[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NÎN] YETMİŞ ÜÇÜNCÜ KISMI
Rahman ve
Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla
Yirmi Dördüncü
Hadis: Tehlilden Önce Allah Teâlâ’yı Zikretmek
Buhârî,
Enes’ten şöyle bir hadis aktarır: ‘Bineği çölde yola koyulduğunda, Allah
Teâlâ’nın Peygamberi hamd eder, tespih ve tekbir getirir, sonra hac ve umre
için tehlil getirirdi.’
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem Allah Teâlâ’ya hamd etmiştir, fakat sahabe, hamdin nasıl yapıldığını
belirtmemiştir. Burada hamd, o yerde peygamberin durumunun gerektirdiği
şekilde, Allah Teâlâ’ya övgü şeklinde yorumlanabilir. Çünkü Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem orada kendisini sevindiren işler ile yapmasına
müsaade edilmiş bir takım şeylerin iradi olarak yasaklanması arasındaydı. Bu
yönüyle Peygamber, insanların Allah Teâlâ’nın çağrısına icabeti nedeniyle
sevinç duyarken ‘nimet veren ve ihsan eden Allah Teâlâ’ya hamd olsun’ der.
Serbest davranışların yasaklanması ve engellenmesi bakımından ise, ‘her
durumda hamd Allah Teâlâ’ya aittir’ der. Böylece, Allah Teâlâ kendisi için iki
dereceyi birleştirsin diye, iki hamdi birleştirir, çünkü o, kâmildir. Allah
Teâlâ da onun ödülünü kemâle erdirir. Rabbini överken hacı, burada böyle bir
bilince sahip olmalıdır. Başka bir ifadeyle söz ve haliyle iki övgüyü
birleştirebilmek için bu iki durumu aklına getirmelidir. Bu durumda hacı iki
ödülü birden elde eder. Bu nedenle Peygamberin sahabesi hamdin tarzını
belirtmeksizin ‘Allah Teâlâ’ya hamd ederdi’ demiştir.
Burada yapılan tespihe gelirsek; hac,
ihram ve engellenme yeridir. Hakkın yaratıklarındaki tasarrufunun engellenmesi
ise mümkün değildir ve O, böyle bir şeyden münezzehtir. O, dilediği gibi
yarattıklarında tasarruf eder ve hiçbir engel ve maniyle karşılaşmaz. Öyleyse
bu yerin bir gereği olarak, tespih getirmek zorunludur. Hakkında tespihin zorunlu
olduğu kimse ise, insanların bu esnada içinde bulundukları durumdan münezzeh
ve büyüktür. Öyleyse tekbir de gerekir. Hac veya umre yapan insan gereken şeyi Allah
Teâlâ’ya verdiğinde hac ve umrede kendisi için çağrıldığı maksadı tamamlamış
demektir. Bu durumda ise, hadiste geçtiği şekliyle, hac ve umrede tehlil
getirir.
Yirmi Beşinci Hadis: Hacdan Önce Umrenin
Yasaklanması
Ebu Davud,
Said b. Müseyyib’ten şöyle aktarır: ‘Peygamberin sahabesinden
bir adam Ömer b. Hattab’a gelmiş ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
vefatına yol açan hastalığı içinde hacdan önce umre yapmayı yasakladığına
tanıklık etmiştir.’ Bu hadis, mürsel bir hadistir ve son derece zayıftır,
çünkü güvenilir hadisler onunla çelişir.
Hadiste geçen ‘hac’ kelimesinin
anlamı, yönelmek olabilir. Yönelmek, niyet demektir. Bu yorumda Peygamber, bir
davranışın niyetten önce yapılmasını yasaklamıştır. Çünkü niyet davranışa
başlarken emredilmiştir. Umre ise, Allah Teâlâ’ya izafe edilen evinde Allah Teâlâ’yı
ziyaret etmektir. Allah Teâlâ insanları o eve gelmeye davet etmiştir. Niyet
olmaksızın onu ziyarete gelen kimse -ki o dince değil, sözlük anlamıyla ‘hac’
(ziyaret) isimlendirilen şeydir-, onu ziyaret etmiş olmaz. Bu nedenle Şâri’,
kasıt, yani Allah Teâlâ’ya yaklaşma amacıyla ziyarete niyetlenmeksizin Kâbe’yi
ziyareti yasaklamıştır. Bu anlamıyla hadis sahih sayılır.
Yirmi Altıncı Hadis: Mekke'ye Gelen Hacı
Önce Ne Yapar?
Müslim,
Urve b. Zübeyr’in şöyle dediğini aktarır: ‘Hz, Peygamber haccetmiş.
Aişe, bana Peygamberin önce abdest alıp sonra Kâbe’yi ziyaret ettiğini
söylemiştir.’
Allah Teâlâ kullarını bu ibadette
-başka bir şeye değilevini ziyarete davet etmiş ve şöyle demiştir: ‘Kâbe’yi
haccetmek AUah’m insanlar üzerindeki hakkıdır.’53 Dostu İbrahim’e de yapımını
tamamladığında Kabe’nin üzerine çıkıp şöyle bağırmasını emretmiştir: ‘Allah Teâlâ’nın
bir evi vardır, onu ziyaret ediniz.’ İnsanlar Kabe’ye ulaştıklarında, bütün
yönlerden kendisini ihata edebilmek için, öncelikle onu tavaf etmelidirler.
Yoksa ‘Kabe’ denilecek şekilde sınırlanmadıkça herhangi bir kısmın tavafı yeterli
değildir. Dikkat ediniz! İmkân bulunmadığında, Hicr yönünden bir kısım dışarıda
kaldığında, o kısım için Hicr duvarı yapmışlardır ki, tavaf o kısma ilave bir
tarzda gerçekleşsin. Bütün bunlar ziyarette amacın bir yönü olmadığını
öğretmek içindir. Allah Teâlâ insanlara ziyaret edilmesi gereken yerin
Kâbe’nin sureti olduğunu öğretmiş, böylece niyet tek bir şeye değilbütüne
yönelik olmuştur. Bütün olmasaydı, kasıt ve yönelme geçerli olamayacağı gibi
ibadet de geçerli olamazdı.
Var oluşumuzda dayanağımız, -zât
olması yönünden müstağni zât değilzâtın ilah olmasıdır. Başka bir ifadeyle biz,
bütüne dayandık. Bu nedenle, kendilerini ilah sayanların nezdinde, âlemde
ilahlar farklı varlıklarda çoğalmıştır. Nitekim farklı bölgelerdeki evler de
çoğalmış, fakat hiçbirisi bu ibadete özgü ev olma özelliğini kazanamamıştır.
Her biri farklı bölgelerdeki evler olsa bile, sadece bu özel bütünlüğü taşıyan
ev, bu ayrıcalığa sahiptir.
Allah Teâlâ kıskançlık özelliğiyle
nitelenmiş, sahibi olduğu mertebe hakkında niza olduğunu görmüş, bu niteliğin
ilişkilendirildiği kimselerin de bu konuda herhangi bir istek ya da niyete
sahip olmadıklarını görmüştür. Söz konusu şeyler arasında felek, melek, maden,
bitki, hayvan, yıldız gibi varlıkları sayabiliriz. Onlar, kıyamet günü
kendilerini ilah edinenlerden uzaklaşacaktır. Bu nedenle Allah Teâlâ, ilahlık
ilişkisinin otoritesi ortaya çıksın diye, söz konusu şeylere ibadet edenlerin
ihtiyaçlarını kıskançlık gereği yerine getirmiştir. Çünkü onlar söz konusu
şeylere taş ya da ağaç olduğu için değü, kendi inançlarında Allah Teâlâ olduğu
için tapmıştı. Öyleyse insanlar, ‘ilah’a tapmış, O’ndan başka mabud (tapılan)
görmemişlerdir. Bu nedenle kıyamet günü onları ibadet ettikleri şeyleri
aramakla yükümlü tutacaktır. Çünkü bu, kulların yaptığı haksızlıklardandır. Bu
nedenle Allah Teâlâ onları -ibadederi bakımından değilbu bakımdan ‘bedbaht’
diye isimlendirir. Öyleyse ibadet geçerlidir. Bu nedenle, ehli oldukları
cehennemde kalsalar bile, sonuçta hepsi rahmete kavuşur. Dikkat ediniz!
Puta tapanlar bir konuda bizimle
ortaktır: Bu konu, bizim de Allah Teâlâ’ya zât olması bakımından değil, ilah
olması bakımından tapmamızdır. Biz bu ismi (İlah) isimlendirilenine gerçek bir
isim olarak verdik. O da, gerçekte Allah Teâlâ’dır ve O’ndan başka ilah yoktur.
Gerekeni gereğiyle ilişkilendirdiğimizde ise, ‘Mutlu bilginler’ diye
isimlendirildik. PuT ta tapanlar ise, bedbaht cahillerdir, çünkü
onlar ‘ilah’ ismini (gerçek) isimlendirileninden başkasına vermiş ve
yanılmışlardır. Onlar ismin kulları olduğu gibi isimlendirilen de yanıltıcıdır.
Böylece bizim ile puta tapanlar arasındaki fark ortaya çıktı: Biz cennet diye
isimlendirilen ve sekiz kapısı olan yere yerleştirileceğiz. Sekizinci kapı,
isimlendirilenine ismi gerçek anlamda verebilmektir. Cehennem ise, yedi
kapıdır, çünkü sekizinci kapı, ismi isimlendirilenine vermektir. Cehennemlikler
ise, onu isimlendirilenine verememiş, bu konuda bilgisiz kalmış,
perdelenmişlerdir. Onlar, kendi isimlendirilenlerini görür. İsim kendi isimlendirilenini
(müsemma) aramak üzere onlardan uzaklaşmıştır. Böylece ismi Hakk eden, ‘ilah’
ismini alır ki o da, Allah Teâlâ’dır. Puta tapanlar da, dünyada bilmedikleri
şeyi ahirette öğrenir, fakat bu bilgi, fayda vermez.
Fakat Allah Teâlâ, onların
niyetlerini dikkate almıştır. Çünkü onlar varlıklara değilAllah Teâlâ’ya
tapmış, Allah Teâlâ ise taptıkları şeylerin onlardan haklarını almasının
ardından sonuçta hepsini rahmete ulaştırmıştır. Bu nedenle Allah Teâlâ şirki,
bağışlanmayan büyüle günahlardan saymıştır. Fakat burada her şirk koşanı değil,
kendilerine peygamber gönderilen ya da teorik düşünceye hakkını vermeyip
içtihat etmeyen müşrikleri kastediyoruz. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle demiştir: ‘Müçtehit yanılırsa, yine de ödüllendirilir.’ Burada
-herhangi bir yan konuyu belirlemeksizingenel ifade kullanmıştır. ‘Rahmetim
her şeyi kapsamıştır354, ayeti ve ‘Rahmetim gazabımı
geçmiştir’ sözü doğrulanmıştır. Çünkü terazi iki elde eşit değildir. O, sadece
amel ve karşılıkta eşittir ve zaten bu nedenle terazi konuldu. Terazi konusu Allah
Teâlâ ehlinden bir grubun yanıldığı meseledir. Onlardan birisi de Halu'n-Na'leyn isimli
kitabın yazarı Ebu’lKasım b. Kasî ve takipçileridir. ‘Allah Teâlâ doğruyu
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Yirmi Yedinci Hadis: Tavafta Kâbe'nin Neresinde
Durulur?
Tirmizî,
Cabir’den şöyle bir hadis aktarır: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem Mekke’ye geldiğinde, içeri girip Hacer-i esved’e eliyle dokunmuş, sonra
sağından üç kez koşmuş, dört kez yürümüştür.’
Hacer, Allah Teâlâ’nın sağ elidir. Allah
Teâlâ suretine göre yaratmış olduğu insan için de bir sağ el yarattı. Bu
nedenle tavafın Allah Teâlâ’nın eliyle insanın sağ eli arasmda olmasını
emretmiştir. Böylece insan, iki güç ile desteklenir ve bu durumda şeytan
insana gelebilecek bir yol bulamaz. Çünkü şeytanın sağa karşı yolu yoktur. O,
kulun kalbine vesvese verir ve o sol tarafa meyillidir. Bu durumda tavafta
Hakk’ın sağ eh tavaf edeni muhafaza eder. O kendi varlığında da bir sağ ele
sahiptir. Öyleyse insan sürekli korunur. Bu dengeden ayrıldığında ise -ki o
Irak tarafından Yemen tarafına dönmektirAllah Teâlâ’ya ait olan evin inayeti
insanı korur.
Şöyle sorulabilir: ‘Allah Teâlâ
İblis’in bize sağ taraftan geleceğini bildirmiştir.’ Buna şöyle karşılık
veririz. Burada şeytanın kastettiği sağ, sağ organ değildir, çünkü şeytan
organlara vesvese vermez. Ayette geçen sol da sol organlar ya da ön, insanın
önü ya da ardı değildir. Şeytanın vesvese verdiği yer, kalptir. Bazen şeytan,
sağ veya sol veya arka ya da ön ile ilgili fiillere ve davranışlara zarar veren
vesveseleri kalbe aktarır. Biz burada sağ derken, bu özel yönü kastediyoruz.
Şöyle sorulabilir: ‘Müşrik de sağ ele sahiptir.’ Şöyle deriz: TSIe
gerçekleşiyorsa toplamla gerçekleşiyor, toplam ise ancak mümin adına
gerçekleşiyor.’ İşte ‘sağcılardan ise’55
ayetinin anlamı budur. Burada ‘sağ’, organ değil, biatleşmenin kendisinde
gerçekleştiği ele işaret eder.
Yirmi Sekizinci Hadis: Tavaf ve Koşma Esnasında
Bir Binekli Gören Kimse
Müslim,
Cabir’den şöyle bir hadis aktarır. ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem veda haccmda bir bineğin üzerinde Kâbe’yi, Safa’yı ve Merve’yi tavaf
etmiştir.’ Aynı şekilde şöyle bir rivayet vardır: ‘Arafat’ta vakfe yapmış, taş
atmıştır. Bütün bunları Peygamber bineğin üzerindeyken yapmıştır.’
(Bâtınî yorumda bu hadis) Peygamberin
Rabbine itaat ettiği tüm hallerinde taşındığını bildirir. Peygamber
kendiliğiyle bunları yapmıyor, Rabbi vasıtasıyla yapıyordu. Kendisini taşıyan
karşısında peygamber, organlarından birisi gibiydi. Onun organları tek tek
kendisi için taşındığı gibi bütün de parçayı taşır, insan da kendisini taşıyan
karşısında bütün olarak böyledir. Öyleyse insan, tavaf eden-etmeyen,
koşankoşmayan, duran-durmayandır. Hacı bu fiillerle isimlendirilmiştir. O
kendisini taşıyanın koşması ve durması ile taşınandır. Bununla beraber bu
fiiller hacıyla ilişkilendirilir.
Hakk gerçekte işin olduğu duruma
dikkatini çekti. Sana şöyle demektedir. Şâri’ ‘yap’ der, gerçekte yapan, -sen
değilsenin vasıtanla Allah Teâlâ’dır. Sonra davranışı sana nispet eder,
karşılığı da sana değil amele verir. Şu var ki amel, karşılık nedeniyle acı
çekilen ya da nimet görülen yer değildir. Bu, acının ve nimetin bulunacağı bir
varlık olmalıdır. Öyleyse amelin bulunacağı yer, maddî olarak fiilin nispet
edildiği kimsedir ki, o da yükümlüdür. Bu durumda taşıyan onun aracı haline
gelir. Taşıyan Allah Teâlâ ise, taşınan bu fiilin kendisinde ortaya çıkması
için onun bir aracıdır. Bu yorum, ilkinin zıddıdır. Bu nedenle Peygamber tavaf
etmiş, koşmuş (say1 etmiş), durmuş ve bu nedenle insanları görüp
onlara örnek olmak için binek üzerinde taş atmıştır. Allah Teâlâ ehli ise,
burada işin bâtınî yorumunu görür. Çünkü onlar, bütün bu fiilleri bineğe binmeden
yapma gücündeyken, Peygamberin bu davranışla neyi amaçladığını bilirler.
Yirmi Dokuzuncu Hadis: Tavafta Ellerle Ayakları
Birleştirmek
Darekutnî,
Ummü Kebşe’nin Peygambere şöyle dediğini aktarır: ‘Ey Allah
Teâlâ’nın Peygamberi! Kâbe’yi sürünerek tavaf edeceğime yemin ettim.’
Peygamber şöyle demiş: ‘Bineğinle on dört (iki yedi) kez tavaf yap. Yedisi
ellerin yedisi ayakların için.’
İnsanın iki eli, kuşun iki kanadına
benzer. İnsan yeryüzünde yürürken ayaklarıyla mesafe katedebildiği gibi suda
elleriyle yüzebilir. İnsan ayaklarının üzerinde yürüyor olsa bile, yürürken
ellerinin hareketlerinden yardım alır, insanın bâtını -Ki ruhudurgerçekte
meleklerin üçüncü türü olan yönetici meleklerden bir melektir. Allah Teâlâ
herhangi birini özel olarak zikretmeden meleklerin kanatlı olduğunu
söylemiştir. Buradan kesin olarak şunu öğreniriz: Unsurlardan oluşan cisimleri
yöneten bir sınıf olmaları bakımından, nefslerimiz kanatlıdır. Doğal cisimler
ise, nefsleri algılamamızın önünde perdedir. Dikkat ediniz! Cebrail (as.)
sahabeden Dıhye ya da bir bedevi sûretinde bedenlendiğinde, kanadan hiçbir
şekilde görünmemiştir. Böylece altı yüz kanatlı olsa bile, özelliği
kanatsızlık olan bedenin sûreti kanadarını gizlemiştir.
Melekler, dördüncü unsur olan havada
kendisiyle yürüdükleri kanatlarla yüzebilirler. Aynı şekilde, iki ayak da
toprak unsurunda yürümek için vardır. Bu nedenle Şâri’ elleri ayaklara katmış
ve hadiste Peygamber kadına ‘yedi kez tavaf et’ demişti. Bu, ruh içindir,
çünkü onun yürümesi, kanadarla gerçekleşir. Bü durum, Peygamberin ‘yedi kez ellerin
ve yedi kez ayakların için’ hadisinde belirtilir. Tavaf ve başka durumlarda
yürümek, bu ikisiyle gerçekleşir. Şâri’, Ummü Kebşe yemininde dile
getirdiğinden başka bir şekilde yürüdüğü için, yükümlülüğünü artırmıştır.
Anlayınız!
Otuzuncu Hadis: Tavafta Omuzlanna Örtü Almak
Tirmizî,
Ya’lâ b. Ümeyye’den şöyle aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem üzerine bir hırka atmışken Kâbe’yi tavaf etmiştir.’ Ebu İsa, hadisin
hasensahih olduğunu söyler.
Hadiste
geçen ‘idtıba’ kelimesi, örtünün bir kısmının sol omuz üzerinde, kalan kısmının
sağ kolun altında olmasıdır. Sonra örtü göğse ulaştırılır ve bir ucuyla da
bağlanır. Bu durumda sağ omuz açık, sol kapalıdır. Bu örtünme ve açıklık, gayb
ve şehadet, sır ve alenîyi birleştirmek için yapılır. .
Bu eylemde örtünme, kalp yönünden
gerçekleşir, çünkü kalp insanda görünmeyen (gayb) yerdir ve şehadet âleminde
fiiller ondan ortaya çıkar. Şehadet âlemi, organlardır. Kalp organları hareket
ettirmeye yönelmeseydi, onların hiçbir hareketi ortaya çıkmazdı. Bu ise, gaybın
şehadetteki etkisidir. Bu meselenin ilahi ilimdeki dayanağı, Allah Teâlâ’nın
zikreden hakkındaki şu sözüdür: ‘Beni içinden zikrederse, onu içimden
zikrederim. Beni bir toplulukta zikrederse, onu daha hayırlı bir toplulukta
zikrederim.’
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’nın
kendisiyle ilişkilendirdiği gizli bir zikri olduğu gibi açık bir zikri de
vardır. Hakikat birdir, iki yönü yoktur, bununla beraber hükümde farklılık
vardır. Hakka ait bu özellik nedeniyle âlem çift tabiaüı ortaya çıkmıştır. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Her şeyden çift çift yarattık.’56 Tek olsa bile, onun iki yönü vardır:
zâhir ve bâtın. Çünkü Allah Teâlâ ez-Zâhir, el-Bâtın’dır. Öyleyse teorik
araştırma sahiplerine Allah Teâlâ’yı bilmek ne kadar güç gelir! Allah Teâlâ’yı
bilmek Allah Teâlâ ehline ne kadar yalandır! Allah Teâlâ bizi kendi ehlinden
etsin.
Otuz Birinci Hadis: Kendisini Öperken Hacer-i
Esved'e Secde Etmek
el-Bezzar,
Cafer b. Abdullah b. el-Mahzuni’nin şöyle dediğini aktarır:
‘Muhammed b. Abbas b. Cafer, Hacer'i öpmüş, sonra secde etmişti. Ona ‘ne
yapıyorsun?’ dedim. ‘Dayın İbn Abbas'ın Hacer'i öpüp sonra secde ettiğini
gördüm’ diye karşılık verdi. Sonra şöyle ekledi: ‘Ömer'in Hacer'i öptüğünü,
sonra da ona secde ettiğini gördüm.’ Başka bir rivayette, ‘Peygamberin Hacer'i
öpüp ona secde ettiğini gördüm’ demiştir.
Hacer (taş, hacer-i esved) yeryüzü
kaynaklıdır ve Allah Teâlâ yeryüzünü ‘zelil ve hor’ yapmıştır. Zelil horlukta
aşırılığı bildiren bir kalıptır, çünkü kelimenin geldiği feûl (zelûl) kalıbı
Arapça’da mübalağa bildirir. Şair şöyle der:
Kılıcın ucuyla köklerinden
vurulmuş halde
Yeryüzüne -mübalağa kalıbındazillet
verilmiştir, çünkü zelil kimseler ki onlar Allah Teâlâ’nın kullarıdıronun
omuzlarında, yani üzerinde yürümekle memurdur. Hor bir kimsenin temas ettiği
şey, kendisine temas edenden daha zelildir. Allah Teâlâ bu horlukta yeryüzünün
kırıklığını secdeyle yüzlerin ona sürülmesiyle giderdi. Yüzler insan
bedenindeki en şerefli organlardır. Taş da yerdendir. Öyleyse bu kırıldık ona
da eşlik eder, çünkü o, yüzlerin ve alınların secde ettiği yerdir. Bu sayede
yerin ve taşın kırıldığı onarılır. Allah Teâlâ, topraktan ayrılmış ve kırıklık
duygusu içindeyken taşa secdeyi emretti. Bu secdeyle taşın da onarandan bir
payı olur. Çünkü o, ilgi gösterilen bir taştır ve Allah Teâlâ’ya nispet edilen
‘sağ el’ olması nedeniyle de öpülmüştür. Öyleyse onun öpülmesi biat etmek amacı
taşır. ‘Sana biat edenler Allah Teâlâ’ya biat etmiştir.*7 Taşa secde etmenin sebebi budur.
Otuz İkinci Hadis: Hacer-i Esved'in Siyahlığı
Tirmizi,
İbn Abbas’ın şöyle dediğini aktarır: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem şöyle der: ‘Hacer-i esved cennetten sütten daha beyaz bir halde
inmişti. Âdemoğlunun günahları onu karartmıştır.’ Ebu İsa şöyle der: Hadis,
hasen-sahih hadistir.
Âdem’in hatası olmasaydı, dünyada
efendiliği ortaya çıkmayacaktı. Hata Âdem’i efendi yapan ve ona seçilmişliği
kazandıran şeydir (İbn Arabi burada siyah anlamındaki sevd ile efendi
anlamındaki seyd kelimeleri arasında anlam ilişkisi kurmaktadır.) Öyleyse
Âdem’in hatası nedeniyle cennetten çıkması, onun efendiliğini ortaya çıkartmak
içindi. Hacer-i esved cennetten çıkarken beyaz idi. Cennete döndüğünde de,
sayesinde başkalarından farklılaştığı ve Hakka yakınlık elbisesinin üzerinde
göründüğü bir izin onun üzerinde kalması gerekir. Allah Teâlâ onu ‘Hakkın sağ
eli’ konumuna yerleştirmiştir. Söz konusu el Allah Teâlâ’nın kendisini
yaratırken Âdem’in çamurunu yoğurduğu eldir. ‘Âdemoğullarının hataları onu
karartmıştır.’ Başka bir ifadeyle, onu öperek kendisini ‘efendi’ haline
getirmişlerdir.
Renkler arasında efendiliği gösteren
renk, siyahtır. Allah Teâlâ Hacer-i esvede siyah rengi giydirmiştir. Bunun
amacı, Âdem’i efendi yaptığı gibi, dünyaya çıkışıyla onu da efendi yaptığını
öğretmektir. Âdem’in yeryüzüne inişi -uzaklaşma değilhalife olmak demekti. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, Hacer-i esved’in siyahlaşmasını Âdemoğullarının
hatalarıyla ilişkilendirmiştir. Nitekim Âdem’in efendiliği ve seçilmesi de onun
hatasıyla gerçekleşmiştir. Başka bir ifadeyle hataları sebebiyle Âdemoğullarına
bu taşa secde edip onu öpmeleri ve kendisiyle teberrük etmeleri emredildi.
Bütün bunlar, hatalarına karşı insanlar için bir kefarettir. Hacer-i esvedin
efendiliği bu nedenle ortaya çıktı. ‘Âdemoğullarının hatası Hacer-i esvedi
kararttı’ sözünün anlamı budur. Yani onu efendi yaptılar. Siyah renk, bu
anlama delil yapıldı. Öyleyse bu, Âdemoğulları hakkında bir kınama değil,
övgüdür.
Adem (as.) ile melekler arasında
geçen hâdiseye balcınız! Allah Teâlâ önce meleklere Adem’in yeryüzünde halife
olduğunu söylemiş, melekler Adem hakkmda bilinen sözlerini söylemişlerdir.
Böylece kendilerini üstün görüp bu göreve Âdem’den daha layık olduklarını
iddia etmiş, düşüncelerini Allah Teâlâ’nın bu konudaki bilgisinden üstün
tutmuşlardı. Onların bu davranışı, Âdemoğullarının hatalarının yerini aldığı
gibi Âdem'in meleklere efendi olmasının da sebebi olmuştur. Âdem’in efendiliği
ortaya çıksın diye de meleklere kendisine secde etmek emredildi.
Mutlu, başkasından öğüt alan
kimsedir. Akıllı ise, kullarında uyguladığı hükümlerinde Allah Teâlâ’ya itiraz
etmeyen kişidir. Bu yönüyle akıllı insan, arzusunun hükmüne uymayacağı gibi
yönettiği kimselere de arzusunun hükmüne göre davranmaz. Bu konularda Allah
Teâlâ’nın bir hükmü ve idaresi vardır. Çünkü Allah Teâlâ duymayı, itaat etmeyi
ve ‘yöneticilere itiraz etmemeyi’ emretti. Allah Teâlâ bunu bir emir yapmıştır,
çünkü hükümdarın adil olması, hem bizim hem onun lehinedir; zalim olması ise,
bizim lehimize, onun aleyhinedir. Öyleyse biz, her iki durumda da kârdayız ve
mutluyuz. Allah Teâlâ, bizi mutlu yaptıktan sonra kullarında yarattıklarında
yaptığı işler bize bir zarar vermez.
Yönetici ve hükümdarlarımızın
işledikleri haksızlıklardan söz edersek, onların zulümleri nedeniyle elde
ettiğimiz sevap ortadan kalkar. Aynı zamanda, düşüncemizi bu konudaki fiiline
yeğlediğimiz için Allah Teâlâ’ya karşı saygısızlık yapmış oluruz. Çünkü
yöneticilerin zulümlerinde lehimize olan şey, hiç kuşkusuz, uhrevî bir paydır.
Halbuki bu davranışımızla kendimizi ondan mahrum bırakırız. Nefsini ahiret
ödülünden mahrum bırakan kişi ise, başarısızlığa uğrayandır. Yöneticilerin
adaletinde lehimize olan pay, dünyevîdir. Dünya ise fani ve geçicidir. Öyleyse
biz, gafletin bizi kuşatması nedeniyle, farkında olmaksızın dünya paymı ahiret
payına tercih etmekle geçici bir sevinç elde ettik. Öyleyse bu davranışımızla
dünya malını isteyenlerden oluruz. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellemin ‘hükümdarların adil olmaları onlarm lehinedir’ sözündeki pay da,
uhrevidir. Halbuki hükümdarlar yaptıkları zulümle bu paylarını
değersizleştirmişlerdir. Zulmün vebali ise onlara döner.
Müslüman Allah Teâlâ’ya teslim olan,
tevekkül eden ve bütün işlerin Allah Teâlâ’nın hükmünde olduğunu gören
kimsedir. Bu nedenle de, sadece karşı çıkması emredilen işe karşı çıkar ve bu
karşı çıkma ibadet olur. İtiraz yerinde susarsa, susması gereken yerde itiraz
eden kimse gibi olur. Allah Teâlâ, bizi adalet ile hükmeden ve ona göre adil
davranan saygılı kullarından etsin!
VAKIA
Bu hadisle ilişkili bir vakıa’da bana şöyle denildi: ‘Allah Teâlâ’dan ne bilinir ne
bilinmez?’ Şöyle dedim:
Allah Teâlâ’yı
bilmek din edindiğim dinimdir
Mutlak
hakikati bilmemek ise imanım ve tevhidimdir.
Bana denildi ki: ‘Doğru söyledin! Bu ‘Allah
Teâlâ sizi kendisinden sakındırır’58
ayetinin anlamıdır. Öyleyse O’nun tecellisinde sende ne bulunur?’ Şöyle dedim:
Her tecelligahta müşahede
ederken O’nu görürüm Tenzih ve sınırlama arasmda
Bana denildi ki: ‘Teşbih ile
tenzihten ve tenzih ile teşbihten münezzeh olanı tespih ederim.’ Ebu Said
el-Harraz’a sorulmuş: ‘Allah Teâlâ’yı neyle bildin?’ O da ‘iki zıddı
birleştirmesi -kendi niteüğindeözelliğiyle’ demiş. Sonra, şu ayeti okumuş: ‘O
evveldir (ilk), ahirdir (son), zahirdir (zuhur eden), bâtındır.’59 Topuğum yaralıydı, ağrısından dolayı
acı çekmekteydim. Bu halde Hakk’ı müşahede bana egemen oldu ve şöyle dedim:
Ağrımda onu gördüm Dedim ki,
şifa verici bir ilaç
Umulan bir rahat yok zarar
da De ki: ‘Neyapayım.’
Şöyle
denildi: ‘Teslim ol!’ Ben de ‘evet, ey öğreten!’ dedim. Selam verdim,
konuşmadım. ;
Bu vakıayı gördüm Her ilmin bir toplayıcısı var
Onun benzerini görmedim
Yararlı ilimler içinde
Bu vakıada sırrıma öyle şeyler
söylendi ki, onları duymak mümkün olmadığı gibi açıklamama da izin verilmedi.
Şu var ki insanlara tecelli, ancak sûreterde gerçekleşebilir. Gözdeki ilahi
amel ise, gözün ilişmesi esnasında gerçekleşir. İşi öğrendin, artık gereğini
yap!
Otuz Üçüncü Hadis: Kıyamet Günü Hacer-i Esved'in Tanıklığı
Tirmizî,
İbn Abbas’ın şöyle dediğini aktarır: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem Hacer hakkında şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, Allah
Teâlâ onu kıyamet günü diriltecektir. Kendileriyle gördüğü iki gözü,
kendisiyle konuştuğu bir dili olacaktır. Böylece, Hakk üzere ona temas edenler
için tanıklık edecektir.’
Kur’an-ı Kerim’deki garip ifadelerden
birisi, alâ (üzerinde) edatının lam (için) anlamında kullanılmasıdır. Allah Teâlâ
şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’dan başkası adına (alâ
nusub) kesilen560 Kast
edilen başkası için kesilen kurbandır. Çünkü aleyhte tanıklık, razı
olmayacağın bir şeyle yapılır. Çünkü aleyhinde tanıklık yapılan kimse bu
tanıklığı kabul edip inkâr etmezse, itirafı nedeniyle bir zarar umabilir.
Burada ‘alâ’ edatını kendi anlamında almak gerekir. Her edat da böyle
yorumlanmalıdır. Hal karinesi olmaksızın hiçbir edat asıl anlamından
çıkartılmamalıdır. Aynı şekilde, buradaki ‘alâ’ edatını kendi anlamından
çıkartıp onu ‘için’ anlamında yorumlayan kimse de böyle yapmıştır. Bu kişi, hal
karinesini şunda bulmuştur: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu
hadisiyle Hacer-i esved’e dokunmamızı yüceltmiş ve inanarak ona temas
ettiğimizde bizim adımıza büyük bir hayrın gerçekleşeceğini kast etmiştir. Bu
yorum ‘Hakk üzere’ sözünden çıkar. Kast edilen, dince belirlenmiş haktır. Çünkü
Hacer-i esved, bu imana sahip her ümmetin temas etmesi için, öpülmek ve dokunulmak
üzere konulmuş Allah Teâlâ’nın sağ elidir. Bu nedenle chak’ sözü
belirsiz gelmiş, belirlilik takısı almamıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Herkes
için bir yol ve yöntem belirledik.*1 Burada da belirsiz gelmiştir.
Öyleyse, bütün şeriatler haktır. Hacer-i esved’e ‘Hakk üzere’ dokunan kimse,
Hacer-i esved’in onun hakkında yapacağı mümin olduğuyla ilgili tanıklığın
kapsamına girer. Hangi dinde ve hangi şeriade olursa olsun, aynıdır.
‘Alâ’ edatını kendi anlamında
bırakmak da mümkündür ki, bu daha doğrudur. Çünkü burada ‘Hakk’ kelimesi
belirsiz gelse bile, anlamı belirlidir. Belirsiz gelmesi, her şeye
yayılmasından kaynaklanır. Öyleyse var olan ve varlıkla nitelenen her şeye, Hakk
eşlik eder. Allah Teâlâ ‘Her nerede olursanız, O sizinle
beraberdir562 buyurdu. Her nerede olursak olalım, Hakk
varlık ve oluş bakımından münezzeh ve kendisine layık bir halde, bizimle
beraberdir. Biz, var olan bir şeyiz; bâtıl yokluk; Hakk ise varlıktır.
Hacer-i esved Allah Teâlâ’nın sağ
eli, dokunulma ve öpülme yeri sayıldığı için, kulluğumuz gereği olarak, onu
öpmemiz gerekir. Onu öperken, Hakkın bizim görmemiz, işitmemiz ve bizdeki
gerçek fail olduğunu düşünmemeliyiz. Çünkü böyle bir müşahede içinde olursak, Hakk
kendi sağ elini öpmüş, kendi sağ eline temas etmiş olur. Sağ el, Hacer’dir. Bir
şey kendi kendine temas etmez. Âdem (as.) Rabbinin sağ elini seçmiştir.
Rabbinin her iki elinin mübarek sağ el olduğunu bildiği halde, yine de sağ eli
seçmiştir. Kul kıyamet günü Hacer’e dokunma ağacının meyvesini devşirmek
isterse, ona şöyle denilir: ‘Sen Hacer’e dokunmadın, Hakk kendi eliyle
kendisine dokundu.’ Sonra Hacer-i esved getirilir ve ‘bu adamı tanıyor musun?’
diye sorulur. Hacer ‘evet5 der. Ona ‘sana teması hakkında nasıl
tanıklık edersin?’ diye sorulur. Şöyle karşılık verir: ‘Bana kendi kulluğuyla
değil, Senin vasıtanla ten as etti.’ Bunun üzerine kula ‘Bu tanıklık sayesinde
Hacer’e dokunmanın senin vasıtanla değil, Hakk ile olduğunu öğrendin.’ Bu
esnada tanıklık, insanın lehine değil, aleyhine gerçekleşir. Artık onun talep
edeceği bir şey kalmaz. Şâri’, işin kendiliğinde bulunduğu durumu bize
bildirmiştir ki, kul olarak ve bu ibadede yükümlü-mecbur kimseler olarak
Hacer-i esved’e temas edelim. Nitekim Ömer b. Hattab böyle yapmıştı.
Şöyle sorulabilir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Rıdvan biatinde kendi elini diğer elinin üzerine
koyarak, biat etmiş ve şöyle demişti: ‘Bu, Osman adınadır.’ Osman ise o biatte
yoktu. Kul da Hakk vasıtasıyla Hacer’e temas ettiğinde, Hakk sağ eliyle sağ
eline temas etmiş demektir. Çünkü Hakkın her iki eli de sağ eldir ve bu temas ‘Hakk
üzere’ ona temas eden kul adına yapılmıştır. Kul da, bunun ürününü kıyamet günü
devşirir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘bu el Osman içindir’ demişti.
Bu yorumda kulun mazereti, müşahede halinin otoritesinin onu etkisi altına
almasıdır. Çünkü kul, dış varlıklarda Allah Teâlâ’dan başkasını müşahede
etmemiştir.
Bu soruya şöyle karşılık veririz: Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in kendi eliyle diğer eline temas etmesiyle aynı
şeyin Allah Teâlâ için düşünülememesi arasındaki fark şudur: İki benzer
arasında ilişki geçerlidir. Peygamber ile Osman’ı birleştiren şey, kulluk ve
yaratılışın hakikati demek olan insanlık hakikatidir. Bu nedenle Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Osman adına vekil olabilmiş, her biri diğerinin
yerini alabilmiştir, ikinci ayırıcı ise, biat ettiği elin Allah Teâlâ’nın eli
olmasıdır. Böylece sahabe, elleriyle o ele biat etmişlerdir. Dokunulan şey Allah
Teâlâ’nın eli, dokunan ise, yine Allah Teâlâ’nın elidir. Allah Teâlâ ile kullar
arasında bir ilişki yok iken burada bir ilişki vardır.
Şöyle sorulabilir: Burada ilişki,
insanın ‘ilahi sûrete’ göre yaratılmış olmasıdır ve bu nedenle insanın Allah
Teâlâ’nın isimleriyle ahi aklanması mümkün olabilmiştir. Bu soruya şöyle yanıt
verebiliriz: Sûrete gelirsek onu inkâr etmeyiz. Ahlâklanmadan söz edersek, onu
da inkâr etmeyiz. Fakat burada (hacer-i esved’e) temas kula izâfe edilmiş,
teması ise Hakk vasıtasıyla yaptığı düşünülmüştür. Gerçekte temastan başka bir
şey yoktur ve o Hakk vasıtasıyla gerçekleşmiştir. Öyleyse Hakk, temas etmiştir.
Sûret, hiç kuşkusuz, Hakkın aynı değildir, çünkü sûret Hakk’ın aynı olsaydı
‘Adem’i kendi sûretine göre yarattı’ denilmezdi. Bu noktada ‘Hakk kulun
işitmesi görmesi ve eli olur.’ Burada duyan bakan ya da herhangi bir fiilin
faili olması yönünden o Hakkın aynıdır. Başka bir ifadeyle kul, bu esnada
oluşta bir etkisi, hükmü ve hali olan niteliğin aynıdır.
Kardeşim! Hepsi güzel haller olsa
bile, hacer-i esved’e dokunurken hangi halde olacağını seç! Hepsi güzel haller
olsa bile aralarında açık bir fark vardır. Alâ (‘e, üstüne) edatını kendi
bağlamından çıkartmak sıradan insanlar adına daha uygun, anlamında bırakmak ise
seçkinler için uygun yorumdur. Büyüklerimiz, her iki yorumla Hacer’e temas
edenlerdir; bir (yandan) Hakk vasıtasıyla ona temas ederlerken bir de kulluk
bakımından ona temas ederler. Böylece iki niteliği birleştirir, iki ödül elde
eder, kıyamet günü Hacer onun lehinde ve aleyhinde tanıklık eder. Nitekim büyük
insanlar, Hakk’tan Hakk’a sülük eder.
Otuz Dördüncü
Hadis: Makamın Ardında Namaz
Ebu Davud,
Abdullah b. Ebi Evfa’dan şöyle bir hadis aktarır: ‘Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem umre yapmış, Kâbeyi tavaf etmiş ve makamın ardında
namaz kılmıştır.’
Allah Teâlâ İbrahim’in makamını
namazgah edinmemizi emretmiştir. Bunun bâtını yorumunu, daha önce
belirtmiştik. Namaz kılarken ondan habersiz kalmayalım diye, o namazgâhı
görebileceğimiz şekilde önümüze aldık. Böylece onu görmek, içinde değilsek
bile o makamı elde etmeyi Allah Teâlâ’dan istemeyi hatırlatır. Onu görmek
bizim halimiz ise, bu kez, Allah Teâlâ’dan o makamın sürekliliğini ve bizim o
halde kalmamızı.istemeyi hatırlatır. Her iki durumda da, onun ardında bulunmamız
gerekir. Bunun amacı, onu ardımıza atarak -kendisini görmediğimiz için
dehatırlamayanlardan olmam azı sağlamaktır.
Otuz Beşinci Hadis: Develeri İşaretlemek, Üzerlerine Nalinler ve Yün Asmak
Müslim, İbn
Abbas’ın şöyle dediğini aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem öğle namazını Zu’l-Huleyfe’de kılmış, sonra devesini istetmiş, sağ
hörgücünün dış yüzünü işaretlemiş, ondan kan akmış, sonra üzerine iki nalin
asmış ve sonra bineğine binmiştir.’
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem, develerin şeytan olduğunu söylemiş, bunu deve ağıllarında namaz kılmayı
yasaklamanın sebebi yapmıştır. Şeytanlık Allah Teâlâ’dan değil, Allah Teâlâ’nın
rahmetinden uzaklık niteliğidir, çünkü her şey, Allah Teâlâ’nın hükmü ve Allah
Teâlâ’nın gözetimi altındadır. İşar (işaredemek), bildirmek demektir. İyilik
yapanların ‘üzerinde bir yol yoktur.’ Allah Teâlâ’ya çağrılan kişi, çağrıldığı
niteliğin kendisinde bulunmadığı kimsedir. Şefaat, kendisi ile mutluluğu
arasına girecek büyük bir günah işleyende gerçekleşebilir. İnsan ve cin
şeytanlarından daha uzak kimseler yoktur. (Kurban anlamındaki) Hediyye ise,
kurbanın sunulduğu kimseden uzaktır, çünkü o, sunanın mülkü içindedir. Öyleyse
kurban, uzaklık ile nitelenmiştir.
Dua ederek Allah Teâlâ’ya yaklaşmak
isteyen bir insanın yapabileceği en uygun iş, Allah Teâlâ’nın kapısından
kovulmuş ve uzaklaşmış kimseyi Allah Teâlâ’nın rahmetine mazhar olması için Allah
Teâlâ’ya döndürmektir. Peygamberler, ancak müşrikleri -ki müşrikler Allah
Teâlâ’dan en uzak kimselerdirAllah Teâlâ’ya döndürmek üzere tevhid göreviyle
gönderilmiştir. Peygamberler, onları Allah Teâlâ’ya yakınlık ve rahmet
mertebesine yönlendirir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
haklarında ‘onlar şeytandır’ demiş olmakla beraber, develeri kurban (yakınlık)
olarak kesmiştir. Böylece meseleyi bilenler, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellemin işinin Allah Teâlâ’dan uzak olanları Allah Teâlâ’ya yaklaştırmak olduğunu
anlar.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem, develerin sağ hörgüçlerini işaretlemiştir. Devenin bu kısmı,
develerdeki en üst bölgedir. Öyleyse bu, büyüklenenlerin içinde bulundukları
büyüklük haline gönderme yapar. Bu durum, kendisinden uzak durmamız için, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemden bize bir bildiri olarak gelmiştir. Çünkü ahiret
diyarını Allah Teâlâ ‘yeryüzünde büyüklük arzulamayanlara563 verir.
Sinam, yükseklik demektir. Burada işaret, sağ hörgüce konulmuştur, çünkü sağ,
güç ve iktidar yeridir. Safha (müsamaha anlamındaki) safh (dış yüz) kelimesinden
gelir. Bu ifade, Allah Teâlâ’dan uzaklığa yol açan büyüklenmeyi bırakan biri
O’na yaklaşmak istediğinde, Allah Teâlâ’nın onu bağışlayacağına işaret eder.
Çünkü kul (daha önce) ‘büyüklenmiş ve direnmişti.’
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem, develerin şeytanlığındaki büyüklenmeyi gidermenin işaretini ‘nalinleri
onların boyunlarına asmak’ yapmıştı. Çünkü nalinler vasıtasıyla zelil vç hor
kimseler affedilir. Bu nitelikte olan kimsede ise, görülür bir büyüklük
kalmaz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem nalinleri yünden (ihn) yapılmış
askılara bağlamıştı. İhn, yün demektir ve Allah Teâlâ’nın ‘dağlar
atılmış yün gibi olur’64 ayetini hatırlatır. Develer bu
niteliğe kavuştuğunda ise, (Allah Teâlâ’ya yaklaştıran anlamında) kurban
haline gelirler. Böylece daha önce şeytan oldukları için uzaklıkla nitelenmiş
şeyler adına yakınlık gerçekleşir. Şeytanlara rahmet isabet ettiğine göre,
İslam ehli hakkında ne düşünülebilir ki?
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem, tevhidleriyle Allah Teâlâ’ya yaklaşmak yönünde tanıklık etmelerini
sağlamak üzere, birleyenlere (muvahhidlere) de gönderilmiştir. Bu anlamıyla
tevhidi akıl tek başına algılayamaz. Başka bir ifadeyle akıl, Allah Teâlâ’ya
yaldaştırıcı olacak tevhidi bilemez, onu şeriat vasıtasıyla öğrenebilir.
Buradan Peygamberin müşrik ve muvahhide (birleyene) iki farklı durumla
gönderilmesinin anlamı öğrenilir. Müşrik -ki o büyüklenen şeytandırRasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem tarafından daha önce ifade ettiğimiz gibi Allah
Teâlâ’ya yaklaşmaya çağrılır. Müşrik bu yakınlaşmayı (develer de kurban olmayı)
kabul eder ve daha önce belirttiğimiz işaret ve süslenme gibi fiillerle
kendisinde bulunan uzaklık niteliğini yitirir.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem, birleyenleri davet görevine de dikkat çekmiştir. Nitekim birleyenleri,
bu konuda bilgileri yok iken, Allah Teâlâ’ya yakınlığı dile getirmeye
çağırmıştır. Bu nedenle Kâbe’ye bu kez ‘koyun’ kurban etmiştir. Koyun,
ağıllarında namaz kılmamız caiz olan hayvanlardır ve koyun kurbanı,
birleyenlerin Allah Teâlâ’ya yaklaşmasının örneği olur. Müslim, Hz. Aişe’nin
şöyle dediğini aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Kabe’de koyun
kurban kesmiş, onları süslemiştir.’ Burada süsleme koyunlarla ilgilidir. Başka
bir ifadeyle onların yakın olmasını sağlayan bu nitelik onların kurban olmasını
gerektirmiştir.
Otuz Altıncı Hadis: Kurban Günü En Büyük Hac (Hacc-ı Ekber) Günüdür
Ebu Davud,
İbn Ömer’den Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in hac
yaparken cemreler (taş atma) arasında durup şöyle dediğini aktarır: ‘Bu gün
hangi gündür? Sahabe şöyle demiş: ‘Kurban bayramı günüdür.’ Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Bu en büyük hac günüdür’ demiştir.’ Başka bir
ifadeyle ‘Allah Teâlâ’dan ve Peygamberinden en büyük hac günü
insanlar için bir çağrıdır565 ayetinde
kendisini isimlendirdiği gündür.
Bu vakit ‘en büyük hac günü’ diye
isimlendirildi, çünkü o gün, bütün hacıları toplar. Cahiliye döneminde
insanların bir kısmı Arafat’ta toplanırken Humus ('lular) Müzdelife’de vakfe
yapardı. Bu nedenle iki parça oluyorlardı. Mina günü’nde ise Müzdelife ve
Arafat’ta toplananlar biraraya gelir, hepsi orada toplandığı için de ‘en
büyüle hac günü’ gerçekleşirdi. Bütün insanlar Arafat’ta toplanmaya başladıktan
sonra da bu isim kendisinde kaldığı için İslam’da bu gün başka bir anlam kazanmış,
Şâri’ de (bu yeni anlama) dikkat çekmiştir. Bu nedenle bu günde ifâza tavafı
yapmak sünnet oldu. Hacı da, bu günde hacı olmuş ve (hac görevini) tamamlamış
olarak ihramından çıkar, çünkü Mina günlerini tamamlamıştır. Hacı bu günde
ihramından çıktığında ise, bu ibadet esnasında içinde bulunduğu engellenme
ortadan kalkar, daha önce kendisine yasaklanmış her şey ona mubah olur.
Bu gün (yani büyük hac günü),
yasaklanmış her şey hacıya helal kılınır. Bu helallik ise, daha önceki
yasaklamada olduğu gibi, bir ibadettir. Henüz taşı atmamış olmasına karşın
hacı ismini de yitirmez. Öyleyse büyük hac günü, bu genişlik ve helal kılmadan
kaynaklanır. Mina günleri ise, yeme, içme ve tıraş olma günleridir. Bu günün
faziletini elde etmek isteyen insan, ifâza tavafını yapıp yasaklanan şeyleri
kendisine helal etmelidir. Bunu yapmadığında ise, ‘büyük hac’ yapmış olamaz.
Öyleyse ‘şeytan ehli’ içinde belirginleşmenle, şeytan bu günün faziletinden
seni mahrum bırakmasın. Bugün Kurban Bayramı günüdür. Develerin kurban
edilmesi ve onların ‘kurban’ (yakınlık) kabul edilmesi ve yararlarının bize
dönmesi günüdür. Bu yararlar, ederinin yenilmesi, kesilmelerindeki büyük sevap
ve ederinin sadaka olarak verilmesidir.
Otuz Yedinci Hadis: Develerin Ayaktayken Kesilmesi
Ebu Davud,
Ebu Zübeyr’den, o da Cabir’den o da Abdurrahman b. Sabıt’tan
şöyle aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ve sahabesi, develeri
sol ayağı bağlı, kalan kısmı ayaktayken keserlerdi.’
Bu hadis, deve kesilmesinin
‘yakınlaştırıcı (kurban)’ olduğunu bildirir ve onların kesilme niteliğindeki
teklikle ilişkiyi gösterir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, develeri üç
ayak üzerinde tutmuştur. Çünkü Allah Teâlâ tektir, teki sever. Üç, tek
sayıların ilkidir ve bu nedenle ilk mertebe üçe aittir. İlk olmak ise, aynı
zamanda teklik demektir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, develeri
ayakta kurban etmiştir, çünkü ayakta olmak, tıpkı tek olmak gibi ilahi bir
niteliktir. Nitekim ‘Allah Teâlâ her nefs üzerinde onun kazandığı şeye göre
kaimdir.’ Böylece develeri ayakta kurban eden kimse -kesmek onun bir eylemi
olsa bile‘her nefs üzerinde kaim olanı’ müşahedeyi hatırlar.
Hacdaki uygulamaların Allah Teâlâ’yı
zikretmek (hatırlamak) için konulduğu bellidir. Bu da, haccın bir
uygulamasıdır. Başka bir ifadeyle kesmenin tarzı da haccın bir uygulamasıdır.
Öyleyse bu davranışla da Allah Teâlâ hatırlanmalıdır. İki ayağın çift yapılması
‘topuk topuğa karıştı’66 ayetini hatırlatır. O, dünya ve
ahiret işlerinin biraraya gelmesidir. Develerin sağ ayağı tekil gelmiştir.
Bunun amacı, tekliğe dayanmayı sağlamaktır. Teldik, iktidar, çiftlik ve
tekliğin sahibidir. Develer, Hakk ile (birlik) ve halk için (yaratılmış)
bilfiil var oldu (hadiste ayakta durmak olarak ifade edilir). Başka bir
ifadeyle, ayakları çiftliğe, ön kol tekliğe işaret eder. Bu nitelikle ise, Allah
Teâlâ hatırlanır. Eşya ise, ancak çift ve tekliği kendinde birleştiren bir
teklikle bilfiil var olur (ayakta durur). Bu ise, birliğin kendisinde gözüktüğü
ille durumdur. Öyleyse ancak üç vardır ve (kurban edilecek develer) üç ayak
üzerinde durabilir.
Bağlama sol ön koldadır, çünkü sol
kol, sağ koldaki güçten yoksundur. Ayakta durmak ise, dayanabilmek için daha
güçlü olana dayanmaya bağlıdır. Allah Teâlâ namaz hakkında şöyle der: ‘Namazı
ayakta tutunuz.’ Bir ifadede ise ‘namaz ayakta durdu (kaim oldu)’ denilir.
Burada kul namazı kılmazdan önce geçmiş zaman kipi kullanılmıştır. Böylece
kulun namaza kalkabilmesi için Allah Teâlâ’nın kula ‘salât’ etmesini (rahmet)
kastetmiştir. Bu sayede kul ayağa kalkarak namazın dış yönünü ortaya koyar. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘O size salât (merhamet) eder.’67 Bu ‘namaz kaim oldu (kamet’te
söylenen kad kâmeti’s-salâtü)’ ifadesiyle işaret edilen husustur. Öyleyse
kıyam, ibadetlerde geçerli bir şeydir. Arife gününde, cem’de ve taş atmadaki vakfe
de bir tür kıyamdır. Haccın bütün amelleri, ayakta duran bir kimseden
gerçekleşebilir.
Otuz Sekizinci Hadis: Mina Bütünüyle Kurban Yeridir
Müslim,
Cabir hadisinde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin şöyle
dediğini aktarır: ‘Mina bütünüyle kurban yeridir.’
‘Mina’, umutlara (ya da emniyete)
ulaşmak anlamından türetilmiştir. Dince belirlenmiş arzulara ulaşan kimse, hiç
kuşkusuz gayeye ulaşmış demektir. Böylece Şâri’ onu kurbanlar için bir mahal
yaptı. Bu ise, ruhları hayvanı bedenleri yönetmekten uzaklaştırmaktır. Böylece,
ayrılmış bir halde ruhlar bedenlere bakar. Bu durumda ruhlar bedenleri deve,
inek ya da koyun olarak yönetirken insan olarak yönetir. Bu, Allah Teâlâ’nın
basiret gözünü nurlandırdığı Allah Teâlâ ehlinden başkasının farkına varmadığı
ince bir husustur. ‘Rabbin Ademoğullarmın bellerinden
zürriyetlerini alıp onları kendilerine tanık tuttuğunda’68
ayeti bu konuyla ilgilidir. Onlar, dağılmış iken çeşidi yaratıklar tarzlarında
bulunurlar. Allah Teâlâ her bir toplamın parçalarını ayırır. Söz konusu
parçalar, içinde bulundukları her çeşit dağılma ve birleşme halinde
kendilerini yöneten ruhlarının nezdinde belirlidirler. Bu birleşim esnasında
ise, kendilerine özgü mizaçlarına göre onlara verilen isimler değişir.
Tenasüh fikrine ulaşanlara buradan
bir esinti gelir, fakat onlar, tenasühün anlamını tam kavrayamamıştır. Bu
nedenle ayakları kaymış, sapmış ve başkalarını da saptırmışlardır. Çünkü onlar
konuya düşünce güçleri bakımından bakmış, yolu şaşırmış ve hataya düşmüşlerdir.
Onlar, yanılmışlardır, fakat kâfir değillerdir. Şu var ki, onlarm içinden
ahiret hayatı anlamındaki ‘yeniden dirilişi’ inkâr edenler kâfirlere katılır.
Öyleyse bedenleri yöneten ruhlar, her durumda sûreterin değişmesi gibi
değişmez. Çünkü onlar birlikleri gereği değişmeyi kabul etmez. Değişimi ancak
duyu veya berzah (âlemindeki) bileşik cisim ve cesetler kabul edebilir.
Aşağıdakileri üsttekilere katma, uzaktakileri yakındakilerle birleştirmek de
‘arzulara ulaşma’nın (Mina) bir yönüdür.
Onların bir kısmı bana yerde
bedenlendi Bir kısmı ise havada benim için bedenlendi
Bir kısmı bulunduğumuz yerde
bedenlendi Bir kısmı da gökte bedenlendi
Bize bildirdi ve biz de ona
bilgi bildirdik Fakat hepimiz eşit olmadık
Çünkü ben her hakikatte
sabitim Onlar bekaya güç yetiremez
Onlar her bir şekille
sûretlenir
Tıpkı suyun renginin kabın
renginden olması gibi
Bu mısraları ‘ölüm’ denilen (bir
eylemle) dünya hayatında bedenlerinin bileşimini terk eden ruhların
cesetlenmesi hakkında söyledim. Biz onlardan bir grup gördük. Bu grup, peygamberler,
melekler, sahabe ve diğer insanlardan sâlih kimselerden cesetlenen kişilerdi.
Onlar, duyulur sûretlerde cesetlenen anlamların sûreterinde bedenlenmişti. Mana
ortaya çıktığında ve duyusal bir sûrette göründüğünde ise, o beden sürerinde
bir ruh kendisini takip eder. Burada söz konusu olan, her şey olabilir, çünkü
yönetici ruhlar, özü gereği bedenleri arar. Bir cisim ya da ceset ortaya
çıktığında ise -ki maddî ya da manevî olabilirher zaman bir ruh kendisine eşlik
edebilir. Örnek olarak, sâlih amelin yüzü güzel yaratılışı ve kokusu temiz bir
genç sürerinde ortaya çıkmasını verebiliriz. ‘Seni dilediği
her sûrette terkip eder.*9
Otuz Dokuzuncu Hadis: Yedi Yerde Elleri Kaldırmak
el-Bezzar,
İbn Ömer’den şöyle aktarır: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
şöyle demiştir: ‘Eller yedi yerde kaldırılır. Namazın başlangıç tekbiri, Ev’e
yönelirken, Safa’da, Merve’de, iki duruş yerinde ve Hacer-i esved’in yanında.’
Bütün bu yerlerde elleri kaldırmak,
ellerle ilişkilendirilen mülkiyet ve sahiplik iddiasından uzaklaşmak amacı
taşır. Bu nedenle kul, boş ve hiçbir şey içermeyen bir halde ellerini kaldırır.
Kula göre, bütün mülk Allah Teâlâ’nındır. Bütün bu yerler, istek yerleridir.
İstek ve dua ise, zengin ve mal sahibinden meydana gelmez. İstek, ihtiyaçtan kaynaklanır.
Öyleyse yoksulun bir niteliği de, istediği şeye sahip olmamaktır. Bir zengin
bir şey istediğinde, neyi istediğini araştır! Acaba sahip olduğu bir şeyi mi
istemektedir, sahip olmadığı bir şeyi mi? Dikkatini çektiğimiz tarzda bu konuda
bir yargıya varabiliriz.
Allah Teâlâ yoksullara ilgi
göstermiş, onların zenginlerden bir şey istemesini Allah Teâlâ’dan bir şey
istemek yaparak şöyle buyurmuştur: ‘Zekât veriniz.’70
Başka bir ayette ise ‘Allah Teâlâ’ya iyi borç veriniz’71
buyurmuştur. Kutsi bir hadiste ise ‘acıktım, beni doyurmadın’ buyurur. İsteği
gerektiren niteliği anladığında, nasıl isteyeceğini, kimden ve ne isteyeceğini,
hangi elin vereceğini ve bunun için ne yapacağını öğrenirsin. Ayrıca, istek
esnasmda içinden ve dışından elleri kaldırmayı ve bunların arasındaki farkı da
öğreniriz.
Kırkıncı Hadis: Tıraş Olanların ve Saçını Kısaltanların Mağfiret İstemesi
Müslim, Ebu
Hureyre’nin şöyle dediğini aktarır: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’m! Tıraş olanları bağışla (mağfiret
etmek, örtmek).’ Sahabe şöyle dedi: ‘Ey Allah Teâlâ’nın Peygamberi! Saçını
kısaltanlara da (dua et!)’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Allah
Teâlâ’m tıraş olanları bağışla!’ Sahabe ‘Ey Allah Teâlâ’nın Peygamberi!
Kısaltanları da’ deyince^ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘kısaltanları
da’ diye karşılık verdi.
Sahabe, Şâri’nin tıraş olanlar için
mağfiret dilemedeki maksadını anlayamamıştır. Onlar, saçlarını kazıyıp başları
ortaya çıkanlardır. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem çıplak
kalan başlara bir sevap olarak ‘örtülmelerini’ Allah Teâlâ’dan istemiştir.
Kısaltan ise, bu durumda değildir. Sahabe Peygamberin maksadını anlamayınca
onlara dönerek ‘kısaltanları da’ demiştir. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem ‘insanlara akıllarının ölçüsüne göre hitap ediniz.’ demişti. Başka
bir ifadeyle, reddetmemeleri için hitabı anlayacakları şekilde söyleyiniz.
Kırk Birinci Hadis: Veda Tavafı
Müslim, İbn
Abbas’m şöyle dediğini aktarır: ‘insanlar her yönden ayrılıyordu. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiştir: ‘Kimse Kâbe ile son kez görüşmeden
ayrılmasın.’
Bu ev (Kâbe), hacının ziyaretteki ilk
maksadıdır, çünkü Şâri’, haccı bu evi ziyaret etmek için emretti. İlk, ayrılış
âleminde sonu ararken kendisiyle ilişkili her şeyde ilk olmak şart değildir.
Son ise, böyle değildir. O, özü gereği zorunlu olarak ilki arar, bunu
anlamalısın! Böylece sana ilk olmak nispet edildiğinde, onun nasıl nispet
edildiğini öğrenirsin. Sana sonun nasıl nispet edildiğini de öğrenirsin! Sonun
ayrılık âleminde ilki aradığını öğrendiğinde ise -sen afakî olduğun için
ayrılık âlemindensinKâbe’yi son olarak tavaf etmen gerektiği ortaya çıkar.
Temettü Kefareti
Allah Teâlâ şöyle buyurur:cHaccı ve umreyi Allah
Teâlâ için tam yapın, kolayınıza geleni kurban edin.’72 Bunun vacip olduğunda bir görüş
ayrılığı yokken bilginler vâcip hakkında görüş ayrılığına düşmüştür.
Bilginlerin bir grubu, vâcip olan kurbanın bir koyun olduğunu ileri sürmüştür.
İbn Ömer ‘hedy’ isminin deve ve ineğe verilebildiğini, ‘kolayınıza
geleni kurban edin’73 sözünün ise, en zayıf inek ya da
deve olduğunu ileri sürmüştür. Benim görüşüm şudur: Bir tavuk bile kurban
edilse yeterlidir. Bilginler, bu kefaretin sıralı olacağında görüş birliğine
varmıştır. Oruç ise, kurban bulunmadığında kefaret sayılabilir.
Bilginler, hangi sürenin geçmesiyle
kurbandan oruca geçileceği hususunda görüş ayrılığına düşmüştür. Bir kısmına
göre, oruca başlandığında -o esnada kurban bulsa bilevâcip olan orüç
tutmaktır. Bir kısmı ise, üç gün içerisinde kurban bulduğunda kurban kesmenin
farz; diğer yedi gün içinde olduğunda ise, farz olmadığını ileri sürmüştür.
Ben, birinci görüşteyim. Hacda tutulan üç gün orucuna gelirsek, bilginler bu
üç günü umrenin yapıldığı ya da Mina’da bulunulan günlerde tutulması hakkında
görüş ayrılığına düşmüştür. Bazı bilginler, bu orucun Mina’da tutulabileceğini
kabul etmiş, bir kısmı ise, bunu reddetmiş ve şöyle demiştir: İlk günler
kaçırılırsa, onun karşılığında kurban kesmek vâciptir. Mâlik ise, hac ameline
başlamadan önce orucun tutulamayacağını söylemiş, Ebu Hanife ise,
tutulabileceğini söylemiştir.
Bize göre Zilhicce ayı tamamlanmadan
üç gün orucu tutulabilir. Yedi güne gelirsek, bilginler bu orucun hacdan sonra
tutulmasını yeterli görmede görüş birliğine varmıştır. Fakat yolda tutulması
hakkında görüş ayrılığına düşülmüştür. Bir kısmı tutulabileceğini söyler ki,
ben de bu görüşteyim. Bir kısmı ise, bunu caiz görmemiştir.
Kurban (hedy), temettü kefaretiyle
daha yakından ilgilidir, çünkü o, temettunun bir bedelidir. Kendisine sadaka
verilen kimse kurbandan ‘yararlanır (temettü)’. Oruç ise, yararla çelişir.
Orucun bu kefarede ilişkisi, yasaktan çıkma yararı taşımasıdır. Bu nedenle
yararın zıddı olan
bir şeyle cezalandırılmıştır ki, o da
oruçtur. Böylece Hakk, bu kefarette kendisine sadaka verilen kimse hakkında
kurbanı yeğlemiştir. Kurban bulunmadığında ise, yararın zıddı olan oruç
(kefaret) kabul edilmiştir.
Yetmiş üçüncü kısım sona erdi, onu
yetmiş dördüncü kısım takip edecektir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar