Print Friendly and PDF

ilmeye Cüret Etmek: Incendies

Bunlarada Bakarsınız


İma C. Özkan  |  21 Ağustos 2013  |  Kategori : Sinema   |  Okunma:3.762



İma C. Özkan, barbarlık kapasitemizi göstermek konusunda kısmi bir belgesel saydığı Incendies’i yazdı.

***

Yürüyen kelimeler mi? Kalmak istemeyen kelimelerin toplandığı bir yer olabilir mi? Bir kayıp kelimeler krallığı? Senden kaçan kelimeler, seni nerede bekler? Bu soruları şimdi ben de soruyorum; Galeano’nun ilk soruşu üzerinden uzun yıllar geçti, ama soruyorum ben de. Soruyorum çünkü, bazı kelimeler de ilkin nerede doğmuş; nerede kullanılmış olurlarsa olsunlar, tıpkı insanlar gibi yürüyüp, kendilerine uygun yaşama alanı bulduklarında orada meskun olabiliyorlar.

Bundan üç-dört yıl evvel, Ortadoğu coğrafyasından ilk kez karayoluyla geçmiştim. Şam’da bir müddet durakladıktan sonra, kuzey yönüne doğru ilerliyorduk, Türkiye’ye dönülecekti. Yolda birden bire arkası askerlerle dolu çok sayıda askeri aracın, ard arda geçmeye başlaması hafiften trafiği aksatmıştı bir müddet. Suriyeli olduğunu sandım ilkin bu askeri konvoyun. Ama çok geçmeden anlaşıldı ki, Lübnan sınırına yalnızca 25 kilometre kalan bu yol güzergâhındaki araçlar Lübnan’a aittiler. Birden çocukluğumdan beri ne zaman Lübnan sözcüğünü duysam, ardından “savaş” sözcüğünün geldiğini anımsadım. Bu son manzara da o kadar teyid ediciydi ki çocukluğuma ait TRT’li haber bültenlerinin değişmez resimlerinden birini. Sonra hemen kelimeler gelmişti; dürzî, milis, falanjist falan.

İşte bu nedenle ‘yürüyen kelimeler’ tabirini anmadan edemedim. Nereden nereye! Şimdi José Antonio Primo de Rivera desem, kimse tınmaz. Ama falanjist dendiğinde, kelimenin kökeni hakkında fikrimiz yokken bile belleğimizde hakî yeşil, tuhaf bir manzara belirir. Falanjizm, 1930’lu yılların başlarında, İspanya’da komünistlere karşı geliştirilen bir faşist ideoloji. Francisco Franco tarafından zalimce uygulama alanı bulduğunu biliyoruz. İşte diktatör General Miguel Primo de Rivera‘nın oğlu ve faşist Falanj Partisinin kurucusu José Antonio Primo de Rivera, bu ideolojinin teorisyeni. Bu bilgiye rağmen falanjist sözcüğünün benim belleğimdeki hiyerarşisi İspanya’dan önce tamamen başka bir ülkeyi imliyor hala: Lübnan İç Savaşı boyunca belirli biçimsel semboller de kullanmaktan geri kalmayan, sağcı hıristiyan örgütlenme.



Kanadalı yönetmen Denis Villeneuve’ün yakıcı bir filmini izlediğim için yürüdü bu kelimeler. 2010 yapımı bu film, aynı zamanda Kanada’nın Oscar adayı idi: Incendies. Türkçeye İçimdeki Yangın adıyla çevrildi. Elbette Oscar’ı alamadı. Alması bir yana, hikâyenin arkaplanındaki siyasal olayların din ve mezhep ekseninde geçiyor olması bir bakıma başına bela da olmuş. Malum lobiler tarafından “hıristiyanlık karşıtı” bir film olduğu pompalanmış piyasaya ve olumsuz, hak etmediği bir kampanyaya da maruz kalmış gibi görünüyor.

İncendies, bir uyarlama. Lübnan asıllı Kanada vatandaşı Wajdi Mouawad’ın 2003 yılında yazdığı aynı adlı tiyatro oyunundan uyarlama. Söz konusu Mouawad oyunu Yanık adıyla Cem Emülertarafından iki yıl önce Türkiye’de de sahneye konmuş. Ben yazık ki oyunu görmüş değilim; fakat görenler, genellikle alışılanın tersine, filmin birkaç bakımdan oyun’dan daha etkileyici olduğunu belirtiyorlar. Uyarlamalar sıklıkla doyurucu olmadıkları için eleştirilirler, ancak bu defa sinema dili anlaşılıyor ki metni eksiltmek yerine ona bazı katkılar bile yapmış. Bilhassa  Radiohead‘in  “You and whose army” şarkısı ile yapılan çarpıcı açılış sahnesinin oyun metninde yer almadığını, Villeneuve tarafından böyle birkaç ayrıntının filme eklendiğini öğrenince bu bana da mümkün gözüktü doğrusu.

Filmin ilk sahnesinde, açık bir pencereden görünen geniş peyzajda, bir hurma ağacı dikkat çeker uzaktan. Kamera giderek sola kayarken, pencererelerden içeriye yöneltiliriz. Bir oda dolusu her yaştan çocuk; silahlı birtakım adamlar tarafından tıraş edilmektedir. Yüzleri kesik, yara ve aynı zamanda şaşkınlık, korku benzeri duygular taşıyan çocukların saçları öbek öbek aşağı dökülürken, onlardan bir tanesinin sağ ayak topuğuna iner kamera. Bir ayrıntıya; üç siyah noktadan oluşan bir dövmeye. Bu dövme ki, hikayemizin ilk sahnesinden son sahnesine kadar bir sırrın çözülüşüne dair en etkileyici kripto olacaktır. Kamera yeniden yukarı çıktığında dövmeli çocuğun yüzünü görürüz; korku ve şaşkınlıktan ziyade öfke dolu bir yüz. Radiohead’in şarkısı hâlâ sürmektedir, sahne değişir ve bir noterlik ofisinde raflar dolusu dosyalarla karşılaşırız. O dosyalardan biri seçilir. Üzerinde Nawal Marwan yazan dosyanın kapağı açılır. Bu kadın en önemli karakteri aynı zamanda filmin. Böylelikle ikinci sahne itibariyle hikâye başlar.

Lübnan’dan yıllar önce bir şekilde Kanada’ya gelerek, bir noterin sekreterliğini yapan Nawal Merwan (Lubna Azabal), aynı zamanda dostu da olan patronuna ölmeden önce bir vasiyet bırakmıştır. Noter Jean Lebel (Rémy Girard ), Nevval’in ikiz çocuklarını çağırır ve vasiyetnameyi açar. Matematik dalında bir profesörün asistanlığını yapan kızı Jeanne Marwan (Mélissa Désormeaux-Poulin) ve ikiz kardeşi Simon Marwan (Maxim Gaudette) noter tarafından okunan vasiyetnameyi dinlerler. Anne Nevval, her iki çocuğuna da ayrı ayrı mektuplar bırakarak, onların anavatanlarına dönüp hiç tanımadıkları babalarını, varlığından henüz haberdar oldukları abilerini bulmalarını istemektedir. Bu yapılmadığı takdirde, cesedinin herhangi bir şekilde tören eşliğinde gömülmesine razı gelmediğini notere hitaben yazılmış vasiyet bölümünde açıkça beyan etmektedir Nevval.

“Beni tabuta koymadan, dua etmeden ve çıplak bir şekilde dünyaya sırtımı çevirmiş, yüzüm toprağa bakar vaziyette defnedin. Ne bir mezar taşı, ne de ismimin bir yere yazılmasını istiyorum. Sözünü yerine getirmeyenlerin mezar taşı olmaz.”

Çocuklarına hitaben yazılmış bölüm ise şu sözlerle başlar: “Çocukluk, insanın boğazına oturan yumru gibidir. Kolay kolay yutulmaz.” Hemen ardından da kendilerine yazılmış mektuplar teslim edilir.

Kırmızı büyük puntolu ara-yazılarla film kurgusunu takip etmek oldukça kolaylaştırılmış. İlk bölüm; İkizler. İkizlerden erkek olan Simon, bu vasiyete kulak asmayacağını söyler. Ancak Jeanne, mektuba kayıtsız kalamaz ve annesinin geçmişine; onun bıraktığı küçük izleri takip ederek bir yolculuğa başlar. Biz de Nevval ve onun acısına, sırlarına, kısacası yangınına Jeanne’ın gözlerinden tanıklık ederiz. Neredeyse kesintisiz yirmi yıl iç savaşa maruz kalmış bir ülkedir annesinin doğduğu topraklar. Film boyunca Lübnan adı hiç geçmese de, imler Lübnan olduğu konusunda yeterince belirgindir. Filmin Lübnan yerine Ürdün’de çekilmiş olması da biraz karşılaşılması muhtemel tepkiler dolayısıyla olmalı. Jeanne, savaş artığı topraklarda dolaşırken, Denis Villeneuve kurgu konusunda farklı bir yöntem tercih edip, döngüsel geçişlerle bizi bir yandan da Nevval’in gençliğine götürür. Yani şimdi yaklaşık, kızının olduğu yaşlardaki gencecik Nevval’e.  Kendisi de bir hıristiyan olmasına rağmen, mültecilere karşı -ki isimleri hiç geçmese de onlar alenen Filistinlilerdir- uygulanan vahşete kayıtsız kalamayıp, falanjist dindaşlarına karşı savaşım veren Nevval’i böylece yakından tanırız. Bir mülteciye âşık oluşunu, o gencin abileri tarafından öldürülüşünü, hamile kalması ve sonunda gizlice doğurduğu bebeğin bir yetimhaneye teslim edilişini, onu bulacağına dair bebeğine söz verişini; her birini bu geri dönüşlü iç içe geçmiş kurgu marifetiyle çok vurucu şekilde öğreniriz.

Yazıyı buraya kadar okuyanlar, filmin hikâyesi konusunda gereğinden fazla ayrıntı verdiğimi düşünebilirler. Ancak şu kadarını söylemek mümkün; film baştan sona izlendiğinde anlaşılacaktır ki, bu anlatılanlar hiçbir şey. En son Kim Ki Duk’un Pieta’sında benzeri bir duygusal türbülans yaşamış, bazı bölümlerde filmi yarıda kesip izlememeyi bile düşünmüştüm. Bütün tanıklıkların ve sırların sonunda, ikizlerden Simon, kardeşi Jeanne’a soruyordu: “Bir artı bir, bir eder mi?”Filmin belki de içteki yangınına dair, en doğrudan özetiydi bu soru. Öte yandan, bir savaş; hele de aynı cebri coğrafya içinde süregiden bir iç savaş söz konusu olduğunda, yangın kimsenin içinde kalmakla yetinmez. Savaş, bu bakımdan kendine özgü bir adalet geliştirir: Ona değen herkes, her şey, her durum yangından nasiplenir. Kimi yakarak, kimi yanarak, kimi de bizatihi ateş olarak. Katil ile maktul aynı alfabenin harfleridirler ve sesli ya da sessiz oluşları tamamen bir tarihsel rastlantıdan ibaret olabilir.

Bana kalırsa bu cesur film, Nevval karakteri üzerinden travmatik bir hikâyeyi; keskin politik bir eksende, “din” gibi dokunulması pek zor bir tema ile aynı kadraja sığdırırken son derece dengeli bir ayar tutturmuş. Bazı eleştirmenler tarafından, siyasi bakımdan biraz daha arkasının doldurulması gerektiği şeklinde değerlendirmeler almıştı Incendies. Fakat batı dünyası Ortadoğu denildiğinde; hele de müslüman unsurlara ucu değen bir hikâye anlatıldığında, öylesine alışmıştı ki müslüman ve terörist sözcüklerini aynı cümle içinde kullanmaya, ezberin bozulmasının ne kadarını kaldırabilirdi? Şimdiye dek Beşir’le Vals dışında -ki o da biraz daha temkinli- fazla bir örneğine rastlamış değilim kitabın bu derece ortasından konuşabilen filmlere.

Finalde Nevval’in mezartaşı üzerine yazılmış tarihi saymazsak, film boyunca tarih ve zaman belirten herhangi bir ibare bulunmuyor. Dolayısıyla, 1975-1990 yılları arasında tahrip gücü son derece yüksek bir savaşın yaşandığı Lübnan’da, bu aralıktaki herhangi bir zaman kesiti olabilir. Hikâye kurgusu içinde Nevval’in gençlik yılları düşünüldüğünde bu yıllar pekâlâ Sabra ve Şatillakatliamının yapıldığı 1982 civarıyla da kesişmiş gibi görünüyor. Esasında Lübnan’da 1970’lere kadar nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan Asuri-Süryani kökenli insanlardır. Bu insanlar arasında giderek palazlanan hıristiyan faşist güruhunun alnındaki leke Sabra ve Şatilla’yla da sınırlı değil, evveliyatı hayli eski bir dava bu ne de olsa.

Yine o yürüyen melun kelimeye gelip dayandık işte: Falanjist. Mussolini ve Hitler’in yükseldiği dönemde Lübnan’da o güne dek görülmüş en kapsamlı siyasal oluşum, 1937 yılındaKatayıb adıyla; başlangıçta bir spor kulübü olarak kurulan falanj parti idi mesela. Ülkenin ekonomik kaynaklarını elinde bulunduran zengin aileler, daima yönetimi de elinde bulunduruyordu ki bu aileler tamamıyla maruni idiler. Marunileri diğer süryanilerden ayıran önemli bir fark var, o da şu: Süryaniler Ortodoks Kilisesi’ne tâbi iken, maruni denen Lübnan süryanileri Katoliktir. Bu mezhepsel biraradalık, falanjist liderlerin ta en başından beri Avrupa faşizmine yakın durmalarının, onlara ait faşist semboller kullanmalarının, hatta askeri üniforma giymelerinin nedenlerinden biri muhtemelen. Filmimizde bu sembollere ait epey gönderme var. Ancak bana en çarpıcı geleni, bir mülteci otobüsüne ateş açan falanjistlerin makineli tüfeklerinin namlusuna yapıştırdıkları Hz. Meryem resmine kameranın birkaç saniyeliğine zoom yaptığı sahneydi. Meryem gibi bir sevgi, saflık ve masumiyet figürünün alet edildiği vicdansız bir savaş dedirtiyordu insana. Aynı sahne öncesinde Nevval yıkık kasabalar, köyler arasındaki yolda bir başına yürürken, geçen bu otobüse binebilmek için boynundaki haç sembollü kolyeyi çantasına saklamıştı. Taranan otobüs içinde sağ kalan biri daha vardı Nevval dışında; kucağındaki kız çocuğuna sıkıca sarılmış Filistinli bir kadın. Birlikte çaresizce otobüsten çıkarlarken Nevval elindeki haçlı kolyeyi hıristiyan falanjist askerlere doğru uzatıyor ve can havliyle “Mesihiyye!” diye bağırıyordu.



Falanjist örgütlenme, yoksul marunileri da kullanarak yıllar içinde güçlendi de güçlendi Lübnan’da. Pierre Cemayel, ardından Beşir’le Vals filminin adındaki oğlu Beşir Cemayel’e kadar “aile geleneği”* bozulmadı. Ürdün, İsrail baskısıyla çok sayıdaki Filistinliyi sınırdışı ettiğinde, onların önemli bir kısmı Lübnan’a yerleşti. Bu yerleşme Lübnan’ın dolçe vita’sına zararlı oldu elbette. Bir defa demografik yapı değişmeye başladı. Müslüman nüfusun bir katolik maruni memleketinde artması ne demek! Hele bir de o dönem Suriye tarafından bir eyaleti gibi kullanıldığı, İsrail’in de Filistin politik liderlerinin yuvası olduğu şeklinde boyuna fişteklediği, boyuna “action” talep ettiği hesaba katılırsa bu tastamam “acil savaş” demekti. Öyle de olmuştu. Yetmedi, Elias Hobeyka liderliğinde soy kırmak, zürriyet kazımak noktasına geldi 1982 katliamlarıyla. Bu tarihte Lübnan İsrail devletinin işgali altındaydı. Kendisi de haysiyetli bir ibrani olan Ari Folman tarafından çekilen Beşir’le Vals’i izleyenler gayet iyi bileceklerdir ki, 82’deki katliam nereden bakılırsa bakılsın bir soykırımdan ibaretti. Beşir’le Vals, eğlenceli bir animasyon değil, bir soykırım belgeseli bana kalırsa. O vahşet gecesinde bir İsrailli komutan,savunma bakanı koltuğundaki Ariel Sharon’a telefon edip durumu bildirdiğinde Sharon uykulu sesiyle durumdan haberdar olduğunu söyleyip uyumaya devam edecekti. Yarım yüzyıldır Nazi zulmünü anlatan filmleriyle, soykırım karelerini ve kaburgaları sayılan insanların gözlerindeki masumiyeti bizlere gösterenlerle beraber aynı iç yangınını yaşadı kendine insan diyen herkes. Müslüman olsun, hıristiyan olsun, o acıyı sahiplendik, suçsa suçu da. Peki ya bu acı; bu pieta? Nazi toplama kamplarında katledilenlerin, zulme uğrayanların oğulları, torunları;  o soykırım üzerinden yarım yüzyıl geçmeden, dünyanın doğusunda, Beyrut’un güneyinde yaşayan müslümanların soyunu kırmak için falanjist faşistleri desteklediler. Biraz daha masum olanların bir bölümü –ki elbette bu savaşta masum olmak için “of not being a jew” şart değildir–  yüksek bina tepelerindeki karargâhlarından havai fişek gösterisi izler gibi izlediler. Binlerce insan öldü; ölmeden önce emin olun her birinin, Nazi kamplarında ölen yahudiler kadar gözleri, gözlerinin iç yakan bakışları vardı. Böyle acılardan söz ederken rakamlar vermekten tiksinirim. Fakat istatistik tutanları tatmin edecek sayıda insan son bir defa baktı ölmeden önce. Yeterince kalabalıklardı. 2001’de uluslararası yargılama yetkilerine haiz Belçika mahkemelerince Sharon’un savaş suçlusu olarak yargılanması gündeme geldiyse de bir sonuç çıkmadı. O tarihten sonra eski tümgeneral Sharon, İsrail’in başbakanı olarak tarih sahnesinden göz bile kırptı hepimize üstüne üstlük.

İşte Incendies filminin kahramanı Nevval; nam-ı diger “şarkı söyleyen kadın” tüm bu çalkantılar ve vahşet fotografı içinde yerini bulan ender onur sahibi insanlardan biri. O, fotograf çekilirken deklanşöre basan parmak olmaktansa, olabilecekken üstelik de, fotograf karesinde olmayı seçmiş bir mümin. Mümin; dininin yahut mezhebinin hiç önemi yok. Yıllarca süründüğü, tecavüze uğradığı hapishanelerden de bakıyordu o fotografta Nevval, yollara da düşüyordu, bir müslüman çocuğu kurtarmak için kendini de parçalıyordu. İçindeki yangın dışındaki yangınla körükleniyordu çünkü. Demem o ki, bu film arkasına savaştan gri bir fon kartonu konmuş aile dramından çok daha büyük bir yangına dairdir. Etkileyici orjinal müziği Grégoire Hetzeltarafından yapılmış bu film, bir eleştirmenin söylediği üzere çağımızın Yunan tragedyalarına benzemektedir: Suçlar da sonuçlar da alabildiğine evrensel ve zamansız/mekansız addedilmelidir. Bu film, elbette belgeler ve bilgilerden ziyade bir hikâyeye dayanmaktadır, belgesel değil bir dramadır. Ancak, yine de bu film, barbarlık kapasitemizi göstermek konusunda kısmi bir belgesel sayılmalı bana kalırsa. Sayılmalı ve değerli yönetmen Denis Villeneuve’e teşekkürün bir biçimi olarak izlenmeli.

Hikâye, tarihsel-toplumsal arkaplan bir yana, Incendies sinema dili açısından da bazı kareleriyle özellikle doyurucu görsel hazlar verecek izleyene. Mesela ilk aklıma gelen; Deressa Kampı’na doğru giden dolambaçlı dağ yollarının havadan yapılan çekimiydi. Bu çekim cidden şaşırtıcı ve çok güzeldi. Sinematik meraklara sahip olanlar için benzeri çekimler hiç de azımsanacak gibi değil. Bu film elbette benim sinematografi açısından zihnimde tuttuğum “en”ler arasında değildi, zaten izleyeli de çok zaman olmadı. Muhtemelen bundan böyle de olmayacak salt bu yönüyle düşünürsem. Fakat gönül rahatlığıyla şunu ifade edebilirim: Denis Villeneuve, içtenlikle elini sıkmak istediğim birkaç yönetmenden biri artık. Sinematografik başarısından çok daha insani bir sebeple hem de. Sinema sanatına göre daha dar kitlelere ulaşma kabiliyetindeki bir oyun metninden, alışılmadık biçimde böylesine ses getiren bir film yapmaya cüret ettiği için. Çünkü Villeneuve’ün yaptığı düpedüz cesaret gerektiren bir iş. Hem de Horatius’ın o meşakkatli çağrısına kulak verip, bir adım daha ilerlemişçesine: Sapere aude, bilmeye cüret et! Bu bakımdan Denis Villeneuve bildiğini göstermeye de cüret etmiş değil midir?

 

*Katayıb/Falanj partisi liderinin daha sonra da Amin Cemayel olduğu düşünüldüğünde, aile geniş. Amin Cemayel, SUL (Lübnan Süryani Partisi) tarafından düzenlenen “Lübnan toprakları için canlarını feda eden Süryani şehitleri” anma törenlerinde en ön saflarda bulunuyordu mesela.

 

İma C. Özkan

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar