâyeten Kâsım Çelebi hazretlerinin, bi'l-âhare Cemâl-i Halvetî hazretlerinin mazhar-ı füyûzâtı olmuşlardır. Menâkıb-ı Hz. Şa'bân-ı Velî'de manzûr-ı fakîrânem olduğuna nazaran, nefs-i Bolu'da ve ba'zan Düzcepazar'da meşgûl-i irşâd olmuşlardır. Bolu'da Dütaş nâm mevzi'de defîn-i hâk-i gufrândır.

Envâ'-ı kemâlât-ı irfâna mazhar idi. Nice kimseleri irşâd buyurdukları gibi, Şa'bân-ı Velî gibi bir kutb-ı zamânı yetiştirmekle meleke-i irşâdlarını âleme göstermişlerdir. (Kaddesa'llâhu sırrahû).

                                                        -    -    -

/385/ Hz. Şa'bân-ı Velî efendimizin, Ömerü'l-Fuâdî hazretlerinden başka menâkıb-ı şerîfelerini yazan olmamıştır. O da muhtasar add olunur. Hayât-ı umûmiyye vü husûsiyyesi hakkında terceme-i hâl teşkîl edecek ma'lûmât noksândır.

Şa'bân Efendi, Hayreddîn-i Tokâdî hazretlerinin ne kadar müddet dâhil-i dâire-i irfânları olduğu ma'lûm değildir. İkmâl-i sülûk ile nâil-i rütbe-i irşâd ü hilâfet olduktan sonra, Kastamonu'da ricâl-i Halvetiyye'den Şeyh Sünnetî Efendi tarafından inşâ olunan dergâhda nice cânları, mürde-dilleri sîr-âb u ihyâ buyurdular. Kastamonu'ya geldikleri zamân Honsalar-Hunsâlar Mahallesi câmiinde va'z eylediler. (Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye)

Esnâ-yı sülûklarında, "Şa'bân Dede" diye tesmiye olunduklarından, Mahvî Efendi merhûm, şu medhiyyesiyle müşârünileyhin derece-i kemâline tercümân olmak istemiştir :

                                   Anladım bir bahr-ı bî-pâyân imiş Şa'bân Dede

                                   'Küntü kenz'in gevherine kân imiş Şa'bân Dede

                                   Mürde-diller bulur enfâs-ı Mesîh'inden hayât

                                   Cân-ı âlem Îsi-i devrân imiş Şa'bân Dede

                                   Her marîz-ı cehl olana şerbet-i irfân virir

                                   Çâresizler derdine dermân imiş Şa'bân Dede

                                   Hak teâlâ dâim eyler kalb-i pâkine nazar

                                   Her nazarda manzar-ı Rahmân imiş Şa'bân Dede

                                   Hükm ider gayb u şehâdet kişverine ser-te-ser

                                   Her dü-âlem mülküne sultân imiş Şa'bân Dede

                                   Zâil eylerse şeb-i kesret zalâmın hükmüdür

                                   Burc-ı vahdetde meh-i tâbân imiş Şa'bân Dede

                                   Âlem-i ulvîde her dem Mahviyâ seyrân ider

                                   Himmeti a'lâ aliyyü'ş-şân imiş Şa'bân Dede

Sinîn-i medîde meşgûl-i irşâd oldular. Sinn-i şerîfleri şeyhûhete resîde oldu. Hânkâh-ı münîflerinde, hâlen ziyâret-gâh olan hücre-i mübârekelerinde alâ-rivâyetin yedi sene inzivâ buyurarak dünyâ yüzü görmemiş, müşâhede-i hakîkatle makâm-ı ubûdiyyette Cenâb-ı Hakk'a ibâdetle iştigâl buyurmuştur. /386/ Bu müddet zarfında cemâaate çıkmayıp hücrelerinde edâ-yı salât ederlerdi. Halbuki bu müddet zarfında ale'l-ekser Ka'be-i Mükerreme'de namâz kıldıklarını ehl-i keşf azîzlerden çoğu görmüş, nakl etmişlerdir.

Herkes onun pîr-i tarîk olduğuna kâni' olmuş, nâm-ı şerîfini "Hz. Pîr" diye yâd etmeğe başlamış idi. El'ân Kastamonu'dan gelen yolculara yolda râst gelindikte, "Nereden geliyorsunuz?" diye soruldukta, "Hz. Pîr'den geliyoruz." cevâbını verirler. Halk nazarında da, çok muhterem add olunduklarına bir delîl-i dâimîdir. Ser-â-pâ nûr-ı mücessem olmuş, şarktan garba nûr-ı irfânı ifâza etmiş idi. Meclis-i irfânına uzaktan yakından şitâbân olanların adedi çoğalmış, herkes onun cemâl-i tâb-nâkına meftûn u hayrân olmuş idi.

                                   Mazhar-ı sırr-ı Alî Hazret-i Şa'bân-ı Velî

                                   İlm ü irfânı celî Hazret-i Şa'bân-ı Velî

                                   Nûr-ı kutbiyyet ile rehber-i uşşâk olmuş

                                   Bu cihâna geleli Hazret-i Şa'bân-ı Velî

                                   Bende-i hâlısı Vassâf'ı feyiz bulmadadır

                                   Bezl-i himmet ideli Hazret-i Şa'bân-ı Velî

Hz. Şa'bân-ı Velî'nin, mürîdânına şefkati pek ziyâdesiyle gâlib idi. Kendilerine arz-ı muhabbet edenlerin ve ilâ-yevminâ hâzâ, arz-ı nisbette bulunanların kalblerini nûr-ı iltifâtlarıyla, el'ân meşhûn buyururlar.

                                   Benim pîrim mübeccel dest-gîrim Şeyh Şa'bân'dır

                                   İki âlemde elbette zahîrim Şeyh Şa'bân'dır

                                   Nesîm-i feyz ü himmetle dem-â-dem kalbimi okşar

                                   Mükerrem kutb-ı efhamdır emîrim Şeyh Şa'bân'dır

                                   Mürîd-i râh-ı Hakk'a dem-be-dem îsâr-ı feyz eyler

                                   Benim âlî- nazar pîr-i hatîrim Şeyh Şa'bân'dır

                                   Tarîkında nice esrâr nümâyân olmada her ân

                                   Bu zulmet-hâne-i tende münîrim Şeyh Şa'bân'dır

                                   Fakîri kem-teri Vassâf'ına lutf-ı ilâhîdir

                                   Benim âlî-nazar pîr-i kebîrim Şeyh Şa'bân'dır 

Âtîde bahs olunacağı vechile, muharrir-i kem-terin ilk nisbetim tarîkat-ı aliyye-i Şa'bâniyye'yedir. Şeyhimin irtihâliyle Gülşenî'den, bi'l-âhare Uşşâkî'den mazhar-ı feyz olmağa çalıştım ve çalışıyorum. O zamân söylenmiş medhiyyelerdendir.

                       

Menâkıb-ı şerîfeleri insânı cidden zevk-yâb edecek meâliyyât ile mâlîdir. "Bize kahr yüzünden gelenler lutf gördüler. Bilmem ki lutf yüzünden gelenler ne olur?" buyururlarmış. Bu sözleri âtîdeki hikâye-i meşhûreden tevellüd etmiştir :

/387/ Ahâlî-i Hırıstiyâniyyeden biri son derece fakr u zarûrete dûçâr olur. Te'mîn-i maîşetten âciz kalır; hırsızlığa karar verir. O sırada Kastamonu'da büyük bir hırsız kumpanyası varmış. Onların cem'iyyetine dâhil olmak ârzûsuna düşerek mürâcaat eder. "Seni kabûl ederiz, lâkin evvel emirde bir teklîfimiz var : Şurada büyük bir tekke var, o tekkenin şeyhinin odasında gâyet kıymet-dâr bir iskemle duruyor, onu çalıp bize getirmelisin." derler. Bu iskemleyi ağniyâ-yı zamândan ve asdıkâ-yı Hz. Şa'bân'dan bir zât, hediyyeten kendilerine takdîm etmiş; çok kıymet-dâr imiş. Hz. Pîr hücrelerinden hiç çıkmadıklarından, hırsızlar hayli zamân tarassud etmişler, bir fırsat bulup çalamamışlar. Bu sebeple, bu işi o Hırıstiyana tahmîl etmişler. Hırıstiyan, der-uhde ettiği bu fi'l-i sirkati vücûda getirmek için fırsat-bîn olur. Garîb bir hâl, kırk gün çalmak için müterakkıb olmuş, muvaffak olamamış.

Hz. Pîr, bu işe kuvve-i kudsiyyeleri ile vâkıf idi. Kırkıncı günü idi. Ricâlü'l-gaybdan biri intikâl etmiş, yerine âhar birinin ta'yîni için Hz. Pîr'e mürâcaat etmişler. Onlar ise "Kırk gündür bizim odamıza girmeğe müterakkıb olarak duran bir Hırıstiyan var, hidâyet-i ilâhiyye erişmiştir; onu münâsib gördüm." buyurmuşlar. Bunun üzerine o Hırıstiyanı yakalamışlar. Zavallı bahtiyâr çok korkmuş; te'mîn etmişler, huzûr-ı Hz. Pîr'e getirmişler. Orada derhâl îmân-ı ezelîsini ızhâr ile ricâlü'l-gayba dâhil olmuştur.

                                   Mefhar-ı ehl-i velâ Hazret-i Şa'bân-ı Velî

                                   Medh ü tekrîme sezâ Hazret-i Şa'bân-ı Velî

                                   Muhtefî genc-i nihânında onun gevher-i zât

                                   Vâkıf-ı sırr-ı Hudâ Hazret-i Şa'bân-ı Velî

                                   Kutb-ı yektâ-yı zamân olduğuna şek yokdur

                                   Mefhar-ı şâh u gedâ Hazret-i Şa'bân-ı Velî

                                   Halvetî güllerinin en güzelidir zâtı

                                   Gül-i gül-zâr-ı vefâ Hazret-i Şa'bân-ı Velî

                                   Bâb-ı medhinde anın her ne dinilse azdır

                                   Lâyık-ı medh u senâ Hazret-i Şa'bân-ı Velî

                                   Nazarı derd-i mürîdâna devâdır Vassâf

                                   Bil ki dârû-yı şifâ Hazret-i Şa'bân-ı Velî

Şeyh Ömerü'l-Fuâdî hazretleri, alâ-rivâyetin Hz. Pîr efendimiz hakkında iki menâkıb-nâme yazmışlardır. Biri büyük, dîgeri muhtasar imiş. Muhtasar olan 1294/(1877) senesinde, nüsha-i aslîsinden iktibâsen Kastamonu Matbaası'nda basılmıştır. Bir nüshası kütüp-hâne-i âcizânemi tezyîn eder. /388/ Bunda mestûr-ı sahîfe-i ihtirâm kılındığı vechile, Hz. Pîr Şa'bân-ı Velî'nin üçyüzaltmış halîfesi vardır. Memâlik-i İslâmiyye'nin her cihetine me'mûren i'zâm buyurulmuştur. "Üçyüzüne ben duâ ettim, altmışına da Sultânü'l-Enbiyâ aleyhi ekmelü't-tehâyâ efendimiz hazretleri duâ buyurdular. " derler imiş.

Ulûm-ı akliyye vü nakliyyede deryâ-yı bî-pâyân oldukları hâlde, halka karşı ümmî sûretinde görünürler ve ilm-i zâhirin mekrinden pek ziyâde hazer buyururlar imiş. Kendilerinden fetvâ istenilse, "Müftîye mürâcaat ediniz; iklîm-i vücûd-ı insânîdeki ilm-i bâtına âid fetvâ bizde vardır. " dedikleri menkûldür.

Mürşidü's-sekaleyn oldukları cihetle, tâife-i cinden dahi mürîdânı var imiş. Bunun için bir menâkıb-nâme kaleme alınmıştır.

Mukaddemce Seyyid Sünnetî Efendi hazretlerinin ihyâ-kerdesi olan mescide ihtiyâr-ı inzivâ eyleyip, sonra ahâlî-i beldenin ricâ ve istirhâmı üzerine Honsalar Câmi'-i şerîfinde zikr ü tevhîd ile meşgûl olduklarını Ömerü'l-Fuâdî yazıyor. Sâdık Vicdânî Bey'in bâlâda Tomâr-ı Turuk'undan nakl eylediğime göre, bu câmi'de va'zı evvel, Sünnetî Efendi Dergâhı'nda ikâmeti sonra zannolunmuş ise de Ömerü’l-Fuâdî hazretlerinin beyânı daha doğru olmak lâzım geleceği der-kârdır.

Hz. Pîr efendimizin Haremeyn-i muhteremeyni ziyâreti ne târîhde vâki' olduğuna dâir ma'lûmâta dest-res olunamadı. Kendilerine "Hacı Şa'bân-ı Velî" denilmekte olması, her hâlde ziyâret-i Haremeyn'in netîcesi verilmiş bir lakabdır.

 

Ömerü’l-Fuâdî buyuruyor ki :

            "Şa'bân Efendi hazretlerinin ömr-i azîz-i safâ-âmîzleri bi-emri'llâh tamâm oldukta vâsıl-ı mertebe-i rûh-ı kuds olup, tekmîl-i merâtib-i ilâhiyye eden nefs-i kudsîleri cânib-i akdes-i ilâhîden

(يَا أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ. ارْجِعِي إِلَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَّرْضِيَّةً. )[38] 

 nidâsını gûş u sâkî-i bâkî elinden,

(كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ)[39] şarabını nûş edip,

(ثُمَّ إِلَيْنَا تُرْجَعُونَ)[40] hükmüyle rûh-ı pür-fütûhları âlem-i illiyyîne  urûc etti. Cism-i latîf-i misk-âsâları, nâfe-i merkad-i münevver-i muattarlarına defn olundu. Bugünkü günün hâlini vasfa kimse muktedir olamaz. Hâl-i ihtizârlarında  iken cümle ahibbâ ve dervîşân huzûr-ı şerîflerine dâhil oldukda, her birine nasîhat edip, tatyîb-i hâtırlarına bezl-i inâyet buyurmuşlardır."

/389/ Şeyh Şa'bân'ın İrtihâlleri  :

Hz. Pîr'in  âlem-i nâsûttan çekilmesi hasebiyle  umûma sirâyet eden  âteş-i iftirâkın te'sîrât-ı azîmesi  baş göstermiş idi. Ağlamadık kimse  kalmadı. Li-hikmeti'llah irtihâllerinden  kırk gün sonraya kadar mütemâdiyen yağmur yağıp semâ bile ağladı

 

Garîb bir tesâdüf olarak arz edeyim :

 

Bu satırları yazar iken 11 Hazîran 1340/(1924) ve 9 Zi'l-ka'de 1342 târîhine ve yevm-i Çarşambaya tesâdüf etti. Ba'de'l-asr saat onu yirmi geçiyordu. Hava karardı, lamba yakmağa mecbûr oldum. Şiddetli bir yağmur yağmağa başladı. Her tarafta kurak te'sîriyle sıkıntı vardı. Semânın bükâsı, ehl-i arza, Cenâb-ı Pîr hürmetine bâis-i rahmet ü menfaat oldu. (Kaddesa'llâhu sırrahû ve nefeana'llâhu bi-berekâtihî ve fuyûzâtihî)

İrtihâlleri, 976 senesi şehr-i Zi'l-ka'desinin onsekizinci (4 Mayıs 1569) Cum'a gününe müsâdifdir. "Eyledi Şa'bân Efendi azm-i dil-dâr-ı cinân" (ايلدى شعبان افندى عزم دلدار جنان) târîhidir. Techîz ü tekfînine mübâderet olundu. Ganî, fakîr cümle halk hizmet-i şerîfesine cân attı.

Kastamonulu meşhûr âlim ve Süleymâniyye Câmi'-i şerîfi vâizi Şeyh Muharrem Efendi ve hulefâ-yı Hz. Pîr'den Muzaffer Dede, kemâl-i ta'zîm ile gasl eylediler. Halk o derece hizmete rağbet göstermiştir ki, ta'rîfe sığmaz., Hîn-i gaslde akan suları şifâ niyyetine herkes getirdiği kaplara aldılar. Bir damlasını yere düşürmediler. Hücre-i mübârekelerindeki hasırı pâre pâre edip, herkes teberrüken bir parçasını aldı. O yevm-i hüzn-intimâda kesret-i izdihâmdan nâşî cenâze namâzı ancak ikindi vakti edâ olunabildi.

Tâbûtları üzerine Ka'betu'llâh gibi siyah Ka'be örtüsü örttüler. Kutbiyyetlerine delâlet etmek üzere tâc-ı şerîflerine siyah dülbend sarıp, tâbûtun baş tarafına koydular. Zâkir dervîşler nice binlerce hâzır olduğu hâlde cenâze götürülüyordu. Zikr ü tevhîd ve na't ü temcîd sadâları küngüre-i âsumânı inletiyordu. Halk cenâzeye girmek için o kadar tehâlük gösteriyordu ki, kesret-i tehâcümden kimse muvaffak olamıyordu. Ellerini olsun sürmeği teberrük addediyorlardı. Musallâ üzerine getirdiler. Ehl-i keşfden nice zevât-ı kirâm haber verdiler ki, Hz. Pîr'in namâzı kılınırken, bâ-emri'llâh semâvâttan yer yüzüne bî-hadd ü bî-pâyân melâike nâzil olup namâzda bulundular. /390/ Esnâ-yı edâ-yı salâtta tâife-i cinnin dahi bulunduğunu ehl-i basîret nakl ettiler. Namâzını Muharrem Efendi kıldırmıştı. Hz. Pîr'in na'şı yine ol sûretle, Hisarardı denilen mahaldeki medfen-i mübâreklerine îsâl olundu. Esnâ-yı defninde zikru'llâh ile meşgûl olan zâkirlerin sadâsı ve hâlet-i aşk galebe etmiş dervîşlerin hüzünlü edâsı ve âteş-i firâk u hicrân ile yanan kalblerinin dûd-ı siyâhı pek hazîn idi.

Âsitâne-i aliyyelerindeki medfen-i mukaddeslerine o vücûd-ı mes'ûdun hîn-i defninde ortalığı nûr-ı ilâhî istîlâ ettiğini erbâb-ı kemâl müşâhede ettiler.

                                   Gubâr-ı âsitânın kuhl-ı çeşm it kut-ı devrânın [41]

                                   Amâ-yı muzlim-i kesretden âzâd olmak istersen

                                  

                                   O kutbun sırrını ez-cân u dil takdîs ü tebcîl it

                                   Makâm-ı cem' u farkı dûr idüp şâd olmak istersen

                                   Der-i pâkinde dâim hâk-sâr  ol Hazret-i Pîr'in

                                   Eğer rûşen-dil-i feyz-i Hudâ-dâd olmak istersen

                                   Sarıl gel dâmen-i ihsânına Sultân Şa'bân'ın

                                   Harâbîden geçüp ma'mûr u âbâd olmak istersen

                                   Eyâ Vassâf pîr-i ekremin bâbında sâbit ol

                                   Visâl-i yâr ile memnûn u dil-şâd olmak istersen

Hz. Pîr'in irtihâlleri üzerine şuarâ vü urefâ-yı zamânın söylemiş olacakları târîhler elimize geçmedi. Merhûm Nakîbü'l-eşrâf Şeyh Abdürrezzâk İlmî Efendi ile bu ciheti görüşmüş idim. Bir gün sonra, "Benim fakîrâne sünûhâtım vardır." diye âtîdeki manzûme-i târîhiyyeyi getirdi :

                                   Pîr Şa'bân kutb-ı feyz-efzâ

                                   Pertev-i aşkı âftâb-âsâ

                                   Gönül âyînesin o kılmış pâk

                                   Mâ-sivâ jengi kalmamış aslâ

                                   Cünbüş itdikde cezb-i rûhânî

                                   İtdi efsürde-dilleri ihyâ

                                   Yek nazarda olurdu irşâdı

                                   Dilde a'mâları ider bînâ

                                   Kût-ı evliyâ cihânı tutar

                                   Böyledir şübhe itme ey cânâ

                                   Keşti-i âlemin hemân dümeni

                                   Dest-i merdân-ı Hak'da subh u mesâ

                                   Şerîat gülsitânın gülüdür

                                   O güle bülbül oldu nağme-serâ

                                   Bâğ-ı aşka odur yegâne safâ

                                   Hakîkat dürrüne odur deryâ

                        /391/      Âşıkın cânı irdi ma'şûka

                                   'İrciî' gûş-ı câna virdi sadâ

                                   İki mısrâ'la cevherîn târîh

                                   Söyledi İlmi bendesi a'lâ

                                   Pîr Şa'bân-ı Velî o merd-i ilâh

                                   Gönlüdür vâsıl-ı Cemâl-i Hudâ

                                   (پير شعبان وفى لو مرد اله)976

                                   (كوكلدر واصل جمال خدا)    = 976

O zamânın vüzerâsından Murâd Paşa'nın kethüdâsı bulunan Ömer Bey nâm zât-ı âlî-kadr, Hz. Pîr'e pek ziyâde arz-ı muhabbet edenlerden olduğuna mebnî, medfen-i mübâreklerinin üzerine bir türbe binâsını tasmîm edip, hemen başlamış ve binâ pencere hizâsına kadar yükseldiği sırada irtihâli vukû' bulmağla nâ-tamâm kalan kısmı ahâlînin gayretiyle ikmâl olunmuştur.

Ömerü'l-Fuâdî hazretlerinin söyledikleri târîhdir :

                                   Kethüdâ Bey kim Ömer'dir nâm ana

                                   Türbeye sıdk ile itdi ibtidâ

                                   Çünki anlar gitdi dâr-ı rahmete

                                   Cem' oluben yapdılar ehl-i sehâ

                                   Yapdırup dervîş Ömer târîh didi

                                   Merkad-i Şa'bân sultân-ı bakâ

                                   (مرقد شعبان سلطان بقا) = 1020/(1611)

                                                                                       

Bu târîhe bakılırsa irtihâl-i Hz. Pîr'den otuzaltı sene sonradır. Vüzerâdan Halîl Paşa, türbenin kubbesi üzerine kurşun kaplatıp, derûnunun dahi ikmâl-i nevâkısına bezl-i gayret eyledi.

Kurşuncu-zâde Mustafa Paşa'nın da bu bâbda büyük fedâ-kârlıkları mestûr-ı sahîfe-i menâkıb-nâme'dir.

Manzûme-i âtiye dahi Ömerü'l-Fuâdî'nindir ve türbenin taşına mahkûktur :

                                   Kurşuncu-zâde vezîr-i pür-kerem*

                                   Türbeye kapu ile yapdı harem

                                   Kondu mir'ât sırr-ı cândan kapuya

                                   Tâ ki ârif göre rûh-ı muhterem

                                  

                                   Gördü mir'ât-ı Fuâdî târihin

                                   Bâniye açıldı mir'ât-ı kerem

Sultân Abdülazîz ve Sultân Abdülhamîd-i sânî devrlerinde de ta'mîr edilmiş olduğundan elyevm ma'mûr ve pek mühim bir ziyâret-gâhdır.

Hz. Pîr, ne te'lîfe, ne de îrâd-ı nutka ve eş'âra rağbet buyurmadıklarından eserleri, nutk ve şiirleri yoktur. Meslek-i şerîfleri kâlden ziyâde hâle nâzırdır.

           

/392/ Hz. Şa'bân-ı Velî sırr-ı kutbiyyete mazhar oldukları zamân Cenâb-ı Hak'dan üç şey istemişlerdir :

Birincisi : Tarîkat-ı aliyyelerine intisâb edenlerden bir kimse esrâr-ı sülûktan haber-dâr olamadan vefât ederse, o kimseye son nefesde tevhîd-i zât zevkından ihsân buyurulması.

İkincisi : Tarîkat-ı aliyyeleri sâlikânının cin ve peri tasallutâtından ve ale'l-husûs sehhârın sihrinden muhâfaza buyurulması.

Üçüncüsü : Rûz-ı kıyâmete kadar tarîkat-ı aliyyelerinde urefânın eksik olmaması.

                                                        -    -    -

Bu tarîkta çok urefâ yetişmiş ve el'ân yetişmekte bulunmuştur. Memâlik-i İslâmiyye'nin her tarafına yayılan tarîkat-ı aliyye-i Şa'bâniyye'de, hâl-i hâzırda eâzım eksik değildir. Sâlikân arasında cin peri musallat olmuşları yoktur. Duâlarının nezd-i ilâhîde lutfen mazhar-ı kabûl olunduğuna delâlet edecek âsârın çoğuna bu abd-i ahkar şâhid oldum.

                                   Server-i ehl-i tarîk Hazret-i Şa'bân-ı Velî

                                   Sâlik-i râha hakîk Hazret-i Şa'bân-ı Velî

                                   Hâl ü kâlinde anın bû-yı hakîkat vardır

                                   Cümle uşşâka şefîk Hazret-i Şa'bân-ı Velî

                                   Misl-i hurşîd tulû' itdi cihâna ol pîr

                                   Bahr-ı envâra garîk Hazret-i Şa'bân-ı Velî

                                   Halvetî bâğına bir bülbül-i revnak-efzâ

                                   Meslek-i feyzi vesîk Hazret-i Şa'bân-ı Velî

                                   Âşık-ı sâdık-ı cânân-ı hakîkîdir ki

                                   Fikr- i irfânı amîk Hazret-i Şa'bân-ı Velî

                                   Dâhil-i zümre-i pîrân-ı ızâm olmuşdur

                                   Hak teâlâya sadîk Hazret-i Şa'bân-ı Velî

                                   Evliyâ rehberidir hem urefânın fahri

                                   Pîr ü burhân-ı tarîk Hazret-i Şa'bân-ı Velî

                                   Bülbül-i bâğ-ı edeb mefhar-ı erbâb-ı ireb

                                   Hiss-i âlîsi refîk Hazret-i Şa'bân-ı Velî

                        /393/    Mazhar-ı fevz ü fütûh zât-ı şerîfi memdûh

                                   Âşıka feyzi refîk Hazret-i Şa'bân-ı Velî

                                   Sensin ummân-ı kerem bülbül-i gül-zâr-ı İrem

                                   Remz-i akvâli rakîk Hazret-i Şa'bân-ı Velî

                                   Ol Hudâ aşkına Vassâf'ına bezl it keremi

                                   Ey mürîdâna şefîk Hazret-i Şa'bân-ı Velî

           

Hz. Pîr efendimiz hakkında Şakâyık'da bu sûretle beyân-ı hakîkat olunmaktadır :

"Hânkâh-ı irfânı Ka'betü'l-uşşâk ve ziyâret-gâh-ı âfâk iken, sene-i hicriyyenin 977 târîhinde (1569-70) terk-i milket-i eşbâh ve azm-i âlem-i ervâh eyledi. Azîz-i müşârünileyhe, umde-i meşâyıh-ı Rûm, âsitân-ı feyz-penâhı meygede-i aşk u muhabbet ve mastaba-i irşâd-ı dest-gâhı âbiş-hor-ı zülâl-i fazl u hikmet, tarîkları zikr-i cehrî olup, sâhib-i cezbe bir azîz idi. Vazîfe ve hediyye kabûl etmeyip, zirâat ve hırâset ve kesb-i yedleriyle kanâat ederler idi. El'ân türbeleri ziyâret-gâh-ı uşşâktır."

Uşşâk-ı tarîkattan Fehmî Efendi tarafından Hz. Pîr'e ta'zîmen söylenilmiş bir manzûme-i âşıkânedir :

                                    Gül-zâr-ı hayâtında hazân istemiyorsan

                                   Meydân-ı uhuvvetde ziyân istemiyorsan

                                   Pîşinde civârında figân istemiyorsan

                                   Dergâh-ı muallâsına gel Hazret-i Pîr'in

                                   Pür-samt ü sükûnet mütevâzı' mütevârî

                                   Dervîşleri de böyle bütün tafradan ârî

                                   Erbâb-ı garâmın diline nûr-ı inâyet cârî

                                   Dergâh-ı muallâsına gel Hazret-i Pîr'in

                                   Gül-zâr-ı harîminde tavâf eyleyen insân

                                   Bir rûh-ı samîmiyyet olur kalbine rîzân

                                   Safvet iline maksadın olmaksa girîzân

                                   Dergâh-ı muallâsına gel Hazret-i Pîr'in

                                   Darlıkdan eğer kurtulayım dir isen ey cân

                                   Âlâm-ı zarûretle de oldun ise giryân

                                   Nîk ü bedi hoş görmeği ister ise vicdân

                                   Dergâh-ı muallâsına gel Hazret-i Pîr'in

                        /394/    Bin def'a anın himmetini itdi der-âğûş

                                   Fehmî kulu olmuş iken âlâm ile medhûş

                                    Hicrân-zede oldunsa da itmez o ferâmûş

                                   Dergâh-ı muallâsına gel Hazret-i Pîr'in

Te'sîs buyurdukları şu'be-i Halvetiyye, tarîk-ı Halvetî'de bir şeh-râh-ı sedâd olmuştur. Virdü's-Settâr'ı aynen kabûl buyurduklarından, elyevm ilâvesiz olarak aslını, her sabâh namâzını müteâkib okumak, tarîkat-ı aliyyelerine arz-ı nisbet edenlerin ilk vazîfesidir.

Bektâşîlik neş'esi turuk-ı aliyyenin birçoğuna fürce-yâb-ı dühûl olduğu hâlde, târik-ı Şa'bânî, lehü'l-hamd, Bektâşîlige sedd-i sedîd olduğundan, ehl-i sünnet ve'l-cemâat mezhebinin bi-hakkın sâliki olan Şa'bânîler, zamânımız ehl-i tarîkatının mâ-bihi'l-iftihârı denilecek derece-i bâlâ-terîndedir.

Meslekleri beş vakit namâzı ve sâir ferâiz-i ilâhiyyeyi edâya ve nevâfil-i sünene son derece riâyete ve meslek-i celîl-i Muhammedî'ye bi-hakkın sülûka gayret-kâr olmaktan ve seyr ü sülûka, tezkiye-i nefse, tasfiye-i bâtına riâyet etmekten ve nefs ile mücâhededen ve benî nev'ine iyilik eylemekten ve helâlinden kazanıp yemekten ibârettir.

Zikirleri cehrî olup, Hz. Pîr efendimizin zamân-ı kerâmet-nişânlarında ne sûretle tertîb buyurulmuş ise, ona ilâvesiz devâma ziyâde riâyet olunur.

Ba'de-edâ-yı salât halka teşkîl edilip, Şeyh Efendi eûzü besmele ile sûre-i Fâtiha'yı okur. Ba'dehû, (إِنَّ اللَّهَ وَمَلَائِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّ يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا تَسْلِيمًا)[42] âyet-i kerîmesini okuduktan sonra, müctemian "Allâhümme salli alâ-seyyidinâ Muhammedin abdike ve Rasûlike ve nebiyyike ve habibike'n-nebiyyi'l-ümmiyyi ve alâ-âlihî ve sahbihî ve sellim." diye salât ü selâma devâm olunur. Kelime-i tevhîde başlanılacağı zamân şeyh efendi, salât-ı şerîfenin nihâyetinden, "Ve sellim küllemâ zekereke'z-zâkirûn ve gafele an-zikrike'l-gâfilûn, salli ve sellim alâ eşrefi ve es'adi Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ve sellim." der. Eûzü besmele çekip, "fa'lem ennehû lâ-ilâhe illa'llâh." demesiyle hâzırûn kelime-i tevhîde, ba'dehû ism-i Celâl'e, ba'dehû bir müddet ism-i Hû'ya devâm ederler. Sonra hizb-i zikr /395/ başlar.

İşte cezbe ve hâlât o zamân zuhûra başlar. Kuûden ve kıyâmen zikre devâm olunur. Hizb-i zikr odur ki, ehlu'llâh'ın ta'rîfine göre, zikr tokmağıyla ejderhâ-yı nefsin başını ezmekten ibârettir. Lisândan kalbe intikâl eden zikr esnâsında kalb nefy-i mâ-sivâ eder. "Rûh, sır, hafî, ahfâ" hızb-i zikrin müsemmâsıyla iştigâle başlar. Vücûdun esnâ-yı zikrde hareketi pek büyük hikmete müsteniddir. Kollar, vücûd hareket etmezse sinirler bozulur. Zikre devâm imkânı olmaz. Hizb-i zikr âleminde ne zevkler, ne haller zuhûra gelir. Lisân-ı kâl onu vasf edemez.

                                   Görüp hâlât ile devrânımız dahl itme ey zâhid

                                   Bize nûr-ı celî Sultân Şa'bân-ı Velî'dendir

Bu âlemlerde tâ-be-sabâh bulunduğum âvân-ı mes'adet olmuştur. Rûhlarda o derece neş'e zuhûra gelirdi ki, birkaç günler onun safâ-yı batınîsi sürerdi.

                                   İncilâ-bahş-ı kulûb olmadadır hizb-i zikr

                                   Âşıkın zevkını artırmadadır hizb-i zikr

                                   Kalb ü rûhun dahi birlikde iderse zikri

                                   Sırr-ı zât neş'esini virmededir hizb-i zikr

Tarîk-ı Şa'bânî'de ikmâl-i sülûka muvaffak olmadan hilâfet almak mümkin değildir. Nâil-i rütbe-i irşâd olan zevât beyaz sarık üzerine, risâle ta'bîr ettikleri enli kurdela gibi bir siyâh bez, beyaz sarığın arkasında alt tarafdan i'tibâren sol tarafı dolaştırılarak, ön tarafda sarığın üstüne sokulup ucu düz olarak aşağıya sarkıtılır. Nâil-i rütbe-i velâyet olan meşâyıh-ı Şa'bâniyye siyâh sararlar o zamân risâle beyaz olur.

SARIK RESMİ VAR

1.     RESİM

Şa’bânî şeyhlerine mahsûs

2.     RESİM

Kibâr-ı meşâyıh-ı Sa’bânî’ye mahsûs

/396/ Bir de hulefâ-yı Şa'bâniyye'ye verilen, "Yol Tâcı" denilen ser-pûş-ı tarîkat vardır ki, üzeri neftî renkte yeşil ve sarığı da yeşildir. Bunun üzerindeki risâle sarığa nisbetle daha açık yeşildir.

Tarîk-ı Şa'bânî'de erbaîne çok ihtimâm ve sâhib-i irşâd olmak için tekmîl-i etvâr-ı sülûka ziyâdesiyle ikdâm olunur. Pederden evlâda bir meşîhat teveccüh etse, onun ikmâl-i sülûkuna kadar yalnız zikr-i şerîf icrâsına me'mûriyyeti tanılır. Ne bey'at verilebilir, ne de hilâfet. "Kendisi muhtâc-ı himmet bir dede nerde kaldı âhara himmet ede" ta'bîrine mâ-sadaktır. Bunun için tâc ve hırka ile hemân şeyh yapmazlar. İnsânda sülûkun netîcesi mertebe-i kemâl zuhûr eder ki, sâhib-i sırru'l-esrâr aleyhi salavâtü'l-Gaffâr efendimiz hazretlerinin emr ü işâret-i celîleleriyle verilen bir emânet vardır ki, onun hâmiline alâmet-i mahsûsa-i sûfiyye olarak tâc, biniş, kemer, asâ ve tesbîh ihsân buyrulur. Bu sırr-ı emânet zuhûr etmedikce, hilâfet ve hilâfet-nâme ve tâc u abâ cümleten hebâdır.

                                   Sûfîlik tâc ile abâ oldu

                                   Hayf kim ma'rifet hebâ oldu

Arabistan'da Mustafa el-Bekrî hazretlerinin zamânlarına kadar sülûk ve tekmîl-i etvâr usûlü var iken, müşârünileyhden sonra, Arabistan'da şekl-i âhara ifrâğ olunmuş ve nazarla terbiye ve i'lâ-yı merâtib mesleği yol bulmuştur. Arablarda bey'at, telkîn, icâzet, hilâfet birkaç gün, belki birkaç sâatte mümkindir. Fakat hazarât-ı sûfiyyenin meslek-i müstahsenleri o riyâzetler, mücâhedeler, râbıtalar vücûd bulmadıkca şâhid-i emele kolay kolay iktirâb husûlüne îmân edenlerden değilim.

Azîzim Şeyh Mustafa Efendi nakl eyledi :

Murad Molla şeyhi bir zâta hilâfet vermiş, eâzım-ı meşâyıh arasında güft u gû olmuş. Murâd Molla şeyhinin sâmia-i ıttılâına vâsıl olmuş. Kendisi muâhaze edilmiş. Bunun üzerine, "Efendim! Öyle ise hilâfeti geri alayım. " demiş. Hâzır-cevâb meşâyıhdan bir zât, "Ne verdiniz ki, istirdâd edeceksiniz. " diye ızhâr-ı âsâr-ı hakîkat etmiştir.

Tarîk-ı Şa'bânî'de esâs-ı meslek :

Sülûk ve seyr-i etvâr için tarîk-ı Şa'bânî'de altı makâm, üç tecellî i'tibâr olunmuştur ki, ber-vech-i âtî beyân olunur :

/397/ Makâmât-ı sitte :

           

1.  Makâm-ı Ef'âldir. Bu da yedi merâtıb mukâbili yedi esmâ-i ilâhiyyedir :

                Birincisi, emmâredir. Mukâbili tevhîddir.

                İkincisi, levvâmedir. Mukâbili İsm-i Celâl'dir.

                Üçüncüsü, mülhimedir. Mukâbili İsm-i Hû'dur.

                Dördüncüsü, mutmainnedir. Mukâbili İsm-i Hak'dır.

                Beşincisi, râzıyyedir. Mukâbili İsm-i Hay'dır.

                Altıncısı, merzıyyedir. Mukâbili İsm-i Kayyûm'dur.

                Yedincisi, sâfiyedir. Mukâbili İsm-i Kahhâr'dır.

           

2. Nefsin sıfatları olan şu sıfât-ı seb'anın tebeddülüyle esmâ-i ilâhiyye tebeddül eder. Bu, makâm-ı bidâyet, makâm-ı cem' ve makâm-ı hilâfettir. Bu makâma kadar, "hurûc" ta'bîr olunduğu gibi, ba'de'n-nüzûl yine mebde i'tibâr olunarak, ikincisi makâm-ı sıfattır.

Bu makâm da sekiz dereceye münkasımdır : Nefs, kalb, rûh, sır, zât, hafâ, ahfâ ve ahfâ-yı mutlaktır. Bu makâm cem' makâmı ve hilâfet makâmıdır.

3. Üçüncü makâm, makâm-ı zâttır. Bu makâmda ef'âl, sıfât ve zâtı câmi', ya'nî "Ef'âlinde, sıfâtında, zâtında fenâ" demektir. Makâm-ı fenâdandır. Bu makâm, hakîkat-ı şeyhdir. Fenâ fi'ş-şeyh makâmıdır.

4. Dördüncü makâm, hakîkat-ı Muhammediyye'dir. Fenâ fi'r-Rasûl makâmıdır.

5. Beşinci makâm, kurb-ı nevâfildir. İş bu makâm fenâ fi'llâh ve müntehâ-yı makâm-ı cem'dir.

6. Altıncı makâm, kurb-ı ferâizdir. Bu makâm, sırf bakâ bi'llâh'a dâll olduğu için zâtında, sıfâtında, ef'âlinde bakâ demektir. Makâm-ı bakâdandır. Bu makâm, makâm-ı ubûdiyyet, makâm-ı şerîat, makâm-ı irşâddır.

Bu makâma gelinceye kadar ta'dâd ettiğim makâmât-ı sittenin her birerleri tecellî-i ef'âl, tecellî-i sıfât ve tecellî-i zâttan ibârettir. Ve's-selâmü alâ-meni'ttebea'l-hüdâ. Va'llâhu yekûlü'l-hak ve huve yehdi's-sebîl. Ni'me'l-mevlâ ve ni'me'd-delîl.

                                   Yâ Rab bize ihsân it vuslat yolunu görter

                                   Sûretde koma cân it vuslat yolunu görter

                                   Hâr içre biter gül-zâr zâr içre doğar envâr

                                   Her şeyde tecellîn var ru'yet  yolunu göster

Nûr-ı aynım! İşte hilâfet yolu böyle imiş. Cenâb-ı Hak cümlemizi ehl-i sîretten buyursun. Âmîn.

                       

                        /398/     Ârifânın kutbudur  Sultân Şa'bân-ı Velî

                                   Ehl-i aşkın lübbüdür  Sultân Şa'bân-ı Velî

                                   İlm-i zâhir ilm-i bâtında kemâlât sâhibi

                                   İlm ü irfân bahrıdır  Sultân Şa'bân-ı Velî

                                   Menba'-ı feyz ü keremdir mazhar-ı esrâr-ı Hak

                                   Ehl-i zikrin pîridir  Sultân Şa'bân-ı Velî

                                   Sâhibü'l-fazli'l-celîdir mazhar-ı sırr-ı Alî

                                   Râh-ı Hakk'ın nûrudur  Sultân Şa'bân-ı Velî

                                   Kutb-ı a'zam pîr-i efham vâris-i ilm-i Nebî

                                   Bendegânın fahrıdır  Sultân Şa'bân-ı Velî

                                   Rûşen-i çeşm-i hidâyet seyyid-i ehl-i tarîk

                                   Kâşifü'l-esrârdır  Sultân Şa'bân-ı Velî

                                   Zulmet-i hicrânda kalmış bî-kes ü bî-çâreye

                                   Matlau'l-envârdır  Sultân Şa'bân-ı Velî

                                   Bende-i dîrînesi Vassâf'ının ser-tâcıdır

                                   Mefharü'l-ahyârdır  Sultân Şa'bân-ı Velî                           

Şeyh Yahyâ Efendi

Hz. Pîr'in Yahyâ Efendi isminde bir mahdûmları var idi. Der-saâdet'te Câmi'-i Ebâ Eyyûb el-Ensârî'de kürsü şeyhliği etmiş, allâme-i zamân idi. Peder-i ekremlerinin irtihâlinde İsmâîl-i Çorumî hazretlerinden ahz ü feyz edip, zâhir ü bâtınını ma'mûr eden erler sırasına geçmiş, 1082/(1671)'de irtihâl eylemiştir. Bu hesâba göre, yüz yaşından ziyâde muammer olmuşlardır. Yâhûd, hafîdleridir.

Şeyh Müntehâ Efendi : Şeyh Yahyâ Efendi-zâdedir.

Şeyh Hacı Mustafa Efendi : Şeyh Müntehâ Efendi-zâdedir.

 

Şeyh Muhammed Efendi : Şeyh Hacı Mustafa Efendi-zâdedir.

           

Şeyh Şa'bân Efendi : Şeyh Muhammed Efendi-zâdedir. Bu zât-ı muhterem Eyüp'te Hasîp Efendi Dergâhı'nda post-nişîn olmuş idi ki, nâm-ı şerîfleri cild-i evvelde Rufâîler bahsinde geçmiş idi ki, irtihâlinde mahdûmları Yahyâ Efendi câ-nişîn olmuş ve bu tekke bir zamânlar "Yahyâ-zâde Tekkesi" diye şöhret bulmuş idi. 

Âsitâne-i Hz. Şa'bân-ı Velî'de şimdiye kadar seccâde-nişîn olan zevât-ı kirâm :

Kastamonulu Şeyh Osmân Efendi, Kastamonulu Şeyh Hayreddûn Efendi, İskilipli Şeyh Abdülbâkî Efendi, Kastamonulu Şeyh Muhyiddîn Efendi, Kastamonulu Şeyh Ömerü'l-Fuâdî Efendi, Çorumlu Şeyh İsmâîl Kudsî Efendi, Çelebi Pîr Mustafa  Efendi b. İsmâîl-i Kudsî, Zileli Şeyh Abdurrahmân Efendi, Amasyalı  Şeyh Hâfız İbrâhîm Efendi, /399/ Şeyh Hâfız Ahmed Efendi b. Çelebi Pîr Mustafa Efendi, Şeyh Muhammed Efendi b. Hâfız Ahmed Efendi, Şeyh Abdullâh Efendi b. Muhammed Efendi, Şeyh Hâfız Mustafa Vahdetî Efendi, Şeyh Hâfız Abdurrahmân Efendi b. Hâfız Mustafa Vahdetî Efendi, Şeyh Muhammed Saîd Efendi b. Hâfız Abdurahmân Efendi, Bolulu Şeyh İbrâhîm Efendi (niyâbeten), Şeyh Muhammed Atâullâh Efendi b. Şeyh Muhammed Saîd Efendi.

Şeyh Atâullâh Efendi

Bu zât, nâzik, terbiyeli, halûk, mültefit bir rehber-i kerîmü'l-fıtrattır. Sülûkları Şeyh İbrâhîm Efendi'yedir.

1324/(1906) senesinde İstanbul'u teşrîf buyurdukları zamân müşerref olmuş idim. Fakîre hitâben iki mektûbları vardır. Teberrüken buraya telsîk ile, Sefîne-i Evliyâ'mızın III. cildine de hâtime veriyorum.

 

"Cevâb-nâme-i  dâiyânemdir :

             Mürşid-i ins ü cânn cenâb-ı Pîr Şa'bân-ı Velî sultân efendi hazretlerine fart-ı muhabbetle muhib ve tarîkat-ı aliyyelerine hâlisâne sâlik ve müntesib bulunmalarından mütevellid dil-i pür-neş'e-i ârifânelerinden zuhûra gelen vâridâta  ve sünûhât ve hakk-ı  fakîrânemde ani'l-ğıyâb perverde buyurdukları muhabbet ve teveccühâtı mûcib-i şükrân bulunmuş ve terakkî-i feyz ü ikbâl-i vâlâları duâsı  huzûr-ı feyz-nüşûr-ı  cenâb-ı Pîr-i dest-gîrde tezkâr kılınmıştır.

            el-Bâkî  hüve'llâh.                                                  27 Hazîrân 1322/( 9 Temmuz l906)

                                                          ed-Dâî  Post-nişîn-i Hânkâh-ı Hz. Pîr-i Müşârünileyh

                                                                        eş-Şeyh Muhammed Atâullah b. Saîd"

                                                                                      (Mühür)

                                                           -   -   -

"Huzûr-ı ârifânelerine,

Fazîlet-meâb, ah-ı fi'llâhım efendim.

Cerîde-i  Sûfiyye'de cenâb-ı pîr-i dest-gîr, (kaddesa'llâhü sırrahü'l-azîz) efendimizin şems-i tâbân-ı kemâllerinden bâhis ve mükaddime-i hâl-i gavsiyyet-penâhîlerinden bir fasıl olmak üzere tezyîn-i sütûr ve tenvîr-i uyûn-ı uşşâk  buyurmalarından hâsıl olan  zevk u sürûr sâikasıyla ve gülistân-ı Halvetîde bülbül-i şeydâ oldukları hüsn-i beyân  ve makâlât-ı ârifâneleri delâletiyle  hüveydâ olmaktan nâşî  tezâyüd-i aşk u şevk-i dil-âgâha medâr olmak  niyyet-i hâlısıyla  bir aded, Mi'râcü'l-Beyân  takdîm olunmuş idi. Vâsıl-ı dest-i ârifâneleri oldukda mûcib-i inşirâh-ı rûh ve bâis-i feyz u futûh olduğunu l Şubat 1329/(13 Şubat 1913) târîhli muhabbet-nâme-i ârifâneleri mübeşşir olduğundan fevka'l-âde memnûn ve lutfen ihdâ buyurulan  Vesîletü'n-Necât  dahi  bi'l-vusûl dâîlerini aynı hisle mütehassis kılarak, "Ol şarâb-ı vahdetin mahmûruyum.”  sırrınca mürg-i cân nice zamân mest ü bî-hûş kaldığı ve o şevk ile daavât-ı hayriyye-i âşıkâneleri pîş-gâh-ı kudsiyyet-iktinâh hiffet-i pîr-dest-gîri ref'-i bâr-gâh-ı ehadiyyet kılındığı ma'rûz-ı risâle-i celîleden birer adedi teşne-gân-ı feyz-i Muhammedî'ye tevzi' edilmiştir. Berâ-yı ziyâret Kastamonu'yu teşrîf buyuracakları  va'd-i âlîsiyle dil ü cânımız muntazır ve mesrûrdur.

Bâkî muhabbet ve teveccühât-ı kerîmânelerinin  bekâsı niyâzımızdır. Dil-âgâhım efendim. 11 Şubat 1329/(23 Şubat 1913)

                                    el-Fakîr ed-Dâî Post-nişîn-i  dergâh-ı  şerîf-i Hz. Pîr Şa'bân-ı  Velî

                                                    eş-Şeyh Muhammed Atâullah  b. Saîd"

Mühür

Kastamonu’da Şa’bân-ı Velî hazretlerinin türbe-i şerifesinin muhtelif vaziyetlerde alınmış resimleridir :

1.     Fotoğraf

Türbenin arkadan görünüşü

2.     Fotoğraf

Türbenin sağ tarafındaki sokaktan görünüşü, sağ cephesi.

3.     Fotoğraf

Türbenin soldan görünüşü. Şeyhzâdesinin evvelinden alınmıştır.

4.     Fotoğraf

Türbenin önünden görünüşü

5.     Fotoğraf

Hz. Şa’bân-ı Velî’nin türbesinin bir tarafından görünüşü.

6.     Fotoğraf

Türbe medhali.

7.     Fotoğraf

Türbe hazîresinde Edhem Pertve Paşa’nın kabri.

Şa’bân-ı Velî Türbesi Planı ve Buradaki Yerlerin Listesi :

BURADA ŞEMA VARDIR

1-     Kabr-i Şerîf-i Şeyh Şa’bân-ı Velî

2-     Türbe,

3-     Diğer Zevâtın Kabirleri,

4-     Türbe Dâhilindeki Parmaklık,

5-     Türbe Kapısındaki Camekân,

6-     Mezarlık,

7-     Bahçe,

8-     Pencereler,

9-     Kapılar,

10- Taş Merdiven,

11-  Çeşme,

12-  Oluk

13-  Rafet (?) Efendi Namıyla Ma’rûf Bir Adamın Kabri,

14-  Havuzlar,

15-  Edhem Pertev Paşa’nın Kabri,

16-  Minber,

17-  Şeyhin Camide Oturacağı Post,

18-  Mihrab,

19- Şimdi mesdûd evvelce dervîşânın oturup sohbet edeceği daire,

20- Şeyh Hânesi,

21- Bahçe,

22-  Mutfak,

23-  Minare,

24-  İ’tikâf Hücreleri,

25- Camiin Nihâyet …..,

26-  Musallâ Taşı,

27-  Taşlık Avlu,

28-  Tahta Parmaklık,

29-  Cami ve türbe ve saireyi tahdit eden iki metre irtifâında kalın kargir duvar,

30-  Resim Alınan Mahaller,

(.) nokta işareti ağacı müş’irdir.

Kastamonu Erkek Lisesi 10. sınıftan 67 numaralı bir talebe hediye etmiştir.

                                               -    -   -

Hû!

Es-Selâmü aleyküm aleyke yâ mürşid!

Selâmet-i ahvâliniz niyâz-ı dâimesiyle meşgûliyyeti ba’de’l-arz selâm-ı mürşidânenizi hikmet tekrîmen ahz ve kitâb hakkındaki emrinizi hüsn-i telakkî eyledim. Onbir gün esîr-i firâş bulundum. Âyât-ı kitâb-ı müstetâbı okumaktan mahrûm kalmakla berâber pek yakında tesellüm edip Cidde’ye şeref-vüsûlünüz kısmetse vâsıl olduğundan “el-emrü fevka’l-edeb” hikmete tebean her ne kadar keitâbı takdîm ettimse dec hatmiyle iktisâb-ı füyûzât-ı ma’neviyye etmek emeliyle iâdesi istid’âsına cür’et ve muhtâcı bulunduğum iltifât-ı mürşidânenizle ve duânızla da inhâ edilmekliğim mütemennâdır azîzim.

                                                                                   8 Eylül 1929


 

Bu cildi de tebyîze muvaffak buyuran Hz. Vâhibü'l-âmâle arz-ı şükrân-ı firâvân ederim. Bunda, esâmî-i mübârekleriyle tezyîn-i sahîfe-i i'tibâr eylediğim, zevât-ı âlî-şânın vâkıf oldukları esrâr-ı aliyye hürmetine işbu eser-i fakîrânemi okumağa tenezzül ve rağbet buyuran ihvân-ı kirâmı ve umûm ehl-i îmânı ve bu abd-i ahkar-ı kem-bidâayı iki cihân saâdetine mazhar buyursun. Âmîn bi-hurmeti Nebiyyi'l-emîn.

9 Zi'l-ka'de 1342 ve 12 Hazîran 1340 (1924), yevm-i Perşembe, vakt-i gurûb.

 

 



[1] "Allâh'ın sana ihsân ettiği gibi sen de ihsân et... " 28. Kasas sûresi, 77. (H)

[2] "Senin vücûdunun eti etim gibidir, cismin de cismim gibi." (H)

[3] "Hâtûn" Türkce "katun"dan muharrefdir. Moğolcadan alınmıştır. Elyevm, "kadın" imlâsıyla yazılmaktadır. "Hanım" demektir. "Hanım" ta'bîri sonraları kullanılmıştır.

[4] "Her şeyi ancak Allâh yapar. " (H)

[5] “Hamd, bizi buna eriştiren Allah’a mahsustur. Eğer Allah’ın bizi hidâyete eriştirmesi olmasaydı, hidâyete ermiş olamazdık (7. A’râf sûresi, 43). Salât ü selâm, Allah’ın hidâyetiyle en çok sevdiğim zât olan ve mahlûkâtın en hayırlısı bulunan Hz. Muhammed (aleyhi’s-selâm)’a, onun âline, ashâbına ve Allah’ın inâyetiyle hidâyet üzere bulunan herkese olsun. Duâmız isekaraların ve denizlerin sultânı olan, Sultân Selîm’in Sultân Süleyman’a, onun vezirlerine, âlimlerine, sâlih zâtlara,, onun adâletle hükmetmesine yardımcı olanlar içindir.

Hâlis ihvânımızdan bazı dostlarımız ve bazı tâlipler, bize şöyle bir soru sordular : Bazı gençler, tasavvufa sülûk edenlere mâni olunmasını istiyorlar ne dersiniz? Ben de bunun üzerine Cenâb-ı Hak’tan yardım talep ederek, O’nun kitâbına istinâden ve Rasûlünün sünnetinden istimdâd ederek şöyle cevap verdim…..” (H)

[6] “Şöyle bil ki : Bize sahâbenin icmâı, naklinde her asrın icmâı ile nakledildiğinde bu mütevâtır hadîsin nakli gibidir ki, inkâr eden tekfîr edilir. Fakat eğer bize meşur bir yol ile yahut sika râvîlerin, “Sahâbe şu konuda icmâ ettiler.” şeklinde rivâyet edilmesi hâlinde ise bu, ilmi değil, sâdece ameli gerekli kılar. Bunun inkâr eden ise tekfîr olunmaz. Ancak (bu tür haberler de) kıyâsa takdîm edilir.” (H)

[7] Ulemâ-yı rüsûmdan çoğu bu salât-ı hasmâ'nın aslını tedkîk edemediğinden mu’teriz bulunurlar. Halbuki Müstakîm-zâde hazretlerinin Tahkîku’t-Teslîm nâm eserinde deniliyor ki : Mefâtîhu'l-Cinân'da, Evdahü's-Sübül'de ve Şerh-i Şir’a’da, Seyyid Ali-zâde ve sâir müellifîn yazarlar : Yevm-i mahşerde hasımlarına Hak telâlânın rızâsı içün bir âşûrâ günü dört rek'at namâz kılsa ilk rek'atta ba'de'l-Fâtiha onbir sûre-i İhlâs ve ikincide ba’de’l-Fâtiha bir kerre sûre-i Kâfirûn ve onbir kerre yine İhlâs ve üçüncüde ba'de'l-Fâtiha bir kere sûre-i Tekâsür, onbir İhlâs ve dördüncüde ba'de'l-Fâtiha Âyete'l-Kürsî ve yirmibeş İhlâs sûresi zammeylese, ahvâl-i kabrden tahlîs ve husemâsını rûz-ı mahşerde rızâlandıra.

[8] "Bu, Allâh'ın dilediğine verdiği fazlıdır." 57. Hadîd sûresi, 21. (H)

[9] Risâle-i Halvetiyye'de Hz. Merkez'den sonra mahdûmu Ahmed Efendi gösterilmiştir.

[10] Vaktiyle muhterik olmuş, yerine câmi'-i şerîf yapılmış ise de yine muhterik olmuştur.

[11] Lütfi Paşa, bidâyeten sudûrdan iken dâmâd olmuştur. 944/(1537)'de vezîr-i a'zam, 947/(1540)'de ma'zûl, 950/(1543)'de Dimetoka'da âzim-i âhiret olmuştur.  Demek ki Hz. Merkez'in tezevvücü 950'den sonradır. Birlikte dokuz sene muammer olmuşlardır.

[12] Yazar buraya bir dipnot numarası koymuştur. Ancak ne yazdığı bunamamıştır. (H)

[13] Bu şahsın ismi yazılmış ve boşluk bırakılmış olduğu halde, herhangi bir bilgi verilmemiştir. (H)

[14] "Her nefis ölümü tadıcıdır." 3. Âl-i İmrâm sûresi , 185. (H)

[15] "Ey bütün varlıkların yaratıcısı! Ey mülkün sâhibi! Ey Hayyolan! Ey herşeyi ayakta tutan! Ey celâlet ve ikrâm sâhibi!" (H)

[16] "Keşke Muhammed'in Rabbı, Muhammed'i yaratmasaydı. " (H)

[17] Burada zikredilen eserler, aynı sahîfenın üst tarafında anlatılan Şeyh Seyyid Muhammed Efendi'ye ait olarak zikredilmişti. Burada tekrâr  verildi. Bir yanlışlık olmalı. (H)

[18] Bu târih 1055 olsa gerektir. (H)

[19] “Ayrılık günü olduğuna kesin olarak inandı.” (H)

[20] Bu manzûmede vezin kuruları çoktur. (H)

[21] "Allâh, seni iki cihanda azîz eylesin. " (H)

[22]    Dörtlüğün ilk beyti Şeyhü'l-İslâm Yahyâ Efendi merhûmun olduğuna dâir Hilmî Bey'in defter-i hâtırâtında bir kayd gördüm. Şöylece muharrerdir :

                              Getir câm-ı  sürûr-encâmı diller şâd-gâm olsun

                              Tamâm itdi bezl-i gam sâkiyâ gam da tamâm olsun

Öyle anlıyorum ki, Hz. Şeyh, tevârüd kabîlinden böyle söylemiş, altını da ilâveten ityân eylemiştir. 

[23] Müellif burada  s.310'dan 327'e geçmiştir. (H)

[24]    “Rasûlullâh aleyhi's-selâm şöyle buyurdu: Mü'minler ölmezler. Bilakis fenâ yurdundan bakâ yurduna göç ederler.” (H)

[25] Bu manzûmenin vezninde problemler vardır. (H)

[26] Meşâyıh-ı salâtînin va’za me’mûr oldukları cevâmi’-i şerîfe.

[27] Mustafa Safvet Efendi’yle ilgili bilgiler Sefîne’nin 340. sayfasında kenâra sonradan yazılmıştır. (H)

[28] Bu ibarenin hesaplanmasından 1146 çıkmaktadır. (H.)

[29] Bu ibarenin hesaplanmasından verilen tarih çıkmamaktadır. (H.)

[30] “Tarîkatın kutbu Abdullâh en-Nûrî vefât etti.” (H)

[31] “Burası Ahmedî tarîkının vârisi, Muhammedî hakîkatin kâmili Şeyh Abdüehad en-Nûrî’nin mübârek kabridir.” (H)

[32] " Senden başka hiç bir ilah yoktur.Seni tenzîh ve tesbih ederim. Doğrusu ben zâlimlerden oldum." 21. Enbiyâ  sûresi , 87. (H)

[33] Bu mübârek zât, İstanbul'a yerleşmiştir. O aslen Rumelili'dir. Ancak herhangi bir beldeye nisbetini bilmiyorum. O tarîkaten Halvetî idi. kendisi ve Abdülmecîd-i Sîvâsî, ma'rifette, zühdde, salâh ve takvâya itinâ gösteren iki arkadaştılar. Abdülvâhid, kuvvetli itikâda sâhip kullardan idi. Kendisinin mürîdleri, zikir usûlü, va'z u nasîhatları vardır. Bundan dolayı o, seçkinlerin seçkinidir. Vefâtı İstanbul'da 1061 senesindedir.” (H)

[34] Birinci paragraftaki bilgi ile bu, birbirini nakz ediyor. Burada bir yanlışlık olmalı. (H)

[35] İkinci ibarenin hesaplanmasından 1128 çıkmaktadır. (H)

[36] İbarenin hesaplanmasından verilen tarih çıkmamaktadır. (H)

[37] Sayfa numarası müellif tarafından böyle konulmuştur. (H)

[38]    "Ey huzur içinde olan nefis! Sen Rabb'inden râzı, Rabb'in de senden râzı olarak O'na dön. " 89. Fecr sûresi, 27-28. (H)

[39] "Her nefis ölümü tadacaktır." 29. Ankebût sûresi, 57. (H)

[40] "Sonra hepiniz O'na döndürüleceksiniz." 29.Ankebût sûresi, 57. (H)

[41] Bu mısra’ şiir usûlüne göre ahîren bu şekle ifrâğ olunmuştur : Hakâyık âleminde sâhib-i zâd olmak istersen

[42] "Muhakkak Allâh, peygamberine rahmet bahşeder, melekler de onun için duâ ederler. Ey îmân edenler! Siz de ona salât u selâmda bulunun ve ona tam bir teslîmiyetle boyun eğin. " 33. Ahzâb sûresi. 56. (H)

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar