Print Friendly and PDF

İŞİTTİKLERİM...GÖRDÜKLERİM...BİLDİKLERİM...

Bunlarada Bakarsınız

 


Yazan:

MÜNEVVER AYAŞLI

 

Açıklama
Biz tarihçi değiliz ve tarih yazmak iddiasında da hiç değiliz. Biz içinde yaşadığımız devri, gördüklerimizle, tanıdıklarımızla, işittiklerimiz veya işitenlerden işittiklerimizle, nüktesiyle, rivayetiyle, dedikodusuyla, efsanesiyle ve bilebildiğimiz kadar hakikatiyle, bizden sonra gelecek nesillere nakletmek istiyoruz.

Biz tarih yazmıyoruz amma, belki tarihçi, bizim «documents» Sarımızdan istifade edecektir.

Tıpkı Evliya Çelebi ve XVII. asır Fransasındaki Saint Sîmon gibi, tabiî bütün nispetler mahfuz kalarak......

Evliya Çelebi tarihçi değildi amma, Türk tarihine ne kadar tad ve renk katmıştır. Saint Simon’suz, XVII. Asır Fransız tarihi, kuru, tadsız ve sıkıcı kalacağı gibi............

Bu her ikisi de, yani Evliya Çelebi ve Saint Simon tarihçi değillerdi amma, müşahede hassaları kuvvetli, gördüklerini işittiklerini çala kalem yazdılar.

Bazı kimseler bakar görmez, bazı kimseler de bakmadan görürler.

Görebilmek, duyabilmek ve bir devri rivayetiyle, de-dikodusuyle nakletmek, işte tarihe ve tarihçiye en büyük hizmet. Tarihçi bu yazıları ayıklasın, istediklerini alsın, istemediklerini bıraksın...............

Siz okuyucularım, sîzlere tekrar bir kerre daha arz etmek isteriz ki, biz tarihçi değiliz ve tarih yazmıyoruz, hiç bir şeye ve hiç bir kimseyi de târiz etmediğimiz gibi, hiç bir şeye ve hiç bir kimseye karşı da garazımız yoktur.

Yalnız şurasını da açıklamak isteriz ki, biz kaside veya medhiye de yazmıyoruz. Bunları yazmadığımız gibi hicviye de yazmıyoruz. Yazılarımız içinde acı ve sivri taraflar olabilir. Biz mümkün olduğu kadar bunları tatlılaştırmak ve sivri taraflarını yontmak istedik. Fakat bütün bütün de hakikatlardan ve rivayetlerden uzaklaşamadık.

Bu yazılardan rencide olacak olanlar bulunursa, şimdiden kendilerinden af talep ederiz.

Bir kerre daha, okuyucularımızdan, yalnız ve yalnız hafızamıza dayanan bu hatıratta, şayet takdim-tehirler, ri-rivayetlerde tarih, yer ve isimlerde yanlışlıklar olursa hoş görmelerini ve bu kitabı müsamaha ile okumalarını rica ederiz. TEVFIK ALLAHTAN............ Mart 1973

Münevver Ayaşlı

HÂTIRAT EDEBİYATI

Yusuf Ziya Ortaç merhum, küçük fakat kıymetli «Portreler» adlı eserinde, kitabın takdiminde diyor ki :

«Batıda zengin bir hâtırat edebiyatı vardır. Biz bu yönden de züğürtüz. Hâtıralarını yazmış Padişah, Vezir, Serdar tanıyor musunuz?

Evet diyemiyeceğiniz kadar az, değil mi?

Ben, kendi küçük hayatımın bazı hâtıralarını zaman zaman dostlarıma anlatırım. İlgi ile dinlerler...... Bu ilgi,

bana onları yazmak isteğini verdi.........»

Merhum Yusuf Ziya Ortaç beyle, bir çok hususlarda düşünce, meşreb ve mizaç farkımız olmakla beraber, bu hususta birleşiyor ve bir fikir birliğine varıyoruz.

Nitekim, biz de, kaç sene evvel «Yeni İstiklâl» gazetesinde bir yazımızda «Hatırat bırakmadan» gidenlerden acı acı şikâyet etmiş idik.

Bu şikâyet ettiğimiz zevat arasında, yakın tarihimizin içinde bulunanlar, birinci kademede olmasalar bile, muhakkak ikinci veya üçüncü kademede bulunanlar vardı. Rauf bey, Refet Paşa, Fethi bey gibi kimseler......

Evet, bu neden bizde böyle oluyor? Neden bu kimseler kalemi ele alamıyorlar? Birbirine karışmış, iç içe girift olmuş bir çok sebebler olduğu gibi, biz zannediyoruz ki en başta gelen sebeb tembelllik olsa gerek. Bir çoklarında «Âdâm sen de, benden sonra tufan!» düşüncesi de galib.

Bir çokları ise, bizzat bu hareketlerin içinde kendilerinin bulunmuş olmaları ve bu hareketler içinde hatalı olanları var idiyse bunlar içinde bulundukları devri nasıl ten-kid ederler ve kusurlarını nasılı itiraf ederler? Bunu yapabilmek için büyük Adam, çok büyük Adam olmak lâzım gelir.

Üçüncü, belki tenbellik kadar mühim bir sebeb de KORKU’dur: «Ya takibata uğrar isem? korkusu.»

işte sayabildiğimiz bu üç mühim sebeb : tenbellik «adam sen de» cilik ve «takibata uğrar isem» korkusu, bizi bir hâtırat edebiyatından, klâsik fakat kuru bir tarihin yanı başında, nüktelerle dolu rivayetlere, zamanın dedikodularına dayanan bir «yan tarih» den mahrum bırakıyor.

Beylerbeyi Mart 1973

HATIRAT BIRAKMADAN GÖÇÜP GİDENLER

Refet Paşa, bir ara bize çok gelip giderdi, hemen hemen her pazar günü çaya gelir, akşam yemeğine kalır, gece saat 11-12 sularında avdet ederdi.

O zamanlar bu günkü gibi Boğaziçinde vasıta bolluğu yoktu, çoğu zaman hava müsait ve deniz sakin olduğu akşamlar sandalla karşıya geçilirdi.

Sonraları, silâh, ideal arkadaşı ve en yakın dostlarından Ali Fuad! Cebesoy Paşa, Münâkalât Vekili olduğu zaman, sadece Refet Paşanın kolayca avdeti için, Pazar günleri gece saat 11 de Boğazdan köprüye inen, bir vapur koymuştu.

Çok sübjektif, çok hislerine mağlûb, çok enaniyetli, yani benliği olan Refet Paşa, bu beşerî zaafları yanı sıra, çok zeki, dünya görüşü kuvvetli iyi asker ve iyi kumandandı. Kendi deyişine göre : «Kumandan yetişmez, yetiştirilemez, insan kumandan doğar» derdi.

istiklâl Harbinde Dumlupınarda, ondan evvel birinci Cihan Harbinde Gazze’de, iyi askerliğini ve kumandanlığını göstermişti, iyi ve talimli ANZAK’ların karşısına (daha Refet bey) yarı aç, yarı tok Mehmetçiklerle çıkıyor ve An-zakları püskürtüyordu.

Refet Paşa, yakın tarihimizin 50-60 spnelik meselelerini ve hadiselerini iyi bilirdi. Hepsinin değilse bile, hemen bir çoğuna şahid olmuş, bir çoğunun da içinde bulunmuş, hadiselere karışmıştı. İstiklâl Harbinde ve Büyük Millet Meclisi Hükümeti zamanında, zirvede değilse bile, hemen ondan sonra gelen kademelerde yer almış, sırasiyle Kumandan, Vekil, hattâ üç ay kadar Başvekillik bile etmişti. Buna işaretle, kendisi «Ben Sadrazamlık etmiş insanım», «Ben bin sene yaşamış insanım.» derdi.

Ankara’dan işgal altındaki İstanbul’a gelen ilk Kumandan yine Refet Paşa idi, İstanbul Refet Paşa’yı nasıl karşılamıştı, onu bir Allah, bir de o karşılamayı görenler bilir. Yalnız Refet Paşanın İstanbul’a gelişinin, Sultan Vahi-deddin’in kaderi üzerinde meş’um tesirleri olmuştur. Daha Dolmabahçe’de ayağım İstanbul toprağına atar atmaz, kendisini Padişah namına selamlamaya gelen Yaveri, (Zannedersem Tevfik Paşazade Ali Nuri bey olacak) Refet Paşa hiç de hoş karşılamıyor. Sonra, Padişahla olan bütün temaslarında, Padişahı çok ürkütücü sözler söylediğini ve tavırlar takındığını yine kendisinden dinlemişimdir. Hattâ: «— Padişahın önünde ayak ayak üstüne attım ve koltuğa o kadar yaslandım ki nerede ise pabuçum Padişahın burnuna değecekti,» demiştir.

- Ankara’nın tayin ettirdiği, Padişahın genç bir yaveri, zannedersem bir Deniz subayı, gece geç vakit koşa koşa Refet Paşanın kaldığı BabIali’ye geliyor, telâş içinde ve ağlarcasına :

«— Padişahı, ingilizler yarın sabah kaçırıyorlar,» demesine mukabil, Refet Paşa :

«— Budala, ne üzülüyor, ne ağlıyorsun? Padişahı ingilizler kaçırırsa, Türk Milleti hiç bir gün, Vahideddin’in bu hareketini affetmiyecektir. Biz tutar ve yakalarsak, bu sefer, Millet bizi affetmiyecektir, bırak gitsin, Vahideddim işimizi kolaylaştırıyor,» demiştir. Evet, meseleyi bildiği halde, bilmemezlikten gelmesi ve hiç bir harekete geçmemesi, ingilizlerin işini kolaylaştırmış ve Padişahı yalnız ve hatalı yoluna ve meş’um kaderine terketmiştir.

Sultan Vahidedidin’in Vatandan ayrılışında, ayrı ayrı zaviyeden, fakat aynı paralelde ve ayni görüşte iki kimse vardır, Refet Paşa ve o zamanlar istanbulda astığı astık, kestiği kestik İngiliz Polis kuvvetleri kumandanı Mister BE-NET. Geçelim......

Refet Paşa’yı Pazar ziyaretlerinde dinler, dinler, bıkmadan dinlerdik. Kendisi çok zeki, hafızası çok kuvvetli, hadiselere ve meselelere derin vukufu vardı ve bu hakimiyetle meseleleri hiç bilinmeyen taraflarıyle anlatıyor, yahut büsbütün başka ve şaşırtıcı bir zaviyeden izah ediyordu.

Ben, sanki başkalarını mahrum etme bahasına, hârikû-lâde bir konseri tek başıma dinliyormuş gibi üzüntü içinde, kendisinden rica ederdim :

— Paşam, ne ölür, hatıratınızı yazsanıza, niçin yazmıyorsunuz? Bilinmeyen bir çok meselelerin iç yüzünü biliyor, karanlık kalmış hadiseleri aydınlatıyorsunuz, bunların kapalı kalması ve bir gün şahitlerinin birer birer hayat sahnesinden çekilmeleriyle meçhul olarak kalması yazık değil mi?»

O zaman Refet Paşa susar, acı acı güler:

«— Bu Milletin her şeyi yıkılmış, bir İstiklâl Harbi ayakta, hatıralarımı yazayım da, ONU da ben mi yıkayım?» derdi. Günahı boynuna, verdiği cevap bu idi. Asıl sebeb ne idi, bunu bilemiyoruz. Velhasıl, hatıratını yazmadan Refet Paşa da göçüp gitti.

Bir gün, rahmetli dostum Hâlûk Şehsuvaroğlu’na bunu hikâye ettiğimde, çok şaştı, ve :

—■ «A! A! bunlar söz birliği mi etmişler», «Bunlardan» kasdi, biri Refet Paşa, diğeri Rauf Bey (Orbay).

Merhum Rauf bey de yakın tarihimizin devlerinden biri............ Hamidiye Kahramanı, Başvekil, Büyükelçi, ve

saire vesaire... Satırlar ve satırlar dolusu ünvan, makam ve bunların içinde en mühimmi kendisinin üstün şahsiyetiyle Rauf Beyefendi. Kendilerine de Hâlûk Şehsuvaroğlu, hâtıralarını yazmaları için rica, hattâ İsrar ettikçe, verdikleri cevap Refet Paşa’nın bana verdiği cevabın aynı oluyormuş.

Böylece, Hamidiye Kahramanı da kendisinden beklenilen hatıratı ve bir çok meseleleri aydınlatmadan göçüp gitti.

90 sene ömür süren Pertev Paşa da, (bu son ikisi kadar mühim mevkiler işgal etmemekle beraber,) bu uzun ömürde, neler gördü, neler geçirdi, kimleri tanımadı ki... ......... imparatorluk ve Cumhuriyet Türkiyesini, imparatorluk Almanyasını ve Hitler Almanyasını da gördü ve yaşadı. Büyük Elçi Von Papen’in büyük dostu idi. Kimlere hocalık etmedi ki ... Atatürk talebesiydi. Bizden ayrılan memleketlerde Başvekil olmuş talebeleri vardır. Nuri Salid Paşa gibi......

Üzülerek söylüyorum ki, Pertev Paşayı unutulmaktan belki bu bir iki satır, bir müddet için kurtaracaktır. Zira bu uzun ömürden arta kalan ne bir hatırat, ne bir hikâye, ne bir müşahede, bir varmış, bir yokmuş Pertev Paşa......

Bahs edeceğim 4. cü zat, Cumhuriyet devrinde Hariciye müsteşarı, mebus, Büyük Elçi ve Lozan Konferansında, Türk heyetinde müşavir Tevfik Kâmil Koperle.

O Lozan muahedesi ki dondurulmuş, TABU haline getirilmiş, hiç bir sırrı çözülmemiş, hiç bir tahkik ve tetkike, tabi ^tutulmamış, ilk hatıra gelen : Lozanda, o zamanın şartlarına göre, elde ettiğimiz âzâmî menfaat mı, yoksa asgarisi mi? Yani kazancımız en yüksek mi veya en aşağı derecede mi? Yahut qlelâde bir muahede hükmünde midir? Daha bunu bilmiyoruz. Zira Seve ile Lozan, hiç bir zaman kıyaslanamaz. Aralarındaki fark mağlûb ile galib arasındaki muazzam fark kadardır. SeVre’de düşmanlarımızın kar-

şısında perişan ve. mağlub idik, Lozanda ise askerî bir zaferin verdiği siyasî ve psikolojik bir emniyet ve rahatlıkla muhasımlarımızın karşısına çıkmıştık. Bu duruma rağmen bir çok fırsatlar acaba kaçırılmadı mı? Acele ve çarpuk çurpuk çizilmiş hudutlar, bizi Montreux’ye sürüklemiş ve ancak orada Boğazlar meselesine bir hal çaresi bulunmuş. Hatay meselesi de Lozanda komşularımıza ettiğimiz bir fedakârlıktı. Bu fedakârlığı kaç sene sonra, ne büyük gayretlerle düzeltebilmiştik. Bu iki meseleden de çok daha mühimi Musul meselesi idi...... Musul petrollerini terk et

mek öyle büyük bir hata idi ki, cezasını hâlâ çekiyoruz ve daha da çekeceğiz. Musul petrollerinin kaybı, Cumhuriyet devrimizin İktisadî düzensizliği, ruhî ve sosyal sıkıntılarımızın Serçeşmesi............ Bütün milletçe çektiğimiz ne

fes darlığımızın yegâne sebebi.

Yalnız kasideler, medhiyeler yazılan ve yıldönümlerinde avaz avaz bağrılan Lozan Sulhunun HAKİKATİNİ, bir az da kulislerden, ancak ağızdan ağıza söylenen, kulaktan kulağa fısıldanan sözlerden de dinlemek gerekir. Lozan hakkında söylenilenlerin hangisi dedikodu ve hangisi hakikat, daha bu sır çözülmemiştir.

Bilinen bir şey varsa, o da Sevre’de madde üzerinde yaptığımız büyük fedakârlıklar yanında hiç bir manevî fedakârlık yapmamiş olmamızdır. Lozanda ise tam aksine, Madde üzerinde Sevre göre kazanacımız varsa da, manen yaptığımız fedakârlıklar hesapsızdır.

Bu hususta hatıra gelen sualleri sıralayalım :

·        1) Lozan Konferansında, Hamsmbsşs Hayîm Naum Efendinin işi ne idi?

·        2) Bir ara, inkitaa uğrayan Lozan müzakerelerinde ismet Paşa ile Lord Curzon’un arasını bulan Hayim Naum Efendinin arabuluculuğu Türkiye için iyi mi, yoksa fena mı olmuştur? Bizi taviz vermeğe zorlamış mıdır?

·        3) Lozan Sulhunu müteakip memlekette yapılan inki-lâplar ve reformlar bize Lozanda mı dikte ettirilmiştir?

·        4) Konferans masasında Lord Curzon, ismet Paşa’ya hitaben ve Musul Petrollerini kast ederek :

«— Ben burada size öyle bir zafer kazandıracağım ki inönünde kazandığınız zafer bunun yanında hiç kalır.» demesi doğru mudur? öyle ise bu vaad edilen Zafer neden kazanılmamıştır? ismet Paşanın, daha Petrolün ehemmiyetini anlamamış olması ve elektrik devrinde idare lambasında yanan ve ismet Paşanın çocukluk ve gençlik çağının mahrumiyetini hatırlatan (Gazyağını) küçümseyerek üzerinde fazla durmaması ve şayet gazın üzerinde fazla durur ve İsrar ederse belki bunun bir dar fikirlililk olabileceği düşüncesiyle, ismet Paşa Lozanda Musul’daki Türk menfaatlarını temamiyle terk etmiştir. Hatta bunu Lozanda- Irak namına söz söyleyen ve sonradan uzun zaman Irak Başvekilliği eden, maktül Nuri Said Paşa (açıkça ve mükerreren söylemiştir:

«— Ben Musul’daki Türk menfaatlerini ismet Paşa’-dan daha çok korudum, hatta Sulh muahedesinde Musul faslındaki «Türk menfaatları» maddesini ben koydurdum, fakat sizin başmurahhasınız bir şey yapmaz, susar ise, ben ne yapayım?»

Şurasını da kayıt etmeden geçmiyelim ki, bundan, yani Lozan Konferansından en aşağı 40 sene, belki de ingi-lizlerden evvel, Sırttan Abdülhamîd Han, petrolün ehemmiyetini idrak etmiştir. Sultan Abdülhamid’i devirmelerine Siyonizm ve Filistin meselesi kadar, Musul, yani Irak Petrolleri de amil olmuştur. Siyonist ve İngiliz menfaatleri beraber yürümüş ve gayelerine ulaşmışlardır. Öyle aniaşıiı-yor ki: Petrolün ehemmiyetini idrak edenin ömrü az ve etmeyenin ömrü çok oluyor.

5) Lozan Sulhundan sonra, Hükümet erkânı ile arası pek iyi olmasına rağmen, Hayım Naum Efendinin :

«Bu Memlekete ve bu Millete çok kötülük ettim, artık aralarında yaşayamam.» deyip, kendi isteği ile Mısır Ha-hambaşlığına gitmesi............ Hayım Naum Efendinin,

kendisinin bile itiraf ettiği bu fenaklar acaba neler idi? Bütün bunları, Lozanda Evkaf işleri için müşavir ola,rak bulunan merhum Senıiyeddm Başak Beyfendinin bildiği gibi, işlerin iç yüzünü ve hakikatini Tevfik Kâmil Beyfendi de pek âlâ biliyordu. Kendilerine müteaddid defalar sorduğum halde ne teksip ediyor, ne de doğruluyorlardı. Tevfik Kâmil Beyefendi merhum ile aramızda «Hayım Naum Efendi meselesi» öyle bir hal almıştı ki, birbirimizi görünce «lâdes» der gibi, birbirimize «Efendim Hayım Naum Efendinin size selâmı var» der idik. Tevfik Kâmil beyfendi, kendisine has çelebi, nükteli gülüşü ile gülerdi. Nükteli ve müstehzi imâlarından başka, Allah Rahmet eylesin, hiç bir hatıra, hiç bir vesika bırakmadan göçüb gitti.

En son hiç bir tarihî ve siyasî hatırat bırakmadan giden, Sayın Reşidi Saffet Atabinen de Hariciyeci, Mebus, o da Lozan konferansında müşavir... Üstelik iki dilde de sa-hib-i kalem (Türkçesi kuvvetli olduğu gibi fransızcaşı da kuvvetli, hem konuşur, hem de yazardı.) Reşid Saffet bey merhum da, Lozan Konoferansının kulislerinde yaşamış, muahedenin bütün inceliklerine vâkıf idi. Sanki isimleri geçen bu sayın Kimseler sükût etmeye yemin etmişler, icbar edilmişlerdi. Yoksa Refet Paşanın ve Rauf Beyfendinin mazeretleri manasız...... Batı, Batı diyoruz ama nere

de batıcılık. AvrupalI Devlet adamlarının, diplomatlarının, edebiyatçılarının ve sanatçılarının, hatıratı vardır. Velha-sil herhangi bir yolda biraz sivrilmiş olan her mümtaz kimse hâtıratını yazmıştır ve bu suretle, katı, dondurulmuş resmî tarihin yanında, nükteli, ince ve bir çok kapalı kalan meseleleri aydınlatacak bir tarih meydana gelmiştir. Başka türlü bir çok hakikatler gizli kalırdı. Hadiseleri ve meseleleri, her yönden tahkik ve tetkik etmek lâzımdır ki, O devrin ruh haleti anlaşılabilsin, bu da ancak şahsî müşahedelere dayanır.

Hakikati bilip de söylememek veya yazmamak affedilir şey değildir. Hele hatırat bırakmamak, korkaklığı mezara kadar götürmek demektir.

Kendilerine en büyük nimetleri, makamları veren bu Milletten, bu himmet ve bu hizmet esirgenemez. Herhangi bir yere bağlılık, verilen söz, edilen yemin olsa dahî!.. Evvelâ bu mukaddes Vatana ve bu Aziz Millete ve Hak için hakikati söylemek, yazmak başta gelen bir vazife, hatta bir mecburiyettir.

Fakat ne yazık ki bunu böyle bilmediler, hakikatleri gördüler, bildiler ve Aziz Türk Milletinden gizlediler ve göçüp gittiler.

SULTAN ABDÜLHAMID HAN-I SANI VE SADULLAH PAŞA

XIX. Asrın mümtaz şahsiyetlerinden edib, şair, vezir, büyükelçi, Sadullah Rami Paşa, kendisi gibi edib, şair ve cDivançe» sahibi bulunan, Divan edebiyatımızın kuvvetli bir rüknü, Hacı Bayram-ı Veli (K.S.) Hazretlerinin ikinci Halifesi, Ayaş Sultanı Bünyamin-i Veli (K.S.) Hazretlerinin nin ahfadından, Ayaş Müftüsü Haşan Efendi’nin oğlu, imparatorluk Valilerinden babası Es’ad Muhlis Paşanın, Erzurum’da Valiliği sırasında, 1838 senesinin Temmuz ayının 7 ci günü dünyaya gelmişti. (Erzurum’da Es’ad Muhlis Paşanın yaptırdığı çok güzel bir Cami de vardır.)

Sadullah Paşa, pederlerini kayıbettikleri zaman, henüz 13 yaşında var-yok idi. Es’ad Muhlis Paşa Kürdistan Valisi bulunduğu zamanda Diyar-ı - Bekir’de 1850 senesinde vefat etti ve Diyar-ıbekir’de toprağa verildi.

Sadullah Paşa kendi kendini yetiştirmiş ve mükemmel yetiştirmiş bir Devlet adamımızdır. Güzel bir tahsil ve terbiye gördükten sonra, Devlet kademelerinde, daima memleketine, Milletine lâyikiyle hizmet ederek yükselmiştir.

Cennetmekân Şehid Sultan Abdülaziz Han zamanında, Zatı Şâhaneye tercümanlık etmiş ve Mabeyn-i Hümayun Başkâtipliğine tayin olunmuştur.

Saltanat tebddüllerinde, daha doğrusu Sultan 5 ci Murad Han’ın hal’i ve ikinci Sultan Abdülhamid Han’ın ca-lis-i taht-ı saltanat olduğu gün, Sadullah Paşa (bey) kendi yerinde Said beyi başkâtip olarak (Şapur Çelebi, denilen ve bir çok defalar Sadrıazam olan Küçük Said Paşa) görmüştür.

Bu suretle daha ilk günden Saduilah Paşaı saraydan ayrılmış ve derhal çok mühim bir vazife ile Filibe’ye gönderilmiş, sonra da Berlin Büyükelçiliğine tayin olunmuştur.

Küçük Said Paşanın, Saduilah Paşa’ya duyduğu rekabet ve kıskançlık hissi de bu suretle yine daha ilk günden tezahür etmiş oluyor.

Bu rekabet ve kıskançlık, maalesef Saduilah Paşanın bütün kariyerinde, hattâ hayatında, büyük rol oynamış ve büyük bir felâketle neticelenmiştir.

7 Temmuz 1838 tarihinde Erzurum’da dünyaya gelen Saduilah Paşa, 18 Ocak 1891 tarihinde Viyana’da Sefir bulunduğu sırada intihar ederek hayatına son vermiştir.

Saduilah Paşa’nın bu feci ölümünü, karşı taraf, yani Siyonistler, Masonlar ve ittihatçılar durmadan istismar etmişler ve. bu aile faciasının üzerine akbabalar gibi çökmüşler, üşüşmüşlerdir.

Saduilah Paşa’yı mazlum ve masum olarak senelerce muazzam bir kaide üzerine oturtmuşlar ve bu intiharın mes’uliyetini yine Gennetmekân Sultan Abdülhamid Han’a yüklemişlerdir. Ve bir Sultan Hamid - Saduilah Paşa, çekişmesi, bir Sultan Hamid - Saduilah Paşa sun’î meselesi ortaya çıkarmışdır.

Bu meseleyi ortaya atanlar ya kendileri çok cahil, yahut işin iç yüzünü bildikleri halde, Türk umumî efkârını ve Türk münevverini o kadar gafil, tetkik, tahkik ve tefekkürden uzak ve aciz buluyorlar ki, kendisine sunulan her şeyi kabullenen bir güruh kabul ediyorlardı.

Bu yıkıcı kuvvet burada da muvaffak olmuştur. Sultan Hamid - Saduilah Paşa meselesi bir asra yakın sürmüştür. Bu yıkıcı kuvvet istediği gibi kctnaatlara, fikirlere, vicdanlara baskı yaparak uzun bir süre hakim olmuştur. Zira, kendileri gibi düşündüğünüz, veya düşünme zahmetine hiç katlanmadığınız müddetçe düşünce hürriyetine malilksi-niz, aksi halde küfür, iftira sizi beklemektedir. Tarihinizi doğru dürüst bilemezsiniz, yazamazsınız, dikta bir tarih bilmekle iktifa etmelisiniz. Yoksa en kolay işleriniz bile olmaz, herkes tarafından unutulmuş, terk edilmiş olarak köşenizde sönüp gidersiniz. Bu meselenin mümkün olduğu kadar, nasıl bir tertip ve kasitli olduğunu açıklamaya gayret edelim :

·        a)  Sultan Abdülhamid Han, koca bir imparatorluğun

kayıtsız ve şartsız hâkim-i mutlakı, Sadullah Paşa ise bütün mümtaz şahsiyetine rağmen, O Padişahın ve Halifenin nihayet bir teb’ası...... O koca imparatorlukta mevcut kim

bilir kaç Vezirden, kaç Sefir-i Kebirden bir tanesi .........

Bu ikisi, yani Sultan Abdülhamid ile Sadullah Paşa,, birbirlerine «pendant» değiller ki ...... Saddllah Paşa’nın ancak

Vezirlerle, Sefirlerle, Sadrıâzamlarla yani kendi akran ve arkadaşları ile bir dâvası olabilir. Yoksa Padişah ile değil.

OsmanlI Türk tarihinde bu böyledir. Vezir âsi, serkeş ve anarşist olmadan Padişahla herhangi bir dâvası olamaz, (ki Sadullah Paşa’yı bu gibi çirkin hallerden tenzih ederiz) .........

Yoksa, Padişahla teb’asının karşı karşıya gelmesinin ve birbirleriyle çekişmesi muhal ender muhal .........

·        b)  Yine izaha devam edelim : Padişahla bir Vezirinin çekişmesi (isyanlar ve anarşik hareketler hariç). OsmanlI ve Babı Alı terbiyesiyle te’lif kabul etmez bir keyfiyettir. Üstelik unutmamalı ki Sadullah Paşa OsmanlI, Bab-ı Âli terbiyesi ile yetişmiş bir aristokrattır.

Yukarda da arz ettiğimiz gibi, köklü bir Anadolu asilzadesidir ve Cedd-i Âlâsı, Hacı Bayram-ı Veli (K.S.) nin ikinci Halifesi Ayaş’ta medfün Bünyamin-i Veli (K.S.) Hazretleridir.

Karşı tarafın Sadullah Paşa’yı bu kadar tutmalarına sebeb de, kendileri, yani Sultan Abdülhamid Han’a karşı gelenlerin hemen hepsi çapulcu, baldırı çıplak kimselerdir ve Millet çok geçmeden bunların ne olduklarını anlamıştır.........

Halbuki, Sadullah Paşa öyle mi ya? Sadulian Paşa çok asil bir ruh ve nesep sahibi, memlekette hürmet gören ve. çok sevilen mümtaz bir şahsiyettir.

Böyle prestiji olan bir kimseyi aralarına almakla, kendi cephelerinin çok kuvvetleneceği muhakkaktır.

Pekii, bu kötü âkıbete Sadullah Paşa’yı iten sebeb nedir? Sadullah Paşa, kendisi yaradılış itibariyle «neurast-henie» ye meyyal bir kimsedir. Son derece izzeti nefis sahibi ve haysiyetlidir.

Üst üste, mağlub bir Devletin murahhası olarak müzakerelerde bulunması, Hariciye Nazırı merhum Saffet Paşa ile :Ayastafanos’ta ve sonra da Berlin Kongresinde mağrur, küstah, hodbin galib basımların karşısına çıkması ve onlarla müzakere etmesi, Sadullah Paşa’nın zaten çok hasr-sas sinirlerini büsbütün yormuştur.

Hatta, Ayastefanos’ta, müzakerelerin sonunda, basımlar karşılıklı ziyafetler verecekleri zaman, Rus Orduları Başkumandanı Grand Dük Nikola, verdiği ziyafette, bilhassa harp için yaptırmış olduğu «bakır» dan bir yemek servisi ile ziyafet vermiş. Bizim Heyet-i Murahhasaya ise, Bab-ı Âli’den, murassa yani elmaslı ve altından çok zengin bir yemek takım gelmiş. Saffet Paşa ve Sadullah bey, bu manzara karşısında hüngür hüngür ağlamışlar ve bu elmaslı son derece zengin yemek takımlarını İstanbul’a iade etmişler ve bunların yerine çok daha sade ve basit takımlar istemişler. Ve :

·        — «Galip Ordu kumandanı Grand Dük bir bakır takımla ziyafet verdikten sonra, biz burada mağlub mevkiindeyiz, bu derece zengin ve muhteşem bir takımla nasıl ziyafet verebiliriz? Biz, bundan hicab duyarız,» demişler.

Berlin’de keza, Osmanlı murahhasları adeta istiskal ediliyor ve bütün iltifatlar, galib Rusya’nın murahhaslarına yağıyor.

Hatta bir akşam sarayda verilen bir ziyafette Sadullah Paşa o kadar yalnız kalıyor ki, herkes Rusların etrafında çepeçevre......... Sadullah Paşa bu hal karşısında ziyafeti

terk etmeye karar veriyor, fakat imdadına, O zamanlar Veliahdın haremi olan Ingiltere Kraliçesi Viktorya’nın kızı olan Prenses Viktorya yetişiyor.

Genç Prenses, Sadullah Paşa’yı bu kadar yalnız görünce yanıha geliyor, ve :

·        — «Merak etmeyiniz, Annem (İngiltere Kraliçesi Viktorya, yani Ingiltere size yardım edecektir) diyor.

O zamanki şu siyasî vaziyeti de belirtmek isterim ki, Almanya’da, Alman imparatorluğunun kurucusu Pren Bis-mark hâkim-i mutlak ve «Büyük Almanya» gayesi peşinde...... Birinci Wilhelm Almanya Kaizeri, Veliahd, yani

Kronprinz Prens Frederik Wr5hehn, haremi İngiltere prensesi Viktorya. İleride üç ay kadar Alman Kayserin’i olacak olan İngiltere Kraliçenin kızı, Almandan ziyade İngiliz......

Ingiltere ise Bismark’ın ve hülyası olan Büyük Almanya’nın aleyhinde...... Bismark Rusya’yı tutmakta. Şu halde İngiltere’nin otomatik olarak Rusların karşısındaki cepheyi, yani Osmanlı Devletini tutması lâzım, fakat İngiltere buna da tam olarak yanaşmıyor. Zira o senelerde İngiltere Kraliçesi aynı zamanda Hindistan Imparatoriçesi oluyor ve ona bu muhteşem Hindistan İmparatorluk taçını giydiren Yahudi Başvekili Disraeli...... Bu büyük hizmetine kar

şılık Dîsraeli Lord Titrini ve bir İngiliz olan Beaconsfield adını alıyor. Bilinmez, belki israili de daha o zaman alıyor Yahudiler!!!...

Geçelim.........

Müstakbel Almanya Imparatoriçesinin OsmanlI Sefirinin yanına geldiğini görenlerin hepsinin, OsmanlI Sefirine karşı muamelesi tamamiyle değişiyor ve Sadullah Paşa ziyafetin sonuna kadar Sarayda kalıyor ve bu suretle. bir diplomatik skandalin önüne geçilmiş oluyor.

Bütün bu anlattıklarımızdan ve açıklamalarımızdan sonra zihinlerde şöyle bir soru hasıl olabilir:

— Pekii, böyle bir hadise hiç mi yok? Bir Sultan Ab? dülhamıd - Sadullah Paşa meselesi hiç mi yok? öyle ise Sadullah Paşa’nın bütün arzusuna ve yazdığı izin talepleri neden cevapsız kalıyordu?

' — Var, vardı. Nitekim sonu bir facia ile bitecek son derece vahim bir mesele vardı. Fakat bu mesele Zat-ı Şâ-hane.ile değil, SaduHah Paşa’yı çok kıskanan ve kendisinin memlekete avdetinde, kendi menfaatleri için çok zararlı gören arkadaşları ve akranları arasında, bilhassa Said Paşa ile.

Said Paşa’nın, rüyalarına kadar giren korkusu : Sadullah Paşa Memlekete avdet eder ve şayet Sadrıâzam olursak......

Zira «kaht-ı rical» den, daha o zamanlar adamsızlıktan, Sultan Abdülhamid Han her sıkıştığında Sadaret mü-hürünü Said Paşa’ya veriyordu. Sadullah Paşa memlekette olursa, Padişah kendisini yakından tanıdıkça elbette bu mümtaz Devlet adamını da kullanacak ve Sadrıâzamlığa kadar yükseltecekti. İşte Sadullah Paşa meselesinin ve faciasının kilit noktası.

Sadullah Paşa’nın, Zat-ı Şahaneye sunduğu istirham-nameler acaba yerini buluyorlar mıydı? Büyük bir ihtimal ile bu izin talepleri Saray entrikaları arasında yok oluyor eriyip gidiyordu.

Herhalde Saduliah Paşa da mektuplarının' yerine vâsıl olduğundan şüpheye düşüyor ki, bu sefer Cevdet Pa-şa’ya çok hazin bir mektup yazıyor ve bu mektupta dürüst karakterini ve Padişahına olan sadakatini gösteriyordu.

Fakat şimdi öyle anlaşılıyor ki, yüz seneye yakın bir zamandan beri, Saduliah Paşa’yı oturtmuş oldukları «Pied d’estal» dan artık indirmek kararındalar. Yakınlarda bir gazete, Saduliah Paşa hakkında pespaye ve uydurma bir aşk hikâyesi yazdığı gibi, Selânik dönmesi bir Prof. Bayan da Saduliah Paşa ailesinden, bu mevzuu işlemek üzere, yani Sefaretteki bir oda hizmetçisiyle Saduliah Paşa’nın aşk hikâyesini, bir tiyatro piyesi olarak sahneye koyma müsaadesi istiyor.

Sadullah Paşa’yı yüz seneye yakın Sultan Âbdülhamid aleyhinde kullandıktan sonra, yani kendilerince işleri bittikten sonra, kaide’den indirilme sırası Sadullah Paşa’ya geliyor.

Zira, bu pespaye aşk hikâyesi tamamiyle uydurma, ka-sitli ve bir tertiptir. Yani Saduliah Paşa Vatan ve aile hasreti gibi ulvî hisler altında intihar etmiyor da yakışıksız bir aşk macerası neticesi, bir Sefir için skandal ollacak vaziyetten kurtulmak için intihar etti, denmek isteniyor.

Hal böyle ise, Sultan Abdülhamid’in bunda suçu ne? Bu sefer Saduliah Paşa’yı küçültmekle, Sultan Abdülhamid’i temize çıkarmış oluyorlalr. Bunun da izahını yapalım :

1) Saduliah Paşa 13 sene Vatanından ve çok sevdiği ailesinden uzak...... Şayet böyle bir vâkâ olmuş olsay

dı, Saduliah Paşa, bunu inkâr edecek karakterde, ve tiynet-te bir insan değil. Saduliah Paşa’nın yapacağı şey, gayri meşru’ çocuğunu tanımak ve Alman Frâilein’nını müslüman edip, kendisini nikâhlaması idi. Memleketin bütün kanunları, örf ve adetleri buna müsaitti. Netekim böyle bir hadise, büyük oğlunun başına geliyor ve Sadullah Paşa (oğlunun bütün muhalefetine rağmen) böyle hareket etmeye oğlunu icbar ediyor. Bu izdivaç çok bedbaht bir izdivaç oluyor ve sonu bir felâketle bitiyor, yani Sadullah Pa-şa’nın en büyük oğlu da evlendikten bir müddet sonra intihar ediyor.

·        2)  Sadullah Paşa’nın vefatında, dört evlâdından yalnız zevcim Nusret bey Viyana’da bulunuyor. Şayet böyle bir hâdise olmuş olsaydı, uzun seneler beraber hayat arkadaşlığı ettiğimiz zamanlarda, muhakkak bunu bana naklederdi. Zira, böyle çok beşerî bir zaaftan dolayı, çok hörmet ettiğim, saygı duyduğum ve sevdiğim, babası Sadullah Paşa hakkında ne fikirlerimde, ne hislerimde bir değişiklik olmayacağını, zevcim pek iyi bilirdi. Kendisinin Babasiyle beraber Viyana Sefaretinde beraber yaşarken bu hadiseden haberdar olmamasına imkân yok.

·        3)  Üçüncü, belki de en kuvvetli delil bu hususta, Mehmet Akif Beyin, Namık Kemal Beyin hayat hikâyelerini yazan merhum Mithadı Cemal Kuntay bey, Sadullah Paşa’-mn da hayatını yazmayı çok istiyordu, biz de istiyorduk.

Resmî vesikalardan başka biz de kendisine, Sadullah Paşa’ya, ait hem hususî hem resmî koca bir tahta sandık evrak verdik (bu vesikaları aldığına dair merhum Mithad Cemal beyin imzalı bir senedi hâlâ yanımda mahfuzdur,) Mithad Cemal bey, Sadullah Paşa’yı bütün cepheleri ile tetkik etmiş ve incelemişti. Ve nihayet Sadullah Paşa’nın hayatını yazmamaya karar verdi ve bizzat bana dedi ki :

— «Evet, Sadullah Paşa çok kibar, çok mümtaz bir şahsiyet, fakat dümdüz ve çok sade bir hayatı var. Oku-

yucuyu çekecek, ilgilendirecek hiç bir tarafı yok. Ne bir aşk hikâyesi, ne bir «Aventure» ...... Ben üç sahife içinde

Saduilah Paşa’nın bütün hayatını yazabilirim, bu da bir kitap değil ancak bir makaleye mevzu olabilir.»

Şayet, yüz sene sonra, kasten icat edilen bu aşk masalı olmuş olaydı, Mithad Cemal bey, atmaca gibi bu hikâyenin üzerine atılır ve gözümüzün yaşına bakmadan ve daha da tellendirir, pullandırır, bu aşk masalım yazardı.

Hayır, Saduilah Paşa hayatında iki şey sevmişti : Vatanı ve ailesi. Valilerden Vecih! Paşa’nın kızı Necibe Hanımefendi ile evliydi, bu çok mes’ud izdivaçtan dört çocukları olmuştu. Üç erkek bir kız çocuğu : Asaf bey, Nus-ret bey, Ragıp bey ve Nazlı Hanım. Saduilah Paşa oğullarını, Avrupa’da tahsilde olduklarından devamlı görebiliyor, lâkin çok sevdiği kibar Necibe Hanımefendi ile kızı Nazlı Hanımı (13 sene) göremiyordu.

Marazî derecede hassas olan Sadullah Paşa üzerinde bu ayrılık son derece tahribkâr manevî tesirler yapıyordu ve nihayet çok elîm bir neticeye kadar kendisini sürüklemiştir.

Sadullah Paşa, canı kadar sevdiği Vatanı ve ailesi için başını vermişti. Rahmetullahi Aleyh!

Viyana Sefaretinde, babasının maiyetinde bulunan ve aynı zamanda tahsiline devam eden ortanca oğlu zevcim Nusret bey, bir gün yine babasını Vatan ve aile hasretinden büyük bir bunalım içinde görünce, babasına :

·        — «Efendim, madem ki Vatanınıza ve ailenize bu kadar büyük bir hasret duyuyorsunuz ve bu kadar derin bir ızdırap içindesiniz, izin almadan İstanbul’a gitseniz, size bir şey yapacaklarını hiç zannetmiyorum», demesi üzerine Saduilah Paşa:

·        — «Biliyorum oğlum, biliyorum, hiç bir şey yapmayacaklarından eminim. Lâkin Pâdişâhtan izinsiz gitmeyi ancak sîzler, yani gençler düşünebilirsiniz. Bizler için bu mümkün değildir. Bizim terbiyemizi görenler için, bunun ihtimali yoktur. Padişahın izni olmadan hiç bir şey yapılamaz, velev ki bu en masum bir hareket olsun», demiş.

işte Sadullah Paşa’nın hakikî hüviyeti, karakteri, tiy-neti, görgüsü ve terbiyesi budur.

Ve işte yine bu merbutiyet ve itaat hissi ile Devlet al-tıyüz sene ayakta şerefle durabilmiş ve. «Ebed Devlet» hükmünü almıştır.

Sadullah Paşa âsi değil saiddir, binaenaleyh kendisini «Yeni OsmanlIlar» la karıştırmak çok büyük günah olur. Bu günah, uzun müddet, bir zümre tarafından işlenmiştir. Hemen cedd-i âlâsı Bünyamin’i Ayaşî (K.S.) Hazretlerinin himmetiyle bu gibi töhmet ve isnatlardan Sadullah Paşayı kurtarsın, Amin. Zira zamanı gelmiş hatta geçmiştir bile.........

Bu mevzuya, kısa da olsa, Mithad Cemal Kuntay bahsinde TEKRAR AVDET EDECEĞİZ.

Cennetmekân Şehid Sultan Abdülaziz Han

Büyük biraderi Sultan Abdülmecid Hanın vefatiyle 25 Haziran 1861 senesinde caiis-i taht-ı saltanat, yani Padişah olmuştu. Sultan Abdülaziz Han, «Adlî» lâkabıyla yad edilen ikinci Sultam Mahmud Han’ın ikinci oğlu olup, Valideleri Pertevniyal Valide Sultan’dır.

Pertevniyal Valide Sultanı, İstanbullular, hâlâ pek iyi bilirler ve tanırlar, zira Şehrin en işlek yerinde, Aksaray’-, da, dört yol kavşağında, diğer Selatin Camilerinden çok değişik bir tarz-ı mimaride büyük bir Camisi olduğu gibi, onun yanıbaşında yine kendi hayratından olan, bu gün maalesef pek çirkin bir binada bulunan bir mektebi (lisesi) de. vardır.

1861 senesinde, Sultan Aziz’in cülusunda, Tanzimatı tertip eden ve «Koca» lâkabiyle Osmanlı tarihine geçmiş olan Reşid Paşa üç seneden önce vefat etmişti. Fakat kendi yetiştirmeleri ve isimleri daima kendisiyle beraber anılan ve Tanzimatın üç rüknü olan Koca Reşid Paşa, Âli Paşa ve Keçecizade Fuad Paşalardan, son ikisi hayatta idiler.

Ve Sultan Abdülaziz Han bu iki mümtaz diplomat ve Devlet Adamını, Devlet hizmetinde kullanmış ve kendilerinden azamî istifade etmiştir. Vâkıa, bunlardan bir müddet sonra, makam-ı saltanata yerleştikçe ve alıştıkça, bilhassa Âli Paşa’dan bir hayli sıkılmış, bıkmış ve kurtulmak istemiş ise de, Devletin menfaatlerini göz önünde tutarak, bunlar hayatta oldukları müddetçe herhangi bir kurtulma teşebbüsünde bulunmadığı gibi, kendilerini rencide edecek bir hal ve tavır da takınmamıştır. Bilakis bunların müdahalelerine karşı çok sabırlı ve müsamahalı davranmıştır.

Sultan Abdülaziz Han, Memleket dışına çıkan ve resmî ziyaretlerde bulunan ilk ve son OsmanlI hükümdarıdır. Bu resmî seyahat pek muvaffakiyetli geçmiş ve yanında daima Keçecizade Fuad Paşa bulunmuştur. Padişah, bütün Avrupa merkez-i hükümetlerini ziyaret ettiği gibi tanıştığı bu memleketlerin hükümdarları üzerinde de fevkâ-lade bir tesir bırakmıştır. Hârikuîâde vekarlı ve heybetli şahsiyeti bütün bu hükümdarlar üzerinde çok derin izler bırakmıştır. O zamanlar, OsmanlI Padişahının mülâki olduğu bazı büyük Devlet Hükümdarlarını kısaca sıralayalım: İngiltere Kraliçesi Viktorya, Fransa imparatoru 3. cü Napoleon ve güzel imparatoriçe Ojeni (Eugenie) Alman imparatoru I. ci Wilhelm ve Belçida Kralı I. ci Leopold.

Sultan Abdülaziz Han, büyük biraderi Sultan Abdül-mecîd Han kadar görünüşü güzel, lâtif ve zarif değildi. Sultan Aziz Pehlivan yapılı, çok kuvvetli, kudretli, mehabeti! fakat içi de son derecede hassas, ince ve san’atkâr ruhlu idi. Şiire, musikiye ve resime fevkâlade istidadı vardı. Pek güzel krokileri, bilhassa at ve harekette olan süvari resimleri vardır ki bunlar bir Şah elinden çıkma şaheserlerdir. Hicâz makamında bir zirtosu (1) vardır. Hâ-rikûlâde güzel bir askerî marş olabilecek canlılıkta ve harekettedir’

Hem güftesi hem bestesi kendisinin olan pek güzel şarkıları vardır. Bir tanesini burada verelim :

«Muhayyer Devr-i Hindi»

Bî huzurum nâle-i mürğ-i dili divâneden

Fark olunmaz cîsm-i bîmarım bozulmuş haneden Bunca derd-ü mihnete katlandığım ayâ neden? Terk-i Ca n etsem de kurtulsam şu mihnet haneden.

(1) Zirto:                                                               !

Bütün eski musikimizi çok iyi bildiği gibi XIX. asır bestelerini de çok iyi, hatta en iyi bilen diyeceğim, çok zarif, kendi isteği ile «yüz elliliklerden, (arkadaşlarımdan ayrılmayım düşüncesiyle) olan Sabih Şevket bey merhumdan Cennetmekân Sultan Abdülaziz Hanın daha bir çok bestelerini, şarkılarını dinlemiştim. Sabih bey piyanonun başına geçer, hem bunları çalar hem de pek küçük sesiyle tatlı tatlı teganni ederdi. Allah rahmet eylesin.

Genç, yakışıklı, kuvvetli ve kudretli Padişah - Halife, mes’ud olmak için her şeyi olan bir zîkudret Hükümdar iken neden bu kadar hüzünlü, bedbaht ve bedbin oluyor? Sebeb, şüphesiz önsezisi kuvvetli olan insanların gelecek felâketten haberdar olmaları ve daha musibet gelmeden, habercisi gelmiş gibi enin ve figan eylemelerinden ileri gelmektedir.

Padişahın sadece şiiri kuvvetli değil, mektuplarından nesrinin de pek kuvvetli olduğu görülüyor.

Sultan Abdülaziz’in şayet kısaca tarifi yapılacak olursa, ancak «Grandiose» ve «Majestieux» yani muazzam ve şahane kelimelerini kullanmak gerekir.

Zira, hakikaten Sultan Abdülaziz; Celâlli, muazzam ve şahane idi.

Ne yazık ki, Sultan Abdülaziz’in devr-i saltanatı XIX. asır Avrupa diplomasisinin, bizi ipek böceğini sardığı gibi sarmış ve Avrupa büyük devletlerinin bizi çepeçevre kuşattığı bir zamana tesadüf etmiştir. Yoksa, Sultan Abdülaziz Han bir Saray Padişahı değildir. Er meydanlarında kılıç oynatan ve atını zaferden zafere koşturacak bir Şah olacak tiynette ve kudrette bir Padişahtı. Sultan Abdülaziz Han, ceddi âlâsı Yavuz Sultan Selim Han’a belki en çok benzeyen bir Padişah idi.

Ne yazık ki, bu kuvvetini, kudretini ve enerjisini, Saray çevresi içinde, zamanının en namlı ve kudretli Pehlivanları ile tertiplenen Güreşlerde hare eder görüyoruz.

Burada, Türk Milletinin muttali olmadığı, Sultan Azîz’e ait bir kaç anekdotu hikâye edelim :

Sultan Abdülaziz Padişah, Sadullah Paşa henüz Vezir ve Sefir olmamış, Sarayda tercüman...... sonradan diyarı

gurbette Sefir iken oğlu Nusret Sadullah Ayaşlı Beyefendiye Saray hatıraları arasında nakil ettikleri: — «En soğuk günlerde bile Zât-ı Şahanenin huzuruna girdiğim zaman, haşmetinden ve heybetinden yüzüne bakamaz idim. Bununla beraber bakışlarının nüfuzunu hisseder ve ter içinde kalırdım. Huzurda karşısında, ayakta elpençe divan dururken, burnumdan akan ter damlalarından, parkenin üstü küçük bir göl halini almış olduğunu görürdüm. (Malûm Padişah huzurunda mendil kullanılmaz ve ter silinmez.)

Sadullah Paşa ki kendisi Vekâr ve haysiyeti ile, Babası Divan5 sahibi Es’ad Muhlis Paşa ise kibir ve azameti ile tanınmış vüzeradan biri idi. Ve öyle kolay kolay tesir altında kalacak insanlardan değillerdi. Haydi bunlar kendi Padişahlarıdır böyle bir tesir altında kalmış olsunlar diyelim, anlatacağım diğer hikâye ise Papalık Büyükelçisine aittir.

«Papalık Büyükelçisi itimatnamesini Padişaha takdim etmek üzere Saraya gelmiş. Huzura kabul olunmadan evvel aşağı katta bir Salonda istirahat ediyor ve kendisine izaz ve ikram ediliyor, Sadullah Bey de yanında, Sadullah Beye itimatnamesini okuyor, hem itimatname ve hem de içindeki cümleler çok uzun, Sadullah bey Büyükelçiye, itimatnamesini lâyikiyle tercüme edebilmesi için, huzuru Şahanede, arada bir durup, bir az fasıla vermesini rica ediyor. Papanın Büyükelçisi ise:

— Yok, imkânı yok olamaz diyor zira bu itimatname bir edebiyat ve belâgât şaheseridir. Arada bir keser ve fasıla verirsem hem güzelliğinden, hem kuvvetinden kayıp eder. Bu cevap üzerine Sadullah bey naçar susuyor. Ve beraberce Sefir önde kendisi arkada Zât-ı Şahanenin huzuruna çıkıyor. Huzurda Sefir, Padişahın yüzüne bakmaksızın itimat Mektubunu cebinden çıkarır, kendisine büyük bir ehemmiyet vererek ve gururla okumaya başlar.

Sultan Abdülaziz de kaşlarını çatmış, gözlerini sefire dikmiş, dikkatle mektubu dinliyor. Sefir bir ara başını mektuptan kaldırır ve Sultanın gözleri ve bakışları ile karşılaşır. Padişahın heybetinden dehşete düşen Nonce Apos-toliğin birden dili tutulur, kekelemeye başlar ve üzerine fenalık gelir............ O zaman Zât-ı Şahane, bulutlar ara

sından çıkan güneş gibi, kaşlarının çatıklığı geçer ve te-nezzülen biraz tebessüm ederler.

— Su getirin, diye irade buyururlar.

Hemen mabeyinciler, teşrifatçılar, haremağaları ve maiyette bulunan diğer kimseler koşarlar su getirirler ve biraz kendine gelen Sefirin kollarına girerler, başka bir salona istirahata götürürler. Bir defa daha Huzura çıka-madan Nonce Apostolik memlekitine avdet eder.

Bu bir hakikattir, mübalağası hiç yoktur. Babasından işittiği gibi Nusret Sadullah bey, bize nakletmiştir, biz de aslına temamiyle sadık kalarak bunu burada hikâye ediyoruz.

Bir tarihte de, bizden ayrılan ve nîm müstakil olan Sırbistan Prensi İstanbul’a gelir.

Babı Âli’den bazı talepleri var, Hudut tashihi istiyor. Sırbistan prensinin teklifleri pek ağır ve fâhiş............ bu

tekliflere Babı Âli:

— Hayır, olmaz der.

Sırp Prensi, gayet küstah ve kendinden emin Hariciye Nazırına:

— Pekii, o halde Zat-ı Şahaneyi göreyim, kendilerinden bu hudut tashihini koparırım, diyor.

Hakikaten, Sırbistan Prensi, Mabeyinden Zât-ı Şahaneye arzı ubudiyet ve hâkipayi Şahaneye yüz sürmek için müsaade ister.

Bundan haliyle haberdar olan Babı Âli, Prense :

— Zât-ı Şahaneyi, yalnız arzı ubudiyet için görebilirsiniz, fakat katiyyen politikadan ve mahut «hudud tashihi» meselesini açmayacaksınız diyor, bu hususta Prens Babı Âli’ye şeref sözü veriyor ve yemin ediyor, Politikadan ve Hudud meselesinden hiç bahs etmiyeceğine dair.

Prensi kabul etme müsaadesi çıkıyor. Gününde ve saatinde Sırp Prensi Sarayın yolunu tutuyor.

Sultan Abdülaziz Ham, bu, hâlâ kendi «Peyki» olan Sırp Prensini iyi karşılıyor. Huzurda bir küçük iskemlede oturmasına da müsaade ediliyor.

kendisine yapılan bu güzel muameleden yüz bulan Sırp Prensi, Babı Âliye vermiş olduğu namus sözüne, ve yeminine rağmen, Padişaha hudud meselesini açıyor ve açmakla da kalmıyor, bu mesele üzerinde İsrar da ediyor.

Zât-ı Şahanenin yüzü gözü birbirine karışıyor, müthiş bir fırtınadan evvelki bir hava kaplıyor ortalığı. Yine terbiyesi kıt Sırp Prensi:

— Bu meseleyi hal edemez isem ve hudud tashihini yapamaz isem, beni memleketime sokmazlar ve tahtıma oturtmazlar, diyor.

Bu sözler artık, bardağı taşırmaya kâfi gelen bir damla oluyor. Ve Zât-ı Şahanenin gözlerinde şimşekler çakmaya başlıyor ve yer, gök gürler gibi Padişah, Arslanlar gibi kükremeye başlıyor:

— Eğer makamını kayıp etmekten ve memleketine gitmekten korkuyorsan, Asâkîr-i Şahanem, seni 'memleketine götürür ve sandalyene oturtur, diyor.'

Belgrat’ta ki koltuğundan başka, Padişahın karşısındaki oturduğu küçük sandalye de çatırdamaya başlıyor. Zira Sırp Prensi o kadar korku içindedir ki tir tir titremeye ve Prens titredikçe oturduğu küçük sandalyeden de çatırdama sesleri duyulmaya başlıyor.

Bu anekdot da Sadullah Paşa’nın anlattığı Saray hatıraları arasındadır. Sadullah Paşa gibi çok ciddi, doğru ve dürüst bir Zatın anlattıklarında yanlış olmayacağı gibi hiç bir mübalağa da olmadığı bedihidir.

Bu ve buna benzer hikayeler, şimdiye kadar niçin ve neden hiç işitilmemiş ve duyulmamıştır? Bu Papalık «prestijine» dokunacağı için Papalık mehafilinden bu havadisin sızmayacağı bedihidir. Aynı düşünce ile Avrupa da susmuştur.

Biz de; «Millet hoşlanır ise» düşünce ve endişesiyle Mithat, Hüseyin Avni ve benzerlerinin, Padişahın haşmetinin ve heybetinin millet arasında yayılması hiç de işlerine gelmediği gibi, maalesef zamanının büyük şairi Namık Kemal bey, Ziya Paşa, Kâzım Paşa dâ mefahir-i milli-yeyi terennüm edecekleri yerde, Saraya ve Padişaha karşı cephe, almışlar, yıkıcı ve yıpratıcı birer hicviyeci kesilmişlerdir.

Ziya Paşa, durmadan, hakikaten mümtaz bir diplomat, terbiyeli, vekârlı, temkinli ve kibar bir devlet adamı olan Âti Paşa’ya çatmış ve yazmadığı hicviye kalmamış, velhasıl elinden geleni ardına koymamıştır.

Sonradan Âli Paşa’nın mezarına gitmiş, ağlamış, af taleb etmiştir. Ziya Paşa olan olmuş, bunlar ise hiç işe ya-

ramaz, temkinsiz mahalle çocuğu hareketleridir.

Bir iki müstesna şahsiyet hariç, bütün münevverler Devleti, Monarşiyi ve Bab-ı Âliyi yıpratmak, küçük ve zayıf düşürmek için düşmanlarla paralel yürümüşlerdir.

Saduilah Paşa ise gurbette genç denecek bir yaşta vefat etmiş ve arkasından hatırat bırakmamıştır.

CENNETMEKÂN SULTAN ABDÜLAZİZ HAN’IN ŞEHADETI HAKKINDA BAZI MÜHİM VESİKALAR VE DELİLLER

— Bilindiği gibi, yüz seneden beri, Sultan Abdülaziz Han intihar mı etti, yoksa şehid mi edildi meselesi sürüp gitmektedir. Halbuki bunun bir katil hadisesi olduğu Yıldız Mahkemesinde çok açık olarak ortaya çıkmıştı.

Fakat sonradan Sultan Abdülhamid-i Sânr’nin Hal’in-den sonra bu mesele yine dallanmış budaklanmış, Mithat Paşa ve arkadaşlarını temize çıkarmak için bir zümre başta iktidarda olan ittihadcılar olmak üzere, kesif bir faaliyete geçmişler ve Mithat Paşanın manevî şahsiyetini kurtarabilmek için hakikat ört bas edilmiş, roller değişmiş, mücrimler masum ve masumlar zalim olmuştur. Bu politik düşünceler ve çabalara yalnız iktidarda olan ittihadcılar değil bunların yanı sıra mütefekkir geçinen memleketteki münevverler de iştirak etmişler, haksızlığı ve zulmü desteklemişlerdir.

Sultan Abdülaziz’in ölümünün bir kati olmayıp bir intihar olduğunu iddia eden zümrenin en büyük delili:

«Sultan Abdülaziz çok. kuvvetli idi, kim kendisiyle başa çıkabilirdi? Her geleni kendisi yıkardı» diyorlardı. Buna mukabil, Sultan Aziz Han’ın ölümü Şahadettir, diyenler de Padişaha hücum eden tek kişi değildi, Sarayda, bilhassa bu menfur iş için tutulmuş üç azılı kişinin birden hücumunu iddia ediyorlardı. Ve bizler işin bu kadarını biliyorduk.

Halbuki, buna munzam mühim bir faktör daha var. Feriye Sarayından alınıp Beşiktaş Karakoluna götürülen Padişah henüz hayatta imiş ve bir çok mühim zevat Padişahı görmek üzere Beşiktaş Karakoluna gitmişler. Bu meyanda İngiltere Büyükelçisi de Karakola gelmiş, gelmesiyle çıkması bir olmuş. Kapıdan çıkarken, Padişahı görmeye gelen Hassa Müşiri Rauf Paşa ile burun buruna geliyor ve Sefir Rauf Paşaya :

— Halâ o kadar keskin kloroform kokuyor ki, içerde fazla duramadım, kokudan içime, fenalık geldi, diyor.

Yıldız mahkemesinde Sultan Abdülaziz’in dişlerinin kırılmış ve sakalından bir tutam sakalın yolunmuş olduğunu söylüyorlar. Buna karşı, karşı taraf zaten Padişahın dişlerinin bozuk ve çürük olduğunu ileri sürüyor.

Çürük ve bozuk diş başka, bir mücadele neticesi kırılan diş başka. Bu kırılan dişle beraber, sakaldan bir tutam yolunmuş olması, Şehid Padişahla katilleri arasında Padişahın ağzı etrafında bir mücadele olduğunu göstermektedir. Bu mücadelenin sırrı ancak Ingiltere Sefirinin Rauf Paşaya yaptığı ifşaattan sonra çözülmektedir. Yalnız üç dev gibi adam Arslan gibi Padişahı yıkmaya kâfi gelmiyor ve imdada kloroform da yetişiyor. Herhalde Pa-dişahfri ağzına ve burnuna tutmak istedikleri bol miktardaki kloroform için Padişah ve katilleri arasında amansız bir mücadele başlamış ve bunun için Padişahın burnu ve ağzı etrafında hasar vuku bulmuştur.

2 — Bu mücadeleyi küçücük bir cariye, korkusundan kanape arkasından seyir etmiştir ki bu cariye sonradan Mahmud Celâleddin Paşanın Haremi ve meşhur Paris Sefiri Salih Münir Paşanın valdesi oluyor.

Zaten Yıldız mahkemesi bu Hanımefendinin şehadeti üzerine açılıyor.

Katlin günü ve saati, bu meş’um hadiseyi tertipleyen-lerce biliniyordu. Bilhassa Hüseyin Avni tarafından, zira Feriye Sarayının tam karşısında Paşalimanında oturan

Hüseyin Avni Paşanın gözü mütemadiyen Feriye sarayında ve beş çifte kayığı da emre amade hazır bulunuyormuş. O gün kendisini ziyarete giden bir zat buna şahid oluyor ve Hüseyin Avni’nin için için endişesine ve telaşına hayret ediyor ve bir mânâ veremiyor. Ta ki Feriye Sarayında bir vaveyladır kopuyor ve derhal Hüseyin Avni Paşa, hazır bulunan kayığına atlayıp cinayetin işlendiği Feriye Sarayına koşuyor.

Zira, iyi kürek çeken sandalcılarla aradaki mesafe ancak 10 dakika. Sultan Abdülaziz halâ yaşamakta, fakat kan kaybından ve kloroformdan baygın ve bitkin bir halde-.. Bu halde iken Padişahı Sarayında bırakmıyorlar ve karakola indiriyorlar, karakol neferlerinin ot bir yatağı üzerine seriyorlar. Padişah halâ yaşıyor ve hiç bir doktor gelmiyor.

Sultan Aziz bu feci haline rağmen, gözünü hiç ayırmadan Hüseyin Avni’ye «Katil sensin» der gibi öyle bakıyor ki, nihayet bu bakışlara dayanamayan hain ve mel’un Hüseyin Avni karakolun bir perdesini söküyor ve Sultan Aziz’in üstüne örtüyor.

Nihayet, bir çok millete mensup doktorlar sökün ediyorlar ve raporlarını yazıyorlar, fakat bu raporlar Sultan Aziz’i muayene etmeksizin veriliyor, zira orada bulunan Hüseyin Avni Paşa, doktorların Padişahın örtüsünü kaldırmalarına mani oluyor ve:

— Bu bir Padişahtır, kayıkçı Haşan Ağa değildir, diyor.

Vay Cehennemlik mahlûk vay, senin ettiğin hakaretler ve koca Padişahın canına kıymak bir şey değildi de-ğilmi de doktorların muayenesi Padişaha hakaret oluyor. Bu da verilen kloroform kokusunu doktorların duymaması ve bir mücadele olduğunu anlamamaları için bir desise.

işte bu mücrimler sonradan masum mevkiine getiriliyor ve bir Padişahın, kan davası için açtığı mahkemeden dolayı Sultan Abdülhamid Han zalim oluyor. Bu kadar yanlış görüş ve tarihini yanlış biliş affolunur şey değil.

ŞAIR-I ÂZAM ABDÜLHAK HÂMID BEYFENDİ.

5 Şubat 1851 senesinde, fırtınanın yalının pencerçfej rini, camlarını, pervazlarını çatırdattığı bir gecede, çoktan yok olmuş, hayalini bile hayal edemiyeceğimiz,iQp^ij masallarındaki kadar güzel, Bebek’te bir yalıda, AbjRhâfe Hamid Bey dünyaya geliyor. Bunun için Büyük!OjŞair: — «Bebek Vatanım içinde Vatanimdir.» derdi.

Yine çok genç yaşlarında Bebek’ten ayrılıyor ve gurbet yılları başlıyor. Paris’te «Rue du Bac» da meşhur «ins-titut Hortus» de talebe ve Pazar günleri Lalası Ömer Ağa ile, çiçek açmış kestane ağaçları .altında «Champs Elysee» de piyasa......

Sonra Tahran, büyük şairler beldesi İran...... Abdülhak Hâmid Bey, ilk büyük acıyı, henüz 14 yaşında Tahranda tadıyor ve ilk defa ölümle karşılaşıyor. İranda OsmanlI Sefiri olan babası Tahran’da vefat ediyor.

Bütün İran mersiyeler yazıyor genç çocuğa, babasının vefatı dolayısiyle, yalnız veda ve izin istemek için zamanının Şahına gittiği zaman, Şah genç çocuğa :

Türkçe olarak : Olağan şeydir, diyor.

Abdülhâk Hamîd Bey, yine sadık ve vefakâr lalasiy-le at üzerinde, kervan yollarını takip ederek İstanbul’a geliyor.

O zamanlar için çok hareketli sayılan hayatı, yine çok genç iken başlıyor.

Poti, Londra, Paris, Hindistan...... Hindistan’da ilk

büyük aşkı olan Makber mülhimesi, yani Makber’i ilham eden kadın, harikûlâde güzel ve çocuklarının annesi Fatma Hanımın, gizli olan hastalığı Hindistan’da büsbütün ziyadeleşiyor ve ölümle neticeleniyor.

Vatana avdet ederken büsbütün fenalaşan genç ve güzel Fatma Hanım, vapurda vefat ediyor ve Beyrut’a çıkarıyorlar, orada defnediyorlar.

Yani Türk Edebiyatında pek büyük bir yer tutan Makber, Beyrut’ta...... Fakat Abdülhâk Hâmid Bey için yine

hareketli ve şöhretli hayatı devam ediyor. Pek çok mem-

leket ve pek çok kadın....... Nihayet Belçika ve Belçikalı

Lüsyen Hanım.

Şair-i Âzam’ı 1924 de tanımıştım. Viyana’dan yeni gelmiş, ihtiyar ve yalnızdı. Maçka Palas’ın bodrumunda oturuyordu, Lüsyen Hanım yanında değildi. Lüsyen Hanım İtalya’da Kont Soranzo ile evli Kontes Soranzo idi.

O zamanlar Maçka Palas’ın bodrum katı bir nevi kibar Osmanlıların garajı gibi idi. Abdülhâk Hamid Bey’den başka, meşhur Keçecizade izzet Fuad Paşa da Maçka Pa-las’ın bodrumunda oturuyordu. Burada merhum İzzet Fuad Paşa’dan bahsetmeden geçemiyeceğim. izzet Fuad Par şa isminden de anlaşılacağı üzere Keçeci ailesine mensup, asil bir aileden gelme, asil bir askerdi. Eskilerin tecrübelerine göre iyi ve emniyet edilir bir asker olabilmek için, köklü ve asil bir aileye mensup olması askerlik şartlarının başında geliyordu. Zannedersem İzzet Fuad Paşa süvari idi. AvrupalIların «Chic tipe» dediklerinden, sadece giyinişi şık değil, hal ve tavrı ve bütün davranışları şık ve kibar bir insandı.

izzet Fuad Paşa, Paris’te, «Ataşemiliter» iken Sultan Abdülhâmid Han aleyhinde erzelin biri bir kitap yazmış, buna Mabeyinin canı çok sıkılmış ve Bab-ı Âli, durmadan Paris Sefaretini sıkıştırıyor, edebsizi susturmak ve kitaplarını toplatmak için külliyetli bir para da gönderiyor. Fakat Paris ataşemiliterimiz, Keçecizade İzzet Fuad Paşa (daha o zamanlar bey) sayesinde, bunların hiç birine hacet kalmıyor. Umumî ve kalabalık bir yerde, kitabı yazan edeb-sizin suratına eldiveninin bir tekini fırlatıp, düelloya davet ediyor. Bu harekete maruz kalan herif mecburî düelloyu kabul eder. Fevkalâde eskrim yapan Keçecizade de herife lâzım gelen dersi verir, eskrimde bir güzel pataklar.

Bu hadiseyi merhum pek güzel anlatırmış, eskrim yapar gibi hareketler yapar ve :

i

— Herife şöyle vurdum, böyle vurdum ve daima kitabı yazan, o melûn sağ elini kolladım, ona cezasını vermek istiyordum. Bir iki vuruştan sonra sağ eline öyle vurdum ki, elinden kılıcı düştü ve herifin mağlûbiyeti ilân edildi. Bu mağlûbiyetten sonra, bedbaht, kitaplarını kendi toplatıyor ve OsmanlI Sefaretinden de özür diliyor.

Eskrim hakkında tek Türkçe yazılmış telif kitap izzet Fuad Paşa’nın kitabı olduğu gibi, «At» üzerine. de yazılmış güzel yazıları vardır.

işte bu kibar zat, büyük bir zaruret içinde öldü, ilk Haremi Mısırlı Prensesden sonra, evde hizmet eden bir rum kadını ile evlenmişti, âhir ömrümde bakılırım düşüncesiyle. Halbuki hiç de öyle olmamış, kadın durmadan Paşanın ölümünü beklemiş.

Kadını tanıyordum, Paşanın ölümünden sonra da gördüm, zavallı, sefil bir rum karısı idi, az Türkçe bilir, kötü bir Fransızca ile konuşurdu. Bu kadın âdeta azametli, kibar, şık izzet Fuad Paşa’nın arkasında dünyada bıraktığı bir günah gibi idi. Madame izzet Paşa, Madame izzet Paşa! hitabına o kadar lâyık değildi ki...... Nihayet, «De la Paix»

Fransız hastahanesinin darülaceze kısmında uzun müddet yattı ve orada öldü.

Keçecizade izzet Fuad Paşa’nın vefatından seneler sonra,, 1952 senesinde Paris’te, gayet kibar ve kapıları herkese açık olmayan «inter Allie» kulübünde yemeğe davetli idim, sofrada yanımda oturan zat, 1914 harbinden evvel İstanbul’da Fransız Sefirliği yapmış ve birinci dünya harbinin ilâniyle Türkiye’den ayrılan Monsieur Bonpart’-ın yeğeni ve amcasının yanında İstanbul’da bulunmuş olan Sefaret kâtibi Monsieur Bonpart idi.

Benim Türk olduğumu anlayınca ilk sorduğu sual

— Keçecizade izzet Fuad Paşa ve kurmuş olduğu Askerî müze ne oldu ve «sizin askerî müzeniz dünyada belki en zengin ve en iyi tertiplenmiş müze idi» dedi.

— Maalesef, her ikisi de öldü, hem Keçecizade izzet Fuad Paşa, hem de Askerî Müze, dedim.

izzet Fuad Paşa ile Abdüihâk Hâmid Bey, Maçka Pa-las’ın bodrumunda komşu oturuyorlardı, her ikisi de çok sıkıntıda idiler. Üstelik Abdüihâk Hâmid Bey’in, yeni vefat etmiş olan oğlu, sefaret kâtibi, çok yakışıklı Hüseyin Bey’in İngiliz madamı ve iki kızı da beraber oturuyordu. Maalesef Abdüihâk Hâmid Bey’in iki torunu da Hristiyan isimleri taşıyorlardı. Her ne kadar Şairi âzam, ((Âdile» dese de büyük kızın adı Cynthia, küçük kızın adı da ivonne idi.

Bu ara, sonradan dünyanın en meşhur kadınlarından biri olacak olan Greta Garbo da İstanbul’a gelmişti. Greta Garbo, o zamanlar 19 yaşında, hayatımda gördüğüm en güzel kadınlardan biri idi. Ve sonradan gördüğüm en güzel filmlerinde bile Greta Garbo, O İstanbul’da gördüğüm 19 yaşındaki genç kızın sanki bir karikatürü idi.

Abdüihâk Hâmid Bey’in, Ingiliz gelini ve iki torunu, bir müddet sonra İngiltere’ye gittiler. Küçük ivonne’pn zengin ve asil bir Fransız ile evlenmiş olduğunu duydıik. Büyüğü olan Cynthîa’nın ise pek sefil ve. perişan bir hayat sürdüğünü işitiyorduk.

Şimdi ne oldular kim bilir? Zaten bizler için çoktan kayıp olmuş gitmişlerdi.

Cynthia’dan en son, Büyükbabasının vefatında, büyük üvey annesi Lüsyen Hanıma yazdığı bir mektubu Lüs-yen Hanım bana göstermişti. Bu mektup pek hazindi, bu mektupta yolunu şaşırmış ve nedamet içinde bir insanın feryadı vardı. Lüsyen’e yazdığı mektupta Cynthia:

—■ Değilmi? değilmi? Büyükbabamı seninle benden başka kimse anlamadı. Onu seninle benden başka kimse sevmedi, diyordu.

1927 senesinde, Lüsyen Hanım İtalyan kocasından ayrılmış ve yine Abdülhâk Hamid bey’in yanına gelmiş ve nikâhları tazelenmişti.

Lüsyen’in gelmesiyle, Abdülhâk Hamid Bey’in hayatında herşey birden değişmişti. Lüsyen, bu eski OsmanlI ile Yeni Türkiye Cumhuriyetini barıştırmış, birbirlerine, sevdirmişti. Bütün bunlara arada vasıta zannedersem Siirt mebusu, Hâkimiyet-i Milliye gazetesi sahibi veya başmuharriri Mahmud Bey idi.

Genç Türkiye Cumhuriyeti, Abdülhâk Hamid Beyi mebus yaptı, yaşı müsait olsa Büyükelçi de yapacaktı. Mustafa Kemal Paşa kendisini seviyor, Ankara’da bulunduğu zamanlar, Lüsyen Hânımla beraber sık sık köşke yemeğe gidiyorlardı.

1930 senesinde, Abdülhâk Hâmid beyi tekrar Ankara’da, Ankara Palas’ta gördüm, altı sene evvel gördüğüm Abdülhâk Hamid beyden en aşağı 15 yaş daha gençti, şıktı ye çok keyifli idi. Zira, artık herkes tarafından terkedilmiş bir büyükbaba değildi. Şimdi etrafında hayranlarından bir hâle vardı. Genç, şık ve çok hareketli bir kadının da kocası idi......

Sonraları, biz de, Maçka’da kendileriyle komşu olduk. Vefatına kadar haftada bir gün, «Çarşamba» kabul günlerinde, muntazaman ziyaretlerine giderdik. Şair-i Âzamin vefatından sonra da Lüsyen Hanımla sıkı dostluğumuz devam etmişti.

Bu kabul günlerine kimler gelirdi? Hatıra ilk gelenler Maçka Palas müdavimlerinin başında, büyük tarihçimiz İsmail Hâmi Dânişmend ve çok asil ve kibar refikası Fethi Ahmed Paşa torunlarından Nazan Hanımefendi. Sami Paşazade Sezai Beyfendi merhum, İsmail Habib bey merhum, Fazıl Ahmed) bey merhum, o zamanlar daha pek genç olan mütefekkir- şairimiz Necib Fazıl bey de Abdülhâk Hâ-mid Beyin ziyaretine sık sık gelenlerden idi. Necib Fazıl beyi, Abdülhâk Hamid bey pek severdi, hattâ Necib Fazıl beyin gelmediği veya geç geldiği günler, Abdülhâk Har mid beyfendi gayet mahzun bir ifade ile :

— Ah, gelmedi, gelmedi, niçin gelmedi? O gelmeyince içim sıkılıyor, dediğini bilirim.

Şaire Şükûfe Nihâi Hanım ve eşi Limancı Hamdi bey de sık sık gelirlerdi. O zamanlar Şükûfe Nihâi Haram çok şık, daha doğrusu çok süslü...... Kaşlarını «Marlen Diet-

rich» modasına uygun olarak kalemle yukarı doğru çekerdi. Şükûfe Nihâi Hanımı - Hamdi Bey çifti gittikten sonra, Abdülhâk Hamid Beyfendi hiç unutmaz, her defasında,

— Şükûfe Nihâi, bu ne hal, bu ne hal? derdi.

Yahya Kemal beyi de Maçka Palas’ta bir kaç defa görmüştüm, Abdülhâk Hamid beyi ziyarete gelmişti. Fakat, şâyânı hayrettir ki, Maçka Palas ziyaretlerinde. Yahya Kemal bey, bambaşka bir Yahya Kemal, kompleksler içinde bir Yahya Kemal bey oluyordu. Neden? Niçin? anlaşılır şey değildir bu...... Halbuki kendisi de Büyükelçi, mebus, üstelik şöhretin zirvesinde bir şairdi.

Neden bu salhurde OsmanlIlar arasında, bu kadar kompleksler içinde kalıyordu? Bu güne kadar bu düğümü çözemedim. .

Yahya Kemal Beyefendi merhumla dostluğumuz ilerledikçe, Abdülhâk Hamid beyfendiyi beğenmediğini, sevmediğini, hattâ hiç beğenmediğini ve hiç sevmediğini anlıyordum, anlamaya da hacet yoktu, kendisi âlenen söylerdi.

Abdülhâk Hamid beyden ise bir defa dahî Yahya Kemal bey aleyhinde bir söz işitmiş değilim. Fakat daha beter, Yahya Kemal Bey, Maçka Palas’ta ve Abdülhâk Hamid beyin nezdinde «nâ mevcud» idi.

Yalnız Abdülhâk Hamid bey, torunu, yani kızının kızı Mehiika Hanımı çok severdi, onu gördüğü zaman, Şükûfe Nihâi Hanıma, tutturduğu «Şükûfe Nihâi, bu ne hal?» dediği gibi, Mehiika Hanıma da muhakkak «Mehiika Sultana aşık yedi genç!» derdi.

Abdülhâk Hamid Beyfendi, şahsiyeti ve san’atı, birbirinden çok ayrı mütelâa edilecek bir insandı. Binaenaleyh onu sevenler de büsbütün başka dünyalardan gelme insanlardı. Onun şahsî dostları, arkadaşları başka, hayranları yine büsbütün başka kimseler idi.

Meselâ zevcim Sadullah Paşazade Nusret Beyfendsye sorardım :

— Siz Abdülhâk Hamid beyefendiyi bu kadar seviyorsunuz, halbuki yazdıklarından bir satır bile okumamışsınız, okumuyorsunuz da niçin?

Zevcimin bana verdiği cevap :

— Yazdıklarından bana ne, benim için kendisi ŞİİR, yazdıkları değil, ben kendisini seviyorum, yazdıklarını değil, derdi.

Hakikaten, Abdülhâk Hamid beyin, şahsî ve yakın dostları onun yazdıkları ile hiç ilgilenmezlerdi ve işin garibi, bu DOSTLARI Abdülhâk Hamid bey çok daha fazla sever ve onlarla anlaşır, gülüşür, keyiflenirdi. Bu dostları arasında akla hemen gelen bir kaç ismi yazalım : Tunuslu Reşid Ben Ayad bey, Keçecizade izzet Fuad Paşa, Sadul-lah Paşazade Nusret beyler gibi......

Bu zümrenin karşısında, bir kutup zümre vardır ki, Abdülhâk Hamid beyin şahsiyetini hiç anlamamış, sadece kendisine eserlerinden dolayı büyük bir hayranlık ve bağlılık duyanlar... Meselâ bir Sivas Lisesi edebiyat öğretmeni.

Şüphesiz, bu iki kutup zümreden başka, Büyük Şairin bütün cephelerini bilip seven hayranları, dostları da yok değildi, Süleyman Nazif, İsmail Hâmi, İsmail Habib ve Necib Fazıl beyler gibi.

Eserleri sürecek, devam edebilecek mi? Kendisi mâ-nen yaşayacak mı? Bunu kestirmek bizim gibi bir fakirin haddi değil......

Fakat âcizane fikrime göre, Abdülhâk Hamid bey, bir Saltanatın Şairi, eserleri Dolmabahçe Sarayı gibi bir şey. Süs, yaldız ve lisan azameti...... OsmanlI lisanının tasarru

funda eserler...... OsmanlI lisanı ile. bakî veya onunla ifna olacak eserler. Bu eserler, öztürkçeleştirildiği gün buhar gibi yok oluverir.

Zira Abdülhâk Hamid, bir Şeyh Galib olmadığı gibi, bir Yunus Emre de hiç değil, hattâ bir Yahya Kemal de değil.

Abdülhâk Hamid beyin eserleri OsmanlIca yaşadığı kadar ancak yaşayacaklardır. Halbuki, Osmanlıcayı yok etmek isteyen Dil Kurultayının, Dolmabahçe toplantılarına, Abdülhâk Hamid bey ne büyük bir zevkle giderdi.- Kolunda genç Madamı, zarif kunduralar içinde biçimli ve asil ayakları ile, küçük adımlarla, tıpış tıpış Dolmabahçe Sarayının merdivenlerini çıkar ve kendi manevî intiharına doğru giderdi.

Ve orada, kurultayda, kendi lisanı olan ve bütün şöhretini borçlu olduğu Osmanlıcayı, tek bir defa bile müdafaa etmiş değildir.

Herşey ödendiği gibi, bu hal de tabiî ödenecektir. Abdülhâk Hamid beyin eserleri hiç kimse tarafından okunmaz ve anlaşılmaz hale geldiği gün, ki uzak değil, o gün gelip çatmıştır bile...... o zaman Dolmabahçe Sarayında

susmasını, Abdülhâk Hamid bey, bu ÖLÜ ESER’ler önünde ödeyecektir.

Bunu, daha Abdülhâk Hamid beyin sağlığında, esbak Dahiliye Nazırı Reşid bey (Ekrem: Reşid ve Cemal Reşid beylerin pederi) pek acı bir surette, Lüsyen Hanıma söylemişti.

Müze Müdürü Halil Edhem beyin çok kıymetli oğlu Doktor Süleyman beyin vefatı günü, Halil bey merhumun evinde, Lüsyen Hanımı gören Reşidi bey kendisine :

— Ne yapıyor, sizin beyfendi? demişti. Kendi eserlerini yok etmeye, kendisini mahv etmeye mi gidiyor Dil Kurultayına? Ruh ve fikir olmayan, sadece lisan güzelliği olan Beyfendinin eserleri ancak Osmanlıca yaşadığı müddetçe yaşar, Osmanlıca öldüğü gün Abdülhâk Hamid bey ve eserleri de bu muhteşem lisan ile beraber ölürler, demişti.

Şimdi hepsi rahmetli olmuşlardır, biz burada hepsine rahmet dileriz.

Lüsyen Hanım, Beyfendisinin vefatından sonra bir hayli yaşadı. Abdülhâk Hamid beyin doğum yıldönümü olan 5 Şubatta, her sene aynı günde Abdülhâk Hamid beyin hâtırasını taziz için bir ÇINAR ağacı dikerdi.

—- Ne yapayım, yerim yok mevlîd okutturamıyorum, ağaç dikiyorum derdi, Lüsyen Hanım. Lüsyen Hanımın vefatından sonra ne mevlîd, ne ağaç dikme......

Abdülhâk Hamid’in dostları derneği acaba ne yapıyor?......

Abdülhâk Hamid beyin, Bebek’te doğduğu yalıdan sonra en çok sevdiği Küçük Çamlıca’da Çilehanedeki köşkün yıkılışından da habersiz, köşkle beraber Şair-i Âzamin mahvolan el yazılarına bîgâne, Lüsyen Hanımın, Abdülhâk Hâmid beyin vefatından sonra, can sıkıntısından satın alıp okuduğu kıymetsiz kitapları Abdülhâk Hâmid beyin kitapları diye satın ala dursun......

Allah (c.c.) gidenlere rahmet, kalanlara da selâmet versin Amin, Amin.

Abdülhâk Hamid Beyfendiye, «Şairi Âzam» ünvanını takan, Süleyman Nazif Beyefendi merhum olduğu gibi, ken-dişinin müsellem nezaketine de İsmail Hâmi Danişmend bey: «Abdülhâk Hamid Beyfendinin «Haşmetli tevazuu» derdi. Hakikaten Şair-i Âzamin tevazuu «Haşmetli» idi.

Bu hususta bîr iki misal vereyim :

Abdüihâk Hamid! bey, memuren Bomba’ya gidiyor, vapur Midilli adasına uğrar, Midilli’de bulunan ve kendisine «Hazreti Üstad» dediği Namık Kemal beyi ziyaret eder, hattâ bir gece kendisinde misafir kalır.

Aralarında ne konuşurlar? Tabiî, Vatanın hali!! istibdadın melâliü Mücadelenin lüzumu!!...... hakkında.

Konuştuklarını tam olarak bilmiyoruz, amma, o gece Namık Kemal bey, Abdüihâk Hamid beye bir hayli çatmış ve kendisine «miskin» demiş, olduğunu, Bomba’ya varınca, Abdüihâk Hamid beyin «Üstadım» dediği Namık Kemal’e yazdığı bir mektuptan anlıyoruz. Abdüihâk Hamid bey bu mektubunda feveran ediyor ve :

— «Siz, bana o gece, MİSKİN olduğumu yad etmiştiniz.» Ben miskin değil, sakinim, diyor.

Yaşlandıktan sonra da Abdüihâk Hamid beyin, manzum, «trajedileri» ile ne kadar öğündüğünü ve kendisini tenkide yeltenenlere verdiği bu haşmetli cevapta görüyoruz :

«Ve Biz ki Sahib-i Eşber ve Sahib-i Tezeriz Münekkidini hatamızla çiğneyip ezeriz.»

* * *

Bir gün Tarabya’da, Almanya Büyük Elçiliğindeyiz. Elçiliğin o hârikûlâde güzel ve muhteşem parkında bir Garden Party var. Biz de Abdülhâk Hamid beyfendi ve Lüs-yen Hanımla beraber, hasır koltuklarda, bir masanın etrafında, Parkta oturuyoruz. Büyük ve zengin bir büfe var, genç ve şık madamlar geniş kenarlı hasır şapkaları ve uzun etekli Garden Party ebliseleriyle, çimenler üstünde, ellerinde içki veya şerbet kadehleri, dolaşıyor, gülüşüp eğleniyorlar.

Ingiliz Büyük Elçisi Sir Percy Loraine memleketimize yeni gelmiş, kendisi de, şimdi hatırlayamadığım birisiyle hem yürüyor, hem görüşüyor. Ayağında beyaz pantolon, üstünde lâcivert «blezer» jaketi, iki eli pantolonunun cebinde, jaketi tamamiyle yukarıya kalkmış ve bütün arkası gözüküyor, durmadan bizim oturduğumuz masaya kadar geliyor, yine arkasını bize çeviriyor ve dönüyor......Baktım,

Şair-i Azamin, o muhteşem kaşının biri yukarı kalktı, bir kaşı aşağı indi, belli ki çok öfkelendi. İngiliz Sefirini göstererek :

— Bu kim? Tanımıyorum, dedi.

— Aman, Efendim, nasıl tanımazsınız? Yeni gelen İngiliz Büyük Elçisi Sir Percy Loraine, dediler.

Abdülhâk Hamid Beyfendi, pek haklı olarak, yeni gelen bir Büyük Elçinin kendisine takdim olunmasını isteyeceğini bekliyordu. Sir Percy Loraine ise, Hariciye Vekili Tevfik Rüştü bey tarafından o kadar şımartılmıştı ki, böyle bir nezâket kaidesini aklından bile geçirmiyordu.

Abdülhâk Hamid beyfendi:

— Herifi, nereden bileyim? G...... tüne İngiltere donanmasının resmini yaptırmamış ki...... dedi.

BAŞLI BAŞINA LÜSYEN HANIM

— Sizin Lüsyen, Lüsyen dediğinize, omuzuna vurur, «haydi haydi Lüsyen» deyip geçer gider insan.

Bunu söyleyen, ikbali pek kısa süren, üstelik kılık kıyafet züğürdü, kısa boylu, şişman, paytak yürüyüşlü, bilemem çok içer miydi, fakat daima yüzünde «içkili» bir insan ifadesi olan, soyadını unuttuğum, evvelâ mebus, sonradan da Büyükelçi olan Prof. Muzaffer beydi.

Hayretle yüzüne bakmıştım ben...... Zira, zavallı Mu

zaffer beyi belki unutulmazlıktan kurtaracak olan tek şey, Lüsyen hakkında söylediği vecize mi diyeyim, nükte mi diyeyim, bu sevimsiz sözleri olacaktır......

Zira, yaşamaya hakkı olan Milletler, muhakkak sayılan ve sevilen milletlerdir. Bu saygı ve sevgi ise, kendinden kendine başlıyan bir saygı ve sevgidir.

Kendini saymayan ve sevmeyen bir Milleti, diğer hiç bir millet de saymaz ve sevmez. Kendini sevmek de millî mefâhirini ve bütün cepheleriyle tarihini, san’atını, kültürünü ve bilhassa edebiyatını sevmek ve saymakla başlar.

Edebiyatımıza saygı duyar ve seversek, elbette Şairi Azâmi da seveceğiz ve sayacağız. Ve onun hayatında yer almış olan kadınlara da kıymet vereceğiz.

Yanı sıra, belki pek çok kadın geçmiştir Abdülhâk Hâmid beyin hayatında. Lâkin üç kadının yeri mühimdir. Bu hanımlar sırasiyle şöyledir: Büyük aşkı ilk haremi, çocuklarının annesi, Makber mülhimesi, genç yaşında kayıp ettiği güzeller güzeli Fatma Hanım. Fatma Hanıma benziyor diye evlendiği İngiliz Nelly Hanım ve en son, ölümüne kadar hayat arkadaşlığı ettiği, Belçikalı Lüsyen Hamım.

Lüsyen Hanımın hayat hikâyesini tam olarak yazmak çok güç, zira arada çok boşluklar var. Bu hususta Şairi Âzam ketum...... rivayetler ise muhtelif...... Biz Lüsyen

Hanımın kendi versiyonunu esas alıyor ve bazı bazı da rivayetleri buna ekliyoruz.

Efendim, Lüsyen’e göre : ailesi çok namuslu, çok dürüst, çok ciddî...... işçilerden bir kademe üstün, kömür

madenlerinde ustabaşı babası. Hesabını kitabını bilir, küçük bir bourgoies ailesi. Baba, hörmet ve korku telkin eden bir insan, anne, güzel reçel yapan, yemek pişiren, örgü ören, sökük diken, sıhhatli, güzel, çok tutumlu, evine çok bağlı bir ev kadını.

Lülyen, evde tek kız, başka kardeşleri var ama hepsi erkek, kız kardeşi yok. Bu çok mazbut, fakat yeknesak hayat, evleri birbirinin eşi ve gök yüzü daima kapalı ve kurşunî renkte olan bu küçük kasaba, çok genç, çok güzel ve zekâsı ortanın çok üstünde olan Lüsyen’i fena halde sıkıyor ve Lüsyen Belçika’nın Payitahtına, Brüksel’e gitmek' ve yüksek tahsil yapmak istiyor.

Annesi, babası bunu istemiyorlar, fakat, nihayet liseyi bitirdikten sonra Lüsyen’i, artık havası bu kadar boğucu ve bunaltıcı küçük kasabada daha fazla tutamıyorlar ve Lüsyen, baba evinden ayrılıyor, Brüksel’e gidiyor.

Brüksel’de çok güzel ve çok zeki Lüsyen 18 yaşında ve üniversite talebesi......

Bu genç ve güzel kız, Osmanlı Sefareti kâtiplerinden Mısırlı Sabit beyle arkadaş oluyor...... Bu arkadaşlık hakkında da rivayetler muhtelif...... Fakat biz yine Lüsyen’i

dinleyelim, bu Sefaret kâtibi arkadaş, durmadan, memleketinde en büyük bir şair olan Sefirinden bahsediyor ve sefirini, beşer üstü bir İNSAN, âdeta Olympe’den inen bir ilâh gibi anlatıyor......

Çok zeki, hayâline hudut olmayan bu genç kız, üzerinde daha görmeden OsmanlI Şefiri, öyle bir tesir yapıyor ve ona karşı öyle bir merak ve meyil uyanıyor ki, Lüsyen’de...... Bu sefer, durmadan genç kız tutturuyor:

— Ben senin Sefirini tanımak istiyorum, beni kendisiyle ne zaman tanıştıracaksın?......

Genç Sefaret kâtibi Sabit bey, 18 yaşındaki kız arkadaşını, 60 yaşındaki Sefirine tanıştırmakta hiç bir mahzur görmüyor ve bir gün, genç kız arkadaşını, çok sevdiği Sefirine takdim ediyor.

Fakat bu tanışma, genç diplomatın veya daha doğrusu genç âşığın zannı gibi tehlikesiz olmuyor. Bu tanışma, geçici değil, uzun, derin ve bütün bir hayat boyu sürecek bir aşkın (Lüsyen’e bakılırsa, sadece ruhî ve manevî bir aşkın) doğmasına vesile oluyor. Zavallı Sabit beyin, o günkü ruh hâletini bilmiyoruz amma, o günden itibaren Ab-dülhâk Hâmid bey ile Lüsyen Hanımın müşterek hayatı başlıyor.

Pek az bir zaman sonra da OsmanlI Sefirinin Brüksel’de vazifesi sona eriyor ve İstanbul’a avdet ediyor, sene 1912.

Fakat, Abdülhâk Hâmid bey, bu sefer İstanbul’a yalnız dönmüyor, yanında çok genç, çok güzel bir kız da var.

Rivayete bakılırsa, Abdülhâk Hâmid Bey, Lüsyen’i nikâh etmeye ve yanında alıkoymaya hiç de niyetli değilmiş...... Abdülhâk Hâmid beyin en iyi dostu Keçecizade

Reşad Fuad bey, büyük Şair Feylosof Rıza Tevfik bey ve Ubeydullah Efendinin İsrarı üzerine Lüsyen Hanımla Bebek’te evleniyor ve nikâhlarını da Ubeydullah Efendi kıyıyor.

Yatak takımını Reşad Fuad Beyfendi hediye ediyor. Lüsyen bu yatak takımını son zamanlara kadar anlatır ve çok gülerdi...... Zira yatak takımı fevkâlâde ince bürüm-

cükten yapılmış, fakat altın tel ve sırma ile dokunmuş, bu altın teller ise vücuda müthiş batıyormuş, insan bu yatak içinde âdeta iğneli fıçıda gibi imiş...... Yorgan ise kılap

tanlarla işlenmiş atlastan, örtünmenin imkânı yok, zira çadır gibi hep yüksekte duruyormuş.

Abdülhâk Hâmid bey ve genç hanımı yine Bebek’te-ler, lâkin artık o eski güzel yalıda değil. Abdülhâk Hamid beyin akrabalarından İbrahim Paşanın köşkünde. İbrahim Paşanın kızı Sabiha Hanımefendi sonuna kadar Şairi Âzâ-ma ve Lüsyen’e dost kalmış. Şairin son ölüm anında da Sabiha Hanımefendi Maçka Palas’ta Amcasının yanında bulunuyordu.

Lüsyen’in şartlarından biri de (eğer şartı var idiyse!). Çarşaf giymemek, yani mesture olmamak. Şairi Âzâm tabiî bu şartı kabul ediyor, zira karısının örtülü olması veya olmaması Şairi Azâmin umurunda bile değil.

Fakat Lüsyen sonraları, kendi isteği ile, hiç olmaz ise kısa bir müddet için çarşafa giriyor. Bunun izahını yine Lüsyşn’den dinleyelim :

— Bebek’ten alış veriş etmek için Beyoğlu’na gidiyorduk, bana gayet temiz ve şık bir payton kiralıyorlar ve yanıma iki çarşaflı kalfa veriyorlardı.

Biz Beyoğlu’nda en şık dükkân ve mağazalardan alış veriş ediyorduk. Bu dükkân ve mağazaların sahipleri ve satıcıları ya ecnebi veya ekalliyetten olmalarına rağmen, çarşaflı kalfalara, ben AvrupalI bir kadından çok daha hörmet ve riayet ediyorlardı. Aldığımız eşyaların paketlerini, taşımak için «buyrun Matmazel» diye bana veriyorlardı.

Böylece, anlamıştım ki, İstanbul’da hörmet ve riayet görmek için kadınların çarşaf giymeleri lâzım...... Ben de

artık çarşaf giymeye başlamıştım.

Şayan! hayrettir ki, bunca sene sonra, aynı hal, bu gün dahî mevcut. Memlekette mesture hanımlar çok daha hörmet görüyorlar ve hiç bir terbiyesizlikle karşılaşmıyorlar. Başka hanımlar kendileri için bu iddiada bulunamazlar pek.

Güç ve acı birinci dünya harbi seneleri... Bebek’ten Sıraselviler’e nakil, lüks bir apartıman ve tamamiyle Avrupai bir hayat: Çerde d’Orient, Pera Palace ve Sefaret davetleri...

Mamafih, yazları yine Küçük Çamlıca - Çilehane’de Abdülhâk Hâmid beyin hemşiresi büyük Şaire Mihrinisa Hanımefendi’nin köşkü.

Burada Lüsyen, hergün ata biniyor ve bu dünyanın en güzel tepelerinde at koşturuyor. Şairi Âzâm ise yazı yazıyor.

Büyük mağlûbiyet ve karanlık mütareke seneleri.....

Lüsyen için artık Türkiye’den ayrılma saati çalıyor. İtalyan ve Venedik aristokrasisinin tanınmış isimlerinden Kont Sorarız© ile ve Beyfendinin rızasiyle Lüsyen evleniyor ve İtalya’ya gidiyor.

Bu hâdiseyi de çok normal karşılayan ve şöyle izah eden Lüsyen Hanım :

— Beyfendi ile olan büyük ve derin aşkının tamamiyle mânevî, ruhî yani plâtonik bir aşk olduğunu ve buna da en büyük delil olarak, Lüsyen’in Müslüman isminin BETÜL olduğunu, Beyfendinin bilhassa bu ismi takdığı-nı zira Betûl’un mânâsının Bakire - Vierge olduğunu ileri sürüyordu. Ve Beyfendi uzun müddetten beri, beni evlendirmeyi düşünüyor, lâkin kimseleri beğenmiyordu. Nihayet, Soranzo’yu gördü, beğendi ve onunla evlenmeme razı oldu, diyordu.

Lüsyen Hanımla Kont Soranzo’nun dinî, katolik, nikâhları «Dame de Sion» mektebinin kilisesinde oluyor. Ve o

gece için yeni eviiler Pera Palas’ta bir oda tutuyorlar. Zavallı terk edilmiş Abdülhâk Hamid bey de onlardan habersiz, onların odalarının tam yanındaki ve arada kapısı olan bir odayı kiralıyor...... Ve Abdülhâk Hâmid bey, tam

gece yarısı, iki oda arasındaki kapıyı açıyor ve Lüsyen’e küfür etmeye başlıyor ve yine kapıyı kapatıyor.

Lüsyen, İtalya’daki hayatını anlatıyor : — Des Palais et des Palais des brocards et des brocards... Saraylar ve Saraylar ve ipekli brokarlar ve ipekli brokarlar ...diyordu.

Halbuki rivayete bakılırsa, Soranzo’lar tanınmış ve büyük bir isim, lâkin parasız, üstelik de Baba Kont Soranzo daha sağ ve oğlunun bu izdivacını kabul etmiyor ve oğluna on para vermiyor. Genç Kont Soranzo ise çalışmıyor ve çalışmaya alışık değil.

Lüsyen’le Kont Soranzo arada bir İstanbul’a geliyorlar ve Pera Palas otelinin karşısında bir oda tutuyorlar. Eski tanıdıklar, Lüsyen’i odasından sokağa bir sepet sarkıtarak esnaftan alış veriş ettiğini gördüklerini iddia ediyorlar.

Verheşhur Katolik Aristosu Kont Soranzo da İstanbul’da Hahambaşıya gidiyor ve musevî yetimhaneleri için takunya satmayı teklif ediyor.

Bütün bunlar, dışardan duyduğumuz rivayetler......

Lüsyen ise, yine Venedik’te Saraylar ve ipekler içinde......

Şairi Âzâm ise, hayatının bu devresi için yine susuyor.

arada, Abdülhâk Hâmid beyin, Lüsyen’siz bir Viyana hayatı var. Viyana’da, kendisine Lüsyen’i soranlara Abdülhâk Hâmid bey, «Biz onu sattık» diyor. Ve Viyana’da Abdülhâk Hâmid bey yine çok âşık...... Mısırlı Muhib Pa

şanın üç dilber kızından bir tanesine müthiş tutkun.

Lüsyen Versiyonuna bakılırsa, Abdülhâk Hâmid bey Viyana’da gam keder içinde ve çok bedbaht, Lüsyen’le sık sık mektuplaşıyor.

Nihayet, bir gün Lüsyen’in hasretine dayanamayan Şairi Âzâm, Viyana’dan kalkıyor ve Venedik’e gidiyor.

Lüsyen diyor ki :

— Beyfendinin geldiği, tam o gün, benim büyük bir ziyafetim vardı, İtalyan Aristokrasisinin en büyük isimleri bizim Sarayda idi o gün. Sofra muhteşem, yemekler ve şaraplar nefis, fakat Beyfendiyi ne yapacaktık? Abdülhâk Hâmid beyi sofraya almak çok güçtü, zira nereye oturtacaktık? Beyfendi muhakkak «place d’honneur» ü isteyecekti. Bu müşkülden başka, İstanbul, İtalya’nın da işgali altında idi, Beyfendi bir az içtikten sonra italyanlara hakaret etmiyeceğini, küfür etmiyeceğini kim temin edebilirdi?

Ne ise Saray çok büyüktü ve benim gayet güzel ve genç bir oda hizmetçim vardı. Gümüş buz kovaları içinde bol şampanya ile bu güzel İtalyan kızını Beyfendi ile bir odaya koydum ve kıza tenbih ettim :

— Bol, bol şampanya vereceksin ve Beyfendinin odadan çıkmasına mani olacaksın.

Biz de diyor Lüsyen, sofraya oturduk, keyifli keyifli yemek yiyor ve şampanya içiyorduk, ben Beyfendiyi unutmuştum bile......

Bir de ne göreyim : — Beyfendi zilzurna sarhoş, gayet şık giyinmiş, sallana sallana yemek salonuna, bize doğru geliyor ve İtalya’nın en büyük nişanını usûlü gibi yana takmamış, gayet hakaret edici bir tarzda, kurdelâsını buruşuk bir halde boynuna asmış ve asıl nişanı, pantolonunun ilikli kalması lâzım gelen yerinden dışarıya çıkarmış...... Korkunç ve italyanlar için tahammül edilmez bir

hakaret sahnesi......

Lüsyen, italyanlar daha oir şey görmeden ve bir şeyin farkına varmadan sofradan kalkıyor, Beyfendiye doğru gidiyor ve koluna giriyor, diğer kolunda ise güzel İtalyan Kameryera, böylece Beyfendiyi merdivenlerden indiriyorlar ve gayet güzel bir gondola, emniyet ettikleri bir gondolcu ile bindiriyorlar, yanında yine güzel Italyan kızı, Saraydan uzaklaştırıyorlar.

işte Venedikte fantastik bir sahne_______

1927 senesinde ise Lüsyen yine Beyfendisine avdet ediyor, nikâhlarını yeniliyorlar ve müşterek hayatları yine başlıyor. Bu hayat aşağı yukarı 10 sene kadar Beyfendi-nin vefatına kadar sürüyor.

Abdülhâk Hâmid Beyfendinin vefatından sonra, bütün metanetine ve işini bilmesine rağmen, Lüsyen çok yalnızlık çekti, çok bocaladı, çok bunalım içinde yaşadı.

Kendisine, bir müddet için olsun yalnızlıktan kurtulması için, arada bir Belçika’ya ailesinin yanına gitmesini söylediğim zaman :

— Aman, aman, yine yağmur, yine, kurşunî renkte gökyüzü,, ben artık güneşe alıştım, güneşsiz yerde otura-mam ve ailemden beni bilen, beni seven kim kaldı ki, yüzlerini bile görmediğim yeğenlerim ve onların çocukları, sîzler bana onlardan çok daha yakınsınız, dedi.

Bir ara, ikinci dünya savaşı sırasında genç bir İngiliz profesörü Lüsyen’e âşık olmuştu.

1942 senesinde Lüsyen 50’nci doğum yılını kutluyordu, hepimiz davetli idik, Lüsyen bütün dostlarını toplamıştı. O gün ellinci yaş günü genç İngiliz profesörü kendisine izdivaç teklif etmişti:

— Senin şahsiyetinin yanında yaşın bahis mevzuu olur mu? Yaşın hiç ehemmiyeti olur mu? demişti.

Buna rağmen Lüsyen bu izdivacı red etmişti. Kendisine :

— Niçin bu izdivacı red ettin? dediğimde :

— Ben artık Oxford’ta oturamam, Paris’te ev tutar, Paris’te otururuz ve kendisi dersleri için İngiltere’ye giderse, belki bu iş olur, demişti.

Haliyle, bu şartlar altında bu iş de olmadı.

Bütün hayatı boyunca çok sıhhatli olan Lüsyen, hastalıktan ve yalnızlıktan çok korkardı. Halbuki son senelerde sıhhati adam akıllı bozulmuş ve yalnızdı. Uzun zaman muhtelif hastahanelerde yattı, ziyaretine gittiğim bir gün, çok fena bir halde idi, bana :

— Münevver, çok çekiyorum, bu büyük bir çile, demişti.

Zavallı Lüsyen evine dönmüştü, yapa yalnız yaşıyordu. Bir iki gün dışarıya çıkmayınca ve bir şey aldırtmayın-ca Lüsyen’i kapıcılar merak ediyorlar ve kapısına gidip kapıyı çalıyorlar, içerden ise ses seda yok, o zaman ka-< pıya yükleniyorlar ve çok feci manzara ile karşılaşıyorlar.

Lüsyen ölmüştü, belki bir gün, iki gün evvel, hem de kapıya doğru giden küçük koridorda, demek kendini çok fena hissedince, kapıya doğru gitmiş ve birini çağırmak istemiş, fakat geç kalmış, kapıya yakın bir yerde yığılı-vermişti. Bu da zavallı Lüsyen’in kaderi idi.

Cenazesi Müslüman usulünde kalktı ve Zincirlikuyu mezarlığına, Beyfendinin mezarına yakın bir yere defnettiler.

Bütün bu hazin merasimde, Lüsyen’i seven, Lüsyen’in yakın dostları uzakta ve Lüsyen’in hiç haz etmediği ve Lüsyen’i hiç bilmeyen, tanımayan, anlamayan kimseler ise Cenazeye sahip çıkmışlardı. Bu da Lüsyen’in kaderi, yalnızlığının bir cilvesi idi.

Bir zamanlat1 çok Müslüman, Beyfendinin vefatından sonra yine yavaş, yavaş aslına, katolikliğe dönen Lüsyen’e, her iki dinde de Cenabı Haktan rahmet dileriz.

Lüsyen Hanımın kalemi de kuvvetli idi, çok güzel Fransızca yazardı. Fakat şayanı hayrettir ki, 25 sene Tür; kiye’de bulunmasına ve Şair-i Âzâma hayat arkadaşlığı etmesine rağmen, Türkçe iki satır bile yazamazdı.

En basit mektuplarını ve tezkerelerini bana veya benden başka yakın arkadaşlarına yazdırırdı.

Lüsyen Hanımın neşredilmiş Fransızca iki eseri vardır: «Perspectif» ve «Abdülhâk Hâmid’e mektuplar». Bunlardan başka, başladığı bir romanı vardı ki, ömrü vefa etmedi bu romanı bitiremedi. Bu romanın mevzuu, az çok kendi hayat hikâyesi idi : Bir Belçikalı genç kızla, iyi aileden bir Türk gencinin aşkı.

Fakat asıl Lüsyen’in mühim eseri, Abdülhâk Hâmid beyin ve kendisinin tuttuğu gündelik hayatları idi. Bu eser 40 kalın defter tutuyordu, içinde neler yoktu neler......

Kendilerine gelen bütün davetiyeler, günün modasının krokileri, basında çıkan kendisi ve Abdülhâk Hâmid Bey-fendiye ait en küçük yazılar bile vardı.

Canı istediği zaman bu defterlerden bazı pasajları bana okurdu. Bu yazılar pek Türkiye lehinde değildi, acı ten-kidlerin varlığından bahsederdi, Lüsyen.

Bu yazıları korkudan mı neden, Türkiye hudutları haricine göndermeyi ve emniyetli bir yerde muhafaza etmeyi münasip görmüş olacak ki, o zamanlar Türkiye’de Belçika Sefiri ve kendisinin yakın dostu olan Monsieiır de Raymond ile Belçika’ya gönderdiğini söyledi.

Bu gün, bu çok kıymetli evrak, Abdülhâk Hâmid beyin emsalsiz biografisi kim bilir kimlerin elindedir? Lüsyen’in ailesinin nezdinde mi, bir Banka kasasında mı, yoksa bir yayın evinin elinde, yayınlanmak için vaktini mi bekliyor? Hiç bir fikrim yok.

Lüsyen Abdfflhâmid Hanımdan vecizeler:

Lüsyen Hanım, çok zeki ve çok kuvvetli müşahedeleri olan bir hanımdı. 50 küsur sene aramızda yaşamış, her sınıf ve her tabaka insanla ülfet etmişti. Ne de olsa bir ecnebi idi, bunun için hakkımızda acı, tatlı fikirlerini aşağıda naklediyoruz :

«Genç ve daha hayatta muvaffak olmamış, hiç bir Türk tanımadım ki, büyük bir vatanperver olmasın, lâkin yine hiç bir Türk tanımadım ki, hayatta muvaffak olmuş olsun, parası, mevkii olsun ve üstelik Avrupa’yı görmüş olsun da yine Vatanperver kalmış olsun, dedi.

Bunlar, evvelâ hanımlarını, sonra, evlerini ve daha sonra da Vatanlarını beğenmezler.»

Lüsyen Hanım, Süleymaniye, Sultan Ahmed gibi büyük Selâtin Camilerinden daha çok, mahalle arasında veya hiç umulmadık, unutulmuş bir yerde karşısına çıkan Mes-cidlere tutulurdu ve kendi ecnebi şivesiyle :

— Münever, Münever, büyük Camiler değil, işte bunlar, Kadim Yunan ve Kadim Lâtin, Roma medeniyetini yıkmışlardır, derdi.

Bunun için ben de alışmıştım böyle küçük mescid görünce sevincimden bayılırdım, O bana, bunları söyler, ben de :

— Dur Lüsyenciğim, gireyim, iki rek’ât namaz kılayım, derdim.

Bir gün! vakitli vakitsiz:

— Ne namazı kılıyorsun? demişti. Cevap olarak :

— Şükür namazı, demiştim.

Zavallı Lüsyen, son seneleri tutturmuştu her zaman, «Nous les indesirable» yani : «Biz istenmeyenler» der ve kendisini hayatta fazla görürdü.

Hakikaten öyle oldu, bir zamanlar çok sevilen, çok beğenilen, çok istenen Lüsyen’den bir kaç dostu müstesna, çok bıkmışlardı ve kendisinin dediği gibi «Nous, les indeserible», «Biz istenmeyenler» olmuştu.

SON BAĞLAR...

Sultan birinci Ahmet Hanın, büyük Veli Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin Üsküdar’daki zaviyesine vakf ettiği ve ta Çamlıca’nın ötesinden, Kurbağalıdere’nin başından baş-lıyarak ve içine Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin Çileha-nesini de alan arazi ki, ismini de buraya vermiş ve bütün o mıntıka Çilehane olarak tanınmıştır. Çilehane, Küçük Çamlıca denilen, dünyada misli ender bulunan o lâtif diyara kadar gelir.

Bu Küçük Çamlıca Çilehane mevkiinde, en uçta aşı boyalı (kırmızı) bir köşk vardı. Bu köşk, Şairi Âzâma Bebek’ten sonra, İstanbul’da en çok Küçük Çamlıca’yı sevdiren köşktü. Bu köşkte çok güzel günler geçirmiş ve bir çok şaheserlerini yazmıştır.

Bıi'köşk, Abdülhâk Hâmid Beyfendinin hemşireleri, Keçecizade Hikmet Beyfendinin refikaları ve Keçecizade Nazım Beyfendinin valdeleri Şaire Mihrinisa Hanımefendiye aitti ve bu ev Şairi Âzâmı uzun zamanlar misafir etmiştir.

Abdülhâk Hâmid Beyfendiyi sevenler, daha doğrusu Edebiyatımızı sevenler için burası bir «pelerinage», bir ziyaret yeri olması lâzım gelirken, kazma küreğe ve hain balyoza kurban gitmiştir.

Son gittiğimde bahardı, bütün dağlarda, bağlarda, bahçelerde, kırlarda, çiçeklerde cümbüş var...... Lâkin

aşı boyalı köşkte matem vardı. Mor salkımlar sökülmüş yerde yatıyor, çiçekler göz yaşı gibi, iri iri damla halinde, köşk de çatır çatır yıkılıyor, bu dram karşısında insanın yüreğinin sızlamamasının imkânı yok. Fakat köşkün daha yıkılmamış kısmına girdiğiniz zaman dram bir facia halini alıyordu. Kocaman bir oda, yeri bir halı, daha doğrusu bir şilte kalınlığında evrak, evrak üzerine basa basa ilerliyorsunuz. Eğilip bakıyorsunuz üzerinde yürüdüğüm bu kâğıtlar nedir diye. Bunlar eski kitaplar, eski serveti fünûn koleksiyonları ve Âbdülhâk Hâmid beyin el yazısiyle mektupları ve bazı başlanmış ve bitmemiş piyesleri, işte bütün bunların üzerinde yürüyorsunuz.

Yere eğiliyor ve hiç olmaz ise bir kaç mektup, el yazısı kurtarmak istiyorsunuz, hemen bir ses :

— Yasak, olmaz.

Başınızın ucuna kadar gelen bir balyozlu genç uşak. Naçar, her kovulan gibi biz de bu hâzineyi bırakıyor ve evden çıkıyoruz.

Evet, Âbdülhâk Hâmid beyin el yazıları, mektupları mahv olmaya mahkûm.

Yok mu kadir bilen tek bir kimse bu evrakı kurtarmak için...... YOK.

Evet, bu kadar tasasız, bu kadar bigâne, bu kadar vurdum duymaz olmak affolunmaz şey......

Bu hâdise-olduğu zaman Lüsyen daha hayatta idi, fa-fakat hastahanede çok hasta ve canı ile uğraşıyordu. Kendisine söylemedim, çok üzülecekti.

Lüsyen’in ölümü ve bu aşı boyalı sevgili köşkün yıkılışı hemen hemen aynı zamana tesadüf ediyordu.

Demek ki, Şairi Azâmin dünyadaki son bağları da artık çözülüyordu. KADER, bu, önüne geçilmez.

BÜYÜK ŞAİR YAHYA KEMAL BEYFENDİ.

Yahya Kemal Bey, merhumu, şahsen tanımak ve kendisiyle ahbaplık etmek saadet ve bahtiyarlığına erenlerden biriyim. Yahya Kemal Beyi tanımak, İstanbul’u tanımak, bütün tarihimizi bilmek gibi bir şey oluyor.

Yahya Kemal bey, Nedim’den sonra, belki Nedim kadar ve belki de Nedim’den çok İstanbul’un şairi, İstanbul şairliği ile başlayan Yahya Kemal, sonraları bütün bir memleketin, hudutları ta Viyana kapılarında olan bir memleketin şairi ve bütün bir tarihimizin şairi olmuştur.

İstanbul’u Yahya Kemal Bey hakikaten çok severdi, ri-yâsız, ivazsız severdi. Riyâsız diyorum, çünkü Yahya Kemal bşyin çok samimî bir riyakârlığı vardı, belki iltifatının ve lütufkârlığının çokluğu, insanda bu hissi uyandırıyordu. Mamafih, yüzlerine çok iltifat ettiği bazı kimseleri de, iltifatı nispetinde sevmez ve beğenmezdi. O sevmeyi değil, sevilmeyi severdi, naz ehli idi, O sevilmesine müsaade eder ve bunun devamını isterdi. İbzal ettiği bol iltifatın da maksat ve gayesi bir az bu idi.

Mâhurdan Gazel, Nedim! kadar İstanbul’dan bir Gazeldir :

Gördüm ol meh duşuna bir şâl atup lâhûrdan Gül yanaklar üstüne yaşmak tutunmuş nurdan

Nerdübanlar bûsiş-î nermîn-i dâmâniyle mest İndi bin işveyle bir kâşâne-î fağfûrdan

Atladı dâmen tutup üç çifte bir zevrakçeye Geçti sandım mâh-ı nev âyîne-î billurdan

Halk-ı Sa’dâbad iki sâhil boyunca fevc fevc Va’de-î teşrifine alkış tutarken dûrdan

Cedvel-î Sîm-in kenarından bu âvâzın Kemâl Koptu bir fevvâre-î zerrin gibi mâhûrdan

Yahya Kemal beyi başkalarına nispetle, az görmeme rağmen, iyi tanıyabildiğimi, hiç olmaz ise büsbütün başka bir zaviyeden görebildiğimi zannediyorum. Kendisinden şiirleri kadar, OsmanlI tarihini dinlemek de bir ömre bedeldi. O yeni baştan feveran eden bir yanardağ gibi OsmanlI tarihini anlatıyor. Osmanlı tarihinde geçmiş en küçük hâdise bile, onun dilinde bir destan, bir efsâne, bir şehnâme oluyordu.

Yeniçeriye Gazelinde, meçhul Yeniçeri kadar Yahya Kemal de kahramanlaşıyordu :

Vur pençe-î Alî’deki şemşîr aşkına Gülbangi âsmânı tutan pîr aşkına

Ey leşker-î müfettihü’l-evvâb vur bugün Feth-î mübîni zâmin o tebşir aşkına

Vur deyr-i küfrün üstüne rekz-î hilâl içün Gelmiş bu şehsüvâr-ı cihângîr aşkına

Düşsün çelengi Rûm’un eğilsün serî Firenk Vur Türk’ü gönderen yed-i takdir aşkına

Son savletinle vur ki açılsın bu sûrlar Fecr-î hücûm içindeki Tekbîr aşkına

Bu Gazeli ile Yahya Kemal bey, Firdevsîyle boy ölçüyor, hattâ ona meydan okuyor değil mi?

Yahya Kemal’in Vatanını sevmesi, tarihini sevmesi, millî mefâhirini sevmesi, yalnız biz Türkleri heyecanlandırmıyor, vatanını çok seven, çok zeki, çok zarif ispanya Kralı Xlll.’cü Alfons’u da heyecanlandırıyor.

Yahya Kemal bey, Madrid’de Elçi, ispanya henüz cumhuriyet değil, Kraliyet, Xl!l.’ncü Alfons Kral, Kralın büyük iltifatlarından biri de ava giderken trende kordiplomatiği de beraber götürmesi...... Ve daha haftalarca, hatta aylarca evvel bunun dedikodusu ile bütün Madrid çalkalanmakta, bir az merak ve çok hased, «Acaba Kral, hangi Elçiye iltifat edecek ve ava giderken trende masasına hangi Elçiyi alacak?»

O sene, av partisine giderken, trende masasına Türk Sefiri Yahya Kemal beyi alıyor. Kordiplomatikte bir uğultudur başlıyor... Fakat avdan dönerken, Kralın yine, masasına Yahya Kemal beyi davet etmesi ve üstelik Hariciye Nazırını çağırıp, kendisine :

— Ben de böyle Sefir isterim, bu Türk Sefiri gibi ispanya Sefiri isterim, demesi büyük hâdise oluyor. Kral sözlerine devamla diyor ki :

— Türk Sefirinin bütün Türk tarihi başının içinde, Va^ tanının aşkı da kalbinde......

Kral Alfons’ u çok severdim, bütün zerafet ve kibarlığı yanında bizi de seven asil bir tarafı vardı.

Yahya Kemal beye bu iltifatından başka, bir anekdot daha anlatayım :

Birinci umumî harbin içindeyiz, Çanakkale’de harp bütün hışmiyle devam ediyor ve itilâf Devletleri, donanması, Çanakkale Boğazını olanca kuvveti ile zorluyor...

ispanya Sarayında Balo var, Türk maslahatgüzârı çok kibar, çok asil ve Kralın dostluğunu kazanmış olan İbrahim Ziya bey de o gece baloda, fakat çok mahzun, çok kederli ve düşünceli, yalnız ve hep köşelerde, yalnızlığı ve tenha yerleri arıyor...... Bunun farkına varan asil Kral,

kendisi bizzat İbrahim Ziya beye doğru geliyor, tabiî İbrahim Ziya bey de Krala doğru bir kaç adım atıyor ve :

— Dostum, eliyor, bu kadar üzülmeyiniz, itilâf Devletleri donanması Çanakkale’yi geçemiyecek ve bu muharebede zafer sizindir. Bu sözleri söylüyor ve Kral çekiliyor.

Zavallı İbrahim Ziya bey, diyor ki :

«Dünyalar benim olmuştu. O kadar ferah lam işti m ki, fakat bunun bir türlü hakikat oabileceğini kestiremiyor-dum. Fakat bir de ertesi günü Çanakkale Zaferinin müjdesi gelmez mi?...»

Bundan başka da Kral Alfons Osmanh Ordusunun teşkilâtını, üniformalarını ve nişanlarını çok iyi bilirmiş ve bu hususta, Türk ateşemiliterlerini ikaz bile edermiş.

Tesadüfler, bana Yahya Kemal beyin, tek tek hayat sahnelerini yakalayabilme fırsatını vermişti. Meselâ Yahya Kemal beyin, «Taşralı olmak» gibi yenilmez büyük bir kompleksi vardı.

Bana bir gün, genç bir gazeteci arkadaş, demişti ki:

— Yahya Kemal Beyfsndi, beni severdi ve her zaman iltifat ederdi, ta ki, bir gün kendisine :

— Biliyorum, Beyfendi, siz Niş’lisiniz, pederiniz de Niş eşrafından İbrahim beydir, dedim. Yahya Kemal bey bundan sonra, bana bir daha ne iltifat etti, ne yüzüme baktı, ne de selâm verdi.

Bu hikâyeye pek inanmamıştım, fakat Yahya Kemal beyde «taşralı olma» kompleksinin ne kadar derin olduğunu gördükçe inandım.

1944 senesinin son baharında Büyük Ada’dayız. Hastam vardı, kulübün ek binasında kalıyorduk. Hastam geceleri hiç uyuyamıyordu, ancak sabaha karşı ve sabahleyin uyuyabiliyordu. Odayı ona tamamiyle bırakmak ve tam bir sessizliğe terk edebilmek için, erken saatlerde odadan fırlıyordum.

Ya Rabbim, bu erken saatlerde nereye gideyim, nereye gideyim? diyordum, yine en münasibi Kulübün bah-çesı idi, oraya gidiyordum. Her zaman çok güzel olan Bü-yükada’nın, o saatlerdeki hali emsalsizdi. Bahçe bomboş daha herkes uykuda, garsonlar bile tek tük uyanmışlar, uyku mahmurluğu içindeler. Bu saatlerde biz de tenha bir köşeye çekilir, etrafın letâfetini seyir eder, kederli ve mahzun tefekküre dalardık.

Bir gün ne göreyim, günün bu erken saatlerinde âşinâ biri geliyor, bu saatta imkânı yok dememe kalmadı, bu dost sima gittikçe yaklaşıyordu, siyah kostümü ve yine siyah kenarlı şapkasiyle Yahya Kemal bey gittikçe bana doğru geliyordu.

Aman, bu ne saadet, bu ne hoş bir sohbet olacaktı, dememe kalmadı, geldi yanıma oturdu. Etrafın güzelliği ve tenhalığın verdiği rahatlıkla konuşuyor ve konuşuyordu. Ben de anlattıklarına sadık kalarak, burada anlatacağım :

— Babama, İstanbul’a gideceğim dedim, diyordu Yahya Kemal bey. Babam beni bu sevdadan vaz geçirmek için çok uğraştı, beni vaz geçiremiyeceğini anlayınca müsaade etti. O zamanlar gencim, güzelim, bu günkü gibi şişman değilim, cebimde param var. Cebimde 500 altın ile İstanbul’a geldim. Fakat, ah o Paşazadeler, Ah o Paşazadeler, Ah o İstanbullular, bana rahat vermediler.

'■— Ben : — Aman Beyfendi, ne yaptılar size? dedim, hakikaten inanmıştım.

! — Yahya Kemal bey: — Bir şey yapmadılar, zaten onlar, insana bir şey yapmazlar, yapmadan yaparlar......

Oturmaları başka, konuşmaları başka, aralarında şakalaşmaları başka, giyimleri kuşamları velhasıl her şeyleri benden başka. Benden çok daha az zeki, fakat ben onları çok zeki görüyordum, benden çok daha parasız, âdeta züğürt, fakat ben onları çok zengin görüyordum. Terzilerini sordum, Bother, dediler, gittim Bother’den kostümler yaptırdım. Çömlekçilerini sordum, Kolaro dediler, gittim, Ko-

t?»                      '

laro’dan gömlekler aldım, olmadı, olmadı, onlar gibi olamadım, olamadım, olamadım...... iyice anladım ki İstan

bul’a Niş’ten değil, Paris’ten gelmek lâzım imiş, ben de doğru Paris’e gittim.

Burada, büyük şairi Napoleon’a çok benzetirim : Na-poleon, bütün Avrupa.yı, hattâ bütün Dünyayı titretiyor, bütün Avrupa’yı ordusu ile bir silindir gibi ezmiş, ne Devlet bırakmış, ne Kral, bununla beraber, zavallı: Saksonya Kralı, kekeme, zayıf, bir Kral önünde duyduğu kompleks! Bir türlü Napoleon meşrû krallar önünde rahat edemiyor, işte bu yüzden, sevgili eşi Josephine’den ayrılıyor ve Avrupa’nın en asil ve büyük Hanedanı olan Habsburglar’dan kız alıyor, onlara damad oluyor. Marie Louise ile izdivacının asıl sebebi, kendi değilse bile evlâtlarının, hiç olmaz ise anadan asil ve büyük bir aileye ve meşrû bir Hanedana mensup olmaları içindir.

Bizim Büyük Şairimizde de yenilmez bir «Madame Bovary» kompleksi vardı.

Hani mektep kitaplarında ve resmî biografisinde okuduğumuz hayatı ve fikriyatı nerede? Nerede kendisinin samimî ve içini döktüğü itirafları?

İstanbul’dan, müstebit Sultan Abdülhamîd Handan ve hürriyetsizlikten firar etmiş ve Paris’e «Jön Türklere» iltihak etmek için kaçmış, bunlar, lâfü güzâf......

Jön Türklerden olmayı ve Jön Türkler için Paris’e git-. mekten Yahya Kemal beyi tenzih ederim.

Yahya Kemal bey İstanbul kibarlarından fena halde kompleks içinde kalmış, bunların yanında büsbütün taş-1 ralılığını hissetmiş ve bunun için Paris’e gitmiş.

Yine Yahya Kemal bey anlatıyor:

— «Harbi umumîde, Büyük Ada’da idim diyor, çok güzel bir hanım görüyor ve onu takip ediyordum. (Nazım Hikmetin annesi, güzeller güzeli Celile Hanıma olan bü-

yük aşkıma rağmen). Bu genç Hanımın kendi güzel hal ve tavrı güzeldi, kendisine, âdeta fena halde tutulmuş gibi idim. İstanbul’a indiği günleri, bindiği vapurları ve dönüş saatlerini kolluyordum...... Tâki, bir gün Ada vapurunda,

Hanımın, biletçi ile konuşmasını duyana kadar. Hanım biletçiye, öyle koyu bir Rumeli şivesiyle çıkıştı ki :

— «A, be, kuzum, siz İstanbullular ne dubaracı insanlarsınız.» Sözlerini işitene kadar.

Bu sesi duyan, bu şiveyi işiten Şairimiz, artık değil bu güzel hanımı takip, ondan bucak bucak kaçmaya başlamış. Taşralı olan her şeyden kaçtığı gibi......

Yahya Kemal beyin en güzel tarafı, bu taşralı olmanın kompleksi, kendisine bir İstanbul nefreti vermemiş, bilâkis, ona sonsuz bir İstanbul hayranlığı ve İstanbul aşkı vermiş olmasıdır.

İstanbul’u .tanımak, bilmek ve sevmek başlı başına bir kültür.

Acaba, İstanbul’u tanımayan, bilmeyen, sevmeyen var mı?, Varmış, acaba bunlar nasıl nesneler imiş?

Nedim ve. Yahya Kemal, İstanbul’u en çok seven iki Şairimiz. Ey güzel ve aziz canlar, İstanbul da sizi seviyor, hem de çok seviyor.

Yine Yahya Kemal bey anlatıyor:

— Ben Pariste iken, Abdülhâk Hamid bey Londra’da Sefaröt müsteşarı olarak bulunuyordu. Büyük Şairi (o zamanlar Şairi Âzam, deniyor muydu? Zannedersem, kendisine Şairi Âzam: lâkabını Süleyman Nazif bey takmıştı) Yahya Kemal devamla:

— Şairi Âzam veya değil şöhreti ayyuka çıkıyor ve biz genç şairler için GAYE - İNSAN. Kendisini görmek ve yakından tanımak vaz geçilmez bir arzu, bir iştiyak halini alıyordu. Ben de kalktım Paris’ten Londra’ya, sadece onu görmek, onu tanımak için gittim. Kendisiyle Sefarette görüştüm, hafta arası idî:

·        — «Pazar gününe kadar kalınız, beraberce bir yere gidelim», dedi.

Çok sevindim ve pazar gününe kadar Londra’da kaldım. Zira şöhretli şairimizin, ayrıca bir şöhreti de, yüksek İngiliz sosyetesini iyi bilmesi İngiliz aristokrasisi ile sıkı fıkı çok ahbap olması idi. Ben de kendi kendime, kim bilir hangi Lord veya Lady’nin mâlikanesine beni götürecek diye heyecanlanıyordum. Gideceğimiz gün geldi. Bu heyecanla ve çok itina ile giyindim, tam saatinde Sefarete gittim. Abdüfhâk Hâmid beyi de hazır, beni bekliyor buldum. Hemen bir araba tutup, bindik. Beyfendi adresi verdi ve gideceğimiz yere doğru yollandık.

Gidiyor, gidiyor, gidiyoruz iyi ve şık mahalleleri geçiyor, kenar mahallelere geliyor onları da geçiyoruz. Fukara ve sefalet yuvası yerlere geliyor, onları da geçiyoruz. Nihayet liman arkası pis kokan, gayet fena bilinen sokaklara geliyoruz. İşte, böyle pis bir sokakta, adi bir dükkânın veya ardiyenin önünde araba durdu, indik. Abdülhâk Hamid bey dükkânın arka kapısını işaretli bir şekilde vurdu. Arka küçük kapı evvelâ aralandı, nihayet açıldı ve biz içeriye girdik.

Burası bir rum vatandaşa ait bir halı deposu, mağazası veya ardiyesi imiş. Halı balyeleri arasında bir kaç arkalıksız iskemle (bunlara vaktiyle ahçı iskemlesi denirdi). Bir iskemlenin üzerine de bir sini konmuş, tam çilingir sofrası, üzerinde rakı ve bizim meşeler......... Bunla

anlatırken Yahya Kemal beyin gözlerinden yaş gelircesi-sine gülüyor ve :

·        — «Abdülhâk Hâmid beyin de Londrasını ve görüştüğü yüksek sosyetesini, Lordları, Lady’lerini gördük diyordu.

Abdülhâk Hamid bey, 600 senenin İNSANİ, imparatorluktan süzüle süzüle inen, irıbikten katre katre dökülen

İNSAN.... O zamanlar Yahya Kemal beyin ise şahsiyeti henüz zuhura gelmiş değil, daha isim yapmamış, adı sanı olmayan bir İnsan...... belki bir amatör şair olarak sönüp

gidecek, belki şöhrete erişecek, daha belli değil, üstelik sözüm ona Padişahtan kaçmış, Paris’te bir takım maceracılarla görüşmekte...... Yemek yemesini bilir mi, bilmez

mi? belli değil. Hali tavrı ise çok taşralı, o kadar taşralı ki, kendi kendinden bile kaçan bir taşralı, taşralıhğmdan hicap duyan bir taşralı.

İNSAF, böyle bir kimseyi, AbdüSıâk Hamid bey, hangi Saraya, Şatoya götürebilir? Fena mı, ne güzel bir Rum Vatandaşa gitmişler, külfetsiz oturmuşlar, rakı içmişler, mezelerden yemişler. Herhalde AM'ülhak Ma-mid beyin de rakıyı canı çekmiş, göreceği gelmiş olacak, çilingir sofrası etrafında iki vatandaşı ile Türkçe konuşmak ve memleket havadisi dinlemek de hoş olacaktı. Abd!üî.hâk. Hamisi bey için.

Bu demek değildi ki Şairi Âzam, yüksek sosyete ile görüşmüyor, Abdülihâk Hâmîd beyin dostları en iyi ingiliz-ler ve onların içinde de en iyi isimler olduğu muhakkak. O günlerde daha, Yahya Kemal olgunluğuna erişmiş ve ispanya Kralı XI!L Alfons’un sofrasında iki defa yemek yiyen Yahya Kemıal değil ki.

Bir gün Yahya Kemal bey, bu hâdiseden kim bilir kaç sene sonra, Maçka Palasta mütevazi dairesinde muhteşem ihtiyar adamı ziyarete gelmişti. Biz de orada idik. Devleti AÜyye-i Osmaniye ricalinden bir kaç kişi daha vardı, (ekalliyetin eski tabirince KİŞİZADELER)

Bunların, havı gitmiş, rengi dönmüş, siyah renkler adeta yeşilimsi olmuş elbiseleri içinde, kimi eski âyân azası, kimi eski sefir, kimi ise eski vali...... Bunların arasın

da, günün Büyük Elçisi, Mebus ve şöhretinin zirvesine ulaşmış Yahya Kemal bey, ne kadar sıkılgandı. Bu kimselerin arasında Yahya Kemal bey, Niş’ten yeni geidiği zamanın hâleti ruhiyesi içinde idi. Ve bu zevata, mütemadiyen ne sebepten bilmem, anlıyamamıştım durmadan «Hötel Particulier» ve «Porte Cochere» lerden bahs ediyordu. Pariste Hötel Particulier, Madrit’te Hötel Particulier, yani konaklar ve konaklardan bahs ediyordu. Bu galiba, bir az vaktiyle gidilen Londra’daki halı ardiyesine bir cevaptı. Zira Yahya Kemal bey, Abdlülhâk Harrtid beyin, kendisine halı ardiyesinde vermiş olduğu ziyafetten! ziyadesiyle rencide olmuş ve bunu katiyyen unutmuyordu.

O gün çok tuhafıma gitmişti, zira kendisi gibi zamanın tanınmış şöhretli romancılarından biri de, bütün bir akşam bizlere «Porte Cochere» lerden bahs etmişti. Bizde-ki saray ve konak yıkılacak, fakat dışardaki konaklarla övünülecekti. Velhasıl, yeni şöhrete, ulaşanlar üzerinde Hötel Particulier ve Porte Cochere’ler, büyük tesirler yapıyordu.

Halbuki, zavallı Osmanlı bakiyyesi Beyfendiler, dar sokaklardan, Arnavut kaldırımlarından, cumbalı mahalle evlerinden, Beykoz’un paçasından, Bayram Paşa enginarından, Kartal pırasasından ve Arab Bacının pişirdiği perhiz yemeklerinden konuşuyorlardı. Burada, bunların arasında Hötel Particulier’lerden bahs etmek çok yersizdi. Zira eskiden, Türk terbiyesinde hiç övünülmez ve övünmek ayıp sayihrd'ı. Halbuki şimdi övünmek talim bile ettiriliyor.

Halbuki Yahya Kemal bey Niş’ten, üsküp’ten, ora âdetlerinden ve hususiyetlerinden bahs etmiş olsaydı, Hötel Particulierler ile empoze etmek istediği bu beyfendiler, Paşa efendiler, kendisini daha ne kadar can kulağı ile dinleyeceklerdi.

ikinci Cihan harbinde, Yunanistan’ın Almanlar tarafın-işgali üzerine, az bir müddet için, İstanbul’a, Yunan Prensi Piyer ile evli, Beyaz Rus bir Prenses gelmişti. Prenses Piöre de Grece.

Bu güzel Rus prensesi ile Yahya Kemal bey dost olmuşlardı, belki dostluktan da fazla, Şairimiz, Slav cazibesi olan bu kadına tutulmuştu.

Prensesin davetlerinde büyük şairimizi de görüyordum. Hiç unutmam bir defasında, Yahya Kemal bey beni bir kenara çekti ve İsrarla benden Prensese, Varşova’da yazdığı ve Slav hüznünden, kederinden şikâyet eden ve İstanbul hasreti ile yanan Şiirinden bahs etmememi rica etmişti.

KAR MUSİKİLERİ

(                              — Varşova 1927 —

Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu.

, Bin yıl sürecek zannedilen ter sesidir bu.

Bir kuytu manastırda dualar gibi gamlı,

Yüzlerce ağızdan koro hâlinde devamlı,

‘ Bir erganun âhengî yayılmakta derinden....

Duydumsa da zevk almadım İslâv kederinden.

Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta, Tanbûri Cemil Bey çalıyor eski plâkta.

Birdenbire mes’ûdum işitmek hevesiyle,

- Gönlüm dolu İstanbul'un en özlü sesiyle.

Sandım, ki uzaklaştı yağan kar ve karanlık, Uykumda bütün bir gece Körfez’deyim artık’.

Güzel Rus prensesine. Yahya Kemal bey, bu şiiri haber vermememi ve sakın tercüme etmememi rica ettiği zaman çok gülmüştüm. Büyük insanların da bir an için nasıl küçük çocuk olabileceklerini uzun uzun düşünmüştüm.

Yahya Kemal bey merhum Tanburî Cemil beyi ve hatta oğlu Mes’ud Cemil beyi çok severdi.

Mes’ud Cemil beyin, Klâsik Türk müziğini idare ettiği saatleri kaçırmamak için, Ankara Palasa, o zamanlar Ankara Palas müdürü olan Reşid Ben Ayad beyin odasına telâşlı ve acele acele koştuğunu kaç defa görmüşümdür.

Fakat Yahya Kemal beyin vefatından yıllar sonra, onun «Yâr-ı vefâkâr sadık dostu ve hemşehrisi ve kendisine «Asımım», diye-hitap ettiği Asım Dedemiz (Asımı Sönmez bey) şöyle bir hikâye anlattı, ki bu hikâyenin bir kısmı, pek kısa ve pek masum bir kısmı,, Mes’ud Cemil beyin, babası Tanburî Cemi! beyin hayatını yazdığı kitapta da var.

Hikâye şöyle : Vaktiyle Aksaray’da veya o civarda Mahmud bey namında bir zat varmış, mûsiki sever, mük-rim ve misafir seven bir zat imiş. Bu zatın konağında toplanırlar, saz ve söz âlemi yaparlarmış. Bu meclise Tanburî Cemil bey ve kemençeci kör Vasil de gelirmiş. Hemen hepsi de dem alırlarmış, sadece kör Vasil ağzına katiyyen içki koymaz imiş. Yine bir akşam saz ve söz âleminde, Tanburî Cemil bey, kör Vasil’in kemençesini eline almış ve hârikûlâde bir surette kemençe çalmış, ne olmuşsa olmuş, Vasil’in o andaki ruh haletini bilemiyoruz, Mahmud beye :

— Ver bir kadeh rakı, demiş. Mahmud bey kadehi susuz olarak ağzına kadar doldurmuş ve Vasil’e uzatmış. Vasil bir solukta bütün rakıyı bitirmiş ve kadehi yine Mahmud beye uzatmış :

— Ver Mahmud bey bir rakı daha demiş. Yine Vasil, verilen susuz rakıyı bir hamlede içmiş, bunu üç defa tekrarlamış. Herkes bir şey bekliyor, acaba Vasi! ölecek mi, hiç olmaz ise çok hastalanacak mı? Zira Vasi! hiç içkiye alışık değil ve üç kadeh rakıyı nefes almadan üst üste içmiş. ‘

Öleceği ve hastalanacağı yerde Vasil eline kemençesini almış ve öyle bir çalmış, öyle bir çalmış ki ............ Hazirûndan dehşetli bir alkış tufanıdır kopmuş. Vasi! de Meclistekilere dönmüş ve; Tanburî Cemil bey güzel çaldı, fakat kendisi kemençeci değil tanburî’dir, üstelik ben Çingeneyim, demiş.

Bu hâdiseyi Yahya Kemal beye hikâye ettikleri zaman, bir kahkaha atmış ve : — Zavallı Çingene Vasîi, Cemi! beyin yedi göbek Çingene olduğunu bilmiyormuş demek, demiş.

Evet Cemil beyin babasının veya babasının babasının Macar mühtedisi olduğunu vaktiyle işitmiş ve üzerinde durmamış, hattâ unutmuştum. Fakat bunların Macar olmayıp «Macar Tziganı» olduklarını hiç duymamış, hiç bilmiyordum. Bunu Asimi Sönmez beyden işittim, ihtiyatla naklediyorum.

Büyük Şairimiz Varşova’da Elçi, oranın ileri gelme Yahudilerinden birine sormuş :

— Niçin Polonya’da Yahudiler bu halde de, Londra’da Yahudileri Aristokrat, Site’nin en muteber kimseleri?

Yahudi cevap vermiş :

— Her memleket, lâyık olduğu Yahudiye sahihtir.

Yahya Kemal Beyfendi ile zevcimin vefatından sonra da görüşüyor, sık değilse bile, arada bir yine Yalıya geliyordu. Ta ki, 1946 senesinde, Demokrat Parti yeni kurulmuş, Demokrat Parti kurucularından Fuad Köprülü bey ve eşi, Yahya Kemal Beyfendi ve Ord. Prof. Terfik Remzi (Ka-zancıgil) bey ve eşi, Yalıya öğle yemeğine teşrif ettiler. Epey tereddütten sonra «place d’honneur» ü Köprülü Bey-fendiye ve ondan sonraki yeri de Yahya Kemal Beyfendıiye verdim. Fakat içimden de bu hareketim başıma bir iş açacaktır dedim ve o gün çok huzursuzdum. Benim, «place d’honneur» ü Fuad Köprülü beye verişim, katiyyen Yahya Kemal beyfendiden daha ehildir gibi bir düşünce ile. değildi. Elbette Büyükelçi, Mebus, üstelik de Memleketin en büyük Şairi olan Yahya Kemal beyin şeref mevkii hakkı idi.

Lâkin o günler çok heyecanlı idim, C.H.P. sine karşı çıkmış bir Partiye karşı çok sempati duyuyordum ve bu Partinin kurucularından birine de bu sempatimi izhar ve kendisine bir nevi karınca kararınca bir nevi gayret vermek ve teşvik etmek için idi.

Gelgelelim, «hiper sensible» olan Büyük Şairimiz, o gün hiç küskünlüğünü belli etmedi, fakat o günden sonra da bizim Yalıya ayağını bir daha atmadı. Gördüğü yerlerde yine muhabbetli ve mültefit, fakat o kadar.

ölümü, bütün kendisini sevenler gibi beni de çok sarstı ve gönülden matem tuttum.

Vefatından bir müddet sonra, Kandilii’de Kıbrıslıların Yalısına Refika Hanımefendiyi ziyarete gitmiştim. Oturduğumuz havuzlu odanın camları yere kadar, gelen misafirleri boylu boyunca görüyordu İnsan. Bir de baktım, gözlerime inanamadım, Yahya Kemal bey geliyor zannettim, ama nasıl bir Yahya Kemal bey, kendisinin nefret ettiği bir Yahya Kem®? bey...... çok sarsıldım ben hâlâ bakıyordum, Re

fika Hanımefendi merhum beni bu dalgınlığımdan uyandırdı ve :

— Yahya Kemal beyi, ne kadar çok severdim ise, bu kardeşini de o kadar sevmem dedi. O zaman anladım ki gelen, Yahya Kemal beyin hayatında saklı ve gizli kalmış olan kardeşi idi.

Bir az sonra Reşad bey, salona dahil oldu ve herkesin elini sıkmaya ve kendisini takdim etmeye başladı, gayet koyu bir Rumeli şivesiyle :

— Bendeniz Efendim Reşad Beyatlı, Yahya Kemal beyin kardeşi............

Aman Ya Rabbim, bu ha! Yahya Kemal beyin hiç istemediği ve sevmediği bir hal. Reşad bey Yahya Kemal beyin, yeryüzünde, arkasından bıraktığı bir günah gibi idi. Her tarafa gidiyor, bütün Yahya Kemal bey» sevenleri ziyaret ediyor ve :

'— Bendeniz Reşat Beyath, Yahya Kemal beyin kardeşi, diyordu.

Fakat Yahya Kemal bey arkas.ından, yalnız Reşad beyi bırakmamıştı.

Yahya Kemal bey:

«Sevr-i Sultan Selîm’i yazmak içün

Seyf-i meslûl hâmesini

Halk Yahya Kemâl’e rahmet okur

Gûşederken Selîmnâme’sini

Evet Selîmnâmesini okurken Rahmet okuyacaktı Halk Yahya Kemal’e...... Bâkî’nin Kanunî’ye yazdığı mersiye,

Abdülhâk Hamid beyin Hazreti Fatih’e ve Yahya Kemalin Selîrrmâmesi Türkün Şahnemesidir.

Bu yazımızı teberrüken Selîmnâmenin «Başlayış» i ile bitirelim :

SELÎMNAME

Eflâkden o dem ki peyâm-i kader gelür

Gûş-Î cihâne velvele-î bâl ü per gelür

Devr-î fütûhu Sûr-ı Sirâfil müjdeler

Hak’dan nizâm-ı âlemi te’mîne er gelür

Ebvâb-ı Ravza-î Nebevî’den firiştegân

Cibrîl-i gördüler nice demdir gider gelür

Derk ettiler ki merkad-i pâk-î Muhammed’e

Rûhü’l - kudüs’le arş-ı Hüdâ’dan haber gelür

Rûy-Î zemîni tâbi-i fermanı kılmağa

Sultan Selîm Han gibi bir şîr-i ner gelür

Hayâtının alemleri üstünde uçmağa

Simürg-i feth hem çü nesîm-î seher gelür

Hâkan ki at sürünce bir iklîm-i düşmene

Pîş.ü peşinde mahşer-i tîg ü teber gelür

Ey gaasıb-ı diyâr-ı Arab bekle vaktini

Evvel cezâ-yı saltanat-ı sürh-ser gelür

Kaç fâtih-î zaman gören iran-zemin bugün

Görsün kiminle hangi cüyûş-î zafer gelür

Tekbîrlerle halka iyân oldu tûğlar

Sahrâ-yı Üsküdar’a revân oldu tûğlar (1)

(1514)

HALİDE EDİB HANIM.

Koca OsmanlI imparatorluğu, birinci Dünya harbinde ölüm darbeleri yerken, bu muazzam Devletin mahv ve yok olmasını hazırlayan, tertip eden ve bu akibeti tacil eden ittihad’ı Terakki Cemiyetinin en yüksek kademesi ricalinden olan Bahriye Nazırı ve 4. cü Ordu - yâni Süveyş Kanalı kumandanı Cemal Paşa, kudutlarimızda ateş ve ölüm yağarken harp içinde Suriye’de bir KRAL gibi saltanat sürmekte idi. öyle bir saltanat ki, âdeta hükümdarlık ettiği eyaletlerde, bu gün dört müstakil devlet veya devletçik kurulmuştur: Suriye, Lübnan, Ürdün ve İsrail gibi.

Cemal Paşanın hülyası, Kanal harekâtında muvaffak olacak olursa, Mısır’ı alacak ve Kavalalı Mehmed Ali Paşa ailesi yerine, Cemal Paşa ailesini ikame edecekti.

Cemal Paşa’nın, Suriye’de sürdüğü saltanatlı hayatı, Garpla şarkın bir hal itası, bu günkü deyimle Batı - Doğu karması, bir Batı - Doğu kokteyli idi. Cemal Paşa ne Şark debdebesinden, alayişinden vaz geçebiliyor, ne de Garba karşı duyduğu sonsuz meftuniyet ve meclubiyetten. Yani ne idüğü belirsiz, aşağılık duygusu içinde kıvranan, elinde Osmânlı Bahriyesi, kocaman 4. cü Ordu gibi muazzam kuvvetler bulunan bir HİÇ idi Cemal Paşa.

O zamanın tabirince, etrafına «Alafranga Türkleri, alafranga aileleri toplamıştı.

Tanzimattan sonra Memlekette bir alafrangalaşma başlamıştı. Bir kaç nesilden beri Avrupa görmüş, evde mü-rebbiye ile büyümüş, bir kaç ecnebi lisanı bilen kimseler ve aileler vardı memlekette, işin garibi bunlar daha dün ittihadı Terakki’nin yıktığı rejim mensublarıydı. Zira Memlekete, Tanzimat ile giren alafrangalılık, İstanbul’un ileri gelmiş mahdut ailelerinin dışına çıkamamıştı. Bunlar ise, haliyle Padişah ve Sarayın etrafını çerçeveleyen kimselerdi.

Her iki taraf da bu yeni dostluklardan hiç beis görmüyorlar, yıkanlarla yıkılanlar sarmaş dolaş olmuşlar ve aralarında tamamiyle küçük menfaatlare dayanan otomatik bir andlaşma olmuştu sanki ......... Cemal Paşa bu Saray çev

resi ve İstanbul kalbur üstü ailelerinden alafrangalık, kibarlık öğrenecek, talim edecekti. Bu dünün kibarları, Paşazadeler ile bir çok komplekslerini tatmin edecekti, ikbal düşkünü kibarlar da günün kuvvetli adamının peyki olacaklar ve karınca kararınca kendileri de klıvvet, para velhasıl her türlü menfaat bulacaklardı.

işte Cemal Paşa’nın Sarayı ve Haremi, böyle bir Şark-Garp karması arz ediyordu. Cemal Paşa’nın Sarayı, alafranga olmak şartiyle bütün İstanbul kibarlarına açıktı.

Günün birinde bu Hareme bir küçük kadın daha çıkageldi. Bu kadın diğer Hanımefendilerden çok daha başka idi, gerek meziyet, gerek kusur bakımından bambaşka idi. Bu ufak tefek kadın, güzel değildi, ama yine de çok güzeldi. Cemal Paşa’nın da ona karşı muamelesi büsbütün başka idi. Onu daha sayıyor, daha hörmet ediyor, fikirlerine kıymet veriyordu.

Bu küçük kadın da, diğer Hanımefendiler gibi Cemal Paşa’yı o kadar aşağıdan almıyor, önünde ayak ayak üstüne atıyor, sigarasını Paşaya yaktırıyor, Paşa ile siyasî ve fikrî münakaşalar ediyordu. Bu küçük kadının fikirleri ve düşünceleri vardı, bunları söylüyor hatta empoze bile evirebiliyordu.

İlk günden, bu kadın beni kazanmıştı, kendisine olan merakım ve ilgim gün geçtikçe artıyordu.

Bu KADIN Kimdi? Dış ve iç dünyasiyle bu kadın kimdi? Bu kadın Halide Edib idi, bir yazardı. Yahudiden dönme olduğu hemen çevresinde yayıldı, daha doğrusu babası Edib Efendi Yahudi dönmesi bir mühtedi idi ve Saraya mensup küçük bir memurdu. Yani Yıldızda ufak, fakat uzun süren bir memuriyet hayatı vardı.

Kızı ise Saraya karşı idi. Türkçü ve Turancı idi. Semi-tik bir Turancı, yani ırkçı!! Bu günkü deyimle, bir kafatasçı idi.

Halbuki Halide Edib’in ne kadar bir Biblik, yani Ahdî Atik güzelliği vardı, ne kadar Beni İsrail’in güzel kızlarına benziyordu.

Halide Edib, Suriye’ye vazife ile gelmişti. Türk kültü-. rünü yaymak için mektepler açacak, Arab çocuklarına Türkçe öğretecek, Türklüğü sevdirecek ve bu suretle de Suriye türkleşecekti. Halide Edib Hanım, bir nevi Türk misyoneri ve iyi niyet Elçisi idi.

Hakikaten Beyrut civarında, harp dolayısiyle Fransızların bıraktığı bir mektep vardı. Büyük, bakımlı, güzel bir park içinde Saray gibi bir mektep. Halide Edib’in mektebine bu bina tahsis edildi. Fransız mektebinde her şey tamamdı, mektebin her şeyi, bütün levazımı olduğu gibi duruyordu. Sınıf şıralarından yatakhanelerine kadar. Bütün yatak takımları keten, hem Fransız keteni idi, velhasıl herşeyi ile mükemmel bir mektepti.

Mektep açıldı, fakat talebesiz bir mektep ......... O

zamanlar, ben Alman mektebine gidiyor, mektebimi de çok seviyordum. Fakat bir gün Cemal Paşa babama :

— «Birader, demiş, biz Arab çocuklarının bizim mekteplere gitmelerini istiyoruz, halbuki, kendi çocuklarımız bile ecnebi mekteplere gidiyorlar. Halide Hanım çok güceniyor, çok şikâyet ediyor, Haklı değil mi? Bu bir emirdi, 80

«Emür emürdür, demür demürdür.» hakikaten bu emir bize demir kadar sert gelmişti. Biz Alman mektebinden alındık ve Halide Edib Hanımın mektebine verildik.

Alman mektebine, arkamda basit bir çanta, yaya olarak gidiyordum, basit ve külfetsiz......... Yeni mektebime

yaya ve yalnız gitmemin imkânı yok tramvay, otobüs gibi vasıta da yok harp zamanında Beyrut’ta. Biz yeni mektebe büyük bir saltanatla yani atlı araba, mükellef bir paytonla gitmeye başladık. Böyle olmasına rağmen, Alman mektebine, gittiğim saattan bir saat sonra ancak mektebe varabiliyordum. Buna rağmen Müdiremiz Halide Edip Hanım, saray gibi dairesinde istirahatte..... sınıflar bomboş,

koridorlarda pembe maşlahlı, pembe krep damur başörtülü, sıkma başlı, gözleri sürmeli İstanbullu Hoca Hanımlar piyasa ediyorlar, kime ders vereceklerdi çocuk yoktu ki mektepte.

Halide Edib, belki iyi bir yazardı amma, muhakkak ki fena bir teşkilâtçı ve fena bir idareci idi. Üç ay mektebine gittim, bir gün dahî ders görmedim. Fakat bu üç ay zarfında mevzuu tamamiyle Tevrattan alınma, müziği de Lübnanlı bir bestekâr, Vedia Sabra tarafından bir Opera bestelendi.

Vedia Sabra’yı da ayrıca çok iyi tanıyordum, zira kendisinden hûsûsî piyano dersi alıyordum. Operanın ismi «Kenan Çobanları» biz bu Operayı sahneye koyduk ve Valiler, Kumandanlar, Polis müdürleri huzurunda oynadık.

Bu Kenan Çobanları Operası benim içimi çok burk-muştu ve acı acı düşündürmüşdü. Zira bu temsil, Memleketin mukadderatını ellerinde tutan kimselerin önünde fütursuzca ve küstahça oynanıyordu. Bu temsil İsrail’in bir habercisi bir müjdecisi idi......... Allah hiç bir Milleti, ka

ba saba, kültürsüz, idraksiz, cahil idarecilerin eline koymasın, zira izmihlâl muhakkak......

Avanak avanak hepsi bu Operayı seyir ettiler, hiç birinin aklından bir şüphe bile geçmedi, idarecisi olsun, Kumandanı olsun, aydını olsun, hiç birisi Hallide Edb Hanıma, nezaketle olsun şöyle bir sual soramadılar:

— Hanımefendi, niçin başka bir mevzu değii de Tevrat’tan alınma bir mevzu seçtiniz? Siz yüklenmiş olduğunuz bir vazifenin tam aksi istikamette bir yol, bir gidiş tuttunuz ve İsrail propagandası yapıyorsunuz.

işte gafiller, ahmaklar, korkaklar, küçücük bir kadından bu kadar bir soruyu bile soramadılar.

O gün, Halide Edib, her zamandan daha kendinden emin, daha gururlu ve daha mesafeli idi. Çok derinde, çok çok gizli de olsa, o gün Halide Edib gerçek benliğini sak--layamamış, kim bilir, ekabirin ahmaklığından o kadar emindi ki, gelenlerin gaflet ve anlayışsızlığı ona cesaret ve cür’-et veriyordu. Üstün zekâsiyle bu gelenlere ne kadar yüksekten bakıyordu.

Ben, üç ay sonunda eve ültimatomu verdim. Ben yine eski mektebime, Alman mektebine, gideceğim dedim. Üç dolu olması lâzım gelen ders ayı boşu boşuna heder olmuştu, bu insanlarla alay etmekten başka bir şey değildi.

Ne Cemal Paşayı, ne Halide Edib Haramı dinlemem dedim. Çaresiz beni aldılar ve yine Alman mektebine verdiler.

'Halide Edib’in bu mektebcilik oyunu da, büyük mağlubiyete kadar böylece sürdü. Düşman işgalinden evvel mektep kapandı. Ve maşlahlı, gözleri sürmeli Hoca Hanımlar da İstanbul’a döndüler. Biz maalesef, düşman işgalinde Beyrut’ta idik. Halide Edib Haramın ve. Hoca Hanımların arkasından çok dedi kodu oldu. Fransız mektebinde tek bir keten çarşaf kalmamış, tek bir çatal bıçak kalmamış diyorlardı. Üstelik, şehirdeki büyük mağazalardan, hele Tarrazi adında, çok güzel eşya satan meşhur bir mağazaya çok borç bırakmışlardı.

Bu biz Türkler için yüz kızartıcı bir hal ve çok fena propaganda idi. Şüphesiz bu halleri çok istismar edenler ve îzam edenler de oldu.

Halide Edib Hanım bize eve de gelirdi. Bizim evde bir gün onu ağlar görmüştüm, içimden çok acımıştım, anneme niçin ağladığını sordum, Annem :

— Halide Edib Hanım, çok bedbaht imiş ve uzakta olan çocukları için ağlıyormuş, o gün Halide Edib Hanıma içimden acımıştım. Mamafih bu romantik haliyle bana «Sa-rah Bernard» ı hatırlatmıştı.

Bir İstanbul’a gidip gelişinde, Halide Edib Hanım yalnız avdet etmedi. Yanında uzun boylu, gözlerine birbirine çok yakın, kalıpsız fesli, çelimsiz bir erkek vardı. Bu erkek Adnan (Adıvar) beyden başkası değildi. Adnan bey bütün bu çelimsiz haline rağmen, kendisine emniyeti olan bir adamdı. Ve lisan-ı hal ile, benim de bir gün, günüm gelecek der gibi bir hali vardı, (nitekim o gün geldi.) O gün Halide Edib Hanımın gözleri pırıl pırıl parlıyor, zarif elleri ve ayakları büsbütün göze çarpıyordu. Her haliyle mes’-ud bir kadın olduğu anlaşılıyordu. Artık yalnız bir kadın değildi, seviyor ve seviliyordu. Halide Edib Hanım,, Adnan beyi daha. çok> seviyor görünüyordu. Ben kendi hesabıma Adnan beyi, o gün Halide Edib Hanıma çok az bulmuştum.

Sonra, Halide Edib Hanımı uzun zaman görmedim. O meş’um, İzmir’in işgali günlerinde, Sultan Ahmette büyük bir miting yapılmıştı. Bu bir miting değil, bir mahşer yeri idi. Siyah Bayraklar altında, siyah çarşafı içinde Halide Edib de konuştu. Hakikaten o gün Halide Edib gönülleri feth etmişti. Bana yine «Sarah Bernard» ın «Aiglon» daki halini hatırlattı. Az zaman sonra da Halide Edib, Adnan beyle Anadolu’ya geçti.

Kendisi hakkında, Anadolu’dan gelen haberler ve resimler, hiç de sempatik değildi.

Bütün bir Millet, ölüm kalım mücadelesini veriyordu, Türk Milleti en güç, en ulvî devrini yaşıyordu. Millet öyle bir dram içinde iken, kafası acaib sargılar ile sarılmış, ayağında pantol, beygirin yuları bir elinde bir elinde kırbaç, Halide Hanım poz poz resimler çektiriyor, yok Halide onbaşı, yok Halide Çavuş gibi manasız ve ciddiyetle te’lif edilmiyecek hallerdi bunlar ...... Ciddiyet nerede?...... Bi

lâkis onun Milletle alay eder gibi bir hali vardı resimlerde.

Bu zamana ait Hailde Hanım-Adnan beye ait bir fıkra da anlatayım :

— Halide onbaşı cephede, Adnan bey Ankara’da, Halide Hanım cephede konuşuyor: — Acaba asker ailelerine iyi bakıyorlar mı? diyor ve ilâve ediyor, Adnan’a yazacağım ve soracağım, kendisine bakıyorlar mı, bakmıyorlar mı?

Madalyonun bir de ters tarafı olduğunu ilk bu kadın resimleri bize göstermişti. Eğer bizim de bir Firdevsî’miz olsaydı istiklâl Harbi için bir Şehname yazılırdı. Mehmed Akif bi'e İstiklâl Marşından başka bir şey yazmadı, halbuki Çanakkaleyi ne güzel terennüm etmişti.

Anadolu’nun Yatırı çok, fakat yazarı yok. Zaferi yazmıyorlar fakat Anadolu Evliyaları Zaferi yapıyorlardı, himmetleri hazır olsun.

Fatih Rıfkı, Yakup Kadri, Ruşen Eşref üçgeni ise istiklâl harbini yazamazlardı, nitekim yazamadılar. Halide Edib de yazmadı. Bunlar .maaşlı aylıklı yazarlardı. Yine kendi tabirlerince mebus tayin ediliyorlardı. Yakup Kadri bey, bir gün evinde :

— «Mebus tayin olunmasam, ilk mektep öğretmeni bile olamam» demişti.

Zaten bütün bu insanlar, fikir ve heyecan adamı değillerdi, bunlar ikbal adamları idiler.

Tasavvur edilebilir mi ki Memleketin en buhranlı en fırtınalı ve herşeyin her an değişdiği veya değişeceği bir devirde daima ikbalde kalabilsinler. İlmî yazı değil, gündelik ve siyasî yazı yazsınlar ve Hacı yatmaz gibi hep ayakta kalabilsinler. Herkes kelleyi koltuğa almış, hapishanelerde çürürken, İstiklâl Mahkemeleri cayır cayır işlerken, bunlar rahat bourgois hayatı sürebilsinler. Halbuki hakikî inkilâplar, kendi öz evlâtlarıyla beslenir.

Fransa büyük ihtilâli buna en güze! bir misaldir. Yoksa hem ihtilâlci ol, hem devrimci ol ve kırk küsûr sene, kendine şöyle, rahat kapitalist ve burjuva hayatı temin et ve rahat döşeğinde ecelinle öl. Böyle sonunu tatlıya bağ-lıyan bir ihtilâl ve devrim, hiç bir memlekette gösterilemez. Kelleyi koltuğa almadan da, ne hakikî ihtilâlci ne devrimci hiç kimse olamaz.

Halide Edib, istiklâl harbinde iki roman yazmıştı : «Ateşten gömlek» ve «Vurun Kahbeye». Ateşten gömlek kıymetli bir eser değildi, yalnız adı güzeldi, zira Anadolu hakikaten ateşten gömlek içinde idi.

ikinci romanı «Vurun Kahbeye» hakikaten çok mühimdi. Zira, Zafer elde edildikten sonra ki rota ve tandans gösteriliyordu. Din düşmanlığını, fanatizmi, tutulacak sakat yolun önderliğini bu kitap yapıyordu.

Evet, Anadolunun vuracağı kahbeler vardı, vardı ama vuramadı, otobüsü kaçırdı.

Halide Edib’in, sonra yazdığı romanlarını ve kitaplarını hiç okumadım. Yalnız, İran kitap naşirlerinden biri, bizden bir roman ister ve farsça iyi bilen bir Türk’e, Türkçe-den farsçaya bir roman tercümesini sipariş eder. Bir müddet sonra, tercüme edilmiş romanı alan naşir, mütercime yazdığı bir mektupta diyormuş ki :

— Biz Türkler ve Türkiye aleyhinde kitap yayınlamak istemiyoruz.

Ahbabım olan mütercim gülüyordu, zira bu kitap Halk-evlerinden ödül alan bir Halide Edib’in romanı idi.

Atatürk hayatta iken Halide Edib ve Adnan bey Türkiye’den ayrılmak mecburiyetinde kaldılar ve gurbet diyarlarında epey dolaştılar. Nihayet Paris’te, Şark dilleri mektebinde, en iyi türkçe grameri yazari meşhur Prof. «Deny» Adnan beyi yanına aldı ve türkçe dersleri için repetitör yaptı ve Adnan bey hayatını bu suretle kazandı.

Memleketten bu gidişin hakikî sebebini bilmiyoruz, lâkin daha o zamanlar Atatürk’ün pek yakını olan Falih Rıfkı bey:

— Halide Edib Hanımın Atatürk’le ihtilâfı hiç bir zaman bir düşünce ve fikir ihtilâfı değildi. Halide Edib - Atatürk ihtilâfı, bir kadın erkek ihtilâfından başka bir şey değildi, demişti.

Atatürk’ün ölümünden sonra, Halide Edib - Adnan bey Memlekete avdet ettiler. Adnan bey artık erişilmez oir ilim adamı kisvesinde idi. Dinler hakkında eserler de yazıyordu. Adnan bey’in kitabını okuyan Refet Paşa :

·        — «Biz Halide Hanımı müslüman ettik zannediyorduk, meğer Halife Hanım Adnan beyi Yahudi etmiş» demişti. Refet Paşa böyle nükteler savurmasını severdi. Ve sözlerine ilâve etti:

·        — «Üniversitede hiç bir tayin ve değişiklik yoktur ki bunu dışardan Halide Edib - Adnan bey idare etmiş olmasınlar.

Refet Paşa, Halide Edib - Adnan bey çiftine hiç bir zaman karşı değildi, bilâkis bunlar her zaman çok dost idiler.

Hatta, Refet Paşa’nın, ilk İstanbul’a o hârikulâde girişinden sonra trenle Tarakya’ya gitmişti. Yol güzergâhında bir çocuk, bir Türk çocuğu trene taş atmıştı, taş Refet Pa-şanın gözüne girdi. Refet Paşa çok mühim bir göz ameliyatı geçirdi ve uzun müddet gözleri sargılı kaldı. Bu fena ve sıkıntılı günlerini Refet Paşa, dostları Halide Hanım1 ile Adnan beyin evinde geçirdi.

Bu kaza alelade bir kaza mıydı ?Yoksa, bu Türk çocuğunun Refet Paşanın gözünü hedef tutarak attığı taş, Türk Milletinin ilk uyanışı, ilk anlayışı ve ilk muhalefeti miydi?

Hdkte Edib Hanımı, yine seneler ve senelerce görmemiştim. Bir gün, bir Hayır Cemiyetinin kongresinde kendisini gördüm, çok ihtiyarlamış ve. çok çirkinleşmişti, ben de artık orta yaşlı olmuştum. Yanına gittim ve kendimi tanıttım :

— Efendim, dedim, ben sizin eski bir talebenizim, Beyrut mektebinden. Bir az durakladı, tanımak istiyordu, fakat tanımakta müşkülat çekiyordu. Ben ilâve ettim :

— Efendim Tayyar beyin kızıyım.

Çok memnun oldu, kendi tarzında, daha doğrusu yeni tarzda yüksekten pek çok iltifatlar etti :

— Ayol, öyle söylesene, dedi adresini verdi, muhakkak gel, Adnan da çok memnun olacaktır, seni görünce dedi.

Gitmedirrr, yollarımız çok ayrı idi. Onunla aramızda hiç bir bağ yoktu artık. Onun sevdiklerini ben sevmiyordum. Benim sevdiklerimi yıkanlar arasında, manen o da vardı. O bana, kendi tarzında, benim ona davranışımdan çok daha iyi davranmıştı.

Kim bilir, belki gençliğinin ve güzelliğinin orada tek şahidi ben olduğum için olacaktı.

Adnan bey vefat etti. Cumhuriyet gazetesinde, zannedersem ya Haşan Âli Yücelin veya Kâzım; İsmail beyin bir yazısını okudum. Adnan beyin son günleri hakkında, feci bir yazı idi bu.

Halide Edib’in de ölümünden az evvel, Radyoda bir röportaj dinledim ve Halide Edib’in sesini duydum. Korkunçtu bu ses, taş kesilen bir kalbin ve ölü bir ruhun sesiydi bu ses.

Bir üçgen.

Halide Hanım, Adnan beyle evlenmezden evvel, (belki evlendikten sonra da devam etmiştir), Halide Edîb, Hakiye Hanım, Hamdullah Suphi üçgeni vardı. Bu çok garip bir dostluktu. Birbirine hiç benzemeyen üç insanın çok sıkı dostluğu. Halide Edib, Hamdullah Şuphi bey ne ise, fakat aralarında Nakiye Hanım o kadar yabancı kalıyordu ki......

Bunun tahlili yine çok uzun sürecek, şimdilik bu bahsi burada kesiyorum.

Hamdullah Suphi bey (Tanrıöver)

Hamdullah Suphi beyi de 1914-1918 senelerinde, Birinci Dünya harbi esnasında Suriye’de tanıdım.

Cemal Paşa, Hamdullah Suphi beyi de Halide Edip Hanım gibi Suriye’ye vazife ile getirtmişti, bu günkü deyimle «iyi niyet Elçisi» yahut «Kültür Elçisi» olarak Suriye’de bulunuyordu. Hamdullah Suphi bey Türkleri sevmeyen Suriyelilere, Arablara Türklüğü, Türk kültürünü tanıtacak, sevdirecek hatta «empoze» edecekti.

Bundan evvel de arz ettiğim gibi, bizim evimiz çok misafir kabul eden bir evdi, hele İstanbul’dan gelen, İstanbul havasını getiren bütün misafirlere evimizin kapıları ardına kadar açık olduğu gibi gönlümüz de açıktı.

Hatta bizim evle lâtife ederlerdi ve «Tayyar bey Oteli» derlerdi. Halep’teki evimizin büyük sofasını hatırlarım, bu sofayı, baştan başa yere serilmiş yataklarla halini haç defa görmüşümdür. Harp dolayısiyle, Şam’a veya Beyrut’a gitmek için Halep’ten geçen Türkler, Haleb’in meşhur Baron Otelinde yer bulamayınca bize eve gelirlerdi.

Fakat biz artık evimizi Halep’ten, Beyrut’a nakletmiştik. Mevsim yazdı, biz Lübnan’a çıkmış Ayn-Sofar’da yazlık evimizde idik.

öğle yemeğine üç misafir vardı : Hamdullah Suphi bey, Halide Edip Hanım (zannedersem daha Adnan beyle evli değildi) bir de Makiye Hanım.

Hamdullah Suphi beyin güzelliğini, Hanımlar pek beğenirler, onu çok enteresan bulurlardı. Son zamanlarda olduğu kadar saçları bembeyaz değilse bile daha o zamandan Hamdullah Suphi beyin saçlarına ak düşmüştü, saçlarının biçimi ve kesimi yine aynı idi, saçları ortadan ayrılmış ve iki perçem alnına düşmüştü. Halide Edib Hanımı, her zaman olduğu gibi, yine güzel, şık ve zarifti. Bunların yanında, Makiye Hanım, çok muhafazakâr, eski tarz ve eski usûl bir çarşaf giyiyordu. Zaten Nakiye Hanım, bütün ilericiliğine rağmen her zaman bu eski usul kıyafette idi. Hatta, Balkan harbi esnasında, İstanbul’da ilk, Tayyareye binen «Türk Kadını» olarak, Tayyareye bindiği zaman bile bu muhafazakâr kıyafetiyle gazetelerde resimleri çıkmıştı. Halbuki o zamanlar, İstanbul’da Hanımlar «tango baş» çarşaflar giyiyorlardı.

Ben, Halide Edib Hanım! ve Nakiye Hanımı daha evvelden tanıyordum. Yalnız Hamdullah Suphi bey, o gün benim için yeni bir insandı.

Benimle bir pedagog, bir terbiyeci gibi meşgul oldu ve bir nevi, bir zekâ testi! yaptı. Bana:

— Hayvanlar arasında en çok birbirine benzeyen, iki hayvan hangileridir? dedi.

Hiç düşünmeden : — Bilmiyorum, dedim. Hamdullah Suphi bey :

— Hiç düşünmediniz, bir az düşünün, dedi.

— Düşünmiyeceğim, dedim.

Kim bilir, içinden, benim için aptal ve aksi, beni anlamayan küçük bir kız demiştir. Bir az acı ve buruk, müstehzi bir gülüşle, sorduğu suale, yine kendisi cevap verdi :

— Tavşanla, fare, demişti.

Vâk’a, o zamanlar ben daha çocuktum, ama tavşanla fare ile uğraşmıyordum. Günü gününe, karınca kaderince, kendime göre Dördüncü Ordumuzun harekâtını takip ediyor ve «Lavrens» ın bütün habasetinden haberdar ve biliyordum.

Bundan başka, Hamdullah Suphi bey, bana selâm ver- . meyi de. öğretti! Bana :

— Ağdalı bir dille selâm vermeyiniz veya fransızca «Bon jour», «Bon soir» demeyiniz, bakın size ne güzel bir selâm öğreteceğim demişti, gündüzleri «Günaydın» geceleri «Tünaydın», Bu sefer suali ben sormuştum.

—- Günaydını anladım, fakat Tünaydın ne demek, nereden geliyor? Hamdullah Suphi bey izahını yaptı :

— Kuşlar, tavuklar, horozlar, geceleri tünemez mi? tün gece* demek, tün aydın da Bon soir’ın mukabili......

Buyrun bakalım, güzel Türk diline, daha o zamandan konmuş; küçük bir kundak Hamdullah Suphi beyin icadger-desi Günaydın memlekette bir hayli tutundu, fakat tünaydın bir türlü tutunamadı.

içimden Hamdullah Suphi beyin hiç bir şeyine inanmak gelmiyordu, ne haline, ne tavrına, ne Türkçülüğüne, ne Vatan sevgisine, veya herhangi bir kimseye göstereceği dostluğa.........

Unutmamalı ki, büyük babası, Şairi âzâm Abdülhâk Hamid beyin «O büyük bir Vezir idi» gibi kasideler yazdı- ' ğı Vezir Sami Paşa, asî Mısır Orduları ile ta Vatanın hari-mine kadar gelmiş ve Kütahya’da Babı Ali ile Mısır arasındaki müzakerelerde, Sami Paşa Devletine karşı, İbrahim! Paşanın yanında yer almıştı.

Hamdullah Suphi beyin yalnız bir şeyine inanıyordum : Büyük ve müthiş bir komedyen olduğuna.........

Hamdullah Suphi bey, daracık tiyatro sahnesinde değil hakikî hayat sahnesinde oynuyordu. Eğer dar tiyatro sahnesinde mahpus kalaydı Hamdullah Suphi bey, muhakkak, büyük Köklen, Baba ve Oğul Guitry’ler gibi müthiş bir artist olurdu.

Nitekim, büyük Şarlo’yu ilk defa sinemada gördüğümde, muhakkak bu adamı ben bir yerde gördüm veya birine benzetiyorum, acaba kime kime? diye bir hayli düşünmüş ve bulmuştum, Şario, Hamdullah Suphi beye benziyordu.

Her ikisinde de aynî mimikler, hiç bir şeye inanmayan ve fütursuzca bütün Dünya ile alay eden yüz ifadesi. Bu benzeyiş yaşları ilerledikçe artmıştı.

Dâhi Şario, İsviçre’deki malikânesinde sivil kıyafeti ve bembeyaz saçları ile yine ne kadar Hamdullah Suphi beye benziyordu.

Velhâsıl......... Benim gibi küçük bir Türk kızına bile

kendilerini beğendiremeyen, kendilerine inandıramayan bu insanlar, Arablar gibi Türk sevmeyen «Complexe de Supe-riorite» ve «Kavmi Necib» üstünlüğü ve gururu içinde kendilerini bir kaide üstünde gören, bu çok gururlu insanlara, (Arablara), bu yalın kat insanlar kendilerini nasıl beğendirecek, saydıracak ve Türklüğü empoze, ettirebileceklerdi?

Cemal Paşayı, Arablar ne seviyor, ne de sayıyorlardı, yalnız korkuyorlardı, ip belâsı, sehpa dehşeti içinde sureta sayar görünüyorlardı.

insan psikolojisinden bî behre, cehele güruhu ittihad-cılar, yalnız Din, Devlet ve Millet aleyhine olan işlerde, en ahmâk ittihadcı bile bir dahî kesiliyordu.

Sözüm ona bir propaganda yapmaya yelteniyorlar, Arabların üzerinde çok menfi tesir yapacak kimseleri gönderiyorlardı. Bu üç kişiyi nasıl ve neden seçmişlerdi? Hiç olmaz ise Arabistan’a göndereceğiniz kimseler, durmuş, oturmuş, vekâr sahibi, bir Babanzade Naim bey, bir Mehmet! Akif bey gibi kimseler olmalı. Ar.ab jenisinin ölçüleri, kıstasları, o kadar hassas ve dakiktir ki, Arablar kendi fikir ve hedeflerinden, kanaatlerinden uzaklaşmıyacak olsalar bile, ciddî, vakur Beyfendiler karşısında hörmet ve saygı duyarlardı.

Ama, bir Hamdullah Suphi bey, bir Halide E-dîb Hanım, -bir Makiye Hanım, karşısında, ARAB, hiç bir zaman ne bir hörmet, ne bir saygı hissi duymaz ve üstelik bunlardan korkmaz da.

Uzun bir fasıladan, Vatan çok acı günler görüp geçirdikten sonra Ankara’da ve İstanbul’da Hamsufeh Suphi beyi yine görüyordum. Ne gariptir ki Hamdullah Suphi beyi gördüğüm ilk anda kendisi hakkında başlayan his ve kanaatlerim ayni idi, ve bütün bir ömür boyunca bu görüş sürecekti.

Türk Ocakları, kendisine çok güzel bir sahne oluyordu, bütün istidat, kabiliyet ve ikna kuvvetini oralarda gösteriyordu.

Ankara’da, Saray gibi muazzam bir Türk Ocağı binası yaptırmıştı. Fakat bu bina uzun müddet Türk Ocağı olarak kalamadı, Atatürk Mason Localarını kapattığı gibi birbirine pek yakın bir tarihte Türk Ocaklarını da kapattı.

Ve Türk Ocaklarının bütün binaları, Halk Evlerine dev-rolundu.

Türk Ocakları, Ittihadcıların fikir ve propaganda ocakları idi. Atatürk ittihatçıları, ittihadcılığı kabul etmediği gibi, kuruluşu doğrudan doğruya ittihadcıların olan ve sureta kültür, fakat aslında siyasî olan bu ocakların devamını da artık istemiyordu. Bu ocakların yerine Halk Partisinin fikir ve propaganda yuvası olacak olan Halk Evlerini ikâme etmek istiyordu, nitekim öyle de oldu, Türk Ocaklarının yerlerini Halk evleri almıştı.

Zaten bu iki Ocak ve Ev arasında sinsi bir rekabet vardı.

Türk Ocakları kapandıktan sonra, sadece Mebus olarak kalmak, Hamdullah Suphi beye pek ağır geliyordu.

Romanya’ya Büyük Elçi tayin ederek, Hamdullah Suphi beyin hem gönlünü almışlar, hem de kendisini bir çıkmazdan, bir bunalımdan kurtarmışlardı.

Bundan sonra Hamdullah Suphi bey için yeni bir hayat, Büyük Elçi hayatı başlamıştı.

Ankara-lstanbul-Bükreş arasında mekik dokuyordu. Ankara’da, hükümetle resmî temaslarda bulunyor, İstanbul’da ise, her gün Antikacıları dolaşıyor ve Bükreş’teki Türk Sefareti için, Türk eşyaları topluyor, zira Bükreş Büyük Elçiliğini eski Türk eşyaları ile tefriş etmek istiyordu.

«Burada, bilinmesi lâzım gelen mühim bir paranteş açmak istiyorum :

Yunanistan’da kalan Türklerle, Anadoluda yaşayan Rumların mübadelesinden sonra, Anadolu’da, bilhassa Trabzon’da cemaatsız kalan kiliseler, yıkılıyor ve içindeki, eski Bizans ’tahtaları, Antikacılar tarafından kapış kapış alınıyor ve dışarıya sevk ediliyordu. (1).

1) Bu hususta söz sahibi kıymetli Mimar Tarihçimiz veyahut tarihçi mimarımız Muhterem Ekrem Hakkı Ayverdi Beyefendinin lütfen şifahen vermiş oldukları bilgiye göre: Bu yıkılan kiliseler arasında eski Bizans kiliseleri olduğu gibi pek çok de XVI. ncı asırda OsmanlI Devrinde ve Osmanlı mimarisi ve süsleme sanatı tesirj altında yapılmış kiliseler vardı.

Binaenaleyh Bizans sanatı zannı ile XVI. ncı asır Türk Sanat eserleri ile pek çok dışarıya gitmiştir.

Fakat Bizans eserlerine çok meraklı olan Romanya Kraliçesi Marie ve kızı Yugoslavya Kraliçesi, adı yine annesi gibi Marie olan Kraliçe, bizzat İstanbul’a geliyorlar ve Kapalı Çarşıdan bu eski Bizans altın yaldızlı, oymalı tahtaları satın alıyorlardı.

Romanya Kraliçesi Memleketinde «Sinai» Sarayında, iç tezyinatı, temamiyle bizden giden, otantik Bizans kiliselerinden sökülme tahtalarla bir kilise yaptırmıştı. Keza kızı Yugoslavya Kralliçesi Marie de Memleketinde, Annesininki kadar büyük değil, fakat yine bu Bizans tahtalarından, Sarayında küçük bir kilise yaptırmıştı.

Bundan 40 sene evvel, her iki Kraliçenin yaptırdıkları kiliselerin resimlerini Avrupa mecmualarında görmüştüm. Bu resimlerin altındaki yazılarda, kiliseleri süsleyen tahtaların . menşe’lerini katiyyen saklamıyorlar, bunların Türkiye’de yıkılan Bizans kiliselerinden çıkma tahtalar olduğunu yazıyorlardı. Yunanistan’da da Trabzon Rumlarının iskân edildiği mıntıkalarda Trabzon’dan götürdükleri, bu oymalı ve yaldızlı tahtalarla, Yunanistan’da yeni baştan Bizans kiliseleri kurmuşlardı.

Bu yıkılan, yakılan Bizans tahtalarından arta kalanlalrı, Bizans farikası, damgası, haç, kartal veya Azizlerin tasvirleri olmayan daha sade oymalı tahtalardan da, Edirne işi sandık, minder, dolap, masa ikonaları, yani tasvirleri çıkan yaldızdı tahta çerçevelerden de aynalar yapıyorlardı. Ve, bir ara, bu uydurma ve sahte Edirne işi eşyalar ile Kapalı Çarşı dolmuştu.

Bütün bunları, benim gibi, 45-50 sene evvel Antikacılık yapan kimseler hayatta kalmış ise hatırlayacaklardır.

Kapalı Çarşıda bir telâş, bir temizlilk, kulaktan kulal-ğa bir fısıltı olurdu :

— Ne oluyorsunuz? bu ne telâş? deyince

— Kraliçe geliyor, Romanya Kraliçesi geliyor derlerdi.

Eski eşyadan iyi anlamayan, fakat, antika eşyaya merak saran yeni türediler, «Edirne» işi diye bu Bizans tahtalarından uydurulmuş, sahte Edirne eşyalarını kapışırlardı. Bir çokları da bile bile lâdes diyorlar ve Edirne işi olmadığını bilerek, fakat güzel buldukları için alıyorlardı.

Korkarım ki Bükreş Büyük Elçimiz Hamdullah Suphi bey de, Bükreş Büyük Elçiliğimizi, bu Bizans tahtalarından bozma ve uydurma sahte Edirne işi eşyalarla doldurmuş olmasın. Çok haksızlık etmiyelim, Hamdullah Suphi beyin satın aldığı bu kadar çok, eşyanın içinde, muhakkak eski, güzel ve hakikî Türk eşyaları da olsa gerek.

Öyle anlaşılıyor ki bu Bizans oyma tahtalarından en çok istifade eden Memleket Romanya olmuştu.

En kıymetlilerini, en güzellerini Kraliçe Marie, arta kalanları da Türk işi zannederek, Türkiye Büyük Elçisi Han> dullah Suphi bey alıp Romanya’ya götürmüşlerdir.

Hamdullah Suphi bey, Romanya’ya Türk eşyası götürüyor ve Romanya’dan da Türkiye’ye TÜRK getiriyordu. Evet, Dinleri hristiyan, adları hristiyan, dilleri türkçe olmayan Türkleri, Gagavuzları!

Ankara Palas’ta görüyordum, Türkiye’ye getirdiği Ga-gavuzlar gelir, tazim ile Hamdullah Suphi beyin elini öperler, çepeçevre etrafında otururlardı. Bu çevre, bazı günler o kadar genişler, kalabalıklaşırdı ki, koca salonun adeta bir köşesini kaplardı. Yine aynı tazim ile el öperler ve gayet disiplinli, arka arkaya Ankara Palas Otelinden çıkarlardı.

Türkiye’ye getirdiği bu Gagavuzların, pek çoğunu Hamdullah Suphi bey, Köy Enstitülerine yerleştirmişti. Yaşlarına ve tahsil derecelerine göre, kimisi öğretmen, kimisi de öğrenci olmuşlardı Köy Enstitülerine.

Ne yazık ki bir çokları sonradan komünist olmuşlar veya bu dedikodulara isimleri karışmıştı.

Hamdullah Suphi beyin faaliyeti bu kadarla kalmıyordu. İstanbul’da da kesif bir imar faaliyetine girişmişti.

Ankara’da, Yenişehir’de büyük ve. güzel bir evi vardı. Bu evinden bahs ederken Hamdullah Suphi bey:

— Ben kitabımın içine girdim oturuyorum der ve sonra izahını yapardı : Yazmış olduğu kitabını 12 bin liraya satmış ve büyük, güzel ve mükellef evini yine aynı fiata 12 bin liraya satın almış.

B u gün bir kitaba 12 bin lira almak fevkalâde olduğu gibi, büyük ve mükellef bir evi de 12 bin liraya satın almak, muhal ender muhal.........

İstanbul’da ise Hamdullah Suphi bey, babasının evini hisselerden temizliyor ve restore ediyordu.

Ne garib tesadüf ki Horhorda Suphi Paşa Konağı da tam bir Türk Konağı değilidi, zannedersem mimarı Italyan-dı ve Konak ahşap değil, kunt kâğir bir bina idi.

Bundan başka, şimdi yerini tam olarak tayin edemiye-ceğim, Çifte Havuzlardan Cadde Bostana inen yol üzerinde, Rağıb Paşanın muhteşem yalısının yakın, bahçesi denize kadar inen çok güzel bir köşk almıştı. Restore etmiş ve yazları bu güzel köşkte oturuyordu.

Bü köşkün eski sahibi zannedersem Sadhazam Kâtnil Paşanın oğullarından biri idi.

Hamdullah Suphi bey, bu güzel köşke bir öğle yemeğine, bizi de. davet etmek nezaketini gösterdi. Bizden başka hatırlayabildiğim kadar Falih Rıfkı bey, Yakup Kadri bey ve Hanımı da vardı yemekte.

Bu köşkü de Romanyada yaptırmış olduğu güzel mobilyalar ile döşemişti, (O zamanlar Romanya’da ve "Macaristan’da yapılan mobilyalar pek makbul idi. İşçiliği hem güzel, itinalı ve diğer Avrupa memleketleri ile kıyasedilmi-yecek derecede ucuzdu.)

Hiç unutmam, çok güzel bir yuvarlak yemek masasının etrafında yemek yiyorduk. Sofrada bize, çok sıhhatli iri yarı, açık renkli, tam bir Balkan kızı hizmet ediyordu, ikide birde Hamdullah Suphi bey, kıza bakıyor ve :

— Olga, kızım diyor, sonra bizlere dönüyor:

— Bakın, bakın ne güzel bir Türk kızı diyordu.

Güzel Türk kızı Olga, bir tek kelime türkçe anlamıyordu...

Bu Türk kızı Olga’dan başka, bir Türk kızı hikâyesi daha anlatayım burada:

İkinci Dünya Savaşının en müthiş günlerindeyiz, Nazi Almanyası ile çepeçevre sarılıyız, o zamanlar bütün Ya-hudiler Türk ve Türkçü. Doktor Abrevaya mebus, kızı çok türkcü, Boğaziçinde Yalı satın alıyorlar, Avukat Gad Franko keza, onlar da Çengelköyünde yalı satın alıyorlar ve güzel kızı sık sık Ankara’da, Ankara Palas Otelinde...

O zamanlar Ankara Palas Oteli, Dünya tertiplerinin, caususluklarının ve yanı sıra dedikoduların kaynaştığı bir yer...

Bir taraftan, Alman Büyük Elçisi Von Papen, iltifatlar saçarak Almanya’ya dost kazanmak istiyor, diğer taraftan Churchil’in şahsi Elçisi Amiral Kelly bizi İngiltere yanında harbe sürüklemek için çalışıyor.

Ahmed Emin bey ise değil yalnız Türk, koyu dindar bir Müslüman üstelik... ilk defa din lehinde yazı yazan adam Ahmed Emin Yalman olmuş ve Ankara Palasta bulunan yabancı basın mensupları arasında, büyük bir hayret ve takdir uyandırmıştı. Bu yabancı gazeteciler:

— Değilmi, ne müthiş adam, ne. kadar medenî cesareti var diyorlardı, Ahmed Emin Yalman için...

Ankara Palas, İkinci Dünya Savaşından çok daha evvel yapılmıştı. Hükümet ve baştaki Büyükler, bu Otele çok ehemmiyet ve kıymet veriyorlardı. Hakları yok değil idi. Yeni Merkezi Hükümetin misafirlerini kabul etmek için, güzel, rahat ve modern bir otele çok ihtiyacı vardı.

Fakat, bu otel en çok Ankara’nın yahudilerine yaradı. Ankara’nın, çukurda bir Gheto’su yani yahudi mahallesi vardı, çöplük gibi bir yer... Halkı da çirkin, sıhhatsiz, sevimsiz, üstelik çok fakir insanlardı bunlar.

Bir de baktık ki Ankara Palas Oteli, bütün personeli-. ni, bu Gheto’dan alıyor.

Tuvalette bekleyen küçük kızdan, sonraları direktörlüğe kadar yükselen kimselerin hepsi Yahudi mahallesinden geliyorlardı.

Sonradan bu sıska, çelimsiz ve hastalıklı kimseler, Ankara'Palasta yediler içtiler şişmanladılar, zengin oldular ve kibirlendiler.

Yine böyle, vestiyerde, oturan sıhhatsiz ve çirkin bir Yahudj kızının önünde durmuşlar, Ahmed Emin Yalman Re-fet Paşanın koluna girmiz kızı gösteriyor ve:

Bakın Paşam, bakın Paşam, ne güzel bir Türk kızı, bunu şimdi Türk kızlarından ayırt edebilirmisiniz? Ayırt ederseniz ayıp olmazmı, günah olmazmı diyordu Paşaya.

Biraz sonra, Ahmed Emin’den ayrılan Refet Paşa yanıma geldi ve:

— Geliniz, geliniz, size güzel bir Türk kızı göstereyim, dedi.

— Biilyorum, Paşam, Ahmed Emin beyin size gösterdiği kız değilmi? dedim.

— Nereden biliyorsunuz? dedi.

— Paşam, o ara ben oradan geçiyordum, siz o kadar dalmıştınız ki beni fark etmediniz, Ahmed Emin bey de o kadar yüksek sesle konuşuyordu ki, bütün söylediklerini duydum, dedim.

Evet, Nazi Almanyası dünyaya dehşet saldığı zamanlarda, pür sıhhat, dilber Balkan kızı Olga, Türk kızı olduğu gibi, çelimsiz, sıhhatsiz, çirkin Ankara Gheto’sundan çıkan Yahudi kızı da Türk kızı olmuştu...... üstelik Ahmed Emin Yalman Bey de koyu müslüman ve dindar idi!......

Zamanlar ne kadar çabuk gelip geçiyordu...... Ham

dullah Suphi Bey, Büyük Elçilikten emekli olmuş, yeniden açılan Türk Ocakları Reisi!

Hiç yıkılmayacak zannettiğimiz C.H.P. ihtilâl ile değil, milletin isteği ile yıkılmış ve iktidarı Demokrat Parti ele almıştı.

Ve Demokrat Parti iktidarında Türkler ve islâmlar için en büyük bayram, en çok şenlik yapacağımız büyük bayram gelip çatmıştı : İSTANBUL FETHİ’nin 500’ncü yıldönümü.

Fakat maalesef bu büyük bayram ve şenlik çok sönük geçmişti. ‘Bilmem Türk Milleti bu ihmal ve kayıtsızlığı Demokrat Partiye bağışlayacakmıydı?

Lâkin, Yassı Ada faciası herşeyi unutturdu ve Demokrat Parti’nin bütün hatalarının üzerinden bir sünger geçirdi.

Şimdi, kıymetli tarihçimiz merhum İsmail Hami Danişmend beyin, Hamdullah Suphi bey hakkında söylediklerini dinleyelim, zannedersem o zamanlar İsmail Hâmi bey Fetih Derneği Başkanı idi. İsmail Hami bey diyor ki :

— Biz Valiye gidiyoruz, görüşüyoruz, bizim tekliflerimizi kabul ediyor, tam biz Valinin yanından ayrılıyoruz, Hamdullah Suphi bey Valinin yanına giriyor ve bizim tekliflerimizi kabul etmekten adamı vaz geçiriyor. Hattâ bir defasında, Valinin odasından çıkmak için kapıyı açtık, Hamdullah Suphi beyle burun buruna geldik, meğer kapının yanında bizim çıkmamızı bekliyormuş, Hamdullah Suphi bey, demişti.

İsmail Hami bey 500’ncü Fetih Gününün sönük geçmesinin bütün yükünü Hamdullah Suphi beye yüklüyordu.

Hamdullah Suphi bey, bitkin, inler ve ağlar gibi, bütün ikna hünerini kullanarak :

— Yapmayınız, yapmayınız, acıyınız Büyük Bizans’a diyormuş...... Bunu söyleyen de Türk Ocakları Başkanı!

Geçelim......

Fakat bize kalırsa Hamdullah Suphi bey bu işde yalnız değildi. Arkasında kendisini destekleyenler vardı, zannedersem en kuvvetli desteği Fuad Köprülü beydi. Fuad Köprülü bey Hariciye Bakanı olmak hasebiyle Yunanlıları gücendirmek istemiyordu. Hamdullah Suphi bey ise, ne Yunanistan’ı, ne Patrikhaneyi, bilhassa ne de büyük dostu Patrik Athenagoras’ı kırmak istemiyordu!

Ve bunun için de elinden ne gelirse yapıyor, itiraf edelim ki elinden de çok şey geliyordu.

Hamdullah Suphi bey Patrikle olan büyük dostluğunu hiç saklamaz, bilâkis büyük bir iftiharla Patriğin dostluğundan bahseder ve :

— O benim alnımdan öper, ben de onun sakalından öperim, çünkü onun boyu benden çok uzundur, derdi.

Vefatına sebep olan hastalığına yakalanmadan az evvel kendisini İsmail Hami beyin evinde görmüştüm. Yine uzun uzun Athenagoras’tan ve onun dostluğundan bahsetmiş ve sonra bahsi «Dine» getirmişti.

— Ben, diyordu, Atatürk’e söyledim, bu millet dinsiz olmaz, olamaz... Reformlar yapalım, iyi din adamları yetiştirelim, amma muhakkak DİNİ memlekette bırakalım.

Ben şahsen hiç bir zaman Hamdullah Suphi beyin din aleyhinde konuştuğuna şahit olmamıştım, fakat şahit olanlardan bilhassa Romanya’ya gidip gelenlerden Hamdullah Suphi beyin ne kadar din aleyhinde konuştuğunu, hattâ yemeğe davet ettiği Türklere, yemeğin bitmesine kadar hep İslâmiyet’i kötülediğini, bu misafirler çok dindar olmamakla beraber, bu kadarını fazla bulduklarını ve verdiği yemekte : «Lokmalarımız boğazımızda kalıyor» dediklerini, o zamanlar duymuştum.

O gün İsmail Hami beyin evinde, Hamdullah Suphi bey şunu da söylemişti:

— İnönü zaferlerinden birisi için Mustafa Kemal Paşa, ismet Paşayı tebrik eder ve bu telgrafta Mustafa Kemal Paşa,, İsmet Paşaya : «Milletin mâküs talihini yendiniz» diye çok meşhur olmuş bir cümle kullanır. Hamdullah Suphi bey:

—■ Yok efendim, yok, diyordu, Mustafa Kemal Paşanın bu cümleden haberi bile yoktur, bunu Mustafa Kemal Paşa yazmadı, ben yazdım, ben...... Muzafferiyet haberi

geldiğinde ben Paşanın yanında idim, bana döndü ve ismet Paşaya bir tebrik telgrafı çekelim, bunu Hamdullah Suphi bey siz yazınız, dedi, telgrafı ben yazdım ve Mustafa Kemal Paşanın imzasiyle yolladım, Paşa telgrafı görmedi bile, demişti.

Hamdullah Suphi Tannöver bahsini tatlı ve sempati ile bitirelim. Bana en sempatik gelen fıkrasını, vaktiyle Müfide Ferid Tek Hanımefendiden dinlemiştim.

Bir gün yine di! bahsi ediliyormuş, mutad zevat, hepsi yine Atatürk.ün yakında, Yusuf Akçora bey de orada ve Atatürk’e İsrar ediyormuş :

— Bülbül doğru değildir, bunun asıl türkçesi «bılbıl» dır, bundan böyle biz de bülbüle, bılbıl diyelim, Mustafa Kemal Paşa nerede ise bu teklife EVET diyecek.

Oradan yine inler ve ağlar gibi bütün ikna hünerini kullanarak, Hamdullah Suphi bey

— Aman Paşam, aman Paşam, güzel ve tatlı bülbülümüzü, bılbıl yapmıyalım, diye yalvarmaya başlar, Mustafa Kemal Paşa da Hamdullah Suphi beyin teklifini kabul eder.

Demek ki, güzel ve tatlı bülbülümüz, bülbül kalabilmiş ise, bunu Hamdullah Suphi beye borçluyuz.

Çoktan göçtüğü bu dağdağalı dünyadan Hamdullah Suphi beye, bütün bülbüller ve güller namına minnet ve teşekkürler......

ANKARA’NIN ÜÇ HANIMI

Claude Farrere, 1930 - 1935 seneleri arasında «Ankara’nın dört hanımı Les quatres Dames d’Angora» isminde bir roman yazmıştı. Demek, şuurumun altında bu isim pek yer etmiş olacak ki, Ankara’ya ait yazacağım bazı hatıralarıma buna benzer bir isimle «Ankara’nın üç hanımı» ismiyle başlıyorum.

Efendim, Ankara’ya gittiğim zaman Mustafa Kemal Paşa, Lâtife Hanımdan ayrılmıştı, binaenaleyh Ankara’da bir «First Lady» yoktu. Tek ve Büyük Bayan koltuğu boştu.

Lâtife Hanım, Mustafa Kemal Paşa ile evli iken, pek çok hafiflikler ettiğini, paşanın arkadaşlarına ve dostlarına karşı pek hırçın davrandığını hikâye ederlerdi. Hatta, Paşanın maiyetinde bulunan pek nüktedan Ercüment Ekrem Tâlû bey, Lâtife Hanımın pek güzel olmadığına işaretle şöyle bir espri yapmış :

— Lâtife, lâtif gerek! Lâtife Hanımın kulağına giden bu nüktesi, Ercüment Ekrem beye pek pahalıya mal olmuş, derhal vazifesine nihayet verildiği gibi, İstanbul’a sürgün edilmiş......

Lâtife Hânım’ hakkında hiç bir şahsî fikrim yok, bilmiyorum, tanımadığım gibi hattâ hiç de görmedim. Yalnız şurasını itiraf edelim ki, Lâtife Hanım ikbal devrinde, hafiflik ve şımarıklık yapmış olsa bile, Mustafa Kemal Paşadan ayrıldıktan sonraki hayatı ve tutumu çok ciddî ve haysiyetlidir.

Maamafih, bu evliliğin uzun sürmemesinde belki bir KADININ, Mustafa Kemal Paşanın hayatında belki TEK KADININ Fikriye Hanımın ahi olsa gerek...... Geçelim......

Evet, Ankara’ya gittiğimizde Reisi Cumhur eşinin koltuğu boş, Lâtife Hanım çoktan Ankara’dan ayrılmış......

Mustafa Kemal Paşanın, hakikaten sevdiği, en yakın arkadaşı ve dostu Ali Fethi beyin (Okyar) hanımı çok ince, çok zarif ve çok güzel Galibe Hanım da Paris’te genç Cumhuriyetin sefiresi idi.

Cumhuriyetin ilk devrelerinde, İki meşhur sefiremiz vardı, Galibe Hanım Paris’te sefire, Müfide Ferrd Hanım da Londra’da sefire...

Ankara’da üç Hanım vardı, bunlar, Cumhuriyet Türki-yesinin temsilcileri oldukları gibi, yeni kurulmakta olan Türk sosyetesinin ve sosyal hayatının önderleri idi. Bu hanımların kocaları ise Mustafa Kemal Paşanın yakınları, sevdikleri ve sofrasından hiç eksik etmediği Falih Rıfkı bey (Atay), Yahup Kadri bey (Karaosmanoğlu) ve Ruşen Eşref bey, (ünaydın) idiler. Bu hanımlardan biri bir sefaret yemeğini kabul ettikleri zaman, Büyük Devletlerin Sefirleri için bile, bir muvaffakiyet sayılırdı. Ankara’yı temsil eden bu üç hanımın, üçü de İstanbullu idi.

Falih Rıfkı beyin haremi, Şefika Hanım, aralarında en az güzeli, fakat zannedersem en zekisi ve en spiritüeli idi. Yakup Kadri beyin hanımı, kültürlü gentille ve çok güzel bir. hanımdı. Ruşen Eşref beyin hanımı Safiha Haram ise, ne Şefika Hanım kadar zeki ve spirituelle, ne de Le-man Hanım kadar kültive ve gentille idi.

Mamafih, vaziyeti idare edecek ve kendini saydıracak kadar zekâsı, temkini ve bilgisi vardı.

Biz de üç hanımın hikâyesine, Safiha Hanımın hikâyesiyle başlıyalım.

Safiha Hanımı, daha birinci dünya harbinde, nişanlı veya sözlü bir genç kız olarak bilenler, tanıyanlar vardı.

Sözüne çok itimad ettiğim, Osman Hamdı beyin kerimesi Leylâ Vahid Hanım :

— Saliha Hanım, Hilâli Ahmerde bir iş bulabilmek, kâtibelik edebilmek için ne kadar «antichambre» yapardı, yani bekleme odasında beklerdi ve bizlere Hilâli Ahmer idare heyetinde bulunan Hanımefndilere, ne kadar ricalarda bulunmuştur. Şimdi bütün bunları unutmuş, Saliha Hanım, bizlere (yani eski OsmanlI Hanımefendilerine) selâm bile vermiyor, derdi.

Leylâ Vahid Hanmefendi, gördüğüm hanımefendiler arasında, tanıdığım en zeki ve akıllı bir Hanımefendi idi. Bu kadar zeki ve akıllı bir kadın, nasıl bilmiyor ve anlamıyordu ki, ikbalde olan kimseler, rastlamasını, karşılaşıl-masını hiç istemedikleri, âdeta düşman oldukları filmseler, onların mazilerini ve parlak olmayan devrelerini bilen kimselerdir. Ellerinden gelse, bu kimseleri yok bile ederler.

Ben Saliha Hanımı bu kadar eskiden bilmiyorum. Anadolu harekâtı henüz başlamış, daha hiç bir zafer elde edilmemiş, netice, henüz belli olmayan bir zamanda, fakat Ruşen Eşref ve eşi Saliha Hanım, Ankara’ya geçmişler ve Mustafa Kemal Paşanın yakini olmuş oldukları bir zamanda tanıdım.

Ruşen Eşref değil, fakat Saliha Hanım, Ankara’dan sık sık İstanbul’a gelirdi, nasıl gelir giderdi? Hayrettir......

işte, yine böyle, İstanbul’da olduğu bir zamanda, Sa^ liha Hanımı bir düğünde ilk defa gördüm.

Çok güzel ve çok şıktı, düz bir siyah elbise giyiyordu, elbisenin belinde, ateşin kırmızı bir kadife kordelâ vardı, kocaman bir foyongası ve uçları yere kadar sarkıyordu. Kendisi de çok genç ve güzeldi. Fakat düğün halkı kendisine hiç bir kıymet vermiyor, bütün düğün halkı, düğünde bulunan bir Mısırlı Prenses Hanımın etrafına toplanmışlardı. Zavallı düğünün sahibesi hanım, bu çok yalnız kalan Saliha hanımın yanına gidiyor ve :

— Salihacığım, Salihacığım, diye kendisiyle meşgul oluyordu.

Fakat Saliha Hanım mevkiinin, daha doğrusu pek yakın gelecekteki mevkiinin şuuru içinde idi. Bu aldırmamaz-lığa, aldırmıyor, o da etrafına karşı çok ilgisiz ve çok kibirli davranıyor, yalnızlığı içinde bir tavuskuşu gibi kendini beğenmiş bir halde dolaşıyordu.

Saliha Hanımı, ikinci defa, bu sefer Ruşen Eşref beyle beraber Selimi Sim beyin evinde görmüştüm. Yine Saliha çok güzel ve şıktı, fakat yanında bulunan Ruşen Eşref bey de çok yakışıklı, enine boyuna, kumral genç bir adamdı. Bosnah idi ve memleketinin tipini taşıyordu. Herhalde göze hoş gelen bir çiftti, Ruşen Eşref - Salife Hanım çifti.

Üstelik, Ruşen Eşref beyin, karısına karşı çok âşık ve tutkun, bir hali vardı ki, bu hal de ayrıca Safiha Hanıma bir revnak veriyordu.

Selim Sırrı beyin küçük kızı, Azade, güzel piyano çalardı, kendisinden Saliha Hanım ellerini çırparak, ünlü Rus bestecisi Rahmaninof’tan bir parça çalmasını istiyordu. Saliha Hanımın bu derece Rahmaninof’u sevmesi, bana •bir az yapmacık gelmişti, ama bu kadar da yapmacık olacaktı......

Mevki ve şöhret basamaklarını bu derece hızla çıkan, genç ve güzel, kocası tarafından bu derece sevilen bir kadının bu kadarcık bir yapmacık yapması hakkı idi.

Saliha Hanıma bir kaç defa daha rastlamıştım, İstanbul’da kabul günlerinde, meselâ eski Halep Valisi ve İstanbul Şehremini Celâl beyin evinde.

Günün birinde, İstanbul’da, bir havadis bomba gibi patlamıştı : Türk Hanımları da artık şapka giyecekler. Bu haber nereden, kimden çıktı diyorlardı Hanım’ar. Ruşen Eşref beyin Hanımı, yeni Ankara’dan gelmiş, o söylemiş, deniyordu.

O zaman herkes susuyor ve havadisin doğruluğu kabul ediliyordu :

— Öyle ise doğrudur, diyorlardı. Zira, Ruşen Eşref -Safiha Hanım çiftinin, Mustafa Kemal Paşanın ne kadar yakini'olduklarını, artık bütün memleket biliyordu.

Saliha Hanımla dostluk değil, sadece aşinalığımızın, birinci perdesi İstanbul’da iniyordu.

Aşinalığımızın ikinci faslı Ankara’da başlıyordu. Ankara’da Safiha Hanımı daha değişmiş bir Safiha Hanım buldum. Aradan bir kaç sene geçmiş olmasına rağmen, yüzü yine güzel, fakat vücudu zarafetini kayıp etmeye başlamıştı.

Ankara’da az görüyordum, zira Saliha Hanım merkezi hükümette çok az kalıyor, vaktini ya İstanbul’da veya Avrupa’da geçiriyordu.

Saliha Hanım, Ankara’da yeni tanıdığım Falih Rıfkı beyin eşi Şefika Hanım ve Yakup Kadri beyin hanımı kadar ne bana, ne de kimseye onlar kadar gentille değiidi, maamafih aramızda kendisinden şikâyet edecek bir hadise de olmamıştı.

Aşinalığımızın üçüncü faslı ben evlendikten sonra başlıyordu. Evlendikten sonra, Saliha Hanım bana karşı değişmişti, maamafih çok değil......

Çankaya’da güzel bir evleri vardı, Kordiplomatikle beraber, bir gün, bizi de evlerine çaya çağırmışlardı.

Bu davetten, ben büyük bir sükûtu hayale uğramıştım. Zira, ben evinin içinin daha güzel tefriş edilmiş, ikra-mm daha zengin ve servisin daha iyi tanzim edilmiş olacağını tahmin ediyordum.

Meselâ, salondaki vitrinler bomboş gibi bir şeydi, bir kaç kıymetsiz teşbih, alelade ağızlık ve tabakadan ibaretti teşhir edilen eşyalar vitrinde.

Bunları, büyük bir itina ile ve çok ciddî olarak Ruşen Eşraf bey, birer birer sefirlere ve hanımlarına gösteriyor ve izahat veriyordu.

Halbuki bu sefirlerin, hattâ ataşelerin evlerinde bile, kendilerine gösterilen bu eşyalardan bin kat daha kıymetli Türk San’at eserleri vardı.

Ecnebilerin hemen hepsi Türkiye’de, zavallı Ruşen Eşref beyin fakir koleksiyonundan, kat kat, zengin koleksiyonlar yapmışlardı.

Terbiye kisvesi altında sefirlerin ve sefaret erkânının, müstehzi ve küçümser bakışlarını, çok zeki ve hassas olmayan zavallı Ruşen Eşref bey bir türlü anlamıyor, hissetmiyordu. O hâlâ, bir kapalı çarşı esnafı gibi kıymetsiz eşyalarını gösteriyor, gösteriyordu.

Eza duydum, utandım, zira Ruşen Eşref bey ve hanım,ı yeni kurulmakta olan Türk Cemiyetinin zirvesinde olan kimselerden idiler.

Sık sık Ruşen Eşref beyi ve Saliha Hanımı sefaretlerde görüyordum. Uzun ve tatlı bir konservasyonu olmayan Saliha Hanımın, klişe halinde bir kaç hikâyesi vardı. Bunları dâ-epey iptidaî bir fransızca ile hikâye ederdi. Hikâyenin bir tanesi, Saliha Hanım konuşuyor:

— Ailemde, yemekte, sofrada «eunuque» ler, yani harem ağaları hizmet ederler. Bir gün «Ne yemek var?» diye yemek listesini bu eunuqu’lere sorduk, harem ağaları bütün yemekleri saydılar, yalnız bir yemeği söylemiyorlardı, diyor Saliha Hanım. Meğer harem ağalan Ruşen Eşref beyden korkularından bu yemeğin ismini söylemiyorlarmış,

Bu yemekde «Hünkâr beğendi» imiş. İsrar edince nihâ-yet, harem ağaları yemeğin ismini söylemişler, ama Hünkâr beğendi değil, sadece «beğendi» demişler ve o günden sonra da beğendi ismi bütün memlekete yayılmış ve Hünkâr beğendi sadece «beğendi» olmuş.

Bu hikâyeyi, Saiiha Hanım uzun uzun anlatır ve sade kendisi, kendisine mahsus gülüşüyle gülerdi.

Bu hikâyede kaç türlü yalan ve yanlış var, A! iki gözüm!... Harem ağaları Sarayda veya Sultan, Şehzade Saraylarında, pek eskiden de Vüzera ve vükelâ konaklarında bulunurmuş. Harem ağaları Cumhuriyet devrine kadar pek yetişmemişler, yetişenler de nadirattan idi.

İkincisi : Harem ağaları bir nevi teşrifatçı, yani protokol memuru gibi idiler, yoksa sofrada garsonluk eden harem ağası işidilmiş şey değil.

Saiiha Haramın ailesinde ise bir harem ağası değil, bir kaç harem ağası varmış ve bunlar da rum garsonlar gibi sofrada hizmet ederlermiş.

Saiiha Hanımın hatırımda kalan ikinci hikâyesi de yoğurt üzerinedir. Mükalemesi kıt ve görüşmesi tatsız olan Saiiha Hanım, sus - pus kalmamak için, birden damdan düşer gibi, Sefire veya sefaret erkânından birine sorardı :

— Yoğurt sever misiniz? Cevap, EVET ise, ne âlâ... Yok, cevap HAYIR ise, Saiiha Hanım: — «Je ne vous par-donne pas», yanı sizi affetmem derdi. Muhatapları da şaşırır kalırlardı, bu nedir, şaka mı, sahi mi, bu nedir diye.

Ne ise Saiiha hanım da Sefire olarak Ankara’dan ayrıldı. Zannedersem ilk Arnavutluğa gittiler. Zira Tiran sefareti, başka postlar için bir atlama taşı idi. Cumhuriyet devrinde, Tiran’dan geçmeyen Büyükelçi pek nadirdir.

Ruşen Eşref bey sonra sıra ile Atina, Budapeşte, Londra Büyükelçisi olmuş ve yine Atina’da kariyerine son verilmiş, orada emekli olmuştu.

Efendim, burada hazin fakat hakikat olan bir hadiseden de bahs etmeden geçemiyeceğim :

Ruşen Eşref beyler Atina’da Elçi, Safiha Hanım sızlanmaya başlar: Sefaretin gümüş takımları yok veya çok azl.

Hariciye bütçesinde ise, yeni gümüş takımı almaya para yok. Tevfik Rüştü bey ise Ruşen Eşref beyleri kırmak istemiyor, pekii, ne olacak?

Efendim olacağı, artık ehemmiyetini kayıp eden, eski büyük taht şehri Viyana Türk sefaretininn gümüş takımları ise hârikûlâde. Nasıl olmasın ki, Avusturya İmparatorluğu nezdinde koca OsmanlI İmparatorluğunun Sefareti bu......

Üstelik de Müşir Fethi Ahmed Paşa, Viyana’da Sefir iken, bu gümüş takımlarını, Avusturya Başvekili Prens Metternich’in terekesinden satın almış.

Sonradan SaduNah Paşa, Viyana’ya Sefir olduğu zaman, oğlu ve sefaret ataşesi olan Nusret beyi, bu çok kıymetli :gümüş takımlarının tekrar sayılması ve bir listesinin tanzimi vazifesini verir. Nusret Beyfendi derdi ki :

— Dünyanın en güzel ve en zengin takımı belki diye-miyeceğim, lâkin, muhakkak ki Saraylar, şatolar dahil olmak üzere, bir kaç en güzel ve en zengin gümüş takımları arasında bizim Viyana Sefaretimizin Gümüş takımları gelirdi.

Bu gümüş takımlarının içinde neler yoktu, neler, sofra süsleri, her biri hakikî san’at eseri ve müzelik piyeslerdi.

İşte Hariciye Vekili Tevfik Rüştü bey, bu gümüş takımını, Saliha Hanımın güzel hatırı için, parçalamış dağıtmıştı, bir kısmını Atina sefaretine, diğer kısımlarını da başka sefaretlere, bir ksmını da yine Viyana sefaretinde alıkoymuştu.

Bu gümüş takımları o kadar hârikûlâde, o kadar güzelmiş ki, imparator Françofs Josephe kızı Archiduchesse Gissela’yı evlendireceği zaman, cihaz olarak Prens Metter-nich’in gümüşleri gibi gümüş takımı vermek ister. Bunun için de Türk Sefaretinin elinde bulunan bu gümüşlerin kop-ye edilmesine Sefaretin müsaade etmesini rica eder. Sa-dulelı Paşa derhal bu ricayı kabul eder tabiî ve bunun üzerine Viyana’nın ve Sarayın en ehliyetli kuyumcuları, gümüşçüleri, Türk Sefaretine gelirler ve bu gümüşlerden bazı nümuneler alırlar.

Sonradan bu Saray kuyumcuları ve gümüşçüleri kendileri itiraf ederler ki ■.

— Bu gün artık bu gümüş işini ve kuyumculuğunu yapacak usta yok...... (bugün dediğimiz, aşağı yukarı 100

sene evvel).

Uzun zamanlar Safiha Hanım ile Ruşen beyi görmemiştim. Aşinalığımızın dördüncü faslı : Ruşen Eşref bey, emekli, hasta ve memlekete avdet etmişler. Bir gün Be-yoğlu’nda Safiha Hanıma rast geliyorum, tatlımı tatlı, dost mu dost, güler yüzlü mü güler yüzlü...... Bana derhal:

— Siz yine Beylerbeyinde oturuyorsunuz değil mi? bize de orada güzel bir yer, güzel bir Yalı bulsanıza, dedi. Benden hiç beklemediği bir cevap aldı :

— Size bir emlâk komisyoncusu tavsiye edeyim, ben emlâk simsarlığı yapmıyorum, dedim.

Çok şaşırdı ve :

— Oh! dedi .ve yanımdan uzaklaştı.

Hiç bir vefa ve dostluk göstermeyen Saliha Hanım, acaba benden ne bekliyordu?

— Aman Efendim baş üstüne, derhal paçaları sıvar size, en güzel ve en ucuz. yeri, Yalıyı bulur, hemen bir altın tepsi üstünde takdim ederim mi? diyecektim zannediyordu.

Elbette dostlara dostluk, yardım ve hizmeti biz de biliriz. Ama Ruşen Eşref ve Saüha Hanım gibilerine değil!

Bu hadisenin yine üzerinden bir kaç sene geçmişti, bir akşam Kızıltoprak’ta İzzet Melih Beyin evinde ve bahçesinde mükellef bir ziyafet var... bu ziyafette kimler yok ki?... Kibrisin İngiliz Valisine ve eşine kadar... Sahiba Sultanla, Safiha Hanım da yanyana duruyorlar, yaklaştım ve Sabiha Sultana :

— Sultan Efendiciğim, dedim, Âşûre pek güzel olmuş, emrederseniz size getireyim? Canım Sabiha Sultan, o Saray nezaket ve terbiyesiyle :

— Aman, estağfirullah, estağfirullah, dedi. Ve bu küçük hizmetimi bile kabul etmedi. Bir de ne göreyim, Safiha Hanım, elindeki boş tabağı bana uzatıyor ve zahmet edip, kendisine âşûre getirmemi istiyor. Tepem attı :

—: Âşûre kazanı işte orada, dedim ve arkamı döndüm.

Ö günden sonra artık Safiha Hanımla selâmı sabahı kestik, zaten kendisini çok az görüyordum.

Yeni kurulmakta olan bir Cemiyet için bir davetiye aldım... Müteşebbis genç adam tanınmış kimseleri bir araya getirmek için elinden gelen gayreti sarf etmiş. Birinci sınıf bir lokantanın, boş yemek salonu, sevimsiz bir atmosfer, uzun masanın başında Salîha Hanım yer almış. Genç adam, bizi birbirimize takdim etmek üzere :

— Gazeteci, yazar Hacı Münevver Ayaşlı, dedi. Daha sözünü bitirmesine vakit bırakmadan :

— Biz bayanla tanışıyoruz, dedim ve Safiha Ranıma döndüm :

— Siz Safiha Hanım değil misiniz? dedim.

Meğer, hiç dost olmadan, 40 küsûr sene süren aşinalığımız, tenha, boş masalar arasında loş bir restoranda sona erecekmiş.

Bir zamanlar, bir devir, bir epoque yapan SaLha Hanımım vefat haberini az bir müddet sonra haber aldım.

Safiha Hanım ve Ruşen Eşref beye ait, başkaları tarafından söylenilen, hatırımda kalmış bazı fıkra ve hikâyecikler :

Ankara’da bir müddet Fransa Büyük E'çisi bulunan Conte de Chambrun’den :

Efendim, Ruşen Eşref bey ve Mustafa Kemal Paşanın diğer yakınları, Mustafa Keme! Paşanın dostluğunu ve sık sık köşke gitmelerini ve sofrasında oturmalarını azamî derecede istismar ederlerdi. Bu zevatın övünmelerinden bîzar olan ve bıkan, çok nüktedan Fransız Büyük Elçisi, bir gün dedi ki :

— Ruşen Eşreflerle sıkı ahbap olmak ve sık sık onlara yemeğe gitmek lâzım, zira «Mon chef, mon chef» diye o kadar ahçıbaşısından bahs ediyor ki...

Bilindiği gibi fransızcada «Chef» hem amir, hem de ahcıbaşı mânâsına gelen bir kelime. Ruşen Eşref bey de Mustafa Kemal Paşadan, hiç durmadan «mon chef, mon chef» diye bah.s etmesini, Conte de Chambrun, sözde «ahçım, ahçım» demeye alıyor ve bu espriyi ortaya atıyor.

Merhum Dr. Neşet Ömer bey (eski İstanbul üniversitesi rektörlerinden) anlatıyor:

— Paris’e İlmî bir konferansa davet edilmiştim. Bunu haber alan Ruşen Eşref bey ve bir arkadaşı, benimle beraber Paris’e gelmek için, Reisi Cumhur Hazretlerine o kadar yalvarmışlar yakarmışlar ki, nihayet Mustafa Kemal

Paşa da razı olmuşlar. Kendilerine veda etmek için köşke gittiğimde, Paşa Hazretleri, bu iki zatın da benimle beraber gideceklerini söylediler. Ne yapabilirdim? Ferman büyük yerden. Fakat Paris’te ben de bunlara bir oyun oynaya da görşünier, dedim içimden.»

Üçü, güle oynaya Paris’e giderler, iimî toplantı günü gelir çatar. (Ruşen Eşref «Homer’i» fransızcadan tercüme etmişti). Fakat Neşet Ömer bey, Ruşen Eşref beyi, toplantıda «Homer mütercimi» olarak takdim eder, diğer zat da yine fransızcadan Lâtin klâsiklerinden birini tercüme etmişmiş, onu da Neşet Ömer bey...... mütercimi ola

rak takdim eder.

Bunların etrafını hemen koca koca sakallı âlimler sarar, zira Homer mütercimi deyince Yunan-ı kadîm rumcâ-sından, diğeri de lâtinceden tercüme etmiş olmaları lâzım gelir ve âlimler de zaten bunu böyle anlamışlar. Halbuki bizim iki tatlısu alimi, her ikisi de bu eserleri fransızca-dan tercüme etmişler, yani tavşanın suyunun suyu... Her ikisi de hemen Neşet Ömer beye koşarlar:

— Sen ne yaptın bize? Bizi ne müşkül mevkide bıraktın, Paris’i bize zehir ettin. Biz kimseye veda etmeden, kimseye görünmeden şimdi buradan kaçıyoruz, derler ve hakikaten öyle yaparlar ve toplantıyı habersizce terk ederler.

Zira, bütün âlimler bunları sual yağmuruna tutarlar:

— Hangi aslî nüshadan tercüme ettiniz? Falan bahsi, filân kelimeyi nasıl tercüme ettiniz? gibi sorular... Zavallı Ruşen Eşref bey ve arkadaşı, her ikisi de ilim sahtekârlığı mevkiine düşerler ve oradan kaçmadan başka çare bulamazlar. Bunu anlatırken merhum Neşet Ömer bey kıs kıs güler ve kaçışlarının taklidini yapardı.

Lüsyen Abdülhâk Hamid Hanımdan :

—■ Abdülhâk Hamid beye, Nobel Edebiyat mükâfatı verilmek istenmiş, (zannedersem 1927 senesinde). Ankara’dan İsveç Hükümetine haber gönderilir : — Abdülhâk Hâmid bey eski rejim adamıdır, yeni rejim edebiyatını temsil edemez, bizim namzedimiz RUŞEN EŞREF beydir.

•Bu teklife İsveç’ten cevap bile gelmez, Türkiye de Nobel Edebiyat mükâfatından mahrum kalır...

Bu hikâyenin doğrusunun veya yanlışının vebali Lüsyen Hanıma aittir, ben kendisinden dinlediğim gibi naklediyorum.

Yine Lüsyen Abdülhâk Hamid Hanımdan :

—- Bir akşam, köşke yemeğe davetliler, köşkün merdivenlerini yavaş yavaş çıkarlarken, yemeğe davetli o'an Saliha Hanıma rast gelirler, üçü beraberce yürümeğe başlarlar. İstanbul Saraylarından Çankaya köşküne alınan hademeler, Abdülhâk Hâmid beyi tanırlar ve hemen eline koşarlar, hem beyfendinin, hem Lüsyen Hanımın elini öperler. Bu hali gören Safiha, Lüsyen Hanımla Abdüihâk Hamid beyi bir köşeye çeker ve :

— Bir şey söyleyeceğim, iyi dinleyin, der. Hademelere ve hizmetçilere, efendiler katiyyen el vermez, bunu iyi bilin ve bir daha yapmayın, diye sıkı sıkı tenbih eder.

Aman Ya FÎabbim, Saliha Hanım ,ve Abdülhâk Hâm d Beyfendi ve terbiye dersi...

Ondan sonra, merhume Lüsyen Hanımla çok gülerdik, herhangi bir hareketimizde «Acaba Saliha Hanım ne der? müsaade eder mi?» derdik.

Ankara’da Çankaya Caddesi üzerinde yeni yapılan Macar Sefaretinin resm-i küşadı var. Bina güzel, içi de çok güzel tanzim ve tefriş edilmiş. Büyük Elçi, uzun seneler

Türkiye’de konsolosluk etmiş, belki bütün kariyeri Türkiye’de geçmiş, güzel türkçe de konuşan Monsieur TAHY. Madamı da güzel bir Macar hanımı, biri kız, biri erkek iki de güzel çocukları var.

Sefaretin açılışı bir akşam yemeği ve sonra da bir resmî kabul ile başlıyor.

Sefaretin kapısında, Elçinin çocukları, henüz yetişmiş güzel bir genç kız ve güzel bir delikanlı, boyunlarında çiçek buketleri dolu birer sepet gelen misafirlerin her birine bir çiçek demeti takıyorlar.

Çiçek buketleri aynı değil, değişik değişik, sonradan anlaşılıyor ki, aynı çiçek buketini takan davetliler aynı msşada oturacaklar, zaten oturacak oldukları sofranın ortasında da aynı çiçeklerden kocaman bir buket,

 Artık davetliler arasında bir neşe, bir gülüşmedir gidiyor, herkes beraber oturacağı diğer davetlileri arıyor ve çiçeklerden tanıyınca bir kahkahadır kopuyor.

Bizim masada, şeref misafiri, Büyük Millet Meclisi Reisi; Kâzım Paşa (Özalp), İtalya Büyükelçisinin eşi Madame Aloisi, Çekoslovakya Elçisi Monsieur Kobre, Ruşen Eşref bey (daha sefir olmamış, mebus), evsahibi Macar Elçişi Tahy ve fakiriniz.

Ziyafet güzel tertip edilmiş, yemekler biribirinden nefis, Budapeşte’den gelen bir Tzigan orkestrası da tzigan havaları çalıyor.

  Fakat Sefarette esen bu tatlı hava uzun sürmedi bizim masada. Macar Sefiri, Ruşen Eşref beye fransızca olarak :

— Bir zamanlar Büyük Millet Meclisinde kürsünün arkasında «Hâkimiyet Milletindir» yazılı idi, şimdi bu ya zıyı kaldırdınız neden? dedi.

 Çok zeki olmayan Ruşen Eşref bey, bu suale cevap veremedi ve gayet yapmacıklı fransızcasiyle bu yükü Kâzım Paşanın üzerine attı: — Quarıd mon president est ici, moi je ne peux pas repondre», yani başkanım burada iken ben cevap veremem, dedi. Bu sefer Macar Sefiri aynı suali türkçe olarak Kâzım; Paşaya sordu :

— Paaşaa, Paaşaa, Hâkimiyet Milletindir levhası nerede? neden bu yazıyı kaldırdınız? dedi.

Ruşen Eşreften daha da az zeki olan Kâzım Paşa ıkındı, sıkındı, dişlerini karıştırdı ve koyu bir rumeli şivesiyle :

— O zâmanlar var idi Padişahlar, lâzim idi o yazı, şimdi Padişahlar gitti, lüzumu kalmadı o levhanın, demez mi...iş bu kadarla da bitmedi, bu sefer sözü İtalyan Sefiresi aidi, yine Ruşen Eşref beye hitaben :

— İstanbul’da köprü üstünde bile o kadar sefalet göze çarpıyor ki, Hükümetiniz buna karşı bir şey düşünmüyor mu? dedi. Ruşen Eşref beyin cevabı :

— Eskiden Tekkeler vardı, bu işsiz güçsüz mahkûklar tekkelerde barınıriardı, şimdi tekkeier kapanınca bunlar sokaklara döküldüler, dedi.

İtalyan Sefiresi :

— O halde, neden tekkeleri kapattınız, madem bu kadar faydalı sosyal iş görüyorlarmış, dedi.

Ruşen Eşref bey:

— Ama, bu hal yalnız İstanbul’dadır, dedi. Haydi, oradan Çekoslovakya Elçisi lâfa karıştı ve :

— Hayır, yoksulluk yalnız İstanbul’da değil, bütün Anadolu’da var, siz memleketinizi tanımıyorsunuz, çünkü gezmiyorsunuz, ben her sabah altı saat atla Ankara’nın civarında dolaştığım gibi, bütün Anadolu’yu da geziyorum, maalesef her yerde büyük bir fukaralık göze çarpıyor, dedi.

Güzel ziyafet, sanki hârikûlâde, lâkin zehirli bir çiçek halini almıştı.

Şurasını da itiraf edelim ki, o zamanlar Bursa’yı bile bilen Türk Aydınları parmakla gösterilecek kadar azdı ve bu hal Kordiplomatik nezdinde bir alay konusu olurdu.

Maalesef, Ruşen Eşref beyin idaresi de kıt bir insandı. Belki bu gün pek az kimsenin bildiği, hatırladığı bir hadiseden bahs edeceğim.

Efendim, o zamanlar (yani 1930 senelerinde) pek rağbette bir tarihçi vardı : Alman Yahudisi «Emi! Ludwig». Bu zat, bir çok mühim ve tarihî kimselerin biografisini yazmıştı. Yazdığı eserler arasında Hazreti İsa «Le fils de l’hom-me», Napolyon Bonapart vesaire... gibi kimseler de vardı. Reisi Cumhur Hazretleri, bu zatın kitaplarını okuyor ve pek beğeniyormuş... Nihayet bu tarihçi eşiyle beraber Ankara’ya geldi. Kendisi mi gelmiş, yoksa bizim davetimiz üzerine mi gelmişti? bunu bilemiyorum. Mustafa Kemal Paşa’ya da mülâki olmuştu. Hükümet, zannedersem kendisine -Mustafa Kemal Paşanın hayatını yazdırtmak istiyordu ve bunun için Ruşen Eşref beyi vazifelendirmişlerdi. Zira, Ruşen Eşref bey, kendisinin bir kitabını «Napolyon»u türkçeye tecrüme etmişti. Bizce bu iş için zaman daha çok erkendi, zira Mustafa Kemal Paşa, daha hayatta, fonksiyonunu bitirmemiş ve daha tarih olmamıştı, üstelik bu işe Ruşen Eşref bey vazifelendirilmiş.. Ruşen Eşref beyde ise katiyyen diplomasi, idare ve sübtilite yoktu.

Bir gün bu şöhretli tarihçi ve eşi şerefine Mısır Sefiri İbrahim Ratib bey bir öğle yemeği veriyordu. Bu 14 kişilik bir yemekti. Bütün davetliler gelmişlerdi, yalnız Emil Lud-wig ve eşi gelmemişti, sofraya oturmak için bunların gelmesini bekliyorduk. Bir de baktık ki Ankara Palas’ın en kuytu bir köşesinde Emil Ludwig, Ruşen Eşref beyle baş-başa, derin derin görüşüyorlar, belli ki ciddî bir şey müzakere ediyorlardı. Nihayet Emi! Ludwig kalktı, bize doğru, yani davetli olduğu salona doğru geldi ve Ruşen Eşref bey de otelden çıkıp gitti. Hepimiz şaşa kalmıştık, Ruşen Eşref beyin Mısır Sefirine davetli omlayışına.

Sofrada, şöhretli tarihçinin yanında oturuyordum. Emil Lucta'g çok neşeli görünüyordu,' lâkin çok düşünceli olduğu belli idi. Bu düşünceli halini kapatmak gayretinde idi, durmadan konuşuyor, fakat konuşması çok ihtiyatlı ve kurnazdı. Herşeyden bahs ediyor, fakat bir şey söylemiyordu, uzun uzun Ankara Kalesinin güzelliğinden ve pitoreskliğinden bahs etti.

\ Bir kaç gün sonra da Emil Ludwig hiç bir vaadde bulunmadan Ankara’dan ayrıldı. Ve Ruşen Eşref beyin Reisi Cumhur Hazretlerinin biografisini yazmasını teklif ettiği zaman Emil Ludwi'g’in verdiği cevap :

— Ne yazayım? Eii, ayağı küçük bir dâhî mi deyim, demiş.

Bizce bu iş bozuldu ise, doğrudan doğruya Ruşen Eşref beyin idaresizliğinden ileri gelmiştir. Yahut, tarihçi kat’î olarak kararını vermişti, hayatta olan ve daha fonksiyonları bitmemiş «Büyük Adam» ların hayatlarını yazmı-yacaktı. .

İhtiyatla kayıt ediyorum : İkinci dünya savaşında Almanya’nın ve peyklerinin ellerinde bol miktar İngiliz parası bulunuyormuş. O zamanlar İngiltere hükümeti ilân etmiş «filân veya falan tarihe kadar bu paraları bankalara iade etmeyenlerin elinde kalan İngiliz liraları falan tarihten sonra artık geçmiyecektir.» O zamanlar Budapeşte’de sefir olan Ruşen Eşref beyle Hanımının da elinde bu İngiliz liralarından bol miktarda kalmış, zaten bankalara teslim etmeyenler de sonradan e! altından bu İngiliz liralarını isteyenlere satmışlar.»

Budapeşte’den sonra Londra Büyükelçisi olan Ruşen Eşref beyin elinde de. yanlışlıkla bu İngiliz liralarından bol miktarda kalmış... Yine yanlışlıkla büyük alım satımlarda, Ssliha Hanım bu artık «geçer akçe» olmayan İngiliz liralarını sarf etmeye başlamış, meselâ: pahalı bir kürk-manto alırken veya pahalı gümüş takımları alırken bu İngiliz liraları öne sürülmüş, ilkten bunun farkına varmayan büyük mağaza sahipleri, Bankalarına bu paraları yatırmak istedikleri zaman, Bankada, «alarm» çalmaya başlamış,, bu İngiliz liralarını nereden buldunuz. Cevap, Türkiye Büyük Elçiliğinden. İngiliz Hâriciyesi, bizim Hâriciyeye şikâyet eder ve bu şikâyet üzerine Ruşen Eşref beyi Londra’dan alırlar ve yine Atina’ya tayin ederler.

Ruşen Eşref bey ve eşi hakkında da anlatılan bu ağır hikâyenin vebali o zamanlar bu hikâyeyi, bu dedikoduyu yayanların üzerine olsun.

Yahya Kemal beyden de Ruşen Eşreflere dair bir hikâye : Yahya Kemal bey:

— Kuzum Sultan, dedi (Yahya Kemal bey merhum, sevdiği kimselere böyle hitap ederdi, biz bu hitabı üzerimize alrhış değiliz estagfirullah, bin kerre estagfirullah.) istiklâl harbini kim kazandı? dedi.

— Aman Beyfendi, dedim, bilmiyor musunuz? Bu da hiç sorulur mu? Elbette Mustafa Kemal Paşa.

Yahya Kemal bey:

— Evet, evet, dedi, biz de öyle biliyorduk, amma kiminle konuşsanız, muharebeyi kendisinin kazandığını söylüyor : İsmet Paşa, Refet Paşa, Fevzi Paşa, Ali Fuad Paşa, Kâzım Karabekîr Paşa, bunların hangisiyle konuşursanız konuşun, istiklâl harbini kendisinin kazandığını iddia ediyor. Hattâ bu iddia, bizim Ruşen’in hanımı Saliha Hanıma kadar düştü, dedi.

Bu sefer ben merak ettim, nasıl olur Beyfendi? dedim. Yahya Kemal bey: Evet, dedi ve anlatmaya başladı :

— Yunanlılar Eskişehir’e kadar gelmişler, Hükümet ve Meclis, Kayseri’ye gitmeye karar vermiş ve hazırlı k'a-ra başlanmış. Fakat bu kararın tatbikine Saliha Hanım mani olmuş. Saliha Hanım :

— Ben bir kadın olduğum halde, ben gitmiyeceğim. Siz nasıl gidersiniz? demiş. Genç ve cesur bir kadının direnmesi karşısında, Hükümet ve Meclis kararını değiştirmiş ve Ankara’da kalmış. İşte, Ankara’da kalmakla da büyük ZAFER elde edilmiş.

Bu hikâyenin de sevabı ve vebali anlatana aittir, biz sadece naklediyoruz, o kadar.

Norveç Sefiri Monsieur Bentzon ve eşi, bir kaç sene İstanbul’a yazı geçirmeye geldikçe, Çengelköyünde Kayınpederim Sadullah Paşa’nın yalısında oturdular. O zamanlar yalı daha satılmamış, biz de hisse sahibi idik yalıda. Zaten biz oturduğumuz zaman, bize misafir gelen Monsieur Bentzon ve refikası, yalıyı gördüler ve hakikaten deli divaneye döndüler ve bir kaç sene için yalıyı kiraladılar.

Bentzon’lar, Sadullah Paşa Yalısında otururlarken, dı-şarda bir yerde sefir olan Ruşen Eşref bey, mezunen yazı geçirmeye İstanbul’a gelmişti. Kendisiyle Ingiltere Sefaretinde karşılaştık, ben ahbabımız ve kiracımız Monsieur Bentzon ile görüşüyordum, Ruşen Eşref bey geldi, Norveç Sefiri Monsieur Benzon’u selâmladı, bize selâm sabah yok!... Sefir, bizim tanıştığımızı Ankara’dan biliyor, fena halde bozuldu. Ruşen Eşrefin bana selâm vermediğini görünce, âdeta adamcağızın başına kan çıktı. Fakat bir türlü düğümü çözemiyordu. Yine Ruşen Eşref bey o çok yapmacıklı fransızcasiyle, Sefire :

— Vous etes toujours dans (e vieux Yali turc? Yani, yine o eski Türk yalısında mısınız? dedi. Norveç Sefiri, gayet kafi, katı ve kısa :

— Evet, dedi, Hanımefendinin evinde oturuyoruz. Ve başladı Yalıyı ve zevcimi medhetmeye... Yine Ruşen Eşref bey de, ne bende en ufak bir aşinalık alâmeti yok... Norveç Sefiri meraktan çıldıracak. «Aralarında selâm ver-miyecek kadar vahim bir hadise mi geçti, diye... Halbuki aramızda hiç bir hadise geçmemiş, sadece adamın büyükelçilik kibri ve azameti tutmuştu. Eskiden tanıdıklarına selâm vermiyor, veya selâmı onlardan bekliyordu.

Bir az sonra Ruşen Eşref bey, Sefire Briç oynamasını teklif etti. Sefir:

— Ben Hanımefendiye söz verdim, kendisiyle beraber oynayacağım, müsaade ederlerse, siz de bizimle oynarsınız, dedi. Halbuki daha evvelceden böyle bir kararımız yoktu!! Norveç Sefiri önümde eğildi ve kemali hör-metle benden Ruşen Eşref beyin de bizim masamızda Briç oynamasına müsaade edip etmiyeceğimi sordu :

— Hay, hay, buyursun oynasın, dedim. Ve oyun masasına oturduk. Bir pandominadır başladı.

iki dargın insan gibi, hiç konuşmadan, bütün bir gece briç oynadık ve yine selâmlaşmadan ayrıldık.

Halbuki, aramızda ne bir dargınlık, ne bir küskünlük, ne de bir hadise vardı. Ama yeni aristoların, işte böyle tutarakları tutardı bazı bazı...

Bu üç hanımdan, yani Falih Rıfkı’nın eşi Şefika, Ya-kup Kadri’nin eşi Leman ve Ruşen Eşrefin eşi Safiha Hanımlardan başka, bunların arkadaşları, dostları, fakat yine de mesafeli bir yakınlıkları olan, bir nev’î peykleri hanımlar vardı. Mesafeli, diyorum, zira bunların istikbali ve ikbali, FalJh Rıfkı’nın, Ruşen Eşrefin, Yakup Kadri’nin iki dudakları arasında idi!! Köşkte, Reisi Cumhurun sofrasında, bunlar hakkında sarf edecekleri bir söz, bunları, hayat boyunca ikbale veya idbare götürebilirdi.

Bu Ankara’nın «Star» hanımlarının yanındaki, peyk hanımlar veya «Starlette» ler kimlerdi? Nuri beyin en küçük kızı ki, PÜere Loti’nin meşhur «Les Desenchantees» türkçeye, «Nâ-Şâdlar» olarak tercüme edilmiş olan romanının hanım kahramanlarının en genç kız kardeşleri, güzel, zarif ve alımlı Mihranur Hanim ki, sonradan Büyükelçi olan Salâhaddin Arbel’in eşi. Biz kendisini tanıdığımız zaman Sâlâhaddin bey daha «Arbel» soyadını almamış, Hâriciyede genç bir kâtipti.

Yine Nuri beyin oğlu kıymetli muharrir Reşad Nuri (Darago) nun isviçreli madamı Elsie.

Şurasını da ilâve edeyim ki, bu kimseler asil bir Fransız ailesi olan ((Chateauneuf» ailesinden gelme Fransız asıllı idiler. Ve eskiler Nuri bey için Chateauneuf ismini kullanırlar ve Chateauneuf Nuri bey derlermiş.

Yakup Kadri beyin eşi Leman Hanımın biraderi, mu-hlrrir ve bir zaman için Riyaset-i Cumhur kâtipliği etmiş olan Burhan Asaf (Burhan Belge) nin eşi Hayrünnisa hanım, meşhur ressamlarımızdan Namık İsmail beyin eşi Me-diha Hanım.

Falih Rıfkı’nın eşi Şefîka, Burhan Asaf’ın eşi Hayrünnisa, Namık İsmail beyin eşi Mediha Hanımların ikballeri uzun sürmemişti. Az bir müddet sonra bu üç hanım da kocalarından boşanmışlardı.

Bunlar daha dağılmadan, aralarında güzel bir alem kurmuşlar, sık sık toplanırlar ve portatif «Decca» gramofonunda çalan «Valencia» veya «Fieur d’amour» şarkılarının nağmelerine ayak uydururlar ve bol bol dans ederlerdi.

ilk günden beri Millî mücadeleye müzahir olan ve yardım eden OsmanlI Bankası Müdürü İtalyan asıllı Mon-sieur Bogetti, ailesi ve bilhassa çok güzel kızı Vera, bu «klike» dahil değildi, amma, başlı başına Ankara’nın parlak bir yıldızı idi.

Bogetti’ler her Pazar günü misafir kabul ederlerdi ve bu kabul gününe kimler gelmezdi?.. Bütün kordiplomatik tam kadrosu ile ve kalbur üstü Türkler.

O zamanlar Ankara’da, Türk büyüklerinin korkusuz ve seve seve gittikleri iki yer vardı, biri OsmanlI Bankası Müdürü Bogetti’nin evi, diğeri de Rus Sefareti.

Reisi Cumhur Mustafa Kemal Paşa’nın da Bogettî ailesine sempatisi vardı ve her yılbaşı, bu aileyi Çankaya’daki Riyaset-i Cumhur köşküne davet ederdi. Fakat Ma-dame Bogettî bu davetlerden hiç memnun kalmazdı. Kaç defa şikâyet ettiğini bilirim :

— Yılbaşı geceleri hiç eğlenemiyoruz, biz aramızda olmasını istiyoruz, çünkü çok daha eğleniyoruz, derdi.

Ankara’nın başka bir tepesinde, Kavaklıdere ile Çankaya arasında, ismet Paşa’nın meşhur Pembe Köşküne çok yakın, ibir Yıldız daha vardı: Nimet Cemil: Hukuku Düvel Profesörü, Lotüs davası kahramanlarından, ismet Paşan nın yakın dostu Cemil beyin kızı.

Nimeti, birinci dünya harbi sıralarında, Lübnan’da Cemal Paşa’nın evinde tanımış ve çok sevmiştim. O zamanlar Cemil bey Kudüs mutasarrıfı idi. Nimet babasiyle yalnız oturuyordu, zira, meşhur Sefirlerimizden, Petersburg Sefiri, Arnavut asıllı Turhan Paşanın kızı olan annesini yeni kayıp etmişti.

Nimet, ana tarafından Arnavut ve baba tarafından Ha-lepli Arab idi.

Cemal Paşa da bu çok zeki, sevimli küçük kızı hem sever, hem acırdı. Ve Nimet’i bir müddet için Lübnan’a, evine davet etmişti. Nimet o zamanlar 11 yaşında küçük bir kızdı.

Nimet’i, bir müddet görmedim, sonra İstanbul’da, Be-yoğlu’nda gördüm. Nimet çarşaflı idi ve çarşafı içinde o kadar güzeldi ki, kendisini tanıyamadım, o beni tanıdı ve sarmaş dolaş olduk, öpüştük. Yanında bir yabancı hanım vardı, Nimet hemen takdim etti :

— Üvet annem Dürnev Hanım.

Demek Cemil bey evlenmişti. Sonra Erenköyü’nde yine karşılaştık, onlar Erenköyü’nün yerlisi, biz ise kiracı idik.

Bir iki defa,- beni nâzikâne evine çağırmıştı.

Kader, beni yine Nimet’le Ankara’da karşılaştırmıştı. Fakat o güzel, zeki ve zarif Nimet değişmişti ve günden güne de değişiyordu. Parlak güzelliği kalmamış, parlak zekâsı da hırçın bir hal almıştı.

Mamafih, ecnebiler, kendisini yine çok beğeniyorlar ve seviyorlardı. Güze) lisan biliyor ve çok güzel briç oynuyordu. Ve Nimet’in o kadar kuvvetli bir şahsiyeti vardı ki, insanlar ya onu çok seviyor, veya nefret ediyorlardı.

Ankara’da bir yıldız daha vardı. Gazeteci, muharrir ve ikdam Gazetesi sahibi Ahmed Cevdet beyin en küçük kızı Reya Hanım. Reya Hanım, eski Valilerden Mardinli Arif beyin oğlu Şemsettin Mardin beyle evli idi. Biz kendilerini tanıdığımız zaman, Şemsettin bey henüz Hâriciyeye girmişti, (sonra Büyükelçiliğe kadar yükselmişti). Reya Hanım ve Şemsettin bey, Ankara’da hiç sevilmiyecek, tutulmayacak tipte, idiler, fakat bilâkis Ankara’da her ikisi çok sevildi ve tutuldu. Bu genç çift Ankara’ya kolaylıkla intibak etti ve her ikisi de gerek Türkler nezdinde, gerek kordiplomatikte çok tutuldu, benimsendi ve sevildi.

Bu hikâye ettiğim hanımlardan başka, Ankara’nın Bü-vük BAYANLARI da vardı. Bunlar az görülen Büyüklerdi, sırasiyle sayalım : Başvekil İsmet Paşanın eşi, Sayın Bayan Mevhibe İnönü. İtiraf edeyim ki Bayan İnönü’ye karşı daima bir sempati beslemişimdir. Zira belki bir Başvekil hanımı olarak değil, amma, temiz ve iffetli, küçük Türk burjuvazisine mensup bir hanım hanımcık kadının bütün meziyetleri kendisinde vardı.

ikinci büyük bayan, Hariciye Vekili Tevfik Rüştü beyin hanımı 7 göbek asîl, İzmirli Evliyazadelerden Makbule Hanım, Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Kâzım Paşanın (Özalp) eşi, Erkânı Harbiye Reisi Fevzi Paşanın eşi ve Rus Sefirinin eşi Madame Suritz.

Zavallı Madame Suritz, Rus Sefaretinin davetlerinde Türklere ikram edeceğim diye parçalanırdı. Ruslar misafirlerine, pilav gibi, çanak çanak taze havyar ikram ederlerdi. Başka hiç bir yerde, ne bu kadar bol havyar gördüm, ne bu kadar leziz havyar yedim.

Madame Suritz, o kadar nazik ve sevimli idi ki, herkes kendisi için «Bu kadın beyaz Rus, hayatını kurtarmak için Suritz ile evlenmiş» derlerdi. Nitekim, kendisi de ağzından bazı şeyler kaçırırdı, meseiâ, genç kız iken gittiği mektebi söylerdi ki, bu mektep, Rusya’da sadece asil çocuklarını kabul eden bir mektep imiş. Bunların bir kızları da vardı. Dinsiz Rusya’nın Sefiri Suritz, kızını, İstanbul’daki katolik sörlerin idare ettikleri, koyu katolik «Dame de Sion» a vermişti.

Bu büyük Bayanlar arasında, bizim eskiden tanıdığımız ve dostluğuna güvendiğimiz Tevfik Rüştü beyin eşi Makbule Hanım vardı. Merhume Valdemle kendisi daha ilk meşrutiyet senelerinden ve Selânik’ten dost idiler.

Makbule Hanım, İzmir’e gittikten . sonra da Annemle mektuplaşırlar ve bir nev’î aralarında, mektupla edebiyat yaparlardı. O zamanki moda öyle idi.

Makbu'e Hanım, Ankara’da ikbal devrinde, bize en ufak bir dostluk nişanesi göstermedikten başka, herkese olduğu gibi, bize de çok kibirli ve azametli davranmıştı.

Zavallıcık Makbule Hanım, sakil sakil elsibeler ve şapkalar giyer, eski modaya göre de elinden bir kaç numara küçük beyaz glase eldivenler giyerdi. Bu dar eldivenler içinde elleri sakat gibi, bir şey tutamaz, fakat bu dar eldivenlerin içinde büzülmüş ellerini bol bol Büyükelçilere uzatır onlar da bu acaib elleri tazim ile öperlerdi. Hele zavallı Hariciye mensupları, yanına pek yaklaşamazlar, şayet yaklaşabilirler ise:

— Arzı tazimat ederiz, Hanımefendiciğim, demek mecburiyetinde kalırlardı.

Makbule Hanımın meşhur sözlerinden biri de :

— Biz kimle görüşebiliriz? Ancak İsmet Paşanın Hanımefendi, Kâzım Paşanın Hanımefendi, Fevzi Paşanın Hanımefendi, BEN, bir de Madamı Suritz. Biz, bunlardan başkalariyle nasıl görüşebiliriz? Bizim mevkimize yakışmaz, dediğidir.

Bu büyük Bayanlardan başka, bir büyük Bayan daha vardı ki, kendi başına bir kudretti : Alt Said1 Paşanın eşi Neciye H®ram:.

Naciye Hanım az bir şey fransızca bilir, nadiren de olsa Sefaret davetlerini kabul ederdi.

Bir büyük Bayan, büyük demeyelim de MUAZZAM bir Bayan daha vardı: Kâzım Orbay’ın eşi, daha mühimi Enver Paşa’nın kızkardeşi Mediha Hanımdı.

MecUha Hanım Ankara’da az bulunur, onun asıl saltanat sürdüğü yer Erzurum’du. Mediha Hanımın Erzurum’daki saltanatlı hayatına dair o kadar çok dedikodulu hikâyeler anlatırlardı ki... Artık sıkıldım, bu bayanlar faslını burada keseceğim.

Zira, bunlar, Ankara’nın büyük şehir olmadan kahra-

manlık devrinin bayanları idi. Ankara her gün kahramanlık günlerinden uzaklaşıyor, büyük şehir halini alıyordu. Operası, tiyatrosu, konserleri ile büyük şehir olma yolunu tutmuştu. Ankara değiştiği gibi, Ankara’nın simaları, çehreleri de değişiyordu.

Nasıl değişmesin? Atatürk’ün ölümü ile Ankara’nın birinci perdesi sona ermiş, ikinci Reisi Cumhuru ismet İnönü ile, ikinci perdesi açılmıştı.

Bu ikinci perde Ankara’yı az biliyorum. Biz çoktan İstanbul’a gelmiş yerleşmiştik, vâk’â sık sık işler için yine Ankara’ya gidiyorduk ama, artık Ankara’da oturmuyorduk, içinde oturmadığı zaman ne de olsa oranın yabancısı oluyordu insan ve artık yabancı gözüyle her şeye bakıyordu.

Yalnız, ikinci Reis-i Cumhur zamanında, yani Ebedî Şef değil, Millî Şef ismet İnönü’nün devrinde de Ankara’nın bir ECE’si vardı.

Evvelâ Hariciye Vekili ve sonra da Başvekil olan Haşan Saka beyin güzel eşi Melâhat Hanım. Bu arada Nu-man Menemenctoğlu’nun yeğenlerini de unutmıyalım, bunlar ikinci devir, yani İnönü devri Ankara’sının BÜYÜK Bayanları arasında idiler.

Bayan Melâhat Saka, yalnız Ankara’nın değil, Büyük Ada’nın Yat kulübünün, yani Anadolu kulübünün de ECE’si idi.

Biz burada, bu Sayın Bayanla, Ankara Bayanlarının serisine bir son verelim.

Fakat şurasını da okuyucularıma belirtmek isterim ki: İngiltere Kraliçesi, Hollanda Kraliçesi ve genç Danimarka Kraliçesi, yani bizzat kendileri Kraliçe olanlar, Şahbanû gibi büyük bir Şark İmparatorluğunun imparatoriçesi ve diğer irili ufaklı bütün Kraliçeler, olmak üzere, hiç biri Ankara’nın bu Büyük Bayanları gibi kibirli ve azametli değillerdi.

Zira artık roller değişmiştiBu gün Kraliçeler «popüler olmak» milleti tarafından sevilmek ve milletlerine kendilerini sevdirmek, onlara sempatik görünmek zorunda dırlar.

Halbuki Ankara’nın Büyük Bayanları, bu gibi mükellefiyetten uzak ve âzâde, MİLLET kendisini bu Büyük Bayanlara beğendirmek çabası içinde idi.

BÜYÜK TARİHÇİMİZ İSMAİL HAMİ BEY MERHUM

Şairi Âzâm Abdüttıâk Hamid Beyfendinin evinde, bir çok zevat tanıdığım gibi, İsmail Hami bey merhumu da orada tanımıştım.

ilk haremi ve eski talebesi, Sultan ilçtncî Mahmud Hanın damadlarından müşir Fethi Ahmed Paşa haddelerinden, asil, kibar ve çok zarif Nazan Hanımla evli idi. Her ikisini de çok sevdiği halde AbdülHâk Hamid bey, Nazan Hanımı) zevcinden çok farklı olarak severdi. Nazan Hanımın da Şairi Âzamin karşısında edepli, hörmetkâr, mahcup bir hali vardı ve sessizce otururdu. Abdülhâk Hamid bey, İsmail Hami beyi de severdi, zira, İsmail Hami beyin kendisine derin bir bağlılığı olduğu gibi, hizmeti de pek büyüktür, âdeta fisebilillah Hami bey Şairi Âzâmın sekreterliğini yapardı. Hamid beyin, artık okuyamadığı kendi el yazılarını okur, temize çeker, bunlara bir çeki düzen verirdi.

Fakat Lüsyen Hanıma bakılırsa, bu hizmetleri esnasında, Şairi Âzâmı, İsmail Hami bey bir hayli üzermiş, fuzulî müdahalelere, hattâ akıl hocalığı etmeye kalkar, dâhî Şairin canım sıkarmış. Canının sıkıldığını belli eden, açığa vuran Hamid beye, bu sefer İsmail Hami bey gücenir ve refikası Nazan Haramla beraber, bir müddet gelmemeye başlarlarmış. (İsmail Hami bey ve refikası hemen hemen her gün ve bütün gün Abdülhâk Hamid beylerde idiler) Lüsyen Hanım; bu çok sık ziyaretlerden şikâyet eder ve gücenip, bir kaç gün ara verip gelmemelerinden memnun olurdu.

— iyi ya!... derdi, bir kaç gün ara veriyorlar, gelmiyorlar, fakat BEYFENDİ (Şairi Âzâm için) hiç bırakır mı, gelmeleri için hemen rica mektupları yağdırmaya başlar ve imzasının üstüne de muhakkak «Müştakınız» yazar, derdi.

Her nedense Lüsyen Hanım bu «Müştakınız» kelimesi üzerinde çok durur ve bu kelimeye çok tutulurdu. Ve İsmail Hami bey, Beyfendiden aldığı böyle lûtufkâr mektuplardan sonra, daha kibirli ve kendinden daha emin olarak, yine her gün gelmeye başlıyor, derdi Lüsyen Hanım!.

Lüsyen Hanımın bu şikâyetleri çok yersiz ve mânâ-sızdı, zira bu ziyaretler, kendisine de büyük bir serbesti sağlıyordu. İsmail Hami ve Kazan Hanımın günlük ziyaretleri olmasa idi, Lüsyen Hanım, daha çok eve ve Bey-fendisine bağlı kalmak mecburiyetinde olacaktı.

Velhasıl, böyle ufak tefek hadiseler olsa bile, bunlar büyük ve çok derin bir dostluğun tuzu biberi idi.

İsmail Hami bey, Şairi Azâmin ölümünden sonra da, hatırasına çok bağlı ve bu Aziz hatıraya hayatının sonuna kadar çok sadık ve çok vefakâr kalmıştı.

Maçka’da başlayan ve orada süren bu güzel dostluğa bir son vermeden, bir hikâyecik de anlatayım :

Bir gün Abdülhâk Hsmid bey, o emsalsiz nezaketi ve haşmetli tevazuu ile Nazan Hanıma :

— Size yemeğe geleceğim, der. Tabiî Kazan Hanım ve zevci Hamı bey, bu iltifattan son derece memnun ve mes’ud...

Abdülhâk Hamid Beyfendinin, az yemek yediğini, fakat her OSMANLI gibi sofrada çok çeşitli yemek bulunmasını sevdiğini ve istediğini, bütün dostları gibi İsmail Hami bey ve Kazan Hanım da çok iyi biliyorlardı.

Zarif ve kibar Kazan Hanımefendi kolları sıvar ve Türk yemeklerinin en nefislerini yapmaya veya yaptırmaya gayret eder. Yalnız makarna yaptırmaz, zira Şairi Azâmin makarnayı hiç sevmediğini bilirdi.

Bilmesi de o kadar güç değildi, zira Şairi Âzam her fırsatta, her yemek bahsinde bunu bizzat kendisi tekrar ederdi.

Mühim gün gelir çatar, Şairi Âzâm tam saatinde teşrif ederler, sofra odasına geçilir, sofra bir çiçek tarlası gibi çeşit çeşit nefis yemeklerle donanmış.

Beyfendimiz, o şahane bakışlariyle şöyle bir göz gezdirir, o güzel yay gibi sol kaşını büyük bir hayretle kaldırır ve ev sahihlerine :

— Adam, misafir çağırır da bir makarna da yaptırmaz mı? der. Zavallı evsahiblerinin hali, dona kalırlar. Ve hemen mutfağa koşulur, bir makarna haşlanır. Şairi Âzâm makarna gelene kadar sofrada bekler ve belki hayatında ilk defa seve seve bir makarna yer.

işte, büyük dâhî’nin binbir çocukluklarından bir tanesi... Sonraları kendi önünde de bu makarna hikâyeci hikâye edilir, Şairi Âzâm, yaramaz bir çocuk edası ve neşesi içinde kıs kıs gülerdi.

Abdüfhâk Hamid beyin vefatından sonra İsmail Hami bey ve refikası da uzun müddet Maçka’da kalmadılar, Kuzguncuğa, meşhur Fethi Paşa korusundaki büyük köşke, Nazan Hanımın aile ocağına göç ettiler.

Köşk çok güzel, çok büyüktü, fakat harap... İsmail Hami bey, bu tarihî köşkü ihya edeceğim diye tutturmuştu. Bir gün ziyaretlerine gittim, sene 1938, bir de ne göreyim, İsmail Hami beyin elinde bir kazma, köşkün bahçesinin en güzel manzaralı tarafına bir havuz kazıyordu, Nazarı Hanım yine zarif, sessiz, fakat ümidsiz bakışlarla bana bakıyordu, işe buradan mı, yani havuz yapmaktan mı başlamak lâzımdı, der gibi bir hali vardı.

Yine bu köşkte ve zannedersem aynı sene, edebiyat dünyamızda güzel olmayan bir hadise cereyan etmişti. Ahmed Hamdi Tanpınar ve İsmail Habib Sevük, her ikisi de Hami beyin dostları ve akşam yemeğine, köşke davetli... Köşk harap fakat güzel, manzara emsalsiz, sohbet tatlı... Fakat iki edib arasında bu tatil sohbet uzun sürmez, sohbet münakaşaya, münakaşa kavgaya, kavgadan sıonra da bastonlar konuşur.

— Evet, Şairi Azamda İsmail Hami beyi tanıdığım gibi, seneler sonra, İsmail Hâmi beyin kabul günlerinde de pek çok kimse tanımış oldum.

Abdülhâk Hamid bey çoktan vefat etmiş, zevcim vefat etmiş, İsmail Hami beyin genç, asil ve zarif hanımı Na-z®n Hanım: da vefat etmişti.

Nazan Hanım güzel miydi? Güze! miydi bilmem, lâkin onda öyle bir asalet ve kibarlık vardı ki, güzelliğin kat kat üstünde, bir hal vardı kendisinde. Eski İtalyan ressamlarının, bilhassa Bottîcetlî’nin tablolarına çok benzerdi Nazan Hanımı, onlar gibi, öyle uzun ve asil bir çehresi vardı. Nazan Hanım çok genç yaşında vefat etmişti. Aradan çok zaman geçmeden İsmail Hami bey ikinci izdivacını yapmıştı. Fakat bu hanımı, Hami beyin hiç bir dostu görmemiş, zaten bu evlilik de çok kısa sürmüştü.

Şimdi Hami bey, Ayvalıklı, varlıklı, güzel, nazik bir hanımla, Hüsmye Hanımla evli idi. Ve Hilton Otelinin karşısında Hava Palas’ta dairelerinde, her Cumartesi günü ve akşamı dostlarım kabul ediyorlardı.

Vâk’â, bizler Hami beyin eski dostları, Hami bey için gidiyorduk amma, bütün ikramı ve çok tatlı bir misafirperverliği Hüsnrye Hanımdan görüyorduk. Hüsniye Hanım, nadir gördüğüm nazik ve sevimli ev sahibelerinden biri idi. Hepimizin gönlünü fethetmişti. İsmail Hami beyden ayrıldıktan sonra kendisini pek görmedim ise de, hatırası çok sevimli çok sempatik olarak içimde kalmış ve gösterdiği misafirperverliği de daima şükran hissi ile anmışımdır.

Huniye Hansmı, ilk gördüğüm günden, kendisini, meşhur, frensiz edibi ve romancısı «Flaubert» in Madame Bo-vary» sine benzetmiş ve adeta her ikisini birleştirmiştim. Hüsniye Hanımın bütün reaksiyonlarını Madam Bovaryde görür gibi olurdum ve Madame Bovary’nin reaksiyonlarını da Hüsniye Hanımdan beklerdim. Herhalde Hüsniye Hanımın hatırasını sonsuz bir sevimlilik çerçevesi içinde sak-iamışımdır.

Dışardan birbirine çok uygun görünen bu çiftin, birden bire ayrılmasına en çok üzülenlerden biri ben olmuştum.

Zira, bu iki insanın ayrılışıyla beraber, bir Türk evinin de yıkıldığını çok iyi biliyordum. Memleketimizde çok eksik olan, adeta hiç olmayan entellektüellerin birleştiği, buluştuğu bir merkez - ev halini almıştı İsmail Hami bey -Hüsniye Hanımın evi. işte bu ev kapanıyordu... Belki de bu ayrılışın gizli sebebi bu evin kapanması ve bu topluluğun dağılması idi.

Bû çiftin ayrılması ve bu evin kapanması, sadece iki kişinin geçimsizliği ve kendi kendilerine vermiş oldukları bir ayrılma kararı değildi ...... Daha başka sebebler ve

gizli eller de vardı, bence bu meselede............

İsmail Hami bey, bir zümre tarafından hiç sevilmiyor, adeta nefret ediliyordu. Binaenaleyh, ne bahasına olursa olsun, İsmail Hami beyin yıkılması, bu evin kapanması ve bu topluluğun dağılması isteniyordu. Bunun da en kestirme yolu ve çaresi, kaleyi içinden feth etmek idi. Bunun için de aileyi ikiye bölmek lâzımdı. Her hususta İsmail Hami bayie aynı fikirde, aynı düşünce ve kanaatte zannettiğimiz Hüsniye Hanım, meğer hiç de zannettiğimiz gibi değilmiş, zira yine aynı samimiyetle Hüsniye Haram, İsmail Hami beyin kanaatlerinin tam zıddı kanatlara da sahib çıkmıştı. Velhasıl bu ayrılış İsmail. Hami beyi yıkmıştı, düşmanlarının taktiği pek doğru çıkmıştı.

İsmail Hami bey, dördüncü defa yine evlendi, yine evini dostlarına açtı ve her cumartesi misafir kabul etmeye başladı, fakat mey o mey......... lâkin sohbet o sohbet değildi............

Ben de İsmail Hami beylere gittikçe seyrek gitmeye ve nihayet hiç gitmemeye başlamıştım.

Vefatını haber alınca çok üzüldüm ve son zamanlarda Cumartesi kabul günlerini ihmal edip ziyaretine gitmediğime çok pişman oldum.

İsmail Hami bey nasıl bir insandı? Büyük ekseriyetle sevilmeyen bir insandı, fakat ben kendisini çok severdim.

Hatta, daha Hüsniye Hanımla evli iken, davetten çıktıktan sonra dostlarının, ne kadar İsmail Hami bey aleyhinde bulunduklarını, yana yakıla anlatmıştım. Hüsniye Hanım da bana :

— Hiç üzülme, ben de burada giden misafirler hakkında, Hami’nin neler söylediklerini biliyorum demiş ve gülüşmüştük......

İsmail Hami bey Allah’ından (celle celalüh.) korkan, Peygamberini (Salla'llâhü aleyhi ve sellem.) çok seven, Imam-ı Azaam Ebu Hanife’ye büyük hayranlığı ve merbutiyeti olan, akidesi tam sünnî bir Müslümandı. Bundan başka Cennetmekân Sultan Abdülhâmid Han’a karşı derin ve samimî bir bağlılığı olduğu gibi, Su'tan Vahideddin’in de talihsizliğe ve büyük bahtsızlığa uğradığı kanaati vardı ve Sultan Vahideddin’i ne bahasına olursa olsun, kalemiyle temize, ışığa ve hakikate çıkarmayı çok isterdi. Ameli yoktu ama. Dinini olduğu gibi milliyetini de çok seven ve onlara çok bağlı bir insandı. Rahmetullah aleyh.

Türk Şairleri içinde, Hami beyin en çok sevdikleri Fuzulî, Nedim, Şeyh Galib ve Abdülhâk Hamid beydi. İsmail Hami bey kendisi de çok kuvvetli ve yaman bir şairdi.

Türk Musikisini de çok sever ve dünyada en üstün, en zengin bir musiki olarak kabul ederdi. En sevdiği bestekâr Kazasker izzet Efendi idi.

İsmail Hami bey - Hüsniye Hanım çiftinin evinde kimleri tanıdım? Kimlere rast geldim? Bu eve kimler gelirdi? daha doğrusu kimler gelmezdi?

İsmail Hami bey - Hüsniye Hanım evine, Büyük Sultanlar gelirdi. Büyük Sultanlardan maksadım, Padişah kızları, Cennetmekân Sultan Aabdülhamid Han Kerimelerinden Ayşe ve Şadiye Sultanlar ve Cennetmekân Sultan Vahded-din Hanın küçük kerimesi Sabiha Sultan ve pek nadiren de Sabiha Sultanın kerimeleri Sultanlar gelirlerdi.

Daha genç Sultanlardan da Veliahd Yusuf Izzeddûı Efendinin küçük kerimesi Mihrişah Sultan ve yine Cennetmekân Sultan Abdülaziz Han’ın torunlarından Seyfeddin Efendi kerimesi üstad musikişinas ve büyük bestekâr Gevherin Sultan.

Sultanlara, doğrusu Hami bey ve Hüsniye Hanım Saltanat devri imiş gibi saygı gösterirler ve riayet ederlerdi. Sabiha Sultan, sigara paketine davranırken, yirmi çakmak ve belki o kadar kibrit, birden çakar yanardı. Hatta bir gün, bundan cani sıkılan Sabiha Sultan :

— Yapmayınız, yapmayınız rica ederim, sigara içenler için, sigarasını kendisinin yakması da bir zevktir, demişti. Sultanın bu ihtarından sonra, artık çakmaklar ve kibritler çakmaz ve yanmaz olmuştu.

Hüsniye Hanımın dünürü Kraliçe Süreyya da bir defa gelmişti. Yanlış anlaşılmasın, zavallı, bîçare, derbeder sabık İran Imparatoriçesi Süreyya değil, gelen çok vakarlı, haysiyetli Afgan Kraliçesi Süreyya Hazretleri idi.

Kraliçe Süreyya’yı, daha 1927 de Ankara’ya teşriflerinden görmüştüm. O zamanlar çok güzeldi ve güzelliği kadar asaleti ve kibarlığı da göze çarpıyordu.

Afgan Kralı Amanullah Han’ın ve Kraliçe Süreyya’nın en küçük kerimeleri güzel Afgan prensesi Naciye ile Hüs-niye Hanımın küçük oğlu evlenmişler, düğünleri Hilton Otelinde olmuştu.

Abdülhâk Hamid beyin refikası Lüsyen Hanım, ve kıymetli şaselerimizden Şüküfe Nihal Hanım da «Cumartesi» lerin müdavimlerindendi.

Müstesna bir zekâya malik Peyami Safa bey ve Yâr-i vefakârı muharrir ve son İstanbul Beyefendilerinden Vecdi Bürün bey de Cumartesilere gelenlerdendi.

Peyami Safa bey kendisini anlattığı zaman A’dan Z’ye kadar bütün hastalıklar bende var derdi. Fakat mütefekkir muharrir çok az söylüyordu, bütün bu hastalıklar kendisinde olduğu gibi, A’dan Z’ye kadar bütün bedbahtlıklar da kendisinde vardı.

Peyami Safa’nın refikası Nebahat, Hanım, benim Eren-köyündeki Enver Paşa Lisesinden mektep arkadaşımdı. O zamanlar pırıl pırıl, güzel bir genç kızdı. Sonra uzun zamanlar kendisini görmemiştim, seneler sonrası bir Ramazan Bayramı arifesinde Hacı Bekirde Nebahat’la karşılaştık. Evlendiğini ve kocasının Peyami Safa olduğunu ne kadar mes’ud ve müftehir olarak bana anlatmıştı. Hatta Peyami Safa bey de dükkânda idi, fakat Hacı Bekir’de o gün öyle mahşerî bir kalabalık vardı ki, Nebahat, kocasını bana tanıtmaya imkân bulamadı, gülüştük, görüşürüz, inşallah diyerek birbirimizden ayrıldık.

■ ■

Aklımdan hep hayatından memnun ve mes’ud bir Ne-bahat var zannediyordum, meğer ne kadar yanılmışım. Ne-bEhst iyileşilmez bir hastalığa bir derde tutulmuş, genç yaşında meflûç ve yatalaktı.

Peyami Safa,, karısının hastalığına, tahminin üstünde üzülüyor ve Nebahat’ı iyi edebilmek için, her çareye baş vuruyor, hiç bir fedakârlıktan çekinmiyordu. Hatta bir gün '              bana, Peyami Safa. bey, çok ciddî olarak N&bahsîı, Lourd’a

(1) götürmeyi düşündüğünü söylemişti.

Evet, sağ cephe, kendi kişilerini az tanıyor, bu me-yanda Peyami Safa beyi de dörtbaşı mamur bir şeriatçı zannederler. Hayır, Peyami Safa bey bence, sadece milliyetçi büyük bir mütefekkir idi ve dindar değildi. Bîaman bir Saftan Abdülhamid düşmanı idi. Hatta Suftan Abdüîha-mid kerimelerinden Ayşe Suitan’a, Milliyet gazetesinde, kendi sütununda, çok çirkin bir yazı yazmış ve Sultana şöyle hitap etmişti:

«Ayşe Hanım babanız bir katildir.» Halbuki Sultan Hamid’in devr-i saltanatında bir tek kişinin burnunun kanamamış olduğu bu gün artık herkesçe teslim edilmiş bir hakikattir, idamlar, sehpalar, ölümler devri, Memlekete It-tihadcılarla beraber gelmişti. Peyami Safa, babası İsmail Safa beyin menfada ölümünü veya hastalanmasını bir türlü Sultan Abdülhamid’e affetmiyordu. Ne ise, Peyami Safa beyin bu çirkin yazısına, tefekkür ve yazı hayatımızda başlı başına müstesna bir mevkii olan Raif Oğan bey küçük bir broşürle, çok güzel cevap vermişti.

Zavallı Peyami beyin bedbahtlık silsilesinin son halkası da, tek- ümidi, tek sevgisi ve hayatta tek neşesi oğlu

1) Lourde, Fransa'da bilhassa katoiiklerin inandığı ve gittiği ayazma gibi kötürümleri iyi eden, Hrristiyaniar'ca mukaddes bilinen bir su idi.

Merve’nin beklenmedik bir yaşta ve zamanda, askerliğini yaparken vakitsiz ve anî ölümü ile kopmuştu. Peyami Safa beyi bu ölüm yıkmıştı ve dayanamamış, oğlunun ölümünden üç ay sonra kendisi de ölmüştü. (Allah Rahmet eylesin.)

Bedbaht Nebahat bütün bu felâketlere mukavemet etmiş ve yaşıyordu.

Milliyetçilik, milliyetçilik, başka derin bir maneviyat ile desteklenmeyen Milliyetçilik bizce çok kuru, yalınkat ve zayıf kalıyor.

Eski Büyükelçilerden Tevfîk Kâmil Beyefendi de Cumartesileri Hami beylere gelenlerdendi. Tevfiv Kâmil Bey-fendi, Büyük Elçilikten maada Hariciye Vekâleti müsteşarlığı etmiş, ondan evvel de Lozan konferansında bulunmuş Memleketin en gizli ve mühim meselelerini iyi bilen bir kimse idi. Fakat susar hiç bir şey söylemezdi veya söylemesine müsaade yoktu. Ord. Prof. Sadi Irmak bey ile, yine Prof. Kâzım, İsmail bey de Cumartesi günleri İsmail Hami bey - Hüsniye Hanımın kabul günlerine gelenlerdendi.

Kâzım İsmail bey, gayet parlak bir zekâya ve şahsiyete sahib ve belâgatı olan bir insandı. Fakat bir gün, Haz-reti Fatih’in Gazaya giderken Gebze’nin ötesinde Sultan Çayırında, bir mühtedi Yahudi Doktor tarafından zehirlendiği bahis konusu olduğu zaman, Kâzım İsmail beyin bu Yahudi doktoru temize çıkarmak için ne kadar hırçınlaşdı-ğını, asabiyet gösterdiğini hiç unutamıyacağım. Hatta bu hususta bir broşür de yayınlamıştı.

Kâzım İsmail bey Adnan Menderes’i ve rejimini çok sever görünürdü. Hatta Menderes’e «Adnancığım» der, Başbakan İstanbul’a geldikçe de kendisiyle hep beraberdi. Yine bir gün, Kâzım İsmail beyin İstanbul üniversitesi Rektörlüğü mevzuu bahis olmuş ve kendisini herkes tebrik ediyordu. Kâzım İsmail bey:

— O bir şey değil, Hariciye Vekâletini bana teklif ediyorlar, ben o adamın (Fatih Rüştü Zorlu merhum) oturduğu koltuğa nasıl otururum, bu işten kurtulmaya çalışıyorum, demişti. Fatin Rüştü Zorlu ya bu kadar nefret.........

Hayret doğrusu.

Büyük zekâları bile köstekleyen, tefekkür hürriyetlerini tahdid eden muhakkak gizli bir kuvvet var. Bunların sadece köstekli bir hürriyetleri var ve düşünceleri bir merkezden, bir manivelâ ile idare ediliyor. Başka türlü düşünenlerin vay haline!

Halbuki, bu zümrenin karşısında, fikri hür, vicdanı hür, yine Cumartesi günlerinin müdavimlerinden üç imanlı mü-çahid vardı : Merhum Eşref Edib, merhum Cevat Rıfat Atil-tan ve Nazif Çelebi beyler. Bunların zekâları ve bilgileri, belki bir Kâzım İsmail Gürkan derecesinde değildi. Değildi amma, fikir ve düşünceleri fezaya kadar engelsiz, hudutsuz yükseliyordu. Zira bunlar Allah (C.C.) ve onun Resulünden başka hiç bir yere bağlı değillerdi.

Cumartesi günleri İsmail Hami beye bir Subay da gelirdi, -sessiz sedasız konuşulanları dinler, kendisiyle ahbab olmuştuk. Bir müddet kabul günlerinde gelmez olmuştu, merak ettim sordum :

— A, dediler, 9 subay hadisesine o da karışmış. Çok üzüldüm, arayamadığımız için de ayrıca üzülmüştüm. Fakat, yine Cumartesi müdavimlerinden güzel bir Hanım vardı Arnavut güzeli, eski valilerden Haydar beyin kızı Mukaddes Hanımefendi. Mukaddes Hanımla, Subay dost idiler, zannedersem Faruk Güventürk’ün babası Vali Haydar beyin maiyetinde bulunmuş, velhasıl iki nesillik bir dostlukları vardı aralarında, üstüne üstlük kavmiyet gayreti de vardı, Faruk Güventürk de Mukaddes Hanım gibi Arnavutlu. Hatta bütün askerî mekteplere ve uzun bir tahsile rağmen dilinde bir çetrefillik vardı. Mukaddes Hanımın, Demokrat Parti ile yakınlığı ve dostluğu sayesinde Faruk Gü-ve.ıtürk kolaylıkla bu 9 Subay hadisesinden kurtulmuş ve kurmaylığını da kurtarmıştı.

27 Mayıstan sonra meşhur olan Faruk Güventürk Paşa, Demokratların da amansız düşmanı olmuştu. Kendisini 27 Mayıstan sonra görmedim.

Bu kısa kısa yazdığım kimselerin çoğu ahrete intikal etmiş kimselerdir, hepsine Allahtan Rahmet ve mağfiret dilerim, taksiratları varsa Allah affetsin. Sağ kalanların hepsine selâm olsun benden.

Mukaddes Hanımı eskiden tanıyordum, hatta Ankara’da bir zamanlar komşuluk etmiştik. O zamanlar, Sular idaresi müdürü Aziz beyle evli idi. Aziz bey İzmir Valisi Kâzım Paşanın küçük kardeşi İdi.

O Kâzım Paşa ki, Atatürk’ün en yakınında bulunan ve «Mutad zevat» denilen kimseler, çok kıskançtılar. Ben bunları Padişahın çok kıskanç ve entrikacı cariyelerine benzetirdim. Bu mutad zevat, Atatürk’e en yakın halkaya kimseyi sokmak istemezler ve böyle bir tehlike anında, derhal tezvirata başlarlar ve o kimseyi Atatürk’ün gözünden düşürmeye çalışırlardı. Atatürk, Kâzım Paşa’yı sever veya sadece hoşlanırdı, memleketlilsi idi, her ikisi de Rumelili idiler. Birbirinin esprisinden, nüktesinden anlıyorlar ve haz ediyorlardı. Bunu bile çekemeyen mutad zevat Atatürk’e :

— Paşam, siz Kâzım Paşayı seviyorsunuz ama, Kâzım Paşa bir kaşık yoğurt ile bir kazan ayran yapar demişler. Atatürk de cevaben :

— Kâzım ayrana bir kaışk yoğurt koyuyor mu? iyi öyle ise, ben bize içirdiği ayranlara bir kaşık yoğurt bile koymuyor zannediyordum, bize sade suya ayran veriyor zannediyordum demiş ve mutad zevatın ağzını kapatmıştı.

Kâzım (Dirik) Paşayı da, daha birinci Dünya harbinde Suriye’den tanıyordum.

Bizim eve, yani Babamın evine gelirdi. Biz Rumelili olduğumuz için evde Arab yemekleri değil Rumeli yemekleri yenirdi. Binaenaleyh, bütün Rumelililer bize seve seve yemeğe gelirlerdi. Kâzım Paşa (o zamanlar daha bey) Manastırlı idi, imkân buldukça o da gelirdi.

Ağa Hanın ağırlığı nisbetinde altınla tartıldığı gibi, Arablar da, Kâzımı Paşanın (beyin) dostluğunu kazanmak için kendisinin ağırlığı kadar altınla tartabilirlerdi.

Zira Kâzım bey, 4. cü Ordu Menzil müfettişi idi, Arablar, kendisine «Kâzım beg manzil» derlerdi ve bilirlerdi ki 4. cü Ordunun bütün ihtiyacı, alımı satımı Kâzım beg man-zilin elinden geçecektir.

Çocuk yaşıma rağmen, Kâzım Paşa hakkında hükmümü vermiştim bile : oldukça kof bir adam.

Zira, bizde tahsil ile kültürü birbirine karıştırırlar, tahsili olan adamda kültür de var zannederler, halbuki bu ikisi, yani tahsil ve kültür birbirinden o kadar başka, o kadar ayrı şeylerdir ki ......

Bütün o zamanın insanları gibi, Kâzım beyin de tahsili var, lâkin kültürü hiç yoktu.

Bunu neden sonra, Kendisi Izmirde Vali iken yaptığı icraatiyle de bir defa daha şahid oldum. Müze yapacağım gayreti ile, asıl yerinde kalması icap eden ve kendisi başlı başına birer müze olabilecek yerlerden, İzmir müzesine küçük heykelcik, bir kafa getirebilmek için, o canım tarihî ve bulunmaz eserlere, kazmayı, küreği, balyozu yüreği hiç sızlamadan vurdurmuş.........

Galiba, ioniyen medeniyetinin eserlerine ilk balyozu vurduran Kâzım Paşa olmuştu.

Sonra Kâzım Paşa Edirne ve havalisine umumî müfettiş gitmiş. Edirne’de bulunduğu zamanlarda ise, o canım 142

XV. XVI. XVII. Osmanlı asarına sıra gelmiş. Camilerdeki o hârikûlâde halıları eski diye çıkartmış ve yerlerine Müfettiş Paşa yenilerini koydurmuş. Hatta rivayet edilir ki: O zamanlar Edirne’de bir eski Türk halısı mütehassısı Alman varmış, bu Edirne Camilerinden çıkan kıymetli halıları yok pahasına alır ve Almanya’ya sevk edermiş.

Yalnız halı değil, «Edirne» işi diye şöhret bulmuş, misli bulunmaz Türk tahta oymacılığının en güzel ve eski numunelerini, klâsik ve aslî üsluba uymak bahanesiyle, Camilerden söktürmüş.

Bu Edirne işi tahta oymalar yerlerinden sökülürken, çok zedelenenler, Halk tarafından tahta parçası olarak yakılmış. iyi halde sökülen «Edirne» oymaları ise Antikacılar tarafından kapış kapış kapılmış ve haydi Avrupaya......

Selimiye Camiinin müştemilâtında kurulmuş fakir bir müzecik var. Orada bir iki Edirne işi dolap gördük, bunlar oldukça yeni.

Ve bütün san’at ve memleket sevenlere sorarım, koca Edirne Şehrinin müzesinde, Edirne şehrine has, tahta oyma san’at eserleri, bu kadar azmi olmalı idi?

Sayın Mithat Cemal Kuntay.

ölmez bu vatan, farz-ı muhâl, ölse de hattâ Çekmez kürenin sırtı o tâbût-ı cesîmi.

Bu manzumenin son beyti, daha büyük Zafer kazanılmadan evvel, Büyük Millet Meclisi kürsüsünden söylenmişti.

Bu iki satır, Memlekette öyle büyük bir inşirah uyandırmıştı ki.........

Fakat, bu beytin sahibi kimdi? Cehlimi itiraf ediyorum,' katiyyen bilmiyordum, Beytin azameti karşısında şairinin ismi zihnimden silinmişti..

Neden sonra, Teşvikiye’de oturuyorduk ve sık sık Antika eşya satılan müzayedelere gidiyorduk.

Meşhur Antikacı Hayim’in, Pera Palas Otelinin karşısındaki 4 katlı dükkânında müzayede vardı. Bütün İstanbul yerinden oynamıştı, nasıl oynamasın? 600 senenin ihtişamı ve zenginliği, bir nebze olsun bu müzayedede satılacaktı.

Aman Efendim Aman......... Bu müzayedede neler

yoktu neler?.........

Gümüşten, elmas kutularını ve çekmecelerini çok görmüştüm, lâkin «Tombak» yani bakır üstüne altın yaldız ve üzerleri mercan ve firûze işlenmiş elmas kutusu hiç görmemiştim. Belki bu müzayedede 10-15 tane vardı, irili ufaklı, her biçimde ve her türlü süslenmiş olarak.

Aman Allahım, bu kutu veya çekmeceler ne kadar güzeldi, tarif edemem, kim bilir, hangi Sultan Sarayından çıkma idi bu çekmeceler?.........

Bunlar, Türk zevkinin, Türk güzel san’atının, velhasıl her biri Türk kültürünün bir şahidi, bir senedi, bir mühü-rü idi.

Buhlardan başka, bu müzayededede daha neler vardı neler......... Şarkın ve Garbın nefis san’at eserleri, o

gün orada «işporta» malı gibi satılıyordu.

Ve bütün Türkiye’de, Türk ve ecnebi, ne kadar eşya ve antika meraklısı var idiyse hepsi orada idi.

Bu kalabalığın içinde, bir bey nazarı dikkatimi çekmişti. Hem şık, hem değil. Hem kibar, hem değil. Hem eşyadan anlıyor, hem anlamıyor......

Meselâ, deve tüyü gayet pahalı bir palto vardı sırtında, palto güzel ve şık, lâkih kendisine bol ve büyüktü. Boynuna gayet güzel ve pahalı bir «kaşkol» takmış, fakat kaşkolün bir ucu sarkıyordu. Elinde bir baston, ama Şehir bastonu olmak için çok çok kalındı. Bu kalın bastonla, herkesi rahatsız ederek, eşyaları gösteriyor ve çok zayıf bir fransızca ile eşyalar hakkında izahat veriyordu.

Merak ettim, zevcime sordum :

— Allah aşkına, bu bey kim?

Zevcim :

— Noter Mithat Cemal Kuntay bey, dedi. Şimdi çok bol para kazanıyor, eski ve antika eşyaya merak sarmış, durmadan , eşya alıyor demişti.

Ben, yine bu Noter beyle, Büyük Millet Meclisi kürsüsünden okunan beytin şairinin aynı kimse olduğunu anlamamıştım, gafletime bağışlayın.........

Neden sonra, uzun zaman Mithat Cemal beyle aşinalık ettikten sonra, bu ayrı ayrı zannettiğim kimsenin, tek bir kişi olduğunu anlamıştım.

Mehmed Akif’i ve Namık Kemal’i yazan Mithat Cemal bey bu sefer Sadullah Paşa’nın hayatını yazmak istiyor ve bizden vesika talep ediyordu.

Zevcim de, babasının hayatının başiı başına, tek bir kitap halinde yazılacağına memnun oluyordu. Fakat asıl ben, çok seviniyor ve istiyordum. Adeta bu fikir, bende bir «fikr-i sabit» olmuştu. Bu kitabın muhakkak, muhakkak yazılmasını istiyordum.

Sene 1944, zevcim hasta ve biz Büyükadada Yat ku-lübündeyiz. Mithat Cemal bey de Kulübün müdavimlerinden, her sene Yat kulübe gidermiş.

Mithat Cemal bey, bizden müsaade istedi ve yemeklerini bizim masada yemeğe başladı.

Aman Allahım, ben Mithat Cemal bey gibi titiz, müş-külpesend, meraki ve huysuz bir kimse daha ömrümde görmedim.

Oturduğu yeri -beğenmez : «Cereyanda kaldım, hasta olacağım» der, halbuki Ağustos ayı ......... Yemek beğen

mez : Balık bayat, hayır balık tazedir» diye yine garsonlarla bir münakaşadır başlar. Fakat asıl beni çileden çıka--ran şey Mithat Cemal beyin ayran yapması idi. Ayranı, Mithat Cemal bey Sofrada kendisi yapardı. Ayaklı, küçük bir su-bardağının içine yoğurdu koyan üstüne de maden-suyu. Mübalâğa olmasın, küçük bardakta kocaman bir çorba kaşığı ile ayranı bir yarım saat karıştırırdı. Biz, yarım saat kaşık ve bardak sesi dinler idik. Ayranlar etrafa dökülür,*-, yine de ayran Mithat Cemal beyin istediği gibi olmazdı, ayran dar yerde iyi karışmaz ve yoğurtlar bardağın İçinde parça parça kalırdı. Mithat Cemal bey iki yudum içtikten sonra ayranı beğenmez ve ayranın çoğunu bardakta bırakırdı.

Bizim ise, bu gibi gündelik meselelere tahammülümüz ve takatimiz yoktu. Bunlar, bizim için çoktan hallolmuş ve bitmiş meseleler idi. Biz artık rahat ve huzur arıyorduk.                .

Mithat Cemal bey ise, bu müşkülpesendliğine bir aşağılık kompleksini örtmek ve bir caka yapmak için başlamıştı, amma bu onda, artık bir itiyat, bir ikinci tabiat ha'i-ni almış ve imkânı yok bu hallerinden artık vaz geçemezdi.

Bir gün zavallı Mithat Cemal baktı ki, bu halleriyle, bu titizlikleri ve bu müşkülpesendliği ile bize kendini hiç empoze edemiyor, bu sefer, bana:

— Siz, kendinizle, ne kadar dop dolu insanlarınız, başka hiç kimseye sizde yer yok demişti.

1944 senesi, benimi çin bir felâket senesi olmuştu, zevcimi kayıp etmiştim. Mithat Cemal bey, Sadullah Paşa’-nın hayatını yazmaktan vaz geçmiyordu, kendisi vaz geçmediği gibi ben de vaz geçmiyordum.

Hatta, Mithat Cemal beyin bu isteğini Fuad Köprü’ü beye söylemiştim, kendisi :

— Bırakın, canım Mithat Cemal beyi, ben Mehmet Kapîan’a söylerim, Sadullah Paşayı Mehmet Kanton yazsın.O da tutturmuş Tevfik Fikret de Tevfik Fikret......

— Pekii, Beyfendi, ama ben Mehmet Kaplan beyi tanımıyorum, demiştim.

Fuad Köprülü bey:

— Ben kendisine söylerim, demişti.

Ben, bir hayli zaman Mehmet Kaplan beyden, bir haber bekledim, kendisinden bir ses seda çıkmayınca, yine Mithat Cemal beye döndüm.

Zaten, kendisi, her gün Yalıya telefon ediyordu, hem saat kaçta? Sabahleyin saat yedi sularında.........

ilk zamanlar gayet nazik davranıyor ve öyle cevap veriyordum. Telefon edip de :

— Rahatsız ettim Hanımefendi sizi, dediği zaman, ben :

— Aman, estağfurullah Beyfendi, diyordum.

Fakat, bir müddet sonra yüz göz olmuştuk, hergün saat yedide telefonlardan sonra :

— Rahatsız ettim, galiba sizi Hanımefendi, dediği zaman, ben de :

— Evet, rahatsız ettiniz Beyfendi, demeye, başlamıştım.

Nihayet, Mithat Cemal bey, büyücek bir tahta sandık içinde bulunan Sadullah Paşaya ait evrakı görmeye bize Yalıya geldi.

Mithat Cemal beyi tanıyanlar için kış günü Boğaziçin-ne gelmenin ne büyük bir fedakârlık olduğunu bilirler. Hakikaten, o gün çok rahatsız olmuş ve Yalıda çok üşümüş-tü.

Fakat bana :

— Dikkat et, Mithat Cemal bey EVRAK hastasıdır, EVRAKI alır ve geri vermez. Namık Kemal beyin evrakını, da torunu Numan Menemencioğlu beyden istediği zaman, Nurnan beyin :

Geliniz, istediğiniz kadar burada tetkik ediniz, ama evrak evden çıkmaz dediğini söylemişlerdi.

Ben de :

— Beyefendi Yalıya teşrif ediniz, Evrakı bizde tetkik edersiniz, evrakı size gönderemem demiştim. Demiştim ama, Yalıya geldiği gün, kendisine o kadar acımıştım ki, yorgun ve hasta idi ve bizim Yalıda çok üşüdü, durmadan boyun atkısına sarılıyordu.

Ö gün, kendisine, dedim ki :

— Pekii, Beyfendi EVRAKI size göndereyim, lâkin ben gelmeden sandığı açmayınız, sandığı beraberce açarız ve ben size EVRAKI makbuz mukabilinde takdim ederim. Zavallı Mithat Cemal bey o gün o kadar sevinmişti ki ......... Bir kaç gün sonra da EVRAK dolu tahta sandığı,

bizim Mustafa dayıya verdim ve Mithat Cemal beyin Teşvikiye’deki apartmanına gönderdim.

Bir kaç zaman sonra, havalar ısınınca da ben kalktım Mithat Cemal beyin apartmanına gittim. Gittim ve hayretler içinde kaldım, Mithat Cemal bey, evini ne. kadar güzel ve zevki-selimle döşemişti, ev çok temiz ve çok tertipli idi.

Demek ki, zannettiğim gibi değilmiş Mithat Cemal bey. eşyadan ve ev tanziminden ne kadar güzel anlıyormuş.

Sandığı beraberce açtık ve Evrakı bir bir numaralamaya başladık, bunları kendisi, Mithat Cemal bey de imza ediyordu, (bu imzalı makbuzların bir kısmı hâlâ nezdim-de mahfuzdur.)

Bir kaç defa daha Mithat Cemal bey’in evine gittim, fakat baş ediiir gibi iş değildi bu iş. Nihayet bir gün Mithat Cemal bey dedi ki :

— insanın, bir kimseye, ya emniyeti vardır, veya yoktur. Bana emniyetiniz yok ise, sandığı olduğu gibi alınız, götürünüz, yok eğer emniyetiniz varsa sandığı olduğu gibi bana bırakınız. Zira, bu EVRAKI biz saymakla baş edemi-yeceğiz, deli pösteki sayar gibi, bu nedir?

Hakkı yok değildi, ben de çoktan yorulmuş ve bıkmıştım, sandığı olduğu gibi kendisine bıraktım.

Sonradan, beni bir kaç defa fena halde kızdırmıştı. Her rast geldiğinde, bana :

— Sandığın içinde hiç bir kıymetli evrak yok, bir adam gönderin de bu hamuleyi aldırtın, demişti.

Hiç Mithat Cemal bey, SaduHah Paşanın mahrem evrakı arasında, sonradan uydurma, Alman Frauleini ile aşk hikâyesine ait bir evraka rast gelirde, avını elden kaçırır-mıydı, Mithat Cemal bey’in bütün şikâyeti ve Sadullah Parçanın hayatını yazmayışının tek sebebi, Sadullah Paşanın, çok sade ve çok temiz hayatıdır.

Ben de kızgınlıkla, kendisine :

— Kıymet’i evrakları ve mektupları sandıktan aldıktan sonra, elbette sandığın içinde, sadece kıymetsiz evrak kalır. Sandığı, ben size göndermiştim, şimdi de, lütfen sandığı siz geriye gönderiniz, demiştim.

Aramızda iş inada binmişti.

Aradan bir müddet geçti, Mithat Cemal beyin hastah-ğı ziyadeleşti. Ben de hasta halinde, EVRAKI geri almak istemedim, pek nezaketsizlik olacaktı.

Fakat, zavallı zavallı Mithat Cem®! bey, bir türlü iyileşmedi ve Hakkın Rahmetine kavuştu.

Çok terbiyeli ve kibar oğlu Vedat beyin bu sandık meselesinden haberi varmı, yok mu bilmiyorum. Herhalde, babasının vefatından sonra, ben kendisine bu hususta bir müracaatta bulunmadım.

Bu sandıktan arta kalan, Mithat Cemal beye ait bir iki nükte ve kendisinin aşağıya dere edeceğim makalesinden başka bir şey kalmadı.

Mithat Cemal bey, benim üstüme başıma, hal ve tavrıma pek takılırdı :

— Ben, bir türlü, sizi anlamıyorum Hanımefendi, derdi. Bir bakıyorsunuz tam bir Osmanlı Hanımefendisi, bir de bakıyorsunuz, Vrangel ordusu ile kaçmış bir beyaz Rus mültecisi kıyafetindesiniz. Türkçeniz de öyle, bir bakarsınız selis bir Osmanlı Türkçesi, bir de bakarsınız, fransız-ca, almanca, İngilizce karışımı alafranga bir türkçe.........

Allah Rahmet eylesin, bunları söylerdi, ben de hiç kızmaz, beraberce gülerdik.

Noterlikte, yanında çalışan R......... isminde bir kâtip

bey vardı. Benim Mithat Cemal beyle ahbaplığımı bilirdi, benimle dertleşirdi :

— Nasıl ?derdi, bizim Beyfendi, hiç korkmadan garsonlarla hep didişir, çekişir, onları paylar, onları kızdırır, hiç lokanta veya kahvehane garsonları ile adam arasını bozar mı? Bunlar hiç bir şey yapmasalar, kızdıkları müşterinin kahvesine tükürürler, bunu da kâbil değil, müşter ri anlamaz. Bilâkis köpüğü bol kahve zanneder.

Hakikaten Mithat Cemal bey, her zaman garsonları çok tekdir ederdi. Kulağı delik olan R......... bey yoksa bir

şeyler mi işitmişti?

Mithat Cemal bey, İstanbul’un çok kibar ailelerinden birinin kızı Naile Hanımefendi ile evli idi. Mithat Cemal bey haremini çok sever, çok beğenir ve çok sayardı, üstelik, Naile Hanımefendi kuvvetli bir ressamdı.

Allah rahmet eylesin, çok nüktedan ve çok alaycı Leyla Vahid Hanım anlatmıştı, ondan naklen yazıyorum :

— Naile’yi, biz hepimiz çok sever, çok beğenirdik. Bir şair ve hukukçu ile evleniyor, dediler ve bizi nikâhına davet ettiler, (o zamanlar malûm nikâhlar evlerde olurdu). Bütün İstanbul, Naile’nin nikâhına gitti, fakat hepsi Naile için ve Naile’nin ailesinin dostları idi. Davetli olarak Mithat Cemal beye ise, bir tek kişi gelmişti, zavallımı zavallı, fukaramı fukara bir ermeni emlâk komisyoncusu, ev simsarı......... bu adamcağızı da hepimiz tanıyorduk, zira

işimiz düştüğü zaman eline bir kaç kuruş sıkıştırır ve hizmetimizi görürdü.

Mithat Cemal beyin tek dostu ve tek davetlisi olarak, yalnız bu adamı görünce, bütün İstanbul kibarları şaşmış kalmışlardı.

Mithat Cemal’in daha zengin Noter ve meşhur olmadan evvelki zamanını Leyla Vahid Hanım böyle hülâsâ etmişti.

«Son Posta» Gazetesi tarih, Pazartesi 28 Nisan 1947, Makale sahibi Mithat Cemal Kuntay.

Sahilsin Boğaziçi

Mithat Cemal Kuntay

Boğaza gittim : Her şey kendi kendisinin hatırası olmuş. Bu denizin iki sahili vaktiyle ailelerin devamıydı; şimdi birçok yerleri, yalısız, hattâ sahilsiz. Binalar arsa olarak yere serilmiş, yatıyor. Yalnız Anadolu kıyısında, bazı noktalarda, mazi hâlâ ayakta durabiliyor: Meselâ Hamdı Pa-şa’dan şair ve vezir Esat Muhllis paşa ailesine geçen, edip ve vezir SaduHah Paşanın adıyla anılan yalı, ki çok tarihtir, henüz arsa olmamış; ve, yalının önünden geçerken, yalının rıhtımında 69 yıl evvelki hayali gördüm : Beşinci Muradın cülûsunda saray başkâtipliğine tayinini anlatan irade tezkeresini cebine koyarak saraya gitmek için sandala binen SaduHah Paşa’nın hayalini.

Boğazı Beykoz’a kadar gezdikten sonra, aynı Sadul-lah Paşa’nın oğlu rahmetli Nusret Ayaşlı’nın Beylerbeyindeki yalısına gittim : Vaktiyle iki sahildeki binaların insanlar gibi isimleri vardı, ve bu sefer gittiğim yalı da onlar-dandı : Ayaşlı’nın yalısı.

Bu, o, binadır ki, bir gün sahibinin ziyaretine gelen Norveç elçisi Benzon’a şu sözleri söyletmiştir:

—’ Belediye, böyle Türk uslûplu yalıları örnek diye almalı. Ve Boğazın kıyılarına güzel mazisinin avdet etmesi için nizamname yapmalı.

Fakâf bu yalı vesilesiyle, en güzel sözü sahibi söylemişti. Bu yalı yapılırken, inşaatı görmek için Nusret Ayaş-lı, bir gün Beylerbeyine gidiyordu. Tanımadığı üç yolcu, vapurundan içi görünen yalının bir katını göstererek konuşuyorlardı. Birinci yolcu : — Galiba salon, İkincisi :

— Galiba Hol, üçüncüsü : — Galiba stüdyo, diyordu.

Yalının sahibi ve çok Türk Nusret Ayaşlı onlara sordu :

— Niçin Salon? Niçin Hol? Niçin stüdyo? Ve niçin sofa değil?

Rahmetli Nusret Ayaşlı o insandı ki Türk olmayan binayı, hatta odayı, hattâ katı anlamıyordu. Zaten onun, Müslüman Türk oluşuna rağmen Levanten, olmayı tercih eden bir soysuz için söylediği vecize meşhurdur: «Tatlı su Türk’ü!»

Bu vecizenin şairi olan merhumun yalısına onun devamı olan refikasını ziyaret için gidiyordum. Şunu söyle-yim ki bir evi yapmayı bilmekten ziyade o evde oturmayı bilmek güçtür. Bu millî yalıyı, yediliğini rahatsız etmiyerek döşeyen bayan Ayaşlı idi; sanatın, tarihin, ilmin mümtaz mensupları ile ve Türk’ü sezen ve seven diplomatlariyle yalıyı manen de döşeyen ve çıplak olmaktan kurtarmak için yalnız eşyaya müracaat etmeyen çok zarif, ve çok Türk bayan Ayaşlı.

Onun ve kocasının eliyle Beylerbeyinde Boğaziçinin sahili var.

Merhum Mithat Cemal Kuntay bey’e, zevcim ve kendi namıma ne kadar teşekkür etsem azdır. Şimdi ise dünya teşekkürünün bir manası olmasa gerek.

Yazısında çok güzel sözleri söylediği merhum zevcime ve kendisi Mithat Cemal Kuntay Beyfendiye Cenab-ı Haktan sonsuz Rahmet ve mağfiret niyaz ederim.

MEHMED AKİF VE MUHAMMED İKBAL

Pakistan’ın büyük şairi ikbal, daha doğrusu Hindistan’ın İslâm şairi ikbal bir mistik midir? Veya bir mücahid midir?

Büyük ekseriyetle Ikba’i, Cenab-ı Pîr Hazreti Mevlâ-na’ya olan son derecede bağlılığı ve bu Büyük Veli’ye «Mürşidim» demesiyle, kendisini de mutasavvıf - şairler arasında sayarlar.

Biz fâkir, IKBAL’i bir mistik değil, bir mücahid olarak görüyoruz.

Hazreti Mevlâna’ya bütün bağlılığına, çok samimî sevgisine rağmen, Ikbal’in Türkiye’deki muadili Mevlâna değil, Mehmed Akif’tir. Nitekim, merhum Mehmed Akif de İkbal için :

·        — «Ben bu Şairin, ufak bir risalesini Ankara’da görmüş ve3 sahibini kendime benzetmiştim,» diyor.

Şüphesiz, Büyük Akif’in, bu sezişinde derin bir hakikat payı vardır.

Bir çok yerlerde değişen ve Mehmed Akif’ten çok ayrılan İkbal, bir de bakıyorsunuz ki, her ikisinde de, yine aynı Ruh ve ayni İdeal hakimdir. Her ikisinde de hakim olan Ruh ve ideali tahkik ve tahlil etmek cildler doldurur. Bir kelimede bu Ruhu ve ideali toplamak ve ifade etmek isterseniz buna:

·        — «VATAN SEVGİSİ» diyebilirsiniz.

İslâmiyet içinde, coşkun ve ateşîp ruhları ALLAH’A (C.C.) ve Onun, en son peygamberi olan EFENDİMİZ (Salla'llâhü aleyhi ve sellem.) Hazretlerine en sarsılmaz, en kavi bir imanla bağlı olmakla beraber, bu dünyadaki Vatanlarına en ihlâslı bir sevgi hakimdir.

«Hübb-ül Vatan, minel iman» yani Vatan sevgisi imandan gelir düsturunu, bu iki ve büyük şair, harfiyen tatbik etmekte ve yer yüzündeki doğup büyüdükleri toprağı, hakikî Vatan anlamışlar ve bütün imanları ile bu dünyadaki vatanlarını sevmişlerdir.

Halbuki, Mutasavvıfların vatan anlayışı, büsbütün başkadır. Mutasavvıfların imanla sevdikleri vatan, VATAN-I ASLÎ’leri olan VATAN’dır.

Mehmed Akif ile Muhammed Ikbal’in birbirinden ayrıldıkları en mühim nokta : Yetişme tarzları, ve yetiştikleri muhittir ki, bu iki faktör de yani hem yetişme tarzları, hem muhitleri, her ikisinin de üzerinde derin tesirleri olmuş ve bu tesirden bir türlü, bütün hayatları boyunca kurtulamamışlardır.

1878 senesinde İstanbul’da, Sarıgüzel’de, Sarınasuh mahallesinde 12 nuramalı hanede, dünyaya gelen Mehmed Akif, yüzde yüz bir OSMANLI, yüzde yüz tam bir İSTAN-BULLU’dur.

Emir# Paşa’nın oğlu, ibnül-Emin Mahmud Kema! bey merhum, «Son Asır Türk Şairleri» isimli kıymetli eserinde, Mehmed Akif’in babası ipekli Tahir Efendi’yi şöyle tavsif eder:

— «Salih, fazıl, vefî, bahî, âlicenab, mürüvvetkâr, müstakim bir üstadıkâmil idi.»

Akif’in annesi Emine Şerife Hanım ise, Buhara’dan, Hacc için Anadolu’ya gelen ve yine aslı Buhara’lı bir baba ve Anadolu’lu bir ananın evlâdı olan bir hanımla evlenmiş ve bu bahtiyar izdivaçtan Emine Şerife Hanım dünyaya gelmiştir.

Mehmet Akif görüldüğü gibi tam bir OSMANLI karmasıdır. Baba tarafından Rumeli’li, ana tarafından Anadolulu ve bir kolu ta, ta Buhara’ya kadar uzanan bir ailenin çocuğudur.

Mehmed Akif, kendisi ise, lisanı, kültürü, meşrebi itibariyle tam bir İstanbulludur.

Muhterem Prof. Dr. Ali Nihad Tarlan, «Mehmed Akif ve Safahât» adındaki eserinde, şöy'e diyor:

·        — «Tahir Efendi, oğlunun ilk hocası idi. Ona Arapça-yı esaslı surette öğretmiştir. Emîr Buharî mahalle mektebi ile Fatih Rüşdiyesine bir müddet devam ettikten sonra, Sultan Mahmud Türbesi yanındaki Mülkiye idadisine girdi.

Görülüyor ki, Mehmed Akif, İstanbullu bir çocuğun klasik tahsil hayatını yaşamıştır. Yüksek tahsilini ise Mehmed Akif, Halkalı Baytar Mektebinde yapmış ve buradan mezun olmuştur.

Bundan sonra da, yine memuriyet hayatında Akif bir Osmanlî memurunun seyrini takip etmiştir.

Halbuki, 22 Şubat 1873 senesinde Pencap Eyaletine tâbi (Siyalkuk’ta) dünyaya gelen İkbal böyle mi ya?...

Yine- Mehmed Akif’in, İkbal hakkında dediği gibi :

·        — «Şarkta yetişen Ürefayi Sofıye’nin bütün eş’arını

okuduktan başka, Almanya’ya giderek, Garp felsefesini adamakıllı hazmeden İkbal.........»

Evet İkbal bedenen dünyayı çok dolaştığı gibi, tefekkür ve düşünce Aleminde de durmadan dolaşmış, ruhî gıdasını aramış, bulabilmek için de daldan dala konmuştur.

İkbali, kâh Heidelberg’te, Münih’te, Cambridge’de, kâh İran’da yine vatanı olan Hindistan’da görüyoruz.

Münih üniversitesinde «Iranda metafiziğin inkişâfı» teziyle doktorasını yapmıştır. Heidelberg’te uzun müddet kalmakla da aîmancasını kuvvetlendirmiştir.

İkbal, aradığını bulamamış bir insanın bunalımı içinde tefekkür dünyasında hep dolaşmış ve aramıştır.

Ortaçağ ilâhiyatçılarından büyük Akvînaslı Thomas’-tan başlıyarak, XVII. Asır Alman Protestan mistiği Yakob Boehme, ilâhiyatçı ve kilise tarihçisi A. von Harnack dahil bütün Hristiyan ilâhiyatçı ve feylesoflarını bilhassa Alman Lotze’yi okumuş ve Avrupa felsefesini ve dinler tarihini çok dikkatle araştırmıştır.

Avrupa ve Hristiyan dünyasının tefekkür ve düşünce âdeminde tatmin olmayan ikbai’i, bu sefer yine Şarka dönmüş görüyoruz, ikbal Şarkta da durmadan arıyor, burada da yine bir resmi geçite başlıyor : Zerdüşt, Sühreverdi-i Maktul, Abdülkerim Cîlî, ibnî Arabî, Hallaç ve daha nice nice Büyükleri hep dolaşıyor.

Nihayet, ikbal kendisine MÜRŞİD olarak seçtiği Haz-reti Mevlâna’da karar kılıyor ve Hazreti Pîr’e bağlanıyor. Veya karar kıldım ve bağlandım zannediyor.

Zira, ikbai’in bjr türlü feda edemediği «Ego - Ben» Cenabı Pîr Hazreti Mevlânada katiyyen yoktur.

Hazreti Mevlâna’nın tasavvııfî tefekkür ve düşüncesin-

Hazreti Mevlâna’nın tasavvuf! tefekkür ve düşüncesine de «ego-ben» lik, hiç sığmaz. Halbuki Ikbr!, EGO’nun yani BEN’liğin şahsiyeti geliştirdiği ve kuvvetlendirdiğini iddia eder.

Büyük MÜRŞİD ile büyük mürid arasında bu kadar te-zad nasıl olabilir?

ikbal, «Vahdet-i Vücud» nazariyesiyle, bütün neoplâ-tonik mistik ceryanlara karşı koyar ve bunlara şiddetle hücum eder. Bundan dolayı da HAFIZ aleyhine acı sözler kullanmış ise de eserlerinde, sonradan ikinci baskılarında bu sözleri eserlerinden kaldırmıştır.

İkbal, Avrupa’ya Şarkın HIKMET’ini öğretmek istemiştir. ikbai’in eserlerinde Avrupa aleyhinde çok acı ve sert sözler geçmesine rağmen GöTHE’ye karşı duyduğu muhabbeti hiç eksilmemiştir.

ikbal, bütün ömrü boyunca bir düalite içinde çırpınmıştır. ikbal ne Şarktan ne de Garptan vaz geçememektedir. Hiç kimseye bağlanamadığı gibi ne tam Şarka, ne de tam Garba bağlanabilmiştir.

Büyük AKİF öyle mi ya? Sanki Mehmed Akif bir İman Gevheri olarak dünyaya gelmiştir. Hiç bir dala konmamıştır. ALLAHINI (C.C.) PEYGAMBERİNİ (S.A.V.) DİNİNİ ve VATANINI hiç aramadan bulmuş, onlara en derin bir tazim ve tekrim hissi ile bağlanmış ve sevmiştir. Öylesine tatmin olmuştur ki, artık hiç bir şey aramaya, sormaya lüzum görmemiştir.

Mehmed Akif de ikbal gibi, mistik değil bir mücahid-dir.

Mehmed Akif’in, üzüntülerinde bile huzur vardır, zira istediğini bilir, aradığını bulmuştur.

West - östliche Divanı’nın son babı olan Cennetnâme kısmında Göthe, ruhun ebedî aşkla yükselmesini terennüm eder. Göthe’nin büyük dramı Faust’ta da Faust’un tatmin olmayan ve sonu gelmeyen arzusu ve her zaman daha yüksek zevkler isteyen ruhu, ikbai’in daimî faaliyette bulunan insan ülkesine çok yakındır.

Göthe’nin meşhur bir şiirinin serbest tercümesi «Pe-yam-ı Maşrık’ta» bulunmaktadır: Mohamets Gesang» yani Muhammedin terennümü.

İkbal, büyü Alman şairi Göthe’yi de, kendine ruhanî bir önder tanımıştır.

Ve «Peyam-ı Meşrik’in meşhur bir sahnesinde, Göthe ile Mevlâna’yı karşı karşıya getirir.

Mevlâna ve Göthe

— Nüktedan Alman şairi Göthe ile Mevlâna Celâled-din-i Rumî İrem bağında buluştular.

— Göthe de Mevlâna gibi Peygamber olmadığı halde kitap sahibi bir şairdir.

— Eski sırlara âşinâ olan Mevlâna’ya «Şeytan ile Hâkim sözleşmesi hikâyesini okudu (Faust)

— Mevlâna dedi ki : «Ey şiire can veren, sen Melekleri, hattâ Allahı anlayan bir şairsin.

— Senin tefekkürün gönül köşesine çekildi ve bu eski cihanı yeniden aydınlattı.

·        — «Sen, ten içindeki canın ızdırap ve saadetini gören insansın. Sen sedef içinde incinin oluşunu gören insansın.»

·        — «Aşk sırrından herkes haberdar olamaz. Herkes bu dergâha giremez.»

·        — «Ancak iyi olarak yaratılan ve hilkatin esrarına mahrem olan insan anlıyabilir ki, hile ve kurnazlık şeytandan, aşk ise âdemden sâdir olur.

Her ikisi hakkında «Nist peygamber veli dared kitap.» (Peygamber değildir, ama kitabı var.) Molla Canv’nin Haz-reti Mevlânâ hakkındaki bu övgüsünü, ikbal, Göthe’ye olan hayranlığım ifade etmek için, büyük Alman şairi için de söylüyor.

İkbal, Mevlâna ile Göthe’yi konuşturduğu gibi, Mev-lâna’yı Hegel ile de görüştürüyor. Bundan başka N'etsche ile Bergson’u, .Nietsche ile Schopenhaner, muhayyelesinde birbirleriyle karşılaştırmaktadır.

Şair-i Âzam Abdülhâk Hamid Beyfendi merhum, «Ta-ifier Geçidinde», ikbal’den çok daha güzel, tarihî simalara bir geçit resmi yaptırtır..

ikbal, kendisinin de bu Garbla temasları sayesinde görgüsünün nasıl arttığını şöyle ifade eder :

·        — «Frenk hakimlerinin dersi aklımı arttırdı. Nazar sahihlerinin sohbeti de göğsümü yaktı.

Yine Pakistan’ın büyük şairi düaliteden kurtulamıyor. Garbın İlmini, Şarkın aşkını, her ikisini de birden istemektedir.

Halbuki, Büyük Akif Sıratı müstakimdedir ve hiç bir düaliteye düşmemektedir.

ingilizler, ikbal’e 1922 senesinde, bir asalet ünvanı «Sir» payesini vermişlerdir. 1927 senesinde Pencap Meclisine seçilmiş olan İkbal: 1930 senesinde «Müslim League» Müslüman tikine riyaset etmiş. 1932 senesinde ise «Müslim Conferance» için Kudüs’e giden İkbal, dönüşte, çok takdir ettiği Mussolirü’yi İtalya’da ziyaret etmiştir. Oradan Ispanya’ya geçen İkbal, meşhur İspanyol müsteşriki «Asin Palacios» ile tanışmıştır.

Asin Palacios’un en büyük eseri, Dante’nin «Divina Comedyasın» da bulunan Islâm tesirlerine dair geniş ve derin bir etüdüdür.

İkbal’in Ispanya’da en büyük rüyası, Kurtuba Camiinde namaz kılabilmekti, ispanya hükümeti, ikbal’e, Kurtuba Camiinde namaz kılma müsaadesi vermişti, (ispanya Hükümeti, şüphesiz bizden çok daha insaflı, ikbal Türkiye’ye gelmiş olsa ve Ayasofya Camiinde namaz kılmak istemiş olsaydı, müsaade verilir miydi, acaba?)

Kurtuba Camiinde kıldığı namaz, Ikbal’in en canlı ve en kuvvetli şiirlerinden birini ilham etmiştir.

1933 senesinde, ikbal, Lahor üniversitesinde Dekanlık etmiştir. Aynı sene Kâbil üniversitesini modernleştirmek için Afganistan’a gitmiştir.

1937 senesinde, ikbal’in gözlerinde «Katarakt» perde başlamıştır. Çok kısa zamanda göz ve ses kuvvetlerinden mahrum kalan ikbal, ağır bir hastalıktan sonra 21 Nisan 1938 senesinde Hakkın Rahmetine kavuşmuştur.

ikbal’in vefatında, Nehru, onun yüksek fikirlerini, serbest düşüncelerini medh ettikten sonra :

ikbalin kaybı ile, Hindistan parlayan, aydınlatan bir Yıldız kayıpetmiştir, demiştir.

ikbal, kendi muhayyelesindeki bir Dünyada yaşıyordu, bu kendi dünyasında kimler yoktu ki......

Akif’in dediği gibi Şarkın bütün Ürefayi Sofiyesi ve Garbın bütün mütefekkirleri, feylesofları, ilâhiyatçıları, hattâ Mussolini gibi siyasîleri.

İKBAL, şüphesiz büyük, çok büyük bir şair, lâkin iddia edildiği kadar büyükmüdür? Bunu takdir edecek ve bu hususta bir hüküm verecek herhalde biz, fakir, değiliz, ikbal hakkında doğru bir hükme varabilmek için, ikbalin bütün eserlerini okumak, hatta kendi yazdığı lisanda okumak gerek, bunun için de insanın, bütün bir ömrünü ikbal’© vakf etmesi lâzım gelir.

ikbal, şimdiye kadar tetkik edildiği gibi, bundan böyle de şüphesiz İkbal okunacak, tahkik, tetkik ve tahlil edilecek bir insandır.                                            '

Lâkin, ikbalin kendi vatandaşlarının ve Pakistan bilginlerinin bilhassa Hâc© Abdül-Hamid-i Irfanî’nin, ikbal için «RÜMİ-I ASIR» yani asrın Mevlânası demesi bizim için çok mübalağalı gelmektedir.

İkbal, şiirlerini, Hazreti Mevlâna’nın şiirlerine benzetebilir, lâkin Hazreti Mevlâna’yı Mevlâna yapan asıl CEVHER ki bu VELAYETTİR, işte ikbal bundan mahrumdur. Binaenaleyh, ikmal sadece büyük bir şair kalmaya mahkûmdur.

Bizim için, ikbai’i bütün yönleriyle bir kül olarak tetkik etmek, bizim ihata edemiyeceğimiz bir mevzudur.

Zaten bizim Ikbai’de, asıl ilgilendiğimiz taraf, bizimle olan münasebetidir. Daha evvelce de bir çok defalar söylediğimiz gibi, ittihadcılarla beraber memleketimize hû-lûl eden Turancılık ve bunun önderliğini yapan Ziya Gö-kalp ve Rusya’dan Memleketimize iltica eden soydaşları-miza karşı memleketimizde bir tepki olmuş ve bunlara mukabil bir Islâmcılık cereyanı vücuda gelmiştir. Bu cereyanın başında Mehmed Akif, yazı ve ideal arkadaşı Eşref Edip, Şabanzade Naim Beyefendiler hatta Sadrıazam Prens Said Halim Paşa belki de Ferid Kâm beyi de görüyoruz.

Turancılığın arkasında devlet var, devlet kuvveti, devlet hâzinesi, iyi bir teşkilât ve kalabalık bir gençlik var.

Islâmcılar ise teşkilatsız, parasız ve yapayalnızdırlar.

Zaten bunlarda ne teşkilât, ne .para, ne de kitleleri arkalarından sürükleme hevesi vardır. Bunlarda İMAN ve AKL-I Selim vardır. Bunlara uzaktan, çok uzaktan seslenen bir dost ses vardır. Bu ses ikbal’in sesinden başkasının sesi değildi.

Islâmcılar ne yapmak istiyorlardı? Islâmcılar aksiyon. adamı değil, ızdırap İnsanları idiler. Bunlar, Ziya Paşanın meşhur:

«Diyarı küfrü gezdim....... mısralarımn ifade ettiği gibi, gördükleri Avrupada ilerleme, yenilik ve refah vardı. Maalesef bütün Islâm diyarında ise, bir gerileme, bir eskime, ve büyük bir zaruret hüküm sürüyordu.

Bu dört beş İmanlı ve ihlâslı insan, bunun İstırabı ve ümitsizliği içinde:

— «Acaba taviz vermeden, İslâmiyet içinde bir şeyler yapabilir miyiz? düşüncesi içinde çırpınıyorlardı. Islâmiyet-ten kıl kadar ayrılmadan, Avrupanın tarakkisine ve tekniğine ayak uydurabilir miyiz, uyduramaz mıyız? endişesi idi. Bunlar hiç bir zaman bir aksiyon düşünmemişler, zira bunlar ihtilâlci ve anarşist değillerdi. Bunlar, mütefekkir, alim, hâkim ve cidden vatanlarını seven muhteremin muhteremi insanlardı.

Bu mübarek insanları en çok ümide düşüren, Japonya misali idi. Japonyanın ilerlemesine hasetle değil, fakat büyük bir gıbta ile bakıyorlar, takip ediyorlardı.

— Japonlar, diyorlardı, Japonluklarından, batıl dinlerinden, an’anelerinden zerre kadar taviz vermeden, Avru-panın fennini ve tekniğini almışlar ve bunlarla Avrupaya ve bütün Dünyaya kafa tutuyorlar.

Iştıg. bizdeki Islâmcıların ideali bu idi. Dinimizden, Milliyetimizden, an’anelerimizden, kültürümüzden, velhasıl hiç bir şeyimizden feda etmeksizin, Avrupa gibi fende, teknikte ilerleyebilmek.

Bu düşüncelerini de kalemleriyle en edebî bir lisan ve en yüksek şiirler ile anlatmak istiyorlardı.

Bu düşünce mağlub oldu. Zaten, kaliteli fakat pek mahdut olan bu düşünce sahihleri birer birer hayat sahnesinden çekildiler ve meydanı, karşı tarafa, galiplere terk ettiler.

Turancılar da yavaş yavaş Turandan vaz geçmişler ve filen Dr. Abdullah Cevdet beyin Garbcılık yolunu tutmuşlardı.

Bizim İkbal İle ilgilendiğimiz yalnız bu cephesidir. Bizimle ve bizim İslamcılarla olan münasebeti.

Bizim Islâmcıların vaktiyle mağlûp oldukları gibi, zavallı İkbal de bu gün mağlubtur.

İkbal, Pakistan’ın yalnız doğum sancılarına şahid oldu, ne doğuşunu, ne de büyük Devletler arasında yer almış olduğunu, ne de Dünya meselelerinde söz sahibi olduğun; çok kısa süren, Pakistanın İkbal devrini, büyük vatanperver İKBAL görmedi. İyi ki bu günkü Pakistan’ın vahim durumunu da İkbal görmedi.

Sanki Koca Pakistan, Müslümanların büyük ümid bağ-

ladıkları Pakistan bir hayal ülke, bir masal oldu. Bir varmış, bir yokmuş......

İnşallah, bu vahim durumu Pakistan’ın, İkbalinden daha kısa sürer, bütün temennilerimiz ve dualarımız bu merkezde toplanmaktadır.

TÜRK VE ISLÂM KÜLTÜRÜNÜN MEÇHUL ASKERLERİ

Beş muhterem zat vardır ki, bunların portrelerini çizemedim, kısa da olsa hayat hikâyelerini yazamadım, bu içimde bir ukde ve büyük bir üzüntüdür. Bu merhum ve mağfur zevatı birer birer sıralayalım :

·        1)  Babanzade Naim Beyfendi merhum, kendilerini hiç görmedim, lâkin evlerine gittim, zira, Kutb-u Zaman, Arif-i biliâh, Fatih Türbedarı Ahmed Amiş Efendi Hazretleri (K. S.) Naim Beyfendinin evinde oturuyorlardı, Naim Beyfendi kendilerine damad idiler, yani Ahmed Amiş Efendi Hazretlerinin (K.S.) torunlariyle evli idiler.

Bir de Naim Beyfendi hakkında bildiğim, Menemen’de şehid edilen Şeyh Es’ad (Erbîlî) Efendi (K.S.) Hazretleriyle iyi görüştükleri, kendisini sık sık ziyarete gittikleridir. Bunlardan büyük Naim Beyfendi için beraat olur mu? Fakat ne yazık ki, bunlardan başka kendileri hakkında fazla bir şey bildiğimiz yok.

·        2)  Darülfünundan müderris ve sonradan uzun seneler Beyazıt Kütüphanesi Müdürü olan İsmail Saîb Beyfendi merhum. Kendileri hakkında bildiğim, Arab lisanı hakkında bir otorite, hattâ Kahire’deki Ezher Üniversitesi’nin güçlüklerini hal eden bir zat, bir de kedi seven bir insan, olduğu, bildiğimiz bu kadar.

·        3)  Çenberlitaş’ta dükkânı olan saatçılar Piri ve üstadı Şem’i Bey merhum, kendisini şahsen tanıdım, çekingen, mesafeli ve vakûr bir insan, bütün bildiklerim bundan ibaret.

·        4)  Iran lisanı ve edebiyatında tek insan, büyük âiim Necati Lûgal beyfendi merhum. İlim adamlarının bütün fazilet, ahlâk ve zarafetini kendisinde toplamış bir insanı kâmil, daha doğrusu, kâmil bir insan.

·        5)  Necati Lûgal beyin farscadaki lisan hâkimiyeti ve tasarrufu, Arabça olmak üzere Hafız Yûsuf bey merhumda var. Yûsuf beyin Arabçası fevkalâde, âdeta İsmail Saib beyle atbaşı beraber. Hafız Yûsuf bey de Ezher üniversitesinin çözemediği düğümleri kolaylıkla çözüyor ve kendisine müracaatta hemen Kahire’nin yardımına koşuyor. Çam-lıca’da oturur, yalnız oturur ve merdümgiriz bir insan, kendisi hakkında bütün bildiklerimiz bundan ibaret.

Son üç zatı, yani Şem’î beyi, Necati Lûgal beyi ve Hafız Yûsuf beyi şahsen tanımak bahtiyarlığına nail oldum.

Bu yazıma son vermeden şurasını da açıklamak isterim ki, meşhur Alman âlimi Prof. Ritter, Hafız Yûsuf bey ve Necati Lûgal bey için Türkiye’de oturuyordu. Bu zevatın vefatlarından sonra Prof. Ritter de kalktı memleketine, Almanya’ya gitti. Keza ihtida eden Alman Prof. Osman Şröder bey, kendisi de bu iki zat için Türkiye’de oturuyordu, eğer ömrü vefa etmiş olsaydı, Osman Şröder bey de Necati Lûgal ve Hafız Yûsuf beylerin vefatından sonra terki diyar edecek ve Türkiye’den ayrılacaktı.

AZIZ DOSTUM MONSIEUR MASSİGNON

Memleketimizde az tanınmış, yanlış tanınmış, iyilik ve fenalıkta mübalâğalı tanınmış insanlardan birisi de hiç şüphesiz hikâyesini aşağıda anlatacağım, büyük bilgin, büyük müsteşrik Mösyö Massignon’dur.

Efendim, henüz Paris’ten gelmiştim. Paris’te «Şark Dilleri», «Ecole des langues Orientale» mektebinde, hâri-kûlâde bir insandan, Prof. Henry Masse’den farsça ders alıyordum. Mösyö Masse o kadar hârikûlâde bir insandı ki, Cennetmekân Sultan Abdülhamid Han’ın en küçük oğlu Şehzade Abid Efendi (diyarı gurbette sadece Monsieur Abid) olan Şehzade de kendisinin talebesi idi. Şehzade de, Mösyö Masse’nin nezaketinin, zerafetinin ve derin bilgisinin hayranı idi. Bir gün Efendi ile Mösyö Masse hakkında görüşürken :

—Mösyö Masse gibi bir insan nasıl olabilir diye hep şaşırıyorum. Mösyö Masse gibi bir insan olsa olsa, sadece OsmanlIlarda olabilirdi, diye düşünüyorum, bunun için ben kendisine bir ad taktım, Mösyö Masse’ye «Arif Efendi» diyorum, demişlerdi.

— Aman Efendimiz, ne kadar isabetli bir isim bulmuşsunuz, demiş ve o günden sonra, Mösyö Massle, artık aramızda «Arif Efendi» olmuştu.

Paris’te başladığım farsçaya İstanbul’da da devam etmek istedim. Ve üniversite kütüphanesinde memur ve çok zarif bir İstanbul Efendisi olan, genç yaşında vefat eden aziz dostum Asaf Halet Çelebi’ye delâlet etmesi için rica ettim.

Asaf Halet Çelebi merhum, herhanegi bir hizmetten veya delâlet etmekten kendisini esirgeyecek insanlardan değildi. Delâlet etmeyi memnuniyetle kabul etti ve kararlaştırdığımız bir gün, Üniversiteye, kendisinin meşgul olduğu odaya gittim. Beraberce Bay Ahmet Ateş’i görmeye gidecektik.

Kararlaştırdığımız gibi oldu, üniversitenin uzun uzun koridorlarından geçerek, Bay Ahmet Ateş’in odasına geldik ve odaya girdik.

Maalesef Türk aydınlarının ekserisi gibi Ahrned Ateş de çok kibirli idi ve bizimle irtifaından konuşuyordu. Halbuki, bütün dünyada «ilim adamları» çok mütevazi, safdil, âdeta çocukumsa olurlar.

Ahmet Ateş ilk olarak, çok zarif, çok nazik Asaf Halet Çelebü’ye bir gözdağı gibi, bir zılgıt verdi. Asaf Halet Çe-lebî’nîn kendisine gösterdiği saygı ve nezakete karşılık, Bay Ahmet Ateş:

— Bıkmadınız mı daha bu OsmanlI, Şark terbiyesinden, bırakın bu Şark nezaketini, dedi. Zavallı ve bîçare dostum, hâlâ saygısında ve nezaketinde devam ediyor ve beni böyle bir muameleden korumak için de hakkımda ne. kadar bildiği veya hayal ettiği lûtûfkâr vasıflar varsa Bay Ahmet Ateş’e sayıp döküyordu. Fakat karşımızda taştan bir heykel gibi duran Ahmet Ateş’i, Asaf Halet Çe-lebi’nin döktüğü tatlı diller hiç mi hiç yumuşatamıyordu.

Nihayet ismimi söyledi : Münevver Ayaşlı, o zaman, Bay Ahmet Ateş birden bire durakladı, bana döndü ve :

— Yoksa siz Madam Ayaşlı mısınız? Şu her kongre veya konferansta, rastladığı her Türke, Mösyö Masignon’-un sorduğu Madam Ayaşlı mısınız? dedi.

—Herhalde öyle olacak, kendileri beni vatandaşlarımdan sormuş olabilirler, beni severler, dedim.

Bay Ahmet Ateş’in durumu bir az olsun değişmişti, benim kendisine talebe olacağımdan memnuniyet duyduğunu söylemek nezaketini gösterdi.

Fakat, bu sefer ben, zihnimden bu işten nasıl kurtulacağım diye düşünmeye başlamıştım. Zira, Bay Ahmet Ateş’le aramızda hiç bir zaman, tatlı bir talebe - hoca, dostluk münasebeti kurulamıyacağına ve daima aramızda manevî bir çekişme olacağı kanaatine varmıştım.

Sayın Ahmet Ateş, Fars dilini şüphesiz iyi biliyordu, buna söyliyecek sözüm yoktu, fakat benim HOCAM olamayacaktı. Şeyh Saadi’yi ve Hafız’ ı, ben Bay Ahmet Ateş’-ten öğrenemiyecektim. Aramızda manevî kapılar, perdeler sımsıkı kapalı idi.

Fakat bu kadar ileriye gittikten sonra, nasıl geri dönecek ve bu çıkmazdan nasıl kurtulacaktım?

Bay Ahmet Ateş imdada yetişti ve Söze başladı :

—- üniversiteye «samiin» yani dinleci talebe olarak bile devam edebilmek için, polis tahkikatına lüzum olduğunu ve bunun sadece uyulması lâzım gelen bir formaliteden ibaret olduğunu sözlerine ilâve etti.

önüme çıkan bu fırsatın üzerine çaylak gibi atıldım :

— Aman Beyfendi, dedim, yabancı memlekette, Paris’te bile benden bir polis tahkikatı istemediler, kendi memleketimde bu formaliteyi yapmak bana pek ağır geliyor. Hafız ve Şeyh Saadi’ye, polis Karakolundan geçerek varmak bana pek hazin ve elim geliyor, bunu yapamıya-cağım. özür dilerim, kıymetli vaktinizi aldık affedersiniz, dedim ve uzun uzun koridorlardan ve üniversite binasından acele acele uzaklaştım, sanki arkamdan bir el, beni yakalıyacak korkusu vardı içimde.

Bir hayli zaman sonra, Bay Ahmet Ateş’e, bir dost evinde rastladım. Aramızda geçen hadiseden bahs etmemek nezaketini gösterdi. Kendisiyle o gün daha iyi ve daha tatlı bir ahbaplık etmiştik.

Derken, bahis Türk musikisine geldi, Ahmet Ateş, Türk musikisi hakkında öyle bir kin ve nefretle konuşmaya başladı ki... Bir kerre daha kendisine talebe olmayışımda ne kadar isabet etmiş olduğumu anladım. Yahya Kemal beyin şu mısraları derhal hatırıma geldi:

E S K i M U S I K I

Çok insan anlıyamaz eski mûsikîmizden Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden.

Açar bir altın anahtarla rûh ufuklarını, Hemen yayılmaya başlar sadâ ve nûr akını Ve seslenir büyük Itrî, semâyı örten rûh, Peşinde dalgalanır bestesiyle Seyyid Nûh, O mutlu devrede Itrî’ye en yakın bir dost Işıklı danteleler bestekârı Hâfız Post... Bu neslin ortadan dâhîcedir başardığı iş, Vatan nasıl karışır mûsîkîyle, göstermiş.

Bu yaz kemençeyi bir dinledinse Kanlıca’da, Baharda bir gece tanbûru dinle Çamlıca’da. Bu sazların duyulur her telinde sâde vatan, Sihirli rüzgâr eser dâimâ bu topraktan.

Evet bu eski nesil bir şerefli âlem açar, Duyuşta ince zamanlardan inkırâza kadar. Yüz elli yıl, sıra dağlar birer birer yücelir Ve âkıbet Dede’nin anlı şanlı devri gelir. Bu mûsikîyi, O, son kudretiyle parlattı; Ölünce, ülkede bir muhteşem güneş battı.

Hakikaten, eski musikimizi sevmeyenin bizi anlıyamı-yacağı gibi Rebab ve Ney’i sevmeyenin de Cenab-ı Pîr Hazret! Mevlânâ’yı, Şeyh Saadi ile Hafızı ve bütün Iran edebiyat dünyasını da lâyikiyle anlıyamıyacağını ve hatta hatta, severiz vehmine düştükleri Batı musikisini de. anlıya-mıyacakları kanaatine bir kerre daha vardım.

Çok sempatik ressamlarımızdan merhum Çallı İbrahim beyin :

— «Bir ümidimiz vardı, o da toprak oldu.» dediği, Burhan Toprağı, daha Burhan Ümid, iken tanımıştım. Kendisini Yakup Kadri beyin ve büyük dostum Burhan Belge’-nin evinde görüyordum.

Burhan ümid, genç entelektüellerimizden, üstelik de Mareşal Fevzi Çakmak’ın damadı idi. Hem kültürün, hem de kara kuvvetlerinin temsilcisi zannediyordu kendisini ve kendisine de öyle muamele ediliyordu.

Böyle bir mevkide, «kibirli» olmamak için, hiç bir sebep yoktu ve Burhan ümid çok kibirli idi.

Bizim ahbaplığımız aşinalıktan bile daha azdı. Göz göze gelmeden, kaçınılmaz bir hal olmadan selâmlaşmıyorduk bile...

Uzaktan uzağa hikâyelerini dinliyordum, «Yunus Emre Divanını yazmış, Güzel San’atlar Akademisine müdür olmuş, büyük mütefekkir Necib Fazıl beyle ahbaplık ediyor, hattâ beraberce Büyük Mürşid merhum Abdülhâkim Arvasî Hazretlerine bile ziyarete gitmişler. Burhan Top-rak’ın Hazreti Isa’ya karşı merbutiyet ve meclubiyeti fazla imiş. Sebebi Mevcudat S.A.V. Efendimiz Hazreti Muharn-med ile Hz. Isa’yı daima mukayeseye yeltenirmiş. Bu müşkülünü, büyük Mürşid Abdülhâkim Arsavî Hazretlerine de sormuş, Hazreti Mühammed’in üstünlüğü nedir? Abdülhâkim Arsavî Hazretleri cevap olarak : BEŞERİYETLERİ, buyurmuşlar.

Arif olana bu kadarı kâfi...

Mareşalin kızından ayrılmış veya hanımı vefat etmişti. Burhan Toprak ikinci bir defa evlenmiş, kendisini arada bir Beyoğlunda görüyordum. Çok sönmüş, çok çökmüş, çok bitkindi... Yine aynı minval üzere mecburiyet olmadan selâmlaşmıyorduk.

Bir gün eve bir telefon, Burhan Toprak gelip beni görmek istiyordu. Hayret... Uzakta oturduğumu, Beylerbeyine kadar gelmenin güç olduğunu, şehire indiğim bir gün «Lebon» da buluşmamızı teklif ettim.

Hayır, hayır, bütün uzaklığa ve güçlüğe rağmen Burhan Toprak eve gelmek istiyordu.

Hayret... Acaba niçin?...

Buyur ettiğim gün geldi ve iş anlaşıldı, Mösyö Masîg-non’dan mektup almış, beni soruyormuş mektubunda, uzun zaman benden mektup almamış, merak etmiş ve benden haber verme hususunda Burhan Toprak beyi vazifelendirmiş.

— Mösyö Masignon, sizi çok seviyor, dedi.,

— Teşekkür ederim, ben de kendisini çok severim, dedim.

; Bu kısa bir kaç cümleden sonra, Burhan Toprak, kendisiyle beraber ve her ikimizin de imzasiyle Masignon’-un eserlerini Türkçeye tercüme etmeyi teklif etti.

— Aman Beyfendi, ben kendimde bu kabiliyet ve liyakati görmüyorum, zaten bu günkü türkçe ile. bu kitapların tercümesi bence mümkün değil. Buyurun siz yalnız olarak yapınız, elbette benden çok daha iyi yaparsınız, ben de başarılar temenni ederim, demiştim.

Burhan Toprak çok zayıf ve çok halsiz veda etti ve evden çıkıp gitt>

Bu ziyaretten sonra artık her defasında selâmlaşıyor ve birbirimize ha! hatır soruyorduk.

Fakat, kendisini her defasında daha yorgun, daha bitkin ve çökmüş görüyor ve zavallı galiba hasta, diyordum.

21 Mayıs'ın heyecanlı günlerinde kendisini Şükûfe Nihal’ın bir çay davetinde gördüm, Burhan Toprak âdeta canlanmış ve çok daha zinde idi. Demek, 27 Mayıs’tan hû1 susî ve umumî olarak, çok şeyler ümid etmişti.

Birdenbire vefatını haber aldım, üzüldüm ve durmadan kendi kendime sevimli ressamımız Çallı İbrahim beyin sözlerini mırıldanıyordum :

— «Bir ümidimiz vardı, o da Toprak oldu.»

Reşîd Saffet Atabmen beyi, daha Atabinen olmadan tanımıştım. Ankara’nın gözde ve parlak mebuslarından biri idi... Pek güzel fransızca biliyor ve bu lisanda kitap yazabiliyordu. Çankaya’ya köşke çıkıyor, Gazinin sofrasında bulunuyor, Devlet namına seyahat ediyor, Türkiye adına politik ve kültürel temaslarda bulunuyordu.

Mamafih, Reşit Saffet bey hâlâ Babî Âli’nin Madrid matlahatgüzârı idi ve bir türlü Yahya Kemal, Yakup Kadri, Ruşen Eşref, Hamdullah Suphi beyler gibi Cumhuriyetin Ambasadörü olamamıştı.

Vâkâ, isimlerini saydığımız bu yazarlar arasında mevkii en parlak olan biri daha vardı: Falih Rıfkı Atay. O da Cumhuriyet Elçisi olmamış, ama bunu kendisi istememiş, yazar ve Milletvekili olarak kalmayı tercih etmişti, eğer Elçi olmak istemiş olsaydı, Roma, Paris, Londra, Moskova gibi bütün Büyük Elçiliklerin kapıları kendisi için ardına kadar açık olacaktı.

Reşit Saffet bey, Lozan’da da bulunmuş, Rıza Nûr beyin bacanağı, binaenaleyh Seraskerin damadı veya oğlunun damadı idi.

Bütün bu vasıfları kendinde toplayan bir insan için kibirli olmaya hiç bir engel ve sebep yoktu ve Reşit Saffet bey de çok kibirli bir insandı.

Hattâ, merhum zevcim Sadulfah Paşa zade Nusret Beyfendinin zaman zaman bir hayli canını sıkmış olacak ki, Reşid Saffet beye «Düdükçünün oğlu» derdi. Zira Reşid beyin babası Saffet bey veya efendi Saray orkestrasında flütçü imiş...

Lâkin şunu da itiraf edeyim ki, bütün kibrine rağmen Reşid Saffet bey daima terbiyeli ve korekt idi, her zaman, kendisiyle terbiye dairesinde selâmlaşırdık.

Fakat bir seçim arifesinde Reşid Saffet beye Maçka tramvayında rastlamıştım, mutadından ziyade nazik ve hörmetkâr idi, uzun uzun hal hatır sordu.

Eve geldiğimde zevcime :

— Reşid Saffet beyi gördüm, ya siz mebus oluyorsunuz veyahut kendisi, bu sefer mebus olamıyor, demiştim. Rahmetli zevcim uzun uzun gülmüş :

— Nereden de bunları çıkarıyorsun? Reşit Saffet bey gözde bir adam, elbet yine mebus olur, ben ise köşeme çekilmiş bir adamım, nereden nereye mebus olmak, demişti.

Sizin mebus olup olmayacağınızı bilemem amma, herhalde Reşit Saffet bey bu sefer mebus olamayacak, demiştim.

— Hanımcığım bunları nereden çıkarıyorsun?

— Bu gün selâm verişinden, dedim.

Zevcim yine bir kahkaha attı, demek bütün bunları bir selâm vermeden anladın, dedi.

Bir kaç gün sonra mebus listesi neşredildi. Mebus listesinde Reşid Saffet beyin adı yok... Zevcim :

■— Vallahî yamansın hanımcığım, demişti.

Halbuki, bende hiç bir yamanlık yoktu, bütün bu insanlar kendilerini çok belli ediyorlar, açık kart oynuyorlardı.

Zevcim vefat etti, Reşit Saffet beyden ses seda çıkmadı, olur ya! hiç üstünde durmadım. Pek seyrek rastlaşmalarımızda yine terbiye dairesinde birbirimize bir baş kesiyorduk, o kadar...

Bir gün Reşit Saffet beyden bir telefon, ziyaretime gelmek istiyormuş... Hayret... buyrun dedim ama merak etmeye de başladım, acaba neden, niçin?

Meğer Mösyö Masiğnon’dan mektup almış, beni soru-yormuş, kendisine cevap vermeden beni gelip görmek istemiş. Çok nazik bir hareket, kendisine teşekkür ettim.

Böyle, üç birbirine benzemeyen muhtelif kimselerle beni arayıp soran aziz dostum Mösyö Masîgnon’u nasıl tanımış ve nasıl dost olmuştum?

Efendim, her Cuma sabahı öğleye kadar Mösyö Ma-signon’un College de France’da dersi vardı Paris’te bulunup da bu derslerden istifade etmemek, mahrum kalmak çok yazık olurdu.

Ben de Masignon’un derslerine devama başladım. 35-40 kadar dinleyici - talebesi vardı. Hemen hemen hepsi orta yaşlı ve yaşlı kimselerdi, genç talebesi pek azdı.

Ben de salonun arka sıralarında kendime bir yer edindim, oraya geçer oturur, elimde küçük bir not defteri, mühim meseleleri not ederdim, ön sıralarda bir Rus madam (zannedersem Madam' Meyeroviç) bir sıra arkasında aziz dostum Prof. HamiduHah bey, yine aynı gri astragan kalpağı ile, yer alırdı.

Bir gün, ders bitti, Mösyö Masignon, mutadından daha çabuk kürsüsünden kalktı, indi, herkes dikkat kesilmişti.

Al... Al...‘benim istikametime doğru geliyor, bu gelişi benimsemek çok iddialı olur, diye ben de istifimi bozmuyor, defterimi, kalemimi çantama yerleştirmeye devam ediyordum, zira, bana geleceğini bir an için bile aklımdan geçirmiyordum.

Aklımdan geçirmiyordum amma, bana doğru gelmekte de devam ediyor ve işte geldi ve önümde durdu. Gayet tatlı ve nazik bir eda ile :

— Kimsiniz? dedi. Ben bütün talebelerimi tanırım, bir sizi tanımıyorum, diye de sözlerine ilâve etti.

Türk olduğumu, zevcimin vefatından sonra, Paris’te bir kaç sene misafir olduğumu ve bu misafireti büyük bir fırsat bilerek derslerine devam ettiğimi söyledim.

Bu kısa tanışma ve görüşme derin ve köklü bir dostluğun temelini atmış oldu. O günden sonra, hemen her dersten sonra buluşur, uzun uzun görüşürdük. Ben tek Türk talebesi idim.

Türkleri sevmiyordu, Islâm tasavvuf kültürünü en iyi bilen bir insan olmasına rağmen, Tasavvufta Hâcegan sınıfını, Hazreti Mevlânâ’yı, Hacı Bektaş-ı Veli’yi, Yunus Em-re’yi, Hacı Bayram Veli’yi, Şabanı Veli’yi, velhasıl Horasan’dan gelen ve Anadolu’da mekân tutan, Anadolu’da yatan bütün büyük Velileri Ahmed-I Yesevî Hazretleri, dahil olmak üzere hiç birini ya bilmiyor, veya bilmemezlikten geliyordu.

Masslgnon için yalnız Bağdat’ta ve Endülüs’te yetişen Veliler vardı. Şüphesiz Bağdat ve Endülüs ne büyük, ne azametli Veliler yetiştirmiş, fakat Türkistan ve Anadolu Evliyalarını da bilmemezlikten gelmek ve sadece Hallac-ı Mansur ve Şeyhül Ekber ibni Arabi ile yetinmek, insanda bir boşluk bırakıyordu.

Ibnül Arabi’nin, Anadolu’ya geldiğini, bir Türk Hanımı ile evlendiğini, ondan bir oğlu olduğunu ve yetiştirdiği en büyük, belki tek hâlifesinin de bu mübarek Hatunun ilk zevcinden olan oğlu Sadrettîn-i Konevî Hazretleri olduğunu unuturlar, kasten unuturlar.

Halbuki Endülüs ve Şam kadar Anadolu ve Konya’nın da Şeyhül Ekber’in hayatında yeri vardır ve hiç olmaz ise, onlar kadar vardır.

Mösyö Masignon, bir gün derste Kur’an-ı Kerim’de geçen «Ye’cüç ve Me’süç» lerin Türk olduklarını alenen ve ders olarak takrir verdi. Beynim atmıştı, bu sefer, ben onu kapıda bekledim ve yakaladım, sordum:

— Evet, dedi, bunu İslâmiyet! kabul etmeden evvelki Türkler için söyledim, Türkler İslâmiyet! kabul ettikten sonra böyle bir şey mevzu-u bahis olamaz ve fakat, dedi, islâmiyetten uzaklaşırlarsa yine «Ye’cüç - Me’cüç» olurlar, bunu da iyi bilsinler ve dikkat etsinler, dedi ve sözünü kesti.

Bu hadiseden sonra, hususî görüşmelerimize bir ara verildi... Çok nazik ve o derecede hassas olan Massignon nahoş bir havanın esmekte olduğunu anlamada gecikmedi ve bir kaç ders üst üste Arab Halifelerinin bilhassa Abbasî Halifelerinin iyi, dürüst, adil ve memleketlerine hayırlı olanlarının ya analarının veya hanımlarının muhakkak Türk Kadını olduğunu vesikalariyie yine ders olarak verdi.

Ben de anlamıştım ki, bu, «Ye’cüç - Me’cüç» gafına bir tarziye ve taviz idi. Ben de fazla İsrar etmedim ve yine o tatlı ve güzel dostluk kopmadan kesildiği yerden başladı.

Hayatımda en lûtufkâr ve güzel sözleri ben Mösyö Massignon’dan işittim. Meselâ, bir gün evli olup olmadığımı sordu, zevcimi bir kaç sene evvel kayıp ettiğimi ve yalnız yaşadığımı söyledim. Çocuğunuz olmadı mı? dedi.

— Hayır, dedim, lâkin zevcimin ilk hareminden çocukları var. :

— Ne yazık, dedi, sizin oğlunuz olmadığına, zira oğlunuz olsaydı MEHDİ olacaktı. Vurulmuşa döndüm, bu bende dehşetli bir mânevî şok yaptı. Günlerce gecelerce hiç uyku uyumadım ve kaç zaman sonra normal hale geldim.

Bir gün de :

— Kulağınızdaki küpeler ne kadar güzel, dedi. Güldüm.

— Çok ucuz, Paris’ten «Grands Magazins» lerden aldım, dedim.

— Ziyanı yok, dedi, bu küpelerin birinin Hazreti Hasan ve diğerinin Hazreti Hüseyin olmasına mani değil.

Yine, günlerce moral bir şok geçirdim. Bunlara benzer daha nice güzel şeyler söyledi, ben buraya yalnız en kuvvetlilerini naklettim.

Memlekete avdet ettikten sonra da mektuplaşıyorduk, kendisi benden daha çok yazıyordu, zira yazma kudreti ve kabiliyeti elbette benden çoktu ve çok kolaylıkla yazıyordu.

Bizde Massignon’u Müslüman zannedenler vardır. Hayır, Mösyö Massignon müslüman değildi. Bir ara Bud-hist olduğu gibi müslüman da olmuştu, fakat bu devreler çabuk geçmişti. Ben kendisini tanıdığım zaman katolikti, koyu katolikti.

Hattâ, katoliklerde evliliği kabul eden tek bir Ordre (tarikat) varmış, Massignon da bu Ordre’a girmiş ve her çarşamba sabahı Paris’te St. Germaine’de bu mezhebe ait bir küçük kilisede rahip olarak vaaz edermiş.

Müşterek dostlarımız :

— Gidin, bir sabah kilisede vaazını dinleyiniz, demişlerdi. Gidip dinlemedim, zira bundan bana hiç bahs etmemişti, ben de habersiz gidip dinlemeyi ve avını yakalamış kurnaz bir avcı rolüne girmek istemedim.

Kendisini Türkiye’ye davet ettim bende misafir kalırsınız, dedim, memnuniyetle kabul etti. Fakat öyle anlıyordum ki, gelmek için resmî bir davetiye istiyordu, Arab memleketleri ve bütün Şark memleketleri kendisini buna alıştırmalardı. Doğrudan doğruya Devlet değilse bile, ya Üniversitelerden biri veya büyük şehirlerden birinin davet etmesini bekliyordu.

O zamanlar merhum Lütfü Kırçlar bey İstanbul Valisi ve Belediye Reisi. Lütfü Kırçlar beyi çok severdim, çok nezaketini gördüm, gittim ve kendisinden rica ettim, beni kırmayacağından emindim.

—■ Beyfendi, dedim, Vilâyete veya Belediyeye hiç bir masrafı olmayacak, bende kalacak, ben kendisini gezdireceğim, yalnız bir nezaket eseri olarak Mösyö Massignon’u siz davet ediniz.

Lütfü Kırçlar bey:

— Massignon kim? demez mi, oracıkta afalladım, kaldım. Zira Lütfü Kırçlar bey alelâde bir Vali değildi. Memleketin politikasına karışmış bir devlet adamı idi. Bu vasıfta bir insan da Massignon’u şahsen tanımasa bile, adını ve şöhretini muhakkak duymuş olması lâzımdı.

Massignon’u tanımayan bir adama, Massignon’u tanıtmak bir hayli güçtü. Vaz geçtim...

Mösyö Massignon’a:

— Türkiye’ye geldiğinizde Ege sahillerini de gezeriz, demiştim.

— O seyahati refikamla yaparsınız, o hoşlanır, ben arkeolojiyi hiç sevmem, demişti.

Evet, Mösyö Massignon’u Müslüman bilenler olduğu gibi, kendisini amansız bir misyoner, bir müslüman düşmanı zannedenler de vardır. Yukarda da söylediğim gibi, Massignon Türkleri sevmezdi, fakat buna mukabil Arabları samimî olarak severdi. Ve Fransa’nın Şimalî Afrika’yı terk etmesi için çok çalışmıştı. College de France, kürsüsünden haykırıyordu :

— Bütün dünya Fransayı »Grande Dame» Hanımefendi, görmek istiyor, yoksa istismarcı, menfaatçi, küçük hesaplar peşinden koşan bir Fransa görmek istemiyor, diyordu.

Evet, Arabları, Arab halkını seviyordu, lâkin Arab devlet başkanlarını, idarecilerini, liderlerini hayır... onlar için yine College de France kürsüsünden alenen «ce sont des coguins, des archicoquins» diye bağırıyordu.

Zavallı, sonu çok feci olan genç Irak Krali Faysal’ın taç giyme merasimine Mösyö Massignon da davetli idi. Bir hafta için Bağdad’a gitmişti. Avdetinden Bağdad’ı, Sarayı ve merasimi bir anlattı, güler misin! Ağlar mısın!!, 

— Kral ve dayısı olan Naib, operet subayı üniformaları giymişler ve başlarına tüylü şapkalar takmışlardı, diyordu Masssgnon. Halifeler şehri olan Bağdad’da bir Haşimî kralının taç giyme merasimi için Viyana’dan bir Orkestra ve Fransa’dan ahcılar getirtmişlerdi. Biz, bu «baraka», yani mübarek hadiseyi, kralın taç giyme merasimini Viyana valsları dinleyerek ve Fransız yemekleri yiyerek kutluyorduk, demişti, yine Mösyö Massignon.

Kendisinden en son aldığım bir mektubunda, bir kongre için davetli olarak Moskova’ya gittiğini ve orada hastalandığını, bir Rus Hastahanesinde bir ay kadar yattığını, kendisine çok iyi baktıklarını, çok itina ve ihtimam gösterdiklerini ve artık iyileştiğini, Paris’e döndüğünü yazıyordu.

Mektubu okuyunca, eyvah, dedim, kendi kendime, bu Fransa’nın bile artık yetiştiremiyeceği zekâ, deha, bu emsalsiz insan artık gidiyor.

Bu, benim vehmim, vesvesem idi. Kendime göre bir hesaplarım vardı. Artık, ayları hattâ günleri saymaya başlamıştım. Maalesef bu sefer de kuşkularım boş değildi, vesvese ile yaptığım hesaplar doğru çıkmıştı. Moskova’da tedaviden 5 - 6 ay sonra, insanlığın iftihar edeceği bu derin ve fevkalâde tefekkür, düşüncelerini ifadede kullandığı o nefis ve selis fransızcasiyle o büyük dehanın da artık yok olduğunu, bana etrafı siyahla çerçeveli, ailesinden gelen büyük bir zarf haber veriyordu.

Ve içindeki mektupta Massignon’un tam bir katolik olarak öldüğünü, falan filan kilisede merasimden sonra, filan yere defn edildiğini bildiriyordu. Evet, dünyayı aydınlatan muazzam ışıklardan biri de sönmüştü.

Vefatından sonra da eserlerini çok okudum, sık sık düşündüm, hâlâ da derin bir hisle kendisini hatırlarım, lâkin tek bir defa dahi rüyamda görmedim, demek çok uzak ve çok başka bir âlemde.

PARİS’TE BİR TÜRK DOSTU

Türk Dostu, deyince, ilk hatıra şüphesiz büyük Türk dostu Pierre Löti gelir.

Zira, Pierre Lotî, en kara günlerimizde, bütün Avrupa’nın, hattâ bütün dünyanın bize karşı avaz avaz kinini, gayzını haykırdığı zaman, yalnız, O, vicdanının sesini duymuş ve medenî cesaretin tek temsilcisi olarak bizim yanımızda yer almış, bize dost tek bir İNSANDI.

O, kötü ve karanlık Balkan harbi günlerinde, bizi yalnız bırakmamış, bizi müdafaa eden tek kahraman yine Pierre Lotî olmuştu.

O zamanlar, milletçe kendisine duyduğumuz minnet ve şükran hissi, hâlâ çok canlı olarak hatıralarımız arasında kalmıştır.

Sonradan, her nedense bir Pierre Lotî düşmanlığı’dır baş gösterdi ve yalan, yanlış rivayetler ortaya çıktı. Sözde bir Mustafa Kemal - Pierre Lotî ihtilâfı varmış gibi, dedikodular memlekette yayıldı.

Hayır, bir Mustafa Kemal Paşa - Pierre Lotî ihtilâfı yoktur. Hattâ, Mustafa Kemal Paşa, daha Büyük Millet Meclisi Hükümeti Başkanı iken, hasta olan Pierre Loti’nin hatırını sormak için Rochfort’a bir temsilci göndermiştir. Bu temsilci, o zamanlar, yani Lozan Sulhu arifesinde, Paris’te Ankara’nın mümessili bulunan Ferid (Tek) beyin eşi, muharrire Müfide Hanımdır. Müfide Ferid Hanım Rochfort’a çarşaflı olarak gitmiştir.

Türk Soroptimist derneği kurucusu olan Müfide Ferit Tek hakkında vefatından sonra, aynı dernek bir küçük broşür yayınlamıştır. Bu broşürden bazı parçalar alalım :

«1921 senesi sonlarında Ankara Büyük Millet Meclisi Hükümeti Türk dostu Pierre Loti’ye bir dostluk mesajı göndermeye karar vermişti. Pierre Loti yaşlıydı, hastaydı. Rochfort’daki evinde bu mesajı getirecek olan Türk heyetini sabırsızlıkla bekliyordu. Kendisi gibi meşhur bir Fransız yazarı ve Türk dostu olan Cfaude Farr'ere’i o gün yanında bulunması için evine davet etmişti. Ciaude Farrere «Loti» isimli kitabında bu mülâkatı nefis bir üslub ve büyük bir duygu ile anlatmıştır.»

Yine aynı broşürden nakiller:

«Bir az sonra Loti bizi yukarda, oda gibi kullandığı Camide (Pierre Loti, İstanbul’dan aldığı bir mescidi götürüp evinde monte ettirmişti) kabul etti. Aralık ayının 27’si, karanlık bir geceydi. Mescit karanlıktı. Hepimiz büyük bir heyecan içindeydik. Ancak Loti’nin gümüş saçlarını ve solgun kuvvetli yüzünü hatırlıyorum, iki uşak, Pierre ile Lu-cien, iki yanında, kendisini koltuklarından tutuyorlardı. Heyecanımız o kadar büyüktü ki, kimin ne söylediğini bilmiyorum. Madame Ferid Bey yavaş sesle konuştu. Loti son defa bir Türk heyetini kabul etmişti. Rüya içinde gibi yanından ayrıldık.»

Türk Hanımını tekrar bir defa görmek istiyor Pierre Loti, bu sefer Müfide Ferid Hanım yalnız olarak Pierre Loti’nin yanına çıkıyor.

Loti, bütün Türk kadınlarının yüzünü görmek, sözlerini dinlemek istiyordu... Aziyade’nin hayalini bu yüzlerden birinde tekrar canlandırmayı ümid ediyordu.

Müfide Ferid Hanımefendiden başka bir Hanımefendi daha, İstanbul’u çok seven ve İstanbul’un da kendisini çok sevdiği Prenses iffet Haşan Hanımefendi de aşağı yukarı aynı tarihlerde Rochefort’da, Pierre Loti’yi ziyarete gidiyor. Kendisine bu seyahatfa refakat eden dostlarından ve akrabalarından Mısırlı Sabit bey anlatıyor:

— «Paris’ten, Rochefort’a gitmek üzere, Prenses İffet, Haşan ile beraber trene bindik. Trene bindiğimiz zaman Prenses İffet AvrupalI bir hanım kıyafetinde, yani üstünde elbise ve başında şapka vardı.

Tren' hareket etti, Rochefort’a yaklaştığımız zaman, bir de baktım trende çarşaflı bir Hanım... Bir az dikkat edince, bu Hanımın Prenses Iffet’ten başkası olmadığını anladım.

Prenses iffet, Rochefort’a yaklaşınca, AvrupalI kıyafetinden sıyrılmış ve çarşaf giymişti. Rochefort’a geldik, evde Pierre Loti’yi beklerken bir de baktım ki, Prenses İffet namaza durmuş... Pierre Loti yukardan indiği zaman, Camide namaza durmuş bir çarşaflı Hanımla karşılaştı.

Evet, bütün İstiklâl harbi sırasında Pierre Lotî hasta ve köşesinde idi. Nitekim, Cumhuriyetin ilânı olan 1923 senesi aynı zamanda Pierre Loti’nin vefat senesidir.

Ne zaman, vakit olmuş da Mustafa Kemal Paşa - Pierre Lotî ihtilâfı olmuş ve âleniyete dökülmüş?

Pierre Loti’nin âlenen aleyhinde bulunan ve yazılar yazan Mustafa Kemal Paşa veya onun yakınları değil, Pierre Loti düşmanlığına bayrak açan Nazım Hikmettir.

Nazım Hikmet, mütevekkil ve sabırlı bir Şarkı, hattâ uzak Şafkı, Çin’i dahî kabul etmez, affetmez ve bunlara uyuşuk, miskin ve afyonkeş der.

Sözde böyle bir Şark’ı tasvip eden ve seven Pierre Lo-ti’ye de bundan dolayı hücum eder, Nazım Hikmet.

Şüphesiz, şiir dolu sokakları, yalıları, evleri, sokak köpekleri, şair ruhlu Pierre Loti’nin meşrebi itibariyle, İstanbul’u, elbette realist Ankara’ya tercih edecekti... Bunun için de Pierre Loti’yi suçlayamayız. Fikir ve düşünceyi köş-tekleyemiyeceğimiz gibi, aşkı ve sevgiyi nasıl köstekliye-biliriz? Hele vicdanı hür, fikri hür Pierre Loti gibi şair ruhlu bir insanı...

Bir Mustafa Kemal Paşa - Pîerre Loti ihtilâfının olmayışına en büyük delil de, Pîerre Lotî’nin en yakın meslek, fikir ve düşünce arkadaşı kendisi gibi deniz subayı ve meşhur bir romancı olan Claude Farrere’in 1921 senesinde Türkiye'ye gelmiş olması ve İzmit’te Mustafa Kemal Paşaya mülâki olmasıdır. Mustafa Kemal Paşa, bu mümtaz misafire, İzmit’te mükellef bir ziyafet de vermiştir. (İzmit’teki bu tarihî görüşmeyi tespit eden resimler mevcuttur.)

1931 veya 1932 senelerinde, Mustafa Kemal Paşa daha hayatta iken Claude Farrere tekrar Ankara’ya gelmiş ve Reisi Cumhur Mustafa Kemal Paşa ile görüşmüştür.

Ankara’ya bu gelişinde Claude Farrere’i biz de şahsen tanıdık, hattâ Polonya Sefaretinde yemekte yan-yana oturmuştuk. Yemekten sonra da kendisinin kaldığı Ankara Palas Oteline kadar otomobil ile götürdük.

Ayni gün veya bir gün sonra Claude Farrere’in Türk Ocağında bir konferansı vardı. Hepimiz gittik, konferansı dinledik, konferansın sonunda Türk Ocağı salonlarında, konferansçının şerefine mükellef bir çay ziyafeti veriliyordu. Bizler bu ziyafete davetli değil idik. Kendisini konferansından dolayı tebrik ve veda ettik. Ayrılacağımızı anladığı zaman Claude Farrere’in yüzünde beliren hayreti ve şaşkınlığı tarif edemem, hiç unutamam :

— Davetli değil misiniz? dedi ve daha bizim cevabımızı beklemeden, davet salonuna doğru bizi götürmeye kalktı, tabiî davetli olmadığımız bir yere gitmiyecektik. Fakat Claude Farrere’in İsrarını uzaktan takip eden ve belki biz de salona gideriz endişesiyle Hamdullah Suphi bey, koşa koşa geldi ve Claude Farrere’in koluna girdi, âdeta sürüklercesine ziyafet salonuna götürdü. Claude Farrere’in başı arkada, gözleri bizde, bir çocuk saffeti ile bize lisanı hal ile «Bu ne hal?» diyor ve gözleri ile bize veda ediyordu.

Bu seneleri çoktan arkada bırakmıştık, galiba Demokrat Parti iktidarının ilk seneleri idi, Claude Farrere yine İstanbul’a geldi (bu onun son İstanbul seferi olacaktı). Kandilli’de Conte Ostrorog’un misafiri oldu. Kendisini ziyarete gittim, Claude Farrere adamakıllı hasta ve çökmüştü.

Paris’e avdetinde bir gazeteci Claude Farrere’e soruyor :

— İstanbul’u nasıl buldunuz,

Claude Farrere’in cevabı:

— Güçlükle!...

Bir kaç zaman sonra, zannedersem 1952 veya 1953 senelerinde bu sefer Paris’te ben ziyaretine gittim. Quaî de Passy’de güzel bir apartımanda oturuyordu. Kapıyı, acaib, mevkiini tayin edemediğim bir kadıncağız açtı ve Üstadın beni beklediğini söyledi ve kütüphanesine kadar götürdü. Claude Farrere’i daha da hasta, daha da fena buldum. Artık hiç kıpırdanamıyordu.

Eskilerden yenilerden bir hayli görüştük ve bu arada kendisine sordum :

— Vatandaşlarımdan sizi ziyarete gelenler var mı?

Bu sual, kendisini bir hayli üzdü, derin derin düşündürdü ve istemeye istemeye cevap verdi:

— Oh!... Hayır!... dedi.

Ben de:

— Bu sizin şahsınıza karşı bir ilgisizlik değildir, sizi «eski rejim» adamı olarak tanıyorlar ve kabul ediyorlar, herhalde bunun için ziyarette kusur ediyorlar, dedim.

Bu tevilimden çok memnun ve mütehassis olan Claude Farrere’in hemen yüzü güldü, feri sönmüş gözleri ışıldadı ve :

— Eğer bu ihmal, beni BAZAJET (Yıldırım Beyazıt) ve FATİİ (Fatih) ile aynı cepheye dahil etmeden ileri geliyor ise, ben bu ihmalden gurur duyarım ve bu ihmali tebcil ederim, dedi.

Kendisini fazla yormuştum, ayrılmak için müsaadelerini istedim, bana çok güzel ithaf edilmiş bir kitaplarını hediye ettiler, ben de odadan çıktım.

Kimliğini bir türlü kestiremediğim, bana kapıyı açan kadıncağız, bir de baktım beni bekliyormuş. Birdenbire boynuma atıldı ve hüngür hüngür ağlamaya başladı. CSa-ude Farrere’in hizmetini gören bu kadıncağız meğerse bir Rus Prensesi imiş ve babası Sultan Abdülhamid zamanında Türkiye’de Rus Sefiri imiş. Ve kadıncağızın çocukluğu Büyükdere’deki Rus Sefaretinde ve Parkında geçmiş. Kadıncağız, Suttan Abdüihamrd diyor, Çar diyor, Constanti-nople diyor, boynuma sarılıyor ve hüngür hüngür ağlıyordu. Kendisini güçlükle teskin ettim ve kapıdan çıktım.

Binbir düşünce ve his altında kalmıştım, yürümeğe, hava almaya çok ihtiyacım vardı.

Ouai’lerde hem yürüyor, hem düşünüyordum :

— Az zaman evvel, zamanın Başvekili Menderes ve Hariciye Vekili Köprülü, resmî bir ziyaret için Paris’e gelmişlerdi. Acaba bir yarım saatlik vakitleri olmamışmıydı, bu yaşlı ve alil TÜRK DOSTUNU ziyaret etmek için?

Haydi merhum Adnan Menderes ne Pîerre Loti’yi, ne de Claude Farrere’i bilmesin, hattâ isimlerini bile duymamış olsun, ya Fuad Köprülü beye ne demeli?

Adnan Menderes ve Fuad Köprülü’nün Paris ziyaretleri bir hayli sönük geçmişti. Paris’e gelmelerini, Fransız gazeteleri, dördüncü, beşinci sahifelerinde, birbuçuk satırla haber verdiler ve şöyle yazdılar:

— Türk Başvekili İsmet İnönü!! ve Hariciye Vekili Fuad Köprülü... diye

Bu ziyaretin sönük geçmesinde, Türk Sefaretinin mesul olduğu kadar, iki Devlet adamının eşlerinin de, yani Bayan Menderes’in ve Bayan Köprülü’nün de büyük dahli vardı. Halbuki o zamanlar eşi Başvekil Adnan Menderes’in en parlak devri idi. Bayan Fuad Köprülü de Sayın Berrin Menderes'ten daha parlak değildi.

Yalnız Fuad Köprülü bir tarihçi olarak, Paris’te Sel-çukîler hakkında bir konferans verdi. Hakikaten kaliteli bir konferanstı bu ve Salonda fevkalâde bir dinleyici kitlesi vardı. Fransa’da ne kadar kalbur üstü âlim ve müsteşrik varsa, hepsi Fuad Köprülü’yü dinlemeye gelmişlerdi o gün.

Evet Fuad Köprülü, bir tarihçi olarak, Hariciye Vekili olmaktan çok daha başarılı idi, çok daha tanınıyor ve sayılıyordu.

Hattâ, henüz Menderes yeni Başvekil ve Köprülü yeni Hariciye Vekili olmuşlar, her ikisi de acemi, Strasburg’ta bir toplantıya gitmek üzere Paris’ten geçerler iken, Menderes, Paris Büyükelçisi bulunan Numan Menemenciöğlu’-nu da beraber Strasburg’a götürmek istemiş, Numan bey kabul etmemiş ve beraber gitmemiş, (bir Başvekil ve doğrudan doğruya âmiri bulunan Hariciye Vekili ister de, bir Büyükelçi nasıl olur da kabul etmez ve beraber gitmez, hayrettir doğrusu.)

Menderes’le Köprülü’yü Strasburg’a gitmek üzere, istasyona götüren Numan bey, tren kalktıktan sonra, yakınlarına :

— Bensiz gitsinler de, günlerini görsünler, dediği rivayet edilir.

Hakikaten, bir kaç gün sonra, toplantıdan dönen heyet, memlekete gitmek üzere yine Paris’ten geçer, Paris Büyükelçisi Numan bey, Başvekil Menderes’e sorar:

— Hariciye Vekilimiz Strasburg toplantısında nasıldı? Başvekilin cevabı:

— Nâ mevcud idi!!

Efendim, bizimkiler, yani Menderes ve Köprülü eşleriyle memlekete avdetten az sonra, Yunan Başvekili ve Madame Papagos Paris’e geldiler... Paris yerinden oynadı, bütün Fransız basınının ilk sahifelerinde Mareşal Papagos ve eşinin resimleri ve kendileriyle yapılan mülâkat-lar ve havadisler yer alıyordu.

Mareşal Papagos ve eşi, bu gün hangi restoranda yemek yediler ye ne yediler. Madame Papagos hangi terziye gitti ve hangi elbiseyi beğendi ve aldı.

Bunlar gibi durmadan haklarında haberler ve havadisler.

İşte böyle, bu da bizim milletçe bir tecellimiz... Bize karşı bu derece bir gaflet ve ilgisizlik... Fakat bu gafletten ve ilgisizlikten uyandırmak için bizde en ufak hareket yok, küçük parmağımızı bile kıpırdatmıyoruz, VESSELAM!...

Biz yine çok uzaklara ve derinlere daldık. Bizim TÜRK DOSTU diye bahsetmek istediğimiz, daha geçenlerde vefat eden, çok aziz ALBERT GABRİEL’dir.

Evet, Pierre Loti, Claude Farrere’den hemen sonra, belki onlarla beraber gelen BÜYÜK TÜRK DOSTU : Albert Gabriel.

Efendim, o zamanlar yani 1950-1960 seneleri arasında Paris’te üç çok mühim zat, üç büyük müsteşrik vardı. Erişilmez insan, büyük dahi Louis Massignon (Arabi-sant), Henri Masse (irancı), ve Albert Gabriel (Osmanlı).

Şüphesiz, bu üç zatın arasında en müstesna ve erişilmez İNSAN Louis Massignon idi. Kendisinden ayrıca bahs ettiğim için burada bu bahsi uzatmıyorum.

Zamanının en büyük Irancısı ve Şark Dilleri Mektebi Müdürü olan Monsieur Masse de müstesna bir insandı. Iran kültürüne ve diline derin vukufu ve bilgisi müsellem olan Prof. Masse’nin de bu cephesinden bahs etmiyeceğim. Sadece bir kaç çizgi ile şahsiyetini belirtmeye çalışacağım.

Efendim, Prof. Masse, kısa boylu, ufak tefek, narin yapılı, beyaza yakın kısa sakallı, son derece sevimli, sevimli olduğu kadar da nazik ve zarif idi.

Bazı sevdiği ve istidat gördüğü talebelerine akran muamelesi ederdi. Bizler, bu tatlı ve müsamahalı havaya alışmıştık. Fakat bir gün, elinde bir sigara ile sınıfa giren bir talebeye öyle bir çıkış çıkıştı ki, bütün sınıf, bütün mektep, sanki temelinden sarsıldı... Demek ki Prof. Masse celallendiği zaman pek müthiş oluyormuş.

Bir gün de, yine bir talebesine, duvarda asılı bulunan Iran harftasını göstererek, ikinci, hattâ üçüncü derecede bir Iran şairinin doğum yerini haritada göstermesini istedi.

Çocuk, daha doğrusu genç adam, Fircfevsî’nin, Hafız’-ın, Saadi’nin doğum yerlerini haydi göstersin, lâkin bu sorduğu kimse hakikaten çok az tanınmış bir Iran şairi idi. Genç talebe, haritada istenilen yeri bulamadı, gösteremedi. Bu bilgisizlik karşısında Prof. Masse’nin takındığı müstehzi tavır görülecek şeydi. Meali, aşağı yukarı şu olan sözleri söyledi :

— Oo, Maşallah, talebe olmanıza rağmen hiç merakınız yok, küçük bey sizin!

Genç talebe, başına bir balyoz yeseydi, ancak böyle bir hale gelebilirdi. Kızardı, bozardı, ter döktü ve yerine oturdu.

Bir gün de İran hakkında, en güzel yazıları Pierre Loti’-nin yazdığını ve bunların içinde «Vers Ispahan» nin bir şaheser olduğunu söyledi. Prof. Masse de benim gibi Pierre Loti’yi çok seviyordu.

Niyetliyim artık, memlekete avdet edeceğim, bunu kendisine söylediğim zaman, eve kadar gelmiş ve kitaplarını hediye olarak getirmişti.

Ben de kendisine bir Türk yemeği yedirmek istemiştim, fakat nerede? Paris’te Türk yemeği nerede yenir? Muhakkak bir ermeni lokantasında... Ben de kendisini Champs Elisee’ye paralel Lord Byron caddesinde, Lord Byron ermeni lokantasına davet ettim. Prof. Massee’den başka, Sultan Abdüihamid Han’ın en küçük Şehzadesi Abid Efendi, Profesör Masse’den maada farsca hocası Aga Hendesî, Prof. Masse’nin ve hepimizin çok sevdiği talebelerinden, babası Fransız, annesi Mısırlı Rum genç bir Hanım da vardı. Tam sofraya oturacağız, Abid Efendi Hazretleri tutturdular, bana türkçe olarak, «Ben başa geçmem, ben başta oturmam, Profesörü başa oturtun:» Biz türkçe konuşuyoruz, amma, hafif bir münakaşa olduğunu anladılar, hepimiz sofranın başında, oturmuyor, ayakta duruyoruz.

Nihayet Efendiye, kat’î olarak:

— Efendimiz, dedim, ben sizin ve sîzlerin mahfiyeti-nizden bıktım, benim olduğum yerde baş ve şeref mevkii sîzindir, istdr bu yer bir Saray olsun, ister külüstür bir ermeni lokantası olsun, ya oturursunuz, yahut şimdi ben gidiyorum. Nâçâr, Efendi, mahcub ve dudaklarında hafif bir tebessüm, başa oturdu ve ondan sonra, hepimiz de yerlerimizi aldık.

Gayet hoş ve tatlı geçen yemek, maalesef, Prof. Masse’nin birdenbire hastalanmasiyle, çok tatsız bir hal aldı. Yemek daha sona ermeden kalktık ve araba ile hepi-

miz, Mektebin üstündeki Profesörün ikâmetgâhına kendisini götürdük. Ben artık her gün Profesörü ziyarete gidiyordum. Bu vesile ile Hoca-Talebe münasebetimiz, bir dostluk oluvermişti.

Benim hakkımda çok lûtûfkâr sözler sarf eden Prof. Masse, her ikimizin de çok sevdiğimiz genç talebesine demiş ki :

— Madame Ayaşh’nın Şark kültürüne derin vukufu olduğu kadar, bizim, yani Garb âdetlerine ve terbiyesine de o kadar vukufu var ki, hayret ediyorum, Madarne Ayaşh ile görüştüğüm zaman, kendimi XVIII. Asır Fransasında zannediyorum, demiş.

Eğer, muhterem Profesörün bu iltifatlarında bir hakikat payı varsa, bunu, zevcim, velinimetim, mürebbim Nus-ret Sadullah Beyfendiye medyunum.

Yine bir gün, Prof. Masse ile knedi dairesinde yalnızca sohbet ederken :

— Ben de, dedi, Pierre Loti gibi bir aşk yüzünden farsça öğrendim ve İran’a bu derecede bağlandım, ben hayretler içinde kendisini dinlemeye başlamıştım, zira hayatının en büyük ve en gizli sırrını açıklıyordu. Beni kendisine sırdaş edinmişti. Ben susmuş, kendisini dinliyordum, seksenine yaklaşmış Monsieur Masse, hemen genç-leşivermişti, feri sönmüş gözlerinde alev alev gençlik ve aşk ateşi yanıyordu, uçuk benzine, yanaklarına hafif bir penbeîik gelmişti. Kendimi bir aşk mabedinde zannediyor, hûşû içinde kendisini dinliyor, dinliyordum.

Evet Prof. Masse’nin de Pierre Loti’nin Aziadesi gibi bir Aziadesi varmış ve bu genç hanım iranlı değil, Türk-müs, Azerî Türklerinden çok güze! bir genç hanım... İşte Prof. Masse’nin İran’a olan bağlılığı hep bu hayatının en büyük aşkından ileri geliyormuş.

Monsieur Henri Masse’nin 50-60 sene sakladığı, gizlediği bu aşkını, bilmem benden başka bilen biri var mıdır? Belki evet... belki hayır... t -s

Paris’te yatan Monsieur Masse’nin ve İran’ın kimbilir hangi şiir dolu köşesinde medfun, ismini bile bilmediğim, soramadığım meçhul sevgili, merhume Azerî güzeli Türk hanımının makberlerine gönül bahçemden en güzel güller...

Evet, Prof. Albert Gabriel’i İstanbul’dan tanıyordum. Kendisinin İstanbul’da bir hayli dostları vardı. Fakat bu dostları arasında en sevdiği ve en yakın olduğu Dr. Nihat Reşat bey merhum idi. Hattâ, Nihat Reşat beyin Vanikö-yü’nde satın almış olduğu küçük yalıyı (ki bu yalı, Sultan Reşad’ın esbabcı başısı Sabit beyin selâplığı idi) Prof. Gabriel tanzim etmişti.

Prof. Gabriel, Yahya Kemal beyle tanışıyordu, lâkin söylendiği ve yazıldığı gibi, öyle derin bir dostluğu olacağını hiç tahmin etmem. Vâk’â Albert Gabriel, Türkçe biliyordu, amma, Yahya Kemal’i anlıyacak, onun şiirlerinin tadına varacak kadar değil... Sonra Gabriel’in şiir okumaya vakti yoktu.

Şüphesiz, her ikisinin de sevdiği Türkiye, ayni Türkiye öldüğü için, bu müşterek sevgiden aralarında bir bağ, bir anlaşma vardı.

Son derece kıymetli kitaplarından, maada, Albert Gabriel’in, ne büyük bir Türk dostu olduğunu, Paris’te gördüm ve o zaman idrak ettim.

Haftada bir gün, Cuma günleri College de France’da konferansı vardı, bu konferansları projection ile de takviye ederdi.

Ben, Bursa’yı Prof. Albert Gabriel’den tanıdım ve öğrendim. Ahmedi Vefik Paşa’dan başlayan Türk Bursa’nın yıkılışı, Haşim Işcan’ın zamanında zirvesini bulmuştu.

Zavallı Gabriel, bütün bu yıkıntıları, molozları, birer birer elleriyle toplamak ve yerli yerine koymak isterdi.

Kâç defa bana :

— Türkiye’de «restoration» demiyorlar mı, je. tremble, je tremble, yani titriyorum, derdi.

Türk mimarisini, Türk san’atını, Türk kültürünü tanıtmak için College de France’daki konferanslarında nasıl gayret sarf ettiğini, nasıl çırpındığını gözlerimle gördüm.

İstanbul’dan, daha ayrılmadan bir kaç gün evvel kendisini istinye’de Selâhaddin Adil Paşa’larda bir davette görmüştüm.

Kendisinin kurduğu ve senelerce emek verdiği bir Enstitüden uzaklaştırıyorlardı. Bana yavaş ve alçak sesle :

— Biliyor musunuz, beni neden Türkiye’den, İstanbul'dan ve kurduğum enstitüden uzaklaştırıyorlar? Çünkü, çünkü Türkleri seviyorum, onun için, demişti. Ve sonra başını iki tarafa sallıyarak :

— Ah bu Jesuites’ler, Ah bu Jesuites’ler, diye sözlerine ilâve etmişti.

Çok İsrarla davetine rağmen, Paris’e, çok yakın olan «Bar sur Aube»’daki evine gidememiştim.

Bar sur Aube’daki Gabriel’in evini,yine kendi yakın dostlarından Ord. Prof. Dr. rahmetli Tevfik Remzi bey, o kadar güzel anlatırdı ki, Fransa’nın taşrasını ve Fransız bo-urgoıes hayatını bundan daha güzel anlatan ne bir kimseyi dinledim, ne de bir yazı okudum.

Evlerinin kapısın! yalnız ve yalnız postacı çalarmış, postacıdan başkası eve gelmek değil, kapının zilini bile kimse çalamaz imiş...

Evlenmemiş olan Albert Gsbnel’in iki büyük aşkı vardı : ANNE’si ve yine kendisi gibi hiç evlenmemiş kız kardeşi.

Bu üçünün, Bar sur Aube’da en büyük eğlenceleri, Pazar günleri, kendi bahçelerinin duvarlarından, üçü birden Kiliseden çıkanları seyir etmek... ve bunlar hakkında yorumlar yapmak:

— Fırıncının kızı, kasabın çırağı ile arası pek iyi, ve^ ya Noterin genç karısı, Noterin genç kâtibi ile pek sıkı fıkı... işte bu, tipik eski Fransanın taşra hayatı...»

dehası kimleri, neleri çıkarmamıştır ki... En son da yaki-

işte böyle dar bir muhit zannedilen taşradan Fransız nen tanıdığımız Albert Gabriel’i!

Evet, Albert Gabriel, bize çok uzaktan, büsbütün başka bir iklimden gelen bu insan, Anadolu’yu ve Türk mimarisini en iyi bilen, en iyi tanıyan bir insandı. Fransız dehası, Türk dehasını keşf etmişti.

Albert Gabriel’in konferanslarına kimler gelirdi? Çok üzülerek ifade edeyim ki, Türkler hiç gelmezdi. Bir kaç meraklı müsteşrik, ve Türkiye’de vazife görmüş transız diplomatları. Bu diplomatların gelişleri pek hazindi, hemen hepsinde Türkiyeiçin bir hasret, bir sila hasreti sezilirdi.

ismini bilmediğim, yaşlı ve nüzüllü bir emekli diplomat, bir ayağını sürükleye sürükleye hiç kaçırmadan, her konferansa gelirdi. Ve kendisini adını söylemeden şöyle takdim ederdi:

— J’ai ete trente ans consul de France â Trebizonde, yani 30 sene Trabzon’da Fransız konsolosu idim. Türkiye’den tanıdığım Elçi payeli Fransız Sefareti müsteşarı Pozzi de gelirdi.

Excellence Pozzi, Türkiye’de iken snobismi İle tanınmıştı, davetiyelerde evvelâ pastaların kâğıtlarının yazılarına bakar, iyi bir pastahaneden ise yer, yoksa midem ağrıyor diye yemezmiş. Monsieur Pozzi,. meşhur Fransız şairesi Anne de Noail ile olan dostluğundan da pek müfte-hirdi.

Az bir müddet, Ankara’da Fransız Sefiri olan Monsieur Maugra’da, bazı bazı bu konferanslara gelirdi.

Albert Gabriel’i kısa bir cümlede tarif etmek lâzım gelirse : «Bizi, bizden çok seven insan» demek lâzım gelir.

Biz, hatırşinas ve kadirşinas kimseler olsak, Albert Gabriel’in mezarını, Türk mezarı tarzında yapardık, meselâ Bursa’daki Süleyman Çelebi’nin merkadî veyahud Merkez Efendj’de üstad mimarlarımızdan Ekrem Hayri Ayverdi Beyfendinin Kenan Rüfaî Hz.’lerine yaptırdığı mezar gibi... Haydi bunu yapmayız, yapamayız, hiç olmaz ise mezarına çok sevdiği Bursa’dan bir servi veya bir çınar dikerdik.

Fakat Saidi Nursî’nin, Adnan Menderes’in ve iki arkadaşının mezarları henüz daha bilinmez iken, Albert Gabriel’in mezarını düşünmek muhal, ender muhal

Paris’teki Türk dostu Fransızların bahsini bitirmeden, çok yaşlı, çok zayıf, çok halsiz ve o derecede iyi niyetli Ambassadeur Hermite ve eşinden bahs etmeden geçe-miyeceğim.

Ambassadeur Hermite ve eşi, İstanbul’da vazifeli bile bulunmamışlar. Mütareke zamanı Monsieur Hermite bir defa İstanbul’a gelmiş ve Sultan Vahideddin’e mülâki olmuş. Türkiye ile ilgisi bu kadar, fakat Türk dostluğuna gösterdikleri alâka ve gayret şayanı hayret ve şayanı teşekkürdür.

Türk - Fransız dostluk cemiyeti olan Ambassadeur Hermite ve eşi evlerini, Türk - Fransız müşterek toplantılarına açmışlardı.

Ev güzel mi güzel, bir Fransız evi ve eski kıymetli Fransız eşyalarıyla döşenmiş, lâkin toz, kir ve pas içinde bakımsız mı, bakımsızdı. Başka türlü olmasına da imkân yoktu, zira ikisi de yaşlı ve halsizdiler ve koca Hötel Par-ticulier’yi temizliyecek takatları yoktu. Zannedersem bu büyük konağı temizletecek kadar paraları da yoktu.

Beni evlerine davet ettiler, davetlerini kabul ettiğim zaman gösterdikleri memnuniyet ve sevince hayret etmiştim. Evlerine gittiğim gün, davetlerini kabul edişimden duydukları memnuniyetin sebebini anladım : Benden başka tek bir Türk yoktu evlerinde. Halbuki, o zamanlar Paris’te kalabalık bir Türk kolonisi vardı ve eminim ki bunların bir çoğu, Ambassadeur Hermite ve eşine, o gün davetli idiler.

Bu davete icabet eden Fransızlar ise, Albert Gabriel’in konferansına gelen kimselerdi..

Hermite’ler, ayrıca beni, Faubourg St. Honore’de bulunan gayet şık ve kapıları herkese açık olmayan «Interal-lie» kulübüne yemeğe davet ettiler. Bu 10-12 kişilik bir öğle yemeği idi. Benim yanımda, birinci dünya harbi başladığı zaman Fransız sefiri olan Monsieur Bonpart’ın yeğeni, Monsieur Bonpart vardı, (ki o zamanlar kendisi ve İstanbul’da amcasının maiyetinde genç bir sefaret ataşesi imiş.)

' ' Svad E'büzziya ’j

. Koleksiyonu 

İstanbul’dan' ayrılışları hazin, iki memleket arasında dört sene sürecek olan bir harp ilânı ile Türkiye’yi terk etmiş bu diplomatlar.

Beyoğlu’ndaki, Tarabya’daki Fransız Sefaretlerinden uzun uzun bahs etti, fakat asıl merak etti, St. irene Kilisesinde Keçecizade İzzet Fuad Paşanın kurduğu askerî müze idi.

Monsieur Bonpart bana :

— Dünyanın en zengin, en güzel ve en iyi tanzim edilmiş askerî müzesi sizde idi, şimdi ne haldedir? dedi.

Şimdi artık nâ mevcud diyemedim, sadece :

— Bir az ihmal edilmiş bir vaziyette, dedim.

Bonpart:

— Yazık, yazık dedi, Keçecizade izzet Paşa, o kadar güzel tanzim etmişti. Sizin askerî müzeniz, dünyadaki askerî müzelerin fevkinde idi, dedi.

Yüreğim cız etti, nedir bu ihmal? Nedir bu bakımsızlık? Nedir tarihimize karşı bu kadar hörmetsizlik?

Yabancılar arasında duyduğum bu hazin ve üzücü hisler arasında, merhum Keçeci izzet Fuad Paşaya duyduğum sonsuz minnet hissi...

Keçeci izzet Fuad Paşanın yaptığı, en büyük bir vatanperverlikti. Fin Orduları Başkumandanı Mareşal Man-nerheim’ın Rus sürülerine karşı hârikûlâde mukavemeti kadar, Finlandiya’da kurmuş olduğu müze de en büyük vatanperverliği olarak Fin Milletince anılır.

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar